You are on page 1of 56

•• ••

BUTUN .
.. ESERLERI
ağda 7
.. yiian ·


c:

ı-----�
-
kerli ·-

-
C)
:c
BiLGi Y AYlNLARI: 101
SAiT FAiK 1 BÜTÜN ESERLERi: 7

ISBN 975- 494- 174- 2


2001 . 06 . y. 0105.2034

Birinci Basım 1970


ikinci Basım 1976
Üçüncü Basım 1980
Dördüncü Basım 1982
Beşinci Basım 1985
Altıncı Basım 1987
Yedinci Basım 1990
Sekizinci Basım 1993
Dokuzuncu Basım 1996
Onuncu Basım 1998
On Birinci Basım 2000

On ikinci Basım
Kasım 2001

BiLGi YAYlNEVi
Meşrutiyet Caddesi, No: 46/A, Yenişehir 064201 Ankara
Til : (0-312) 434 49 98 - 434 49 99 · 431 81 22
Faks : (0-312) 431 77 58

BiLGi KiTABEVi
Sakarya Caddesi, No: 8/A, Kızılay 064201 Ankara
Til : (0-312) 434 41 06 - 434 41 07
Faks : (0-312) 433 19 36

BiLGi DAGITIM
Narlıbahçe Sokak, No: 17/1, Cağaloğlu 34360 /Istanbul
Til (0·212) 522 52 01 - 520 02 59
Faks : (0·212) 527 41 19

www.bilgiyayinevi.com.tr • e-mail: info@bilgiyayinevi.com.tr


SAiT FAiK

Bütün Eserleri

Alemdağda Var Bir Yılan


Az Şekerli

BiLGi YAYlNEVi
kapak düzeni : fahri karagözoğlu
kapak fotoğrafı : ara güler

Sait Faik'in eserlerinin yasal sahibi olan


Darüşşafaka Cemiyeti ile yapılan özel anlaşma
gereğince, sanatçının bütün eserlerinin yayın hakkı
Türkçe ve bütün dillerde Bilgi Yayınevi'ne aittir.
Bu dizide çıkan ve çıkacak olan eserlerin hiçbiri
kaynakları gösterilmeden alınamaz, yayımlanamaz.
Yayınevi'nin yazılı izni olmadan radyo ve televizyona
uyarlanamaz, oyun ve film haline getirilemez.

baskı cantekin matbaacılık yayıncılık


ticaret ltd. şti.
tlf 384 34 35 - 384 34 36 - 384 34 37
iÇiNDEKiLER

Alemdağda Var Bir Yılan


Öyle bir Hikaye ....... .......... . . .. .............. ....... . . .............. 9

Yalnızlığın Yarattığı insan .................. . . . .... ... ............ 20

Alemdağda Var Bir Yılan . . . .............. .


....... . .
.. ............ 30

Panco'nun Rüyası . . . . . . . . . . . . . ....................................... 35

Melahat Heykeli ................. .................... . . . . . ............. 40

Yani Usta ................................ . ................... .. . .......... 45

Rıza Milyon-er. ......................................................... 49

Sarmaşıkil Ev ........................................................... 58

Eftalikus'un Kahvesi . . . . ............... . .... . .................. . . 66


... .

Hişt, Hişt! . . . . .. . . .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. .......... . . . . ..................... 72

Dülger Balığının Ölümü .............. ................. ............ 76

Kafa ve Şişe ....................................... ... ......... . ..... . . . . 81

Çarşıya inernem ....................................... . .............. 86

Dolapdere ...... . .... . . ....... .


........ .................. . ................ 94

Bir Hastalık ......... . ........... . . . . . . ...... . ........... . ................ 97

Yılan Uykusu . . . ..... . . . . . . . . . . . . . . .... .. . . . .. . ....... . .


. . . . . . ......... 1 05

Az Şekerli
Müthiş Bir Tren ......... ............................ ................. 1 13

Bir Aşk Hikayesi .................. . .


... .... .. ........................ 1 18

Gümüş Saat . . ........................... . .................... . . . . . . . . . 1 23

Fındık ..................................................................... 1 28

Az Şekerli .................. . . . .. . . . . .................................... 1 33


Battaniye ......... . . ...... . . . . . . . . . . . . . . . . ........... . ...... . ....... . . . . . 1 39

5
G ...... ...................................................................... 1 43

Hikaye Peşinde ...................................................... 1 49

Kalinikhta . . .............................................................. 1 57

Röportajlar
Bir Başka istanbul ............................ ...................... 1 63

Bardaklar .. .............................................................. 1 66

Bekleyen Adamın Üç Hali ...................................... 1 69

ilk Okuyucu Mektubu .............................................. 1 75

Kıraathaneler .......................................................... 1 82

Şöhrete Dair ........................................................... 1 86

Aşiyan Müzesi ........................................................ 1 91


Genç Edebiyatçılar ................................................. 1 99

Yalnızlığın Yarattığı Adam (Vedat Günyol) ............ 207

Sait Faik Hayatı {Adalet Ağaoğlu) .......................... 21 6

6
AZ ŞEKERLi
· Birinci Basım 1954
ikinci Basım 1965
Üçüncü B asım 1970
Dördüncü Basım 1976
Beşinci Basım 1980
Altıncı B asım 1982
Yedinci Basım 1985
Sekizinci Basım 1987
Dokuzuncu Basım 1990
Onuncu Basım 1993
On Birinci Basım 1996
On ikinci Basım 1998
On Üçüncü Basım 2000

On Dördüncü Basım
Kasım 2001
MÜTHIŞ BİR TREN

Kıraathanenin camları önüne oturmuşlardı .


Iki arkadaştılar. Nargilelerinin marpuçlarını eme­
rek susuyorlardı . Zayıf olan, lülenin ateşini nar­
gilenin kehribar agızlıgıyla düzeltti. Bir-iki nefes
daha çekti . Marpucu sardı . Nargileyi önünden it­
ti. Bu, yüzü karanlık, karışık bir adamd ı . Kalın
kaşları vardı. Bu kaşların altında kirpiksiz iki
kahverengi göz sanki bir boşluga bakıyordu.
Önündeki çaydan bir yudum daha aldı .
"Rüyamda mı gördüm, yoksa bir seyahatte
mi başımdan geçti? Böyle şey olur mu, olmaz
mı? Oralarını geçelim. Böyle bir vakayı rüyada
görsem yine başımdan geçmiş sayılır. Başımdan
geçmemiş olsa içimden, rüyamdan, hülyamdan
geçer miydi? Küçük bir istasyonda tren bekliyor­
dum. Istasyon Maltepe mi, Karta! mı, Pendik mi
hatırlamıyorum. Yagmuı durmadan yagıyordu.
Bekleme yerindeki insanların hepsi mahzun,
hepsi sarı, hepsi sükutiydi .
Raylar yagmurdan ve istasyonun sarı ışıkla­
rından keskin keskin parlıyordu. Sagımda, yap­
raklarını çoktan dökmüş agaç iskeletleri; karşım­
da, rayların ötesinde susmuş, kederli bir şehrin
gökyüzüne vurmuş bulanık sarı ışıgı, arkamda is­
tasyonun sarı yolcuları, dört tarafımda sessizligin
içine düşen muttarit bir yagmur pıtırtısı.
113
Bekledigimiz tren bir türlü gelmiyordu. Bir
aralık ikinci mevki bekleme yerine girmiş, hiç
konuşmayan yolcuların arasında pencerenin
önünde yagmura dalmıştım. Tam bu sırada istas­
yona bir tren geldi, durdu. Trenin geldigini gö­
ren yolculardan hiç kimse yerinden kalkmamıştı.
Ben kalktım. Perona çıktım. Trene dogru yürü­
düm. Baktım bu lüks bir trendi . Bütün vagonları
yataklıydı . Içerde kitaplarına ve gazetelerine dal­
mış, lüks içinde kadifelere gömülü insanlar otur­
muştu. Tevekkeli ikinci mevki yolcularından kim­
se yerinden kalkmamıştı. Vagonların penceresin­
de profilleri gözüken yaşlı genç yolculardan hiç­
biri tenezzül edip de bu sessiz istasyona başını
çevirip bakmadı. Dikkat ettim. Bu kadar lüks ve
kadifeler içinde olmasına ragmen bu trenin için­
deki yolcular hep kederli insanlardı. Kimsenin
yüzü gülmüyordu.
Bir aralık vagonlardan birinde bir hareket
oldu. Kısa boylu bir kadın ayaga kalktı. Camdan
dışarı baktı . Sonra çıkma kapısına dogru yürüdü.
Geldi, tam önünde durdugum kapıyı açt ı . Istas­
yonda sanki bir simitçi, bir sucu arıyormuş gibi
etrafa baktı. Ne sucu, ne simitçi göremeyince
çekilirken yüzüne dikkatle baktım. lliklerime ka­
dar ürperdim . Bu benim on sene evvel karımdı .
Oydu. Muhakkak oydu. Işte beresi , işte beraber
aldıgımız, eşini hala üzerimde taşıdıgım pardösü.
O gün satıcı kıza;
'Olsun, n'olacak? Erkek pardösüsü olsun.
Şimdi moda . Bana da ondan verin bir tane, aynı
renk olsun' demişti.
Aynı renk kumaştan, adeta on iki yaşında
bir çocuk pardösüsü denecek, beli kemerli, gri
1 14
pardösüyü sırtına geçirmişti. Az daha 'Nadide,
Nadid e ! ' diye ba�ıracaktım. Sonra akltın başıma
geldi . Kendi kendime , 'Hiç böyle şey mi olur' de­
dim. 'Olur a, başka bir kadın da böyle bir erkek
pardösüsü giyebilir, başka bir kadın da bere ta­
kabilir.'
Kadın içeriye çekilmek isterken istasyon yol­
cularından birinin ayak sesiyle tekrar kapıyı açtı.
Ayak sesi gelen tarafa do�ru yine baktı. Oydu.
Bu Naclide'den başkası olamazdı . Tıpkı onun gibi
bakıyordu. Bu sefer kat'i olarak içeriye çekilme­
ye karar vermiş gibi kapıyı kaparken aralıkta bir
çocuk hayali gördüm . Çocuk büyük, yeşil gözle­
riyle gözümün içine bakıyordu . Tiril tiril titre­
dim. Bu o�lum Hasan'dı. Onu üç sene evvel kı­
zıl elimden almıştı.
'Hasom, Hasom!' diye atıldım.
Ama kapı kapanmıştı. Zorladım açıld ı . Şim­
di kampartımanların koridorundaydım . Mavi bir
ışık etrafı sarmıştı. Hiçbir kampartımandan ses
seda gelmiyordu.
Bir kopartıman kapısını açtım . Içerde üç ki­
şiydiler . Bir kadın, bir zabit, bir de lacivertler
giymiş bir sivil. Sanki beni görmemiş gibiydiler .
Zabitin omuzlarına attı�ı boz renkli kaput yama­
lıydı . Başında bir kabalak vardı. Kendi kendime,
'Neden kabalak giymiş bu zabit acaba?' derken,
dikkatle yüzüne baktım . Bu , Çanakkale'de gözü­
mün önünde vurulan en iyi arkadaşım Hüs­
nü'ydü. Elinde çakı, bir elma soyuyordu. lşini bi­
tirince yanındaki kadına soydu�u elmanın yarısı­
nı çakısının ucuna batırarak uzattı. Yanındaki
kadın tatlı bir gülümsemeyle utanarak elmayı
alınca, bu kadının da Hüsnü'nün ölümünden son-
115
ra verem olup ölen nişanlısı Mediha oldu!1unu
gördüm . Nefesim kesiliyor, laf söylemek istiyor,
söyleyemiyordum . Öteki sivil adamda kimi göre­
ce!1im diye , onun tarafına döndüm. Mektepteki
musiki hocamızdı . Beni pek severdi . Genç yaşın­
da bir fıtık ameliyatı sonunda ölmüştü.
Öteki kompartımanlara da koştum. Bir tane­
sine daldım. Ölmüş olduklarını şimdi hatırlayabil­
digim bir sürü tanıdık oradaydı . Konuşmadan yü­
züme bakıyorlardı. Bir bana, bir de köşede yüzü
okudugu gazeteden gözükmeyen bir adama dön­
dürüyorlardı gözlerini . Bu adamın yüzünü göre­
miyordum. Yalnız kır saçları görünüyordu. Gaze­
teyi şöyle bir kaldırdı . Babamdı . Rengi soluktu.
Göz göze geldik. Yüzüme sanki kabahatliymişim
gibi baktı. Bir şey söylemek, acı bir şeyler söyle­
mek istiyormuş gibiyd i . Sonra vazgeçti. Kaşlarını
ben bir şey söylersem çok kızacakmış gibi çattı.
Yine gazetesini yüzüne kapadı . 'Baba' diyebil­
dim . Yerinde bir sarsıldı . Gazeteyi hışırtı ile açıp
kapadı . Gözlerini, o çok çekindigim baba gözle­
rini bir ilanın üstüne dikti. 'Bir tek laf daha iste­
mem, kafi . Yaptıgın terbiyesizligi biliyorum. Bir
daha yapmamaya bak ve sus! ' der gibiydi .
Öteki , kendilerini çoktan unuttu!1um ölüler,
gözlerini , babasına kafa tutmaya çalışan çocu!1a,
bana dikmişlerdi. Utandım. Kapıyı kapadım çık­
tım. Öteki kompartımanlara camdan baktım .
Hep tanıdık ölülerd i . Birdenbire bir ufacık korn­
partımandan hafif hafif sesler geldigini duydum .
Kulak verdim. Karımın sesiyd i . Birisine:
'Böyle olmayacaktı baban, yazık! Çok yazık!'
diyordu. Koştum. 'Nadide, Nadid e ! ' diye bagır­
dım. Küçük Hasan'ım beni pencerenin önünde
1 16
gorunce her zamanki gibi gülrnek istedi . Sonra
birdenbire yüzü buruştu, asıldı . Annesi kulağına
bir şeyler söylemişti. . . Elini uzattı . Vagonun ko­
ridora açılan camının penceresini yüzüme çeki­
verdi.
Kapıyı zorladım , açılmıyordu. 'Açın, açın ! '
diye bağırdım. 'Nadide, Hasan, benim canı m ! '
dedim. Cevap vermiyorlardı . Kapıya yumrukla­
rımla vurmaya başladım. Camları yumrukluyor­
dum . Kırılmıyordu . Koridoru çılgın gibi koştum.
Bir memur bulup kampartımanı açtırmak istiyor­
dum . Girdiğim kapının camından baktım , kimse­
ler yoktu peronda. Yine kanınla oğlumun bulun­
duğu kampartımana koştum . Eğilip istorun aralı­
ğından baktım. Onları gördüm. Ana-oğul birbiri­
ne sarılmışlardı . Karımın rengi korkudan bembe­
yazdı. Hasan sinmiş, ağlıyordu.
Bir memur bulur da kapıyı açtırının diye, is­
tasyona indim. Biraz yürüyünce lüks tren hiçbir
düdük çalmadan hareket etti. Koşmak, trene ye­
tişmek istedim. Ama koşamıyordum. Ayaklarım
sanki tutmuyordu. Olduğum yerde çivilenmiş gi­
biydim. Baktım, lüks tre n , içinde ışıklar ve ses­
sizlikler taşıyarak, yağmurla birlikte uzaklaşıp
gitti . "
Adam susmuştu. Karşısındaki arkadaşı hika­
yeyi kesmeden, sükfınetle dinlemişti. Yüzlerini
tekrar caddeye çevirdiler . Dışarda yağmur şid­
detlenmişti. Hikayeyi dinleyen sordu:
"Tren geçtikten sonra yağmur dindi mi?"
Hikayeyi anlatan buz gibi soğumuş çayından
bir yudum aldı. Başını kaldırıp sokağa , şarıl şarıl
akan yağınura bakt ı. Cevap vermedi .

117
BİR AŞK HIKAYESi

Ne ayıp şey, ne kötü başlık, ne çirkin bir hi­


kaye ismi!
Ben de öyle düşünüyorum . Hadi bırakalım
bir tarafa dünya halini, şu pahalılık içinde seviş­
mek? . . Hadi sevişmeyi de bırakalım bir yana ,
onu da şu aç insanlar içinde var sanalım . Ama
neden konu diye seçelim . Ne ayıp şey!
Ayıp oldu�unu biliyorum. Dindar birisi , "Gü­
nah bu zamanda ! " bile der . Hem ayıp , hem gü­
nah do�rusu!
Do�rusu bu, do�rusu bu ama, elimde de�il­
se ondan söz açmamak. . Bir başkasıyla hem yal­
nızlı�ımı, hem ekmeğimi bölüşmeyi canım çeki­
yorsa . . . Yine hakkım yok, yine ayıp! . . Allah be­
lam ı versin aşka dair bir hikaye yazarsam. Hika­
yemin başına "Bir kravat hikayesi" de diyebilir­
dim .
Aşk nedir, diye düşünüyorum. Galiba Stend­
hal, "insanların en mühim , en büyük icadı, " di­
yor. Zaman zaman herkes bir şeye benzetmiş.
Üstüne ciltlerle kitap yazılmış. Halledilmiş bir
mesele de�il . Var mı yok mu, o da meçhul . In­
sandan başka hiçbir hayvancia yok. Ben de onu
bir şeye benzetmeye çalışsam, olur mu dersiniz?
Bir tren düşündüm. İki kişilik bir kompartı­
man. Öteki yolcunun hangi istasyonda inece�ini
1 18
düşünmüyorum bile . Ovaları , karlı da�ları, akar­
suları, kayaları , çölü, vahaları , küçük şehri, tre­
ne bakan öküzleri, yolculara ayıp işaretler yapan
çoban çocuklarını geçtik. Gözümüze kırların,
akarsuların, stepin, küçük kulübelerin, öküzlerin,
çoban çocuklarının; kiminin sükfınu, kiminin ça­
�ıldayışı, kiminin penceresinin ışı�ı, uçsuzlu�u,
kiminin hüznü, hayreti, kıskançlı�ı çöktü.
Hava kararmak üzere . Bir istasyonda duru­
yoruz. İçimizden güzel şeyler geçiyor, işte yolcu
da bindi, söyleşmeliyiz, konuşmaya başlamalıyız.
Seyahat bitmek üzere .
Be�enmedim. Ömrü seyahate, aşkı bir dura­
�a, sevgiliyi yolcuya benzetrnek de ne oluyor?
Ekmek, tuz, yemiş, su. Sayabildi�in kadar. . .
"Korku, gece, gündüz, yaz, kış, uyku, döşek" de,
korkma söyle . Her şeyin tadı onunla tadıldı�ına
göre her şeye, her hoşlandı�ın şeye, her ihtiya­
cın olan şeye onu benzetebilirsin.
Hayır, ben aşka dair konuşmamalıyım. Yal­
nızlık kuyuma taş düşmemeli.
Bir akşam üstüydü: lnsano�ulları şehrin bü­
tün nakil vasıtalarını seferber etmişti. Taksi,
tramvay, hususi otomobil, araba, kamyon, ta­
banvay! . . Işıklar yanmıştı . Şehir semt semt in­
sanla akıp gidiyordu.
Tramvaya binmektense Yüksekkaldırım'ı tır­
manmak üzere dört arkadaş yola çıkmıştık. Şen,
gürültücüydük . . . Arabalar geçerken ba�ıra ba�ı­
ra "Hicran, yine hicran . . . " şarkısını tutturmuş­
tuk. Cebimizde üç-beş lira vardı . Şehrin ışı�ına
do�ru koşuyorduk! Vay anasını! Dünyada ne gü­
zel kızlar vardı . Bir dakika göz göze gelir, dünya­
nın rengini de�iştirirdik; olur mu olurdu . . .
119
Kaç akşamlar böyle içimizde, atik bacaklı
bir kızla tanışıvermek, dost oluvermek hülyası
geçerdi. Bana nasip olmadı bu hülyanın sahisi!
Ama olana oldu. Hatta içimizden ikisine de bu
piyango düştü. Onların başından geçti bu aşk hi­
kayesi, bize nakletmek düştü. Yoksa kendi ba­
şımdan geçmiş bir şey degil .
Arkadaşlarımdan birinin güzel gözleri vardı.
Üst dudagında pırıl pırıl bir bıyık parlard ı . Saçla­
rında bir kestane, kumral, koyu koyu kırmızı bir
ışık yanar d önerd i . . . En kötü elbiselerin onun cı­
lız vücuduna bir oturuşu vardı . . . Bunlar vardı ,
yalan degil, kızların da onu seçmeye hakları . . .
Onu seçen kızın da kolları bacakları adale­
liydi. Hele bir teni vardı! . . Kafasını bir sallayış
saliardıl Belini gösterişsiz, yürürken bir büküş
bükerdi l . . Kaşını, bir tanesi az yukarıya kalkık
kaşını, ötekisiyle bir b irleştiriş birleştirirdi!
Hepimiz aşk hikayesi içindeydik. Onu görür
görmez hepimiz hülyamızı apartman gibi kurar­
dık. Suratımıza bile bakmazdı. Meger sarı bıyıklı
arkadaşımla bir ara bakışırlarmış. Ben bu bakışı
yakalasam kendime sanır, bir-iki akşam yatagım­
da uyumadan evvel tatlı tatlı kaşınır, hülya kurar­
dım. Yazık ki kızın o arkadaşıma baktıgının far­
kında bile degildim.
Günün birinde olan oldu . . . Güzel arkadaşı­
mızla tatlı kız seviştiler. Bize evvela la kaydi, son­
ra hüsran, sonra bir başka birtakım hisler yapıştı.
Arkadaşımızla, insanoglunun güzel günleri­
nin gelecegini konuşurduk lnsanoglunun bugün­
kü halinden söz açardık. . . Aşktan bahseder ol­
duk. Güzel arkadaşımız, çirkinligimize, halimize
acıdı mı nedir, bize sevgilisini takdim etti. Bir
1 20
müsabakayadır giriştik. Şairimiz şiirini okudu.
Birimiz dünya görüşünden dem vurdu. Ben daha
samimileştim:
"Hepimiz seni sevdik, " dedim . "Ama sen
onu seçtin; hakkın. Kadın seçecektir . . . "
Sözümü bitirmeden genç kız;
"0, hayvanlarda öyle, " dedi, "en kuvvetlisi­
ni . . . Ama ben en zayıfınızı seçtim . "
Bir tanemiz:
" Güzelli!1in kuvvetin i. . . " der, arkadaşımızı
kulaklarına kadar kızartırdı. Gülüşürdük. Bera­
berce yürürdük.
Birimiz müstesna, üçümüz işçi sınıfıydık.
Kafa işçisi diyelim de, kol işçisinden ayıralım.
Sonra aramızdaki, bize biralar ikram eden, zen­
gin arkadaşımızın, aramızdaki varlı!1ının manası
kalmayacak.
Dostlarım, uzatmayalım, şu aşk hikayesini
bitirelim :
Aramızdaki para pul, apartman sahibi, bu
işçi kızını hem bizden, hem güzel arkadaşımız­
dan ayırdı, aldı.
Güzel arkadaşımız dostların himmetiyle, ilti­
masıyla Heybeli Sanatoryumu'nda beş ay yattı .
Iyileşti maşallah ! . . Zar zor işe geliyor bugünler­
de. Insan hikaye yazarken, "Öldü" de diyebilir.
Ama ben diyemem . Sevrnem insan öldürmeyi. . .
Biz zengin arkadaşımızı feda etmeye mecbur
kaldık. Hani şöyle cesaret gösterip de Ahmet'e,
"Alçak! Bize bunu yapacak mıydın?" dedik san­
mayın . O bizim yanımıza gelmeye bir zamandır
çekiniyor. Yaptı!1ı mühim bir şey de!1il ki , ola!1an
şeyler bunlar. Kızla altı ay beraber yaşadılar.
Sonra onlar da ayrıldılar.
121
Siz bilir misiniz Beyo�lu'ndaki "Şelale" içkili
kahvesini? Ne acayip bir yerdir ! Bir akşam yolu­
nuz düşer de oraya giderseniz, Üsküdarlı Sevim
diye sorun, size gösterirler.
O akşam orada yoksa size melez bir Arap
karısını işaret ederler, ona sorarsınız. Ben biliyo­
rum o karının size verece�i cevabı:
"Sevim mi? Ha! O bu akşam kompledir, "
der.

1 22
GÜMÜŞ SAAT

Hastalık bende babam öldügü gün başlad ı .


O n b i r yaşındaydım. Babamı çok severdim. Za­
ten başka kimsem yoktu . Analığım da onu sever­
di ya. Ama ben, ancak babam eve girince yaşa­
dığımı hissederdim. O , sabahleyin evden çıkar­
ken birdenbire etrafım kararır, insanlardan ka­
çar, korkardım.
Onun ölümüyle beraber başlayan sinir has­
talığım; bayılmalarım, titremelerim doktorları bi­
le aldatmıştı. Sahiden hasta olduğumu sanıyor­
lar, tebdili hava tavsiye ediyorlardı. Ama ben ,
kendim çok iyi biliyordum ki hasta değildim. Na­
sıl becerirdim? Bilmem. Tiril tiril titrer, hayalet­
ler görür gibi haykım, düşer bayılırdım. Baygın­
lığım sırasında bütün sözleri işitir , daktorun nab­
zımı tuttuğunu bilir, ama d udaklarımı kenetler,
ısırır, köpükler saçardım . Hepsini biliyorum. Bu­
nu niçin yapardım, bilir misiniz? Babamın ölüsü­
nü kıskanırdım da ondan . Herkes onun ölümüyle
alakadardı. Komşulardan tutun da kahvedeki ar­
kadaşlarına kadar ! Ne hakları vardı? Onu yalnız
ben seviyordum. O halde ben düşünüp üzülme­
liydim. Onlara ne oluyordu? Işte, etrafıını saran­
ların babamın ölümünü benimle alakadar olup
unutmaları için bu sinir buhranı oyunlarına baş­
lamıştım.
1 23
Zayıf, kansız bir o!;}landım. Nihayet analı!;}ım
beni köye göndermekten başka çare bulamadı .
Uzak akrabalardan bir köylü gelip beni aldı .
Köyde ölesiye canım sıkılıyordu. Kimseden
en küçük bir alaka görmüyordum .
Onlar için varlı!;}ım, yoklu!;}um müsaviydi .
Ne yapsam kimsenin dikkatini çekemiyordum .
Bana karşı o kadar lakayttılar ki, var mıydım,
yok muydum farkında bile de!;}illerdi. Mesela bir
a!;}aç altında atların arasına saklanır oturur, ö!;}le
yeme!;}ine gitmezdim. Bütün aile ö!;}le vakti koşa
koşa eve girer, mutfakta, kapı önlerinde bir şey­
ler atıştırırdı.
Ben iki saat sonra eve döndü!;}üm zaman
kimse gelip de bana, "Sen ö!;}leyin yoktun. Kar­
nın zil çalıyordur. Bir lokma bir şey ye" demezdi.
Hasisliklerinden yapsalar ziyanı yoktu . Hayır ha­
sisliklerinden de!;Jil, benim kendimin farkında de­
!;Jildiler.
Bütün tesellim saatimdi. Bu, babamdan kal­
ma gümüş saatti . Analı!;}ım köye gelirken bana
vermişti . Onu gündüzün kimse bulmasın diye ne­
relere saklardım ! Gece yata!;}ıma girer girmez çı­
karır, avucuma alır, kula!;}ıma kor, dinler, sanki
bir sevgiliyle, seninleymişim gibi, Zehra, dünya­
lar benim olurdu. Azıcık da sevinçten a!;}lardım .
Saatle ben, birbiri için ateşe atılmaya hazır,
birbirinden ayrılmaz i ki arkadaştık. Gündüzün,
geceleyin sarmaş dolaş olacağımızı, birbirimize
hikayeler anlatacağımızı düşünüp hiç konuşma­
yan iki arkadaştık.
Gece, köyde çakallar ulurdu. Korkardım .
Saatim le büzülürdük. V organdan kafaını çıkarır,
o avucumda, saatlerce çakal seslerini dinlerdik.
1 24
Bir sabaha karşı yine çakal sesleriyle uyanmış­
tım. Odaının tek penceresinde iki büyük ve par­
lak göz bana bakıyordu . Saatimle ben korktuk.
Yorganı üstümüze çektik.
Ama bu gözlerin ne gözü olacağını merak
edip dayanamadık Yavaş yavaş pencereye yak­
laştık. Odamıza bakan bir baykuştu. Sabaha ka­
dar artık uyuyamadık. Çakallar sabaha kadar
uludu. Baykuş sabaha kadar camdan bize bakt ı.
Ortalık ağarırken köyden kaçtım . Trenlere,
tramvaylara , otobüslere bindi m . O kadar zayıf, o
kadar küçüktüm ki hiçbir biletçi benden bilet sor­
madı . Yolculardan birinin dört-beş yaşındaki ço­
cuğu sandı.
Yazdı . Şehir kocamandı. He r kovukta yat­
tım. Geceleri çoğunca deniz kenarına iner, ba­
zen surlarda, bazen odunlar arasında, bazen de
hava çok sıcaksa sıcak kumlar içinde yatardım.
Gıdaını süprüntü tenekelerinde kedilerle beraber
temin ederdim . Oralarda kendime ne ziyafetler
çektim, Zehra. Benim şirin, benim güzel Zeh­
ram!
Bir sabah, bir memur beni deniz kenarında
uykumdan uyandırdı. Aldı götürdü. Kim olduğu­
mu söyledim . Analığım ta Erzurumlara gitmiş.
Uzak akrabadan bir komşu beni yanına almak
lütfunda bulundu. Ona teslim ettiler. Yine eski
mahallemize yerleştim. Ama iyi çocuk değildim
galiba Zehra, kimse beni sevmiyordu . Ben de
herkesten nefret ediyordum . En çok çocuklar be­
nim düşmanımdı. Beni görünce üzerime saldırı­
yorlar, dövüyorlardı. Zorları neydi? Bilmem .
Herhalde onlarla hiç konuşmadığım için . Benim
onların konuşmasına ihtiyacım yoktu ki . Saatim
1 25
benimle konuşurdu . Ben saatimle konuşurdum.
Birbirimizi seviyorduk. Başka bir üçüncü arkada­
şa ihtiyacımız yoktu. Çocuklar beni görünce sal­
dırırlardı : "Sıska, deli, saralı sıska . . . " diye .
Işte o günlerde karşıma sen çıktın Zehra.
Futbol sahasının kenarında düşmanlarımı seyre­
diyordun . Ben gelip ta yanıbaşında durdum . Ca­
nım iki örgülü kalın saçını tutup çekmek istiyor­
du. Dönüp bana öyle bir baktın ki saatim hatırı­
ma geldi. Sen güldün evvela , sonra ben güldüm .
Yanıma sokuldun . Hemen saatimi çıkarıp sana
gösterdim. Içindeki çarkları; kırmızı taşları, üs­
tündeki şimendifer resmini beraberce seyrettik.
Şimdi sen de benim saatim gibi bir şeydin. "Insa­
nın insandan bir saati olması da güzel bir şey , "
diye düşünmüştüm. Sen gümüş saatimi almış,
pembe kula�ına götürmüştün . Futbolcular topu
bırakıp etrafımıza birikmişti. Ben işi anlamıştım .
Sen gider gitmez h ücum edecekler, saatimi elim­
den alacaklar. Koca pabuçlarıyla kıracaklardı .
Her şey, her şeyimi alabilirlerdi : Içimden mide­
mi , kalbimi , ci�erlerimi; kafamdan aklımı , ama
saatimi asla! Onu futbolculara vermedim . Öm­
rümde ilk defa saat için çılgın gibi dövüştüm . El­
lerinden kurtulunca solu�u evde aldım. Saatimi
çıkardım, artık işlemiyordu. Yata�ımda sabaha
kadar a�ladım. Sabahleyin uzak akrabam çoluk
çocuk odama doldular. Onlara da, "Üstünde ça­
lınmış bir saat var" diye haber gitmiş. Her tarafı
aradılar. Bulmalarına imkan mı vardı? Ben işin
böyle olaca�ını geceden düşünmüş, onu sakla­
mıştım.
Ö�leden sonra deniz kenarına indim . Balıkçı
Hasan Çavuş'a yalvardım. Biraz gezeyim diye
1 26
sandalı aldım . Açıldım. Sonra durdum . Bozuk sa­
atimi çıkardım . Kapağını açtım. Kırmızı taşları­
nın üstüne senin o gün bana verdiğin papatyayı
koydum . Kapağını kapadım. Sonra suyun üstüne
yavaşça saatimi bıraktım. Döne döne batmaya
başladı . Uzun zaman arkasından baktım. O gö­
rünmemeye başladığı zaman bile hala bakıyor­
dum. Gözlerimden yaş boşanıyordu. Şimdi artık
saatim de yoktu. Ama sen aklıma geliyordun
Zehra!
Bekledim. . . Bekledim. . . Denizin ta dibine
saatimin vardığını; orada, karanlıklar içinde,
kimsenin onu bulamayacağı bir yerde yattığını
hissedince küreklere asılarak döndüm.

1 27
FINDIK

Fındık bizim köyün yedisinden yetmişine ka­


dar, bütün kendini büyük görmeyeni ile ahbap­
tır. Fındık, tekir kedi renginde bir kurt köpeği
ile, av köpeği piçidir. Aşk mahsulü olduğu için
güzel olması lazım gelir ama güzel değildir. Bü­
yük, kalın kuyruğunu oynatarak, kahverengi göz­
lerini kırparcasına yanınıza yaklaştığı zaman ka­
fasını okşamazsanız şayanı hayret bir adamsınız,
demektir. Bu kadar sevilmek ihtiyacıyla kendine
yaklaşan bir hayvanı reddedebilmek için, insanın
ömründe hiç aşık olmaması, hiç sıkıntı çekme­
mesi, hiç kalp yumuşaklığı nedir bilmemesi lazım
gelir. Böyle insan da olmaz, diyebiliriz. Ama Fın­
dık'ın yalnız bir dilim ekmek için değil, şöyle bir
okşanmak ihtiyacıyla önüne gelene sokulduğunu,
birçok insanoğlunun da onu kovduğunu gözleri­
mizle gördüğümüze göre, insanlar hakkındaki
fikrimizi değiştiremeyiz.
Köpeklerin yaza girerken gayet korkunç bir
hastalık mikrobunu birbirlerinden kaptıklarını
hep biliriz. O zaman şehir baştanbaşa köpek it­
lafı işiyle uğraşır . Halk köpekleri saklar . Beledi­
ye köpek başına bir buçuk papel verir. Birtakım
köpek öldürücüler yollara düşerler.
Bizim köyde bu adama "zehirci" diyorlar. Bi­
zim zehirciyi görmelisiniz. Acayip bir adam.
1 28
Böyle bir işi gören adamın her zaman anormal
birisi olması hiç de lazım gelmez. Ama ne olsa
katillikle Azraillik insanların halini, huyunu, bakı­
şını, yürüyüşünü de�iştiriyor, yahut de�iştirmi­
yor da belki bize öyle geliyor. "Size öyle geliyor­
sa öyledir" diye bir piyes vardır hani. Mademki
bize zehirci anormal bir adam hissi veriyor, öyle­
dir. Tıpkı Dusseldorf canisi gibi. Elinde şıkır şıkır
parıldayan ucuna bir bıçak takılmış zinciriyle kü­
çük çocukları kendine ba�layan, sonra bir çalılık
arkasında onu öldüren Dusseldorf canisi .
Bizim zehirci, "Fındık, gel bakalım. Gel ke­
rata . Gel o�lum, gel bakalım. Ha şöyle . Nasılsın
ha? AI sana et, o�lan . " Fındık ete bumunu do­
kundurur, eti dişlerinin arasına alır, kafasını şöy­
le bir saliar. Zehirci mi beceriksizdir, yoksa Fın­
dık mı fevkalade akıllıdır. Bunu kimse kestire­
mez, do�rusunu isterseniz dünyada bu adamdan
daha ala zehirci bulunamaz .
Gözleri patlaktır. Ellerinin parmakları küt,
yusyuvarlak, iskarmos gibidir. Burnu e�ridir .
Dişleri çürük, a�zı karanlıktır. Yalnız bir tek ze­
hirciye yakışmayan hali va rdır. Azametlidir. Kra­
vatlıdır. Oldukça temiz giyinir. Pantelonu yatak­
altı ütüsü oldu�u pek belli o lmasına ra�men, ütü­
lüdür. Yolluk kravatının sarısı ile yeşili pek caf­
eatlı olmasına ra�men kravatlıdır ya !
Zehirci emir kulu oldu�u için, Allah katında
günahı olmadı�ını uzun uzun düşünmüştür. Şöy­
le bir muhakeme yürütmüştür. Allah cellatları ru­
zi mahşerde yanına ça�ırdı�ı zaman , herhalde
onlara, bu herifi neden astın diye sormayacaktır.
Onun günahı cemiyetin, vebali hepimizin boynu­
nadır . Haksız yere asılmışsa hakimindir.
1 29
Ona da kaymakam bey, "Köpeklerde kuduz
varmış , bunları öldürmeye seni memur ediyo­
rum" demiştir. Işinden gücünden olursun, deme­
miştir. Yapmaya mecburdu. Onun cellatlardan
farkı yoktu . Demek bu köpeklerin hesabını o ve­
recek değildi. Bütün hesabı kaymakam bey vere­
cekt i . Kaymakam bey ruzi mahşerde vereceği
hesap yekununu kabartmak için öyle ustaca ha­
reket etti ki , bazen kendisine bu kadar itimat
gösteren köpeğin ihtizarını görmemek için ka­
çıp giderdi. Ama Fındık ona müşkülat çıkarıyor­
du. Eti şöyle bir dişlerinin arasında sallıyor, o
canım bifteği fırlatıp atıyor' kuyruğunu kıstırı­
yor, yıldırım gibi kaçıyordu . Bir ikinci zehir atı­
şından sonra kendisini görür görmez, sanki bir
heyula , bir cadı, bir gulyabani görmüş gibi kaçı­
yordu. Halbuki munis hayvandı. Çöpçü Meh­
met'e nasıl yanaşırdı. Onun ellerini nasıl yalardı.
Birdenbire zehircinin aklına bir fikir doğdu. Kö­
peğin etin içinde zehir olduğunu bilmesi için in­
san olması bile yetmez , değil, doktor olması bile
yetmez, kimyager olsa bile çakmaz. Oysam ki
kimyahanesi olmalı ki incelesin. Demek Fındık,
etin içinde zehir olduğunu bilemezdi. Belki biz
insanların almadığımız bir koku duyuyordu; ama
biraz biberli, baharlı, sarınısaklı bir şey yapardı,
yuttururdu .
Fındık'ın asıl marifeti insanın içini okumak
da olamazdı . Neden Fındık eti yemiyordu? Çolu­
ğun çocuğun elinden kokmuş, pislenmiş neler
yemiyordu ki . Fındık'ta başka bir dalga vardı.
Fındık'ın içine doğuyordu . Neden doğuyordu?
Zehirci, "Fındık benden şüpheleniyor, beni sev­
miyar, benden korkuyor" diye düşündü. Hani ba-
1 30
zı hayvanlar zelzele olacagını çok zaman evvel
çakarlarmış. Hani tam bir güneş tutulması ol­
muştu; o zaman iki tavuk besliyordu. Güneş tu­
tulmaya başladıgı zaman insan gözü ancak siyah
camlarla gördügü halde , tavuklar nasıl bagrışma­
ya başlamışlardı . İşte Fındık'ta bir gariplik vardı.
Bir çöpçü onbaşısı sanki ben güneşim , tutulmu­
şum; ben sanki zelzeleyim , beş dakika sonra tit­
reyecegim, demişti. O halde çöpçü Mehmet'e bu
işi hava le etmelidir.
Çöpçü Mehmet'e kravatlı onbaşısı , hemşeri­
si şöyle dedi :
" Mehmet be, zehir yemiyor şu Fındık! Kay­
makam bey de tutturdu, 'İlle de geberteceksin.
Atarım seni işinden , ' diyor. 'Benden yemiyor, '
dedim. 'Bir başkasına havale et , ' dedi . B u işi sen
yapacan . Yapamazsan, ben seni dehlerim. Bak
karışma m . "
İşte o zaman çöpçü Mehmet'i derin bir dü­
şünce aldı . Fındık'ı öldürmek! Köyüne dönmek!
Köyüne dönmek onun i çin şimdilik imkansızd ı .
Orada bir karış topragı bile yoktu. E l elinde, gü­
neş altında yarı aç çalışacaktı. Burada kazandıgı
para ile köydekiler de geçiniyar, kendisi de serin
agaç altlarında denize karşı uyku kestirebiliyor­
du. Bazı evierden yemek bile veriyorlardı . Kışın
balıkçılıktan epey para biriktirmişti. Bu gidişle
onun da kendinin ekip biçecegi, dört-beş ceviz
agaçlı bir tarlası olmasına şunun şurasında on
sene kalmıştı. Daha elli yaşındaydı. Demek dişini
sıkarsa on sene sonra on beş dönüm tarlası,
dört ceviz agacı olacaktı . Bacı ile evvelki yaz sı­
lasında bu meseleyi konuşmuşlardı ya! . . Ya köye
dönmek, ya Fındık'ı öldürmek! . .
131
Onbaşının verdigi zehirli köfteyi aldı . Fın­
dık'a yaklaşt ı:
"Gel Fındık ! " dedi .
Onbaşı çarnın altından seyrediyordu. Fındık
kuyrugunu ta göbeginden aynatarak yaklaştı,
yaklaştı , yaklaştı. Mehmet avucunu açtı.
"Na al, Fındık!" dedi.
Birden içinden ne geçtigini kimsenin bile­
meyecegi bir şekilde avucunu Fındık'ın tam agzı
içinde gibi sıktı. Zehirli köfteyi denize fırlattı.
Sonra yattıkları ahırların yolunu tuttu. Eşya­
sını toplamaya başladı . Zehirci çöpçü onbaşısı,
onu egilmiş, eşyasını toplarken görünce böğrüne
bir tekme yapıştırdı .

1 32
AZ ŞEKERLi

Genç adam , az şekerli bir kahve istedi kah­


veciden . İhtiyar kahveci, gözlüklerinin üstünden
gence baktı. "Az şekerli kahve içecek beye bak"
dedi içinden .
Genç adam , on yedi on sekiz yaşlarında gö­
züküyordu. Az şekerli kahve isterken edasında
bir fazla erkeklik, yerine yerleşememiş bir yaşlı­
lık oturmuştu. Bir cigara yakt ı . Kahve gelinceye
kadar etrafına bakındı. Kimsenin kendine bak­
madıgını hissedince, rahatladı . Derhal, sabahle­
yin evinde çay içerken aldıgı yaşından daha kü­
çük halini alıverdi . Sert gözleri munisleşti. Çatık
kaşları yayılıverdi. Dişlerini sıkmaktan vazgeçin­
ce yüzü birdenbire degirmileşiverdi.
Kahveci hep onu gözlüyordu gözlüklerinin
altından. Şimdi yaşını bile tahmin edebiliyordu .
Yirmi yaşlarında vardı delikanlı. Halbuki, demin
kendini daha yaşlı göstermek için zorladıgı za­
man daha çocuktu.
Kahveci kahveyi inadınaymış gibi şekerli
yapt ı . Bir bardak su ile getirdi. Yaşlı, mahalleye
kazara ugramış bir beye takılınacak mütevazı bir
yüzle ;
"Hoş geldiniz," dedi.
Genç adam, kahveeinin geldigini fark etme-
1 33
mişti. Onu birdenbire karşısında görünce kahve­
ye girerkenki halini birdenbire takınamadı . Hiç
yapmacıksız açık bir gülüşle ;
"Hoş bulduk amca ! " dedi . Sonra daha bir
şeyler söylemek için, "Az şekerli yaptın değil
mi?" diye sordu.
"Az şekerli kahveyi ihtiyarlar içer," dedi
kahveci, "delikanlılar için orta şekerli münasip
gördüm, öyle yaptım . "
"Sen öyle münasip gördükten sonra biz de
öylesini içeriz, " dedi çocuk.
lskeleye bir vapur yanaşmıştı . Ona daldı .
Kahveden bir yudum aldı. Bayağı , hasbayağı çok
şekerli bir kahveydi. Nereye gitse bu haltı karış­
tırıyordu kahveciler. O , babasının yemekten son­
ra anasına seslendiği gibi;
"Hanım, az şekerli olsun rica ederim. Bal gi­
bi yapıyorsun kahveyi . lçemiyorum kızım, " de­
mek isterdi .
Genç adam vapurdan çıkanlara daldı . Bir­
den içi hop etti . lşte çıkıyordu. Uzun boylu bir
kızdı . Dal gibi inceyd i . Koşup peşinden gitse ,
adını öğrense kızın . Olmaz, olmaz. Sonra bihoş
olur, her akşam gelir, bilmediği bu köyün sokak­
larında dolaşır, vapurları kaçırırdı .
Kahveci hala delikanlıya bakıyordu gözlükle-
rinin altından. Geldi, kahveyi ve bardağı aldı .
"Anlaşıld ı , " dedi, "kahvemi beğenmedin . "
" lçemem böyle bal gibi kahve. "
"Az şekerli yapayım , "
"Zahmet olmasın , " dedi delikanlı .
Masanın merrneri buz gibiydi. Ama kahve sı-
1 34
caktı. Paltasunu çıkardı. Bir bilet memuru ile bir
işçi, bir beyaz saçlı prafa oynuyorlardı .
Biletçi, yerinden ok gibi fırladı. Vapura koş­
tu. Ötekiler arkasından bakıp gülüştüler. Biraz
sonra;
"Radyoyu açsak, Murtaza?" dediler.
Murtaza saatine baktı :
"Daha beş dakika var , " dedi, "alaturkaya . "
"Mübareklerin saati Londra ayarıdır, " dedi
beyaz saçlı adam.
Kahveci cevap vermedi . Gencin kahvesini
tepsiye koydu. Ağır adımlarla çocuğun oturduğu
masaya doğru yürüdü.
"Bu seferki az şeker li, delikanlı," dedi. "Bu­
nu da beğenmezsen kızarım bak . "
Oyunculardan biri, genç adama baktı .
"Vay Murtaza," dedi, "demek senin kahveni
beğenmeyenler de varmış. "
Genç adam kıpkırmızı kesilmişti. Şimşek gi­
bi o tarafa baktı. Deminki lafı söyleyen adam;
"Aklınıza bir şey gelmesin bayım," dedi, "bi­
zim Murtaza, kahvesi beğenilmedi mi zıvanadan
çıkar da . . . Biz yapsak kafamıza boşaltır fincanı .
Yabancılara sökmez ama . N azı bize geçer. "
Genç adam yine bal gibi tatlı , değirmi, güzel
bir yüz ald ı , bir çocuk gülüşüyle güldü. Dişleri
pan! pan! parladı .
"Öyle mi, Murtaza amca?" dedi. "Ama ben­
de kabahat yok. Az şekerli içerim, ne yapayım?
Darılmaca yok. "
"Kabahat bendeydi," dedi kahveci .
Biletçi koşarak geldi . Hemen kağıtlara sarıl­
d ı. Arkasından çımacı da sökün etti.
1 35
Kahveci lokumlara çay götürürken genç
adama yine baktı. Kahvesini içmişti. "Ama ne­
den yüzü kül gibi bembeyaz kesilmişti? Acaba
sarhoş muydu?" diye düşündü kahveci . Sonra ya­
vaşça genç adamın yanına yaklaştı.
"Sorması ayıp olmasın, " dedi, "ne iş yapar­
sm?"
"Ben mi?" dedi çocuk.
Rengi, sanki kalmış gibi biraz daha uçtu.
Tekrar:
"Ben mi?" dedi. Düşündü: "Şoförüm, " dedi.
Artık başka soru sarınamasını isterligini belli
eden bir sinirlilik, renksiz yüzünü darmadagın et­
mişti . . .
Kahveci oca�a do�ru giderken kendi kendi­
ne, "Sen şoför moför degilsin ! " diye söylendi.
"Sen aşıksın bizim köyden birine . "
Genç adam kahve tabagına bir şey bıraktı.
Kahveden çıktı. O çıkınca kahveci birdenbire si­
nir kesildi. Çımacıya:
"Yapmıyorum ulan kahve ! " diye haykırdı .
"Lokuma kahve yapmıyorum. Kahve ısmarlayan
pezevenk, ayrıca kahve ıs marlar. Lo kumunu da
kendi yer . "
Beyaz saçlı prafacı gözünü kagıtlardan kah­
veeiye doğru kaydırd ı . Gülümsedi .
"Herife bak ! " ded i , "bize zorla lokum yedire­
cek. Lokuma kahve yapmayan kodoş, demin de
bunlara çay yapmazdı . AI lokumu , bana da kah­
ve yap , çımacıya da. İki kahve oldu mu? Keyfin
geldi mi?"
"Lo kumu geri alma m , " dedi kahveci, "kahve­
lerinizi yaparım . Lokumunu da benden ziftlen. "
1 36
"Ulan, herif giden oğlana sinirlendi. Sesini
çıkaramadı . Hıncını bizden alıyor be. Hiç böyle
şey de görmedim . n
"Ben çocuğa sinirlenmedim," dedi kahveci .
Biletçi :
" Parlaktı da ondan ! " dedi.
Kahveci büsbütün sinirlenmişti.
"Saat on!" diye haykırdı, "kapayacağım .
Kahve mahve yapmıyorum. Erken gelseydiniz.
Sizin için dünyanın elektrik parasını veriyorum.
Yerinde kalsın sizin üç kahveniz, hadi bitirin
prafanızı, kapayacağım. n

"Bu akşam yine çileden çıktı Murtaza. Var­


mayalım üstüne," dedi beyaz saçlı adam.
Kahveci ;
"Varmayın ya, varmayın ya! Bu akşam da
erken kapayalım b e ! " dedi.
Oyuncular hiç ses çıkarmadılar. Oyunlarına
devam ettiler. Bir çeyrek saat geçmemişti. Masa­
ya iki kahve geldi . Lokum tabağını Murtaza ses­
sizce kaldırd ı . Hiç kimse ona bakmıyordu. Arka­
sını döner dönmez beyaz saçlı adam, ötekilere
göz kırptı. Kahveeiyi gösterdi.
"Yumuşadı, yumuşadı, " dedi. .
Gülüştüler. Kahveci de güldü. Ocak başında­
ki peykeye çöktü, gözlerini kapadı, açtı; yine ka­
padı, yine açtı.
" Ulan deyyuslar! " d edi, "yine bu akşam on
ikiliğiz.
n

Beyaz saçlı adam ;


"Çöz, dedi.
n

Biletçi;
"Rengi?" diye sordu .
1 37
Çımacı oynamadı�ı halde beyaz saçlı ada­
mın ka�ıdına baktı.
"Kırmızı," dedi.
Kahveci gözünü açtı . Gözlüklerinin üstün­
den baktı:
"Kırmızıymış, kırmızıymış" diye söylendi.
"Siyah olsa neyse, horya desene dangalak. "

1 38
BATTANIYE

Kahvede oturuyordum . Birdenbire camın dı­


şında onu gördüm . Gülüyordu. Ok gibi dışarı fır­
ladım. Bir sinemanın holüne saklanmıştı .
"Merhaba," dedim.
"Merhab a ! "
"Beni m i aradın?"
Cevap vermeyince düşünceler birbirini kova­
lıyordu . "Bir insan niçin aranır?" diye düşündüm.
Bir insan niçin aranır? Bir insan ötekini neden
arar? Bir okulda ögretmen olsam, bu konuyu ve­
rirdim ögrencilere . Öylesine sebepler bulunur ki.
Kendiminkine en uygununu buldum. Buldum
ama, üzerinde durmadım . Sebep ne olursa ol­
sun, neticeye bakalım. Sebebin güzelliginin , çir­
kinliginin, iyiliginin, kötülügünün önemi netice­
nin tadına, acıyı her zaman sonradan katacaktır.
Içimizde şüphe olmasa, kelimelerin yarısını söz­
lüklerden çıkarmak lazım gelir. Iyi sebepler çir­
kin neticeler, kötü sebepler güzel neticeler do­
gurmuyor mu? Dogurur. Iyi sebeplerle birini
ararsanız, kötü bir netice verirse aradıgınız, sizin
onu aramanızın sebebinin iyilik olduguna yüzde
kaç inanabilir? Daha müşahhas konuşalım. Beni
dostça arasaydı da sobanın başına bir battaniye
serip uzandıgımız zaman;
"Git bana bir şeyler al, karnım aç, bir şişe
1 39
de şarap getir, içelim, " dediginde, kalkıp kuş gi­
bi uçarak, onun istediklerini alıp geldigim za­
man , yine onu sobanın başında, hattaniyenin or­
tasında bagdaş kurmuş, oturmuş görmeseydim,
deliye dönmez miydim?
Kötü sebepler onu bana getirdigi halde, yi­
ne bu kötü sebepler yüzünden onu, hattaniyenin
üzerinde kıvırcık saçlı kafası, zeki gözleriyle bir
resimli mecmuaya dalmış buluyorum.
Dışarıda kar yagıyor . Odamız sıcak. H er ta­
raf karmakarışık. Yerler cigara külü içinde . Ma­
sanın üstünde mandalina kabukları var . O resim­
li mecmuaya dalmış, ben onun yüzüne dalmış­
tım . Bir saadet denizi içinde felaketlerden kurtul­
muş perişan bir sandal gibiyim. Yelkenler pa­
ramparça, sandal su içinde. Hayır, sandalcı gibi­
yim . O, ömrümde bir daha tutamayacagım, sey­
rine doyamayacagım bir deniz mahluku gibi . Yo­
sun ve deniz kabukları kokuyor. Onu bana geti­
ren sebepler ne olursa olsun , bu hattaniyenin üs­
tündeki resimli dergiye dalmış harikulade netice ,
beni dostluklara, sevdalara, yirmi yaşlara , sıh­
hatlere ve saadetlere , arkadaşiıkiara ve huzurlara
salan netice , karşımda işte. Daha ne isterim !
Sobanın içine attığımız tahtalar çatır çatır
çatlıyorlar. Yalnız sobanın konuştuğu bir odada,
dünyanın yarım saat, bir saat , bir buçuk saat, ni­
hayet iki saat sonra hastalıklı, umutsuz, şüpheler
içinde , kararsız, yalnız rüyalar ve acılarla dolu
olacak bir insani saadet içindedir .
Bu saadet bir insandan geliyor.
"Bir tek insanın bir tek insana bundan daha
büyük iyiligi dekunabilir mi?" diye düşünüyorum.
Hayretler içindeyim . Herhangi bir kötü sebep
1 40
düşünmenin büyük nankörlüğünü bir hesapladım
da tüylerim diken diken oldu . Minnet -of ne fe­
na kelime, şunun bir tatlı Türkçesi olmalı- min­
net benim, bu saatte onun için ölmemi lüzumlu
kılsa ve bu şarap beni öldürse, ister ağır ağır, is­
ter birdenbire ölmeliyim .
"Oda sıcak, bardağı doldurdum. Şarap buz
gibi. lçsene. "
Gözlerini dergiden kaldırmadan, bardağını
avucuna yerleştiriyorum .
İçmeden evvel kitaptan başını kaldırıp bana
bakıyor, benim bardağıma bakıyor.
"Sen içmeyecek misin?"
"Nasıl içmeyeceğim; içeceğim."
Altı senedir içmediğim şarabı dudaklarım ar­
zu ile emiyor. Bağazımdan geçerken duymuyo­
rum bile .
Perdeyi aralayıp baktım. Hava kararmıştı.
Dergiden başını kaldırıp o da baktı.
"Hava karardı " dedi .
Uzand ı . Uzandı ve uyudu.
Bir zaman onun kim olduğunu düşündüm .
insanlar içinde bir insandı. Tıpkı benim gibi.
Ona tehlikeli bir oyun oynuyordum. Belli bir
bahtsızlığa doğru mu gidiyordu benim gibi? He­
pimiz bir belli sona doğ.ru gidiyorduk . Gidiyor­
duk ama, onu, mavi denizi kara, yeşil çayırları
kara, dağları aşılmaz, yolları geçilmez, çarşıları
yalnızlık içinde, yemişleri tatsız, şarapları acı
olan bir ülkeye mi sürüklüyordum? Bu, yalnız so­
banın konuştuğu oda içinde iki saatin beraberliği
için, içimde kaygusuzluklar, dostluklar, fedakar­
lıklar ve insanlıklar yaratan insanı nereye götü­
rüyordum?
141
Uyumuştu. Parlak ve pürüzsüz bir gözkapağı
düşmüştü, cin gibi gözlerine . Boynu bükülmüştü.
Elleri, can içinde çırpınan elleri, sönüvermiş gi­
biydi. Uyandırdım.
"Geç oldu yavrum, " dedim, "gideli m . "
"Sen otur istersen , " dedi. "Ben gideyim . "
Parasını vermeyeceğiınİ sandı, verince biraz
şaşırdı.
"Iyi adammışsın, " dedi.
"Yok, iyi adam değilim," dedim . "lyiliğimden
değil . "
"Neden öyleyse?" dedi .
"Anlatması güç , " dedim.
"Ben anladım, " dedi.
"Anlamaya çalışma, " dedim.
"Bir daha gelmeyeyim mi?" dedi.
"Bak gördün mü anlamamışsın, " dedim, "her
zaman gelme ni istiyorum da . . . Kışın bu battani­
yenin üstünde haftada bir uyumanı, yazın bir ka­
yanın üstünde oturmanı seyretmek için böyle
yapmıştım . "
"Bunu bugün düşünmeyecektin , " dedi.
"Zararın neresinden dönüise kardır, " dedim.
Birden boynuma sarıldı . Ilık, insanlı bir rüya
içine düştüm. Kafası burnumdaydı .
"Haftaya gel yine, " dedim .
"Gelirim," dedi . Gitti .
Sıcak odada bir müddet tiril tiril titredim.
Anlamıştım. Her şeyi anlamıştım . Onu (bü-
tün kalbimle) sevdiğimi anlamıştım . Şimdi yol­
daydı. Evine doğru gidiyordu. Içinde garip bir
şey vardı . Bu belki de sevilmediğini bilmekten
doğan bir elem, belki de sevildiğini bilmekten
doğan bir hainlikti.
1 42
G • . .

Bumuma bir at sidiği kokusu geldi . Pencere­


den dışarıya baktım: Lapa lapa kar yağıyordu.
Maımukattar damla damla damlıyordu. Borular,
tüpler, renkler, tüplerin üstünde insan isimleri
vardı. Benim ismim de vardı. Sıra sıra tüplere
damarlarımızdaki kandan bırakmıştık. Öteki kan­
ların sahipleri ortada yoktu. Ben kendi kanıma
dalmıştım. Öteki kanların sahipleri yatakların­
daydılar. Ben yüzlerini görmüyordum. Birden
mektepte kankardeşi olduğum çocuğu hatırla­
dım . Sisli bir Bursa sabahının lise bahçesindeki
binaları birbirinden ayınverdiği o gün, içerisini
hiç görmediğim vagonumsu tahtadan bir baraka­
nın kapısında oturmuştuk. Çilli bir yüzü vardı bu
arkadaşımın. Sarı sarı gözlerini yine görüyor, yi­
ne gözümü kapayınca tane tane kirpiklerini sayı­
yorum . O sabahki sis . . . Şimdi yeniden bileğini
dudağıma yaklaştırıyor, d ilimi sürüyorum . Başım
dönüyor. Doktor;
"Ne var?" dedi. "Acıktın mı yoksa?"
"Yok, bir şey yok, bumuma bir ahır kokusu,
at kokusu geldi de . . . "
" Acide hippurique'dendir. "
Concourt Hippique, hippique filan derken,
at sidiği ekşisi.
1 43
Tıraş oldugum berber Hilmi Efendi'yi hatır­
ladım şimdi de.
"Belli olmaz, hiç belli olmaz" diyordu. "Bir
sürpriz. Bakarsın bir altı-yedi yüz lira cebinde­
dir . "
Müşterilerden biri;
"Dogru degil. Dogru degil ama . Çoluk çocu­
gun ekmek parasıyla oynamak dogru degil. "
Hilmi Efendi beyaz saçlarının diplerine ka­
dar kızardı.
"Bilegim sag olsun bayım, " dedi . "Yedi sene­
dir oynarım. "
Sinirli sinirli ceplerini karıştırdı.
"Na . . . Benim pilanço burda. Her sene yapa­
rım pilançosunu. Hiçbir sene ziyan etti[:timi bil­
mem.

Ara-takata müspet mi menfi mi? Müspet . . .


Ya Formalgel? Menfi . O menfi de olsa bir
şey çıkmaz. Iş o Japon işi ta-ka-ta'da . O müspet
mı" ?. . .
Kaç saat var ölüme? Bir sene mi? Iki sene
mi? Yoksam daha mı az? Beklenir . . . Ne beklene­
cek? Mucize! liimde mucize yoktur. Bilinmez,
keşfedilmemiş kanunlar bulunabilir ama . . . Şimdi­
ye kadar yapılan bütün tahlillerde meydana çık­
mamış bir şey olabilir. Olmamış olmasına ama ,
milyonda bir ihtimalle olabilir . . . Zügürt tesellisi l
Tabiatın şakası yoktur. Agır agır öldürmek
istedi mi, agır agır; çabuk çabuga niyetlendi mi,
koşar adım . . .
"Tamam , bitti. Şöyle tutun elinizi biraz. Pa­
mugu çıkarmayın. "
Kol çukurundaki kan lekesi , bir pamuk ve is-
1 44
pirto kokusu. Ah bir dirhem ispirto geçse kanı­
ma şuradan . Bir dönüş dönse . . . Hele kalbe bir
girip çıksa o mübarek.
Şu, o da doktorlar gibi, sırtına beyazlar giy­
miş, saçı mükemmel taranmış (ne tuhaf, biz has­
taların içinde şöyle adamakıllı taranmış kimse
yok) belediye memuru fena adam değil ama, se­
vemiyorum bir türlü. Para vermeyenlere, tahlil­
lerden biraz eksiitme yapanlara pek ses çıkarmı­
yar ya, yüz de vermiyor kardeşim. Suratından
dökülen gülümseme bile bin parça!
Arada bir fırsat bulursa doktorlardan gizli;
"Bugün ne yapılacak bakalım size?" diye so­
ruyor.
Önünde listesi var. Ben ne bileyim ne yapı­
lacak. Elinin körü yapılacak. At sidiği yapıldı iş­
te; kör müsün?
Metelik sektirmeyecek sözde . . . Ulan devlet
hazinesini , şuraya umutsuzluklarını sürüklemeye
gelenlerden mi dolduracaksın? Ben şimdi şu sa­
atte ondan ırağım. Ama o hala orada olmalı. Bir
doktor hanımla hoşbeşte olmalı. Gözlüklerinin
altından umutsuzlukları gözlemeli. Vazife bayım;
o da haklı ! Kaç liralık makbuz kesilecek?
"Dört kuruş lütfeder misiniz? Pul parası . "
A l şu pul parasını d a artık sus. Zaten susa­
cak; meraklanmayın. Size yüz mü verecek sandı­
nız? Geçmiş ola ! Bir şeyler kaçırdığınızı fark et­
medi mi?
Doktorlar mı? Boş ver onlara da . . . Onlar,
ne yaparlarsa yapsınlar artık size hoş görüne­
mezler. isterlerse makbuzdan yarı yarıya kesinti
yapsınlar; fayda yok. Onlar artık üstün insanlar­
dır. insandan, üstünlerden de insana hayır gel-
1 45
mez. Biliyorlar. Kanınııda ne kadar globülin, ne
kadar sedim var, biliyorlar. Biliyorlar laf de�il,
sidi�inizdeki bilürübin'i uzaklardan okuyarlar ye­
şilimsi yeşilimsi. Biliyorlar sidi�inizden asit hip­
pürikin bir saat içinde ne kadar çıktı�ını . Işin
müspetini, menfisini . . . Şu kaşların, şu gözlerin
altındaki gizli öldürücü hastalı�ı biliyorlar . Ma­
demki biliyorlar, mademki bu korkunç sırrı ka­
nımdan ve sidi�imden miligram miligram, renk
ve panltı halinde, zaman zaman ö�renmişlerdir,
ellerinden de bugünlük bir şey gelmez, onlarla
da dostlu�umuz o kadar işte .
Evden erkenden fırlamıştım . "Yarın bir şey
yemeden geleceksiniz" demişlerdi. Bir şey yeme­
miştim . Hastanenin kapısında bir sirnit aldım;
sonra yerim diye. Kapıdan içeriye girerken bir
mektep arkadaşıma rastladım . Suratı sapsarıydı.
.
Hüzün doluydu yüzü. Nasılsın diye sorulu r mu?
Sormadım. Sormaya hacet yoktu . O da bana
sormadı�ına göre ben de bitkinim; benim de su­
ratım bombok. Sıhhati sorulacak yüz mü kaldı
bizde? Selamlaştık herkes gibi . Gülüştük herkes
gibi. Yürüdüm. Asfalt yolda insanlar vardı. Kimi­
nin gözü, kiminin kula�ı, kiminin burnu ba�lıyd ı.
Hamamın yanından geçerken baktım b i r binanın
mahzeninden bir sedye çıkarıyorlar.
"Olmayacak, çıkaramayaca�ız , " dedi birisi.
H amamın önünden iriyarı biri fırladı .
" N e demek olmayacak? Biraz yukarı kaldı­
rın; biraz daha. Verin bana siz sedyeyi. Merdi­
venden çıkarmak şart d e�il ya . . . Işte bu kadar . "
Çıkardılar. Sedyedekinin yüzü kapalıydı ama
vücudu kaskatı de�ildi. Her tarafı, sedye sallanır­
ken lıkır lıkır oynuyord u . Pek yeni ölmüş olacak.
1 46
Sonra başka yola çıktım . Bir kenarda ahşap
evler, bir kenarda hastane duvarı vardı. Yoldan
hızlı hızlı kadınlar geçiyordu.
"Umudum yok , " dedi birisi.
Bir başkası:
"Külçe gib i , " dedi, "iler tutar yeri yok. Ben
böyle şey görmedim. "
Bir cami önüne gelmiştim. Sobasından kal­
dırımiara damla damla mürekkep damlayan bir
kahveden bir adam fırladı. Arkarndan bana yeti­
şip telaşlı giden imama;
"Bugün, iş çok galiba?" dedi.
"Ne gün az ki. . . " dedi imam .

Belediye memuru boruların , imbiklerin ve


kan tüplerinin ardında yagan kara baktı.
"Pek erken geldi kış, " dedi .
"Erken gelsin , " dedim, "vız gelir ! "
"Odun kömürünüz b o l tabii , " dedi.
" Odun kömür de bilmem neremde m i ! " de­
dim . "Ben şimdi canımla ugraşıyorum . "
Herif kara dalmıştı. Dönüp ben d e baktım.
Güzel yagıyordu kar. Bir dönüyor, bir daha dö­
nüyor, bir daha dönüyor, şıp düşüyor, şıp yapışı­
yor, şıp eriyordu camda .
idrariarın kimisi kırmızı, kimisi koyu kırmızı,
kimisi kiremit rengi aldı . Kimi bulandı . Kimi bu­
lanığa sünger kagıdı kondu. Bir tüpten ötekine
aktarıldı. Öteki tüpe damla damla berrak bir şey
damladı. Baktılar . Kimsecikleri n göremeyecekle­
ri , uçucu, kaçıcı, görünüp görünüp kaybolucu bir
yeşil panltı gördüler. Müspet.
Of be! Müspetse müspet be! Vız gelir be!
1 47
Geldi�i anlaşılıyor mu tüplerden. Anlaşılmı­
yorsa açık konuşalım: Vız gelmiyor.
Hastaneden uyuşuk, pelte pelte, pıhtı pıhtı
fırlıyorum. Ben karın içine dalar dalmaz, kar da
kesiliyor. Severim karda gezmeyi . Elbette izimi
belli etmeden . Pis bir soluk renk, hastane duvar­
larından yere vurdu. Hamamın önünden yine
geçtim. Kubbe camlarının birinden bir bu�u,
ölüm kokulu bir bu�u havaya karışıyordu.
Belediye memurunu memnun bırakmıştım .
Otuz papellik bir makbuz kesmişti. Otuz papel!
Hikaye parası; verirlerse . Şu hikayecili�in de . . .
Tramvay hep benim gibi adamları , çocukları ve
kadınları taşıyordu. Kiminde göz beyazlarında
donuk bir sessizlik. Kiminin gözbebe�inde kor­
ku, kiminde sarılık, kiminde kansızlık.
Tramvay; tüpleri , kanları, maımukattar ten­
ceresini ezer gibi bir gıcırdadı . Burnumu tekrar
bir at sidi�i hamızı sard ı . Kanıma aktarılan at si­
di�inin ne kadarını atmış olabilirim bir saat için­
de. Kanımda hala beş-on damla at sidi�i asidi ol­
malı. ldrar keserncieki asit Hipürik'le tramvayda
oturmuş, Çin işi Japon işi Takata-Ara kanımda
müspet, formolgel menfi; globülin iki virgül şu
kadar, serin üç virgül bu kadar . . . gidiyorum.
Tramvay boyuna tüpler eziyor, maımukattar
tencereleri tıkırciatıyor. . . Safhalar içine dostum
Mustafa'nın dükkanına atıyorum kendimi . Man­
gala ellerimizi uzatarak ısınıyoruz. Mustafa çay
ısmarlıyor. Dışarda kar yeniden başlıyor.

1 48
HİKAYE PEŞiNDE

lki bavul , bir çanta, bir denk, tahtadan bir


valizle iki kadın, bir erkek, dört çocuktan ibaret
bir aileyi gözüme kestirdim. Daha doğrusu Kadı­
köy iskelesinde bu ailenin erkeği önüme çıktı:
"Hemşerim , " dedi . " Haydarpaşa'ya hangi va-
pur kalkacak?"
Solumu gösterdim, b aştan savma;
"Bu yandaki , " dedim .
"Sen de mi Haydarpaşa'ya gidiyorsun?"
Ne münasebet ! Haydarpaşa'da ne işim var?
Ada vapuru daha gelmedi , onu bekliyorum . Ka­
dıköy iskelesinde vakit geçirmek daha kolaydır
da. Insanların çeşidi ile karşılaşılır da . . . Mahfuz­
dur d a . . . Ama dur hele . . . Neden gitmeyeyim
H aydarpaşa'ya? Sanki bir yerlere gidecekmişim
gibi .
Ben kendi kendime adamın sorusuna böyle
bir cevap verirken, dünya kadar vakit geçti san­
dım . Ama baktım o kadar vakit geçmemiş ki
adam karşımda cevap bekliyor.
"Evet , ben de Haydarpaşa'ya gidiyorum . "
Dengin üstüne oturmuş kadın ;
"Çok bekleyecek miyiz vapuru?" dedi .
Bana bir kadın bir şey sorunca tuhaf bir hal
oluyor, adeta kendime hafif de olsa bir önem
vermeye başlıyorum . Ciddi bir sesle;
1 49
"Nerdeyse kapılar açılır bine riz , " dedim.
Tahta valizin üstüne oturmuş o!11an çocu!1u;
"Baba , " dedi babasına, "bilet almadık. "
Adam bana döndü:
"Şu ikisine bir bilet alsarn olur mu?"
Biri kız biri o!1lan, dört-beş yaşında yeşil sü­
müklü yavrulardı. Yeşil sümüklü demesem olmaz
mı? Şeffaf, berrak sümüklü de diyebilirdim. Hat­
ta hiç sümükten söz açmasam da olurdu.
"ikisine de bilet istemez bunların be! Yalnız
sana, şu iki bayana, bir de şu -on dört yaşındaki
büyük o!11anı gösterdim- delikanlıya üç bilet ye-
ter . "
"Üç değil öyleyse, dört . "
"Öyle y a dört . Dengin biletini aldınız mı?"
"Almak mı lazım?"
Sualin böylesine can mı dayanır? Seviver­
dim adamı . Ben biletçi miyim? Ulaştırma Veka­
letinde ben neciyim yahu? Hey Allahımi Hey ca­
nım Allahımi Biletçiymişim, bu işlerden anlarmı­
şım gibi yapmak lazım. Pekala! Al işte :
"Valize lazım de!1il . Ama bavullarla denge
bilet almalısın . "
"Vapurda alsak olmaz mı?"
Mesele çatallaşıyor. Nizamnamelere kadar
bilmem gerekiyor. Cevap veremiyorum . Bilmiyo­
rum. Kulağıma parma!1ımı sokup kaşıdım. Bir
gazete satıcısı kula!1ını kaşımadan;
"Vapurda da alsan olur amca , " dedi .
Ben de bu ara kula!1ımı kaşıyaraktan gidip
Haydarpaşa'ya bir bilet aldım . Yanlarına dön­
düm. Adam;
"Sen nereye gidiyorsun hemşerim?" dedi .
Tut kelin perçeminden :
1 50
"Ben mi?"
Sahi ben nereye gideceğim? Haydarpaşa'da
gişelerin önünde bilet alanları, bekleme yerlerin­
de düşünenleri, istasyon lokantasında içenleri ve
kalkacak bir treni görmeye gidiyorum desem mi?
Enayi miyim ben? Hiç der miyim? Hiçbir yerimi
kaşımadan;
"Adapazarı'na ! " dedim.
"Adabazarlı mısın?"
"p"yi "b" gibi söylemesinden bizim memleke­
tin yabancısı olmadığını anladım. Gözümün önü­
ne Çarksuyu, Erenler tepesi, Beşköprü'deki Hacı
Bey'in köşkü, amcamın, balkonunda çingene ha­
cak elmaları kabaran evi geldi . Adam ;
"Biz de," dedi, "Adabazarı'nda ineceğiz.
l l , SO'de varırız Ada'ya. Oradan ver elini Düz-
ce .
"

"Düzceli misiniz?"
Düzce'nin Kasaba ismindeki köyünü bilir mi­
siniz siz? Benim çocukluğumda, bundan otuz beş
sene evvel Pompei'den bin defa daha marnur,
her şeyi yerli yerinde, mükemmel bir eski Roma­
lı şehriydi .
"Yok, Kemerburgazlıyız ya . Orada benim bi­
rader var . Yanına gidiyorum. Yapı kalfasıdır
kendisi. Beraber çalışacağız. Bende duvarcılık
var, badanacılık var, hafif tertip marangozluk,
dülgerlik . . . Allah ne verdiyse ! . . İstanbul'da işim
iyiydi. İyiydi ama biraderi de kırmak doğru ol­
maz. 1lle de geleceksin diye tutturdu. Büyüğüm
benim. Sözünü dinlemek lazım. Bakalım bir gi­
delim, dedim . "
Kasaba eski halindeyse, b u adam biraderine
bile hacet kalmadan tek başına iki ayda o Roma
1 51
harabesini restore eder. Eder ama acaba o hara­
beden otuz beş sene sonra elde avuçta ne kal­
mıştır ki? . .
Küçük valizle, küçük Hacer bana düştü. On-
ları Adapazarı trenine yerleştirdim.
"Bana müsaade , " dedim.
"Hani sen de geliyordun?"
Ben Haydarpaşa'ya geldi�ime pişmanım .
"Ben caydım, " dedim, "gitmeyece�im . "
"Amma yaptın ha ! " dedi adam . "Yolcu yo-
lunda gerek. Beyhude para mı harcayacaksın bu­
ralarda kışta kıyamette? . . Ne var şu Istanbul'da
bilmem ki? Genç olsa n bir dereceye kadar. "
Yapma hemşerim ! Kırma beni ! Bakma be­
nim çöktü�üme . Ben gencim daha yahu!
Vagonlar ve beton yol gürültü içinde oldu�u
halde bu gürültülere kulaklarını kapayabilirsen
istasyonda garip bir sessizlik vardı . Bir trenin de­
rin derin soludu�u duyuluyordu. Bir di�eri dur­
madan buhar fışkırtıyordu. Üstü örtülü perdenin
altında dolaştım durdum . Rayların üzeri ıslak, pı­
rıl pırıld ı . Perdenin ta ucuna kadar, kum yola ka­
dar gittim . Uzakta bir köprü hayali, kırmızı yeşil
ışıklar ve birbirini kesip biçen raylar . . . Bir tren
manevra yapıyor, kesik kesik düdük çalıyor. Ma­
kasların kenanndan muşarnbalı bir adam hızlı
hızlı yürüyor, elindeki fenerin bana yeşil gözü­
ken camını manevra yapan trene do�ru sallı­
yor. . .
Bu yollardan bu d emiryollardan nerelere ka­
dar gidilmezdi. . . Gözümün önüne köprüler,
akarsular, sessiz, gürültülü istasyonlar, vücudu­
mu, kanımı uyuşturan düdük sesleri, yıkılıp yıkı­
lıp dikilen a�açlar, telgraf dire�i fincanları, sah-
1 52
!ep fincanları, fincanlar, bardaklar , taş tespi hler,
taş a�ızlıklar, simitler, yemiş sepetleri , kış günü
kiraz sepetleri geçip gidiyordu.
Birden yanımızdan bir başka tren, ışıkları ve
insanlarıyla büyük bir gürültü içinde yıkılır düşer
gibi geçip gitti . Bir istasyonda durdu�umuz za­
man yanımıza bir başka tren durdu. Karşı korn­
partımanın camı açıldı. Bir insanla burun buruna
geldik. Birbirimizi süzüyorduk. Her şeyimizi; yo­
lumuzu, kafa ka�ıdımızı, yüzü�ümüzü, ailemizi,
elbisemizi, her şeyimizi birbirimizle de�iştirebil­
seydik: ben kendimi unutsam o olsam; o kendini
unutsa ben olsa . . . diye düşündüm.
O olsam nerede inerdim? Haydarpaşa'da.
Nereye giderdim? Sirkeci'deki bir otele.
N'apardım? Eşyaını bırakır, bir lokantaya atar­
dım kendimi. Rakı getirtirdim . Bir balık ıskara
ettirirdim. Salata yaptırırdım . Pisbo�az! . . Son­
ra? . . Sonra Beyo�lu'na çıkardım . Birisiyle çabu­
cak ahbap olurdum. Nasıl yapardım bilmem ama
bir yerde otururken gülümser, laf atardım yanım­
dakine .
"Kimsiniz?" diye sorarsa;
"Kayseri'de bir şirkette memurum," derdim.
"Şirketin bir işi için geldim de . . . Bir hafta kadar
kalaca�ım da . . . "
"Çoluk çocuk?"
"Allah, varsa sizinkileri ba�ışlasın! Bir tanesi
üniversitede okuyor. (Bunu söylerken kurumla­
mrdım belli belirsiz. ) Eczacı çıkacak. Biri Kayseri
lisesinin son sınıfınd a . Kızım bir subayla evli
(tekrar kurumlanmak ister, sonra bir ikinci defa
kurumlanınaktan utanır, mütevazı olurdum) . Ge­
çen sene çocukları oldu, a�baba da olduk. İhti-
1 53
yarladık ama farkında de�iliz. Gözümüz hala
çöplükte. (Yalandır) Siz kimlerdensiniz efen­
dim?"
"Ben mi? Ben de dün akşamki trenle Anka­
ra'dan geldim . "
"Demek aynı trende bulunuyorduk; n e garip
tesadüf! Keşke trende tanışmış olsaydık . "
Sanki fark edermiş gibi . Sanki trende tanış­
mamız önemliymiş gibi.
Kendimi Haydarpaşa istasyonunun bekleme
salonunda buldum. Sessiz sedasız insanlar vardı.
Hemen yanı başımda iki geçkin ve şişman bayan
mahzun mahzun düşünüyorlardı. Bir tanesi ;
"Bu postada da çıkınazsa deli olurum, valla­
hi ! " dedi.
"Aman abla sen de! Bir işi çıkmıştır . "
"Ne diye telgraf çeksin 'Yarın oradayım' di-
ye?"
'Tam telgrafı vermiştir, bir işi çıkmıştır.
Başmüdür bırakmamıştır . "
"Öyle şey olmaz. lnsan önce izin alır, telgra­
fı sonra çeker."
"Sonradan işi çıkmış da müdür de bırakma­
mışsa . . . "
"Ben onu bunu bilmem. Ama Bülent'i iyi bi­
lirim de. o da benim ne kadar meraklı oldu�umu
bilir . "
lki hanımdan üç yaş genci (üç yaş; fazla ek­
sik olamaz) ve sakini bir zaman cevap vermedi.
Söyleyece�i sözü epey bir hesapiadı gibi geldi
bana:
"inşallah bu postadan çıkar . "
(Yanındaki, çıkar'ın daha "r"si bitmeden) :
"Ama bu postaya neden kalsın?"
1 54
(Bir düşünme payını o koymasa bile ihtiya­
ten biz koymalıyız . )
"Canım treni kaçırmıştır . "
"Hah ! . . Bak b u makul. Bak buna diyeceğim
yok. Yok müdür sonradan gitme demiş, ondan
evvel telgraf çekmiş falan, laf . Ama şimdi söyle­
diğin makul . Her zaman tren, vapur, otobüs ka­
çırmıştır. Kırk yılda b ir makul . "
(Bunun üstüne artık bir tenkide müsaade
vardır . )
"Aman abla ! Sen de n e kadar kılı kırk yarar-
sın . "
(Tenkit acemidir)
" Kılı kırk yarmıyorum . Merak ediyorum . Bir­
denbire hastalandıysa, diye merak ediyorum . Is­
tasyana gelirken bir araba çarptıysa . . . Hastane­
lere götürdülerse . . . "
(Ya ikide bir aynaya baktığını abiası fark et­
tiyse . . . )
"Aman abla! Valiahi beni de helecanı kalbe
uğratacaksın. Şu benzime bak hele; kül gibi . "
(Fark edilmiştir aynaya baktığı. Fark edilmiş­
tir ama aynı işi abianın da yaptığı ya görülmüş­
se . . . )
"Benzinde bir şey yok."
"Şu aynaya gözüm ilişti de kendimi tanıya­
madım. "
(istasyon aynaları hakkındaki karar daha
bekleme salonuna girildiği zaman verilmiştir . Ne
şimdi, ne de pek eskiden . )
"Sen o karşıki aynaya bakıp d a suratın hak­
kında bir karar vereceksen tamam . Bunlar istas­
yon aynası, ayol ! Istasyon aynaları meşhurdur.
Insanı perişan gösterir . "
1 55
Yerimden kalktım . Aynaya do�ru ilerledim .
İki hanımın sessizce beni dikizlemelerine aldırış
etmeden baktım . Ben de perişan bir haldeydim .
Potinlerim çamur içindeydi. Şapkamın kurdela­
sında beyaz beyaz leke1er vardı. Yüzüm sapsarıy­
dı. Gözlerim kıpkırmızı . Kenarlarından fırlayan
saçlarımı toplamak için şapkamı çıkarınca, şöyle
parmaklarımla bir tarasarn elimde kalacaklarını
sandım. Şapkamı giyip kenarlardan fırlayan saç­
ları içeriye tıktım. Dışarı çıktım. Merdivenleri in­
dim. Vapur Kadıköy'den kalkmış geliyordu. Hay­
darpaşa ist"asyonuna baktım. Kocaman kapıların­
dan ötede kırmızı yeşil fenerli, demiryollu, tren­
li, yolculu, meraklı , düşünceli, perişan, aceleci ,
melankolik, aynalı, sıkıntılı, helecanlı, yerini bul­
maya çalışan bir alem vardı. Her gün yüzlerce
tren binlerce hikaye getiriyor, binlerce hikaye
alıp gidiyordu . lstasyonun kapıları insan alıp in­
san veriyordu.

1 56
KALİNİKHTA

Yanıma baktım kimseler yok. Az önce çev­


rem insanla doluydu. Köpekler havlıyor, ağaçlar
hışırdıyordu. Bir ırmak akıyordu kulağırnın dibin­
den . Ağaçlar suları yıkıyordu. Hayvanlar insanla­
rı öpüyordu. Köpekler konuşuyor, insanlar havlı­
yordu. Gökyüzü sarıydı. Birisi:
" Canımsın," diyordu, "canımsın, ağacımsın,
ırmağımsın; denizim benim . " Ötekisi bir insan
kokusu içinde sıcaktı. Cevap vermiyordu. Elinin
üstündeki mavi damarlar bir dostluk denizine
akıyordu. Saçları kara, gözleri kara, kaşları kara,
kara günler, kara hikayeler doluydu . Dudakların­
da şimdiden sonra söylenecek kız oğlan kız tür­
külerin boyu vardı.
Sandaim içindeki güneşten, gökyüzündeki
tozdan, ağacın kırmızısından mı ay doğuyordu?
Bir dudağım yerde, öteki dudağım kuyruğunda
ateş gibi gidip geliyordu içimden.
"Seni damarımda, bileğimde atıyorum . "
Yıldızlar asılınıştı ağaçlara. Soğuk kandil
kandil sarkıyordu. Yanımda dostların en koyusu,
kadehimde sakız rakısı, dilim kekeme , elimde ol­
ta, altanın elinde zoka, sandalda Barba Stanco,
küpeştede Sivriada, yıldızlar bağrımda; dümen­
deyim. Motor hışır hışır hışırdıyor. Köpek sesleri
geliyor dostçasına. Ağaçlar yıldızları, ağaçlar te-
1 57
peleri, köpek sesleri sabahları getiriyor. Bir ba­
lık kokusu içiyorum . Bir Rum evinden midye ta­
vası , bıyıklarıının içinden anason kokusu geliyor.
" Canımsın" diyorum kime .
Kahve fincanına düşen sabah yıldızını koklu­
yorum . Mis gibi kahve kokuyor. Kocayemişleri­
nin çiçe!1i pare pare . Karabaşları avuçlarımda
eziyorum . Dilime arılar konuyor, gözü mü arılar
sokuyor, güneş batıyer, bir karabatak düşünü­
yor. Martının biri boşlukta bir dire!1e konuyor.
Çakıla sulardan elbiseler giymiş, hava renginde
askerler çıkıyor. Çakılcia ayak sesleri duyuyo­
rum . O, Aspasya'dır o. O Aspasya'dır. Yaseminli
Aspasya, kafur kokulu Aspasya, paskalya çiçe!1i
sarısında Aspasya, dilinde kıvılcım, dilinde yılan,
dilinde aynalar ve çeşmeler. . .
" Canımsın," diyorum, "canımsı n . "
Yani , Yani b e ! Hey Yani ! Kara Yani! Hey
Beykozlu Iatemacı Panayet'un terunu kara gözlü
dostum Yani! Söyle Rumca Karabiberim şarkısı­
nı. Aspasya duysun. O türküdeki İbrahim benim .
Bırak İbrahim'i ve zenginli!1i Karabiberim.
Dostluk çayırının bu kuzuları kimin? Sizin
mi? Kuzular mı? Kuzular meler mi? Yani, söyle
Karabiberim şarkısını.
Şimdi Atina'da O monya meydanında akşam
oluyor. Atina kahvelerinin teraslarında bir ançü­
ezle bir yeşil zeytin ve bir kadeh mastika duru­
yor, kimin önünde? Kimin önünde olursa olsun .
Pire'den denizanası kokusu geliyor. Akropol'den
Sokrates iniyor. Sen Yanakil Dostların en koyu­
su ! Arkadaşların içinde ölümden önce en sonun­
cusu ! Atina sokaklarından geçerken yıldızlara
bak. Yıldızlar seni sandallara, kayıklara, vapurla-
1 58
ra ve adalara götürecek. Dünyanın bütün adala­
rını gezeceksin . Dünyanın bütün sandaliarına bi­
neceksin. Elinde naylondan 3 5'1ik bir oltayla de­
niz diplerinden balık sanıp fosforlar, yakamoz­
lar, pırıltılar yakalayacaksın. Balıga boşver! Dü­
şün Yanakimu beni . Bin, bir yıldızın sırtına .
Adaların içinde bir Burgaz Adası vardır . Bir san­
dal vardır, tam Kaloyeros'la Laendros'un gözük­
lüğü nişanda. Işte o benim. Ben, sandallar için­
de bir sandal, denizler içinde bir deniz, insanlar
içinde bir insan.
Yani ! Omonya meydanında akşam oluyor .
Gökyüzünden sandallarla şarkılar geçiyor. Ara­
balarda ışıklar kayıyor, bir at kişnemesi duydun
mu? Bir fayton geçti mi delicesine akimdan . . . ve
Omonya kahvelerinin camından? Bil ki ben Tak­
sim meydanında, abidenin önündeki çayırın kısa
parmaklıklı demirlerine oturmuş seni düşünüyo­
rum Yanaki . Gece oldu . Karlar sönmek üzere.
Işıklı ilanlar sönüyor. Otlar kararıyor. Bir taver­
nadan üç gitar sesi geliyor. Mavrodafni kaldırım­
larda kırılıyor. Sen oteline kadar yürümeyi dü­
şünme; Atina ile Pire arasındaki metro çoktan
işlemiyorsa işlemesin, hava güzel, yürürsün.
Martılar Sivriada'da ayın ışıgında dönüp duruyor­
lar. Barba Vasili paltesuna girdi uyudu. Ben seni
düşünüyorum Yanaki. Sonra Aspasya'nın söyle­
diği Kefalonya havasından çıkan rüzgar Sivri­
ada'nın denizini ürpertiyor. Yanaki , Omonya
meydanında ışıklar sönüyor. Kahve kapanmak
üzere . Yeşil zeytini ye . Şu düzü yuvarla. Işitti n
mi Pire'den gelen vapur düdüğünü? Ben Galata
Köprüsü'ndeyim o dakka . Bir Hollanda şiiebi
Okmeydanı'nda dolaşan mapusane kaçağına ses-
1 59
!eniyor acı acı. Üsküdar iskelesine iniyorum.
Parmaklı!:la dayanıyorum. Sen yeşil zeytini ne­
den yemedin? Omonya meydanındaki Ekselsiyor
kahvesinin garsonu ;
"Kalinikhta Kiryos" diyor bana . "Benden de
bir Kalinikhta sana. Panco ! "

1 60

You might also like