You are on page 1of 204

ı

7
haldun
taner�.:--
-
Düz vazııarı-7


..c
1

,a::
jz
'W

�.
z
:::>
l
c
__,
c:ı:
I
BİLGI YAYlNLARI : 298
HALDUN TANER, Dtl'Z YAZlLARI 7

Birinci Basım 1978


i:Jdncl Basmı
Nisan 1987

RILGI YAYlNEVI
Moı,ırutlyot cad. 46/A
lnll 1318122·1311665
Ynrıltınlılr Ankara
HALDUN TANER

HAK DOSTUM DIYE


BAŞLAYALIM SÖZE

BiLGi YAYlNEVi
kapak düzeni fahrl karagözoğlu

olgaç basımevl- ankara


İÇİNDEKİLER

Köprümüz 7
Kültür Politikası 14
Ünlülerin Eşleri 24
Stadyumda Tiyatro 31
Duydunuz mu... Duydunuz mu? 39
Milleti Çocuk Yerine Koymak 46
Çocuk Eğitimi Üzerine 52
Dönüyorlar 58
Söz •lnflation•u 63
Birikimsiz Uygarlık Olmaz 69
Eski Hisar Sırtlarında 77
Yazık Oldu Willy Brandt'a 83
Hafta Sonu Tatili 89
Yine Bekleriz Dr. Kimble 94
Bayram Yazısı 102
Bölük Pörçük 108
Siyasi Espri Üzerine 115
Bir Seminer, Bir Forum 120
Gerçek Eşitliğe Doğru 127
Yine •Kadın Yılı• Üzerine 134
Kadının FEndi 139
Uzayda Aşk Başkadır 143
Leonardo da Vinci 149
Haftanın Seyir Defteri 155
Televizyon Denen Şu lşıklı Pencere 161
TRT'de Shakespeare 167
Oyunun Kurallarına Uymak ya da Uymamak 172
Matematiksiz Olmaz 179
Ümmiler Uyanmasın 187
On Kasım 194
Bir Adaylık Serüveni 199

5
KÖPRÜ MÜZ

Bindiğimiz dolmuş, dün, Köprü nün tam orta


yerinde bozuldu. Yeni Köprüden söz ediyorum.
Ul usal onurumuz, yapıtsal böbürümüz, Köprü­
müzden.
Görmemişin oğlu olmuş, çekm iş. . . bir ye­
ri n i koparm ış, derler. Köprü üstünde duranlar­
dan huylan ıyorlar. Bir yerini koparırlar diye .
Düdükler öttü. Memurlar geld i . Bozukluk sap­
tand ı . Ama, bu arada, köprünün ta m orta yeri n­
de beş dakika kada r kaldık. Aleleeele geçip
giderken, ya hiç görmediğimiz, ya da görü p sin­
diremediğ imiz nice g üzelli klerin o anda far·k ına
vardım. Doya doya seyrettim. Acele yüzü nden
şu dü nyada neleri kaçırıyoruz arkadaşlar.
On beş, yirmi yıl ol uyor. Ben i ünlü peda­
gog Prof. Al bert Mörz'e ağ; ı rlayıcı atam ışlard ı .
Adam ı Kabataş'tan Üsküdar'a geçiriyordum.
Araba vapurunun g üvertesi nde, turistlere özgü
ve romantik bönl ükle, durmadan söylen iyordu.
«işte Avru pa 'dan ayrı ldık», «işte Asya'ya yak­
laşıyoruz» . «Şimdi tam orta yerdeyiz. » Üskü­
dar'a ayak basınca hemen karısına kart attı.
«Asya'dan sevg ilerle.» Anık her şeyi «tipik As­
ya'yı» görüyordu. Havayı der·i n deri n koklad ı .
Hapşırdı, genzine herhalde Orta Asya'nın ba­
harat kokuları kaçm ıştı. Camlıca'ya çı·ktığ,ı mız­
da bulutlar dağı lmış. g ü neş açmıştı. Şaka ol-

7
su n diye, «Asya'nın güneşi başka yakar» diye­
cek oldum! Hazret ona bile seve seve i nandıy­
dı . . .
Kırk yıldır. evet tam kırk yıldır, Kadıköy va­
puru ile, her g ü n i ki öğü n. kıta değiştirir duru­
rum. bir gün olsun övü nmek aklımın köşesi nden
geemed i .

Fesle Şapka Arasında

Ama yayalara Köprüden geçme izni verildi­


ği gün gidip ta orta yerde duracağım. Sağ aya­
ğım Avrupa'da, sol ayağım Asya 'da, bir an göz­
lerimi kapayıp Zen Budistleri gibi içime dalaca­
ğım. Köprü ile özdeşleşeceğ im.
Biz Türkler neyiz? Fesle şapka arasında
acayip birer yaratık. Doğa mistisizmi ile batı
rasyonal izmi arasında, bir parça onda n, bir
parça bundan, bir çel işkiler kavşağıı. Demokra­
simizin radyoskopisi, yani şu son koalisyon
h ükümetimiz bile bunu açıkca göstermiyor mu?
Neyse bu nu geçeli m . Kuleler Hk dikNdiği
zaman. Köprü, Boğaz'ın güzelliğini, şehrin silu­
eti n i bozaca·k diyenler çoktu. Ama bittikten son­
ra pek yadırganmıyor. Al ıştık m ı , ne? Hakcası
aranırsa, Köprümüz, dünya nın en güzel şehri ne.
en yüce anıtların ortası na, otu rtulmasının say­
gılı bilincinde. Tıpkı camileri m i z, saraylarıımız
g i bi şehrin topografyasına, dolaydaki tepeleri n
kıvrıntılarına, kısacası doğaya uymayı bi'l miş.
onu tamamlamış. Arana arana varılmış bir sa­
del iğin asil alçakgönüllülüğü i çi nde. Bu haliyle,

8
birer görmemi şzadelik a n ıtı gibi ufkumuzu bar
bar yırtan Sheraton'un , H ilton'un, l nterconti nen­
tal'ın hacı ağa zevksizli ğ i nden hemen ayrıl ıyor.
Köprün ü n tam orta yerinde bunları düşün­
düm. Bir an, a ltımdaki Boğaz'ı yalı' l ardan, koru­
lardan, vapurl � rdan soydum.

inek Geeidi

ücü ncü Zama n ı n sonlarında, bu oyuk, kıl­


kuyruk bir ı rmakcıkmış. Biri şimdi,ki Karade­
niz'i n , öbürü Marmara ' n ı n olduğu yerde bulu­
nan iki ka pal ı göl ü n arasında şırıl şırıl akarmış.
Aşı nma sonucu. Dördü ncü Zama n ı n başında
buraları çatiayı p cöktüğü gün kurbağaları n
şaşkınlığını düşü nebi l iyor musunuz? Karşıdan
karşıya rahatça geçmeye a lışmışken suyun de­
rinleşivermesi, kıyrların uzaklaşıvermesi , kim bi­
lir onları nasıl afal latmıştı r? Ama daha sonraki
kurbağa kuşakları bu yeni durumun i cine doğ­
duklarından her şeyi olağan karşılamışlard ır.
Jeolojinin sözünü ettiğ i bu çökü ntüler ı r­
mağı boğaz yaparken, insanoğ l u, daha ne Is­
tanbul'un bulunduğu bölgeye, ne de yeryüzüne
henüz onur vermemi şti . Bu, şu demek ol uyor ki,
mitoloji n i n uydurduğu lo senaryosu daha son­
raki bir dönemi n ü rü nüdür.
M itolojiye bakıl ı rsa, batı dünyasının bura­
ya Bosporus deyişinin nedeni, Işte bu cıtı pıtı
kızcağızdır. Hep biliyoruz, Olemp Dağı n ı n Ru­
birozası Zeus, menopoza g i rmiş karısı Here'dan
gizli, sık sık yeryüzüne i ner, onun bunun karı­
sını, kıza n ı n ı kovalardı. Işte bu arada lo'yu da

9
ağma düşürü p murad ına erer. Sonra da onu
nacaklı karıs ı n ı n hışmından korumak için i nek
haline getirir. Hera hi leyi yutmaz. ineğin peşine
bir at sineği musallat eder. At sineğ i kova lar.
i nek kaçar. Kaça kava laya boğaz kıyılarına va­
rırlar. i nek bir yol unu bulur, kapağı şimdiki Ka­
dı köy'ü n olduğu canibe atar. işte dil bilgin lerine
göre buraya Bosporus =inek geçidi= i nek ka­
pısı denişin i n nedeni budur. io'cuk daha sonra
M ıs ı r'a gider. i nsan kişi' l iğine kavuşur. Yaşlı sev­
gil isi Zeus'la bul uşur. Nil kıyı larında, Hera'ya
i nat, ikinci bir balayı yaşarlar.
Haya li değil de, gercek tari he kulak vere­
cek olursak bu boğaza ilk köprüyü kuran Da­
rius'tur. Ve abartma yoksa, yedi yüz bin kişilik
ordusunu, gem i ler üzerine oturtulmuş geçici bir
köprü ile öbür yana gecirm iştir.
Diyeceğ im, Köprüm üz gecm ışı oldukca
yüklü, serüveni bol , efsanesi zengin bir çatiağı
birleştiriyor. Hadi istanbul'u almakla ortaçağ­
dan yeniçağa bir köprü kuran Fatih, iki kıtayı
birleştiren bir köprü kurmayı gereksiz buldu
diyel im. Peki Koca Sinan'a ne buyrulur? Dri­
na'nın dik ôlôsını Boğaz'a kondurmaz mı idi
yani?
Abdü lham it. kendine önerilen Ham idiye
Köprüsünü, kulelerinden ötürü veto etti. Maaz­
allah, ya mü nafıklar o ku lelere saklan ı p köprü­
ye ve üstünden geeeniere bir fenalık yaparlarsa
d iye. Bugün olsa dikersin makineli tüfekli i ki
nöbetçi, bu sakı nca kal kar ortadan.
Sözün kısası , Boğaz Köprüsünü kurmak
onuru bugün külere kısmet olacakm ış.

10
Önce Kim Geçecek?

Durduğum yerden Köprü nün dev kulelerine


bakııyorum.
ilkin söylentiler çı ktı idi. Köprü nün aya kla­
rı sa ğlam oturmamış d iye. Sağ olsun, eski cum­
hurbaşkanı mız bizzat ku lelerden birine çıkıp
kontrol ettiler. Öğrendik ki, sağlammış. Gön­
lümüz rahat etti.
Köprü daha bitmeden, i l k geçen kim olacak
d iye bir sorun çıktı ortaya. Cumhurbaşkanı mı,
Zeki Müren mi, Ajda Pekkan m ı , yoksa Alain
Delon mu? Herkes bunu tartışırken sıkıyönetim
kabinesinin imar bakanı başına bir miğfer ge­
çird i . Teftiş baha nesi ile servis yol undan karşı­
ya geçti. Gazetecilere pozlar, demeeler verdi.
işçiler bu işe kıskıs gülmüş olsalar gerek. Çün­
kü on'ların her biri i nşaat sırasında, iki kıta ara­
sında, hem de günde beş on defa, mekik do­
kumuşlardır. Meçhul askeri n kaderi. . . O yapar.
parsayı başkaları toplar.
Açılış günü, bütün Istanbul, Köprü nün üs­
tüne hücum etti . Köprü leri n i n d i rengi sınırını
ölçmek icin. Köprü müz bu deneyden de yüzakı
ile çıktı . Bir iki esned i , ama dayandı.

En Kôrlı Vat1nm

Bu Köprüden saatte on bin arac geçiyor­


muş. Alınan geçiş ücretleri yakında borcu muzu
arnortize etti kten sonra kôra bile gecilecekmiş.
Bu kôrlı yatırım halka acık holdi ngleri mizi bu
alana cekebi' l ir. Yakında Boğaziçi boydan boya
köprülerle donanırsa şaşmayalım. Çekişme baş-

ll
layınca da artık bankalarımız gibi her geçiş bi­
leti ne bir piya ngo numa rası verenler mi i stersi­
n iz, Köprü üstünde Sulukule ekibine göbek at­
tıra n la r, saz heyetine fasıl yaptıra n la r mı i ster­
siniz . . .
Ya nımızda n uygar bir homurtu hali nde,
kamyonlar, kamyonetler, minibüsler, dolmuşlar,
özel a rabalar ve g ündüz olmasına karşın ta nker­
ler vızır vızır geçiyor.

Bu Köprü lle Iş Bitmez

Köprü nedi r? Bir boşluğu kapata n, bir yer­


den kal kıp bir yere varan yol. Uygarl ık, dağları
aşıyor, çevreyolları döşüyor, köprü ler kuruyor.
Ama i nsan ı i nsa na pek ulaştıra mıyor. Aya , uza­
ya bile yol açtık, köprü kurduk da a ramızda iç­
ten, sıcak, i nsanca bir d iya log kuramaz olduk.
Cağımız, i nsa ndan i nsa na içtenlik köprüle­
ri n i n kurulması işini yen i başta n ele almak zo­
rundadı r. Bütün ön çalışmalarını, ayrıntı hesap­
larını yapara k çevreyollarını va kti nde hazırla­
yarak, bireyle toplum a rasında, doğa arasında,
mutlu bir uyuşu m sağlayarak.
Bunu yapmadıkça bu köprünün, bütün
köprüleri n, a ltıında n ton larca su, üstü nden mil­
ya rlarca a raç geçer, nafile. Hep birbirine uzak,
birbiri nden habersiz, som urtuk I nsanları götürür
getiri rler. Patates çuvalları gibi.

Dil Köprüsü

Dil nedir? Kelimelerden örülü bir başka


köprü.
12
Hal böyle olunca. fıkra da, olsa olsa kü­
çük bir iskeled ir. Okuyucuya ya naşmak. onun­
la küçük bir i l işki kurma k icin atılan.
Tutar, tutmaz; bu, c ı ma cının ustal ığına. ya­
naşacağınız yeri n sığlığına. deri n l iğ i ne. a ra n ız­
daki akıntı ları n çeşidine bağl ı .
Hayvan koklaşa koklaşa, i nsa n konuşa ko­
nuşa a n laşır demişler ya, o da laf.
Bazen i nsa n konuştu kca daha da bozuşa­
biliyor.
Anlaşalım, ya da bozuşalım, yeter ki birbi­
rimize i lg isiz ve i lişkisiz durmaya l ı m .
Tek tek kopuk adalar g i b i kalmaya l ı m .
Pazardan pazara şurada sizlere küçük b i r
i skele atmaya ka lka rsak hoş görü le.

13
KÜLTÜR POLiTiKASI

Geçen hafta toplanan sa natçı ' l ar yeni hü­


kümetten bir kültür pol itikası saptomasını iste­
d iler. Başvekil de,
«Merak etmeyin. Yeni hükümet yal n ız eko­
nomik ve sosyal alanda değil, kültür alanında
da yeni atılımlar dönem i olacaktı r,» ded i .
i na n ı rız. i nanmak isteriz. Yeni başvekilimiz
sa nata, kültü re bundan önceki başvekiliere kı­
yasla daha ya kın bir i nsand ır. Şaird i r, cevirmen­
d i r. Dil bilir, d ü nyada, Tü rkiye'de yazılan'l arı
okur. Ayrıca el attığı her konuyu batılı bir kafa
derinlemesine inceler. Sağlam, yapıcı yargılara
varır. Kültür işlerimizi de bugü nkü başıbozuk­
luktan kurtarıp tutarl ı b i r düzene geti rebi l i rse ne
kada� iyi ol ur.
Şu kültür pol itikası lafı, yal n ı z ül kem iz için
değil, batı dü nyası için de oldu kca yen i sayılan
bir l aftır. De Gaulle'ün ünlü Kültür Ba kanı Andre
Malra ux'yu ta n ı mayan kaldı m ı ? Ne var ki,
dü nyada ilk kültür bakanlığını kura n ülke Po­
lonya'dır. Hem de Fra nsa'dan on, on beş yıl
önce.
i nsanlar toplum olarak yaşaya l ı beri , kültür
pol itikas ı n ı n , adı olmasa da, kendi hep vard ı .
Pesistratos Büyük Dionysia Bayramları nda, yir­
mi bin kişi lik arntilerde tragedya yarışmaları n ı
babasının hayrı na m ı düzenlerd i , dersin iz? Onun

14
amacı , dağınık Yunan kra l l ı kları n ı tragedya n ı n
yoğ un v e kaynaştırıcı havası nda manevi b i r bir­
liğe hazırlamaktı . Bal g i bi kültür politikası . . .
Ortaçağda kilise n i n müziğe, edebiyata, ti­
yatroya el atıp, kendi konu ları n ı sunuşu, bu sa­
notları amacına a rac edişi, nedir? Bal gibi kül­
tür, pol itikası . . .
Rönesans prensleri n i n, devirleri n i n seekin
mimar, ressam, heykeltıraşları n ı çevrelerine
toplayıp eserler ısmarlaması da öylesi ne.

ccBir Safa Bahşedelim Gel Şu Dil-i Naşada))

Osmanlı sarayı da kültür politikası n ı n da­


n iskası n ı bilir ve uygula rdı. Dışarda halkı uyar­
ması nlar diye saraya cağrı lıp ihsa nlarla afyon
yutmuş aslana döndürülen yağoı kaside şairle­
ri, hep bu politika n ı n kurbanlarıdır.
Damat ibrahim Paşa n ı n cc�-i nuş)) diemle­
rine şiirleriyle fon müziği hazırlamakla görevli
Nedim Efendi, bunun soyut ve somut mükôfatı­
nı bol bol almıştır. Akçe, mahbub ve mahbube
hali nde. Nedim'i saadabatta «serv-ü revanları ))
i l e baş başa bırakıp b i r de zava l l ı Nef'i'nin a l ı n­
yazısına ba kalım. Dördü ncü Murat'ın uyarılarıma
karşın kalemi sürcüp, Veziriazam Bayram Pa­
şayı Siharn-ı Kaza «Kaderin Oklarııı adlı eserin­
de hicvettiği icin başı na gelenleri düşü nelim.

ccPadişahım, OJ Habisin Katline izin ihsan


Eyle))

Bayram Paşa, elinde kitap, yel yepelek,

15
etekleri dalgalana dalgalana hünkôrı n huzuru­
na koşup,
«Bundan geru ne ırzım, ne namusum kal­
mıştı r. Padişahım ol habisin katl i ne izi n ihsan
eyle,» diye ağlanı r. Son uc: Nef'i'nin katl i ne fer­
man cıkar. Kinci vezir öldürmeden önce cektir­
rnek icin koca şai ri bir hafta od unlukta bekletir.
Sonra boğdurup cesed i n i Marmara'ya attırır.
Ned i m'i koru mak okşayıcı, Nef'i'yi boğdur­
mak sind i rici, ama her ikisi de önünde sonun­
da bir kültür pol itikası değil m idir? Hele sonun­
cunun günüm üzde de bol bol uygulandığı orta­
dadır.
Nef'i boğdurulunca büyüklere yaranmak
meraklısı bir şair de cıktı .
«Gökten nazire i nd i Sihamı kazasına.
Nef'i d i l iyle uğradı Hakkı n belôsı na» diye
bir de beyit döktürüp Bayram Paşadan ihsan
aldı.
Bütün sindirme eylemleri nin bir amacı da,
böyle, vicdanını satmış, sifti n i k sanatçıları n ye­
tişmesine yol açmak değ i l midir?

Toka Kokona

Hep biliriz, Abdülaziz'in küı l türle, kitapla,


sanatla başı hoş değildi. Onun biri ci k merakı
yağlı g ü reşti. Yabancı d i l de bil mezm iş hazret.
Rivayet ederler ki, mahut Avrupa gezisinde
ücüncü Napolyon'un karısı Eugen ie lle Ilk kar­
şılaştığı nda elini uzatmış ve d i l bil mediği bel l i
olması n d iye de:
«Toka kokona,» demiş.

16
Abdü lhamit ise okuma memklısı, kafası iş­
leyen, hem de gereği nden biraz fazla işleyen
bir hükü mdarmış. Kuruntulu mu kuruntulu. Ruh
doktorla rı� kuruntuyu, çoğu kez rayı ndan çıkmış
bir m uhayyi leni n ü rü nü sayıyorlar ki, doğrudur.
Bul utta n nem kapan bu ada m ı n kültür politikası
da d ışarda sevilen, tutulan gözde sanatçı ları
saraya a l ı p, onları n halkla i'l işki leri ni kesmek,
bir « m ü nafıklık» etmesini önlemekti . Saray ti­
yatrosu ve M ızı kayı H ü mayun bunlarla dol uydu.
Altın gücüyle bende edemed i kleri n i , zaptiye gü­
cü ile yakalatıp Magosa 'ya yollard ı . Her ikisi de
cok etkili i ki metottu. Saraydakiler kuzuya dö­
ner, zinda nda n gelen' l er de eski keskinl ikleri n i
kaybetmiş olurlard ı . lhtilalci likle başladığı haya­
tını durm uş oturmuş Sakız M utosarrıfl ığı ile bi­
tire n Na mık Kemal Bey gibi.

Düdük icinden Anlatmak

Ama sa natçı milleti ni hapse de atsanız, sa­


raya a l ı p kuyruğ unu kapana da kıstırsanız, söy­
leyeceği n i yine bir kolayını bulup söyler.
Ama a çık, a ma örtü lü. Kavuklu Harndi'nin
şu nefis tekerlernesi gibi.
Haya l i bir ülkenin padişahı rol ü ndeki Pişe­
kôr, Kavuklu Harndi'ye sorar:
«Canım efendim, bu sizi nki ne garip konuş­
madır. Nedi r o yemek memek, elbise melbise,
saray maray. Birincileri a nlad ık da, ya o i k i nci
kelimeler ne ola?»
Kavuklu Harndi yerden bir selam ca·k ıp,
«Arz edeyim efendim,» der. «Yemek sizin

17
yediği n izdi r, memek bizim zı kkımla ndığımız. El­
bise, sizlerin giydikleri n iz, melbise ise bizim cu-
1umuz. Sarayda siz oturuyorsunuz, ma rayda
biz.» Ve n ü ktesi n i yapıştırıverir.
«Padişah rahmetli ecdadınızdı, madişah da
siz.»
Düdük içinden anlatmak, c i naslı söylemek,
örtü lü anlatmak m izaha daha da bir i ncel i k ve­
rir. Kal ı n ka lın söylemekten çok daha etkilidir.
Çünkü alıcının zekôsı n ı pohpoh lar. Onu övü ndü­
rür. Alman hicivcisi Wedekind,
<<Sa nsüre çok şey borçluyum,>> derdi. <<0
olmasa üslubumu bu rütbe törpüleyemezdim.»
Zaten en iyi espri ler a nlatonla aniayan ı n
anladığ, ı , aradaki sansü reünün anlayamayacağı
espri ler değil midir?

<<Yaşasın Hürriyet
Musavat, Adalet
Uhuvvet, Aman!»

ikinci Meşrutiyetin de kendi aklı nca bir kül­


tür pol itikası vardı. Bir kere Abdülhamit dev­
rinde ihsan almış, destek görmüş. saraya alın­
mış sanatçıları tukaka etti. Onlara haramzade
A bdülhamit paşa ları imişlercesine kaba davran­
d ı . Bu kurbanlardan biri de meşh ur ortaoyuncu
Abdi Efendi idi. Adamcağız yeni efendilere ya­
ra nmak icin uğraştı . Yaranamad ı .
<< Mil let ça lgı, hükü mdarlar ceng idir. Ayak
uydurması n ı bilmelidir. Bizi mki kıvıramadığın­
dan sah neden uza klaştı rdılar,» sözü onundur.

18
Ama bu söz daha kursağında sarayın pilavları
duran bir adamdan geli nce kom i k olmaz, acın­
d ırıcı olur. ittihat ve Terakki l iderleri n i n ise hele
başlangıçta böyle numara ları yutmayacakları
ortada idi. ittihat ve Terakki devri n i n bir kültür
peygamberi , vardır. Ve de gali ba içlerinde, tek
okuryazar, aklı felsefeye, şuna buna eren yal­
nız odur: Ziya Gökalp. Devri n yeni yetişen ya­
zarlarım bulup çıkaran, koruyan hep odur. Ay­
rıca reji m i n i deologyasın ı da hazırlamıştır. Bun­
ları daha sonra halkın kolay aniayıp aklında tu­
tabileceği özdeyişler haline de getirdi:

«Gözlerim i kaparım,
Vazifem i yaparım» gibi.

«Ahlak yolu pek dard ı r,


Vaklaşma ya n ı yardrnı gibi.

iyi ahlaklı olu nca, gözlerin i kapayıp ödevi­


ni yapınca herkesi n düzeleceği sanıısı o gün bu­
g ü ndür bazılarımızda sürüp gidiyorsa, kabahat
bu manzumeciklerdedi r, onların saf koşullandır­
maları ndadı r.
Atatürk devrin i n , onuncu yıl sloganları da
Gökalp'ı n özdeyişleri veznindendir.

«Sen ben yokuz,


Biz varız

Sen ben ona taparız.


Durmayal ı m düşeriz ••. » Ve benzerleri .

Bunları niye m i yazıyorum? Birer kültür po­


l iti kası, örneği olduklarından.

19
Halkçı Bir Kültür Politikası

Atatürk'ün kü ltür pol itikası halkçı bir poli­


tikadır. Harf devrimi, her insana eşit gelişme
sağlama ül küsüne atı l m ış ilk merdivendir. Onun
a rkasından il kokul seferberliği gelecektir. Ata­
türk yüzyı lla rd ı r Avrupa ' n ı n hasta adamı sayı,la
sayıla kend i n i yavaş yavaş böyle hissetmeye
başlayan bir u lusa moral hoca lığı da etmekie­
dir. Damarlarımızdaki asil kan kavramını çoğu
kimseler bir ·ırkçılık eğil im ine verdiler. Yanl ış.
Büyük ya nl•ış. O sadece bizi yüreklendirmek
ıçın fısıldanmış bir sözdü r. «Ne mutlu Tür­
küm d iyene» sözü de öyle. «Türk övün, ça lış,
güven» sözü de. Sonraları bu üçlü öğüdü n yal­
n ız birincisini ben imseyip öbür ikisini bırakmak,
nedense daha işimize gelm iştir. Atatürk, ü n iver­
site ile çok i lgili idi. Prof. Malsch'in ün iversite
Reformu onu n devrine rastlar. Atatürk, ihtilal
dersleri n i kim verecek, onu bile kendi sapta­
maktadır. Reşit Galip'le bozuşması bu yüzden­
d i r. Çevresindeki eli kalem tutan, fırça tutan kim­
seleri, müzisyenleri korumuştur.

Aslanın Ağzındaki Ekmek

Ahmet Resim son zamanları nda yazamaz


olu nca iş aramaya Ankara'ya g ider.
Orada rastladığı ismail M üştak,
«Vay efendim. Siz burda? Nasılsın ız? Bir
emri n iz m i var,» der.
« Fı rı nlarda ekmekleri dört köşe değil de
yuva rlak yapıyorlar. O nda n düştüm buraya,»
d iye bir cevap a l ı r.
20
lsmail M üşta k bu sözden bir anlam cı karu­
mavınca Ahmet Rasim a çıklar:
«Bir okka ekmek a layım dedim. E·l i mden
düşüp yuva rlanmaya başlad ı . Ben de bu teker­
leğin peşinden Ankara'ya kadar geldim işte.»
Türk bası nına, edebiyatına, el li yı•l lık h izmeti
geçen bir adam ı n bu i cler acısı durumu Ata­
tü rk'e dokunur. «Boş bulunan istanbul mebus­
luğunu lütfen kabul eder m isiniz?» der.
Ahmet Rasi m bu jest üzerine o devriiı en
büyü k sa nat koruyucusunun eline ya pışır.
« Ekmek gercekten aslan ı n ağzı ndaym ış,»
der.
Aslan, ağzındaki ekmeği cok sanatcıya da­
ğıtmıştır o zamanlar. Büyükelçi•l ikler, mebusl uk­
lar, ida re mecl isi üyel ik leri hal i nde.
Atatürk, Abdü lhak Hamid'i dahiyi azam,
şa i ri azam ilan eder. Başköşeye geçiri r. Ve dev­
ri n bütü n edebiyat öğretmen leri bu atamaya
gerekceler bulur, bu değer yargısını gelecek ku­
şa klara ulaştırmavı ödev ed inirler. Gerçi yüz
ell i l i k olan Refik Halit' i n yazı ları Türkiye'de ya­
saktır, ama Nazım Hikmet'i n «835 Satır»•ı pekôlô
rahatça basılır, yayı lır, okunur. Atatürk bel l i bir
hoşgörü orta m ı n ı n «muasır m edeniyet» kavra­
m ı na s·ıkı sı kıya yapışık olduğunu da cok iyi bilir.
Hatta öyleki. «835 sa·ır» şa i ri bir ka ralama
kamplosuna kurban gidip asılması istenirken
Atatürk a raya g i rer. Nazım Hikm et a ltmış şu ka­
dar yaşı nda ölmüş olabilmesi n i , yine Atatürk'ün
bu tolerans ve sa neteıyı koruma d uygusuna
borçludur.

21
Ve Sonrası

i nönü devri n i n kültü r politikası nda üç kültür


ku rmayı göze çarpar: Eyüboğlu, Yücel ve Ton­
guç'un önayak olduğu iki büyük kültürel hare­
ket vardır: Klasikierin çevril mesi ve Köy Ensti­
tüleri . Menderes devri, yen i i ktidara gelmiş bir
pa rtinin i ktidarda kalma yatı rımları ile geçer.
27 Mayıs devrimcileri n i n en beğendikleri eser
«Beyaz Zambaklar Ülkesi>>dir. Hem de oybirliği
i le i ktidarları kısa sürdüğü icin bunun benzerle­
rini Türk edebiyatında görerneden cekil i rler.
Ama giderayak, kendi a kı l la rınca , bir ü niversite
reformu na da onlar g i rişirler. Aşırı sağcı, aşırı
solcu, aşırı tembel, aşırı çalışka n , aşırı kılıbık,
aşırı yumuşak, aşırı sert, kısacası hoşlarına git­
meyen yüz kırk yedi hocayı kürsüleri nden eder­
ler.
Koalisyon dönem i n i n düzeltmek zorunda
olduğu gafla rı nda n biri de bu olur. Yüz kırk ye­
di hocanın yüz kırk a ltısı işine döner. Bizde, hep
böyle deği l midir zaten? Bir i ktidarın yaptığını
öbür i ktidar d üzelti r. «Akşama kada r dik kadı­
nım, sabaha kadar sök kadınım» hesabı.
12 Mart dönemiyle birl i kte, yasak kitap av­
cılığı, a rama tarama modası başlar. Yine bu dö­
nemde d ü nyaya «fikir sucu» gibi yepyen i b i r
suc kavramı kazandırmış olu ruz.
Şu özet tablodan a nlaşılacağı gibi, çeşitl i
dönemlerde, belki tutarlı bir sistem, bir tüm ola­
ra k değil ama olumlu ve olumsuz, bölük pörcük
bir a lay kü ltür pol itikası tezahürü görü l ü r.

22
Evet, kültür pol itikası kavram ı bel ki yenidir.
Ama bizler Mösyö Jourdain gibi, farkında ol­
madan, hep birtakım kü ltür politikaları n ı n çeşitli
etkisinde, koşullana yoğrula, bugüne kadar gel­
mişizd i r.
Ne mutlu bize!

1974

23
ÜNLÜLERIN EŞLERI

General Moşe Daya n'ın eski eşi bir Ingiliz


gazetecisine demec vermiş:
« Moşe, yürekl· i bi r asker, iyi bir diplomat,
ama kötü bir koca idi,» diyor.
Otuz yıllık evlilikten sonra, başka bir kadı n
uğruna bıra·kılan, üç cocuk anası h a n g i kadın
başka türlü konuşur, demeyin. Kadı ncağızın
söylediği nde, gerçeği n payı neden kuyruk acı­
sından daha az olsun.
Ezberden konuşmuyorum. Bir rastlantı be­
ni bu gecimsizliğin evveliyatına tamk etmişti .
On a ltı yıl kadar önce lsra i l 'e i l k g id işimda ba­
na tanıştırıılan kişiler a rasında Dayanların kızı
Jal de vardı. O sıralarda gal iba yirmi nci baha­
rını sürdürmekte ve yazarlık alanında yeni ye­
ni palazlanmaktc olan Matmazel Jal, baba
evindeki sürekli sürtüşmelerden usandığı icin,
ayrı bir eve oıkmıştı. Son zamanlarda bizim
geneleri n de ağızlarına sakız ettikleri bir deyim­
le, kendi hayatı nı yaşıyordu. Dan Oteli n i n tera­
sında, Tei-Aviv'in bulvar kahvelerinde bul uşma­
larımızda bana Sabra denen, gene kuşa k lsra i l­
l ilerle bir önceki kuşağın düşünüş ayrılıkları nı,
genelere özgü, o sevimli heyecanla ve benbill­
rlmci l i kle, a nlatmıştı. Romanları nda da hep bu
temayı işliyord u. Her devirde, her ülkede, her
gene kuşağın bi r öneakine gösterdiği bu doğal

24
tepkiyi, kendi yen i bulmuş g ibi de sevincliyd i .
israil'in Francoise Sagan'ı sayılan Jal Dayan'ın,
belli bir yazarlık yeteneği olma· k la birlikte, kitap­
l arı , o tarihte daha cok baba evi nde, dört duvar
a rasında geçen tartışmaları dışarıya taşırdığı
i ç i n kapışıl ıyordu. Dedi kodu, hele ü n lü lerin yaşa­
mıyla i lgili ise, d ü nyanın her yeri nde edebiyattan
çok daha geçer akcedir. Genera l i n savaş alan­
larındaki başarısını, kendi evi nde kocalık öde­
vi nde aynı orantıda s ü rdüramediği o küçük ül­
kede herkesin bildiği bir şeydi . General, o a ra
yine arka plana çekilmiş, hatta kırk beş yaşın­
dan sonra, iktisat tah s i l i ne başlamış, kend i n i
politik kariyere hazırlıyordu. Dolu bir yaşamı
vardı. Her i htiraslı i nsan g ibi hırçınlı kları ola­
bil i rd i . Bu kadar ünün, uğraşın ortasında örnek
bir eş olarneyışına şaşmamalı. Son yıllarda Da­
yanlar cocuklarını evlend i rd iler. Moşe Dayan da
birkaç süredi r i'lgi lendiği bir bayonla evlenmeye
karar verd i . Ve a i le yıkıldı. Şimdi eski Bayan
Dayan'ın sözlerin i okuyunca bütün bunlar gö­
zümün önünden bir daha geçti.

Bir Silindir Gibi Çevresini Ezip Geçen


Ben Hazretleri

Picasso'nun on yıl birlikte yaşayıp bıraktığı


hayat a rkadaşı Francoise Gilot da, aşağı yuka­
rı Bayan Dayan gibi konuşmuştu. Hatta o sade
konuşmakle da kalmadı. « Pi casso i le Yaşamak»
d iye i lg i nç bir de kitap yazdı. Kad ı n yine i nsaflı
imiş. Bu kitapta Picasso'nun iyi taraflarınıı da
yansıtıyordu. Edepsiz bir şey olsa, kitabın ı n

25
adını, «Picasso ile yaşamak mı, d üşmanımın ba­
şına » , kord u. Oysa Baya n Gi lot, Sezar'm hak­
kını Sezar'a veriyordu, « Evlendiğ imizde ben yir­
mi, o a ltmış iki yaşında idik» d iyor. « Bu yaş ay­
rılığım bir gün duymad ı m . Ba na bir baba gerek­
ti. Ama her an ışıl ışıl g üneş g ibi parlaya n bir
baba. Hem ışık, hem sıcakl ı k yayan . Onu nla
beraberken otuz yaşındaki erkekleri bile yaşlı
bu lurdum» d iyor. Ama biraz sonra da Picasso'
nun kusurları n ı açığa vurmaya başlıyordu: Pi­
cassa'nun en sevdiği anekdot, seramiklerini ısıt­
t:ığı soba soğumasın d iye mobilyalarını bile yak­
maktan ceki nmeyen sanatçı nın a nekdotu imiş.
Picasso,
« Böyle bir durumda ben, salt mobilyalarımı
değil, karı mı, cocukları m ı bile yakarı m,» dermiş.
Picasso'ya göre dişi mil leti iki türe ayrı lırmış;
Tanncalar ve paspaslar. Birinci lere tapılır, ikin­
cilere aya k silinip gecil irmiş. Ta nnca sayd ı kla­
rının encamıı da ortada . Onları da yirmisinde
a l ı p otuzunda bırakıvermiş.
,
Kend i n i d ü nya n ı n evreni saya n, her şeyi sa­
nat yaratmasına görecelikle değerlendiren, bir
yılan gibi durmadan deri değiştiren bu kadar
bencil bir i nsa nla, sağlam, g üven li bir yaşam
kurmak kolay olmasa gerek. Yine rekor, Baya n
Giı l ot'da ka lmış. On yıl dayanmış. «Kiş i l i k sahibi
olmasam daha da daya n ırdım» d iyor kad ın. «Bir
gün bu bağlılığı hasta bir a l ışka n l ı k olara k gör­
düm. Onda n kopmayı a klıma koydum. O bunu
sezdi . Bıçağı kim kime sapiayacak diye aramız­
da suskun bir savaş geri• l i m i vard ı . Ben im onu
bırakmam on un icin ye nilgi, yaşlılık, ölüm ola­
caktı. O daha önce davrandı, ayrıldık» d iyor.

26
«Yaratıcı i nsan bir bakıma bir canava rd ı r»
diyen Fa ul kner ha ksız sayılamaz. Mega loman­
ya, hırs ve aşırı benci l l i k ka rışımı bir i nsa n, ya­
ratma cabasın ı n h ı rcınlığı içinde ya kın larının
içinde neleri yıka r geç i ri r bir düşünel im.

Xanthippe Haksız Mıydı?

Bir asker bir sanatçıda n son ra bir de bilge


örneği alalım. Sokrates' i n eşi Xanthippe, acaba
kocasından memnun mu idi? Ne gezer. O tarih­
lerde henüz, basın, haberleşme, kitap endüstrisi
yoktu. Xanth i ppe' i n eşi ha kkım daki kişisel gö­
rüşleri n i maha lle komşuları ndan ötesi pek duy­
mazd ı . Ne va r ki, kad ı n ı rkı onun yakınmaları nı.
değil sokaktan sokağa, kuşa kta n kuşağa yüz­
yılımıza kadar ulaştırdı, duyurdu. Yunan felse­
fesinde yeni bir dönemın acıcısı sayılan Sokra­
tes'i bil iyoruz ki, ka rı sı pek al, ı p satmazmış.
Xanthippe'e göre Sokrates bir ba ltaya sap ola­
ma mış, evin i dahi geeindirmekten ôciz, her
Tanrı'nın günü çarşı pazar dolaşıp geneleri çev­
resine toplayan gevezen i n biri imiş. Xanth i p­
pe'in bu suçlamaları, belki kaba ve yontu lma­
mış gibi gelebilir ama, büsbütün de haksız ol­
masa gerek. Kad ıncağız ev ev dolaşıp henüz
doğum kontrolü uygulanmayan Ati na 'da ebelik
gibi pa ra getiren bir iş görmese, evi kim gecin­
direcekti? Salt felsefi gerçeğe değil, günlük kü­
çük gereekiere de sayg ısı olan üstat, bundan
ötürü hep a lttan a l ı rmış. Bir keresi nde eve gee
gelişine icerleyen Xanth ippe'in bağ ı rıp çağırma­
sını, her zamanki sobrı ile dinlemiş. sonra da

27
öfkesini yenemeyip başından bir !eğen bulaşık
suyunu boca edişini de sineye çekmiş. Onun bu
hazımlılığını merakla izleyen yanındaki öğrenci­
sine de şöyle demiş:
«Bundan doğal ne olabilir? önce şimşek
çaktı. Belli bir şey ki, a rkasından yağmur ge­
lecekti.»
« Evlenin, evlen i n, karı n ız iyi cıkarsa mutlu.
kötü cıkarsa filozof olursunuZ» diyen de yi ne
Sokrates'tir. Dilimizde zeyt i nyağıı gibi üste cık­
mak d iye bir deyim var. Sokrates'i n bu eforiz­
ması da durumun üstün e filozofca çıkma örneği
sayılabi'lir.

Vur Abalıya

Karısı iyi ç ıkmak, kötü cıkmak ne demek


ola ki . . . Kadı n kendi ni saklam ış, öz kişiliğini
g izlemiş de, kocasına yutturmuşsa, yutmasay­
d ı n derler adama. Sarımsağı evlend i rm işler kırk
g ü n kokusu çıkmamış, lafı elbet boşuna değil.
Evet başlang ıçta kadı n uysal, çekici, dengel i
görünmek, bu haliyle erkeğ i çekmek, tutmak is­
teyebilir. Bu onların cinsinin meşru bir h iles id ir.
Ama i nsaf edilsin, erkekler için de ayn ı görün­
me hevesi geçerli değil m id i r? Ilk bakışta erkek
bile bu çeşit aldatmacala ra, hoş görünmecelere
başvurmaz m ı ? Kartla rı n ı acı' k oynayan baba­
yiğit gösteri n bana. Niye yalnız kadınlara yük­
lenmeli? Kadı n kötü çıktı tevili pek doyurucu
olmasa gerek. Kadı n da erkek de başlangıçta
yalnız kend ini başka göstermez. Ka rşısındakini
kendi zevk i ne, hayaline göre süsler, g iydirir.

28
Bu iğreti g iysiler zama nla herkesin üstünden
d üşer. Kendi kişiliğ· i bütün kusur ve meziyetle­
riyle ortaya cı kar. O zaman da şöyle cıktı, böyle
çıktı suclaması hazırd ı r.
Sanki birinin iyi ya da kötü çıkması, kar­
şısındaki n i n ona karşı davranışı ile hiç mi hic
ilgisizmiş gibi. Bel l i bir davranışın, i nsandaki
bel l i çekirdekleri, şuraya ya da buraya gel iştir­
me gücü yokmuş gibi.
Yine konuya dönel i m. Bir a'landa başa gü­
reşmek büyük çabaları, dolayısıyla tükenmez
yorgunl ukları gerektirir. Büyük bir tutku ile ken­
dini bir işe adamış, gözü başka bir şey görmez
hale gelmiş, h ı rslı bir ü nl ü nü n, ayrıca mevkiinin,
ü nü n ü n kendi n i bağladığı görünüşü korumak
icin, yapmak zoru nda olduğu şeyleri n hesabı
yoktur. Uyan ı kken ve uykuda, b i l i nci ile b i l i neal­
tı ile, hep kend isiyle dolu bir ü nl ü n ü n içinde
başka şeylere ayıracağı yer cok olmasa gerek­
tir. Evet. eşi bunlardan biri olabi l i r. O da, ona
ayak uydurabildiği, onun e·ksikliğini dold urabil­
diği, onun dalga uzunluğu, yaşayış temposu ile
bağdaşabi ldiği ölçüde.
Yok, eşi kendi egosantri· k ôılemini savuna­
cak olursa yandı zava l l ı . Anlaşmazl ı k er gee
patlak verecektir.
l skender'in, Atilla'nın, Ondörd ü ncü Louis'
n i n , Atatü rk'ün eşieri ne sorula. Acaba hangisi
kocalarına on üzerinden beş verebilirler?
Ünl ülerin eşleri bu hayal kırı klığı ile çoğ u
zaman, öc alıp onurl arı na bir denge sağlama
yol una g iderler. Kimi vırvı rı i'le adamı bezd i ri r.
Kimi daha da ileri gjder. Inat olsun d iye onu
a ldatır. Ünlü adamlar içinde a ldatı lanların yük-

29
sek oranına dikkatin izi cekerim. işte Agamem­
non, işte Mol iere, Napoleon. Victor Hügo.
Stri ndberg. Daha sayayım mı?
Bazısı da başka türlü öc a l ır. Geçirir eline
kalemi ya da mi krofonu kitap yazar. demec ve­
rir. Bunu beceremeyen , kırk kapının ipini çeker.
eski kocas ının ipliğini pazara çı karır. Hatta ba­
zısının hıncı adamın ölümünden sonraya bile
uzar ki, en tehlikelisi de budur. Çünkü temyizi
yoktur.
Bazısı da büyü klü k bende kalsın deyip su­
sar ve işte asıl o zaman karşısı ndaki n i ezer. . .
diyecektim ama. nerde ş i mdi bu hakaretten an­
layacak babayiğit? Pişkinl ik. dünyayı fethedeli.
bu çeşit yüce soylu davranışlara bile boş veri lir
oldu.
Güctür güc. evl i l i k sanatı. Hele eşierden
biri biraz sivril miş bir kişiyse büsbütün güçtür.
Zaten, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bir
başına. kendi kend isiyle bozuşmadan yaşamak
bile güc.

1974

30
STADYU M DA TiYATRO

Yeniden Şehi r Tiyatrola rı nın başına geçen


Muhsi n Ertuğrul, kol ları sıvadı . Art a rda, ori j i­
nal, olumlu atı lırnlara hazırlan ıyor. Harbiye bö­
lümü ya lnız çocuklara tiyatro oynaya n bir mer­
kez olaca·k. Tiyatrolar, on dört saat boyu, boş
kalmayacak. Halka acık prova lar, serg i ler, ma­
tineler, açıkotururnlar yapı lacak. Şehrin uzak
semtlerine, seyircinin ayağ ına gezici toplul ukla r
götürülecek. Daha bunun gibi nice uygar, ya ­
ra rl ı h izmetler . . .
Bunla rda n biri de, sokaktaki adamı , başka
bir deyimle, mac seyircisini tiyatro ile ilgilend i r­
mek.
Malum ya , bizde herkesin, her şeye a klı
erer. Daha işin aslını tasi ı n ı öğrenmeden, he­
men ah kôm oıkarıldı:
«Hepsi ol ur da . işte bak bu olmaz. Kadın
a ktörlere söz atarlar. Erkek a ktörleri yuha larlar.
Mil let mac seyretmeye gitmiş oraya . Ukalal ık­
tan hoşlanmaz.»
Her yeni l iğe karşı i l k tepki n i n bu kada r ya­
van , bu kada r kestirip atıcı olması da, bizde
olağa ndır. N itekim, yine M uhsin Ertuğrul'un
tiyatroyu yurda yaymak icin tasa rladığı Bölge
Tiyatrola rı , bir söylentiye göre, neden reddedif­
miş bilir misi n iz? «Vata n Kurtara n Şaban Bey» e
taş cıkartan bazı i l g i l i ler,

3!
«Biz vurtta bi rlikten yanayız. Bölgeciliğe
karşıyız,» demişler de ondan . Eğer doğru ise
hazırcevap ortaoyu ncularımızın bile bulamaya­
cağ ı tra j i komi k bir replik ola ra k tiyatro tarihi­
m ize geçecektir.

Sen Oyna Eşil Sen Oyna

Maçtan önce tiyatro ol ur mu, sorunu böy­


le başı bozuk laflarla geciştirilecek bir sorun de­
ğ i l . Çünkü tiyatro ta ri h i ne baktığımız za man
daha kaynağında tiyatronun büyük kitleleri ka­
zan ma-k istediğini görürüz.
Eski Grek tiyatrosu , halkla sıkı sıkıya övür
olmuş bir sanattı. Bu tiyatronun seyircisi bu­
günkü mac seyircisine pek benzerd i . Her yıl
baha r mevsiminde yapıl a n Dionysia Bayramları­
n ı izlemek icin, seyi rciler daha saba h ı n erken
saatinden ellerinde tavukla rı , yalancı dolmala­
rı, yemişleri, i çkileri old uğu halde, yi rmi bin ki­
şilik amfiteatronları doldurmaya başlardı. Tıpkı
bizi m stadyumlarda olduğu gibi, orada da yer
kavgaları çıkard ı . Her g ü n , yarışmaya katılan
bir yazarın üç tragedyası, bir de güldürüsü oy­
nanırd ı . Seyirciler sabah başlayıp, g ü n batışı na
kadar süren oyunları, yiye ic�. bağ ı ra cağ ı ra
seyrederd i . J ü ri üyelerin i etkileyebilmek, onlara
da kendi beğenisini kabul etti rmek icin, tuttuğu
yazarı g ü rültülü bir şekHde alkışlar, tutmadığv­
na da bug ü n penaltıyı vermeyen hakemiere yağ­
d ı rılan cinsten i ltifatlar yağdı rırdı.
Satyr denilen güld ü rü oyunları ise, a labil­
d iğine açık sacıktı. Sabahtan beri tragedyalar-

32
dan bunalanlar biraz gevşesin, rahatlasın diye.
Bugünkü sansürün bıra kmayacağı bu kaba ve
erotik güld ürülere sıra geli nce amfiteatrondaki
kad ı n ve cocuk seyirciler dışarı cı karı l ırd ı . Fut­
bol macı g i bi erkek erkeğe oyna n ı rd ı .

Hep Halka Dönük

Roma'da da, icine çeşitli türleri alan göste­


riler hep büyük kitleleri kavramayı amac ed in­
mişti. Kitle, «ekmek ve sirk gösterisi » , «panem
et circensis» d iyor da başka bir şey dem iyordu.
Ortacağ kil isesi, kilisede, alanlarda, avlu­
larda, arkası yarı n örneği oyu nlarla, gün lerce
sürüp giden passion oyunları n ı sokaklarda oy­
namadı mı? Yine ortaçağda pazar yerleri nde,
panayırlarda, halka temsil ler veren tiyatrolar
yok muydu?
Shakespeare'in Globe tiyatrosu tems il leri
nasıldı? Bu nlar seckinlere mi oynan ı rd ı sanki?
Kitaplarda okuduk, Laurence Olivier'nin ota ntik
atmosfer içi nde sunduğu böyle bir filmde de
hep gördük, öğrend ik ki. Sha kespeare tiyatrosu
da bir yol geçen hanı i m iş. Kimisi baştan sona
seyrederken, kimisi de ortadan g i rer, sıkılmca
cı karmış. Seyirci gürültülü bir şeki lde tepki gös­
terirm iş. Globe tiyatrosu bir seekinler tiyatrosu
değil, bir halk tiyatrosu imiş. Shakespeare'i salt
seckinlere yazan akademik bir yazar hal i ne ge­
tirme zorlaması, Vardley kokulu ayd ı n özentisi
birkoc snobu n marifetidir. Ve ne yazık ki, bu
yutturmaca da bazı çevrelerde olduğu g i bi ka­
bul ed ilmiştir.

33
Sade geemiş değil, günümüzde, sokak ti­
yatroları. yeniden moda olan çad ır tiyatroları.
alan tiyatroları ile büyük ka laba l ı klara g itmiyor
mu? Tiyatroyu seekin geeinen bir avuç varlıkl ı ­
nın tekelinden cı karma k i c i n uğraşmıyor mu?

Mızıkayı Hümayundan Sokaktaki Adama

Bizim tiyatromuz da meddahı, ortaoyunu,


karagözü, tuluatı ile bir halk tiyatrosu idi. An­
cak Darülbedayi kurulduktan sonra, bir sözüm­
ona ayd ı nlar ve seeki nler oya lantısı hal i n i aldı.
Devlet Tiyatroları, hele son dönemi nde, devlet
büyükleri ne, yüksek memurlara, kord iplomatiğe,
zengin prodü ksiyon lar sunup, göz boyayan bir
Mızı kayı Hü mayun kişiliğinden kurtu lamad ı .
Anadol u'ya gitmek, haıl ka acılmak eğ i l i m i gös­
termed i . Bir iki küçük gösteriş yaptı ise de kim­
seyi kandıramad ı , doyuramad ı .
Bütün bunlar böyle de, hele ş i md i hal kçı
bir rejimin temelleri atı lmak istend iği bir dönem­
de, halkçı bir tiyatroya yönelmek eğ i l i m i de ye­
ri nde de, acaba sporla tiyatro, macla tiyatro
formülü gerçekleşebilir bir formül mü?
Maç kalabalığı ihmal ed ilecek bir kalaba­
l ı k değ ild ir. Cı kardığı Yeni istanbul gazetesi ile
seviyeli, kültürlü, ağırbaşlı bir gazete gustosu­
nu yerleştirmek isteyen Habib Ed ip Töreha n .
gazetesinde spora ancak yarım sayfa yer ayır­
mıştı. Yıldızları övmek yerine. maçları n kısa
özeti ni bir resimle verip geciştiriyordu. Bir gün
Boğaz'dan gel irken maç dağıl ıyormuş. Arabası
ıster istemez durmuş. Ö n lerinden yüzlerce, bin-

34
lerce, on binlerce gömlekli geçm iş. Bu i nsan
akışı bir türlü tükenmemiş. Törehan,
«Bunlar kimd i r?» d iye sual eWkte,
«Bunlar maç seyirc i lerid i r efend im,» ceva­
bını almış.
Törehan hemen gazeteye gelmiş, yazı işleri
müdürü ne,
«Meğer biz ne kada r gafil davranmışız, bu­
yurmuş.» Spor sayfas ı n ı büyütm üş.
Ertesi ay Türkiye'de i' l k günlük spor gaze­
tesini cı karan da yine, aynı Törehan olmuş.
Hazretin gerçekçi piyasa adamı yanı da elbet
bu esnekl iğinde çok yardımcı olmuş.
Neden bug ünkü gazetelerimizin en yüksek
bord rolu böl ümü spor böl ümüdür? Neden bütün
firma lar stadyum duvarları n ı reklamlarla donat­
ma kta yarışıyorlar? Neden kültüre on beş gün­
de yarı m saat ayırdığını kataya kakan TRT'm iz,
önemli maçları iki devre olarak yayı mlamek zo­
ru nluluğunu duyar? Onları kınadığ ı m ız sa n ı lma­
sın. Hepsi gerçekçi davran ıyorlar. Bunlar akıl la.
mantııkla, açı klan ması g üc ama, psi kolojik ola­
rak nedenleri ne i n i l mesi kolay bir fenomen i n
önüne salt bizde değ i l , bütün dünyada geçi le­
mez bir zorun luğudur. Buna isterseniz futbol
sapla ntısı , tutkusu, hasta lığı diyelim. Tıpkı tele­
vizyon hastalığı gibi dü nyayı kaplamış olan bu
i htirası ortadan kald ı rmak, yerine, ona uyu p on­
dan şu, ya da bu şeki lde yararlanma yolunu se­
cenler, yani kul üpler, gazeteler, TAT gibi, Muh­
sin Ertuğrul da bu meraktan kend i alanı için bir
yarar cıkartmaya ka' l karsa neden ayıpla nsı ı n?
Ne var ki, öbürkü ler halkın futbol merakını
okşayıp. besleyip, ta hri k ed i p gid iyorlar, ya n i

35
halka tempo tutuyorlar. Oysa M uhsin Ertuğru l,
mac icin toplanmış kalabal ığa mac dışı, mac
üslubu ile aykırı bir gösteriyi fırsattan faydala­
nıp sunmayı düşünüyor.
Mac seyircisi, mac dışı bir şeyi o psi koz
icinde kabul edebil i r mi, edemez mi? Işte Ham­
let'in sorması gereken soru bu?

Mac Seyircisi Denen Ucarı Varatık

Hepimiz, ya top oynadık, ya seyircisi olduk.


O psikoloj iyi çok iyi biliriz. Maca giden ak saçlı
avu kat, oturaklı bankac ı, kerl i ferli m i mar bile
o sabah daha kahve ltıdan başlayarak bir co­
cuklaşır, hışıırlaşır, şımarı r. Yürüyüşü, konuşma­
sı, gülüşü bile değişir. icindeki yaş almamış yan ı,
çocukluğu cı kmıştır yüzeye. Ci klet çiğner, da­
ha mac başlamadan karşı takımı tutan arko­
ckışları ile tartışmalara g irişir. Statta herkes ay­
nı geri lim içinded i r. N ü kteler mac üzerine, tah­
min ler mac üzerine, her şey mac üzeri ned i r.
Amigoların gayretkeşliği sevim l i görü n ü r. Hasta
taraftariara adeta saygıya benzer bir şey duyu­
lur. Cemil'in komşusunun baconağ ı n ı n etrafı a· l ı­
n ı r. Nezlesinin geçip gecmediği, önemli önemli
öğrenil i r. Onur tribü nünde kulüp yönetim üyeleri­
nin, temkinli gibi oturuşları s izi a ldatmasın. Bi­
raz sonra mac başlayınca hepsinden cok onlar
azıtacaktır. Spor Toto' nun gerd iği, spor sütu n­
ları n ı n doldurduğu, kulüp çekişmesinin oldur­
duğu bu sinirli havanın içi nde yeraltı merdiven­
lerinden cı· k acak eşine renklerini görür görmez
ilk isterik çığ lığı atmak icin gerilmiş taraftar o

36
merdivenden h iç a l ışık olmad ığı g iysilerle bir
oyuncu topluluğunun a lana ilerlediğini görürse
ne yapar?
Elbet biraz bozu lur. Çünkü o normal bir in­
san değild i r o anda. i l kel tepkileri ile tam bir
cocuktur. Ona i l le tiyatro oynanacaksa cocuk
tiyatrosu oynansın, s i rklerdekine benzer soyta­
rı numaraları yapı'lsı n önerisi de a kla gelebil i r.
Ama maç seyircisi bu n u da ka ldıracak b i r co­
cuk değ ild i r. H ı rsız pol i s oynayan çocu kla avci­
l i k, misafirci lik oynan maz. Alanda kinin attığı
golle övünmek, yed iği golle yerinmek için oraya
gelen bu ak saçl ı cocuklar da başka, bambaşka
bir özdeşleşmenin peşi nded i rler. Herha ngi baş­
ka esteti k, artistik bir özdeşleme onlara kolay
kolay seslenemez, hele onları kolay kolay etki­
leyemez.
Münich Olimpiyatla rında seyircilere tiyatro
sunuldu. Ama ala nda değil. Alan kapısı önün­
deki acıkl ıklarda. Yarışma sırasında değ i l . Çok
öncesinde, ya n i o, spor seyircisi psikolojisine
g i rmeden önce. Sonra futbol maçında değil, at­
letizm, yüzme gibi yarışmalarda. Sonuc fena sa­
yı lmazd ı.
Oynanan şeyler yine sporla ilgili güld ü rü­
lerd i . K·ı sa, vurucu, ilginç. Sözden çok görüntü­
ye dayanan.
Sokakta ki insa n ı tiyatro ile ilgilendirmek
için kahveler bize stadyumdan daha uygun gö­
rün ü r. Orada seyirci sizi dinlemeye daha ha­
zırd ı r. Eğer vereceğ i n iz şey tavladan , demino­
da n daha i lg i ncse. ÜsteHk, seyirciyi kahveler­
den kazan ı rsak, mi• l yon ları kaza nmış oluruz.
Statlara yüz bin kişi gider, kahvelere yarı Tür­
kiye . . .
37
Ama Türk tiyatrosunun, tartışmasız en bü­
yük ül kücüsü, aklına bir şey koym uşsa. o işte
bir iş var demektir. Ara r tarar. yolunu, çözü mü­
nü bul ur. ol mayacağı oldurur. Maçtan önce ti­
yatro da oynatır. Başta ütopya san ı lan bir şey,
bakarsınız bir gün olağanlaşıverm iş.
Muhs i n Ertuğrul'un yaşamı, her büyük ü l ­
kücü nünkü gibi, hep böyle ol mazların oldurul­
ması ile doludur.

1974

38
DUYDUNUZ MU . . . DUYDUNUZ MU? . .

Sütcü Pulyos, Bahç ıvan Manol'un karısı


Eleni'yi kacı rd ı , deseler size, bel ki olağan kar­
şılar,
((Belliydi böyle olacağı, fingirdek karının
biriyd i ,» der gecersi niz.
Ama kocaka rı n ı n biri pencereyi açıp,
((Yetişin dostlar, Çoban Paris kralımız Me­
nelaos'un karısı Helena'yı kacı rdı,» d iye ferya­
dı basınca bütün Yunan istan karışmış. Truva
savaşı başlam ıştı .
Göz önüne getirebil iyor musunuz bu sa hne­
yi dostlarım? O pazar sabahı, hava da günlük
güneşiikti herhalde. Pazar old uğunu nerden mi
bil iyorum? Bilmiyorum da, bu dedikodunun bü­
tün Yunan istan'a bir anda yayılması icin en uy­
gun ortam ı düşünmek istiyorum. Kad ı n erkek,
herkesin sere serpe, aylak aylak oturd uğu bir
pazar sabahı patlamalı ki bu haber, bir anda
pencereden pencereye, kulaktan kulağa ulaş­
sın, bütün ülkeyi dalgalandırıp calkalası n . Çev­
reyi kollayan ürkek bakışlario bu cüm leyi ya ­
nı nda kine fısı ldayan i nsanları n duygularını, av­
cumun içi g i bi biliyoru m . Bütün o, sözümona
onurundan ya ralanmış numarası n ı n a ltında,
eminim ki, bir an herkes, ici n icin memnundu.
Bütün kadınlar, aşırı güzel olduğu icin, bir; kra l­
ları n ı taviayıp tepelerine geçtiği ici n, iki; zaten

39
Helena'ya diş bil iyor olma l ı idi ler. Bu sansas­
yonel manşeti duydukı l arı an kim bilir, nasıl göz­
leri parlamış, burun kanatları kinle titremiş bo­
yun damarları kabara kabara, canı gönülden,
«Orospuu.» d iye icleri n i boşaıtmışlard ı r
Tabii, hemen bunun arkasmdan d a , zavallı
krala acıma numarası gelm iştir. Ona ne kadar
acı n ı rsa, Helena o rütbe batırılmış olacaktır d i ­
ye.
Erkeklere gel in ce, onlar da Menelaos'u ol­
dum bittim kıskanadu rm uşla rd ı r. Herif de kral­
l ı k var, para var. talih var, bir de üstüne üstl ük
sen kal k, i nat gibi, anti kiten i n Brigitte Bardot'
su ile gerdeğe g i r. işte budur sonunda olacağı.
Oh olsun! Meheld i r ona, d iye geçirm işlerdir iç­
leri nden.
Evet, ilkin Menelaos'un başına gelenden
sevi nmiş, gizli gizl i öc almışlard ı r. Kızmak, bu ­
nu ulusal bir hınc ve bir savaş nedeni yapmak,
daha sonra ekıliarına gelmiştir. Bir kere rahat­
ladıktan sonra. belki de bu sinsi sevi ncin vicdan
azabı ile, birden, krala acır olmuş. kraldan çok
kralcı kesilip, başka mahalleden gelip, kend i
mahal leleri ndeki kızı kocıran bıckına hadd ini
bildirmek icin horozlan maya başlamışlard ı r.
Sonuc malum. On yıl boyu Truva önlerinde
dövüş babam dövüş.
Helena Truva l ı sevg i l isi ile yeni bir balayı
yaşarken, onu orospu d iye yaftalayan Yunanlı
kadın ların çoğu on yııJ . bazısı da yaşam boyu,
erkeksiz kalmışlard ı .
Neyse, uzatmayal ı m . Konumuz Truva Sava­
şı değ i l . Ded ikodu. Ve Truva Savaşı da, ded i ko­
du yüzünden çı kan savaşların ne ilkidir, ne de
sonu.
40
Öfkenin baldan tatlı olduğu söylenir ya.
Dedikodu öfkeden de tatlıdır.
Dedikoduyu kadınlara mal etmek erkekle­
rin bir mugalatasıdır. Dedikodu, kadın erkek, in­
sanoğlunun orta k bir zaafıd·ır.
27 Mayıs ihti lal i nden sonra, Gürsel Paşa
kend ini ilk defa ziyaret eden i nön ü 'yü Milli Bir­
lik Üyesi arkadaşlarına an latırken,
«Gerdeğe g i recek gene bir damat gibiyd i,»
demişti.
Buyrun size dedikodunun ôlösını. Bu ne
demektir? Bu iki kelime ile i nönü 'yü iktidara
hevesli göstermektir. Harcamaktır. Zaten her
dedikodu biri n i harcar. Çekiciliğin bir yanı da
buradan gelir.
Psikologlar ded ikoduyu anon i m kitle top­
iumunun kitle içinde eriyen bireyciHğ i n bir çeşit
sübabı sayıyorlar ki, doğrudur. Dedikodu bir ce­
çit öc alma olanağı sağl ıyor onurlara. Ayrıca
ded i kodu bireye öbür bireylerle yakınlaşma ola­
nağı veriyor. Dedi kod uyu yapan lar bir süre icin
dedi kod usu yapı lana karşı birleşm iş, dayan ış­
mış oluyorlar.

Oh Olsun!

Tuta l• ı m ki bir şirkette çalış ıyorsunuz, işiniz


monoton. Kazancınız arzuladığ ı n ız seviyen in al­
tında. üstlerin iz kadrinizi bilm iyorlar. Haksızlığa
uğradığınız kanısındasını ı z. Büro arkadaş ların ız
bencil, yağcı, cı karcı. M utsuz hissediyorsunuz
kendinizi. Bozuk para g i bi harcanmış hissed i­
yorsunuz.

41
işte bu keyifsiz gidişin bir yerinde, bir sa­
bah, büroya g i riyorsunuz ki, yüzler gül üyor, göz­
ler parl ıyor, millette bir neşe, iyimserl ik, bir ge­
nel ra hatl ık. Anlam veremiyor, şaşkı n şaşkı n
ba kın ıyorsunuz.
Böyle şaşk ın ba kınışınızı da onlar yadırgı-
yorla r.
Biri,
«Duymamış galiba , » d iye yoruml uyor.
«Neyi?»
«Ben demedi m mi size. Duymamış.»
Araları nda bakışıp gül üşüyorlar. Tahrirat
keti binin ne de güzel dişleri varmış meğer. Nec­
la'nın gülerken yanakl a rı ne güzel gamzelenir­
miş. Ahmet, Şevki ile dargın değ i l mi idi? Dar­
g ı nlar ba rışmış, somurtuklar yumuşamış, ortak
bir sı rra va kıf ol ma bilinci heps i n i bir a nda
kaynaştı rm ış.
Biri kulağ ı n ıza eğ il iyor,
«Patronun» diyor, «kolejdeki kızı Amerikalı
zenci bir cavuşla sevişiyormuş.»
«Ne diyorsun?»
«Hem de dört buçuk ayd ı r. »
«Ya pma yahu . . . »
Nedenini bilmeden sizin de içinizi birden
bir sıcaklık ka plııyor. B i ricik kızı nın, patronu n
hayatında n e büyük b i r yer tuttuğ unu bildiğiniz­
den, şimdi bu da rbenin onu ta can evi nden vu­
racağım tah m i n ettiğin izden olaca kları tasavvur
ediyorsunuz. Kıvırcık saçl ı esmer bebekle evden
kovulan kız. Sacı n ı baş ı n ı yolan patronun karıs ı .
Uzun elleri n i beyaz saçiarına geçirmiş kara ka­
ra düşünen patron.
Dünya n ı n en kend i n i beğen miş, en kendine

42
güvenli en zart zurt insanıın ı , birden bu dereke­
ye getiren, balon unu delip bırakan zenci çavu­
şu kend i n ize çok yakın çok sempatik buluyor­
sunuz o an.
O gün kenti nde yemek daha iştah·la yeni­
yar. Kadınla r daha bir çekici. Erkekler daha bir
hazırcevap. Büroda işler daha iyi görülüyor.
Randıman çok daha yü ksek. Zaten psikologlar
da ayn ı şeyi söylüyorlar. Dedi kod u çalışma gü­
cünü kırbaçlarm ış. O kadar mutlu, rahatsınız ki,
Haderne Ramazan'ın mazlum hali size o gün.
daha bir dokun uyor. Kutsal sırrı ona da ilet­
mek, onun da moralini yü kseltmek geliyor içi­
nizden. Nerdeyse şu formüle varacaksı nız:
« Dedikodu yapan i nsancıl bir ödev yapar.
Ded i koduyu başkas ına iletmek i nsan sevgisin­
den doğar.»
Ramazan'a da sırrı siz söylüyorsunuz. De­
m inki bilmezliğin acısını bilgiç biı l giç çıkararak.
Patronu. en küçük müstahdeminin önünde bir
kere daha alçaltarak. Ve de Ramazan Efend i n i n
umduğumuz kadar sevinmeyişinden hayal kırık­
lığı duyarak. Yahu bi z i nsanlar ne aşağı lık ya­
ratıklarız be!

Dedikodu Kanımızı Temizler

Evet psikologlar bunu sıh hate yararrı bulu­


yorlar. Her sabah cimnastik yapın, öğüdünü ve­
rir g i bi ,
«Arada dedikodu yapın. Kan ı n ız tazelen i r,ıı
diyorlar.
insanoğlu başkasının başı na gelenden se-

43
vi necek aşağ ılığa yen i mi düştü dersiniz? San­
ma m. Oldum olası mayasında bu haslet var
onun. Ba kın ta lsa'dan önce de durum pek baş­
ka değ i lmiş. Üstelik bilge olmak, filozof olmak
bile insanı dedi koduya hedef olmaktan kurtara­
mazmış.
Biri Aristoteles'e ya kın bir dostunun onu
gıyabında cekiştirdiğini yetişti rmiş. Aristoteles'
in ceva bı şu olmuş:
«Gıyabı mda olduktan sonra isterse beni
dövsün.»
Onun ustası Eflatun da dedi koducuıcra
kızmazmış. Dedi koduya karşı en güçlü panze­
h i ri n gercek olduğunu savununnuş.
«Siz öyle yaşayın ki, kimse a ksi söylenti le­
re i n a nmasın,» d iye öğütlenniş.
Ama bence dedikoducuıcra karşı en filozof­
ca tutum u öneren bir halk fi lozofudur. Yan i
Nasreddin Hocamız:
« Hoca bizi m maha lleye bir tepsi bakiava
g i rd i . »
«Bana ne.»
«Ama sizin eve g irdi.»
«Sana ne.»
Ne var ki, «Bana ne» tutumu da bugünün
yaşamına pek uym uyor.
Dedikodunun yaşayıp gelişmesi onun bir
i htiyacı karşıladığıını gösteriyor.
Gazetecilik aslında nedir? O da i nsanda­
ki tecessüs ve dedi kodu damarı üzerine kurul­
muş bir endüstri değH m i ?
Dedi kodu gerçeği n tuzu biberidir. Gerçeğ i
bazen carpıtır, ama çoğu zaman süsler, zen-

44
g inleştirir. Bütün dedi kodulam kulak tıkadığı­
m ızı kabul edelim.
Olup bitenin biraz d ışında kalmış olmaz mı
idi k?
Dedi kodu, yirm inci yüzyıl ı n hasta i nsania­
rına bir kırbaç, bir boşalım, bir arınım sağladığı­
na göre sürüp g idecek. Neylersiniz.

1974

45
Mi LLETi ÇOCUK YERiNE KOYMAK

Gazetelerde neyi okuyorsunuz?


Siyasi ha berleri m i? Fı,kraları mı? Fotoro­
manları m ı ? Spor olayla rı n ı m ı ?
Ben şahsen, siyasi haberlerle gözüm ü yor­
muyorum. Dört l ider, ta kılmış plak gibi aylard ı r
aynı şeyi tekrarlayıp duruyorlar. Fı kralar, foto­
romanlar, spor olayiarına karşı da büyük ilgim
yok. Gazetelerde tiryakisi olduğum yazılar, ya­
kın tarihim ize ıı;; ı k tutan i ncelemeler ve a n ılar
oluyor.
Geçtiğimiz haftalar içinde iki büyük ga­
zetede, iki ilginç yazı serisi yayımiandı bilmem ,
izled i n iz m i? Biri , hep can al ıcı konulara el at­
ması n ı bilen, acar yürekl i bir gazetecinin, 12
Mart kul isleri n i n perdesini a ra layan bir a raştı r­
ması idi. Öbürü de, objektif bir ta rihçi titizl iği
ile calışan Sabahattin Selek'i n <dnöiı ü - Atatürk
Ayrıl ığ ı>> adlı i ncelemes i .
Her i k i yazı d izisi d e , bize yeni şeyler öğ­
retmiş oldu. Meğer bizim haberimiz yokken ne­
ler olmuş, neler. Bazı olaylar m illetten ya büs­
bütün g izlenm iş, ya da rötuş ed i l i p sunulmuş.
Bizde, her dönemin i ktidarı istiyor ki, m i llet,
tarih d iye kendi sunduğu masal ı bel lesin. Biz l i­
sede iken, Türk Tarih Kurumuna yazdırılmış
dört ciltlik bir tarih okurduk. O ta rihin, o döne­
m i n değer ya rgı ları ile kaleme a l ındığını, taraf­
sız olmadığ ı n ı neden sonra a n ladık. Körpe d i-

46
mağlarımıza telkin ed i lmek istenen bir ta rih çiz­
gisi vardı. Hele Kurtu luş Savaşını ve devrimleri
i nceleyen, dördüncü ci lt. büsbütün tek yan lı
idi. Bu tarihe g i rmek ve g i rmernek siyasi m ü ­
la haza lara bağlı idi. O resmi oku l tari h kitabın­
daki bazı yanl ışlıkları d üzeltmeye kalkan eski
paşalar, Kurtuluş Savaşının gözden düşmüş es­
ki kahraman ları konuşmaya kalkınca, susturu­
luyor, yazmaya kalkınca yazı ları h içbir yerde
basılmıyordu. Çünkü tepelerinde Takriri Sükun
Ka nunu vard ı .
Biz o dönem i n carpıtma ları n ı , çok daha
sonra yayımlanan, yayımlanabilen anılardan,
incelemelerden, araştı rmalardan öğrendik. ör­
neğin, izmir Su ikasti Muhakemeleri n i n bazı
mantıkdışı hükümlerini, Halit Paşa cinayeti n i n
gerce k nedenlerini, ü n l ü bir Ord. Prof. 'ümüzün
verdiği «delidir» raporu n u n hatırlı bir zatı nası,l
terayağından kıl çeker g i bi kati l l i kten sucsuzl u­
ğa çıkardığını, evet. bu ve buna benzer kulis
oyunları n ı ancak o zaman bütün ayrıntıları ile
izieyebi ldi k.
Her devir, kirli çamaşı rları nı g izleyeceğ i n i
s a n ı r. A m a bu nda aldanır.
Bir ara, gazetelerim izi istila eden konu şu
olmuştu:
«Abdülaziz i ntihar mı etti? Öldürüldü mü?»
Daha son ra Enver Paşa. Talôt Paşa, Cemal
Paşa üzerine anılar, incelemeler yayımlandı.
Abdü lhamit baskısına karşı. hü rriyet adına, i k­
tidarı alan ittihat ve Terakki'n in, kendi işlerine
gelmeyen hür düşü neeli ayd ı nları kiralık katil­
lere sokak ortasında nasıl öld ürttüğünü de ay­
rıntısı ile bunlardan öğrendik.

47
Zoraki Vasiler

Bütün bunlardan cıkan sonuc şu oluyor:


Abdülhamit'ten bugüne dek Tü rkiye'yi yöneten­
ler, s iyasi görüşleri ne kadar farkl ı olursa ol­
sun, bir yerde birleşiyorlar:
« Millete her şey söylenmez. Onun bil mesi
gereken şeyler vard ı r, bilmemes i gereken şey­
ler va rd ır. Gerekirse, politika hayrına, yalan bi­
le meşrudur. Bunu saptamak da, devleti yönet­
mekle sorumlu olan bizlere d üşer. işte o kadar.»
Ya n i , millet rüştünü ispat etmemiş bir co­
cuktur. Biz onu kôh aldatıp, kôh korkutup, kôh
okşayıp, kôh s indirip g üderiz.
O iktidarlar bir gün göcüyor. Baskıları kal­
kıyor. Onlar zama n ı nda susulan gereekierin bir
kısmı olsun, görel ikle d aha özgürleşen bir or­
tamda kurcalanmaya başlan ıyor. Ve cocuk yeri­
ne sayılan mil let, bir dönemin susturulmuş na­
hoş gercekleri n i ancak on beş, yirmi beş yı l ge­
cikme ile öğren iyor.
Şimdi bununla avunalım mı? Gercekler dur­
duruıl maz aka rsulardır, bazen yeryüzünde akar,
bazen yeraltında kaybolmuş görü n ü r, ama gü­
n ü n biri nde yine yüzeye çıka rlar, d iye sevine­
lim mi?
Yoksa , gercekler g ü nünde �re n ilmezse ne
işe yarar d iye, yerinel i m m i ?
Galiba i ki ncisi d a h a doğru. Bizim yurdu­
muzda bugüne dek, gercekler hep gecikme ile
izlenebild i . Ama bugü nden sonra bunun böyle
sürüp g ideceği beklen memeli.
Bakın s ü reler gitgide kısal ıyor. 27 Mayıs
üzerine ifşaat 1960'tan dört yıl son ra başladı .

48
1 2 Martın kulis arkası dört yıl sonra ayd ı nlatı lı­
yor. Bu bile. başlıbaşına bir teselli sayılamaz
mı? Üstelik şimdi ki yen i kuşaklar o kadar kolay
kül yutm uyor. Pol itik olayları daha uyanık bir
mantığın eleğ i nden geçi rmesi n i biliyor. Onları
oyalamak. aldatmak eskisi kadar kolay değil..
Daha olaylar olurken . tahm i n i n i teşhisini koya­
biliyor. Mi lleti n gözü açıldı. Yahut acı lmak üze­
re.

Gecikmeli Tanıklor

Hic unutmam. Gazeteciler sürg ünden ilk


geldiği sıralarda;-sayın Adnan Adıvar'a Atatürk
dönemine ait sorular yağdıırdılard ı . üstat. «Bu
anı larımı açıklaman ı n ve yazmanın şimdi mevsi­
mi değ ild ir. Çok ilerde el bet yazarım» demişti.
Sabahattin Selek. i nönü - Atatürk ayrılığını
i ncelerken. o devrin yakın tanığı Kôzım öza lp
Paşayı sı kıştırm ış.. Paşa. kutsal bir s ı r saklar
g ibi olan ları söylemek istemem iş ama. bir tarih­
cinin haklı d i ren işleri karşısında. « Dü nyada kal­
mas ı n bir haki kat n ihan>> fetvas ı nca bildi kleri­
n i . görd ü klerin i söylemeye razı olmuş. Ama bir
şartla: «Sağlığında yayı mlanmaması» şartıyla.
Eski itti hatcı. Kara Kema l Beyin kôtibi, CHP Ge­
nel Sekreteri ve bütün bunları n kat kat üstün­
de. büyük ve usta hi kôyeci Memduh Şevket
Esendal'ın da, ölümü nden gal iba otuz yıl gee­
meden yayımianmamak kaydıyla yazdığı anıla­
rından bahsed i lmişti. Gerçekleri. gee de olsa.
topluma yansıtmak isteyişi şü kranla ka rşılarız
da, bu geciktirmedeki ü rkekl ik neden? Kend i

49
başına gelebi lecek aks i l iklerden korkmak mı?
Yoksa mil let denen cocuğun biraz daha büyü­
mesini beklemek isteyişten mi?
Mil leti cocuk saymak zihniyetinden yöneti­
ci kadrolar ne zaman, nasıl kurtulacak? Ceva­
bını hemen verelim. Mi llet cocuk olmadığ ını is­
pat ettiğ i za man.

Yurttaşa ilk Saygı Borcu: Gerçekçilik

Biliyorum, mythleri, efsa neleri. balonları


delmenin sakıncalarında n söz edecekler cok
olacaktır bu konuda. Geri kalmış toplumlarda,
körü körü ne inanciarın i nsanla rı daha mutlu ve
verimli yapacağını savu nanlar elbette çıkacak-
tır.
Gercek adına şöhretleri, değerleri yıprat­
manın milli birl iği dahi zayıflotacağı ihtimali ni­
ce demagoga sakız da olabil ir. Insan bir kere
bu çarpık mantığın üstüne binerse, toplumu ne
bata klıklam götürebi l i r, bir düşündünüz mü?
Ö rtbas etme, çarpıtma taktiği, giderek devlet
adamlarını vicdan azabı içinde, kompleksli ve
sini rli yapar. Çirkin politikacı lık denen şeye yak­
laştı rır. «Politikada hiçbi r şey sır olara k ka l­
maz» diye büyük bir laf etmekten kacın ı rım.
Çünkü, pek cok sırrı n mezarlarda saklı kaldığı­
na inanırım. Ama hic değilse ortaya cıkan sı rla­
rın ve foya ların sayısı da kücümsenecek kadar
az değildir. Bu da ortada, dü nya tari h i n i n kacta
kaçı gerçeğe, kacta kacı çarpıtmaya daya nı­
yor, incelen meye değer. Topkapı Sarayı'nın.
Babıôli'nin, Cankaya'nın duvarla rı bir konuşa-

50
bi lseyd iler. Arcayürekler, Selekler, Dinamolar.
Kemal Tah irler, çok yaya kalı rlardı.
Politikacıyı çirkin yapan da, güzel yapan
da, kendi tutumudur. N ixon, Watergate olayını
hasıraltı etmeye ka lkmakla ne kazandı? Kam u
önünde kend i prestijini sıfıra i nd i rmekten baş­
ka ..
Bir an icin, onları n görüşleri n i varsayalım.
Diyelim ki, m i l let cocuktur, kendi leri de milletin
babasıd ı rlar. G ü n ü n biri nde, bir cocuğun, o gü­
ne kadar çok sayıp güvend iği babasının, bir ya­
lanını, bir yanl•ışını keşfettiğ i n i düşünelim. Onun
düş kırıklığı n ice olur? Aldatılmış ve adam ye­
rine konulmamış olma kızgınlığı, yüreğine otur­
maz mı? Babası, az ya da çok, gözünden düş­
mez mi?
Özlemimdeki devlet adamı tan ı m ı şu:
Gercek devlet adamı, m i l leti n i de, cocukları
da adam yerine koyandır. G ı l l ıgıştan kacand ı r.
Hem yürekl i, hem açıkyürekl i oland ı r. Gerçeği,
gercekciliği geçici prestij i neten üstü n tutand ı r.
Acaba yanıl ıyor m uyum? Çok mu naifim?
Yoksa devlet adamı başka şey, adam başka şey
midir?

1974

51
COCUK EGiTiMi ÜZERiNE

«Han ımefendi ba na müsaade. Davetii ierin


h
ru u duymadan usu lca sıvışayım. ingiliz usulü.»
«Biz geceleri Alman usulü sosis, salam,
peynir, cerezle geciştiririz. Daha da sıhhi olu­
yor.»
«Biz cocukları hiç zorlamadık. Amerikan
usulü yetiştiriyoruz.»
Bize Türk usulü ol masın da ne olursa ol­
sun. Hemen benimser uygu larız.
Uygularken de tabii, yüzümüze gözümüze
bulaştırırız.
ingi liz usulü sıvışan o bey, yol boyu nca
rastladığı eşe dosta temenna ed i p, güya, h iç
kimseyi ted i rg i n etmeden, usulca sıvıştığ ı n ı söy­
leye söyleye ortalığı o kadar birbirine katar ki,
keşke efendi efendi vedalaşıp g itse idi, d iye
söylen i rsin iz.
Geceleri, miski nliği nden, Alma n usulü so­
ğuk yemeğe yatan, kocasını da yatıran o bayan,
zaval l•ı adamın yorgun karaciğerin i salamlar,
sosislerle o kadar yorar ki, sıhhi bulmadığı Türk
corbası ve pilavı bunun yan ı nda daha hafif ka­
lır.
Cocukları n ı Ameri kan terbiyesi ile yetiştir­
d iğini söyleyip öviinen a na baba ise, d ünyaya
üç dört zeba n i yetiştirmenin ayıbı n ı Amerika n
sözcüğü ile süs·lemeye kalkan iki zava l lıdan
başka bir şey değ i ldir.

52
Cocuklar Ana Babayı Ele Veren
Şaşmaz Birer Araçtır

«Kenarına ba k bezini al, a nasına bak kızını


al» hal k sözü bunu ne güzel özetliyor. Ayrıca,
cocuklar bizim, iyi kötü dosttan düşmandan
g izlediğimiz, gizlediği mizi sandığımız bilinca ltı­
mızın en gizli içgüdülerini yansıtırlar. Psi koloj i
öğretmeni bir dostum var. Geri zekôlı oğlun u n
her hareketinden utan ır. Yavrucak geri zekô l ı
doğdu d iye değil. Bu patavatsızlığı i l e babasıının
da en gizli içgüdülerin i açığa vurduğu ici n . Bir
mecliste bir hanımın yan ı na fazla sokulunca an­
larız ki, babasının da o han ıma karşı gizli bir
yakı n l ığ ı vard ır. Tal ihsiz oğlu babasının bir mes­
lektaşına, «Ö» deyip kacıyorsa sezeriz ki, baba­
sı da dost görünüşüne rağmen o meslektaşın­
dan nefret etmektedir. Dedelerimizin,
«Al haberi çocuktan,» deyişlerin i n nedeni
bu değ i l elbet.
Onlar cocuğun zapturapta gelmeyen, ya­
lan dolan bilmeyen -yahut henüz bilmeyen­
boşboğazlığını kastediyorlar bu sözle. Ama a l
haberi sözünü, biz «Al a n a baba n ı n i c dünya­
sımdan haberi» şekl i nde genişletebil iriz. Sade
ana baba n ı n da değil, dayı ların , teyzelerin , bü­
yü kbaba•ların . a mcaların , hala ların n ice huyları
bu küçücük cekirdekte okunabilir. Tabii okuma­
sını bi len icin.
Eskiden eğitim den ince çocuğa aşılanan
bazı a l·ışka n l ı klar a kla gel irdi. Gelip büyükleri n
ellerin i edepl i edepli öpüp sessizce kenara bü­
zülmek bir zamanlar iyi eğitilmiş olma n ı n belge­
si sayı·lırd ı .

53
Daha son ra kız çocuklara reverans (knik)
öğretmek moda olm uştu. Eve misafir gelince
cocuk marifetini göstermek zorunda bırakılan
bir maym un yavrusu gibi, eteğini tutup bir bo­
cağını geri atar ve eğilip büyüklere selam ve­
rirdi.
Buna hele bir de,
«Baleye de gidiyor amcası ,» eklendi mi
ailenin batı uygarlığının ta doruğunda oturduğu­
na kanaat getirir,
« Maşallah» l arı art arda yapıştı rırsınız.
Çocuğu, evde aslında mevcut olmayan bir
kültür ve eğitim seviyesini var göstermek ici n
yalancı bir vitrin gibi ku11lanmak da, galiba yalnız
bize vergi bir huydur.
Evde siz size iken, senlibenli, hatta bazen
de hayvanlı eşekli hitap tarzınız misafir ön ünde
birden incelir. Çocuğa,
«Özdemir, size söyl üyorum, hadi alın kar­
deşinizi de bahçeye gidip oynayın l ütfen,» diye
bir sesieniş ki, kendi ses tonu nuzu kendiniz ta­
n ımaz ol ursunuz. Oğlan da bu aşırı incelikten
anlamaz, şaka mı, yoksa arkası ndan tokat mı
gelecek diye, şaşkın şaşkın bakakalıır. Siz tek­
rar edersiniz:
«Ne diyorum size ama. Lütfe n . ))
Bu seferki l ütfende kaşlar çatıldığı icin oğ­
ian an lar. Bahçeye seğirtir. Misafirler de bacak
kadar çocuğa «siz» diyen , büyük saygı gösterip,
kişiliğini geliştiren bu Belçika yahut Ingi liz Kra­
l iyet sarayı adetlerine hayran kal ı r. Eğer aptal­
sa tabii.
işte bizim özenti eğitim metotlarımız bu ka­
dar soytarıcadır.

54
Şimdilerde, artık çocu klar, ailenin yaşamı­
na o kadar ortak, evdeki dalovereler ve tartış­
malarla o kadar övür oldular ki, yukarda sözü nü
ettiğ imiz numara ları, oyun olarak bile kabul et­
miyorlar. Sen de sen, ben de ben .
«Oğlum ben sen i n yaşı ndaykan hiç yalan
söylemezdim,» demeyegörü n .
« Peki baba kaç yaşı ndan sonra başladın»�
yapıştınveriyorlar ada mın suratı na .
Gelelim biz yine Ameri kan eğiti mine.

Dr. Spock'un ltirafı

Freud iyi ki repressiv kavramını buldu. O


gün bugün, önleyici, bastırıcı bütü n eğ itim ted­
birleri tukaka edildi. i şte buna dayanan Dr. Ben­
jamin Spock 1946'da olay yaratan kitabı n ı yaz­
d ı : Çocuğu nuza nasıl bakmalı, onu nasıl eğit­
mali? Kitap dü nyada eşi görülmemiş satış re­
koru kırdı. Yalnız Amerika'da yirmi iki mi lyon
satıldı. Yirm i dile çevri ldi. Mi lyonlarca ana ba­
ba nın kutsal kitabı oldu çıktı. Bu kitap bütün
eski eğitim metotları n ı bir kalemde reddediyor­
du. «Cocuğu önlememel i . Ona baskı yapmamal ı .
Serbest bırakmalı» d iyordu Dr. Spock. « Belli
saatlerde meme ddetinden vazgecmeli.» «Onu
belli al ışkanlıklam zorlamamalı.» Bu öğütlere
harfiyen uyularak yetiştirilen Spock cocukları
günün birinde büyüdüler. Spock kuşağ'ı oldu lar
hafazanallah. 1 946'dan 1974'e kadar Dr. Spock
yaptığıyle öv ü nüyordu. Bu baskısız kuşak mari­
juanacı, asker kaçağı, kaytarıcı koliara da ge­
lişti.

55
1974'de aynı Dr. Spock birden yüz seksen
derecelik bir dönüş yaptı. Bilim adamı değil mi?
Gerçeği, ününden, efsa nesi nden çok seviyordu.
Yirmi sekiz yılın ürününe ba kıp,
«Yahuu. Ben ya nılmışım,» demek yürekl i ­
l i ğ i n i gösterdi.
Dr. Spock d iyor ki:
«Yüzyı lımızda ana ba balara, cocuklarının
eğitim i konusunda tek söz sahibi ola nların psi­
kiyatrlar, psikologlar ve kendim gibi pediatrlar
olduğu kanısı yerleştirildi. Maa lesef bu zehabı
onlara biz aşıladı·k. Çocuk eğitimi üzerine yazıp
çizd i kleri m iz hep bu merkezde idi. El bet bunu
da bütü n iyi n iyetim izle, inancımızla yaptık. Ama
şimdi, çok geç olmada n , anladık ki, bu üstten
alan öğretimizin pek yararı olmadı. Zararı ise
büyük oldu. Ana ba baların kendi lerine güvenini
mayı nladık böylece.»
Bu itiraftan sonra Dr. Spock tecrübeden
olg unlaşan yeni görüşleri n i açı kl ıyor: «Ana ba ­
ba nın yumuşaklığı düş kırıkilkiarı n ı yok edemez.
Tersine onları ôdeta çağırır. Ana baba n ı n sert­
liği cocukları daha m utlu yapar. Büyükler içi n ­
d e d e belli b i r i ş i olan, disipl i n l i ça lışanlar, başı ­
boş, avara kasnak gezenlerden her zaman da­
ha mutlu. olumlu ve dengelidi rler.»
Dr. Spock'un bu d ön üşü Ameri ka'yı allak
bullak etti. Ona uyup cocuk yetiştirenler şimdi
yaya ka lmış tatarağasına döndü ler. Onlar da
ha ksız değ i l . Ama ne yapsıındı adam? Zararın
neresi nden dönü lse kôrdı r, diye açıkladı bug ün­
kü görüşünü. Dr. Spock'un bu değişmesine se­
bep ned i r dersiniz? Herhalde onun da bu öğreti
lle yetişmiş öz cocukları, toru nları olacak, evin-

56
de. Dü nyada h içbir belge, i nsa n ı n kendi evi n­
deki somut belgelerden daha etkiııi olamaz. Za­
va l l ı kim bilir onlardan ne çekti ki, şimdi dün­
yaya telkin veriyor.
Hası l ı güçtür cocuk eğitimi .

Yeni Usuller Arifesinde

Gençliğimde bir süre ciddi olarak cocuk


eğitimi ile uğraşmıştım. Çocuk doktoru olmak
da geçmişti bir ara içimden.
Çocuklara karşı hep bir borçlu hissederim
kendimi. Sonra utan ırım da onlardan. Siz utan­
maz mısınız? Onlara bıraktıığımız şu maskara
d ü nya sizin de yüzü nüzü kızartmaz mı?
Utancım bu nunla da ka,lmaz. Onlar büyü­
fecek derim. Büyürken de bizim miad ı geçmiş
ölçütlerimizi onlara dikte edeceğiz. Direnme
g ücü olmaya n bu zava l l ı yaretı kiara kendi de­
ğer yarg ılarımızı kabul ettirmeye· çalışacağız.
Onları n değer yargıları yok ki, karşı çıksın lar.
Bildiklerini yapsınlar diye başıboş bıraksa n , Dr.
Spock'un dedikleri oluyor.
Ama Amerikan usu lü eğitim iflas etti diye
umutsuzluğa kapılmayalım. Yarın bir Çin ya­
hut Japon usulü çıkar. Bir süre de onu dene­
riz. Ne yapa lım?

1974

57
DÖNÜYORLAR

Af tasarısı hazırlandığı sıralarda Osman­


oğu l ları a i lesinden bir hanım gazetelerden biri­
ne demec verd i :
«Bizim ha nedandan erkek olan lar, a f çıksa
da yurda dönmezler,» buyurdu.
Herhalde yol yardam bilen bazı eş dost
uyarmış olacaklar ki, ayn ı hanım, bir süre sonra,
daha aşağıdan alan bir açıklama gereği n i duy­
du:
«Yan lış an laşıldım,» dedi. « E rkeklerimiz
yurtlarına elbet seve seve dönerler. Ne var ki.
çoğu, dış ü l kelerde iş edinmiş, orada yerleşmiş­
lerd i r. Bundan ötürü Tü rkiye'de sürekli olara k
kalamazlar, demek isted im.»
Af tasarısı Mecliste tartışılmaya başland ı­
ğı sıralarda yine Osmanoğulları, daha doğrusu
Osman kızları canibinden, bu sefer başka bir is­
tek d uyuldu:
« Ha nedandan olan ların, hırsız, katil takımı
i le bir arada affedi lmesi yakışı·k almaz. Onlar
için ayrı bir af kanunu çıkanlması gereklidir,»
den ildi.
Bu demeelerden ilkinin i l k versiyonu belki
de haklıı bir alınganlığın ü rü n ü idi. I ki ncisi ise,
her yerde ayrıcalık bekleyen bir zih n iyetin bura­
da da kend i n i gösteren bir örneği . . .

58
Yaşasın Milli Saltanat

Afra tafra bir yana, olaya seri n ve tarafsız


bir gözle bakarsak, Osmanoğ u l la rı na yurda
dönme yasağı koyman ı n , hu kuk ve sağduyu ba­
kımından, pek sağlam gerekçesini bulamayız.
Bulacağıımız gerekceler a nca k ve ancak pol itik
zorunluklar acısından olaca ktır.
1 922 M il let Mecl isi nde Rauf Orbay, Kazım
Karabeki r, Refet Bele üclüsü nün başı çektiği
kuvvetl i bir milli salta nat akımı va rd ı . ista nbu l
basınında da onları destekleyen çoktu. Cumhu­
riyeti n tasarlanan zamandan önce a leleeele ila­
nı bu koşullar i çi nde old u .
Osma noğulları n ı yurt d ışına cıkartan ve
yurda dönmeleri n i yasa klaya n kanun bu koşul­
lar içi nde düşünüldü, geçirildi, uygulandı. Böy­
lece Osmanoğlu sulbü nden gelmekten başka
bir kusuru olmayan bir s ürü i nsan da hiç yokta n
yerinden yurdundan edi ld i . Bi i yıld ı r yöd eller­
de sürü n üp sefil oldu.
O devrin icraatı arası nda i nsan ha kları il­
kelerine uymayan daha n ice örnekler vardır.
Osmanoğullarınıınki yine ehveni şer sayıl ır. Bu
o ksakhk işte şimdi düzeltilmiş bulun uyor. Ha­
nımlar daha önce düşünül müştü . Şimdi sıra er­
keklere de geld i . Artık gelmeleri nde sa kınca
yoktur. Aklı başında tek i nsa n çıkıp da artık on­
ların kişiliğinden pol itik ba kımdan faydalanma­
ya kal kamaz. Evet bugü n de Osmanlı ha neda­
nını övg ülere boğanlar yok değildir. Ama dik­
kat buyurulsun, biz aklı başında i nsanlardan
söz ettik. Diyeceksiniz ki, orası doğru da, pol i ­
tikacılarımızın, eli kalem tutanlarım ızın hepsi

59
aklı başında i nsanlar mıdır? Değ ildir tabii. Hak­
lısı nız. Örnekleri taptaze ortada . Tutalım ki, bu
sivri akıllılardan birkaçı yen iden h ilafet ve sal­
ta nat maskesi a ltı nda bir şeyler karıştırmaya
kalksınlar. Böyle bir şey, olsa olsa politika sah­
nemizdeki şokiabanla rı n sayısını ve çeşidini bi­
raz daha a rttı rmış olur. Kaldı ki, Osmanoğulla­
rının bugünkü kalıntıları içinde politik yatı rım­
lara yatkın kişiler bulmaları da kolay olmaya­
caktır. Eşref bel ki endişelenmekte haklı idi. Ama
bizler bu konuda biraz daha rahatız.
Şa ir Eşref'e,
«Vahdeddin'in bir erkek çocuğu oldu ,» de­
mişler. «Adını da Ertuğru l koydu la r.»
Eşref,
«Vay ca nına,» demiş, «yüzdük yüzdük kuy­
ruğuna getird i k d iye sevi n iyorduk. Desene ye­
ni baştan başlıyorlar.»

Sürgündeki Hanedon

Osmanoğ u l la rının bazısını yurt d ışında gör­


müştü m. Mesela Abdülmecit Efendiye 1 935'1er­
de Nice'n i n Grand Corniche adı verilen dağ
yolunda iki kere rastla mıştı m. Yürüyüş yapıyor­
du. Arabası adım adım peşi nden gel iyordu . Ter­
ler ya da yoru lursa hemen binsin d iye. Güzel
bir adamdı. Yüzü aydınlıktı. iyi giyin iyordu.
Neme lazım, ele g ü ne karşı göz doldura n
b i r sürgün kra l görünümü vardı.
Biraz filozof, biraz üzgün. Bu ifadeyi, ül ke­
lerini tapulu çiftliği sayan bütün öbür sürgün
kralların yüzünde de görmeye a l ıştık. O tarihte

6()
sultan hanı mlar da Nice'de idiler. Osmanlı Prens
de Galles'i Faruk Efendi de oradayd ı . Dürrü­
şehvar Ha nım ya H i ntli mihraceye yen i everilmiş,
ya da everil mek üzere idi. Bir ara Refet Paşa nın
da, tıpkı Enver Paşa g ibi, Osma noğu l larına ka­
pılanıp Damadı Şehriyari olacağı söylentileri çık­
tığ ı nda, bu kızcağız, on beş Y?şında ya var, ya
yoktu.
Osma noğulları ve kızları daha sonra sıkın­
tılara düştü ler. Hazır yemeye a l ışık i nsanların
çoğu gibi, hayat savaşında cok fire verd iler.

Mavi Kanlı Sosyete

Bir hanım ded ikodu yazarı mız, arasııra söz


Osmanoğul ları ve kızlarından açıilı nca «mavi
kanlı sosyete» deyi m i n i kullanır. Bu deyim, hep
bil iyorsunuz, Avrupa kral a ileleri icin kullanılan
bir deyimd i r. Bizimkiler icin kulla n ı l ması zorla­
ma bir taklit olmaktan öteye g itmez. Her özenti
gibi g ül ü nctür. Avrupa kral hanedanları n ı n co­
ğu ana ve baba tarafı nda n kuşaklar boyu geriye
uzanan soylu bir şecere gösterebi l i rler. Tıpkı
yarış atları g ibi.
Asl ı nda bu yüzyıllara varan şecereler, ara­
larına yen i kan karışmadığı icin, olsa olsa, ya­
kın a kraba evlenmelerinden doğan hasta l ı kları,
kavanoz içi nde yaşamanın sonucu merakları.
evhamları ve yaşamla, gerçekle sürtüşmeme­
den gelen Graf Poldivari bir dar görüşlülüğü,
kuşaktan kuşağa aktarır durur.
Bizim Osmanlı ha nedanına gel i nce, onlar
her ne kadar baba tarafı ndan Ertuğrul Beyin

61
sulbü nden gelmektelerse de, çoğunun ana tara­
fı karışı ktır. Bunu deşeled iğimiz za man valde
sultanların çoğ unun soy kütüğünün ya Ba l,ka n­
ların ya Kafkasya 'nın esir pazarlarına uzandığı­
n ı görebil iriz.
Aslında hanedana taze kan karışmıştır.
Halk ka n ı karışm ıştır. Hatta yabancı kanı ka­
rışmıştır. Yani hanedan olmaktan çıkmıştır.
Bu onların lehine ku llanı labi lecek bir koz­
ken, çevreleri bu gerçeğ i es geçmiş. üstü n ü ört­
müş, eşeletmemiş ve zava llı,l arı. sahiden Avrupa
di nastileri gibi mavi ka n l ı bir d i nasti olduğuna
inandırmıştır.
Zaten Türkiye'de herkes kend inin ne ol­
duğunu araştı rmaz. Sadece kend i n i bir şey sa­
nır. Kimi kurnaz devlet adamı sa nır kend ini, ki­
mi büyü k yazar. kimi eşsiz profesör. kimi işada ­
mı. kimi sanatım ızın g üneşi. kimi sah nem izi n
kral içesi . kimi don juan, kimi bası n kra l ı .
i l işmeyelim. Varsın bunlar da mavi kanlı
haneda n sansınlar kend ileri n i .
Hoş görmeli. Gülüp geçmeli. Madem dönü­
yorlar. Buyursu nlar. Uzu n süren bu ha ksızl ık gi­
deri ldi diye memnu nuz.
Aramıza hoş gelsin ler, sefa gelsinler. Olan
bitene sünger çekip yurtları n ı benimsesinler
Ayrıca l ı ktan ayrı lıp, biraz da herkesle eşit hak­
lara sahip basit yurttaş olma nın zevkini dene­
sin ler.

1974

fi 2
SÖZ « i N F LATiON» U

Ağzımız ne kadar cok laf yapıyor.


Ne kadar uzun boylu yazışıp cizişiyoruz.
On satırla a nlatılabi lecek bir şeyi, nasıl da,
bin dereden su getirip, karşımızda kin i bezdi rip
ani atıyoruz.
iki dost yolda birbirine rastlayınca.
«Yahu uğra da, şöyle bir laflaya lım,» diyor.
«Bir g ü n va kitli buyur da a rizami k dertle-
şel im,» diyor.
TAT'deki acı koturu mlarda, zava llı mediatör,
gözü saatte. konuşmacı ları uyaradursun. onlar
mikrofonu ele geçirmişler ya, susmak bilmiyor­
lar:
«M üsadenizle şunu arz etmeden geceme­
yeceğim.»
«Sözlerimi bitirmeden bir noktaya değin­
mek isterim» g ibi g i rizgôhlarla konuşma larını
daha da sürdürme,k istiyorlar.
Nerden geliyor aklı mıza geleni h ikmet san ­
mak. i l le laf olamk d ışarı cı karmak h uyumuz?
Neden bu kadar uzun konuşuyor. bu kadar
uzun yazışıyoruz? Neden konuyu rayı ndan çı­
karıp, her cağrıışımın peşine takı lıp, daldan dala
cene yarıştırmayı seviyoruz.
Galiba bizi bu konuda pek eğiten olmamış
da ondan .
Hatırları m. okulda yazı lı sınav sorularıncı

63
sayfalar dolusu cevaplar yazanlar hocaıarca
hep pohpoh lan ırdı. Okulda, sokakta, kahvede,
kulüp loka llerinde, adl iyede, ağzı laf yapanlar
hep baskın cıkarlardı.
Oysa, «Konuşmada n önce düşü n » , «Kızınca
hiç kon uşma», «ilk şoku geciştirmeden lafa gir­
me», «Az ama öz kon uş» d iye öğütleyenler de
yine bizim büyüklerimizdi.
Ne var ki bunlar sözde, atasözünde ve kô­
ğıt üstünde kalm ıştı.
Eğiti m sistemi nde, metotlu bi r şekHde ele
alınmamış, geneleri boş lafta n , konu dışına ka­
ya n laftan kurtaracak a l ışkanlıklar sağlanama­
mıştır.
Gecende rastlad ığım, değerli dost Halıs
Kurtea i le oku llar arası yarışmalar kon usunda
görüşü rken söz l ise ve ortaokullarda uygU'lana­
bi lecek yeni deneyiere de uzand ı . Sayın M i l l i
Eğitim Müdürümüz bu konuda beni m önerim
olup olmadığ ı n ı öğrenmek teveccühünü göster­
diler:
«Milli kusurlarım ızdan biri , konuşması n ı bi l­
memek,» dedim. «Bunun başl ıca nedeni de din­
lemesini bi lmemek, düşü nmes i n i bi lmemek. Ko­
nuşmayı, bilgiel i k taslamak, yahut karşısındaki ­
nin tezi n i bir araba laf ka laba lığı ile bastırmak
sayd ı kca bu işin düzeleceği de yok. Ortaokul­
lara ve liselere özetierne temrinleri koyabilir mi­
si n iz? Cocuk kendine veri len dört sayfa lık bir
metni dikkatle okusun. Ana fikrini kavrasın, son­
ra onu i lle metinde kuJıJan ılan keli meleri kullan­
mak zorunluğu olmaksızın, yarım sayfa içi nde
özetlesi n . Özlü olma n ı n yol u, özü kavrama·ktır.
Bunu kavrasın. Özlü olmanıı n bir i ki nci yolu da

64
bunu az ve öz kelime i l e yansıtmaktır, buna da
alışsın. Takdir buyurursunuz ki, bu sadece bir
kompozisyon temri n i değildir. Çocuğu yepyeni
bir hayat üslubuna götü rebi lecek olumlu bir
alışkanlıktır.»
Bana hak verdiler. Sağduyu sah ibi herke­
sin de aynı şekilde düşü neceği doğaldır.

Dinleyebilmek, Anlatabilmek Sanatı

Biz özle ayrıntıyı çoğu zaman birbirine ka-



rıştı rıyoruz. Ayrı ntılar içinde bu nalıp kalııyoruz.
Konuşurken de. tartışı rken de, karşımızdakinin
sözünü d i nlemiyoruz. Ona nasıl cevap verece­
ğ i m izi şovuıliayıp du ruyoruz. Bundan ötürü de
onu n sözünü, ya yanlış ya eksik a n l ıyoruz. Yine
bundan ötürü saatlerce kon uşuyor, bel ki kar­
şılı�lı i çimizi bir h ayli boşaltıyor, ama son unda,
ele aldığımız. yahut da aldığımızı sandığımız so­
ru na sadre şifa veren bir çözüm getiremiyoruz.
Galatasaray'da Delor adında bir matematik
hocamız vardı. Yazılı s ı navda sorduğu problem­
Ieri n hepsi n i doğru yan ıtlaya nların yal n ız ikisine
yirmi üstünden yirmi, bazısına da, on beş atmış­
tı. Bu eşitsizlik on beş ala nları kızdırdı. Gidip ne­
deni n i sordular. Fransız hocanın verdiği cevap
hôlô a kl ımdad ı r:
«Sonuçları n ız doğru. Ama, yirmi alan iki
arkadaşı n ız bunun çözü münü bir sayfa i çi nde
yapmışlar, sizler ise iki buçuk sahifede. Mate­
matik kesinlikten ve kestirmecil i kten hoşlanır.
Onların davranışı daha matematiikçi bir davra-

65
nış olduğu icin ben ini bu değerle ndi rme ayrıca­
lığımı doğal karşı layın .»
İki batı lı siyasi l ider karşı'laştılar d iye bir
manşet okuyunca d i kkat edin. Bu konuşma ne
kadar sü rmüş? Ya yirmi beş dakikadır, ya otuz.
Bir saati bulan yoktur. Bizde yarım saat a ncak
hal hatır sormaya, kahve i çmeye ve soruna ya ­
vaş yavaş girmeye yarar. Konuşmanın normal
süresi bir buçuk iki saattir. Çok daha uzun sür­
düğü de va kidi r. Radyo ve televizyon spikerle­
rinden sık sık duyduğumuz şu formü l bunu ne
güzel ya nsıtır:
«Haber yayına sunulduğu zaman Bakanlar
Kurulu, yahut fa lan teşekkü lün yöneti m kurulu,
yah ut iki şefin ikili konuşması devam etmekte
idi.»
Batılı pol iti kacı, batı lı aydın, bir konuya tam
hazırlıklı geldiği icin soruna ba lıı kiama dalar.
İki taraf da ne istediğini çok kes i n bildiği için
�onuşma sadece görüşlerin bir karşılaştırması­
na yarar. İlk on beş dakika buna harca n ı rsa.
son on beş daki ka da, bu görüş ayrı lı kları ara­
s ında bir asgari müştereki n bulunmasına har­
canı r.
Oysa, bizde pol iti kacı konuşmaları çoğ u za­
man iki tarafın birbiri ne elense çektiği, birbiri ni
iska ndil ettiği, ağız aradığı bir taktikle başlar.
İki taraf çoğu zaman daha önceden uzma nlar­
ca enine boyu na saptanmamış konuya bu ko­
nuşmaları n harareti ve geri l i mi i çinde daha yo­
ğun bir şeki lde g i rer, ya n i bir ba kıma konuşa
konuşa kendi görüşlerin i ôdeta orada keşfeder­
lm.

66
Konuşmadan Düşündüğümü , Nasıl
Bilebilirim

Pol itikacı söylevleri n i n de bizde neden bu


kadar uzun, bu kadar d uygusa lhkla salcalanmış.
bu kadar dolambaçlı olduğunu hiç merak etme­
diniz mi?
Adam, halk önü nde, seemen önünde, bazen
rakamlara daya nara k, bazen yavan edebi kül­
türünden artakalan birkaç duyg usa l ka lıbo baş­
vurarak, bazen coşup taşarak, bazen son gün­
terdeki bir sataşının cevabını vermek ihtiyacına
kapılarak daldan dole bir potpuri yapar ve eğer
biraz da d ü rüstse, konuşma bittikten sonra ya­
kın bir dostuna m uhakkak şunu söyler:
« Konuşmaya başla madan ne düşündüğümü
bilmiyordum. iyi ki konuştum. Konuşurken işin
farkı na vardım.»

Uzun Söz Gümüşse, Kısa Söz Altındır

Eski Fransız Başbaka nlarından Cheben


Delmas'ın ne güzel bir sözü var:
« iyi bir konuşmanı n bir başı, bir ortası. bir
sonu olmalıdır. Ve başı sonuna mümkün oldu­
ğu kadar yakın olmalıdır,» der.
Epiktetos da, «Coğu zaman sus. Gerekti­
ğinde konuş. Gereki nce de onu en az kel i me ile
dile getir.» d iyor.
Az ve öz konuşma üzerine Ahmet Resim üs­
tad ımızın bir sözü de kulaldara küpe olmalıdır.
ikdam'da fıkra yazmasını öneren Ahmet Cevdet
Beye üstat.

67
« Kısa mı olsun, uzun mu?• diye sormuş.
«Ne farkı var ki?»
« Uzun olursa yarım, kısa olursa bir altın
isterim de ondan,» demiş üstat.
Kısahk, özlülük yazandan da okuyan ve
dinleyenden de elbette çok daha fazla zihin
gücü i ster.
Buna ola na k ve zaman bulamayanlar, i şte
başkalarının vaktini ve dikkatin i alan uzunluk­
lara başvururlar.
Sözlerim i lsa'dan 600 yıl önce yaşamış bir
düşü nürün, Lao Tseu'nün sözleri ile bitireyim:
«Az konuşun ki , siz siz kalın.»
i şte size, özün özü bir deyiş. Onu açıp yo­
rumlamak, büsbütü n tadına varmak icin zihin
gücü nüzü biraz seferber etmeniz gerekecek.
Amo ıdeğmez mi?

1974

68
BiRi KiMSiZ UYGARLIK OLMAZ

Kemal Tah i r'in Isabetli bir teşhisi vard ı :


« Batıl ı aydın b i r biri k i m i n üstüne konar, orada
her alanda enine boyuna Incelemeler yapılmış­
tır. O kendi yaratma g ücünü, bunları a l ıp, eritip
geliştirmeye harcar. Böylece de daha verimli
olur» derdi . Oysa bizde iş böyle değ i l . Çoğu
alanda bizden önce, bize hazır materyal-i işleyen
pek olmamış. Sanatçı olalım, bilim adamı ola­
l ım, daha önce yapılana, hazıra konmak kolay­
lığından yoksunuz. l şimizin gerektirdiği i ncele­
meleri, asıl işimizi b ırakıp biz kendi m iz yapmak
zorunda kalıyoruz.
Yirm i yıldır Edebiyat Fakültesinde Tiyatro
Tarihi okutuyorum. Elimi attığım zaman bulabi­
leeeği m materyalin azlığır bel i mi büküyor. Kay­
nakların çoğunun yabancı oluşu ise i nsanı ayrı­
ca utandırıyor. El, bizim tiyatromuzu bizden ön­
ce, bizden iyi i ncelemiş. Biz de ise hal k temaşa­
m ızı, bayağı adi d iye yaftalayan batı özentis i
ayd ınlar bu Ihmallerine sözümona, kendi akılla­
rınca bir de hafifletici sebep bulduklarını sa n­
m ışlar.
Ankara'dan aynı branşta ders veren sayın
mesfe·ktaşlarım Meti n And, Özdemir Nutku, Sev­
da Şener de aynı güçl üık lerle karşı karşıyalar.
Onlar da beni m gibi, kendi göbeklerin i kendileri
kesiyorlar.

69
Münster'de Bir Türk Edebiyatı Ses Arşivi

Geçmişin biri kimini bilineli bi r şekilde top ­


lamak, sıralamak, işlemek, batılının kanına işle­
miş. 1950'1erde Münster Üniversitesi Şarkıyat
Kürsüsü Profesörü Prof. Taeschner, Anadolu'da
bi rl i kte yaptığı mız Sanat Tarih i gezi lerinde bana
bir projesinden söz etmişti. istanbul'a dönünce
yaşamakta olan bütün ünlü Türk ede biyatcıla­
rının sesini ses bond lannda zaptetmek istiyor­
du. Kend isine ya rd ımcı old um. Yahya Kemal.
Abdülhak Şinasi Hisar, Refik Hal it'ten başlaya­
rak bütün yaşl ı , orta yaşlı ve gene yazarları
kend isi ile tanıştırd ı m . Her birinin kendi sesin­
den ş i i rleri n i , h i kôyelerin i , roman böl ümlerini
banda çekti. Dört başı marnur bir Türk edebiya­
tı ses a rşivi yaptı. Bizim üniversitemizde bul un­
mayan böyle bi r arşiv, h alen ya Münster
Üniversitesi Şarkıyat Kürsüsünde, ya da profe­
sörün terekesinde bulun uyor.
Türkiye'de yalnız rahmetli dostum Bôki Su­
ha Ed i poğlu zamanında, istanbul Radyosu, böy­
le bir ses a rşivi g i rişim inde bulundu. Bildiğim
kadarı o da böl ük pörcük kaldı.

Eski Sesler Kaybolup Gitmiş

TRT Kültür Yayınla rı Şefi Sayın Oktay Ara­


yıcı 1968'de beni 300 daki kalıık bir ramazan
programı icin ödevlend i rdiği zaman, öğ retici n i ­
teli k taşımasını öngördüğüm b u programda d i n ­
leyici lere eski ramazan11arı n ünlü sanatçılarının
seslerini d i nietebi lmek olanağını bulamamış-

70
tım. Abd i Efend inin, Harndi Efendinin, Küçük
isma i l Efend inin, Meddah ismet' in, Kadri Efend i ­
n i n , Eliza Bi nemecıyan'ın, M uva hhid'in, Şadi Fik­
ret'in, Burha nettin Teps i ' n i n, hatta Reşit Rıza '
nın sesleri n i ki mse zapted i p geleceğe bırakma­
yıı düşün memiş. «Bak ne suret gösterir seyreyle
ibret perdesi» adı ile sunduğum o programda
sadece o devri yaşa mış canlı tanıkların onları
tarifleri ile ve i nceleyicUerin yoru mları ile ye­
tindim. Bir de günümüze kalabilmiş yaşlı sanat­
çıları mikrofona getird i m .
Hiç değ ilse onların sesini zaptetmiş olduk.
Ayrıca başka bir ves ile ile rahmetl i Behzat Bu­
tak'ta n rica ederek on u n « Meraki » n i n başında­
ki unutul maz tirad ı n ı ses olarak zaptettim. Bu­
tak'ın bunun icin isted i ğ i 500 lirayı o tarihte bi­
raz yüksek bulan kuruluş, şimdi el i ndeki bu ta­
rih i materyail i n değeri n i acaba bil iyor mu dersi­
n iz?
«Sersem Koca nın Kurnaz Karısı» n ı yazd ı­
ğım sıralarda bir de Mınakyan'ın sesini d i n le­
miştim. Evet, ya nlış okumadın ız, 191 0'da Paris
Pacavracıları oynanırken bir tiyatro ve ta rih
meraklısı bunu o zamanın tekniği olan tell i rulo
sistemi ile tespit etm iş. Başka bir tiyatrosever
de o rulodan gelen ses i bir ses bend ına almış.
Çok cızırtıı l ı olmakla birl ikte M ınakyan'ın bütün
ses hünerleri bu kısa pasajda bel irli bir şekilde
yansıyordu.
ilk Türk operetleri n i n , ismail Hakkı Beyin,
Cuhacıyan'ın müzi·kleri n i n, Cemal Sahir operet­
leri n i n bizde en küçük bir ses kal intısı yoktur.
Neden? içi nde bulunduğumuz zaman sü­
resince pek değerini bil mediğimiz bu olayların

71
yirmi, elli, yüzyıl sonra ne zengi n tarihi bir biri­
kim teşkil edebileceğ i n i a klımızın köşesi ne dahi
getirmediği m izden.
Bu ra mazan da bu sefer televizyon yöneti­
ci leri benden yine eğitici n itel i kte beş yayı n i s­
tedikıleri zama n aynı materya ls izli-k güçlüğü ile
karşılaştı m. Görüntüye sunulabilecek es·ki tiyat­
ro a ktör ve temsi l fotoğ raflarıını topladım. Eski
film arşivlerin i taradım. Bir yangından nasılsa
kurtulmuş Hözım'ın kendi sesi ile aynattığı bir
Karagöz'le, Korniki Şeh i r Naşit'i n Kavuklu Ali
Beyle bir oyun sah nes i n i n sadece bir buçuk da­
ki karl ı k bi r sesli film seansını oğ lu Selim'den
bulup d i nleyici lere sunma'k ola nağ ı na kavuştuk.
Ama, hepsi o kadar. Ta rihi nitelik kaza nan bu
dokümanların bir kopyesi , bi r tiyatro müzemiz
olsa . hemen oraya veri lebi lirdi. TRT a rşivi nde
kaybol uncaya kadar şimd i l i'k orada duraca klar.

Bir Tiyatro Müzesine Doğru

Gazetede bunlardan yakı n ı rken, «Niye hölö


bir tiyatro müzemiz yok)) sorununu attım. M i l l i ­
yet Sanat dergisinin odasında i d i k. Bu dergiyi
Avrupa 'daki benzerlerinden h i ç aşağ ı ka lmayan
bir ka lite ve d i na mizm i ç i nde cıkartan ve yüzü n­
cü sayısına va rd ı ra n gene ve ülkücü a rkadaşla­
rı m ben i destekledi ler ve yüzü ncü sayıyı « Bi r
Türk Tiyatrosuna Doğ ru)) sloga n ı v e esprisi için­
de hazırlamaya karar verdiler. Bu konuda de­
ğerli fiki rleri n i öğrenmek i ç i n uzmanlara, bi lim
adamlarına, arşivci lere bazı sorular hazırlad ık.
Dünya tiyatro müzeleri nden fotoğ raf ve bilgi
istedik.

72
1 955'te Viyana'da d üzenlenen Uluslararası
Tiyatro Sergisi başta olmak üzere çeşitli ülke­
lerde çeşitli tiyatro müzeleri gördüm. Birkaçın­
da çağrıl ı olarak eski h a l k temaşamız üzerine
konferanslar verdim. Batıda sade başkentlerde
değil, öbür kentlerde de tiyatro müzeleri var.
Hatta tiyatrola rı n kendi özel müzeleri var.
Ayrıca Stanislawski Müzesi gibi yalnız bir
büyük rej isöre ayrılmış kişisel müzeler, Max
Rah inhardt a rşivi gibi, kişisel arşivler var.

Toneel Museum

örneğin, size bi r fikir vermek ıçın bilinçl i


bir tiyatro müzesinin neler teşh i r ettiğini s ı ra­
lamak isteri m. Geçen yıl çağrıldığım Amsterdam
Kral iyat Müzesi, öbür adı ile Toneel Museum'un
a lt katında koca bir kütüphane, bir alfabetik
kartoteks var. Yine ayn ı katta bir gösteri salo­
n u nda, gereği nde tiyatro tarihi ile ilgili filmler,
dialar, epidias·koplar gösteril iyor. Konferanslar
veril iyor.
Alt kat salonları da, tiyatroyu yansıtan kla­
sik Hol landa ressamları n ı n tabloları ile ve hey­
kel lerle değerlendirilmiş. On a ltıncı yüzyıl pana­
yır tiyatroları n ı yansıtan Peter Balten'in nefis
tablosundan gözün üzü alamıyorsunuz. Yine alt
kat salonlarda eski oyunların Içten ışı klanmış
dekor maketleri, tiyatro maketleri yer a l ıyor.
Devamlı bir si nema projektörü, küçük bir ekran
üzerinde bir dekor değişim i n i n altı safhasını ha­
reket halinde gösteriyor. Üst kat salonlarda ta-

73
ri hi tiyatro kostümıleri, tiyatro afişleri, el ilanla­
rı, a ksesuar ve requ isit sergilen iyor. En üst
katta müze müdürünün bürosu bulunuyor.

Bari Eldekiler Kaybolmasın

Türkiye'de bir tiyatro müzesi nasıl kurul ur?


Buna ya Kü ltür Bakanlığının ya da bir vakfın el
atması gerekir. Işin tekniği uzmanlarca hazırla­
nır, ama gerçekleşmesi sermaye ister, ya devlet
desteği ya da vakfın a rkalaması gereklid ir.
Bug ü n tek tek ellerde tari hi değerde tiyat­
ro materyali az da olsa vardır. Sayın Ra.if Oğan'
da yüzlerce tuluat defteri vardı.
Sayın Metin And kendi yolunu kend i açan
bir bilim adamı olarak, her bulduğu belgeyi top­
layarak ôdeta kişisel bir müze kurdu. Ankara
Tiyatro Kürsüsü n ü n arş ivinde de değerli belge­
ler old uğunu tahmin ederi m. Rah metl i Celôl
Esat Arseven'de tarihi belgeler olduğu söylenir­
di. Rah metl i Behzat Butak'ın değerl i Karagöz
koleksiyonu vardı. Kaybol up g itti. Perakende
olarak daha kim bilir ki mde, neler cı kar.
Iş, şu müze işinin gercekleşmesinded ir.
Bu nüve etrafında bütün meteryal kristaılize
olur toplanır, birikir. Bilineli bir tasn ife tabi
olup kamuya ve gelecek kuşaklara su n lllur.

Bir Türk Tiyatro Müzesinde


Neler Sergilenebilir

Önce bir kütü phanede Türk tiyatro tarihi

74
i le ilgili literatür bulunabi l i r. Georg Jakob, lg­
naz. Kunoş, Theodor Menzel. Helmut Ritter,
Teodor Kasab, Selim Nüzhet, Sabri Esat, Ah­
met Kutsi Tecer, ismayil Hakkı Baltacıoğ l u gi­
bi halk temaşamıza, Refik Ahmet Sevengiıl, Ah­
met Harndi Tanpınar gibi bütün temaşamıza yö­
nelmiş, eski i nceleyicileri n eserleri, resimleri
bu böl ümde sunulur.
Alfabetik bir kartateks bütün yerli ve ya­
bancı i ncelemeleri ve inceleyicileri toplayabil ir.
Eldeki bütü n tiyatro eleştiri kupürleri, program
dergileri, biıletleri, el ve duvar ila nları da ayrı
bir köşeyi kaplayabi lir.
Arşiv böl ü m ü nde eski ortaoyunu, tekerle­
me, Karagöz, meddah, tul uat. köy oyunları me­
tinleri , mümkü nse el yazısı i le manüskript ola­
rak biriktiri lir.
Fotoğraf arşivi, eski tiyatro binaları n ı , eski
sanatçı ları, yazarları , temsi l resimleri n i , dekor
resimleri n i kapsayabi l i r.
Bir başka böl üm, kostümleri serg iileyebi l i r.
Mesela Naşit Beyin vaktiyle zeng i n bir gardro­
bu vard ı , heba oldu g itti . Harnd i ' n i n kavuğu,
Abd i ' n i n cübbesi sağ kalıp böyle bir sergiye
konsa ne kad ar sıcak ve renkli bir şey olurdu.
Eski oyu nları n tari h i aksesuarıı, örneği n
tarihi «Taş Parcası » n ı n , oyu nda Remzi'yi (Ra­
şit Rıza'yı) öld üren tuğlası. Mınakyan'ın zeh i rl i
yüzüğü. Eliza Bi nemecıyan'ın kolyesi ve ben­
zerleri de bir müzenin can alıcı objelerid i r.
Ses arş ivi eldeki mevcut tırtııllı rulo, tel,
plak, ses bandıı aracılığı ile tespit ed ilmiş ses­
lerin topl andığı böl üm olabilir.

75
Müzik a rş ivi, müzik l i eserler, sahne müzik­
leri üzerine fikir verir.
Film arş ivi, eski film lerdeki eski sanatçıla rın
görüntü leri n i bir araya getirir. Yukarda sözü­
nü ettiğim N aş it Sekansı gibi . . .
Hasılı bir Türk tiyatro müzesi n i oluştura­
ca k böl ümler çoktur. Ceşitl idir. B irikim vardır.
Ama dağınıktır. .
Bütün iş bunun i l k adım ının atılmasında­
d ı r. Gerisi m uhakkak gelecektir.

76
ESKi H iSAR S I RTLARlNDA

Kafa işçi l i ğ i , ağır ·işçi l i ktir. «Haftada bir


iki gün, yılda bir iki ay kızağa çekilmek gerek»
buyu ruyor, sağlıık bilim uzma n la rı. Böylesi bir
l ü ks, bizim harcımız olamaz elbet. Ama i nsa n­
oğl u da makine değiıl ki. Aralıksız çalışınca ,
hem sinirler yıpra n ıyor, hem i nsa nın verimi dü­
şüyor.
Baktım olaca k gibi değ i l , tuttum, kendi me
sekiz günlük bir tatil aldım. Marmara kıyıla­
rında bir köyün yarı boş bir otelinde tek yatak­
lı bir oda ayırttım.
Aynı köyde Gazeteciler Cemiyetinin tatil
köyü de var. Sayın Sabahatti n Selek ve a rka­
daşlarının h i ç yokta n var ettiği bu uygar ka mp­
ta hem yer bulma k güç, hem de bulsa nız, ayrı­
ca sakıncalı. Sakınca l ı , çünkü gazeteci miJ:Ieti
tatilde bile tatil yapa maz. Mayo ile gezse de,
sere serpe yatsa da , oyu n masasına otursa da,
kafasının bir yanı ile g ü ncel olayları kovalar,
siyasal tartışmaları öğütür. Hasılı, dü nyada n
kısa süre için de olsa , tam bir kopa maz.

Tatilde Dinlenme Sanatı

Yine sağl·ık bi·l i m uzma nları buyuruyorıar ki:


« Di nlenmek için her günkü yeri n izden, her

77
günkü uğraşınızdan uzaklaşın. Demirci ya da
mara ngozsa n ız, kitap okuyun; postacı ya da
ta hsildarsanız, sı rtüstü yatı p dinlenin. Yazar
çizer takımı ndansanız yan ı n ıza kitap kalem al­
mayı n . Bol bol yüzün, yü rüyü n.»
Ben uzman sözü d i n lerim. i l k üç gün sa lık
verileni yaptım. i nsan her günkü uğraşı n ı bıra­
kıp dinlenekalınca daha bir küngürd üyor. Belki
de bütü n yılın yorgunl uğu işte ası l o zaman
ortaya çıkıyor. Ama, buna da daya nmak gerek.
Çünkü, iki gün son ra o yorg unl uk ve ca n sıkın­
tısı da geçiyor. Bu sefer dolayı gezmek, yeni
bir şeyler görmek hevesi kapl ıyor içinizi.

Laubali Bir Ok

Ankara'ya otobüsle giderken, hep gözüme


i l iş i r, Gebze de koca bir ok var. üstünde Türk­
ce ve i ngil izce bir yazı: An ibal'ın Mezarı.
Otelde ta n ıştığım yaz kış orada otu ra n bir
Al ma n mühendisin a rabasıyla ünlü Kartaca l ı n ı n
mezarını a rad ık. Yol boyunca birtakım oklar
bizi selvilerle çevril i bir tepeye yöneltti. Ama
tepede bir lahit görü n müyord u. Mezarın kal ı n ­
tısı olduğu söylenen bazı taşla r va rd ı . Biri n i n
üstü ne rastgele biri, bel ki bir ustabaşı , gelişi­
g üzel bir yazı ile ANiBAL yazmıştı.
O da ol masa , ya nlırş bir yere geld iğinizi sa­
nabi l i rd i n iz. Yağmur cisel iyordu. Hava kapa l ı
idi. Öyle olduğu halde, biz orada i ken, o n beş
dakika içinde beş kişi l i k bir Yugoslav g rubu, bir
Türk öğretmenle a i lesi, iki Rus turist, bizi de
katarsa n ız, on dört ziya retçi Anibal'ı ziya rete

78
gelmişti k. Sura n ı n turisti k bakımdan ilgi çeken
bir yer olduğu besbelli bir şeydi . Anka ra asfal­
tına üç dakika uzaklıkta idi. Ama gelenleri,
«Acaba ya nl ış mı geldik» h issine kaptıran bir
lauba l i l i k karşılıyordu. Buraya bir Mausoleum
yaptırmak, üzerine bir kitabe yazd ı rmak Tu­
rizm ve Tan ıtma Bakanlığına kaça mal olurdu?.

ihtiraslı Bir Komutan

Aniha l i cok duym uşluğumuz vardır. Önce


tarih kitaplarından sonra da, rahmetli Fazıl Ah­
met'in belleklerde kalan ü n l ü dörtl üğünden:

Hele var ki, bir tablo,


Görse şaşar Anibal
Ördeklerden bir filo
Bir de kazdan amira l .

Oysa, ta ri h i n bize anl attığı portresi , bu


i htiraslı komuta n ı n öyle kazdan a rn i ra i l i bir ör­
dek filosu nun tadı n ı cı karacak bir yaratılışte
olmadığ ı n ı kan ıtl ıyor. Böyle şeyılere şaşmaya,
doğa mizahıyla oya lanmaya pek vakti olmamış
fa ki ri n . Yaşa m ı n ı n tek i hti rası v e sapla ntısı,
Roma'yı yı kmakmış. Bu ki n, yaşamı boyunca
ona egemen olmuş.
Ta rihler, 27 yaşında en büyük komutan
gayesine erişen Anibal'ın yorulmak ned i r bil­
mediğini yazıyorlar. S ı n ı rl ı vücut olanakları n ı
sın ırsız bir güc haline geti rmesinin sırrın ı bütün
h ücrelerine sinen bu h ı rsta aramak gerek. Bu
n iteliğini askerlerine de aşılaması n ı bil i rm iş.
Aksi halde, 50.000 kişi l i k piyadel i , süvarili ve

79
de ayrıca fiili ordusunu, Roma lı ları şoşı rtmok
icin Pirenelerden Alplerden oşırtıp, arkadon ku­
şotışını nasıl ocı,kloyobileceksin iz?
Bu sefer sırasında, çoğu Afrikolı olon as­
kerlerin soğukton kırıld ı ğ ı n ı ve 50.000 kişiıl ik or­
d udan a ncak, 20.000 kişi n i n kaldığı n ı söylerler.
Antbol sağ kalon larla üstüne üç dalga hal inde
gelen Romalı komutanla rı, Tessi n'de, Trebi'de,
Arezzo Aretiyum'do toz eder. Roma'yı kuşat­
mayı, stratej i k ve siyasal neden lerle sokıncolı
bulup Adriyati k üzeri nden Gü ney ltolyo'yo sor­
kor. Daha büyük bir ordu ile karşısına çıkan
Konsül Pol Emil'in ordusunu do Kon Savaşı nda
yener. Romalı ların bu savaştaki kaybı 70.000'i
geçer. Konsül esir d üşer (M.Ö. 216).
Anibol görülüyor ki, Roma'ya iyice duman
arttırmış. Ama sonunda Scipios, Zama dolay­
larında l l . Pön Savaşı adı veri len bir savaşta
onu moğlup eden tek komutan olmuş.
Rivayet olunur ki, Sci pios'un bu zaferin­
den sonra, komutan ları ndon biri Anibol'o sor­
muş:
«Sizce d ü nya n ı n en ünlü komutan ı kimdir?»
« lskender'di r,» demiş. «Sonra Pyrrus ge­
lir, sonra do ben.»
« Peki oma Scipios sizi yend i?»
«Evet yendi. Yenmese idi zaten kendimi
birinci soyacoktım.»
Yen il·g iden sonra y urdundan kocmak zo­
runda ko lon An ibol, Kral Antiochus'un yanına
iltica edip ona siyasal ve askeri danışman ol­
muş. Antiochus'un Roma hiara yenilmesinden
sonra Anibol, Britanya Kra l ı Pruslos'ı n yanına
kaçmış. Eski H isor dolaylarında yaşamış bir

80
Romalı elci onun kend ilerine · tesl im ed ilmesini
isteyince zeh i r içip canına kıymış.
Yani adamcağız d ü nya tarihinin en ilginç
kişilerinden biri olmak için el inden geleni yap­
mış ve son uykusuna da bizim topra klarımızda
dalmış. Böylece bize baha biçi lmez turistik bir
olanak sağlamış. Ama biz bunu umursamamı­
şız. i şte Eski Hisar'ın, romanti k kalıntılarına
baıka n selvilerle çevril i bir rüzgôrl ı tepede bir
Türk işeisinin çizi ktirdiği Anibal yazılı bir taşın
altında, dünya tarihinin öyle mutsuz bir kah­
ramanının yattığ ı sanıl ıyor.

Hizmet Etmek En iyi Yol

Dünyada Çayı rova tren istasyonunun bir


benzeri va r mıdır, bilm iyorum. Cardakl ı , sevim ­
l i , sıcak, tek katlı bir yapı. Önündeki ağaçl ığın
altına park sıı raları serpişti ril m iş. Tren bekleyen
cocuklar oyalansın d iye bir de sal ıncak unutul­
mam ış. i stasyonun içine g irince düş görü r gibi
oluyorsunuz. Burası bekleme salonu değil, bir
kitapl ı k. Geneler orada dergilere bakıyor. Ki­
taplardan not alıyorlar. Yaşl ılar tarihi yazı lara
da lıyorla r.
Duvarda bir yazı :
«Oku. okut. öğren, öğ ret,
i leriesin yüce millet.»
Bel l i bir şey ki, bu raya uygar bir el dokun­
muş. i nsancıl bir gönül eğilmiş. i nsanın çevre­
sini ısıtması, ayd ı nlotması için profesör yahut
M i l l i Eğitim Bakanıı olmasına gerek yok. Bir
köy öğ retmen i, bir kayma kam, bir istasyon mü-

81
d ü rü olması yeter. insan olması, insanları sev­
mesi yeter.
Bakın Çayı rova istasyonunda, i nsana umul­
mad ık bir iyi mserli k aşılayan bu atıılırnın öncü­
sü, istasyon Müdürü Adnan Peşkircioğlu yine
duvara ası l ı bir manzumesi nde ne d ivor:

EL ELE

Dergiler renk renk boy boy


Al oku yerine koy.
Bulursun her bir konu
Yırtma yıpratma onu.
Herkese faydalı ol,
Hizmet etmek en iyi yol.
Doğru, iyi, güzele
Yürüyelim el ele.
Yok edelim illeti
Yükseltelim milleti.

Varolasın Peşkircioğlu. Bu mil lete oku­


mayı , satranç oynamayı, matematiği, kısacas·ı
kafası n ı işletmeyi öğrettiğimiz gün, ancak o
g ü n « ışıklı yarınları> lafı edebiyat olmaktan çı­
kacak.
Ne günlere kaldık dostlar. Istanbul'un bur­
nunun dibi nde hiç u mmadığımız bir i stasyonun
bekleme salonunda birkaç kitap görmek bizi
sevineten deli edebi liyor.
1975

82
YAZlK OLDU WI LLY BRAN DT'A

Bu devlet adamları ne kadar enerjik, ne


kadar zeki, ne kadar uya n ı k olurlarsa olsunlar,
yine de bir yerde bas i retieri bağlanıyor. En
olmayacak i nsanlara güven gösteriyorlar. Dost
bilip «hari m » i ismetlerin e al ıyorlar. Acıl ıyorla r,
sacıl ıyorlar. Sonra da, günün bi rinde, g izl i
a ja n ı n kalem şekli ndeki mtkrofonu, saat
şeklindeki m ikrofilm fotoğrafı i le tespit ettiği
belgeler, kendi lerin e karşı silah olarak kulla­
n ı l ı nca apışıp kal ıyorlar.
Son olarak, Willy Brandt da böyle bir oyu­
na kurban g itti.
Bu olay bana, cocukıluğumda okuduğum
bir Cingöz Recai serüve n i n i hatı rlattı. Polis mü­
fettişi, Zehi r Hafiye Ahmet Rıza ve yard ımcısı
Komiser l hsan, kibar h ı rsız Cingöz Recai'nin
peş indedirler. Ama ta m yakalayacak gibi olur­
ken , onu el lerinden kacırı rlar. Sonunda bir ev­
de kıstırırlar. Polis kordonu evi kuşatmıştır.
Kaçacak del ik bırakılmamıştı r. Poli sler eve
g i rer, odaları bir bir a ra rlar. Cingöz Recai o du­
rumda bile eter olup s ı rra kadem basmıştır.
Akl ı n, mantığın alamayacağı bir iştir bu. So­
nunda iş anlaşılıır. Ahmet Rıza, yard ı mcısı Ko­
miser lhsa n'a bir şey soracak olunca, onun
ortadan kaybolduğunu görür. Meğer, iki yıldır
Ahmet Rıza 'nın e n güvendiği komiser olarak

83
yardımcıl ığını yapan l hsan, C ingöz Reca i'nin
ta kendisi değ il mi imiş.
Wil ly Bra ndt'ın özel Kalem Müd ürü Gün­
ter Guillaume da, tıpkı Server Bed i 'nin hayal
ürünü Komiser i hsan g ibi, yıllardır arnırının
ense kökünde casusl u k yapar dururmuş da,
kimsenin ruhu duymazmış. Nerden şüphelen­
s i nıJer.

Şantalın Adisi

Şimdi bu Guilla ume, sırf bir rastlantı so­


nucu yakayı ele verince, birden şanta ja g irişm iş.
«Ya ben i hemen yurduma iade edersiniz,
ya da her şeyi acıklarım » d iyormuş. «Her şeyi»
dediği, başvekilin özel yaşamıyla ilgili, bazı ev­
l i l i kdışı kacama klarmış. Willy Brandt, daha Ber­
l i n Belediye Başkanı i ken, gene ve g üzel bir
kızla i l işki kurup, bunu yı llar boyu sürd ürm üş.
Bu kız Doğu Almanya hesabına calışan bir g iz­
l i a ja nken, sonra bu işten vazgeçm iş. Gü nter
Guilla ume, başvekile, g ittiği dış gazilerde ka­
dın bulup getirirmiş. Açıklayocağı kirli çamaşır­
lar bunl armış.
Şu pol itikanın cilvasine ba kın. Berl i n ' i n
gözüpek Belediye Başkanı, Alman Sosyal ist
Partis i n i n sempatik l ideri, saygıdeğer Hükü­
met Başkanı, Nobel Barış Armağanı sahibi,
Avrupa barışının ülkücü ve çalışkan unsuru
Wi lly Brandt, çevresinde kurulan sinsice bir
kapa n ı n kurba nı olup, bir günün içinde bütün
dünyadaki ded i koducu cenelere bulu nmaz bir
sakız oluverip çıktı.

84
Aynı şey, bir işadamının, bir mimarın, bir
sa natcınıın başına gelse, ki msen i n ru hu duy­
maz, örtbas ed i l i r, üstünden geçilip gidil i r,
pek önemsenmez de, bakın bir devlet adamı
aynı ihtiyats ızlığı yapınca iş ayyuka çıkıyor, bir
anda d ü nyaya yayıl ıyor.
Profumo ska nda lı henüz belileklerde taze­
d i r. O h i kôyede de Dr. Word adı nda, yabancı
a janla r emri nde calışan bir aracı, Christine
Keeller'i, Ma ndy'yi d üzenlediği seks elemlerin­
de olta gibi kulla n ı p, i ng i l iz imparatorluğu'nun
Milli Savunma Baka n ı nıı , hatta yakışıklı Eyüp
Han'ı tavlamamış mı idi?
Keeller ve Mandy bir günün içinde meşhur,
Profumo bir günün içinde rezil olurken, Eyüp
Han olaydan ucuz sıyrı ldı, Dr. Wo rd ise bu nu
hayatı ile öded iyd i .
Biraz daha geri gidelim. I kinci Dü nya Sa­
vaşının en i lg i nç casusluk olaylarından biri,
Cicero'nun, ingiliz Büyükeleisi Sör Hugne
Knatchbul - Hugessen'in gizli evrakını aşırışı
idi. Ciceron, büyükelci n i n nesi idi? Od a hizmet­
cisi. Büyükeleiye kad ı n i kram etmed iği muhak­
kaktı. Ama başka şeyler i kram ettiği söylentisi
ortada dolaştı. Herkes i n zaafı aynıı olmaz.
Çok daha geri lere g idersek, Amerika Bir­
leşik Mil letleri tari hinde de, bazı bel i rg i n örnek­
lere rastlaya biliriz. Mesela Hard i ng'i alalım.
Cumhurbaşkanl ığına adaylığ ı n ı koyd uğu za man,
kazanma umudu azd ı . Iki gözde aday yenişe­
meyince, Kongre onu seçti. Harding'in on do­
kuz yaşında bir kızla evl i l i kd ışı ilişkisi vard ı .
Böyle bir durum, o n u n cumhurbaşkanı seei lme­
sine engeld i . Ama cumh urbaşkanlığı andınıı ic-

85
tiği sırada, «Bu ödevi yüklenmenize engel bir
durum unuz -var mı?» sorusuna rahatça «Hayır»
d iye cevap verd i . Onun bu yalan ı n ı ya da un ut­
kan lığını koz olarak kullanan parti arkadaşları,
adamı olmayacak usuls üzlü klere sürdüler. Dev­
leti n petrol rezervleri n i özel şi rketlere kiraya ve­
rip, vurgun vurdu lar. Sonra hepsi birlikte mah­
kemelik oldular. Bir cumh urbaşkanıı nın seksüel
zaafı , bakın ız, durduğu yerde ne işler açmıştıı .

Periki es ve Sukarno

Sevg ilis i yüzünden laf sah ibi olanl ardan


biri de Perikles'tir. Adam hiç de büyük gaf yap­
madığı, üstelik kad ı n ı n i·kôhl ayı p a:ldığı halde,
çeneler durmak bilmemişti. Çünkü Aspasia
vaktiyle bir randevuevi çiçeğ i idi.
Ya Endonezya 'nın zam para devlet başkanı?
Sukarno çapkınlığını gizli de yapm ıyordu. Yur­
du muza her gelişi nde, o zamanın devlet adam­
larına isted i ğ i n i ima ediyordu. Onlar da onun
nabzına uygun olarak hareket etmeyi pol itik
bir takti k sayıyorlard ı . B i rleşmiş Mil letlerde bir
oy, bir oydu. Sukarno'ya hoş görünmeli idi. Kal­
d ı kı, tencere dibin kara hesa bı, Sukarno'yu
ayıplayocak durumda da değ i l lerd i . O zama nki,
hükümet reisim izi n aşk serüvenleri dil lere des­
tandı. O zamanki Dışişleri Bakan ımızın da, ev­
lil ikdışı ilişkisi devlet s ı rrı olmaktan çıkmıştı .
Sukarno burada, b u konuda, o kadar şımanı l­
d ı ki. burdan sonra her gittiği yerde de hevesi ­
n i , en normal b i r şekilde resmi yoldan tekra rla­
dı ve çok iyi hatırlarım, Avusturya Dışiş leri Pro­
tokol M üd üründen şu cevabı aldı:

86
« Ekselans gal iba ben i başka biriyle karış­
tırmış olacaklar. O alanda size yard ımcı olmak
ihtisasım dahilinde değ ild i r.»
Politikacıları n seksüel zaafları n ı , kimi sö­
murur, kimi şa ntaj belgesi olarak kullanır.
Yassıada Savcısı, tarihe eU nde ada let terazisi ile
deği l, bir kad ı n ki lotu ile geçm işti. Ve bunu ya­
parken bir de ma rifet yaptığını sanm ıştı. Oysa,
o anda aransa suçlu i skemiesinde oturmaya n ­
ların da evlerinde. garsoniyerlerinde n ice kirli
çamaşırlar çı kardı .

.Politikacılar da insand ır

Pol itikacılar i nsan ü stü yaratıklar değildir.


Pol itikacı hk keşişl ik g ib i bir riyazet meS'I eği de
değildir. iyi pol itikacı olmak icin i l le hadım ya
da iktidarsız olmak gereğ i yoktur.
Tam tersine, iktidar mevkii, iktidarsız i nsa­
na bile yen iden güc kazandıran bir abı hayattır.
Pol itikacıların yorucu, mücadelel i, yoğun ve ge­
ri l imli bir yaşa mları vard ı r. Bir soluk alma anın­
da, ya da yabancı gözlerden uza k, bir dış gezi
sırasında, bir başarı sarhoşluğu içinde, iki ka­
deh şampa nya içti kten sonra, bir kaça mak yap­
mak, felekten bir iki saat ca lmak istemeleri i n ­
sanca bir zaaf olmakta n öte b i r s u c olmasa ge­
rektir. Ama bunu normal yurttaşlar değil de, bizi
yönetenler ya pınca, kızıica kıyamet kopar. O
nazen inle d iz d ize resm i çıkan vekilin, kariyeri
ytkı ld ı demektir. Aşk mektupları ele geçen se­
natörün , artık muha lefet ya pabilme ola nağı kal­
madı demektir. Bu i n sanca zaafı, ona karşı

87
amansız ve susturucu bir si la·h olarak ku llanı­
lır.
Ense kökünde casusluk yapıp koca Brandt'
ın s iyasi hayatına son verişi yetmez gibi, Gün­
ter G u i l laume, şimdi de tutmuş, onu seksüel ya­
şamı n ı açı klama ile tehdit etmektedi r. Savaşta
her a ra ç meşru olabilir. Casusluk da. Ama Guil­
laume'un son tehdidinde çok aşağ ı l ı k bir şey
vardır.
Devlet adamları! Uyanrk olun, ayağı nızı
denk alın. Casuslardan, kad ı n simsarları ndan,
şantajcıla rdan sa kı nın.

88
HAFTA SONU TATiLi

iki günlük hafta tatili kararnamesi çıktı.


Böylece biz de uygar batı ül·keleri n i n çizg isinde
i nsanı�n yeni bir hakkı n ı , eğ lenmek, mutlu ol­
mak hakkını kabu llenmiş, uygarl ı·k yol unda bir
ad ım dahci atm ış olduk. Hayırlı olsun.
Fransız Başkan ı G i s ca rd D'Esta ing, durdu­
ğu yerde mi « Hayat Seviyesi» adıyla, yeni bir
bakanlık kurdu? Bu ba ka n l ığ ı n eksi kliği orada
niced ir duyulmaktc idi. Adı , Eğlence Bakanl ığı
mı olsun, Boş Zama nların Değerlend i ri l mesi Ba­
ka nlığı mı, d iye düşü n ü l üyordu. Şimdi adı da bu­
l u ndu. Faal iyete geçti.
Bu iş içi n karar almak, bakan l ı k kurmak el­
bet yetmez.
Kazanılan boş za man ların d i n lendi rici, eğ­
lend i rici, bireyi daha d inç ve veri m l i kılıcı olması
için somut yol lar bulma k gerek.
Batıdaki, end üstri uygarl ığının, tüketim ya­
rışının bir gereksinmesi olan bu d i n lenme ha kk·ı­
nı acaba erkekleri n i n çoğunluğu kahvelerde
dört mevsim boyu zaten d i nleneduran geri kal­
mış uyuşuk bir topluma uygulamaya ka l kmak,
bi r çeşit özenti değil midir? Tuta lım ki, özenti
değildir, bu iki g ü n tatili Türk vatandaşı nasıl
değerlend i recektir? Televizyon soğuk şov prog­
ra mlarını şimdi cumartesilere de uzatacak, lig
maçları cumartesi günleri de halkı coşturacak.

89
pazarları ayakta bile yer bulun mayan ada va­
purları şimdi cumartesileri de ana baba g ü nüne
dönecek, Karaköy'den kalkan dolmuş motorları,
şu canım kıyılarda lağ•ımsız deniz bulamayan
vata ndaşları minibüs plakları nın eşliğinde da­
ha az lağımlı kıyılara götürmeye, pazar yerine
cumartesiden başlayacak, baş başa kalan karı
kocaların hafta sonu tartışma ve dalaşmaları
şimdi iki misli artacak. Komprador cocu kları bir
güne sığdırmak zoru nda kaldı kları azgml ıklarını
şimdi uzun sürel i, gece yatı l ı toplu orj iler haline
getirme olanağ ı n ı resmen kazanmış olaca klar.
Trafik kaza ları, cinayet olayları, hafta sonu bi­
raz daha a rtacak vb . . . vb . . .
Türkiye, batı n ı n end üstri uygarlığına benze­
meyen acayip bir ül·ked ir. Türkiye'de ekmeğini
kazanmak, başı ndaki sekiz n üfusu insan altı bir
seviyede de olsa besieyebilmek için, gece g ü n­
d üz, yaz kış demeden, calışan bir yoksul kitle
vardır. Bunların çoğu fiziksel bitki nl ik ve mad­
di ola naksızlık bakı mından hafta sonu tatilin­
den yararlanacak duru mda zaten değildir. Sö­
mürü d üzen inin kolplan ile büyük firmalar kur­
muş, büyük vurgu nlar vurmuş açı kgözler ise,
film lerde gördüğümüze benzeyen -kendi de­
yim leri i le- «Week-End» leri, kararnamen in lüt­
fu olmadan da, hafta n ı n her istedikleri günü is­
tedikleri uzun lukta zaten alabilen mutlu bir azı n ­
lıktır.
Bunların ikisinin ortasında büyü k bir me­
mur kalabalığı vardır ki, yeni hafta son u tatili
kararı n ı n işte bunlar icin alındığıı acııkça anla­
şıl ıyor.
Memur denilen yurttaşı alalım. Bunların

90
kacta kaçı isted iği lşte çal ışmaktadır? Kişisel
özlemi ile mesleği n i özdeştiremeyen bir i nsa­
nın çalışma sevinci calışma mutluluğu d iyeceği ­
m i z huzura varması beklenebilir mi? Kend i n i
ruhsuz b i r araç ve işi n i n emri nde i radesiz bir
esi r sayan bir insa n ı n işini bir angarya olarak al­
masından doğal ne olab i l i r? Lise mezunları nı n
özled i kleri fakü ltel ere bile giremed i kleri, daha
yü kseköğretimden başlayara·k, mecburen baş­
ka mesleklere itildi kleri bir düzende calışma se­
vinci olamayacağı g ibi, onun zoru nlu bir bütün­
leyicisi olan d i n lenme sevi nci de olamaz.

i c Bad e Güzel Sev . . .

Tü ketim toplumun u n esirl iğinden kurtu lma­


yı so! ık veren fi lozofların sözleri n i işine geld iği
g ib i alıp yorumlayan bazı h ippiler, hiç calışma­
sız kı rsal ve sürekl i bir tatil avareliğini, mutlu­
luğun koşulu sayacak kadar ileri g ittiler. H içbir
şey ya pmamak keyifli olabilir. Bacaklarını uza­
tıp esnemek, uyumak, uya nmak, sevişmek, d in­
lenmek, yine esneyip uyumak. Bu ancak iki yo­
ğun calışma arasında olunca keyfi cıkarılan bir
mutluluktur. Sürekl i olduğu zaman insanı çöker­
tir. Boileau'nun, «Boşluğun büyük ağırlığı» d iye
bir deyim i var. Ne doğru . Bir i nsan kendi kend i ­
n i düşünmeye başladı m ı , h a p ı yuttu demektir.
Düşü nce uzun süre, içe yönelik olursa, i nsa n ı
yıpratır. Diyeceksiniz ki , süreksiz tatili öneren
avarelerde kendi lerini dahi düşü necek yetenek
yoktur. Onlar d üşü ncesiz, özlemsiz, yargısız bir
hayat öneriyorlar. O da doğru.

91
Ama bu görüşün kimin i ş•ne geldiği orta­
da değil mi? Herkes onlara uysa, del i dünyamı­
zın bugünkü d üzeni sürgit değişmeyecektir.
Tüketim yarışından cebi n i doldura n acık­
gözleri n tam karşısına, tü keti m d üşmanlığı ve
i nsa n mutluluğunun savunucusu ola rak cıkan­
ların bir kısmı, bi lerek, b i lmeyerek, aynı açıkgöz­
lerin ekmeği ne yağ sürmüş olmuyorlar mı? Her­
kes iki hacağ ı n ı uzatıp, onların önerdiği kı rsa l
ve bencil bir m i n i mutl uluğun uyuşukıl uğuna
yatsa, d ü nyamızın içinde bulunduğu büyük hak­
sızl ık, eşitsizl ik, i n safs,ızl ık d üzeninden, bizi kim
kurtarır dersi n iz? Başka gezegenlerden i necek
hayı rseverler mi?

Her Viğidin Bir Voğurt Viyişi

Dinlenmek ve eğlenmek, i nsanın en meşru


ha,k kı, i stedi ğ i mesleği seçmek, yıpranmadan
a i lesi n i geci ndirebil mek, işinde severek i lerle­
mek, kend i n i bulmak, kend i n i gelişti nnek, bunun
icin de haftada birkaç gün, yı lda birkaç ay tatil
yapmak. Daha güçlenmek, gerileyip hız a lmak.
boşala n akümü latörü nü doldunnak icin bir süre
devreden cıkma'k.
Bu boş zama n ı değerlendirme, herkesi n .
her toplumun kültür seviyesine göre değişik ola­
cak elbet. Tevekkeli değ i l , «Boş zernonını nasıl
değerlendirdiği n i söyle, sana uygarlık dereceni
söyleyeyim» demiyorlar.
Elbet, bizim de, « Biz bize benzeriZ» fetva ­
sınca bir boş za manı değerlendinne üslubumuz
olacak.

92
Bizde, hobby fikri gelişmediği icin, postacı­
mız hafta tatilinde mektup dağ ıttığı soka klarda
piknik yaparsa, sandalcı mız hafta sonu bir spor
kulübü nde kürek çekerse, şaşmayalım. Bizde
koleksiyonculuk, resim yapma, bir müzik a leti
ça l ma, herha ngi bir sporla a ktif olarak ilgilen­
me, vurdu bi·li ncli bir şekilde ka rış ka rış gezip
öğrenme, gönüllü kurul uşlara katılma, eksik ka­
lan kültürü nü tamamlama, bir yaba ncı dil öğ­
renme gibi aktif eğlenceler yerleşip gelişmediği
icin, bizler ister istemez bu hafta tatilini yine
pasif eğlencelerle doldurma yolunu tutacağız.
Mac seyredeceğiz, kumar oynayacağız, kahve­
ye bir gün daha fazla g ideceğiz, cene yarıştıra­
cağız. «Anasını sattığ ım, vur patlasın, cal oyna­
sın. Bu hayat böyle geçer. Battıı bal ı k ya n gider»
deyip kadahimizi yeni hafta tatilinin şerefine
ka ld ı racağız.
Hafta tatili bugünkü haliyle memura verilen
bir avuntudur. Elle tutulan tek avanta jı, bir gün­
lük ca1lışmasız mesai ücretidir. Hafta tatilini ka­
bul etmekle, boş zama nları verimli ve uygarca
değerlendirmek ayrı ayrı şeylerdir. Birinciler
icin bir kararname yeter. ikinciler icin oturaklı
uygar bir ortamın yaratı l ması şartt ı r. Bilinçli, uz­
ma nca ön çalışmalar, organizasyonlar gerekli­
dir. Bu olmazsa, ister istemez insa n ı n aklına iki
eski söz geliyor. Biri,
« Dostla r a l ışverişte görsü n.»
Öbürü,
«Oturup ehli hava her biri bir saz çalar.
Çelebi böyle olur bizde konser dediğin.»
Yine de, hafta tati li niz kutl u olsun, dostla-
rı m.
1975
93
YiNE BEKLERiZ DR. KIMBLE

Hani vapur geçer g ider de, dalgası neden


son ra kıyıya vurur. işte tıpkı onun gibi, Sayın
Dr. Kimble, televizyonda bize biraz gee ulaştı.
Ondan ötürü işte bu görmemişl iğimiz, bu tutku­
muz. Amerika ' n ı n , Avrupa'nın geçirdiği bu ço­
cukluk hasta l ığına, biz gee yaşta, yen i tutu lduk.
Çaluk cocuk, ekra n ı n karşısında n ayrılamıyo­
ruz. Büyüklerimiz de bunu bildi klerinden, pcıha­
lılığı, huzursuzluğu, bozuk d üzen i unutturmak
için, çocuğa emzik daya r gibi, dayıyorlar bize
dü nya kupası macların ı , şov programlarını, mia­
d ı geemiş eski fil mleri ve bu arada sizin Kacak
d izinizi. Kuzu kuzu seyred iyoruz, avu nup g id iyo­
ruz işte. Sonra bir hafta boyu da lafı ile gecini­
yoruz. Boş kafa ları m ız, yavan da olsa, öğütü re­
cek bir şeyler bulmuş oluyor. Ne yaparsınız. Si z.
Sayın Dr. Richard Kimble, bütün bu yayınlar
içinde ayrı bir yer tutuyor, ayrı bir önem taşı ­
'
yorsu nuz. Televizyonu m uzun öbür yayınları n ı
izlemeyenler olabil iyor da, sizin d izinizi kocıra­
na pek rastlanmıyor. Ma latya'dan Ağrı'ya, An­
talya'dan Samsun'a, Kayseri'den Kastamonu'ya ,
Kava klıdere'den Gaziosmanpaşa'ya, Büyükada'
da n Taşl ıta rla 'ya kadar, yurdun her köşesinde.
her çeşit yurtta ş. sizi kend i a i lesinden sayıyor
neredeyse. Öylesine sevmiş, ben imsemiş. Siz
bir cırpıda memleketin sevg i lisi oldunuz, çıktı-

94
n ız. Sanat güneşi miz Zeki M ü ren'in, milli övü n­
cümüz futbolcu Cemil'i n pabucu nu dama attı­
nız. Artık varsa Kaçak. yoksa Kaçak. Hele ha­
nımlar s izi dil lerinden d üşü rmüyorlar.

Ne Şundan, Ne Bundan

Bunun nedeni ne ola? Herhalde, siz bu yol­


da pek kafa bile yormadınız. yarmaya gerek
görmedi niz. Yaptı nız rol ü n üzü, aldımz paranızı.
Ve üstünden geçip g itti n iz. Daha doğrusu geçip
g idecektiniz. Vakta ki, işbi lir bir organizetör
sizi tuttu. Türkiye'ye geti rd i . Ve siz burada bir
faniye gösteri lebi lecek en candan sevgi göste­
rileri ile karşı landınız. Krallardan daha iyi ağ ı r­
landınız. Güler yüzler, p ı rıl pırıl gözlerle selam­
landınız. işte o zaman. bu olağan üstü sempati
akımının nedeni n i , belki bir a·kşamüstü, i ki da­
vet arası , elin izde viski kadehi n iz, başıı nızı kol­
tuğunuza dayayıp a raştırmaya koyuldunuz.
«Yakışıklıyım, ondan» d iye düşündünüz bel­
ki i l ki n . Elhak, ya kışıklısı nız. Yakışıklısınız da
dü nyada sizden ya kışı klıı daha n ice yıldızlar var,
değ i l mi Sayın Dr. Richard Kimble? Niye mi llet
onları sizin kadar tutmuyor?
«Televizyon yıld ızıyı m. Bu ekra n ı n kerame­
t i vardır. Televizyonun spor spi kerlerine bile
yüzlerce aşk mektubu gel i rken bana bu kadar
hayranlık olağa n» diye düşünmü;; olabi l i rsiniz.
Bu da doğru, doğru da televizyona sizin gibi
haftada bir değil de, gü naşırı çıkan devlet adam­
ları n ı n pek büyük sempati toplayamayışlarına
ne buyru lur o zaman?

95
Görüyorsunuz ki, bu gerekce de pek tutmu­
yor Sayın Dr. Richard Kimble.
« Kişi l i k sah ibiyim de ondan» buyurmuşsu­
nuz bir gazeteciye. Kişil ik sahibi olmadığınız id­
dia edilemez el bet. Ed ilemez de, o ekranda mil­
letin sizden başka kişi l i k sahibi i nsan görmed iğ i
de pek iddia edilemez. Televizyonda mecburen
a bonesi olduğumuz, Hüsamettin Çelebiler, Hal i l
Tunclar, Mehmet Barlas·J a r sizden d a h a mı az
kişilik sahibi kimseler ya ni? Olmad ı . Bu da tut­
madı . Üstelik sizin alça kgön üllü, efendi yaratı­
lışı nıza pek uymad ı .

Asıl Neden Başka

Sizde bu saydığımız n itel i kler el bet var, var


ama, halk sizi bunlardan ötürü tutmuyor. So­
kaktaki adamın, kad ı n ı n , ortaokul öğretmen i
baya n la rın, enstitüye g iden sivilcel i kızları n,
bakkal cıra kları n ı n , a hretl i klerin, emekli eşleri­
n i n sizi tutuşları başka nedenlere daya n ıyor Sa­
yın Dr. Richard Kimble.
Bir kere siz bir kaca ksınız. Haksız yere suç­
la nmış. iftira kurba n ı bir kacak. Eh biz de alice­
nap bir milletiz. Hep mağduru tutarız. Çünkü
çoğumuz şöyle ya da böyle, mağduruzdur. Esa­
sından, kacak olmasak bi'le. Suçsuz olduğunu­
zu filmin aniatıcısı her hafta tekrarlamasa bile
seziyor hemen seyirciniz.
Dizide sizi nle ilk karşılaşan kadınlar neden
size karşı güven ve bazen de sevgi duyuyorlar?
Suçsuz olduğunuzu hemen sezd i kleri nden . Karı­
sını öldüren bir koca hali yok sizde. Gözleri niz

96
kanl ı, bakışları nız ü rkek deği l . Yürüyüşünüz du­
ruşunuz namuS'Iu. iyi bakıyorsunuz i nsanlara.
Sevgi ile, anlayışla. Yumuşak bir sesiniz var,
güven veren. I nsan ruh u n u n i ki penceresi olan
gözler ve ses, daha ilk baştan ilan ediyor sizin
sucsuzl uğunuzu, iyiliğinizi. Buna karş ı n kova­
lan ışın ız, bir polis meka n izmasının a ğ ı ndan kur­
tulmaya çabalamanız s ize karşı ola n sempati
ora n ı nda bir de aoıma d uygusu yaratıyor lehini­
ze. ister emekli eşi olsun , ister meslek kad ını,
ister daktilo, ister sosyete kadını, işte bütün ka­
d ı nıla rı n size sahip cıkması icin bu yetiyor. Eh
hepsi kad ı n deği l mi, hepsinde bir de analık duy­
gusu var. Yağmurda ısianmış evsiz barksız bir
çocuğu korur gibi sizi korumak istiyorlar. Koca­
l arından korkmasalar hand iyse alıp sizi evlerin­
de saklayacaklar.
ikinci ve önemli bir n iteliğiniz: Doktorsun uz.
Kaza h a l i nde lik Yardım El Kitabı gibi, kim ba­
l ı ktan zeh i rlense, kime g ü neş carpsa, kimi yı­
lan soksa, yapılaca k en süratıl i en etki l i i l k mü­
dahaleyi bil iyorsunuz. Kişil iğinizin ortaya cık­
ması rizikosunu h içe sayıp bir hayat kurtarma k
icin hemen kolları sıvıyor, yardıma koşuyorsu­
nuz.
Doktorl uktan, doktorl uk mesleğ inden i leri
gelen bir yardım etme, bir i n sa n l ı k -hepsinde
yoktur ya neyse- yan ı n ız var. Sığındığınız a ile­
nin yen i yetişen oğl u babası ile kuşak dalaşına
m ı g i rmiş, yaşlı kocan ı n gene ve « nymphomane»
karısı seks bunal ımıları içine mi d üşmüş, kasa­
ban ı n şerifi ile everilecek gene kız, şerifi değil
de, a lkol i k bir serseriyi mi seViyormuş, ruh du­
rumlarının ustası olara k siz hemen, işi ele alı­
yor, anlayışsızl ık içinde birtakım cılgınl ıklaro
97
kal kışacak olan zavallı11arı yatıştı rıyor, sorunla­
rını açı k seçik seriyor, sonra da en olumlu çö­
zümü bulup onları rahatlatıyor, dolayısıyla çev­
releri ile olan uyumsuzluktan kurtarıyorsunuz.
Bu arada pol is peşinizded i r; çevrenizdeki cem­
ber g itg ide daralmaktadıır. Manyak bir telaş ve
sodik bir i htiras içinde olduğu her ha;l i nden oku­
nan, Komiser Gerard s izi g itgide kıstırmakta­
d ır. Zarar yok. Siz Hazreti isa gibi dünyaya iyi­
lik için geldiğinizden, kendi n izi düşünmüyorsu­
nuz bile. Maksat, bir gencin istikba l i , bir kadı­
n ı n a i le mutlul uğu kurtulsun. Deği l mi Sayı n Dr.
Kimble. insanlık ölmedi ya!
Tabii bu fedekôrlığınız, kendinizi bile bile
tehli kelere atışınız da size haklı olarak puan ka­
zandırıyor. Bu arada rastlad ığınıız, gene yaş l ı ,
evl i, dul, bütün kadı nların s ize tutulmasına şaş­
mamak gerek. Aranızda hep şöyle d iyaloglar
geçiyor:
«Ben de senlen geleceğ im.»
«Gelemezsi n.»
« Ben kararımı verdim.» ( Bavulunu yapma-
ya başlar.)
«Beni tanımıyorsun ki. . . »
«Bana dayanacağ ım biri lazı m.»
«Ya ben katilsem?»
«Sen kimseyi incitemezsin.»
«Hayır sen burada ka lacaksın. Sen i n yerin
kocan ı n yan ı . »
«Beni b u n a zorlayamazsı n . O zaman tek
başııma g iderim.»
«Hayır o serseri ile evlenme. Mahvol ursun.
Dinle ben i . Evind� kal.»
«Ama seni seviyorum. Öp ben i , n 'ol ursun
öp beni . »
98
« (Ainından öperek) işte oldu mu? Hoşca
kal» ( Hızla cı kar.)
Ve size tapa n gene ve güzel bir kad ı n ı i n ­
c e gecef iği ile bırakıp yollara düşüyorsu nuz yi­
ne. Yağmurun a ltında, rüzgarın ağzında, evsiz
barksız kacıyor, kacıyor, kacıyorsunuz. Bir daha
haftaki serüvene kadar.
Oysa gencsiniz, yakışıklısınız, sıhhatlisiniz.
Birtakım i nsa ni ve hayvani Ihtiyaclar içindesi­
niz. Karı n ız öld ü rü l müş, tek kaıl mışsın ız. i çiniz
bir dişi özler, iki kişilik bir yatak özler. Hayır, siz
keşiş gibi, topl umdışı bir yaratık gibi, d ü nya n i ­
metlerine s ı rt çeviri p kacıyorsunuz. Arada bi r,
kad ı n ı n gönlünü hoş ettiğiniz de olmuyor değil
Sayın Dr. Richard Kimble. Ama onu da doktorca
bir tedavi d üşü ncesi i le, hastaya bir deşarj
sağlamak düşü ncesi ile yapıyorsunuz. Deği l mi?
Bil mez miyim. Hepi miz bNiyor, görüyoruz.
Siz bu hal inizle topluma cok faydal ı bir un­
sur oluyorsu nuz. Dünya uyuşumsuzluk içinde.
Yan ya na oturan insanlar kafa yorup birbirleri ni
a nlamaya cal ışmam ışla r. Vakitleri yok buna.
Herkesin bir ana soru nu var. Öbürü nden başka .
Bunların farkına varan biri çıkınca herkes gü­
nah cıkarıcı papaz gibi, ona açılıyor. Ona a cı­
lı rken de kendini ta nımayı öğreniyor. Başkala­
rına tolera nsla bakmayı öğreniyor. Siz, bir ha­
vari gibi, her geçtiğiniz a iıleye h uzur ve mutluluk
dağıtarak durmadan kacıyorsu nuz.

Yolunuzu Gözlüyorduk

Bu n iteli kleri nizi televizyonda n izleyen ve


bel layen Türkiye sizi özl emle bekliyordu. Her ev-

99
de bir -çoğu defa da i ki- kadın, bir delikanlı
sorunlarını size açıp öğütlerin izden faydalan­
mak icin gözleri yolda sizi koJıJuyordu. Kaynana­
larından yakınan geli n l er, geli nleri ile geeine­
meyen görümceler, seks h ayatın ı ayarlayama­
yan gene kızlar, üç dersten bütün lerneye kaldığı
icin babası ile çekişen geneler son umut yatırı­
mını size ya pmışlardı. Geldi n iz. Tabii hepsi ile
görüşemedi n iz. Bol tarafından yiyi p daha bol
tarafından ictiniz. Afiyet şeker olsun. Dizinizde­
ki gibi, tek tek herkes i n sorunlarına eğilemedi­
niz. Ama gelmeniz de bizim i c i n büyük n imet
oldu. Sizi a ramızda gördük. iyi mserliğinizle,
esprilerin izle içimizi actınız. Mora l imizi d üzelt­
tiniz. Gitti niz. Şimdi dizinizi daha bir ahba pça,
daha bir yakınJrıkla seyredeceğiz. « Bakalım bi­
zim Kimble bu hafta ne yapacak?» diye, sizi
daha bir beni mseyeceğiz.
Siz nereye gitseniz, bu böyle olacak Sayın
Dr. Richard Kimble. Dünyanın her yerinde mil­
yonıJarca televizyon seyircisi var. Dolayısıyla
bir o kadar çok da saf i nsan . Bunların da yüzde
seksenin i n uyuşumsuzlukl arı, kompleksleri .
aile sorunları var. Hepsi böyle bir kurtarıcı bek­
liyor. Yirm i dakikalık bir televizyon kurdelası
süresince olsun, siz onlara bir umut getiriyor­
sun uz. i cleri ndeki bir boşluğu dolduruyorsunuz.
Onları n tek korkusu sizin bir gün yakalan­
man ız. Ama ben onları temin edeyim ki, siz ko­
l ay kolay yakalanmazsın ız. Neden mi? Sizin ül­
kenizi n poli si o kadar becerikli olsa şimdiye dek
Watergate'in baş soru mlusunu yakalamış ol ur­
du,
Onun icin kendinizi üzmeyin. Güzel güzel

100
kacmanıza devam ed i n . Bakın, Turizm ve Ta­
n ıtma Ba kanımız s ize bir de fah ri büyükelci l i k
payesi verd i . Artık ABD'de bize kim dil uzatırsa.
ağzı n ı n payını vereceks i n iz.
Biz sizi pek sevd i k Dr. Kim ble. Biz zaten
sevmeye pek teşne bir milletizd i r. Sevecek in­
san ararız durmadan. inşa l lah siz de bizi sev­
mişsinizd i r.
Yolunuz açık olsun Dr. Kimble. lik fırsatta
yine bekleriz.

1975

101
BAYRAM YAZISI

Adet olmuş. Fır kracı dediğin, ramazan ayı


girince, eski ramaza nla rdan, eski iftar sofrala­
rından, eski törelerden söz edecek, araya da ille
birkaç Bektaşi fı krası serpişti recek. Böylece, bir
ay boyu kendi leri ni d i nsel bir üsluba, midesel bir
disipline sokmuş olan mümi nlerin böbürleri ni,
onun tam zıddı zındıkca Bektaşi kalenderliği ile
daha vurgulayıp pohpoh layaca k.
Bayram olu nca da yine fıkracıdan bayram
yazısı istenir. Bu da adet olmuş. Bu yazıda eski
bayram anılan, bayramın toplumumuzdaki özel
yeri bel i rl:i lecek. El yine fıkra torbasına daldırı­
hp Nasredd in Hocanın, Ineili Cavuşun, Kececi­
zade Fıuat Paşa n ı n ya da Boraza n Tevfik'in
bayram üzerine savurd uğu nükteler iki sütun
boyu a ltalta dizi lecek. Bayramiıkiarı n ı giyinmiş,
bayram havasına girmiş, öpüşüp koklaşıp bay­
ramlaşmış, tatlı bayram şekeri ni yiyip, tatlı tatlı
söyleşmiş ai lelerin neşesine bayram yazısı ile,
karınca kararınca katkırda bu lun ulacak.
Bunu yapmazsa n ız fı kracılık ödevinizi tam
yeri ne getirmem iş sayı l ı rsınız. Deği l mi ki, oku­
yucu, bir kere al ıştırılmış.

Bayramı Kimler Sever

Bayramı en çok cocuklar sever. Bayramda

102
çocuklara ana bab01lar hediye a l ırlar. Adet ol­
muş. Zengin ana babalar lise öğrencisi playboy
özentisi oğullarına otomobil, orta halli ana ba­
balar kıziarına pikap a l ı rlar örneğ in. Fa·kir ana
babalar da, bayramda olsun, eviatiarına et ye­
d i rme olanağı bulurlarsa övü nc duyarlar.
Bayramı yaşl ı lar da sever. Yaşam temposu­
nun başdöndürücü h ızı ortası nda onları genel
olarak kimse yeteri g i bi alıp satmadığı icin, bay­
ramda olsun; gelenek gereği, sayı lma k, hoşları­
na g ider. Gururları nı çok kısa da olsa okşar. El­
lerini bir yıllık unutkan hğın acısını cı kartma k is­
ter gibi kücü klerin burnuna dayarılar.
Bayramı kadınlar da sever. Bitip tükenme­
yen isteklerinin aranıp bulunamayacak bir ge­
rekcesi de bayram olu r. «Bayramda herkesin
içine çıkacak doğru dürüst bir elbisem bile yok»
girizgôhı i le bayra mın g etirdiği hoşgörü ve cö­
mertl i k havasından elden geldiğince faydalan­
mak yol larını arar . . . Ve bulurlar.
Bayramı sade kocasından öteberi kopar­
mak isteyen kadınlar değ il, bütün kadınlar se­
ver. KendHerinden a ltı ay büyüğünün eline ya­
pışıp, «Sen benim ablamsın, ver elini öpeyim»
demek olanağını ancak bayramda bu lur. Ve bi­
rine abla deyince de g ene kızlık yaşına dön­
müş gibi sevin ir, tay g i bi kişner.

Bayramda Dargınlar Barışır

Bayramda darg ınlar barışır, derler. Her aile­


de birtakım darg ı n l ı klar olur. Işyerinde kırılma­
lar olur. Tartışmalar, s ü rtüşmeler bazı bünyeler-

103
de tortU'Ianıp bilinea ltın a otu rur. Zaman gecer,
dargınl1k pekleşir, kökleşir. Bazı nedeni unutul­
muş n ice dargınttkların alışkan lık gereğ i, sürüp
gittiği bile görü l ü r.
Karı koca a rasında ise, eğer tam bir ahenk
yoksa, ki yüzde seksen yoktur, dargınl ıklar ek­
sik olmaz.
işte bayram bu toksinlerden temizlenme
icin güzel bir nedendir.
Bayramın, olağan g ü nler d ışındaki kendine
özgü, olağanüstü, d insel ve barışçı n iteliği in­
san davra nışlarını da kuvvetle etki ler.
Bu naif Iyimserl i k havası icinde herkeste
hoşgörü sahibi olmak hevesi belirir. Bir kusuru
affetmekte aslında bencilce bir böbür de vardır.
Barışmak ve effetrnek d urumunda olan kişi, ba­
rış isteyen , af bekleyene karşı kendi n i üstün
h isseder. Lütfedip, kerem edip, onu affetmek­
le kendi n i büsbütü n güçlendird iğ i , yücelttiği ku­
runtusu na kapılır.
Tamam, unuta lım bunu.
üstünd� durmaya değmez.
Şu fa ni d ünyada değer mi çekişmeye . . .
Gel öpüşelim, bu dava bitsin, gibi lütufkôr
formüllerle büyü klük tas lar. Atfettiği icin alkış
bekler, çevreden.
Oysa bayram gecer. Her günün d üzayak ru­
tini başlar. O dargınlığın tortusu yine i nsanın
icine cöker, kırı lan kalbin çatiağı yine icin icin
s ız lar.

Darılmak, Barışmak üzerine

Sayın Bü lent Ecevit'in bir televizyon konuş-

104
masmı izlemiştim. Dış politika konusunda konu­
şurken, « pol·itikada kinin sağlıklı bir düşünüş yo­
lu olmadığını. sevg i n i n , barışın ise olumlu ve
sağ l ıklı bir tutum olduğunu» be l irtiyordu. Onu
d i n lerken Gandhi'yi d i n ler gibi oldum. Devlet
adamlarında bir mi·ktar bi lgelik olunca sözleri.
düşünceleri de ne ışıklı boyutlar kazanabil iyor. . .
Ama gönle v e kulağa çok hoş gelen bu söz­
ler gerçeklerin merceğ i ne vuru lunca, her zaman
geçerliğini muhafaza edebilir mi?
Ben sanmıyorum.
Ki nden yana olaca k, aklı başı nda bir ayd ı n
d üşü nemiyorum. Deve k i n i güdenler. kafaları nı
bir tarafa takmış, sapiantı i ı insan lard ı r. Bütün
beyin güçleri n i herha ngi bir işe tam seferber
edemezler.
Kin ve öfke bizim ic g ücümüzü yer. kemiri r.
biti rir. Hele politikada kin, partileri, m i lletleri
ya nlış yerlere götürür.
Bütün bunlar böyle de, acaba. özel haya­
tı nda, i nsan her şeyi bir ses ba ndı gibi bel le­
ğ i nden ve bilinea ltı nda n büsbütün silebi lir mi?
Bütün gücü ve iyi n iyeti ile istese de, geemiş­
teki bir haksızlığı n , bir suçun, öcü nden kendi­
n i büsbütün arıtabilir mi?
Tepkisini gizleyip Içinde boğum boğu m et­
mek mi, yoksa dışarı vurup rahatlamek mı daha
sağlıklı bir yoldur? Bugünkü psikiyatrlar ikinci
yolu öğ ütlüyorlar.
Sonra affetmek, el sıkışmak, öpüşmek, bir
suçun üzeri n i örtüp barışçı bir aşamaya gec­
mek, eğiti msel bakımdan . o sucu cezaland ı r­
maktan, acaba gercekten daha yararlı bir metot
mudur?

105
Affedi lmek bazı insanları daha a rsız ve
sayg ısız yapmaz mı? Yapmıyor mu?

Büyüklük Sende Kalsın

«Tanrı'nın i nsanları bağışladığı gibi sen


de hemci nslerin i effet» sloga n ı n ı n ya nlışlığı ise,
daha o sloga n ı n içinde belirmektedi r.
Biz o kadar güçlü müyüz baka l ı m, affede­
bi lecek kadar?
Biz i nsanoğulları n ı n gücü çoğu zaman, bir
haksızlığın hı ncı ile doğar, coğal ı r. Kendi ne ya­
pılan sosyal eşits izl ikleri hoşgörü ile ki nsiz ve
barışçı bir gözle görmeye kalksa, işçi s ı n ıfı pen­
celeşe penceleşe aldığı bugünkü meşru hakla­
rına ulaşabi lir miydi?
Türk mil leti emperya list sömü rü düzenine
karşı tek vücut halinde d i kilip isti klal Savaşı mu­
cizesini gercekleştirirken, kinli değil m iydi der­
sin iz?
Bence soysuzluğa karşı her savaşta, belki
ve hayırlı miktarda bir kızg ı nlık, bir h ı nc, zaaf
değil, tutarlı bir kişi liğin haysiyetli bir dü nya gö­
rüşünün şaşmaz özellik leri sayılabil ir. Yüzü ne
tükürülü nce, «Acaba ya ğmur mu yağ ıyor» d iye
havaya bakmak, ya nağına bir şamar yiyi nce,
isa 'nın öğ üdüne uyup öbürünü de uzatmak, bu­
g ü nkü g ünde durmadan yüzüne tük� rü lecek, ve
dayak yiyecek bir şamar oğ lanı olmak isteyen­
l ere öğütlenebi l i r ancak.
Ama siz yine de geleneğe uyup darıldıkları­
n ızla barışın. Bayramın adabını yerine getiri n.
Ne demiş sevg i l i ve sayın atalarımız?

106
«Bayramda dargınlar barışını demişler, «Bir Müs­
l ü ma n ı n darg ı n l•ığ ı bir tülbent kuruyana kadar
sürer» demişler. «Tatl ı y iyel im tatl ı söyleyel im»
buyurmuşlar. «Ne kadar bağışlarsanız o kadar
bağ•ı şla n ı rsınız» d iye hoşgörüyü salık vermişler.
Bu yazı alışageld iği n iz bir bayram yazısı ol­
madı ise siz de ben i bağışlayınız.
Sevd iklerinizia n ice bayra mlara .

1975

107
BÖLÜK PÖRCÜK

Dokunulurlarla Dokunulmazlar

Demokratik rej i mlerde tüm yurttaşlar eşit­


tir, derler. Pek sanmıyorum. Eşit sayılmaları i çin,
yaşam yarışı na herkes i n aynı çizgiden başlama­
sı gerekmez mi? Oysa varl ıklı ola n ı n oğlu, yüz
metre önden başlar bu yarışa, bahtsızı n oğl u üç
yüz metre geriden.
Eşit sayıl ma ları Ici n, ayrıca, herkesin ayn ı
araçlarla yarışması gerekmez m i ? Oysa kimi
son model yarış arabası, kimi külüstür bir bisi k­
let, kimi de sadece bir çift tabo nla girer bu ya­
rışa .
Eşit sayılma ları için, herkes i n aynı yarış ku­
ral larına uyması gerekmez mi? Oysa biri nciler
trafik kura llarına, dönemeç gönderleri ne ald ır­
maz, parkurları n ı ken d ileri çizer, en kestirme
yolda n g ider, herkesten çok önce varırlar fini­
şe. Zava l l ı gerideki ler külüstü r bisikletleri, ya
da patlamış taba nları ile nefes nefese, yarıştan
atı l mamak için, oyu n u n kura lılarına titizl i kle
uyar, sonuncu olsalar da yine kaderlerine razı,
ama efendice bitirmeye çalışırlar yarışı.
«Bir avuntumuz, hiç değilse ka nun karşı­
sı nda eşit olmaktır» d iyeceksi niz. Ben onu da
pek sanmıyorum.
Kanunlar da bazılarım ıza ü stü nlükler tanı-

108
yor. i çimizden beş a ltı yüz kişinin dokunulmaz­
lığı va r, gerisi nin yok. Dokunu lmazlığı olanlar,
Grek Tan rıları gibi, isted i klerini söylüyor, iste·
diklerini yapıyorlar. Kimse onlara karışmıyor.
Örneğin, geçen g ü n sayın bir mil letvekili
çıktı, bir devlet baka n ı n a Meclis ön ü nde, mil let
ön ü nde resmen. «Meczup», dedi.
« Devlet Baka n ı n ı n sözleri i l kel, muvazenesi
olmayanların, ceza i ehl iyeti olmaya n ların sözle·
rid ir. Müşahade a ltına a l ınması gerekir» dedi.
Bildiğimiz kadarı ile, bu suclamayı yapan
sayın mil letvekili ruh hasta lı kları doktoru da de·
ğildi. Diyelim ki, o doktor, karşısındaki de has·
ta olsaydı , yine de bir hastaya sen delisin de·
menin tıbbi ba kımından saka riiğı bir yana, onu n
deli olduğunu kamuya açıklamanın meslek sı rrı
ve ahiokı i le bağdaşamayacağı da ortada idi.
Gelelim adı geçen Sayı n Devlet Baka nına,
o da geri kalmadı . Bu haka ret karşısında daha,
savcı işe el koymadan. soruşturma acılmadan.
bir ya rg·ıya va rılmadan. kend il iğinden birta kım
önyargılara va rdı , i leri geri suclamalarda bu lun·
du.
Bir de, biz basit yu rtta şları, yan i «dokunu­
l u n> ları a l ı n . Biz birine -töbe töbe estağfu ru l·
ılah- «meczup» desek, yohut adalete i ntikal et·
miş bir olay ha kkında peşin suclamo lara giriş·
sek. soluğu o saat hapiste a l ı rd ı k.
Güzel iş doğrusu ş u dokunu lmazl ık.
Mecliste birbirine ya lancı, iftiracı. dönek
diyen diyene. Bir zama nlar bir başbakan da
muhalefet l iderine.
« Psikopat.» demişti . Işin tuhafı o da psiki·
yatr filan değild i . Emekli bir askerdi. Bunun üze-

109
rine muhalif mil letvekil leri toptan Mecli si terk
etmişlerdi.
Mecl iste daha bu n u n gibi ne ağ ı r laflar edil­
miştir. Öyleki, bunların bir kısmı sonradan zabıt­
lardan sili nmek gerekmiştir. Tarih ayıplamasın
diye.
Şu son transfer ded ikodu larından sonra, ay­
nı çatı altında m i l letveki lleri nin bi rbirleri ne, hele
oylamoda parti değiştireniere söyledikleri n i n
onda biri n i b i r gazeteci yazsa, kariyeri mahvo­
labi l i rdi.
Milletveki lleri nin, doku nulmazl ığın özgürlü­
ğü içinde, kayg ısızca icleri n i dökmesi, genel ola­
rak karşı lıklı oluyor. Biri biri n i ağır bir sıfatla
suçlarsa, karş ısındaki de a ltta kalm ıyor.
Ya maazallah, bir dokunulmaz, bir doku nu­
lura bir «tecavüzü lisa n iye»de bu11un ursa, işte
o zaman ortada denge filan da kalm ıyor. O size
veryansın ediyor, siz i se doku nulmazlığınız ol­
madığı icin, boynu nuz bükük, susuyorsu nuz.
Ortada apaçı·k bir ayrıca lık var. Bunu kal­
d ırmak gerek Nasıl mı? Ya mi llete de, m i l letve­
ki lierine tanınan söz özgü rlüğü tanınsın, ya da
m i l letveki l leri nden ağır konuşma, u luorta suc­
lama dokunu lmazl ığı geri a l ı nsın.
ücüncü bir şık daha aklııma geliyor. Hışmı,
öfkeyi , ağır sözü, ön suclam ayı bırakıp, belge­
lere, gereekiere daya n ı p karşı karşıya, kafa ka­
faya, sakin ve ölcülü tartışmak. U nutmamalı ki,
sükCınetle, ama ezici bir üstü nlü kle bitirilen bi­
limsel bir tartıışma, ra·k ibi çok daha etkili bir şe­
ki lde küçük düşürür. Ama zordur bil iyorum. Öf­
ke baldan tatlıdır. Üstelik bu memlekette bağı­
rarak söylenen şeyler, çoğu zama n, o şeylerin

110
kofluğ unu örtmeye yara r. Sü kCı netle konuşmak.
nezaketle konuşmak, belgeleri a raştırı p, bilim­
sel kuramlarla tartışmak icin. i nsa n ı n kendi ic
disipl i n i n i sağlamış olmasıı lazımdır. l nsafl ı ol­
ması. i nsancıl olması . tarafsız a raştı rmaları gö­
ze a l ması. gerçeği kend i nden ve partisi nden çok
sevmesi lazımdır. Ded i m ya g üçtür.
Bu sıca kta. şu ölümlü dü nyada, tatlı can ı n ı
bu kadar sı kıya sokmak değer m i ?

Partili Partisiz Ayrım ı

Ülkemizi n b i r i ki nci eşitsizl iği d e partil ileri n.


partisizlere üstünlüğü. B i r partinin adamı mısı­
n ız, a rkanız sağlam demektir. Hem mevkiler
paylaşılırken. hem de maazallah başı nıza bir be­
la geli nce, partiniz size hemen sahip cıka r. a r­
ka olur. Bakın bir parti n i n adamı. görü nüşe göre
hayli su götürür gerekçelerle işten uzaklaştı rıla­
ca k olunca. ü l kenin ya rısı bu haksızl ık ka rşısın­
da ayağa ka lkıyor. Herkes yazıyor. çiziyor. ko­
nuşuyor. Güzel bir uya n ıkl ı k, güzel bir uyanıklık
da, i nsan parti lerden aynı tepkiyi, partisiz yurt­
taşın baş ı na gelen haksızl ı klarda da bekl iyor.
Benim kanım şu ki, pa rtiler hak uğruna, i nsan­
lık uğruna. pir aşkına değil de bir olay parti po­
litika la rı na yararsa. işe karışıyorlar. Aksi halde
çoğu zaman es geçiyorla r. Anıları n bel i rg i n ör­
neğ i n i . M i l l i Birl i k Komitesi, beş on rate ve yoz­
laşmış jurnaloıya uyup, bir g ü n ü n içinde en see­
me. en demirbaş 1 47 ü niversite hocasını kadro
d ışı bıra kıverm işti. O zaman, h içbir partinin, hat­
ta mil leti n babası sayılan l nönü'nün bile sesi cık-

lll
madı idi. Milli Birlik Komitesi bu tarihi yanılg ıyı
on sekiz ay sonra, kend i anlayıp, d üzeltmese
idi, yine de kimsen i n sesi cı kmayacaktı. Diye­
ceksiniz ki, o i htilaldi. O zaman pabuc pahalı
idi. Ben de size derim d eri m ki: Uygar yürekl ilik
yalnız pabucun ucuz olduğu zamanlar mı işler?
ittihat Terakki'nin Maarif Nazırı Şü krü B6y,
sözümona hasta l ığ ı ndan, a ma daha çok h ü kü­
metle bağdaşmayan l iberal düşüncelerinden
ötürü matematikci Sa l i h Zeki'yi azlediverm işti .
O zaman da yine kimse «g ı k» dememişti. Pabuc,
o zaman da pahalı idi. Yalnız bir kişi çı ktı: Za­
manın Yüksek Öğretim Genel Müdürü Prof.
Ahmet Selahattin , Sa l i h Zeki'ye yapılan b u
haksızl ığı protesto etti. ittihat Terakki'nin
bu yüz kızartan sucuna katı lmayacağ ı n ı ve Yük­
sek Öğretim Genel M üd ü rl üğ ünden hemen o
g ü n istifa ettiğ i n i bi ld i ren tokat gibi bir mektubu
Maarif Nazı rı n ı n önüne attı. Beş parasız, aç açık
ka ldı. Zira sadece pabuc değil, hayat da paha l ı
idi o zaman. Ama kimse o n a istifasını geri a l ­
dırtmad ı . Kaldı k i , Sa lih Zeki'yi şahsen de ta nı­
mazd ı . Sırf, kendine, vicdanına, insa n l ı k onu ru­
na ters düşmernek icin yapmıştı bunu. Bundan
ötürü de evladü aya li sıkıntıya d üştü. iki üç yıl
sonra öld üğ ünde de, cebinden yalnız yetmiş beş
kuruş çıktı.
Uygar yüreklilik d iye, işte ben buna derim.
Yoksa bir parti'l i n i n başka bi r partiliyi, parti cı­
karı uğruna, ya rı na yatırım olsun düşüncesi ile,
savu nması değ i l .
Gercek demokrasi iyi rej i md i r, iyi rej imdir
de güç rej i md i r. Kültür ister, seeiye ister.

ll2
Şunu kabul edel i m ki, bizler henüz il kel ben­
cillik dönemini pek aşamamışız.
Bunu, şimdilik aile benci l l iğini, sınıf benci l­
l·iğini, ku lüp benci lliğini, parti bencilliği h a l i nde
sürd ürüyoruz.

Uzmanlığa Saygı

Kabinelerimizi n değ işmez Başbakan Yar­


d ı mcısı Sayı n Necmettin Erbakan Beyefen d i n i n
yen i b i r öneri leri var. Bu d a en a z bundan önce­
kiler kadar i lg i nç.
özellikle, islam ül keleri ne gönderilecek bü­
yükelci leri mizin, dini eğitim görmüş, aptesti nde,
namazında, «din i-bütün» M üslüman kişi lerden
seeil mesi n i öğütlüyorlar.
Ö nerileri ne katılırız.
G ittiği ülkenin koşul ları na göre eğitilmiş,
ora n ı n dilini, d i ni ni, töreleri n i bilen uzmanları n,
kariyerdan yetişme elçilerin yeri n i alması yen i
b i r şey değild i r. Benzetrnek g i b i olmasın a ma,
bazı ül keler, özellikle bazı sosya list h ü kü metler,
her za man bu taktiği uyguluyorlar. Galiba iyi
sonuc da a l ıyorlar.
Sayın Erbakan'ın önerisi gerçekleşirse, ki
gerçekleşmemesi icin neden de yoktur, evet
gerçekleşirse, hariciyemizde yen i bir dönem
başlayacak demektir.
Şimd iye kadar hariciyemizi n elema nları n ı
Siyasal Bilgiler Fakültemiz yetiştiriyordu. Bun­
dan böyle islam ül kelerine elci yetiştirmek işi,
I mam Hatip Okullarına, ilah iyat Fakültesine dü­
şecek demektir.

113
Hem islam, hem petrol ülkesi ola n yerlere
atanacak büyü kelci lerin , dini koşulları yerine
getirdikten başka, yüksek petrol mü hendisi ol­
maları da elbet tercih nedeni olmalıdır.
Elci l i kler uzmanlığa bi nerse, sosyal ist ül­
kelere de sosyal ist, yahut sözkonusu Cin Cum­
h uriyeti ise, Maoist eğ i l i m l i elçilerin yetiştiril­
mesi gerekecektir.
Siya h Afrika ü l kelerine, örneğ i n Ghana Bü­
yü kelciliğine esmer yurttaşlarımız a rasında n,
Vati ka n Büyükelçiliği icin de Katel i k yurttaşla­
rı mız arasında n atama düşü nülebi l i r.
Bir de sürekli bir rejimi olmayan, sık sık i k­
tidar ve rejim değiştiren ü l keler var ,ki, buradaki
temsilcilerim izden olağanüstü esneklik bekle­
mek gerekir. Bunlar icin de, her rej imle çok ko­
lay bağdaşan, gömlek değ iştirir gibi fikir değ iş­
tiren bazı tarafsız mil letvekil lerimiz biçilmiş
kaftan sayılabi l i rler. Hasılı, her hal ve şarta gö­
re elimizde yeterl i eleman var demektir.
Haydi hayı rlısı . . .

1975

114
SiYASi ESPRi ÜZERiNE

Yeni Dışişleri Baka n ımız bazı çevreleri biraz


yadırgattıı. Şakacı bir miza cı var . . . ayrıca sos­
yal demokrat eğ il i m l i bir parti n i n adamı olara k,
Dışişlerinin klasi k kalı plarına uymamayı şiar
edinmişe de benziyor. Her yiğidin bir yoğu rt yi­
yişi vardır. Ne den ir. Elin ağzı torba değ i l ki , bü­
zesi n . Tanıya nlar çok esnek bir zekdsı olduğunu
söyl üyorlar. Yaman bir m üzakereci imiş üstelik.
Ayrıca cok soğukka nlı olduğu da belirtil iyor. Da­
ha ne? Bugüne dek, kendine ne düştüyse yaptı.
Onun başarılarında soğukkan11ılığının payıı bü­
yü kse, ben derim ki, soğ u kkanlıl ığında da şaka­
cılığının payı büyüktür.
Mizah, bir an icin olayların rayından kendi­
n i kurtarıp, onlara dışardan, daha objektif, daha
serin ka nla bakmaya yarar.
Hem efend im, bir dışişleri ba kanına da bi­
raz spritüell i k yaraşır. Metternickler, Taleyra nd­
lar, Ali Paşalar, Fuad Paşalar, hep nüktedan ki­
ş ilerd i . Yalnız dışişleri ba ka nları değil, bütü n
devlet adamları içi nde nükteleri tarihe geemiş
pek çok i nsan sayılabil ir.
Bizde, itiraf etmeli ki, siyaset alanı m izaha
-hele son dönemde- pek yüzvermez olmuş­
tu. Menderes Kabinesi, 27 Mayıs, koalisyon, De­
mirel, cunta kabi neleri meyda nda . . . Hatta l nö­
nü bile, son dönemi ne kadar espri yapmazdı.

115
Yaşl ılığın getirdiği filozoflu k ve kalenderl ikle
son zama nda birden ne kadar sevimli olmuştu.
Başl ıca esprisi de:
« Hadi ca nım sen de,» idi.
Demirel de bir ara seçim kampa nyası s ıra­
sında, cart curtu bırakıp, halkı güldürmeye yö­
neldi. Köy meydanlarında köylü diyelegi i le yap­
tığı konuşmalar oldukca başarıl ı ve etkili olduy­
du. Ama hazretin seçim sonucları nda n sonra
keyfi ve mizah hevesi kaçtı. Çağlay'angil'in özel
sohbetlerde g üzel fıkra anlattığı, hazı rcevap
ve hoşsohbet olduğu söylenirse de, bu özellik­
leri, özel sohbetlerden kamuoyuna pek taşmadı.
Bugü nkü ka binenin de s iyasi espri bakı­
mından pek parlak bir örnek verdiği iddia edi,Je­
mez.
Espri, ister istemez, birini, bir şeyleri har­
car. Başvekil o kadar nazi k ki, kimseyi ineitme­
rnek icin, icinden gelse bile, espri yapmıyor.
Ha ndiyse, hayva nlar da belki a l ı n ı r d iye La Fon­
taine'in masalları n ı bile anlatmayacak.
Erba ka n deseniz, kerli fel l i, mütedeyyi n bir
I nsa nın bu çeşit hafifl ikleri kendine yakıştırma­
d ı ğı aşikôrdır.
Maliye Baka n ı na, hele bu sıkışık duru mda
gül mek, güldürrnek hiç yaraşmaz. Adamcağız
fazla neşel i olsa,
«Mali durum iyiden lyiye bozuldu herhalde.
Boksa na, bakan keçileri kacırd ı , » derler.
Koca kobi nede durumu yine tek başına Dış­
i şleri Bakanı kurta rıyor. Ciddi havaya arada bi r
nefes aldırıyor. Espri leri ni beğenirsiniz, beğen­
mezsiniz, artı k o sizin zevki n ize kalmış. önemli
olan bir tutumdur. Ve iyi bi r tutumdur.

116
Harry Truman'a sormuşlar:
«Mizah ı sever misiniz?»
« Mizah sevmesem, işi filozofl uğa vurma­
sam, bu bad i ranin içinde aya kta kalabi lir miy­
d i m,» demiş.
Biri nci Dünya Savaşında Clemenceau, i k i n­
ci Dünya Savaşında Ch u rch ill, en sı kışık d urum­
larda espriler yaparak zihi nleri n i cilalamışlardır.

Bizden Bir örnek

Atatürk bir gün,


«Di kkat etti m,» demiş, «ağı r işitenlerin
hepsi çok zeki oluyorlar. i smet Paşa tanıdığım
e n akıllı i nsan, Nurnan Menemencioğl u cin gibi
zeki. M uh itti n Üstündağ öyles i ne . . . »
Sofrada bulunan devri n Hariciye Vekili Tev­
fik Rüştü Aras, hemen elini kulağına götürüp,
eğiılmiş,
«Ne buyurd unuz Paşam, duyamadım,» de­
miş.

Bir iki Fransız örneği

Esprinin her alanında öncülüğü kimseye


kaptırmayan Fra nsızları n siyasi espri alanında
da tarihe_ geçmiş h azırcevaplı kları boldur.
Cepheden kaçtığı i ç i n h arp d ivanı tarafı n­
dan idama mahkum ed ilen bir gencin a n nesi,
Başvekil Clemenceau'ya gidip, oğlunun h ayatı nı
bağışlamasını istemiş. i htiyar kapla n ı n tarihe
geçen cevabı şu olmuş:

117
«Teessürünüzü çok iyi anl ıyorum madam.
Şu anda oğ lunuzun yaşıtları cephede öl üyorlar.
Bu ödevden kaçanıları n mü kôfatı daha hafif
olursa, haksızlık olmaz m ı?»
Nezaketle kesinliği bir espri i çi nde eriten
bir başka örnek de Lincoln'dan verelim. iç sa­
vaş sırasında, genera lleri nden biri n i n , çekingen
ve hareketsiz kalışına çok sinirlenen Li ncoln,
hemen otu ru p şu mektubu yazm ış:
«Pek sayı n generalim,
Ordu nuzu kullanmak n iyeti nde deği lseniz,
bir süre için onu başka bir generole vermeyi
düşün üyorum. izn i nize g üvenerek en derin
saygılarımın kabulünü di'lerim.
Li ncol n . »
Yine Frensıziara dönel im. De Gaul le'del') b i r
özdeyiş :
«Bir politikacı , kendi söyled i klerine asla
ina nmadığı için, buna i nanan başkalarına çok
şaşa r.»

Politikanın Harika Çocuğu John Kennedy

Politika tari h i n i n harika çocuğu John Ken­


nedy, hep bilindiğ·i gibi, çok ayd ı n ve spritüel
bir i nsa ndı.
Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sı­
rasında bir avukat seçmen kendisine, siyasetten
ayrı lmasını ve cumhurbaşkanlığı adayl ığı nda n,
senetör kardeşi Robert Ken nedy lehine çekilme­
sini öğ ütlemişti. Işte John Kennedy'nin cevabı:
«Yazın ızı aldım. Di kkatle okudum. Kardeşim
Robert'e de gösterdim. Estağfurullah filan de-

118
med i . Tersine ben i çok şaşırtan büyü k bir se­
vinç gösterd i.»
Siyasi espri lerin seviyesi bir ü l kenin siya­
set adamları n ı n seviyesi ile orantı lıdır.
Bizde de bu çeşit s iyasi esprilerin bollaş­
ması, siyaset d ü nyamızı ren klend irecektir.

1975

119
BiR SEMiNER, BIR FORU M

istanbul Üniversitesi Cerra h paşa Tıp Fakü l­


tesi aybaşında bir sem i ner d üzenled i . Konusu :
•Üniversitede eğitim ve yönetim soru n ları» idi.
Yeni Ü niversiteler Kanu nunu hazırlayacak olan­
lara ışık tutması icin ta m zamanında düzenle­
nen bu semi nere, çoğu Tıp Fakü ltesi öğretim
üyeleri olmak üzere çeşitli fa kü lteleri n temsilci­
leri, devlet adamla rı, siyasi parti üyeleri de, ka­
tıldı. Edebiyat Fa kültemizin naciz bir öğreti m
üyesi v e geneli k soru nlarıyla i lg i l i b i r yazar ola­
rak, ben de çağrılanlar a rasında bulunuyordum.
Semi ner faydalı old u. Hic deği lse, şimd iye
kadar yapılan ya nlışları n bir dökümüne fırsat
verd i .
Mevcut Üniversiteler Kanununun gereksiz
ayrıntılara kaçarak, saptad ığı katı kalıpların, de­
ğ işen koşullara ayak uydurecek esneklikten
yoksun olduğ u nu çeşitli konuşucular açıklıkla
belirtti ler. Eski kan u n u n yerine bir çerceve ka­
n u n önerildL
Sayın Doc. Selcuk Erez'i n ifade ettiği gibi,
cYüksek öğretim kurum larımızın gerek iç örgüt
açısından, gerekse eğitim yöntemi acısından bu­
l unduğu yöreye, kapsad ığı konulara özgü fark­
l ı lıklara sah i p olabilmesi i c i n, kendi organizas­
yon şemasını kendi çizmes i ne fırsat veren çer­
ceve ka nununun, katı ka nunların yeri n i a lması-

120
nın şart olduğu» anlaşıldı. Anlaşıldı da, yine de
sorun tam cözümlenebilmekten uzak kaldı.
Bu esnek şemaların, çok olumlu işieyebi­
l ecek mekanizmalar hal ine gelebilmesinin de
bazı koşulları olduğu u nutul mamalı. Şimdiki ka­
tı kanunu esnek ve uygar bir çerceve kanunla
değiştirmekle her iş hallol up bitmiyor. Kanun­
l a r, onla rı uygulayanın ba kış açısına, kültü r ve
uygarl ık ölçü lerine göre verimli veya verimsiz
olabil iyor.
Semi nerde yalnız bunlar tartışılmadıı. Öğre­
tim ve araştırmavı sade profesör ve doçentie­
rin tekel i nde bıra kmamak, doktora yapmış ele­
manları da devreye sokmak, ü niversite mezun­
larının kal ite kontrol ünü sürdürmek, fakülte
içinde sürekl i calışan bir eğitim planlama ve
koord inasyon kurulunun eğ itimi denetlernesi
gibi yara111ı öneriler yapıldı.

« Bi lg il i ler ilgisiz,
ilgililer Bil g isiz Olunca. .. ••

Ama bence bütün bunların yanı sıra , konu­


şulan en ilginç bir konu da üniversite organla­
rının ve dolayısıyla öğretim üyelerinin yöne­
tim ve eğ itime etkinliği konusu idi.
Bir ü l kenin üniversitesi, çatısı a ltında en
güçlü, en özgür, en karakterli ve en bilgili ay­
dınları toplamış olan, olması gereken bir mües­
sesedir. Üniversite ülkenin beyni olmak duru­
m undadır.

• Sakallı C e lii l ' in bir deyimi.

121
Bizim darülfün unumuz daha sonra da, ye­
ni adı ile üniversitemiz, bu fonksiyonu her za­
man tam olarak yerine getirmi ş midir?.
Bu soruya birkaç istisna dışında evet di­
yemeyeceğiz.
Üniversite hocaları genel olarak daima,
«Biz bilim adam ıyız, başka şeye karışmayızıı ,
kaçarnağı i le, yurt sorunlarına, genelik sorun­
larına ·göz ve kulak tıkamış, ve bir marifetmiş
gibi de bununla övünmüşlerd i r.
Aydını bol, yabancı dil bileni, dünyada
olup biteni izleyeni bol ülkelerde, yurt sorunla­
rına ışık tutan, politi k yanlışları uyaran, çeşitli
gücler vardır: Basın, yazarlar, aydınlar. Kaldı ki,
orada parlamentolar da orta mın genel kültür
seviyesine uygun bir seviyededir.
Bizim gibi, aydını az bir ortamda, üniversi­
telere ve ün iversite hocalarına sadece bilim ada­
mı olmak, araştırma yapmak, öğrenci yetiştir­
mek dışında, fazladan ödevler düşmektedir.
Üniversite hocaları, devekuşu g i bi , olana
bitene sırt dön üp kita plarına dalmak·la kend ile­
rine düşen sorumlul uktan kurtuldukları sanısın­
da devam ettikçe, hang i yeni kanunu getirseniz
üniversiteler veri mli olamayacaklardır.
Oysa gene ü niversiteliler her devirde, icin­
de uzun s ü re yaşayaca kları yaşa ma, bu içi gee­
miş, ne şiş yansın, ne kebap kafasındaki ödüncü
kuşaktan çok daha fazla i l g i l i ve bağlı idi ler. Bi­
rer gene olarak bütün uyanık antenieri ile ola­
n ın bitenin içinde idiler. Kendi uzmanlık dalın­
dan öteye kafa i şletmeyen, bunu belki de be­
lalıı bulan yaşlı hocaıcra kıyasla g ü ncel geliş­
meleri çok daha iyi ve yakından izliyorlardı.

122
Mütarekenin en kara günleri nde, « Kayıtsız
şartsız istiklal» tez i n i n i l k hukuki savu nucusu
gene bir hukuk profesörü* Fatih miti ngi nde
Türk ulusunun hakları n ı müttefik işgal kuvvet­
leri ne vargücü i le haykırı rken, Fati h Meydanı­
n ı doldura n ve hocalarını a l kışlayan lar, hep
gene ü niversiteli lerdi.
Hocaların çoğu o karışık günlerde, tantuna
gitmemek icin bir köşelere büzülmüşlerdi.
Hocalarla gençleri n ; toplumsal soru nlarda
ortak i lg i ve işbirliği gösterd i kleri durumlar, bir
elin parmakları i le sayılacak kadar azdır.
Genel görünüş, hocaların, genelerin soru n­
iarı nı, görüşleri n i kücümsed.i'k leridir. Elleri ndeki
not vermeme m üeyyides i n i n baskısı ile hocalar
kuşağ ı, tek yanlı olarak, uzmanı oldukları bili­
m i olduğu gibi, cak su götürür dü nya görüşle­
rini de, genelere tel kin etmeyi olağan görmüş­
lerd i r. Onlarla anlaşamayacakları n ı a nlayan
geneler de « Köprüyü g eei neeye kadar» a lttan
almak taktiğine başvurmuşlardır. 1960'a kadar
hocalarla öğrenciler a rası nda acılan uçurumun
nerelere vardığını hep gördük.
Öğrenci - hoca tartışmalarında hocaların
yen ik d üşüşünde şaşılacak bir şey yoktu. Bu,
yıllar yılıı onların, gelişen koşullara sırt çevirip
kulak tıkayışın ı n ü rünü i d i .
Cerrahpaşa'daki semi nerde konuşulan ko­
nulardan biri, yu karda da belirttiğim gibi ben­
ce en i l g i nci, hoca öğrenci i lişkileri ndeki bu ak­
sa klıktı. Öğrenci, kişi l iğ i n i , seciyesini, yürekli l i ­
ğ i n i , tolera nsını ta kdir edeceği hoca arar. Bu-

Prof. Ahmet Selahattin.

123
nu buılamazsa, karşısında ki d ünya n ı n en büyük
uzma n ı olsa, bilimini alıır, adamı posa sayıp
bırakır.

Bir Forumun Öğrettiği

Ayn ı hata, ü niversiteler d ışında, ilkokullar­


da, ortaokullarda, liselerde de sürüp gidiyor.
Hocalar kuşağı, yaş ve tecrübe üstü nlüğü­
nü bir baskı ve zorbal ı k aracı sayınca, öğrenci­
nin sadece a ntipatisini kazan ıyor.
Gecen hafta TAT'ni n «Cocuklara mükôfat
vermeli mi?» konusundaki forumu, bu sorunun
cek d ışında, hoca öğrenci il işkileri ndeki çağdışı
tutumumuza da yeteri kadar ışıık tutmuş olsa
gerektir.
Sağ tribünde ana baba'l arın, sol tribünde
çocu kların, orta tribü nde de eğitim uzmanlarının
yer aldığı forumda, en gercek en güçlü, en kap­
sam l ı konuşmaları cocuklar yaptı.
Ana babalar, heyrat gecim kaygıları içinde
bu konuya kökü nden eğilebilecek zaman bile
bulamıyorlar. Eve yorg u n ve si nirli geliyor, bir
de cocuğun dünyasın ı , özlemleri ni inceleyemi­
yoıılar. Sürtüşmeleri sert tepkilerle ve kaba
kuwetle bestırma yol una gidiyorlar. Ana baba
evlat ilişkisi olarak tek bel ledikleri , kendi yetiş­
meleri ne hôkim olan babaerkil baskı sistemi.
Dünya n ı n değiştiğini bi liyorlar, a ma bunu evle­
rinde uygulamak işlerine gelmiyor.

istisnalar

Cocuklar açık açık, ana babaların bu yan-

124
lış ve tek ya nlı tutumla rı ndan yakındılar. i nsa n
olarak tek tek değerlend i ri l mek, önem kazan­
mak, sevgi ve şefkat görmek i htiyaçlarını dile
getirdiler.
Hele i çleri nden kafası fiki r, ağzı da laf yapan
kişi cevherli kız, büyü kler toplumunu ya man bir
eleştiriden geçirdiler.
Derse 1 5 dakika geç gelen öğretmenin, ay­
nı gecikmeyi yapan öğrenciye ceza vermesi n i ,
h e r konuşanı sabırıla d i nlemeyi öğütleyen bi r
öğretmenin, öğrencis i n i n lafı nı kesmesi n i , yala­
n ı ayıplayan bi r ana ba ba n ı n gerektiği nde ço­
cuklarına yalan söylemesini tenkit ettiler.
Biri , henüz gelişmekte olan bu küçük var­
lıklara, suc ve ceza sözcükleri n i n uygulanma­
sını n acayipliğine parmak bastı. Küçük öğren­
c i n i n yaptığı kusura suc değ i l , yanılgı denme­
sinin daha uyg u n olaca ğ ı n ı önerdi.
Cocuklar d isipli n kelimesin i n de hep çatı k
kaşlı bi r umacı gibi kullan ı l masından yakı ndı lar.
Disiplinin, cocukları s usturmak i ç i n değil, bilinc­
li ve sorumlu bir i nsan olara k yetiştirmek için
bir a raç olduğ unu bel irtt i ler.

Çağdışı Zorbalık

Dayak hakkı nda ne d üşü nüyorsunuz, so­


rusuna ana baba l a r, uzmanıl a r çeşitli karşılık­
lar verirken bir öğrenci aynen şunları söyledi :
«Ben dayaktan i ğreniyorum. Dayak atan
acı nacak bi r i nsand ı r. Dayak, i nsa n ı n zayıflığı­
n ı kanıtlar.

125
Düşüneeye karşı şiddetli korkuyu ve kaba
kuwet'i kullan ır. Çağdışı bir zorbahktı r.>>
O küçük, i nançlı bir öfkeyle bunları söyler­
ken, gözlüğüm buğulandı.
Sanki yal nız yaşıtla rını değil, kaba kuvve­
tin kurbanı bütün fiki r savaşcııl arını savunuyor­
du bu yavrucak. icimi sıcak S'ıcak bir şey
doldurdu. Yaman bir yeni kuşak yetişiyor, d iye
sevindim. Hem de çarpık bir eğitim sistemi n e
karşın, kendi yolunu ke ndisi arayıp bulara k . . .
Eğitim s istem i n i n yıllanmış, kireclenmiş engel ­
leri n i n üstünden atlayarak.
Orta tribünde oturan uzma nlar, cocuklar
konuşurken cok şaşırdılar. Ama son ra cocuk
psi kolojisiyle, değişen d ü nyanın gelişen koşul­
larıyle ilgiılenmeye va'kit bulabiimiş sorumlu
birer ayd ı n , gercek birer eğitimci olarak cocuk·
lara hak vermekten başka bir şey yapmadı lar.
Hatta o içten tepkileri daha bilimsel gercekler­
le güclend i rdiler.
Cocu kları, özellikle bunların ici nden ikisini,
kendi lerinden de iılerde bulduklarını itiraf etmek
civanmertl iğin,i gösterd i ler.
Bir semi nerle bir forumu bir a rada ele olma­
mın nedenini sevgi l i okuyucularım a nlamışlardır.
Gençlik, uyanık bir potans olara k gelişiyor.
Onu, forumdaki eğitmen leri n JyQ n iyeti ile destek­
leyelim. Buna gücümüz ve a klımız yetmezse ba­
ri i l kel ve çağdışı araçla rla onu boğmaya kal k­
mayalım. Madem demokrasi oyununa çıktık.
Hiç değilse oyunun kuralları na uya lım. Uyar
görünelim.

1975

126
GERÇEK EŞiTLiC�E DOGRU

Dü nya, 1 975 yılı nı, Kad ı n Ha,kları yılı ilan


etti. iyi de etti. Her yıla insanlığın bir sorunu­
nun ad ı n ı vermek, hiç değHse o sorunları daha
bir ı şığa cı karmaya yarıyor. Dünya kamu düşün­
cesi , yazılarla, filmlerıle , acıkoturumlarla o so­
runu iyi kötü pekiştiriyor.
1 972 yılı da kitap yılı ilan edilmişti. Bizim­
kiler ters a n ladılar. Kıyıda, köşede ne kada r
kitap varsa topladılar. Sahipleri n i de sorguya
çektiler, tutukladı lar. Sonra ya nlışlık olduğu an­
laşıldı. Serbest bıra ktılar. Biz gelelim yine Ka­
d ı n Hakları yılına . . . Bu sefer konu bizim için
tam zama n ı nda geldi. Biz, zaten daha geçen
yıldan, bu soruna eğilm iştik. ırmak Hükümeti n i n
iktidara gelmesi i l e birl i kte poligami, polia ndri
üzerine fikir ve çene yürütür olmuştuk.
Nedir aslı nda bu Kad ı n Hakları davası?
Kend i lerine i ş arayan bazı işgüzor hanımların
bir çeşit politik oyalantısı mı? Yoksa d ü nyaya
hakim olduğu kuruntusu ndaki erkekleri n , zayıf
cins sayd ı kları dişilere bir parmak bal çalmaları
mı?
Ne o, ne bu. Kad ı nların ba ğımsızl ığı n ı ve
eşitliğini iilk savunanlar, genel söm ürü d üzeni
içinde okka n ı n a ltına giden kad ı n işçilerin sa­
vun ucusu olara k ortaya cı kmışlardı. Bu, g iderek
büyüdü, sosyoekonom i k acıdan erkeklerin uy-

127
ruğu haline getirilmiş bütün kad ınları kapsamı­
na a ld ı . Ama her haklı başkaidırıyı ve mevcut
düzeni zedeleyecek her akımı daha başı nda
boğma kta çok usta ola n tutucu çevreler, bu
haklı davayı kısa zamanda yozlaştı rmak için var
güçlerin i seferber ettiler. Din adamları doku­
naklı sesleri ile kutsal kitaplardan kanıtlar su­
narak, düşünürler özel yaşamları nda kad ı n lar
karşısı ndaki başarısızlı kla rı n ı n ve kuyruk acıla­
rın ı n hı ncı ile kaleme sarılara k, doktorlar fizyo­
loj ik ta hli l lerden girip, psi·koloj ik ahkômlardan
çıkıp kad ı n ı n erkeğe kıyasla eksikl iğini belgele­
yerek, edebiyatcılar femi nist kart bir zampara.
ya da şefkatli bir ağabey numarası i le, zaafla­
rın ı kabul etmelerine karşın. kadınları yine de
a rkalayıp onlara şefaat eden laf cambazlıkları
yaparak. işi ilk sağlıklı rayı ndan çı kard ı lar.
Hası lıı doğru. gerçekçi , sağlıklı başlaya n
başkaldırı , giderek roma ntik, platonik bir soru­
na dönüştü rüldü.

Kadın Düşmanlığı

Erkekleri n, kad ı nlara karşı eşit davra nma­


sını geciktiren etkenieri n başı nda, erkek m il le­
tinde atavi k olarak mevcut bulunan bir üstü n ­
lük kuruntusu gel i r. Nedenleri n i ilkin fizi k güc
üstü nlüğünden alan bu ilkel kuruntu kad ı n ı ol­
dum bittim hor görmüştür.
Amargoslu Simonides,
«On kad ı nckın dokuzu metelik etmez» der­
ken ta kvi m isa'dan önce yed i nci yüzyıl ı göste-

128
riyordu. Güneş saatleri de herhalde saba h ı n
yedisi n i , ya da sekizin i . . .
Tüm Avrupa ülkeleri n i n bir numaralı esin
kaynağı olan G rek Mitologyasma bir göz ata­
lım. Burada birbirinden şi rret kad ı nlar. kötülük
yarışındad ı r. Zeus i nsa nlara bütün mele netleri
ki min aracılığıyla yollar? Pa ndrona'nın. Truva
Savaşı 'ki m i n yüzünden patlak verir? Helena'nın.
Klytemnestra. za n iyeliğin ve koca katilliğinin,
Medea, kıskanchktan gözü dönüp cocukları n ı
öldüren i htirasın, Phaedra. gene üvey oğl una
abayı ya kan azgın şehvetin simgesi olup çık­
mamışlar mıd ır? Euripides Hippolytos adl ı tra­
gedyasında daya namaz: «Ey Zeus» d iye haykı­
rır. «Şu kad ı n taifesi ni , şu baştan cı karıcı bü­
yük afeti neden yeryüzü ne i nd i rd i n?»
Zaten başka ci nsel hevesierin alıp yürüdü­
ğ ü G rek topl umunda, kad ı n ı n yatmadan yat­
maya bile olsa. pek çekiciliği kalmamış gibidir.
Aristoteles gibi, akl ı başında bir filozof bile.
« Kadın eksik bir erkekti r» demez mi?
Ortocağın kili se büyü kleri de vur a ba l ıya.
kadına, yüklenirler. TestuHian, kadını, «şeytanm
bir aracı» sayar: «dünyan ı n kapısı n ı şeyto na
kad ı n ı n araladığı» i nancındad ı r.
Evet Avrupa'da şövalyeli k dönemi ile birli k­
te kad ınlara karşı horgörü bırakılır, bunun ye­
ri n i saygı alır ama, bu dönemde sırası n ı sav­
dıktan sonra. bir ya nda n edi nilmiş basmakalıp
muaşeret kura llarına uyul urken, öbür ya ndan
icin icin, ya da açıkta n açığa kad ı nlar kücüm­
seni l i r.

129
«Kadına Yaklaşırken
Kırbacı Unutma>>

Daha yakın zama nlarda Schopenhauer ve


Nietzsche de kad ınlara veriştirip durmuşlard ı r.
Schopenhauer,
«Zayıf omuzl u, geniş kal cal•ı, kısa baca klı
kadın nesl i, ancak şehvetten gözü dönmüş bir
erkeğin çekici bulabi ieceğ i bir yaratıktır. Kadın
nesli güzel olmak bir yana, çirkin denebi lecek
bir nesildin> d iyor.
Nietzsche'n in, « Kad ının yanına g iderken kır­
bacı un utma» sözü ise, çoğ u insana pelesenk
olmuştur. Oysa hazreti yakından tanıyanlar
onun hiç de böylesine gadda r yaratılışte olma­
dığını kanıtl ıyorlar. Kız kardeşi ile birl i'kte Tur­
genief'in «ilk Aşk» adlı roma nını okuyorlarmış.
Romanın kahramanı sevdiği kızı horl uyor, dö­
vüyormuş. Kız da kaçıp gjtse ya, hem dayak yi­
yor, hem oturuyormuş. Aşkları da bu yüzden
gölgelenmiyormuş. Nietzsche adamın kaba l ığı­
na çok tutulmuş. Bunun üzerine kız kardeşi de,
«Okşanmakta n cok dövül meyi seven ka­
dınlar da vard ı r,» demiş.
Demek ol uyor ki, Za rathustra'daki o ünıl ü
kırbaç önerisi, bir erkekten değil de, bir kadın­
dan gel iyor.
Bir ünlü kad ın düşmanı da lsvecli piyes ya­
zarı August Sttri ndberg 'tir. Bütün piyes ve ro­
manları nın sermayesini kend i özel yaşamının
geçims izliıkleri teşkil eder. «Delinin itirafları » ,
«i nferno» , v e «Baba » nı n ünlü yazarı kadını, er­
keği hep aşağı çeken, adi leştiren bir yaratık sa­
var. Oysa burnunun dibinde, Narvee'te sakallı

1 30
Baba ibsen «Nora»sı i l e kad ı n mi lleti n i budala
ve mağrur erkeklere başkald ı rmaya cağıırmak­
tadır.
On dokuzuncu yüzyılda yavaş yavaş biline­
lend i ri len gene kuşaklar, kad ı n haklarını sa­
vun maya başlayı nca . kad ı n d üşmanları yine
cemkirmeye başlarlar.
Kerli ferli bir filozof çıkıp.
«Kad ınların çoğu reşit olamayan yaratık­
lard ı r» diyebi lir. «Yaşa mları boyunca onların bir
erkeğ i n . bir dinin. bir ahiakın otoritesine ve vesa­
yetine ihtiyacları vardın> d iyebil ir.

Asıl Neden

Kad ınları hor görme tutumu. sade sosyo­


ekonomi k bir acıdan değil, fizyolojik ve psikolo­
!ik nedenlerle de aydın latılma·k. deşilmek gere­
kir.
Freud. kendi nce, bazı nedenler ileri sür­
müştür:
«Erkek cocuk önce anası n ı n kişil·iğinde
öbü r ci nse hayrandır. Ama, kız kardeşi n i n . ya
da yaşıtı kız çocukların, kendine kıyasla bir ek­
sikliğini keşfedi nce, bu hayra n l ı k kücümsenme­
ye dön üşür. Buluğ çağ ı nda, bu horgörü, onu i k­
tidarsızlığa, kız cocuk d üşma nl ığına. hatta ho­
moseksüel l iğe bile iter. Erkek. ·kad ı ndan kendi n e
kadınlık bulaşacakmrış g ibi kaçar. Kad ı n ı . erkeği
yumuşatan, zayıflatan, yozlaştıran bir yaratık
olara k görür. Ciftleşme sonundaki sönüklüğü ve
yorgunluğu içinde, kend i nden iğreni r, pişma nlık

1 31
duyar. Eksi,ldiği, g ücsüzleştiği duygusuna kapı­
l ır. Kadına büsbütün kızar.»
Freud ne derse desin, görünen köy kılavuz
istemez.
Zorba lığı, kaba kuvveti bir matah sanış. işi­
ne gelmeyeni hor görüş ve gösteriş, ister po­
litika alanında olsu n, ister cinsiyet d ü nyasında,
şu i ki şeyi belgeler: ilkel l i k ve kend ine güvene­
meyiş.
Kad ı n d üşma niarına bakın. Çoğunun ya­
şam kavgasımn başka alanlarında da çeşitli
yenilgi:ler, onur kırıklıkları ve ezikl i klerle boğuş­
tuğ unu göreceksiniz.
Kad ını hor görmek ve göstermek isteyen­
ler, onunla baş edemeyeceğ i nden cekinen ler,
kadının özgü r bir varlık olarak, kend i erkek ki­
şilikleri ni etki leyeceğ i nd en, zayıflatacağından,
hatta yok edeceğ inden korka nlardır.
Daha kısacası, erkek adam yürekli adam­
dır. Kendine güven li adamd ı r, bundan ötürü ka­
dının etkisini zararlıı değ il, yararlı olarak kulla­
na n adamdır. Bu durumda onu neden küçü k
görsün? Bu dünya n imetini neden h icimsesin?
Tam tersine, onu neden vazgeci'lmez bir bütü n­
leyici olarak, başka yapıda, başka meziyetlerle,
kendi eksi'kieri n i daldurucu bir arkadaş olarak
sayıp sevmesi n?
işte bu son dönem gercekten uygar bir
dönem sayılabil ir. Türkiye'de henüz böyle bir
ortama va rı lamamıştır. Ama er gee va rı lacaktır.
Bunun icin kad ını önce iktisad i özg ürlüğü ne,
sonra da kişisel on uruna kavuşturmak gerekli­
d ir.
ister istemez, Osma nlı erkeğ i n i n bütün de-

132
ğer yargıla rını, şartla ndırılmoları n ı bili nçaltında
taşıyan bugü n ü n Türk e rkekleri, elbet bir yerde,
dünya nın gidişini de uygarl ığın gerekleri n i de
görmekte, ama bun lara tam uymak işlerine gel­
memekted ir. Ne var ki, atavik kalı ntıya karşı ge­
l işmenin savaşından galip çıkan i ki ncisi olacak­
tır.
Bu hep böyle olmuştur. Hiç merak etmeyin.

1973

133
YiNE «KADlN YILI» ÜZERiNE

Bizim evde büyük pederden kalma 1 870


baskısı bir kitap var. Ba kın kadını nasıl ta nım­
lıyor:
«Kadının , vücut yapısı cocuğunkine yakın­
d ır. Çocuk gibi ca nlı bir duya rl ık gösterişi bun­
dandır. Kendi n i hislerine çabuk kaptırır. Bu his­
ler doğrudan doğruya muhayyilesini etkiler. Er­
keklerde olduğu gibi h isleri ni kontrol eden bir
muha keme yeteneğ i nden yoksundurlar. Kad ı n ı n
gelgeç v e değişken oluşunun nedeni buradan
gel i r.»
Demek. ortam, Alfred de Musset'n i n «Ka­
dın, bu hasta cocuk» mısra ı n ı n ya nsıttı ğı anla­
yışı beni mseyen bir ortammış henüz.
Bugün bu anlayış şüphesiz, o hizada kal­
mam ıştır. Kalmam ıştır da, büsbütün de değ iştiği
savu nulamaz.
Örneğin, bir erkekten söz edilirken, doktor
bey, mimar bey, kaptan bey, mu hasebeci bey.
müdür bey, bekçi efendi deriz. Eşleri ise. dok­
torun eşi, muhasebeci n i n ayali, müdürün tamil­
yası. bekci n i nkidir. Kadının bir mal sayıldığı dö­
nemin bundan bel irgi n bir kal ı ntısı olamaz.
Hele, ülkemizin büyük bir kalabalığı ara­
sında, hôlö ola nca geçerliğini muhafaza eden
«başlık» ödeti, kadını adi bir mal sayışın bugü­
ne kadar gelmiş, ya rına da gideceği muhtemel,

134
en bağ ı rgan belgesi değiıl midir? Batı uyga rl ığı-.
na yönelik çabalarımız bizleri bu konuda yal­
nız üst baş. kılık alanında biraz değ işti rmiş, a ma
kad ı n erkek il işkilerindeki derebeylik düzeni ka­
lıntılarını ne yazık ki, kökünden kazıya mam ıştır.
Bırakın köyleri, kasaba ları da, kentl i , büyük
kentl i a i leleri a l ı n , konu komşu önü ndeki iğreti
ve zorlama nezaket kabuğunu biraz kazıyı nca ,
a ltından o geleneksel zorba lık sı rıtıverir. Kentl i
elbet, « Parası n ı verdim, aldım» tü rncesi n i söy­
lemeyecek kadar sözü nü sa'kınır olmuştur. Ama,
davranışları n ı her zama n o kadar uyga rca sakı­
nomaz.

Sultan Gelin

Türk yazarları içinde kadının bu tal ihsiz


durumunu çok güzel yansıta n iki kişi tan ıyorum:
Biri Cahit Atay, öbürü Adalet Ağaoğlu. Adalet
Ağaoğlu, «Evcilik Oyunu» adlı tiyatro yapıtı nda
ve geçen yıl yayımlana n «Ölmeye Yatmak» adlı
romanında hemcinslerinin uğradığı haksızlığı
güçlü bir şekilde yansıtır. Cahit Atay ise, özel­
likle Su ltan Gel i n adlı oyu nunda, bu konuyu ice
işleyen bir tra j i komedi yoluyla dile getirir. O
oyu nun bir birinci perdesi va rdır ki, Gogol'vari
bir perdedir. Öküzleri ölen a i le, tarlada o öküzle
aynı işi gören kızları Su ltan'ı, everip yeni bir
öküz a lmayı tasarlar. Araoı, eve alıcılar getirir.
Fiyat artırmak icin türlü h i leler yapı lır. Sonunda
Sultan en çok verenin üstünde kalır, öküz alı­
n ı r.
Ne va r ki, Sultan'ı satın alan ağanın hasta
oğl u, Sultan'la gerdeğe girmeden o gece ölür.

135
Bir defa para say�lı p satın alınmış olan Sultan
Gel i n de, g üveyi n yedi yaşındaki kardeşine ni­
kôhlanıp evde ka lır, eve h izmetci lik, tarla işine
yard ımoılık, küçük oğla na da dadılık eder. Yıllar
geçer. Oğla n büyür. Su ltan kocar. Gercekten
gerdeğe g i recekleri gece, cocuk başka bi ri n i
sevd i ğ i n i söyler. Sultan g e l i n anlayış gösterir.
Koşa koşa sevg ilisine g iden cocuğun arkasın­
dan bakakal ır.
Bir güçlü eser, bazen ciltlerce kita bın, yüz­
lerce yazının, konfera nsların, açı kotu rurnların
yapamadığını yapar. Türk kad ı n ı n ı n acınaca·k
durumunu Türk i nsa nlarının gözünün önüne,
unutamayacakları gibi serer.
Kentli han ımlar bu oyu nu, Adalet Ağaoğlu'
nun «E�cilik» oyu nu nu, Gü ngör Dilmen 'in «Ku­
ma» oyu nunu seyredi p Türk kad ı n ı n ı n ci lesine
üzü lürler. Ama kendileri nin de bu zorba erkek
d üzeninin bi r uydusu olduklarını pek hatırlamaz­
lar. Eılbet, onla r biraz daha onurla nan, göza lıcı
ödünlerle avutulan bir uydudurlar. Bu oyu nları
erkekler de görü r ve kendileri n i oyu ndaki erkek­
lere görel i kle daha uygar bulup kurulurlar.

Tiyatro ve Kadın

Söz gelmişken şunu da ekleyeyim; erkek­


leri tiyatroya, konsere, sanat gösterilerine ôde­
ta sürükleyen kad ı nıla rdı r. Kad ı nlar, daha çok
roman okurlar, sa natla daha çok ilgilenirler. Bu
konular üzerinde daha çok konuşurlar. Fransız
yazarı Felicien Marceau, yurdumuzda da oyna­
nan «Yumurta» adlı oyu nunu i l k yazdığı zama n,
tutmayacak d iye çok kuşkulu imiş. Karısı,

136
«Sen bana i l k hafta ki temsiller icin i ki yüz
davetiye verebilir misin?» diye sormuş.
Yazar,
« Ne yapacaksın bunla rı?» demiş.
«Nene lazım senin. Ver sen ba na.»
« Benim her temsi lde a ncak iki kontenja­
nım var.»
«Öylleyse gerisini bilet olara k satın a l . Ba­
na ver.»
Ma rceau, eşi n i n ded i ğ i n i yapmış. ücüncü
haftada n sonra oyu n kapa l ı gişe oynamaya
başlamış. Yazar, gülü msayerek eşi ne sormuş:
«Şimdi söyle bakalım. Bu biletleri ki mlere
verdin?»
Kadın,
«Cok basit,» demiş, « Pa ris'in bütün büyü k
kadı n barberieri n i davet etti m. Bu i l g iden pek
duyguland ılar. Şimdi makasiarı ve elleri kadar
oynak çeneleri ile her müşterileri ne senin oyu­
nundan bahsediyorlar.»
Tiyatro d ü nyasına kad ı n mi l'leti n i n bu kat­
kısının yan ı s ıra, yine herkes tarafından sapta n­
m ı� bir gercek de şudur:
Dü nya n ı n en tutan oyu n ları n ı n çoğu, bir ka­
d ı n ı eksen alan oyunlard ı r: Elektra, Antigone,
Medea, Phaedra , Fraulein J u l ie, Nora, M i nna
Von Barnhelm, Emi lia Galotte, Stella, Penthe­
silea , Agnes Bernauer, la Dame Aux Camelias,
Jeanne d'Arc, Euridice, Yiğit Ana ve benzerleri.
Bu nun sebebi nedir? Basit. Çoğunluğunu
kadı nların oluşturduğu seyirciler, bi r kad ı n ı n so­
ru nuna daha yakın ilgi duyarlar, bu bir. Erkek­
ler de, yaşam ı n ruti n i içi nde pek tan ımak, öğ­
renmek gereğini duymadıkları kad ı n psi kolojisi-

137
n i yoğ un ve ilginç bir kadı n kahrama n ı n sahne­
deki yaşamından öğrenmek fırsatını kaza n ı rlar.
bu i ki . Hem sonra, kad ı n kahramanlar, zeng i n
duygu skalaları . gözü pekli kleri, büyük ihtiras­
ları, değişken li kleri, beklenmed i k ve sevimli pa­
tavatsızlıkları ile sahne gereklerine cok uyan
bir kişi l i k arzederler. Hesapcı, içi nden pazar­
lıklı, erkeklik gururu i ç i nde hapsolmuş erkek
kahramanlara kıyasla, çok daha ilginç görünür­
ler, bu da üç.
Bir başka neden daha var. Kad ı n h ızla de­
ğ işen, oluşan -buna itiraz edenler çok olabi l i r­
bir yaratıktır. Tiyatro piyesi de gel işen kara kteri
sever.

Kuş Cenneti

Eski bir Meksika düşünürü . on, on beş yaş


arasındaki kızları serceye, on beş, yirmi yaş
arası ndaki leri cennet kuşlarına. yirmi, yirmi beş
yaş arasındakileri kırlangıca, yirmi beş. otuz yaş
arasındaki leri güvercine, otuz. kırk yaş arasın­
dakileri dişi papağana, kırkla elli arası nda­
ki;leri gecekuşlarına, elli altmış arası ndaki leri
kızkuşlarına. altmıştan yukarısını da ne kuşa.
ne kadına, ne de bir şeye benzetiyor. Tabi i , ter­
biyesizl i k ediyor. Kaldı ki, bu yaş had leri de
Meksika icin geeerli olsa gerek. Ülkemizdeki
hanımlar için her kategoriyi bir kademe ileri al­
mak gerekir.
Kadın Yı l ı için bir yazı daha yazarsak, çok
görmezsi n iz umarım.

1975

138
KAD I N I N FENDi

Evet, bir başka tez de d ü nyayı erkekleri n


değ i l , çok sinsi ve kurnaz bir şekilde kadınların
yönettiği tezid i r.
Son yıllarda, özelli kle bir kadın, Esther Vi·
lar adında Brezilya doğumlu Alma n asıllı· bir ka­
dın, eskiden beri biline n bu tezi yeni belgelerle
g ü ncelleştirdi.
«Tarih boyunca erkek, kadını sömü rmüş­
tür» tezini, tersine dönd ü ren bu iddianın sahi­
besi, san ılacağı gibi, ne yaşlı. ne de cirki ndir.
Diyeceğim, bu konuda yazdığı kita pları, hem­
ci nsleri ne karşı kıskançlık, düşma nlık duyguları
ile yazmıyor. Tam ters i ne duygusal lıktan uzak.
kofacı gözlemlere daya n ıyor.
Baya n Vilar'a göre, erkek. kadına tahak­
küm ettiği yol undaki eski masa la kendi de iyice
i na nd ığından. ici n i cin bir suçluluk kompleksi
duymaktadır. Kadı n da bundan yara rlan ıp, gad­
re uğramış pozuna g i rmiştir. Cünkü erkekten
en büyük ödü n leri bu yoldan koparır. Yine Ba­
yan Vilar'a göre, kadının bir başka g ücü de di­
şiliğidir. Bu konuda. i kide bir acıkan erkeği, yi­
ne bazı cıkarlar karşıl ığ ı doyurur. Insa nları ana­
ların eğittiği ne. analar da kadın mi lleti nden ol­
duğuna göre, cocuk, erkek olsu n. kız olsun. iş­
te bu sinsi d üzene göre şartla ndırıl ır. Bu d üze­
nin baş kuralı, erkeğ in karısını, cocuklarını ge-

139
cindirmesid i r. Evlenmek, a i le sahibi olmak, ka­
bil olduğu kadar cok calışıp, kabil olduğu kadar
onları konfor içi nde yaşatmak, erkeğ i n boynu­
nun borcudur. Bu düzen, beşikteki ninni lerden,
ölüm sonrası anılara kadar i nsanı telkini a ltın­
da tutar.

Erkek Nasıl Güdülür?

Bayan Vi lar'a göre, dünya n ı n ya rısını al­


lem edip kallem edip, kendileri icin calışmaya
seferber etti kten kelli, kad ı n ı n ca l·ı şmasına, yo­
ru lmasına gerek de yoktur.
Budala erkekler, gönüllü ola ra k işe koşul­
muşlar, kad ı n la r icin ca l ışmaya , onlar icin dü­
ş ünmeye, onlar icin kazanmaya a lıştırılmışlar­
dır.
Bayan Vi lar, bütün kad ı nılar gibi, dış görün­
tüye ve ayrı ntılara da d i kkat ed iyor:
«Gündüzleri erkekler hep birbi rlerine
benzer kılıkta dolaşı rla r. Bu sivil ü n iforman ı n
e n a z o n cebi vardır. Bu cepler erkeğ i n calış­
ma hayatı icin gerekli malzeme ile doludur.
Cüzda n, kimlik kartı, kulüp ka rtı, cek defteri,
not defteri, kalem, anahtar, daha bir sürü gerek­
li aracıarı eleltında bulundurma ları gerektir.
Kadınlarda ise cep yoktur. Çanta vardır.
Bunun ici de, kad ı n ı daha çekici yapmaya ya ­
rayan kozmeti k araciario doludur. Rimel, krem,
rüj , pudra, bir çift yedek ipek corap ve buna
benzer ıvır zıvır.»
Bayan Vi lar, bir kad ı n olarak, kend i n i ve
ayrıca erkekleri cok iyi ta n ıyor. Erkeğ i, dolap

140
beygiri gibi somurme sanatının çeşitli psi kolo­
j i·k hi lelere daya ndığını bel i rtiyor.
Bunlardan biri de övme taktiği, «Erkekler
birer koca cocuktun> d iyor. «Önce anaları, on­
ları öve payiaya eğitirler, sonra bu işi karı ları
üzerine alır. Böylece, dozunda ayarianan övgü,
erkeğin verimliliğini, ya ni eve daha cok para
geti rişini sağlayabilir. Övü leni övene uyruk kı­
lar.. Her gün küçük dozlarda erkeğ i n i ufak tefek
övgülerle pohpoh lamaya a lı ştıran kadın, bu öv­
güyü bir gün kesse, ada mcağız kend ine g üven i­
n i kaybeder. O övgüyü kaza nmak icin dalkavuk­
luğa bile kalkar . . . »

Kadın lar Hayır Derse

Hasılı, hınzır bir psikolog şu Brezilyalı ha­


nım. Yazdıkları, hiç deği lse, ori j inal, yer yer de
bil inen -ama belki kadın taktiği ile un utturu­
lan- bazı gercekleri yeniden vurguluyor.
Aristophanes, Esther Vilar'ı n bugün yeni
bir tez gibi ortaya attığı kadı n egemen liğini tam
2386 yıl önce Lysistrata adlı ü n l ü oyu m� ile in­
sa nlığın belleğine kazımadı mı? O oyunda Spar­
ta ile Atina arasındaki sonu gelmez horoz dövü­
şüne son vermek icin, kad ı nlar el ele veri r ve
bir seks grevi ile duruma hôkim olur, kuzuya
dönen erkekleri n i yola getirirler.
Erkeklerin yönettiğ i . yasa ları n ı erkeklerin
yaptığı bir dü nyada kad ı n lar bazen açıktan açı­
ğa, ama daha cok, gizliden gizl iye bir egemen­
lik ya rışındadırlar.
Çağımızın gel işen koşulları , bu savaşı n

141
gizl ilikten çıkıp, açıklığa erişmesi n i de kolaylaş­
tı rıyor.
Eskiden erkeklerin e l i ndeki bazı avantajlar
ve baskı araciarı şimdilerde kadınların lehine
olarak ortadan bir bir kal kıyor.
örneğ i n eş dost. es,k iden kocaya, «Bir iki
cocuk yap, karın onlara dalar, sen de rahat
edersin» öğüdünü verirlerd i . Bug ü n doğum
kontrol tekn iği, erkeklerin bu taktiğini etkisiz
bırakıyor. Kadın bug ü n iktisadi güvence zorun­
luğunu, koca nın dışında, kendi meslek yete­
nekleri nde de arar ve bulur olmaya başlad ı . Bu
da ona , olaylara daha objektif, daha bağ ımsız
bir gözle bakma yürekl i l iğ i n i sağlıyor.
Ama, kadının eşitl iğini mutlak ve kesi n
olarak e l e gecireceği gü nler elbette yine d e cok
ya kınlarda umulmamalı.
Yen i gel işmeler, yen i bakışlar, yen i tezler
bu soru nun sadece daha net olarak görülme­
sini sağladı. Gerci. bu da büyük bir şeydi r. Ama.
çözü mü görmekle ona varmanıın arasına elbet
yine de uzunca zaman süreleri girecek.
Binlerce yıllık köklü al ışkanlıkların, şa rtlan­
maların etkisini büsbütü n kazımak icin üc dört
kuşağ ı n değişmesi gerek.
Hatta, o zaman bile, bili nealtına işlemiş bu
atavik kalı ntıları n erkeklere ve kad ı nlara, za­
man zaman bazı oyu nlar oynamayacağı idd ia
edilemez.

1975

142
UZAYDA AŞK BAŞKADIR

Uzay araştı rmaları gitti kçe gelişiyor. Apoı­


lo ile Soyuz'un başa rıl·ı deneyinden son ra ge­
rek Amerika, gerek Sovyetler yeni ve daha bü­
yük projeler hazı rlayacaklar. Uzay araştı rmala­
rı daha uzun süreli olabi lecek. Hafta ları, aylıa rı .
hatta yılları kapsayabi lecek. Bu kadar uzun za­
man uzay gemisi nde kalmak zorunda olan ast­
ronotların bazı ihtiyaçları belirecek. Bunları n
başı nda kad ı nsızlık gel iyor. Bil indiği gibi, cinsel
perhiz erkekleri sinirl i yapar. Uzayda sinir ger­
ginliği, maaza llah, büyük katastroflara yolaça­
bilir. Akla ilk gelen uzaya kad ı n astronotlar da
yollamak. Ama bunun da yine bazı sakıncaları
var. istenen vasıf·ları kendi nde toplamış, hem
yürekli, hem çekici kad ı n astronotları nerden
bulmalı? Buldular d iyelim, o kadar dar yerde
hareket serbestliği nasıl sağ lanacak?
Has ı l ı zor iş. Onun için uzmanlar, tutmuş­
lar, başka bir care bulmuşlar. Erkek astronot­
lara sente tik bir aşk sağlamak. Buna ısmarlama
aşk da d iyebi liriz. Uzay kapsül ünde nasıl her
şey sentetik olarak çözümlenmişse, nasıl yemek
yerine sentetik haplar beslenme sorununu çözü­
yorlarsa, ona benzer bazı tedbirlerle astronot­
ların bu hayati ihtiyacı da g ideri lecek.

143
Astronotlar Nasıl insanlardır?

Hiç astronot görd ü n üz mü, bilmiyorum.


Ben gördüm. Yen i Delhi'de yapılan Asya
Afrika Yazarlar Kongresi ne katıldığım yıl larda,
bizi oradaki Sovyet Büyükelçiliğinde kongre
onuruna verilen bir golaya çağ ı rm ı� lard ı . Orada
dü nya çapında ünlü yazarlar vardı. Birçok ülke­
n i n büyükelçileri vard ı . Birkoc genera l vardı.
Hint devlet adamları vard ı . Ama bütü n bunların
içinde bütün ilgileri bir tek kişi topl uyord u. Her­
kes ona bakıyor, her hatip önce onu selamlı­
yor, hasılı bütün onurlamaların tek odağı o olu­
yord u. Kimd i r ded im:
«Astronot filan» dediıler, bir Rus ad ı söyle­
diler. (Şimdi adını hatırlamıyorum. Hayır Gaga­
rin değil. Bu olay Gagari n 'den çok sonraya
rasUıyor.)
Bir astronotu i l k d efa yakından görüyorum.
Orta boylu, ama cüssel i görü nen bir adamd ı .
Geniş omuzları v e üstü n işanlarla kapl ı görkeml i
b i r göğsü vard ı.
Gövde kısmı bacak larına kıyasla a labildi­
ğine gelişm işti. iki baca ğ ı n ı ayırmış heykel g i­
bi hareketsiz duruyor, kendine sözle yağd ırılan
iltifatlara a ncak hissed i lebilen bir küçük baş
hareketi ve ucuk bir g ü lümseme gölgesi ile
karşıl·ık veriyordu. i l g i m i çeken başl ıca özelliği
kaya g ibi sağlamlığı ve sarsılmaz sinir sükCıneti
idi. O g ün kü izieni m i m i n biraz telaşcı genelle­
mesi ile şu kanıya vard ım ki, tekn iğin en mü­
kemmel aletleri içinde uzaya tırlotıla n insan
eşantiyonları da en m ü kemmel sıhhatl ilerden
seçil iyor. Önce fizyolojik bir seçme yapılıYor.

144
teknik bilgi ve eğ itim ondan sonra geliyor. Böy­
le dört başı marnur sıhhatte ve gene olan astro­
notları, bu Tanrı yapısı mükemmel organizma­
ları da elbet uzmanlar en azından uzay a letleri
!(adar titizlikle korumayı kendi lerine iş edine­
cekler.

Elektronik Aşk

Edinmişler de zaten. Bu işi yine elektronik


beyin iere yaptıracakılarmış. Amerikalı uzmanlar
beyin bölgeleri ni elektrik dalgaları ile tahrik et­
mek suretiyle erotik d uygular ya ratılabi leceği­
ni kestirmiştir. Nasıl beynin bazı bölgeleri elek­
tri k dalga ları ile tah rik edili nce aclığı, başka
bölgeleri tahrik edi li nce, korkuyu kontrol a ltına
almak kabil oluyorsa, Septum bölgesindeki
tahriklerin de cinsel duygular yaratabileceğini
keşfetmişler. Astronotun başına geeiri lecek bir
elektronik madeni levha aynı a nda onun görün­
tü, ses ve koku alma duyuları nda gereken iz­
lenim leri yaratmaya yetecekmiş. Onları n işini
yumuşak bir dalgalanma hissi veren bele ta kılı
bir a let tamamlayacak. Böylece gercek bir cin­
sel temas hissi uya ndırılabHecekmiş. öte yan­
dan çeşitli kadı n tipleri n i n içinden astronot bi­
rini secebilecek. Düğmeye basacak. Ya mah­
cup ve toy bir sevgi l i n i n kem kümlerini, ya ma­
lın gözü bir fi lm yıldızının şuh kahkahalarını, ya
vamp tipi bir seks delisi n i n canhıraş feryatları­
nı, ya da evinde bıraktığı sevg ili karısının tatlı
sesini duyabi lecek. Hasılı, bir düğmeye bas­
mak, bir casette secmekle, istediği haya li sev-

145
giH Ue gerdeğe girebi lecek. Kendini yeryuzun­
de sanacak. Siz keli men i n ci lvesine bakın, biz
yeryüzünde buna benzer mutlulukları a n latmak
için kendimi gökyüzünde san ıyorum deriz.
Uzmanlar elektron i'k titreşimle elde edi len
bu sentetik aşkın, tüpten yenen pirzoladan çok
daha aslına yakın olabileceğini söylüyorlar. Ya­
pılan ilk deneyler bu a n lattığımız şeylerin pek
de ütopya olmad ığını kan ıtl ıyormuş.
Şimdi bi rçok zihinlerde bu çeşit sentetik
bir aşkı n sade astronotlara değil yeryüzü foni­
leri ne de sağlanmasından yana bir istek bel i re­
bilir. Öyle ya! Bas düğmeye gelsin. Bas düğ me­
ye gitsin. Böyle ideal bi r eşi kim istemez. Aşkın
sade tatlı ya nını yaşamak, d ırd ı rından , komp­
li kasyonlarından kurtulmak fena mı? Birbiri n i
kırmak yok, kıskanolık, düş k•ı rıkl ığı yok. Göz­
yaşları yok. Ayrı lma yok. Nafaka yok. istediğin
zaman kırılma ihtimali yok, Düğ meye basınca
gelen sevgilinin kalbi yok ki kırılsın. Kalbi ol­
mayınca da sevmez. sevmeyince de acı çekmez.
Acı çekmeyince de başkasına acı çekti rmeye
kal kmaz.

Ersatz Kabul Etmeyen Bir Konu

Ama bu ersatz aşk, ön ü nde sonunda, i nsa­


nı doyuru r mu dersiniz? Armstrong ekibi ile bir­
likte uzay gemisine binen bizi m ü n l ü Astronot
Niyazimiz onların uzattığ•ı yemek hapına bakıp
ne diyordu:
«Sağ olun abi ler. Ben öyle hapla doymam.
Ben yemeğ imi kend im geti rdim.»

146
(Ve beraberinde getirdiği sefertasından
pür iştah, pastırrnasını. kuru fasuılyesini, soğa­
nını. ekmeğini çıkarıyordu.)
Diyeceğim şu ki, etl i can l ı insanın yerin i
h içbir şey tutmaz. Teknik ileriediği kadar i ler­
lesin, ben elektronik dalgalar a racılığı ile ikin­
ci elden sevmeyi, sevişmeyi an layamıyorum.
Bir deniz kena rında, bir papatya tarlasın­
da, bir ormanda, sevd i ğ i kadınla yan yana ol­
mak, onun va rl,ığını duymanın, kendi varlığının
farkında ol manın. yeri n i ne tutabilir.
Bu yen i deney kullanı lacak hale geldikten
yıllar sonra. bir astronot, elektronik aşktan be­
zip de bazı del il ikler yapmaya kalkarsa h iç şaş­
mam. Örneğ in, dünyaya dönüş sırasında Cap
Kennedy'ye i necek yerde, dümen i n i yeryüzü nün
kırsal bir bölgesine çevi rmesini, bütün alarm
işaretlerine, uzay merkezinin bütün sert uyarı­
larına karşın. kapsü lü bir çiçek tarlası ortasına
indirmesini, orada ilk rastladığı dişiye roman­
tik duygular açıklamas ı n ı hiç yadırgamam.
Kim ne derse desi n, hatta zaman zaman
bizler de, romantizme ileri geri atıp tutal ım, yi­
ne de aşk roma ntizm olmadan gal iba düşünüle­
mez. Çok mu geri kafalıyım dersiniz? Sanmam.
Bakınız. Sovyet Kozmenotu N ikolayev de uzay
gemisine sentetik aşk yerine etli canlı gercek
bir kadın al mayı öneriyor. Araştı rmaları n bu
yönde yapılması, bütün sakıncalarına karşın.
bundan son ra cıkılacak uzunca uzay seferleri­
ne kad ınların da katı l mas,ı gereği, ileri sürü l ü­
yor. Uzaycılar belk i ben im roma ntik acımdan
değil de, bunu teknik bir zorunluk olarak öne­
riyorlar. Örneğin, Mars gezegen ine yapılacak

147
bir sefer ne kadar sürüyormuş biliyor musunuz?
Gidişgeliş a ltmış yıl. imdi, uzay gemisini ora­
ya vardıran kuşak, dönüşte yaş haddi nden ötü­
rü ölmüş olacağına göre, gemiyi dünyaya dön­
dürecek olan mürettebatın, yol boyunca pey­
dahlanması zorun luğu kendiliğinden ortaya
çıkmıyor mu? Diyeceksi n iz ki, uzman lar o za­
mana kadar suni döllenme tekniğini de gelişti­
rirler. O da mümkün tabi i . Ama ben , yine de,
her şeyin doğa lını seviyoru m. Cicek tarlasında
yeşeren aşkı. .
Baka lım gelecek daha neler gösterecek.

1975

148
LEONARDO DA VINCI

« Leonarda da Vinci)) dizisi, televizyonda,


cok beğenildi. Sanete ı n ı n yaşamı ve kişi liği
önümüze çok güzel sergilendi . Metin güzel, bel­
geler iyi, yorumlar yeri nde ve ukala lıktan uzak­
tı. Rej i ve görüntü kal iteli, fon müziği uyumlu
idi. Has ı l ı dört başı ma rnur bir yapım nasıl
olur, gördük, öğrendik. Hele, başrolü oynayan
Phi l ippe Leroy, kusursuzdu. Leonarda gibi, cok
değişik yanları olan bir saneteıyı canlandır­
mak, kolay iş olmasa gerek. Leonarda'nun ki­
şiliğini etkileyen olayla rı n başında, a nası ile
babasının, o daha cok kücükken ayrı lmış ol­
maları gel i r. Ayrıca, gayrımeşru bi r birleşme­
n i n ü rünüdür de. Bu da onu ister istemez te­
d i rgin eden bir husustur. Ta rihciler, Leonarda'
n u n sağlam yapısını, s ıhhati ni, yaşam sevinci­
ni babasından, cana ya kınlığını, a ltın sarısı sac­
ları nı, i nce ve i htiraslı el leri n i ise, bi r köylü kı­
zı olan a nasından aldığını söylerler. Leroy,
Leona rda'nun bu birbirine zıt, soyaçekim n ite­
li klerini de iyi yans ıttı. Leonarda'nun kişiliğin­
deki bi r başka zıtl ık da, sanatçı ve bilim adamı
kişi liği i ki lemidi r. Sanatçı kişiliği onu i nsancıl,
d ışadönü k ve yumuşa k yaparken, her a n yen i
buluşlara yönelik bi lim adamı kişi liği onu, i hti­
raslı, hırçın, yaln ız, çevresinden uzak ve çağ­
daşları n ı n cok i lerisi nde yaşamaya iteler. Baba

149
evinde, üvey kardeşleri n i n onu «hizmetçi karının
piçi» d iye hor görmeleri nin de bu tedi rginl ikte
payı olsa gerektir.

Leonarda ve Freud

Bütün bu ka rmaşı k ruh sorunları ile Leo­


narda da Vinci. Freud'un a rayıp da bulamadığı
bir «Süjed i r» , yah ut yine doktorlu k deyimi ile.
bir «cas»tı r. Nitekim Freud, mal bulmuş mag­
ribi gibi, hemen büyü k ustan ı n yaşamöyküsü­
ne, özell i kle cocukluk i zlenimlerine sald ı rmış.
bu materya li kendi öğretisinin büyültecinde in­
celeyip ustanı.n ci nsel eğili mleri üzerinde ah­
kôm çıka rmıştır. Freud'u ilkin ceken, Leonar­
do'nun, ressam , heykeltıraş. mühendis, tabiat
araştırıcısı. düşünür ya nları olmuştur. Dehası n ı
b u kada r ayrı alan larda gel iştirebilen. böylesi­
ne evrensel bir i nsana. değil sade Rönesans'ta
bütü n zamanlarda da rastlamak kolay değildir.
Freud, Leona rda'nun bu akıl a lmaz verim liliğini
ünlü «Subl i mation» öğretisine bağlar. Yönü
saptı rılmış ci nsel enerj i n i n yücelip düşün gü­
cüne dön üştüğ üne en g üçlü örnek olarak Leo­
narda'yu gösterir. Burası iyi hoş da, Freud, bul­
muşken Leona rda'yu d i d i k didik etmeye baş­
lar. « Leona rda da Vinci'nin bir cocukluk anısı»
adı n ı taşıyan a raştı rmasında, yapı ve yaşamın­
daki homoseksüel eğ i l i m i n i n kökenierine i nme­
ye çalışır. Bu a raştırma yayımlandığı 1910 yı l ı n­
dan bugüne dek, büyü k ta rtışma konusu ol­
muştur. Çok kimseler Viyanalı Docenti, büyük
ustaya kara sürmekle suolamışlardır.

150
Akbaba Simgesi

Bil indiği gibi, babası Piero di Gu ido, oğ lu


Leonardo'yu, ayrı ldığı nameşru ka rısından geri
almaya kalktığı nda, coc uk 4 - 5 yaşlarında imiş.
Freud'e göre, bu yaşlar, cocukların çevrele­
rindeki ci nsel izlen im lere i l k ilgi ve d i kkati gös­
termeye başlad ıkları yaşlardır. i şte Leonardo'
nun, adı geçen cocukluk an ıs'ı, o demiere ait­
tir. Leonardo akbabaların ucuşunu i ncelediği
bir dönemde çocu kluğu ndaki bir anısını şöyle
an latır:
«Akbabalarla uğraşmaya daha çok küçük
yaş ımdan başladım» der. «Anlayabildiğ im ka­
darı nca ben bir beşi kte yatıyordum. Bir akba­
ba ucarak gel iyor, gagası ile ağzımı açıyor.
Bunu birkaç kere tekrarlıyor.»
Freud, bu muhayyel görüntü nün, d üşle
karışık cinsel bir hayal karışıımı olduğunu be­
l i rttikten sonra, Leonarda'nun da belleğinde
olması gereken eski efsanelere göre akbaba­
n ı n yavruları n ı tek baş ı na vücuda getiren, iki
cinsiyet sah i bi bir yaratık sayıldığ ını, dolayısıy­
la nameşru ve kocasız bir anayı simgelediğini
ileri sü rüyor. Nerden nereye demeyi n . . . Kıl ı
kırk yaran, ve insanın ruh bodrumunda her
rastladığı ndan bin anlam cıkaran psikiyatrların
hi kmeti nden sual olu nmaz. Freud, Leona rda'yu
anasına hayran bir cocuk sayıyor. Onda varsay­
dığı homoseksüel eğ i l i m i n de, doğuştan değil,
sonradan, bu ana baba ayrı lığından oluşmuş
olabileceği n i söylüyor. Leonarda'nun anasını
kıskanacağı bir baba n ı n çevresi nde bulunmayı­
ŞI da bu eğ ilimi vurgulam ıştır, d iyor. Daha bü-

151
yüyünce erkek çocuklara yönelmesi ve anasına
rakibe sayd ığı kızlara yüz vermemesi de bura­
dan i leri gelmiş olabilir, d iye ekl iyor.
Bununla da yetinmiyor, ruhbilimin zehi r ha­
fiyesi ... Leonarda'yu gerek delikanlılık çağında,
gerek olgu nluk çağında, onu ne his ne de şeh­
vet ba kımından bir tek kadının etkileyemed iğini
de hatı rlatarak, hem sıhhatl i, hem a labildiğine
yakışıklı olduğu da söz götü rmed iğine göre, ku­
surun kad ı nlarda aranmaması gerektiğine işaret
ediyor.
TV film inde de değ i nildiği gibi, Leonardo,
24 yaşında iken, adı çıkmış Jacopo Saltarelli ile
anormal i lişkide bulunduğu töhmeti ile mahkeme­
ye veri lir. iki celse son ra hôkimler, onu beraat
ettiri rler. Güzel Saltarel'l i'nin ona sadece mo­
dellik ettiği söylenir. Hayatının son una kadar da
öğrenci ve çırak olarak göze batıcı g üzellikte
cocukları çevresinde toplad ığı bi l i n i r. Bunlarda
büyük yetenek aramad ığı ve onlar tarafından
paraca sömü rüldüğü de idd ia edildi . Yaşamının
bu ayrı ntıları, onun belki « platon ik bir homosek­
süel» olabi leceğini gösterebi l i r. Cinsel yaşamın­
da bir aksaklık olduğu muhakkaktır. Böyle ol­
duğu icin de var gücünü beyn i ne seferber et­
miştir. Notlarında da öyle demiyor mu?
«Zihni ihti ras bütün öbür i htirasları kovar.»
Cocuklukteki akbaba a n ısı, on un insa n ı kanat
makinesi ile ucurma i htirasının bir ilk si mge­
si sayı lsa yeridir.
Psikanalizin düş yorumları na göre, «uc­
mak» ve uçmaya i lişkin d üşler, kuvvetli seksüel
özlemler ifade eder. Leonardo, çocukluğunda
bir retulman olarak, bir kôbus olarak üzerine

152
cöken a kbabada n kurtu l manın yolu nu, kafasını
ucmak üzerine işleterek bulmuş gibidir.
Böylece yaratmak ve durmadan a raştır­
mak, onda ci nsel faal iyetin yeri n i tutan bir ihti­
ras alanı olu r.

Gelelim Mona Lisa Hanıma

Leonardo da Vinci 'yi öl ümsüzleşti ren şun­


ca yapıtı i çi nde, Ciaconda'nın ayrı bir yeri va r. . .
Çoğu kimse icin usta n ı n i l k a kla getirdiği cağrı­
şım, isvicre i n ekleri ve keçi derisi toptancısı
Bay Francesco Del Ciaconda'nın famiılyası olan
bu kaşsız hanımd ı r. Çoğu saneteıyı bir portre­
ye iten etken bir yüz olu r. Leonardo i se burada
pera kende bir gülümsemeden ha reket etmiş
gibidir. O gülümsemeyi yakalamış, gerisini artık
kendisi tamamlamıştır. Ucuk renklerle resmedil­
miş olmasına karşın, konuşocok, kıpırdayacak
gibi şaşılacak bir canlılık gösteren bu yüz, bu
eller ve esrarl ı, saf, vaatkôr, masum, icinden
pazarlıklı, ne n iyetle baka rsa nız o niteliği ola n bu
u n utulmaz gül ümseme u stanın üç yılını a lmış­
tır. Kadıncağız havasını bulsun d iye, usta stüd­
yoya onun sevdiği çiçekler mi taşımamıştır, su
şa kırtısından hoşlandığı icin bütü n fıskıyeleri ni
seferber mi etmemiştir. Müzisyenlere çalgılar
mı cald ırmamıştır. Sonu nda ortaya cıkonla yine
de yetinmemişti r, ama perfeksiyonist titizliği
yapıtı bitmiş sayamamıştır. Fransa'ya giderken
va n ına alıp g itmiştir.
Dedi koducu diller bu modelıle sanatçıı a ra­
sında romantik masallar uyandırmakta gecik-

153
memişlerd ir. Bu suskun Sfenksin , acayip sihri
ile büyü k ustayı on i kiden vurduğu iddia ed il­
miştir. Ama gerçek, gal i ba usta n ı n modeline ro­
mantik bir i l g i d uymad ığı, sadece gülümseme­
sini saptamaya değer bulduğu merkezinded ir.
Freud, gerek bu ü n l ü gül ümsemede, gerek
«Meryem-isa ve Anası» adlı üçlemes i ndeki ka­
d ı n yüzlerin i n ifadesi nde, yine Leonarda'nun
anasının ve üvey a nası Don Albiera'nın ifadeıle­
rin i tan ı r gibi olur.
Tan rı insanı psi kiyatrların d i l i ne düşürme-
sin.

1975

154
HAFTANIN SEYiR DEFTERi

9 Mayıs Ankara

Eurovision ya rışmalarında iki Türk bestesi,


daha eleme sırasında yarış dışı bırakıld ı . J ü ri ,
kendisine yapılan b i r i h barı değerlend i rerek bu
besteleri batıdan alınmış sayd ı . Tartışması hô­
lô sü rüyor.
Ya lnız Eurovision yarışmasına katılanlar
değil, piyasada kapış kapış satı lan nice Türk
plakları nın da dışardan yürütme olduğu erba­
bınca söyleniyor. örneğ i n , Yahya Kema l'in ünlü
«Sessiz Gemi» şiiri , usta lıkla modern bir Fran­
sız bestesine oturtulmuş. Avaz avaz söylen iyor.
Bir başka baya n ı n «Memleketim» ize transpoze
ettiği bir israil bestesi de satış rekorları kırd ı .
1 9 Mayıs bayramlarının ayrılmaz cağ rışımı
«Dağ Başını Duman Almış» marşının aslında.
bir isvec şarkısı olduğunu belki bilirsiniz. i svec­
l i leri n,
«Üc gene kız
Gezmeye çıkmıştı .
Yağmur yağd ı .
Etekleri ıslandı.»
güttesini değiştirip, «Gü neş ufuktan şimd i do­
ğanı lı, «Gümüş dere du rmaz akanı l ı bir hale ge­
tirmişiz.

155
Atatürk ve arkadaşlarının Samsun'a cık­
tıkları sırada,
«Gü neş ufuktan şimdi doğar» sözlerine ve
marşın ca nlı ritmine kapılıp bu şarkıyı söylemiş
olma ları, nerdeyse, isvec bestesi ni ikinci milli
marşımız mertebesine çıkarmıştı. Dün Kabare
Tiyatrosu sanatçıları ile bi rHkte UNESCO Genel
Sekreteri Sayın Viıldan Aşır Savaşır'ın Ankara'
daki evine davetli idi k . . . Teyp, Romen şa rkıları
calıyordu. i ki saat içinde üc ü n l ü Osma nlı kan­
tosunun, bu arada, «Kücücüksün» ile «Sarhoş
Rasi h» in Romen kökenli olduğunu saptadık.
Reşat Nuri Gü ntekin «Anadol u Notlam nda
bütü n gezici tul uat trupları repertuarı n ı n usta­
l ı kla uygulanmış yabancı oyu nlardan oluştuğu­
nu an latır.
Yeşilcam'ın konularıı nın yüzde yetmiş beşi­
ni, öyle üstü kapa l ı fi lan değil, resmen, yabancı
film lerden, hatta plan plan kopye ederek, hatta
çoğu zama n ası l adı n ı değiştirmeye bile üşene­
rek a ktard ığını görüyoruz . . .
Ankara'da Meclise d e uğradım. Parti değiş­
tirmiş mil letvekilleri yen i partidaşları ile kol ko­
la kuliste dolaşıyorlardı . . . Neylersin iz. Şarkıla­
rımız apartma, filmlerimiz apartma, rejimlerimiz
apartma, fikirlerimiz apartma olursa, milletve­
killerimiz de ayartma olacak ister istemez.

10 Mayıs istanbul
Necdet Tosun'un Ölümü

Türk sineması n ı n sevimli şişmanıı Necdet


Tosun gene denecek yaşta öldü. Bütü n fi lm pro-

156
düktörleri, Yeşilça m'ı n süper starları, üzgün
yüzlerle cenazesi ne katıld ılar. Bu kadar fazla
kilonun zavallı Necdet Tosun'a günün biri nde
fena bir oyun oynayabileceğ ini h i ç biri mi düşü­
nemed i? Hiç kimse de çekip, onun koluna g i rip,
NeCdet'i bir kan tah l i l i ne götürmeyi aklede­
med i ?
Ortada o l a n bir şey varsa, o d a Necdet To­
sun'un sırf şişma nlığı Icin sevi ldiği, ş işma n lığı
icin tutulduğu idi. Şişmanlığı onu n geçimi, ser­
mayesi, yatırımı, geleceğ i idi. Elli kilo düşse.
sağ11 ıklı bir Necdet Tos u n olsa Yeşilcamoılar
icin ilginç olmaktan cı kacaktı. Kend i ne ki mse
iş vermeyecektl. Belki de günü n biri nde Suphi
Kaner gibi canına kıyacaktı.
Onu şişmanlığı geçi ndiriyor, ş işma n lığı ya­
şatıyordu. Sonunda yine ş işmanlığı öldürdü.
Necdet Tosun'un ölümü, sanat ecirlerin i ne
kadar düşü ndürse yeri. Bu düzen içi nde çoğu
i nsan sırf yaşamak uğruna, böyle sağlıksız yol­
lara, vakitsiz ölümlere itelenmiyor mu?
Çoğ umuz birer ip cambazıyız. Yaşamımızı
sağlamak için . . .
Sonra bir gün i pten düşünce de gelir beş
dakika icin ağlarlar başucumuzda . . .

1 1 Mayıs Istanbul
TRT Olayı

Kurt, kuzuya catmış:


«Sen nehrin suyun u kirletiyorsu n . »
Kuzu,
«Ben nehrin aşağıs ı ndan içiyorum, siz yu-

157
karısından» demiş, «Su bu tarafa akıyor. Suyu­
nuzu nasıl kirletiri m?»
«Onu bunu bi'lmem, kirletiyorsun işte. üs­
telik, geçen yı l bana küfretmiştin.»
«Nası l olur? Ben geçen y'ı l doğmamıştım
bile.»
«Öyleyse kardeşindi.»
«Kardeşim de yok.»
«Akraba nd ı . Hepiniz bana d üşma nsınız
soyca k.»
«inan olsun, değiliz.»
Kurt bakmış olm uyor:
«Ben seni yemeyi a klıma koydum arkadaş,»
demiş. «Ne desen boşuna artıı k.,
Ve kuzucuğu ham demiş, yutmuş.
ismai·l Cem'in görevinden azied ilişi La Fon­
taine'in masa lına tıpı tıpına uygun cereyan etti .
Şimdi iş Danıştay'a gidecek. Ba kalım orası ne
d iyecek?
Ben ismail Cem'e derim ki, üzü lmesin, Tür­
kiye'de bi r i ktidarın hışmına uğrayanı öbür i kti­
dar baş tacı eder. Her azil bu ba kımdan ilerisi
icin iyi bir yatırımdır. i nsan oturduğu yerde,
mağd urluğ unun büyüd ü ğ ü n ü , efsanesi nin ge­
liştiğini görür. Yarın ke ndisi n i TAT Genel Mü­
dürü değ il, Turizm ve Ta mtma Bakanı görürsek
şaşmayalım.
i şinden atfedi len bir başka genel müdür,
«Her i ktidarın kend i kadrosu ile ça lışmak.
isteyişi doğaldır,» deyip fazla direnmed i .
B i r başka genel müdür de,
«Ne siz üzüılün, ne ben,» deyip emekliliğini
isted i .
N e var ki. TAT öbür genel müdürlü klerden
biraz farkl ı .
158
TAT'yi büyük kitlelere seslenen ve çok ko­
lay beyin yı kayabilen bir telkin makinesi , dolayı­
sıyla bereketli bir seçi m a racı sa nan düzeyde
politikacılar, kancayı ilkin buraya atmış lard ı .
Şimdi b u kaleden memleketi fethetmek kurun­
tusundadıl'llar.
Taraf tutuyor diye suçlad ıkları yönetmen­
lerin yerine kendi lldamları n ı geciri nce, onların
taraf tutmayaca kları n ı bilmem ki, kim garanti
edebilir?
Esasen tarafsızlık konusu da ta rtışmaya
değer. i nsa n kend i n i isted iği kadar tarafsız ol­
maya zorlasa bile, yine de büsbütün tarafsız
olabi l i r mi?
TAT cekişmesi kara rnamen i n imzalanışı ile
biteceğe değ i l , daha da sert bir şeki lde sürece­
ğe benzer.
Bu durumda ben im bir önerim olacak:
Türkiye'de neden bir ikinci, yahut ücüncü
TAT postası olmasın? Nası l falan gazete falan
sektörün filan gazete filan sektörün görüşünü
yansıtıyorsa . yurtta iki üç TAT olsun, isteyen
isted iğini seyretsin.
Böylece bir TAT tekelinden kurtulur daha
demokratik bir TAT düzenine varırız.
Üstel ik, pol itik rekabeti n yanı sıra , müzik.
film, kültür yayı nları nda da bir ka lite yarışması
başlayabilir.
Artık bu iki yahut üç TAT piyasadaki popü­
ler hanendeleri, sevilen spikerleri, becerikli pro­
düktörleri, tıpkı tarafsız mebuslar m isali, ayartıp
kend i TAT' lerine transfer etmek isteyecekler­
dir.
TAT bir topl umun aynosıdır dendiğine göre.

159
çekişmeli üç dört TRT de, çekişmeli gazeteleri­
mize, çekişmeli pariementomuza daha yakış­
maz mı?
Zaten demokrasi bir bakıma çekişme de­
mek değ i l midir?
Demokrasi çekişmed i r, çekişmedi r de, usul
ve adep içinde bir çekişmed i r.
i şte biz bunu henüz pek öğrenemedik ga­
l iba.

1975

16()
TELEViZYON DENEN ŞU IŞIKLI PENCERE

«Televizyon, dünyamızı bir tek köy hal i ne


getirdi» d iyen Mac Luha n ne kadar haklı. Elek­
troni k dönem, bizi bir ba kıma a lfabeden, mat­
baadan önceki zamanlara götürdü. Koca bir ka­
bile halkı gibiyiz sanki. Köy aılanı nda olup bite­
ni izleyen. ümmi bir kabile halkı gibi, dünyanın
gidişatını bu ışıklı pencereden izliyoruz. Yazı
nedir? Bir çeşit simged i r. Soyutlamadır. Okuma
nedir? Bu simgeleri kofada düşü nce haline ge­
tirmedi r. i nsan okuduğu ile arasına bir mesafe
koyabil i r. Onu objektif bir şekilde tartabil i r. Şu
h alde okuma gel işmiş bir dönem i n ü rünüdür.
Görme ve işitmeye dayanan algılama ise, i l kel
i nsan toplulukları n ı n algılamasıdır. Şimdi artık
her şey bu düzayak seviyeye d üştü . Ses ve gö­
rüntüye dayanıyor algı lamal arımız. Eğitim, ha­
ber alma, sanat, audio visuelle bir kolay�ığa i n­
dirgeniyor. M ilyonlarca i nsan ı n kültür seviyesi
--{jaha doğrusu kültür seviyesizliği- ortal ama­
s ı na seslanrnek zoru n luğu, televizyonu i ster is­
temez d ü nyanın her yanı nda on iki, on dört ya­
şı nda bir cocuk zekdsı ortam ı na d üşürüyor. işte
bunun icin o Yeşilcam filmleri ucuzl uğu, bunun
icin halkın saflığından yüz bulan derme çatma
d iziler, kendi kend i n i n şımarığı show yı ldızları ­
mız. . Deği l m i k i , o n iki, o n dört yaşındaki ço­
cukların tecessüsü ve safl·ığ ı ile bunları seyre-

161
d i p zevk alıyoruz, meneldir Dize. Daha beteri
bi le.

Yeni Televizyon Yıldızları Politikacılar

Televizyon, pol itikacıları da, günaşırı karşı­


mıza çıkarır old u. Eskiden sade adlarını a ja ns­
larda işittiğimiz, açıklama larını gazetelerde oku­
duğumuz devlet adamlarını artık kapı komşu­
muzdan daha çok görmeye başladık. Hem de
hareket halinde. Hepsi ôdeta her evin bir in­
sanı gibi oldular. Onlarla öylesine iclidışlı ol­
duk ki, nerdeyse rakı masam ıza buyur edece­
ğ iz.
Coluk cocuk, yaşlı gene: onları tanımayanı­
mız ka lmadı. Haberlere, açıkotururnlara ba kıp,
«Cumhurbaşka nına beyazlar ne de yaraş­
mış,» diyoruz.
«Ecevit ne kadar süzülmüş evlad ım,» diyo­
ruz. «Kolay mı uykusuzl u k?»
« Demirel g üya hükümeti kutlad ı. a ma su­
ratından düşen bin parça oluyordu,» d iye kül
yutmuyoruz.
«Halil Tu nç'la işverenler Temsilcisi aynı
model cizg i l i kostüm g iymişlanı d iye ahkôm cı­
karıyoruz.
« Mehmet Barlos nezle mi ne? Sesi hım hım
çıkıyor bugün,» d iye teşhis koyuyoruz.
Son zama nlarda daha da ileri g ittik. Bazı
normlar koymaya kada r vard ı·k. i l koku lda öğren­
ci lere «tavrı hareketten» not atan ukala öğret­
menler g ibi ekranda gördüğümüz insanların
türlü h uylarını kı namaya , notlarını kırmaya baş­
ladık.
162
«Hadi spikerlerin moda mağazaları n ı n rek­
lamını yapmasını mazur görel im, ama açış ko­
nuşması yapa n fa lan genel müdürü n boyn unda
o şal örneğ i geniş kravatın işi ne? Ya kışır mı
kardeşim? Sen genel müdü r müsü n , moda man­
ı<eni mi?»
«Ya fa lanın açı koturumda filan konuşur­
ken aıldığı umursamaz, küstah tavra ne buy­
ru lur?ıı
« Falan bakan espri yapma merakında. Bir
"'akanın daha ciddi olması gerekmez mi?»
«Ya fa lan partinin l ideri? Adam kasaba
kahvesi nde muhta r aday·ı sanki. O ne demagog­
cu örnekler, o ne üstten alan havalar. »
«Farkında mısın, fa lan bakan, ben televiz­
yon Karşısında ra hacım, taoııyım, aıye gosterış
yaptı. Sigara üstüne sigara içti. Sonra da rakı
masası nda gibi yıvıştı . Yakışır mı şimdi yani
ka rdeşim?»
Sigara içseniz kabahat. tabii olsa nız lauba­
l i lik. Espri yapsa nız sulul uk, gülseniz hafifl.ik,
gayriciddiılik, surat etseniz kosıklık, kendi n i be­
ğenmişl ik. Devlet adam ları da ne yapaca klarırıı
şaş ı rdılar. Televizyon seyircisi o kadar şımardı
ı<i, kenaı ölçütlerini ille de ille, herkese dikte �::. .
rnek istiyor. Bunun nedeni basit: Değ i l mi ki te­
levizyon onun düzayak zevkine ...ymakla kendi­
ni yükümlü tutuyor. Değ il mi ki Ajda Pek kanlaı.
Zeki Mürenler, Gönül Yaza rla r ve arkadaşları
halkın kendileri n i nasıl görmek isted iğini bili�
o ka l ıplara g i riyorlar. Şimdi seyirci işi daha da
ileri götürdü. Şovmenler kadar sı·k gördüğü po­
liti kocıları -bu yeni televizyon yıldızları n ı da­
kendi istediğ i görünüşlere zorlamaya ka l kıyor.

163
Avinesi iştir Kişinin

Bu arada en çok sözü geçen laf da cidd i lik.


Değer yargıları, zevkleri, ölçüleri on dokuzuncu
yüzyı lın sonu nda duraka lmış bir sürü kişi ciddi­
lik d iye bir şey tutturd ular son hafta larda. Ve
bu konudaki kaba sofulukları, aşırılıkları ile sa­
vunmak isted ikleri cidd i l iğ i n tam tersi bir kut­
ba, kom ikliğe d üştüler. «Ağır otur da molla de­
sin ler» öğ üdü geçerliliğini kaybedel i yüzyıl ola­
cak. Bunlar hôlô güler yüzü, mizahı, esprıyı
mahkum eden orta çağ yobazl ığını sürd ü rmek
isteyenlerd i r. Yirminci yüzyıl uygarlığının orta­
dan kald ı rd ığıı tabu ları n başında miza hın bu­
lunduğunu bu beyılere nası l anlatma lı?
Bug ünün uygarl ığ ı çeşitl i karmaşıklığı ile
insa n ı n üstüne bini nce, insanlık kend ine nefes
alacak yen i yollar aramaya koyuldu. Miza h bun­
lardan biri , başlıcası. Hatta bazen soyuta kaça­
nı, abese kaça n ı bi le her günkü yorgunluk tor­
tusuna karşı panzeh i r g ibi kul11anıl ıyor. Ken­
nedy'nin her paragrafında bir iki i nce espri var­
d ı . Nixon'ın karşısı nda televizyon ekra n ı ndaki
seçim d üellosunda, gene. d i ri, uyanık sporcu
görünüşü iıle olduğu kadar; mizahcı yanı ile de
pırıl pırıl parlayan Kennedy'yi gayri ciddi mi
saya lım şimdi? Fransa'yı Birinci Dü nya Sava­
şında galip cıkarta n « Kaplan» başvekil, Cle­
menceau'nun hazırcevaplı klarını işitmeyen kal­
mad ı . Bulvar tiyatrosu yaza riarına taş cıkartan
bu mizahi yetenek Clemenceau'nun bükülmez
i radesini zayıflattı mı, dersiniz? Çağım ııda sözü
en çok ed ilen Dr. Kissing er'i n bekôrkenki hovar­
dalıkları, Yahudi zekôsı gereği durmadan espri

164
yapışı adamın siyas i gücünü azaltıyor, prestiji­
n i düşürüyor mu acaba? Gazeteler yazd ı : Bi­
zim çı karma haberimizi, hazret, bir güzellik ya­
rışması n ı izlerken almış. Al ı r almaz da viski ka­
dehini yarım bırakıp teletona sarı lmış. Önemli
olan bir adamın mizacının, özel hayatının bizim
kim bilir hangi basmakalıp koşullamalardan ge­
len ölçütlerimize uyup uymaması değ i l . Yaptığı
iş, cı kardığı icraat. Sulu damgası bastığ•ı mız
Kissinger yine de dü nyayı parmağ ı nda dönd ü rü­
yor.
Atatürk pek gül mezd i. Amenna. Atatürk bir
Mythe idi, efsa neleşm işti de ondan. Mi llet onu
Kocatepe'de eli cenes i nde, Türkiye'nin ölümka­
lım kararları nı düşünürken, görmeye a•l ışm ıştı.
Anafarta lar'da d üşma n siperlerine bakarken
görmeye al ışm ıştı. Devrimleri tasarla rken gör­
meye al ışmıştı. Ona baba d iye sarı lmıştı. Pad i­
şa hlık devri n i n al ışkan l ı kları n ı tam atamamış
babaerkil bir toplumun otoriter babası olmas ı n­
dan doğal bir şey yoktu. Otoriter baba ların da
az g ü ldüğü bir vakıa idi. Üstelik Atatürk gülmez
de değild i . Özel hayatında güler yüzlü olduğu
rivayet ed i l i r. Şu halde g ü lerdi de, şımarmaya­
lım d iye bize göstermezd i .

Yeni Bir Üsluba Doğru

Oysa şimd i devir değişti. Artık Mythos dö­


nem i nde değil iz. Demokrasi -cicisi bile olsa­
Mythos'ları bozan bir rejimdir. Şimd iki devlet
adamları normal, halktan, a:lelade kişiler olarak
daha çok seemen toplayabiliyorlar. Gü ler yüz

165
de art>ık bu bakımdan çok geeerl i bir araç ol­
muştur.
Atatürk, çoğu za man, önü kıvrık kolalı dik
yaka giyerd i . Şimdiki politi kacılar yum uşa'k,
hatta a'çık yaka ile geziyorlar. Güvercin ucurt­
tuğu seçi m miti nginde Ecevit mavi bir gömlek
giymişti. O kılıkta kartposta ilan biıle var.
Eski pol itikacı kılığı ile birlikte eski politi­
kacı yüzü ve kişiliği de gelişmeye uğrad ı . Çağ
yü rüyor dev ad ımlarla. Bu baylar her şeyi oldu­
ğu gibi bu gerçeği de eteğ i nden tutup geriye
çekmek istiyorlar. Boşuna çaba .

1975

166
TRT'DE SHAKESPEARE

TV geçen hafta, yabancı yapım, bir Ham­


let filmi yayı mladı. Çok iyi de etti. Tiyatrola rımı­
zın kusurunu, hiç değ i l se, o telafi etmek isted i .
Shakespea re sah neye koymak zaman ister, ola­
nak ister. iyi oynanamazsa rizikoludur. Bu bu­
nalım dönemi nde, zaten batmak üzere bulunan
özel tiyatrola rı mızdan, böyle bir çaba beklemek
i nsafsızl ık olur. Ama Devlet ve Şeh i r Tiyatrola rı­
mız eski gelenekleri ne uyup niye Shakespeare
sahneye koymazla r, koyamazla r? Işte bu, ger­
cekten sorulmaya değer. Geçel im.
TAT'deki Hamlet. gene ihtiyar, kad ın, er­
kek, her çeşit seyirciyi bir kere daha kavradı.
Bir kere daha gördük ve a n l adık ki, Shakes­
peare'de, s ı n ı rları, kuşakları aşa n , hep d i pd iri
ve etki ne kalan bir güc var.

Abdullah Cevdet ve
Muhsin Ertuğrul

Tevekkeli, Muhsin Ertuğrul ona böylesine


sarı l mamıştı. Ahmet Vefik Paşa Tü rk hal kına.
tiyatroyu sevd i rrnek için işe, nası l Mol iere'den
baş lamışsa, Muhsin Ertuğrul da Türk seyircisi­
nin ve Türk oyuncusunun zevkini Shakespeare'
le eğ itmek ve geliştirmek istiyord u. Her yen i

167
tiyatro sezonunu bir SAtı kespeare oyunu ile aç­
mak geleneğ i, bu bili neli pla n ı n ürünü idi. Kırk
sekiz yıl önce Ham let ve Oniki Gece ile başla­
ya n Sha kespeare serisi, onun bel libaşl ı eserle­
ri n i bir bir sergi leyerek sürdü. Kuşaklar yeni­
lendi kce. tekrar ed ildi.
Muhsin Ertuğrul'dan çok önce de, Türkler
içinde Shakespeare'in farkına varan tek tük in­
san çıkmamış değildi. örneğ i n ; elim izde, H. V.
i mza lı bir Vened ik Taciri, Hasan Sırrı i mza l ı
bir Sehvi Mudhik «Vanlışlıklar Komedyası» çe­
virisi var. 1 908'de Abdul lah Cevdet, d i l i m ize ilk
Hamlet ve ilk Jül Sezar çevirilerini kazandırmış.
Kıyıda köşede de kalmış olsa eli öpü lesi him­
metler. . .
Avrupa repertuarları nın yüzyı llardır baş ta­
cı ettiği Shakespeare'i, ölümünden iki yüz yet­
m iş, evet iki yüz yetmiş yıl sonra da olsa, bu
harniyetli ayd ı nlar sayesinde öğrenebilm işiz.
Gee olsun da güc olmasın . . .

Arabın Hiddetinden,
Kon Davasına

Shakespeare'in yurdumuzda sah ne ışığına


kavuşan ilk eseri de, Othelılo olmuş. O zamanın
ünlü oyuncularından Kômiıl Rıza, 1 908 devri­
m i nden sonra , bu oyunu almış. turne olarak
Anadolu'da bile oynamış. Oyun seyirciye, o ta­
rih lerde, «Arabın Hiddeti» adıyla sunu lmuş. Cok
da tutu lmuş.
Kad ı n ı kıskanmanın ôdeta milli bir gelenek
haline geld iği pederşah i bir Osma nlı topl umun-

168
da, Desdemona'yı aşk yüzünden boğup öldü­
ren bu hiddetli Arabın, taşra eşrafı kıskanc ko­
calarla kendi arası nda bir özdeşleşme olanağı
yarattığı, cinayeti ile onlara boşalım sağladığı,
onları rahatlattığı tah m i n edilebilir.
Bundan yıllarca önce La urence Ol ivier'n i n
başrol ünü oynadığı bir Ham let f i l m i gelm işti
Türkiye'ye. Filmi getire nierin « istanbul'da belki
şöyle böyle iş yapar, ama Anadolu tutmaz» d iye
düşünmelerine karşın Hamlet, dağıtıcı ları ya­
n ı lttı. istanbul filmi tutmadı da, Anadolu ba­
yıld ı . Hamlet, o yıl Anadolu'dan en çok hasılat
bıra ka n yabancı film old u. Hatta Gaziantep'te
hası lat rekorun u kırdığı söylendi. Buna hiç şaş­
mamıştı m.
Hamlette,
Kulağa kurşun okıtma var (Ciaudius'un,
kral olan kardeşi n i öld ü rüşü ) ,
Yengesi ile evlenme v a r (Ciaudius'un, kar­
deşinin dul karısı ile evleni p tahta çıkması),
Hayalet var (öldürülen kralın, oğ lu Hamlet'i
amcası a leyh ine öc aılmaya kışkırtışı),
Kan davası var (Hamlet'in, babasının öcü ­
n ü amcası ndan al maya a ndicişi),
Hi le, desise, ispiyon lama var ( Polon ius, Ro­
sencrantz, Guildenstern ' i n entrikaları),
Cezası n ı buılan casus var (perde a rkasın-
da şişlenen Polonius),
Sahte del irme var (Ham let),
Sahici delirme var; i ntihar var (Ophelia),
Düelloda öldürülen (laertes) zehirl i şarabı
yanlışlıkla d iken (kral ice) kocarken Hamlet ta­
rafı ndan ş işlenen (kral) ve n i hayet ucu zeh irl i
kılıçla yaralandığı i c i n d ü nya değiştiren (Ham­
let) var.
169
Ceman ye kOn : Yedi ölü.
Anadolu seyircTsi, hatta bütü n Türk seyir­
cisi, Ham let'i bol gollü bir maç nakli kadar, se­
ve seve seyretse yeri değil mi?

«Yerle Gök Arasında Öyl e Şeyler Var Ki


Horalius, Senin Felsefene Bile Girmez»

Şaka bir yana, Shakespeare'in az yazarda


bulunan bir meziyeti de aydın, yarı ayd ın, hatta
ümmi, her kü ltür aşamasındaki seyirciyi kavra­
yan sanat gücüdür. Basit seyirci onun oyunla­
rındaki gerilimli ve zeng i n aksiyona kapı'lıp gi­
der. Aydı n seyirci, onu n ka natl ı sözlerine ta­
kılıp yücelir. Bi lge seyirci onun repliklerine ser­
pişiirdiği hikmederle beslenip, ışıklan ır. Shakes­
peare başka bir yazarın , bir araba dolusu lafla
gevelediğini bir tek yoğ un cüm leye sığdımbi len
bir sih irbazd ır. Kafası i'le yıldızlarda gezerken,
ayakları ile sımsıkı yeryüzü gereeklerine bağl ı
ka l ır. Sha kespeare, kütüphane icin değil, sah ne
için yazan bir yazar, daha doğrusu bir tiya tro­
cudur. Masa başına oturup cevher yumurtla­
maz, her gece sah neye çıkıp seyircinin nabzını
yoklaya n . halk ile haşır neşir olan, halka yöne­
l i k, bir yaratıcıdır. Bug ü n sağ olsa, Cambrid­
ge'deki yahut Londra'nın entelektüel çevrele­
rindeki akademik tartışma lardan, mi kroptan ka­
çar gibi kaçar, gider, şeh ir kenarında, gezıcı
tru pların toplaştığı meyh anelerde, onlarla hallü
hamur ol urdu. Bunu ben bol keseden atmıyo­
rum. Sha kespeare'in yaşam ı n ı didik didik araş­
tıran Sha kespeare uzman ları da aşağı yukarı
aynı kanıdalar. Elizabeth devrinde oyun yazarl'lğı,

170
edebiyatcılık sayı lmazmış. Halka yönelik, halk
arasından, halk icin bir yaratma alanı imiş.
Shakespeare, eserleri n i n , bütün insan ve konu
materyalini, dolu dolu, hep yaşamın ve her ce­
ş it insa n ı n içinde yaşayarak edinm iş. Onun
eserleri n i , s-ı nırları. zamanı. kuşakları aşan öl­
mezliğe evrenselliğe vardıran n iteli·k işte bu
halka dönüklük olsa gerek.

Çürümüş Bir Şey Var Danimarka


Krallığında

Bunda n ötürü Shakespeare'in her yapıtında,


i nsan gerçeğinin, dünya gerçeğ inin bir perdesi
a ralanır. Hamlet, bütün yapıtları içinde, içine en
cok şey sıkıştı rılmış ola nı, en yoğun olanıdır
bence . . .
Ne arasanız bu lursunuz Hamlet'te, aşka.
kine, ölüme, kadere, dostl uğa, akla, del il iğe,
iha nete, günlük yaşama, devlet yöneti m i ne, ger­
çeğe, yalana dair. Hamlet'in çoğu bölümleri her
zaman, her yer icin geeerli ışıklar tutar bize.
Hem de okundukları ortamlar ve koşullar icin­
de, ayrı bir anlam, ayrı bir renk kaza namk . . .
Uzununa g itmeden, örneğin şu çok bil inen.
kı3a sözü alalım:
Çürümüş bir şey var Da nimarka Kra l lığın­
du . . .
Son iki kelimeyi çıka rı p onun yerine pasa­
portu nuzun üstündeki iki kel imeyi koyun ve dü­
ŞLi nün . . .
Bana hak vereceksiniz.

1975
171
OYUNUN KURALLARINA
UYMAK YA DA UYMAMAK

Haftada bir yazmanın bazı sakıncaları var.


Diyelim, bir iş için yurt dışına çağrıldı nız.
Bir taşla iki kuş vurmak için, oradaki izlen im­
lerinizi okuyucuların ıza da iletmek istiyorsu nuz.
Tuttun uz, üç, yahut dört yazı yazd ı n ız. Her gün
yazınız çı ksa. dört günde bitiverecek olan bu
gezi notları, haftada bir çı ktığı için dört haftaya
yayıl ıyor. Yılan hikôyesi g i bi bitmek bilmiyor.
Siz bu arada, çoktan yurda dönmüş ol uyorsu­
nuz. Ama d ışardan yol lad ığınız yazılar. sanki
siz hôlô oralara postu serm işsiniz gibi, çıkma­
ya devam ediyor. Eş dost. sizi hôlô oralarda bi­
liyor. Sokakta vapurda görünce de şaşırıyor.
Haftal ı k yazının bir başka sakıncası da,
olayları günü gününe. s ıcağı sıcağına izleyeme­
mesi. Yazıyı altı gün önceden verme zoru nluğu
ister istemez onun güncel canlılığını yiti riyor.
Önemlice bir olay patla k verdiği zaman. o ola­
yın yarattığı ilgi ve heyecan henüz taze iken.
yazılan bir yazı, bakıyorsunuz, bir hafta sonra
yayımılandığı za man bambaşka bir ortamın içi­
ne düşüyor. O konu hakkında bir hafta boyu,
lehte aleyhte bir sürü laf edi l miş. bir araba yo­
rum yapılm ış. hası lı ilgi tü keti lmiş. olay da ikin­
ci plana itilmiş oluyor. Zaman o kadar hızlı ge-

172
çiyor, olaylar bir bir üstü ne öyle çabuk bin iyer
ki, bunu doğal karşılamak gerek.

Günün Konusu

örneğ i n , şu satırların yazı1ld ığı 23 Haziran


Pazartesi günü, bütün gazetelerin manşeli, bü·
tün mecl isierin baş konusu, bütün kahvelerin
söz sermayesi , Gerede olayları idi.
Yine, 23 Haziran Pazartesi günü Sayın Ece­
vit, «Hükümetin iç savaşı bile göze a lacak» ha­
le geld iğini idd ia ediyor, Sayın Demirel, Sayın
Erbakan, Sayın Feyzioğ l u olaylardan üzüntü
duydukları n ı belirtiyorla rd ı . Bir gün önce, yani
olayların hemen arkasından, verd iği bir demec­
te Sayın Asiltürk, « Bizimki ler böyle şey yap­
mazlanı d iye kendi partisi n i temize çıkarıyordu.
Sayın Türkeş, 23 Haziran Pazartesi gününe ka­
dar olay hakkı nda herhangi bir demeete henüz
bulunmamışlard ı .
Ne var ki, Sayın Türkeş, olaydan b i r g ü n
önce, Ankara'da MHP Genel Başkanı olarak
yaptıkları bir bası n toplantısında Sayın Ecevit
icin,
«Bu del ikanlı ateşle oynamaktadır, boyu n­
dan büyük işlere kalkışmaktad ır.» Yol1lu bir de­
mec vermişlerd i .
Del ikan lı, o sırada yolda olduğu i c i n , b u uya­
rıyı herhalde va ktinde duymamış olacak. Duysa,
belki söz d i n ler, uslu uslu evine döner, dersine
ça lışır, oraya buraya g itmeye ka lkmaz (başın­
dan büyük işlere) karışmaz, başına da böyle
üzücü şeyler gelmezd i .

1 73
Şoka bir yana. Gereefe tuzağı üzücüden de
öteye bir olayd ı .

Gerede üzerine B i r Anı

1 969 yazı nda, Bolu'daki Abant Oteline çe­


kilmiş, «Sersem Koca n ı n Kurnaz Karısı» adl ı
oyunumu yazıyordum. Hafta sonları d a Münir
Özkul, eşi ve Çetin i pekkaya gel.iyorlard ı . Reji
konusunda işbirliği yapıyorduk. Bir gün otele
Sayın Ecevit ve sayın eşi cıkogeldiler. Sayın
Ecevit henüz inönü'nün yönetimi ndeki CHP'n i n
yen i ve gene Genel Sekreteri i d i . Ü n ü yurdu
henüz kaplamam ıştı. O sıradaki seçim kampan­
yası nda fazla konuşma ktan sestelleri arızalan­
m ıştı . O ses'le konuşma yapamayacağını anla­
yı nca, bari bir iki gün dinleneyim, sesi mi yeni­
den kazanayım diye, Abant'a gel mişlerd i .
Edebiyat çevrelerinden tan ışıklığımız oldu­
ğu için, hal hatır sordular, masalarına çağırmo-k
teveccühünü gösterd iler.
Daha çok edebiyattan , doğa ve hayvan
sevgisi nden konuştuk. Cok yönl ü bir kültü­
rü, şaşılacak bir duyarlığı, insa n ı mahçup eden
b!r inceliği ve a lçakgönü llülüğü va rd ı .
«iki g ü nde dinlenebiılecek misiniz?» diye
sordum.
«D!nlenirim,» dedi. «Ben yoğun dinlenme­
sini bilirim.»
Ot8k!e Mi llet Partisi eski Bolu mebusların­
dan f.�nhmet Bey adı nda bir zat vard ı . San ınm
Ge�''' ie!i idi. Bü lent Bey gelmeden kendisiyle
ahbap olmuştuk. Hoşsohbet bir zattı. Bize istik-

1 74
tat Savaşı sırasında Gereefe isya n ı n ı ayrı ntılan
ile anlatmıştı. Orman sorunılannda da. tecrübe­
ye daya nan. halk psikolojisine daya nan, ni hayet
bir orman bölgesinin çocuğu olmaya dayanan
d üşü nceleri vard ı .
ikimiz de erkenci olduğumuzdan Sayın Ece­
vit'in sabahın erken saatlerinde, ya n ı nda eşi.
yürüyüşe çıktığını görüyorduk. Ama Ecevit çifd,
akşamüstü bu yürüyüşten kalın dosya tarla dö­
n üyorlard ı . ici içine sığmayan bu çalışkan adam
güya dinlenmes ine ayırd ığı iki üç günü de, bu­
lunduğu orman bölgesi nin, Bolu 'nun. Gerede'
nin sorunları n ı bizzat yerinde saptamak, ilgili­
lerle konuşup anlamak icin harcamayı yeğ
görmüştü. Kendisini Meh met Beyle de tanıştır­
dım. Onun değerli ve amprik görüşlerini de bü­
yük bir d i kkatle ve saatl erce d i nled i , not etti . üc
gün son ra da gercek ten sestelleri düzetmiş ve
orman dosyaları daha da kabarm ış olarak oteli
terk etti. Ka m panyaya katıldı. O gittiğ i gün ya­
n ı mdakHere.
« Politika d ünyamıza , sessiz ve deri nden .
gercek b i r devlet a d a m ı geliyor,» d edim. «Her
yurt sorununu. yerinde i nceleyip yarınki atılım­
ları n ı n malzemesini ve gerekceleri n i septayan
bu denli olumlu. metotl u . uyanık ve d i namik bir
i nsana ih liyacı m ız vard ı . Yarı n ı n bir numaralı si­
yaset adamı olursa şaşmayalım,ıı dedim.
Bu kehanetimin ta nıkları, çok şükür hep
sağdırlar. Duygu sömürücülüğünün, demago j i
cambazl ığının. cıkar bezirgônlığının v e gözboya ­
yıcı lığın a t aynattığ ı poli ' i k ortamımızda. sorun­
ların köküne inen. ra ka mlara. gereekiere yö­
nelmiş. gene. uyan ık. dinamik, sistemli bir kafa-

1 75
nın er geç ağır basacağ ı n ı keşfetmek için kôhin
olmaya hacet yoktu. Sadece sağduyu bu işe
yeterd i .
S i z şimd i koderin şu cilvasine bakın; Ece­
vit o tarihte hasta hasta Gerade'ni n dertleri ile
böylesine candan haşır neşir olmuşken, şimdi
ona atı lan, daha doğrusu attınlan taşlar da, ay­
nı Gerade'den geld i .

Dişe Diş

Tam Gerede olayları üzerine bunları yaz­


mıştık ki, Diyarbakır olayları patlak verd i . Bu
sefer de Diya rba kır kalesi nden bayraklar sökül­
dü, yırtıld ı . Yerine başka bayraklar dikildi.
Bu sefer de Sayın Türkeş yuhaland ı . Taş
yağmuru altında konuşturulmadı. Gerade'de
haks ızlığa uğramış olmayı vurgulayacak yerde,
karşı taraf, misi llerneyi tercih eder göründü.
Şimdi iki taraf birbi ri n i suçluyor. Sayın De­
mirel'e yapılan saldırıdan sonra oyunun kuralla­
rı n ı aşan bu zor kullanışler ulama g ideceğe
benziyor.
Kırmızı kart göstermeda zaaf gösteren bir
ha·kem in oyunu z·ıva nadan cı kartması g ibi, bazı
olaylara seyirci kalan iktidar, şimdi oyuncuların
birbirine girmesine sebep ol uyor. Yukarda da
vurgu ladığ ı m ız gibi olaylar, üzücü ol maktan da
ötededir. Söze, fikre, taşla, copla, iftira i!le, si­
lahla karşı koyma refleks i , ne yazık ki bizde pek
yen i bir şey değil.
Biz şu demokrasiye bir türlü al ışamadık ar­
kadaşlar.

1 76
Çünkü onu bize bayramlık konfeksiyon el­
bise gibi g iyd irdi büyüklerimiz. Biz batı dünyası
gibi, demokrasi uğruna savaşmadık. Onu adım
adım kazanmadık. Okuma kitaplarına bile ge­
çen bir kahp tümce: « U ğrunda savaşılmayan
toprak vatan deği ldir» der ki gerçeğin ta kendi­
sidir.
Bu sözü. « Uğrunda savaşı lmayan demokra­
s i . demokrasi olamaz» şekl ine uygulayabiliriz.
Vurdumuzdaki demokratik -daha doğrusu
demokratiğimsi- atıı lı mlar. bize hep yukardan
geld i . ittihat Terakki şeflerinden «Hürriyet. ada­
let. musavat. uhuvvet» parolası. onlar Abd ülha­
m it'i deviri nceye, iktidara cörekleninceye kadar
geeerl i idi. Kısa zaman son ra işlerine gelmeyen
gazetecileri, aydınla d öldü rmekten cekinmedi­
ler. Demokrasiyi anlamamışlardı, ona kökten
inanmamışlardı. Sadece son moda bir araç ola­
rak. geçici bir süre icin kullanmışlardı. Sözleri
ile eylemleri arasındaki tutarsızl ığı Ahmet Sa­
mim'in kahpece vuruluşu m i l lete göstermiş ol­
du.
i kinci Dünya Savaşı biterken San Frensis­
ko Konferansına katı labi lmek, özgür ülkelerden
sayı labilmek icin tekrar demokrasicilik oynama­
ya kaılktık.
1 946 oylamalarına d üşürülen gölgeler o za­
manki tek parti nin övüneceği soydan değildi.
Şu g idişi değiştiren son oylamalarda da
m U ietce acayip olaylara tanık olduk. Pa rtiler
spor kul üpleri gibi. karşı taraftan mebus ayart­
ma yarışına çıktılar. Transfer komiteleri kurdu­
lar. M i lıliyetci Cephe son anda bir ayakoyunu
yaptı , dört mebusun oylamaya katılmamasını

177
sağlayıp, CHP'yi kontrpiyade bıraktı . Başa geci­
verd i .
B u carı klı kurmay ückağıtcılıkları bizim saf
vatandaş vicdanlarımıza aykırı geldi ve geliyor.
Ama politikacılar, onları doğal birer demok­
rasi ci lvesi sayıyorlar.

Kırmızı Kcırta Dikkat

Ofsayt şüphesi uyandıran bir gol atm ış,


öne geemiş ta kımın, bu avanta j ı n ı dürüst oyunla
u nutturması beklenirken , i nad ına bariz faul ler,
pena ltılar, obstrüksüyonılar yaptığı, şu kaba so­
ba futbol dünyas ı nda bile görülmüş şey midir?
Oysa demokrasi karşı düşü neeye taham­
mül reji midir. iktidar i ktidarı nı, muhalefet mı:ı­
halefeti ni bu kurallara borçl udur. O kurallar hic­
len ince, bakarsınız, maaza llah bir g ü n bir Do­
ğan Ba baca n cıkar, iki tarafa da kırm ızı kart
gösterip oyu nu durdurabil ir.
O zaman ne iktidar kal ı r, ne muha lefet. Ak­
l ı m ızı başı m ıza devşi rel i m . Oyunu bari kural ları­
na uygun oynayalım.

1975

178
MATEMATiKSiZ OLMAZ . . .

Geçen hattava dek, seni ve arkadaş ın Gül­


süm Epikmen 'i hiçbiri m iz ta nım ıyorduk. Sıra­
dan bir yayın olan « Forum» program ı sizin ka­
tılmanızla o gün birden renklend i . Cocuk eğ iti­
m i ile ilgili bir forumda yaptığ ı n ız eleştiriler,
herkesi etkiled i .
O hızla oturdum, geçen hafta ki yazı mda
duyguları m ı dile geti rdi m. Daha sonra Abdi
i pekci «Bu Haftaki Kon uğumuz» sütununda se­
ninle konuştu. Forumun dağınık ve seviyesiz
orta m ı nda açıklamak olanağ ı buılamadığın dü­
şü nceleri n i daha geniş olara:k yansıtmanı sağ­
ladı.
Bu röportai ı n bir yararı da şu old u: Ileri
sürdüğün d üşü ncelerden hoşlanmayan ve bun­
dan ötürü de sen i bel ki birtakım kalıp düşün­
celeri beli emiş ukala bir popağan saymak eği­
l i m i nde olanlar, durmadan okuyan, işleyen, ışı,l­
dayan, sağlam ve tutarlı bir beyinle karşı laştı­
lar. Eskilerin bir deyi m i ile «koyma akıl» yeri­
ne «oyma bir akıl» gördüler. Nice ünlü leri, na­
zik ama çok tuzaklı soruları ile şaşırta n, çeliş­
kilere d üşürten, kekelettiren Abdi l pekçi bile,
seni bir kez olsun tökezletemed i .
Seni v e Gülsüm Epikmen'i herkesin b u ka­
dar yad ırgayış ını h oşgör. icinden böyle olumlu
kafalar cı,karmaya pek al,ışık değ i l bu ortam .

1 79
Mahmut Makal adı nda on yedi yaşında bir
cevherli cocuk, « Köyü m üz» adlı şaheserin i yaz­
dığı zaman da, herkes yadırgamıştı, bu işi. Beş
yaşında beste yapan, idil de yadırganmıştı ilk
başta.
Güzel Sanatlar Akademisinde hoca olan
bir sınıf arkadaşı mın senin yaşında bir oğlu
var. Attığıı sorunlar, sorduğu soru larla, her gir­
diği mecl isi all ak bul lak ediyor. Büyükler çevre­
s i n i n kofluğunu ve içi gecmişliğini, uya nık ze­
kôsı ile ortaya çıkarıyor.
Geçenlerde Türkiye'ye gelen Alman işçi ya­
zar Max Von Der Grü n ' ü n son yapıtı üzerine bir
açıkoturumu yönetiyord um. O kadar kişinin
içinde, Alman yazarın çel işkilerin i vurgulayıp
onu en çok terleten, yine seni n kuşağından bir
Alman Lises i öğrencisi old u.
Bun lar, bizim bildiklerimiz. Kim bilir Türki­
ye'de daha n ice Firdevsler, Aliler, Gülsümler,
Ahmetler, Mehmetler yetişiyor.
Hem de yetersiz bir eğitim sistemine kar­
şın . . . Tutucu. statükoc u, i l kel çevrenin acı k,
s i nsi bütün beskılarına ve tepki leri ne karşı n . . .

Taşranın Taşrası nda

Hele siz i ki n iz, daha da şaşırttınız herkesi.


Zaten kendi başına bir fikir taşrası olan Türki­
ye'n i n U şak g i bi daha da bir taşrası nda bu uya­
n ı klığa varma nız elbette ki büyük kentlerdeki
yaşıtlarınıza kıyasla daha övgüye değerd i . Bü­
yü k kentlerdeki, yabancı okullardaki yaşıtları­
nız içi nden çıkan o birkaç kişinin, yaşam ve ye-

180
tişme koşulları, el bet daha bir avantajllı idi. On­
ların evleri ne senin deyi m i n le, «ayd ı n sayılabi­
lecek» birtakım gazeteciler, yazarlar, salon sos­
yal istleri, g i ri p çıkıyordu. H içbir şey okumasalar
bile, iyi kötü bir kulak dolgunlukları vardı. Siz­
de o da yok. Ben sizi onun için anılarda n ayrı
tutuyorum. Siz el yardamı ile kara n l ı kta yolunu
bulan iki yolcuya benziyorsunuz.
Gelelim o sen i n de bir gün gidip görme­
yi , anlamayı, yurdunla k ıyasla mavı düşü ndüğ ü n
batı ülkeleri ne .. Orada da senin yaşında erken
gelişmiş zekôlar yok değil. Hatta çok. Ama ,
oradaki gençler ka ranlı kta el yardam ı ile kendi
yol larını aram ıyorlar. Yollar projektörlerle ay­
dmlatılmış. Ne ışık kısıtlaması var, ne de fikir . . .
Statükocu, tutucu çevreler orada da var ama,
onların tepkisi sen i n haklı olarak nefret etti ğ i n
kaba kuwete, zorba lığa dönüşemiyor.
Batı ül keleri i'le bizim yurdumuzun bir far­
kı da gali ba şu : Bizde yetişen bu erken geli ş­
m iş zekôları. ortam aşındıra aşınd ı ra , bir yaş­
tan sonra yıpratıyor, törpü leyip kendine ben­
zetiyor. Orada ise tam tersi ne, en ufak yetene­
ği en iyi koşullarla gelişti rme yol la rı arıyor,
destekliyor.

Boşa Giden Umutlar

Galatasa ray'da i ke n sı n ıfım ızda hoca ların,


büyükleri n «erken gelişmiş zekô» olara k tanım­
'l adıkları bir iki a rkadaşımız vardı. Sade okul
idaresi değ i l , biz de onlarla övü nüyorduk.
Bunlar, i lerde büyük bir şeyler olacak diye
beklerdik. Galatasaray'da okumak, küçük sı-

181
n ıflardan başlaya rak Fransızca öğrenme·k.
Fransa tari h i ni, Fransız edebiyatını, matema­
tiği -senin o sevmediğin matematiği-, tabii­
yeyi, coğrafyayı, felsefeyi Fransızca olarak
okumak olanağı, kabul edersin, başlıbaşına bir
şanstı . Türkçe tarih hocasın ı n , içine duyg u­
sa l l ı k karışan fütühat anlatıları n ı , Fransızca
tarih hocasının objektif tahlil leri ile dengeleye­
bilird i n hic değilse. Son sın ıflarda ileri ci felse­
fe hocalarında n ışıklanabi l i rdi n . Evet işte bü­
tün bu avanta j'lara karşın, bu çok umutlar vaat
eden erken gel işmiş zeköl ı arkadaşlanmız hic
de umulanı veremedi ler. Gerçi biri ; ismi cok ge­
çen bir devlet adamı oldu ama, tam ortamın is­
tediği statükocu bir devlet adamı oldu. Olanak­
larının uzantıs ından uzak, bir tavizci kesildi.
Öbürü , yine seçtiği bir başka devlet hizmeti n­
de en yüksek mertebelere erişti ama, i nsan ola­
rak, karakter olarak, durmadan geriled i . Kay­
pak, bencil, ka Meş. tabansız bi r zava l l ı ol up
c ıktı.
Erken gelişmiş, ya hut normal gel işmiş ze­
kö, insana okuyarak, düşünerek, gözlemleye­
rek, tartışarak doğru yolları buldurtse bile, bun­
da direnme gücünü her za man sağlayamıyor.
Bu direnme gücü insa n ı n kiş i l iğinde, ka rakte­
rinde, mayasında olaca k. Olmadı mı o parlak
zekö bu cıkarcı ortam koşulları , bu gözdağcı
baskılar ortasında kısa za ma nda yozlaşıyor.
Va kişisel, m ıym ı ntı cıkarları n ı n peşinde bir
bencil, ya sömü rücü güçleri n h izmetinde, pes­
paya bir uşak ol uveriyor.
Esk i kuşağın umut veren nice erken ge­
lişmiş zekoları zamanla böyle yozlaştılar.

182
Bunları sana bizim kuşağ ı n i'ki erken gel iş­
miş zekôsı n ı n hazin serüveni olarak a n lattım .
Oysa bugünkü kuşakların b u kadar kolay
yozlaşabi leceğ ini yozlaştırılabileceği ni a rtık san­
m ıyorum. Size kurulmuş tuza klar elbet bugün
de var. Hem de daha sinsi, daha gü ler yüzlü,
daha kurnaz şekiller a l m ış olarak. Ama onların
ipliğini pazara çı karan gü çler de gelişti. Siz
ya lnız değilsi niz.

Söz Değil, Davranış

Sevg iıl i Firdevs, ben kişide somut gözlemle


güçlenmiş bilgi ve tecrü ben in yan ı nda hatta
önünde, kişi nin, kend i ne sayg ısına, çevresine,
sevg isine, kişiliğ inde tutarlı oluşuna, fikir na­
musuna, karşı yürekli liğine ve direnç gücüne
ve bütün bunları da, her gü nkü yaşam ında,
davra nışında, eyleminde eritip belgelemesine,
birinci derecede önem veriyorum . Bu yoksa,
ağzı ile kuş t u .sa nafile . . .
Sen in başka bir vesile ile, soru lmuş bir
soruya verdiğin cevabını ben bu alana çekip
aldım.
« Kişi nin a ncak alçakgönüllül ükle, çevre­
si ndeki kişi lere karşı olan iyi tutumu i le başa­
nya ulaşabi leceğine inan ıyorum» diyorsun.
«Yoksa birkoc güzel söz söylemek, yahut bu
kon uda etkin olabi lmek kişiyi hiçbir zaman ba­
şarıya ulaştırmaz» diyorsun.
Burada da doğrusun. Tutum ve davra n ış,
bence insanı n ölçü ü , sözler değil. Bu memle­
ket ne boraza ncıbaşılar yetiştirdi. Borazan ca l-

183
ma'k, nutuk atmok, söz cambazl ığı yapmak ko­
lay. Güc ola n, olumlu bir davra n ışı. yi rmi dört
saate yaymak . . .

Geniş Acı

En çok sevd iğim cevapları ndan biri de, şu


old u:
«Ben kişinin her konuda bilgi ed i n mesi n­
den yanayım» diyorsun . . .
«Yan i kişi sevd iği şeyin içeriğini, bunun
karşıtı olan savların da özünü bilebi l meli ve yo­
lunu, yönü n ü ona göre saptamalı. Bunun icin
benim benimsed iğim birtakım düşüncelerin dı­
şında da kitap okumaya çalışıyoru m. Bu karşıt
d üşünceleri eleştirerek kendi kişiliği mle, özgür­
lük a nlayışımla yerimi saptıyorum bu konuda.»
Karşısava karşı histerik tahammü lsüzlü k­
ler d iyarında bu ne ışıklıı bir acı.
Bu taha mmülsüzlüğün bir nedeni fikir tem­
belliği ve dolayısıyla kestirip atma kestirmeci­
liği. Bir nedeni de fanatik i nsanlara özgü dar
algı alanına başka sesler sokma ma inadı. Ya­
hut yüreksizliği.
Sende ise, daha bu yaşında geniş kap­
samlı ve i nsancııl bir tolerans yeteneğ i, bir de
her şeyi kendi eleğ i nden geeirmek isteyen bi­
limsel bir vicdan ı n titizliği var.

Matematiksiz Uygarlık Olmaz

Sevd iğim, beğend iğim o kadar çok düşün­


celerin var ki, hepsini sıralasam sütunum yet­
mez.
184
Ya lnız toleransına güvenerek bir cevabını
yadırgadığımı bild irmeden edemeyeceğ im.
«Matematik dersine h içbir zaman ilgi duy­
muyorum» diye bir tüm ce n var. . .
Bunu hiç söylemem iş olmanı tercih eder­
dim.
Çok özled iğin bir yabancı dili gönlü nce
köklü bir şeki·lde öğ renmek ve batı ülkesine
g itmek fırsatını bul ursan , ilk gözlemlerinden
biri, matematiğin, Pasca l'ın «Esprit de geomet­
rie» dediği, düşünüş üslubu nun, uygarlıkla ne
den li sıkı sıkıya bağlı olduğunu kendi n herkes­
ten iyi an layaca ksın.
Türkiye'nin bazı alan larda ortaçağ cık­
mazlarına saplanıp kal,ışının, i pe sapa gel mez
mugaılatalar içinde yuvarlanışı n ı n ası l nedeni­
n i n matematik düşünce yoksuniuğu olduğunu
a n layaca ksın.
Matematik düşü nce hor görüldüğü icin de
siyasa l hayatımız parlamento aritmetiği nden
pek öteye g idem iyor. 226'yı tutturma trüklerin i ,
fikir san ıyor, i l ke san ıyor. mem lekete hizmet sa­
n ıyor.
Aman Firdevs, sen sen ol, matematiği kü­
çümseme.
Şimdilik bu kadar. Sana ve arkadaşına.
sevg ilerimi su nar, ikin ize de sağl ıklar ve başa­
rı lar d i lerim. Sözüm gecse, bir kanun tasarısı
önerir, sizlere ve sizler g i bi üstü n yetenekl i
öğrendiere yabancı dil öğrenme ve yabancı
ülkeleri görüp. tanıma olanağı sağlayabi lmek
icin ca lışırdım.
Ne var ki, sadece ve sadece fakir bir ya­
zarı m.

185
Tek varl ığım mütevazi kitapl ığım. bir de
naciz yaşam tecrü bem.
Her ikisi de emrin ize amade.
Sizlere en küçük bir yararım olabi lirse bü­
yük sevine ve onur duyarı m.

1975

186
Ü M M I LER UYANMASIN

Özel tiyatrolar, kış sezonu içi nde büyük


Kentle aynad ıkları oyunları yaz aylarında Ana­
dolu halkına götürürler. Dost Oyuncular da bu
yıl istanbul'da ilgi ve a l kış toplayan Alpagut
Olayı adlı ortaklaşa yazdıkları bir oyunu Erzu­
ru m'a götürdü ler. Erzurum'daki kulağı del i k
bazı gayretkeşler oyunun toplumsal mesaj ı n ı
kendi dünya görüşlerine uygun bulmamış ola­
caklar ki, daha piyesi okumadan, i ncelemeden,
kulaktan dolma iki üç önyargı ile harekete
geçmişler. Ekip daha gel meden tertibat alın­
m.ş. Erzurum'un günlük bir gazetesi halkı tah­
rik etmek için hemen bir manşet atıvermiş:
«Bu oyu nun sonunda Kuran ve Türk bay­
rağ ı yakı l ıyanı d iye yazmış. Ayrıca her za man
için geeerli bir başka kara cal mış. «Oyunda
çıplak kadın oynatıl ıyon> d iye eklemiş. Oysa
bun ların aslı fasl ı yok.
Topluluk Erzurum'a varı nca, tehditler bir­
biri n i kovalamış. «Pılın-ızı pırtı n ızı toplayıp gi­
din, yoksa fena olur» yol lu gözdağları veri lmiş.
Dost Oyuncular bunlara aldıırmayıp k·i ralanan
salona gidi nce d ışarda beş yüz kişi nin toplaş­
tığ ı n ı görmüşler. Toplu Gösteri Kanununun
açık yasağına karşın ne h i kmetse kalabalık
dağıtılıp olay önlenebilecekken ön lenememiş.
Kalabalığın toplanması , tiyatroculara ileri geri

187
bağırmas ı, g iderek son gün lerde pek moda
olan taş yağmuruna dön üşmüş. Taşlardan bi­
ri olayı yerinde yatıştırmaya gelen bir sorumlu
emn iyet am irinin göğsüne çarpmış. Bundan
sonra güvenlik kuvvetleri taş yağd ıran ları da­
ğıtmış. Bir iki elebaşıyı yakalamış. Bu durum
karşısında Dost Oyu ncu lar, «can emn iyetleri­
n i n sağla nmasını ve hemen dönecekleri ni >ı b i l ­
dirm işler. Erzurum'u terk etmişler.
işte Erzurum 'da tiyatroculara karşı giri­
şilen kan unsuz g irişimin özeti .

20. Yüzyılın Ücüncü Çeyreğinde

Tiyatrocuları, ya toplumsal d üzene, ya da


ahlak değerlerine karşı bir başıbozuk serseri
a layı sanan zihn iyet ne yazık ki, bu nca yıldan
beri kökünden kazınamad ı . Osmanlı toplumun­
da «oyuncu makules i )) , i nsan ları eğlendiren
ama kend ilerine güvenilmeyen, mah kemelerde
ta n ı kları bile geeerli olmayan bir ceşit parya
muamelesi görürd ü . Başta, Darülbedayii kuran
Prof. Cemil Topuzlu ve Reşat Rıdvan Beyler.
sonra da Sayın Muhsin Ertuğru l tiyatrocuya
çağdaş ve uygar bir toplumda layık oldukları
saygı n yeri sağlamaya çal ıştı lar.
Atatürk, «Efend i ler hepiniz mebus olabi lir­
siniz, hatta ve kil olabi l i rsi niz. Ama sanatkôr
olamazsınız. Bu cocukları sayalım)) meal indeki
sözü, herhalde durduğu yerde söylemed i . Kim
bil ir, gece, aktörler şerefine verdiği yemekte
kac mebus, kac veki l, yine eski al•ışkanlıkla
oyunculara tepeden bakmış olacaklar ki, koca

188
şef, kibar bir şekilde hepsi n i bu sözle hizaya
getirmiş olacak.
Ania Atatürk'ün bu uygar davra n ışı bugü­
ne kadar tam benimsenemed i . Sade tiyatrocu­
lar değil, yazarlar, ressamlar, öbür sanatçılar
da hep şüpheli gözle görüldü.
Bakı nız yi rm i nci yüzyı l ı n ücüncü çeyreği n ­
de Türkiye'nin başkentinde Maksim Gorki'nin
bütün dü nya repertuarlarının demirbaşı haline
gelmiş Ana'sı yasaklanabiliyor. AST Tiyatrosu
kapotılabiliyor. istanbul'da bütün kış hiçbir ya­
saklamaya uğrarnoyan Alpagut Olayı Erzurum'
da zor kullanılarak oynatı lmayabil iyor. Oyu n ­
cular kacırı l,ıyor.

« istemezük»

Bundan yıllarca önce, istan bul Şehir Tiyat­


rosu Tepebaşı binası nda sahneye konan Ber­
tolt Brecht'in «Sezua n'ın iyi i nsanı» ad lı ü n l ü
oyunu da tutucu kesim i n hayrat b i r tepkisi
ile ka rşı laşmıştı. Biri çıkm ış,
« Bu herif solcudur, oyununu oynamak caiz
olamaz.» demiş. O n u n kışkırtısına kapılan eli
sopa lı bir grup, bu nun üzerine bir gece oyun
sırasında Tepebaşı Tiyatrosunu bastı. Seyi rci­
ler paniğe kapı ldı. Oyuncular şaşırd ı . Bu hare­
ket de, derli toplu bir gerekceye bir ön i ncele­
meye daya nm ıyordu. Kışkırtan bile oyunun
rahmetli Adalet C imcoz tarafı nda n yapı lmış
çevirisini ve beni m bir önsözümü iceren kitabı
alıp okumamıştı.
Şehi r Tiyatrosunun bu oyun ha kkında

189
program dergisinde verdiği bilgiılere bir göz at­
mamıştı. Sahneye fırlayıp bağıran tutucular­
dan birinin ileri sürdüğü gerekce şuydu: ·
«Bu oyun imansız bir oyundur. Biz tek
Tan rı'ya inanırız. Bu oyu nda ise üç Tanrı var.»
Bu hesaba göre. cok Tanrı'lı Greg mitologyo­
sının da ülkemizde yasaklanması gerekiyord u.
Klasik oyunların, örneg ın Ankara'daki
temsilinde büyüklerimizin duygulanıp a lkışla­
dıkları Kral Öidipus'un da yasaklanması ge­
rekiyordu. Bu ipsiz sapsız, « lstemezü k» lere ku­
·l ak asılacak olunca, dü nya repertuarında piyes
kalmayacaktı.
Tepebaşı baskını polis m üdahalesi ile so­
nuçland ı . Ama ertesi gün savcı lık oyunu dur­
durdu. Tahki kat açtı . Hava bulandırılmıştı. Iste­
nen olmuştu.

Iki örnek

Bizzat benim oyunum da, böyle açık, ya da


sinsi tahriklere kurban g itti. 1 953'te Şehir Ti­
yatrosunun rol dağıtı m ı n ı yaptığ·ı. provasına
geçtiği, «Günün Adamı» adıl·ı ilk oyunumu, yine
bir i hbar üzeri ne o zamanki vali ve belediye
reisi, o zamanki ka nunun kend ine tanıdığı bir
veto hakkı i le paldır küldür sahneden indirdi.
Bu zatın ve o tarihte DP tarafında n Şehir Ti­
yatrolarına entandan olarak ata n m ış olan rah­
metli Fazıl Ahmet Aykac'ın bu karakuşi san­
sür zihniyeti ne karşı açık bir mücadeleye gi­
riştim. Türk basını da, bir ikisi hariç, bu kon u­
da beni tuttu. Iktidara hoş görü n me cabası i le

1 9()
gi rişilen bu yasa klamayı protesto etti. Vali ve
belediye reisinin bana açıkladığı yasaklama
gerekcesi hôlô belleği mde taptazedir:
« Biz demokrasiyi bu mem lekette sevd ir­
meye çalışıyoruz. Siz onun kirl i çamaşırları n ı
teşhir ed iyorsu nuz. Şu sırada b u n u sakıncalı
görü rü m.»
«Halkı ayd ınılatmek yazarın ödevi değil mi?
Siz bunu nasıl ön lersiniz? Ben bunu bir roma n
yapsa m o n u n da bask ısını durdurabilir misi­
niz?»
Buna karşı adı geçen sayın val i n i n cevabı
büsbütün un utulmaz bir inci idi:
« Roman yazsanız kimse karışmaz. Çünkü
romanı yalnız ayd ı nlar okur. Ama tiyatroya üm­
miler de gider.»
Ve ümmiler öğ renmesin diye oyun yasak­
landı. Ta m sekiz yıl ram p ışığ ına cıkamadı. Ta
ki 1 960 devrimi oldu. O zaman sevgili Ulvi Uraz
onu ilk kurduğu özel topluluğunda 90 gece oy­
nadı.
1 966'da yine ista nbuıl Şehir Tiyatrosu ko­
medi kısmında sah neye konan « Eşeği n Gölge­
si» adlı oyunun başına da karakuşi bir yasak­
lama geldi. Ortam. tesadüfen, bir seçi m öncesi
orta mı idi. Oyunun sosyal içeriği, özellikle işçi
kesiminden sayın seyi rcilerin coşkun alkışiarı­
na ve tezahüratına yol açıyordu. Demokratik
bir ortamda doğal karşıla nacak olan bu durum
ka rşısınd a tutucu bir gazete, şahsım ve oyu­
num hak kında azg ı n bir kışkırtı ka mpanyası ac­
tı. Bunun üzeri ne o zamanki savcılık oyu nu ya­
saklad ı, hakkım ızda tahki ka·t a çtı. Ödevini ya­
pan bir yazar ve bir tiyatro, böylece engelılen­
miş oldu.
191
Tiyatrocunun Cilesi

Bunlar bizzat başımdan geçen iki örnek.


Bir dönemde de, şimdi rah metl i olmuş bir
kültür müsteşarı nın, Ankara Devlet Tiyatrosu
üzerine kurduğu sansür baskısını ilgililer hatır­
layacaklardır.
Rah metli müsteşar prova lara bizzat girer,
beğenmediği oyun ları yasa·k lar, beğenmed i ği
pasa jları çı karı r, sinirlendiği öz Türkçe sözcük­
leri yaza rı n izni olmadan değiştirird i . Ve o ti­
yatronu n yöneticileri buna gık bile demezlerd i .
Diyeceğ i m o k i , bizde tiyatro v e tiyatrocu­
lar, belki de Sayın Prof. Va l i n i n zihniyetiyle,
«Onu ümmiler de görür» d iye ikide bir, olur ol­
maz m üdahalelere maruz kalmışlardır.
Gerek Dostlar Tiyatrosuna, gerek AST'a
reva görülen zorbaıl ıklar yen i bir şey değ i ldir.
Bunu başkaları n ı n da izleyeceğ i n i tahmin ede­
biliriz.

Taş Devrinin Sakıncaları

Parti şeflerin i n bile taşlandığı bir orta mda,


oyu ncuları n , topl umumuzun oldum bittim üvey
eviadı sayılan bu cefa kôr i nsanların taşlanma­
sı, olağan gel iyor nerdeyse i nsana.
Ama şu var ki. U l uslararası Tiyatro Kong­
res ı n ı n Serıl i n 'de verdiği son kararları n en
önemlileri nden biri, «Tiyatrolara, tiyatroculara
baskı yapan ülkeleri n , i nsan hakları n ı çiğ ne­
yen , ça ğdışı birer barbarl ığın temsilcisi olarak

1 92
bütün dünyaya teşhir edilmesi ve bu baskıların
d ü nyaca ayı planması» idi.
Kendi kendimizin kuyusunu kazmayalım .
Dışarda yeteri derecede anti propagandamızıJ
yapan sayısız d üşma n g ücler var. Bari biz on­
lara katılmayalım. Kendi kendimizi d ünyanın
gözünden düşürmek icin onlara a radıkılan fır­
satları sağlamayalım. Erzurum'da tiyatro ba­
san, Ankara'da tiyatro kapayan güçlerin, d ü n­
yadan haberi yok ki, tiyatrodan haberi olsun . . .
Ben gafletin bu derecesine kızamıyorum ,
sadece ve sadece acıyorum.

1975

193
ON KASIM

Sağ olsun, bu megazin ekinin yöneticile­


rinden gene a rkadaşım Tümer Argın, belki unu­
turum d iye ta Prag'a haber ucurm uş, «Aman ,
1 0 Kasım yazısı Atatürk üzerin e olsun» d iye.
Ben im her yazım, bir ba kıma, hep Atatü rk üze­
rined i r. N iye 1 0 Kasımda onu unutayım? Ata­
türk'ü ömrümde dört kere gördüm. Yaptıkları
bir yana, varlığı, kişiliği ve çevresine yaydığı
elektriğ i ile, böyle başka bir adam, ne tan ıdım,
ne gördüm. Her geri kalmış ülke, kahramanları­
n ı büyütür, efsaneleştirir. Biz de onu efsaneleş­
tird i k. Ama bunları sıyırıp asıl Atatürk'e g�r­
cekci bir gözle bakınca, bi rtakım eksikler, ku­
surlar yanı nda, yine d ünya tari h i n i n en büyü k
l iderlerinden biri olduğunu kabul ederiz.
Atatürk bilime çok saygı duyardı. Hatırlı
bir yakı n ı mebus olmak istemiş, a ma Recep Pe­
ker Bey, bu zatın ad ı n ı nedense aday l istesine
yazmayı u nutmuştu. Durumu Atatürk'e söyle­
di klerinde,
«Profesör olmayanlarda n başka herhangi
biri n i n adını silin, onu yazın» demişti. Adı unu­
tulan Muzaffer K'ıl ıc'tı. Bana bizzat a nlatmıştı.
Rahmetli Muzaffer Kılıç, Atatürk'ün yaveri id i .
Kocatepe'deki resimde o n u da yere bağdaş
kurmuş, komuta n ı n ı n gerisinde, görürsünüz.

194
Bir de, karlar ortasında d i nienirken resimleri
vardır. Yine Atas ı n ı n yanı başı nda .

ilginç özelliği

Bana anlattığı, ben im de bel ieğime yapışıp


kalan ilginç bir özelliği de şu: Savaşın en ateşli
günlerinde, herkes i n sac sakal bımkıp gezdiği,
hele bir düze cıka lım sonra kendimize bakarız.
ded iğ i dönemde Atatürk, her sabah çad ı rında.
kalkar kalkmaz si nekkaydı tıraş olur, yüzü nü
ve saclarını bol kolonya ile ovar. tara n ı r, sert
yakasının içine de boynunu korusu n d iye ufak
bir i pek mend i l koyarm ış.
Bu ayrıntı ben i çok ilgi lend i rd i . Bu tutum
her anı, kendi kişi l iğ i n i n üslubu ile dolduran.
olayların sürükleyi p götüremediği, olaylara ki­
şiliği ile kend i hôkim olan. kendi renk veren
büyük i nsanları n ortak bir özelliği, bence.
Sinekkaydı tıraş olmuş. sacları pırı l pırıl
taralı, hareketleri kıvra k ve zarif bir i nsanın
düşü ncesi de -elbet o i nsan büyü k bir beyin­
se- daha bir başka kıvrak, daha bir mükem­
mel işler. Günün olayla rın ı , ayrı ntıları n ı önemli,
önemsiz d iye ayırmamak, her ayrıntıyı, her a n ı .
o an içi nde en önemli saymak. Z e n Bud istleri­
n i n de öğütled iği bir bilgelik yoludur.
Atatürk ne Zen Budizm i n i bilirdi, ne de ta­
rihten ve dilbilimden başka bilim dallarıyla pek
uğraşmaya vakit bulabilmişti. Ama her şeyi
öğrenmeden bi lecek bir yaman önseziye ve
iki veriden, bilim adamlarının bi11e cıkaramaya­
cağı sentezler cıkaracak polifonik bir beyne
sahipti .
195
Ne tuhaf rastlantı. Evvelki yıl da, 10 Kasımı
Prag'da gecirmi ştim. Sayın Haluk Kura'nın
odasında saat dokuzda toplandık. Onun öldü­
ğü an sayg ı duruşu yaptık.
Sesin i plaktan d inled ik. Sayın Haluk Kura.
ona konuk gelmiş olan Sayın Peşte Büyükelci­
si i smai l Soysal, konuştular. özel anı larını an­
l attılar. Benden de birkoc söz i stend i . Yanıılmı­
yorsam, ben daha cok gerçekçi Atatürk tema­
sı etrafı nda birkoc laf ettim.

Bir Çay Bahçesinde

Claude Farrere'in, ne hi kmetse hô lô dili­


m ize cevrilmemiş olan bir kitabında• an lattığı
bir hatırayı na klettim. Fransız ed ibi bu hatıra­
sında Atatürk'le i stiklal Savaşının en ateşl i dö­
nem i nde izmit'te bir çay bahçesi nde yaptığ ı bir
konuşmadan bahseder. Claude Farrere.
«Yaptığ ı n ız ı cı·lg ı n l ı k sayanlar var.» gibi
bir laf eder.
Atatü rk'ün cevabı aşağ ı yu karı şudur:
«Ben mucizeye değ i l gereekiere dayan ıyo­
rum . i ngi ltere parlamentosunda Lloyd George
Hükümetinin karşılaştığı ciddi muhalefet onu
Yunanistan'a effektif askeri yard ımlardan a l ı­
koyacaktır. Yunan l ı lar bu yard ım ı a lamazlarsa
ben onları moğlup edebilirim.» Ve ra kam ları
konuşturur.
Atatürk bu kon uşmada, rakamlara, tü­
men ve siılah sayısına d ayanan, tam kurmayca

• la Turquie resussltee.

196
bir hesarba dayanan gerçekçi bir tabiyeci ola­
ra:k görünür. Öyledi r de. Bu sağlam hesap kur­
tarmıştır bizi. Bu sağ lam hesaplar kurta racak­
tır bizi. Safsata, edebiyat, vatan mil let Sakar­
ya değ i l . Claude Fa rrere'in bu ilginç tan ıklığı
Tü rk milletine neden yansıtılmamıştır. B ile­
mem. Belki Atatürk'ün mucizeler yaratan bir
şef olarak gösterilmesi bir süre daha yarar.lı
sayılmıştır. Bence mucizeler yaratan Atatürk'
ten çok, gerçeğe, rakama daya nıp istilacı
d üşmanı yenen bir Atatürk, daha övü n ülecek
bir Atatü rk'tür.
Evet, bunları söylem iştim orda. Benden
sonra askeri ataşerniz Atatü rk'ü n hayatı ve is­
tiklal Savaşı ndaki stratejisi üzerine bilg i verdi.
Bu defa, 1 0 Kasıma kadar buralarda kal­
mayacağımı sanırım. Ama biz 10 Kasım gelme­
den de Prag sokaklarında gene hep Atatürk'
ten konuştuk. Kiminle mi? Koyu Atatü rkçü bir
tica ret ataşesi i le. Tü rk yokın ta rihini, Türk
edebiyatını özel bir merakla izleyen böyle bir
ticaret ateşesine ilk defa rastlad ığımı söyleme­
l iyim.
B iz hepimiz, çoğu zama n, yan lış genel le­
meler yaparız. Bir filozofu aydı n sanırız, bir ya­
zarı duygulu tah m i n ederiz, tica retle uğraşan
bir uzma n ı ise başka alanlara belki biraz kapo­
lı farz ederiz. Oysa adam felsefe okumuştur,
ama kafasını işletmeyi biı!mez. Bir şair en duy­
gulu şiirleri yazar da özel hayatı nda pis bir
bencildir. Bu sözcükleri n çağrışımı ile onlara
bol keseden yapıştırdığımız bu etiketlere ken­
d i m iz de inanır, kend imizi kand ırırız. Kôni Gün­
gör, sade bizde değ il, başka milletierin ticari

197
m ümessilleri nde bile görü lmeyen bir kültür se­
viyesi ve çok yanılılık sahibi idi. En g üzel i de
gösterişsiz, ama çok derinden bir Atatürkcü
oluşu idi.

Gen ç :Ataşe

Daha önce ça lıştiğı Avrupa başkentlerin i n


birinde, b i r 1 0 Kasım g ü n ü yaptığı b i r konuşma­
yı anlattı . Konuşmayı işeilerimiz de dinl iyorlar­
mış. Son una kadar büyük ilgi ile izlem işler. Gene
ateşe sözlerin i n sonunda demiş ki:
« Hepi nizin gözlerinizde büyük bir ilgi ve
sevgi parıltısı seziyorum . Bu konuşma n ı n siz­
leri böyle kavrayışı n ı n nedeni ben değilim.
Ben, bu konuşmaya kendi mden tek cümle koy­
mad ım. özellikle bugün sizlere sunmak icin,
Atatürk'ün çeşitli konuşmalarından birtakım
cümleler seçtim. Onları birbirine bağladım. Si­
ze sundum.
Sizi kavrayışları n ı n nedeni budur. Onun,
halkı ile nasıl konuşulacağını en iyi bilen i nsan
oluşundandır. Ha lkının gerceklerini e n iyi bilip
d i l.e getiren i nsan oluşundand ı r.»
Evet sevgi l i Tümer! Biz Atatürk'ü Prag'da
da unutmad ık. Unutmayız.

198
BiR ADAYLI K SERÜVEN i

Rahmetli Ahmet Caferoğlu'nu tan ı r mıy­


d ı n ız? Tan ımıyor idiyse n iz yazık. Di l alanındaki
otoritesi, özel hayatındaki babaca n l ığı, hele
kendine çok yaraşan Azeri d iyalekti ile çok sı­
cak ve renkli bir bilim adamı idi. Rahmeti iyi ta­
n ı masanız bi le ad ı n ı muhakkak duymuşsunuz­
dur. Caferoğ lu kamuya adıın ı bir d i l kurultayın­
da duyurmuştu. Hem de hiç istemeden. Hem
de çok g ü rültü l ü bir şeki lde. Atatürk'ü n dil dev­
rim i ile uğraştığı bir dönemd i . Dolmabahce Sa­
rayı nda büyük bir dil kurultayı toplanıyordu. Is­
viere'den getirilen yabancı bir profesörün ağzı
ile d ü nyaya Güneş- Dil Teorisi adı verilen bir
tez acıklanaca ktı . Bu teze göre, d ü nya d i lleri­
n i n birçoğ u, az veya çok, Türkcemizden geliş­
m iş, ü remiş oluyordu. Atatü rk'ün mebus yap­
tığı dilcilerimizin çoğ u, ne hikmetse, aynı fikir­
de idi ler. Kongreye yabancı dil uzmanları da
çağrılı idi. Onılar isvicreli bilim adamının Gü neş
Dil Teorisini d i n lemekten çok kendi araştırma­
ları n ı açıklamak için gelmişlerd i .
Bild i ri okuyanlardan biri de Ahmet Cafer­
oğlu adıında gene bir edebiyat docenti idi. Ne
var ki, koyu bir Azeri m i lliyetcisi olan Caferoğ­
lu, hiç gereği yokken konu dışına çı ktı, kuru lta­
ya Atatürk'ü n cağrı lısı olarak gelen Sovyet
d ilbiıli m adamlarına yakışık a lmaz sözler Söyle-

199
yiverdi. Kurultay karıştı. Atatürk kızıp loca­
sından ayrı ldı. Başkan oturuma ara verd i . lkin­
ci oturumda söz alan delegeler Caferoğlu'na
verişti rdiler. Basında bi rkoc gün a leyhi nd e
yazılar çıktı. Rahmetli n i n akademi k kariyerin­
den uza klaştı rı lması söz konusu oluyordu. Ni­
tekim doçentli kten çıkarıldı.
Caferoğl u bi r cuva l i neiri berbat etmişti.
Çoğu kimse, onu, ünlü bi r deyimdeki, hani
şu, bez geti rilmesini gerekti recek bi r marifet
yapan adaşı g i bi görmeye kal kmıştı. O deyim i
önceden bi lmeyen bazı ları d a , b u sözün özelli·k ­
le o g ü n orada Caferoğlu'nun o mü nasebetsiz­
liği üzeri ne uyd urulduğunu sanacak kadar i leri
gidiyorlardı. Bir süre sonra gazap fırtı nast
d i nd i .
Işinden cı karı lan Caferoğl u o sırada Ata­
türk'ün bi r yakıınına,
«Bizde insanı öldürmek icin karn ı ndan de­
ğ i l alnından vururlar.» demiş. Bu söz Atatürk'e
u laşınca g ü lmüş. Caferoğ lu'nun eski görevine
alınmasını i rade etmiş.
Böylece i ş tatlıya d a bağ lanmış oldu. Yıl­
lar geçti Caferoğ l u profesör oldu, ord i naryüs
oldu.

Bir Dekon Adayı

Caferoğ lu'nun a nnnsattığı i lk cağrışım bu­


dur. iki ncisi de, onun dekanlık serüveni. Riva­
yet ederler ki, ü stat, g ü n ü n bi ri nde Edebiyat
Fa·kültesi Dekanlığına adayltğı nı koyma k Ister.
Arkadaşlarına danışır. Hepsi de,

200
«Senden iyisini m i sececegız. Elbet, hak­
kındır. Hemen adaylığını koy,» derler. Oturur
hesaplar yaparlar. Profesörler kurulunun esc­
mi l istesi taranır. Kimin lehte kimin aleyhte, ki­
m i n çekimser oy verabiieceğ i inceden ineeye
hesaplanır. Sonuc umut vericidir.
«On beş kişi bizim klik, olduğu gibi sana
verir hoca,» derler. «On yabancı Profesör de
bizim işeretimize bakar. Kararsızlardan da e n
az yedi oy alamaz mıyız? Etti m i sana otuz iki
oy. Zaten bütü n kurul topu topu kırk bir kişi.
Deka nlık centada kekUk.»
Hocayı böyle yüreklend i rdikten sonra ku­
lis yapmak icin dağ,ılırlar.
Ertesi g ü n seçim yapılır. Karşı aday 27 oy
a l ıp dekan olur.
On iki kişi çekimser kalır. Bir tek oy da
Caferoğlu'na cıkar.
Hocanın haklı olarak tepesi atar. Odasına
çekilir. Biraz sonra en yakın arkadaşları nda n
biri gelir:
«Bunların i piyle kuyuya i n ilir mi? H içbiri­
n i n sözüne güvenmemeliymi ş meğer. Ama
ben sözümde durdum. Oyumu sana verdim»
der. o cıkar bir i'kinci gelir:
«Ne kadar üzüldüğümü tahmin edemez­
sin hoca,» der. «On,lar hesabına yeri n dibine
geçtim. Ama neyse ki, ben ödevimi yaptım.
Oyumu sana verdim. » Onu bir ücüncü izler:
«Al sana namus sözü. Iyi madik oynadılar
doğrusu. Ama ben . . . » deyince rahmetl i Cafer­
oğlu dayanamaz, masaya yumruğunu vurup:
«Beli . Hepiniz yahşi danışırsı nız da özü­
mün özüme verdiği oy ne oldi?» diye kükrer.

201
Talihsiz Bir Çıkış

Geçen hafta toprağa verdiğimiz, ordumu­


zun seeki n komuta n l a rı ndan General Faruk
Gürler'in, rahmeUi hocamızınkini uza·k tan da
olsa a n ımsatan bir adaylık serüveni olmuştu.
Rahmetli Gürler askerl i k mesleğ inin bütü n iyi
hasletleri n i toplamış, yürekl i, yurtsever, zeki
ve otoriter bir şahsiyetti. Alnının teri, zekô ve
seeiyesi n i n gücü ile, kademe kademe ilerlemiş,
Türk ordusunun Kara Kuvvetleri Komutanlığı
gibi en gözde bir mevkiye ulaşmıştı. Bu kilit
mevkide i ken. hep bilindiği gibi, olayların sey­
ri, yahut tarih i n yazg ısı onu 1 2 Mart Muhtıra­
sı denen nota n ı n dört i mzacısından biri yapı­
vermişti. Sonra Tağmac Paşadan boşalan Ge­
nelkurmay Başkanlığına geçti. Daha son ra Su­
nay Paşadan boşalaca k cumh urbaşkanlığına
aday olmak isted i . Fikrini sord uğu arkadaşları
ona da,
«El bette hakkındır. Senden iyisin i mi se­
ceceğiz» ded iler. Mebus ve senatörlerin esami
listesi tarandı. Lehte, a leyhte, çekimser oy ve­
recekler saptandı. Duru m u mut verici idi. Rah­
metli Gürler, Genel kurmay Başka n lığından i s­
tifa etti. Aleleeele cekilen bir kontenjan seno­
törünün yerine Sunay Paşa tarafı nda n senatör
atandı.
Ama masa başındaki hesap parlamento
pazarına uymadı. Şita h i sözıl e gizli oylar birbi­
rin i tutmad ı . Tur üstü ne tur atı ldı, her yen i tur,
parlamentonun yen i adaya iltifat etmediğini
bir kat daha belgeled i .
Parlamento çoğunluğu, parti kurultayı co-

202
ğunluğu kaypaktır. Askeri hesaplara pek uy­
maz. Kimin kime oy vereceği h i ç bell i olmaz.
Gü rler Paşa mazurdur. Değ i l Gürler Paşa; hem
askerl ikten gelm iş, hem de politi kada pişmiş
eski kurt ismet Paşa bi1le son akşam yemeğin­
de -pardon- son parti kurultayında bu ço­
ğu nluğun azizliğine kurban g itmedi mi? Başkan
olarak başlattığı kongreden basit bir parti üye­
si olarak ayrılmad ı m ı?
Gürler Paşa onurlu bir askerdi. Politikacı
olmadığı için bu ayak oyun ları n ı olağan karşı­
layamıyordu. Çok üzüldü. Hatta bir ara sena­
todan istifa etmeyi bile düşündüğü söylendi.
Gü rler Paşayı bu zor duruma sokan ların
kim olduğu tam an laşı l m ad ı . 12 Martta küçüm­
sediği çoğun luğun, eline geçen ilk fırsatta on­
dan böyle öç a ldığı n ı i ddia edenler olduğu g ibi,
bazı yakın dostlarının (!) çok netarnel i bir mev­
ki olan Genelkurmay Başkanlığından onu an­
cak böyle uzaklaştırabildi kleri n i savu nanlar da
çıktı.
Rahmetli paşa n ı n bırakmış olacağ ı not,(ar
herhalde bu konuda kendi izien imlerini bize
bir gün yansıtacaktır.
Bu adaylık serüven i i nsana ister istemez
ü n l ü bir devlet adam ı n ı n sözünü an ımsatıyor.
Bu devlet adamı her sabah dua edermiş:
«Ben düşmanları m ı kendi m haklarım. Sen
bana dostlarımla başa ç ı kacak g ücü ihsan ey­
le yarabbi m.»

- 0-
HAK DOSTUM DiYE BAŞLAYALIM SÖZE, Haldun Taner'in hepsi öykü tadında
yazılanndan oluşan kitabıdır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Taner, "Hak Dos·
tum Diye Başlaya/tm Söze adtyla; rahat bir kır kahvesinin haslf iskemlesinden, nar­
gilemi fokurdattrken okura hitap eder gibi bir üslup içinde yeni bir tür tutturduk.
Çok sevildi" diyor.
Gerçekten de Haldun Taner, hem öykülerinde, hem düz yazılarında, hem de
tiyatro yapıtlannda kendi kültürümüzle batı kültürünü birleştiren ve içten bir söy·
leşi havası içinde yazabilen sayılı yazarlarımızdandır. Bildiklerini alçakgönüllülük·
le okuruna aktaran, paylaşan çok yönlü bir insandır. Onun için yazılanlarda tek
sözcük, tek satır abartma yoktur:
"Gündelik bir olayt, stradan bir göz/emi, konuşma sanatinm bütün ince/ikleriy·
le şerbetlendirerek öyle bir aniatif ki... insana ve dünyaya bakmanm birinci niteli·
ğinin hoşgörü olduğunu hem bilir, hem bildirir. "
Doğan Hızlan, Hürriyet, 1 4.3.1984

You might also like