Professional Documents
Culture Documents
ı 2
taner
- Düz-V azttan-
BiLGI
YAYlNEVi
BİLGİ YAYlNLARI : 298
HALDUN TANER, DÜZ Y AZILARI : 2
İkinci Basım
Ajtustos 1993
BiLGi YAYlNEVi
Meşrutiyet Cad. 46 1 A
Teli 431 81 22- 434 12 71
434 49 98 - 434 49 99
Faks 431 77 58
06420 Yenişehir - Ankara
HALDUN TANER
Düz Yaz1lar1
2
Berlin Mektupları
ViYANA'NIN AlLAITlGI VARTALAR
Gezi notları
BİLGİ YA YINEVİ
kapalı: dizeni : rabri kanaOzotlu
HALDUN TANER
BÜTÜN ESERLERI
Berlin Mektupları
Potsdamm Bahçelerinde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Berlin, Ankara ve Serçeler 18
Intihar mı Cinayet mi? . . ... . . . . . . . . . . . . . .. . .. .
. . . . . . . . . .. . . . 23
Üçüncü Reich'ın Üçüncü Adamı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29
Berlin Türk Şehitliğinde . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . 34
Sahipsizliğin Sonu . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . 40
Bir Ara Seçimin Düşündürdükleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
Yine Yeşiller Üzerine........................................ 50
Politika Insanca Olabilir mi? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 55
Viyana'dan Sevgilerle . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 61
Almanya Mektubu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66
Topun Ağzı . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 70
Yabancı Olmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 74
Si Vis Pacem . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 79
Bir Lahza-yı Taahhür . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 84
Düzey ve Yüzey . . . . . . .. . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 89
Sahipsiz Iki Milyon Insanımız . . . . .. . . . . . . . . ... . . . .. . . . . . 93
Üç Yandan Horgörü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . 98 .
5
Dünyanın En Zeki Azınlığı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 120
Bir Yıldönümü 125
Komşuluk Ölüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 131
Alman Çeşmesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 134
Yazarlar ve Kamuoyu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 138
Sizlerden Uzak Bir Yılbaşı 142
Tartuffe'ü Izlerken . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 146
Onlar ve Biz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 153
Helmut Schmidt'in Piyano Kadansı . . . . . . . . . . . . . . . . 157
Bir Günlük Beylik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . 161
Trajik Bir Yazgı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 165
Bir Vasiyet Üzerine 168
33 Yılı Ocağı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . 173
6
ÖNSÖZ
7
Merkezi'nde çoğu zaman ben tanıtırdım. Üni
versitede asistanlık ederken ünlü beş profe
sörün derslerini ben çevirdim. Yabancı dost
larımdan çoğu Alman'dır. Kitaplığımdaki ki
tapların üçte biri Almanca ...
Hikayelerim çevirildikçe piyeslerim orda
oynandıkça, kongre ya da konferans için çağ
rıldıkça, sık sık Almanya'ya gittim. ikinci
Dünya Savaşı'ndan sonraki kara günlerini,
bunun içinden nasıl kurtulduklarını ilgi ile
izledim. Gözlemlerimi, izlenimlerimi sık sık, ya
gezi notlarımda, ya köşe yazılarımda anlat
tım.
1980 yılında DAAD ( = Alman Akade
mik Mübadele Kurumu)'nun çağrılısı olarak
bir yıl Berlin'de kaldım. Bu son misafirlik ba
na, iki karşı dünyanın çatışma noktası olan
bu nevraljik adacıkta, bugünkü Almanya'nın
sorunlarına ve bugünkü Türk Alman iliş
kilerine daha yakından bakabilme imkanı
verdi. Füze rampaZarından yeşiller hareketi
ne, hava kirlenmesinden Türk işçiler soru
nuna kadar türlü konular üzerinde görebil
diklerimi, düşünebüdiklerimi MiLLiYET'te
ki köşeme muntazaman yazdım.
8
Ortaya ALMAN ÇEŞMESi adındaki kitapçık
çıktı.
BiLGi YAYlNEVI'nin yayımlamayı ya
rarlı bulduğu BERLiN MEKTUPLARI ve ya
kında yayımıayacağı ALMAN ÇEŞMESI m
Zere bu konularda şimdiye kadar işittikleri
nizden, okuduklannızdan biraz değişik açı
lar ve aydınlıklar getirebilirse ne mutlu bize.
Feneryolu, 1984
9
BERLiN MEKTUPLARI
POTSDAMM BAHÇELERİNDE
13
diyorlar. Ama işitmek işimize gelmiyor. Bazı
işçilerimiz dönmek için kendilerinden yıllardır
kesilen sigorta paralannı haklı olarak geri isti
yorlar. Verilirse dönecekler. Bazıları da ne
olursa olsun dönmernek niyetinde. İş görüp
mark İstifternek uğruna yorgunluktan pestB
leri çıkmasına ve dünyayı görecek halleri kal
mamasma karşın, yine de hala dillerini bile
öğrenmedikleri bu tüketim cennetini bırakmak
niyetinde değiller. Gerginlik arttıkça artıyor.
Devlet işe başında sahip çıkmamış ki şimdi
çıkabilsin. Zeminin altlanndan kaydığını his
seden zavallı işÇiler sinir bozukluğu ile birbir
lerine düşüyorlar. Evde barış huzur bozuluyor.
Yeni yetişen ve Almanca'yı Türkçe'den iyi ko
nuşan çocuklar kabuğundan çıkıp kabuğunu
beğenmeyen kestane gibi analarını babalarını
hor görüyorlar.
Yurttaki akrabalar biraz da kıskançlığın
etkisi ile onlan mark uğruna yad ellere gitmiş
çıkarcılar sayıyor. Tatillerde kendilerine geti
rilen hediyeler bile bu horgörüyü azaltamıyor.
Tersine bu üstünlük gösterisi yakınların
aşağılık komplekslerini, düşmanlıklarını daha
da kırbaçlıyor. Devlet işçiyi döviz sağlayıcı bir
unsur saymaktan öte, sorunlarına yeterince
inemiyor. İnip çıkan hükümetlerin hepsinin
ayrı politik çıkar güden çelişkili siyasetlerine
karşın birleştikleri tek nokta işçinin döviz sağ
layan bir makine oluşu. O bozulmasın da ge
risi önemli değil. Almandan horgörü, çocuğun
dan horgörü, yakınlanndan horgörü karşısın
da şaşkına dönen zavallı işçinin tek avunağı,
emeğine karşılık yurtta alabileceğinden kat
14
kat fazlasını, hem de enflasyonsuz, banker fi
yaskosuz yannı meçhul olmayan sağlam bir
rayiçle alışı. Banka defterindeki Deutsche Mark
Hazretleri, takside alınmış Mercedes arabası,
renkli televizyonu, videosu ve yeşilçam filmle
rinden oluşan kaset koleksiyonu her günkü
ezikliğini hafta sonlan biraz unutturan kısa
beyliğinin status simgelerini oluşturuyor.
ıs
İçeriye girmiş üç dakika sonra sevinçle
çıkmış.
«Buldum)) demiş. «Nasıl buldun?))- «Çok
basit, içeri girer girmez Heil Hitler! dedim. Be
beklerden Alman olanı sağ elini kaldırdı. Ya
hudi olanı korkudan altını kirletti. Türk olanı
da hemen eline bir bez alıp yeri temizlerneye
koyuldu.))
16
de, gözlerinin çapağını önlerine getirilen bir
tastan aldıklan suyla yalap şap yıkarlarmış.
Bir ihtiyaçları gelince de uşaklar çok süslü
sandalye oturaklarını getirir, krali popolar iş
lerini bitirince dışarı taşırlarmış. O sırada Vol
taire'in misafir kaldığı odayı geziyorduk. «Vol
talre'in de böyle oturağı var mı idi?» dedim.
Rehber, «Maalesef» dedi. «Üturaklar sadece
kral ailesi içindi. Misafirterin oturağı yoktu.»
Eşi.m cOnlar De yapıyorlardı?» diye sorduğun
da aldığı cevap,
- Bahçenin uygun bir yanına uzaklaşır,
işlerini görürlerdi, oldu.
Şimdi, Potsdaının'daki Orangerie kasn
bahçelerinin neden bu kadar bereketli olduğu
anlaşılıyor. Esans sanayiinin batıda bunca ge
lişmesinin sebebi de su ve sabunla hertaraf
edilmeye üşenilen pis kokuları daha keskinle
riyle örtbas etmek isternekten doğmuş olma
lı. Haçlı seferlerindeki A•lman şövalyelerin pis�
liğini ise hiç kanştırmıyorum. Biz o tarihte de
nezafete taharete riayet eden bir millettik. Al
manya bugün nerden nereye gelmiş. Dünyanın
en temiz sayılan ülkesi olmuş. Hal böyle olun
ca neden temizliği eskiden beri, ta onların alıp
satmadığı zamandan bu yana benimseyen işçi
lerimizin sosyal hayatta aynı görevi üstlenme
sini yadırgıyorsunuz.»
Muhatabım yine de duyarlı bir adarnmış
ki özür diledi. «Siz ki mizahçısınız, mizaha
alınmak olmaz.» dedi. «Al• mmadım da mizalıı
na bile kabalığını sokan bir zihniyeti estetik
bulmadım, o kadar,» dedim.
3 Ağustos 1980
17
BERLİN, ANKARA VE
SERÇELER
18
O da haklı idi. Ankarab idi. Kirli hava
dünya rekoru listesinde Ankara'dan çok son
ra gelen Berlin, belki de üstada dağ havası gi
bi yararnıştı bile.
Bir İstanbuUu olarak bana hiç mi hiç ya
ramıyor. Ne suyu, ne havası. Berlin'de son haf
talarda sık sık smog alarmı verildi. Gazeteler,
radyolar, televizyonlar, elli yaş üstündeki, al
tı yaş altındaki kimselerin sokağa çıkmaması
nı, pencerelerin katiyyen açılmamasını, kalp ve
tansiyon hastalannın ilaçlarını almalarını, işe
gidenlerin özel arabalarını garajda bırakıp ge
nel taşıt araçlarından yararlanmalannı tek
rarlayıp durdu. Smog, İngilizce sis ve kir
li duman kelimelerinin bileşiminden oluş
turulmuş bir tabir. Yaşamı tehlikeye so
kan bu zehirli duman ve sis, hacalardan ya
yılan karbonmonoksidi, sülfürdioksidi, egzost
lann yaydığı kurşun gazını ve havadaki metal
leri içeriyor. Bunun oranı biraz daha artarsa,
«2 numaralı ve 3 numaralı» alarınlara başvu
rulacak. Yani, tüm taşıtlar ve duman çıka
ran kaynaklann yüzde sekseni yasaklanacak.
Şimdi tüm Berliniiierin gözü, yağmur ya da
kar bekledikleri gökyüzünde, gece de kulakla
n hava raporunun son smog durumunu belir
ten yayınında.
Lisedeki edebiyat öğretmenimiz rahmetli
İsmail Habib Sevük, otuzlu yılların başında
Cuırihuriyet'te, Tuna'dan Batı'ya adlı bir edebi
gezi dizisi yayınlamıştı. İlk defa Avrupa'ya çık
manın tüm dikkati ve bazen de zorlamalı bu
luşlan ile Berlin hakkında yazdığı yazıyı hiç
unutamam. Bir bulvar kaldının kahvesinde kü-
19
çük bir serçenin masasına gelip konması kar
şısında şu ilginç ve acele teşhisi konduruver
mişti: Berlin, sanayHeşmenin ve yoğun şehir
cili�in etkisi ile artık serçeleri bile şaşırtıyor.
YeşiHikler, koruluklar azaldı�ı için serçecikler
insancıl olmuşlar, mecburen masalara konu
yorlar, mealinde bir şeyler yazmıştı. Bu yazı
dan yirmi yıl sonra Berlin'e ilk geldi�imde
sevgili hocamın teşhisindeki abartıyı saptamış
tım. Her şeye karşın Berlin'in korulan, park
ları, şehrin ci�eri olarak üzerine titrenen tüm
yeşillikleri hiç de azalmış de�Hdi. 1910'ları ya
şayanlar böyle diyorlardı. Olsa olsa, serçeler
daha insancıllaşmış olabilirlerdi, o kadar ... Bu
luş güzeldi, etkili idi de, doğru de�ildi. Bu yazı
yı şimdi neden mi hatırladım?
Aynı serçeciklerin bugünkü hal-i pürmela
linden dolayı ... Kavuniçi üniformalan ilc şeh
rin canlı ve sevimli bir parçasını oluşturan so
kak temizleyicisi işçi kardeşlerim, bu serçe
ciklerin düşüp düşüp öldüğünü ve sabahlan
parklarda bu hava kirlenmesi kurbanlannın
en az ikisini-üçünü topladıklarını söylüyorlar
dı.
Zaten her yerde hava kirlenmesinin tek
nik a.Ietlerden önce ilk habercisi kuşlar. He
men oradan kaçıyorlar. Kaçarnayanlar, bizim
halimiz size ibret olsun, der gibi düşüp ölü
yorlar.
Berlin'de bunlar oladururken, Ankara'mız
daha sunturlu bir hava kirlenmesi ile karşı kar
şıya . . . Orada zehirli gaz maskesi ile gezenlere
şaşmamalı. Ankara'nın kirlenme oranı buranın
2. dereceli alarmının rakamları. Ankara'nın bir
20
numaralı derdi olan hava kirlenmesi yıllar yı.Jı
artarken, pek aldıranımız olmadı. Tehlike gelip
kapıya dayanıncadır ki, buna karşı önlemler
düşünmeye başladık. Yaz gelip kalorifer kazan
lannın dumanı eksilince, oranın havasını yine
tahammül edilir bulduk. Öbür kışa kadar yine
her şeyi unuttuk. Böyle gide gide, bugünkü da
yanılmaz hali bulduk. Arada yem borulan ça
lındı. Seyitömer'de durnansız yakıt üretileceği
mavalı da bunların arasında idi. Avrupa ülke
lerinin bazısında çevre kirlenmesine karşı ba
kanlıklar ihdas edilirken, bizde bunu hiç de
ğilse müsteşarlıkla yönetmek isteyen siyasi bir
parti, karşı partinin muhalefeti ile karşılaştı.
Bütçe tartışmalan sırasında onun bu davranı
şı demagoji konusu bile oldu. Neredeyse bu en
hayati önemi, fantezi ve lüks sayacaklardı. Bi·
rer hayır kurumuna benzer kuruluşlan ile yur
dumuzdaki çevre kirlenmesine karşı harekete
geçen ve bu arada elbette yararlı hazırlıklar da
yapan kurumların çabalan da, eli kalem tutup
da bu tehlikeyi çok öncesinden uyaran uzman
Iann gazetelerde çıkan yazılan da ve bu arada
şu sütundan bizim sık sık yaptığımız uyarılar
da, işin sadece platonik birer çeşnisi olarak
kaldı.
Katı gerçeğin kapımızı Beethoven'in S
Senfonisi uvertüründeki gibi tok sesle çaldı
ğı şu günlerde artık herkes anlıyor ki, bu gi
dişle Ankara'da serçecikler yerine insancıklar
da ölmeye başlayacak. İnsaniann tedbirsizli
�den gelen afetler yine insaniann kesin ted
birleri ile ortadan kaldınlamazsa, başkentimiz
belki bir gün oturolamaz hale de gel�cek. İşa-
21
retler öyle gösteriyor ki, bu gün sandığımızdan
da yaKındır.
Batı kıyılarımızdaki Efes'in, Milet'in, da
ha başka antik kentlerin başını yiyen, oradaki
insanları başka, daha sağlıklı bölgelere kaçma
ya zorlayan, denizin çekilmesi ile hasıl olmuş
bataklıklardı. Burada üreyen sivrisinekler ve
onların neden olduğu sıtma afeti idi. DDT iki
bin yıl önce keşfedilmiş olsa idi, böyle bir göç
önlenir, tarihin seyri değiştirilebilirdi.
Ankara'yı, halkçı kalkınışımızın, İstiklal
Savaşımızın sembolü Ankara'yı böyle bırakıl
mış bir kent olarak görmek istemiyorsak, bü
tün beyin güçlenınizi bu görünür afeti durdur
maya, yavaşlatmaya ciddiyede seferber etme
miz gerekir.
24 Ocak 1982
22
iNTiHAR MI, CiNAYET Mİ?
23
Meinhof o tarihlerde solcu gençlerin bazıları
nın okuduğu Konkret dergisinde fıkralar yazı
yordu. Bu derginin sahibi ve yazı işleri müdü
rü olan salon sosyalisti, entellektüel ve de ay
rıca işini bilen Klaus Rainer Röhl'ün kansı idi.
İki de şeker çocukları vardı. Röhl çifti, Ham
burg'un kibar semti Blankenese'de lüks bir vii
lada yaşıyorlardı.
Gel zaman git zaman, öğrencilerin ateşli
lideri Rudi Duschke, Batı Berlin'de bir akşam
üstü hisikieti ile evine dönerken kiralık bir ka
til tarafından beyninden vuru·ldu. Çocuk he
men hastaneye kaldınldı, ameliyat edildi, ha
yatı kurtuldu, ama belleğini yitirdi. Sığındığı
Danimarka'da özel bir eğitimle zihni yetenek
lerine kavuşabilmek için yıllar yılı tedavi görü
yor. Bir kelime ile safdışı edildi.
Yine gel zaman git zaman, Konkret dergi
sinin ılımlı, insancıl fıkracısı güzel Ulrike, gü
nün birinde lüks villasını, iki çocuğunu bıra
kıp sokağa indi, elinde silah, eylemcilerin ara
sına kanştı.
Fikirleri ile yaşamının büyük çelişkisini
farketmişti. Bunu kocasına açtığında aldığı ce
vap:
- Sosyalizm gün günden hoyratlaşıyor,
sen şimdilik kapitalizmin taelım çıkarmaya
bak, oldu.
Yakınları Ulrike'nin yaşamındaki en bü
yük değişikliğin nedenini kocasının bu yanar
döner cevabına bağlıyorlar. Her sözünde, her
hareketinde içten olan, kendi kendini hiç ya
lanlamayan Ulrike, işte o anda yatağını paylaş
tığı kocasından da, onun temsil ettiği kaypak
24
salon sosyalistliğinden de soğuyuverdi. Jöton
biraz geç düşmüştü ama düşmüştü.
Dünya, Ulrike'yi, bundan sonra, eli silahlı
bir dişi kaplan olarak tanıdı. Yumuşak, seksi,
entellektüel insancıl kişiliği gitmiş, radikal,
acımasız, aşın bir tedhişçi kesilmişti. Kısa za
man sonra çetenin başı oldu. Baskınlar tasar
ladı, hapishaneden adam kaçırdı, beş kişiyi öl
dürmek, elli cinayete de katılmak suçuyla bir
numaralı devlet düşmanı ilan edildi.
Bir arkadaşını hapisten kaçırmak için beş
suçsuz polisi öldürmek, davasını belgelemek
için on masum yurttaşı kana bulamak elbet
onaylanacak şeyler değildir. Aynca kafa yeri
ne silahı konuşturmak, kaba güçle terör ya
ratmak, yüreklilik de değildir bence. Sadece
çaresizliktir...
Ne var ki, Ulrike Meinhof, bu ölçüsüzlük
lerin kendi davasına yarar değil, ancak zarar
getireceğini göremeyecek kadar da hınçlı idi.
Nitekim, 1972'de siyahlar içinde bir rabibe kı
lığında Hannaver'de tutuklandığı zaman, mak
yaj çantasının içi silah dolu idi. Ulrike, o gün
den sonra hapishanede de savaşını sürdürdü.
Eylemci her yerde eylem yapmalı idi. Ulrike,
«Dünyayı, Amerikan emperyalizminin elektro
nik beyinler komuta merkezinden kurtarmak
için toptan bir savaş»a girişmişti. Onca «Al
manya'nm tutumu sömürü, açlık ve sefalet
düzenini destekleyen faşist bir tutumdu.» «Ya
şam ancak haklı bir dava uğruna kullanılırsa
bir anlam kazanırdı.» Ulrike, «Dünyadaki tüm
bahtsızlan savunmayı, hem de silahla savunma
yı işte bundan seçtiğini» söylüyordu. Hapis
25
onun gözünü korkutmamıştı. Hapiste de eyle
mini sürdürüyordu. Mahkemede her celse bir
gösteri halini alıyordu. Hücresinde tutuklu ar
kadaşlarının dayanışması için planlar kuruyor
du. Dışarıdakilere taktikler veriyordu.
- Kim ki, sonuna kadar direnmez, diri
diri ölmeyi kabullenmiştir, diye yazmıştı yer
altı eylemleri sırasında.
Kısacası Roza Luxemburg'tan bu yana, Al
manya böyle bir militan kadın görmemişti.
Evet işte Ulrike Meinhof öldü. Öldüğünde
kırk bir yaşında idi. Hapishane müdürlüğünün
zaptma göre, o gece, yatağını duvarın kenann
dan ayırmış, şiılteyi hücredeki penceresinin al
tına sermiş, mavi beyaz hapishane havlusunu
boynuna geçirmiş, bir iskemieye çıkıp kendi
ni boşluğa bırakmış, gardiyanlar durumu an
cak ertesi sabahki kontrolda öğrenmişler.
Doktor raporu da intiharı doğruluyor.
İçine dönük dindar bir çocukluktan son
ra yavaş yavaş dünyayı keşfeden, sonunda bir
numaralı devlet düşmanı ilan edilen bu kadı
nın yaşamına bir yazar, bir psikolog gözü ile
bakınca, çeşitli eğilimlerine çeşitli neden to
humları bulmak mümkün. Kaba sofu bir rabi
bin kızı imiş. Belki fikirlerindeki taassup bu
radan geliyor olabilir. Babası Ulrike'nin hafif
meşrep anasından çok çekmiş. Kadın, adamı
durmadan aldatır dururmuş. Ulrike'deki radi
kallik eğilimini bu ((trauma»ya bağlamak da
yanlış olmayabilir. Çıkarcılıkla aydınlığı aklın
ca bağdaştırdığını sanan kocasının pişkin fel
sefesi de onu kurulu düzenden alabHdiğince
soğutmuş olsa gerek. Kendi kişiliğini yakala-
26
yıp, ona uygun bir yaşamı seçen Ulrike, ihti
mal silahı da kadın-erkek eşitliğinin son ker
tesi olarak ele almış olacak. Psikologlar, Patty
Hearst'ün adını verdikleri bu yeni syndromun
yeni yeni üzerine eğildiler. Bir doktor da Ul
rike'nin beynindeki uru tedhişçiliğine neden
olarak göstermeye kaılktı. Bütün bunlar akla
gelebilir, hatta az çok doğru da olabilir de, işi
bir Dr. Jekyile Mr. Hyde ikileminin ilginçli
ğine indirgemek, acaba Ulrike Meinhof olayı
nın toplumsal boyutunu biraz küllemek olmaz
mı?
Bu kadar inatçı, bu kadar sonuna kadar
cı bir kızın intihar olasılığını reddedenlere ge
lince, onlar galiba Ulrike Meinhof'un son du
rumunu gözden kaçınyorlar. Kızın aylardır
dünya kriminoloji tarihinde hiç bir kadın tu
tukluya uygulanmayan çok ağır koşullar altın
da gün günden nasıl eridiğini, nasıl delirecek
hale geldiğini unutuyorlar. Bembeyaz duvarlı
bir hücre düşünün, içindeki yatak, masa ve
iskemle bembeyaz. Tepede yanan neonlar gece
gündüz hiç sönmüyor.
Dış dünya ile bütün ilişkileri kesilmiş. Son
bir yıldır gitgide ağırlaştırılarak uygulanan bu
hücre hapsi, boyuna geçirilecek bir ilmiği in
sana özletmez mi? Üstüne titrediği kişiliğinin
fire vermesi korkusu, bir ihtilalciye, bir
vakitler kötülediği intiharı sevimli göstermez
mi?
Kaldı ki, Ulrike Meinhof'un bu son eylemi
oldu. Bazı Alman hapishanelerinde politik suç
lulara uygulanan Nazi barbarlığının kalıntısı
27
insanlık dışı koşullara dünyanın dikkatini çek
meye yaradı.
Bence hikayenin özeti budur.
«Para yitirmek az şey yitirmektir. Onur
yitirmek çok şey yitinnektir. Cesaret yitirmek
her şeyi yitirmektirı� der bir yabancı atasözü.
Sonuncuyu yitirece�ine yakın kendi canına kıy
clı Ulrike Meinhof.
Bir insanı yıpratıp umutsuz bırakmak bi
le başlı başına ve çok sinsi bir ölüm aracı de
ğil midir?
30 Mayıs 1976
28
ttÇ"ONCO REİCH'IN ttÇ"ONCtt ADAMI
29
Aynı saatlerde Hess'in yaveri, Bergtesga
den'daki Hitler'e, Hess'in bir mektubunu ver
mektedir. Sevgili Führer'ine canını feda ede
cek kadar bağlı ve hayran olan Führer Vekili
Hess, bu mektubunda İngiltere ile ayn bir ba
rışın koşulılannı müzakere etmek için Britan
ya adalanna uçtuğunu bildirmekte ve mektu
bunun bir yerinde şöyle demektedir: «Kabul
ediyorum ki, bu proj emin başarı şansı az. Ama
bir denemek gerekti. Yazgım bana yardım et
mez ve muvaffak olamazsam siz ve Almany�
bundan büyük bir zarar görmezsiniz. Nihayet
bundan haberiniz olmadığını ve benim deli ol
duğumu ilan edersiniz.•
Nitekim Hitler de bunu yapacaktır.
Hess, uzun mesafe uçağı olmayan bir Me
ieercshmidt llO'a, ek rezervuar taktırarak elin
de bir harita ve pergel bu dönüşsüz yolculuğa
sevgili Führer'inden habersiz mi çıkmıştı? Yok
sa bu onunla danışıklı olarak girişHen bir is
kandil hareketi mi idi? Hess, zihni bir buna
lım mı geçiriyordu, yoksa inadına bilinçli tu
tarlı ve sağlıklı mı idi? Gerçekten İngiltere ile
Almanya arasında gereksiz kan dökülmesini is
temeyen insancıl bir itinin etkisinde mi idi?
Yoksa Führer'inin gizliden gizliye planladığı
Rusya taarruzundan önce müttefikleri şaşırt
mak için bir manevra mı çeviriyordu?
Bu altı olasılığın her birine eli yüzü düz
gün gerekçeler yaratan yorumcular çıktı. Ama
bu gerekçelerin her biri de yine eli yüzü düz
gün karşı belgelerle yalanlandı.
Bugüne dek Hess muammasının içyüzü
tam aydınlığa kavuşamadı.
30
Rudolf Hess, bu karınaşık kişiliği ve mut
suz yazgısı ile belgesel romancılara, belgesel
tiyatro yazarianna çok ilginç bir konu olsa ye
ridir. «Üppenheimer Davası» adlı eseri ile bel
gesel tiyatronun babası sayılan dostum Rein
hardt Kipphardt ve Troçki'nin son günleri üze
rine bir oyun yaz.an Peter Weiss'in bu konuya
bugüne dek neden yanaşmadıkianna hala şa
şanm. Ben Rudolf Hess'i Almanya'daki üniver
site öğrenciliğim yıllannda birkaç kere yakın
dan görmüş ve Hitler'in göründüğü her aktü
alite filminde, yani her hafta, onu Hitler'in pe
şinde, yamacında, dümen suyunda bir yaver
olarak izlemiştim. Fanatizm ve aşırı bağlılık
onun karakteristiği idi. Hess, Münih'te ikti
sat okumuş, Karl Haushofer'le, geopolitik bili
min bu öncüsü ile orada tanışmıştı. Politikada
«hayat sahası» öğretisini ortaya atan bu profe
sörün ana fikirlerinden biri de İngiltere'nin
kendi imparatorluğunda egemen olması, Al
manya'yı Avrupa'da serbest bırakması gereği
idi. İngiltere ile Almanya'nın aynı ırktan ol
duklarını, tam bir anlaşma içinde hareket et
meleri gereğini savunuyordu. Bu ana fikirleri
Hess de benimsemiş, Hitler'in de İngiltere'ye
karşı düşmanlık beslemediğine gerek savaş
içinde, gerek savaş sonrası onunla iyi geçinme
yi candan arzuladığına inanmıştı.
Churchill İngiltere'ye gelen Hess'le şahsen
konuş!Tiayı reddetmişti. Buna çeşitli anlamlar
verilmesini sakıncalı buluyordu. Ama ileri ge
len İngiliz devlet adamlarının onunla konuş
masını engellememiş, hatta kolaylaştırmıştı.
Belki Hess'in ağzından bir şeyler kapmayı umu-
31
yordu. Hess gerek İvone Kirkpatrick'•le, gerek
Sir John Simon'la, gerek Lord Beaverbrook'la
yaptığı konuşmalarda Führer'ine karşı bağlılı
ğına ve hayranlığına gölge düşürecek hiçbir
şey söylememiş, tersine onu yüceittikçe
yüceltmiş, İngilizleri Hitler'in ve Almanya'
nın kesin zaferine inandırmaya çalışmıştı.
Aksi halde denizaltı bloküsü ve uçak savaşlan
sonucu Britanya adalannın açlıktan kınlaca
ğını, İngiltere teslim olup da imparatorluk ha
la savaşta dirense bunun ada halkının malıvı
nı önleyemeyeceğini uyan yollu, tehdit yollu
duyurmuştu. Hess boşuna bunca insanın öİ
mesine razı değ·ildi. Bunu önlemenin çaresi ise
basitti. İngiltere, Almanya'nın kıtadaki hare
ketlerine engel olmamalı, İtalya ile sulh imza
lamalı, Irak'ı boşaltmalı ve Almanya'ya eski
sömürgelerini geri vermeli idi.
Hess'in sultanlığı kısa sürdü. Bir süre son
ra adi tutuklu olarak bir İngiliz hapishanesi
ne gönderildi. Bugüne dek 38 yıl süren tutuk
luluğunun ilk yedi yılını orada geçirdi. İlk in
tihar teşebbüsüne orada girişti. Nürnberg mu
hakemesi sırasında bir süre belleğini yitirmiş
rolü oynadı. Sonra birdenbire aklen sağlam ol
duğunu iddia etti. Yargıçlar da aynı kanıda ol
malılar ki Hess'i ömür boyu hapse mahkum et
tiler. Şimdi 3 1 yıldır Spandau hapishanesinde
kalıyor. Orada iki kere daha canına kıymaya
kalktı. Arada ömür boyu tutuldu olan Baldur
Von Schirah ve Albert Speer serbest bırakıldı
lar. Ama Ruslar Hess'in serbest bırakılınasına
«njet» dediler.
İşte şu geçtiğimiz hafta Spandau hapisha-
32
nesinin bu tek tutuklusu geçirdiği bir kan do
laşırnı rahatsızlığı yüzünden yine gazetelerin
ilk sahifelerinde yer aldı. Hastaneye kaldınldı.
Sonra taburcu edildi.
Koca hapishanede bir tek hücrede 84 ya
şındaki bu bitik adam yatıyor. Hapishanenin
dört ulustan, subay, asker, hukukçu, yönetici
ve personel toplamı 42'yi bulan görevlileri şim
di bu tek tutuklu yüzünden maaş alıyorlar.
Bu acayip hapishanenin bir milyon markı bu
lan yıllık masrafını da tabii Alman vergi mü
kellefleri yükleniyor.
Oldukça garip bir alınyazısı varmış şu
Hess'in. Savaşa son vermek için, kimine gö
re delice, kimine göre akıllıca, tek teşebbüsü
yapan tek nazi, şimdi boşalan hapishanede en
ağır savaş suçlusu olarak ölümünü bekliyor.
Ne demeli. Üçüncü Reich'ın üçüncü adamı ol
mak kolay mı? Elbet bunu insana ödetirler.
Ruslann bu inadı Hess'i nasyonal sosyalizmin
son simgesi saymalanndan ileri geliyor olsa
gerektir.
7 Ocak 1979
33
BERLİN TÜRK ŞEHİTLİ<iİNDE
34
Colobiadamm metro durağının az ilerisinde ...
Geçen yüzyıl ortasında buraları Hasen Helde
«Tavşan çaldığı» diye anılan hali bir arazi imiş.
Bugün de öyle ya ... Çevre sakin ve sessiz. Ilık
bir yaz rüzgan yaşlı kestane ağaçlannın yap
raklarını hışırdatıyor. Aylardan ramazan, gün
lerden de cuma olduğu için mezarlığın içinde
ki mescit gibi kulılanılan Türk tipi evin hopar
löründen vaizin Hazreti İbrahim'in kıssasını an
latan yumuşak sesi geliyor. İkişer üçer kişilik
gruplar halindeki on beş yirmi mürnin ya ab
dest alıyorlar, ya da almış öğle namazını bek
liyorlar. Solda sekizgen bir kaidenin üzerinde
beş yüzeyli bir sütun yükseliyor. Beş yüzeyin
her birinde buraya ilk defnedilen beş hariciye
cimizin adlan yazılı. Bunların arasında Ali
Aziz efendinin kitabesini arıyorum. İlk gömü
len o ... Kitabe şöyle diyor:
«Devlet-i Aliye-yi Osmaniye'nin Prnsya nez
dindeki fevkalade murahhası orta elçi olduğu
halde terk-i dağdağa-i cihan iden Ali Aziz efen
di... Hicri 1315.•
Elimdeki kır çiçekleri buketini onun me
zar kitabesi önüne bırakıyorum.
Bu Türk mezarlığının tarihi, demin sözü
nü ettiğim Bükreş'deki şehitliğimizden çok çok
daha eski. Ta 1798 yıllarına uzanıyor. Üçüncü
Sultan Selim'in Prnsya Kralı III. Friedrich
Wilhelm nezdindeki elçisi Ali Aziz Efendi,
29 Ekim 1798 yılında kroniklerin yazdığına gö
re «Berlin'in sert iklimi ile uyuşamayıp • vefat
edince Prnsya hariciyesini bir telaş almış. O
dönemlerde Berlin'den İstanbul'a gitmek aylar
sürüyor. Yüksek rütbeli bir Müslüman ölüyü
35
nereye defnetsinler. Kral bu hali arazının sa
hibinden, 40 taler karşılığı küçük bir arsa al
mış ve elçimiz için alelacele bir kabir hazırlat
mış. Yine kronikler yeşil bir örtüye sarılı ta
butun sefaret mensuplarından oluşan bir cena
ze alayı ile buraya getirilip gömülüşünü ayrıntı
sı ile anlatıyorlar. Aradan beş yıl geçmiş. 28 Ni
san 1804'de Berlin maslahatgüzanmız Mehmed
Esat Efendi de vefat edince aynı makhereye
defnedilmiş. Gel zaman git zaman mezar unu
tulmuş. Etrafındaki çit yıkılmış. Mezarın yeri
kaybolmasın diye konulan kaya yok olmuş.
1836'da bir köylü oraları ekerken mezar duva
rına rastlamış. Haber vermiş. Yaşlılar vaktiy
le orada bir Türk mezarı bulunduğunu hatırla
mışlar. Resmi makamlar işe müdahale etmiş,
bu sefer Fransızca kitabeli ve üstü kavuklu iki
mezar taşı yaptınlarak ölülerimizin mezarı ba
şına konulmuş. Çevresine ılılarnur ve akasya
ağaçlan dikilmiş. Korumak için de sınırına kır
mızı tuğladan bir duvar örülmüş, üstüne diken
li tel koymuşlar. 28 Ağustos 1839'da «Berlin
sefaret-i seniyes-i serkatibi>, Rahmi efendi 24
yaşında iken Wilheim Strasse 73'deki sefaret
binamızda vefat edince buraya gömülen üçün
cü Türk olmuş. Öbür iki ölümüz, 1853'de muh
temelen Prnsya ordusuna staja gönderilmiş
genç astsubay Rasim efendi ile yine adı tesa
düfen Aziz olan bir· genç. Otuz yıl boyu bu kü
çük Türk mezarlığı kendi başına bırakılmış.
Arada bir, sefaret erkanı içinde buraya gelip
ölülere Fatiha okuyanlar olurmuş. Berlin'de
ölen Türkler çoğal.m.aya başlayınca mezarlığın
büyütülmesi zorunluğu başgöstermiş. 1856'da
36
o zamanki elçimiz Kemal Efendi bunu Alman
dışişleri sorumluianna söylemiş. Bunun sonu
cu olarak da Alman devleti bu araziye ek arsa
alıp bize hediye etmiş. Bir süre sonra yeni şe
hir düzenlemesinde o yöreye yerleşen Franzer
kışiasma büyük bir mezarlık gerektiğinden
Pn.ısya Harbiye Nezareti elçiliğimizin Sultan
nezdinde aracılığını istemiş. Vaktiyle sadece üç
diplomatımızın medfeni iken yavaş yavaş bir
İslam mezarlığı olarak gelişen Türk mezarlığı
nın, Franzer Kaserne mezarlığı olarak büyütü
lecek alanın karşısında daha büyük bir arazi
ye nakli hususunda muvafakat rica etmiş. Sul
tandan olumlu cevap gelince de, şimdiki saha
bize verilmiş. 29 Aralık 1866'da nakil dini ve
resmi büyük bir törenle icra edilmiş! Sefirimiz
Aristaki Bey medfun Türk memurlannın ve di
ğer rahmetli Türklerin anısını tazeledikten son
ra, tüm Türk sefareti erkanı Prusya Harbiye,
Harkiye Nezaretleri temsilcileri ve davetliler
önünde başka dinden bir ulusa payİtahtında
böyle bir mezarlık hediye etmenin hem uygar
lık hem insanlık kanıtı olduğunu belirterek
Kral I. Wilhelm'e teşekkür etmiş. Bu arada da
Sultan Aziz'in buradaki medfun ilk beş Türk'
ün Arap harfleri ile ve altın yaldızla yazılmış
kitabelerini havi beş yeşil kitabe yapılmasını
ferman ettiğini bildirmiş.
İşte demin size tarif etmeye çalıştığım ve
metnini okuduğum kitabeler bunlar. Bunların
üzerinde eski jandarma kulübelerinin yüzeyi
gibi ama ondakinden daha ince kırmızı beyaz
çapraz velevli sütun ve onun üstündeki yaldız
lı ay yıldız, Sultan Aziz'in bu arzusunu yerine
37
getirmek üzere Alman mimar Voigtel tarafın
dan yapılmış. Bugün Türk Şehitliği adını taşı
yan mezarlığın merkezini de bu yukarı doğru
döne döne çıkan kırmızı beyaz yollu sütun oluş
turuyor.
Tempelhof düzlüğündeki şehitliğimiz bah
çesindeki apçlar, altmda yatan 300'ü aşkın
Müslümanı gölgeliyor. Türkler dışında Afganlı,
Mısırlı, Filistinli, İranlı, Tunuslu Müslüman·la
rı da banndınyor şehitliğimiz. Buraya en çok
birnıneti geçenlerden biri olan 19 1 1-1924 arası
Berlin Büyükelçiliğimiz haşimarnı Hafız Şük
rü Bey de Almanken ihtida eden eşi ile burada
yatıyor. Berlin'de Kaststrasse'de Taşnak terö
ristleri tarafından öldürülen Talat Paşa da il
kin burada medfunken, daha sonra bilindiği
gibi, kemikleri vatana nakledildL
Şehitliğimiz üzerine Berlin'deki Staatsbib
liothek Devlet Kütüphanesi'nde en az 14 do
küman var. Aynca Berlin'de uzun yıllardır ha
şan ile çahşan ama yurdu ile ilgisini hiç azalt
mayan dostum Dr. Talib Arban'ın arşivinden
de yararlandım. Dışişlerimizde arşivcilikle uğ
raşan Sayın Bilal Şimşir'i ilgilendirir diye bu
radan çıkardığım bir bibliografyanın fotokopi
sini Ankara'ya yollayacağım.
Bu yazı fazlaca belgesele kaçtı ise kusura
bakmayın.
Yurt dışında yatan ölülerimize gösterilen
saygı ve özen hepimizi yakından ilgilendirse
yeri.
Hiç unutmam, lise son sınıfta iken Bulgar
Iann Razgrad'daki Türk mezarlığına yaptıkla·
n çirkin tecavüze karşı o zamanki Milli Türk
38
Talebe Birliği Başkanı Tevfik İleri'nin yöneti
minde bir karşı gösteri yapmış, İstanbul'daki
Bulgar Mezarlığı'na giderek bir çelenk koymuş,
ölülere nasıl muamele edileceğini göstermiştik.
Biz Türkler kendi ölülerimize olduğu gibi yur
dumuzdaki yabancı ölülere de en saygılı bir
milletizdir. Dışardak i buna paralel hareketler
de her zaman vurgulanmaya değer diye düşün
düm.
30 Mayıs 1980
39
SAHİPSİZLİGİN SONU
40
Düzen bozucu kefeden eksiitilen bu güç
ler, şimdi düzen koruyucu kefeye eklenerek bir
taşla iki kuş vurulmuş oluyor.
Almanya'daki Türkler işten kaçmaz. Hat
ta tam tersine fazla mesaiden çok hoşlanır.
İş ki, sonunda DM olsun. Şimdi Alman polis
örgütündeki en ağır, en rizikolu işlerde de
seve seve çalışır, hatta gönüllü olarak buna
talip bile olurlar.
Bu yeni alanın sevgili işçilerimize sade
maddi değil, psikolojik bakımdan da büyük
yarar sağlayacağı ortadadır.
Bugüne kadar gerek dilMigisi yetersizli
ğinden, gerek kendilerininkinden daha geliş
miş bir toplumun içinde bocalayıştan gelen
uyuşumsuzluk ve dolayısıyla aşağılık komp
lekslerinin yerini, şimdi oradaki devlet gücü
nün paralelinde, saygın ve sözü geçer bir gö
revde çalışıp düzen koruyuculu� yapmanın
üstünlük duygusu alacaktır. Para uğruna elin
gavurunun eciri olmaktan yakınan onurlar,
şimdi yine para uğruna yine aynı elin gavuru
nun bekçisi olmaktan övünç bile duyabilecek
lerdir. Toplum hizmetleri bakımından çöpçü
lük yapıp kentin pisliğini toplamakla, polislik
edip hırsızlan, katilleri, serserileri toplamak
arasında fark yoksa da bunu yukanda da söy
lediğimiz gibi, zaten aşağılık kompleksi içinde
ki bir işçiye anlatmak her zaman kolay olmaz.
Varsın polis de olsunlar. Hem bakarsınız polise
alman Türkler içinde bu alanda çok ilerleyen
ler pratik zekalan ile Alman meslektaşlannı
geride bırakırlar ve hatta bir gün Türkiye' deki
polis örgütünü ıslah etmek için uzman olarak
41
getirilecek elemanlar bile çıkabilir. Bekleyelim
ve görelim.
Türkleri polis yazma girişimi oradaki iş
çilerimizi Almaniaştırma politikasının sadece
bir safhası. Almanların oradaki nüfus azalma
sı karşısmda özellikle Türk işçilerinin çocuk
larını Almanlaştırmaya yönelik bazı kolaylık
lar sağladıkları da gelen haberler arasındadır.
Almanların yetişkin Türk işçilerinden çok,
onlann orada doğup büyümüş çocuklarına ni
şan alan bu Almaniaştırma politikasına ise hiç
şaşmamalı. Yetişkin yaştaki işçiler yurttan ora
ya gittiklerinden beri dil zorluğu, uyuşum zor
luğu çekmekte, aynca bir ayaklan yurtta ol
duğu için her yıl Türkiye'ye milyarlara yakın
para göndermekte ve çoğunluk itibanyla günün
birinde şişkin cüzdanla yurda dönüp orada pat
ron olacakları bir iş kurmayı tasarlamaktadır
lar. Buna karşın onlann Almanya'da doğup bü
yüyen, bir kısmının anası da Alman olan çocuk
lan, Almanca'yı Almanlar kadar iyi konuşmak
ta, o toplumun düzenine, gelenek ve görenek
lerine göz açtıkları için de oraya çok rahat
uymaktadırlar. Gittikleri okullarda Alman ar
kadaşlarından daha başanlı olduklannı biz
zat görmüş ve Alman öğretmenlerinden duy
muştum. Alman makamlarının şimdi ekono
milerinin acil ihtiyacı olan taze kanı zaten
bu işe hazır ve elverişli yetiştirilmiş Türk ço
cukları ve delikanlılanndan sağlamaya kalkış
malan doğaldır. Türkiye'ye oldukça yabancı
büyüyen bu çocuk·lara, on sekiz yaşından son
ra kolaylıkla Alman uyrukluğuna geçme ola
naklan şimdiden sağlanmaya başlamış bile. Al-
42
manya'nın çeşitli eyalet başbakanlarının, Türk
çocuklannın Alman uyrukluğuna geçme halle
rinde önlerine hiçbir engel çıkartılmaması için
önlemler aldıkları, hatta Kuzey Vestfalya Eya
let Meclisi'nin bu konuda bir yasa tasarısı bi
le hazırladığı gelen haberler arasındadır. Bu
tasan daha önce Alman uyruğu olmakla ilgi
li eski yasayı değiştirip oradaki çeşitli engel
leri ortadan kaldırmaktadır.
Bu durumda gerek yetişkin işçilerden is
teyenlerin, ama daha çok zaten bu işe teşne
olan gençlerin çoğunun, öbek öbek Alman uy
ruğu olma kuynığuna gireceklerini tahmin et
mek pek de k�hinlik sayılmaz.
Ne demeli? Alan razı, veren razı. Biz on
·lann onurunu, çıkanm, geleceğini benimseyip
ne önlemler aldık, onların dertleri, ihtiyaçlan
ile ne kadar ilgilendik ki, şimdi şunu yapın
bunu yapmayın diye onlara karışahilrnek yü
zünü kendimizde bulalım. Onlar da işte şimdi
kendi akılca�lan ile kendi göbeklerini ken
dileri kesmeye kalkar, kendi yazgılannı kendi
kararlan ile saptar, yurt sevgisinden çok mark
sevgisine ağırlık veren kararlar alırlarsa, bu
nun suçu yalnız kendilerinin mi olur?
Atatürk, <<Ne mutlu Türküro diyene» der
ken, bu mutlu Türklüğün maddi ve manevi ge
rekçelerini de yaratmış bulunuyordu. Bu ge
rekçeleri elbirlliJ. ile yeniden yaratamazsak,
beyin göçü ile başlayıp, kol göçü ile süren bu
kaçışı önlemek imkansızlaşacaktır.
Biz hM� birbirimizle boğuşup duralım. El
oğlu atı almış Üsküdar'ı geçiyor.
Hem de bizim öz atımızla ...
16 Eylül 1979
43
BİR ARA SEÇİMİN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
45
kadar Bremen'in yazgısına tek başına hakim
olma olanağını sağladı. Bremen parlamentosu
tam yüz kişilik. Milletvekilliklerinin 52'sini
SPD, 33'ünü CDU, l l'ini de FDP aldı ki, bu
sonuçta bir olağanüstülük yoktu. Seçimin asıl
olağanüstülüğü başka bir alanda oldu. Küçük
ve umutsuz sayılan partiler içinde bir yepye
nisi, yani «YeşiUer» bu seçimde herkesi şaşır
tan bir hamle ile meclise dört milletvekili so
kuverdiler. Bu, Yeşillerin sözcüsünün de tele
vizyonda belirttiği gibi, «Tarihi bir olay»dı.
Politik örgütleşmelerini henüz yeni gerçekleş
tiren ökolojistlerin bir Avrupa parlamentosu
na ilk adım atışlan benim gibi bu akımı ilk
gününden beri ilgi ile sempati ile izleyen her
kesi sevindirse yeri idi. Sevgili okurlarım öko
loji konusunda bu sütunlarda sık sık ısrarla
dunışumu hatta eski büyükelçi şimdi de en
tellektüel bir fıkra yazarı olan Sayın Ekrem
Apaydın'ın bana Türkiye'de ökoloji bayraktar
lığı payesi tevcih eden lütufkar yazısına bura
dan verdiğim cevabı, belki anımsayacaklardır.
Bu cevapta sayın dostuma ökolojiyi çok esas
lı bir alan saydığımı, bunun bayraktarlığını
yapmanın çok onurlu ve zevkli bir şey olacağı
nı bilmekle birlikte kendimi böyle bir onura
layık bulmadığımı, ama Türkiye'de ökolojist
bir cereyan başlarsa karınca kaderince yar
dımcı olacağıını yazmıştım.
Gelelim yine Alman ökolojistlere. Onla
nn Fransa'da Brice Lalonde'un ve Fransız
ökolojistlerin varamadığı bir seçim başansı
na varmaları, Almanya'daki durmuş oturmuş
partilerin feleğin çemberinden geçmiş rutin
46
yöneticilerini o kadar şaşırttı ki, seçim sonu
sportmenliğine hiç yakışmayan bir öfke ile
Y eşiller'i küçümseyen demeçlerinde tutarlılık
kaygusunu bile unuttular. Bu kodaman parti
lerin kalantor yöneticileri ile yeni partinin
genç ve sporcu temsilcileri daha ilk bakışta
görünüm olarak bile bir tezat teşkil ediyorlar
dı. Birinciler son model ısınarlama elbiseli,
ütülü gömlekli, kaliteli kıravatlı, iki dirhem
bir çekirdek damat adaylarına benziyorlardı.
Hepsi de aynı fabrikadan çıkmış iğreti bir se
çim gü-lücüğünü ihmal etmemeye özen . göste
riyorlardı. Hepsi de aynı retorik hacasından
ders almışçasına birbirlerine şaşılacak dere
cede benzeyen konuşma kalıplarına başvuru
yar, çok şey söylüyor görünüp hiç yeni bir
şey söylememe sanatındaki becerilerini belge
liyorlardı. Oysa Yeşiller daha dış görünüm ba
kımından onlardan ne kadar sade, ne kadar
pozsuz, ne kadar olduğu gibi idiler. Üstleri
başlan fakir, alçakgönüllü, ama tertemizdi.
Berikilerin lafazanlığına karşı bunlar çok az,
ama öz konuşuyorlardı.
Televizyon röportajcısının da ökolojiden
pek haberi yoktu. Basit kamuoyundan öte bir
bilgi sahibi değildi. Ökolojiyi doğayı korumak,
kuşlan, çiçekleri, hayvanları sevmek gibi na
if ve romantik bir cereyan saydığı için ağa
beyce bir sevecenlikle genç bir YeşHe,
«Parlamento büyük çekişmeler alanı
dır. Sizin politik bir programınız yok. Si
yasi bir savaşım içinde onlarla boy ölçü
şecek gerçekçi bir politik formasyonunuz
47
yok. Bu tecrübe eksikliğinden ötürü hayli
zorluk çekeceksiniz,,,
yollu bir nasihata geçiyordu ki, genç Yeşi·lden
bu kütlük pası değerlendirmesini boşuna bek
ledim. Ama o, seçim sevinci ile çok heyecanlı
olduğu için susmayı yeğledi. Karşısındakinin
ökoloj i konusundaki naif ve romantik cehale
ti ile alay bile etmedi. Sadece gülümsemekle
yetindi.
Oysa daha ilk gününaen, hem spikere,
hem de kendilerini küçümseyen kodaman par
tilerin sözcülerine şöyle toptan bir cevap vere
bilirdi:
cc Bizim rutin ve kaşarlanmış politika
cılarla aynı dili konuşmayacağımiz ve
onlann üçkağıtçı metotlar'ını kullanmaya
cağımız muhakkak. Kafa yapılanmız da
onlarınkinden çok farklı. Onlar hesapla
om hep günü kazanmak için yaparlar.
Kısa vadeli düşünürler. Yaptıklan en
uzun hesap da dört yıl sonraki seçimleri
kazanma hesabıdır. Biz hesapları gelecek
yanın yüzyıla ve ileriki yüzyıllara göre ya
parız. Biz seçim kazanmak meraklısı de
ğiliz. Biz tüketim toplumunun ve bilinç
sizce harekete geçirilip kontrolu elden çı
kan güçlerin sözde gelişmed ama aslın
da doğa ile birlikte insanı da yok olma
ya götüren deli gidişini durdurmak, değiş
tinnek için çalışıyoruz. Çıkar gruplannın
büsbütün azdırdığı bu deli gidişin deli
bir gidiş olduğunu anlamak için, onlann
koşullandınnalannın ipini p azara çıkar
mak gerek. Biz insanlara bu sağlıklı dü-
48
şünüş tarzını getinneye çalışacağız. Siz is
terseniz bunu yine ütopist ve platonik,
naif ve romantik saymaya devam edin.
Ökoloji bunların hiçbiri değildir. Müs
pet bilimlerin yalnız ve yalnız müspet bi
limlerin verilerine ve ortadaki bazı kor
kunç gerçeklerin bağırganlığına dayanan
en gerçekçi düşünüş tarzlarından biri
dir.»
Evet, böyle diyebilirdi. Demedi. Demek
de o kadar önemli değil ayrıca. Önemli olan
bu yolda siyasi eyleme geçmek. Gerçekten de
kodaman parti•lerin ortak koşullandırmaları
karşısında başka seçeneklerin de varolduğunu
göstermek. Bu da en iyi parlamentoda yapı
lır.
Ne çare ki çağımızda bir fikre yaygın
lık sağlamanın, kamuoyu oluştunnanın en
pratik yolu parlamentodan geçiyor. Parlamen
toda sözcüsü olmayınca nice olumlu fikirler
karanlıkta göz kırprnaya benziyor.
Bremenli Yeşiller'in tarihte ilk defa par
lamentoya dört miUetvekili seçtirebilmiş ol
maları gerçekten «tarihi bir olay»dır. Seçmen
lerinin çoğunluğunu aydınlardan ve genç ku
şaktan alışlan da geleceğe yönelik bu cere
yanın, güvencesini daha da artıncı bir öge olu
yor. Buraya mim koyalım.
21 Ekim 1979
49
YiNE YEŞİLLER ÜZERİNE
50
slogan dağarcı�ndan olduğu kadar, onların
liyelerinin maddi ve manevi katkılarından ya
rarlanarak büyüyen bu akımın fikriyat de
ğirmeninin asıl suyunu Roma Okulu'nun ünlü
iktisatçıları sağlamış bulunuyorlardı. Tüketim
toplumunun başdöndürücü hızı içinde gelece
ğe yönelik sakıncalan, hatta daha doğrusu
insanlığın sonunu dahi getirebilecek felaket
leri öngören bu iktisatçılardır ki, bu savın sa
de akademik bir varsayımda kalmamasını, po
litik alanda eyleme geçip sesini duyurmasını
adeta zorunlu kilmışlardı. Böylece akımın
saygınlığı ve bilimsel sağlamlığı entel·lektüel
çevrelerde yeniye aç gençlere çekici geldi. Bu
sağlam bilimsel taban eksik olsa idi ökolojist
ler açık havayı, doğayı seven, atom enerjisi
nin sakıncalarını, kalabalıklaşan şehirleri, me
kanikleşen insan•ları, pislenen havayı, denizi,
gürültüye boğulan yaşamı makul ve insanca
bir yaşayış tarzı ile düzeltmeye çalışan saçlı
sakallı, sportif dirilik içinde izcivari bir sürii
romantik delikanlı sayılmak, küçüınsenmek
rizikosuna bile kolayca düşebilirlerdi.
İşin ciddiyeti işte şu günlerde bir kere
daha vurgulandı. Baden-Württemberg eyaleti
seçimlerinde Yeşiller meclise altı mebus daha
soktular. Durmuş oturmuş partiler iktidar
kavgasına kapışmış giderken birdenbire ara
lanna karışıveren ve günden güne de süratle
güçlenen bu genç ekibi, ilk günlerdeki küçüm
semelerini bırakıp ciddiye almaya başladılar�
seçim stratejicileri kafa kafaya verip şimdi
seçenekleri gözden geçiriyorlar. Çünkü işin
şakası şundan yok: Yeşiller, önümüzdeki se-
51
çimlerde öbür partilerden bu tempoda oy ke
mirrneye devarn ederlerse parlamento içinde
belki küçük, ama icabında zaten dingildek olan
iktidar dengesini istedikleri yana kaydırncak
bir güçlü azınlık olacaklar.
Siz politikanın şu cilvesine bakın ki, Al
manya'da ökoloji tezini çevre kirlenmesine,
atom enerjisine karşı tepkiyi ilk gösteren po
litikacı SPD'nin ünlü stratejicilerinden ve bi
raz başına buyruk şeflerinden Erhardt Eppler'
di. Bir bakıma Yeşi.Jler'in yolunu açmış olan
bu politikacı şimdi aynı Yeşiller'in kendi böl
gesinde kendi partisini hezimete uğratmasın
dan sonra fraksiyon şefliğinden istifa etmek
zorunda kaldı. Yeşiller'e en yakın SPD'li, Ye
şiller'in kurbanı oldu.
Politika cilvelerle, çelişmelerle doludur.
Bunu bildiği için YeşiUer'in zuhuru en çok
CDU'yu sevindirdi. Strauss şimdi bumuna ik
tidar rüzgarlan gelen bir aday olarak her par
ti şefinden daha umutlu. Yeşiller en çok oyu
SPD'den en az oyu da FDP'den kemirdi. Yeni
seçilen Yeşil mebuslardan eski SPD'li Hasen
clever'in <dkisi arasmda seçim yapmak gere
kirse elbet Schmidt'i tercih ederiz» demesine
karşın, parlamento aritmetiğinin pragmatist
mantığı ile Yeşiller'in zaferinin en çok ona en
uzak parti olan CDU'nun ekmeğine yağ süre
ceğini tahmin etmek zor değil.
Belki izlemişsiı'ı.izdir: 1969 seçimlerinde
Nazi eğilimli NPD bugünkü Yeşiller gibi
% 4.5 bir oranla parlamentoya girdiği zaman
küçük olmasına karşın dingildek dengede hiç
umulmadık ters bir tepki yapıp kendine en
52
yakın CDU'yu yıkmış ve istemeden Schmidt'in
iktidara gelmesine neden olmuştu. Tıpkı onun
gibi, bugün de tam karşı uçta.ki Yeşiller'in yi
ne sağduyuya ters düşen bir parlamento kons
tellasyonu ile en ehveni şer saydığı Schınidt'i
ve onun koalisyonunu yine istemeden çöker
tip, yine istemeden en sevmediği Strauss'un
ekmeğine yağ sürmesi beklenebi-lir.
Büyük çoğunluk alamayan partilerin yaz
gılan her yerde, her zaman küçük partilerin
stratejisine bağlı kalmaktan kurtulamıyor.
Kanzler Schmidt'in de, Genscher'in de atom
enerj isinden azami yararlanmaya ve büyüme
ye yönelik politikalarından Yeşiller'in yeşil
gözü, hatırı için vazgeçecekleri umulamaz.
Strauss ise, atom enerj isinden yana olduğunu,
sermayeye dayanan bir tüketim toplumunun
temsilcisi olarak bar bar ilan etmiş bulundu
ğuna göre, Yeşiller'in yerleşmiş partilerin tü
münü karşıianna almalan gerekiyor.
Parlamento aritmetiği, bu çıkmazı nasıl
çözümleyecek, bilinemez.
Şimdilik görünen o ki, Yeşiller gün geç
tikçe yol alıyorlar. Özellikle, kültürlü çevre,
ülke ve dünya sorunlanna unın vadeli yakla
şılmasını isteyen çevre seçmeni eri, Yeşiller'i
tutuyor. Baden Württemberg seçimlerinde Ye
şiller'in en fazla oylan Tübingen, . Heidelberg,
Freiburg gibi üniversite şehirlerinden ve genç
sosyalistler çevrelerinden alışlan bir rastlan
tı değildir. Ama Yeşiller'i tutan yalnız en
tellektüeller de değil. Yoğun sanayi bölge
lerinin sakinleri, aynca doğa sevgilileri, hatta
dini bazı çevreler, her biri kendi açısından
53
nedenlerle onların ideallerini daha insanca,
daha yüce ve daha umut verici buluyorlar.
Rutinci partiler dışında, yeni bir ideale bağ
lanınayı daha yapıcı sayıyorlar.
YeşiUer'de şimdilik eksik olan, günlük
politika taktiği ve parti organizasyonu acemi
liği. Bunlan gidermek zor iş deği,l dir. Ne var
ki zaman ister. Bu işler, içinde çarpışıla çar
pışıla öğrenilir. Yeşiller'in ise zamanı var, çün
kü çoğu genç. Mücadele güçleri de var, çünkü
bir· şeye inanıyorlar.
Gelişmeler dikkatle izlenıneye değer..
6 Nisan 1980
54
POLİTİKA iNSANCA OLABİLİR Mİ ?
55
kete geçirdiği bu delice teknolojik gelişme
ye egemen olamayıp, ipin ucunu kaçırıp onun
karşısında şaşkına döndüğü ve bu gidişiyle
dünyanın yarınını da tehlikeye soktuğu artık
apaçık ortadadır. Her büyük bunalım gibi bu
bunalım da yeni çözümlere elbet gebedir. Öko
lojinin yirmi birinci yüzyılın sosyal doktrin
lerinde çok önemli bir rol alacağını şimdiden
kestirrnek için de kahin olmaya gerek yoktur.
İlk kuşak ökologlar, mesela Henry David
Thoreau ve benzerleri, daha çok romantik idi
ler. İnsanla doğanın kozmik ilişkilerinin ke
silmesinden yakmıyor ve doğa ortasındaki
azla yetinir, ama iç mutıluluk içinde bir yaşa
mın, yararlarını belirtmeye çalışıyorlardı. İkin
ci kuşak, şimdi daha çok evrenle insan ara
sında daha dinamik bir denge arıyor, bunu
yalnız aramakla yetinmeyip yaratmak için ha
rekete geçmiş de bulunuyor. Bu ise, ancak
politika alanında olur. Bırakın icraatı, sesini
duyurmak için bile şimdilerde ancak parti ha
line gelip, parlamento hoparlöründe konuş
mak gerek. İşte bu gerçeği gören Yeşiller
Fransa'da, Almanya'da politik bir güç olarak
seçimlerde kendilerini duyurmaya başladılar.
Alman Yeşiller'in önce Bremen'de, sonra Stut
tgart'ta şaşırtıcı zaferler kazanıp oralann
meclislerinde dörder beşer milletvekilliği ka
zanmaılarının, durmuş oturmuş partileri nasıl
telaşa düşürdüğünü sizlere bu sütundan tam
üç defa ayn ayn belirtmiştim.
Gidiş o gidişti ki, Yeşiller asıl parlamen
toda da bu başanyı sürdürürlerse, içeriye soka
caklan milletvekili sayısının az olmasına kar-
56
şın yine de parlamento aritmetiğini altüst edip
iktidann el değiştirmesine neden olabilecek
lerdi. Ve işin tuhafı nasıl aşırı sağ NPD, bir
vakitler yine sağcı CDU'dan oy çalıp sosyalist
lerin iktidara geçmesine istemeden yol açtı
ise, bu sefer de asıl oylarım SPD'den çalan Ye
şiller'in de Strauss'u istemeden iktidara getir
mesi ihtimali öylece kuvvetli idi. Parlamento
aritmetiği bazen mantık kurallannın tersine
işler.
Geçtiğimiz aylarda, Almanya'da yeni bir
yerel seçim oldu. Bu sefer de, Saarbrücken'
de Yeşiller güçlerini denemek fırsatı buldular.
Programları yine aynı idi.
Atom enerj isinin kısıtlı kullanılmasını,
nehirlerin, denizierin kirden annmasını, bü
yük kentlerdeki hava kirlenmesinin önünün
alınmasını, sanayiin ve << kullan at»çı tüketim
toplumunun bu gözü doymaz bencil ve çılgın
gidişine son verilmesini, insanlar arasında yi
ne dostluğa, insanlığa, sevgiye, dayanışmaya
yer verilmesini, yeryüzü nimetlerinin hesapsız
kitapsız, frensiz değil, yarınki kuşaklann da
hakkını düşünüp bilinçle kullanılmasını iste
yen bu aydınlar, özellikle üniversite kentleri
seçmenlerini arkalanna alıyorlardı. Oylan
particiliğin gözü ve mantığı bulanmış fanatiz
mi ile değil de, serinkafalı bir sağduyu ile tar
tanların çoğu bu idealist yeni akımı sempati
ile karşılıyorlardı.
Hal böyle iken bakın ne oldu? Yeşiller'in
oy yanşındaki bu çıkışlanndan pirelenen ko
daman partiler bir yerde birbirlerini bırakıp
bu ccoy kemirici yeşil yaprak kurtlan»na sal-
57
dırdılar. CDU'nun Yeşillere karşı olmasından
daha doğal ne olabilirdi ? Strauss'un büyüme
programının esasını atom enerj isi oluşturdu
ğu için ve CDU kapitalizmin dekiare uygula
yıcılığını yaptığı için, elbet Yeş iller'e vuracak
tL Ama, Yeşiller'in, « Ehveni şer>> saydıklan
SPD Alman Sosyalist Partisi 'nin Yeş iller'e
çullanışı, CDU'yu da bu sefer gölgede bıraktı .
SPD'nin Bremen ve Württemberg'de Yeşiller
yüzünden hayli oy kaybetmesi bu partinin gö
zünü açmıştı. Ağır toplannın hepsini birden
Saarbrücken seçiminde seferber etti. Willy
Brandt'ı hep tanırsınız. Sempatik, özü sözü
ne nisbeten uyan, dürüst bir politikacı tipidir.
Üstelik, Nobel Barış Ödülü'nü iyi niyetli giri
şimlerinden ötürü gerçekten haketmiş büyük
bir devlet adamıdır. Güzel konuşur. inandın
cı konuşur. Görünümü ile, kişiliği ile insanı
kavrar. SPD'nin bu sempatik başkanını bir de
Saarbrücken seçimleri öncesi kürsüde göre
cektiniz. Yine parlak bir hatipti, yine kitleleri
kavrıyordu. Fakat ne söylüyordu bilir misi
niz ? Bu sefer de, partisinden oy sızdırmasını
önlemek için Yeş iller'e fena bindiriyordu. On
ların arasında evet iyi niyetli, has yürekli ide
alistlerin de bulunduğunu, bir insaf sahibi ola
rak kabul etmekle birlikte, aralarına karışmış
sözümona bazı entrikacıların Yeşiller'in sem
patisini SPD'nin oylarını çalıp CDU'yu iktida
ra getirmek için kullandıklarını, bunların oyu
nuna gelmemelerini seçmeniere salık veriyor
du. Yeşiller'e gidecek her oyun CDU'nun işine
yararlığını belirten Brandt, Yeşiller'in progra
mının da aslında uygulanma kabiliyeti olma-
58
yan bir program olduğunu vurguluyordu. Ye
ni yeni politikaya geçen Yeşiller içinde politi
ka terminolojisini, taktiğini, ayak oyunlannı
bilenler hemen hemen yoktu. Çok halis niyet
lerini bile henüz tam halkoyunu kazanacak ni
telik ve teknikte yayamadıklan da ortadadır.
Usta ve kodaman politikacıların bu suçlama
larını yeterince güçte cevaplayamadı•lar. Hat
ta, SPD'nin CDU'yu bırakıp kendilerine daha
şiddetle hücum etmesinden biraz da şaşırdı
lar. Sonunda, Yeşiller Saarbrücken'de yenildL
Bu yenilginin onların bir buçuk yıldır çıkış
halindeki zaferlerini kestiği görüşünü savu
nanlar olduğu gibi, tersine, Yeşiller'in şimdi ye
ni bir hız ve zevkle daha başka taktiklerle ken
dilerini duyurmalarına yol açacağını iddia
edenler de var.
Bütün bunları neden yazdım? Politika
nın, gözü kızmış iktidar savaşının bazen ne ka
dar insafsız ve sağduyudan uzak olabileceğini
bir kere daha gösterdiği için. Brandt ki, bu sü
tunlarda çeşitli fırsatlarda büyük meziyetleri
övülmüştür. Brandt ki, Avrupa'nın belli başlı,
kültürlü, ahlak sahibi yüksek kaliteli bir dev
let adamıdır. İşte o Brandt bile bakınız, konu
partisinin iktidardan düşme tehlikesi olduğu
zaman naifliklerinden başka kusurlan olma
yan bu halis niyetli, insancıl mı insancıl, za�
vallı küçük partiye yüklenirken, saflıklanndan
dolayı CDU'ya alet olma şaibesi yamamaktan
kendini alıkoyamadı. SPD seçmenlerinin bir
kısmı onları tutuyor, bir kısım SPD oylan on
lara kayıyor diye ne yapsındı fakider? İlk�
lerinden vaz mı geçsinlerdi. Politikadan mı
59
çekilsinierdi ? Demokrasi her partinin kendi
görüşünü savunması ve seçmen kazanması de
mek olduğuna göre, Yeşilcikler de buna inan
mış, samimi bir seçim kampanyasına girmiş
lerdi. Şimdi oy almaları, tartaklanmalanna
yol açıyordu. Karalanıyorlardı.
Kaldı ki, tesadüfen şu günlerde yine SPD'
nin kuruculanndan insancıl ve kültürlü, can
dan ve babacan Prof. Carlo Schmidt'in bir anı
lar kitabı çıkmıştı. Geçen yıl ölen bu büyük
politikacı, kitabma, «Politika İnsanca Olmalı
dır» adını koymuştu. Politika insanca olabilir
mi ? İşte bütün mesele. Ben de öyle olmasını
istediğim için Yeşiller'in suçtanmasından
üzüldüm? Ama belki ben de onol ar kadar nai
fim. Belki, belki değil muhakkak ki, Brandt
daha gerçekçi. O bugünün yarın nasıl yorum
lanacağını deği•l , daha çok hemen önündeki se
çim engelini en kestirme yoldan ve kendi par
tisi çıkarı açısından nasıl aşacağını kendine
baş tasa yapıyor, yanndan önce bugünü ka
zanmayı düşünüyordu. Belki politikacılık da
bu. Her geçen gün durmadan değişen koşul
lara göre, durmadan değişen tabiyeler kullan
mak.
Yeşiller;in politikada başanya vannaları
politikanın bu kuralını da öğrenmelerine bağ
lı, ama o zaman insanlara önerdikleri yeni «in
sanca yaşam üslubuımdan eser kalır rm?
Politikasız bir şey olamıyor. Kabul . Ama,
ben insanlığı, insancıllığı sevdiğim için bu tarz
politikayı sevemiyorum.
8 Haziran 1980
VİYANA'DAN SEVGİLERLE
61
tak amaca yöneltmesini bildiği için başardı.
Her ulusun olumlu, dinamik, övülecek nite
likleri yanında, birtakım da olumsuz, soysuz,
yozlaşmış, yerilecek yanları vardır. Atatürk,
hele Balkan Harbi'nden sonra büsbütün yoz
laşmaya başlayan, Mütareke döneminde ise
yer yer düşmanla işbirliği yapacak kadar al
çalan, hatta aydınlan bile -bir ikisi hariç
Amerika mandasını tek kurtuluş yolu sanan
kokuşmuş bir ortamda, Türk ulusunun çok
dipte ama canlı kalmış onurunu, özgürlük aş
kını, mertliğini yani tüm olumlu niteliklerini
harekete getirdi. Kristalize etti. O bitkin ulus
tan, o «Hasta Adam ııdan kükremiş bir aslan
yaratmasını bildi. Şu halde, Türk Kurtuluş
Savaşı Atatürk'ün tek başına bir zaferi değil
dir. Bu zaferde ona uymasını bilen, ona ina
nan, güvenen, daha doğrusu onun kişiliğinde
kendi öz cevherini yeniden bulan bir ulusun
payı da büyüktür. Atatürk, bunsuz bir yere
varamazdı. Bunu kendi de dirençle tekrarla
mış dunnuştur.
Sözü şuraya getirmek istiyorum: Atatürk'
ün yüzüncü yıl toplantılarında onun evrensel
kişiliğini belirttiğimiz kadar, bu vesileden ya
rarlanıp ulusunun da onun kişiliğine koşut
olumlu niteliklerini vurgulamamız çok isabet
li olur. Hele Türkiye aleyhine anti-propagan
daların büsbütün yoğunlaştığı şu son on yılın
tortusunu biraz olsun dağıtahilrnek için, bu
zorunludur.
Bunun çeşitli yolları vardır. Siyasi mak
satlı bu propagandaları yine siyasi yalanlama
lar ve karşı propagandalada cevaplamak. Ya
62
da anti-propagandalara hiç ilişmeden, Türk
ulusunun bunları yalanlayan niteliklerini bi
limsel yollardan dünya kamuoyuna sergile
mek. Bir üçüncü yol ise, Türk insanının uy
garlığını, öz cevherini Türk sanat eserleri ara
cılığı ile yansıtmak.
Bir yazar, bir sanat adamı olarak ben bu
üçüncü yolu en kestirme, en içten ve derinden,
en etkili yol olarak yeğliyorum.
Bir Türk ressamının tablosu, bir Türk
bestecİsİnin kompozisyonu, bir Türk yazan
nın oyunu, bir Türk romancısının romanı, bir
Türk rejisörünün filmi kaliteli oldumu ve bi
ze özgü bir çeşni, bir biçim, bir sunuş arzetti
mi, dünyanın her yerindeki insanlara Türk in
sanının iç değeri, özü hakkında en katıksız
imajı veriyor. Önyargıların, kalıp-yaftalannın
yanlış tortusunu silmeye, yüzlerce nutuk ve
konferanstan daha çok yarıyor. Hem de sık
madan, doğrudan doğruya, insandan insana
sıcak bir iletişim kurarak.
Bunun en yakın bir örneğini geçen hafta
Viyana'da yaşadık. Viyana Neustadt Edebiyat
çılar Cemiyeti'nin bir edebiyat çağrısını değer
Iendiren Kültür Bakanlığı'mız, Dışişleri ve Tu
rizm ve Tanıtma Bakanlıklan ile işbirliği ede
rek dört başı marnur bir program oluşturmuş
tu. Geceyi Neustadt Belediye Başkanı Dr. Nor
bert Witmann açtı. Birbirlerinden çok uzak
iki ülke iken Viyana kuşatması vesilesiyle bir
denbire sınırdaş haline geldikleri Osmanlı İm
paratorluğu'nu ve dolayısıyla Türk insanım,
ilkin düşmanlık hisleriyle tanımaya vakit bu
Iamadıklannı, ama sonra yavaş yavaş dürüst-
63
lük, erkeklik ve adaletçilik nitelikleriyle Avru
pa'da herkesten önce tanıyıp takdir eden mil
let olduklannı belirten bir konuşma yaptı. Da
ha sonra Viyana Turizm ve Tanıtma Ataşerniz
Faruk Erol Bey, Atatürk'ün 100. doğum yılı
dolayısıyla düzenlenen bu programın önemi
ni belirtti. Kürsüyü bana bıraktı. Bana düşen,
«Modern Türk Edebiyatının Ana Cereyanlan»
üzerinde Avusturyalı dinleyicileri aydınlat
maktı. Daha çok hikaye, roman, şiir türlerini
içeren bu konuşmada, Türk yazarlannı ilgilen
diren tüm insan ve toplum sorunlarının Avus
turya ya da herhangi bir Avrupa ülkesi yazar
lannın sorunlanndan pek farklı olmadığını,
yerel bazı aynntılar dışında, iletişim araçları
nın bunca geliştiği yirminci yüzyıl sonunda
tüm dünya aydınlannın arasında esasta fark
lar bulunmadığını belirttim. Pek azını tanı
dıkları Türk yazarlannın dışında kalanlar
hakkında da onlara bilgi verdim. Sıcak bir
ilgi ile dinlediler. Avusturyalı yazar Erich Sed
lak, benim Almanca'ya çevrilmiş ve uluslar
arası bir antolojide yayınlanmış bir hikaye
mi okudu.
Dinleyiciler hikayeyi sevdiler. Öyle ki , biz
zat benden de bir başka hikayeınİ okumaını
ısrarla istediler. Onlara hikaye değil, Boğaziçi
Köprüsü üzerine kısa bir yazımı okudum. As
ya ile Avrupa'yı bağlayan bu köprünün Türk
insanı ile özdeşleştirilebileceğini, Türk insanı
nın Batı rasyonalizmi ile Doğu hassasiyetini
şahsında ve birikiminde topladığını ve bu mut
lu sentezin her bakımdan yarannı, verimlili
ğini belirten bu metin de ayrı yönden etkili
oldu.
64
Gecenin ondan sonraki kısmında uluslar
arası ün yapmış fotoğraf sanatçımız Ara Gü
ler'in nefis dialarının, Türk bestecilerinin
kompozisyonlan eşliğinde bir açıklaması iz
lendi. Avusturyalı dinleyiciler Anadolu'nun ta
rihi ve turistik zenginliklerini ve eşsiz doğa gü
zelliklerini seyrederken kendilerine ikram edi
len Türk sigaralarını tüttürüyor, Türk rakısı
nı içiyorlardı. Hasılı Atatürk dolu, Türkiye do
lu, sanat dolu bir gece yaşandı Viyana'da . . .
Ve bir zamanlar Türklerin karargah kurduğu
bu tarihi Neustadt'da şimdi iki ulusun insan
ları arasında barışçı, insancıl, sanatsal, uygar
bir köprü kurulmuş oldu.
3 1 Mayıs 1981
65
ALMANYA MEKTUBU
66
Iabalık bir törende dinlemiş ve kendi deyimiy
le « Onun, söylenenlerin hilafına, tarihi sorun
ları, kökenierine kadar indirerek, çok güzel
tahlil edişine» hayran kalmıştı. Daha sonra
partiye giren Speer kısa sürede kodamanlan
aşıp Hitler'in en yakın meclisine girebilen sa
yılı üç-dört kişiden biri olmuştu. Almanya'da
ki üniversite öğrenciliğim o tarihlere rast·ladı
ğı için yakından izlemişimdir. Göring ve Himm
ler dahi Hitler'in huzuruna çağrılmadan gi
remezken, Speer ve Göbbels çat-kapı Hitler'i
görebiliyorlardı. Bu onlara bir ayrıcalık veri
yordu. Hitler, Speer'i neden sevmiş, neden ona
ayrıcalık vermişti ? Bunun nedenini Speer'in
anılarından ogreniyoruz «Konuşmalarımız
ekseri şehireilik ve mimarlık üzerinde geçer
di. Bu alanlar benim mesleğim onun ise baş
lıca hobisi idi. Hitler çok güzel resim yapar
dı. Hem de çabuk. Rutin ressamlar gibi yazar
casına resim yapardı. Düşünmesine gerek kal
madan, resim, otomatikman adeta kaleminden
akardı. Corbusier için söylenen bir söz vardı,
onu misal göstererek derler ki, iyi mimarlar
çoğu zaman kötü desinatördürler. Hitler iyi de
sinatör, kötü ve kabız bir mimardı. Linz şehri
üzerine yaptığı yüzlerce taslak hala bendedir»
diyor Speer. «Bunlara bakıldıkta hep dönüp
dolaşıp hep aynı fikri işlediği görülür. Tüm
olasılıkları, seçenekleri düşünüp içinden biri·
ni seçmek en iyi çözüme varmak kaygusu on·
da yoktu. Onun her zaman her konuda ken
dine özgü bir fikri vardı. Ve onu tartışılmaz
en iyi çözüm sayardı. Politikada da belli net
fikirleri vardı. Bu konuda bir karara vardı mı,
67
tartışma kald.ınnazdı. Kimse onu başka bir
yola ikna edemezdi.»
Speer, Hitler'i intiharından iki gün önce
gördüğünü anlatıyor:
«Çok sakindi» diyor. «Ölümünden sonra
cesedinin yakılması ve ele geçmemesi için alı
nacak önlemler hakkında direktifler verirken
çok rahat ve soğukkanlı idi. İkide bir ölümün
onun için bir kurtuluş olacağını ve üstlendiği
büyük yükten ancak bu yoldan kurtulacağını
tekrarlıyorrlu. »
Yukarda da dediğimiz gibi, Nürnberg
Mahkemesi sırasındaki tutumu öbür nazi şef
lerinin gazabını çekmişti. Onlar suçu şöyle ya
da böyle üstlerinden atmaya çalışıdarken Spe
er, nazilerin bütün suçlannı kabul etmişti.
Birçok cinayetten, özellikle, temerküz kamp
lanndaki soykınmdan, ancak Nürnberg Mah
kemeleri sırasında haberdar olmasına karşın
bütün bu suçlardan da sorumluluğu kabul
leniyordu. Çünkü bir rejim içinde yapılan her
şeyin sorumlusu, bilsin bilmesin, o rejimin hü
kümeti idi. Speer son günlerde bir gazeteye
verdiği demeçte,
«- O gün öyle düşündüğüm için bugün
de öyle düşünüyorum» diyor. « Ben ölümü g�
ze almıştım. Bunu bilere� bilmeyerek hak et
miştim. Arkadaşlanm benim bu tutumuma
kızdılar. Kendilerini kurtannaya çalışacak yer
de benim gibi yapsalardı bu çok yerinde bir
hareket olurdu. Bu işin sorumlusu bizleriz,
ulus değildir deselerdi, ulusu sonradan maruz
kaldığı ve hiç haketmediği suçlaınalardan bir
derece kurtarmış olacağımıza inanıyordum,•
diyor.
68
Bugün Almanya' daki yeni kuşakla baba
lan arasındaki sürtüşmenin nedeni de dünya
nın Almanya'yı bu toptan suçlamasında yatı
yor. Gençler babalanna «Hitler'e uymasaydı
nız» derken bu topyekOn suçlamaya koşut bir
genelierne kolaylığına kayıyorlar. O zamanki
faktörleri pek kaale almıyorlar. Hitler'in ilk çı
kışındaki suret·i Haktan görünen ve ulusun
haklarını bir bir geri alan, işsizliği gideren ilk
atılımlarının meşruluğuna bakıp aldanmanın
da beşeri bir yanılgı olabileceğini hesaba kat
mıyorlar. Bir kere bu şekilde onun hinoğluhin
taktiğinin ağına karşı koymanın imkansızlığı
nı olmasa biıle, zorluğunu takdir edemiyorlar.
Yaşamakta olan ikinci nazi şefi Hess'e g�
lince, oncağızın kitap filan yazdığı yok. Oldum
bittim esrarlı kişiliğini vurgulayan bir maz
lum sessizlik içinde, belki yalnız Führer'inin
ve kendinin bildiği bir sırrı mezara götürece
ği günü bekliyor. Naziliğin sona ermesının
37'nci yıldönümünde adı çokça geçen biri de
muhakkak ki, Hess oluyor. Artık hiçbir tehli
kesi kalmamış yaşlı ve bitkin bir ihtiyan kırk
yıl hapiste çürüten kendi•leri değil de başka
bir devlet olsa idi, bu gibi durumlarda uygar
lık şampiyonluğunu ve tolerans havariliğini
kimseye bırakmayan Batılı devletler acaba ne
reaksiyon gösterirlerdi, pek merak ediyorum.
21 Haziran 1981
69
TOPUN AGZI
70
Dresden'in tepesinde patiatılmak için düşü
nülmüş, ama nihai bombanın imali geciktiği
için, olan Japonlara olmuştu. Bu bomba Av
rupa' dan çok uzak bir yerde patladığı için se
bep olduğu büyük hasar hele Hk yıliann delı
şeti geçtikten sonra bir abstraksiyon (bir so
yutlama) olarak yavaş yavaş, etkisini yitirir
gibi oldu. Yıllar yılı Sovyet füze menzilleri için
de kaygusuzca yaşayan Almanya sanki bu bü
yük tehlike şu son aylarda doğmuş gibi ayak
Iandı ve geç uyananlara özgü bir telaşla birbi
rine girdi. Sadece partiler, politikacılar de
ğil biHm adamları, kültür adamlan, din adam
ları , gençlik, üniversitelerde, lokallerde, tele
vizyonda, kiliselerde, sokak gösterilerinde
Amerika'ya füze rampaları verilmesinin doğu
racağı sakıncalan tartışıyor.
Tuhaftır, insan günlük yaşamın akışı ve
hayhuyu içinde çoğu zaman kendini tehdit
eden tehlikelerin pek bilincine varamaz. Ya
da bilinçaltında bu tehdidi sezer de, onu
unutmak ister, kendisini oyalar. Bu ((gerçek
ten kaçış devekuşuluğu» değildir. Belki de
hayvansal bir kendini savunma itisidir. Bunu
hayvanlarda da görmez miyiz ? Hayvanlar bü
yük bir tehlike karşısında mesela, avcılarla
kuşatılmış bir tuzağa düştükleri zaman, kö
;;eye sıkıştırılmışlıkla, ölüm kalım savaşı ver
me durumu ile hiç mi hiç ilgisi yok görünen
şeyler yaparlar. Bir yaprakla oynarlar, kaşı
nırlar.
Almanya'nın atom savaşını süper-güncel
sorun olarak gündeme getirmesi Şansölye
Helmut Schmidt'in Amerika gezisinden önce
71
başladı . Kendi partisi içinde Erhardt Eppler'
in başı çektiği muhalefet bu son krizde parti
içi birliği iyice tehdit eder oldu. Öyle ki Şan
söiye'nin istifasına ramak kaldı. Helmut
Schmidt'in Reagan'la görüşüp geldikten son
ra Amerikan atom ve füze üslerine Almanya'
nın izin vermesinin atom savaşını önleyecek
başlıca önlem olduğunu daha kesin ve açık
bir dHie savunması bu şekilde büsbütün kızış
tınlmış karşılıklı bir atom silahlanması yarı
şının muhaliflerini barışçı cephe bayrağı al
tında topladı. Amerikan Dışişleri Muavini ve
Helmut Schmidt, Amerikan üslerinin, kuvvet
dengesini sağlamak suretiyle banşı daha ger
çekçi yoldan sağlayacağı kanısındalar. Muha
lifler ise tek taraflı da olsa siılahsızlanmanın
ve gerginliği anlaşma yolu ile gidermenin da
ha sağlıklı bir yol olduğu görüşündeler.
Geçen hafta Hamburg'da (( Protestan Kili
seler Günü» kutlandı. Ama bu dini bir kutla
ma olmaktan çok politik bir gösteri idi. (( Ba
rış Harekatı » adı verilen kampanyaya katılan
ların büyük kısmı gençlerdi. (( Silahlanma bizi
yok etmeden, bizim silahlanınayı yok etmemiz
gerek» sloganı ile yola çıkan yığınlar sokak
larda gösteriler yaptılar. Bir kilisede yapıolan
açık oturumda Helmut Schmidt'ten çok mu
halif hatipleri ve bu arada Alman Pen Kulüp
Başkanı Düşünür ve Yazar Walter Jens'in ko
nuşmasını çılgınca alkışladılar. Helmut Sch
midt kabinesinin Savunma Bakanına ise yu
murta attılar. Adam bir süre konuşamadı. Po
lisler kürsünün önünde kalkanları ile yumur
ta yağmurunu dindirdikten sonra Bakan söz-
72
lerine kaldığı yerden devam etti. Yer yer üto
pik bir pasifizme kaymasına karşın bu göste
rilerin elbet bir yararı da olmuyor değil. Ya
kın, çok yakın tehlikeyi böylece daha vurgula
mış, kafaları bu konuda daha çok zorlamış
oluyor. Barış kampanyasını yönetenler anlaş
ma yolunun yeğlenmesinde Amerika'yı da et
kileyeceklerini umuyorlar, ama her yerde ol
duğu gibi burada da Amerika'nın ilk önce
kendini düşündüğünü görenler çok.
Bu satırlan sizlere Berlin'den yazıyorum.
O Berlin ki, topun ağzı. O Berlin ki, ortasm
dan bir duvar geçer. İki yanı iki ayn dünya
görüşünün diyarıdır. Bu duvann iki yanında
aynı geçmişten, aynı kültürden gelen, ama bu
gün iki ayrı ideolojinin iki ayn örnek öğren
cileri olan Almanlar şimdi bir atom savaşın
da birbirlerine ilk saldıracak, daha doğrusu
saldırtılacak, mevzilerde bekliyorlar.
Evet bu mektubu sizlere Berlin'den yazı
yorum sevgili dostolanm. O Berlin ki, bir sa
vaş halinde ilk mahvolacak aday. Öyle olduğu
halde yine de herkes günlük yaşamını alıştığı
gibi sürdürüyor. Karşı da bir emekli adam bal
konundaki çiçekleri suluyor. Aşağı kaldırım
da bir genç kadın otomobilini yıkıyor. Ben
şimdi kütüphaneye, çalışmaya gideceğim. Tıp
kı namlu karşısında yaprakla oynayan, kaşı
nan hayvanlar gibi. . .
5 Temmuz 1981
73
YABANCI OLMAK
74
ra vermeyişim Ayşe'yi çok kızdırdı. 'Yi
yeceklerirnizi bölüşrnek bizde töred.ir.
Sen de onlar gibi bencil olmuşsun' de
di bana. 'Sen bizim dilimizi konuşrnu
yorsun, sen bizden değilsin'. İyi ama
ben nereliyirn? Gülümseyen bir ülke söy
le bana. Ekmeği bölüşrneyi öğrenmek is
tiyorum. Ağaçlardaki kuşlar, bilrnezsiniz
siz, ne dernektir her yerde bir yabancı
olmak.»
Ne olduğu hakkında çok haklı olarak şüp
heye düşen bu küçük kızın mektubu Türkçe
bilmediği için Almanca olarak Almanya' da çı
kan Anadil dergisine gönderilmiş ve orada
Türkçe'ye de çevrilerek Türkçe-Almanca iki
dilde yayınlanrnıştı.
Değerli sütundaşırn Mümtaz Soysal'ın da
geçenlerde burda << Kaybolmuş Kuşak» adlı
yazısı ile değindiği sorunu, sanının şu küçük
kızın içten feryadı cHtlerce kitaptan daha iyi
yansıtıyor.
Küçük Türkan'ın mektubuna ilk cevabı
veren, insanlık milliyetten de önce geldiğine
göre, bir insan oldu.
Bakınız ne diyor
Sevgili Türkan,
Ben bilirim yabanci olmak nedir. On ya
şında Türkiye'ye geldiğimde ben de gü
naydın demesini bile bilmeyen bir ya
bancı idirn. Ana ve babamla senin yur
dunda dokuz yıl kaldım. Aradan otuz
yıl geçti. Bugün Almanya'da senin yurt
taşlannla karşılaşıp konuştuğurnda, be
ni ilkin Türk sanırlar. Ta ki asıl adımı
75
duyana kadar. Bununla övünürüm. Ama
kendi yurttaşlarımla konuştuğum zaman
da hiç birinin aklından beni Türk san
mak geçmez. Buna da hiç şaşmam. Türk
ve Alman dostlarımla beraber olduğum
zaman iki taraf da bana 'sen bizdensin'
derler. Buna ise hepsinden çok sevini
rim. Türkiye'yi ziyaretimde eski bir Türk
arkadaşımın yaşlı anası ile karşı,laşınca el
bette eğilir elini öperim. Ama Almanya'da
kendi yaşlı teyzemin elini sıkar ve hafif
çe eğilirim. Onun elini öpüp başıma koy
mak aklımdan geçmez. Türkiye' deki ar
kadaşların sana Alman diyorlarsa bu
dalalık ediyorlar. Tıpkı Türk'sün diye
seninle oynamak istemeyen Alman ço
cukları gibi. Ama kabahat ne Türk ne
de Alman çocuklarında.
Büyükler sizleri öyle koşullandırmış
lar, büyükler her yerde birbirlerine
benzerler. Ne yazık ki, çocuklar büyük
olunca onlar da kendi çocuklarını bu
minval üzere eğitirler. Bu böyle ulama
gider. Ama sen kendi çoculclarını baş
ka türlü eğiteceksin. Çünkü azınlık ol
manın, oranın yeriisi olmaktan daha az
değerli olmadığını iyi biliyorsun.
Senin ve öbür Türk çocuklarının da
böyle düşüneceğinizi umarım. Buna eri
şebilmek için ben vaktiyle nasıl iyi Türk
çe öğrendimse, sen de şimdi elinde fır
sat varken, iyi Almanca öğrenmeye bak.
Ama öte yandan, kendi anadilini asla
unutma. Sade unutmamak değil, onu
76
çok ilerlet. Güç olmasına karşın bu ola
nağın da var. İ ki dili öyle bir öğren
ki, ayırt edemesinler Türk müsün, Al
man mı? İşte o zaman ne ve kim oldu
ğunun bilincine varacaksın. Türk oldu
ğunu ve sınırlar ötesinde de olsa, ulu
sunu kültürü ile birlikte saymasını öğ
reneceksin.
İki kültür arasında yüzen bir balık
olduğunu anlayacaksın. Yalnız iki dili öğ
renmekte yetinme. Bu araçtan yararlanıp
Türkiye'nin ve Almanya'nın tarihini, ede
biyatını da öğren. O zaman insaniann
birbirlerini hor görmekle ne budalalık et
tiklerini de daha iyi anlayacak, bunlan
bilince gülümseyip kolay kolay kınlıp go
cunmayacak, artık sadece gülümseyip ge
çeceksin. Gözlerinden öperim.
Bu satırların sahibini belki merak et
mişsinizdir. Bir Türk çocuğuna bu mektu
bu çok sevdiği ve bir Türk kadar iyi kul
landığı Türkçe ile değil de, Almanca olarak
yazarken gönlünün sızladığını çok iyi tahmin
ettiğim Cornelius Bischoff yazmış. İçten yaz
mış. Duyarak yazmış. Hamburg'da oturan ve
Türkiye ile Türklerle ilişkin her güncel konu
da gönüllü bir avukatımız gibi sorunlan ya
kından ilgi ile izleyen, Türklere yapılan en kü
çük haksızlıklarda , eşitsizliklerde hemen mü
dahale eden, mahalli makamlara,, senatörlere,
hatta bakanlara doğrudan doğruya uyan mek
tupları yazan hakiki bir Türk dostu, hakiki
insan Comelius Bischoff . . .
İçindeki birikmiş sıcak insan sevgisini·
77
nereye, kime vereceğini bilemeyen küçük Tür
kan'a şimdi benim de bir sözüm olacak: Sen
Türksün çocuğum. Adm Türkan olduğu için
değil. Dilini konuşamasan da, her şeyden ön
ce bu insanca duyarlılığın ve insan sevgisi do
lu yüreğin ulusunu belli ediyor. Bak Türkan,
senin yurdunda dokuz yıl kalan bir Alman
dost seninle böyle -senin kendi yurttaş•ların
dan bile yakın- bir özdeşleşmeye girebiliyor
sa, emin ol bunda -onun kişisel insanlık
meziyetlerine ek olarak- bizlerle uzun boylu
övür olmuş olmasının da etkisi büyük. Alınan
ya'da muhakkak ki özenilecek çok şeyler var.
Ama bu gı.Jlıgışsız dostluğu, bu sıcak insan
sevgisini sen yine öz cevherinde, kalıtımında,
dilini bile bilmediğin kendi ülkenin kaynağın
da bulacaksın.
Bu açık mektubumu okusan da anlayama
yacağın için sana sadeleştirip, Almanca'ya çe
virip yollayacağım. Seni bu ha•le sokanlar utan
sın.
12 Temmuz 1981
78
Sİ ViS PACEM
79
rastlamak da o derece güçtür. Bu söz kaç de
fa söylendi ise,· bir ona yakın defa da fiiliyat
ta yalanlanmıştır. Barışı korumak bahanesi
ile dişine kadar silahianan devletler, sonunda
toplarını daha kolay ateşler olmuşlardır.
Federal Almanya'ya daha çok sayıda Ame
rikan atom füzelerinin yerleştirilmesini öngö
ren ikili anlaşma, silahianma dengesini sağla
yıp savaşı önleme amacı ile yapılmakla birlik
te, sonu kestirilemeyecek yeni bir zıtlaşma
nın kaynağı olacak mı, olmayacak mı ? Haz
reti Shakespeare'in dediği gibi: İşte sorun bu
rada. Çünkü bu seferki savaş insan çılgınlığı
nın son kertesi ve dünyanın belki de sonu ola
cak. Olmak ya da olmamak.. . Kalmak ya da
yeryüzü kabuğunun üstünden tüm insaniann
topyekun silinip süpürülmesi, bir delişmcn
kararın incecik teline bağlı...
1945 haziranında Potsdam'da toplanan
anti - Hileryan cephenin liderleri masa başına
yeni oturmuşken, Mister Harry Trumann'a
yurdundan bir telgraf getirdiler. Telgraf üç
kelimelikti: «Baby satısfactory born (=Bebek
sağlıklı doğdu) ». Sözü geçen bebek, insan ku
şağının en korkunç ucubesi olan atom bom
basının tamamlandığını muştuluyordu. O an
da Amerika'nın eline yeryüzü yuvarlağını oyun
cak gibi oynatacak yaman bir silah geçmiş
oluyordu. Amerika bu eşsiz gücü hemen kul
lanınaya kalkınad.ı. Politikasını başka yollarla
yürütmeyi denedi. Hiç kimse son dakikaya ka
dar Amerika'nın dişlerini Hiroşima ve Nagasa
ki şehirleri üzerinde gösterec�ini aklına da
hi getinniyordu. Ama kabak bu zavallı insan-
80
lann başında patlayacaktı. Albay Eathely'nin
B - 29 uçağı, yedi kişilik mürettebatı ile sessiz
gecenin içinde Hiroşima'ya doğru yol alıyor
du. Şehrin üstüne geldiğinde 9500 metreden
cehennem yaratacak yükünü boşalttı. Bomba
nın düşüşü kırk iki saniye sürdü. Şehrin 600
metre üstünde bomba patladı. Gökyüzünde o
korkunç mantar yükselirken altta Hiroşima
diye bir şey kalmamıştı. Kuru istatistik sayı
lar felaketin dehşetini ve büyüklüğünü yansıt
maktan aciz kalır. 245.000 Hiroşimalıdan
I OO.OOO'e yakını o anda öldü. Sağ kalabilenle
rin çoğu yüksek ısının ve radyasyonun etkisiy
le aylar sonra hastalandılar, acılar içinde öl
düler. Binalann üçte ikisi yok oldu. Kavrulan
deriler, yanaklara akan gözler, iltihaptan bir
kaşık su içemeyecek kadar şişmiş ağızlar yan
sıtıyordu resimler . . .
Bütün bu cehennemİ 1 5 kilo/ton bir bom
ba yaratmaya yetmişti. Bugünün atom bom�
baları yanında bu ilk bomba mini bomba sa
yılabilir. Uzmaniann dediğine göre bu Hk bom
ba bugünün 100 megatonluk dev bombalannın
altı binde biri gücünde idi. Hiroşima ve Naga
saki'yi mahvetmeye iki bombacık yetmişti. Bu
gün büyük devletlerin -sade büyük devletlerin
de değil bazı küçük devletlerin bile- elinde
bunlardan on binlereesi var. Bir savaş halin
de bu sefer tek taraflı değil, iki üç taraflı bom
ba ve füze yağdırıılacak. Böyle bir afetin so
nucunu insan muhayyilesi tasvirden aciz ka
lır. Milyonluk şehirler bir anda yıkıntı haline
dönüşecek, orada oturaniann yansı hemen,
yansı da büyük acılarla bir süre sonra yok
81
olacaklar. Sanayi merkezlerinin, yolların, de
poların malıvolması ile doğacak açlık, panik
Te kanşıklık da caba. Patlama merkezlerinin
30 km çevresinde, evlerde, benzin ve diğer ya
kıt istasyonlannda çıkacak yangınlar, dehşeti
daha da şeddeleyecek. 30 kın'lik çevre içinde
bu dumana bakanın gözleri görmez olacak.
Öbür savaşlarda iyi kötü korunan sivil halkı
atom savaşından kurtarmaya kalkmak da an
lamsızlaşacak.
Yirmi megatonluk bir bombanın düştüğü
yere altmış metrelik bir çukur açtığı gözönün
de tutulursa ha sığınağa kaçmışsınız, ha başı
nıza şemsiye açmışsınız. Bu seferki kapışma
asker sivil dinlemeyecek. İnsanları acımasız
kırıp geçirecek.
İşin tuhafı kazananla kaybedeni bile bel
li olmayacak bu yeni savaşın. Nasıl olsun ki,
bu kadar radyoaktif silalım allak bullak etti
ği atmosferde canlılar ve bitkiler barınamaz
olacaklar. Sağ kalabilenler kan afetlerine tu
tulaca]dar. Bunu falcılar değil radyasyon uz
manı doktorlar söylüyorlar. İnsanlan umul
maz dertlerden kurtarmak isteyen doktorların
eli böğründe kalacak. Kaldı ki onlar da bu
afetlerden kurtulamayacak .
Güneşli güzel pazar sabahı sizlere bu feci
tabioyu neden mi çizdim ? İnsanlık zaman za
man kendini yoklayan bir cinnet devrinin yi
ne arifesinde de ondan. Şu sırada özellikle Or
ta Avrupa'da beliren gerilimin göbeğinde ol
mak bunu daha iyi duymaya yetiyor.
Si vis pacem, para bellum. . . Para bellum
para bellum ama, işin dozu bir kaçtı mı o pa-
82
ra bellurnun insanlara ne ettiği de ortada. Bu
seferki her seferkine de benzemeyecek. Büyük
devletlerin akıllarını başlarına devşirmesi, ma
sa başına geçip karşılıklı anlaşma ve silahsız
lanma yolu ile bir çözüme varmaları son
umut. Aksi halde yaşayacağımız güneşli pazar
lar sayılıdır.
Güneşten geçtik buluta da razıyız. Tek o
meşum mantar bulut olmasın. İnsan kendi
canına kıyabilir. Bazen başkasının canına da
kıyabilir. Ama topyekfın tüm insanlığın canı
na, hele gelecek kuşaklann canına kıymaya
kimsenin hakkı yoktur.
20 Temmuz 1981
83
BİR LAHZA - YI TAAHHÜR
84
haksız şaibelerden, suçlamalardan kurtarma
nın, eski kuşakla yeni kuşak arasında daha an
layışlı bir gerçekçi köpıii kurulmasını sağla
manın en mantıklı yoludur. Geçende de Ya
hudi soykırım yüzkarasının yıldönümü vardı.
Olay olanca açıklığı ile bir daha dünyanın gö
zü önüne serildi. Tahlili, tartışması yapıldı.
Enine boyuna yeni baştan ve bilinçli yönden
ayıplandı.
Biz gelelim yine 20 Temmuz olayının kur-·
banlarına. Alman televizyonu o gece Hitler'in
gazabına uğrayan suikastçiterin çocuklarını
ekrana getirip konuşturdu. Bugün SO'li yaş
larını süren o günün talihsiz yetimleri, o za
manki izienimlerini ve daha sonraki anılarını
dile getirdiler. Bunlardan Alfred Hochacker'in
söyledikleri oldukça ilginçti:
«Babalarımızın nasıl ve neden öldü
riiidüğünü analarımız bize anlatmadılar.
Sadece 'öldü' dediler. Savaş içinde idik.
Ölüm olağan ve güncel bir olaydı. Ama
bizleri SS'ler gelip evimizden, anamız
dan ayırdılar. Toplu olarak uzakta bir
yerde bir çocuk kampına götürdüler. So
yadımızı unutmamız emredildi. Yalnız
küçük adımızla anılacaktık. Daha sonra
rastgele herkese yeni adlar verdiler. Sc
hulze ya da Milller gibi. .. Bir süre orada
kaldık. Meğer o sıralarda birer suç tohu
mu sayıldığımızdan bizim de babalarımız
gibi topyekfuı yok edilmemiz düşünülü
yormuş. SS şefi Himmler'e kalsa, vatan
haini saydığı babalarımız gibi bizim de
köküroüze kibritsuyu dökecekmiş. Ama
85
bu planı öğrenen Hitler, önlemiş. Baba
lanınıza verilen cezalann bize de uzatıl
masını fazla bulup ikinci kuşağın haya
tını bağışlamış. Zaferden sonra, SS aile
lerinin yanında (rejimin istediği yolda)
eğitilmemiz bile tasarlanmış. Günün bi
rinde kampın yöneticileri yok oldular.
İki gün sonra da Amerikan askerleri bu
lunduğumuz kasahaya girdiler. Kampın
başına başka Almanlar geçti. Hiç unut
rnam kasabanın yeni Alman kaymakamı
bizi topladı. Bize o zaman pek acayip ge
len hamasi, heyecanlı bir nutuk attı. Ba
balarımızın birer kahraman olduğunu,
onlarla övünmemiz gerektiğini anlattı.
Bugün için bir günün içinde her şey na
sıl değişivennişti. »
Bu kahraman yetimlerinden biri de ülke
mizin çok iyi tanıdığı Feldmareşal von Molt
ke'nin tonınu. Onun babası, hep devlete sadık
generaller yetiştiren bu Prusyalı aile içinde
pek asi eşantiyonu oluşturuyor. Konrad von
Moltke:
«Aileye sığınmış olan bu sadakat his
si, Prusya ananesinden gelir» diyor. «Ama
koyu bir Hıristiyan olan babam, bu kök
lü ananeye meydan okuyan bir nefs mu
hasebesi sonunda Hitler'in yönetimine
başkaldınşın Alman ulusuna sadakat ol
duğunu anlamıştı. Ayncalığı oradan ge
liyordu. Nitekim tarih de onu doğruladı»
diyor.
«Analarımız ömürleri boyunca bir da
ha �lenmedilcr. Babalarımızın anısı-
86
na sadık yaşadılar. Biz de babasızlık duy
madık. Babalarımızın, sanki ölmemiş gi
bi varlıklarını, her gün yoğun olarak his
settik. Analarımız onlarla beraberlikleri
ni öylesine yoğun bir şekilde sürdürüyor
lardı. Sağ olan ve konuşan babaların ko
nuştuklarına baktıkça, bizimkilerin ar
tık konuşmaz oluşlarından daha çok övü
nüyorduk.»
Bir başka kahraman yetimin sözleri de
çok ilgimi çekti. Röportajcının, «Babanızın
cebinde İspanya'ya bir uçak bileti bulunmuş
tu. Böyle bir olanağı varken neden bunu kul
lanmadı ?» sorusuna oğlu şöyle cevap verdi
« Elbet kullanabilir ve hayatını kurtarırdı. Ama
o zaman kendi kendine ve idealine ihanet et
miş olurdu. Bile bile ölümü üstlenmese, be
nim de gözümden düşerdi. İnsan bir ideale
gerçekten inanmışsa, rizikosunu üstlenmeye
hazır olmalı inancında idi. Bunun için bileti
ni kullanmadı.» Röportajcının, «Peki ama ka
rısı ve siz çocukları vardı. Onları düşünmek
de babalık borcu değil miydi?» sorusuna oğlu,
babaimm bir cümlesi ile cevap verdi:
«Bu işe ilk karıştığı zaman bir yakın dos
tu işin rizikosunu hatırlatıp, 'karını ve çocu
ğunu düşün' diyecek olmuş ve şu cevabı al
mış: Anayurdum bu dururnda iken şimdi ka
n - kızan, çoluk çocuk düşünmenin alemi var
mı?» Eşiere ve çocuklara boyrat gelebilecek
böyle bir cevapta bir gerçek yatıyor: « Viran
.olası hanede evlad ü ayal» düşünüldükte dün
yayı değiştiren hamtelerin kaçta kaçı yapıla
bilirdi.
81
Bir zamanlar vatan haini bellenen bu Hit
ler düşmanlan şimdi vatan kahramanı sayılı
yorlar. Bir vakitler onlan lanetlernede bir olan
kalabalık içinde şimdi onlann ölüm yıldönü
münde nutuklar atanlar var. İnsan ister is
temez küçük Alfred Hochacker gibi bunu ya
dırgamaktan kendini alamıyor.
Ama bunu hiç yadırgamayanlar da yok
de�il. En başta aksakallı, gün görmüş tarih
baba geliyor. Onun kalender gülümsemesini
sanki görür gibiyim.
27 Temmuz ı 98 ı
BB
DÜZEY VE YÜZEY
89
eden jüriler birer resim dehası olan bu tak
litçilere için için takdir duymaktan kendilerini
alamazlar. Kalpazanlığın daniskası da yine
yüksek bir sanat yeteneğiyle sahtekarlığı ev
lendiren Avrupalı ellerden çıkar. Onların ya
rattığı sahte banknotları ancak kompüterler
aniayabiliyor.
En matematik, en dört başı marnur cina
yetierin ve soygunların yine Avrupa kökenli
beyinler tarafından tasarlanışı, tezgahlanışı
da bir rastlantı değildir.
Rahmetli dostum Vala Nurettin dedektif
romanının uygarlığın ve endüstriyel gelişme
nin zorunlu bir edebi türü olduğunu iddia
ederdi. Bu tür romanın esprit de geometri'ye
dayandığını ve ancak bu şekilde işleyen kafa
ların bir zihin idrnam olduğunu, bundan ötü
rü de bizde kolay kolay dedektif romanı yazı
lamayacağını söylerken hiç de haksız değildi.
Conan Doyle, Maurice Leblanc, Gaston Lerö
ux, Agatha Christie, George Simenan ve bu
türün şu anda aklıma gelmeyen öbür ustalan
gelişmiş Avrupa sanayi ülkelerinin ve düzenin
ürünü yazarlar değil midirler?
Londra'da, Berlin'de, Paris'te ve dünyanın
büyük metropollerinde sanatlarını kaldırım
da icra eden virtüozlara rastlarsınız. lşt; şur
da sehpalarını bir duvar kenarına kurup size
Mozart'ın bir yaylı sazlar kuartetini çalan yok
sul ama onurlu dört genç müzisyen. İşte beri
de bir bira karşılığı beş bin liraya yaptırama
yacağınız portrenizi şıpın işi on beş dakikada
ve duvara asacağıniZ kalitede çiziveren bir ka
rakalem üstadı. İşte köpek sidiği kokan kal-
90
dırıma uzanmış, büyük bir konsantrasyon için
de elindeki kırık tebeşir parçalan ile yere ne
fis peyzaj ya da natünnort resmi yapan her
duşlar ki her birinin çizgi hakimiyetine, renk
uyumuna, kompozisyon yeteneğine sade sizin
değil, görse Sabri Berker'in bile şaşası, beğe
nesi gelir. İşte yarım saat içinde, sıkıştırılmış
kardan önünüze atlı bir heykel çıkanveren
bir kılıksız heykeltıraş ki bizim Kenan Yontuç
görsc iki yanağından öper, güneş çıkıp da bu
kardan şaheseri eritmesin diye dua eder.
Bütün bu gariban sokak satıcılarının siz
den bekledikleri de atla deve değildir. Ters açı
lıp yere bırakılmış kasketin içine ne atarsa
nız kabulleri . Hiçbir şey atmayıp gözünüzle al
kışlasanız bile olur. O da manevi bir sadaka
dır.
Bu kaliteli kaldırım konser ve sergilerinin
sizi büyük şehrin trafik uğultusundan ve hoy
rat telaşından alıp bir anda bambaşka iklim
Iere götüıiiş gücüne bakarak onlan yaratan
Iann o gün şaka olsun diye herduş kılığına gir
miş ünlü profesyoneller olabileceği şüphesine
bile kapılabilirsiniz.
Erhan Önal ve İlyas Tüfekçi bugün Avru
pa futbolunda birer isim olma yolunda iseler
bunu Doğu'nun <<böyle de olurcu» rahatlığına
değil, ister istemez ayak uydunnak zorunlulu
ğunda olduklan Avrupa futbolunun teknik ve
fizik kondisyon disiplinine borçlular. Sorbon
ne Üniversitesi eskiden Batıh öğrencilerin se
viyesını tutturamayan Ortadoğulu ogrenci
lere «bon pour l'orient» dereceli bir diploma
verirdi. Batı ortamında hiçbir geçerliği olma-
91
yan bu diploma, pek ince eleyip sık dokuma
yan Ortadoğu için yeter de artar sayılırdı.
Çağımız artık kendini kandırış çağı değil. ·
Köklü bir birikime dayanan her şey ister
istemez belli bir yüzeyin üstünde kalıyor. Bu
radan aşağı düşüş eğilimleri derhal kamunun
tepkisi ile karşılaşıyor. Bu birikimin politika
cısı da ortamın ortalama seviyesinin altına
düşmemeye kendini zorunlu sayıyor. Avrupalı
nın sağcısının da solcusunun da kat kat daha
kültürlü kapsamlı ve çok yanlı oluşu tesadüf
değil. Din adamlarının pazar vaazlarını ya da
atom savaşı üzerine açık oturum konuşmala
rını dinlediğiniz zaman, konuşanın felsefi ol
gunluğunun ve bilimsel muhakemeye saygısı
nın dogmacılıktan ne kadar uzak olduğunu gö
rüyorsunuz.
Uygarlığın baş alametlerinden biri de ga
liba her alanı içine alan bu düzey . . . Büyük
zengin bir kültür birikiminin ve gerçekçi bi
limsel disiplinin zorunluğu olan bir düzey. Bu
olmayınca sanat da, ideoloji de, demokrasi de,
politika da, yüzeyde bir kuruntudan, taklitçi
zavallı bir gösterişten öteye gidemiyor.
10 Ajustos 1981
92
SAHİPSİZ İKİ MİLYON İNSANIMIZ . . .
93
nini bilmernekten gelen şaşkınlık, işçilerimizi
ilkin hayli üzdü. Ama tarihin her döneminde
kendi başına bırakılmışlığın alışkanlığı ile her
güçlük karşısında yine kendi çözüm yollarını
kendileri arayıp buldular. Verilen işi hiç kü
çümsemeden gereği gibi yaptılar. Kadın er
kek öbür işçilerden üstün olan el yatkınlıklan
ve ödev duygusu ile herkesten iyi yaptılar. Alın
terleri ile hakettikleri markları aldılar. Kendi
lerini küçümseyen, hoıılayan Alman'a aldır
madılar.
94
nna küfretmeden, kendilerine acımaya kalk
madan. İyi de ediyorlar.
Şimdi bir de kendini acımasız disiplinli,
kuru, insan sıcaklığından yoksun Alman en
düstri aleminin ortasında bulan bizim Ana
dolulu işçimizin Nasreddin Hoca kokan şu ne
fis esprisine bakın:
« - Mehmed, Berlin'i nasıl buldun ?
95
Almanya'daki Türk işçilerinin sorunlan
ne yazık ki bugüne değin iktidara geçen parti
lerimiz tarafından köklü ve bilinçli bir şekilde
ele alınmadı. Bu iş başlarken -yani yirmi yıl
önce- bu proje enine boyuna bir satranç
oyuncusu gibi ileriki bütün olasılıklan hesaba
katılarak hazırlansa idi, bugün iki milyon in
sanımızı ve dolayısıyla miHet olarak hepimi
zi üzen durumlar ortaya gelmezdi. Partileri
miz, çoğu konuda olduğu gibi, bu konuda da
sürekli ve esaslı çözümler aramaktan çok, ora
daki işçilerimizi kendi partilerine kazanmaya
çaba saıfettiler. Onları iyice politize edip ayır
dılar, birbirlerine düşman hale soktular. Asıl
sorunlannı görmezden geldiler. «Almanyalı
Türk işçisi» denince ilk akla gelen çağrışım,
yurda getirdiği döviz ve bir de hacıağaca övün
düğü Mercedes'i oldu.
Oysa bu sorumsuz ve tasasız yaklaşım bi
ze çok pahalıya mal oldu ve oluyor.
Berlin Senatosu Kültür Dairesi'nde çalı
şan dostum Bülent Talay anlatıyordu: Geçen
de yabancı işçiler arasmda yapılan bir istatis
tikte « Yurdunuza dönmek ister misiniz?» so
rusuna İtalyan, Yunan, Yugoslav işçilerin yüz
de otuzu ya da kırkı evet cevabı verirken, en
çok aşağılanan Türk işçilerinin yüzde yetmiş
sekizi bu soruyu «hayır» diye cevaplamış. Bi
zim sahip çıkmadığımız, sorunlannı benimse
mediğimiz, Almanlann da her zaman eşdeğer
insan muamelesi yapmadığı Türk işçileri, bu
güne değin kendilerini hep iki ortada, hep iki
cami arasmda bi-namaz hissettiler. Zemin
ayaklarının altında kayıyor. İş mukaveleleri-
96
nin yenilenmemesi korkusu Demokles'in kılı
cı gibi tepelerinde duruyor. Yarınları güvene
almmamış . Yurda dönseler durumlan parlak
olmayacak. Bu durumda kendi göbeklerini
kendileri kesrnek zorunda kalıyorlar.
Yurt dışında iki milyon işçimizin ve aile
sinin sorunlanm üstünkörü değil, bilinçli ve
esaslı olarak benimseyip sağlam ve sürekli bir
çözüme götürmek, öyle umuyoruz ki, yeni yö
netimin ve Kurucu Meclis'in omuzlarına dü
şüyor.
Sayın Devlet Başkanı'mızın son konuş
ması yurt dışındaki işçilerimizle ilgili sorun
Iann esaslı çözümlere vardınlması için çalış
malar yapıldığı haberini de içeriyordu. Bu
umutların kısa sürede somut olarak gerçek
leşmesini bekliyoruz.
Gelecek yazılarımızın birini içler acısı bir
başka trajediye, işçilerimizin Türklükten ko
pan çocukları konusuna hasretmek istiyoruz.
20 Eylül ı 98 ı
97
ÜÇ YANDAN HORGÖRÜ
98
ları kurmuş, Yahudilere zulümler yapmış, diri
diri yakmışlardır. )) Bunlar gerçi olmuştur.
Ama bir milleti beloli bir dönemdeki -üstelik
de kendinin de açıkça kabul ettiği ve pişman
lık duyduğu- suçlan ile, yalnız onlarla nite
lemeye kalkmak cahilce bir kolaycılık olmaz
mı? Şu ya da bu özel kızgınlığın hızı bir mil
leti böyle topyekun ve yalnız bir dönemi ile
suçlamaya hak kazandırır mı? Aynı Almanya
dünya kültür ve uygarlık tarihinin iki üç ele
başı ülkesinden biri değil midir? Kant'ı, He
gel'i, Feuerbach'ı, Marx'ı Heidegger'i Jas
pers'ı ve felsefenin daha nice ağır toplannı
öbür milletlerden çok bu millet yetiştionedi
mi ? Edebiyatta Hölderlin'ler, Goethe'ler, Sc
hiller'ler, K.leist'ler, Thomas Mann'lar, Böll'�er,
Lenz'ler, Grass'lar, müzikte Beethoven'ler,
Bach'lar, Brahms'lar, Handel'ler, tiyatroda
Lessing'ler, Hauptmann'lar, Reinhardt'lar,
Brecht'ler bu milletten yetişmerli mi? Tıpda
nice buluşlar Alman doktorlardan çıkmadı
mı? Atom fiziğinin öncüsü onlar olmadı ını?
Ustabaşısı Hans'la çoğu zaman dil bilmemek
ten gelen bir çekişme sonucu öfkesine kapılıp
Almanı sade faşist ve zorba gönneye kalkan
işçimizin Almanya'nın kültürel geçmişinden
haberdar olması, onu da hesaba katması elbet
beklenemez. Ama hiç değilse aydın geçinenle
rin bunu hesaba katmaları, işçilerimizin ek
mek kapısı olan bu ülkeyi daha köklü tanıma
lan aradaki ilişkilerin sağlıklılığı için şart de
ğil midir?
Aynı yanlış tutum Alınaniann bizim iş
çimizi değerlendirişinde de görülüyor. Onla-
99
nn da bizim işçimizi eski ve uygar bir milıle
tİn çocuğu olmaktan çok şu son zamanlardaki
iktisadi yoksulluğun ve zorunluklann yadelle
re fırlattığı zavallı ve muhtaç bir yaratık ola
rak görmeleri, bu kara saçlı, kara gözlü insan
cıklan kendilerine göre garip gelen giyimleri
ve yine kendilerine göre kaba saha gelen tavır
ları ile bir ilkellik simgesi saymalan, aynı de
recede tek yanlı kolaycı bir görüşün ürünü
dür. Ama Alman'ın da bizim tarihi geçmişimi
zin, dinimizin, uygarlık birikimimizin evet
onunkinden biraz farklı olan uygarlık biriki
mimizin verilerinden haberdar olmasını iste
yemeyiz. Bunu ona biz öğretmeliyiz. O hor
gördüğü köylü Türk'ün insancıllık, konukse
·
100
rnek için hemen yatan ana-babalarla çocuklar
çoğu zaman uzun boylu konuşmak imkam bu
lamamaktadırlar. Bu durumda çocuk dersle
rini kendi başına çalışmakta, kendini zaten
küçümseyen Alman sınıf arkadaşlanndan ge
ri kalmamak için var gücü ile onlara yetişip
geçmek ihtirası içinde yanmaktadır. Çoğunun
sınıfının en iyi öğrencileri oluşunu, önce Türk
zekalanna, ama büyük çapta da bu aşağılık
duygulannın kamçıladığı çalışmaya yormak
yanlış olmaz. Zekası ve çalışkanlığı ile kısa za
manda Alınaneayı Almanlar kadar mükemmel
öğrenen bu ateş gibi cimcimeler, ne yazık ki
evde anadilleri ile uğraşacak, onu geliştirecek
koşullar bulamadıklan için Türkçe konusun
da acınacak bir cahillik durumunda kalıyor
lar. Bu da ana-baba ile ilişkilerini aleyhte et
kileyen bir unsur oluyor. Ana-babalannın Al
manca konuşamaması, Alman adetlerine ken
dileri gibi uyarnaması da onlan hor görmeleri
ne ayrı neden oluyor. Bu koşullar içinde kü
çük akıllan ile içinden çıkıp kabuğunu beğen
meyen kestane gibi ana-babalarından yüksü
nen ve elegüne karşı Türklüklerinden utana
cak kadar soysuzlaşan nice küçükler gördüm.
Elbette bunun tüm suçu bu küçüklere yükle
nemez. Asıl suç, bu durumları öngörüp önle
mini almamış olanlardadır.
Almanya'daki Türk işçileri sorununa da
ha başlangıcında sahip çıkılsa, bu sorun bi
linçli olarak programlandırılsa idi, bu sakın
calann büyük kısmı meydana gelmezdi. Bu
konuya yine döneceğiz. İş işten geçmesine kar
şın yine de ne yapılabilir, gözden geçireceğiz.
27 Eylül 1981
101
DAHLEM İSLAM MÜZESİ
102
da yeni yayınlar ve sergiler sıklaşır oldu. Ge
çenlerde Berlin'deki ünlü Dahlem Müzesi ile
New-York Metropolitan Müzesi'nin koprodük
siyonu olarak bir İslam Şaheserleri Müzesi
açıldı. Benim kabare oyunumda değindiğim
domuz eti konusunda değilse bile, dinimizin
seferilere tanıdığı tolerans, bu serginin bir
panosunda madde madde belirtiliyor. Müslü
manlığın ne kadar geniş görüşlü ve çeşitli güç
koşulları da öngören bir din olduğu bir kere
daha vurgulanıyor.
Burada sergi seyretmenin de ayrı bir dü
zeni ve adabı var. Öyle sellemehüsselam balık
lama dalamıyorsunuz sergiye. Önce enine bo
yuna çok dikkatli bir ön çalışmanın ürünü ve
özeti ana bilgileri size sunan bir avlu karşılı
yor sizi. Bu ana bilgileri en etkili, en açık se
çik bir üslupla bir sanat tarihçisi, bir pedagog,
bir psikolog hazırlamışlar. İsterseniz bu avlu
da beş marka kiralanan küçük bir alet edinip
sizi görünmez bir rehber gibi adım adım gez
diren onun ses bandından sergiyi izleyebili
yorsunuz. Avlu geçildikten sonra sizi bir pro
j eksiyon salonu bekliyor. Orada sunulan ya
nm saatlik filmde Moğol Dönemi Sanatları,
Eyyfıbiler, Memlfıklular, Muvahhidler, Nasıri
ler (İspanya) Dönemi Sanatları, İran'da Timur
ve Safaviler Devrinde Sanat, Osmanlı Sanatı,
en karakteristik eserleri ve mimari yapılan
ile önünüze seriliyor.
Asistanlığım sırasında Prof. Dagobert
Frey'in İstanbul camilerinin özelliği hakkında
verdiği konferanslan tercüme ederken, özel
likle üstünde durduğu iki noktayı bu filmin
103
metninde de vurguianmış görmek bana eski
bir ahbapla karşılaşmışlık duygusu verdi.
Bunlardan biri, Ayasofya'nm cc Constanti
nople» ufkunda meydan okuyan heybeti . . .
Frey'e göre Osmanlı mimarlannın bu meydan
okuyuşa cevap vermek için İstanbul siluetine
birbirinden nefis camiler yükselterek onun
yeganeliğini bozmuş, şehri bu yapıtlada Cons
tantinople'likten çıkartıp bir Türk ve Müslü
man kenti yapmış olmalan . . . İkincisi , bu ca
milerden her birinin bulunduklan meyle, al
çaklığa yüksekliğe göre, yani zemini hiçe sa
yarak deği•l, tam tersine ona uyup onun ahenk
li bir uzantısı olarak tasarlanmış olması. İkisi
de çok doğru. Yine filmin arka foı:ıundaki se
sin söylediği başka bir kıyaslama da çok doğ
ru : Sinan'ın Edirne'deki Sultan Selim Camii
kubbesinin dünyanın en büyük kubbesi sayı
lan Sa'int Pierre'i aştığı gerçeği .
Filmden sonra salonlara geçebilirsiniz.
Burada Metropolitan'dan getirilen 145 parça
kıymetli objeyi, bu arada sedef kakmaları, el
yazması Kur'an'ları, hatları, fayans•ları, çini
leri, minyatürleri, çeşmibülbülleri, tepsileri,
vazolan, cam işçiliklerini ve büyük sergi sa
lonunun dört yanını çeviren duvara gerilmiş
İran, Osmanlı, Buhara halılarını görüyorsunuz.
Elinizi bunlara götürüp okşamaya kalkınca
bir çan sesi duyarsanız şaşmayın. Çanlar sizin
için çalıyordur. Çünkü o mi•lyonlar değerinde
ki halıların her biri ince telierk dört ucundan
elektrikli sinyale bağlanmışlar.
Bir kartondaki açıklamadan İslam'da re
sim yasağının Hazreti Muhammed'in bir ha-
104
disinden çıktıit, Kur'in'da ise buna dair bir
kayıt bulunm adığı iddia ediliyor. Hat sanatı
nın, oymacılığın, maden ve tahta kalanacılı
ğın gelişmesinin, resim yasağının başka bir
alanda boşalışı olarak göıi.i!lmesi elbet yeni
bir yorum değil. Ama bu yasağa karşın sergi
de sergilenen minyatürler nasıl doğdu, o izah
edilmiyor. Bir yerde Hazreti Muhammed'in
babası olarak gösterilen Abdülmuttalip , bir
başka yerde büyükbabası olarak geçiyor. Bu
küçük ayrıntılar doğru verilen izahatın da
yanlış olabileceği şüphesine yol açabiliyor.
Efes'deki Eshab-ı Kehf'i gösteren Falna
me'nin yaprağı, başına en çok kalabalık top
layan resimlerden biri... Nedeni basit. Esrar
k eş deyimi ile cc hap))çılık Berlin için hiç de ya
bancı bir konu değil de ondan. Ne var ki, bu
günün süzgün bakışlı afyon uykulu Eshab-ı
Kehf'i mağarada değil de Bohnhof Zoo'nun si
dikli bolünde sızıyorlar.
Balıkadamlığı yeni bir akım sananlar, ga
liba tarihi iyi bilmiyorlar. Ha.mse elyazması
kitabı içinde bir yaprak, bize Büyük İskender'
in denizde kilitli bir fanus içinde denize d�p
denizaltı yaşamını gözlerken gösteriyor. İster
inanır ister inanmazsınız. Ben 1595 - 1600 tari
hini taşıyan bu renkli Hind minyatürünün ya
lancısıyım.
Kitap illüstrasyonu alanında İslam sana
tının Batı'yı çok geriden izledi� iddia edilse
bile, bu zerafeti o zamanki Batı kitap illüstras
yonlannda bulmak her zaman kolay olmuyor.
19 Ekim 1981
105
ADAMA İŞ DECİL, İŞE ADAM ARASAK
106
nü Dağlarca'dan yaptığı çeviriler başta olmak
üzere, birçok Türk yazarını çevirileri ve kon
feransları ile tanıtan Dr. Gisela Kraft'ın açış
ve tanıtma konuşmasından sonra bu satırla
rın sahibi o yaşlı yazar bir hikayesini önce Al
manca sonra Türkçe okudu. Havayı ısıtınaya
çalıştı. Ondan sonra sıra Köln Betonstadt gru
bunun üç genç amatörüne geldi. Bu gençler
edebiyatı bir bobby olarak almışlardı. Aslın
da biri öğrenci, biri işçi, biri vernikçi idi. Ne
yazdıklarım, nasıl yazdıklarını herkesten çok
ben merak ediyordum. İlk olarak sanşın de
likanlı kendi anadilinden bir dizi izienim oku
du. Olağanüstü bir duyarlığı vardı. O yaştaki
lerin düştüğü beylik hatalara hiç mi hiç düş
meden, büyük büyük konuşmadan, ukalalığa
kalkıp alıkarn kesmeden, bilmediği konulara,
özenti uzantılara tene�ül etmeden, tüm Türk
çocuklarının bu iki ayrı dünya ortasındaki bi
naınazlığını, tedirginliğini sırf şahsen yaşadı
ğı hem de belli bir şey ki, çok yoğun olarak ya
şadığı tecrübelerden hız alıp açık seçik, sıcak
sıcak, içten mi içten dile getiriyordu. Küçük
yaştan başlayarak hayatın sert gerçeği ile kar
şılaşan, bu gerçeğe uymak zorunda kalan, bun
dan ötürü de hasta muhayyele oyunlanndan
kaçıp tüm konularını hayatın kendinden alan,
elleri ile çalışan işçi yazarlarda görülen bir
sağlamlık ilk meziyeti idi. Ellisinde bile hala
muhallebi çocuğu kalan bizim nice profesyo
nel yazarımızda olmayan bir özelliği de kö
tümserliği ve pasifıliği marifet saymaması idi.
Tüm duyarlığı yanında, savaşçı, mücadeleci,
didişken bir özelliği de ortaya çıkıyordu. Be-
107
ğenmediği bazı eşitsizlikleri ortadan kaldır
mak isteyen enerjik, mücadeleci, didişken bir
yürekliliği de vardı.
Aralanndaki kız öğrenci, şair ve ressam
Metin Eloğlu'nun kızı idi. Havası, elektriği ve
canlı zekası ile salonda hemen daha kürsüye
çıkmadan bile kendini belli ediyordu. Önce
kendinin değH, bu toplantıya katılamamış bir
kız arkadaşının -o kız nedense hep Alman
ca yazıyordu- gerçekten ince, kadınsı, zarif
buluşlarla yüklü bir hikayesini okudu. Bırak
salar hep o çok beğendiğt arkadaşımn hikaye
ve şiirlerini okuyacaktı. Ama bir ara kendi
yazdıklannı sunmak borcunu hatırlamış ola
cak ki, mecburen kendi yazdıklarına geçti.
Üç genç arasında Almancası en iyi olan oydu.
Bu yazdıklarından da belli oluyordu. Ama bu- .
na karşın Türkçesi de kusursuzdu. Babasmın
en takdir ettiğim mizalı duygusundan ona bir
şeyler de geçmişti. Olaylara kendine çok yakı
şan neşeli bir yarı umursamazlıkla bakıyordu.
Üçüncü genç Abdülkerim Abdülhalik Zey
tunlu Almancayı ne kadar güzel ve kusursuz
konuşur ve yazarsa yazsın, tonu gür ve tok
sesi ile Türklüğünü belli ediyordu. uAuslander
(= Yabancı) » adlı şiiri kolay duygularunayan
benim bile gözlüğümü buğulandırdı. Alman
eası ve içerikteki gücü kadar güzel bir ahenk
de içeren bir çevirisini size düzyazı olarak gü
zelliğinden çok şey yitirttiğimi bile bile sun
maktan kendimi alamıyorum : «YABANCI -
108
yerde her çeşit iş verdiniz 1 Ev ve geçbn sağ
ladınız 1 Ama şimdUerde artık lstenmiyorum
1 Nerdeyse bana öçleniyorsunuz 1 işsizilk mi
var, sebebi benim 1 Konjonktür mü bozuldu,
onun da suçlusu ben 1 Konut derdi ml var,
benim yüzümden Yabancı 1 Benim o yaban
cı dediğiniz 1 Siz beni çağırdınız 1 Geldim 1
Beni yabancı ettiniz 1 Oldum.•
Soğuk , rutubetli, puslu bir kış gecesi var
dı dışarda. Ama bana vız geliyordu şimdi.
İçimde güneş açmıştı sanki. Yad ilde pıtrak
gibi gelişen bu cevherli çocukla17 birden mora·
limi yerine getirmişti. Düşündüm. Devlet ola·
rak sahip çıkmadığımız, kendi yazgılanna bı
raktığımız Almanya'daki işçilerimizin ikinci
kuşak deyimiyle adlandırdığımız çocuklan
içinde bu üç çocuk gibi, kimbilir daha ne ye
teneklileri, kendi kendilerine Hüda-yı nabit
yetişmiş daha ne cevherlileri vardı. İlk kuşa
ğı benimsemedik. Bari ikinci kuşağı kazansak
diye düşündüm. Bu çocuklar gelecek kaygı
sında idiler. Almanlar dilılerini böylesine iyi
bilen Türkleri kendi uyruklanna almak için
kolaylıklar gösteriyorlardı. Çaresizlik içinde
ilk düşebilecekleri ökse bu olabilirdi. Türk
kalmakta direnenleri ise Türkiye'nin benim
sernesi şarttı. Bu gençler önlerindeki geleceğe
bir uçuruma bakar gibi bakıyorlardı. Ne Türk,
ne Alman, iki ortada kalmanın bunalımına bir
de hayatını kazanmak, bir iş tutmak güçlüğü
eklenince gençliklerinden gelen neşe daha şim
diden dudaklannda solma istidadı gösteriyor
du.
Düşündüm. Bu konuda taş atıp kolu yo-
109
rulmamış, sorunlaona çozum arayıp bulma
mış devletin, hiç değilse şimdi, yeni bir bilinç
le biraz da vicdan azabı ile bir ihmaıli düzelt
me şansı hiç yok değildi. Bir yabancı dili ve
o toplumun disiplin gibi, iş ahlakı gibi bazı
meziyetlerini çekirdekten yetişerek öğrenmiş
böyle cevherli, dinamik gençlerden bir iki bi
ni ile neler yapılmazdı. Mesela işe adam değil
de adama iş bulma adetinden dış ülkelerdeki
turizm ya da kültür bürolanna o dil bilmeyen
elemanlan kayıran alışkanlıklanmızdan vaz
geçip bu hazır bulduğumuz taze gücü bu alan
lara seferber etsek, hem millet kazanırdı hem
de bu çocuklar . . .
Sayın Kültür, Turizm ve Tanıtma Baka
nı'ndan bu konu üzerinde durup düşünmesi
ni salık veririm. Yurda gelen turistlerin büyük
çoğunluğunu oluşturan Almanlar, Avusturya
lılar, İsviçreliler ve diğer Almanca konuşan
lar gerek Avrupa'daki, gerek yurt içindeki tu
rizm bürolanmızda kendi dillerini, adetlerini,
tercihlerini, zevklerini, düşünüş tarzlannı bu
kadar iyi bilen bir genç rehber ordusu ile kar
şıla.şırlarsa fena mı olur? Elimizden giden bu
çocuklan geri kazanmak için biraz harekete
geçmeliyiz.
14 Mart 1982
110
KI LIK KIY AFET ÜZERİNE
111
Daha da söyleneceğinden başka . . . FarkedH
mek, beğenilmek içgüdüsü daha üç yaşından
başlayarak kadın milletini ayna karşısına it
tiğinden beri taranıp süslenir, her dönemin her
ortamın modalarını izler ve uygular olmuşlar
dır. Erkekler ise kılık kıyafetle, çekidüzenle
karşılarındakileri kendi çıkarlan ve maksat
lan yönehisinde etkileyeceklerini bildiklerin
den onlar da giyim kuşama dikkat edegelmiş
lerdir. İki dirhem bir çekirdek Razzakizade
Tarçın Bey şıklığında insanlardan söz etmiyo
rum. O çeşit hasta özen o tarihte bile ancak
işsiz güçsüz mirasyedilerin ya da eski harici
yecilerin harcı idi . Acele yaşanan, mali bakım
dan da kısıtlı yaşanan bir dünyada hangi ba
bayiğit giyimine bu kadar vakit ayırabilir,
gardrobunu on beş yirmi kat elbise ile donata
bilir? Ama bizde herkes yine de iyi kötü ke
sesine göre elegüne çıkacak temiz pak bir kı
lık gereksinmesini hep duyagelir. Çünkü öyle
koşullanmıştır.
Parlamentomuz tepeden atamalı, mönte
hib-i sanili seçim. geleneğinden kurtulup doğ
rudan doğruya halkoylannın doğrultusunda
oluştuğu zaman mebus kılıklan da birden de
ğişmişti. Eski Atatürk devri mebuslan çok
resmi giyinirler, ucu kıvnk kolalı yakayı, ye
leği kösteği de ihmal etmezlerdi. Nedense ço
ğu kaşlannın ucunu yukan doğru burar, böy
lece sözümona eşsiz şefin görünümüne yak
laştığını kuruntulardı. Demokrat mebusların
içinde yaşlılar bu morlayı bir müddet sürdür
düler ama daha sonraki seçimlerde taşra avu
katlan, ağzı laf yapan girgin halk çocuklan
112
parlamenter olunca bunun yerini başka bir
moda aldı. Ankara'ya her gelen mebus daha
kendine bir ev bulamadan terziye koşup ken
dine bir « laci» çektiriyordu. O dönem Anka
ra'sının sokakılannda devetüyü paltolu, siyah
fötrlü birini gördünüz mü anlardınız ki me
bus . . . Bu kılık adeta o dönem mebuslarımn
üniforması haline gelmişti. Bunlar aynaya ba
kınca kimbilir kendilerini ne kadar saygın bu
luyorlardı. İş sektörünün kılığı da bu arada
çok aşamalar geçirdi. Yavaş yürüyüşlü, okka
lı göbekli, iki çeneli patronların yerini yavaş
yavaş dinamik , çevik, kalori perhizi yapan,
Amerikan tipi patranlar aldı. Ellerinde birer
James Bond çanta, kollarında Humphrey par
desü, çevik adımlarla uçak merdivenlerine k�
şup gerideki yağcı maiyetlerine fiyakalı uçak
selamı ile el sallayan ya da victory işareti ya
pan, hosteslerle senlibenli, durmadan Cartier
marka kol saatine bakan, çat burada çat ora
da cıva gibi hareketli Amerikan dinamizmi
nin temsilcileri oldular. Yan varlıklılar, dar
gelirliler, memur takımı her döneme göre de
ğişen giyim gustosuna aykın kaçmamaya çalı
şarak orta bir yol tuttunnuşlardı. Zaman za
man amirleri tek tek memur vatandaşın kılı
ğı ve görünümü konusunda kendi gustolan
doğrultusunda emirnameler de çıkanyorlardı.
Saçlarını uzatmak, sakal bırakmak, açık yaka
ile kravatsız dolaşmak onlarca memur saygın
lığını bozan bir laubalilik, bir ciddiyetsizlik,
hatta bir serkeşlik sayılıyordu. Bütün bunlar
sevgili ve rahmetli Turan Güneş'in de dediği
gibi eskilerin <c ağır otur da molla desinler» bi-
113
rikiminin çağa henüz ayak uyduramamış ka
lıntıları idi.
Bugün Londra - Paris, Paris - Berlin - Ro
ma sokaklarına bir bakın. Büyük bulvarlarda
yürüyen insanların hemen hepsinin ortak özel
liği kılık kıyafet bakımından alabildiğine ra
hat ve pratik bir üslup tutturuşlarıdır. Erkek
olsun, kadın olsun, çağın kılığı artık süse de
poza da vakit ve gerek bırakmıyor. Merkesin
ayağında rahat ayakkabılar, herkesin hacağın
da blu-j ean, herkesin sırtında ya bir yün ör
mesi ceket ya da bol bir süveter. Caddelerde,
kütüphanelerde, kahvelerde, televizyonda bun
lardan başka, hani o bizim alışık olduğumuz
yelekli köstekli, kravatlı cekedi birini görür
seniz bilin ki , ya yabancıdır, ya hacıağa ya da
eski kuşaktan bir amca . . .
Artık görünmekten çok, olduklarına bel
bağlıyor Avrupalı insanlar. Kafalarına, bilgi
lerine, toplumdaki işlevlerine, kültürlerine . . .
Dış görünüşün aldatıcı maskesini çıkarıp at
mış·lar. Oldukları gibi görünmeyi yeğliyorlar.
Kendilerine güvendiklerinden.
9 Mayıs 1982
114
İNSAN ESKiTEN BİR MESLEK
115
ratıcı bir iş. Yüklenilen ağır sorumluluklar, si
yasi çekişmeler, karşı partiler kadar, belki on
lardan çok, sinir yıpratan parti içi muhalefet,
olayları hiç eksilmeyen ve kopuksuz bir dik
kat içinde izlemek zorunluğu insanda ne uy
ku bırakır ne de huzur. Her an tetikte olacak
sınız. Hele idare-i niaslahatçı değil de aktif
politikası olan bir devlet adamı iseniz, işiniz
daha da ağır. İhtilalin göstermeliği yaşlı Ge
neral Necip'i itip yerine geçtiği zaman Nasır,
dipdiri dinamik genç bir albaydı. Fizik gücü
nü, manevi gücünün bir güvencesi gibi kullan
dı. Ama politika onu da çok çabuk yıprattı.
Kahire'yi Arap dünyasının merkezi yapma po
litikasının tam orta yerinde genç sayılacak
bir yaşta fazla yorulan kalbi onu tuşa getirdi.
Yerine geçen Enver Sedat'ın o zamanki
resimler4J.e bir bakın. Genç, dinamik, güçlü
bir halef olarak iktidara çıkan bu esnier yakı
şıklısının son yıllarda göz altında torbalar
oluşmuştu. Yorgun bir yaşlı adam görünümü
nü canlı nutuklanna karşın önleyemiyordu.
Tarih yapısının Ortadoğu' da yeni bir ro
ta tutturuşunun acısını, siyasi düşmanlann
dan önce, yüklendiği bu çetin görevin ağırlı
ğı, ona pahalıya ödeteceğe benziyordu. Onu
bir mit haline getiren suikast olmasa zaten
pek sağlam olmadığı söylenen kalbinin ona
da yakında bir oyun oynayacağı tahmin edile
bilirdi.
Onun yerine geçen sporcu görünümlü, es
ki havacı Mübarek'in ne kadar sıhhatli bir gö
rünümü var, değil mi ? Onun yüklendiği ödev
selefininkinden hiç de hafif ohnadığı için aynı
116
insanı iki ya da dört yıl sonra görelim. Poli
tika ne turp gibi insanlan yıpratıp eskitınedi
ki. . .
117
o tarihte yirmilerini süren güzel kızı, ana ve
babasından ayrı oturuyor ve romanlannda bu
kahramanın kulis arkasını yansıtıp kendi şöh
reti pahasına babasının mitini yıkmaya çalı
şıyordu. İşte böylesine dolu dolu, gümbür
gümbür atan bu hızlı kalp de altmış yaşı aşa
madan duruverdi.
118
şından uzaklaşırsam ipin ucu elimden kaçar.
Bundan istifade ile ne oyunlar oynanır. Bile
mezsiniz» demişti .
Poli tİkanın bir kere girilince bir daha çı
kılmayan bir girdap olduğunu o gün, onun
yorgun ve çaresiz bakışlanndan bir kere daha
anlamıştım .
Sonunda o da hastalandı. Hasta hasta mis
yonunu yapmaya çalıştı. Ancak seçilemeyince
mecburen Meclis dışında kaldı. Kendine ve
sağlığına özen göstermeye vakit ve imkan bul
du. Eski sağlığına kavuştu.
Çoğu politikacı•lar kendilerini iktidar hır
sından kurtaramayışlarına özür bulmak için
« Biz politikacıyız. Mesleğimiz bu » , « Biz ken
dimizi bu yola adadık , sağlığımızı, huzurumu
zu bu yol uğruna daha baştan gözden çıkar
dık » gibi bir edebiyata başvururlar. Yarı yol
da hastalanıp kalmak ya da ecelini erkenleştir
rnek o bahsettikleri yola nasıl bir hizmettir,
sorulsa yeri.
Şimdi şimdi anlar gibiyim, halkın Hismark
gibi , İnönü gibi , Adenauer gibi, ChurchiH gi
bi, Ben Gurion gibi yaşlı poli tikacılara neden
daha fazla güven duyduğunu. Onlar ihtirassız
mı idiler? Hayır. Belki geRçlerden daha kor
kunç hırs-ı pirileri vardı. Ama sıhhatleri sağ
lamdı. Kendilerini kapıp koyuvermiyorlar, yo
lun yansında pes etmiyorlar, ihtirasın kendi
lerini kavurmasına, oradan oraya savurma
sına karşı koyuyorlardı. Hiç değilse sürekli
ve oturaklı bir kişiHk imajı ile siyasetin tadını
çıkanyorlardı. Onun kurbanı olacak yerde.
25 Ocak 198 1
119
DÜNYANIN EN ZEKI AZINLICI
120
bir devlette yüksek makamlara geçmele
rine karşıyım . »
121
ler o tarihte zuhur etmediği için Nazi sayıla
bilirler mi idi ? Demek ki Almanya'da zemin
Hitler'in daha sonraki tarihte eşi görülmemiş
yüzkarası soykınmına müsait bazı kahtımlar
dan büsbütün de yoksun değildi.
Filozofların bir yazgısı da fikirlerinin her
işine gelen tarafından pantolon askısı gibi is
tenildiği şekilde yorumlanışıdır. Siz Hitler'in
şu çelişkisine bakın ki, insanüstü nazariyesini
yalan yanlış yorumlayıp kendine destek aldı
ğı Nietzsche, Yahudileri hiç de hor görmüyor
du. «Bunca Alman ortasında bir Yahudi ne ni
met>) lafı onundur. «Güleç Yüzlü Bilim)) adlı
eserinde aynen şöyle söylüyor. << Nerde nüfuz
lu bir yer varsa Yahudiler oraya gelmişlerdir.
İyi ile kötüyü daha ince bir şekilde ayırmasını,
daha keskin alıkarn çıkarmasını, daha arı ve
açık yazmasını insanlara göstermişlerdir.))
Prusya Devlet Kütüphanesi'nin panoların
da Nietzsche'yi boşuna aradım durdum. Buna
karşın bağnaz Yahudi düşmanıarına denge ya
ratsın diye Lessing'e büyük yer verilmiş. İyi
de edilmiş. Mose Mendelsohn'la içtiği su ayrı
gitmez arkadaşlığı bu Hamburglu yazar ve ti
yatrocuya «Bllge Natha))ı yazdırmış. Sade Ya
hudi dinini değil, tüm dinleri Hıristiyanlığın
bağnaz horgörüsünden kurtarmaya çalışan bel
ki de dünyanın en insancıl ve tolerans aşıla
yıcı şaheselerini yazdırmış. Panoları hazırla
yanlar Dachau, Auswisch temerküz kampları
nın ve 1 94 l 'de Leipyo'da çırılçıplak soyulan
Yahudi kadınlannın soykırımını gösteren ta
rihi fotop-a8anıı a:rasmda Lessing'in resmi,
biz yalnız Hitler gibi canavarlar değil Lessing
122
gibi de evrensel insanlık boyutunda yazar ve
düşünürler yetiştirdik, der gibi sergileniyor.
Bir başka büyük pımoda sade Y ahudili
ğin değil dünyanın önemli şahsiyetlerinden bir
demetle karşılaşıyorsunuz. Alınaneayı Luther'
den sonra ve B recht'den önce en güzel yazan
adam olarak kabul edilen şair Heinrich Heine,
öğretisi ile ruhbilime yepyeni bir pencere açan
Sigmund Freud, Hegel'in diyalektiğinden bam
başka açılara ulaşan Karl Marx, bugün Berlin'
in bir caddesine adı verilen Martin Buber, mo
dern romancılığın Proust ve Joyce'la birlikte
dört devinden ikisini oluşturan Franz Kafka
ve Hermann Broch, beş bin kişilik kitle tiyat
rosundan yetmiş kişilik kabareye kadar her
boyda her üslupta tiyatro skalasında rej i ya
pan bir zamanların tiyatro imparatoru Marx
Reinhardt, halk tiyatrosunun girişken yöneti
cisi Erwin Piscator, sade Almanya'nın değil,
belki Avrupa'nın en ince heccavlarından biri
olan Tucholski, maviyi gülen mavi yapmanın
sihirbazı Chagall, dünyaya iyi bakmayı desen
lerinde ebedileştiren Klithe Kollwitz, Alman
sahnesinin unutulmaz Fraulein Julie'si ve de
daha nice unutulmaz kompozisyonların yıldızı
E lisabeth Bergmann, oyun yazarı Curd Goetz,
polemik ustası Karl Kraus, büyük rej isör Fritz
Lang, unutulmaz aktör ve rej isör Fritz Kort
ner, usta oyuncu Conrad Weid, Rosa Valetti,
Peter Lore, hepsi hepsi o başarılı zamanların
daki mutlu ve canlı bakışlan ile değerlendiriş
leri de durmadan değişen ve kendi gibi fırıl
fınl dönen dünyamıza bakıyorlar.
Her sabah bu panoların önünden geçer
ken « Her millet kendi layık olduğu Yahudi-
123
leri yaratır» diyen Fransız atasözünü hatırlı
yorum.
Bu Yahudiler olmasa idi Almanya belki
yine güçlü, belki yine disiplinli ve metodik,
belki teknikte, sanayide en ileri·lerde olurdu,
ama bütün bu nimetierin ortasında zeki, ışıl
tılı, kıvılcımlı, en olmayacak seçenekleri dene
yici Yahudi zekasının getirdiği cevherden yok
sun kalırdı. Alın Yahudi düşünürleri, yazarla
n, sanatçılan Alman kültür hayatından, Orta
Avrupa kültürü dediğimiz bu birikimden or
tada elbet çok şey kalırdı, ama o çok şey hay
li yavan kalırdı.
1 Kasım 1981
124
BİR YlLDÖNÜMÜ
125
ulusu da- mahva götürdüğünü orada anla
dım. Nazilerin Avusturya'yı ilhak ettikleri gün
tesadüfen Viyana'da id im. 1 956 Macar ihtilali
denilen ayaklanma, yine ben o dolayiarda iken
patlak verdi. Avusturya, Rus tanklarından ka
çan 200.000 Macar'a sınırını açtı. Bunların bir
kısmı oturduğum hanın altındaki misafirha
neye yatınldı. Gece gündüz anlattıklarını din
ledim. 1 969'da Bader-Meinhoff çetesi alikıran
başkesenlik ederken ; Rudi Duschke, Alman
gençlerini ayaklandırırken tesadüfen Berlin'
de idim.
İçinde olunca insana kendi kendine bir
den oluşuvermiş gibi gelen, alelade olağan bir
sansasyon hissinden öte bir önem taşımaz gö
rünen olaylar, bir de bakıyorsunuz, üstünden
zaman geçtikten sonra tarih içinde önemli bir
yer alıvermişler. Üzerlerine ciltlerce kitap ya
zılmış ve yazılıyor.
Avrupa'nın o hareketli dönemini bir de
benim anılarıının gözlüğünden izlemek isteye
cek okurlanm varsa, bir buçuk yıl kadar bek
lemelerini rica edeceğim. Biz gelelim, şimdi
geçen hafta yirmi beşinci yılı kutlanan 1 956
Macar başkaldınsına . . . Evet bu başkaldırı
geçen hafta sade Batı bloku ülkelerinde değil,
Macaristan'da da anıldı. Rusya'nın buna izin
verişi o günden bugüne Moskova ile Tuna'da
ki köprülerin altından ne kadar suların geçti
ğini gösterir.
Olay 23 Ekim günü gençlerin zararsız gö
rünen bir sokak gôsterisi ile patlak verdi. Kış
kırtıcıların da tahrikiyle fevri bir taşkınlığa,
giderek polis ve askerle çarpışmaya dönüştü.
126
Sokak gösterilerinin nereye varacağı hiç bel
li olmaz. İlk kurşun bir patlamaya görsün. Kit
leleri artık sağduyu ve irade değil, bambaşka
güçler, içlerindeki atavik hisler, birikimler,
hınçlar alır, kendilerinin de tasariamadığı yer
lere götürür. Ordu ve halk birbirine girdi. Son
ra olayı bastırmak için harekete geçen milH
kahraman genç albay Pal Maleter, halkla ko
nuşup onların fikrini öğrenince Milli Savun
ma Bakanı'na haber gönderdi. Halkın tarafı
na geçti�ni bildirdi. Peşte sokakları tankiara
binmiş Macar bayrağı dalgatandıran gençlerle
doldu. Bir hafta boyu duruma bu kalabalık
egemen oldu. Sovyet yöneticiler ve Macar ka
binesinin aciz ve kararsız kaldığı görüldü.
Başkaldıncılar, « Macaristan'ın özgürlüğü için
demokratik girişim » diye adlandırdıkları ha
reketlerine esas olarak, halen başvekil olan im
re Nagy'nin daha halkçı, daha özerk bir sos
yalizm isteyen reformlarını almışlardı. İşin tu
haflığına bakın ki, İmre Nagy o sıralarda baş
bakan bulunuyordu . Bu şunu gösterir ki, hal
kın istekleri onun meşru reform isteklerini
hayli aşmıştı. Macaristan\ özgürlüğüne ve
nötralitesine yeni kavuşmuş Avusturya gibi
nötral bir ülke yapmak isteyecek kadar . . . Bun
da Batı devletlerinin kışkırtısı var mıydı tar
tışmasına girmeyelim. Her zaman, her yerde
her cereyanın kışkırtısı tetikte bekler. Müsait
an görünce daha da bir satha çıkar.
O iki hafta boyu başkaldırıcılar Batı blo
kundan bir yardım eli umdular. Ama Süveyş
krizinden sonra İngiltere'nin böyle bir insiya
tife pek yüzü kalmamıştı. Amerika ve Fransa
127
da pasif kaldılar. Kruşçev'in tanklan Peşte'ye
yürüyüşe geçince, sınınnı açıp kaçan göçmen
lere kucak açan sadece ve sadece küçük Avus
turya oldu. İnsancıl Avusturyalılar ikinci şilte
lerini, battaniyelerini, harçlıklanndan artırdık
larını bu 200.000 kadar göçmene verdiler. Bir
kısmını da Macaristan'dakilere yolladı•lar. Son
ra ne oldu ? Sovyet yöneticilerle Macar Ko
münist Partisi Başkanı ve Nagy hükümetinde
Devlet Bakanı olan Janos Kadar, Başbakan
İmre Nagy, başkaldırının askeri lideri olan
Pal Maleter bir masa başına oturup Macaris
tan yönetimine verilecek yeni rota üzerinde
ortak anlaşma noktalan aramaya koyuldular.
Eski partinin feshedilerek yeni ve taze bir ko
münist partisinin kurulması karar altına alın
dı. Yeni dönemin başbakanı da Janos Kadar
olacaktı. O da Macaristan'ın kendine özgü bir
sosyalizm izlemesinden yana idi. Bu arada
Sovyetler'in Nagy, Maleter ve bir iki başkaldı
n liderini, karşılıklı diplomatik konuşmalar
sırasında, diplomatik dokunulmazlığı boza
rak tevkif ettikleri ve Rusya'ya götürdükleri
duyuldu. Başta Sartre olmak ütere tanınmış
yazar ve düşünürlerin kaleme aldıkları ünlü
protesto bildirisi de etkisiz kaldı.
Halk ayaklanmasını destekiemiş olan Kar
dinal Mindszenski bu arada kapağı Amerikan
büyükelçiliğine atıp kurtulacak ve uzun yıllar
orada kaldıktan sonra Sovyetler'in izni ile ora
dan yurt dışına geçecekti.
İmre Nagy, Pal Maleter ve arkadaşlarının
encamından uzun zaman haber alınamadı. An
cak, 1958'de, kısa bir bildiriden Rusya'da va-
128
tana hiyanet suçu He muhakeme edilip ölüm
cezası giydikleri ve hükmün infaz edildiği öğ
renildi.
Macar başkaidırısı böylece noktalanmış
olmuyordu. Bundan sonra Sovyetler dört cilt
lik bir beyaz kitap yayıniayıp mahkeme hak
kında bilgi verdiler. Nagy'nin dostlan ise ola
yı kendi görüş ve belgelerine göre bambaşka
biçimde yansıtan kitaplar yayınladılar. Bugü
ne dek bu konuda yüzlerce kitap, inceleme ve
araştırma çıktı. Bu karşıt fikirler kitaplarda
da birbiriyle tartışıp durmaktalar.
Bugün, ı 98 ı Ekiminde bu başkaldınnın
Macaristan'da da anılmasına müsaade edil
mesi, ilk bakışta şaşırtıcı görülebilir. Ama ar
t ı k herkes kabul etmektedir ki, o başkaldın
boşuna olmamış, belli bir uyarı işlevi görmüş
tür. Stalinizmin ve dolayısıyla onun Macaris
tan'da iktidara getirdiği dar alınlı, baskıcı Ra
kosi rejiminin Macar psikolojisine, Macar ge
leneklerine, Macar bünyesine tam oturmadığı
anlaşılmış, o zaman parti içinde parti icra ko
mitesi üyesi olarak Macaristan'a daha uyan,
daha serbest, daha demokratik bir sosyalizm
getirmek uğruna muhalefete geçen İmre Nagy
ve arkadaşlarının uzantısında bir kendine öz
gü sosyalist rejim bugün Macaristan'da az çok
gerçekleşmiştir. Bugünkü Macar devlet baş
kanı Janos Kadar da ilk günden beri kartları
nı açık oynayan bir yönetici olarak bu uzantı
da çaba göstermiş, başkaldın ertesi Macaris
tan'la Sovyet Rusya'nın arasını bulmaya çalı
şarak bozulan dengeyi Macaristan ·lehine yeni
den sağlamıştır. Enternasyonal sosyalizmin
129
sosyalist ülkelere empoze ettiği ortak enter
nasyonal kalıplar dışında her ülkenin kendi
ne özgü bir milli gerçeği, birikimi, geleneği ve
yerel koşullann oluşturduğu psikolojik bün
yesi olduğunu Macar yöneticiler kadar Sovyet
·ler de artık anlar olmuşlardır.
Bugünkü Macaristan ziraatini daha geliş
tirmişse, sanayiinin gediklerini kapayabilmiş
se, turizmini büyük gelir kaynağı haline geti
rebilmişse, dünyanın en sevimli milletlerinden
biri olagelen Macarlar bugün düne kıyasla bi
raz daha güleç olabilmişlerse; bunu, baskı
dan, ecirlikten uzaklaşıp geçmişlerinin ve ge
lenelderinin sıcaklığına, bir kelime ile yurtla
nnın yurttaşı olmak bilinçlerine yavaş yavaş
varmalarında aramalı.
1 956 Macar hareketi demek ki, yararsız ol
mamıştır. Bunu, kardeş milletin dostu düşmanı
herkes, artık kabul etmektedir.
16 Kasım 1981
t."W
KOMŞULUK ÖLÜYOR
131
mayı israf sayan bir çıkarcılar yarışındayız.
Kimsenin kimseyi görecek haH yok.
Almanya'da oturan işçilerimizin en çok
yakındığı şeylerin başında komşusuzluk geli
yor. Komşusuzluk onların buradaki ezik du
rumunu daha da vurguluyor. Büsbütün öksüz
yapıyor. Oysa alışmış köyünde, başı sıkışınca
komşusuna başvunnaya, ona dert yanmaya,
içini boşaltıp rahatlamaya, komşusunun ona
ihtiyacı olunca bir sıcak çorba yapıp duasını
almaya. Burada yok böyle şeyler. . . Sade ona
değil Alman komşulara da kapalı Alman'ın ka
pısı. Oturduğumuz apartmanda tam on iki da
ire var. Yedi aydır bugüne dek hiçbirini gör
medik. Kapıda bazı gölgelerle karşılaşıyoruz.
Birbirimize hırsız olmadığımızı belgeler gibi
adet yerini bulsun diye merhabalaşıyoruz. Za
ten yapacak işim de o kadar çok, günüm o ka
dar dolu ki isteseler de iyi bir komşu olarnam.
Ama işçilerimiz, konuşkan ve insancıl işçile
rimiz öyle mi? Komşu yerine kulaksız, ağız
sız duvarlada karşı1aşmak onların içierini da
ha bir üşütüyor. Kreuzberg'de Türk mahalle
sinde oturanolar bu eksiği o kadar duymuyor
lar. Çünkü çoğu birbirine komşu. Ama Alman
evlerinde oturaniann hali duman. Geçende
böyle biri bana
- Bizi görünce keyifleri kaçıyor, güler
ken çatınıveriyorlar. Her şeyi de yanlış mı ya
pıyoruz ki başlarını iki yana sallayıp ya sabır
çekiyorlar? Değil buraya geldiğimden, nerdey
se dünyaya geldiğimden ötürü özür dilemek
hissine kapılıyorum.
Aynı zamanda öArencim de olan bu has-
132
sas işçi kardeşimin sözleri benim de gözleri
mi buğulandırdı. Oturdum, o hızla • Şeytan
Tüyü » adlı bir hikaye yazdım. Atmaneası bası
lınca tepkisi nice olur merak ediyorum .
Diyeceğim, sade Almanya'da değil, dünya
nın her yerinde dostluk, komşuluk azaldıkça
azalıyor. Sanayileşme humması içinde , tüke
tim furyası içinde iç dünyasının en değerli un
surlarını yitiren insanoğlu doğayı unutup çev
reyi kirlettiği gibi, içini ısıtan insancıl değer
leri de kınp geçiriyor. Bu arada benciHiği aş
manın en yakın aşaması olan komşuluk mü
essesesini de miadı geçmiş romantik bir duy
gu olarak müzelik bir eşya gibi geçmişe bıra
kıyor.
Oysa geçmiş, komşuluk müessesesini na
sıl övegelmişti ? « Komşunun evi yanarsa se
ninki de sağlam kalmaz» diyen Horaz, « Kom
şusuna küfür eden kendi mezarını kazar» di
yen Japon atasözü, « Ev alma, komşu al » diyen
Türk atasözü nasıl bambaşka bir şarkı tut
tunnuşlardı. Şimdilerde insanlar bu kozmik
gerçeği toptan inkar edip, «Gemisini kurtaran
kaptan» deyip, « Benden sonra tufan » deyip
sadece ve sadece kendileri için yaşıyorlar. Kö
şeyi dönmekten başka şey düşünmüyorlar.
Döndükleri köşede belki birçok maddi nimet
ler var. Ama köşesini döndükleri yolun sonuna
vardıklannda iç zenginliklerini yitirip zavallı
birer posa kaldıklarını aniayacakları gün uzak
değildir. Uygarlık sanılan çıkar yarışı, insanı
gün günden barbarlaştınyor.
29 Kasım 1981
133
ALMAN ÇEŞMESİ
134
Sultanahmet Camii avlusunda şimdi yeşil alan
laştırılmış yerde « cami içi )) dediğimiz statta (!)
hareketli maçlar yapardık. Galatasaray'ın son
ra da Güneş'in bir ara da milli takımın unu
tulmaz sol açığı dripling ustası Rebii Erkal'ın
ilk gollerine bu avlu tanık olmuştur.
Sul tanahmet Meyd anı şehrin ortasında
insanın içini açan, geniş, havadar, engin ufuk
lara bakan eşsiz bir meydandır. İçiniz daral
dığı bir gün oraya gidin, birden ferahlarsınız.
Bazı yerlerin konumunda , ışımınında -nere
deyse ikliminde diyeceğim- bir sıcaklık, bir
rahatlık vardır, size geçer. Miletoslu İsidore
ile Sedefkar Mehmet · Ağa 13 yüzyıl ara ile
sanki gönül birliği etmişler, iki uygarlık ara
sındaki ..'!n estetik uyumu bu alanda sağlamış
lardır. Camiini ne az ne çok, Ayasofya'dan
tam bu uzaklığa kondurmak bile Mehmet
Ağa'nın zevkinin ve sanat saygısının belgesi
dir.
Bizanslılar zamanında araba yarışlannın
yapıldığı, gladyatörlerin kapıştığı, aslanların
kükreyerek adam parçaladığı bu yerlerde da
ha sonra Osmanlı sultanlan Surnameler'in
saptayıp bugüne aktardığı nice şenlikler ve
alaylar düzenlemişler. Belleğiniz bunlarla do
lu ise, muhayyileniz şimdi onlan da canlandı
rabilir. Bu alan bugün Adiiye'ye girip çıkan
lar, Yüksek Ticaret Okulu'nun öğrencileri ve
günün her saatinde, her yaşta çeşitli turist
grupları ile hep hareket halindedir.
Orta yerdeki yeşil alanlardan birini Mı
sır' dan getirilmiş hiyeroglif yazılı iki obelisk,
birini de Alman Çeşmesi denilen somaki sü-
135
tunlar üzerine yükselen meşhur çeşme süs
ler.
Yakında MİLLİYET'te yayınlanacak olan
bir yazı dizimin başhğı yanma konacak uygun
bir amblem ararken, geçen gün birden bu çeş
meyi hatırladım. Alıcı gözü ile bir kere daha
göreyim dedim. Hava aralık ortasında bir ilk
bahar günü. Nerde ise kuru dallarda tarnurcuk
arayacak insan. Yandaki türbenin bahçesin
den maltaeriği çiçeğinin mayhoş kokuları ge
liyor. Bu çiçek sonbaharda açar.
1 898'de yine böyle bir sonbahar günü baş
lamış çeşmenin tarihi. İkinci Wilhelm'in, İs
tanbul'u ikinci defa ziyaret ettiğinde II. Ab
dülhamit'e bir dostluk cemilesi olarak yaptır
dığı bu çeşme o tarihten bu yana Sultanahmet
Parkı 'nın simgesi olagelmiş. II. Wilhelm bun
dan sonra bir de Sultan Reşat zamanında şeh
rimize gelecektir. Hamburg Limanı'ndan Bas
ra Köıfezi'ne kadar uzanacak Almanya'yı,
Avusturya'yı, Macaristan'ı ve Osmanlı ülkesini
içine alacak bir süper imparatorluk planının
tezgahlanması babında yapılan bu ziyaretler
de Alman Kayzeri tam bir Türk dostu imajı
yaratmış ve ikinci gelişinde ana çizgilerini bu
günkü yeni deyimi ile designi'ını ve planını
bizzat çizdiği ve kendi mimarları tarafından
gerçekleştirilen bu çeşme i•le İs tanbul'un gö
beğine ve tarihe kalıcı bir dostluk simgesi per
çiniemek istemişti. Bütün mermer, tunç, de
mir ve diğer parçaları Almanya'da yapılarak
İstanbul 'a getirilmiş, burada temelinin üzeri
ne kurulmuş olan bu meydan çeşmesinin 1 90 1 '
de törenle açılışında musluklanndan günlerce
136
şerbet aktığı ve ahalinin Türk - Alman dostlu
ğu şerefine kana kana şerbet içtiği rivayet edi
l ir.
Şimdilerde ise bu çeşmeyi sade tarih me
raklılan ve turistler değil, bizim herduşlar da
pek seviyor. Yazın içerdeki sekiz mermer ka
nepe onlara birer karyoia işlevi göriiyormuş.
Ben gittiğimde iki alıbab orada beş taş oynu
yorlardı. Buraya durduğu yerde «Alman Pa
las » dememişler.
Dört yanı açık, püfür püfür bundan hava
dar yaz oteli bulunamaz. Hazır muslukları ku
rumuş beş altı yalak da emrinize amade. Bun
dan ötürü çeşmenin civarı çiş kokusundan ge
çilmiyor.
Zaten Serasker Katibi Muhtar Bey de ka
sidesinde Hazret-i Wiılhelm'ı Sani için « Eyledi
bu çeşmesan hayre arayı karar» demiyor mu?
Bu da bir hayır sayılır aslında. Ama kime ni
yet kime kısmet.
Çeşmeler de insanlar gibi ne oldum deme
meli, ne olacağım demeli.
İşte tarihi bir çeşmenin yine o tarihin cil
vesi ile bugünkü encamı.
19 Aralık 1982
137
YAZARLAR VE KAMUOYU
1 38
gün yeni sürpriziere açık karmaşık gelişmele
re gebe gidişi içinde yazan, zaten o eski dö
nemlerin durmuş - oturmuş huzur ortamından
çoktan koparmış tır. Yazarlık için bir masa,
bir daktilo makinesi kadar, asgari bir huzur
•
ortamı da gereklidir. Bunsuz kafasını toplaya-
maz. Düşüncelerine, çağnşımlarına tutarlı bir
düzen veremez. Hitap ettiği aydın kalabalığı
nın da asgari bir hayat güvencesi ve fikir hu
zuru içinde olması, yazann fikirlerinin sağlık
lı algılanmasının baş koşullarından biridir.
Herkesin can kaygusuna düştüğü, ortamın
ana - baba gününe döndüğü bir ortamda, -me
sela bir deprem bölgesinde- ne yazann için
den yazmak gelir ne de kimse onun yazacak
Ianna kulak verir.
Bugünkü dünya işte böyle bir deprem or
tamını andırıyor. Bunun içindir ki bugünkü
Avrupalı yazariann çoğu, işi gücü bırakıp rad
yolann, televizyonların başında her gün pat
lak veren ya da vermeye hazır olayların peşi
ni kovalamak, gelişmelerini izlemek zorunlu
ğunu duyuyorlar. Eski dönemlerin etiiye süt
lüye kanşmayan, kınarnsık ve ödlek yazarla
nnın tersine , olaylara pasifçe teslim olmak
yerine, onlara ellerindeki tüm olanaklarla doğ
ru bildikleri yolda tepki göst�nnek için kale
me, kalemden de çok mikrofona sanlıyorlar.
Tıpkı bir politikacı gibi aktif olarak olayların
izleyicisi, yorumcusu kesilmelerine iki kere
hak vermek gerek: Bir kere mesleklerini İcra
edebilmeleri sıkı sıkıya bu politik kargaşaların
durulmasına, bir çözüme vardınlmasına bağlı
da ondan ... İkincisi, bir aydın olarak sağduyu-
139
nun, insanlığın, mantığın sözcüsü olarak, ka
muoyuna anlatacaklan şeyleri ve yeni seçenek
leri olduğundan . . . Çoğu zaman politikacıların
ya fazla yorulup yıpranmadan ya da politika ih
tirası ve rekabet yüzünden düştükleri yanlış
lıkları, saplantılan, kısır döngüleri serin ka
fa ile belirtmeyi, onları uyarınayı ülke ve dün
ya vatandaşlığının başlıca ödevi saydıkların
dan . . .
Politikacılar elbet kıvrak zeka sahibi , tec
rübe sahibi , ağızları herkesten iyi laf yapan
yaratıklardır. İçlerinde çok değerli olanları
da elbet her zaman vardır. Ama kültür düze
yi yüksek ülkeler, yine de yazgılarını sade ik
tidarın iplerini ellerinde tutan yöneticilere bı
rakmak istemiyorlar. Ülkenin olduğu kadar
dünyanın yazgısını da değiştirecek kararlar
hep yöneticilerden çıktığına ve çıkacağına gö
re, politikacıların ; bilim adamları, yazarlar,
düşünürler, hatta din adamlarının ileri fikir
lileri tarafından denetlenmesini demokrasinin
başlıca nimeti sayıyorlar. Çünkü bu saydıkla
rımızın politikacılardan daha az zeki, kapsam
lı ve sağduyulu olduğu iddia edilemez. Yurt
ve barış sevgisi ise hiçbir yerde hiçbir zaman
yalnız yöneticilerin tekelinde değildir. Millete
ve insanlığa en iyi hizmet yarışının yarış alanı
ise elbet kamuoyudur.
On iki yıllık bir faşist yönetimden
sonra en kusursuz bir demokratik düzene geç
mek iddiasında olan Almanya'da, gün geçmi
yor ki yazarlar siyasi olaylar karşısında görüş
lerini ya tek tek bildiriler, yazılar ya da tele
vizyondaki açık oturumlar aracılığı ile kamu-
140
oyuna iletmesinler. Heinrich Böll, Günther
Grass ve daha başkalarının son zamanlarda
edebiyat alanında daha verimsizleşmesinin,
gün günden daha yoğunlaşan siyasi kannaşa
lara söz yetiştirmek ödevinden i·leri geldiği gün
�ib i aşikar . . .
Geçen hafta da Doğu Berlin'de Batı ve
Doğu Alman yazarlar, atom savaşını körilkle
yen karşılıklı silahianma konusunda ortak bir
açık oturum yaptılar. Doğu Alman yazar Herm
lin'in insiyatifi ile aynı çatı altında toplanan
Alman yazarlar, Doğulu - Batılı ideolojileri bir
yana bırakıp << Aklın yolu birdir» dereesine
atom savaşını önleme konusunda hep aynı or
tak yargılara vardılar. Topun ağzında bulunan
Berlin'de yarınki muhtemel bir savaşın -hem
de sade Almanya'yı değil, tüm insanlığı yok
edecek bir felaketin- önlenmesini yalnız po
li tİkacılardan beklemenin rizikosunu önlemek
ister gibi, beyinlerini bu konunun çözümüne
seferber ettiler.
Sanatçılar için uyarıcılık ödevi yaratıcı
lık ödevinden çok önce geliyor. Aksi halde,
Bertold Brecht 'in dediği gibi, « Batmakta olan
bir geminin duvarianna çiçek resmi yapmak
saçmalığından farksız» duruma düşecekleri
ni biliyorlar.
27 Aralık 1981
141
SİZLERDEN UZAK
BİR YILBAŞI
142
bozan birer gerçekçi kesildilerse, önümüzde
çok zaman var sanırken bize sevimli gelen sa
atler de şimdi acımasız tik taklarıyla geri ka
lışımızı, zamanı iyi kuHanamayışımızı kafamı
za kakar oldular.
Saatler oldum bittim başlıca saplantıla
rımdan biri olmuştur. Topkapı Müzesi 'ne her
gidişimde saatler bölümüne uğramadan ede
mem. Ama her seferinde de boğulur gibi olup
kendimi dışarı atarım. Ne kadar değerli ne ka
dar hünerli olursa olsun, durmuş saat sön
müş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş saat
Ierin bir meziyeti günde hiç değilse iki defa
doğru saati göstermesidir. Ayarsız saat bunu
bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu meka
nizmasında, yani zembereğindedir, zemberek
saatin değil, hayatın da özü , temeli. Bir bakı
ma hepimiz kurulu birer saat değil miyiz? Ya
şama bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve
boşalmadan başka nedir? Yaşlılıkla ölen kur
gusu biten, gençlikte ölen zembereği bozulan ...
Eğitim, kültür bile, az çok bir kurgu meka
nizmasına benzetilemez mi? Kurarlar bizi, ku
rulduğumuz gibi konuşur hareket ederiz. Ki
mi hMa· alaturka saat ayarı üzerine işler, ki
mi Green Wich ayandır. Bazımız Heri gider,
kimimiz geri kalınz. Memleket saat yahut stan
dart ayanndan ileri gidecek olursak kanun de
nilen muvakkitbaşı tutar bizi, geri alır . Daha
kafası kızarsa büsbütün durduruverir. Geri
kalacak olursak. . . . . . ileri alır diyecektim ama
geri kalana pek aldırmaz. Yurdumuz Yenica
mi duvarındaki ezani saat ayan ile işleyen ni
ce alaturka saatlerle dolu. İnsanlar her bakım-
143
dan saate benziyorlar. Hatta gü•leceksiniz bel
ki, boş zamanlanmda öbür insanları da ken
dim gibi saate benzetrnek en sevdiğim hayal
oyunlanmdan biri . . . Tanıdıklarıma, yakınla
nma bakıp bu saat olsa nasıl bir saat olurdu
diye düşünürüm. Yahut da tersine, saatten ha
reket edip insana geldiğim, belirli saatierin in
san olunca nasıl birer kişilik göstereceklerini
düşündüğüm olur. Mesela odamdaki ağırbaş
lı duvar saatinin camekanma bakarken büyük
pederin gözlüklerini görür gibi olurum.
Misafir odasında fanus içinde duran kon
sol saati büyükannemin çeyizi imiş. Büyük
valde saat olsa her halde böyle tertipli, kıvrak,
hanım hanımcık minyon bir saat olurdu diye
düşünüriim . Tahsildarlar saat olsa herhalde
sayaç mekanizması ile işlerlerdi. Orkestra şef
lerine gelince, onlar metronomdan başka ne
olabilirlerdi ?
Öbür saatiere kıyas•la metronomun bir iyi
liği temposunun istendiği gibi hızlandınlıp
yavaşlatılabilmesi. . . Çekersin yukan, tempo
yavaşlar. Tik... Tak ... Tik. .. Tak ... İndirirsin aşa
ğı tik, tak, tik, tak, böyle bir ağırlık tüm saat
Iere tahlabilse. Biliyorum gülümsüyorsunuz,
bunu zamanın akışını yavaşlatmak isteğimin
zavallı bir avuntusu sayıyorsunuz, haksız de
ğilsiniz. Zaman geçiyor_ Bizler zamanın içinde
yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de,
o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu his
sedebiıliyoruz. Ama zaman daha geçmeden, he
nüz geçerken onun geçişini adeta gözle görür
gibi, bilinçli ve uyanık bir şekilde hissedebil
diğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden ha-
144
hersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bü
tün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız.
3 Ocak 1982
145
TARTUFFE'Ü iZLERKEN
146
İnsan bir oyunu altı yedi kere seyrediyor
da bazı noktalar bu arada dikkatini çekmeye
biliyor. Her seferinde ya karakterlerin işle
nişi, ya oyunun teknik çatısı, ya toplumsal hi
civ içeriği üzerinde fazla durmaktan küçük
bir ayrıntıyı yeterince değerlendirememisim.
Bu sefer o ayrıntı, altı kırmızı kalemle çizil
mişçesine gözüme çarptı Organ'un vaktiy
le Kral aleyhtarı bir dostunu korumuş olma
sı. Onun suç unsuru sayılacak dokümanlarını
bir kutuda saklaması bu sırra vakıf olan Tar
tuffe'ün onu mahvetmesine yeterken, Kral'ın
bunun üstüne bir çizgi çekip Orgon'u affetme
sinin gerekçesi dikkate değer! Çünkü Orgon,
ömrü boyunca Kral'ına sadık bir kul olmuş
tur. Şimdi bu düıiis tlüğün mükafatı olarak
Micenap Kral'ı da onun gençliğindeki bu gaf
letini bağışlamıştır. Maliere'in elçinin ağzın
dan söylediği bu sözler, On dördüncü Louis'ye
bir hulus fırsatını dolayısıyla dile getirdiği
ıçın insanı şaşırtabilir. Büyük bir yazann
Kral'a böyle bir yağcıhk etmesi, yaltaklanma
sı onu biraz gözden düşürebilir. O gece dik
katim bu iki cümleye takıldı kaldı. Ama son
ra Moliere'in bu yağcılığına hafifletici sebep
ler bulmakta gecikmedim.
147
hep arkasında hissedecektir. Bu güvence ile
dir ki bilgiç kadınlan ile, kibarlık budalası
hacıağalan He, ikiyüzlü din simsarları ile, çı
karcı ve cahil doktorları ile o zamanki Fran
sız toplumunu hicvetmek cesaretini bulacak
tır. Gerçi bu hicivler ona dosttan çok düşman
ve hem de çok dişli düşman kazandıracaktır.
Bu düşman-lar, özellikle Tartuffe'den sonra
onu bir kaşık suda boğacak hale gelecekler
dir. Ama her seferinde Kral, öyle alenen değil
se bile, el altından hep onun omuzunu sıvaz
layacaktır. Böyle bir Kral'a , tek dayanağına
biraz hulus çakmasın mı fakir?
148
verimi azalırken sağlığı daha bozan dopingle
re, içkiye başvurdu. Hayatmı iki ucundan yak
tı. Genç yaşta öldü. Kaybeden sadece kendisi
değil, insanlık oldu. »
149
bir bakanlık olarak ele alınarak denendi. Her
seferinde de hükümetin başına hep dert oldu.
Para götüren, üstelik de bilinçsizce yürütülün
ce verimli olmayan bir lüks sayılır oldu. Bir
hükümet geldi, Kültür Bakanlığı kurdu, onu
takip eden bakanlığı lağvetti. Ondan sonra ge
len yine kurdu. Daha sonra gelen yine müste
şarlığa indirdi. Bu böyle ulama gidiyor.
150
çıktı . Ama ne yazık ki, bakanlığın evrak mah
zenlerinde kaldı.
151
dı. Örneğini verdi. Onun kültür alanındaki ile
riyi görüşü de bugünün Avrupa kühür prog
ramlan doğrultusunda idi. Bu yolda en iyiyi,
en bilinçliyi, en yarariıyı hep birlikte aramak
zorundayız.
17 Ocak 1 982
152
ONLAR VE BİZ
153
yatroyu aynı amaçla seyreder? Anadilimiz,
anayurdumuz dışında pek kullanılmadığı için
Türk yazarı dünya trafiğine kolay giremez. Ba
tılı yazar bir piyesinin ya da romanının telif
hakkı ile yıllarca yaşayabilir. Çünkü tiraj ı bü
yük olabilir. Türk yazarı ağzıyla kuş tutsa
yoksul kalır. Geçimini hocalık, gazetecilik, me
murluk ya da başka bir yan meslekten kazan
mak zorunluğu içinde stokunu dört beş ala
na dağıtır durur.
Batılı yazarlar bu olumlu imkanlar için
de bir iki bazen de koca bir sekreterya büro
su ile çalışır ve kendi terütaze güçlerini yal
nız ve yalnız yaratma alaruna adayabilirken,
biz Türk yazarları işin tüm harnallığını da
üstlenir, iki parmak tekniği ile yazılarımızı
kendimiz temize çeker, kağıdımız için pençe
leşir, yayımcı ile kendimiz anlaşır, tashihini
kendimiz yapar, bazen kitabımızı bile kendi
miz dağıtmak zorunda bırakılırız .
Üstelik toplumda hele yöneticiler katında
bir saygınlığımız bile yoktur. Her yıl parla
mento üyelerini, kordiplomatiği, Anayasa, Sa
yıştay, Danıştay üyelerini, yüksek rütbeli bü
rokratları muntazaman Çankaya'ya davet eden
bir eski cumhurbaşkanımıza « Türkiye' de sa
natçıların da olduğu» bu sütundan tam dört
kere hatıriatıldıktan sonra Türkiye Cumhuri
yeti tarihinde Türk sanatçılan da ilk defa lüt
fen bu onura kavuşmuşlardı. Bu sayın cum
hurbaşkanına bundan ötürü minnet borcumu
zu yine bu sütundan belirtmişizdir. Ondan
önceki devlet başkanlannın çoğu, yanıbaşla
nnda olduğu için ve devılet bütçesinden maaş
154
alan kültür memurları saydıkları için, yani bir
çeşit Müzikay-ı Hürnayun gibi gördükleri için
Devlet Tiyatrosu'ndan başka tiyatroyu tanı
maz görünrnüşler, yalnız başkent Opera ve Ba
lesi'ni, başkent orkestralarını bellernişler, ge
risine pek ilgi göstermemişlerdir.
Batıda sanatçıya gösterilen saygının, biz
de sanatçıya gösterilen kuşkunun ve kornplek
sin kökenierinde başka başka şeyler yatar.
Batı devletleri sevsin sevrnesin, beğensin be
ğenmesin, tutsun tutrnasın, yazarı, sanatçıyı
fikir özgürlüğünün, demokrasinin yüksek dü
zeyde bir simgesi olarak kabul etmek zorun
dadır. Yazar bu güvence ile vakur ve saygın
lığının bilincindedir. Siyasi kollarnalar, ne şiş
yansın ne kebapçı taktiklerle kendini frenle
rnek, fincancı katıdarını ürkütrnernek gibi
ödüncü yollara tenezzül etmez. Türk yazan
nın boynu ise her zaman kıldan ince olmuş
tur.
Edebiyattan, sanattan, kültürden pek an
larnayan siyasilerin bu eksik·liği hele geri kal
mış ülkemizde ayıplanarnaz. Ayıplanacak olan,
sakıncalı olan kendi değer yargılarını karnu
ya ernpoze etmeleri şıkkıncia ortaya çıkar.
Hükümetlerin böyle gaflara düşmemeleri ken
di çıkarları gereğidir. H itler devrinde sade Ya
hudi değil, nice Yahudi olmayan yazarın ese
ri de zararlı ve «yozlaşmış sanat » yaftası ile
meydanlarda yakılırken rej ime yatkın ikinci
üçüncü sınıf yazariara gün doğrnuştu. O dev
rin büyük romancısı diye Hitler'e yağ çeken
Hans Karossa baştacı edi·liyordu. Bugün Al
man edebiyatında bir Hans Karossa yoktur.
155
Bütün o yakılan Henrich Heine'ler, Thomas
Mann'lar, Alfred Döblin'ler, Franz Kafka'lar,
Hermann Broch'lar, Stefan Zweig'ler, Bertold
Brecht'ler, Kurt Tuholsky'ler bugün yine eski
tahtianna oturtulmuşlardır. Hitler'•le, Göbbels
bu alanda da gülünç olmuşlardır.
Sanat himaye ister. Ama bu destek genel
olmalıdır. Toleransa dayanmalıdır. Özgürlük
ve tolerans olmazsa o zeminde sanat yeşer
mez. Türk yazarlannı yukanda sadece bazıla
rını saydığımız bunca handikaptan sonra bir
de yersiz kuşkutarla tedirgin edersek pek isa
betli davranmış olmayız.
Şimdi bütün bu kıyaslamalar gözönünde
tutuldukda biz Türk yazarlan, Batının mutlu
yazarları ile nasıl aşık atabiliriz?
2 Şubat 1982
156
HELMUT SCHMİDT'İN
PİYANO KADANSI
157
rum. Onların hobisi sanat değil , daha çok sa
nat koruyuculuğu idi. Ama Büyük Friedrich
öyJ,e mi? Zamanının en entellektüel insanlann
dan biri sayılan Prnsya Kralı bir yandan Vol
taire ile fikir münakaşası yaparken, öte yan
dan da Sansouri akşamlarında mum ışığında
verilen oda müziği konserlerinde flüt partis
yonunu çalardı.
Bizim Osmanlı sadrazamları içinde dev
let işleri yanında sanat ve bilim alanında isim
yapmış nice örnekler vardır. Cevdet Paşa ta
rihi, Ahmet Vefik Paşa da Moliere tercümeleri
ile ilk akla gelenlerdir.
Fransızlardan örnek arayınca aklıma he
men Edouard Herriot ile Leon Blum geliyor.
Önce Lyon Belediye Reisi iken sonra Radikal
Sosyalist Partisi'nin lideri, başbakan ve daha
sonra da meclis başkanı olan babacan Herriot,
Atatürk'ü en iyi anlayan ve ona büyük hayran
l ık duyan bir devlet adamı idi. Herriot bunlar
yanında mezalomandı. Onun « Beethoven» ad
lı etüdü -ki 1'ürkçe'ye de yıllarca önce çev
rilmişti- Beethoven konusunda dünyanın sa
yılı incelemelerinden biri olarak duruyor. Le
on Blum'a gelince, Sosyalist Parti 'nin lideri
ve Fransa'daki ilk halk cephesinin kurucusu
olarak tarihe geçen bu yaman devlet adamı
da kaleminden çok korkulan zehir zemberek
bir tiyatro eleştinneni idi. İngiliz Başbakanı
Winston ChurchiH'in amatör bir ressam oldu
ğunu , devlet işlerinin yorgunluğunu resirole
üstünden atmak istediğini hep biliriz. Ama
amatör seviyesini aşmayan ressamlığı yanın
da, usta hem de çok usta bir yazardı. Üstün
158
bir yazar olmanın tüm koşullarını toplamış
tt. Engin kültürü ve tecrübesinin verdiği filo
zofça olgunluk, tüm zenginliğiyle vakıf oldu
ğu, bir balmumu gibi eritip her kalıba sokabil
diği İngHizce'si, her söylediğini bilgece bir do
zaj imbiğinden geçirip verişidir ki, « Hatıralar»ı
ile Nobel'i hem de edebiyat Nobel 'ini kazan
masına neden oldu. Andre Malraux ile Teodor
Heuss'u saymamız doğru olur mu bilmiyorum.
Çünkü onlar devlet adamı olmadan önce ro
mancı, denemeci, inceleyici olarak kendilerini
dünyaya kabul ettirmişlerdi. Devlet adamlığı
sonradan, fazladan meslekleri oldu.
Müzik alanından örnekler arayınca aklı
ma Karl Libknecht geliyor. Weimar dönemi
nin bu ünlü komünist lideri boş zamanlann
da piyano çalardı . Rahmetli İsmet Paşa'mızın
bir vakitler David Zirkin'den viyolonsel dersi
aldığını hatırlar gibiyim. Türk devlet adam
lan içinde Batı Müziği'ne ilk olarak en fazla
merak saranlardan biri İnönü idi. Paşa, Mu
siki Muallim Mektebi cumartesi konserlerinin
galiba Saffet Ankan'la birlikte en sadık izleyi
cisi idi.
Bugünkü günümüzden bu saydıklarımıza
paralel bir devlet adamı göstermek gerekirse
Almanya Şansölyesi Helmut Schmidt akla ge
lir. Füze rampaları sorunu ile, işsizılik soru
nu ile, bir yandan CDU ile, bir yandan kendi
partisinin içindeki muhalefetle uğraşmaktan
başka işe vakit bulamayacağı tahmin edilen
bu enerj ik adam geçende bir uzunçalarda, Mo
zart'ın üç piyano için yazdığı do majör konçer
tosuna icracı olarak katıldı. Londra Flannoni
159
Orkestrası'nın eşliğinde ve Christoph Eschen
bach gibi, Jüstus Frantz gibi iki ünlü piyano
virtüözünün yanında kendine düşen partis
yonu mükemmel bir kadansla İcra etti. Ulus
lararası Af Örgütü yararına satışa çıkanlan
bu plak, şimdi Avrupa'da kapış kapış satıh
yor.
Politikacılann sanata, kısa süreli de olsa,
yönelmeleri ne güzel bir şey Güzelin tutkusu
na kapılan, estetiğin disiplinine alışan insan
dan kaba, hoyrat, insafsız eylemler çıkmaz his
sine kapılıyorsunuz. . . Hobisi sanat olan dev
let adamlannın mesleği sanat olan sanat adam
lanna daha anlayışlı davranmalan olasılığı da
caba . . .
Helmut Schmidt'in plakta tekrar diniedi
ğim piyano karlansı bana bunlan düşürıdür
dii bu akşam.
6 Nisan 1 91!2
160
BİR GÜNLÜK BEYLİK
161
zan yine bildiğiniz gibi demokrat bir sosya
lizmden yanadır.
Sunturlu ve koyu -yani hem sosyal hem
ekonomik- bir eşitliğin savunucusu olması
na karşın bakın o da «Kopfgeburten», «Kafa
Yaratıklan» adlı son kitaplarından birinde
kendini böyle bir hayali ve mizahi diktatörlük
sevdasma bırakmış, eline böyle bir imkan geç
se neler yapacağını sırahyor!
«Bir kere mülkiyet hakkını kaldırırdım »
diyor. «Tıpkı benim ve meslektaşlanmın
manevi mülkiyetine uygulanagelen pren
sibi her çeşit mülkiyet hakkına teşmil
ederdim. Yazann (yani benim) ölümün
den yetmiş yıl sonra, onun (yani benim)
telif haklan (yani benim telif haklarım)
nasıl kamuya intikal ediyorsa bu güzel
prensibi ben (diktatör olarak) bütün edi
nilmiş haklara, kazanılmış ya da tevarüs
edilmiş haklara da ister firma olstın, is
ter ev, ister fabrika, ister tarla, hepsine
uygulardım. Diktatör olarak çok da adil
olmaya çalışırdım. Örneğin her yargıca,
verdiği hapis cezalarından her birine ko
misyon hakkı olarak yüzde on hapis ce
zası keserdim. Her çeşit okul reformla
nndan umut kesmiş biri olarak mecburi
tahsil prensibini hepten kaldınrdım. Öğ
retmenlerle birlikte memurların da işine
son verirdim. Doğu'daki komşu diktatör-
1üğe önerim şu olurdu
İki Alman devleti on yılda bir, bir rejim
değiş tokuşu yapsın, böylece DDR kapita
lizmin nimetlerinden yararlansın, Federal
Almanya da kemer sıkmaya alışsın.»
162
Ütopya muhayyileye böyle mizahi kanat
lar da takar işte . . . Grass'ın bu fikirlerinden
esinlenen tanınmış bir Alman dergisi geçende
bazı meşhurlar arasmda bir anket açtı. Ama
onları çok da zora solanamak için Grass'ın
kendine biçtiği bir yıllık süreyi fazla bulup
onlara sadece bir tek gün diktatör olsalar ne
ler yapacaklarını sordu. Sorulanların büyük
kısmının hayalen dahi, şakadan bile olsa, dik
tatör olmayı asla akıllanndan geçirmedikleri
cevabı ile karşılaştı. Dünyanın gördüğü en mu
azzam diktatörlüğün en itaatlı ve disiplinli uy
ruklannı oluşturan bir ulusun otuz altı yıl son
ra bu kadar koyu ve bağnaz demokrat kesili
şi dikkat çekici değil mi?
Rej isör Rosa von Praunheim «Ben dikta
törlüğe karşıyım» diyor. «Diktatör olarak dü
şünmek ve bir şeyler yapmak aklımın köşe
sinden geçmez. Kimsenin de aklından geçme
melidir. »
Tanınmış yazar ve edebiyat profesörü
Walter Höllerer'in düşüncesi de aşağı yukarı
aynı. Televizyon yazarı Reinhard Hoffmeister
aklına ilk gelen espriyi patlatıyor: «Diktatör
olarak ilk işim kendi kendimi azietmek olur
du herhalde. » Sanat tarihçisi ve şair Wieland
Schmied, « Ben üç şey yapardım >> diyor: « Kar
şılıklı silahlanınayı hemen durdurmak, ikinci
si suç işlememiş elini kana bulamamış ; plato
nik alanda kalmış tüm dünyadaki fikir tutuk
lularını azat etmek. Üçüncüsü çevreyi kirle
tenıleri, doğal kaynaklan tüketenleri teknolo
j ik gelişmenin hızına kapılıp düşüncesiz ve
sorumsuzca doğayı mahvedenleri önlemek.»
163
Rejisör Hans Jürgen Syberger de savaş
suçlulannı değil, banş suçlularını yargılaya
cak bir mahkeme kurmak ve havayı, karayı,
suyu kirletenleri, orman katillerini, kentleri
beton yığınlarına dönüştürenleri, bunlara göz
yuınanlan yargılamak ve cezalandırmak isti
yor,
Cevapların hepsi ciddi de�il. Bazılan da
Grass gibi bu sorunun kanadına takılıp ken
dilerini bir fantezi dünyasına bırakıyor. Gas�
ton Salvatore adında bir mizalı yazan oriji
nal olma hevesi ile oldukça sulu bir cevap ver
miş, cBen d.iktatör olsam herkese şu emri ve
rird.im: Derhal eşiniz ya da sevgilinizle yatağa
girin. Rahatlayın.»
Dervişin fikrindeki neyse zikrindeki de
odur dedikleri gibi. . .
Böyle bir anket bizde de yapılsa fena ol
mazdı. Verilen cevaplardan, herkesin gönlün
de yatan gizli aslanlan ö�renmek mümkün
olurdu c Sana bir günlük beylik verilse ne
yapardın �öyle, senin ne mene bir adam oldu
lunu söyleyelim.» Çingeneye beylik vermişler
babasını astırmış, derler. Bana da bir günlük
beylik verilse ne yapardım diye düşündüm şu
an. cEy insanlar hafızalannızı tazeleyin» olur
du. Herhalde ilk emrim -pardon ricam
cÇoktandır hepten unuttu�uz şeyler var!
Nezaket, candanlık, ölçü ve gülümseme. . . Bun
lan hatırlayın» derdim.
Dinleyen olursa tabii. . .
ı 8 Nisan ı 982
TRAJİK BİR Y AZGI
165
gösteri yürüyüşü yapıldı. Bu yirmi bin kişinin
beş bini Türk'se diğer on beş bini kendi hükü
metlerinin demokratlık iddialannı ve insan
haklarına saygı ile çelişki teşkil eden tutarsız
lıklannı protesto eden « alternatif hareket» yan
lısı Alman aydınlan idi.
Aklın ve insanlığın yolu bir olduğuna göre,
elbet bizim haklanmızı destekleyenler çıkıyor.
Ama şunu esefle belirtmek gerekir ki, Türk
işçilerinin bugün karşılaştıkları istiskal, yılolar
ve yıllar önce onlar Almanya'ya gelmeye baş
ladıklan tarihten bu yana onlara devletçe sa
hip çıkmamamızın uzun miatlı bir sonucudur.
Bu konuyu başka bir yazıya bırakarak, hep üze
rine üzerine gittiğim başka bir soruna geçmek
istiyorum : Burada yetişen Türk çocuklannın
encamı sorununa. . . Yeni kararnamede onlar
için hiçbir istiskal söz konusu değildir. Tam ter
sine . . . Alman·lar, daha baştan, Türk işçisi ile
çocuklarını bir tutmadılar. Türk işçisi Alman
hayat üslubuna uymayan, Alman dilini öğren
meyen ve yararlanıldığı müddetçe yararlanıla
cak, sonra posa gibi atılacak bir yabancı un
sur olarak göründü onlara. Çocuklan ise, bu
rada doğan, küçük yaştan Alman okuluna gi·
dip Alman kadar iyi Almanca konuşan ve bu dil
köprüsü ile Alma..'1 yaşam üslubuna uyabile
cek birer fidan olarak görüldü. Onların Alman
uygarlığına geçmeleri ve Alman toplumuna ka
zandırılmalan çoktan p rogramlanmıştı.
Geçende benimle de bir röportaj yapan bu
ranın yüksek tirajlı bir dergisinde bu çocuk
larımızı yitirmekten duyduğumuz acıyı belir
tirken, Türkiye hakkındaki her şeyi ancak Al-
166
manca çevirilerde izlemek zorunda kalmala
nnı « trajik bir yazgı» diye nitelemiştim. Der
gi tüm yazıya benim bu deyimimi başlık ola
rak attı. Burada doğup büyüyen, Alman okul
lannda Alman çocuklanndan daha başanlı
olan, Almanca'yı anadilleri gibi öğrenen bu
cevherli yavrulanmıza bakarken, onılan eli
mizden kaçırdığımız bir kuş gibi görmek, in
sanın üzüntüsünü büsbütün artınyor. Mete
Akyo! ile birlikte Kreuzberg'deki işçilerimizle
konuştuk. İzmirspor lokalinde beyaz saçlı, ol
gun ve on bir yıldır burada çalışan bir zat,
Mehmet Bey, ben bu üzüntümü söylerken,
«Bir dakika» dedi. Sokaktan on dört yaşmda
bir çocuk çağırdı. Çocuk burada doğmuş, bü
yümüş olmasına karşın, iyi kötü yanlışsız bir
Türkçe konuşuyordu. Mehmet Bey'in çocu�
beni tekzip etmek için getirdiğini sandım il
kin.
Oysa ki o, «Ben bu çocuğu sizi tekzip için
değil, teyit etmek için getirdim» dedi. «Türk
çe'yi konuşmasına konuşuyor, ama şimdi ken
dine lütfen Türkiye hakkında en basit şeyleri
sorun, bir Türk ilkokul ikinci sınıf öğrencisi
nin yanında sınıfta kalır. Diyeceğim, anadil
tek başına yetmez. Arkasında başka şey ol
mazsa . . . » dedi.
Çok doğru bir teşhis koymuştu. Dil bir
kültür köprüsüdür. Anadil Türk kültürüne
bir köprü olabilir ama olmayabilir de. Eğer
o köprünün üstü tamtakır ve boşsa . . .
Bu boşluk yine bizim devlet olarak gafle
timizin, ihmalimizin bir ürünü idi .
Bu kaybolan kuşağın hesabını kimden so
racağız?
13 Aralık 1981
167
BİR VASİYET ÜZERİNE
168
ran kalmak fırsatını da ele geçirdim. Büyük
Türk dostu Prof. Neuınarkt'la Kadıköy'de tle
ri Sokak'ta kapı komşu oturduk. Prof. Wendt
ise, esasen daha Heidelberg'ten hocamdı. On
lar İktisat Fakültesi'ne değer katarken, Hu
kuk Fakültesi'nde de Prof. Schwarz Roma hu
kuku, Tıp Fakültesi'nde Prof. Frank dahiliye,
Prof. Niessen şirürj i, Fen Fakültesi'nde Prof.
Züber tecrübi fizik, Prof. Brosch kimya, Prof.
Hellbronn botanik, Dişçilik Fakültesi'nde de
Prof. Kantorovitsch diş cerrahisi okutuyorlar
dı.
Edebiyat Fakültesi de Alman profesörler
sayesinde birden çekici olmuştu. Fransız Filo
lojisi'nin başında Prof. Auerbach, Alman Fi
lolojisi'nin başında Prof. Walter Kranz gibi
dünya şöhretleri bulunuyordu. Felsefeci Von
Aster'in dersleri dolup dolup boşalıyordu. Pe
ters, pedagoji kürsüsünü yönetiyordu. Sanat
tarihinin başında Prof. Dietz vardı. Bu fakül
tede de yıllarca Prof. Erdmann'a asistanlık
ettim. Konuk hoca olarak gelip giden Hans
Zedlmayer, Dagobert Frey, Taeschner, Freier
gibi hocalan tercüme ettim. Hepsini yakından
tanıdım.
Ankara'nın en büyük kazancı ise, şüphe
siz Karl Ebert'ti. Devlet Konservatuvanmızın,
operarnızın, Devlet Tiyatromuzun kuruluşun
da onun vukuflu varlığı büyük bir talih eseri
olmuştu. Konservatuvann müzik bölümünde
ünlü romancı Karl Zuckmayer'in kardeşi Prof.
Zuckmayer, MTA'da Prof. Samuel Aysoy çalışı
yorlardı.
Bu konuk Alman hocalannın ortak nite-
169
likleri insancı·l, diğerkarn, pozsuz ve vefalı ol
maları idi. insancıl ve diğerkarn olmak için
«insan» olmak, gerçekten « insan» olmak ilk
şarttır. Kendi içinde banşık, dengeli ve mut
lu olmak gerektir. Ancak o zaman bu mutlu
luğun bir kefareti gibi iyiliğiniz, yardımsever
liğiniz, ruh cömertliğiniz dışarı taşabilir. Ka
sık, kompleksli insanın insancıl ve diğerkarn
olduğu nerede görülmüş ? Pozsuz olabilmek
için ise tevazu şarttır. Tevazu, olduğu gibi
görünebilmek yürekliliğidir. Afra ve caka hep
bir şeyleri, bazen de çok büyük eksikleri ört
rnek için takınılan maskedir. Ne yazık ki, Türk
hocalarımızın bazısı, hatta çoğu bilgi, çalışma
firelerini bir burnu büyüklükle örtbas ettik
lerini sanırlardı. Şimdi aralanna karışan bu
dünya şöhretlerinin alçakgönüllülüğüne şaşar
şaşar kalırlardı.
Vefaya gelince, bugünkü hayat tecrübem
le şunu iyi öğrendim ki, bu hassas yüzeyde
ruhlarda, eskilerin deyimi ile «ham ervah» da
pek kök salamıyor. Kadirbilirliğin en yoğunu,
ancak ve ancak zengin bir kültür birikimi ve
entellektüel bir kafada yeşeriyor. Kadir bil
mek, bunu her fırsatta dHe getirmek her ba
bayiği tin harcı değil. Y anm aydının ve sahte
bilim adamının vefayı her kullanır gibi olu
şunun bir yerinde muhakkak bir art düşünce
ya da ince bir çıkar oywıu sıntır.
Bu Alman hocalarm hemen hepsi kökü
çok derinlerde bir vefa duygusu ile dolu idi
ler. Hiç millet ayırmadan her büyük bilim
adamına , eski hocalanna, iyiliklerini gördük
leri tüm dostlanna bu vefayı her zaman gös-
1 70
terrnekten adeta yeni bir ruh gücü alırlardı.
Türkiyemizi onolar kadar seven, köklü seven,
bizimle övür olup kaynaşan başka Almanlar
tanımadım. Bir tanesi, Prof. Bosch bu sevgiyi,
bizim dinimizi ve uyrukluğumuzu beniınsey�
cek kadar ileri götürmüştü. Adını Eınin'e, di
nini islam'a, uyrukluğunu Türk'e çevirdiği gü
nü hatırlıyorum. Onun bu candanlığına kar
şılık ona mükafatımız yabancı uzman bare
minden aldığı maaşı hemen kesip onun beşte
biri yerli profesör maaşma indirmek olmuştu .
Şimdi geldik bize bu yazıyı yazdıran bir
başka doğa ve Türkiye dostuna, geçende Ham
burg'da ölen Prof. Kurt Kosswig'in vasiyeti
ne . . .
Zooloji Enstitümüze on yedi yıl müdür
lük eden, Hideobiyoloji Enstitümüzü kuran
Ord . Prof. Kurt Kosswig, dünyaya gözlerini
kapadıktan sonra son uykusunu, çok sevdiği
bu topraklarda uyumak kararını, ölümünden
çok yıllar önce eşi ile birlikte burada iken
vermiş ve bunu yakın dostlanna da söylemiş
lerdi. Kendinden önce vefat eden Bayan
Kosswig'in naaşı yıllar önce Aşiyan Mezarlığı'
na defnedilmişti. Şimdi Prof. Kosswig de
onun yanında ve Türk topr�lğnıda yatıyor. Biz
değerli hocaya sadece bu bağ] . hğından ötürü
değil, bize ve dünyaya kazandırdığı Manyas
kuş cennetinden dolayı da çok büyük şükran
borçluyuz. Bu kuş cennetine hala gitmemiş
ler varsa, canda.-:ı. salık veririm. Gitsinler, bin
·lerce kuşun bu eşsiz korosunun içinde her
şeyi ve dünyanın türlü kaşkarikosunu unutup
on binlerce kuşun korosu içinde ruhlarını yı-
171
kasınlar. Doğanın bu harikası karşısında ka
sara bağladığını sandıkları hayranlık ve heye
canlanma duygulannı tazelesinler. Oradan ye
nilenip dönsünler. Sevgisini Türkiye'ye bağla
yan, Türkiye durdukça sevgisini doğaya ada
yan, doğa doğa kaldıkça asla unutulamaz.
Kosswigler, Aşiyan'da yattıkça, Manyas'
ta kuşlar Türk doğasının neşesini dile getir
dikçe, Türk bel•leklerinde daima hoş ve dost
birer çağnşım olarak kalacaklardır.
25 Nisan 1982
172
33 . YILI OCAGI
173
dir. Naziler, Nasyonalistler, Çelik Miğferliler,
Reichswehr ve öbür sağ partiler, Hamburg
Cephesi adıyla bir de muhalefet bloku oluştur
muşlardır. Parlamento aritmetiğinde Hitlerci
lerin nüfuzu gittikçe büyümektedir. İhtiyar
Hindenburg yeniden Cumhurbaşkanlığına se
çilince çeşitli akıl hocalannın ve çevresindeki
çıkarcılann etkisiyle eski başvekili Brünnig'e
yol verir. Yerine General Schleicher'in adamı
Von Papen'i başbakan yapar. Ama Von Papen
başbakan olunca Schleicher'in kuklası olmak
tan vazgeçip başına buyruk harekete başlayın
ca Schleicher'e bizzat başbakanlığa soyunmak
düşer. Ondan öç almak isteyen Von Papen
bir bankacının -zaten bu dolaplarda banka
cıların, işadamlannın, silah fabrikatörlerinin
parmağı büyüktür- evet bir bankacının evin
de Hitler'le buluşur, anlaşır. Maksadı Hinden
burg'u ikna edip Hit•ler'i başbakan yapmak
ve aklınca onun arkasında hükümeti bizzat
yönetmektir. Hitler sağ blokun desteği ile baş
bakan olur. Ama Von Papen'in hesapları yan
lış çıkar. Hem de nasıl. Zaten politikanın ya
ndan fazlası yanılgılarla dolu değil midir?
Dilimizde ne güzel bir söz vardır. uDur
kendime bir yer edeyim, bak sana neler ede
yim ». Tıpkı onun gibi Avusturyalı onbaşı
Feldmareşal Hindenburg'la Potsdamm'da
alay-ı vala ile el sıkıştığı gün onu taviayacak
sözler bulur. Prusyalılardan, milli miras tan,
geçmişin milli ve Hıristiyan değerlerinin yol
göstericiliğinden bahsettikten sonra amacının
bu kutsal geleneği şimdi taze ve dipdiri bir
potansla şeddelemek olduğunu belirtir. Tören
174
biter, Hitler zaten o gün için giyd.iği, bir daha
da sırtına geçinneyeceği sivil elbiseleri atıp
yerine hemen kendine pek yak.ıştırdığı parti
üniformasım geçirir. Aklına koyduğu progra
mını uygulamaya girişir.
İlk iş olarak 24 Mart'ta parlamentodan
kendine olağanüstü yetkiler isteyen bir kanun
çıkartır. Bu, parlamentonun nasyonal sosya
lizme yeşil ışık yakmasıdır. Artık fennan onun
dur. Programını hep bilirsiniz, şiddetli Yahu�
di düşmanlığı ile bir o kadar şiddetli demok
rasi düşmanlığı. Sol partilere göz açtırmama,
sendikalann çanına ot tıkama politikası. İş
siz 6 milyon işçiye iş bulunmuştur artık. Yasa
ğa karşın Almanya silahlanmaktadır.
Hazretin en illet olduğu şeylerin başmda
da düşünce ve basın özgürlüğü gelmektedir.
Çünkü bu özgürlük, işine hiç mi hiç gelme
mektedir. Aynı yılın Mayıs ayında yirminci
yüzyılın havsalasma sığmayacak bir vahşet ör
neği gösterir. Zararlı bulduğu bilcümle kitap
ları Berlin'de Franz Josef Platz'a yığar. Üstle
rine petrol döküp ibret-i alem olsun diye yak
tınr. Kitap yakmakla, kitap yasaklamakla in
sanı insan yapan en kutsal özgürlüğü, düşün
ce ve iletme özgürlüğünü ortadan kaldıracağı
m sanacak kadar da ham ruhludur. Bu kitap
ların çoğu Alman kültürünün yüzakı yazarla
ra aittir.
İdeolojik sansür müziğe bile uzanır. Bach,
Mozart, Beethoven, Haydn, Bruckner ve hep
sinden çok baştacı edilen Wagner'e karşı, me
sela Paul Hindemith, mesela Arnold Schön
berg, mesela Gustav Malıler yasaklanmak.ta,
1 75
cAlmanlığı•, cAlman ruhunu•, cNordik ırkın
gücünü• yansıtmaktan uzak olduklan id
dia edilmektedir. Ressamlar, heykeltıraşlar
deseniz öylesine. cAlman düşmanı•, cAri
değil•, «Yozlaşmış sanah, eKilitür Bolşeviği•
yaftaları ile tu-kaka edilmektedirler.
Böyle bir despotluğun üniversiteye el at
maması elbet umulamaz. Ben o yıllar Alman
ya'da üniversite öğrencisiydim. Profesörlere
Nazi selamı mecburiyeti konmuştu. Her der
se girişte cHeil Hitler• diye sağ ellerini ileri
uzatmak zorunda idiler. Haysiyetli olanlar kür
sülerini sırf bu yüzden bıraktılar. Sosyal bi
limler ders kitapları nasyonal sosyalist açı
dan yeniden yazdınldı ve tabii gülünç mugala
talarla dolduruldu. Özgür düşünceden yana
olanlara hayat hakkı haram ediliyordu. Onlar
da selameti ya susmakta ya da kaçmakta bul
dular. Kaçamayanlar temerküz kaınplannı boy
ladılar.
Sonrasını hep biliyorsunuz. Ben bu ada
mı o yıllarda iki kere yakından gördüm. Ko
nuşurken kitleleri nasıl elektriklendirdiğine
bizzat tanık oldum. Her diktatör gibi her fır
satta görünmekten hoşlanırdı. O zaman henüz
TV yoktu. Ama hafta geçmezdi ki radyoda bir
konuşması duyulmasın. Her sinemada ana
filmden önce gösterilmesi mecburi cFox Tö
nende Wochenschau• başlıklı aktüalite film
lerinde gün aşın boy gösterirdi. Charlie Chap
lin'in o tarihlerde uydurduğu bir nü.kte fısılb
halinde kulaktan kulağa gezerdi. Şarlo, cBıyı
ğımı taklit etti, ses etmedim. Benden çok film
çeviriyor, ona da aldınnıyoruın. Ama dünyayı
176
benden çok güldürüyor, işte bunu çekemiyer
rum» demiş.
Yerinde bir espri değil bence. Aynı adam
daha sonra herkesin anasını ağlattı. İnsanlı
ğa kök söktürdü. Onun yaptığı maddi, manevi
tahribatı, işte elli yıl geçmiş, dünya ve Alman
ya hala temizleyemiyor.
23 Ocak ı983
177
1918 - 1980
VİYANA'NIN ATLATTIÖI VARTALAR
ı 9 ı 8 - ı 980
VİYANA'NIN ATLATTICI VARTALAR
181
nin kapılanna dayandığıınız Avusturya'nın bi
ze ve Türklerle ilişkin her şeye gösterdiği sıcak
yakınlık daha bir değer kazanıyor.
182
Türkiye sevgisi orada çok değerli müşteş
ri.klerin de yetişmesini sağladı. Hammer'den
başlayarak, Dietz, Ritter, Duda, Kreutel, Tiet
ze vb. gibi araştıncılar bizi onlara geçmişimiz
le, kültürümüzle, sanatımızla tanıtmak için
ömür adadılar.
Yazgı Birliği
183
Talibin şu cilvesine bakın ki, aynı günün
yirmi beşinci yıldönümü bayramı hazırlıklannı
da, on gün önce, yine bir Viyana penceresinden
izledim.
Tesadüfler beni bu ulusun sade sevinçli
de�, daha önceki bazı dramatik ve trajik gün
lerine de ortak etmişti. Dollfuss'un katlini de
ğilse bile, bu kanlı darbe teşebbüsünün enca
mını, Schuschnigg döneminin çalkantılannı ,
Hitler'in onu Berdesgaden'de bir okul çocuğu
imişçesine azarlayışım, bu olaylan ta içinde
yaşayan Almanya'da, hem de hiçbir şeyi kaçır
mak istemeyen bir öğrencinin abartıh ve uya
nık dikkati ile üç - dört sarı defter dolusu not
lar alarak izlemekte, gözlemlernekte idim. Hit
ler'in Avusturya'yı ilhak edişi de, hasbelkader,
Almanya'daki tahsilim bitip de yurda döner
ken yol üstü uğradığım ve üç hafta kaldığım
Viyana misafirliğime rastladı . Ucundan buca
ğından tanığı oldu�m bu olaylan şimdi sırası
gelmişken tarihi bilgiçliğe kaçmadan kişisel iz·
lenimlerimi aşmayan iddiasız bir anılar dizi
sinin özeti halinde ve altı - yedi yazı içinde siz
lere iletmeyi uygun buldum.
184
elbet kolay olmayacaktı. İmparatorluğun zen
gin kaynakları, büyük tanm alanlan sınırlar
dışında kalmıştı. Çeşitli ulusların oluşturdu�
büyük federasyonun metropolü Viyana, şimdi
bu daralmış sınırlar içinde sıska bir çocu�
koca kafasına benziyordu. Alman asıllı bir ha
nedan tarafından yönetilen, ordusunun yüksek
kademesini yine Avusturya soylulannın oluş
turdu� bu imparatorluğun dallı hudaklı muaz
zam bürokratik teşkilatı ve imparatorluğu oluş
turan çeşitli uluslardan memurlan şimdi da
ğılmış, yerlerini değişen koşulların gereğine 'gö
re ayarlanması gereken kadrolara bırakınıştı
Ekonomik durum içler acısı idi. Dış borç
lar yeni devletin belini büküyordu. Enflasyon
la birlikte pahalılık son haddini bulmuştu. İş
sizlik öylesine. Bu maddi güçlüklerin yanı sı
ra yeni komşulada çözümlenmesi gereken di
kenli sorunlar vardı. İç politikada Hıristiyan
sosyalistler Deutchnationalistlerin sağı, sos
yal demokratların solu oluşturduğu parlamen
toda ve yine subay organizasyonlannın ve He
imwehrlerin sağı, halkın genel yoksulluğu için
de daha radikal bir rejim değişikliği öneren
komünistlerin ve işçi kuruluşlannın solu oluş
turduğu parlamento dışı çatışmalar almış yü
rümüştü.
Yazgısı ile başbaşa bırakılan Avusturya'
nın tek umudu Cenevre'de yeni kurulan Millet
ler Cemiyeti idi. Bu durumdan kendi başına çı
kamayacağını anlayınca büyük bir dış yardım
dan medet umar olmuştu. Milletler Cemiyeti
yolu ile 1922'de Cenevre yardımı adı altmda
bir mali istikraz sağladı. Ama bu onun politik
185
istilclalinden ödün vennesi demekti. Çünkü
bundan böyle politikasını Milletler Cemiyeti"
nin atadığı bir komiserin kontrolundan geçir
mesi gerekiyordu.
Sosyal demokratlann gün günden güçlen
mesine karşın, modelini ve parasını İtalyan
faşizminden alan Heimwehrler onlan durdura
cak önlemler almaya çalışıyorlardı; Cumhuri
yetçi Muhafız birlikleri ve sosyarl demokrasinin
ordu birlikleri sık sık çarpışır olmuşlardı. Siz
bütün bunlann üstüne bir de dilnyayı saran
büyük iktisadi krizin bindiğini tasavvur edin.
Bütün zıtlıklar elbet daha da şiddetlenecekti.
186
iki yılını bu çatı altında rej i stajyeri olarak.
geçirecektim. Arthur Schnizler, Ödon Von Hor
walt Hoffınanstahl salınelere oyun yetiştirir
ken, Musil kendini yirminci yüzyılın dört bü
yük romancısından biri saydıracak «Der Mann
Oh ne Eigenschaft = Niteliksiz Adam»ını ka
leme alıyor, Karl Kraus yaşadığı devrin ya
man bir heccavı olarak içini kağıda döküyor,
Stefan Zweig şöhretini dünyaya yayacak bi
yografilerini, nesirlerini, amlannı bitiriyor, Jo
scph Roth güzel hikayeleri ile okuyucularını
sanyor, Wicky Baum büyük okuyucu kitlele
rini kavrayacak bestseller üslubu ile hemen
herkesin okuduğu romanlarını tamamlıyor,
franz Werfel daha sonra sapacağı mistik yol
dan habersiz, o anda Rotgardistleri coşturup
yüreklendiren ihtilalci şiirler döktüıiiyordu.
Müzik alanının krallan ise Schönberg Alban
Berg, Anton Webem, Oscar Straus, resmin !i
derleri Oskar Kokoschka ve Klimt'di. Orta Av
rupa uygarlık birikimi ile Yahudi zekasın ın
birleşiminin ürünü kişiler bu dönemin, kültür
ve sanat furyasının önde gelenleri oluyorlardı.
Operet alanına gelince Franz Lehar'ların Em
merich Kalman'lann, Robert Stolz'ların bes
teci olarak Richard Tauber'in de icracı olarak
parladığı yıllardı. Orta Avrupa uygarlığı ve bi
lim disiplini ile Yahudi zekasının bileşimin
den fışkıran bir deha kıvılcımı da Bergstras
se'nin bir evinde çakınıştı. Freud meslekdaş
ları arasında bile iyi karşıtanmayan o dünya
yı sarsacak öğretisini genç öğrencilerine ve bir
süre sonra ona kafa tutmaya kalkacak en ça
lışkan öğrencisi Adler'e öğretmeye çalışıyor-
187
du. Sporu sorarsanız Prater Stadyumu maç
larda adam almıyordu. Austria - Admira, First
Vienna'nm yurt içi ve yurt dışı maçlardaki za
ferleri başka alandaki morali düşük Avustur
yalıya bir moraıl dopingi sağlıyordu. Hele ün
lü Hugo Meissel'in menajerliğini yaptığı Avus
turya Milli Takımı'nın yenilmezliği o yıllarda
dillere destandı. Kaleci Hidden'i, santrfor Sin
delar'ı, sağ bek Blum'u ile futbol dünyasına
Wunder Team diye geçen bu ölümsüz onbi
rin milli maçlarını seyredenler boşuna yaşama
mışlığm tatminini, edemeyenler de en büyük
zevki kaçırmanın hüsranını hissediyorlardı.
188
KÜÇÜMEN ŞANSÖLYE OOLLFUSS, VİYANA'NIN
BAŞINA BÜYÜK DERTLER AÇTI
189
lerdi. Çoğunluk gerçi bu önergeyi reddetmişti
ama, Milletler Cemiyeti'yle yeni istikraz konu
sundaki temasların sonucunu bekleyip ancak
ondan sonra, yani sonbaharda parlamentonun
kendi kendisini feshedip yeni seçimlere gitme
sini uygun görmüştü.
Dingildek Denge
Dollfuss hükümetinin ömrunun uzun ol
mayacağı gözü.k.üyordu. Hükümet koalisyonu
nu 83 mebus destekliyordu, bunlardan onyedi
sini Dollfuss'un Hıristiyan Sosyalist Partisi
dışındaki sağcı partiler oluşturuyorlardı. Bir
parlamenter anlaşmazlık halinde bu oylar ek
sildiği takdirde, hükümet bir tek oyluk bir ço
ğunluk sağlayabiliyordu. Eskaza bir mebus
hastalansa ya da kazaya uğrasa hükümet gitti
giderdi . Kabinenin sonbalıara kadar dayana
nıayacağı ortada idi. Belediye seçimleri ise
yeni bir parl amento seçiminin peşrevi olarak
H ı rist iyan sosyalistlerin uykusunu kaçırmıştı.
Ancak tepeden inme bir mucize Dollfuss
hükümetini kurtarabilirdi. Küçük boylu şan
si.ilve kolay pes edecek insana benzemiyordu.
Kısa zamanda ulusunun yazgısını ancak yine
ulusunun birliği ile daha doğrusu güveneceği
sağ blokun gücüyle kurtarabileceğini kestirip
bir yandan sosyal demokratlara, işçi teşekkül
lerine veryansın etmeye, bir yandan da sağ ce
nahın duygusal ve kolay tavlanır gruplannı
tavlamaya girişti. Bu arada partisinin, adı He
müsemma (Hıristiyan) daha doğrusu (Katolik)
misyonunu vurguladı. Sloganlarından biri « Ba
tı'nın Hıristiyanlık yolu ile yeniden kalkınma-
190
sının çekirdeği Avusturya olacaktır» mealinde
idi. Bu sloganın özellikle kime karşı atıldığını
tahmin etmek güç değil. Almanya'da gün gün
den iktidara yaklaşan, iktidara yaklaştıkça da
Avusturya'daki taraftarlarının cesaretini artı
ran Hitler'in Katolik düşmanı tutumuna karşı
muhafazakar çevrelerde destek sağlamak isti
yordu. Bir derece becerdi de. Uyanık küçük
adam, gitti Lozan'dan 300 milyon şiiinglik bir
de yeni istikrazla döndü. Acil açıkları kapadı,
dış borçlann faizini ödedi. Bu paranın bir kıs
mını Merkez Bankası'na yatınp tedavüldeki
parayı azalttı, şilinge bir saygınlık kazandırdı.
191
nal sosyalistlere de diklenebilirdi. Bu tutumu
Hitler'i küplere bindirdi. Dollfuss cNazi terö
rüne karşı yurttaşıımza sahip çıkmalıyız- di
yordu. Bu da ancak güce karşı güçle, teröre
karşı terörle sa�lanabilirdi. Yurttaş , iki baskı
arasmda ya Nazileri, ya Dollfuss'u seçmeliydi.
Devletten de en az Hitler'den korktu� kadar
korkmalı idi. Gövde gösterileri birbirini takip
etti. Viyana'da bombalar patladı. Naziler Ya
hudi dükkaniara patlayıcı maddeler attılar.
Hitler Avusturya'nın can darnan turizmini bal
talamak. için Avusturya'ya gidecek Alman tu
ristlere 1000 mark ödeme zorunlulu� koydu.
Gerilim arttıkça arttı. Olaylar bir şeylere ge
be idi. Kaldı ki Avusturya ordusuna, polisine,
jandarmasına, yüksek memur kadrolarına Na-
. zi görüşlü hayli kimseler sızmış bulunuyordu
İşte 25 haziran 1 934'de hükümet darbesine bu
atmosfer içinde gelindi.
19Z
zifede bulunan bazı polis şefleri ve Avusturya
Nazi Teşkilatı'nın bir kısmı üniversiteli sek
sen mensubu tarafından gerçekleştirilecekti.
Plana göre iki hedef ele geçirilecekti. Kabine
toplantı ha.ılinde iken, hücuma geçilip bakan
lar rehine tutulacaktı. İkinci hedef iç şehirde
bulunan Radyo İstasyonu'nu ele geçinnekti.
Hükümet değişikliği millete oradan açıklana
caktı. Avusturyalı Naziler yeni başbakanın ko
yu Nazi olmasını sakıncalı görmüş, olaya ge
nel bir isyan havası vermek için daha ılımlı
ama Nazilere yatkın bir Hıristiyan sosyalisti,
Dr. Anton Rintelen'i peylemişlerdi.
Dollfuss kabinesinde devamlı muhalefet
yaptığı için Roma Elçiliği ile uzaklaştınlan bu
baris ama korkak adam da Ring' deki Hotel
Imperial'e inmiş bekliyordu. Yeni hükümet
başkanı olarak onun dört tarafa vereceği emir
Iere herkesin tartışmasız uyacağı, böylece per·
de arkasında Nazilerin bulunduğunun ilk ağız·
da anlaşılmayacağı kanısında idi·ler.
193
ilihan da çoğu boşa çıkan ihbarlardan biri say
mış olacaklardı. Kabinede Devlet Başkanı olan
Heimwehr şeflerinden Fey bile bu ihbar kula
ğına vardığında Şansölye Dollfuss'a, « Sözüm
ona birtakım kimseler Başbakanlık'a karşı bir
şeylere girişeceklermip tarzında laubali bir
şekilde bulanık bir bilgi vermişti. Dollfuss da
pek önemsemediği bu söylentiyi aynı tonda
kabine arkadaşianna tekrarlayıp, « En iyisi
toplantıyı şimdilik burda keselim, herkes ken
di bakanlığına gitsin , yine haberleşiriz. Fey ve
iki bakan benle kalsın, bizim konuşacağımız
başka bir sorun var» demişti. Görüldüğü gibi
iş hükümetçe de pek ciddiye alınmış görün
müyordu.
Darbedler asker üniformalan ile bindiril
dikleri kamyonlada Başbakanlık'a geldikleri
zaman kapılan açık ve plan gereğince muhafız
birliğinin de nöbette olmadığını gördüler. Esa
sen bu bölüğün silahlannda kurşun olmadığı
da onlarca biliniyordu. Dollfuss ve arkadaşla
n gelen askerleri pencereden görüp ihbarla i l
gili bir önlem sanmışlardı.
Aynı anda radyo merkezini işgale giden
grup alarma geçen bir polis kuvvetiyle karşı
laşıp saf dışı bırakılmış bulunuyordu .
Planetta'mn Ku�
Başbakanlığa girenler hedefe varmış ama
kabineyi orada bulamamışlardı. Yanındaki
dostlan biraz daha soğukkanlı olabilseler ve
o telAş içinde şansölyeyi kaçırınaya kalkmasa
lar belki Dollfuss hayatını kaybetıneyebilecek
ti. Büyük bir sıcağın ve gerilimin egemen oJ-
194
duğu o telaşlı atmosferde tabaneası elinde içeri
giren Otto Planetta'nm tetiğe asılıp Dollfuss'u
yaraladığı öğrenildi. Aynı anda başka bir ta
banca da patlamıştı. Dollfuss yaralı olarak bir
kanapeye yatınldı. Ve doktor müdahalesi ya
pılamadığı için kan kaybından öldü. Bu sı ra
da alarma geçen tüm güçler binayı ve darbe
cileri sımsıkı kuşatmışlardı. Hepsi tutuldu .
Elebaşılar dört gün sonra muhakeme ve idam
edildi.
Dr. Schuschnigg başkanlığındaki kabine
Dollfuss'un tuttuğu yolu izlemek üzere iktida
ra geçti. Bütiin bu karışıklıklar sırasında Du
çe'nin Brenner geçidine asker yığdığını, böy
lece Hitler tarafından müdahale vukuunda
Avusturya'yı koruyacağına dair sözünü tutma
ya hazır olduğunu dünya da görüp anlamış
oldu .
Yıllar sonra Nasyonel Sosyalist darbeci
lerden birini tanımıştım. Kaçıp kapağı Alman
ya'ya atan o darbe kahramanlanndan biri ile
aynı hastanede aynı odada yattım. Bakın baş
ka bir yerde çıkan anılarımda * bu konuda
ne yazmışım ?
1 937 yılı baban idi. İkimiz de Hei
delberg'deki Rudolf Krehl Üniversite Kli
niği'nde hasta yatıyorduk. Genç bir tıp
öğrencisi idi. Hitler'e sadakatini, kelleyi
koltuğa alıp belgelediği için çok gözde
idi. El üstünde tutuluyordu. Kendisine
bir milli kahraman muamelesi yapılıyor
du. Ne var ki, her gece yarısı, derin uy-
195
kumdan onun korkunç çığlıklan ile uya
nıyordum. Kan ter içinde çırpınıyor, 'Kur
tarın beni, kurtann beni' diye, avaz avaz
bağınyordu. Bu gördüğü korkulu düşlerin,
geçirdiği kabuslann nedeni, ortada idi.
Büyük bir inançla katıldığı cinayetin et
kisinden kovalandığı korkusuna kapılıyor
du. Coşku, kışkırtı ile giriştiği işten, uyku
da pişman oluyordu. Zavallı oğlanın, bu
bunalım anlarında hali içler acısı idi. Nö
betçi doktor, başhastabakıcı, kat hastaba
kıcıları hemen koşuşup etrafında pervane
oluyorlar. İlaçlar içiriyor, yatıştırıyor,
kendine geldikten sonra da bir süre kalıp
uyumasını bekliyorlardı. Olan benim uy
kularıma oluyordu. Ama ömrümde ilk de
fa, orada bir kahramanın özel hayatında
bazen ne kadar zayıf olabileceğini somut
olarak gördüm. Evet oda arkadaşım ge
eeleri bir tavşan gibi ödlekti. Ama sabah
olunca yine keHeyi koltuğa alıp büyük
işler başarmış kahraman suratını takın
mak zorunda kalıyordu . »
196
riyetçi, halkçı bir bilinçle yola çıkmış ama
şimdi küçülmüş olan yeni cumhuriyete o eski
gelenekçi birikimden kaynaklanan bir milli
bilinç, birlik bilinci aşılamayı becermişti.
Schuschnigg ise daha muhafazakttrdı, Avus
turya-Macaristan İmparatorluğu havasından
kopamamış bir monarşistti. Dollfuss özel yaşa
mında sempatik, rahat bir adamdı. Schusch
nigg ise, asık yüzlü, içine kapalı bir adamdı.
Biri daha çok halk adamı, öbürü serin kafalı
bir entellektüeldi. Habsburg hanedanının Pa
ris'te yaşayan veliahtı Otto, onun için şöyle di
yordu : « Gözlükleri onu insanlardan ayıran bir
buz duvandır. » Dollfuss diktatörlüğe yavaş ya
vaş çıkmıştı. Önce solla anlaşmaya çok çalış
mıştı. Demokratik yollan denemişti. Umut
kalmayınca, diktatör rolüne soyunmuştu. Düş
manlanndan korkmuyordu. Schuschnigg, onun
sistemine hazıra kondu. Anlaşma, uyuşma,
koalisyon gibi bir derdi yoktu. Onu başbakan
lığa getiren Devlet Başkanı Wilhelm Miklas
olmuştu. Miklas, Heimwehr şeflerinden birini
başbakan yapmak istemiyordu. Ne Starnbeg ne
Fey, onun gözünü doldurmuyordu. Bunlar
fevri, bir coşkulu, bir suskun, bir atak, bir dur
gun insanlardı. Böylece Schuschnigg, Dollfuss'
un varisi olarak başa geçti.
Avusturya'mn Endişesi
O da sırtını Mussolini İtalya'sına dayadı.
Sade Avusturya kerestelerinin en büyük
müşterisi değil, Avusturya özgürlüğünün en
inatçı ve güçlü koruyucusu olan Mussolini
İtalyası , Horty Macaristanı ile birlikte Avus-
197
turya ile gö.çlü bir blok kurmak istiyordu. Eti
yopya serüveni ve İspanya iç savaşına Alman
ya ile birlikte kanşmaları bu iki devleti birbi
rine yaklaştırdı. Avusturya, haklı olarak bun
dan pireleniyordu. Bu sırada, kapatılmış Nazi
partisinin illegal faaliyeti de yer altında devam
ediyordu. Şansölye rnecburen Almanya ile iliş
kileri nonnalleştinneye yönelik bir antlaşma
imzalamak zorunda kaldı. Büyük devletler ta
rafından yeterli derecede desteklenmediği için,
kendini Almanya'ya göre ayarlama zorunlu�
içinde bocalıyordu. Hitler, eski kurt Von Pa
pen'i şimdi Viyana'ya büyük elçi yapmıştı. Bu
elbet hayra alarnet deği•l di.
198
İçişleri Bakanlığı'na getirilmeli, darbedler de
dahil olmak üzere, tüm Nazi mahpusları tahliye
edilmeli, Nazi partisinin yasaklanan faaliyeti
serbest bırakılmalı idi. Schuschnigg itiraz ede
cek olunca, Hitler, «Tartışacak değilim• dedi.
«Bu koşullardan hiçbirini kaldınnam. Ya im
zalarsınız, ya sonuç alınamamıştır. Bu gece ka
rarımı alınm.»
Schuschnigg itiraz edecek olunca, bir okul
çocuğu gibi ite kaka odadan dışan çıkanldı .
Hitıler, «Bana Genelkurmay Başkanı General
Keitel'i gönderin• dedi. Schuschnigg işin şaka
sı olmadığını o zaman anladı. Ültimatomu im
zalamak zorunda kaldı. Böylece zaman kazan
dığı kanısında idi. Ama güvendiği dağlara kar
yağmıştı. İtalya oralı olmadı. Keitel ise, sını
rın dolayında askeri yığınaklar yapıyordu.
Fransa ve İngiltere'nin İtalya ıle birleşmesi
umuduna bel bağlayan hükümet, bu da ger
:;ekleşmeyince, Hitler'in emirlerine uydu, Seyss
İnquart İçişleri Bakanı yapıldı. Floridsdorf iş
çi bölgesi Alman baskısına karşı silahlı muka
vemet için Şansöly.:!ye destek olacağını vaad
�tti. Ama, Schuschnigg kararsızdı. Jandarma
genel komutanına ne yapılabileceğini sordu.
Adam bir gece boyu hazırladığı karşı koyma
planı ile ertesi sabah onu arayınca, kapıları
kapalı buldu. Schuschnigg bir karşı koyuşu
göze alamıyordu. Berdesgaden zılgıtı Avustur
ya'daki NazHeri azdınnıştı. Komuta almış gibi
tahriklere giriştiler. Gamalı haçlı bayraklar
ortaya çıktı. Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer,
�loganlan caddeleri doldurdu. Schuschnigg
halkın ancak yüzde otuzunun Nasyonal Sosya-
199
list eğilimli olduğu kanısında idi. Ama sokak
lara işte bu yüzde otuz fırlayıp egemen olmuş
tu. Seyss İnquart'a «Ya adamianna söz geçir
ya da çok daha büyük bir gösteriye ben geçe
ceğim » dediği zaman aldığı cevap çok küstah
ça oldu : «Yapabileceğini sanıyorsan hiç dur
ma. » Schuschnigg, bunun üzerine bir halk oy
lamasına karar verdi. Halkın yüzde yetmişinin
Avusturya'nın özgürlüğüne evet oyu vereceği
ni sanıyordu. Sosyal demokratların hepsi de
bu konuda kendini destekleyeceklerdi. Beş yıl
dır oyu sorulmayan halk ilk defa sandık başı
na çağırılıyordu. Yoğun bir yurtsever hava es
meye başlamıştı. Hitler aleyhtariarı ilk defa
birlik olmuşlardı. İki gün boyu sistemli ve ge
niş bir seçim kampanyasına geçildi. Nazi pro
pagandalarını bastıran bir kampanya. Ama Na
zilerden başka kimse bugünlerde Avusturya'yı
bekleyen vartayı tasavvur edemiyordu. Berlin'
de l l mart 1938 balyozu havaya kalkmış, in
meyi bekliyordu.
200
yordu. Alman Genelkurmayı'nda ise aynı isti
la planı «Otto Özel Harekatı» simgesini taşı
yordu.
Kafası kızan Hitler, Schuschnigg'in halk
oylamasını engellemek için pazardan önce, en
geç cumartesi günü, Alman ordulannın Avus
turya'ya girmesini Genelkurmay Başkanı'na
emretmiş bulunuyordu. Bu işe en çok sevinen
Göring' di. Dört yıllık iktisadi planın yürütücü
sü olarak Avusturya endüstrisinin Alman savaş
hazırlığı mekanizmasına ne gibi katkılar yapa
cağının ön hesaplannı ne zamandır hazırlat
mıştı. Aynca bu illiakın Alman ordusuna ne
kadar insan kazandıracağı açıktı. Kara ordu
sundan önce onun hava kuvvetlerinin hareka
ta hazır oluşuna bundan ötürü şaşmamalı. Hit
ler, ordunun yürüyüşünün « Dostane bir hava
içinde», «Halkın sevgi gösterileri ortasında»
cereyan etmesini, «Ufak, tefek direnişler olur
sa dikkatle» hertaraf edilmesini istiyordu.
201
Zaten Batı devlet:ıleri, başlarda Hitler' e ufak
tefek ödünler vererek hızını kesrnek hülyasm
da idiler. Bu belki işlerine de geliyordu. Ger
çeğin tokmağını başianna ancak Polanya sal
dınsı ile yediler. Kendilerine ise ondan bile
bir hayli sonra geldiler.
Biz gelelim yine 12 Mart 1938'e . . . Schusch
nigg ve arkadaşlan herhalde o gün Batı dev
letlerini harekete geçirmeye uğraşmış olsalar
gerektir.
202
cisi, Maginot'ya saldınsı üçüncüsü, Norveç is
tilası dördüncüsü olacaku.
Onun kendinde vehmettiği ve «Eingebung»
adını verdiği bu sezgi bassası ancak Stalingrad'
da yediği tokada iflas edecekti.
Hitler yürüyüşe geçmeden önce son bir
ültimatom dayadı. Sözümona sulh yoluyla an
laşma dediği bu teklif şuydu : Schuschnigg is
tifa edip yerini Seyss İnquart'a bırakacak ve
halkoylamasından vazgeçilecek tL Batı'dan ve
bu sefer Brenner'e asker yığınaya hiç niyetli
görünmeyen Mussolini'den umut kesen Schus
:::hnigg istifa etti. Ama yürekli bir adam olan
Cumhurbaşkanı Miklas onun yerine Seyss İn
:ıuart'ı başbakan atamamakta d.irendi. Bu Hit
ler'i ve Göring'i çileden çıkardı. Arada Fransa
ve İngiltere, sefirleri aracılığıyla Alınanya'nın
Jağımsız bir devlete karşı bu zora dayanan
Jaskısının vahim netayicini (!) uyaran nota
.ar verdilerse de artık kılıç kınından çıkmıştı.
:-lider Brauchisch'e «yürüyüşe hazır ol» emri
1erdi. Arada da Seyss İnquart'a Alman yardı
mm isteyen bir telgraf çektirip çaldığı mina
·eye aklınca bir kılıf hazırladı.* Yürüyüş baş
ayabilirdi .
Dr. Göbbels'in korkunç propaganda me
(anizmasının allayıp puH::ıdığı yürüyüşü, o za
nan televizyon olmadığı için Volksempfönger
halk tipi) radyolardan ve de her sokağa ko
ıan mikrofoulardan izledik. Ne hikmetse Al
nan ordusu her girdiği Avusturya kasabasın-
203
da ve şehrinde çılgın sevinç gösteriyleriyle (!)
karşılanıyordu . . .
Avusturyalı onbaşı da yıllar önce hüsran
la aynidığı Viyana'ya şimdi galip bir imparator
görkemiyle giriyordu. Heldenplatz'da propa
ganda rej isöıii Göring'in « tek ulus, tek devlet,
tek şef» sloganı ile bağırttığı onbinlerce halkın
karşısında balkondan bir nutuk atan Hitler
ilhakı ilan etti. Birkaç hafta sonra da çok su
götüren bir halkoylamasına başvurdu. Avus
turyalılann, ilhakı oybirliğille çok yakın ezici
çoğunlukla (!) istedikleri yedi cihana ilan edil
di..
204
yafetine devlet erkarn karısı görünümü verme
sine karşın, hMa candan, şefkatli ve iyi idi.
Oda arkadaşıının tıp eğitimini tamamlamadı
ğını, nazilerin Viyana'yı ilhakı ile birlikte öde
ve çağnldığını, bu makama atandığını, bana
o anlattı. Geceleri yine korku nöbetleri geçirip
geçirmediğini sormadım artık . 1 945 'e kadar
korkulu rüya görmediğini samnm. Ondan son
rası ne oldu, bilmiyorum.
Viyana'ya daha sonra 1 955'de geldim . 1 957'
ye kadar kaldım. Özgürlük anlaşmasını ve on
dan sonrasını da son yazıda anlatalım.
205
ayrıca üniversitenin en büyük otoriteleri ara
smda yurt dışına sıvışanlar kurtuldu. Kalanla
n, istiklal ve daha sonra da temerküz kampla
n bekliyordu. Viktor Frank! bu talihsizler ara
sında idi. Bereket versin bir mucize kabilinden
oradan yıllar sonra sağ çıkabildL Anlamsız ya
şamın bunalımını inceleyen bu aydınlık üslup
lu düşünür, bugün nerede bir konferans verse,
izdihamdan kapı pencere kırılıyor.
Kültür Bakanı Göbbels, Berlin'in en göz
de sanatçılarını, « Entartete Kust ('= Yozlaşmış
sanat) )) yaftası ile nasıl aforoz etti ise, Viya
na'nın tüm sergilerini, kitapçılannı da nazi
sansüründen geçirdi, kuşa çevirdi. Genel Vali
Baldur Von Schirach, eli kalem tutan, kendi
de iyi kötü şiir karalayan bir gençti . Viyana'yı
geleneğinden soyan bu vandalizme karşı elin
den geldiğince karşı koymaya çalıştı. Böylece
o felaket günlerinde büyük şükran topladı ise
de, kısa zamanda junıal edilip bu vazifeden
uzaklaştırıldı. Viyana'da evini, dükkanını bıra
kıp kaçmak zorunda kalan Yahudilerin mal
Ianna el koyan nazi şefler, dost hüviyetle sö
züm ona komşulannın evini barkım yok paha
sına kapatan açıkgözler, birdenbire zengin ol
dular. Bazı kimseler Yahudi mağazaları ve em
valini resmen talan ettiler. Gençliğinde mimar
da olmak istemiş ve bu hevesi kursağında kal
mış olan Hitler, Viyana'mn ünlü Ring Cadde
si'ni, Schwarzen Bergplatz'dan Votif Kilisesi'
ne kadar olan kısmını bu iki yanı ve ortası
ağaçlıklı şık bulvarı, Yahudi - liberal üslupta
bulup görkemli geçit resimlerine yakıştırama
yınca, tüm ağaçlan söktürüp, aşırı genişlik
206
s�lamak için projeler yaptırdı. Ama, İkinci
Dünya Savaşı'nın başlaması ile bunu gerçek
leştirmeye vakit bulamadı. İstemediği bir sa
vaşa zorla sokulan Avusturya, btmdan sonra
bol bol bombalandı. Ünlü operası, ön cephe
dışmda yıkıldı. Viyana'nın simgesi Stephan
Kilisesi yandı. Birghtheater yıkıldı.
207
di. Hükümetin otoritesi ilkin Avusturya'mn
doğu bölgelerine inhisar ediyordu. Bu arada
Avusturya tam on beş yıllık bir aradan sonra
seçimlere gitti. 25 aralıkta yapılan bu genel
seçimler Avusturya Halk Partisi ile Sosyalist
Parti'nin başansını sağladı. Komünistler dört
mebusluk almışlardı. Seçimlerden sonra kuru
lan Leopold Figl hükümeti boyunca da dört
müttefik devlet askeri işgali sürdürdüler. Eko
nomik güçlüklerin altından kalkmanın tek yo
lu malıvolmuş üretim araçlannın yeniden ya
ratılması ve Avusturya'nın kendi ülkesindeki
hükümranılığını, dışardaki politikasını kendi
iradesi ile yönetmesi ancak ve ancak kaya gibi
bir milli birlik yaratılması ile sağlanabilirdi
İç dağınıklık içinde hiçbir zaman elde edile
meyen özgürlüğün, tüm güçler tek bir milli
iradeye dönüştürüldüğü zaman imkan dahi
line girebildiğini tarih çok kereler göstermiş
ti.
Avusturyalıların büyük koalisyon diye ad
landırdıklan dönem, böyle doğdu.
önce Kültür
208
lamazdı. Bu iki kurul, Avusturya kültürünün
onur bayrağı idi. Onlara görkemli bir bütçe
önerildL İşe önce insanı insan yapan kültürü
kalkındırmakla başlanınca, burada kazanıla
cak moralle her şeyin çözümlenebileceğinde
hepsi birlikti. Nitekim, öyle de oldu. Kültür
bütçesi imparatorluk dönemindeki seviyede
kalmıştı .
Viyana'yı ve Viyanalıyı anlamak için bu
örnek yeterdi. Böyle bir şeye dünyanın hiçbir
yanında rastlanamazdı. Viyana'nın bu yoksul
luk dönemine de iki yıl boyu Viyana'da tanık
oldum.
Ve Bugün
209
1 955'de tam hükümranlığına kavuşan
Avusturya bugün Sosyalist Parti'nin ve Avus
turya Halk Partisi'nin başı çektiği demokra
tik bir rej imin içinde eski yaralarının çoğunu
sannış, ama tüm mali sıkıntılarından henüz
kurtulamamıştır. Avrupa'nın ortasında daha
çok yine sanatsevediği ile, konuksevediği He,
müziği ile, tiyatrolan ile, gitgide boyratlaşan
dünyada yine bir incelik ve kültür misyonunu
yerine getirir gibidir.
Bir zamanlar Prens Metternich'lerin, Sch
warzenberg'lerin, Prens Stadian'ların dünya
politikasına etkin oldukları Ballhausplatz No :
2'nin bugünkü sakini Bruno Kreisky ülkesini
selefieri gibi sade büyük güçler dengesine göre
ayarlayan bir başbakan olmayı da aşmış, ge
rek Sosyalist Enternasyonal'ın başkanı olarak,
gerek Üçüncü Dünya'ya açılan bir Avrupa baş
bakanı olarak dünya politikasına ağırlığını ko
yan aktif bir gidişin de simgesi olmuştur. Böy
lece Hükümranlık Andaşması'nın 25 . yıldönü
münün bizde yarattığı çağnşımları serisini bu
rada noktalayabiliriz.
"HALDUN TAN E R , Almanya'yı en az Türkiye kadar
tan ı r" diyenler, yan ı l mamaktad ı r. Öğrencilik y ı lları nda
başlayan ve yarı m yüzy ı l ı bulan bu tan ı ş ı k l ı k, kitapta, ya
zar ı n usta kal e m i , yetkin gözlem ve anlatım gücüyle ele
al ı n m ış , tad ı n a doyulmaz bir bilgel ikle sergilenmiştir.
93 06 . y 0 1 05 . 0573
. .