You are on page 1of 14

Cadı

Hüseyin Rahmi
Gürpınar


k ı t a pl a r
SUNUŞ

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Zihnindeki


Doğaüstü Yolculuk

Merak etme sevgili okur, romanın içinde neler olduğunu


derinlemesine inceleyip alt metin ve satır aralarındaki gi-
zemleri çözerken, esasında okumak için aldığın bu keyifli
macerayı sana hiç görmediğin bir açıdan anlatmak, sürp-
rizleri bozmak ya da “Katil, uşak!” demek için burada de-
ğilim. Son tahlilde ben de bir okurum ve en sevmediğim
şey önsözde, okuyacağım kitapta olacakları önden söyle-
yen bir ukalanın bilgiçlik taslamasıdır. Bu nedenle ben
sadece yazarın tarzı üzerinden bilgiçlik taslayacağım...
Önsözü yazarken amacım, az sonra okumaya başla-
yacağın maceraya daldığında ne kadar çok eğleneceği-
ni bildiğimi söylemek. Sadece Garaib Faturası Külliyatı’
nın ikinci kitabı olan Cadı romanını değil, herhangi bir
Gürpınar eserini ilk defa okuyacak olan herkese ne ka-
dar gıpta ettiğimi belirtmektir. On dokuzuncu yüzyıl
İstanbul’unu, insanları, mekânları ve o aynı insanların,
aynı mekânlara bakarken hissettikleri, düşündükleri, de-
neyimledikleri şeyleri böyle geniş bir yelpazede, renkli
ve çeşitlilikle anlatabilen nadir edebiyatçılardan biriyle
karşılaşmak üzeresin.
Fakat seni bir konuda uyarmalıyım: Elindeki kitap da-
hil olmak üzere Gürpınar’ın eserlerini günümüz algısıyla,
özellikle Hollywood sinemasının bizlere öğrettiği tipte
kahraman odaklı bir olay örgüsüyle karşılaşmayı bekle-
yerek okumaya girişmemende fayda var.
8

Mesela, fantastik yahut doğaüstü anlatıları okumanın


önemli kurallarından biri, okurun -Coleridge’in “inanç-
sızlığın askıya alınması” adını verdiği- bir kurmaca anlaş-
masını kabul etmesidir. Bu anlaşmayı; okurun, anlatıla-
nın hayal ürünü bir öykü olduğunu bildiği hâlde, yazar
gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapıp hikâye ger-
çekten olmuş gibi okuması olarak özetleyebilirim. İşte Gür-
pınar’ı okumak için de benzer bir anlaşma yapmakta fay-
da vardır.
Hüseyin Rahmi Gürpınar anlatısından azami keyif al-
manın yolu, kendini betimlemelerin akıcılığına bırak-
mak, bu sırada da olay örgüsüne sızıp anlatıyı beklenme-
dik bir yöne çeken insanların detaylı işlenmiş nevi şah-
sına münhasır karakterlerini takip ederken, mükemmele
yakın diyalogların damakta bıraktığı tada odaklanmayı seç-
mektir.
Dönemin İstanbullusu neleri sever, kimlere kızar, ne-
relerde gezer, ciddiye aldığı konular nelerdir, gündemi
oluşturan başlıklar nedir, sorularını takip edersen, nasıl
başladığını anlamadan kendini romanın son cümlesin-
de bulacağının garantisini verebilirim.
İlk bakışta iki boyutlu ve yazarın fikirlerini okura aktar-
mak için kurguya sokuşturulmuş karikatürize tiplemeler
olan Gürpınar karakterleri, konuşmaya başladıkları anda
canlanır, kendileriyle beraber şehri de hayata geçirirler.
Yirmi birinci yüzyılda, oturma odandaki poang koltu-
ğuna oturmuş, fonda televizyonun mırıltısı, kahveni yu-
dumlarken, bir anda kendini 1800’lü yılların sonlarında,
Boğaz’da Rumeli Hisarı’na doğru yürürken bulabilir, tuz
ve yosun kokusunu genzinde hissederken, martıları işitti-
ğine yemin edebilirsin.
Tabii her an, “Fakat şimdi kıyı bulunmasına karşın
9

âdeta çöplük hâline gelmiş ve kaldırımı o kadar bozulmuş-


tu ki bu taşlar, Hazreti Fatih’in, Hisarı inşası tarihinde dö-
şenmiş sanılıyordu...” gibi bir cümleyle karşılaşıp bu top-
raklarda yüzyıllar geçse de bazı şeylerin asla değişmedi-
ğini fark ederek kendini gülümserken yakalayabilirsin de.
Bilhassa kadınların özel anlarda aralarında geçen soh-
betler konusunda Gürpınar’ın diyalog yazmadaki ustalığı-
na yetişebilecek yazarların bugün dahi bir elin parmakla-
rını geçmeyeceğini söylersem abartmış olmam. Cumbalı
evlerin kafeslerinin ardında asla şahit olamayacağın gün-
delik sohbetin, doğal akışında ve sözü söyleyenin görgüsü
ve bilgisi dahilinde geliştiği, tadına doyulmaz muhabbet-
lere kulak vermek için Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebi-
yatımızın biricik kaynağıdır.
Tabii bunca doğal, gözlem sonucu detaylarla bezen-
miş özel hayatların betimlendiği anektodların ustası olun-
ca Gürpınar’ın naturalizm akımının temsilcilerinden biri
olarak sınıflandırılması -özellikle 20. yüzyılda- neredeyse
kaçınılmazdır. Oysa başlıklarından içeriklerine kadar Gür-
pınar’ın pek çok eseri, doğaüstünü, ruhları ele alan, ölüm
ve öbür dünyanın gizemini çözmenin peşinde maceralar
olmuştur.
Kahramanları bilim, gözlem ve deney yolundan sap-
mayıp süreçte her ne kadar cevapsız kalan sorularla uğ-
raşsalar da en sonunda gerçekleri ortaya çıkartan, mantık-
lı açıklamalarla çözüme kavuşan, okurunu hayaletler, cadı-
lar ve gulyabanilerin aslında var olmadığına ikna ederek
yüreğine su serpen Gürpınar; bana sorarsanız, okul kitap-
larının tüm çözümlemelerine inat, korku ve doğaüstü
edebiyatın ülkemizdeki önemli temsilcilerinden biridir.
Zaten türü derinlemesine incelediğinizde görürsünüz ki,
“korku edebiyatının tek amacının okurunu korkutmak ol-
10

duğu” genellemesi, neredeyse her seferinde örneklenen ese-


rin hakkını yemekten öteye geçememektedir. Hiçbir sanat
dalı böylesine basitçe kategorize edilemez. Bu nedenle,
Gürpınar’ın tüm yapıtlarında öncelikle göze çarpan esprili
dil bizleri yanıltmamalıdır.
Türlerin birbirine harmanlandığı günümüzde, artık ko-
medinin ön planda olduğu, toplumsal mesaj kaygısı açık-
ça gözlenen fakat içinde korku unsurlarını en doğru bi-
çimde kullanmış yüzlerce eser bulabiliriz.
Çağdaş olduğu için kolaylıkla doğaüstü ve korku yahut
bilimkurgu türlerine dahil edilebilen eserleri göz önünde
bulundurduğumuzda, döneminin çok ötesinde bir algı ile,
“Çünkü bir bilimadamı bir zekâ ölçme aleti icat edip de
bununla ölçerek herkesin akıl derecesini nüfus kâğıdına
öteki nitelikleri arasına kaydedilmek âdeti olsa hüküme-
tin başında bulunan kişinin beyin niteliği bakımından
en yüksek noktayı göstermediği görülür...” tarzında bir
cümleyi gündelik sohbetin arasına sıkıştıran Gürpınar’ı,
geçen yüzyılın gözlüğüyle anlamaya ve kategorize etme-
ye çalışmanın artık yetersiz kaldığı aşikârdır.
Yahut X ışınlarının keşfinin üzerinden daha on beş-
on altı yıl geçmiş ve kimse konunun detaylarına yete-
rince hâkim değilken, beyin MR’ı hayal bile edilmemiş-
ken, az sonra okumaya başlayacağınız romanın içinde
kabristan ziyareti yapan bir karıkocanın konuşmaları,
“Siz görünüşte bakışın işlemesini engelleyen bir be-
denselliğe sahiptiniz fakat benim için bedeniniz sanki
röntgen ışınıyla tam bir saydamlık kazanmış, maddesel
olmayan bir biçimdeydi. Dış ve içinizi aynı açıklıkta seçe-
biliyordum. Beyin hücrelerinizin duygulanımlarının bü-
tün cümbüşünü fosforla yazılmış bir aydınlık levha gibi
okuyordum...” minvalinde gelişiyorsa ya da romanın bir
yerinde bir baba, kızına akıl verirken, “... uygar uluslar
ölülerden asker alarak ölüler orduları oluştururlardı. Hem
11

bu ölü askerlere karşı top tüfek işlemeyeceğinden bu yön-


temden yararlanmayı en önce başaran ulus dünyayı bütü-
nüyle ele geçirir(di)...” türünde cümleler kurarak zombi
ordularından bahsediyorsa durup bir daha düşünmenin,
Gürpınar’ı sadece doğalcılık yahut gerçekçilik kategori-
lerine sıkıştırmanın haksızlık olabileceğini fark etmenin
zamanı gelmiş de geçiyordur bence.
O yüzden çayınızı, kahvenizi alıp köşenize kurulun ve
yalnızca doğal, eğlenceli sohbetlere şahit olmaya değil, dö-
neminin ötesinde hayallerini, İstanbullu bey ve hanımla-
rın arka bahçelerinde çevirdikleri muhabbetlerine dahil
etmiş, bu değerli sanatçının zihninde doğaüstü bir yolcu-
luğa çıkmaya hazır olun.

Demokan Atasoy
BİRİNCİ KISIM

1
Yenge İle Yeğen Arasında

“Yenge bu telaşın ne? Ne oluyorsun Allah aşkına?”


“Kızım Müslümanlık’ta iki şeyde telaş lazımdır. Kız
evlendirmekte… Cenaze kaldırmakta…”
“Buna hiç diyecek yok. Güzel benzetme doğrusu!”
“Ben şunu bunu bilmem. Biraz kendini çek çevir. Bu
ağlamayı, bu somurtkanlığı bırak, giyin kuşan, aa dostlar,
nedir bu hâlin? Bu ağlamış yüzünü görenler kırk yıllık
yola kaçarlar. Rabbim övmüş yaratmış, pekâlâ akça pakça
sevimli kadınsın. Artık bu matemden vazgeç, şen şatır ol.
Gül söyle. Bir kısmetin çıkar çıkmaz seni vereceğiz. Tur-
şunu kuracak değiliz ya?”
“Yenge bu eve ben fazla mı geliyorum? Bana yedirdi-
ğiniz bir lokma ekmeği mi sakınıyorsunuz?”
“Aman delinin söylediği lakırdıya bak? Senden ekmek
sakınan bir lokma ekmeğe muhtaç olsun. O nasıl söz, nan-
kör karı?”
“Ne olursa olsun bir saat evvel beni başınızdan def
etmenin çaresine bakıyorsunuz. Belki ben sonsuza kadar
kocaya varmak niyetinde değilim.”
“Ne dedin? Ne dedin? Sonsuza kadar kocaya varmak
niyetinde değil misin? Karabaş1 mı, marabet2 mi olacak-
sın? Allah kadını kocaya varmak, erkeği de evlenmek için
yaratmıştır. Anladın mı Fikriye? Şimdi beni kötü kötü
söyleteceksin!”

1 Karabaş: Rahip, keşiş.


2 Marabet: Rahibe.
14

“Yenge bir parça Allah’tan korkunuz. Niçin beni böy-


le sıkboğaz ediyorsunuz? Daha beyimin kefeni solmadı.
Yerde yatanı bu kadar çabuk unutmalı mı?”
“Ben Allah’tan korkarım. Her emrine itaat ederim.
Beyin öldü ise Allah rahmet eylesin. Rabbimin iradesi
böyleymiş. Ne denir? Ölenle ölünür mü? Aylarla ağla
bire ağla! Bunun sonu ne olacak? Bu ağlamaya göz değil
vallahi Horhor çeşmesi olsa yine dayanmaz. Suyu kesilir.
Sen öleydin acaba o senin arkandan böyle kırk yıl gözyaşı
döküp duracak mıydı? Evlenmeyecek miydi?”
“Onun ne yapacağını ben ne bileyim? Beyimin üstüne
evlenmek istemiyorum. Vicdanım bana lanet ediyor. Ben
bunu bilirim. İşte bu kadar…”
“Kuzum Fikriye Hanım, kocaya varmayıp da hangi ge-
lirinle geçineceksin? Seni kim besleyecek?”
“Hah, dedim ya… Sizi bu telaşlara düşüren sebep
beslemek meselesi. Ekmek meselesi. Kim mi besleyecek?
Dayım. Bu evde bu kadar insan besleniyor. Bir benimle
çocuğumun kuş kadar boğazı mı çok geliyor?”
“Ne senin ne de çocuğunun boğazından yüksünen ol-
madığını sana yemin billah ederek söyledim…”
“Öyledir de evlenmek için beni bu derece zorlamakta-
ki maksadınız nedir?”
“Maksadım, düşüncem yine senin geleceğin kızım.”
“Çocuğumla birlikte işte aranızda yuvarlanıp gidiyo-
rum… Şimdilik bu kadar aceleye, benim iki ayağımı bir
pabuca koymaya yer var mı?”
“Kızım, dayın kırk yıl seninle yaşayacak değildir.”
“Dayımın akşama sabaha öleceğine dair Azrail’den
sana haber mi geldi?
“Hay dilin tutulsun. Yorduğu şeye bak! Şom ağızlı
kaltak… Ölüm sıra ile değildir. Kimin ölüp kimin kala-
cağını Cenabımevla bilir. Allah dayına çok seneler ömür
versin. Cümlemizin üstünden eksik etmesin… Ben senin
için söylüyorum. Senin ölümüne bir şey kalmadı…”
15

“Hah iyi ya işte! Ölürsem kurtulursunuz…”


Fikriye Hanım öfkesinin şiddetinden başının firkete-
lerini birer birer çıkarıp tekrar saçlarının arasına, oraya
buraya yerleştirerek sözünde devam etti.
“Kuzum hanım yenge herkesin ömrünün sonunu an-
cak Hak teala hazretleri tayin eder. Benim ölümüme bir
şey kalmamış olduğunu nereden bilip de bu derece ina-
narak söylüyorsun? Merak ettim…”
“Mankafa, bunu anlamayacak ne var?”
“Ayıp değil ya, Rabbim işte beni mankafa yaratmış,
anlayamıyorum. Söyle de anlayayım…”
“Bir kadının iki türlü ömrü vardır…”
“Acayip! Bir yaşıma daha girdim… Neler öğreniyo-
rum… Kadının ömrü iki türlü imiş… Kadın kısmı demek
öldükten sonra kertenkele gibi dirilir, sonradan bir defa
daha ölür, öyle mi?”
“Karı, söyler söyler döner yine söylerim, mankafasın
işte… Kertenkele adamakıllı bir defa öldükten sonra artık
bir daha dirilmez…”
“Oh hanım, ben gözüme mi inanayım sana mı? Ker-
tenkelenin vücudu ortadan ikiye ayrıldıktan sonra başı
bir tarafa yürüdü, kuyruğu öbür tarafa gitti.”
“Bu hâl hayvanın ölüp de tekrar dirildiğini mi göste-
rir?”
“Bilmem, Allah rahmet eylesin büyükannem, ‘Bazı
hayvanların dokuz canı vardır’ derdi… Kapana tutulan
fareler ne zor ölürler…”
“Allah müstahakını versin. Şimdi kadınları kertenke-
leye, fareye mi benzeteceğiz?”
“Yılanın da canı birden çokmuş… Yılan öldürüldük-
ten sonra gece ayaza bırakılırsa gökte ilk yıldızı gördüğü
zaman yine dirilirmiş…”
“Sana ne güzel eğitim öğretim vermişler! Belleğini ne
mükemmel bilgilerle süslemişler… Kadının kaç canı var-
16

mış? Kadın ninenin tandırnamesinde1 buna ilişkin açık-


lık yok mu?”
“Kadının alelade zamanda bir, gebelik vaktinde iki
canı vardır…”
“Böyle denmek âdet olmuş ama bu deyim de yanlış kul-
lanılıyor, çünkü yaradılıştan kadının bir canı vardır. O
ikincisi karnındaki çocuğun canıdır. Çocuk doğduğu zaman
kendi canını alıp dışarı çıkacak… Bundan anasına ne?”
“Gebelik zamanında bir kadının vücudunda iki can
bulunuyor ya sen ona bak…”
“Fikriye darılma ama çok saf, çok bön karısın! Zaten
cin fikirli bir insan olsan kocanın ölümüne bu kadar ağ-
lamazsın.”
“Hanım yenge, sözlerini anlayamıyorum. Bir kadının
ölen kocasına ağlaması ahmaklık belirtisi midir? Dayım
ölse demek sen ağlamayacaksın öyle mi?”
“Dayın başka… O başka canım…”
“Ah işte bunu hiç aklım almadı. Bunun başkası maş-
kası olur mu? O sana ne ise öteki de bana o idi. O da koca
o da koca…”
“Karılık kocalıkla geçirdiğiniz dört-beş sene içinde
rahmetli seni kim bilir kaç defa aldatmış, üzerine ne halt-
lar etmiştir?”
“Hiç…”
“Hiç mi? Kadının ahmaklığı işte bundan belli olur.”
“Neden?”
“Kocasına sonsuz bir güven göstermekten.”
“Üzerime hiçbir hıyanette bulunmadığına ve bulun-
mayacağına ilişkin her zaman karşımda en büyük yemin-
ler eder dururdu.”
“O yeminleri bana senin dayın da edip dururdu ama

1 Tandırname: Tandır çevresinde oturulurken anlatılan aslı faslı


olmayan sözler ve bu tür sözlerin yazılı olduğu düşünülen kitap.
17

bir gün kendisini evimizin arkasındaki bostanın kulübe-


sinde bahçıvanın kızı Despina ile yakaladım. Kendi elce-
ğizimle tuttum. Erkeğe inan olur mu? Her şey ortadayken
yine o bana kırk kurt masalı okumaktan çekinmedi. Hâlâ
da sadakat yeminlerinde devam etmekte. Bu durum, bu
gerçek bizde ağababalarımızdan, kadın ninelerimizden,
daha onların cetlerinden böyle gelip böyle gidiyor. Kı-
zım, lakırdımı karıştırdın. Sözüm nereye gelecekti? Evet,
bir kadının iki türlü ömrü, hayatı vardır.
Birincisi, Cenabıhakk’ın her kuluna çeşitli miktarda
nasip ettiği beşikten mezara kadar süren doğal ömrü…
İkincisi, asıl kadınlık hayatı ki bu da tekrar iki bölüme ay-
rılır. İlki otuz yaşına kadar devam eder, sonraki kırk-kırk
beşi bulur. Bu iki yaş bir kadın için asıl ölümden önce ge-
len, biri küçük diğeri büyük iki dünyasal ölümdür.
Otuzunda bir kadın artık kadınlık albenisini kaybe-
decek bir çağa girmiş sayılır. Kırk beşinde üreme işlevi
verimsiz kalır. Yine tandırname edebiyatından bazı söz-
ler vardır. Bir kız için on beşinde gonca güldür açılır,
yirmisinde güzelliği saçılır, otuzunda tan yerine atılır…
Kırkında ellisinde vb, son aşamaya kadar birtakım şeyler
söylerler. Çöküş durağı olarak bir kadını otuzunda çek-
tikleri bu tan yeri neresidir? Bilemem. Fakat otuz yaşın
kadınlar için parlak bir dönem olmadığı anlaşılıyor. Yani
bir kadın bu yaşta mutlak bir kocaya varmış, bir erkeğe
mâl olmuş bulunmalıdır.
Kocada iken bu çağa giren kadınlar her hâlde gerileme
dönemine adım atmış bulunuyorlar ama -erkeklerin de
bu iyiliklerini inkâr etmeyelim- vaktiniz geçti diye karı-
larını tutup pencereden aşağıya atmıyorlar. ‘Artık ne bela
ise başımıza bir kere gelmiş bulundu’ boyun eğişiyle ka-
rılarının dertlerini çekip gidiyorlar.
Sana, ‘ölümüne bir şey kalmadı’ dediğim, kadınlığın
el üstünde tutulan çağının manevi ölümü içindir. Cena-
18

bıhak daha çok ömür versin. Asıl ecelin için değil… Öyle
ya, sen şimdi ferah ferah yirmi sekizindesin. Otuzuna,
yani tan yerine çekilmene ne kaldı? İki senecik. Artık on-
dan sonra yüzüne bakan olmaz. Evde kalırsın. Ölmüş ko-
canı unutursun. Bu acın geçer. Dayı koltuğuna sığınmış
olmaktan da bıkar, başlı başına bir evin hanımı olmak
ister, koca diye hant hant ötmeye başlarsın ama iş işten
geçmiş bulunur.
Ben sana ana nasihati veriyorum yavrum. Baba ekme-
ği zindan ekmeği, koca ekmeği meydan ekmeği derler.
Başında bir de çocuğun, yani bir pürüzün var. Evlilik ta-
vını geçirmek senin için akıl kârı değildir. Bazı kadınlar
otuz beşe gelirler de yirmi sekiz, yirmi dokuzdan yukarı
çıkmak istemezler. Orada demir atarlar. O niçin o? Otuz
yaş kadınlığın ilk ölümü de onun için… Fakat yaş sakla-
mak ne para eder! Erbabı bir bakışta anlar.
Ben otuzumu atladıktan sonra dayın bazen vücudumu
yoklayıp da, ‘Emine darılma ama otuzu geçtiğin besbelli
oluyor, piliç başka, tavuk başka…’ derdi. Şakaya vurup
kartlığımı yüzüme vurur, tan yerine çekilmiş olduğumu
anlatırdı. Gücüme giderdi ama ne denir? Erkektir. Elli ya-
şına da gelse her zaman kendini on sekiz-yirmi yaşında
bir kız alabilmek yetkisiyle yaratılmış seçkin biri olarak
görür. Evet, altmış yaşındaki erkek, otuzundaki kadını
kartlıkla suçlar. Ne büyük haksızlık… Acaba Âdem Ba-
ba’mız cennette Havva Ana’mıza güveyi girdiği zaman
aralarındaki yaş farkı ne kadarmış? Bunu bilen var mı?
Derin bir şeyhe rast gelsem de sorsam.”

You might also like