You are on page 1of 29

T.C.

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ

EDEBİYAT FAKÜLTESİ TARİH BÖLÜMÜ

LİSANS BİTİRME TEZİ

ONUR TORUN
0302150079

II. MAHMUD DÖNEMİ ISLAHATLARI


(1808-1839)

DANIŞMAN
PROF. DR. MAHİR AYDIN

1
İÇİNDEKİLER
Giriş………………………………………………………………………….1

BÖLÜM I
“II. Mahmud’un Tahta Çıkışı Ve Hükümdarlığının İlk Safhası”
(1808-1826)

1. II. Mahmud’un Tahta Çıkışı………………………………………………..3


2. Sened-i İttifakın İmzalanması………………………………………………4
3. Yunan İsyanı Ve Kavalalı’nın Müdahalesi…………………………………5
4. Bir Devrin Sonu “Vaka-i Hayriye”…………………………………………6

BÖLÜM II
“Radikal Islahat Çalışmaları”
(1826-1839)

1. Askeri Alanda Yapılan Islahatlar……………………………………………8


1.1. Sekban-ı Cedid Ocağının Kurulması…………………………………...8
1.2. Eşkinci Ocağının Kurulması……………………………………………9
1.3. Asakir-i Mansure-i Muhammediyye Ordusunun Kurulması…………...10
2. Eğitim Alanında Yapılan Islahatlar…………………………………………11
2.1. Sıbyan Okulları…………………………………………………………11
2.2. Rüşdiye Mektepleri……………………………………………………..12
2.3. Mekteb-i Tıbbiye………………………………………………………..13
2.4. Mekteb-i Harbiye………………………………………………………..14
2.5. Mızıka-i Hümayun………………………………………………………14
3. İdari Alanda Yapılan Islahatlar……………………………………………....15
3.1. Nazırlıkların Kurulması………………………………………………….15
3.2. Kurulan Meclisler………………………………………………………..16
3.2.1.1. Meclis-i Ahkam-ı Vala-yı Adliyye……………………...…..16
3.2.1.2. Dar-ı Şura-i Bab-i Ali………………………………………..16
3.2.1.3. Dar-ı Şura-i Askeri…………………………………………..16
3.2.1.4. Meclis-i Vükela……………………………………………...17
3.3. Tercüme Odaları………………………………………………………….17
3.4. Ayanlarla Mücadele Ve Eyalet Yönetiminde Düzenleme………………..17
3.5. Diğer Islahatlar……………………………………………………………18

2
4. Sosyal Alanda Yapılan Islahatlar…………………………………………………...19
4.1. Kıyafet Kanunu…………………………………………………………………19
4.2. Nüfus Sayımı Ve Mülk Yazımı………………………………………………....20
4.3. Posta Teşkilatı……………………………………………………………...........20
4.4. Pasaportun Uygulanmaya Başlanması Ve Müsadere Sistemine Son Verilmesi...21
4.5. Sosyal, Sağlık Ve Kültürel Alanda Yapılan Diğer Islahatlar……………………21
5. İktisadi Alanda Olan Gelişmeler……………………………………………………..22
5.1. Balta Limanı Anlaşması Ve Gümrük Kolaylığı………………………………….22
5.2. Para Politikaları………………………………………………………………......23
5.3. Çuha Fabrikalarının Kurulması…………………………………………………..23
6. Dönemin Diğer Yenilikleri…………………………………………………………...24
6.1. Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi……………………………………………….25
6.2. Takvim-i Vekayi………………………………………………………………….25
Kaynakça………………………………………………………………………………...26

3
GİRİŞ

Avrupa’nın Rönesans ve Reform ile birlikte üretim hızının artması, askeri ve bilimsel açıdan iyileşme
çabası ve Osmanlı Devletinin bu değişime zamanında ayak uyduramaması Avrupa’da güç dengesinin
değişmesine zemin hazırlamış, XVII. yy ile birlikte Osmanlı Devleti gerilemeye başlamıştı. Bu değişimin
farkına geç varan Osmanlı Devleti ilk başta genel olarak geçici reformlar ile Avrupa ile arasında ki farkı
kapatmaya çalışmış ve eski gücünü yakalamaya çalışmış ancak genel olarak günü kurtarmayı amaçlayan
bu reformlar kimi zaman süreç içerisinde kimi zaman ise II. Osman gibi dış destekli olarak
gerçekleştirilememiştir.
Ayrıca bu dönemi anlamak için dönemin devlet teşkilatına da bakmak gerekir. Çağın gerisinde kalan
devlet teşkilatı artık Osmanlı Devletinin yaşayabilmesinin önünü kapatıyor ve kendini değiştiren ve bu
suretle geliştiren Avrupa devletleri karşısında ezilmesine neden oluyordu. Ayrıca klasik dönemin işleyen
devlet teşkilatı zamanla bozulmuş ve devlet için zararlı olmaya başlamıştı.
Devlet teşkilatının bozulması Osmanlı coğrafyası içerisinde otorite boşluğunun oluşmasına neden
olmuş ve yerel güçlerin ortaya çıkarak bir güç oluşturmasını sağlamıştır. Ayanlık bu şekilde oraya çıkmış
ve devlet için ileriki dönemde büyük sorunlar teşkil etmişlerdir. Ayanlık yerel bölgelerde otorite
boşluğundan doğan ve o bölgedeki zengin eşraflardan oluşan bir oluşumdu.
Zengin kesim kendi bölgesinde devletin güç kaybetmesi sonucu otoritesini arttırmış ve kendi
oluşturduğu kapı halkıyla bir güç unsuru haline gelmişti. Zamanla vergileri devlet için de toplamaya
başlamış ve devlete borç vererek gücünü arttırmıştır. Böylece süreç içerisinde devlet işlerine de karışmaya
başlamıştır. Bunun en somut örneğini Ruscuk ayanı Alemdar Mustafa ile görülecektir. Sorunların geçici
çözümlerle aşılamayacak duruma geldiğini gören Osmanlı yöneticileri ve padişahlar zaman zaman kesin
dönüşümlere gitmek isteyecek ancak bu zaman da karşılarına gelenekçi diye tabir edilen devlet adamları
ya da değişime karşı en büyük güç olan zamanla köhnemiş yeniçeri ocağı bunun önünde engel teşkil
edeceklerdir.
Bu değişim sürecinde radikal kararlar alan padişahlardan biriside III. Selimdi. Kendi yaptığı reformlar
başarılı olmasa da bıraktığı iz ve yetiştirdiği torunu II. Mahmud’un kendi yolundan devam etmesi Osmanlı
Devleti için büyük önem taşır. Bunun için II. Mahmud’un ıslahatlarına bakmak için ıslahatların temelini
oluşturacak olan dedesi III. Selimin dönemine bakmamız gerekir. Önemli bir padişah olan III. Selim
devletin düştüğü bu kötü durumdan kurtulması için yapılan reformların karşısında duran yegâne güç olan
yeniçeri ocağının yerine bir ordu kurmayı düşünmüş ve 1792 tarihinde Nizam-ı Cedid ordusunu kurmuştu.
Batılı tarzda kurulan bu ordunun amacı gerisinde kalınan Avrupa’yla aradaki farkı kapatmak ve modern
Osmanlı Devletini oluşturabilmekti. Bu ordu için kaynak oluşturacak devlet teşkilatları da kurulmuştu.
Ancak yeniçeriler bu ordu ile birlikte kendi geleceklerinden endişe ederek 1807 yılında ayaklanma
gerçekleştirecek ve III. Selimi tahttan indirecekti. IV. Mustafa’nın tahta çıkmasıyla Nizam-ı Cedid askerleri
dağıtılmıştı. Ancak Nizam-ı Cedid i oluşturan devlet adamları Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa’ya sığınarak
yeniden faaliyetlere başlayacaklardır.
Böylelikle yenileşme yanlısı olan Alemdarın amacı III. Selimi tekrar tahta çıkarmak olacak ancak
İstanbul’a geldiğinde III. Selimin şehit edilmesiyle II. Mahmud tahta çıkacaktır. II. Mahmud’un en büyük
avantajı dedesine yapılanlardan ders çıkaracak ve daima temkinli hareket ederek dedesinin düştüğü hataya
düşmemeye çalışacaktır.

4
Bu nedenler 1826 tarihine kadar olan saltanatının ilk safhasında yeniçerilerle iyi geçinmiş ve daima
ulemayı yanına çekmeye ve yeniçerilerden uzak tutmaya çalışmıştır. En uygun anı yakaladığında ise
Osmanlı Devletinin en önemli anlarından olan Vaka-i Hayriye’yi gerçekleştirmekten hiç çekinmemiştir.
Bununla birlikte yaptığı inkılaplar modern Türkiye’nin oluşumunda etkili olan dönemeç noktasını temsil
eder. Çökmekte olan Osmanlı Devletinin yaşayabilmesi için gerekli adımları atmaktan asla çekinmemiştir.
Böylece batılıların Sultan Süleyman’dan sonra en büyük hükümdar dediği II. Mahmud sadece askeri
açıdan değil ayrıca sosyal, ekonomik ve idari birimlerde de köklü değişime giderek Osmanlı Devletinin
muhtaç olduğu değişimi sağlamaya çalışmış ve devletin devamlılığını bir süre daha olsun uzatmayı
başarmıştır. Böylece Osmanlı hükümdarları arasında önemli yeri olan II. Mahmud yaptığı reformlar ve
uyguladığı merkezi politikalar ile şuan oluşan modern Türkiye’nin temellerini atmıştır.

5
BÖLÜM I
II. Mahmud’un Tahta Çıkışı
III. Selim’in çok sevdiği ve kendisinden sonra tahtın varisi olarak gördüğü yeğeni şehzade
Mahmud’a özel ilgi göstermiş yaptığı reformları yeğeninin devam ettireceği ümidiyle yeğeninin eğitimine
özel ilgi göstermiştir. Ancak yaptığı ıslahatların en büyüğü olan Nizam-ı Cedid’in yeniçeri ocağında
oluşturduğu huzursuzlukla birlikte yeni ordunun kazandığı başarılar yeniçerilerin ocağın kapatılacak
endişesiyle tekrar ayaklanmasına neden olmuştur.
Askerlerin başlattığı hareket Kabakçı Mustafa’nın hareketiyle büyümüş ve bunun sonucunda III.
Selim 29 Mayıs 1807’de tahttan indirilmiştir. Yerine asiler IV. Mustafa’yı aynı gün tahta çıkarmışlardır.
Yeni padişah eski düzeni savunmuş ve Nizam-ı Cedid ordusunu dağıtmıştı. Ayrıca yeni padişah tahta
çıktığı esnada Osmanlı devletinde benzeri görülmemiş bir acizlikle bir vesika imzalandı. Şimdiye kadar
yeni hükümdarın, eski hükümdarı deviren ihtilâlcileri ilk fırsatta yok etmesi, Osmanlı tarihinde istisnası
olmayan bir vâkıa idi. Âsiler, bunu biliyorlardı. Kendileriyle işbirliği yapmış olmasına rağmen, hânedan
gayretiyle IV. Mustafa’nın müstakbel tutumundan korkuyorlardı.
Bu düşünceyle, 31 Mayıs’ta, Osmanlı tarihinde bir eşi daha olmayan garip bir vesika imzalandı. Bu
vesikaya göre Yeniçeriler, devlet işlerine karışmayacaklarına, padişah da buna karşılık Yeniçerileri III.
Selim’i deviren ihtilâlden hiçbir şekilde sorumlu tutmıyacağına söz veriyorlardı. 1 Kabakçı irticaında,
Nizâm-ı Cedîd taraftarlarından ve bu hareketin başı olanlardan ele geçirilenler, âsîler tarafından parçalandı
ve malları yağmalandı. Ancak en değerli Nizâm-ı Cedîd erkânı kaçıp, Ruscuk’ta Vezir Alemdar Mustafa
Paşa’ya sığındılar. Bunların başlıcaları Reîsülküttâb (dış işleri bakanı) Mehmed Said Galib Efendi,
Sadâret Kedhüdâsı (içişleri bakanı) Mustafa Refik Efendi, Sadâret Mektupçusu (başbakanlık genel
sekreteri) Mehmed Tahsin Efendi, Başmuhâsebeci (maliye müsteşar yardımcısı) Abdullah Râmiz Efendi,
Tuna Yalısı Mübâyaacısı Mehmed Emin Behic Efendi’dir. Bu zatlara “Ruscuk Yârânı” denmektedir.2
Ruscuk Yaranıyla harekete geçen Alemdar Mustafa III. Selimi tekrar tahta çıkarabilmek amacıyla
uygun bir an bekliyordu. Uygun anı bulup Kabakçıdan rahatsız olan Sultan IV. Mustafa’nın yanına
İstanbul’a gitmiştir. 1808 Temmuzunda Ruscuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa on beş bin askeri ile
İstanbul’a gelmiştir. IV. Mustafa’yı İstanbul’daki yeniçeri zorbaların elinden kurtarmak için gelmiş
gibiydi. Gerçek amacı ise sarayda mahpus olan reformcu padişah III. Selim’i tekrar tahta çıkartmak,
yeniçeri zorbaların ve mutaassıp ulemanın yok ettiği Nizam-ı Cedid ’in yeniden kurulmasını sağlamaktı.3
İstanbul’a geldiği zaman Kabakçı Mustafa’yı etkisiz hale getirdikten sonra asıl işine geçtiğinde Sultan IV.
Mustafa durumu fark etmiş ve hanedanda tek erkek kalabilmek için devrik sultanın ve hanedanın tek
veliahdı olan şehzade Mahmud’un öldürülmesini emretmiştir.
Ele geçirilen III. Selim dramatik bir şekilde öldürüldü. Sarayın avlusuna giren Alemdar ve emrindeki
15 bin askeri avluda III. Selimin naaşıyla karşılaştılar. Şehzade Mahmud’un öldürmek üzere yanına
gidenler ise haremde Şehzâde’nin hizmetkârlarından Cevrî Kalfa adındaki Çerkez cariyesi, mangaldaki
kızgın külleri kürekleyip, katillerin gözlerine doğru serpmeye başladı ve bu sûretle lâzım gelen dakikalar
kazanılmış oldu.
Bacadan dama çıkan Velîahd-Şehzâde, kolundan yaralanmasına rağmen merdivenden, sarayın
avlusuna indi. Alemdar Mustafa ilk başta şehzadeyi tanımasa da sonradan şehzadeye biad etti. Bu şekilde

1
Yılmaz Öztuna “Sultan II. Mahmud”, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2014, İstanbul, s.34.
2
Yılmaz Öztuna “Sultan II. Mahmud”, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2014, İstanbul, s.34-35.
3
İlber Ortaylı “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” İstanbul, Timaş Yayınları, 2017, İstanbul s.39.

6
II. Mahmud 28 Temmuz 1808 tarihinde tahta çıkmıştır. Sadaret makamına tahtını borçlu olduğu Alemdar
Mustafa’yı getirmiştir.
Sened-i İttifak’ın Hazırlanması
Alemdar Mustafa’nın desteği ile tahta çıkan II. Mahmud amcası III. Selim’in düştüğü durumdan
ders almış ve atacağı adımlarda titizlikle hareket etmeye başlamıştır. Özelikle tarih boyunca Hükümdara
karşı kurulan asker ile ulema ittifakını bozmaya ve bu hususta ulemayı kendi tarafına çekmeye çalışmış
ve bunu uygularken titizlikle hareket ederek askeri kanadı ürkütmemeye dikkat etmiştir. II. Mahmud
ıslahata başlamadan önce bunun çok dikkatli bir şekilde planlanması ve devlet içinde ona sahip çıkacak
yeterli desteğin oluşturulması gerektiği kanısındaydı.
III. Selim ve Alemdar Mustafa Paşa, askeri ıslahat karşıtları tarafından kurdukları ordularla birlikte
yok edildikleri için Sultan Mahmud, 1808 ile 1826 yılları arasında kökten bir ıslahat düzenlemesi
teşebbüsünde bulunamadı. O, bu yıllar arasını, ileride yapacağı yenililer için bir hazırlık dönemi olarak
görmüş ve bu doğrultuda çalışmıştır. II. Mahmud tahta geçtiği esnada sadaret makamına tahtını borçlu
olduğu Alemdar Mustafa’ya verdi. 4 aylık sadaretinde Alemdar Mustafa Paşa’nın en önemli icraatlarından
biri III. Selim’in tahttan indirilmesinde önemli rol oynayan Boğaz Yamakları Ocağı ortadan kaldırıldı.
Ayriyeten bu olaya destek veren yeniçeriler ve destekçileri etkisiz hale getirildi.
Şüphesiz bu dönemde olan en önemli gelişme Sened-i İttifaktı. Devletin taşrada otoritesinin
zayıflamasıyla ortaya çıkan yerel güçler olan Ayanların, Devletin yanında olduğunu göstermesi için ve
Devlete bağlılıklarını arz etmeleri için “Meşveret-i Amme”ye davetle İstanbul’a çağrıldılar.Çağırılan
ayanlardan Hükümdara yada Alemdar Mustafa Paşaya muhalif olan Tepelendi Ali Paşa ve Bulgaristan
Ayanı bu davete icabet etmedi. Yapılan görüşmede Osmanlı tarihinde görülmemiş düzeyde, padişahın
mutlak otoritesini sarsan ilk anlaşma olan Sened-i İttifak imzalandı. Bu anlaşma ile ayanlar padişahın
otoritesine itaat ediyor, padişah ise bazı konularda ayanlara imtiyaz vererek bir nevi özerkliğe müsaade
ediyordu.29 Eylül 1808’de imzalanan bu anlaşma II. Mahmud’u ziyadesiyle sinirlendirmiş ve zamanı
geldiğinde bu anlaşmayı bozmaktan kaçınmamıştır.
Aynaları bu gücü karşısında zamanı geldiğinde merkezi otoriteye bağlamayı sert bir şekilde
uygulamıştır. Sosyolojik açıdan merkez-çevre güçlerinin karşılıklı tartılması noktasında önemli bir belge
olan Sened-i İttifak’ın ilk dört maddesinde Padişah’ın otoritesi tasdik edilirken, hemen beşinci maddede
çok önemli ve büyük bir şart olarak hanedan ve durumlarının, devletin keyfi davranışlarına karşı emniyet
altına alınması isteniyordu. Bu ise Osmanlı devleti geleneğinde yep yeni bir durumdu.4 Bu senet
imzalandıktan sonra otoritesini sağlama alan II. Mahmud Sekban-ı Cedid adıyla yeni bir oluşuma
gitmiştir. Bu mevzu tezin sonra ki bölümlerinde ifade edilecektir.

4
NURDAL AĞRAS, II. Mahmud Islahat Hareketleri ve II. Mahmud’un Eğitim Öğretim Faaliyetleri(Yüksek Lisans Tezi), Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,2010, Konya, s 15.

7
Yunan İsyanı Ve Kavalalı’nın Müdahalesi
Sultan Mahmud saltanatının en kritik dönemi şüphesiz 1821 Rum isyanı ve sonrasında yaşananlar
olmuştur. Osmanlı Rumları devlet içinde öteden beri özel bir yere sahiptiler. Çoğunlukla Mora, Ege
Adaları, Rumeli’nde ve Taselya’da yerleşik yaşamakla birlikte devletin hemen her yerinde
yaşamışlardır. Rumların bankerlik, ticaret ve gemi taşımacılığı gibi işlerle uğraşanı bir hayli
zenginleşmiş ve batıyla sürekli ilişki içerisinde olmuşlardır. Ayrıca Eflak ve Boğdan gibi yerlere
voyvoda olarak atanmışlar ve Divan-ı Hümayunda tercümanlık da yapmışlardır.
Tekrar Bizans imparatorluğunun filizlenmesi için çalışmalara başlamış ve bunula birlikte ilk isyan
1821 tarihinde patlak vermiştir. Bu isyanda en büyük destekçi Ruslar oldu. Ortodoksluğun hamisi
sıfatıyla hareket eden Ruslar, Osmanlı-Rus savaşıyla birlikte Rumları isyana kışkırtmışlardır. Ayrıca
Avrupa’nın Rönesans ile birlikte fikri temeli olan Helen ve Antik yunan felsefi akımları ve Helen
hayranlığı, Avrupa Burjuvazisinin bu isyana destek vermesine neden oldu.5
Ancak Burjuvanın destek vermesine karşın Avrupalı hükümdarlar destek vermiyordu. Bunun nedeni
bu kavim meşru hükümdarına karşı ayaklanıyordu. İhtilalden ve milliyetler meselesinde bıkan Avrupalı
hükümdarlar Yunanlılar’ın kendi tebaalarına örnek olmasından korkuyorlardı. 6 19. Yy da bu hususta
kurulan ilk örgüt 1814 yılında kurulan “Filiki Eterya” dır. Özellikle Tepelendi Ali Paşanın ortadan
kaldırılması ile birlikte Yanya bölgesinde doğan otorite boşluğundan yararlanan Rumlar, ilk isyanı Rus
çarının yaveri olan Alexander İpsilanti öncülüğünde Şubat 1921 de Eflak’ta başlattı. Başlatılan isyanda
Rumlarla aynı mezhepten olan Romen ve Sırpların destek verecekleri düşüncesi olmadı bu nedenle
burada başlatılan isyan hareketi başarısız oldu.
Ardından Alexander’in kardeşi olan Demetrios İpsilanti Mart ayında Mora’da isyan başlattı. Halkın
desteğiyle Nisan ayında tüm Mora yarımadasına ve Orta Yunanistan’a yayılan isyan hareketi Osmanlı
Devleti için büyük sorun teşkil etti. Bu sırada bölgede yaşayan Müslüman ahali büyük katliamlara
maruz kaldı. İstanbul’da bu isyan teşebbüsü büyük infiale neden oldu. Fenerli Rum Beyler bütün
itibarını kaybetti. İsyana destek verdiği anlaşılan Patrik V. Gregor idam edildi.7
Ayrıca 1821 Yunan isyanında yeniçerilerin herkesin gözünden düşecek kadar beceriksiz ve dağınık
olduğu bir kere daha görüldü.8 13 Ocak 1822’de ihtilâlciler, Mora, Kiklat adaları, Ağrıboz ve Attika’yı
içine alan bir Yunanistan kurulduğunu, diğer Yunan ülkelerinin de kurtulacağını ilân ettiler. Prens
Mavrokordato, başkanlığa seçildi. Bütün Avrupa’dan gönüllü, silâh, mühimmat ve para alan Yunan
ihtilâlcileri, son demlerini yaşamakta olan Yeniçeriler’le söndürülemedi.
II. Mahmud, Arabistan’ın çetin ikliminde Vehhâbîler’i tepeleyen Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın
büyük oğlu İbrahim Paşa’yı bu işe memur etti. 1 Nisan 1824’te, 35 yaşındaki İbrahim Paşa’ya Mora
valiliği verildi. İbrahim Paşa, Temmuz içinde 30.000 askerle İskenderiye’den Rodos’a geldi. Mısır
askeri, muntazam tâlim görmüştü ve Mısır Türkleri’nden ibaretti. Kapdân-ı Deryâ Husrev Paşa’nın
(müstakbel sadrâzam) idaresindeki donanma, Rodos’ta İbrahim Paşa ile birleşti.
1824 –25 kışı Girit’te geçirilerek son hazırlıklar tamamlandı. 24 Şubat 1825’te Mora’nın
güneybatısında Modon limanına çıkartma yapıldı. 18 Mayıs’ta Modon yakınlarında Navarin limanı
alınarak Mora’nın âsilerden temizlenmesi harekâtı başladı. 1825 içinde, âsilerin Yunanistan’ın başkenti
ilân ettikleri Anabolu (Nauplion) dışında bütün Mora, ele geçirildi. Müstakbel sadrâzam Mehmed Reşid

5
Ali Fuat Örenç, Yakınçağ Tarihine Giriş (1789-1918), Akademi Titiz Yayınları, İstanbul, 2013, s. 88-89.
6
Yılmaz Öztuna, a.g.e. s 66.
7
Ali Fuat Örenç, a.g.e. s. 89-90.
8
İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, 2017, İstanbul, s. 44.

8
Paşa da, serasker sıfatiyle kuzeyden Attika’ya girdi. İki ateş arasında kalan âsiler, bütün kuvvetlerini
Misolongi ve Atina gibi bir kaç merkezde topladılar.
Patras Körfezi’nin kuzey kıyısında, Mora’nın karşısında, Attika yarımadasının güney sahilinde olan
Misolongi, bir yıl muhâsaraya dayandıktan sonra 23 Nisan 1826’da ele geçirildi. 5 Haziran 1827’de, Atina da
teslim oldu. Yunan ihtilâli tamamen söndürülmüştü.9

Kavalalı İbrahim Paşa’nın Yunan ihtilâlini bastırması, Avrupa’da iyi karşılanmadı. 6 Temmuz 1827
Londra protokolüne göre, dünyanın en güçlü devletleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya, Yunanlılar
lehine Bâb-ı Âlî’ye baskı yapmaya karar verdiler. 1827 yazında İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları,
İngiliz amirali Codrington’ın kumandasında birleşerek, Yunan muhtariyeti için Türkiye’yi tazyik etmek
üzere, Yunan (İyonya) Denizi’ne geldiler. Zira II. Mahmud, tamamen ezilmiş bir ihtilâlden sonra
Mora’nın muhtariyetini kabûl etmeyi kesin şekilde reddetmişti.
20 Ekim 1827 tarihinde Navarin Limanına giren müttefik donanma Osmanlı donanmasını yaktılar.
Bab-ı Ali bu durumu protesto etse de bu olayın üzerine Rusya, Osmanlı Devletine savaş ilan etti. İki
cephede süren savaş sonucunda kurulan yeni ordunun başarısızlığı sonucu batıda Edirne, doğuda Kars
işgal edilince Eylül 1829 tarihinde Edirne barışı imzalandı. Bunun sonucunda Mora, Kiklat Adaları ve
Eğriboz’da müstakil bir Yunan devleti kuruldu. Ayrıca Sisam adasına da özerklik verildi. Bununla
birlikte Osmanlı Devleti 11.5 milyon altın gibi büyük bir tazminat ödemeye mahkum bırakıldı.
Bir Devrin Sonu ‘Vaka-i Hayriye’
Yeniçeri Ocağı Sultan I. Murat ve vezir-i azamı Candarlı Hayrettin Paşa tarafından kurulmuş, fakat
temelleri Sultan Orhan tarafından atılmıştı. Bu sistemde devlet kendi Hıristiyan tebaasını ve harp
esirlerinin çocuklarını ocağın çekirdek gücü olarak yetiştirmeye başlıyordu.
Yeniçeri Ocağı, kurulduğu günlerden itibaren XVIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı
Devleti’nin askeri gücü olarak, genel bir ifade ile üzerine düşeni yapmış, imparatorluk coğrafyasının
büyümesinde ve devletin yükselmesinde önemli bir rol oynamıştır. Fakat tarihi süreç içinde ocak,
fonksiyonunu yitirmiş ve asli görevini yerine getiremez olmuş; sahip olduğu gücü, mensuplarını
“imtiyazlı bir zümre” haline getirme yolunda kullanmıştır.
Bu haliyle ocak, hem hükümranlık erki için ve hem güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğu ülke ile
halkı için bir tehlike olmuştur.10 Yapılan ıslahatlar ve devletin düştüğü durumdan çıkarmak için yapılan
uğraşlar “Gelenekçi” diye tabir edilen Yeniçeri ocağının müdahalesine takılıyor. Kendi rahatlarının
bozulacağını anlayan yeniçeriler kazan kaldırarak at meydanında “İsterük” veya “İstemezük” nidalarıyla
halka ve devlete baskı yapmaktan çekinmiyorlardı.
Hatta bu hususta hükümdarı tahttan indirmekten ve II. Osman gibi katletmekten bile geri
kalmıyorlardı. II. Mahmud bu durum karşısında atalarının düştüğü duruma düşmemek için dikkatli
davranarak en uygun zamanı beklemiş, zamanı geldiğinde ise devletin üzerinde yük olan bu orduyu
kaldırmak için hiçbir çekince göstermeden radikal bir şekilde hareket etmiştir.
Öncelikle Yeniçerilerin isyanlarının sağlam bir temele oturtabilmesi için Ulema ile işbirliği yapması
ve fetva alması gerekiyordu. Sultan Mahmud öncelikle Ulemayı kendi tarafına çekmek suretiyle olası
Yeniçeri ayaklanmasına karşı önlem aldı. Bununla birlikte Yeniçeri ağalığına güvendiği adamlarını
getirerek Yeniçerilerin ayaklanmasına önlem almak istiyordu. 1808 de kurulan Sekban-ı Cedid ocağının

9
Yımaz Öztuna, a.g.e. s. 72-73.
10
Nurdal Ağras, a.g.e. s. 34-35.

9
kurulmasıyla birlikte ayaklanan Yeniçeri Ocağının yaptıkları Sultan Mahmud için önemli bir tecrübe
olmuştu. Özellikle 1821 Rum ayaklanmasıyla birlikte, isyanı bastırmakla görevli Yeniçeri askerlerinin
başarısızlığı ve Batı nizamında eğitilmiş muntazam Cihadiye adlı Mısır ordusunun başarısı Sultan
Mahmud’un Yeniçeri ocağının kaldırılmasının aciliyetliğini anlamasına neden olmuş ve bununun
üzerine 25 Mayıs 1826 Tarihinde Eşkinci Ocağı kurularak eğitimine başlanmıştı. Bu Yeniçeri Ocağı’nın
son kez ayaklanmasına neden olacaktır.
Yeniçerilerin ayaklanma için uygun bir ortam oluşturma çabalarından haberdar olan II. Mahmud;
Sadrazam Selim Paşa, topçu, humbaracı, lağımcı, tersane Ocakları’na, Ağa Hüseyin Paşa ve İzzet
Mehmed Paşa’ya yeniçerilerin isyan hazırlığı içinde olduklarını haber vererek, Topkapı Sarayı’na acilen
gelmelerini emretti. İsyan bahanesi tez zuhur etti, talimde bir neferin yediği iki tokat 15 Haziran 1826
sabahı son yeniçeri isyanının başlamasına sebep oldu.
Zaten ulemanın sözünü batıl kelam olarak kabul edip, Et Meydanı’na talim için çıkarıldıklarında
inat ederek uyguladıkları yürüyüş üslubuna devam etmeleri ve verilen emirleri kabul etmemeleri
ulemayı huzursuz edip bezdirmişti. Eşkinci Ocağı aleyhinde yapılan propaganda çalışmaları etkisini
gösterdi ve yeniçeriler, akşamüstü kazanlarını Et Meydanı’na çıkararak isyan başlattılar. 14 Haziran
akşamı saat altı sularında iken bu iyilikbilmezler Et Meydanı’ndan içeri girip ‘su uyur, düşman uyumaz”
diyerek, Yeniçeri Ağa’sının canına kıymaya hazırlandılar. Celalettin Ağa gizlendiğinden öldürülmekten
kurtuldu. Ertesi günü mücadeleye hazır bir vaziyette olan yeniçeriler “gâvur usulü talim görmek
istemiyoruz” diye bağırıyorlardı.11
Sultan Mahmud, Sancak-ı Şerîf’in At Meydanı’na dikilmesini ve vatanını seven her İstanbullu’nun
sancak altında toplanmasını irâde etti. İnkılâpçı Şeyhulislâm Tâhir Efendi, yanına kazaskerleri, ileri
gelen Ulemâ’yı, yüksek medrese talebesinden 3.500’ünü alıp, Sancak-ı Şerîf altına geldi ve halka ateşli
nutuklar vermeye, devletin bugün ya batacağını, ya çıkacağını anlatmaya başladı. Ulemâ’yı elde
etmedikleri takdirde hiçbir ihtilâlde başarı göstermeyen Yeniçeriler, bu defa kesin şekilde başarısızlığa
uğradı. Tophane’de bataryalar çıkarılıp, Yeniçeri kışlalarının bulunduğu Aksaray, Etmeydanı’na
götürülmeye başlandı.
Topçu yüzbaşısı Karacehennem İbrahim Ağa, kışlaları bombardıman etmeye girişti. Dârendeli İzzet
Paşa ile Ağa Hüseyin Paşa, arkalarında, edinebildikleri silâhlarla kendilerini tâkip eden tahmini
imkânsız sayıda bir halk kalabalığıyla, iki taraftan Etmeydanı’na girdiler. Kışla kapıları yıkıldı. Bu
sırada firar eden yeniçerilerden birçoğu idam edildi. Böylece bir devrin sonu geldi. İstanbul’da bulunan
Bektaşiler, Yeniçeri Ocağı ile olan ilişkileri ve halkı nasıl batıl yollara sevketiikleri gerekçesi ile
tekkeleri yıkılarak uzak mahallelere nefy edilmişlerdir.12
Bu orduyu hatırlatan bütün emareler de kaldırılmıştır. Buna örnek olarak Mehter Bölüğü ve Bektaşi
Merkezlerini örnek verebiliriz. Sonuç olarak bir devrin sonu gelmiş ve Yeniçeri Ocağı tarihe karışmıştır.
Artık yapılacak Islahatların önü açılmış, karşısında duracak bir güç kalmamıştır. Böylece Sultan II.
Mahmud’un Hükümdarlığının II. Safhası olan Islahat devri başlamış oluyordu. Kurulacak yeni ordu
Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın “Cihadiye” adını verdiği Fransız etkisinde kurulan modern ordu sistemi
ve üniforması esas alınarak kurulmuş, adı ise “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” olmuştur(17
Haziran 182

11
Nural Ağras, a.g.e. , s.40.
12
Şamil Mutlu, Yeniçeri Ocağının Kaldırılışı Ve II. Mahmud’un Edirne Seyahati(Mehmed Daniş Bey Eserleri),Edebiyat
Fakültesi Yayınevi, İstanbul, 1994, s. 24.

10
BÖLÜM II
“ RADİKAL ISLAHAT ÇALIŞMALARI (1826 – 1839) ”

A) ASKERİ ALANDA YAPILAN ISLAHATLAR


XVI. yy ‘da Askeri ve idari anlamda zirveye ulaşan Osmanlı Devleti yıllar geçtikçe şartların değişmesi
yeni oluşan yapıya ayak uyduramaması devletin, Avrupalı devletlerden askeri açıdan geri kalmasına yol
açmıştır. Özellikle 1699 Karlofça anlaşmasıyla bunu farketmeye başlayan devlet adamları ilk önce asla
dönüş yoluyla yapılması gerekenin devletin güçlü olduğu XVI. yy da ki sistemini geri getirmek olduğu
yönünde ki görüşler dile getirilmiş bir süre bu konu hakkında risaleler yazılmış ve bu yönde çalışmalar
yapılmıştır.
Ancak bu başarılı olmayınca Avrupa seviyesine ulaşmak için Avrupa tarzı sisteme geçilmesi görüşü
hâkim olmuştur. İlk başta yapılan ıslahatlar Askeri açıdan yapılmış, köklü değişiklikler yapılmak istendiği
vakit Yeniçerilerin ayaklanmasıyla yapılmak istenen ıslahatlar başarısız olmuştur.
XIX yüzyılda Rusya ve Avusturya Karşısında yenilgilerle sonuçlanan bir dizi savaş İmparatorluğu
öyle ciddi bir durumla karşı karşıya bıraktı ki Osmanlı yönetici sınıfı, sadece eski kurumları yenileme ve
ihlalleri sistemden ayıklamayı değil aynı zamanda Avrupa’daki benzerlerini örnek alan yeni kurumların
ve Uygulamaların Sisteme eklenmesi sürecini de içeren reformları başlatmaya zorlandı. Bu reformlarla
ümit edilen, yeni silah ve taktiklerin kullanılması ile birlikte Osmanlıların hükümette ve sosyal alanlarda
geleneksel hayat tarzlarını başarı ile savunmalarını sağlamaktı.13
Her yenilik hareketinin kendilerinin kaldırmaya yönelik yapıldığını düşünüp ayaklanan yeniçerilere
karşı uygulanmak istenen reformlar başarısız oluyordu. Özellikle amcası III. Selime yapılanlardan aldığı
derslerle tedbirli bir şekilde hareket eden II. Mahmud Ulemayı da yanına çekerek Yeniçerileri yalnız
bırakmıştı. Yeniçeri Ocağını kaldırmayı başararak bu harekete son veren II. Mahmud, bundan sonra
yapacağı ıslahat hareketlerinin önünü açmış oluyordu.

Sekban-ı Cedid Ocağının Kurulması


Sultan II. Mahmud’un tahta geçtiği 1808 tarihinde Sadrazam olan Alemdar Mustafa Paşa, Nizam-ı
Cedid ordusunu tekrar canlandırabilmek için 14 Ekim de Sekban-ı Cedid adıyla yeni bir ordu kurdu.
Ordunun başına Ruscuk yaranı olan Behic Efendi getirildi. Sekban-ı Cedid ocağına yazılan askerler
Levent Çiftliği ve Üsküdar kışlalarında Avrupa usulünde talim görmeye başladılar. Yeni ocağın maaş ve
tayinatı fazla olduğu için büyük rağbet görüyordu. Hatta yeniçerilerin ileri gelenlerinden bile ocağa
katılanlar olmuştu. Sekban-ı Cedit’in kuruluşuna paralel olarak yeniçeri ocağında olmayanların da
esameleri, gümrüklerden yarı fiyatları ödenmek suretiyle ellerinden alındı. Kışlalarda oturmaya
zorlanmaya başladılar.
Alemdar Mustafa Paşa bu tedbirlerle Yeniçeri Ocağına da çeki düzen vermek istiyordu Ancak asıl
amacı Sekban-ı Cedit ordusunu güçlendirerek yaygınlaştırmaktı. Ancak bu yeni kurulan ordu uzun süreli
olmadı. Sekbanı Cedid’in kurulmasından bir ay, Alemdar’ın iş başına gelmesinden üç buçuk ay sonra 14

13
Nurdal Ağras, a.g.e. , s. 5.

11
Kasım gecesi yeniçeri isyanı patlak verdi. Bab-ı Ali’ye saldıran yeniçeriler Alemdar Mustafa Paşaya
ulaşmak istiyordu ancak asıl amacı IV. Mustafa’yı tekrar tahta çıkararak yenilik taraftarlarını yok etmekti.
Ancak Alemdar asilere teslim olmaktansa, sonuna kadar karşı koymaya karar verdi. Kahramanca
direnerek asilerin birçoğunu öldürmesine rağmen ellerinden kurtulmasına imkân yoktu. Artık sonunun
geldiğini anlayan Alemdar, yanından ayrılmayı kabul etmeyen baş kadını ve cariyesiyle birlikte
mahzendeki barutları ateşleyerek konağını havaya uçurmuştur. Patlattığı konakta üçyüzden fazla
Yeniçerinin ölümüne sebep olmuştur.
İsyancılar daha sonra IV. Mustafa’yı tahta çıkarabilmek için saraya hücum etmiştir. Ancak II. Mahmud
hanedanda tek erkek kalabilmek için Şeyhülislama, IV. Mustafa’nın idamını fermanının verdirterek
hanedanda tek erkek olarak kalmıştır. Yeniçeriler bunun üzerine Ulemanın aracılığı ile Padişaha
bağlılığını bildirdi. Ancak olaylar dindirilemeyince II: Mahmud Sekban-ı Cedid Ocağının kaldırdı.
Eşkinci Ocağının Kurulması
1821 yılında çıkan Yunan isyanında ordunun başarısızlığını gören Sultan Mahmud, batılı tarzda
eğitilmiş Mısır Cihadiye ordusunun Rum isyanındaki başarısı sonucu harekete geçmeye karar vermişti.
Yeniçeri ordusunu kaldırabilmek için isyana teşvik etme amaçlı bir ordu kurmayı düşünmüştü.
1808 tarihinde Alemdar Mustafa Paşa zamanında denenen ve yeniçerilerin hışmına uğrayan Sekban-ı
Cedid uygulaması örneğinde olduğu gibi, yine aynı tepkinin gösterileceğini bile bile Eşkinci Ocağı adı
altında çağdaş usullerle eğitilecek yeni bir asker! teşkilat kurma denemesi (29 Mayıs 1826) tasarladığı
tuzağın sadece bir parçasını teşkil etti. Hatta bazı tertiplerle, bu arada mesela eşkinci askerlerinin 11
Haziran'da Avrupa tarzında üniformalar giymiş olarak talimlere başlayacaklarının ilanıyla bunları adeta
açıkça ayaklanmaya yöneltti. İmhalarına yol açacak olan son yeniçeri isyanının ( 15 Haziran 1826)
tesadüfi bir ayaklanma olmadığı ve artık vaktin geldiğine inanan ll. Mahmud'un bir eseri olduğuna şüphe
yoktur.14
II. Mahmud, yeniçerilerin “talim gâvur icadıdır” diyememeleri için şeyhülislamdan “harp fenninin
askere öğretilmesinin şer’an vacip olduğuna” dair bir fetva aIdı. Ardından yeni ordu kurulumuna
başlandı. Kurulacak ordu için önce meclis tertib eden II: Mahmud oluşturulacak ordu reformu için 46
maddelik projeyi onaylayarak Eşkinci Ordusunun kurulduğunu açıkladı. Bu ocakta
1).İstanbul’da bulunan 51 yeniçeri ortasından herbiri asker olmaya elverişli yüzelli kişi çıkaracak,
2) Eşkinci sınıfinın her odasında, yeniçeri odasındaki kadar subay bulunacak. “Bir çorbacı. bir odabaşı,
bir vekilharç, bir bayraktar. bir usta bir baş karakollukçu, bir saka’
3) Subaylar tayinlerinde yeniçeri ağasına cizye vermeyecekler.
4) Yeniçeri ağası vazifesine başlarken sadrazama hiçbir para vermeyecek.
5) Eşkincilerin eğitimlerine itina edilecek, talim, Et meydanında subayların nezareti altında yapılacak,
atış talimi Kâğıthane’de veya Davutpaşa’da yapılacaktı15
Yeni askere Avrupa tarzında üniforma giydirildikten sonra, ilk talime 11 Haziran 1826 tarihinde
Aksaray’da büyük yeniçeri kışlasının önündeki Et Meydanı’nda başlandı.

14
Kemal Beydilli, ”II. Mahmud”, DİA, 2003, c.27 s.354.
15
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 32.

12
Yeniçeriler bu sefer tahmin edilenden önce isyan ederek kendi sonlarını hazırlamış oldu. Yeni ordu
talime başladıktan üç gün sonra 15 Haziran 1826’da ayaklandılar. Yeniçerilerin kazan kaldırıp
ayaklanmalarına sebep Mısırlı bir talim mualliminin bir askeri dövmesidir. Fakat bu onların son isyanı
oldu. Yeniçeri kışlaları yerle bir edilerek Yeniçeri Ocağı fiilen, bir süre sonra da resmen kaldırıldı. Ömrü
çok kısa olan Eşkinci Ocağı’nın yerine de Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adıyla yeni bir ordu
kuruldu.
Asakir-i Mansure-i Muhammediyye Ordusunun Kurulması
Vaka-i Hayriye sonrası yeni ordu teşekkülü için hazırlıklara başlayan II. Mahmud 16 Haziran 1826
tarihinde Sultan Ahmed Camii’nde meşveret meclisi topladı. Meşverette, amcası III. Selim’in başlattığı
reformların devam ettirilmesini, Yeniçeri ce Sipahi birliklerinin kesin kes bastırılmasını ve Asakir-i
Mansure-i Muhammediyye adı altında yeni bir ordunun teşkilatlandırılmasını öngören bir Hattı şerif
yayınladı.
Yeni ordu kurulduğu sırada yeniçerilikle ilgili her türlü isim, unvan ve işaretler kaldırılırken Ağa
Kapısı’nın adı da Serasker Kapısı olarak değiştirilmiş ve bu sıfatla başa getirilen ilk kişi Ağa Hüseyin Paşa
olmuştur. Bu yeni ordunun kumanda heyeti, yine yeniçeri subaylarından oluşuyordu. Fakat yanlarında
Mısırlı, İngiliz ve bilhassa Prusyalı ve küçük rütbeli subaylar vardı. Bu askerlerin nezareti 7500 kuruş maaş
ve tayinatla Saip Efendi’ye verildi. Hüseyin Paşa, Saip Efendi ile birlikte Süleymaniye’deki çadırına gidip
asakir-i mualleme yazılmasını başlattı.
Ordunun üniforması olarak Mısır fesi ve kıyafeti belirlendi. Yeni kurulan ordu Mısır’da Mehmet Ali
Paşa’nın tanzim ettiği Batılı tarzda ki Ordu esas alınarak kurulmuştur. İlk teşkilat kanununa göre, Asakir-i
Mansure-i Muhammediyye askerinin mevcudu 12. 000 olarak tespit edilmişti. Bunlar “tertip” denilen sekiz
alaya ayrılacaklardı. Yüz askerden meydana gelen topluluğa “saf” denilecekti. Saf kumandanı “yüzbaşı”,
alay kumandı “binbaşı” idi. Binbaşılar “Başbinbaşı”ya, o da “Saresker”e, yani başkumandana bağlı
bulunacaktı. Alaylardan ikisi, şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerdeki Serasker
Kapısı’nda üçü Davutpaşa, üçü de Üsküdar kışlasında bulunacak, şehrin asayişiyle meşgul olacaklardı.
1828’de yapılan değişiklikle, tertip yerine alay, kol yerine tabur, saf yerine bölük tabirleri getirildi. Alay
komutanlarına miralay, tabur komutanlarına binbaşı dendi. Her alay 500 mevcutlu üç taburdan oluşacaktı.16
Böylece Yeni ordunun hiyerarşisi de belirlenmiş oluyordu.
Yeni kurulan orduya katılım bir hayli fazla oldu. Hazırlanan nizamnameye göre aylaklar ve mühtediler
teşkilata alınmayacaktı. Yaşları on beşin altında olup Asakir-i Mansure'ye yazılmak isteyen çocuklar için
Şehzadebaşı'ndaki eski Acemi Ocağı Kışlası talimhane olarak tahsis edilmişti.17
Yeni ordunun Seraskerlik'ten sonra gelen en yetkili makamı Asakir-i Mansure Nezareti idi. Teşkilatın
maaş vb. teknik işlerinden nazır sorumluydu. Yeni nizami orduda alınan eğitim tedbirleri kısaca şunlardı:
Her saf için bir mektep kurulacak, buralarda her gün Kur'an-ı Kerim ve ilmihal dersleri verilecekti. Neferler
beş vakit namazı cemaatle kılacaklardı. Bunun için de her safa (bölük) birer imam tayin edilecekti. Maaşlar
ise aylık ödenecekti.
1827 yılında Hüsrev Paşa'nın serasker olmasından sonra Asa kir-i Mansure'de bazı değişiklikler
yapılmıştır. Mesela ilk kuruluşunda üniforma olarak başlarına şubara denilen dilimli bir serpuş giydirilen
neferlere 1828 yılından itibaren fes giydirilmeye başlanmış ve kılık kıyafetlerinde birlik sağlanmıştır.

16
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 49-50.
17
Abdulkadir Özcan, “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye”, DİA, 1991, c.3, s. 457.

13
1831 tarihinden sonra İstanbulda bulunan orduya “hassa” Üsküdar’daki orduya ise “Mansure” denmiştir.
Her iki ordunun başına ise “Ferik” getirilmiştir. 1832 yılında müşirlik rütbesi ihdas edilmiş ve askeri rütbe
silsilesi aşağıdan yukarıya doğru şu şekli almıştır: Nefer, onbaşı, bölük emini, çavuş , başçavuş, mülazım,
yüzbaşı, sol kolağası, sağ kolağası , binbaşı, kaymakam. miralay, mirliva, ferik, müşir. Ordunun subay
ihtiyacını karşılamak için 1834 yılında Harbiye Mektebi açılmış, ayrı ca Avrupa'ya talebe gönderilmiştir.
Ayrıca bunun yanında Anadolu’nun birçok noktasında da Mansure birlikleri kurulmuştur. Ordunun
desteklenmesi için de 1834 yılında Redif-i Mansure-i Muhammediyye adında yedek ordu kurulmuştur.
Prusya’nın yeni orduyu modernizasyonunu kabul etmesiyle Orduda Alman gelenekçiliği de başlamış
oldu.

B) EĞİTİM ALANINDA YAPILAN ISLAHATLAR


Sultan II. Mahmud yaptığı reformları temellendirebilmek ve yaptığı inkılaplara yönelik ihtiyaç duyulan
modern eğitim almış kadronun yenilenebilmesi için eğitim konusunda birçok ıslahat yapmıştır. Osmanlı
klasik eğitim sisteminin başlıca kurumu medreselerdi. Medreselerde dini ağırlıklı eğitim gören talebeler
fen ve cebir dersleri görmüyor, böylece teknik anlamda gelişme imkanı bulamıyorlardı.
Batılılaşma anlamında ilk eğitim kurumları askeri alanda yapılmıştır. Ordunun asker ihtiyaçlarını
karşılamak ve batılı anlamda yeni kurumlar kurmak için okullar açılmış ve Avrupa’dan hocalar getirilmiştir.
Medreseler ise bilim ve fende uzaklaşıyordu. Lâle Devrinden beri çağdaş Batı teknik bilgileriyle ilişki ve
daha çok askerlik alanında yenileşme çabalan dolayısıyla gelen ve âlî (yani teknik) bilgilerin medrese
dışında kurulan Hendesehâne gibi okullarda öğretilmeye başlamış, hattâ ulemâdan olan kişilerin medreseyi
bırakarak bu okullara geçmeye başlamıştır. Böylece medreseler yeni bilimler ve teknikler alanında
gelenekten uzaklaşıyordu.18
II. Mahmud’un eğitim politikalarının temel özelliklerini sıralayacak olursak
1. Eğitimde yenileşmeye askeri okulların açılmasıyla başlanmıştır. Burada yabancı öğretmenlere de görev
verilmiş ilk kez Batı dilleri müfredat programına alınmıştır (İngilizce, Fransızca).
2. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılmıştır. Böylece medreseler önemli bir destekçisini kaybetmekle
beraber gücünü korumaktadır.
3. İlk kez ilköğretim zorunlu hale getirilmiştir.
4. Batı ile ilişkiler artmış ilk kez 1830’larda Batı’ya öğrenci gönderilmiştir.
5. Türkçe yayınlanan ilk gazete “Takvim-i Vekayi” adı ile 1831 ‘de bu dönemde çıkarılmıştır.19
Sıbyan Mektepleri
Sıbyan mekteplerinin kuruluş tarihi İslamın ilk yıllarına kadar gitmektedir. İslam dininin yayılmasıyla
birlikte okuma yazma bilen kişi sayısını arttırmak amacıyla küçük çocukların kuran harflerini öğretmek
için eğitim veren bir kurum olmuştur. Sıbyan mekteplerinde çocuklara namaz kılma, kuran okuma ve sure
öğretmek gibi temel İslam kuralları öğretiliyordu. Osmanlı Devletinde Sıbyan mektepleri ilkokul görevi
görüyordu. Bu okuldan mezun olabilmek için Kuran-ı Kerim’i bir kere hatim etmek gerekiyordu.
II. Mahmud devrinde, ilk defa olarak askeri saha ile birlikte mülki sahada da ıslahat yapılmaya
çalışıldığını görüyoruz. Bunun bir sonucu olarak, 1824 yılında sıbyan okullarının durumu ele alındı.

18
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018, s. 179.
19
Nurdal Ağras, a.g.e., s.89-90.

14
Nitekim II. Mahmud, söz konusu tarihte “Talim–i sıbyan” hakkında bir ferman yayınlamıştır. Bu fermanda,
cehaletin kötülüklerinden ve çocukların okula değil çıraklığa verilmesinin zararlarından söz edildikten
sonra genç ihtiyar herkesin İslam akidlerini öğrenmesi ve çocuklarını ergenlik çağına kadar okullara
göndermeleri irade buyrulmuştur.
1824‘de İstanbul’da ve 1826 de eyaletlerde yayınladığı fermanlarla halkın çocuklarının cahil kalmasındaki
kötülüklere dikkati çekerek, herkesin çocuklarını mürahik oluncaya kadar günde iki defa mektebe gönderip
okutturması mecburiyetini ilan ve bunun müeyyidesi olarak da öğrenim çağındaki çocukların esnaf
tarafından çıraklığa alınmalarını yasak etmiştir.
Böylece çocukların küçük yaşlardan itibaren eğitim almasını amaçlamıştır. Bu süreçte çocuklar Tanzimat,
hattâ Meşrutiyet dönemlerine kadar Sıbyan mekteplerinde ki ruh, medrese ürünü olan imam ve hatiplerin
etkisi altında kalmıştır. Öğretme yöntemlerinde, cezalandırma geleneklerinde, okutulan konularda
geleneksellik, ezbercilik, korkutma, hoca otoritesi sürüp gitti.
II. Mahmud’un 1838 yılında, ilköğretim alanında yeni bir teşebbüse daha giriştiğini görüyoruz. Bu tarihte,
Meclis-i Ümûr-u Nâfia, ilköğretimin ıslahı üzerinde bir rapor hazırlandı. Bu rapor, bazı değişikliklere
uğratılarak padişahın tasdikine sunulmuştur ve iradesi temin edilmiştir.
Bu raporda genel maarif sistemi ve bu arada sıbyan okullarının önemi ve ıslahı üzerinde durulmuştur. Bu
rapor hâkim olan güçler, ana çizgileriyle şöyle özetlenebilir: Maarifin gayesi, insanı ahrete olduğu kadar,
hayata da hazırlamaktır. Dini bilgiler insanı ahirette kurtuluşa harızladığı halde, fen ve ilim insanın dünyada
mutlu ve müreffeh olmasını sağlar. Halkı cahil olan memleketlerde ne sanayi ilerler, ne de devlet zengin
olabilir. Maarif sistemin bir bütündür, bu bakımdan ilk, orta, yüksek dereceli okullar arasında bir uyum
sağlanmalıdır.
Mekteb-i Rüşdiye
Meclis-i Umur-ı Nafia’nın hazırladığı rapor doğrultusunda eğitimde yapılması gereken ıslahat
çalışmaları neticesinde ilk mekteplerin ıslah edilmesi yönünde tavsiyelerde bulunmuş, ilk mekteplerin
yanına ikinci derecede bir mektep yapılması gerektiği tavsiye edilmişti. Sultan Mahmud bu doğrultuda
Mekteb-i Rüşdiye’nin açılması yönünde talimat verdi. Bu iş için Ulemâdan İmamzade Esat Efendi'ye
Anadolu payesi verilerek rüştiye okulları nazırlığına tayin edildi.
Mekâtib-i Rüşdiye Nazırlığı’na tayin edilen Es’ad Efendi, İstanbul ve taşrada açılması lahihada
öngörülen bu mekteplerin ilkinin açılması için hemen harekete geçmiş ve bu ilk mektebin nizamnamesini
hazırlamıştır. Nizamname, Padişah’ın iradesi ile 27 Zilkade 1254 (11 Şubat 1839) tarihinde yayınlanmıştır.
Nizamname’de belirtildiğine göre açılacak bu ilk rüşdiyeye Padişah II. Mahmud’un emri ile Mekteb-i
Maarif-i Adliye adı verilmişti. Bu ad 1923 yılına kadar kullanılmış ancak o tarihten sonra ilk mektebe
çevrilmiştir. 20
Derslerin isimleri, okutulacak kitaplar ve nasıl okutulacakları da belirlenmiştir. Arapça dersleri
Emsile’den başlanarak Kafiye’ye kadar, Farsca dersleri Vehbi Tuhfisinden başlayarak Gülistan’a kadar
okunacaktır. Bunların yanında yazı derslerinden sülüs, divan-ı rika ve siyakat yazıları ile matematik ve
geometri dersleri okutulacaktır. Ayrıca yetenekli olanlara mantık, maâni ve Farsçada Hafız ve Şevket
divanları, Arapçada kafiyeden sonra Mizanü’l kitabı okutulacaktır. Mantık ilminden Risale-i Esiri’ye,
maâni ilminden Telhis veya Mülabbasü’t-telbis gibi metin kitapları ve akaidden bazı risaleler seçmeli
olarak isteklilere okutulacaktır. Fransızca okutulması da kararlaştırılmıştır.

20
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 99.

15
1838'de rüştiye okullarının açılması kararı da bir yandan ilkokullara öğretmen yetiştirmek, öte yandan
Tıbbiye ve Harbiye gibi okullara okur yazar öğrenci yetiştirmek düşüncesiyle alınmıştı. Fakat Tanzimat
dönemine kadar bu alanda da hiçbir gelişme olmadı. Sadece 1839'da Sultan Ahmet camiinde "Adlî Maarif
Okulu" adı altında bir ortaokul açıldı. Biraz sonra bu okul ikiye bölünerek ikincisine "Ulûm-ı Edebiyye"
adı verildi. Bu okulların yaptığı iş, okur yazar memur yetiştirme işi idi. Yararlı İşler Meclisi'nin projesinde
en üstün amacın dünya işlerinde başarı sağlamak olduğu söylendiği, bol bol bilim, maarif, fen ve sanayiden
söz edildiği halde, ilköğretimde kabul edilen ilke din eğitimi, ortaöğretimde de memur yetiştirme işi oldu.
Din kültürü ilköğretimde verildikten sonra daha yüksekokullarda fen ve meslek konulan okutulacaktı.
İlköğretimin din alanına bırakılması yüzünden askerlik, mühendislik, tıp alanlarında yüksek düzeyde eğitim
görecek gençlerin geleceği kanal yine tıkanmış oluyordu. Rüştiyelerin asıl çoğalması tanzimat yıllarına
rastlamaktadır.21
Mekteb-i Tıbbiye
Osmanlı Devletinde hekimlik mesleği usta-çırak ilişkisiyle yürütülüyordu. Bu konuda eğitim veren tek
kurum Süleymaniye tıp medresesidir. Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla yeni kurulan ordunun sağlık
ihtiyacını karşılamak için bir tıp okulu açılması kararlaştırıldı.
Öneri II. Mahmud’un hekimbaşısı Behçet Efendi’den gelmişti. Tıp okulu da bu zaruret ile Hekimbaşı
Behçet Musa Efendi’nin Asakir-i Mansure-i Muhammediyyeye hizmet edecek tabip ve cerrahlarını
yetiştirilmesi için II. Mahmud nezdinde yaptığı girişim sonucunda kuruldu. 1827'de ilk tıp okulu "Tıphâne-
i âmire" adı altında açıldı. Bunun hemen arkasından (1828 ya da 1829'da) "Cerrahhane" adı altında bir okul
daha açıldı. 1831'de bunların ikisi de ıslah edildi. Cerrahhane'nin ıslahı için Avrupa'dan (Berlin'de ve
Petersburg'da ameliyattan ile ün kazanmış) bir profesör olan Sade de Galiere davet edildi. Fakat asıl
Tıbbiye'nin kuruluşu, 1838'de bu iki okulun birleştirilmesiyle başladı. Buna yerli ve Avrupalı hocalar tayin
edildi. Viyana’dan gelen Karl Ambroso Bernard’ın gelmesi Tıp fakültesinin kurulması için dönüm noktası
olmuştur.22 Tıbbiye'nin kuruluşunun anlamını en çok belirten olay, padişahın açılış töreninde bulunması
kurulan bu okula verdiği önemi göstermektedir.
Tıbbiyenin öğrenim dili Fransızca olduğundan bu dile çok önem veriliyordu. Bu nedenle ilk sınıf olan
dördüncü sınıf programında Osmanlıca, Arapça Fizik ve kimyanın yanında Fransızca gramer, Fransızca
kompozisyon ve Fransızca örnek metinler okutuluyordu. Üçüncü sınıfta ise bu derslerin yanında anatomi
ve botanik dersleri yer alıyordu. Öğrenciler dördüncü ve üçüncü sınıfları okuyunca ikinci ve birinci sınıflar
açıldı. İkinci sınıfın programında sağlık koruma, tıp bilgileri, organlar, askeri cerrahlık, birinci sınıfta ise iç
ve dış hastalıkları, doğum gibi dersler vardı. Okulun öğrenci mevcudu ilk başlarda 80 kişi idi, ancak bu sayı
giderek arttı.
1831 tarihinde saray içerisinde Cerrahhane açıldı. Başına ise Fransız Sade de Clare getirildi. Öğretim dili
Türkçeydi. Öğretim süresi 3 yıl olan bu kurum 1836 tarihinde Askeri tıbbiyeyle birleşmiştir. II. Mahmud
Tıbbiyedeki gelişmelerden çok memnundu. Nitekim okulu ziyaret etti, okula “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane”
adını verdi.
Tıbbiye gittikçe gelişti. Nitekim okul dördü idadi ve beşi yüksek kısım olmak üzere dokuz sınıflı hale
getirildi. İdadi kısmında Türkçe, resim, coğrafya, Osmanlıca, geometri, genel tarih, cebir, Fransızca, yüksek
kısımda ise fizik, kimya, anatomi, botanik, eczacılık, zooloji, organlar, cerrahlık, sağlık koruma, tıp
bilgileri, genel hastalıklar ve Fransızca gibi dersler okutuluyordu. Bu program akli ilimleri içermekteydi ve

21
Niyazi Berkes, a.g.e., s.183-184.
22
Niyazi Berkes, a.g.e., s.184.

16
gerçekten çağdaş düzeydeydi.23 Bu şekilde modern tıp eğitimi başlanmış oldu. Buradan yetişen hekimler
gelecek dönem Türk tıp gelişimine öncü olmuşlardır.

Mekteb-i Harbiye
Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra en büyük sorun yeni ordu için yetişmiş subayların olmamasıydı. Bu
subay ihtiyacının hepsini Avrupa’dan getirme imkânı yoktu. Bu nedenle harp okulu açılması kararlaştırıldı.
Osmanlı toprakları içerisinde Mısır’da Mehmet Ali Paşa bu manada bir okul açmış ancak II. Mahmud subay
isteyince çeşitli bahaneler üreterek reddetmişti.
Harbiye’nin kuruluşu konusunda en önemli teşebbüs 1831 ‘de gerçekleşmiştir. Hassa ordusu müşiri
Ahmed Fevzi Paşa, Selimiye’deki Mansure askerleri arasından birkaç yüz kişiyi seçerek bunları bölükler
halinde teşkilatlandırdı. Yaşları on dokuz ile yirmi bir arasında değişen erlere “sıbyan bölükleri” adı verildi.
Bunlara diğer erlerden farklı olarak okuma-yazma da öğretiliyordu. Başarılı olanlar onbaşı, çavuş ve
mülazım rütbelerini alarak kıtalara katılıyordu. Sıbyan bölükleri Harbiye’nin temelini oluşturduğu gibi
bölük erleri de ilk Harbiyeliler sayıldı.24
II. Mahmud, Namık Paşayı saraya çağırarak modern bir ordu kurma fikrini kendisiyle paylaştı. Bunun
üzerine Namık Paşa, Maçka kışlasını onararak ve modernize ederek binalar ekletti. Okulun müdürlüğüne
1834’de Mazhar Bey atandı. Öğretim kadrosu Türk ve başta Moltke olmak üzere yabancılardan oluşuyordu.
Okul 1 Temmuz 1835 tarihinde II. Mahmud’un katılımıyla büyük bir törenle açıldı. Okul ilk başlarda fazla
tercih edilmese de 1837 tarihinde Okul Nazırlığına atanan Selim Satı Paşa zamanında büyük gelişim
göstermiştir. Okul dört bölüme ayrılmış ve her bölümün başına bir hoca atanmıştı. Harbiye’den 1838
tarihinde 10 öğrenci öğretim için Viyana’ya gönderilmiştir. Okul Cumhuriyet devrinde Kara Harp Okulu
olarak Ankara’ya taşınmıştır.
Moltke yaptığı incelemelerde harp okulu için şu eleştirilerde bulunmuştur.
1) Öğrencilerin bilgisizliği. Yani okuyan talebelerin genelinin anca yazı yazabilme yeteneğinin olduğu
2) Halkın askere alınması. Halktan alınan askerin tecrübesiz ve bilgisiz oluşu.
3) Subay ve Komutan yetersizliği. Komutan ve Subaylar yeterli bilgiye sahip değiller. Birçoğu sadece yazı
yazabilme yeteneğine sahip.
4) Subay verecek toplumsal sınıfın Osmanlı geleneğinde olmayışı.
Mızıka-i Hümayun
1826 tarihinde Yeniçerilerin kaldırılışı ile birlikte Mehterhane de kaldırılmıştır. Yeniçeri Ocağının
yerine kurulan Mensure ordusuna bir bando takımı gerekiyordu. II. Mahmud bu ordu için bir bando takımı
kurulmasını 25 Aralık 1831 tarihli bir irade ile istemişti. Kurulacak bando modern bir orduya yakışacak
modern bir takım olacaktı. Doğu musikisi kadar Batı musikisine de yer verecekti.
Eski mehterhane, asker bir milletin kahramanlık duygularını ve ordu ihtiyacını nasıl karşılıyorduysa,
Avrupai askeri teşkilatın da bu ihtiyacını karşılamak üzere “Mızıka-i Hümayun Mektebi” kuruldu.

23
Nurdal Ağras, a.g.e., s.107-108.
24
Nurdal Ağras, a.g.e., s.109.

17
Fransız bestecisi M. Mangel ile ünlü İtalyan bestecisi Guiseppe Donizetti Türkiye’ye davet edildi ve
Avrupa’dan musiki enstrümanları getirildi. İstanbul’da Beşiktaş’ta, Dolmabahçe’deki köşklerden biri tahsis
edilerek 1831’de “Müzıka-i Hümayun” adıyla bir musiki okulu açıldı. Okulun hepsi Enderunlu olan
elemanlarının sayısı elli kişi civarındaydı
Donizetti, Sultan Mahmud ile görüşerek Müzıka-i Hümayunun başına getirildi ve Paşa unvanı verildi.
Ayrıca “Mahmudiye” Marşını da bestelemiştir.

İDARİ ALANDA YAPILAN ISLAHATLAR


Osmanlı Devleti 19. Yüzyıla gelinceye kadar ki idari anlamda son yüzyıllarda yaşadığı idari anlamdaki
problemler ve devletin o döneme göre hantal yapısı sebebiyle zor dönemler geçirmişti. Taşrada otorite
boşluğu nedeniyle doğan yönetim zaafı, bölgede yerel eşrafın güç kazanarak Ayanlık müessesesini
güçlendirmiştir. Bölgede bulunan ayanlar bazı durumlarda Devlete karşı gelmiş ve isyanlarla devleti zor
durumda bırakmıştır. 1808 tarihinde yayınlanan Sened-i İttifakta da görüldüğü gibi Devletle anlaşma ve bir
nevi özerlik gibi hakları da elde etmeleri Ayanların o dönemki gücünü görmek için bir nedendir.
Sultan II. Mahmud yönetimini ‘Mutlak Aydın Monarşi’ olarak belirtmek uygundur.25 Bu yönetim şekli
1830 tarihinden itibaren daha da belirginleşmiştir. Kendisi bu alanda hantal idari teşkilatlar yerine radikal
kararlarla yeni ve Avrupa usulü idari birimlere geçerek devlet organlarını daha işlevsel hale getirmeye
çalışmıştır.
Nazırlıların Kurulması
Osmanlı devletinin idare merkezi Divan-ı Hümayundu. Daha sonradan Sadaret kapısı denilen Bab-ı
Asafi önem kazanmıştır. II. Mahmud idari sistemi batılı bir şekilde düzenlemek istiyordu. Özellikle
Sadrazam ve Şeyhülislamda toplanan yetki gücünü kırmak için görev dağıtma yöntemini seçti.
Eski hükümet mekanizmasından belki en önemli ayrılış, bu meclislerin görevleri henüz belirlenmeden,
yapacakları kanunlar henüz ortaya konmadan, yürütme ve uygulama organları bakanlıklar olarak
belirlenmeden önce mutlak monarkın iradesiyle geleneksel iki üst makamın yerlerini ve anlamlarını
değiştirmede kendini gösterdi. Bunların birincisi sadrazamlık, ikincisi Şeyhülislâmlıktı. Eski sistemde,
farklı yollardan olmakla birlikte bunların ikisinin de despotik yetkiyi keyfî bir güç olmaktan alıkoyacak
yetenekleri vardı
Bu iki makamın, hükümdar iradesini sınırlayıcı olabilmelerine karşı, III. Selim örneğinde gördüğümüz
gibi, hükümdarın reformculuğa eğilimli olduğu hallerde onların bu yetkisinin olumlu olmaktan çok
olumsuz sonuçlar verdiği olurdu. Padişahların ya bir sadrazamın ya da şeyhülislâmın kuklası durumuna
geldiği görülmüştür. II. Mahmut, sadrazamlığı hükümdarın mutlak vekili olmaktan çıkararak "başvekil" adı
altında silikleştirdi. Şeyhülislâmlık'ı da hükümet yönetimi ve planlama kurullarının dışında bıraktı.
Başvekilin işi, meclislerin çalışmaları arasında birlik, bunlarla padişah arasında bir bağ kurmaktı. Bu da,
hükümdara karşı sorumlu bir kabine sistemine doğru atılmış ilkel bir adımdır.26
Başvekil unvanı 30 Mart 1838’den itibaren kullanılmaya başlandı. Görevi nazırlıklarla Padişah
arasındaki irtibatı sağlamak oldu. Böylece mutlak yetkilerden arındırılmış oldu. Yapılan düzenlemelerle
Sadaret kethüdarlığını 1835 yılında Umur-ı Mülkiye Nezareti’ne, 1837’de Umur-ı Dâhiliye Nezareti’ne
çeviren Sultan II. Mahmud, Reisülküttablığı 1836 yılında Umur-ı Hariciye Nezareti’ne, Başdefterdarlık

25
Niyazi Berkes, a.g.e., s. 171.
26
Niyazi Berkes, a.g.e., s. 174.

18
makamını da Umur-ı Maliye Nezareti’ne çevirdi. Çavuşbaşılık ise 1836 yılında Adliye Nezareti oldu.
Yeniçeri ağalıgı ise, Ocağın kapatılmasından sonra seraskerlik makamına çevrilmiştir.
Seraskerlik, aslında daha önceleri ordu komutanlarına verilen bir unvandı. 1835’den sonra yapılan
düzenleme ile Genelkurmay başkanlığına karşılık gelen bu kurum Sadrazamlık ve Şeyhülislamlıkla
eşdeğerde kabul edilmiştir. Böylece Şeyhülislamlık, Sadrazamlık ve Seraskerlik, aynı düzeye getirilmiş
oldu.27
Ayrıca bu dönemde evkaf ve ticaret nazırlığı kurulmuştur. Bunun yanında Şehreminliği kaldırılarak
yerine İhtisap Nezareti kurulmuştur. İhtisap nezaretinin görevi Vilayetlerde vergi toplamak ve kolluk
kuvveti görevini yürütmekti. Aynı zamanda bu dönemde Valiler bulunduğu bölgenin vergileriyle değil
maaş usulüyle kazanç sağlamaya başlamışlardır. Böylece Valiler merkeze bağlanmıştır.
Kurulan Meclisler
II. Mahmud kurduğu nazırlıkların yanında III. Selim’den itibaren uygulanan meşveret meclisinde farklı
olarak Dar-ı Şura-i Bab-ı Ali (Hükümet şurası), Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye ve Dar-ı Şura-yı Askeriye
meclislerinin kurdu. Bunların birincisi merkezî hükümet organı ile ikincisi adalet organları ile, üçüncüsü
ordu ile ilgili yeni kurallar koyacak meclisler olarak kurulmuştur. Bu meclislerin çalışmalarının amacı yeni
"nizâmât-ı esâsîyye" hazırlamaktır.28
Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliyye
Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye (adalet işlerinden yüksek düzeyde sorumlu bir meclisti) 24 Mart
1838’de Gülhane’de kurulmuştur. Memurların muhakemesi, hükümet ile halk arasındaki davaların
görüşülmesi gibi mühim meseleler ile ilgilenen bu meclis, Danıştay ve Yargıtay yetkilerine sahip en önemli
organ olarak kuruldu.
Kararlar çoğunluğa göre verilse de son sözü mutlaka Padişah verirdi. Kurulduğu andan itibaren tam bir
reform meclisi olarak çalışan bu meclisin aldığı kararlar Padişah’ın Hattı Hümayunuyla ve ya
Şeyhülislamın fetvasıyla kanun haline gelirdi.
Dar-ı Şura-i Bab-ı Ali
Vaka-i Hayriye’ye kadar Bab-ı Ali’de işler iki yönlü işlerdi. Önemli hususlar için Sadrazam, Kaptanpaşa,
Şeyhülislam, Kehtüda, Defterdar ve Kazasker bulunurken, önemli olmayan işlerde isse Kazasker, İstanbul
kadısı gibi kişiler Sadrazamla arz odasında görüşürdü.
Bakanlıkların kurulmasıyla Bab-ı Ali’de değişiklikler oldu. 1838’de Dar-ı Şura-i Bab-ı Ali kuruldu. Bu
meclis yürütmenin yüksek bir kurulu mahiyetindedir. Bab-ı Ali’de kurulmuştur. Kanun önerilerini
incelemekte görevlidir.
Dar-ı Şûra-i Askeri
1836 tarihinde Bab-ı Seraskeri’de kurulmuştur. Askeri ıslahatlar için gerekli nizamnameleri hazırlayan
meclistir. Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine kurulmuştur. Dar-ı Şûra-i Askeri Meclisi kişilerin askeri
ödevleriyle ilgili kuralları saptamak, batı devletlerinde yürütülen askerlik usullerini incelemek ve Türk
ordusunun ilerlemesi yolunda tedbirleri bulup ortaya koymakla görevliydi. Meclisin bir de tercüme odası
vardı.

27
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 55-56.
28
Niyazi Berkes, a.g.e., s. 174.

19
Meclis-i Vükela
1838 tarihinde nazırlıkların kurulması ile birlikte Modern idari şekle yönelme olmuştur. Bununla
birlikte Meclis-i Meşveret ve Meclis-i Şura yerini Meclis-i Vükelaya bırakmıştır. Padişah bu meclise
‘Meclis-i Has-ı Vükela’ adını vermiştir.29
Meclis-i Vükela başvekilin veya sadrazamın başkanlığında toplanıp önemli devlet işlerini görüşür ve
icra işlerinde nezaretler arasında koordinasyonu sağlardı. Nazırların her biri nezaretlerinin görev alanına
giren işlerden sorumluydu. Meclis, gerekli gördüğü veya alt kademedeki diğer meclislerin hazırladığı
tasarıları ve meseleleri tartışıp gerekli düzeltmeleri yapar, daha sonra sadrazam bunları bir tezkireyle
padişahın onayına sunardı.
1922 tarihinde son sadrazam olan Ahmed Tevfik Paşanın istifasına kadar varlığını sürdürmüş, daha
sonrasında kaldırılmıştır.
Tercüme Odaları
Sultan Mahmud dönemin hâkim dili olan Fransızcanın öğrenilmesini teşvik etmiş ve Bab-ı Ali’de
Tercüme odası açtırmıştır.30 1833 tarihinde açılan bu oda dış ülkelerle olan yazışmaları yürütmek için
kullanılırdı. Ayriyeten Fransızca bilen memur yetiştirmek temel amaçtı. İshak Efendi ve Şanizade Ataullah
Efendi bu odada çalışmış önemli kişilerdir.
Tercüme odası sadece diplomatik değil hemen her yönde etkili kişilerin yetişmesine yardımcı olmuş,
divan edebiyatından batılı tarzdaki Tanzimat edebiyatına geçişte önemli katkı sağlamıştır.
Ayanlarla Mücadele Ve Yönetim Alanında Düzenleme
Ayan; bir şehir, kasaba, zümre ve dönem içindeki ileri gelen kimseler anlamındadır. XVI. yüzyılın
ikinci yarısında ayanlar, iltizama katılmak ve çiftçiye borç para vermek suretiyle servetlerini çoğaltıp
topraklarını genişlettiler. Bunun yanı sıra bazen bozulan işlerini düzeltip devam ettirebilmek ve bazen de
nakdi vergilerini ödeyebilmek amacıyla borç alan halkı kendilerine daha bağımlı hale getirdiler. Bu
şekilde ayanlar, mali ve içtimai bakımdan giderek güçlendiler.
II. Mahmud tahta çıktığı zaman bazı eyaletlerde yarı bağımsız ayanlar türemişti. Sadrazam Alemdar
Mustafa Paşa onları başkente toplayarak Sened-i İtttifakı hazırlatmıştı. II. Mahmud bu olay ile birlikte
devletin otoritesini sarsan ayanlara karşı mücadeleye girişmekte kararlıydı. 1812 Bükreş Anlaşmasından
sonra bu olay için gerekli alanı bulan II. Mahmud merkeziyetçi bir politika izleyerek ayanların üzerine
yürümeye başladı.
II. Mahmud, itaatkâr ve güçlü olan ayanlara karşı kuvvet kullanmayıp onların ölümlerini bekledi.
Ölümleri üzerine yerlerine varislerini değil de Bab-ı âlinin temsilcilerini tayin ederek taşradaki etkilerini
azalttı. Padişah asi ayanlar üzerine ordu göndermek ve bazen da onları birbirine düşürmek suretiyle
merkezi otoriteyi hâkim kılmayı başardı. Mesela Tepedelenli Ali Paşa ve Tekelioğullarının üzerine ordu
yollarken Tuzcuoğullarına karşı Hazinedaroğullarını kullandı. Asi ayanların çoğunu idam ve malları ile
emlakini de müsadere ettirdi.31 Bu şekilde ayanların birçoğunu etkisiz hale getirdi. Bu bölgelere devlete
sadık kişileri atayarak merkezi otoriteyi yeniden tesis eyledi. 1833’ten itibaren Ayanlık seçimi yerine
muhrtarlık seçime gidilerek Ayanlık sistemine son verildi.

29
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 59-60.
30
Kemal Beydilli, ”II. Mahmud”, DİA, 2003, c.27 s.355.
31
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 74.

20
Sultan Mahmud eyaletlerin yönetiminde de değişiklikler yaptı. Daha önce, eyaleti yöneten vali
vergileri toplamakta bu yüzden de zaman zaman halka ağır vergiler, salmalar konmakta idi. Düzenin
ağırlık noktası, vilayetlerin, başkente bağlılığını sağlamak suretiyle kuvvetli bir merkeziyetçilik
oluşturmaktı. Padişah valilerin vergi toplama işine son verdi ve onlara maaş tahsis ederek valileri merkeze
bağladı. Valilerin kapı halkı bulundurmaları kaldırıldı. Bu sistem ile her yönüyle merkeze bağlı, görev ve
yetkileri belirlenmiş, azli sırasında isyan etmeyen itaatkâr valiler iş başına getirildi.
Valilere redif adı altında Avrupa usulü asker yetiştirme görevi verildi. Daha sonra bunun için
müşirlikler kuruldu. Müşirlikler bulundukları yerlerin askeri, mülk ve mali işleri ile de uğraşmışlardır.
Bundan başka, İstanbul vilayetinden başlanmak üzere, bütün vilayetlerde halkın hükümetle olan
münasebetlerinde aracılık yapmak üzere muhtarlıklar kuruldu.32 Böylece merkezi otorite yerel birimlerde
kuvvetli bir şekilde sağlanmış oldu.
Diğer Islahatlar
Gelecek dönemler için büyük etkiler bırakan reformlara imza atan Sultan II. Mahmud Sultan II.
Mahmud olumlu ilişkilerini yeniden düzenleyici ve uyruklara yeni bir takım güvenceler tanıyıcı
girişimlerde de bulundu. II. Mahmud döneminde, Tanzimat’ın kanunlaştırma hareketlerine zemin
hazırlaması bakımından önemli iki Ceza Kanunnamesi kabul edilmiştir.
II. Mahmud kadıların fonksiyonunda değişikliğe gitmiş ve yetkilerini kısıtlamıştır. Kadıların mahalle
nezdindeki yardımcısı olan imamların yanında 1829’da muhtarlık teşkilatını tesis ederek yönetime ortaklık
getirmiştir. Muhtarlık teşkilatının kurulmasıyla vergi salınması ve toplanması, mahalle veya köyün
güvenlik işleri Muhtarların yetkisi dâhiline verilmiş ve İmam da aynı derecede sorumlu tutulmuştur.
Dolayısıyla Muhtarlık müessesesi, her ne kadar muhtarlar İmamların kefaletiyle seçilseler de İmamların
yetki ve sorumluluklarını almaya başlamış ve böylece İmamların görev ve işlevleri de dini alanla
sınırlandırılmaya doğru yol almıştır.
Ayrıca yeniden dış ülkeler elçiler gönderilme usulüne geri dönülmüş, Mustafa Reşit Paşa Büyükelçi
rütbesiyle Paris’e gönderilmiştir. Böylece batı ile ilişkiler güçlenerek devam ettirilmiştir.

32
Nurdal Ağras, a.g.e., s 75-76.

21
SOSYAL ALANDA YAPILAN ISLAHATLAR
Toplumsal anlamda bakacak olursak II. Mahmud dönemi Osmanlı toplum yapısında bir dönüm noktası
olarak görebiliriz. Bu dönemden itibaren gerek kıyafet gerekse toplumun ifade ettiği anlam değiştirilerek,
klasik Osmanlı toplum anlayışı ve zihniyeti değiştirilmeye çalışılmıştır.
II. Mahmud’un "Ben tebaamın Müslümanını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark
ederim. Aralarında başka fark yoktur, Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim tamdır, hepsi evladımdır."
cümlesiyle Osmanlı halkının Sultanın gözünde ne ifade ettiğini net bir biçimde anlatmıştır. Bu dönemde
sosyal anlamda yapılan ıslahatlara bakacak olursak şunları söylememiz gerekir

Kıyafet Kanunu
II. Mahmud’un yaptığı ıslahatlardan en net gözükeni kıyafet üzerine yapılanıdır. II. Mahmut'un
çağdaşlaşma çabalarının, doğrudan doğruya kendini örnek yaparak, biraz da hem kendini hem halkını
zorlayarak yürüttüğü bir yanı daha vardır ki bunları dış gözlemcilerin kimileri yazılarında gülünç bulurken
kimileri de takdirle anarlar. Tıbbiyenin açılışında Sultan Mahmud batının model alındığını açık açık
söylemişti. 33
II. Mahmud’un yapmış olduğu değişikliklerden biriside Osmanlı padişahlarına ait birçok tören ve
gelenekleri bırakması ve bu arada hükümdarların ananevi giyiniş tarzını terk edip batıdan Mısır’a girmiş
olan kıyafeti kabul etmesiydi. Sultan Mahmud 3 Mart 1829’da Türkiye tarihinde mühim bir dönüm noktası
olan “kıyafet kanununu yayınladı.
Yeni kıyafet konusunda Mehmet Ali Paşa’nın Mısırda uyguladığı kıyafet sistemini benimsedi ve halk
arasında bu kıyafetle dolaşmaktan çekinmedi. Sakalını da kısa kesti. İlmiye sınıfı hariç bütün devlet
memurları pantolon ve ceket giyeceklerdi Batıda dini sınıf bugün de kıyafetleriyle diğer sınıflardan
ayrılırlar.
II. Mahmud, setre ve pantolonu mecburi kıyafet yaptıktan sonra serpuş meselesini de ele aldı. Serpuş,
Osmanlı İmparatorluğu’nda ırk, din, tarikat, sınıf ve meslek alameti idi. Devlet adamları kavuk giyerlerdi.
Fakat kavukların şekli meslek ve rütbelerine göre değişirdi. Fesin kabul edilmesi halk arasında hoş
karşılanmadı. Sultan devlet adamlarının fes kullanımını mecburi kıldı.34
Batılı tarzda kurulan ordunun kıyafeti de batılı tarzdaydı. Dış gözlemcilerin ifadeleri bu durumu anlamak
için önemlidir. Mareşal Marmont kıyafet konusunda şöyle der: "[Askerî tesisleri ziyaretim] eski kıyafetle
yeni kıyafet farkı üzerine bir yargı edinmeye vesile oldu. Yeni kıyafetin alınması ile eski Türk kıyafetinin
bütün ağırbaşlılığı yok oldu. Eskiden giyilen o zarif sarıkların, bol çakşırların yerini şimdi biçimsiz uzun
ceketler, pantolonlar, yakışıksız başlıklar [fes] aldı.
Ancak ulema, eski kıyafetini alıkoymak imtiyazını sürdürüyor; eski zamanlar da bu ırkı ayıran güzel ve
görkemli görünüşü ancak onlar sürdürmektedirler. Diğerleri, düşmüş uluslara özgü sefil ve aşağılık bir
manzara gösteriyorlar". Marmont, askerî tesisleri gezisinde Mahmut'un eski biçim eğerler yerine, Avrupa
usulü eğerleri alışına da çok hayıflanır, çünkü "eski Osmanlı eğerleri onların büyüklüğünün bir simgesi idi;
hem de çok dekoratiftiler".35

33
Niyazi Berkes, a.g.e., s. 194-195.
34
Nurdal Ağras, a.g.e, s. 64.
35
Niyazi Berkes, a.g.e., s. 196

22
Nüfus Sayımı Ve Mülk Yazımı
Merkezi hükümete yönelik düzenlemeleri, İmparatorluğunun tebaasını doğrudan ilgilendiren reformlar
izledi; Osmanlı Devleti’nin tarihinde ilk defa olarak, nüfus ve mal sayımı için bir girişim tertiplendi.
Hükümet, Yeniçeri Ocağı‘nın kaldırılmasından sonra, kurulması kararlaştırılan yeni asker için insan ve
vergi kaynaklarına muhtaçtı. Bu kaynakların değeri hakkında bir düşünceye sahip olmak için sayım
yapılması kararlaştırıldı.
Nüfus sayımının ne şekilde yapılacağını tayin etmek için özel bir meclis kuruldu. Bu meclis gereken
talimatnameleri hazırladı. Rumeli ve Anadolu bölgelerini kapsayan nüfus sayımı gerçekleştirmek askeri bir
amaca hizmet ettiğinden bu sayım kadınlardan ziyade sadece erkekleri kapsıyordu.
Erkek nüfusunun sayımı din esasına göre yapıldı. Bu suretle Rumeli ve Anadolu’nun İslam ve Hıristiyan
erkeklerinin sayısı tespit edildi. İslam nüfusu içinde Kıptilerle aşiretler de ayrı sayıldı. Reaya adıyla
gösterilen Hıristiyanlara gelince, genel olarak, ırk ve dil farkı gözetilmeden yapıldı. Sayım neticesi Anadolu
ve Rumeli’de dört milyona yakın erkek nüfusunun varlığını meydana çıkardı. Bunun takriben bir buçuk
milyonunun Rumeli’de, iki buçuk milyondan biraz fazlasının da Anadolu’da Olduğu anlaşıldı. Rumeli’de
az sayıda Yahudi ve Kıpti bir tarafa bırakıldığı takdirde, sekiz yüz bin Hıristiyan karşısında beş yüz bin
Müslüman tespit edildi. Anadolu’da ise iki milyon İslam nüfusuna mukabil dört yüz bin Hıristiyan olduğu
anlaşıldı. 36
Nüfus sayımı yapılırken aynı zamanda mülk sayımı da yapıldı. Böylece hane sayısı tespit edilerek
alınacak vergilerde bir esasa bağlanmış oldu. Askeri bir amaç taşısa da modern anlamda yapılan bu nüfus
sayımı ilk olduğu için önem arz eder.
Posta Teşkilatı
II. Mahmud 1834 tarihinde şu hatt-ı hümayun ile Türkiye’ye posta usulünün alınması gereğini anlattı:
“Nizam-ı mülk-ü hümayunumun istihsali emniyeti ve irat tedariki vecibeden olduğuna ve Dersaadetimden
taşraya gönderilen ve taşradan Dersaadetime gelen mekatip kimden kime gidip geldiği malum olmamak
münasebetiyle tahrirat maddesinde fesat tekevvün ve zuhur ettiğine binaen bu madde dahi yoluna konulmak
üzere hattır-ı hümayunuma şu veçhile hutur eder ki memalik-i sairede cari olduğu misillü tarik-i devlet-i
aliyyemde kargüzar bir kimesne hüsnü tabir ile bu lıususu nazır-ı nasp ve bir münasip mahal tahsis olunarak
tarafından Anadolu ve Rumeli’nin münasip mahallerine adamlar ikame edüp fimabaat hiç kimesne
hodbehod mektup göndermeyüp gerek ehl-i İslam ve gerek reaye ve efrenç taifeleri gönderecekleri mektup
ve emanetlerini nazıra götürüp sebt-i defter olunarak her bir mahalle muvakkaten tatar ihraciyle mahallerine
gönderüp adamlar marfetiyle ihsaniye verilse ilh…”.37
Nihayet mutlakiyetçi devletin en önemli gereklerinden biri olan posta teşkilatı kuruldu. İlk anda
Üsküdar-İzmir arasına kurulan posta istasyonları her yere yayılmaya başladı. 38 Bununla birlikte iletişim
araçları Sultan Mahmud’un halefleriyle arttırıldı. 1855 yılında ilk telgraf hizmete açıldı.

36
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 63-64.
37
Nurdal Ağras, a.g.e., s.66-67.
38
İlber Ortaylı, a.g.e., s. 54.

23
Pasaportun Uygulanmaya Başlanması ve Müsadere Usulünün Terkedilmesi
Hariciye Nezaretinin kurulmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin sınırları dışına yapılacak seyahatler
için pasaport uygulamasına geçilmesi kararlaştırıldı. Ayrıca memleket içi geziler için de ‘Mürur Tezkiresi’
alınması kararlaştırıldı.
II. Mahmud döneminden önce, bir yabancı ülkeye giden yolcu özel bir pasaport alabilmek için gideceği
ülkenin elçiliğine başvurmak zorundaydı; hatta Osmanlı diplomatik heyetlerinin üyeleri bile aynı prosedürü
izlemek zorundaydı. Mürur Tezkiresi de II. Meşrutiyete kadar uygulanmıştır.
Müsadere sistemi suçlu bir kişinin malına kanunen el koyma anlamı taşır. Padişahların müsadere için
dört sebebi olduğu gözükmektedir. Güçlü merkezi bir imparatorluk kurmak ve merkezi otoriteye rakip
olabilecek güçlerin oluşumunu engellemek, ekonomik bunalım ve savaş zamanlarında hazineye gelir
sağlamak, üst düzey devlet görevlilerinin öldükten sonra mirasçılarına bir şey bırakamayacaklarını
düşünerek dürüst davranmalarını sağlamak, devlet adamları ve nüfuz sahibi kişilerin çeşitli gayri kanuni
metotlarla devlete ait malları ele geçirme ihtimallerine karşı önlem almak.39 Bu nedenle müsadere
suistimale açık bir uygulamaydı.
II. Mahmud da müsadere sistemini çokça kullanan bir padişahtı. 1808 Yeniçeri isyanında Alemdar
Mustafa Paşanın öldürülmesini fırsat bilerek birçok ayanı idam ettirip mallarını müsadere etmiştir. Bu
şekilde Ayanların gücünü kıran Sultan Mahmud, Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra birçok Bektaşi
ocağının kapatılıp mallarının müsadere edilmesini emretmiştir.
Ancak pek çok devlet adamının karşı olduğu müsadere sistemi 17 Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağının
kaldırıldığı gün II. Mahmud’un fermanıyla kaldırılmıştır.
II. Mahmud söz konusu fermanında “bundan böyle saltanatın millet için bir dehşet, bir korku kaynağı
değil bir destek olmasını istiyorum. Bunun için kişinin malına devletçe el konulması ge1eneğini
kaldırıyorum” demesine ve müsaderenin ancak kamu malı olduğu mahkeme kararıyla saptanan servetlere
uygulanması kuralını getirmesine rağmen müsadere tamamen kalkmış olmuyordu. Bu ferman, müsadere
usulünü tamamen ortadan kaldırmamış, devlet memurları dışında çeşitli yollardan servet sahibi olmuş
kimselere ait malların bundan böyle müsadere edilemeyeceği hükmünü koymakla yetinmiştir.40
Sağlık, Sosyal Ve Kültürel Alanda Yapılan Diğer Islahatlar
II. Mahmud ihtiyar ve düşkünler için hastaneler yapılmasına, ilim ve maarifin yayılmasına, her yerde
mektepler yapılarak çocukların cahillikten kurtulmasına, yolcuların ve ticaret adamlarının emniyetinin
sağlanmasına gayret etmiş, memleketin asayişinin temini için polis teşkilatı kurulmasına ve daha faydalı
birçok işin yapılmasına ön ayak oldu. Devlet erkânının evlerine masa, iskemle girdi, sofralarda çatal ve
bıçak kullanıldı.
O zamana kadar Bab-ı aİi’de memurlar için hafta tatili yoktu. Bab-ıali her gün açıktı. 1836’dan itibaren
Bab-ı âli’nin Perşembe günleri tatil edilmesine karar verildi. İlk buharlı vapur bu dönemde alınmıştır. 5
Eylül 1836’da ilk ahşap Galata Köprüsü yapılmıştır. Memleket içi seyahatler yaparak kendini halka
göstermiştir.

39
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 69.
40
Nurdal Ağras, a.g.e., s.71-72

24
Yakın doğuyu etkisi altına alan kolera salgını için karantina uygulamasına geçti. 1831 tarihinde geçilen
bu uygulama ülkede tartışmaya sebebiyet verdi. 1835'te ilk Karantina Müdürlüğü kuruldu; Dârü'l-Etibba
(Hekimler Dairesi) adıyla kurulan kuruma Fransızca çevirmeni olarak atanan Cezayirli Hamdullah bin
Osman adlı zata, karantinanın ha-ram olmadığına dair bir risale yazdınldı.25 1836'da Takvîm-i Vakayı
gazetesinde karantinanın faydalan üzerine yazılar çıktı. Karantina uygulayan ülkelerden getirilen
uzmanların yardımı ile 1838'de Sağlık İşleri Meclisi (Meclis-i Umûr-ı Sıhhiye) adı altında bir daire kuruldu.
İlk uluslararası sağlık kongresi diyebileceğimiz bir toplantı sonunda Türkçe ve Fransızca olarak sağlık işleri
nizâmnâmesi hazırlandı.41 Ayrıca II. Mahmut'un bir iradesiyle 1839'da çiçek aşısı uygulamasına başlandı.
Bunun caiz olduğuna dair fetvalar çıkarıldı.

İKTİSADİ ALANDA OLAN GELİŞMELER

Balta Limanı Anlaşması Ve Gümrük Kolaylığı


XIX. yüzyıl ile başlayan Sanayi devrimi ile birlikte artan ham madde ihtiyacıyla birlikte Avrupalı
devletler kaynak arayışına başlamış ve bunun sonucunda Osmanlı Devleti, Batılı devletlerin ilgi alanına
girmişti. Mısır’da Mehmed Ali Paşanın isyanıyla baş edemeyen II. Mahmud, bu sorun ile ilgili İngiltere ile
işbirliği yapmaya çalıştı. Bunun sonucunda 16 Ağustos 1838 Tarihinde Balta Limanı Anlaşması imzalandı.
İngiltere ile yapılan 1838 ticâret muâhedesi, Mehmed Ali ısyânı ile ilgilidir. Ve bu anlaşma dolayısıyla
bu sırada Londra büyükelçisi olan Mustafa Reşid Paşa, hattâ II. Mahmud, ağır şekilde tenkit edilmiştir. Bu
muahede, Osmanlı imparatorluğunda tekel usûlünü kaldırıyor ve İngiltere lehine gümrükleri indiriyordu.
Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ise, ordu ve donanmasının % 60 gelirini bu tekel usûlünden sağlıyordu. Bu
sûretle, imparatorluğun bir eyâleti olan Mısır’dan da tekel kalkmış oluyordu. Bu Mehmed Ali için yıkım
teşkil ediyor, silahlı kuvvetlerini ayakta tutamayacak hâle getiriyordu.42
Osmanlı topraklarında öteden beri uygulanan ihraç yasakları tamamen kaldırılıyor, yabancı tüccar her
istediği malı satın alma imkânını kazanıyordu. Gerek zirai mahsuller gerekse diğer eşya üzerine konan yed-
i vahid usulü ile şimdiye kadar satın alınan malların bir yerden başka bir yere nakli için alınması gereken
tezkireler tamamen kaldırılıyor, bu hususların aksine hareket eden Osmanlı memurlarının şiddetle
cezalandırılacakları ve bundan dolayı zarara uğrayacak İngiliz tüccarının zararının da tazmin edileceği
garanti ediliyordu. Üçüncü madde bir bakıma 1809 Kal’a-i Sultaniye Muahedesi’nin iç ticaretle ilgili
maddesinin tekrarı veya geliştirilmiş şekli idi. İngiliz tüccarı, Osmanlı mahsullerinin yerli tüccar gibi alıp
satma ve yerli tüccar içinde de en imtiyazlı olanla aynı statüde resim ödeme hakkına sahip oluyordu.
İngiliz tüccarının ihraç ettiği Osmanlı mahsullerinden alınacak resmler dördüncü madde ile tespit
edilmişti. Aslında harici gümrük resimleri ihracat ithalat oranlarında bir değişiklik yapılmamıştı. Bu
resimler eskisi gibi % 3 olarak alınmakta devam edecekti. Fakat 1826’dan beri çeşitli adlarla alınmakta olan
resmler kaldırılıyor ve hepsinin yerine geçmek üzere % 9 oranında tek bir resim konuyordu. Bu resim, malı
yerli veya yabancı tüccardan hangisi memleket dâhilinden iskele şehrine getirilirse ondan alınacaktı. Yani
İngiliz tüccarı malı iskelede satın aldığı takdirde sadece % 3 resim ödeyecekti.

41
Niyazi Berkes, a.g.e., s. 188-189.
42
Yılmaz Öztuna, a.g.e., s. 108.

25
Beşinci madde Boğazlardan geçecek gemilere verilecek “izn-ı sefinelerin süratle verileceğine. Altıncı
madde ise bu muahedenin Asya ve Afrika’daki bütün Osmanlı ülkeleri ve Mısır da tatbik edileceğine dairdi.
Yedinci madde, yapılacak tarifenin yedi yıl süreyle yürürlükte kalacağı müddetin bitiminde taraflardan
birinin müracaatı üzerine yenileneceği, aksi halde süresinin yedi yıl daha uzayacağı, muahede
tasdiknamelerinin dört ay içinde teati edilip 1 Mart 1839’dan itibaren yürürlüğe gireceği belirtiliyordu.43
Balta Limanı ile birlikte İngiltere’ye verilen haklar daha sonrasında diğer Avrupalı devletlere de
tanınmıştır. Osmanlı, İngiltere’ye verdiği bu haklar karşısında İngiltere’den kendisini korumasını istiyordu.
Ancak verdiği bu haklar aynı zamanda Kapitülasyonları pekiştirdiği için devlet adına büyük sorun teşkil
ediyordu.

Dönemin Para Politikaları


Ülkenin girdiği savaşlar, ülke içi finans durumları ve iç karışıklıklar Osmanlı’da sikkelerin bu dönemde
sürekli tağşişe uğramasına yol açmıştır. Bu kadar etkili siyasi, sosyal ve ekonomik olayların meydana
gelmiş Olduğu bu saltanat süresi, aynı zamanda Osmanlı tarihinde sikkelerin, yani tedavüldeki paraların
ayarlarıyla en çok oynandığı (tağşiş edildiği) dönem olmuştur. 1808-1830 yılları arasında altın sikke 35 ve
gümüş sikke 37 kere tağşiş edilmiştir.
I. Mahmud tahta çıktığında Osmanlı kuruşunun içinde 5,9 gram gümüş vardı. 30 yıllık saltanat
içerisinde ise gümüş miktarı 0,5 gram ile en düşük değere indikten sonra 1832 de 0,94 gram ve 1844 ‘te
1,00 grama çıktı. Bu durumda gümüş para 1844 yıllarında arasında %83 değer kaybetmiş oldu. Sık sık
başvurulan tağşişler nedeniyle II. Mahmud Osmanlı tarihinin en fazla (3.500 çeşit) para basan padişahı
olmuştur ve enflasyonun en yüksek olduğu dönemler onun saltanatı sırasında yaşamıştır.44
Çuha Fabrikasının Kurulması
1826 sonrası çağdaş, donanımlı bir ordu oluşturma gereği, devlet öncülüğünde fabrika üretimine
geçilmesini sağlamıştı. Osmanlı sanayi atılımının 19. yüzyıldaki ilk örnekleri, bu sebeple pazar
göstergelerinden uzak, kar amacı olmayan ve devletin ihtiyaçlarını gidermeye yönelik fabrikalardan
oluşmaktaydı
Bu sırada Osmanlı imparatorluğu pazarları Avrupa mallarının istilasına uğramış bulunuyordu. Bu
istilanın korkunç bir şekil almasına devlet de yardım etmişti. Çünkü yeni kurulan ordunun elbisesi için
gereken çuha Nemçe ve Fransa’dan getirilmekteydi. Bu yüzden de her yıl kırk-elli bin kese memleket dışına
çıkmaktaydı. Fabrika mallarının Osmanlı şehirlerini istila etmesi, el tezgâhları ile yerli sanayiyi öldürmüştü.
Devlet bunun önlenebilmesi için tedbirler almaya başladı. Devlet adamlarının yabancı kumaşlar
kullanılması yasaklandı. İstanbul Eyüp’te 1827 yılında on beş çarklı bir iplikhane ve 1834’te bir Feshane
Fabrikası kurulmuşu. Tanzimat döneminde, sanayileşmeye yönelik bir girişim olarak görülen Feshane’nin
yanı sıra İzmit, Çuha, Hereke ve Bakırköy’de basmahane fabrikaları ve Zeytinburnu’nda bir dokuma
fabrikası kurulmuştu. Ancak 1838’de imzalanan Balta Limanı Anlaşması yerli üretimi olumsuz etkilemiş,
kurulan fabrikalarda üretilen kumaşlar Avrupa kumaşlarıyla yarışamamıştır.

43
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 81-82.
44
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 85-86.

26
YAPILAN DİĞER YENİLİKLER
Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi
Rusya ile Edirne Antlaşması’nın imzalanmasından sonra yabancılarla görüşmek, Avrupa usulünü
öğrenmek ve zamanın zaruri ihtiyaçlarını daha bu dönemde bellemek ve aynı zamanda bilgi sahibi insanlar
yetiştirmek maksadıyla ilim, bilgi ve yeni teknikler ve gereken bilgileri öğrenmeleri için Müslüman
ailelerin çocuklarının Avrupa memleketlerine gönderilmesine padişah iradesi sadır oldu.
II. Mahmud düzene başladığı sıralarda Müslüman halkın Hıristiyanlar hakkındaki duygu ve
düşüncelerini göz önünde tutarak, Müslüman öğrenciler yerine Hıristiyan reayadan öğrenci göndermeyi
düşündü. Fakat Harp Okulu ve Tıp Okulu kurulduktan sonra öğretmen ve memur yetiştirmek için bu
okullarla Enderun ağalarından yüz elli kişilik bir kafile Avrupa’nın türlü memleketlerine gönderildi.
Sonuç olarak XIX. yüzyıl başlarında Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi hareketleri içinde önemli bir yer
tutmaktadır. Osmanlı Devleti tebaasından Avrupa’ya tahsil için-öğrenci gönderilmesi konusunda Mısır
Valisi Mehmed Ali Paşa’nın Paris’e yolladığı öğrenciler, Fransa’ya ilk gönderilenleri teşkil etmektedir.
Osmanlı Hükümeti ise 1830 yılında Paris’e burslu olarak öğrenci yollamaya başlamıştır. Fransa’da tahsil
görenlerden bazıları memlekete dönüşlerinde önemli vazifelere getirilmişler ve bazı sahalarda da öncü
olmuşlardır. Fransa’ya gönderilen ilk Osmanlı öğrencilerinin tamamına yakını askeri tahsil yapmışlardır.45
Takvim-i Vekayi
II. Mahmud devrinde yayıma da önem verildi. O vakte kadar devleti ilgilendiren olaylardan halkı
haberdar etmek için resmi bir gazete çıkmamıştı. Hâlbuki Avrupa memleketlerinde uzun zamandan beri
böyle gazeteler çıkmakta idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda beliren ilk gazeteler Fransızca olarak çıktılar. Bu
yayın organları ilk etapta Fransız okurları hedeflemek amacını gütmüşlerdir. 46
Sultan II. Mahmud tüm Osmanlı vatandaşlarının yurtta ve dünyada olanları, yabancıların da Osmanlı
yönetiminin resmi görüşünü öğrenmesi yanlış haberlerin yayılmasını engelleyerek asayişini sağlanması,
fen, sanat, sanayi ve ticarete dair bilgileri yaygınlaştırılıp halk yararına sunulması ve devlet icraatını
herkesçe bilinip buna uygun olması sayesinde devlette birliğin sağlanması amacıyla yayın faaliyetlerine
başladı.
Marsilyalı bir avukat olan Alexandre Blacque, Osmanlı hükümetini savunmaya devam ettiğinden II.
Mahmut tarafından İstanbul’a çağılarak kurmak istediği gazetenin Fransızcasını çıkarmaya memur edildi.
1831'de Takvîm-i Vakayı ve Le Moniteur ottoman çıkmaya başladı. Gazetenin Osmanlıca ‘sının
başyazarlığına Ûss-ü zafer yazan Esat Efendi atandı.47
Takvîm-i Vakayi'mn ilk sayılarında en çok görülen havadislerin konulan şunlardır: padişahın seyahat ve
ziyaretleri, nişan verilme törenleri, Asâkir-i Mansûre'deki gelişmeler, askerlik eğitimi, donanımı, top ve
tüfek yapımı, Avrupa'ya gemiler ısmarlanması, ordu tayinleri, çeşitli bölgelerdeki paşa isyanlarının
bastırılması, piyasa fiyatları, Avrupa basınında Türkiye ile ilgili haber ve yazıların çevirileri, Avrupa'da
bilim ve teknik yeniliklerle ilgili havadisler.
Doğu ve İslâm ülkeleriyle ilgili haber ve yazılar yok denecek kadar azdır. Dış havadisler dolayısıyla,
Avrupa siyasal kurumlarıyla ilgili bazı bilgiler de gözükür. Örneğin, üçüncü sayı-da İngiltere kralının

45
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 113-114.
46
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 114.
47
Niyazi Berkes, a.g.e., s. 200

27
"meşveretgâh-ı vükelâ" ve "meşveretgâh-ı hanedan" denen iki "meclis erbabına hitaben takrir eylediği"
nutkun çevirisi vardır.48
Takvim-i Vekayi’nin Türkçe nüshasından başka bir Fransızca nüshası, zaman zaman da Ermenice.
Rumca ve Arapça nüshaları çıkmıştır. Ayrıca ticari, sınaî ve benzeri konularda da bilgi veren gazete, üst
kademedeki memurlara dağıtıldığı gibi, abone sistemini de uygulamaya başlamıştı. Bu gazete devletin
yıkılmasına kadar yayınına devam etmiş ve son sayısı 4. 608’e ulaşmıştır.49

48
Niyazi Berkes, a.g.e., s. 200
49
Nurdal Ağras, a.g.e., s. 115.

28
KAYNAKÇA
• AĞRAS, Nurdal; II. MAHMUD DÖNEMİ ISLAHAT HAREKETLERİ VE II. MAHMUD’UN
EĞİTİM ÖĞRETİM FAALİYETLERİ, Selçuk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Konya 2010

• BERKES, Niyazi; TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA, 2013 İstanbul

• BEYDİLLİ, Kemal “II. MAHMUD”, DİA c. 27 İstanbul 2003, s. 352-357

• MUTLU, Şamil; YENİÇERİ OCAĞININ KALDIRILIŞI VE II. MAHMUD’UN EDİRNE


SEYEHATİ, 1994 İstanbul

• ORTAYLI, İlber; İMPARATORLUĞUN EN UZUN YÜZYILI,2017 İstanbul.

• ÖRENÇ, Ali Fuat; YAKINÇAĞ TARİHİNE GİRİŞ (1789-1918), 2013 İstanbul

• ÖZCAN, Abdulkadir “ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYYE”, DİA c. 03 İstanbul s. 457-


458

• ÖZTUNA, Yılmaz; SULTAN II. MAHMUD, 2014 İstanbul

29

You might also like