You are on page 1of 156

Hekimoğluîsmail

« 1 fr r i e r I r a m ı n d i ı

bir deliyle
EVLENDİM
“r o m a n
bir deliyle evlendim
Hekirnoülu İsmail
H eklm oğlu İSMAİL

1932 yılında Erzincan’da dofc/u. Asd adı, Ömer Okçu’dur. Dedesinin is­
mi olan Hekimoğlu İsmail imzasıyla yazılannı yazdı, böyle tanındı.
Babası, İstiklâl Savaşı sırasında Kazım Karabekir Paşa’nın emrinde 4 yıl
askerlik yaptıktan sonra, memleketine döndüğünde İstiklâl Madalyası’nı sa­
tıp, viran otan evini yaptırdı.
Savaşlar içinde büyüyen Hekimoğlu İsmail’in anne ve babasının okuma
yazması yoktu. Dolayısıyla yazarımız kitap bulunmayan evde doğdu, büyüdü.
Lise tahsilinden sonra Amerika’da elektronik üzerine ihtisas yaptı.
1967’de meşhur Minyeli Abdullah romanını yazdı. O günden bu yana pek
çok dergi ve gazetede yazılar yazan Hekimoğlu’nun, 2 0 ’den fazla eseri var­
dır. Yurtiçi, yurtdışı konferansları da yOzlercedir.
Halen Zaman Gazetesi’nde makaleleri yayınlanan Hekimoğlu İsmail’e,
Harran Üniversitesi tarafından Edebiyat Doktoru ünvanı verilmiştir.
1950’den itibaren çeşitli zamanlarda yazılan yazıları dolayısıyla mahker
melere verildi.
Heldmoğlu 1953‘den beri sigara parasını kitaba verip, bir ömür boyu ta­
lebe gibi çalışmıştır.

Eserleri:
■ Minyeli Abdullah (Ron»n) ■ Menan C in le ri (H ikâyeler)
■ 100 Soruda Bediüzzaman ■ B ir M illet U yanıyor
■ Sonsuza Yürüyüş ■ D üşünceler
■ Müslüman ve Para ■ Yo ku ş
■ İlim ler ve Yorum lar ■ Yapraklar
■ Derdim i Seviyorum (5 cilt) ■ N eye N asıl Inanınm ?
■ ölüm Yokluk mudur? ■ İnsan Bu
■ Mum ■ Sevdalı Ş iirle r 1-2 (A ntoloji)
■ Güneşi Arayan Adam ■ İyiliğin Kaynağı
■ Mehmed A k if e G ö re... ■ T efekkü r
■ Hayata Düşülen Dipnotlar ■ A k ıl ve G erçe k
■ Sibel (Roman) ■ İslam Tarih i
■ Maznun (Roman) ■ B ir D eliyle Evlendim (Rom an)
G ö z l e r im i açtığımda uykunun zerresi yoktu. Saate bak­
tım beşi geçiyordu, güneş daha doğmamış. Gece lambasının
pembe ışığı odamı doldurmuş. Buzdolabının sesine canım sıkıl­
dı, saatin tık tıklan ne ise... Kalktım, perdeyi açıp, cama dayan­
dım, masmavi gökte geceden kalan birkaç yıldız... Çok, ama
çok hafif bir meltem... Ya çiçekler... Renk renk çiçekler, minna­
cık yapraklar, hepisi dünyaya gözünü yeni açmış... Ben de dün­
yaya gözümü açüm; uyanmasaydım, gitmiştim.
Şehir öylesine sessiz, evlerin pencereleri kör, yollar donmuş
ırmaklar gibi, arabalann canı çıkmış... Keşke bir kedi yahut kö­
pek görünseydi... Keşke, evet keşke demeye kalmadan kuşlar
imdadıma yetişti. Kuş olmayı ne kadar çok isterdim, uçup git­
sem, ama nereye? Yine cevapsız sorular beynimi tırmalıyor. Ne
kadar güzel bir sabah ve ne kadar huysuz sorular...
Sabaha çıkmak, gecenin karanlığından, günün aydınlığı­
na... Ciğerlerimi şişirebildiğim kadar şişirdim, derin bir nefes
aldım; “Oh ne kadar güzel!”
Acaba karanlıkla ışığın kavgasımı var? Yoksa gecenin ka­
ranlığı, ağaran saçlarını yolmak mı istiyor?
Yine mi sorular? Sorusu olmayan bir dünyada yaşamak is­
terdim.
Kendime geldim, ben şu dünyada yaşıyorum... Dünyayı ve
kainaü bildiğim kadanyla hayal ettim, çok büyük bir âlemde
çok küçüğüm... Hayata bir mana veremiyorum, pencereyi o
âlemin yüzüne kapattım, perdemi güneşe açtım, şimdi bir çay
içmeliyim, belki iki lokma kek, yanan yüreğime bir bardak
su... Ben neyim? Aynalar siz söyleyin bana, ben kimim?

1978 yılmın mayıs ayma yeni girmiştik, takvimleri tü­


keterek bugüne geldik, bir yaprak daha kopardım: “Ömrümün
bir günü daha gitti” diye mınidandım. Takvim yaprağına bak­
tım, baktım; okumadım, onu yırtmak istedim, geçen günlerim
gibi; çöpe atmak istedim; çöpe atılan yıllanmı hatırladım, içim
sıkıldı. Ben bir şeyler istiyordum, ne istediğimi bilmiyordum.
Ben bir şeyler olmak istiyordum, ne olacağımı bilmiyordum.
Ben, bir bedende yaşıyan iki ruh muydum? Beni herkes tanı­
yor ve biliyor; bir ben de var ki, onu sadece ben biliyorum. Bir­
denbire irkildim, “Bildiğim beni, aslında ben de bilmiyorum.
Sadece onun varlığından haberdarım. Ellerimle tutamıyorum,
gözlerimle göremiyorum. Uyku, dünyaya çekilen perde; rüya­
lar, bir başka dünyanın kapısını açar. Demek ki iki türlü dün­
yada yaşıyorum...
Hayaller ve gerçekler de birbirine zıt iki dünyada beni ya-
şaüyor.
İnsanlara elimi uzatmak istiyorum, gül ile diken...
Göğsümdeki düğümü çözemiyorum, gönlüme nazım geç­
miyor.
Lord Byronü hatırladım. O, Iskoçya üzerine çöken koyu
karanlığın içinde büyüyünce; çektiği çileler yetmiyormuş gibi
geleceğini de kederli gördü, çok kötü bir şekilde öleceğini dü­
şündü, kayıtsız yaşadı, yaptığı evliliklerin hiçbirinde mesut ol­
madı, en sadık hanımını çıldırmanın çizgisine getirdi. Çocuk­
larına sahip çıkmadı. İngiltere, İspanya ve İtalya’da dolaştı, Yu­
nanistan’da can verdi, “ölmeyen zincirsiz düşüncelerin, zin­
dan da bile seni aydınlatır. Seni kalbinde saklıyanlar varsa bil
ki orası sevginin yuvasıdır” diyen bu şair ne yazık ki kendini
idare edemediği halde başkalarına çok şey söyledi; çoklarına
çile çektirdi. Acaba ben de öyle miyim?

H a y a t t a tek teselUm, tek dayanağım okul. Arabamı park


ettikten sonra çiçeklere, çimenlere baktım. Bunlan, kuşlan, ke­
lebekleri neden çok seviyorum? Kumar makinalanm görünce
kaşlanmı çattım. Bazılan 25 sent atarak şanslanm dener. Bir şey
çıkmazsa “Allah belasım versin” der giderler. Kuman bu dün­
yanın dışına atamadık, 25 sentliğine razı olduk. Makina öyle
ayarlanmış ki muüaka firma kazanıyor.
Odama girdim, her günkü gibi temiz ve düzenli. Bir kaç
bisküvide, bir bardak portakal suyu geldi, hemen hemen her
sabah böyle... Az kalsın unutacaktım, burası Amerika; ben In-
diana’da İngilizce öğretmeni Selena...
İçeri bir genç girdi. Oooo, ben bunu çok iyi tanıyorum öğ­
rencim... Çok uzak diyardan gelmiş, ismi Şeref, ben onu Ho-
nor diye çağınnm.
- Günaydm öğretmenim...
- Günaydın...
Şerefte bir tuhaflık var, devam ettim:
- Doktora tezi falan nasıl gidiyor? Ben hâlâ senin öğretme­
ninim...
Elini cebine atınca irkildim, bir zarf çıkardı:
- Öğretmenim bu zarfı size verebilir miyim? dedi.
Tuhaflık sırası bana gelmişti. Zarfı, daha doğrusu mektubu
aldım, zarfın ağzı açıktı, baktım;
- Okuyabilir miyim?
“Ben gittikten sonra okuyup, beni çağırsanız” deyince, alı­
şık olmadığım bir halle karşılaştığımı anladım, merakım büs­
bütün arttı:
- Oturabilirsiniz...
Yer gösterdim, oturdu. Mahcup bir tavrı vardı, mektubu
okudum:
“Sevgili öğretmenim, sarhoş eşinizden aynidığmızı söylemiş­
tiniz, istihareye yattım, sizinle evlenmemin hayırlı olacağını an­
ladım, teklifimi kabul ederseniz sevinirim. Saygılanmia, Şeref.”
Katıla katıla güldüm. Öğrencilik yıllanmda böyle teklifler­
le karşılaşmıştım, onlara kulak asmadım. Fakülteyi bitirip,
ekonomik bağımsızlığıma kavuşmak istiyordum. Öğretmen­
ken de üstüme dikilen her göze aldırmadım, birine saplandım.
Çok iyi bir çocuktu, fakat içince başkalaşır, bazen aşkını ilan
eder, bazen de tekme, tokat ne varsa sallardı. Kısacası yağmu­
ra benzerdi bazen sel olur her şeyi yıkıp, alıp götürürdü, bazen
de rahmetti. Bir insamn keyfine tabi olamıyacağınu anlayınca
onu sepetledim; şimdi bir baş belası daha çıktı. “Derse girece­
ğim, seninle bir gün bir çay içip, bu mektubun hesabını sora­
rım" deyip, onu da defettim.
D a ğ IN eteğinde bir kafetaryaya oturduk, önümüzden
geçen yol, şehiri haurlaürken; bir tarafta yükselen dağ, öte
yanda uzanan ova ve uçsuz bucaksız gibi görünen bir kırda,
küçücük bir konaklama yeri ve bir masada Şerefle ben...
- Şeref, senden 5 yaş büyüğüm...
- Biliyorum.
- Dulum...
- Biliyorum.
- Sen Asyalısm, ben Amerikalı...
- Biliyorum.
- Peki kuzum bu istihare de ne?
Belli ki hazırlıklı gelmiş, çantasından çıkardığı bir kitabı
açtı okudu, cevap verdim:
- Sen Müslüman’sın, ben sadece Allah’a inanıyorum, kili­
seyle de aram yok...
- Biliyorum.
- Sen camiye gidersin, ben gelemem...
- Biliyorum.
Güldüm “Biliyorum, biliyorum” diyen bu adam öğrenciy­
ken pek de parlak değildi. Acaba birdenbire başıma erkek mi
kesildi, lafı kısa kesiyordu: “Biliyorum...”
Ne ise bu hal, benim için bir eğlenceydi; monoton dünya­
mı renklendirdi. Onunla görüşerek Asya’nın kapısını açtım,
sonra kapanp, eve döndüm. Sahi, lokantanın parasını o öde­
mişti, arabasıyla beni evime kadar getirdi; arabadan inerek be­
ni uğurladı, “öğretmenim" diye hitap ediyordu. Barbar sandı­
ğım insanda bu centilmenlik hayret doğrusu!
K o n u y u anneme açtım. “Bir kafirle m i?” diye cevap ver­
di. Ne ise ona göre ben de kafirim, güldüm... Babam duysa so­
murtur, düşünür, filozofça laflar eder: “Bir insanın kendine
yaptığı kötülüğü hiç kimse yapamaz. Fakat iyilik nedir? Birisi
için iyi olan diğeri için kötü olabilir. Bu sebeple sosyal hayat
karışıktır...” Zaten kardeşlerimin de her biri bir telden çalar;
yine de bir aileyiz. Şeref bu ailenin içine bomba gibi düşebilir.
Fakat ben, evet ben...

Ş e REF’İ eve getireceğim, annem tedirgin, babam gözetle­


mede...
Lacivert elbise giymiş, beyaz gömlek, sade bir kravat, elin­
de buket ve pasta kutusu... Bana göre Amerikalı’nın mukallidi
bir adam, adam sayılır işte...
Niçin böyle şeylerle meşgulüm, diye canım sıkıldı.
Annemin ve babamın elini öptü, tam Asyalı... Sorulara kı­
sa kısa cevaplar verdi. Annem Hıristiyanhk’tan, Şeref İs­
lam’dan söz açmadı, her ikisi de tel örgüyü aşıp, yasak bölge­
ye girmedi. Her ikisi de dinine bağlı, her ikisi de birbirine ka­
fir gözüyle bakıyor, bana da tebessüm etmek düşüyor. Ne de
olsa ebeveynimin karşısında fakülte mezunu, doktorasmı ver­
miş birisi var.
- Amerikan vatandaşlığına geçecek misin?
-Düşünmedim...
Babamın bunu sormasındaki gaye evliliğin hedefini anla­
mak içindi.
Ne ise bombanın pimi çekilmeden tanışmayı tamamladık.
Annem sordu:

10
—Kızım kararlı mısın?
—Henüz değil...
Annem kızdı:
—Şimdi ki gençler de burnundan kıl aldırmıyor, iki keli­
meyle cevap veriyor, konuşsana be...
Ne konuşacağım? Ben, bir oyun oynuyorum... Tabii bunu
içimden söyledim.

DOSYALARIMI karıştırırken kadın yazarlar bölümüne ta­


kıldım.
Misyoner ana-babanm çocuğu olan Peari Buck Amerika’da
doğup, Çin’de büyümüş. Evlendikten sonra Çin’de 5 sene do­
laşmış; aç kalmış, tehdit edilmiş. Doğuyla Batı arasındaki farkı
görmüş yaşamış. Eserleri armağanlar kazanmış. Çinli için bir
avuç pirinç neymiş ve Amerika’da aile kavgaları, bu acı gerçek­
leri tatmış...
39 yaşında ölen Charlotte Bronte ise 3 roman yazabilmiş.
Bir papazın kızıydı, bir rahiple evliydi. “Benim gerçekten bir
dostum olsaydı, düşmanlarla dolu bir evde yaşıyabilirdim” di­
yen bu dev kadın, dost bulamamanın ıstırabıyla kıvranmış...
“Hangi işe yaramaz çıkardı dünyada aşkın olduğunu” di­
yen Rus şairi Anna Ahmatova, evlilik hayatını sürdüremediği
gibi, Stalin zamamnda da mahkum olmuş.
Taylor Caldıvell’in “ölüm Hanedanı” beni çok duygulan-
dırmışü. O, karanlık bir âlemde yaşarken, dünyada ışık ara­
mış...
Virginia Woolf iç dünyasında dolaşan, dış dünyaya dargın
olan bir kadın. Matbaacılık, kitapçılık yapmış, kitaplanm ken-

11
di basmış, defalarca intihara teşebbüs etmiş ve İkinci Dünya
Savaşı’nda 60 yaşındayken intihar etmiş... “Perde Arası” roma­
nı yarım kalmış, onu da o şekilde yayınlamışlar. İntihar olayı
kaüuna takıldı, takılıyor...
Bir erkek, bir kadım dansa kaldırır, onun yanındaki kadın
dikili kalır. Bugün dans eden de yarın kavelyesini bekliyecek...
“Hayır ben böyle olmamalıydım!” derken, baktım ellerim boş­
lukta kaldı.
Modem dünyanın kahredici ve umutsuz havası insanları iç
dünyasına itiyor ve yazarlar, kendi dünyalannı yazıyor...
Ey ceheımem, ateşin sönsün artık, biz burda cehennem ha­
yatı yaşıyoruz.
Yalan mı?

E r k e k l e r , hammlan çaya veya yemeğe davet eder ama


bizim yobazın böyle şeyler yapacağı yok; ister istemez onu ye­
meğe davet ettim. Bu adamı tanımak istiyordum, ağzı kokuyor
mu? Ne bileyim nasıl birisi? O da beni tanısın, istemezse yol
yakınken dönsün...
O akşam bizimkiler sinemaya gitmişti, evde kimsecikler
yoktu. Şerefle konuştuk, şakalaştık ve yattık...
Hemen kalktı banyo yapıp, elbisesini giyindi: “Rab’bim be­
ni af et” diye ağladı.
Aaa bu da ne? Kocaman adam ağlar mı? Ağlayacak ne var?
Bizim yapımız böyle, canımızın istediğini yapıyoruz. Bu hal,
yaratana karşı neden suç olsun? O, bizi böyle yaratmış, biz de
yarattığı gibi yaşıyoruz...
“Canlılar içinde sadece insan din sahibidir. Hayvanlar ca-

12
nınm istediği gibi yaşar, insanlar dinin istediğini yapar..." de­
mez mi?
Nevresimi üzerime çekip, onu dinledim. Düpedüz bana
hayvan demişti, ama bir gerçeği de söylemişti. Gerçeği söyler­
ken değneğin ucu bana değdi. Zaten bir maceraya aulmışttm,
uçurumun kenarında yürüyordum... Elbisemi giymeden kalkıp
oturdum:
- Niçin ağladınız?
- Nikahsız evlenmek haramdır...
- Yani sen benimle evlensen, başkasıyla yemeğe gitmez mi­
sin?
- Allah korusun...
Şerefe kanım kaynadı, bu adam sadece benim olacak...
Ayağa kalktı, mahcup bir çocuk gibi ellerini önünde bağ­
ladı: “İzin verirsen gideyim”, dedi.
- Beni öpmeyecek misin?
- Haram...
Ellerimi böğrüme bastım, katıla katıla güldüm.
Hiçbir şey yemeden evden aynidı. Yatağımı düzelttim, kar-
mmı doyurup, mutfağı temizledim, televizyonu kapatıp, pen­
cereden baktım, dünya yerinde duruyordu.
Kahvemi yudumlarken sigaramın dumanlannı seyrettim.
Dinin organizmaya tesirini ilk defa gördüm. Organizmanın
evet dediğine, din hayır diyor ve bu insan organizmamn emri­
ne değil, dinin emrine uyuyor. Ben rahibi dinlerken bile “hep
laf la f’ derdim. Çünkü ona yaklaşsam Incil’i atıp, bana sarılır...
Fakat bu delikanlı, acaba zikzak çizecek mi? Bugün böyle,
yarın başka başka türlü olacak mı? Düşüncelerimi süpürüp
çöplüğe atamam ki... Yalnızlığın dünyasmda kendime bir ar­

13
kadaş bulurum ümidiyle raftan bir kitap çekip, aldım. Fakat
Şeref dünyamı doldurmuş, okuduğumu anlamıyorum...

Annemin batın için kilisede, Şerefin isteğine uyarak da


evde nikah kıyılacaktı. İki dine göre iki nikah ve bir aile orta­
ya çıkacaktı. Beni en çok düşündüren tebrik edenlerin beni öp-
mesiydi. Bunu Şerefe anlattığımda; “Bizim örf ve âdetimizde
böyle şey yok. Herkesin önünde ben de seni öpemem, dedi.
Anlıyorum Amerika’da Asya filmi çeviriyorduk... İyi ama “Be­
ni öpmeyin” diye boynuma bir levha aşamam ki... Ne ise buna
da bir çare bulduk. Giyeceğim şapkanın üzerinden bir tül sar-
kıtacakuk, öpmek isteyenler tülü öpecekti veya öpmekten vaz
geçecekti. Herhalde Asya’ya gelin gittiğimi bilip, davranışları­
nı değiştireceklerdi.

I k I odası, bir salonu olan bir ev tuttuk. Bizimki her ne ka­


dar hocam, öğretmenim dese de erkekliği tutup: “Eşyaya mah­
kum olmayahm” diye talimat verdi. Eski evimden kalan eşya-
lan getirttim, ihtiyacımız olanlan aldık, benim için önemli
olan Şerefle oymyacağım roldü. Her düşüncenin sonunda bir
“Acaba?” vardı... Şüpheler içimi kemiriyor...

I k INCİ taliman aldım:


- Ben ne yaparsam sen de onu yapacaksın...
- Yani sen damdan atlarsan ben de athyacak mıyım?
- Güzel bir mizah...

14
Güldü, yüzüme baktı ve anlattı:
- Ben içki içersem, sen de iç. Ben sigara içersem, sen de iç.
Ben kız arkadaş edinirsem sen de edin. Ben plaja gidersem sen
de git...
Endişeyle, biraz da korkuyla sözünü kestim:
- Yani sen içki içecek misin?
İki elini kaldırdı:
- Allah korusun, asla, haramdır... Sigara da içmem... Kız
arkadaş haram, plaja da gitmem...
Rahatladım ve sordum;
- Ben Müslüman değilim, İslam’a uymak zorunda mıyım?
- Her iyi insan İslam’a uyuyor, demektir.
- Şimdi ben içki içmiyorum, içkiden nefret ediyorum, İs­
lam’a uyuyor muyum?
- İslam içkiyi haram etmiş, İslamiyetten haberi olmayan
birisi de içkiden nefret ediyor, ikisi bir noktada bütünleşmiş...
Çünkü insanı yaratan Allah, İslamiyet’i göndermiş, bunun için
iyi olmak isteyen her insan bilmeden İslam’ı yaşar.
Öğrencimin öğretmen olmasına güldüm:
- Kuzum, isteklerini şu kağıda yazsana...
Bana göre bu yazılı bir imtihandı; o da kalemi, kağıdı eline
alıp yazdı:
1- İçki, sigara yok.
2- En yakın akraban da olsa bir erkekle yalnız kalmak, gez­
meye çıkmak yok.
3- Nereye gittiğimizi ne yapağımızı birbirimize söyliycce-

Bunlan okuyunca:

15
- Zannettim ki Müslüman olacağız, çocuğumuza İslam is­
mi vereceğiz, kısacası müslüman, İslamiyet, din deyip bir şey­
ler yazacaktın... Halbuki tabii ve genel kaideleri yazdın.
- İyi insan Müslüman olmasa da İslam’ı yaşar...
Evet yanılmamışım, bozkırların ve geri kalmış ülkelerin
çocuğu olan bu adam, bir şeyler biliyor ve anlatıyor, öğüdü yu­
vadan almış...

S o k a ğ a çıktığımızda elimden tutmuyor, yetmişlik ihti­


yarlar gibi tm ün yürüyoruz. Sevişen iki genci gösterdim:
- Bak ne güzel...
- Onlar kan-koca değil; kan koca olsalardı evde sevişirler-
di. Onlar, sokakta birbirini bulmuş sevişiyorlar... Sokakta sevi­
şen yalnız bu gençler değil, kuşlar, kediler, köpekler hepsi so­
kakta sevişir... Medeni hayvanlann, sayısı oldukça fiazladır.
Bu küçük adam, kocaman laflar ediyor, hayret...

K a f in in açıldığmı duydum bu, Şereften başkası olamaz;


evin anahtan ikimizde var. Sigarayı saklamayı düşündüm, hem
geç kalmıştim, hem de gereksiz. Bana bakü, mutfağa gitti, iki
fincan kahveyle döndü:
- Kahveyle sigara daha iyi gidermiş, dedi.
Eğer kızmasaydı kahveyi benden beklerdi, kendisi getirdi­
ğine göre kızmış...
- Sizi üzdüm mü?
- Koyunlar sigara içmezmiş...
- Yani sen koyun musun?

16
Başını eğdi, yine öğrenci tavrını takındı;
- Koyunun hiç kimseye zararı yok, acaba ben de zararsız
bir insan olabilir miyim?..
- Anlıyorum, bu mereti içmekle sana zarar verdim...
Yine bir taş yuvarladı:
- Sigara içenler doktorlann işini artırıyor, Azrail’in de işini
kolaylaştırıyor.
Bu veciz cümleye bayıldım, hemen kül tablasına basıp, si­
garayı söndürdüm:
- Arkadaşım hediye etmişti, dayanamayıp bir tane yak­
tım...
Gözünü bir noktaya dikip, mırıldandı: “Nefs-i emmareye
itimat edilmez!”
Kalktım;
- Ne, ne?
- Nefs-i emmare, yani emreden nefis... Organlarımız sü­
rekli bir şeyler ister; bu istek emirdir, o emre uyarız...
- Organlarımızı yaratan Allah değil mi?
- Evet.
- Öyleyse kötülükleri yaratan da Allah’tır...
- Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur, insanın yaptığı
işlerde kötülük aranır...
- Açıkla...
- Tütünün yaratılmasında pek çok hayır bulunabilir; içme­
sek zararı olmaz.
- Canım istiyor?..
- Hayvanlar canının istediğini yapar, Müslümanlar da Al­
lah’ın istediğini...

17
Bu ifade yenilir, yutulur gibi değildi. Bir an düşündüm ben
öğretmen miyim, yoksa şu yobazın kansı mı?
Her şeyden önce öğretmenim, o da öğrencim, imtihana de­
vam;
- Sigara ve içki içen Müslüman var mı, varsa bu gerçeği na­
sıl açıklarsın?
- Müslümanlar da insan...
- Yani hayvan...
Ayağa kalktı, öğrenci tavnnı takındı:
- Hocam, biyolojide insan, memeli hayvanlar smıfından-
dır...
- Aferin bu noktayı iyi yakaladın. Şimdi bu hayvanı nasıl
insan edeceğiz değil mi?
- İslam! iman, Müslüman’ı haramlardan geri çekip, helala
sevk eder.
Paketten sigaraları çıkardım, parçalayıp, bıraktım. Bana
dikkatlice bakan Şerefe döndüm;
- Sana saygılı olduğum için...
- Çok çok teşekkürler...
- Yani imanın çeşitleri de mi var?
- Her ideoloji bir imandır; öyle bir iman ki, onun uğruna
hayatını verenler var...
Salonda dolaşmaya başladı; soğuyan kahvesini bir yudum ­
da içti; artık o, bir öğrenci değil, savaş meydanında, mevziler­
de dolaşan bir kumandandı;
- Buda’nın heykeline tapanlar; Hindli’nin öküzüne secde
edenler; parayı her şeyin üstünde tutanlar; zevklerini tatmin
için başkasımn gözyaşında yelken açanlar; herkes, ama herkes
imanlıdır. Herkes mutlaka bir şeye inanmıştır, böylece iman

18
eksi ve artı rakamlar gibi ikiye aynhr... Allah’a Müslümanca
inanmak pozitif, diğerleri negatiftir.
- Sana bir aferin daha, benden 100 aldın. Demek ki insan­
lığın beşiği olan Asya’da daha çok fikir tohumlan çiçek açacak.

S a a t 5 . Arabamla üniversiteye gidip, ŞerePi aldım, gayem


gölün kenanna gidip, orada bir şeyler yeyip, yeni yöreler, yeni
insanlar görmekti. Şeref: “Sana yemek yapayım...” demez mi?
Doğrusu sürprizdi bu. Markete uğrayıp, et, patlıcan, soğan, bi­
ber aldık. Hepsinden yanmşar kilo. Eve gelince kollan sıvadık,
yıkadık, temizledik, sonra doğrayıp, hepsini bir tencereye
bastık. Yarım saat sonra yemeğimiz hazırdı. “Böyle de yemek
olmaz ama ne ise tadına bakayım” dedim fakat hoşuma gitti.
İki tabak üst üste yedim.
- Eee, artık sen evde otur, yemek falan yap, ben de para ka­
zanayım...
Gözlerime manalı manalı baktı;
- İnsanlar dünyayı tersine döndürdü, tabii biz de onlardan
biriyiz, niye olmasın...
- Kadın, erkek eşit değil mi? Hep kadınlar ev işini yapacak
erkekler para kazanacak değil ya... Bak, elinden de geliyor, iş­
te otur evinde...
- Oturmayı otururum amma çocuk doğurma işini de bana
yüklersen ne yapacağım?
Kaşığı masaya vurup bağırdım:
- Harika!
Bir, iki lokma daha atnm:
- Şeref...

19
- Buyur hocam.
- Günlük tutuyorum, biliyor musun?
- Yooo.
- Ne ise aklıma esen konulan yazıyorum, bunlar seninle il­
gili...
- Ezip, suyunu içersen şifa olur.
- Bakalım, başını ağrıtacak mı?
Peçeteyle ağzını sildi:
- Ben razıyım...
- ismi hoşuna gitmeyebilir.
“ Biricik kocam Şeref, diye yazarsın değil mi?
- Aaa, ne kadar da iyimsersin...
- Senden hep iyi şeyler bekliyeceğim.
- Öyleyse o iyiliklerden birini söyliyeyim: Bir deliyle ev­
lendim...
Yüzüme bakakaldı, devam ettim:
- Günlüklerimi kitap haline getireceğim, ismini de BÎR
DELl İl e e v l e n d im koyacağım, ne o, hoşuna gitmedi mi?
- izin ver biraz kafamı toplıyayım...
- Anladım, aparküt yemiş gibisin.
- Bir hoca efendiden dinlemiştim. Emevi Halifelerinden
Ömer bin Abdülaziz’e sormuşlar: Sen sahabeyi gördün onlar
nasıl insanlardı?
O da cevap vermiş:
- Siz onları görseydiniz deli derdiniz, onlar da sizi görsey­
di, bunlar kimdir diye hayret ederdi... Sizin bana deli demeniz
ümit ışığım oldu.
- Müslümanların yaşayışı bu kadar farklı mı?

20
- Fakat bana deli demenizin sebebini öğrenmek isterim...
- Amerika’da insanlar içki içmeden yaşıyamayacagım zan­
nederken, sen içmiyorsun. Cinsi hayatın güçlü olduğu halde
başka kadınlarla yaşamıyorsun. Kumar, aklından geçmiyor...
Kuzum, hüküm ekseriyete göre verilir, eğer bu insanlar akıllı
ise sen delisin. Zaten hiç kimse de deliyim demiyor ve demez
de... Öyleyse herkes akıllı, onlar gibi yaşamayan deli.
Ayağa kalktı, ceketinin önünü düğmeledi, selamladı:
- Sevgili eşim ve biricik öğretmenim, bu teşhisiniz için
hürmetlerimi arz ederim.
Onu alkışladım.

H e RGÜN okulda aynı dersleri veriyorum, hergün aynı


kelimeleri, aynı cümleleri öğretiyorum. Teybteki kaset gibi­
yim, bitince tekrar baştan başlıyorum. Zaman zaman öyle sıkı­
lıyorum ki, içim daralıyor. “45 dakikalık bir derstir, bu da bi­
ter” demesem, dayanamıyacağım. Eve geldim, bizimki de se­
lamsız, sabahsız eve girmez mi, patlıyacaktım ki, o sordu:
- Yanındaki erkek kimdi?
Doğruldum;
- Ne demek istiyorsun?
- Yanmdaki erkeği sordum...
- Akrabam...
Vazoyu aldı, hızla masaya vurdu:
- Konuşmuştuk, bu gibi hallerden uzak kalacaktın!
Beynim attı “Öyle vurulmaz, böyle vurulur” diye, vazoyu
duvara çarptığım gibi param parça oldu. Tabağı yere çarptım,
masayı devirdim, avazım çıktığı kadar bağınyordum;

21
- Asyalı yobaz, barbar adam, adam olduğunu mu sanıyor­
sun? Çık evimden def ol git!
Renginin sarardığını hissettim, elini cebine sokup, anahta­
rı çıkardı; “Gidiyorum” deyip, çıktı, gitti. Ben hâlâ bağırıyo­
rum. Odalan, mutfağı dolaştım, sanki dövecek birisini arıyor­
dum. Ne içki, ne sigara var... Bir yudum su içip, bardağı da ye­
re çaldım. Salona geçtim, televizyonda bir film vardı, adam el­
lerini uzatırken: “Sevgili kancığım” dedi, “Yalan” diye bağır­
dım, kül tablasını fırlattığım gibi televizyonun tüpü korkunç
şekilde patladı. O zaman aklım başıma geldi. Evde eşyanın az
olması büyük bir yangım önlemişti. Cam parçalan beni de ya-
rahyabilirdi. Ne oluyor, intihar mı ediyorum? Hemen şirkete
telefon edip, televizyon istedim. Onlan beklerken, beynimin
uyuştuğunu hissettim, büyük bir şok geçirdim.
Televizyonu getirip, taktılar, çalıştırdılar, cam parçalannı
süpürdüler.
Lütfen televizyonu kapatınız, faturayı üzerine koyup gidi­
niz, teşekkür ederim, dedim. Gittiler.
Perdeyi araladım, karanlık bütün ağırlığıyla çökmüştü.
Her taraf karanlık ve ben yalnızım. Hırsım geçmemişti, elleri­
mi yüzüme kapatıp hüngür hüngür ağladım. Telefon çaldı,
korkarak ahizeyi kaldırdım, annem.
- Anneciğim banyodayım, daha sonra seni anyacağım,
öperim, deyip kapattım.
Banyoya girdim, sıcak su beni rahatlattı.
Akşam yemeğini yememiştim, açlık hissini duymuyordum,
acı bir kahve içtim.
Hayatım şimşek gibi hayalimden geçti, inişler ve yokuşlar.
Hayır hayır hep yokuşları, nefesim kesildiği noktalan hatırla­
dım. Hep dikenleri hatırladım, gülleri hatırhyamadım. Bu ge­
cenin sabahı olmayacak sandım.

22
- Ya geri dönerse...
Hayır dönmesin, onun yüzüne bakmam, onunla yatmam,
ne cehenneme gidecekse gitsin. Zaten anahtarlar bende, gelse
de kapıyı açmam, yine kovarım.
İlaç dolabını kanştırdım müsekkinler... Bunlardan biri uy­
kuyu artınrmış. Ondan bir tane içtim, bir daha... Hayır. İlacı
yastığımın yanına koydum “Uyanırsam iki tane içeceğim,
uyanmazsam, kurtuldun ey ilaç" diye söylendim.
Dünyayı bitiren uyku, beni bir başka alemlere götüren uy­
ku, beni benden alan uyku...
Saatin zilini bastırdığımı hayal meyal hatırlıyorum, yine
uyumuşum.
İlk defa dersime geç kaldım, kamım zil çalıyor, koşuşturu-
yomm. Bu koşu bana hayatı sevdirdi. Şimdi okulu ve dersleri­
mi sevdim, mutlaka şevkle, heyecanla dersimi vereceğim, gü­
zel cümleler kuran, telefuzunu doğru yapan öğrencilerimi teb­
rik edeceğim...
Sanki yolda giderken kaza olmuş, ben arabamla beraber
her şeyi bırakıp, işimin başına dönmüşüm. Gerilerde bir şeyler
kalmış, yüreğime iğne gibi batıyor, asıl dram bu akşam başla­
yacak anneme gideceğim “Şerefin işi çıktı" diyeceğim, annem
“Yine m i?” diyecek, babam: “Arabaya binmek kolay ama, bir
de arabayı çeken ata sor...” diye tecrübesini, ilmini ve fikrini
bohça gibi önüme serecek...
Geçmişte bir akşam, evet o akşam, babam da, anam da
epeyce nasihat etmişti, öylesine bağırdım ki yer gök inlemişti.
Sonra sokağa çıkıp, arabama atlayıp, dağ, taş demeden sür­
müştüm. Ne yollar, ne de gece bitti. Bir yanda mendebur ko­
camı, öte yanda ebeveynimi ve bir de kendimi laboratuvara al­
dım. “Adam gibi davransınlar” diyerek suçu onların üzerine
atıp, kurtulmuştum.

23
Dişim ağrısa çektirip, kurtulurum. Çıbanım olsa neşter at­
tırırım. Kalbimdeki sızının dermanı ne?
Yine babamın evine gittim, yemeği beraber yedik, hiç şüp­
helenmediler. öyle ya çiçeği burnunda yuva da yıkılır mı? Ki­
tap okuyacağımı söyleyip, odama çekildim.
Wilhelm Wundt’un kitabını kanştırdım: “insanın kendini
gözetlemesi içe bakıştır. Hatta bir başka insana ne düşündüğü­
nü, ne yaptığını sorsak, onun anlattıklarını, kendi sübjektif
hallerimizle anlamaya çalışırız. Önemli olan, insanın kendini
anlamasıdır. Kendini anlamayan, başkasını anlamakta zorluk
çekecektir. Zaten psikoloji içe bakışla başlar ve devam eder...”
“Yine mi nasihat?” diyecek oldum, elimdeki ilmi bir eser­
di. “Ben de nasihat ediyorum” diye söylendim. Yıkılmış duva-
n yapmak zor, virane de oturmak mümkün değil.
içki, uyuşturucu, diskotek, bunlann hepisi hayalimi dol­
durdu. “Bu yollara sapanlar süründüler” diyerek hayalimin
şerrinden kurtulmaya çalışıyordum. Bir insan her şeyi yapacak
durumda olmamalı. Esirleri hatırladım, hayata bir mana vere­
medim. iyi nedir, kötü ne? Ben neden en güzel şekilde yaşıya-
mıyorum?
Sabahın ışıklan sadece odamı değil, içimi de aydınlattı.
Penceremi açıp: “Hey beni bu sabaha çıkaran Rab’bim, bu gök­
ler, bu ağaçlar ve bu kuşlar, ben de senin eserinim, sana bin­
lerce teşekkür” dedim.
Kahvaltıyı hazırladım, annemi, babamı çağırdım, masaya
otururken annem söyleniyordu: “Kuşu uçurduk, böylesine sa­
adetlerden mahrum kaldık.”
Az kalsm diyecektim ki, “Kuşun kuyruğunu tuttun...”

24
H e r k e s gibi arabadayım, yollardayım, herkes gibi işimin
başındayım, herkes gibi gülüyorum, konuşuyorum fakat her­
kes gibi değilim, benim göğsümde bir taş var, ağır mı, ağır...
Akşam, şu güneşin batışım hiç mi, hiç sevmiyorum. Her
akşam bir hüzün çöker içime. Kim bilir hangi saadet rüzgarla­
rı o bulutları dağıtır?..
Eve döndüm. Artık alışmalıyım, bu evde yalnız yaşamaya,
yalnız kalmaya, yalnız, yalnız, yalnız... Yalnızlığa alışmalıyım.
Temizlik yaptım, kahvaltı türünden bir şeyler hazırladım, in­
san tek başına da bir şey yiyemiyor.
Zaman geçmek bilmiyor, saatin zalimliğini şimdi daha iyi
anladım.
Banyodan çıktım, deli gibi çini çıplak dolaşıyorum. Tele­
fon:
- Selena Hanım, ben Şeref...
“Ben ne zaman hanım oldum be?” diye bağınp telefonu ka­
pattım. Haine bak, sevgilim, hocam demiyor da, Selena Ha­
nım... Sanki yedi yabancı...
Kendimi yatağa attım, yastığa sanidım, niçin ağladığımı
bilmiyorum, gözyaşlanm su gibi akıyor, “Beni anlaşana” diye
inledim.
O akşamı Kızılderililer filmini seyrederek erittim.

H a t i r a defterimi kanştırdım: “Emreden nefise nefs-i


emmare denir. Dünyaya gelen her çocuk nefs-i emmareyle ge­
lir. O, canının istediğini yapar. İnsan büyüdükçe, ilmini artır­
dıkça, siyahı beyazdan ayırdıkça nefs-i levvameye geçmelidir;
yani kendini kınıyabilmelidir; “Neden şu sözü söyledim, ne­
den şöyle hareket ettim...”

25
Daha fazla okuyamadım, şu serseriye bakın, neler yumurt­
luyor? Hatıra defterimi parçalayıp atacaktım; bir soba olsaydı,
çoktan yakardım. Gücüm yetmedi, ellerim tutmadı, hatıra def­
terini yırtamadım, yine yatağa uzandım, yine uyku dilendim.
Uykumu bile tehdit ettim: “Gelmezsen haplarım yanımda...
Akılla cinnetin arkadaş olduğunu yeni fark ettim. Ben, zıtlar
kumkuması bir insan mıyım?

A r TIK kopardığım takvim yapraklanndan zevk alıyo­


rum; “Bugün de gitti" diye seviniyorum; onlan rahat rahat çö­
pe atabiliyorum. Hayat zorlaştıkça ölüm güzelleşiyor.
Canımı sıksa da, sıkmasa da yalnızlık benim arkadaşım.
Evim, karanhk bir dünyanın içine düşmüş, in yok, cin yok.
Kocaman Amerika beni ilgilendirmiyor. Milyonlarca insan yal­
nızlığımı gideremiyor. Indiana, dünyanın cennet köşelerinden
biri, bu eyalet, bu şehir de bana cehennem... Saate baktım hâ­
lâ 11, ilerlemek bilmiyor. Kahrolası geceler, sabah neden bu
kadar uzak?
Gecenin bu saatinde telefon... Ağırdan aldım, kendimi top­
ladım, kim olabilir? Telefon susmak bilmiyor, zır zır zır...
-Buyurun...
- Hocam nasılsın, seni özledim...
Birdenbire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, tek kelime
söyliyemedim.
- Seni ağlatmak istemezdim, beni affet...
Hıçkınklar, gözyaşlan...
- Seni erkenden yine çağıracağım, çok sevdiğin sabahın al­
tısında... Seni bağnma basıyorum, gözyaşlann göğsüm e akı­
yor; ıslanıyorum, üşüyorum...

26
Telefon kapandı, cansız ahizeyi yerine koydum. “Niçin ağ­
ladım?”
Ayağa kalkıp, ellerimi açtım; “Ey dilsiz dünya cevap ver,
niçin ağladım? Ey kitaplar, siz söyleyin beni ağlatan sır neydi?
Kinimi söküp atan, kollannu ona uzatan neydi? Ellerim boş­
lukta bir şeyler anyor, bir şeyleri tutmalıyım, bu bir köpek ve­
ya bir insan olabilir. Yalnızlığı kovmalıyım, benim de ümitle­
rim olmalı, ben de gülüp şarkılar söylemeliyim, bir çocuk gibi
oynamalıyım.”
Ellerimi kamıma bastım, eğildim iki kat oldum: “Sabahın
6’sı ha! Ne kadar uzaksın ey saadet!”
Bu kasırga başımı döndürdü, yatmak mümkün değil. Yas­
tıkları üst üste dizdim, entarimle yatağa oturup, sırtımı yastık­
lara dayadım: “Ey hain, ayak seslerini duyayım, kapılan ardı­
na kadar açıp, seni sitemlerimle, nazımla karşılayayım, yeter ki
buzlar erisin, yeter ki birisi daha olsun birisi...
Karmakanşık rüyalar gördüm, boynum bükülü kalmış, te­
lefonun sesine fırladım:
- Evet...
- Hocam seni Türkiye’ye bekliyorum...
- Ne? Türkiye mi? Benden o kadar kaçtın mı?
- Mesafeler aramızdaki bağlan koparamaz... Seni havaala­
nında karşılayacağım. Bir peri gibi uçup, bana kavuşacaksın...
- Ne ise konuşmayacağım, herhalde Türkiye’yi senden da­
ha fazla seveceğim...
- Seninle mesut olacağıma inanıyorum, bekliyorum...
- Telefonumu bekle...

27
K e l im e l e r hayatıma za r atıyor, bazen hepyek geliyor,
kapılar kapanıyor; bazen düşeş geliyor kazanıyorum...
Hayat bir oyun mu? Ben oyuncak mıyım? Oyuncu mu­
yum?
Hayatımı kurtaracak sabit kaideler olmalıydı, o köprüler
beni azgın sulardan korumalıydı. Öyle sallar olmalıydı ki sele
kapılmayayım...
Bugün çok rahatım, en güzel kahvaltımı yapacağım, kam ı­
mı doyuracağım. Dert arkadaşım bu kalemle bu kağıda kim bi­
lir daha neler neler yazacağım; Geçme muhannet köprüsün­
den ko götürsün su seni... Yatma geven gölgesinde ko aparsın
kurt seni...

M ü d ü r ü n odasma girip, izin istedim “İzin yapmanız


gerektiğine ben de inamyoram” demez mi? İçimdeki fırtınayı
yüzümde okudular mı?
Telefon edip, biletimi ayırttı:
- Ben de Türkiye’ye gitmek istiyorum, o ülkeyi, o insanla­
rı görmek istiyorum. İnsanlık tarihi kadar eski bir dünya. Or­
tadoğu, Asya, o diyarlar Amerika için çok önemlidir. Ne ise siz
gidip, gelin; ben de sizden izin alıp, gideyim, şeklinde hoşuma
gidecek sözler söyledi.
Fırtma dindi, deniz çarşaf gibi sakin ve sessiz. Küçücük
dalgalar, çocuklar gibi oynaşıyor; gemiler, kayıklar rahaüıkla
yol alıyor... Masmavi gök ve masmavi deniz ve pembe gözlük­
lerle dünyayı seyreden ben, bu iakşam anneme, babama m üjde
vereceğim: Türkiye’ye gidiyorum! Odun gibi olan kocacığım,
dallannı yaydı, yeşerdi, ben de yapraklannın altında serinliye-
cegim... Bekliyen varsa gitmek kolay.

28
BIZÎM yobazın 5 tane akrabası ancak vardır diyerek kaşık-
çataldan 5 takım ve çocuklar için de jiklet aldım. Gerekeni
oradan da alırım düşüncesiyle bir valizle yola çıktım, çek ko­
çanı cebimde.
İstanbul’a indim, ağlamamak için sakız çiğniyorum. Güm­
rüğe uğramadan çıktım. Şeref bir buket çiçekle beni karşıladı.
- Sokakta sarılmak dinimize aykırı, seni gönülden kucak­
lıyorum, hoş geldin, dedi.
Çantamı alıp, çiçeği verdi, koluma girdi: “Şimdi teyzeme
gideceğiz, yarın da ilçemize..."
İstanbul kalabalık, muhteşem bir şehir. New York’a çok
benziyor. Zaten ikisi de 40’ıncı enlemde...
Teyzemiz boynuma sarıldı, yanaklanmdan öptü. Enişte­
miz daha ciddi, elimi sıktı, yer gösterdi: “Buyurun oturun...”
Eşyası çok olan Amerikan evlerinden birindeyim... Bizim
gibi giyinen, bizim gibi yaşıyan Türkçe konuşan insanlar... Ba­
bamın söylediği tarihi aradım...
Teyzemizin kızı liseye, oğlu üniversiteye gidiyormuş...
Bunlar da ilerde Amerika’ya gelebilir... Eniştemiz pijama ya­
pıp, satıyormuş, durumlan iyi... Evlerinde her şey vardı, kü­
tüphane yoktu.
Yorgunluk çayı dediler, içtik. Çocuklarla çat-pat İngilizce
konuştuk. Mutfaktaki teyzenin yanına gittim: “Yardım, help
ben?..”
Anladım ki yardım etmemi istemiyor, seyrettim. Dolaplar,
tezgahlar, buzdolabı, fınn, bunlar, mutfağı küçültmüş. Teyze
telaş içinde, patlıcanı soyarken, tencerenin kapağını açıyor,
pencereden giren hava yetmiyor; liseli kız kitaplanyla, televiz­
yonla meşgul...

29
Akşam yemeğini saydım tam yedi çeşitti; peynir, zeytin,
turşu hariç. “Ye, ye, ye...” İyi ama ben 170 santim boyunda 65
kilo ağırlığındayun, nereme yiyeceğim...
- Beğenmedin mi?
- Çok beğendim, her şeyi çok beğendim, yemek çok, mide
küçük...
Gülüştük...
Ertesi gün bankaya gidip, para aldım. Şeref: “İki kilo bak­
lava yaptırıp, bir takım da kaşık veririz, yeter” dedi. Bugün gi­
deceğiz...

IzMİT’i, Adapazarı’nı geçtik, dağın eteğindeki, derenin


kenanndaki ilçeye geldik. Yüksek duvarlı, büyük kapılı bahçe­
den içeri girdik; “Selam aleyküm” deyip, kaynanamın elini sık­
tım. O elini kaldırıp, burnuma uzatınca mecburen öptüm.
Ciddi ciddi enime, boyuma baktı. Teyze gibi sıcak davranma­
dı, Yer gösterdi, oturdum. “Eşek oğlum” dediğini anladım. Her
sofrada biber şart mı? İçim sıkıldı... Ne ise Şeref geldi. “Aldır­
ma” dedi. “Biz iyiyiz...” Yanan oduna su serpti, geriye kömür
kaldı.
Eve akrabalar doldu, hanımların çoğu boynuma sanidı,
pembeleşen yüzleri, gülen gözleri, karanlık dünyamı aydınlat­
tı. Türkçe bilmemem kötü. Bazı kelimeleri anlasam da hiç ko-
nuşamıyordum. İngilizce cümlelerimi el, kol işaretleri tercüme
ediyordu. Ne ise dilsizler okulundaydık...
Baba, bütün haşmetiyle içeri girdi. Saçlarmm bir kısm ı dö­
külmüş, şakaklarına kar yağmış; gömlek, yelek, ceket, pehli­
van yapılı, pos bıyıklı bir adam;
- Hoş geldin, gelinim.

30
- Teşekkür, çok teşekkür...
Elini öptüm.
- Bakalım bu gavur kızıyla ne yapacağız?
Yine beynim attı, salondaki hanımları gösterdim:
- Ben de bunlar gibiyim, bunlar da gavur kızı mı?
Şeref tercüme etti.
Baba, hanımlara döndü:
- Bak, siz de buna benziyorsunuz, siz de gavur kızı mısı­
nız?
Bir kız parmağını uzattı:
- Amca siz de Mister David misiniz?
Adamcağız kıza döndü;
- Haklısın, öyle karıştırdılar ki gavuru, müslümanı seçil­
mez oldu...
Bana döndü:
- Otur kızım rahatsız olma, dünya yuvarlaktır, nasıl tutsan
öyle gider...
İşin en kötü tarafı tuvalet dışardaydı. Evin duvarları keres­
teyle kerpiç karışımı... Kocaman dolaplar... Dolap gibi bir yer­
de banyo... Kazanda ısıtılan suyu, maşraba ile başımıza döke­
ceğiz. Her yere kadın eli değmiş, dantelli perdeler, yasuklar,
örtüler... Bir tek tabii çiçek yok, hep yapma...
Yere bir bez serip, sofrayı kurdular. Herkes bağdaş kurup
oturdu. Şerefe sordum; “Ayol hepiniz canbaz mısınız? Nasıl
böyle oturdunuz?” Gülenlerin, hayret edenlerin arasında kal­
dım. Bir tepsiye yemeklerim dizildi, masaya verildi. Aynlık
böylece başladı.
Sabahleyin eriğin dalına tutunup barfiks hareketleri yap­
maya başladım. Bizim kaynana gördü:
- Abov karıya bak karıya, diye söylendi.

31
Başka kimse olmadığı için devam ettim.
Sararan yapraklar dökülüyordu... Yapraklarla toprağın bu­
luşması bir başka âlem... Deredeki su sesi ve kuşlann beni bul­
ması, dünyama renk kattı.
Bu kadar iptidai bir yöreden gökdelenler dünyasına gelen Şe­
ref... Ve ben, en konforlu, modem dünyada ıstırap çeken ben...
Çarşıya çıkıp, kaynanama bir fınn aldım, beraber yemek
pişirdik, biraz ısındı. Yine de oğluna çıkıştı:
- Ula Şeref, seni biz okuttuk, Amerika’ya gittin, bu da yet­
miyormuş gibi gavur kızının koynuna girip, bizi unuttun. Ben
büyüteyim, başkalan alsın, buna yürek dayanır mı?
- Ana kabul etti ki İstanbul’da çalışıyorum, ha İstanbul, ha
Amerika... İstediğin zaman gelirim.
- Sana burada gül gibi kızlar alırdım, yaktın beni oğlum...
Yalnız evde değil, yöredeki huzursuzluğu da anlıyordum.
Şerefe teklif ettim:
- İstersen aynlalım, ananın dizinin dibinde otur, onları bu
dertten kurtaralım...
Hiç beklemediğim bir cevap verdi:
- Kadm ceket değil ki vestiyere asıp, gide)tim. O vücudun
bir parçası, onu nasıl kopanp, atayım?..
Bir akşam otururken Şerefe dedim ki, tercüme eder misin?
- Sayın babacığım, size bir hediye alamadım, para versem,
siz kendi hediyenizi kendiniz alsanız olur m u?
Ve hazırladım parayı çıkarıp uzattım. Tebessüm ederek al­
dı, Şerefe döndü:
- Ula senin kann iyiye benziyor, bize evlat olacak...
Şerefin akrabalarını dolaştık, hepsine irili ufaklı hediyeler
dağıttım, çocuklara sakız, bazılanna p a ra verdim, onları okşa­
dım, sevdim, hatta anne olmaya özendim...

32
Eve geldim, kaynanam gözlerini siliyor, Şerefe durumu
sordum “Seni boşamamı söyledi, ben de dedim ki anneciğim
kızcağızı bu gurbette bırakmak olmaz, izin ver, Amerika’ya gi­
dip, orada boşayıp, döneyim... Bu sefer ağladı, hayır benim yü­
zümden o yavruyu boşama, kadmlarm nasıl çile çektiğini bili­
rim, deyip, ağladı...
Gözümden yuvarlanan yaşı hissedip, sildim.
Ne yaparsak yapalım, kirazı kiraza aşılamamışlar, vişneye
kiraz aşıladıkları için hem aşı yerinden su akıyor, hem de mey­
venin tadı başka.
- Bu memleket kalkınmaz Şeref, sen tahsil yapıp Ameri­
ka’da kalmışsın, öbürü zengin olup İstanbul’a gitmiş, kahveler
tıklım tıklım adam dolu, tarlalar boş, bahçeler de bodur ağaç­
lar, bu memleket kalkınmaz Şeref, devletiniz de devletlerin
kontrolünde... Cennet gibi vatanda cehennem ha)ratı yaşamak
zor, çok verimli topraklarda çok fakir insanların yaşaması akıl
alacak şey değil. Bu memleket kalkınmaz Şeref, biz de burada
bannamayız gidelim...
Veda yemeğinde akrabalar toplandı, ayvanda çökelekli
yufka yapılıyor, üzerine yağ sürülüyor, sıcak sıcak yeyip, üze­
rine ayran içiyoruz. Herkes bir telden çalıyor, ben sadece gül­
mekle arada sırada teşekkür etmekle yetiniyorum. Şeref öğle
namazına hazırlanırken ben de banyoda abdest aldım. Şerefe
namaz kılacağımı söyledim.
- Ne zaman öğrendin?
- Müslüman kadmlarla toplantılarımız oluyor ya...
Herkesin gözünün önünde Şerefle beraber namaz kılmaya
başladık, sonra kısa bir sure okudum, el fatiha...
Peder kalın sesiyle:
- Ula kan, bak Müslüman gelinin var, dır dır etme...

33
öbürlerine döndü:
- Bu ne biçim iş, gavurun kızı namaz kılıyor, Müslüman-
lann kızı oturuyor. Gavurun kızı Kur’an okuyor, Müslüman-
lann kızı elifi görse mertek sanıyor.
Ellerini açtı gökyüzüne bakarak:
- Ya Rab’bi bu ne terslik, herşey bu kadar tersine döndü­
rülür mü?
Şerefe sordum:
- Allah gökte mi ki, baba göğe bakarak dua etti.
Şeref bunu tercüme edince, adamcağız kahırlandı:
- Haklısın kızım, bize dinimizi öğret de öyle git.

A k RABALARIN kimisi bulgur, kimisi fasulye, kimisi


meyve kurusu getirmiş. Hepisi küçük küçük paketler, hediye­
mize hediye ile mukabele ediyorlar. Ben bir valizle dönmeyi
kafama koymuştum, onlann hepisini kaynanama hediye ettim,
kabul etmek istemedi zorladım. Sabahın erken saatinde amca
oğlunun taksisiyle yola çıktık.
Yepyeni bir dünya gördüm, sokaklarda; gübre yığınlarıyla,
havlayan tasmasız köpekleriyle, kemikleri çıkmış inekleriyle,
yanmış, kavrulmuş insanlanyla yepyeni bir dünya gördüm.
Ümidini türbelere bağlayanlar, her ihtiyacını kendi gayretiyle
temine çalışanlar, fabrikasız, atölyesiz, tezgahsız dünyalar gör­
düm. insana insanca önem veren, insana insanca davranan in­
sanlar gördüm. Şimdi bu insanlar için gözyaşlanm ı akıtıyo­
rum. Elveda sana ey koca Asya!

34
ANTALYA’ya geldik hava sıcak, denize girilebilir, iste­
mem. Güzel bir otele yerleştik, Şerefi oturttum, sordum:
- Evlilik hayatını devam ettirecek misin?
- Ben istihareye yattım, seninle mesut olacağımı bildirdi­
ler, mesut olacağız...
- Peki bu ayrılığı da bildirdiler mi?
- İstihare sünnettir ama, rüyayı yormak, tabir etmek zordur.
- İyi tabir edemedin mi?
- Mesut olacağız, aile hayaümız devam edecek.
- Bu sözünde samimi isen şunu bil ki bugüne kadar senin
öğretmenin idim, sana emreden birisiydim. Bundan sonra se­
nin eşinim, hayatın zikzaklarına daha fazla dayanamıyorum,
bu bahçede bir gül de ben olayım...
Akan gözyaşlanmı Şeref sildi:
- Sen akıllı bir kadınsın, sen de beni koru.
Gidip pencereye dayandı: “Bir insanı abad eden de, berbat
eden de kadındır” diye mırıldandı.
- Yani aile hayatında kadının rolü, erkeğinkinden daha mı
önemli...
- Görmüyor musun, anam bana çocuk muamelesi yapıyor,
çünkü erkeğin çocukluğu bitmez. Kadın çocuğuna bakar gibi
kocasına bakarsa onu esir alır...
- İnanıyorum, erkek hep çocuktur, o her zaman karısına
muhtaçtır, yeter ki yaramaz olmasın...
Kalktım Şerefin karşısına dikildim:
- İnsan sosyal yaranktır, insanlarla beraber yaşamak zo­
rundadır...
Güldü:
- Yine öğretmenliğin tuttu hocam...

35
T o ROS Daglan’nın yükselen h a şm e ti, Akdeniz’in uçsuz
bucaksız görüntüsü kuş tüyü kadar beni hafiiletti.
- Alanya’ya doğru gidelim, belki bir a ğ aa n altmda öğle ye­
meği yeriz...
Şeref hazırdı, beraberce çıktık. Otelin o yöne giden bir mi-
nübüsüne bindik. Şoföre dedik İd, “Bizi bir dere kenarında in­
dir, köy veya benzin istasyonu olabilir.”
Toroslar’dan esen meltem rüzganna su sesi eşlik ediyor,
kuşlann sesi de buna katılınca bir orkestra-i ilahi kulaklarımı
doldurdu. Suya elimi soktum buz gibi. Garson geldi Şeref
“Adana” dedi.
- Adana nedir?
- A ab şiş, kebap...
- Aynen...
Yemekler geldi, bir lokma aldım “Yandım” diye bağırdım.
Şerefin gülmesine katılanlar da vardı.
- Bu kadar acı olur mu?
- Bir şairimiz “Acıya acı da buldum ilacı” diyor.
Yüzüne manalı manalı baktım. O devam etti:
- Üzülme, seninle ilgili değil. Ama hatırlatan anlatayım.
Sen beni kovunca...
Elimi kaldırdım;
- Bari sofrada güzel şeyler konuşalım...
- Çok güzel, sevinip, memnun olacaksın, izin ver. Beni
kovduğunda, arkadaşımın yanına gittim, dekana bir dilekçe
yazıp, izin istedim, Türkiye’nin yolunu tuttum. 10 bin metre­
de uçarken sana dua ediyordum. Hay hamm sağ olasın, beni
kovmasaydın, ülkeme gelemiyecektim, ailemi ziyaret edemi-
yecektim. N’olur beni sık sık kov ki derslere gideyim , kov ki

36
İslam’a hizmet edeyim. Aksi halde güzel evimde, güzel kan-
mm karşısında oturup, kalacağım. SUdü kahve içmekle, yar ile
sohbet etmekle bu işler yürümez, kov beni sevgili kancığım,
kov beni, dedim.
Çatal elimden düştü, ben ne haldeydim, bu adam ne hal­
deymiş... “Nasıl olur?” diye mınldandım.
- Senin sevgilin İslamiyet’miş, ben yedek parça...
- Sevgi genel bir ifadedir. İnsan pek çok şeyi sever: Yeme­
ği, içmeyi, hanımını, çocuğunu, anasını... Bunlann arasındaki
fark büyüktür. Köylü ineğini de Allah’ı da sever. Allah, inek gi­
bi sevilmez. Bir erkek hanımını da, dinini de sever, ikisinin ye­
ri ayn... Hanımı için dinini terk eden, dinini hanımının cebine
koymuştur; o gidince din de gider. Seni hem hocam, hem de
eşim olarak seviyorum. Seninle güzel günler geçireceğiz diye
seviniyorum... Seninle beraber dinimi yaşıyacagım diye bahti­
yarım...
Kebabı gösterdi:
- Bakınız ne kadar acı ama şifa. Allah adil olduğundan hiç
kimsenin derdi büyük değildir, derdini büyütenler vardır...
Her hadise ikaz-ı ilahi’dir. Her hadisede insan durup, düşün­
meli, Allah bu hadise ile benden ne istiyor?
Etrafıma bakındım “Asya’dayız” dedim. “Yani peygamber­
ler yurdunda, belki onların ayak izlerinde dolaşıyoruz.” Gar­
sonu çağırdım:
- Bu acı fazla geldi, acısız bir yemek lütfen...
Tabii, Şeref tercüman...
Şeref de baklava söyledi.
- Bu ne?
- Acının üzerine tatlı iyi gider. Zaten her acıdan sonra bir
tatlı vardır. Her gecenin sonu sabahtır.

37
Bu adam beynimi fazla meşgul ediyor. Döndüm, derenin
akışım seyre koyuldum...
- Şehre gidelim, biraz alışveriş yapalım... Bu arada bir fık­
ra anlatamaz mısın, birazcık gülelim...
- Köylüler der ki: Bizim oğlan 40 türlü yüzme bilir, suya
girdi mi hepisini unutur.
Güldüm “Harika bir tesbit, her insan az çok böyledir. Ne­
ler neler öğrendik, onlann kaçını hayata uyguladık?..”
Şehre inmemiz zor olmadı, iki bavul aldık, ikisini de dol­
durduk, şahsi eşyalar ve hediyeler...
Şeref derin bir uykuya dalınca, notlanmı yazmaya çalıştım.
“Gururumu ayaklar altına sermedim, onu kalenin burcuna
sancak gibi astım. Ne o başkasının seviyesine indi, ne de baş­
kası onun seviyesine yükseldi, yalnızlığımın sebebi budur. Fa­
kat, evet fakat her fırtına onu sarstı, kar taneleri evvela onun
başına düştü, düşmanlar hep onu nişan aldı, çektiğim çilelerin
sebebi budur. Evlilikte kumandan olsam, kocam nefer olur
mu? O kumandan olsa gururumu düşman askeri gibi çiğner
mi?

B a z e n bomba gibi pathyorum. El bom bası elimde patlı­


yor, yaralanan benim veya başkası... Bu asabiyet, bu sinirli hal
daha ne kadar sürecek?
İnadım ise beni bir yerlere götürdü, hiç birinden memnun
olmadım.
Gurur, asabiyet ve inat, acaba psikologlar buna ne der?
Otelin banna ve cazına kafam takılıyor. Şu uyuyan prens,
caz dinlemek istemez mi? O, içkiden ne kadar uzaksa, dans­

38
tan, balodan da o kadar uzak... Ben onunla beraber, bir yerler­
den uzaklaşırken nerelere yaklaşıyorum?
Birinci kocam içkinin sarhoşuydu, İkincisi de sarhoş, bak
sızmış yatıyor. Ayık olan ben miyim, yoksa ben de bilinmezler
ülkesinin esiri miyim?
Amerika’yı, işimi, evimi özledim. Daha sakin bir hayat ya-
şıyamaz mıyım?

AM ERİKA’ya geldik, evimizde, işimizde ve ülkemizdeyiz.


Yemeğimizi yedik, kahvelerimizi yudumlarken sordum;
- Açık konuşalım Şeref, annenin isteklerini uygulayacak
mısın?
- Ne gibi?
- Annen, benden ayrılmam ülkene dönmeni istemişti, İs­
lam’da anne mukaddesmiş, ona itaat etmezsen belki günaha
girersin...
- İslam’a uymak zorundayım, annemin istekleri İslam’a
uygunsa yaparım...
- Yani?
- İslam’da annenin de, hanımın da hukuku korunacak, bi­
ri diğerine feda edilmeyecek...
Hiç şüphe yok ki İslam’la yeni tanışıyordum, her geçen
gün bir şeyler öğreniyordum, derinliği olan bir dinmiş...
- Lütfen, benimle olan karannı açıkça söyle...
- İslam’da boşanmak için evlenmek caiz değildir. Boşana­
cağım diye seninle evlenmedim, ölene kadar yaşıyacağım diye
evlendim. Ben nikahıma sahip çıkıyorum, sen de sahip çıkar­
san, ilerde iki kat olmuş bir nineyle, beli bükülmüş bir dede
şekhnde yanyana, kolkola gezebiliriz.

39
Bu sefer sevinçle gözlerim yaşardı, fırladım, kocacığımı öp­
tüm.
- öyleyse benim de bir teklifim var. Yanlış anlama sadece
teklif, bir bakıma sesli düşünelim...
- Zevkle dinliyorum...
- Bir dershane açacağız, çocuklara bilgisayar, matematik,
İngilizce öğreteceğiz, ev ödevlerine yardımcı olacağız...
- Para?
- Büyük paralara gerek yok, yeri kiralayacağız, okul gereç­
lerini alabildiğimiz kadar alacağız, borçlanınz da...
- Teşebbüs kabiliyetinizi tebrik ederim...
- Belediye ve eyalet de yardım edebilir...
Yutkundum, söyliyeyim mi, söylemiyeyim mi diye tered­
düt ettim. Şeref gözlerini açmış dinliyordu.
- Red edeceğin bir şey daha söyliyeceğim...
- Lütfen...
- Papazlann kurduğu eğitim vakfından yardım istersek
esirgemezler...
- Doğum kontrolü olan bu memlekette çocuğu nerden bu­
lacağız...
- Bu husustaki düşüncem daha farklı, zencilerin bol oldu­
ğu bir şehre gideriz, okulumuzu orada açarız, onlar Müslü­
man, sen onlara îslamiyeti öğretirsin, öğretmenler de diğer
dersleri...
- Şimdi anladım, istiharede ışık tutup, yolum u aydınlat­
mıştın...
- Bunlan niçin düşündüm, biliyor m usun?
- Dinliyorum...
- Beraber olalım, beraber çalışalım ki benden şüphe etmi-
yesin...

40
Bu sefer Şeref kalktı, geldi beni öptü:
- Şüphe değildi, tedbirdi...
- Son fikrimi de söyledim: Anne olmak istiyorum...
Eşimin alkışlan arasında konuşmama devam ettim:
- Çocuksuz aile zor... Çocuk bu aileyi tamamlayacak; ço­
cuksuz aile noksan...

B i r günü üçe bölmüştüm: 8 saat uyku, 8 saat iş, geriye ka­


lan 8 saatte ev işleri, yemek, eğlenmek, okumak ve sohbet et­
mek... Şerefin namazı fazla vakit almıyor.
Pazartesi akşam, yemeği bir lokantada yiyeceğiz.
Sah sinema...
Çarşamba da evdeyiz, misafir de kabul edebiliriz.
Perşembe tiyatro...
Cuma Müslümanlarla toplantı, sohbet, konferans...
Cumartesi uzak bir yere gidip, bir şeyler yeyip, dönmek...
Pazar dinlenme, vakit bulursak beyzbol veya masa tenisi...
Bugün çarşamba, Şeref tefsir okuyor, ben de ekonomik bir
kitap...
- Şeref, bir cümleyi okuyabilir miyim?
- Buyur...
- Başkasına çalışmakla zengin olunmaz.
- Doğru...
- Bunun için kendi işimizi kurmalıyız; ikimiz de öğretme­
niz, en iyi iş de adam yetişrirmektir.
Şerefin şu sözleri çok hoşuma gitti:
- Adam yetiştirmek peygamberlik mesleğidir; peygamber­
lerin bütünü adam yetiştirmiştir; bu sebeple adam yetiştirmek
ibadettir.

41
- Âlâ, demek ki sen bu işe dört elle sarılacaksın...
- Amerikalılar müteşebbis olmasaydı bu dev sanayi kuru­
lamaz, bu ülke süper güç olamazdı...
- Çok haklısın bakınız 1791’de Hamilton ne demiş: “Yatı­
rım yapan yabancılara rakip gözüyle bakmıyalım. Onlar işimi­
zi genişletiyor, ülkemizin kalkınmasında yardımcı oluyor.” İş­
te bu prensiple başarılı insana ve yabancı sermayeye her zaman
kapılanmızı açık tuttuk.
İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa ne kadar çöktü ise Ameri­
ka o kadar kalkındı. Bu kalkınmada bir avuç işveren süper
zengin olurken, halk aldığı ücrete sevindi.
Bakmız Andre Siegfried ne demiş: “Her Amerikalı bir ha­
varidir, dolara iman eder; maddi, manevi her şeyin teşkilatla­
nacağına inanır, insanlığın şerefini de yaşama seviyesini yük­
selterek sağlar.”
Bizim milli felsefemiz pragmatizmdir. Yani faydalı olan her
şeyi kabulleniriz. Faydah olan iş ve söz doğrudur. Ahlâk anla­
yışımız budur.
Amerika’da yüzlerce din ve ırk vardır; çalışan kazamr, ça­
lışmayan zor duruma düşer. Kanunlar herkesi sorum lu tutar,
kanun karşısında herkes eşittir.
Ncw York’da Empire State Building’in yüksekliği 4 4 8 met­
redir, duvanmn dibinde mutlaka dilenciler vardır.
- Bu tablo karşısmda kararınız ne?
- Okulu New York’ta açacağız...

B e RNARD SHAW, renkli kişiliğiyle her zam an dikkatimi


çekmiştir. Evvela okulda başarılı bir öğrenci değilm iş... Bu ka­
dar zeki bir insan, neden okulda başanh olamamış?

42
Yoksulluk içinde büyümüş, memurlukta senelerini heba
etmiş... Kari Manc’ı beğenmiş, sosyalist olmuş... Siyasi faaliyet­
lerini yazılarıyla, konuşmalarıyla sürdürmüş... Oscar Wil-
de’den, heykeltıraş Rodin’e, fizikçi Einstein’a kadar pekçok
kimseyle tanışmış, konuşmuş. Dostlan, siyasi hayan ve yazıla-
n sebebiyle aile hayatında mesut olamamış.
1917 Rus İhtilalini alkışlamış, istibdata karşı çıkmış. Hıris­
tiyanlığın ilk yıllannı övmüş, kendi zamanındaki kilise görev­
lilerini Şeytanın Çömezi isimli eseriyle yermiş... 57 tane tiyat­
ro eseri yazmış. “Shakespeare olmak isterdim Shaw oldum”
demiş. însanlann iki yüzlülüğünü, gülünç ve iğrenç taıaflanm
gözler önüne sermiş. "İnsan ve Ü stün İn sa n " isimli eserinde
zenginin biri arabasıyla giderken soyguncular tarafmdan dur­
durulur. Çete başı kendini tanıtmca, zengin de elini uzatır:
“Ben de şehirde soygunlar yapan...” diye kendini tanıtır. Maki-
na sesleri melekleri kovunca şeytanlar bayram etti. Silahlarm
öldürdüğü insan çoktur. Şimdi ise bir avuç kapitalist, insanla­
rın ekserisini fakirlik darağacına çekmiştir. Anlıyorum ki zen­
ginlerle zalimlerin yüreği hıçkırıklarla besleniyor.
“S o sy a liz m Yolu n da Z e k i K a d ın ın R e h b e ri" kitabını yazan
Shaw, Protestanlığın ilk şehidi Jeanne d’Arc’ı “A z iz e Je a n n e "
diye yazmış, 94 sene yaşamış, İngiliz edebiyatına ismini çiviy­
le çakıp, gitmiş... Acaba ben ne olacağım?

D e r s h a n e y i açtık, günlük programlanmız değişti. Saat


16’dan sonra öğrenciler geliyor, cumartesi, pazar sabahtan ak­
şama kadar doluyuz. Bilgisayar öğrenenler başka, İngilizce öğ­
renenler başka... Bir smıfta ev ödevlerine yardımcı oluyoruz,
öbüründe matematik dersleri veriliyor. Çocuklar bambaşka

43
âlem, hepisi sevimli, hepisi cana yakın... Bunlan hayata hazır­
lamak, bunları geleceğin kötülüklerinden korumak için moral
dersleri adı alünda tecrübelerimizi aktarıyoruz. Kültür filmle­
ri gösterdiğimiz gibi, hippileri çağınp, onlan da konuşturuyo­
ruz. Kötü alışkanlıklann insanları ne hale getirdiğini gösteri­
yoruz...

Z a YIF, 180 santim boyunda saçlan karışmış, sakal tıraşı


uzamış; ütüsüz, kirli elbise; eli, yüzü sabun görmemiş, omuzu­
na bira şişelerini asmış, yanında bir köpek, böyle bir genç kül­
tür merkezine davet edildi, öğrencilerin karşısına çıkü, başla­
dı anlatmaya:
“Ev yok
İş yok
Para yok
Hayat yok
Dünya yok
Boğazı tokluğuna çalışıyorum, ölmediğim için yaşıyo­
rum...”
öğrencilerden biri sordu:
- Bu bayat daha kaç yıl devam edecek?
- İlk alb ay çok güzeldi, canımın istediği gibi yaşıyordum.
Sonra bütün kapılar üstüme kapandı. Para bulam ayınca çal­
dım, çalmca hapis yattım, çıktım... Haa, sorunuza cevap vere­
yim, 3 sene, en £azla 5 sene...
Parmağıyla şakağım işaret etti: “Tık, gitti.”
Çocuklar gülüştü, biri:
- Siz kaç yıldır böylesiniz?
- Oç seneyi geçti...
- Yani intihar etmenize az mı kaldı?

44
Hipi, sınıfı baştan başa yürüdü, gitti, geldi:
- Niçin yaşıyayıtn? Beni bekleyen birisi var rm? Benim
beklediğim bir şey var mı?
Şeref, hipiyi bir sandalyeye oturttu, tepsiyle elma böreği ve
portakal suyu getirdi, köpeğin de mamasını verdiler, misafir
böreğini yerken Şeref, başladı anlatmaya:
- Mr. Tom, çok güzel bir hastahanede dünyaya gözlerini
açtı. Annesi babası “Bir oğlumuz oldu” diye sevindi. Bu şen ve
hoş yuvada Tom büyüdü, okula başladı, derslerinde başarılıy­
dı. Lise ikinci sınıfa gelince bir kızla arkadaş oldu. Bazen okul­
dan kaçar, kelebekler gibi dolaşıp, yerler ve içerlerdi. Bir siga­
ra hoşuna gitti. Arkadaşından )dne ve yine sigara istedi. Onlar
gülerek, eğlenerek buna sigara verdiler, alkışladılar. Bir daha
isteyince “Para” dediler. O, artık beyaz zehire alışmıştı. Kız ar­
kadaşını da alıştırdı. Böylece okuldan uzaklaştılar. Babalan
harçlık vermez oldu. Okul yok, sanat yok, bundan sonrasını
Mr. Tom anlattı, şimdi size soruyorum: Siz de Tom gibi yaşa­
mak ister misiniz?
Öğrenciler hep bir ağızdan bağırdı:
- Hayıııır!
- Biz, Tom’u seviyoruz, içkiyi, uyuşturucuyu, okuldan
kaçmayı sevmiyoruz, değil mi?
Yine hep bir ağızdan:
- Eveeet...
Çocuklann bu bağırmasına köpek de bavlıyarak cevap ver­
di. Güldüler. Tom da tabağı, bardağı boşaltmıştı, evvela kağı­
da elini, agzmı sildi, sonra kalktı, bira şişelerini omuzuna astı
“Adiyo yumurcaklar” deyip, gitti.
Ş eref, öğrencilere bir kağıt dağıttı:
Sayın veli,
Yann saat 22’den 23’e kadar öğrencilerimizle iki istasyonu,
bir de iskeleyi dolaşıp, ibret olsun diye evsiz, işsiz insanlan on­
lara göstereceğiz ki, aynı duruma düşmesinler. Çocuğunuza ve
bize izin veriyorsanız lütfen el yazınızla “kabul” diye yazınız,
imzalayıp, bu belgeyi bize gönderiniz, saygılanmızla...
Mehtap Eğitim Merkezi
İmza ve mühür

Gittiler, duvar diplerinde banklarda, uyuyan insanlan gör­


düler. Genç ve güzel bir kız taşın üzerine oturmuş, elini çene­
sine dayamış bekliyordu. Minübüse döndüklerinde Şeref anla­
tıyordu: “Sevgili öğrenciler siz de tahsile devam etmezseniz,
sanat öğrenmezseniz, içki içip, uyuşturucu kullam rsam z, sizin
de yeriniz buralar olacak, eve dönemeyeceksiniz.”
Her öğrenciyi tek tek evine teslim edince, gece yansı eve
dönmüş; ben uyumuşum. Rahatsız etmemek için divana uzan­
mış...

T e l e v iz y o n d a k i filme dalmıştık, şeref:


- Selena, mümkünse banyodaki ve yatak odasındaki a]ma-
lan kaldıralım...
Başımı ekrandan ayırmaksızm sordum:
- Aynadaki görüntünü beğenmiyor m usun?
- İnsan, vücudunu seyrederse cinsi hayan harekete geçer
soyunulacak yerlerde ayna olmamalı... Yeme, içm e, cinsi hayat
hayvanlarda da vardır. Hani ne güzel demiştin: “Biyolojide me­

46
meli hayvanlar sınıfından olan insanı, hayvanlardan nasıl ayı­
racağız?”
Televizyonu kapattım, zira filmin varacağı noktayı tahmin
ettim.
- Devam et.
- Hayvanların yapamadığı şeyleri yapalım...
- Güzel gidiyorsun, devam et.
- İlimle, sanatla, ibadetle meşgul olmak...
- Aynaların buna ne zaran var?
- Cinsi ha)^t bir güçtür. Akıllı insanlarm hepisinde cinsi
hayat güçlüdür. İnsan zevkine kapılırsa gönlüne nedamet ağa­
cı dikecektir. Bitmiş, tükenmiş insanlann hepisinde cinsi ha­
yatın israfı vardır. Eşler bile evde dikkadi davranmalıdır. İnsa­
nı, insan eden ilim, ibadet ve idealdir.
- İslamiyet’te erkek 4 kadın alıyor?..
- Evvela nikahla cinsi hayat smırlandmlmış... Diyelim ki
İslamiyet’te 4 kadın almak var. Amerika’daki erkekler bir ka­
dınla nikahlanıyor, sayısız kadınlarla yaşıyor...
- Nasıl yani?
- Barlar, oteller, kız arkadaşı...
Gözlerim bir noktaya takılıp, kaldı; hayalim sinema...
Şeref anlatıyordu:
- Kadının özel halleri, gusül abdesti ve ibadetler, evde bile
cinsi hayatı yavaşlatıyor. Çünkü cinsi hayat bir güçtür, tahrik
edilmemeli, israf edilmemeli...
- Pilajlar?..
- Soyunmak, seksi zevk verir. Hayat, seksten ibaret değil­
dir.
Yine sordum:
- İslamiyet’te bunun yeri ne?

47
- Zevklerini ve menfaatini helal daireye çekmeyen Müslü­
man İslamiyet'i yaşamıyor demektir...
- Hazmı zor olan fikirler ve düşünceler... Biz iki tane bilgi­
sayar alalım, biri senin, biri benim... Biz bilgisayan çok iyi öğ­
renelim ki, çocuklara da öğretelim...

Ş e r e f 'in moral dersine ben de girdim, bu mucidin yeni


icatlarmı gözümle görüp, kulaklanmla işitmek istedim. Öğ­
renciler oturmuş, şeref ayakta sordu:
- Petrol olmasaydı ne olurdu?
Öğrenciler aklına geleni söylüyor:
- Petrol kuyulan açılmazdı...
- Para kazanamazdık...
- Siz böyle bir soru soramazdınız...
Şeref gülüyor, biraz da heyecanlı; “Başka, başka?” deyip,
duruyor.
Çocuklar:
- Fuil oil olmazdı...
- Benzin olmazdı...
Şeref elleriyle işaret etti; sordu:
- Bunlar olmazsa ne olurdu?
- Arabalar çalışmazdı...
- Fabrikalar çalışmazdı...
Bu cevaplara Şeref “Aferin, aferin” diyor...
- Tamam gençler, bir dakika, petrol olmasaydı, yirminci
yüzyıl medeniyeti olur muydu?
- Olmazdı.

48
- Petrolü yaratan kim?
- Allah!
- Demek ki Allah, milyonlarca sene evvel, yerin binlerce
metre altında petrolü yaratmış, insanlar onu bulunca medeni­
yet hız kazanmış...
Öğrenciler dikkatlice dinlerken Şeref ilave etti;
- Miknatıs da böyledir. Allah, miknatısı ve miknatıslanma
olayını yaratmasaydı, alternatif akım olmazdı, şehirleri aydın-
latamazdık...
Kocamı tebrik ederken Türkiye adına üzüldüm, Amerika
adına sevindim.
- Şeref ne kadar acaip değil mi? Türkiye bir sürü masraf
yapıp, sizleri okutuyor; Amerika 5 kuruş harcamadan sizler-
den faydalanıyor... Bazı ülkelerin neden kalkınamadığını şim­
di daha iyi anlıyorum.
- Benim gibi düşünüp ve inananlar gerici, Türkiye’yi geri
bırakanlar da ilerici imiş...
Bir kahkaha attım;
- Çok şakacısın Şeref, tersliklerin bütünü bir ülkede topla­
nabilir mi?

M ü s l ü m a n birisiyle evlenince, İslamiyet’le meşgul


olunca, damanm kabardı. “Bir de dinime bakayım” dedim.
Baktım, hemen sorular ardarda sıralandı.
Bu akşam evdeyiz “Bundan daha iyisi olmaz, düşüncesiyle
ŞerePe sordum:
- Gal. 4/4’de Tann öz oğlunu gönderdi, deniyor, sizde na­
sıl?

49
- Allah, kullanndan birine peygamberlik vazifesi verdi,
Cebrail isimli melekle ona ayetleri gönderdi...
- Bir soru daha; Tann, “Bu meyveden yemeyin” dediği hal­
de şeytan, Havva’yı kandırıp, o meyveyi yedirmiş, bu sebeple
“Adem’le Havva cennetten kovulmuş, günahkar olarak dünya­
ya gelmişler, bu sebeple acılar çekmiş, hastalanmışlar, Tan-
n ’dan ayn kalmamn da cezasını çekmişler; yine bu sebepten
her insan doğuştan günahkârmış... İncil böyle diyor, Kur’an ne
diyor?
Şeref iki kitaptan bazı sahifeleri açtı, başladı anlatmaya:
- Adem aleyhisselam Peygamberdir, Havva da aziz bir ka­
dındır, annemizdir. Bana göre )rasak meyve nikahsız ilişkiler­
dir. Müslüman, ayetlere bakıp geçmiştekileri suçlam a yerine, o
ayetlere uymayı tercih ederse dünyası cennet olur. Doğan her
çocuk, melekler gibi temizdir, ölsder makam lan cennettir.
Bence dinleri insanlar bozmuş, insanlarm bu dinlere gir­
mesi zorlanmış... Geçen hafta da camide “Her neye baksan Al­
lah’ı görürsün” dedi vaiz, Şeref bunu düzeltti: Her neye baksan
Allah’ın sıfatlarım görürsün. Mesela kediyi yaratan da Al­
lah’tır. İlim, kudret ve rezzak gibi sıfatlar her yaratıkta görülür.
Bozanlar ve düzeltenler, ikisi de kendini dindar ve cennet­
lik samyor, bu nasıl iş?..

••

Ö ğ r e n c i l e r , öğretmenler, veliler öğle yemeğine davet­


liydi, Ekmek, zeytin, peynir ve salata, her masaya konmuştu.
Her masanın ortasında bir sepet dolusu meyve ve me^mbat...
Bir tabağa pilav, patates püresi ve et konmuş, onlar d a m asala'
rm üzerine sıralanmıştı. Davetliler yemekhaneye girdi. Şerefle

50
ben ayaktayız. “Hoş geldiniz” diyoruz. Herkes yerine oturun­
ca Şeref:
- Sayın misafirlerimiz, masaların üzerindeki yiyecek ve
içeceklere dikkat edersek, ekmek, zeytin, peynir, salata, pirinç
ve et bunlann hepisi ölü... Biz, her zaman ölü gıdalar yiyiyo-
ruz, diri diri geziyoruz. Ölmüş gıdalan midemizde dirilten Al­
lah, ölmüş insanları diriltemez mi?
Efendim, bu soruya cevap ararken buyurun yemeğinizi ye­
yiniz, afiyet olsun...
Böyle bir tezadı ömrüm boyunca yakalıyamamıştım: Yedi­
ğimiz her şey ölü, biz diriyiz... Şerefin zekasına bir daha hay­
ran oldum. Şuna da dikkat ettim Şeref, insanı bildiği kadar, iş­
letmeciliği bilmiyor...

BtZ İM Asyalıya tembih ettim: “Moral derslerine beni dc


çağır...”
Hepsine gidemiyorum, yine bir derste anlatıyor:
“Çok zengin bir adam varmış, bir gün aynaya bakmış bak­
mış, saçlanna şairane bir mana vermiş: Ak saçlanm ahiret bi­
letidir, başınım üstünde taşıyorum...
Her aynaya bakışta kırışan cildine, gözlerinin altındaki
mor halkalara dikkat etmiş... Arbk albüme bakmamış, gençlik
resimlerini görmek istememiş... İlkokul çocuklarını görünce;
Ben de bir zamanlar böyle miydim, zaman ne çabuk geçmiş,
diye üzülürmüş... Bel ağrısı, parmak aralanndaki çatlaklar,
yorgunluk onu iyice ölüme yaklaştırmış... O da bunu kabul et­
miş... Bahçede dolaşırken: Ey güzel çiçekler, ey meyve yüklü
ağaçlar, siz söylc)ûn kabrim de böyle güzel olur mu?

51
Saray yavrusu evine girince; Buradan nasıl aynlabilirim? O
toprakta nasıl yatılır? diyerek adeta çıldırırmış...
Kasayı açıp, altınlara, elmaslara, deste deste paralara baka
kalırmış...
Bazen yüksek sesle haykınrmış: Yok mu beni tutan, ben
ölmek istemiyorum!
Şimdi sevgili öğrenciler size soruyorum;
- Ölülerin çantası var mı?
-Y ok.
- Ölen kendisiyle ne götürür?
Her öğrenci bir şey söylüyordu;
- Kefenini...
- Tabutunu...
- Altın dişlerini...
- Haüralannı...
- Her biriniz bir doğruyu söylediniz. İyiler iyiliği, kötüler
kötülüğü götürmez mi?
Öğrencilerden biri:
- Günahlanm, sevaplarını götürür...
- Aferin...
- Yüz sene evvel bu dünyada var mıydık?
- Yoktuk...
- Yüz sene sonra da bu dünyada olmayacağız, nerde olaca­
ğız?
- Mezarda...
- Toprakta...
- Hiçlikle...
Şeref ellerini kaldırınca öğrenciler sustu;

52
- Yüz sene evvel neredeydikse yüz sene sonra orada olaca­
ğız... Yani bir başka âlemden yola çıktık, dünya denilen otele
geldik, beğendik veya beğenmedik, gidiyoruz...
- Öğretmenim ben gitmek istemiyorum...
- Hiçbirimiz gitmek istemiyor ama saatin saniyeleri bile
ömrümüzü tüketiyor...
“Acaba bu adamı çok mu tebrik ettim” diye düşünürken o
“Nasıl?” gibilerden gözlerime baktı ve yine tebrik ettim... Bu
adam papaz değil, hoca değil, peki ne? Herhalde bu sorunun
cevabını uzun yıllar anyacagım...

B u g ü n de akşam oldu. Güneşin batması, çiçeğin solma­


sı, insanın yaşlanması hep yolculuk... Ayaklarımın altından bir
gün daha kaydı, yoksa hen hir yerlere mi gidiyorum?
Bugün de akşam oldu. İçime çöken bu hüzün ne? Hep bir
şeylerden aynlıp, gidiyorum; bu gidiş nereye?
Niçin kendimi bu kadar yalnız hissediyorum? Yalnız has­
talandığımdan mı? Yalnız ağladığımdan mı? Yalnız öleceğim­
den mi?
Niçin ayaklanmm altındaki dünya kayıyor? Sağlam bir ze­
min yok mu?
Düşünmek mi, düşünmemek mi daha iyi? Aklımın başıma
bela olduğunu sezdim, içip aklını karartanlan hatırladım, ö y ­
le bir çizginin üzerindeyim ki bir tarafta kadeh, diğer tarafta
kitap... Hayır bu yazıya devam etmeyeceğim, gidip oğlumla,
kocamla meşgul olacağım. Yahut televizyonu açıp veya şarkı
söyliyeceğim...

53
B u g ü n kocama müjde verdim: “Baba oldun.” Asya’nın
dinle yoğurulmuş bu insanı rotasmı hiç şaşırmadı.
- Dikkat ediyor musun? Sevgili Selena, her gün, her zaman
ölü gıdalar yiyiyorsun, bu ölü gıdalarla Allah, senin vücudun­
daki çocuğun kemiklerini yapıyor. Sonra ellerini, ayaklannı
yapacak. Bir şehrin su şebekesi gibi çocuğun vücuduna kan
damarlarını döşiyecek. Telefon telleri gibi sinir sistem ini kura­
cak. Benim böbreklerim nerde ve nasılsa, onun böbrekleri de
öyle olacak. Allah, bize sapasağlam bir çocuğu bedava vere­
cek... İşte sevgili öğretmenim asıl problemler ondan sonra baş-
lıyacak. Meyhaneler, barlar ve kumarhaneler birer canavar gi­
bi ağızlannı açmış yavrumuzu bekliyor.
Evet, bizim kocaman bebek yine ağlıyor. Şim di de doğma­
yan çocuğuna veya hayatı kayan herkese ağlıyor.
- Yani şairden bir beyit okuyayım mı? “Ananı kandır da
doğmadan öl çocuğum” diyeyim mi?
- Hayır, o melek dünyamıza gelsin, fakat Selena, akılh in­
sanlar öyle bir sistem kurmuş ki, melek gibi çocukları şeytana
çeviriyor.
Mis gibi kokan çayımı yudumlarken, ben eğitim merkezi­
nin gelir giderini hesaplamakla meşgulken bu koca Asyalı kar­
nımdaki çocuğun mafsallanyla meşgul oluyor. Acaba ikimiz
birbirimizi tamamlayıp, tek adam olamaz mıyız?
Mitolojide bir masal okumuştum. Çok eskiden kadın-er-
kek yokmuş, insan varmış. Bu insan o kadar güçlüymüş ki
Tanrı Hercül’e karşı gelmiş. Hercül de o insanı ikiye ayırmış,
yansım kadın, yansını erkek yapmış, bunlann her birini bir
dağın ardına atmış. Ne zaman ki o eşler birbirini bulursa Tan-
n Hercül’e karşı gelecek kadar güç kazanırmış...

54
Bu ümitle Şerefe baktım, o da bir kitabın sahifelerinde
kaybolmuştu.

B u g ü n eğitim merkezinde yalnızım, öğretmeni gelme­


yen sınıfa yetişiyorum, velilerle meşgul oluyorum, bir de mü­
fettişler gelmesin mi? Tepem attı, nerde bu adam?
Saat 15’de bizim ki salına salına gelmez mi?
- Hayrola arabayı mı çarptın, bayıldın mı, ne oldu?
- Türkiye’den meşhur bir hoca geldi, hem onu dinlemek,
hem de tercümanlık yapmak için...
- Peki sen başka bir firmada çalışsaydın, şimdi çıkışını ver­
mezler miydi?
Hemen döndü ev ödevini hazırlayan çocukların yanına git­
ti, ben söyleniyordum:
- İş başında ciddi olmak gerekirken bu laubalilik ne? İnsan
işine geç kahr mı? Ekmek yediği yere ihanet eder mi? Zaten
Türk demek işine geç kalan demektir! Konuşmaya gelince iyi,
işe gelince kötü, olur mu?
Acı bir kahve içtim.
Ben bu adamın hanımı ımyım? Amiri miyim? İkisi bir ara­
da olmayacak mı? Olmazsa bu Hrmayı neden kurdum? Bu ka­
dar masrafı neden yaptım?
Sorular beynimi kemiriyor, kalbim sıkılıyor.
Yann çocuğum olursa, bu adama bu firmayı teslim edebi­
lir miyim?
Akşam tatsız tuzsuz eve döndüm. Şeref: “Hocam 5 dakika
beni dinler m isin?” dedi. Yüzüne bakmadan “konuş” dedim.
- İki türlü dua vardır: Dille, halle. Kahvedeki insan “Ya
Rab, rızkımı artır” dese fakirliği yine devam eder. Tartasım sü­

55
ren, tezgahta çalışan hal ile dua ediyor ki onun duası kabul
olur, rızkı artar. Biz Müslümanlar daha çok dil ile dua ediyo­
ruz, perişaniyetimiz bundandır. Amerikalılar hal ile dua ettik­
lerinden kalkınmışlar. Ben de bir Müslüman’ım ve Asyalıyım,
bu sebeple dille dua bende, hal ile dua sende, sen başanlı olur­
sun; ben de sana uyarsam başanh olabilirim.
İç dünyamdan kara bulutlar çekildi, güneş bütün haşme­
tiyle ortahğı aydınlattı; gökkuşağı, güneşin yedi rengine ayna
tuttu, rahatladım, yerimden fırlayıp, kocama sarıldım, başımı
omuzuna koyup, sevinç gözyaşlan döktüm. Artık yediğim ye­
mek boğazımdan geçer, “Bu saadetin aşkına en güzel yerde, en
güzel lokantada yemeğimizi yiyelim” dedim, baktım o da ra­
hatlamıştı. Fakat iç dünyamdaki karanm değişmemişti: Cen­
nete giden kocam dünyamı cehennem edebilir, tedbirli olma­
lıyım. Hatasını bilmesi en güzel fazilet.

M ü s l ü m a n ebeveynler, çocuklarına İslamiyet’i öğret­


memi istediler. İtiraz edemezdim, burası dershaneyse, derslere
devam... Öğretirken öğrenmenin kolaylığını biliyorum. Bu
dersi Müslüman bir hocaya verebilirdim; Şerefe de... Fakat bu
işte bir sır var, Müslüman çocuklara İslamiyet’i ben öğretme­
liymişim... Ben ki Amarikalıyım, ateizmin derin derelerinde
dolaşmış, sevgilisinin atüğı aşk taşlanyla yıkılmış, hümanizme
tekme atıp, insanlardan nefret etmiş ve oyuncak kabilinden bir
Müslümanla evlenmiş bir kimseyim... “Lütfen çocuklarımıza
İslamiyet’i öğretiniz...”
Trapez gösterileri kadar tehlikeli olan bu oyunu kabul et­
tim... Elementery School, yani ilkokul öğrencilerine her gün
bir saat din dersi koydum. Onlara bir sınıf ayırdım. Duvarlara

56
manalarıyla beraber ayetler astım. Başımı kapattım, derse baş­
ladım:
“Bismillah, Allah adıyla...”
Saksıdaki çiçeği gösterdim:
- Bu çiçeği yapan, yaratan kimdir?
Her birinden bir ses yükseldi:
- Tabiat...
- Allah...
- Kendiliğinden olmuş, öğretmenim...
- Toprak yapmış öğretmenim...
Bunlann hepisini tahtaya yazdım. Çubukla kelimeleri gös­
tererek:
- Tabiatı iki şekilde ele alacağız. Birincisi; tabiat yaratansa
Allah demek daha iyi. İkincisi; tabiat yaratıksa, yaratıklar ya­
ratamaz. Siz de yaratıksınız, bir çiçek yapabilir misiniz?
Bir tanesi defterindeki çiçek resmini gösterdi, güldüm
“Aferin” dedim. Tam sırası gelmişti, hemen plastik çiçeği al­
dım:
- Bunu kim yaptı?
Çocuklar şaşırdı, birbirine baktı, ben açıkladım:
- Bu plastik çiçeği insanlar atölyelerde, tezgahlarda yapı­
yor ama canlı değil... Canlı çiçeği Allah’tan başkası yapamaz.
- Öğretmenim, oyuncaklanm canlı, yürüyor, koşuyor...
- Aferin, şimdi can nedir, onu anlatacağım, lambaya ba­
kın...
Elektrik düğmesine bastım, lambalar yandı.
- İşte lambalara can geldi...
- Öğretmenim can değil, elektrik geldi.
- Lambalann cam, elektrik...

57
Düğmeye tekrar bastım:
- Lambalar öldü... Pencereden bakın.
Çocuklar pencereye koştu.
- Arabalar niçin duruyor?
- Motoru çalışmıyor...
- Sürücü yok...
- Hepinizin cevabı doğru, demek ki arabanın canı motor.
Çocukları yerlerine oturttum:
- Bakalım bu soruya kim cevap verecek?
Çocuklar dikkat kesildi ve sordum:
- Ölüler neden yürüyemiyor?
Biri:
- Ay korktum...
Öbürü:
- Canı çıkmış...
- Aferin sana! Şimdi dersimizi özetliyelim: Canlı çiçekleri
Allah, cansızları insanlar yapmış, değil mi? İnsanlar canlı çiçek
yapamazken toprak nasıl yapsm? Alimlerin bütününü toplasa­
nız bir tek elma yapamaz; elmayı topraktan yaratan da Al­
lah’tır...
- öğretmenim biz Allah’ı görmüyoruz...
- Elektriği de görmeyiz. Nasıl ki elektrik yaptığı işlerle
kendini belli ederse, Allah da yaptığı işlerle varlığım gösteri­
yor...
Dersimiz böylece devam etti, onlara canı, hayatı, ruhu an­
latmaya çalıştım, biyoloji ve psikolojiyi onların seviyesine in­
dirdim.
Zil çaldı, tenefüse çıktık. Şeref beni görünce heyecanlandı,
tebrik etti:

58
“Hiç heyecanlanma” dedim, “Nasıl ki her artist rolüne gö­
re giyinir ve oynar, ben de Öyleyim. Çocuklara İslamiyet’i an­
latırken Müslüman hanımlar gibi giyindim, sınıfa ayet ve ha­
disler astım..."
Şeref hemen sınıfa girdi, başta Kur’an olmak üzere diğer
dini kitaplar, levhalar, falan... Etrafa baktı;
- Gericilik yapıyorsun hocam... Öğrencileri 1400 sene ge­
riye mi götürmek istiyorsun?
Rüzgann ne yandan estiğini anladım:
- 1400 sene evveli anlatmak gericilikse. Milattan evvelki fı-
lozoflann yazdıklarını okumak daha gericilik... Nasıl ki mil­
yonlarca sene evvel yaratılan su, hava ve toprak bugünün ihti­
yacına cevap veriyorsa, bunları yaratan Allah din gönderdiği­
ne göre o din de bugünün ihtiyacına cevap verir...
- Hocam izin verirseniz elinizi öpeyim...
Kahvem geldi, onu yudumlarken gözlerimden yaşlann yu­
varlandığını hissettim ve sildim...
- Hocam ağlıyorsun...
Parmağımla işaret ettim: “Sus.”

A h ÎZEYİ elime aldım, telefondaki ses:


- Hocam bir Müslüman vefat etti, cenaze merasimine katı­
lır mısın?
- Katılmamı istiyor musun?
- Evet.
- Niçin?
- Çünkü OsmanlI Devlcti’nde bir Bekri Mustafa varmış.
Arada sırada kafayı çeker, gönlüne göre yaşarmış. Küçükken

39
Kur’an ezberlediğinden onu bir camiye imam yapmışlar. Yine
bir gün bir cenaze getirmişler telkin verirken demiş ki: “Ey
mevta, ahirete gittin, dünyayı merak edenler olursa de ki Bek­
ri Mustafa imam oldu” gerisini anlarlar...
Konuyu anladım ben katıla katıla gülerken o devam edi­
yordu.
- Lütfen yann ki cenaze merasimine katılın siz de deyin ki:
Ey ahirete giden kişi, Müslümanlar’ın halini sorarlarsa de ki,
Selcna, Müslüman çocuklara İslamiyet’i öğretiyor, onlar gerisi­
ni anlar...

T i KIRTILAR geliyor, baktım Şeref yok. Kalkıp mutfağa


gittim, bizimki kahvaltı yapıyor.
- Hayrola...
- Bugün Ramazan...
- Haber verseydin ya...
- Rahatsız etmek istemedim...
15 gündür Müslümanlar’la bir araya gelmedik, galiba işle­
re fazla daldım, ferdi hayatın içinde kayboldum...
Ben de bazen oruç tutuyorum, fakat iftarlara sık sık katılı­
yorum. Bu ayda ben de manevi bir atmosfer içine giriyorum,
Arapça çalışmamı hızlandınyorum. Suyu kaynağından içercc-
sine İslamiyet’i Kur’an’dan öğrenmek istiyorum. Eğitim mer­
kezinde öğrencilere ve velilere iftar yemeği vermeyi kafama
koydum. Burada oruç başka, iftar daha başka bir şey gibi. Bu
sebeple oruç tutan, tutmayan; Müslüman olan, olm ayan her­
kesi iftara çağmrlar. Sanki iftar da bir ibadet...
O akşam eve erken döndüm, şahane bir sofra hazırladım,
Şeref de geldi, abdest aldı, sofraya oturdu. Bu tabloyu seyre

60
daldım. Biliyorum Şeref aç, susuz ve yorgun; önünde yemek­
ler ve meşrubat var; yemiyor, içmiyor, emir bekliyor. Sanki
yeryüzü kışla, Allah Kumandan-ı Azam, Müslümanlar da as­
ker; “Ye!” deniyor yiyiyorlar, “Yeme!" deniyor, yemiyorlar...
Keşke Müslümanlar’ın bütünü her zaman böyle olsa...
İmanın ne olduğunu şu anda daha iyi anladım; en zor şart­
larda Şeref, Allah’a itaat ediyor. Bu nasıl bir din ki, 1400 sene
evvel Arabistan’da doğmuş, dünyanın dört bucağına yayılmış;
Şeref, Türkiye’den Amerika’ya gelmiş, tek başına bir Müslü­
man, orucu yese de, tutsa da kimse ona karışmaz fakat o yine
oruçlu, yine emir bekliyor. İslamiyet mükemmel insan istiyor.
“Müslümanım” diye ortaya çıkmamamın sebebi de bu. İnana
başka, hayatı başka olan Müslümanlar’dan olmak istemem.

H a m i l e l i ğ i n kendine has problemleri var. Annelik


duygusunun yanında, halsizlik, sinirlilik... Bunlar ne ise saat
16 civannda mafsallanm kanncalaştı, dizlerimin bağı çözüldü,
bir titreme, zile basıp, müstahdem hanımı çağırdım;
- Acele Şerefi bul, hemen gebin.
Dersi yanda bırakıp geldi.
- Beni hastahaneye götür...
İki gece hastahanede kaldım, ateşim düştü, eve getirildim.
Daha genç yaşta anne olmahymışım, geç kalmışım...
Sadece yatmak istiyorum. Şerefe rica ettim, dershaneye
koştu, beni aratmamasım sıkı sıkıya tenbih ettim.
Akşam eve döndü, mutfağa girdi. Kalktım duvarlara tutu­
narak mutfağa gittim. Aaa, önlüğü takmış, yemek pişiriyor, ta­
baklan yıkıyor, salata yapıyor. Bu adam sadece kocam değil,
anam, babam...

61
Yatağıma döndüm, dünya nedir, hayat ne, insan ne? Ne
yapmak istiyorum? Bir kelebek gibi uçup geldim, uçup gidiyor
muyum? Bazı gerçekler hayatın yönünü saptırıyor mu?
Şeref, bir tepsi içinde çorba, zeytin, peynir, bal getirmiş.
Bir bardak da limonata...
Çorbayı içtim, kaşığı bıraktım. Şerefin yüzüne baktım:
- Her şey güzel fakat senin alakan bunlardan bin güzel.
Düştüğüm anda elimden tutman hayata mana veriyor, teşek­
kürler...
O da yüzüme baktı, manalı manalı güldü:
- Hani sokakta birbirine sarılan, öpüşen genç kızlan ve er­
kekleri görüp, sevgiden, aşktan söz etmiştin... Sevgi ve aşk ke­
limelerde kalırsa, zevklerin tercümanı olursa manasızdır. Ama
eşler birbirini tamamlarsa, birbirine yar olursa işte o zaman
sevgi ve aşk var demektir.
Anlıyorum, filozof kocam anlıyorum, her şey gibi sevgiyi
de, aşla da dejenere ettiler...

B u g ü n p a z a r biraz geç kalktık. Şeref saatine baktı: “Ho­


cam sana bir sürprizim var” dedi.
Gezmeye gideceğimizi zannettim, kulak asm adım , çaylan
doldurdum.
- Sunday School’da dersim var...
Hoppala, kilise okulunda bu adamın işi ne?
- Babtist Kilisesi mi?
- Evet.
- Eee ne olacak?
- Seni de davet ediyorum...

62
Kollanmı havaya kaldırdım: “Hey Allah’ım şu işe bak, bir
Müslüman, bir Hıristiyan’ı kiliseye davet ediyor, hem de pazar
günü...”
Ne ise bizim deli ile yola düştük, pazar okulunda, sınıfımı­
za girdik. 15 kişilik bir sınıf erkeklerle hanımlar karışık. 20 ya­
şa kadar ayn, 20 yaştan sonra bir arada...
Ben öğrenciyim sırama oturdum, bizim bey masaya geçti
öğretmen... Bu zıtlıklar, bu terslik bana hoş geliyor. Başladı an­
latmaya:
“Midemizi yiyeceklerle, içeceklerle doldurduğumuz gibi,
beyin midesi ilim, kalb midesi iman ve ibadet ister. Nasıl ki
mideye içki gidince beyin değişik düşünmeye başlar; beyin mi­
desine giren bilgiler de insanın hayat anlayışını değiştirir. Kal­
be gelince iman eksi ve artı değerler ahr, matematikteki ra­
kamlar gibi. Heykele de, Allah’a da tapmak imandır, biri men­
fi, diğeri müsbet... İbadetler de iki zıt kısma ayrılır, ayyaşın ha­
liyle, alimin ilme baglıhğı ve abidin ibadeti farklıdır. Bize göz
veren Allah, okunacak kitabı da göndermiş... Dinleyen kulağı
veren Allah, Peygamber göndermiş... Konuşan ağzı veren Al­
lah, dini sohbetleri emretmiş...”
Sonra aklı anlattı. Defalarca dinlediğim konulan bir daha
dinledim fakat bu dekorda bu sözler beni büyüledi... Kilisede
pazar okulu, bu okulda Müslüman öğretmen, Hıristiyanlar öğ­
renci, anlatılan şeyler herkesin malı...
Bari papaz da gelsin camide vaaz etsin...
Saat 12, dersler, ibadetler bitti, cemaat dağılıyor. Şerefle
beraber papazın yanına gittik, beni tanıttı. Papaan Şerefe ent-
rasan bir teklifi oldu: “Eğer Arapça öğrenmek istersen sana
yardımcı olurum ve mutlaka Arapça öğren...”
Beynim duracak, bu sefer de papaz, bir Müslüman’a Arap­
ça öğretecek belki ayet ve hadislere de mana verecek...

63
Vedalaşıp çıkarkan papaz bir espiri yaptı:
- Ey Müslüman, bu Hıristiyan’ı kiliseye getir...
Dünya zıtlar âlemidir.
Bu karışık dünyada, bu karışık adama “Complex man, şim­
di camiye mi gidiyoruz?” dedim. “Evet” demez mi, az kalsın
küçük dilimi yutacaktım...

B u RASI The Islamic Çenter yani İslam Merkezi. Biz de


pazar ne ise Müslümanlar’da da cuma odur. Amerika’da cuma
iş günü olunca pazar günleri Müslümanlar burada toplanır,
yerler, içerler, ibadet ederler, vaaz veya konferans dinleyip, da­
ğılırlar. Kelimenin tam manasıyla panayır. Çarşaf giyen ha­
nımla dekolte hanım yanyana, başbaşa... Söven çocukla, sure
okuyan beraber oynuyor. Sakallı adamla, sakalsız hatta bıyık­
sız arkadaş... Dedim ya burası panayır. İnanıyorum ki ağzına
içki koymayanla hergün içen de burada...
- İslamiyet bir iken neden Müslümanlar çeşit çeşit...
Şeref imdadıma yetişiyor:
- Çiçekler, güneşten aldığı ışığı kendi bünyesinde yoğu­
rup, her çiçek kendine has bir renkle ortaya çıkar. N asıl ki gü­
neş bir iken, çiçeklerin rengi başka başkaysa; İslamiyet de bir
iken Müslümanlar başka başka... Çünkü her insanın beyin ya­
pısı ve kültürü birbirinden farklı.
- Fakat ben İslam’ı yaşıyan bir Müslüman olmalıyım...
- Bu duaya amin derim.
Çocuk, kadın, erkek, 500’den fazla M üslüman toplanmış,
kimi çınar, kimi çayır... Elbette çayırotunun olm adığı yerde çı­
nar da olmaz. Çayırotlannm çok olması da en tabiidir.
- Şeref...

64
- Buyur hocam.
- Müslamanlar’m hepisi cennete gidecek mi?
- Dinden anladığıma göre İslam’a ve insana zarar verenler
hariç...
Hafızamm sahifelerini karıştırdım: “İnsanı zehirlemenin
cezası idam.” Çünkü zehri yemeğe katacak olan en yakın kim­
sedir. Buna karşı maktul en ufak bir savunma yapamaz. Eski­
den Hindistan’da zehirleme olayı çokmuş. Bunun önüne geç­
mek için ölen adamın karısını da yakarlarmış. Demek ki kadı­
na zulmeden erkek, erkeği de zehirleyen kadın... Müslüman
da İslam’a zarar verirse, o da yanmalı...
Ahirete kanşmayalım amma Müslümanlar’m bütünüyle
cennete gitmesi aklıma yatmaz. Öyleleri var ki seve seve dün-
yalannı cehennem etmiş, tahmin ediyorum ki meyhanedeki
Müslüman da cehenneme gitmek için epeyce para ödüyor...
İslam Merkezi’nde üstün insanlarla tanıştıkça, İslamiyet’e
biraz daha ısınıyorum...

M ukaddes topraklara gideceğiz, biletleri aldık...


- Hanım Mekke ve Medine’de senin Müslüman olmadığım
anlasalar, cezası idam..
Göğsümü gere gere: “Elhamdülillah Müslümanım" deme­
diğim için Şeref bana takılıyor. Yoksa İslam Merkezi’ndeki
Müslümanların yüzde yetmişinden daha iyi Müslümanun. İç­
ki yok, dans, pilaj yok. Allah’a fizikle, kimyayla, biyolojiyle,
coğrafyayla inandım. İnandım ki yaratıklar, yaratanın delili...
Şu bizim Şerefi adam eden, Kur’an’ı ve Peygamberi de sev­
dim... Ne ise boynuma bir etiket asmadan da ben Müslüman

65
olabilirim. Belki bizim papaz da Müslüman... Şerefin şakalan-
na gülmekten başka çare yok.
Günler yaklaşınca Hac Mağazasından entari, başörtüsü,
terlik aldım. Şeref de ehram, şemsiye falan aldı. Eve geldik hac
kıyafetlerini giydik...
- Şeref be...
- Buyur hocam.
- 100 dolara sen şeyhülislam, ben de Rabiat-öl Adeviyye
olduk. Bunu daha evvel neden beceremedik?
- Haklısın hocam şekilcilik kolay amma kafayla, kalbin içi
zor. Çünkü ilim ve iman enjektörle şınnga edilmiyor.
Cidde Havaalanına inerken Şerefe işaret ettim:
- Bak burda ne varsa ithal malı...
Şeref de fısılü halinde kulağıma dedi ki: “Gümrüğe girince
İngilizce konuşalım, bana Türkçe yahut Arapça konuş, deme.”
- Neden?
- Suudlar, Ameıikalılar’a kolaylık gösteriyormuş...
- Hayret, hani mü’min, mü’min kardeşiydi...
Uçak alana indi. Gerçekten de gümrükten kolayca geçtik.
Programlınıza göre Cidde otellerinin birinde iki gece kalacak­
tık...
Ertesi gün Cidde limamndaki ticari gemileri gördüm :
- Bu da ne?
- Müslümanlar’a satılacak mallar...
- Desene hacca gelenler gavurlan zengin edecek...
İçim burkuldu, keşke gelmeseydim... Hacılar ahiretini, ga­
vurlar dünyalannı cennet etmekle meşgul. Dünyayı cennet et­
meyen din kabül görür mü?
Cidde’yi biraz dolaştık sıkıldım, ha New York, ha Cidde,
nesini gezeyim? Çarşaflı kadınlar, entarili, başı sanlı erkekler
buranın tek dekoru...
Mekke’ye gelince halim değişti, Lebbeyk Allahümme=Em'
ret Allah’ım, bu tabiri can-ı gönülden söylüyorum. Şerikin
yoktur, lütuf senden, sadece sana hamd ederim...
Harem-i Şerife girerken beni bir ağlama tuttu, katıla katıla
ağlıyorum; bunun niçini, nedeni yok. Şeref de öyle...
Tavaf yaptık. Vecde gelmiş insanlardan kendimi zor koru­
dum... MalezyalI hanımlan buldum, çoğu genç ve tahsilli, İn­
gilizce de biliyorlar. Onlarla can ciğerdik.
Sonra çarşıyı, pazan dolaştık, ölülerin alış veriş yaptığım
gördük. Beyaz elbiselerimiz kefenmiş ya...
- Şeref, bu ne hal?
- Buyur hocam...
- İki milyon Müslüman dünyanın dört bucağmdan gelip
buraya toplanmış. Müslümanlar’ın yıllık kongreleri, burada
ekonomik, politik ve kültürel problemler hal edebilirler...
- Bugüne kadar edemediler...
- Yazık.
- Bu kutsal topraklarda kağıt yiyen koyunlar gördüm, on­
lar da kutsal oluyor mu?
Şeref gülüyor.
Hadi son soru:
- Harem-i Şerifte kedi de gördüm, o da hacı olur mu?
Şeref yüzüme baktı:
- Hocam, İslam! ilimlerle Allah’a ibadet edilir, gerisi boş...
Elini sıktım.

67
Arafat, mahşer meydanıydı. Buradan Müzdelife’ye geçmek
problemli... Müzdelife’den Mina’ya geldik şeytan taşladık, her
taş atışta: “Şeytan benim içimde, ben ona düşmanım” dedim.
Medine’de Peygamber’in ve sahabenin insanlığı ayağa kal-
dınşını ilmen yaşadım. Peygamber’in türbesinin Kabe’de olma­
dığına bin kere şükrettim.
Kocama takıldım:
- Şeref, papaz ne demişti, Arapça öğren...
Fabrikasız, atölyesiz şehirlerde fakirlere bol bol para ver­
dim. Hurma ve zemzemle ülkeme döndüm,
- Hacda yapılan dualar kabul olurmuş, hocam sen ne iste­
din?
- Bize teslim edilen çocukları bataklığa saplam adan adam
etmeyi Allah nasip etsin, dedim.
- Ebedi saadeti?
- Ben vazifemi yapayım, Allah işini bilir.

S a NCIM BAŞLAYINCA ambulans çağırdım. Şerefe de te­


lefon ettim. Hayatımın dönüm noktası, çocuğum ve ben...
Doktorlar: “Çocuğun sağlam” demişti, yine da acabalar
zihnimde dolaşıyor. İlk anda onun sağlam olup, olmadığına
bakacağım... İçimde bir ses diyor ki: “Ya geri zekalı olursa?” O
süflör susmak bilmiyor: “Öyle berbat gençler, öyle berbat in­
sanlar var ki, onlann ölüm haberine anneleri bile sevinecek...”
Şerefe sormuştum:
- Kız mı olsun, erkek mi?
- Hayırlı olsun, demişti.
Yüzde bir ihtimal de olsa doğum anında ölebilirim...

68
ölüm korkusu beni bütünüyle sararken, sancılanm şiddet­
lendi ve doğum oldu. Korktuğum kadar zor olmadı. Müjde
verdiler: “Bir oğlunuz oldu...” Şeref de kapıdaymış...
Oğlum dünyaya gelir gelmez bütün gücüyle ağlamaya baş­
ladı. Hayata ağlıyarak başlamak... öyle yaşa ki öldüğünde de
başkaları ağlasın... Gerçi her ölünün bir ağbyanı vardır ama
öyle değil, iyi ve üstün insanın kaybedilmesi başkadır.
Doktora ve hemşireye bir daha bir daha sordum: “Oğlu­
mun sakat yeri var mı?”
- Bu acele ne? Çocuk senin ellerinde büyüyecek? Onu bol
bol seyredip, seveceksin...
Annem, babam. Şeref hepsi gelip tebrik ettiler.
Annem dedi ki:
- Hastahenede fazla kalma, ya bize gel, yahut ben size ge­
leyim, sana yardımcı olurum...
- Doktora sorayım...
Annem kızdı:
- Kız seni nasıl büyüttümse torunumu da öyle büyütürüm,
buralarda ne işin var?
Annemin gözünde hâlâ çocuğum, “Peki" dedim.
Şeref geldiğinde annem mutfakta, çocuk beşikte ve ben de
yataktayım. Bizim filozof çocuğa baktı baktı, bana döndü:
- Bu çocuk senin mi?
Hemen doğruldum:
- Ne demek istiyorsun?
- Şu yavruya bak ne kadar rahat nefes alıp veriyor. Bunijin
küçücük akciğerlerini, kocaman atmosferle irtibatlayan kim?
Sen mi bunun ciğerlerini yaptın?
- Allah iyiliğini versin korkuttun beni...
- Selena...
Cevap vermedim, gözlerimi ona çevirdim...
- Dünyaya bir çocuk geliyor ve iki çeşmeden sü t akmaya
başlıyor; çocuk için en güzel gıda ana sütü...
Çiçekleri, ağaçlan her zaman görürüz, ressamın yaptığı da­
ha başkadır. Bu adam da bildiğimiz, gördüğümüz şeyleri öyle
anlatıyor ki, kelimeler boya, cümleler fırça, harika tablolar zih­
nimin duvarlanna asıhyor...
Acaba eşim bu kadar ciddi olsun mu, yoksa arada sırada
sulu, sırnaşık bir hal alsm mı? Ona sorsam “Şükret” der.
Bundan sonra dershaneye kocam, ben, bir de oğlumla gi­
deceğiz.

SiR A isme geldi...


Doğumdan evvel kız için, erkek için isimler ezberledim...
Anam bir isim koymuş, doktor bir isim... Hatta hemşirenin
söylediği isim teşekkürlerimin, tebesümlerimin arasında kay­
boldu. Babama sordum: “O hak size ait” dedi. Sıra geldi Şerefe
yani oğlumun babasına:
- Babasm oğluna ne isim koydun?
- O şimdi adsız. Eski Türkler oğluna isim vermez onu Ad­
sız diye çağınriarmış. Çocuk büyür, delikanlı olup, bir iş başa­
rırsa şanına layık bir isim verirlermiş...
- Yani ona şimdi Adsız mı diyeceğiz?
- Hayır, ananın hakkı mühimdir...
- Öyleyse?
- Öyleyse, öyle bir isim koyalım ki, İngilizce’de karşılığı ol­
sun...
Gözlerinin içine bakıyorum, onu red etmek istem edim ve
söyledi;

70
- Isa.
- Yani Jcsus?..
- Beğendin mi?
- ilk kocanı, bana İsa’yı sevdirmemişti, sen Muhammcd'I
sevdirdin, şimdi dc Isa’yı mı sevdireceksin?
- İsa aleyhisselam peygamberdir, peygamberlerin hcpisini
severiz...

R e k l a m iki türlUdUr, biri medya aracılığıyla; diğeri de


yapılan işin kendini reklam etmesidir, öğrencilerin ev ödevle­
rini yapması, tngilizee ve matematikten iyi not alması Öğret­
menlerin dikkatini çekmiş, öğrencilere dershanemizi tavsiye
etmişler. Çocuklann davramşlan iyiye gidince veliler de biz­
den memnun. Öğrenci sayısı arttıkça gelirimiz de artıyor. Be­
lediye ve eğitim müdürlüğü de yardım edeceğini söyledi. Ya-
zm öğrenci sayısında azalma olunca Şerefe izin verdim:
- Anneni; babam ziyarete git.
Güldüm, o acı günleri hatırlatırcasına:
- Kovmadan git...
Ud m ektup yazdım, zarflara para da koydum;
- Bunu annene, bunu da babana ver, mektuplanmı tercü­
me et. Hazreti Muhammed’in şu sözünü onlara hatırlat; “Her
milletin iyisi iyidir.” Sen gidip gelinceye kadar ben de annem­
le, babamla beraber olurum... Gelmezsen bir fatiha oku, iste­
miyorsan cmu da okumak.
Şeref yerinden kalktı geldi, iki elimi tuttu;
- Sen artık anasın, analar mübarek ve azizdir. Ben de sen­
den hep iyilik gördüm , nasıl İnkar edebilirim...

71
BIZİMKİ izinden dönmüş akşamın I l ’inde sürpriz şekilde
karşıma dekildi. Evvela şaşırdım, sonra canım sıkıldı. Ne yani
beni kontrol mü ediyor?
Bir yanlış hareket bin iyiliği alıp, götürüyor, ağzıma süzgeç
koydum:
-Hoş geldin...
Eve gitmiş, bavulları oraya bırakmış, beni almak üzere ba­
bamlara gelmiş. Babamlann hediyesini de ihmal etmemiş. Dut
kurusu, ceviz, kayısı kurusu vesaire... Ihtiyarlann sevinci kız­
gınlığımı yatıştırdı.
Bizimkiler paraların ötelere kaymasını istemiyor. Şeref ağ-
zmdan bir şeyler kaçırır diye sorup, soruşturmadım, bir an ev­
vel kalkıp, evimize döndük. İsa’mız Şerefin kucağında...
Şeref, annesinin mektubunu uzattı. Oku da anlat bakalım
ne yazmışlar...

“Amerikalı gelinimiz,
Hediyelerini aldık teşekkür ederiz. Biz de çam sakızı,
çoban armağanı bir şeyler gönderiyoruz. Torunumuz için
de bir alan... Siz de gelseydiniz sevinirdik. Bizim İngilizce
öğreneceğimiz yok bari sen Türkçe öğren de gelinimizle
iki laf edelim. Bakalım kaynana olmak nasılmış. Baban ve
ben gözlerinden öperiz, burdan herkesin selamı var.
Annen”

Çengel iğneye asılı altım oğlumun omuzuna astık. Her hal­


de çocnklann en iyi tarafı parayı bilmemeleri... Kaynanam ve
kaympedetim her birinden birer kilo olmak üzere bulgur, eriş­
te, fasulye, ceviz, dut, pestil falan koymuşlar. Anadolu bizim eve
taşınmış. O bağ, o ev ve o tarlalar gözümün önünde... Havlayan
köpekler, meleyen kuzular kulağımda... Hele gavurun kızı...

72
Tahmin ederim bizimkiler bana ısınmış, ben de onlara...
Şeref başladı anlatmaya: “Çayın kenannda kıymetsiz bir
tarla aldım, pullukla toprağı iki defa sürdürdüm; otunu, taşını
ayıklattım, 20 metrelik bir duvar çektirerek sellerden koru­
dum; bir de su pompası aldım, bununla tarlayı sulayın, dedim,
babam çok dua etti.
- Yani?
- Balık vermektense balık tutmasını öğrettim...
- Benim parayı da oraya mı harcadın?
- Hayır, bunu gelinin gönderdi, diye kendisine teslim et­
tim...
- Aferin, bir Amerikalı gibi çalışmışsın, yani üretime dö­
nük...
Artık haber vermeden niçin geldin, falan da demedim.
Eşimdir, elbette beni kontrol edecek... Ben de onu kontrol edi­
yorum...

B e b e ğ i m olduğundan beri her toplantıya koşmuyorum.


Onu bekliyorum, yarmlann büyük insamm bekliyorum. O,
her şeyden habersiz uyurken, her şeyden haberdar olanı düşü­
nüp, kitap okuyorum. Psikoloji yeni bir bilim dalı. Bana göre
ruhun yaptığı işleri anlatır. Ruh bilinmez, yani kendi ruhumu­
zu bilemiyoruz. Bedenimize hareket veren, beynimizi çalıştı­
ran, gözümüzle bü âlemi seyreden ruhumuzun mahiyetini bi­
lemiyoruz.
Psikologlar insanı parça parça ele almış. Welhelm Wunt
(1832-1920) içe bakışı, insamn kendi kendini gözedemesini
ele almış. Wiliam James (1842-1910) ve John Dewcy (1859-
1953) insanın iş ve eylem hayatına bakmış... Freud (1856-
1939) psikanaliz metoduyla cinsi hayatla alın yazısı arasında

73
sıkı irtibat kurmuş. Adler, cinsiyet meselesinden değil, bedeni
yetersizlikler sebebiyle aşağılık duygusuyla doğan rahatsızlık­
lara dikkati çekmiş... Sosyal psikoloji, zihin bozukluklarını in­
celeyen patolojik psikoloji, genetik psikoloji, farklar psikoloji­
si ve uygulamalı psikoloji...
Bu kitabı dikkatlice okudum, nodar aldım, ben ve eşim bu
bilimin neresindeyiz? Öyle ya, psikoloji ruhun yaptığı işleri in­
celiyor, ysmi asıl konusu insan, ben de. Şeref de insan; bu bi­
lim dah bize bizi nasıl anlatacak?
Doğrusunu isterseniz kafam karıştı, biraz da karamsarlığa
düştüm. Kocaman ilim adamlan, böylesine bir bilim dalıyla bi­
zi çıkmaz sokaklara mı düşürmeliydi? Durumu Şerefe açtım,
o da bir kitap açtı, okuyor ve anlatıyor;
"İnsanı yaratan Allah, İslamiyet’i gönderdiğinden,
Kur’an’ın nuru mü’minin beynini aydınlatır, o da hakla batılı
ayırmaya başlar. Böylece yaratıklar içinde farklı ve üstün bir
duruma ulaşır. İman nurdur, yolumuzu aydınlatır, iman kuv­
vettir bizi her türlü kötülükten geri çeker, her türlü iyiliğe
sevk eder. Böylece iman, insanı insan eder, belki insanı sultan
eder. Nasıl ki asker ilbesesi giyen insan bir güç, bir kuvvet ka-
zamrsa, Allah’a itaat eden insan da öyledir.
Kainat ne kadar büyük, insan ne kadar küçük. İnsan Hu-
zur-i llahi’de aczini anlar, secdeye giderse firavun olmaz. Za­
ten kendini çok büyük zanneden Firavunlar, küçücük mikro­
ba mağlup olup, gittiler.
İnsan maddeten ve manen en güzel şekilde yaratılmıştır.
Haramlardan kaçınsa bu güzelliği devam edecektir.
İnsanın ihtiyacı sayısızdır. Dua eden bilir ki, isteklerine
muhatap olan var. Bu bakımdan dua, imanın âlametidir. Nasıl
ki fırtınaya tutulan gemiler limana sığınırsa, sosyal hayatın fır-
tınalan içinde Sünnet-i Seniyye kalesine giren kurtulur.

74
tnsan vücudu itibariyle bir hiçtir. Fakat insan, Allah’ın ver­
diği kabiliyetlerle şu haşmetli kainatm bir seyircisi; yaratıklara
bakıp yaratana inanan; her yaratığı, İlahi bir mektup gibi oku­
yan; îslami terbiyeyle üstün bir makama varan; bu gerçekleri
anlatan şerefli bir mahluktur.
İnsan şu kainat sarayının aziz misafiridir. Ev sahibine itaat
ederse rahat eder. Zaten görülüyor ki, itaat eden de etmeyen
de gidiyor. Elbette ki zalimlerle mazlumlar mahkemeye gider.
Orada zalimler cezalandınhr, mazlum mükafat görür.
Şerefi çok dikkatle dinledim, sanki karanlıkta kör ebe oy­
nayanlara ışık tuttu.
- Peki psikoloji ne olacak?
- Peygamberimiz buyurmuş ki: “Kendini bilen Rab’bini bi­
lir.” Psikoloji, çeşitli çevrelerin organizmaya tesirini; içten ge­
len itmelerin dış dünyaya etkisini inceleyen bir bilim dalıdır.
Yani psikoloji insanı esas alıp, merkezden çembere, çember­
den merkeze etkileri, itmeleri, çekmeleri anlatır. Böylece insa­
nı, insana anlatır. Yaratandan koparılan insan, karanlıkta el
yordamıyla yoluna devam eder; o yolda çukurlar ve dikenler
vardır.”
Güldüm. Benim öğrenciliğime. Şerefin öğretmenliğine gül­
düm.
Düşündüm, İslamiyet'teki bilim inkar edilemez, ilim
adamlan gayri müslimlerden çıkmış... Şimdi Şeref gibi Müslü-
manlar Asya’yla, Avrupa’yı bütünleştirmeye çalışıyor...
Çocuğumun süt zamanı geldi, onu emzireyim...

75
O ğ l u m u n ismi İsa, İsa Peygamber gibi olmasını isterim
fakat tanıdığım Hırisliyanlar gibi de olmasını istemem. Müslü-
manlar da öyle.,, Acaba oğlum babası gibi veya benim gibi olur
mu? Kocamın fikrini almak istedim:
- Oğlunu hangi metodla terbiye edeceksin?
- Oğlum beni terbiye ederken terbiyeyi öğrenecek.
- Anlamadım?
- Oğlumun beni tenkit etmesine izin vereceğim; bende be­
ğenmediği ne varsa açıkça söylesin...
Parmağımı ısırdım;
- Ayol öyle şey olur mu? Yani el kadar çocuk, tahsilsiz,
kültürsüz çocuk, kocaman insanı tenkit edecek, sen aklını
peynir, ekmekle mi yedin?
- İnsan öyle yaratılmış ki hemen iyiliği kötülükten ayırır.
Mesela sövsem veya içki içsem en cahil adam da “Bu kötüdür”
demez mi?
- öyleyse ben de tenkit edeceğim, sağlam dur.
- Elbette yanlış bir söz söyler veya yanlış bir hareket yapar­
sam hemen söyle...
- Harika! Fakat neden böyle bir yolu seçtin?
- Ben seçmedim, dinim seçti. Müslüman evvela başkaları­
na zarar vermeyecek, sonra da faydalı olacak...
- Böylcce tenkide sınır getirdin. Zararlı hallerini söyleyece­
ğim, yoksa ceketi şuraya bırakmışsın, tabak şöyle konmuş, de­
ğil-
- Anlayışlı bir hanım, evini cennete çevirir...
- Erkek?
- Zalim kadımn elinde erkek mazlumdur; zalim erkeğin
evinde de kadın çaresiz ve perişan...

76
G ö k y ü z ü n ü yazı tahtası yapan kudrete hayranım!
Masmavi bir gök ve pml pınl güneş...
Geceleyin simsiyah bir tahta...
Sonra fezanın gözleri yıldızlarla parlar...
Sonra ay ve mehtap...
Bir sabah gözlerim göklerde, küme küme bulutlar...
Denizler bulut bulut göklere çıkmış, rüzgar atına binmiş
gidiyor...
Kimdir bulutlara jeneratörler kuran, kimdir sudan ateş çı­
karan, kimdir şimşekleri buluttan buluta atlatan ve kimdir
yağmur dolu bulutlardan başımıza yıldınmlar yağdıran? Ve
kimdir yağmuru rahmet olarak gönderen... Sonra bir gökkuşa­
ğı doğar ki ressamın elindeki fırça utanır.
Böylesine seyrederim âlemi...
Yine bir sabah erkenden kalktım, terlikleri giymeden ses­
sizce salona çıktım. Şeref namaz kılıyor.
Dünya, karanlık çarşafını başına çekmiş uyuyor... Hiç kim­
se görmedi, hiç kimse söylemedi, bu adamı tatlı uykusundan
uyandıran ne? Abdest ve namaz... Defalarca yatıp kalkmak, el
açıp, bir şeyler istemek... Bu tablo insamn kab bedenini aşıp,
manevi âlemi resmediyor.
Fakat, evet fakat, namaz şahsın hayabyla ilgili, bu ibadetin
hayata taşıdığı faziletler nelerdir? Mesela kocamın namazının
bana ne faydası var?
- Şeref, bana namazın hikmetlerini anlatır mısın?
Şeref kalkü:
- Kıbleye döndüm...
- Niçin kıble?
- Ne tarafa dönsem niçin dersin. Bunu geometride postu­
lat gibi, isbatsız kabul et.

77
~ «^ İU İU .

- Allah emrettiği için namaz kılıyorum; o Amir, ben me­


mur.
- Buna inanıyor musun?
- öyle inanıyorum ki, kendimi O’nun huzurunda bilip,
O’nun haram ettiklerinden kaçınıyorum, helal dairede yaşa­
maya çalışıyorum...
- Namazı anlatacaktm...
- Namazda okuduğumuz ayederle Allah'tan emir ahp, onu
hayatıma uyguluyorum...
- Devam ediniz lütfen,..
- Kalbimi ve beynimi çalıştıran Allah, aklımdan ve kalbim­
den geçenleri bilir, bu inançla sessizce dua okuyorum... Başı­
mı toprağa koyuyorum “Nemrud v ^ a Firavun olmayacağım
ya Rab” der gibiyim...
- Namazm hayata tesiri ne?
- Yeryüzünü camiler kadar temizlemek istiyoruz...
- Size mani olmak isteyenler var mı?
- İçkiden, kumardan, fuhuştan vaz geçmek istemeyenler,
haram yollardan kazanç sağlayanlar, zulmünün tahtmda otu­
ranlar, zehirlemekten zevk alanlar İslamiyet’e karşı çıkmış ve
çıkacak...
Perdeleri açüm ortalık ışıklanmış, insanlığın dünyası ne
zaman ışıyacak?

Ç o c u ğ u m u çok seviyorum; bu kadar seveceğimi hiç


tahmin etmezdim. Bizim Asyalı yine yetişti;
- Sevgi karşılık ister, seni seviyorsam sen de beni sever­
sin... Çocuğuna gelince, hiç karşılık beklemeden onu sevdiğin
için buna şefkat denir...

78
- Çocuğumu ben seviyorum...
- Hayır, çocuğunu sen sevmiyorsun...
- Hoppala, gel de ayıkla pirincin taşını...
Şeref gayet ciddi, kürsüsünde oturan bir hakim gibi:
- Yavrulan yaratan Allah, analan yavrulanna hizmetkar et­
miş. Bu, böyle olmasaydı; yavrulann hayatı nasıl devam ede­
cekti? Şu yavrunun hayatında bir sürü olaylar var, yaşaması la­
zım ki onlar gerçekleşsin. Bu yavru kainat makinasmm bir
parçası; külli nizamın bir unsuru; sen ve ben hep o nizamın
içindeyiz...
Sanki bir kitabı okuyordu, eminim ki Şeref kendinde değil,
bu sözleri, bu teşbihleri o bulup, çıkaramaz. Rica ettim, devam
ediniz...
- Hiçbir yılan yavrusunu zehirlememiştir, hiçbir aslan yav­
rusunu parçalayıp, yememiştir; hiçbir ayı yavrusunu ezmemiş-
tir...
Şeref sahnede yerini aldı, ayağa kalktı, kollanm açtı ve son
sözünü söyledi:
- Canavarları yavrusuna hizmetkar eden. Rahman ve Ra­
him olan Allah’tan başkası değildir.
Ürperdim ve sordum:
- Bana gelince?..
- Sabah namazına kalkamayan analar bir gecede üç defa,
dört defa kalkıyor of bile demiyor. Analara bu şefkati veren Al­
lah, ne kadar şefkatli ki inkar hrtmalan ve günah selleri bir tu­
fan gibi dünyap sararken hâlâ yağmur rahmet olarak yağıyor,
toprak bin bir çeşit sebze ve meyve yetiştiriyor, hâlâ organlan-
mız rahatlıkla çalışıyor ve biz yaşıyoruz...
- Zevkle dinliyorum, lütfen devam...
öğrencilerinin kulak kesilmesinden şevk alan bir profesör
gibi meselenin derinliğine inmeye çalıştı; oturdu ve anlattı:

79
- Bakara Suresinde buyuruluyor ki: Firavun, doğacak bir
erkek çocuğun tahtını elinden alacağını rüyasında görmüş ve
emir vermiş; Doğan her erkek çocuk öldürülsün!.. Bu Firavun
ne yaptı, çocukların sadece dünya hayatına son verdi, o melek­
lerin ahireti cennet...
Yine ayağa kalktı, seyircisini bulmuş aktör gibi haykırdı:
- Bugün öyle analar, babalar var ki çocuğunu kahveler,
meyhaneler, barlar için yetiştiriyor, çocukların hem dünyalan-
m, hem de ahiretlerini mahvediyorlar, şimdi siz söyleyin Fira­
vun mu daha zalimdi, bugünkü bazı analar, babalar mı?
Ayağa kalktım, dünya sahnesinde payına düşen rolü başa-
nyla oynayan kocamı alkışladım “Kahveyi hak ettin” diyerek
mutfağa gittim. Döndüğümde oğlum da kımıldamaya başladı,
altını değiştirmeliyim. Onu kucağuna aldım ve Şerefe dön­
düm:
- Seni vecde getiren bu kompozisyon mu?
“Analar azizdir" diyerek geldi elimi öptü. Kocam elimi öp­
tü; yüreğime sıcak bir şey aktı, şaşırdım ve dedi ki;
- Anama yeteri kadar hizmet edememenin ıstırabım yaşı­
yorum...
Olaylann ilmeğiyle hayat kumaşını dokumak istedim lâkin
düğümleri çözemedim.

B u g ü n yalnızım, yavrum uyuyor. Yemek yapmaktansa


hazır bir şeyler alıp yemek daha iyi... Kitaplarla arkadaşlığım
devam ediyor. Müslüman kocamın çok önem verdiği Kur’an’ın
karşısına geçtim:
"Ey gökte yıldızlara, yerde köklere, havada kuşlara, deniz­
de balıklara hakim olan Büyük Güç, Tek Yaratan, bu kitaptaki

80
sözler de senin mi? Sen mi kullanna nasihat ettin? Sen mi on­
lara doğru yolu gösterdin? Yoksa Havarilerin İncilleri gibi,
Kur’an da öyle bir şey mi? Öyle ise Sen Peygamber gönderme­
din mi? Peygamberlerine tebliğ ettin bize ulaşmadı mı? Ulaştı
da ben mi habersizim? Her şey bir nizam içindeyken insanlar
bu kadar başıboş olabilir mi?
Deliler gibi konuştuğumun farkındayım. Her şeyden ha­
bersiz yavrum uyuyor...
Döndüm kütüphaneme baktım:
“Ben ki Mark Tvvain, Shakespeare, Emest Hemingway’i
okumuş, onların hafızasma, zekasına, üslubuna ve edebi sa-
natlanna hayran olmuş bir kimseyim. Arapça öğrenmeliyim,
asırlardır dünya nüfusunun üçte birine hitap eden bu kitabı
okumalıyım ve bir karar vermeliyim. Demeliyim ki, ya bu ki­
tap bütün kitaplann seviyesinden aşağı veya hepsinden üs­
tün..."
Kur’an’ın iki ciltlik İngilizce mealine elimi koydum: “Meal
alimin anladığıdır. Beşer sözleri beni tatmin etseydi, İnciller
ederdi, arayışa gerek kalmazdı.”
Oğluma baktım, ne güzel yüzü var, ne güzel uyuyor, nefes
alışı bile hoş...”
“Ey gül, dikenlerini gizle... Ey anlar, gülüme konmayın...
Ey bülbül, gülüm için gözyaşı dökme...”
Düşündüm gönlüme göre bir dünya istiyorum. Beğenme­
diğim her şey yaratana atılan tenkit oklandır. Ya her şeyi oldu­
ğu gibi kabul edip, gönlümün huzur dolu bahçelerinde dolaş­
mak veya tenkit nazanyla bakıp, gülün dikenlerini sinemde
hissetmek...
Aynaya döndüm: “Görüyorsun Asyah’dan bir şeyler kap­
mışım... Atı, atın yanına bağla ya huyunu yahut suyunu taklit

81
eder... Ağaçlar aşılanırken elbette bu evde odun gibi duramaz-
dun...
Kitapçıya telefon edecektim, aklıma Şeref geldi, ahizeyi ye­
rine bıraktım. Ben Şerefin İngilizce öğretmeniyim, o da benim
Arapça öğretmenim olsun.
İnsan öğrenen, öğreten mahluk, koyun değil ki...
Şezlonga uzandım; “Semavi dinler ha!.. Ben Arapça ile se­
maya merdiven dayıyacağım...” Heyecanlandım; hemen bir ki­
tap olsa elif diye başlasam... Kitap öğretmensiz olmaz düşün­
cesiyle, Şerefin notlarmı karıştırdım.
Yavrum uyuyor, çayırotlan yemyeşil, çiçekler beni uçuru­
yor ve sonsuzluğa işaret eden gökler; güneş içimi aydınlatmı­
yor...

B u g ü n kafama takıldı; annemin gözünde Şeref hâlâ ga­


vur. Ben de onun anasının dilinde gavur kızıyım. Hıristiyan'a
göre Müslüman, Müslüman’a göre Hıristiyan gavur. Halbuki
inanç enfusi bir olaydır içe aittir, ölçülemez ve mahiyeti bili­
nemez. Her dinin mensubu kendini Allah’a beğendirmeye ça­
lışır, beğendirdiğini, rızasını aldığını da zanneder, o zanla ra­
hat rahat yaşar. Şimdi soruyorum Allah, hem Hıristiyan’dan,
hem de Müslüman’dan memnun mu? Musevileri, Budistleri,
Teoisderi düşünün, hepsi Allah’ın nzasına talip, hepsi dini ha­
yatından memnun... Düşünüyorum her dinin mensubu cenne­
te girse, o cennet cehenneme dönmez mi? Neden biz Allah’m
işine karışıyoruz? Allah, bizden memnun olur veya olmaz, onu
bilemeyiz. Allah, bizi cennetine kor veya koymaz onu da bile­
meyiz. Biz bu dünyada ne yapacağız, nasıl yaşıyacağız, ona
dikkat etmeliyiz. Bu düşüncelerle, İslamiyet’in insanlardan is­

82
tediklerine dikkat ediyorum, önümde bir model var; Şeref! Bu
adam iddialı İslam; yani İslamiyet’i yaşadığım veya yaşamak is­
tediğini iddia ediyor, üstelik “Yanlışımı görürseniz beni tenkit
ediniz” diyor. Yani bu adam kendini insanlara da beğendirme­
ye çalışıyor. Bir din, insanlann beğendiği veya beğeneceği in­
san tipini ortaya koyuyorsa bence o din iyidir. Çünkü benim
dttnyaım cehennem edenin cennete gitmesini istemem. Bu ba­
kımdan bana gavur kızı diyen kaynanamdan ve kaynatamdan
intikam almayı düşündüm. Onlara kötülük ederek değil, iyilik
ederek intikammu alacağım. Çiftçinin tarlaya ekin ekmesi, di­
kenlerle en iyi mücadeledir.
Bizim tatilimiz yok, kışın öğrencilerin derslerine yardımcı
oluyoruz, yazın da her yaşta insana İngilizce ve bilgisayar öğ­
retiyoruz. Şerefle öyle çalışıyoruz ki kavgaya vaktimiz kalmı­
yor.
Fakat yazın, bir haftalığına veya 15 günlüğüne Türkiye’ye
gideceğim, gavur kızı ne imiş onlara göstereceğim.

X ü R K lY E ’ye geldim, bu sefer üç kişiyiz, ben, eşim ve oğ­


lum...
A la tane buharh ütü getirdim, kime hediye ettimse sevin­
di. Bir avuç dolar getirdim, bir kucak Türk parası oldu. Şehir­
den sondaj makinası getirttim ilçenin üst başından buz gibi su
çıktı. Bir depo yaptırdım, musluk taktırdım, üzerine “Her can­
lıyı sudan yarattık” Enbiya Suresi, 30’uncu ayet, diye yazdır­
dım. İçimden dedim ki haydi siz de “Gavurun çeşmesi” diye
yazın... Toplanan halka hitaben: Ey Müslümanlar yerin ala su
dolu, siz de suya muhtaçsınız. Bu bir örnektir, hem için, hem
de bağınızı bahçenizi sulaym. Yazın tarlaya buğday ekin, kışın

83
havuç, turp, lahana... Bir senede, iki, üç mahsûl alın, Allah’tan
korkun, kahvede oturmayın, kavga etmeyin, çalışın...
Yaşlı erkekler bile yanıma yaklaştı, el bağlayıp, boyun bük­
tüler; “Bacı, Allah senden razı olsun” dediler. “Ablacığım sağ
ol, aziz ol” diye dua edenler vardı. Bir genç kız yanıma yaklaş­
tı; “Biz neden senin gibi olamıyoruz?” dedi. Şefkatle başını ok­
şadım, zengin ülkenin fakir insanlanna için için gözyaşı dök­
tüm. Şehir merkezine doğru hep beraber yürüyoruz, bu yürü­
yüşün kraliçesi benim.
ikindi ezanı okundu, abdest aldım, başımı örttüm, namaz
kıldım. 3-5 hanım da kıldı, ekserisi oturdu, sohbeti koyulaştır­
dılar. Namazdan sonra Mü’minun Suresinin baş tarafından 9
ayet okudum, başladım tercüme etmeye; Mü’minler muhak­
kak kurtulmuştur. Allah böyle buyuruyor, Müslümanlar’ın da
hepisi mü’min, dünyanın her yanında zor duruma düşenler de
Müslümanlar. Hem mü’min olmak, hem de kötü haller içinde
yaşamak, bu nasıl olur? 9 ayeti tek tek okudum, tercüme et­
tim, açıkladım. Hepsi gözlerini dört açmış dinliyordu. Bazı
yaşlı hanımlar burunlarını çeke çeke, gözlerini sile sile ağlıyor­
du. Meğersem kayınpederim de gitmemiş, antrede beni dinle­
miş. İçeri girdi, bana hitaben:
- Sevgili gelinim, seni kutlarım, bizi de dövmekten beter
ettin. Amerika’dan gel, ilçemizde su çıkar, herkes otursun sen
namaz kıl, benim bile beceremediğim şekilde Kur’an oku, ho­
calardan daha iyi açıkla... Biz ölmüşüz, sen dirisin!...
- Estağfirullah, rica ederim...
Kayınpederim de dolu dolu gözlerle aynidı, gitti.
Birkaç gün, gezdik, yedik, içtik. Şeref kalbimi okumuş gi­
bi dedi ki:
- Intikammı en güzel şekilde aldın, bizim de buralarda işi­
miz bitti, istersen gidelim...

84
Bazıları bana “Meryem Ana” diyordu. Sonra anladım, oğlu­
mun ismi İsa ya... Bana ana diyenler benden yaşlı kimseler,
saygı ifadesiymiş...
Bu sefer devlet merasimiyle uğurlandık, kaymakam, müf­
tü, komser, yaşlı, genç, kadın, erkek büyük bir kalabalık top­
lanmış. Bize bir minübüs tahsis etmişler, refakatçimiz bile var.
Kısacası alkışlarla, dualarla uğurlandık, çok duygulandım,
kat’i kararlıyım, yine geleceğim. Selam sana ey fakirlerin zen­
gin yurdu!

Ş e r e f , babasından gelen mektubu okudu: “Oğlum, geli­


nimin çıkardığı suyla komşular bağım, bahçesini suluyor. Çeş­
mesinden de her canlı faydalanıyor. Sizleri hatırlamak için ara­
da sırada Amerikan Çeşmesi’ne gidiyorum. Geçen gün gittim,
beş tane genç oturmuş içiyor.” Hey Rabbi şu hale bak, Ameri­
kalı geliyor su çıkanyor, çeşme )«pıyor, üzerine ayet yazıyor;
bizim Müslümanlar da buraya gelmiş soğuk pınann başında
içki içiyor... Ya Rabbi bu ne tersliktir, bu terslikten nasıl kur­
tulacağız?” diye yandım, yakıldım.
Müslümanlar’ın yaşayışıyla dinleri arasında çok terslikler
var amma bunu anlamak için ilim lazım, içine düştükleri ba­
taklıktan kafalannı dışan çıkarıp, etrafa bakmalan lazım...

M a NASIZ bir sıkıntı içime doldu. Yüzümden düşen bin


parça... Acaba yeknesak bir hayat mı? Okul, ev, kocam ve ço­
cuk...
Şerefin sorularına dudak ucuyla cevap verdim.
- Bir derdin mi var?

85
- Boş ver...
Divana uzandım, mbir yerindeyse uzun oturdum. Şeref an­
latıyor:
“İnsan, birbirine zıt iki nesneden meydana gelmiştir; be­
den ve ruh.”
Beden topraktan yaratılmış; ruh be Allah’ın hayat sıfatıyla
doğrudan doğruya irtibatlı. Her ikbinin btekleri birbirine zıt.
Beden zevklerin her türlüsünü bterken; ruh Allah’a itaat et­
mek bter. Ruhun bteklerini beden önleyince, o kafesteki kuş
gibi çırpmır, insamn ah’lan oflan çoğalır. Denedim bir insanm
dinle ilgbi ne kadar azsa onun şikayetleri o kadar çoktur. Bu
sebeple İslam alimleri, bir yandan ilimlerini, öte yandan iba­
detlerini artırarak huzura ermek btemişler. Madem ki sıkıntı
içte, huzuru da içte, göğsün içinde aramalı. Geziler, sıkıntıyı
azaltmaz, insan gittiği her yere başım da beraber götürüyor.
Bazı insanlar sıkmüdan kurtulmak için i ^ , uyuşturucu kul­
lanıp, kumar oynar. Bunlar da zehirli baldır, evvela tat verir ve
yavaş yavaş zehirler...”
Doğrusu bu laflar da sıkıntımı artırdı. Tam bu sırada çocuk
kirlettiği eibbesiyle içeri daldı, çamurlu ellerini üstüme, başı­
ma sürdü. Ona laf sayıp, temizliğini yaparken, bayağı rahatla­
mışım.
Şeref masasına kapanmış kağıtlann arasında kaybolmuştu.

Y a ŞAMAYI manasız buluyorum. Ve, kendi kendime soru­


yorum: "Neden düşüncelerim değişiyor?”
İlkokulu, Ibeyi, üniversiteyi bitireyim diye koştum. Öğret­
men oldum, başanlı oldum, maaş aldım; evlendim, ayrıldım,
tekrar evlendim, dershane açtım, para kazandım, zenginim...

86
Bu koşu nereye? Önüme hedefler dikilmişti, birine yetişirken
diğerini gösterdiler, koştum koştum. Şu anda durup geriye
baktım. Geride yıllar kalmış... Hedefler bitti fakat ben gidiyo­
rum, nereye? Saçımda bir tane ak gördüm, aramadım, başkası­
nı da bulurum diye... Çocuk büyüdükçe problemleri de büyü­
yor... Annemi, babamı hatırladım, oturmuş Azrail’i bekliyor­
lar. Dünya bir otel miydi?
Bazen her şeyi bulmak her şeyi kaybetmekmiş... Keşke bir
ihtiyacım olsaydı da onun için koşsaydım ve o koşuda hayat
bitseydi. Durgun sular kokuşurmuş, hep aksaydım...

T e p e m ATTI, başladım bağırmaya: “Ben bu evde esir mi­


yim, köle miyim? Çocuğa bak, okula koş, evin işi bitmiyor, bir
de bizim şehzadenin gönlünü eğlendirecekmişim, yeter artık!
Ne bu yahu, yok vergisiymiş, belediyesiymiş; ben insan değil
miyim? Benim gezmeye, dinlenmeye hakkım yok mu?”
Şeref çıktı, odaya mı, mutfağa mı gitti bilmiyorum; duyur­
mak için sesim i daha yükselttim: “Hasta çocuğa bakmaz, işe
omuz verir... Be adam, sen adam değil misin? Bostan korkulu­
ğu gibi ne dikilip duruyorsun?
Gürültüm çocuğu da uyandırdı, zavaUı yavru yeni dalmış-
ü . ..

Lanet olası televizyonu kapattım, çocuk kucağımda dolaşı­


yorum...
Şeref salona döndü, bir şeyler okuyup yazmaya başladı.
Yüzünü görmek istemiyorum.
İlaçlardan olacak gül yüzlü yavrum, gözlerini kapadı, uzun
kirpikleri yüzüne bir başka güzellik veriyordu. Dünyanın arü-
sından eksiğinden habersiz ne kadar rahat uyuyordu... Pamuk

87
gibi saçlanm okşadım. Uyanmayacağını bilsem, bagnma basıp,
yanağımı yanağına yapıştıracağım...
Gittim yatağa uzandım. Manasız bakışlarımı tavana dik­
tim... Fazla uyuduğumu zannetmem, kalküm banyoya girdim,
haberleri dinlemek üzere televizyona giderken, bizim deli;
“Hocam yemek hazır...” demez mi? Yüreğimdeki kar topu bir­
den eridi. Durdum, baktım:
- Nerden aklına esti?
- Bakalım yemeğimi beğenecek misin?
Televizyonu açmaktan vazgeçtim, oturdum ve sordum:
- Kumadın mı?
- Bal da yiyiyoruz, biber de... Demek ki tatlılar kadar acı­
ya da ihtiyaç var. Gülmek kadar sinirlenmek de ihtiyaç... Sen
herkese kibar davranıyorsun, herkese tebessüm ediyorsun, bu
durumda kızıp, bağıracağın tek insan benim. Bağırabilirsin,
ağlıyabilirsin, fakat uzatma ve darılma...
Bu mantık, bu teşhis, bu tesbit beni rahatlattı...
Elimden tuttu beraberce mutfağa gidip, masaya oturdum.
Tencereye elini vurdu. “Soğumamış” diyerek çorbamı koydu.
Arkasından salçah patates kızartması... Tabii salata, ayran, ek­
mek, hepsi var, bir de vazoda iki karanfil, biri beyaz, biri kır­
mızı... “Neden böyle?” diye sordum. “İkimiz...” demez mi?
- Hangisi sen?
- Renkler önemli değil, ikisi de karanfil. Biz de, ikimiz de
insan... İnsanm olduğu yerde problem vardır, önemli olan
problemleri büyütmemek ve çok çok şükretmek...
- Benimle evli olduğuna şükrediyor musun?
- Hem de çok... Yuva yıkan o kadar kadın var ki...
Yuva yıkan pekçok erkek de var deyip, karşısına dikile-
mezdim, onun şükrüne ben de teşekkür ettim...
Hiç kimseye benzemeyen bu adama deli denmez mi?

88
B e n İngiliz edebiyatı öğretmeniyim, bizimki bana bir der­
gi uzattı, şiirini gösterdi, şaştım. “Ayol sen asfaltta yürüyemi-
yorsun, sürülmüş tarlada nasıl koşacaksın?" dedim.

Şiiri okuyunca şaşkınlığım biraz daha arttı:

Alın, dünyalar sizin olsun alın!


Türbeler söyleyin sermayenizi...
Orada toprağa dokunan alın,
Burada kannca içer denizi...

Hey dağlar kannca geliyor kalkın.


Ne haldir demeyin fırlayın bugün.
Ziftler elmaslaştı zamana bakın.
Büyüklüğü verin artık küçülün...

İngilizce bilmek başka, İngiliz edebiyatına hakim olmak


daha başka... "Nasıl oldu?” diye sordum. Türkçe şiirleri İngi­
lizce’ye tercüme ettiğini söyledi. Anladım ki kollektif düşün­
mek zorundayız. Büyük yazarlann bütünü, insanlığm ortak
değerlerinde bütünleşmiş, bu da manevi değerlerin inşa ettiği
insaniyet! Müslümanlar edebiyatın edep’ten geldiğini söyleyip,
edepsiz yazılan çöpe atıyorlar. Amerikalılar “Literatüre” der­
ler. Literal, harf demektir, harflerle meydana gelen her şeye
edebiyat demek, ahlakla ahlaksızlığı eşit tutmakur.

“H arf h arf yağdı ilim üzerimizden


Kimimiz gül olduk kimimiz diken. ”

Şerefin bu beytini sevdim.


A m e r ik a n Müslümanlar’ı dini hayatlannı kitapla değil,
zikirle yürütüyor. Tasavvuf, tarikat almış, yürümüş... Mürit ol­
dukça, şeyh de olacak...
Bunlarm toplanulanna da katıldım; izzet, ikram yerinde...
Zikrettik bir hoş oldum. İş, ilme gelince yine sorular hücum etti:
- Vahdet-i vücutta enel hak nedir?
- Enel abd yani ben ibadet eden bir kulum dense daha iyi
olur...
- Peki la mevcuda illa hu...
- La mabude illa hu (ondan başka ibadet edilecek yoktur)
deseler daha iyi olur...
- Allah’ı insana benzeterek anlatmak?..
- Basar sıfaü olan Allah, insana göz vermiş... Kelam sıfatıy­
la konuşma. Semi sıfatıyla bize işitme kabiliyeti vermiş. Bizde-
ki sıfatlar sınırlı, Allah’ın sıfatlan sınırsız, ezeli, ebedi. Allah’ı
insana benzetme Avrupa’da felsefi bir daldır.
- Hatırladım, antropomorfizm...
- Allah’ı insana, insanı Allah’a benzetmek haramdır. Allah’ı
sadece ve sadece sıfatlanyla öğrenebiliriz...
- Akıl, dinin sağlayam mı yapıyor?
- Bu aklı bize veren Allah, İslamiyet’i göndermiş, bu sebep­
le aklın vazifesi İslam’ı anlamaktır.
Şerefin bir sözünü hiç unutamıyorum: “Her iyi insan İs­
lam’ı yaşamaktadır.”

G a RİP bir hisle Mark Twain’i hatırladım ve okudum. 12


yaşmdayken babası ölmüş fakat hayat devam etmiş... Okuldan
ayrılan Mark, basımevinde, gemilerde çalışmış... Amerika’nın

90
en büyük mizah yazan olmuş, çok para kazanmış... Hayırlı bir
kansı, 4 çocuğu varmış... Birdenbire işleri bozulmuş, sağlığı da
öyle... Bu sırada kızı ve kansı ölmüş, diğer kızı çıldırmış... Ha­
ni çocuk parklannda dönme dolap vardır ya, insan en yükse­
ğe çıkıyor, sonra en aşağıya iniyor... Ürperdim, hayattan kork­
tum. Mark, öldükten sonra onu milli kahraman ilan ettiler.
Eserleri onu yüceltti. Fakat tabutun üstüne konan şeyin için-
dekine ne faydası var?
Onun bir hikayesini hatırladım. Eskimolar için en kıymet­
li şey olta imiş. Ailenin zenginliği olta sayısıyla ölçülürmüş.
Genç kız, nişanlısına oltaları göstermiş... Oltalarla oynamışlar,
gülmüşler. Sonra oltalar sayılmış, bir tane noksan... “Kim aht,
kim alır?” derken kabak delikanlımn başmda patlamış. Olta
çalmanın cezası ölüm. Eskimolar toplanmış, adalet yerini bul­
sun diye, delikanlıyı buzlu sulara atmışlar... Bir gün kızcağız,
kendine hediye edilen tarakla saçlarım taramak istemiş ve ta­
rağın dişleri oltaya takılmış. Yani ailenin serveti kızın başmdan
aşağı dökülürken, oltalardan biri, kızın taranmamış, yıkanma­
mış saçlanna gizlenmiş; bu da sevgilisinin ölümüne sebep ol­
muş. Sevgilinin ölüm sebebi kızın başında dururken, adalet de
böylece yerini bulmuş...
Hayata yön vermek elimizde değil...
İngiliz edebiyatı öğretmeni olmak, bir bakıma başkalanmn
dünyasında yaşamaktır. Döndüm bir başka yazara baktım.
Em est Hemingıvay’in babası gibi intihar etmesi, genlerin
insan hayatına tesirini anlatır mı?
Şöhretin zirvesine çıkan, aradığı her şeyi bulan bu adam
neden yaşadığı çağı sevmez, neden yaşamak istemedi? Güneş
de Doğar romanındaki kızı hiç beğenmedim...
Hemingway’in dili sade ve basittir, gördüğünü yazar. Ala-
lade kelimeler onun eserinde kıymet kazanır. O, susabildiği

91
kadar susmuş, yazabildiği kadar yazmış, fakat insanlara ne ka­
dar faydalı olmuş?..
Oğlumu kucakladım, sıktım ve bağnma basam...

T elefo ndaki ses:


- Ben polis şefi Aldous, lütfen karakola geliniz...
Arabayı almaya gittiğimizde olayı öğrendik, birkaç arabay­
la beraber bizimki de yanmış... “Olmaz!” diye ellerimi kaldır­
dığımda Şeref her zamanki soğukkanlılığıyla konuştu:
- Ya İslam’ın derdini kendime dert edineceğim veya Allah
başka dertler verecek...
Sayıkladığım zannettim, yakasından tutup sarsmak iste­
dim: “Çok şükür ki içinde yoktuk...” dedi. Yangın yerinde Al­
lah’a şükreden adam...
Hiçbir şey olmamış gibi yapılması gereken işleri yapük, ga­
leriye gidip bir araba beğendik. Şeref anahtan alırken dua edi­
yordu: “Allah, fakir, fukaraya yardım etsin...”
imanın sımnı çözemiyorum. Akıl, ilim ve iman... Bu adam
kadar akıllıyım, ondan fazla ilmim var, fakat bu nasıl bir iman
ki onu farklı konuşturuyor ve farkh hareketlere sevk ediyor.
Bu barban adam eden sır nedir?

D e l ! diye başladığım bizimki veli çıktı. Evliliği oyuna


benzettim, hayatıma çekidüzen verdi. Küçülen dünyada, Tür­
kiye 12 saat, istediğimiz zaman gidip, geliyoruz.
Günlüklerime ara vermiştim, niçin ve neden yazayım? Ara­
dan yıllar geçmiş, oğlum okula gidiyor... Yıllarca evvel yazdık-

92
lanmı açıp okudum, bana değişik geldi. Bir yayınevine götür­
düm, editör, 10 gün sonra telefon edeceğini söyledi...
Sadece saçlanm ağarmadı, huyum da değişti. Dershanem,
oğlum ve ben... Kocamı unutmuş değilim, yılların tecrübesiy­
le ona nasıl faydalı olacağımı birkaç madde halinde yazdım ve
uyguluyorum. O azizin sinirlenerek sokak insanlanmn seviye­
sine inmemesine çalışıyorum. Bazen ben sinirlenip, bağırıp,
çağırsam da onun sabrı, metaneti, onu yüceltiyor. Oğlumun
yaramazlıkları bizi hayata döndürüyor, daha gerçekçi oluyo-
nız. Neticede şu dünyada yaşıyoruz...
Müslümanlar’ın haftalık toplantılan, kandiller, bayram­
lar... Öte yanda Genç Hıristiyan Hanımlar Cemiyeti (YWCA),
Amerikan Kızlar Kulübü (GCA) gibi demekler gezmeme, eğ­
lenmeme yetiyor. İlmin olduğu yerde insanlık önde; taassu­
bun, yani ilimsiz inanışın olduğu yerde de insanlık geride...

S e KTERETÎM, editörün aradığını söyledi, randevu alıp,


ziyaretine gittim.
- Selena Hanım, bu kitabınızla İslamiyet’in propagandası­
nı yapmışsınız. Bir Öğretmen olmanız hasebiyle misyoner de
olabilirdiniz. Fakat siz İslam misyoneri olup, Hıristiyanlara İs­
lamiyet’i sevdirmek istemişsiniz. Bir Hıristiyan azizini anlatma
yerine kocanızı yüceltmişsiniz. Bunlar gerçek olamaz. Hepimiz
MüsIömanlar’ı tamyıp, biliyoruz... Evet dinler ve medeniyetler
kavgasına son verelim ama, bunun için İslam sakna geçmeni­
ze gerek var mıydı?
- Ben İngiliz edebiyatı öğretmeniyim. Yazarlarımızdan size
pek çok örnek verebilirim. James Baldıvin, zenci romanalan-
mızdan biri. Ezilmişliğin verdiği güçle insan haklanndan bah-

93
sederken insanbgın, kuvvete galip geleceğine de inanıyor. Mü­
nekkit Edmund Wil$on ise edebiyatı kısa ve uzun menzilli ola­
rak ikiye ayınr. Gelecek mutlaka farklı olacaktır, ayna olama­
yan yazarlara bakılmayacakar...
Editör pabucun pahalı olduğunu anladı ki;
- Üzülerek söyliyeyim bu eserinizi yayınlamayacağız, fakat
sizinle çalışmak bana zevk verecek. Yeni eserlerinizi bekle­
rim...
Dosyayı aldım, en kıymetli eşyalanmın yanına yerleştirip,
dolabı kidedim.
Bu hikayeyi Şerefe anlattığımda o, editörü utandıracak bir
cümle daha söyledi; “Hiçbir roman, güzel yaşanmış hayat ka­
dar güzel okmaz.”
Edebi kültürümle başımı eğip düşündüm. Hiçbir hayat ya-
zıkmaz. Roman insanın iç dünyasındadır, dışında değil. Her
çiçek güneşe aşıktır, ona bakar. Hiçbiri güneşi temsil etmez,
kendi vanm ortaya kor. Güneşsiz çiçek olmaz, çiçek de güne­
şi bu kadar anknr.

H e r g e ç e n gOn biraz daha ilgim artıyor; Türkiye beni


neyiyle bağlıyor?
Arşivimi açüm, dosyalan kanştınyorum; 1972’dc Amerika
9 milyon özel araç; 2,5 milyon da taşıt aracı yapıp, Türkiye gi­
bi ülkelere satmış... Bir araba satıp kimbilir kaç bin tane tence­
re, gömlek, ayakkabı almıştır? Bu arabalan yapan da, Türki-
ye’dekiler de insan... İnsan her yerde insandır ama sistem ve
sistemi çalıştannlar o insanı adam da ediyor, cüdam da...
Geri kalmış ülkeler futbol topuna benziyor; isteyen onlar­
la istediği kadar oynuyor. Mesela Amerika bir kamyon dolusu

94
kağıdı dolar yapsa, Türkiye’den gemiler dolusu mal alır, Türk-
1er de dolar yığmanın sevincini yaşar.
Acaba Türk kocam aptal mı? Hayır, çok akıllı; ilim, zeka ve
çalışkanlık harika! Bu insanlar Türkiye’de işa yaramıyor ki
Amerika’ya kaçıp, burada başarılı oluyor. Türkiye sade tence­
re, tava satmıyor, başanlı insanları da ihraç ediyor. Dünyanın
parasını harca, adam yetiştir, sonra bunlan bedavadan Ameri­
ka’ya devret. “Neden kalkınamıyoruz?” diye, dizini döv...
Hayallerim, düşüncelerim, kalemim beni diyar diyar gezdi­
riyor.
Bir dosya daha açtım: Dünya Devleti’ni Amerika, NATO ve
Avrupa Birliği idare ediyor; diğer ülkeler eyalet... İslam ülkele­
ri ölmesin de, dirilmesinde; Amerika satsın, öbürleri alsın...
Dahası var; bu iş kır kilimine benziyor, vurdukça toz çıkı­
yor. NATO manevralarında mavi kuvvetler, yeşil kuvvetlere
taaruz ediyor. Mavi NATO’nun, yeşil de Islâm’m rengi, zavaUı
Müslümanlar...
Doğrusunu isterseniz bu faslı kapatmak istiyorum. Güçlü
ve kuvvetliler haklı; diğerleri haksız. Hak, haksızların eline
geçmişse; haklı olanlar hakkmı koruyamıyorsa, bunun neresi
insanlık? İsyan ediyorum!..
Ne komik değil mi, sıcacık odamda oturmuş, meyve yeyip,
dosyalan karıştırırken isyan ettiğimi söylüyorum. Benim gibi­
leri haline razı olmah.
Şerefe diyorum ki: “İslam ülkelerinin geriliği, onlan cen­
nete götürür mü?
Gülüyor.
Gülünç hakikatlere gülmekten başka çaremiz yok.

95
T u v a l e t aynasının karşısına geçtim, bizim yobaz ayna­
lara düşman. Aynalar doğru söyler; bizi bize söyler. İnsan ken­
dine aşık olursa, kendini aynada seyreder. “Güzelim” demek
kolay, “güzel yaratılmışım” demek zor. Aynanın karşısında ya­
ratan hatırlanırsa, aynaya bakmak can sıkar. Yaratan ve ben; o
faslı açınca iş uzar.
Tuvalet aynasının karşısına geçtim, yakyaj çekmecesini aç­
tım. Kirpiklerim için rimel, göz kapaklarım için far, göz kale­
mi, dudak kalemi, ruj, pudra, fondöten, allık; neler neler almı­
şım.
Bir gün bu Asyalı ne dese, beğenirsiniz?
- Hanım, senin yüzünü hiç göremiyorum...
- Neden işte karşındayım...
- Gördüğüm senin yüzün değil ki boya... Boyayı seyret­
mekten tenine hasret kaldık...
Ben takdir edilmek için tuvaletime dikkat ediyorum, bizim
yobaz tuvalete karşı... Demez mi “Kadınlar kocalan için değil,
başkalan için süsleniyor...”
Daha neler neler söyledi: “Bir güzel kadına bin göz bakar­
ken, çirkine bakan yok. Böylece kadınlar hem kendilerini,
hem de diğer kadınlan cezalandınyor. Güzel kadına hangi er­
kek bakmaz? Peki, kadına kocası mı baksm başka erkekler
mi?”
Bizim filozof gününde olursa, beş kuruş verip konuşturur­
sun, on kuruş verip susturamazsın, devam eder;
-Allah’ın verdiğine razı olmayanlar, güzelleşmenin çarele­
rini anyorlar. Evinde kocası için süslenen kaç kadın var ve so­
kaktaki kadınlar süslü, kimin için?
Ne yapahm bir Amerikalı, Asyah’yla evlenirse böyle olur.
Halbuki genç kızken neler öğrenmiştik: Kozmetik alanda yeni

96
buluşlar için koşan kimyagerler, dudaklan parlatan, likit şek­
linde rujları icat edip, bunları tavsiye ettiler. Fakat modem
makyajın gayesi dikkati gözlere çekmektir. Göz göze gelmek,
gözlerle konuşmak...
Jose Louis şöyle yazmış: “Ruj makyajın ölmez parçasıdır.
Yüzdeki iki ekstrem noktanın canlılık kazanması, dikkati çek­
mesi çok önemlidir; bunlar gözler ve dudaklar.”
Makyaj uzmanlan, özellikle kış aylannda hanımlara 9 ayn
renkte, 9 çeşit ruj sunmuştur. Elbette kalın dudaklarla ince
dudaklar aynı şekilde boyanmamak, aynı rengi kullanmama­
lı...
Kulaklarımda bizimkinin bir cümlesi çınlıyor; “Yataktaki
kadın kocasınındır, sokaktaki kadın, herkesin...”
- Hayır!
- Öyleyse sokağa çıkan kadın niçin süsleniyor?
Makyaj çekmecesini itiyorum; ojeler, rujlar, rimeller mah­
kum... Şimdi aynalardaki şarkılar başka...

E ğ ÎTÎM TARİHÎNİ okuduğumda. Amerikan ticaret gemi­


leri 1797’de İzmir limamna girmiş; tüccarlar Ermeniler’le an­
laşmış. 1834’te İstanbul Beyoğlu’nda Enneniler için okul aç­
mışlar, Ermenice eğitim yapılmış; İngilizce, Fransızca öğretil­
miş. Ermeniler Protestan mezhebine sokulmuş. Amerikan va­
tandaşlığına kabul edilmiş ve 1915’te Enneniler ayaklanmış.
Çok küçük hareketlerin bazen çok büyük hedefleri varmış.
Kim der ki, 1797’de İzmir’e ulaşan Amerikan ticaret gemileri,
Osmanh içinde 25 tane Amerikan okulu açacak; Amerika’dan
gelen mallar, yerli sanayiyi öldürecek; Amerikalı gibi yaşıyan
Müslümanlar’ın sayısını artıracak?

97
Elazığ nere, Amerika nere? 1810 yılında Harput Amerikan
Koleji açılmış, hurda yetişenler, Amerika’ya gitmiş, Harput yi­
ne viran kalmış...
Acı, acı düşündüm, Fransızlar, Almanlar, Yahudiler, Kum­
lar, Ermeniler, Italyanlar, AvusturyalIlar, Kuşlar ve Bulgarlar,
Osmanlı bünyesinde yetiştirdikleri adamlarla Müslümanlan
yönetmiş...
Size hayırlı geceler ey güzel Müslümanlar, ey dünyanın en
güzel yöreleri...

P a pa ğ a n konuşsa da okuyamaz. Kütüphanesi olan hay­


van görmedim, insanlardan okuma-yazma bilmeyen çoktur;
bilenlere gelince, onlann bazıları kitabı tadar, bazısı yutar, ba­
zısı da çiğner, hazmeder.
Bir millette tahsillilerin az olması felaket, ihtiyaçtan fazla­
sı da kanşıklıklara sebeptir.
Kuvvetin hakka, adalete boyun eğmesi temennidir.
Aslamn ceylanı parçalaması özgürlük değildir. Aslanı do­
yurmak, ceylam korumak adalettir.
Çiğnenen çiçeğin güzelliği yoktur. Güzellik izafidir, kur­
bağa da kendini beğenir.
Edebi eserler halkın seviyesini yükseltiyorsa, üstündür.
Ağlamaktan korkup gülen insanlar, için için erimektedir.
Çamurda yatan çekirdek filizlenir. Her filiz başlangıçta a -
iız olsa da gelecekte kocaman bir ağaçür, fırtınalara kafa tuta­
bilir.
Yazara önem veren, eseri anlamamıştır. Eseri anlayan oku­
duğu kitaba göre yazan değerlendirir.
Her ulusu ayağa kaldıran bir ideoloji vardır; fakat Müslü-
manian sadece İslamiyet kurtarmıştır.

98
Suçsuzu koruyan devlet iyidir.
Halk kötü şeyleri i)û şeylerden daha çok benimser.
Kendini tenkit edemeyenin mantığı kısırdır.
Kaybedecek bir şeyi olmayanın ölümü kolaydır.
Her şeye rağmen büyük sermayeler, büyük soyguncuların
elinde kalır. Servet dursa da sahibini dünyaya bağlıyacak zin­
cir keşfedilmemiştir.
Korku bazı insanlan putlaştınrken, sevgi laubaliliğe yol
açabilir.
Edebi eserler insanı mutlaka bir yere götürür, giden bunun
farkında değildir.
Hayatı güzelleştirecek olan insanın kendisidir. Hayattan
bıkan, biberli yemek pişirip baklavayı seven kadına benzer.
Tecrübesi olmayan enerjik gençlerin eylemi, atlaslan yır­
tar, yenilerini kanla çizer.
“Ya olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol.” demiş­
ler. Eğer insanlar olduğu gibi görünseydi onlara deli denirdi.
Edebi eserler ülke sınırlarım aşar. Roman, hayata tutulan
ayna ise, o aynada iyi şeyleri görmek ve göstermek mümkün
değil. Bu sebeple, sevgi yerine nefret yaygınlaşır.
Sanat yan tutmayan bir nesne olsa da sanatkâr mudaka
yanlıdır.

A m e r i k a n Casusluk Merkezi CIA, 500 bin Amerika-


lı’mn 6,5 milyon da yabancının dosyasını tutmuş... Bunlan öğ­
renince “Acaba?" demekten kendimi alamadım. Devlet her
şeyi bilir ve bilmeli.
Devletimin kolu çok uzundur, Afrika’da Portekiz sömür­
geciliğine son verdi. İsrail’i desteklemekle, o civardaki ülkele­
rin Amerika’dan uçak, roket, zırhlı araç ve silah almasını sağ-

99
ladı... Mesela her sene 25 milyon dolarlık silah satarmış; bu­
nun için iç isyanlar ve ülkeler arası savaşlar gerekli. Bununla
beraber ABD, insan haklanna ve ülkelerin bagıınsızhgına say­
gılıdır. Avrupa’daki savaş uçaklanmn yüzde kırkı Amerikan
yapısıdır. Sattığı her şeyin yedek parçasını da satmaktadır.
Amerika, milli menfaatini koruyan bir devlettir, bununla
övünürüm.
Amerikahlar’ın Vietnam’da sosyalistlerle savaşması...
Peru’da askeri üsler, Ekvator’da balıkçılık problemi, Şili’de
bakır madenlerinin işletilmesi, Panama’da kanal bölgesinin ha­
kimiyeti, Avrupa Birliği’nin Amerika’yı saf dışı etmek istemesi;
Haiti’nin derdi, Küba sosyalizmi. Güney Afrika Cumhuriye-
ti’nde zencüerin desteklenmesi, Rusya’mn dağılması, İran ihti­
lali, Pakistan'ın nükleer eneıjisi, Libya’nın kimya sanayisine
kayması, kısacası 176 ülkenin hâli ve tavrı Amerika’yı ilgilen­
dirir.
Irak’ın Kuveyt’e girmesini isteyen, sonra çıkması için emir
veren, Irak’a vuran, Kuveyt’i tamir eden benim ülkem, Ameri­
ka’dır. Amerika dünyanın süper gücü...
Böyle bir devletten Türkiye’ye hatta sevgili Türk eşim Şe­
refe bakışım nasıl olur? Hislerimin tesirinde kalmamaya çalı­
şıyorum fakat şeytan dürtüyor işte...

A kum esti dedim ki;


- Bugün İndiana’ya gitmek istiyorum...
Bizimki kumru gibi düşünmeye başladı.
Devam ettim:
- Doğup, büyüdüğüm o yerleri, şunu, bunu görmek ve bir
yemek yemek, ha ne dersin?..

100
- Bu akşam toplantımız var...
Kafam attı:
- Ben oğlumla giderim...
Zaten hazırlıklıydım, çantamı aldım, arabaya atlayıp, gaza
bastım...
Ertesi gün başımın belası kocamla öğle yemeğini beraber
yemek istedim, iyilik mi, kötülük mü ne olacaksa olsun...
Hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Güldüm, dayanamayıp
sordum:
- Bir şey demiyecek misin?
Bizim koca herif kocaman bir laf etti:
- Beni yalnız yaşamaya alıştırma...
Sendeledim.
Doğrusu bir sigara yakmak isterdim, yok.
- Peki sen ne yaptın?
- Derse gittim...
- Yani?
- Dinim, sevgili kancığım cebinde olmadığından o gitti,
dini hayatım yine benimle kaldı...
Odama geçip düşündüm: “Boş ver Amerika’yı, dünyayı...
Ben kendi dünyamda yaşar, kendi dünyamda ölürüm. Şu heri'
fe bak, ben gidiyorum, o bara, meyhaneye gitmiyor... Hafakan-
1ar basmıyor... Evde oturup efkarlanmıyor. Hiçbir şey olmamış
gibi derse gidiyor, biraz daha ileri gitsem evin, hem de dersha­
nenin anahtarlanm verip, gidecek. Arkamdaki koskoca Ame­
rika bile kâr etmiyor... Bu, ne biçim insan? Her şey bir yana
ama bu adam da insan... İnsaniyetiyle 448 metrelik Empire
State’ten gecekonduya beni indirdi.

101
AMERiKALILAR’a Arapça ö|reten kitaptan faydalandım.
Sülasi kelimelerin kökünü bulmayı öğrendim. Mesela muhab­
bet kelimesi habib’ten türetilmiş... Türkçe’de kullanılan Arap­
ça kelimeleri de yazdım, 2 binden fazla. Halbuki 7 yaşındaki
çocuk 200 kelimeyle konuşur. Allah, gramersiz lisan öğreti­
yor. Ben de bu yolu seçtim gramersiz Arapça ve Türkçe öğren­
dim, ilkokul kitaplan işime yaradı.

25 BIN fabrikası bulunan New York’ta, gökdelenlerin


gölgesinden kurtulup, hayatm bayım, huyunu bir tarafa bıra­
kıp, Türkiye’de veya bir Arap ülkesinde yaşamak istiyorum.
Oğlum İslamiyet’i daha iyi öğrensin... Bu düşüncelerle yollara
düştük. Herhalde kaynanam bu sefer bizden bıkacak...
Türkiye’ye geldiğimde özel bir kolejde İngilizce dersleri
vermeye başladım. Saydım, sınıfta büyüklerin 28 fotoğrafı var.
Onlann sözleri ve İstiklâl Marşı...
öğrencilerin ekserisi Avrupa hayatına hevesli...
Erkek öğretmenler Avrupalı gibi giyinmiş, hamm öğret­
menlerin başı açık, sorduğumda "Yasak” dediler. Yani bir İs­
lâm ülkesinde başörtüsü yasak! Kanıma dokundu, hemen ba­
şımı örttüm. Çünkü yasaklı bir ülkede yaşamak istemem. Şu
soruya da cevap bulamadım: Neden mini etek serbest de ba­
şörtüsü yasak?
Aaa başörtüm, kolejin baş meselesi oldu, öğrenciler alkış­
lıyor, öğretmenler gülüyor, müdür rica ediyor: “Bizi zor duru­
ma düşürmeyiniz...”
Günler böyle geçerken iki müfettiş sınıfa girdi, dersimi din­
leyip, çıkülar. Çok geçmeden müdürün odasına çağırdılar, git­
tim. Müfettişin biri müdürün makamına oturmuş, arkasında

102
kocaman bir pano. Masanın üzerinde Söylev ve Milli Egitim’le
ilgili dosyalar, Türk bayrağı... Müdürle, diğer müfettiş maro'
ken koltuklara gömülmüş, bana da yer gösterdiler. Başmüfet'
tiş sakin ve kibar bir üslupla; “Sclena Hamm, ülkemize gel­
mekle bizi memnun ettiniz, müşerref olduk. Derslere girmeniz
bizi daha çok sevindirdi. Lâkin baş örtünüz kanunlanmıza ay­
kırı...
Anladım ki cevap bekliyor, anlattım:
- Türkiye laik, demokratik bir ülke, Amerika gibi. Ameri­
ka’da bu kıyafetle derslere girdiğim için burada da girdim...
Müfettiş Bey ciddileşti, üslubu d e ^ ti:
- Selena Hamm laiklik dersi veriyor, konu laiklik değil, ge­
ricilik...
Son kelime iğne gibi battı;
- Ben Amerikalıyım, İngiliz Edebiyat’ı öğretmeniyim, şim­
di ben gericiyim, siz ilerici misiniz?
Müfettişin kaşlan çatıldı;
- Niçin başınızı kapatıyorsunuz?
- Ben, Müslümanıml
- Başını açanlar gavur mu?
- Kimin gavur, kimin Müslüman olduğu ahirette anlaşı­
lır...
Müfettiş Bey beklemediği cevaplarla karşılaşınca, müdüre
döndü:
- Amerika’dan öğretmen getirip, ülkemizi ve devletimizi
küçük düşürüyorsunuz, beni Selena ilgilendirmez, gerici faali­
yetler gösterdiğiniz için okulunuzu kapatınm...
Müdür, yalvaran gözlerle bana bakınca, Müfettişin ağzmın
payım vermek de bana düştü.
- Zannettim ki Saym Müfettiş smıfa girip; “Çocuklar, tsla-
miyet ilme ve tekniğe önem vermiştir, sizin ders çalışmamz da

103
ibadettir. Haydi göreyim sizi derslerinizde başarılı olun, ülke­
mizi fabrikalarla, atölyelerle, tezgahlarla süsleyin, biz de süper
güç olalım” diyecek... Ne yazık ki tam tersini yaptı, kafanın
içiyle değil, dışıyla meşgul oldu.
Müfettişin yüzü kıpkırmızı kesildi, ayağa kalktı, parmağı­
nı bana uzattı: “Sus, senin bu işlere aldın ermez!” dedi ve mü­
düre döndü:
- Amerika’dan getirttiğin öğretmenle Türkiye Cumhuriye­
ti Devleti’nin şerefli bir müfettişine hakaret ettirmenin hesabı­
nı senden soracağım!
Ben de ayağa kalktım, müdüre döndüm:
- Efendim okulunuzdan aynlıyorum, siz ilerici olun, ben
de gericiyim...
Müfettişe döndüm, elimi uzattım, şaşırdı, tereddüt etti ve
elimi sıktı. Gözlerinin içine baka baka dedim ki:
- İyi geceler ve tatlı uykular Sevgili Türkiye...
Konuşmasına fırsat vermeden çantamı ahp çıktım.
Eve geldim, koltuğa oturup, nefes aldım ve düşündüm:
“Hayatımda ilk defa Müslümanım dedim, Müslümanlar’m ül­
kesinden kovuldum, bu ne haldir?” Ve, acı acı güldüm: “Ben
gericiymişim...” Türkiye’yi geri bırakanlar bana gerici diyor,
yenilir, yutulur değil...

A m e r ik a n kültür ateşesine telefon açıp, kolejlerimizin


yerini öğrendim.
İzmir özel Amerikan Okulu
İzmir özel Amerikan Lisesi
Amerikan Üsküdar Kız Lisesi
Robert Koleji

104
Tarsus Amerikan Koleji
Amerikalılar, Osmanlı’da 25 okul açmış, beş tanesi kalmış.
Amerika’da doktora yapmış bizim gerici Şerefle yine yollara
düştük...
Bir Amerikan Koleji’ne girdim, müdürü ziyaret ettim, ken­
dimi tanıttım, iş istedim. “Sizi gökte ararken yerde buldum, fa­
kat başörtüsü değil, şapka giymelisiniz” demez mi?
“Bunu bir Amerikalı mı söylüyor?” diye dehşete düştüm.
Müdür Bey, Şerefe döndü:
- Bizi biraz yalnız bırakır mısın?
Sonra bana döndü, çok yavaş ve kelimeleri seçerek:
- Engin kültürünüzle bilirsiniz ki, Müslümanlar geçmişte
büyük, çok güçlü devletler kurmuş. Bugünkü Amerika, hâlâ
Osmanlı Devleti’ni taklit ediyor. Eğer Türkiye halkı İslâm’ın
özünü yakalarsa yine süper güç olur. Dünyaya kafa tutar. Biz,
Asya’da güçlü devlet aramıyoruz, dost anyoruz.
- Başörtüsü?..
- Düşünün, daha 50 sene evvel Türkiyeli kadınlann yüzde
doksam okur-yazar de^ldi. Bugün ise Türk kızlan liseyi bitir­
miş, üniversiteye gidiyor ve İslâm’a sahip çıkıyor; çanlar bizim
için çalıyor...
Başörtümü çıkanp çantama koydum. Müdür Bey çok heye­
canlandı:
- Anlaşük değil mi?
- Elbette, ben Amerikalı’yım, ülkeme dönmeliyim...
- Bir kahvemi içiniz, içinde uyku ilacı yok...
Güldüm:
- Uyuyanlan da uyandırmayın...
Bir daha gördüm ki en ufak meselelerin ucu, çok büyük
hedeflere ulaşıyor. Yeryüzü santranç tahtasında devletler bir­

105
birine şah çekerken; ben, bu oyunda piyon olmak istemem. İyi
geceler sevgili Türkiye’m.

TüRKlYE’de bazen havayoluyla seyahat etsem de, daima


karayoluna muhtacım, 1950’Ii yıllarda Amerikan yardımlan,
karayollannm yapımında kullanılmış, deniz ve demiryolları
ihmal edilmiş. Amerikan arabalanna binenler sevinmiş, diğer­
leri imrenmiş. Yollar Amerikan arabalarıyla dolmuş. Yani
Amerika yaptığı yardımın iki katını, sattığı arabalarla geri al­
mış. Bir ülkenin deniz ve demiryollan en iyi şekilde çalışmaz­
sa, acaba ne, nasıl çalışır?
Bilmem ama neden burnumu her işe sokuyorum?
Evimde kütüphane, dershanede kütüphane; bunlara arşivi
de eklerseniz, “Bilen konuşur” dersem, bana ukala demezsiniz
herhalde...

AMERİKA’da sinema, bir sanayi dalıdır. Holiyvvood’da


imal edilen filmler her ülkeye satılır. Bu da yetmez, ilgili şirket
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerin büyük sinema­
larını kiralar; ekim ayından, mayısa kadar en meşhur sinema­
lar, filmler Amerikan şirketinin emrindedir. Şirket istediği fil­
mi oynatır, Türkler de bulduğu filmi seyreder, böylece kültür,
sınırlan aşar, kalblere, beyinlere ulaşır.
Televizyonlardaki Amerikan filmleri, Müslüman’ı seccade­
sinde yakalamıştır. Bu filmlere gözyaşı dökenler, Müslüman-
lar’m düştüğü kötü hallere dökecek gözyaşı bulamaz, zannın-
dayım.

106
J o h n UPDİKE romanlannda efsanelerden faydalanırken
halkın halini ihmal etmedi. Inciller’den Tevrat’tan bazı parça­
lan alıp işlediği gibi, cinayetler, cinsellik onun romanlanmn
temel malzemesidir.
James Purdy, hayatın gülünç hakikatlerini alaycı bir dille
anlattı. Bu arada Yahudi edebiyatını görmemezlikten gele­
mem. Yahudiler, sevmayesini kültüre yöneten, kültürlü bir
millettir; yazılı, sözlü ve görüntülü yayma sahiptirler.
Amerikan edebiyatında sınıf yazarlan, çılgınlıklar, anlatım
cambazlan, alaycı bakışlar, sosyete yazılan yer alır. Hiç kimse­
ye “Sen romancı ol” denemez. İsteyen roman yazar, kimin ro­
manı okunacaksa kitapçı onu basar. Romanlar tesirlidir, her
roman bir filmin habercisidir, hele savaşlan anlatıyorsa...

B iR büyük tiyatronun girişinde çıplak insan heykeliyle


karşılaşmak... Filmde yatak odasını seyretmek... özel dükkan­
lardan, özel filmler alıp, videoda onlara bakıp, hayatı mayonun
içinde görmek... Ve, iki milyon insan uyuşturucu bağımlısı...
Bunlar için çalışan iki bin insan ve bu uğurda ölenler, öldüren­
ler... Daha sayayım mı? Cinayetler, soygunlar, tecavüzler, kav­
galar...
Bir yanda kolejler, üniversiteler, fabrikalar, atölyeler; öte
yanda kötülüklerin her türlüsü, işte yeni dünya!
Bir yanda banka sahibi zenginler, öte yanda yoksulluk sı-
nınnda yaşıyan 30 milyon Amerikalı...
Bu zıtlann anaforunda medeniyetin ve çağdaşlığın tarifini
yapamıyorum.
Eğer gazeteler, televizyonlar kötü haberleri verseler, dışa-
nya adım atmaktan korkanz.

107
H a YALİM istemediğim yerlere beni çekip götürüyor.
Nerden Emest Hemigway aklıma geldi? Roman yazamaz duru­
ma gelince bir kurşunla hayatma son vermiş. İşin garip tarafı
babası da intihar etmiş... Nasıl olur da o servet, o şöhret, onu
hayata bağhyamaz?
Ne ise hayalin böylesinden kurtuldum, bu sefer babam!
Evet babam, tahsilli, akıllı bir Hıristiyan, fakat prensip sahibi
değil. Eğer annem katlanmasaydı şimdiye kadar elli defa bo­
şanmışlardı. O yüzden biz de bir şeye benzemedik...
Hayaller, ah hayaller; nerden, nasıl eseceği belli olmayan
hayaller... “Ahmak Selena, akıllı, tahsilli, güzel bir kızdın; ne
diye o beyinsiz sarhoşa vardm? O yetmiyormuş gibi bir Asya
dilencesini yüklendin? Şöyle adam gibi birisiyle evlenseydin,
belki eyalet valisi, belki senatör olurdu... Bir yargıca ne der­
sin?” Hayalimden saraylar geçti, hizmetçiler, lüks salonlar ve
iübarlı bir Selena!
Hemen doğruldum, kendime geldim: “Allah’ın verdikleriy­
le değil, vermedikleriyle meşgulüm, çektiğim çilelerin sebebi
budur.”
Yürüdüm aynamn karşısına geçtim: “Sen de geri zekalı,
çirkin, sakat bir kız olabilirdin...”
Döndüm, pencereden dışanyı seyrettim: “Okul arkadaşla­
rımın kaç tanesi adam oldu?”
Eğer insanlan imkanlarına göre sıraya dizseler, yüzde yet­
mişinden iyiyim. Neden aşağıdakilere bakmıyorum, neden yu-
kanlara göz dikip, ıstırap çekiyorum? Hayalim şeytan ım?
Yoksa şeytan hayal mazgalından girip kaleyi fetheden bir şey
mi?
Kendi kendime güldüm, Şereften çok şey öğrenmişim...

108
E l EKTRİK düğmesini çevirdiğimde dostlarımın çoğu git­
mişti. Gitmeyenler de lambap görünce harekete geçti...
Bizim yobaz bir buket çiçekle içeri girdi;
- Sevgili kancığım sana mesut, hayırlı, uzun yıllar dile­
rim...
Bir, iki yutkundum:
- Niçin doğum yıldönümümü kutlamadm?
- Aman Efendim, sizin mezara yaklaştığımzı nasıl kutla­
rım?
- O da ne demek?
- Yıllar ayağımızın altından akıp, gitti mi? Yoksa biz bir
yerlere m i gidiyoruz? Yaratıklann akışına zaman denir. Giden
biziz... Şu kadar yıl yaşadık!.. Ömür sonsuz değil ki... Ömrün
şu kadar yümı bitirdik, geriye ne kaldı? Geçmiş yıllannı mum
gibi söndüremem, mezara yaklaşmam tebrik edemem, beni ba­
ğışla Aziz Öğretmenim!
Örflere, adetlere şut atmak...
- Neş’eli bir gün yakaladık, onun üzerine sen zift döktün...
- Bu sözünüzde samimi iseniz hayata bakış açımız farklı...
Ne ise eğlencenin pembe dekorundan maviliğin ciddiyeti­
ne düştük... “Hayaü olduğu gibi kabul et” komutu içimden
geçti;
- Çiçeklere teşekkür ederim...
Bizim Asyalı ne dese beğenirsiniz:

109
- Solmayan bir çiçek olmanı dilerim...
Bu adamın iltifatı bile ciddi, birazcık sulu olsaydı acaba da­
ha iyi olmaz mıydı?
Şu bizim sarhoş içince bir hoş olurdu, güldürür ve eğlen-
dirirdi...
Başıma bir ağn saplandı: Ya vahşi hayvan gibi saldırması,
sızıp yatması, kusması...
Hayat zor.
Hayat zor mu, yoksa onu zora mı soktuk?

Y a NLIŞ hareket ettim galiba, ne annem-babam bu adama


ısındı, ne de bu onlara... Aklıma geldikçe “Acaba, acaba?” de­
yip duruyorum. Hayat bir denklemdir, bu denklemi ben kur­
madım fakat ben çözeceğim...
(x-sy) - [6x-2y + (3x-3y))
Burada iki karakter vard x ve y. Fakat bunlar değişik de­
ğerler ahrken, çeşitli gruplar meydana geliyor. Fertlerin birbi-
riyle ilişkisi denklemi kuruyor. Her aile, her toplum, her şirket
bir denklemdir...
Of, nerden saplandım bu düşüncelere, bu sahifeyi yırtıp,
atacağım...

H ed iy e alırsam, hediye almasını öğrenir, düşüncesiyle


bir saat aldım. Kocamı memnun etmek beni de memnun
eder... Saati bir jestle verdim. Evirdi, çevirdi, baktı, kupkuru
bir “Teşekkür ederim” dedi. Neş'elenme yerine merakla bekli­
yorum...
- Bu saati ben takamam...

110
Az kalsın küçük dilimi yutacaküm;
- Neden?
- Çok kıymetli, çok gösterişli...
Geri çekildim, oturdum, o devam etti:
- Halk gibi yemeliyim, halk gibi giymeliyim, halkın üzeri­
ne çıkmamalıyım...
“Bir nevi sosyalizm” diyeceğim geldi fakat bu olayın inanç
derinliğini hatırladım...
- Peki bana neden hediye almıyorsun?
- Aslında çiçek, tebessüm, anlaşarak yaşamak, bunlar da
hediye... Zengin bir hanımsın, zengine ne alınsa sevinir?
Evet, zenginliğin en kötü yanı insanı sevindirecek şeylerin
azalması; fakat üzecek şeyler her zaman karşımıza çıkabilir.

A r TIK sabahlar eskisi gibi sabah değil. Ne gecenin yıldız­


lan, ne suda uzanan mehtap ve ne de meltem bana bir şey söy­
lüyor. Masmavi göklerin, dünyayı aydınlatan güneşin, özgür­
lük timsali kuşlann ruhumda yeri yok. “Bir sır dedi ki canan"
mısraı, çiğnenmiş sakız gibi... Şarkılar bile ruhumu tırmalama­
ya başladı, artık.
Bazen okuldan, bazen oyundan dönen oğluma bakıp, endi­
şelerimi gizliyemiyorum...
Kocam sevgili olmaktan çıkü, hayat arkadaşım.
Para, hayat gemisi için bir deniz.
Bendeki bu değişikliğin sımnı çözemiyorum. “Ne yapma­
lıyım?” sorusuna cevap veremiyorum.
Evim, arabam, servetim, her şeyim var. Ey gönül başka ne
istiyorsun? Keşke gönlümün dili olsaydı, ne istediğini söyle-

111
şeydi. Zahiri ölçülerle ne kadar şanslı, başanlı, mesut bir kim­
seyim... Batıni ölçülerle sıkıntılar içindeyim.
Keşke uzlete çekilsem, yalmzhğın şifasmı tatsam, düşün­
sem, belki dualanmla, belki ibadetlerimle ruhumu tatmin ede­
rim.
Dünyayı elimin tersiyle itsem, dünyada dünyasız yaşa­
sam...
Boğulma tehlikesi adatan bir insan gibi başını sudan çıkar­
dım. “Oh hayat ne kadar güzel” dedim.
Deha, deliliğin sınınnda biter. Öyleyse dehayla deliliğin
arasında bir çizgi var, bir sınır; ayağını öteye attı mı delilik...
Delide beynin her bölümü dejenere olmamıştır. Belki bir
bölümü deliliğe delil iken, diğer bölümler akıllılığın şartlannı
taşır. Ben akıllı iken delilik alanına mı girdim; deliler de zaman
zaman akıllı gibi mi? Beynin her bölümü bir pencere, hangi­
sinden baksam farklı dünyalar görürüm.
Akıl nokta ise, her noktadan sonsuz doğru çıkar. Sonsuz
nedir? Geometride doğru çizgi vardır, insanlarm doğru dediği
her söz, her hareket doğru mu? ölçü ne?
Manevi hayatımı bugün laboratuvar masasına yatırdım.
Mümkün olsa da başarısız deneyimlerimi duvarlara assam...
Artık kalkıp, işime gitmeliyim... Zorunlu işler olmasa, insan
hayal dünyasında kaybolur.

B a ba m öldü, kuş olup uçtu, hiç yaşamamış gibi. Hayat


bu mu? Bu kadar mı?
Toprağm içine yatınp, üstünü kapamalarım...
Ben ölümü bilmiyor muydum? Şimdi ne oldu?
Şeref kütüphaneden çektiği kitabın bir sahifesini açıp, ba­
na uzattı.

112
“Cansız cisimler de atomlardan yaratılmıştır. Atomlarda
elektron hareketi vardır. Hareket hayata, bayat da Allah’ın Ha­
yat sıfatına delildir. Yani cansız cisim vardır, bayatsız cisim
yoktur. Allah’ın hayat sıfatı her şeyi kuşattığından, ölen insan
bir hayat şeklinden diğerine geçer. ”

Neden lisede biyoloji ve kimya okuduğumda bu gerçeği


yakahyamadım? Neden öğretmenlerim bunu anlatmadı?
Şerefe döndüm;
- Bir hayat şeklinden diğerine geçmek?..
- 70 sene evvel baban bir başka âlemdeydi. Orada öldü, an­
nesinin vücudunda dirildi. Annesinin vücudunda öldü, dün­
yada dirildi. Şimdi dünyada öldü, ahirete, yani geldiği aleme
döndü ve dirildi...
Başımı arkaya dayadım, gözlerimi kapadım:
- Dinliyorum...
- Zaten baban, her rüyada ahirete gidiyordu. Şimdi gittiği
âlemde kaldı...
Sordum:
- Mezar?..
- Nasıl ki rüya görenin yatakla irtibatı yoksa, ölünün de
mezarla irtibatı yok.
- Yani?..
- Cesede hayat veren ruhtu. Ruh, geldiği âleme gitti, ceset
de topraktan gelmişti, toprak oldu.
- Ruh çıkınca ceset acı çekmez rai?
- Cansız ceset a a duymaz...
- Ahirette yani başka âlemde ruh nasıl adam olur?
- Dünyada ruha bu bedeni giydiren Allah, ahirette de ona
bir beden giydirir...
Gerisini kendi bilgimle açıkladım:

113
“ Bu âlemi yaratan bir başka âlem de yaratır; bizi bu âleme
getiren başka âleme de götürür.
Şeref takdir dolu bakışlarla “Evet" dedi.
Aklım “Evet" dedi, kalbim, gönlüm babamın gitmesinden
rahatsız. Bunu hissetmiş gibi konuştu:
- Yaşlıların ölmesi rahmettir...
Doğruldum, soru sormama fırsat vermeden anlattı:
- Rahman ve Rahim olan Rabbimiz hastalıklarla, yaşlılıkla,
halsizlikle çile çeken kulunu, dünya zindanından ahiret sara­
yına alır.
-Bravo, şahane, fevkalade! Bu son cümle fevkalade!..
Kitabı masının üzerine koydum, yine okumalıyım... Asya-
lı, insanın evvelini ve sonunu da çözmüş...

A n n e m yalmz yaşıyacağmı söyledi. Biraz da buna mec­


bur. Diğer kardeşlerim başını almış, gitmiş; ne selam, ne sa­
bah... Ben de...
“Annen bizimle kalsa çok iyi olur” demez mi Şeref. Yüzü­
ne baktım, dudaklarımı ısırdım, kafamı toplamaya çalışıyo­
rum, o devam ediyor:
- Benim de annem sayılır; görgülü, sakin bir hanım, bize
faydası olur, zaran olmaz...
Beni iknaya çalışıyor. “İşte şimdi beni yıktın” dedim. “Ga­
lip olan setisin!”
Altta kalmamalıyım, insanlığa insanlıkla karşılık vermeli­
yim;
- Söz veriyorum, anneni annem bileceğim, belki ahir öm­
rümüzde, belki daha erken Türkiye’ye gidip, geri kalan ömrü­
müzü orada tamamlıyacağız...

114
“Sen hayırlı bir hanımsın" diyerek kahvemi doldurdu.
Annemi yanımıza alma karan bile beni sevindirdi. Gelmez­
se eğer biz vazifemizi yaptık...

İNCİL’le Kur’an yanyana... Annem, sabah namazına Şerefi


çağınyor; Şeref pazar günleri annemi kiliseye götürüyor...
Evimiz bir laboratuvar, iki ayn element üzerinde çalışıyo­
rum.
Şerefin davranışlanna bakan annem “Bu, iyi bir Hıristi­
yan” derken; anneme bakan Şeref de: “Kadınlar İslam fıtratı
üzerindedir” diyor. İkisi de içkiden, kumardan uzak; ikisi de
temiz ve doğru...
Şeref Incil’i bilir, zaten kilise okulunda zaman zaman ders
veriyor. Annem de iki ciltlik İngilizce Kur’an tercümesini oku­
muş: “Bu kitaba uyan iyi insan olur” demekten kendini alamı­
yor.
İki ayn dine bağlı, iki insan müşterek noktalan bulmuşlar.
Kavgaya sebebiyet verecek konular var ama, ikisi de lelörgüde
durmasını biliyor.
Ve, ben düşünüyorum: Müslümanlar, Hıristiyanlar, Muse-
viler, Budistler hepisi cennete gitmek için ibadet ediyor, bun-
lann hepisi Cennet’e gider mi? Giderse ne olur?
Şerefin bir sözü kulaklarımda çmladı: “İslam’a zarar veren
Müslüman’da olsa, Cennet’e nasıl girecek?”
Ne ise ahirete kanşmıyoruz, dünyamızı nasıl cennet edece­
ğiz, onun gayreti içindeyiz.
Irklann, dinlerin toplandığı Amerika’da Yahudi’yle Iranh’yı,
Rus’la Türk’ü beraber, bir yerde çalışırken görmek mümkün.

115
İmamla papaz da yanyana oturabilir. Bizim ev de böyle bir
şey... Hepisi Cennet’i istiyor ama, hepisi Cennet’e giden yolda
mı?

A s LINA bakılırsa Incil’e inanandan daha çok fala inanan


var. Astroloji yani yıldız falı: Hangi burçta doğmuş, ne olacak­
mış? Büyücülük de almış yürümüş.
Benim hakkımda epeyce dedikodu yapılmış. Cinlerle görü­
şürmüşüm, büyücüymüşüm... Herden çıktı bunlar, bilmiyo­
rum.
Bir genç hanım geldi, büyü yapıldığı için kocası kendisini
scvmiyormuş, büyünün bozulmasını benden istedi. Bir kağıda
şunlan yazıp, verdim;
Kocanı tenkit etmeyeceksin.
Her bakımdan ona yardımcı olacaksın.
Kocanın akrabalarına iyi davranacaksın.
Ona haber vermeden bir yere gitmeyeceksin.
Dargm durmayacaksın.
İnat etmiyeceksin.
Ona bağırıp, çağırmayacaksın.
O kızdığı zaman mutfağa veya diğer odaya geçeceksin...
Genç hanım göz ucuyla okudu; “Bunları yaparsam aram
düzelir...” dedi. Güldüm, zaten büyü, mûyü deyip duruyorlar,
aslında kötü huy büyüden beter.
- Büyücüler tbranice yazıyordu, sen İngilizce yazdın?..
- Yazıyı ne yapacaksın kızım, bunlan yaparsan aran düze­
lir, mesut günler dilerim...

116
Bir de para vermeye kalkmasın mı? Hayret ne kadar acaip
insanlar var... Böylelerine bakınca ben de kendimi bir şey sa­
nıyorum.

B u g ü n bir arkadaşım aniden karşıma dikildi. Yıllardır


görmediğim biri. Hem okuldan, hem mahalleden arkadaşım.
Onu gözlerinden tanıdım. Geçip giden yıllan bir daha hatırla­
dım. Kendisine fotoğrafımı hediye ederken arkasına: “İyi bak,
bu resmi tanı, baktıkça hatırlayacaksın Selena’yı” diye yazdım.
Sonra düşündüm ki ebediyetin sim resimlerde, heykellerde
aranmamalı.
Arkadaşlanm, sınıf arkadaşlanm her biri bir türlü oldu.
Bunlan iki kısımda ele alıyorum. Erkeklerin kimisi ayyaş, ki­
misi kumarbaz... Hapse düşenler var, yüzünü görmediğim pe-
rişaniyetinden haber aldıklarım var. Sosyal hayat bozmaya yö­
nelik. Zevkler, eğlenceler insanlan uçurup, nereye atacağı bel­
li olmuyor. Kanatlan bitmeden uçan kuş kedinin ağzına düşer­
miş... En çok üzüldüğüm kız arkadaşlanm. Bunlann bazısının
kucağında veya yanında bir çocuk... Kız-erkek arkadaşlığında
her zaman erkek karlı çıkıyor. Kız ise hamile kalınca, erkek ar­
kadaşı kayıplara karışıyor. Çocuğu 9 ay kanunda taşıyacak, ai­
lesi tarafından itilip, kakılacak... Tahsilini tamamlamamışsa, iş
sahibi değilse, perişaniyet diz boyu. Doğan çocuğuna bakacak,
peki anneye kim bakacak? Bazı kız arkadaşlanmı belediyeden
veya yardımlaşma demeklerinden yardım isterken görüyorum
yahut duyuyorum. O kız böyle mi olacaktı?
Gerek erkek, gerekse kız arkadaşlarımdan çok iyi durumda
olanlar da var. Şimdi hangi okulun bahçesine baksam, cm l cı-
vü oynayan o çocuklann geleceği ne olacak diye düşünüyorum.

117
Her çocuk bir çiçek. İlkbaharda akasya da, kayısı da çiçek açar;
biri meyve verir, diğeri vermez... Dikenli bir ağacın malı olan
gül, ekseriya onun bunun yakasına takılır. “Gül yağım eller
sürünür, çatlasa bülbül...”

G iOVANNI PAPINI’nin yazdığı Gog isimli eserde şu ya­


zıyı okudum;
İtalyan yazarlarından Giovanni Papam soruyor:
- Yahudiler zeki olduklan halde, neden korkaklar?
Ben-Rubi şöyle cevap veriyor:
- Tahmin ederim hayvani cesaretten söz ediyorsunuz, öy­
le bir cesarete sahip olamamamız bir noksanlık sayılmaz. Fa­
kat fikri cesarette ön plandayız. Dünyanın dört bucağına yayı­
lan Yahudiler devletsiz, hükümetsiz ve ordusuz yaşadılar, iki
büyük güçle kendilerini savundular: Para ve zeka.
Yahudiler kılınç kullanmadılar amma altmm daha keskin
olduğuhu anladılar. Onlar kendilerini altınla müdafaa ettiler.
Florinler onlann mızraklan, dukalar kılıçlan, sterlingler tü­
fekleri, dolarlar makinalı tüfekleridir. Bu silahlar medeniyede-
rin kıvnmlanna göre gittikçe tesirini artırdı. Yahudiler kendi­
lerini savunabilmek için kapitalist olmak zorundaydı. Bir za­
manlar Avrupa’mn manevi, mistik çöküşü karşısında biz, üs­
tün ve hakim durumdaydık. Zengin olmaya mecburduk fakat
zamanla şunu da anladık ki, aklımızı kullanmak, altından da­
ha tesirli...
Ayaklar altında çiğnenen, suratına tükürülen bizler, inti­
kamımızı almak için Goyimler’in ideallerini küçülttük, Hıris-
tiyanlann dayandığı kıymetleri mahvettik. Dikkat ederseniz

118
Yahudi zekası aziz itikatlanıuzı baltalamak ve kirletmekten
başka bir şey yapmamıştır.
Yahudiler serbestçe yazmak imkanını elde ettiklerinden
beri fikir yapınızı yıkmaya çalıştılar. Alman romantizmi, ide­
alizmi icat ederek katolikliği ayakta tutmaya çalışmıştı. Heine
adındaki Düsseldorflu bir Yahudi, kurnaz ve neş’eli cerbeze­
siyle bunlarla alay etti.
İnsanlar politika, ahlak, din ve sanatın yüceli|ine inandı­
lar. Drevesli Marx isimli Yahudi, bunların ekonomi gübresi
içinde yetiştiğini ispatladı.
Herkes dahiye önem verir, caniden tiksinir. Lomproso
adında Veronalı Yahudi, dahilerin yan deli olduğunu, canile­
rin ise ecdattan kalıntılar taşıdığını açıkladı.
Bugünün aydın Avrupa’sı, Yahudi yöneticilerin, sanatkar­
ların, ilim adamlarının ve zenginlerinin büyüsü altındadır.
Muhtelif milletlerin içinde doğup, büyümüş, muhtelif araştır­
malara girişmiş Alman, Fransız, İtalyan yahut Polonyah şair,
matematikçi, filozof veya antropolojisi olan Yahudilerin müş­
terek gayeleri, kabul edilmiş hakikatlerden insanlan şüphelen­
dirmek, yüksek olanları alçaltmak, temizleri kirletmek, sağlam
görüneni sarsmak ve hürmet edileni ayaklar altma atmaktır.
Inbikten süzdüğümüz bu zehirlerle Grek-latin ve Hıristiyan
âleminden intikamımızı aldık.
Yahudi kendi nefsinde korkunç iki ucu birleştiriyor; Mad­
de sahasında despot, fikir sahasında anarşisttir. Ekonomide
hizmetçimiz, fikirde kurbanunızsımz. En kudretli, yegane
ayakta duran para putunun önünde sizleri diz çöktürdük, Ba-
bil esaretinden Fransa ihtilaline kadar ki çektiğimiz çilelerin
bedelim sizlere ödettik. Yahudi Ben-Rubi’nin itirafları bu şekil­
de devam ediyor. Ben düşünüyorum...

119
S a HİLE İNİP, dolaştık. Plajların yanından geçtik, kampta
oturduk, yedik, içtik. Gittiğimiz her âlemde, her yerde Şerefin
fikrini öğrenmek istiyorum. Başkalannın duymamasına dikkat
ederek anlatıyor:
- Plajdaki kadınlara bak, hepisi güzel ve yakışıklı. İnsan
güzelliğini teşhir eder, beğenilmek ister. Soyunmanın da ken­
dine has bir zevki vardır. Hatta insan evdeyken bile soyunmak,
aynada kendini seyretmek hevesine kapılır. Sağlık, servet,
gençlik, insanı bu yönlere sürükler. Rahatlık bazı dertlerin
başlangıcıdır. Durgun sular kurtlanır... Bir kömür işçisinde bu
gibi haller gözükmez.
- Deniz sağlıktır?..
- Öyle olsaydı, patates gibi insanlan da plajda görürdük.
Plajlar güzellerin yurdu... Dünya üzerinde denize hiç girme­
miş insanlardan sağlıklı olan çoktur...
- Güzel kadın dediniz, çirkini de var mı?
- Çirkinlik, fıtri bir peçedir, onu kem bakışlardan korur.
Huyu çirkin olan güzelin kahn çekilmez. Huyu güzel olan çir­
kin baş tacı edilebilir...
- Ben?..
- Keşke biraz çirkin olsaydın, bu kadar kıskanmazdım.
Kıskançlık oklan bu kadar kalbime batmazdı... Hanımı cazip
olmayan rahat dolaşır, rahat ölür. Güzel bir kadına yüz göz ta­
kılırken, öbürlerine bakan olmaz. Herhalde daha çok baksın­
lar diye, saçlar, kaşlar, dudaklar, yanaklar... Öyle elbise de gi­
yiyorlar ki çıplak gezseler o kadar cazip olmazlar...
- Asyalı olduğun için böyle düşünüyorsun?..
-Tecavüzler, cinayetler, babasız çocuklar ve satılan kadın­
lar, satın alan erkekler cinsi hayatın gücünü göstermiyor mu?
- Güzel dünyamızı ateşe vermiyor musun?

120
- Fuhşa giden yollar kesilmezse fuhşu önlemek mömkün
değil. Fuhuş da yuvalan yıkmakta ve dağıtmaktadır.
- Bu hayat olmasın mı?
- İnsanın olduğu yerde insanla ilgili her hal vardır. Plaj,
kamp, bar, sahtekarlık, soygun, kavga, cinayet... Biz bunlann
dışında bir âlem kurup orada yaşamalıyız ki dünya dengeye
gelsin. Oğlunun bara gitmesine razı olur musun?
- Giderse?..
- Giderse tahsili bırakır, para arar, bulamazsa suç işler, bi­
zi de ağlatır... Amerika’yı ayağa kaldıran parktaki, plajdaki in­
sanlar değil...
Oğlum, midye kabuklanyla, parlak taşlarla denizden dön­
dü, ona baktım, gözlerimi kocama çevirdiğimde nemlendiğini
hissettim, çantamı alıp, yürüdüm...

H e r eğlence geçici... Bir düğüne gitsem, çılgmlar gibi eg-


lensem; kaç saat sürer? Belki iki, belki üç; sonra?..
En sevdiğim yemeği yesem; sonra?..
En güzel yerlerde gezsem; sonra?
Kocamı sevmemin de bir sonrası var.
İşimi seversem, yorulursam, yemekten de, dinlenmekten
de, yatmaktan da zevk alıyorum.
Elektronik cihazlar, ev hanımınm işini azalurken “Şimdi
ne yapacağım?” diyenler, psikolojik rahatsızlıklann kapısını
açıyor. Evinde oturan hanım modem mahkum; dışan çıkanın
da ayağına çamur bulaşıyor... Kadın olmanın problemleri er­
keklerden farklı... Kendimi işime versem çocuğum ve kocam
var. İşimi ihmal etsem; kocam da, çocuğum da hayatımı dol-

121
dunnaz. Peki, ben bu dünyaya neden geldim? Yani nasıl yaşa­
malıyım?
Bu sorayu Şerefe yönelttim, dedi ki:
- Her cihazın bir tarifnamesi vardır, insan, Allah’ın sanat
eseridir, bu eserin tarifnamesi de İslamiyet’tir.
Pozitif bir açıklama; bu adam dini de müsbet (isbath) ilim­
ler içine sokmuş...

M ey v e yiyordum, elime kaysı çekirdeğini aldım. Bu çe­


kirdeğin kaderini okuyabilirim: Yesem gıda olur; yaksam ısı,
ışık, kül... Parçalayıp atsam gübre ve toprağa gömsem yeşerir,
fidan olur. Daha başka bir şey olamaz... Oğluma da ebeveyni,
okul, televizyon, kitaplar, arkadaşlan tesir edecek, o da bir şey
olacak... Oğlumun hayatı kimya denklemine benziyor, birçok
elementlerin birleşim ve aynşımından sonra bir madde elde
edilecek... O madde asit mi, glikoz mu, göreceğiz. Acaba
oğlum ne olacak?

B îr köpeğim olsaydı, ona bağınp, çağırsaydım. Pet şişemi


atsaydım, o da ahp, getirseydi. Ona iyi kötü bir şeyler söylesey-
dim, o hep dinleseydi. Bana kuyruk sallasaydı, üzerime atla-
saydı, her haliyle beni sevdiğini belirtseydi...
Bizim yobaz köpek düşmanı “Oğlunla meşgul olsana’’ der.
Oğlum ele avuca sığmıyor ki; laf dinlemiyor ki...
- Neden köpek pis?
- Artık köpekleri mis kokulu şampuanlarla yıkıyorlar,
maddeten pis olamaz, manen pis...
- Yani?..

122
- Köpeği dövsen de, kovsan da senden aynlmaz ve ısırmaz.
Tahmin ederim insanlar köpekleşmesin diye köpeğe pis den­
miş. Çünkü insan her zaman hakkı ve adaleti ayakta tutmalı­
dır. Birisinde her türlü hak olacak, öbüründe olmayacak, böy­
le insanlık olmaz. Bu sebeple insanlar köleliği, esareti kaldırdı;
şimdi ücret köleliğinden kurtulup, prim, ortaklık gibi müşte­
rek çalışmalara girilmeli...
İnsanlar köpekleşmemeli...
Süleyman aleyhisselam dolaşırken köpek, yavrulanna de­
miş ki: “Büyük bir Peygamber geliyor, sakın havlamayın, ayıp
olur.”
Peygamber gelmiş, geçmiş, yavrular havlamamış, fakat
anaları havlamış... Yavrulardan biri demiş ki: “Ana, bize havla­
ma dedin, sen neden havladın?” O da: “Bu kadar köpeklik ol­
sun...” demiş...

M e HTAPLI bir gecede, pencereden süzülen ay ışığıyla


aydınlanıp konuşuyorduk. İsa bilgisayarla meşgul, holden içe­
ri giren pembe ışık daha romantik...
- Semavi kitaplar Cennet’i anlatıyor. Cennetin Anahtarları
isimli bir roman da okudum. Kilise yayınlan Cennet’ten çok
bahsediyor, sen ne dersin?
- O adamı çok överlerdi, lise sıralanndan beri hep dinden,
imandan söz edermiş. Kimine göre bu adam bir şeyh, kimine
göre alim veya ağabey... Ne olursa olsun saygılı bir kişiymiş...
Büyük şirketler kurmuş, büyük işler başarmış, binlerce kişiye
maaş, ücret dağıtmış. Bir gün onun kurduğu özel banka öde­
me yapamaymca sanki adamcağız, fazilet kulesinden aşağı
düşmüş. Bir ömür boyu fazilet yokuşunu tırmanan bu adam.

123
birdenbire yere çakılmış... Derler ya “Fazilet kulesine çıkılır,
inilmez." Parasını alamayan nur yüzlü adamlar solmuş, çök­
müş... Ona itimat edenlerin ipi kopmuş.
- Ece sonra?
- Sonrası bu kadar.
- Devamı yok mu?
-Yok.
- Ayol ben sana Cennet’i sordum, sen bir adamı anlattın...
- Zaten girecekse Cennet’e de insanlar girecek.
- Şiir’de “Muamma sanatı” vardır, sen muammasız konuş­
san olmaz mı?
- Şair demiş ki: Cehennem dediğin dal odun yoktur, her­
kes ateşini hurdan götürür...
- Şu güzel akşamda iki laf edelim dedik, sen de çanağı ter­
sine çevirdim...
- öyleyse Cennetle ilgili bir rüya anlatayım... Bir büyük
şeyh arkadaşını ziyarete gitmiş, bakmış ki sigara içiyor. İtiraz
etmiş, öbür şeyh de sigaranın faydalarını anlatmış... Ne ise geç
vakte kadar sohbet edip yatmışlar. Sigara içen şeyh rüyasında
Cennet'e gitmiş. Melekler; “Efendim ne istersiniz?” deyince o
da “Bir sigara...” demiş. Serde tiryakilik var ya... Hemen sigara
ikram etmişler bir tane almış: “Ateş?.." “Efendim Ccnnet’te
ateş olmaz, Cehennem’e gidip, sigaranızı orada yakacaksınız
deyince, sigaradan vaz geçemeyen Şeyh Efendi, Cehennem’in
yolunu tutmuş. Ne ise sigarasını yakıp, tüttüre tüttüre geri
dönmüş. Bir de bakmış ki Cennet’in kapılan kapalı. Meleğe
sormuş, o da: “Efendim Cennet’e ateşle girilmez” deyince Şeyh
uyanmış, arkadaşından özür dilemiş.
- Hah şöyle be, bu rüya yerli yerine oturdu, sohbetin de ta­
dı çıktı. Artık Cennet'ten ne anlarsan anla...

124
- Hocam biz ahiretle uğraşmıyoruz, dünyayla meşgulüz...
- Bu tesbitinizi kaç defa dinledimse beğendim ve sevindim.
İstersen biraz da televizyon seyredelim...

ICiR lokantasında yemek yerken çocuk taşa şut çekmiş, o


da birisinin aya^na çarpmış. Adam çocuğu kovalayınca, yanı­
mıza kadar geldi. Şeref durumu öğrenince özür diledi, fakat
adam yumruklanm sıktı. Şeref, adama coca cola ikram etti:
“İçmez misin?” Adam baktt, kutuyu eliyle itti, döndü gitti.
Yemekleri bitirmemiştik ama Şeref ödemeyi yaptı, hemen
ayrıldık. Arabada “Niçin böyle yaptın?” dedim.
- Suçlu bizdik...
- Çocuk...
- Çocuk benim, onun cezasım ben de çekecektim.
İsa lafa karıştı:
- Baba, isteseydin onu döverdin...
- Çocuk olsaydım belki.
Merak bu ya sordum:
- Bari yemekleri bitirseydik...
- Bazı insanlar güvece benzer. Güveci ateşten alsan da kay­
namaya devam eder. O adam da sinirlerine hakim olamazsa
tekrar gelirdi.
- Korkaklıkla kibarlık arasındaki farkı söyler misin?
- Haklı olandan korkanm...
- Peki bir serseri yoluna çıksa...
- Köpek bana havlarsa ben ona havlayamam... Daha ileri
giderse bir parça ekmek atar yoluma devam ederim...

125
- Ekmek işini biraz daha açar mısın?
•- Verdiğim her rüşvet, dişlerini gösteren köpeğe atılan ek­
mek parçasıdır.
Sustum, etrafı seyrediyorum, biliyorum Şeref bizi bir baş­
ka lokantaya götürüyor. Ve, düşünüyorum: Asya büyük ve ka­
dim bir kıt’a...

Ş e r e f tutturmuş: “Bir başka eve taşınalım...”


Taşınalım ama, nereye gitsek derdimizi de beraber götüre­
ceğiz. Dedim ki: “Bak Efendi; istediğin yere taşınabiliriz. Prob­
lem evde değil, senin işlerin zor. Dershane, bilgisayar, dergile­
re yazı yazma, konferanslar, kafam yoruyor, sıkılıyorsun, bel­
ki için de daralıyor; kurtuluşu ev değiştirmekte buluyorsun.
Gideceğimiz evde de üç ay teselli bulur, ondan sonra yine ev
değiştirmek istersin. îyi düşün, kararını ver, ben sana uya-
nm..." Ne yapalım, insanlann gönlüne çiçek ekemem ki...

H ü m a n izm , insanlık, millet, devlet derken bugün ırkçılı-


ğm, bunun yamnda dinin gücünü anladmı. Kocamla alışverişe
çıktık. Bir dükkana uğrayıp disket, CD, vesaire alacaktık. Dük­
kan sahibi 35 yaşlannda, beyaz tenli, orta şişmanlıkta birisi. Ko­
cam isteklerini sıralaymca o: “Siz Türksünüz değil m i?" dedi.
- Evet...
- İsrail, Filistin çatışmasmda Türkiye Filistinliler’den yana
olduğundan size mal satamam...
Hoppala, hiç beklemediğim bir hal. “Ne demek istediğini­
zi anlıyamadım” deyince, açıkladı.

126
- Ben Yahudiyim, Yahudi kardeşlerim Mukaddes Toprak-
lar’ı korurken, vatanına, milletine sahip çıkarken, bunun için
can verirken, ben burada onlann düşmanlanna yardımcı ola­
mam...
Şeref “Gidelim” dedi. Bu duruma da şaştım. Neden deme­
di ki: “Müslüman Filistinler de “Mukaddes Topraklar’ı koru­
yor, onlar da vatanmı, milletini koruyor, ben de müslüma-
nım... Bunun sebebini sordum.
- Yahudiler iki bin sene vatansız, devletsiz yaşadı; dünya­
nın dört bucağına yayıldılar. Onlan Tevrat’la Yahudi kelimele­
ri birbirine bağladı. Kendi aralannda doğruluğa azami derece­
de dikkat ederek dünya ticaret imparatorluğu kurdular. Bu im­
paratorluğun kralı para, vatanı dünya, tebaası Yahudiler’dir.
Sermayelerini kültüre yönelterek, basın-yayına yön verdiler...
- Şimdi anladım Amerika’daki televizyon kanallannm on
biri neden Yahudiler’in...
- En büyük gazetelerin en büyük hissedarlan onlar olabi­
lir. Önde görünen paravanadır, onlar arkada gizlidir, o gazete­
ler Yahudiler’in aleyhinde yazı yazamaz...
Bunlan dinleyince kendi kendime sordum: “Acaba çok mu
iyimserim?” Irkçıhk, dincilik devirleri kapandı, insanca yaşa­
maya bakalım, demek hoş bir hayalin mahsülü mü?
Ne ise alacaklarımızı aldık eve döndük, bu konu kurt gibi
beynimi kemiriyor. Sohbete devam:
- Sen de Yahudiler’e, Hıristiyanlar’a ne bileyim Ruslar’a
düşman mısın?
- Allah, mal, mülk edinin, şu topraklan elinizde tutun, im­
paratorluklar kurun demiyor. Emirlerimi öğrenin, yaşayın,
bunlan yayın, ta ki insanlann dünyası cennet olsun, diyor.
- Şeref dikkat et Müslümanlar’ın demedin, insanlann de­
din...

127
- Evet insanlann dünyası cennet olsun...
- Yani devlet, millet önemli değil mi?
- Müslümanlar tek tek üstün olursa, onlann milleti ve dev­
leti de üstün olur. Kanuni Sultan Süleyman devrinde Osman­
lIlar en güçlü devirlerini yaşıyordu, sınırlan çok genişti, halkın
yansına yakını gayrimüslimdi ve Müslümanla diğerleri içiçe
yaşıyordu. Bir İslam âlimi veya mutasavvıf kapısını herkese aç­
mıştı. Müslüman, Hıristiyan, Musevi, bilmem ne, hepisi o ka­
pıdan içeri girer, yer, içer, atı yemlenir, misafir olur... Müslü-
manlar’ın içkiden, kumardan, fuhuştan uzak kalması, yardım-
laşmalan, kibarlıklan, onlara tesir etmiş, hem bir arada asırlar­
ca yaşamışlar, hem de misyoner teşkilatı olmaksızın Müslü­
man olmuşlar. İnsanlann İslam’ı yaşamalan önemlidir. Böyle-
ce müslümanlar dünyanın dört bucağına yayıldı...
- Yayıldı ama Müslümanlar dünya ticaret imparatorluğu
kuramadı, kültüre de hakim olamadı...
- Ne yazık ki öyle...

M a n a st ir ...
Her şeyi bırak, yüksek duvarlann arasına gir, kapıda gözün
ohnayacak sadece Incil’le, yaratanla meşgul olacaksın, bir ba­
kıma d iia p y A küseceksin...
İnsanlardan uzak yaşamak, konuşmamak, görüşmemek...
Kemale ermek, ermiş olmak...
Ve, bu dünyadan çekip, gitmek...
Bir yanda dünyayı karıştıranlar, bir yanda dünyaya nizam
verenler, öbür yanda dünyaya küsenler...
Büyük dahi Pascal’ın manasnra çekilmesi, aklın yakahya-
madıklanm kalbiyle yakalamaya çalışması; insan hayatmda
kalbe yer vermesi, her insanın anhyacağı iş değil.

128
Manastır düşünce dünyamda kendine yer etti.
Hapishaneye düşenler, orada manastır hayatı yaşıyamıyor.
Hücre hapsine atılanlar, tek odada yaşarken aziz olma yolun­
da adım atamıyor. Demek ki manastın yüksek duvarlar, açıl­
mayan kapılar şeklinde düşünmek yanlış; akılla kalp nasıl bü­
tünleşecek, yaratık yaratanı nasıl anlayacak?
İslam’da da uzlet, riyazat gibi haller var. Nasıl ki fırtınaya
tutulan gemiler, bir mendireğin arkasına çekilmeyi, bir Umana
girmeyi isterse; insan da maddi ve manevi tufanlara tutulunca
uzletin sakinliğine ulaşmak ister.
Hindistan’da fakiristlerin, yogistlerin yaptığı bundan daha
farklı değil, öyle ise hangi din, hangi inanç sistemi olursa ol­
sun; bunlann müşterek noktası insandır. İnsan, kendine göre
bir hayat şekli tuttururken, bunu dinle, iUmle besleyebilir. Asıl
olan insanın kendisidir; aklı, kalbi ve organlannın halidir. İlim
ve din dışardan o âleme girer, onlara da yine insana şekil verir.
Nehirler kendi yatağını kendi çizer.

XÜ RK LER eğlence günü düzenlemişler. Sadece çalıp oy­


nama değil. Bir grup mürit sesli zikredecckmiş... Mevleviler
sema yapacakmış... Solistler şarkı söyl^ecekmiş... Karadeniz­
liler halay çekecekmiş... Uzatmayalım, Amerika’daki Tûrkler
maharetlerini ortaya koyacak, tanışacak, konuşacak; yemek,
namaz, sohbet devam edecek...
Dershanemiz olduğundan Şerefe de bir sikeç, sahne oyu­
nu teklif etmişler.
Gazeteler, televizyonlar gelecekmiş...
Şeref bir şeyler yazıyor, çiziyor, hazırlanıyor... Doğrusu ba­
na düşen seyretmek, gülüp, eğlenmek. Hiç bir şeye karışmıyo­
rum, ne halleri varsa görsünler...

129
Beklenen gün geldi, program uygunlanmaya kondu, bura­
da İslam dünyası vardı.
Sıra bizim Şerefe geldi ama az kalsın tanıyamıyacaktım.
Ütüsüz bir pantolan, eski ceket, bağsız postallar ve başında
yan dönmüş bir kasket... Sahnede tahta iki sandalye bir masa,
mahalli şiveyle başladı anlatmaya:
“Gardaş deyiyler ki Ameriga’ya neye geldin?
Neye gelek, duyduk ki burada gök delenler varmış, acaba
birinin altına tekerlek takıp Türkiye’ye götürebilir müyük, de­
dik. Doğrusu ahhmdan geçmiyor degül, Ameriga’yı götüremez
müyük?
Ne ise uzatmıyak İstanbul’dan tayyareye bindük, kuyru­
ğundan bahtuk başını göremedük... Beni köylü sanmasınlar
diye hemen bir yere oturduk. Biri geldi: “Burası benim...” Ba­
ba tapulu yerin mi? İşte kıvrıl sen de bir yere otur. Ne görgü­
süz adamlar, boş yer mi yok...
Derken bir hatun geldi, güzel mi güzel. Hele bir de gülüşü
var ki ölem...
Biletime elini uzatmaz mı?
- Bacı avuç dolusu para verdük biletimi alma...
-Yeriniz 17 numara, lütfen beni takip ediniz. Koyunlar gi­
bi numaralandık...
Uzatmayarak bizim avrattan daha iyi hizmet etti bu hatun­
lar. Kahvenin üstüne bir sigara telleseydim, oh gel keyfim gel...
Bir de Neyiyok’a indim ki, ne kapısı belli, ne bacası... Biri­
sine: “Ben, çıkü, şey” dedim... Bundan iyi İngilizce mi olur?
Ama adam anlamadı. Ne ise Türk’e benzeyen birinin peşine ta­
kıldım...
Allah’m dağında beni bir benzin istasyonuna götürdüler,
iki hortuma mahkum ettiler, biriyle benzin dolduruyorum, bi­

130
riyle araba yıkıyorum.
Efgar bastı ama değme getsin. Attım eli gulağa:
İki gözüm eller gibi
Sefa sürmek hakkun degül
Degülün yanındaki de degül.
Onun yanındaki heç değül...
Degülün yanındaki degül.
Bizim adam güzel bir şarkı tutturmaz mı? Alkıştan şarkıya
devam edemedi, yine başladı anlatmaya:
“Yani Nekson alınmasın hakkımı yediler. Başbakan olacak
adamken gel gör ki ne haldayam...”
Şeref bunlan ayakta anlatıyor, el kol işaretleri, çok rahat,
seyirciler de gülüyor. Yumruğunu kafasına vurdu:
“Ah kafa ah! Köyde olsam belki muhtar da olurdum. Dag-
lann kralıydım, koyunlara hükmederdim, cümle keltenkeleler
benden kaçardı; soğuk gözeden su içerken, sesimi dünyaya
işittirir, bir türkü tuttururdum:
iki gozum eller gibi
Sefa sürmek hakgun degül
Nene gerek aparttuman
Nene gerek hotomobil...
Çok ağır da olsa yükün
Taşımayı vazife bil
Bir yanşa çıkma sakkın
Altındaki topal eşşek
Sen bir garip biçaresen
Telli zum a nene gerek...
Bizim köylü alkışlandıkça benim de koltuklanm kabanyor.
Sandalyeye oturdu;

131
- Vallaha ben burda çalıştığım gibi memleketimde çalış-
saydım ağa olurdum...
Ayağa kalktı, ellerini açtı, fezaya seslendi...
- Babacığım 50 dolar gönderdim, anamla yeyin, azucukta
bizim hayursuza verin, gelirsem gelirim, gelmezsem bir fatiha
gönderin.
Seyircileri selamladı, sahneden indi. Çılgınca alkışladılar...
Yanıma geldi:
- Hanım yeni gocanı beğendin mi?
Gayriihtiyan boynuna sanlıp, tebrik ettim. Onun aktörlü­
ğü üstündeydi, geri çekildi, ellerini uzattı:
- Vay babom heç utanma arlanma galmamış, az galsın abu
gan beni yiyecekti...
Gülmeler, alkışlar devam ederken, kameraların flaşı üstü-
müzdeydi.
Günün eğlencesi devam ederken bir tiyatrocu, bir de film
şirketi kocamdan randevü istedi.
Kendimi sahnede bir solist farzettim, hayranlarım, alkışlar,
itibar, bu hal ne kadar hoşuma gider... Alkışlanmak, takdir
edilmek güzel şey; beni benden alıp, götürür. Döndüm koca­
mı düşündüm, güzel, cana yakın artistlerin içinde oturup, ye­
yip, içip, rol yapacak... Bana göre tiyatro da, sinema da çok gü­
zel bir ormandır, fakat o ormanda çoklan kaybolmuştur. Mey­
hanedeki adamı kurtarmak hesapta var, fakat meyhanede kal­
mak da var... İlk defa eşimi kıskandım, hayır onu bırakmıya-
cağım...
Bu kadar ciddi bir adamın, bu kadar şakacı, mukallit, şen
olmasına şaşırdım. Hain adam biraz da evde neşelensene... Ben
hergün Hegel’i dinlemekten bıktım.

132
Ne ise bizim artist elbisesini değiştirmiş, normal haline
dönmüş, yanımıza geldi. Birisi:
- Şeref Bey, tırpan sallayıp, debbeyle ayran içtiğimizi de
anlatsaydm...
Öbürü:
- Gardaş seni dinlerken, öküzleri çayıra saldım, çalının al­
tına oturup, ekmekle kavurma yiyordum...
Bir başkası:
- Vallahi biber dolması burnumda tüttü...
Zavallı Amerika’nın asma köprüleri, gökdelenleri, dolarla-
n silindi, Türkiye’nin alucu, tezeği, tandır ekmeği gündeme
geldi. Vatanın toprağı bile aziz. Bu adamlar iş bulsaydı, Ame­
rika’nın yüzüne bakmazdı. Ey her şeyin başı olan para nice
başlan divane etmişsin.

E ve dönünce kocamı bir daha tebrik ettim.


- Sosyoloji doktoru kocam, dershanede hem yönetici, hem
hoca olan kocam... Filozof, mütefekkir kocam. Şimdi de girdi­
ği salonlan neş’elendiren kocam, seni binlerce defa tebrik ede­
rim. Bu yönünü hiç bilmiyordum. Ne büyük denizsin ki sımr-
lannı keşfedemedim...
- Beni şımartıyorsun... Fakat şunu da söyliyeyim ki her er­
kek için en büyük şans, eşinin kendisini takdir etmesidir. Haz-
reti Hatice Annemizi bu yönüyle bir daha severim.
- Merak ettim, söyliyeyim: Benimle neden şakalaşmıyor­
sun?
- Şaka, mizah, espiri aklın alametidir fakat sınırlan ve do-
zacı belli değildir; er-geç karşıkini kırar ve üzer. Ben de sizi üz-

133
memeye dikkat ediyorum. Özür dilemek kibarlıktır, özür dile­
yecek sözden ve hareketten kaçınmak olgunluktur.
- Fakat sahneye koyduğun bu eser, herkesi memnun etti,
alkış topladın...
Şeref durdu düşündü, abliğe baktı, mırıldandı:
- Bazdan diyecek ki bu herif bizi rezil etti.
Meraktan çatlıyacağım, sormadan edemem:
- Tiyatro ve sinema tekliflerine ne dersin?
Güldü:
- Menajerim sensin. Kabul edersen giderim, etmezsen asla!
Rahatladım, anneme yardım için mutfağa gittim. Bizim oğ­
lan buzdolabını açmış kanştınyor...

O lm ASAYDI fabrikalar, uçaklar, toplar, tüfekler... Dev­


letler devletleri, şirketler şirketleri, patronlar işçileri ezmesey-
di. Para, parayı kazanmasaydı, insanlar azmasaydı, dünya nü­
fusu az olsaydı, Mekke’ye yahut Medine’ye gidip, orada insan­
ca yaşasaydım. Dünyanm maddi ve manevi haritalarım değiş­
tiren Peygamberi biraz daha anlasaydım. Kızgın kumlara ayak-
lanmı basıp, hurma yeyip, zemzem içseydim. Bir turist gibi de­
ğil, tarihi gerçekleri yüreğinde hisseden bir Mü’min gibi, Mek­
ke’den Medine’ye yola çıksaydım, Küba’da konaklayıp,
Uhud’da yaram kamyormuş gibi su içseydim. Medine’den Ta­
ife, orada Tebuk’e uzansaydım. Sonra Kubbe-i Hadra’nın dibi­
ne oturup, insan olan o Peygamberin manevi dünyasını anla-
saydım. Taşlaşan gönlüm yumuşasaydı, kalbim vahyin melte­
miyle dalgalansaydı. Buhar olsaydım bulut olsaydım, bu dün­
yadan uzaklaşıp, sonra rahmet şeklinde yağsaydım.
Makina dişlileri beni ısırıyor, asfalt yollar yılanlar gibi
uzanmış, arabalar taşlaşmış... Bakışlar at sineği gibi yüzüme

134
konuyor, uzanan ellerin çoğu bana yabancı. Gönlüme gücüm
yetmiyor, ben bile kendimi kandmyorum. Keşke ben yazdığım
gibi olsaydım.
Oğlum beni dünyaya döndürdü, onunla meşgul olmalı­
yım...

T a k v i m d e “Leyleklerin gelme zamanı” diye yazıyor. Bu


leylekler geçen senelerdeki leyleklerin tarihini okusaydı, şubat
ayında buralara gelmez, nisanı beklerlerdi. Her şeyin içine bir
takvim konmuş leylekler şubatta gelecek kasımpatı kasım
ayında açacak; kuğu fırtınası, huşum fırtınası, kırlangıç fırtına­
sı, gününü, saatini bekleyecek... Her şey bir nizam içindeyken,
insan nizamsız kalamaz.
Elimdeki tarih kitabına bakıp, beyaz kağıda bunlan karala­
dım. Bazen yazdıklanmı ben de okuyorum. Yazmak bir sevda
işi; yazınca rahatlıyorum.
Japonya’nın iki mühim şehrine 1944 atom bombalan atı­
lınca, Japonya kayıtsız, şartsız teslim oldu. Amerikan Ordular
Kumandanı Orgeneral McArthur, Tokyo’ya gidip, toplanan
halka hitaben:
- Ey Japonlar, siz Amerika’ya mağlup oldunuz, Ameri­
ka’nın kölesisiniz, Amerika’ya itaat edeceksiniz. Eğer itaat et­
mezseniz cezanız büyük olacaktır!
Bakıyor ki topluluğun içinden bazdan paür patır yere dü­
şüyor. Dönüp İmparatora soruyor;
- Ne oluyor?
İmparator diyor ki:
- Sayın Kumandan, bizim cesetlerimizi çiğneyebilirsiniz,
ruhumuzu asla! Siz geldiniz aziz milletime hakaret ettiniz.

135
“Esirsiniz, kölesiniz, Amerika’ya itaat edeceksiniz, etmezseniz
cezanız büyük olacaktır” dediniz. Bunu kabul etmek isteme­
yenler cebinden çıkardığı çakıyı kalbine saplıyarak herakiri
yapıyorlar, intihar ediyorlar...
-Söyle de intihar etmesinler...
İmparator şu tarihi konuşmasını yapıyor:
- Aziz milletim intihar etmeyin, siz bana lazımsınız. Evet,
biz Amerika’ya mağlup olduk, fakat ilimde, teknikte ilerleyip;
Amerika’dan intikamımızı alacağız!
Japonya bunu başardı ilimde ve teknikte ileri giderek Ame­
rika’dan intikamını aldı.
İslam ülkelerinde bir devlet adamı çıkıp, halkını ilme ve
tekniğe sevk etmedi mi? Politik ve teolojik tartışmalar onları
geri kalmışlığa itti.
Hocalar da Fil suresini anlattı:
"Sahibin olan Allah’ın fil ordusuna neler yaptığını görme­
din mi? Onlann tuzaklannı, sapıkhklanm işe yaramaz hale ge­
tirmedi mi? Onlann üzerine grup grup kuşlar gönderdi. O
kuşlar pişmiş çamurdan taşlarla onlan vuruyordu. Rab’bin on-
lan kurtlann yediği yapraklar gibi yaptı.”
Fil ordusu yerine şimdi tank ordulan, kuşlar yerine uçak­
lar geliyor. Allah, müslümanlan korusun ama, müslümanlar
da Allah’ın dinini koruyacak mı?
Dinler içinde İslamiyet’i beğendim, Müslümanlar’ı beğen­
medim. Bilmem ki ne yapsam? Ben de Müslümanlar’ın uyuma­
sına yardım mı etsem?

Ç a ĞDAŞLIK veya medeniyet! Yani şu yirminci asır me­


deniyeti... Nedir bu medeniyet? İnsanlığa ne verdi? Keşifler

136
icatlar ne getirdi? Evet, üniversitelerin sayısı arttı, her taraf ki­
tapla, dergiyle, gazeteyle doldu. Fabrikalar, atölyeler, laboratu-
varlar kuruldu. Evler bin bir türlü eşyayla süslendi. Bir ayda
gidilen yolu bir günde, bir saatte gittik... Çeşit çeşit yemekler
yedik, gardroplarla övündük... Söyler misiniz bana, büyük ev­
lerde oturan küçük insanları ne yapacağız. O büyük başlar de­
ğil mi bunca insanın sürünmesine sebep?.. Boşananlar, kadeh­
te boğulanlar, kumarda tükenenler bu çoğun insanı değil mi?
Vizon kürk içinde ağlıyan kadın, kurtuluşu intiharda bulan er­
kek; dolandıncılar, sahtekarlar, uyuşturucular bu asnn insanı
değil mi? Bana füzelerden, bilgisayarlardan, uçaklardan söz et­
me, insanlara ne verildi, neler alındı? Bunun hesabı yapılmak.
Artan nüfus dünyanın baş belası. Yani insan, insandan nefret
ediyor. Doğmayan çocuğa kefen biçiliyor. Ey çağdaş insanlar
hayatınızdan emin misiniz? Güvence alanda mısınız? Polis mi
dediniz? O, suçu önlemiyor, suçluyu anyor. Yani sen öl veya
yaralan polis suçluyu bulsun, hakim cezalandırsın... tnsam suç
işlemekten caydıracak unsurlar yok. Hastane dhazlanyla övü­
nenler, her hastalığı tedavi ettiğini sananlar, iyileşen yaşlüan
huzurevlerine gönderiyor. Evlerde huzur kalmadığı için huzu­
revleri açıldı, ey insanlık yüzün kızarsın!

N e yapmak istiyor bu televizyonlar? Filmler, hele hele


çizgi filmler, kan, yumruk, vahşet!.. Kime örnek oluyorlar?
örnek bu ise yetişen gençler ne olacak? Gençler vurup, kıra­
cak, yaşlılar gözyaşı dökecek; hey gidi çağdaş dünya!.. Şimdi­
den oğlum tekme atmayı, yumruk sallamayı öğrenmiş... Hav­
layan köpekler, ağzı kanlı aslanlar, çifte atan eşekler akhma
geliyor; hey insanlık, bu kadar alçalacak miydin? Ne yapmak

137
istiyor bu televizyonlar? Bu elektronik cihazlar vahşeti yaymak
için mi? Bunca silahlar, vurup, kaçmak için mi? însanm insa­
na yaptığı kötülüğü kim yapabilir? İnsanlar bu kadar alçalacak
ımydı?
Medeniyet’! binada, uçakta, gemide, ev eşyalannda aramak
ne kadar manasız, önemli olan insandır. İnsanın insanca yaşa­
masıdır. Bir insan kan ağlıyorsa buzdolabının ne önemi var?
Hastanm gideceği, huzur bulacağı bir yeri yoksa, tomografi ne­
ye yarar? İnsan merkezli bir medeniyet olmalı. Bunu da ancak
elimizdeki çocuklara anlatmakla elde edebiliriz.

Bu evde en çok konuşan benim; süpürgeden arabaya, ço­


cuğumdan anama, herkese, her şeye dikkat ediyorum.
Annem çok az konuşuyor. Eğer bunun tersi olsaydı Şeref
isyan ederdi.
Annemin odası ayn. Onun arabası, onun gazetesi, onun te­
levizyonu ayn. Sabah kalkar gazetesini okur, çayı demler ter­
mosa doldurur. Masanın üzerinde termos, bardaklar, şeker,
ekmek, peynir vesaire var. İsteyen gelip kahvaltısını yapar; ba­
zen de hepsini toplanm, hep beraber kahvaltı yaparız. Düzen­
li yemek yememiz, toplanıp sohbet etmemiz olmuyor. Şerefle
ben işimize koşuyoruz.
İsa, büyük annesini iyi buldu. Ondan harçlık ahyor, onunla
çarşıya çıkıyor, onu okula götürüyor. Elbiselerini kirletti mi bü­
yük annesine koşuyor. O da torununa spor ayakkabısı, elbisesi
ahyor. İsa’yı Genç Hıristiyan Erkekler Cemiyeti’ne yazdırmış,
böylcce onu sokaktan kurtarmış. İsa’yla annemin durumu iyi.
Pazar günü annem bir deste çiçek gösterdi; “Babanı ziyare­
te gideceğim...”

138
Şerefe durumu anlattım, öğleye kadar annemle, öğleden
sonra onunla beraber olabilirmişim. Hatta Şeref, gideceği yer­
lere yalnız da gidebileceğini söyledi. Ben de hem mezarlığa,
hem de toplantıya gitmeyi istedim. Değişik dünyalar...
Saat 10, bulutlar göklerde dolaşıyor, ölüler toprakta yatı­
yor, derin bir sessizlik, anlatılması zor bir hal. Bu mezardaki-
ler ayağa kalksa 10 şehri doldurur. İnsanlar dünyaya gelip, gi­
diyor. Acaip bir akış var. Doğum, ölüm tarihlerine bakıyorum
zamanın bir parçasını yaşamışlar... İnsanın gözleri, kulakları
harika! Bu organlar 70 sene için yaratılamaz. Nasıl ki sanat
eserleri müzelerde korunuyorsa, insanlar ve onlann organlan
da edebiyat müzesinde korunabilir. Ebediyeti Dünyaya gelme­
den evvelki hayatımız, dünyadan gittikten sonraki hayatımız.
Allah, dünyanın iki ucunu kapatmış, evvelemizi de, ahirimizi
de bilmiyoruz. Gayba inanan, kutsal kitaplara evet diyebilir.
Evvelimizi, ahirimizi bilemiyoruz, hayat denilen bu prob­
lemi çözemiyoruz. Şu güzel dünyada niçin çile çekiyoruz? İn­
sanlar neden kavga ediyor? Neden içki içip, düşüyor? Neden,
neden?
Ölüler sakin sakin yatıyor. Mezarlığa gelen kadınlara, er­
keklere, çocuklara baktım. Sonra bunların öldüğünü, toprağa
uzanıp yattığını hayal ettim...
Annem, babamm ayak tarahna oturmuş okuyor. Eminim
ki babam sağ iken, huysuzluk yaptığı zamanlarda annem onun
ölmesini istemiştir. Şimdi de ona dua okuyor, Cennet’e gitme­
sini istiyor. Cennet’e kim gitmek istemez ki bu insanlar neden
dünyasım Cehennem ediyor?
Çiçekleri mezara koyduk. İçimden dedim ki; “Ey güzel çi­
çekler, siz de güzel insanlar gibi, solun, kuruyun, ölün.”
Her şey ölüyor, her şey diriliyor. Mezarlarda yatan insan­
lar, ölü topraktan dirilen otlar, çiçekler ve ağaçlar...

139
Annem, mezarlığı pek sevdi “Gidelim” demesem daha otu­
racak... Ölüler şehrinden yola çıktık, diriler şehrine gidiyoruz.
Annem, ölümü Müslümanlar gibi anlasa daha rahat edecek.
Babamın renkli, dallı, budaklı hayatını hayal ediyorum, o
hayatın bütünüyle mezara girip kaybolduğunu düşünüyorum,
nasıl olur?
İnsanlar görüyorum, benim gibi, onlarm hiçbiri ölümü dü­
şünmüyor; para, yeme, içme ve eğlence...
İnsanlar ölüme koştuklannın farkında değil. İlk öğretim,
lise, üniversite, iş, ev, araba, emeklilik... Bunlann hepisi hayat
kulvannda işaret noktalandır. Liseden üniversiteye koşan, iş
bulduktan sonra emekliliğe ulaşan, bir de bakıyor ki mezar ta­
şı... İnsanlar koşuyor, bunun sonunda mezar. İnsanlar ne ev­
velini, ne ahirini düşünüyor... Bu dünyaya niçin geldik? Sof­
rayla hela arasında yaşıyanlar... İçkiyle, kumarla zamanı öldü­
renler... Baloda, diskotekte eğlenenler... Hepisi, hepisi hayatı-
m bitiriyor, tnsanlann çoğu bir böcek gibi ölüp, gidiyor.
Annem, heyecanla sordu:
- Kızım nereye gidiyorsun?
- Aaa evin yolunu şaşırdım mı?
Bizim sokağa dönmemi^m, gidiyorum...
- Kızım bu ne dalgınlık, sen kaza da yapabilirsin... Bu yaş­
ta, bu hal ne?
Annem hakh, iç dünyamda kaybolmuşum, dış dünyamda­
ki çizgiler silinmiş...
Annem, arabamdan indi, evdeki hazırlıklarım tamamlayıp,
arabasma binip, kiliseye gitti. Biz de Müslümanlar’ın toplantı-
sma gideceğiz. Anahtan Şerefe uzattım:
- Arabayı sen kullan...
- Hayrola?

140
- Evin yolunu şaşırdım...
Olan, biteni anlattım, epeyce güldük... Gülmekle gözyaşı
birbirine ne kadar zıtsa, hayatın gerçekleri de Öyle...
El kadar yüzde Allah, milyarlarca şekil yaratmış. Gülen
ağız, ağlayan göz...

H e r pazar böyle olmuyor. Bayramlarda, bir de birileri bi­


zi toplantıya çağınrsa... Adresimize gelen davetiyede nerede
toplanacağımız ve program yazılı.
Öğle namazı, yemek, konferans... Beni konferans ilgilendi­
riyor. Bazı konuşmacılar zihnimi açıyor. Adam anlatıyor:
“Saçlarımız, beynimizi sıcaktan, soğuktan koruyor. Kafata­
sı olmasaydı, en ufak bir darbe, beyni dağıtırdı. Geri zekalı ol­
saydık tahsil yapamaz, sanat öğrenemezdik. Yüzümüz, yer yü­
züne benziyor, girintiler, çıkıntılar var. Gözden çıkan su baş­
ka, burundan, kulaktan çıkan başka... Gözün iki tane olması
mesafe ölçmek için, kulağın iki tane olması sesin yönünü ta­
yin içindir. Hiçbir ş e j gayesiz, maksatsız değildir. Gaye var ise
onu koyan da vardır.”
Düşündüm, biyoloji ve coğrafya kitaplan yeniden yazılma­
lı, her şeyin birbiriyle benzerliği ortaya konmalı...
Aynaya bakınca gözlerin, kulaklann eşitliği görülmeli...
Belki kaşlanmızdaki kılların sayısı da birbirine eşittir. İnsan la­
borant olmalı, bu laboratuvarda insan, insanı incelemeli... İn­
san kendini bilmeli... İnsan kendi yapısından haberdar olma­
lı... Hatip anlanyor:
“Her insan bir saray gibidir, Çin sarayı ile Pakistan sarayı
aynı değil. Meyhanemde cami de aym olamaz. Müslümanm vü­

141
cudu camiye benzer, camiye içki, kumar gibi haram şeyler gir­
memeli..."
Çemberden merkeze, yaratıklardan yaratana, bilinenden
bilinmeyene doğru ilmi ve zihni bir seyahat... Basit her zaman
zordur, bir çekirdeğe, tohuma bakınız, ne kadar basit... Bu ba­
sit şeyden filizlenen bitkiye bakınız ne kadar mürekkep... İlim­
le dini bütünleştirenler hoşuma gidiyor. Bu sebeple Müslû-
manlar’ın toplantısına katılıyorum. Her zaman da aradığımı
bulamıyorum. Öğrendiği, hatta ezberlediği bilgilere beynini
katmıyanlar yavan geliyor. İnsanlar da bitkiler gibi çeşit çeşit...
Müslüman hanımlar hemen erkeklerden ayrılıyor, kendi
aralannda kümeleşiyor. Ben de onlarla beraberim. Ev hanım-
lannda dedi-kodu fazla, çalışan hanımlar farklı konuşuyor.
Müslüman hanımlar altına, inciye, kristala düşkün... Bizim
takılanmız kemik, ağaç, plastik gibi şeyler.
Onlar empirme entari giyerken, bizim ki basma, pazen...
Onlann evleri süslü ve muhteşem, bizimki basit...
Onlann sofrası çeşit çeşit yemeklerle zengin, bizim ki ya
hazır yiyecekler veya bir, iki şey...
Bizim kütüphanelerimiz de onlannkinden büyük...
Ben oğluma mikroskop, onlar çocuğuna oyuncak fare aldı.
Ben bodrumda oğluma pille, aküyle çalışan elektrik atölye­
si kurdum, onlar çocuklanna top aldı, bisiklet aldı.
Her bakımdan kültür farkı ortaya çıkıyor. Amerika’ya gel­
mek, Amerikalılar gibi giyinmek başka, Amerikan kültürünü
almak daha başka...
Bununla beraber değişik dinlerle, ırklarla beraber olmak
dünyamı renklendiriyor; kaldı ki ben de araştırmacıyım...

142
T a HSİLİM, işim var, zengin bir hanımım, istediğim an
kocamı terk edebilirim. Hiçbir bakımdan ona bağlı değilim.
Fakat insanım, insanlar içinde yaşamak isterim. Zaman zaman
hayalin atına binip dünyayı dolaştım. Filipinler’e gittim, güzel
bir otelin, şahane bir odasında yalnız kaldım. Sabah kahvaltı­
sında yalnız başıma aşağı indim, tek başıma bir masaya otur­
dum. Masmavi gök ve masmavi denizin arasında, hiç kimseye
selam vermeden, hiç kimseyle konuşmadan denize girdim,
kumlara uzandım. Öğle yemeğinde iki kadeh likör içtim. Son­
ra, yalnızlığın zırhı içinde, dünyayla ilişiğim kesilmiş halde
durdum düşündüm; “Şimdi ne yapacağım?”
Hayallerim bana gerçeğin yüzünü gösterdi. Her şeyi yap­
mak isteyenin ayağı kayabilir, doğrulması bile şans olacak...
Olabilir, kocamın hoşuma gitmeyen halleri olabilir. Oğlu­
mun hırçınlıkları beni üzebilir. Dershanede temizlikçiler, öğ­
renciler, veliler, maliye, belediye, cihazlar, hepisi hepisi dert.
Anlıyorum ki hayat bunlarla güzel. Rüzgar esmeseydi, hava te-
mizlenmezdi.
Mevki ve makam zannedildiği kadar sağlam değil. Bir mey­
ve kocaman ağaçta, sağlam bir daldadır. Eğer kurt içine girer­
se, ağacın ve dalın önemi yoktur, o düşecektir.
Saadet de, felaket de benim içimde filizlenir. Elbette kötU
yakınlardan Allah’a sığmmah. İnsana yabancılar zarar vermez,
ne gelirse yakınlardan gelir, iyilik de, kötülük de...
Dert arkadaşım bu yazılar, derdime ortak oluyor, benimle
ağlayıp, benimle gülüyorlar...

143
N e W YORK Eyaleti, İslam’da kadın haklannı belirlemek
üzere bir heyeti vazifelendirmiş. Bunlar da her cemaatten iki
üye istemiş; biz de gideceğiz.
Saat 20’de toplantı başladı. Gündem şöyle:
İslam’da kadın erkek eşit mi?
Kadın başım, kollannı kapatmak zorunda mı?
Eş seçme hakkı var mı?
Boşanabilir mi?
Mirasta durumu nedir?
Zina erkeğe serbest kadma yasak mı?
Müslüman erkek 4 kadın alabilir mi?
Her cemaatin temsilcisine tek tek söz verildi. Kameraman­
lar çalışıyor, profesörler, politikacılar, papazlar not alıp, soru
soruyor. Konuşmacılar, ayetlere, hadislere ve içtihatlara daya-
mrken bazılannın cevabı çok doyurucu, bazdan da ezbere ko­
nuştu.
Ben dinlemede kaldım.
Başkan;
- Hepinizi dinledik, karara varmak için yeterli bilgi topla­
dık, zamanımız az kaldı, son sözü Selena Hanıma veriyorum,
buyurun:
- Teşekkür ederim. Bugün bütün dinlerin iki büyük düş­
manı var: Dinsizlik cereyanlan ve ahlaksızlık... Dinler bu iki
büyük felakete karşı işbirliği yaparsa ayakta kalabilir, aksi hal­
de kiliseler, havralar, camiler boşalacak, insanlar, saygısız,
vahşi, terörist bir hal alacak. Bu hali su alan gemiye benzetiyo­
rum. Gemi batarken bazı konular tartışılamaz. Bir, su tahliye
edilmeli; iki, delik kapatılmalı, gemi kurtanimalı. Bu sebeple
Hıristiyanlıkla, Müslümanlık arasındaki münakaşa konulanna
girilmemeli; müşterek noktalarda bütünleşmeli.

144
İslamiyet’te tek Allah inancı var. Muhammed bir insan ve
bir peygamber. Meleklere, şeytanlara, ahirete, kitaplara inanı­
yorlar. Ben bu konulara ilmen çalıştım. Arapça biliyorum ve
bildiğiniz gibi İngiliz edebiyatı öğretmeniyim. Müslümanlann
inancına, Babtist papazlar itiraz etmiyor. Ahlak konusunda
Müslümanlarla Hıristiyanlar aynı görüşte. Dinsizliğe hepimiz
karşıyız. Şimdi gelelim kadın erkek eşitliğine... Amerika’da ka­
dın erkek eşit mi? İş sahalarını erkekler işgal etmiş. Kadın ya
evde veya eğlencede gerek...
Gelelim ikinci maddeye, kadın açılmak ister. Öyle ise kadı­
nı açmak için çalışmak manasızdır. Kapanana teşekkür edelim.
Eş seçmeyi soracağınıza, boşanmayı nasıl önleriz, deyiniz.
Bir de “Müslüman kadın boşanabilir mi?’’ diye soruyorsunuz.
Boşanmak hoşumuza gitmemeli. Gayrimeşru çocukların art­
ması önlenmeli. Kapitalizm 3 insanı zengin ederken, 300 insa­
nı fakir etti. Fakirliğe, dengesiz gelir dağılımına çare aranmı­
yor, olmayan servetin paylaşılması gündeme geliyor, olur mu?
Dünya erkeklerinde zina oranı çok yüksektir, kadınlarda
azdır. Erkekler kendilerini temize çıkarmak için kadını suçla­
mıştır. İslam’da ise zina yapan erkek de, kadın da fahişedir.
Gelelim son sorunuza. Amerikan erkekleri barda, genelev­
lerde ve kız arkadaşlanyla; her hafta bir kadın değiştirme şan­
sızlığına sahip iken, Müslüman erkeğin 4 kansı gündeme gel­
memeli. Dindar olmayan Müslüman erkekler ne yazık ki Ame­
rikalılar gibi seksi hayatım sürdürürken, dindar Müslümanla­
rın yüzde sekseni tek kadınla yaşamaktadır. Siz Kazakistan’a
gidip, tek kadmla evlenmeyi savunsanız size gülerler. Çünkü
orda kadın çok, erkek az.
Amerikan gençlerinin yüzde altmışı içki, kumar, uyuşturu­
cu ve fuhuş bataklığında zararlı duruma düşmüştür. Bunlar
din, min tammaz. Bunlar ya suçlu veya suç işlemek üzereler.

145
İşte dinler bu derde derman bulmalı, aksi halde din kitaplarda
kalır.
Başkan:
- Selena Hanımın Amerikalı olmasıyla iftihar ederim...
Papaz:
- Hayatım eğitime vakfetmiş Selena Hanım, derdi teşhis et­
miş, dermam sunmuştur...
Başkan:
- Toplantımız bitmiştir, hepinize teşekkür ederim.

T o p l u m u n ferde, ferdin topluma tesiri her zaman görü­


lür. Bunlarm arö, eksi değerleri sayılamaz. Ne zaman, kimin
ne yapacağı bilinemez. Kanunlar, örf ve adetler belirli bir sınır­
lama getirse de sosyal olaylar disiplin alana alınamaz. Cinayet
ve hırsızlık gibi büyük olaylara karşı çıkılabilir fakat insanlar
konuşuyor ve hareket halindedir.
Üstün olmak isteyen insan, ilme, sanata, ahlâka önem ve­
rir.
Kültür de insanın yaşayışma tesir eder.
Her çocuk, her türlü kötülükten uzak halde dünyaya gelir,
hapisteki insanla, kütüphanedeki insanlan iki zıt yöne sevk
eden zıt sebepler vardır.
İnsaıun fizyolojik yapısı ruhuna tesir eder kimisi yalnızlık­
tan, kimisi kalabalıktan hoşlanır. Kimisi şöhrete, kimisi ibade­
te koşar. Para, mevki, şöhret hedef olurken, bunlar insanı de­
ğiştirir. Müteşebbis kimseyle, kendi halinde yaşıyan; korkakla
cesur, güzel konuşanla susan, bunlann hepisi insandır. Nasıl
ki insanların yüzü birbirine benzemezse fikirleri ve zevkleri de

146
öyledir. Gayede ittifak edilir, teferruatla asla! Şansh insan za­
rar vermeyen insanlarla iş yapandır. Eğer insanlar çok yönlü
olmasaydı dine ne gerek vardı?

Cj ÜNDÜZ olması önemli değil, güneşin tabi olduğu ni­


zamdan habersizdim. Gecenin karanlığmı sosyal hayatın zul­
metiyle btitünleştirmemiştim. Çok köpek gördüm amma, kö-
pekleşen insanlann bilmecesini çözmemiştim.
Şu ota, şu çınara bakmız. Şu dikene, şu güle bakınız. Gül-
şen de gezen yılanlara ve zehirlemekten zevk alan insanlara
bakınız.
Nerden bilebilirdim ki karanlık odama güneş doğacak? Ka­
ranlıkta kaldığımı nasıl anlayacaktım? Nasıl gökdelenlerin ku­
lesinden güneşi göremezken, bir kulubecikte güneşi bulacak­
tım?
Bu adam gönül tellerime dokundu, elbette bestelerin lahu-
ti ahenginde, ben söyleyip, ben dinliyeceğim.
Bir adam düşünün ki on dört asır evvelki kitabı ve Pey­
gamberi, hem de Amerika’da, hem de çıplaklar kampı diyece­
ğimiz mahallerde, hem de barlann ortasında yaşıyor. Her ümi­
din bittiği, her hükmün boyun eğdiği, kuvvetin hakka galip
geldiği bir dünyada bu adam “Ben de vanm!” diyor. Sanki bü­
tün dünya İslam’a düşman olsa, bu adam tek başına İslam’ı ya­
şamaya memur.
Her şeyi yarattığı için her şeyin O’na perde olduğu Rab’ba,
bu adam görür gibi itaat ediyor. Raftaki Kur’an, bu adamın ha­
yatını tanzim ediyor. Medine’de yatan Resul, bu adamın önün­
de gidiyor ve bu adam onu takip ediyor.

147
Sanki tarih bir çağlayan olmuş bu adamın içine akıyor.
Sanki bu adam tarihi yeniden yaşıyor. Hayatı bütünüyle yaşar­
ken her şeyi iğreti tutuyor. Parayı, malı, mülkü, evladı ve lya-
h hemen bırakacak gibi... Öyle bir yolda yürüyor ki, onu alı­
koyacak her mania, onun bir anda terk edeceği şey.
Kur’an, Peygamber ve İslam alimleri... Üç noktadan bir düz­
lem geçer geometri tezi onun hayatında tecelli etmiş, gerçekten
düzlem, eğri büğrü var denemez. Denirse bakan göz şaşıdır.
İslamiyet, mükemmel insan istiyor, bunu çok önceleri an­
lamıştım. tnsanlann veya müslümanlann bütününü mükem­
mel etmek ne mümkün. Pazar günleri yaptığımız toplantılarda
bir Şerefe, bir de öbürlerine bakıyorum. Bir bunu, bir de öbür­
lerini dinliyorum. Anlıyorum ki çayırotlan da, çınarlar bu
dünyamn mah.
Arük dinleri, hatta ilimleri bir yana bıraküm, insan! İnsan
üstün olmazsa, insanlar üstün insan yetiştiremezse mabetler
karanlık, kitaplar kapah kalacaktır. Onlardan bir ışık yüksel­
miyorsa, karanlık dünyamızı kim aydınlatacak? Sayıklar gibi
kaç kere söyledim: İnsan, insan ve yine insan!
Diktatörler üstün insanlann celladıdır. Kendinden büyük
insan istemeyen lider, yükselen her başı kesecektir.
Pekçok iktidar, konuşan, düşünen, yazan insanlara düş­
man olacaktır. Çünkü onlar insanlığını yitirmiş, melek oldu­
ğunu sanan şeytanlardır. Pek çok iktidar masumların cesetleri
üzerinde yükselmiştir.
Milletler ne kadar sürü olursa, devlet adamlan o kadar ra­
hatlıkla çobanlık yapabilirler.
Cemiyet çürümüşse ferdi çürütmek istiyecektir. Kıskançlı­
ğın ateşine yananlar başkalannı yakmak isteyecektir. Sermaye­
sinin grafiğini yükseltenler, altta kalanlara kulak asmıyacaktır.

148
Velhasıh üstün insanın düşmanı çoktur. Yıldınmlar çınar­
lara düşer. Çığlar yüksek dağlardan yuvarlanır. Fırtınalar sel-
vileri yıkar, yüce dağlann zirvesinde tufanlar vardır.
Artık dosyalan, kitaplan kapatmalıyım. Viran olan bu
alemde, yıkıntılann altından nasıl kalkacağım, nasıl bir yangın
yerinden yemyeşil bahçelere bakacağım?
Bir heykeltraş gibi mermeri yontuyorum. Bu mermerden
bir insan meydana çıkacak işte o benim,
Acılar çekiyorum, en iyi duruma gelmek, kendimi yarata­
na beğendirmek, yaşadığım dünyanın tesirinden kurtulmak
için acılar çekiyorum.
Sanki bir yerlere yapışmışım, oralardan aynlırkcn, bir yer­
lerim kopar gibi. Sanki bir yerlere kavuşmak istiyorum, elle­
rim boşlukta sallamyor. Gel diyen yerlere gidememek, aynl-
mam gereken yerlerden ayrılmamak, işte ıstırabımın asıl sebe­
bi budur.
Ey İslamiyet, sen eşekleri adam ederken, adamlan eşek
eden sistemlere bilmem ki ne diyeceksin?

K a DIN evde kraliçedir.


Kadımn kraliçe olması için kocasmm kral olması gerekir,
bu da hanımın elindedir.
Sokaktaki kadın lalettayin bir kimse...
îş yerinde kadın işçi veya memur.
Çocuğu kucaklayan, anadır.
Reklamlardaki kadın bakılacak bir resim.
Bardaki kadın elden ele dolaşan kadeh...
Keşke solistlerin sesi, etinden daha güzel olsaydı...

149
Keşke artistlerin sanatı, güzelliğinden daha güzel olsaydı...
Keşke sahnedeki, ekrandaki ve perdedeki kadın, bütün ka­
dınlan temsil etmeseydi...
Güzellik engerek yılanına benzer, derler, zehirleyen erkek­
tir.
Seks hayata bu kadar hakim olunca her koca, kıskançlığın
ateşinde yanmaktadır.
Her kadın kocasına sahip çıkmak ister, erkekler en kolay
avlanan akıllılardır.
Kadm iyi huyundan, güzelliğinden, çocuklarından, işin­
den, ilminden güç alabilir. Keşke bunlara gerek kalmadan ka-
n-koca bütünleşebilseydi.
Görgü kitaplanna baktığımda orada dikiş-nakış yok. Kadın
bir biblodur, ne yazık ki kınlabilir.
Aile ansiklopedilerine bakuğımda sağlıktan, mutfağa; ev
işlerinden, çiçeğe, nakışa kadar her şey var.
Türkiye’deki dostlanm sarma, dolgu, puan işleri yapıp ba­
na mendiller, yazmalar hediye etmiş... Dantelli, fisko motifli
vazo altlan, yastık başlan... Bunlara bakıp, o nazik parmakla-
nn kürek, yaba, kazma tutmasını hayal ediyorum.
İnsanın elleri boş durmaz; bu sebeple Müslüman hanımlar
örgü örüyor, dantel yapıyor. Erkekler de sigara içip, teşbih çe­
kiyor. Kahvelerde zar atan, kağıt tutan eller...
Tarlada, bağda, bahçede çalış, bir senelik mahsülü ver buz­
dolabı, süpürge makinası al. Kerpiç evlerin, taş evlerin, damla-
nn içi koltuk, halı, televizyon, büfe gibi, Amerikalıyı bile geri­
de bırakacak eşyalarla dolu. Evlerin içi lüks, dışı viran...
Hayalim beni alıp, götürdü:
Ocağa çaydanlığı sürmüş, mindere oturup, yasağa yaslan­
mış, küçük pencerelere iri desenli perdeler asılmış, düz tavana

150
direkler uzatılmış, mertekler dizilmiş, isten simsiyah olmuş
çaydanlıkla bardaklanmız dolduruldu, bir şekerin belki sekiz­
de birini ağzına atıp, çayım yudumladı: “Bacı, elhamdülillah
bizim keyfimiz iyidir” diyerek, teşbihini şakırdattı.
Artık zehir de olsa içeceğim. Önüme konan bardağa iki şe­
ker attım.
- Ooo, çayı pis ettin...
- Anlamadım...
- Bu çayın tadı gıtlamayla çıkar...
- Gıdama ne?
- Gıdama, ekmeği gıdarsın ya, yani dişlemek... Şekeri gıt-
layıp en az dört parça edeceksin. Birini ağzına atıp, yanağına
gizliyeceksin. Bir yudum çay alıp, dilini ona bir defa değdire­
ceksin. îşte o zaman bunun tadı çıkar. Yoksa şeker çayı öldü­
rür...
Doğrusu ilmin, tekniğin böylesiyle yeni karşılaştım. Fakat,
hakikaten ev halkının keyfi yerindeydi.
Pantolonun üzerine entari giydiğimden tahta sandalyede
rahat oturuyorum.
Duvarlarda is izleri varsa da, eşyalar temiz.
Genç kız soruyor;
- Sen, Amerikan filmlerindeki kızlar gibi değilsin...
- Eee, sizler de Türk filmlerindeki gibi değilsiniz. Film
başka hayat başka...
Amerika’yı merak ediyorlar; diyorum ki, benim evimde si­
zinki kadar eşya yok, inanmıyorlar...
- Sizin kadar da keyfimiz yerinde değil...
Gülüyorlar.
Dut kurusu, ceviz, kaysı kurusu getirdiler, bir bardak na-
turel vişne şerbeti: “Buyur” dediler.

151
- Evvela siz yiyin de nasıl yeneceğini öğreneyim...
Gerçekten buralarda oturmasını, yemesini, gezmesini be­
ceremiyorum. Zaten kmk dökük Türkçemle zor anlaşıyo­
rum...
Kaysı kurusunun arasına cevizi yerleştirip yediler... Dutla
da cevizi beraber yiyorlar...
En başanlı rejisör böyle bir sahne kuramaz. Hayalimle do­
laşıyorum.
Aslında Amerika’da evimdeyim, dantellere, oyalara bakıyo­
rum, hayalen Türkiye’de ve bir köy evinde yaşıyorum.
İnsan her yerde insan, devletler, milletler bir yana, insan
insanla her zaman anlaşabilir. O köylüler bana o kadar iltifat
etti ki gerçekten sıkıldım. O kadar ikram ettiler ki on midem
olsa zor alırdı. Şu oya belki de o genç kızın cehiziydi.
Neden o köye sanayi götürülememiş? Neden muntazam
evler yapılıp, hepisine su verilmemiş? Neden, neden?.. Veril­
memiş böyle olmuş verilseydi ne olurdu?
Ulu dağlann tepesinde kar, zemzem gibi akan sular, baha-
n bekleyen tarlalar, bağlar; kaburgalan sayılan inekler...
İnsan, her yerde insan değil mi?
- Şimdi fabrikalar dantel dokuyor, a baam , gözlerine ya­
zık...
Kendi kendime konuşarak, kaneviçeleri bavula yerleştir­
dim, pencereden baktım, çimenler, çiçekler ve arabalar...

R o m a n l a r çok şey söyler. Mesleğim icabı, edebiyatla


alakalı her kitapla ilgilenirim. Norman Mailer’in savaş aleyhin­
de yazdığı roman, savaşın insanı insanlıktan çıkardığını belirt­

152
mesi önemli... Savaş, insanın öldürülmesi değil mi? Modem
çağda, modem silahlarla insan öldürmek, insanlık bunun ne­
resinde?
İstanbul’da doğan, sinema ve tiyatro yönetmeni olan Elia
Kazan, Yaşar Kemal’in de hayranıdır.
Ayağı sakatlandığı için oyun sahalarından kütüphanelere
dönen Nathaniel Hawthome, ilk romanını kendi basü satama­
dı. Fakat yazmanın peşini bırakmadı, dergiler, gazeteler der­
ken, masallarıyla dikiş tutturdu. Bu hususta hanımı kendisine
yardım a oldu, daha sonra romanlanndaki üslubuyla çığır açtı.
Fakirlik, hastalık, mahalle kavgalarının içinde yetişen Ja­
mes Farrell, yaşadığı hayatı romanlarına yansıttı; zenginler:
“Amerika’da böyle de hayat varmış” diye hayretle okudular.
Yirminci asrın başlarında Amerikan sansürüne takılan
Theodore Dreiser’in ilk romanı toplatıldı. Sosyalist hareketle­
re katılınca “Trajik Amerika” ve “Bir Amerikan Faciası” isimli
romanlarını yazdı. Amerikan Yazarlar Birliği’nin en büyük
mükafatım alarak, edebiyattaki yerini tescil ettirdi.
Amerika’nın sosyalist yazarlarından biri de John Dos Pas-
sos’tur. Her rejim kendi hainini yetiştirir sözünü kabul eder­
sek, kapitalizm de sosyalist yazarların yetişmesinde mühim rol
oynamıştır.
Bir gülü seyreden, bülbülü dinleyen, yediği yemekten tat
alan insan edebi eserleri sevecektir. Acıkmak gibi sevmek sa­
natı da iç dünyamızda, ruhumuzdadır. “Ben bu romanı beğen­
dim” diyene kim ne diyebilir? Ezberlediğimiz şiirleri hafıza­
mızdan atabilir miyiz? Naklettiğim hikayeler başkasının da ol­
sa, çiçekçiden alıp hediye götürdüğümüz bir bukettir.
Şiir, roman, hikaye, makale gibi edebi sanadann bütününü
öğretiriz, bunları öğreten bizler edebi bir eser yazamayız, yazsak

153
da başanlı olamıyoruz. Üslup ve sanat başka. Sanat öğretil­
mez, öğrenilir. Bu sebeple yazarlann ekserisi edebiyat fakül­
tesinin dışındandır. Biz onlann eserlerini tahlil ve tenkit ede­
riz. Ne sırsa edebiyat profesörlerinin beğenmediği eserleri
halk beğenir. Kitapçı da halkın beğenmesine bakıp, satılacak
eserleri basar.

H a ssa s ruhlar istikrar bulamaz. Hiçbir derdi olmayan


da: “Derdimi ummana döktüm, asumana inledim” diyebilir.
Gurbette olmayan da gurbeti içinde yaşıyabilir. Ruh, bir
şeylere, bir yerlere kavuşmak istiyor. Vücudumuz yurdunda,
yuvasında olsa da ruhumuz hep gurbette...
Şerefe dedim ki:
- Türkiye’ye gitsek, senin ilçende bahçeli bir ev alsak, haf-
tanm belirli günlerinde hanımlarla sohbet etsem...
“ Diğer günlerde?..
Bu soru karşısında düşündüm, başka ne yapabilirim? On­
lar İngilizce bilmiyor, edebiyattan haberleri yok, öyle ise kül­
tür sahasmda pek at oynatamam. Fabrika, para dersen, Ameri­
ka’da hepisi var. Türkiye’ye, Müslümanlar’a ne götürebilirim?
Şerefin yüzüne baktım, çaresizliği ifade eden tebessümle
sordum:
- Başka ne yapabilirim?
- Insanlann bizi beğenmesi zordur, biz kendimizi Allah’a
beğendirelim...
- İşte mistisizmin temeli budur: İnsanlan bırak Allah’a yö­
nel. İslamiyet ise sosyal bir din. Müslüman, insanlar içinde İs­
lam’ı yaşıyabilir. Insanlann bulunmadığı bir yerde Müslüman,
İslamiyet’i yaşıyamaz...

154
- Doğru...
Şeref kalktı kütüphaneden çektiği kitabı okumaya başladı:
“insan haşmetli kainatın seyircisi; yaratıklan en güzel şekilde
anlayan ve anlatan; kainat kitabını okuyan, Allah’a ibadet
eden; maddi ve manevi nimetlerin tadım tadan; ebedi saadete
namzet olan bir yaratıktır.”
- Bu insan başkalannın maddi ve manevi seviyesini yük­
seltmelidir.
- Nasıl?
- Biz bu işi dershanemizde başardık. Meşgul olduğumuz
çocuklar, öğretmenleri de, velileri de memnun etti. Bunlar en
iyi mevki ve makama çıkıp, insanlara faydalı olabilirler...
- Beni de Amerika’da tutan sır budur.
- Türkiye’de de aynı şeyi yapabiliriz...
- Demek gerici faaliyetler göstereceksin...
Şeref acı acı gülerken, benim jestlerim, mimiklerim donup
kaldı. Anladım ki devlerle savaşıyorum...
Kendimi topladım, hayal dünyama döndüm:
- Türkiye’ye mutlaka gitmeliyiz. Sen ve ben ak saçlı... İki
ihtiyar kolkola girmiş, birbirini zor taşıyor, o şekilde yürüme-
liyiz. Kafamızdaki kütüphaneden, kalbimizdeki imandan, az­
mimizdeki idealden herkes habersiz olsun. Yanımızdan gelip
geçenler, çekirdekle bilyayı ayıramayanlar, çekirdiğin içindeki
alemi görmeyenler bizi de görmesin ve bilmesin. Fakat biz yü­
rüyelim, hep yürüyelim, beraber yürüyelim. İki ihtiyar, iki yaş­
lı yanyana yürüyor desinler...
- Neden böyle?
- Nikahı kabre kadar taşımak güzel değil mi?
- Başka?
155
- Seninle ben, insanlara daha çok şeyler söyleyebiliriz. Haz-
reti İsa gibi hain ilan edilsek, Hazreti Muhammed gibi Taifte
taşlansak bile...
- Hayalinin sınınna ayaklannuz ulaşacak mı?
- Ellerimiz yapraklara benziyor, onlar yağmur, biz rahmet
istiyoruz... Olmasın mezanmız, mezar taşımız, bir başka âlem­
den dünya denilen otele geldik ve gidiyoruz...

Yollar boşaldı arük, yolcular buldu vaha.


Yolcular gitmese de yollar gider Allah ’a
. ..

156

You might also like