You are on page 1of 211

298 haldun

ı 2
taner
- Düz-V azttan-

BiLGI
YAYlNEVi
BİLGİ YAYlNLARI : 298
HALDUN TANER, DÜZ Y AZILARI : 2

ISBN 975 - 494 - 397 - 4


93 06 Y. 01 05 0573

Birinci Basım 1984

İkinci Basım
Ajtustos 1993

BiLGi YAYlNEVi
Meşrutiyet Cad. 46 1 A
Teli 431 81 22- 434 12 71
434 49 98 - 434 49 99
Faks 431 77 58
06420 Yenişehir - Ankara
HALDUN TANER

Düz Yaz1lar1
2

Berlin Mektupları
ViYANA'NIN AlLAITlGI VARTALAR

Gezi notları

BİLGİ YA YINEVİ
kapalı: dizeni : rabri kanaOzotlu

HALDUN TANER
BÜTÜN ESERLERI

Haldun Taner 1 BOtOn HikAyeleri


• 1. Kızıl Saçlı Amazan
2. Şişhaneye Yağmur Yağıyordu
•• 3. Onikiye Bir Var
4. YalıdaSabah

Haldun Ta ner 1 BOtOn Oyunları


1. Keşanlı Ali Destanı
2. Vatan Kurtaran Şaban
3. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı
4. Günün Adamı/ Dışardakiler
5. Ve Değirmen Dönerdi 1 Lütfen Dokunmayın
6. Gözleıimi Kaparım Vazifemi Yaparını
7 Fazilet Eczanesi

Haldun Taner 1 DOz Yazıları


1. Çok Güzelsin Gitme Dur
2. Berlin Mektupları
3. Koyma Akıl Oyma Akıl
4. Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil
5. Önce Insan
6. Yaz Boz Tahtası
i HaK Dosıum Dıye tıaşıayaı;m Soze

Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın 4.3.1987 gün


ve 1832 sayılı yazılarıyla okullara tavsiye edilmiş; karar
23.3.1987 gün ve 2230 sayılı Tebliğler Dergisi'nde ya­
yımlanmıştır.
•• M.E.B. Talim ve Terbiye Kurulu'nun 1.7.1992 gün ve
3995 sayılı yazılarıyla okullara tavsiye edilmiş; karar
Tebliğler Dergisi'nde yayımlanmıştır.

baskı cantekin matbaacılık yayıncılık


ticaret ltd. şti.
tel 433 30 84 - 435 83 56
i Çi N D E K i LE R

Berlin Mektupları
Potsdamm Bahçelerinde . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Berlin, Ankara ve Serçeler 18
Intihar mı Cinayet mi? . . ... . . . . . . . . . . . . . .. . .. .
. . . . . . . . . .. . . . 23
Üçüncü Reich'ın Üçüncü Adamı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29
Berlin Türk Şehitliğinde . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . 34
Sahipsizliğin Sonu . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . 40
Bir Ara Seçimin Düşündürdükleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
Yine Yeşiller Üzerine........................................ 50
Politika Insanca Olabilir mi? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 55
Viyana'dan Sevgilerle . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 61
Almanya Mektubu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66
Topun Ağzı . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 70
Yabancı Olmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 74
Si Vis Pacem . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 79
Bir Lahza-yı Taahhür . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 84
Düzey ve Yüzey . . . . . . .. . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 89
Sahipsiz Iki Milyon Insanımız . . . . .. . . . . . . . . ... . . . .. . . . . . 93
Üç Yandan Horgörü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . 98 .

Dahlem Islam Müzesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . 102


Adama Iş Değil, Işe Adam Arasak . . . . . . . . . . . . ... . 106 . .

Kılık Kıyafet Üzerine .


. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . 111
. . .

Insan Eskiten Bir Meslek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 115

5
Dünyanın En Zeki Azınlığı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 120
Bir Yıldönümü 125
Komşuluk Ölüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 131
Alman Çeşmesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 134
Yazarlar ve Kamuoyu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 138
Sizlerden Uzak Bir Yılbaşı 142
Tartuffe'ü Izlerken . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 146
Onlar ve Biz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 153
Helmut Schmidt'in Piyano Kadansı . . . . . . . . . . . . . . . . 157
Bir Günlük Beylik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . 161
Trajik Bir Yazgı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 165
Bir Vasiyet Üzerine 168
33 Yılı Ocağı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . 173

VIyana'nın Atıattığı Vartalar

Avusturya'da Türk Adından Geçilmiyor . . . . . . . . . . 181


Siyasi ve Ekonomik Bunalım Döneminde,
Kültür ve Sanat "Aitınçağ"ı Yaşadı. . . . . . . . . . . . 184
Küçümen Şansölye Dollfuss, Viyana'nın
Başına Büyük Dertler Açtı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 189
25 Haziran 1934 Darbesi Başarılı Olmadı
Ama Küçümen Şansölye'nin Sonu Oldu . . . 192
Hitler'den Zılgıtı Yiyen Schuschnigg, Alman
Isteklerine Boyun Eğdi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 196
Avusturyalı On başı Viyana'da . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 200
Açtılar, Çıplaktılar Ama "Önce
Kültür" Diyorlardı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 205

6
ÖNSÖZ

Matbaa-yı Amire müdürü olan büyük ba­


bam, mesleği gereği, sık sık Leibzig'e gider
gelirdi. Her seferinde de bana Alman oyun­
cakları getirirdi. Evinin duvarları ve matba­
adaki odası Alman pürosu kokardı. Birinci
Dünya Savaşı'na Almanların safında katıl­
mıştık. Türk subayları arasında, uçları yuka­
rı doğru kalkık II. Wilhelm tarzı bıyık pek
revaçta idi. Moltke adını, Liman von Sanders
adını, Hindenburg adını bellemeyen hemen
hemen kalmamıştı. Goeben'i sünnet edip Ya­
vuz, Breslau'ı da Midilli kruvazörü yapmış­
tık. Savaşta yararlıklar gösteren asker bü­
yüklerimin göğsünde, Osmanlı nişanlarının
yanında Almanların Demirsalip nişanı da ta­
kıZı dururdu.
Büyüdüm. Bu Almanlarla iç içelik de­
vam etti. Lisede ikinci dil olarak Almancayı
seçmiştim. İlk üniversite tahsilimi Almanya'
da yaptım. Alman yakın tarihinin bir kısmını
onların içinde yaşadım. Hitler'in nasıl başa
geçtiğine, nasıl palazlandığına yakından ta­
nık oldum. İkinci üniversite tahsilimde me­
zuniyet tezi olarak Alman edebiyatından bir
konu işledim. Alman kültürü ile ilişkimi kes­
medim. Yurdumuzu ziyarete gelen Alman
yazar ve düşünürleri, Türk Alman Kültür

7
Merkezi'nde çoğu zaman ben tanıtırdım. Üni­
versitede asistanlık ederken ünlü beş profe­
sörün derslerini ben çevirdim. Yabancı dost­
larımdan çoğu Alman'dır. Kitaplığımdaki ki­
tapların üçte biri Almanca ...
Hikayelerim çevirildikçe piyeslerim orda
oynandıkça, kongre ya da konferans için çağ­
rıldıkça, sık sık Almanya'ya gittim. ikinci
Dünya Savaşı'ndan sonraki kara günlerini,
bunun içinden nasıl kurtulduklarını ilgi ile
izledim. Gözlemlerimi, izlenimlerimi sık sık, ya
gezi notlarımda, ya köşe yazılarımda anlat­
tım.
1980 yılında DAAD ( = Alman Akade­
mik Mübadele Kurumu)'nun çağrılısı olarak
bir yıl Berlin'de kaldım. Bu son misafirlik ba­
na, iki karşı dünyanın çatışma noktası olan
bu nevraljik adacıkta, bugünkü Almanya'nın
sorunlarına ve bugünkü Türk Alman iliş­
kilerine daha yakından bakabilme imkanı
verdi. Füze rampaZarından yeşiller hareketi­
ne, hava kirlenmesinden Türk işçiler soru­
nuna kadar türlü konular üzerinde görebil­
diklerimi, düşünebüdiklerimi MiLLiYET'te­
ki köşeme muntazaman yazdım.

Bu ((Berlin Mektuplarııı nı, yine o yıl


yazdığım ((Viyana'nın Atıattığı Vartalarıı ad­
lı bir araştırma dizisiyle birlikte sunuyoruz.
Berlin yılının bir başka ürünü de Türk -
Alman dostluğunun garip çizelgesini topar­
lamaya çalışan küçük bir araştırmam oldu.
Berlin kütüphanelerinde edindiğim bilgileri
ve dokümanları eski materyalıma kattım.

8
Ortaya ALMAN ÇEŞMESi adındaki kitapçık
çıktı.
BiLGi YAYlNEVI'nin yayımlamayı ya­
rarlı bulduğu BERLiN MEKTUPLARI ve ya­
kında yayımıayacağı ALMAN ÇEŞMESI m­
Zere bu konularda şimdiye kadar işittikleri­
nizden, okuduklannızdan biraz değişik açı­
lar ve aydınlıklar getirebilirse ne mutlu bize.

Feneryolu, 1984

9
BERLiN MEKTUPLARI
POTSDAMM BAHÇELERİNDE

Sade Almanya'da çıkan gazetelerimize de­


ğil, burdakilere de bakın. İşçilerimiz yıllardır
hep manşetleri işgal ediyor. Gün geçmiyor ki
yeni bir sürtüşme olmasın, ya haksız tasar­
ruflar, ya insanlık dışı önlemler, ya alçaltıcı
davranışlar işçilerimizi tedirgin etmesin. On­
lann bu çeşit aşağılanmalara karşı tepkileri de
değişik oluyor. Ya kendini yakacak kadar dün­
yadan bezme, ya başka türlü intihar, yahut
da ham davranışa karşı daha ham bir davra­
nışla, kaba kuvvetle direniş. Hiç bir şey yapa­
mayan da öcünü içine atıyor. Her fırsatta par­
layacak bir isyanını, dişlerini sıkıp frenleme­
ye çalışıyor. Bu da onu hasta ediyor. ülser ve
sinir hastalıklan insana durduğu yerde gel­
mez. Yeni- Naziler Türklere düşman. Hıristi­
yan Demokratlar bizi istemiyor. Kohl hükü­
metinin işçilerimizi uzaklaştıracak yeni kanun­
lar çıkarması olasılığı büyük. Kısacası istiskal
ediliyoruz. Resmen ve açıkça. Sanayiierindeki
büyük işçi gediğini kapamamiZ için bizi başta­
cı edenler, şimdi işleri bitti ya, bizi başlann­
dan debiernenin yollannı anyorlar. Ajda'nın
meşhur ettiği piyasa şarkısındaki gibi,
•Kapı açık
Arkanı dön ve çık
İ stenmlyorsun artı k.•

13
diyorlar. Ama işitmek işimize gelmiyor. Bazı
işçilerimiz dönmek için kendilerinden yıllardır
kesilen sigorta paralannı haklı olarak geri isti­
yorlar. Verilirse dönecekler. Bazıları da ne
olursa olsun dönmernek niyetinde. İş görüp
mark İstifternek uğruna yorgunluktan pestB­
leri çıkmasına ve dünyayı görecek halleri kal­
mamasma karşın, yine de hala dillerini bile
öğrenmedikleri bu tüketim cennetini bırakmak
niyetinde değiller. Gerginlik arttıkça artıyor.
Devlet işe başında sahip çıkmamış ki şimdi
çıkabilsin. Zeminin altlanndan kaydığını his­
seden zavallı işÇiler sinir bozukluğu ile birbir­
lerine düşüyorlar. Evde barış huzur bozuluyor.
Yeni yetişen ve Almanca'yı Türkçe'den iyi ko­
nuşan çocuklar kabuğundan çıkıp kabuğunu
beğenmeyen kestane gibi analarını babalarını
hor görüyorlar.
Yurttaki akrabalar biraz da kıskançlığın
etkisi ile onlan mark uğruna yad ellere gitmiş
çıkarcılar sayıyor. Tatillerde kendilerine geti­
rilen hediyeler bile bu horgörüyü azaltamıyor.
Tersine bu üstünlük gösterisi yakınların
aşağılık komplekslerini, düşmanlıklarını daha
da kırbaçlıyor. Devlet işçiyi döviz sağlayıcı bir
unsur saymaktan öte, sorunlarına yeterince
inemiyor. İnip çıkan hükümetlerin hepsinin
ayrı politik çıkar güden çelişkili siyasetlerine
karşın birleştikleri tek nokta işçinin döviz sağ­
layan bir makine oluşu. O bozulmasın da ge­
risi önemli değil. Almandan horgörü, çocuğun­
dan horgörü, yakınlanndan horgörü karşısın­
da şaşkına dönen zavallı işçinin tek avunağı,
emeğine karşılık yurtta alabileceğinden kat

14
kat fazlasını, hem de enflasyonsuz, banker fi­
yaskosuz yannı meçhul olmayan sağlam bir
rayiçle alışı. Banka defterindeki Deutsche Mark
Hazretleri, takside alınmış Mercedes arabası,
renkli televizyonu, videosu ve yeşilçam filmle­
rinden oluşan kaset koleksiyonu her günkü
ezikliğini hafta sonlan biraz unutturan kısa
beyliğinin status simgelerini oluşturuyor.

Şamar Oğlanı Türk işçisi


İşte Almanya'nın günümüz gündemindeki
ilk çağnşımı daha çok bu Türk işçileri soru­
nunda toplanıyor. Bir vakitler savaş arkadaş­
lığı gibi köklü bir dostluğa dayanan eski bir
yakınlaşmanın yerini şimdi şamar oğlanına
döndürdükleri Türk işçisi düşmanlığı aldı. Bir
zamanlar güvenilir dostluğumuza, cephe arka­
daşlığımıza, benzersiz kahramanlığımıza ve
haysiyetli kişiliğimize medhiyeler düzen Al­
manlar, bakınız şimdi pek de yetenekli olma­
dıklan mizalı alanında kendi•lerini sıkıp zor­
layıp nasıl fıkralar icat ediyorlar:
Bir doğum kliniğinde biri Yahudi, biri Al­
man, biri Türk üç baba sabırsızlık içinde doğa­
cak çocuklanın bekliyorlarmış. Hastabakıcı
içeriye girip,
«Size bir müjdem, bir de kötü haberim
var, demiş. Önce her üçünüzün de nur topu
gibi birer oğlunuz oldu. Ama ne var ki hangisi
hanginizin maalesef kanştı.»
Alman hemen atılmış:
«Ben şimdi kim kimin oğlu, bulurum», de-
miş.

ıs
İçeriye girmiş üç dakika sonra sevinçle
çıkmış.
«Buldum)) demiş. «Nasıl buldun?))- «Çok
basit, içeri girer girmez Heil Hitler! dedim. Be­
beklerden Alman olanı sağ elini kaldırdı. Ya­
hudi olanı korkudan altını kirletti. Türk olanı
da hemen eline bir bez alıp yeri temizlerneye
koyuldu.))

Siz Daha Taharet BUmezken. . .

Her milletin şakası da mizah zevkiyle oran­


tılı oluyor. Buram buraın kabalık kokan bu
espriyi anlatıp içinizi sızlattığıın için özür di­
lerim. Bunu bana mal bulmuş magribi' gibi an­
latan, hem de aydın bir Alman'a aynen şunları
söylemiştim:
<<- Müttefiklerin kol değneği ile kalkınıp

Alman mucizesini gerçekleştirdiğinizden bu ya­


na, sizin işçileriniz şımanp ağır işlerden el
etek çektiler diye övünmeyin. Temizılik işleri�
ni ve onlan üstlenenleri de bundan ötürü kü­
çük görmeye kalkmayın. Temizlik imandan ge­
lir. Türk işçisi dini gelenekleri dolayısıyla siz­
lerden çok daha eskiden temizliğe bağlıdır.
Pisliğinizi temizliyorsa çok sosyal bir iş­
lev görüyor demektir. Biraz iktisat okumuş bi­
ri, işin adisi kiban olmayacağını çok iyi bilir.
Geçen yıl Potsdamm'a gitmiştik. Çok uzak bir
geçmişte değil, on sekizinci yüzyılda Avrupa
krallannın muhakkak ki en kültürlüsü, en hoş·
görülüsü, en olgunu sayılanı Büyük Friederich'
in Sanssouci sarayında tuvalet olmadığım gör­
dük. Sabahleyin yüzlerini, yüzlerini de değil

16
de, gözlerinin çapağını önlerine getirilen bir
tastan aldıklan suyla yalap şap yıkarlarmış.
Bir ihtiyaçları gelince de uşaklar çok süslü
sandalye oturaklarını getirir, krali popolar iş­
lerini bitirince dışarı taşırlarmış. O sırada Vol­
taire'in misafir kaldığı odayı geziyorduk. «Vol­
talre'in de böyle oturağı var mı idi?» dedim.
Rehber, «Maalesef» dedi. «Üturaklar sadece
kral ailesi içindi. Misafirterin oturağı yoktu.»
Eşi.m cOnlar De yapıyorlardı?» diye sorduğun­
da aldığı cevap,
- Bahçenin uygun bir yanına uzaklaşır,
işlerini görürlerdi, oldu.
Şimdi, Potsdaının'daki Orangerie kasn
bahçelerinin neden bu kadar bereketli olduğu
anlaşılıyor. Esans sanayiinin batıda bunca ge­
lişmesinin sebebi de su ve sabunla hertaraf
edilmeye üşenilen pis kokuları daha keskinle­
riyle örtbas etmek isternekten doğmuş olma­
lı. Haçlı seferlerindeki A•lman şövalyelerin pis�
liğini ise hiç kanştırmıyorum. Biz o tarihte de
nezafete taharete riayet eden bir millettik. Al­
manya bugün nerden nereye gelmiş. Dünyanın
en temiz sayılan ülkesi olmuş. Hal böyle olun­
ca neden temizliği eskiden beri, ta onların alıp
satmadığı zamandan bu yana benimseyen işçi­
lerimizin sosyal hayatta aynı görevi üstlenme­
sini yadırgıyorsunuz.»
Muhatabım yine de duyarlı bir adarnmış
ki özür diledi. «Siz ki mizahçısınız, mizaha
alınmak olmaz.» dedi. «Al• mmadım da mizalıı­
na bile kabalığını sokan bir zihniyeti estetik
bulmadım, o kadar,» dedim.
3 Ağustos 1980

17
BERLİN, ANKARA VE
SERÇELER

Her değerlendirme göreceli. Bu iyi. Neye


göre iyi? Bu kötü. Neye göre? Şu yararlı! Öte­
ki zararlı. Neye göre? Ölçene göre, ölçenin öl­
çütüne göre... Başka ölçenlerle başka ölçüt­
lerle bir kıyaslamaya dayanarak değil de, ulu­
orta değerlendirme yapaniann yargıianna pek
güvenmemeli. Yeniden tartıp ölçmeli.
Berlin'in sulan berbat. Bardağınızdaki ki­
reç tortusunu yıkamayla güç çıkanyorsunuz.
Bunu, dünyaya gözünü burada açmış bir Türk
delikanlısına söyleyecek oldum.
- Nesi var bu suyun amca, dedi.
Bal gibi su. Hakkı vardı. Berlinli idi. Ne
Taşdelen'i, ne Tomruk'u, ne Karakulak'ı hat­
ta ne de Sırmakeş'i tanıyordu. Dünyaya gelmiş
bu suyu görmüş, afiyetle içmiş ve içmekte idi.
Dört yıl önce değerli dostum Prof. Suat
Sinanoğlu'nu da benim gibi üniversitede ders
vermek üzere Berlin'e davet etmişlerdi. Dön­
düğünde sormuştum:
- Berlin'in havasını nasıl buldunuz?
- Ne gibi? diye şaştı.
- Dünyada havası en kirli dört şehirden
biri diyorlar da ...
- Ben hissetmedim, dedi. Bana dokun­
madı.

18
O da haklı idi. Ankarab idi. Kirli hava
dünya rekoru listesinde Ankara'dan çok son­
ra gelen Berlin, belki de üstada dağ havası gi­
bi yararnıştı bile.
Bir İstanbuUu olarak bana hiç mi hiç ya­
ramıyor. Ne suyu, ne havası. Berlin'de son haf­
talarda sık sık smog alarmı verildi. Gazeteler,
radyolar, televizyonlar, elli yaş üstündeki, al­
tı yaş altındaki kimselerin sokağa çıkmaması­
nı, pencerelerin katiyyen açılmamasını, kalp ve
tansiyon hastalannın ilaçlarını almalarını, işe
gidenlerin özel arabalarını garajda bırakıp ge­
nel taşıt araçlarından yararlanmalannı tek­
rarlayıp durdu. Smog, İngilizce sis ve kir­
li duman kelimelerinin bileşiminden oluş­
turulmuş bir tabir. Yaşamı tehlikeye so­
kan bu zehirli duman ve sis, hacalardan ya­
yılan karbonmonoksidi, sülfürdioksidi, egzost­
lann yaydığı kurşun gazını ve havadaki metal­
leri içeriyor. Bunun oranı biraz daha artarsa,
«2 numaralı ve 3 numaralı» alarınlara başvu­
rulacak. Yani, tüm taşıtlar ve duman çıka­
ran kaynaklann yüzde sekseni yasaklanacak.
Şimdi tüm Berliniiierin gözü, yağmur ya da
kar bekledikleri gökyüzünde, gece de kulakla­
n hava raporunun son smog durumunu belir­
ten yayınında.
Lisedeki edebiyat öğretmenimiz rahmetli
İsmail Habib Sevük, otuzlu yılların başında
Cuırihuriyet'te, Tuna'dan Batı'ya adlı bir edebi
gezi dizisi yayınlamıştı. İlk defa Avrupa'ya çık­
manın tüm dikkati ve bazen de zorlamalı bu­
luşlan ile Berlin hakkında yazdığı yazıyı hiç
unutamam. Bir bulvar kaldının kahvesinde kü-

19
çük bir serçenin masasına gelip konması kar­
şısında şu ilginç ve acele teşhisi konduruver­
mişti: Berlin, sanayHeşmenin ve yoğun şehir­
cili�in etkisi ile artık serçeleri bile şaşırtıyor.
YeşiHikler, koruluklar azaldı�ı için serçecikler
insancıl olmuşlar, mecburen masalara konu­
yorlar, mealinde bir şeyler yazmıştı. Bu yazı­
dan yirmi yıl sonra Berlin'e ilk geldi�imde
sevgili hocamın teşhisindeki abartıyı saptamış­
tım. Her şeye karşın Berlin'in korulan, park­
ları, şehrin ci�eri olarak üzerine titrenen tüm
yeşillikleri hiç de azalmış de�Hdi. 1910'ları ya­
şayanlar böyle diyorlardı. Olsa olsa, serçeler
daha insancıllaşmış olabilirlerdi, o kadar ... Bu­
luş güzeldi, etkili idi de, doğru de�ildi. Bu yazı­
yı şimdi neden mi hatırladım?
Aynı serçeciklerin bugünkü hal-i pürmela­
linden dolayı ... Kavuniçi üniformalan ilc şeh­
rin canlı ve sevimli bir parçasını oluşturan so­
kak temizleyicisi işçi kardeşlerim, bu serçe­
ciklerin düşüp düşüp öldüğünü ve sabahlan
parklarda bu hava kirlenmesi kurbanlannın
en az ikisini-üçünü topladıklarını söylüyorlar­
dı.
Zaten her yerde hava kirlenmesinin tek­
nik a.Ietlerden önce ilk habercisi kuşlar. He­
men oradan kaçıyorlar. Kaçarnayanlar, bizim
halimiz size ibret olsun, der gibi düşüp ölü­
yorlar.
Berlin'de bunlar oladururken, Ankara'mız
daha sunturlu bir hava kirlenmesi ile karşı kar­
şıya . . . Orada zehirli gaz maskesi ile gezenlere
şaşmamalı. Ankara'nın kirlenme oranı buranın
2. dereceli alarmının rakamları. Ankara'nın bir

20
numaralı derdi olan hava kirlenmesi yıllar yı.Jı
artarken, pek aldıranımız olmadı. Tehlike gelip
kapıya dayanıncadır ki, buna karşı önlemler
düşünmeye başladık. Yaz gelip kalorifer kazan­
lannın dumanı eksilince, oranın havasını yine
tahammül edilir bulduk. Öbür kışa kadar yine
her şeyi unuttuk. Böyle gide gide, bugünkü da­
yanılmaz hali bulduk. Arada yem borulan ça­
lındı. Seyitömer'de durnansız yakıt üretileceği
mavalı da bunların arasında idi. Avrupa ülke­
lerinin bazısında çevre kirlenmesine karşı ba­
kanlıklar ihdas edilirken, bizde bunu hiç de­
ğilse müsteşarlıkla yönetmek isteyen siyasi bir
parti, karşı partinin muhalefeti ile karşılaştı.
Bütçe tartışmalan sırasında onun bu davranı­
şı demagoji konusu bile oldu. Neredeyse bu en
hayati önemi, fantezi ve lüks sayacaklardı. Bi·
rer hayır kurumuna benzer kuruluşlan ile yur­
dumuzdaki çevre kirlenmesine karşı harekete
geçen ve bu arada elbette yararlı hazırlıklar da
yapan kurumların çabalan da, eli kalem tutup
da bu tehlikeyi çok öncesinden uyaran uzman­
Iann gazetelerde çıkan yazılan da ve bu arada
şu sütundan bizim sık sık yaptığımız uyarılar
da, işin sadece platonik birer çeşnisi olarak
kaldı.
Katı gerçeğin kapımızı Beethoven'in S
Senfonisi uvertüründeki gibi tok sesle çaldı­
ğı şu günlerde artık herkes anlıyor ki, bu gi­
dişle Ankara'da serçecikler yerine insancıklar
da ölmeye başlayacak. İnsaniann tedbirsizli­
�den gelen afetler yine insaniann kesin ted­
birleri ile ortadan kaldınlamazsa, başkentimiz
belki bir gün oturolamaz hale de gel�cek. İşa-

21
retler öyle gösteriyor ki, bu gün sandığımızdan
da yaKındır.
Batı kıyılarımızdaki Efes'in, Milet'in, da­
ha başka antik kentlerin başını yiyen, oradaki
insanları başka, daha sağlıklı bölgelere kaçma­
ya zorlayan, denizin çekilmesi ile hasıl olmuş
bataklıklardı. Burada üreyen sivrisinekler ve
onların neden olduğu sıtma afeti idi. DDT iki
bin yıl önce keşfedilmiş olsa idi, böyle bir göç
önlenir, tarihin seyri değiştirilebilirdi.
Ankara'yı, halkçı kalkınışımızın, İstiklal
Savaşımızın sembolü Ankara'yı böyle bırakıl­
mış bir kent olarak görmek istemiyorsak, bü­
tün beyin güçlenınizi bu görünür afeti durdur­
maya, yavaşlatmaya ciddiyede seferber etme­
miz gerekir.

24 Ocak 1982

22
iNTiHAR MI, CiNAYET Mİ?

Andreas Baade ile birlikte Alman anarşist­


lerinin bayrağı olan Ulrike Meinhof, Stuttgart
hapishanesindeki odasında ölü olarak bulun­
du. Resmi bildiri, onun kendini havlu ile pen­
cere demirine asıp canına kıydığı yolunda idi.
Ama çetenin hapishane dışındaki üyeleri, onun
bir tertip sonucu öldürülmüş olduğunu iddia
ettiler. intihar etse, son anında yakınlarına iki
satır bir şey yazmaz mı idi? Hem neden otop­
si yapılırken içeri yakınlanndan hiç kimse, ör­
neğin kızkardeşi, analığı alınmamıştı? Olasılık­
lar şüphe, şüpheler kesin suçlamaya dönüştü.
Almanya'nın çeşitli kentılerinde bombalar pat­
ladı, gösteriler yapıldı, polisle çarpışıldı, kan­
lar döküldü. Hele geçen haftaki cenaze törenin­
de yer yerinden oynadı.
Ben bu kizı 1968'de, Berlin'deki öğrenci
başkaldırıları sırasında tanımıştım. O zaman
Rudi Duschke'nin başı çektiği bu A.P.O. gös­
terilerinin tesadüfen içine düşmüş ve gözlem­
lerimi üç gün süren bir röportaj halinde yine
MİLLİYET'e yollamıştım. İsyancılar, Alman
Filolojisi binasını gözlerimin önünde yakıp
yıkmışlardı. Theater am Hallisehen Ufer'de
Stalin'le ilgili bir piyes oynanırken salı­
neyi basıp gürültü çıkardıklarında da tesadü­
fen, seyirciler arasmda bulunuyordum. Ulrike

23
Meinhof o tarihlerde solcu gençlerin bazıları­
nın okuduğu Konkret dergisinde fıkralar yazı­
yordu. Bu derginin sahibi ve yazı işleri müdü­
rü olan salon sosyalisti, entellektüel ve de ay­
rıca işini bilen Klaus Rainer Röhl'ün kansı idi.
İki de şeker çocukları vardı. Röhl çifti, Ham­
burg'un kibar semti Blankenese'de lüks bir vii­
lada yaşıyorlardı.
Gel zaman git zaman, öğrencilerin ateşli
lideri Rudi Duschke, Batı Berlin'de bir akşam­
üstü hisikieti ile evine dönerken kiralık bir ka­
til tarafından beyninden vuru·ldu. Çocuk he­
men hastaneye kaldınldı, ameliyat edildi, ha­
yatı kurtuldu, ama belleğini yitirdi. Sığındığı
Danimarka'da özel bir eğitimle zihni yetenek­
lerine kavuşabilmek için yıllar yılı tedavi görü­
yor. Bir kelime ile safdışı edildi.
Yine gel zaman git zaman, Konkret dergi­
sinin ılımlı, insancıl fıkracısı güzel Ulrike, gü­
nün birinde lüks villasını, iki çocuğunu bıra­
kıp sokağa indi, elinde silah, eylemcilerin ara­
sına kanştı.
Fikirleri ile yaşamının büyük çelişkisini
farketmişti. Bunu kocasına açtığında aldığı ce­
vap:
- Sosyalizm gün günden hoyratlaşıyor,
sen şimdilik kapitalizmin taelım çıkarmaya
bak, oldu.
Yakınları Ulrike'nin yaşamındaki en bü­
yük değişikliğin nedenini kocasının bu yanar­
döner cevabına bağlıyorlar. Her sözünde, her
hareketinde içten olan, kendi kendini hiç ya­
lanlamayan Ulrike, işte o anda yatağını paylaş­
tığı kocasından da, onun temsil ettiği kaypak

24
salon sosyalistliğinden de soğuyuverdi. Jöton
biraz geç düşmüştü ama düşmüştü.
Dünya, Ulrike'yi, bundan sonra, eli silahlı
bir dişi kaplan olarak tanıdı. Yumuşak, seksi,
entellektüel insancıl kişiliği gitmiş, radikal,
acımasız, aşın bir tedhişçi kesilmişti. Kısa za­
man sonra çetenin başı oldu. Baskınlar tasar­
ladı, hapishaneden adam kaçırdı, beş kişiyi öl­
dürmek, elli cinayete de katılmak suçuyla bir
numaralı devlet düşmanı ilan edildi.
Bir arkadaşını hapisten kaçırmak için beş
suçsuz polisi öldürmek, davasını belgelemek
için on masum yurttaşı kana bulamak elbet
onaylanacak şeyler değildir. Aynca kafa yeri­
ne silahı konuşturmak, kaba güçle terör ya­
ratmak, yüreklilik de değildir bence. Sadece
çaresizliktir...
Ne var ki, Ulrike Meinhof, bu ölçüsüzlük­
lerin kendi davasına yarar değil, ancak zarar
getireceğini göremeyecek kadar da hınçlı idi.
Nitekim, 1972'de siyahlar içinde bir rabibe kı­
lığında Hannaver'de tutuklandığı zaman, mak­
yaj çantasının içi silah dolu idi. Ulrike, o gün­
den sonra hapishanede de savaşını sürdürdü.
Eylemci her yerde eylem yapmalı idi. Ulrike,
«Dünyayı, Amerikan emperyalizminin elektro­
nik beyinler komuta merkezinden kurtarmak
için toptan bir savaş»a girişmişti. Onca «Al
manya'nm tutumu sömürü, açlık ve sefalet
düzenini destekleyen faşist bir tutumdu.» «Ya­
şam ancak haklı bir dava uğruna kullanılırsa
bir anlam kazanırdı.» Ulrike, «Dünyadaki tüm
bahtsızlan savunmayı, hem de silahla savunma ­
yı işte bundan seçtiğini» söylüyordu. Hapis

25
onun gözünü korkutmamıştı. Hapiste de eyle­
mini sürdürüyordu. Mahkemede her celse bir
gösteri halini alıyordu. Hücresinde tutuklu ar­
kadaşlarının dayanışması için planlar kuruyor­
du. Dışarıdakilere taktikler veriyordu.
- Kim ki, sonuna kadar direnmez, diri
diri ölmeyi kabullenmiştir, diye yazmıştı yer­
altı eylemleri sırasında.
Kısacası Roza Luxemburg'tan bu yana, Al­
manya böyle bir militan kadın görmemişti.
Evet işte Ulrike Meinhof öldü. Öldüğünde
kırk bir yaşında idi. Hapishane müdürlüğünün
zaptma göre, o gece, yatağını duvarın kenann­
dan ayırmış, şiılteyi hücredeki penceresinin al­
tına sermiş, mavi beyaz hapishane havlusunu
boynuna geçirmiş, bir iskemieye çıkıp kendi­
ni boşluğa bırakmış, gardiyanlar durumu an­
cak ertesi sabahki kontrolda öğrenmişler.
Doktor raporu da intiharı doğruluyor.
İçine dönük dindar bir çocukluktan son­
ra yavaş yavaş dünyayı keşfeden, sonunda bir
numaralı devlet düşmanı ilan edilen bu kadı­
nın yaşamına bir yazar, bir psikolog gözü ile
bakınca, çeşitli eğilimlerine çeşitli neden to­
humları bulmak mümkün. Kaba sofu bir rabi­
bin kızı imiş. Belki fikirlerindeki taassup bu­
radan geliyor olabilir. Babası Ulrike'nin hafif­
meşrep anasından çok çekmiş. Kadın, adamı
durmadan aldatır dururmuş. Ulrike'deki radi­
kallik eğilimini bu ((trauma»ya bağlamak da
yanlış olmayabilir. Çıkarcılıkla aydınlığı aklın­
ca bağdaştırdığını sanan kocasının pişkin fel­
sefesi de onu kurulu düzenden alabHdiğince
soğutmuş olsa gerek. Kendi kişiliğini yakala-

26
yıp, ona uygun bir yaşamı seçen Ulrike, ihti­
mal silahı da kadın-erkek eşitliğinin son ker­
tesi olarak ele almış olacak. Psikologlar, Patty
Hearst'ün adını verdikleri bu yeni syndromun
yeni yeni üzerine eğildiler. Bir doktor da Ul­
rike'nin beynindeki uru tedhişçiliğine neden
olarak göstermeye kaılktı. Bütün bunlar akla
gelebilir, hatta az çok doğru da olabilir de, işi
bir Dr. Jekyile Mr. Hyde ikileminin ilginçli­
ğine indirgemek, acaba Ulrike Meinhof olayı­
nın toplumsal boyutunu biraz küllemek olmaz
mı?
Bu kadar inatçı, bu kadar sonuna kadar­
cı bir kızın intihar olasılığını reddedenlere ge­
lince, onlar galiba Ulrike Meinhof'un son du­
rumunu gözden kaçınyorlar. Kızın aylardır
dünya kriminoloji tarihinde hiç bir kadın tu­
tukluya uygulanmayan çok ağır koşullar altın­
da gün günden nasıl eridiğini, nasıl delirecek
hale geldiğini unutuyorlar. Bembeyaz duvarlı
bir hücre düşünün, içindeki yatak, masa ve
iskemle bembeyaz. Tepede yanan neonlar gece
gündüz hiç sönmüyor.
Dış dünya ile bütün ilişkileri kesilmiş. Son
bir yıldır gitgide ağırlaştırılarak uygulanan bu
hücre hapsi, boyuna geçirilecek bir ilmiği in­
sana özletmez mi? Üstüne titrediği kişiliğinin
fire vermesi korkusu, bir ihtilalciye, bir
vakitler kötülediği intiharı sevimli göstermez
mi?
Kaldı ki, Ulrike Meinhof'un bu son eylemi
oldu. Bazı Alman hapishanelerinde politik suç­
lulara uygulanan Nazi barbarlığının kalıntısı

27
insanlık dışı koşullara dünyanın dikkatini çek­
meye yaradı.
Bence hikayenin özeti budur.
«Para yitirmek az şey yitirmektir. Onur
yitirmek çok şey yitinnektir. Cesaret yitirmek
her şeyi yitirmektirı� der bir yabancı atasözü.
Sonuncuyu yitirece�ine yakın kendi canına kıy­
clı Ulrike Meinhof.
Bir insanı yıpratıp umutsuz bırakmak bi­
le başlı başına ve çok sinsi bir ölüm aracı de­
ğil midir?

30 Mayıs 1976

28
ttÇ"ONCO REİCH'IN ttÇ"ONCtt ADAMI

Bizim ortaoyununda bir muhavere vardır.


Kavuklu, fırtınalı bir havada şemsiyesini açar
ve İstanbul'un üzerinde uçmaya başlar. Sonra
fırtına kesilir, iniş başlar. Mahalle çocukla.rı
onu görünce cGökten adam yağıyon diye ka­
çışırlar. Kavuklu Langa'da bir bostana, bos­
tandaki koca bir olahananın içine düşer ... Ve
uyanır.
1941 yılının 10 Mayıs gecesi, İkinci Dünya
Savaşı'nın orta yerinde, İskoçya göklerinden
süzüle süzüle inen paraşütlü adamı görenler
herhalde Langalı çocuklar gibi düşünmemiş
olacaklardır. Hem bu seferki bir ortaoyunu rü­
yası değil, şaşırtıcı da olsa bir gerçektir. İnen
kavuklu değil, adı ile sanı ile Üçüncü Reich'ın
Hitler ve Goering'ten sonra gelen üçüncü ada­
mı Rudolf Hess'dir.
Hess, iner inmez, Dük Harnilton'la görüş..
rnek istediğini söyler. Dük gelir. Bu kalın kaş­
lı adamı ömründe tanımadığı için kendini ni­
ye görmek istediğine şaşar. Hess ona cİngilte­
re'ye büyük bir insanlık ödevi için geldim»
der. Kendisini kralla, daha başka banş yanlısı
büyüklerle görüştünnesini rica eder. Dükün
adını hocası ve dostu Prof. Karl Haushofer'
den duyduğunu, bu konuyu Haushofer'le de
konuştuğunu belirtir.

29
Aynı saatlerde Hess'in yaveri, Bergtesga­
den'daki Hitler'e, Hess'in bir mektubunu ver­
mektedir. Sevgili Führer'ine canını feda ede­
cek kadar bağlı ve hayran olan Führer Vekili
Hess, bu mektubunda İngiltere ile ayn bir ba­
rışın koşulılannı müzakere etmek için Britan­
ya adalanna uçtuğunu bildirmekte ve mektu­
bunun bir yerinde şöyle demektedir: «Kabul
ediyorum ki, bu proj emin başarı şansı az. Ama
bir denemek gerekti. Yazgım bana yardım et­
mez ve muvaffak olamazsam siz ve Almany�
bundan büyük bir zarar görmezsiniz. Nihayet
bundan haberiniz olmadığını ve benim deli ol­
duğumu ilan edersiniz.•
Nitekim Hitler de bunu yapacaktır.
Hess, uzun mesafe uçağı olmayan bir Me­
ieercshmidt llO'a, ek rezervuar taktırarak elin­
de bir harita ve pergel bu dönüşsüz yolculuğa
sevgili Führer'inden habersiz mi çıkmıştı? Yok­
sa bu onunla danışıklı olarak girişHen bir is­
kandil hareketi mi idi? Hess, zihni bir buna­
lım mı geçiriyordu, yoksa inadına bilinçli tu­
tarlı ve sağlıklı mı idi? Gerçekten İngiltere ile
Almanya arasında gereksiz kan dökülmesini is­
temeyen insancıl bir itinin etkisinde mi idi?
Yoksa Führer'inin gizliden gizliye planladığı
Rusya taarruzundan önce müttefikleri şaşırt­
mak için bir manevra mı çeviriyordu?
Bu altı olasılığın her birine eli yüzü düz­
gün gerekçeler yaratan yorumcular çıktı. Ama
bu gerekçelerin her biri de yine eli yüzü düz­
gün karşı belgelerle yalanlandı.
Bugüne dek Hess muammasının içyüzü
tam aydınlığa kavuşamadı.

30
Rudolf Hess, bu karınaşık kişiliği ve mut­
suz yazgısı ile belgesel romancılara, belgesel
tiyatro yazarianna çok ilginç bir konu olsa ye­
ridir. «Üppenheimer Davası» adlı eseri ile bel­
gesel tiyatronun babası sayılan dostum Rein­
hardt Kipphardt ve Troçki'nin son günleri üze­
rine bir oyun yaz.an Peter Weiss'in bu konuya
bugüne dek neden yanaşmadıkianna hala şa­
şanm. Ben Rudolf Hess'i Almanya'daki üniver­
site öğrenciliğim yıllannda birkaç kere yakın­
dan görmüş ve Hitler'in göründüğü her aktü­
alite filminde, yani her hafta, onu Hitler'in pe­
şinde, yamacında, dümen suyunda bir yaver
olarak izlemiştim. Fanatizm ve aşırı bağlılık
onun karakteristiği idi. Hess, Münih'te ikti­
sat okumuş, Karl Haushofer'le, geopolitik bili­
min bu öncüsü ile orada tanışmıştı. Politikada
«hayat sahası» öğretisini ortaya atan bu profe­
sörün ana fikirlerinden biri de İngiltere'nin
kendi imparatorluğunda egemen olması, Al­
manya'yı Avrupa'da serbest bırakması gereği
idi. İngiltere ile Almanya'nın aynı ırktan ol­
duklarını, tam bir anlaşma içinde hareket et­
meleri gereğini savunuyordu. Bu ana fikirleri
Hess de benimsemiş, Hitler'in de İngiltere'ye
karşı düşmanlık beslemediğine gerek savaş
içinde, gerek savaş sonrası onunla iyi geçinme­
yi candan arzuladığına inanmıştı.
Churchill İngiltere'ye gelen Hess'le şahsen
konuş!Tiayı reddetmişti. Buna çeşitli anlamlar
verilmesini sakıncalı buluyordu. Ama ileri ge­
len İngiliz devlet adamlarının onunla konuş­
masını engellememiş, hatta kolaylaştırmıştı.
Belki Hess'in ağzından bir şeyler kapmayı umu-

31
yordu. Hess gerek İvone Kirkpatrick'•le, gerek
Sir John Simon'la, gerek Lord Beaverbrook'la
yaptığı konuşmalarda Führer'ine karşı bağlılı­
ğına ve hayranlığına gölge düşürecek hiçbir
şey söylememiş, tersine onu yüceittikçe
yüceltmiş, İngilizleri Hitler'in ve Almanya'
nın kesin zaferine inandırmaya çalışmıştı.
Aksi halde denizaltı bloküsü ve uçak savaşlan
sonucu Britanya adalannın açlıktan kınlaca­
ğını, İngiltere teslim olup da imparatorluk ha­
la savaşta dirense bunun ada halkının malıvı­
nı önleyemeyeceğini uyan yollu, tehdit yollu
duyurmuştu. Hess boşuna bunca insanın öİ­
mesine razı değ·ildi. Bunu önlemenin çaresi ise
basitti. İngiltere, Almanya'nın kıtadaki hare­
ketlerine engel olmamalı, İtalya ile sulh imza­
lamalı, Irak'ı boşaltmalı ve Almanya'ya eski
sömürgelerini geri vermeli idi.
Hess'in sultanlığı kısa sürdü. Bir süre son­
ra adi tutuklu olarak bir İngiliz hapishanesi­
ne gönderildi. Bugüne dek 38 yıl süren tutuk­
luluğunun ilk yedi yılını orada geçirdi. İlk in­
tihar teşebbüsüne orada girişti. Nürnberg mu­
hakemesi sırasında bir süre belleğini yitirmiş
rolü oynadı. Sonra birdenbire aklen sağlam ol­
duğunu iddia etti. Yargıçlar da aynı kanıda ol­
malılar ki Hess'i ömür boyu hapse mahkum et­
tiler. Şimdi 3 1 yıldır Spandau hapishanesinde
kalıyor. Orada iki kere daha canına kıymaya
kalktı. Arada ömür boyu tutuldu olan Baldur
Von Schirah ve Albert Speer serbest bırakıldı­
lar. Ama Ruslar Hess'in serbest bırakılınasına
«njet» dediler.
İşte şu geçtiğimiz hafta Spandau hapisha-

32
nesinin bu tek tutuklusu geçirdiği bir kan do­
laşırnı rahatsızlığı yüzünden yine gazetelerin
ilk sahifelerinde yer aldı. Hastaneye kaldınldı.
Sonra taburcu edildi.
Koca hapishanede bir tek hücrede 84 ya­
şındaki bu bitik adam yatıyor. Hapishanenin
dört ulustan, subay, asker, hukukçu, yönetici
ve personel toplamı 42'yi bulan görevlileri şim­
di bu tek tutuklu yüzünden maaş alıyorlar.
Bu acayip hapishanenin bir milyon markı bu­
lan yıllık masrafını da tabii Alman vergi mü­
kellefleri yükleniyor.
Oldukça garip bir alınyazısı varmış şu
Hess'in. Savaşa son vermek için, kimine gö­
re delice, kimine göre akıllıca, tek teşebbüsü
yapan tek nazi, şimdi boşalan hapishanede en
ağır savaş suçlusu olarak ölümünü bekliyor.
Ne demeli. Üçüncü Reich'ın üçüncü adamı ol­
mak kolay mı? Elbet bunu insana ödetirler.
Ruslann bu inadı Hess'i nasyonal sosyalizmin
son simgesi saymalanndan ileri geliyor olsa
gerektir.

7 Ocak 1979

33
BERLİN TÜRK ŞEHİTLİ<iİNDE

Sefaretler, başkonsolosluklar yurdun ya­


bancı diyarlardaki adacıklandır. Her gittiğim
yabancı ülkede onlara bir nezaket ziyareti yap­
mayı adet edinmişimdir. İster sıcak, ister so­
ğuk karşılasmlar. Ben ödevimi yaparım. Bü­
yükelçiler, başkonsoloslar bazen sınıf, bazen
okul arkadaşım çıkarlar. Bazen de oğlum ye­
rinde tanımadığım kimseler. Ben saygıda ku­
sur etmem. Benim saygım bayrağadır. Gönde­
rinin cinsiyle pek uğraşmam. Sefaretten sonra,
e�r orda varsa Türk mezarlığına uğrarım. Yıl­
lar önce bir UNESCO toplantısı için Bükreş'e
gitti�de büyükelçi olarak dostum ve okul­
daşım Kamuran Gürün'le karşılaşmaktan se­
vinç duymuştum. Gürün beni aldı, Bükreş'de­
ki Türk Şehitliğine götürdü. Mutat mahviyeti
ile hiçbir şey söylemedi ama ben bu Türk me­
zarlığınm düzenlenmesinde onun vefalı özeni­
nin ve ince zevkinin emarelerini sezmiştim. Ço­
ğu Galiçya cephesinde şehit düşmüş erierimiz
son uykulannı bayrağımızm dalgalandığı bu
bakımlı toprak parçasında uyuyorlardı.
Berlin'deki Türk Şehitliğine de Ay Yıldız­
lı bir kapıdan giriliyor. Duvarları komşu gar­
nizon mezarlığı gibi kırmızı tuğladan... Ber­
lin'in şimdi artık yerini Tegel'e bırakmış es­
ki havaalanı Tempelhof'un hemen yakınında,

34
Colobiadamm metro durağının az ilerisinde ...
Geçen yüzyıl ortasında buraları Hasen Helde
«Tavşan çaldığı» diye anılan hali bir arazi imiş.
Bugün de öyle ya ... Çevre sakin ve sessiz. Ilık
bir yaz rüzgan yaşlı kestane ağaçlannın yap­
raklarını hışırdatıyor. Aylardan ramazan, gün­
lerden de cuma olduğu için mezarlığın içinde­
ki mescit gibi kulılanılan Türk tipi evin hopar­
löründen vaizin Hazreti İbrahim'in kıssasını an­
latan yumuşak sesi geliyor. İkişer üçer kişilik
gruplar halindeki on beş yirmi mürnin ya ab­
dest alıyorlar, ya da almış öğle namazını bek­
liyorlar. Solda sekizgen bir kaidenin üzerinde
beş yüzeyli bir sütun yükseliyor. Beş yüzeyin
her birinde buraya ilk defnedilen beş hariciye­
cimizin adlan yazılı. Bunların arasında Ali
Aziz efendinin kitabesini arıyorum. İlk gömü­
len o ... Kitabe şöyle diyor:
«Devlet-i Aliye-yi Osmaniye'nin Prnsya nez­
dindeki fevkalade murahhası orta elçi olduğu
halde terk-i dağdağa-i cihan iden Ali Aziz efen­
di... Hicri 1315.•
Elimdeki kır çiçekleri buketini onun me­
zar kitabesi önüne bırakıyorum.
Bu Türk mezarlığının tarihi, demin sözü­
nü ettiğim Bükreş'deki şehitliğimizden çok çok
daha eski. Ta 1798 yıllarına uzanıyor. Üçüncü
Sultan Selim'in Prnsya Kralı III. Friedrich
Wilhelm nezdindeki elçisi Ali Aziz Efendi,
29 Ekim 1798 yılında kroniklerin yazdığına gö­
re «Berlin'in sert iklimi ile uyuşamayıp • vefat
edince Prnsya hariciyesini bir telaş almış. O
dönemlerde Berlin'den İstanbul'a gitmek aylar
sürüyor. Yüksek rütbeli bir Müslüman ölüyü

35
nereye defnetsinler. Kral bu hali arazının sa­
hibinden, 40 taler karşılığı küçük bir arsa al­
mış ve elçimiz için alelacele bir kabir hazırlat­
mış. Yine kronikler yeşil bir örtüye sarılı ta­
butun sefaret mensuplarından oluşan bir cena­
ze alayı ile buraya getirilip gömülüşünü ayrıntı­
sı ile anlatıyorlar. Aradan beş yıl geçmiş. 28 Ni­
san 1804'de Berlin maslahatgüzanmız Mehmed
Esat Efendi de vefat edince aynı makhereye
defnedilmiş. Gel zaman git zaman mezar unu­
tulmuş. Etrafındaki çit yıkılmış. Mezarın yeri
kaybolmasın diye konulan kaya yok olmuş.
1836'da bir köylü oraları ekerken mezar duva­
rına rastlamış. Haber vermiş. Yaşlılar vaktiy­
le orada bir Türk mezarı bulunduğunu hatırla­
mışlar. Resmi makamlar işe müdahale etmiş,
bu sefer Fransızca kitabeli ve üstü kavuklu iki
mezar taşı yaptınlarak ölülerimizin mezarı ba­
şına konulmuş. Çevresine ılılarnur ve akasya
ağaçlan dikilmiş. Korumak için de sınırına kır­
mızı tuğladan bir duvar örülmüş, üstüne diken­
li tel koymuşlar. 28 Ağustos 1839'da «Berlin
sefaret-i seniyes-i serkatibi>, Rahmi efendi 24
yaşında iken Wilheim Strasse 73'deki sefaret
binamızda vefat edince buraya gömülen üçün­
cü Türk olmuş. Öbür iki ölümüz, 1853'de muh­
temelen Prnsya ordusuna staja gönderilmiş
genç astsubay Rasim efendi ile yine adı tesa­
düfen Aziz olan bir· genç. Otuz yıl boyu bu kü­
çük Türk mezarlığı kendi başına bırakılmış.
Arada bir, sefaret erkanı içinde buraya gelip
ölülere Fatiha okuyanlar olurmuş. Berlin'de
ölen Türkler çoğal.m.aya başlayınca mezarlığın
büyütülmesi zorunluğu başgöstermiş. 1856'da

36
o zamanki elçimiz Kemal Efendi bunu Alman
dışişleri sorumluianna söylemiş. Bunun sonu­
cu olarak da Alman devleti bu araziye ek arsa
alıp bize hediye etmiş. Bir süre sonra yeni şe­
hir düzenlemesinde o yöreye yerleşen Franzer
kışiasma büyük bir mezarlık gerektiğinden
Pn.ısya Harbiye Nezareti elçiliğimizin Sultan
nezdinde aracılığını istemiş. Vaktiyle sadece üç
diplomatımızın medfeni iken yavaş yavaş bir
İslam mezarlığı olarak gelişen Türk mezarlığı­
nın, Franzer Kaserne mezarlığı olarak büyütü­
lecek alanın karşısında daha büyük bir arazi­
ye nakli hususunda muvafakat rica etmiş. Sul­
tandan olumlu cevap gelince de, şimdiki saha
bize verilmiş. 29 Aralık 1866'da nakil dini ve
resmi büyük bir törenle icra edilmiş! Sefirimiz
Aristaki Bey medfun Türk memurlannın ve di­
ğer rahmetli Türklerin anısını tazeledikten son­
ra, tüm Türk sefareti erkanı Prusya Harbiye,
Harkiye Nezaretleri temsilcileri ve davetliler
önünde başka dinden bir ulusa payİtahtında
böyle bir mezarlık hediye etmenin hem uygar­
lık hem insanlık kanıtı olduğunu belirterek
Kral I. Wilhelm'e teşekkür etmiş. Bu arada da
Sultan Aziz'in buradaki medfun ilk beş Türk'
ün Arap harfleri ile ve altın yaldızla yazılmış
kitabelerini havi beş yeşil kitabe yapılmasını
ferman ettiğini bildirmiş.
İşte demin size tarif etmeye çalıştığım ve
metnini okuduğum kitabeler bunlar. Bunların
üzerinde eski jandarma kulübelerinin yüzeyi
gibi ama ondakinden daha ince kırmızı beyaz
çapraz velevli sütun ve onun üstündeki yaldız­
lı ay yıldız, Sultan Aziz'in bu arzusunu yerine

37
getirmek üzere Alman mimar Voigtel tarafın­
dan yapılmış. Bugün Türk Şehitliği adını taşı­
yan mezarlığın merkezini de bu yukarı doğru
döne döne çıkan kırmızı beyaz yollu sütun oluş­
turuyor.
Tempelhof düzlüğündeki şehitliğimiz bah­
çesindeki apçlar, altmda yatan 300'ü aşkın
Müslümanı gölgeliyor. Türkler dışında Afganlı,
Mısırlı, Filistinli, İranlı, Tunuslu Müslüman·la­
rı da banndınyor şehitliğimiz. Buraya en çok
birnıneti geçenlerden biri olan 19 1 1-1924 arası
Berlin Büyükelçiliğimiz haşimarnı Hafız Şük­
rü Bey de Almanken ihtida eden eşi ile burada
yatıyor. Berlin'de Kaststrasse'de Taşnak terö­
ristleri tarafından öldürülen Talat Paşa da il­
kin burada medfunken, daha sonra bilindiği
gibi, kemikleri vatana nakledildL
Şehitliğimiz üzerine Berlin'deki Staatsbib­
liothek Devlet Kütüphanesi'nde en az 14 do­
küman var. Aynca Berlin'de uzun yıllardır ha­
şan ile çahşan ama yurdu ile ilgisini hiç azalt­
mayan dostum Dr. Talib Arban'ın arşivinden
de yararlandım. Dışişlerimizde arşivcilikle uğ­
raşan Sayın Bilal Şimşir'i ilgilendirir diye bu­
radan çıkardığım bir bibliografyanın fotokopi­
sini Ankara'ya yollayacağım.
Bu yazı fazlaca belgesele kaçtı ise kusura
bakmayın.
Yurt dışında yatan ölülerimize gösterilen
saygı ve özen hepimizi yakından ilgilendirse
yeri.
Hiç unutmam, lise son sınıfta iken Bulgar­
Iann Razgrad'daki Türk mezarlığına yaptıkla·
n çirkin tecavüze karşı o zamanki Milli Türk

38
Talebe Birliği Başkanı Tevfik İleri'nin yöneti­
minde bir karşı gösteri yapmış, İstanbul'daki
Bulgar Mezarlığı'na giderek bir çelenk koymuş,
ölülere nasıl muamele edileceğini göstermiştik.
Biz Türkler kendi ölülerimize olduğu gibi yur­
dumuzdaki yabancı ölülere de en saygılı bir
milletizdir. Dışardak i buna paralel hareketler
de her zaman vurgulanmaya değer diye düşün­
düm.

30 Mayıs 1980

39
SAHİPSİZLİGİN SONU

«Açıkgözleri jandarma yazıyorlar» diye bir


söz vardır halk dilimizde. Alman makamlan
da sonunda bizim oradaki işçilerin zekasını ka­
bul etmiş olmalılar ki, son günlerde Türkleri
polis yazmaya başlamışlar. Alman, enine boyu
na düşünüp taşınmadan, her seçeneği bir bir
gözden geçirmeden, sakıncasını, yarannı tartıp
biçmeden, durduğu yerde böyle bir işe giriş­
mez, vardır elbet bir hikmeti.
Bizim oradaki işçilerimiz bugüne kadar
daha çok fizik güçleri, fazla mesai yapıp para
biriktirme hevesleri, bir de kavgacılıkları, yü­
reklilikleri ile tanınıyorlardı. Hatta bu son iki
nitelikleri bazen -bazen değil de daha çok­
kadın, kıskançlık ve benzeri vesilelerle göster­
meleri, Alman makamlannı ne zamandır koyu
koyu düşündürmekte idi. Şimdi bu kabına sığ­
mayan delikanlı enerjiyi, düzen bozucu kavga­
lardan, cinayetlerden alıp kanun yolunda meş­
ru bir vuruşkanlığa kanalize etmek, hiç de fe­
na akıl olmasa gerek.
Zaten, bunun benzeri Amerika'da denen­
miş ve çok iyi sonuç vermişti. Amerika, ora­
daki yabancı unsurlar içinden alınan savaşçı
gençlerin, en çok polis örgütünde yararlı ola­
bildiklerinin canlı bir örneğidir. Orada polisıle­
rin çoğu ve en başanlılarının İrlanda, İtalya,
Mrika, İskoçya ve İskandinavya kaynaklı olan­
lardan çıkışı bir rastlantı olmasa gerektir.

40
Düzen bozucu kefeden eksiitilen bu güç­
ler, şimdi düzen koruyucu kefeye eklenerek bir
taşla iki kuş vurulmuş oluyor.
Almanya'daki Türkler işten kaçmaz. Hat­
ta tam tersine fazla mesaiden çok hoşlanır.
İş ki, sonunda DM olsun. Şimdi Alman polis
örgütündeki en ağır, en rizikolu işlerde de
seve seve çalışır, hatta gönüllü olarak buna
talip bile olurlar.
Bu yeni alanın sevgili işçilerimize sade
maddi değil, psikolojik bakımdan da büyük
yarar sağlayacağı ortadadır.
Bugüne kadar gerek dilMigisi yetersizli­
ğinden, gerek kendilerininkinden daha geliş­
miş bir toplumun içinde bocalayıştan gelen
uyuşumsuzluk ve dolayısıyla aşağılık komp­
lekslerinin yerini, şimdi oradaki devlet gücü­
nün paralelinde, saygın ve sözü geçer bir gö­
revde çalışıp düzen koruyuculu� yapmanın
üstünlük duygusu alacaktır. Para uğruna elin
gavurunun eciri olmaktan yakınan onurlar,
şimdi yine para uğruna yine aynı elin gavuru­
nun bekçisi olmaktan övünç bile duyabilecek­
lerdir. Toplum hizmetleri bakımından çöpçü­
lük yapıp kentin pisliğini toplamakla, polislik
edip hırsızlan, katilleri, serserileri toplamak
arasında fark yoksa da bunu yukanda da söy­
lediğimiz gibi, zaten aşağılık kompleksi içinde­
ki bir işçiye anlatmak her zaman kolay olmaz.
Varsın polis de olsunlar. Hem bakarsınız polise
alman Türkler içinde bu alanda çok ilerleyen­
ler pratik zekalan ile Alman meslektaşlannı
geride bırakırlar ve hatta bir gün Türkiye' deki
polis örgütünü ıslah etmek için uzman olarak

41
getirilecek elemanlar bile çıkabilir. Bekleyelim
ve görelim.
Türkleri polis yazma girişimi oradaki iş­
çilerimizi Almaniaştırma politikasının sadece
bir safhası. Almanların oradaki nüfus azalma­
sı karşısmda özellikle Türk işçilerinin çocuk­
larını Almanlaştırmaya yönelik bazı kolaylık­
lar sağladıkları da gelen haberler arasındadır.
Almanların yetişkin Türk işçilerinden çok,
onlann orada doğup büyümüş çocuklarına ni­
şan alan bu Almaniaştırma politikasına ise hiç
şaşmamalı. Yetişkin yaştaki işçiler yurttan ora­
ya gittiklerinden beri dil zorluğu, uyuşum zor­
luğu çekmekte, aynca bir ayaklan yurtta ol­
duğu için her yıl Türkiye'ye milyarlara yakın
para göndermekte ve çoğunluk itibanyla günün
birinde şişkin cüzdanla yurda dönüp orada pat­
ron olacakları bir iş kurmayı tasarlamaktadır­
lar. Buna karşın onlann Almanya'da doğup bü­
yüyen, bir kısmının anası da Alman olan çocuk­
lan, Almanca'yı Almanlar kadar iyi konuşmak­
ta, o toplumun düzenine, gelenek ve görenek­
lerine göz açtıkları için de oraya çok rahat
uymaktadırlar. Gittikleri okullarda Alman ar­
kadaşlarından daha başanlı olduklannı biz­
zat görmüş ve Alman öğretmenlerinden duy­
muştum. Alman makamlarının şimdi ekono­
milerinin acil ihtiyacı olan taze kanı zaten
bu işe hazır ve elverişli yetiştirilmiş Türk ço­
cukları ve delikanlılanndan sağlamaya kalkış­
malan doğaldır. Türkiye'ye oldukça yabancı
büyüyen bu çocuk·lara, on sekiz yaşından son­
ra kolaylıkla Alman uyrukluğuna geçme ola­
naklan şimdiden sağlanmaya başlamış bile. Al-

42
manya'nın çeşitli eyalet başbakanlarının, Türk
çocuklannın Alman uyrukluğuna geçme halle­
rinde önlerine hiçbir engel çıkartılmaması için
önlemler aldıkları, hatta Kuzey Vestfalya Eya­
let Meclisi'nin bu konuda bir yasa tasarısı bi­
le hazırladığı gelen haberler arasındadır. Bu
tasan daha önce Alman uyruğu olmakla ilgi­
li eski yasayı değiştirip oradaki çeşitli engel­
leri ortadan kaldırmaktadır.
Bu durumda gerek yetişkin işçilerden is­
teyenlerin, ama daha çok zaten bu işe teşne
olan gençlerin çoğunun, öbek öbek Alman uy­
ruğu olma kuynığuna gireceklerini tahmin et­
mek pek de k�hinlik sayılmaz.
Ne demeli? Alan razı, veren razı. Biz on­
·lann onurunu, çıkanm, geleceğini benimseyip
ne önlemler aldık, onların dertleri, ihtiyaçlan
ile ne kadar ilgilendik ki, şimdi şunu yapın
bunu yapmayın diye onlara karışahilrnek yü­
zünü kendimizde bulalım. Onlar da işte şimdi
kendi akılca�lan ile kendi göbeklerini ken­
dileri kesmeye kalkar, kendi yazgılannı kendi
kararlan ile saptar, yurt sevgisinden çok mark
sevgisine ağırlık veren kararlar alırlarsa, bu­
nun suçu yalnız kendilerinin mi olur?
Atatürk, <<Ne mutlu Türküro diyene» der­
ken, bu mutlu Türklüğün maddi ve manevi ge­
rekçelerini de yaratmış bulunuyordu. Bu ge­
rekçeleri elbirlliJ. ile yeniden yaratamazsak,
beyin göçü ile başlayıp, kol göçü ile süren bu
kaçışı önlemek imkansızlaşacaktır.
Biz hM� birbirimizle boğuşup duralım. El­
oğlu atı almış Üsküdar'ı geçiyor.
Hem de bizim öz atımızla ...
16 Eylül 1979
43
BİR ARA SEÇİMİN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Hayır. Bizim ara seçimlerden söz edecek


değilim. Etsem de neye yarar? Şu ara ağzını
her açan, kalemi her eline alan zaten bundan
bahsediyor. Yorum üstüne yorum yapılmakta.
Araba kınldıktan sonra yol gösterenler, «Ben
vaktiyle dememiş miydim»ciler mi istersiniz,
beş sıfırlık bir zafere karşın hala parlamento
aritmetiğini istediği kıvama getiremediği için
alargada durup asıl umudunu erken seçim ma­
nevralanna bağlayan AP'ye yeni stratejiler
öğütleyen aklı evveller mi ararsınız, hepsi var.
Alıkarn çıkarma meraklıianna iş çıktı. Birkaç
hafta, belki de daha uzun zaman, bu zevkleri­
nin tadını çıkanrlar. Sonra iyi kötü bir hükü­
met oluşturulur. Ama o da dingildek bir den­
geye dayanacağından gelsin yine, ya şimdiki
uzantıda, ya da tersine dönmüş rollerle, bir kı­
sır döngü çatışması. Yine birinin ak dediğine
öbürü kara diyecek. Yine şu partili umum mü�
dürün İcraatını öbür partili yüksek bürokrat
sinsice sabote edecek. Yine dairelerdeki parti­
zan dalaşması işleri aksatacak. Yine yurttaşın
işi sürüncemede kalacak. Yine ülkenin manevi
birliği gün günden yıpranacak. Yine dış düş­
manlarm iç düşmanların ekmeğine yağ sürü•l­
müş olacak. Bu yineleri sütunlar dolusu uzat­
mak neye yarar?
Evet! Size başka bir ara seçimden söz et­
mek istiyorum. Başka bir ülkede yapılan, ama
bizimki kadar yeni, çiçeği burnunda bir ara
seçimden. Geçen hafta Federal Almanya'nın
Bremen eyaletinde yapılan mahalli seçimleri
yakından izledim. Onu anlatmak istiyorum.
Alman Anayasasına göre üç eyaletin öbür eya­
lederden ayrıcalığı var. Berlin, Hamburg ve
Bremen eyaletlerinde Stadt-Staat kent-eyalet
adı verilen bir statü uygulanıyor. Bu üç eya­
lette yapılan seçimler bütün öbür eyaletlerde
yapılan seçimlerle aynı tarihte değil, başka
başka tarihlerde yapılıyor. Böylece o sıradaki
politik barometreyi gösteren bir ara seçim
niteliği de taşıyor. Bu kent-eyaletlerde seçilen
meclis, o kentin belediye meclisi işlevini de
üstlendiği için o eyaletin başbakanı aynı za­
manda o kentin belediye başkanı da oluyor.
Bremen seçimlerinde Hıristiyan Demok­
ratlann seçim öncesi yüksekten atışianna kar­
şın şanslannın büyük olmadığı tahmin edili­
yordu. SPD'nin öne geçeceği kolayca kestiril­
mekıle birlikte iktidara kesin çoğunlukla mı
yoksa bir koalisyon zorunluğu ile mi gelece­
ği merak ediliyordu. Seçimler sade Bremen'
de değil tüm Almanya'da büyük ilgi ile izlen­
di. Televizyon, sonuçlan saati saatine veriyor­
du. SPD kesin çoğunluk umudunu yitirmiş gi­
biydi. Röportajcılar SPD yöneticilerine hangi
parti ile koalisyon yapacaklannı sormaya, çe­
şitli alternatifleri göz önünden geçirmeye baş­
laıınşlardı ki, sonucu alman son köy sandı­
ğındaki 226, evet yalnız 226 oy, birdenbire bu
partiye kesin çoğunluğu ve gelecek seçimlere

45
kadar Bremen'in yazgısına tek başına hakim
olma olanağını sağladı. Bremen parlamentosu
tam yüz kişilik. Milletvekilliklerinin 52'sini
SPD, 33'ünü CDU, l l'ini de FDP aldı ki, bu
sonuçta bir olağanüstülük yoktu. Seçimin asıl
olağanüstülüğü başka bir alanda oldu. Küçük
ve umutsuz sayılan partiler içinde bir yepye­
nisi, yani «YeşiUer» bu seçimde herkesi şaşır­
tan bir hamle ile meclise dört milletvekili so­
kuverdiler. Bu, Yeşillerin sözcüsünün de tele­
vizyonda belirttiği gibi, «Tarihi bir olay»dı.
Politik örgütleşmelerini henüz yeni gerçekleş­
tiren ökolojistlerin bir Avrupa parlamentosu­
na ilk adım atışlan benim gibi bu akımı ilk
gününden beri ilgi ile sempati ile izleyen her­
kesi sevindirse yeri idi. Sevgili okurlarım öko­
loji konusunda bu sütunlarda sık sık ısrarla
dunışumu hatta eski büyükelçi şimdi de en­
tellektüel bir fıkra yazarı olan Sayın Ekrem
Apaydın'ın bana Türkiye'de ökoloji bayraktar­
lığı payesi tevcih eden lütufkar yazısına bura­
dan verdiğim cevabı, belki anımsayacaklardır.
Bu cevapta sayın dostuma ökolojiyi çok esas­
lı bir alan saydığımı, bunun bayraktarlığını
yapmanın çok onurlu ve zevkli bir şey olacağı­
nı bilmekle birlikte kendimi böyle bir onura
layık bulmadığımı, ama Türkiye'de ökolojist
bir cereyan başlarsa karınca kaderince yar­
dımcı olacağıını yazmıştım.
Gelelim yine Alman ökolojistlere. Onla­
nn Fransa'da Brice Lalonde'un ve Fransız
ökolojistlerin varamadığı bir seçim başansı­
na varmaları, Almanya'daki durmuş oturmuş
partilerin feleğin çemberinden geçmiş rutin

46
yöneticilerini o kadar şaşırttı ki, seçim sonu
sportmenliğine hiç yakışmayan bir öfke ile
Y eşiller'i küçümseyen demeçlerinde tutarlılık
kaygusunu bile unuttular. Bu kodaman parti­
lerin kalantor yöneticileri ile yeni partinin
genç ve sporcu temsilcileri daha ilk bakışta
görünüm olarak bile bir tezat teşkil ediyorlar­
dı. Birinciler son model ısınarlama elbiseli,
ütülü gömlekli, kaliteli kıravatlı, iki dirhem
bir çekirdek damat adaylarına benziyorlardı.
Hepsi de aynı fabrikadan çıkmış iğreti bir se­
çim gü-lücüğünü ihmal etmemeye özen . göste­
riyorlardı. Hepsi de aynı retorik hacasından
ders almışçasına birbirlerine şaşılacak dere­
cede benzeyen konuşma kalıplarına başvuru­
yar, çok şey söylüyor görünüp hiç yeni bir
şey söylememe sanatındaki becerilerini belge­
liyorlardı. Oysa Yeşiller daha dış görünüm ba­
kımından onlardan ne kadar sade, ne kadar
pozsuz, ne kadar olduğu gibi idiler. Üstleri
başlan fakir, alçakgönüllü, ama tertemizdi.
Berikilerin lafazanlığına karşı bunlar çok az,
ama öz konuşuyorlardı.
Televizyon röportajcısının da ökolojiden
pek haberi yoktu. Basit kamuoyundan öte bir
bilgi sahibi değildi. Ökolojiyi doğayı korumak,
kuşlan, çiçekleri, hayvanları sevmek gibi na­
if ve romantik bir cereyan saydığı için ağa­
beyce bir sevecenlikle genç bir YeşHe,
«Parlamento büyük çekişmeler alanı­
dır. Sizin politik bir programınız yok. Si­
yasi bir savaşım içinde onlarla boy ölçü­
şecek gerçekçi bir politik formasyonunuz

47
yok. Bu tecrübe eksikliğinden ötürü hayli
zorluk çekeceksiniz,,,
yollu bir nasihata geçiyordu ki, genç Yeşi·lden
bu kütlük pası değerlendirmesini boşuna bek­
ledim. Ama o, seçim sevinci ile çok heyecanlı
olduğu için susmayı yeğledi. Karşısındakinin
ökoloj i konusundaki naif ve romantik cehale­
ti ile alay bile etmedi. Sadece gülümsemekle
yetindi.
Oysa daha ilk gününaen, hem spikere,
hem de kendilerini küçümseyen kodaman par­
tilerin sözcülerine şöyle toptan bir cevap vere­
bilirdi:
cc Bizim rutin ve kaşarlanmış politika­
cılarla aynı dili konuşmayacağımiz ve
onlann üçkağıtçı metotlar'ını kullanmaya­
cağımız muhakkak. Kafa yapılanmız da
onlarınkinden çok farklı. Onlar hesapla­
om hep günü kazanmak için yaparlar.
Kısa vadeli düşünürler. Yaptıklan en
uzun hesap da dört yıl sonraki seçimleri
kazanma hesabıdır. Biz hesapları gelecek
yanın yüzyıla ve ileriki yüzyıllara göre ya­
parız. Biz seçim kazanmak meraklısı de­
ğiliz. Biz tüketim toplumunun ve bilinç­
sizce harekete geçirilip kontrolu elden çı­
kan güçlerin sözde gelişmed ama aslın­
da doğa ile birlikte insanı da yok olma­
ya götüren deli gidişini durdurmak, değiş­
tinnek için çalışıyoruz. Çıkar gruplannın
büsbütün azdırdığı bu deli gidişin deli
bir gidiş olduğunu anlamak için, onlann
koşullandınnalannın ipini p azara çıkar­
mak gerek. Biz insanlara bu sağlıklı dü-

48
şünüş tarzını getinneye çalışacağız. Siz is­
terseniz bunu yine ütopist ve platonik,
naif ve romantik saymaya devam edin.
Ökoloji bunların hiçbiri değildir. Müs­
pet bilimlerin yalnız ve yalnız müspet bi­
limlerin verilerine ve ortadaki bazı kor­
kunç gerçeklerin bağırganlığına dayanan
en gerçekçi düşünüş tarzlarından biri­
dir.»
Evet, böyle diyebilirdi. Demedi. Demek
de o kadar önemli değil ayrıca. Önemli olan
bu yolda siyasi eyleme geçmek. Gerçekten de
kodaman parti•lerin ortak koşullandırmaları
karşısında başka seçeneklerin de varolduğunu
göstermek. Bu da en iyi parlamentoda yapı­
lır.
Ne çare ki çağımızda bir fikre yaygın­
lık sağlamanın, kamuoyu oluştunnanın en
pratik yolu parlamentodan geçiyor. Parlamen­
toda sözcüsü olmayınca nice olumlu fikirler
karanlıkta göz kırprnaya benziyor.
Bremenli Yeşiller'in tarihte ilk defa par­
lamentoya dört miUetvekili seçtirebilmiş ol­
maları gerçekten «tarihi bir olay»dır. Seçmen­
lerinin çoğunluğunu aydınlardan ve genç ku­
şaktan alışlan da geleceğe yönelik bu cere­
yanın, güvencesini daha da artıncı bir öge olu­
yor. Buraya mim koyalım.

21 Ekim 1979

49
YiNE YEŞİLLER ÜZERİNE

Sevgili okurlarım hatırlayacaklardır. Ge­


çen aralık ayında, Almanya dönüşü yazdığım
bir yazıda, Alman Yeşiller'İn Bremen seçim­
lerinde yalnız Almanya'yı değil, dünyayı da
şaşırtan bir başarı kazandıklarını, çok yeni
bir kuruluş olmalarına karşın Bremen Mec­
lisi'ne dört milletvekili soktuklarını bildirmiş­
tim. Yine o yazımda, ökolojistlerin bu beklen­
mez başarısının hangi nedenlere dayandığını
tahlil etmeye çalışmış, politik platformda söz
sahibi olmalarının çok uzak olmadığına de­
ğinmiştim. Bu benimki ne bir önsezi, ne de
kehanetti. Seçim stratejisi, politik organizas­
yon ve ayak oyunu bakımından çok saf ve na­
if olan ökolojistlerin bütün bu acemiliklerine
karşın malın gözü politik partiler arasında
kendilerine dört sandalyelik de olsa yer aça­
bilmiş olması, seçmen kütlelerinin başkala­
nnda arayıp da bulamadığı bazı umutlan on­
larda bulmalarından ileri geliyordu. Gerek ay­
nı olumlu sonuçlara henüz varamamış Fransız
ökolojistleri, gerek Alman Yeşilleri, sade po­
litik rutin bakımından değil, ideoloji ve fik­
riyat bakımından da pek enine boyuna hazır­
lıklı değildHer. Çevre kirlenmesine karşı top­
laşmış platonik hayır kurumlarının, atom
enerjisine karşı diklenen derneklerin fikir ve

50
slogan dağarcı�ndan olduğu kadar, onların
liyelerinin maddi ve manevi katkılarından ya­
rarlanarak büyüyen bu akımın fikriyat de­
ğirmeninin asıl suyunu Roma Okulu'nun ünlü
iktisatçıları sağlamış bulunuyorlardı. Tüketim
toplumunun başdöndürücü hızı içinde gelece­
ğe yönelik sakıncalan, hatta daha doğrusu
insanlığın sonunu dahi getirebilecek felaket­
leri öngören bu iktisatçılardır ki, bu savın sa­
de akademik bir varsayımda kalmamasını, po­
litik alanda eyleme geçip sesini duyurmasını
adeta zorunlu kilmışlardı. Böylece akımın
saygınlığı ve bilimsel sağlamlığı entel·lektüel
çevrelerde yeniye aç gençlere çekici geldi. Bu
sağlam bilimsel taban eksik olsa idi ökolojist­
ler açık havayı, doğayı seven, atom enerjisi­
nin sakıncalarını, kalabalıklaşan şehirleri, me­
kanikleşen insan•ları, pislenen havayı, denizi,
gürültüye boğulan yaşamı makul ve insanca
bir yaşayış tarzı ile düzeltmeye çalışan saçlı
sakallı, sportif dirilik içinde izcivari bir sürii
romantik delikanlı sayılmak, küçüınsenmek
rizikosuna bile kolayca düşebilirlerdi.
İşin ciddiyeti işte şu günlerde bir kere
daha vurgulandı. Baden-Württemberg eyaleti
seçimlerinde Yeşiller meclise altı mebus daha
soktular. Durmuş oturmuş partiler iktidar
kavgasına kapışmış giderken birdenbire ara­
lanna karışıveren ve günden güne de süratle
güçlenen bu genç ekibi, ilk günlerdeki küçüm­
semelerini bırakıp ciddiye almaya başladılar�
seçim stratejicileri kafa kafaya verip şimdi
seçenekleri gözden geçiriyorlar. Çünkü işin
şakası şundan yok: Yeşiller, önümüzdeki se-

51
çimlerde öbür partilerden bu tempoda oy ke­
mirrneye devarn ederlerse parlamento içinde
belki küçük, ama icabında zaten dingildek olan
iktidar dengesini istedikleri yana kaydırncak
bir güçlü azınlık olacaklar.
Siz politikanın şu cilvesine bakın ki, Al­
manya'da ökoloji tezini çevre kirlenmesine,
atom enerjisine karşı tepkiyi ilk gösteren po­
litikacı SPD'nin ünlü stratejicilerinden ve bi­
raz başına buyruk şeflerinden Erhardt Eppler'
di. Bir bakıma Yeşi.Jler'in yolunu açmış olan
bu politikacı şimdi aynı Yeşiller'in kendi böl­
gesinde kendi partisini hezimete uğratmasın­
dan sonra fraksiyon şefliğinden istifa etmek
zorunda kaldı. Yeşiller'e en yakın SPD'li, Ye­
şiller'in kurbanı oldu.
Politika cilvelerle, çelişmelerle doludur.
Bunu bildiği için YeşiUer'in zuhuru en çok
CDU'yu sevindirdi. Strauss şimdi bumuna ik­
tidar rüzgarlan gelen bir aday olarak her par­
ti şefinden daha umutlu. Yeşiller en çok oyu
SPD'den en az oyu da FDP'den kemirdi. Yeni
seçilen Yeşil mebuslardan eski SPD'li Hasen­
clever'in <dkisi arasmda seçim yapmak gere­
kirse elbet Schmidt'i tercih ederiz» demesine
karşın, parlamento aritmetiğinin pragmatist
mantığı ile Yeşiller'in zaferinin en çok ona en
uzak parti olan CDU'nun ekmeğine yağ süre­
ceğini tahmin etmek zor değil.
Belki izlemişsiı'ı.izdir: 1969 seçimlerinde
Nazi eğilimli NPD bugünkü Yeşiller gibi
% 4.5 bir oranla parlamentoya girdiği zaman
küçük olmasına karşın dingildek dengede hiç
umulmadık ters bir tepki yapıp kendine en

52
yakın CDU'yu yıkmış ve istemeden Schmidt'in
iktidara gelmesine neden olmuştu. Tıpkı onun
gibi, bugün de tam karşı uçta.ki Yeşiller'in yi­
ne sağduyuya ters düşen bir parlamento kons­
tellasyonu ile en ehveni şer saydığı Schınidt'i
ve onun koalisyonunu yine istemeden çöker­
tip, yine istemeden en sevmediği Strauss'un
ekmeğine yağ sürmesi beklenebi-lir.
Büyük çoğunluk alamayan partilerin yaz­
gılan her yerde, her zaman küçük partilerin
stratejisine bağlı kalmaktan kurtulamıyor.
Kanzler Schmidt'in de, Genscher'in de atom
enerj isinden azami yararlanmaya ve büyüme­
ye yönelik politikalarından Yeşiller'in yeşil
gözü, hatırı için vazgeçecekleri umulamaz.
Strauss ise, atom enerj isinden yana olduğunu,
sermayeye dayanan bir tüketim toplumunun
temsilcisi olarak bar bar ilan etmiş bulundu­
ğuna göre, Yeşiller'in yerleşmiş partilerin tü­
münü karşıianna almalan gerekiyor.
Parlamento aritmetiği, bu çıkmazı nasıl
çözümleyecek, bilinemez.
Şimdilik görünen o ki, Yeşiller gün geç­
tikçe yol alıyorlar. Özellikle, kültürlü çevre,
ülke ve dünya sorunlanna unın vadeli yakla­
şılmasını isteyen çevre seçmeni eri, Yeşiller'i
tutuyor. Baden Württemberg seçimlerinde Ye­
şiller'in en fazla oylan Tübingen, . Heidelberg,
Freiburg gibi üniversite şehirlerinden ve genç
sosyalistler çevrelerinden alışlan bir rastlan­
tı değildir. Ama Yeşiller'i tutan yalnız en­
tellektüeller de değil. Yoğun sanayi bölge­
lerinin sakinleri, aynca doğa sevgilileri, hatta
dini bazı çevreler, her biri kendi açısından

53
nedenlerle onların ideallerini daha insanca,
daha yüce ve daha umut verici buluyorlar.
Rutinci partiler dışında, yeni bir ideale bağ­
lanınayı daha yapıcı sayıyorlar.
YeşiUer'de şimdilik eksik olan, günlük
politika taktiği ve parti organizasyonu acemi­
liği. Bunlan gidermek zor iş deği,l dir. Ne var
ki zaman ister. Bu işler, içinde çarpışıla çar­
pışıla öğrenilir. Yeşiller'in ise zamanı var, çün­
kü çoğu genç. Mücadele güçleri de var, çünkü
bir· şeye inanıyorlar.
Gelişmeler dikkatle izlenıneye değer..

6 Nisan 1980

54
POLİTİKA iNSANCA OLABİLİR Mİ ?

On yıl önce, «Ökoloji de ne ola?» diyen­


ler bile bugün artık bu kelimenin anlamını
öğrendiler. Avrupa'nın giyim modasını may­
mun gibi günü gününe taklit eden ortamımız
yine aynı Avrupa'nın uygarlık alanındaki akım­
larını nedense hep yirmi otuz yıllık bir gecik­
me ile izliyor. Avrupa'da, ökolojinin artık lise­
lerde, üniversitelerde bir ders haline gelmesi,
çevre kirlenmesine karşı belediyelerin, hükü­
metlerin önlem alma zorunluluğu duyması,
atom enerjisinin sakıncalarına karşı aydınla­
rın seferber olması ve nihayet «Yeşil» partile­
rin politika alanında . belinnesi ister istemez
ökoloji kelimesini bizde de sık sık geçen, gün­
celleşen . kelimeler arasma soktu. Bizde de kısa
zamandan beri «çevre koruma ve yeşillendir­
me dernekleri», «çevre vakıflan» gibi ufak
tefek platonik girişimler, «çevre sorunları»
konulu seminerler duyulur, görülür oldu. He­
nüz, hayır cemiyetleri romantizmini aşamıyor­
larsa da yine de kıyısından köşesinden ökolo­
jinin ilkelerini küçük de olsa bir çevreye yay­
maya yarıyorlar. Ankara'da hava kirliliğinin
zavallı kuşları öldürecek hale gelmesinden
sonra işin ciddiyeti anlaşılarak son yıllarda
bir de Çevre Müsteşarlığı kuruldu.
Goethe'nin acemi çırak hikayesinde oldu­
ğu gibi insanoğlunun, ilkin kendi başına hare-

55
kete geçirdiği bu delice teknolojik gelişme­
ye egemen olamayıp, ipin ucunu kaçırıp onun
karşısında şaşkına döndüğü ve bu gidişiyle
dünyanın yarınını da tehlikeye soktuğu artık
apaçık ortadadır. Her büyük bunalım gibi bu
bunalım da yeni çözümlere elbet gebedir. Öko­
lojinin yirmi birinci yüzyılın sosyal doktrin­
lerinde çok önemli bir rol alacağını şimdiden
kestirrnek için de kahin olmaya gerek yoktur.
İlk kuşak ökologlar, mesela Henry David
Thoreau ve benzerleri, daha çok romantik idi­
ler. İnsanla doğanın kozmik ilişkilerinin ke­
silmesinden yakmıyor ve doğa ortasındaki
azla yetinir, ama iç mutıluluk içinde bir yaşa­
mın, yararlarını belirtmeye çalışıyorlardı. İkin­
ci kuşak, şimdi daha çok evrenle insan ara­
sında daha dinamik bir denge arıyor, bunu
yalnız aramakla yetinmeyip yaratmak için ha­
rekete geçmiş de bulunuyor. Bu ise, ancak
politika alanında olur. Bırakın icraatı, sesini
duyurmak için bile şimdilerde ancak parti ha­
line gelip, parlamento hoparlöründe konuş­
mak gerek. İşte bu gerçeği gören Yeşiller
Fransa'da, Almanya'da politik bir güç olarak
seçimlerde kendilerini duyurmaya başladılar.
Alman Yeşiller'in önce Bremen'de, sonra Stut­
tgart'ta şaşırtıcı zaferler kazanıp oralann
meclislerinde dörder beşer milletvekilliği ka­
zanmaılarının, durmuş oturmuş partileri nasıl
telaşa düşürdüğünü sizlere bu sütundan tam
üç defa ayn ayn belirtmiştim.
Gidiş o gidişti ki, Yeşiller asıl parlamen­
toda da bu başanyı sürdürürlerse, içeriye soka­
caklan milletvekili sayısının az olmasına kar-

56
şın yine de parlamento aritmetiğini altüst edip
iktidann el değiştirmesine neden olabilecek­
lerdi. Ve işin tuhafı nasıl aşırı sağ NPD, bir
vakitler yine sağcı CDU'dan oy çalıp sosyalist­
lerin iktidara geçmesine istemeden yol açtı
ise, bu sefer de asıl oylarım SPD'den çalan Ye­
şiller'in de Strauss'u istemeden iktidara getir­
mesi ihtimali öylece kuvvetli idi. Parlamento
aritmetiği bazen mantık kurallannın tersine
işler.
Geçtiğimiz aylarda, Almanya'da yeni bir
yerel seçim oldu. Bu sefer de, Saarbrücken'
de Yeşiller güçlerini denemek fırsatı buldular.
Programları yine aynı idi.
Atom enerj isinin kısıtlı kullanılmasını,
nehirlerin, denizierin kirden annmasını, bü­
yük kentlerdeki hava kirlenmesinin önünün
alınmasını, sanayiin ve << kullan at»çı tüketim
toplumunun bu gözü doymaz bencil ve çılgın
gidişine son verilmesini, insanlar arasında yi­
ne dostluğa, insanlığa, sevgiye, dayanışmaya
yer verilmesini, yeryüzü nimetlerinin hesapsız
kitapsız, frensiz değil, yarınki kuşaklann da
hakkını düşünüp bilinçle kullanılmasını iste­
yen bu aydınlar, özellikle üniversite kentleri
seçmenlerini arkalanna alıyorlardı. Oylan
particiliğin gözü ve mantığı bulanmış fanatiz­
mi ile değil de, serinkafalı bir sağduyu ile tar­
tanların çoğu bu idealist yeni akımı sempati
ile karşılıyorlardı.
Hal böyle iken bakın ne oldu? Yeşiller'in
oy yanşındaki bu çıkışlanndan pirelenen ko­
daman partiler bir yerde birbirlerini bırakıp
bu ccoy kemirici yeşil yaprak kurtlan»na sal-

57
dırdılar. CDU'nun Yeşillere karşı olmasından
daha doğal ne olabilirdi ? Strauss'un büyüme
programının esasını atom enerj isi oluşturdu­
ğu için ve CDU kapitalizmin dekiare uygula­
yıcılığını yaptığı için, elbet Yeş iller'e vuracak­
tL Ama, Yeşiller'in, « Ehveni şer>> saydıklan
SPD Alman Sosyalist Partisi 'nin Yeş iller'e
çullanışı, CDU'yu da bu sefer gölgede bıraktı .
SPD'nin Bremen ve Württemberg'de Yeşiller
yüzünden hayli oy kaybetmesi bu partinin gö­
zünü açmıştı. Ağır toplannın hepsini birden
Saarbrücken seçiminde seferber etti. Willy
Brandt'ı hep tanırsınız. Sempatik, özü sözü­
ne nisbeten uyan, dürüst bir politikacı tipidir.
Üstelik, Nobel Barış Ödülü'nü iyi niyetli giri­
şimlerinden ötürü gerçekten haketmiş büyük
bir devlet adamıdır. Güzel konuşur. inandın­
cı konuşur. Görünümü ile, kişiliği ile insanı
kavrar. SPD'nin bu sempatik başkanını bir de
Saarbrücken seçimleri öncesi kürsüde göre­
cektiniz. Yine parlak bir hatipti, yine kitleleri
kavrıyordu. Fakat ne söylüyordu bilir misi­
niz ? Bu sefer de, partisinden oy sızdırmasını
önlemek için Yeş iller'e fena bindiriyordu. On­
ların arasında evet iyi niyetli, has yürekli ide­
alistlerin de bulunduğunu, bir insaf sahibi ola­
rak kabul etmekle birlikte, aralarına karışmış
sözümona bazı entrikacıların Yeşiller'in sem­
patisini SPD'nin oylarını çalıp CDU'yu iktida­
ra getirmek için kullandıklarını, bunların oyu­
nuna gelmemelerini seçmeniere salık veriyor­
du. Yeşiller'e gidecek her oyun CDU'nun işine
yararlığını belirten Brandt, Yeşiller'in progra­
mının da aslında uygulanma kabiliyeti olma-

58
yan bir program olduğunu vurguluyordu. Ye­
ni yeni politikaya geçen Yeşiller içinde politi­
ka terminolojisini, taktiğini, ayak oyunlannı
bilenler hemen hemen yoktu. Çok halis niyet­
lerini bile henüz tam halkoyunu kazanacak ni­
telik ve teknikte yayamadıklan da ortadadır.
Usta ve kodaman politikacıların bu suçlama­
larını yeterince güçte cevaplayamadı•lar. Hat­
ta, SPD'nin CDU'yu bırakıp kendilerine daha
şiddetle hücum etmesinden biraz da şaşırdı­
lar. Sonunda, Yeşiller Saarbrücken'de yenildL
Bu yenilginin onların bir buçuk yıldır çıkış
halindeki zaferlerini kestiği görüşünü savu­
nanlar olduğu gibi, tersine, Yeşiller'in şimdi ye­
ni bir hız ve zevkle daha başka taktiklerle ken­
dilerini duyurmalarına yol açacağını iddia
edenler de var.
Bütün bunları neden yazdım? Politika­
nın, gözü kızmış iktidar savaşının bazen ne ka­
dar insafsız ve sağduyudan uzak olabileceğini
bir kere daha gösterdiği için. Brandt ki, bu sü­
tunlarda çeşitli fırsatlarda büyük meziyetleri
övülmüştür. Brandt ki, Avrupa'nın belli başlı,
kültürlü, ahlak sahibi yüksek kaliteli bir dev­
let adamıdır. İşte o Brandt bile bakınız, konu
partisinin iktidardan düşme tehlikesi olduğu
zaman naifliklerinden başka kusurlan olma­
yan bu halis niyetli, insancıl mı insancıl, za�
vallı küçük partiye yüklenirken, saflıklanndan
dolayı CDU'ya alet olma şaibesi yamamaktan
kendini alıkoyamadı. SPD seçmenlerinin bir
kısmı onları tutuyor, bir kısım SPD oylan on­
lara kayıyor diye ne yapsındı fakider? İlk�
lerinden vaz mı geçsinlerdi. Politikadan mı

59
çekilsinierdi ? Demokrasi her partinin kendi
görüşünü savunması ve seçmen kazanması de­
mek olduğuna göre, Yeşilcikler de buna inan­
mış, samimi bir seçim kampanyasına girmiş­
lerdi. Şimdi oy almaları, tartaklanmalanna
yol açıyordu. Karalanıyorlardı.
Kaldı ki, tesadüfen şu günlerde yine SPD'
nin kuruculanndan insancıl ve kültürlü, can­
dan ve babacan Prof. Carlo Schmidt'in bir anı­
lar kitabı çıkmıştı. Geçen yıl ölen bu büyük
politikacı, kitabma, «Politika İnsanca Olmalı­
dır» adını koymuştu. Politika insanca olabilir
mi ? İşte bütün mesele. Ben de öyle olmasını
istediğim için Yeşiller'in suçtanmasından
üzüldüm? Ama belki ben de onol ar kadar nai­
fim. Belki, belki değil muhakkak ki, Brandt
daha gerçekçi. O bugünün yarın nasıl yorum­
lanacağını deği•l , daha çok hemen önündeki se­
çim engelini en kestirme yoldan ve kendi par­
tisi çıkarı açısından nasıl aşacağını kendine
baş tasa yapıyor, yanndan önce bugünü ka­
zanmayı düşünüyordu. Belki politikacılık da
bu. Her geçen gün durmadan değişen koşul­
lara göre, durmadan değişen tabiyeler kullan­
mak.
Yeşiller;in politikada başanya vannaları
politikanın bu kuralını da öğrenmelerine bağ­
lı, ama o zaman insanlara önerdikleri yeni «in­
sanca yaşam üslubuımdan eser kalır rm?
Politikasız bir şey olamıyor. Kabul . Ama,
ben insanlığı, insancıllığı sevdiğim için bu tarz
politikayı sevemiyorum.

8 Haziran 1980
VİYANA'DAN SEVGİLERLE

Atatürk'ün 100. doğum yılı münasebetiy­


le Kültür Bakanlığı'mız, Dışişleri Bakanlığı'
mız yurt dışında da törenler, toplantılar, kon­
feranslar düzenliyor. Paris'teki UNESCO mer­
kezi de büyük Ata'nın bu yıl bütün dünyada
anılmasını karar altına almıştı. Bu kuruluşun
dünyaya dağıtılan ünlü Courier dergisi bir sa­
yısını Atatürk'e tahsis edecek. Atatürk'ün bü­
yüklüğünü düşmanlan bile -hatta galiba ilk
olarak düşmanları- anlamıştı. Liyod George'
un « Yüzyılda bir yetişen bir dahi karşıma çık­
tı. Talihsizliğim budur. )) dediği, cümlenin ma­
lumudur. Ama bilinmesine rağmen Atatürk'ün
özellikle insancıl, barışçı, evrensel kişiliğinin
vurgulanmasında büyük yarar vardır. Hele
Üçüncü Dünya ülkelerine özgürlük ve bağım­
sızlık konusunda açtığı yolun altı iyice çizil­
melidir. Batı emperyalizminin yüzyılımızın
üçüncü çeyreğinde uğradığı hezimetlerin ilk
savaşçısı o olmuştur.
Türk ulusunun 1919 felaketinden sonra
tek mutluluğu, Atatürk gibi bir şefe sahip olu­
şu idi. Tarihin seyrini ve ulusunun kara bah­
tını o değiştirdi. Tabii, bunu tek başına yap­
madı. Büyük dahilere özgü bir önsezi ile ulu­
sundaki özgürlük, haysiyet ve onur duygulan­
nı çok iyi bilip, bunu toplayıp, birleştirip or-

61
tak amaca yöneltmesini bildiği için başardı.
Her ulusun olumlu, dinamik, övülecek nite­
likleri yanında, birtakım da olumsuz, soysuz,
yozlaşmış, yerilecek yanları vardır. Atatürk,
hele Balkan Harbi'nden sonra büsbütün yoz­
laşmaya başlayan, Mütareke döneminde ise
yer yer düşmanla işbirliği yapacak kadar al­
çalan, hatta aydınlan bile -bir ikisi hariç­
Amerika mandasını tek kurtuluş yolu sanan
kokuşmuş bir ortamda, Türk ulusunun çok
dipte ama canlı kalmış onurunu, özgürlük aş­
kını, mertliğini yani tüm olumlu niteliklerini
harekete getirdi. Kristalize etti. O bitkin ulus­
tan, o «Hasta Adam ııdan kükremiş bir aslan
yaratmasını bildi. Şu halde, Türk Kurtuluş
Savaşı Atatürk'ün tek başına bir zaferi değil­
dir. Bu zaferde ona uymasını bilen, ona ina­
nan, güvenen, daha doğrusu onun kişiliğinde
kendi öz cevherini yeniden bulan bir ulusun
payı da büyüktür. Atatürk, bunsuz bir yere
varamazdı. Bunu kendi de dirençle tekrarla­
mış dunnuştur.
Sözü şuraya getirmek istiyorum: Atatürk'
ün yüzüncü yıl toplantılarında onun evrensel
kişiliğini belirttiğimiz kadar, bu vesileden ya­
rarlanıp ulusunun da onun kişiliğine koşut
olumlu niteliklerini vurgulamamız çok isabet­
li olur. Hele Türkiye aleyhine anti-propagan­
daların büsbütün yoğunlaştığı şu son on yılın
tortusunu biraz olsun dağıtahilrnek için, bu
zorunludur.
Bunun çeşitli yolları vardır. Siyasi mak­
satlı bu propagandaları yine siyasi yalanlama­
lar ve karşı propagandalada cevaplamak. Ya

62
da anti-propagandalara hiç ilişmeden, Türk
ulusunun bunları yalanlayan niteliklerini bi­
limsel yollardan dünya kamuoyuna sergile­
mek. Bir üçüncü yol ise, Türk insanının uy­
garlığını, öz cevherini Türk sanat eserleri ara­
cılığı ile yansıtmak.
Bir yazar, bir sanat adamı olarak ben bu
üçüncü yolu en kestirme, en içten ve derinden,
en etkili yol olarak yeğliyorum.
Bir Türk ressamının tablosu, bir Türk
bestecİsİnin kompozisyonu, bir Türk yazan­
nın oyunu, bir Türk romancısının romanı, bir
Türk rejisörünün filmi kaliteli oldumu ve bi­
ze özgü bir çeşni, bir biçim, bir sunuş arzetti­
mi, dünyanın her yerindeki insanlara Türk in­
sanının iç değeri, özü hakkında en katıksız
imajı veriyor. Önyargıların, kalıp-yaftalannın
yanlış tortusunu silmeye, yüzlerce nutuk ve
konferanstan daha çok yarıyor. Hem de sık­
madan, doğrudan doğruya, insandan insana
sıcak bir iletişim kurarak.
Bunun en yakın bir örneğini geçen hafta
Viyana'da yaşadık. Viyana Neustadt Edebiyat­
çılar Cemiyeti'nin bir edebiyat çağrısını değer­
Iendiren Kültür Bakanlığı'mız, Dışişleri ve Tu­
rizm ve Tanıtma Bakanlıklan ile işbirliği ede­
rek dört başı marnur bir program oluşturmuş­
tu. Geceyi Neustadt Belediye Başkanı Dr. Nor­
bert Witmann açtı. Birbirlerinden çok uzak
iki ülke iken Viyana kuşatması vesilesiyle bir­
denbire sınırdaş haline geldikleri Osmanlı İm­
paratorluğu'nu ve dolayısıyla Türk insanım,
ilkin düşmanlık hisleriyle tanımaya vakit bu­
Iamadıklannı, ama sonra yavaş yavaş dürüst-

63
lük, erkeklik ve adaletçilik nitelikleriyle Avru­
pa'da herkesten önce tanıyıp takdir eden mil­
let olduklannı belirten bir konuşma yaptı. Da­
ha sonra Viyana Turizm ve Tanıtma Ataşerniz
Faruk Erol Bey, Atatürk'ün 100. doğum yılı
dolayısıyla düzenlenen bu programın önemi­
ni belirtti. Kürsüyü bana bıraktı. Bana düşen,
«Modern Türk Edebiyatının Ana Cereyanlan»
üzerinde Avusturyalı dinleyicileri aydınlat­
maktı. Daha çok hikaye, roman, şiir türlerini
içeren bu konuşmada, Türk yazarlannı ilgilen­
diren tüm insan ve toplum sorunlarının Avus­
turya ya da herhangi bir Avrupa ülkesi yazar­
lannın sorunlanndan pek farklı olmadığını,
yerel bazı aynntılar dışında, iletişim araçları­
nın bunca geliştiği yirminci yüzyıl sonunda
tüm dünya aydınlannın arasında esasta fark­
lar bulunmadığını belirttim. Pek azını tanı­
dıkları Türk yazarlannın dışında kalanlar
hakkında da onlara bilgi verdim. Sıcak bir
ilgi ile dinlediler. Avusturyalı yazar Erich Sed­
lak, benim Almanca'ya çevrilmiş ve uluslar­
arası bir antolojide yayınlanmış bir hikaye­
mi okudu.
Dinleyiciler hikayeyi sevdiler. Öyle ki , biz­
zat benden de bir başka hikayeınİ okumaını
ısrarla istediler. Onlara hikaye değil, Boğaziçi
Köprüsü üzerine kısa bir yazımı okudum. As­
ya ile Avrupa'yı bağlayan bu köprünün Türk
insanı ile özdeşleştirilebileceğini, Türk insanı­
nın Batı rasyonalizmi ile Doğu hassasiyetini
şahsında ve birikiminde topladığını ve bu mut­
lu sentezin her bakımdan yarannı, verimlili­
ğini belirten bu metin de ayrı yönden etkili
oldu.
64
Gecenin ondan sonraki kısmında uluslar­
arası ün yapmış fotoğraf sanatçımız Ara Gü­
ler'in nefis dialarının, Türk bestecilerinin
kompozisyonlan eşliğinde bir açıklaması iz­
lendi. Avusturyalı dinleyiciler Anadolu'nun ta­
rihi ve turistik zenginliklerini ve eşsiz doğa gü­
zelliklerini seyrederken kendilerine ikram edi­
len Türk sigaralarını tüttürüyor, Türk rakısı­
nı içiyorlardı. Hasılı Atatürk dolu, Türkiye do­
lu, sanat dolu bir gece yaşandı Viyana'da . . .
Ve bir zamanlar Türklerin karargah kurduğu
bu tarihi Neustadt'da şimdi iki ulusun insan­
ları arasında barışçı, insancıl, sanatsal, uygar
bir köprü kurulmuş oldu.

3 1 Mayıs 1981

65
ALMANYA MEKTUBU

Almanya geçen ayın S'inde nazi reJ imın­


den kurtulmasının 37'nci yıldönümünü kut­
ladı. Gazeteler, dergiler, televizyon, radyo ve
özellikle yeni kitaplar, geçmişe otuz yedi yıl­
lık bir sürenin kazandırdığı bir serinkanlılık
ve objektivite ile eğildHer.
Beni bunlar içinde en çok Albert Speer'
in İktidann Ölümsüzlüğü adlı kitabı ilgilendir­
di. Belki hatırlarsınız, Albert Speer, nazi şef­
leri içinde savaşın suçluluğunu olduğu gibi ka­
bul etmek yürekliliğini gösteren ve bundan
ötürü de Nümberg'deki mahkemeden idam
edilmeden kurtulan iki kişiden biri olmuştu.
Speer yirmi yıllık mahkılmiyetini bitirip çık­
tı. İdamdan kurtulan ikinci nazi şefi Rudolf
Hees ise yaşam boyu hapis cezasını tek başı­
na Spandau Hapishanesi'nde çekmekte de­
vam ediyor.
Albert Speer daha önce hapiste iken de
Spandau Güneesi ve Anılar adlı iki kitap yayın­
lamış ve gerek Almanya'da gerek dünyada bü.­
yük tiraj yapmıştı. Nazi şefleri içinde akade­
mik kariyerden gelme tek kişi sanırım Speer'
di. Berlin Üniversitesi'nde mimari asistanı
iken, politikacı olmak şöyle dursun, politika
ile herhangi bir ilişkisi bile bulunmayan bu
entellektüel adam sonradan bir gün Hitler'i ka-

66
Iabalık bir törende dinlemiş ve kendi deyimiy­
le « Onun, söylenenlerin hilafına, tarihi sorun­
ları, kökenierine kadar indirerek, çok güzel
tahlil edişine» hayran kalmıştı. Daha sonra
partiye giren Speer kısa sürede kodamanlan
aşıp Hitler'in en yakın meclisine girebilen sa­
yılı üç-dört kişiden biri olmuştu. Almanya'da­
ki üniversite öğrenciliğim o tarihlere rast·ladı­
ğı için yakından izlemişimdir. Göring ve Himm­
ler dahi Hitler'in huzuruna çağrılmadan gi­
remezken, Speer ve Göbbels çat-kapı Hitler'i
görebiliyorlardı. Bu onlara bir ayrıcalık veri­
yordu. Hitler, Speer'i neden sevmiş, neden ona
ayrıcalık vermişti ? Bunun nedenini Speer'in
anılarından ogreniyoruz «Konuşmalarımız
ekseri şehireilik ve mimarlık üzerinde geçer­
di. Bu alanlar benim mesleğim onun ise baş­
lıca hobisi idi. Hitler çok güzel resim yapar­
dı. Hem de çabuk. Rutin ressamlar gibi yazar­
casına resim yapardı. Düşünmesine gerek kal­
madan, resim, otomatikman adeta kaleminden
akardı. Corbusier için söylenen bir söz vardı,
onu misal göstererek derler ki, iyi mimarlar
çoğu zaman kötü desinatördürler. Hitler iyi de­
sinatör, kötü ve kabız bir mimardı. Linz şehri
üzerine yaptığı yüzlerce taslak hala bendedir»
diyor Speer. «Bunlara bakıldıkta hep dönüp
dolaşıp hep aynı fikri işlediği görülür. Tüm
olasılıkları, seçenekleri düşünüp içinden biri·
ni seçmek en iyi çözüme varmak kaygusu on·
da yoktu. Onun her zaman her konuda ken­
dine özgü bir fikri vardı. Ve onu tartışılmaz
en iyi çözüm sayardı. Politikada da belli net
fikirleri vardı. Bu konuda bir karara vardı mı,

67
tartışma kald.ınnazdı. Kimse onu başka bir
yola ikna edemezdi.»
Speer, Hitler'i intiharından iki gün önce
gördüğünü anlatıyor:
«Çok sakindi» diyor. «Ölümünden sonra
cesedinin yakılması ve ele geçmemesi için alı­
nacak önlemler hakkında direktifler verirken
çok rahat ve soğukkanlı idi. İkide bir ölümün
onun için bir kurtuluş olacağını ve üstlendiği
büyük yükten ancak bu yoldan kurtulacağını
tekrarlıyorrlu. »
Yukarda da dediğimiz gibi, Nürnberg
Mahkemesi sırasındaki tutumu öbür nazi şef­
lerinin gazabını çekmişti. Onlar suçu şöyle ya
da böyle üstlerinden atmaya çalışıdarken Spe­
er, nazilerin bütün suçlannı kabul etmişti.
Birçok cinayetten, özellikle, temerküz kamp­
lanndaki soykınmdan, ancak Nürnberg Mah­
kemeleri sırasında haberdar olmasına karşın
bütün bu suçlardan da sorumluluğu kabul­
leniyordu. Çünkü bir rejim içinde yapılan her
şeyin sorumlusu, bilsin bilmesin, o rejimin hü­
kümeti idi. Speer son günlerde bir gazeteye
verdiği demeçte,
«- O gün öyle düşündüğüm için bugün
de öyle düşünüyorum» diyor. « Ben ölümü g�
ze almıştım. Bunu bilere� bilmeyerek hak et­
miştim. Arkadaşlanm benim bu tutumuma
kızdılar. Kendilerini kurtannaya çalışacak yer­
de benim gibi yapsalardı bu çok yerinde bir
hareket olurdu. Bu işin sorumlusu bizleriz,
ulus değildir deselerdi, ulusu sonradan maruz
kaldığı ve hiç haketmediği suçlaınalardan bir
derece kurtarmış olacağımıza inanıyordum,•
diyor.
68
Bugün Almanya' daki yeni kuşakla baba­
lan arasındaki sürtüşmenin nedeni de dünya­
nın Almanya'yı bu toptan suçlamasında yatı­
yor. Gençler babalanna «Hitler'e uymasaydı­
nız» derken bu topyekOn suçlamaya koşut bir
genelierne kolaylığına kayıyorlar. O zamanki
faktörleri pek kaale almıyorlar. Hitler'in ilk çı­
kışındaki suret·i Haktan görünen ve ulusun
haklarını bir bir geri alan, işsizliği gideren ilk
atılımlarının meşruluğuna bakıp aldanmanın
da beşeri bir yanılgı olabileceğini hesaba kat­
mıyorlar. Bir kere bu şekilde onun hinoğluhin
taktiğinin ağına karşı koymanın imkansızlığı­
nı olmasa biıle, zorluğunu takdir edemiyorlar.
Yaşamakta olan ikinci nazi şefi Hess'e g�
lince, oncağızın kitap filan yazdığı yok. Oldum
bittim esrarlı kişiliğini vurgulayan bir maz­
lum sessizlik içinde, belki yalnız Führer'inin
ve kendinin bildiği bir sırrı mezara götürece­
ği günü bekliyor. Naziliğin sona ermesının
37'nci yıldönümünde adı çokça geçen biri de
muhakkak ki, Hess oluyor. Artık hiçbir tehli­
kesi kalmamış yaşlı ve bitkin bir ihtiyan kırk
yıl hapiste çürüten kendi•leri değil de başka
bir devlet olsa idi, bu gibi durumlarda uygar­
lık şampiyonluğunu ve tolerans havariliğini
kimseye bırakmayan Batılı devletler acaba ne
reaksiyon gösterirlerdi, pek merak ediyorum.

21 Haziran 1981

69
TOPUN AGZI

İsviçreli yazar Max Frisch'in «Kundakçı­


lar)) adlı bir oyunu vardır. Kendi hallerinde
sükunet içinde yaşayan bir yaşlı karı-kocanın
bir sabah kapıları çalınır. Gelen serseri yüzlü
hapishane gömleği giymiş bir adamdır. Evin
çatı katındaki odayı kiralamak ister. İyiniyetli,
temiz yürekli kan-koca adamdan hiç işkillen­
mezler. Odayı kiralarlar. Adam oraya yerleşir.
Birkaç hafta sonra bir arkadaşı ile gelir. İzin­
leri olursa onu da odasında hanndırmak iste­
diğini söyler. Adamın sabıkalı göıiinümüne
karşın bizimkiler yine işkillenmezler. İki ha­
pishane kaçağı ahbap bir süre sonra yukarı
odaya saman, talaş, teneke teneke benzin ta­
şır olurlar. Ev sahipleri buna bir anlam vere­
mezler. Akıllarına evi yakacakları olasılığı ge­
lir gibi olur ama bizim saf ve iyiniyetli karı­
koca bu düşüncelerinden utanırlar, kafalann­
dan kovarlar. Sonunda ne mi olur? Yukarda­
ki alıhaplar samanları, talaşları yerleştirir
benzinleri onların üstüne boca eder, sonra ate­
şe verir evi yakar kül ederler.
Ütopik iyimserliğin kurbanı olan yaşlı ka­
rı-kocanın hüsranında yazar, gafil insanlığın
yazgısını yansıtmak istemiştir.
1945'te Hiroşima ve Nagasaki semalann­
da çıkan korkunç panltı aslında Berlin ve

70
Dresden'in tepesinde patiatılmak için düşü­
nülmüş, ama nihai bombanın imali geciktiği
için, olan Japonlara olmuştu. Bu bomba Av­
rupa' dan çok uzak bir yerde patladığı için se­
bep olduğu büyük hasar hele Hk yıliann delı­
şeti geçtikten sonra bir abstraksiyon (bir so­
yutlama) olarak yavaş yavaş, etkisini yitirir
gibi oldu. Yıllar yılı Sovyet füze menzilleri için­
de kaygusuzca yaşayan Almanya sanki bu bü­
yük tehlike şu son aylarda doğmuş gibi ayak­
Iandı ve geç uyananlara özgü bir telaşla birbi­
rine girdi. Sadece partiler, politikacılar de­
ğil biHm adamları, kültür adamlan, din adam­
ları , gençlik, üniversitelerde, lokallerde, tele­
vizyonda, kiliselerde, sokak gösterilerinde
Amerika'ya füze rampaları verilmesinin doğu­
racağı sakıncalan tartışıyor.
Tuhaftır, insan günlük yaşamın akışı ve
hayhuyu içinde çoğu zaman kendini tehdit
eden tehlikelerin pek bilincine varamaz. Ya
da bilinçaltında bu tehdidi sezer de, onu
unutmak ister, kendisini oyalar. Bu ((gerçek­
ten kaçış devekuşuluğu» değildir. Belki de
hayvansal bir kendini savunma itisidir. Bunu
hayvanlarda da görmez miyiz ? Hayvanlar bü­
yük bir tehlike karşısında mesela, avcılarla
kuşatılmış bir tuzağa düştükleri zaman, kö­
;;eye sıkıştırılmışlıkla, ölüm kalım savaşı ver­
me durumu ile hiç mi hiç ilgisi yok görünen
şeyler yaparlar. Bir yaprakla oynarlar, kaşı­
nırlar.
Almanya'nın atom savaşını süper-güncel
sorun olarak gündeme getirmesi Şansölye
Helmut Schmidt'in Amerika gezisinden önce

71
başladı . Kendi partisi içinde Erhardt Eppler'
in başı çektiği muhalefet bu son krizde parti
içi birliği iyice tehdit eder oldu. Öyle ki Şan­
söiye'nin istifasına ramak kaldı. Helmut
Schmidt'in Reagan'la görüşüp geldikten son­
ra Amerikan atom ve füze üslerine Almanya'
nın izin vermesinin atom savaşını önleyecek
başlıca önlem olduğunu daha kesin ve açık
bir dHie savunması bu şekilde büsbütün kızış­
tınlmış karşılıklı bir atom silahlanması yarı­
şının muhaliflerini barışçı cephe bayrağı al­
tında topladı. Amerikan Dışişleri Muavini ve
Helmut Schmidt, Amerikan üslerinin, kuvvet
dengesini sağlamak suretiyle banşı daha ger­
çekçi yoldan sağlayacağı kanısındalar. Muha­
lifler ise tek taraflı da olsa siılahsızlanmanın
ve gerginliği anlaşma yolu ile gidermenin da­
ha sağlıklı bir yol olduğu görüşündeler.
Geçen hafta Hamburg'da (( Protestan Kili­
seler Günü» kutlandı. Ama bu dini bir kutla­
ma olmaktan çok politik bir gösteri idi. (( Ba­
rış Harekatı » adı verilen kampanyaya katılan­
ların büyük kısmı gençlerdi. (( Silahlanma bizi
yok etmeden, bizim silahlanınayı yok etmemiz
gerek» sloganı ile yola çıkan yığınlar sokak­
larda gösteriler yaptılar. Bir kilisede yapıolan
açık oturumda Helmut Schmidt'ten çok mu­
halif hatipleri ve bu arada Alman Pen Kulüp
Başkanı Düşünür ve Yazar Walter Jens'in ko­
nuşmasını çılgınca alkışladılar. Helmut Sch­
midt kabinesinin Savunma Bakanına ise yu­
murta attılar. Adam bir süre konuşamadı. Po­
lisler kürsünün önünde kalkanları ile yumur­
ta yağmurunu dindirdikten sonra Bakan söz-

72
lerine kaldığı yerden devam etti. Yer yer üto­
pik bir pasifizme kaymasına karşın bu göste­
rilerin elbet bir yararı da olmuyor değil. Ya­
kın, çok yakın tehlikeyi böylece daha vurgula­
mış, kafaları bu konuda daha çok zorlamış
oluyor. Barış kampanyasını yönetenler anlaş­
ma yolunun yeğlenmesinde Amerika'yı da et­
kileyeceklerini umuyorlar, ama her yerde ol­
duğu gibi burada da Amerika'nın ilk önce
kendini düşündüğünü görenler çok.
Bu satırlan sizlere Berlin'den yazıyorum.
O Berlin ki, topun ağzı. O Berlin ki, ortasm­
dan bir duvar geçer. İki yanı iki ayn dünya
görüşünün diyarıdır. Bu duvann iki yanında
aynı geçmişten, aynı kültürden gelen, ama bu­
gün iki ayrı ideolojinin iki ayn örnek öğren­
cileri olan Almanlar şimdi bir atom savaşın­
da birbirlerine ilk saldıracak, daha doğrusu
saldırtılacak, mevzilerde bekliyorlar.
Evet bu mektubu sizlere Berlin'den yazı­
yorum sevgili dostolanm. O Berlin ki, bir sa­
vaş halinde ilk mahvolacak aday. Öyle olduğu
halde yine de herkes günlük yaşamını alıştığı
gibi sürdürüyor. Karşı da bir emekli adam bal­
konundaki çiçekleri suluyor. Aşağı kaldırım­
da bir genç kadın otomobilini yıkıyor. Ben
şimdi kütüphaneye, çalışmaya gideceğim. Tıp­
kı namlu karşısında yaprakla oynayan, kaşı­
nan hayvanlar gibi. . .

5 Temmuz 1981

73
YABANCI OLMAK

«Ben Federal Almanya'da doğdum. Anam­


babam burda çalışıyorlar. Eve bitkin ge­
liyorlar. Kimisi bana 'Sen Almansın' di­
yor. Kimisi 'Sen bir Alman Türk'üsün'
diyor. Ben aslında neyim? Okulda bü­
tün çocuklar Alman: Hans, Helga . . . On­
larla birlikte okuyoruz. Ama oyunlarına
almıyorlar beni. Yüreğimde çok sevgi
birikti. Arkadaşlarıma dağıtmak iste­
dim. Ama onlar istemiyorlar. Babam,
' İzinde Türkiye'ye gideceğiz, Türkiye
bizim yurdumuz' diyor. Düşlerimde Ay­
şe'yi, Emine'yi, Ali'yi kucaklıyorum. Bi­
rikmiş sevgimi onlara vermek istiyorum.
Ninem bizi karşıladı. Bizi kucaklamak
için kollarını açmıştı. Ben Almanya'da­
ki gibi diz büküp onun elini sıktım. Oysa
onun kırış kırış elleri hep öpülmüştü. Ni­
nemin yüzü değişti. Sevinci uçtu. Bana
Helga'nın gözleri ile baktı. Yine düşüm­
de Ayşe'yi, Emine'yi ve Ali'yi kucakla­
dım. Ama onlar bana uzaktan baktılar.
Küçülmüş gibi oldum. Bana hor bakıyor­
lardı. Dillerimiz de oyunlanmız, davra­
nışlarımız gibi birbirine yabancılaşmıştı.
Türk arkadaşlarım bana 'Alaman' diye
sesleniyorlardı. Pastarnın yansını onla-

74
ra vermeyişim Ayşe'yi çok kızdırdı. 'Yi­
yeceklerirnizi bölüşrnek bizde töred.ir.
Sen de onlar gibi bencil olmuşsun' de­
di bana. 'Sen bizim dilimizi konuşrnu­
yorsun, sen bizden değilsin'. İyi ama
ben nereliyirn? Gülümseyen bir ülke söy­
le bana. Ekmeği bölüşrneyi öğrenmek is­
tiyorum. Ağaçlardaki kuşlar, bilrnezsiniz
siz, ne dernektir her yerde bir yabancı
olmak.»
Ne olduğu hakkında çok haklı olarak şüp­
heye düşen bu küçük kızın mektubu Türkçe
bilmediği için Almanca olarak Almanya' da çı­
kan Anadil dergisine gönderilmiş ve orada
Türkçe'ye de çevrilerek Türkçe-Almanca iki
dilde yayınlanrnıştı.
Değerli sütundaşırn Mümtaz Soysal'ın da
geçenlerde burda << Kaybolmuş Kuşak» adlı
yazısı ile değindiği sorunu, sanının şu küçük
kızın içten feryadı cHtlerce kitaptan daha iyi
yansıtıyor.
Küçük Türkan'ın mektubuna ilk cevabı
veren, insanlık milliyetten de önce geldiğine
göre, bir insan oldu.
Bakınız ne diyor
Sevgili Türkan,
Ben bilirim yabanci olmak nedir. On ya­
şında Türkiye'ye geldiğimde ben de gü­
naydın demesini bile bilmeyen bir ya­
bancı idirn. Ana ve babamla senin yur­
dunda dokuz yıl kaldım. Aradan otuz
yıl geçti. Bugün Almanya'da senin yurt­
taşlannla karşılaşıp konuştuğurnda, be­
ni ilkin Türk sanırlar. Ta ki asıl adımı

75
duyana kadar. Bununla övünürüm. Ama
kendi yurttaşlarımla konuştuğum zaman
da hiç birinin aklından beni Türk san­
mak geçmez. Buna da hiç şaşmam. Türk
ve Alman dostlarımla beraber olduğum
zaman iki taraf da bana 'sen bizdensin'
derler. Buna ise hepsinden çok sevini­
rim. Türkiye'yi ziyaretimde eski bir Türk
arkadaşımın yaşlı anası ile karşı,laşınca el­
bette eğilir elini öperim. Ama Almanya'da
kendi yaşlı teyzemin elini sıkar ve hafif­
çe eğilirim. Onun elini öpüp başıma koy­
mak aklımdan geçmez. Türkiye' deki ar­
kadaşların sana Alman diyorlarsa bu­
dalalık ediyorlar. Tıpkı Türk'sün diye
seninle oynamak istemeyen Alman ço­
cukları gibi. Ama kabahat ne Türk ne
de Alman çocuklarında.
Büyükler sizleri öyle koşullandırmış­
lar, büyükler her yerde birbirlerine
benzerler. Ne yazık ki, çocuklar büyük
olunca onlar da kendi çocuklarını bu
minval üzere eğitirler. Bu böyle ulama
gider. Ama sen kendi çoculclarını baş­
ka türlü eğiteceksin. Çünkü azınlık ol­
manın, oranın yeriisi olmaktan daha az
değerli olmadığını iyi biliyorsun.
Senin ve öbür Türk çocuklarının da
böyle düşüneceğinizi umarım. Buna eri­
şebilmek için ben vaktiyle nasıl iyi Türk­
çe öğrendimse, sen de şimdi elinde fır­
sat varken, iyi Almanca öğrenmeye bak.
Ama öte yandan, kendi anadilini asla
unutma. Sade unutmamak değil, onu

76
çok ilerlet. Güç olmasına karşın bu ola­
nağın da var. İ ki dili öyle bir öğren
ki, ayırt edemesinler Türk müsün, Al­
man mı? İşte o zaman ne ve kim oldu­
ğunun bilincine varacaksın. Türk oldu­
ğunu ve sınırlar ötesinde de olsa, ulu­
sunu kültürü ile birlikte saymasını öğ­
reneceksin.
İki kültür arasında yüzen bir balık
olduğunu anlayacaksın. Yalnız iki dili öğ­
renmekte yetinme. Bu araçtan yararlanıp
Türkiye'nin ve Almanya'nın tarihini, ede­
biyatını da öğren. O zaman insaniann
birbirlerini hor görmekle ne budalalık et­
tiklerini de daha iyi anlayacak, bunlan
bilince gülümseyip kolay kolay kınlıp go­
cunmayacak, artık sadece gülümseyip ge­
çeceksin. Gözlerinden öperim.
Bu satırların sahibini belki merak et­
mişsinizdir. Bir Türk çocuğuna bu mektu­
bu çok sevdiği ve bir Türk kadar iyi kul­
landığı Türkçe ile değil de, Almanca olarak
yazarken gönlünün sızladığını çok iyi tahmin
ettiğim Cornelius Bischoff yazmış. İçten yaz­
mış. Duyarak yazmış. Hamburg'da oturan ve
Türkiye ile Türklerle ilişkin her güncel konu­
da gönüllü bir avukatımız gibi sorunlan ya­
kından ilgi ile izleyen, Türklere yapılan en kü­
çük haksızlıklarda , eşitsizliklerde hemen mü­
dahale eden, mahalli makamlara,, senatörlere,
hatta bakanlara doğrudan doğruya uyan mek­
tupları yazan hakiki bir Türk dostu, hakiki
insan Comelius Bischoff . . .
İçindeki birikmiş sıcak insan sevgisini·

77
nereye, kime vereceğini bilemeyen küçük Tür­
kan'a şimdi benim de bir sözüm olacak: Sen
Türksün çocuğum. Adm Türkan olduğu için
değil. Dilini konuşamasan da, her şeyden ön­
ce bu insanca duyarlılığın ve insan sevgisi do­
lu yüreğin ulusunu belli ediyor. Bak Türkan,
senin yurdunda dokuz yıl kalan bir Alman
dost seninle böyle -senin kendi yurttaş•ların­
dan bile yakın- bir özdeşleşmeye girebiliyor­
sa, emin ol bunda -onun kişisel insanlık
meziyetlerine ek olarak- bizlerle uzun boylu
övür olmuş olmasının da etkisi büyük. Alınan­
ya'da muhakkak ki özenilecek çok şeyler var.
Ama bu gı.Jlıgışsız dostluğu, bu sıcak insan
sevgisini sen yine öz cevherinde, kalıtımında,
dilini bile bilmediğin kendi ülkenin kaynağın­
da bulacaksın.
Bu açık mektubumu okusan da anlayama­
yacağın için sana sadeleştirip, Almanca'ya çe­
virip yollayacağım. Seni bu ha•le sokanlar utan­
sın.

12 Temmuz 1981

78
Sİ ViS PACEM

Si vis pacem, para bellum . . . Latince'yle


ilk tanışıklığım babamın metriı.katı arasında
bulduğum bir sarı defterdeki bu özdeyişle baş­
lar. Rahmetli bu deftere ihtisas alanı olan
devletlerarası hukuka ilişkin her dildeki de­
yimleri, vecizeleri, tarihi sözıleri, Batılı devlet
adamlarının ve tarihçilerin dillerine pelesenk
ettikleri ve yerine göre kullanılınca her şeyi
daha iyi bir yansıtan seçme sözleri toplamış,
yanlarına açıklama ve yorumlarını eklemişti.
« Barış istiyorsan savaşa hazır ol» mealindeki
bu sözün aslının on dördüncü yüzyı·lda ya­
şamış Wegetius'un «Oui desiderat pacem
praeparet bellum» cümlesinden- kaynaklandı­
ğını, özdeyişin aslının bu olduğunu ve zaman­
la yukarıdaki kısa şekle dönüştüğünü yine ora­
dan öğrenmiştim.
Yazar olmadan önce, baba mesleğine ni­
yetlendiğim sıralarda, Heidelberg'de siyasi ve
iktisadi bilimler okurken, Latince o dönemde­
ki Alman üniversitelerinde zorunlu ders oldu­
ğu için, bu özdeyişle sık sık karşılaştım. Öy­
le sanıyorum ki, tarih ve siyaset alanında bun­
dan çok tekrarlanan bir özdeyiş bulmak im­
kansızdır. Ağızlarda bu kadar sakız olmasına
karşın meali ile uygulanması arasında bu ka­
dar büyük çelişki yaratan başka bir özdeyişe

79
rastlamak da o derece güçtür. Bu söz kaç de­
fa söylendi ise,· bir ona yakın defa da fiiliyat­
ta yalanlanmıştır. Barışı korumak bahanesi
ile dişine kadar silahianan devletler, sonunda
toplarını daha kolay ateşler olmuşlardır.
Federal Almanya'ya daha çok sayıda Ame­
rikan atom füzelerinin yerleştirilmesini öngö­
ren ikili anlaşma, silahianma dengesini sağla­
yıp savaşı önleme amacı ile yapılmakla birlik­
te, sonu kestirilemeyecek yeni bir zıtlaşma­
nın kaynağı olacak mı, olmayacak mı ? Haz­
reti Shakespeare'in dediği gibi: İşte sorun bu­
rada. Çünkü bu seferki savaş insan çılgınlığı­
nın son kertesi ve dünyanın belki de sonu ola­
cak. Olmak ya da olmamak.. . Kalmak ya da
yeryüzü kabuğunun üstünden tüm insaniann
topyekun silinip süpürülmesi, bir delişmcn
kararın incecik teline bağlı...
1945 haziranında Potsdam'da toplanan
anti - Hileryan cephenin liderleri masa başına
yeni oturmuşken, Mister Harry Trumann'a
yurdundan bir telgraf getirdiler. Telgraf üç
kelimelikti: «Baby satısfactory born (=Bebek
sağlıklı doğdu) ». Sözü geçen bebek, insan ku­
şağının en korkunç ucubesi olan atom bom­
basının tamamlandığını muştuluyordu. O an­
da Amerika'nın eline yeryüzü yuvarlağını oyun­
cak gibi oynatacak yaman bir silah geçmiş
oluyordu. Amerika bu eşsiz gücü hemen kul­
lanınaya kalkınad.ı. Politikasını başka yollarla
yürütmeyi denedi. Hiç kimse son dakikaya ka­
dar Amerika'nın dişlerini Hiroşima ve Nagasa­
ki şehirleri üzerinde gösterec�ini aklına da­
hi getinniyordu. Ama kabak bu zavallı insan-

80
lann başında patlayacaktı. Albay Eathely'nin
B - 29 uçağı, yedi kişilik mürettebatı ile sessiz
gecenin içinde Hiroşima'ya doğru yol alıyor­
du. Şehrin üstüne geldiğinde 9500 metreden
cehennem yaratacak yükünü boşalttı. Bomba­
nın düşüşü kırk iki saniye sürdü. Şehrin 600
metre üstünde bomba patladı. Gökyüzünde o
korkunç mantar yükselirken altta Hiroşima
diye bir şey kalmamıştı. Kuru istatistik sayı­
lar felaketin dehşetini ve büyüklüğünü yansıt­
maktan aciz kalır. 245.000 Hiroşimalıdan
I OO.OOO'e yakını o anda öldü. Sağ kalabilenle­
rin çoğu yüksek ısının ve radyasyonun etkisiy­
le aylar sonra hastalandılar, acılar içinde öl­
düler. Binalann üçte ikisi yok oldu. Kavrulan
deriler, yanaklara akan gözler, iltihaptan bir
kaşık su içemeyecek kadar şişmiş ağızlar yan­
sıtıyordu resimler . . .
Bütün bu cehennemİ 1 5 kilo/ton bir bom­
ba yaratmaya yetmişti. Bugünün atom bom�
baları yanında bu ilk bomba mini bomba sa­
yılabilir. Uzmaniann dediğine göre bu Hk bom­
ba bugünün 100 megatonluk dev bombalannın
altı binde biri gücünde idi. Hiroşima ve Naga­
saki'yi mahvetmeye iki bombacık yetmişti. Bu­
gün büyük devletlerin -sade büyük devletlerin
de değil bazı küçük devletlerin bile- elinde
bunlardan on binlereesi var. Bir savaş halin­
de bu sefer tek taraflı değil, iki üç taraflı bom­
ba ve füze yağdırıılacak. Böyle bir afetin so­
nucunu insan muhayyilesi tasvirden aciz ka­
lır. Milyonluk şehirler bir anda yıkıntı haline
dönüşecek, orada oturaniann yansı hemen,
yansı da büyük acılarla bir süre sonra yok

81
olacaklar. Sanayi merkezlerinin, yolların, de­
poların malıvolması ile doğacak açlık, panik
Te kanşıklık da caba. Patlama merkezlerinin
30 km çevresinde, evlerde, benzin ve diğer ya­
kıt istasyonlannda çıkacak yangınlar, dehşeti
daha da şeddeleyecek. 30 kın'lik çevre içinde
bu dumana bakanın gözleri görmez olacak.
Öbür savaşlarda iyi kötü korunan sivil halkı
atom savaşından kurtarmaya kalkmak da an­
lamsızlaşacak.
Yirmi megatonluk bir bombanın düştüğü
yere altmış metrelik bir çukur açtığı gözönün­
de tutulursa ha sığınağa kaçmışsınız, ha başı­
nıza şemsiye açmışsınız. Bu seferki kapışma
asker sivil dinlemeyecek. İnsanları acımasız
kırıp geçirecek.
İşin tuhafı kazananla kaybedeni bile bel­
li olmayacak bu yeni savaşın. Nasıl olsun ki,
bu kadar radyoaktif silalım allak bullak etti­
ği atmosferde canlılar ve bitkiler barınamaz
olacaklar. Sağ kalabilenler kan afetlerine tu­
tulaca]dar. Bunu falcılar değil radyasyon uz­
manı doktorlar söylüyorlar. İnsanlan umul­
maz dertlerden kurtarmak isteyen doktorların
eli böğründe kalacak. Kaldı ki onlar da bu
afetlerden kurtulamayacak .
Güneşli güzel pazar sabahı sizlere bu feci
tabioyu neden mi çizdim ? İnsanlık zaman za­
man kendini yoklayan bir cinnet devrinin yi­
ne arifesinde de ondan. Şu sırada özellikle Or­
ta Avrupa'da beliren gerilimin göbeğinde ol­
mak bunu daha iyi duymaya yetiyor.
Si vis pacem, para bellum. . . Para bellum
para bellum ama, işin dozu bir kaçtı mı o pa-

82
ra bellurnun insanlara ne ettiği de ortada. Bu
seferki her seferkine de benzemeyecek. Büyük
devletlerin akıllarını başlarına devşirmesi, ma­
sa başına geçip karşılıklı anlaşma ve silahsız­
lanma yolu ile bir çözüme varmaları son
umut. Aksi halde yaşayacağımız güneşli pazar­
lar sayılıdır.
Güneşten geçtik buluta da razıyız. Tek o
meşum mantar bulut olmasın. İnsan kendi
canına kıyabilir. Bazen başkasının canına da
kıyabilir. Ama topyekfın tüm insanlığın canı­
na, hele gelecek kuşaklann canına kıymaya
kimsenin hakkı yoktur.

20 Temmuz 1981

83
BİR LAHZA - YI TAAHHÜR

20 Temmuz 1944 gunu Hitler'in Dolu


Prnsya'daki karargahında patlayan saatli bom­
ba, sonucu belli olmaya başlayan savaşın de­
ğilse bile, Almanya'nın yazgısını biraz olsun
değiştirebilirdi. Olmadı. Tevfik Fikret'in Ab­
dülhamid'e yapılan bir suikastin başansızlığı­
na hayıflanan meşhur şiirine koyduğu ad gibi
«Bir Lahza-yı Taahhür (= bir gecikme anı) »
Hitler'i de ölümden kılpayı kurtardı. Hazret
oldum bittim kendi kerametine inanmış oldu­
Au için talibin bu lutfuna da ayn bir anlam
verdi. Tan.nnın sevgili kulu oldulunun ve yer­
yüzüne Alman ırkının üstünlüğünü belgeleme­
ye geldiğinin bundan inandıncı kanıtı olama­
yacağını iddia etti. Öte yandan da bu tertiple
ilişkili gördüğü beş bine yakın kişiyi ölüme
mahkum etti. Kararların bir kısmı aynı gün
infaz edildi. Cesetlerin hangi çukura atıldığı­
nı kimse bilmedi.
Alman radyo ve televizyonları eski Alman
yöneticilerin tarihi hatalarını her yıldönü­
münde ve yıldönümleri dışında da her çıkan
fırsatta vurgulamaya özen gösteriyorlar. Bunu
programlarının ana temalanndan biri yap­
mışlar. İyi de ediyorlar. Kusurunu kabul et­
mek, kendini düzeltmenin ilk aşamasıdır. Ve
hele hiçbir suçları olmayan yeni kuşakları

84
haksız şaibelerden, suçlamalardan kurtarma­
nın, eski kuşakla yeni kuşak arasında daha an­
layışlı bir gerçekçi köpıii kurulmasını sağla­
manın en mantıklı yoludur. Geçende de Ya­
hudi soykırım yüzkarasının yıldönümü vardı.
Olay olanca açıklığı ile bir daha dünyanın gö­
zü önüne serildi. Tahlili, tartışması yapıldı.
Enine boyuna yeni baştan ve bilinçli yönden
ayıplandı.
Biz gelelim yine 20 Temmuz olayının kur-·
banlarına. Alman televizyonu o gece Hitler'in
gazabına uğrayan suikastçiterin çocuklarını
ekrana getirip konuşturdu. Bugün SO'li yaş­
larını süren o günün talihsiz yetimleri, o za­
manki izienimlerini ve daha sonraki anılarını
dile getirdiler. Bunlardan Alfred Hochacker'in
söyledikleri oldukça ilginçti:
«Babalarımızın nasıl ve neden öldü­
riiidüğünü analarımız bize anlatmadılar.
Sadece 'öldü' dediler. Savaş içinde idik.
Ölüm olağan ve güncel bir olaydı. Ama
bizleri SS'ler gelip evimizden, anamız­
dan ayırdılar. Toplu olarak uzakta bir
yerde bir çocuk kampına götürdüler. So­
yadımızı unutmamız emredildi. Yalnız
küçük adımızla anılacaktık. Daha sonra
rastgele herkese yeni adlar verdiler. Sc­
hulze ya da Milller gibi. .. Bir süre orada
kaldık. Meğer o sıralarda birer suç tohu­
mu sayıldığımızdan bizim de babalarımız
gibi topyekfuı yok edilmemiz düşünülü­
yormuş. SS şefi Himmler'e kalsa, vatan
haini saydığı babalarımız gibi bizim de
köküroüze kibritsuyu dökecekmiş. Ama

85
bu planı öğrenen Hitler, önlemiş. Baba­
lanınıza verilen cezalann bize de uzatıl­
masını fazla bulup ikinci kuşağın haya­
tını bağışlamış. Zaferden sonra, SS aile­
lerinin yanında (rejimin istediği yolda)
eğitilmemiz bile tasarlanmış. Günün bi­
rinde kampın yöneticileri yok oldular.
İki gün sonra da Amerikan askerleri bu­
lunduğumuz kasahaya girdiler. Kampın
başına başka Almanlar geçti. Hiç unut­
rnam kasabanın yeni Alman kaymakamı
bizi topladı. Bize o zaman pek acayip ge­
len hamasi, heyecanlı bir nutuk attı. Ba­
balarımızın birer kahraman olduğunu,
onlarla övünmemiz gerektiğini anlattı.
Bugün için bir günün içinde her şey na­
sıl değişivennişti. »
Bu kahraman yetimlerinden biri de ülke­
mizin çok iyi tanıdığı Feldmareşal von Molt­
ke'nin tonınu. Onun babası, hep devlete sadık
generaller yetiştiren bu Prusyalı aile içinde
pek asi eşantiyonu oluşturuyor. Konrad von
Moltke:
«Aileye sığınmış olan bu sadakat his­
si, Prusya ananesinden gelir» diyor. «Ama
koyu bir Hıristiyan olan babam, bu kök­
lü ananeye meydan okuyan bir nefs mu­
hasebesi sonunda Hitler'in yönetimine
başkaldınşın Alman ulusuna sadakat ol­
duğunu anlamıştı. Ayncalığı oradan ge­
liyordu. Nitekim tarih de onu doğruladı»
diyor.
«Analarımız ömürleri boyunca bir da­
ha �lenmedilcr. Babalarımızın anısı-

86
na sadık yaşadılar. Biz de babasızlık duy­
madık. Babalarımızın, sanki ölmemiş gi­
bi varlıklarını, her gün yoğun olarak his­
settik. Analarımız onlarla beraberlikleri­
ni öylesine yoğun bir şekilde sürdürüyor­
lardı. Sağ olan ve konuşan babaların ko­
nuştuklarına baktıkça, bizimkilerin ar­
tık konuşmaz oluşlarından daha çok övü­
nüyorduk.»
Bir başka kahraman yetimin sözleri de
çok ilgimi çekti. Röportajcının, «Babanızın
cebinde İspanya'ya bir uçak bileti bulunmuş­
tu. Böyle bir olanağı varken neden bunu kul­
lanmadı ?» sorusuna oğlu şöyle cevap verdi
« Elbet kullanabilir ve hayatını kurtarırdı. Ama
o zaman kendi kendine ve idealine ihanet et­
miş olurdu. Bile bile ölümü üstlenmese, be­
nim de gözümden düşerdi. İnsan bir ideale
gerçekten inanmışsa, rizikosunu üstlenmeye
hazır olmalı inancında idi. Bunun için bileti­
ni kullanmadı.» Röportajcının, «Peki ama ka­
rısı ve siz çocukları vardı. Onları düşünmek
de babalık borcu değil miydi?» sorusuna oğlu,
babaimm bir cümlesi ile cevap verdi:
«Bu işe ilk karıştığı zaman bir yakın dos­
tu işin rizikosunu hatırlatıp, 'karını ve çocu­
ğunu düşün' diyecek olmuş ve şu cevabı al­
mış: Anayurdum bu dururnda iken şimdi ka­
n - kızan, çoluk çocuk düşünmenin alemi var
mı?» Eşiere ve çocuklara boyrat gelebilecek
böyle bir cevapta bir gerçek yatıyor: « Viran
.olası hanede evlad ü ayal» düşünüldükte dün­
yayı değiştiren hamtelerin kaçta kaçı yapıla­
bilirdi.

81
Bir zamanlar vatan haini bellenen bu Hit­
ler düşmanlan şimdi vatan kahramanı sayılı­
yorlar. Bir vakitler onlan lanetlernede bir olan
kalabalık içinde şimdi onlann ölüm yıldönü­
münde nutuklar atanlar var. İnsan ister is­
temez küçük Alfred Hochacker gibi bunu ya­
dırgamaktan kendini alamıyor.
Ama bunu hiç yadırgamayanlar da yok
de�il. En başta aksakallı, gün görmüş tarih
baba geliyor. Onun kalender gülümsemesini
sanki görür gibiyim.

27 Temmuz ı 98 ı

BB
DÜZEY VE YÜZEY

Amerikalı sanatsever bir milyoner Paris'


te bir antikacıdan bir milyon franga Remb­
rand'ın bir tablosunu satın almış. Ne var ki
klasik tablolann Fransa'dan çıkanlması birta­
kım çetin formalitelere ve fahiş gümrük ver­
gisine tabi . . . Bizim milyoneri kara bir düşün­
cedir almış. Bir ahbabı klasik eser kaçakçılı­
ğının çaresini bulduğunu söyleyip onu Mont­
matter'li genç bir ressarola tanıştırmış. Res­
sam hemen orada ayaküstü Rembrand'ın kla­
sik tablosu üzerine mavi bir boya tabakası
çekmiş. Bu fon üzerine modern ve soyut bir
resim yapıp imzasını ve günün tarihini atmış.
Milyonere şişe içinde bir sıvı vermiş, « Yurdu­
nuza döndükte bir pamuğu buna batınp res­
mimi silin, altından Rembrand'ın tablosu çı­
karı> demiş. Milyoner bu usulle tabioyu güm­
rükten kolayca geçirmiş. Evine gelince pamu­
ğu i•laçlı sıvıya bulayıp silmeye başlamış. İlaç­
lı su genç ressamın tablosunu silmiş. En alt­
tan Kennedy'nin bir portresi çıkmış.
Bu fıkra turist safdilliğinden çok klasik
tablo taklitçiliğinin uzman antikacılan bile
'Kandıracak üst düzeyde ustalığına kanıt ola­
rak da anlatılabilir. Avrupa mahkemelerinde
foyası ancak çok ince eksper araştınnalann­
dan sonra çıkan bu sahtekirlan mahkUm

89
eden jüriler birer resim dehası olan bu tak­
litçilere için için takdir duymaktan kendilerini
alamazlar. Kalpazanlığın daniskası da yine
yüksek bir sanat yeteneğiyle sahtekarlığı ev­
lendiren Avrupalı ellerden çıkar. Onların ya­
rattığı sahte banknotları ancak kompüterler
aniayabiliyor.
En matematik, en dört başı marnur cina­
yetierin ve soygunların yine Avrupa kökenli
beyinler tarafından tasarlanışı, tezgahlanışı
da bir rastlantı değildir.
Rahmetli dostum Vala Nurettin dedektif
romanının uygarlığın ve endüstriyel gelişme­
nin zorunlu bir edebi türü olduğunu iddia
ederdi. Bu tür romanın esprit de geometri'ye
dayandığını ve ancak bu şekilde işleyen kafa­
ların bir zihin idrnam olduğunu, bundan ötü­
rü de bizde kolay kolay dedektif romanı yazı­
lamayacağını söylerken hiç de haksız değildi.
Conan Doyle, Maurice Leblanc, Gaston Lerö­
ux, Agatha Christie, George Simenan ve bu
türün şu anda aklıma gelmeyen öbür ustalan
gelişmiş Avrupa sanayi ülkelerinin ve düzenin
ürünü yazarlar değil midirler?
Londra'da, Berlin'de, Paris'te ve dünyanın
büyük metropollerinde sanatlarını kaldırım­
da icra eden virtüozlara rastlarsınız. lşt; şur­
da sehpalarını bir duvar kenarına kurup size
Mozart'ın bir yaylı sazlar kuartetini çalan yok­
sul ama onurlu dört genç müzisyen. İşte beri­
de bir bira karşılığı beş bin liraya yaptırama­
yacağınız portrenizi şıpın işi on beş dakikada
ve duvara asacağıniZ kalitede çiziveren bir ka­
rakalem üstadı. İşte köpek sidiği kokan kal-

90
dırıma uzanmış, büyük bir konsantrasyon için­
de elindeki kırık tebeşir parçalan ile yere ne­
fis peyzaj ya da natünnort resmi yapan her­
duşlar ki her birinin çizgi hakimiyetine, renk
uyumuna, kompozisyon yeteneğine sade sizin
değil, görse Sabri Berker'in bile şaşası, beğe­
nesi gelir. İşte yarım saat içinde, sıkıştırılmış
kardan önünüze atlı bir heykel çıkanveren
bir kılıksız heykeltıraş ki bizim Kenan Yontuç
görsc iki yanağından öper, güneş çıkıp da bu
kardan şaheseri eritmesin diye dua eder.
Bütün bu gariban sokak satıcılarının siz­
den bekledikleri de atla deve değildir. Ters açı­
lıp yere bırakılmış kasketin içine ne atarsa­
nız kabulleri . Hiçbir şey atmayıp gözünüzle al­
kışlasanız bile olur. O da manevi bir sadaka­
dır.
Bu kaliteli kaldırım konser ve sergilerinin
sizi büyük şehrin trafik uğultusundan ve hoy­
rat telaşından alıp bir anda bambaşka iklim­
Iere götüıiiş gücüne bakarak onlan yaratan­
Iann o gün şaka olsun diye herduş kılığına gir­
miş ünlü profesyoneller olabileceği şüphesine
bile kapılabilirsiniz.
Erhan Önal ve İlyas Tüfekçi bugün Avru­
pa futbolunda birer isim olma yolunda iseler
bunu Doğu'nun <<böyle de olurcu» rahatlığına
değil, ister istemez ayak uydunnak zorunlulu­
ğunda olduklan Avrupa futbolunun teknik ve
fizik kondisyon disiplinine borçlular. Sorbon­
ne Üniversitesi eskiden Batıh öğrencilerin se­
viyesını tutturamayan Ortadoğulu ogrenci­
lere «bon pour l'orient» dereceli bir diploma
verirdi. Batı ortamında hiçbir geçerliği olma-

91
yan bu diploma, pek ince eleyip sık dokuma­
yan Ortadoğu için yeter de artar sayılırdı.
Çağımız artık kendini kandırış çağı değil. ·
Köklü bir birikime dayanan her şey ister
istemez belli bir yüzeyin üstünde kalıyor. Bu­
radan aşağı düşüş eğilimleri derhal kamunun
tepkisi ile karşılaşıyor. Bu birikimin politika­
cısı da ortamın ortalama seviyesinin altına
düşmemeye kendini zorunlu sayıyor. Avrupalı­
nın sağcısının da solcusunun da kat kat daha
kültürlü kapsamlı ve çok yanlı oluşu tesadüf
değil. Din adamlarının pazar vaazlarını ya da
atom savaşı üzerine açık oturum konuşmala­
rını dinlediğiniz zaman, konuşanın felsefi ol­
gunluğunun ve bilimsel muhakemeye saygısı­
nın dogmacılıktan ne kadar uzak olduğunu gö­
rüyorsunuz.
Uygarlığın baş alametlerinden biri de ga­
liba her alanı içine alan bu düzey . . . Büyük
zengin bir kültür birikiminin ve gerçekçi bi­
limsel disiplinin zorunluğu olan bir düzey. Bu
olmayınca sanat da, ideoloji de, demokrasi de,
politika da, yüzeyde bir kuruntudan, taklitçi
zavallı bir gösterişten öteye gidemiyor.

10 Ajustos 1981

92
SAHİPSİZ İKİ MİLYON İNSANIMIZ . . .

Gün geçmiyor ki, bir günlük gazetede, Al­


manya'daki işçilerimizi konu edinen bir dizi
çıkmasın. Bu yaklaşımların çoğu kısa bir süre
Almanya'ya giden bir gazetecinin oradaki iş­
çilerimizden duyup öğrendiklerini biraz renk­
lendirip yazması ve bundan kendine göre alı­
karn çıkarması şeklinde oluyor. Bu yüzeyde
yaklaşımlar sorunun kökenierine pek inemi­
yor. Ama somut bazı sürtüşmeleri dile getir­
mesi bakımından yine de yararsız olmuyor.
Alman sanayiinde açılan işçi gediğinin
neden o.l duğu yabancı işçi akını, köyünden bü­
yük şehre dahi çıkmamış yurttaşlanmızı bir­
denbire hiç hazırlıksız olarak Batı'nın en ge­
lişmiş sanayi sisteminin ve kesitinin içine atın­
ca birtakım sürtüşmeler beklenınesi zorunlu
idi. İkinci Dünya Savaşı hezimetinin dibinden
on yıl içinde «Alman İktisadi Mucizesi» denen
konforun zirvesine fırlamanın şımarıklığı ile
-tabii hepsi değil ama- bazı Alman çevreler
ille birilerini hor görme huylanna dönecekler­
di. Müttefikler önündeki ezikliklerini denge­
lemek için onlar da birilerine tepeden baka­
caldardı. Kabak yabancı işçilerin, bunlar için­
de de en çok Türk işçilerin başına patladı.
Din ayrılığı, töre ayrılığı ve hiç alışık ol­
madıkları bu sanayi toplumunun dilini düze-

93
nini bilmernekten gelen şaşkınlık, işçilerimizi
ilkin hayli üzdü. Ama tarihin her döneminde
kendi başına bırakılmışlığın alışkanlığı ile her
güçlük karşısında yine kendi çözüm yollarını
kendileri arayıp buldular. Verilen işi hiç kü­
çümsemeden gereği gibi yaptılar. Kadın er­
kek öbür işçilerden üstün olan el yatkınlıklan
ve ödev duygusu ile herkesten iyi yaptılar. Alın
terleri ile hakettikleri markları aldılar. Kendi­
lerini küçümseyen, hoıılayan Alman'a aldır­
madılar.

İki kesimin birbirini harcayan esprileri


ağızlardadır. Alman dergilerinden birinde çı­
kan şu fıkraya bakın: Bir doğum kliniğinde
biri Alman, biri Yahudi, öbüıii Türk üç müs­
takbel baba sabırsızlıkla beklemektedirler.
Kapı açılır, hemşire girer, « Üçünüzün de birer
oğlu oldu beyler » der, «Ne var ki bir yanlışlık
eseri olarak bebekleri karıştırdık . » Alman,
«Bir dakika» der, «Ben şimdi kim kimin ço­
cuğu, bulurum. » İçeri gider, iki dakika sonra
sevinçle döner. «Buldum» der. «Nasıl bul­
dun ?» diye sorarlar. « Heil Hitler, dedim, be­
beklerden biri sağ elini kaldırdı. Oğlumu tanı­
dım. Ben Heil Hitler deyince bebeklerden biri
hemen yeri pisletti. O da Yahudininki idi. Bak­
tım, üçüncü bebek hemen yerleri temizliyor.
O da seninki olacak Türk arkadaş ! » der.

İlk bakışta acı gelen bu espri, Türk işçi­


lerini hiç mi hiç ırgalamıyor. « İşin aşağılığı,
yukarılığı olur mu? Bütün mesele yaptığı işi
iyi yapmak. Temizlik işçiliği de maden işçili­
ği kadar saygındır» deyip geçiyorlar. Yazgıla-

94
nna küfretmeden, kendilerine acımaya kalk­
madan. İyi de ediyorlar.
Şimdi bir de kendini acımasız disiplinli,
kuru, insan sıcaklığından yoksun Alman en­
düstri aleminin ortasında bulan bizim Ana­
dolulu işçimizin Nasreddin Hoca kokan şu ne­
fis esprisine bakın:
« - Mehmed, Berlin'i nasıl buldun ?

- Gozel şehir gozel şehir de. . . Almanı


çok . »
Bu şaka düellosu sanılmasın k i iki kesi­
min karşıtlığını yansıtıyor. Anlaştıkları çok
yanlan da var. Ayrıca Türk işçi düşmanlığı
çok yüzeyde kültürlü halk arasında, bir de fa­
natik çevrelerin dışında sanıldığı kadar yay­
gın değil. Bir vakitler « Juden Raus ( = Yahu­
diler dışarı) » demeye alışmış bağnaz ırkçılar,
şimdi o sloganı « Türken Raus» şekline dönüş­
türmek istiyorlar. Sokaktaki adamın ve kadı­
nın Türk alerjisi ise Türk işçilerin ilk zaman­
lar çevreye uyuşmada gösterdiği güçlükten
kökleniyor. Ezikliklerini sert tepkilerle dışa
vuran delikanlılanmız, o ilk dönemde işveren­
leri de, evsahiplerini de, polisi de hayli yor­
muşlar. Başta Şansölye Helmut Schmidt ol­
mak üzere tüm SPD partisi ve diğer kesimle­
rin de, sözde değil gerçek demokrat ve insan­
cıl yöneticileri, basının büyük bir kısmı Türk
işçilerin Alman sanayiine yaptığı büyük kat­
kının pekala farkmdalar. Onun haklarını ko­
ruyor, eşdeğer görmesi için çaba sarfetmek­
ten geri kalmıyorlar. Bu işçiler bir gün çekip
giderse yerlerine koyacak adam bulamayacak­
larını çok iyi biliyorlar.

95
Almanya'daki Türk işçilerinin sorunlan
ne yazık ki bugüne değin iktidara geçen parti­
lerimiz tarafından köklü ve bilinçli bir şekilde
ele alınmadı. Bu iş başlarken -yani yirmi yıl
önce- bu proje enine boyuna bir satranç
oyuncusu gibi ileriki bütün olasılıklan hesaba
katılarak hazırlansa idi, bugün iki milyon in­
sanımızı ve dolayısıyla miHet olarak hepimi­
zi üzen durumlar ortaya gelmezdi. Partileri­
miz, çoğu konuda olduğu gibi, bu konuda da
sürekli ve esaslı çözümler aramaktan çok, ora­
daki işçilerimizi kendi partilerine kazanmaya
çaba saıfettiler. Onları iyice politize edip ayır­
dılar, birbirlerine düşman hale soktular. Asıl
sorunlannı görmezden geldiler. «Almanyalı
Türk işçisi» denince ilk akla gelen çağrışım,
yurda getirdiği döviz ve bir de hacıağaca övün­
düğü Mercedes'i oldu.
Oysa bu sorumsuz ve tasasız yaklaşım bi­
ze çok pahalıya mal oldu ve oluyor.
Berlin Senatosu Kültür Dairesi'nde çalı­
şan dostum Bülent Talay anlatıyordu: Geçen­
de yabancı işçiler arasmda yapılan bir istatis­
tikte « Yurdunuza dönmek ister misiniz?» so­
rusuna İtalyan, Yunan, Yugoslav işçilerin yüz­
de otuzu ya da kırkı evet cevabı verirken, en
çok aşağılanan Türk işçilerinin yüzde yetmiş
sekizi bu soruyu «hayır» diye cevaplamış. Bi­
zim sahip çıkmadığımız, sorunlannı benimse­
mediğimiz, Almanlann da her zaman eşdeğer
insan muamelesi yapmadığı Türk işçileri, bu­
güne değin kendilerini hep iki ortada, hep iki
cami arasmda bi-namaz hissettiler. Zemin
ayaklarının altında kayıyor. İş mukaveleleri-

96
nin yenilenmemesi korkusu Demokles'in kılı­
cı gibi tepelerinde duruyor. Yarınları güvene
almmamış . Yurda dönseler durumlan parlak
olmayacak. Bu durumda kendi göbeklerini
kendileri kesrnek zorunda kalıyorlar.
Yurt dışında iki milyon işçimizin ve aile­
sinin sorunlanm üstünkörü değil, bilinçli ve
esaslı olarak benimseyip sağlam ve sürekli bir
çözüme götürmek, öyle umuyoruz ki, yeni yö­
netimin ve Kurucu Meclis'in omuzlarına dü­
şüyor.
Sayın Devlet Başkanı'mızın son konuş­
ması yurt dışındaki işçilerimizle ilgili sorun­
Iann esaslı çözümlere vardınlması için çalış­
malar yapıldığı haberini de içeriyordu. Bu
umutların kısa sürede somut olarak gerçek­
leşmesini bekliyoruz.
Gelecek yazılarımızın birini içler acısı bir
başka trajediye, işçilerimizin Türklükten ko­
pan çocukları konusuna hasretmek istiyoruz.

20 Eylül ı 98 ı

97
ÜÇ YANDAN HORGÖRÜ

Almanların bir kısmı hem de büyük bir


kısmı Türk işçisini kendinden başka dinin, baş­
ka toplum törelerinin, başka yaşam koşullan­
nın ahşkanhğı içinde yadı;rgadığı için eşdeğer
muamelede bulunmuyor.
Yurttaki Türklerin bir kısmı, hem de bü­
yük bir kısmı, Almanya'ya göç etmiş Türk İş­
çisini mark istifleyip köşeyi dönmek uğruna
türlü ödünlere katianan bir çıkarcı saydığı için
hor görüyor.
Bu kadarla kalsa yine iyi. Almanya'daki
Türk işçisini bir başka hor gören daha var ki,
o da çocukları. Onlar sayesinde Almanya'da
doğan, Almanya'da büyüyen, Alman okuHanna
giden, Almanca'yı Alman kadar iyi konuşan öz­
beöz kendi çocukları.
Bu çeşitli horgörüleri yoketmek için kö­
kenlerine inmek gerek. Almanların tutumwıu
anlamak için Alman tarihini, onların toplum­
sal gelişmesini, kültürel birikimini, geçtikleri
rej imleri, bugünkü yaşam şekillerini, iktisadi
ve endüstriyel disiplin anlayışlarını bilmek ge­
rek. İşçimiz, hatta aydınımız, Alman denince
ona, sokaktaki adamın ilk aklına gelen çağn­
şımlan yoruyor. « Ne olacak, bunlar Prnsya
disiplini ve militarizmi, Hitler Nazizmi He acı­
masız bir millettirler. Kabadırlar, hoyrattır­
lar, kibirlidirler, maddidirler. Temerküz kamp-

98
ları kurmuş, Yahudilere zulümler yapmış, diri
diri yakmışlardır. )) Bunlar gerçi olmuştur.
Ama bir milleti beloli bir dönemdeki -üstelik
de kendinin de açıkça kabul ettiği ve pişman­
lık duyduğu- suçlan ile, yalnız onlarla nite­
lemeye kalkmak cahilce bir kolaycılık olmaz
mı? Şu ya da bu özel kızgınlığın hızı bir mil­
leti böyle topyekun ve yalnız bir dönemi ile
suçlamaya hak kazandırır mı? Aynı Almanya
dünya kültür ve uygarlık tarihinin iki üç ele­
başı ülkesinden biri değil midir? Kant'ı, He­
gel'i, Feuerbach'ı, Marx'ı Heidegger'i Jas­
pers'ı ve felsefenin daha nice ağır toplannı
öbür milletlerden çok bu millet yetiştionedi
mi ? Edebiyatta Hölderlin'ler, Goethe'ler, Sc­
hiller'ler, K.leist'ler, Thomas Mann'lar, Böll'�er,
Lenz'ler, Grass'lar, müzikte Beethoven'ler,
Bach'lar, Brahms'lar, Handel'ler, tiyatroda
Lessing'ler, Hauptmann'lar, Reinhardt'lar,
Brecht'ler bu milletten yetişmerli mi? Tıpda
nice buluşlar Alman doktorlardan çıkmadı
mı? Atom fiziğinin öncüsü onlar olmadı ını?
Ustabaşısı Hans'la çoğu zaman dil bilmemek­
ten gelen bir çekişme sonucu öfkesine kapılıp
Almanı sade faşist ve zorba gönneye kalkan
işçimizin Almanya'nın kültürel geçmişinden
haberdar olması, onu da hesaba katması elbet
beklenemez. Ama hiç değilse aydın geçinenle­
rin bunu hesaba katmaları, işçilerimizin ek­
mek kapısı olan bu ülkeyi daha köklü tanıma­
lan aradaki ilişkilerin sağlıklılığı için şart de­
ğil midir?
Aynı yanlış tutum Alınaniann bizim iş­
çimizi değerlendirişinde de görülüyor. Onla-

99
nn da bizim işçimizi eski ve uygar bir milıle­
tİn çocuğu olmaktan çok şu son zamanlardaki
iktisadi yoksulluğun ve zorunluklann yadelle­
re fırlattığı zavallı ve muhtaç bir yaratık ola­
rak görmeleri, bu kara saçlı, kara gözlü insan­
cıklan kendilerine göre garip gelen giyimleri
ve yine kendilerine göre kaba saha gelen tavır­
ları ile bir ilkellik simgesi saymalan, aynı de­
recede tek yanlı kolaycı bir görüşün ürünü­
dür. Ama Alman'ın da bizim tarihi geçmişimi­
zin, dinimizin, uygarlık birikimimizin evet
onunkinden biraz farklı olan uygarlık biriki­
mimizin verilerinden haberdar olmasını iste­
yemeyiz. Bunu ona biz öğretmeliyiz. O hor
gördüğü köylü Türk'ün insancıllık, konukse­
·

verlik, hakseverlik ve tevazu bakımından nice


kentli okumuş yazmış Alman'dan çok daha ol­
gun bir insanlık yanı olduğunu onun keşfet­
mesi zor olur. Bunu cİa ona biz anlatmalıyız.
Alman da bunları bilip öğrenince Türk işçisi­
ne aynı horgörü ile bakamayacaktır. Bunu so­
mut tecrübelerime dayanarak iddia ediyorum.
Gelelim horgörünün en kötüsüne. Özbeöz
çocuklann ana ve babalannı horgörüşlerine . . .
Bunun başlıca nedeni orada doğan kuşak ço­
cuklann kendi•lerini bambaşka bir çevre için­
de bulup orada yetişmeleri ve o uygar tüketim
toplumunun çocuklaoyla kendilerini bir sayıp
buna çok yabancı düşen kendi ana babala­
·

om küçümsemeleridir. Anadil ki, kuşaklan


birbirine bağlayan bir köprüdür, çoğu zaman
bundan yoksun kalmalan da aradaki kopuk­
lugun şeddelenmesine yol açıyor. İşten yor­
gun argın gelen ve saat beşte vardiya başı et-

100
rnek için hemen yatan ana-babalarla çocuklar
çoğu zaman uzun boylu konuşmak imkam bu­
lamamaktadırlar. Bu durumda çocuk dersle­
rini kendi başına çalışmakta, kendini zaten
küçümseyen Alman sınıf arkadaşlanndan ge­
ri kalmamak için var gücü ile onlara yetişip
geçmek ihtirası içinde yanmaktadır. Çoğunun
sınıfının en iyi öğrencileri oluşunu, önce Türk
zekalanna, ama büyük çapta da bu aşağılık
duygulannın kamçıladığı çalışmaya yormak
yanlış olmaz. Zekası ve çalışkanlığı ile kısa za­
manda Alınaneayı Almanlar kadar mükemmel
öğrenen bu ateş gibi cimcimeler, ne yazık ki
evde anadilleri ile uğraşacak, onu geliştirecek
koşullar bulamadıklan için Türkçe konusun­
da acınacak bir cahillik durumunda kalıyor­
lar. Bu da ana-baba ile ilişkilerini aleyhte et­
kileyen bir unsur oluyor. Ana-babalannın Al­
manca konuşamaması, Alman adetlerine ken­
dileri gibi uyarnaması da onlan hor görmeleri­
ne ayrı neden oluyor. Bu koşullar içinde kü­
çük akıllan ile içinden çıkıp kabuğunu beğen­
meyen kestane gibi ana-babalarından yüksü­
nen ve elegüne karşı Türklüklerinden utana­
cak kadar soysuzlaşan nice küçükler gördüm.
Elbette bunun tüm suçu bu küçüklere yükle­
nemez. Asıl suç, bu durumları öngörüp önle­
mini almamış olanlardadır.
Almanya'daki Türk işçileri sorununa da­
ha başlangıcında sahip çıkılsa, bu sorun bi­
linçli olarak programlandırılsa idi, bu sakın­
calann büyük kısmı meydana gelmezdi. Bu
konuya yine döneceğiz. İş işten geçmesine kar­
şın yine de ne yapılabilir, gözden geçireceğiz.
27 Eylül 1981

101
DAHLEM İSLAM MÜZESİ

Dün Bugün adlı kabare piyesimde ana­


kronik bir sahne vardı. Bu sahnede, halen Vi­
yana'da temizlik işçiliği yapan bir Türk işçisi
ile Kara Mustafa Paşa'nın Viyana kuşatması­
na katılan bir yeniçeri neferi karşı karşıya ge­
lip konuşuyorlardı. Gastarbeiter yurttaşımız
domuz eti korkusu He eti hepten kesrnek zo­
runda kaldığından ve et yerine yumurta ye­
mekten ülser olduğundan yakındıktan sonra,
«
- Siz et konusunda ne yaptınız hemşe­
rim,» diye soruyordu. Yeniçeri neferinin ona
verdiği cevap şu idi :
«
- Ne yapacağız! Ne bulduksa yedik. Şu
domuz etiydi, bu değildi diye seçmeye kalk­
sak düşman bizi yenmeden açlık bizi yenerdi.
Tabur imamı, 'Siz seferi sayılırsınız ' dedi.
'İstediğinizi yiyin. Memlekete dönünce ağzı­
nızı yıkar, tövbe edersiniz. Günah yazılmaz' »
Elbet bir şaka tiyatrosunda geçen bu sah­
nenin gerçekle ilgisi yoktu. Fütuhatın yüzü­
suyu hürmetine tabur imamının bu zorunlu­
ğa göz yumduğu şaka yollu ima ediliyordu.
İşçilerimizin şu son on yılda Avrupa baş­
kentlerine ve kentlerine akın edişlerinden
sonra Avrupalı'larda Müslümanlık ilkelerine,
Ortadoğu törelerine ve giderek İslam sanatı
üzerine de hayli ilgi artmış olmalı ki bu konu-

102
da yeni yayınlar ve sergiler sıklaşır oldu. Ge­
çenlerde Berlin'deki ünlü Dahlem Müzesi ile
New-York Metropolitan Müzesi'nin koprodük­
siyonu olarak bir İslam Şaheserleri Müzesi
açıldı. Benim kabare oyunumda değindiğim
domuz eti konusunda değilse bile, dinimizin
seferilere tanıdığı tolerans, bu serginin bir
panosunda madde madde belirtiliyor. Müslü­
manlığın ne kadar geniş görüşlü ve çeşitli güç
koşulları da öngören bir din olduğu bir kere
daha vurgulanıyor.
Burada sergi seyretmenin de ayrı bir dü­
zeni ve adabı var. Öyle sellemehüsselam balık­
lama dalamıyorsunuz sergiye. Önce enine bo­
yuna çok dikkatli bir ön çalışmanın ürünü ve
özeti ana bilgileri size sunan bir avlu karşılı­
yor sizi. Bu ana bilgileri en etkili, en açık se­
çik bir üslupla bir sanat tarihçisi, bir pedagog,
bir psikolog hazırlamışlar. İsterseniz bu avlu­
da beş marka kiralanan küçük bir alet edinip
sizi görünmez bir rehber gibi adım adım gez­
diren onun ses bandından sergiyi izleyebili­
yorsunuz. Avlu geçildikten sonra sizi bir pro­
j eksiyon salonu bekliyor. Orada sunulan ya­
nm saatlik filmde Moğol Dönemi Sanatları,
Eyyfıbiler, Memlfıklular, Muvahhidler, Nasıri­
ler (İspanya) Dönemi Sanatları, İran'da Timur
ve Safaviler Devrinde Sanat, Osmanlı Sanatı,
en karakteristik eserleri ve mimari yapılan
ile önünüze seriliyor.
Asistanlığım sırasında Prof. Dagobert
Frey'in İstanbul camilerinin özelliği hakkında
verdiği konferanslan tercüme ederken, özel­
likle üstünde durduğu iki noktayı bu filmin

103
metninde de vurguianmış görmek bana eski
bir ahbapla karşılaşmışlık duygusu verdi.
Bunlardan biri, Ayasofya'nm cc Constanti­
nople» ufkunda meydan okuyan heybeti . . .
Frey'e göre Osmanlı mimarlannın bu meydan
okuyuşa cevap vermek için İstanbul siluetine
birbirinden nefis camiler yükselterek onun
yeganeliğini bozmuş, şehri bu yapıtlada Cons­
tantinople'likten çıkartıp bir Türk ve Müslü­
man kenti yapmış olmalan . . . İkincisi , bu ca­
milerden her birinin bulunduklan meyle, al­
çaklığa yüksekliğe göre, yani zemini hiçe sa­
yarak deği•l, tam tersine ona uyup onun ahenk­
li bir uzantısı olarak tasarlanmış olması. İkisi
de çok doğru. Yine filmin arka foı:ıundaki se­
sin söylediği başka bir kıyaslama da çok doğ­
ru : Sinan'ın Edirne'deki Sultan Selim Camii
kubbesinin dünyanın en büyük kubbesi sayı­
lan Sa'int Pierre'i aştığı gerçeği .
Filmden sonra salonlara geçebilirsiniz.
Burada Metropolitan'dan getirilen 145 parça
kıymetli objeyi, bu arada sedef kakmaları, el­
yazması Kur'an'ları, hatları, fayans•ları, çini­
leri, minyatürleri, çeşmibülbülleri, tepsileri,
vazolan, cam işçiliklerini ve büyük sergi sa­
lonunun dört yanını çeviren duvara gerilmiş
İran, Osmanlı, Buhara halılarını görüyorsunuz.
Elinizi bunlara götürüp okşamaya kalkınca
bir çan sesi duyarsanız şaşmayın. Çanlar sizin
için çalıyordur. Çünkü o mi•lyonlar değerinde­
ki halıların her biri ince telierk dört ucundan
elektrikli sinyale bağlanmışlar.
Bir kartondaki açıklamadan İslam'da re­
sim yasağının Hazreti Muhammed'in bir ha-

104
disinden çıktıit, Kur'in'da ise buna dair bir
kayıt bulunm adığı iddia ediliyor. Hat sanatı­
nın, oymacılığın, maden ve tahta kalanacılı­
ğın gelişmesinin, resim yasağının başka bir
alanda boşalışı olarak göıi.i!lmesi elbet yeni
bir yorum değil. Ama bu yasağa karşın sergi­
de sergilenen minyatürler nasıl doğdu, o izah
edilmiyor. Bir yerde Hazreti Muhammed'in
babası olarak gösterilen Abdülmuttalip , bir
başka yerde büyükbabası olarak geçiyor. Bu
küçük ayrıntılar doğru verilen izahatın da
yanlış olabileceği şüphesine yol açabiliyor.
Efes'deki Eshab-ı Kehf'i gösteren Falna­
me'nin yaprağı, başına en çok kalabalık top­
layan resimlerden biri... Nedeni basit. Esrar­
k eş deyimi ile cc hap))çılık Berlin için hiç de ya­
bancı bir konu değil de ondan. Ne var ki, bu­
günün süzgün bakışlı afyon uykulu Eshab-ı
Kehf'i mağarada değil de Bohnhof Zoo'nun si­
dikli bolünde sızıyorlar.
Balıkadamlığı yeni bir akım sananlar, ga­
liba tarihi iyi bilmiyorlar. Ha.mse elyazması
kitabı içinde bir yaprak, bize Büyük İskender'
in denizde kilitli bir fanus içinde denize d�p
denizaltı yaşamını gözlerken gösteriyor. İster
inanır ister inanmazsınız. Ben 1595 - 1600 tari­
hini taşıyan bu renkli Hind minyatürünün ya­
lancısıyım.
Kitap illüstrasyonu alanında İslam sana­
tının Batı'yı çok geriden izledi� iddia edilse
bile, bu zerafeti o zamanki Batı kitap illüstras­
yonlannda bulmak her zaman kolay olmuyor.

19 Ekim 1981

105
ADAMA İŞ DECİL, İŞE ADAM ARASAK

Üç kişiydiler. On yedi, on sekiz, on dokuz


yaşında biri kız, ikisi erkek, üç Türk çocuğu.
Tiergarten Kütüphanesi'nde düzenlenen bir
edebiyat toplantısına katılmak için ta Köln'
den gelmişlerdi. Kendilerini Berlin'e çağıran
kuruluşun yöneticileri ile Almanca konuşuyor­
lardı. Yanlışsız, aksansız, Alman'dan ayırdedile­
meyen mükemmel bir Almanca. Biri burda doğ­
muş büyümüştü, öbür ikisi ikişer yaşında iken
gelmiş kalmışlardı. Kendi aralannda konuşur- '
ken de sık sık Almanca'ya başvuruyorlardı.
Abdullah Zeytunlu adındaki tok sesli, orta
boylu yağız delikanlı hariç öbür ikisini Alman'
dan ayırdetmek zordu. Edebiyat toplantısını
düzenleyen kuruluş , << Türkler Almanca ve
Türkçe Yapıtlarını Okuyorlar» adı ile daveti­
ye çıkarmıştı. Gelenler iki dilde bu gençlerin
yazdıklanna ilgi duyanlardı. Dinleyici.ılerin ya­
rısını Türkler, yarısını Almanlar oluşturuyor­
du. Kuruluş belki daha ilgi çeker düşüncesiy­
le onların babası yaşında Almanya'da ısım
yapmış bir Türk hikayecisini de programa koy­
muştu. O yazar da çok işi gücü olduğu halde
genç Türk yazarlarının tanıtılacağı böyle bir
toplantıda oyunbozanlık edememiş, belki bir
katkım olur diye oraya gelip yer almıştı.
Dilimizi çok iyi bilen, büyük şair Fazıl Hüs-

106
nü Dağlarca'dan yaptığı çeviriler başta olmak
üzere, birçok Türk yazarını çevirileri ve kon­
feransları ile tanıtan Dr. Gisela Kraft'ın açış
ve tanıtma konuşmasından sonra bu satırla­
rın sahibi o yaşlı yazar bir hikayesini önce Al­
manca sonra Türkçe okudu. Havayı ısıtınaya
çalıştı. Ondan sonra sıra Köln Betonstadt gru­
bunun üç genç amatörüne geldi. Bu gençler
edebiyatı bir bobby olarak almışlardı. Aslın­
da biri öğrenci, biri işçi, biri vernikçi idi. Ne
yazdıklarım, nasıl yazdıklarını herkesten çok
ben merak ediyordum. İlk olarak sanşın de­
likanlı kendi anadilinden bir dizi izienim oku­
du. Olağanüstü bir duyarlığı vardı. O yaştaki­
lerin düştüğü beylik hatalara hiç mi hiç düş­
meden, büyük büyük konuşmadan, ukalalığa
kalkıp alıkarn kesmeden, bilmediği konulara,
özenti uzantılara tene�ül etmeden, tüm Türk
çocuklarının bu iki ayrı dünya ortasındaki bi­
naınazlığını, tedirginliğini sırf şahsen yaşadı­
ğı hem de belli bir şey ki, çok yoğun olarak ya­
şadığı tecrübelerden hız alıp açık seçik, sıcak
sıcak, içten mi içten dile getiriyordu. Küçük
yaştan başlayarak hayatın sert gerçeği ile kar­
şılaşan, bu gerçeğe uymak zorunda kalan, bun­
dan ötürü de hasta muhayyele oyunlanndan
kaçıp tüm konularını hayatın kendinden alan,
elleri ile çalışan işçi yazarlarda görülen bir
sağlamlık ilk meziyeti idi. Ellisinde bile hala
muhallebi çocuğu kalan bizim nice profesyo­
nel yazarımızda olmayan bir özelliği de kö­
tümserliği ve pasifıliği marifet saymaması idi.
Tüm duyarlığı yanında, savaşçı, mücadeleci,
didişken bir özelliği de ortaya çıkıyordu. Be-

107
ğenmediği bazı eşitsizlikleri ortadan kaldır­
mak isteyen enerjik, mücadeleci, didişken bir
yürekliliği de vardı.
Aralanndaki kız öğrenci, şair ve ressam
Metin Eloğlu'nun kızı idi. Havası, elektriği ve
canlı zekası ile salonda hemen daha kürsüye
çıkmadan bile kendini belli ediyordu. Önce
kendinin değH, bu toplantıya katılamamış bir
kız arkadaşının -o kız nedense hep Alman­
ca yazıyordu- gerçekten ince, kadınsı, zarif
buluşlarla yüklü bir hikayesini okudu. Bırak­
salar hep o çok beğendiğt arkadaşımn hikaye
ve şiirlerini okuyacaktı. Ama bir ara kendi
yazdıklannı sunmak borcunu hatırlamış ola­
cak ki, mecburen kendi yazdıklarına geçti.
Üç genç arasında Almancası en iyi olan oydu.
Bu yazdıklarından da belli oluyordu. Ama bu- .
na karşın Türkçesi de kusursuzdu. Babasmın
en takdir ettiğim mizalı duygusundan ona bir
şeyler de geçmişti. Olaylara kendine çok yakı­
şan neşeli bir yarı umursamazlıkla bakıyordu.
Üçüncü genç Abdülkerim Abdülhalik Zey­
tunlu Almancayı ne kadar güzel ve kusursuz
konuşur ve yazarsa yazsın, tonu gür ve tok
sesi ile Türklüğünü belli ediyordu. uAuslander
(= Yabancı) » adlı şiiri kolay duygularunayan
benim bile gözlüğümü buğulandırdı. Alman­
eası ve içerikteki gücü kadar güzel bir ahenk
de içeren bir çevirisini size düzyazı olarak gü­
zelliğinden çok şey yitirttiğimi bile bile sun­
maktan kendimi alamıyorum : «YABANCI -

Benim o yabancı dediğiniz 1 Siz beni çağırdı­


niZ 1 Geldim 1 Beni yabancı ettiniz 1 Oldum./
Bana ihdyacıruz vardı 1 Baştacı etdnlz 1 Her

108
yerde her çeşit iş verdiniz 1 Ev ve geçbn sağ­
ladınız 1 Ama şimdUerde artık lstenmiyorum
1 Nerdeyse bana öçleniyorsunuz 1 işsizilk mi
var, sebebi benim 1 Konjonktür mü bozuldu,
onun da suçlusu ben 1 Konut derdi ml var,
benim yüzümden Yabancı 1 Benim o yaban­
cı dediğiniz 1 Siz beni çağırdınız 1 Geldim 1
Beni yabancı ettiniz 1 Oldum.•
Soğuk , rutubetli, puslu bir kış gecesi var­
dı dışarda. Ama bana vız geliyordu şimdi.
İçimde güneş açmıştı sanki. Yad ilde pıtrak
gibi gelişen bu cevherli çocukla17 birden mora·
limi yerine getirmişti. Düşündüm. Devlet ola·
rak sahip çıkmadığımız, kendi yazgılanna bı­
raktığımız Almanya'daki işçilerimizin ikinci
kuşak deyimiyle adlandırdığımız çocuklan
içinde bu üç çocuk gibi, kimbilir daha ne ye­
teneklileri, kendi kendilerine Hüda-yı nabit
yetişmiş daha ne cevherlileri vardı. İlk kuşa­
ğı benimsemedik. Bari ikinci kuşağı kazansak
diye düşündüm. Bu çocuklar gelecek kaygı­
sında idiler. Almanlar dilılerini böylesine iyi
bilen Türkleri kendi uyruklanna almak için
kolaylıklar gösteriyorlardı. Çaresizlik içinde
ilk düşebilecekleri ökse bu olabilirdi. Türk
kalmakta direnenleri ise Türkiye'nin benim­
sernesi şarttı. Bu gençler önlerindeki geleceğe
bir uçuruma bakar gibi bakıyorlardı. Ne Türk,
ne Alman, iki ortada kalmanın bunalımına bir
de hayatını kazanmak, bir iş tutmak güçlüğü
eklenince gençliklerinden gelen neşe daha şim­
diden dudaklannda solma istidadı gösteriyor­
du.
Düşündüm. Bu konuda taş atıp kolu yo-

109
rulmamış, sorunlaona çozum arayıp bulma­
mış devletin, hiç değilse şimdi, yeni bir bilinç­
le biraz da vicdan azabı ile bir ihmaıli düzelt­
me şansı hiç yok değildi. Bir yabancı dili ve
o toplumun disiplin gibi, iş ahlakı gibi bazı
meziyetlerini çekirdekten yetişerek öğrenmiş
böyle cevherli, dinamik gençlerden bir iki bi­
ni ile neler yapılmazdı. Mesela işe adam değil
de adama iş bulma adetinden dış ülkelerdeki
turizm ya da kültür bürolanna o dil bilmeyen
elemanlan kayıran alışkanlıklanmızdan vaz­
geçip bu hazır bulduğumuz taze gücü bu alan­
lara seferber etsek, hem millet kazanırdı hem
de bu çocuklar . . .
Sayın Kültür, Turizm ve Tanıtma Baka­
nı'ndan bu konu üzerinde durup düşünmesi­
ni salık veririm. Yurda gelen turistlerin büyük
çoğunluğunu oluşturan Almanlar, Avusturya­
lılar, İsviçreliler ve diğer Almanca konuşan­
lar gerek Avrupa'daki, gerek yurt içindeki tu­
rizm bürolanmızda kendi dillerini, adetlerini,
tercihlerini, zevklerini, düşünüş tarzlannı bu
kadar iyi bilen bir genç rehber ordusu ile kar­
şıla.şırlarsa fena mı olur? Elimizden giden bu
çocuklan geri kazanmak için biraz harekete
geçmeliyiz.

14 Mart 1982

110
KI LIK KIY AFET ÜZERİNE

Geçenlerde yitirdiğimiz renkli devlet ada­


mı Turan Güneş sade mesleği içinde yaşayan
tek yanlı insanlardan deği·ldi. Çok şeye karşı
içindeki taze tecessüsu uyanık tutardı. Ve göz­
lemlerinden kendine özgü spritüel alıkarn çı­
kanrdı. Tatlı sohbetlerinden birinde bakınız
arkadaşımız Mehmet B arlas'a ne diyor:
« - Bugünkü Türk toplumunun içinde be­

ni hayrete düşüren bir şey var. Bir insan işi­


ne, davranışına göre değil de, duruşuna, giyi­
nişine göre ciddi ya da gayriciddi sayılıyor. Bu
hepimizin içine işlemiş . Size gençliğimden bir
örnek vereyim. 1 947'de Fransa'ya okumaya gi­
derken, babam bize cici elbiseler yaptırdı. Git­
tik Paris'de Quartier Latin'de öğrenci maha•l­
lesinde bir alay saçı başı dağınık talebe . . . Kah­
velerde gülüp söyleyen insanlar. Benim yaşla­
nmda ya da daha genç. Ben onları işi gücü bı­
rakmış, serseri öğrenciler sanmıştım. Tanıdı­
ğım zaman gördüm ki, adam felsefe doktorası
yapıyor ya da biyoloj i okuyor. Değil yapıtları­
nı, adlarını bile bilmediğim filozoflar üzerine
konuşuyor. Onlara hem dansinglerde hem de
kütüphanelerde rastlardık. »
Nasreddin Hoca'mızdan, Shakespeare us­
tamızdan bu yana kılık kıyafetin insan ilişki­
lerindeki etkisi üzerine çok şey söylenmiştir.

111
Daha da söyleneceğinden başka . . . FarkedH­
mek, beğenilmek içgüdüsü daha üç yaşından
başlayarak kadın milletini ayna karşısına it­
tiğinden beri taranıp süslenir, her dönemin her
ortamın modalarını izler ve uygular olmuşlar­
dır. Erkekler ise kılık kıyafetle, çekidüzenle
karşılarındakileri kendi çıkarlan ve maksat­
lan yönehisinde etkileyeceklerini bildiklerin­
den onlar da giyim kuşama dikkat edegelmiş­
lerdir. İki dirhem bir çekirdek Razzakizade
Tarçın Bey şıklığında insanlardan söz etmiyo­
rum. O çeşit hasta özen o tarihte bile ancak
işsiz güçsüz mirasyedilerin ya da eski harici­
yecilerin harcı idi . Acele yaşanan, mali bakım­
dan da kısıtlı yaşanan bir dünyada hangi ba­
bayiğit giyimine bu kadar vakit ayırabilir,
gardrobunu on beş yirmi kat elbise ile donata­
bilir? Ama bizde herkes yine de iyi kötü ke­
sesine göre elegüne çıkacak temiz pak bir kı­
lık gereksinmesini hep duyagelir. Çünkü öyle
koşullanmıştır.
Parlamentomuz tepeden atamalı, mönte­
hib-i sanili seçim. geleneğinden kurtulup doğ­
rudan doğruya halkoylannın doğrultusunda
oluştuğu zaman mebus kılıklan da birden de­
ğişmişti. Eski Atatürk devri mebuslan çok
resmi giyinirler, ucu kıvnk kolalı yakayı, ye­
leği kösteği de ihmal etmezlerdi. Nedense ço­
ğu kaşlannın ucunu yukan doğru burar, böy­
lece sözümona eşsiz şefin görünümüne yak­
laştığını kuruntulardı. Demokrat mebusların
içinde yaşlılar bu morlayı bir müddet sürdür­
düler ama daha sonraki seçimlerde taşra avu­
katlan, ağzı laf yapan girgin halk çocuklan

112
parlamenter olunca bunun yerini başka bir
moda aldı. Ankara'ya her gelen mebus daha
kendine bir ev bulamadan terziye koşup ken­
dine bir « laci» çektiriyordu. O dönem Anka­
ra'sının sokakılannda devetüyü paltolu, siyah
fötrlü birini gördünüz mü anlardınız ki me­
bus . . . Bu kılık adeta o dönem mebuslarımn
üniforması haline gelmişti. Bunlar aynaya ba­
kınca kimbilir kendilerini ne kadar saygın bu­
luyorlardı. İş sektörünün kılığı da bu arada
çok aşamalar geçirdi. Yavaş yürüyüşlü, okka­
lı göbekli, iki çeneli patronların yerini yavaş
yavaş dinamik , çevik, kalori perhizi yapan,
Amerikan tipi patranlar aldı. Ellerinde birer
James Bond çanta, kollarında Humphrey par­
desü, çevik adımlarla uçak merdivenlerine k�
şup gerideki yağcı maiyetlerine fiyakalı uçak
selamı ile el sallayan ya da victory işareti ya­
pan, hosteslerle senlibenli, durmadan Cartier
marka kol saatine bakan, çat burada çat ora­
da cıva gibi hareketli Amerikan dinamizmi­
nin temsilcileri oldular. Yan varlıklılar, dar­
gelirliler, memur takımı her döneme göre de­
ğişen giyim gustosuna aykın kaçmamaya çalı­
şarak orta bir yol tuttunnuşlardı. Zaman za­
man amirleri tek tek memur vatandaşın kılı­
ğı ve görünümü konusunda kendi gustolan
doğrultusunda emirnameler de çıkanyorlardı.
Saçlarını uzatmak, sakal bırakmak, açık yaka
ile kravatsız dolaşmak onlarca memur saygın­
lığını bozan bir laubalilik, bir ciddiyetsizlik,
hatta bir serkeşlik sayılıyordu. Bütün bunlar
sevgili ve rahmetli Turan Güneş'in de dediği
gibi eskilerin <c ağır otur da molla desinler» bi-

113
rikiminin çağa henüz ayak uyduramamış ka­
lıntıları idi.
Bugün Londra - Paris, Paris - Berlin - Ro­
ma sokaklarına bir bakın. Büyük bulvarlarda
yürüyen insanların hemen hepsinin ortak özel­
liği kılık kıyafet bakımından alabildiğine ra­
hat ve pratik bir üslup tutturuşlarıdır. Erkek
olsun, kadın olsun, çağın kılığı artık süse de
poza da vakit ve gerek bırakmıyor. Merkesin
ayağında rahat ayakkabılar, herkesin hacağın­
da blu-j ean, herkesin sırtında ya bir yün ör­
mesi ceket ya da bol bir süveter. Caddelerde,
kütüphanelerde, kahvelerde, televizyonda bun­
lardan başka, hani o bizim alışık olduğumuz
yelekli köstekli, kravatlı cekedi birini görür­
seniz bilin ki , ya yabancıdır, ya hacıağa ya da
eski kuşaktan bir amca . . .
Artık görünmekten çok, olduklarına bel
bağlıyor Avrupalı insanlar. Kafalarına, bilgi­
lerine, toplumdaki işlevlerine, kültürlerine . . .
Dış görünüşün aldatıcı maskesini çıkarıp at­
mış·lar. Oldukları gibi görünmeyi yeğliyorlar.
Kendilerine güvendiklerinden.

9 Mayıs 1982

114
İNSAN ESKiTEN BİR MESLEK

Alman Şansölyesi Helmut Schmidt'in kal­


bine takılan pil bir haftadır tüm Alman bası­
nının baş konusu . . .
Radyo - televizyon da bu vesilc ile piHn
işlevi üzerinde aydınlatıcı yayın yapıyor. Böy­
le bir ameliye geçiren bir insanın nonnal ya­
şamını sürdürmesinin sakıncasız olduğu, ama
günde 10 saat yoğun çalışan bir başvekilin bu
konuda çok daha dikkatıli olması gereği ileri
sürülüyor. Şansölyeyi bekleyen hepsi birbirin­
den çetin ceviz sorunların kendisini daha da
yoracağını ileri sürenler çoğwılukta. Hele has­
talığa mastalığa kulak asmayan, belki bu du­
rumdan yararlanmak da isteyen muhalefetin
telaşı gözden kaçmıyor. İnsan sendelerneye
görsün, siyasi düşmanlar sevinir bile . . .
Willy Brandt, bir kalp rahatsızlığı geçi­
rip sağlığı bozulduğu, bir gönül macerası ge­
çirip prestij i sarsıldığı zaman da onu yıprat­
mak için ne gerekse yapmıştı düşmanlan. O
zaman daha hiç aşınınamış genç ve diri Hel­
mut Schmidt ona halef olmuştu. Karlerin şu
cilvesine bakın, şimdi yıpranınış ve yorgun
Schmidt'in yerine aynı Brandt daha diri bir
halef olarak düşünülüyor. Politikanın böyle
garip oyunlan çoktur.
Devlet yönetmek, belli bir şey ki, çok yıp-

115
ratıcı bir iş. Yüklenilen ağır sorumluluklar, si­
yasi çekişmeler, karşı partiler kadar, belki on­
lardan çok, sinir yıpratan parti içi muhalefet,
olayları hiç eksilmeyen ve kopuksuz bir dik­
kat içinde izlemek zorunluğu insanda ne uy­
ku bırakır ne de huzur. Her an tetikte olacak­
sınız. Hele idare-i niaslahatçı değil de aktif
politikası olan bir devlet adamı iseniz, işiniz
daha da ağır. İhtilalin göstermeliği yaşlı Ge­
neral Necip'i itip yerine geçtiği zaman Nasır,
dipdiri dinamik genç bir albaydı. Fizik gücü­
nü, manevi gücünün bir güvencesi gibi kullan­
dı. Ama politika onu da çok çabuk yıprattı.
Kahire'yi Arap dünyasının merkezi yapma po­
litikasının tam orta yerinde genç sayılacak
bir yaşta fazla yorulan kalbi onu tuşa getirdi.
Yerine geçen Enver Sedat'ın o zamanki
resimler4J.e bir bakın. Genç, dinamik, güçlü
bir halef olarak iktidara çıkan bu esnier yakı­
şıklısının son yıllarda göz altında torbalar
oluşmuştu. Yorgun bir yaşlı adam görünümü­
nü canlı nutuklanna karşın önleyemiyordu.
Tarih yapısının Ortadoğu' da yeni bir ro­
ta tutturuşunun acısını, siyasi düşmanlann­
dan önce, yüklendiği bu çetin görevin ağırlı­
ğı, ona pahalıya ödeteceğe benziyordu. Onu
bir mit haline getiren suikast olmasa zaten
pek sağlam olmadığı söylenen kalbinin ona
da yakında bir oyun oynayacağı tahmin edile­
bilirdi.
Onun yerine geçen sporcu görünümlü, es­
ki havacı Mübarek'in ne kadar sıhhatli bir gö­
rünümü var, değil mi ? Onun yüklendiği ödev
selefininkinden hiç de hafif ohnadığı için aynı

116
insanı iki ya da dört yıl sonra görelim. Poli­
tika ne turp gibi insanlan yıpratıp eskitınedi
ki. . .

Geçen hafta İsrail'in büyük askeri ve dev­


let adamı Moşe Dayan da altmış yaş gibi bu­
gün için orta sayılacak bir yaşta öldü. Ölüm
sebebi kalp yetmezliği idi. Kendisini 1958'de
İsrail'e yaptığım bir röportaj gezisi sı­
rasında kızı romancı Yale Dayan vasıtasıy­
l a yakından tanımak fırsatını bulmuştum. İs­
rail 'in genç, mücadeleci , gözüpek kuşağmın
sembolü olan bu genç komutanın arkasında
İsrail ordusunun kurucusu ve büyük bir zafer
kazanmış olmanın verdiği parlak bir ün halesi
vardı.
O dönemde artık askerliği bırakmış ve
Ben Gurion gibi usta bir politikacının rehber­
liğinde politik hayata atılmıştı. Kendini yeni
mesleğine hazırlamakla meşguldü. O yıllarda
kırk üç yaşında idi. Ve genç bir öğrenci gibi
üniversitede iktisat okuyordu. Sonra politi­
kada da parladı. Milli savunma ve dışişleri ba­
kanlığı yaptı. Politikada da hep, gözüpek atı­
lımlar yaptı. Bir vakitler kıyasıya dövüştüğü
Araplada banş yolunun ilk öncülerinden biri
oldu. Camp David'deki anlaşmaya büyük kat­
kıda bulundu. Begin'le bozuşmasmın bir ne­
deni de kabinede Araplarla anlaşma konusun­
da en ileri gidip tek kalışı oldu. Böyle delikan­
lı bir adamın özel hayatı da elbet çalkantısız
geçemezdi. Onun çapkınlık maceralannı, eşi
ile geçimsi.zıliğini .k.w sayesinde İsrail'de bil­
meyen kalmamıştı. İsrail'in Sagan'ı sayılan ve

117
o tarihte yirmilerini süren güzel kızı, ana ve
babasından ayrı oturuyor ve romanlannda bu
kahramanın kulis arkasını yansıtıp kendi şöh­
reti pahasına babasının mitini yıkmaya çalı­
şıyordu. İşte böylesine dolu dolu, gümbür
gümbür atan bu hızlı kalp de altmış yaşı aşa­
madan duruverdi.

Türk politikacıları içinde de politik ihti­


ras yüzünden hayatlannı kısaltanlar, genç yaş­
ta türlü maraziara müptela olanlar az değil­
dir. Bunlarda rastlanan rahatsızlıklar başta
tansiyon ve kalp yetmezliği olmak üzere, si­
nir sistemi rahatsızlıklan ve ülserdir. Tabii
sığır kadar yürekli, kayış gibi sinirli olan is­
tisnalar sözümüzün dışında kalırlar.
Politika, sürekli gerilimi, başta kalma ih­
tirası ve bunun getirdiği sürekli stresler yü­
zünden insan bünyesini adeta kemiren bir mes­
lek kesimi. . .
Karakterine çok saygı duyduğum, kül­
türüne çok değer verdiğim, ayrıca ortak spor
anılarımiZ dolayısıyla çok sevdiğim bir parti
şefimizi böyle hummalı bir politika hastalığı
içinde görüp, haline üzülmüş ve aramızdaki
ağabey - kardeş hukukunun verdiği bir cesa­
retle,
«
- Sizi çok yorgun görüyorum. Yorgun
ve hırslı. Biraz dinlenseniz. Olaylara belli bir
mesafeden baksanız hem sağlığınız, hem poli­
tikanız için hayırlı olur,» dediğimde,
«- Bunu ben de hissediyorum . Ne yazık

ki imkansız,» diye cevap vermişti.


«- Dediğiniz gibi dert için olsun işin ba-

118
şından uzaklaşırsam ipin ucu elimden kaçar.
Bundan istifade ile ne oyunlar oynanır. Bile­
mezsiniz» demişti .
Poli tİkanın bir kere girilince bir daha çı­
kılmayan bir girdap olduğunu o gün, onun
yorgun ve çaresiz bakışlanndan bir kere daha
anlamıştım .
Sonunda o da hastalandı. Hasta hasta mis­
yonunu yapmaya çalıştı. Ancak seçilemeyince
mecburen Meclis dışında kaldı. Kendine ve
sağlığına özen göstermeye vakit ve imkan bul­
du. Eski sağlığına kavuştu.
Çoğu politikacı•lar kendilerini iktidar hır­
sından kurtaramayışlarına özür bulmak için
« Biz politikacıyız. Mesleğimiz bu » , « Biz ken­
dimizi bu yola adadık , sağlığımızı, huzurumu­
zu bu yol uğruna daha baştan gözden çıkar­
dık » gibi bir edebiyata başvururlar. Yarı yol­
da hastalanıp kalmak ya da ecelini erkenleştir­
rnek o bahsettikleri yola nasıl bir hizmettir,
sorulsa yeri.
Şimdi şimdi anlar gibiyim, halkın Hismark
gibi , İnönü gibi , Adenauer gibi, ChurchiH gi­
bi, Ben Gurion gibi yaşlı poli tikacılara neden
daha fazla güven duyduğunu. Onlar ihtirassız
mı idiler? Hayır. Belki geRçlerden daha kor­
kunç hırs-ı pirileri vardı. Ama sıhhatleri sağ­
lamdı. Kendilerini kapıp koyuvermiyorlar, yo­
lun yansında pes etmiyorlar, ihtirasın kendi­
lerini kavurmasına, oradan oraya savurma­
sına karşı koyuyorlardı. Hiç değilse sürekli
ve oturaklı bir kişiHk imajı ile siyasetin tadını
çıkanyorlardı. Onun kurbanı olacak yerde.
25 Ocak 198 1

119
DÜNYANIN EN ZEKI AZINLICI

Araştırmalar yapmak için sık sık git tiğim


Berlin Devlet Kütüphanesi 'nin büyük holün­
de dört aydır kaldınlmayan beş-altı pano var.
Taçlı Prnsya Kartalı ambleminin altında ye­
dili İsrail şamdam amblemini görüyor ve Prns­
ya'da Yahudiler yazısını okuyorsunuz. Bu pa­
noların her birinin yüzeyinde bilim alanında,
teknik alanda, sanatta, felsefede evrensel bo­
yutta isim yapmış ünlü Yahudilerin resimle­
ri . . . Hitler rej iminin bir günah çıkartma hüc­
resini hatırlıyor bu kulübemsİ panolar.
En üstte beresi, beresinden taşan bol saç­
lan ve bir yaramaz çocuğunkini andıran muzip
gözleri ile Einstein gülüyor size. Bakın ne de­
miş ilk buluşlarını yaptığı sıralar:
« İzafiyet nazariyem doğru çıkarsa Al­
manlar beni kendilerinden, başkalan ise
Yahudilerden sayarlar. Eskaza doğru
çıkmayacak olursa o zaman bunun ter­
si olacaktır.»
Öteki köşede şansölye Bismarck'ın heybet­
li bir portresinin altında Yahudiler hakkında­
ki bir görüşü yer aıl ıyor:
« Ben Yahud.ilerin düşmanı değilim.
Bazı kayıtlar içinde onlan sevdiğimi bi­
le söyleyebilirim. Onlara bütün hakiann
verilmesinden yanayım. Ama Hıristiyan

120
bir devlette yüksek makamlara geçmele­
rine karşıyım . »

Yahudi düşmanlığı had şeklini Hitler'le


aldığı için onunla başladı sananlar az deği•ldir.
Oysa bu düşmanlık -hekim deyimi ile- la­
tent şekilde Alman toplumunda mevcuttu. Sa­
de Alman toplumunda mı ? Fransa'da da, İtal­
ya'da da , başka yerlerde de . . .

<<Töreler Üzerine Denemelerı. adlı ese­


rinde, « Yahudi ırkı tüm milletiere kar­
şı barışmaz bir kinle doludur. O, millet­
Ierin büyüklerine dil uzatır. Her zaman
hurafcyc inanan, her zaman başkasının
malına gıpta eden , her zaman barbar bir
ırkt ır. Ezildiği zaman siftinici , başanlı
olduğu zaman küstahtın> diyen Voltaire'
den aşağısı değildir. Yine aynı Voltaire,
« La Defence de Mon Oncle» (= Amcaının
Savunması) adlı eserinde, «Yahudiler bu­
güne dek hiçbir şey keşfetmemişlerdir»
der çıkar. Montesquieu « Lettres Persa­
nes »nında, « Bak , nerede para var, ora­
da muhakkak bir Yahudi vardır» demez
mi?
Biz gelelim yine Almanya'daki Yahudi
düşmanlığına. Bunun başı olarak tarihçi Tre­
iske'yi gösterirler. Saray vaizi Adolf Stoeker'
in «Yahudiler tarih im izin bahtsızlığıdır» iri
lafı da bir o kadar meşhurdur. AEG'nin tek­
nik memuru iken organizasyon şefliğine yük­
selen, sonra politikaya geçip silahsızlanma ve
dışişleri bakanı olan Yahudi Walter Rathenau'ı
1 922'de öldüren fanatik subaylar, henüz Hit-

121
ler o tarihte zuhur etmediği için Nazi sayıla­
bilirler mi idi ? Demek ki Almanya'da zemin
Hitler'in daha sonraki tarihte eşi görülmemiş
yüzkarası soykınmına müsait bazı kahtımlar­
dan büsbütün de yoksun değildi.
Filozofların bir yazgısı da fikirlerinin her
işine gelen tarafından pantolon askısı gibi is­
tenildiği şekilde yorumlanışıdır. Siz Hitler'in
şu çelişkisine bakın ki, insanüstü nazariyesini
yalan yanlış yorumlayıp kendine destek aldı­
ğı Nietzsche, Yahudileri hiç de hor görmüyor­
du. «Bunca Alman ortasında bir Yahudi ne ni­
met>) lafı onundur. «Güleç Yüzlü Bilim)) adlı
eserinde aynen şöyle söylüyor. << Nerde nüfuz­
lu bir yer varsa Yahudiler oraya gelmişlerdir.
İyi ile kötüyü daha ince bir şekilde ayırmasını,
daha keskin alıkarn çıkarmasını, daha arı ve
açık yazmasını insanlara göstermişlerdir.))
Prusya Devlet Kütüphanesi'nin panoların­
da Nietzsche'yi boşuna aradım durdum. Buna
karşın bağnaz Yahudi düşmanıarına denge ya­
ratsın diye Lessing'e büyük yer verilmiş. İyi
de edilmiş. Mose Mendelsohn'la içtiği su ayrı
gitmez arkadaşlığı bu Hamburglu yazar ve ti­
yatrocuya «Bllge Natha))ı yazdırmış. Sade Ya­
hudi dinini değil, tüm dinleri Hıristiyanlığın
bağnaz horgörüsünden kurtarmaya çalışan bel­
ki de dünyanın en insancıl ve tolerans aşıla­
yıcı şaheselerini yazdırmış. Panoları hazırla­
yanlar Dachau, Auswisch temerküz kampları­
nın ve 1 94 l 'de Leipyo'da çırılçıplak soyulan
Yahudi kadınlannın soykırımını gösteren ta­
rihi fotop-a8anıı a:rasmda Lessing'in resmi,
biz yalnız Hitler gibi canavarlar değil Lessing

122
gibi de evrensel insanlık boyutunda yazar ve
düşünürler yetiştirdik, der gibi sergileniyor.
Bir başka büyük pımoda sade Y ahudili­
ğin değil dünyanın önemli şahsiyetlerinden bir
demetle karşılaşıyorsunuz. Alınaneayı Luther'
den sonra ve B recht'den önce en güzel yazan
adam olarak kabul edilen şair Heinrich Heine,
öğretisi ile ruhbilime yepyeni bir pencere açan
Sigmund Freud, Hegel'in diyalektiğinden bam­
başka açılara ulaşan Karl Marx, bugün Berlin'
in bir caddesine adı verilen Martin Buber, mo­
dern romancılığın Proust ve Joyce'la birlikte
dört devinden ikisini oluşturan Franz Kafka
ve Hermann Broch, beş bin kişilik kitle tiyat­
rosundan yetmiş kişilik kabareye kadar her
boyda her üslupta tiyatro skalasında rej i ya­
pan bir zamanların tiyatro imparatoru Marx
Reinhardt, halk tiyatrosunun girişken yöneti­
cisi Erwin Piscator, sade Almanya'nın değil,
belki Avrupa'nın en ince heccavlarından biri
olan Tucholski, maviyi gülen mavi yapmanın
sihirbazı Chagall, dünyaya iyi bakmayı desen­
lerinde ebedileştiren Klithe Kollwitz, Alman
sahnesinin unutulmaz Fraulein Julie'si ve de
daha nice unutulmaz kompozisyonların yıldızı
E lisabeth Bergmann, oyun yazarı Curd Goetz,
polemik ustası Karl Kraus, büyük rej isör Fritz
Lang, unutulmaz aktör ve rej isör Fritz Kort­
ner, usta oyuncu Conrad Weid, Rosa Valetti,
Peter Lore, hepsi hepsi o başarılı zamanların­
daki mutlu ve canlı bakışlan ile değerlendiriş­
leri de durmadan değişen ve kendi gibi fırıl
fınl dönen dünyamıza bakıyorlar.
Her sabah bu panoların önünden geçer­
ken « Her millet kendi layık olduğu Yahudi-
123
leri yaratır» diyen Fransız atasözünü hatırlı­
yorum.
Bu Yahudiler olmasa idi Almanya belki
yine güçlü, belki yine disiplinli ve metodik,
belki teknikte, sanayide en ileri·lerde olurdu,
ama bütün bu nimetierin ortasında zeki, ışıl­
tılı, kıvılcımlı, en olmayacak seçenekleri dene­
yici Yahudi zekasının getirdiği cevherden yok­
sun kalırdı. Alın Yahudi düşünürleri, yazarla­
n, sanatçılan Alman kültür hayatından, Orta
Avrupa kültürü dediğimiz bu birikimden or­
tada elbet çok şey kalırdı, ama o çok şey hay­
li yavan kalırdı.

1 Kasım 1981

124
BİR YlLDÖNÜMÜ

Kaderim, belki de talihim diyelim, beni


Avrupa'daki bazı olayların yakından tanığı
yaptı. Fransa'da ünlü Halk Cephesi 'nin kuru­
luşu evrelerini ve Leon Blum'un kısa iktidar
dönemini yakından izledim. Leon Degrelles
adında Belçikalı uyanık bir parti katibinin
daha mass-mediaların önemi bugünkü kadar
bilinçleşmemişken bunlardan kurnazca yarar­
lanıp Rex partisini nasıl kurduğunu, iktidara
nası l geldiğini , daha sonra Hitler'in yardakçı­
hğına nasıl atladığını yine yakından ve ibret­
le izledim. Adolf Hitler'in iktidara gelişinin ilk
yıllan Heidelberg'deki üniversite öğrenciliğim
yılianna rastlar. Varsailles antlaşmasını ilk
defa bozup Rhen bölgesini Alman askerlerine
işga-l ettirdiği geceyi, daha radyolar dünyayı
karıştıran bu haberi yaymadan, gazeteler en
iri puntoları ile ilan et meden önce, o bölgede
oturan Almanlarla birlikte i l k yaşayanlardan
biri oldum. Bilincimin en uya'uk, gözlemleri­
min en diri olduğu bir gençl ik döneminde bu
Nazi rej iminin içinde tam üç buçuk yıl yaşa­
dım. Faşizmin nasıl usul usul insanları tavladı­
ğını, sonra sonra nasıl maskesini atıp insanı
insan yapan bütün değerleri silip geçtiğini,
eleştirisiz kalan bireysel tahakkümün nasıl
kendini -ama kendisi ile birlikte koca bir

125
ulusu da- mahva götürdüğünü orada anla­
dım. Nazilerin Avusturya'yı ilhak ettikleri gün
tesadüfen Viyana'da id im. 1 956 Macar ihtilali
denilen ayaklanma, yine ben o dolayiarda iken
patlak verdi. Avusturya, Rus tanklarından ka­
çan 200.000 Macar'a sınırını açtı. Bunların bir
kısmı oturduğum hanın altındaki misafirha­
neye yatınldı. Gece gündüz anlattıklarını din­
ledim. 1 969'da Bader-Meinhoff çetesi alikıran
başkesenlik ederken ; Rudi Duschke, Alman
gençlerini ayaklandırırken tesadüfen Berlin'
de idim.
İçinde olunca insana kendi kendine bir­
den oluşuvermiş gibi gelen, alelade olağan bir
sansasyon hissinden öte bir önem taşımaz gö­
rünen olaylar, bir de bakıyorsunuz, üstünden
zaman geçtikten sonra tarih içinde önemli bir
yer alıvermişler. Üzerlerine ciltlerce kitap ya­
zılmış ve yazılıyor.
Avrupa'nın o hareketli dönemini bir de
benim anılarıının gözlüğünden izlemek isteye­
cek okurlanm varsa, bir buçuk yıl kadar bek­
lemelerini rica edeceğim. Biz gelelim, şimdi
geçen hafta yirmi beşinci yılı kutlanan 1 956
Macar başkaldınsına . . . Evet bu başkaldırı
geçen hafta sade Batı bloku ülkelerinde değil,
Macaristan'da da anıldı. Rusya'nın buna izin
verişi o günden bugüne Moskova ile Tuna'da­
ki köprülerin altından ne kadar suların geçti­
ğini gösterir.
Olay 23 Ekim günü gençlerin zararsız gö­
rünen bir sokak gôsterisi ile patlak verdi. Kış­
kırtıcıların da tahrikiyle fevri bir taşkınlığa,
giderek polis ve askerle çarpışmaya dönüştü.

126
Sokak gösterilerinin nereye varacağı hiç bel­
li olmaz. İlk kurşun bir patlamaya görsün. Kit­
leleri artık sağduyu ve irade değil, bambaşka
güçler, içlerindeki atavik hisler, birikimler,
hınçlar alır, kendilerinin de tasariamadığı yer­
lere götürür. Ordu ve halk birbirine girdi. Son­
ra olayı bastırmak için harekete geçen milH
kahraman genç albay Pal Maleter, halkla ko­
nuşup onların fikrini öğrenince Milli Savun­
ma Bakanı'na haber gönderdi. Halkın tarafı­
na geçti�ni bildirdi. Peşte sokakları tankiara
binmiş Macar bayrağı dalgatandıran gençlerle
doldu. Bir hafta boyu duruma bu kalabalık
egemen oldu. Sovyet yöneticiler ve Macar ka­
binesinin aciz ve kararsız kaldığı görüldü.
Başkaldıncılar, « Macaristan'ın özgürlüğü için
demokratik girişim » diye adlandırdıkları ha­
reketlerine esas olarak, halen başvekil olan im­
re Nagy'nin daha halkçı, daha özerk bir sos­
yalizm isteyen reformlarını almışlardı. İşin tu­
haflığına bakın ki, İmre Nagy o sıralarda baş­
bakan bulunuyordu . Bu şunu gösterir ki, hal­
kın istekleri onun meşru reform isteklerini
hayli aşmıştı. Macaristan\ özgürlüğüne ve
nötralitesine yeni kavuşmuş Avusturya gibi
nötral bir ülke yapmak isteyecek kadar . . . Bun­
da Batı devletlerinin kışkırtısı var mıydı tar­
tışmasına girmeyelim. Her zaman, her yerde
her cereyanın kışkırtısı tetikte bekler. Müsait
an görünce daha da bir satha çıkar.
O iki hafta boyu başkaldırıcılar Batı blo­
kundan bir yardım eli umdular. Ama Süveyş
krizinden sonra İngiltere'nin böyle bir insiya­
tife pek yüzü kalmamıştı. Amerika ve Fransa

127
da pasif kaldılar. Kruşçev'in tanklan Peşte'ye
yürüyüşe geçince, sınınnı açıp kaçan göçmen­
lere kucak açan sadece ve sadece küçük Avus­
turya oldu. İnsancıl Avusturyalılar ikinci şilte­
lerini, battaniyelerini, harçlıklanndan artırdık­
larını bu 200.000 kadar göçmene verdiler. Bir
kısmını da Macaristan'dakilere yolladı•lar. Son­
ra ne oldu ? Sovyet yöneticilerle Macar Ko­
münist Partisi Başkanı ve Nagy hükümetinde
Devlet Bakanı olan Janos Kadar, Başbakan
İmre Nagy, başkaldırının askeri lideri olan
Pal Maleter bir masa başına oturup Macaris­
tan yönetimine verilecek yeni rota üzerinde
ortak anlaşma noktalan aramaya koyuldular.
Eski partinin feshedilerek yeni ve taze bir ko­
münist partisinin kurulması karar altına alın­
dı. Yeni dönemin başbakanı da Janos Kadar
olacaktı. O da Macaristan'ın kendine özgü bir
sosyalizm izlemesinden yana idi. Bu arada
Sovyetler'in Nagy, Maleter ve bir iki başkaldı­
n liderini, karşılıklı diplomatik konuşmalar
sırasında, diplomatik dokunulmazlığı boza­
rak tevkif ettikleri ve Rusya'ya götürdükleri
duyuldu. Başta Sartre olmak ütere tanınmış
yazar ve düşünürlerin kaleme aldıkları ünlü
protesto bildirisi de etkisiz kaldı.
Halk ayaklanmasını destekiemiş olan Kar­
dinal Mindszenski bu arada kapağı Amerikan
büyükelçiliğine atıp kurtulacak ve uzun yıllar
orada kaldıktan sonra Sovyetler'in izni ile ora­
dan yurt dışına geçecekti.
İmre Nagy, Pal Maleter ve arkadaşlarının
encamından uzun zaman haber alınamadı. An­
cak, 1958'de, kısa bir bildiriden Rusya'da va-

128
tana hiyanet suçu He muhakeme edilip ölüm
cezası giydikleri ve hükmün infaz edildiği öğ­
renildi.
Macar başkaidırısı böylece noktalanmış
olmuyordu. Bundan sonra Sovyetler dört cilt­
lik bir beyaz kitap yayıniayıp mahkeme hak­
kında bilgi verdiler. Nagy'nin dostlan ise ola­
yı kendi görüş ve belgelerine göre bambaşka
biçimde yansıtan kitaplar yayınladılar. Bugü­
ne dek bu konuda yüzlerce kitap, inceleme ve
araştırma çıktı. Bu karşıt fikirler kitaplarda
da birbiriyle tartışıp durmaktalar.
Bugün, ı 98 ı Ekiminde bu başkaldınnın
Macaristan'da da anılmasına müsaade edil­
mesi, ilk bakışta şaşırtıcı görülebilir. Ama ar­
t ı k herkes kabul etmektedir ki, o başkaldın
boşuna olmamış, belli bir uyarı işlevi görmüş­
tür. Stalinizmin ve dolayısıyla onun Macaris­
tan'da iktidara getirdiği dar alınlı, baskıcı Ra­
kosi rejiminin Macar psikolojisine, Macar ge­
leneklerine, Macar bünyesine tam oturmadığı
anlaşılmış, o zaman parti içinde parti icra ko­
mitesi üyesi olarak Macaristan'a daha uyan,
daha serbest, daha demokratik bir sosyalizm
getirmek uğruna muhalefete geçen İmre Nagy
ve arkadaşlarının uzantısında bir kendine öz­
gü sosyalist rejim bugün Macaristan'da az çok
gerçekleşmiştir. Bugünkü Macar devlet baş­
kanı Janos Kadar da ilk günden beri kartları­
nı açık oynayan bir yönetici olarak bu uzantı­
da çaba göstermiş, başkaldın ertesi Macaris­
tan'la Sovyet Rusya'nın arasını bulmaya çalı­
şarak bozulan dengeyi Macaristan ·lehine yeni­
den sağlamıştır. Enternasyonal sosyalizmin

129
sosyalist ülkelere empoze ettiği ortak enter­
nasyonal kalıplar dışında her ülkenin kendi­
ne özgü bir milli gerçeği, birikimi, geleneği ve
yerel koşullann oluşturduğu psikolojik bün­
yesi olduğunu Macar yöneticiler kadar Sovyet­
·ler de artık anlar olmuşlardır.
Bugünkü Macaristan ziraatini daha geliş­
tirmişse, sanayiinin gediklerini kapayabilmiş­
se, turizmini büyük gelir kaynağı haline geti­
rebilmişse, dünyanın en sevimli milletlerinden
biri olagelen Macarlar bugün düne kıyasla bi­
raz daha güleç olabilmişlerse; bunu, baskı­
dan, ecirlikten uzaklaşıp geçmişlerinin ve ge­
lenelderinin sıcaklığına, bir kelime ile yurtla­
nnın yurttaşı olmak bilinçlerine yavaş yavaş
varmalarında aramalı.
1 956 Macar hareketi demek ki, yararsız ol­
mamıştır. Bunu, kardeş milletin dostu düşmanı
herkes, artık kabul etmektedir.

16 Kasım 1981

t."W
KOMŞULUK ÖLÜYOR

Ünlü sinema aktörii William Holden başı­


nı mermer masanın köşesine vurup kan kay­
bından ölmüş de üç gün kimsenin haberi ol­
mamış. Geçen gün Berlin'de de ünlü bir ope­
ret kompozitörü öldü . Kimsenin ruhu duyma­
dı. Ancak dört gün sonra tesadüfen anlaşıldı.
Yine Alman gazeteleri isimsiz, ünsüz alelade
bir emeklinin tek başına oturduğu evde öldü­
ğünü ve tam üç yıl -evet yanlış değil- üç
yıl boyu komşulann bunu farketmediğini yaz­
dılar. Arkadaşım Celal Sılay, Şişli 'deki kira
odasında tek başına öldü. Son nefesinde bir
yudum su vereni bulunmadı. Randevusuna
gelmeyince merak eden iki arkadaşı kapısını
kırıp içeri girince şairimizin ölüsü ile karşı­
laştılar. Harkiyenin olduğu kadar edebiyat
ve tiyatro dünyamızın da yakından tanıdığı,
hariciyeci kolişesinin içine sığarnayıp taşan,
kültürlü , esprili, hoşsohbet Hasan Tahsin de
Moda'da Deniz Aparımanı'ndaki dairesinde
ölüp gitmişti de komşuların günlerce haberi
olmamıştı.
İnsanların tek başına bırakıldığı bencil
ve hoyrat bir dünyada yaşıyoruz. Dostluk,
komşuluk, ilgi, sevecenlik, vefa, yardım duy­
gusu kalmadı. Kendileri için yaşayan, boş za­
manları bile olsa bunu başkaları için harca-

131
mayı israf sayan bir çıkarcılar yarışındayız.
Kimsenin kimseyi görecek haH yok.
Almanya'da oturan işçilerimizin en çok
yakındığı şeylerin başında komşusuzluk geli­
yor. Komşusuzluk onların buradaki ezik du­
rumunu daha da vurguluyor. Büsbütün öksüz
yapıyor. Oysa alışmış köyünde, başı sıkışınca
komşusuna başvunnaya, ona dert yanmaya,
içini boşaltıp rahatlamaya, komşusunun ona
ihtiyacı olunca bir sıcak çorba yapıp duasını
almaya. Burada yok böyle şeyler. . . Sade ona
değil Alman komşulara da kapalı Alman'ın ka­
pısı. Oturduğumuz apartmanda tam on iki da­
ire var. Yedi aydır bugüne dek hiçbirini gör­
medik. Kapıda bazı gölgelerle karşılaşıyoruz.
Birbirimize hırsız olmadığımızı belgeler gibi
adet yerini bulsun diye merhabalaşıyoruz. Za­
ten yapacak işim de o kadar çok, günüm o ka­
dar dolu ki isteseler de iyi bir komşu olarnam.
Ama işçilerimiz, konuşkan ve insancıl işçile­
rimiz öyle mi? Komşu yerine kulaksız, ağız­
sız duvarlada karşı1aşmak onların içierini da­
ha bir üşütüyor. Kreuzberg'de Türk mahalle­
sinde oturanolar bu eksiği o kadar duymuyor­
lar. Çünkü çoğu birbirine komşu. Ama Alman
evlerinde oturaniann hali duman. Geçende
böyle biri bana
- Bizi görünce keyifleri kaçıyor, güler­
ken çatınıveriyorlar. Her şeyi de yanlış mı ya­
pıyoruz ki başlarını iki yana sallayıp ya sabır
çekiyorlar? Değil buraya geldiğimden, nerdey­
se dünyaya geldiğimden ötürü özür dilemek
hissine kapılıyorum.
Aynı zamanda öArencim de olan bu has-

132
sas işçi kardeşimin sözleri benim de gözleri­
mi buğulandırdı. Oturdum, o hızla • Şeytan
Tüyü » adlı bir hikaye yazdım. Atmaneası bası­
lınca tepkisi nice olur merak ediyorum .
Diyeceğim, sade Almanya'da değil, dünya­
nın her yerinde dostluk, komşuluk azaldıkça
azalıyor. Sanayileşme humması içinde , tüke­
tim furyası içinde iç dünyasının en değerli un­
surlarını yitiren insanoğlu doğayı unutup çev­
reyi kirlettiği gibi, içini ısıtan insancıl değer­
leri de kınp geçiriyor. Bu arada benciHiği aş­
manın en yakın aşaması olan komşuluk mü­
essesesini de miadı geçmiş romantik bir duy­
gu olarak müzelik bir eşya gibi geçmişe bıra­
kıyor.
Oysa geçmiş, komşuluk müessesesini na­
sıl övegelmişti ? « Komşunun evi yanarsa se­
ninki de sağlam kalmaz» diyen Horaz, « Kom­
şusuna küfür eden kendi mezarını kazar» di­
yen Japon atasözü, « Ev alma, komşu al » diyen
Türk atasözü nasıl bambaşka bir şarkı tut­
tunnuşlardı. Şimdilerde insanlar bu kozmik
gerçeği toptan inkar edip, «Gemisini kurtaran
kaptan» deyip, « Benden sonra tufan » deyip
sadece ve sadece kendileri için yaşıyorlar. Kö­
şeyi dönmekten başka şey düşünmüyorlar.
Döndükleri köşede belki birçok maddi nimet­
ler var. Ama köşesini döndükleri yolun sonuna
vardıklannda iç zenginliklerini yitirip zavallı
birer posa kaldıklarını aniayacakları gün uzak
değildir. Uygarlık sanılan çıkar yarışı, insanı
gün günden barbarlaştınyor.

29 Kasım 1981

133
ALMAN ÇEŞMESİ

Çocukluğunuzun geçtiği semtleri, sokak­


ları arada bir gezer misiniz? Tavsiye ederim.
İnsanın arada bir böyle nostaljik hülyalara da
ihtiyacı vardır. Eski yapılar, eski meydanlar
hayatın kilometre taşlarıdır. İnsan nereden ne­
reye geldiğini, ne iken ne olduğunu en iyi on­
lara dalarken anlar. Direklerarası'nın son dö­
nemine iyi kötü yetişebiimiş olmayı mutluluk
sayarım. Ama nerde bizim oturduğumuz eski
Şehzadebaşı, nerde bugünkü? Koydunsa sev­
gili Ferah'ı ara da bul . Millet Tiyatrosu önce
sünger deposu, şimdi de işhanı oldu. Geçim
derdinden değiştirdiği kişiliği belli olmasın
diye de utancından o güzelim merdivenli giri­
şini şimdi bir kepenekle kapadı. Fele Sineması'
nın, Milli Sinema'nın yerinde yeller esiyor.
Bugünkü nikah dairesinin yanındaki sokakta
evimizi boşuna aradım durdtım. Çoktan yıkıl­
mış, yerine zevksiz yapılar çıkmış.
Divanyolu deseniz öylesine. Firuzağa Ca­
mii nirengi noktası olarak kalmasa orada da
tersmiz dönebilir. Ama bakın Sultanahmet
Meydanı için aynı şeyler söylenemez. Ufak te­
fek düzenlemeler dışında o nasılsa aynı kaldı.
Ayasofya ile Sultanahmet'in arasındaki bugün
park olan düzlük çocukluğumuzda çıplak bir
alandı . Kira ile hisikiete biner tur atardık.

134
Sultanahmet Camii avlusunda şimdi yeşil alan­
laştırılmış yerde « cami içi )) dediğimiz statta (!)
hareketli maçlar yapardık. Galatasaray'ın son­
ra da Güneş'in bir ara da milli takımın unu­
tulmaz sol açığı dripling ustası Rebii Erkal'ın
ilk gollerine bu avlu tanık olmuştur.
Sul tanahmet Meyd anı şehrin ortasında
insanın içini açan, geniş, havadar, engin ufuk­
lara bakan eşsiz bir meydandır. İçiniz daral­
dığı bir gün oraya gidin, birden ferahlarsınız.
Bazı yerlerin konumunda , ışımınında -nere­
deyse ikliminde diyeceğim- bir sıcaklık, bir
rahatlık vardır, size geçer. Miletoslu İsidore
ile Sedefkar Mehmet · Ağa 13 yüzyıl ara ile
sanki gönül birliği etmişler, iki uygarlık ara­
sındaki ..'!n estetik uyumu bu alanda sağlamış­
lardır. Camiini ne az ne çok, Ayasofya'dan
tam bu uzaklığa kondurmak bile Mehmet
Ağa'nın zevkinin ve sanat saygısının belgesi­
dir.
Bizanslılar zamanında araba yarışlannın
yapıldığı, gladyatörlerin kapıştığı, aslanların
kükreyerek adam parçaladığı bu yerlerde da­
ha sonra Osmanlı sultanlan Surnameler'in
saptayıp bugüne aktardığı nice şenlikler ve
alaylar düzenlemişler. Belleğiniz bunlarla do­
lu ise, muhayyileniz şimdi onlan da canlandı­
rabilir. Bu alan bugün Adiiye'ye girip çıkan­
lar, Yüksek Ticaret Okulu'nun öğrencileri ve
günün her saatinde, her yaşta çeşitli turist
grupları ile hep hareket halindedir.
Orta yerdeki yeşil alanlardan birini Mı­
sır' dan getirilmiş hiyeroglif yazılı iki obelisk,
birini de Alman Çeşmesi denilen somaki sü-

135
tunlar üzerine yükselen meşhur çeşme süs­
ler.
Yakında MİLLİYET'te yayınlanacak olan
bir yazı dizimin başhğı yanma konacak uygun
bir amblem ararken, geçen gün birden bu çeş­
meyi hatırladım. Alıcı gözü ile bir kere daha
göreyim dedim. Hava aralık ortasında bir ilk­
bahar günü. Nerde ise kuru dallarda tarnurcuk
arayacak insan. Yandaki türbenin bahçesin­
den maltaeriği çiçeğinin mayhoş kokuları ge­
liyor. Bu çiçek sonbaharda açar.
1 898'de yine böyle bir sonbahar günü baş­
lamış çeşmenin tarihi. İkinci Wilhelm'in, İs­
tanbul'u ikinci defa ziyaret ettiğinde II. Ab­
dülhamit'e bir dostluk cemilesi olarak yaptır­
dığı bu çeşme o tarihten bu yana Sultanahmet
Parkı 'nın simgesi olagelmiş. II. Wilhelm bun­
dan sonra bir de Sultan Reşat zamanında şeh­
rimize gelecektir. Hamburg Limanı'ndan Bas­
ra Köıfezi'ne kadar uzanacak Almanya'yı,
Avusturya'yı, Macaristan'ı ve Osmanlı ülkesini
içine alacak bir süper imparatorluk planının
tezgahlanması babında yapılan bu ziyaretler­
de Alman Kayzeri tam bir Türk dostu imajı
yaratmış ve ikinci gelişinde ana çizgilerini bu­
günkü yeni deyimi ile designi'ını ve planını
bizzat çizdiği ve kendi mimarları tarafından
gerçekleştirilen bu çeşme i•le İs tanbul'un gö­
beğine ve tarihe kalıcı bir dostluk simgesi per­
çiniemek istemişti. Bütün mermer, tunç, de­
mir ve diğer parçaları Almanya'da yapılarak
İstanbul 'a getirilmiş, burada temelinin üzeri­
ne kurulmuş olan bu meydan çeşmesinin 1 90 1 '
de törenle açılışında musluklanndan günlerce

136
şerbet aktığı ve ahalinin Türk - Alman dostlu­
ğu şerefine kana kana şerbet içtiği rivayet edi­
l ir.
Şimdilerde ise bu çeşmeyi sade tarih me­
raklılan ve turistler değil, bizim herduşlar da
pek seviyor. Yazın içerdeki sekiz mermer ka­
nepe onlara birer karyoia işlevi göriiyormuş.
Ben gittiğimde iki alıbab orada beş taş oynu­
yorlardı. Buraya durduğu yerde «Alman Pa­
las » dememişler.
Dört yanı açık, püfür püfür bundan hava­
dar yaz oteli bulunamaz. Hazır muslukları ku­
rumuş beş altı yalak da emrinize amade. Bun­
dan ötürü çeşmenin civarı çiş kokusundan ge­
çilmiyor.
Zaten Serasker Katibi Muhtar Bey de ka­
sidesinde Hazret-i Wiılhelm'ı Sani için « Eyledi
bu çeşmesan hayre arayı karar» demiyor mu?
Bu da bir hayır sayılır aslında. Ama kime ni­
yet kime kısmet.
Çeşmeler de insanlar gibi ne oldum deme­
meli, ne olacağım demeli.
İşte tarihi bir çeşmenin yine o tarihin cil­
vesi ile bugünkü encamı.

19 Aralık 1982

137
YAZARLAR VE KAMUOYU

Ünlü Amerikan romancısı Erskine Cald­


well kendisine hangi kitapları okuduğunu so­
ran bir röportajcıya, «- İnsanlar ikiye ayrılır»
diye cevap vermişti, << Okuyanlar, yazanlar. Ben
yazmaktan okumaya vakit bulamayanlarda­
nım.»
Bir Türk şairi arkadaşımız ilk defa Paris'e
gitti�nde hemen dergilerden, kitaplardan duy­
duğu Cafe Flore'a koşup Sartre'ı, Simon de
Beauvoir'i görmek istemiş ama, ne orada,
ne başka kahvelerde tek yazar bulamamıştı.
Hayretini ve düş kırıklığını açıkladığı emek­
tar bir garson ona şu cevabı vermişti
- Yazarların kahvede işi ne ? Yazarlar
evlerinde oturur ve yazarlar.
Evine, odasına ya da Montaigne gibi Bor­
deau'daki şatosuna, Flaubert gibi Rouen'deki
inzivasına, beylik bir kelime ile fildişi kulele­
rine çekiHp yazan yazar ve düşünür imajı ça­
ğımızda hayli demode olmuşa benzer.
Eskiden yazar hayatın içinde değil, yanın­
da yaşayan bir yaratık sayılıyordu . Uzaktan
bakışın insana sağladığı bazı yararları hiç kü­
çümsememekle birlikte, bugünkü yaşamın bu
çeşit yazar kuşağım ortadan kaldırmasını da
doğal bulanlardanım.
Bugünkü yaşam süratli değişkenliği ve her

1 38
gün yeni sürpriziere açık karmaşık gelişmele­
re gebe gidişi içinde yazan, zaten o eski dö­
nemlerin durmuş - oturmuş huzur ortamından
çoktan koparmış tır. Yazarlık için bir masa,
bir daktilo makinesi kadar, asgari bir huzur

ortamı da gereklidir. Bunsuz kafasını toplaya-
maz. Düşüncelerine, çağnşımlarına tutarlı bir
düzen veremez. Hitap ettiği aydın kalabalığı­
nın da asgari bir hayat güvencesi ve fikir hu­
zuru içinde olması, yazann fikirlerinin sağlık­
lı algılanmasının baş koşullarından biridir.
Herkesin can kaygusuna düştüğü, ortamın
ana - baba gününe döndüğü bir ortamda, -me­
sela bir deprem bölgesinde- ne yazann için­
den yazmak gelir ne de kimse onun yazacak­
Ianna kulak verir.
Bugünkü dünya işte böyle bir deprem or­
tamını andırıyor. Bunun içindir ki bugünkü
Avrupalı yazariann çoğu, işi gücü bırakıp rad­
yolann, televizyonların başında her gün pat­
lak veren ya da vermeye hazır olayların peşi­
ni kovalamak, gelişmelerini izlemek zorunlu­
ğunu duyuyorlar. Eski dönemlerin etiiye süt­
lüye kanşmayan, kınarnsık ve ödlek yazarla­
nnın tersine , olaylara pasifçe teslim olmak
yerine, onlara ellerindeki tüm olanaklarla doğ­
ru bildikleri yolda tepki göst�nnek için kale­
me, kalemden de çok mikrofona sanlıyorlar.
Tıpkı bir politikacı gibi aktif olarak olayların
izleyicisi, yorumcusu kesilmelerine iki kere
hak vermek gerek: Bir kere mesleklerini İcra
edebilmeleri sıkı sıkıya bu politik kargaşaların
durulmasına, bir çözüme vardınlmasına bağlı
da ondan ... İkincisi, bir aydın olarak sağduyu-

139
nun, insanlığın, mantığın sözcüsü olarak, ka­
muoyuna anlatacaklan şeyleri ve yeni seçenek­
leri olduğundan . . . Çoğu zaman politikacıların
ya fazla yorulup yıpranmadan ya da politika ih­
tirası ve rekabet yüzünden düştükleri yanlış­
lıkları, saplantılan, kısır döngüleri serin ka­
fa ile belirtmeyi, onları uyarınayı ülke ve dün­
ya vatandaşlığının başlıca ödevi saydıkların­
dan . . .
Politikacılar elbet kıvrak zeka sahibi , tec­
rübe sahibi , ağızları herkesten iyi laf yapan
yaratıklardır. İçlerinde çok değerli olanları
da elbet her zaman vardır. Ama kültür düze­
yi yüksek ülkeler, yine de yazgılarını sade ik­
tidarın iplerini ellerinde tutan yöneticilere bı­
rakmak istemiyorlar. Ülkenin olduğu kadar
dünyanın yazgısını da değiştirecek kararlar
hep yöneticilerden çıktığına ve çıkacağına gö­
re, politikacıların ; bilim adamları, yazarlar,
düşünürler, hatta din adamlarının ileri fikir­
lileri tarafından denetlenmesini demokrasinin
başlıca nimeti sayıyorlar. Çünkü bu saydıkla­
rımızın politikacılardan daha az zeki, kapsam­
lı ve sağduyulu olduğu iddia edilemez. Yurt
ve barış sevgisi ise hiçbir yerde hiçbir zaman
yalnız yöneticilerin tekelinde değildir. Millete
ve insanlığa en iyi hizmet yarışının yarış alanı
ise elbet kamuoyudur.
On iki yıllık bir faşist yönetimden
sonra en kusursuz bir demokratik düzene geç­
mek iddiasında olan Almanya'da, gün geçmi­
yor ki yazarlar siyasi olaylar karşısında görüş­
lerini ya tek tek bildiriler, yazılar ya da tele­
vizyondaki açık oturumlar aracılığı ile kamu-

140
oyuna iletmesinler. Heinrich Böll, Günther
Grass ve daha başkalarının son zamanlarda
edebiyat alanında daha verimsizleşmesinin,
gün günden daha yoğunlaşan siyasi kannaşa­
lara söz yetiştirmek ödevinden i·leri geldiği gün
�ib i aşikar . . .
Geçen hafta da Doğu Berlin'de Batı ve
Doğu Alman yazarlar, atom savaşını körilkle­
yen karşılıklı silahianma konusunda ortak bir
açık oturum yaptılar. Doğu Alman yazar Herm­
lin'in insiyatifi ile aynı çatı altında toplanan
Alman yazarlar, Doğulu - Batılı ideolojileri bir
yana bırakıp << Aklın yolu birdir» dereesine
atom savaşını önleme konusunda hep aynı or­
tak yargılara vardılar. Topun ağzında bulunan
Berlin'de yarınki muhtemel bir savaşın -hem
de sade Almanya'yı değil, tüm insanlığı yok
edecek bir felaketin- önlenmesini yalnız po­
li tİkacılardan beklemenin rizikosunu önlemek
ister gibi, beyinlerini bu konunun çözümüne
seferber ettiler.
Sanatçılar için uyarıcılık ödevi yaratıcı­
lık ödevinden çok önce geliyor. Aksi halde,
Bertold Brecht 'in dediği gibi, « Batmakta olan
bir geminin duvarianna çiçek resmi yapmak
saçmalığından farksız» duruma düşecekleri­
ni biliyorlar.

27 Aralık 1981

141
SİZLERDEN UZAK
BİR YILBAŞI

Her yeni yılbaşı kendimizi bir toparlıyo­


ruz. Aldığımız yeni ajandanın sahifeleri gibi
bembeyaz bir yıl durur sanki önümüzde. Bu
yıl öbürkilere benzemeyecektir. Geçmiş. yıllann
bilançosunu yaptığımızda gördüğümüz hata­
·lar artık tekrar etmeyecektir. Yolun yansını
çoktan döndük. Sonuna yaklaştık. Artık za­
manı bozuk para gibi harcamak yok.
Oyalantılara, dağıimalara paydos. Boşa te­
kerlek döndürecek Z'\.ffian kalmadı. Her yeni
gün, her yeni saat ve dakika, yararlı bir şey­
lere harcanmalı . Aynntı ile esası açık seçik
ayınnalı. Zamanın başıboş akışı içinde bizi sü­
rüklemesine izin vennemeli. Tersine, onu bi­
linçli bir şekilde kullanmalı. Onunla birlikte
olunmalı. Hatta zamanla yanşa çıkmalı. Enin­
de sonunda bizi tuşa getireceğini bilmemize
karşın hiç değilse yaşam boyunca zamanla ya­
nşmalı . Bu küçük sürede olsun, onunla atba­
şı olmanın böbürünü biraz tatmalı. Saatler bu­
güne dek bu yanştaki yanılgımızı hep yüzü­
müze vurdular. Ne zaman baktıksa hep san­
dığımızdan daha geçi gösterip durdular. Geri
kalışımızı kafaımza kaktılar. Aynalar nasıl bir
zaman hışır muhayyilemizin de yardımıyla bi­
ze moral verir dururken yıllarla birlikte moral

142
bozan birer gerçekçi kesildilerse, önümüzde
çok zaman var sanırken bize sevimli gelen sa­
atler de şimdi acımasız tik taklarıyla geri ka­
lışımızı, zamanı iyi kuHanamayışımızı kafamı­
za kakar oldular.
Saatler oldum bittim başlıca saplantıla­
rımdan biri olmuştur. Topkapı Müzesi 'ne her
gidişimde saatler bölümüne uğramadan ede­
mem. Ama her seferinde de boğulur gibi olup
kendimi dışarı atarım. Ne kadar değerli ne ka­
dar hünerli olursa olsun, durmuş saat sön­
müş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş saat­
Ierin bir meziyeti günde hiç değilse iki defa
doğru saati göstermesidir. Ayarsız saat bunu
bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu meka­
nizmasında, yani zembereğindedir, zemberek
saatin değil, hayatın da özü , temeli. Bir bakı­
ma hepimiz kurulu birer saat değil miyiz? Ya­
şama bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve
boşalmadan başka nedir? Yaşlılıkla ölen kur­
gusu biten, gençlikte ölen zembereği bozulan ...
Eğitim, kültür bile, az çok bir kurgu meka­
nizmasına benzetilemez mi? Kurarlar bizi, ku­
rulduğumuz gibi konuşur hareket ederiz. Ki­
mi hMa· alaturka saat ayarı üzerine işler, ki­
mi Green Wich ayandır. Bazımız Heri gider,
kimimiz geri kalınz. Memleket saat yahut stan­
dart ayanndan ileri gidecek olursak kanun de­
nilen muvakkitbaşı tutar bizi, geri alır . Daha
kafası kızarsa büsbütün durduruverir. Geri
kalacak olursak. . . . . . ileri alır diyecektim ama
geri kalana pek aldırmaz. Yurdumuz Yenica­
mi duvarındaki ezani saat ayan ile işleyen ni­
ce alaturka saatlerle dolu. İnsanlar her bakım-

143
dan saate benziyorlar. Hatta gü•leceksiniz bel­
ki, boş zamanlanmda öbür insanları da ken­
dim gibi saate benzetrnek en sevdiğim hayal
oyunlanmdan biri . . . Tanıdıklarıma, yakınla­
nma bakıp bu saat olsa nasıl bir saat olurdu
diye düşünürüm. Yahut da tersine, saatten ha­
reket edip insana geldiğim, belirli saatierin in­
san olunca nasıl birer kişilik göstereceklerini
düşündüğüm olur. Mesela odamdaki ağırbaş­
lı duvar saatinin camekanma bakarken büyük
pederin gözlüklerini görür gibi olurum.
Misafir odasında fanus içinde duran kon­
sol saati büyükannemin çeyizi imiş. Büyük
valde saat olsa her halde böyle tertipli, kıvrak,
hanım hanımcık minyon bir saat olurdu diye
düşünüriim . Tahsildarlar saat olsa herhalde
sayaç mekanizması ile işlerlerdi. Orkestra şef­
lerine gelince, onlar metronomdan başka ne
olabilirlerdi ?
Öbür saatiere kıyas•la metronomun bir iyi­
liği temposunun istendiği gibi hızlandınlıp
yavaşlatılabilmesi. . . Çekersin yukan, tempo
yavaşlar. Tik... Tak ... Tik. .. Tak ... İndirirsin aşa­
ğı tik, tak, tik, tak, böyle bir ağırlık tüm saat­
Iere tahlabilse. Biliyorum gülümsüyorsunuz,
bunu zamanın akışını yavaşlatmak isteğimin
zavallı bir avuntusu sayıyorsunuz, haksız de­
ğilsiniz. Zaman geçiyor_ Bizler zamanın içinde
yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de,
o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu his­
sedebiıliyoruz. Ama zaman daha geçmeden, he­
nüz geçerken onun geçişini adeta gözle görür
gibi, bilinçli ve uyanık bir şekilde hissedebil­
diğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden ha-

144
hersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bü­
tün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız.

tık paragrafı yeni, iki paragrafı «On İki­


ye Bir Var» adlı hikayemden alıntı, bu yılba­
şı geveleyişlerimi bağışlayın. Yurdumdan, siz­
lerden uzak bir yılbaşının mayhoş havası ka­
lemimi bağlıyor. Neyse çoğu gitti azı kaldı, iki
üç ay sonra birlikte olacağız, sözün kısası iş­
te bir yıl daha geçti, yeni bir yıla girdik. Bu
yılı da herkes kendi hayat pusulasına göre bir
aşama haline getirmeye çalışacak. Emekliliğe
bir yıl daha yaklaşanı bürokratik bir kasvet­
tir basacak. Merkezdeki hariciyeci dışanya çı­
kacağı güne biraz daha yaklaştığını görerek
sevinecek. Askerdeki nefercik tezkeresini bu
yeni yılda alacak . 39'undaki güzelliğinden baş­
ka sennayesi olmayan dilher 40'ına bu yıl gir­
mernek için kendine aklınca güzel hileler bula­
cak. Yaşdaşlannın ölümü ile çevresi büsbü­
tün çölleşen ihtiyar bu yıl kendini büsbütün
yalnız hissedecek. Nice işadamı köşeyi bu yıl
dönecek, nice banker bu yıl iflas edecek .
Er geç zamanın zaferi ile bitecek bu ezeli
yanşta herkese, hepinize yine de küçük küçük
avuntular, oyalantılar yaratacağınız, kendini­
zi de başkalannı da aMatıp geçici de olsa kü­
çük kaçamak sevinçler sağlayacağınız bir yıl
dilerim. Tıpkı artık yeni olmayan yıllarda yap­
tığınız gibi.

3 Ocak 1982

145
TARTUFFE'Ü iZLERKEN

Sekiz aydır tiyatroya bile gidemiyorum.


Yoğun çalışmanın getirdiği aşırı yorgunluk
birikimine bir de sıfıraltı on iki soğuğun ver­
diği uyuşukluk eklenince, gelin de gece sokağa
çıkabilin. Ama her şeye karşın geçen hafta
Volksbühne'nin oynadığı Tartuffe'e bir kaça­
mak yapabildik. Eşsiz komedi ustası Moliere,
kişilerini çizişte ve konuyu sergiteyişte gös­
terdiği erişilmez başarıyı bazen oyunun sonun­
da gösteremez.
Oyunun organik gelişmesi yöneltİsinde
bir çözüme varamayınca zorlama çözümlere,
tiyatro deyimi ile << deus exmachina» denen te­
peden inme bitirişlere başvurur. Hatırlayaca­
ğınız gibi, Tartuffe'ün sonu da böyle biter. İş­
ler içinden çıkılmaz bir hal alınca, yani Tar­
tuffe Orgon 'u tavlayıp, aileyi mahvedip, onun
malının mülkünün üstüne oturup onlan ka­
pı dışarı etmeye kalkınca hiç umut kalmamış
görünürken, Kral'ın bir elçisi çıkagelir. Tartuf­
fe'ün Orgon'a karşı şantaj aracı ·olarak kul­
landığı ve onu suçlu duruma düşürebilecek es­
ki siyasi mektuplan Kral'ın affettiğini bildi­
rir. Tartuffe'ün ipini pazara çıkanr. Ne za­
mandır aranan bir sahtekar olduğunu, daha
nice evler yıktığım söyler, onu tutuklar. Ve
oyun bu Happy End'le biter.

146
İnsan bir oyunu altı yedi kere seyrediyor
da bazı noktalar bu arada dikkatini çekmeye­
biliyor. Her seferinde ya karakterlerin işle­
nişi, ya oyunun teknik çatısı, ya toplumsal hi­
civ içeriği üzerinde fazla durmaktan küçük
bir ayrıntıyı yeterince değerlendirememisim.
Bu sefer o ayrıntı, altı kırmızı kalemle çizil­
mişçesine gözüme çarptı Organ'un vaktiy­
le Kral aleyhtarı bir dostunu korumuş olma­
sı. Onun suç unsuru sayılacak dokümanlarını
bir kutuda saklaması bu sırra vakıf olan Tar­
tuffe'ün onu mahvetmesine yeterken, Kral'ın
bunun üstüne bir çizgi çekip Orgon'u affetme­
sinin gerekçesi dikkate değer! Çünkü Orgon,
ömrü boyunca Kral'ına sadık bir kul olmuş­
tur. Şimdi bu düıiis tlüğün mükafatı olarak
Micenap Kral'ı da onun gençliğindeki bu gaf­
letini bağışlamıştır. Maliere'in elçinin ağzın­
dan söylediği bu sözler, On dördüncü Louis'ye
bir hulus fırsatını dolayısıyla dile getirdiği
ıçın insanı şaşırtabilir. Büyük bir yazann
Kral'a böyle bir yağcıhk etmesi, yaltaklanma­
sı onu biraz gözden düşürebilir. O gece dik­
katim bu iki cümleye takıldı kaldı. Ama son­
ra Moliere'in bu yağcılığına hafifletici sebep­
ler bulmakta gecikmedim.

On dördüncü Louis, onun gezici trupu ile


oynadığı « Tabip Aşkı» oyununu seyredip be­
ğenmese , bu trupu kardeşinin himayesine ve­
rir, daha sonralan da bizzat kendi himayesi­
ne alır mı idi? On dördüncü Louis olmasa da­
ha sonra trup Palais Royala'e temelli yerleşe­
bilir mi idi? O «Güneş Kral»ı Maliere artık

147
hep arkasında hissedecektir. Bu güvence ile­
dir ki bilgiç kadınlan ile, kibarlık budalası
hacıağalan He, ikiyüzlü din simsarları ile, çı­
karcı ve cahil doktorları ile o zamanki Fran­
sız toplumunu hicvetmek cesaretini bulacak­
tır. Gerçi bu hicivler ona dosttan çok düşman
ve hem de çok dişli düşman kazandıracaktır.
Bu düşman-lar, özellikle Tartuffe'den sonra
onu bir kaşık suda boğacak hale gelecekler­
dir. Ama her seferinde Kral, öyle alenen değil­
se bile, el altından hep onun omuzunu sıvaz­
layacaktır. Böyle bir Kral'a , tek dayanağına
biraz hulus çakmasın mı fakir?

Rönesans'a bakacak olunca da birtakım


kralların, prensierin o zamanın Mikel Ange­
lo'lannı, Leonardo',lannı ve daha nice ressam
ve yontuculannı koruduklarını, onlara zen­
gin siparişler verdiklerini görürüz.
Weimar sarayına ve Weimar Dükü'ne yas­
lanmasa Goethe'nin bu kadar uzun yıl kaygu­
suz ve rahat yaşayabilmesi, koca bir ömür
isteyen Faust'unu bitireb ilmesi mümkün olur
mu idi? Dostu Schiller'i de aynı çatının altına
almak isteyen Goethe, idealist ve mağrur ar­
kadaşından red cevabı alınca çok şaşırmıştı.
Birkaç yıl sonra Schiller'in erken ölümü kar­
şısındaki tepkisi buna tanıktır. « Bunu gururu­
na aykırı buldu» der, « Gelse rahat edecek, ra­
hat çalışacak, ekmek derdinden kurtulacak,
istediği zaman yazıp istediği zaman dinlene­
cekti . Bunu kabul etmedi de ne oldu ? Yoksul­
luk ta direndi. Hasta ve yorgun daima yazmak
zorunda kaldı. İlhamı kesilir, yorgunluktan

148
verimi azalırken sağlığı daha bozan dopingle­
re, içkiye başvurdu. Hayatmı iki ucundan yak­
tı. Genç yaşta öldü. Kaybeden sadece kendisi
değil, insanlık oldu. »

Mimar Sinan, Kanuni Sultan Süleyman'


sız düşünülebilir mi? Ünlü divan şairlerimiz
kendilerini koruyan sultanlar olmasa yazdık­
lannı yazabilider mi idi?

Sanatın para getirici değil, para götürü­


cü bir alan olduğu, maddi ve manevi destek­
siz tomurcuklanamayaca#ı gerçeğini Batı çok­
tan anlamıştı. Tek tek mazen'ler devrinden
sonra bunlann işlevini c devlehin yüklenmesi­
nin en çağdaş ve demokratik yol olacağı ora­
da çoktan anlaşılmıştı. Türkiye bu anlayışa
hayli gecikmeyle vardı. Yüzyılda bir yetişen
bir dahi, tuttu bizi bu alanda da yüzyıllık bir
sıçrayışla uygar devlet anlayışının hizasına ge­
tirmeye. çalıştı. Sanatçılan korudu, onurlan­
dırdı. Yetenekli gençleri cumhuriyetin ilk dö­
nemindeki o fakir bütçeye rağmen Avrupa'•la­
ra gönderdi , yetiştirdi. Konservatuvarlar aç­
tı. Sanatçıya saygıyı çevresine telkin etti. Ken­
di ön oldu. Bunu sürekli bir devlet politikası
haline getirmeye uğraştı. Onun ölümünden
sonra İnönü döneminde Hasan Ali Yücel'in atı­
lımlannı da Türkiye'de demokratik ve halkçı
bir kültür politikasının oturması için yapılmış,
ama ondan sonra maalesef sürdürülememiş bir
yurtsever çaba saymak gerekir. Sonra ne oldu ?
Sanat ve kültür konuları kah Milli Eğitim Ba�
kanlığı'nda bir müsteşarlık, kah başlı başına

149
bir bakanlık olarak ele alınarak denendi. Her
seferinde de hükümetin başına hep dert oldu.
Para götüren, üstelik de bilinçsizce yürütülün­
ce verimli olmayan bir lüks sayılır oldu. Bir
hükümet geldi, Kültür Bakanlığı kurdu, onu
takip eden bakanlığı lağvetti. Ondan sonra ge­
len yine kurdu. Daha sonra gelen yine müste­
şarlığa indirdi. Bu böyle ulama gidiyor.

Türk toplum hayatında bir defa -yalnız


bir defa- bir genç ve bilim alanından gelen
bir bakan zamanında (inip çıkan hükümetle­
rin üstünde) onların « değiştiremeyeceği» esas­
lı, bilinçli, bilimsel, uzun vadeli bir kültür po­
litikasının hazırlanması ve bu boşluğu doldur­
mak için de derhal sanat , bilim ve kültür adam­
lanndan olu�turulacak fahri bir yüksek kül­
tür kurulunun oluşturulması gereğini bu sü­
tunlardan önerdim. Bunun akabinde, sayın
bakan beni, Prof. Doğan Kuban'ı, Doçent Em­
re Kongar ve Bozkurt Güvenç'i bakanlığa da­
vet etti. Kendinin ve sayın müsteşarının da ka­
tıldıkları ilk iki toplantıdan sonra yinni kişi­
lik tüm sanat kollarını içeren bir «Yüksek Kül­
tür Kurulu » oluşturuldu. Bu kurulun sayın
üyeleri her ay Ankara'da toplandılar. Bu yo­
ğun ve şevkli çalışma bir buçuk yıl sürdü. So­
nunda karşılıklı tartışmalar, eleştiıiler, süzge­
cinden geçmiş ampirik denemeleri \re memle­
ketin manevi bünyesini de kaale al�n bilinçli,
bilimsel, uygulanmaya hazır «partiler ve po­
litika üstü» ilkelere dayanan ve bundan ötü­
rü de yaz-boz tahtası olmayacak nitelikte
sağlam bir kültür politikası tasarısı ortaya

150
çıktı . Ama ne yazık ki, bakanlığın evrak mah­
zenlerinde kaldı.

Bu yirmi yurtsever insanın tamamen falı­


ri olarak ve büyük bir uygarlık ve yurt hizme­
tini yerine getirmenin heyecanı ile kılı kırk ya­
rarak hazırladıkları bu değerli dokümana öna­
yak olmuş, onun oluşturulmasına katılmış bir
insan olarak bu ilgisizlikten ne kadar inkisara
uğradığıını gizlemeyeceğim. Öbür on dokuz ar­
kadaşımın duyguları da başka türlü olmasa
gerektir.
Bir evvelkilerin birikimini topyekun in­
kar yolu bizi iyiye götürmez. « Sabaha kadar
dik kadınım, akşama kadar sök kadınım» feh­
vasınca hareket ettikçe yeniçeri adımı gibi iki
ileri bir geri yürümeye çalışır dururuz . Şimdi
kültür bakanlığı yine kaldınldı. Başka bir ba­
kanlıkla birleştirilecekmiş. Bundan böyle adı
ne olursa olsun, bu işleri devralacak bakanlı­
ğın bu değerli birikimi tozlu mahzenlerden
çıkarıp hiç değilse bir defa okumasını rica
ederim.

Evet Tartuffe'ü izlerken aklıma gelen çağ­


rışımlar bana bu yazıyı yazdırdı. On dördüncü
Louis'in, Weimar Dükü'nün , Rönesans prens­
lerinin, bir iki sanat dostu Osmanlı sultanı­
nın ve tek tek sanat hamilerinin yerini çağı­
mızda DEVLET aldı. Bundan ötürü de kültür
bakanlığı ya da müsteşarlığı sadece rutin iş­
lerle yetinmeyen, bu mazen'lik niteliği yoğun
olarak, dinunik olarak duyuran bir makam
olmak borcundadır. Bunu bize Atatürk uyar-

151
dı. Örneğini verdi. Onun kültür alanındaki ile­
riyi görüşü de bugünün Avrupa kühür prog­
ramlan doğrultusunda idi. Bu yolda en iyiyi,
en bilinçliyi, en yarariıyı hep birlikte aramak
zorundayız.

17 Ocak 1 982

152
ONLAR VE BİZ

Kemal Tahir bir keresinde,


((- Şu Avrupalı yazarlar ne talihli,» de­
mişti. (( Hangi konuda yazacaklarsa o konuya
ait araştırma birikimini önlerinde hazır bu­
lurlar. Biz öyle mi ya? Bizde böyle birikim ol­
madığı için araştırmasını kendimiz yapmak,
yıllar harcamak zorundayızdır. Sonra da bu
yorgunlukla oturup romanımızı, hikayemizi,
piyesimizi yazmaya başlarız. »
Batılı yazarların mutluluğu sade b u ka­
dar mı ? Onların hepsinin önünde meslekteki
ilk çıraklık yolunu kısahan ustalar vardır.
Maupassant'ın büyük talihi Flaubert gibi bir
hocadan yetişmiş olmasıdır. Günther Grass
aıHocam Döblln Üzerine» adını taşıyan bir anı
kitapçığında eBerlin Alexander Platz»in u-sta
yazarından nasıl yararlandığını, roman anla­
yışını, bakışını, üslubunu hangi noktalardan
ona borçlu olduğunu anlatır.
Okuyucu ve seyirci sayısı -başka bir de­
yimle- etkinlik alanı bakımından da, Batılı ya­
zar bize kıyasla ne kadar avantaj lı durumda­
dır. Çünkü yüzyıllar boyu durmadan gelişmiş
beslenmiş bir kitleye seslenir. Evrensel bir dil­
le yazdığı için tüm dünyada alıcısı vardır. Biz
öyle mi ya ? Halkımızın yüzde sıfır virgül ka­
çı kitabı bir kültür gereksinmesi ile okur, ti-

153
yatroyu aynı amaçla seyreder? Anadilimiz,
anayurdumuz dışında pek kullanılmadığı için
Türk yazarı dünya trafiğine kolay giremez. Ba­
tılı yazar bir piyesinin ya da romanının telif
hakkı ile yıllarca yaşayabilir. Çünkü tiraj ı bü­
yük olabilir. Türk yazarı ağzıyla kuş tutsa
yoksul kalır. Geçimini hocalık, gazetecilik, me­
murluk ya da başka bir yan meslekten kazan­
mak zorunluğu içinde stokunu dört beş ala­
na dağıtır durur.
Batılı yazarlar bu olumlu imkanlar için­
de bir iki bazen de koca bir sekreterya büro­
su ile çalışır ve kendi terütaze güçlerini yal­
nız ve yalnız yaratma alaruna adayabilirken,
biz Türk yazarları işin tüm harnallığını da
üstlenir, iki parmak tekniği ile yazılarımızı
kendimiz temize çeker, kağıdımız için pençe­
leşir, yayımcı ile kendimiz anlaşır, tashihini
kendimiz yapar, bazen kitabımızı bile kendi­
miz dağıtmak zorunda bırakılırız .
Üstelik toplumda hele yöneticiler katında
bir saygınlığımız bile yoktur. Her yıl parla­
mento üyelerini, kordiplomatiği, Anayasa, Sa­
yıştay, Danıştay üyelerini, yüksek rütbeli bü­
rokratları muntazaman Çankaya'ya davet eden
bir eski cumhurbaşkanımıza « Türkiye' de sa­
natçıların da olduğu» bu sütundan tam dört
kere hatıriatıldıktan sonra Türkiye Cumhuri­
yeti tarihinde Türk sanatçılan da ilk defa lüt­
fen bu onura kavuşmuşlardı. Bu sayın cum­
hurbaşkanına bundan ötürü minnet borcumu­
zu yine bu sütundan belirtmişizdir. Ondan
önceki devlet başkanlannın çoğu, yanıbaşla­
nnda olduğu için ve devılet bütçesinden maaş

154
alan kültür memurları saydıkları için, yani bir
çeşit Müzikay-ı Hürnayun gibi gördükleri için
Devlet Tiyatrosu'ndan başka tiyatroyu tanı­
maz görünrnüşler, yalnız başkent Opera ve Ba­
lesi'ni, başkent orkestralarını bellernişler, ge­
risine pek ilgi göstermemişlerdir.
Batıda sanatçıya gösterilen saygının, biz­
de sanatçıya gösterilen kuşkunun ve kornplek­
sin kökenierinde başka başka şeyler yatar.
Batı devletleri sevsin sevrnesin, beğensin be­
ğenmesin, tutsun tutrnasın, yazarı, sanatçıyı
fikir özgürlüğünün, demokrasinin yüksek dü­
zeyde bir simgesi olarak kabul etmek zorun­
dadır. Yazar bu güvence ile vakur ve saygın­
lığının bilincindedir. Siyasi kollarnalar, ne şiş
yansın ne kebapçı taktiklerle kendini frenle­
rnek, fincancı katıdarını ürkütrnernek gibi
ödüncü yollara tenezzül etmez. Türk yazan­
nın boynu ise her zaman kıldan ince olmuş­
tur.
Edebiyattan, sanattan, kültürden pek an­
larnayan siyasilerin bu eksik·liği hele geri kal­
mış ülkemizde ayıplanarnaz. Ayıplanacak olan,
sakıncalı olan kendi değer yargılarını karnu­
ya ernpoze etmeleri şıkkıncia ortaya çıkar.
Hükümetlerin böyle gaflara düşmemeleri ken­
di çıkarları gereğidir. H itler devrinde sade Ya­
hudi değil, nice Yahudi olmayan yazarın ese­
ri de zararlı ve «yozlaşmış sanat » yaftası ile
meydanlarda yakılırken rej ime yatkın ikinci
üçüncü sınıf yazariara gün doğrnuştu. O dev­
rin büyük romancısı diye Hitler'e yağ çeken
Hans Karossa baştacı edi·liyordu. Bugün Al­
man edebiyatında bir Hans Karossa yoktur.

155
Bütün o yakılan Henrich Heine'ler, Thomas
Mann'lar, Alfred Döblin'ler, Franz Kafka'lar,
Hermann Broch'lar, Stefan Zweig'ler, Bertold
Brecht'ler, Kurt Tuholsky'ler bugün yine eski
tahtianna oturtulmuşlardır. Hitler'•le, Göbbels
bu alanda da gülünç olmuşlardır.
Sanat himaye ister. Ama bu destek genel
olmalıdır. Toleransa dayanmalıdır. Özgürlük
ve tolerans olmazsa o zeminde sanat yeşer­
mez. Türk yazarlannı yukanda sadece bazıla­
rını saydığımız bunca handikaptan sonra bir
de yersiz kuşkutarla tedirgin edersek pek isa­
betli davranmış olmayız.
Şimdi bütün bu kıyaslamalar gözönünde
tutuldukda biz Türk yazarlan, Batının mutlu
yazarları ile nasıl aşık atabiliriz?

2 Şubat 1982

156
HELMUT SCHMİDT'İN
PİYANO KADANSI

Kim demiş devlet adamları devlet işinden


başka şeyden anlamaz diye? Evet, politika bir
gayya kuyusudur ki, kendini kaptıran bir da­
ha kurtaramaz, kurtaramaz ama politikacı po­
litika yaparken pekala uygarca hobilerle oya­
lanabHir. Herhangi bir sanat daima heves et­
mek bu hobilerin en soylusu sayılsa yeri. Ya­
vuz Sultan Selim'in bir çağrışımı Çaldıran Se­
feri ise, bir çağnşımı da, « Şirler (aslanlar)
pençe-i kalınmda olurken lerzan/ Beni bir
gözleri alıCıya zebfın etti felek » mısraıdır. Ka­
nuni de öylesine . . . Viyana seferi ile olduğu ka­
dar her başımız daralınca tekrarladığımız,
« Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi »
sözü ile de anılır. Şiir ve özdeyiş türü, adını
unutulmazlığa mıhlamak için en kestirme yol
olmalı ki, çoğu devlet adamı ona başvurur. Or­
taya öyle dört dörtlük bir laf atayım ki, hü­
kümdarlık sanım kadar dudaklarda ve bellek­
lerde kalsın diye düşünür. İşin tuhafı, hüküm­
darlık şam bazen unutulur da o dört dörtlük
sözü daha çok payidar olur. Marcus Aurellus'
un imparatorluğu mu, yoksa entellektüelliği
mi ön planda gelir, bir düşünün.
Rönesans prensiplerini, Fransızlann XIV.
Louis'lerini, bizim III. Selim'i hiç saymıyo-

157
rum. Onların hobisi sanat değil , daha çok sa­
nat koruyuculuğu idi. Ama Büyük Friedrich
öyJ,e mi? Zamanının en entellektüel insanlann­
dan biri sayılan Prnsya Kralı bir yandan Vol­
taire ile fikir münakaşası yaparken, öte yan­
dan da Sansouri akşamlarında mum ışığında
verilen oda müziği konserlerinde flüt partis­
yonunu çalardı.
Bizim Osmanlı sadrazamları içinde dev­
let işleri yanında sanat ve bilim alanında isim
yapmış nice örnekler vardır. Cevdet Paşa ta­
rihi, Ahmet Vefik Paşa da Moliere tercümeleri
ile ilk akla gelenlerdir.
Fransızlardan örnek arayınca aklıma he­
men Edouard Herriot ile Leon Blum geliyor.
Önce Lyon Belediye Reisi iken sonra Radikal
Sosyalist Partisi'nin lideri, başbakan ve daha
sonra da meclis başkanı olan babacan Herriot,
Atatürk'ü en iyi anlayan ve ona büyük hayran­
l ık duyan bir devlet adamı idi. Herriot bunlar
yanında mezalomandı. Onun « Beethoven» ad­
lı etüdü -ki 1'ürkçe'ye de yıllarca önce çev­
rilmişti- Beethoven konusunda dünyanın sa­
yılı incelemelerinden biri olarak duruyor. Le­
on Blum'a gelince, Sosyalist Parti 'nin lideri
ve Fransa'daki ilk halk cephesinin kurucusu
olarak tarihe geçen bu yaman devlet adamı
da kaleminden çok korkulan zehir zemberek
bir tiyatro eleştinneni idi. İngiliz Başbakanı
Winston ChurchiH'in amatör bir ressam oldu­
ğunu , devlet işlerinin yorgunluğunu resirole
üstünden atmak istediğini hep biliriz. Ama
amatör seviyesini aşmayan ressamlığı yanın­
da, usta hem de çok usta bir yazardı. Üstün

158
bir yazar olmanın tüm koşullarını toplamış­
tt. Engin kültürü ve tecrübesinin verdiği filo­
zofça olgunluk, tüm zenginliğiyle vakıf oldu­
ğu, bir balmumu gibi eritip her kalıba sokabil­
diği İngHizce'si, her söylediğini bilgece bir do­
zaj imbiğinden geçirip verişidir ki, « Hatıralar»ı
ile Nobel'i hem de edebiyat Nobel 'ini kazan­
masına neden oldu. Andre Malraux ile Teodor
Heuss'u saymamız doğru olur mu bilmiyorum.
Çünkü onlar devlet adamı olmadan önce ro­
mancı, denemeci, inceleyici olarak kendilerini
dünyaya kabul ettirmişlerdi. Devlet adamlığı
sonradan, fazladan meslekleri oldu.
Müzik alanından örnekler arayınca aklı­
ma Karl Libknecht geliyor. Weimar dönemi­
nin bu ünlü komünist lideri boş zamanlann­
da piyano çalardı . Rahmetli İsmet Paşa'mızın
bir vakitler David Zirkin'den viyolonsel dersi
aldığını hatırlar gibiyim. Türk devlet adam­
lan içinde Batı Müziği'ne ilk olarak en fazla
merak saranlardan biri İnönü idi. Paşa, Mu­
siki Muallim Mektebi cumartesi konserlerinin
galiba Saffet Ankan'la birlikte en sadık izleyi­
cisi idi.
Bugünkü günümüzden bu saydıklarımıza
paralel bir devlet adamı göstermek gerekirse
Almanya Şansölyesi Helmut Schmidt akla ge­
lir. Füze rampaları sorunu ile, işsizılik soru­
nu ile, bir yandan CDU ile, bir yandan kendi
partisinin içindeki muhalefetle uğraşmaktan
başka işe vakit bulamayacağı tahmin edilen
bu enerj ik adam geçende bir uzunçalarda, Mo­
zart'ın üç piyano için yazdığı do majör konçer­
tosuna icracı olarak katıldı. Londra Flannoni

159
Orkestrası'nın eşliğinde ve Christoph Eschen­
bach gibi, Jüstus Frantz gibi iki ünlü piyano
virtüözünün yanında kendine düşen partis­
yonu mükemmel bir kadansla İcra etti. Ulus­
lararası Af Örgütü yararına satışa çıkanlan
bu plak, şimdi Avrupa'da kapış kapış satıh­
yor.
Politikacılann sanata, kısa süreli de olsa,
yönelmeleri ne güzel bir şey Güzelin tutkusu­
na kapılan, estetiğin disiplinine alışan insan­
dan kaba, hoyrat, insafsız eylemler çıkmaz his­
sine kapılıyorsunuz. . . Hobisi sanat olan dev­
let adamlannın mesleği sanat olan sanat adam­
lanna daha anlayışlı davranmalan olasılığı da
caba . . .
Helmut Schmidt'in plakta tekrar diniedi­
ğim piyano karlansı bana bunlan düşürıdür­
dii bu akşam.

6 Nisan 1 91!2

160
BİR GÜNLÜK BEYLİK

Dünyamız artık demokrasi dünyası. Hit­


ler'le Mussolini diktatörlüğün encaınmı dün­
ya çapmda bir katastrofla noktalarlıktan sonra
herkes demokrat kesildi Hatta otoriter sol
rejimler dahi asıl sosyal eşitliği kendilerinin
sağladıkları iddiası ile demokrasi lafını ülke­
lerinin adı yanında muhakkak zikreder oldu­
lar. Gerek ülkeler gerek bireyler artık birbir­
leriyle yarışta. . . Sen daha demokratsm, ben
daha demokratım diye . . .
İnsan ne kadar uygarlaşırsa uygarlaşsm,
bu üst cilalann en alt tabakasında galiba yi­
ne ilkçağ insanının ilkel içgüdülerini, bu ara­
da da tahakküm hevesini büsbütün yok ede­
miyor. Geçin bir kalem politikayı, hangimiz iş
hayatmda ya da aile yaşammda zaman zaman
diktatörce eğilimlerden kendimizi büsbütün
sıyırabiliriz. Çoğumuz dışardaki ezikliğiınizin
acısını borumuzun öteceği bir ortamdaki cde­
dllfm dedikçllik»le telafi etmeye kalkanz.
Meşhur Yahudi müzikalindeki c Ah ben
bir zengin olsam» şarkısı gibi çoğumuzun için­
de «Ah benim elime bir kuvvet geçse» özlemi
de yatmaz mı?
Alman yazan Günther Grass'ı hep tanırsı­
nız. Almanlarm Heinrich Böll'le birlikte bir
numaralı Nobel adayı olan bu zeki ve velut ya-

161
zan yine bildiğiniz gibi demokrat bir sosya­
lizmden yanadır.
Sunturlu ve koyu -yani hem sosyal hem
ekonomik- bir eşitliğin savunucusu olması­
na karşın bakın o da «Kopfgeburten», «Kafa
Yaratıklan» adlı son kitaplarından birinde
kendini böyle bir hayali ve mizahi diktatörlük
sevdasma bırakmış, eline böyle bir imkan geç­
se neler yapacağını sırahyor!
«Bir kere mülkiyet hakkını kaldırırdım »
diyor. «Tıpkı benim ve meslektaşlanmın
manevi mülkiyetine uygulanagelen pren­
sibi her çeşit mülkiyet hakkına teşmil
ederdim. Yazann (yani benim) ölümün­
den yetmiş yıl sonra, onun (yani benim)
telif haklan (yani benim telif haklarım)
nasıl kamuya intikal ediyorsa bu güzel
prensibi ben (diktatör olarak) bütün edi­
nilmiş haklara, kazanılmış ya da tevarüs
edilmiş haklara da ister firma olstın, is­
ter ev, ister fabrika, ister tarla, hepsine
uygulardım. Diktatör olarak çok da adil
olmaya çalışırdım. Örneğin her yargıca,
verdiği hapis cezalarından her birine ko­
misyon hakkı olarak yüzde on hapis ce­
zası keserdim. Her çeşit okul reformla­
nndan umut kesmiş biri olarak mecburi
tahsil prensibini hepten kaldınrdım. Öğ­
retmenlerle birlikte memurların da işine
son verirdim. Doğu'daki komşu diktatör-
1üğe önerim şu olurdu
İki Alman devleti on yılda bir, bir rejim
değiş tokuşu yapsın, böylece DDR kapita­
lizmin nimetlerinden yararlansın, Federal
Almanya da kemer sıkmaya alışsın.»
162
Ütopya muhayyileye böyle mizahi kanat­
lar da takar işte . . . Grass'ın bu fikirlerinden
esinlenen tanınmış bir Alman dergisi geçende
bazı meşhurlar arasmda bir anket açtı. Ama
onları çok da zora solanamak için Grass'ın
kendine biçtiği bir yıllık süreyi fazla bulup
onlara sadece bir tek gün diktatör olsalar ne­
ler yapacaklarını sordu. Sorulanların büyük
kısmının hayalen dahi, şakadan bile olsa, dik­
tatör olmayı asla akıllanndan geçirmedikleri
cevabı ile karşılaştı. Dünyanın gördüğü en mu­
azzam diktatörlüğün en itaatlı ve disiplinli uy­
ruklannı oluşturan bir ulusun otuz altı yıl son­
ra bu kadar koyu ve bağnaz demokrat kesili­
şi dikkat çekici değil mi?
Rej isör Rosa von Praunheim «Ben dikta­
törlüğe karşıyım» diyor. «Diktatör olarak dü­
şünmek ve bir şeyler yapmak aklımın köşe­
sinden geçmez. Kimsenin de aklından geçme­
melidir. »
Tanınmış yazar ve edebiyat profesörü
Walter Höllerer'in düşüncesi de aşağı yukarı
aynı. Televizyon yazarı Reinhard Hoffmeister
aklına ilk gelen espriyi patlatıyor: «Diktatör
olarak ilk işim kendi kendimi azietmek olur­
du herhalde. » Sanat tarihçisi ve şair Wieland
Schmied, « Ben üç şey yapardım >> diyor: « Kar­
şılıklı silahlanınayı hemen durdurmak, ikinci­
si suç işlememiş elini kana bulamamış ; plato­
nik alanda kalmış tüm dünyadaki fikir tutuk­
lularını azat etmek. Üçüncüsü çevreyi kirle­
tenıleri, doğal kaynaklan tüketenleri teknolo­
j ik gelişmenin hızına kapılıp düşüncesiz ve
sorumsuzca doğayı mahvedenleri önlemek.»

163
Rejisör Hans Jürgen Syberger de savaş
suçlulannı değil, banş suçlularını yargılaya­
cak bir mahkeme kurmak ve havayı, karayı,
suyu kirletenleri, orman katillerini, kentleri
beton yığınlarına dönüştürenleri, bunlara göz
yuınanlan yargılamak ve cezalandırmak isti­
yor,
Cevapların hepsi ciddi de�il. Bazılan da
Grass gibi bu sorunun kanadına takılıp ken­
dilerini bir fantezi dünyasına bırakıyor. Gas�
ton Salvatore adında bir mizalı yazan oriji­
nal olma hevesi ile oldukça sulu bir cevap ver­
miş, cBen d.iktatör olsam herkese şu emri ve­
rird.im: Derhal eşiniz ya da sevgilinizle yatağa
girin. Rahatlayın.»
Dervişin fikrindeki neyse zikrindeki de
odur dedikleri gibi. . .
Böyle bir anket bizde de yapılsa fena ol­
mazdı. Verilen cevaplardan, herkesin gönlün­
de yatan gizli aslanlan ö�renmek mümkün
olurdu c Sana bir günlük beylik verilse ne
yapardın �öyle, senin ne mene bir adam oldu­
lunu söyleyelim.» Çingeneye beylik vermişler
babasını astırmış, derler. Bana da bir günlük
beylik verilse ne yapardım diye düşündüm şu
an. cEy insanlar hafızalannızı tazeleyin» olur­
du. Herhalde ilk emrim -pardon ricam­
cÇoktandır hepten unuttu�uz şeyler var!
Nezaket, candanlık, ölçü ve gülümseme. . . Bun­
lan hatırlayın» derdim.
Dinleyen olursa tabii. . .

ı 8 Nisan ı 982
TRAJİK BİR Y AZGI

Milliyet'in son kampanyası yerinde ve za­


manında oldu. Almanya'daki yurttaşlarımızın
birer acı kahvesini içip dertlerini dinlemeye
gelen iki arkadaşımız, on beş gündür insan gü­
cünü aşan yo�n bir çalışmayla her davete
koşuyor, her çeşit yurttaşla temas kuruyor,
özellikle gurbetzede işçiılerimizin Almanlarla,
Alman makamlan ile sürtüşmelerine yol açan
her konuyu enine boyuna, madalyonun tersi
ve yüzü ile inceliyorlar.
Bir Milliyet mensubu olarak, bu sütunlar­
dan, buradaki işçi kardeşlerimizin ne zor psi­
kolojik ezilişler karşısında kaldıklarını arada
bir belirtmeye çalıştım. Yine de çalışacağım.
Burada bir yandan çeşitli kültürel faaliyetler­
le uğraşırken, bir yandan da işçi kardeşlerimi­
zin moral dengesini bir derece düzeltmek, onla­
ra hiciv yoluyla bir boşalış sağlamak için hi­
kiyeler, Berlin radyosunda yayınlanacak ka­
baretimsi skeçler yazmakla yazarlık işlevimin
gereğini yapıyorum.
Bugün Berlin' de günün konusu, Berlin
Senatosu'nun Türk ve diğer yabancı işçilerin
-hiç değilse- bir kısmını yurt dışı edecek
hükümler getiren yeni kararnamesidir. Bazı
hak mülahazalarının yanısıra bir sürü de man­
tığa, insan haklarına, aile kavramına aykın
hükümlerin yer aldığı bu k ararn arneyi protes­
to için geçende Berlin'de yirmi bin kişilik bir

165
gösteri yürüyüşü yapıldı. Bu yirmi bin kişinin
beş bini Türk'se diğer on beş bini kendi hükü­
metlerinin demokratlık iddialannı ve insan
haklarına saygı ile çelişki teşkil eden tutarsız­
lıklannı protesto eden « alternatif hareket» yan­
lısı Alman aydınlan idi.
Aklın ve insanlığın yolu bir olduğuna göre,
elbet bizim haklanmızı destekleyenler çıkıyor.
Ama şunu esefle belirtmek gerekir ki, Türk
işçilerinin bugün karşılaştıkları istiskal, yılolar
ve yıllar önce onlar Almanya'ya gelmeye baş­
ladıklan tarihten bu yana onlara devletçe sa­
hip çıkmamamızın uzun miatlı bir sonucudur.
Bu konuyu başka bir yazıya bırakarak, hep üze­
rine üzerine gittiğim başka bir soruna geçmek
istiyorum : Burada yetişen Türk çocuklannın
encamı sorununa. . . Yeni kararnamede onlar
için hiçbir istiskal söz konusu değildir. Tam ter­
sine . . . Alman·lar, daha baştan, Türk işçisi ile
çocuklarını bir tutmadılar. Türk işçisi Alman
hayat üslubuna uymayan, Alman dilini öğren­
meyen ve yararlanıldığı müddetçe yararlanıla­
cak, sonra posa gibi atılacak bir yabancı un­
sur olarak göründü onlara. Çocuklan ise, bu­
rada doğan, küçük yaştan Alman okuluna gi·
dip Alman kadar iyi Almanca konuşan ve bu dil
köprüsü ile Alma..'1 yaşam üslubuna uyabile­
cek birer fidan olarak görüldü. Onların Alman
uygarlığına geçmeleri ve Alman toplumuna ka­
zandırılmalan çoktan p rogramlanmıştı.
Geçende benimle de bir röportaj yapan bu­
ranın yüksek tirajlı bir dergisinde bu çocuk­
larımızı yitirmekten duyduğumuz acıyı belir­
tirken, Türkiye hakkındaki her şeyi ancak Al-

166
manca çevirilerde izlemek zorunda kalmala­
nnı « trajik bir yazgı» diye nitelemiştim. Der­
gi tüm yazıya benim bu deyimimi başlık ola­
rak attı. Burada doğup büyüyen, Alman okul­
lannda Alman çocuklanndan daha başanlı
olan, Almanca'yı anadilleri gibi öğrenen bu
cevherli yavrulanmıza bakarken, onılan eli­
mizden kaçırdığımız bir kuş gibi görmek, in­
sanın üzüntüsünü büsbütün artınyor. Mete
Akyo! ile birlikte Kreuzberg'deki işçilerimizle
konuştuk. İzmirspor lokalinde beyaz saçlı, ol­
gun ve on bir yıldır burada çalışan bir zat,
Mehmet Bey, ben bu üzüntümü söylerken,
«Bir dakika» dedi. Sokaktan on dört yaşmda
bir çocuk çağırdı. Çocuk burada doğmuş, bü­
yümüş olmasına karşın, iyi kötü yanlışsız bir
Türkçe konuşuyordu. Mehmet Bey'in çocu�
beni tekzip etmek için getirdiğini sandım il­
kin.
Oysa ki o, «Ben bu çocuğu sizi tekzip için
değil, teyit etmek için getirdim» dedi. «Türk­
çe'yi konuşmasına konuşuyor, ama şimdi ken­
dine lütfen Türkiye hakkında en basit şeyleri
sorun, bir Türk ilkokul ikinci sınıf öğrencisi­
nin yanında sınıfta kalır. Diyeceğim, anadil
tek başına yetmez. Arkasında başka şey ol­
mazsa . . . » dedi.
Çok doğru bir teşhis koymuştu. Dil bir
kültür köprüsüdür. Anadil Türk kültürüne
bir köprü olabilir ama olmayabilir de. Eğer
o köprünün üstü tamtakır ve boşsa . . .
Bu boşluk yine bizim devlet olarak gafle­
timizin, ihmalimizin bir ürünü idi .
Bu kaybolan kuşağın hesabını kimden so­
racağız?
13 Aralık 1981
167
BİR VASİYET ÜZERİNE

Üniversitemiz Hitler döneminde altın yıl­


'larını yaşadı. Hitler rejiminden kaçan değerli
Alman bilim adamlan yurdumuza sığındılar.
Onları el üstünde tuttuk. Ananevi Türk ko­
nukseverli� ve candanlığı ile bağnmıza has­
tık. Onlar da doğrusu bunun karlrini bildiler.
Bütün bilim dağarcıklanm, metotlannı cö­
mertçe genç Türk kuşaklanna aktardılar. Hu­
kuk, tıp, fen, edebiyat, dişçilik fakültelerimi­
ze bir seviye getirdiler. Değerli asistanlar ye­
tiştirdiler. Yıllar boyu öğrenci eğittiler. Türk
toplum hayatma alıştılar. Bizlerle kaynaştılar.
Türkiye'yi onlara kucak açan bir kara gün dos­
tu saydılar. Yurdumuzu ikinci anayurt edindi­
ler. Barış gelip , her şey düzelip anayurtlan­
na dönünce de vefalı çıktılar. Bunu her vesi­
le ile anılannda, konuşmalarında minnede be­
lirttiler.
O tarihlerde Edebiyat Fakültesi'nde asis­
tandım. Bu vesile ile çoğunu yakından tanı­
dım. İktisat da okumuş olduğum için o sıralar
yeni kurulmuş olan İktisat Fakültemizde, Prof.
Lütcke'nin konut siyaseti derslerini çeviriyor­
du.m. Dostum ve ağabeyim Sayın Orhan Tuna
aracılığı ile bu fakültenin, mübarek diyebile­
ceğim başka bir profesörünü, Prof. Kessler'i
yakından tanımak, onun örnek kişiliğine hay-

168
ran kalmak fırsatını da ele geçirdim. Büyük
Türk dostu Prof. Neuınarkt'la Kadıköy'de tle­
ri Sokak'ta kapı komşu oturduk. Prof. Wendt
ise, esasen daha Heidelberg'ten hocamdı. On­
lar İktisat Fakültesi'ne değer katarken, Hu­
kuk Fakültesi'nde de Prof. Schwarz Roma hu­
kuku, Tıp Fakültesi'nde Prof. Frank dahiliye,
Prof. Niessen şirürj i, Fen Fakültesi'nde Prof.
Züber tecrübi fizik, Prof. Brosch kimya, Prof.
Hellbronn botanik, Dişçilik Fakültesi'nde de
Prof. Kantorovitsch diş cerrahisi okutuyorlar­
dı.
Edebiyat Fakültesi de Alman profesörler
sayesinde birden çekici olmuştu. Fransız Filo­
lojisi'nin başında Prof. Auerbach, Alman Fi­
lolojisi'nin başında Prof. Walter Kranz gibi
dünya şöhretleri bulunuyordu. Felsefeci Von
Aster'in dersleri dolup dolup boşalıyordu. Pe­
ters, pedagoji kürsüsünü yönetiyordu. Sanat
tarihinin başında Prof. Dietz vardı. Bu fakül­
tede de yıllarca Prof. Erdmann'a asistanlık
ettim. Konuk hoca olarak gelip giden Hans
Zedlmayer, Dagobert Frey, Taeschner, Freier
gibi hocalan tercüme ettim. Hepsini yakından
tanıdım.
Ankara'nın en büyük kazancı ise, şüphe­
siz Karl Ebert'ti. Devlet Konservatuvanmızın,
operarnızın, Devlet Tiyatromuzun kuruluşun­
da onun vukuflu varlığı büyük bir talih eseri
olmuştu. Konservatuvann müzik bölümünde
ünlü romancı Karl Zuckmayer'in kardeşi Prof.
Zuckmayer, MTA'da Prof. Samuel Aysoy çalışı­
yorlardı.
Bu konuk Alman hocalannın ortak nite-

169
likleri insancı·l, diğerkarn, pozsuz ve vefalı ol­
maları idi. insancıl ve diğerkarn olmak için
«insan» olmak, gerçekten « insan» olmak ilk
şarttır. Kendi içinde banşık, dengeli ve mut­
lu olmak gerektir. Ancak o zaman bu mutlu­
luğun bir kefareti gibi iyiliğiniz, yardımsever­
liğiniz, ruh cömertliğiniz dışarı taşabilir. Ka­
sık, kompleksli insanın insancıl ve diğerkarn
olduğu nerede görülmüş ? Pozsuz olabilmek
için ise tevazu şarttır. Tevazu, olduğu gibi
görünebilmek yürekliliğidir. Afra ve caka hep
bir şeyleri, bazen de çok büyük eksikleri ört­
rnek için takınılan maskedir. Ne yazık ki, Türk
hocalarımızın bazısı, hatta çoğu bilgi, çalışma
firelerini bir burnu büyüklükle örtbas ettik­
lerini sanırlardı. Şimdi aralanna karışan bu
dünya şöhretlerinin alçakgönüllülüğüne şaşar
şaşar kalırlardı.
Vefaya gelince, bugünkü hayat tecrübem­
le şunu iyi öğrendim ki, bu hassas yüzeyde
ruhlarda, eskilerin deyimi ile «ham ervah» da
pek kök salamıyor. Kadirbilirliğin en yoğunu,
ancak ve ancak zengin bir kültür birikimi ve
entellektüel bir kafada yeşeriyor. Kadir bil­
mek, bunu her fırsatta dHe getirmek her ba­
bayiği tin harcı değil. Y anm aydının ve sahte
bilim adamının vefayı her kullanır gibi olu­
şunun bir yerinde muhakkak bir art düşünce
ya da ince bir çıkar oywıu sıntır.
Bu Alman hocalarm hemen hepsi kökü
çok derinlerde bir vefa duygusu ile dolu idi­
ler. Hiç millet ayırmadan her büyük bilim
adamına , eski hocalanna, iyiliklerini gördük­
leri tüm dostlanna bu vefayı her zaman gös-

1 70
terrnekten adeta yeni bir ruh gücü alırlardı.
Türkiyemizi onolar kadar seven, köklü seven,
bizimle övür olup kaynaşan başka Almanlar
tanımadım. Bir tanesi, Prof. Bosch bu sevgiyi,
bizim dinimizi ve uyrukluğumuzu beniınsey�
cek kadar ileri götürmüştü. Adını Eınin'e, di­
nini islam'a, uyrukluğunu Türk'e çevirdiği gü­
nü hatırlıyorum. Onun bu candanlığına kar­
şılık ona mükafatımız yabancı uzman bare­
minden aldığı maaşı hemen kesip onun beşte
biri yerli profesör maaşma indirmek olmuştu .
Şimdi geldik bize bu yazıyı yazdıran bir
başka doğa ve Türkiye dostuna, geçende Ham­
burg'da ölen Prof. Kurt Kosswig'in vasiyeti­
ne . . .
Zooloji Enstitümüze on yedi yıl müdür­
lük eden, Hideobiyoloji Enstitümüzü kuran
Ord . Prof. Kurt Kosswig, dünyaya gözlerini
kapadıktan sonra son uykusunu, çok sevdiği
bu topraklarda uyumak kararını, ölümünden
çok yıllar önce eşi ile birlikte burada iken
vermiş ve bunu yakın dostlanna da söylemiş­
lerdi. Kendinden önce vefat eden Bayan
Kosswig'in naaşı yıllar önce Aşiyan Mezarlığı'
na defnedilmişti. Şimdi Prof. Kosswig de
onun yanında ve Türk topr�lğnıda yatıyor. Biz
değerli hocaya sadece bu bağ] . hğından ötürü
değil, bize ve dünyaya kazandırdığı Manyas
kuş cennetinden dolayı da çok büyük şükran
borçluyuz. Bu kuş cennetine hala gitmemiş­
ler varsa, canda.-:ı. salık veririm. Gitsinler, bin­
·lerce kuşun bu eşsiz korosunun içinde her
şeyi ve dünyanın türlü kaşkarikosunu unutup
on binlerce kuşun korosu içinde ruhlarını yı-

171
kasınlar. Doğanın bu harikası karşısında ka­
sara bağladığını sandıkları hayranlık ve heye­
canlanma duygulannı tazelesinler. Oradan ye­
nilenip dönsünler. Sevgisini Türkiye'ye bağla­
yan, Türkiye durdukça sevgisini doğaya ada­
yan, doğa doğa kaldıkça asla unutulamaz.
Kosswigler, Aşiyan'da yattıkça, Manyas'
ta kuşlar Türk doğasının neşesini dile getir­
dikçe, Türk bel•leklerinde daima hoş ve dost
birer çağnşım olarak kalacaklardır.
25 Nisan 1982

172
33 . YILI OCAGI

30 Ocak 1 933 Hitler'in iktidara geliş ta­


rihi. Şimdi bu olayın ellinci yıldönümü vesi­
lesiyle dünya basını insanlığın yüzkarası Na­
ziliğin acı bilançosunu yeniden deşiyor.
Adı geçen tarih Alınanya'da bir diktatö­
rün türernesine en uygun tarihtir. 1 929'da
New York borsasında başlayan dünya ikti­
sadi krizi Almanya'da da büyük iflaslara, do­
layısıyla büyük çapta bir işsizliğe yol açqıış­
tır. Hükümet işsiziere sigorta tazminatı öde­
mekten acizdir. Ülkede enflasyon, açlık kol
gezmektedir. Ahlak yozlaşmıştır. Weimar Cum­
huriyeti'nin 36 partili demokrasisi kısır bir
döngü içindedir. Partiler birbirini yemekten
sorunlara çözüm bulamamaktadırlar. Silahlı
sokak çatışmalan Berlin'e bir iç savaş havası
vermektedir. Böyle bir ortamda inançlı biri
çıkıp da el-kol hareketlerinin de katıldığı elek­
trikli konuşmalanyla millete milli birlik, iç
banş, düzen, herkese iş ve refah getireceğini
vaadederse umutsuzluk ortasında ister iste­
mez son bir umut olarak görünebilir. Nite­
kim öyle olmuştur. Münih'teki darbe tecrü­
besi onu hapsi boylamaktan öteye götürme­
diği için Hitler şimdi taktik değiştirmiştir.
•l..egal olarak iktidara gelmek, ondan sonra
da devleti istediği ka!lıba sokmak.• istemekte-

173
dir. Naziler, Nasyonalistler, Çelik Miğferliler,
Reichswehr ve öbür sağ partiler, Hamburg
Cephesi adıyla bir de muhalefet bloku oluştur­
muşlardır. Parlamento aritmetiğinde Hitlerci­
lerin nüfuzu gittikçe büyümektedir. İhtiyar
Hindenburg yeniden Cumhurbaşkanlığına se­
çilince çeşitli akıl hocalannın ve çevresindeki
çıkarcılann etkisiyle eski başvekili Brünnig'e
yol verir. Yerine General Schleicher'in adamı
Von Papen'i başbakan yapar. Ama Von Papen
başbakan olunca Schleicher'in kuklası olmak­
tan vazgeçip başına buyruk harekete başlayın­
ca Schleicher'e bizzat başbakanlığa soyunmak
düşer. Ondan öç almak isteyen Von Papen
bir bankacının -zaten bu dolaplarda banka­
cıların, işadamlannın, silah fabrikatörlerinin
parmağı büyüktür- evet bir bankacının evin­
de Hitler'le buluşur, anlaşır. Maksadı Hinden­
burg'u ikna edip Hit•ler'i başbakan yapmak
ve aklınca onun arkasında hükümeti bizzat
yönetmektir. Hitler sağ blokun desteği ile baş­
bakan olur. Ama Von Papen'in hesapları yan­
lış çıkar. Hem de nasıl. Zaten politikanın ya­
ndan fazlası yanılgılarla dolu değil midir?
Dilimizde ne güzel bir söz vardır. uDur
kendime bir yer edeyim, bak sana neler ede­
yim ». Tıpkı onun gibi Avusturyalı onbaşı
Feldmareşal Hindenburg'la Potsdamm'da
alay-ı vala ile el sıkıştığı gün onu taviayacak
sözler bulur. Prusyalılardan, milli miras tan,
geçmişin milli ve Hıristiyan değerlerinin yol
göstericiliğinden bahsettikten sonra amacının
bu kutsal geleneği şimdi taze ve dipdiri bir
potansla şeddelemek olduğunu belirtir. Tören

174
biter, Hitler zaten o gün için giyd.iği, bir daha
da sırtına geçinneyeceği sivil elbiseleri atıp
yerine hemen kendine pek yak.ıştırdığı parti
üniformasım geçirir. Aklına koyduğu progra­
mını uygulamaya girişir.
İlk iş olarak 24 Mart'ta parlamentodan
kendine olağanüstü yetkiler isteyen bir kanun
çıkartır. Bu, parlamentonun nasyonal sosya­
lizme yeşil ışık yakmasıdır. Artık fennan onun­
dur. Programını hep bilirsiniz, şiddetli Yahu�
di düşmanlığı ile bir o kadar şiddetli demok­
rasi düşmanlığı. Sol partilere göz açtırmama,
sendikalann çanına ot tıkama politikası. İş­
siz 6 milyon işçiye iş bulunmuştur artık. Yasa­
ğa karşın Almanya silahlanmaktadır.
Hazretin en illet olduğu şeylerin başmda
da düşünce ve basın özgürlüğü gelmektedir.
Çünkü bu özgürlük, işine hiç mi hiç gelme­
mektedir. Aynı yılın Mayıs ayında yirminci
yüzyılın havsalasma sığmayacak bir vahşet ör­
neği gösterir. Zararlı bulduğu bilcümle kitap­
ları Berlin'de Franz Josef Platz'a yığar. Üstle­
rine petrol döküp ibret-i alem olsun diye yak­
tınr. Kitap yakmakla, kitap yasaklamakla in­
sanı insan yapan en kutsal özgürlüğü, düşün­
ce ve iletme özgürlüğünü ortadan kaldıracağı­
m sanacak kadar da ham ruhludur. Bu kitap­
ların çoğu Alman kültürünün yüzakı yazarla­
ra aittir.
İdeolojik sansür müziğe bile uzanır. Bach,
Mozart, Beethoven, Haydn, Bruckner ve hep­
sinden çok baştacı edilen Wagner'e karşı, me­
sela Paul Hindemith, mesela Arnold Schön­
berg, mesela Gustav Malıler yasaklanmak.ta,

1 75
cAlmanlığı•, cAlman ruhunu•, cNordik ırkın
gücünü• yansıtmaktan uzak olduklan id­
dia edilmektedir. Ressamlar, heykeltıraşlar
deseniz öylesine. cAlman düşmanı•, cAri
değil•, «Yozlaşmış sanah, eKilitür Bolşeviği•
yaftaları ile tu-kaka edilmektedirler.
Böyle bir despotluğun üniversiteye el at­
maması elbet umulamaz. Ben o yıllar Alman­
ya'da üniversite öğrencisiydim. Profesörlere
Nazi selamı mecburiyeti konmuştu. Her der­
se girişte cHeil Hitler• diye sağ ellerini ileri
uzatmak zorunda idiler. Haysiyetli olanlar kür­
sülerini sırf bu yüzden bıraktılar. Sosyal bi­
limler ders kitapları nasyonal sosyalist açı­
dan yeniden yazdınldı ve tabii gülünç mugala­
talarla dolduruldu. Özgür düşünceden yana
olanlara hayat hakkı haram ediliyordu. Onlar
da selameti ya susmakta ya da kaçmakta bul­
dular. Kaçamayanlar temerküz kaınplannı boy­
ladılar.
Sonrasını hep biliyorsunuz. Ben bu ada­
mı o yıllarda iki kere yakından gördüm. Ko­
nuşurken kitleleri nasıl elektriklendirdiğine
bizzat tanık oldum. Her diktatör gibi her fır­
satta görünmekten hoşlanırdı. O zaman henüz
TV yoktu. Ama hafta geçmezdi ki radyoda bir
konuşması duyulmasın. Her sinemada ana
filmden önce gösterilmesi mecburi cFox Tö­
nende Wochenschau• başlıklı aktüalite film­
lerinde gün aşın boy gösterirdi. Charlie Chap­
lin'in o tarihlerde uydurduğu bir nü.kte fısılb
halinde kulaktan kulağa gezerdi. Şarlo, cBıyı­
ğımı taklit etti, ses etmedim. Benden çok film
çeviriyor, ona da aldınnıyoruın. Ama dünyayı

176
benden çok güldürüyor, işte bunu çekemiyer
rum» demiş.
Yerinde bir espri değil bence. Aynı adam
daha sonra herkesin anasını ağlattı. İnsanlı­
ğa kök söktürdü. Onun yaptığı maddi, manevi
tahribatı, işte elli yıl geçmiş, dünya ve Alman­
ya hala temizleyemiyor.

23 Ocak ı983

177
1918 - 1980
VİYANA'NIN ATLATTIÖI VARTALAR
ı 9 ı 8 - ı 980
VİYANA'NIN ATLATTICI VARTALAR

AVUSTURYA'DA TÜRK ADINDAN GEÇİLMİYOR

Avusturya Cumhuriyeti, şu sıralarda, öz­


gürlük bayramının 25'inci yıldönümü sevincini
yaşıyor. Avusturya'yı ve de Viyana'yı dörde bö­
lüp yöneten işgal kuvvetleri 25 yıl önce, ı s Ma­
yıs ı 955 sabahı çekilip özgürlüğüne kavuştur­
muş-lardı.
İşgal acısı çekmiş ve özgürlüğe kavuşma­
nın sevincini tatmış bir ülke olarak biz de dost
Avusturya'nın bu mutlu gününe katılırız.
Bizim Avusturya ile hukukumuz eski­
dir. Ulaşım olanaksızlıklan devirlerinde ülke­
ler ancak savaş ilişkisiyle birbirleriyle temasa
geçerlermiş. Taa buralardan kalkıp Viyana•la­
nnı iki defa kuşatmışız. Oralarda hayli oya­
lanmışız. Onlar bizi, biz onlan tanımışız. Ade­
ta övür olmuşuz. Aykın ve çelişkili görünebi­
lir ama, birbirimize de alışmış, ısmmışız. İsti­
la savaşlan, istilaya uğrayanda haklı olarak
bir kin yaratabilir. Bu sefer pek öyle olmamış .
Daha doğrusu bu kin yüzyıUara uzanmamış.
Çabuk silinmiş. Onlardan bize bir şeyler, biz­
den onlara çok şeyler geçmiş. Osmanlı tarihi
boyunca dostluğumuzdan yararlanan, kendisi­
ni türlü belalardan kurtardığımiZ Fransa'nın
bugün her fırsatta bize karşı gösterdiği düşman
tavırla karşılaştınnca, bir zamanlar başkenti-

181
nin kapılanna dayandığıınız Avusturya'nın bi­
ze ve Türklerle ilişkin her şeye gösterdiği sıcak
yakınlık daha bir değer kazanıyor.

Her Yerde Türk Acilan

Avusturyahlar iyi ve kötü günlerinin yol­


claşı kahveyi bile bizden öğrendiler. Açın Viya­
na şehir haritasını bakın; Freud'un oturduğu
Bergstrasse'nin yanındaki Votif Kirche'ye na­
zır caddenin adı «Türkenstrasse»dir. Schot­
tentor'dan Gerathof'a giden caddenin bir dura­
ğı «Türkenschanzplatz = Türk siperleri » dura­
ğıdır. Hemen onun dolayı da Viyana'nın Çam­
lıca'sı Kahlenberg'e bakan sevimli bir tepede
<< Türkenschanz Park» uzanır. Atalarımızın ya­
man bir savaş verdiği bu tepede Viyanalılar
şehirlerinin en güzel parklanndan birini düzen·
lemiş, kapısına da ayyıldızımızla birlikte ordu­
muzun kahramanlığını belirten bir plaket as­
mışlardır. Aşağı Avusturya'da Pittental'da do­
ğanın görkemli bir kayalığına «Türkensturz =
Türk Yamacı» adını vennişlerdir. Açın Viyana
telefon rehberini bakın, Türk sözcüğü ile baş­
layan nice ad bulacaksınız. Türk mimarisinin,
onların mimarisine, ilk askeri müzik örneği sa­
yılan mehter müziği'nin onlarm müziğine et
kileri ise ortadadır. Mehter müziğinin zilli ve
vurucu enstrümanları Avusturyalı bestecileri
hayran bırakmış, başta Mozart olmak üzere
Haydn, Beethoven ve o tarihten sonra çeşitli
besteeller tarafından Avusturya orkestralanna
alınmıştır. Mozart'm, Haydn'ın, Liszt'in bizden
esinlenen besteleri ise caba . . .

182
Türkiye sevgisi orada çok değerli müşteş­
ri.klerin de yetişmesini sağladı. Hammer'den
başlayarak, Dietz, Ritter, Duda, Kreutel, Tiet­
ze vb. gibi araştıncılar bizi onlara geçmişimiz­
le, kültürümüzle, sanatımızla tanıtmak için
ömür adadılar.

Yazgı Birliği

Siz bütün bunlara Birinci Dünya Savaşı'n­


daki yazgı birliğini ve onun sonucundaki fela­
ket orta.klı�ı da ekleyin. Osmanlı Hanedam
ile Habsburg Hanedam aşağı yukan aynı anda
tarihe karıştı. Bizi Sevr'e zorlayan aynı mütte­
fi.kler, onları da Saint - Germain diktası ile ku­
şa çevirmişlerdi. Tuna Monarşisi'nin toprakla­
nnı İtalya'ya, Yugoslavya'ya, Macaristan'a, Çe­
koslovakya'ya, Polonya'ya dağıtan yeni harita­
nın karşısında Clemanceau, Avusturya Dele­
gasyonu Başkanı Dr. Karl Renner'e, uL'Autric­
he c'est ce qui reste = Geriye kalan yer de
Avusturya'dır» deyip, çıkıvermişti. Geriye ka­
lan yer dediği, Bodensse ile Neusiedlersee ara­
sında . sıkışmış kalmış, altı buçuk milyonluk
bir küçücük devletti. Koca bir imparatorluk­
tan küçük bir cumhuriyete dönüşen Avustur­
ya 1918'den 1980'e türlü vartalar atlattı.
Yazgısının dalgalannda çalkandı durdu.
Dışişleri Bakanı Leopold Figl, tarihi 15 Ma­
yıs 1955 günü, biraz önce dört müttefik dışiş­
leri bakanı ile imzaladığı antlaşmayı Belverle­
re Sarayı'nın balkonundan halka gösterirken
aşağıdaki kalabalık arasmda bu satıriann ya­
zarı da bulunuyordu.

183
Talibin şu cilvesine bakın ki, aynı günün
yirmi beşinci yıldönümü bayramı hazırlıklannı
da, on gün önce, yine bir Viyana penceresinden
izledim.
Tesadüfler beni bu ulusun sade sevinçli
de�, daha önceki bazı dramatik ve trajik gün­
lerine de ortak etmişti. Dollfuss'un katlini de­
ğilse bile, bu kanlı darbe teşebbüsünün enca­
mını, Schuschnigg döneminin çalkantılannı ,
Hitler'in onu Berdesgaden'de bir okul çocuğu
imişçesine azarlayışım, bu olaylan ta içinde
yaşayan Almanya'da, hem de hiçbir şeyi kaçır­
mak istemeyen bir öğrencinin abartıh ve uya­
nık dikkati ile üç - dört sarı defter dolusu not­
lar alarak izlemekte, gözlemlernekte idim. Hit­
ler'in Avusturya'yı ilhak edişi de, hasbelkader,
Almanya'daki tahsilim bitip de yurda döner­
ken yol üstü uğradığım ve üç hafta kaldığım
Viyana misafirliğime rastladı . Ucundan buca­
ğından tanığı oldu�m bu olaylan şimdi sırası
gelmişken tarihi bilgiçliğe kaçmadan kişisel iz·
lenimlerimi aşmayan iddiasız bir anılar dizi­
sinin özeti halinde ve altı - yedi yazı içinde siz­
lere iletmeyi uygun buldum.

SİYASİ VE EKONOMİK BUNALlM DÖNEMİNDE


KÜLTÜR VE SANAT cAI..TINÇAG•I YAŞADI

12 Kasım 191 8'de kurulan ilk cumhuriye­


ti ancak büyük güçlükler bekliyordu. Tuna Mo­
narşisi'nden Avusturya Cumhuriyeti'ne geçiş

184
elbet kolay olmayacaktı. İmparatorluğun zen­
gin kaynakları, büyük tanm alanlan sınırlar
dışında kalmıştı. Çeşitli ulusların oluşturdu�
büyük federasyonun metropolü Viyana, şimdi
bu daralmış sınırlar içinde sıska bir çocu�
koca kafasına benziyordu. Alman asıllı bir ha­
nedan tarafından yönetilen, ordusunun yüksek
kademesini yine Avusturya soylulannın oluş­
turdu� bu imparatorluğun dallı hudaklı muaz­
zam bürokratik teşkilatı ve imparatorluğu oluş­
turan çeşitli uluslardan memurlan şimdi da­
ğılmış, yerlerini değişen koşulların gereğine 'gö­
re ayarlanması gereken kadrolara bırakınıştı
Ekonomik durum içler acısı idi. Dış borç­
lar yeni devletin belini büküyordu. Enflasyon­
la birlikte pahalılık son haddini bulmuştu. İş­
sizlik öylesine. Bu maddi güçlüklerin yanı sı­
ra yeni komşulada çözümlenmesi gereken di­
kenli sorunlar vardı. İç politikada Hıristiyan
sosyalistler Deutchnationalistlerin sağı, sos­
yal demokratların solu oluşturduğu parlamen­
toda ve yine subay organizasyonlannın ve He­
imwehrlerin sağı, halkın genel yoksulluğu için­
de daha radikal bir rejim değişikliği öneren
komünistlerin ve işçi kuruluşlannın solu oluş­
turduğu parlamento dışı çatışmalar almış yü­
rümüştü.
Yazgısı ile başbaşa bırakılan Avusturya'
nın tek umudu Cenevre'de yeni kurulan Millet­
ler Cemiyeti idi. Bu durumdan kendi başına çı­
kamayacağını anlayınca büyük bir dış yardım­
dan medet umar olmuştu. Milletler Cemiyeti
yolu ile 1922'de Cenevre yardımı adı altmda
bir mali istikraz sağladı. Ama bu onun politik

185
istilclalinden ödün vennesi demekti. Çünkü
bundan böyle politikasını Milletler Cemiyeti"
nin atadığı bir komiserin kontrolundan geçir­
mesi gerekiyordu.
Sosyal demokratlann gün günden güçlen­
mesine karşın, modelini ve parasını İtalyan
faşizminden alan Heimwehrler onlan durdura­
cak önlemler almaya çalışıyorlardı; Cumhuri­
yetçi Muhafız birlikleri ve sosyarl demokrasinin
ordu birlikleri sık sık çarpışır olmuşlardı. Siz
bütün bunlann üstüne bir de dilnyayı saran
büyük iktisadi krizin bindiğini tasavvur edin.
Bütün zıtlıklar elbet daha da şiddetlenecekti.

Wien Wien Nur Du Allein


Pek i Avusturya'nın maddi, manevi, ideo­
lojik burıalım içinde bulunduğu bu 1 920 - 1930
yılları arasında Mozartlann, Haydnlarm, Lizs­
tlerin, operarların, valslerin diyarı Viyana, sa­
nat ve kültür alanında ne alemde idi ? Şaşıla­
cak bir şey sanki maddi bunalım, sanat ve
kültür yaşamını kırbaçlamış büyük bir geliş­
meye zorlamıştı. Çelişkili gelebilir ama Viya­
na sanat, edebiyat, müzik, tiyatro bakımından
altın devrini bu dönemde yaşadı. Burg Thea­
ter'ın operanın prömiyerleri eski şaşaası ile
sürüyordu . Büyük çapta tiyatro girişimleri ya­
pan Max Reinhardt, Josefstdat Tiyatrosu'nu
bu arada kunnuştu. Pathas'tan yapmacıktan
uzak, mahrem ve doğal bir oynayıştan yana
olan, en küçük aynntılara kadar aşın bir per­
feksiyon titizıliği gösteren, sükutlan, f:ısıltılan
bile değerlendiren yeni bir oyun üslubu bura­
da doğacaktı. Yıllar sonra ben de yaşamıının

186
iki yılını bu çatı altında rej i stajyeri olarak.
geçirecektim. Arthur Schnizler, Ödon Von Hor­
walt Hoffınanstahl salınelere oyun yetiştirir­
ken, Musil kendini yirminci yüzyılın dört bü­
yük romancısından biri saydıracak «Der Mann
Oh ne Eigenschaft = Niteliksiz Adam»ını ka­
leme alıyor, Karl Kraus yaşadığı devrin ya­
man bir heccavı olarak içini kağıda döküyor,
Stefan Zweig şöhretini dünyaya yayacak bi­
yografilerini, nesirlerini, amlannı bitiriyor, Jo­
scph Roth güzel hikayeleri ile okuyucularını
sanyor, Wicky Baum büyük okuyucu kitlele­
rini kavrayacak bestseller üslubu ile hemen
herkesin okuduğu romanlarını tamamlıyor,
franz Werfel daha sonra sapacağı mistik yol­
dan habersiz, o anda Rotgardistleri coşturup
yüreklendiren ihtilalci şiirler döktüıiiyordu.
Müzik alanının krallan ise Schönberg Alban
Berg, Anton Webem, Oscar Straus, resmin !i­
derleri Oskar Kokoschka ve Klimt'di. Orta Av­
rupa uygarlık birikimi ile Yahudi zekasın ın
birleşiminin ürünü kişiler bu dönemin, kültür
ve sanat furyasının önde gelenleri oluyorlardı.
Operet alanına gelince Franz Lehar'ların Em­
merich Kalman'lann, Robert Stolz'ların bes
teci olarak Richard Tauber'in de icracı olarak
parladığı yıllardı. Orta Avrupa uygarlığı ve bi­
lim disiplini ile Yahudi zekasının bileşimin­
den fışkıran bir deha kıvılcımı da Bergstras­
se'nin bir evinde çakınıştı. Freud meslekdaş­
ları arasında bile iyi karşıtanmayan o dünya­
yı sarsacak öğretisini genç öğrencilerine ve bir
süre sonra ona kafa tutmaya kalkacak en ça­
lışkan öğrencisi Adler'e öğretmeye çalışıyor-

187
du. Sporu sorarsanız Prater Stadyumu maç­
larda adam almıyordu. Austria - Admira, First
Vienna'nm yurt içi ve yurt dışı maçlardaki za­
ferleri başka alandaki morali düşük Avustur­
yalıya bir moraıl dopingi sağlıyordu. Hele ün­
lü Hugo Meissel'in menajerliğini yaptığı Avus­
turya Milli Takımı'nın yenilmezliği o yıllarda
dillere destandı. Kaleci Hidden'i, santrfor Sin­
delar'ı, sağ bek Blum'u ile futbol dünyasına
Wunder Team diye geçen bu ölümsüz onbi­
rin milli maçlarını seyredenler boşuna yaşama­
mışlığm tatminini, edemeyenler de en büyük
zevki kaçırmanın hüsranını hissediyorlardı.

Dollfuss'a YeşU Işık

Bu arada siyasi ve iktisadi bunalım var


gücüyle sürmekte idi. Şansölye Seipel, enflas­
yonu bir derece durdurup şilingi kurtarmaya
ve yönetime bir istikrar getirmeye çalışmışsa
da bir süre sonra o da iktidarı başka ellere
teslim etmek zorunda kalmıştı. Buresch kabi­
nesi Cenevre'den yeni bir yardım istemey()
karar verdi. Ama şansölye Buresch, Cenevre'
den eli boş döndü . Bu kabinede ufacık tefecik,
boyu cüceye yakın ama uyanık mı uyanık, ze­
ki mi zeki, her zeki insan gibi de popü·ler ve
sevimli gencecik bir tanın bakanı vardı. Şim­
di iktidar yolu ona yeşil ışık gösteriyordu .

188
KÜÇÜMEN ŞANSÖLYE OOLLFUSS, VİYANA'NIN
BAŞINA BÜYÜK DERTLER AÇTI

Dr. Engelbert Dollfuss'un adını Avusturya­


lılar dışında herkes, sanınm ilk olarak 1 932
başlannda şansölye olduğu zaman duymuştu.
Dollfuss o zaman tam kırk yaşında idi. Aşağı
Avusturyalı fakir bir köylü ailesinin sulhün­
den geliyordu. Bulunduğu bölgenin cumhuri­
yetçi eğilimli köylü birliğinde, zekası, iradesi
ile öne çıkmış, Hıristiyan Sosyalist Parti 'ye
geçip kademeleri birer ikişer atlayıp yönetici
kadrosuna geçmişti. Buresch kabinesinde zi­
raat nazın olan bu cüceye yakın kısa boylu
uyanık gencin, bir gün Avusturya tarihinde bu
kadar büyük bir rol oynayacağını herhalde
partidaşlan bile ummuyorlardı. İktidara geçi­
şini, kendinden çok, Buresch'in Milletler Ce­
miyeti'nden umduğu yardımı alamadan dönü­
şü kolaylaştınnıştı. 20 mayıs 1 932'de Başba­
kan olduğu zaman Avusturya'da birçok fabri­
ka üretimi durdurmuş bulunuyordu. Endüs­
tri mahsulleri 1929'a kıyasla üçte bir azalmış­
h. İşsiz sayısı dört yüz bin dolayında idi. Dış
alacaklılar Cenevre'de Milletler Cemiyeti'nde,
Avusturya'nın borçlan konusunda kesin karar­
lar almak için toplanmışlardı. Resmi ve özel
kredilere karşı Avusturya'nın ödemesi istenen,
240 milyon şilinge muadil dövizdi. Halbuki
Avusturya'nın döviz mevcudu 33 milyonu zor
buluyordu. Kısacası Avusturya, ifilasın eşiğinde
idi. Parlamentoda ise Sosyal Demokratlar he­
men seçimlere gidilmesi için önerge vermiş-

189
lerdi. Çoğunluk gerçi bu önergeyi reddetmişti
ama, Milletler Cemiyeti'yle yeni istikraz konu­
sundaki temasların sonucunu bekleyip ancak
ondan sonra, yani sonbaharda parlamentonun
kendi kendisini feshedip yeni seçimlere gitme­
sini uygun görmüştü.

Dingildek Denge
Dollfuss hükümetinin ömrunun uzun ol­
mayacağı gözü.k.üyordu. Hükümet koalisyonu­
nu 83 mebus destekliyordu, bunlardan onyedi­
sini Dollfuss'un Hıristiyan Sosyalist Partisi
dışındaki sağcı partiler oluşturuyorlardı. Bir
parlamenter anlaşmazlık halinde bu oylar ek­
sildiği takdirde, hükümet bir tek oyluk bir ço­
ğunluk sağlayabiliyordu. Eskaza bir mebus
hastalansa ya da kazaya uğrasa hükümet gitti
giderdi . Kabinenin sonbalıara kadar dayana­
nıayacağı ortada idi. Belediye seçimleri ise
yeni bir parl amento seçiminin peşrevi olarak
H ı rist iyan sosyalistlerin uykusunu kaçırmıştı.
Ancak tepeden inme bir mucize Dollfuss
hükümetini kurtarabilirdi. Küçük boylu şan­
si.ilve kolay pes edecek insana benzemiyordu.
Kısa zamanda ulusunun yazgısını ancak yine
ulusunun birliği ile daha doğrusu güveneceği
sağ blokun gücüyle kurtarabileceğini kestirip
bir yandan sosyal demokratlara, işçi teşekkül­
lerine veryansın etmeye, bir yandan da sağ ce­
nahın duygusal ve kolay tavlanır gruplannı
tavlamaya girişti. Bu arada partisinin, adı He
müsemma (Hıristiyan) daha doğrusu (Katolik)
misyonunu vurguladı. Sloganlarından biri « Ba­
tı'nın Hıristiyanlık yolu ile yeniden kalkınma-

190
sının çekirdeği Avusturya olacaktır» mealinde
idi. Bu sloganın özellikle kime karşı atıldığını
tahmin etmek güç değil. Almanya'da gün gün­
den iktidara yaklaşan, iktidara yaklaştıkça da
Avusturya'daki taraftarlarının cesaretini artı­
ran Hitler'in Katolik düşmanı tutumuna karşı
muhafazakar çevrelerde destek sağlamak isti­
yordu. Bir derece becerdi de. Uyanık küçük
adam, gitti Lozan'dan 300 milyon şiiinglik bir
de yeni istikrazla döndü. Acil açıkları kapadı,
dış borçlann faizini ödedi. Bu paranın bir kıs­
mını Merkez Bankası'na yatınp tedavüldeki
parayı azalttı, şilinge bir saygınlık kazandırdı.

Austro - Faşizme Dolnı


Ellerini oğuşturarak yurduna dönen Doll­
fuss şimdi iktidarda uzun kalabilmek için se­
çimleri önlemeye çalışıyordu. Sosyal demok­
ratlarla bir koalisyon aradı. Oradan yüz bula­
mayınca sağ partilerle güvenli bir destek sağ­
lamaya yeltendi. O da olmayınca parlamento
dışında İtalyan faşistlerince desteklenen Heim­
wehr teşkilatı şefleri ile anlaştı, devleti bir sü­
re için parlamentosuz idare etmeye başladı.
Eski bir kanunun unutulmuş bir maddesi ona
bu istediği olağanüstü durum yetkisini geçici
olarak vermişti. Parlamentoyu feshetti . Sosyal
Demokratlann silahlı direnişini püskürttü, bir
iç savaşa ramak kalmıştı. Viyana sokaklann­
da kanlar dökülmüştü. Dollfuss Milli Savunma
Bakanlığı'nı üstlend.i. Yeni çıkarttığı anayasa
ile bir dikta kurdu. Austro - faşizm adı verilen
dönem böylece başlamış oluyordu. Mussolini'
den bu konuda yüz bulduğu için artık nasyo-

191
nal sosyalistlere de diklenebilirdi. Bu tutumu
Hitler'i küplere bindirdi. Dollfuss cNazi terö­
rüne karşı yurttaşıımza sahip çıkmalıyız- di­
yordu. Bu da ancak güce karşı güçle, teröre
karşı terörle sa�lanabilirdi. Yurttaş , iki baskı
arasmda ya Nazileri, ya Dollfuss'u seçmeliydi.
Devletten de en az Hitler'den korktu� kadar
korkmalı idi. Gövde gösterileri birbirini takip
etti. Viyana'da bombalar patladı. Naziler Ya­
hudi dükkaniara patlayıcı maddeler attılar.
Hitler Avusturya'nın can darnan turizmini bal­
talamak. için Avusturya'ya gidecek Alman tu­
ristlere 1000 mark ödeme zorunlulu� koydu.
Gerilim arttıkça arttı. Olaylar bir şeylere ge­
be idi. Kaldı ki Avusturya ordusuna, polisine,
jandarmasına, yüksek memur kadrolarına Na-
. zi görüşlü hayli kimseler sızmış bulunuyordu
İşte 25 haziran 1 934'de hükümet darbesine bu
atmosfer içinde gelindi.

25 HAZİRAN 1 934 DARBESt BAŞARILI OLMADI


AMA KÜÇÜMEN ŞANSÖLYENİN SONU OLDU

Başbakanlık makamı olan Ballhausplaz'ın


işgal edilerek başbakanın ve kabinesinin tu­
tuklanması ve böylece engel kalmayınca Avus­
turya'nın Naz.Heştirilmesi planı Nazilerce da­
ha 1 933'de hazırlanmıştı. Bu plan 25 Haziran
1 934'te uygulandı. Darbe, ordudan çıkarılmış
Fridolin Glass, Franz Holzweber, Otto Planet­
ta ve Hans Domes başta olmak üzere halen va-

19Z
zifede bulunan bazı polis şefleri ve Avusturya
Nazi Teşkilatı'nın bir kısmı üniversiteli sek­
sen mensubu tarafından gerçekleştirilecekti.
Plana göre iki hedef ele geçirilecekti. Kabine
toplantı ha.ılinde iken, hücuma geçilip bakan­
lar rehine tutulacaktı. İkinci hedef iç şehirde
bulunan Radyo İstasyonu'nu ele geçinnekti.
Hükümet değişikliği millete oradan açıklana­
caktı. Avusturyalı Naziler yeni başbakanın ko­
yu Nazi olmasını sakıncalı görmüş, olaya ge­
nel bir isyan havası vermek için daha ılımlı
ama Nazilere yatkın bir Hıristiyan sosyalisti,
Dr. Anton Rintelen'i peylemişlerdi.
Dollfuss kabinesinde devamlı muhalefet
yaptığı için Roma Elçiliği ile uzaklaştınlan bu
baris ama korkak adam da Ring' deki Hotel
Imperial'e inmiş bekliyordu. Yeni hükümet
başkanı olarak onun dört tarafa vereceği emir­
Iere herkesin tartışmasız uyacağı, böylece per·
de arkasında Nazilerin bulunduğunun ilk ağız·
da anlaşılmayacağı kanısında idi·ler.

Gü.me Giden Bir ihbar

Askeri üniformalar giyip kamyonlara bin­


dirilecek darbedler başbakanlıkta nöbet de­
ğiştirecek muhafız bölüğünün yerini alacak,
yukarı çıkıp plan dahilinde hareket edecekler­
di. Ne var ki, plana vakıf olup son dakikalarda
pişmanlık duyan Dobler adında bir kovıiser
durumdan amirlerini haberdar etti. Ama ne
hikmetse bürokratik bir yavaşlık içinde bu ha­
ber asıl gereken yere bir türlü varamadı. Esa­
sen o günlerde Naziler kasten o kadar çok ih­
barlar yapıyorlardı ki, bunları alanlar bu son

193
ilihan da çoğu boşa çıkan ihbarlardan biri say­
mış olacaklardı. Kabinede Devlet Başkanı olan
Heimwehr şeflerinden Fey bile bu ihbar kula­
ğına vardığında Şansölye Dollfuss'a, « Sözüm­
ona birtakım kimseler Başbakanlık'a karşı bir
şeylere girişeceklermip tarzında laubali bir
şekilde bulanık bir bilgi vermişti. Dollfuss da
pek önemsemediği bu söylentiyi aynı tonda
kabine arkadaşianna tekrarlayıp, « En iyisi
toplantıyı şimdilik burda keselim, herkes ken­
di bakanlığına gitsin , yine haberleşiriz. Fey ve
iki bakan benle kalsın, bizim konuşacağımız
başka bir sorun var» demişti. Görüldüğü gibi
iş hükümetçe de pek ciddiye alınmış görün­
müyordu.
Darbedler asker üniformalan ile bindiril­
dikleri kamyonlada Başbakanlık'a geldikleri
zaman kapılan açık ve plan gereğince muhafız
birliğinin de nöbette olmadığını gördüler. Esa­
sen bu bölüğün silahlannda kurşun olmadığı
da onlarca biliniyordu. Dollfuss ve arkadaşla­
n gelen askerleri pencereden görüp ihbarla i l­
gili bir önlem sanmışlardı.
Aynı anda radyo merkezini işgale giden
grup alarma geçen bir polis kuvvetiyle karşı­
laşıp saf dışı bırakılmış bulunuyordu .

Planetta'mn Ku�
Başbakanlığa girenler hedefe varmış ama
kabineyi orada bulamamışlardı. Yanındaki
dostlan biraz daha soğukkanlı olabilseler ve
o telAş içinde şansölyeyi kaçırınaya kalkmasa­
lar belki Dollfuss hayatını kaybetıneyebilecek­
ti. Büyük bir sıcağın ve gerilimin egemen oJ-

194
duğu o telaşlı atmosferde tabaneası elinde içeri
giren Otto Planetta'nm tetiğe asılıp Dollfuss'u
yaraladığı öğrenildi. Aynı anda başka bir ta­
banca da patlamıştı. Dollfuss yaralı olarak bir
kanapeye yatınldı. Ve doktor müdahalesi ya­
pılamadığı için kan kaybından öldü. Bu sı ra­
da alarma geçen tüm güçler binayı ve darbe­
cileri sımsıkı kuşatmışlardı. Hepsi tutuldu .
Elebaşılar dört gün sonra muhakeme ve idam
edildi.
Dr. Schuschnigg başkanlığındaki kabine
Dollfuss'un tuttuğu yolu izlemek üzere iktida­
ra geçti. Bütiin bu karışıklıklar sırasında Du­
çe'nin Brenner geçidine asker yığdığını, böy­
lece Hitler tarafından müdahale vukuunda
Avusturya'yı koruyacağına dair sözünü tutma­
ya hazır olduğunu dünya da görüp anlamış
oldu .
Yıllar sonra Nasyonel Sosyalist darbeci­
lerden birini tanımıştım. Kaçıp kapağı Alman­
ya'ya atan o darbe kahramanlanndan biri ile
aynı hastanede aynı odada yattım. Bakın baş­
ka bir yerde çıkan anılarımda * bu konuda
ne yazmışım ?
1 937 yılı baban idi. İkimiz de Hei­
delberg'deki Rudolf Krehl Üniversite Kli­
niği'nde hasta yatıyorduk. Genç bir tıp
öğrencisi idi. Hitler'e sadakatini, kelleyi
koltuğa alıp belgelediği için çok gözde
idi. El üstünde tutuluyordu. Kendisine
bir milli kahraman muamelesi yapılıyor­
du. Ne var ki, her gece yarısı, derin uy-

* Düşsem yollara yollara.

195
kumdan onun korkunç çığlıklan ile uya­
nıyordum. Kan ter içinde çırpınıyor, 'Kur­
tarın beni, kurtann beni' diye, avaz avaz
bağınyordu. Bu gördüğü korkulu düşlerin,
geçirdiği kabuslann nedeni, ortada idi.
Büyük bir inançla katıldığı cinayetin et­
kisinden kovalandığı korkusuna kapılıyor­
du. Coşku, kışkırtı ile giriştiği işten, uyku­
da pişman oluyordu. Zavallı oğlanın, bu
bunalım anlarında hali içler acısı idi. Nö­
betçi doktor, başhastabakıcı, kat hastaba­
kıcıları hemen koşuşup etrafında pervane
oluyorlar. İlaçlar içiriyor, yatıştırıyor,
kendine geldikten sonra da bir süre kalıp
uyumasını bekliyorlardı. Olan benim uy­
kularıma oluyordu. Ama ömrümde ilk de­
fa, orada bir kahramanın özel hayatında
bazen ne kadar zayıf olabileceğini somut
olarak gördüm. Evet oda arkadaşım ge
eeleri bir tavşan gibi ödlekti. Ama sabah
olunca yine keHeyi koltuğa alıp büyük
işler başarmış kahraman suratını takın­
mak zorunda kalıyordu . »

HITLER'DEN ZILGITI YİYEN SCHUSCHNİGG.


ALMAN İSTEKLERİNE BOYUN ECDİ

Dolfuss'un yerine şansölye olan Schusch­


nigg Tirollü idi. Dollfuss 'un fakir bir köylü ç�
cuğu olmasına karşın, o soylu bir subay ve
memur ailesinden geliyordu. Dollfuss cumhu-

196
riyetçi, halkçı bir bilinçle yola çıkmış ama
şimdi küçülmüş olan yeni cumhuriyete o eski
gelenekçi birikimden kaynaklanan bir milli
bilinç, birlik bilinci aşılamayı becermişti.
Schuschnigg ise daha muhafazakttrdı, Avus­
turya-Macaristan İmparatorluğu havasından
kopamamış bir monarşistti. Dollfuss özel yaşa­
mında sempatik, rahat bir adamdı. Schusch­
nigg ise, asık yüzlü, içine kapalı bir adamdı.
Biri daha çok halk adamı, öbürü serin kafalı
bir entellektüeldi. Habsburg hanedanının Pa­
ris'te yaşayan veliahtı Otto, onun için şöyle di­
yordu : « Gözlükleri onu insanlardan ayıran bir
buz duvandır. » Dollfuss diktatörlüğe yavaş ya­
vaş çıkmıştı. Önce solla anlaşmaya çok çalış­
mıştı. Demokratik yollan denemişti. Umut
kalmayınca, diktatör rolüne soyunmuştu. Düş­
manlanndan korkmuyordu. Schuschnigg, onun
sistemine hazıra kondu. Anlaşma, uyuşma,
koalisyon gibi bir derdi yoktu. Onu başbakan­
lığa getiren Devlet Başkanı Wilhelm Miklas
olmuştu. Miklas, Heimwehr şeflerinden birini
başbakan yapmak istemiyordu. Ne Starnbeg ne
Fey, onun gözünü doldurmuyordu. Bunlar
fevri, bir coşkulu, bir suskun, bir atak, bir dur­
gun insanlardı. Böylece Schuschnigg, Dollfuss'
un varisi olarak başa geçti.

Avusturya'mn Endişesi
O da sırtını Mussolini İtalya'sına dayadı.
Sade Avusturya kerestelerinin en büyük
müşterisi değil, Avusturya özgürlüğünün en
inatçı ve güçlü koruyucusu olan Mussolini
İtalyası , Horty Macaristanı ile birlikte Avus-

197
turya ile gö.çlü bir blok kurmak istiyordu. Eti­
yopya serüveni ve İspanya iç savaşına Alman­
ya ile birlikte kanşmaları bu iki devleti birbi­
rine yaklaştırdı. Avusturya, haklı olarak bun­
dan pireleniyordu. Bu sırada, kapatılmış Nazi
partisinin illegal faaliyeti de yer altında devam
ediyordu. Şansölye rnecburen Almanya ile iliş­
kileri nonnalleştinneye yönelik bir antlaşma
imzalamak zorunda kaldı. Büyük devletler ta­
rafından yeterli derecede desteklenmediği için,
kendini Almanya'ya göre ayarlama zorunlu�
içinde bocalıyordu. Hitler, eski kurt Von Pa­
pen'i şimdi Viyana'ya büyük elçi yapmıştı. Bu
elbet hayra alarnet deği•l di.

Von Papen 1938 başlarında Schuschnigg'e


Hitler'le bizzat görüşmesinin çok hayırlı -:>la­
cağını telkin etmeye başlamıştı.
Başına ne geleceğini bilmeyen Schusch­
nigg, iki devlet başbakanının iki eş değerli po­
litikacı olarak bir konuşma yapacağı varsayı­
mı ile Berdesgaden'e gitti. Ama orada Hitler'
den müthiş bir zılgıt yedi. Kendisine bu anti ­
Alman tutumu bir an önce değiştirmesi, yoksa
halinin duman olacağı an•l atıldı. Hitler'in ya­
nında sigara içmek yasak olduğu için, sigara­
s12lıktan da ayıı.ca serserne dönen Schusch­
nigg'e öğle yemeği sırasında hava generali
Sperle Göring'in hava kuvvetlerinin İspanya iç
savaşı sırasında nasıl önüne geçilrnez bir fırtına
olduğunu hallandıra h allandıra anlatıyordu.
Öğleden sonra çiçeği burnunda yeni Dışişleri
Bakanı Von Ribbentroupp'un da hazır bulun­
duğu bir seansta, Schuschnigg'e bir ültirnatorn
dayadılar. Seyss İnquart polis tam yetkisi ile,

198
İçişleri Bakanlığı'na getirilmeli, darbedler de
dahil olmak üzere, tüm Nazi mahpusları tahliye
edilmeli, Nazi partisinin yasaklanan faaliyeti
serbest bırakılmalı idi. Schuschnigg itiraz ede­
cek olunca, Hitler, «Tartışacak değilim• dedi.
«Bu koşullardan hiçbirini kaldınnam. Ya im­
zalarsınız, ya sonuç alınamamıştır. Bu gece ka­
rarımı alınm.»
Schuschnigg itiraz edecek olunca, bir okul
çocuğu gibi ite kaka odadan dışan çıkanldı .
Hitıler, «Bana Genelkurmay Başkanı General
Keitel'i gönderin• dedi. Schuschnigg işin şaka­
sı olmadığını o zaman anladı. Ültimatomu im­
zalamak zorunda kaldı. Böylece zaman kazan­
dığı kanısında idi. Ama güvendiği dağlara kar
yağmıştı. İtalya oralı olmadı. Keitel ise, sını­
rın dolayında askeri yığınaklar yapıyordu.
Fransa ve İngiltere'nin İtalya ıle birleşmesi
umuduna bel bağlayan hükümet, bu da ger­
:;ekleşmeyince, Hitler'in emirlerine uydu, Seyss
İnquart İçişleri Bakanı yapıldı. Floridsdorf iş­
çi bölgesi Alman baskısına karşı silahlı muka­
vemet için Şansöly.:!ye destek olacağını vaad­
�tti. Ama, Schuschnigg kararsızdı. Jandarma
genel komutanına ne yapılabileceğini sordu.
Adam bir gece boyu hazırladığı karşı koyma
planı ile ertesi sabah onu arayınca, kapıları
kapalı buldu. Schuschnigg bir karşı koyuşu
göze alamıyordu. Berdesgaden zılgıtı Avustur­
ya'daki NazHeri azdınnıştı. Komuta almış gibi
tahriklere giriştiler. Gamalı haçlı bayraklar
ortaya çıktı. Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer,
�loganlan caddeleri doldurdu. Schuschnigg
halkın ancak yüzde otuzunun Nasyonal Sosya-

199
list eğilimli olduğu kanısında idi. Ama sokak­
lara işte bu yüzde otuz fırlayıp egemen olmuş­
tu. Seyss İnquart'a «Ya adamianna söz geçir
ya da çok daha büyük bir gösteriye ben geçe­
ceğim » dediği zaman aldığı cevap çok küstah­
ça oldu : «Yapabileceğini sanıyorsan hiç dur­
ma. » Schuschnigg, bunun üzerine bir halk oy­
lamasına karar verdi. Halkın yüzde yetmişinin
Avusturya'nın özgürlüğüne evet oyu vereceği­
ni sanıyordu. Sosyal demokratların hepsi de
bu konuda kendini destekleyeceklerdi. Beş yıl­
dır oyu sorulmayan halk ilk defa sandık başı­
na çağırılıyordu. Yoğun bir yurtsever hava es­
meye başlamıştı. Hitler aleyhtariarı ilk defa
birlik olmuşlardı. İki gün boyu sistemli ve ge­
niş bir seçim kampanyasına geçildi. Nazi pro­
pagandalarını bastıran bir kampanya. Ama Na­
zilerden başka kimse bugünlerde Avusturya'yı
bekleyen vartayı tasavvur edemiyordu. Berlin'
de l l mart 1938 balyozu havaya kalkmış, in­
meyi bekliyordu.

AVUSTURYALI ONBAŞI VİYANA'DA

l l Mart 1938 sabahı saat beşte Dışişleri Al­


manya masası şefi uykusundan uyandırıldı.
Münich'teki Avusturya Başkonsolosu'ndan ken­
disine gelen bir telgraf sadece iki kelime· içeri­
yordu : «Leo yola çıkmak üzere»
Dışişlerinde «Leo» bir koddan ibaretti.
Mmanların Avusturya'yı istila planını simgeli-

200
yordu. Alman Genelkurmayı'nda ise aynı isti­
la planı «Otto Özel Harekatı» simgesini taşı­
yordu.
Kafası kızan Hitler, Schuschnigg'in halk­
oylamasını engellemek için pazardan önce, en
geç cumartesi günü, Alman ordulannın Avus­
turya'ya girmesini Genelkurmay Başkanı'na
emretmiş bulunuyordu. Bu işe en çok sevinen
Göring' di. Dört yıllık iktisadi planın yürütücü­
sü olarak Avusturya endüstrisinin Alman savaş
hazırlığı mekanizmasına ne gibi katkılar yapa­
cağının ön hesaplannı ne zamandır hazırlat­
mıştı. Aynca bu illiakın Alman ordusuna ne
kadar insan kazandıracağı açıktı. Kara ordu­
sundan önce onun hava kuvvetlerinin hareka­
ta hazır oluşuna bundan ötürü şaşmamalı. Hit­
ler, ordunun yürüyüşünün « Dostane bir hava
içinde», «Halkın sevgi gösterileri ortasında»
cereyan etmesini, «Ufak, tefek direnişler olur­
sa dikkatle» hertaraf edilmesini istiyordu.

Hep Aynı Metod

Versailles'la gayri askeri bölge ilan edilen


Ren bölgesini de 1936 martında Alman ordusu
yine böyle yumuşak bir yürüyüşle işgal etmiş­
ti. O sırada üniversitesinde tahsil ettiğim Hei­
delberg şehri o bölgenin içinde olduğu için ben
Hitler'in bu ilk olupbittisini de günü gününe
ve ta içinden izleyebilmiştim. Fransa o sırada
iç politika tartışmalan içinde bulunduğundan,
İngiltere de Fransa'yı hazırlıksız göriip suçu
ona atmaktan memnun olarak bu ilk olupbitti­
ye tepkisiz kalmışlardı.

201
Zaten Batı devlet:ıleri, başlarda Hitler' e ufak
tefek ödünler vererek hızını kesrnek hülyasm­
da idiler. Bu belki işlerine de geliyordu. Ger­
çeğin tokmağını başianna ancak Polanya sal­
dınsı ile yediler. Kendilerine ise ondan bile
bir hayli sonra geldiler.
Biz gelelim yine 12 Mart 1938'e . . . Schusch­
nigg ve arkadaşlan herhalde o gün Batı dev­
letlerini harekete geçirmeye uğraşmış olsalar
gerektir.

Tek Başına Bırakılan Avusturya


Bir yıl önce Avusturya askeri ataşesine
«Alınanya'nm Avusturya'yı ilhak etmeye kalk­
ması (C'est la guerre) savaş demektir» gibi
bir palavra savuran Fransız Genelkurmay Baş­
kanı Maurice Gamelin'in o gün nerede olduğu
meraka değer.
Eğer Batı devletlerinden en ufak bir dire­
niş gelse idi, Leo'nun bu Avusturya gezisini bu
kadar rahat yapamayacağı sonradan iddia edi­
lebilmiştir. Önemlisi, bu iddianın Alman aske­
ri çevrelerince, özellikle General Beck gibi bu
harekata karşı olan askerlerce ileri sürülmüş
olmasıdır. Dünyanın bilmeyip onlann bildiği
şey, Hitler'in de, ordusunun da bu ilhaka he­
sapla kitapla değil, fevri bir şekilde girişmiş
olmalan idi.
Direniş görmedikleri halde bile bu yürü
yüşün askeri organizasyon bakımından çok
bozuk düzen ve beceriksizce yapıldığı belge­
lenmişti. Ama Führer'in böyle delibozuk ka­
radan çoğu yerde hesabı kitabı arkada bıra­
kacaktı. İlhak bunların ilki idi. Südetler ikin-

202
cisi, Maginot'ya saldınsı üçüncüsü, Norveç is­
tilası dördüncüsü olacaku.
Onun kendinde vehmettiği ve «Eingebung»
adını verdiği bu sezgi bassası ancak Stalingrad'
da yediği tokada iflas edecekti.
Hitler yürüyüşe geçmeden önce son bir
ültimatom dayadı. Sözümona sulh yoluyla an­
laşma dediği bu teklif şuydu : Schuschnigg is­
tifa edip yerini Seyss İnquart'a bırakacak ve
halkoylamasından vazgeçilecek tL Batı'dan ve
bu sefer Brenner'e asker yığınaya hiç niyetli
görünmeyen Mussolini'den umut kesen Schus­
:::hnigg istifa etti. Ama yürekli bir adam olan
Cumhurbaşkanı Miklas onun yerine Seyss İn­
:ıuart'ı başbakan atamamakta d.irendi. Bu Hit­
ler'i ve Göring'i çileden çıkardı. Arada Fransa
ve İngiltere, sefirleri aracılığıyla Alınanya'nın
Jağımsız bir devlete karşı bu zora dayanan
Jaskısının vahim netayicini (!) uyaran nota­
.ar verdilerse de artık kılıç kınından çıkmıştı.
:-lider Brauchisch'e «yürüyüşe hazır ol» emri
1erdi. Arada da Seyss İnquart'a Alman yardı­
mm isteyen bir telgraf çektirip çaldığı mina­
·eye aklınca bir kılıf hazırladı.* Yürüyüş baş­
ayabilirdi .
Dr. Göbbels'in korkunç propaganda me­
(anizmasının allayıp puH::ıdığı yürüyüşü, o za­
nan televizyon olmadığı için Volksempfönger
halk tipi) radyolardan ve de her sokağa ko­
ıan mikrofoulardan izledik. Ne hikmetse Al
nan ordusu her girdiği Avusturya kasabasın-

Sonradan Seyss İnguart'ın böyle bir telgraf çek­


mediği, Göring'in sahte bir telgraf imal ettiği
ortaya çıktı.

203
da ve şehrinde çılgın sevinç gösteriyleriyle (!)
karşılanıyordu . . .
Avusturyalı onbaşı da yıllar önce hüsran­
la aynidığı Viyana'ya şimdi galip bir imparator
görkemiyle giriyordu. Heldenplatz'da propa­
ganda rej isöıii Göring'in « tek ulus, tek devlet,
tek şef» sloganı ile bağırttığı onbinlerce halkın
karşısında balkondan bir nutuk atan Hitler
ilhakı ilan etti. Birkaç hafta sonra da çok su
götüren bir halkoylamasına başvurdu. Avus­
turyalılann, ilhakı oybirliğille çok yakın ezici
çoğunlukla (!) istedikleri yedi cihana ilan edil­
di..

Bir Şehre Zorla Giydirilen NS tlnifo rması

Bu gördüğüm Viyana başka bir Viyana


idi şimdi. O yumuşak bakışlı insanlar göıiil­
müyordu ortalıkta. Onlann yerini haki ünifor­
malı, gamalı haçlı, sert bakışlı Avusturyalı na­
ziler almıştı. Sokaklarda, vitrinierde Viyanalı
onbaşının resimleri vardı. Ama bazı Almanla­
ra biçilmiş kaftan gibi uyan bu nazilik, ince
Avusturyalı•lann üstünde iğreti elbise gibi du­
ruyordu. Hastanedeki oda arkadaşımı yeni na­
zi kabinesi, posta telgraf genel direktörü yap­
mıştı. Olacak tabii artık o kadar. Part�cilik ne
demektir? Bir bakıma eski gayretkeşlikleri,
devlet bütçesinden mükafatlandırmak demek­
tir. Bu Viyana beni üzmüştü. Çok kalmadı.m.
Oda arkadaşımı da görmedim. Ama bir rast­
lantı eseri olarak, eşini gördünı. Rudolf Krehl
hastanesinde, ona da bana da bakan, kat has­
tabakıcısı alımlı hemşire ile evlenmişti. Kadın­
cağız, hastabakıcılığı bırakmasına, kılığına kı-

204
yafetine devlet erkarn karısı görünümü verme­
sine karşın, hMa candan, şefkatli ve iyi idi.
Oda arkadaşıının tıp eğitimini tamamlamadı­
ğını, nazilerin Viyana'yı ilhakı ile birlikte öde­
ve çağnldığını, bu makama atandığını, bana
o anlattı. Geceleri yine korku nöbetleri geçirip
geçirmediğini sormadım artık . 1 945 'e kadar
korkulu rüya görmediğini samnm. Ondan son­
rası ne oldu, bilmiyorum.
Viyana'ya daha sonra 1 955'de geldim . 1 957'
ye kadar kaldım. Özgürlük anlaşmasını ve on­
dan sonrasını da son yazıda anlatalım.

AÇTILAR, ÇIPLAKTILAR AMA


«ÖNCE KÜLTÜR» DİYORLARDI

1 1 Mart 1 938 'den sonra Avusturya lafı bile


kullanılmaz oldu. Ostmarkt aşağı, Ostmarkt
yukarı, Almanya'nın doğu eyaleti haline geldi.
Başına Gauleiter ve genel vali olarak ilkin
Seyss İnquart sonra Josef Brückel, daha son­
ra da Hitler Gençlik Teşkilatı Başkanı Ba•ldur
von Schirach getirildi. İnquart devrinde tüm
Viyana gazetelerinde, tiyatrolannda, sanat çev­
relerinde Yahudi menşeli ünlüler işten çıkanl­
dı. Daha akıllı olanlar, başlarına geleceği biJip
Anschluss'u beklemeden, İsviçre ya da İtalya
sınırını aşmışlardı . Freud, Londra'ya kaçtı.
Kokoschka İsviçre'ye, Stefan Zweig Duçe'nin
kendisine, kişisel sempatisine güvenip, ilkin
İtalya'ya geçtiler. Viyana'yı bir zamanlar tıp
dünyasının merkezi yapan tüm ünlü doktoı:ılar,

205
ayrıca üniversitenin en büyük otoriteleri ara
smda yurt dışına sıvışanlar kurtuldu. Kalanla
n, istiklal ve daha sonra da temerküz kampla
n bekliyordu. Viktor Frank! bu talihsizler ara­
sında idi. Bereket versin bir mucize kabilinden
oradan yıllar sonra sağ çıkabildL Anlamsız ya­
şamın bunalımını inceleyen bu aydınlık üslup­
lu düşünür, bugün nerede bir konferans verse,
izdihamdan kapı pencere kırılıyor.
Kültür Bakanı Göbbels, Berlin'in en göz­
de sanatçılarını, « Entartete Kust ('= Yozlaşmış
sanat) )) yaftası ile nasıl aforoz etti ise, Viya­
na'nın tüm sergilerini, kitapçılannı da nazi
sansüründen geçirdi, kuşa çevirdi. Genel Vali
Baldur Von Schirach, eli kalem tutan, kendi
de iyi kötü şiir karalayan bir gençti . Viyana'yı
geleneğinden soyan bu vandalizme karşı elin­
den geldiğince karşı koymaya çalıştı. Böylece
o felaket günlerinde büyük şükran topladı ise
de, kısa zamanda junıal edilip bu vazifeden
uzaklaştırıldı. Viyana'da evini, dükkanını bıra­
kıp kaçmak zorunda kalan Yahudilerin mal­
Ianna el koyan nazi şefler, dost hüviyetle sö­
züm ona komşulannın evini barkım yok paha­
sına kapatan açıkgözler, birdenbire zengin ol­
dular. Bazı kimseler Yahudi mağazaları ve em­
valini resmen talan ettiler. Gençliğinde mimar
da olmak istemiş ve bu hevesi kursağında kal­
mış olan Hitler, Viyana'mn ünlü Ring Cadde­
si'ni, Schwarzen Bergplatz'dan Votif Kilisesi'
ne kadar olan kısmını bu iki yanı ve ortası
ağaçlıklı şık bulvarı, Yahudi - liberal üslupta
bulup görkemli geçit resimlerine yakıştırama­
yınca, tüm ağaçlan söktürüp, aşırı genişlik

206
s�lamak için projeler yaptırdı. Ama, İkinci
Dünya Savaşı'nın başlaması ile bunu gerçek­
leştirmeye vakit bulamadı. İstemediği bir sa­
vaşa zorla sokulan Avusturya, btmdan sonra
bol bol bombalandı. Ünlü operası, ön cephe
dışmda yıkıldı. Viyana'nın simgesi Stephan
Kilisesi yandı. Birghtheater yıkıldı.

1 945'den sonra hep bilindiği gibi Avustur­


ya ve Viyana dört müttefik devletin kontro­
lünde yönetildL Bu Viyana, enkaz arasında,
karaborsanın, casusluğun at aynattığı karan­
lık bir Viyana idi. Orson Welles'in «Üçüncü
Adam)) da yansıtmaya, Peter Ustinov'un «Dört
Albayın Aşkı ))nda anlatmaya çalıştığı bir Vi­
yana . Dört ayn ülkenin kolluk gücünden hep
dörder gezen jeepleri o günkü işgal Viyana'sı­
nın çağnşımı olmuştu. Koca bir imparatorlu­
ğun hayatta kalmış kuşaklan şimdi tarihleri­
nin en mutsuz günlerini yaşıyorlardı. Yarı aç­
tılar, üşworlardı. Yıkıntılar arasında eski
ayakkabılar, yamalı gömleklerle dolaşıyorlar­
dı. Avusturya hükümetleri 1945 'den 1 955'e dek
tam on yıl kendilerini bu içler acısı durumdan
çıkaracak adaleti bekledi durdu. Bir sürü te·
maslar, konferanslar hep umutla başlıyor so­
nuçsuzlukla hüsrana dönüşüyordu. 1 945'de ku­
rulan ilk geçici Avusturya hükümetini Dr. Karl
Renner yönetiyordu. Birinci cumhuriyetin ol­
duğu gibi Renner böylece ikinci cumhuriyetin
de hanisi oluyordu.
Tekrar kurulan partHer Avusturya'nın ba­
ğımsızlığını ve özgürlüğünü baş koşul olarak
programianna almışlardı. Ama bu özgürlüğü
Sovyetler'den başkası henüz kabul etmiş değil-

207
di. Hükümetin otoritesi ilkin Avusturya'mn
doğu bölgelerine inhisar ediyordu. Bu arada
Avusturya tam on beş yıllık bir aradan sonra
seçimlere gitti. 25 aralıkta yapılan bu genel
seçimler Avusturya Halk Partisi ile Sosyalist
Parti'nin başansını sağladı. Komünistler dört
mebusluk almışlardı. Seçimlerden sonra kuru­
lan Leopold Figl hükümeti boyunca da dört
müttefik devlet askeri işgali sürdürdüler. Eko­
nomik güçlüklerin altından kalkmanın tek yo­
lu malıvolmuş üretim araçlannın yeniden ya­
ratılması ve Avusturya'nın kendi ülkesindeki
hükümranılığını, dışardaki politikasını kendi
iradesi ile yönetmesi ancak ve ancak kaya gibi
bir milli birlik yaratılması ile sağlanabilirdi
İç dağınıklık içinde hiçbir zaman elde edile­
meyen özgürlüğün, tüm güçler tek bir milli
iradeye dönüştürüldüğü zaman imkan dahi­
line girebildiğini tarih çok kereler göstermiş­
ti.
Avusturyalıların büyük koalisyon diye ad­
landırdıklan dönem, böyle doğdu.

önce Kültür

Büyük koalisyonun devraldığı yıkıntı dö­


neminin en ilginç olaylarından biri şu idi. P�r­
lamentonun elinde çok kısıtlı bir bütçe bulu­
nuyordu. Bununla acil sosyal hizmetler mi
karşılanmalı idi, yoksa endüstri mi can·landı­
nlmalı idi? Hangi sorunlara öncelik sağlanaca­
ğı konuşulurken, bütün partiler mensuplarının
birleştiği nokta şu olmuştu. Başka fasıllardan
her çeşit fedakarlık göze alınabilirdi, ama Burg
Tiyatrosu ve operanın bütçesine asla dokunu-

208
lamazdı. Bu iki kurul, Avusturya kültürünün
onur bayrağı idi. Onlara görkemli bir bütçe
önerildL İşe önce insanı insan yapan kültürü
kalkındırmakla başlanınca, burada kazanıla­
cak moralle her şeyin çözümlenebileceğinde
hepsi birlikti. Nitekim, öyle de oldu. Kültür
bütçesi imparatorluk dönemindeki seviyede
kalmıştı .
Viyana'yı ve Viyanalıyı anlamak için bu
örnek yeterdi. Böyle bir şeye dünyanın hiçbir
yanında rastlanamazdı. Viyana'nın bu yoksul­
luk dönemine de iki yıl boyu Viyana'da tanık
oldum.

Julis Raab'ın başkanlığında 1 955'de Mos­


kova'ya giden heyetin oradan yine mutad erte­
lemelerle döneceği umulurken, Bulganin, Sov­
yetler'in, Avusturya'ya artık özgürlüğünü ver­
meye kararlı olduğunu bildirdi. Bu, heyet için
büyük bir sürpriz oldu.
« Stadtsvertrag = Devlet Antlaşması » adıy­
la bilinen dokümanın imzalanmasına böylece
yol açılmış oluyordu. Gerek Sovyetler, gerek
müttefikler, Avusturya'daki kontrol kuvvetle­
rini geri çekip, bu küçük cumhuriyeti kayıtsız
şartsız hükümran devlet olarak tanıyorlardı.

Ve Bugün

Raab, Figl, Schörf gibi kodamaniann ara­


sında Moskova'ya giden heyette bir de genç
bakanlık müsteşarı vardı. O müşteşar şimdi
Avusturya'nın şansölyesi olan Bruno Kreisky'
dir.

209
1 955'de tam hükümranlığına kavuşan
Avusturya bugün Sosyalist Parti'nin ve Avus­
turya Halk Partisi'nin başı çektiği demokra­
tik bir rej imin içinde eski yaralarının çoğunu
sannış, ama tüm mali sıkıntılarından henüz
kurtulamamıştır. Avrupa'nın ortasında daha
çok yine sanatsevediği ile, konuksevediği He,
müziği ile, tiyatrolan ile, gitgide boyratlaşan
dünyada yine bir incelik ve kültür misyonunu
yerine getirir gibidir.
Bir zamanlar Prens Metternich'lerin, Sch­
warzenberg'lerin, Prens Stadian'ların dünya
politikasına etkin oldukları Ballhausplatz No :
2'nin bugünkü sakini Bruno Kreisky ülkesini
selefieri gibi sade büyük güçler dengesine göre
ayarlayan bir başbakan olmayı da aşmış, ge­
rek Sosyalist Enternasyonal'ın başkanı olarak,
gerek Üçüncü Dünya'ya açılan bir Avrupa baş­
bakanı olarak dünya politikasına ağırlığını ko­
yan aktif bir gidişin de simgesi olmuştur. Böy­
lece Hükümranlık Andaşması'nın 25 . yıldönü­
münün bizde yarattığı çağnşımları serisini bu­
rada noktalayabiliriz.
"HALDUN TAN E R , Almanya'yı en az Türkiye kadar
tan ı r" diyenler, yan ı l mamaktad ı r. Öğrencilik y ı lları nda
başlayan ve yarı m yüzy ı l ı bulan bu tan ı ş ı k l ı k, kitapta, ya­
zar ı n usta kal e m i , yetkin gözlem ve anlatım gücüyle ele
al ı n m ış , tad ı n a doyulmaz bir bilgel ikle sergilenmiştir.

HALDUN TAN E R 1 DÜZ YAZ l LARI Dizisinin 2 . kita­


b ı n ı oluşturan BERLiN M E KTU PLARI'nda, kend i insanla­
r ı m ı z ı anlatı rke n , Almanya'yı , Almanları da oldukça ger­
çekçi biçimde ve incelikleriyle ele ald ı . Onların top l u m ları­
n ı ilgilendiren kimi kon u larda, son yıllarda bütün dü nyaca
tan ı n maya başlayan Yeşilleri ve hakl ı davaları n ı da usta­
l ı kla yazd ı .

7 Mayıs 1 986'da kaybettiğimiz, usta yazar H A L D U N


TAN ER'i saygı ile anıyoruz.

ISBN 975 494 397 4


- - -

93 06 . y 0 1 05 . 0573
. .

KDV dahil 45000 Lira


,c·'\

You might also like