You are on page 1of 280

r ,.

�İ G�RPIN�w 1i,
� .

HÜSEYiN RAH

CADI
&
CADI ÇARPlYOR
HÜSEYiN RAHMi GÜRPlNAR

CADI
&
CADI ÇARPlYOR
Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın "Garaib Faturası" dizisi
içerisinde 1912 senesinde yayımlanan Cadt romanı,
metafizik gerilim unsurları ve merak uyandıran
kurgusuyla, okuru daha ilk sayfalarından kendine
çekmeyi başarıyor.

Naşit Nefi Efendi'nin eski karısının cadı olduğu


yönünde gelişen anlatı, çeşitli metafizik ve felsefi
konularla birlikte "batıl inançlar" etrafında dallanıp
budaklanıyor. Ölüm, ölümden sonraki hayat, evlilik ve
kadınlar hakkında irdeledikleri ile Hüseyin Rahmi
Gürpınar'ın bu konulardaki düşüncelerini net bir
şekilde okuyabileceğimiz romanlarından biri olan Cadt;
cinayetler, cinayet teşebbüsleri ve bunların "meçhul"
faili ile romanın sonuna kadar merak duygusunu diri
tutmayı başarıyor.

Cadt romanıyla beraber, "sanat için sanat" ve "toplum


için sanat" polemikleri etrafında cereyan eden
tartışmalar, Hüseyin Rahmi'nin romancılığına varıncaya
kadar devam etmiştir. Hüseyin Rahmi de yazılan bu
"çirkin" eleştirilere karşılık olarak Cadt Çarptyor'u
kaleme almıştır. Okuyucuların 1900'1erdeki edebiyat
tartışmalarını takip edebilmesi için kitaba eklenen Cadt
Çarptyor adlı eser de ilk elden bir kaynak olarak hala
önemini koruyor.

NNS
aacc
elH1

� ISBN: 978-625-7300-95-7

RPRR
YAYINCI Ll K
tP /kaprayayinla
- /kaprayayinla
@ /kaprayayinla
f /kaprayayinla 9
111 1 1111111111111 11 1
786257 300957
CADI & CADI ÇARPlYOR 1 Hüseyin Rahmi Gürpınar

G ENEL YAYlN YONFTMFNİ


Kadir Yılmaz

YAYIMA HAZlRLAYAN
Mehmet Ümit Çekin

EDITÖR
Sevdagill Kasap

REDAKSiY ON
Meral Nayman Demir

SON OKUMA
Banu ÖzyOrek

KAPAK GÖRSELi
Charles Edward H aile, At Vespers, ı900

KAPAK TASARlM
FOLX

SAYFA DÜZENi
OtuzYılmaz

BASlM VE CİLT
Repar Dijital Mathaası

BASKI
Şubat 202 ı - ı. Basım

ISBN
978-625-7300-95-7

SERTiFiKA NO
40675

Kapra Yaymeıhk, Mimm· Sinan Mah., © Bıı kitahm tüm hakları saklidır.
Repar Tasarım Selami Ali Efendi Cad.. Tamttm amaçli. ktsa olmll/ar
Matbaa ııe Reklamcr/tk No:5 dışmda metin ya da görseller
Ticaret Limited Şirketi 'nin 34672 ü,kiidar!l<tanhııl vcrrmevinin izni olmadan hiçbir
tescilli marka.Hdlr. Tel: O (2/ 2) 5214H 45 :,.,;1/a çoğa/11/ama:.
Hüseyin Rahmi Gürpmar (1864- 1944)
Hüseyin Rahmi Gürpınar, I 9 Ağustos I 8 64 tarihinde, İs­
tanbul'da dünyaya geldi. Babası hünkar yaveri Mehmet Sait
Paşa'dır. Üç yaşındayken annesinin ölümü üzerine, Girit'te
bulunan babasının yanına gönderildi. Hüseyin Rahmi, ilk
olarak l887'de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya
başladı. Ardından İkdam Vt! Sabah gazelelerinde çalıştı. Il.
Meşrutiyet döneminde otuz yedi sayı süren Boşboğaz ve Gül­
/abi adlı bir gazete çıkardı. Daha sonraları da birçok gazetede
çalışmaya devam etti. Türkiye Büyük Millet Meclisinde Kü­
tahya milletvekilliği de yapan Hüseyin Rahmi, ömrünün son
otuz bir yılını Heybeliada'da geçirm iştir.
Eserlerinde Anadolu'ya yer vermeyen Hüseyin Rahmi,
İstanbul halkının toplumsal ve kültürel yaşantılarını, aile ha­
yatını, batı ! inançlarını mizalı ve hicivle kaleme almıştır. Ah­
met Mithat Efendi 'nin temsil ettiği edebi geleneği sürdüren
Hüseyin Rahmi'nin, natüralist tarza sahip, gerçekçi ve yalın
bir dil kullanmayı benimseyen, bundan dolayı da halk tara­
fından sevilen ve benimsenen bir yazar olmuştur.
Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın ilk romanı Şık'tır. Ahmet
Mithat Efendi tarafından bu eser çok beğenilince, Tercü­
man-ı Hakikat gazetesinde tefrika şeklinde yayımlanmaya
başlamıştır. Altmışa yakın eseri olan Hüseyin Rahmi Gürpı­
nar'ın bazı eserleri şunlardır:
ROMANLAR:
Şık (ı889), İffet (ı89 6), Mutallaka (ı 898), Mürebbiye
(1899), Bir Muadele-i Sevda (1899), Metres (19 00), Tesa­
düf (19 00), Şıpsevdi ( l 911), Nimetşinas ( I9 ı ı), Kuyruklu
Yıldız Altında Bir İzdivaç (191 2), G ulyabani (1913), Cadı
( I 9 I 2), Sevda Peşinde ( 1912), Hayattan Sayfalar ( I 9 I 9),
Hakka Sığındık ( I 9 I 9), Toraman ( I 9 I 9), Son Arzu ( I 922),
Tebessüm-i Elem (1923), Cehennemlik ( I 924), Efsuncu
Baba (1924), Meyhanede Hanımlar ( I 924), Ben Deli miyim?
(1925), Tutuşmuş Gönüller (1926), Billur Kalp (1926), Ev­
lere Şenlik, Kaynanarn Nasıl Kudurdu? ( I 927), Mezarından
Kalkan Şehit ( I 928), Kokotlar Mektebi ( I 928), Şeytan İşi
(1933), Utanmaz Adam (1934), Eşkıya ininde (1935), Kesik
Baş ( I 942), Gönül Bir Yeldeğirrnenidir Sevda Öğütür (I 943),
Ölüm Bir Kurtuluş mudur? ( I 954), Dirilen iskelet ( I 946),
Dünyanın Mihvcri Para mı Kadın mı? (1949), Deli Filozof
(1964), Kaderin Cilvesi ( I 964), İnsanlar Maymun muydu?
(1968), Can Pazarı ( I 968), Ölüler Yaşıyor mu? (I 973), Na­
mus!u Kokotlar ( I 973)
ÖYKÜLER:
Kadınlar Vaizi ( 1920), Namus la Açlık Meselesi ( I 933),
Katil B use ( I 933), İki Hödüğün Seyahati ( I 934), Tünelden
İlk Çıkış (1934), Gönül Ticareti (1939), Melek Sanmıştım
Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963)
OYUNLAR:
Hazan Bülbülü (1916), Kadın Erkekleşince (1933), Toku­
şan Kafalar ( I 973), İki Damla Yaş ( 1973), Gülbahar Hanım
TARTIŞMA:
Cadı Çarpıyor (1913), Şekavet-i Edebiye Tartışmaları
(1913), Sanat ve Edebiyat (Ölümünden sonra H. A. Öneiçin
derledi, 1972)
İÇİNDEKİLER
CADI ........................................................................................... 7

Birinci Kısım .. . .
... ............................ . .......... ........ . ..... .. . . . .............. 9

İkinci Kısım ................................................................................. 127

CADI ÇARPlYOR .................................................................... 233

Mevhibe Ziya Hanımefendi'ye ......... ........ .................. . . . . ............. 235

Pembe Bir Mantar ........................................................................ 238

Edebi Olmayan Hareket. ...................... .. .. ....... .............................241

Cadı ............... ..................................................... .......................... 250

İbretli Bakışiara
Sonuç .... .. . .. . . . . . . . . . . . ......................... ........... . . . . . . . ............................278
CADI
Bİ Rİ NC İ KlSlM
ı
Yenge ile Yeğen Arasında

"Yenge bu telaşın ne? Ne oluyorsun Al lah aşkına?"


"Kızım Müslümanlıkta iki şeyde telaş lazımdır: Kız ev­
lendirmekte ... Cenaze kaldırmakta. . . "
"Buna hiç diyecek yok. Güzel teşbih doğrusu! . ."
"Ben şunu, bunu bilmem. Biraz kendini çek, çevir. Bu
ağlamayı, bu somurtkanlığı bırak. Giyin, kuşan. A dostlar!
Nedir bu halin? Bu ağlamış yüzünü görenler kırk yıllık yola
kaçarlar. Rabbim övmüş yaratmış. Pekala akça pakça sevim­
li kadınsın. Artık bu matemden vazgeç . . . Şen şatır ol. .. Gül.
Söyle ... Bir kısmetin çıkar çıkmaz seni vereceğiz. Turşunu
kuracak değiliz ya?"
"Yenge bu eve ben fazla mı geliyorum? Bana yedirdiğiniz
bir lokma ekmeği mi sakınıyorsunuz?"
"Aman dilinin söylediği lakırdıya bak! Senden ekmek sakı­
nan, bir lokma ekmeğe muhtaç olsun. O nasıl söz nankör kan? .. "

"Ne olursa olsun bir saat evvel beni başınızdan defetme­


nin çaresine bakıyorsunuz. Belki ben ebediyen kocaya var­
mak niyetinde değilim."
"Ne dedin? Ne dedin? Hiçbir zaman kocaya varmak niye­
tinde değil misin? Karabaş1 mı, marabet2 mi olacaksın? Allah
kadını kocaya varmak, erkeği de evlenmek için yaratmıştır.
Aniadın mı Fikriye? Şimdi beni kötü kötü söyleteceksin."
"Yenge bir parça Allah 'tan korkunuz. Niçin beni böyle
sıkboğaz ediyorsunuz? Daha beyimin kefeni solmadı. Yerde
yatanı bu kadar çabuk unutınalı mı?"
ı Evlenmesi yasak olan papaz, rahip, keşiş
2 Rahibe

ll
"Ben Allah'tan korkarım. Her emrine itaat ederim. Beyin
öldüyse Allah rahmet eylesin. Rabbimin iradesi böyleymiş.
Ne denir? Ölenle ölünür mü? Aylarca ağla bre ağla! .. Bunun
sonu ne olacak? Bu ağlamaya göz değil vallah Horhor Çeş­
mesi3 olsa yine dayanmaz. Suyu kesilir. Sen öleydin acaba o
senin arkandan böyle kırk yıl gözyaşı döküp duracak mıydı?
Evlenmeyecek miydi?"
"Onun ne yapacağını ben ne bileyim? Beyimin üstüne ev­
lenmek istemiyorum. Vicdanım bana lanet ediyor. Ben bunu
bilirim. İşte bu kadar... "
"Kuzum Fikriye Hanım .. . Kocaya varmayıp da hangi ge­
lirle geçineceksin? Seni kim besleyecek?"
"Hah dedim ya ... Sizi bu telaşiara düşüren sebep, besle­
mek meselesi ... Ekmek meselesi... Kim mi besleyecek? Da­
yım! Bu evde bu kadar insan besleniyor. Bir benimle çocuğu­
mun kuş kadar bağazı mı çok geliyor?"
"Ne senin ne de çocuğunun boğazından yüksünen oldu­
ğunu sana yemin billah ederek söyledim."
"Öyledir de evlilik için beni bu derece zorlamaktaki ama­
cınız nedir?"
"Maksadım, düşüncem yine senin istikbalin kızım ... "
"Çocuğumla beraber işte aranızda yuvarlanıp gidiyorum.
Şimdilik bu kadar aceleye, benim iki ayağıını bir pabuca
koymaya gerek var mı?"
"Kızım dayın sana kırk yıl baki değildir."
"Dayımın akşama sabaha öleceğine dair Azrail'den sana
haber mi geldi?"
"Hay dilin tutulsun ! . . Yorduğu şeye bak.. . Şam ağızlı
kaltak . . . Ölüm sırayla değildir. Kimin ölüp kimin kalacağını

3 Aksaray'da Horhor Caddesi ile Kırık Tulumba Sokağı 'nın köşe başında bulunan
çeşme. (Y.h.n)

12
Cenab-ı Mevla bilir. A llah dayına çok seneler ömür versin.
Cümlemizin üstünden eksik etmesin. Ben senin için söylü­
yorum. Senin ölümüne bir şey kalmadı."
"Hah iyi ya işte . . . Ölürsem kurtulursunuz."
Fikriye Hanım büyük bir sinirle başının tirketelerini birer
birer çıkarıp tekrar saçlarının arasına, oraya buraya yerleşti­
rerek sözünde devamla:
"Kuzum hanım yenge, herkesin ömrünün sonunu ancak
Hak Teala hazretleri tayin eder. Benim ölümüme bir şey kal­
mamış olduğunu nereden bilip de bu derece kalpten söylü­
yorsun, merak ettim."
"Mankafa ... Bunu anlamayacak ne var?"
"Ayıp değil ya... Rabbim işte beni mankafa yaratmış, an­
layamıyorum. Söyle de anlayayım."
"Bir kadının iki türlü ömrü vardır. "
"Acayip ! Bir yaşıma daha girdim. Neler öğreniyorum.
Kadının ömrü iki türlüymüş. Kadın kısmı şüphesiz, öldükten
sonra kertenkele gibi dirilir. Sonradan bir defa daha ölür, öyle
mı"?"
.
"Karı söyler söyler, döner yine söylerim. Mankafasın
işte. . . Kertenkele, adam akıllı bir defa öldükten sonra artık
bir daha dirilmez."
"Oh hanım! Ben gözüme mi inanayım, sana mı? Kerten­
kelenin vücudu ortadan ikiye ayrıldıktan sonra başı bir tarafa
yürüdü, kuyruğu öbür tarafa gitti."
"Bu hii l hayvanın ölüp de tekrar dirildiğine mi işaret
eder?"
"Bilmem ... Allah rahmet eylesin büyük validem bazı hay­
vanların dokuz canı vardır, derdi. Kapana tutulan fareler ne
zor ölürler. . . "

13
"Allah müstahakını versin. Şimdi kadınları kertenkeleye,
fareye mi benzeteceksin?"
"Yılanın da canı birden fazlaymış. Yılan öldürüldükten
sonra gece ayaza bırakılusa gökte ilk yıldızı gördüğü zaman
yine dirilirmiş."
"Sana güzel eğitim ve terbiye vermişler! Hafızanı ne mü­
kemmel bilgilerle süslemişler. Kadının kaç canı varmış? Ka­
dın ninenin tandımamesinde4 buna dair bir bilgi yok mu?"
"Kadının alelade zamanında bir, gebelik vaktinde iki canı
vardır."
"Böyle demek adet olmuş ama bu tabir de yanlış olarak
kullanılıyor. Çünkü yaratılış olarak kadının bir canı vardır. O
ikincisi karnındaki çocuğun canıdır. Çocuk doğduğu zaman
kendi canını alıp dışarı çıkacak. Bundan anasına ne?''
"Gebelik zamanında bir kadının vücudunda iki can bulu­
nuyor ya sen ona bak . . . "
"Fikriye, darılına ama çok saf, çok bön karısın! Zaten cin
fıkirli bir insan olsan kocanın vefatma bu kadar ağlamaz­
sın?"
"Hanım yenge sözlerini anlayamıyorum. Bir kadının ve­
fat eden kocasına ağlaması ahmaklık eseri midir? Daytın ölse
demek sen ağlamayacaksın, öyle mi?''
"Dayın başka . O başka canım. . . "
. .

"Ah işte bunu hiç zihnim almadı. Bunun başkası maşkası


olur mu? O sana neyse öteki de bana oydu. O da koca, o da
koca. . . "
"Karılık kocalıkla geçirdiğiniz dört beş senelik müddet
zarfında merhum seni kim bilir kaç defa aldatmış, üzerine ne
haltlar etmiştir?"

4 Tandır başında otururken söylenen ya da okunan masallar için kullanılır. (Y.h.n)

14
"Hiç . . . "
"Hiç mi? Karının ahmaklığı işte bundan belli olur."
"Neden?"
"Kocasına sonsuz bir güven duymaktan . . . "
"Üzerime hiçbir hıyanette bulunmadığına ve bulunmayaca­
ğına dair daima karşımda en büyük yeminler eder dururdu."
"O yeminleri bana senin dayın da edip dururdu ama bir
gün kendisini evimizin arkasındaki bostanın kulübesinde,
bahçıvanın kızı Despino'yla yakaladım. Kendi elceğizimle
tuttum. Erkeğe inanmak olur mu? Her şeyin apaçık ortada
olmasına rağmen yine o bana kırk kurt masalı okumaktan çe­
kinmedi. Hala da sadakat yeminlerine devam ediyor. Bu hal,
bu hakikat bizde ağa babalarımızdan, kadın ninelerimizden,
daha onların cetlerinin cetlerinden beri böyle gelip böyle
gidiyor. Kızım lafımı karıştırdın. Sözüm nereye gelecekti?
Evet, bir kadının iki türlü ömrü, hayatı vardır. Birincisi Ce­
nabıhakk'ın her kuluna çeşitli miktarda nasip ettiği, beşikten
mezara kadar süren tabii ömrü. . . İkincisi asıl kadınlık hayatı
ki bu da tekrar iki kısma ayrılır. Evvelkisi otuz yaşına kadar
devam eder, sonraki kırkı, kırk beşi bulur. Bu iki yaş, bir ka­
dın için asıl uhrevi ölümden evvel gelen biri küçük, diğeri bü­
yük iki dünyevi ölümdür. Otuzunda bir kadın, artık kadınlık
cazibesini kaybedecek bir çağa girmiş sayılır. Kırk beşinde
çocuk doğurmak hizmetinden mahrum kalır. Yine tandıma­
me edebiyatından bazı sözler vardır. Bir kız için on beşinde
gonca güldür açılır; yirmisinde Jetafeti saçılır; otuzunda tan
yerine atılır; kırkında, ellisinde, son merhaleye kadar birta­
kım şeyler söylerler. Çöküş yeri olarak bir kadını otuzunda
çektikleri bu tan yeri neresidir, bilemem. Fakat otuz yaşının
bu narİn tür için güzellik bağışlayan bir devir olmadığı an­
laşılıyor. Yani bir kadın bu yaşta mutlak bir kocaya varmış,
bir erkeğe mal olmuş bulunmalıdır. Kocadayken bu çağa gi­
ren kadınlar herhalde çöküş devrine adım atmış bulunuyorlar

15
ama -erkeklerin de bu iyiliklerini inkar etmeyelim- vaktiniz
geçti diye eşierini tutup pencereden aşağıya atmıyorlar. ' Ar­
tık ne belaysa başımıza bir kere gelmiş bulundu,' tesl imiye­
tiyle karılarının dertlerini çekip gidiyorlar. Sana 'Ölümüne
bir şey kalmadı,' dediğim, kadınlığın beğenilen çağına ait
olan manevi ölümün içindir. Cenabıhak daha çok vakit ya­
şatsın. Asıl ecelin için değil... Öyle ya sen şimdi ferah ferah
yirmi sekizindesin. Otuzuna, yani tan yerine çekilmene ne
kaldı? İki senecik ... Artık ondan sonra yüzüne bakan olmaz.
Evde kalırsın. Ölmüş kocanı unutursun. Bu acın geçer. Dayı
koltuğuna sığınmış olmaktan da bıkar, başlı başına bir evin
hanımı olmak ister, koca diye hant hant ötmeye başlarsın
ama iş işten geçmiş bulunur. Ben sana ana nasihati veriyorum
yavrum. . . Baba ekmeği zindan ekmeği, koca ekmeği meydan
ekmeği derler. Başında bir de çocuğun, yani bir pürüzün var.
Evlilik zamanını geçirmek senin için akıl karı değildir. Bazı
kadınlar otuz beşe gelir de yirmi sekiz, yirmi dokuzdan yu­
karı çıkmak istemezler. Orada demir atarlar. O niçin o? Otuz
yaş kadınlığın ilk ölümü de onun için . . . Fakat yaş saklamak
ne para eder! Erbabı bir bakışta anlar. Ben otuzumu atladık­
tan sonra dayın bazen vücudumu yoklayıp da ' Emine darıl­
ma ama otuzu geçtiğİn besbelli oluyor. Piliç başka. .. Tavuk
başka. . . ' derdi. Şakayla karışık kartlığımı yüzüme vurur, tan
yerine çekilmiş olduğumu anlatırdı. Gücüme giderdi ama ne
denir? Erkektir. Elli yaşına da gelse daima kendini on sekiz,
yirmi yaşında bir kız alabilmek yetkisiyle üstün görür. Evet,
altmış yaşındaki erkek, otuzundaki kadını kartlıkla itharn
eder. Ne büyük haksızlık! . . Acaba Adem babamız cennette,
Havva anamıza güvey girdiği zaman aralarındaki yaş farkı
ne kadarmış? Bunu bilen var mı? Derin bir şeyhe rastlasam
da sorsam ...
"

16
2
Bulunmaz Bir Tunus Gediği

Fikriye Hanım dört sene kadar mesut, tatlı bir evlilik ha­
yatı geçirdikten sonra genç, güzel beyinin üzücü bir şekilde
birdenbire vefatıyla taze dul kalarak dayısı Hasan Efendi 'nin
hanesine dönmüştü. B içare Fikriye, küçük yaşında peder ve
validesinden de yetim kalmış olduğu için dayısının evinden
başka gidecek bir yeri yoktu. Merhum kocası B edri Bey, ser­
vet narnma hemen hiçbir şey bırakmamış, evliliklerinin mah­
sulü olarak yalnız üç yaşında bir kız b ırakmıştı.

Yaslı dul kadın, kızı yetim Latife ' yi bağrına bastırıp da­
yısının bir baba gibi şefkatine ve himayesine sığınarak bir
odaya çekildi. Durmayıp gözyaşı döküyor, kocasının vefatı
üzerinden aylar geçtiği halde ümitsizlik gözyaşları bir türlü
dinmiyordu.

Fikriye'nin bu dönüşü o zamana kadar yalnız başına ev


hanımlığına alışmış olan yengesi Emine Hanım 'ın hiç hoşu­
na gitmedi. Bu dul yeğenin her ne suretle olursa olsun ikin­
ci bir kısmeti çıkıp da evlerinden bir ayak evvel defolması
için ne türlü çarelere, tedbirlere müracaat mümkünse hepsine
başvurmaktan geri durmuyordu.

Fikriye Hanım güzel, alımlı, oldukça terbiyeli bir kadın­


dı. Fakat çocuklu bulunması mahzurundan dolayı evliliğine
istekli, münasip bir talip ortaya çıkmıyordu. Yenge Emine
Hanım, kı lavuz5 kadınlara büyücek paralar adadı. Nihayet
bir iki kısmet çıktı. Fakat bunlar da evliliklerinden, istikbal­
lerinden hayır, geçim umulur kimseler değildi. Kimi ihtiyar,
kimi sakat, kimi züğürt, kimi çapkındı.

5 Çöpçalan

17
Fikriye' nin bu kısmetsizliği yengesının çaçaronluğunu
dayanılmaz bir dereceye vardırdı. Emine Hanım, kocaya var­
manın faziletlerini, gerekliliğini şiddetle izah dırdırına artık
hiç ara vermez oldu. Türlü kinayeler, imalar, manidar cüm­
lelerle her gün, her saat bu aşağılanmayı hisseden bedbaht
Fikriye'nin zaten dertli, yaralı kalbi bütün bütün kan dolu­
yordu.
Nihayet bir gün kılavuz karının biri, telaşla geldi. Fikri­
ye Hanım için, yağlı bir parça, bulunmaz bir Tunus gediği6
kısmetin ortaya çıktığını müjdeledi. Artık sevincinden yenge
Emine Hanı m'ın etekleri zil çalmaya başladı. Onun fikrine
göre araştırmaya, incelemeye, sorguya, suale kalkışmaksızın
hemen Fikriye' nin bohçalarını bağlayıp sandığını sepetini
toplayarak kocasının evine gönderivermek lazımdı . Kılavuz
kadının tavsiyesi de böyleydi. O da acele etme taraflısıydı.
Çünkü bu kısmet, nadir ele geçen fevkalade ekstra cinsinden
bulunduğundan söz uzarsa ara yere dedikodu karışır, iş bozu­
lurmuş. Bu adamın İstekiisi pek çok, varmak isteyen kadın­
ların haddi hesabı yokmuş. Bozmak için yermeleri; akla ve
hayale gelmez, yakası hiç açılmadık i ftiralar atmaları, birçok
şeyler uydurmaları muhtemelmiş. Kılavuz kadın bu ekstra
Tunus gediğini şöyle tarif ediyordu:
" . . . bakanlığında, . . . kaleminin müdürü Naşit Nefı Efen­
di . . . Hem şöyle böyle değil... Kelli felli, şanlı, şöhretli bütün
her şeyiyle tastamam bir efendi .. . Yalan kabul etmem. Maaşı
dört binden, yaşı da kırktan fazla. . . İtibarlı, ağır, vakarlı, tam
karı kıymeti bilecek çağda bir adam . .. Dosta kısmet olacak
bir parça . .. Artık buna hiç lam cim istemez. Söz getirdim . Söz
verin, götüreyim. İş bitsin vesselam. . . "
Fikriye Hanım, kılavuz kadının bu faydalı, kısa ayrıca
şüphe uyandıran övgülerine karşı derin derin düşünerek:
"Hanım bu adam böyle kırk yaşını geçineeye kadar hiç
evlenmemiş mi? Bekar mı durmuş?"
6 İ lgi çeken cazip şey, karlı gelir kaynağı anlamında kullanılır. (Y.h.n)

18
Bu suale karşı kılavuz kadın, şehadet parmağını entari­
sinin yakasından içeri sokup gözlerini süze süze gerdanının
etrafını tatlı tatlı kaşıyarak:
"Dur kızım ... Vebal istemem. Hepsini anlatacağım. Ev­
lenmemiş değil. . . Evlenmiş. Kısmet olursa galiba sen üçüncü
haremi olacaksın."
Fikriye Hanım haykırarak:
"Ay ben iki ortak üstüne mi gideceğim? Allah gösterme­
sin ! "
"Hanım, lakırdıyı iyi anlamadan bomba gibi ateşlen­
me öyle . . . A şimdiki tazelerle lakırdı olmuyor ki .. . Rabbim
esirgesin, hepsi farfara ... Bu efendinin ilk karısı vefat etmiş.
İkincisini boşamış. İşte şimdi sen üçüncü gideceksin ... Bir
evin bir hanımı olacaksın. Aniadın mı efendim?"
"İlk haremi neden vefat etmiş?"
Kılavuz kadın bir kahkaba salıvererek:
"Tedavi eden hekimi bulup da hamının hangi hastalıktan
gittiğini sormayı doğrusu unuttum. Ay üstüme iyilik sağlık...
Bu d a lakırdı mı y a! Seninle evlenıneye talip olanlar i lk ko­
canın hangi hastalıktan öldüğünü soruyorlar mı?"
Beri yandan yenge Emine Hanım bağırarak:
"Aman Fikriye bazen öyle budalaca sualler sorarsın ki beş
yaşındaki çocuk sormaz. B ırak kadını kendi haline ... Lakır­
dısını bitirsin."
Fikriye Hanım hiddetle:
"Sormayınca meselenin pürüzlü tarafına yanaşmıyor ki
kendi haline bırakayım ! Kısmet olursa galiba ben üçüncü ha­
remi olacakmışım. Galibaya dikkat buyuruluyor mu? Peki,
birinci haremi neden ölmüşse ölmüş. İkincisini neye boşa­
mış? Bunu sormak hakkım değil mi?"

19
Kılavuz, parmağının ucuyla haHi yakasının içindeki pireyi
araştırarak:
"O tarafını pek derin bilmiyorum, ne yalan söyleyeyim?"
"Kılavuz değil misin? Her tarafını bilmelisin."
"Öyle ağır, kibar bir efendiden ' Sen karını niçin boşadın?'
diye nasıl sorulur? Karılığa, kocalığa ait gizli bir durum ol­
malı . . . "
"Bak işte şimdi bütün bütün merak ettim. Karılığa, koca­
lığa ait o gizli durum nedir acaba?"
"Karı koca ikisi bir döşekte yatarken aralarına girip de
araştırmak lazım gelir ki bu derece mahremiyete hiçbir kı­
lavuz, muvaffak olamaz zannederim. Bu kadar ince eleyip
sık dokumak iyi değildir. Karı bırakan erkeklerin, kocadan
boşanan kadınların daima diğerleriyle evlendikleri görülüp
duruyor. B irinci, ikinci evlilikte geçimsizliğe uğrayanların
üçüncü, dördüneöde gül gibi geçinip gittikleri hiç işitilmemiş
bir şey midir?"

"Pekala. . . Haydi, boşanma sebebi . . . Bu taraf meçhul kal­


sın. Fakat iki evl i likten bu efendinin hiç çocuğu olmamış
mı?"
Kılavuz kadın göğsündeki pireyi bu defa daha derinlerde
arayarak:
"Söz sırası hepsine gelecek. Azıcık sus kızım ... "
"Ben susarsam sen bu mühim noktalarda sakız çiğneyip
gidiyorsun. Çocuğu var mı, yok mu? Söyle . . . "
"Var. . . "
"Kaç tane?"
"İki . . . "
"Bir de benimki üç . . . Hepsi bir araya gelirse bir curcuna­
dır kopar."

20
"Sen her şeye bir kusur bul ursun. O senin çocuğunu kabul
ediyor da sen onunkilere neye katlanmıyorsun?"
"Sen bu adam için kırkını geçkin diyorsun ama o mutlaka
eliiyi de aşmış, büyükbabam yerinde bir kimse olacak."
"Doğum tarihini görüp de kaç yaşında bulunduğunu par­
mağımla bir bir hesaplamadım.
Ben işittiğimi, gördüğümü söylüyorum."
"Kılavuz hanım, şimdi şu senin göğsünde dolaşan gibi bu
işin içinde pek çok pire yeniği var. Meselenin nazik noktala­
rında kernküm ediyorsun."
Kılavuz kadın hiddetinden göğsünü yumruklayarak:
"Aman ne gırgırcı, ne kırk merak kadınmışsın. Eğer bir
yalanım varsa yedi ceddime lanet olsun. Getiriniz Kelam-ı
Kadim'F, abdest alıp üzerine el basarak söyleyeyim. Müslü­
man değil misiniz? Bunun daha ötesi var mı? Bu adam gibi
koca, şu zamanda nadir bulunur. mili vakti yerinde ... Ahla­
kı, her hali mükemmel . . . Mumla aranıp da bulunmayacak bir
zat... Benim de iki elim yanıma gelecek. Sizi aldatıp da ne
kazanacağım? Özünüzü Cenabıhakk' a doğru tutun. Sözle­
rime itimat edin. Valiahi pişman olmazsınız. Bu adam, bir
eşine daha tesadüf olunmaz nadir yaratılışta bir erkektir. Fa­
kat onu da söyleyeyim ki düşmanı çoktur. İşiteceğiniz garip
rivayetlere, dedikodulara hiç önem vermeyiniz. Billahi sonra
bana dua edersiniz."
"Elhamdülillah hepimiz Müslüman' ız. Sözlerine inanmak
istiyorum. Lakin sen de inkar edemezsin ki ifadenin içinde
lastikli sözler var. Bu kadar iyi adamın düşmanı neden çok
oluyor? İşiteceğimiz garip rivayetler nedir?"
Kılavuz kadın yine dövünmeye başlayarak:
"Hay sıkıntımdan şimdi çatlayacağım. Sözlerime inan! ..
Biraz d a Cenabıhakk' a güven ... Çöpsüz üzüm nerede bulu-
7 Kur'an-ı Kerim kastedilir.

21
nur? O adamın da bir iki püıiizü olmasa bu kadar mükemmel
bir kocayı sana bırakmazlar."
"Püıiizü neymiş?"
Beri yandan yenge Emine Hanım birdenbire feveran ederek:
"Pürüzü ne miymiş? Elinin köıii. . . Kadın, sana yedi ced­
dine lanetler davet ederek yeminlerle, Kelam-ı Kadimlerle
teminat vererek söz söyleniyor. Neye inanmıyorsun? Sen
kendini o kadar değerli bir şey mi zannediyorsun? Dünya­
ua s�nin gibi babaevinde, dayı, hala evinde pinekleyen taze
dul çok . . . Fakat başlarına kusan yok. Şimdiki zamanda hani
koca? Avrupa'da akıllı Frenkler hesap etmişler. Bir erkeğe
tam beş kan düşüyormuş. Galiba İstanbul 'da daha fazla dü­
şüyor ki bizim mahalle bekçisi İsmail Ağa'nın bile biri arap,
diğeri beyaz iki karısı var. Sen varacağın adamın ölen, boşa­
nan karılarını hesaplıyorsun. Ortak üzerine gidenlerin canları
yok mu? Kendine gel ayol! Ah aman haspam, bir kara ka­
şından, bir kara gözünden başka nen var? Seni bu arkandaki
yumurcağınla kim beğenip de alacak, söyle bakayım? Hem
edep ve haya denilen şeyler artık dünya yüzünden bütün bü­
tün kalktı mı? Çok şükür Rabbime, dayın hayattayken ben
varken evlilik hususunda sana söz düşer mi? Bu kısımları
araştırmak, incelemek bize ait. . . Sana ne oluyor? Aman ya
Rabbi ne ahir zamana kaldık! . . Şimdiki kızlar, kadınlar, ve­
lilerine lakırdı bırakmadan sözü kendileri kesiyorlar. Nere­
deyse yeni doğan çocuklar da göbeklerini kendileri kesecek.
Kıyamet alametleri . . . Biz nezaket ettik de bu işte hanımefen­
dinin fikrini sorduk. Bu nezaketimizi hazmedemedi. Affe­
dersin! Hata ettik. Haydi bakayım adana ... Kılavuz hanımla
hususi görüşeceğiz."
Fikriye Hanım çıkmak üzere kalkar fakat sonra öfkesini
tutamayarak :
"Beni başınızdan defetmek için koca narnma meydana
bir canavar bile çıkmış olsa kaldırıp önüne atıvereceksiniz.

22
Evlendirilecek kadının fikri sorulmazmış. O eski usul yenge­
ciğim . . . Kadın ninelerimizin zamanında belki öyleydi. Fakat
şimdi değil... Zamane kızları varacakları erkekleri kendileri
seçiyor, pekiila sözlerini de kesiyorlar. Yalnız velilerine ' Ben
filan adama varacağım,' diye kararlarını bildiriyorlar."
"Ben seni alık zannediyordum ama maşallah sen epey bil­
gilenmişsin. Bu yeni usul evlenmeleri nereden öğrendin?"
"Ben de halime göre gün gördüm. Çocuk anası oldum.
Bebecik değil im ya! "
Kılavuz kadın göğsünü dağlamakta olan pireyi bu aralık
yakalar. Öç alırcasına bir tebessümle iki tırnağının arasında
"çıt" diye kırarak:
"Fikriye Hanım kızım, gel sen şu adama var da düşman­
ların işte bu pire gibi çattadak ortalarından çatlasın. Lakırdıyı
uzatmayınız. Kendinden büyüğünün sözünü dinleyen zarar
etmez."
Fikriye Hanım hiddetinden dudaklarını ısırarak:
"Benim fikrime ne müracaat ediyorsunuz? Kocaya vara­
nın rızası sorulmazmış! Yengem beni baksana odadan kovu­
yor. Satılık halayığın fikri alınır mı? İşte ben de o demeyim.
Siz ikiniz konuşunuz. Karar veriniz. Dayıma da işi bildiğiniz
gibi anlatınız. Ben bu evden ne suretle olursa olsun gideyim.
Yengem rahat etsin. Sen de beş on kuruş kazan. . . "

23
3
Doğrulan Söyleyen Bir Kocakan

Fikriye Hanım' ın kinaye yoluyla ağzından çıkan bu söz­


lerin hükmü cidden meydana gelir. Kılavuz kadın her gün gi­
der, gelir. Yenge hanımla bir odaya kapanıp kapıyı sürmeler­
lt:r. Saallt:n:t: gizli konu�urlar. Bu özt:l görü�melerine hiçbir
gün Fikriye Hanı m ' ı kabul etmedikleri gibi bir müddet kesin
kararları hakkında da kimseye renk vermezler. Fikriye me­
raktan ölür. Yengesinin elinde olsa kendini bir an evvel ev­
den defedeceğine şüphe yok. Fakat iş neye uzuyor? Demek
hallolması icap eden bazı zorluklar, pürüzler var. Bu evliliğin
gerçekleşmesi için gösterdiği her türlü çabaya, engelleri or­
tadan kaldırmasına ve şiddetli isteğine rağmen yenge hanımı
bu aceleciliğinde durduran zorluk acaba nedir? Kılavuz ka­
dının ağzından kaçırmış olduğu şu "Adamın düşmanı çok­
tur. İşiteceğiniz dedilere, kodulara, özellikle garip rivayetlere
ehemmiyet vermeyiniz," sözleri, Fikriye Hanım 'ın düşün­
celere daldığı gecelerinde, düşüneeli saatlerinde, rüyaların­
da daima tekrar ediyor; rahatsızlık veren, heyecaniandıran
çınlamalarla imkansız bir hal, ürkütücü bir bilinmezli k gibi
kulaklannda çınlayıp duruyordu.
Çok sürmez. Gerçekten bu dediler, kodular, garip riva­
yetler başlar. Fikriye'nin merakı bu defa olanca kuvvetiyle
dehşete dönüşür. Bakınız nasıl:
Yenge Emine Hanım'ın esrarengiz telaşları, görüşmeleri
neticesinde besbelli varolan bu zorluklara birer çözüm yolu
bulunur. Dayı efendiye mesele böyle yumuşak şekilde anla­
tılır. Kılavuz kadının becerikliği sayesinde her şey yoluna gi­
rer. İ� pişirilip kurtarılır.
Günün birinde Fikriye Hanım'a, Naşit Nefı Efendi 'yle
nikahlarının yapılacağı haber verilir. Zavallı kadından çıka-

24
cak kabul cevabı veya reddi duyulmaya lüzum bile görül­
meyerek işe girişilir. Eksik gediği tamamlamak için çarşıya,
pazara gidilmeye, nikah hazırlıkları görülmeye başlanır.
Evlilik günü yaklaştıkça yenge hamının telaşı her gün bir
parça daha artar. Gelen giden misafir kadınlarla uzun uzadı­
ya fısıltılara girişir, Fikriye Hanım odadan içeri girince sözler
değişir, bütün çehreler şaşkınlık dolu acıyan tavırtarla evvela
o zavallıya, sonra manidar ve gizli gizli alaycı bakıştarla bir­
birint: dikili r. Ht:rkt:s bir uiğt:riııe baka baka dudaklarını ı sınr.
Evet, gizli bir mesele var. Ortada bir şey dönüyor, Fikri­
ye'ye büyük bir oyun oynanıyor ama nedir?
Yenge Emine Hanım'ın Fikriye'ye duyurmamak için ge­
lene gidene karşı ettiği sıkı tembihlere, tedbirlere, gösterdiği
ihtiyatlara rağmen nihayet bir gün bu mühim sır patlak verir.
Bunun ne olduğunu Fikriye de öğrenir. Dehşete kapılır.
Bir gün eve Hasibe Hanım isminde eski dostlardan, eli
değnekli ihtiyar bir misafir gelir. Daha kapıdan girer girmez
yenge Emine Hanım, önüne çıkarak Naşit Nefi Efendi hak­
kındaki garip rivayetin Fikriye Hanım'ın yanında dillendi­
rilmemesi hususunda gerekli talimata girişir. Fakat misafir
hanım değneğini titrek eliyle öfkeli bir biçimde savurarak:
"Baksana hanım, sen bu eve gelin gelmezden yirmi yıl ev­
vel ben bu aileyi tanırım. Yalnız Fikriye değil hemen hemen
onun anası da benim elimde büyüdü gibi bir şeydir. Dostla­
rımız öldüyse hatıriarı ölmedi. Ben bugün buraya Allah için
birkaç söz söylemeye geldim."
Yenge Emine, o saate kadar pişirmekte olduğu aşa bir ko­
cakarının soğuk su katmaya kalkışlığını anlayınca öfkeyle:
"Büyük hanım bu hanenin ne kadar büyük ve kadim dostu
olursanız olunuz, şu saatte burada bir misafirden başka bir
şey değilsiniz. Nasıl talimat verilirse o yolda hareket etmek
üzere içeri kabul olunabilirsiniz. Yoksa . . . "

25
Kocakarı arkasına giydiği geniş hırkanın kabarıkl ığıyla
iki omzu ortasında adeta bir kaplumbağaya benzeyen başını
teessüfle sağa sola döndürerek:
"Sözünü bitir bakayım! Yoksa kapı dışarı öyle mi?"
"Evet... Üzülerek söylüyorum ki öyle ... "
"Sen bana bak hanım ... Ben öyle senin gibi şımank yeni
hanımların talimatıyla hareket eden kocakanlardan değilim.
Gözünü aç yavrum ! . . Hem sen karşımdan çekil. Fikriye gel­
sin. Benim sözüm ona... Seninle bir işim yok."
"Bu evin hanımı benim . . . Fikriye' nin burada esamesi
okunmaz. Sabahleyin bunakça lakırdılar dinlemeye de vak­
tim yok. Bir gürültü çıkarmadan şuradan selametle gidiniz.
Haydi bakayım büyük hanım . . . Haydi . . . "
Kocakarı müthiş bir feveranla değneğini Emine Han ım ' ın
suratma doğru savurarak:
"Çekil karşımdan yelloz! .."
"Ay bu titrek halinle beni mi döveceksin?"
"Evet. .. Seni döveceğim. Öteye bile geçeceğim."
"Sen bunamışsın hanım . . . Yanlış yere geldin galiba! Bura­
sı kavga yeri deği l . . . Pabucu büyüğe git de okun ...
"

"Elhamdülillah ben bunamadım. Bu yaşında sen bunamış­


sın. Ne dediğini bilmiyorsun. Ben yanlış yere gelmedim. Ha­
san Efendi ' nin evine geldim. O kocan olacak herifı elime bir
geçirsem evvela onu döveceğim. Sana ne kadar yüz vermiş
böyle . . . Dünya değişti. Ayaklar baş, başlar ayak oldu. Şimdi­
ki karılar kocalarına kumanda ediyor. A lemin düzeni, nizarnı
bozuldu. Sen ıslah eyle Rabbim ! . . Ne günlere kaldık ! "
"Benim kocamla olacak muamelem senin ne üstüne va­
zife! A lemin nizamından, intizamından sana ne'! Bir ayağın
çukurda, senin şurada kaç günlük örnrün kalmış. Onun, bu-

26
nun dedikodusuna karışacağına tövbe etmekle, ibadetle meş­
gul ol. . ."
"Haydi karşımdan çekil kadın . . . Senin nasihatine muhtaç
değilim. Ölüm yaşta, sırayla değildir. Gençliğine güvenme . . .
Kimin ölüp kimin kalacağını bir Mevlam bilir. Onun işine
karışılmaz. (Haykırarak) Fikriye neredesin kızım? Gel, bu
çaçaron yengenin elinden beni kurtar. Sana söyleyecek bir­
kaç mühim sözüm var."
Zaten bütün bu şiddetli konuşmaları merdivenin camlı
bölmesi arkasından dinleyen Fikriye Hanım bu davet üzerine
meydana çıkar. Yengesinin öfkeli bakışiarına ehemmiyet ver­
meyerek gider, saygı dolu bir tavırla büyük hamının elinden
öper. Kocakarı da karşılık verip Fikriye'nin alnına bir buse
kondurarak:
"Gel yavrum, gel. . . Merhume anacığın üç gecedir sırayla
rüyama giriyor. 'Kızıının başını ateşe atıyorlar. Git, kurtar ! . . '
diye yalvarıyor. Seni Naşit Nefı Efendi isminde bir adama
veriyorlarmış. Söz kesilmiş. Nikah olmak üzereymiş. Bu
adamın kaç karı boşadığını, ne belalı bir herif olduğunu, ne
korkunç bir mazisi bulunduğunu biliyor musun?"
O saate kadar kendisinden gizlerneye uğraştıkları mühim
sırtara artık ermek üzere bulunduğunu hisseden Fikriye, iyi­
liğini isteyen bu kocakarının karşısında baştan ayağa cisim­
leşmiş bir dikkat ve kulak kesilerek:
"Hayır, bilmiyorum . . . "
"Bilmiyorsun da öyle netameli, uğursuz bir herife ne va­
rıyorsun? Başın bacadan mı aştı?"
"Ben varmıyorum. Veriyorlar. Dayım, yengem dururken
bu hususta bana söz düşmezmiş. Tahkikat, tetkikat, bütün iyi
ve kötü onlara aitmiş."
"Bu zamanda bir halayık bile istemediği bir yere satılmaz.
Sen varmam diye direttikten sonra zorla nasıl verebilirlermiş

27
bakayım? Ben sana duyduğumu olduğu gibi anlatayım da ce­
saret edebilirsen bu herife var."
Bu müthiş kocakarının çenesini tutmanın artık mümkün
olamayacağını büyük bir ümitsizlikle gören yenge Emine
Hanım, iki elini rıza göstermiş bir şekilde göğsüne kavuştu­
rarak çaresizlik ima eder bir vaziyetle:
"Senin açıklamalarına hacet yok. Senden evvel ben söy­
leyeyim. Çünkü senin duyduklarını aynen biz de duyduk."
"(Fikriye'yi işaretle) Duydunuz da bu zavallıya niçin ha­
ber vermiyorsunuz? Bucak bucak her şeyi saklıyorsunuz?"
"Büyük hanım inanılacak bir şey değil ki söyleyelim. Bir
masaldan, bir hayalden, şunun bunun uydurmasından ibaret
boş dedikodular... "
"Nasıl boş dedikodu! Nasıl masal !"
"Naşit Ne fi Efendi'nin vefat eden i l k karısı Binnaz Hanım
güya cadı olmuşmuş da kocasının aldığı karıları boğmak için
gece mezarlıktan çıkar, gelirmiş. Söyleyeceğiniz bu değil
mi?"
Kocakarı Allah'a sığınır bir tavır takınıp büyük bir telaşla
bırkasının yakasım ısırarak:
"Öyle ya ! . ."
"Bunca güngörmüş, koskoca, ak saçlı bir hanımsınız. Siz
bu uydurma şeye inanıyor musunuz?"
"Neye inanmayayım? Cenaze evde yattığı gece üzerinden
kedi mi atlatmışlar, ne yapmışlar, zavallı hatun neuzübi llah8
işte cadı olmuş . . . "
Yenge Emine Hanım kocakarının bu saflığına karşı biraz
yumuşayarak:

8 "Allah korusun" anlamına gelen ve tehlikeli durumlarda kullanılan bir sözdür.


(Y.h.n)

28
"Hanımnineciğim şimdi öyle cadıya, hortlağa pek inanan
kalmadı. Üzerinden kedi atiarnakla bir cenaze cadı oluverse
bütün mezarlıklar cadılarla dolar, diriler için artık hiç rahat ve
huzur kalmazdı. Sizin gibi iyi kalpiiierin saftığıyla eğlenmek
için bazı kötü niyetliler böyle şeyler uydurup arayıcı fişeği
gibi ortaya salıveriyorlar. Birçok masumların da felaketlerine
sebep oluyorlar. Bizim Fikriye Hanım da sizin gibi saftır. Her
işittiği şeye inanıverir de işte onun için ben bu konuyu kendi­
sinden saklamaya uğraştımdı. Biz inceden ineeye araştırttık.
Naşit Nefı Efendi pek mükemmel bir adammış. Böyle koca
her zaman ele geçmez. A lemin akıl almaz birtakım uydurma
boş sözlerine bakıp da bu kısmeti kaçırmayalım. Siz hakika­
ten ailemizin eski dostu, Fikriye'nin iyiliğini isteyen biriyse­
niz bizimle beraber ona nasihat veriniz de bu adama varsın.
Biraz gün görsün, sefa sürsün ... Haydi buyurunuz. Bir kahve
içip dinleniniz."
Yenge Emine Hanım kocakarıyı odaya alır. Baş köşeye
oturtur. Eline kahveyi sunar. İhtiyar kadın muamelenin aldığı
şu ikram ve nezaket sonucuna karşılık tavır değiştirme gere­
ğini hissederek der ki:
"Vallah kızım zannettiğiniz kadar saf bir kadın değilim.
Bu cadı lakırdısını duyunca ben de hoppadak inanıverme­
dim. İlk önce güldüm. Büyü tutturmak için uyduruyorlar,
büyülerine tavşan başı dedim. Bunu bana komşum Hürmüz
Hanım haber verdi. O, Naşit Nefi Efendi 'nin bıraktığı ka­
dınlardan birini tanıyor. Şükriye ismindeki bu kadın, Frenk
mektebinde okumuş, Türkçe, Fransızca, İngilizce her türlü
dilden biliyor. Yazma, okuma, resim, nakış . . . Bilmediği yok.
Uçanla kaçan elinden kurtulmuyor. Başına gelenleri adeta
roman gibi koca bir kitap yapmış. Taşkasap taraftarında bir
kocaya daha varmış. Bu Şükriye, Hürmüz'e cadı hakkında
pek fena şeyler anlatmış. Dinlerken tüylerim hep diken diken
oldu. Bunlar ne masal ne de hayal... Kadın kendi başından
geçenleri hikaye etmiş. Bu korkunçluğu kadar da acayip olan

29
hikayeyi işitince meraktan duramadım. Zaten işim, gücüm
ne! Bir gün Hürmüz ' le beraber kalktık, Taşkasap'a, Şükri­
ye'nin evine misafir gittik. Kanı sıcak, fıkır fıkır, lakırdıcı bir
taze . . . Kadın bize izzet, ikram kıyamet. . . Parça parça oldu.
Nereye oturtacağını bilemedi. ' İkramı, külfeti bir tarafa bırak
da gel şöyle karşıma otur. Cadıyı anlat. .. Meraktan helak ola­
cağım evladım. Çünkü bu Naşit N efi Efendi pek sevdiğim bir
aileden kız istemiş. Ben buraya meseleyi araştırmaya geldim.
Hakikat her ne ise bizden saklama, olduğu gibi söyle,' dedim.
Şükriye Hanım bize cadı ortağını bir anlattı. Yetmiş yaşıma
girdim kızım, böyle acıklı, tuhaf şey işitmedim. Ben şimdi
size ne söylesem mübalağaya yorarsınız. Bemher gcliniz.
Sizi oraya, Şükriye Hanım'ın evine götüreyim. Kendi ku­
lağınızla işitiniz. Kılavuz kadınların sözlerine inanmayınız.
Naşit Nefi Efendi ilkinden sonra şimdiye kadar tam yedi karı
almış. Birini cadı boğmuş, altısı boşanıp canlarını zor kur­
tarmış. Artık zavallı adama İstanbul içinde hiçbir kadın var­
mıyormuş. Bu cadı hareminden dolayı pek fena adı çıkmış.
Şükriye' nin sözüne göre efendi, iyi ahlaklı bir zatmış. Böyle
uğursuz, belalı bir adamın ahlakı ne kadar güzel olursa olsun
para eder mi? Rabbim kısmet etmesin ya, şayet bizim Fikriye
bu adama varacak olursa dokuzuncu karısı olacak . . . Sonunda
ya boşanacak ya boğulacak. Başka bir hayır beklemeyiniz."
Ertesi gün araştırmak için hep birlikte Taşkasap'a, Şükri­
ye Hanım'a gidilmesine karar verilir.

30
4
Dünyada Neler Olmaz

Kocakarı gittikten sonra yengeyle yeğen arasında yine bir


kızıica kıyamettir kopar. Fikriye nefretinin ve ümitsizliğinin
şiddetiyle kendini yüzüstü minderin üzerine atarak haykıra
haykıra:
"Aşk olsun yenge! İnsaniyeline teşekkür ederim. Hak­
kımdaki şcfkatsizliğini biliyordum ama beni bu evden de­
fetmek için boğdurmaya gönderecek kadar bir vahşeti göze
aldıracağına, doğrusu, ihtimal vermezdim. Çok şükür onu da
öğrenerek ne yaratılışta bir kadın olduğunu anladım."
"Ah aptal karı, ah ! Ben senin çıkarına uğraşıyorum, sen
bak aleyhimde ne fena zanlarda bulunarak kalbi bozuk bir
kadın olduğunu meydana koyuyorsun."
"Beni, karısı cadı olmuş bir adama vermek, çıkarım için
çalışmak demek midir?"
"Böyle masallara inanıyor musun Fikriye?"
"Niçin inanmayacağını?"
"Böyle şeyin aslı olur mu canım ! "
"Aslı olmaz da bu işittiklerimizi benden neye saklıyor­
dunuz?"
"İşte böyle beyinsiz bir malıluk olduğunu biliyorum da ina­
nacaksın diye saklıyordum. Düşündüğüm yine geldi çıktı ya..."
"İhtiyar hatunu dinlemedin mi? Ne büyük bir kalp kuvve­
tiyle, ne derin bir itimatla söylüyordu ! "
"Üzerinden kedi atiarsa ölü, cadı olur diyen bir bunağın
saçmalarına inanıyorsun da benim akıl ve mantık dahilindeki
sözlerime niye inanmıyorsun?"

31
"Macera sahibi Şükriye Hanım 'ın kendine has şahitliğine
ve anlatılanlara ne diyeceksin?"
"İşte yarın gidip bu hanımı dinleyeceğiz. Kim bilir, bu da
ne alık bir karı olmalı ki böyle saçma sapan sebeplerden do­
layı kocasından ayrılmış."
"Yenge böyle ezbere hüküm vermekle olmaz. Büsbütün
asılsız yere de bu rivayetler çıkmaz. Şülcriye Hanım neden
alık bir kadın olsun? Birkaç Iisandan okuyup yazmak b ildiği­
ni işitmedin mi? Haydi, farzımuhal olarak Şükriye Hanım 'ı
alık bir kadın olarak kabul edelim. Naşit Nefi Efendi 'ye ka­
rılık eden diğer altı yedi kadının hepsi de mi alıktı? Ya bağu­
lana ne diyeceksin?"
"Fikriye beni m babam Tarik-i Nazenin'dendi.9 Beni pek
gözü kapalı büyütmedi. Seksen Şükriye Hanım şahitlik etse
ölüp gömülen bir kadının mezardan çıkarak ortaklarını boğ­
maya geldiğine beni inandıramazlar."
"Hanım yenge, dünyada herkes ahmak, herkes budala
da yalnız sen mi akıllısın? Cin, peri, cadı, hortlak yok mu?
Bütün lisanlardaki sözlüklere bu kelimeler tamamen asılsız,
manasız olarak mı kaydolunmuş? Bazı ölülerin ruhlarının
ailelerini, evlerini ziyarete geldiklerini hiç işitmedin mi?
Dünyada nesilleri kalmamış ruhların cami, tekke kapılarında
dolaştıklarını, kürsü şeyhleri bar bar bağırarak cemaatlerine
anlatınıyar mu? Kesik baş hikayeleri büsbütün efsane mi?
Bazı kabristanlarda, şehitliklerde, kale, hisar surlarında kanlı
kefeniyle dolaşan şehitlerin ruhlarına ait menkıbeleri hiç din­
lemedin mi? Geçenlerde Laleli taraflarında bir evliya 'Ben
burada duvar altında yatmaktan sıkıldım. Duvarı yıktır. Bana
bir türbe yaptır. Kandil yaktır,' diye bir paşanın rüyasına gir­
medi mi? Ben pek okumuş bir kadın değilim ama bizim tarih­
lerimizde böyle yüzlerce rivayet yok mu? Fetih zamanında
Yavedut hazretleri mezarından çıkıp da 'Gavurcuklarıma do-

9 Bektaşi tarikatı için kullanılan bir ifade

32
kunmayınız! ' nidasıyla Fatih' in güllelerini elleriyle durdura­
rak mahsur Hristiyanları müdafaa etmedi mi? Daha geçenki
Yunan muharebesinde Emir Buhari hazretlerinin yeşil sarık
ve cübbesiyle harbe iştirak ettiğini komşumuzun oğlu erka­
nıharp subayından dinlemedin mi? Daha ne kadar örnek ve
delil istersin ! "
"Kızım b u dünya kurulalıdan beri bu hususta söylenen,
yazılan şeylerin hepsine cevap verebilecek kadar alim bir
kadın değilim. Böyle şeylere ne senin ne de benim iyiden
iyi aklımız erer. Meseleyi birbirimize izah edelim derken,
i ncelemeden inanınayı emreden bazı konularda özensiz dav­
ranarak belki boyumuzca günaha gireriz. Şimdi buraya ta­
rih sayfalarını, Yavedut hazretlerini, kesik baş h ikayelerini,
şehit ruhlarını filan karıştırma ... Anlamak istediğimiz mese­
leyi sonra bütün bütün bulandırmış olursun. Benim iddiarn
işte şudur: Naşit Nefi Efendi 'nin karısı Binnaz Hanım ölür.
Vefatı bir belediye doktoru tarafından onaylanarak defnine
izin verilir. Kalabalık bir cemaat huzurunda aşırlar, 10 dualarla
gömülür. Bilmem kaç ay veya sene bütün ölülere has olan
mutlak bir sükı1netle mezarında yatıp çürür. Bu kadar gerçe­
ğin cereyanından sonra bu kadının birdenbire kocasına gü­
cenmeyle mezarından kalkarak ortaklarını boğmaya gitmesi
yok mu, bin tarih kitabından deliller getirsen işte ben buna
inanamam Fikriyeciğim ... "

"Ben inanırım. Dünyada neler olmaz ! "


"Bu işte mutlak karanlık kalmış, fevkalade bir tuhaftık
var. İşte ben bunu merak ettim. Sen Naşit Neti Efendi 'ye
varsan da varmasan da bu noktayı aydınlatmaya uğraşaca­
ğım. Yarın Şükriye Hanım' la görüşürüz. Öyle zannederim ki
bu kadın alıkça bir şey olmalı ... Bu mülakatta, bazı noktaları
izaha elverişli hakikatiere tesadüf edeceğimizi ümit etmiyo­
rum. Türlü I isandan okuyup yazan bu çokbilmiş hanım, baka-

1 0 Cemaatle kılınan namazlardan sonra veya manevi toplantılarda Kur'an-ı Ke­


rim'den okunan ayetler

33
l ım kendi macera kitabına neler yazmış? Açıp bize okusun ...
Şayet umduğumuzun aksine b i r şey anlayamazsak o zaman
dayını, evet, bizim efendiyi açıklama talebiyle doğrudan
doğruya Naşit Nefi Efendi 'nin yanına gönderirim. İki erkek
konuşsunlar. Bakalım Nefi Efendi kendi hakkında dönen bu
acayip hikayelere karşı ne diyecek? Bu sözleri onayiayacak
mı, geçiştirecek mi, yoksa katiyen ret mi edecek?"
"Evlenecek bir adamı yine kendinden soruşturmak, pek
tuhaf olmaz mı?"
"Ne olursa olsun ... "

34
5
Şükriye Hanım'• Ziyaret

Ertesi gün büyük hanım değneğini kavrayarak Hasan


Efendi ailesinin Süleymaniye civarındaki hanesine gelir.
Yenge Emine, Fikriye hanımtarla kılavuz kadın ve kocakarı
hep birden bir arabaya dolup Taşkasap'a, Şükriye Hanım'ın
hanesine giderler. Her tarafı ovulmuş, süpürülmüş, altı yedi
odalı temiz bir ev. . . Şükriye Hanım misafirlerini karşılamaya
çıkar. Kara kaşlı, kara gözlü, beyaz, ufak tefek şirin bir taze. . .
Her iki taraf güya kırk yıldan beri birbirini tanıyormuş gibi
bir teklifsizlik ve güzel bir karşılamada bulunur. Hemen soh­
bet başlar. Evvela kocakan der ki:
"Şükriye kızım bak, sana ortak olacak hanımı getirdim."
Şükriye Hanım tebessümle:
"A bana niçin ortak olsun! Öküz öldü, ortaklık ayrıldı.
Naşit Efendi 'yle benim bir münasebetim kalmadı. Bir müd­
det dolacak çilem varmış. Doldurdum. Çok şükür, Cenabıhak
beni kurtardı. Kendi gönlüınce bir koca daha verdi. Şöyle
böyle geçinip gidiyorum işte . . . "
Emine Hanım:
"Naşit Efendi 'yle geçen evliliğinizin süresini çile doldur­
ma olarak tabir ediyorsunuz. Demek çok sıkıntı çektiniz."
Şükriye Hanım:
"Hanım sıkıntı da acaba lakırdı mı? Dünyada böyle bir
felaket hangi bir kulun başına gelmiştir?"
Fikriye Hanım:
"Ne oldu kuzum kardeş?"

35
Şükriye:
"Ne olacak! Canımı kurtarabildiğime ne mutlu ! Bugün
sağ kaldığıma yüz bin hamdüsenalar olsun . . . Çünkü benden
evvelkini cadı boğmuş."
Kılavuz kadın:
"Mübalağa etme hanım! . . (Fikriye Hanım' ı işaret ederek)
Eski eşiniz Naşit Nefi'yle bu taze için söz kesiliyor. Buna
mani olmak adeta ev yıkmak demektir. Kısmet bozanlık iyi
değildir."
Şükriye Hanım hararetlenerek:
"Eğer bir kelime mübalağa varsa gözbebeğim, bir tanecik
eviadımın ölüsünü öpeyim. Ne Naşit Nefı Efendi için ne de
bu hanım için ... Ben ancak Al lah için söyleyeceğim. Hakikat
neyse onu hikaye edeceğim. Sözlerime inanmayacaksanız
söyleyiniz, nafile yere ne ben yorulayım ne de siz rahatsız
olunuz."
Büyük hanımla Fikriye Hanım, ikisi birden haykırarak:
"Yooo . . . Bak kılavuz kadın, daha şimdiden söz kesmeye
kalkma. . . Şükriye Hanım' ı kendi haline bırak ... Bildiği gibi
anlatsın . . . Ebeci gebeci, ara yerde sen neci . . . Alacak adam
orada, varacak kadın burada. .. Senin bu işteki karın, sana ve­
rilen yetkiyle doğru dürüst söz getirip götürerek beş on kuruş
kazanmak ... Bunun ötesi var mı? Kes sesini . .. Biz buraday­
ken sana lakırdı düşmez."
Kılavuz kadın:
"Peki. .. Peki ... Sustum. Kızmayınız. Ömrümde hiç masal
dinlernedim değil ya! Bir cadı hikayesi de burada dinlemiş
olurum."
Yenge Emine Hanım kırgın bir bakışla:
"Daha söz başlamadan itiraza kalkışmak hiçbir kaideye
uymaz. Eski eşiyle geçen macerası hakkında bize hesap ver-

36
rnek, Şülaiye Hanım'ın ne boynunun borcu! Allah razı olsun.
Bu hususta bize karşı lütfediyorlar. Nezaket gösteriyorlar. Bu
büyük iyiliklerini suistimal etmeyelim."
Şükriye Hanım:
"Teveccühünüze teşekkür ederim hanımcığım. Siz ben­
den insaniyet narnma bazı bilgiler soruyorsunuz. Gördüğü­
mü, bildiğimi, daha doğrusu uğradığım dehşetli felaketi size
olduğu gibi anlatmak boynurnun borcu. . . Ben nasılsa vaktiyle
bir belaya tutuldum. Bari başkası olmasın. (Fikriye Hanı m 'ı
işaretle) Yazık değil mi gül gibi taze ! . . Cenabıhak kısmetini
daha uygun bir taraftan bağışlasın."
Bu esnada hizmetçi kahve getirir. On üç on dört yaşında,
kırmızı yüzlü, yahni yanak erkek simalı bir Türk kızı. .. Ana­
dolu'nun bazı vilayetlerine yayılan cilt hastalığından dola­
yı başı yolunmuş, tıraş edilmiş, şimdi fırça gibi siyah saçlar
fışkırmış. Görünüşünün erkeğe benzediğini artıran alabros
saçların altından sarkan, pazardan alınmış boncuk küpeler,
kulaklarında sanki bu simanın cinsiyetinden, kadınlığından
şüphe edilmesin diye takılmış pek tuhaf, yalancı birer bel­
ge şekli gösteriyordu. Kızın üstünde küçük büyük ve erkek
kadın aile fertlerine ait eşyadan birer numune vardı. Kenan
kırmalı etekliğin küçük hanımın; parmak dikişli, gösterişsiz
h ırkanın büyük hanımın; yaşına nispetle hayli hürmetli 11 olan
ayaklarının topuklarından yine iki üç parmak kadar taşan ter­
liklerio efendinin eskileri olduğunu anlamak büyük bir anla­
yış gücüne ihtiyaç duymuyordu.
Kızcağız tepside dizili ağzına kadar dolu fincanları taşır­
mamak için el lerini ileri uzatıp belini içeri, kıçını dışarı vere­
rek adeta teraziyle ipte yürüyen acemi bir cambazın tehlikeli,
özenli adımlarıyla geliyor, bir kazaya mahal vermemek kor­
kusuyla sağ ayağını atınca dilini ağzının sol ucundan dışarı
uzatarak şiddetle ısırıyor, sol ayağını uzatınca aynı iş, ağzının
sağ tarafında meydana geliyordu.
l l Mecazen büyük, iri anlamında kullanılır.

37
Kızı bu fena huyundan vazgeçinnek için çok defa azarla­
mış olan Şükriye Hanım, bu defa yine hiddetlenerek:
"Ha! Nazikter.. Dilini içeri sok . . . Terbiyesiz . . . "

Bu kumandaya karşı biçare Nazikter birdenbire durdu.


Meydana gelen sarsıntıdan tabaklara birer parça kahve dö­
küldü. Bu kabahat, Nazikter' den ziyade hanımdaydı . Çünkü
kızın ağzında oynayan o dili, işleyen bir makinenin regülatö­
rü gibi adeta hareketlerini düzenleyen bir parça gibiydi. Ona
dilini çıkarma demek, kahveyi dök emrini vermekle beraber­
di. Kızcagız odanın urLasında dorıakaldı. Melul ınelul hanı­
rnın yüzüne bakıyor, dilinin hareketine müsaade edilmedik­
çe elindeki tepsiyle bir adım daha ileri gidebilmek ihtimali
olmadığını görünüşüyle anlatıyordu. Şükriye Hanım öfkeyle
yerinden fırlayıp tepsiyi Nazikter'in elinden aldı. Birer parça
dökülmüş kahveleri misafirlere dağıttı.
Oradakiler, Nazikter' in ismine mi, diline mi, küpesine mi,
terliğine mi, hangisine güleceğini şaşırdılar. Zavallı kız mah­
cubiyetinden şakaklarından aşağı nohut tanesi gibi ter dökü­
yordu. Anadolu'da bir gün akşama kadar sırtında taş taşımış
olsaydı böyle İstanbullu gibi kahve vermek için attığı birkaç
adımdaki güçlüğü belki çekmiş olmayacaktı.
Kızı dışarı savdıktan sonra Şükriye Hanım:
"Bizim efendinin işi yok, alem bize gülsün diye bunun
adını Nazikter koydu. Hiç halat ineelir mi kardeş! Bu kızın
şöyle her bir kılı ayrı ayrı terbiyeye muhtaç ... Uğraşa uğra­
şa bıktım. Ne yatmasını bilir ne kalkmasını. .. Ne yemesini
ne söylemesini ... Azıcık bir tarafı ağrısa ' Iş ana. .. Ben ölü­
yom ! ' diye danalar gibi haykırmaya başlar. Büyük abdestini
yapmaya gittiği vakit yanılıp da nerede olduğunu sorsanız
helada gördüğü işi size adlı adınca söyler. Bazı şeylerin adını
mümkün değil öğretemedim. Limona hala sulu zırtlak der.
Senelerle çalış, kelini, uyuzunu temizle, arla, pakla, adam
et. . . Tam biraz işe yarayacağı vakit, koca zamanı gelir. İster-

38
sen verme ... Sen ne kadar ağır davransan o uşak tan, aşçıdan,
arahacıdan kendine denk bir şey bulur. Senin bu geç davran­
manın cezası olarak gayrimeşru baş göz olur. Bu tür kızları
kullanmanın da işte böyle bin türlü derdi var."
Hane sahibesi, misafirlerden tütün içenlere, yapılmış ince
sigaralardan birer tane dağıttıktan sonra bir de kendi yakar.
Hikayeye başlar.

39
6
Cadı Anne1 2

"Bugün kaynanarn evde yok. Size bu macerayı anlatmak


için onun bulunmayacağı bir günü seçtim. Çünkü onun ya­
nında eski kocamın ismini ağza almak büyük günahlardan
birini işlemektir.
Hanımlar hikayem uzuncadır. Bunu evvela haber vereyim
de canınız sıkılmasın. Meraklı, garip, acayip noktalarının açı­
ğa kavuşması için birtakım evraka, belgelere lüzum vardır.
Bunların hepsini bir araya getirerek akıllara durgunluk veren
bu maceraını baştan aşağıya kaleme aldım. Çünkü bunun bü­
tün noktalarıyla nakil ve tasviri başka türlü mümkün değildir.
Yakayı size bazen kitaptan, bazen ağızdan anlatacağım ."
Şükriye Hanım orta yerdeki masanın yanına, misafir ha­
nımlara karşı gelecek bir şekilde oturdu. Evvelce hazırlamış
olduğu basılı olmayan macera kitabını açarak başladı:
"Naşit Nefı Efendi 'nin hanesinde geçirdiğim olayların
bazı saatlerini hatırladıkça hala içime fenalıklar gelir. Büyü­
düm. Yetiştim. Gelinlik çağım geldi. Oradan buradan birkaç
talep vuku buldu. Validem müşkülpesentlik etti. Nasılsa hep­
si bozuldu. Birkaç sene taleplerin arkası kesildi. Ben evde
kalacağım diye velilerimi bir telaş aldı. Nihayet talip olarak
Naşit N efi Efendi ortaya çıktı. Tam söz kesileceği esnada de­
dikodular başladı. Bu adamın ilk karısı cadı olmuş. Geceleri
mezarından çıkarak kocasının evine gelir, evi birbirine katar,

I 2 Cadt romanında hikaye üçüncü tekil anlatıcı ağzından aktarılıyor görünse de


esasında metnin büyük bir kısmında anlatıcı, hikayenin de önemli bir kısmının
kahramanı olan Şükriye Hanım'dır. Bu sebeple metinde karşılıklı konuşmalar
Şükriye Hanım'ın anlatıcı olduğu kısımlarda tek tırnak sistemiyle düzenlenmiştir.
Ü çüncü tekil anlatıcının devreye girdiği bölümlerde ise yine çift tırnak sistemine
uyulmuştur. (Y.h.n)

40
bağmak için ortaklarına hücum edermiş. Hatta birini boğ­
muşmuş. Bu gibi acayip rivayetlere ne dereceye kadar güve­
nilebilir. Başlangıçta biz bu sözlere güldük. Fakat eski dost­
l arımızdan bir kadın geldi. Bu söylentinin noktası noktasına
doğru olduğunu bize yeminlerle temin ederek anlattı. O za­
man validemle ben korkmaya başladık. Fakat pederim hiçbir
şeye inanmaz bir adamdı. Şeytanı görse kamaval maskarası
zannederdi. Olmayacak şeylere inanıp da cin, peri narnma
öteberiden korktukça o bizi şiddetle azarlar, zihinlerimizi bu
gibi hurafelerden kurtarmaya uğraşırdı. Biz çarpılmak kor­
kusuyla gece pencereden dışarıya tükürmeye, süprüntülüğe
bir şey dökmeye, daha bunun gibi birçok şeylerden korkar­
dık. Pederim bizim bütün bu şüphelerimize aykırı şekilde bu
korku ve sakınmalarımızın beyhudeliğini ispata uğraşırdı .
Mesela o, pencereden kafesi sürer, destur demeden karanlık­
ta dışarı tükürür, hatta bize inadına sözüm meclisten hariç,
süprüntülüğe abdest bozduğu bile olurdu. Ne çarpıldı ne bir
şey oldu. Bizim ana-kız, Naşit Nefı Efendi hakkında dönüp
duran bu korkunç söylentilerden cidden korktuğumuzu gö­
rünce pederim her ikimizi de şiddetle azarladı. Bana dedi ki:
' Kız Şükriye, ben sana böyle mi terbiye verdim? Böyle
mahalle karısı hurafelerine inanmak için mi tahsiline bu ka­
dar itina gösterdim? Onun bunun aleyhinde yalan ve fıtne
tellallığı yapan birtakım ahlaksız iftiracı kimselerin bu zarar­
lı haberlerine inanıyorsun da benim sözlerime güvenmiyar
musun? Hiç ölü dirilip de vakit vakit mezarını terk ederek
insanlarla boğuşmaya çıkar mı? Eğer bu bir hakikat olaydı
medeni milletler ölülerden de asker alarak ölülerden ordular
kurarlardı. Hem bu ölmüş askerlere karşı top, tüfek kar etme­
yeceğinden bu usulden faydalanmada en evvel muvaffak ola­
cak millet, cihanı tamamen fetihle ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve
ileride daha ne çeşitlerine katlanılacak olan ittifak devletleri­
ne bir son verdirir, alemi genel denge dırdırından kurtararak
insanların zihinlerine mutlak bir rahatlama bahşederdi. Cadı !
Nasıl şeymiş o? Mezarından çıkan bu ucubeyi görmek için

41
Avrupa 'da milyontarla lira verıneye hazır deli Frenkler var.
Fena mı? Sen bunu besbedava göreceksin! Görürsen bana
da haber ver de fotoğrafını çıkarayım. Cadının doğruluğunu
gözle görülecek deli llerle resmi bir makama tasdik ettirebi­
lirsek bu resimlerden milyonlarca satıp ihya oluruz. Keşke
bunun aslı olsa . . . Fakat mümkün değil. Saf yürekli eski in­
sanların korktukları birçok şeylerden, şimdiki cin fıkirli ahir
zaman adamları, dehşete düşürmek şöyle dursun para ka­
zanacak taraflar keşfediyor. Hint'te, Çin'de zavallı budala
ahalinin i lahi özellikler yükteyerek kutsal sandığı, gözlerini
kaldırıp bakmaya korktukları putları, heykelleri Avrupalılar
müzelerine taşıyarak nadir rastlanan birer canavar seyrettirir
gibi halkın şaşkın bakışiarına ve faydalarına sunuyorlar. Na­
şit Efendi 'nin karısı cadı olmuşmuş da geceleri kocasını ra­
hatsız etmeye eve getirmiş. Bu nasıl hezeyan ! Eğer dünyada
böyle bir şey olsa Avrupalılar bu cadılan yakalamak için kim
bilir, ne kadar ustaca tuzaklar, kapanlar icat ederlerdi? Telsiz
telgrafla günlerce uzaklıklardan birbiriyle konuşan bu herif­
ler hiç mezarlıktan cadı mı kaçırırlar? Kızım sen beni dinle . . .
Öyle birtakım kötü, yalan haberlere inanma. .. Bak eviadım
bu lakırdılar nereden çıkmıştır? Sana orasını da izah edeyim.
Karının biri Naşit Efendi'ye varmak istemiş, fakat efendi
de besbelli bazı kötü hallerinden dolayı almamıştır. intikam
duygusundan ve öfkesinden dolayı bu saçma sözleri ortaya
atıp salıveren işte o kaltak olacaktır. Meselenin iç yüzü böyle
bir şey olmalı ...
"'

Şükriye Hanım dintenrnek için okumayı biraz kesti. Yen­


ge Emine Hanım ' la kılavuz kadın, karşılarında hikaye anla­
tan kadının kendi zanları gibi aptal bir kadın olmadığını artık
anladılar. Bu sezişlerini birbirlerine bildirrnek için arada bir
bakışıyorlardı. Hele kılavuz kadının artık itiraz sesleri kesil­
mişti. Hikayenin altından ne çıkacağını merakla dinliyordu.
Şükriye Hanım bu ilk satırların dinleyicilerinde nasıl bir
etki meydana getirdiğini anlamak için hepsinin yüzünde me­
raklı birer bakış dolaştırdıktan sonra yine başladı:

42
"Pederimin pek haklı görünen bu itirazlarına karşı gele­
medik. Bizi her şekilde iknaya muvaffak oldu. Söz kesildi.
Gösterişsiz bir düğün yapıldı. Düğünün böyle sadeliğini de
Naş it Efendi ' nin cad ı karısından kaynaklanan çekinme ve
korkunun şiddetine yordular. Bin türlü dedikodu, acayip if­
tiralar, rivayetler içinde ben oraya gelin gittim. Pederimin
zihnimi kuvvetlendirrnek için söylediği laflara, verdiği temi­
nata tamamıyla inanmak istiyordum, ama ben de henüz ha­
yatın uygulanması yönünde cahil, bazı şeyleri henüz kitap
içinde görmüş, dünyayı Konya'yı anlamamış toy bir kızım.
Ne yalan söyleyeyim cadının korkusu pederimin en etkili na­
sihatlerinden daha fazla gönlümde yer tuttu. Gelin gittiğim
yer Rumelihisarı 'yla Baltalimanı arasında harapça bir yalı,
kocam bana nispetle yaşlı fakat iyi bir adam ... Beni gayet
hoş tutmaya gayret ediyor. Ben de o zaman adeta delifışek
bir kızım. Kocanın iyisinden kötüsünden çok anladığım yok.
Bu evlilikte bazı hoşuma gitmeyen taraflar varsa da ' Evlilik
diye işte buna derlermiş' inancıyla her şeye uyup gitmeye
uğraşıyordum. Bir kaynanarn var. Çaçaron ama artık bitir­
miş. Pek yerinden kalkamıyor. Dizlerinde battaniyesi, önün­
de mangalı, üzerinde ılılarnur ibriği, öyle yerli kelli odasında
oturur. Pek neşeli vaktinde hizmetçi İrfan Kadın'la bir iki
defa peçiç 1 3 oynar. Yanına girdiğim zaman beni yukarıdan
aşağıya kadar, kaynanalara mahsus kıskançlık ve gizli bir
kinle yüklü bir bakışla dikkatli dikkatli süzer. İki de üvey ço­
cuğum var. Nesip ile Ragıbe ... Bunlar, efendinin cadı olduğu
rivayet edilen vefat etmiş karısı Binnaz Hanım ' dan olma ...
Çocukların dadısı Gülendam, bir d e Salime isminde muhacir
hizmetçi kadın, selamlıkta da aşçı, uşak filan var. Hane halkı
bundan ibaret... Buradaki insanlara biraz alıştım. Fakat bir
türlü yahya ısınamadım. Büyük büyük loş sofalar, karanlık
geçitler, aşağıdaki geniş taşlık ev altından 14 ziyade adeta bir

13 Zar yerine altı tane küçük deniz hayvanı kabuğu atılarak bunların açık taraftarı­
nın üste veya alta gelmelerine göre taş ilerleterek oynanan bir oyun
1 4 Eski evlerde zemin katı

43
ayazmayı 1 5 andırır. Kederli bir !oşluk içindeki duvarlarından
şıpır şıpır rutubet damlar. Bir kenarda duran üstü örtül ü san­
dal, kasvet verici manzarasıyla burasını cami tabutluklarına
benzetir. Ufak dalgalar üzerinde oynayan ışıklar, denize nazır
pencereden güherçileli 16 duvarlara akisle kamaş kamaş titre­
yişler meydana getirerek insanın etrafında hoş cİsİmler dola­
şıyor gibi kalplere bir ürküntü verir. Yalının arkasındaki dar
sokağın öbür tarafı dağdır. Duvar dikliğinde sarp kayaların
üzerinde yetişmiş bodur ormanlık, daima loş ve esrarengiz
gölgeleriyle kalplere korku verir. Yalının penceresinden başı­
mı kaldırıp insanı n üzerine yıkılacak zannolunan bu korkunç
koruluğa bir bakış atınca ormanın bütün yılanı, çıyanı, akre­
bi, perisi yukarıdan bana bakıyor zannederim. Güneş, ay hep
etrafta söner. Fırtına zamanlarında umacıya benzeyen kara
bulutlar türlü korkutucu şekil lerde hep oradan baş gösterir.
Bu dik koruluğa bakıp bakıp kendi kendime 'Cadı karı gelse
gelse mutlak bu kayaların arasından, bu loşlukların içinden,
insandan ziyade vahşi hayvanlara, kuşlara, ine cine mesken
olan bu gizli yerlerden inip gelir,' diyordum. Gelinliğimin
üzerinden bir buçuk ay kadar geçti. Henüz cadıdan eser yok.
Fakat evin içinde bir fısıltı var. Benden gizli sözler oluyor.
Ben odadan içeri girince lakırdı kesiliyor yahut sohbetin
seyri değiştiri liyor. Kayınvalidemin benden en büyük ricası
üvey çocuklarıma iyi bakmak, onları öz evlat gibi bağnma
bastırmak, hatta cuma ve pazartesi geceleri merhume ortağı­
rnın ruhuna Yasin-i Şerif okumak . .. Bazen bu sözlerini şakay­
la kanştırarak derdi ki:
'Ortak ortağa rahmet okurnaz ama ne yaparsın kızım !
Yalnız dirilerle değil bazen ölülerle bile hoş geçinmek lazım
geliyor. '
Ben kayınvalidemin bu sözünden pirelenmeye başladım.
Acaba ne demek istiyordu? Bazen ölülerle bile hoş geçinmek
1 5 Rumlarca kutsal sayılan kaynak ya da pınar
16 Tanmda gübre, hekimlikte ilaç olarak kullanılan, barut vb. patlayıcı maddeler
yapımına yarayan, beyaz renktc ve ince bil lurlar durumunda birleşik bir madde

44
lazımmış. Ölülerden maksadı ortağım Binnaz Hanım ola­
cak. Hoş geçinmezsem ne olacak? Cadı gelip beni boğacak
mı? Öksüzlere kendimi sevdirmeye uğraşıyordum. Fakat ne
yapsam bir türlü bana ısınmıyor, yan yan kindar bakışlarla
bakıyorlardı. Hizmetçiler elinde büyüdüklerinden öyle de ar­
sız alışmışlar ki insan on dakika yanlarında bulunsa ettikleri
terbiyesizliklerden sıkılır, boğulur. Bunların terbiyelerine bi­
raz dikkat etmesi için dadıları Gülendam' a bazı nasihatlerde
bulundum. Dadı beni çekingen bir bakışla süzerek:
'Hanımcığım bu çocuklar işte böyle başıboş bir halde bü­
yüyecekler. '
'Niçin?'
'Çünkü onlara gü lle dokunınaya gelmez. '
'Neden?'
'Dokun da neden olduğunu anlars ın ! '
' Söyle canım ne olurmuş?'
'Bu evde doğru söyleyici beni koymadılar ya! Başkaları­
na sor. '
Gülendam ' ı çok sıkıştırdım. Ağzından başka bir söz ala­
madım. Çocukların ne vakit yanlarına girsem önlerinde kuru
incir, badem, fıstık, kestane şekeri, kurabiye, çikolata, biskü­
vi türünden bir alay yemiş görüyordum . Bu yiyeceklerle hem
ağızlarını, burunlarını, üstlerini başlarını berbat ediyor hem
de midelerini bozuyorlardı. Bunlara böyle vakitli vakitsiz bol
bol yemiş verilmemesini babalarına söyledim. 'O yemişleri
ben getirmiyorum. Tembih et, vermesinler, ' dedi. Gerçekten
bu yemişleri perlerlerinin getirmediğini biliyordum. Benden
izinsiz yemiş alınmamasını Gülendam' a, uşaklara sıkı sıkı­
ya tembih ettim. Ertesi gün çocukların yanına girdim ki ne
göreyim? Evvelkinden birkaç çeşit daha fazla olarak önleri
yine yemiş dolu ... Bu defa Gülemlam'a iyiden iyi çıkıştım.
Zavallı Çerkes, anasının babasının, bütün kabilesinin namus

45
ve haysiyetini şahit gösterip en büyük yeminlerini ederek bu
yemişlerin bir tanesini bile kendisi vermemiş olduğuna beni
iknaya çalıştı. Kayınvalidem de dahil olmak üzere evde ne
kadar insan varsa cümleten yemin billahla çocuklara yemiş
verenin kendisi olmadığını söylemekte ısrar etti. O halde kim
veriyordu? Bu kadar yiyecek kudret helvası gibi çocukların
önüne semadan inmiyordu ya! E lbette biri getirip veriyordu.
Çocuklar bu kadar değişik yemişi sokaktan alıp gelecek birer
yaşta değildi. Önlerinde Beyoğlu' ndan başka bir yerde bu­
lunmayan fondan lar, 17 bonbonlar vardı. Oğlan beş, kız dört
yaşındaydı. Ellerine para da verilmiyordu. Hane halkı iı,;iıı­
de yeminini bozan birisi var ama acaba hangisi? Bir müddet
bunu keşfe uğraştım. Başarıl ı olamadım. Çocukların önüne
yemiş her gün çeşitli şekillerde artan bir bollukla geliyordu.
Bu garip durumu cidden merak ettim. Bir gün çocukları oda­
larında yalnız buldum. Her ikisini de sevdim, okşadım. Önle­
rindeki kuru üzümle fındıktan birer tane alıp ağzıma atarak:
'Ah ne güzel yem işler! Bunları size kim veriyor?'
Oğlan şüphelenen bir tebessümle beni süzdükten sonra:
'Ay kimin verdiğini bilmiyor musun?'
'Ne bileyim evladım! '
'Gülendam söylemedi mi?'
' Söylemedi ... '

Nesip bu mühim sırrın ifşasındaki engelin derecesini an­


lamak için sanki fikrini sormak istercesine Ragıbe'nin yüzü­
ne baktı. Kız pek masumane bir tebessümle karşılık verdi.
Oğlan elindeki kaymaklı çikolatayı birkaç defa evirip çevir­
dikten sonra doymuş bir kedinin son lokmayı yemekte gös­
terdiği tereddüt ve toklukla ağzına götürdü. Ağır ağır çiğne­
diği esnada o yarı dolu ağzı güç anlaşılır bir telaffuzla:

1 7 İ çinde likör, tatlı veya hoş kokulu maddeler bulunan, ağızda kolayca eriyen bir
şekerleme türü

46
'Bu yemişleri bize annem getirdi . '
' Büyük annen mi?'
'Yok. .. '
'Ya hangi annen?'
'Cadı annem... '
'O nasıl laf oğlum! Sizin benden başka anneniz var mı?'
'Ne danlıyorsuni Bizim asıl annemiz sen değilsin. İşte
odur' Senin gibi böyle yalancı anne bu eve kaç tane geldi
gitti. '
'Sizin sahici anneniz nerede oturur?'
' Rumelihisarı ' ndaki mezarlıkta. .. Geceleri oradan çıkar.
Bize sepetle yemiş getirir. Bizi kim döverse cadı annem onu
boğar. Hele döv de bak ... Sana ne yapar! '

47
7
Gülendam'an Saflığandan İ stiCadeye Teşebbüs

Çocukların yanından çıktım. Fakat oğlanın sözlerini zih­


nimden çıkaramıyorum. Aldı beni bir merak ... Kime müra­
caat edeyim? Kiminle dertleşeyim? Çocukların cadı anneleri
gece Rumelihisarı 'ndaki kabristandan çıkar, sepetle yemiş
getirirmiş. Her ne sebeple bu fikre kapılmışlarsa çocuklar­
da böyle çocukça bir kanaat meydana gelebilir. Fakat ben
koskoca kadın, bunu gerçekten dinleyerek kime karşı korku
ve telaşla söyleyebilirim? Sonra benim akılca beş yaşında­
ki çocukla aynı ayarda bir zaval l ı olduğuma gülmezler mi?
Ta efendiden uşağa kadar bir ev halkının alayına uğramaz
mıyım? Bu hikayeyi kime anlatsam gariplikten başka şeye
yormaz. Fakat meselenin neticesi öyle değil. Bu benim için
doğruluğa da yalana da ihtimali olan bir husus . . . Zaten ortada
bir cadı rivayeti var. Evvela bununla ilgili sözlerden kuşku­
lanmak benim için külliyen manasız bir kuruntu sayılamaz.
İkinci olarak çocuklara o kadar yemiş kim getiriyor? Bi lmece
gibi gördüğüm bu hususu aydınlatmak için hane halkından
müracaat etmediğim kimse kalmadı. ikna edici bir cevap ala­
madım. Çocuğun uydurma bir fikirden uzak görünen o masu­
mane sözlerinde benim şüphelerimi, korkularımı okşayacak
gerçeğin bir şeklini buluyorum. Bana öyle geliyor. Aslı var
yahut yok. Fakat işte cadıya dair ipucu . .. Ama bu işi nasıl
derinleştirebileceğim? Bir iki gün düşündüm, taşındım. Yine
çocukların dadısı Gülendam'a müracaatı en uygun buldum.
Çünkü Gülendam hemen bir çocuk kadar saf ve sade yaratı­
lışta bir Çerkes'ti. Bu müracaatta bir ustalık da düşündüm.
Sorgulayarak değil sağlam bir surette müracaatı kurdum.
Yani cadının varlığı hakkında tereddütlü bir sualle değil bunu
kanıtlayarak söze girİşıneyi kararlaştırdım. Bu suretle Gülen­
dam'ın saflığından yararlanabilmek daha fazla mümkündü.

48
Münasip bir vakitte dadıyı tenha bir odaya çekerek sahte
bir heyecanla dedim ki:
'Aman kalfacığım başıma geleni sorma . . . '
Bu sözümün akabinde baygınlık geçirir gibi duvara da­
yandım. Gözlerimi manidar ve ürkek bir sükıltla kalfanın göz
bebeklerine diktim. ifademin sonunu getirmekten fevkalade
korkuyormuşuro gibi bir müddet sustum. Onu hipnotizma
eder gibi bir hal aldım. Gülendam'ın da yüzünde heyecan ve
merak belirtileri ortaya çıkarak hemen sordu:
'Zavallı hanımcığım ne geldi başına?'
' Benden evvel bu eve gelen hanımların başlarına ne gel-
diyse bana da o geldi. '
'Hay Rabbim esirgesin! Sana d a mı?'
'Evet, bana da gözüktü. '
' Nerede?'
' Bu gece taşlıkta .. . '
' Nasıl?'
'Elinde koca bir sepet vardı. '
'Ha yemiş sepeti . . . Çocuklarını hiç yemişsiz bırakmaz.'
' Çocuklara yemişi o mu getirir?'
'Öyle ya! Başka kim getirecek? '
' Sen onu görür müsün? Sana lakırdı söyler mi?'
Bu son iki sualime karşı kalfa, birdenbire sükılt etti . Gafil
avianmış olduğunu anladı. Büyük bir ihtiyatsızlık ve acayip
bir dalgınlıkla ağzından kaçırmış olduğu sözleri şimdi bey­
hude tamire yol arayarak:
'Onu görüyor musun, dedin. Kimi?'
' Çocuklara yemiş getireni ... '

49
'Çocuklara yemiş getirenin haddi hesabı yok ki .. . Herkes
bir türlü yemiş getiriyor. Sonra getirdiklerini inkar ediyorlar.
Mesele anlaşılamıyor. '
'Canım Gülendam şimdi, O, çocuklarını hiç yemişsiz bı­
rakmaz, diyen sen değil misin?"
' Hanımcığım bir dalgınlığıma gelmiş. Affedersin. Sua­
linizi anlamadan ağzımdan budalaca bir cevap kaçırmış ol­
malıyım. Bugünlerde zihnim pek perişan . . . Manasız lakırdı
söylediğim çok oluyor. '
' Yok, yok Gülendam ... Ben seninle ciddi konuşuyorum.
Böyle ağır bir hususta iki türlü lakırdı söylemeyi ben senin
terbiyene, kalfalığına veremem. Ben senden Allah için bir
şey sordum. Sen de bana yine Allah için dosdoğru cevap ver­
meli, bu meselede ne biliyorsan söylemelisin ! Hak bir, söz
bir. . . Lakırdı değiştirme . . . '
Gülendam mecburi bir ürperişle yüzünü buruşturup bir
müddet sükuttan sonra:
'Hangi efendiye kul olacağımızı şaşırdık. Hanımcığım
darılma. . . Bu evde biz de emir kuluyuz. Ne derlerse öyle ha­
rekete mecburuz. Gizlenmesi emredilen bir şeyden bahsede­
meyiz. '
'Artık bunun gizlisi saklısı kaldı mı? Taşlıkta bana gözük­
tü, diyorum.'
' Gözüktüyse pekala işte . . . Benden ne soruyorsun?'
'Üstüme yürüdü. Seksen salavat getirerek canımı zor kur­
tarabildim. Bana yazık değil mi? Bu cadının bir şerrine uğ­
rarsam gençliğime acımaz mısın?'
' Acının hanımcığım. Günahınızı sizi buraya getirmeye
sebep olanlar çeksinler. . . '
Fazla söylemiş olmaktan çekinerek Gülendam yine sustu.
Derin derin düşünmeye başladı. Cadının bana görünmüş ol-

50
duğu hakkındaki tuzağıma tamamıyla inandı. O kadar inandı
ki bu iddiamın doğruluk derecesini öğrenmek için gözüken
şeyin şekline ve bana olan saldırı şekline dair hiçbir şey sor­
madı. Beni bu hususta sorguya kalkışaydı cevap vermekte
düştüğüm zorlukları ve gariplikleri görerek h ilemi belki an­
lardı. Ben şikayetimde devamla:
' Efendinin eşlerinden biri bu evde boğulmuş? Öyle değil
mi?'
Gülendam karanlık düşüncelerinden başını kaldırmadı.
Bu sualim cevapsız kaldı. Ben sözümde ısrarla:
' Niçin cevap vermiyorsun?'
O yine dalgın dalgın:
'Ne cevabı?'
'O zavallı kadın nasıl vefat etti?'
'Eceli gelmiş, ölmüş hanımcığım. Buna ne denir?'
'Eceli mi gelmiş? Bedbaht hatun odasında, rahat döşeğin-
de mi can vermiş?'
'Bilmem ! '
'Nasıl bi lmem? Ölüsünü taşlıkta bulmuşlar. '
'Hanım sana doğruca bir şey söyleyeyim mi?'
' Söyle . . . '
'Sen bu lakırdıları ne kendi ağzına al ne de biri sana söy­
lerse dinle . . . '

'Neden?'
'Çünkü bu lakırdıların sana faydasından ziyade zararı
dokunur. Kendine acımıyorsan bari bana acı da beni bundan
ziyade söyletme. '
'Gülendamcığım, kolay mı? Can pazarı bu ! O zavallı ka­
dını boğan cadı, bana da kastederse? '

51
'Rabbim göstermesin ! '
'Yalnız duayla olmaz. O kara bahtlı kadını niçin boğdu?
Kababati neymiş? Bunu bileyim de ona göre kendimi sakına­
yım. Gafletle o suçu ben de işlemeyeyim. İşte senden bunu
rica ediyorum. D üşmanım deği lsin ya. .. Sen de vicdan sahi­
bisin. Beni korumak için bu hususta bildiğini söylemek, üze­
rine adeta bir insanlık borcudur. '
'Peki . . . Bu noktada istediğin nasihati sana vereyim. Fa­
kat işin öte tarafını eşelerneye kalkarsan ağzımdan başka söz
alamazsın. '
'Nedir o nasihatin?'
'Ne türlü densizlik, arsızlık ederlerse etsinler sakın öksüz­
lere el kaldırma. . . '
'Ölen ortağı m çocukları dövdüğü için mi o kötü sona uğ­
radı? '
'Artık bundan ötesine cevap veremeyeceğimi sana evvel­
ce söyledim.'
Gerçekten bundan sonra ne sordurnsa Gülendam' ı girdi­
ği kuvvetli sessizlikten çıkaramadım. Fakat artık bu sükCıtun
ne hükmü var! Gülendam inkar eden bir şekildeki açıklama­
larıyla merak ettiğim şeylerin önemli bir kısmını bana an­
latmış, daha doğrusu o tamamlanmamış sözleriyle meraklı
endişeınİ daha geniş, acıklı bir sahaya götürmüştü. Konuş­
mamakla gösterdiği gayret, tam tersi bir netice hasıl etmiş,
yani benim için etkileyici bir söyleyiş yerine geçerek anlat­
mamak istediklerini daha açık bir şekilde anlatmıştı.
O yemişlerin çocuklara gece, sepetle valideleri tarafından
getirildiği, vefat eden günahsız bir ortağırnın yine o cadının
intikam eliyle boğulmuş olduğu, öksüzlere her kim terbiye
etmek için el kaldırırsa ölümle cezalandırılacağı gibi acayip
konular hep kalfanın kanaatlerindendi. Fakat Gülendam bu
zanlarında acaba yanılıyor muydu? Bu kanaatleri hangi kesin

52
hakikatler üzerine kurulmuş olabilir? Bir ölü kadın, mezarın­
dan çıksın, herkes uykudayken çocuklarına gece sepet dolusu
yemiş getirsin. Kolay kolay her zihnin kabul edebileceği bir
hadise değil. Dünya kurulalıdan beri bu hortlak, cadı, vampir
hikayeleri var. Perlerimin bana verdiği terbiye, ettirdiği tah­
sile karşı haydi ben de zayıf akıllı birçok insan gibi cadının
varlığına inanayım. Fakat buna inanınakla meselenin bütün
zorlukları halledilmiş olmuyor ki ... Cadı o yemişleri nereden
buluyor? Senin benim gibi çarşıya pazara çıkıp parayla mı
alıyor? Yahut oradan buradan çalıyar mu? Yoksa bu yiyecek­
ler ahiret mahsullerinden midir? Bunları cennet yahut cehen­
nem bahçelerinden mi topluyor? Du gariplikleri düşündükçe
zihnim karıştı. Meselenin içinden bir türlü çıkamadım. Bir
düşünce rahatlaması hasıl olamadı vesselam. Perlerimin söz­
lerini, nasihatlerini hatıriayıp cadıyı ve buna benzeyen her
şeyi inkar etmek istedim. Hayır. . . Bu da mümkün olmuyor­
du. Çünkü Gülendam ' la olan münakaşamız esnasında zavallı
temiz yürekli kadının gözlerinden saçılan korku ve dehşetin
belirtilerini düşünüyordum. Bu korkusu, dehşete düşüşü o
kadar hakiki ve samimiydi ki onun o halini görmekten bende
de bir korku doğuyordu. Hayır. . . Bu kadar söz, bu kadar ri­
vayet, bu kadar korku ve çekinme esassız olmaz. Mutlak bu­
nun her ne şekilde olursa olsun bir aslı var. Rahat edebilmek
için herhalde ben o esasa, bu asla ermeliyim. Zira bu kuruntu
da olsa ihmal edilecek bir mesele değil. Bu hurafeler içinde
dikkatli bir gözün göreceği bir hakikat var ki o da yalının
taşlığında boğulduğu rivayet edilen günahsız ortağırnın feci
ölümü ... Bu işin altını üstünü araştırmazsam cadı hücumuna
atfedilen böyle esrarengiz bir ölüm tehlikesine uğramak be­
nim için de muhtemel ...

53
8
Gaipten Bir Düşman

Gülendam'dan anlayabileceğimi anladım. Meselenin


daha zor olan devamı için şimdi kime müracaat edeyim? Bu
garip meselede en ziyade malumat sahibi olması lazım gelen
bir zata . . O da kim? Tabii kocam Naş it Nefi Efendi . . .
.

Can pazarı b u ... B u evde böyle acayip, korkunç bilinmez­


likler içinde yaşanmaz. Bir akşam kocama, çocuğun, hakiki
önemini anlamaksızın masum bir dille bana söylediği birkaç
cümleyi, sonra Gülendam'a müracaatımda Çerkes' in gerçeği
saklama hususunda kalkıştığı aşırı gayretle beni eskisinden
beş beter meraka düşürdüğünü ve bundan dolayı bütün endi­
şelerimi, korkularımı anlattım. Korkunçluk derecesi ne kadar
büyük olursa olsun hiç çekinmeden hakikati bana dosdoğru
söylemesini rica ettim.
Benim bu telaşlarıma karşı kocam gülmeye başladı . Fakat
çehresine dikkat ettim. Zoraki bir güler yüzlülük göstermeye
uğraştığını fark eder gibi oldum. Yahut bana öyle geldi. Yü­
zümü okşayarak dedi ki:
'Böyle çocukça endişelerle beyhude üzülme . .. Yorulma...
Bana güven . . . Rahatına bak .. . Korkacak hiçbir şey yok. Hep­
si yalan, hepsi hezeyan... '
' Hayır. . . Bu kadar dallı hudaklı yalan olamaz. Bu mese­
lenin büyük küçük, yalan doğru her neyse bir aslı var. Boşu
boşuna bu kadar söz çıkmaz. '
' Sizi katiyen temin ederim. Bütün bu sözlerin ne aslı var­
dır ne astarı . . .
'

' Sözünüze inanayım, fakat bazı hakikatleri nasıl yorumla­


yacak veya izah edeceksiniz?'

54
'Hangi hakikatleri hanım? Bu işte zerrece bir hakikat yok­
tur. '
Naşit Efendi birdenbire peyda eylediği bir heyecan tesi­
riyle başından çıkardığı fesini ta karşıki mindere fırlatarak
ağzından her nasılsa şu sözleri kaçırdı:
'Hanım emin ol bunda hiçbir hakikat yok. Yalnız alçaklık,
hıyanet, fenalık var. '
'Halı . . . İşte bu küçük açıklamamza teşekkür ederim. Bu
işin içinde mutlak bir şey, bir sır olduğunu ben de hissedi­
yorum.'
'Hayır, büyük bir sır da yok.'
'Şimdi kullandığınız alçaklık, hıyanet, fenalık tabirleri
nereye yöneltilmiştir?'
'Gaipten gelen bir düşmana... '
'İşte pek güzel... Bu önemli, gaipten gelen düşman tabiri
de bir sırrı, belki de bazı mühim esrarı, bilinmezlikleri içer­
mektedir. Tehdidi altında bulunduğumuz tehlikenin derecesi­
n i tayin için bu gaipten gelen düşmanın mahiyetini anlamak
isterim. '
'Bunun mahiyeti hakkında size kesin bir şey söyleyemem.
Çünkü benim de bu işte sağlam bir bilgim yok. '
'Bu düşmanın varlığını ne gibi izierin deli lleriyle hisse­
diyorsunuz?'
'Aleyhimdeki dedikoduları, bu yalanları, bu cadı masal­
larını çıkaran, uyduran, yayıp herkese duyuran hep o ... Bana
yapabileceği fenalık işte bundan ibaret kalıyor. Elhamdülil­
lah başka bir tehlike yok. Haince isteklerini bundan ileri gö­
türemiyor. '
'Aleyhinizde bu şekilde hareketten maksadı nedir?'
'İşte onu bilemiyorum. '

55
'Bu gaipten gelen düşmanın kimliğine dair bir bilginiz
yok mu?'
' Hayır. . . '
' Dosttan, düşmandan, bu hususta kimseden şüpheye düş­
müyor musunuz?'
' Asla. . . '
'Garip hal . . . Bu meçhul düşmanın böyle birtakım kötülük
isteyen haberler yaymaktan başka bir fenalık yapamadığını,
diğer türlü bir tehlike olmadığını söylüyorsunuz. Fakat eşle­
rinizden birinin bu cadı tarafından bir gece yalının taşlığında
boğulduğu rivayet ediliyor. '
' İşte bu ri vayeti üretip ortalığa saçan yine o . .. '
' Eşinizin vefatı külliyen yalan mı?'
'Eşlerimden biri vefat etti. Fakat boğularak değil, yazılı
olan eceliyle vefat etti. '
'Öiüsünün taşlıkta bulunmuş olduğunu söylüyorlar. '
' Evet . ..'
'O halde buna doğal bir ölüm mü diyeceğiz?'
' Doktorlar cesedi muayene ettikten sonra kalp hastalığın­
dan vefatı hakkında rapor verdiler. '
' O kadar genç bir kadının kalp i lletinden taşlıkta ansızın
vefatı zihinleri biraz tereddüde düşürmez mi?'
' Meydanda koskoca resmi bir rapor var. Cesedin hiçbir
tarafında zorlama, yaralama ve saldırı izi görülemedi . '
'Ne derseniz deyiniz ifadenizin b u noktasında benim için
büyük bir şüphe düğümü vardır. Bunu gideremezsiniz. '
'Böyle cinayete dair bir meselede doktorlar hakikatten
başka bir şeye şahitlik edebilir mi?'

56
'Efendi, ben kadınım. Kendi cinsime mahsus bazı zaafta­
rım vardır. Mazur görünüz. Bu mesele hakkında bana seksen
rapor ibraz etseniz zihnimi şüpheden bütün bütün kurtara­
mazsınız. Neyse ... Şimdilik bu noktayı geçelim. Gece çocuk­
lara o yemişleri kim getiriyor? Bu sual inandırıcı bir cevap
istemez mi?'
'Bilmiyorum.'
'Bilmemek olmaz. Bunu düşünmelisiniz. Bu meçhulü
keşfe uğraşmak sizin için elzemdir. Yoksa herkesle beraber
ben de. . . '
'Herkesle beraber siz de bu yemişleri cadı olan eşimin,
gece mezarından çıkarak buraya getirdiğine iman edeceksi­
niz değil mi?'
'Evet, mecburen ... '

'Sizin gibi okur yazar, kadın cinsi içinde aydın fikirli bir
hanıma karşı, birkaç sene evvel vefat etmiş, çürümüş bir ka­
dın cesedinin kabrioden ayaklanıp buraya gelemeyeceğine
dair deliller bulmaya lüzum göremem. Boş ve temelsiz ol­
duğu her şekilde apaçık belli olan böyle acayip bir hususta
beni üzmekten, yormaktan bir zevk alacağınızı da ummam. '
'Meydanda birtakım gariplikler var, bunları ne suretle
izah edip yorumlayacağız? Cadıya yakıştırılan bu şaşılacak
hareketin gerçek suçlusu kimdir? Kıyamet gününden evvel
bir ölünün kabrioden çıkmasına insan inanmamakla beraber
bu noktada tereddüt etmekten de kendini menedemiyor. '
'Daha garibini haber vereyim. Gülendam size bu balıiste
tafsilat vermekten korkmuş, çekinmiş. Bu saf Çerkes'in sö­
züne göre uyku esnasında çocukların yorganları açılırsa cadı
valideleri gelir, örter, sıkıştırırmış. Soğuk kış gecelerinde
mangailannda kömür bittiği vakit ateşle doldururmuş, süra­
h ilerine su kormuş. Çoğu zaman sabahleyin uykudan kalktığı
vakit Gülendam odanın bütün işini böyle geceden görülmüş

57
bularak hayrette kalınnış. Evet, çocuklarımın dadısı yemin
billah ederek bu gariplikleri bana tam bir saflıkla anlatıyor. '
Efendinin bu sözlerine karşı dehşetten iki elimle yüzümü
kapayarak :
' Eh şimdi buna bir kulp takınız bakalım. B u olağanüstü
haller nasıl oluyor? Bunları yapan kim? '
' Gülendam pek temiz yürekli bir kadındır. Onun yalan
söylemeyeceğinden eminim. Bu sözleri büsbütün boşuna de­
ğil . . . '
' Pekal a... Bu cadı oyununu size b u kadar maharctlc oyna­
yan artist kim?'
'Mutlak bu evin içinden biri ... Yabancı değil.'
'Bu evde kaç kişi var efendi? İrfan Kadın, Salime Kadın,
Gülendam. . . Bunlardan hangisi?'
' Hiçbiri deği l . . . '
'O halde valideniz. . . '
' ihtimali yok. O bu alçaklığı yapmaz. Görmüyor musu-
nuz, yerinden kımıldayamıyor. '
' Selamlıktaki uşaklardan mı?'
'Hayır, onların işi de değil . '
'Affedersiniz ama hane halkından saymadığım sizden
benden başka kimse kalmadı. O halde ikimizden hangimiz?
Bu sözlerinizden başka bir mana çıkarmak mümkün mü?'
'Hanım bu husustaki kanaatimi size doğruca söyleyeyim.
Fakat sözlerimdeki zıtlığa bakıp da beni çıldırdı zannetme­
yiniz. Bu cadı rolünü oynayan ev halkından bir fert, fakat
saydıklarınızdan hiçbiri değil . '
'Yalının ş u mevcuttan başka gizli saklı ikamet edeni de
varsa onu b ilmem ! '

58
'Ben bu yalıda doğdum, büyüdüm. Elhamdülillah burada
öyle cin, peri gibi şeylerden eser yoktur. '
'Evin içinde ortaya çıktığı rivayet edilen garipliklerin ger­
çekleştiğini inkar mı ediyorsunuz?'
' Hayır. . . Bunlar aynen gerçekleşiyor. Buna da inanıyo­
rum. '
'Kim yapıyor?'
'Bunların faili herhalde cadı değil . Mahir, cüretkar, melun
bir insan olacak. Mutlak, hem de mutlak böyledir. iddiarndan
dönmem. '
'Bu iddialarınızın tuhaflığı cadının varlığı gibi bir garip-
likten aşağı kalmıyor. '
'Ah hanım ah ... Size bir şey söyleyeceğim ama. .. '
' Söyleyiniz.'
'Bunu eski eşierime de söyledim. Fakat dinletemedim. '

'Ben dinlemeye gayret ederim. '


'Bir tekiifte bulunacağım. Fakat bunun icrası pek büyük
bir metanete ve cesarete muhtaçtır. '
' Elimden geldiği kadar metin ve cesur olmaya uğraşı­
'
nın.

'Bana itimat edip, bundan dolayı fikrime tamamıyla katı­


l ırsanız size her şeyi açık söyleyeceğim.'
'Buyurun uz. '
'Bu cadı, hane halkından birkaç kişiye epeyce aralıklı za­
manlarda gözüktü. Bu inkar edilmesi mümkün olmayan bir
mesele . . . '
'O halde cadının varlığına niçin inanmıyorsunuz?'

59
' Kerem buyurunuz. 1 � Bu gözüken malıluk ne cin, ne peri,
ne şeytan, ne hayalet, ne cadı. .. Fakat bu son şekilde gözü­
kerek bizi tehdide uğraşan bir insan . . . Sizin, benim gibi bir
insan ... Bundan da katiyen eminim . '
'Bundan dolayı?'
'Bundan dolayı siz benimle fıkren, fiilen anlaşırsanız bu
cadıyı elimle yakalayıp gözünüzün önünde zabıtaya teslim
ederim. '
'Nasıl?'
'Ben bu işi çoktan bitirirdİm ama eşlerimde ... Yalnız eşie­
rirnde değil, hane sakinlerinin hiçbirinde bu hareketime ka­
tılabilecek cesareti göremedim. Siz gösterirseniz pek garip
ve korkunç görünen bu dava, kesin bir başarıyla son bulur
gider. '
'Ne kadar cesur görünmek istesem de benim zayıf, aciz
bir kadın olduğumu insafbakışından uzak tutmamalı, benden
asabırnın tahammülü üstünde metanet talep etmeme!isiniz.'
'Yok hanım yok... Bu işi görmek için Zaloğlu Rüstem 1 9
derecesinde bir pehlivanlığa lüzum yok .'
'Ne yapacağım?'
'Cadıya tesadüf ettiğiniz vakit korkunuzun şiddetiyle ba­
yılmak, ayılmak gibi zaaflara düşmeyerek itidalinizi son de­
rece muhafazaya gayret edeceksiniz. '
'O insanın elinde mi?'
' Gözüken şeyin cadı değil , o mahiyette görünmeye uğra­
şan bir sahtekar olduğu hususundaki güven ve itimadınız tam
olursa korkun uz azalır. Cesaretiniz artar. '
'E sonra?'
18 " İ zin verin, beni dinleyin"' anlamında kul lanılan bir nezaket sözüdür. (Y.h.n)
19 İ ran mitolojisinin efsanevi kahraınanıdır. İ ran şairi Firdevsi'nin Şehname adlı
eserinde büyük bir kahraman olarak gösterilir. (Y.h.n)

60
' Sonra . . . Onun size saidırmasına meydan bırakmadan siz
onun üzerine yürümelisiniz. '
' Aman ... Aman . . '.

'Amanı zamanı yok. '


'Boğulduğu rivayet edilen eşinizin kalp i lletinden değil,
korkunun şiddetiyle çarpıntıdan gitmiş olduğunu şimdi an­
lıyorum. '
' ihtimal. . . ' .
' Diğer kadınlara nispeten ben biraz cesurlım ama cinlerin,
cadıların üzerlerine saidırabilecek kadar değil . Ansızın giden
hanımımza da aynı uyarıda bulunmuş muydunuz?'
' Hanımcığım lütfediniz sözümü bitireyim. '
' Dinliyorum.'
' Karşınıza çıkacak bu soysuzun hakiki bir cadı olmadığı­
nı size katiyen temin ediyorum. '
'Hakiki olsun, sahte olsun o cadının bu evde insan öldür­
mekte sabıkası var. Ben korkarım. Üzerine varamam. Müm­
kün değil efendi . . . Benim boğu Imamdan sonra da kalp i lle­
tinden vefatım hakkında doktorlardan bir rapor alır, meseleyi
kapatırsınız. Boğulan hareminize de cadıya karşı bu yolda
saldırgan bir hareket mi emretmiştiniz? Söyleyiniz pek me­
rak ediyorum.'
'Hiç olmazsa ne taraftan savuştuğunu anlamak için ca­
dıyı takip edebilecek kadar olsun itidalinizi muhafaza etmiş
olsanız . . . '
'Cadı benden kaçarsa nereden savuştuğunu görmek için
haydi arkasından koşayım. Ya kaçınayıp da üzerime saldırır­
sa? Yetişiniz beni boğuyor, diye yardım feryadı kopardığım
zaman beni kurtannaya koşan olur mu?'
'Ne demek ! Hane halkı cümleten tembihlidir. O anda hep­
si koşar. '

61
9
Yaman Avrat

Efendinin ifadesi ne kadar noksandı. Bana karşı hakikati


mümkün mertebe örtmeye uğraştı. Evvela yayılan bu garip
haberin hiç aslı faslı olmadığından tutturdu. Benim keskin
suallerimden mızrağın çuvala giremeyeceğini aniayarak ça­
resiz bazı itiraflarda bulundu. Cadının yalıda ara sıra ortaya
çıktığını fakat bunun bir insan olması gerektiğini öne süre­
rek tasdik etti. ihtimal ki bu uğursuz onaylama bana cesa­
ret vermek için yalnız ağzından çıkıyor, kalben o da cadının
gerçekten var olmasından benden ziyade endişeli ve şüpheli
bulunuyordu. Hele Binnaz Hanım' ın hayaline tesadüf edin­
ce bana bu mezar kaçkım hortlaktan daha cüretli davranarak
ona hücum etmeyi tavsiye etmesi, gülünç olduğu kadar da
deliceydi. Bu kadar büyük bir cesaretin değil benim gibi aciz
bir kadında, her babayiğit erkekte bulunabileceği pek şüp­
heliydi. Belki de benim açımdan cadının dehşetini azaltmak
için bu dayanı lmaz teklifi ediyordu.
Kocamla aramızda geçen bu acayip konuşmadan sonra
zihnim bütün bütün karıştı. Cadının varlığının ihtimali, hayır,
hakikati adeta dimağımda kuvvet buldu. Gece odadan dışarı
yalnız çıkamaz oldum. Gittikçe korku bastırıyor, delışetim ve
yürek çarpıntım artıyordu.
Yalının geniş, !oş sofaları, karanlık koridorları, hele o geniş
bir ayazmaya benzeyen taşlığı, Orta Çağ'ın kanlı, perili ka­
lelerini andıran, arkada yalçın kaya üzerindeki o koru. . . Hep
bu kasvetli dekor, bu cadı faciasına ne kadar uygun bir sahne
teşkil ediyordu. Bu çekilmez yürek üzünrusünden kurtulmak
için ev değiştirmeyi kocama teklif ettim. Söylentilere göre
cadı Rumelihisarı mezarlığından çıkıyormuş. Uzak bir yere,
mesela İstanbul ' a, Kadıköyü'ne taşınırsak aradaki bu uzaklık,

62
bu karalar, denizierin belki yürüyen bu cesedin her gece ço­
cuklarını ziyaretine mani olacağını düşündüm. Fakat teklifimi
kabul ettiremedim. Kayınvalidemi ikna etmek mümkün olmu­
yordu. İhtiyar kadın "Kırk yıllık baba yurdunu terk edemem.
Vah zavallı akılsızlar! Cadıdan mı kaçmak istiyorsunuz?
B ağdat'a savuşsanız yine gelir, o sizi bulur. Onlar için yolun
yakını, uzağı olur mu? Üsküdar neyse Mısır da odur. Ben ec­
dadımın bucağında ölmek isterim. Vefatımdan sonra neresi
hoşunuza gel irse oraya gidiniz," ısrarıyla ayak diriyordu.
Naşit Nefi Efendi'nin, validesine karşı olağanüstü bir say­
gısı olduğundan onu yalıda bırakarak bizim bir başka yere ev
taşımamıza, yani ailenin ikiye ayrılmasına imkan yoktu. Koca­
karının anlaşılmaz inadı yüzünden bir ev halkı, bu cadı korku­
sunun belasını çekip gidiyorduk. Benim o hanedeki hanımlık
kadernem ilerledikçe hizmetçilerle samimiyetimiz artıyordu.
Çünkü hepsini elimden gelebildiği kadar hoş tutmaya çalışıyor­
dum. Fakat Gülendam'la ne kadar teklifsiz olsak da söz cadıya
gelince dadı kalfa bana karşı olanca ihtiyatıyla sözünü idare et­
meyi adeta dini bir vazife derecesinde mühim sayıyordu. Yalnız
İrfan Kadın'la dostluğu diğerlerine nispeten ileri götürdüm. Bu
kadın hanedekiterin en terbiyelisi ve kayınvalidemin en ziyade
güvendiği kişiydi. Bununla bir gün samimi bir hasbihal sırasın­
da sözü cadıya getirerek bu husustaki fikir ve kanaatini sordum.
Aramızda hemen harfiyen şu konuşma cereyan etti.
0:

'Bu meselede bildiğimi ve gördüğümü söyleyebilmek


için vicdan ve namusunuza sığınırım. Beni ele vermeyeceği­
nizden katiyen emin olduktan sonra size hakikati bildirerek
büyük bir iyilikte bulunmak isterim. Mademki siz, evin ham­
mı, kadınısınız. Aileyle ilgisi olan bu fena hakikati mutlaka
bilmeli, mazallah boş bulunmamak için bu sırra vakıf olma­
lısınız. Zaten bunu sizden kırk yıl saklasalar siz bu hanede
bulundukça muhakkak bu iş kendi kendine bir gün patlak
verecektir. '

63
Ben:
' Hay Allah senden razı olsun İrfan Hanım. Meğerse bu
evde en vicdanlısı, benim için en büyük dost senmişsin. Ca­
nımı feda ederim, seni ele vermem. Bu unutulmaz, bu büyük
iyiliğine karşı nankörlük edecek kadar beni kötü yaratılışlı
bir kadın zannetme ... Söyle bakayım bu cadı dedikodusunun,
hep bu sözlerin, bu rivayetlerin asl ı var mı, yok mu?'
İrfan Kadın korkakça etrafına bakınıp sedasının yayılma­
sını engellemek için ağzını iki avucu arasına alarak yavaşça:
' Var. '
'Katiyen emin misin?'
' Katiyen . . . '
'Bu kesin inanca nasıl sahip oldun?'
'Cadıyı... Ay estağfurul lah merhumeyi taşlıkta iki defa
gördüm.'
'Sen mi?'
'Evet, ben ... '
'Nasıl gördün? '
'Şimdi sizi gören işte b u gözlerimle . . . Boylu boyunca. . . '
'Hayal görmüş olmayasın ! '
'Hayalle hakikati fark ederneyecek kadar alık bir kadın
değilim. '
'Bu aileye husumeti olan bir kimse merhumenin kıyafetine
girerek ara sıra hane halkından birine gözükmekte olmasın. '
'Naşit Nefi Efendi meseleyi b u şekilde yorumlamak is­
tiyor ama zırva tevil götürmez.20 Başka birisi bir ölünün ne
dereceye kadar şekil ve kıyafetine girip kendini ona benze-
20 Saçma olan bir düşünceyi döndürme. çevirme yolu ile savunmaya kalkışanlara
söylenen bir sözdür. (Y.h.n)

64
tebilir. Bu gelip gözüken tıpkı tıpkısına Binnaz Hanım'ın
kendisi . . . Ağız, burun, kaş, göz, bütün çehre aynı aynına o . . .
Yalnız sağlığındaki haline nispeten yüzünde ölülüğe mahsus
bir solgunluk, sarılık var. Farkı işte bundan ibaret... Ben eski
hanımımı bilmez miyim?'
'Binnaz Hanım'la kaç sene beraber bulundun?'
' Ragıbe elime doğdu. Ben bu kapının eski emektarıyım. '
'Ölü hiç mezarından çıkıp evine gelir mi? Bu kadın öl-
medi mi?'
'Öldü. Rahat döşeğine uzattık. Çenesini bağladık. Bir
gece evde yattı. Ertesi gün teneşirde suyunu ben döktüm.
Abdest vermek için ölü yıkayıcı cesedi o tarafa, bu tarafa çe­
virirken yardım ettim. Vücudu donmuş, kazık kesilmişti. Son
hizmetinde bulundum. Helal ve hoş olsun .. . Kısa bir hastalık­
tan öldüğü için etini, canını dökmemişti. Onun öyle paluzeler
gibi21 teneşirde yatışı bir türlü gözümün önünden gitmiyor.
Gösterişli enine boyuna, levent gibi boylu boslu, endamı
pek güzel bir kadındı . Gül suları, aselbentler22 sürdük. Pa­
mukladık, kefenledik. Tabuta yatırdık. Sırası geldikçe daima
söylerim hanım, o ne vücuttu, ne vücut. . . Tabutlara sığmadı.
Üzerine valide şalları, Kabe örtüleri, oyalı papaziler3 örttük.
Orta kapılar açıldı. Cemaat içeri doldu. İmam tezkiye24 etti.
Güzel bir dua okudu. Gürül gürül aminler dendi. Birkaç ma­
hallenin halkı tabutu omuzlarına alınca kuş gibi uçurdular.
Biz evdeki hizmetçiler, konu komşu hastık çığlığı, camlar
sarsıldı, dağlar inledi. O aralık dikkat ettim. Merhumenin
kocası Naşit Efendi'yle kaynananın gözlerinden bir damla
bile yaş akmadı. Söz aramızda ölümle öç alınmaz ama onlar
Binnaz'ın vefatma memnun oldu. Çünkü hiç geçinemezlerdi.
Kediyle köpek gibi her gün dalaşır, didişirlerdi. Merhume de
2 1 Beyaz, solgun b i r şekilde
22 Tıpta ve koku üretiminde kullanılan asetbeni ağacından elde edilen bir reçine türü
23 i nce dokunmuş, ınavi, pembe, fıstık i renklerde ipek kumaş
24 i mamın, cenazedc hazır bulunanlardan ölünün hayattaki halinin nasıl olduğunu
sorması

65
zor! uydu ha! Şöyle on erkeğe karşı koyacak kadar hırçın, cer­
bezel i bir kadındı. Efendiyi de, kaynanasını da susta durdur­
muş, adeta titretmişti. Ana ve oğul aralarında Binnaz ' ın adını
'Yaman Avrat' koymuşlardı. A leme karşı bu vefata biraz acı­
mr gibi görünmeye uğraştılar. Kalben ne kadar sevindiklerini
ben bilirim. Hep bu sözleri vicdanına sığınıp sırdaşlığına gü­
venerek söylüyorum Şükriye Hanımcığım . . . Lakin bu sevinç­
leri çok sürmedi. Daha ilk gece yukarıda hatim-i hacegan25
olur, aşağıda helvalar pişirilirken 'Binnaz Hanım cadı olup
gelmiş,' diye yalının içini bir gürültü, bir dehşettir aldı. Gusül
edildiği yere ışık koymuştuk. Evlere şenlik, Rabbim kimsdt:­
re vermesin, adettir orada üç gece sırayla kandil yakılır. O ak­
şam kefeniyle gelmiş, yıkandığı yeri dolaşmış. Yalnız bir kişi
değil, üç kadın birden görmüş. İşte o geceden beri bu evin
tadı kaçtı. Arada sırada gelip ona buna görünüyor. Öfkesi en
fazla ortaklarınadır. Seneler geçti, o gün bugündür bu sırrın
aslına kimse eremedi. Naşit Nefi Efendi hayalat, mayalattır
diye işi geçiştirmeye uğraşıyor ama ben gözümle gördüm.
Geceleri ortaya çıkan bu garibenin Binnaz Hanım'ın kendi
olduğuna yemin billah ederek boyumca kalıbımı basarım . '
'Naşit Efendi' nin eşlerinden birinin boğulduğu sahi mi?'
' Sahi zahir... Hiç yalan olur mu?'
'Bunun doğruluğu neyle sabit?'
'Neyle sabit o lacak. Zavallı Hayriye Hanım hasta değildi.
Bir şeyciği yoktu. Kadın sapasağlam aşağı indi. Biraz sonra
taşlıkta ölüsü bulundu . '
'Acaba kababati neydi?'
'Kabahati, o gün üvey oğlu Nesip 'i dövmekti. '
' İrfan Hanım bana o kadar büyük bir merak verdin k i. . . '
' Siz ı srar ettiniz ben de sizin iyiliğiniz için doğruyu söy-
ledim. '

25 Hocaların ölünün arkasından Kur'an-ı Kerim'i hatmetmelerini ifade eder.

66
'Teşekkür ederim. Fakat gayet tuhaf bir hale düştüm. Bu
cadının dehşetinden hem titriyorum hem de görmek mera­
kıyla ölüyorum.'
'Cesaretiniz varsa sizin için bunu görmek pek kolaydır. '
' Nasıl?'
'Çocuklardan birine hafifçe bir tokat vurunuz. '
'Görür müyüm?'
'Mutlak ... Hemen, belki de o gece .. '
.

'Bana gözükecek bu tabiat üstü mahlukun hakikaten Bin­


naz Hanım'ın kendi olduğunu nerden anlayayım? Ben onu
hayatında görmedim. '
'Efendide fotoğrafı vardır. Vaktiyle Avusturyalı bir fotoğ­
rafçı kadın yahya gelip çekmişti. '
' Acaba rica etsem bana resmi gösterir mi?'
'Orasını bilemem. '

67
lO
Cadının Fotoğrafı

Bu cadı hakkında her kimden meseleyi soruşturmaya kal­


kışsam şüpheyi halledemedikten başka eski merakım kat kat
çoğalıyor, delışetim artıyordu. Hele bu İrfan Kadın'ın yemin
ederek anlattıkları, bu kati şehadeti zihnimi bütün bütün dur­
durdu. Asılsız, fasılsız yere, yani hiç yoktan bu uzun macera,
bu kadar söz, bu koca masal nasıl uydurulur?
Cadının mevcudiyeti böyle her gün daha güçlü delillerle
kendi açımdan bel irginleştikçe perlerime müracaatla bu duy­
duklarımı, endişelerimi hep hikaye ediyor, fakat daima aynı
itimatsızlık, aynı derin alaya alınayla karşılık görüyordum.
İnsanın hayatı ne zaman ortaya çıkacağı belirsiz olan bir
tehlikenin tehdidi altında kalırsa bu halin meydana gelmesi,
kati bir beladan daha müthişti. Çünkü insan ne zaman, neye
uğrayacağını bilmediğinden bu bilinmezliğin içindeki rahat­
sızlığı daha dayanılmaz olur. Gece gündüz cadıyı düşünmek­
ten nihayet öyle bir hale geldim ki bu hortlak mıdır, zırtlak
mıdır, işte ne belaysa, çıkıp da beni öldürecek mi, boğacak
mı ne yapacaksa yapsa, demeye kadar vardım.
İrfan Kadın benden hiçbir şeyi gizlemedi. Hepsini dos­
doğru haber verdi . 'Cadıya meydan okuyacak kadar cesaretin
varsa, katiyen şüpheden kurtulmak istiyorsan üvey çocukla­
rına bir tokat indiriver, hortlağı hemen o akşam gırtlağına
atılmış bulursun ! Bu rivayetin dehşet verici hakikati yahut
koftuğu, asılsızlığı bu tecrübeyle ispatlanır. Meraktan kendin
de kurtulursun. ihtimal ki bu şekilde kocan Naşit Nefi Efen­
di 'ye de büyük bir hizmet görmüş olursun,' dedi.

Bu tecrübe cüreti ihtimal ki bana hayatım pahasına otura­


caktı. Fakat bu cesaretimle hem kendimi ebedi bir endişeden

68
kurtarmış, hem kocamın yalanı varsa onu meydana çıkarmış,
hem de o inatçı perlerimden intikam almış olacaktım. Evet,
zihnimin durmadan cadıyla meşgul olmasından dolayı ben­
de de adeta emsalsiz bir cinnet ortaya çıktı. Bu düşüncemi
icraya karar verdim. Fakat bu tabiatüstü hortlak meselesin­
de diğerleri gibi bir hataya kapılmamak, melunca kurulmuş
bir tuzağa düşmemek, iblis düşüneeli bir düşmanın hilesinin
kurbanı olmamak için vefat eden ortağım Binnaz Hanım'ın
fotoğrafını görmek, o simayı iyiden iyiye tanımak lazımdı.
Kocamın hoş bir zamanını kolladım, neşeli bir anında de­
dim ki:
'Efendim . . . Kayınvalidemin ihtarı üzerine her cuma ve
pazartesi geceleri merhume ortağım B innaz Hanım' ın ruhu­
na Yasin-i şerif okuyorum. Rabbim kabul etsin. Şimdi an­
l ıyorum ki zavallı ortakçığım pek iyi bir kadınmış. Çünkü
iyilerin hasını çok olur. Kadıncağız ölmüş. Bu dünyadan elini
eteğini çekmiş. Fakat düşmanları hala arkasından dedikodu­
yu kesmemişler. Bu ne garip tecelli ! H içbir insan öldükten
sonra vakit vakit mezarından çıkıp da dirileri rahatsız etmeye
gelir mi? Bu acayip rivayete bir aralık ben bile inandım git­
tiydi. Lakin şimdi kesinlikle bu düşüncemi düzelttim.'
Efendim gülerek:
'Hanım nihayet sözüme geldiniz. '
'Geldim, geldim. .. Efendi, tamamıyla hakkınız varmış.
Kahrolsun o dedici koducular... Alemi rahatsız etmek için
fesat düşünmekten başka bir karları yok . '
'Hayatın akıllı kişiler tarafından ispatlanmış bazı kanun­
ları vardır. Bunları az çok anlamaya çalışroadıkça insan bu
afernde rahat yaşayamaz. İşte siz bu hakikati biraz anlamaya
başlamışsınız. '
'Belki ... Müsaade edersiniz sözümü bitireyim. '
'Dinliyorum.'

69
'Merhume ortağım aleyhinde dönüp dolaşan bu saçma
sözlere herkesle beraber insanlık gereği olarak ben de inan­
mış bulunduğum için şimdi o kadar malıcup oluyorum ki
tarif edemem. Mümkün olsa bundan dolayı kendisinden af
dileyeceğim . '
' Bu pişmanlığınız ondan manevi olarak af talebi demek
olur. '
'Fakat?'
'E . . . Fakat?'
' Hayret etmeyeceğinizi bilsem ... Bir şey söyleyeceğim .'
' Etmemeye gayret gösteririm. Buyurunuz. '
'Ortağımı tanımak. . . Onu görmek merakı o kadar şiddetle
kalbirnde yer etti ki ...
'

' Hayret etmemeye söz verdim ama vaadimi tutmak müm­


kün olamayacak galiba.'
'Niçin?'
'Çünkü ... Ölmüş bir kadın nası l görülüp tanılır? Meğerki
aleyhindeki cadıl ı k yakıştırması bir hakikat ola . . .
'

' Bendeniz de mezarından çıkıp da gelsin, bana görünsün


demiyorum ya! '
'Başka türlü nasıl olur?'
' Ben fotoğrafını görmeye de razıyım. '
Benim bu merakıma efendinin biraz canı sıkılarak dedi ki:
' Hanım bırakınız Allah aşkına ... N esini göreceksiniz? İşte
o da sizin gibi bir kadındı. Başka eşierin yanında kendilerin­
den evvel ayrılmış yahut ölmüş ortakların lakırdısı bile edil­
mez. Eskiden beri gelen adetirniz böyledir. Siz ise onun cadı
olmadığı hakkında tam kanaate vannış olduktan sonra bile
onunla çok meşgul oluyorsunuz. '

70
'Bu meşguliyetimde beni haklı göreceklerin en birincisi
siz olmalısınız! '
'Neden?'
'Neden olacak! Ben artık bu meseleyi katiyen halletmek,
bu dedikodulara bir nihayet verdirrnek istiyorum. '
'Merhumenin fotoğrafını görmekle b u mesele nasıl hallo­
lunur? Anlayamıyorum .. . '

'Cadıya tesadüf edecek olursam üzerine yürümek için


beni cesaretlendiren siz degil misiniz? '
'Evet... Fakat bir ölünün, yaşayan bir insanın döşeğinden
kalkması gibi mezarından çıkarak istediği yerleri dolaşması­
nın mümkün olamayacağını, bundan dolayı cadının varlığına
katiyen ihtimal veremediğİnizi şimdi söyleyen de siz değil
misiniz?'
'Bendim. Lakin hortlağın varlığına ihtimal vermemekle
bu mesele halledilmiş olmuyor. Herhalde ortada bir gariplik
mevcut.. . '
'Nasıl garabet?'
'Cadıyı gördüğünü teminen söyleyenler bir iki kişiden
ibaret değil. Bunu pek çok kimse söylüyor. Bu hakikati inkar
edemezsiniz. '
Kocam verecek bir cevap bulamadı. Devam ettim:
'Bundan dolayı ya cadının varlığına inanmak veyahut ki
cadı narnma bu yalıda bir hayal dolaştığını kabul etmek la­
zım gelecek. Bu iki şıktan birini tasdik zaruridir. '
Naşit Nefi Efendi sustu. Sözümü kesmeyerek:
'Akıl ve mantığa tamamen karşı olan birinci şıkkı ikimiz
de reddediyoruz değil mi?'
Kocam kısaca ' Evet. . . ' dedi.
Ben:

71
'O halde ikinci şık üzerine düşüncemizi inşa edeceğiz. '
'Peki, öyle olsun . . . '
Fakat kocamın gittikçe kaşları çatılıyor ve dalgınlığı artı­
yordu. Sözün arkasını soğutmadan dedim ki:
'Cadının garip varlığını haydi, ikimiz de inkar edelim.
Bu pek güzel . . . Fakat yine söylüyorum ki hortlak narnma bu
evde gezinen, görünen hayal midir, hayalet midir? Nedir?
Öyle bir guguk var. Bunu da katiyen reddedemeyiz. İşte bu
guguğu meydana çıkarmalı. Bu sahte cadının örtüsünü orta­
dan kaldırmalıyız. '
' Benim de size evvelce söylediğim bundan başka türlü bir
şey miydi ya! '
'Fakat beyefendi ileri sürdüğüm b u iki şıkkı birbirine bağ­
layan gayet sıkı bir düğüm var. Onu nasıl çözeceğiz?'

' Hangi düğüm? '


'Cadıyı gördüklerini teminen söyleyenler bunun şekil ve
davranış ve simaca tamamıyla vefat etmiş olan eşiniz Binnaz
Hanım' ın aynı olduğunu iddia ediyorlar. '
Naşit Nefı Efendi bu ifademe karşı adeta şaşaladı. Bir
müddet ret veya tasdik edemedi. Nihayet bir söz sarf etmiş
olmak için 'El uhdetü alerravi26,' dedi.
'Evet. . . Fakat rivayet eden de birden, ikiden ibaret değil .
Hepsi d e bu iddiada, yani cadının şahsen vefat etmiş olan
kadının aynısı olduğu hususunda müttefik .. . '
'Binnaz Hanım ' ı aleme karşı cadılıkla temsile cesaret
eden sahtekar tamamıyla onun şekline giremez mi?'
'Giysilerini, kıyafetini haydi benzetsin ... Lakin simasım
aynı aynına nasıl benzetebilir?'

26 "Sözün doğruluğunun sorumluluğu, rivayet edene aittir" anlamındaki sözdür.


(Y.h.n)

72
Kocam yine sustu. Meseleyi ne suretle makul bir şekle
sokmaya uğraşsak daima ucundan, köşesinden sırıtan bir yeri
kalıyordu. Bu acayip cadı meselesinin akıl ve izan ve mantık­
la tamamen açıklanması mümkün değildi.
Bir zaman ikimiz de sustuk, nihayet dedim ki:
'Eğer bu hal akıllara durgunluk verecek şekilde düzenlen­
miş bir hileden başka bir şey değilse şimdiye kadar yanılan
şahitler gibi ben de yanılan bir kurban olmamak için Binnaz
Hanım' ın çehresini iyice tanımak isterim. Bu da ancak fotoğ­
rafını görmekle mümkün olabilir. Bundan dolayı meselenin
olağanüstü vahameti ve inceliğine bakılırsa ölmüş bir ortak­
tan yaşayana bahsetmek milli adetlerimizden değilmiş filan
türünden göreneklerden vazgeçerek siz bu fotoğrafı bana
göstermelisiniz. '
'Bende merhumenin bir fotoğrafı bulunduğunu nereden
biliyorsunuz?'
'Varmış . . . Duydum . . . '
'Kimden?'
'Bu noktacıkta ketum kalınama müsaadenizi nca ede­
rim.'
' Validem mi söyledi?'
'Her kimse ... '
'Ah siz kadınlar! En erdemli, en tedbirli, en ketumunuzun
ağzında bakla ıslanmaz. '
Böyle bir fotoğrafın kendinde bulunduğundan haberdar
oluşuma efendinin pek canı sıkıldı. Fakat bunu bana göster­
mesi gerektiği yönünde ileri sürdüğüm düşünceler o kadar
mantıklıydı ki bu kadar makul bir talebe karşı çok kıvrandı,
ofladı, puftadı. Edecek bir itiraz bulamadı. Nihayet mantığı­
ının kuvvetine teslimiyetten başka bir çare göremeyerek dedi
ki:

73
' Hanım kayıtsız kalınaya uğraşıyorsunuz. Fakat bu cadı
meselesinden dolayı pek asabi bir hal almış olduğunuzu gö­
rüyorum. Asabiyetten kurtulmanın en etkili yolu asabı tahriş
eden şeylerden kaçınmaktır. Siz bu cadıyı unutsanız, ondan
ebediyen kurtulmuş olursunuz. Çünkü o, bu ev halkından
şunun bunun kuruntusunda yaşamaktan başka bir şekilde
mevcut değildir. Siz bununla uğraştıkça, bunu düşündükçe
o dimağınızda gitgide kesin bir hal alır. İşte nasıl ki öyle
oluyor. Şimdi bu fotoğrafı görmekle ondan hortlağın bulun­
madığı hakkında değil, varlığına dair birtakım deliller bulup
çıkaracaksınız. Bundan eminim. Fakat bu resmi gösterme­
sem o zaman da cadı bence gerçekten varmış da bunu sizden
gizlerneye uğraşıyormuşuro gibi bir kuruntuya kapılacaksı­
nız. Bu fotoğrafı görmekten vazgeçerseniz memnuniyet ve
teşekkürüro pek büyük olacaktır. Fakat mutlaka görmek için
ısrar ederseniz göstermekten başka bir çare olmadığını da iti­
rafa mecburum. Çünkü o andan itibaren aramızda doğacak
geçimsizlikle artık iyi geçinmetnizin bir sonu olacağını da
pekala biliyorum. '

74
ll
Ahiretten Verilmiş Bir M akbuz Senedi

Kocam, ölmüş karısının resmini bana göstermekten niçin


bu kadar korkuyor ve endişe ediyordu? Ben bu fotoğrafı gö­
rünce cadının varlığına dair birçok delil bulup çıkarırmışım!
Acaba neden? Merakım bütün bütün arttı.
Daha bir hayli devam eden mücadelede Naşit Nefi Efendi
en son müdafaa silahını kullanmaya kadar gayret gösterdi.
ispat etmeye uğraştığı her türlü mantıklı delillerden sonra
külliyen dayanaksız kalarak fotoğrafı getirmeye gitti.
Anahtarı daima kendinde duran bir odayı açıp girdi. Bel­
ki kendini takip ederim çekincesiyle hemen kapıyı içeriden
sürmeledi. Resmin pek gizli, pek derin bir yerde saklandığını
anladım. Birkaç dakikaya kadar hakikaten cadıyla buluşa­
cakmışım gibi yüreğimi hafif bir çarpıntı aldı. Efendi hayli
gecikti. Fotoğrafını bana gösterebilmek için acaba merhume­
nin ruhaniyetinden müsaade talebine mi uğraşıyordu?
Nihayet büyükçe bir ceviz çekmecenin iki yan kulplann­
dan tutmuş olduğu halde geldi. Çekmeceyi koyacak yüksek,
saygın bir yer arıyordu. Konsolun üzerini gösterdim. Dindar
bir huşu ile oraya koydu. Yeleğinin cebinden baş tarafı dan­
tela gibi işlenmiş ufak bir anahtar çıkardı.
Efendinin benzinin benimkinden ziyade uçmuş olduğuna
konsolun üzerindeki aynada dikkat ettim. Elleri de hafifçe
titriyordu. Anahtarı kilidin içerisinde aralıklarla iki defa çe­
virdi. Her çevrilişinde kilit çınlayarak çalar saat gibi ses ver­
di. Kapağı arkaya yatırdı. En üstte duran ufak, yeşil canfes27
bohçanın katlarını kutsal olan bir şeye el uzatır gibi sanki
korkak bir hürmetle açtı. Fes rengi kadife çerçeve içinde bir
2 7 Parlak, ince, iki renkli gibi görünen ipekli kumaş

75
kabine fotoğrafı28 çıktı. Titreyen eliyle çerçeveyi bana uzata­
rak ' Çok merak ettiğiniz Binnaz Hanım işte ! ' dedi.
Duygusallık derecesini sesinin titreyişinden anladım.
Üzünrusünün bu denli aşırı lığı neden ileri geliyordu? Ya­
şadığı zamanlarda tapareasma sevilen bir kadının tasvirine
bakınca tazetenecek üzüntülü hatıratarına yürek dayanmadı­
ğından mı? Yoksa yok olmuş geçmiş bir dönemin birtakım
nefretler, dehşetler uyandırmasından dolayı mıydı? Her ne
suretle olursa olsun, ölmüş karısı hakkındaki bu üzüntüsünü
benden gizlerneye uğraşıyordu.
Fotoğrafı bana uzatırken kendisinin bakmaya cesaret ede­
mediği de dikkatimden kaçmadı. Çerçeveyi aldım. Hayli za­
mandır beni yiyip bitiren o büyük merakın amansız sevkiyle
uzun uzun tetkike giriştim.
Bu, renkli bir fotoğraftı. Ortağım haşin bakışlı, çatık kaş­
lı, orta yaşlı, iri yarı bir kadın .. . Yüzünün uzuvları ayrı ayrı
alınırsa bir çirkinlik yok. Fakat simanın genel görünüşünde
bir hoyratlık vardı. Hele konuşmaya hazır, az aralık duran ka­
lınca dudakların şekillenmesiyle gözlerin sertliğinde görülen
ahenk bu kadının acı ve hem de çok söylediğini anlatıyordu.
Başında samani oyalı mor, Garp'tan bir hotoz,29 yan ta­
rafında mektebe başlatılan çocuklara takıldığı gibi koca bir
broş, kulağında sallantılı uzun küpeler, gerdanında bir demet
inci . . . Arkasında önü çapraz düğmeli, beli ince, redingotva­
ri30 mor kadife bir hırka vardı.
Bunun, yüzü ve giyim tarzına bakılınca zarif, ince bir
kadın olmadığı görülüyordu. Fakat öldükten sonra cadıla­
şacağına dair bir emare keşfetmek de zordu. Hortlak adayı
bir kadın olması açısından incelemeye uğraştığım halde bu
resmin dehşet verecek bir tarafını bulamadım. Yalnız çeh-
28 Bir kabin içerisinde çekilen fotoğraf türü. (Y.h.n)
29 Eskiden kadıniann başlarına giydikleri bir nevi süslü başlık. (Y.h.n)
30 Bele oturan, arkası yırtmaçlı, etekleri bol ve uzun, çift sıra düğme li resmi erkek
ceketi. (Y.h.n)

76
rede, bakanları azarlayacakmış gibi bir sertlik ve hemen bir
samurtkanlık vardı. İşte o kadar. . . Bundan da cadılı k manası
çıkarmak, böyle bir yanlış fikirden arındırılmış bir bakış açı­
sıyla meseleyi inceleyecekler için zordu.
Naşit Nefi Efendi niçin bana ' Sen bu fotoğrafı görünce
onun cadılığına emare sayılacak birçok alarnet keşfedersin,'
demişti? Acaba resimde bu nişaneler hakikaten mevcut da
ben mi keşfedemiyorum?
Ben bu araştırınayı yaparken biraz ötede çekmeceyi karış­
tırmakla meşgul bulunan kocam birdenbire haykırdı:
'O ne! Gözlerime inanamayacagı m geliyor. '
Hemen döndüm baktım. Biçare adam bu defa bir ölü kadar
sararmış, gözler büyümüş, titreyişler içinde tekrar ediyordu:
'Hayır! Mutlak yanlış görüyorum. Bu olamaz! '
Efendinin bu telaşından ben de şaşırarak sordum:
'Ne var efendim? Ne olmuş?'
'Ne olacak, mücevher kutuları yok olmuş . '
' Evvelce b u kutuların içinde takım var mıydı?'
'Hepsi doluydu. Merhumenin fotoğrafında başında, ku­
laklarında, gerdanında gördüğünüz broş, küpeler, inciler, yü­
zükler tamamen kutuları içinde mevcut duruyordu. '
' Demek ki önemli bir hırsızlık meydana gelmiş. '
'Hırsızlık mı? Bu mcvkide o tabiri kullanmak pek uygun
düşmüyor. '
'N için? Kutuları içinden mücevherler aşırılırsa buna hır­
sızlık denmez mi?'
' Pederimden kalma gayet kıymetli mücevherli antika pir­
yaP ' saatler, mücevherle bezenmiş enfiye32 kutuları, yakut,

3 1 Kapağı kümbet şeklinde olan büyük bir cep saati çeşidi


3 2 Kurutulmuş tütünden yapılan ve buma çekilen keyif verici, aksırtıcı toz, burun otu

77
zümrüt hatemler,33 bir torba eski para var. Bunların hiçbirine
dokunulmamış, hepsi duruyor. Yalnız merhumeye ait takılar
tamamıyla yok olmuş. '
'Evet... Tuhaf bir hırsızlık . . . '

'Daha tuhafı çekmecede katiyen zorlanma eseri yok. San­


ki bunu açan, kendi anahtarıyla açmış. Bunun tek anahtarı
vardır. Hiç yantından ayırmam. Bu anahtar birinin eline de
geçmiş olsa kullanma şekli bilinmedikçe bununla çekmeceyi
açmak mümkün olmaz. Çünkü deminden anahtarı çevirdiğim
zaman aralıklarla iki çınlama oldu. işittiniz, değil mi?'
'Evet işittim ... '
' İşte bu iki çınlama esnasında yapılacak bir hesap vardır.
O bilinmezse anahtarı çevirmek beyhudedir. Mümkün değil
kilit açı lmaz. '
'Çekmecenin açılma şeklini bu hanede sizden başka bir
bilen yok mu?'
'Hayır. . . Yalnız ben bilirim. Bir de merhume bil irdi.'
İkimiz birden zihnimize saldıran korkunç şüpheyi birbi­
rimize anlatmaktan kaçınıyormuşuz gibi bakışlarımızı başka
taratlara dolaştırarak bir müddet sustuk. Efendi yolareasma
bir şiddetle saçlarını karıştırarak iri iri adımlarla gezinmeye
başladı. Garip bakışlarımız önüne açılan bu yeni muamma­
nın anahtarını arıyordu. İlk anda aklına mühim bir şey gelmiş
gibi odadan fırladı. Dışarıda birtakım yerleri dolaşmaya, in­
celemeye gitti. Odada yalnız kalınca tılsımlı, sihirli bir şeye
benzeyen malum, kapağı açık çekınceeye yaklaştım. Naşit
Nefı Efendi, merhumenin hatıralarının hücum etmesiyle
belki ani bir zihin karışıklığına uğrayarak kutuları iyi ince­
leyememiştir. Bir de ben bakayım, dedim. En üstte kapakları
açık, içieri boş dört beş kutu vardı. Onları itip çekmecenin
alt tarafını karıştınrken gözüme kapalı, beyaz bir kutu ilişti.

3 3 Ü zerinde mühür bulunan yüzük, mühür

78
Bunu aldım. Vidasına bastım. Kapak açıldı. İçinden dörde
katlanmış, ufak bir kağıt çıktı. Parlak siyah bir mürekkeple
şu satırlar yazılmıştı:
Öksüzlerimin mirasına ait bu mücevheratı gerekli olduğu
için alıyorum. Bir müddet sonra iade edeceğim. Ruhlarm be­
dene bürünmesine inanmayanlarımzı bu ders ikaza kafi değil
midir?
Naşit Nefi Efendi eşi merhume Emine Binnaz
Rume/ihisarı Kabristam
2 Mart 18 . .

79
12
Esrarm Büyüğü
Bu satırları okuyup altındaki imzayı da görünce ne hale
geldiğimi tarif edemem. Kağıdı elimden atarak hakikaten
sihirli, tılsımlı olduğuna şüphe kalmayan bu çekmecenin
yanından kaçmak istedim. O aralık bakışım, konsolun üze­
rindeki aynanın kenarına dayamış olduğum fotoğrafa ilişti.
Ortağırnın tasviri şimdi bana demin incelediğimden büsbü­
tün başka bir suret ve heybette gözüktü. Çehrenin somurt­
kanlığı artmış, gözler sanki birer tehdit anlamıyla büyümüş,
dudaklarına sövüp saymak için hemen kıpırdayacak gibi bü­
yüleyici bir zindelik gelmişti.
Şimdi bu tasviri, bakmanın yasak olduğu bir şeye bakar
gibi hemen hırsızlama, korkak bir bakışla tetkik ediyordum.
Biraz daha dikkat etsem bu karştındaki fotoğrafın mucizevi
bir şekilde konuşmaya kadar acayipliği artıracağından cid­
den endişeye düştüm.
Vakanın tabiatüstü bir devreye giren bu hayret verici ga­
ripliği nispetinde merakım artıyordu. Gözlerimi fotoğraftan
ayırdım. Yine elimdeki satıriara diktim. Merhume Emine
Binnaz Hanım'ın öldükten sonra aldığı mücevherata karşılık
verdiği bu makbuz senedi nesih kırmasına34 benzer bir hatta
yazılmıştı. Bu, bir kadın yazısıydı.
Çünkü bunda da genellikle kadınlara özgü olan çizgiler­
deki çirkinlik, çiğlik ve harflerin çizimindeki zayıflık meş­
hurdu. Fakat B innaz Hanım' ın yazısını tanımadığım için bu
hattın onun olup olmadığı hakkında bir şey diyemezdim.
Yazının yazılış şeklinde genel kuralların hemen tamamıyla
dışında özel bir tavır görüldüğünden yüz çeşit yazı içinden
34 Hat sanatında. özellikle yazma ve basma eserlerde yaygın olarak kullanılan bir
yazı çeşidi

80
bunu ayırmak mümkündü. Bundan dolayı merhumenin yazı­
sını tanıyanlar için bunun ona ait olup olmadığını belirlemek
pek kolay olacaktı.
Sofadan kocamın ayak seslerini işittim. Bu acayip mak­
buzu hemen eskisi gibi dörde katiayarak beyaz kutunun içine
koydum. Kapağını kapadım. Yine çekmeceye bıraktım. Ge­
riye çekildim. Naşit Nefı Efendi biraz evvelki solgunluğuna
bedel, bu defa mosmor ve telaşlı bir çehreyle içeri girerek :
'Hanım çekmecenin nerede durduğunu biliyor muydu­
nuz?'
'Hayır.. . '

'Bu çekmece kilitli ve gayet sağlam bir ceviz sandık için­


de duruyor, sandık da keza kilitli, dayanıklı bir dolap içinde
ve dolap da yine kapısı kilitli bir oda içinde bulunuyordu.
Bakınız kaç kilit! Bu kilitlerin hiçbiri ufacık bir zor görme­
miş ve başka bir anahtarla da açılmamış. Bu anahtarlar öyle
emin bir yerde saklıdır ki bu da işte yalnız bana ait mühim bir
sırdır. Çıldıracağım. Adeta beynim kızışıyor. Bu ne cadı, ne
cin, ne peri işi ... Bunda şeytanları hayrete düşürecek bir oros­
topogolluk35 var. İşte buna akıl erdiremiyorum. Fakat elbette
bir gün erdireceğim.'
Efendi böyle söylenirken ben de gözlerimi Binnaz Ha­
nım'ın fotoğrafına dikmiş, hayret ve dehşetten titriyordum.
Şimdi karşımda halis bir tehdit kesilen bu resim azarlayan
bakışlada bana, 'Kocana söyle ... Kimsenin günalıma girme­
sin. O kilitleri açan . . . Kutularından mücevheratı alan benim . . .
Katiyen başkası değil. B u n e itikatsız herif.. . B u kadar belli
olmasına karşın hala cahilce inadından ayrılmıyor. Bu adam,
ruhumun bedene büründüğüne galiba onu boğmak için gırt­
lağına yapıştığım zaman İnanacak. Zavallı kadın sen aramız­
dan çekil... Naşit Nefı Efendi benim kocamdı. Hala öyledir
ve ebcdiycn kocam kalacaktır. Den onu başka kadına mal

3 5 Argoda kumazlı k, dalavere, dolap anlamına gelen söz

81
ettinnem. Hayır. . . Ettinnem. Sen onun gafilce ısrarına ortak
olursan seni de boğduğum ortağırnın yanına gönderirim. İşte
iyi düşün . . . Kendin bilirsin ! , diyor gibiydi.
Kocam bir aralık dikkatle beni süzdü. Korkumu, titreyişi-
mi fark ederek sordu:
' Hanım ne oluyorsunuz öyle?'
Parmağımla fotoğrafı göstererek:
'Bu resmin o asık suratl ı çehresiyle bana hissettirdiği deh­
şetleri bilseniz. . . '
'O malum ! Ben onu size evvelce söyledim. Bu fotoğraf­
tan iyi bir anlam çıkannayacağınızı zaten keşfetmiştim. Öl­
müş, çürümüş, toprak olmuş bir kadının mukavva üzerinde
kalan suretinden dehşetler çıkannakla böyle sizin gibi tiril
tiril titrernek için bir insan kuşku ve hayallerine ne derece
mağlup olmalıdır! '
' İnsaf ediniz. Niçin yalnız beni vehme mağlubiyetle it­
ham ediyorsunuz? Siz şu kutuları boşaltmış olan meçhul eli
keşfedememekten dolayı bir ümitsizlik ve hayretle daha de­
minden çırpınıp dunnuyar muydunuz? Seksen kilit altındaki
şu kutuların nasıl açı ldıkianna akıl erdirebildiniz mi?'
' Erdiremedim. Fakat ben bu gariplikleri sizin gibi meçhul
ve tabiatüstü kuvvetiere dayandınnıyorum. Bunların hiçbi­
rinde cadı eli görmüyorum. '
'Bunların hepsinde cadı eli pek açık, pek meydanda görü­
nüyor, ama siz görmek istemiyorsunuz.'
'Belki ... içini biraz daha karıştımsam zihnimizi ucu bu­
cağı bulunmaz karışıklıklara düşürecek yeni garipliklere te­
sadüf etmekten çekinerek bu uğursuz çekmeceyi işte kapıya­
rum,' dedi.
Aynanın kenanndan fotoğrafı alıp çekmeceye tıkarak tır­
rak diye kapağı indirdi. İşte o zaman ben telaşla bağırarak:

82
' Kapamayınız ... Kapamayın ız . . . '
'Niçin?'
' İçinde daha görülecek şey var. '
'Nedir?'
'Esrarın büyüğü . . . En müthişi . . . En akıl ermezi .. . '
'Neymiş o?'
'Bir makbuz .. ' .

'Nasıl makbuz?'
' Pek usulünde bir makbuz! '

'Tuhaf şey... '


' Daha anlayamadınız mı?'
'Hayır... '
'Mücevheratı alan yabancı değilmiş. '
' Kimmiş?'
'Çekmecenin açılış şeklini sizden başka bilen zat.. . '
'Merhume?'
'Ta kendisi ! '
'Ölü mücevheri ne yapacakmış? '
'Öteki dünyada düğün mü varmış, neymiş! Besbelli takı­
nacakmış. '
'Hanım böyle vahim bir meselede alay etmek iyi değil­
dir. '
' Vallah alay etmiyorum. Durum öyle gerektiği için aldım,
diyor. Makbuzunda öyle yazıyor. '
'Hanımcığım eğleniyorsunuz . . . Eğleniyorsunuz ... '
'Efendiciğim asla. . . Asla.. . '

83
'Bu gariplikler içinde zaten akılsızlaştım. Siz de zihnimi
büsbütün alt üst etmeyin iz. '
' Çekmecenin içindeki beyaz kutuyu açarsanız iddiamın
itiraz götürmez delilini orada bulursunuz. '

84
13
Binnaz'm Yazısı

Efendi kapağı tekrar kaldırdı. Beyaz kutuyu buldu. Çıkar­


dı. Vidaya dokundu. Kutu açıldı. İçinden kağıdı aldı. Katla­
rını açtı. O birkaç satır yazıyı görür görmez zavallı adamın
aldığı hali bin sene ömrüm olsa yine unutamam. Korkunç bir
facianın en heyecan verici noktasında bütün sanat yeteneği­
ni gösteren bir aktörün üzüntülü dehşetini doğal bir şekilde
göstererek şırnak diye elini alnına vurduktan sonra gittikçe
perdesi yükselen boğuk bir sedayla, ' Binnaz ' ın yazısı. .. Bin­
naz 'ın yazısı. .. Binnaz ' ın yazısı ... ' şeklindeki aynı cümleleri
tekrar etti. Elinde kağıt ve adeta çı ldırmış bir şekilde odanın
ortasında dolaşmaya başladı. Halinden korktum.
Gözlerini satırlardan ayırmayarak hala tekrar ediyordu:
'Binnaz'ın yazısı. .. İşte bu hiç şüphe götürmez. Binnaz'ın
yazısı. . . Evet... Buna akan sular durur. Binnaz ' ın yazısı...
Vallah onun yazısı. .. Billah onun yazıs ı . . . '
Baktım k i biçare adamın b u "Binnaz' ı n yazısı" cümlesini,
heyecan veren bu gerçeği her tekrar edişinde gözleri daha
ziyade büyüyor, sedası daha gürlüyor. Biraz tesell i etmek is­
teyerek:
'Efendi beyhude üzülmeyiniz. Bu yazı B innaz Hanım ' ın ...
Bu hakikate itiraza kimse cesaret edemez. Bunu uzun uzadı­
ya tekrara gerek yok... Ben şahsen ne B innaz Hanım' ı ne de
yazısını tanıdığım halde bu hattın şüphesiz onun olduğuna
yemin ederim. '
Bu derece kesin bir şekilde fikriınİ beyan edişime karşı
Naşit Nefi Efendi bir durdu. Beni garip bir şekilde en ince
ayrıntıya kadar incelemeye uğraşarak sordu:

H5
'Yazıyı ve sahibini tanımadığınız halde bu kanaati nasıl
edindin iz?'
' Makbuzun altındaki imza merhum hareminiz Binnaz Ha­
nım'ın imzası, buna ben de iman ettim. Katiyen başkasının
değil . '
'Deliliniz nedir?'
'İmzada katiyetle kimlik belirtilmiş .'
'Nasıl?'
'Bu İstanbu l ' da Naşit Ndi Efendi isminde sizden başka
bir zat da bulunabilir. '
' Evet. . . Bulunabilir. '
'Bu zatın olağanüstü bir rastlantı olarak Binnaz isminde
vefat etmiş bir de karısı olabilir. '
'Olabilir. . . '
'Fakat bu ikinci Binnaz Hanıım ' ın Rumelihisarı 'nda def­
nedilmiş bulunmasına, yani bu üçüncü tesadüfe pek zor ihti­
mal verilir. '
'Ne demek istiyorsunuz?'
' Şunu demek istiyorum ki karınız makbuzu eliyle yazdık­
tan, imza ve tarih attıktan sonra fevkalade bir iş gördüğüne
inanmış olan zamane aydınları gibi yazıyı yazdığı ve ikamet
ettiği yeri de belirtmiş. Rumelihisarı Kabristanı .. . Artık kim­
liğin kesinliğinden şüphe etmek mümkün değildir. Evet. . .
Bendeniz d e b u yazının onun olduğunu vicdanıının bütün sa­
mimiyetiyle tasdik ediyorum. Bunu bir düziye tekrarla nafile
üzülmeyiniz. '
'Ah hanımcığım, ah . .. Yazdığı ve ikamet ettiği yeri be­
lirtmek şöyle dursun hiç imza da atmamış olaydı, bu yazının
Binnaz ' ın olduğunu yine derhal tanırdım. Kuralına uygun
ve güzel yazıları bir dereceye kadar taklit, erbabınca müm-

86
kündür. Fakat bunun gibi tamamen usulsüz, kaidesiz, çarpık
çurpuk çizgileri bu derece aynılıkla benzetrnek fikriınce zor
değil, adeta imkansızdır. '
'Efendi farz ediniz ki yazı taklidinde bu derece yetenekli
biri bulunsun . . . Şaşkınlık dolu bakışlarımızın önüne açılan
bu tabiatüstü macerada yalnız taklitle iş bitmiyor ki . . . Bu
makbuz şu çekmecenin içine nasıl girdi?'
'Evet. . . '
' Dahası var. . . Eşiniz Binnaz Hanım, B u mücevheratı ge­
rektiği için aldım. Bir maddet sonra iade edeceğim, diyor.
Demek elmaslar bu yedi sekiz kilit altındaki çekmeceye tek­
rar girecek. '
'Bu takımları oradan alan yine getirip kutuların içine bı­
rakabilir. Amenna... Fakat o 'gerektiği için' tabirinden bir şey
anlayamadım. Ahirette mücevherin ne lüzumu olur?'
'Bu cadı meselesinin hangi noktasına aklımız erdi ki buna
ersin! '
'Öteki dünyada düğün demek olmaz, değil mi?'
' Acaba paraca sıkıldı da emniyet sandığına36 koymak için
mi aldı?'
'Bütün dünya halleri, alemde geçerli olan bütün işler ve
gizli kuruluşlar, hasılı her şeyin iç yüzü onlar için aşikar ise
emniyet sandığına koymaz. Daha sağlam bir yer arar. Lakin
ahirette parayı ne yapacak?'
'Efendi bunda o kadar büyük bir gariplik var ki buna bi­
zim aklımız bir türlü ermiyor ve ermeyecek. '
'Hanım aklıma bir şey geliyor. '

36 Halka tasarruf alışkanlığını aşılamak, küçük ve dağınık tasarrufları bir araya


getirerek gereksinim duyanlara sunmak amacıyla 1 868 yıl ında Mithat Paşa taralin­
dan sennayesiz olarak kurulan ve 1 907 yılında Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Banka­
sı'na devredilen kuruluş. (Y.h.n)

87
' Nedir?'
'Gayet sağlam bir zincir yaptırıp bütün anahtarları buna
bağlayarak boynuma takacağım ve hiç çıkarmayacağım. Ba­
kalım bu kadar kilitler nasıl açılarak mücevherat tekrar kuru­
larına girecek! '
'Boşuna bir zahmet. . .'
' Niçin?'
' Mücevheratı alan manevi el çekmeceyi anahtar kullana­
rak mı açıyor zannedersiniz?'
' Bizim eski cadı şimdi manevi el şeklindeki saygı değer
tabirle mi isim değiştirdi?'
' Makbuzu dikkatle okumadınız mı? Orada ruhun bedene
bürünmesine ait bir cümle var. '
' Evet. . . Var... '
Binnaz Hanım'ın bu dünya i le i lgili düşünceler arasında
da saygı görebilecek bu makbuzunu ikimiz birden dikkatle
birkaç defa daha okuduk. O son cümle şuydu:
Ruhların bedene bürünmesine inanmayanlarıniZI bu ders
ikaza kôfi değil midir?
Karı koca, içinde boğulduğumuz bu garip esrarın kalple­
rimize verdiği korkuyla birbirimizin yüzüne bakıştık. Cadı­
nın ... Estağfurullah merhumenin kabrinin ötesinden gelen bu
sorusu bizi ikaz etmekten ziyade sonsuz bir korku ve tered­
düde düşürmüştü. Nihayet sordum:
' Ruhların bedene bürünmesi hakkındaki fikriniz nedir?'
'Bu bahsi derin bir şekilde araştırmışlığım yok.'
' Benim hiç ... Bu ruhların bedene bürünmesi şeklindeki
ilimler üstü tabiri i lk defa olarak bu makbuzda gördüm. Fa­
kat.. . '

88
'E fakat? '
' Mademki biz bu konuda bilgi sahibi değiliz. Mademki
gözümüzün önünde cereyan eden bu gariplikleri hiçbir suret­
le izaha yol bulamıyoruz. Mademki bu işte tamamen acizlik
içindeyiz. O halde ne kadar her türlü ihtimal, hakikat ve tabi­
at üstünde olursa olsun ortağım merhume, bize Rumelihisarı
Kabristanı' ndaki ikametgahından her ne tebligatta bulunursa
inanıp gereğince iş yapmak mecburiyelinde olduğumuzu bil­
meliyiz.'
'Öyle inancıma uymayan garipliklere inanıp da dinden,
imandan çıkmaya vaktim yok. İnsan bir defa doğar, bir defa
ö lür. Kıyamet gününde dirilir. İşte bu kadar. . . Bundan ötesine
aklı m ermez. '
' Sizin aklınız ermiyorsa erenlerden sorunuz. Ne olduğu­
muzu anlayamadan bilmem kaçıncı eşiniz, boğulan yahut
söylediğiniz üzere kalp illetinden giden Hayriye Hanım gibi
biz de muhakkak birer kazaya uğrayacağız. '
Efendi gitti ve 'ruhların bedene bürünmesi' tabiri hak­
kında bilenlerden soruşturdu. Avrupa'da, Amerika'da, daha
bilmem nerelerde 'medyum' ismiyle anılan birtakım adamlar
varmış. Bunlar davet ettikleri ruhları bazen cesetlendirirmiş,
bu suretle bedene bürünen ruhların bedene bürünmesini elle
hissederek incelemek meraklılarca mümkün olabilirmiş.
Bu garip bahse dair efendinin alıp alacağı malumat işte
bundan ibaret kaldı. Bedbaht adam başını iki eli arasında sı­
kıp sıkıp da diyordu ki:
' Karım Binnaz Hanım pek cerbezeli, becerikli, yaman
bir kadındı. Fakat hayatında, öldükten sonra kendini cisim­
lendirmek için bir 'medyum' bulabilecek kadar faaliyet ve
işbilirlik gösterebiimiş olmasına şaşıyorum. Bu kimin aklına
gelir? Herkes ölmemek ister. Eğer hakikaten böyle vefatın
ilk gecesinde tekrar dirilmenin çaresi bulunduysa bu dünya
birbirine girer. Ölüm pek üzücü ve acı bir hadise olmakla

H9
beraber çok fenalıklara doğal olarak son verdiği için elzem­
dir. Gelen yoluyla, sırasıyla gitmeli ve giden aynı kimlikte
birkaç gün sonra tekrar gelmemeli. Gelmemeli . .. Sonra ha­
limiz ne olur? Mesela farz ediniz ki benim sekiz on kuşak­
tan beri olan büyük validelerim tekrar dünyayı özleyerek
hayata dönmüşler. Onların şimdi bu alemde benden başka
kimseleri yok . . . Elbette bana gelecekler. . . Ben bir validemi
bile hoşnut edemiyorum. Maazallah öyle bir düzine çenesi
düşük kocakarıyla sonra ne yaparım! Ruhlar böyle cisim­
leşmeye kalkarsa bütün dünya insanının işi biter. En evvel
bizim emekli sandıkları iflas eder. Bankalar kapanır. M iras
kelimesi manasız bir söz olur. Uaha öyle karışıklıklar, ga­
riplikler meydana gelir ki sayınakla bitmez. Ölü mezarında
gerek . . . Oradan çıkmaları ne kendileri ne de bizim için iyidir.
Sonra seçimlere karışırlar. Parlamentoya girerler. Dünya­
dan namusuyla, şerefiyle gitmiş olan edipleri, bilim adam­
larını buraya milletvekili olarak gönderirler. O biçarelerin
de benzerleri yüzünden iftiraya uğrayarak isimleri kirlenir.
Ayrıcalıklı zamanlarda nasılsa kazanmış oldukları şöhretleri
bozulur. Yol üzerlerinde çiğnenmekte olan mezarlık sakin­
leri, davaya kalkar, adı sanı kalmamış vakıfları yaptıranlar
bakanl ıktan hesap sorarsa bu işin içinden nasıl çıkılır? B izim
Binnaz'ın açtığı bu çığır iyi bir şey olmaz. Ah hanımcığım,
ah ! Hangi birini söyleyeyim? Binnaz pek huysuz, pek hırçın,
pek şirret bir kadındı. Kocalığım süresince ondan çektiğiınİ
ben bilirim. Öldü, kurtuldum zannettim. Şimdi hayale, akla
sığmaz bu hal nedir? iddiası sebebiyle ruhu cisimleşmiş veya
cisimleşmemiş olsun fakat bakınız, ahiretten de bana eziyet
emek için nasıl bir yol buldu? Binnaz öteki dünyadan benim
bu alemdeki işlerime müdahaleye başlarsa ben sıfırı tükettim
gitti, demektir. Şu işi böyle etsin, ötekini şöyle yapsın diye
artık buraya emirnameler gönderecek. Beni yine tamamıyla
baskısı altına alacak. Eski mazlumiyetimden daha müthiş bir
hayat dönemine gireceğim. Bari gelsin o buraya otursun, ben
gidip onun yerine mezara gireyim . '

90
'Aman beyefendi böyle her ağzımza geleni söylemeyiniz.
Merhumeyi gücendirirsiniz. Onun şimdi burada bulunup da
bizi dinlemedİğİ ne malum! '
' İşte bakınız. Artık bu hayat çekilir mi? Bundan sonra her
sözümü onun gönlünü hoş edecek şekilde söylemeye, her ha­
reketimi onun keyfine uydurmaya mı mecbur olacağım?'
Yeni dahil olduğumuz bu hayat tarzının garipliklerini,
dehşetlerini uzun uzadıya saydıktan sonra o gün kocam çek­
meceyi kilitledi. Bana dedi ki:
' Kayıp mücevherat şu çekmeceye nasıl girecek? Bunu
pek merak ediyorum. Takımların geriye dönüş şekillerini
kontrol etmek için aklıma bir çare geliyor. '
'Nedir?'
' Çekmeceyi hiç göz önünden ayırmamak. .. '
'Yumurtalarının üzerinden kalkmayan bir kuluçka gibi bu
çekmeceyi aralıksız bir şekilde dikkatli bakışlarımızın altın­
da bulundurmak nasıl mümkün olur?'
'Niçin olmasın?'
'Bu çekmeceye bekçilik etmek için memuriyetinizden is­
tifa mı edeceksiniz? Yoksa bunu da birlikte görev yerinize
getirip götürecek misiniz?'
'Bu dediğinizin ikisini de yapmayacağım.'
'Hükümete vaziyeti haber vererek çekmecenin başına si­
lahlı bir nöbetçi mi diktireceksiniz?'
'Öyle de değil.. . '
'Ya ne olacak?'
'Bazı bankalarda kirayla kasalar yahut kasa gözleri veri­
yorlar. Bu çekmeceyi öyle sağlam bir yerde saklattıracağım. '
' Efendi çok yanlış düşünüyorsun. Bu şekilde hareket pek
belalı, maazallah pek tehlikeli olur. '

91
'Neden?'
' Ruh mudur, cadı mıdır, cin midir, bu gözle görüleme­
yen hayırsıziarı banka kasalarma yollamaya vasıta olmak iyi
değildir. Bir kere oralara dadandılar mı akıl ermez surette
hırsızlıkların olması muhtemeldir. Sonra bu garipliklerin be­
lirtilerini sizin üzerinizde göstermek latifesine kalkışırlarsa
mahvolduğunuz gündür. Bu husus gayet etraflıca düşünmeye
değerdir. '
Efendiyi uzun bir düşünme aldı. Bu düşüncem pek yaba­
na atılacak gibi değildi. Kasa meselesinden vazgeçti. Bana
dedi k i :
'Çekmeceyi evde bulunduğum müddetçe ben bekleye­
yim. Ben yokken bu bekçilik vazifesini siz yerine getirin iz. '
' Rabbim esirgesin. Böyle tehlikeli bir vazifeyi üstlene­
mem. Hiç ötekilerle zıtlaşmaya gelir mi? Onlar çekmece ba­
şındaki bekçiyi isterlerse geçici olarak yahut sonsuza kadar
uyutamazlar mı?'

92
14
Aziz Bir Ruh, Muhterem Bir Hayal

Mücevheratın çekmeceden bu esrarengiz kayboluşunun


arkasından bizim için garip, üzücü, tahammül edilemez bir
hayat başladı. Bu kadar kilit altındaki mücevheratı böyle ko­
layca alabildikten sonra her lahza taarruzlarına açık duran
canlarımızı istedikleri anda almakta güçlük çekmeyecekleri
belliydi. Bir kere gücenıneye görsünler. . . Kocam Naş it N efi
Efendi benim maneviyatımı takviye için görünüşte bu garip­
l ikleri cadıdan başka şeylere atıfta beni o şekilde ikna etmeye
çalışıyor. Fakat hakikatteyse hortlaktan onun benden ziyade
korktuğunu, bu acayip olaya bir mana verebilmekte daha çok
dehşete düştüğünü anlıyordum. Yavaş yavaş zihinlerimizin
üzerine çöken bu bil inmezlik kabusu, bu korkunç zulüm için­
de artık bunalıyorduk. Bu hal günden güne hastayı kuvvetten
düşüren bir hastalık gibi cesaretimizi, metanetimizi kırıyor,
bizi dermansız bırakıyordu.
Cadı, hortlak, insan her neyse dehşet veren esrarıyla bizi
kuşatan bu karanlık elin gerçek kimliğine dair bir emare, bir
vesika yakalarnaclıkça artık bizim için ev içinde huzur müm­
kün değildir.
Her türlü ihtimali, düşünceyi göz önünde bulundurarak
cadıya karşı birlik olma politikası gütmeye karar verdik. Şer­
rine lanet. ..37 Huyuna, suyuna gitmek daha doğru bir hareket
olacaktı.
Artık bizim evlilik hayatımız ikil ikten çıktı. Üçleşti. Bir
kocam, bir ben, bir de o: Cadı. Gece gündüz her sohbetimiz­
de, her hareketimizde onu da hazır sayarak ona göre düşüne­
rek konuşuyorduk ve faydalı şeylere uğraşıyorduk.
37 Çok kötü ve şerli kimseler için, "O kadar kötü ki artık onunla uğraşmaktan
vazgeçiyorum" anlamında kullanıl ır. (Y.h.n)

93
Karı koca bizim birbirimize karşı gizli tuttuğumuz bazı
duygularımız, meselelerimiz olabilirdi. Fakat ona karşı sır­
larımızın olabilmesi mümkün müydü? Kilitler altındaki mü­
cevher kurularına nüfuz eden bu bilinmeyen kuvvetin, vicdan
ve ruhumuzun derinliklerini gözetlernek için en ince damar
ve asabımıza kadar girerneyeceği ne malumdul
Artık cadı tabirini kaldırdık. Onun adı aziz ruh, muhterem
hayal oldu. Evet, istediği vakit cisimleşmek gücüne sahip
olan bu kuvvet, her garipliğine ek olarak bizi kendine zorla
tapındınnak olağanüstülüğünü de gösteriyordu.
Böyle eıııdi insanlık uı:;;ı ve son amacı pek hayra yorulama­
yan bir aziz ruhun her saat, her an garip emirlerini yerine getir­
mektense her ne kadar kötü huylu olursa olsun yaşayan bir orta­
ğa sahip bulunmak nispeten pek büyük bir bahtiyarlık sayılırdı.
Bu kadar esircesine itaat göstermekle muhterem hayale
yaranabildik mi? Ne gezer. . . Biz onun acayip gücünün önün­
de baş eğdikçe o baskıcı isteklerini garip bir şekilde artırarak
rahatsız ediciliğini dayanılmaz bir raddeye vardırıyordu.
Bir aralık kocamın yüzünde ümitsizlik durgunlukları,
elem hatları arttı. Anlıyordum. Bu adama bir hal oluyordu,
fakat bana bu hali açmaktan çekiniyordu. O, ölü olduğu hal­
de kocama benden, yani diri karısından daha yakındı. Ara­
larında daha büyük, yok olmayan bir samirniyet hüküm sü­
rüyordu. Besbelli bu karı koca, benim anlayamayacağım bir
sırla ebediyen birbirine bağlıydı lar. Eşierden birinin vefatı bu
yaşamın ötesindeki bağı kıramamıştı . Kıramıyordu.
Bir akşam efendi, yalının kafesini sürdü. Denize karşı bir­
kaç tane parlattı. Çehresinden o daimi keder çizgileri geçici
olarak silindi. B iraz neşelendi. Evliliğimiz süresince bana
ilk defa senli benli hitap ederek içkinin tesiriyle ağzından şu
sözleri kaçırdı:
' Şükriye sana bir şey söyleyeceğim. Pek garip bulacak­
sın. '

94
' Söyleyiniz efendim. Birkaç zamandır garipliklerle o ka­
dar yakınlık kurduk ki en acayip şeyler bize pek tabii gelme­
ye başladı. '
Naşit Nefı Efendi o keyif halinde bile muhterem hayale
karşı affolunmaz bir pot kırmış olmaktan çekinerek odanın
gölgeleri içine doğru ürkek bakışlar gezdire gezdire sesinin
perdesini alçaltarak:
'Hıristiyanların inandıkları mesihiyet3K gibi biz de artık
teslis39 üzere yaşıyoruz. Şimdi mutlak o da aramızdadır. '
'Mutlak ... '

' Sen, ben, o ... Değil mi?'


'Evet.. . '
Bir an için adamcağızın yine çehresi gölgclcndi. Odanın
en loş tarafına doğru dikkatle bakmaya uğraşarak:
'Tuhaf değil mi? Aziz ruh beni senden fena halde kıska­
nıyor. '
Bu açıklama benim için, kocamın zannettiği kadar tuhaf
değil bilakis çok dehşet vericiydi. Çünkü aziz ruhun kıskanç­
l ığını üzerime çekmiş bulunmak ömrümün sonuna bir işaret
demekti. Ben hemen acı bir tebessümle dedim ki:
' Kalp illetinden taşlıkta vefat eden bedbaht ortağıını da
böyle kıskanmamışlar mıydı?'
Kocam cevap vermedi. Gözleri belli bel irsiz, hayatın öte­
sindeki bir cismin yalnız meczuplarca görülebilen izlerini
kovalıyor gibi odanın ışıktan mahrum kuytu köşelerini fırıl
fırıl dolaşıyordu. Yüreğime korku geldi. Acaba Naşit Nefı
Efendi çıldırmış mıydı? Kendisine benim tarafıından görüle­
meyen bazı gariplikler mi gözüküyor, bazı sırlar mı açığa çı-

3 8 Hz. İ sa'ya inanma


39 Hırisliyanlıkla Tanrı 'nın üç unsurdan (Balıa, Hz. isa ve kutsal rıı h tan) meydana
geldiğine inanma şeklindeki üçlü Tanrı anlayışı

95
kıyordu? Acaba ortağım muhtcrcm hayal, kocamın şuurunu
alarak beni ona mı boğdurtacaktı?
Dünyada her şeyin bir haddi olduğu gibi garipliklerin de
bir derecesi vardı. Bizim uğraştığımız bu ha.l zihinde tasarla­
nan bütün acayipliklerin üstüne çıkmış, her türlü haddi, ölçü­
yü, kıyası geçmişti . Artık dayanamayarak dedim ki :
'Ölü, diriyi nasıl kıskanır?'
Kocam gözlerini, tüylerimi ürpertecek şekilde bana dike­
rek:
'Yemin ederim ki kıskanıyor. .. '
Naşit Nefi Efendi 'nin onlarla karışık olmasından şimdi
cidden şüpheye başladım. Aziz ruh beni kocasından kıskan­
sa da acaba bu hissini kocasına ne şekilde anlatıyor, ifade
ediyordu? Demek bu ikisinin arasında benim anlayamadığım
bir anlaşma şekli var. Kendime buyuramayarak hemen ba­
ğırdım:
' Muhterem hayaile evliliğinize hala devam ediyor musu­
nuz efendim?'
'Bu nasıl söz? '
'Aziz ruhun sizi benden k ıskanmak yetkisini kendisinde
görmesi için vaziyetİn bu merkezde olması icap eder. '
0 bana hiç insaf göstermiyor. Şükriye, bari sen merha­
' ,

met et. . . '


'Efendi mademki sizin böyle gizli, dehşetli bir derdiniz
varmış. Niçin evlendiniz? Hiç olmazsa evlenmeden evvel
onun müsaadesini almaya, kıskanmayacağından emin olma­
ya uğraşmalıydınız. Günah değil mi? Eşlerinizden birisi işte
bu tedbirsizliklere kurban gitmiş. Beni de mahvediyorsunuz.
Çünkü akşamdan sabaha ne felakete uğrayacağım malum de­
ğil. O sizi benden kıskanıyurmu:;; ! Benim bunda ne suçum
var? Ben merhumeye Yasin okudum, yaranamadım. Herkes

96
onu cadı, hortlak gibi korkunç isimlerle yad ederken biz aziz
ruh, muhterem hayal rütbelerini verdik. Yine hoşnut edeme­
dik. Daha ne yapalım?'
'Haklısın Şükriye ... Yerden göğe kadar haklısın ... '
'Yalnız haklı olduğumu teslimle iş bitmez. Beni uğrattığı­
nız gibi bu beladan kurtarmalısınız. Bu meselede en günahsız
bir fert varsa o da benim ... Eşiniz cadı olmuş. Bunda benim
ne suçum var? Sizi aldığınız kadınlardan kıskanıyormuş.
Buna karşı alınacak tedbiri ben ne bileyim?'
'Haklısın diyorum ya Şükriye, haklısın ... '
'Yalnız haklısın demek para etmez efendi .. . Bu hakkım
neyi icap ettiriyorsa onu yapmakta dakika kaybetmemelisi­
niz! Aziz ruh sizi benden kıskanıyormuş. İşte hayatım için bu
bir tehlikedir. '
'Bu kadar telaş etme Şükriyeciğim . . . Bana ne olursa sana
da o olur. '
'Hayır... Hayır. . . Hükmünüzü kabul etmem. Muhterem
hayal, eşiniz Hayriye Hanım'ı taşlıkta boğduğu zaman sizi
cezadan muaf tutmuş. Hem size doğru, dosdoğru bir şey söy­
leyeyim mi?'
' Söyle ... '
'Muhterem hayalden korktuğum kadar sizden de korkma­
ya başladım. '
'Niçin? '
'Çünkü o sizi benden kıskandığını size ne şekilde bildir­
di? Artık siz gözüme o muhterem ruhlarla karışık gibi görü­
nüyorsunuz. '
Naşit Nefı Efendi b u sualime karşı parmaklarıyla birkaç
defa sakalım taraklayarak uzun ve etraflıca bir şekilde düşün­
dükten sonra cevap verdi:

97
' Rüyamda... '
' Demek ki siz manevi ve hakiki alemde, hayattaki eşleri­
nizden daha ziyade onunsun uz. '
'Neden?'
'Neden olacak! İstediği zaman hakiki ıllernde bildiğimiz
makbuz senedi gibi meramını size yazarak bildiriyor. Arzu
ederse rüyanıza giriyor. İşin iç yüzü böyle olduğu halde siz
görünüşte cadının varlığından hala şüphe eder gibi bulunu­
yorsunuz. '
' Evet... itiraf ederim hanım . . . Saklaması, açıklaması güç
bir durumdayım. Fakat cadı. .. Ay.. . Muhterem hayal in varlığı
hakkındaki kanaatim evvelden neyse yine odur. Her belirgin­
liğe karşı ben önceki bu fıkrimi muhafazaya uğraşacağım. '
' Hayır. . . Hayır. . . Artık b u fılcrinize zerrece katılamam.
Çünkü belirginliklere karşı ısrar, anlamsız olduğu kadar da
tehlikelidir. Bu konuyu münakaşayı bırakalım. Meselenin
içinden çıkamayacağımızı katiyen anlıyorum. Bu karanlık
maceranın anahtarını yine bir gün bize muhterem hayalin
kendisi verecektir, zannederim. Biz kendi anlayışımızia bu
karanlıktan çıkamayacağız. Size rüyada gelen bildiri bu kıs­
kançlık meselesinden ibaret mi oldu? Daha ne söyledi?'
' Bazı serzenişlerde bulundu . '
'Ne gibi?'
' Çoktandır kabrini ziyaret etmediğimizden şikayet etti . '
' Kabrini ziyaretimiz onu memnun edecekse bu bizim için
yapılması zor hizmet değildir. Sıkça ziyarette kusur etmeyiz.
Büyük hanımı, çocukları da beraber alarak bu ziyarete ailece
gideriz. '
'Zaten işte ben de size böyle bir tekiifte bulunacaktım.'

98
15
Kabir Ziyareti

Eylül sonuna doğru güneşli, berrak, güzel bir perşembe


günüydü. Naşit Nefı Efendi o gün vazifesinden erkence dön­
dü. Çocukları giydirdik. Biz büyükler hep abdest aldık. İrfan
Kadın 'Merhumeye helal-i hoş olsun .. . Hayli müddet hizme­
tİnı var. Buıı�.:a send ik eım:ktarıııı. Ben de aileden sayılırırn,'
sözleriyle bu ziyarete katıldı. Hazırlandık. İhtiyar lala Hur­
şit Ağa, kızı kucağına aldı. Oğlanın elinden tuttu. Önümüze
düştü.
Yalıların arkasındaki eğri büğrü, inişli çıkışlı sıçan yolun­
dan gitmeye başladık. Bakkal dükkanından atiasak karşıki
sebzecinin küfesine düşecek kadar dar olan çarşıyı yürüdük.
Oranın Hisar'ın yegane caddesi olduğuna vaktiyle ehemmi­
yet verilmeyerek havaları yalı sahiplerine satı lmış bu kuru
köprü altlarından geçtik. Kahveterin önüne geldik. Buranın
evvelce Hisar'ın saygın bir gezinti yeri olduğu kahvehane­
terin adediyle, eskiden dikilmesi için emek verilmiş büyük
ağaçlardan anlaşılıyordu. Fakat şimdi sahil bulunmasına rağ­
men adeta mezbele haline gelmiş ve kaldırımı o kadar bo­
zulmuştu ki bu taşlar, Hazreti Fatih ' in hisarı inşası tarihinde
döşenmiş zannolunuyordu.
Buranın nezih insanları, hamallar, mavnacılar, bekçiler
küçük iskemlelerin üzerinde kahve, nargile ile keyif çatıyor­
lar; arkasını ağaca vererek eylül güneşinin ılık sıcaklığıyla
yaşlı, vücudunu ısıtınaya uğraşan ihtiyar bir harnal avucunda
tuttuğu yemeni40 sarılı eski fesinin içinde parmaklarının ucu­
nu örümcek ayağı gibi gezdirerek bir şeyler avlıyordu.

40 Ü zerine kalıpla desen basılıp elle boyanan ve kadınlar tarafından başa bağlanan
Lülbent

99
Kahvelerden birinin cam lı, dar bir dolap gibi uzanmış ucun­
da, oraya nasıl sığdığına hayret edilen mor kürklü, şişman bir
efendi okumaktan yorulmuş olduğu elindeki gazeteyi, sinekie­
rin taarruzuna karşı yüzüne siper ederek kahvenin gürültüsüne,
yedekçi lerin şamatasına rağmen ağır bir uykuya varmıştı.
Umumi helaların yamacındaki harap muvakkithanenin4 1
tel gerili penceresinden içeri baktık. En evvel görülen şey ot
minder üzerine serilmiş bir koyun pöstekisiyle Şam alacası
yüzlü eski yastıktan ibaret, muvakkir2 efendinin dervişlere
özgü döşeği oldu.
Evvela, burasını küçük bir limonluk zannettim, içerisi
saksı doluydu. Sardunya, limon yaprakları arasından akrep,
yelkovan aradık. Nihayet buranın bir muvakkithane olduğu­
nu ortaya koyan, cephe duvarına birer yalancı şahit gibi yer­
leştirilmiş iki yerli saat gördük.
Uçkurlar meydanda, bir el sigarada, diğeri şalvarların­
da helalardan uğrayan bazı kimseler, bu yaprak ve fidanlar
arasından saati seçebilmek için pencere önündekilere göğüs
vuruyorlardı.
Biz çoluk çocuk, takuş tukuş yolumuza devam ettik. Bi­
raz gittik. Kale duvarlarının önüne geldik. Kısa bir yokuştan
indik. Sahile çıktık. Kablonun arkasında, yalak taşı zemi­
ne kadar aşınmış çeşmeyi geçtikten sonra hisar bedeninde,
sokağa açılmış yarı daire şeklinde geniş bir delik gördüm.
Büyük, küçük insanlar fare gibi büzülerek bu delikten girip
çıkıyorlardı. Meğerse bu tarihi menfez yukarı mahallenin ge­
çidiymiş. İçerisine baktım. Kale duvarları arasında kademe
kademe kaldırırnit bir sokak.. .
Süslemek amacıyla karakolun önüne çeşitli mesafeler­
de dizilmiş, otuz kırk santim çapında yuvarlak taşlar vardı.
4 1 i çinde muvakkitler tarafından ayarlanmış saatlerle b u işe yarayan aletlerin bu­
hınclıığıı. kiiçiik bir rasathaneyi andıran ve daha çok büyük camiierin bitişiğinde
yer alan bina
42 Güneşe bakarak namaz vakitlerini bildiren kimse

1 00
Bunlar Hazreti Fatih 'e ait tarihi güllelenniş. Üzerlerine ta­
rihlerine dair birer kayıt yerine kaba bir el şekli ve kırmızı
boyayla karşılıklı iki hilal ortasına birer yıldız resmedilmiş.
Yağmurdan boyalar akmış. Şekiller birbirine karışmış, gülle­
ler kıpkızıl kesilmiş.

Posta ve telgraf binasıyla fener kulesinin arasındaki bu


tarihi yerin ufak bir sahası yerelliğe önem verilerek uygun bir
şekilde temizlenmesi ve düzenlenmesi gerekirken hırdavat
yeri sayılmış, telgrafhanenin çürümek için güneş ve havanın
etkisine terk ettiği yığın yığın aletlerin en kazı yeti şmiyorrnuş
gibi öteki beriki, kullanımdan düşmüş sandal ve kayıkları­
nın mantar kesilmiş iskeletlerini bu çürüklüğe bağışlamışlar.
Hele duvar dibindeki işe yaramaz şeyler, paçavracıların bile
almaya tenezzül etmedikleri kokmuş, lime time arnele şal­
varları, çamaşırları ahalimizin, belediyemizin zevksizliğine,
tembelliğine pek açık bir örnek gösteriyordu.

Kocam Naşit Nefı Efendi dedi ki :

'Burası deniz kenan . . . Bu iğrenç şeyleri buralara saçan


düşüncesiz eller, biraz daha öteye fırlatsa acaba bileklerinden
kopar mı? Bu duvarların her bir taşı bizim için birer hikmet
cümlesi, güzel birer tarihi yadigiirdır. Gönül ister ki geçmi­
şimizin yüceliğini düşünmeye buraya gelecek ziyaretçi ler, şu
burç ve kale hisartarının etrafını düşüncelerine ilhamlar ve­
recek, şiir kokusunu hissettirecek gönül süsleyen birer bahçe
halinde görsün... İşte Avrupalı gelir, Türk 'ün ruhunu bu mez­
belede arar ve hakkımızdaki korkunç hükmünü verir. Çünkü
Avrupa'da bir demiryolu makasçısının bahçesi, bir Fatih'in
heybetli maneviyalının uyuduğu bu yerlerden pek temiz ve
latiftir. '

B u ihmalkarlık v e hünnetsizliğimize karşı hisarın maz­


gallarından tarihin gözlerinin kınayan bakışlarını üzerimize
dikilmiş zaımederek yürüdük.

101
Durmuş Dede Tekkesi'nin önüne geldik. İrfan Kadın bina­
nın badrum katındaki küçücük kare pencerelerini göstererek:
'A hanım bak bu binaları yapan kal fa, şimdiye kadar hiç­
bir mimarın aklına gelmeyen bir icatta bulunmuş. '
'Neymiş o?'
'Ne olacak! Bazı esnafın gazetelerle ilan ettirdikleri gibi . . .
Hem zarafet, hem metanet, hem ucuzluk . .. '

'Nasıl şeymiş o?'


'Nasıl olacak! Ufak ufak maltız ocaklarını43 pencerelere
geçirmiş ler, demir parmaklık yapmışlar. '
'A sahi l Ne tuhaf olmuş,' dedim. Efendi gülerek:
' İnşaatta bu fıyat pahalılığı devam ederse dış saldırılardan
korunmak için artık yavaş yavaş külbastı ızgaraları, parmak­
lık diye pencerelere mıhlanacak. '
Hep gülüşerek yolumuza devam ettik. Durmuş Dede Tür­
besi'nden sonra mezarlık başladı. Hemen insan boyu yük­
sekliğinde bir set duvar üzerinde boyalı, yaldızlı, sade, peh­
leli,44 pehlesiz, şebekeli,45 şebekesiz mezarlar, denize bakan
safların oluşmasıyla birbiri arkasına yığılarak gelene gcçcnc,
bağazın mavi sularına ve karşı sahilin girinti ve çıkıntılarına,
karniarına sanki sessizce bakıyorlardı.
Arkaya doğru birbirinden yükselen bu mezarların son ze­
minini yalçın kayadan, tabii bir duvar, bir dekor teşkil edi­
yordu. Bağırtan oyulmuş taş ocaklarındaki duvarlara ben­
zeyen taş katmanlarının sanki parçalara ayrılmış gibi bütün
damarları görünüyor, bu yamru yumru dik kaya yüzeyi üze­
rinde ağaç kökleri büyük yılanları andıran dolanmalar, bur­
guntularla uzanıyordu.

43 Çoğunlukla yemek pişirmekle kullanılan, içinde ızgarası bulunan, ayaklı ve


taşınır ocak
44 Taş sandukalı mezarlarda sandukanın yan taşı
45 Demir ka fes veya parmaklık

1 02
Bu mezar taşlarına altlarında yatanların kimliklerini bildi­
ren yazılar kazımışlar, fakat bu adet ölenlerin, yok olmuş var­
l ıklarından daima bir şey kaldığını dirilere göstermek için bir
teselli usulünden başka bir şey değil... Bu mermer kitlelerin
dikilişlerindeki her türlü itinaya rağmen altındaki çukurlar,
siyah kucaklarına emanet edilen vücutları kimlik değil, bir
varlık belirtisi bırakmayıncaya kadar karanlık ve ebedi faal
dişleriyle yiyip hazmediyorlar.
Ortağım Binnaz Hanım, üzerieri mermer kapaklı bu ko­
vuklardan birinde ebediyeti seçmişti. Fakat nasıl olup da ölü­
mün herkese mahsus ve değişmez daimi kuralından kendisi
için istisnaya yol bulabiierek bu taş parçalarını devirip koca­
sının evine kadar geliyor, dirileri büyük bir hayret ve korku
içinde bırakıyordu.
Biraz daha yürüdük. Kabristan duvarına bitişik dolap ka­
dar dar bir kulübeciğin önünde bir tahta sedir üzerinde kuru
yüzlü, tahminen ellilik bir adam oturuyordu. Yanındaki ağzı
kırık testiyle teneke maşrapayı gören çocuklar, bunu sebilci
zannedip su istemeye başladı. Babaları şöyle cevap verdi:
'Evladım o sebilci değil . . . Şirket vapurlarının bayrakta­
rıdır. '
N esip:
'Ne yapar beybaba o?'
'Burası burundur. İki taraftan gelen vapurlar birbirini gö­
remez. Bu baba, elindeki bayrakla onlara işaret verir. '
'Nasıl işaret verir beybaba?'
' Eğer iki taraftan da vapur geliyorsa elindeki bayrağı ka­
palı tutarak yolun açık olmadığını anlatır. Vapur yalnız bir
taraftan geldiği zaman bayrağı açık tutar. '
Hakikaten işaret bayrağı, sapma sarılı olarak kulübenin
yanında duvara asılmış duruyordu. Ama ne bayrak! Ucu lime

1 03
lime olmuş, kare şeklindeki dokumaları bir kanaviçe46 bezi
kadar seyrelmiş, düz kırmızı, son derece pejmürde bir şey...
Merak ederek efendiden sordum:
' Acaba Şirket-i Hayriye47 bu kırmızı işaret bezini kaç se­
nede bir yeniler?'
Efendi:
'Nasrettin Hoca'nın hesabı olacak . '
Ben:
'Nasıl?'
Efendi:
'Bu işaret bezi eskidikçe yenisinin verilmesi hususunda
besbel l i bayraktar baba şirkete gerekli şekilde bir dilekçe tak­
dim eder. İdare, vapurlarca kull anımdan düşmüş eski bayrak­
ların ay ve yıldızlarını söktürerek yalnız kırmızı zeminlerini
bunlara bağışlar. '
Zavallı işaretçi baba, fakirane ve sade hayatı için lazım
olan gaz tenekesi dibinden yapma manga!, testi, pösteki cin­
sinden ilkel eşyalarıyla mezardan pek farkı olmayan o dar
dinlenme yerine sokularak ölülere yakın bir şekilde, bir diri­
nin yarı uhrevi bir yaşayışla yaşayabileceğine bir örnek gös­
teriyordu.
Yolumuza devam ettik. Mezarlık seti alçaldı. Mezarlıkla­
rın ardındaki kayadan, heybetl i duvar bitti. Oradan buradan,
ağaçlar fışkırmış sırtlar başladı. Eşyaya sanki gönül aldatan
başka bir güzellik ve sanat manzarası veren şark güneşinin
nurları, parıldayışları altındaki bu kırlar, mezarlar, rıhtımı
harap, kaldırımı bozuk, korkulukları yıkık sahil, bir kısım
gökyüzü yerlere serilmiş gibi uzanan mavi deniz, karşıdan

46 El işi yapmak için kul lanılan seyrek telli, kolalı keten bezi
47 1 854'ten 1 945'e kadar Roğa:ı:içi'nde yolcu taşıyan ve hu amaçla kurulan ilk
yerli anonim şirkettir. (Y.h.n)

1 04
periler sarayı güzelliğiyle görünen beyaz Göksu Kasrı4H ve
uzaklarda bu kıymetli manzaranın son bölümlerinde kalan
yeşil tepeler, ufuklar; ressamlara, kartpostallara bitmez tü­
kenmez mevzular teşkil eden bu güzellik ve şiir dolu manza­
ralar içinden gidiyorduk.
Bu yeni ve görülmedik güzelliği sanki ölülerden kıska­
narak diriler de bu sırtlara, hemen mezarlıkların aralarına
sokulmuşlar, köşkler yaptırmışlardı. Bütün bu hayırların en
üstünden, İngilizliğin memleketimizdeki eğitim üstünlüğüne
bir zafer şahidi gibi Robert Kolej binası, hükmeder bir şekil­
de bakıyordu .

Mezarlık arasından çıkan yokuşun önüne geldik. Sahi­


le, kabristandan hemen birkaç arşın49 açıkta üstü kapalı ve
bölmelere ayrılmış, gayet çirkin manzaralı kagir, büyük bir
helayla yakınına bir iskele inşa edilmiş, vinçler konulmuştu.
Bu iskeleye içieri büyük taşlar, putreller50 vesair inşaat
malzemeleriyle dolu büyük mavnalar yanaşmış. Eşya, vinç­
lerle deniz taşıtlarından çıkarılıp karada bekleyen manda ara­
balarına büyük bir gürültüyle yükleniyordu.
Kocam sokağın, maden kömürü, diğer döküntüler ve ora­
da nöbet bekleyen mandaların, beygirterin hemen devamlı
kokuşmuş dışkılarından meydana gelen pisliğini göstererek
dedi ki:
'Bu kadar ruhani, şairane ve özellikle kabristan olması
itibarıyla yüce olması gereken bir yerin böyle gözü ve bur-
48 Küçüksu Kasrı veya Göksu Kasrı, İ stanbul ' un Küçüksu semtinde, Göksu Dere­
si ile Küçüksu Deresi arasında, Boğaziçi'nde Ü sküdar-Beykoz sahilyolu üzerinde
yer alan kasırdır. Sultan Abdülmecit tarafından Nikoğos Balyan 'a yaptırılınış, in­
şaatı 1 856 yılında tamamlanmıştır. Eski adı "Göksu Kasrı" olan bu yapı, padişah­
ların, Boğaziçi kıyılarındaki b iniş kasırlarından biridir. Kasırlar sadece hünkiirların
malı sayılan ve sarayların haricinde inşa edilen, köşkten büyük binalardır. Devamlı
ikame! için kullanılınayan kasırlar, padişahların dinlenmeleri için vakit geçirdik­
leri yerdir. (Y.h.n)
49 Metrenin resmen kabulünden önce kullanılan eski uzunluk ölçüsü, orta parmak
ucu ile omuz haşı arasındaki mesafedir. Yak laşık 6!! santimeıreclir.
50 Yapılarda, demir yollarında kullanılan demir kiriş

1 05
nu kuvvetten düşürecek mertebedeki şu iğrençliği nedir? Bu
salıilin iki başında, yani Hisar ' la Bebek'te umumi helalar
varken mezarlık önüne sidik yeri inşa etmek hangi hayır sa­
hibinin güzel eseridir? Ben bu itirazı Amerikan Mektebi'ne
mensup bazı kişi lere ettim. Bana, Kabristanın kendisini si­
dikten kurtarmak için oraya hela inşa edildi. Bundan dolayt
iğneleyici sözler söylemek yerine teşekkür etmelisiniz, ceva­
bını verdiler. Bu cevap, ilk bakışta makul görünüyor. Fakat
meseleyi biraz inceleyelim. Bu hayrat gelip geçenler için mi
yapılmıştır? Hayır... Yakında umumi helalar varken müslim
ve gayrimüslim, hiçbir terbiyeli insan böyle iğrenç bir küs­
tahlıkta bulunmaz. Bu helanın yapılmasının sebebi, orada her
gün toplanan arnele içindir. Mektebin ek inşaatına ne vakit
son verilerek yapılar paydos edilecek, amele dağılacak? Bu
önemli noktayı belirlemek, Cenabıhakk'a mahsustur. Çünkü
Robert Kolej Mektebi, o tepeye kondurolduğu günden beri
orada inşaatın eksik olduğunu Hisar'da gençten, ihtiyardan
bilen kimse yok. İngilizliğin vatanımızda bir nüfuz sahası de­
mek olan o hakim mevkideki mektep binaları çoğaldıkça ço­
ğalıyor. Mektep idaresi hisarın zirvesindeki Hazreti Fatih'in
tarih boyunca ağızdan ağıza aktarılan öküz derisi ' lej and ' ı­
nı51 taklit ediyor galiba! Hikaye malum ya! Sultan İkinci
Mehmet, fetihten önce, Rum imparatoru Konstantin 'den, bir
öküz derisinin örtebileceği kadar bir yer talep etmiş. Müsaa­
de almayı başarınca, deriyi soğan zarı inceliğinde tabakalara
ayırarak hemen hisarın yapılmış bulunduğu alanı kaplayacak
genişlikte bir yer zapt etmiş.
Robert Kolej idaresi de yerin bu şekilde tarihe mal olma­
sından yararlanarak bir mektep yeri ele geçirdikten sonra ilk
tasarrufunun yer ölçüsünü senelerio adetlerine darpla tepe­
ye yayıldıkça yayılıyor. Bugün o alanda meydana getirilen
inşaat nitelik ve nicelik bakımından çürük, kararmış, tahta
evierden oluşan birkaç Rumelihisarı köyü kıyınetine üstün

5 I Fr. h!gende: Efsane

1 06
gelecek bir hale gelmiştir. İşte buna Konket pasifık'52 yani
barışçıl fetih derler. Bu müddet zarfında bize, yani bu mem­
leketin sahiplerine mensup rüştiyelerin,53 sultaniyelerin,54
hemen bütün okulların Meşrutiyetzade55 bazı milli eğitim
bakanlarımızın minnettarlıkla yaptıkları yenilikçi yardımla­
rıyla isimleri değiştirilmekten başka binalarının birer karış
genişlemediğine hayret mi edelim, teessüf mü?
Bu tepedeki mektep, bir Türk eğitim kurumu olsaydı me­
zarlığın önüne iskele inşasına, vakıftar itiraz eder, belediye
müsaade vermezdi. Mezarlık yakınlarına yapılan bu hela için
acaba neler söylenmez ne lanetler yağdırılmazdı? Bu mem­
lekette hürmete layık ve başarılı bir şekilde yaşamak için
Türk'ten başka bir şey olmak lazım gelir. Memleketimizde
A lman, İngiliz, Fransız, Rus nüfuzu her gün bizi biraz daha
kapiayarak boğuyor. Her birimiz pek sebebini bilmeyerek
bu yabancı milletlerden birinin taraftarı, gafılane övücüsü,
isteklerini yerine getiren destekçileriyiz. Onlarınsa şüpheli
iyilikseverlikleri, maksatları çoğunlukla birbirinin aynıdır. '
Naşit Nefı Efendi böyle söylenerek gidiyor, biz de arka­
sından yürüyorduk. Yokuşun sol tarafında bir ayak kahveci­
si, kabristanın içine iskemielerini atmış, yüksek pehleli bir
mezarın üzerini tezgah varsayarak fıncanlarını, cezvelerini,
mangalını, maşasını dizmiş, 'BuyullTfun efendim ! ' uzayıp
giden bağırışıyla geleni geçeni o mezarlar arasında, bu kab­
ristanda kahve içmeye davet ediyordu.
Kocam eliyle kahveeiyi işaret ederek:
'Herifın biraz daha sermayesi olsa mezarın üstünde kazan
kaynatacak ve buna da kimse bir şey demeyecek .. . '

52 Fr. conquete pacifique: Barışçıl fetih


53 Eskiden ortaokul derecesinde olan okul
54 l l . Meşrutiyet 'ten ( 1 90K) son ra kımılan lise seviyesindeki okullara verilen ad
5 5 Meşrutiyet, Osmanlı Devleti ' nde Birinci ve İ kinci Meşrutiyet isimleriyle anılan
ve 1 8 76, 1 908 yıllarında ilan edilen siyasi dönem için kullanılır. Bu yönelimle başa
gelen bakanları kasteder. (Y.h.n)

1 07
İrfan Kadın şöyle cevap verdi:
'Merhume Binnaz Hanım geceleri yahya gelip bizi kor­
kutaeağına biraz bu heriflere görünerek, mektep direktörte­
rinden bir ikisini çarparak kabristanı musaHatlardan kurtarsa
ya! '
Efendi:
' Mezarlığa saygının ne olduğunu bilmeyen bu zavallı ca­
hilleri, Türklerin ölülerine değil , dirilerine bile itibar etme­
yen Frenkleri niye çarpsın ! Gitsin de vakıflardaki, şehrema­
netindeki56 bu konunun ilgilileri kimse onları çarpsın ! '

56 Osmanlı Devleti zamanında i stanbul'da şehrin temizliği, bakımı ve dirlik düze­


niyle ilgilenen mahalli idare, i stanbul Belediyesi

1 08
16
Mutasavvafane Bir Şiir
Bu sözleriyle bütün zihinler ziyaret maksadımız olan Bin­
naz Hanım'a döndü. Yokuşu hayli çıktık. Efendi sağ tarafa,
kabristanın içine saptı. Sonbahar yağmurlarıyla tazelenmiş
çimenierden oluşan yeşil kaliçeyi çiğneyerek, kurumuş di­
kenlere, dökülmüş kozalaklara basarak, çalılardan etekleri­
ınizi sakınarak mezarlar arasından gidiyorduk. Zirvesindeki
serviyle bir ufak tabya57 şeklini almış bir tepeciğin etrafını
döndükten sonra biraz kuzeye doğru yürüdük. Efendi, çubuk­
ları sık, geniş kafesi yeşil boyalı, düzgün pehleli bir mezarın
önünde durdu. Defnedilmiş kişi kadın o lduğundan tepesinde­
ki işareti yelpaze şeklinde açılmış, yeşil zemin üzerine yal­
dızlanmış yazıları kıbleye doğru bakan bir taşın satıriarına
göz gezdirerek 'Naşit Nefı Efendi Karısı Merhume Emine
Binnaz Hanım'ın .. . ' ibaresini okudum. Kafesin demir kapısı
kilitliydi. Bu koca kilidi, bu sık parmakl ıkları pek manidar
buldum. Naşit Nefı Efendi, zavallı adam, ölülerin akıllara
durgunluk veren 'öldükten sonra gezinme' illetine tutulmuş,
defnedilmiş karısını ' Belki bu suretle zapt edebilirim,' boş
hayaliyle kabrin her tarafını sımsıkı demir bir kafes içine al­
dırmış. Fakat bu masraflı tedbirin maksada kifayet etmediği­
ni aziz ruh gösterdiği gece dolanmalarıyla, etrafa saldırılarla
ispat ediyor. Şehzadebaşı Karakolu yakınlarında yatan müba­
rek Bukağılı Dede gibi kabre bukağı larSK vurdurup bir de açık
göz türbedar tayin ettirse galiba yine B innaz'ı esrarlı gece
dolaşmalarından menetmek mümkün olmayacak.
Bütün dikkatirole mezarı incelemeye başladım. Bunun
içindeki ölü, bu mermer kütlelerin, bu kadar ağırlıkların al-
57 Bir istihkiimın siperlerinden dışarıya taşacak şekilde ve tek olarak yapılmış top
yeri, küçük ve tek istihkiim
58 Eskiden mahkumların ayaklarına takılan ve ucuna pranga bağlanan demir hal­
ka, künde

1 09
tından döşeğinden çıkar gibi nasıl kalkabiliyordu? Tetkik­
te devam ettikçe hayret ve şaşkınlığım son dereceyi buldu.
Çünkü pek uyumlu kapanmış olan pelıle kapağı derzinden
pul kadar bir şey dökülmemişti.
Yüzümü kafesin parmaklıkianna yapıştırarak görmeye
uğraşırken Naşit Nefı cebinden bir anahtar çıkardı. Kafesin
kapısını açmak için uğraşmaya başladı. Kilit rutubetten pas­
lanmış, içinde anahtar zor dönüyordu. Hayli çalıştı. Nihayet
kapı açıldı. Bu zorluk kilidin epey zamandan beri işlememiş
olduğunu ispata kafıydi. Kafesten içeri girdik. Ayaklarımızın
altındaki zümrüdP9 kaba kadifeye benzeyen çimen, hiç çiğ­
nenmemişti. Kabrio üstünde kuşların su içmeleri için oyulmuş
havuzcukta son yağmurdan biriken su, baş ucumuzdaki ser­
viyi, yeşil duruşuyla bir fotoğraf merceği gibi içine çekmiş,
öyle duruyordu. Kapağın bağlantılarını ve taşların bütün ek
yerlerini inceden ineeye inceledikten sonra kocama dedim ki:
'Bu sene zarfında şu çimeni bizimkilerden başka bir aya­
ğın çiğnemediğine, bu pelılenin hiçbir taşının kıpırdamadı­
ğına, kafesin kilidinin açılmadığına, hiçbir ınanevi cezadan
çekinmeksizin bütün kalbimle yemin edebilirim. Bakınız ka­
pağın üstündeki kuş yalakçığının suyu dökülmemiş duruyor.
Yağmur yağalı üç gün oldu. Halbuki aziz ruh, yine dün gece
çocuklarına yemiş getirmiş. Bu kapağı açıp da mezardan çık­
sa üstündeki su dökülmez mi? '
Efendi :
' Hanım bu acayip hadiseyi insan dünyevi mantıkla açık­
lamaya, bu alemdeki açıklıkla karşılaştırmaya uğraşırsa aklı
çileden çıkar. Bilmem ki . .. Ne diyeceğiıni şaşırdım. Bu mese­
lede neredeyse kanıtlanmış gibi görünen şeyleri hakikat ola­
rak kabul eden adam, maazallah aklını kurtulması mümkün
olmayan bir kapana kaptırmış demektir. Bunun ötesi düpedüz
tımarhanedir. Dehşetli bakışlarımızın önündeki bu gariplik­
ler ne kadar büyük bir açıklıkla cereyan ederse etsin çıldırma
59 Zümrüt yeşil i

1 10
tehlikesinden kendimizi korumak için biz bunlara mümkün
mertebe inanmamakta ısrar etmeliyiz. Hatta boş yere incele­
melerle de uğraşmamahyız. Başka çare yok. .. Akılla cinnetin
arası zannolunduğu kadar uzun bir mesafe deği ldir. Aziz ruh
geldi, muhterem hayal gitti, derken zihin oynatmak muhte­
meldir. Daha doğrusu bizi bugün uzman bir doktor muayene
etse, içinde bulunduğumuz şu garip hali ona bütün heyecan
verici tafsilatıyla anlatsak ikimizi de bazı derecede tedaviye
muhtaç bulur, zannederim. Aman hanımcığım dikkat... Cin­
netİn ilk kademelerine kendimizi bile bile adım atmayalım . '
Ben:
' Evet, hakkınız var. Bir daktorun eline geçsek bizde ince­
lemeye değer bazı hastahklar bulacağından ben de eminim.
Lakin efendi, biz buraya niçin geldik? Aziz ruhun hatırını hoş
etmek için değil mi? Binnaz Hanım 'ın sizi benden kıskandı­
ğını söyleyen siz değil misiniz? Onun bu hissine ne suretle
vakıf oldunuz? Yalnız 'rüyada' demekle bana ikna edici bir
cevap vermiş olamazsınız. Söyleyiniz . . . '
Efendi:
'
,

Ben:
'Rica ederim, cevap veriniz.. . Aziz hayal ile aranızda ben­
den gizlediğiniz daha pek çok şey olduğunu biliyorum. Bir­
birinize histerinizi anlatmak için elbette bir çeşit haberleşme
yolunuz var. Siz o kadının dünya dışı görünen karanlık sır­
Ianna herkesten ziyade karışmışsınız. Cinnetin sınırında do­
laşıyorsunuz demektir. Hakikati bana da açık söyleyiniz de
çıldıracaksak beraber çıldıralım. Bana açıklamakta sakınca­
lar gördüğünüz noktalara gelince . . . Bu meselenin uzun boylu
incelenmesinin başarıl ı olamayacağını söylemekle araştır­
malarıının önüne set çekmek istiyorsunuz. İşte ben anlamak
için şimdi meraktan çıldırıyorum. Bu ölü kadın, şu mezardan
çıkıp da mı yahya geliyor?'

lll
'Ne bi leyim ben ! '
'Elbette bilirsiniz. Elbette zihnen bunu keşfe uğraşmış,
katiyen hakikate erememiş olsanız bile bu konuda birçok
ihtimaller düşünmüş, varsayımlarda bulunmuşsunuzdur. Ne
olur düşündüklerinizi, yaklaşık olarak da olsa meydana ge­
tirdiğiniz kanaatİnizi bana da söyleyiniz. '
'Hanım, emin olunuz, bu meselede sizden ziyade bildi­
ğim bir şey yoktur. Çünkü deminden söyledim ya! Bu ga­
riplikleri inceleım:ye uğra:;;ayırn derken aklımı kaybetmekten
korkuyorum. '
'Öyleyse akltma gelen ihtimalleri ben söyleyeyim.'
' Söyleyiniz ... '
' Ruhlar için manevidir, deniyor. Hayattaki halinde ruh,
vücutla nasıl zarflanıyorsa besbelli Binnaz Hanım'ın ruhu da
vefatından sonra bu kabrin taştan yapılmış kutusuna sığın­
mış. Fakat istediği zaman oradan çıkıyor. Çıktıktan sonra be­
dene bürünüyor. Bu hususta zihne gelebilecek varsayımların
en makulü işte bu olabilir. '
'Bu varsayımımza karşı evet ya da hayır di yemem. '
'Niçin? '
'Bu o kadar akıl ermez bir meseledir ki buna benim gibi
cahil bir adam değil en ünlü alimler, bilginler, zamanın filo­
zofları bile kesin bir cevap verebilmekten aciz kalır zanne­
derim. '
'Ben tahsili noksan, zihni, muhakemesi sınırlı bir kadı­
nım. Akltma geleni söylüyorum. Söylerken günaha girmiş
olmaktan da korkuyorum. Merak ettiğim bir taraf var. '
'Nedir?'
' Ruhlar ölümsüz, cesetler ölümlüymüş . .. Bir ruh, bir ka­
hp eskittikten sonra başka cesetlere geçiyor mu? Geçmiyorsa

ı12
Binnaz Hanım'ın cesedi şu mezarda çürürken ruhu diğer bir
kahba nasıl girebiliyor? Hem bir ruhun bir cesedi yaratılış
kurallarına göre diriltmesi ana rahmindeki döllenme yoluy­
la başlar. İnsanın ekildiği arazinin fide yeri ana rahmi değil
midir? Yaratılışın usulü böyleyken B innaz Hanım'ın ruhu,
vefatının ikinci gecesinde önceki kahbına benzeyen diğer bir
bedene nasıl geçebiliyor?'
Bu acayip konuşmalarımızdan hiçbir şey anlamayarak bi­
raz geriden bizi dinlemekte olan İrfan K aclın söze atı l dı :
'Hanımcığım söyleştiğiniz bu okumuşça lakırdılara aklım
ermez, ama Binnaz Hanım başka bedene girmiyor. O, yahya
bizim bildiğimiz eski bedeniyle geliyor. Kıyafeti bile tama­
mıyla eski kıyafeti ...
'

Naşit Nefi Efendi, İrfan Kadın'ın böyle anlar anlamaz


söze karışmasına hiddetlenerek:
' Sen sus kadın ... Binnaz'ı cadı eden sizin işte bu cahilce
çaçaronluklarınızdır. Benden başka bütün ev halkı, ona taş­
l ıkta bir iki defa tesadüf ettiniz, hatta uzun uzadıya konuştu­
nuz. Binnaz size ahiretteki halinden bahsetti. Siz ona dün­
yadan malumat verdiniz. Bu söylentilerle mesele en cesur
fikirtileri bile durduracak, acabaya düşürecek tehlikeli bir hiil
aldı. Kadın dırıltılarını, bu sizin dünyaları karıştıran dediko­
dunuzu ölüm bile durduramıyor. İliallah elinizden yahu ... '

Kadıncağız, efendinin hiddetini görerek sustu. Merhume­


nin mezarına yakın olmak adamda, şiddetli bir tesir meyda­
na getirdi. Gözlerinin akma kadar çehresine kan hücum etti.
Konuşmadan durduğu zamanda bile dudaklarının garip bir
asabiyetle titrediği görülüyor, gözleri vakit vakit kabristanın
boşlukianna dikilerek dakikalarca sabit kal ıyordu. Aziz ruhla
aralarında bizce görülemeyen manevi bir ilişki mi başladı?
Ruhlada temasa giriştikleri, vecde, cezbeye düştükleri an­
larda ruh çağıranlar, medyumlar ne hal alırlar? Böyle bizim
efendi gibi mi olurlar? Bilmiyorum. Hiç görmemiştim.

1 13
Aramızda ağır bir sükut başladı. Teneffüs ettiğimiz hava­
nın sanki her zerresinde dayanılmaz, gittikçe artan bir iç sı­
kıntısı varmış gibi hepimize tıkanmalar geliyordu. Bu sükut
esnasında, önümüzde taştan bir bilmece gibi duran mezarın
etrafında dönerek, içinde yatanın maneviyetinden, rahatsız­
lık veren sırlarıyla zihinlerimizi ezen bu üzücü bilmecenin
çözümünün anahtarını istirham eden dindarca bir tevekkülle
mermerin beyaz yüzeyine göz gezdiriyordum. Kabrin ayak
tarafının sağ köşesinde, kapak koruişine yakın, yazıya ben­
zer siyah çizikler gördüm. Eği lip dikkat ettim. Evet.. . Kurşun
kalemle yazılmış, küçük küçük satırlar. . . İlk satırı okudum.
Kendimi zapt ederneyerek bağırmışım. Kocam öfkeli bir ba­
kış atarak 'Ne o luyorsun?' dedi.
Bir kelime telaffuzuna kudret bulamadım. Bu defa üzün­
tüden cidden tıkanıyordum. Yalnız parmağımla yazıları işaret
ettim.
Naşit Nefı Efendi gözlüğünü düzelterek eğildi. O da gör­
dü. Mısraları parçalara ayırarak, zaten ezberindeki bir şiirmiş
zannolunacak kadar kolaylıkla ve akıcı bir ahenkle okumaya
başladı :
Vücud-i e(faz
Adem-i mana
Bekle dana
Ölüm rana
Eder ikaz60
Mezarı incelediğimiz andan beri bu yazılar orada mevcut
muydu? Yoksa sözlerimize cevap olarak bizi şaşırmak için
birdenbire mi belirdi?
Bu suali bakışlanınızla birbirimize söyledik. Fakat bu so­
runu çözmek mümkün değildi. Bir müddet şaşkın ve dilsiz
kaldıktan sonra kocama sordum:

60 Sözlerin varlığı 1 Anlamın yokluğu 1 Bekle alim 1 Ö lüm pek güzel / i kaz eder
(Y.h.n)

1 14
'Bu mısralar ne vakit yazılmış?'
'B ilmem ! '
'Yazıyı tanıdınız mı? '
'Onun el yazısına benziyor. '
' Hayatında aziz ruh böyle mutasavvıfane şiirler söyler
miydi?'
' Hayır.. . '
'Demek öldükten sonra şair olmuş . . . '

İkimiz de eğilerek bütün dikkatimizle yazıyı tetkike uğ­


raştık. Mısralar ince kurşun kalemle fakat irice harfter ve tit­
rek bir elle yazılmış, elifler adeta kırık çizgiler denecek titrek
bir yazıyla uzatılmıştı.
Binnaz Hanım'ın ölümünün gariplİğİnİ hangi yönden in­
celemeye girişsek bu sorunların pek azını çözebilmek şöyle
dursun endişeli bakışlarımızın önünde bu muamma başka
katmanlar meydana getiriyordu. Epeyce bir müddet tetkikten
sonra kocam tekrar etti:
'Evet... Evet. .. Binnaz'ın yazısına pek benziyor. '
'Zaten uzun uzadıya araştırıp ve incelemeye de lüzum
yok. Bu yazının Binnaz Hanım'ın olduğuna ben kesinlikle
hükmetti m gitti. '
'Bu kesinlikteki delilin nedir?'
'Ne olacak! Bu kafesin sizden başkasında bir anahtarı
daha var mı?'
'Hayır, yok ... '
'O halde bu mısraları yazan ya kuş kadar küçülerek bu de­
mir parmaklıkların arasından içeri girmiş veyahut sihir kuv­
vetiyle şu paslı kilidi açmış olacak. Başka türlü bu yazıları
nasıl yazabilir?'

ı15
Naşit Nefı Efendi verecek bir cevap bulamadı. Şaşkın ba­
kışlarımız mısralara yönelmiş olarak bir müddet daha yine
şaşkınlıkla durduk. Nihayet dedim ki:
' Şu karanlık meseleyi aydıntatmaya bizim aklımız yetmi­
yor. Bu meselede bari aziz ruhun doğruyu gösterecek yardı­
mına müracaat edelim.'
'Nasıl?'
'O mısralarla muhterem hayal bize arifane bazı hakikatle-
ri anlatmak istemiş.'
'Öyle olacak... '
' Şiirin niteliklerine erişebildiniz mi?'
'Henüz açık bir şekilde değil . '
'Tasavvuftan anlamam. B u mısralardan neredeyse hiçbir
şey anlamadım. Vücııd-i e(faz, adem-i mana ne demektir?
Bence adem, varlığın zıddıdır. Yokluktan mana çıkar mı? Vü­
cudun var olduğu zamanlarda gerçek anlamı aniaşılamıyor
da yokluğa göç ettikten sonra mı yaratılış sırları bil inecek?'
Kocam dirseğini mezara dayayarak içinde yatanın mane­
viyetinden açık bir şekilde yardım istercesine adeta bir müd­
det dalıp gittikten sonra:
'Bu mısraların görünürdeki anlamı dış görünüşü görenle­
ri oyalamak, aldatmak, derinleşmekten menetmek üzere bir
defıneyi gizlemek için üzerine yığılan i lgili ilgisiz şeylere
benzer. Büyük ve derin kelimeleri anlamak hakkı yalnızca
hak edenlere bahşolunmuş hususi bir imtiyazdır. Görünüşe
aldanarak bir şey anladım diye sevinip durmamalı, görünme­
yeni anlamaya uğraşmalı . '
'Efendi işte ben bu dediğiniz hususi imtiyazdan mahru­
mum. Bu m ısranın görünmeyen anlamlarını bana anlatınız.
Rica ederim. Çünkü ortağım şakaya gelir bir ölü değil. M ak­
sadını aniayalım da ona göre davranalım.'

ı t6
Kocamın yüzünde acayip bir keder oluştu. Ne söyleye­
ceğini şaşırdı. Rahatsızlık veren bir tereddütle dudaklarını
ısırarak 'Bu mısralardan kendirnce anladığım manaları sana
anlatmak işi me gelmez, ' dedi.
Biraz durduktan sonra ağzından kaçırdığı bu söze pişman
olmuş gibi ilave etti:
' Mısraların görünmeyen manalarma henüz ben de pek
erişemedim. '
'Demek ki siz de büyük kelimeleri anlamayı hak edenler­
den değilsiniz. Bu hususi imtiyazdan çok hisseniz yok. Bu
konuda fikir belirtmeye yetkili değilim ama böyle 'büyük
kelime' kisvesi altında pek çok saçma da bulunabileceğine
inanıyorum. Benim için en büyük kelime, manası en kolay
anlaşılandır. '
'Öyle deme hanım ... Bağışlanmış olan da, çalışarak edini­
len de basitten karmaşığa doğru çeşitli derecelerdedir. Kamil
bir insanın tecrübe ve araştırmasının ürünü olan felsefi bir
mazmununu61 tabii herkes anlayamaz. '
' Kamil bir insan, bir filozof hikmetinin mazmununu her­
kesin anlayabileceği bir lisanla ifade edemez mi? Var olan
dillerden hiçbiri buna müsait değil midir?'
'Büyük bir bilge, insanların tamamı tarafından değilse de
büyük bir kısmınca anlaşılabilecek şekilde maksadını ifade
edebilir. Lakin bazı hakikatler vardır ki insan kitlelerinin
tamamının bunları bilmesi, medeni toplulukların bugünkü
şekildeki idaresine göre bu dünyanın altını üstüne getirir.
Bu hakikatler, şimdilik onlara vakıf olup da gizli taraftarını
hazmedebileceklerin arasında neredeyse sır gibi bulunuyor.
Bütünüyle henüz pek malum değildir. İşte bu sebeple bazı
hakikatler, bir nevi seçkin bir dille yazılıp söyleniyor. '
'Aman efendim, pederim de bir iki ecnebi dil bildigine
göre filozof bir adamdır. Ondan işittiğime göre bu asırda ar-
6 1 Dolaylı olarak anlatılan, sczdirilmeye çalışılan ınana

1 17
tık hiçbir hakikatİn seçkinler arasında gizlice saklanmasına
imkan kalmamış, medeniyetin ışığı, geçmiş devirlerin karan­
lığını hep uyanık bakışların gözü önüne çıkarmışmış.'
'Hanım toplum bilimleri adına ortada henüz pek çok aslı
olmayan teoriler dolaşıp duruyor. Medeniyetlerinin parlak­
lığıyla gözlerimizi kamaştıran en büyük zannettiğimiz mil­
letler nezdinde b ile eşitlik, adalet, kardeşlik sehpası üzerine
kurulmuş görülen insanlık hukuku zırhının pek yufka, adeta
açık kalmış yerleri, iyileştirmek için çaresi bulunamamış acı
veren yaraları vardır. '
'Gizlenen ilietin çaresi bulunmaz. Bu dertler her neyse
meydana dökülmelidir. '
'Asırlardan beri bu yaralar hep gizli gizli işlemiş, bunları
açıklamaya cesaret gösteren büyük insanlar zindanlarda inte­
miş veya ölüıniere sürüklenmiştir. '
'Aman, bu söyledikleriniz geçmiş zamanlara mahsustur.
Şimdi öyle mi? Bugün bir Galile62 ortaya çıksa meydana
koyduğu büyük hakikatten dolayı engizisyon63 mahkemesi
huzurunda sözü geri aldınlmak yerine belki en büyük bilim
topluluğuna reis seçilir, bütün medeni mil letierin saygısı­
nı kazanırdı. Bugün en küçük bilimsel bir hakikat keşfeden
adam, büyük takdirlere, mükafatlara nail olmuyor mu?'
'Hanım bugünün hakiki Galileileri de şu anda bile onların
oğul larından çeşitli eziyetler ve hakaretler görüyor. '
'Bu dediklerinizi hiç anlamıyorum efendi ... '

'Bugün en medeni ve koşullarına bağlı milletierin yöne­


tim bayraklarının altına toplanmış insanlar hala iki kısımdır.
Hakim ve mahkum kısımlar. .. İşte kanunlar da bu esasa göre

62 Galileo Galilei ( 1 5 Şubat 1 564--8 Ocak ı 642), İ talyan astronom, lizikçi, mühen­
dis, filozof ve matematikçi. (Y.h.n)
63 Orta Çağ'da Katolik memleketlerinde dini inançlara karşı gelenleri bulup ceza­
landırmak üzere kurulan ve akıl almayacak derecede korkunç cezalar veren kilise
mahkemelerinin adı

1 18
yapılır. Ahlak kitapları da bu maksat gözetilerek yazılır ve
böyle olmak da insan kitlelerinin halihazır bilgi ve terbiyele­
rine bakılırsa zaruri gibidir. '
'Niçin? '
'Çünkü bugün insanlar kendilerine bahşedilmiş gibi gö­
rülen eşitlik, adalet, kardeşlik haklarından tamamıyla istifade
edebilecek bir eğitim ve kültür seviyesine yükselememişler­
dir. '
'Efendi, ne söylüyorsunuz! Kendi hukukunu tanır, başka­
larınınkine saygı duyar bu kadar alim, ahlaklı insanlar var. . . '
'Bunlar daima çok az kimsedir ki zorbalar sınıfıyla cahil­
ler arasında ezilen, rahatsız yaşayan biçarelerdir. Azınlıktan
bir şey çıkmaz. Çoğunluğu ıslah etmeli. '
' Şu anda var olan medeniyeti öyle nitelendiriyorsunuz ki
bana Orta Çağ'a dönmüşüz gibi geliyor. '
' Bence iki zaman arasında esasen büyük bir fark yok gi­
bidir. '
'Aman ne diyorsunuz! '
' Hanım, bu zamanın prangaları, kelepçeleri, zincirleri,
giyotinleri, darağaçları bir müzeye kaldırıldığı zaman Orta
Çağ işkence aletleriyle bunları mukayese edecek başka bir
çağın evladı, aralarında pek büyük bir fark bulamayacaktır
zannederim. Şimdiki en medeni şehirlerde darülacezelerden,
fukaraların sığınacağı yerlerden ziyade hapishanelere rastla­
nıyor.'
'Efendi, hep bu korkunç şeyler ne vakit dünyadan büsbü­
tün kalkacak?'
'Bütün insanlar hakiki eğitime tamamıyla eriştikleri va­
kit. . . '
' B u neyle anlaşılır v e n e zaman olacak?'

1 19
'Bu gelişmişlik derecesine yükselebiimiş henüz yeryü­
zünde bir memleket, bir millet yok ki onu örnek gösterebile­
yim. Söyleyeceğim varsayım gelecekteki insanlara ait belki
bir hayal, belki de imkansız bir dilektir. Bununla birlikte fi­
lozofların bakışlarının hedefi işte bu noktadır. Fakat bilmem
ki gelişmişliğin son noktası denilen gayeye ulaşınakla insan­
lığın yaratılışındaki bu çok üzücü vahşet ve hayvanlık yok
olabilecek miydi?'
'Sözlerinizden bir şey anlayamadım.'
'Hanım bugün en medeni zannettiğimiz milletler zorla
yaptırılan bir eğitimle yaşıyor. Çünkü hürriyet, eşitlik ve tam
bir kardeşlikle mutlu bildiğimiz memleketlerde hükümet, ka­
nun, mahkeme, hapishane, cezalandırma, idam var. Bunlar
niçin var? Çünkü kaldırılsa insanlar birbirini yer. Her yerde
'el-hükm el-min galeb'64 doğa kanunu açıktan açığa hüküm
sürer. Londra şehri derhal bir vahşet yerine döner. Şimdiki
medeni insanların terbiyeleri, sahibinin elindeki koca sopadan
korktuğu için itaat ediyor gibi görünen, fakat fırsat düştük­
çe dişleri sökülmüş ağzıyla onu eğitenin elini ısırmaya atılan
ayının haline benziyor. Filozofların ' ideal'Ieri olan insanlık
için temenni edilen hakiki terbiye ise bu değildir. Cezalan­
dmlma korkusuyla kaçınılan fenalıklar, mükafat ümidiyle
yapılan iyilikler, insanlığın yaratılışındaki üzüntü veren hay­
vaniiğı gidermiş sayılmaz. Ahlak güzelliği bizde dış etkilerin
zorlamasıyla mecburi değil adeta yaratılıştan gelen bir şekilde
kökleşerek gelişmeli, meydanda hakim-mahkum kalmamalı,
yani artık eğitime muhtaç bir fert görülmemeli, cehalet bü­
tün karanlığıyla ortadan kaldırılmalıdır. Bu ahlaki gelişmeyi
imkansız saymasak bile buna ulaşmak için daha çok vakit ol­
duğunu görüyoruz. O zamana kadar insanlık pek ıstıraplı de­
virler, nöbetler geçirecek, daha sayısız kurbanlar verecektir. '
' Aifedersiniz bütün bu sözlerinizin mezarın üstünde gör­
düğümüz şu yazılarla ne münasebeti olduğunu anlayamıyo-
64 "Hüküm, galip gelenindir" anlamındaki kalıplaşmış bir ifade. (Y.h.n)

1 20
rum? Bu açıklamalarınız mısraların bir kelimesini bile bana
izah edemedi . '
' İşte o mısralardan biraz anladığım hakikati sana izah et­
memek için bu sözlere giriştim.'
'Niçin efendi? Niçin?'
'Bu niçinleri izah için deminden beri sarf ettiğim sözleri­
mi birkaç sözle neticelendirmek lazım geliyor. '
'Buyurunuz. '
'İnsanların henüz gerektiği kadar ahlaki gelişmişliğe ere­
memiş olduklarını söyledim.'
' Evet. . . '
'Bu olgunlaşma meydana gelinceye kadar bir millet eşitlik,
hürriyet, kardeşlik kelimelerinin anlamlarının parlaklığı altın­
da ne kadar gelişme mucizeleri gösterse beyhudedir. İnsanlar
yine hakim, mahkum olarak iki sınıf şeklinde yaşayacaktır.'
'Bundan bana ne efendi ! '
' Bundan sana çok şey var. '
' Nedir?'
'İlk başta sen kadınsın, ben erkek. . . İkinci olarak sen ka­
rısın, ben koca .. . '
' Eee üçüncü olarak?'
'Üçüncü olarak ben hakim im, sen mahkum . . . '
'Tuhaf şey! '
'Darılma ... Var olan kanunun gereği bu . . '
.

' Var olan kanun kadınlara evlilik hukukundan hiçbir şey


temin etmiyor mu?'
' Ediyor. Bazı göz boyayacak şeyler. . . Tabirimi affedersin,
yularınız daima erkeklerin elindedir. '

121
' İstesem sızın bu mahklımiyetinizden kurtulamaz mı­
yım?'
' Kurtulursun. Fakat seni ben bıraksam pederinin idaresi­
ne girersin. Pederin olmasa biraderinin emrinde kalırsın. Ku­
cağında büyüttüğün oğlunun bile yönettiği mahkumsun . . . '
'Bizim de şeri65 birçok haklarımız olduğunu söylüyorlar. '
' Söylesinler... Size karşı erkeklerin sahip oldukları bir
haklarını söyleyeyim. Artık öte tarafını mukayese et. . . '
'Nedir?'
' Sen nikahım altındayken üzerine istediğim kadar evle­
nebilirim. Fakat aramızdaki bu şeri bağlılık mevcutken sen
başka bir erkeğe varabilir misin?'
'Peki . . . Peki . . . Anladım ki biz kadınlar erkeklere karşı
mahklımuz. Sözünüzün sonu nereye çıkacak?'
' İşte bu hakimiyet-mahkumiyetin icabı bizim size her ha­
kikati söyleyebilmemize manidir. Kadınlar birçok şeyi bil­
memelidir. Sonra erkeklerle geçinemezler. Şiirden anladığı­
mı bundan dolayı sana izah edemem . '
'Pek garip fi kir. . . Pek acayip felsefe . .. B u bahis çok söz
götürür. Fakat şu bulunduğumuz mezarlık, özellikle bu es­
rarlı kafes derinliği bu mesele için münasip bir mücadele
yeri değildir. Yalnız birkaç şey söylemekten kendimi ala­
mayacağım. Söylediğiniz şeyleri şöyle özetleyebilirim . İn­
sanlar genel olarak istenilen terbiye seviyesine henüz ere­
memiş oldukları için cahil kitlelerden gizlenmesi gereken
bazı hakikatler varmış. Bunlar, o hakikatleri anladıkları za­
man dünyanın altı üstüne gelirmiş. Şimdilik insanoğullarını
mümkün olduğu kadar bu düzenin dengesinde tutan hakimi­
yet-mahklımiyet usulü bozulurmuş. Bundan dolayı kadınlar
mahkum, erkekler hakim kısmında bulundukları için efendi,
o mısralardan çıkardığı hakikatleri bana bildin:mezmiş. Sizi
65 Şeriaıla ilgili

1 22
bu mühim noktada sessiz kalmaya mecbur eden derin felse­
feniz bu değil mi?'
' Evet. . . İşte tamamıyla bu ... '
'Fakat rica ederim efendi, şu mezar taşına kurşun kalemle
yazılmış mısraların taşıdığı anlamları anlarnam aramızdaki
evlilik uyumuna, daha doğrusu tabiriniz yönüyle hakimi­
yet-mahkumiyette niçin eksiklik meydana getiriyor?'
' Deminden beri yaptığım açıklamalar bunu sana henüz
izah edemedi mi?'
' Hiç . . . '
'Her mahkfım iyeti cehalet doğurduğu gibi her hakimiyeti
de ilim temin eder. '
'Bu sözünüz efradını cami, ağyarını mani66 bir teori ola­
maz.'
'Niçin?'
'Bu dünyada ne alim mahkfımlar, ne cahil hakimler görül­
müştür. ilim kuvveti her şeyden büyük olabilir. Fakat kullan­
ma ve uygulama biçimini göz önüne almak şartıyla ... Çünkü
kara cahil bir haydut, bir Newton' ı,67 bir Spencer' ı68 tenha bir
kırda yakalayınca birer yumrukta işlerini bitirebilir. '
' O başka konu ... '
'Bence hiç başka değil... İlınin cehalete galip gelmesi ke­
sindir. Yücedir. Fakat zaferi sağlamanın ne derece yavaş ve
zor olduğuna dikkat huyurulmuyor mu? Binlerce sene evvel
yaşamış al imler, bilginler bulunduğunu isimleriyle tarih bize
haber veriyor. Bunların fikir kıvılcımları asırlardan beri niçin
bütün insanoğluna apaçık bir doğru yol gösterememiş?'
66 Aynı özelliği taşıyanların hepsini içine alan, taşımayanları dışarıda bırakan.
(Y.h.n)
67 Sir Jsaac Newton (25 Aralık 1 642-20 Mart 1 726/27), i ngiliz tizikçi, matematik­
çi, aslroııoııı, ıııucit, filozof ve:: ıc::ulug. (Y.Iı.ıı)
68 Herbert Spencer (27 Nisan 1 820-8 Aralık 1 903 ), i ngiliz filozof ve sosyolog.
(Y.h.n)

1 23
Efendi bu son sözlerime cevap vermedi. Yüzüne baktım,
benzi atmış, rludakları titriyor, her zamankinden daha faz­
la açılmış gözlerini kendine kim bilir nasıl bir dehşet veren
mısralara dikmiş, duruyor, artık söylediklerimi dinlemiyor,
anlamıyordu. Zavallı adama şu esrarengiz mezardan acaba
neler ilham oluyordu?
Ben de büyük bir korkuyla bakışlarımı yazılara diktim.
Vücud-i e/faz
Adem-i mana
Hep bu satırları tekrar ederek okudum. Ezberledim. Fakat
eski anladığımdan fazla mühim, derin bir anlam keşfedeme­
dim.
Naşit Nefı Efendi parmağının ucunu yazılara dikti. Eb­
cet69 sayısıyla harflerin sayılarını hesaplar gibi gözlerini
büzüştürüp dudaklarını kıpırtadarak ve adeta kayıp ruhlarla
münasebette bulunduğunu zannettirecek haller gösterdikten
sonra bana mı, yoksa yalnız kendince gördüğü bir hayale mi
hitap eylediği bilinemez bir tarzda bir şeyler ınırıldanmaya
başladı. Vakit gündüz ve etrafımızda birkaç kişi bulunduğu
halde biçarenin bu hallerinden kalbime büyük bir korku gel­
di. Of, bu adam ne diyor ve kime hitap ediyordu?
Artık bütün cesaretimi toplayarak ne olursa olsun dedim,
rüyada sayıkiayan bir adamı uyandım gibi kocarnı oruzun­
dan silkip ' Efendi ne diyorsunuz? Ne oluyorsunuz?' sorusu­
nu sordum. Birdenbire şaşaladı. Deminden beri beraber de­
ğilmişiz de beni o anda görmüş gibi bir çeşit hayretle afal afal
yüzüme bakarak ağır ağır:
'Bu yazıları yazanın kendi olmadığını aziz ruh şu mısra­
larla bize anlatmak istiyor. '
Aman ya Rabbi ne kadar çelişkili ve manasız bir sözdü.
69 Arap alfabesi, harfleri belli bir düzene göre sekiz gruba ayrılarak sıralandığında,
birinci gruptaki harflerin okunuşundan meydana gelen kelime ve bu sıranın bütü­
nünün adı. (Y.h.n)

1 24
Aziz ruh kendi yazmadığı bir şiirle bize isteğini nasıl bildi­
rebiliyor?
O kadar küçük bir cümledeki bu kadar büyük bir çeliş­
kinin farkına varmamış gibi bulunarak sustum. Kocam aynı
esrarengiz anlatışıyla:
'Bizi hayat uyutuyor, ölüm uyandırıyormuş .. . Varlıkla
yokluk, birbirinden ayrılamaz şekildedir. Varlık olmasa yok­
luk nasıl görulüp anlaşılabilir? Hayatla ölüm de bu kıyasa
dahildir. Biz insanlar bir varmış, bir yokmuş oluyoruz. Kcli­
nat terazisinde varlık olumlu kt:ft:yi, yukluk olumsuz kefeyi
gösteriyor. Varlıkla yokluğun bu ezeli dengesi zihinlere şaş­
kınlık veriyor. Çünkü var olan her şey, genellikle dengede
karar kılar. Bu kuraldan hariç bir zerre yoktur. Yokluğun var­
lığın yerine geçtiğini düşün ... Sonra sözler var olur, anlam
yok olursa... Bundan ne anlarsın?'
Bahtsız Naşit Nefi Efendice bu bir felsefe midir? Tasav­
vuf mudur? Nedir! Doğrusunu söylemek gerekirse bundan
hiçbir şey anlayamamıştım. Benden başka birinin de açık bir
anlam çıkarabi leceğinde şüpheliydim. Fakat zavallı adamca­
ğız, bu sözleri kadar garip bir kederin azabı altında o derece
titreyip ve sararmıştı ki haline acıdım. Anlamış görünerek:
'Hakkınız var efendi . . . Kainatta olumlu, olumsuz dengede
duran iki kefede varlıkla yokluğa doğrusu benim de zihnim
duruyor,' dedim. Bu cevabımdan pek hazzetti. Solgun yüzün­
de bir memnuniyet tebessümü gezinerek:
' Demek sözlerimi biraz anladın?'
'Kadınlığıma göre . . . Yani haliınce erişebildiğim kadar... '
O yine gözlerini mısralara dikerek tekrar etti :
' Vücud-i elfaz, adem-i mana olunca . . . '
'Öyle olunca bütün akıllar çilelerinden çıkar. Rabbim he­
men bizimkileri saklasın . . .
'

1 25
' Sen tasavvuftan bu kadar nasiplenmiş değildin. Fakat
aziz ruh seni ikaz etti. Onun maneviyetiyle zihnine ferahlık
geldi. Bir varmış, bir yokmuş. . . Malum ya! '
' Evet.. . Evvel zaman içinde . . . Kalbur saman içinde . . . '
'Hayır o değil . . . Dünya efsane . . . Hep masal fakat efsane
hakikat yerine mi geçiyor , hakikat efsane yerine mi? Mese­
le bu devamlı dönüşün düğümünü bulmakta ... Yoksa hakikat
adını verdiğimiz her şey hileden ibaret midir? Bakınız bugün
biz vanz. Lakin yokları göremiyoruz. Yoklar bizi görüyorlar.
Demek ki hayat bizi uyutmuş, ölüm Binnaz'ı ikaz etmiş. '
Naşit Nefi Efendi elini alnına götürdü. Derisini buruştura
buruştura, ovuşturarak bir müddet derin derin düşündükten
sonra:
' Hanım, ölümle hayatı birer cisim farz ederek birleştirir­
sen bu ikisinin kimyasal birleşmesinden ne meydana çıkar
bilir misin?'
'Hayır. . . '
' Hele düşün . . . '
'Bulamıyorum. '
'Adem70 gibi ismi var da c ismi yok bir kelime bul . . . '
' Hiç . . . '
'Bravo . . . Hiç . . . Bir varlığın yoklukla ilişkisinden dolayı
insanlığın bütün dillerindeki kelimelerin en manidar ve et­
kilisi olan 'hiç' meydana çıkar. Zihnime fenalık geliyor. Bu
meselede derine inmeye uğraşmak iyi değildir. Binnaz ' ın ru­
huna okuyalım da buradan gidelim . '

70 Yokluk

1 26
İ KİNCİ KlSlM
17
lrgat Başı
İrfan Kadın, Lala Hurşit Ağa, çocuklar kafesin içine dol­
dular. Efendinin 'Okuyalım,' ihtarı üzerine hep ellerimizi
yukarı kaldırarak bildiğimiz sureleri mıni mın i okumaya
başladık.
Çocuklar da bizi taklit ederek dua eden ellerini kaldırdı­
lar. Lalasının tekrar ettirerek ezberlettiği Nesip bir iki ' Kul
hüvallahu' 1 okuduktan sonra yavaş yavaş duanın şeklini de­
ğiştirdi. Cadı annesinin o gece yahya yapacağı ziyaretinde
karpuz, incir, ayva getirmesini rica ediyordu. Yanı başında
duran Ragıbe, abisinin bu tatlı isteğini duyunca bu oburcası­
na duaya o da taze ceviz içiyle akide şekeri i lave etti. Gülme­
rnek için kanatacak derecede dudaklarımı ısınyordum.
Naşit Nefi Efendi gözlerini yummuş, varlık i le yokluğun
dengedeki iki kefesini sembolik olarak gösterir şekilde elleri­
ni havaya kaldırmış, derin, samimi yalvarıyordu.
O aralık kafesin dışında poturlu, sakalı yedekçiye,2 bek­
çiye benzer biri ortaya çıktı. O da dua eden ellerini açarak
duaya karıştı. Kulağırnın dibinde yana yana çıkardığı 'amin '
dileğiyle 'Allah şefaatine nail eylesin,' yalvaran cümlesini
pek sık tekrar ediyordu.
Bu derece hararet ve samirniyetle aile ayinine katılması
hepimizin merakını çekti. Duanın sonunda Naşit Nefi Efendi
bu yabancıya yaklaşarak sordu:
' Hemşeri sen, bu mezarda yatanı tanıyor muydun?'
'Onu tanımamalı olur mu hiç?'
'Acayip! '

I i hlas suresi kastedilmektedir. (Y.h.n)


2 Akıntıya karşı kayığı ip le karaya çeken kimse, kolaneı

1 29
' Asıl acayiplik nerde olduğunu sana di yi vereceğim ama
korkudan (yumruğunu kalbi üzerine götürüp üç defa titreye­
rek) üç buçuk atıyım. '
'Neden korkuyorsun?'
' İki dürlü korkıyım, (mezarı işaretle) biri bundan ... Biri de
polis komiserinden . . . '

'Ölüden korkulur mu hiç?'


'Hi babam şuna bab! Ölü var, ölücük var. '
'Ölücük nedir? '
'Baaaa boş boğazlık ettirme . . . Ölücük işte bu mezarda ya-
tan gibi . . . '
'Bu mezarda yatana ne olmuş?'
'Ne olacah! Yerin hortlakçı damanna rast gelmiş, diri lmiş.'
'Dirilmiş mi?'
' Ha ya... Tap duru ... Bu öteki ölüler gibi kablinin içinde
rahat yatmıyi. Geceleri direk gibi dikeliyi . . . '
'Ne biliyorsun?'
' Kaç defa gözümle gordum. Parlah nurdan bir şalına bü­
rüniyi . . . Elinde sepetle mezardan çıhıyi . . O sepetin içinde
.

yemiş varmış, yavrularına götürürmüş . '


' Sen necisin? '
'Ben şurada, yapıda ırgad başıyım. Kereste çalmasunlar
diye gece buraları tolanırım. Bir gece tolanırkana bu cadı ha­
nımın mezardan çıkışına rastlandım. Ödüm kopayazdı. Şiş­
man, boylu boslu, vardakosta3 bir karı. .. Beni gormesun diye
bir mezarın arkasına sindim. Şalına büründü. Sepetini aldı.
Hisara doğru yollandı. Birkaç ahşam sonra yine gordum. Bu
gorduğumu bir başkasına diyem mi, demiyem mi? Dirsem

3 Gösterişli, çalımlı, iri yarı (kadın)

1 30
acaba bana divane mi dirler, diye korhtum. Sonra dayana­
madım. Bizim Mustafa'ya 'Giceleri baaaa bir karı görüniyi,'
dedim. O da ' Düşünde mi görüniyi? Hamama gittin mi?' diye
sordu. ' Azdığım yoh, bir şey yoh . . . Ne diyem de hamama
gidem?' dedim. Mustafa merak etti. Birlikte birkaç gece me­
zarlıkta tolandıh, durduh. O yanımda varkene gozukmadı. Al­
lah ' ın hikmeti bana gozuki de oğa gozukmiyi ... Sonra bu laf
ağızdan ağıza bizim uşahlara yayıldı . Komiser duydu. Beni
çağırdı. Sorguladı. Gorduğumu söyledim. Lafıma inanmadı .
Bu heritin akidesi, midesi bozulmuş, istifrağ ettirmeli, didi . . .
Vay babam isteğim yoh, n e d iyem d e istifrağ edem? Ben akidc
yemedim. Gonlumda yumuşahlık yoh. Midem demir gibi . . .
Bu i ş zorla olur mu? Komiserin yanından çıhtım. Hep uşahlar
' Lafını giri al, sonra işin fena olur, ' didi ler. Birkaç gun son­
ra komiser beni yine çağırttı. Söyle bahalım, giceleri gozune
bir şey gozuki mi?' diye sordu. Elhamdülillah bir şey goruh­
duğu yoh, didim. Ha bahalım şöyle akıllan, yohsa divanedir
deyi gotune laportayı4 hastıklayın seni Toptaşı ' nda devletin
kademhanesine5 bağlatırım, didi. Merak koymadı. Giceleri
yine buralarda dolandım. Birkaç defa cadı karıyı yine gor­
dum. Fakat kimseye bir şey dimedim. Ne zorum ki gordum
diyem de bu akıllı halımda divanelerin arasına bağlanam?
Sonra bir kise paramı yitirdim. Beş Osmanlı, iki İngiliz, üç
Fransız, sekiz Mecidiye, çeyregin, illiligin, guruşun, onluğun
artık hesabını sorma... Kül oldum. Ocağım hattı. Ağlamaya
başladım. Mustafa 'Ne oldun ki?' deyi sordu. Derdimi ağnat­
tım. 'Haydi beraber komiserin yanına varah . . . İşi ona diyeh . . .
Paralarının nirede olduğunu o bulur,' didi. Komisere vardıh.
Derdimizi yandıh. 'Kisende ne vardı?' deyi sordu. Osman­
lı ' yı, İngiliz'i, Fransız' ı saydım. ' Behey eşşşeğin oğlu . . . Bu
kadar cins millet bir torbaya konur mu? Elbette tepişirler, '
didi. Ben ne bileyim ... Sarrafın camında güzel güzel geçi­
niyorlar da benim kisede neden hır çıkardılar? Anlaşılmaz
ki . . . Sonra komser ' Kiseni nirene korsun?' deyi suval etti.
4 Rapor
5 Tuvale!

131
Kuşağıını açtım. Şalvarımı çozdum. Donumun uçkurluğuna
el altıkiayın komser ' Edepsiz herif, bana nireni gostercehin?'
deyi sıfatıma bağırdı. 'Paranın durduğu yiri ... ' didim. Beni
dışarı attılar. Uçkurlarım elimde kendimi sokahta buldum.
Çoh ağladım, sızladım. Faydesi yoh ... Mustafa dedi ki ' Bir
bahıcıya varah da derdİmizi anlatah . . . Yitirdiğimiz parayı
belki o bulur,' didi. Çoh bahıcılara gittih. Ceplerimde kalan
beş on guruşu da onlara virdih. Bu paralar da üste gitti. Bizim
kise gelmedi. Neydi o türkü? Zırlasan da, hırlasan da hayrı
yoh . . . İşte böyle oldu. Aylar ki geçiyi paranın acısını bir türlü
unutamıyım. Fransız güdük sakalıyla, İngiliz atıyla, kargı­
sıyla, kokonasıyla üryama giriyi. Mustafa'ya didim ki 'Bu
derdimin bir çaresini bul... Yohsa sarıların aşkından ben di­
vane olacağım. Kademhanede zencire vurulacağım . ' Mustafa
çoh düşündü. ' B ir gice mezarlıkta yat. .. Cadı karı kablinden
çıhınca eteğine yapış ... Bulsa bulsa paralarını işte o bulur, '
didi. A l lah 'a tövbeler ola. . . Cadıyla şaha olur mu? Şeylana
uydum. Birkaç giceyi mezarların arasında geçirdim. Bir şey
gozuhmedi. Nihayet bir ahşam mezar. . . İşte bu öğümüzde
duran mezar, gozumun dibinde depreşmeye başladı. Kapah
açıldı. İçinden bir aydınith gozuhtü. Atıldım ki eteğİnden ya­
pışam tepme miydi, yumruh muydu, suratıma işte öyle layıh­
lı bir şey yidim. Sekiz on adım oteye cansız düşmüşüm. Daha
kendimi bilmeyim. Sabah olmuş. Daha ben canlanmamışım.
Uşahlar beni oradan kaldırıp odama goturmuşlar. Bir de göz­
lerimi açdım ki sarığı büyük bir hoca önüme diz çöhmüş,
beni nefesl iyi . . . Cebimde kalan yüzlüğü de ona nefes parası
virdih. İş bitti. Komiser değişmiş. Daha bir irisi gelmiş. Onun
onüne beni yine sorguya götürdüler. Paranı nerene sahleyon,
deyi bu da sordu. Hem soriler, hem de yerini gosterdikleyin
kızilar. Tövbe daha kimsenin onünde uçkuruma el atmam.
Herkesin gizlisi kendine ... Niçin söyleyeyim de elimde uç­
kurumla yine sokaha atılam, didim. Bu yeni komiser de bu
cevabıma kızdı. O günden sonra cadı lafı etmeyi yasah etti.
Lafa yasah olur mu? Ağız nizarn dinler mi? Ben ona söyle­
dim. Öteki öbürüne dedi. Bu laf dünyayı dolandı .'

1 32
18
Ahiretten Mektup

Irgat başı pek aşk ve şevkle anlatıyor, dinlesen sözü yan­


na kadar bitmeyeceğe benziyordu. Bu kadar saf, bu kadar hö­
dük bir adamın ifadelerinde tertipli bir cümle, gaflete düşmüş
bir kelime, uydurma bir söz bulunabilmesi her tür ihtimalden
uzaktı. Mezarda yatanın bizim neyimiz olduğunu ve oraya ne
fikirle geldiğimizi bilmeyen bu cahil adam, görünüşte para kay­
betmek meselesinden ibaret görünen hikayesinde, bizi endişe­
den, meraktan, korkudan öldüren üzücü bir hakikatİn şahidi ol­
duğunu gayet safça anlatıyor; mezarın kapağı açılarak içinden
bir aydınlık ortaya çıktığını, cadının eteğine yapışacağı esnada
suratma bir şey indiğini, komiserin bu husustaki şiddetli yasa­
ğına rağmen bize anlatmaktan kendini menedemiyordu.
Kocam kulağıma eğilerek:
' Haydi, artık gidelim. Bu herifı biraz daha dinlesek şimdi
uçkura el atarak kasanın anahtarın ı bize de gösterecek. Biz
bu meselenin temelsiz olduğunu görmeye uğraştıkça Cenabı­
hak bize hakikati daha açık bir şekilde belli ediyor. Binnaz' ın
cadı olduğu hakkında bugün seksen şahit dinlemiş olaydım,
beni bu adamın saf sözleri kadar ikna edemezdi. '
Yahya döndük. B u cadı meselesi bize şiddetli buhranlar,
nöbetler geçirten vahim bir hastalık hükmünü aldı. Reddet­
ınesi imkansız, aklımızı başımızdan alan delillerle karşı kar­
şıya geldiğimiz vakit Binnaz Hanım' ın kıyamet gününden
evvelki bu dirilişine inanıyor, bazen de vicdanlarımızı isyan
ettiren hazını zor hallere tesadüf ettikçe bu korkunç hakikati
ıstırap veren bütün açıklığına rağmen inkar ediyorduk.
Bu acı dolu evlilik içinde beni en ziyade ümitsizfiğe sü­
rükleyen şey, efendinin gittikçe edindiği garip hal oluyordu.

1 33
Bu bilindik felaketin benden gizli tutulan daha birtakım üzü­
cü noktaları olduğunu anlıyordum. Kocarnı en çok güçten
düşüren rahatsızlık da işte bundan ileri geliyordu. Acaba bu
esrar neydi?
Naşit Nefı Efendi bunları bana açıklamakta ne sakıncalar
düşünüyordu? Bu cadılı k hakkındaki tuhaf sırrı, aramızda bü­
tün dayanılmaz katmanlarıyla açıldıktan sonra bundan daha
dehşet verici, benden gizlenecek ne olabilirdi? İşte bunu çok
düşündüm. Nihayet aklıma şunlar geldi:
Galiba cadının beni bağına zamanı yaklaşıyor. Kocam
tehlikeyi anladı. Ne yapacağını şaşırdı. Beni boşasa bir kaba­
hatim yok. Boşamasa meydana geleceğini kesin olarak gör­
düğü kaybırndan dolayı sonradan çok daha fazla üzülecek.
Kadınlığımın bütün tahlil gücü ve inceliğiyle bu tarafı
incelemeye giriştim. Evet, her inceleme denemernde bu zan­
larımı kuvvetlendirecek bir belirtiye tesadüf ediyordum. Ko­
camın beni sevdiğini, hem de tapma derecesinde sevdiğini
kadınlığım bana hissettiriyor; fakat bedbaht adam bu sevgisi­
ni o şiddetiyle belli etmemeye, kalbinde yenmeye, boğmaya
uğraşıyordu. Aziz ruhun beni çok kıskandığını birkaç defa
açıktan açığa söyledi. Bu kıskançlığın neticesinin ikimiz için
de pek korkunç olacağına şüphe yoktu.
Bir sabah yalının penceresi önünde karı koca karşı karşıya
kahve içiyorduk. Kocam bir aralık fıncanı sigara iskemiesi
üzerine bırakarak besbelli mendil çıkarmak için elini hırka­
sının cebine soktu. Fakat parmaklarının ucu fena bir şeye te­
sadüf etmiş gibi bir müddet öyle eli. cebinde dondu kaldı.
Ne elini dışarı çekmek ne de bir kelime telaffuz etmek
kudretini gösterebiliyor, gözlerinin bir nokta üzerindeki sa­
bit dalgınlığı gittikçe artıyordu. Zavallı adamın yine aziz
ruhun bir cilvesine uğradığını derhal anladım. Bazı hastalık
nöbetleri vardır ki sıkıntıları altına aldıkları kimselerde baş
gösterdikleri anlar, hastalık birtakım dışarıdan görülen izlerle

1 34
çarçabuk belli olur. İşte bu şekilde Naşit Nefi Efendi 'nin yü­
zünde cadıya ait meydana gelen tesirleri anlamakta bana da
bir tür anlayış gelmişti.
Efendinin bu sessizlik ve dalgınlığını bozmadan bir müd­
det bekledim. Fakat biçarenin cesaretsizliği uzayınca artık
dayanarnayıp sordum:
'Ne oluyorsunuz?'
' Hiç . . . '
'Nasıl hiç? Eliniz cebinizde akrebe, yılana tesadüf etmiş
kadar çehrenizde bir ürkeklik, bir korku durgunluğu meyda­
na geldi. Yine aziz ruhun beklenmedik bir ilhamına mı uğra­
dınız?'
Kocam bu sualimi kelimelerle reddetmeye cesaret göste­
remeyerek yalnız gözlerini kapamak işaretiyle onayiayan bir
cevap verdi. Bana da bir korku durgunluğu geldi. Aman ya
Rabbi iki karşıt alemde yaşayan bu karı koca arasında na­
sıl bir tabiatüstü haberleşme usulü, ne yolda bilinmeyen bir
hissettirme yolu vardı? Bu ikisi ahiretten dünyaya, dünyadan
ahirete bu kadar seri nasıl anlaşıyordu? Anlama ve aniatma
yolları neydi? Parmaklarının ucuyla ufak bir temas, kocama
ne büyük, belki de ne korkunç manalar anlatıyordu. Gittikçe
artan bir çarpıntıyla dedim ki:
' Meraktan fena oluyorum. Ne var? Çabuk söyleyiniz ... '
'Hiçbir şey... '

'Yok, yok ... İnkar etmeyınız. Bu kadar açıklığa karşı


inkar, meydanda hiçbir şey olmadığına değil, mevcut hakika­
tİn söylenemeyecek derecedeki dehşetine alamettir. Bu me­
selede ben de sizin kadar alakadarım. İyi, kötü neyse her şeyi
benim de bilmem lazımdır. Can pazarlığı bu .. . Şakaya gel­
mez. Ne kadar büyük tehlikelere maruz o lursak olalım birbi­
rimize karşı mertçe hareketten zerrece vazgeçmemeliyiz. Di­
ğer türlü bir hareketi sizin erkeklik şanımza yakıştıramam. '

135
Kocam bu sözlerimden pek etkilendi. Bana merhamet ve
şefkat bakışları yönelterek:
' Hakkın var Şükriyeciğim .. . Ben ne yapacağını şaşırmış
bir bedbahtım. Senden hakikati gizlerneye çabalayışım, ra­
hatsızlığını mümkün olduğu kadar hafifletmek içindir. Şu
anda zihnimi perişan eden hakikati öğrendiğin anda bütün
bütün huzursuz kalacaksın. '
'Zararı yok . . . Söyleyiniz. Bu gibi vahim hususlarda gafıl
bulunmaktansa her rahatsızlığa, her dehşete katlanarak dik­
katli olmak daha iyidir. '
' Mademki öyle arzu ediyorsun peki, söyleyeyim. '
' Buyurunuz ... '
'Parmaklarımın ucu cebimde bir kağıda temas etti.'
' Bir kağıda temastan bu derece korkmanın manasını anla­
yamadım. Bu kağıdı cebinize kim koymuş?'
Bu sualime karşı kocam boğazı kurumuş gibi yutkunma­
ya başladı. Bir kelime söylemeye güç bulamayarak doğal
hallerinden daha ziyade açılmış gözleriyle mezarlığı işaret
etti. Telaşla sordum:
'Aziz ruh mu?'
Bir baş işaretiyle onayiayan bir cevap verdi. Onun böyle
mana dolu hallerinden merakım daha ziyade artarak dedim ki:
' Henüz açıp okumadan kağıdın anlamını nasıl aniayıp da
böyle korku ve telaşa kapılıyorsunuz? Belki içeriğinde endi­
şe gerektirecek bir şey yoktur. '
' Anlıyorum ! İçeriği bizim için telaş gerektirir. '
'Nasıl? Rica ederim . . . '
'Onun bana ahiretten mektup gönderişi ilk defa meydana
gelmiyor. Şu son zamanlarda bu garip hal birkaç kere mey­
dana geldi. Geçen gün bakanlıkta birine para vermek üze-

1 36
re cebimden çantaını çıkardım. Karıştınrken içinden dörde
bükülmüş bir kağıtçık belirdi. Açtım, baktım. Onun yazı ve
imzasıyla küçük bir mektup ... '

'Ne yazılmış?'
'Tehdit dolu bazı şeyler! '
'Acayip! '
' Evet, pek acayip! '
'Hakkında hürmet ve itaatten başka bir şey gösterdiğimiz
yok. Bizden daha ne istiyor?'
'Biz itaat ettikçe o şımarıyor. Birtakım garip ve baskıcı
teklifterle bizi büsbütün esaret altına almak istiyor. Parmağı­
na doladığı meseleyi biliyorum. Mektuplarında hep o madde
hakkında tehditlerini ileri sürüyor. Bu mektubunda yine o
meseleden bahsederek bizi korkutmaya kalkışmış olduğun­
dan şüphem yok. Mektubu açmadan manasını keşfedişim bu
tecrübem sayesindedir. Başka bir şekilde değil. '
'Bu mektupları çantanın içine. . . Hırkanın cebine kim ko­
yuyor?'
'Kilitli sandıktaki çekmecenin içine makbuzu bırakan
manevi el mi, bilinmeyen el mi? Cadı eli mi? İşte besbelli o
kuvvet olacak . '
'Ölüler, dirilerle münasebette bulunmak, yaşayan aileleri­
nin hareketlerini kontrol etmek, tehdit ederek bazı teklifterini
onlara kabul ettirmek gibi tabiatüstü kuvvete sahip bulunsa­
lar bile bu kudret ve nüfuzlarını böyle suistimal derecesine
vardırmak ne dünya ve ne de ahirette hoş görülür bir hal de­
ğildir. Emine Binnaz Hanım artık pek ileri varıyor. '
'Ben de tamamıyla senin fılcrindeyim karıcığım . . . '

'Şu arkanızdaki hırkayı akşam ben kendi elimle devşirip


kanepenin üzerine koydum. Siz sabahleyin oradan alıp giydi­
niz. Bu kağıt onun cebine ne vakit girdi?'

1 37
'Of bilmem ki ! En kutsal köşe bucağımız, en gizli davra­
nışlarımız arasında böyle küstah bir el dolaşıyor. '
'Bu küstah, daha doğrusu bu canİ el istediği zaman bo­
ğazımıza kadar uzanıp nefesimizi keserek bizi öbür dünyaya
gönderebil ir. '
'Böyle bir şeye kastederse bu, onun için zor bir iş olma­
yacağa benziyor. '
' Sizi tehdit edip durduğu mesele nedir?'
'Ne olacak! Kıskançlık . . . Beni senden şiddetle kıskanıyor.
Öldü gitti, kadınlığın bu fena ihtiraslarından vazgeçmed i . '
'Çıkarınız ş u kağıdı .. . Bakalım n e yazmış? '
Naşit Nefı Efendi, sevgili karısı tarafından gönderilmiş bu
ahiret mektubunun yine aramıza saçacağı dehşetleri düşün­
mekten doğan bir titreyişle elini cebine soktu. İç içe katlan­
mış, kenan yaldızl ı, en ala çeşidinden beş kat İngiliz kağıdı
çıkardı. Cadı madı ama kadının ' etiket'e bu derece saygısı
doğrusu hayretime sebep oldu. Bu mükemmel kağıtları nere­
den bulmuş? Öbür dünyada da kırtasiye mağazaları mı var?
İngiliz ticareti orada da mı revaç bulmuş?
Kocam el inde patlayacak bir bomba varmış ürkektiği ve
yine o denli bir özenle kağıtların katlarını açtı. Ben de om­
zundan sarkarak kalbimi ve bütün varlığıını kemiren bir me­
rakla gözlerimi diktim. O katların arasından çıkacak satırları
arıyordum. Nihayet mektubun içeriği gözüktü. Muhterem
hayalin çarpık çurpuk, kuralsız yazısını derhal tanıdık. Ç ir­
kinliğine rağmen yazı pek okunaklıydı. Biz adeta nefes bile
almadan bir dikkatle aşağıdaki satırları okumaya başladık.

1 38
19
Kan Koca Sevişmek Yasak!

Sevgili kocam efendim hazretleri,


Evlilik hayatımızın mutluluğunun tam meydana çıktığı
anda ölümün soğuk rüzgarı beni o mutlu yuvamızdan bu ecel
yerine savurdu. Öksüz kalan ömrümün ikifidanının boyunla­
rı büküldü. 'Ölenle ölünmez · sözü meşhurdur. Siz sefa içinde
yaşayınız. Benim kayboluşumla fe/eğin yıktığı evinizin köşe­
sini, diğer bir kadını hayatınıza ortak ederek tamir, güç bir
mesele değil. Fakat evlenmekte bu kadar acelecilik de reva
mıdır? Kefenim so/madan, evlilik yatağınızda boş bıraktığım
yer henüz tamamıyla sağumadan kucağınızı diğer kadınlara
ayırmakla hemen gün kaybetmediniz.
Gerdek gecemizde, hayatımızın zevkten ölecek gibi ol­
duğumuz o ilk mesut gecesinden itibaren bana döktüğünüz
diller, ettiğiniz sadakat yeminleri hep yalan ve riya mıydı ?
Dirilerin, kolları arasından daha dün ayrılmış sevgili ölü­
leri için varlıklarından ayırabi/ecek/eri son şefkat hissesi ve
olanca sevgi işaretleri çürüyen o kıymetli vücutlarm üzeri­
ne birer mermer kabir inşa etiirmekten ibaret midir? Yalnız
bununla hayatın ölüme karşı gereken borcu ödenmiş oluyor
mu? Hayır efendiciğim, hayır. .. Ölünün diri akrabasmdan is­
tediği, mezarlarda değil, ayrılık üzüntüsü yok olmayan bir
samirniyetle akrabalarının hürmet ve keder dolu kalplerinde
gömülmüş kalmaktır.
Ölümümden sonra insanlarm kirli vicdanlarını, ölümün
maddeyi ortadan kaldıran kuvveti, sonsuzluğun tesirli bakış­
larıyla görmeye başladım. Defnedildiğim gün üzerime kürek
kürek toprak atılıp Müslüman cemaat Kur 'an dinlemek için
kabrimin etrafinda hep çömeldikleri anda siz de bükük, üz-

1 39
gün bir çehreyle bir servinin sapma dayanmış, dün varken
bugün yok olan hayat arkadaşmızın sizden ebediyen ayrılı­
şını, yokluk kapısından bilinmezliğe kayboluşunu seyrediyor­
dunuz. Fakat bu hüzün, halkı aldatmak için yüzünüzde bir
maske gibiydi. Bütün dirilerin kötülükle dolu yüzlerini örten
bu ikiyüzlülüğü alimdaki asti suratınızı, görüyordum, gülü­
yordu.
Siz görünüşte iç yüzünü kavramaya mani bir dış görünüşe
sahiptiniz, fakat benim için vücudunuz güya röntgen ışımy­
la tam bir şeffaflık kazanmış, maddi görünüşün dışında bir
şekildeydi. Dışımzı ve içinizi aynı açıklıkla seçebiliyordum.
Beyninizin hücrelerinin, bir cümbüşü andıran bütün duygu­
larını fosforla yazılmış aydınlık bir levha gibi okuyordum. O
hüzün maskesi altındaki hakiki his/erinizi görünce duyduğum
acıyı, öldüğüm anda Azrail aleyhisselamın ruhumu bütün
hayat zerrelerimden ayırarak teslim aldığı o kıyaslanması
mümkün olmayan büyük sızı esnasında hissettim.
Zihninizden şunlar geçiyordu:
"Narin, balık elinde, sarı efa gözlü, açık kumral kadın
severdim. Merhume Binnaz ise şişmana yakın bir vücutta,
adeta abanoz gibi karagözlü, kara saçlıydı. Nasılsa kısmet
olmuş, almışım ama hiç zevkime göre bir kadın değildi. Bu
defa tamamıyla yaratılışıma uygun bir güzelini arayıp bula­
yım. Bir erkek için her yeni evlilik yeni bir hayat devresidir.
Bu dünyadaki yenilik/erin en mesut ve lezzetlisinin eş değiş­
tirmek olduğuna şüphe yok. Ben ölüp de arkarndan o kalaydı
bağlayacakları dul kadın maaşını beğenmemek bahanesiyle
bir başkasına varmayacak mıydı ? Bu ikinci kocasına karşı
Binnaz 'm ağzından, maazallah, yanlışlıkla benim ismimin
kaçması bile kendi için büyük bir terbiyesizlik ve adeta gü­
nah sayılacaktı. Ben onlar için hatır/anması yasak olan so­
ğuk bir hayal olup kalacaktım. Karısının vi!fatmdan sonra
ağlayan her kocanın samirniyet gözyaşiarına inanmamalı.
Ben de biraz ağlar görüneyim de adet yerini bulsun, " şek-

1 40
linde birçok düşünceden sonra definden dönüşte ilk tesadüf
edeceğiniz kadına şirin görünmek içinfesinizi, bıyığımzı dü­
zeltmeye başladınız.
Sizden sonra mezarımın kenarında telkin6 için bekleyen
imam efendinin vicdanım gözetlernek istedim. O, sarığı altın­
da kırpıştırdığı gözlerinin her hareketiyle, bu cenaze hizme­
tinde gündüz cebine kayacağı paranın miktarını tahminden
sonra gece hatimden alacağı meblağı buna ilaveyle türlü he­
saplar yapıp duruyordu.
Cemaatten diğer kişilerin vicdaniarına indim, insanların
son menzili olan o siyah çukurun başmda tamamının görü­
nüşleri birer huşu ile boyun eğmiş oldukları hdlde bu fani
hayatlarında, o çukura girmek için adeta birer ayrıcalık de­
recesinde sanki sonsuza kadar uzun bir müddet varmış gibi
hayal ederek ölümden uzak şeyler düşünüyorlardı. Bazıları­
nın düşüncelerini söylesem hayattan nefret edersiniz.
Yaşadığım zamanlarda bana gösterdiğiniz sahtelik/e
ölümden sonra hakiki vicdanınızı görünce ruhum ıstırap/ı bir
titreyişle çırpınırken kocalarının aynı vefasızlığına uğramış,
kabristanm bütün genç kadın ruhları etrafima toplandı. Hep
bu mazlum, ayrılık çeken ruhlar matem inleyişlerine başladı.
Henüz hayatı tamamıyla sönmemiş olan cesedimde, bu şid­
detli tesir/e çırpınmalar meydana geldi. Etrafimdaki mazlum
ruhlarm yalvarışlarının gereği olarak kalbirn ruhumu çağır­
dı. Dirildim. Şimdi arzuma uygun bir şekilde ruhum içine
işleyerek cesedimi canlandmyor yahut onu istediği müddet
terk ederek ölü hdlinde dinlendiriyor. A llah 'm lutfuyla böyle
kendi seçtikleri ölüm zamanmda dirilip ölümün tabiatüstü­
lüğüne eriştikten sonra kocalarının vefasızlığından şikayetçi
olan mağdur eş/er şükranla secdeye vararak dediler ki:
"Cenabıhakk 'a bin hamd ve sena olsun. . . Sen, hayatm bu
mucizesine, bizim yamk bağırlarımızdan fişkıran ateşli dua-

6 Ö lünün gömülmesinden sonra imarnın mezar başında söylediği dinsel sözler

141
larımızın bereket/eriyle eriştin. Ara sıra bize rahmet okumayı
bile akıl/arına getirmeyerek aldıkları bizden genç kadınlarla
kucak kucağa olmayı yegane hayat zevki bilen koca/arımız­
dan intikam almak için seni tarafımızdan vekil tayin ettik.
Dünya yüzüne çık. .. Hep o vefasıziara hadlerini bildir. "
Şimdi ben, böyle önemli bir vekillik S![atma sahibim. Islah
ve terbiyeye kendi kocamdan, yani sizden başlayacağım. Dü­
zelmeyi kabul etmezseniz mezarımm kafesinin içinde bir ka­
birlik boş bir yer var. Sizi çekip oraya alacağım. Çünkü size
olan sevgim, hakkımdaki vefasızfığımı nispetinde büyüyor.
Özlemimin şiddeti dayanılması imkansız bir raddeye geldi.
Sizi yakında mezarımm kucağına alacağımı, kabrimi zi­
yaretiniz esnasında, mezarımın sert yüzeyinde beliren mu­
tasavv!fane şiir/e anlattım. Fakat siz maksadımı pek anla­
mazlıktan gelerek kalben başka şekillerde düşünmeye yol
aradınız. Efendiciğim dünya.fani, ahiret sonsuz. . . Müptelalar
için hayat denilen dünyada uzun müddet ikame!, günahla­
rı çoğa/tmaktan başka bir netice vermez. Dün geçirdiğiniz
ömür, bugünkü varlığımza nazaran bir 'hiç ' değil midir? Hep
böyle hiçfiğe karışmış, günlerin birbirini takibinden birikmiş
bütün bir örnrün tamamı da hiçten başka ne olabilir? Hayatı
böyle benim gibi ahiretten iki kat daha tesirli bir bakışla gör­
seniz onun şen, hazin, bütün ahmak aldatan varlığının haki­
katen boş olduğunu anlardınız. Bunu bazıfilozoflar da tasdik
etmişlerdir. Fakat yersiz olanı tasdik, yersiz olandan kaçm­
makla etkili olur. Daima içki içmenin zararlarından bahsedip
de her günkü gıdasına bir iki kadeh daha ilave eden ayyaşın
bu tasdikinden ne .fayda ümit edilir?
Benim yaşadığım şu dokunaklı hususi hayatımca olan
anlayış şektime göre her 'canlı ' budaladır. Çünkü budala
olmasa yaşayamaz. Çünkü hayatın yürürlükte olan bütün
kanun ve kurallan budalalık esası üzerine düzenlenmiştir,
insanların kendilerini budalalığın üstünde görerek hu va.�fi
içlerinden bazıları aleyhinde kullanmaları budalalığın bi-

1 42
rinci işaretidir. Sırmalı giyeceğe sahip bir çocuğun pejmür­
de kıyafetli diğer bir çocuğa kurulması gibi ... Hakiki zekd
gurura mtinidir. En akıllı olanın bu üstünlüğü, en akılsızları
kendinden küçük ve alay etmeye layık görmek için bir sebep
olamaz. Bütün hükümetlerin oluşum şekillerine dikkat ediniz.
Bu, ahmak aldatma esası üzerine kurulmuştur.
Henüz en medeni sayılan hükümetler, hizmet mensuplan­
m gittikçe yükselen birtakım rütbelere bölmüştür. En akıllı,
en diplomat hükümet adamı bu rütbelerin zirvesinde bulunur.
Bu zatm resmi günlerde giyrnek için sırmalı giysileri, mücev­
her/i nişanlan, kordonlan, altm zincir/i kurdele/eri vardır. Bu
gösterişli süslü şeylerin her biri büyük bir yararlık ve hizmet
karşıfığmda kazanılmıştır.
Fertleri milyonlan geçen bir millet içinde en zekisinin, en
çabuk kavrayammn, en şereflisinin işte bu adam olduğuna
bu sırmalarm, pırlanta/arm, zümrüt/erin, yakutlarm aracı­
lığıyla herkes inanmaya mecburdur. Bu bir hakikat midir?
İşte bu sual çok su götürür. Çünkü bilim adammm biri zekti
ölçen bir alet icat edip de bununla hoşgörülü bir şekilde her
şahsın akıl derecesi nüfus ktiğıdma diğer vasif/an arasına
kaydedilmek adet olsa hükümet işlerinin başmda bulunan
zatm zihni niteliğince enfazla dereceyi göstermediği görülür
ve akıl aletinin en kıymetli gösterdiği kafalarm neredeyse iş
yapmalarm m yasaklandığı birer mevkide kalmış olduklan da
büyük bir hayret/e görülür.
Sırma ve mücevher gibi şeylerin akıl ve irfamn çokluğuna
alarnet sayı/masmda isabet olup olmadığı büyük bir fi/ozofa
sorulsa o bilge kişinin bilgece bir tebessüm/e vereceği cevap
şundan farklı olmaz:
" Yetmişinden sonra ak sakallı bir adamın cici/i bicili
çocuk kandıran bir kıyafetle sokağa çıkmasmm ve bu altm
ve cevher yükünü insanlığının şerefine bir delil saymasının
ak/en şiddete mi, hoppalığma mı delil olacağı erbabınca te-

143
reddül edilecek bir durum değildir. Yirminci asrın insanları
medeniyetlerinin gelişimiyle ne kadar övünsefer de henüz
medeniyetlerinin karnaval devrini geçirememiş oldukları
görünüyor. Halkın içinden birisi başlığının üzerine gerçek
veya yalancı çelenk gibi bir şey taksa sokakta bu hoppalığı­
na gülmedik bir adam kalmaz. Ötekine gülünmez. Çünkü o
resmiyete sahiptir. Resmi şeylerin tuhafiığı ne dereceye var­
sa bunlardaki gariplikleri iyice araştırmamak adet olmuştur.
Hayvanların dişini, tırnağım, boynuzunu sökerek bunlarla
süslenen Afrika vahşilerine medeni Avrupalılar güler. Fakat
generallerin şapkalarındaki hayvan tüylerinin gülünç olmak
bakımından ötekilerden nefarkı vardır?
Herfert kendisinin diğer insanlardan daha akıllı olduğu­
nu iddia edip ve bunu göstermek için yol arar. Bazıları de­
ha/arını çeşitli şekiller/e ispat etmeye muvaffak alamayınca
dikkatli bakışları üzerine çekmek için artistvari saç bırakır,
tırnak uzatır/ar. Bir satırını anlayamadıkları kitap/ara afo­
rozlu7 eleştiriler yazarlar.
Hükümetler, kendi büyük adamlarını halka heybetli gös­
termek için onların yalnız saç ve sakalıyla yetinmezler. Çün­
kü sokakta ak olsun, siyah olsun saçlı sakallı adam çoktur.
İnsanların bakışları bunları çok fazla görmekle artık day­
muştur. Hem saçın, sakalın mutlak erdem ve şeref alameti
alamadığını da halk tecrübe etmiştir. Bundan dolayı hükü­
metler, özel hizmetçilerini sırmalayıp telleyerek, değerli taş­
larla süslemek/e heybelli bir şekle sokarak meydana çıkar­
mak mecburiyetindedir. Saç ve saka/dan, erbabının ilim ve
anlayışına pek inanmayan ahalinin bu s ırma/arı, pırlantaları
görünce hayretten ağzı su/anıyor, gözleri kamaşıyor, o pa­
rıltıların ve mücevher/erin sahiplerini büyük adam saymak
zarureti artık meydana çıkıyor. Böyle bir millet İngiliz olsun,
Alman olsun, Fransız olsun henüz çocukluk halinde demek­
tir.

7 Kendisine karşı cephe alınmış

1 44
Sevgili ej{mdim, bu gülünç dünyadan çık. .. Hakiki hayata
gel. . . Milyarlarca insan sürüleri içinden birkaçfilozofyetişip
de hakikati cahillerin akılsız suratianna ne kadar bağırsa­
lar beyhudedir. Bu alem yalan dolanla ayakta duran bir riya
dünyasıdır. Hayat sahte şaşaalarından tecrit edilse tezzetsiz
kalır. Söner. Aldanmaymca kimsede yaşamak arzu ve cesare­
ti kalmaz. Hakikati bilmek ka/be ferah değil kasvet ve ümit­
sizlik verir. Şu garip hayatımla henüz mutlak rahatlamaya
eremedim. Sen/e beraber o/sak dünyayla bir alakam kalmaz.
İkimiz birlikte ölümün eksiksiz huzurundanfaydalanırız.
Naşit Nefi seni amansız bir sevgiyle, şiddetle, dehşet/e
kıskamyorum. İstediğim anda sana büyük bir fenalık edebil­
mek kuvvetine sahibim. Bu kudretimi suistimal etmemek için
son gayretimi elden bırakmıyorum. Lakin kıskançlıkla sine
sine yanan kadın hislerinin birdenbire alevfenerek öfkeli bir
volkan kesi/meyeceği bilinemez. Hakikati söylüyorum. Ben­
den günah gidiyor. Karın Şükriye Hanım 'la döşeğinizi aym­
nız. Sizi zevk yatağmızda kucak kucağa gördükçe dar meza­
nmm karanlıkları içinde bütün bütün sıkılıp boğuluyorum.
Hiçbir muameleniz, hiçbir cilveniz, sevişmeniz, öpüşmeniz
yok ki kırgm ve ümitsiz bakışiarımdan gizli ka/abi/sin . . . Ka­
nnla şakalaşmalarınızda, oynaşacağınız zamanlarda beni
aranızda hazır biliniz. Ne kadar gizli oda/ara kaçıp üzerinize
kapıları kilitleseniz, lambalart söndüriip karanlıklara çekil­
seniz en kalın yorganlar altındaki en ufak bir hareketinize
yine sırdaş oluyorum. Kocasma sevgisi benimki kadar taşkın
bir kadının bu görgüsüz samimi hdlleriniz karşısında düşe­
ceği ümitsizliğin derecesini insafederek bir tasavvur ediniz.
Şimdiki karınla benim zamanımda hiç yapmadığın tarz oy­
naşmalar icat ediyorsun. Benimle beş on dakikada usandığın
sevişmelerin onunla saatlerce devam ediyor, yine bıkmak bil­
miyorsun. Bazen benimle birlikte ya/ıyı ziyarete diğer kadın
ruhlar da geliyor. Hayasızlığmızdan ar/anıyorum. Mahrem
sandığınız her bir muame/enizin bundan sonra melek dav­
ranış/ı, namus/u kadınların gözleri önünde cereyan ettiğini

1 45
bilerek artık utanmız. Hiçbir an odanızda yalnız bulunmadı­
ğmızı biliniz.
Dirilere karşı bu kadar samimi, etraflıca .fikir beyan et­
meye, şu bulunduğum esrar/1 alemden baz1 hakikatler sez­
dirmeye yetkili değilim. Bu gösterdiğim cüretin ak1beti benim
için pek vahim olabilir. Patlayacak tehlikenin serpintileri sizi
de üzücü şekillerde yaralayacaktır. Ağabey ve kız kardeş gibi
edebiniz/e yaşayınız. Beni cezalandırmaya mecbur etmeyi­
niz. Ya/mm taşlığında hayati sönen ortağım, sözlerimin cid­
diyeti için başka delile lüzum göstermez zannederim.
Hisar Mezarlığı
14 Ekim 18 . .
Emine Binnaz

1 46
20
i
Havadan nen Mektup

Garipliği dehşetinden fazla bu tehdit mektubunun biti­


minde karı koca ikimizi de derin bir düşünme aldı. Bu hal ne
ciddiye benziyordu ne de şakaya. . . Bu kadar dedikodunun,
ahiret gözüyle dünya hakkında yürütülen bu acayip felsefe­
nin, bir ruh tarafından ortaya konmasına iman edelim mi, et­
meyelim mi? Çünkü dünyanın pisliğinden el çekmiş bir ruh,
bu derece adi bir ihtirasla, öfkeyle kirlenmiş kalamaz. Bu
ahiret mektubunu efendinin cebine hangi hain el koydu? Bu
komedyayı bize oynayan kimdir? Reddetmesi imkansız olan
birçok hakikat karşısında yine içimize kurt düştü. Yine kalbi­
mizde sonsuz şüpheler, tereddütler uyandı. Kocam dedi ki:
'Tuhaf hal... Bir kadın ölse, dirilse, cadı olsa, melek olsa,
her ne olsa yine kadınlık mayası değişmiyor, bütün ihtirasla­
n, kıskançlıktan, densizlikleri, huysuzluklarıyla kadın kalıyor.
Bak şu ahiret mektubunda Binnaz, bana ve eviadına hayrı do­
kunacak şeylerden bahsetmiş mi? Nesip'i, Ragıbe'yi hiç kale
bile almamış, çocuklarını unutmuş. O yalnız seni benden, beni
senden kıskanmakla meşgul... Gözü başka şey görmüyor. '
'Bir çeşit filozofça saygı ve itidalle başladığı mektubunu
müthiş bir ültimatom şeklinde bitirmiş. En mahrem muame­
lelerimize kadar bakış atmaktan bir an geri kalmadığını söy­
leyerek bizi el ele temastan menetmeye uğraşıyor. Rezaletin,
kepazeliğin de bundan ötesi olamaz. Daima bizimle beraber,
daima aramızda mevcutmuş. Kendisi güya ölü o lacak, fakat
en çirkin huylu diri kadınların tavırlarındaki kötülük kendi­
sinde bulunuyor. Mademki mezarını boş bırakarak her lahza
aramızdan eksik olmuyormuş. Diğer türlü külfetlere ne hacet
efendim... Cadılık örtüsünü bütün bütün yırtarak evin hanı­
mı benim diye gelsin, şuraya köşeye kurulsun. Elhamdülil-

147
lah efendi siz bedenen, nakden her ikimize de kocalık etmeye
muktedirsiniz. Rabbimin emri dörde kadar... Bir kadın cadı
olmakla küstahlığını şeriat kanunlarının değiştirilmesini talep
edecek dereceye vardıramaz ya! Herkes diri karılarının üstüne
çifte çifte evleniyor, bir şey olmuyor da siz ölmüş karınızın
üzerine evlenirseniz ne lazım getirmiş? Saklı gizli halleri­
ınizi izlemeye melek huylu kadın ruhları da arkadaş olarak
beraberinde getiriyormuş. Burada tiyatro mu oynanıyor? Bu
hanımlar eğlenmek için mezarlarından çıkıp seyredecek tra­
j ikomik sahneler arıyorlarsa bizim özel yatağımızdan başka
İbret alacak dikkat çekici manzaralar bulamıyorlar mı? Ölüm­
le kocalanndan ayrılmı� acı çeken mağdur ruhlar, vefasız ko­
calarından intikam almak için Binnaz Hanım' ı taraftarından
vekil seçmişler. A llah Allah! Ölüm Rabbimden değil mi? Bu
hanımları kocaları mı öldürmüş? Emrihak vaki olunca ölüle­
rin dirilere karşı düşmanlığı mı lazım gelir? Karısı ölen bir
erkeğin tekrar evlenmesi yasak olduğu hangi dinde, hangi şe­
riatte, hangi kitapta görülmüş? Kocaları vefat eden hanımlar
başka kocaya varmıyor mu? Ölüm felaketiyle karılarından ay­
rılan erkeklerin mağdur ruhlan vefasız karılarından öç almak
için niye hortlak bir erkek bulup da vekil olarak dünyaya gön­
dermiyorlar? Vekilier dairesinde bir de ölüler partisi mi görü­
lecek? Dünyanın en medeni memleketi olan Londra' da bile
henüz kadınların seçmenliği, mebusluğu kabul olunmuyor da
bu ruhlar nasıl bu kadar ileri varıyor? Hangi birini söyleyeyim
efendim ! Bu mektubu okuyan, her satırında, her kelimesinde
hiddetten kudurur. Çünkü her cümlesi akla, mantığa muha­
lif. . . Bir zerresi hakka yakın değil. İçinde doğru, sağlam bir
harf yok. Efendi, ruhlarla münasebette bulunduklarını iddia
eden bir tür tarikat erbabı var. Bunlara ' ispirit' mi deniyor,
ne deniyor... Git, bunların ileri gelenlerinden birkaçını ara...
Bul... Bu mektubu göster... Okut... Onlar, b u mesleğe dahil ol­
dukları tarihten beri ruhların bu kadar azılısına tesadüf etmiş­
ler mi, sor... Anla ... Ahiretten bu manada bir mektup gelebilir
mi? Bu kişilerden hiçbiri, ahirete göçmüş akraba ve hısımla-

1 48
rından böyle anlamı çok şiddetli emirler içeren tehdit mektup­
ları almış mı? Başımıza gelen bu garip halin emsali daha önce
mevcut olmuş mu? İncele. .. Diğer ruhlar aracılığıyla Binnaz
Hanım'ın ruhunu biraz kontrol etmek hususunda bize yardım
sözü verebilirler mi? Bizi kuşatan şu esrarlı durumlara rağ­
men böyle acayip bir mektubun ruhlar adına diriler tarafından
tertip edilmiş olması ihtimali de var mıdır? Derdini söyleme­
yen derman bulamaz. Haydi, kocacığım paçaları sıva ... Lazım
gelen yerlere başvur... Böyle akıl dışı esrar içinde yaşanmaz. '
Kocam bütün b u sözlerimin doğruluğunu tasdik etti. Aynı
fıkirde olduğunu söyledi. O günden itibaren derin hir araştır­
maya girişti.
Gece oldu. Karanlıkların ortalığı istilasıyla bizim de kal­
birnize dehşetli ve korkulu bir kiibus çöktü. Gündüz her şey­
den şüphe etmiş, aziz ruh aleyhinde bol bol atıp tutmuştuk.
Fakat şimdi gece korkuyor, titriyorduk. Çünkü muhterem
hayal bizim en gizli hareketlerimizin görünmeyen bir şahidi,
seyircİsİ olduğunu bize anlatmıştı. O anda kendisi bizimle
beraberdi. Gündüzki cesaretimizle geeeki bu korkaklık ve
titreyişlerimizi görüyor, ihtimal bizimle eğleniyor, belki de
ikimizi birden çarpmak için özel bir anı bekliyordu.
Uyku zamanı geldi. Karı koca bir döşekte mi yatacağız?
Ne mümkün ! Bu cesaret ikimizde de yoktu. Binnaz Hanım
o uzun, o delil gösterdiği ültimatomunda bu yasağı açıklıkla
bi ldiriyor, sözlerinde şakanın zerresi bulunmarlığına taşlıkta
ani bir ölüme uğrayan ortağıını delil getiriyordu. Biz artık
karı koca gibi değil, ağabey kardeş hislerinin temizliğiyle ve
saf bir sevgiyle yaşayacaktık. Emir böyleydi.
Kocam o gece karyolayı bana terk etti. Kendi için odanın
bir köşesine ayrı yatak serdirdim. Bu yatakları ayırma me­
selesi evin içinde epey dedikoduya sebep o ldu. İsteğe bağlı
görünen bu iftira, karı koca arasında ilk soğukluğun ortaya
çıkmasına yoruluyordu. Kaynanarn buna çok sevindi. Hiz­
metçiler soğukluk sebebini ararken hayli yoruldu. Döşekleri­
mize başlarımızı koyacağımız esnada kocam dedi ki:

1 49
' Yasak olan şeyin lezzeti insanın özleyen bakışının önün­
de beş on misli artar. Şükriye seni aldım alalı bana bu geeeki
kadar çekici göründüğünü bilmiyorum . '
Efendi b u sözünü henüz bitinneden tavan arasında bir
gürültü oldu. Fareler miydi, yoksa aziz ruh, kocasının bu ih­
tiyatsız düşüncesinden dolayı onu ikaz için patırtı mı ediyor­
du? Hemen kocama cevap verdim:
' Birader efendi bu gece odanızda yatan kadının aynı nesil
ve karından gelme, halis kız kardeşiniz olduğunu ikimizin de
hayatının selameti adına unutmamalısınız. '
Naşit N efi Efendi içini çekerek:
' Mesele aziz ruhun keyfine kalırsa ben dünyadaki bütün
genç kadınların kardeşi, yalnız kendine, yani Binnaz Ha­
nım'a karşı yasak olmayan, daha doğrusu evlenme iznine
sahip olan bir erkeğim... '

Böyle söylene söylene türlü kuruntular, korkular içinde


dalmışız. Bu yatakların ayrılmasını takip eden sekiz on ge­
ceyi karı koca bir oda içinde, karşıdan karşıya kedi ciğere
bakar gibi birbirimize özleyen bakışlar yöneiterek geçirdik.
Birbirimize pek yakın ve pek uzaktık. Biraz uzansak el ele
temas edebilecek bir yakınlıkta fakat kavuşması imkansız
başka türlü iki alemdeymişiz gibi özlem dolu bir hayat geçi­
riyorduk. Korkudan aziz ruh hakkında görünürde saygılı bir
yüz göstermeye uğraşmakla beraber hakikatte bu melun cadı
aleyhindeki öfke ve kırgınlığımız büyüdükçe büyüyordu. Her
gece döşekten döşeğe konuşuyor, bu arzulu müddet uzadıkça
muhterem hayale dair yürüttüğümüz çıkışmalarımızın şidde­
ti de artıyor, artık nefsimize hükmedemediğimiz anlarımız,
arzumuzdan daha kuvvetli coşma zamanlarımız oluyordu.
Bir gece yine muhterem olmayan hayal (evet, bu tabiri ba­
zen ağzımızdan kaçırıyorduk) aleyhinde epeyce atıp tuttuk.
Öfkeınİzin sonucu olarak kocam dedi ki:
' Şükriye her vebali boynuma olsun ... '

1 50
'Ne var?'
'Ne olacak! Artık dayanamıyorum. Koynuna geleceğim. '
'Aman efendi! '
'Amanı zamanı yok.'
'Bu kadar zamandır dişimizi sıktık. Birdenbire ihtiyatsız­
lık göstermeyel im. Yine gayret edelim. '
'Ne vakte kadar?'
'Bilmem. '
'Bilmezsin ya ! Bu gayretin sonu nereye varacak?'
'Efendiciğim onu kim tayin edebilir? '
'Hiç kimse . . . Bu meçhul netice karşısında nasıl yaşanır?'
'Zihin, akıl alır bir şey değil ki cevap vereyim . '
'Bu meselenin akıl terazisine vurulması lazım gelirse ş u
netice çıkar. '
' Hangi netice?'
'Biz şeriata göre, usule uygun olarak, kanunen karı koca
değil miyiz? Bunda şüphe var mı?'
'Hayır... '

' Karım Binnaz Hanım Allah ' ın emriyle doğduğu gibi


yine Allah' ın iradesiyle gömülmedi mi? '
' Evet.. . '
'O halde bu cadının evliliğimize müdahale ederek mey­
dana getirdiği yasakları, tecavüzleri sırf baskı, fesat, zulüm
eseridir. '
' Doğru. . . '
' Hakka uygun olmayan hiçbir şeye itaat etmemelidir.
İnsanlığın gereği ve erdemi budur. Bir zalimin baskı uygu­
lamasına yol açanlar, bu saldırıya tahammül gösterenlerdir.

151
Savunma imkanı varken uyuşuklukla zulmün ağırlığını ken­
disinde kabul, insanlığa yaraşır bir hareket değildir. '
'Ne yapalım? '
' Hakka uygun olmayan her şeye karşı isyan farzdır. Allah
hakkını müdafaayı insanlara emretmiş ve en aziz, en büyük
kullarını bu meseleye görevli kılmıştır. '
'Amenna... Hepsi doğru . .. Ben de başka türlü düşünmü- .
yorum. Fakat efendi, biz karı koca vakit vakit birer coşkun­
luk nöbeti geçiriyoruz. Sade kurusıkı söylenip duruyoruz.
Elimizden başka bir şey gelmiyor ve gelmeyecek de . . . '

'Niçin gelemesin?'
'O cadı, biz insan... O bizi her şekilde tehdit ediyor, dehşete
düşürüyor. Ona karşı bizim ellerimiz daima bağlı bulunuyor. '
'Niye bağlı bulunsun?'
'Bağlı deği lse buyurunuz bakalım ne yapabiliriz?'
'Bundan sonraki emirlerine hiç kulak asmayız, katiyen
ehemmiyet vermeyiz. '
'Efendi bunlar sözden ibaret cesarettir. İş yapmaya gelin­
ce ikimizde de yürek terelelli . . . '

'Kancığım beni o kadar da korkak zannetme... Sözümün


yapacaklarıma tam olarak uyduğunu şimdi sana ispat ederim. '
'Nasıl?'
' Döşeğine girip seni özlemle kucaklayarak ... '
'Ne haddine! '
'Vallah Şükriye haftalardan beri misk8 gibi burnumda tü­
tüyorsun. '
' Kandil çöreği gibi mi?'

K Asya dağlarında yaşayan bir ceylan cinsinin erkeğinde karın derisi altında bulu­
nan kese şeklindeki bir bezden elde edilen güzel kokulu siyah madde; mis

1 52
'Çöreğin, böreğin çok üstünde .. . '
' Korku dağları bekler. '
' Sana olan arzumun şiddeti billah cadı korkusundan aşkın
bir mertebeye geldi. Sevda coşkuoluğundan yüreğim gümbür
gümbür atıyor. '
'Korkudandır, korkudan .. . '
' Aşkıının korkuya galibiyetini sana ispat edeceğim diyo­
rum . '
'Canım ne vakit?'
'İşte şimdi . . . '
Kocam hakikaten ateşli, aşıkça bir saldırıyla yatağından
fırladı. Gençliğinin ilk aşkına karşı elde etmek üzere ilk ham­
lesine atılan çı lgın bir genç coşkusuyla döşeğime gireceği es­
nada, ansızın korku ve hayretten büyüyen gözlerimin dehşe­
tinden o da şaşırarak sordu:
'Ne var?'
'Yukarı bakınız ... '

Başını kaldırdı. Beyaz, iri bir kelebek gibi havada titreye­


rek, çalkanarak dolaşan bir kağıt parçasını gördü. O anda pey­
da olan bu sihirli, bu esrarengiz kağıt parçası, şüphesiz aziz
ruhtan gelen uhrevi bir mektup, bir tehdit mektubuydu. Bu
hakikat ikimizin birden kalbirnize doğdu. Evet. .. Muhterem
hayal cadılıktaki tabiatüstü, düşünce üstü kuvvet ve dehşetini
birçok hadiseyle bize ispat etmiş ve zavallı ortağıını taşlıkta öl­
dürüp yere sererek bir intikam ve uyanış örneği göstermişken
biz onun bu öfkesini ve emirlerini hiçe saymak istedik. Karı
koca onun uyarılanna aykırı davranarak yine sevgi yatağımız­
da birleşrnek arzusuna düştük. Sabırsızlık gösterdik.
Kağıt, havada birtakım zikzaklar takip ettikten sonra çır­
pma çırpma düşen yaralı bir kuş gibi odanın ortasında masa­
nın kenarına indi ve oradan kayarak yere düştü.

1 53
Muhterem hayalden, ayrı döşekte yatmak emrini aldığı­
mız vakitten beri etrafımızı iyice seçebilmek için odamızda
gece kandil yerine sabaha kadar kuvvetli bir lamba yakıyor­
duk. ikimizin birden gözlerimiz, yerde hala çırpınıyor gibi
duran kağıda dikildi. Bu mektup semadan mı, ahiretten mi,
mezardan mı, işte öyle meçhul bir yerden geliyordu. Fakat
evin çatısından nasıl geçip de oraya düştü?
Cadının o ana kadar bize gösterdiği harikalar gibi bu son
işine de akıl erdirmek, bizim işimiz değildi. Biz şimdi ahiret
hava postasının bu kağıdı bize ulaştırma şeklindeki gariplik­
ten ziyade eğer bu hakikaten bir mektupsa tehditkar içeriği
neydi, onu meraka başladık.
Kocamın kucaklama arzusuyla açılan iki kolu yanlarına
sarktı. Arzu yangınıyla parıldayan gözlerinin ateşi söndü.
Öpücüğün zevkiyle titreyen rludakları şimdi korkudan, hay­
retten, tehlikenin heyecanından titriyordu.
Gözlerimiz kağıttaydı. Fakat döşekten döşeğe geçen mah­
rem konuşmalarımızın üzerine inen bu garipliğe el uzatmaya
korkuyorduk. Temas ettiğimiz an çarpılacak mıydık? Ne tür­
lü bir intikama uğrayacaktık?
Aşk coşkusuyla demin kocaların en kahramanı kesilen
Naşit Nefı Efend i'nin bu tereddüt ve çarpıntısını görünce de­
dim ki:
'Efendi korkmayınız. Kağıdı alınız. Bakalım ne yazılı?
Aziz ruhun istediği, bize şiddetle haddimizi bildirmek olsay­
dı bu kağıt parçası yerine yukarıdan başımıza büyük taşlar
düşürerek ikimizi de ezerdi. Yine bize karşı bir şey bildirme
amacı var. Neymiş anlayalım ! '
'Böyle olduğunu nereden anladın?'
'Canım bu kadın aramızdan hiç ayrılmadığını bize kaç
defa anlattı. En gizli konuşmalarımızı bile işittiğine artık
şüphe kalmadı. Ortada olan bu şeylere karşı biz göz yumduk.

1 54
Rızası olmayan hareketlere kalkıştık. Tam döşeğime girece­
ğiniz esnada bu kağıt havada gözüktü. Efendi siz bir ruhun
sevdalı elinde tutsak bir erkeksiniz. A deta tekin değilsiniz.
Dünya ve ahirette siz onunsunuz. Evet, onun ebedi kölesisi­
niz. Bu halinizi bilip başka bir kadına sevginizi sunup yakın­
laşma tehlikesinden katiyen sakınınız. Hem kendinize hem
bir günahsıza büyük bir fenalık gelecek. '
Bu sözlerimden bütün bütün şaşıran efendi, gözleri kağı­
da saplanmış bir şekilde daldı kaldı. Ne yapacağını kestire­
miyordu. Onun bu şaşkınlık ve kararsızlığını görünce hemen
döşekten fırlayıp kağıdı aldım. Lambanın yanına götürdüm.
Bir kopya kağıdı gibi inceydi. Üzerinde mor kurşunka­
lemle yazılmış şu satırlar gözüktü:
Efendi,
Maneviyelin bahşeylediği kolaylık ve gözle görülememe
dolayısıyla her lahza sizinle beraberim. Nefs-i emareye9 tabi
her fert şeyianın mürididir. Seni iblisten uzaklaştırıp, Rah­
man 'a yak/aştırmaya uğraşıyorum. Dünyevi karınla bağını
kes... Uhrevi karının aşkı maddi ve manevi her şeyi kapsar.
Dünya nikdhı seni benden başka bir kadına meşru kılamaz.
Bu gece aranızda günahın gerçekleşmesine ramak kaldı. Va­
him akıbetinizi niçin göz önüne almıyorsun? Böyle bir zay�t:
lık anının tehlikesine bir daha düşmernek için karınla odanızı
ayırınız. Emrim kesindir.
Ayrılması mümkün olmayan karın
Emine Binnaz
Ben bu satırları yüksek sesle okurken kocarnı bir titreme
aldı. Artık işin şakası kalmamıştı. Bazı tasavvufı ve manevi
cümlelerin manalarını pek anlayamadık. ' Uhrevi karının aşkı
maddi ve manevi her şeyi kapsar,' ifadesi bazı c inci hocala-

9 N efsin yedi menelıesinden en alt derec esi sayılır. Bu menebede nefis insonu
kötülükleri, günahı, şehveti emreder ve kişi her türlü günahı pişmanlık duymadan
işieyebil ir.

1 55
rın ağzından işitilen anlamı belirsiz sözlere benziyordu. Hele
' Dünya nikahı seni benden başka bir kadına meşru kılamaz,'
bencil sözü hiçbir suretle kabul edilebilir değildi. Fakat itira­
zımızı hangi davacıya karşı edecektik? Yüzleşmemizde ruh
adına kendini türlü acayip şekillerde hissettiren bir hayalden
başka bir şey yoktu. O hayal ki söylüyor fakat dinlemiyordu.

1 56
21
' İ spirit' Reisiyle Münakaşa

Çaresiz bir şekilde o geceden itibaren kocamla odalarımızı


da ayırdık. Her emrine böyle kolayca uyduğumuzu gördükçe
' aziz olmayan ruh' büsbütün şımararak yakında Naşit Nefı
Efendi'den beni boşamasını da talep edecegini biliyordum.
Gece odamda yatmak için İrfan Kadın' ı yanıma verdiler.
Ben korkumdan bir can yoldaşıyla da yetinemeyerek baba­
mın evinden bir hizmetçi daha çağırdım.
Naşit Nefı Efendi odasında tek başına, evet, yapayalnız
yatıyordu. Cadı karı kocarnı elimden aldı. Zavallı adamı,
böyle uzaklaştırması, geceleri gidip o bedbalıtın koynuna
kendisi girmek için miydi? Bende adeta şiddetli bir kıskanç­
lık başladı.

Sabahları kocam kaleme10 gidinceye kadar ancak bir lah­


za görüşebiliyorduk. Çehresi derin bir kederle günden güne
zayıflı yor, soluyor, saçında, sakalında aklar ortaya çıkıyordu.
Her bir günün geçişiyle artık anlıyordum. Benim odadan atıi­
mamdan sonra efendi için yeni, daha önce benzeri görülme­
miş, müthiş bir evlilik şekli başlamıştı. Onu odasında artık
yalnız bulunca cadı sadece koynuna değil, biçarenin kalbi­
ne, ruhuna, bütün damarlarına nüfuz ederek bütün vücudunu
baştan aşağı kapiayarak bu talihsizi her an benden biraz daha
uzaklaştırıyor; ahirete, mezara, kendine yaklaştırıyor, dünya­
dan çekip götürüyordu.
Bu işitilmemiş felaketten adamcağızın kurtuluşu mümkün
olmayacak mıydı? Bunun hiç çaresi yok muydu? Kendiyle
görüştüğüm kısa anlarda, cinci hocalara, ruhlarla i lişkili ol­
duklarını iddaa eden kimselere müracaat etmek tavsiyesin-
1 O Resmi dairelerde yazı işlerinin yürütüldüğü yer

1 57
den geri durrnuyordum. Denize düşen yılana sarılır, derler.
izahı mümkün olmayan fakat gözümün önünde cereyan eden
garip, üzücü hallerden sonra ben de adeta aptallaşmış, eski­
den inanmadığım birçok boş şeye inanmaya başlamıştım.
Bu tavsiyelerim nihayet meyvesini verdi. Bir gün efendi
bana dedi ki:
'Şükriye ısrarların üzerine birçok yere başvurdum. Ni­
hayet şehrim izde bir ' ispiritizm' 1 1 cemiyeti keşfettim. İleri
gelen azalarından biriyle dost oldum. Olayları ayrıntısıyla
anlattım. Bu zat çok şaştı. Böyle hırçın, kudurınu:;; ruhları,
büyük baskın ruhların nüfuzuyla zapt edip uzaklaştırmanın
mümkün olacağını söyledi. Beni reisieriyle görüştürecek . '
Kocam birkaç gün sonra 'Cemiyetin reisiyle görüştüm.
Muhterem bir zat. .. Binnaz'ın cadılığı hadisesini pek garip
buldu. Bu meseleyle meşgul olmayı vadetti,' müjdesini verdi.
Nihayet bir akşam bizim yalıda cemiyetin toplanacağını
haber verdi. Gerçekten de üç gece sonra bizde toplandılar.
Yarısı Frenk, 1 2 yarısı Türk yedi sekiz kişi geldi. Misafirleri
en geniş yerimiz olan mabeyn odasına13 aldık. Beyefendinin
müsaadesiyle iki hizmetçimi beraber alarak çubukluğa14 sak­
landım. Çünkü içeride edilecek sözleri hep işitmek istiyor­
dum. Çubukluğa, tahtaboşun 1 5 penceresinden girilebiliyor,
kapısına kulak verilince mabeyn odasında edilen lakırdıları
tamamıyla işitmek mümkün oluyor ve azıcık baş uzatılırsa
içerisi de görülüyordu.

l l Ö lmüş insanların ruhlarıyla medyum denilen kimseler aracılığıyla iletişim ku­


rulabileceğini ve bu yolla bilinmeyen bazı gerçeklerin öğrenilebileceğini benim­
seyen görüş, ruhçuluk
12 Avrupalı
13 Eski saray ve konaklarda haremle selamlık bölümleri arasında bulunan ve her
iki tarafa da kapısı olan daire veya oda
14 Eskiden yuva şeklinde duvara oyulup genellikle oyma ve nakışlarla süslenen,
tütün çubuklarını koymaya mahsus yer. (Y.h.n)
15 Evlerin damlarında çamaşır serıneye veya yaz gecelerinde oturmaya yarayan,
tahta döşeli, üzeri bazen çinkoyla kaplı bir nevi taraça

1 58
O geeeki cemiyete babamı da davet ettik. Babam pek inat­
çı ve Frenklerio septik16 tabir ettiği yaratılışta bir adamdı. Bu
kadar deliilere rağmen o hiilii bu cadı meselesini Binnaz Ha­
nım ' ın mezardan çıkmasının dışında başka ihtimallerle izaha
uğraşıp duruyordu.
Hakikat her neyse bir dereceye kadar bu gece aniaşı lacak,
Binnaz Hanım'ın ruhu davet edilerek kendisinden meselenin
açıklanması istenilecekti. Ben çubuklukta baştan aşağı kulak
kesildim. Meraktan çatlıyordum.
Nihayet meclis başladı. Fakat babamın saldırgan ve gü­
rültülü sedası bütün seslerin üstünde çıkıyordu. Cemiyet rei­
sine hitaben diyordu ki:
' Reis efendi hazretleri ölüm istisna kabul etmeyen genel
bir kanundur. Hatta her lisanda bu hakikati destekleyen 'ölen
dirilmez', ' giden geleydi babam getird i ' gibi atasözleri var­
dır. Bunun Fransızcası da ' Il n'y a que les morts qui ne re­
viennent pas ' 1 7 'proverb ' i ' H olacak zannederim. Hakikat böy­
leyken nasıl olup da bizim Binnaz Hanım rivayet edilenlere
göre mezarından çıkarak böyle iiiemi birbirine katıyor. '
Re is:
'Efendim biz buraya meselenin bu sebebini halletmek
için gelmedik. Bu münakaşada yaşadığımız asrın düşünürleri
henüz bir açıklığa eremedi. Bu çok uzun zamandır süren bir
meseledir. Bizim bu geeeki toplanmamız kendisinden açık­
lamada bulunmasını isternek üzere bir ruhu davet içindir. '
Babam gülerek:
' Davet tabiri hoş . . . '
Re is:
'Neden?'
ı 6 Şüpheci (Y.h.n)
1 7 "Geri dönmeyenler sadece ölülerdir."
1 8 Atasözü

1 59
'Efendim bu dünyanın hali bir 'devridaim'den ibarettir.
Yenilenme diye insanlar kendilerini aldatıp duruyorlar. Ye­
nilenme yok. Eskimiş, unutulmuş fikirleri, başka birer isim
takarak yeni namıyla meydana çıkarıyorlar. İşte yenilenme
bu . . . Siyasetler de öyle ... Moda da öyle. . . Tarih de öyle ... Her
şey öyle . . . Büyük İskender zamanı neyse Napolyon da o ...
Şimdiki vakit d e o ... '
'Acayip şey... İskender zamanında buhar kuvvetini maki­
nelere tatbik etmek var mıydı? E lektrik .. . Radyum . .. X ışını...
Bunlar tanınmış mıydı?'
' Aman efendim ... Agzı kapalı ateşte kaynayan bir tence­
renin kapağının kımıldadığını gören insanlar, kızgın su buha­
rında bir kuvvet olduğunu asırlardan sonra keşfederek bunu
makinelere tatbike kalkışmış. Pek geç istifade edilmiş bir in­
sanlık kavrayışı... Halbuki buhar, tabiattaki rolünü yaratılışla
beraber oynayıp duruyordu. Bu yeni bir şey değil. Cüretimi
affedersiniz. İşte sizin 'davet' tabiri de öyle . ..'

Re is:
'Bir şey anlayamadım. '
Babam:
'Efendim, memleketimizde cinci hocalar, çok eskiden
bu davet tabirini kullanırdı. Birtakım temiz gönüllü ihtiyaç
sahipleri de ellerindekini, avuçlarındakini bu davetiere har­
cadıkları halde içlerinden amacına ulaşam neredeyse görül­
memiştir. Eski cincilerin yerine şimdi ' ispiritizma' , ' man­
yetizma', 'hipnotizma'cılar çıktı . Evvelkiler cinleri, perileri
çağırırdı. Şimdikiler ruhları çağırıyorlar. Yine o külfet, yine
o davet... Fakat lütuf göstererek geldikleri haber verilen yüce
davetiileri meydanda gören yok. Hep laflar o laf. . . iddialar o
iddia. . . Yalnız söylenenlerin elbiseleri değiştirilmiş, isimler
değiştirilmiş. '
Re is:
'Ruhlara inanmıyor musunuz?'

1 60
Babam:
'İnanacağım bir şeyin niteliklerini bilmek isterim. '
Re is:
'Niteliklerinin ispat edilmesi mümkün olmayan şeylere
ne diyeceksiniz?'
Babam:
'Bunlar için düşünürüm. Çok düşünürüm. '
Re is:
'Nitelikleri bilinemediği için harareti, ışığı, elektriği ve
saireyi inkar mı edeceksiniz?'
Babam:
' Eserleri rehberliğiyle bu kuvvetleri anlıyoruz. Yani bun­
lar beş duyumuza temas ediyorlar. Dini, felsefeyi, ruhu bir
tarafa bırakalım. O konumuzun dışındadır. Şu sizin davetle
gelip bazen kovmakla gitmeyen ruhlarınızı aklım almıyor. '
Re is:
' Her şeyin mümkün olduğu bu ıllernde sizin aklınızın
alamadığı daha birçok şey olabilir. Fakat sizin inkar etme­
niz veya idrak yoksunluğunuzla onların varlıklarına zarar
gelmez. Hane sahibi, damadınız Naşit Nefı Efendi, ölmüş
karısının azgın, kötü ruhundan şikayet ediyor. Bu rahatsız­
lık veren ruhun yaramazlığından bir hane halkı, bir mahalle
ahalisi ve hatta bütün köy sakinleri şikayetçi . . . Buna ne diye­
ceksiniz? Meydanda şikayet edilecek hiçbir sebep yok mu?
Hep bu rivayetler sizi aldatmak için uyduruluyor zannında
mısınız?'
Babam:
' Faili meçhul birtakım şeyler meydana geliyor. Bunu
inkar etmek mümkün değil... Fakat bakalım bu garip işlerin
bir ruha dayandınlması doğru mudur?'

161
Reis:
'Fail hakiki ruh değil de ya nedir! Sizin bu hususta yeni
bir keşfıniz varsa söyleyiniz. Biz de hatamızı aniayarak fıkir­
lerimizi düzeltelim, cehaletimizi itiraf edelim. '
Babam:
'Estağfurullah reis efendi hazretleri . . . Sizin ruh adına bir­
takım işler isnat ettiğiniz kuvvet hakkında hiç malumatım
yok. Bu konudaki bilgi ve uzmanlığınızdan istifade etmek
isterim. '
Re is:
'Şimdi Binnaz Hanım'ın ruhunu davet edeceğiz. Kendisi­
nin davetimize icabet edip ve suallerimize gerekli cevapları
vermek suretiyle gerçekleşecek tezalıürünü göreceksiniz.'
Babam:
'Ruhun tezalıüründen evvel, ' ispirit' lerce varsayı lan du­
yuları anlamak isterim. '
Reis:
'Bedenler fani, ruhlar kalıcıdır. Bizim için bu asla şüphe
götürmez bir hakikattir. '
Babam:
' Sözleriniz fıkrime tamamıyla muhalif de olsa hiçbirine
itiraz etmeyeceğim. Yalnız bu yoldaki kanaatİnizi öğrenmek
merakındayım. Beden yok olduktan sonra ruhun kalıcılığı
sizce neyle sabittir? Tecrübe yöntemini buna tatbik edebilİ­
yor musunuz?'
Re is:
'Hayır edemeyiz. İstesek de mutlak surette bir gerçekleş­
me mümkün değildir. '
Babam:

1 62
' Ruhlar nereden gelip nereye gider ve bedenden ayrılışla­
rından sonraki özellikleri nedir?'
Re is:
'Bunlar derin ve meçhul meselelerdir. ' İspirit' görünen
bazı şartatanlar bu meselelere cevap vermeye uğraşarak büs­
bütün zihinleri karıştırmışlardır. Ruhlar, bedenlerden kur­
tulduktan sonra yer çekimine bağlı kalıyorlar mı? Dünya,
yaratıldığı zamandan beri geçtiği bir noktadan bir daha geç­
memek üzere uzayın içerisinde bir top mermisinden yetmiş
üç defa daha seri, korkunç bir hareketle uçup gitmektedir.
Ölüm hadisesiyle bedenlerinden ayrılan ruhlar, genel çekim
esaretinden de kurtuluyariarsa dünyamız bu ruhları uzaya
saçarak baş döndürücü ebedi yürüyüşüne devam ediyor de­
mektir. '
Babam:
'Bu uzaya saçılan ruhlar, sonra ne oluyor?'
Reis:
'Besbelli uzayın o noktasından diğer bir gezegenin geçişi
sırasında o aleme geçerek başka bedeniere giriyorlar. '
Babam:
'Genel esaret adını verdiğiniz kapsayıcı çekim kanunun­
dan hür kalacak derecede cisimsiz olan ruhlar nasıl olup da
diğer bir aleme çekiliyorlar? Hem cisimsizliği biz hangi his­
simizle duyabiliriz? Yahut ki o cisimsizler varlıklarını bize
hangi araçla hissettiriyor?'
Reis:
'Efendi, her tarikatta başlangıç, orta, son yahut olgunluk
dönemleri vardır. Bir müntesip, 19 mebadi20 için zihin yonna­
dan orta sınıfa yükselecek kadar yetenek gösterıneden en

1 9 Bir tarikata giren, bir dergaha mensup olan derviş


20 Saliki maksada, nihai gayeye eriştiren namaz, oruç, zekat, hac gibi farz ibadetler

1 63
mükemmel sırlan araştırmaya kalkarsa tabii bir şey anlaya­
maz ve bu hali aynen, alfabe görmeden bedi21 ve beyandan22
bazı ince manaları çözmeye uğraşan bir gafilin boş yere ça­
balayışına benzer. Bu gafleti gösterir ki böyle bir adam için
olgunlaşma yolu sonsuza dek kapalıdır. '
Babam:
' Ruhu deneysel ilimlerden hiçbirinin erişemeyeceği su­
rette eismaniyetten soyutladıktan sonra onu danışma mecli­
sinize davet ediyorsunuz. Cismi olmayan bir şey varsayılan
esir3 dahilinde bile bir titreşim meydana getiremez. Bununla
karşılıklı duygu alışverişiniz nasıl mümkün oluyor? Anlaşı­
lamaz. Yer çekiminden kurtularak uzayda kalan bir ruh, ken­
dinden her lahza bir top mermisinden yetmiş üç defa daha
seri bir seyirle ayrılan dünyaya elli sene, yüz sene sonra nasıl
zihinleri durduracak bir uzaklıkta kal ıyor? Siz onu çağırır ça­
ğırmaz hayal etmesi mümkün olmayan bu mesafeden nasıl
koşup gelebiliyor? Hem varsayımınız dolayısıyla bu davet
edilen ruh, yakınlarından geçen bir gezegene atılıp ikinci bir
bedene girmişse bu vücudu uykuda yahut cansız bırakarak
mı bu davetİnize icabet ediyor? Dünyamız ölü ruhları bu
uzay seyahatinde, yoluna saçarak gidiyorsa hiç şüphe yok ki
diğer gezegenlerden bırakılmış serpinti, ecnebi ruhların bir
kısmını da topluyor. Daimi bir değişirnde bulunuyor. Dün­
yadan ayrılışı yüz seneyi geçmiş olan başka bir gezegende
cisimleşmiş bir ruhu çağırdığınız anda bu ikinci bedenini
her nasılsa terk ederek buraya geliyor. Dünya üzerinde yüz
sene evvelki ecdat ve yakınları hakkında sorduğunuz sualle­
re cevaplar veriyor. Demek ki dünyadaki hayatını tamamıyla
hatırlıyor. Bu varsayıma göre aramızda diğer gezegenlerden

21 Düzgün ve yerinde söz söyleme usulünü öğreten belagaı ilminin söz ve mana
sanatlarından ve süslerinden bahseden bölümü
22 Belagatın teşbih, mecaz, kinaye. istiare gibi anlatım yollarını. sanatlarını gös­
teren bölümü
23 Atomlar arasındaki boşluğu ve bütün evreni doldurduğu varsayılan, ağırlığı ol­
mayan, ısı ve ışığı ileten töz

1 64
gelmiş göçmen ruhlara sahip bulunmak lazım gelir. Niçin
hiçbirimiz diğer alemdeki hayatımızı hatırlayamıyoruz? Bu
varsayımlarınızın, düşüncelerinizin kabul edilmesi sonucun­
da ucu bucağı gelmez birçok suallere yol açılır. Meselenin
içinden çıkılmaz. Cisimsiz farz edilen bir şey, inceleme ko­
nusu yapılamaz. Biz ruhun varlığını ancak bir bedenin içinde
belirmesiyle anlıyoruz. Ruhun vasıfları incelenecekse ancak
birleşerek ortaya çıkabildiği vücut içindeyken tetkik edilme­
lidir. Beden hayattayken ruhun ne olduğunu anlayamazsak
bu dünyevi yuvasından başka bir aleme uçmasından sonra
hakikati için arkasından zihin yormak pek abes olur. Ruhsuz
beden nasıl çürüyorsa bedensiz ruh da bizim gibi beş duyusu
yardımından başka bir şekilde düşünemeyenler için manasız
bir kelime hükmünü alır. '
Re is:
' Ruhların uzaya saçılınayıp da dünyada sabit oldukları
farz edilse mesele mümkün ve akla uygun bir şekil bulmuş
olur mu zannediyorsunuz?'
Babam:
'Bilemem... Bu konu üzerinde bilgi ve yetki sahibi değilim. '
Re is:
' Yeryüzünde günde yüz bini aşan ölümler meydana ge­
liyor. Bu miktar senede 36 milyona, bir asırda 3 milyar 620
milyona ve on asırda 36 milyara ulaşıp böyle böyle çoğalır.
Bu görünmeyen dünya sakinleri nereye dolar? Bu çoğalma
karşısında, zihinler bunatıp da bu kadro dışına bir çıkış bul­
mak icap ederse biriken ruhların dünya üzerinde diğer beden­
Iere geçişlerini kabul, bir dereceye kadar zaruret hükmünü
alır. '
Babam:
' Reis efendi hazretleri, affedersiniz, bu biriken şeylerin
tabiatı nasıldır? Onu anlamak isterim. '

1 65
Re is:
' Söyleyeceğim. Asıldan sonra itizal da vardır. Avrupa mu­
tezile ruhbilimcileri24 der ki insanların ölümünden sonra ha­
yatına devam eden bir ruh, yani ruhun canlılığı kalmaz. Bun­
lar hayvanlar gibi bedenleriyle beraber sonsuza dek sönerler.
Bunların ruhlarının cevherleri o derece dayanıksız ve hiçtir
ki kendilerinden hisse, fıkre temas edecek bir eser kalmaz.
Bunlar için kimyasal, geometrik bir tarif bulmak da müm­
kün değildir. Nasıl anlatayım! Bunlara nispeten bir hidrojen
zerresi bir kaya derecesinde dayanıklı ve sert kalır. Bu çeşit
kuvvetsiz ruhlar, esir içinde adeta dağılarak ruhlara başlangıç
maddesi oluşturmak için genel hazine yerine geçerler. '
Babam:
'Aifedersiniz reis efendi, şu açıklamalarınız, bendenize
bilim dışı birtakım şahsi sözler gibi geliyor. Cismani olma­
yan bir şey için başlangıç maddesi tabirini nasıl kullanıyor­
sunuz?'

Re is:
' Hiç ve adem25 gibi yoklukları ifade için de her lisanda
kelimeler, isimler icat edilmemiştir. Bir yokluk, yoklukla be­
yan edilemez. Buna uydurma madde de diyebiliriz. '
Babam:
' Demek ki deminden beri olan sözlerimiz uydurmacalar
üzerine, öyle mi? Tuhaf şey. . . Aman devam buyurunuz... Ba­
kalım bu uydurmacalarla hangi uydurmaca hakikatiere ere­
ceğiz? ' Kuvvetsiz ruhlar' tabirine bakılırsa 'kuvvetli ruhlar'
bulunması da mantıklı bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. '
Reis:

24 i nanca dair meselelerin yorumunda akla ve iradeye öncelik veren, akılcı mez­
hebe verilen isi md ir. Burada da Avrupal ı akılcıları kastetmek için kullanıl ır. (Y.h.n)
25 Felsefe kaynaklı bir söz olan "adem" yokluk anlamına gelir ve varl ığın zıddı,
"hiçlik", varlığın yaratı lmasından önceki hali tanımlamak için kullanıl ı r. (Y.h.n)

1 66
'Evet. . . '
Babam:
'Açıklayın ız, rica ederim . .. '
Reis:
'Başka çeşit akılcılar bedenden sonra ruhlar sonsuza kadar
kalıyorsa, bu ruhlar ne oluyor, nereye gidiyor, suatine şu ceva­
bı verir: Uzay ile zamanın bizim maddi hislerimize nispeten
var olan şartlan bu iki şeyin hakiki doğaları hakkmda bize ger­
çek ve doğru bir fikir veremez. Çünkü bizim beğeni ve duygu
araçlarımız maddi ve görecelidir. Ruh ve fikir gibi şeylerse
boşlukta bir mekan işgal etmezler. Bununla birlikte saf ruh,
ruhun kendisi olamaz diyenierin iddialan da yabana atılamaz.
Ruhun varlığı ancak boşlukta bir mekan işgal eden bir madde­
ye ilişkisiyle düşünülülebilir. Bundan dolayı ruhlar arasında da
eşitlik yoktur. Yüce ruhlar ve sıradan ruhlar vardır. '
Babam:
'Aman reis efendi, manevi hayat için de bir eşitsizlik çı­
kannayınız. Çünkü dünyada bu davadan bıktık. Ahirette de
bunun derdini çekmeye lim . '
Re is:
' Evet.. . İnsanoğullarından bazıları, varlıklarından nere­
deyse haberdar değil gibidirler. Hayvanla insan arasında bir
hayat geçirirler. Yüce ruhiarsa kendilerinden haberdardır.
Bunlar dünyevi hayatlarında olduğu gibi öldükten sonra da
şahsiyetlerini tam anlamıyla muhafaza ederek alemden ale­
me seyahat edip ve bedenden bedene girerek olgunlaşma dö­
nemlerini takiben kıymetlerini ve cevherlerini artırırlar. '
Babam:
'Bu sözlerinizi bilim ve Lekniğe, akıl ve mantığa o kadar
muhalif buluyorum ki evvelce itiraz etmeyeceğime dair söz
söylemeseydim şimdi öfkemden bar bar bağıracaktım. '

1 67
Reis:
' Hiddetle münakaşa edilmez.'
Babam:
'Ama bir sözünüz ötekini çürütüyor. Tahammül olunmu­
yar ki . . . Evvela ruhları cisimsiz farz ettiniz. Sonra bunlara
biraz maddiyel vermeye kalkıştınız. Bir insanın öldükten
sonra şahsiyetini kaybetmeksizin bedenden bedene girerek
öle dirile, öle dirile olgunlaşma devirleri geçirmesi, alemden
aleme dolaşması eskilerin başka bir surete girmek sözlerine
benziyor. Yeni zaman filozoflarından bazıları Budistlerin,26
Brahmanların27 yol ve İlikatlarını biraz başka bir şekilde
uyandırmaya uğraşıyorlar. Bu sözler çok defa söylenmiş
fakat insanlık için kesin bir menfaal ortaya koyamamıştır.
Eflatun,28 Phaidon29 unvanlı eseriyle bu fikri müdafaa et­
miş, Lamartine30 de Sakrat'ın Ölümü adındaki felsefi şiirini,
Phaidon 'dan ilhamla yazmıştır. Ölüm, hayattan geldiği için
hayatın da ölümden doğduğu esasına dayanan felsefe ... İn­
san yeniden bir şey öğrenmezmiş, evvelce başka bir alemde
bildiklerini hatırlarmış. Filan fi lan . . . Bunlar eski nağmeler. . .
Biz sizin düşüncenizden akla, fenne uygun malumat istiyo­
ruz. Ruh, bedenle ilgisini kestİkten sonra nasıl işitiyor, nasıl
görüyor? Kendinde koklama, dokunma duyusu nasıl bulunu­
yor ve sizinle nasıl münasebet kurabiliyor? Ruhların ortaya
çıkması bahsinde en evvel insanı düşündüren hususlar bun­
lardır. '
Re is:

26 M . Ö . YI. yüzyılda yaşamış olan Siddharta Gautama'nın (Sakyamuni)fıkir ve


görüşleri üzerine Hindistan'da kurulan ve özellikle Uzakdoğu'da çok yaygın duru­
ma gelen Budizm dinine inan kimse
27 Brahmanizm. kahtım yoluyla geçen hir kast höliinmesine dayalı toplumsal bir
inancı ihtiva eden Hint dinine inanan kimse
28 Platon veya Eflatun, Antik Yunan fılozofu ve bilgesi
29 Platon 'un ruhun ölümsüzlüğüne dair kaleme aldığı eseridir. (Y.h.n)
30 Alphonse Marie Louise Prat de Lamartine ( 1 790-1 869), Fransız yazar, şair
ve siyasetçi

1 68
'Bu gibi konularda kendi his ve fikrimizi, hakikat zannıy­
la incelemeye girişmemiz hatadır. Mesela bizim bedenimize
ve duyularımıza göre hava, katı bir cisim değildir. Zahmet­
sizce havanın içinden geçebiliriz. Fakat bir demir kapıdan
geçemeyiz. Elektrik içinse kural tam zıddıdır. O, demirden
geçer gider. Fakat hava ona geçmesi imkansız gibi gelir. De­
mek elektrik için hava zor geçilen katı bir cisim, demirse ge­
çilmesi kolay katı olmayan bir maddedir. Cam, elektrik için
yoğun, 'manyetizm' için şeffaftır. Kas sistemleri, giysileri­
miz ve odun, X ışınları için şeffaf ve camsa yoğundur. Bun­
dan dolayı kendi duyularımızı doğru ve yanılmaz bir tabiat
ölçüsü kabul ederek her şey hakkında kesin hüküm vermeye
kalkışırsak çok aldanırız. i lim ve fen dediğiniz şeyler de daha
pek i lkel durumdadırlar. Güvenilmez. '
Babam:
'Efendim, bilimin bazı hususlardaki kudretsizliği, anlaşı­
lamayan şeyleri onun aleyhinde birer delil gibi kullanmaya
bir sebep olamaz.'

Reis:
' Bizim düşünce ve itikadımızı birkaç sözle size hülasa
edeyim. Evvela bedenden sıyrılmış olarak ruh vardır. İkinci
olarak ruh, henüz bilim bakımından bilinmeyen niteliklere
sahiptir. Üçüncü olarak ruh, duygu vasıtalarına muhtaç ol­
maksızın uzak mesafelerden görülebilir. Evet.. . Tabiatta çe­
şitli hareketlerde ruhla ilgili bir unsur vardır ve bunun esası
bizim için henüz meçhuldür. '
Babam:
' Birkaç kişi bir araya gelip de ellerin i bilinen şartlarla bir
tahta masanın üzerine koyarsa gizli bir kuvvet meydana geli­
yor ve bu kuvvet, faili meçhul birtakım hareketlere, gariplik­
lere sebep oluyor. Buna sinir akımı, ruhiye. . . Her ne derseniz
deyiniz. Bunun varlığını kabul ederim. Fakat hakikati gizli
bu kuvveti, ruhlara dayandırmakla birçok şarlatan 'medyum-

1 69
ların' ellerinde mesele, çeşit çeşit acayip ve doğal olmayan
şekiliere sokularak türlü asılsız kuruntuya yol açılıyor. Bu
kuvvetin bilinmezliğini, basit akıl sahiplerini aldatmaya
alet ederek kötüye kullanmamalıdırlar. Bir masa, kimsenin
eli dokunmaksızın hareket ediyorsa bu kımıldanmayı ölmüş
dedemin yahut büyük anaının ruhuna dayandırmanın manası
yoktur. Çünkü masayı, etrafında bulunan kişilerin sinir akım­
ları mı oynatıyor, büyük anaının ruhu mu? Toplanmış kişile­
rin, masayı nası l oynattıklarını kendileri bilemedikleri halde
hunda n ineleri ruhunun etkisi bulunduğunu nereden anlıyor­
lar? Bu bilinmezlik, her iki taraf için de aynı derecede ispa­
ta muhtaçtır. Bundan dolayı ruhların dikte etmesi suretiyle
meydana çıkarılan yazılar, meydana gelen soru-cevaplar, hal­
ledilen meseleler ciddi bir bakışla görülecek şeyler değildir.
Yüce şahsınızın bildiği gibi eski devirlerden iki devlet, savaş
sonucunun nasıl biteceğini anlamak için savaştan önce 'orac­
le'lara,3 1 hatiflere,32 kahiniere müracaat ederler, fal baktır­
dıktan sonra savaşa başlarlardı. O zamanlar kötülükle ilgili
zihinlerin çocukluk anlarıydı. Şimdi biz böyle fallara güle­
riz. Mademki ' ispirit'ler böyle büyük suallere cevap verme
kudretini iddia ediyorlar, niçin Rusya hükümeti Japonlarla
muharcbcye başlamazdan evvel beş on medyum ve ' ispirit'
cemiyeti toplayıp da bilinmezliği ortadan kaldırarak o büyük
ınağlubiyetten donanınasını, ordularını kurtaramadı? Reis
efendi hazretleri, gelecek, siyasetin geleceği, tarihin, man­
tığın kıyas edilmesiyle belki biraz seçilebilir. Diğer şekilde
bunu keşif mümkün değildir. Kaşiflik taslayanlar ruh olsun,
insan olsun şarlatandır, insanlara meçhul kalan gelecek, ruh­
lara neden malum oluyor? Öldükten sonra şimdiye, geleceğe
ait bütün ilahi sırlar bunlara aşikar mı oluyor? Tabiat, biz­
den pek çok şey gizlemektedir. İnsanlar ilim ve teknik bakı­
mından bu sırlara erişmek için uğraştıkça her sene binlerce
kurban veriyor. Mesela şu son senelerde tayyarecilik ilerledi.

31 Eski Yunanistan ve Roma'da gaipten haber veren kahin


32 Gaybdan seslenir gibi haber veren melek

1 70
Evvelce adı bile yokken meydana adeta bir fen ve sanat çıktı.
Henüz kesin bir olgunluğa eremedi . Fakat anlaşıldı ki uçula­
cak. Gökyüzü gemilerinin, denizin gemileri derecesinde bir
olgunluğa uygun olduğu görülüyor. Lakin nasıl? Tabiat bu
sırrını bize açıklamak için daha içimizden çoklarını mezara
serecek. Yaratılış, sırlarını bize pek pahalıya teslim ediyor.
Öyle ' ispirit' masası başına oturup tıkırtıları sayarak bugün­
den, gelecekten haber almaya uğraşmak saflıktır. Mademki
bize bilinmezlikten haber verecek iyiliksever ruhlar varmış,
niçin bunları çağırıp da 'Oğlum imtihandan geçecek mi? Du
sene maaşım artacak mı? Karım kız mı, oğlan mı doğura­
cak?' gibisinden çocukça şeyler sorayım ! Halledilecek ne
mühim zorluklar var. Bugün Edison33 gibilerinden tutunuz
da mikrobiyoloj iyle uğraşanlara kadar bütün ilim sahipleri­
nin işyerierindeki durmaksızın mesailerini görseniz, hayrette
kalır ve fazlasıyla etkilenirsiniz. Niçin hanımın oğlan do­
ğuracağını size haber vermek iyiliğinde, daha doğrusu saç­
malığında bulunan kiişif ruh, bu bilim adamlarından birinin
kulağına eğilerek ' Şu şekilde üretilecek bir serum var. Kesin­
likle tedavi eder, ' tarzında bir yardımda bulunmuyor? Yoksa
ellerine geçen unsurları söyletmek için suni cehennemlere,
gayya kuyularına, sıcak, soğuk, elektrik işkencelerine sokup
çıkaran bilim adamları, ruhlara müracaata üşeniyorlar mı?
Emin olunuz reis efendi, bilimle ilgili bir sırrı bulmak için
senelerle zihin yorgunluğu çekip, hayatlarını bu yolda harca­
ınaklansa sekiz on kişi bir masanın başına geçerek ruhlardan
gelecek cevaba sessizce beş on dakika bakmak, yorgunluk­
suz bir iştir. '
Re is:
' Bu gibi önemli meselelerde iki uçta dolaşan zihinler, zor­
lukları halletmekte elverişli değildir. ' İspritizma 'nın da tarihi
vardır. Bu konuyla isimleri bilimin iftihar defterinin başında

33 Thomas Alva Edison ( l l Şubat 1 847- 1 8 Ekim 1 93 1 ), 20. yüzyıl yaşamını


icatlarıyla büyük bir şekilde etki leyen Amerikalı mucit ve iş adamı

171
kayıtlı, bilinen kişiler uğraşmış, bunlar rastladıkları gariplik­
leri bilimle halledememekle beraber uygun bir anlatım bi­
çimi de bulamamışlardır. Çünkü ruh başladığı zaman bilim,
susuyor. Crookes,34 Varley,35 Morgan36 gibi ve daha bu ayar­
da ingiliz alimleri, gördükleri garip durumların doğruluğu­
nu, yani itiraz etmenin mümkün olmadığını ve bu hadiseler
için bedenlerinden ayrılan ruhlar tarafından yapıldığını ka­
bul etmekten başka bir açıklayıcı düşünce bulunamayacağını
bildirmişlerdir. Hele elektrik alimi Cromwell Varley, acayip
görülen bu olayların sumaturel, yani tabiatüstü olmadığını
iddia ediyor. '
Babam:
'Böyle niteliği bilinmeyen, ispatı imkansız, açıklanması
zor konularda herkes istediğini söyleyebilir. Mademki ruhçu­
lar, düşüncelerine ait zorluklara birer açıklama şekli bulmaya,
yani kulp takmaya mesai harcıyor, cevaplarını hakikat olarak
kabul edemememdeki mazeretimle beraber yine bazı sualle­
re verecekleri cevaplan merak ediyorum. Mesela ruh deyince
evinde bir terbiye, bir anlayış, hayatın üstünde bir kuvvet, bir
nüfuz, bir ağırlık, manevi bir mükemmellik düşünüyoruz. Hal­
buki şu masa başına davet edilen ruhiann içinde pek hoppalan,
zirzoplan, bomboş konuşanları, abuk sabuk söyleyenleri, ade­
ta terbiyesizleri var. Lütfen bu kısmı açıklar mısınız?'
Reis:
'Ruhlar cisimleşen veya cisimleşmeyenler olsun, yani is­
ter ölü, ister diri ruhu olsun neredeyse aynı tabiattadırlar. Me­
sela hoppa, terbiyesiz, cahil bir adamın ruhu da aynı huy ve
yarat1lışta olur. Günde binlerce insan ölüyor. Bunların içinde

34 William Crookes ( 1 7 Haziran 1 832-4 N isan 1 9 1 9), İ ngiliz fızikçi ve kimyacı,


metapsişik araştırmacı, İ ngiliz Psişik Araştırma Derneği başkanlarından, spiritüa­
listtir. (Y.h.n)
35 Cromwell Fleetwood "C.F." Varlcy, ( 6 Nisan 1 828-2 Eylül 1 883). İ ngiliz mü­
hendis. Ayrıca parapsikoloji ve spiritüalizm iddialarıyla da i lgilenmiştir. (Y.h.n)
36 Augustus De Morgan (27 Haziran 1 806- 1 8 Mart 1 87 1 ) , Britanya lı matematik­
çi ve mantıkçı. Spritüalizmle de ilgi lenmiştir. (Y.h.n)

1 72
al imden, erdemliden ziyade cahil ve münasebetsizler var. Bu
ruhların ölümden evvelki vasıfları neyse öldükten sonra yine
odur. Değişmez.'
Naşit Nefi Efendi söze karışarak:
' Bu sözünüzü kabul ederim. Rahmetli karım Binnaz Ha­
nım, hayatında densizlik, sıkıntı verici l ik, bıktırıcılık, huy­
suzlukça her neydiyse öldükten sonra olan görünüşünde de
yine öyle görünüyor. '
Babam:
'Reis efendinin ortaya koyduğu teori, uygulanmadan da­
madım tarafından kabul edildi. 'İspirit' lerin bütün hakikatleri
işte böyle kolaylıkla beliriyor galiba . . . Dünyada sumaturel
yokmuş. İleri sürülen her meselede icabına göre bir taasdik
veya retle iddia sabit olup bitiyor. '
Re is:
' Evet. . . Sumaturel yoktur. Simya37 doktoru İsviçreli Pa­
rasels'den3H sonra Almanya' nın meşhur ediplerinden Goethe
ilkel mahluklardan; hava perilerinden; define, hazine muha­
fızları tılsımlı cinlerden; karakoncoloslardan39 bahsetmiştir.
Bunlar mevcut ve hem de tabiatdışı değil doğal yaratıklar­
dandır. Varlıklar arasında doğal olmayan bir şey olamaz. Ta­
biat bu malılukları kapsar. Bunlar onun üstüne nasıl çıkabilir
ki tabiatüstü olsunlar? Bundan dolayı bu meseleyi incelemek
ve araştırmak, bilimin vazifesidir. '
Babam:
' Şimdi Binnaz Hanım ' ın mezardan çıkıp çocuklarına ye­
miş getirmesi, kocasına tehdit mektubu göndermesi doğal
işlerden midir?'
3 7 Eski kimya ilmi
38 Paraeelsus (Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim, 1 493- 1 54 1 );
Almanca konuşan İsviçreli doktor ve kimyager. 1 6. yüzyılın önemli bilim insanla­
rından ve modem tıbbın kurucularından biri olduğu kabul edilir. (Y.h .n)
3 9 Çocukları korkutmak için uydurulan hayali yaratık, cadı, öcü

1 73
Reis:
'Bu haller hakikaten oluyorsa doğal olmak zorundadır. '
Babam:
'Aman re is efendi, ben pek asabi bir adamım. Tahammü­
l üm!e bu kadar oynamayınız. Diğer ölüler mezarında, çürü­
yerek toprağa dönüşürken Binnaz'ın giyinip kuşanarak, diri
kocasının ilgisini çekmeye çalışması, ortağıyla rekabete kal­
kışması, nasıl tabii hallerden olabilir? Ölüm tabiatın mutlak
bir kanunudur. İstisna kabul etmez. '
Re is:
'Beyefendi kuru iddiayla dava kazanılmaz. Gözümüzün
önünde cereyan edip olağanüstü görünen bazı hususların
tabii hı'ill erden olduğunu biz, ruhçular iddia ediyoruz. Bu
iddiamızı kabul etmiyorsanız aksini ispat ediniz. Bendeniz
sumattırel yoktur, diyorum. Bu davamı mantık dahilinde size
ispat ederim.'
Babam:
'Buyrunuz, ispatınızı bekliyorum. '
Re is:
'Sumaturel ne demekti? Tabiat kanunları, daha doğrusu ta­
biat kuvvetlerinin üstünde, dışında olan demek değil midir?'
Babam:
'Evet. . . '
Reis:
' Mesela yüksek bir dağdan bir vadiye, dereye, göle, de­
nize şarıl şan! su aktığı çok defa görülmüştür. Fakat bir vadi
veya dereden bir dağın zirvesine doğru aksi yönde bir akışla,
bir dişli, 'şimendifer' gibi bayır yukarıya su aktığına şahit
olunmuş mudur?'
Babam:

1 74
' Hayır... '
Re is:
' Böyle bir şey görürsek ne deriz?'
Babam:
' Sumaturel. . . '
Re is:
' Çünkü bir ırmak veya nehrin yokuş yukarıya akması,
çekim kanununa tamamen muhaliftir. Fakat böyle tabiatüstü
zannolunan bir şeye tesadüf edilirse bendeniz diyorum ki işte
bu sumaturel değildir. '
Babam:
' Acayip! '
Re is:
' Acayip de değildir. '
Babam:
' Ya nedir Allah aşkına! '
Re is:
'Bizim o güne kadar görmemiş olduğumuz doğal bir ha­
disedir. '
Babam:
' Irmağın hayır yukarıya harıl harıl akması. . . '
Reis:
' Evet.. . '
Babam:
' Bir insan ruhçu olmadan evvel sabırlı, dayanıklı olmaya;
bütün tabiat kanunlarının aksine hareket ettiğini görse buna
asl a şaşmamaya alışmalı demek olacak . '

1 75
Re is:
' Şüphe yok . '
Babam:
'Bu tahammül elimden gelmez. '
Reis:
'Öyleyse böyle meselelerle uğraşıp da ne kendinizi ne de
başkalarını üzünüz. '
Babam:
'Ona da söz veremem. '
Re is:
'O halde merhamet buyurunuz. Bir ırmağın yokuş yukarı
aktığını görsek, böyle garip bir hadise karşısında bulunsak ...
N e diyeceğiz? Bunu nasıl izah edeceğiz? Bunda i k i ihtimal
var. Ya o su yokuş çıkmıyor da bize öyle görünüyor yahut ki
hakikaten çıkıyor. Çıkmıyor da öyle gözüküyorsa hata, su­
yun akış tarzında değil bizim görüş hatamızdandır. Bundan
dolayı meselede bir sumaturellik yok. Biz hakikate ulaşmak
için bakışımızı düzeltmeye uğraşmalıyız. Suyun tersine doğ­
ru akışı bir hakikatse, yani cidden gerçekleşiyorsa hadisede
yine tabiarnstü bir durum yok. Çünkü gerçekleşen bir şey,
tabiat dışı olamaz. Şahit olunan bu hadise görünüşte çekim
kanununa uymuyor görünüyorsa demek ki meselede suma­
turellik yok, bizim anlayamadığımız önemli bir taraf var.
Tabiatüstü deyip işin içinden çıkmamalıyız. Gene maddeyi
araştırmalıyız. Böyle ters akan suyu, dünya merkezinin çe­
kiminden daha zorlu bir kuvvet, ters tarafa çekiyor demek
olur. İşte bu kuvveti bulmalı . Aklımızın eremediği şeyi inkar
etmemeliyiz. Mesela teli i telgraf icat edilmeden evvel bunun
telsiziyle uzun mesafelerden haberleşilebileceği iddia edil­
seydi kim inanırdı? Yahut ki telsiz telgraf aletlerine sahip var
sayılan iki kişi mühim bir hususa dair iki memleket arasın-

1 76
da üç dört günde gelecek bir haberi birkaç saniyede yaymış
olsaydılar, bunlar sihirbazlıkla itharn olunmazlar mıydı? Bi­
limin zaferleri bugün sumaturel derecesinde bizi şaşırtacak
kim bilir daha ne kadar şeyleri yararlanmak için eline geçire­
cektir? imkansız sandığımız neler neler mümkün olacaktır?'
Babam:
'Reis efendi bilimin, tekniğin zafer bölgesi ne kadar şa­
şırtıcı bir derecede genişlerse genişlesin kıyamet gününden
evvel ölüler dirilmeyecektir. Buna emin olunuz. '

1 77
22
Şehit Ruhun Davete i cabeti

Babamın bütün itirazlarına cevap verilecek olsa münaka­


şanın birkaç gün ardı arkası kesilmeyeceği anlaşıldı. Cemiyet
üyelerinden bazılannın müdahalesi üzerine bahse son verildi.
Lambalar kısıldı. Odada hazır bulunanlar büyük bir tah­
ta masanın etrafına çepeçevre sıralandılar. Parmaklar hayali
bir piyanonun perdeleri üzerine uzanır gibi eller dizildi. Yarı
gölge içinde saygılı ve rıza gösteren suskun bir bekleyişle
bir müddet beklediler. Çok bekletıneden ruhlar geldi. Tıkırtt­
lar başladı. Koca masa, yerini değiştirir bir surette oynuyor,
dalgalanıyordu. Bu davet halkasında bulunan babam birden
bağırarak itiraz etti :
' Masa kendi kendine oynamıyor. Siz oynatıyorsunuz.
Bazı elierin masayı dürttüğünü hissediyorum. '
Reis:
'Beyefendi sizin gibi bir itikatsızın içimizde bulunması bu
geeeki toplantımızda bize bir şey kazandırmaz. Sizi bu tecrü­
be halkamızdan çıkarmamız gerekir. Fakat gönlüm sizi böyle
hüsranla terk etmeye razı olmuyor. Elimden geldiği kadar sizi
aydınlatmaya çalışacağım. Masanın başından çekiliniz. '
Bu İhtar üzerine halka dağı ldı. Masa ortada yalnız kaldı.
İki üç arşın kadar 'medyum' reis kendi de çekildi. Herkes ku­
lağını vermiş, gözünü açmış, bu garip olaya dikkatlerini top­
lamış, bekliyordu. Birdenbire masanın ortasına bir yumruk
indirilmiş gibi bir darbe gümledi. Babam şaşırarak sordu:
'Kim vuruyor onu?'
Re is:
'Bilmem ... Ara da bul... '

1 78
Babam:
'Kim vuruyorsa bir daha vursun . . . '

Bir darbe daha duyuldu. Babamın şaşkınlığı arttı. El uza­


tabilecek bir mesafede masaya yakın kimse bulunmuyordu.
Tavandan böyle darbe indirecek bir vasıtanın olmasına da
ihtimal yoktu. Masanın altından başka her tarafı göz önün­
deydi. Babam şüphesini gidermek için eğilip masanın altına
başını uzatarak ' Rica ederim o darbe yine duyulsun,' dedi.
Darbe işitildi. Babam 'Birbirini takiben üç defa da­
ha . . . ' dedi. Üç defa daha duyuldu.
Babamın şaşkınlığı hayret derecesini aştı. Masanın altın­
dan çekildi. Bu garipliğin gizli failini keşfedebitmek için şaş­
kınca bakıştarla gözlerini yerden tavana, odanın bütün köşe
bucağına dolaştırıyor fakat bu araştırmaları şüphesini gider­
mesine değil, büsbütün hayretinin artmasına sebep oluyordu.
Nihayet anlayamadığı bir hususta usandıran bir çocuk me­
rakıyla, durmadan aynı suali tekrar eden bir çocuk saflığıyla
yine sordu:
'Kim indiriyor bu darbeleri?'
Reis ağır, metin ve keskin bir telatfuzla:
'Ruhlar... '
'Hayır. .. '

'Yine mi hayır?'
'Evet. . . '
'Ya kim vuruyor?'
' Sizdekifars psişik"0 ••• '

' S izin gibi ruhun varlığına bile inanmak istemeyen bir


adam, bende bir 'jors psişik ' bulunmasını nasıl kabul ediyor?
Bu da sizin için bir mağlubiyet başlangıcıdır. '

40 Fr. force psychique: Psişik güç

1 79
' Belki . . . İnansam inansam işte ancak bu kadarına inanabi­
lirim. Bundan ötesi mümkün değil . '
'Ya itikat etmeli veya b u işte bir hile varsa göstermel i . '
'Hile göremiyorum. B u darbeler doğrudan doğruya gaip­
ten geliyor gibi vuruluyor. '
'Geliyor gibi mi? Hala şüphe etmekten kurtulamıyorsu­
nuz.'
'Ne yapayım ! Zihnim matematiksel bir alışkanlıkla yetiş­
tirilmiştir. Dimağım, iki kere iki dört eder kesinliğiyle yakın­
lık kuramadığı şeyleri hakikat olarak kabul etmez. '
' Üzülerek bel irtmeliyim k i her hakikat bu kadar açık bir
matematiksel kesinlik ve kolaylıkla gelip kendini takdim et­
mez. Bunları aramak ve halletmek için çok uğraşmak lazım
gelir. '
'İşte bendeniz her gördüğümü kolaylıkla kabul etmiyo­
rum. '
'Bu gece sizi imana getirmelerini ruhlardan dilerim. Ken­
dim de bu hayırlı mesele için mümkün olduğu kadar uğraşa­
cağım. Masa başına buyurunuz. '
Yine hep, masanın etrafına dizildiler. Beş on dakika sonra
masa harekete başladı. Reis sordu:
'Gelen bir ruh mudur?'
Ruh, yek darbeyle41 'evet' cevabını verdi.
Masa ayağının her tıkırtısı bir harfe işaretti. Bu işte fev­
kalade usta olan cemiyetin katibi bu haber getiren harfleri
yan yana getirerek heceler oluşturup ruhtan alınan kelime­
leri kaydediyor ve tıpkı telgraf makinesi başında haberleşilir
gibi ruhlarla görüşülüyordu. Bu haberleşme yöntemine alışık
olmayanl ara bile bir müddet sonra zihinden harfleri hesapla­
makta yetenek geldi. Haberleşme devam ediyordu:
4 1 Tek darbe "evet", iki darbe "hayır" demekti. (Yazarın notu)

1 80
Re is:
' Kimsiniz?'
Ruh:
' Girit'te şehit düşmüş bir subay.. . '
Re is:
' Hangi tarih ve hangi muharebede?'
Ruh:
' Seksen dörtte42 ••• Eşkıya çatışmasımla. . . '
' ismin iz?'
' Mustafa. . . '
'Burada ne arıyorsunuz?'
' Oğlumla kızımı.. . '
'Oğlunuz nerede?'
' Harp okulunun son sınıfındayken vefat etti . '
'Kızınız?'
' Doğum esnasında göçtü .'
' Siz ailece şehitmişsiniz. B u i k i evladınız şimdi nerede?'
'Uzayda süzülmekte .. . '

'Demek onlara kavuşmaya giderken bizim davetimize


icabet ettiniz. '
' Evet. . . '
' Ey saygıdeğer şehit, içimizde bir itikatsız var. Onu imana
getirmek için bize yardım eder misiniz? '
' Ederim. '
Reis babama hitaben:
42 M iladi takvime göre 1 868. ( Y.h.n)

ısı
' Beyefendi şurada bir kütüphane var. İsmini bize göster­
meden raftarın birinden bir kitap alın ız. '
Babam kütüphaneyi açarak içinden gizlice bir cildi aldı.
Reis babama ' Kitabı alınız da saklı tutunuz,' dedi. Babam
cildi redingotunun ucuyla örttü.
Re is:
'Ey ruh, beyefendinin elinde saklı tuttuğu kitabın ismini
söyler misiniz?'
Ruh:
'Naima Tarihi .. . '
Reis:
'Kaçıncı cildi?'
Ruh :
' Birinci . . . '

Reis babama:
' Doğru mu beyefendi? '
Babam hayretten evvela sararıp sonra kızararak:
' Evet... Doğru . . . Fakat.. . '
'Fakatı n e oluyor?'
' Kütüphanenin sağ tarafında ikinci rafta duran Naima Ta­
rihi ci ltierine siz dikkat etmiş olabilirsiniz. '
'Ne bana ve ne de davetimize lütfen icabet eden saygıde­
ğer şehit ruhuna itimat edemediniz. Peki . . . Kitabı masanın
altına sokarak rastgele bir sayfasını açın ız. '
Babam:
'Açtım. '
Re is:

1 82
'Ruh ! Açılan sayfanın sayılarında binler basamağında ne
var?'
Ruh:
'Hiçbir şey. . . '
Reis:
'Yüzler basamağında?'
Ruh:
'Bir. . . '
Reis:
'Onlar basamağında?'
' Sekiz. .. '
Re is:
'Birler basamağında?'
Ruh:
' Üç . . . '
Re is:
' Demek açılan sayfa l 83 'üncü yapraktır. '
Ruh:
' Evet...'
Reis babama:
' Aydınlığa götürüp açtığınız sayfanın numarasına dikkat-
le bakınız beyefendi.'
Babam bakarak şaşkınlıktan titreyen bir sedayla:
'Evet, 183 .. Aynı aynına .. . '
.

' Buna ne diyeceksiniz! '

1 83
'Hiç ! '
' Yine m i güvenmek yok?'
' Aifedersiniz reis efendi hazretleri bu kadarını meşhur
Fransız hokkabazı Kaznof da yapardı.'
' Saygılı tabirler kullanınanızı rica ederim. '
' Hokkabaz, fena bir tabir değildir. H üner sahibi demektir.
Bu gariplikleri benzetrnek için başka bir kelime aklıma gel­
medi. Bu yaptığınız adeta 'kart forse 'ye43 benziyor, insana
kitaptan istediğiniz sayfayı açtırıyorsunuz. '
' Demek ki ruh kelimesi burada uydurma bir laf. .. Bu olan
şeyleri hep ben hünerli ellerirole ortaya koyuyorum. '
' İşte nasılsa oluyor! '
'Nasıl oluyor?'
' Hiç aklımın ermediği bir surette .. . '
'Ya kabul etme li ya hilesini göstermeli.'
'Hilesi ... Ortada meçhul bir kuvvet var. Türlü isim verdi­
ğiniz bu kuvveti, çeşitli şekil lerde kullanınakla bizi hayretten
hayrete düşürüyorsunuz. '
'Bu kuvvet, sözüme nasıl itaat ediyor?'
' Bilemem . . . '

'Bu kuvvet, ruhtan başka bir şey midir?'


'Bilemem . . . '
' Demek bu olağanüstü durumları ruhların yaptığına haHi
inanmıyorsunuz. '
'Kesin bir şey diyemem. '
Reis ruha hitaben:

43 Fr. card force: Karşı tarafın seçtiği kartı bulmaya yönelik bir hokkabazlık ör­
neğidir. (Y.h.n)

1 84
' Saygıdeğer şehit bu itikatsızın tereddütlerini görüyorsu­
nuz. Kendisini mahcup edecek olağanüstü bir durum göster­
meye yardım eder misiniz?'
Ruh:
' Ederim. '
Babam:
'Buyurunuz. Lütfunuzu bekliyoruz. '
Hep masa başındaydılar. Odanın boş bir köşesinde bir tı­
kırtı oldu. Bütün bakışlar oraya dikildi. Ta kuytuda, gölge­
ler içinde duran büyük bir koltuklu, küçük dalgalar üzerinde
sallanan bir sandal hafifliğiyle iki tarafına yalpa vuruyordu.
Herkesi heyecan aldı. Koltuklu titreye titreye sanki keder­
ı i heyecanlada bulunduğu yeri terk ederek bir eğri üzerinde
hisara doğru üç dört adımlık bir mesafe yürüdü. Durdu. Can­
sız bir cismin doğrudan doğruya bu kımıldayışı karşısında
babamın şaşkın gözleri herkesten ziyade açıldı. Çünkü bu
olağanüstü durum, bilhassa kendisini imana getinnek için
yapılıyordu. Herkesi kapsayan, meraklı sessizliği ihlale en
evvel babam cüret ederek:
' Reis efendi koltukluyu ineelememe müsaadeniz var
mı?'
'İstediğiniz gibi incelemekte serbestsiniz. '
Babam kalktı. Koltuğun, kımıldamasına yardımcı olan,
görünmez ince sicim veya tellerle bazı tarafiara bağlı bulun­
madığına emin olmak için her tarafını dikkatle inceledi. Her
çeşit araçlardan ve hareket ettirecek bağlardan tamamıyla
arınmış buldu ve aldığı müsaadeyi suistimalden de çekin­
meyerek koltukluyu yakalayınca götürdü, eski yerine koydu.
Fakat sekiz on saniye geçmeden babamın bu sıkı kontrolü
altında koltuk, aynı istekli titreyişlerle evvelce gittiği yere
kadar bir daha yürüdü. Babam sinirli bir coşkuyla ve adeta
hiddetle koltuğa sarılınca yine eski yerine iade etti. Koltuk

1 85
babamın bu asabiyetine karşılık sanki o da öfkeli bir şiddet
gösterircesine evvelkilerden daha seri, titrek adımlarla o nok­
taya kadar bir daha yürüdü gitti.
Mahcup, mağlup babamın, teslim olan iki eli yanlarına
sarktı. Diyecek bir söz bulamadı. Reis galip bir tavırla baba­
mı süzerek:
'Bir itirazınız?'
'Bilakis bir istirhamım var. '
'Estagfurullah ... Buyrunuz. '
'istiyorum ki bu kuvvet benim damarları mdan, asabırn­
dan cereyan etsin . . . Yalnız benim ellerimin altında bulunan
masa, soracağım suallere cevap versin.. . '
'Sizdeki ruhsal akım tek başınıza bir masayı hareket et­
tirmeye yetmez. Masa küçük, hafif olmalı . . . Beraber iki veya
bir kişi daha bulunmalı .. . '
'Peki, benden başka iki kişi daha olsun . . . '
Küçük bir masa getirildi. Reisle babam ve bir kişi daha
başına geçti. Masa hareket etti. Bir hayli suale cevap verdi .
Masanın babamdan tarafa gösterdiği hareketlerden yola çıka­
rak reis dedi ki:
'Beyefendi sizde hiç beklenmeyecek derecede kuvvetli
akım var. '
Babam:
'Tuhaf şey... '

' Evet... İtikatsızlığınıza rağmen ruhsal akım sizde pek


kuvvetli . . . Biraz azİm ve kararlılık gösterseniz mükemmel
bir 'medyum' olabilirsiniz.'
'Allah esirgesin . . . '
'Niçin?'

ıs6
' Çünkü 'medyum' tabiri, benim açımdan meczup, mec-
nun kelimeleriyle aynı anlamda gibidir. '
' Yüzüme karşı söylemeyiniz bari . . . '
'Ben doğruluğu nezakete tercih ederim. '
'Ben de hakikatİn galip gelmesi için gücenmemeye çalı­
şırım. '
Tecrübe masasının başından reis de çekildi. Diğer zatla
babam yalnız kaldı. Masa yine hareket ediyor, hep babamın
taratina şiddetle eğiliyordu.
Nihayet babam o zata dedi ki:
' Aman birader rica ederim, masayı benden tarafa böyle
hızla itmeyi niz.'
O zat:
' Yemin ederim ki ben zerre kadar itmiyorum. Masa siz­
den tarafa kendi kendine gidiyor. Reis efendinin huyurdukla­
rı gibi sizde hayret edilecek miktarda akım var. '
' Aman ... Demeyiniz. '
' Emin olunuz. '
'Eriştiğim şu garip halden istifade ederek bu kuvvetimi
kendi kendime tecrübe etmek isterim. '
Reisin ihtarıyla karşısındaki zat çekildi. Babam masa ba­
şında yalnız kaldı. Parmaklarının uçlarını pek hafif temas
ettirir bir şekilde biraz bekledikten sonra masa, biraz kımıl­
dadı. Fakat deminki şiddetle babamın tarafına yıkılır gibi bir
hareket göstermedi. Bu hali görünce babam:
'Ben size demedim mi? Deminden masa itiliyordu. Ba­
kınız, şimdi o evvelki şiddetiyle benim tarafıma devriliyar
mu?'
Üyelerden biri:

187
'Efendim masa demin de itilmiyor fakat iki kişilik akımın
etkisi altında kalarak hareket ediyordu. Siz masa başında yal­
nız kaldınız. Hareket de azaldı.'
Diğer bir üye:
'Beyefendi herhalde tebriğe layıktır. Çünkü böyle ilk tec­
rübede masayı tek başına hareket ettirmek her zaman tesadüf
olunan başarılardan değildir. İçimizden birinin masaya do­
kunmaksızın elini yalnız elinizin üzerine koymasına müsaa­
de eder misiniz?'
Babam:
'Ederim . . . '

Babamın eli üzerine, diğer bir el konulur konulmaz ger­


çekten masanın hareketi yine arttı. Babamdan tarafa meyiller
göstermeye başladı. Orada bulunanlardan biri:
'Hakikaten olmaz kuvvet. .. İçimizde bir 'medyum ' daha
varmış da haberimiz yok.'

Diğer biri:
'Beyefendiye yazı tecrübesi yaptırsak . . . '
Babam:
'Yazı tecrübesi mi? Nasıl şey o?'
'Önünüze bir kağıt kor, elinize de bir kalem al ır, kolunuzu
gevşek ve atı l, hareketsiz bir şekilde kendi haline bırakarak
beklersin iz. '
'E sonra ne olur?'
'Kendi zihin gücünüzden kaynaktanmayan b i r d ı ş kuvve­
tin tesiriyle eliniz ve kalem harekete gelerek birtakım yazılar
belirmeye başlar. '
' Deneyelim. '
Babamın önüne yarım tabaka kağıt koydular. Eline bir ka-

1 88
lem verdiler. Kendi haline bırakmış olduğu kolu yedi sekiz
dakika sonra iradesi dışında harekete ve kalemin ucundan
harfler dökülmeye başladı.
Reis:
'Bu harfleri siz mi yazıyorsunuz?'
Babam:
'Ben yazıyorum gibi görünüyor fakat ben yazmıyorum.
Kol um sanki gizli bir kuvvet tarafından idare ediliyor. '
'Nasıl oluyor?'
' Evvela kolumun üzerine hafif, yumuşak bir yün örtü ör­
tülür gibi oldu. Sonra elim harekete geldi . '
Babamın elinde olmadan hareket eden kalemi, evvela ka­
ralama yazan acemi bir çocuğun yazısı gibi a, b, c, ç şeklin­
de birçok tekrarlayan harf resmetti . Sonra tat, bat, bot gibi
basitten karmaşığa doğru heceler oluşturmaya girişti. Daha
sonrasında 'merdiven', 'bunak', 'zifos' , ' gebeş' gibi birbiri­
ne uymayan garip kelimeler dizdi, döktü. Nihayet birdenbire
"Behçet" ismini yazdı.
Reis:
'Bu isimde bir tanıdığınız var mı?'
Babam:
' Evet.. . '
'Bu zat kimdir?'
' Ticaret ortağım . . . '

' Durunuz bakalım. Alt tarafı ne çıkacak?'


'Behçet Efendi 'den şiddetle beklediğim bir husus var.
Eğer ondan bahsedilirse çok şaşarım. '
Babam sözünü tamamlamadan kağıdın üzerinde şu keli­
meler belirdi:

1 89
' İki güne kadar Halep'ten poliçe44 geliyor. '
Hep birden yazıyı okudular. Bu cümle ağızdan ağza do­
laştı. Babamın artık hayretten ağzı açık kalmıştı. Reis sordu:
'Ortağınız Behçet Efendi'yle aranızdaki husus poliçeye
dair mi?'
' Evet. .. Halep'te bulunan ortağırndan bir hafta evvel poli­
çe gelecekti. Gelmedi. Merak ediyordum .'
'Bu poliçenin ertelenmesi meselesinden bizim haberdar
bulunmadığımıza ve bundan dolayı ruhlara böyle bir şey söy­
letmemizin ihtimali olmadığına eminsiniz ya! '
' Eminim. Poliçenin iki güne kadar geleceğinden benim
bile katiyen haberim bulunmadığı halde siz bunu nereden bi­
leceksiniz?'
'Buna ne dersiniz?'
'Pes ... '

'Bizim ruhlarla münasebetimize ve ruhların meydana çı-


kardıkları olağanüstülüklere artık inandınız ya! '
' İnandım fakat bu kanaalim körü körüne değildir. '
'Nasıl?'
'Bu meselede ayıklanacak çok taş var. '
'Ne gibi?'
'Ruhlara dayandırdığınız bu tabiatüstü durumların oluş­
ma şekillerine siz de benden ziyade vakıf değilsiniz.'
'Belki . . . Fakat bundan ne çıkar? Gerçekleşen şu gariplik­
leri inkar edebilir misiniz?'
'Hayır... '

44 Bir alacaklının, belli bir parayı belli bir tarihte şahsına veya üçüncü bir şahsa
ödemesi hususunu kendisine borçlu olan kimseye bildirdiği yazılı ödeme emri

1 90
' Haydi buna ruh demeyelim de meçhul bir kuvvet diye­
l im. Bu kuvveti istediğimiz vakit davet ederek suallerimize
cevap alabiliyoruz ya! '
'Buna da mecburen evet, diyeceğim. '
'Sizi ikna için yine deliller ileri sürmeye mi başlayayım?'
'Hayır, lüzumu yok. Bu mesele mantıklı bir dava değil-
dir. Söz uzadıkça safsata çoğalır. Meseleyi aydınlatmak için
gereken delilleri kendim arar bulurum. Uzun müddet araştır­
ınayla meşgul olacağını. '
'İstediğinizi yapabilirsiniz. Lakin bu akşam sizden bir ri­
camız var. '
' Emrediniz. '
'Şimdi Binnaz Hanım'ın ruhunu davet edeceğiz. Ruhları
davetin ciddiyetine inanınız inanmayınız, toplantımızın hu­
zurunu bozan bir itiraza kalkmayınız. Bu gecelik kendinizi
susturolmuş sayın ız. Ricamız işte budur. '

'Yol göstericiliğinizden istifade edebileeeğim noktalarda


saldırgan olmayan suallerime müsaade ederseniz diğer suret­
le hiç ağız açmamaya söz veriyorum. '
'Açıklama talebiniz makul olursa cevap alırsınız.'

191
23
Şarlatan Ruh

Yine masanın etrafına dizildiler. Ruhani salıverilmeye


tam manasıyla uygun olan meclis üyeleri usule uygun bir şe­
kilde ellerini uzattılar. Reisin tavsiyesiyle gündüzden odanın
bir köşesine bir perde gerilmişti. Tecrübe masası bu perdeden
bir metreden ziyade bir mesafede bulunuyordu. Kendi ihtarı
üzt:rim: "mt:dyum"un ayakları birbirine iple sıkıca baglan­
mıştı. Elinin birini babam, diğerini de Naşit Nefi Efendi tutu­
yordu. Öyle ki onlar müsaade etmedikçe reisin kımıldayabil­
mesine ihtimal yoktu.
Bu defa masa, uzayıp giden bir bekleyişten sonra kımıl­
dadı. Ayağın biri ahiretle dünya arasında telgraf 'manipülatö­
rü '45 hizmetini görüyordu. Ruhlar odadaki karanlığın ortaya
çıkmak için kafi olmadığını bildirdi. Borunun üzerinde yanan
tek lamba daha ziyade k ısı ldı. Odayı hemen göz gözü görmez
bir karanlık kapladı. Birdenbire köşedeki perde kuvvetli bir
rüzgara maruz kalmış yelken bezi gibi şişmeye, odadaki lerin
yüzlerine doğru savrolmaya başladı. Kendi kendime 'Fırtına
koptu. Ortağım geliyor. Binnaz Hanım yine pek hiddetli . . . Bu
gece ortalığı birbirine katacak galiba ! ' dedim.
Bu esnada babam bağırdı:
' Suratıma bir el dokundu. Kimdir onu yapan? Rica ede­
rim yapmas ın . . . '

Ruhların okşayan bu elleri birkaç çehreyi daha dolaştı. Bu


okşanmadan kimi korkuyor kimi gülüyordu.
Babam:

45 Telgrafçıların bir elektrik devresini açıp kapayarak mors işaretleri alıp vererek
haberleşmede kullandıkları alet

1 92
' Gıdıklanıyorum. Yapmayınız efendim .. . '
Azadan biri:
' İçimizden hiçbiri yerini terk etmedi. E ller de hep masa
üzerinde . . . Emin olunuz bu güzel dokunuş gaipten uzanıyor. '
Babam:
' İtiraz hakkına sahip olaydım Karagöz perdesi gibi ku­
rulan şu bezin, oraya asılma sebebini sorardım. Zaten gözle
görünmeyen ruhlar, bir perdeyle gizlenmeye neden lüzum
görüyor? Perde arkasından işi görmek alçak insanlara malı­
sustur. Ruhlara yaraşmaz. Merak edilecek şey. . . '

Babam sözünü bitİrıneden perdenin arkasından odanın


içine doğru hafifbir ışık parladı, söndü. Parladı, söndü. Sanki
uzak ufuklardan, gürültüsü gelmeksizin belirip kaybolan bir
güneşin aydınlığı odaya aksediyordu. Halbuki pencerelerin
kalın astarlı perdeleri sımsıkı kapalıydı.
Masa ayağı esrarengiz tıkırtısına yine başladı. Reis sordu :
'Gelen ruh mudur? '
' Evet. . . '
'Lütfen kendinizi bildiriniz. '
' Şevkiye Hanım .. '
.

'Biz Binnaz Hanım'ın ruhunu bekliyorduk. '


' Kendisi gelmedi. Beni gönderdi. '
'Kendisi niçin gelmiyor?'
' Çekiniyor. '
'Neden?'
'Suallerinizin hepsine cevap veremeyecek de ondan... '
'Niçin cevap veremiyor?'

1 93
' Ruhların sırlarının hepsi dirilere söylenmez. Bu hususta
cidden mazurdur. '

' Siz iki ruh, galiba büyük bir arkadaşlıkta bulunuyorsunuz.'


' Evet. . . '
' Sizi birbirinize yakınlaştıran sebep nedir?'
'Kader benzerliği ... '
'Ne bakımdan?'
' Koca bakımından ... '
'Siz kimin karısıydınız?'
'Mebrur Bey' in .. . '
'Mebrur Bey sizden sonra çabuk m u evlendi?'
'Evet . . . Benim ö lümüm pek fecidir. Ben ( ... ) yangınında
yanarak vefat ettim. Kocam birkaç gececik olsun matemimi
tutmadı . Feci yok oluşumun ikinci gecesinde bir halayığı ya­
tağına aldı. Üç ay geçmeden, ben daha hayattayken göz atmış
bulunduğu bir hanımla evlendi.'
'Ölenle ölünmez, atasözünü bilmiyor musunuz? Ölüm
hak olduğu gibi ölen koca olsun, karı olsun hayatta kalanın
diğer bir kadın veya erkekle evlenmesi meşru ve tabii bir hü­
kümdür. Bu hal toplumsal zaruretlerdendir. Hayatta olan ka­
rıları üzerine birkaç defa daha evlenen veya metresler tutan
erkekler var. Bu hususta kabahat yalnız erkeklerde de değil.
Karısı üzerine evlenmek bir kabahatse ortak üzerine varmak
da bu suçun yarısına katılmak demektir. Kabahati yalnız er­
keklere yükletmeyiniz. '
'Bu hususun muhakemesi uzun sürer. Yalnız size şu kadar
söyleyeyim ki karısı hayattayken evlenen bir erkek, bu evli­
liği mazur ve meşru göstermek için işe bin türlü kulp takar.
Karısını ikna etmeye, rızasını almaya yollar arar. Kadını bir
derece avutmaya, aldatmaya uğraşır. Fakat öldükten sonra

1 94
böyle olmuyor. Karısından bıkan bir erkeğin diğer bir kadın
hakkındaki hissettikleri aynen ortaya çıkıyor. İşte buna daya­
nılmıyor. Hayatta aldatmanın zannolunduğu gibi daima bir
kötülük olmadığını ve aldanmanın çok defa adeta mutluluk
yerine geçtiğini şimdi anladık.'
'Talih benzerliğinden dolayı mademki, Binnaz Hanım ' la
aranızda büyük bir ahiret dostluğu hüküm sürüyormuş, ken­
disinin bu gece şuraya gelmesi için ara buluculuğunuzu rica
ederiz. Sözünüzü kırmayacağından eminiz. '
'Gelmesi için ısrar etsem hatırıını kırmaz. Fakat ben çare­
siz dostumu rahatsız etmek ve üzmek istemiyorum. '
' Rahatsız etmeyiz.'
' Suallerinize karşı sustuğu noktalarda katiyen ısrar etme­
meye söz veriyor musunuz?'
'Veriyoruz. '
Tıkırtı kesildi. Bekleyiş esnasında malum perde birkaç
defa rüzgiirla şişti. Nihayet masanın ayağı uhrevi konuşması­
na başladı. Reis sordu:
'Kimsiniz?'
'Biz geldik. Şevkiye ... Binnaz .. . '
' Şevkiye Hanım bu lütfunuza teşekkür ederiz. Binnaz Ha­
nım bir çeşit anlaşmayla geldiği için bir şey demeye cesaret
edemiyorsak da kendisine serzenişimiz çoktur. '
Binnaz:
'Hakikati bilseniz bana serzeniş için kendinizde yetki gö­
remezsiniz. '
Re is:
' Hakikati bilmiyoruz. Bizim yalnız bildiğimiz bir şey var­
sa o da bahtsız Naşit Nefi Efendi'nin pek kederli bir hayat
geçirınesidir. '

1 95
Binnaz:
'Zavallı kocamın çektiği işkencelere ben sizden daha faz­
la acıyorum. '
Re is:
' Acayip! Ona eziyet eden siz değil misiniz?'
Binnaz:
'Ben değilim.'
Reis:
' İnkar etmeyi niz. Ruhlara yalan yakışmaz. '
Binnaz:
'Bu yakıştırmayı katiyen reddederim. Ben değilim, diyo­
rum.'
Reis:
'Cisimleşerek geliyorsunuz. Sizi görüp tanıyanlar var. '
Binnaz:
'Ben değilim ! '
Reis:
'Çocuklarına yemişler getiren .. . Ortaklarını boğan ... Gö­
rünüş olarak tamamıyla Binnaz Hanım ' ın fotoğrafına benze­
yen . . . Rahatsız eden o ruh, o korkunç hayal. . . '
Binnaz:
'Ben değilim ! '
Re is:
' Sen değilsin de ya o katil ruh kimdir?'
Binnaz:

1 96
Re is:
'Niçin susuyorsun?"
Binnaz:
' Sustuğum noktalarda ısrar gösterilmemesi şartıyla geldi­
ğim unutulmasın. '
Re is:
' Sen değilsin de bu başka bir ruh mudur?'
Binnaz:
,
'
Re is:
'Yine susuyorsun. Fakat mademki bu sen değilsin, senin
isim ve hesabına bu kadar kötülük yapan birinin bu saldırıla­
rına nasıl tahammül ediyorsun? Herkes bunları senin yaptığı­
nı zannediyor. Binnaz Hanım cadı olmuş, ayıplayarak arka­
nızdan bin türlü acayip, garip dedikodu dönüyor. '
Binnaz:
'Bu durumlardan dolayı en fazla içi kan ağlayan benim .'
Re is:
'Karı koca aynı yatakta yatarken acilen ayrılmalarını em­
reden, havadan yazı lı kağıtlar yağdırmak gibi saldırılar hangi
edep ve terbiyeyle açıklanabilir?'
Binnaz:
'Bu edepsiz saldırılara karşı üzüntümün ve nefretimin son
dereceye vardığına inanın ız. '
Reis:
' Senin adına yapılan bu kötülükleri reddetmek için vicda­
nen bir mecburiyet duymuyor musun? '
Binnaz:

1 97
' '
Reis:
'Ruh ! Pek mühim, pek can alıcı noktalarda susuyorsun.
Bu manidar suskunlukların şu önemli meselede senin de ta­
mamen temiz olamayacağına dair şüpheler doğuruyor. '
Binnaz:
' Belki . . . '
Re is:
'işte bu 'belki' sözü şüpheli, belirsiz takat herhalde bir itiraf­
tır. Rica ederiz artık bu adamın işkencelerine bir son veriniz. '
Binnaz:
' Elimde olsa baş üstüne ... '
Reis:
' Senin ruh kimliğine bürünerek türlü kötülükleriyle is­
mini, uhrevi şöhretini kirleten bu saldırganı alçaklıklarından
menetmeye muktedir değil misin?'
Binnaz:
'Değilim.'
Reis:
' Senin ruhluğun nerede kaldı?'
Binnaz:
'Ruhları bütün her şeye gücü yeter zannetmek büyük bir
hatadır. '
Reis:
'Bu işte tamamen temiz olmadığını üstü kapalı bir şekilde
anlattın. Bari sen bu rahatsızlıklarda payına düşen fenalıktan
elini çek . . . '

1 98
Binnaz:
' Ben bir fenalık yapmıyorum. '
Reis:
' Kendin için kesin suçsuzluk da iddia edemiyorsun. '
Binnaz:
' Ben ölmeden önce yaptığım bir hatanın kötü sonucunu
çekiyorum.'
Re is:
' İnsana bütün bütün merak veriyorsun . '
Binnaz:
' Ben hakikati söylüyorum. '
Reis:
' Hakikati söylemiyorsun. Hakikati söylemek Naşit Nefı
Efendi 'nin kurtuluş çaresini bildirmekle olur. '
Binnaz:
' Söyleyebildiğim kadarını söylüyorum. Her hakikati
açıklamaya yetkili deği liz. '
Reis:
' Sizi terbiye etmeleri için büyük ruhlara müracaata mec­
bur olacağız.'
Binnaz:
' İstediğiniz tarafa müracaat edebilirsiniz. Ahirette terbiye
veren yalnız Cenabıhak'tır. '
Re is:
'Zaten herkesin dileğini yerine getiren odur. Cezalandırıl­
manızı büyük ruhlar aracılığıyla yüce Allah'tan temenni ede­
ceğiz. Çünkü bu meselede öldürme vardır. Naşit Nefı Efen-

1 99
di tehditierinize uygun hareket etmezse öldürme cüretinde
ileri varacağınız anlaşılıyor. N efi Efendi 'nin hanımlarından
taşlıkta boğulan zavallı kadın, bu maceranın ilk kurbanıdır.
Gösterdiğiniz bu birinci eşkıyalık örneği gelecekteki amacı­
nız için iyi bir fikir vermiyor. '
Binnaz:
'Yanılıyorsunuz. Taşlıkta düşüp vefat eden kadını kimse
öldürmedi . O korkudan gitti. '
Re is:
'Korkutan kim?'
Binnaz:
' '
Reis:
' Yine sükfıt... Bir insanı boğazını sıkıp öldürmekle vefatma
sebebiyet verinceye kadar korkutmak arasında ne fark vardır?
Bu iki fıil aynı neticeye çıkmıyor mu? Bu bahtsız kadına be­
dene bürünen bir ruh görünmüş. Zavallıya korkunun şiddetiyle
kalp çarpıntısı gelmiş. Gitmiş. Bu bedene bürünen ruhun sen
olduğunu söylüyorlar. Görenler var. Niçin inkar ediyorsun?'
Binnaz:
'Ben değilim. '
Re is:
'Ya kimdir?'
Binnaz:
'
'

Reis:
'Hanım meselenin aydınlanacağı an orada susuyorsun.
Naşit Nefı Efendi 'yi evlendiği kadınlardan kıskanmakla ilgi­
lenen, senden başka kim var? '

200
Binnaz:
'Emin olunuz efendi, ben değilim. '
Re is:
' Sen değilsen yabancı bir kadının bu meselede ne alakası
olabileceğini bize anlat. . . '
Binnaz:
' Bu maceradaki hakikati açıklamaya yetkili, daha doğru­
su muktedir değilim. '
Reis:
'Bu kadar sözü anlatmaya gücün yetiyor da yalnız bir
isim söylemeye mi dilin dönmüyor? Hakikati söylemedikçe
ne desen zan altında bulunmaktan kurtulamayacaksın. '
Binnaz:
' Büyük bir ' medyum ' olacaksınız da ruhlara ait bu mühim
hakikatlerde neden bilgisizsiniz?'
Reis:
'Bilgisizliğimiz neymiş?'
Binnaz:
'Bir ruh her istediğini dirilere bildirmekte serbest midir?
Öyle olsa haksızlığa uğrayan ruhlar haklarını istemez mi?
Haksızlığa uğrayan ölüler mutlak bir sessizlikle mezarların­
da yatar mı? Bir mahkeme hatasıyla i dam edilen mazlum­
lar, masumiyetlerini ispat etme hakları için yanılan heyetin
yanlışlarını yüzlerine vurmaya gelmezler mi? Failieri bilin­
meyen cinayetlerde katilleri ihbar için öldürülenler gözük­
mezler mi? Analarının kucağından mezara düşen yavrucuk­
lar, ayrılık acısından kan ağlayan analarını teseliiye arada bir
koşmazlar mı? Ölenlerin isteklerine aykırı bir şekilde dön­
düriilen miras yalanlarında, sahtekarlıktarda mağdur ölüler
adalet talep etmeye, hata düzeltmeye acele etmezler mi? Siz

20 1
ruben dirilerle i lişki kunnakta kudret gösteren ölüleri sınırsız
bir kuvvete sahip zannetmekte yanılıyorsunuz. Bu fikrinizi
düzeltiniz. Bundan daha fazla duramam, gidiyorum. '
Re is:
'Aman bizi böyle ümitsiz bırakıp gitme ... Bu fenalıkların
sorumlusu herhangi kudunnuş ruhsa Naşit Nefi Efendi 'yle
aralarında barış anlaşması için aracılık et... Biçareyi artık ra­
hat bıraksınlar. '
B u ricalara cevap alınmadı. Ruh gitmişti.

202
24
Baba Kız Arasmda Ö nemli Bir Karar

Ortağırnın ruhu konuşma becerisine medyumu hayran et­


tikten sonra tıkırtıyı kesti. Adamcağızın ' ispiritizma'ya giri­
şinden beri böyle şarlatan bir ruha tesadüf etmediğine emin­
dim. Karı ne yaptı yaptı, Naşit Nefı Efendi de dahil olmak
üzere davet heyetini suçsuzluğuna ikna etti, kandırdı, gitti.
Binnaz'ın ruhu böyle, acaba dirisi ne yaman bir kadınmış !
B içare kocası bunun elinden neler çekmiş? Fakat ortağırnın o
geeeki ikna başarısı eksik kaldı. Çünkü o safsatalarma yalnız
ben kanmamıştım. Kanamazdım. Masumiyetine belki bütün
alemi inandırabilirdi. Lakin beni . . . Mümkün deği l . O bir ka­
dın ruhuysa ben de kadının kendiydim.
Herkes dağıldı. Kocamın odasında yatmak benim için
yasak olduğundan babamla bir tarafa çekilerek dertleşmeye
başladık. Sordum:
'Beybaba bu garipliklere karşı son fikriniz nedir?'
Babam eliyle başını işaret ederek:
'Bu eski kafa, o yeni uydurmacalara kolay kanmaz. '
' Hep bunlar uydurmacaysa insanoğlunun entrika çevir-
mekteki cüretine karşı akılların çileden çıkmaması mümkün
değil . '
' Evet. . . Evet... Hep bunlar "ispiritizma" adını verdikleri
yeni ruh hokkabazlığı. .. Yoksa kemikleri çürümüş kadınların,
ruhlarını yüz yazısına46 paçaya47 çağırır gibi davet etmek hiç
kimsenin haddine düşmemiş. '

4ti Köy cliiğiinlerinde. gel inin yüzüne yapıştırılan teli i pullu süsler
47 Eskiden düğünün ertesi cuma günü yakın akraba ve komşulara verilen paça
yemeği ziyafeti

203
'Beybaba, ya bu gariplikterin bilimsel bir şekilde doğ­
ru manasını bulmalı veyahut itiraz etmeyi kesmeli. Çünkü
ruh teorisini iddia edenler şaşkın bakışianınıza gösterdikleri
garipliklerle bizi az çok hayrette bırakıp mağlup ediyorlar.
Bunların iddialarını ret, hilelerini gösterip ispatla olur. B izse
bunu beceremiyoruz. '
' Haklısın kızım, fakat 'medyum 'un aracılığı olmaksızın
ruh hiçbir suretle bize görünmüyor ki gırtlağından yakalaya­
rak bu cisimsiz denilen şeyin eski kalıpla bedene bürünerek
insanlar arasında ikinci bir hayat sürmeyi başardığını nasıl
anlayabilelim?'
'Siz bedene bürünen bu ruha tesadüf etseniz gırtlağına
atılmak cesaretini gösterir misiniz? '
'Niçin göstermeyeyim? O bize karşı meydan okuyor, tür­
lü tehditlere kalkıyor, meramını zorla, güç kullanarak kabul
ettirmeye uğraşıyor da biz neden miskinlik gösterelim? O
ruhsa biz de insanız. Onu Allah yarattıysa bizi ikinci bir ya­
ratıcı yaratmadı ya! Hep bir yaratanın kuluyuz. Yüce Allah,
insanlara birbiriyle hoş geçinmelerini emrediyor. Ölülerin
dirilere sataşmasını elbette uygun görmez. Sataşanlara, sal­
dırganlara karşı cihat haktır. Ruh bize sataşıyorsa biz de ona
savaş ilan ederiz. Fakat ben onu nerede bulayım? Kendini
aradığım zaman o gelip mertçe karşımda yer almıyor ki ! '
' Siz Binnaz Hanım' ın ruhuyla karşı karşıya gelmek isti­
yorsanız onun kolayı var. '
'Nedir?'
'Kızarsa insanı boğmaya getirmiş. '
'Öyleyse kızdıralım da gelsin . . . Fakat ortağıını ben boğ­
madım, o korkusundan öldü, dedi. İşitınedin mi?'
'Neden korkmuş da ölmüş?'
'Cisimleşen hir ruh, zavallı kadının üzerine yürümüş. '

204
'Bu cisimleşen ruh kimmiş?'
'Binnaz Hanım bu noktada susuyor. '
'Hakikat meydanda... İnkar edemiyor. Sessizlikle işi geçiş­
tirrnek istiyor. Bu evde bana kaç kişi söyledi. Çocuklarına kim
sataşırsa Binnaz' ın ruhu onun dersini vermeye gelirrniş. '
' İşte pekala... Bir vesileyle üvey çocuklarını döv de baka­
lım gelen giden olacak mı?'
' Vesileye lüzum yok. Oğlan da kız da artık o kadar arsız,
o kadar terbiyesiz olmuşlar ki bir ev halkı ellerinden neler çe­
kiyor. Bize her kim el kaldırırsa cadı anamız gelir, onu boğar
fikri artık zihinlerine yerleşmiş. Zerre kadar kimseden kork­
muyorlar. Yaptıkları hayasızlıkları size tariften utanırım. '
'Ne yapıyorlar?'
' Aman beybaba beni söyletmeyiniz. O oğlan kuruyasıca
fıskiyesini çıkarıyor da sofaları, odaları suluyor. Etme ayıp­
tır, dedin mi inadına gidip boydan boya minderlerin, makat­
ların48 üzerine işiyor. '
' Pataklayı ver! '
'Pataklayacağım. Hem de kaç zamandır biriken hıncımı
çıkarmak için iyice pataklayacağım.'
'Kocandan evlilik haklarına uymasını talep et. .. İslam hu­
kukunca bu senin hakkındır. Ölü kandan korkup da diriye kar­
şı soğuk yaşamak ... Bu tahammül olunur bir muamele midir?'
'Peki beybaba bütün bu vasiyetlerinizi tamamıyla yapma­
ya hazırım. Fakat. ..'
' E . . . Fakatı ne oluyor? '
'Bu şekilde öfke ve intikam şiddetiyle çekeceğimiz cadı,
bir gece üzerime hücum ederse sonra beni kim müdafaa ve
muhafaza edecek?'

48 Oturulacak yer

205
'Ben ! '
' Siz mi?'
' Evet ben ... İyice anladım ki bu evde cadı veyahut o isimle
hareket eden teh likeli bir mahluk var. Buna karşı seni yalnız
bırakmayacağım. İki cebime dolu iki revolver yerleştirip bu
yalının sofalarında, taşlıklarında sabahlara kadar dolaşarak
adeta gözü açık bir nöbetçi vazifesini i fa edeceğim . '
' Tehlike anında hemen imdadıma yetişebilecek misiniz?'
' Senin yanına da dolu bir revolver vereceğim. '
Babam biraz düşündükten sonra kulağıma doğru eğilip
yavaşça:
'Bu hazırlıklarımızı kocana haber verme ... Bu mühim sır
ikimizin arasında kalsın. Ruhu kuşkulandırmayalım. '
' Bizim b u konuşmamız ruha malum olmaz mı?'
' Kim bilir! B akalım bu husustaki gücünü de denemiş olu­
ruz. İşi gizli tutarsak bir şey keşfedebilecek mi, anlarız. '
' Sonra bu tecrübe bize ağır oturmasın ! '
' Ağın, hafıfı yok. Bu belanın ya altından gelmeli ya üs­
tünden . . . '
' Ben revolverle ne iş göreceğim?'
' Kızlık zamanında sana revolver atmayı öğretmiştim.
Pekala, si lah kullanırsın. '
'Havaya yahut bir hedefe revolver atmakla bedene bürün­
müş bir ruha sıkmak arasında çok fark vardır. '
' Şükriye benden sana izin, cadıya tesadüf ettiğin yerde
hiç durma yapıştır... Bu uğursuzun kanı sana helal olsun ... '

206
25
Ortaya Çıkış

Babam sebebini hissettirmeden bir müddet yalıda kala­


cağını damadına bildirdi. Baba kız revolverleri ceplerimize
yerleştirdik. Cadıya karşı bir savunma vaziyeti aldıktan sonra
sözlü bir ültimatomla N aş it Nefi Efendi 'yi evlilik vazifesini
tam anlamıyla yapmaya davet ettik. Ertesi gece karı koca bir
odada bir döşekte yattık. Tuhaf şey. . . B izim bu cüretimize
karşı o ikinci gerdek gecemizde havadan aforozlar, tehdit
mektupları yağmadı.
Acaba dehşet verici bu kararımızla cadıyı korkutabiimiş
miydik? Yoksa intikamını geciktirdiği oranda dehşetli mi ala­
caktı? Her neyse . . . Kararımızı sonuna kadar aynı dayanıklılık
ve cesaretle takip lazımdı.

Ertesi gün üvey oğlumu, o cadıoğlu afacanı minderierin


üzerinde fıskiye oyunu yaparken yakaladım. Yerlere çarpa­
rak mükemmel bir dayak attıktan sonra maşayı ateşte kızdı­
rarak fıskiyesinin tepesini cazır cazır iyice dağladım. Oğlan
can acısından hep morardı. Yürek parçalayan feryatlar, uza­
yıp giden şikayetlerle cadı annesini imdadına çağırdı. Fakat
gelen giden olmadığını görünce nihayet benden yılarak sindi.
Kız, korkusundan yüklüğe kaçıp saklandı.
Hep ev halkı beni çıldırmış zannettiler. Kaynanama me­
raktan ıspazmozlar"9 geldi. Kadın göğsünü dolduran öfkeli
havayı geğire geğire boşaltamayarak az kaldı çatlıyordu.
İrfan Kadın yalvaran bir tavırla:
' Hanımcığım ne yapıyorsun? Bunun gecesi de var. Bu ak­
şam yalının içi cadılarla dolacak. Emin ol hepimizi de boğ-

49 Kasılmalar

207
madan gitmeyecekler. Evet... Evet. . . Bu gece Boğaziçi 'nin
bütün hortlakları buraya gelecek! '
'Gelecekleri varsa görecekleri de var. Onlardan korktuk­
ça, titredikçe büsbütün şımardılar, tepemize çıktılar. '
'Hanımcığım Allah şaşırtmasın ... Sen kendini kaybetmiş­
sin. Daha dün akşam muhterem hayalden tiril tiril titriyor­
dun. Bugün ne kuvvet meydana getirdin ki böyle böbürleni­
yorsun? Hiç onlara karşı zart zurt olur mu? '
Ben hakikaten kendimi kaybetmiştim. Coşkunlukla bi­
raz ileri varmış olduğumu anladım. Babamla olan kararımızı
evdekilere hissettirirsem belki cadıyı ikaz eylemiş olurum.
Hasmımız cadı olsun, peri olsun herhalde kumazca gizli ve
ihtiyatlı hareket etmek lazımdı. Tabiatüstü zannedilen bu
malılukları da belki gafıl avlamak mümkün olur.
Ben hemen makamı değiştirerek:
' Doğru söylüyorsun İrfan Kadın . .. Ben şaşkınlıkla ne de­
diğimi bilmiyorum. Muhterem hayale şu güne kadar büyük
bir saygı gösterip, itaat ettik. Türlü tehlikeye uğruyoruz. Başı
bozukluğa kalkarsak maazallah halimiz neye varır? İnsanın
her vakti bir olmuyor. Çocuğun başarılığına bugün nasılsa
tahammül edemedim. '
'Git.. . Git... Oğlanın gönlünü al... Cadıyı ifrit etmeyelim.
Gelecek bir felaketin belki böyle önü alınmış olur. '
'Yok artık ... Olan bir defa oldu. Bir çocuğu dövüp de
akabinde sevmek iyi değildir. Büsbütün arsız olur. Ben onun
gönlünü alacak zamanı bilirim,' dedim. Hemen oradan savuş­
tum. Babam bu terbiye etme olayını duyunca gayet memnun
oldu. Akşam Naşit Nefi Efendi geldi. Kaynanam, çocuklar,
hizmetçiler karşılamaya çıktı. Bire bin katarak meseleyi, o
gece olması beklenen felaketi anlattılar.
Kocam bana darılacaktı. Fakat babamın ve benim hali­
mizdeki garipliğe, gözlerimizde parlayan cesur parıltıya ba-

208
karak cesaret edemedi. Yalnız benim bir cinnet anına denk
gelmiş olduğuma hüküm vermekle yetindi.
Gecenin gelişiyle korkular arttı. Herkes odasına çekildi.
Kapısını sürmeledi. Bir fenalık olduğunda bin yardım ferya­
dı salıversen kimsenin yardıma gelemeyeceği anlaşılıyordu.
Kocam da aynı korkulu ve çekingen ürpertiyle yatak odasına
kapandı. Babamla ben karanlık, uzun safanın sonundaki bü­
yük odada yalnız kaldık. Baba kız konuşuyorduk. Sanki bizi
ettiğimiz kabahatİn cezasını çekmek için yalnız bırakmışlar­
dı. Sakinleri terk etmiş zannolunan bu koca yalının orasından
burasından tıkırtılar, patırtı lar işitilir gibi oluyordu. Bunlar
hakikaten oluyor muydu, yoksa kuruntumuzun doğurduğu
birer hurafe miydi?
Babamın bana karşı göstermeye uğraştığı olağanüstü me­
tanete rağmen dudaklarının rengi gittikçe uçuyor, gözleri şid­
detli bir sinirle pek sık açılıp kapanıyordu.
Pıtırtıların duyulması kuruotu şeklinden çıktı. Safada bir
şeylerin gezindiğini artık aynen duyuyorduk. Babam cebin­
den revolverlerini çıkardı. Dolu olup o lmadıklarını kontrol
etti. Sonra bendeki revolveri de incelemeden geçirerek şöyle
mırıldandı.
'Üçü de dolu ... '
'Bunları kendi elinizle doldurmuş olduğunuz halde şimdi
merrnilerin yerlerinde olup olmadığından niye şüpheye düş­
tünüz?'
' Kim bilir kızım? Cadı işi bu . .. Hakkabaz tabaneası gibi
silahlarımızın görünmeyen düzenbaz bir elle kah doldurulup
kah boşaltılmasından şüphe ettim. '
Babamın bu düşüncesi korkumu artırdı. Kendisi o ana ka­
dar cadıya inanmıyor gibi görünüyorken bu tehlikeli gecede
demek ki onun da dimağı sarsılarak tabiatüstü durumların
olabileceğine ihtimal vermeye başlamıştı. Ceplerimizdeki

209
dolu revolverleri bize hissettioneden hangi belirsiz el boşal­
tabilirdi? Aman ya Rabbi bu gece her gariplik, her uğursuz­
luk, her tehlike bizim için muhtemel miydi?
Vaziyetİn tehlikesini unutmak, korkumuzu biraz hafiflet­
mek için havadan sudan sözler bulup konuşmaya uğraşıyor­
duk. Şundan bundan hayli görüştük. Nihayet babam dedi ki:
' Şükriye dışarıda, oda kapısının yanında ufak bir mangai­
la kahve takımı gördüm. Cezveyi sürsen de baba kız karşı
karşıya birer fincan höpürdetsek belki can sıkıntısını defet­
meye yardımcı olur. Üzerimde büyük bir ağırlık var. '
Babamın bu teklifine karşı cevap olarak konuşmadan dik
dik yüzüne baktım. Zavallı adam 'Ha anladım ! Yalnız dışarı
çıkmaya korkuyorsun. Hakkın var. Dur... Mangalı, takımları
getireyim de burada pişir,' dedi.
Sofaya çıktı. Ateşi, kahve aletlerini getirdi. İki fincan
kahve pişirdim. Birini ona verdim. Diğerini kendim aldım.
Bir iki yudumdan sonra babam 'Bu kahve hayat mıymış ney­
miş . . . Haşhaş gibi ağır bir kokusu var,' dedi.
Bu dediği pek doğruydu. Bana da öyle geldi. Fincanları
elimizden bırakır bırakmaz ikimizin de üzerine cadının kabu­
su çöker gibi birer ağırlık bastı. Gözlerimiz süzüle süzüle ka­
panıyor, yavaş yavaş üzerimize dağlar büyüklüğünde ağırlık
yığılıyormuş gibi kımıldayamayacak birer hale geliyorduk.
Nihayet kendimizden bütün bütün geçerek babam bir tarafa
ben diğer tarafa devriJip adeta körkütük sızmışız.
Bu sersemlik halinde ne kadar kaldığımızı bilemiyorum.
Bize okkalarla şarap içmişiz gibi bir uyuşturucu etkisi göste­
ren o kahvenin sersemliği yok olmaya yüz tutup da gözlerim
biraz aralanınca odayı loşluğa gömülmüş buldum. Her taraf
gölgeler içindeydi. Fakat bu karaltı görmeye engel bir dere­
cede yoğun değildi. Eşya yine seçiliyordu. Gözlerimi açma­
ya, vücudumu ezen ağırlıklardan kurtulmak için silkinmeye,
kendimi toplamaya uğraşıyordum. Bakındım. Odanın orta-

2 10
sındaki masanın üzerinde yanan lamba yarı yarıya kısılmış.
Bunu kim kısmış? Yoksa lambanın gazı mı bitmişti? Bizi
basan bu ağır uyku, odanın bu yarı karanlığı, bu esrarengiz
haller neydi?
Neye uğradığımızı anlamak merakıyla gözlerimi dört bir
tarafa dolaştırmaya uğraşırken kapı önünde korkulu bakış­
larıının karşılaştığı manzara damariarımdaki kanı buz gibi
dondurdu. Kalbirn evvela dolaşım vazifesini bırakacak bir
yavaşlık kazandı. Sonra şiddetle çarprnaya başladı. Aman Al­
lah ' ım o ne haldi'! Rüya mı, kabus mu, hakikat mi? Ortağım
B innaz Hanım, namıdiğer muhterem hayal, öbür ismiyle aziz
ruh, tıpkı fotoğrafında gördüğüm şekilde o haşin bakışı, çatık
kaşları, konuşmaya hazır o kalın dudakları, saman rengin­
de oyalı mor hotozu, koca broşu, elmas küpeleri, gerdanında
bir demet incisi, önü çapraz düğme! i redingotvari mor kadife
hırkasıyla karşımda o iri yarı levent endamıyla boylu boyun­
ca duruyordu. Gözüm gözüne gelince öfkeli bir şekilde, ba­
şını saliaya saliaya yumruğunu sıkarak bana gösterdi. Sanki
onunla beni ezeceğini anlattı.
Bu bedene bürünmüş bir ruha benzemiyordu. Bu bir hayal
değildi. Bu adeta etiyle, kemiğiyle, kanıyla, canıyla dipdiri,
evet, pek zinde bir kadındı. Öldükten sonra dirilmişi andırır
yeri yoktu. Bu, o gördüğüm fotoğrafın canlısıydı. Bu tam bir
kimliğe bürünmüş, vücut ve ruhuyla aynı aynına Binnaz Ha­
nım' ın kendisiydi. Bu, mezardan değil civar hanelerio birin­
den çıkıp gelmişe benziyordu.
Bir eliyle tehdit edercesine bana yumruğunu gösteriyor,
diğeriyle ufak bir sepet tutuyordu. Besbelli çocuklarına ye­
miş getirdiği sepet olacak.
Nihayet sepeti de yere bıraktı. Korkutucu işaretlerine iki
eliyle başladı. Ben, avı üzerine atılmaya hazır bir ejderin
uyuşturan sihirli bakışları altında ınüdafaasız kalan masum
bir hayvan baygınlığına uğradım. Yardım bekleyen bakışları-

211
mı babama çevirdim. O, yaslandığı köşede başı göğsü üzeri­
ne yarı sarkmış, ağzı yarı açılmış, uğradığı garip uykusundan
kendini alamayarak horul horul horluyordu.
Cadı. . . Hayır, estağfurullah, bütün canlılığıyla hayatta
olan Binnaz Hanım, baş ve şehadet parmaklarını kavislendi­
rerek iki elini birbirine yaklaştırıp bu korkunç işaretiyle beni
boğacağını anlatıyordu. Tehdidini artırarak ağır ağır yaklaş­
maya başladı. Babam hala horluyordu. Var kuvvet ve cesare­
timi topladım.
' Reybaba uyan ... ' yardım çağrısıyla bir çığlık kopardım.
Sesimden oda sarsıldı. Babam gözlerini açtı. 'Ne var?' Şaş­
kınlıkla birkaç saniye sersem sersem etrafına bakındı.
Nihayet Binnaz Hanım'la o da göz göze geldi. Fakat he­
men kendini toplayıp da hakikati anlayamadı. Bu giyimli
kuşamlı, elmaslı, ineili kadının öyle vakitsizce odamızdaki
varlığına bir mana veremedi. ' Hanım kim?' sorusuyla yüzü­
me baktı.
'Ortağı m Binnaz ! ' uyarısıyla haykırdım. O zaman aklı ba­
şına geldi. ' Ya ! Bu . . 0 . Canına filan ettiğim cadısı mı?' kü­
. . .

ftirleriyle babam derhal revatvere davrandı. Cadının yüzünde


hiçbir korku belirtisi görünmüyor; ftitursuzca, cesur, metin,
dimdik karşımızda duruyordu.
Babam parmağını silahın tetiği üzerinde bir, iki, üç, dört,
beş, altı defa oynattı. Fakat ateş almadı. O revolveri bırak­
tı, diğerini yakaladı. Bir, iki, üç, dört. .. Aynı başarısızlık . . .
Benim revolvere sarıldı. B u e n meşhur fabrikaların e n gü­
zel revolverleri, anlaşılmaz bir tesirle sanki babamın elinde,
çocukların bayramlarda oynadığı patlamaz, altmış paralık
oyuncak silahiara dönüyordu.
Babamın öfkeyle tuttuğu üçüncü revatverin sonuncu atışı
da tıkırdayıp bir tesir görülemeyince cadı alaycı, gür bir zafer
kahkahası salıverdi. Şimdi tehdit sırası, daha doğrusu hül:um
sırası onundu. Üzerimize atılacak gibi düşmanca tavırlara

212
kalkıştığı esnada besbelli babama ani bir cinnet geldi. Oktan
fırlayan bir yay süratiyle cadıya saldırdı. Fakat bu delice sal­
dırısı esnasında ortadaki masayı devirdi. Lamba yuvarlandı.
Bereket versin ki parlamadı . Söndü. Ortalığı zifiri bir karan­
lık kapladı. Bir şey göremiyor, seçemiyordum. Yalnız yarı
boğazlanmış iri bir hayvanın tükenen horultusuna benzeyen
korkunç bir hırıltı, kulaklarımı tırmalamaya başladı. Evet. . .
H i ç şüphe yok, cadı karı babamı boğuyor, boğulan ortağırnın
yanına gönderiyordu. Onun işini bitirdikten sonra sıra bana
gelecek, elbette benim boğazımı sıkmaya da üşenmeyecek­
ti. Can havliyle düşünmeden oda kapısına doğıu bir atıldıın.
Mahallelere yangın ihbarı yapan en genç, en dinç bekçilerin
sıtma görmemiş sedalarıyla yarışır gümrahlıkta50 bir iki nara
salıverdikten sonra ben de oraya düşüp kendimi kaybettim.
***

Gözlerimi açtığım zaman kendimi Naşit Nefi Efendinin o


uğursuz yalısının geniş bir odasında, babamla karşı karşıya bi­
rer döşekte buldum. Görünen o ki ecelimiz gelmemiş, akıl er­
mez bir şansla nasılsa bizi cadının bağucu elinden alabilmişler,
fakat ölmedik bir yerimiz de kalmamıştı. Babamın boynu, vü­
cudu bere, çürük içindeydi. Benim korkudan dilim tutulmuştu.
Ayıldıktan sonra birkaç saat lakırdı söyleyemedim.
Üç dört gün tedaviyle ancak kendimizi toplayabildik. İs­
tanbul'a, baba evine döndüm. 'Nikahım helal, canım azat'
feryadıyla Naşit Nefi Efendi ' den beni boşamasını talep ettim.
Çok şükür boşanıp kurtuldum. Artık benden uzak olsun . . . Bu
adama varmak cesaretini gösterecek başka bir kadın varsa
Allah mübarek etsin . . . Cadıyla dolaşıp dursun . . . Nefi Efen­
di eşlerinden bazıları boğuluyor, bazıları kurtuluyor. Benden
sonrakine ölüm mü, kurtuluş mu isabet edecek, artık kestiri­
lemez."
***

50 Gürlüktc

213
Şülcriye Hanım burada macera dolu kitabını kapadı. Din­
leyici kadınlar derin derin birbirinin yüzüne bakışakaldılar.
Maceranın bilimsel, felsefi kısımlarında anlatırnın yavaş­
lamasından dolayı birkaç taşım uyku kestirmiş olan büyük
hanım üstünlük elde etmiş bir gayretle gözlerini açmaya uğ­
raşarak:
"Bu işittiğiniz şey ne masaldır ne efsane ! Dinledikçe hay-
ret verir insana . . . İçinizde canından bezmiş varsa Naşit Nefi
Efendi ' ye varsın . . . Cadı nasıl olurmuş görsün.. . "

Kılavuz kadın bu hikayenin reddetmesi imkansız görünen


korkunç kısımlarını işittiği vakiL, iddiasını kaybetmiş ve ya­
kaladığı fırsatı artık elinden kaçırmış olduğunu aniayarak or­
tamı sakinleştirmek için yalnız ' Ayın son çarşambası kimine
yarar kimine yaramaz,' demekten başka bir söz bulamamıştı.
Fikriye ile yengesi bir müddet daha karşılıklı bakıştılar.
Fakat nihayet yenge hanım kesin bir mağlubiyetle gözlerini
önüne indirdi. Bu evlilik teklifinde ısrara artık imkan kalma­
rlığını anladı.
***

Bahtsız Naşit Nefi Efendi, Fikriye'den sonra evlenıneye


talip olduğu kadınların hepsi tarafından insafsızca reddedil­
di. Herhangi bir kadın meclisinde bu zatın sözü geçse bütün
kadınlar yaradanianna sığınarak:
"Destur tü tü ... O cin tutmuş herif mi? İsmini ağzına alma
kardeş . . . Belki cad ı karısı kıskanır da bu gece seni boğmaya
gelir. Dünyada bir o, bir ben kalsam yine varmam. Can cüm­
leden aziz51 Zoruma ne . . . Rabbim yazdıysa bozsun. . . Orta­
•••

ğın aleiadesiyle geçinilınİyor da cadısıyla nasıl geçinilecek !


Boğulan zavallı kadınların ne çirkin yazıları varmış ! B u ha­
kikati bildiği halde Naşit Nefi Efendi ne insafta, ne cesaretle
evleniyor? Kadın katili herif... Cadı boğacaksa bari kocasını

S 1 "İnsanın kendisi herkesten daha değerlidir" anlamında kullanılan söz

214
boğsun da bu adamın elinden hem kendi kurtulsun hem de el
alemin kadınları ...
"

Seneler geçtikçe biçare Naşit Nefi Efendi hakkındaki


garip rivayetlere daha yakası açılmadık ne gariplikler ilave
ediliyor, bu cadı vakası ne mertebe tellendirilip pullandırı­
lıyordu.
Nefi Efendi' nin validesi vefat etti. Nesip ile Ragıbe büyü­
dü. İkisinin de düğünleri yapıldı. Kendisi evlilik saadetinden
ebediyen mahrum kalan zavallı adam, çocuklarının mürüv­
vetlerini görmekle teselli olmak istedi.
Düğünde cadı kaynananın ahiretten gelinine elmas yüz
görümlüğü, damadına el öpmelik getirmiş olduğu haberi
yayılarak yine eski rivayetler, gariplikler tazelendi. Birçok
şeyler söylendi.
Yalı harap oldu. Y ıkıcılara verildi. Nefi Efendi oğlundan,
kızından ayrı ufak bir hanede zenci ihtiyar bir kadın hizmet­
çisiyle oturuyordu.
Cadı birçok senelerden beri artık görünmez olmuştu. Aca­
yip ortaya çıkışların arkası kesildi.
Sonsuza kadar kadın yüzüne hasret kalan Naşit Nefi Efen­
di'nin, mahrumiyet derecesinin tahammül sınırının üstüne çık­
tığı arzulu ve ıstıraplı gecelerde insafsız cadı karısına karşı:
"Binnaz! Bütün cihanın kadınlarını bana can düşmanı et­
tin. İsmimin anıldığı yerden Havva soyu, ifrit görmüş gibi
kaçışıyor. Artık hiçbir evlilik endişesi, rekabet tehlikesi, sa­
dakat yokluğunun korkusu kalmadı. Bundan sonra sonsuza
dek sen benimsin, ben senin... İşte döşeğimin yarısı boş,
kucağım açık duruyor. Gel nazlı m... Gel gülüm... Gel el­
masım ... Gel beni kavuşmaınızia sevindir.. . Dudak dudağa
sevda olalım ... Bir cadıyla bir insanın evliliğine izin ihtimali
yoksa beni çarp . . . Ya öldür ya kendin gibi bir hortlak yap...
Röyle bir aşk hiisranıyla kadınsız yaşamaktansa her belaya

215
razıyım," istirhamlarıyla bar bar bağırıyor, fakat heyhat, bu
aşıkane davetlerine, bu ateşli n iyaziarına en hafif bir muka­
bele göremiyordu. Evvelleri en sebepsiz, ufak tefek şeylere
hiddetlenerek beliren cadı, şimdi ne yapılsa görünmüyor, ko­
casının hayatındaki iyiye, kötüye tamamıyla yabancı, kayıt­
sız bulunuyordu.
Acaba efendi yine eviense muaf olduğu bir devre zannet­
tiği hayatının bu son sükunetinde cadı tekrar fırtınalar kopar­
maya başlayacak mıydı? Bunu tecrübe etmek istedi . Fakat bu
tecrübenin gerçekleşmesine ortaklık edecek bir kadın bulun­
madı. Koca ekmeğine en muhtaç kadınlar bile Allah ' a sığınır
bir biçimde ret cevabını veriyordu.
Bahtsız adam, aziz ruhun kıskançlığını tahrik etmek için
nihayet evdeki zenci Ferah Kadın'a aşkını ilan etmeye karar
verir. Bir akşam kadıncağız mangal başında uyuklarken bü­
yük bir aşk ve arzuyla birdenbire boynuna sarılır, aşçı kadın,
efendiyi çı ldırdı zannederek şöyle feryada başlar:
"Ya afandı çekil... Çıldırdı mı aya . . . Bana boğaca mısın?"
"Vallah boğmayacağım Ferahcığım ... "
"Ya ne yapacasın?"
"Seni seveceğim."
"A ... A ... A. .. Üstüme iyilik sağlık ... Beni çoçu mu zannet­
tin? Koca kadın sevilir mi?"
"Asıl koca kadınlar sevilir. Çoluk çocuk sevgiden ne an­
lar? Kaç zamandır senin için cayır cayır içim yanıyor! "
"İçin mi yanıyo ! A zavallı. .. Sana ekşiii bir limonata ya­
payım mı?"
"Bu ateş Jimanatayla sönmez."
"Ya neyle söner?"
"Senin o devranİ kirazı52 dudaklarınla . . . "

52 iri bir kiraz türü

216
"Benim rludakiarım mı? A. .. A. .. A . . . Ak sakalından utan­
mıyor musun afandı? Rabbim şaşırtmasın . . . 0 . . . Büyük sözü­
me tövbe . . . "
"Kuzum Ferahcığım . . . "

"Allah bana nasip etmesin . . . Haram kabul etmem . . . "


"Haşa hararnı ben de kabul etmem."
Ferah gözlerini süze süze nazlı bir şekilde:
"Sen haram istemez. Ben haram istemez. E . . Öyleyse bu .

iş nasıl olacak?"
"Yarın imaını çağırtır nikah kıydırtırım."
Arap' ın cilvesi birden dehşete dönüşerek:
"Nikah mı? Sana sığındım Rabbim. . . Beni cadıya boğdur­
tacak mısın ayo?"
Bununla birlikte cadı korkusundan bu ret cevabını verdiği
esnada Ferah 'ın gözlerinde karşılıklı belki de daha fazla bir
arzunun parlarlığını gören Naşit N efi Efendi bir iki aşıkçasına
hücumundan sonra o gece kara kaleye53 nikahsız ulaşıp za­
fer kazanır. Fakat bu tamiri imkansız hatasıyla kıskançlıktan
küplere bindirdiği cadının dehşetli inlikamından tiril tiril tit­
reyen aşçı kadın, sabaha karşı tası tarağı toplayarak haneden
savuşur. Tuhaf hal ! Bu defa cadı ortaya çıkmaz. Ne fetheden
ne fethedilen üzerine bir şiddet ve darılına eseri gösterir. Bu
beklenmedik müsaadeyi, biçare Naşit Efendi, muhterem ha­
yatin sevdasına mahsus olmaktan artık serbest kaldığına açık
bir delil sayıp ak sakalına bakmayarak civar kadınlara sar­
kıntılıklara kalkar, şiddetli evlenmek arzusuna düşer. Fakat
vebadan kaçar gibi bütün kadınları hala ve daima kendinden
kaçan, çekinen, nefret eden şekilde bulur. H içbirinden kabul
yüzü gömıez. Yine Ferah Kadın'a razı olur. Çok arar. Onu da
bir daha ele geçiremez.

53 Burada Ferah Kadın'a bir gönderme yapılmıştır. ( Y.h.n)

217
Talihsiz adam ömrünün kalanını bekar hayatının son aşk
yemeği olan bu siyah hayat havyarın lezzetli hatırasıyla geçi­
rirken bütün şu kederli malırumiyetinin sebebini, insana hay­
ret durgunluğu veren "cadı" muammasını düşünür, düşünür,
bir şey anlayamaz. Zihni de hayatı gibi karışır, kararır.
Nefı Efendi artık her türlü aşıkçasına isteği zaruri bir fe­
ragatle zihninden çıkarıp kah oğlu kah damadı, kızı yanında
vakit geçirmekte olduğu hayatının son senelerinde kendisi­
ne bir mektupla bir çıkın gönderilir. Çıkını açar. Pamuklara
sarılmış kutusuz birtakım mücevherat görür. Dikkatle ince­
leyince bunların aziz ruh tarafından çekmeceden aşırılmış
olan elmaslar olduğunu anlar. Şaşkınlığı artar. Esrarengiz bir
surette çekmeceden yok olan bu takılann şu şekilde dönmesi
kendisini büyük bir heyecana düşürür. Muhterem hayal aca­
ba yine ortaya çıkmaya mı başladı? Mektup ondan mı mera­
kıyla zarfı açar. Şu satırları okur:
Efendi !
Bu dünyada hiçbir şey yoktur ki biraz mahiyetinin derinli­
ğini inceleme yoluna gidilince derhal karşınızda açıklanması
ve halledilmesi imkansız bilinmeyen bir şekil almasın . . . Bü­
tün hayat, dünya, kclinat ehemmiyetli ehemmiyetsiz görünen
her şey. . . Her şey birbirine girift birer muammadır.
Tabiatla ilgili bu bilmeeelerin bir diğerine bağlılığı ve bun­
lardan çoğunun halledilmesinin imkansızlığı, insanlığın hallet­
me başarısıyla o gönderdiklerinin de tamamıyla bilinernemiş
olduğunu gösterir. Acizane fikriınce henüz hiçbir şey kesinlik­
le halledilememiştir. Belki cahiliye zamanından kalma birçok
yanlış fikre kapılmaların, yalaniann temelsizliği, ilim ve fen
adına ispat edilerek insanlık uyanlıp ve aydınlatılmaktadır.
Geometrik olarak noktanın tarifi için hoca efendi derste
tebeşirle siyah tahta üzerine ufacık bir beyaz kondurur. Ta­
lebe beyaz kağıt yüzeyine siyah mürekkeple kara lekecikler
yaparak hocanın bu tarifini taklit ederek tekrar eder.

218
Öğrenciler bundan ne anlamıştır? Herhalde büyük, açık,
anlaşılır, kesin bir şey değil. Çünkü hoca efendi zaten anla­
madığı bir şeyi anlatmaya uğraşmıştır. İşte diğer eğitim ve
tekniklerimiz de az çok buna benzer.
Noktanın uzay içinde işgal ettiği mekandan, en, boy, de­
rinlik sahibi olup olmadığından, diğer özelliklerinden, uzayı
ö lçülebilir ve sınırları belli varsayılabilir bir şekle koymak
için birçok geometricinin ve bi lhassa Riemann54 ile Betti55
isimli zatların Analysis Situs56 dedikleri teorilerinden bahse­
dilince mesele büyür, dallanıp budaklanır. Tarif tarifi, tefsir
Lefsiri, izah izahı icap eLLirir. Nihayet bir an gelir ki artık ce­
vap verilemez. Orada durulur.
Bilim ve teknikler, inceleme alanlarına aldıkları şeyleri
zerre zerre tarttıkları, en ince ayrıntısına kadar deneylerden
geçirmeye uğraştıkları halde kendi ilkelerinde pek o kadar
ince eleyip sık dokumaya gelmez. Zira noktadan öteye geç­
mek noktanın tamamıyla anlaşılması şartına bağlanırsa vay
olur insanlığın haline . . .
Efendi, her şeyin tamamen v e kesinlikle meydana çıkarıl­
ması ve anlaşılması mümkün olmadığı hususunu sıkıca aklı­
nızda tutunuz. Şimdi size hakikat ve hayalden bahsedeceğim.
Bu iki kelime manaca birbirinin zıddıdır. Her varlık bir ha­
kikattir. Hakikat olmayıp da düşünce o larak, ihtimal üzerine
zihnimizde ortaya çıkan şeylerse birer hayald ir. Hakikatle ha­
yal hakkındaki şu tariflm çok su götürür. Mantıken, bilimsel
olarak bu meselede derinleşirsek kapanması zor bir mücadele
kapısı açılır. Bu gibi tariflerde ustalıkla göz boyayıp hiçbir
sorana ipucu göstermeden sıvışmanın yoluna bakılmalıdır.
Biri çıkar der ki: Her varlık hakikat olamaz. Çünkü bü­
tün varlıkların mahiyeti bizce malum değildir. Taritinize ba-

54 Georg Friedrich Bemhard Riemann ( 1 7 Eylül 1 826-20 Temmuz 1 866), analiz


ve diferansiyel geometri dalında çok önemli katkılan olan Alman matematikçidir.
(Y.h.n)
55 Enrico Belli (2 1 Ekim 1 823- 1 1 Ağustos 1 892), halyan matematikçi. (Y.h.n)
56 Özellikle Rieınann'ın ortaya koyduğu matematiksel analiz. (Y.h.n)

219
kılırsa bilinmeyen hakikat, meçhul hakikat, ispatlanmamış
hakikat demek lazım gelir. Bir şeyse hem hakikat olsun hem
meçhul bulunsun. Bu mümkün değildir. Bu adeta "beyaz si­
yah", yani beyaz olan bir şeyin aynı zamanda siyah olduğunu
da iddia etmek gibidir.
Sözü daha fazla uzatmak isteyen birisi de: Her varlık bir
hakikat ise ben bir varlık, bundan dolayı da bir hakikatim.
Zihnimde ortaya çıkan hayaller, fizyoloj i açısından sırf ha­
yal olamaz. Zaten bu alemde saf bir hayal yoktur. Zihnin her
hayal ettiği şey, beyninde olan önceki izlenimlerinden doğ­
muştur.
Sözün ne derece uzamaya yatkın olduğunu görüyorsunuz.
İşte felsefe kitapları böyle yazılır. Her zamanın bir fikir, bir
"prensip" modası vardır. Yeniler eskileri beğenmez. Hemen
eski, yeni hiçbir filozof görmedim ki inceden ineeye mes­
lektaşlarıyla, yani birbiriyle alay etmesinler. Her biri haki­
katİn anahtarını kendinde zanneder. Oysa kimsenin zihnine
tamamıyla girmemiştir. Ben bu ahmakların topuna gülerim.
Çünkü hepsi lakırdı ebesidir. Bir küçük hakikati kırk dereden
su getirmedikten sonra söylemezler. Dünyada mevcut kütüp­
hanelerde milyonlarca kitap vardır. Şimdiye kadar keşfedilen
katıksız hakikatlerse muhtemelen bir ufak cilde sığar.
Sizin geçirdiğiniz hayat hayal midir, hakikat midir? Bu
muğlak muamma karşısında beynim çok yorgunluk saatleri
geçirdi. Maceralı ömrünüzü bu iki kadrodan birine henüz ta­
mamıyla dahil edemedim. Hayatınıza hakikat desem hayale
benzer. Hayal desem şu maddi illernde bütün ana hatlarını
çizerek yürümüş bir ömür nasıl gerçek dışı olabilir? Zamanın
alimleri ve ciddiyet sahibi kişiler ne derse desin . . . Hayatı­
nızda hayaile hakikatten birer parça var. Ben öyle diyorum.
Çok zaman pirincin taşını ayıklamaya uğraştım. Biraz ha­
yali hakikatten ayırınayı başardım. Fakat üzülerek itiraf ede­
rim ki tamamıyla değil.

220
Bu incelemelerim esnasında vicdanıının üzerinde meyda­
na gelen ağırlıklardan, hakikati size hikaye ederek hatifternek
isterim. Şöhretli matematikçi Newton' ın bir elmanın düşme­
sinden sonra genel çekim kanununu keşfettiği gibi beni de
geçmiş hayatınızın incelenmesine bir ufak sebep sevk etti.
Bendeniz size pek yabancı bir adam da değilim. Hisar'da
bitişik yalı komşunuz Aramdil Hanım ' ın büyük oğlu Kadir
Bey'im ... Huyatıının çoğu taşra mcmuriyctlcrinde geçmiş ol­
duğu için zatıalinizle uzun boylu tanışmaya pek vaktim ola­
mamıştı. Bununla birlikte birbirimizi hiç tanımaz da değiliz.
Hayatınızın mühim bir sır düğümü olan "cadı" meselesin­
den dolayı siz, İstanbul 'da tanınmış kişiler sırasına geçtiniz.
Bedbaht Naşit Nefi Efendi'yi tanımayan kalmadı. Acayip
maceranızı uzaktan uzağa işitir fakat doğrusunu söyleyeyim,
bunu her ne şekildeyse yayılmasından faydalanmak üzere
düzenlenmiş ustal ıklı bir masal gibi düşünürdüm.
Siz yalının enkazını yıkıcılara sattınız. Bu cadılı yalı, ha­
kikaten toprağa karışacak bir evdi.
Validem vefat etti. Siraderim Nadir Bey, bilmem kaçıncı
defa olarak Paris'e gitti. Bizim yalı da tamir kabul etmez bir
şekilde harap olmaya yüz tuttu. Satmak için de münasip bir
müşteri ortaya çıkmıyordu. Ben de sizin gibi enkazı yıkıcıla­
ra verdim. Yıkıma başladılar.
Bir gün bu yıkıcıların usta başı, kır sakallı, tavşan yemez
türden bir Kürt yanıma gelerek dedi ki:
"Beyefendi komşunuz Naşit Nefi Efendi 'nin yalısını da
biz yıktık."
"Bereketiniz batsın. . . İstanbul 'da eski mimari yöntemleri­
mize numune olacak bir bina bırakmıyorsunuz."
"Neye beddua edişin böyle? Siz satıyonuz. B iz al ıyoruh.
Kabahat salt bizim mi ki? Alan da hayrını görsün satan da ... "

221
"Uzatma ... Ne olmuş söyle . .. "
"Ne olacak? Yıkarken sizin yalının tavan arasından öbür
yahya mükemmel bir yol gorduk. Menteşeli bir kapak kon­
muş. Sizin taraftan mandallar, kilitler vurulmuş! "
"Tuhaf şey ! "
"Gördüğümüz yalnız b u değil. . ."
"Daha ne gördünüz?"
"Sizin mahzenden öteki yalının mahzenine tünel gibi bir yol
açılmış, istersen gel seyret... Daha bütün hepsini yıhmadık."
Kürt önüme düştü. Yarı yıkılmış mahzene indik. Dediği
geçidi gösterdi. Bir insanın eğilerek geçmesine müsait bir
tünel. . . Fakat sonradan açılmışa benzemiyordu. Bu mahzen­
lerin eski zamanlardaki inşasında herhangi bir kullanım için
böyle bir ek yapılmış.
Kürt'ün tarifine göre bu eski bir geçide benzerse de so­
nundaki geçilmesi mümkün delik sonradan açılmışmış. Hatta
istenildiği zaman açılır kapanır bir kapak taşı bulunduğunu
da anlattı .
Kürtlerin bu keşfine ben evvela gereğince ehemmiyet
vermedim. Lakin sonradan düşündükçe zihnim karıştı. Niha­
yet beynime bazı hakikatler dank dedi. İki gün sonra geldim.
Bu geçit zeminindeki toprakları karıştırdım. Her tarafını ka­
rış karış aradım. Üzerieri kurşun kalemle yazılmış bazı yırtık
kağıt parçaları buldum. Bunları sakladım.
Bu hususta beni ikaz eden birkaç noktayı size izah için bi­
raz evvele gitmeye mecburum. Küçük biraderim Nadir Bey,
heykeltıraşlık tahsili için Paris'e gitmek istediği zaman ben
olanca ikna kuvvetirole onu bu fikrinden döndürmeye uğra­
şarak demiştim ki:
"Birader! Türkler nezdinde ebediyen makbul olamayacak
bir meslek varsa o da heyket sanatıdır. Memleketine faydalı

222
olacak, işe yarayacak bir şey öğren . . . Heykeltıraşlıkla burada
ne yapacaksın? Ecdadımızın bırakmış olduğu suları kurumuş
çeşmelere, bugün musluk takacak paramız yok. Pek büyük
kimselerden çoğu mezarlarında taşsız yatıyor. Bir haylisinin
mezarları bile belli değil . Heykeli kime dikeceğiz? Evimi­
zin içine giren Avrupa'dan gelme bazı öteberi kutularının
üzerindeki resimleri, günahtır diye bıçakla kazıdıklarını,
kandil geceleri eve melek girmez iddiasıyla çocuğun bebe­
ğini helaya kapadıklarını bilmiyor musun? Kışın çamurdan,
molozdan; yazın süprüntüden, tozdan geçilmeyen mübarek
meydanlarımızı, sokaklarımızı heykellerle mi kirleteceksin?
Burada heyket sanatını nasıl kutsal saydıklarını anlamak için
Sultanahmet Meydanı ' ndaki dikili taşların çukurlarına doğru
eğil de bir bak... Almanya imparatorunun yaptırdığı o canım
çeşmenin mozaikleri üzerine gelip geçen şairlerimiz, artist­
Ierimiz tarafından her renkte kalemle yazılan nazik şiirleri,
edepsizce resimleri görüp okumadın mı? Nihayet bir zaman
etrafına tahta perde çekilerek çeşmenin kapanması mecburi­
yeti neden kaynaklandı?
"Bugün şehriınİzin güzel yerlerini, farz edelim ki en bü­
yük sanatkarların dahi ellerinden çıkmış ve hürmete değer
büyük insanlarımızın heykelleriyle süslenmiş görsek üç gün
sonra eğer bu abidelerin burunlarını, kulaklarını yerlerinde
bulabilirsek aşk olsun ! Cisimleşmiş birer 'put'a benzeyen
bu mermer insanları taşlamayı, şeytan taşlama derecesinde
sevap bilenlere karşı heyket dikmek, heyket sanatında maha­
ret göstermek iddiasındasın ha! Şaşarım aklına.. . Heykelleri
tahrip etmekteki başanlarını gösterenlere, Avrupa'da yılan,
çıyan öldüreniere verildiği gibi bazı taraflardan para ödülü
vaadini bile umarım."
Böyle çok söylendim. Fakat ahmak kardeşimi fikrinden
çevirmek mümkün olmadı. Kararını icra için Paris'e gitti.
Gerekli olan dersleri almaya başladı. B irkaç senede bir İstan­
bul ' a geliyor, bir müddet sonra yine Avrupa'ya dönüyordu.

223
Hisar'daki yalının büyük bir odasını "atölye" haline koymuş­
tu, içerisi birtakım gönyeler, pergel ler, küsküler, alçıdan ya­
rım heykeller, kollar, bacaklar, kafalar, kalıplar, "modeller",
"etütler" ile doluydu. Çok geçmedi, bu atölye o civarda Na­
dir Bey'in "puthanesi" adıyla şöhret aldı. Hatta mahallenin
kadınlan büyük öfke ve kızgınlıklarıyla bir küçük modelin
üreme aletini koparmışlardı. Nadir çok bağırdı. Çağırdı. Bu
organ koparına cinayetinden sonra atölyesini kadınlara ya­
sakladı. Dava büyüdü. Bütün mahalle ahalisi saldıranlara hak
veriyor; ahlaken, edeben giysiler altında örtülmesi gereken
insan organlarının bilim ve sanat adına incelenmesi ve sergi­
lenınesini n pek çirkin olduğu, medeniyet kafilesine girmek
için Türklerce mutlaka heykel sanatı öğrenmek zorunluy­
sa hiç olmazsa donun uçkuru çözülmemesi, göğüsten aşağı
insan vücudunun incelenmesi yasak olması tehdit edilerek
uyarılıyordu. Yüksek sanatın Osmanlıcası, Frenkçesi olup
olamayacağı meselesi meydana çıktı. Eski ve yeni kafalılar
ikiye ayrıldı. Avrupa medeniyetinin bize tamamen uygulan­
masında buna benzer birçok zor meselenin ortaya çıkacağını
ben zaten biliyordum.
Mahallede bir ihtiyarca Adviye Hanım vardı. Yahya gel­
diği zaman böyle cascavlak bir heykele tesadüf ederse altını
koparmak için (el sürmesi haram olduğunu bildiğinden) ce­
binde ufak bir maşa getirirmiş. Bu zavallı cahil kadını kızdır­
mak için biraderim çok şey söylerdi. Paris'teki müzelerde ka­
dın, erkek heykellerinin ekseriyetle böyle üryan ve organları
meydanda bulunduğunu söylediği vakit Adviye Hanım 'ın
hiddet ve düşmanlıktan gözleri dönerek:
"Ah elimde bir baltayla bu rezalet evine girsem, 'put' lara
karşı bir gaza yaparak hepsini parçalasam,' dediği hala hatı­
rımdadır.
Siraderim böyle bin türlü eleştiriler ve ayıplanınalar için­
de heykeltıraşlığını ilerietmeye uğraşıyordu. Bu esnalarda
karınız Binnaz Hanım vefat etti. Validemle aralarında kar-

224
deşten, her şeyden ileri bir dostluk hüküm sürüyordu. Bu
vefat hanemizi pek siyah, derin matemiere gark etti. Üzün­
tüsünden az kaldı validem de arkasından gidiyordu. Bir
müddet sonra biraderimin ellerinde B innaz Hanım' ın boyal ı
bir fotoğrafını gördüm. Bu ölmüş kadının tasviri elinde ne
gezdiğini sordum. Üzüntüsünü yatıştırmak için validemin,
merhumenin doğal boylarında yarım heykelini yaptırtmak
istediğini söyledi. Fakat heykelin vücuda gelip gelmediğini
bilmiyorum. Görmedim.
Şurada hatırlanınası gereken bir taraf daha var. B iraderim
Nadir'in Paris'e sıkça sıkça gidip gelişi münasebetiyle Be­
yoğlu'nda bazı Fransız aileleriyle dost olduk. Yahya ecnebi
kadınları dadandı. Bunların içinde kafa göz yararak derdini
ifade kadar Türkçe bilenleri de vardı. B izim evde bir "ispi­
ritizma"cılık başladı. Adeta farklı milletlerden bir cemiyet
teşkil etti. Karınız merhume bu "ispiritizma" cemiyetinin en
i leri gelen azasındandı. Cemiyetin reisi Madam de Rod is­
minde bir kadındı ki rivayetlere göre kendisinde pek kuvvet­
li bir ruhsal akım varmış, ruhları davet ettiği zaman odanın
camlarını, tavanını sarsarmış. Büyük küçük bunun davetine
icabet etmeyen ruh yokmuş. Hangisini istese cemiyete hazır
edebilirmiş. Cemiyette ikinci derecede hazırlama kuvvetine
sahip olan validem merhumeymiş. O da ispiritizmacılıkta
çok ileri gitmiş.
Bendeniz taşra memuriyetlerimden İstanbul'a gelip git­
tikçe vefatından sonra karınız Binnaz Hanım ' ın evlere şenlik
cadı olduğu yönündeki acayip haberleri duydum. İstanbul
koca bir şehirdir. Bu yolda gariplikler ara sıra duyulur. Anla­
yış sahipleri bu tür ayıplamaları ne derece güvenilir bulursa
ben de işte o kadar ehemmiyet verip geçmiştim.
Biraderim Nadir adeta tapınırcasına hayatını adadığı hey­
kel sanatının burada uğradığı ayıplamalara, artık tahammül
ederneyerek neredeyse sonsuza dek kalmak üzere Paris'e sa­
vuşmuş . . . Birkaç eseriyle orada tanınmayı bile başarmış ...

225
Nadir Paris'te, ben taşradayken validerniz İstanbul 'da ve­
fat eder. Aldığım bir telgrafname üzerine derhal buraya gel­
dim. Düzenlenecek birçok miras işi, filanlar vardı. Nadir'i
mektupla Dersaadet' e57 davet ettim.
"Adil olacağından kesinlikle eminim. Sen ne şekilde iş­
leri düzenlersen bence makbuldür. Bazı mühim hususlardan
dolayı şu aralık Paris'ten ayrıimam uygun olmaz," yolunda
mazeretler ileri sürerek gelmedi. Her işi bana bıraktı. Ben de
aklımın erdiği kadar işleri halletmeye koyuldum. Validemin
sandık odası ve sandıklarını açtığım zaman bir bohça içinde
saman renginde parlak kumaştan bir entariyle kadınların ayna­
lı biçim dedikleri şekilde önü çapraz düğmeli mor kadifeden
bir hırka, bilmem neden dikkatimi çekti. Validemin giydiği
bütün elbiselerini az çok tanırdım. Fakat bu entariyle hırkayı
arkasında gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Oluşan garip bir
merak sebebiyle hırkayı açıp silktim. Arasından bir boyalı fo­
toğraf düştü. Aldım, baktım. Karınız Binnaz Hanım'ın resmi...
Başörtüsüyle yanıma çok defa çıkmış olduğu için merhumeyi
iyice tanırım. Bu fotoğrafı bir defa da Nadir'in elinde görmüş
olduğumu hatırladım. Fakat şimdi bu giyeceklerin arasında ne
arıyor? Bu hırkayla entarinin fotoğraftaki elbiseye tamamıyla
uyumu dikkatli bakışlanını daha da açtı . Hotoz kutularını ka­
nştırırken resimde Binnaz Hanım' ın başındaki saman rengin­
de oyalı mor hotozu da buldum. Mücevher kutularını açtığım
zaman karınızın boynundaki inci demetini, başındaki broşu,
kulaklarındaki küpeleri, hepsini ele geçirdim.
Şimdi bu tesadüfi keşfımden bir mana çıkarmak lazımdı.
Bu eşya, validemin sandığına neden girmiş? Acaba B innaz
Hanım, bunları yaşadığı zamanlarda valideme emaneten mi
bırakmış? Bu ihtimalle de ilişki kurmak zordu. Niçin bırak­
sm? Acaba biraderim Nadir, Binnaz Hanım'ın yarım hey­
kelini yontınaya çalıştığı zaman bu giysilerle mücevherlere
lüzum mu görmüştü?

57 "Saadet kapısı" anlamına gelen kelime Osman lı döneminde istanbul için kul­
lanılmıştır.

226
Ben bu şaşkınlıktayken kutuların birinden bir maske çık­
tı. Binnaz Hanım'ın simasma tıpatıp benzer bir maske ... Bu
hiç şüphe yok, bizim Nadir' in maharet ve sanatının eseriydi.
Hah ! Şimdi bir ipucu yakalamıştım. Mektupla biraderimden
maskenin yapılma sebebini sordum. "Validem ısmarladı,
yaptım. Kullanma sebebi hakkındaki malumatım seninkin­
den fazla değildir. Ne için yaptırdığını bilemem," cevabını
aldım.
Keşfimi ve ineelememi tamamlamak için size müracaa­
ta karar verdim. Bugün yarın derken araya birçok işler, en­
geller girdi. Nihayet biz de yalıyı yıkıcılara verdik. Yıkıcı
arnele başı Kürt'ün bizim yalının tavan arasında, sizin yalı­
ya yol bulunması, mahzenden mahzene geçit ve delik olması
hususundaki açıklamaları, meselenin şeklini değiştirdi. Size
müracaattan evvel tahkİkata koyuldum. Cadı rahatsızlığıyla
senelerce geçirmiş olduğunuz cehenneme benzer hayatı bütün
üzücü ayrıntılarıyla ve hemen her gün ve saatiyle sordum, öğ­
rendim. Tetkik ettim. itiraf etmekten çekiniyorum. Şu satırları
yazarken terler döküyorum. Vicdanımı bunaltan, ezen öldürü­
cü derin bir azaptan, ulaştığım şu müthiş hakikati ancak size
söylemekle biraz hafifl.eyebileceğimi ümit ediyorum.
Efendi ! Akıl ve fikri altüst eden o korkunç cadı rolünü
size oynayan benim validemdir. Bu hakikat, şimdi benim
açımdan gün gibi aşikar oldu. Validemin bu meseledeki se­
bebi, onu bu işe teşvik edeni, şevklendireni, menfaati neydi?
Bu tarafı keşif için fikir ürettikçe zihnime fenalık geliyor. Bu
konuda henüz kesin bir şey anlayamadım. Keşfettiklerim hep
rastladığım izierin yol göstermesiyle ipuçları üzerine inşa
edilmiştir. Bu işin rahmani ve şeytani yönleri var. Hakika­
ti batıldan ayırmak çok zor. . . Evet, bu akıl almaz meseleye
tuzak, oyun, hi leyle beraber biraz da "ispiritizma" karışık . . .
Akıl ve tabiat üstünde bazı şeyler var. Fakat Avrupa'da en bü­
yük, en muktedir, medyumların fırsat düştükçe işe tricherie,5H

5 8 Fr. tricherie : Hile

227
yani hile, mızıkçılık kattıkları, tarafsız ciddiyet sahiplerinin
inceleme kitaplarında gizlidir. "İspirit"lerin gösterdiği, fanto­
meleri59, materialisation60 dedikleri bedene bürünme husus­
larını hakikat diye kabul tehlikesine kendimi bırakmaktansa
validemin karınız B innaz Hanım'ın maskesini yüzüne, giy­
silerini sırtına geçirip mücevherleriyle de süslendikten sonra
o bahsedilen geçitlerden sizin yahya gitmiş olduğuna kanaat
getirmeyi zihnen daha uygun bulurum. Hırkanızın cebin­
den çıkan ve karı koca döşekte yatarken havadan inen tehdit
mektuplarına gelince bunların ortaya çıkış şekilleri hakkında
bulduğum şu varsayımlar pek akıldan uzak değildir. Helaya
girerken hırkanızı çıkarıp safada merdiven parmaklığına as­
mış olabilirsiniz. Cadı için yaklaşıp bunun cebine bir kağıt
sakuşturmak pek güç bir iş sayılmaz. Havadan düşen yazılı
kağıtlar da tavan arasına geçildikten sonra tavanın münasip
bir deliğinden aşağı uçurulabilir. Hani yıktırdığımız eski ya­
lıların mahzenlerini birbirine bağlayan gizli geçİtte bulmuş
olduğum yazılı kağıt parçalarının cadının tehdit mektupla­
rının müsvedde dökünlüleri olduğu yönündeki kuvvetli fikri
kendirnce oluşturdum.
Hisar mezarlığında Binnaz Hanım'ın kabrioden görünen
parlak hayal meselesi benim de zihnimi gıcıkladı. Gittim.
Bebek'te bu garipliklerin aniatıcısı olan ırgat başıyı buldum.
Herifi sıkıştırdım. Evvela hık mık dedi. N ihayet eline birkaç
mecidiye61 tutuşturunca validem merhumenin parayla olan
teşviki üzerine bu yalanı kendi uydurup o civarda yaydığım
itiraf etti.
Mezar taşına kurşun kalemle yazılan mutasavvıfane şi­
irlerin yazarını görüp görmediğini sordum. "Bir delikanlı
geldi. Hastonunun ucuna sicimle bir kurşun kalem bağladı.
Kafesin demir parmaklığından içeri uzatarak o yazıları yaz-

59 Fr. fantome: Hayalet


60 Seans sırasında, görünür ve dakunulabilir obje veya insan şekli oluşumu. (Y.h.n)
61 Sultan Abdülmecid tarafından 1 844 'te bastırılmış olan yirmi kuruş değerindeki
gümüş sikkc. (Y.h.n)

228
dı. Ben uzaktan gözetledim," cevabını verdi. Bu delikanlının
eşkali hakkındaki sorgulamama karşı tamamıyla biraderim
Nadir'in suret ve görünüşünü tarif etti.
Şimdi inceleme sırası sekiz on kilit altından aşırılan mü­
cevherlere geldi. Buna siz de şaşınız. Ben de şaşayım. Cadı
ve ruhlara atfen söylenen bu yalanların mühim taraflarını bu
kadar aydınlattıktan sonra bir kısım incelememin karanlıkta
kalması yaptığım keşiflerin ciddiliğini ihlal edemez. Ruhçu­
lar, kullamlıkları u gizli kuvvt:l lt:siriylt: birçuk maddi �t:ylt:ri
kalın taş duvarlardan, kilitli demir kasalardan geçirdiklerini
iddia ediyorlar. Bu hususu, ustalarından bazı kişilerin eserle­
rinde de tasdik edilmiş gördüm. Aslı var yok, uzun müddet
geçirdiğiniz bu kederli ve azap dolu hayatın içinde size karşı
ruhlar adına hareket edenlerin bu kadarcık bir başarı ve mari­
fet hisselerini kabul ederek sözü kısa keselim.
B iraderim Nadir Bey 'den şiddetle olanlara dair açıklama
istememe karşı aldığım cevap, daima "Ben validemin emrine
uydum. Bu meselede esas maksada dair bir şey bilmem, " sö­
zünden ibaret kaldı. Bu "ispiritizma " hadisesini halletmek için
yine ispiritlere müracaat ettim. Sualimi şöyle yorum/adı/ar:
" Valideniz Aramdil Hanım 'la komşunuz Binnaz Hanım
ikisi pek dost ve kuvvetli birer 'ispirit Wer. Hangisi evvel ve­
fat ederse sağ kalanı yalnız ve hasret/e bırakmayarak ortaya
çıkıp ziyarete gelmesini ve bu suretle dostluklarının mezarın
gerisinden de devam etme imktim olmasını yaşadıklan za­
manlarda kararlaştırmışlardı. Binnaz Hanım öldükten sonra,
kocası Naşit Nefi Efendi 'nin gönlünün, gözünün pek çabuk
başka kadınlara döndüğünü üzgün manevi bir bakışla göre­
rek kalbinde oluşan sakinleştirilmesi imkansız bir kıskançlık
öfkesiyle ilk geceden görünüp sevgili dostuna sırrını açıkla­
dı. Vefasızı cezalandırmak için biri ahiretten, diğeri dünya­
dan iki kadın fikir birliği ve hareket ettiler. Naşit Nefi Efen­
di 'yi can dayanmaz keder verici bir hüsran içinde bırakan
garip durumlar ortaya çıktı. "

229
Efendi! Ruhlar kendilerini bizden daha aklı başmda ve
hakikatleri daha iyi gördüklerini varsayarak hayattakilere
karşı uyanık/ık. belki de keramet taslayabilirler. Fakat akıl
ve mantığı büsbütün göğe çekmedi/er ya... Muhterem ruh
senelerce size karşı oynadığı "cadı " karnavalında kullandı­
ğı maskeyle giysileri neden bizim yalıya, validemin sandık
odasına bırakıyor? Validemin vefatıyla "ortaya çıkış " aca­
yip hadisesi niçin kesiliyor? İşte yine tekrar ediyorum. Bu
üzücü vakada "sürnaturel" likten, tabiatüstü garipliklerden
yorulan zihinlerimizi akla yatkın bir vadiye, akıl ve mantığa
uygun bir mecraya sevk etmek için Binnaz Hanım 'ın iskeleti­
ni mezardan çıkararak bizim evde kostürnlü baloya gider gibi
giydirip maske/edikten sonra bu ateşli belayı geceleri alemin
başına salıvermek/ense bu mühim rolün benzersiz sanatkarı­
mn validem olduğunu kabul tarafina gitmek daha uygun olur.
Mesele muğlaklıktan kurtulur. Doğal bir şekil alır.
Şimdi boşanmış olduğunuz eşiniz Şükriye Hanım 'ın baba­
styla birlikte ortaya çıkmasını beklerken ya!tda geçirdikleri
son gecede cadının meydana çıkışından evvel, neden ikisinin
birden kendilerini uykuya kaydırmış, daha doğrusu sızakal­
mış, revo/verlerin niçin ateş almamış olduklarını incelemek
uygun görülürse bunda da aziz ruhun açığa çıkarmak iste­
diği kerametin hilesini keşfedebiimiş olduğuma inanıyorum.
Şükriye Hanım yazdığı macerasmda, o gece kahve takımının,
oturdukları odanın kapısı önünde, sofada durduğunu yazı­
yor. Baba kız odada konuşurken cadının gelip kahve kutusu­
na uyuşturucu bir madde karıştırması pek zor bir iş değildir.
Zaten kahveleri içerierken haşhaş kokusundan şikayet etmiş
oldukları da görülüyor. Şükriye ile babasını, uyutan kahve te­
siriyle uykuya daldırdıktan sonra odaya girip revo/verlerden
fişekieri almak, olağanüstülükler gösteren cadı/ık kuvvetine
sahip olmayanlar için bile yapılması kolay bir iş değil midir?
Efendi! Senelerce sizi aralıksız bir dehşet içinde yaşatan,
heyecaniandıran bu hayatınızm bilmecesinin karanlık saf­
halarmdan bazı kısımlan böyle aydmlattıkça bunun cin/e,

230
periy/e, ahretle, ruhtarla pek ilgisi kalmıyor. Henüz keşfedil­
memiş duran birkaç gizli noktaya da bir gün rastlamak nasip
olursa bu da hakiki hayat sahnelerinde cereyan eden binlerce
emsali gibi tamamıyla sıradan olaylar derecesine inecektir.
Validemin size karşı bu rolü oynamaktaki sebebi neydi?
Bunu çok düşündüm. Hak, taksiratım affetsin. . . Bu kadının
aleyhinizdeki kastı adeta canicedir. Bunu inkar etmek müm­
kün değil. Fakat insanlık gereği olarak oğulluk tarajiarlığm­
dan büsbütün kendimi soyut/ayamayarak yalnız bir noktada
validemi müdafaaya cüretimden dolayı beni mazur görünüz.
Validem bu cüreti yalnız kendi dimağmm, asabmm jevera­
mndan almıyor. Bu gayreti onda uyandıran, karın ız merhume
Binnaz Hanım 'm teşvik ve tahrik etmesidir. Buna sebep? işte
bu sebepler birbirine girifttir. Biri çözülmedikçe öteki açıl­
maz. Bu iki kadın arasmda ölüm/ük, dirimlik bir mukavele,
dehşetli bir antlaşma var. Buna şüphem kalmadı. "ispirit "/e­
rin ruhlardan aktardık/arı iddiasıyla bu hususta dediği mad­
di olarak ya da şekil olarak değilse de anlam olarak, mane­
vi yönden doğruydu. Binnaz Hanım kendi vefatından sonra
evlenmenize mdni olmak için validem/e bu yolda şeytanca
bir hazırltkta bulunabilir/er. Bu mukavelenin açık bir delili
karımza ait mücevher/erin validemin sandığından çıkması­
dır. Bu e/mas/arın seksen kilit altından aşırılmasında Binnaz
Hanım 'm dünya veya ahiretten, işte her ne şekildeyse, etkili
bir yardımı var. Validem daha evvel vefat edeymiş düştüğü­
nüzfe/aketin aynısına demek babam uğrayacakmış.
Şimdi maceranınfelsefi tarafina gelelim. Bu cinayet vaka­
sında kullamlan örtü bulundu. Ruhlara edilen iftira anlaşıl­
dı. Fakat bu ahlaksızlık dünyasında örtü altmda yapılan her
cinayet vakası ve yalancıların maskesi keş.folunabiliyor mu?
Bunun en müthişi, doğal maskeler/e yapılanları gizlerneyi
başararak kötülük edenlerdir. Efendi, emin olunuz gördüğü­
nüz her sima, göstermek istediği temiz bir vicdanın hakiki
yansıması değildir. Hayırlı işleriyle parıltılı bulduğunuz çeh­
relerden çoğunu bir lahzacık o doğal ikiyüzlü örtülerinden

23 1
soyutlanmış görseniz dehşetinizden Hakk 'a sığmırsınız. Tatlı
görünen ne kadar tebessümler vardır ki her biri gizli bir nef­
retin, alçak bir ernelin aldatan yaldızlı süsleri hükmündedir.
Efendi, size maskeyle bu büyükfenatığı eden kadının bu
suçunu affediniz. Cenabıhak cümlemizi gerçek yüzlerini örtü
gibi kullanmakta usta alçakların kötülüklerinden korusun.
Binnaz Hanım 'a ait olduğuna şüphem kalmayan mücev­
herleri size tamamıyla iade ediyorum.
Bugün kalp ve vicdanları toprak kesilmiş bu iki kadın
hakkında affinızı işte bir daha temenni eyl(yorum. Çünkü
merhametinizi kazanmaktaki en büyük mazeretleri "kadın "
yaratılmış olmalarıdır.
Merhume Aramdil Hanım 'ın
Büyük Oğlu A. Kadir
***

Naşit Nefi Efendi hayatının bilmecesini, halletmesi imkan­


sız zannedilen düğümünü çözülmüş görmeyi sonunda başardı.
Fakat artık iş işten geçmişti. Bu başarısı bir şeye yaramadı.
Kadınların gözünde güvenini tekrar kazanmak için bu
cadı efsanesinin aslı neden ibaret olduğunu gazeteler ve her
türlü araçla i lana uğraştı. Bütün kadınların çehrelerinde gü­
vensiz tebessümden başka bir şey uyandıramadı. Kadınlar,
ihtiyarın bu telaşiarına hep gülüyorlar, cadı meselesinin aslı
olmadığına dair haberlerine inanmıyorlar, hakikati efsane,
efsaneyi hakikat zannetmek ısrarından dönmüyorlardı.
Çaresiz adam, hayatını uzun, esrarlı bir facia halinde ge­
çirmek gibi en büyük fenalıkianna uğramış olduğu kadınlar­
dan birine ahir ömründe sahip olabileydi yine kendini bahti­
yar sayacaktı.
Emirgan
I 7 Haziran ı 9 ı 2
CADI ÇARPlYOR

Zamane Eleştirmenlerine Cevap

Lisantmızda sadeliğin gerekliliği ve ehemmiyeti cidden


bilindiği gün, edebiyat başlamtş olacaktır.
H. Rahmi
Mevhibe Ziya Hanımefendi'ye

Okuyucularım içinden bu ilcizi korumak şeklinde duyulan


dürüst sesiniz, iyiliğim yönünde feveran eden, doğruluktan
ayrılmayan bu sedanız, edebi hayatımda uğradığım tatsızlık­
lara karşı gördüğüm bu destek, mükafatların en boşa giden­
lerindendir.
Bu davada belki erdemli zatımza katılacak birçok okuyu­
euro daha bulunurdu. Fakat emin olunuz Rübab1 adı verilen o
çoluk çocuk karalaması, yeni hevesiiierin siyah tecrübe tah­
tası olmaktan başka bir mahiyeti bulunmayan o dergiyi çok
okuyan yok. Cadı yazarının aleyhindeki suikast henüz pek
duyulmadı. Bir de varlığımızın üzerinde durduğu ölümcül si­
yasi durumlar, şu an aklımızın, zihinlerin bu gibi ikinci sınıf
meselelerle meşgul olmasına müsait değildir.
56 numaralı Rübdb 'daki mektubunuzda "Burada haki­
kati belirleyecek birisi varsa o da Cadı yazarının kendisidir.
Ümit ediyorum, bu muhterem yazar yeniden neşredeceği bir
eseriyle henüz yazı hayatında yaşayacağını ispat edecektir,"
buyuruyorsun uz.
Bu fıkrinize katılamamaktaki mazeretimden dolayı atfını­
zı temenni ederim. Şehiibeddin Süleyman 'ın edebiyada ilgili
bencilliği ve karamsarlığı karşısında gazaba uğramayacak
eserler, ancak onun kendinden doğmuş olanlardır. Böyle na­
zik bir meselede bu zihinsel derbederliği hüküm olarak be­
lirtmek edebi nefeslerimizi siyah dumanlarla kesme tehlike­
sine uğratmaktadır.
O ne derse desin! Osmanlı edebiyatımızın roman kısmı,
geçen ve bu sene Hüseyin Rahmi'nin Gulyabani ve Cadı 'sıy-

ı Riibiib, 7 Şubat ! 9 ! 2-28 Mayıs ! 9 ! 4 arasında istanbul'da yayımianmış haftalık


edebi, içtimai, felsefi dergidir. (Y.h.n)

235
la yaşıyor. Halka, okuma gıdasını bunlar veriyor. Beğenenle­
rin beğenmeyenlerden fazla olduğunu örneklerinin sayısıyla
satışın buna göre miktarı ispat ediyor.
Halkta bir okuma ihtiyacı vardır. Basın pazarında ne bu­
lursa onunla zihnini ve fikrini beslerneye mecburdur. Gulya­
bani ve Cadı, alt tabaka ve adiyse daha yükseklerini yazmak
için çok şükür kimsenin elini, kalemini tutan yok. Yazsınlar.
Görelim nasıl olurmuş! Daha iyileri meydan alınca Hüseyin
Rahmi 'nin hikayeleri kendi kendine düşer, söner, unutulur.
Azılı kalemler öldürme zahmetinden kurtulurlar. Ortaya bir
"liyakat örneği" koyroadıkça eleştiri yapmak, onun bunun
eserleri üzerinde inatla yüzünü buruşturup tepinmeye uğraş­
mak beyhudedir, alçaklıktır. Daha mükemmellerini vücuda
getirmek liyakatini kendilerinde görenlerin, edebiyat sahası­
nı böyle kıyınetsiz eserlerin beslemesine terk hususunda gös­
terdikleri uyuşukluk, en büyük hamiyetsizliktir.
Körler memleketinde tek gözlüler, şehla2 sayılırmış. Be­
nim aciz eserlerim de bu diyarda öyledir. Çünkü yok. Siyasi,
idari ve diğer bilim ve teknik şubelerimizin hangisinde Avru­
pa'daki üstatlara benzer bir adam yetişmiş? Bu mükemmel­
Jeşmeyi yalnız romandan talep etmek . . . Bu ne insafsızlık ve
kindarlıktır.
***

Gelecekteki eserlerimi Şehabeddin Süleyman 'a3 beğen­


dirmek gibi bir kuruntuya kapılıp yazmaya hazırlanacak ka­
dar 'safdil ' bir adam değilim. Fakat mademki hakkımdaki
savunmanızla söz bu vadiye döküldü. Eleştirenin 'psikoloj i­
si 'nden bir nebze bahsetmek isterim.
Bu dikenli meseleyi ayıklarken belki ellerim kanayacak,
bu edebi çürüme karşısında benimle beraber birçok gönüllü
2 Kusur değil güzellik sayılabilecek şekilde şaşı, hafif şaşı göz
3 ı 885- ı 9 1 9 yılları arasında yaşamış, yazar, fikir adamı, eğitimcidir. Rübab, Nev­
sal-i Milli, Genç Kalemler, Servet-i Fünun gibi dergilerde yazılar yazmıştır. Fecr-i
Ali'nin öncülerinden sayılır. (Y.h.n)

236
bul unacaktır. Fakat zararı yok. Bazılarının düşünen suratla­
nnda mükemmellik süsleri zannolunan çıbanları biraz mey­
dana çıkarmış olacağım. Aniatacağım ki bunlar fikir çiçekleri
değil, Rabbim saklasın, cüzam çıbanlarıdır.
Dürüst vicdanınızdan yükselen o mertçe müdafaanıza İle­
lebet minnettar olup iftihar edeceğim.

237
Pembe Bir Mantar

Baskı zamanına oranla Meşrutiyet devri bize sınırsız bir


serbestlik sahası açtı. Fakat biz bu hürriyet genişliğini hasta,
kıskanç, cahil, saldırgan, katil kalemlerimizin saçmalıkla­
rından başka bir şeyle süsleyemedik. Siyasette, edebiyatta,
her şeyde, her şeyde aramızda "Sen çekil ! Ben oturayım,"
şeklinde bencilce bir bakış açısı, amansız bir mücadele tüm
çirkinlikleriyle parladı. Mekteptc yalarlıkları mürekkepie­
rin henüz yüzlerinden lekeleri çıkmamış, olmamış çocuklar
Kemal'den,4 Hamid'den,5 Ekrem'den,6 Fikret'ten,7 Uşşaki­
zade'den,R Cenab'tan9 başladılar. Bunları devirmek için en
katil darbeyi indirebilmek en büyük iktidar, en takdire şayan
bir hüner sayılıyordu. Her şeyin kendileriyle başlamış olduğu
adi düşüncesine düşen bu yeni çıkmış ediplerde, evvelkilere
karşı saygının zerresi yoktu. Görülmüyordu. Böyle bir his,
ayıp sayılıyordu. Bu yokluk küstahlığı moda olmuştu. Mül­
kümüzde her şey yıkılacak, yeniden yapılacaktı.
Evet, bugün her şey yıkıldı. O kadar göçtü ki işte hep be­
lalar enkazının altında kaldık. Eziliyoruz. Başımızı kaldırıp
bu haraba, bu yangın külçesine bakamıyoruz.
İlk hürriyet sathasından bu harp rüzgarına kadar geçen
müddet zarfında matbuat zemininde zehirli, zehirsiz tür-
4 Yahya Kemal Beyatlı, 1 884- 1 958 yılları arasında yaşamış Türk şair ve nesir ya­
zarıdır. Döneminin Dergah dergisinde başyazarlık yapmıştır. (Y.h.n)
5 Abdülhak Hamid Tarhan. 1 852- 1 937 yılları arasında yaşamış. Tanzimat sonrası
Batılılaşma devri Türk edebiyatının tanınmış yazarlarındandır. (Y.h.n)
6 Recaizade Mahmud Ekrem, 1 847- 1 9 1 4 yılları arasında yaşamış Tanzimat devri
şair, tiyatro yazarı ve romancısıdır. (Y.h.n)
7 Tevfik Fikret, 1 867- 1 9 1 5 yılları arasında yaşamış, Türk şairidir. Edebiyat-ı Cedi­
de topluluğuna mensup kabul edilir. (Y.h.n)
8 Halid Ziya Uşaklıgil, 1 865- 1 945 yılları arasında yaşamış, Servet-i Fünun döne­
minin tanınmış romancılarındandır. (Y.h.n)
9 Cenab Şeh:ibeddin ı 87 1 - 1 934 yılları arasında yaşamış, Servet-i Fünun dönemi
şair ve yazarlarındandır. (Y.h.n)

238
lü renkler ve unvanda mantarlar fışkırdı. Fakat hepsi kof...
Hepsi dayanıksız saplar üzerinde sallanan ölüme mahkum
birer sıskaydı. Memleketin toprağı ve havası, irfan çiçekleri
açacak, eviadına besleyici fikir meyveleri verecek fidanlar
yetiştirmiyordu. Osmanlı okuyucuları bu kavga mantarları­
nı layık oldukları kayıtsızlıkla karşıladı ve hemen birer birer
gömdü. Fakat onlar bir yerden bitme inadıyla oradan buradan
yine fışkırıyordu. Geçen sene, muhterem şair Tevfık Fikret
Beyefendi'nin Rübdb unvanı altında neşrettikleri meşhur şi­
irlerinden hayat çalareasma bir hokkabazlıkla hemen o ismi
benimseyerek adeta onu kendine taklit eder bir cüretle bir
pembe mantar daha bitti. İlk yayımlandığında bu, Pikret'in
Rübdb' ının bir eklemesi zannedildi. Onunla hiç münasebeti
olmadığı sonradan anlaşıldı. Yerden bittiği köşede değersiz­
l ikten can çekişmeye başladı. Memleketimizde bir gazete,
kitapçık, dergi hayat hakkına sahip olabilmek için kendinden
evvelkilerin ölüm sebeplerinden ibret almış olmak lazım ge­
lir. Yoksa kendinin de aynı arızanın kurbanı olacağına şüphe
yoktur.
Bir dergi çıkarmak istiyor musunuz? Bu pek kolaydır.
Evvela parlak, ahenkli bir isim bulunuz. Klişesini10 yaptır­
tınız. Büyük bir kağıdı dörde katlayınız. Üzerine renkli bir
kap geçiriniz. İşte fedakarlığın, zahmetin büyüğü yapı ldı,
bitti. Artık ötesi kolayın kolayıdır. Sonra eserlerin sadakasına
bir keşkül 1 1 açıp beklersiniz. Şehri m izde yeni hevesli küçük
beyler, küçük hanımlar çok. Her hafta Boğaziçi ' nden, Kadı­
köyü'nden, Ayastefanos'tan nesirler, şiirler yağar.
Böyle bir basın mantan pek tabiidir ki revaç bulamaz. O
zaman halkı beğeni gücünden mahrumiyeıle itharn ederek

1 0 Üzerinde kabartma yazı, resim veya şekil bulunan ve baskı yapmakta kullanılan
levha, kalıp
l l Eskiden gczginci Kalenderi dervişterin halktan aldıkları yiyecekleri karışık ola­
rak içine koydukları, Hindistan cevizi kabuğu veya abanozdan yapılmış, 20-30
santim boyunda, iki yanından geçirilmiş bir zincirle omuza asılan kayık biçiminde
kap, keçkül

239
"Bu memlekette altıola bakın fark eden yok," şikiiyetiyle ba­
ğırırsınız.
Rübt:ib hakkında şu açıklamaları vermekten maksadtın
derginin övünme köşesinin en başına kurulan "direktör li­
terer"1 2 Şehitbeddin Süleyman Bey ' in orada aldığı edebi bir
"Don Kişot" gibi ağırbaşlı tavrını göstermek içindir. Bu der­
gi, tenkit adı altında onun, bunun eserlerine aç kurt gibi ya­
pışarak kopardığı kanlı parçalarla besleniyor. Bizdeki ahlak­
sızlığın işte edebi şekl i ... Pek müthiş, fakat ne yapalım göz
önünde bir hakikat. ..

1 2 Fr. direcıeur litıeraire: Edebiyat yönetmeni

240
Edebi Olmayan Hareket
Geçenlerde samimi arkadaşlarımdan bir zat, bu soluk
kaplı basın keşkülünü, Rübab 'ın 5 1 ' inci numarasını "Son
eseriniz Cad1 hakkında tenkit var. Okuyunuz! " ihtarıyla
göndermiş. Tenkidi okudum. Zavallı Cad1 ' nın hangi edebi
mecraya düştüğünü anlamak için derginin yapraklarını çevir­
dim. Rübab'ın bu 5 1 ' inci numarası her kimin nezdinde varsa
içeriğine insafla, ibretle bir göz gezdirmelerini rica ederim.
Eleştirmenin böyle bir gurur kürsüsüne çıkıp da şunun, bu­
nun eserlerini olumsuz yönde eleştirmeye kalkması had bil­
mezliğin en gülünç misallerinden biridir.
Edebiyada ilgilineo bir müdürün vazifesi evvela kendi
dergisini ıslah etmek, sonra diğerlerinin eserlerinin eksiklik­
leriyle meşgul olmaktır. Rübab 'ı cidden acınacak, edebiyatı­
mızın sefılliği adına ağianacak bir halde buldum.
iddiasını ispatlamak için bunun içeriğinden bir iki numu­
ne arz edeceğim. 5 1 'inci numara "Edebiyat Hareketi" kaba
saba bir tamlamanın altında "Meşhur olmak" başlığıyla baş­
lıyor. Edebiyatın bu hareketi, yani "edebiyat hareketi" çirkin
tabiri Fransızca "muvmon literer"13 tercümesi olduğu için bu
yakışıksızlığı dilimizin elbisesi altında bile garipliği defede­
meyen ecnebiliğine bağışlanacak.
Fransızca "literatür"14 de bizdeki "edep" ve "edebiyat"ın
edepten hariç çeşit çeşit benzerleri olmadığından bu tabir
kullanılınca Frenk' in aklına onun bırakmış olduğu manadan
başka hatıriayacağı bir şey gelmez. Aransa lisanımızda bu
makamda kullanmak için belki bir uygun tamlama bulunabi­
lir. Fakat bizim kör körüne taklitten başka bir işimiz yoktur.

ı 3 Fr. mouvement ı itteraire: Edebi hareket


ı 4 Fr. ıiııerature: Edebiyat, yazın

24 ı
Başka bir milletin edebiyatçılarına sıkı sıkıya dayanroadıkça
yürüyemeyiz. Çünkü körüz. Çünkü topalız. Çünkü bitiğiz.
Kendi yolumuza doğrulmak isteyenleri tepelerneye kalkarız.
Çünkü her suretle dünyaya haraç venneliyiz. Çünkü edebiyat
diyarımız asıl edebiyatçılarının azlığından dolayı saldırgan
ellere düştü. Çünkü taarruz eden sivriliyor. ' Edip' oluyor. Bir
Türk "böceklerin hareketi" tabirini anlar. Lakin "edebiyat
hareketi"nde şaşırabilir. Çünkü Fransızcada "non-literatür"15
olumsuz tabiri edebiyattan olmayan şeylere eklenir. Edebi­
yattan olmayan her şeyse edepsizlik sayılmaz ya! Fakat bizde
"edebi o lmayan hareket" yanlış terkibi çok su götürür. Buysa
ahlak temizliğine engeldir zannederiın. Edebiyatmuz henüz
edepsizlikle pek sınır komşusu bulunuyor. Zavallıyı ismen
bile bu kapsamdan kurtaramamışız. Rübdb bu sınırı katiyen
ayıran uygun bir tabir bulamamaktan başka ona bir de "hare­
ket" ilavesiyle kapsarnın yanlışl ığını ikiye katlamış.
Şimdi bu "edebiyat hareketi" altındaki "meşhur olmak"
davasına gelelim. On dört satırlık kısa bir şey...

Bu bir makale midir? Kısalığına bakılırsa değil... Son­


radan icat edilen mensur şiirlerden midir? Çerçevesi olsa
benzer. Hasılı bu öyle bir şey ki ne olduğunu belirlemekte
yazarının da acizliğine hüküm vermekte tereddüt etmem.
Bunu bir şeye benzetmekle mecbur kalırsak bir "introducti­
on litteraire",1 6 yani yukarıdaki "edebiyat hareketi"nin girişi
diyebiliriz.
Bu şekilsiz satırların mantıklı tarafını araştırdım. Çok yo­
ruldum. Fakat üzülerek belirtmeliyim ki bir şey bulamadım.
Bulan varsa büyük bir takdirle ellerinden öpmeye hazırım.
Rübdb 'ın "edebiyat hareketi" yazarı, meşhur olmak iste­
yenlere haddinden fazla hiddetleniyor. Meşhur olmak hevesi
ayıplanacak bir emel midir? Bundan kurtulmuş kim vardır?
Bu hakikaten bir cinayetse en evvel Rübdb, kendi dahil ol-
15 Fr. non-litıeraire: Edebi, yazınsal olmayan
1 6 Fr. introduction litteraire : Edebiyata giriş

242
mak üzere bununla hemen hepimiz suçlanmaktayız. Demek
ki şöhret köşküne yükselrnek için çalışmış olan bunca meş­
hurlar, yazara göre affolunmaz birer kabahat işlemişlerdir.
B u mantıksızlık karşısında zihinler duruyor.
Bu gülünç hükmü, yazarın avare zihninde doğuran ruh
halini araştırırsak mesele açıklığa kavuşur ki o da şudur: Rü­
bab'ın bu meşhur olmayan yazarı şöhret hırsıyla herkesten
fazla yanıp tutuştuğundan, başkalarının bu sevdaya düşmele­
rini çekemiyor. Hayır. . . Buna tahammül edemiyor. Diğerleri­
nin hücumuyla şöhret meydanı kendi için daralacak zannedi­
yor. Etrafı ısırarak, teperek, pençeleyerek oraya tırmanmak,
orada bir yer kapmak istiyor. Fakat ayıpladığı şeyin en sun­
turlusunun kendisinde bulunduğunu anlamıyor. Görmüyor.
Bakınız daha ne saçmalıklar yumurtluyor:
"Bazı resimli gazetelerin bir sayfasını işgal eden ödül
ilanlarındaki büyük resimler gibi onların gözünde (neuzübil­
lah 1 7 meşhur olmak isteyenlerin) bütün insanlar, küçük birer
hayal ve kendileri uzun bacaklı, iri gözlü bir hakikattir."
Galiba yazar "sembolizm"e1 8 girişti. Fakat anlamak im­
kansız ... Ödül ilanlarında hayal ve hakikate dair semboller
mi var? Bilmiyorduk. Dalıice düşünceleri olan hakikatİn bu
acayip şekli, bereket versin ki henüz yaygınlaşmadı. Zavallı
hakikat... O bile elinizde umacıya dönüyor. Acemice "sem­
bolik" bir tuhaflık yapılmak istenilmiş, fakat Türkçeye ısın­
dırılamadığı için satırlar buz gibi donmuş kalmış. Okuyanla­
ra gülme değil adeta hiddet geliyor.
"Şöhret kürsüsüne tırmanmak için bu kadar külfete lüzum
hissedenlerin, bir gün hayali kürsü üzerinden, bir tarafları kı­
rı lmış olarak düşeceği şüphesizdir."
17 "Allah'a sığındık, Allah korusun" anlamında kullanılır. (Y.h.n)
1 8 XIX. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da ortaya çıkan, sanat eserinde gerçeğin
olduğu gibi aktarılması, duygu ve düşüncelerin tasviri yerine semboller kullanıla­
rak ve kelimenin anlamından değil ahenginden faydalanılarak okuyucunun gön­
lünde bir heyecan uyandırma, duygu ve düşüncelerin bütün inceliklerini bu yolla
okuyucuya duyurabilme yolunu tutan akım, simgecilik. (Y.h.n)

243
Yazar bey ya mantıklı düşünmekten tamamen mahrum
yahut "şüphesiz" tabirinin asıl manasını bilmiyor. Şöhret
kürsüsüne tırmanmak için o kadar sıkıntısına katlananların
hep birer taraftarı kırılarak düşecekleri neden şüphesiz ol­
sun? Birkaçının da kırılıp dökülmeden kürsünün tepesinde
kalabilmesi ihtimalini zihinlerinden tamamıyla yok etmek
mümkün müdür? Yazar bey galiba kaleminden dökülen her
saçmanın edebiyattan sayılacağına inanmış bir safdil olma­
lı ...
"Neden b u memlekette herkes meşhur olmak için koşu­
yor, meşhur olmak için ne yapmak lazımsa çekinmeden ya­
pıyor?"
Yalnız bu memlekette değil her memlekette, her yerde,
bütün dünyada bu böyledir. Bu adeta bir hayat mecburiyeti,
bütünüyle bir kural gibidir. Bu hakikate şimdiye kadar şaşan,
itiraz eden Rübdb yazarından başka kimse görülmemiştir.
Avrupa'da, Amerika'da, dünyanın bütün kıtalarında herkes
meşhur olmak için koşar ve bundan dolayı bir diğerini ayıp­
lamak kimsenin aklına gelmez. Bu saftık, bizdeki ukala ede­
biyatçılara mahsus ... Asıl şaşılacak taraf, hayat bilgilerine bu
kadar yabancı görünen gençlerin, yazarlığa kalkışmak işin­
deki cüretleridir. Bu hali dışarıdan anlamaya, yazarın araş­
tırmaya kudreti yoksa bari kendi vicdanına insin, kendisini
araştırsın, kendisinin de ayıpladığı bu emelden başka bir şey
için koşmarlığını hissederek sussun.
"Bunu edebiyatın bugünkü şeklinde, bugünkü anlam yok­
luğunda aramak daha münasip olur."
Edebiyatın bugünkü temsilcileri kimlerdir? Onu yokluk
derecesine indirenler sizlerden başkaları değil. ispat lazımsa
"Edebiyat Hareketi" başlığı altında karaladığınız saçmaları
şahit göstermek kafidir. Memleketimizde hüküm süren bu
edebi 'anarşi 'nin sebeplerini sizlerden uzaklarda aramak pek
abes olmaz mı? Kendinizden başka yazma cüretine, katlet-

244
rnek için baltalarla hücum ediyorsunuz. Meşhurları ve olmak
isteyenleri ayıplayacağınıza siz de edebinizle şöhret kazan­
maya çalışınız.
"Esasen şöhret kürsüsüne çıkmak isteyenler de edebiyat
hayatının bugünkü durgunluğundan istifade etmek istiyor­
lar."
Edebiyatın bu fetret devrinden en çok faydalanan da sizsi­
niz. Memlekette bir edebiyat hayatı uyansa böyle Rübdb' ınız
gibi hasetten, garezden, kofluktan, manasızlıktan oluşmuş ve
değerini onun bunun eserlerine sövmekte arayan zırıltıların
varlığı ortadan kalkar. Kırk paraya, böyle bir baş ağrısı satın
alacak kimse bulunmaz.
"Ne tarafa gittiği malum olmayan bugünün edebiyatın­
da . . . "
Onun yedekçileri de sizsiniz. Zavallıyı sürüklediğiniz çö­
küş yönü malumunuz değil mi?
"Bir gün acaba geçiş hakkı olanlarla olmayanlar ayrılma­
yacak mı?"
Bu bahsettiğiniz şey "edebiyat" mı, Karaköy Köprüsü
mü? Cehaleti ayaklar altına almakta bunun da ötekinden
pek farkını bırakmadınız. Haydi, farz edelim ki düşünceni­
ze göre "edebiyat" bir geçiş hakkı karşı lığında çiğnetilir bir
şey olsun. Fakat "edebiyat köprüsü"nü geçmek hakkından
hükümsüz bırakı lması gerekenler kimdir? İnsan merak edi­
yor. Yazar bu kendisi ve ortakları menfaatine bir "monopol"19
oluşturmak fikrinde olmalı. Edebiyata "geçiş hakkı" belirle­
mek . . . Bunu meşruti, baskıcı, vahşi, medeni hiçbir memleke­
tin kanunlarında göremezsiniz. Bu gibi zeka panltıları ancak
bizim edebiyatımızın dahilerinden saçılır.
"Ne vakte kadar karanlıkta böyle yabancı eller meşhur ol­
mak için koşacaklar ve bunlara her şey susacak?"

19 Fr. monopole: Tekel

245
Okuyucu, belki bu ibarede koşmak için ayak yerine el
kullanılmasına şaşırmaktan kendini alamaz. Bu satırların
mensur şi irler olduğunu unutmamalıdır. Bu kullanırnın ters­
liğinde ifade zarureti vardır. Ayakların birer yürüme organı
olduğunu herkes b ilir. Üslubu eskimiş söyleyişten kurtarmak
için artık ayakları dinlendirip elleri koşturmalıdır. Bunda
başların ayak, ayakların baş olması gibi toplumumuzun altüst
oluşuna bir işaret olsa gerek. Artık anlaşılan edebiyat mey­
danında "kabak" durabilenler en hünerliler sayılacaklardır.
Son cümlenin başındaki şaşkınlık veren mantıksızlığa dikkat
buyurursanız bu elierin koşması meselesi güneş kadar sıcak
ve parlak kalır. Yazar beyefendi "Ne vakte kadar ' karanlıkta'
böyle yabancı eller meşhur olmak için koşacaklar?" buyu­
ruyorlar. A lemde hiçbir fert için ' karanlıkta' meşhur olabil­
mek ihtimali var mıdır? Meşhur olmak, şöhret ışığıyla aleme
görünmek, tanınmak demek olacağı mantıklı zorunluluğuna
göre karanlıkta parmakla gösterilme iddiasının garipliğini,
derginin edebiyat müdüründen sormaktan başka bir anlama
çaresi kalmıyor. Rübdb yazarının bu çok bilmiş sözlerine
bakılırsa, edebi şöhreti bakımından yarasaların, köstebekle­
rin edebi kişiliklerden fersah fersah daha üstün olmaların­
da tereddüt etmenin uygun olamayacağı anlaşılıyor. İşte bu
gariplikler, düşünmek tenezzülünde bulunmaksızın kalemi
kağıdın üzerinde "car.. . car. . . car. . . " koşturduktan sonra, bir
şey yazdım zannıyla meydana çıkmanın gülünç sonuçlarıdır.
Bugün edebiyat pazarımız, düşünce sohbetinden mahrum bu
acemi üslupçuların ' güvenilmez' mahsulleriyle doludur. Bu
çeşit eserlerin yayınianma gününü ilan ettikleri zaman, gaze­
telerde şöyle ısrarlı bir yazıya tesadüf edersiniz:
"Filan kitap veya dergi çıktı. İçindekiler gayet mühimdir.
Mutlaka okumalısınız."
Bu zorlama tavsiye, eserin içindekilerin mükemmeliye­
tİnden ziyade sürüınce olan düşkünlüğüne alamettir. Artık
halk, edebiyat adına manasız şeyler okumaktan usandı. B ıktı.

246
İğrendi. İşte örneği, Rübdb' ın edebiyat hareketi . .. Dört buçuk
satır yazı içinde sağlıklı tam bir cümle bulmak zor. . . Şiddetli
bir tenkit seli çıkıp da bunları layık oldukları mecraya süpü­
rüp indirmekten başka bizim için edebi bir kurtuluş yoktur.
Çünkü bu dikenlerin, bu baldıranların, bu yapışkanların, bu
ballıbabaların,20 bu ısırganların arasında sanat ve güzellik ko­
kusu yayabilecek edebi bir çiçek yetişemez. Etrafını derhal
sararlar. Onu öldürüp kendilerinin yaşamak için hayat suyu­
nu emerler. Bitirirler.
5 I numaralı Rübdb 'da Mehmet Emin Beyefendi 'nin ruhta
acı inleyen yankılar uyandıran "Edebiyat haftasının tenkit sa­
tırları na geçirilmiş2 1 " şiirlerini çıkardıktan sonra dergiyi bu­
ruşturup buruşturup da sobaya atarsak bu kadar soğuklukları
bir an için sıcaklığa dönüştürmekten dolayı büyük bir sevap
işlemiş oluruz.
Bu nurnaraya yukarıdan aşağıya bir göz gezdiriniz. Tak­
litten, tercümeden, kansızlıktan, şimdiye kadar binlerce defa
tekrar edilmiş şeylerin faydasız tekranndan başka bir şey
bulamazsınız. Hele sondaki "Yunan Sefıhesi" isimli tercüme
hikiiyeyi görünce bu unvanı Komik Hasan Efendi'nin22 pi­
yeslerini kıskanarak alınmış zannedersiniz.
Dergide acaba niçin milli bir roman değil bir hikayecik
bile yok? Rübdb sayfaları tercüme, birbirine benzeyen, milli
olmayan şeylerle dolu ... Haniya has Türk malı? Haniya milli
bir hikaye? Rübdb 'da, Cadı romanının sekiz on derece aşa­
ğısında milli bir roman bulunsa okuyucuların şükranlaona
erişeceklerine, yayıncılar emin olsun.
Fakat o gibi uzun ve ciddi çalışmalarla başarılan eserler,
üzülerek belirtmeliyim ki Kadıköyü' nden, Ayastefanos'tan
A llah rızası için hediye olarak gönderilemez. Rübab'ın haya-

20 Gölgeliklerde, viraneliklerde açan bir çiçek


2 1 "Müessirine beyan-ı taziye! ederim." (Yazarın ekiediği dipnottur. "Eser sahibi­
ne baş sağlığı dilerim" anlamına gelir.)
22 Türk tuluaı oyuncusu ve tiyatro yöncticisidir. (Y.h.n)

247
tının sırrıysa bedava topladığını parayla satmaktan ibarettir.
Yayıncıları dergiye memleketin edebi ihtiyaçlarına hizmet
edecek bir mahiyet vermeye uğraşmaktan ziyade bunu adeta
bir akar şeklinde düşünüyorlar.
ı 2 ve ı 3 numaralı Rübôb' a bakınız. Kabında kenarlar içi­
ne alınmış birkaç santimetre karesinde boşluklar ve bunların
ortasında "Kiralıktır" ilanını ve "Gayet fantezi ilanlar düzen­
lenir" ibaresini görürsünüz. Züğürtlük, insanı bu gibi hayret
uyandıran icatlara sevk eder. Müdür, kendini böyle birkaç
yapraklı bir edebiyat dergisinin sahibi görünce Beyoğlu' n­
da mühim apartmanlara sahip zannedecek kadar hayallerle
kandırılmış. Ticaret ayıp değil fakat Rübôb 'ın bu ilan yerle­
ri "Tiring"in, "İştayn"ın, "Kırmızı Horoz"un23 daimi sergisi
olan boş çöplükler, meyhane saçakları, evlerin, dükkaniarın
sırtları kadar da ilgiye erişerneden kaldı. Bu kiralık boş kı­
sımlar şimdi enayice bilmeeelere tahsis edildi.
5 1 ' inci numaranın büyük ikramiyeli bilmecesi : "Boğazi­
çi'nin Rumeli tarafında en güzel yer neresidir?"

Şimdi yüce affımza sığınarak söyleyeyim ki ben bu suali


pek ahmakça buldum. Böyle güzellik ve zevke ait bir mese­
lede genel bir ittifak mümkün müdür ki Boğaziçi 'nin Rume­
li tarafından bir yerini güzellik olarak diğer yerlerine tercih
ederek hep birden beğenelim. Bu hususta herkesin seçme
ölçüsü birtakım etkilere bağlı olan kendine özgü zevkidir.
Mesela Rübôb' ın bilmecesini hazırlayan, Boğaziçi'nde Ka­
lender'i beğenmişse herkesin de oraya tutkun olması neden
icap etsin? Belki ben Hünkar Suyu' ndan hoşlanırım. Bir di­
ğeri Baltalimanı Çayırı 'nı, bir başkası da Bebek'in üstündeki
şehitliği, Maslak' ı filan beğenir. A lem his ve zevk olarak ne­
den yazar beyefendinin baskısının esiri olsun? Kendi zevkini
kainatın tek kıyaslama ölçüsü zannetmek pek büyük küstah­
ça bir saflıktır. Fransız ediplerinden birinin dediği gibi :

23 Tiring, İştayn, Kırmızı Horoz; İstanbul'un geçmişteki ünlü mağazaları. Daha


çok taksille ucuza al ışveriş yapılan yerler olarak bilinirler. (Y.h.n)

248
Vouloir amener /es autres a notre gout et a nos sentiments;
C 'est une trop grande entreprise.24
Evet, diğerlerini kendi his ve zevkimize uydurmaya uğ­
raşmak başımızdan büyük halt etmektir.

24 Diğerlerini kendi zevk ve hislerimize tabi etmeyi istemek, boyumuzu aşan bir
iştir.

249
Cad ı

Şehabeddin Süleyman Bey' in bu hikaye hakkında yap­


mak istediği, tenkit değil saldırıdır. Saldırganlıkla edep ise
birlikte barınamaz. Nasıl ki öyle olmuş! Eleştirmen, estağfu­
rullah saldırgan, Cadı 'dan ziyade edebi rencide etmiş.
Hiçbir kimseye karşı "Benim eserimi niçin beğenmiyor­
sun?" suçlamasıyla itiraza hakkım yoktur. Fakat bir çalışma
ürününü baltayla yıkmaya yürüyen bir vahşiye karşı da su­
sulmaz. Çünkü o vahşide takdir duygusu ve sanat hürmeti
yoktur. Bu yıkımı ve öldürmeyi, sırf vahşilikten keyif alan
yaratılışından, evet, sırf yıkmaktan, öldürmekten zevk aldığı
için yapar. İşte Şehabeddin Bey de bazı üzücü sebepterin et­
kisiyle Cadı hikayesine karşı böyle katilee bir tavır almıştır.
Eğer eleştirmenin şu hareketi vicdanİ olaydı kimsenin takdir
ve tenkit zevkine karışamayacağım için susardım. Bir vahşi
ne yaptığını bilmeyerek yaratılışındaki yırtıcı zevkiyle hare­
ket ettiği için yaptıklarında bir dereceye kadar mazur olabilir.
Fakat Şehabeddin Bey ' in, elhamdülillah, iyiyi ve kötüyü ayı­
rabilen olgun ve medeni bir zat olduğuna inandığımızdan bu
hareketleri tehlikeli bir vahşininkinden daha büyük ve bun­
dan dolayı daha acınasıdır.
Zaten eleştirmen hazretleri bu günahlarını şu satıriarta iti­
raf etmek lütfunda bulunuyorlar:
"Nihayet Cadı geldi. Kendi hesabıma eski Hüseyin Rah­
mi'yi bulmak ümidiyle, büyük bir arzuyla eseri okumaya
başladım. Keşke okumayaydım. Hiç olmazsa şu satırları yaz­
mak gibi günahtan uzak olurdum."
Bütün kastı ve eleştiri fikrinin sevaba yakın bulunduğun­
dan ve dayandığından vicdanen emin olan bir adam, bu işte
günaha girdiğini neden itiraf ediyor? Doğruyu söylemek her

250
yerde ve daima sevaptır. Fakat eleştirmenin söyledikleri doğ­
ru değildir. Bu tenkitte iyi niyet yoktur. Bu hakikat de eleş­
tirmenin alenen günahını itiraf etmesiyle sabittir. Eleştirme­
nin "Keşke okumayaydım," pişmanlıkla sızianınası da diğer
eserlerimin öldürülmekten kurtuluşları hakkında benim için
çok büyük bir mutluluktur. Zannederim ki artık eleştirmen
bey, bu pişmanlığında kararlılıkla gelecekteki eserlerimi fikir
ve eleştirilerinin mahrumiyetiyle ihya eder ve şeref verir. İşte
buna cidden müteşekkirim. Fakat kararından dönerse sözü­
nün eri olmadığını aleme göstermiş olur.
Şehabeddin Süleyman Bey, katietmek niyetiyle Cadı 'yı
eleştiren ellerine aldığı zaman, bu işin yazar üzerinde mey­
dana getireceği sancıları hafifletmek ve kendinin kötü niyetli
izlerini örtrnek için onun geçmişteki eserlerinde bazı dere­
celerde güzellikler ve sanat izleri bulunduğundan bahsetmiş.
Nasıl bahsediş? Hüseyin Rahmi evvelden en büyük realist­
lerdendi. Eserleri birbirlerine rekabet edercesine güzel, ko­
mik, şiirdi. Şöyleydi, böyleydi.
Bu takdirler, bu övmeler hep geçmiş zaman kipiyle ve
adeta bir ölüyü temize çıkarmak türünden. . . Çünkü hayatta
bulunan bir meslektaşını övmeye, Şehabeddin Süleyman Be­
yefendi 'nin edebiyata dair erdemi ve cömertliği müsait değil­
dir. Övmek zorunda kaldığı zamanlarda bile bahsettiklerini
evvela öldürür ve sonra arkalarından ağıt şeklinde takdirlerde
bulunur. Bilmem nedendir, bu memlekette kendinden başka
bir kalem ehlinin yaşadığına gönlü razı olamıyor. Bereket
versin ki Rübab' la attığı ölümcül mermiler tesirsizdir. Çünkü
bu dergiyi yazarlarından başka çok kimsenin okumadığına
güneşe imanım kadar inanıyorum.
Şehabeddin Bey, Hüseyin Rahmi 'nin Mürebbiye ve Tesa­
düf gibi incelemeye değer birkaç eseri bulunduğunu, lütfen,
tasdik etmiş. Fakat bu eserler müstesna zamanlarda yazıldı.
O vakitler yayıncılığın doğru yolu bugünkü edebi eşkıyalar­
dan hemen hemen yoksun gibiydi. O zaman da tek tük vardı.

25 1
Fakat onların kasıtları doğrudan doğruya eser sahibine değil
esereydi . Bu eserlerin yayımianma zamanlarında tatilılerinin
müsaade etmesi, o zamanlar siz efendilerimizin mektepte,
bugünkü tenkit serrnayenizi kazanmakla meşgul bulunmanız
sayesindedir. Yoksa Mürebbiye bugün yayımlansaydı onu bir
hafta bile yaşatmak istemez, Cadı aleyhindeki tenkidinizin
şiddetinden daha süratle gebertıneye kalkardınız.
Mürebbiye 'yi, Tesadüfü bir tarafa bırakalım. Eğer Ba­
tı ' nın Balzac,25 Zola,26 Paul Bourget,27 Paul Europio, Anato le
France2R ve bunlar gibi büyük edebiyatçıları bugün aramızda
yeniden doğmak gibi kötü bir taliht: uğrasalar bu sizin malı­
veden edebi kötümserliğiniz karşısında derhal idam malıku­
mu olurlar.
Hastalıklı üslubunuz tesiriyle hep etrafınızı ölü görüyor­
sunuz. Emin olunuz azizim, bu bir edebi duygu yanlışlığıdır.
Ölen hep çevrenizdekiler değil, sizsiniz, vicdanınız, takdir
hissiniz . . .
Rica ederim, tenkit kaleminizden geçen kaç eser hakkında
şimdiye kadar iyi demiş olduğunuzu düşününüz. Hemen hiç,
değil mi!
"Sanat seviyesini kaybediyor," yaslı nağmeleriyle Fik­
ret'i, Yakup Kadri 'yi,29, Celal Sahir'i,30 Refik Halid'i31 ve
25 Honore de Balzac, 20 Mayıs 1 799- 1 8 Ağustos 1 850 tarihlerinde yaşamış Fran­
sız, realist romancıdır. (Y.h.n)
26 Emi le Zola, 2 Nisan 1 840-29 Eylül 1 902 tarihlerinde yaşamış Fransız yazardır.
Natüralizın akımının temsilcisi kabul edilir. (Y.h.n)
27 Paul Charles Joseph Bourget, 2 Eylül 1 852-25 Aralık ı 935 tarihlerinde yaşa­
mış, Fransız yazar ve eleştiırnendir. (Y.h.n)
28 Jacques-Anatole-François Thibault, 16 Nisan 1 844- 1 2 Ekim 1 924 tarihlerinde
yaşamış Fransız yazardır. (Y.h.n)
29 1 889- 1 974 yılları arasında yaşamış Türk yazar ve diplomattır. İkdam, Hakimi­
yet-i Milliye gibi gazetelerde yazılar yazmıştır. (Y.h.n)
30 Celal Sahir Erozan, ı 883- 1 935 yılları arasında yaşamış, Servet-i Fünun ve l l .
Meşrutiyet devri şair v e yazarıdır. Bilgi Mecmuası isimli dergiyi d e çıkarmıştır.
(Y.h.n)
3 1 1 888- 1 965 yıllan arasında yaşamış. hikaye ve roman yazarıdır. Servet-i Fünun
ve Tercüman-ı Hakikal gazetelerinde çalışmıştır. Kirpi takma adıyla siyasi yazılar
kaleme almıştır. (Y.h.n)

252
daha bilmem kimleri söndürmek, öldürmek istedin. Edebi­
yatımızın gökyüzünün, muhtelif değerde birer ziynet yıldı­
zı olan bu simalar için faydalanmak sebebiyle gösterdiğin
eserler, temin ederim ki bu kişilerin en beğenilmiş, en tebrik
edilmesi gereken fikir ürünlerindendir. Övgüye değer bul­
duklarınla batırmak, gömmek istediğin eserler, yan yana ge­
tirilince seni bu kötü karara sevk eden "garip illet", adi bir
mukayeseyle anlaşılır. Sen, hakkıyla yetişebilmek için sana­
tın sinirlerini koparacak kadar geren eserleri görmeye daya­
namıyor, hemen sayıklamaya, bu gibilerini genel beğeniden
düşürme kuruotusuyla manasız sözler aramaya kalkıyorsun.
Fikir seviyenden alçak gördüklerini alkışlamada bir çeşit ra­
hatlamak teseliisi buluyorsun. Fena hastalık .. . Kendine karşı
olan saygına her ne kadar ağır gelirse de bu alemde seninkine
üstün gelen dimağların varlığını kabule yavaş yavaş zihnini
alıştırmalısın. Bu kanaatini düzeltmeye çalışmazsan pek ra­
hatsız yaşarsın. Parıltısından şaşkınlığa uğradığın Hami d 'in
bile aleyhinde gıcırtılara başladın. Yakında ani bir hücumla
onu da şiir ve dahilik saltanatından indirmek için saldıracağa
benziyorsun.
Yazdığın bataklıkta memuriyet kapılarına gidenleri, her­
kese göre yazanları, sanatın değerini parayla ölçenieri hain­
likle hatta cinayetle itharn ediyordun. Bugün sanat güneşinin
lüzümu olan çalışmaktan ve güneşin bütün ışık tanelerini
itinayla incelemekten sıkıldığın için günlük bir gazetede
"mesuliyet kuruntusu" tentes i altında Faguet' den32 aşırarak
sıraladığın değersiz tamlamalar nedir? Özür diler gibi verdi­
ğin cevap "para" kelimesinden başka ne olabilir? Diğerleri
aleyhinde aşağılamak için sebep saydığın alt tabaka yazar­
lığı, acaba bugünkü senin makaleciliğinden başka bir şey
midir? Şu bukalemun mizaçla bugün yazar, yarın siyasetçi,
öbür gün tarihçi, daha öbür bir gün abur cuburcu ve daha son­
ra ısınarlama fıkirlerde, ıstampalarda mantıklı ve ikna edici
bir başarı gösterebilirse örnekleri gibi gazete sütunlarından
32 Auguste Emile Faguet, Fransız yazar ve edebiyat eleştirmeni. (Y.h.n)

253
mühim bir memuriyet koltuğuna fırlamak ... Ve hepimizin öz­
I emini çektiğimiz, çok parayla az veyahut hiç iş görmeyerek
o geçim cennetinde yan gelmek . . . Yani memurlar sınıfına da­
hil olmak. .. Bu memleket yatıyor, nasıl düzelecek diyenlere
karşı sözle, kalemle bin ahlak dersi, bin kurtuluş çaresi sayıp
dökmek. . .
Ağızdan doğan bataklığa t a boğazına kadar kendin gö­
mülüyorsun. Hatta gömüldün, hatta öldün, güzel sanatlardan
bu kadar uzak vadilerde ve bu örneği görülen çırpıda birkaç
makale daha yazarsan biz hepimiz toplanarak büyük bir ce­
maatle cenaze namazını kılar, seni gömer ve hordamaman
için bütün günahl annı ve eleştirilerinin ağırlığını sayfa say­
fa üzerine yığarız. Zannederim ki kıyamet gününde bile bu
yüklerio altından zor kalkarsın. Senden sonra yaşadığımı
ispat için telkinini de ben vereceğim. Tezkiyeni saldırıların­
dan rencide olan ediplerin masumlarına, cezalandırılmanı da
yüce Allah ' a havale ederim.
Eline geçen hemen her eser aleyhinde yüzüme "Hepsi
fena, hepsi sakat, hepsi berbat. . ." diye bağırma. Hep bu fe­
nalıkların üstünde olan hayatını ispatlayabilecek bir eser var
mı? Bu mucizeyi sen göster de hep iman edelim. Yıkmak
istediklerinin en fenası kadar meydana bir eser koyabileceğin
şüphelidir. Bugün Cadı kuvvetinde bir eser vücuda getirebi­
lir misin acaba? Getirebiisen tenkidi bırakır, onunla meşgul
olursun. Çünkü bu daha kazançlı, daha faydalı, daha namuslu
bir iştir. Fakat ne vaktin ne dimağın buna müsaittir. Yazdığın
en kısa hikayelerde bile ilk satıriara nispeten son satırları dü­
şüktür. Sanata vakıf bir adam, derhal bu yorgunlukları fark
eder.
Böyle dört yaprakta apışan bir edibin, uzun bir hikayede
zorluktan ölüp gideceğine şüphe edilmez. Böyle, Şehabeddin
Bey gibi sekiz on sayfada bütün edebiyat sermayesini sarf
edecek bir güçlük içinde bunalarak dİmağındaki olanca ye­
nilikleri boşaltan zoraki bir edebiyatçının kendine nispeten

254
yorgunluksuz yazanlara ve hele cilderden sonra hala üretken
kalanlara karşı düşmanlığını açığa vurmakta kendini mazur
görmesine şaşılmaz.
Bir eleştirmen için elzem olan vasıfların çoğundan mah­
rumsunuz. Evvela siz, bir 'megaloman'sınız. Kendinizden
hariç olan her şeyi doğal büyüklüğünden pek küçük görür­
sünüz. Bütün makaleleriniz kendiniz hakkında ince imalar­
la doludur. Demek istersiniz ki hep benim . . . Ötesi hiçtir. Bu
dar görüş i lleti, tenkide manidir. Bumunun ucundan ilerisini
göremeyen yarı kör bir adam iyi bir nişancı olamaz. Bozuk
ölçüler, ölçütlerle doğru bir iş görülemez. Edebi muhitimizde
yetişen her eser, Şehabeddin Beyefendi 'nin onayını alınaclık­
ça yaşamayacaksa zavallı Türk milleti eser kuraklığıyla mah­
volur. Yalnız bir kişinin, yani eleştirmenin bilgi baliuğu koca
bir millete yetmez. Kıskançlık öfkesiyle ne kadar yansak da
diğer ediplerin yaşamasına, yetişmesine de mümkün mertebe
müsamaha göstermemiz zaruridir.
Şehabeddin Süleyman Beyefendi edebiyat böbürlenme­
siyle ne kadar şişkin görünse asıl cevherinin neden ibaret
olduğu erbabınca malumdur. Onu anlarız. Kendinin tahsi­
li nerede ve ne derecededir? İnceleme sahasında nerelere
varmıştır? Bugün ciddi fikirlerle meşgul olabiliyorlar mı?
Bunları bilmek kolaydır. Tereciye tere satılmaz. Onu bunu
korkutmak için aslan postuna bürünüp böyle edebiyat mem­
leketinin sahipkıranı33 geçinmek isteyenleri yakalayarak şid­
detle bir iki sarsarsan o kaba tüy tüs dökülür. Asıl maddesi
bütün gülünç, feci çıplaklığı ve hiçliğiyle meydana çıkar. Bu
edebiyat uruacılarından belki korkanlar bulunur. Fakat ben
korkmam. Çünkü onlara karşı kullanılacak tütsüleri, muska­
ları, uzaklaştıran şeyleri bilirim.
Mesela Şehabeddin Beyefendi Cadt eleştirisinde "Görüş­
lerimiz fıkirlerimizin, hisler gibi ilk rüşeymleridir,34" buyur-

33 Hükümdar
34 Oğulcuk, cınbriyon

255
muşlar. Bu ibareyi okuyanların içinde ihtimal ki eleştirmenin
pek derin teorilere vakıf olduğuna İnanacak safdiller bulunur.
Fakat ben hakikati bilirim. Bu "rüşeym" kelimesi, eleştirme­
nin hemen her makalede ısıtıp ısıtıp meydana koyduğu bir
temcit pilavıdır. Artık buna kamımız pek doydu. Yutulmu­
yor. Fransızca bir kitaptan 'not' edilmiş ve muhtelif şekil­
lerde çokça yazılması suistimal derecesini de geçmiştir. Bu,
onun için bir edebi şakalaşmadır. Kendi sermaye kuraklığı
sebebiyle bıkmadıysa bile okuyanlar çoktan usandı.
"Rüşeym", hücrelerin varlığıyla meydana gelebilir. Her
fikir üretişte beynimizde hücreler mi oluşuyor? Edebiyata
uygularken bilim, böyle nitelik mi değiştirir?
Şimdi bu sual karşısında kopacak şartatanlık tufanından
korkmayınız. Umacı daima, tehdit vasıtası olan o korkutucu
süslerinin çoğunu etrafına saçarak önünüzden fırar eder.
***

İyi tenkitler ve eserler yazmak için yalnız zeka ve on sene


evvel mektepte kazanılmış bilgiler yeterli değildir. Sürekli
bir araştırma ister. Bu sürekli çalışmaysa düzenli bir işe ve
"metodikman"35 hareket etmeye bağlıdır. (Affınızı temenni
ederim) Biraz da ahlaka . . . Öyle soluk benizle kitapçı dükkan­
Iarını dolaşıp cebine tıkıştırdığı eserlerin altı ayda, altı satı­
rını okumaya vakit bulamayan derbederler, ortaya şah değil
bir yoksul eser bile koyamazlar. Bunlar olsalar olsalar onun
bunun eserine "torpil" atmak için fırsat bekleyen edebiyat
korsanları olabilirler.
Sessiz evinde, her gün belirli saatte yazıhanesinin önüne
oturup çalışma evrakını gündelik satırtarla yazan ve vicdanı­
nı rehber edinen bir adam, avare hayat geçiren edebiyatçıla­
rın dahi olanlarına yayınlarının başarısına göre maddi, mane­
vi daima galip gelir. Bu da çok üzücü fakat büyük iddianız
kadar göz aldatmayan bir hakikat...

35 Fr. methodiquement: Yöntemli olarak

256
Öyle vapurlarda, arabada kitap taşıyan, okumakla meşgul
gibi görünen adamların allameliklerine aldanmam . . . Çünkü
buraların ciddi okumalara uygun yerler olmadıklarını beya­
na hacet yoktur. Böyle yerlerde okunan gazetelerin en basit
olaylarını bile tamamıyla anlamak mümkün olmaz. Ciddi­
yet başka, gösteriş başka. . . ilim başka, şarlatanlık başkadır.
Ciddi anlayış sahipleri, bu edebi sahteliğe tenezzül etmez.
Bu zavallı memleket ciddi, samimi, yerini bilen, muktedir,
ahlaklı, çalışkan eviada muhtaçtır. Edebiyat torpilcilerine de­
ğil. . . Şehabeddin Bey, hakiki anlayış sermayesine sahip olsa
ayıba sebep olan, simsiyah eleştiri mürekkebiyle evvela ken­
di yüzünü gözünü, sonra onun bunun eserlerini karalamaya
zaman harcamaktan daha faydalı meşguliyeder bulabilir. Bu
yıkıcılık hissi, bilgi yokluğu ve çaresi olmayan bir edebi hüs­
ranın, kurlurmuş sonucudur. Zavallının hastalığı akşamdan
kalanların artıkları gibi, mantığı ortadan kaldıran ve sızianma
bezeyanlarından başka bir şeye benzemeyen, şu aşağıdaki sa­
tırlarında görünüyor. Bu edebiyattan ziyade tıbbın inceleme
alanına girecek bir hastalıktır.
Cadı ne ciddi bir sanat eseri ne de neşelendiren bir sa­
nat eseri. Acele yazılmış olaylar birbirine bağlanamamış, hiç
durmaksızın, gramafon gibi Şükriye Hanım adında bir kadı­
nın naklettiği kederli felsefelerle dolu bir romanmış.
Şu sözlerdeki hafıftiğin, hakikate aykırılığın hangisine
güleyim bilmem ki!
Yazılacak romanların mutlaka ya ciddi veyahut neşeli ol­
ması gerekeceği hakkında kesin bir edebi düstur mu vardır?
Demek ki bir hikaye bu iki noktadan uzaklaşmayacak Ya
öyle olacak... Ya böyle... Pek tuhaf1 Her şeyde olduğu gibi
edebiyatta da şahsi görüşlerin bizdeki kadar hüküm sürdüğü
bir memleket daha yoktur. Eleştirrnenin "Bir roman demek
şahsi mercek arkasından görülmüş bir hayat köşesidir," tarifi,
realistlerin otuz kırk sene evvel çıkardıkları ve okuya okuya,
dinieye dinieye bıktığım bir sözdür. Zoia bunun için şahsiyet

257
yerine "temperament"36 kelimesini kullanırdı. Biz de mizaç
diye tercüme ederdik. Herkesin çehresi, sedası, söyleyiş tar­
zı, bakma inceliği, düşünüşü, yürüyüşü hasılı bütün vasıfları
ve hayati işleri kendi kimliğinin sonucudur. Bir diğerininkine
benzemez. Zaten kimse kendi şahsiyetinden çıkamaz ki ! Mut­
lak kendi şahsi merceği arkasından görür. Birbirimizin tavırla­
rını ve hareketlerini taklit ne kadar zordur. Hatta bir diğerinin
yazısına bile tamamıyla benzetrnek neredeyse imkansızdır.
Bu taklitteki büyük zorluklardan dolayı değil midir ki hüner
sahnesi üzerinde, diğerlerinin cesetlerine birer sanat ruhu gibi
girerek insanlığın bütün gülünç, feci zaaflarını, kahramanlık­
larını beğeni ve ibret bakışiarına kar:;; ı başarıyla temsil ederek
yaşatan "artist"ler, sınırsız övgülere erişiyorlar. Bunlar sanat­
larını sunduktan sonra yine şahsiyetlerine dönüyorlar.
Şu kadar var ki "bu alemde adi şahsiyet" pek çok olduğun­
dan müstesna yaratılışlar, kendini gösteriyorlar. Sizin edebi­
yaçı zatınızdan evvel hiç kimse roman yazmak için kesin bir
kural ve kaide ortaya koyamamıştır. inanmazsanız Maupas­
sant' ın37 Pierre et Jean isimli hikayesinin girişini okuyunuz.
Bu hikaye, Claude Bemard' ın3K fızyolojideki deney yönte­
mini, Zola'nın romana uygulamaya kalkışmasından sonra
yazılmıştır. Edebiyat öğretmeni bulunmamza rağmen bu
eseri etraflıca düşünmediğinize hemen eminim. Eğer fıkren
ve edeben Maupassant' ın ustalıkta başarısını kabule tenezzül
buyurursanız hatalarınızdan çoğunu düzeltmiş olursunuz.
Acele yazılmak tarafına gelince eleştirmen, bütün bütün
yanılıyor. Bunda da katiyen fikir doğruluğu yok. Çünkü acele
yazılan Cadı değil, Mürebbiye ile Tesadüf'tür. Bu iki romanı
İkdam'a39 tefrika suretiyle her gün yazarak oluşturdum. İyi
yazmak endişesiyle bunalırdım. Ölürdüm. Yemekten, uyku-
36 Mizaç, yaratılış
3 7 Guy de Maupassant. 5 Ağustos 1 850-6 Temmuz 1 893 tarihleri arasında yaşa­
mış, naturalizm edebiyat akımına bağlı Fransız hikaye ve roman yazarıdır.(Y. h.n)
3 S 1 8 1 3- 1 878 yılları arasında yaşamış, Fransız fizyoloji bilginidir. (Y.h.n)
39 İkdam, 5 Temmuz 1 894 ve 3 1 Aralık 1 928 tarihleri arasında İstanbul'da yayın­
lanmış günlük siyasal gazetedir.(Y.h.n)

258
dan kalır. Nihayet hasta düşerdim. Şiddetli sinirsel sıkıntılar
geçirirdim. Zaten sağlam, güçlü bir vücuda sahip değilim.
Her yönden inanılmaz bir perhizkarlık40 sayesinde yaşıyo­
rum. Şerefli hayatta münzeviler, çilekeşler belki benden daha
günahkardırlar.
Pek çabuk etkilendiğim için yazarken yardıma muhtaç
kaldığım bu ilk meydana çıkma anında, birkaç 'edebiyat hay­
dudu' üzerime saldırsaydılar belki daha o zaman işiınİ biti­
rirler ve bugün Şehabeddin Bey beni öldürmek zahmetinden
kurtulmuş olurdu.
Ben Aksaray'daki evimde sinirsel acılarla mustaripken
İkdam gazetesinin sahibi Ahmed Cevdet Bey yanıma gelir,
beni döşekte veya bir kanepe üzerinde solgun, bitap uzanmış
bulur, romanın acilen tamamlanması gereğinden söze girişir,
tefrikaya bu kadar ara vermenin, roman okuyucularını bek­
letmenin uyamayacağını anlatırdı. Sitemli birkaç söz söyleş­
tİkten sonra barışırdık. Başardığım şeyin pek büyük olduğu­
nu müj deleyerek giderdi.
Bunlar on üç on dört sene evvel oluyordu. O zamanlar­
dan beri yaşım ilerledi. Victor Hugo' nun41 bilmem hangi
eserinde, edebi ürünleri açısından nitelik veya değer olarak
gençliğiyle ihtiyarlığını birbiriyle karşı laştırırken aklımda
kaldığına göre söylediği şu c 'est toujours la meme tige mais
d 'une autre .fleur (Sap daima o sap, ama çiçeği başkalaştı)
mısraı gibi her yaşın meyvesinin farklılığı olabilir. Fakat ben
Şıpsevdi 'mi daha dün yazdım. Ecel izin verirse okuyucuları­
ma o kuvvette birkaç eser daha takdim edeceğimden katiyen
eminim. Hatta bunlardan ikisinin "not"ları tamamlanmış,
krokilerinin ana hatları çizilmiştir.
Görüyorum Fransa' da, İngiltere' de "garibe" türünden hal­
kı kandıran romanlar çoğaldı. Bizim yayın sahamızı da Ar-

40 Haram ve yasak olan şeylerden kaçınan, bunlara karşı kendini tutan, müttaki
4 1 Victor Marie H ugo, 21i Şuhat 1 R02-22 Mayıs 1 XX 'i tarihleri arasıncia yaşamış,
romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarıdır. (Y.h.n)

259
sen Lüpenler,42 Şerlok Holmeslar,43 Nat Pinkertonlar« daha
bilmem neler kapladı. Okuyucularıma bu çeşitlerden milli
örnekler takdim etmek üzere "Garaib Faturası"45 külliyatı­
nı tesis ettim. Bunlar uzun ve besleyici eserlerimin arasında
salata türünden lezzet verecek ve iştah açacak şeylerdir. Bu
hakikati görmeden, anlamadan Cadı 'yı Tesadüf le Müreb­ ' ,

biye 'yle kı yasa girişip aleyhimde hadsizlik etmek .. . Bu ne


kadar körü körüne ve acınacak saldırgan bir sabırsızlıktır. Ne
büyük bir öfke ve kıskançlık mağlubiyetidir. Mülküroüzde
"eleştirmen"lik namını çarnuriara sürüklemektir.
Cadı para kazanmak için acele yazılmış, vakalar birbirine
bağlanamamışmış ...
Bu eser geçen sene uzun bir k ı ş esnasında yazılmıştır.
Acele değil ... Vakalar birbirine o kadar güzel bağlanmıştır
ki hikayeyi okumaya başlayan neticeye ermek merakıyla so­
nuna kadar kitabı elinden bırakmaz. Para kazanmak tarafına
gelince memleketimizde eser yazmanın en müsait kazanç ze­
mini olduğuna, eleştirmen inanıyorsa bu saflığa yalnız ben
değil bütün dünya güler. Maksadtın sırf para kazanmak ol­
saydı böyle uzun uzadıya ne cadı yazardım, ne şeytan . . . Za­
vallı eleştirmen, bir kaleme banknotlardan çiçekler açtıracak
kazanç mecraları başkadır. Hikaye yolu değil . Büyük memu­
riyet yağmalarında ben de gereken taraflara hizmet beğen­
dirmek gücünden mahrum değildim. Baksana ortada benden
başka romancı kaldı mı? Ne ileriyi göremeyen bir eleştiridir
bu! Azıcık safdiL
Her eserin, hatta şöhretleri, kuvvetleri mucize mertebe­
sine varan en büyük şaheserlerin bile zayıf noktaları vardır.

42 Arsen Lüpen (Arsene Lupin}, Fransız roman karakıeridir. Yazarı Maurice Leb­
lanc, bu karakleri oluştururken ünlü Fransız anarşist ve akıllı bir hırsız olan M ari us
Jacob'dan esinlenmiştir.(Y.h.n)
43 Sherlock Holmes, Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan Sritanyalı ha­
yali dedektif kahraman, polisiye edebiyatının önemli ilk kişiliklerinden biri.(Y.h.n)
44 Polisiye kurgu karakteridir. (Y.h.n)
45 Cadı romanının da içinde yer aldığı Hüseyin Rahmi dizisidir. (Y.h.n)

260
Cadı 'nın da eksiklikleri olması doğaldır. Fakat eleştirmen
bunların hiçbirini görememiş. Çünkü onun ince araştırmaya
vakti yoktur. O görevlendirilmiş bir katildir. O, zaten kararı­
nı düşünmeden önce vererek hazırladığı bir iki avuç çamuru
eserin, rastgele arasına, burasına sıvayarak görevimi yaptım,
zannetmiş. Fakat Cadı'dan ziyade kendini bulaştırdığından
zavallının haberi yok. Çünkü şimdiye kadar bu edebi "tor­
pilcilik"te, batırmak kastıyla çattığı kimselerden daima ne­
zaketle muamele gördüğü için şımarmış. Kendisinin bir şey
olduğuna kanaat getirmiş. Nezaketi hak edene göstermelidir.
Böylelerine karşı nezaketi suistimal günahtır. Henüz eleş­
tirinin anlamının pek biJinemediği bir memlekette şirretli­
ği, şarlatanlığı, safsatayı, iftirayı o makamda kullanmaktan
muvaffakiyet ümit edenlerin, eğer o memleket için bir edebi
gelecekleri varsa bunun şerefli bir yol olmadığını anlamaları
gecikmez. Fakat vicdanları sarhoşluk haliyle uyanıklık ara­
sında -yeni moda deniz fenerleri gibi uyuyup uyanan kimseler
dürüst düşünmeye vakitleri olmadığı için- yapmak istedikleri
fenalığı hasımlarından ziyade kendilerine etmiş olurlar.
Cadı'nın en büyük kusurlarından biri de Şükriye Hanım
tarafından hiç durmaksızın gramafon gibi hikaye edilmiş ol­
masıymış.
Süphanallah ne büyük kusur! Muadele-i Sevda unvan­
lı hikayeyi, baştan sona kadar romanın kahramanı Naki Bey
kendi nakleder. Bu eser yazılah on beş sene oldu. Defalarca
basıldı. Belki yirmi otuz bin kişi okudu. Bu noktaya ilişrnek
kimsenin aklına gelmedi. Nasıl gelsin ! Bu usulü ben icat etme­
dim. Ta Paul ve Virginie' den46 tutunuz da zamanımıza kadar
bu düzende yazılmış pek çok meşhur eser sayabiiirim size.
Eser düz ve yeknesakmış. Wertherler, Adolflar, Rafaeller
lisanımızda yazılıp da Şehabeddin'in tenkidine muhtaç olmak
felaketine uğrasaydılar bunlara düzden daha öteye bir tabir
bulmak için eleştirmen yamyassı mı diyecekti, kim bilir!
46 J.l-1 . Sernardin De Saint-Pierre'in ünlü eseridir. (Y.h.n)

261
Kocakarının konuşmaları tabii değilmiş. Söz kıtlığıyla
eleştirmen bunu iki defa yazdı. Acaba bunun neresi doğal de­
ğilmiş? Bu konuşmada öyle bir kadının ağzından çıkanlara
şaşırılacak bir kelime var mı?
O "Kürt" ile roman arasında bir münasebet yokmuş.
Affedersiniz eleştirmen bey! Hikayedeki ırgat başı,
"Kürt" değil, Eğinli Türk'tür. Konuşma şeklinden bunu an­
lamalıydınız. Mensup olduğu l isanın "diyalekt"lerini fark
edemeyen bir adam, kendi zannına göre yeni meseleler araş­
tırmacısı olsa da eleştirmen olamaz. Buna "Kürt" deyişiniz
ne kadar büyük bir cehalet eseriyse ırgal ba:;;ı nın orada ge­
reksizliği hakkındaki iddianız da o kadar şahsi ve gülünçtür.
Bir hikayedeki şahısların lüzumunu ve lüzumsuzluğunu be­
lirlemekteki ölçütünüz nedir? Bunun için tabiatta bir kesinlik
mi vardır? Bir gün sokakta birdenbire bir hale yahut hiç bek­
lemediğiniz milletten bir şahsa, mesela bir Çinliye tesadüf
etseniz, tabiatı kendi olaylarında bir bağ gözetmemekle mi
itharn edeceksiniz? Rumelihisarı'nda bir iki, belki dört beş
ırgat başına tesadüf edilmesine pek o kadar hayret edilmez ve
buna sizden başka şaşacak da bulunmaz zannederim. Böyle
boş sebeplerle Cad1 öldürülemez.
"Bu büyük masalda biraz üslup, biraz düzgün ve deri i top­
lu güzellik, biraz dikkat ve ihtimam bulunsaydı ne güzel bir
eser olabilirdi."
Aman ya Rabbi ! Hakikate karşı bu ne hadsizlik, ne isyan,
ne insafsızlıktır! Biraz olsun dikkat ve ihtimam gösterilme­
den Cad1 gibi bir eser yazılabilir mi? Acaba eleştirmen, bü­
tün alemin bu noktada, adaletini kendi gibi sıfıra indirmiş,
kin karanlığıyla gözleri mi kararmış zannediyor? Eleştirideki
bayağılığın bu alçaklığına karşı bütün insaf sahibi kişilerin
derin bir nefretle azap çekeceklerinden eminim. Eleştirmen
olmaya lüzum yok. Eserin bazı sayfalarında yazarın ne kadar
güçlükler geçirmiş olduğunu teslim etmek için böyle düşün­
celerle biraz meşgul olmuş bulunmak yeter.

262
Üslup oyununa gelince . . . O nasıl şeydir? Sorarım. Vi­
layetlerde dokunup da burada kıyınet pazarına çıkarılmak
istenilen o bilinen kumaş mı? Bu üslup oyunu yeni ediple­
rimizin acemi ellerinde, edebi fakat pek gürültülü ve havai
bir ' futbol' şeklini aldı. B irbirine atan atana. . . Bu, l isanımı­
zın hayatına bağlı bir meseledir ki zavallı Türkçe, bundan
dolayı hastadır. Adeta tehlikededir. Bu kumaşın muhtelif ve
özellikle 'fantezi ' örneklerini şuraya dizsek hem güler hem
ağlarız. Düzgün, açık, sade yazmak ayıp sayılmaya başladı.
Şu dar sayfalar, bu geniş bahis için bir tartışma yeri olama­
yacağından şimdi bunu geçiyorum. ' Üslupçu'luğun bizdeki
bütün garipliklerini resimli büyük bir romanda yazmak ni­
yetindeyim. Bu hastalığı mümkün olabildiği kadar meydana
çıkarmaya uğraşacağım. Bunun için epey belge topladım.
Eleştirmen, beni üslupsuzlukla itharn ediyor, /jfet istisna
edilirse47 Mürebbiye' den Cadı 'ya kadar diğer eserlerim, üs­
lup olarak hemen birbirinin aynıdır. Ne eskilere ne yenilere
benzemeyen kendime has, açık, sade bir üslubum vardır. Ba­
şarımı temin eden de işte bu süssüz, gösterişsiz ifademdir.
Eserierirnde aniaşılamayan bir cümleye rastlanamayacağı
gibi aklımın eremediği meselelere de girişmem. Karışmam.
Bu iddiada kaybedenler, tabiatları üstüne çıkmaya uğraşan­
lar, cidden tahsil etmedikleri meselelerden bahse cüret eden­
lerdir ki bu gibi gereksizliklerden yayıncılığımızda çok var­
dır. Bunların bazıları La Fontaine' in kurbağası gibi şişe şişe
nihayet bir gün çatlar, kurtulur. Bazılarında bu "megaloman"
hastalığı kronikleşir, tanınamamış bir dahi ümitsizlik bulaş­
mış hayatıyla matbaalarda, gazete idarehanelerinde, dergi
müdüriyetlerinde, kitapçı dükkanlarında, edebiyatçı düşkün­
lerine mahsus o paslı kıyafetle sürünür, sürünür, yazı hayatı
üzerinde ezici adımlarıyla koskoca on sene geçer, ortada ne
büyük bir eser var, ne meslek, ne de iyi bir ün . . . O zaman bu
bahtsız, torpilci olur. Kendisinin yapamamış olduğunu, baş­
kasının yapmış bulunmasına tahammül edemez. Mesleğinde,
47 Çünkü onu bir iddia üzerine (Vecihi'yi) takliden yazmıştım. (Yazarın notu)

263
çalışmasında başarılı olmuş bulunanların can düşmanı kesi­
lir. En itibarlı edebiyat eserleri üzerine kurlurmuş bir ' anar­
şist' feveranıyla harap edecek mermiler yağdırmaya başlar.
Oh ne zil let!
Bu sefil ler ve edebi sefalet eskiden beri her memlekette
varmış. Bunlardan pek canı yanmış olan Voltaire,4H bu mesle­
ği domuz tıbbına benzetiyor. Evvelden bu hayvanların dille­
rini muayene ederek sağlık durumları hakkında hüküm veren
ve isimlerine Langueyeur denilen bir çeşit sanat erbabı var­
mış, zamanının eleştirmenleri bunlara benzetme yoluyla, "lls
gagnent quelque argcnt it cc metier, suı1out quarıu ils disent
du mal des bons ouvrages, et du bien des muavais", bu sa­
natta birkaç para kazanırlar ve özellikle iyi eserleri yermek,
fenalarını methederlerse, diyor.
Voltaire, eleştirmen namıyla saldıran bu saldırganları sa­
natça aşağılık domuz tabipierine benzetmekle yine büyük bir
insaf ve nezaket gösteriyor. Domuzların doktorları, bir çeşit
hayvanın sağlık incelemesi üzerinde önemle durmuş iyilik­
severlerden sayılır. Tenkidi bir öldürme ve ortadan kaldırma
vasıtası gibi zararlı bir şekle sokmaya uğraşanların, o müba­
rek tabiplerle vicdan ve ahlak olarak karşılaştırılması müm­
kün müdür?
Şehabeddin Bey kendini mucize gösteren bir üslupçu zan­
nedenlerin, bu kudretiyle övünenierin başıdır. Bu mahareti
için örnek aramaya, pek uzaklara gitmeyelim. İşte Rübôb' da­
ki eleştiri üslubu önümüzde duruyor. Bunda edebi mucize­
den sayılacak cümleler, kimsenin yetişemeyeceği imkansız
ifadeler, güzellikler göremiyorum. Bu satırlarda dar, kindar,
kötümser, yorgun, şımarmış, bunalmış bir kafanın eleştiri na­
musuna hale! getiren hastalıklı sözlerinden başka şey yok. ..
Keşke eleştirmen üsluptan ziyade vicdana, hakka, insafa,
tenkit şerefıne, meslek haysiyetine ehemmiyet vereydi . Ken­
di başarmış olurdu, okuyanlar da faydalanmış .. .
4 8 François Maric Arouet, 2 1 Kasım 1 694-30 Mayıs 1 778 tarihleri arasında yaşa­
mış, Voltaire takma adıyla tanınan Fransız yazar ve fılozoftur. (Y.h.n)

264
Burada allame geçinmenin ve Fransızca, Türkçe arasında
sanat aşırma başarısının nasıl olduğunu anlamak merakında
bulunanlar, eleştirmenin "Mesuliyet Kuruntusu" makale­
leriyle Emile Faguet'nin Et / 'horreur des responsabiliü!s49
adındaki eserini mukayese etsinler.
Büyüklük, bir yazarın kaleminden evvel ruhunda olur.
Üslup bir süstür. Vicdan çirkinliklerini örtmeye bile yetme­
diği işte görülüyor. Üslup safsatasma güvenerek doğru olana
saldırılamaz. Doğru, üslup süsüyle kazanılmaz.
Benim fıkrim, üslubum ince değildir ama doğrudur. Her
şeyde, eğrilik, işin sonunda doğruluğun mağlubudur. Bu hak
ve batıl teorisi pek sade görünüyor fakat eleştirmen gibi saf­
satacılar haktan ziyade kalemlerine güvendikleri için bu açık
hakikat önünde yanılırlar.
"Cadı yenilikten, icattan mahrum, kederli felsefeyle dolu
bir roman,"mış.
Eleştirmenin, amaçsızca böyle en sade kelimelerin ına­
nalarından habersizliği kendine acındırıyor. Hikaye konusu
bir yerden ' kopya' edilmediği için Cadı baştan aşağı yazarın
yeni bir eseridir. Sırf hayal ürünü olan bir şey nasıl icattan
mahrum olabilir? Anlaşılamaz ...
Kederli felsefelerle dolu olmak, b i r eser için noksanlık
mıdır? Böyle bir hüküm var mı? Öyleyse Schopenhauer' in,50
Nietzsche'nin5 1 eserleri en bayağı kitaplardır. Eleştirmen,
kendi edebi hayatında kaç sayfa neşeli felsefe gösterebil­
miştir? Şehabeddin Bey'in yalnız eserleri değil, çatık, esmer
çehresi, kalın dudakları, kaba, kısık sedasma varıncaya kadar
bütün yaratılış şahsiyeti kederli ve kasvetlidir. Biri yanılıp
da ' neşe veren felsefe' terkibini kullansa buna karşı en evvel

49 Sorumluluk Korkusu adlı eseridir. (Y.h.n)


50 Arthur Schopenhauer, 22 Şubat I 788-2 I Eylül I 860 tarihleri amsında yaşamış,
Alman fılozoı: yazar ve eğitmendir.(Y.h.n)
5 1 Friedrich Wilhelm Nietzsche, 1 5 Ekim 1 844-25 Ağustos 1 900 tarihleri arasında
yaşamış, Alınan li lo log, filozof, şairdir. (Y.h.n)

265
"Olamaz!" itirazıyla bağıracak yine eleştirmenin kendidir.
Bir insan haksızlığa niyet edince meğerse ne müthiş bir bakar
kör kesiliyormuş.
Bu hayatın neresi neşeli? Doğuşumuz mu? Yaşayışımız
mı? Ölüşümüz mü? Bu alemde yalnız güldürecek, gülünecek
bir şey vardır: İnsanların hayvanlaşması. .. Misal aranırsa işte
sen . . . İşte ben . . . Senin tenkidin, benim cevabım ... Fakat bu
gülme de ağlamanın bir başka şeklidir.
Haydi efendim . . . Haydi . . . Sen çatmak için Don Kişot gibi
yel değirmenleri ara . . .
***

Eleştirmenin Cadı aleyhindeki haksız, insafsız, gereksizce


saldırısından etkilenen nazik, iyiliksever bir ruh, hak ve hakikati
savunmak için bir isyan sedasıyla Rübdb'a bir makale gönder­
di. İmzalarını birkaç defa edebi sayfalardan görmekten başka
yüksek kişilikleri ve saygıdeğer ailelerini üzülerek belirtmeli­
yim ki tanımakla şereflenmediğim Mevhibe Ziya Hanımefendi,
Şehabeddin Bey gibi açıklama mertliğini kaybetmiş, vicdanını
unutmuş bir "edip"e, kadınlık temizliğinin bütün inceliklerine
bürünerek üzüntüyle, ayıplamayla bir ahlak dersi verdi. Fakat
eleştirmen, bütün yüce şeylere karşı saygı duygusundan uzak­
laşmıştı; o haşin, kadınlığın bu nazik azarlaması önünde bütün
bütün kabalaştı. Benim siyahtır dediğime beyaz demeye kim­
se cesaret edememelidir, bezeyanıyla sayıklamalanyla coştu.
"Sen Hüseyin Rahmi 'yi müdafaa mı ediyorsun? İşte ben ona
bir tekme daha indiriyorum!" dedi ve daha haykırdı:
"Yine tekrar ediyorum. Evvelce 'acaba' kaydını koymuş­
tum. Şimdi onu da kaldırıyorum. D iyorum ki Cadı yazarı
düşmüştür."
Sorarım ey herzevekil !52 Evvela "acaba" kaydını niçin
koydun? Sonradan onu niye kaldırdın? Mevhibe Ziya Ha-
52 Üstüne vazife olmayan şeylere karışan, her işe bumunu sokan kimse, ukala
dümbeleği

266
nımefendi'nin müdafaasından sonra hakkımdaki hükmün
niye değişiyor? Bu müdafaadan evvel senin hükmünce ben
ne idiysem ondan sonra da yine o kalmamda akıl ve mantı­
ken bir zorunluluk vardır. Çünkü bu iki zaman arasında ne
bir eser neşrettim ne iki satırlık bir karş ı lıkta bulundum. Ne
sesimi çıkardım. Hükmümün değişmesine neden olan şey
nedir? İşte görülüyor ki senin kaleminin rehberi akıl, man­
tık, insaf düşüncesi, edep gibi fikir ve vicdan meşalesi olacak
vasıfta değildir. Haykıran, etrafa saldıran, ısıran, kaçınılma­
sı gereken ahlak hastasısın! Bu hakikate, inanmayan varsa
zavallının aşağıdaki sözlerini okusunlar. Bunlar benim ya­
zacaklarımdan, yüz kat daha fazla bir açıklıkla eleştirmenin
durumunun açıklamasıdır:
"Çünkü sanat güzelliği meselelerini öğretmek dolayısıyla
bu noktada daha fazla alakam vardır."
Efendim bir güzel sanat hocası "Ben edebiyat öğretme­
niyim" diye böyle bar bar bağırmaz. Her üstadın olgunluğu,
eserlerinde parlamaktadır. Herkes onu orada okur, anlar, tak­
dir eder. "Hakikaten bu zat, bir olgunluklar madeniymiş,"
der. Kerametleri kendinden menkul olan şeyhe, kimse ebern­
ıniyet vermez. Böyle telaşla ne bağırıyorsun? Güzel sanatlar
üstadıysan onu sen söyleme! Buna eserlerin, sözlerin şahitlik
etsin . . . Fakat bak sen daha ne haltlar ediyorsun? Bunu güzel
sanatlar öğretmeni değil en cahil bir mektep kalfası bile söy­
lemez:
"Halk için, belki bilmezsiniz, edebiyat olamaz."
Bu cesaretli iddia karşısında insan donakalıyor. Anlıyo­
rum ki Şehabeddin Bey, bu merhamete muhtaç adam, vaktiy­
le okuduğu beş altı kitabın fikri esaslarının içinde bunalmış,
dar, pek dar bir kafadır.
Ey gururlu güzel sanatlar öğretmeni ! Edebiyat nedir?
Buna cevap vermek için Frenk, Batı, Türk ediplerinin artık
okuya okuya yorulduğumuz o muhteşem, görkemli, ahenk

267
dolu açıklamalarını tekrara kalkma! Estetik kitaplarını, ok­
katar çeken o ağır "diksiyoner"leri,53 "ansiklopedi"leri karış­
tırma! Bu külfete lüzum yok. Bu zamana kadar olan kendi
araştırma sonucunu söyle. ..
"Edebiyat" mutlak bir güzellik midir? Değildir. Çünkü
bu, ismi olup cismi bulunmayan manasız bir tamlamadır.
Mutlakıyetten hariç olan her şeyse çeşitli özelliklere sahip
bulunur. Yani yüksekten alçağa kadar derecelerde kısırnlara
ayırmak mümkün olur. Bundan dolayı "edebiyat"ı ulvi, tek
başına bir kütle halinde düşünmek, eleştirmenden başka hiç­
bir akıl sahibinin harcı değildir. Çünkü edebiyatın da derece­
leri bulunması doğaldır. Yüksek edebiyat bulunduğu gibi ona
erişmek için hizmet edecek önceki dereceleri de vardır. B u
hakikati kimse inkar edemez.
Edebiyat, en sade okuma kitaplarından başlar, en yüksek
eseriere kadar çıkar. Dahi bir şair nasıl seni, beni titretirse
o masumca sade ibareler de yavrucukların ruhlarını terbiye
edip yükseltir. Uyandırır, aydınlatır. Sense halk için, çocuklar
için edebiyat olamaz diye istediğin kadar bağır, inat et.
İrfan nurunun parlak açıklığında yayılan Rübiib 'ın 56 'ncı
numara ve 205' inci sayfasında "Sırça bardaklar, kızıl şer­
hetierin sarhoş titreyişleriyle doluydu. Akşam kızlarını öpen
bilekiere ipek tavusların hayal sedirierine kuruluyor, dudak­
ların büyüleyici mehtabı üstünde aşkın dumanı uzuyordu
( ! ! ! )"
Eleştiri kerametinle hepimizi erdirmek istediğin edebiya­
tın son noktası bu mudur? Halk anlayışı üstüne yükseliş, bu
sayıklamaların etrafında uçmak mıdır? Ey edebiyat müdürü,
imza şöhretini kurtarmak için bu saçmalara birer mana uygu­
lamaya uğraşmak hafifliğine kadar varacak mısın? Yoksa bu
gidişin edebiyatımızı derin çıkınaziara sürüklemek olduğunu
bütün şeref ve anlayış sahipleriyle beraber tasdik edecek mi-

53 Fr. dictionnaire: Sözlük

268
sin? En güzel eserleri islendinnek için dolaştırdığın eleştiri
mumunu biraz lütfen Rübab 'ınızın saçma satırları arasında
gezdirsen olmaz mı?
Halkın yetişemeyeceği büyük sözler bunlarsa ilahi, hiç­
birimiz yetişmeyelim. Böyle sayıklamaların soğuk etkisinin
önünde halkın da seçkinlerin de ruhları, belki, üşümeden tit­
reyebilir.
Riibiib' ın sanat nağmesini herkes anlayamaz. Pek incedir.
Bu sevda tuzağına; Boğaziçi ' nin en havadar doruklarından
uçurulan, vefat etmiş olan Şahin Sergiz' in komşularını an­
dıran soru-cevaplı sevişme şiirlerinin felsefi ruhuna gireme­
yenler, bu baştan başa bereketle dolu bu mecmuanın "zama­
ne" ahlakına ettiği derin hizmeti hakkıyla takdire muktedir
olamazlar.
***

Halk için edebiyat olamaz mı? Bu olarnamazlık ancak


eleştinnenin düşünce darlığındadır. Her sınıf halkın ruhunu
hareketlendirecek mahiyette sözler, eserler vardır. Herkes fi­
kir kabiliyetine göre anlar ve anladığı şeyleri arar. Mesela
elinde tamburasıyla şarkı söyleyen, bizim Aşçı Abbas için
Aşık Garip'in yanık beyitleri, bir Riibiib-ı Şikeste54 tesirini
gösterir.
B ir adam ne kadar büyük edip ve filozof olsa toplumsal
tabakalar içindeki insanların her biriyle onların anlayış kud­
retleri oranında bir lisanla görüşür. İnsan validesiyle, çocu­
ğuyla, akranıyla, hizmetkarıyla ayrı ayrı lisanlarla söyleşir.
Demek ki Şehabeddin Bey, estetik teorisinin duygulanma­
larının zirvesine varamayanlara karşı sözle, kalemle hitaba
tenezzül etmeyecek. Anlaşılıyor ki eleştinnen, Moliere'in55
hışmına uğrayacak gariplikte bir edebiyat hocasıdır. Karşı-

54 Tevfik Fikret'in şiirlerinden oluşan eseridir. (Y.h.n)


5 5 Jean-Baptiste Poquelin daha bilinen adıyla Moliere, 1 5 Ocak 1 622- l 7 Şubat
1 673 tarihleri arasında yaşamış Fransız oyun yazarı ve oyuncudur. (Y.h.n)

269
mızda yükselrnek yakarışıyla ellerini bize uzatmış milyon­
larca halk var. Bir milletin genel kültürü birkaç edebiyat ho­
casının araştırması sonucu ölçülmez.
Halk için edebiyat olamazmış. Ne hezeyan ! Halk cehalet
içinde boğulsun, koca bir millet yok olmaya mahkum olsun,
biz karşıdan seyrine bakalım, öyle mi?
Siz edebiyatı kendi aranızda dolanan sahte paraya, yalnız
seçkinlere mahsus bir şifreye çevirmek istiyorsunuz. Ede­
biyat tarikatınızın dışında kalanları akıllılardan saymamaya
kalkıyorsunuz. Yanlış edebiyat hocası, yanlış ... "Halk için
edebiyat olamaz," diyemezsiniz. Çünkü bu tamamıyla haki­
kate aykırıdır. Çıktığın kibir kürsüsünden belki "Ben edebi­
yatın halkın aşağı seviyesiyle denk olamayacak kadar ender
bir edebiyat öğretmeniyim," diyebilirsin. Böyle kibirle bu­
lutlara kadar yüksel. . . Sanat zeminine inme. . . Bu şekilde ol­
sun meslek sahibi ol... Çünkü aramızda şimdilik senin kadar
yüksekten uçan güzellikten aniayanlara lüzum yoktur. Senin
gibi yüz tane edebiyat öğretmeni yerine, millet adam akıllı
on tane mektep kalfasına sahip olsa daha fazla istifade eder.
Yuttuğun eşsiz şeylerin esrarıyla göklerde uç . . . Fakat be­
nim gibi, seçkinlerden ziyade halkın, azınlıktan ziyade ço­
ğunluğun toplumsal terbiyesine kendini adamış, bu ernelle
senelerce çalışmış samimi bir hizmetçiyi devirmek için sai­
dırınayı şeref zannetme. . . Bu cüretin millete de edebiyata da
büyük bir hıyanettir. Vicdansızlıktır. Zaten ne kadar çalışsan
deviremezsin. Hüseyin Rahmi 'yi devirebiirnek yalnız bir
şeyle olur. Onun eserlerini halkın itibarından düşürecek daha
mükemmellerini meydana koymakla... Sense millet nazarın­
da büyük olanlara çarparak uçan bir yarasasın. Kara Bela56
münasebetiyle Büyük Kemal ' i57 yıkmak için olanca öfkenle
saldırdın. Bu hareketin tıpkı Kumkapı ' da alabildiğine kafayı
tütsüledikten sonra Bayezit'e çıkıp da devirmek için yangın

56 Namık Kema l ' i n yazdığı beş perdelik draıııdır. (Y.h.n)


57 Namık Kemal (Y.h.n)

270
kulesine var hıncıyla omuz vuran bir kendini bilmezin kö­
pünnesinden farklı değildir. Kemal tenkit edilir. Fakat öyle
değil. . . Kemal, halk yazarıymış... Hala mı hala edebiyat
kitaplarında nesirleri, şiirleri en ince, en ulvi hislere misal
getirilen ve zamanının bir edebiyat dalıisi olduğu şüphe gö­
tünneyen bu büyük adama karşı halkın saygılı duygularını
çekememek ... İşte edebiyatta yenilik . . .
Şehabeddin Bey Emile Zola'nın Victor Hugo'ya göster­
diği tenkit hünerini Kemal' e yapmak istemiş. Fakat arada ne
farklar ne mesafeler var. Zola, mektepten çıktığının ikinci
st:rıt:si büyük dt:�tirnıt:rı kı:silmı:mi�ti. O, t:ı.kbiyatın sı:rtakı­
na58 önemli sanat eserlerini astiktan sonra "Eser böyle olur,"
demiş göçmeye başlayan romantikliğin harabesi üzerine "re­
alistliğin" sağlam köşkünü inşaya uğraşmıştı .
Bizim yıkıcı eleştinnenimiz, eser namına, her parçası bir
dergide yayımlanan birkaç güdük "fantezi"den başka ne gös­
terebilir? Kendini öğretmenlikle yanlarına kabul eden bazı
büyüklerio gafletlerine bakıp da şahsiyetini pek mühim bu­
luyor.
Yalnız yeteneğe ulaşmak yetmez. Yazıp da başarılı olmak
için, yine tekrar ederim, düzgün bir yaşayış, meslek ve ka­
rarlılık ister. Muhitimizde bu olgunluk araçlarının yokluğu
adam yetişmesine mani oluyor.
Eleştirrnenin, Osmanlı edebiyatma dair yazdığı kitabın
bile devşirme suretiyle vücut bulmuş emeksiz bir eser oldu­
ğunu söylüyorlar. Şehabeddin Süleyman ismi bazen günlük,
haftalık gazete ve dergilerde görünür. Sonra karabatak gibi
kaybolur. Zavallı, bir esere "bomba" atmak için aniden yine
ortaya çıkar.
Onu edebiyat öğretmeni yapanların, "Halk için edebiyat
olmaz" zararlı sözünü işitip de utanmaları gerektir.

58 Eski saray, konak, kervansaray ve evlerin üstünde bulunan cihannürna gibi çev­
resi açık kısım, tahtaboş

27 1
Bugün Fransa'da ta Paul Bourgetlerden, Mareel Preva­
utlardan, Maurice Leblanclara,59 Gaston Lerouxlara,60 Ros­
ni Enelere kadar bir ' edebiyat' vardır. Gaston Leroux 'nun,
Meşum Koltuk, Sarı Oda, Güneşin Zevcesi unvanlı halk için
yazılmış eserleri pek ziyade rağbete eriştiği gibi Rosni Ene
yine halktan ve meraklı bir eserinin başında Edmond Ros­
tand'ın61 bir mektubunu neşrediyor. Fransa'nın bu ünlü şa­
iri mektubunda, Rosni'ye "Herif A llah belanı versin . .. Halk
için edebiyat olmaz," demiyor. "Büyük bir şükranla takdirini
beyan" ediyor. Romanı incelemekten duyduğu mutluluğu ve
eserin tefrika edildiği gazeteyi her sabah ailece sabırsızlıkla
bekleyerek okuduklarını söylüyor.
Üzerlerinden birkaç edebi nesil geçen Alexandre Dumas­
ların/'2 Eugene Sueların,63 bu halk yazarlarının eserleri hala
yüz binlerce basılıp okunuyor. Bugün edebi servetiyle alemin
gururu olan Fransa, Monte Kristo'yu, Serseri Yahudi'yi sine­
maya alıyor. Milyonlarca halka seyrettiriyor.
Bugün Rusya'dan başlayıp Almanya, İsviçre, İtalya,
Fransa, İspanya, İngiltere, hep Avrupa'yı dolaşınız, Ameri­
ka'ya kadar gidiniz. Dünyanın en emektar, harikalar yaratan
en büyük yazarları, en ziyade "popülarite" kazanmış olanlar,
yani azınlığın değil çoğunluğun, seçkinin değil halkın zihnini
besleyip, irfan ve kavrayışlarını artırmaya uğraşanlardır.
Geçen sene İngiltere, en büyük romancılarından olan
Charles Dickens' ın64 yüzüncü zafer senesini kutlad1ğı vakit

59 Maurice Leblanc, l l Aralık 1 864-6 Kasım 1 94 1 tarihleri arasında yaşamış


Fransız öykü ve roman yazarıdır. Ayrıca Arsen Lüpen karakterinin de yaratıcısıdır.
(Y.h.n)
60 Gaston Louis Alfred Leroux, 6 Mayıs 1 868- 1 5 Nisan 1 927 tarihleri arasında
yaşamış, Fransız gazeteci ve polisiye yazarıdır. (Y.h.n)
61 Edmond Eugene Alexis Rostand, 1 N isan 1 868 - 2 Aralık 1 9 1 8 tarihleri arasın­
da yaşamış Fransız şair ve oyun yazarıdır. (Y.h.n)
62 1 802- 1 870 yılları arasında yaşamış Fransız romantik yazardır. (Y.h.n)
63 1 804- 1 857 yılları arasında yaşamış Fransız romancıdır. (Y.h.n)
64 Charles John Huffam Dickens, 7 Şubat 1 8 1 2-9 Haziran 1 870 tarihleri arasında
yaşamış İngiliz yazar ve toplum elt:�ıirıııeniılir. (Y.h.n)

272
bütün dünyanın gazeteleri bu hikayeci için yüzlerce şeref
destanı yazmışlardı. Bu büyük başarısına sebep de İngilte­
re'deki kadar Amerika' da, Fransa'da, her yerde tanınmış, (ta­
bir caizse) halkçılık kazanmış bulunmasını gösteriyorlardı .
Dickens' ın yüzü geçkin eseri vardır. Eğer bu İngiliz yaza­
rı da bizim eleştirmen bey gibi günlerce ancak bir makale
karalayabilen soğuk bir üslupçu olaydı bu eser bereketini
gösteremezdi. Onun gibi sakat zahmetlerde boğulmuş, eksik
' fantezi'lerin kaybeden sanatçısı olup kalırdı.
Hepiniz ince düşünüp ince yazıyorsunuz. Neticede "püf''­
ten başka bir şey yok. . . Bırakınız içinizde hakikati, tabiatı
kopyalamakla meşgul, benim gibi bir de kaba yazar bulun­
sun. Bizim için artık "edebiyat"ta, her şeyde, her yerde sağ­
lamlığı süse tercih edecek zaman gelmiştir. Türkçemiz henüz
onun bunun "fantezi"sine tabi, bir şekil yakalamaya çalışan
bir !isan olduğundan bugün doğup da ince zannedilenlerden,
i htimal ki gelecekte hiçbir şaheser yaşamayacaktır. Kendile­
rinde kuvvetli bir sağlamlık yoktur. Bunlarda ne iyi bir bes­
lenmişlik bulunmak ne de besleyici olmak özelliği vardır.
Bizdeki bu verimsiz, bu fakir muhit, henüz büyük sanat­
kar yetiştiremez. Evvela onu uyandırmalı k i sonra bir yük­
selelim. Dickens'ın aldığı yazarlık ücretini söylesem hayal
zannedilir. Yalnız Mystere d 'Edwin Drood [The Mystery of
Edwin DroodJ65 unvanlı eseri için sekiz yüz bin franktan faz­
la almış, yayıncılar yirmi sayfalık bir masalına yirmi beş bin
frank vermeye kadar çıkmıştır. Ben ne alıyorum? İbrahim
Hilmi Kütüphanesi ' nin defterlerini açıp da bakalım ve ağla­
yalım. Cadı için yazı ücreti, Avrupa romancıianna nispeten
söylemeye ve yazmaya sıkılınacak bir para . . . Yüz on lira . . .
Bu eser için sarf edilen zaman ve emek düşünülürse Avru­
pa'da en kaba sanatlar erbabının benden kat kat fazla aldıkla­
rı anlaşılır. Bu cüzi miktar para bile, haftalarca birkaç liranın
arkasını kovalayan torpilcilerin aç gözlerini kan bürütüyor.

65 Edwin Drood 'un Gizemi, Charles Dickens'ın son romanıdır. (Yh.n)

273
Charles Dickens milletinden nasıl saygı görürmüş ve hala
görüyor. Bundan bahseden eser şöyle diyor:
"İngilizler son derece bir saygı eseri olarak Dicken s ' ı
Westminster 'e defnetmek istedi. Yazarın mezar taşında iki
tarihle (doğum, ölüm) yalnız ismi vardır. Bu kadarı kafidir.
Çünkü bıraktıkları halkın hafızasında yerleşmiştir. Vefatı
kırk seneyi aşmış olduğu halde her gün mezarından ziyaretçi­
ler eksik olmaz ve orası daima taze çiçek demetleriyle güzel
kokulu bulunur."
Ben ne muamele gördüm. Üç dört defa ceza mahkemele­
rine davet olundum. Hele bir defasında divanhanede ismimi
Dolandırıcı Hacik'le Kalpazan Mehmet'in arasına asılmış
görünce benzim uçtu. Vekilim Selim Hüsnü Bey66 iki elim­
den tutarak "Beyefendi sağlam durun . . . " dedi.
Dolandırıcı Hacik çıktı, sandalyesine ben oturdum. Ben
çıktım, yerimi Kalpazan Mehmet işgal etti. Mahkeme huzu­
runda reis sordu. Vekilim cevap verdi. Ne dediklerini anla­
mıyor, belki işitmiyordum. Benim bildiğim şey vicdanıının
evvelden, daima ve hala temiz, altın gibi kusursuz ve pak
olmasıdır.
Her eserimin yayımianınasında en azından yarım düzine
hakaret mektubu alırım. Birçok ikiyüzlünün bam tellerine,
amansız noktalarına sıkıca basmış olduğumu anlar, kendi
kendimi tebrik ederim.
Cadı hakikaten hiç denecek bir eser olaydı kimsenin bu
derece feveranla eleştiri kalemlerini yormazdı. Bu kadar saç­
malıklar, haksızlıklar söyletmezdi .
Halk için edebiyat olmazmış ! Edebiyatta derece, çeşitlilik
kabul etmeyen dar bir kafa sahibine ne denir? Bugün Avru­
pa'da halk için ne kadar broşürler, dergiler, gazeteler, kitap­
lar, romanlar çıkıyor. "Piyes"ler yazılıyor, tiyatrolar oynanı-

66 İnsanlığına şükran borçlu olduğum büyük bir avukattır. (Yazarın notu)

274
yor. Bunların insan zihinlerinin aydınlatılması hususundaki
tesirleri, hizmetleri inkar olunur mu? Mesela halk Paul Euro­
pio 'nun La Course de Flanio piyesindeki nesil devamlılığı
teorisini anlayamazsa halkı anlayabileceği seviyede oyunlar­
dan mahrum mu bırakmalıdır? Memleketin bütün maddi zah­
metli mesaisi altında ezilen arnele takımının fikren, zihnen
lezzet almasını, terbiyesini, rahat yaşamasını düşünmemeli
midir? Tiyatrolar var ki pazar akşamları yalnız arneleyle do­
luyor. O arnele ki içinde bizim ediplerimize ahlak ve bilgelik
dersi verecek "sosyalistler" ve hükümetlerin yönetimlerinin
hışmını vakit vakit bombalada sarsan ' anarşist' ler var.
"Halk için edebiyat olamaz" yanlış fikri ve edebiyatı te­
kellik içinde uyuşan bir milletin amelesi de bizim rençper
"Haso" gibi elifi görse mertek zanneden yarı hayvanca tür­
den olur. Altı kuruş gündelikle bir deliğİn içinde altı ay çalı­
şır. Kuru ekmek, beyaz suyla yetinir. O dayanılmaz gündelik
sıkıntılarıyla kimlere ne kazandırdığını anlamaz. Toplumsal
yerini bilmez. Haklarını talep edemez. Fertlerinin hakkını ta­
nımayan ve tanıtamayan bir millet yok olmaya mahkumdur.
Böyle bir milleti Abdülhamit gibi tek bir adam otuz iki sene,
bütün medeniyet ve insanlık hukukunun üzerinde tepinerek
uyutur. Can çekiştirir. Sonra bütün varlığımız dört müttefik
küçük hükümetin hücumu önünde gürül gürül göçer. Göçer.
Bu ne kadar araştırmaya gerek olmayan, acı verici bir haki­
katse hala içimizde "Halk için edebiyat o lamaz" bencil ferya­
dıyla haykıran şeref yoksunu edebiyat cahilleri bulunduğunu
görmek belki ondan daha müthiş bir toplumsal hüsrandır.
Eleştirmen Bey, Mevhibe Ziya Hanımefendi 'nin itirazına
cevabında şöyle diyor:
"Bununla birlikte sizi ayıplamam. Memleketimizde iyi
romanlar, bunlara dair malumat pek azdır. Okumamış, gör­
memişsiniz. Zararı yok ... "
Acaba Şehabeddin Bey'in dimağında bir mantıksızlık afeti
mi var? Memleketimizde iyi romanlar ve bunlara dair malumat

275
pek azsa edebiyatçı zatlan, gururlu göründükleri bu sonuçsuz
kelimelerini nereden kazanmışlar? Tabii yabancı eserlerden
olacak. . . Avrupa edebiyat hazinelerinin Şehabeddin Süley­
man'dan başka Türklere kapalı kaldığını zannetmek için mut­
lak eleştirmen gibi iyi fikir beslerneyi kendisine mahsus bulu­
nanlardan olmalı. Ecnebi lisanlarından "roman kritik" okuyan,
Türkler içinde yalnız kendi olduğu kurunrusuna düşmek. . . Bu
ne gülünecek ve acınacak bir 'megalomani'dir!
Bu memlekette iyi romanlar ve bunlara dair malumat pek
azını ş.
PekaHi ama on senedir irfan bereketiyle eleştirmenin, bu
azlığa çare bulamadığına şaşırılır. Mademki burada iyi ro­
manlar bilinemiyormuş, bir numunecik göstermesinde neden
böyle cimri davranılmış?
Eleştirmen:
"Efendim, edebiyat kıymetini şu düşünceyle domates ta­
kımına indirecek kadar görüş darlığı gösteriyorsunuz."
Şehabeddin Bey görüş sunmaya uğraştıkça cehaletini açık
ediyor. Evvela domates, kendisi Solanees, yani "badincan­
ya"67 ailesindendir ki bitki biliminde ismi ailesine nispetle
yad edilir.
İkinci olarak bu, banotu, tilki üzümü, yer elması ve daha
başka çeşitleriyle yüzlere varan bereketli bir ailedir. Fikir
ve görüş darlığına bunu uygun bir misal zannetmek için
Şehabeddin Bey kadar ileriyi göremeyen ediplerden olmak
gerekir. Bu ana kadar yazdığı saçmalara karşı biri çıkıp da
"Yahu zırvalıyorsun ! " dememiş olduğu için eleştirmen, cahil
cesaretini mesleğinde kendini mazur görecek bu istisnalı de­
receye kadar varmış. Şaşılmaz ...
Eserierime benzetmeyle hakaret etmek istediği domates,
eleştirmenin zatına nispetle şöhreti ufukları tutmuş, büyük

67 Patlıcangiller

276
bir nimettir. Keşke kendinin beğenmediği domates kadar
ehemmiyeti olaydı. Başlı başına, ta olguntaşana kadar çeşitli
pişirilmesi olduğu gibi her yemeğe lezzet ve çeşni verir. Çiğ
de yeni tir. Eleştirmenin hiçbir sözü yenir yutulur gibi değil . . .
A llah tatsızlıkta, verimsizlikte domatesi sana benzetmesin.
Bu onun şeref ve haysiyeti için büyük bir kötülüktür. Değe­
rinin düşmesidir.
Gelelim yine Voltaire'e. .. Zamanının eleştirmenleri aley­
hinde pek acı fakat doğru söylüyor. Diyor ki:
"Bunlar hemen hiçbir şey bilmez. Saçma sapan her bahse
girişirler. 'Akademi 'yi, en namus hı ki m seleri , en iyi eserleri,
saçma olduğu kadar küstahça tenkitlerle hakarete uğratırlar.
Niçin böyle yaptıklarını sorsanız ' Ne yapalım? Biz de geçi­
neceğiz ! ' derler. Fakat kanunun takip ettiği en azı lı, insanlı­
ğın en kötü kişilerinin de saldırı hareketlerinin bundan başka
bir mazereti yoktur : Geçinmek!"

277
İ bretli Bakışiara
Sonuç
Edebiyatımız madrabazlar elinde ihtiyaç aleti oldu. Eski
zamanın "anlayış sahipleri"nin yerine, şimdi "edebiyat" öğ­
retmenleri, edebi eser bombacıları, şöhret kuduzları halef
oldular. Dün istibdadın halkın idrakİnİ boğmaya vekil tayin
ettiği sansürlere karşılık, bugün edebiyatçtiarı öldürmekte
övgü ve ünlenme vesilesi arayan edebi bir kitle ortaya çıktı.
Hayatta olan kalem erbabı aleyhinde reva görülen eleşti­
ri zulmüyle rahatlayamayarak ölülere saldıran; Namık Ke­
mal 'in mübarek kabrine tahrip mermisi firlatan, şöhret gas­
betmek için mezar karıştıranlar; edebiyat bitenleri, edebiyat
mülkünü eleştiri haracına bağladılar. Her taraftan yoksulluk
içinde uyuşan, gıdasız, yorgun ve güçsüz kalan bu millete
her kim kudretince bir fikir mahsulü hediye etse derhal acı
hakaretler, katil mermilerle saldırıyorlar; tepelemek, öldür­
mek istiyorlar. En iyiliksever, en masum, en çalışkan güzellik
erbapları, niyeti en günahkar, en ayıplı göstermeye, en vahim
bir çukura düşürmeye uğraşıyorlar. Bu saldırgan yıkımiarına
karşılık kendileri bir varlık gösterseler ya! Hayır.. . Alem bu
yıkıcıların vicdanları gibi bir hiçlik yerine dönsün . . . Onla­
rın zihinlerinin müsait olmadığı yeni ve güzel bir eseri başka
kimse de yapamasın. İşte bu.. .
Kara Bela unvanlı eseri münasebetiyle Namık Kemal
hakkında yazılan tenkidin sonunda şu satırları okuyoruz:
"Kemal Bey bir sanatkar, hayır. . . Kemal Bey bir eleştir­
men, hayır. . . Kemal Bey yenilikçi bir edip, hayır... Kemal
Bey romancı, hayır. . . Kemal Bey tiyatro yazarı, hayır. . . Ha­
yır..." Kemal Bey bunların hiçbiri değil... Peki ... Fakat bu sa­
tırların yazarı, sen nesin, be hey zıpçıktı ... Nesin? Tahrip için
herkes tarafından tanınan bir vücudu tırmalamaya atılmadık-

278
ça kendini gösteremeyen bir aciz hırslı . . . Mahiyeti, diğer bir
varlığın şöhretine sürtünmedikçe meydana çıkması mümkün
olmayan bir zavallı gölge .. . Işıklar arasında dolaşan bir karal­
tı. . . Bir uğursuzluk, bir edebiyat kasveti .. . En güzel eseriere
bulaşan kirli bir mikrop . . .
Kemal, bir tiyatro yazarı değil . . . Öyle olsun . . . Fakat mil­
let bu son inkılabına erdiği zaman sokaklarda, tiyatrolarda
helecan ve vatanperver bir heyecanla açığa çıkmak için mer­
humun Vatan68 piyesinden, şarkısından başka bir şey bulama­
dı . O eserin kırk senelik unututma ve yasaklanma tozlarını
silerek dolaptan çıkardı. Onunla hürriyet bayramını yaptı.
Türkler bugün yine bir varlık titreyişine düşseler, yürekten
gelen titreyişlcrini yine o şarkının kahramanlık nağmesine
uyduracaklardır. Çünkü meydanda başkası yok. Ey derbeder!
Beş senedir sen ne yaptın? Zaten otuz senelik istibdadın bu­
dadığı edebiyat viraneliğimizin sefil köşelerinde, elde balta,
fırsat bekleyerek, bir tahrip mesleği edineceğine Namık Ke­
mal' in modası geçmiş kitabını arattırmayacak yeni bir eser
niye vücuda getirmedin ve getirmiyorsun? Liyakat ve şöhret
kuşu, öfke silahıyla, küçük düşürme ve öldürme mermisiyle
vurulmaz. Ona kadar yükselecek kudret kanadı lazımdır. Sen
ona, Kemal'e bakabilmek için alçak mesleğinden başını yu­
karıya, pek yukarıya kaldıracaksın. O büyük ölü, edebi, tarihi
heybeti ve büyüklüğüyle senin alçak, değersiz, küçük ismini
daima. . . daima ezecek. Sönük bırakacak. Onun aleyhinde ka­
leminin ebedi kindarlığına sebep de işte budur.
Bu zavallı millet, merhum büyüklerini abidelerle yücel­
temiyor. Senin küfürlerini dinleyerek bari büsbütün günaha
girmesin. Lisanlarımızı, kalemlerimizi, bize iyi kötü eser bı­
rakmış olanların hatıralarını kınamaktan sakınınayı bilmek
de bu hiçlik içinde bir çeşit edep sayılır.
3 Mayıs ı 913
Heybeliada
68 Vatan yahut Silistre, N arnı k Kemal 'in dört perdelik dram ıdır. (Y.h.n)

279

You might also like