You are on page 1of 261

FE R O Z A H M A D

Feroz A h m ad 1 9 3 8 ’de Delhi’de dünyaya geldi. Delhi Üniversitesi St. Stephen K o leji’nde H indis­
tan T a rih i eğitim i ald ık tan so n ra University o f L o n d o n ’d a S O A S ’ta O rta d o ğ u tarihi çalıştı.
1 9 6 6 ’d a yazdığı The Com m ittee o f Union an d Progress in Turkish Polıtıcs teziyle University of
L on d o n ’d a doktora derecesini elde etti. 1 9 6 6-1967’de C olum b ia Üniversitesi’nde School o f In­
ternational A ffairs’te ders verdi ve 1 9 6 7 ’de M assach u setts Ü niversitesi’nde T arih B ölüm ü’ nde
ders verm eye başladı. D aha so n ra T u fts Üniversitesi F ares D oğu Akdeniz Ç alışm aları Merke-
zi’nde konuk öğretim üyesi ve Fletcher O ku lu ’nda D iplom atik T arih konuk p rofesörü o larak g ö ­
rev yaptı. Fimekli olduktan son ra T ü rkiye’ye yerleşen ve 2 0 0 5 ’ten itibaren Yed it epe Üniversitesi
ü lu sla ra ra sı İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölüm Başkanlığı yaptıktan sonra aynı oku lda T arih Bölü­
mü B aşkanlığı görevini yürütm ekte olan A hm ad’in O sm an lı’nın son dönemi ve m odern Türkiye
üzerine T ü rk çe’ye de çevrilen bazı eserleri şunlardır: İttihat ve Terakki (İstanbul, 1 9 7 1 , 1984,
1 9 8 6 , 1 9 9 4 ); Türkiye'de Ç ok P artili Rejim in A çıklam alı K ron olo jisi (Bilgi Y ayın evi, A nkara,
1 9 76, Bedia A hm ad ile birlikte); D em ok rasi Sürecinde Türkiye (Hil Yayınları, İstan b ul, 1994) ve
M odern Türkiye'nin O luşum u (Sarm al Yayınevi, İstanbul, 1995), (gözden geçirilm iş baskısıyla:
K aynak Y ayınlar, İstanbul, 1995). Bunların yanı sıra T ü rk çe’ye çevrilen bazı m akaleleri ittihat­
çılıktan K em alizm e (Kaynak Y ayın ları, İstanbul, 1985) derlem esinde yer alm ıştır. A yrıca, From
E m pire T o Republic-Essays O n The L ate O ttom an E m pire A nd M odern Turkey - Volüme 1 & 2
(İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008) İngilizce olarak yayınlanmıştır.
Fer o z A hm ad
B i l KI m i Ik P e ş I n d e
TÜRKİYE
Ç e v Ir e n S e d a t C e m K a r a d e l I

İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI İS A


T a r Ih 2 1

ISBN 978-605-399-339-1

K a p a k D a h IlI y e V e k â l e t i , B a s in Y a y in G e n e l M ü d ü r lü ğ ü t a r a f i n d a n F r a n s i z c a y a y in l a n a n
La Tu r q u ie K e m a l I s t e d e r g is i n i n Ş u b a t 1 9 3 6 'd a 1 1 . s a y is i n d a
CUMHURİYETİN EĞİTİM BAŞARILARIYLA İLGİLİ YAZIDAN BİR FOTOĞRAF.

1. B a s k i İ s t a n bu l. A r a l ik 2 0 0 6
2 . B a s k i İs t a n bu l, N Is a n 2 0 0 7
Fe r o z A h m a d

BİR KİMLİK PEŞİNDE


TÜRKİYE

Ç E V İR E N
S ed a t C em Ka r a d e l İ
Ktz kardeşim Ameena için ve
erkek kardeşim Farid’in (1935-2000) antstna
İçindekiler

lx Teşekkür
jd Önsöz
xv Türkçe Baskı İçin Önsöz
l BİRİNCİ BÖLÜM Osmanlılar:
Devletten İmparatorluğa (1300-1789)
3 Osmanlı H anedanı’nın O rtaya Çıkm ası
6 Ordunun Gelişimi
7 Erken O sm anlı Fetih ve Genişleme Hareketleri
10 Fatih Sultan Mehmet ve Etkisi
13 O sm anlı M ülkünün Genişlemesi
14 Kanunî Sultan Süleyman
18 Bir Devrim Çağı
21 Yeniçeri-Ulema İttifakı
22 Artan A vrupa Etkisi

25 İKİNCİ BÖLÜM Reformdan Devrime (1789-1908)


27 Askerî R eform
31 Babıâli ve Kavalalı
33 Batılılaşm a Hareketi
34 Yeni Bir O rta Sınıfın O rtaya Çıkışı
35 Tanzim at
38 Genç O sm anlılar Hareketi
41 İflas ve K argaşa: Osmanlı İm paratorluğu’nun Çözülm esi
43 İstibdattan Meşruiyete
45 Yükselen Gelenekçilik
51 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Meşrutiyet Devrimi,
Reform ve Savaş (1908-1918)
53 A nayasanın Dönüşü
56 Karşıdevrim
58 V. M ehm et’in Tahta Çıkışı
61 Balkan Savaşları ve Osmanlı Yenilgisi
65 Yenilginin Yansım aları
67 A lm anya’yla İttifak
70 Birinci Dünya Savaşı’nda O sm anlılar’ın Rolü
79 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Kemalist Dönem (1918-1938)
8 l A tatürk’ün Geçmişi ve İktidara Yükselişi
85 Ulusal Bağımsızlık Hareketinin Doğuşu
90 Cum huriyet’in D oğuşu
93 Cumhuriyetçilik K ök Salıyor
99 BEŞİNCİ BÖLÜM Çok Partili Siyaset
ve Demokrasiye Doğru (1938-1960)
101 İnönü’nün Cum hurbaşkanı Seçilmesi
103 A vrupa’da Savaş
105 İkinci Dünya Savaşı Sonrası
106 D em okrat Parti’nin Kurulm ası
108 1946 ve 1950 Seçimleri
110 Soğuk Savaş ve Türkiye’ye Etkileri
113 İç Siyaset
118 Ekonom ik Endişeler
120 O rdu Mücadeleye Karışıyor
125 ALTINCI BÖLÜM Askerî Vasiler (1960-1980)
127 Cunta Yönetimi
129 M illî Birlik Komitesi: Geçici Hükümet
130 ‘İkinci Cumhuriyet’
132 Ekonom ik Reformlar
134 Değişen Toplum sal Y apılar
135 Yeni Siyasal Partilerin Kurulm ası
136 Yeni Siyaset ve D aha Geniş Dünya
137 Kıbrıs Sorunu
140 Siyasal Bölünme
142 M uhtıra Rejimi ve Sonrası, 1971-1980
146 1973 Genel Seçimleri
148 K oalisyon Hükümeti: CHP-M SP
153 Türkiye’nin Yenilenen Stratejik Önemi
154 Artan Ekonomik Sıkıntı

157 YEDİNCİ BÖLÜM Ordu, Partiler ve Küreselleşme (1980-2006)


159 Siyasal Sistemin Yeniden Yapılandırılması
162 Yeni Siyasal Partilerin Kurulması
163 1983 Genel Seçimleri
165 Eski Siyasî Liderlerin D önüşü
167 Ekonom ik Sorunlar Öne Çıkıyor
170 Türkiye’nin Değişen Sosyo-Ekonom ik Görünüm ü
171 Kürt Sorunu
175 Türkiye ve A ET
175 Türkiye’nin Siyasî Huzursuzluğu
176 Yeni Siyasî Koalisyonlar
178 Süren Siyasî İstikrarsızlık ve Ekonom iye Etkileri
179 Laikler ve İslam cılar
182 AB Üyeliğinin Artan Önemi
190 ABD ile İlişkiler ve AB
193 Kıbrıs Hep Gündemde

197 SEKİZİNCİ BÖLÜM 2005-2013 Türkiyesi

221 KRONOLOJİ
223 Osmanlı İm paratorluğu (1300-1923)
231 M odern Türkiye (1923-2006)
247 Dizin
B
u kitap, O sm anlı İmparatorluğu ve m odern Türkiye tarihiyle uzun süre­
li bir ilişki sonucu ortaya çıktı. Bir sentez çalışm ası olduğu için yıllar bo­
yu bana ilham veren akademisyenlerin, önceden düşünm ediğim sorularıyla
konuyu yeniden değerlendirmeye beni yönelten öğrencilerin om uzları üzerin­
de durm aktayım. Eser taslak halindeyken Onevvorld için onu okuyarak ya­
rarlı yorum lar yapan iki okuyucuya; Onevvorld’deki editörlerim Rebecca
Clare ve Judy K earns’e profesyonellikleri ve sabırları için; m eslektaşlarım a,
özellikle de T ufts Üniversitesi Fares D oğu Akdeniz A raştırm aları Merke-
zi’nden Leila Favvaz’a destekleri ve cesaretlendirmeleri için teşekkür ederim.
A ncak, her tür m addî hata ve atlam adan sadece ben sorum luyum.
Önsöz

O
smanlı İm paratorluğu 19. ve 20. yüzyıllarda yok olm aya yüz tuttuğun­
da, Osm anlılar geri dönecek bir anayurdu olmayan ender halklardan­
dı. Diğer im paratorluk halkları kendi anayurtlarına dönm üşlerdi: İngilizler
sömürgelerinden çıkm aya zorlandıklarında kendi ada merkezlerine; Fransız-
lar F ran sa’ya; İspanyollar Ispanya’ya ve diğerleri kendi anayurtlarına. 20.
yüzyıla gelindiğinde, O sm anlılar’ın bir anayurdu yoktu; çünkü onlar, çeşitli
sebeplerle, Orta ve İç A sya bozkırlarından göç etmek zorunda kalm ış ve fark­
lı yönlere dağılmış boylardı. Bu boylardan, aralarında liderleri O sm an’dan
(ölüm ü 1326) dolayı O sm anlılar olarak adlandırılanlar da dahil olm ak üzere
bir bölümü İslâm dünyasına göç etmiş ve İslâm dinini benimsemişlerdi.
Bu topluluklar kaynaştıkları topluluklar tarafından ‘T ü rk ’ olarak ad ­
landırılmıştı. Ancak, onlar kendilerini bağlı oldukları aşiretin başındaki reisin
adına göre adlandırıyorlardı. Bu sayede ortaya Selçuklular, Danişmentliler,
M enteşeoğulları ve O sm anlılar çıkmıştır. O sm anlılar, ‘T ürk’ adını, henüz bo­
yun eğdirilmemiş ya da ‘uygarlaşm am ış’, ancak kendi topraklarında yaşa­
m akta olan göçebe veya yerleşik, çiftçilikle uğraşan kabile grupları için kulla­
nıyorlar. Yine de O sm anlılarla ilişkiye giren Venedik ve Cenova kentlerinden
tacirler, sonraları da İngiliz ve Fransızlar O sm anlılan, ‘T ü rk’ veya ‘Turque’
olarak adlandırdılar. Yunan O rtodoksları, O sm anlı yönetimini ‘Turkokrat-
y a ’ (Türk yönetimi) olarak adlandırdılar. A vrupalılar ve H ıristiyanlar için,
‘T ü rk ’ kelimesi ‘M üslüm an ’la eşanlamlı olarak düşünüldü; dolayısıyla da bir
Hıristiyan din değiştirip M üslüm an olursa ‘Türkleşti’ diye tanım landı. Türki­
ye aynı zam anda İngilizce’de O sm anlı İm paratorluğu’nu ifade eden bir söz­
cük oldu. Örneğin Lord Byron O sm anlı A rnavutluğundan Kasım 1 8 0 9 ’da
annesine yazarken, “ Bir süredir Türkiye’deyim: burası (Preveze) deniz kıyı­
sında am a P aşa’yı ziyaret etm ek için Arnavutluk vilayetinin iç kesimlerine git­
mem gerekti” diyordu. A vrupalılar arasında, im paratorluk coğrafyasından
bahsederken, O sm anlı’nın Balkanlar’daki toprakları için ‘Avrupa T ürkiyesi’;
Anadolu ve A rap vilayetleri için de ‘Asya Türkiyesi’ demek yaygındı.
Milliyetçilik fikri Fransız Devrimi’nden sonra Osmanlı İm paratorlu-
ğu’nda kendine bir geçit buldu. Öncelikle im paratorluğun gayrim üslim top­
lulukları, sonraları da kendi ‘Türklükleri’, kendi dilleri ve kökleriyle ilgilen­
meye başlayan bir grup M üslüm an aydın bu fikirle ilgilendiler. Yine de,
1918’de Birinci Dünya Savaşı’ndaki kesin yenilgiye kadar, halkın büyük ço­
ğunluğu çokuluslu, çokdinli bir im paratorluğu sürdürmeye kararlı olduğun­
dan, milliyetçilik sadece azınlıkların ilgilendiği bir konu olarak kaldı.
Ancak topyekûn yenilgiden ve galip tarafın im paratorluğu parçalaya­
cağı ve im paratorluğu oluşturan toplulukların kendi kaderini tayin ilkesini
destekleyecekleri anlaşıldıktan sonra O sm anlılar, kendilerinin de milliyetçilik
ve ‘millet olm a’ kavram larına dayalı bir şekilde kimliklerini belirlemeleri ge­
rektiğini kavradılar.
Milliyetçiler 1923’te cumhuriyetlerini kurdukları zaman, bunu, bölge­
sel ve dolayısıyla da vatansever bir tanımla ‘Türkiye Cumhuriyeti’ olarak ta­
nım layarak, ‘Türk Cumhuriyeti’ şeklinde bir etnik tanım dan kaçındılar. Yine
de, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ İngilizce’de genellikle yanlış olarak ‘Republic of
Turkey’ yerine ‘Turkish R epublic’ ve Ankara’daki M eclis de Türkiye Büyük
Millet M eclisi anlam ında ‘G rand N ational Assembly o f Turkey’ olarak değil,
‘Türk Büyük Millet M eclisi’ anlam ında ‘Turkish G rand N ational A ssem bly’
olarak kullanılır. Milliyetçiler, tanım lar arasındaki farkın bilincindeydiler ve
kelimelerini dikkatle seçmişlerdi. H atta, ‘yeni Türkiye’de yaşayan insanların,
Türk, Kürt, A rap, Çerkez vd. oldukları için ‘Türkiyeli’ olarak adlandırılm ası
ve ‘T ürk’ sözcüğünün sadece etnik ‘Türkler’i nitelemesinin üzerinde de tartı­
şılmıştı. Türk kelimesinin İngiltereli veya Amerikalı gibi bir anlam kazandırı­
larak kullanılm asına devam edilmiştir. Diğer milliyetçi hareketler gibi, milli­
yetçiler bölge temelli Türkiye devletini yaratarak ve bunu 1923’te L o zan ’da
tescil ettirerek Türkiye’nin milletini ve Türkler’i yaratm aya başladılar.
1930’ ların sonlarına doğru milliyetçiler, A nadolu'daki nüfusun çoğun­
luğu için bir kimlik yaratm ak konusunda, doğuda etnik ve dille ilgili temeller
nedeniyle bu süreçten etkilenmeyen Kürtler ve O rta A nadolu’da dinsel neden­
lerle etkilenmeyen Aleviler dışında, bir ölçüde başarılı olm uşlardır. Bu kimlik
problem leri, 1961 A n ayasası’nın yarattığı daha liberal siyasî ortam la su yü­
züne çıkacağı 1960’ların başlarına kadar geri planda kalmıştır. H er ne kadar
1 9 9 0 ’larda devletin, rejimin liberalleştirilm esini düşünm eye başlam ası ve
üyelik kriterlerine uyum için Avrupa Birliği’nin istediği reform ların gerçekleş­
tirilm esi sonucunda gelişm eler yaşanm ışsa da bu sorunlar h âlâ çözülmeyi
beklemektedir. İktidardaki Adalet ve Kalkınm a Partisi (AKP), 12-13 Aralık
2 0 0 2 ’de Kopenhag’daki AB zirvesinde üyelik için çalışm aları sonuçsuz kalın­
ca, bu reformları gerçekleştirmek ve uygulam ak için geçmiştekinden çok d a­
ha fazla istekli olduğu izlenimi vermektedir.

Boston, 2003
Türkçe Baskı İçin Önsöz

Ç oğu yazar, eserini olabildiğince geniş bir kitle tarafından okunm ası am a­
cıyla kaleme alır. Benim arzum da hep bu yönde olm uştur. Jö n Türkler
üzerine yazdığım doktora tezi O xford University Press tarafından 1969 yılın­
da yayınlandığında çok az sayıda, muhtemelen bin adet basılmıştı. Osmanlı
İm paratorluğu’nun son dönem tarihiyle ilgilenen, uzm anlaşm ış küçük bir
okuyucu kitlesine hitaben yayınlanmıştı. Birkaç yıl içinde kitabın baskısı tü­
kendi. Kitap bir daha basılm adı ve kalan kopyalar üniversite kütüphanelerinin
tozlu raflarına gitti. A ncak, 1971 yılında kitabın İttihad ve Terakki, 1908-
1914 adıyla Sander Yayınevi tarafından Türkçe çevirisi yayınlandı ve o za­
m andan beri basılm aya devam etti. Okurların çoğu, ders kitabı olduğu için
alan isteksiz öğrencilerden oluşsa da, kitap her yıl belli sayıda okuyucuya ula­
şıyor. Bu benim için gurur verici. Sonuç olarak, kitaplarımın Türkçeye çevril­
mesinden her zam an hoşnut oldum, çünkü Türk okuyucuların ilgiyi canlı tu­
tacağı ve eleştirel bir bakış açısı sunacağını biliyorum.
Son dönem O sm anlu İm paratorluğu ya da modern Türkiye hakkında
İngilizce okurlarına hitaben yazarken, asla sadece diğer tarihçiler ve sosyal bi­
limciler tarafından okunan “ tarihçilere tarih öğreten” biri olarak yazmadım.
D ışarıdan bakan birisi olarak ve ilgi sahibi okuyucuya konuyla ilgili analitik,
nesnel ve -um uyorum k i- kolay okunabilir bir inceleme sunm a amacını taşı­
yarak yazdım.
Türkiye’ye dışarıdan bakan biri olarak yazmamın tek açıklam ası, dışa­
rıdan bakmanın değişik ve belki de çok farklı bir bakış açısı sunm ası olabilir.
Bu noktada N asreddin H o ca’nın ince zekâsına başvuruyorum . H oca birçok
fıkrasında değişik benzetmeler yaparak, her şeyin dışardan farklı göründüğü­
nü, değişik olduğunu çağrıştıran olaylar anlatır. Son olarak kitabımı sadece
çevirmeyip metin içinde bazı önem li noktaları açıklığa kavuşturarak T ürk
okuru için anlaşılabilir hale getiren Fahri Aral ve ekibine teşekkür ederim.

İstanbul, Eylül 2006


BİRİNCİ BÖLÜM

OsmanlIlar:
Devletten imparatorluğa
(1300-1789)
O SM A N L I H A N E D A N P N IN O R T A Y A Ç IK M A SI

S elçuklular’ın önderliğindeki Türk boyları, 1 0 7 1 ’den, yani İngiltere’yi Nor-


manların istilasının beş yıl sonrasından itibaren, Anadolu’da kendilerine
yer açm aya başladılar. Alparslan, Bizans İm paratoru Diogenes’i M alazgirt Sa-
vaşı’nda yenilgiye uğratarak Konya merkezli Selçuklu İm paratorluğu’nun, ya­
ni Rum î (Batı) Selçuklular’ın temelini attı. ‘R um ’, erken dönem M üslümanla-
rı’nın Bizanslılar’ı ‘R om alı’ anlamında tanım ladıkları kelime, Bizans ‘Rum ’,
Bizans toprakları da ‘R um diyarı’ydı. D aha sonraları bu kelime A sia M inor’u
(Küçük Asya), bir diğer adıyla Anadolu’yu tanım lam ak için kullanıldı ve gü­
nümüze kadar da A nadolu’daki Yunanlılar’ı tanım lam akta kullanılageldi. Sel­
çuklu İmparatorluğu, her biri Selçuklu H anedanı’nın hükümranlığını kabul et­
miş olan kendi lideri, beyi tarafından yönetilen Türk boylarının bir konfede­
rasyonuydu. Ancak, 1 2 4 3 ’te Selçuklular M oğollar tarafından yenilgiye uğratı­
lıp da M oğollar’ın vasalı konumuna gelince, bu beyler kendi prensliklerinin -
yani beyliklerinin- bağımsızlığını ilan etmeye başladılar.
Osm anhlar’ın da kökeni, Selçuklular’ın beyleri Ertuğrul’a Ankara ya­
kınlarında, daha sonraları günümüzdeki Eskişehir’e yakın Söğüt’e kadar uza­
nacak topraklar bahşettiği, Selçuklular’a tâbi bir boya dayanır. Ertuğrul’un
1 2 8 8 ’de doksan yaşında öldüğü ve yerine oğlu O sm an’ın geçtiği söylenir. O s­
m an ’ın adı, ardılları tarafından benimsenmiş ve devletlerinin adı ‘O ttom an’
olarak İngilizceleştirilmiş olan ‘O sm anlı’ olm uştur. Diğer beyler bağımsızlık­
larını ilan ederlerken, O sm an Bey, 1 2 9 8 ’de tahta çıkan Sultan III. Keykubat
döneminde de Selçuklulara olan sadakatini sürdürdü. Sultan III. K eykubat’ın
azledilmesiyle, Osm an Bey bağımsızlığını ilan etti ve böylece Osmanlı Devle-
ti’nin kuruluşunu gerçekleştirdi. O sm an Bey’in toprakları Bizans’a kom şuydu
ve bu ona dinî savaş -yani g a z a - yapm a olanağını veriyordu. Bu sayede ken­
disi ve ardıllarının gazi -yani dinî sav aşçı- olabilm esi mümkündü ve bu saye­
de A nadolu’nun her yerinden kendilerine katılanlar bulabiliyorlardı. Bu, Os-
manlılar’ın diğer beyliklerle karşılaştırıldıklarında sahip oldukları büyük bir
avantajdı. O sm an Gazi 1326’da öldü ve yerine, aynı yıl içerisinde fethettiği,
stratejik açıdan önemli olan Bursa şehrini O sm anlı Devleti’nin ilk başkenti
yapan Orhan Gazi (saltanatı 1326-1359) geçti. Bu dönem de Osmanlı beyleri
kendilerini eşitler arasında en seçkininden biraz daha önde gösteren ‘gazi’ un­
vanını kullanıyorlardı. Daha ‘sultan’ olmalarına zam an vardı.
1326’ya kadar, A nadolu’da Selçuklular’ın vârisi olduğunu öne süren
birtakım devletler ortaya çıkmıştı am a Karam anlılar Selçuklular’ın gerçek vâ­
risi olarak kendilerini görüyorlardı. Diğer beyler, yani Aydın, M enteşe, Saru-
han, Germ iyan, Ham it, Teke, Karesi ve Kastam onu gibi beyliklerin liderleri,
bunu kabule yanaşm am aktaydılar. O ara, O sm anlılar çok küçük ve çok zayıf
olduklarından, Selçuklular’ın mirasçılığı kavgasına karışm am ayı seçmişlerdi.
Orhan Bey’in şansı, diğer M üslüm an beyler birbirleriyle savaşırken, zayıfla­
m akta olan bir Bizans İm paratorluğu’yla komşu olup buradan yeni topraklar
elde edebilmesiydi. Orhan Bey, devletini M arm ara Denizi’nin güney sahilleri
boyunca genişletti ve 1345’te de Karesi topraklarının büyük bir bölümünü
M üslüm an yöneticisinin elinden alm ak suretiyle Ç anakkale Boğazı’nı geçerek
Avrupa yakasında genişlemeyi m ümkün kıldı.
1 3 4 1 ’de O rhan Bey B izan s’ın içişlerine, K an taku zen os’un rakibine
karşı taht mücadelesine destek talebini kabul ederek müdahale etti. O rhan
Bey, K antakuzenos’un tahta geçmesini sağladı ve bunun karşılığı olarak da
im paratorun kızı Theodora, O rh an ’ın eşi oldu. Bundan sonra, en azından III.
M urat (1574-1595 arası tahtta) dönemine kadar O sm anlı sultanlarının H ıris­
tiyan eşler alm ası neredeyse bir gelenek haline geldi. O rhan Bey, o zam ana
kadar Ç anakkale Boğazı’ndaki stratejik Gelibolu K alesi’ni ele geçirmiş ve T e ­
kirdağ’ı fethederek de M arm ara’nın kuzey tarafındaki varlığını emniyete al­
mıştı. O sm anlılar, boğazı geçerek Balkanlar’a doğru ilerlemeye hazırdı. O r­
han Bey 1 3 5 9 ’da öldüğünde, devletin saha olarak temellerini kurmuş olm ak­
la kalm am ış, buna, Batı’da ‘jan issaries’ adıyla tanınan ve ‘yeni birlikler’ an la­
mındaki Yeniçeri kurumunu da kurm ak yoluyla devletin kurumsal temelleri­
ni de eklemiştir.
OsmanlI Devleti’nin sınırlarını genişleten Orhan Bey ya da Orhan Gazi, kendi döneminde ilk kez bir
devlet yapılanmasının oluşumuna öncülük etti. Bizans imparatoru ioannes Kantakuzenos ile yaptığı
ittifak ise OsmanlIların Balkanlar’da yayılmasını sağladı. Daha önce Yarhisar tekfurunun kızı Holophira
(daha sonra Nilüfer Hatun) ile evlenen Orhan Gazi, sonradan Kantakuzenos’in kızı Teodora ile evlendi.
Bu düğünün bir Yunan halk resmine göre tasviri.

İslâm dünyası köle orduları fikrini biliyordu, ancak devşirm e denilen


ve H ıristiyan topluluklardan gençleri toplayarak, onları askerî ve yönetici
seçkinler şeklinde eğitme yöntemi bir yenilikti. Bundan önce O sm anlılar’da
yerleşik veya sürekli ordu yoktu; O sm anlılar’ın askerî gücü önderine bağlı
boyların katkılarına dayanıyordu. O sm anlılar her biri kendi önderine sahip
bir boylar federasyonu olduğundan, sultan hâlâ eşitler arasında en seçkinin­
den biraz daha üstte bir yerdeydi ve kişisel yetileriyle fetih becerisine güven­
mesi gerekiyordu. O rhan Bey, bu sorunu ilk önce kendisi için Türkm en aşi­
retlerinden bir ordu toplam ayı deneyerek aşm aya çalışmıştı, ancak Türkmen-
ler esas olarak süvari olduklarından piyade savaşının disiplinine uyum sağla­
yam am ışlardı.
ORDUNUN GELİŞİMİ
1330 yılı civarında, Orhan Bey, on iki ile yirmi yaş arasındaki H ıristiyan
gençleri toplam aya, bunlara İslâm ’ı benimsetmeye ve sonra da bu gençleri
‘yeni birlikler’ olarak eğitmeye başladı. Bu gençler, önce Türk çiftliklerinde
Türk-îslâm gelenek ve görenekleri ile Türkçe’yi öğrenerek bir çıraklık döne­
mi geçiriyor, ardından Saray okulunda özenli bir eğitimden geçerek devletin
yönetici seçkinleri arasına katılıyorlardı. Bektaşî tarikatının kurucusu H acı
Bektaş Veli (1210-1271), yeniçeri askerlerini kutsadığına inanıldığı için, ör­
güt 1826’da dağıtılana kadar yeniçerilerin pîri olarak kalmıştır.
Bu askerî yeniliğin olgunlaşm ası kuşaklar boyu sürdü ve zam anla ‘dev­
şirm eler asker ve yönetici olarak sultanın gücünü boy liderlerininkinin karşı­
sında artırdılar. Devşirilen bu kişiler tek bir kişiye, kendilerinin efendisi olan
sultana bağlılık duydular ve onun ‘kul’lan, hizmetkârları oldular ki kul keli­
mesi genellikle ‘köle’ anlam ında kullanılır. Sultanın bunlar üzerinde ölüm le­
rine ve yaşam larına karar verebilme yetkisi vardı. Teoride bu devşirmelerin
geldikleri toplum lardan soyutlanm ış olm aları ve dolayısıyla bunlara karşı bir
bağlılık duym am aları gerekir. Gerçekteyse, devşirm eler arasından çıkıp da
vali veya sadrazam olanlardan bir kısmının içinden çıktıkları toplumları ca ­
miler, kütüphaneler ve köprüler yaptırarak ödüllendirdikleri görülm üştür.
Yeniçeri olabilm e ayrıcalığı, bu insanlardan hür bir M üslüm an olarak d o ğ a ­
cak -dolayısıyla da devşirilemeyecek- olan çocuklarına geçememekteydi.
Devşirme işleminin şeriat açısından yasadığı bir tartışma konusuydu.
Şeriat, İslâm î idareyi kabul eden ve ‘cizye’ yani kelle vergisi ödeyen gayri-
M üslimlere ‘zim m î’, yani korum a altında kimse statüsü tanıyordu. Bunlar,
kendi inançlarınca ibadet etmek ve kendi toplumlarının kurallarına göre ya­
şamak hakkına sahipti. Sultanın bu insanlara herhangi bir şekilde baskı y ap ­
ması ve erkek çocuklarının kendilerinden alınması hukuka aykırıydı. A ncak,
bazı ebeveynler kendilerini rahat ve parlak bir geleceğin beklediğini görerek
çocuklarını devşirilmeleri için gönül rızasıyla teslim ediyorlardı. Büyük Os-
manlı mimarı ve kendisi de bir devşirme olan M im ar Sinan’ın, kardeşinin de
devşirilmesi için nüfuzunu kullandığı söylenir. Yine de şeriata bağlı olan sul­
tan, İslâmî hukukun uzmanları olan ulema bu konuda bir açık bulup bundan
yola çıkarak eylemi yasallaştırm adıkça yasayı çiğneyemezdi. Ulema, bu soru ­
nu aşm ak üzere şu yolu kullandı: Eğer sultan kendisine verilen cizyeyi iade
ederse, bu gayri-M üslim topluluklar artık koruma altında olm ayacaklardı ve
sultan istediği kadar devşirme toplayabilecekti ki bu da sultanların yaptığı şey
oldu. Bu eylem, çağdaş hassasiyetlerimize sert hatta barbarca gelebilir am a
devşirm e olarak toplan m ak o kadar çekici bir uygulam aydı ki, bazen bir
M üslüm an aile, H ıristiyan kom şuların dan , kendi çocuklarını da H ıristi­
yan’mış gibi göstererek devşirilmelerini sağlam alarını isteyebilmekteydi!
Devşirm eler A n ad o lu ’da da görevlendiriliyorlardı am a asıl faaliyet
alanları Balkanlar, özellikle Arnavutluk, Bosna ve Bulgaristan’dı. Devşirilen-
lere bir meslek de öğretilirdi: Örneğin M im ar Sinan (1490-1588) mimarlık
hakkındaki bilgilerini bir yeniçeriyken öğrenm iş, sultanların m im arı olm adan
önce yollar ve köprüler inşa ederek orduya hizmet vermiştir. Yeniçeriler çok
sert bir disiplinle eğitilirdi; üstlerine itaat etm ek, birbirlerine karşı kayıtsız
şartsız sadık olm ak ve askerlik yeteneklerini kısıtlayacak her türlü şeyden
uzak durm ak bunun esaslarıydı. Bu nedenle feodal ordulara karşı savaşırken
çok büyük bir güç oluşturuyorlardı ve dolayısıyla da Batı Avrupa ordularına
karşı üstündüler.
Devşirmeler, O sm anlı sistemine ‘liyakat’ yoluyla yani hak ederek bir
yere gelme ilkesini yerleştirdiler. Devşirmeler tam amen yeteneklerine dayanı­
larak kabul edilirdi ve doğum un toplum daki yeri belirlediği Batı A vrupa’nın
aksine, genellikle orta halli, kırsal kökenliydiler. Devşirme usulü, özellikle de
O sm anlı yönetiminin kendinden önceki yönetimden daha rahat olduğu du­
rum larda, fethedilen H ıristiyan topluluklarının im paratorluk sistemine ek­
lemlenmesinde kendini kanıtlam ış bir yönteme dönüştü.

E R K E N O SM A N LI F E T İH VE G E N İŞL E M E H A R EK ET LER İ
Dönemin kaynaklarına göre, Osmanlılar, 14. ve 15. yüzyıllarda 12.000 yeni­
çeriden oluşan piyade, 8.000 civarında iyi eğitimli sipahi yani süvari ve “ dir­
lik” sahipleri tarafından sağlanan 4 0 .000 kişilik eyalet askerleri ile on binler­
ce başıbozuktan oluşan iyi örgütlenmiş ve disiplinli bir güce sahiplerdi. Savaş­
larda tutsak alınmış A vrupalı askerler ve paralı askerler, topçu birliklerini
oluşturm aktaydı. O rhan’ın zamanından beri Hıristiyan derebeyleri de hem
A nadolu’da hem A vrupa’da savaşm ak üzere asker vermektelerdi. 1683 kadar
ileri bir tarihte, İkinci Viyana Kuşatm ası süresince, bir Eflâk birliği T un a’da
köprü oluşturm akla görevliydi. Sözüm ona ‘kutsal savaş’ı (cihad) yürüten bir
M üslüm an Osmanlı ordusu, Hıristiyan birlikler kullanm akta hiç sakınca gör­
m üyordu.
Osmanlı fetihleri I. M urat (saltanatı 1359-1389) döneminde de sürdü.
1. M urat iki cephede savaştı: M üslüm an beyliklerin aralarındaki anlaşm azlık­
lardan yararlandığı A n adolu’da ve yine aynı şekilde dağınık duran H ıristi­
y a n la rın (Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, B oşn aklar ve A rnavutlar) olduğu
Balkanlar’da. Osmanlılar, Balkanlar’a birbirleriyle savaşm akta olan ve Os-
m anlılar’dan destek isteyen Hıristiyan yöneticilerin çağrısı üzerine girdiler.
1361 yılında I. M urat, A n k ara’yı Türkm enler’den, Edirne’yi de Bizanslı-
lar’dan aldı ve Edirne’yi 1 3 6 7 ’de Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti olarak
ilan etti. I. M u rat’ın Sırp ve Balkan Hıristiyanları’ndan oluşan bir birleşik o r­
duyu yendiği, Bulgaristan’daki M eriç Irmağı kıyılarında 1371’de yapılan Çir-
men Savaşı, tıpkı 1071’de M alazgirt Savaşı’nın A nadolu’ya yayılmayı m üm ­
kün kılması gibi, Balkanlar’ın fethine giden yolu açtı. Bizans im paratoru Os-
manlı’nın nüfuzu altına girerken, Balkanlar’daki Hıristiyan prensler O sm an ­
lI’nın vasalı olm ayı ve sultanın metbusu olarak O sm anlı ordusunda görev
yapmayı kabul ettiler.
Sultan 1. M urat aynı zam anda evlilikler yoluyla da topraklar elde etti.
Örneğin, oğlu Germiyanlılar’dan gelin alınca, Kütahya ve altı ilçesi Osm anlı-
lar’a çeyiz olarak verildi. Ayrıca Ham itoğulları Beyliği’nden toprak satın al­
dı, ancak, prensipte fetih esas genişleme yöntemi olarak kaldı. Ancak, iki cep­
hede savaşm ak zordu ve arada bir M üslüm an veya Hıristiyan güçler Osm an-
lılar’ı yenmeyi başarabiliyordu. Bunu fırsat bilen Balkanlar’daki O sm anlı te­
baası ayaklan arak f. M urat’ı kendileriyle savaş m eydanında karşılaşm aya
zorladı. A nadolu değil de Balkanlar O sm anlı’nın merkez bölgesi olduğundan
M urat bu tehdidi çok ciddiye aldı. 15 Haziran 1 3 8 9 ’da, I. M urat 6 0 .0 0 0 ki­
şilik bir ordunun başında, Sırplar, Bosnalılar, Eflâklılar, Boğdanlılar ve Arna-
vutlar’dan oluşan yaklaşık 100.000 kişilik bir orduyla çarpışarak onları Ko-
sova Savaşı’nda bozguna uğrattı. M urat’ın ordusu, M üslüm anlar ve Hıristi-
yanlar’dan oluşan karma bir kuvvetti, içinde Bulgar ve Sırp prenslerinin yanı
sıra Türkm en beylerinin birlikleri de bulunmaktaydı. Sırp Kralı Lazar sav aş­
ta can verdi ve I. M urat da m uzaffer ordusunu denetlemeye gittiği savaş a la ­
nında, bağlılığını bildirmeye gelm iş bir Sırp askerinin suikastına kurban oldu.
Sırplar’ın bu yenilgisi Sırp şiirinde ve folklorunda efsane boyutlarına ulaştı;
19. yüzyılda bu savaş bir ulusal ilham kaynağına dönüştürülerek, bugün de
olduğu gibi, kullanıldı. K osova Savaşı Osm anlılar’ın Balkanlar’daki varlığını
perçinledi ve K osova bölgesi ise sahip olduğu maden kaynakları ve özellikle,
topçuluk için çok önemli olan kurşun ve çinko sayesinde Osmanlı ekonom i­
sinde önemli bir yer edindi. Bu sebeple de O sm anlılar ile H absburglar bölge
için uzun süre birbirleriyle savaşm ayı sürdürdüler.
O sm anlılar güçlendikçe, Bizanslılar M urat’la sam im i ilişkiler kurmayı
denediler. İm parator İonnes Palaiologos kızlarından birini I. M urat’a gelin
olarak verdiği gibi, kızlarından ikisini de M urat’ın oğullarıyla, Bayezid ve Ya-
kup Çelebi’yle evlendirmiştir. Bu iki şehzade Germiyan (Kütahya) ile Kare-
si’ye (Balıkesir) vali olarak yollanmış, buralarda savaş ve yönetim hakkında
deneyim kazanm ışlardır. M u rat’ın en genç oğlu olan ve babasının yokluğun­
da B u rsa’yı yöneten Savcı Bey, Bizans im paratorunun oğlu A ndronikos’la ba­
balarını devirip tahta kendileri geçmek üzere bir kom plo kurdu. Bu kom plo
ortaya çıkınca Savcı Bey idam edilirken, A ndronikos’un ise Bizans töresince
gözleri dağlandı.
M u ra t’ın ölüm ünü takiben I. Bayezid (saltanatı 1389 -1 4 0 2 ) Koso-
va’da sultan ilan edildi. İlk uygulaması, kendi soyunun garantisi için, kardeşi
Y akup Çelebi’nin katli oldu ve böylece O sm anlı’da kardeş katli geleneğini de
başlattı. Bu uygulama şeriata karşıydı ve ancak Fatih Sultan M ehm ed zam a­
nında yasallaştırılacaktı. Fatih, eğer Tanrı sultanlığı oğullarından birine ihsan
ederse, bu oğulun düzenin dirliği için kardeşlerini öldürtebileceğini ilan etti.
Ulema, bu uygulamayı kardeş katlinin devletin bekası için meşru olduğunu,
uygulamanın istikrar sağladığını ve dolayısıyla devleti güçlendirdiğini savu­
nan bir fetva ile m eşrulaştırdı. Savcı Bey sultana karşı kom plo kurduğu için
katledilirken, Yakup Çelebi’nin boğdurulm ası ve yıllar içindeki diğer kardeş
katli olayları önleyici tedbir olarak gerçekleştirilecekti.
O sm anlılar’ın genişlemesi Bayezid’in parlak önderliğinde devam etti
ve Bayezid A nadolu’daki hükümranlığını Aydın, Menteşe, Saruhan, Germi­
yan ve Karam an beyliklerini yenerek güçlendirdi. 1391’de İm parator İoannes
P alaiologos’un ölümü üzerine Bizans’ı kuşattı ve Bizans’ı kurtarm ak için yo­
la çıkan bir Avrupa haçlı ordusunu 1 3 9 6 ’da N iğbo lu ’da yenilgiye uğrattı.
Selânik’i ele geçirdi ve Bizans kuşatm asını, kuşatm ayı kaldırm ası karşılığında
haraç alana kadar sürdürdü.
14. yüzyıl boyunca O sm anlılar egemenlikleri altına aldıkları be
rin gücünü beyliklerin dışından Hıristiyan gençlerin toplanm ası, sadece Os-
m anoğulları’na sadık olacak şekilde M üslüm anlaştırılm ası ve eğitilmesine d a­
yanan devşirme sistemiyle zayıflatmaya başladılar. Fakat, 15. yüzyıla varıldı­
ğında, A nadolu’da henüz bir siyasi birlik isteği veya beylikleri etkileyecek ve
daha sonraları ‘milli’ bütünlük olarak tanım lanacak bir duygu yoktu. Aslın­
da, bu beyliklerin her biri diğerinin büyüyen gücüne karşı kıskançlık duyu­
yordu ve özellikle de O sm anlı H anedanı’nın artan gücü tedirginlik yaratıyor­
du. A nadolu, rekabet halinde olan ve kom şularının genişlemelerine karşı sa­
vaşan beyliklere bölünmüştü.
Anadolu’nun Bayezid’e yenilmiş ve m ülksüz bırakılmış beyleri, M oğol
önderi Tim ur’a Bayezid’in M üslüm an yöneticilere karşı savaş açmasını engel­
lemesi ve kendilerini tahtlarına yeniden oturtması am acıyla başvurdular. Cen­
giz H an’dan beri en güçlü M oğol hükümdarı ve dünya tarihinin en büyük fa­
tihlerinden biri olan Timur, O rta A sya’ya ve Güney R usya’daki Altınordu’ya
boyun eğdirmiş; 1398’de H indistan’ı ele geçirmiş; İran, Irak ve Suriye’yi işgal
etmişti. Tim ur, Anadolu’ya geçerek 1402’deki Ankara Savaşı’yla O sm anlılar’ı
yenilgiye uğrattı. Bayezid ele geçirildi ve sekiz ay sonra, tutsakken öldü.
T im ur’un Anadolu’ya m üdahalesi kısa süreliydi am a çok önemli s o ­
nuçlar doğurdu. Osmanlı gücünü yok etmiş, Anadolu beyliklerine geçici bir
hayat hakkı tanım ış ve Bizans’ın ömrünü bir elli yıl daha uzatmıştı. Tim ur,
1405’te A nadolu beyliklerini kendi kaderleriyle baş başa bırakarak öldü. Os-
m anlılar yeniden toparlanm aya çalışırken, kimin başa geçeceği Bayezid’in
oğulları a rasın d a kavgaya yol açtı ve I. M ehm ed (saltanatı 1 4 1 3 -1 4 2 1 )
1413’te nihayet sultan olarak tanındı. I. M ehmed, 1 4 2 1 ’deki ölümüne kadar
Tim ur’un ele geçirdiği toprakların büyük çoğunluğunu geri aldığı gibi Vene­
dik saldırılarından korunma am acıyla küçük bir donanm a bile kurmuştu.
A m asya sancak beyi olarak görev yapan II. M urat (saltanatı 1421-
1444; 1446-1451), M ehm ed’in yerine geçti. Ancak, gücünü toplayam adan
biri Bizans diğeri de Germiyan ve Karam an beyleri tarafından desteklenen iki
sultan adayıyla uğraşm ası gerekti. 1 4 2 6 ’ya gelindiğinde her iki beylik de M u ­
rat’ın himayesindeydi ve ona haraç ödüyorlardı. Sonraları, M urat M akedon ­
ya’ya ilerledi ve 1428’de stratejik açıdan önemli liman kenti Selânik’i Vene-
dikliler’den geri aldı. M urat, bundan sonra, bir yandan M acar Kralı Jan o s
Hunyadi (1387-1456) kom utasındaki Avrupalılar’a, diğer yandan ayaklanan
K aram aniılar’a karşı iki cephede savaşm ak zorunda kaldı. M urat K aram an ’ı
1444 Tem m uzu’nda yenilgiye uğrattı ama M acarlar’la on yıllık bir ateşkes
im zalam ası gerekti. Ardından, oğlu Mehmed adına tahttan feragat ederek
M an isa’ya çekildi. M acarlar, O sm an lılar’ın zayıflığını hissederek O sm anlı
topraklarına girdi ve ateşkesi bozdu. Yeniçeriler M u rat’ı yeniden göreve dön ­
dürdüler ve Hıristiyan güçler 1 4 4 4 ’te V arna’da bozguna uğratıldılar. H ıristi­
yan güçlerin Osm anlıları A vrupa’dan çıkarma um udu, 1 4 48’de büyük bir or­
duya kom uta eden Hunyadi’nin K osov a’da yenilmesine kadar sürdü. M urat
Edirne’de öldü ve daha sonra ‘Fatih’ olarak ünlenerek II. Mehmed (saltanatı
1444-1446; 1451-1481) ikinci kez tahta çıktı.

FA TİH S U L T A N M EH M E D VE ETKİSİ
M ehmed’in ünü, 29 M ayıs 1 4 5 3 ’te Bizans’ın fethedilmesine dayanır. Bu, çok
önemli olsa da, hüküm darlığında nihayet çevresindeki Anadolu beylerinin
gücünü kırm a ve beylerden farklı olarak hizmetinde bulunan, dolayısıyla
kendine tam amen sadık ve hayatları konusunda tüm karar kendine ait olan
devşirmelerin egemenliğini kurm ası, Osmanlı tarihi açısından daha önemli­
dir. Böylece, sultanın gündelik işleri ve hatta ordunun yönetimi konularını
sadrazam a bırakm asıyla, O sm anlı İm paratorluğu daha otokratik ve daha bü­
rokratik bir yönetim sistemine geçti. Güçlerini beyliklerle aralarındaki ilişki­
lerden alan ayanlar sınıfı, siyasal etkilerinin, topraklarının ve m allarının bü­
yük bir kısmını kaybederek tam amen devlete bağımlı hale geldiler. Belki de
bu uygulam a A vrupa’da olduğu gibi Saray’a karşıt bir güç oluşturacak bir
toprak sahibi soylu sınıfının Osmanlı İm paratorluğu’nda oluşm a olasılığını
engellemiştir. Sultan, zam an içerisinde kendini yönlendirecek olan sadık hiz-
m etkârlarca desteklenen bir otokrata dönüştü. Ancak, İslâm ideolojisi sulta­
nın da şeriata hesap verm esini öngördüğünden, hür doğm uş M üslüm an-
lar’dan oluşan ulema bağım sız bir siyasi güç olarak varlığını sürdürdü.
O sm anlılar 1915’e k adar İstanbul, D ersaadet, Konstantiniye olarak da
adlandırm aya devam ettikleri Bizans’ı ele geçirdikleri ve R om a’nın görevini
devraldıklarını düşünmeleri nedeniyle kendilerini bir im paratorluk m isyonu­
na sahip olarak da gördüler. Her ne kadar şehir zorlu bir kuşatm adan sonra
düşm üş olsa da, pek çok Rum O rtodoks, iki K ilise’yi birleştirerek Papalık’ın
egemenliğini sağlam ak isteyen Katolikler’in aksine kendi inançlarını sürdür­
me hakkı tanıyan O sm anlılar’ı memnuniyetle karşıladı. Sultan M ehm ed, O r­
todoks Kilisesi’ne bir kelle vergisi vermesi karşılığında tebaası üzerinde tam
yetki tanıdı. Ermeni Kilisesi de yeni başkente taşınarak dinî ve kültürel özerk­
lik kazandı. Kısa süre içinde, devlet ile dinî cem aatler arasında, 18. yüzyılda
millet sistemine, yani gerçekte özerk dinî toplum lara dönüşecek olan bir iliş­
ki kuruldu. Laiklik öncesi Osm anlı toplum unda, dinî bağlılık kişisel bir me­
sele değil, toplumları ilgilendiren bir meseleydi. İnsanlar konuştukları dile ve­
ya ait oldukları etnik gruba göre değil, doğdukları Kilise’ye göre tasn if edili­
yorlardı. Her topluluğun dinsel ve toplumsal yaşam ı geleneklerine göre ayar­
lanıyordu ve bireyler o toplum un yasalarına uymak durumundaydı. M üslü­
man milleti, etnik özellikleri veya dilleri ne olursa olsun tüm M üslüm anlar’ı
(Türkler’i, Kürtler’i, A raplar’ı ve mühtedileri) kapsıyordu; aynısı sadece Yu­
nanlılar için değil, Balkan Slavları ve daha sonraları da Arap dünyasındaki
H ıristiyanlar’ı içeren Rum O rtodoks milleti için de geçerliydi. Aynı durum
Yahudi ve Ermeni toplum ları için de söz konusuydu. Ancak 19. yüzyılda,
milliyetçiliğin ortaya çıkışıyla milletler bir etnik renk edindiler ve Sırplar, Bul-
garlar, Katolikler, Protestanlar kendi toplum sal örgütlenmelerine kavuştular.
Ancak, 1 9 1 9 ’da bile Yunanlı Katolikler, A nadolu’yu işgal eden Yunan O rto­
doks ordusundan ziyade kendilerini İtalyan K atolikler’e yakın hissetmektey­
di. Millet sistemi, O sm anlılar’ın asim ilasyona yönelik bir çabaya girişm edik­
lerini, sadece im paratorluğun rahat işlemesini sağlayacak pratik bir eklemlen­
meye yöneldiklerini düşündürmektedir.
İstanbul, 1 4 5 3 ’teki fetihten sonra bir dünya im paratorluğunun b aş­
kentine yaraşır biçimde yeniden düzenlendi, il. M ehm ed, tüm im paratorluk­
tan zanaatkarlar getirterek bunları İstanbul’un yeniden inşası için kente yer­
leştirdi. İstanbul’un nüfusu, özellikle 1492’de İspan ya’da yaşayan ve Yahudi-
lerin kovulm ası sonrasında im paratorlukta yerleşmeleri için davet edilmeleri
ve çoğunun başkenti seçmesiyle, giderek arttı. 1500 ile 1600 arasında İstan­
bul A vrupa’nın en önemli kentlerinden birine dönüştü; 1600’de önce Paris
daha sonra da Londra tarafından geçilene kadar en büyük nüfusa sahip kent­
lerden biriydi.
İm paratorluk olma yüküm lülüğü, II. M ehm ed’i aynı zamanda to p rak ­
larını her yönde genişletmeye yöneltti. Güney Sırbistan’daki ve Eflâk’taki Os-
manlı etkisini artırdı. 14. yüzyılda güçlenmelerinden beri, Osm anlılar için ti­
caret önemli olm uştu, ama İstanbul’un fethiyle, deniz gücü ve uluslararası ti­
caret O sm anlı’nın hem güvenliği hem de ekonomisi için hayati önem kazan­
dı. Venedik bir rakip haline geldi; Osmanlılar donanm alarına ve şehrin g ü ­
venliğine özen göstermeye mecbur kaldılar. Fatih, bu düşünceyle Midilli Ada-
sı’nı ele geçirdi ve Boğazlar’ı tahkim etti. Venedik’i 1479’da bir antlaşm a im ­
zalam aya zorlayana kadar A kdeniz’de baskı altında tuttu. Daha sonra K ı­
rım’ı ele geçirerek Kırım T atarları’m kendine bağladı ve Karadeniz’i bir Os-
manlı gölüne dönüştürdü. O sm anlılar’ın genişlemesi II. M ehmed’in 1 4 8 1 ’de­
ki ölümüne kadar R odos’a ve hatta O sm anlılar’ın O tran to’yu ele geçirdiği
Güney İtalya’ya uzanan seferlerle sürdü.
II. Bayezid (saltanatı 1481-1512), kardeşi Cem Sultan’la (1459-1495)
taht için m ücadele etmek zorunda kaldı. Önce, yeniçerilere, bağlılıklarını sağ ­
lama am acıyla ‘cülus bahşişi’ adı altında rüşvet verdi; sonraları bu, tahta çı­
kan her sultanın kabullendiği bir uygulamaya dönüştü. Cem yenildi ve onu
ellerinde tutm alarına karşılık her yıl 4 5 .000 duka altını ödenen R odos Şöval-
yeleri’ne sığındı. Cem daha sonra, onu gözaltında tutm ak için Bayezid’e şan ­
taj yapan P ap a’nın bir tutsağı olarak öleceği N ap o li’ye götürüldü. Tarihçiler,
Cem ’in tahtta hak iddiası ve Batılı güçlerin bunu kullanm asıyla dikkati d ağı­
tılmamış olsaydı, Bayezid’in neler yapabileceğini tartışmıştır. İtalya’da o d ö ­
nemde hüküm süren anarşi ortam ı ve Fransızlar’ın İtalya’yı 1494’te rahatça
ele geçirmeleri gözönüne alınırsa, Osm anlılar İtalya’yı dize getirerek dünya
tarihini değiştirebilirlerdi. R o m a ’da, kentin K onstantiniye’yle aynı kaderi
paylaşacağı endişesi vardı.

O SM A N L I M Ü L K Ü N Ü N G EN İŞLEM ESİ
15. yüzyıla gelindiğinde, O sm anlılar kendilerini haraç toplayan bir im para­
torluk yerine dünya ticaretine bağımlı bir devlet olarak yeniden biçimlendir­
mişlerdi. Cenova ve Venedik arşivlerinde yapılm ış yakın tarihli araştırm alar
O sm an lılar’ın bölgede ticareti çok ciddiye aldıklarını gösterm ektedir. 14.
yüzyıl başlarından itibaren fetihleri, ticaret açısından bölgeden gelir getiren
Gelibolu ve Çanakkale Boğazı gibi stratejik noktaların ele geçirilmesine daya­
nıyordu. Osm anlılar, Tem m uz 1496’da Venedik’i yendikten sonra, Venedik’i
yıllık haraç vermekten m uaf tuttular am a bunun yerine Venedik’in ihracatın­
dan O sm anlılar’a yüzde 4 ’lük bir vergi vermesini şart koştular; ticaret Os-
m anlılar için haraç kadar önemli hale gelmişti.
A vrupa’da savaşmanın dışında, Osmanlılar M ısır ile Suriye’de M em lûk­
lar ve İran’da Safevîler gibi rakiplerin tehdidine maruz kalıyordu. Safevîler’le
olan rekabet, Osmanlılar’ın Sünnî ve ortodoks İslâm ’ı ile Safevîler’in Şiî ve he-
terodoks İslâm ’ı arasında bir ideolojik rekabete de dönüşmekteydi. Bu uzun so­
luklu çekişme iki imparatorluğun da enerjisini tüketmekteydi ve Avrupa gücü­
nün yükselişi karşısında her iki devletin de göreceli gerilemesinin sebebiydi.
Babası Bayezid’i deviren I. Selim (saltanatı 1512-1520), dikkatini Do-
ğu’ya çevirmeye ve Şah İsm ail’in yükselen gücünün karşısına çıkmaya mecbur
kaldı. 1514’te Yavuz Sultan Selim Safevîler’i Çaldıran’da yenilgiye uğrattı ve
Azerbaycan ile Güneydoğu A nadolu’yu ele geçirdi. İki yıl sonra, Selim Mem-
lûklar’a karşı sefere çıktı ve Suriye’yi 1516’da, M ısır’ı da ertesi yıl Osmanlı top­
raklarına kattı. M ısır’daki tarım ve ticaret, İstanbul’a, Hindistan ve A sya’yla ti­
caretten elde edilen gelirlerin yanı sıra, önemli zenginlik kazandırdı. OsmanlI­
lar ayrıca M ekke ve Medine kutsal kentlerinin koruyucusu oldular ve statüleri
dünyadaki en güçlü M üslüm an devlet olarak belirlendi. Kudüs İslâm ’ın üçün­
cü kutsal kenti oldu ve Osm anlılar burada ticaret hayatını canlandırmak için
uğraştılar, birçok vakıf kurdular; Yavuz’un halefi Süleyman da K udüs’ün sur­
larını yaptırdı. Kudüs, Şam veya Halep gibi büyük bir bölgesel başkent olmadı
ama İslâm ’ın üç kutsal mekânından biri olarak büyük dinsel öneme kavuştu.
İmparatorluk, yüzölçümünü ikiye katlamıştı ve İslâmî unsuru A rap eyaletleri­
nin katılm asıyla güçlenmişti. Ayrıca, M ısır, O sm anlılar’ı Kızıldeniz ve Hint
O kyanusu’ndaki Portekizlilerle doğrudan ilişki içine sokmuştu.
16. yüzyılda, dünyadaki denge Akdeniz’den Atlantik’e kaydı. K ristof
K olom b’un 1 4 9 2 ’de Am erika’yı keşfi ve 1498’de V asco da G am a’nın A fri­
k a’nın güneyinden H indistan’a varan yolculuğu Islâm dünyasının önemini
ortadan k ald ırım sa bile zayıflattı. Sonuçta A sya’yla olan ticaret tam am en
bitmediyse de Osmanlı hâzinesi daha az gelir elde etmeye başladı. İm parator­
luk aynı zam anda sadece sultan tarafından yönetilemeyecek kadar genişledi
ve sorunlu olm aya başladı; böylece sultan her gün biraz daha fazla olarak bü­
rokrasisine dayanm ak zorunda kaldı. Devşirme yöntemiyle yükselen erkekler
de Saray’daki kadınlar gibi daha etkili olmaya başladılar.

K A N U N Î S U L T A N SÜ LE Y M A N
Sultan Süleyman (saltanatı 1520-1566) belki de O sm anlı sultanlarının en ün­
lüsüdür. T ürkler tarafından ‘K an un î’, Batılılarca da ‘M uhteşem Süleym an’
olarak tanınır. Süleyman, seleflerinin izinden giderek im paratorluğu genişlet­
meyi sürdürdü, 1521’de Belgrad’ı aldı, 1529’da V iyana’yı kuşattı. O sm anlI­
lar Kutsal Rom a-Germen İm paratoru V. Kari ile Fransa Kralı I. François ara­
sındaki A vru p a çatışm asın a a k tif olarak k atıld ılar; O sm an lılar’ın rolü ,
K arl’ın M artin Luther’in Protestan reform hareketini yok edememesi b ağla­
mında hayatidir. A vrupa’daki sav aşlar K anuni’ nin 1 5 6 6 ’da M acaristan ’a
yaptığı bir seferi yönetirken ölmesine kadar sürdü. Ayrıca Safevîler’e karşı da
savaşıp 1534’te Bağdat’ı fethetmiştir.
T icaret Osmanlı ekonomisinin önemli bir parçası olmuştu; M üslim ve­
ya gayri-M üslim Osmanlı tüccarları Avrupa’da -özellikle İtalya’d a - ve A s­
ya’da ticaret yapıyorlardı. Bunun bir sonucu olarak , 1 5 35’te Sultan Süley­
man, Fransız tüccarlara ‘kapitülasyonlar’ olarak bilinen birtakım ayrıcalıklar
tanıdı. İm paratorluk sınırları içinde bulundukları sürece, Osmanlı hukuku ih­
lâl edilmemek kaydıyla kendi hukuklarına ve âdetlerine göre yaşayabilecek­
lerdi. Z am an içinde bu kapitülasyonlar diğer Avrupa devletlerini de kapsadı
ve Avrupa ile Osm anlılar arasında ticaretin genişlemesine yol açtı.
O sm anlı donanmasının büyümesi Akdeniz’i, bölgede ticaretin güvenli­
ğini sağlam a am acıyla kontrol altında tutmak olarak açıklanabilir. Bu am aç­
la Kanuni Kuzey Afrika sahilinin hâkimiyetini V. K arl’dan alm ak; Cezayir,
Tunus ve L ib y a ’da O sm anlı yönetim ini kurm ak üzere B arbaros H ayret-
tin’den yararlandı. Basra Körfezi’ni denetimi altında tutan Portekiz gücünü
yok etmek için de önemli bir çaba ortaya konm uşsa da, 1 5 38’de O sm anlı d o ­
nanm ası H in distan ’da G ucerat Y arım ad ası’nın güneyindeki D iu’ya k ad ar
yaptığı Hint Seferi’nden, Portekiz donanm ası karşısında tutunam ayarak geri
dönm üştür. Osmanlı gemileri, Akdeniz’in daha sakin sularına göre inşa edil­
mişlerdi ve Portekiz kalyonlarıyla boy ölçüşemezlerdi. Belki de bu yüzden Os-
m anlılar, haritasını çıkarm alarına ve hakkında çok şey biliyor olm alarına
rağmen A tlantik’e açılmayı denemediler. Tıpkı D oğu A sya’daki Çinliler gibi,
O sm anlılar da Doğu Akdeniz’deki im paratorluklarından memnundular.
Kanuni Sultan Süleym an’ın yönetimine kadar, Osmanlı İm paratorlu­
ğu, özerk sayılabilecek dinî cemaatlerden oluşan çokdinli bir çiftçiler, esnaf
ve zanaatkarlar toplumu üzerinde hüküm süren ve kimi zaman ulema tarafın­
dan yönlendirilen bir askerî-bürokratik yönetici sınıfça idare edilen istikrarlı
bir şekil almıştı. Yönetim ve yasam a erkleri padişah ta toplanm ıştı ve padişa­
ha, im paratorluk genişleyip daha bürokratik bir hal aldıkça sultanın yetkile­
rinden daha fazlasını ellerinde bulunduran vezirler yardımcı oluyordu. Kanu-
ni’nin ölüm ünden sonra sadrazam sultanın pek çok yetkisini eline alm aya
başladı ve padişah gitgide daha fazla Saray merkezli hale geldi. Gayri-M üslim
toplum ların liderleri olarak cemaatlerinin dinî ve toplum sal ihtiyaçlarına ba­
kan patrikler, padişahın korum asındaydılar. Farklı toplumları asim de etmek
amaçlı çalışm alar yapılm am ıştı; bu toplum lar sadece gündelik etkileşimlerin
norm alleşm esi ve kültürel değiş-tokuş için bir sosyal çerçeve yaratm ak üzere
sisteme katılmışlardı. 19. yüzyılda milliyetçiliğin ortaya çıkm asına kadar sis­
tem iyi işlemekteydi ve her toplumun eğer asim de edilmiş olsalardı olanak bu­
lam ayacağı şekilde kendince yaşam asına olanak tanımaktaydı.
O sm anlı yönetimi o dönem için A vrupa’yla kıyaslandığında ileriydi ve
Hıristiyan köylüler O sm anlı yönetimini kendi dindaşlarının feodal yönetim ­
lerine kıyasla daha rahat bulmuştu. Barbar olarak düşündüğü ‘T ürkler’e kar­
şı hoşgörü beslemeyen M artin Luther (1483-1546), köylülerin vergiler daha
hafif olduğu için O sm anlılar’a meylettiğini kabul ediyordu. O sm anlı vergile­
ri, padişah müreffeh topraklar fethettiği sürece hafif kalmayı sürdürdü, ancak
fetihler sona erdikten sonra ağırlaştı.
İstanbul’un fethiyle, O sm anlılar bazı Bizans yönetim uygulam alarını
benimsediler. Padişah gitgide daha zor erişilir hale geldi, gündelik işleri sad ­
razam ın başkanlığında toplanan ve diğer vezirlerden oluşan Divarı-t H ü m a­
yun'a. bıraktı. Divan-ı H üm ayun’un başlıca üyeleri Rumeli ve A nadolu kazas­
kerleri İstanbul kadısı, defterdar, mühürdar ve de vezir rütbesindeyse yeniçe­
ri ağasıydı. Sonradan, şeyhülislâm yani en üst düzey dinî otorite, reisülküttap
yani dış ilişkilerden sorum lu vezir ve donanm a kom utanı olan kaptanpaşa da
divana eklendiler. Rütbesini belirten iki tuğ'a sahip bir p aşa bir eyaletin vali­
si olarak atanırken, bu eyaletler tek tuğa sahip diğer paşalarca yönetilen san­
cak'lara bölünmekteydi. Bunun altında bir kadı ve yerel halkı temsil eden
toprak sahiplerince yönetilen bölgeler, yani kaza'lar yer alırdı.
T oprak devlete aitti ve im paratorluk ekonom isi, devletin temel gelir
kaynakları olarak hem toprağın hem tarım üretiminin denetimine dayanm ak­
taydı. T opraklar, gelirleri m aaş olarak, yöneticiler olan beylere ve vezirlere
verilen tım ar'lara ayrılmıştı. Bu tım arlar, miras yoluyla gelecek kuşaklara
kalmazdı ve sahibinin ölümü üzerine bu topraklara el konabilirdi. T opraklar
toprağı kontrol eden kişinin vârislerine geçemediğinden, A vrupa’daki gibi bir
toprak sahibi sınıf oluşam adı. T eoride, köylüler, toprak sahibine haraçlarını
ödedikleri sürece, işledikleri topraklardan çıkarılam azlardı. Bu önlem, çiftçi­
lere devamlılık güvencesi verdiği gibi, Osmanlı tarihinde köylü ayaklanm ala­
rının olm am asını da açıklayabilir.
Kanunî Sultan Süleyman dönem i, geleneksel olarak Osmanlı İmpara-
torluğu’nun zirve noktası olarak kabul edilir. Süleym an, bir dünya im para­
torluğunun temellerini atan ilk on büyük hükümdarın sonuncusu olarak ta ­
nımlanır. Bu im paratorlar sadece büyük fatihler değil, aynı zam anda to p rak ­
larını ödünsüz bir bilgelikle yöneten yetenekli yöneticilerdi. Süleym an’dan
sonra tahta çıkan sultanların haremin zevklerine savaş alanından daha fazla
önem veren, genelde beceriksiz, sıradan ve yoz adam lar olduğu söylenir; an ­
cak, IV. M urat (1623-1640 arası tahtta) gibi bir sultan bunların arasında is­
tisna olarak görülür. Beceriksiz hüküm darlar, Fatih Sultan Mehmed gibi bü­
yük sultanların ferasetinden yoksun oldukları için, yönetimi felç edip im para­
torluğu da zayıflatıyorlardı. Ancak im paratorluk, Sokullu Mehmed Paşa ve
im paratorluğu elli yıl kadar yöneten Köprülü ailesinden çıkan sadrazam lar
gibi üstün yetenekli devlet adam ları veya arada bir rastlanılan IV. M urat gibi
dirayetli sultanlar sayesinde ayakta duruyordu.
Bu açıklam a, Batı A vrupa’nın yükselişine paralel olarak O sm anlı’nın
gerilemesine ek bir açıklam a olarak sadece bir ölçüde doğrudur ve çağd aş
akadem ik dünya yeni açıklam alar aram aktadır. 16. yüzyıla gelindiğinde, Os-
manlı İm paratorluğu, hem kendi içinde hem dışarıda, son derece farklı bir or­
tamda işlemekteydi: Devlet, asıl am acı topraklarını genişletmek olan ve d o la­
yısıyla bir sultan-serdarın ordularına önderlik etmesine gereksinen bir devlet­
ten ticaret ve genişlemekte olan Avrupa gibi ekonom ik konularla ilgilenmesi
gereken bürokratik bir devlete dönüşm üştü. O sm anlılar, ne kadar yetenekli
olursa olsun tek bir kimse tarafından yönetilemeyecek bir dünya im parator­
luğu yaratm ışlardı. İktidarın aktarılm ası gerekiyordu ve sultanlar, bir sa d ra ­
zam ile vezirlerden oluşan bir divan, yani bir çeşit bakanlar kurulu kurm ak
zoru nda kalm ışlard ı. Sü leym an ’ın hü­
küm ranlığında durum net değildi ve sul­
tan , gü cü n ü n artm asın d an kıskan çlık
d u y d u ğ u sa d r a z a m ı İb ra h im P a ş a ’ yı
idam ettirtm işti. A ncak, halefi olan II.
Selim, sadrazam ına ve bürokrasisine öy­
lesine bağım lı hale gelmişti ki sadrazam
daha so n rala rı B âbıâli diye tan ın acak
kendi konutunun sahibi olm uştu.
Aynı sebeple, im paratorluk hare­
mi de 16. yüzyılda bir siy a sa l ik tid ar
odağı olarak ortaya çıkmıştır. Sadrazam
genelde su ltan a, sultanın bir yakınıyla
yaptığı evlilik yoluyla bağlıydı; dolayısıy­
la da haremle ve haremdeki, sultanın an­
Kanuni Sultan Süleyman döneminde
nesi veya gözde cariyesi olan valide sul­ imparatorluğun sınırları alabildiğine
tan gibi güçlü kadınlarla doğrudan bağ­ genişledi. Ancak bu fetih siyasetinin bir de
ekonomik yanı vardı; çünkü kimi zaman
lantısı vardı. Bazen sultan reşit değilken fethedilen topraklan korumak için yapılan
tahta çıkardı ve bu sebeple sultanın an­ masraflar, buralardan sağlanan gelirlerden
nesi, hüküm dar erişkin olana kadar süre­ daha fazlaydı. Kanuni'nin Italyan Tiziano
okuluna mensup bir ressam tarafından
cek bir vesayetin başında yer alırdı. yapılmış portresi.
16. yüzyılın ortalarına gelindiğin­
de im paratorluk özellikle kârlı biçimde, ekonom ik çıkar için kullanılabilecek
topraklar açısından genişlemesinin uç sınırlarına ulaşmıştı. Bu, O sm anlı em­
peryalizmi ile İspanya, İngiltere, Hollanda gibi Avrupalı güçlerin em perya­
lizmleri arasındaki farktı; bu güçlerin emperyalizmdeki amaçları genelde eko­
nomikti ve sömürgelerini sonuna kadar yağm alam aktaydılar. O sm anlılar ise,
‘em peryal aşırı genişlem e’ durumunun klasik bir örneğiydiler. O rta A vru­
p a’da, Kuzey A frika’da, K ıbrıs’ta büyük kuvvetler ve Akdeniz’de, Ege’de, Kı-
zıldeniz’de güçlü donanm alar bulundurm aları gerekiyordu. K utsal Rom a-
Germen im paratorunun ve müttefiklerinin yanı sıra, O sm anlılar R usy a’nın
Kırım ’da yükselen gücünün yarattığı tehditle de yüzleşmek zorundaydılar.
A n adolu’da Safevîler göçebe Türkm en aşiretleri arasın da yaptıkları Şiîlik
propagandasıyla bir tehdit unsuruydular. Tüm bunlar hazine üzerine büyük
bir yük oluşturm akta, O sm an lılar’ı mali yükümlülüklerini yerine getirmek
için yeni yollar bulmaya zorlam aktaydı.
Dış dünyada ağırlık merkezinin Akdeniz havzasından Atlantik dünya-
sına kaym asıyla büyük bir dönüşüm oluşm aktaydı. Keşifler çağıyla birlikte
O sm anlılar’ın yüzyıllardır ellerinde tuttukları ticaret yolları önemlerini yitir­
miş, im paratorluğun ticaretten elde ettiği gelir azalm ıştı. Ancak bu kademeli
bir süreçti ve im paratorluğu hemen etkilemedi. Yine de, im paratorluğun siya­
sal ve sosyal yapısına bağlı olarak, ortada bariz bir çözüm yoktu. O sm anlı
ekonomik sistem i, Batı’nın merkantilizminin ve endüstrileşmesinin tehdidine
karşı durm aktan âcizdi.

BİR D EV R İM ÇAĞI
Batı dünyasında, feodalizmden ticarî kapitalizme dönüşüm , devrimle betim-
lenmişti: yükselen orta sınıflar -yani burjuvazi- siyasi iktidar için savaşm ak zo­
runda kalmıştı. Bu, İngiltere’de 1640 ile 1688 arasında ‘Muhteşem Devrim ’le
sonuçlanmış, Fran sa’da devrim 1789 ile 1815 arasında gerçekleşmişti. Feodal
sınıfın gücüne karşı çıkacak kuvvette bir burjuvazinin olmadığı İspanya ve
Rusya gibi ülkelerde devrim olm adı ve eski yönetici sınıflar iktidarda kaldılar.
Bu durum O sm anlılar’da da aynıydı. Düzeni sağlayarak tüccar ve üreticilerin
servet kazanm asına izin verecek kadar güçlü bir yönetimi korudularsa da bun­
ların kendi çıkarlarını savunabilecek bir siyasi güç olmasını engellediler. O s­
manlI’daki durum, tüccarların dinî bağlılık üzerinden -R u m O rtodoks, K ato ­
lik, Ermeni, Yahudi ve M üslüm an o larak - ayrılmış olm asıyla daha da zorlaş­
mıştı, çünkü tüccarlar haklarını savunacak ortak bir grup olarak hareket ede­
miyorlardı. Osm anlılar, ekonomi açısından ticaretin önemini kavrasalar da
hiçbir zaman sadece ticaret sınıflarının çıkarlarıyla ilgili olmadıkları gibi, eko­
nominin hızlı büyümesine dair bilinçli bir ilgi de göstermediler. Yine de tüke­
ticinin hakkının koruyucusuydular; en önemli görevlilerden biri, çarşı ve p a ­
zarlarda fiyatları, malların kalitesini, ölçü ve ağırlıkları denetleyerek tüketici­
nin aldatılm adığından emin olm akla görevli muhtesip’ti. Bu bile, kendi özün­
de kapitalizmin ve bir pazar ekonomisinin gelişmesini engelliyordu.
Yine de, teoride ellerine fırsat verilse, bir burjuvazi dönüşümünü ger­
çekleştirme rolünü oynayabilecek birtakım zengin tüccarlar vardı. Örneğin,
Şeytanoğlu olarak bilinen ve saygın bir Bizans ailesinden gelme bir R um tüc­
car, kürk ticareti ile im paratorluk çapındaki tuz tekelinden bir servet elde et­
miş, bu sayede Osmanlı donanm asına altmış gemi donatm ıştı. Ancak, onun
artan servetinden ve kudretinden tedirgin olan III. M urad, onu 1578’de idam
ettirdi. D aha başka zengin O sm anlı sarraf ve tüccarları da vardı am a Osm an-
lı yönetici sınıfı bunların devletin veya ekonominin karakterini etkilemesine
asla m üsaade etmedi. Avrupa’da bile böyle bir değişiklik bir devrim gerekti­
rirken, Osmanlı Devleti böylesi-
ne radikal bir siyasal ve toplum ­
sal dönüşüm e izin verm eyecek
k ad ar kuvvetliydi. D olayısıyla,
çeşitli başkaldırılar olduysa da
siyasal düzenin ve bunu destek­
leyen toplum sal sistemin başın ­
dan, var olan yönetici sınıfı bir
başkasıyla değiştirecek, im para­
torluğa yeni bir görünüm ve yön
getirecek şiddetli bir dön üşüm
geçmedi.
Bu, ‘ O sm anlılar e tra fla ­
rında olan biteni anlam adı’ de­
mek de değildi; Avrupa’da olan
bitenden haberdardılar. Devam-
lı o larak A vrupa’dan gelen bir
yabancı akını vardı ve bu gelen­
lerden bazıları, genelde ask erî Valide-I muazzama diye de bilinen Mahpeyker Sultan ya
da KBsem Sultan, Osmanlı saray kadınlan arasında en
uzm an olarak , burada yerleşip İhtiraslı olarak, özellikle taht kavga lan sırasında çeşitli
im paratorluğun hizmetine giri­ entrikalar çevirmekle Un salmıştır. Turhan Sultan’ın bir
yorlardı. Cenova ve Venedik gi­ tertibi sonucunda öldUrUlen Kösem Sultan’ın döneminde
AvrupalI bir ressam tarafından çizilmiş gravUrU.
bi İtalyan kent-devletleriyle O s­
manlI’nın ilk günlerinden beri ticari ilişkiler vardı ve M üslüm an tüccarlar da
İtalyan kentlerine yerleşmişlerdi. Fatih Sultan M ehm ed, sanat çalışm aları için
İtalya’ya öğrenciler gönderm işti ve papayla yazışm aktaydı. Sonuç olarak, Os-
m anlılar, yakınlarındaki gelişmelerden açıkça haberdardılar am a bu gelişme­
leri kendi karmaşık, çokdinli toplumlarına uygulayam ıyorlardı. Aynı zam an­
da, A vrupa’daki değişikliklerin kendi toplum larım nasıl etkilemeye başladığı­
nı da kavrayam adılar, am a bu, im paratorluğun ve im paratorluk yönetici sını­
fının karakteriydi: tutucu ve statükoya bağlıydılar, bu yüzden bir tüccar sını­
fının ortaya çıkarak devleti dönüştürüp eski yönetici seçkin tabakayı yerin­
den etmesine izin vermezlerdi. Osm anlılar’da devletin ekonomik politikasını
belirleyen üç ilke vardı: kent ekonomisini, özellikle de İstanbul’unkini düzen­
li tutarak ordunun, bürokrasinin ve Saray’ın iyi beslenmesini sağlam ak; kent­
sel ve kırsal kesimlerden vergilerle gerekli geliri elde etmek; kentlerde ve kır­
sal kesimde etkin kontrollerle statükoyu sürdürm ek. İspanyol im paratorluğu
da 16. yüzyılda ve daha sonraları benzer bir politika güttü, ancak im parator­
luk olm asına ve büyük servetine karşın, burjuva toplum una geçişi yapam aya­
rak tüccar sınıflarca yönetilen bir ülke olarak, H ollanda ve İngiltere gibi A v­
rupa devletlerinin gerisinde kaldı. Bu, bazılarının iddia ettikleri gibi bir din
meselesi (İslâm î veya Katoliklik kaynaklı) değildir; Aydınlanma öncesi em ­
peryalizminin özünde vardır.
Ancak, O sm anlı gerilemesi sert ve hızlı bir biçimde gerçekleşmedi. İm­
paratorluk 17. yüzyıl boyunca kendini savunabilecek ve hatta 1683’te Os-
manlı ordularını ikinci kez V iyana’nın surlarının önüne kadar getirecek bir
sefer düzenleyebilecek kadar güçlüydü. 1570-1571’de Osm anlılar Tunus ile
K ıbrıs’ı ele geçirdiler ve A vrupa güçleri bu tehdidi güçlerini birleştirerek
1571’de Osmanlı donanmasını İnebahtı’da (Lepanto) büyük bir yenilgiye uğ­
ratacak kadar ciddiye aldılar. O sm anlı İm paratorluğu’nun gücü öylesine bü­
yüktü ki Sadrazam Sokullu M ehm ed Paşa, Sultan II. Selim ’e, İnebahtı’da yok
edilen donanm anın kolaylıkla yeni ve daha iyi gemilerle yenilenebileceğini
bildirdi. Ancak, yenilginin sonucunda II. Selim Venedik’le ve Kutsal Rom a-
Gcrmen im paratoruyla barış antlaşm ası yapm ak zorunda kaldı.
II. Selim ’in (saltanatı 1566-1574) yönetimine gelindiğinde, iktid
Sokullu M ehmed Paşa’nın (1505-1579) yanı sıra söz sahibi olanlar çoğalm ış­
tı, ancak bunların hiçbiri Sokullu kadar büyük devlet adam ı değildi. Sokullu
Mehmed Paşa, Bosna’nın Sokol kasabasında doğm uş ve devşirme sistem in­
den yetişmişti. Bürokraside yükselerek 1565’te sadrazam olm adan önce Sü­
leyman’ın torunu ve II. Selim’in kızıyla evlenmişti. İm paratorluğu, sultan de­
ğil, 1579’daki ölümüne kadar o yönetmişti.
İran’la 1578-1590 arasındaki, Avusturya’yla 1 5 9 3 ’teki gibi olağan sa ­
vaşların yanı sıra, Osm anlılar aynı zam anda ‘ 17. yüzyıl krizi’ olarak tanım la­
nan bir sıkıntıyla da baş etmek zorunda kaldılar. Bu kriz, biraraya gelmiş bir­
takım faktörlerin birleşmesiyle üstesinden gelinmesi gereken zorlu bir durum
olarak O sm an lılar’ın karşısına çıktı. D aha önceki araştırm acılar, bunun,
Amerika’dan gelen altın ve güm üşün Akdeniz sistemine Batı’yla olan ilişkisi
sayesinde girmesi sonucunda O sm anlı ekonomisinde enflasyona ve baskıya
sebep olduğunu savunuyorlardı. Hâzinenin ordu ve yönetimin m asraflarını
karşılam ak için daha fazla para bulm ası gerekiyordu. Yeni araştırm alar, na­
kit para ekonomisinin Balkanlar’ın ve A nadolu’nun kıyı bölgelerinin büyük
bölümüne yayıldığını, bu sürecin 16. yüzyılda Yeni Dünya altınının gelm esiy­
le hızlandığını ve bunun sonucunda da ticarileşmeyi artırdığını iddia etmekte­
dir. Böylelikle vergiler mal yerine nakit olarak toplanm akta ve bu im parator­
luğun bazı bölgelerinde toprağı elde tutma yöntemini değiştirmekteydi. N ü ­
fus artışı ve kentleşmede yaşanan genişleme; ekonominin para odaklı hale
gelmesinin artırdığı paraya talep ve im paratorluğun kısıtlı kaynaklarına uy­
guladığı baskı, enflasyonist hareketi hızlandırmıştır. Devlet, H absbu rglar’a
ve Safevîler’e karşı sürdürdüğü yıpratıcı savaşlar için daha büyük bir askerî
gücü finanse etmek zorunda kalm aktaydı ve acil bir çözüm yolu, sikkelere gü­
müşten çok pirinç koyarak paranın değerini azaltarak parayı devalüe tmek-
ti. Bunun sonucu sosyal kargaşayd ı ve 1 5 8 9 ’da İstanbul’daki yeniçeriler
ayaklanarak azalan m aaşlarını, düşen yaşam standartlarını protesto ettiler.
Bu ayaklanm alar, 1592’de bastırılana kadar sürdü. 1590’larda, O rta A nado­
lu toplum sal kargaşayla, adını ilk isyanı başlatan dinî liderin adından alan
Celali İsyanları olarak bilinen köylü ayaklanm aları aracılığıyla tanıştı. Şid­
detli memnuniyetsizlik devletin otoritesini de sarsarak 1650’lere kadar sürdü.

Y EN İÇ ER İ-U LEM A İTT İFA K I


Tüm bu sorunlara ve askerî gerilemelere karşın, Osmanlılar 17. ve 18. yüzyıl­
larda kendilerini korumayı başardılar. Bu uzun soluklu krizin en ciddi sonuç­
larından biri, devlet ve toplum da herhangi bir yapısal reform olasılığının önü­
ne geçen ulema ile yeniçeriler arasındaki bir işbirliğinin ortaya çıkm asıydı.
Askerler, tam anlamıyla silah zoruyla iktidarı yönlendirirken, ulema da ideo­
lojik meşruiyet sağlıyordu. Örneğin, O sm anlılar 1 6 2 7 ’de bir m atbaa kurmuş
olan Rum toplumunun izinden gidememişti, çünkü ulema, m atbaanın şeria­
tın ihlâl edilmesi demek olduğunu bildirmişti. Bundan yüzyıl sonra, bir M a ­
car dönm esi olan İbrahim M üteferrika m atbaayı kurdu, ancak bu m atbaa
karşıtların yoğun tepkisi sonucunda kapatıldığı 1742’ye kadar ayakta kala­
bildi. M atbaanın yeniden kurulması 1784’ü bulmuştu. Bu dönemde im para­
torluğun sorunlarını doğru saptayan reform cular bile, sultandan Kanunî Sul­
tan Süleym an’ın yöntemlerini geri getirmesini istiyorlardı, çünkü Kanunî dö­
nemi im paratorluğun zirve noktası olarak düşünülmekteydi.
Durum kritik göründüğünde, tıpkı IV. M u rad ’ın (1623-1640 arası
tahtta) döneminde olduğu gibi, güçlü bir sultan düzeni sağlayabilse de köklü
reform lara girişemiyordu. IV. M urad, 1 6 2 3 ’te kardeş katline son verdi çünkü
kardeşi İbrahim, kendi dışında hayatta kalm ış tek Osmanlı’ydı ve onu öldür­
mek hanedanın bekasını tehlikeye atacaktı. İbrahim bu nedenle Saray’da tec­
rit edildi ve siyasi iktidardan uzakta buhranlı bir hayata terk edildi. 1632’ye
gelindiğinde, M urad devlet üzerinde denetimini sağlamıştı ve B ağdat’ı Safevî-
ler’den alarak bir fetih politikası yürütmeye başlam ıştı.
İstikrarın geçici olduğu görüldü, çünkü reşit olm ayan IV. M ehm ed
1648’de tahta çıktığı zam an, yeniçerilerin baskısı altındaki başkent an arşi
içindeydi, O rta A nadolu’nun büyük kısmım asi paşalar yönetiyordu ve Vene­
dikliler Ç an ak k ale B oğazı’m ab lu k ay a alm ıştı. A n cak, 1 6 5 6 ’da K öprülü
Mehmed Paşa sadrazam olarak atandı ve kendine tam yetki verildi. K öprülü
Osmanlı liyakat sisteminin bir örneğidir; kendi yeteneği ve Saray’daki koru­
ma sayesinde Saray mutfağında bir ümmî hassa aşçıları neferi olarak göreve
başlayıp, buradan valiliğe ve daha sonra da sadrazam lığa kadar yükselmiştir.
1661’deki ölümüne kadar sadece beş yıl sadrazam lık görevinde kalabilmiştir.
Kısa süren bu görevi boyunca, yeniçeriler ve A n adolu’daki asiler üzerinde
kontrol sağlam ış, Çanakkale Boğazı’ndaki Venedik ablukasını kaldırtmış ve
Erdel ile Eflâk üzerindeki Osmanlı hâkimiyetini yeniden sağlam ıştır. K öp rü ­
lü M ehm ed’in cesur politikaları, oğlu Köprülü Fazıl Ahmet (1635-1676) ile
K ara M ustafa Paşa (1676-1683 arası sadrazam ) tarafından sürdürülmüştür.
Ancak, bu yılların siyasi istikrarı uzun sürmemiş, H absbu rglar’la 1683’teki
İkinci Viyana K uşatm ası’nı da içeren uzun ve yıpratıcı savaşlar O sm anlılar’ın
gerilemesini hızlandırmıştır.

A R T A N A V RU PA ETKİSİ
1 699’un ocak ayında im zalanan K arlofça A ntlaşm ası, O sm anlı-H absburg
ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. Saldırgan rolündeyken Osm anlılar savun­
macı rolüne geçmeye zorlanmış ve artık Avrupa örneğini ciddiye alm aya b aş­
lamışlardı. Sultan III. Ahmed (saltanatı 1703-1730), ‘Lale Devri’ olarak bili­
nen dönemde reform hareketinin öncülüğünü yapmıştır am a orduya Avrupa
yöntemlerini benimsetme çabaları, ulema-yeniçeri ittifakı tarafından engel­
lenmiştir. O sm anlılar, 1729’da A vusturya ve Rusya ordularının tehdidiyle
karşı karşıya kalınca, modern savaş yöntemlerini yerleştirmek üzere Batılı uz­
m anlar davet etmeye başladılar. Bir Fransız subayı olan Kont Alexandre de
Bonneval, H um baracı O cağı’nı yenileştirmek üzere İstanbul’a geldi. İşini k o ­
laylaştırmak için olsa gerek, M üslüm an olmuş ve böylece reform lardan bir
H ıristiyan’ın değil bir M üslüm an ’ ın sorum lu olm asını sağlam ıştır. Ahmet
adını alarak, 1 7 3 1 ’de Osmanlı hizmetine girdi ve 1 7 3 4 ’te bir askerî mühen­
dislik okulu kurdu. Kendine paşalık rütbesi ve ertesi yıl da ‘H um baracı’ (top­
çu) unvanı verildi. Ancak reformları kök salam adı ve bir Avrupalı reformcu,
Baron de Tott 1 7 6 8 ’de İstanbul’a geldiğinde, H um baracı Ahmet Paşa’nın ça­
balarının neredeyse hiçbir izine rastlayam adı; H um baracı orduyu yenileştir­
meye çalışm am ış gibiydi.
Baron de Tott, imparatorluk R usya’yla savaşırken askerî reformlar ger­
çekleştirmek amacıyla geldi. Rus donanması 1770’e gelindiğinde Ege Denizi’ne
hâkimdi, Rus ordusu Osmanlı ordusunu Tuna boylarında yenilgiye uğratmış,
Kırım ’ı işgal etm işti. O sm an lılar o kadar büyük bozgunlara uğram ıştı ki,
1774’te Çariçe II. Katerina’yla küçültücü bir antlaşm aya zorlanmışlardı. K ü­
çük Kaynarca Antlaşması, Kırım ’ı ve Karadeniz’in kuzey kıyısını Osm anlı ege­
menliğinden bağımsız kılıyordu. II. Katerina, ayrıca İstanbul’daki O rtodoks
Kilisesi’ni himaye etme hakkına, dolayısıyla da R usya’yı Osmanlı içişlerine ka­
rıştırma bahanesine kavuştu. Bu antlaşma, daha sonraları ‘Doğu Sorunu’ ola­
rak bilinecek olan hareketin, yani Batılı güçlerin, Hıristiyan topluluklarını öne
sürerek O sm anlı İm paratorluğu’nun çokdinli karakterini söm ürm esinin de
başlangıcını belirler. Bunun karşılığında, Sultan I. Abdülhamid (saltanatı 1774-
1789 arası tahtta) Rusya -ve daha sonra diğer A vrupa güçleri- tarafından
‘Tüm M üslüm anlar’ın halifesi’ olarak tanındı. Antlaşmanın üçüncü maddesine
göre, padişah artık Rusya tarafından ele geçirilmiş olan Kırım’daki M üslüman-
lar üzerinde tüm dinî yetkilerini muhafaza edecekti. Sultanın halifelik yetkisi
büyük güçlerle yapılan daha sonraki anlaşm alarda onaylanmıştır.
H ilafet makamına etkinlik kazandırılm ası, önemli bir buluştu ve im pa­
ratorluğun gelecekteki politikaları açısından hayatiydi; m uhafazakârları güç­
lendirmiş ve onlara reformların önüne geçmek üzere İslâm ’ı kullanma olana­
ğı vermişti. 1 2 5 8 ’de Bağdat, A bbasi halifeliğinin ortadan kalkm asından son ­
ra kimi birbirinden bağım sız sultanlar hilafet unvanına sahip çıkm ış, hatta
14. yüzyıl gibi erken bir tarihte bu unvan I. M urad tarafından bile kullanıl­
mıştı. Yine de, O sm anlılar’ın bu unvana önem vermesi, 1774’ten, yani II. Ka-
terina’nın Osm anlı İm paratorluğu’ndaki O rtodoks Hıristiyanlar’ın koruyu­
cusu olduğu m akam ına etkinlik kazandırılm ası sonraya dayanır. Buna karşı­
lık olarak, padişahlar da Hıristiyan toplum larda yaşayan M üslüm an cem aat­
ler üzerinde dinî yetki sahibi olduklarını iddia ettiler ve bunun A vrupa’yla
ilişkilerinde yararlı bir araç olduğunu keşfettiler.
18. yüzyıl boyunca süren ve karşı çıkanlarca engellenen bölük pö
reform hareketleri, Avrupa devletlerinin artan gücü karşısında im paratorlu­
ğun durumunu düzeltmekte âciz kaldı. Katerina ile yapılan antlaşm a ne barış
getirdi ne de R usya’nın genişlemeye yönelik iştahını köreltti. 1783’te Çariçe
II. Katerina, Kırım Hanlığı’nı ilhak etti, üç yıl sonra da Osmanlılar R usy a’yla
yeniden sav aşa girdi. III. Selim , 1 7 8 9 ’da sorunlu im paratorluğun tahtına
oturduğunda, hükümdarlığı, 1 9 0 8 ’de devrimle sonlanacak olan im paratorlu­
ğun en uzun sürekli reform yüzyılını başlattı.
O k u m a Ö n e r Il e r I
Stan fo rd J . Sh aw ve Ezel K u ra l S h aw , O sm a n lı İm p a ra to rlu ğ u ve M o d e rn T ü rkiye: G a z ile r
İm p a r a to r lu ğ u O sm a n lı İm p a ra to rlu ğ u n u n Y ü kselişi ve Ç ö k ü şü , 1 2 8 0 -1 8 0 8 ¡C ilt: 1],
çev. M e h m e t H a rm a n c ı, İstan b u l: E Y ay ın ları, 1 9 8 2 .
H alil İn alcık, O sm a n lı İm p a ra to rlu ğ u K la sik Ç a ğ (1 3 0 0 - 1 6 0 0 ), çev. R u şen Sezer, İstan b u l
Y ap ı K red i Y a y ın la rı, 2 0 0 3 .
Leslie P. P eirce, H a re m -i H ü m a y u n O sm a n lı İm p a r a to r lu ğ u 'n d a H ü k ü m ran lık ve K a d ın ­
lar, çev. A y şe B e rk tay , İstan b u l: T a r ih V ak fı Y u rt Y ay ın ları, 2 0 0 2 .
D an iel G o ffm a n , O sm a n lı D ü n y a sı Ve A v ru p a 1 3 0 0 -1 7 0 0 , çev. Ü lkün T a n se l, İstan b u l:
K ita p Y ay ın ev i, 2 0 0 4 .
İKİNCİ BÖLÜM

Reformdan Devrime
(1789-1908)
ASKERÎ R E F O R M
Selim (saltanatı 1789-1807) N isan 1 7 8 9 ’da tahta çıktığında Fransız

m • Devrimi başlam aktaydı. III. Selim’in im paratorluğu darboğazdaydı:


Rusya’yla savaş halindeydi, H absburglar Belgrad’ı alm ıştı, N apoléon F
sızların M ısır işgalini 1798’de başlatm ıştı, Islâm köktenciliğinin kurucuları
olan Vahhabiler H icaz’da güçlenmekte ve O sm anlılar’ı gevşek dinî uygula­
m aları nedeniyle eleştirmekteydiler, ayanlar da aynı zam anda Balkanlar’da
huzursuzluklara neden oluyordu. Y anya’da isyan eden Tepedelenli Ali Paşa
diğer ayanlar gibi bir yandan merkezi otoriteye meydan okuyor, diğer yandan
özerklik -o lm azsa bağım sızlık- isteyerek padişahı mülk gelirlerinden yoksun
bırakm ak istiyordu. Ancak, devlet için tekrarlanaduran başka bir sorun, ye­
niçerilerin gücünün nasıl törpüleneceğiydi. “ 17. yüzyıl krizi” boyunca devşir­
me yöntemi düzensizlik içine girm işti. Enflasyondan ve paranın değer kaybın­
dan olum suz etkilenen yeniçeriler, onların da m aaş alabilm eleri am acıyla
oğulları ile akrabalarını Yeniçeri O cağı’na kaydettiriyorlardı. Ayrıca, birer
zanaat loncasına girip bir meslek öğrenerek gelirlerini artırma yoluna gidi­
yorlardı. Sonuç olarak, onları A vrupa’nın imrendiği, korktuğu güç yapan di­
siplin ve birlik ruhu ortadan kalkarak yeniçerileri sultana bir tehdit haline ge­
tirmişti. Yeniçeriler, kendi kadroları da ekonom ik kriz nedeniyle şişmiş olan
ulemayla ittifak içinde, konumlarını tehdit edebilecek her tür toplum sal veya
askerî reform a karşı muhalefete başladılar. Selim, hem başarıyla savaşıp hem
de âyanın gitgide büyüyen gücünü kısıtlamak am acıyla askerî reformun şart
olduğuna kan aat getirdi. 1801’de, Sırp köylüleri, O sm anlı memurları ile ye­
niçeriler toprakların a el koydukları için ayaklandılar. İstanbul, köylülerin
mülkiyet haklarını vermeyi denediyse de bu başarılı olam adı. 1815’te Sırbis­
tan Prensliği’ne özerklik tanındı. 1 8 0 4 ’te Ruslar Kuzey Azerbaycan ile Erm e­
nistan’ı ele geçirerek Anadolu kapılarına kadar ilerlediler. Bir yıl sonra, K a ­
v a k lı M ehm ed Ali Paşa M ısır’da kendi otoritesini oluşturdu ve Tem m uz
1952 askerî darbesine kadar sürecek olan hanedanını kurdu. Mehmed Ali P a­
şa, M ısır’a III. Selim tarafından M em lûklar’ı yok eden ve 11. yüzyıldan beri
ilk defa İslâm ’ın merkezine girmeyi başaran Fransızlar’ı ülkeden çıkarm ak
üzere gönderilmişti.
III. Selim, bu buhranlı dönem de askerî reform ları uygulamaya ko
İstanbul’da da etkisi hissedilen Fransız Devrimi’nden esinlenerek, yeni ordu­
suna ‘Nizam-ı C edid’, yani ‘yeni düzen’ adını verdi. F ran sa’dan uzm anlar ça ­
ğırdı, yeni kışlalar ve talimhaneler inşa ettirdi, temkinlice ilerlemeye başladı.
Ancak, reformlarını sürdürebilmesi için vergileri artırm ası gerekiyordu ve bu
girişim büyük muhalefetle karşılaştı. 1 8 0 5 ’te yeni ordusunu B alkan lar’da
oluşturm aya kalkınca, âyan sınıfı ayaklandı. İsyanı bastıram ayan padişah ,
aynı zam anda yeniçerilerin de kazan kaldırdığını gördü. Reformcular yalnız
bırakılmışlardı ve bir kez daha yeniçeri-ulema ittifakı zafer kazanmıştı. III.
Selim, 1807’de tahttan indirildi ve Nizam-ı Cedid ordusu da dağıtıldı.
III. Selim ’in genelde bürokratlardan oluşan reformcuları içinden
saadet’te yeniçerilerce katledilm ekten kurtulanlar, Rusçuk ayanı A lem dar
M ustafa P aşa’ya (1765-1808) sığındılar. Alemdar M ustafa Paşa reformu des­
teklemeye ve IV. M ustafa’yı (saltanatı 1807-1808) tahttan indirerek Selim ’i
yeniden tahta çıkarm aya karar verdi. İstanbul’a yürüdü, ancak padişah s a ­
rayda katledilm iş olduğundan yerine II. M ahm ud’u (saltanatı 1808-1839) ge­
çirdi ve kendi de yeni padişahın sadrazam ı oldu. Am acı, ayanın hak ve görev­
lerini yeniden düzenleyen bir sözleşmeyi sultana onaylatarak, âyan sınıfını
im paratorluk sistemine katm aktı. Alem dar M ustafa P aşa’nın im paratorluğun
âyan ve reform cularıyla görüşmelerinin sonucunda, O sm anlı’nın M agna Car-
ta’sı olarak da adlandırılan Sened-i İttifak belgesi doğdu. Âyan bu belgeyle
padişaha yasaları çiğnemedikçe bağlı kalacağını belirtiyordu. Âyan sınıfı bir­
likleri desteklemeye, modern bir ordunun kurulm asına, aynı zam anda kendi­
lerine danışıldıktan sonra salınacak vergileri ödemeye razı oldu. Son olarak,
sultan tarafından uygulanan keyfî cezaların sona erdirilmesini istediler. Sanki
sonunda âyan ve bürokratlar iktidar devşirmelerin elindeyken elde edem edik­
leri yetkileri elde ediyor gibi görünüyordu. Ancak, bunun sadece göz boyayı­
cı olduğu ortaya çıktı, çünkü yeniçeriler yeniden ayaklanarak Alemdar M u s­
tafa Paşa’yı öldürdüler. II. M ahm ud, IV. M ustafa’yı öldürttüğü ve dolayısıy­
la hayattaki son Osm anoğlu olarak kaldığı için hayatını kurtarabildi. Yeniçe­
riler böylece Sultan M ahm ud’u kabullenmek zorunda kaldılar ama buna k a r­
şılık o da yeni orduyu dağıtm a sözü verdi. O an için, askeri reform birkaç yıl
sonra tarihi durum uygun olana kadar durduruldu.
Bir ülkenin tarihinde ender zam anlarda, toplum dengesini ve statü k o­
yu sürdüren güçler tökezleyince, tarihî rastlantılar ortaya çıkar. Savaş ve ye­
nilgi bu tür çöküntülerin kaynağıdır ki bu, M ısır’da 1 7 9 8 ’de bu Osm anlı eya­
leti N apoléon tarafından işgal edildiğinde yaşananın ta kendisidir. N apoléon
M em lûklar’ı yenmiş ve onların toplum sal gücünü yok etmişti ki bu da bir di­
ğer toplum sal m uhafazakârlık gücü olan ulemayı korum asız ve iktidardan
uzak bırakm ıştı. Dolayısıyla, 1805 yılında Mehmed Ali Paşa siyasi iktidarı ele
geçirdiğinde üzerinde kendi program ını yazabileceği tam bir siyasi tabula ra ­
sa elde etmişti. Rejimine gelebilecek bir tehdidi de 1811 ’de Kahire kalesinde
ayaklanm acı M emlûk beylerini idam ettirerek ortadan kaldırmıştı.
II. M ah m ud’un saltanat dönemi 1821’de başlayan Yunan bağımsızlık
savaşm a denk geldi. 1820’de Tepedelenli Ali’nin isyanı güçlükle bastırıldı,
ama böylece de bölgedeki O sm anlı pozisyonu zayıfladı. Tuna vilâyetleri ile
M ora’daki Yunanlılar bu fırsatı değerlendirip isyan çıkararak bağımsızlıkları
için savaşm aya başladılar. Yeniçeriler asileri alt edemeyince, Atina Yunan
ayaklanm acıların eline geçti. 1 8 2 4 ’te II. M ahm ud, M ısır’daki özerk valisi
Mehmed Ali P aşa’ya başvurdu ve modern ordusunu asilere karşı yollam asını
istedi. M ehm ed Ali’nin oğlu İbrahim Paşa isyanı çabucak bastırdı. Ancak bü­
yük güçler -Ingiltere, Fransa ve R u sy a- Yunanlılar’ın lehine olaya m üdahale
ettiler ve Osm anlı-M ısır filosunu 1827 Ekimi’nde yakarak yok ettiler. R usya
Osmanlı Devleti’ne savaş açtı ve savaş 1829’da imzalanan Edirne A ntlaşm a­
s ıy la sona erdi. Sonuçta M ahm ud, Yunanistan, Sırbistan ve R om an ya’ya
özerklik tanım aya zorlandı ve büyük güçlerin isteği doğrultusunda 1 8 3 0 ’da
Yunanistan Krallığı kuruldu.
Yunan Savaşı, O sm anlı M üslüm anları’na, değil düzenli bir orduyu,
Mısır valisinin örgütlediği bir m odern ordunun yardımı olmaksızın başkal-
dırmış isyancıları bile yenemeyen yeniçerilerin yetersizliğini gösterdi. II. M ah ­
mud için bu, tıpkı M ısır’da M em lûklar’ın yenilgisi gibi, bir tarihî tesadüftü.
Yeniçeriler hem küçük düşm üşler hem İstanbul esnafının desteğini yitirm iş­
lerdi. Yeniçeriler 1826’da kazan kaldırdıklarında, başkentte halk desteğinden
yoksunlardı ve hatta ulema bile onlardan yüz çevirmişti. Hem ulema hem de
Devlete karşı ayaklanmaların başını (eken, başkent İstanbul’da her tOrlO asayişsizliği teşvik eden
yeniçeriler III. Selim’le II. Mahmud’un ordu içinde başlattığı yenilikleri kendilerine yönelik girişimler
olarak gördükten sonra eylemlerini arttırdılar. Sonunda dikkatli bir politika izleyerek, ocağın üstüne
giden II. Mahmud, 15 Haziran 1826’da Vaka-i Hayriye diye bilinen ve binlerce yeniçerinin öldürüldüğü
bir çatışma sonunda ocağı ortadan kaldırdı. Dönemin Batılı ressamları tarafından çizilmiş bir gravürde
Vaka-i Hayriye.

esnaf Yeniçeri O cağı’nın kaldırılm asını ve yerine m odern bir ordu kurulm ası­
nı memnuniyetle karşılam aktaydı. Yeniçerilerin öldürülerek ortadan kaldırıl­
ması hareketi ‘Vaka-i Hayriye’ olarak anıldı. II. M ahm ud, yeniçeri ağası ye­
rine bir serasker tarafından yönetilecek olan yeni ordusuna, m uhafazakâr
çevrelerin de desteğini alm ak üzere, Asakir-i M ansure-i M uhammediye adını
verdi. Genelde hayvan resimleri taşıyan yeniçeri flam aları, yerlerini üzerinde
ay-yıldız motifi bulunan ve daha sonraları Cumhuriyet tarafından da benim ­
senecek olan tek bayrağa bıraktı. II. M ahm ud aynı zam anda modern ünifor­
m alar, bürokratlarca giyilecek bir frak ve yeni düzenin -yan i yeni bir sınıfın
yükselip, eskisinin yitmesinin- bir simgesi olarak fesi tanıttı. 1831’de M eh-
med Ali P aşa’nın izinden gidilerek im paratorluğun ilk gazetesinin kurulması
da toplumun modernleşmesinde önemli bir adımdı. G azete, sadece seçkin ta ­
baka tarafından okunsa da, kam uoyu oluşumunu ve dilin gelişimini etkiledi.
Yeniçerilerin desteği olm adan, ulemanın elinde reform ları engelleme
gücü kalm am ıştı ve dolayısıyla da reform lar hızlanm aya başladı. M odern
yöntemleri öğrenmeleri için A vrupa’ya öğrenciler yollandı. Aralarında Tıbbi-
ye (1831) ve H arbiye’nin de (1834) bulunduğu yeni okullar kuruldu; tüm hü­
kümet yapısı kurum sallaştırıldı, bürokrasiye katıldı. Yeni ordu, geçmişle tüm
bağlarını kopararak tam amen yeni bir yöntemle eğitildi; Bektaşî tarikatı ya­
saklandı, böylece ordu ile din arasındaki ilişki ortadan kalkm ış oldu. Osman-
lı subayları, aldıkları modern eğitim ve görünümleriyle, laik ilerlemenin ön­
cüleri oldular. Ulemanın m alî bağımsızlığı vakıflar üzerinde denetim kurul­
masıyla ortadan kalktı ve şeyhülislâm da görevini hak ederek alan bir m em u­
ra dönüştü. Osm anlı yönetiminin merkezi olan D ersaadet, daha sonradan ne­
zaretlere (bakanlıklara) dönüşecek olan ve sadrazam tarafından yönetilen
birtakım dairelerle (toplum işleri, içişleri ve dışişleri) m odernleştirildi. II.
M ahm ud, Yunan bağımsızlık savaşı öncesinde Yunan aristokrasisi ve Fenerli
Rum lar tarafından yürütülen tercümanlık işlerini gördürm ek üzere M ü slü ­
man çevirmenler yetiştiren bir tercüme odası da kurdurdu. Osmanlı Rum ları
ve Ermenileri dışişlerinin yönetiminde önemli bir rol oynam aya, elçilik yap a­
rak hatta bir hariciye nazırı da çıkartarak devam etseler de, M üslüm anlar da
yabancı dilleri öğrenmeye başladılar. Bu dillerin, özellikle de Fransızca’nın
öğrenilmesi, dili öğrenenleri hürriyet ve anayasacılık gibi kavram larla yüz yü­
ze getirmesi bakımından radikal sonuçlar doğuracak bir gelişmeydi. III. Selim
döneminde kurulmuş olan önemli Avrupa başkentlerindeki elçilikler II. M ah ­
mud döneminde yenilendiler ve bu da Batı’nın bürokratik sınıf üzerindeki et­
kisini artırdı.

BA BIÂ Lİ VE KAVALALI
Gerek bu reform lar gerekse sonrakilerden kârlı çıkanlar, padişahın otokratik
güçlerini ‘a n a y a sa l’ reform lar isteyerek örselem eye başlayan B â b ıâli’nin
adam larıydı. Tıpkı devşirme sisteminin 16. yüzyılın ikinci yarısında ön plana
çıkan adam ları gibi, Bâbıâli grubu da kendi iktidar taleplerini 19. yüzyılda
ortaya koyuyorlardı. Osmanlı toplum unda değişim isteyen bir yükselen orta
sınıf olm adığından, bürokratlar sultana isteklerini benimsetebilmek için A v­
rupa’nın m üdahalesi olasılığını kullandılar. A vrupa’nın büyük güçleri -Ingil­
tere, Fransa, Avusturya, Rusya, Prusya; 1870 sonrasında Almanya ve Italya-
‘Doğu Sorunu’nun gelişiminde çok önemli oyunculardı. Bunlar, bağım sız bir
Yunan devletini ortaya çıkartm ışlardı ve Bâbıâli’nin, Batı dünyası dışındaki
ilk başarılı modernleşmeci olan M ısır Hıdivi M ehm ed Ali P aşa’nın emellerini
dizginleyebilmek için bu güçlerin desteğine ihtiyacı vardı.
19. yüzyılın ilk yarısında M ehmet Ali çağdaş bir orduya ve endüs
ekonom iye sah ip olan bir devlet yaratm ıştı. A slın da M ehm ed A li’nin, II.
M ahm ud ve -M ısır, İngiltere’nin H indistan ve Doğu yolunda bir tehdit oluş­
turduğu için- İngiltere, M ısır gibi stratejik bir ülkenin güçlü bir modern dev­
let tarafından kontrol edilmesine m üsaade edemeyeceğinden, O sm anlılar’ın
ve İngiltere’nin emelleriyle çatışan bölgesel alanları vardı. M ısırlılar, 1831’de
O sm anlılar’a karşı savaş açıp, A nadolu’nun içlerine ilerleyip, sadrazam ın ko­
m uta ettiği O sm anlı ordusunu yenerek başkenti tehdit ettiler. II. M ahm ud bu
durumda R usya’ya başvurm ak zorunda kaldı ve çar da buna karşılık, İstan­
bul’u savunm ak üzere deniz ve kara birlikleri gönderdi. Ancak, Ruslar’dan
bir diğer M üslüm an ülkeye karşı askeri yardım almayı halka kabul ettirmek
için, şeyhülislâmdan bir fetva gerektiriyordu. II. M ahm ud, bunun sonrasında
R usya’yla 8 Tem m uz 1833 tarihinde H ünkâr İskelesi A ntlaşm ası’nı imzaladı
ki bu İstanbul üzerindeki Rus etkisinin en üst noktaya ulaştığı andı. Ancak,
İngiltere ile Fransa İstanbul üzerindeki Rus nüfuzunu sineye çekmeyi reddet­
tiler ve 1839-1841 Osmanlı-M ısır savaşından sonra m üdahale ederek, M eh ­
med Ali’ye Suriye’yi Bâbıâli yönetimine geri verdirttiler, am a buna karşılık da
Kavalalı M ehm ed Ali’nin soyunun M ısır’ı yönetecek hanedan olduğunu k a ­
bul ettiler.
Bu yıllarda im paratorluğun A vrupa’ya diplom atik açıdan bağımlılığı­
nın yanında, özellikle de İngiltere’ye olan ekonomik bağımlılığı da arttı. Bâ-
bıâli, 18. yüzyılda âyanına Avrupalı tüccarlara doğrudan mal satma ayrıcalı­
ğı tanımaya zorlanm asıyla beraber ekonomik tekelinden vazgeçmeye başla­
mıştı. 1829 Edirne Antlaşm ası devleti yükselen kırsal burjuvazi mensupları
olan Eflâk ve Boğdan âyanına da tarım ürünlerini yabancı tüccarlara devletin
belirlediği daha düşük fiyatların üzerinde ücretlerle satm a ayrıcalığı vermeye
zorladı. 1838 tarihli İngiliz-Osmanlı Ticaret Antlaşm ası, 1914’te bu kapitü­
lasyonun kaldırılışına kadar Osmanlı iktisat politikasını oluşturdu. Bu antlaş­
m a, o sırada ikinci sanayi devrimini yaşam aya başlam ış olan İngiltere’ye
önemli ticari ayrıcalıklar tanıdı; İngiltere’nin o dönemde yeni pazarlara ihti­
yacı vardı, böylece O sm anlılar’ı doğm akta olan bir endüstriyel uygarlığın
ekonomik ve siyasal ağm a dahil etti. Antlaşm a tüm devlet tekellerini ortadan
kaldırdığı gibi İngiliz tüccarlara da Osm anlı İm paratorluğu’nun 1914’te res­
men İngiltere himayesine girene kadar ismen im paratorluğun bir parçası sayı­
lan M ısır dahil her köşesinden mal alm a hakkı tanıyordu. Böylelikle, M ısır’ın
devletçe yönlendirilen ekonomisi de yok edildi. Güm rük harçları ithalatta
yüzde 5 ’e, ihracatta yüzde 12’ye ve transit geçişlerde yüzde 3 ’e yükseltildi.
Antlaşm a başlangıçta sadece İngiltere’yle imzalanmıştı am a kısa süre içinde
diğer Avrupa güçlerine de aynı ayrıcalıklar tanındı. Bâbıâli ithalat vergisini
1861-1862 görüşmelerinde yüzde 8’e ve 1907’de yüzde l l ’e yükseltmeyi b a­
şardı. Bu vergileri yüzde 4 daha artırm a denemeleri um ut bırakm ayacak şe­
kilde sonuçsuz kaldı. K ısacası, konulan vergi ve harçlar endüstrileşmek için
korum aya ihtiyaç duyan iç pazarı koruyam adığı gibi, 1847’den sonraki en­
düstrileşme teşebbüsü de büyük bir başarısızlık yaşadı ve asla tekrarlanm adı.
H arç ve vergiler tek taraflı olarak İstanbul tarafından arttırılamıyor,
bunun için tüm imzacıların onayı gerekiyordu. Bu, İngiltere’nin 1809’da bir
antlaşm a sırasında kapitülasyonlar için zorunlu kıldığı bir koşuldu; kapitü­
lasyonlar artık sultan tarafından yabancılara bahş edilen haklar olarak değil,
büyük güçler tarafından pazarlıkla elde edilen ve yalnızca iki taraflı an tlaş­
mayla değiştirilebilecek haklar olarak görülmekteydi. K apitülasyonlar ve di­
ğer an tlaşm alar, B âbıâli üzerinde önem li bir yük -O sm a n lıla r’ın an cak
1914’te A vrupa savaştayken üzerinden atabileceği- oldu.

BA T ILILA ŞM A H A R EK ET İ
Osmanlı devlet adam ları, M ehm ed A li’nin çağdaşlaşm a deneyini yok etmek
istemelerine rağmen, im paratorluğun İngiltere’nin kurduğu dünya pazarına
eklemlenmesinin im paratorluk açısından kârlı olacağına inanmışlardı. 1824
yılında II. M ahm ud, O sm anlı tüccarlarını koruyan ayrıcalıkları kaldırarak
bunları yabancı tüccarlarla devlet korum ası olm adan rekabete zorlam ıştı. Bu
durum, O sm anlı ticaretini ve üretimini zayıflatm aya başlam ıştır ki bu süreç
1838 Ticaret A ntlaşm ası’yla sona erecektir. Devletin ödediği ücretlerden d a­
ha yüksek fiyata mallarını satm a olanağına kavuşan kırsal orta sınıf ticaretin
liberalleşm esinden yararlandı. İthal m alları satan ve Avrupa firm aları için
aracılık yapan tüccarlar da yine zenginleştiler. Ancak birçok geleneksel zan a­
at, A vrupa’dan gelen ucuz ve m akine yapımı m allarla rekabete dayan am aya­
rak yok olm aya yüz tuttu. İzmir, İstanbul, Selânik, Beyrut gibi lim anlar za­
manla daha da çok mal ithal ve ihraç edildikçe zenginleşti, bu, R um lar’ın âtıl
bir Y unanistan’dan dinam ik O sm anlı İm paratorluğu’na göçüne sebep olan
canlı bir ekonom ik iklim yarattı.
Serbest ticaretten dengesiz bir biçimde im paratorluğun Hıristiyan to p­
lulukları fayda sağladı, çünkü bunlar Osmanlı topraklarında yaşayan yaban ­
cı tüccarların himayesi altına alınm ışlardı. Büyük güçlerin yorumuna göre,
kendi dinlerinden olan kişileri himayeleri altına alarak onları kapitülasyon­
lardan elde ettikleri hakları paylaşan kişiler haline getirme yetkisine sahipti­
ler. Fransız konsoloslarının O sm anlı Katolikleri’ni, İngiltere konsoloslarının
Protestanlar’ı, R uslar’ın da O rtod ok slar’ı himaye altına alma hakları vardı.
Yalnızca Osmanlı Yahudileri dışarıda bırakılmıştı, çünkü bir Yahudi devleti
yoktu. İtalya’nın birleşmesi sonrasında İtalyan konsolosları bazı Osmanlı Ya-
hudileri’ne para karşılığı onları İtalyan himayesine almayı önerdiler. Böyle­
likle, Osmanlı Yahudi cemaati, yeni bir yurtsever kimlik arayışı da dahil ol­
m ak üzere M üslüm an O sm anlılar’ın sorunlarını içselleştirmeye başladı. Bu
statüler, yalnızca H ıristiyan Osmanlı tüccarlarının daha düşük vergilerden
yararlanm asına yol açm adı, aynı zam anda Osmanlı yetkililerinin -bu kişiler
statüleri gereği sadece konsolosluk m ahkem elerinde y a sla n a b ile c e k le rin ­
d en- Osmanlı hukuk kurallarını uygulayam am asını da beraberinde getirdi.

Y E N İ BİR O R T A SIN IFIN O R TA Y A ÇIKIŞI


İmparatorluğun ekonom ik liberalleşmesi ve dünya ekonomisine eklemlenme­
si sonucunda ortaya bir ticari-endüstriyel M üslüm an orta sınıf çıkmadığı için
Bâbıâli, bürokratların biçimlendirmekte olduğu yeni devlete tamamen bağlı
olacak yeni bir sınıf yaratm ak am acıyla toprak sahiplerine yöneldi. 1858
Arazi Kanunnam esi, toprağın özel mülkiyete geçişi açısından önemli bir adım
oldu. Daha önceleri, 1 8 4 7 ’de, Bâbıâli, çiftçilerin âtıl devlet arazilerine ekim
yapabilmesine olanak veren bir yasa çıkarm ıştı, ancak bu yasa, toprağı olm a­
yan çiftçilere yarayacağına, ellerindekini artırm ak amacıyla toprak ağaları ta­
rafından kullanılmış ve onları daha müreffeh, siyaseten de daha güçlü kılm ış­
tı. Aşiret hayatının sürdüğü yörelerde, araziler aşiret reisinin adına kaydedil­
mişti; böylece reisler toprak ağası olm uş, aşiretin üyeleri de köylülere dönüş­
müşlerdi. Bu toprak kanununun am açlarından biri de aşiretleri yerleşik düze­
ne geçirmekti. T op rak ağalarından çoğu, köylülerini ortakçı olarak çalıştır­
m aktaydılar ki bu da toprağı işlemede yeniliklere olanak tanımıyordu. Yine
de bu toprak ağalarından bir kısmı kapitalist çiftçilere dönüşerek tütün ve p a­
muk gibi para eden ürünler yetiştirmeye başladılar, özellikle de Amerikan İç
Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa piyasasında ürettikleri pam uğa rağbet
artınca zenginleştiler. Bunlar, 20. yüzyılda, 1908 M eşrutiyet Devrimi sonra­
sında ortaya çıkan yeni orta sınıfı oluşturdular.
II. M ah m ud’un 30 Haziran 1 8 3 9 ’da ölümü sonrasında reformla
girişim gücü tam am en bürokratlara geçti. M ah m ud’un halefi Abdülmecid
(saltanatı 1839-1861) tahta çıktığında daha on altı yaşındaydı ve dönemin
önemli reformcu devlet adam larından M ustafa Reşid Paşa tarafından yönlen­
diriliyordu. Abdülm ecid, Mehmed A li’yle yaşanan krizin önemli bir n okta­
sında tahta çıkmıştı ve M ustafa Reşid Paşa Abdülm ecid’i, sadece reformları
sürdürüp im paratorluğu çağd aşlaştırırsa A vrupa’nın, özellikle de İngilte-
e’nin desteğini alabileceğine ikna etti. Abdülmecit bunu destekleyince, genel­
le Tanzim at adıyla bilinen ve 1839-1876 arasını kapsayan bir reform döne­
ni başladı.

TANZİMAT
Tanzim at, G ülhane Hatt-ı H üm ayunu diye bilinen bir ferm anla 3 K asım
1 839’da duyurulm uştur. Bu ferm an, M üslim ve gayri-M üslim herkes için
eşitlik içeren bir çağın başlangıcını; rüşvetin, yozlaşm anın ve yargılanm adan
ceza görmenin sonunu öngörüyor, yani hukukun üstünlüğünü kuruyordu.
Tüm Osmanlı tebaasının hayatları, onurları ve mülkleri garanti ediliyor, p a ­
dişahın buyruğuyla herhangi bir görevlinin ortadan kaldırılabildiği ve m alla­
rına el konulabildiği kulluk anlayışı ortadan kaldırılıyordu. Bu tür son olay
1837’de, II. M ah m ud’un Pertev P aşa’yı bir Saray entrikası yüzünden öldürt-
mesiydi ve M ustafa Reşid Paşa bundan dersini çıkarm ıştı. Kararnam eyle, can
ve mal güvenliği sağlanan devlet görevlileri böylece kendilerini güvence altına
aldılar. İltizam men edildiyse de birkaç yıl içinde bu yasa kaybedecek çok faz­
la şeyi olan mültezimler tarafından sabote edilerek, uygulam a im paratorlu­
ğun sonuna k adar devam ettirildi.
1839 T anzim at Fermanı, laikleşme konusunda önemli bir adım ve im ­
paratorluk parçalanana kadar devam edecek bir süreçti. Ferman, dinî cem a­
atlere ayrıcalıklar tanınmasına dayanan geleneksel millet sistemi prensibini
zayıflattı, am a eşitliğin sağlanm asından memnun olsalar da cemaatler ayrıca­
lıklarından vazgeçmek istemediler. Büyük güçlerden fermanın uygulamasını
izlemeleri, hatta bunlardan İstanbul yönetiminin sözlerini yerine getirip getir­
mediğine bakm ak amacıyla O sm anlı eylemlerini zımnen denetlemeleri isten­
di. Böylelikle, büyük güçler, reform ların garantörü oldular. Tanzim at devlet
adam ları, eğer padişah reform yolundan saparsa, onu yeniden aynı yolu izle­
meye yöneltebilecek iç güçler olm adığından Avrupalı elçilerin bunu yapabile­
ceğini hesapladılar. Batılılaşm a için baskı yapm ada yabancı elçiliklerin yardı­
mına itimat ettiler. Özellikle İngiltere Büyükelçisi Stratford de Redcliffe C an ­
ning (1786-1880) bürokrasinin Batıklaştırılm asında önemli bir rol oynadı;
hatta kimi akadem isyenler, O sm anlı Batılılaşm a reform cuları arasında en et­
kili isim olduğundan, Tanzim at Ferm anı’nın büyük ölçüde onun eseri oldu­
ğunu öne sürmektedirler. 1847’de İngiltere büyükelçisi olm adan önce diplo­
matik yaşamının büyük kısmını İstanbul’da geçirmişti ve 1858’e kadar da İs­
tanbul’da kalm ış, burada ‘Büyük Elçi’ (Grand A m bassador) diye adlandırıla­
rak diplom atik cam ianın duayeni olm uştu. R usya’dan ve R usya’nın O rto ­
doks Hıristiyanlar aracılığıyla sahip olduğu etkiden hoşlanm am aktaydı; bu
yüzden de Protestanlığın yayılmasını bir alternatif olarak öne sürmüştü. Ay­
nı zam anda reform lar ve Batılılaşma için çabalarken, 1850 yılında Protestan
K ilisesi’nin ve cem aatinin bir millet olarak tanınmasını başarm ıştı.
1839 Ferm anı’nın Mehmed Ali krizini izlemesi gibi, Islahat Fermanı da
28 Şubat 1856’da, Paris Kongresi Kırım Savaşı sonrası D oğu Sorunu’nu hal­
letmek için toplanırken (Şubat-Mart 1856) ilan edilmişti. Kırım Savaşı, Bâbıâ-
li hükümeti, R usya’nın im paratorluktaki O rtodokslar’ın koruyucusu olm ası­
na izin verilmesi isteğinin reddi sonrasında çıkmıştı. İngiltere ve Fransa tara­
fından desteklenen Osmanlılar, 4 Ekim 1853’te R usya’ya savaş ilan etmişti.
İngiltere ve Fransa savaşa 1854 M artı’nda katılmış ve çarpışm alar Kırım Ya-
rım adası’nda yaşanm ıştı. Avusturya’nın da karşıt ittifaka katılm a tehdidi ve
yenilme tehlikesi karşısında Rusya barış yapmayı kabul etti; Şubat 1856’da
ateşkes ilan edildi ve 30 M art 1856’da Paris Barış Antlaşm ası imzalandı.
Kırım Savaşı’nın başka yerel sonuçları da oldu. A vrupa orduları baş­
kent yakınlarında konuşlanınca Batı m alları ticaretinde önemli bir gelişme
yaşandı. Özellikle Avrupa ile Osm anlı İm paratorluğu arasındaki ticari ileti­
şim de bir devrim yaratan ilk telgraf hatları da bu vesileyle kurulmuş oldu.
M odern savaşın ve Florence Nightingale’in Kırım ’daki çalışm alarının sonucu
olarak 1868 H aziranı’nda, Kızılhaç’ın O sm anlı’daki m uadili olan örgüt ku­
ruldu. Bu örgüt, önceden sadece ‘Y aralı ve H asta Osmanlı Askerlerine Y ar­
dım Cemiyeti’ olarak adlandırılırken, H aziran 1877’de Hilal-i Ahmer Cem i­
yeti, 1935’te de Kızılay adını alarak günümüze kadar görevine devam etti.
Kırım Savaşı sonunda yapılan Paris Antlaşm ası’yla Rusya Tuna Neh-
ri’nin ağzını ve B esarabya’nın bir bölüm ünü geleceğin R om an ya’sına; Kars
vilâyetini O sm anlılar’a bıraktı ve aynı zam anda Osmanlı İm paratorluğu’nda-
ki O rtodokslar’ın koruyucusu olma iddiasından vazgeçti. Karadeniz, antlaş­
m a 1871’de gözden geçirilene kadar, tarafsızlaştrıldı. O sm anlılar, Avrupa
uyumuna dahil edildi, büyük güçler O sm anlı İm paratorluğu’nun toprak bü­
tünlüğünü ve bağımsızlığını garanti ettiler. Ancak, Osm anlılar bir Avrupa dev­
leti olarak kabul edilmediler ve dolayısıyla da kendilerine eşitlik tanınmadı.
O sm anlılar’ın kapitülasyonların kaldırılm ası istekleri kabul görmedi, çünkü
büyük güçler, Osmanlı toplumu ile yasalarının Avrupalılar’ın altında yaşaya­
m ayacakları kadar farklı olduklarını öne sürüyorlardı. Nitekim , Batılılaşma
ve laikleşme konularında gelişme sağlam ak amacıyla, 1856 Islahat Fermanı,
1839 Tanzim at Ferm am ’mn koşullarını yineleyerek M üslüm an ve Hıristiyan
kullar arasındaki eşitliği daha kesin şekilde ifade etmekteydi. Ancak, Avrupa-
Kırım Savaşı'nda İngiltere ve Fransa’yla birlikte Çarlık Rusya’sına karşı savaşan Osmanlı Devleti galip
gelmesine rağmen, ilerde maddi kayıpları biiylik olacak ve borçlanmayı artıracak yükümlülüklerin
altına girdi. Bunlar bir anlamda ilerde kurulacak Düyun-ı Umumiye’nin de habercisiydi. Savaşta
Osmanlı paşalarını gösteren bir gravür.

lı güçler eşitlik sorununu tam amen farklı görüyorlardı. Osmanlılar için eşitlik,
tüm Osmanlı tebaasının yasalar önünde eşit olm ası, cemaatlere yönelik ayrı­
calıkların din konularına ve millet kavramının da cem aat't indirgenmesiydi.
Ruslar için eşitlik, dinî cemaatlere tanınan hakların bağımsızlık mümkün ol­
m azsa özerklik olarak genişletilmesiydi. İngilizler için eşitlik, Bâbıâli’nin öner­
diği gibi M üslüm an ve Hıristiyan tebaaları için Osm anlı yurttaşları olarak de­
ğil, kurumsal topluluklar olarak milletler arasında eşitlikti. Bâbıâli ayrıca top­
lumlar arasında anlayışı sağlayacak ve padişahın şahsına ve hanedana bağlılık
üzerine bir ideoloji olan Osmanlıcılığın başarısına yardım edecek eğitim karar­
ları da aldı. 1 8 6 8 ’de Mekteb-i Sultani’nin (G alatasaray Lisesi) açılışındaki
amaç, tüm toplulukların entelektüellerini laik bir ortam da birliği destekleme
amacıyla biraraya getirmekti. Başlangıçta neredeyse tüm topluluklardan tepki
almasına karşın, Mekteb-i Sultani zam anla güçlendi ve bunu başka yabancı
dinî temelli kurum lar, örneğin Amerikalı misyonerlerce kurulmuş olan R obert
Kolej izledi. Bu kurumlar im paratorluğun kozm opolit öğrenci grubu içerisin­
de Osmanlıcılığın değil ama ulusal hissiyatın güçlenmesini teşvik ettiler.
1856 Fermanı Hıristiyan nüfusun -özellikle de M üslüm an orta sınıf
zayıfladıkça yükselen Hıristiyan orta sınıfın- konumunu güçlendirdi. Hıristi­
yan toplulukları laikleşmişti ve böylece din adamlarının etkisi de azalmıştı.
Cem aatler bireysel ‘uluslar’ın özelliklerini göstermeye başladı ve kendi tarih­
lerini, dillerini ve edebiyatlarını keşfettikleri bir ‘rönesans’ dönemi geçirdiler.
1 863’te, Ermeni toplum u kendi anayasasına ve ‘ulusal’ meclisine sahip oldu
ve bu da milli özlemleri kuvvetlendirdi. 1870 Şubatı’nda Bâbıâli Fener Patrik-
hanesi’nden bağım sız bir Bulgar K ilisesi’nin kurulmasına izin verdi, Bulgar
piskoposu (eksarh) Bulgar milletinin başı olarak atandı ve piskoposluk bir
Bulgar devleti ve Bulgar bireyi yaratm a çabalarına girişti. Bundan itibaren ki­
lise törenleri Bulgarca yapılm aya başlandı, yerel lehçelerin kullanımı özellik­
le okullarda dil eğitimi başladıktan sonra desteklenmedi.
M üslüm anlar Tanzim at reformlarının bu faydalarından hiçbirine sa ­
hip olam adılar. Kendileriyle ilintilendirebilecekleri bir ‘ulusal ibadethane’
yoktu, çünkü İslâm bir evrensel din olarak devam etmekteydi. İktisat alanın­
d a, kollanan Hıristiyan tüccarlara karşı rekabette zorlandılar. Böylelikle de
artık ticaret ve üretimi bırakarak devlet memuriyetinde ve askerlikte görev
aram aya başladılar. Ancak, 1860’lara gelindiğinde, Osmanlı bürokratik kad­
roları doyma noktasına ulaşm ışlardı; iş bulm ak zorlaşm akla kalmam ıştı, ay­
nı zam anda yükselmek de himayeye bağlıydı. Bu yeni eğilimden etkilenenler,
yani yeni entelektüel sınıf, im paratorluğun zayıflam asından ve kendilerinin
kötü durumlarından, Osmanlı H ıristiyanları’na verilen ödünler gerekçesiyle
Tanzim at devlet adam larını sorumlu tuttular.

Y E N İ O SM A N LIL A R H A R EK ETİ
Bu toplumsal memnuniyetsizlikten, Yeni Osm anlılar olarak bilinen yeni bir
hareket doğdu. Bu, rejimi eleştiren ilk modern muhalefet hareketiydi. Yeni Os-
manlılar, yüksek bürokratları, paşaları, Avrupalıları, Levantenleri (imparator­
luğa yerleşmiş Avrupa kökenlileri) ve bazı Hıristiyanları ayrıcalıklı bir grup
haline getirerek M üslüm an nüfusu ihmal ettikleri için ikaz ettiler. Bâbıâli’yi,
A vrupa’ya ekonomik ödünler verdiği ve im paratorluk ekonomisini güçsüzleş-
tirdiği için eleştirdiler: Tanzim at reformları modern bir ekonominin doğm ası­
nı sağlam am ış, Osmanlı ekonomisinin Avrupa ekonomisine boyun eğmesine
yol açmıştı. İm paratorluğun bazı bölgeleri tamamıyla bir A vrupa ülkesinin
ekonomisine eklemlenmiş ve İstanbul’la ilişkileri zayıflamıştı. Suriye’nin eko­
nomisi Fransa’ya, Irak’ınki de İngiltere’ye kenetlenmişti; O sm anlı İm parator­
luğu parçalandığında da bu bölgeler adı geçen ülkelerin m andasına verildiler.
Y ine de, Yeni O sm an lılar
da T an zim at dönem inin bir ürü­
nüydüler. O dönem basınının ve
< #
eğitim inin bir entelektüel sınıfın
gelişimini sağlayan etkisiyle o rta ­
ya ç ık m ış la r d ı. İb rah im Ş in a si
(1824-1871) gibi aydınlar yeni fi­
kirlerini okur yazar azınlığın o k u ­
duğu gazetelerde ifade ediyorlardı
am a bu gazete yazıları şehir ve k a ­
sabaların kıraathanelerinde herke­
se okunduğundan geniş bir kitleye
ulaşabiliyordu. Bâbıâli buna bası­
nı sınırlam aya çalışarak ve yöneti­
mi eleştiren her tür fikri y asak la­
yan yasalar çıkararak engel olm a­
ya çalıştı. Bu da aydınların rejimi
yıkma am açlı gizli dernekler kur­
malarına yol açtı. Avrupa’ya eğitim için öğrenci gönderme ilk kez
1827’de II. Mahmud’un girişimleriyle başladı.
İsmail P aşa’nın 1867’de M ı­ Özellikle tıp ve mühendislik dallarında açılan
sır’ın verasete dayalı ‘hıdiv’i olarak okulların ihtiyacım karşılamak için başlatılan bu
çaba, Tanzimat’la birlikte artarak sürdü. Aralarında
kabul edilm esinin, Yeni O sm anlI­
daha sonra sadrazam olacak Edhem Paşa’nın da
lar için ön ceden h esap lan m am ış bulunduğu ilk giden öğrenciler.
sonuçları oldu. İlk doğan erkek ço ­
cuğun tahta geçm esi kuralının kabul edilm esiyle, İsm ail P aşa’nın kardeşi
M ustafa Fazıl Paşa dışlandı ve hem bir rejim muhalifi oldu hem de Yeni Os-
manlılar’ın liderlerinden birine dönüştü. 1867 yılında A vrupa’da sürgündey­
ken Sultan A bdülaziz’e (1861-1876 arası tahtta) yazdığı bir mektupta an aya­
sal m onarşiyi im paratorluğun tüm sorunları için çözüm olarak gösterdi ve
tüm liberal hakların tanındığı bir hükümet çağrısında bulundu. Yeni Osman-
lılar, devletin mutlakıyetçi bir yönetim altında ıslah edilemeyeceğini düşün­
dükleri için, sultanın ve bürokratlarının otokratik yönetimini sonlandırm ak
istiyorlardı. Bâbıâli, muhaliflerine karşı sert tedbirler alarak karşılık verdi;
N am ık Kem al (1840-1888) ve Ali Suavi (1839-1878) gibi gazeteciler İstan­
bul’dan sürgün edildiler. İstanbul’da hükümeti ele geçiremeyen muhalefet Pa­
ris’te yeniden biraraya geldi ve burada Yeni O sm anlılar Cemiyeti’ni kurdular
ve Bâbıâli’ye karşı muhalefetlerini daha uygun bir ortam da sürdürdüler.
Yaptıkları yayınlarda Yeni O sm anlılar defalarca sultan ile tebaası ara­
sında bir sözleşme oluşturacak bir anayasa ile im paratorluğun meselelerini
tartışacak ve yasa çıkaracak bir temsilî hüküm et istediler. H alkın ekonomik
hayatındaki gerilemenin ve devletin m alî durumunun üzerinde durdular ve
B âbıâli’nin büyük güçlere dayanm asından ve bunların da O sm anlı işlerine
gitgide daha fazla karışm asından yakındılar. Bu faktörler M üslüm anlar ile
gayri-M üslim cemaatlerin arasını açm aktaydı ve her iki taraf ta gelecekten
üm itvar değildi. O nlar için çözüm, halkın katıldığı ve sultanın hukuka tâbi
olduğu bir yönetim kurmaktı.
Ancak, Yeni O sm anlılar devrim yaratacak değişiklikler istemiyorlardı.
A m açları düzeni yıkmak değil, düzeni daha kapsayıcı ve A vrupa’nın genişle­
mesine daha dayanıklı hale getirmekti. Yeni Osm anlılar aydınlar grubuna ait­
lerdi ve seçkinlerden ayrı olarak hareket edecek bir toplum sal dayanakları
yoktu. Eğitimleri ve kültürleri onları köylülerden, kentlerdeki esnaf ve zana-
atkârlardan ayırıyordu. Devrimi tetiklemek bir yana, gerçek değişim getirme­
nin tek yolunun fikirlerine sempatik yaklaşan bir hükümdarı tahta çıkarm ak
olduğuna kanaat getirmişlerdi.
Nam ık Kemal Osmanlı liberalizminin fikirlerini tutarlı bir şekilde ifade
etmekteydi, dolayısıyla da Yeni Osmanlılar arasında en önemli düşünür olarak
yer aldı ve fikirleri hem yaşamında hem de ölümünden sonra önemini korudu.
Şiirleri, tiyatro oyunları, eleştiri eserleri yönetim tarafından yasaklanm asına rağ­
men aydınlar arasında yaygın biçimde okunmaktaydı. Hürriyet fikrini geliştir­
mesinin yanı sıra, doğal haklar kavramını da, tıpkı vatan; toprağa bağlı vatan­
severlik, halk egemenliği kavramları gibi -herhalde İslâm düşüncesinde ilk kez-
tanıttı. Fikirleri arasında en etkilisi vatanseverlik/Osmanlıcılık’tı: Tüm Osmanlı-
lar’ın, dinleri ve dilleri ne olursa olsun, Osmanlı Hanedanı’na değil de Osmanlı
vatanına bağlılık borcu vardı. Fikirleri genelde Devrim sonrası Fransası’ndan
gelmekteydi ama Nam ık Kemal bunları İslâmî çevrede anlaşılabilir kılıyordu,
çünkü bu fikirleri şeriatla bağdaştırmıştı. R ousseau’nun toplum sözleşmesi kav­
ramı, yöneten ile yönetilenler arasında bir sözleşme oluşturan bir İslâmî sadakat
yemini, yani biat olarak açıklanmıştı. Şeriat, kolayca biçimlendirilebilir ve nere­
den gelirse gelsin gelişmeye adapte olabilirdi. Osmanlı gerilemesinin kendinden
önceki eleştirmenlerinin aksine, Nam ık Kemal hayali bir şanlı geçmişe dönme­
nin imkânsız olduğunu, ama Batı’da halihazırda başarıyla denenmiş anayasacı-
lık gibi uygulamaları kabullenmenin meşrû olduğunu öne sürüyordu.
A vrupa’da sürgündeyken, N am ık Kem al, Batı’nın o çağdaki teknolo­
jik gelişiminin önemini kavradı. Yine de, O sm anlılar’ın m addî gelişimi ancak
kaderciliği bırakıp, hürriyet ve gelişm e kavram larını kabullendikten sonra
sağlayabilecekleri sonucuna vardı. O sm anlılar’ın hızlı gelişme gösterem em e­
sinin sebebi İslâm ’ın bir engel oluşturm ası değil, im paratorluğun dünya p aza­
rının bir parçası haline dönüşm üş olm ası, ekonomik ve politik hayatının A v­
rupa tarafından yönlendirilmesiydi. Üstesinden gelinmesi gereken sorun da
buydu.

İFLAS VE KA R G A ŞA : O SM A N LI
İM P A R A T O R L U Ğ U ’N U N Ç Ö Z Ü L M E Sİ
Yeni O sm anlılar Tanzim at reform larının sonuçlarını eleştirirlerken, im para­
torluk, B âbıâli’nin 1875 Ekim i’nde iflas ilan etmesine yol açacak bir m alî
krize sürüklenmekteydi. İm paratorluk, 1854 yılında, Kırım Savaşı sırasında
A vrupa’dan borç alm ak zorunda kalana dek malî açıdan borcunu ödeyebilir
durumdaydı. A vrupa’dan alınan borçlar modern bir ekonominin altyapısını
hazırlam ak, karayolları ve dem iryolları yapm ak için kullanılm adı. Bunun
yerine, saray gereksiz harcam alara girdi ve modern saraylar inşa ettirdi, o r­
du için silahlar satın aldı ve büyük bir donanm a kurdu. Borç alınan paranın
devasa m iktarları hanedan düğünlerine harcandı. 1 8 8 0 ’de bir prenses öld ü ­
ğünde ardında G alata bankerlerinden alınmış 1 6.000 altın liralık yüklü bir
borç bırakm ıştı.
İm paratorluğun ekonom ik, m ali, siyasi durumu 1875 Bosna-Hersek
ayaklanm asından kötü şekilde etkilendi. T oprak sahiplerinin söm ürüsüne
karşı bir köylü ayaklanm ası olarak başlayan olay kısa sürede dinî ve milli
motifler edinerek bir Hıristiyan Slavlar ile onların M üslüm an yöneticilerinin
mücadelesine dönüştü. Hareketin lider kadrosu Sırbistan’daki Slav kardeşle­
riyle birlik için çağrıda bulundu, bu da onlara Balkanlar’daki etkisini artır­
m ak isteyen R u sy a’daki pan slavist hareketin desteğini getirdi. Bu tam da
Avusturya’nın çekindiği şeydi, çünkü Slav milliyetçiliği V iyana’nın Ege Deni-
zi’ne ve Selanik limanına genişlem esini engelleyecekti. D urum , 1876 M a-
yıs’ında Bulgarlar bağımsızlık için O sm anlılar’a karşı ayaklandığında ve Sır­
bistan ile K arad ağ savaş ilan ettiğinde daha da karm aşıklaştı. Büyük güçler
arasında çıkar çatışm ası yaşanıyordu, dolayısıyla da sorun diplomatik yollar­
dan çözülemedi. Ruslar asileri desteklerken Avusturya-M acaristan ise pansla-
vik hareketin kendi topraklarına sıçram ası endişesiyle isyana karşı çıkıyordu.
İngiltere R usya’nın bölgede güçlenen etkisinin kendi konumunu zedeleyece­
ğinden korkuyordu. 1870-1871 Alm an birleşmesi diplom asi oyununa yeni
bir aktör eklemişti ve bu oyunu daha da zor hale getiriyordu.
Osmanlılar isyanı acım asızca bastırdılar, Sırplar’ı ve K aradağlılar’ı ez­
diler. İngiltere’de Liberal Parti lideri W illiam Gladstone O sm anlılar’ın Bulgar
İsyam ’nı bastırm ası olayını, Osmanlı yanlısı M uhafazakâr Başbakan Benja­
min D israeli’ye karşı kullandı. Gladstone O sm anlılar’ı Hıristiyan Bulgarlar’a
zulmeden barbarlar olarak tanım layarak isyancılara İngiliz desteği için çağrı
yaptı. Bu ortam da, R usya 1877 N isam ’nda O sm anlılar’a savaş açarak ilerle­
melerini durduran uzun bir kuşatm a sonrasında Plevne’yi aldı ve Rus ordula­
rı 1878 baharında İstanbul kapılarına dayandılar. A yastefanos’da (Yeşilköy)
R usya Bâbıâli’ye şu koşu llan dikte ettirdi: Ege Denizi’ne uzanacak, özerk,
O sm anlılar’ın Arnavutluk ve M akedonya’ya erişimini kesecek, genişletilmiş
bir Bulgaristan; R om an ya, Sırbistan ve K a ra d a ğ ’a bağım sızlık tanınm ası;
K ars, Ardahan ve B atum ’un R usya’ya bırakılm ası; tazm inat olarak Bosna-
H ersek yönetiminin A vusturya-M acaristan’a bırakılması.
İngiltere, R uslar’ın bu nüfuz kazanımını kabul etme niyetinde değildi
ve bu nedenle İstan b u l’a sav aş gemileri gönderdi. Alm an Şansölyesi Bis­
m arck, büyük güçler arası bir çatışm adan korkarak ‘güvenilir aracı’ rolü oy­
nadı. Haziran-Tem m uz 1878’de Berlin K on gresi’ni topladı ve Ayastefanos
A ntlaşm ası’nı gözden geçirip, bölgede R usya, Avusturya-M acaristan, İngilte­
re arasında bir denge kuran düzeltmeler yaparak Doğu Sorunu’nu çözüme
kavuşturdu. Özerk Bulgaristan’ın boyutları küçültüldü; Bulgaristan’ın güne­
yinde O sm anlı kontrolünde am a Hıristiyan bir valinin yönetim inde Doğu
Rumeli vilâyeti kuruldu. Doğu Rumeli 1 8 8 5 ’te Bulgaristan’la birleşti. Sırbis­
tan, K aradağ, R om anya’nın bağımsızlıkları da R usya’nın K afk aslar’daki ka­
zançları ve Bosna-H ersek’in Avusturya’nın yönetimine verilmesi gibi onay­
landı. 4 Haziran Kıbrıs Konvansiyonu’yla O sm anlılar Kıbrıs A dası’m, ileride
R u sy a’nın A nadolu’ya herhangi bir başka saldırısında korum a sağlam ası şar­
tıyla, İngiltere’ye bıraktılar. Ayastefanos’ta bırakılan diğer topraklar Dersaa-
det’e geri verildi. Berlin Antlaşm ası, ayrıca Bâbıâli’ye, büyük güçlerin deneti­
mi altında yaptırım getiren “ Ermeniler’in yerleştiği vilâyetlerde ıslahat ve
reform lar yapılm ası, bunların Çerkezler’e ve Kürtler’e karşı korun m ası” nı
içeren 61. maddeyi de içeriyordu. Bu, Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin geleceği
için dehşetli sonuçlar getirecek bir şarttı. Kongre sonucunda O sm anlı İm pa­
ratorluğu, topraklarının yaklaşık yüzde 4 0 ’ım ve nüfusunun yaklaşık yüzde
2 0 ’sini (yaklaşık iki milyon M üslüman) yitirdi. Bunların çoğu Balkanlar’dan
İstanbul ve A nadolu’ya akın akın göç ettiler. Bu kriz ve savaş sonucunda İs­
tanbul nüfusu yaklaşık olarak iki katına çıktı.
İST İB D A T T A N M E ŞR U T İY E T E
A yaklanm alar ve savaş, D ersaad et’i bir ikilem içine soktu: Balkanlar’daki
ayaklanm aları bastırm akta ve buradaki m uarızlarına karşı savaş açıp kazan­
m akta sorunu yoktu, am a büyük güçlerle nasıl başa çıkacağı konusunda bir
ikilem içindeydi. Reform cular, im paratorluğun A vrupa’nın anlayış ve deste­
ğini kazanm ak için anayasal bir m onarşiye, meşrutiyete ihtiyacı olduğuna k a­
rar verdiler. Böyle bir rejim Padişah Abdülaziz tahttayken mümkün değildi ve
dolayısıyla 30 M ayıs 1876’da tahttan çekilmeye zorlandı, dört gün sonra da
intihar etti.
Büyük reformcu devlet adam ı M idhat Paşa (1822-1884) yeni sultanın
yönetiminde Saray’ın yozlaşm asını duraksatacak ve im paratorluğa mali istik­
rar getirecek seçilmiş bir M eclis’i olan bir anayasal meşrutiyet rejimi kurula­
bileceğine inanıyordu. Ancak, V. M urad aklından rahatsız çıkınca tahttan in­
dirilerek yerine II. Abdülhamid (1876-1909 arası tahtta) geçirildi. II. Abdül-
hamid 31 A ğustos 1 8 7 6 ’da tahta çıktı ve M idhat P aşa’ya anayasal bir hü­
kümdarlık sözü verdi. Bir anayasa hazırlanmasını emretti, çünkü anayasal bir
rejimin A vrupa’nın müdahalesini önleyeceğini ve im paratorluğun kendi işle­
rini yönetebileceğini hesaplam aktaydı. Ancak, büyük güçler çoktan İstan­
bul’da bir konferans düzenleyerek Balkanlar’daki krizi ve bunu çözecek ted­
birleri görüşm eye karar vermişlerdi.
Tersane Konferansı 23 Aralık 1 8 7 6 ’da toplandı ve Dersaadet aynı gün
anayasal rejimi ilan ederek artık konferansın gereğinin kalmadığını bildirdi.
Ancak, büyükelçiler bunu ciddiye alm ayıp reddederek Bulgaristan’a ve Bos-
na-Hersek’e özerklik tanıyan bir reform planı önerdiler. Bâbıâli bu planı red­
dedince elçiler İstanbul’u terk edeceklerini ve bu durum da R usya’nın savaş
ilan edebileceğini bildiren bir uyarı yayınladılar. Bâbıâli, planı yeniden incele­
di ve yeniden reddetti, bunun üzerine elçiler İstanbul’u terk ederek durumu
m uallakta bıraktılar. Başmimarı Sadrazam M idhat Paşa sultan tarafından az­
ledilip sürgüne gönderilse de, yine de anayasa deneyi devam etti. 19 M art
1877’de M eclis toplandı. Bunlar dolaylı, her dinî topluluğun M eclis’e kendi
temsilcilerini gönderdikleri; bir çeşit senato denilebilecek olan Meclis-i Ayan
üyelerini de padişahın atadığı, iki turlu seçimlerdi.
M utlakıyetten meşrutiyete hızlı geçiş reform cular için hatırı sayılır bir
başarıydı. On yıldan az bir sürede A vrupa’da yüzyıllar alm ış ve Rus reform ­
cuların bir kuşak sonra, o da devrim aracılığıyla gerçekleştirecekleri bir deği­
şimi başarm ış gibiydiler. Ayrıca, çeşitli milletlerden oluşan Meclis, süregiden
kriz ve savaş karşısında şaşırtıcı bir vatanperverlikle davranıyordu. Hüküm et
Tersane y da İstanbul Konferansı diye de bilinen ve Rus, Ingiliz, Fransız, Alman bUyUkelçileri
katıldığı için Sflfera Toplantısı olarak da adlandırılan görüşmelerin, demokrasi tarihi açısından bir
başka yanı da aynı gOn (23 Aralık 1876) Sultanahmet’teki Medis-i Mebusan binasında I. Meşrutiyetin
top atışlarıyla ilan edilmiş olmasıdır. Medis-i Mebusan önünde yağmurlu bir günde toplanmış
İstanbul halkını tasvir eden bir gravür.

eleştirilse de bu eleştiriler Osmanlıcılık ve devlet kavram larına bağlılığı orta­


ya koyan yapıcı, mantıklı eleştirilerdi. A ncak, savaş M eşrutiyet yönetiminin
sürm esi açısından talihsiz bir gelişme olm uştu. Rusya 24 N isan 1 8 7 7 ’de Os-
manlı Devleti’ne savaş ilan etti. Rus ordusu ertesi yıl başkente doğru ilerler­
ken, sultan M eclis’i kapatm ak için gereken mazerete kavuştu. 1878 Şuba-
tı’nda, Meclis faaliyetleri durduruldu ve sonraki otuz yılda, Tem m uz 1908’de
anayasanın işlerliğe kavuşturulm asına kadar, bir daha toplanm adı. Yine de
A bdülham id hükümdarlığı boyunca anayasaya uygun davrandığı kurgusunu
korudu. Kendi koyduğu kanunların yeniden toplandığında M eclis tarafından
yasalaştırılacağını söyledi ve anayasal görevini yaparak  yan M eclisi’nin
üyelerini 1880’e kadar atam ayı sürdürdü. R usya’ya karşı savaş, A vrupa’nın
O sm anlılar’a karşı taraflı tutumu, Balkanlar’daki kriz reform cuların Avru­
p a ’nın M üslüm an lar’a karşı yaklaşım ı konusundaki hayallerini yıktı. Re­
form cular, artık bir yandan Batılı fikir ve kurum lan benimserlerken diğer
yandan Batılı emperyalizme karşı savaşm a ikilemiyle yüz yüze kalmışlardı.
Batı’nın 19. yüzyılın ikinci yarısında dünya üzerinde kurduğu hâkim i­
yet, insanları Batı’ya ve Batılılaşm a’ya yabancılaştırıp kendi kaderlerini ken­
di yöntemleriyle tayin etmeye cesaretlendirmişti. Bu H indistan için de, Asya
için de, İslâm dünyası için de geçerliydi. N am ık Kem al gibi Osmanlı düşünür­
leri bu hareketin ön saflarm daydılar ve Abdülhamid bu eğilimi, İslâm dünya­
sında saygınlığını artırdığı ve muhalefetin gücünü zayıflattığı için destekliyor­
du. İslâm H indistan, İran, Kuzey A frika ve Güneydoğu A sya’da Batı em per­
yalizminin baskısı altındaydı. D ünya üzerindeki M üslüm anlar, Osmanlı İm-
paratorluğu’nu dünyada Batı’ya kafa tutabilecek son İslâm gücü ve Abdülha-
m id’i de İslâm dünyasının direnişini yöneten ‘yeryüzünün halifesi’ olarak g ö ­
rüyorlardı. Sultan, Batı’ya karşı konum unu güçlendirmek üzere halifelik k u ­
runtunu ve emperyalizme karşı m ücadelede siyasal İslâm ’ı kullandı. A bdülha­
mid bir pan-İslâm cı olarak tanım lanır, halbuki o İslâm ’ı saldırı değil savun­
ma amacıyla kullanm ak istiyordu. Bu bağlam da, İslâm birliği ve dayanışm a­
sı amaçlı, kısmen başarılı olan bir çağrı yaptı. II. A bdülham id’in politikası A l­
man birliğinin yükselişiyle dam galanan bir tarihi rastlantıyla kolaylaştı. H iç
M üslüm an söm ürgesi olm ayan, dolayısıyla bir M üslüm an hüküm darla d o st­
luk kurup bunu Alm anya’nın em peryalist rakipleri İngiltere, Fransa ve R u s­
ya’ya karşı kullanabilecek olan A lm an im paratorunun desteğini kazandı.
Kayzer II. Wilhelm 1898 Ekim i’nde, bunu yapan tek Batılı hüküm dar olm ak
üzere, Osm anlı İm paratorluğu’na bir resmî ziyarette bulundu. İstanbul’dan
sonra K udüs’e geçerek burada siyah bir atın üzerinde şehri gezdi ve Haçlıları
yenmiş olan büyük M üslüm an kom utan Selahaddin Eyyubi’nin türbesine bir
çelenk koydu. Kayzer, bunun ertesinde, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman-Os-
manlı ittifakına kadar gidecek bir ilişkinin temellerini atarak kendini M üslü­
man halkların dostu ilan etti.

Y Ü K SEL EN G E LEN EK Ç İLİK


Osmanlıcılık ve İslâm ’la kıyasladığında Türkçülük ideolojisi marjinal ve bire
bir olarak Fransız Leon Cahun (1841-1900) veya M acar Armin Vam bery
(1832-1913) gibi Avrupalı Türkologların eserlerini bilen küçük bir aydınlar
grubuyla sınırlı kalm aktaydı. Vam bery, II. A bdülham id’in dostluğunu kazan ­
mıştı ve muhalifler arasında onun hafiyesi olarak çalıştığı söylenmekteydi. İs­
tanbul’a R usy a’dan gelen M üslüm an aydınların ‘T ü rk ’ olm ak konusundaki
bilinçleri O sm anlı aydınlarına göre daha çok gelişm işti. Rus İm paratorlu-
ğu ’nda Slavizm le günbegün karşılaştıklarından beraberlerinde milliyetçilik
fikrini getirmişlerdi. İsm ail Gasprinski [G aspıralı İsmail ] (1851-1914), Yusuf
Akçura (1876-1935), Ahmet Agayev [Ahmet Ağaoğlu] (1868-1939) gibi ön­
cüler T ürkçülük akım ına güncellik kazandırdılar. Ancak, bunlar, yine de
T ürkçülüğü, Türkler çokuluslu, çokdinli bir im paratorluğu yönetirken, O s­
manlıcılık / İslâmcılık’ın yerine koyam adılar.
Berlin K ongresi’nin sonuçlanm asından sonra bile, büyük güçler Os-
manlı İm paratorluğu’na baskı uygulamayı sürdürdü ve bir yandan da bölge­
deki hükümlerini güçlendirdiler. 1881 M ayısı’nda, Fransa, İtalyan emellerini
engellemek amacıyla ve Berlin’de verilmiş olan Osmanlı toprak bütünlüğünü
korum a sözünü hiçe sayarak Tunus üzerinde manda yönetimi ilan etti. M ı­
sır’ın m ali sorunları, iflas ilanı ve ordudaki rejim karşıtı ayaklanm a, Eylül
1 8 8 2 ’de İngiltere’nin m üdahalesine yol açtı; bunu izleyen işgal 1 9 5 4 ’e kadar
sürdü. Balkanlar ve Y unanistan’da, ulusal ihtirasları tatmin etme çabası de­
vam etti. Yunanlılar’ın Girit A dası’nı elde etme çabaları 1897’de O sm anlı­
larca, O sm anlılar’ın savaş alanında kazanacağı am a barış m asasında kaybe­
decekleri bir savaşa yol açtı. Büyük güçlerin m üdahalesi sonucunda padişah,
T esalya’yı bırakmaya ve G irit’te de 1912’de adanın tamamen ilhakına vara­
cak bir özerk yönetim kurm aya razı oldu.
Arnavutluk ile T rakya arasındaki bölge olan M akedonya üzerinde Y u­
nanlılar, Bulgarlar, Sırplar ve M üslüm anlar tarafından hak iddia ediliyordu.
M akedonya’nın en önemli kenti Selanik’te nüfus, 1492’de Ispanya’dan sürü­
len Yahudiler’in yerleştirilmesinden beri büyük ölçüde Yahudi olup, bunlar
O sm anlı yanlışıydılar. Her millet kendi davası uğruna bir çete savaşına giriş­
mişti ve bu durum yurtdışından m üdahaleye davetiye çıkarıyordu. Büyük
güçler reform istediler ve D ersaadet de Hıristiyan nüfusu yatıştıracak önlem­
ler alm ayı kabul etti. Ancak, bölgede çatışan çıkarları olan Rusya ve Avustur­
ya, Bâbıâli’nin reform önlemlerini yetersiz bularak kendi önerilerini gündeme
getirdiler. 1903’te, M akedonya üzerinde yarım bir yabancı kontrolü kurm a­
yı başardılar, ama şiddet hareketleri, toplum lar arasında geçici bir uyum sağ­
layan Tem m uz 1908’deki İkinci M eşrutiyet’e kadar devam etti.
A nadolu’daki Ermeni toplumu 19. yüzyıl boyunca bölgede gelişen mil­
liyetçilikten etkilenmişti. Misyonerlik faaliyetleri adeta bir kültürel yenidendo-
ğuşu tetiklemiş, klasik dil ve edebiyatın yeniden doğm asına ve ortak toplum ­
sal yaşam ın laikleşmesine yol açmıştı. Ermeni aydınları topluluk içinde hem
temsilî yönetim hem de bölgede egemen aşiret ve feodal yapılardan korunmak
için kışkırtmalara başlam ışlardı. Rusya, reform hareketine hâmilik yapıyordu
ve Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi, Osmanlı hükümeti Ermeni isteklerini
tatmin edemezse ortak harekât hakkı tanıyordu. Ermeniler kendilerini ulusal
hakları için savaşa hazırladılar ve kom şu R usya’dan destek buldular. Yine de
Ermeni hareketi kendi içinde bölünmüştü; bir kısım Ermeniler, Ermeni emel­
lerini tatmin edecek liberal bir rejimin kurulması amacıyla Jön Türkler safın­
da mücadele edilmesi taraftarıydılar. Bunlar âyan sınıfının mensupları, genel­
de banker, tüccar gibi müteşebbislerdi ve küçük bir ulusal devlettense büyük
bir im paratorluğun parçası olmayı yeğliyorlardı. A nadolu’da bir ulusal devlet
kurmak isteyen Ermeniler çiftçiler ve taşra tacirleriydi, kendi emellerine yar­
dım için Avrupa müdahalesini Balkan örneğini taklit ederek sağlam aya çalışı­
yorlardı. M üdahaleyi kışkırtma girişim leri, bunlar A ğu stos 1896’da İstan­
bul’da bir İngiliz-Fransız ortaklığı olan Osmanlı Bankası’nı işgal ettiklerinde
başarısızlığa uğradı; büyük güçler uyum içinde hareket ve müdahale edemeye­
cek kadar dağınıklardı. Sonuçta, Ermeni hareketi o an için bastırılmış oldu.
Büyük güçlerin içişlerine karışm asıyla uğraşm anın yanı sıra, II. Abdül-
hamid kendi evini düzene sokm ak am acıyla birçok alanda reform lar gerçek­
leştirdi. M aliye önemli bir konuydu ve Tunus, M ısır örneklerindeki gibi sonu
işgale varacak bir Avrupa malî kontrolü olasılık dahilindeydi. D olayısıyla,
Kasım 1881’de sultan, M aliye N ezareti’nden bağım sız olacak ve im parator­
luğun kredilerine bakacak olan Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin kuruluşunu
onayladı. Düyun-ı Umumiye’nin üyeleri İngiltere, Fransa, Almanya, H ollan ­
da, İtalya ve O sm anlı Devleti tarafından atandı ve Düyun-ı Umumiye kısa sü­
re içinde personel sayısında Osm anlı M aliye N ezareti’ni fazlasıyla geçti. İda­
re, en önemli kaynaklardan birtakım vergileri toplayarak yabancı tahvil sa ­
hiplerine kazançlarından pay ödüyordu. Sultan, açıklan kapatm ak amacıyla
yeni vergiler salsa da ne kapitülasyonlarca korunan binlerce yabancıdan ne
de onların himaye ettiklerinden vergi almayı başarabildi.
Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin kuruluşunun bir sonucu olarak, yaban­
cı yatırımcılar sultanın mali rejimine ve im paratorluğun geleceğine daha bü­
yük güven duydular. Dolayısıyla da, im paratorluğa demiryolları, karayolları,
maden ocakları, buharlı gemiler şeklinde bir ekonomik altyapı yaratacak ve
im paratorluğu dünya pazarına daha rahat eklemleyecek yabancı yatırım lar
yapıldı. A bdülham id bunun yıkıcı faaliyetlerde kullanılm asından korktuğu
için telefon konusunda çok kısıtlı gelişme olsa da, hüküm darlığı süresince de­
m iryolu, karayolu ve liman in şaatların da önemli gelişm eler yaşandı; am a
bunlar bile im paratorluğun ihtiyaçlarını karşılam aya yetmedi.
II. A bdülham id tarımın önemini kavram ıştı, böylelikle özel kurum lar
kurarak gelişimini destekledi. M enafi Sandıkları’na 1 8 8 8 ’de Z iraat Bankası
adı verilerek, kurumun örgütsel yapısı genişletildi; bunun büyük önemi vardı,
çünkü bankanın am acı çiftçi kredilerini düzenlemek ve tefecilerin önünü kes­
mekti. M aalesef sadece büyük toprak sahipleri arazilerini geliştirip güçlendi­
recek krediler alabildiler ve küçük çiftçiler kredi alam adıkları için eski çiftçi­
lik yöntemlerine m ahkûm kaldılar. Büyük çiftliklerde bir gelişme vardı ve sa­
hipleri ihracat için kullanılabilecek para getiren ürünlerden tütün, pam uk, in­
cir ve zeytin yetiştirmeye başladılar. Bunlar zenginleşerek yerel burjuvalara
dönüştüler ve 1908 sonrası siyasette etkili oldular.
Ticaret, tarım ürünleri ve madenlerin ihracından faydalanm aya başla­
dı. Öte yandan, korunm ayan sanayi A vrupa’dan gelen ithal ürünlere karşı re­
kabet edemedi. Bu sebeple, endüstri kısıtlı ve yerel ölçekliydi; zanaatkarlar
deri, cam , kumaş, kâğıt ve el dokum ası hah üretimi gibi işler üzerinde yoğun­
laşıyorlardı. Sonuç o la rak , O sm anlı endüstrisi azgelişm iş kaldı ve ancak
Cum huriyet döneminde sanayileşmeye yönelik önlemler alındı.
A bdülham id’in eğitim reform ları en önem li reform lar oldu, ancak
bunlar aynı zam anda rejimin zayıflam asına da yol açtı. Padişah bu reform la­
rı başlatarak adeta kendi mezarını kazdı. Böylelikle M üslüm an nüfus arasın­
da eğitim önemli ölçüde genişlerken yine de gayri-M üslimler arasındaki hıza
yetişemedi. Ortaokul ve lise eğitimine önem verilirken ilköğretim ihmal edil­
di, böylece de genel cehalet oranı yüksek kaldı. Ancak şehirli alt-orta sınıf
üyeleri için özellikle askeri ve bürokratik kariyer amaçlı laik eğitim , sınıf at­
lam a aracına dönüştü. Ham idiye dönemi okulları, alt-orta sınıf mensuplarına
askerî okullara girerek sınıf atlam a imkânı tanıdı. Jön Türk hareketinin pek
çok üyesi bu toplumsal sınıftan geldiler ve eğitim onlara bürokrasinin yolunu
açtı. Yine de aynı sosyal sınıf içindekilerin çoğunluğu medreselerde eğitimi ve
cam i hocalığı gibi görevlerle ulemanın alt sınıfında yer almayı seçtiler. Laik
eğitim almış subayların çoğu Abdülhamid karşıtıydı ve sultan da mektepli -
yani H arbiye’de eğitilm iş- laik subaylara karşı ihtiyatlıydı. Dolayısıyla, bu
tür bir eğitim alm am ış, temel özellikleri O sm anlı tahtına sadakat olan kıtada
yetişip yükselmiş alaylı subaylara terfide öncelik tanıdı. Eğitimdeki bu ikilik
im paratorluğun sonuna kadar sürecek ve iki kesim -laikler ve din darlar- yan
yana yaşayacaktı.
Eğitim yeni ve potansiyel olarak devrim ci hareketin katalizörüydü.
H am idiye reform larından önce, m uhalefet m ensupları karşıt aydınlardan
oluşuyordu. Ahmed Rıza (1859-1930) ve Prens Sabahaddin (1877-1948) gi­
biler ve onlarla birlikte pek çok sürgündeki Jö n Türk, siyasal ve sosyal siste­
mi kökten değiştirmek değil, onu daha kapsayıcı ve modern hale getirmek is­
tiyorlardı. Ahmet Rıza Osmanlı içişlerine Batı müdahalesine karşı çok duyar-
lıydı, Prens Sabahattin ise Batı m üdahalesini kullanarak sultanı devirip yeni
bir rejim kurm ak isteğindeydi. A bdülham id, birçok sürgünü onlara arpalık­
lar bahşederek satın almayı başardı; bunlar için rejime dahil olmanın anlam ı
bu olmuştu!
Ancak, 1 8 7 0 ’ler ve 1880’lerde doğm uş, laik yeni okullarda eğitilmiş
olan alt-orta sınıf m ensuplan, anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini sade­
ce başlangıç olarak görmektelerdi. İm paratorluğun sadece siyasal değil, to p ­
lumsal, ekonom ik ve kültürel yaşam larım da dönüştürm ek, hareketlerinden
bir devrim oluşturm ak istiyorlardı. H ayret edilmeyecek biçimde, toplum sal
açıdan m uhafazakâr olan daha yaşlı liderler -Ahm ed Rıza ve Prens Sabah at­
tin- 1908 sonrasında sadece kısıtlı bir rol oynadılar; Prens Sabahattin liberal
muhalefetin lideri oldu. 1908’de siyasi öncelik yeni bir toplum sal sınıfa geçti
ve Osmanlı tarihinde yeni bir sayfa açtı.

O k u m a Ö n e r Il e r I
S tan fo rd J . S h a w ve Ezel K u ra l S h aw , O sm a n lı im p a r a to rlu ğ u ve M o d e rn T ü rk iye: R e ­
fo rm , D ev rim ve C u m h u riy et: M o d e rn T ü rk iy e'n in D o ğ u şu , 1 8 0 8 - 1 9 7 5 / C ilt 2 ], çev.
M eh m et H a rm a n c ı, İstan b u l: E Y ay ın ları, 1 9 8 2 .
N iy az i B erkes, T ü r k iy e ’d e Ç a ğ d a şla ş m a , İstan b u l: Y ap ı K redi Y a y ın la rı, 2 0 0 2 .
B ern ard Lew is, M o d e rn T ü rk iye'n in D o ğ u şu , A n k ara: T ü r k T a r ih i K u ru m u , 1 9 7 0 .
D o n ald Q u a ta e rt, O sm a n lı İm p a ra to rlu ğ u 1 7 0 0 - 1 9 2 2 , İstan b u l: İletişim Y ay ın ları, 2 0 0 3 .
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Meşrutiyet Devrimi,
Reform ve Savaş
(1908-1918)
A N A Y A SA N IN D Ö N Ü Ş Ü

A slında O sm anlı İm paratorluğu 20 . yüzyıla, 19 0 0 ’de değil gerçek anlam ­


da Sultan II. Abdülham id’in (saltanatı 1876-1909 arası tahtta) otuz yıl
önce rafa kald ırd ığı an ayasayı yeniden yürürlüğe koyduğu 23 Tem m uz
1 9 0 8 ’de girdi. A bdülham id’in kararı im paratorlukta büyük iyimserlik ve co ş­
ku yarattı, çünkü bu yeni dönem tüm vatandaşlar için ‘özgürlük, eşitlik ve
adalet’ sözü veriyordu. M üslüm anlar veya gayri-M üslim , farklı etnik köken­
den herkes -R u m lar, Bulgarlar, M akedonlar, Ermeniler, A raplar, Kürtler,
Yahudiler ve T ürkler- yeni anayasal dönemin beklentisiyle sokaklarda birbir­
lerini kucakladılar. Bir gece içinde, basın her istediğini sansür tehdidi olm a­
dan yazıp basacak hale geldi; insanlar aralarında Saray hafiyeleri bulunmadı­
ğından emin olarak kahvehanelerde biraraya geldiler. K asab a ve şehirlerde
halk ellerinde pankartlarla, bando-mızıka eşliğinde hüküm et konaklarına yü­
rüyerek yeni düzeni öven konuşm alar yaptı. Siyasi suçlular için bir af çıkarıl­
dı; sürgündekiler A vrupa’dan, M ısır’dan ve geniş sınırları olan im paratorlu­
ğun çeşitli köşelerinden İstanbul’a dönmeye başladılar.
T aşrada da olay merkezdekine denk bir coşkuyla kutlandı. Sultanın
mutlakıyetçiliğine karşı çıkan çeşitli komitelerin liderleri im paratorluğa b ağ­
lılık ve yönetimle işbirliği sözü verdiler. Padişahın kendi değilse de danışm an­
ları, mutlakıyetçilikten sorumlu tutuldular ve anayasayı sorun çıkarm adan
yeniden yürürlüğe koyan Abdülhamid hareketi ele geçirmiş oldu. Anayasa ta­
raftarı hareketin önderi durumundaki îttihad ve Terakki Cemiyeti hareketi
Hürriyetin İlanı büyük bir coşka ve gösterilere neden oldu. Devlet görevlileriyle halk arasında
“hürriyet” kavramının yorumundan dolayı anlaşmazlıklar oluyordu. Hatta kimi Osmanlı vatandaşı
‘hürriyet geldi’ diyerek vergi dahi ödemek istemiyordu... Bu arada sansür de kalkmış, birdenbire
yayınlanan gazete ve dergi sayısında artış olmuştu. Ittihadçılar ise bu coşkuyu kendilerinin iktidarı
için kullanacaklardı. Eski bir kartpostalda Karaköy’de yapılan hürriyet gösterileri
(Sacit Kutlu Koleksiyonu).

A bdülham id’i sözünden dönerse mücadeleyi yeniden başlatm akla tehdit etti.
Eski rejim çökm üş olduğu için bir yasa ve düzen eksikliği vardı. Cemiyet bu
durum da kontrolü ele geçirmeyi denedi; zaten o dönemde hükümeti destekle­
yecek prestij ve otoriteye sahip tek kurumdu.
Ancak, Ittihad ve T erakki Cemiyeti, her zam an için, kökleri M akedon­
ya’da olan bir gizli örgüt olm uştu. Örgütte sorum luluk kapsam ında ast-üst
ilişkisi içinde ilerleyen bir hiyerarşi mevcut değildi. Cemiyet içerisinde kabul
edilmiş bir liderlik yoktu ve bu yüzden İttihad ve Terakki Cemiyeti, kararları
genel kurulun seçtiği merkez komitesinin aldığı, bir ‘liderler partisi’ olarak
adlandırılıyordu. İyi tanım lanm ış bir ideolojisi yoktu; amacı ‘im paratorluğu
kurtarm ak’ ve im paratorluğun çokdinli, çokuluslu toplumunun 20. yüzyılda
birlik içinde yaşayabilm esi am acıyla, reform yapm aktı. O sm anlı toplum u
ağırlıklı olarak M üslüm an olduğundan, İttihadçı liberaller anayasayı İslâm ’ın
devletin resmî dini olduğunu belirten 11. m addesini kaldırarak laikleştiremi-
yorlardı. İttihadçılar arasındaki İslâmcılar, anayasanın şeriatla uyumlu oldu-
ğunu çünkü şeriatın meşveret'ı onayladığını belirtiyorlardı. Böylelikle, İttiha-
dçılar şeriatın anayasal düzende baskın olduğu kurgusunu öne sürerken, m u­
hafazakârlar bunun böyle olmadığı iddiasındaydı. O an için, İttihadçılar, to p­
lum sınıflan arasında bir devrim yerine, yönetici seçkinler sınıfı içinde bir d ar­
be gerçekleştirmekte başarılı olm uşlardı. Ancak bir yıl içerisinde toplumu sar­
san reformlar uygulam aya başladılar. M eclis’i belirlemek üzere seçimlere gi­
dilmesini ortaya atarak ve -M üslim veya gayri-M üslim , T ürk veya değil- eş­
rafa temsil hakkı vererek parlam ento ile kabinenin toplum sal yapısını değiş­
tirdiler. Bu eşraf da, buna karşılık olarak, yasam anın tabiatını değiştirdi.
Coşkulu kutlam a dönemi ağustosta sona erdi. Bunu, anayasanın ken­
di durumlarını düzelteceğini düşünen işçilerin başlattığı grevler dizisi izledi.
Ancak bunlar yanılıyordu, çünkü meşrutiyetçiler ekonom ik düzenin disiplin­
li ve söz dinleyen işçilere sahip bir sosyal barış gerektirdiği fikrindeydiler.
Meşrutiyet rejimi güçlenen bir O sm anlı İm paratorluğu’nun doğal olarak ken­
di emperyalist emellerini baltalam aya çalışacağını düşünen dış güçleri de te-
laşâ düşürdü. İngilizler, M ısır ve H indistan’da, başarılı meşruti yönetimlerin
etkisini bildiklerinden meşrutiyetçilere karşı mesafeli, yer yer tehditkâr bir ta ­
vır takındılar. Diğer güçler daha güçlü tepki verdiler. Bulgaristan bağımsızlı­
ğını ilan etti, Avusturya Bosna-H ersek’i ilhak etti, Girit Adası da Yunanis­
tan ’la birleşme kararını açıkladı. Bu olaylar yeni rejimin saygınlığını zedele­
yen darbeler oldu.
İstan bul’da Bâbıâli bürokrasisine hâkim olan liberal A hrar Fırkası
yandaşları İttihad ve Terakki Cem iyeti’ne artık siyasi iktidar Saray’dan alın­
dığına göre siyaset sahnesinden çekilme baskısı yapıyordu. Ancak İttihadçı-
lar, kazanacaklarını tahmin ettikleri aralık seçimleri sonrasında daha da faz­
la etkili olacaklarını düşündüklerinden çekilmeyi reddettiler. M üslüm an top­
lumun alt-orta sınıfından gelen İttihatçılar kabineyi ellerine alarak ülkeyi
doğrudan yönetemeyeceklerini kavradılar. Dolayısıyla, hükümeti parlam en­
toya hükmederek kontrol edeceklerine güvendiler.
1908 seçimlerinin sonuçları A hrar Fırkası yandaşlarını hayal kırıklığı­
na uğrattı ve İttihadçılar’ın tahminlerini doğruladı. İttihadçılar ezici bir ço ­
ğunluk kazanm ış gibi duruyorlardı am a Sadrazam Kâm il Paşa İttihad ve T e­
rakki Cemiyeti’nin M eclis toplandığı zam an çoğunluğa sahip olamayacağını
düşünüyordu. O an için padişah anayasal bir hüküm dar gibi davranırken k a ­
bine de modern, merkeziyetçi bir yapı oluşturmak am acıyla anayasal olm a­
yan yasaları ele alm aya girişti. A m aç, büyük güçler tarafından kabul görecek
ve onları kapitülasyonları kaldırm aya götürerek denizaşırı haklarından vaz­
geçmeye yöneltecek bir sistem yaratm aktı. Saray kontrol altına alınm ıştı, ama
Bâbıâli, yani Ahrar Fırkası tarafından yönlendirilen bürokrasi, İttihadçıları
m arjinalize ederek siyasi iktidarı tekelleştirmeyi umuyordu. Kâm il Paşa, bu­
nu iktidar yapılanm asında önemli bir unsur olan Osm anlı ordusunun kontro­
lünü kazanarak yapabileceğine inanıyordu. Bunun sonucu olarak, M eclis’in
desteğine sahip olduğu inancıyla, Şubat 1909’da harbiye ve bahriye nazırları­
nı görevden alıp yerlerine kendi adamlarını getirdi. Ancak, kendi kabinesinin
üyeleri, Kâmil Paşa’nın kabinede çalışma arkadaşlarına danışm adan değişik­
lik yapm ası sebebiyle, istifa ettiler. Meclis, 13 Şubat’ta hareketlerinin anaya­
sa dışı olduğu iddiasıyla Kâm il P aşa’yı sorgulam ak için toplandı. Kâm il Paşa
istifa tehdidinde bulundu; onun yerine M eclis güvensizlik oyu verdi ve Kâmil
Paşa da kabinesi de düştü. Sabık rejime hizmet etmiş ama İttihadçı reform
program ına sıcak bakan Hüseyin Hilmi Paşa sadrazam oldu.
Kâmil Paşa’nın düşüşü Ahrar yandaşları ve tüm İttihadçı karşıtı unsur­
lar için büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Bunların arasında özellikle Rum
Patrikliği olm ak üzere Gayri-M üslim seçkinler, sultan, mürteciler ve İngiltere
Elçiliği de vardı. M uhajçfet İttihad ve Terakki Cemiyeti karşıtı sert bir basın
kam panyası başlattı ve elçiliğin desteğinden güç buldu. Gericiler nisanda re­
form lara muhalefete başlayarak İslâm ’a dayalı bir birlik çağrısı yaptılar. G a ­
zeteleri Volkan aracılığıyla M eclis’teki din adam larına, ordudaki erlere, kent­
li alt sınıflara seslendiler.

KARŞI DEV RİM


İttihadçı karşıtı propagandanın bir sonucu olarak , İstanbul garnizonunda,
aralarında askerlik hizmetine alınan medrese öğrencilerinin de bulunduğu as­
kerler 13 N isan 1909’da (31 M art 1327) başkaldırdılar. Bunlar, şeriatın ye­
niden uygulanmasını, kabinenin azledilmesini ve yeni rejimin özgürleştirdiği
M üslüm an kadınların toplum sal hayattan tecridini istemekteydi. İttihadçı
m ebuslar hayatlarından endişe ederek saklanırken Hüseyin Hilmi Paşa da is­
tifa etti. Abdülhamid durum a el koydu. Asilerin tüm isteklerini kabul etti ve
ertesi gün hamilik ettiği Tevfik P aşa’yı yeni sadrazam olarak atadı.
Karşıdevrim başarılı olm uş, İttihad ve Terakki Cemiyeti hezimete uğ­
ramış gibiydi. Bu, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kök salm am ış olduğu İs­
tanbul’daki durumdu. A ncak M akedonya’da durum farklıydı. 3. O rdu ve
onun İttihadçı taraftarları, isyanı lanetleyerek, Saray’ı meşrutiyet yeniden ku­
rulm azsa mukabeleyle tehdit eden bir telgraf bom bardım anına tuttular. İsya­
nı körüklediğini iddia ettikleri bazı önde gelen A hrarcılar’ın tutuklanm asını
31 Mart’taki ayaklanmadan sonra Rumeli’den Hareket Ordusu’nun gelmesi üzerine, Medis-i
Mebusan ve Meclis-i Ayan üyeleri Meclis-i Milli adı altında Yeşilköy’de Yat Kulüp’te ortak bir
toplantı düzenledi. Toplantıya Sait Paşa (Küçük) ile Ahmed Rıza başkanlık etti. Ama bu toplantıdan
beklentilere rağmen II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesi karan alınmadı. Padişah'ın hal’i ise daha
sonra 27 Nisan'da gerçekleşecekti. Eski bir kartpostalda Yeşilköy Yat Kulüp’te Sait Paşa ve meclis
üyeleri (Sacit Kutlu Koleksiyonu).

istediler. Bu arada, meşrutiyete bağlı subaylar ‘H areket O rdusu’ adı altında


bir kuvvet oluşturarak, başkentte düzeni sağlam ak ve asileri cezalandırm ak
üzere Selanik’ten yola çıktılar.
Hareket O rd usu’na siyasetin dışında kalan ve sert disipliniyle tanınan
bir asker olan M ahm ud Şevket Paşa kom uta ediyordu. Kendine gelen ve an a­
yasanın yürürlükte olduğunu, her şeyin bir kez düzen yerine oturdu mu, iyi­
ye gideceğini söyleyen heyet tarafından yapılan hareketten vazgeçme teklifini
reddetti. Başkente girdi ve 24 N isan ’da kısa bir çatışm a sonrası şehri ele ge­
çirdi. Bu arada, M eclis-i Ayan ve M eclis-i M ebusan M eclis-i Umumi-i Milli
adı altında şehrin dışında M arm ara kıyısında bir Rum köyü olan Ayastefa-
n os’ta (Yeşilköy’de) 22 N isan 1 9 0 9 ’da toplandı. Bunlar, meşrutiyeti teminat
altına alarak Sultan II. A bdülham id’i tahttan indirme kararı aldılar ve bu
M eclis kararı da şeyhülislâmın bir fetvasıyla onaylandı.
İstanbul’da başarısızlık ihtimaline karşı karşıdevrimciler Adana vilâye­
tindeki Ermeniler’i katlederek yabancıları müdahaleye kışkırtm ayı planlamış-
lardı. Edirne mebusu ve katliam ı araştırm aya gönderilen heyetin bir üyesi
olan H agop Babikyan A dana katliam ının, karşıdevrimciler yeni düzene ve
anayasaya bağlılıkları dolayısıyla Ermenilerden nefret ettikleri için gerçekleş­
tirildiğini bildirdi. Dolayısıyla, meşruti düzeni yok etmek istiyorlarsa Ermeni-
leri de yok etmeleri gerekiyordu. Ancak, katliam üzerine, Fransız savaş gemi­
leri M ersin ’e doğru yollandıysa da, yabancı m üdahalesi olm adı. Alman ve
İtalyan ittifakından sonra A vrupa’da güç dengesi önemli ölçüde değişmişti;
artık diğer büyük güçlerin onayı olm adan tek başına savaş gemisi diplom asi­
sine girişmek Avrupa’da barışı tehdit edebilirdi. Yeni rejim kendi adına gay-
ri-Müslimlerle iyi ilişkiler kurm aya kararlıydı. Dolayısıyla, 5 M ayıs’ta kabine
A dana katliam ları kurbanları için 30.000 liralık bir harcamayı onayladı; 12
M ayıs’ta M eclis A dana olayları için taziyetlerini bildiren ve tüm Anadolu
vilâyetlerinde nüfusun tüm unsurları arasında uyum ve kardeşliği emreden
bir bildiriyi kabul etti. M iralay (albay) Ahmet Cem al Bey (1872-1922) Ada-
n a’ya vali olarak atandı. C em al, önde gelen bir İttihadçı subaydı; Enver
(1881-1922) ve T alât’la (1874-1921) birlikte, ileriki yıllarda ülkenin iç ve dış
politikasını yönlendiren “ üçlü” den biri oldu. Düzeni sağlam ak am acıyla kar-
şıdevrimcilere karşı sert önlemler aldı; O sm anlı tarihinde ilk defa bazı seçkin
M üslüm an âyan katliam daki rolleri sebebiyle asıldılar.
Anayasal düzenin yeniden kurulması, İttihadçılar için hem iyi hem de
kötü oldu. Her ne kadar Ittihad ve Terakki Cem iyeti’nin liberal ve m uhafa­
zakâr muhalifleri örgütlü bir grup olarak ezilmiş olsa da bunların temsil ettik­
leri ruh canlı kaldı. Ayrıca, karşıdevrim M ahm ud Şevket Paşa’nın kom utasın­
da yenilgiye uğratıldığından, M ahm ud Şevket Paşa hükümetteki egemen güç
olarak kaldı. İttihadçılar, özellikle paşa ordunun tüm siyasi etkilerden uzak
kalm asını emrettikten sonra, M ahm ud Şevket P aşa’nın hükümetteki azınlık
ortağı olarak kaldılar. M ahm ud Şevket Paşa, 1., 2. ve 3. ordular genel müfet­
tişi olarak atandı ve bu onu harbiye nazırından ve kabineden bağım sız kıla­
rak yeni rejimin diktatörü yaptı.

V. M E H M E D ’İN T A H T A ÇIKIŞI
V. M ehm ed olarak bilinen M ehmed Reşat (1844-1918) 1909’da Abdülha-
m id’in yerine geçti. Abdülm ecid’in (1839-1861 arası tahtta) oğluydu ve ideal
meşrutî hükümdar olarak görülüyordu. Tahta çıktığında altmış beş yaşınday­
dı; siyasi tecrübe ve kişisel hırstan yoksundu. Dolayısıyla, İttihad ve Terakki
Cemiyeti çevresine adam larını yerleştirerek Saray’da etkisini korurken, hükü­
metin her dediğini yapm aya hazırdı. Hüseyin Hilmi Paşa yine sadrazam ola­
rak atandı, ancak kabinesinde bir tek İttihadçı yer alm ıyordu. Toplum , alt-or-
ta sınıf mensuplarını kabinede görmeye hazır değildi. İttihadçılar bir yasayı de­
ğiştirerek mebusların -kendi m ebuslarının- çeşitli bakanlıklara müsteşar ola­
rak atanmasını sağlam ayı denedi. Böylelikle kabinenin işleyişini etkileyebile­
ceklerini umuyorlardı. Ancak M eclis anayasanın 67. m addesini değiştirmeyi
reddetti ve İttihadçılar uygulamaya ters olarak üyelerini doğrudan kabineye
sokm aya zorlan dılar. M aliyeci ve Selanik m ebusu M ehm ed C avit (1875-
1926) Haziran 1 9 0 9 ’da maliye nazırı oldu ve ilerleyen yıllarda önemli bir rol
oynadı. Ağustosta belki de İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin en önemli ve örgü­
te hâkim üyesi olan ve 1917’de sadrazam olacak M ehmed T alât, eski rejimle
yakından ilişkilendirilen Ferid Paşa’nın yerine dahiliye nazırı olarak atandı.
İttihadçılar artık kabinede rahattılar am a M eclis’teki konum lan zayıf­
tı. Cemiyet kendi platform undan seçilmiş am a kendi istekleriyle çelişir şekil­
de oy kullanan m ebuslar üzerinde disiplin sağlayam ıyordu. Bu arada, İttihad
ve Terakki Cem iyeti’nin bir siyasi parti olmadığını, dolayısıyla parti disiplini­
ne sahip bulunmadığını belirtmekte fayda var. İttihad ve Terakki Cemiyeti,
birbiriyle rekabet eden ve genelde de çatışan çıkarlara sahip bir hareketti.
1909 M art’ında İttihad ve Terakki Cemiyeti bir meclis grubunun veya bir
‘parti’nin kurulmasını kabul ederek disiplin sağlam ayı um du. Ancak fikir işe
yaram adı ve ‘p arti’ye bağlı m ebuslar 67. maddenin değiştirilmesine karşı oy
verdiler. Şubat 1 9 1 0 ’da bir hizip İttihad ve Terakki Cem iyeti’nden ayrılarak
Ahali Fırkası’nı kurdu ve yekvücut cemiyet efsanesini ortadan kaldırdı.
M ahm ud Şevket’in gözetimi altında siyasi faaliyetler tarafsızlaştı. Ah-
rarcılar gözden düştü ve bir süre için gölgede kaldı. İttihadçılar, her ne kadar
M ahm ud Şevket reform ve modernleşme programlarını benimsemiş olsa da,
paşanın kıdemsiz ortakları olarak çalışm aya zorlandılar. Bu arada, Ahrarcı-
lar yaralarını sararak , kendilerini yeniden düzenlediler ve Kasım 1911’de, im ­
paratorluktaki tüm İttihad ve Terakki Cemiyeti karşıtı grupların bir ittifakı
olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı kurdular.
B aşarısızlığa uğrayan karşıdevrim sonrasında, reform cular mecliste
m uhalefetsiz kalm ışlardı ve bu sayede önemli yasaları kolaylıkla geçirebili­
yorlardı. Bunların üç am acı vardı: birincisi, 1908 Tem m uzu’ndan beri ortaya
çıkan gelişmeleri anayasaya aktarm ak; İkincisi, im paratorluğu ve im parator­
luğun idari m ekanizm asını m odernleştirip bütünleştirmek; üçüncüsü, büyük
güçlerin hoşlanacağı yasalar çıkararak yabancıların im paratorluk hukukun­
dan m uaf tutulm asına yol açan durum u ortadan kaldırıp, bu devletlerin ken­
dilerine tanınm ış olan kapitülasyonlardan vazgeçmelerini sağlam ak. 1909
anayasa değişiklikleri yetkiyi padişahtan alarak bunu yasam a organına ve hü­
kümete devretti. Yalnız, im paratorluğu m odernleştirm e am açlı reform lar
Türk olm ayan gayri-M üslim nüfus arasında önemli ölçüde rahatsızlık yarat­
tığı gibi Arnavutluk’ta da büyük isyanlara yol açtı. Yine yönetimin kapitülas­
yonların kaldırılm asına yönelik çabalan da başarısızlıkla sonuçlandı. Büyük
güçler direnerek herhangi bir tavizden kaçındıkları gibi, ayrıca B âbıâli’den
yeni tavizler istediler. Bunun sonucunda, im paratorluk, İstanbul yönetimi Ey­
lül 1 9 1 4 ’te A vrupa’daki savaştan yararlanarak kapitülasyonları kaldırana
kadar, bir yarı sömürge halinde kaldı. Bu süreçte, kapitülasyonlar reformları
engellemekte, Osmanlı egemenliğini ve bizzat m odern, bağım sız bir devlet
kavram ını zedelemekteydi. Tüm zorluklara karşın, reformlar, özellikle de Ca-
vit Bey’in idaresinde malî rejim reformları, önemli değişimler yarattı. 1909’da
148 m ilyon lira olan gelirler 1 9 1 0 ’da 184 m ilyona yükseldi. B ugünkü
IM F’nin bir öncülü olan Düyun-ı Umumiye İdaresi bile rejimin İdarî başarıla­
rını övgüyle karşıladı. A n ad olu’da, hatta yasaların pek geçmediği D o ğu ’da
bile, şartlar önemli ölçüde ilerlemişti. İngiltere elçilik m aslahatgüzarı, Van
vilâyetinde anayasa sonrasında şartların iyileştiğini, köylülerin artık Kürt aşi­
retlerinin saldırılarından bile korkm adıklarını, siyasi sebeplerle tutuklanm a­
dıklarını ve hükümet yetkilileri ile jandarm aya barınak temin etmek zorunda
kalm adıklarını belirtmekteydi.
Reform lara ve gelişen şartlara rağmen, bir ölçüde M ahm ud Şevket Pa-
şa’nın kaprisli tavırları, bir ölçüde de İttihad ve T erakki Cemiyeti içindeki g ö ­
rüş farklılıklarından doğan hizipler yüzünden epeyce fazla bir siyasi gerginlik
vardı. 1910-1 9 1 1 ’de anlaşm azlık öylesine arttı ki, 10 Şubat 1911’de T alât
Bey dahiliye nazırlığı görevinden istifa etmek zorunda kaldı ve yerini daha
ılımlı olan Halil Bey’e (Menteşe) bıraktı. Bu tür ödünler siyasi istikrar doğur­
madığı gibi, İttihad ve T erakki, meclisin kontrolünü de kaybetti. Siyasi du­
rum , İtaly a’nın O sm anlı İm p aratorlu ğu ’na sa v a ş ilan etmesi ve 2 9 Eylül
1911’de Libya’da T rab lu sgarp ’a saldırmasıyla daha da ağırlaştı. D ah a önce
Rom a büyükelçisi olan ve Hilm i Paşa’dan sonra sadrazam lığa atanan İbra­
him H akkı Paşa, istifa etmek zorunda kaldı, yerine seksen yaşına yaklaşan
M ehm ed Sait Paşa sadrazam oldu. M ahm ud Şevket Paşa ile İttihad ve T erak­
ki Cemiyeti, savaş sebebiyle, özellikle de İtalyanlar bazı Ege adalarını işgal
ederek Çanakkale Boğazı’nı ablukaya aldıktan sonra, büyük prestij kaybına
uğradılar. Bunun üzerine İttihadçılar, hazır hâlâ im paratorlukta kendi istek­
lerini yaptırabilm e güçleri varken, M eclis’in dağıtılm asını ve 1912 ilkbaha­
rında erken seçimlere gidilmesini kararlaştırdılar. 1912 seçimleri, İttihadçılar
güç kullanma ve hile yoluna gittiklerinden ‘sopalı seçimler’ diye bilinir. İttiha-
dçılar bu seçimlerde, M akedonya’daki destekçilerini yitirme pahasına da ol­
sa, büyük bir başarı elde ettiler. Yine de İttihadçılar iktidarın tadını uzun sü­
re çıkaram adılar. 1 9 1 2 ’nin temmuz ayında, kendilerine H alâsk âr Zabitan
G rubu adını veren ve 1908 darbesini yapan ekibi hatırlatan bir askerî grup,
hükümete bir ültim atom vererek M ehm ed Sait Paşa’yı istifaya zorladı.

B A L K A N SAV AŞLA RI VE O SM A N LI YEN İLG İSİ


H alâsk âr Z ab itân G ru bu ’nun iktidara getirdiği liberal yönetim (21 Tem-
m uz’dan 29 Ekim 1 9 1 2 ’ye kadar Ahm et M uhtar Paşa kabinesi, 28 Ekim
1 9 1 2 ’den 23 O cak 1 9 1 3 ’e kadar da Kâm il Paşa kabinesi), İttihad ve Terakki
Cemiyeti’ne karşı olduğu gibi İttihad ve T erakki’yi yok etmeye de kararlıydı.
Liberallerin daha fazla zamanları olsaydı ve büyük güçlerden, özellikle de İn­
giltere’den Balkan Savaşı sonrasında yeterli destek görselerdi, İttihad ve T e­
rakki Cemiyeti’ni yok ederek, yenilgiden sonra ayakta da kalabileceklerdi.
Sırbistan, K aradağ, Bulgaristan, Y unanistan’dan oluşan Balkan ittifakı, O s­
manlI’daki siyasi anlaşm azlıklardan ve İtalya’yla süregiden savaştan faydala­
narak 1912 Ekim i’nde O sm anlılar’a saldırdılar. Birkaç hafta içinde Osmanlı
ordusu bozguna uğratılmış ve Balkanlar kaybedilmişti. 9 Ekim ’de çatışm ala­
rın başlam asından önce, İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edw ard Grey, Avam
K am arası’nda “ Ç atışm alar nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, büyük güçler sta­
tükoda herhangi bir değişikliğe izin verm eyecektir” açıklam asın da bulun­
m uştu. Ancak, bu tür açıklam alar, O sm anlı bozgunu sonrasında çabucak
unutuldu. Bulgar ordusu kasım ortalarında İstanbul’un hemen dışındaki Ça-
talca’da durduruldu ve 3 Aralık 1 9 1 2 ’de bir ateşkes antlaşm ası imzalandı.
1 9 1 3 ’ün ocak ayında L on d ra’da görüşm elere başlan sa d a, Bâbıâli Edirne
kentini vermeye ve Ege adalarından vazgeçmeye yanaşm adığından görüşm e­
ler sonuçsuz kaldı. Edirne, Bizans’ın fethinden önce im paratorluğun başken­
tiydi, bu nedenle, O sm anlı için m oral bir güce ve İstanbul’un savunması açı­
sından da hayati öneme sahipti.
Kâmil Paşa ordudaki muhalefet tarafından sıkıştırılm ış olduğundan,
Edirne’nin ve Ege adalarının verilmesinde herhangi bir sorum luluk almak is­
temiyordu. D aha savaşta çarpışm am ış olan subaylar, zaferin çarpışm aların
sonunda elde edileceğini düşünerek yeniden savaşm ak istiyorlardı. Basın da
teslimiyete karşıydı, İttihad ve Terakki ise toplumsal direnişi desteklemektey­
di. 13 O cak’ta, büyük güçler yeniden İstanbul’u Edirne’yi verme ve adalar so ­
rununu da kendilerine bırakm a konusunda zorladılar. Güçler, yeniden çatış­
ma çıkarsa im paratorluğun daha da büyük tehlikelerle karşılaşabileceğini,
barışın im zalanmasından sonra da O smanlıların büyük güçler’in ‘m addî ve
m anevi’ desteğine ihtiyaç duyacağını İstanbul’a bildirdiler. Bu tür bir destek
sadece Bâbıâli Avrupa’nın sözünü dinlerse m üm kün olacaktı. A ncak, Avus­
turya ve Rusya Osmanlı direnişini, İttihadçılar’ ın Edirne’nin başkentin sa ­
vunm asında hayati önemi olduğu ve teslim edilemeyeceği fikrine dayanarak
desteklemekteydi. Kabine bir karara varam adan İttihadçılar, Kâm il Paşa’yı
Bâbıâli Baskını diye bilinen bir eylem sonucunda, silah zoruyla istifaya zorla­
yarak 23 O cak 1913’te iktidarı ele geçirdiler. T alât, bu eylemle ya milletin
onurunun kurtarılacağı veya o yolda perişan olunacağını, savaşın devamını
istemediklerini am a Edirne’yi elde tutmaya kararlı olduklarını söylüyordu.
Edirne’nin elden çıkarılması kesinlikle söz konusu olam azdı. M ahm ud Şevket
Paşa yeni, ılımlı bir kabine kurdu. T alât, Cavit ve Enver beyler gibi önde ge­
len İttihadçıların kabinede yer alm am ası dikkat çekiciydi. M ahm ud Şevket
Paşa ise en baskın siyasi kişi olarak kaldı.
Yeni kabinenin durum u kritikti. Hâzinenin boş olm asının yanı sıra
Balkan devletleri de görüşmelerden çekilme ve çarpışm aya başlam a tehdidin­
de bulunuyorlardı. Siyasal belirsizlik gözönüne alındığında İttihadçılar, Ali
Kemal ve Rıza Nur gibi önemli muhalefet liderlerini satın alıp bunları arpalık
mahiyetinde Avrupa’ya göndererek muhalefete karşı uzlaşmacı bir siyaset iz­
lemeye başladılar. 3 Şubat’ta ateşkes sona erince çatışm alar yeniden başladı.
Bâbıâli, büyük güçlerin m üdahalesini istediyse de A vrupa’nın işe karışm asın­
dan önce Edirne’nin verilmesi gerektiği yanıtını aldı. Şubat sonunda Edirne
düşmek üzereydi ve hükümet Prens Sabahaddin’i sadrazam yapm a am açlı bir
liberal darbeyi engellemek üzere önlemler aldı. Ancak, darbe İttihad ve Te­
rakki Cem iyeti’ni de radikalleştirm işti. O dönemin insanları, İttihadçılar’ın
nasıl 1870 Fransız K om ünü’nü taklide başladığını ve Edirne’nin nasıl Os-
m anlılarda Alsace-Lorraine’in karşılığı olduğunu fark ettiler. Edirne, altı ay­
lık bir kuşatm a sonrasında, 26 M art’ta düştü ve bu durum İttihadçılar’ı, Os-
m anlı’nm ikinci başkentini çarpışm adan verme ayıbının yükünden kurtardı.
Yine de İttihad ve Terakki Cemiyeti bir m iktar prestij yitirdi. Görüşm elere ye­
niden başlandı ve Bâbıâli’ye bu kez Kâmil Paşa kabinesine önerilenlerden çok
daha kötü şartlar önerildi.
23 O cak 1913 darbesinden sonra Kâmil Paşa, Lord Kitchener’la İstan­
bul’daki durumu tartışm ak üzere Kahire’ye gitm işti. Kitchener’a ‘Kâm il Pa-
şa ’nın halihazırdaki Türk hükümetinin uzun süre dayanacağını sanm adığı ve
de kendine çok yakın gelecekte bir diğer devrim olasılığı yönünde bir duyum
Osmanlı ordusu başlangıçta umutla girdiği Balkan Harbi’nde bozguna uğramaya başlayınca, yüzlerce
yıl süregelen Rumeli ve Balkanlar’daki egemenliği sarsılmaya ve çökmeye başladı. Bu çöküşün
sonunda doğup, yaşadıkları toprakları terketmek zorunda kalan insanların yaşadıkları bugün bile
kuşaktan, kuşağa aktarılan ve toplumsal hayata yansıyan etkiler yaratb. Savaş sırasında göç eden
halkı gösteren eski bir kartpostal (Sacit Kutlu Koleksiyonu).

geldiği’ söylenilmişti. Kâm il Paşa daha sonra ‘eğer İtilaf Devletleri’nin, özel­
likle de İngiltere’nin desteği’ olursa İstanbul’da iktidara gelme arzusunu be­
lirtmişti. Grey’in ‘Türkiye’deki yönetim açısından uygun bir yabancı kontro­
lünün kurulup kurulam am ası sorununu’ değerlendirmesini istedi. ‘Bu tür bir
yaklaşım Türkiye’yi yok olm aktan korum anın tek yoluydu, Kâm il Paşa da bu
görevi üstlenmeye gönülden razıydı. T ab iî İngiltere ve İtilaf Devletleri’nin bu
yabancı kontrolünü empoze etmesi gerekiyordu, çünkü bunu kendi başına
ortay a atm ayı başaram azd ı. A ncak, eğer onlar böyle bir siyaset güderse,
memnuniyetle yardım cı olurdu.’
İttihadçılar bir kom plodan şüphelendiler ve K âm il P aşa İstanbul’a
döndüğü 28 M ayıs’tan itibaren fiilî ev hapsinde tutuldu. İstanbul muhafızı
Ahmed Cemal Bey anılarında ‘Paşanın İstanbul’a dönüşü, isyanın çıkm ak
üzere olduğunun en kesin deliliydi’ diye yazar ve M ahm ud Şevket Paşa’yı,
‘ [Kâmil Paşa] İstanbul’a cesedinizin üzerinden sadrazam yapılm ak üzere geti­
rildi. Paşanın gelişi ayaklanm anın hemen olacağının gizli bir işaretidir’ diye
ikaz ettiğini belirtir. Gerçekten de 11 H aziran’da, Edirne’nin kaybının Ittiha-
dçılar’ın prestijini zedelediğine kanaat getiren liberaller, M ehmet Şevket Pa-
şa ’yı öldürdüler am a iktidarı ellerine geçiremediler. Kom plo ortaya çıkarıldı,
kısa sürede muhalefet safdışı bırakılarak O sm anlı tarihinde yeni bir sayfa
açıldı.
30 M ayıs Londra A ntlaşm ası’na kadar, Enez-Midye hattının batısın­
daki tüm topraklar gibi Edirne de Bulgarlar’a bırakıldı. 23 O cak darbesinin
kahram anı Enver Bey prestij kaybettiği gibi İttihad ve Terakki Cem iyeti’nde-
ki konum undan da oldu ve Ali Fethi Bey [Okyar] (1880-1943) genel sekreter
seçildi. M ahm ud Şevket Paşa suikastından sonra İttihadçılar nihayet iktidara
hâkim di. M ısırlı bir prens olan ve aynı zam anda hariciye nazırlığını da elinde
tutan Sait Halim Paşa (1863-1921) tarafından kurulan kabine, hâlâ ılımlıydı.
Kabinenin am acı, bir A rap sadrazam ın yanı sıra bir Lübnanlı Hıristiyan olan
Süleym an el-Bustani ile D aşn ak milliyetçi hareketi mensubu O skan Efen-
di’nin de katılımıyla A rap vilâyetlerinin ve Ermeni toplumunun gönüllerini
alm aktı. Kabinede Rum bakan olm am ası, Balkan Savaşı’nın Yunan milliyet­
çiliğini güçlendirdiğinin ve artık Rum toplum unun güvenilir ve O sm anlı ca­
m iasının parçası olaf'ak görülm ediğinin bir işaretiydi. Kabine ayrıca T alât
Bey (dahiliye), Halil Bey (Menteşe) (Şûrayı Devlet başkanı), İbrahim (adliye)
ve Şükrü Bey (maarif) beyler gibi önde gelen İttihadçılar’ı da kapsıyordu. H ü ­
kümet muhalefete karşı sert önlemler aldı ve 3 0 0 ’den fazla m uhalif tedbir
olarak Karadeniz limanlarına sürgüne gönderildi. Sultanın bir akrabası olan
D am at Salih Paşa gibi birtakım kom plocular asılarak idam edildiler.
B alkan lar’daki m üttefikler arasındaki ayrılıklar sonunda savaşa yol
açtı. 28 H aziran 1913’te Bulgaristan Sırp ve Yunanlılar’a saldırdı, 11 Tem-
m uz’da Rom anya Bulgaristan’a savaş açtı; ertesi gün Osm anlılar durum dan
yararlanarak Balkan devletlerinden bağımsız olarak savaşa katıldılar. T rak ­
ya’yı savunm asız bulan O sm anlılar, kısa süre önce kaybetmiş oldukları top­
rakları geri alm aya başladılar. Bir irade-i şahane eskiden im paratorluk top­
rakları olan yerlerin ele geçirilmesini buyururken, basın da zafer sarhoşu Yu­
nanlılar alm adan Edirne’nin zapt edilmesini istiyordu. Ancak kabine, Londra
A ntlaşm ası’nın ihlâli durum unda büyük güçlerin müdahale ihtimali endişesi
yüzünden bölünmüştü. İttihadçılar, 23 Ocak darbesinin sebebinin Edirne ol­
duğunu belirterek eylem istiyor ve kenti alm adıkça İttihad ve T erakki Cemi-
yeti’nin yönetimde bulunmasına dair manevi hakkın elden gideceğini söylü­
yorlardı. 22 Tem m uz’da, devrimin beşinci yıldönümünden bir gün önce, En­
ver Bey ordunun başında Edirne’ye girdi ve İttihadçılar, sözlerinde durarak
kaybettikleri prestijin bir kısmını geri kazandılar. Yabancıların baskı ve v aat­
lerine karşın Bâbıâli Edirne’yi geri vermemekte ısrar etti. Seçim bölgesi Edir­
ne olan T alât Bey, basına ‘Osmanlı vatanseverliği artacak güm rük vergileri
karşılığı satılık değildir... Edirne ancak bizim kenti savunm ak için son askeri­
ne kadar kendini feda etmeye hazır olan sadık ve cesur ordum uzun kanı p a­
hasına satın alınabilir’ açıklam asını yaptı. Büyük güçler -İngiltere, Fransa,
R usya, Almanya, A vusturya-M acaristan ve İtalya- İstanbul’a karşı ortak bir
cephe ortaya koyam adılar. İtalya T ürk taraftarı bir tutum sergiledi; öte yan­
dan Alman büyükelçisi Berlin’den talim at almadığını belirtti. Sofya tek başı­
na kalmıştı ve İstanbul’la doğrudan müzakerelere girmesi gerekti. Sonunda,
2 9 Eylül’de O sm an lılar ile Bulgarlar arasın da bir an tlaşm a im zalanarak -
Edirne ve D im etoka’yı da kapsayarak-D oğu Trakya O sm anlılar’a bırakıldı.
A ntlaşm a, ayrıca gelecekte çok ağır sonuçları olacak olan nüfus mübadelesi
hakkında m addeler de içermekteydi.

Y E N İLG İN İN Y A N SIM A LA R I
Balkan Savaşı’nın ağır yenilgileri, İttihadçılar arasında bir kendinden şüphe ve
kendini dinleme dönemi başlattı. Balkan ittifakına hemen teslim olmaya razı
olm asalar da büyük güçlerin emri vakilerine karşı daha uysaldılar. Osmanlı
kurumlannı çağdaşlaştırm ak için de yabancı uzmanlığının gerekli olduğuna
karar verdiler. Dolayısıyla da ekim ayında, Bâbıâli Alm anya’yla bir antlaşma
im zalayarak Osm anlı ordusunu modernize edecek askerî heyetin görevlerini
belirledi. İngiltere heyetine başkanlık eden Amiral Lim pus’a göre, İngiltere’yle
imzalanan deniz kuvvetleri hakkındaki antlaşm a donanm ayı yeniden yarata­
cak ve daha da önemlisi, im paratorlukta ağır sanayii başlatacaktı. Ahmet Ce­
mal Bey, Sir Henry W ilson’a ‘Türkler askerî eğitmenlerini [yani Almanlar’ı]
değiştiremezler [am a], geri kalan tüm konularda, mâliyede, yönetimde, d o ­
nanm ada, yalnız İngiltere’nin rehberliğini arzu ederler’ diyecekti. Ancak İngi-
lizler, Osm anlılar’ı kanatları altına alarak R uslar’ı dışlayacak durumda değil­
diler ve bunun A vrupa güçler dengesindeki etkilerinden korkuyorlardı.
1913’ün haziran ayında, R uslar büyük güçlerin büyükelçilerine Os-
manlı Ermenileri’nin mağduriyetlerinin karşılanm asını, tıpkı Lübnan örne­
ğinde olduğu gibi D oğu A nadolu’daki Ermeni vilâyetleri diye bilinen vilâyet­
lerin bir Hıristiyan vali yönetimine verilmesini önerdi. Tem m uzda Bâbıâli,
O sm anlı nüfusunun isteklerini dinlem ek am acıyla Y ü zb aşı Deedes ile üç
M üslüm an’dan oluşan bir heyet gönderdi. Bu arada, dürüstlüğü ve adaletiyle
tanınan Albay Havvker Erzurum, T rabzon ve Van jandarm asının başına geti­
rildi. Adliye Nezareti’nde danışm anlık yapm ış ve im paratorluğu gayet iyi ta­
nıyan K ont O strorog’a göre, ‘Ermeni sorununun doğrudan ve etkin yollarla
çözülmesi gerektiğinden haberdar olan Türkler, Ermeni reformunu İngiltere
kontrolü altında gerçekleştirmeye istekliydi. Sırf diplom atik sebepler bile pla­
nın gerçekleştirilmesini engelledi’.
Şubat 1914’te Bâbıâli büyük güçlerin D oğu A nadolu’yu her biri kü­
çük, tarafsız devletlerden seçilmiş bir genel müfettişe sahip olacak altı bölge­
ye ayırm a önerisini kabul etti. Genel müfettişler etkili yönetim için gerekli re­
form larla görevlendirilecekti. Ancak, yabancı denetimindeki bu reform lar,
gazeteci Ahmet Emin Y alm an ’ın izlenimlerine göre, ‘Doğu Sorunu jargonun­
da kesip atm aya bir girizgâhtı. Türk egemenlik haklarının devamı kurgusu,
her hal ve şartta, bir uyutucu malzeme’ demekti. N isan 1914’te, R us ajan la­
rınca kışkırtılan Kürt aşiretleri Bitlis Ermenileri’ne saldırınca, Bâbıâli bölgeye
asker gönderdi ve Ermeni topluluklarına kendilerini savunmaları am acıyla si­
lah dağıttı. Bir Ermeni gazetesi, gericilere karşı kenti savunm ak üzere Osman-
lı yönetiminin silah dağıtacak kadar kendilerine güvenmesini övdü. Aslında,
Bitlis Ermenileri’nin silahlandırılm ası, İttihadçı devletin zayıflığını gösteriyor­
du; bu, devletin Doğu A nadolu’daki tebaasını koruyam ayacağının, yani her
modern devletin en temel görevini yerine getiremeyeceğinin, sam im i bir itira­
fıydı. A ncak, isyankâr Kürtler daha sonra ortaya çıkabilecek şiddet olayları­
nın önüne geçilmesi amacıyla cezalandırıldılar. M ayıs ayında, on bir kişi suç­
lu bulunarak idam edildi ve cesetleri herkesin görm esi amacıyla kentte teşhir
edildi. Tem m uzda reform programının ilerleyebilmesi için M eclis, iki genel
müfettiş ve bunların emrindeki kişiler için 4 0 .0 0 0 sterlinlik bir harcam ayı
onayladı.
Osmanlıların Balkan Savaşı süresince ve sonrasında diplom asi alanın­
da dışlanm asından beri İttihadçılar A vrupa’daki iki bloktan biriyle ittifak
kurm aları gerektiğine karar vermişlerdi. Bu ya İngiltere, Fransa ve R u sy a’dan
oluşan Üçlü İtilaf olacaktı veya Almanya, A vusturya ve İtalya’dan kurulu
olan Üçlü İttifak. İttihadçılar Üçlü İtilafı tercih ederek sırasıyla İngiltere,
Fransa ve R usya’ya yanaştılar, ancak bunların her biri tarafından geri çevril­
diler. Alm anya da Balkan Sav aşı’ndaki O sm anlılar’ın başarısızlıkları sonra­
sında İstanbul’la bir ittifaka girmekte aynı derecede kararsızdı; O sm anlılar
hem askerî hem diplom atik bir yük olmaya adaydı. Ancak H aziran 1914’te
Avusturya-Sırbistan savaşının çıkmasından sonra, Berlin, bir O sm anlı işbirli­
ğinden kazanacağı şeylerin kaybedeceklerinden daha fazla olduğunu hesapla­
dı. Berlin ancak savaşa gireceğinden kesinlikle emin olduğu zaman İstanbul’a
yöneldi. 28 Tem m uz’da Berlin, B âbıâli’ye, “ Bâbıâli ordusunu sadece savaş
durum unda Alman askerî yönetimine bırakır” ve Rusya savaşa düşm an kuv­
vet olarak katıldığı takdirde Osm anlılar A lm anya’nın yanında yer almayı ka­
bul ederlerse, R usya’ya karşı Osmanlı toprak bütünlüğünü korum a garanti­
siyle kesin ittifak antlaşm ası şartları önerdi. Alman im paratoru, Osmanlı İm-
paratorluğu’nu ve halifeliği, İngiltere’ye karşı cihad ilan etmenin temeli ola­
rak gördü. Nitekim büyükelçisine ‘İngiltere’nin suratından Hıristiyan barış-
çıllığı m askesi apaçık yırtılmalıdır... Türkiye ve H indistan’daki konsolosları­
mız, ajanlarımız ve diğerleri, tüm M üslüm an âlemini bu tiksindirici, yalancı
ve vicdansız millete karşı vahşice ayaklanm ak üzere tutuşturm alıdır; çünkü
biz ölümcül yaralar da alsak en azından İngiltere de H indistan’ı kaybedecek­
tir’ diye yazıyordu.

A LM A N Y A ’YLA İT T İF A K
Gizli ittifak 2 A ğustos 1 9 1 4’te imzalandı. Bâbıâli, askerî heyete ‘savaş yöne­
timinde etkin kontrol’ konusunda güvence vererek Osmanlı ordusunu bu he­
yete bağladı. Alman tarihçi Fritz Fischer’e göre, ‘ittifak bir yandan Cihad’a
yol verecek pan-İslâm ist hareketi serbest bırakm ak içindi. ... Türkiye böylece
A lm anya’nın savaş stratejisinde ikili bir rol üstlendi: R usya’nın Karadeniz’de
ve Batılı müttefikleriyle iletişimini sekteye uğratan B oğazlar’ın koruyucusu
rolü ile aynı zam an da R usya’nın güney kanadına karşı süreğen bir tehdit
oluşturup bu şekilde İngiltere’nin en kolay incinebilir iki noktasına, Hindis­
tan ve M ısır’a saldırı için bir sıçrama tahtası oluşturma rolü’ .
İttihadçılar, A lm anya’yla ittifakı im paratorluğu Avrupa emperyaliz­
minin hırsından korum ak için bir sigorta anlaşm ası olarak gördüler. O d ö ­
nemdeki çoğu gözlem ci gibi savaşın kısa süreceğini ve Alm an hâmileri tara­
fından kollanacakları bir müzakereli antlaşm ayla biteceğini düşündüler. İn­
giltere’nin O sm anlılar için İngiltere tersanelerinde inşa edilm iş iki savaş ge­
misine el koyma kararı, ülkenin genel hissiyatında derin izler bıraktı ve Al­
m anya’nın im paratorluktaki konum unu güçlendirdi. İngiltere filosu, İstan­
bul savaşa katılm adan çok önce B oğazlar’ı ablukaya alm aya başlam ıştı. K a ­
bine buna 3 A ğustos’ta sıkıyönetim ve seferberlik ilan ederek karşılık verdi.
T alât Bey, seferberliğin savunm aya yönelik bir önlem olduğunu; İngiltere ile
Fransa Osmanlı top rak bütünlüğünün ve bağımsızlığının korunm ası için ay­
rı ayrı garanti vermeleri, ayrıca kapitülasyonların kaldırılm asını kabul etme­
leri durumunda B âb ıâli’nin savaş sonuna kadar tarafsız kalacağını açıkladı.
Londra ve Paris bunu yapm aya isteksizdi; İtilaf Devletleri’ni bir arada tutan
en önemli unsurlardan biri de O sm anlı topraklarının bölünüp paylaştırılm a­
sı sözüydü.
Seferberliğin ekonom ik sonuçları, özellikle de tarım da, çok ciddi ol­
du. On sekiz ile kırk yaş arası erkekler tam da h asat zamanı askere çağrıldı­
lar ve kadınlar onların işlerini üstlenmek zorunda kaldı. Ülkenin zaten kötü
durum da olan mâliyesi de olum suz bir şekilde etkilendi ve hüküm eti Ber­
lin’in avucuna daha da fazla itti. 10 A ğustos’ta iki Alman savaş gemisinin,
Goeben ve Breslau’nun M arm ara Denizi’ne sığınm aları, özellikle de önceden
İngilizler tarafın dan kon trol edilen O sm anlı d on an m asın a karşı, Alm an-
lar’ın elini daha da güçlendirdi. Osmanlı kabinesi gemilerin silahsızlandırıl­
masını önerdi. Ancak İstanbul’daki Alman büyükelçisi Baron von W angen­
heim böyle bir önlemi alm ayı reddetti ve O sm anlılar gemileri geri çevirirler­
se R u slar’a katılarak im paratorluğu parçalam a tehdidinde bulundu. Kabine
bu tehdit üzerine başka bir önlem i, A lm anlar’ın gemileri O sm anlılara sattığı
kurgusunu tercih etti. İttihadçılar çekingen m izaçlı insanlar değillerdi ve bu
olayı büyük güçlere karşı ellerini güçlendirmekte kullandılar. Eylülde kapi­
tülasyonları tek taraflı olarak ve diplom atik protestolara karşın lağvettiler.
Aynı zam an da, Bulgaristan ve Rom anya Üçlü İttifak tarafından ikna edilme­
dikçe sav aşa girmeyeceklerini ifade ederek tarafsızlıklarını vurguladılar. Ey­
lül 1 9 1 4 ’teki M arne M uh arebesi’nin Fran sa’nın başarısıyla sonuçlanm ası,
İttihadçılar arasındaki tarafsızlık yanlılarını güçlendirdi. Fransa’daki başarı­
sızlıktan sonra Alman Genelkurm ay’ı, savaş planlarında önemli değişiklikle­
re gitm ek ve R usya’ya karşı bir “ yerinde tu tm a” operasyonu yapm ak zorun­
da kaldı. Bu, O sm anlılar’ın K afkaslarda R u sy a’ya karşı bir cephe açm asını
gerektiriyordu. Bu andan itibaren, Bâbıâli’ye karşı baskı günden güne arttı;
hüküm et altı haftalık seferberliğin m alî sıkıntısını hissetmeye başlad ık ça
Berlin de B âb ıâli’nin para ihtiyacından yararlandı. Alm anya, A m iral W il­
helm Souchon yönetime getirilip Amiral Lim pus yönetimindeki İngiltere he­
yeti geri çağrılınca, O sm anlı donanm asını da tüm den kontrol eder hale gel­
di. 1 9 0 4 ’ten beri O sm anlı G üm rük, sonra da M aliye nezaretlerinde danış­
manlık yapm ış olan Richard C raw ford da istifa edince, Alman uzm anlar Os-
manlı D evleti’ni fiilen ele geçirdiler!
Am erikan elçisi, ‘... A lm anya’nın Türk donanm ası üzerinde büyük etki­
si var; askerî heyetleri fiilen T ürk ordusunu yönetiyor. Ayrıca von der Goltz
[Golç Paşa] ile büyükelçileri de kabineye danışm anlık yapıyor’ diye yazıyordu.
2 7 Eylül 1914’te Cavit Bey, günlüğünde ‘Eminim ki Alm anya biz sav a­
şa girene kadar bize hiç para vermeyecek’ diye anlatıyordu. Berlin’e ülkenin
d arb o ğazd a olduğu anlatıldı ve ekim de,
O sm anlılar sav aşa girerse devamının da
geleceği vaadiyle kredinin ilk bölümü gel­
di. 29 Ekim ’de, Enver P aşa’nın da deste­
ğiyle, A m iral S o u ch o n K a rad e n iz ’deki
R us gemi ve lim anlarına saldırdı, böylece
O sm anlılar saldırgan taraf haline geldiler.
O layın zam anlam ası Alm an stratejisi ta ­
rafından belirlenmişti. Alm anlar, Polon­
y a ’ya karşı daha yeni bir saldırı başlatm ış­
lardı ve Rus güçlerinin Kırım ve O d esa
bölgesinde bağlı k alm asın ı istiyorlardı.
K aradeniz olayından son ra, R uslar Kaf-
k a sla r’da bir sald ırıya geçm ek zorunda
kaldılar ve Avrupa cephelerindeki birlik­
lerini buraya yönlendirdiler. Osmanlıların
sav aşa girmesi O rtad o ğu ’da, özellikle de
Osm anlıların tarihi bir hak iddiasına sa ­ Almanya güttüğü siyaset gereği
Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini
hip olduğu M ısır’daki İngiliz güçleri üze­ gerçekleştirmeye doğru adımlar atarken,
rinde benzer bir etki yaptı. Rusya, İngilte­ özellikle orduya hâkim olmayı planladı.
Mahmud Şevket Paşa, Mahmud Muhtar
re ve Fransa Bâbıâli’ye savaş ilan ettikle­
Paşa, Enver Bey gibi subayları da saflanna
rinde Osmanlıların bu güçlere karşı cihat çekti. Resimde Osmanlı ordusunda hizmet
ilan etme olanağı doğdu, tüm M üslüm an­ veren Baron von der Goltz (Golç Paşa)
(Sacit Kutlu Koleksiyonu).
la r ın sultan-halifenin düşm anlarına karşı
savaşm asının kutsal bir görev olduğu du­
yuruldu. Amaç, söm ürgelerdeki M üslüm an halkları ayaklandırm ak ve yurt
içindeki M üslüm an askerleri de motive etmekti.
A lm an y a’nın strate jik ih tiy açların ca yön len d irilerek O sm an lılar
1 9 1 4 ’ün aralık ayında büyük bir saldırıya geçti. İngilizler buna Çanakkale
Boğazı’nın uç tabyalarını bom balayarak karşılık verdi; bu İstanbul’da büyük
endişeye yol açtığı gibi, hükümetin A n ad o lu ’da K on ya’ya veya T rak ya’da
Edirne’ye taşınm ası tartışm alarını başlattı. Sarıkam ış taarruzu, kış ortasında
böyle bir saldırıya hazır olmayan O sm anlı ordusu için bir askerî facia oldu.
Bronsart von Scellendorff’un kurmay başkanı olduğu ve Enver Paşa tarafın­
dan yönetilen ordunun büyük bir bölüm ü yok oldu ve Enver 1915’in ocak
ayında İstanbul’a yıkılmış bir adam olarak döndü.
BİR İN C İ D Ü N Y A SAVAŞI’N D A O SM A N L IL A R ’IN R O LÜ
O sm anlıların savaşı iki temel aşam aya bölünebilir: Kasım 1914’ten R u sy a’da
devrimin başladığı M art 1 9 1 7 ’ye kadar olan ‘kriz ve canlanm a yılları’ olarak
nitelendirilebilecek süre; M art 1917’den Ekim 1 9 1 8 ’e kadar süren ‘umutların
belirmesi ve yenilgi’ dönemi. İlk aşam anın büyük kısm ında, im paratorluğun
durumu genelde istikrarsızdı. 1 9 1 5 ’te İngiltere ve Fransa tarafından Rusya
üzerindeki baskıyı azaltm ak ve Güney R usya’ya Karadeniz üzerinden bir ik­
mal yolu açm ak amacıyla başlatılan Çanakkale seferi, im paratorluğun yaşa­
mını tehdit ediyordu. O cak 1 9 1 5 ’e gelindiğinde durum İttihadçılara ayrı bir
barış antlaşm ası yapmayı düşündürecek kadar tehlikeli olmuştu. İngiltere’ye
bu teklifle yanaştılarsa da geri çevrildiler. Dış tabyalara yönelik ilk büyük
bom balam a 19 Şubat 1 9 1 5 ’te başladı. İtilaf güçlerinin Çanakkale Boğazı’nı
geçerek başkente varabileceği korkusu o kadar fazlaydı ki, İttihadçılar A na­
dolu ve T rak y a’ya çekilerek mücadeleye oralardan devam etme hazırlığına gi­
riştiler. M art ayına gelindiğinde durum çok um utsuzlaşm ıştı am a Fransız sa ­
vaş gemisi Bouvet 18 M art günü boğazın girişinde batırıldığında İttihadçı-
lar’ın m orali yükseldi. Churchill’in Çanakkale B oğazı’nı denizden bom bardı­
mana tutm ası, esasında Yunanistan ve Bulgaristan’ı İtilaf Devletleri safında
savaşa sokm aya yönelik siyasi bir harekâttı. H attâ, Churchill bom bardım a­
nın başkentteki Rum ve Erm eniler’in ayaklanm asına yol açacağını, İngiliz
propaganda metinlerinde ‘O sm anlı Yahudileri’nin etkisi altındaki ateistler ve
m asonlar’ olarak tanımlanan İttihadçılar’a karşı bir M üslüm an hareket baş­
latacağını ummaktaydı. İngilizler, İttihad ve T erakki Cemiyeti’nin Prens Sa-
bahaddin önderliğindeki liberal muhaliflerinin fırsat buldukları anda hükü­
meti devirmek için bir darbe yapacakları fikrine güveniyorlardı. D olayısıyla,
İttihadçılar iki cephede savaşm anın yanı sıra içeride de bir darbe ihtimaliyle
uğraşm ak zorunda kalacaktı. Diğer cephelerden gelen haberler de aynı dere­
cede cesaret kırıcıydı: M ayıs 1 9 1 5 ’te Doğu A n adolu’ya ilerleyen R us güçleri
Tutak, M alazgirt ve V an’ı ele geçirmiş, büyük bir kış taarruzu için hazırlık
yapm aktaydılar. İngilizler’in Irak ’taki ilerleyişi, 3 H aziran’da K u t’ül-Ama-
re’yi alm alarıyla devam etti. Ö te yandan O sm anlılar M ısır’da herhangi bir
varlık gösteremediler. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, o zam ana kadar tarafsız
kalmış olan İtalya’nın da İtilaf Devletleri’ne katılacağı düşünülüyordu.
A n adolu’daki Rum ve Ermeni gruplarının tehciri ve katliam ları işte
tam da bu sırada başladı, O sm anlılar Rum ve Erm eniler’in düşm anla işbirli­
ği yaptığına inanm ışlardı. O sm anlı Meclisi M art 1 9 1 5 ’te oturum larına ara
verdiğinde, kabine 27 M ayıs 1915 tarihli bir kanun-ı m uvakkat yayınlaya-
Anadolu'da Ermenilere yönelik tehcir ve katliam olayları Doğu cephesinde Puslara, Irak’ta Ingilizlere
karşı alman yenilgiden sonra başladı. Gerekçe ise Ruslarla işbirliği yapbklarına inanılan Ermenilerin
savaş bölgelerinden uzaklaştırılmasıydı. O yıllardaki amele taburlarında Ermeniler.

rak Ermeniler’in, dah a sonra da R u m lar’ın, savaş bölgelerinden düşm ana


yardım edemeyecekleri bölgelere yerleştirilmesini istedi. 1 9 1 8 ’de imzalanan
ateşkesin hemen ertesinde, Osmanlı M eclisi’ndeki Rum tem silciler Batı A na­
dolu Rum toplum una karşı uygulanan başk a yerde iskân politikasından Ge­
neral Liman von San ders’i ve Alman ordusunu sorumlu tuttular. Sadrazam
sürülm e olayını kendine sorduğunda von Sanders ‘Bu sürgünler durdurul-
saydı, Türk ordusunun güvenliğini garanti edem ezdik’ diyerek savaş sırasın­
da askerî ihtiyaçların siyasi etmenlerin önüne geçtiğini vurguladı. Ayrıca, Al­
m an Genelkurmayı’nın kendinin R um lar’ın Ayvalık bölgesinden atılmasına
yönelik uygulam asına tam am en katıldığını iddia etti. Bu politika, katliam la­
ra ve gayri-M üslim ler için büyük acılara yol açtı. A ncak, Kölnische Zei-
tu n g’un 1915 -1916 yıllarında O sm anlı İm paratorluğu m uhabiri olan Dr.
H arry Stürmer, T w o War Years in Constantinople (İstanbul’da İki Savaş Y ı­
lı) adlı anı kitabında (Londra, 1917, s. 59-61) ‘Tehcir 1916 yazında Ermeni
Patrikliği’nin düşüşü sonrasında seyrelmeye başladı ve Aralık 1 9 1 6 ’ya gelin­
diğinde önceden askerlikten muafiyet vergisini vermiş olanların toplan m a­
sıyla birlikte neredeyse durdu’ diye yazdı. D urum , 1 9 1 7 ’de R usya’da devrim
olm asından sonra yine kötüleşti.
B u rada belirtmek gerekir ki, devlet tarafın dan desteklenen ideoloji
pan-İslâm izm ve O sm an lıcılıktı; genelde belirtildiği gibi Türk milliyetçiliği
değildi. İttihadçı çevrelerde artan bir milliyetçi bilinçlenme vardı ve bu, bir
Rusya T ürkü olan Yusuf A kçura’nın çevresinde toplanm ış Türk Yurdu gru­
bunda kendini ifade ediyordu. Ancak bu grup düşüncelerini çok açık ifade
edebilse ve özellikle basında sesi çok duyulsa da, hükümet politikasında, özel­
likle de dış politikada hüküm et ideolojisi üzerinde etkisizdi. Bunun sebebi sa ­
dece kısmen pragm atikti ve daha çok hem yönetici seçkin sınıfın hem de se­
ferberlikte olan genel halk kitlelerinin bilinç düzeyiyle ilgiliydi. İm paratorluk­
taki halkın büyük kısmı M üslüm an ’dı ve henüz simgeleri olmayan milliyetçi­
lik yerine dinî dayanışm a isteğinden daha kolay etkileniyorlardı. H alifelik ve
saltanatı kuşaklardır birleştirm iş olan Osmanlı H anedam ’nın sahip olduğu
karizm a da dinî çağrıları kolaylaştırıyordu. Ayrıca, İslâm î dayanışm a çağrısı­
nın sadece A rap taşrası ve Kuzey A frika’da değil, aynı zam anda İttihadçılar
ve A lm anlar’ın düşm anlarına karşı ayaklanm alar çıkmasını um dukları İran,
Afganistan ve H indistan’da da etkili olması beklenmekteydi.
1 9 1 5 ’in ikinci yarısı boyunca askerî durum umut verici değildi. Ç a ­
nakkale saldırısının başarı ihtimali ve bir İngiliz-Fransız işgali tehdidi başken­
tin üzerinde asılı kaldı, bir Bulgar saldırısı ihtimali ile de derinleşti. Hariciye
Nazırı H alil Bey [Menteşe], anılarında ‘Bulgarlar bize çarpıştığımız dönemde
arkadan sald ırsalard ı... G elibolu’daki durumumuz felâket olurdu’ diye yazı­
yordu. Eylül ayında durum o kadar kötüydü ki İttihadçılar Bulgaristan’ı Üç­
lü İtilaf’a katılm aktan vazgeçirmek için Sofya’nın istediği toprakları vermeyi
kabul ettiler. Bu, Balkanlarda güç dengesini değiştiren bir olay, savaşta bir
dönüm noktası olarak görüldü. Sonrasındaki Sırp-Bulgar savaşı, Sırplar’ın
yenilgisiyle sonuçlandı ve Berlin ilk kez İstanbul’a doğrudan bir karayolu
bağlantısı kurabildi. Ayrıca Çanakkale seferi de İtilaf Devletleri açısından ba­
şarısızlığa uğruyor gibi görünüyordu.
1 9 1 6 ’nın ocak ayında, İtilaf Devletleri Gelibolu Y arım ad asın d an çe­
kilmeye başladılar. Çekilme haberi gelir gelmez başkentte İttihad ve Terakki
Cemiyeti tarafından şenlikler düzenlendi. Ancak basında ‘Büyük Z a fe r’ ola­
rak anılan bu olayın kalıcı önem i, O sm anlı/M üslüm an moral değerlerine ge­
tirdiği canlılıktı. Tek bir darbeyle Balkan Savaşları’nın travması da beraberin­
de getirdiği aşağılık kompleksiyle birlikte ortadan kalkmıştı. O sm anlılar yüz
yıldır başkentlerini tehdit etmekte olan İngiltere donanm asını (ve ordusunu)
yenerek nihaî bir zafer kazandıkları kanısındaydılar. Ayrıca içinde bulunduk­
ları ittifakta üstlerine düşenden fazlasını yerine getirdiklerini, A lm anlar’ın da
bunu görüp ödüllendirmeleri gerektiğini düşünüyorlardı.
Ancak, İngiltere’nin Gelibolu’dan çekilmesi krizi sona erdirmedi; kriz
yeni bir şekle büründü. O cak 1916’da K afk aslar’daki Rus ordusu yeni bir sal­
dırıya geçerek 16 Şu bat’ta Erzurum’u ele geçirdi ve Anadolu yolunu açtı. N i­
san ayında Trabzon düştü, temmuzda ise Erzincan. Erzurum ’un düşmesi ön­
cesinde General Falkenhayn, müttefiklerinin, özellikle de Türkiye’nin endişe
verici durumuna dikkat çekti ve ülkenin ‘uzun süre ayakta kalam ayacağını,
daha şimdiden barış im zalam a isteği gösterdiğini’ belirtti. N e tuhaftır ki, bu
A nadolu kentlerinin düşmesiyle beraber İttihadçılar için barış ihtimali azaldı.
1 9 1 6 ’daki Osmanlı savaş hareketleri içinde, Osmanlı ordusunun İngiltere ön­
cü kuvvetlerinden Irak’taki Kut’ül-Amare kentini alm ası ve General Tovvns-
hend ile ordusunun teslim olm ası, tek parlak noktaydı. Ancak, bu zaferden
sonra gelebilecek herhangi bir kutlam a, yerini kısa süre içinde umutsuzluk ve
öfkeye bıraktı, çünkü İttihadçılar H aziran 1916 sonlarında H icaz’daki Arap
ayaklanm asının haberini aldılar. Anadolu ve Arap vilâyetlerinde kaybedilen
topraklar gözönüne alındığında, bunlar geri kazanılm adan barış im zalam ak
m ümkün değildi. Eylül 1 9 1 6 ’da hem A lm anlar hem O sm anlılar, birinden bi­
rinin toprakları düşm an işgali altındayken barış antlaşm ası im zalam am aya
söz verdiler. İttihadçılar artık Alm anya’ya her zamankinden de fazla bağım ­
lıydılar. Bu durum, O sm anlı birliklerini, Anadolu kısmen R us işgalindeyken,
Avrupa sahnesine yollam a kararında görülebilirdi. Bâbıâli, eğer zafer kazanı­
lacaksa bunun Avrupa savaş alanlarında kazanılacağının farkındaydı.
Genel kriz 1 9 1 7 ’de de derinleşerek sürdü. Savaşın devamının yarattığı
yük, ancak tarafsız bir W ashington’in arabuluculuğuyla yapılacak bir barışla
kaldırılabilirdi. Ne var ki, İngiltere ile Fransa, Rus ve İngiliz orduları Anado­
lu ile A rabistan’da ilerlemeyi sürdürür ve her geçen gün daha az direnişle kar­
şılaşırken Başkan W ilson’in barış önerilerini reddettiler. 1 9 1 7 ’ye gelindiğinde
O sm anlılar en az 3 0 0 .0 0 0 kayıp vermişti ve çok düzensizdiler. Ancak Rus
ilerlemesi de yavaşlam ıştı. Bunda kötü iletişim, savaş yorgunluğu ve devrimci
hoşnutsuzluk da rol oynadı. M art 1 9 1 7 ’de R usya’da devrim olm asa, Osman-
lılar Rus ilerlemesi karşısında çökebilirlerdi. Çarın mutlakıyetçi rejiminin çö­
küşü kendi de çökm e noktasındaki İttihadçı rejime hayata yeniden başlam a
şansı verdi.
Paşalığa yükseltilmiş olan T alât Bey, 3 Şubat 1917’de Sait H alim Pa-
şa ’nın yerine sadrazam oldu. A ncak, tükenmiş bir devletin iç çelişkilerini dü­
zeltme adına pek de bir şey yapam adı. R usya’d aki devrim erken bir barış
umudunu yeşertirken, hâlâ zafere inanan Berlin’deki generalleri korkutuyor­
du. Enver Paşa bunlara O sm anlılar’ın savaşa devam edecekleri garantisi ver­
di. 6 N isan ’da W ashington’ın A lm anya’ya savaş ilan etmesi ve Bâbıâli’nin de
Alman baskısı altında A BD ’yle ilişkileri koparm ası, moral bozucu bir darbe
daha oldu. Berlin, İstanbul’dan Alman denizaltıları İngiltere’yi dize getirene
ve onurlu bir barışa ikna edene kadar dayanmasını rica etti. Savaş yorgunlu­
ğunun bir sonucu olarak, Enver tarafından yönetilen savaş grubu gücünü
kaybetti ve siyasal güç yeniden İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin diğer hiziple­
rine kaydı. Enver Paşa’ya İttihad ve Terakki Cemiyeti içerisinde M ustafa Ke­
m al’le aynı düşünceleri paylaşanlardan biri olan Fethi Bey [Okyar] gibi bazı
rakiplerince m eydan okundu. A rtık, O sm anlıcılık ideolojisi yerine “ T ürk
Anadolu milliyetçiliği” nden de bahsediliyordu. Yine de Osmanlıcılık/pan-İs-
lâmizm hâkim esas ideoloji olarak kaldı.
R usya’daki durum 1917 yılı boyunca kötüleştikçe Osmanlılar 1915’ten
beri Rus işgalinde olan bölgeleri geri aldılar. Özellikle Bâbıâli A vusturya’yı
desteklemek için Galiçya’ya birlikler gönderdikten sonra im paratorluğun kay­
bettiği toprakları geri alm asına yol açacak bir onurlu barıştan yana umutlanan
İttihadçı basın artık ne pahasına olursa olsun barıştan bahsetmiyordu. R us­
ya’daki Bolşevik Devrimi’nden ve İtilaf Devletleri’nin her an gerçekleşebile­
cekmiş gibi duran yenilgisinden sonra, İttihadçılar’ın savaştan beklentileri art­
tı. Hüküm et M ısır’ın, Arap vilâyetlerinin ve K ıbrıs’ın Osm anlılar’a geri veril­
mesini isterken pan-Türkçü basın da K afkaslar’a bakarak Rusya, İran ve hat­
ta A fganistan’ın Türk/M üslüm an halklarının birliğinden bahsetmeye başladı.
İttihadçılar kendilerini potansiyel bir bölgesel büyük güç olarak, ‘O r­
tadoğu’nun Jap on yası’ olarak görmeye başladılar. Buna dayanarak, im para­
torluğun bölgedeki jeopolitik konumunun güçlü bir donanm aya sahip olm a­
sı gerektirdiğini düşünerek, İstanbul’un A lm anlar’ın ele geçirdiği Rus K arade­
niz filosundan aslan payını alm ası gerektiğini öne sürdüler. Bu kişisel değer­
lendirme A lm an em peryalist am açlarıyla ve yaratacağın ı düşündüğü yeni
dünya düzeninde im paratorluğa biçtiği rolle çatışıyordu.
A ncak, ülkenin yürekler acısı ekonomik durum unda bir değişiklik ol­
mamıştı. Yiyecek ve yakıt bulm ak neredeyse im kânsızdı; başkent halkı büyük
sıkıntıda olsa da direnişe geçer şekilde örgütlenememişti. Hazine boştu, Ekim
1917’de hüküm et A lm anlar’ın Düyun-i Um um iye’deki mevduatına karşılık
olarak 50 milyon liralık para bastı. Bolşevikler ile A lm anlar arasında M art
1 9 1 8 ’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşm ası İttihadçılar’ın savaşa girme ka­
rarının haklı çıktığını gösterir gibiydi. Yalnız toprak kazanm akla kalmamış
aynı zam anda K afkaslar’da ‘bizle kuzeydeki R us etki alanı arasında bir kale
duvarı gibi duran’ bir güvenlik bölgesi de edinmişlerdi. O sm anlı etkisinin ar­
tışı, artık tamamen A lm anlar’a bağımlı olduklarından, Îttihadçılar’ın sürdü­
remeyecekleri bir aldatm acaydı.
1917 başlarında yaşanm ış olan sav aş yılgınlığı ve m oral bozukluğu,
1 9 1 8 ’de Alman saldırısının başarısızlığının ertesinde İttihadçılar’ı yeniden et­
kisi altına aldı. Başkenti doyurabilme sorunu her zamankinden daha kuvvet­
liydi. Tem m uzda başlayan İngiliz hava saldırıları, moral bozukluğunu ve ba­
rış arzusunu arttırdı. Gün geçtikçe İttihad ve Terakki Cemiyeti içindeki sivil
unsur kuvvet kazandı. Askerî ve posta sansürleri sonrasında siyasi sansür de
11 Tem m uz 1918’de kaldırıldı. Sultan M ehm ed R eşat’ın 3 Tem m uz 1918’de-
ki ölüm ü, tahta İttihadçı karşıtı VI. M ehm ed’i [Vahdettin] (saltanatı 1918-
1922) çıkardı. Yeni padişah hemen anayasal otoritesini ilan etti ve Ittihadçı-
lar’ın atadığı yaverlerini kendi adam larıyla değiştirdi.
Eylül başında, Berlin İstanbul halkının doyurulabilm esi am acıyla borç
vermek zorunda kaldı. İm paratorluğun durumu o kadar kötüydü ki, T alât
Paşa durumun vahametini anlatabilmek am acıyla Berlin’e gitti. İstanbul’a d ö ­
nerken de Bulgar Çarı Ferdinand’ı görm ek üzere Sofya’ya uğradı. Ancak, Bul­
garistan barış görüşmelerine başlam ayı düşündüğü için bu ziyaret iptal edil­
di. Böylelikle, T alât Paşa, savaşın O sm anlılar için sona erdiğinin, Ittihadçı-
lar’ın da Ittihadçılık ve A lm anlar’la ittifakla lekelenmemiş bir hükümete yer
açm ası gerektiğinin ayırdm a vardı. T alât 8 Ekim ’de istifa etti ve yerine Ahmet
İzzet Paşa geldi. M eclis’te savaşa devamın yararsızlığı hakkında konuşulduk­
tan sonra hükümet barış görüşmelerine başlam aya karar verdi ve 30 Ekim
1 9 1 8 ’de M ondros M ütarekesi’ni imzaladı.
İşte bu olay, O sm anlı İmparatorluğu için Birinci Dünya Savaşı’nın bit­
tiğine bir işaret oldu. Savaş yenilgiyle sona ermişti, am a on yıllık Meşrutiyet
yönetimi, özellikle de savaş yıllarında, O sm anlı toplumunu değiştirmişti. Sa­
vaş, İttihadçılar için, toplum sal olan her şeyi ve bizzat toplum u belirlemişti.
Dinam ikleri gereği savaş, tüm diğer toplum sal, siyasal, ekonom ik ve kültürel
süreçleri boyunduruğuna alarak en kapsam lı olay haline gelmiş ve doğrudan
ya da dolaylı olarak toplum un her bireyini etkilemişti. Ancak savaşın bu özel­
liği bizleri farklı gruplar ve kişilerin de etkilendiği gerçeğini görm ezden gel­
meye yöneltmemeli: çoğunluk için yıkımı temsil eden şeyler bazı M üslüman-
lar için bir nimet olmuştu. Bunlar, zenginleşerek yeni bir işadamı sınıfı, doğ­
m akta olan bir burjuvazi oluşturdular.
Bu ‘yeni sınıf’ın doğuşu, belki de on yılın en önemli gelişmesiydi. A na­
yasanın yeniden yürürlüğe konm ası sonrasında, kimi aydınlar Osm anlıların
kapitalizm i kurup kendi burjuvazilerini yaratm adıkça 20. yüzyılda hayatta
kalam ayacaklarını gözlemlediler. Bunu gerçekleştirmek İttihadçıların temel
görevlerinden biri haline geldi. İttihad ve Terakki Cemiyeti bir ‘milli ekon o­
mi’ kurulm ası kam panyasına im paratorluk çapında küçük ticarî işletmeler ve
bankalar açarak önderlik etti; böylece, yeni rejimle arasında çıkar birliği olan
bir küçük çekirdek grup oluşturdu. Eylül 1914’te kapitülasyonlar kaldırılın­
ca büyük toprak sahipleri ürünlerini -buğday, pam uk, tütün, v b .- doğrudan
Alman ve Avusturyalılar’a satarak zenginleşti. Bu tür insanlar, Sevr Antlaş-
m ası’nın yerine getirilmesini önleme amacıyla savaş sonrasında ortaya çıkan
milliyetçi hareketin belkemiğini oluşturdu.
O lu şan burjuvazinin yanı sıra, sav aş, aynı zam anda sav aş üretimi
am acıyla Alm an gözetiminde kurulm uş fabrikalarda sınırlı bir işçi sınıfını da
yarattı. Z an aatk arlar, gönderildikleri A lm anya’daki fabrikalarda çıraklık
ederek m odern üretim teknik ve becerilerini öğrendiler. Bunlar sadece yeni
beceriler değil, aynı zam anda yeni bir siyasi bilinç de kazandılar; hatta içle­
rinden bazıları 1918 sonlarında A lm anya’da patlak veren komünist devrime
bile katıldılar.
M eşrutiyet döneminde, özellikle de savaş sırasında, kadınlar da önem ­
li bir rol oynadılar. Kadınlan toplumun en karanlık bazı uygulam alarından
kendilerini kurtarmalarını teşvik eden birtakım kadın dergileri yayımlandı.
Kadınlara kendilerini eğitmeleri, aile ve toplum içinde aktif bir rol oyn am ala­
rı öğütlendi. Çağdaşlaşm acıların ortak görüşü, eğer kadınlar eşit ortaklar ola­
rak toplum da yer alm ayacaklarsa Osmanlı toplumunun çok yavaş ilerleyece­
ği yönündeydi. 1912 Balkan Sav aşı’yla başlayarak kentli kadınlar önce hem­
şirelik yapm aya, sonra da telefon santrallarında Hıristiyan kadınların yerini
alm aya başladılar. Köylü kadınlar hep tarlada çalışm ışlardı am a erkekleri a s­
kere alınıp cepheye yollanınca daha da fazla çalışm aya başladılar. Kadınlar
yeni Türkiye yaratılırken kritik bir rol oynamayı sürdürdüler.
Özetle, Meşrutiyet dönem i Osmanlı halklarının, özellikle de kendileri­
ni Osm anlı yerine Türk olarak görmeye başlayanların zihniyetini değiştirdi.
Yazar Vâlâ Nurettin, devrimin kırk altıncı yıldönüm ünde şöyle yazıyordu:
“ Eğer Türkler İkinci M eşrutiyet dönemini yaşam asaydı, vatan ve millet kav­
ramları yaygınlaşam ayacaktı. M em leket ve halk padişahın malı olarak kala-
çaktı. H alk, hâlâ ‘H aşm etm eaplan en iyisini bilir; onun hikm etinden sual
olunm az’ diye düşünecekti. Bu şartlar altında bir milli mücadele mümkün ol­
m azdı. Büyük ihtimalle bugün ortada bir Türkiye Cumhuriyeti olm az ve T ür­
kiye O rtadoğu’da ancak bir krallık olabilirdi.”

Okum a Ö n e r Il e r I
F e ro z A h m a d , İttih at ve T e ra k k i: 1 9 0 8 -1 9 1 4 , çev. N u r a n Y av u z, İstan b u l K a y n a k Y a y ın ­
ları, 1 9 9 5 .
F e ro z A h m ad , “ O sm a n lı İm p a ra to rlu ğ u m u n S o n u ” , M a r ia n K ent (d er.) O sm a n lt îm p a ra -
to r lu ğ u 'n u n S o n u ve B ü y ü k G ü ç le r, İsta n b u l: T a r ih V a k fı Y u rt Y a y ın la rı, 1 9 9 9 , s.
6 -3 5 .
F e ro z A h m a d , “ W ar a n d S o ciety u nder the Y o u n g T u r k s , 1 9 0 8 - 1 9 1 8 " , T h e M o d e rn M id d ­
le E a st, A lbert H o u ra n i, P hilip K h ou ry ve M a r y W ilson (d er.), B erkeley ve L o s A n ge­
les: U n iversity o f C a lifo r n ia P ress, 1 9 9 3 .
A y k u t K a n su , 1 9 0 8 D e v rim i, İstan b u l: İletişim , 2 0 0 1 .
A y k u t K a n su , P olitics in P o st-R e v o lu tio n a ry T u rk ey , 1 9 0 8 - 1 9 1 3 , L eid en : B rill, 2 0 0 0 .
M . N a im T u r fa n , J ö n T ü rk le rin Y ükselişi, çev. M e h m e t M o r a li, İstan b u l: A lk ım , 2 0 0 5 .
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Kemalist Dönem
(1919-1938)
A T A T Ü R K ’Ü N G E Ç M İŞİ VE İK TİD A R A Y Ü KSELİŞİ

O
smanlı İm paratorluğu, savaşın sonunda bitkinlikle çökm üş, eski yöne­
tici seçkin tabakanın, halife olan padişahın başta kalm ası şartıyla galip­
lerin yönetimini kabul etmişti. Ancak, Jö n Türkler dönemi tüm eksiklerine
rağm en bir M üslüm an, seçkin-karşıtı ve yeni canlanan bir burjuva sınıfı ya­
ratm ıştı ki, bunlar haklarını korum ak am acıyla savaşm aya, yeni bir vatanse­
verler ülkesi kurm aya hazırdı. Bu grubun üyeleri, T rakya ve A n adolu’da,
M üslüm anlar için galip devletlerden ‘adalet’ isteyen M üdafaa-i H ukuk cemi­
yetleri kurdular. Bunlar, yerel isteklere aracılık eden yerel örgütlerdi, çünkü
henüz ortada ne bir ‘ulus’ kavram ı ne de bu ‘ulus’un yerleşeceği bir toprak
kavram ı vardı. 15 M ayıs 1 9 1 9 ’da Batı A nadolu’da İzmir’e çıkan Yunan güç­
leri, kısa sürede ‘ulusal’ hale dönüşecek daha yaygın bir direniş hareketinin
etkeni oldu. 1934’te A tatürk soyadını alacak olan M ustafa Kem al (1881-
1938) Anadolu M üslüm anlarını harekete geçirmekte ve direnişi örgütlem ek­
te hayati bir rol oynayacaktı.
M ustafa Kem al, kozm opolit bir lim an kenti (ve günümüzde Yunanis­
tan ’ın ikinci büyük kenti) olan Selanik’te 1881 yılında, orta halli bir ailede
doğdu. Alt-orta sınıfa mensup M üslüm an gençlerin fırsat kısıtlılığı gözönüne
alındığında, M ustafa ya dinî bir eğitim alarak din adam ı olacak, yani ulema
sınıfına girecek ya da askerî bir eğitim alacaktı ki bu herhalde M üslüm an bir
erkek çocuk için m odern bir eğitim alm anın ve toplum katm anları arasında
yukarıya doğru tırm anmanın en kolay yoluydu.
H am idiye ordusu, m ektepli ve alaylı subaylardan oluşuyordu. M ek­
tepliler modern askerî okullarda eğitilip çağdaş savaş yöntemlerini genellikle
yabancı askerî danışm anlardan öğreniyordu. Bunlar ayrıca, vatanseverlik ve
milliyetçilik, özgürlük ve kardeşlik, hukukun üstünlüğü gibi laik kavram ları,
yani kısaca Fransız devrim geleneğinden doğan fikirleri öğreniyorlardı. A lay­
lılar ise, sultan-halifeye ve onun temsil ettiği kurum lara bağlılıkları nedeniy­
le, öğrenim ve eğitimden geçirilm eksizin k ıtalard a yetiştirilen subaylardı.
Bunlar, geleneklerine bağlıydı ve anayasal devrim sonrasında ortaya çıkan fi­
kirlerin yetiştirilme tarzlarına ters düştüğü fikrindelerdi. Mektepli subaylar,
ordunun om urgasını oluşturan ‘aydın’ kişilerdi ve İttihadçılar’ın reformlarını
destekliyorlardı. Ancak, bunların çoğu 1908 ile 1922 arasında im paratorlu­
ğun girmek zorunda kaldığı savaşlarda ölmüşlerdi ve gerek ordu içerisindeki
gerekse İttihadçı ve Kemalist hareketler içerisindeki reformcu unsurlar, bu
ölümlerle zayıflamıştı.
M ustafa, Selânik’te askerî ortaokula girdi ve buradan 1895’te M anas-
tır’daki askerî liseye ve 1 8 9 9 ’da da İstanbul’daki H arp O kulu’na ilerledi.
1902 yılında teğmen rütbesini aldı ve H arp A kadem isi’ne devam etti. Bura­
dan 1 9 0 5 ’te kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun olduktan sonra Şam ’daki 5.
O rdu’ya atandı. M ustafa Kem al Suriye’de ordu içi siyasette etkin hale geçe­
rek yönetime karşı muhalefet hareketlerinde yer aldı. Ancak, Abdülhamid yö­
netimine karşı asıl muhalefet M akedonya’da, İttihad ve Terakki önderliğinde
yoğunlaşıyordu. Öyle ki Ekim 1 9 0 7 ’de Selanik’teki 3. Ordu karargâh ın a
atandığında, hemen hareketle ilintilenebilmişti. Bu durum , 1908 Tem m u-
zu’nda anayasa yeniden yürürlüğe konulup İttihad ve Terakki Cemiyeti (İtti­
had ve Terakki Partisi) birdenbire iktidar olduğunda M ustafa K em al’in ken­
dini içinde bulduğu konumdu.
M ustafa Kemal İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ana kadrosunda yer al­
madı; subayların politikayla ilgilenmesine karşıydı. 1909 N isanı’nda karşıdev­
rimi bastıran M ahm ud Şevket P aşa’nın yönetimindeki Hareket O rdusu’na bir
kurmay subay olarak dahil oldu. Sonraları askerî meselelerle ilgilendi, konuy­
la ilgili yabancı yayınları izledi ve bazı talimnameleri Türkçe’ye çevirdi. 1910
Eylülü’nde Fransız ordusunun tatbikatlarını izlemek üzere görevlendirildi ve
sonraki yıl binbaşı rütbesine terfi ettirildi. İtalya 1911 Eylülü’nde O sm anlı’nın
Trablus eyaletini -günüm üzdeki Libya’yı- işgal ettiğinde, yerel A rap güçlerini
bir gerilla savaşı için örgütlemek üzere bölgeye gönderildi. 1912-1913 Balkan
Savaşı’na ise ancak O sm anlılar bozguna uğratıldıktan sonra katıldı. Edir­
ne’nin Bulgarlar’dan geri alınm ası, İttihad ve T erakki Cemiyeti tarafından en
parlak ışıklarından biri olarak hazırlanan Enver Bey’in prestijini güçlendirdi.
Bir Osmanlı prensesiyle evli olan Enver Bey, 1 9 1 4 ’ün ocak ayında harbiye na­
zırı olarak atanmasının ertesinde orduyu, yeni taktiklerden kopuk kalmış Ab-
dülham id dönemi paşalarının çoğunu tasfiye ederek gençleştirdi. Bu arada,
1913 Ekim ’inde, gözde bir İttihadçı subay, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nde
Enver Bey’in rakibi ve M ustafa Kem al’in düşündeşi olan Ali Fethi [Okyar]
Sofya’ya büyükelçi olarak atandı ve M ustafa K em al’i askerî ataşe olarak yanı­
na aldı. Bunlar çok önemli atam alardı; çünkü Bulgaristan’ın çıkacak bir savaş­
taki konumu İstanbul için birinci derecede önemliydi ve büyükelçi ile askerî
ataşesinin raporları İttihadçı hükümet için hayatiydi. M ustafa Kem al, Sof­
y a’da gerçekleşmekte olan modernleşmeden etkilendi ve bu deneyim ileride
Türkiye cumhurbaşkanı olduğunda fikirleri üzerinde etkili olacaktı.
Osmanlılar, Birinci Dünya Savaşı’na 1914 Kasım ı’nda girdiler ve İtilaf
Devletleri 1915’in ocak ayında Gelibolu Y arım adası’nı bom balam aya başla­
dı. O dönemde kaym akam lığa (yarbaylığa) yükselmiş olan M u stafa Kemal,
G elibolu’da 19. Tüm en’e kom uta ediyordu. M ustafa Kemal burada başarılı
bir kom utan olarak ün salarken, ülkede İstanbul’un kurtarıcılarından biri
olarak tanındı. A nburnu’ndaki M üttefik ilerlemesini durdurm akta ve daha
sonra da A nafartalar grubu komutanı olarak hayati roller oynadı. 1 Haziran
1 915’te miralaylığa (albay) terfi etti. Aralık ayında Gelibolu’dan İstanbul’a
gitm ek üzere ayrıldığında katkılarının İttihadçı yönetim tarafından takdir
edilip ödüllendirileceğini düşünüyordu; ancak bu gerçekleşmeyecekti. İttiha-
dçılar sadece davalarına tam am en bağlı subaylara önem veriyordu ve M usta­
fa Kem al bunlardan biri değildi.
Yine de, 1 9 1 6 ’da mirlivalığa (tuğgeneral) yükseltilerek R uslar’ın işga­
lindeki D oğu A nadolu’da cepheye gönderildi. A ğustosta Bitlis ve M uş vilâyet­
lerini R uslar’dan geri aldı, ancak M u ş’un kurtarılm ası geçici bir süre için ol­
du. Yine de M ustafa K em al çevresinde karizm atik bir lider, başarı gösteren ve
girdiği her savaşı kazanan bir komutan olarak ün saldı. M ustafa Kem al yeni
görevler alm aya -Suriye’de 2. ve 7. ord u lar- devam etti; bu görevlerde, geri
çekilmek zorunda kaldığı hallerde bile, başarılı oldu. Osmanlı ordusunun Al­
m anlar tarafından Berlin’in istekleri doğrultusunda yönlendirilmesinden ra­
hatsızlık duyuyordu. 1 9 1 3 ’te Alman askerî heyeti Osmanlı ordusunun başına
getirildiğinden beri durum buydu.
1917 Ekim i’nde M ustafa Kemal Suriye’deki görevlerinden ayrılarak
İstanbul’a döndü. Enver P aşa’nın Alman yanlısı politikalarına m uhalif bir ki­
şi olarak, İttihad ve T erakki Cemiyeti karşıtı olan tahtın vârisi Şehzade Vah-
deddin tarafından çıktığı resmî Alm anya gezisine davet edildi. Kemal ile V ah ­
dettin birbirleriyle iyi anlaştılar ve bu sonraları -V ahdettin’in 1918 Tem m u-
zu’nda tahta çıkm ası son rasın da- M ustafa Kem al’i, ateşkesten sonra A n ado­
lu’daki birliklerin terhisini denetlem ekle görevlendirdiğinde yararlı oldu.
1918 A ğustosu’nda Kemal, ikinci kez Suriye’de 7. O rd u ’nun başına getirildi.
İngiltere’nin ilerlemesini durduram asa da düzenli bir ricatın gerçekleşmesini
sağladı. Artık savaş yeniden hareketlenemeyecek şekilde kaybedilmişti ve Os-
manlılar İtilaf Devletleri’yle Ekim 1918’de savaşın sona erdiğini belgeleyen
bir ateşkes antlaşm ası im zalam ak zorunda kaldılar. M ustafa Kemal, 13 Ka-
sım ’da İstanbul’a döndü.
İttifak Devletleri (İngiltere ve Fransa) yendikleri Osm anlılar’a istedikleri
şartları kabul ettirebileceklerini ve imparatorluğa bir koloni muamelesi yapabi­
leceklerini düşündüler. Daha savaş sürerken aralarında Osmanlı İm paratorlu­
ğ u n u bölen gizli antlaşm alar im zalam ışlardı. Her ne kadar bu antlaşm alar
Rusya’daki devrimden sonra geçerliliklerini yitirmişlerse de yine de yeni şartlar
altında uygulanacaklardı. Kendi açılarından, Osm anlılar anormal bir durum
yaşıyordu; yenilmiş ve gidecek ‘anayurt’tan yoksun bir imparatorluk milletiy­
diler. İspanyollar İspanya’ya, İngilizler İngiltere’ye, diğerleri kendi anayurtları­
na çekilmişlerdi; ancak O sm anlılar nereye gidebilirdi? İç ve Orta A sya’dan
Türk boyları olarak gelmişler ve N orm anlar’ın İngiltere’yi işgalinden sadece
beş yıl sonra, 1 0 7 1 ’de Küçük A sya’da kendilerine yer açmışlardı. Avrupa tara­
fından, Asya’dan gelen ve Avrupa’da, Anadolu’da, A rabistan’da topraklar “ ele
geçirmiş” , am a oralarda bulunmaya hakkı olmayan fatihler olarak görülüyor­
lardı. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Avrupa’dan ve Birinci Dünya Sa­
vaşı ile de A rap topraklarından çıkarılmışlardı. Küçük A sya’yı -ya da A n ado­
lu’yu- ellerinde tutuyorlardı am a bu toprakları isteyen başkaları -Yunanlılar,
Ermeniler ve Kürtler- vardı. Osm anlılar, Wilson Prensipleri diye bilinen On
Dört M adde’nin kendilerini de hem Türkler hem M üslüm anlar olarak k apsa­
dığını, dolayısıyla çoğunlukta oldukları topraklar üzerinde kendi geleceklerini
belirleme hakları bulunduğunu düşünüyorlardı. Ancak, durum böyle değildi.
1920 A ğustosu’nda imzalanan Sevr Antlaşması’nın koşullarına göre, OsmanlI­
lara Anadolu’nun sadece bir parçası düşmekteydi. Başkan Wilson’dan sultanın
Türkiye’si ile Ermenistan arasındaki sınırı belirlemesi istendiğinde, W ilson
Anadolu’nun, Trabzon, Erzincan, Erzurum, M uş ve Van illerinin de dahil oldu­
ğu 103.600 km 2’lik bölümünü Ermeniler’e bırakmıştı. Ermenistan Cumhuriye­
ti kendini Akdeniz’e bağlamak üzere Güneydoğu A nadolu’dan da toprak talep
etmekteydi yani Ermenistan A nadolu’nun üçte birini kapsayacaktı.
Osm anlı İm paratorluğu’nun çöküşü ve önde gelen İttihadçı liderleri­
nin A vrupa’ya kaçışları sonrasında ülkenin yönetimi yeniden padişahla Sa­
ray’ın eline geçmişti. Başlangıçta, M ustafa Kem al İstanbul odaklı, ülkenin ba­
ğımsızlığını genelde diplom atik yöntemlerle sağlayacak bir strateji izleyebile­
ceğini umdu. Sultanın böyle bir hareketin lideri olması ve Kemal P aşa’nın da
savaş kabinelerinde harbiye nazırı olarak önemli bir rol oynam ası bekleniyor­
du. Bu tür bir strateji yürüseydi -ki İtilaf Devletleri’nin, özellikle İngi’ ı 're’nin
tutumu yüzünden yürüm ezdi- Osmanlı kurum lan ağı içerisinde sürdürüle­
cek, dolayısıyla da radikal ve laik bir program yerine sultana bağlı ve siyase-
ten m uhafazakâr bir program a sahip olacaktı.
A skerî şöhreti ve İttihadçılar’a karşı olduğu bilinmesine karşın, M usta­
fa K em al’e kabinede bir görev verilmedi ve kısa süre içerisinde Saray’la ilgili
olarak hayal kırıklığına uğradı. Vahdeddin, kendine verilen kısıtlı iktidarı ko­
rum ak için İngiltere’nin isteklerini yerine getirmeye gönüllü görünüyordu. Bu
sırada, Jö n Türkler dönem inde siyasi ve ekonom ik iktidarı tatm ış olan yerel
seçkinler yerel ölçekli M üdafaa-i Hukuk cemiyetleri kuruyorlardı. Bu cemi­
yetlerin ilklerinden bir tanesi Karadeniz kıyısında, Trabzon’da, Pontus Rum
Cum huriyeti’nin oluşturulm asına karşı kurulmuştur.

U L U SA L B A Ğ IM SIZ LIK H A R E K E T İN İN D O Ğ U ŞU
Saray, İngiltere’nin de onayıyla M ustafa K em al’i A nadolu’daki 9. O rdu’ya,
m ütareke sonrasında silah bırakm am ış O sm anlı güçlerini silahtan arındır­
m ak am acıyla müfettiş olarak atadı. İstanbul’dan deniz yoluyla ayrılarak m o­
dern Türk tarihindeki derinden sarsıcı bir olay olan İzmir’in Yunanlılar tara­
fından işgalinden dört gün sonra, 19 M ayıs 1 9 1 9 ’da Samsun limanına vardı.
M u stafa Kemal birlikleri silahsızlandırm ak yerine, kom utanlarla görüşerek
A m asya’da ortak bir direniş genelgesi yayınladı. Saray onu harcam aya kal­
kınca da görevinden istifa etti. Sonrasında M üdafa-i Hukuk örgütleri onun
çevresinde toplandılar. Bu tür örgütlerin kongreleri 1919’da Erzurum ’da (23
Tem m uz-17 Ağustos) ve Sivas’ta (4-11 Eylül) yapıldı ve her seferinde Kemal
P aşa’yı kongre başkanı olarak seçtiler. Aralık ayında M ustafa Kem al, A nado­
lu’nun merkezindeki A n kara’ya taşındı ve bu kenti ulusal direniş hareketinin
merkezine dönüştürdü.
B u rad a, İngilizce’ye nation, n ation al ve nationalist o larak çevrilen
Türkçe millet, milli ve milliyetçi terimleri hakkında birkaç şey söylemek gere­
kir. Bu kelimeler, bağım sızlık savaşı boyunca ve sonrasında, milliyetçiden çok
vatanperver, dışlayıcıdan çok bütünleştirici anlam larda kullanılmışlardır. Bu
Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra “birlikleri silahsızlandırmak” yerine yerel sivil önderler ile
komutanlarla görüşerek, direniş kararını uygulamaya başladı. Amasya Tamimi’nden sonra düzenlenen
Erzurum Kongresi, İstanbul hükümetini tedirgin etmişti. Ardından yapılan Sivas Kongresi öncesinde
ise şehrin İşgal edileceği söylentileri yaygınlaştı. Buna rağmen başarıyla tamamlanan Sivas Kongresi,
ilk kez Heyet-i Temsiliye İmzalı yayınladığı bildiride ulusal çıkarların savunulması isteniyordu. Sivas
Kongresi’nde Mustafa Kemal, Mazhar Müfit (Kansu), Bekir Sami (Kunduh), Rauf Bey (Orbay), HUsrev
Bey (Gerede), Ruşen Eşref (Onaydın) ve diğer delegelerle birlikte.

terimler A n ad o lu ’nun tüm İslâm î unsurlarını -T ü rk le r’i, Kürtler’i, Çerkez-


ler’i, A raplar’ı ve Lazlar’ı- kapsıyordu ve her birinin kendi benlikleri vardı;
M ustafa Kem al, 1919’un ekim ayında, Misak-ı M illi’nin buna göre belirlen­
diğini belirtmişti. Dinleyicilerine, ‘Efendiler!’ diye başlayarak anlatm ıştır, ‘Bu
hudut sırf askerî mülahazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hudud-ı millidir.
Hudud-ı milli olm ak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu hudut dahilinde tasav ­
vur edilmesin ki, anasır-ı İslâm îye’den yalnız bir cins millet vardır. Bu hudut
dahilinde Türk vardır, Çerkez vardır ve anasır-ı saire-i İslâmîye vardır. İşte bu
hudut memzuc bir halde yaşayan, bütün m aksatlarını, bütün manasiyle tev-
hid etmiş olan kardeş milletlerin hudud-ı millisidir.’ M illi M isak, yeni devle­
tin sınırlarını belirliyordu. Sınırlar, 1913 yılında Balkan Savaşı’ndan sonra
imzalanan ve O sm anlılar’a B alkan lar’da toprak veren barış antlaşm aları ile
Ekim 1918 ateşkesinin sınırlarına dayanarak belirlenmişti. Milli M isak ’ı 17
Şubat 1 9 2 0 ’de tam amıyla kabul eden son O sm anlı M eclisi’nde, bundan iki
gün sonra Türk ve millet kavram ları tartışılmış ve Türk kavramının tüm fark­
lı M üslüm an unsurları içine kattığına karar verilmişti. H atta, bazı mebuslar
O sm anlı Yahudileri’ni de Türk kavramı içine katm ışlardı. M ustafa Kemal bu
fikirleri 1 M ayıs 1920’de tekrarlıyordu: ‘Burada m aksut olan yalnız Türk
değildir. Yalnız Çerkez değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fa­
kat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmîye’dir, samimi bir mecmuadır. Binae­
naleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını
kurtarm ak için azmettiği emeller, yalnızca bir unsur-ı İslâm ’a münhasır değil­
dir. Anasır-ı İslâmîye’den mürekkep bir kitleye aittir.’
Osmanlı veya K em alist vatandaşlık anlayışı asla etnik olmamıştır. Os-
manlı kimliği, etnik köken veya dinden bağım sız olarak hanedan etrafında
odaklanm ıştı; M üslüm anlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, hanedana itaat ettikleri
ve zam an içinde gelişmiş olan kültüre bağlı kaldıkları sürece Osmanlı sayılır­
lardı. Aynı şekilde, Türk vatandaşlığı da M isak-ı Milli tarafından tanımlan­
mış, oluşan devletin sınırları içerisinde yaşam aya (doğmaya değil, yaşamakta
olm aya) dayanmaktaydı. Kurtuluş Savaşı boyunca, gayri-Müslimler de (Rum
ve Ermeniler) kendi devletleri için savaştıklarından din önemli bir rol oynadı;
yalnızca Osmanlı Yahudileri milliyetçilere katıldılar. Doğum prensibine göre,
M ustafa Kem al’in M eclis’teki düşmanları, onu yeni Türkiye sınırları içerisin­
de beş yıl yaşamadığı için seçilme hakkından bile mahrum edilmesi için uğraş­
tılar, çünkü artık yeni Yunanistan’ın bir parçası olan Selânik’te doğmuştu.
İngilizler, milliyetçi meydan okum aya İstanbul’u işgal ederek karşılık
verdiler. İstanbul M eclisi son olarak 18 M art 1 9 2 0 ’de toplandı ve İngilte­
re’nin eylemini kınadıktan sonra belirsiz bir süre için oturumlarını erteledi.
Padişah 11 N isan ’da M eclis’i feshetti ve böylelikle uzun süredir sultanın Müt-
tefikler’in tutsağı olduğunu iddia eden A nkara milliyetçilerinin meşruluğuna
katkıda bulunmuş oldu. Yine de, milliyetçiler, özellikle de Saray, milliyetçile­
ri zındıklar olarak tanım layan ve müminlerin görevinin onları öldürmek ol­
duğunu belirten bir fetva yayınladıktan sonra, sultanın taraftarlarına karşı
bir iç savaş ilan etmek zorunda kaldılar. Milliyetçiler buna karşılık olarak
A nkara müftüsüne, halifenin gâvurların elinde esir bulunduğunu ve onu kur­
tarm ak için savaşm anın müminlerin görevi olduğunu söyleyen bir karşı fetva
yayınlattılar.
1920 ilkbaharı milliyetçiler için en tehlikeli dönemin başlangıcına işaret
eder. Bu dönemde Saray’la ve yabancı güçlerle bir ölüm kalım mücadelesine gi­
riştiler. Yunan güçleri Batı Anadolu’yu 1919’da işgal etmişti, temmuz ve ağus­
tos aylarında Bursa ve Edirne’yi de işgal ederek ilerlemeye devam ettiler. Ertesi
yıl, padişah, 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşm ası’nı im zalayarak Anadolu’nun
önemli bir kısmını Yunanistan’a Ermenilere ve Kürtlere bıraktığı gibi Milletler
Cemiyeti tarafından Fransız m andasına verilen Suriye’ye de toprak verecekti.
İstanbul bile Boğazlar’ı yönetecek bir uluslararası kom isyona bırakılıyordu.
Milliyetçiler Türk-M üslüm an devletinin hayatta kalmasının tehlikede
olduğuna inandılar. Bu tehdit, Yunan ordusunun haziranda yeni bir saldırı
başlatarak Kütahya ile Eskişehir’i aldığı ve A n k ara’nın ulaşım hatlarını teh­
dit ettiği 1921 yılına da yansıdı. A ğustos ayında ask erî durum o kadar ciddi­
leşti ki B M M , başkom utan olarak M ustafa Kem al P a şa ’ya askerî konularda
otoritesini kullanm ası için yetki verdi. 13 Eylül 1 9 2 1 ’de Sakarya S av aşı’nda
elde edilen b aşarı milliyetçi hareket içindeki rakiplerine karşı Kem al Pa-
şa ’nın elini güçlendirdi. Bu konuda doğru fikirler yürüten akadem isyenlere
göre, M u stafa K em al’in yenilmesi durum unda yönetim rakiplerinden biri
olan ve mükem m ellik seviyesinde bir askerî kimliği bulunan Kâzım Karabe-
kir Paşa’ya geçecekti.
Sakarya Savaşı M ustafa K em al’in kariyerinde ve bağımsızlık m ücade­
lesinde bir dönüm noktası oldu. M areşalliğe terfi ettirilerek kendine A tatürk
soyadını aldığı 1934 yılına kadar kullandığı Gazi unvanı verildi. Büyük güç­
lere karşı konum u da kuvvetlendi. M oskov a’yla T ürk-R us sınırını belirleyen
bir antlaşm a im zaladı; İngilizler de Akdeniz’deki M alta A dası’nda tuttukları
-İttihadçı ve m illiyetçi- tutukluları serbest bıraktı. O n bir ay sonra, 1922
Ağustosu’nda, M ustafa Kemal Yunan hatlarına karşı bir genel saldırı b aşla­
tarak Yunan ordusunu 2/3 Eylül’de teslim olm aya zorladı. Milliyetçi güçler 9
Eylül’de İzm ir’e girdiler ve 11 Ekim ’de M udanya M ütarekesi imzalandı. Ulu­
sal Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı; şimdi sıra yeni kurulacak devletin ve toplu­
mun nitelikleri hakkında milliyetçilerin kabul edeceği bir uzlaşma bulmaktı.
İngilizler farkında olm adan milliyetçilerin işini, barış şartlarını g örü ş­
mek için hem İstanbul hem A n kara’dan heyetler çağırarak kolaylaştırdı. İngi­
lizler milliyetçileri dağıtacağı yerde, onları birleşmeye ve kararlı davranm aya
itti. Milliyetçiler Ankara hükümetinin yeni Türkiye’nin tek meşru otoritesi ol­
duğunu öne sürdüler. İstanbul’da ise aslında padişahın yönetiminde devamı
benimseyen bir m uhafazakâr olan General Refet Bele, sultanı hükümetini d a ­
ğıtarak milliyetçilerin izinden gitmeye ikna etmeye çalıştı. Eğer başarılı olsay­
dı milliyetçilerin padişahlığı nasıl olup da kaldırabileceklerini tahmin etmek
zordur. A ncak, Vahdeddin Refet Bele’nin önerisini reddetti ve 1 K asım ’da
A nkara’da B M M buna, 16 Kasım 1 9 2 0 ’den beri sultanın hükümetinin bir iş-
Kemalizm, modernizmin yeni bir toplumla hızla bütünleşmesi için her türlü aracı kullandı. Kurulan
resmi siyasal partinin ismindeki “halk” terimi saltanata, eski düzene karşı olan herkesi kapsıyordu.
Bunun için "ilim” hayattaki en gerçek yol gösterici olarak tanımlanırken, laiklik devletçe denetlenen
bir kavram haline getirildi. Devletin yeniden yapılanmasında önemli bir adım olan TBMM’nin açıldığı
23 Nisan 1920’de eski meclis binasının balkonunda Mustafa Kemal askerî birlikleri selamlarken.

levi kalmadığını öne sürüp padişahlığı kaldırarak karşılık verdi. Bu andan iti­
baren, İstanbul da, tüm diğer taşra gibi, A n kara’dan yönetilecekti. Vahdettin,
17 K asım 1922’de bir İngiliz savaş gemisiyle ülkeden kaçtı; ertesi gün Meclis
Abdülm ecid Efendi’yi ülkenin yeni halifesi olarak seçti.
M eclis padişahlığı kaldırmıştı am a halife milliyetçi hareket içinde de
halk arasın da da büyük popüleritesiyle destek görmeye devam ediyordu.
M ustafa Kemal Paşa’nm durumu güvende olm aktan çok uzaktı. Bazı millet­
vekilleri, onun M eclis’e seçilmesini, seçim yasasını değiştirip yalnızca, seçim
bölgelerinde beş yıldan fazla bir süre oturm uş olan kişilerin seçilebilmesini
sağlayarak önlemeye çalışıyorlardı. Bu, M u stafa Kem al’i, yeni Türkiye’nin sı­
nırları dışında doğm uş olduğu ve Türkiye’nin hiçbir yerinde sürekli olarak
beş yıl oturmadığı için sa f dışı bırakacaktı. A ncak, değişiklik önerisi kom is­
yonda geri çekildi.
M ustafa Kemal tecrit edilmiş olduğunu ve destek alanını genişletmesi
gerektiğini fark etti. Bunun sonucunda, kendi siyasi partisini, daha sonra
Cum huriyet Halk Partisi adını alacak olan ve eski rejim karşıtı herkesi temsil
eden H alk Fırkası’m kurdu. H alk terimi sosyal sınıflarından bağım sız olarak
eski düzene karşı olan herkesi kapsıyordu; temel görevleri eski düzeni ve
onun temsilcilerini alt etmek ve ‘halkın devleti’ni kurmaktı. Kem alistler kar-
şıtlarına bu anlam da ideolojik savaş açtılar ve M ustafa Kemal konuşm alar
yaparak ve basm a beyanatlar vererek mesajım tüm ülkeye yaydı.
M ustafa Kem al’in liderliği aynı zam anda bazı m uhafazakâr silah ark a­
daşlarının da tehdidi altındaydı. Bunlar uzun yıllardır tanıdığı, R auf O rbay,
Ali Fuat Cebesoy, Kâzım K arabekir ve Refet Bele gibi, Ulusal Kurtuluş Sava-
şı’nda kahram anca çarpışmış am a eski meşrutiyet düzeniyle gelmiş olan ılım­
lılık ve m eşruluğu kullanmak isteyen kişilerdi. M on arşi, büyük ölçüde padi­
şahın taktik hatası sonucunda kaldırılmıştı ama bıı kişiler halifenin yeni T ü r­
kiye’yi cum hurbaşkanı olarak yönetmesinde bir engel görm üyorlardı. Bunlar,
tıpkı kendilerinden önceki İttihadçılar gibi, Türkiye’nin önceden bir sultan-
halife, şim diyse bir cumhurbaşkanı-halife tarafından, aşağıdan sa ld ırılm a y a ­
cak ama yukarıdan kolayca yönlendirilebilecek bir sem bolik m akam tarafın­
dan yönetilebileceğine inanıyorlardı. Öte yandan, Kem alistler ise, toptan bir
toplum sal, ekonom ik ve siyasi dönüşüm istiyorlardı. Devleti artık geleneksel
toplum kuralları ve sembolleriyle yönetmek istemiyor, Türkiye’yi 20. yüzyıl­
da hızla ilerletecek yeni, laik bir ideoloji yaratm ak istiyorlardı. Kemalistler,
Batı’nın materyalizmini, teknolojisini, modern silahlarını, fikirleriyle beraber
benimsemek, böylelikle toplum u, kelimenin en geniş anlam ında, dönüştür­
mek istiyorlardı. Bu, dinin devletten ayrıldığı değil, devletçe kontrol edildiği
bir laik toplum yaratm ak demekti. O nlar için çağdaşlık ekonomik ve toplum ­
sal boyutlarla birlikte siyaseti ve kültürü de içeren geniş bir bütünlüktü. G e­
leneksel, ataerkil toplumlarını kökten ıslah ederek hem çağdaşlığı hem çağ ­
daşlaşmayı başarm ak istiyorlardı.
1923 sonrası Kemalizm’in siciline bakarsak rejimin gelenekselcilikten
baş döndürücü bir hızla modernliğe doğru ilerlediğini görürüz. Hüküm et de­
m okratik olm ayabilirdi ama en azından yeni-ataerkil padişahlık da değildi.
Kemalistler, laikliği yani dinin devletten ayrılması ilkesini değil, devletçe de­
netlenen İslâm ’ı getirdiler. İslâm ’ı, reform program ları ve devrimlerini, gerek­
tiğinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından m eşrulaştıracak şekilde kullan­
maya niyet ettiler. Bilgi ve bilim, ‘hayatta en hakiki m ürşit’ olarak tanım lan­
maya başladı. Şehir kadınları da bir modernleşme rejiminde bir şekilde çağ ­
daşlaşm adan yararlanm aya başladılar.

C U M H U R İY E T İN D O Ğ U ŞU
24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşm ası, yeni Türkiye’yi ve sınırlarını tanıdı; K e­
mal Paşa’nın prestijini artırdı. Bu antlaşm ayla Türkiye, bağımsızlığını ulusla­
rarası alanda kabul ettirdi. O dönem de Asya ve A frika’da sadece bir avuç b a­
ğımsızmış gibi görünen devlet vardı; ge­
ri kalanların tümü emperyalist güçlerin
söm ürgeleri veya m an dalarıydı. A fri­
ka’da Habeşistan (bugünkü Etiyopya),
Batı ve O rta A sya’da İran ve A fganis­
tan, Güneydoğu ve Güney A sya’da da
T a y la n d ve Çin v a rd ı. H a b e şista n
1 935’te bir İtalyan sömürgesi oldu; İran
1 9 4 1 ’de Rusya ve İngiltere tarafından
Cumurlyatçlylz
işgal edildi ve ondan sonra sadece sözde Milliyetçiyiz
Halkçıya
bağımsızlığa sahip oldu; Afganistan İn­ Devletçiyi*
Lâyiha
giltere Hindistanı ile Sovyet Orta Asya- İnkılâpçıyız

sı arasın d a tıpkı T ay la n d ’ın İngiltere


Hindistanı ile Fransız Hindiçini (bugün­ Alb Ok, CHP'nin ıy jı'd e yapılan Üçüncü
kü Vietnam ) arasında olduğu gibi bir Kurultay'ında devletin “temel ve değişmez”
tam pon bölge oldu; Çin Japon ya tara­ prensipleri olarak açıklanarak, kabul edildi. Bu
ilkeler 1937’de Anayasa'nın ikinci maddesine
fından işgal edildi. İşte bu ortam da sa­ de konularak, tek parti döneminin en belirgin
dece Kemalist Türkiye 1923 sonrasında özelliği olan “devlet ve parti bütünleşmesi”
bir anlamda tescil edildi. 0 dönemin bir parti
tam bağımsızlığını koruyabildi.
yayınında Alb Ok.
M ustafa Kemal, A ğustos 19 2 3 ’te
I \ £ I■ A l t 1_
yeniden Meclis başkanı seçildi ve ekim ayınaa ıvıecııs, /\nKara yı yem
tin başkenti yapan, İstanbul’u halifelik merkezi olarak bırakan bir önergeyi
kabul etti. Bu, m uhafazakârlara indirilmiş önemli bir darbeydi, çünkü kalele­
ri olan İstanbul’u siyaset hayatından çıkarıyor ve siyasetin ağırlık merkezini
A nadolu’ya çekiyordu. 2 9 Ekim 19 23’te M eclis bu olumlu siyaset ortamında
ve muhaliflerine karşı bir yasal darbe niteliğinde, Türkiye’nin bir cumhuriyet
olduğunu ve M ustafa K em al’in de cumhurbaşkanlığını ilan etti. Cumhuriyet
ilan ederek Kemalistler, eski düzenin çağdaşlaşm acılığı ve hiyerarşisi yerine
çağdaşlık ve eşitliğe bağlılıklarını bildiriyorlardı. Eski düzenin temelleri üze­
rinde durduğu ve 1 9 2 4 ’te Terakkiperver Cum huriyet Fırkası’nı kuracak olan
birçok milliyetçinin halifeyi cum hurbaşkanı olarak tutmak istedikleri hiye­
rarşi ve geleneği reddediyordu. İstanbul, aynı zamanda çoğu mensubunun -
W ashington’ın Türkiye’yi tıpkı Filipinler’de yaptığı gibi çabucak ‘medenileş-
tireceği’ni düşündüklerinden- Amerikan m andasını tam bağım sızlığa tercih
ettiği yükselen burjuvazinin de yuvasıydı. Milliyetçiler bu fikirle ters düştüler
ve T B M M milliyetçi güçler tarafından ekimde yeniden ele geçirilmiş olan İs­
tanbul’a bir İstiklal M ahkem esi gönderdi.
İstanbul muhalefeti hükümetten halifeliği tüm İslâm dünyası tarafın­
dan sayılan bir kurum, Türkiye’nin etkisini geniş topraklara yayacak bir tür
İslâm Papalığı olarak korum asını istedi. Ankara buna muhalifleri tutuklayıp,
3 M art 1 9 2 4 ’te hilafeti kaldırarak ve Osmanlı H anedanı üyelerini sürgüne
göndererek karşılık verdi. Bu olay A tatürk’ün ölüm üne kadar sürecek bir se­
ferberliğin -ülkede çağdaşlığın ve laikliğin yerleştirilmesi seferberliğinin- baş­
langıcı oldu.
M ustafa K em al’in liderliği ordunun bağlılığı konusunda kuşkuları ol­
duğu sürece teminatsız kaldı. O rdu, Kurtuluş S av aşı’nı kazanmıştı ve halk
içinde büyük prestije sahipti. Artık bir mareşal olan M ustafa Kemal pek çok
subayın desteğine sahipti. N e var ki, Kâzım K arabekir ve Ali Fuat Cebesoy gi­
bi paşalar da, benzer şekilde Birinci Dünya Savaşı’ndaki başarılı kom utaları
ve ulusal mücadeledeki katkıları nedeniyle aynı durum daydılar. Üstelik, bun­
lar Osmanlı geçmişinin bazı geleneksel sembollerini savundukları için, gele­
nekçi unsurlar, özellikle de İstanbul’daki eski seçkinler grubu ve burjuvazi ta ­
rafından destekleniyorlardı. Kem al Paşa, bunların ordudaki etkilerini M ec-
lis’ten asker kişilerin.gynı zam anda milletvekili olam ayacağını öngören bir
yasa geçirterek zayıflattı. Yasa yürürlüğe girdikten sonra m uhafazakâr m uha­
lefet açığa çıktı ve 1924 K asım ı’nda M ustafa K em al’in H alk Fırkası’na bir ra­
kip olarak Terakkiperver Cum huriyet Fırkası’nı kuruldu; M ustafa K em al’in
partisi de buna adının başına Cumhuriyet kelimesini ekleyip adını Cum huri­
yet Halk Fırkası yaparak karşılık verdi.
Kürt aşiretleri Şeyh Sait liderliğinde 1925 Şubatı’nda ayaklanm asaydı,
Kemalistler’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın meydan okum asıyla n a­
sıl başa çıkacakları belli değildi. Partiyi kapatıp liderlerini siyasetten uzaklaş­
tırabilecekler miydi? M ustafa K em al’in böyle bir risk alabileceği şüpheliydi,
çünkü Terakkiperver Fırka liderlerine ordu içinde büyük destek vardı. Kürt
ayaklanm ası Terakkiperver Cum huriyet Fırkası’nın kapatılm ası ve tüm m u­
halefetin ezilmesi için uygun zemini yarattı; aynı zam anda da rejime Şapka
Kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılm ası, yeni M edenî Kanun ile Ceza Kanu-
nu’nun yürürlüğe konması gibi radikal, Türkiye’ye çağdaşlık getiren am a m u­
hafazakârların karşı çıktığı reform lar yapm a olan ağ ı verdi. A ncak, K ürt
ayaklanm ası aynı zamanda bir otokrasinin oluşum uyla sonuçlandığı gibi ilk
çok partili siyaset denemesinin de sonunu belirledi.
O rdu kaynaklı bir tepkiden çekinen M ustafa K em al, Terakkiperver
Parti paşalarına karşı ılımlı davranarak onları ne idam ettirdi ne de hapse at­
tırdı. Ancak eski İttihadçılar’a karşıysa o kadar ılımlı değildi. 1926 H azira-
m’nda İzm ir’de kendini öldürm eye yönelik bir plan ortaya çıkarılınca tutuk­
lam alar ve eskinin önde gelen dört İttihadçı’sınm asılm asına k ad ar varan
olaylar yaşandı. Verilen bu cezalar, M ustafa K em al’in yönetimine karşı açık
muhalefete son verdi.

C U M H U R İY E T Ç İL İK K Ö K SA LIY O R
Yeni rejim sonunda güvendeydi; eski rejim, milliyetçi m uhafazakârları ve es­
ki İttihadçılarıyla birlikte yenilmişti. 1926’ya gelindiğinde, M ustafa Kemal,
insan suretlerinin simgelenmesinin günah olarak düşünüldüğü İslâm î toplu­
mun anlayışına aykırı bir uygulam ayla İstanbul’da heykelini diktirecek kadar
kendinden emindi. Ertesi yıl, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında, partisinin
kongresinde Büyük N u tu k'unu okudu, bu yolla Kurtuluş Savaşı’nın hangi
zorluklarla dövüşülüp kazanıldığının yorumunu yaptı. Rejim daha özgüven
sahibi oldukça, Türkiye’yi daha da laikleştirip çağdaşlaştırm ak için adım lar
atıldı. 1 9 2 8 ’de devletin dinini İslâm olarak belirleyen m adde kaldırıldı. Latin
alfabesi, A rap afabesm in yerine konuldu ve bu Osmanlı geçmişiyle büyük bir
ayrılığa yol açtı. Eski yazı bilenler bir gecede okum a yazma bilmez hale geldi
ve işlerinden olm am ak için en kısa sürede Latin alfabesini öğrenmeleri zorun­
lu oldu. Kentlerde okur yazarlık oranı arttı ve yeni yazıyla eğitilen yeni bir ne­
sil, yeni ideolojiyle büyüdü.
1930’a gelindiğinde, M ustafa Kem al Paşa kendini bir kez daha çok
partili sistemi denemek isteyecek kadar güvende hissetti. 1924’teki ilk dene­
me kendi yaptığı bir şey değil, rakiplerinin onun liderliğine m eydan okum ak
için ortay a çıkardıkları bir uygulam aydı. Bu kez, arkadaşı Fethi [Okyar]
Bey’den Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurmasını ve Cumhuriyet H alk Fırka-
sı’na sadık bir muhalefet yapmasını istedi. A ncak, M ustafa Kem al ülkedeki
havayı yanlış hesaplamıştı ve yeni partinin benimseneceğini, kendi partisinin
ise kabul görmeyeceğini sezememişti. Parti mitinglerinde Serbest Fırka taraf­
tarları ile jandarm a arasında çatışm alar yaşandı ve seçimlerde hile iddiaları
ortaya atıldı. Dolayısıyla kasım ayında, M ustafa Kem al’in yakın bir arkadaşı
olan, Fethi Bey, M ustafa K em al’e açıktan m eydan okum aya zorlanm aktansa
partisini feshetme kararı verdi.
Aralık 1930’da yaşanan ‘Menemen O layı’ Serbest Fırka’nın popülerli­
ğinden daha sorunlu çıktı. T aşra kasabası M enem en’de bir tarikat şeyhi, kış­
kırttığı bazı kişilerle birlikte, şeriatın ve hilafetin yeniden kurulması için hal­
ka ayaklanm a çağrısında bulundu. H alkın desteğini sağlam ası ve hareketi
bastırm ak için gönderilen m angaya kom uta eden yedek subayın başının kesil­
mesiyle olayın boyutu büyüdü. Bu olay, reformların sığ, köksüz tabiatını gö-
zönüne serdi ve reformların kendiliklerinden toplum da kök salam ayacağının
işaretini verdi. Bunlar, ancak halka izah edilerek, halkın onayı ve desteği sağ ­
landığı sürece köklü hale gelebilirlerdi. Ancak, reformlarının ülkenin çıkarına
olduğunu düşünen Kemalistler, bunları taşrada açıklam ak için bir şey yapm a­
mışlardı. Reform lardan ellerine henüz bir kazanım geçmemiş ve tüm dünyay­
la birlikte 1 9 3 0 ’ların Büyük Buhran’ını yaşam akta olan halk yığınları hâlâ
bağlı bulundukları geleneklerde ve geçmişin sembollerinde teselli buluyorlar­
dı. Fethi Bey önderliğindeki Serbest Fırka modern bir lider ve modern fikirler
sunmuştu. A ncak M enemen’deki kalabalık M ustafa K em al’in Cum huriyet
Türkiyesi’ne kesinlikle yakıştırm adığı gelenekçi, karanlıkçı fikirlere meylet­
mişti. Kem alistler bu olayla sarsıldılar ve devrimin halkı çağdaşlığa itecek, v a­
tanseverliği dinin yerine koym alarına sebep olur şekilde desteklerini kazan a­
cak bir ideolojiye ihtiyacı olduğuna karar verdiler.
Kemalizm /Atatürkçülük olarak bilinen ideoloji bu tartışmanın sonu­
cuydu. Partinin üçüncü kurultayında, 1931’in m ayıs ayında açıklanan altı ‘te­
mel ve değişm ez ilke’den oluşuyordu: cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık,
devletçilik, laiklik ve inkılapçılık. Bu ilkeler, Cum huriyet H alk Partisi’nin al­
tı okuna, ambleminin sembollerine dönüştü ve 1937 yılında da anayasaya ek­
lemlendi. A ncak, bunların yorum ları akıcı ve pragm atik kaldı; büyüyen bur­
juvazinin ihtiyaçlarına göre değişti.
Cumhuriyetçilik konusunda ödün yoktu çünkü bu, Osmanlı hanedanı­
nın yeniden kurulması ve sultan-halifenin dönüşü demek olabilirdi. Ancak,
milliyetçilik kucaklayıcı -kökenden ziyade daha çok bölgeye bağım lı- kaldı.
M ustafa K em al’in 1933 tarihli özlüsözü ‘N e mutlu T ü rk ’üm diyene’, A lm an­
ya ve İtalya’nın faşist rejimlerinde revaçta olan doğum , kan veya etniklik fik­
rine tersti. Yeni Türkiye’nin sınırlarında yaşayan herkes kendine ‘T ü rk’ diye­
cekti. Bu, vatanseverlerin milliyetçilik yorumuydu, ö t e yandan, A vrupa’nın
faşist rejimlerince etkilenmesi olası pan-Türkizm taraftarları, milliyetçiliğin
dogm atik, etnik ve dile dayalı tanım larına eğilim gösterdiler. Bu iki yorum
arasındaki m ücadele günümüze k ad ar devam etti. A tatürk, bir milliyetçiden
daha çok bir vatanseverdi. Devletin dinden ayrılm asından çok devletin dinî
konuları kontrol etmesi olan laiklik de aynı şekilde yorum a açıktı; kimileri li­
beral bir tavır sergilerken kimileri ise aşırı bir görüşle, İslâm ’dan tam am en
kaçınan bir tavır sergilediler. L o n d ra’da yayımlanan The Times gazetesi, 14
M ayıs 1938’de Türk büyükelçisinin Londra Ritz H otel’de Peygamber’in d o ­
ğumu onuruna bir toplantı düzenlediğini bildiriyordu ki, bu Kem alist m ili­
tanlık veya dogmatizmin bir işareti olm aktan çok uzaktı.
Türkiye, 1932 Tem m uzu’nda M illetler Cem iyeti’ne üye oldu ve saldır­
ganlığa karşı ‘ortak güvenlik’ ilkesine destek verdi. Daha önceden - 1 9 2 9 ’d a -
savaşı bir ulusal siyaset unsuru olarak reddeden Fransız-Amerikan Briand-
Kellogg Paktı Türkiye Büyük Millet M eclisi tarafından onanm ıştı. 1 9 2 8 ’de
İtalya’yla bir tarafsızlık antlaşm ası imzalanmış ve 1930 H aziranı’nda Yuna­
nistan’la uzlaşm a ‘cihanda sulh’ isteğini perçinlemişti. Ancak, A tatürk’ün or­
tak güvenlik için desteği kelimelerden öteye geçti. Cemiyet H abeşistan’a İtal­
yan saldırısı karşısında yaptırım lar uygulayınca, her ne kadar R om a yönetimi
Türkiye için bunalım yılları olan 1930’larda önemli bir ticaret ortağı olsa da
Ankara İtalya’yla ticaret yapm am aya karar verdi.
Kemalistler, M ussolini ve Hitler gibi diktatörlere boyun eğme politika­
sı güden Batı’yı eleştiriyorlardı. Atatürk saldırı tehdidini B oğazlar’ı yeniden
silahlandırm ak için destek bulmakta kullandı. 1936 Tem m uzu’nda im zala­
nan M ontreux Sözleşmesi, Türkiye’nin Batılı güçler tarafından ilk kez eşit
olarak görülmesi açısından önemliydi ve ülkeyi Lozan A ntlaşm ası’nın getirdi­
ği bir diğer kısıtlam adan kurtarıyordu. Sözleşme, İspanya İç Savaşı’nın çıkı­
şıyla aynı zamana denk geldi ve Atatürk bir kez daha ortak güvenliği destek­
ledi. Eylül 1937’de, Akdeniz devletleri N yon Konferansı’nda buluşarak ‘İtal­
yan korsanlığı’nı kınadılar. İnönü hükümetinin değil de A tatürk’ün kişisel ta­
lim atlarıyla hareket eden Türk delegasyonu, İnönü hükümeti R o m a’nın bu
hareketi kışkırtıcı bulacağı endişesiyle karşı çıkm asına rağm en, İngiliz ve
Fransız gemilerine Akdeniz’de İtalyan saldırganlığını önleme am acıyla Türk
deniz üslerini kullanma izni verdi.
H er ne kadar M o sk o v a’yla samimi ilişkiler Türk dış politikasının te­
mel taşı olarak kaldıysa da, Ankara dünyanın en büyük deniz gücü İngilte­
re’nin dostluğunun değerini anladı. Eylül 1 9 3 6 ’da, Kral VIII. Edvvard’ın gay-
riresmî ziyareti bir devlet ziyareti muamelesi gördü ve Atatürk kralla birçok
kez fo toğraf çektirdi. Kralın Türkiye ziyareti ülkenin Londra’da uluslararası
siyasette önemli bir faktör ve denkmiş gibi muamele görmeye layık olduğu
fikrini verdi. A tatürk’ün yabancı demokrasilere daha yakın olm a isteği iç po­
litikada da etkili oldu. C H P ’nin, rejime bir ‘faşist renk’ kattığı söylenen mut-
lakıyetçi ve devletçi genel sekreteri Recep Peker’in görevden el çektirilmesine
yol açtı.
Atatürk faşist diktatörlerin saldırgan politikalarına karşı çıkmayı sür­
dürdü. Basın, Eylül 1938 tarihli ve İngiltere ile Fransa’nın Ç ekoslovakya’yı
H itler’e bıraktığı M ünih A ntlaşm ası’na eleştirel yaklaştı. Kendi ulusal kurtu­
luş mücadelelerini hatırlayan gazete­
ciler, Ç ekoslovaklar Alman işgaline
karşı sa v a şsa la rd ı, b ağım sızlıkları
olm asa da en azından ulusal saygın­
lıklarını k o ru y acak ların ı y a z a ra k ,
hayıflandılar. 1 930’lu yıllarda A ta­
tü rk ’ ün y a tıştırm a p o litik a la rın a
muhalefet ettiği o kadar az rastlanan
bir durumdu ki, İngiliz yazar George
Orvvell, “ 1935-1939 yılları arasında
faşizm e k a rşı sa v a şta hem en her
müttefik m akbul görülürken, solcu­
lar k e n d ilerin i M u sta fa K e m a l’ i
överken buldular” diye yazdı.
1^38 Ekim i’ne gelindiğinde,
doktorlarının raporların a dayan an
resmî bültenler A tatürk’ün çok h as­
ta olduğunu belirtiyordu. 29 Ekim ’-
deki C um huriyet’in on beşinci yılı
AtatUrk, Cumhuriyetin 15. yılında sağlığını iyice
yitirmeye başlamıştı. Hatta Cumhuriyetin 15. yıl kutlam a törenlerine katılam ayacak
kutlamalanna katılamamış, ardından da TBMM’nin kadar hastaydı. Türkiye Büyük M il­
açılışında açış konuşması başvekil Celal Bayar
let M eclisi’nin yeni yasam a yılı 1 K a ­
tarahndan okunmuştu. Oysa halk, beş yıl önceki
10. yıl kutlamalarına damgasını vuran ve Milli sım 1938’de açıldığında cum hurbaş­
MUcadele’yi kendisiyle partisinin uhdesine alarak, kanının konuşm ası başbakan Celal
bir bakıma savaş arkadaşlarını dışlayan Nutuk’u
okuyan Mustafa Kemal’i anyordu. Son yıllarında
B ayar ta ra fın d a n okundu. D o k u z
hasta ve yorgun AtatUrk. gün sonra, 10 Kasım 1938’de ülke
A tatürk’ün öldüğünü öğrendi.
Türkiye Cum huriyeti’nin cum hurbaşkanı olarak geçirdiği on beş yıl
içinde Atatürk yeni bir kimlik edinm iş ve kendi kendine yeterli ve bağım sız
bir millet yaratm ayı başarm ıştı. Bir ülkeyi yarı feodal, kırsal temellerinden
çağdaş bir endüstri ekonomisine dönüştürm e projesini başlatmıştı. T üm ulu­
sun enerjisi yurt içinde gelişmeye odaklanm ışken Türkiye’nin dış politikası da
statükoyu korum ak üzerine kurulm uştu. 1923’te Cum huriyet kurulduğunda,
Türkiye kibrit gibi basit bir şeyi bile üretemez durum daydı. Ancak, 1 9 3 0 ’la-
rın ortalarına gelindiğinde, fabrikalar tekstil ürünleri, şeker, kâğıt ve çimento
üretiyordu; bir İngiliz firması demir-çelik sanayiini kurm a aşam asındaydı.
Demiryolları gibi yabancı sahipli işletmeler, her ne k adar ‘kam ulaştırm a’ ye-
rine ‘devletleştirme’ terimi seçilmiş olsa da, devlet tarafından satın alınıp ka­
mulaştırılmıştı. Daha çok demiryolu hatları kurularak bunlar ulusal dem iryo­
lu ağm a bağlanm ıştı; bunun amacı da ulusal bir pazar yaratm aktı. Türkiye
artık kendi kendini doyurabiliyordu ve bazı ürünlerini de A vrupa’ya ihraç
ediyordu. Yine yeni doğm akta olan tekstil sanayiinde kullanılan yün ve p a­
muk gibi hammaddelerde de Karadeniz madenlerinden gelen köm ür konu­
sunda olduğu gibi kendine yeterliydi.
1 9 2 0 ’lerin ortalarında, Yunanistan’la nüfus mübadelesinin sonrasın­
da, tesisatçılık veya kunduracılık gibi en basit teknik işler bile Türkler tarafın­
dan yapılam ıyordu, çünkü bu tür işler gayri-M üslimlerin tekelindeydi. Ancak
birkaç yıl içinde ‘yeni T ü rk ’ modern bir toplum un gereksindiği dem iryolcu­
luktan banka memurluğuna kadar tüm işleri becermeyi öğrendi. Aynı zam an­
da kadınlar da profesyonel işlerde, tekstil tezgâhlarında ve sekreter olarak ça­
lışıyorlardı.
A tatürk 1930’ların diktatörleri gibi değildi. N utuklar atıyordu ama
bunlar asla Hitler veya M ussolin i’nin yaptıkları gibi önceden ayarlanm ış ge­
niş topluluklara karşı olm uyordu. İnsanları yönlendirme am acıyla hareket­
lendirmek veya bu am açla onları güçlendirmek değil onları bir kalıba sokm ak
istiyordu. Kaybedilen toprakları geri alm ak veya fütuhata girişm ek gibi bir
am acı olm adığından, halkı reform larını kabul etmeye iknaya çalışıyordu.
Devrinin liderlerinin aksine karizm ası toprak fethetme sözüne dayanm ıyor­
du. Program ı genelde içişlerine yönelikti ve Cum huriyet’in tek toprak kazanı­
mı 1 9 3 8 ’de o dönemde Fransız mandası altındaki Suriye’den H atay ’ın alın-
m asıydı. Ancak, 1926’da petrolüyle birlikte M u su l’u İngiltere kontrolündeki
Irak ’a bırakm ası gerekm işti. T oplum u ise hiçbir zam an örneğin General
Franco’nun 1936 sonrasında Ispanya’da yaptığı gibi geleneksel toplum sal k a­
naatler ve sembollerle yönetmedi. 20. yüzyılın gerekleriyle örtüşen yeni bir
ideoloji ve sembol yaratm ayı seçti. Her ne k ad ar liberal dem okrasiyi sonra­
dan kendi radikalliğini frenleyici olarak görse de, bir m uhafazakâr olm adı­
ğından ne laik modernizmden ne de liberal dem okrasiden çekindi. Toplum u
sınıflar temelinde ve sınıf çatışm asına dayalı olarak incelemesiyle M arksizm
K em alizm ’e bir alternatif oluşturuyordu ve M ustafa Kemal bununla yüzleş­
meyi reddetti.
Her ne kadar yaşam ı boyunca bunların hepsini tam olarak kullanma-
dıysa da, Atatürk siyasi partiler, sendikalar, hür bir basın, ifade özgürlüğü gi­
bi liberal kurumların mantığını kabul etti. Rejimin varsayımı ise bu kurulula­
rın T ürk toplumu gerekli gelişim aşam asına geldiğinde kullanıma sunulacağı
şeklindeydi. A tatürk 1938 K asım ı’nda öldüğünde, Cumhuriyet dönem inde
yetişmiş yeni nesil, bildikleri her şeyin onunla birlikte öldüğünü düşündü. Bir­
çok kişi için A tatürksüz bir Türkiye düşünmek im kânsızdı, çünkü o yeni T ü r­
kiye’yle, Cum huriyet’le eşanlamlı hale gelmişti. Bu sebeple, Atatürk’ten son­
ra gelen yöneticiler, olgunlaşm a dönemine girmiş olan bir ülkeyi yönetebil­
mek için kendi otoritelerini kurm ak gibi zor bir görevle karşı karşıya kaldılar.

O k u m a Ö n e r İl e r İ
A n d rew M a n g o , A ta tü rk : M o d ern T ü rk iy e 'n in K u ru cu su , İsta n b u l: R em zi, 2 0 0 4 .
Ali K azan cıg il ve F.rgun Ö zb u d u n , A ta tü rk : F o u n d er o f a M o d e rn State, L o n d ra: H u r st,
1981.
BEŞİNCİ BÖLÜM

Çok Partili Siyaset ve


Demokrasiye Doğru
(1938-1960)
Demokrat Parti'nin seçim kampanyasında kullandığı
Selçuk Mltâr'ın yapbğı seçim afişi.
İN Ö N Ü ’N Ü N C U M H U R B A ŞK A N I SEÇ İLM ESİ

A tatürk’ün ölümü sonrasında iktidarın devri sorunsuz yaşandı, öte yan­


dan Cumhuriyet H alk Partisi içindeki her tür liderlik çatışm ası halkın
gözünden saklanmıştı. Böylece, 11 K asım ’da Türkiye Büyük M illet M eclisi
oybirliğiyle İsmet İnönü’yü ülkenin yeni cum hurbaşkanı olarak seçti. İnö­
nü’nün seçimi, Atatürk ile İnönü arasında bir çekişme olduğu ve Atatürk C e­
lal Bayar’ı İnönü’nün yerine başbakan atadığı, İnönü’nün başa geçmede atla-
nılacağı düşünüldüğü için, birçok gözlem ciyi şaşırttı. H atta bazıları A ta­
türk’ ün Ç ankaya K öşk ü ’ndeki C um hurbaşkanlığı kütüphanesinde olduğu
söylenen gizli vasiyetnamesinde ‘Benden sonra M areşal Fevzi Ç akm ak cum ­
hurbaşkanı olsun’ diye yazdığını ortaya attılar. Durum böyle olsa bile A ta­
türk’ün arzusu göz ardı edildi ve İnönü, 1 9 2 3 ’ten beri Genelkurmay başkanı
olan Fevzi Ç akm ak’ın da desteğiyle Türkiye’nin ikinci cum hurbaşkanı seçil­
di. İsmet İnönü gözden düşmesine karşın parti mekanizması üzerindeki etki­
sini korum uş ve böylece seçilmesini garantilem işti. Ancak, A tatürk’ün çapın­
da olm adığın dan h alka karşı konum u zayıftı. Bu sebeple, aralık ayında
C H P’nin olağanüstü kurultayı toplanarak A tatürk’ü ‘ebedi şef’, İnönü’yü de
daim i ‘milli şef’ ilan etti. Bu değişiklikler İnönü’nün, yurtta ve yurtdışında ko­
numunu güçlendirmek am acıyla N azi Alm anyası ile faşist İtalya’da geçerli
olan liderlik esaslarına gıpta ettiğini de düşündürmüştü.
A vrupa’daki gerilimler ve savaş olasılığı karşısında, İnönü Atatürk ve
Kem alizm karşıtlarıyla uzlaşarak yurtta bir siyasi uyum sağladı. Atatürk d ö ­
neminde sürgünde yaşayanlar Türkiye’ye dönerek yeniden siyasette aktif ha­
le geldiler. Aynı zam anda, M eclis’ten 18 O cak 1939’da M illi Korunma Kanu-
nu’nu geçirterek hükümete ekonomiyi yönlendirmek am acıyla geniş yetkiler
tanıdı. Ertesi hafta, liberal ve devletçilik karşıtı bir politikacı olan Celal Bayar
başbakanlıktan istifa etti, yerine içişleri bakanı ve CH P genel sekreteri olan
Dr. Refik Saydam getirildi. Bunun ardından, parti genel sekreterliği ile içişle­
ri bakanlığı görevleri birbirinden ayrıldı ve böylelikle C H P ’nin 1930’ların or­
tasında bürokrasi üzerinde kurmuş olduğu kontrolden vazgeçtiği izlenimi ya­
ratıldı. Bu bir yanılsam aydı, çünkü partinin devlet üzerindeki etkisi güçlü k al­
dı; sadece politikacıların bireysel etkisi azaldı. M art 1 9 3 9 ’da genel seçimler
yapıldığında, 4 2 4 milletvekilinin olduğu bir M eclis’te 125 yeni sima vardı;
A tatürk’e yakın bazı kişiler seçilmemiş, öte yandan Fethi O kyar, Kâzım Ka-
rabekir, Hüseyin Cahit Yalçın, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy gibi Atatürk’e ra­
kip ve m uhalifleri M eclis’e girm işti. Aynı zam anda, A tatü rk’ün 19 M ayıs
1919’da Sam sun’a çıkışı ilk kez kutlandı ve Atatürk sonrası rejimin de Cum-
huriyet’in kurucusunu onurlandıracağı ima edildi. Bu kutlam a ‘Gençlik Bay­
ram ı’ olarak tanım lanm aya ve her yıl kutlanmaya başlandı.
İnönü rejimi liberalleştirmeyi sürdürerek mayısta Fethi O kyar’ı adalet
bakanı olarak atadı ve 29 M ayıs’ta M eclis’te, hükümete sadık bir muhalefet
olacak olan bir ‘müstakil grup’ kurulm asına izin verdi. Ancak bu kâğıt üze­
rinde bir reform du, çünkü grup muhalefet rolünü ciddiye alm ayarak, savaş
sırasında çıkacak ve bütünüyle antidem okratik yasaya ses çıkarm ayarak hü­
kümetin dilediği gibi hareket etmesine izin verdi.
Cum hurbaşkanı İnönü’nün temel görevi ülkesini dünya krizinde sağ
salim yönlendirmekti. Kendisini hâlâ kendini A tatürk’ün karizm atik liderliği­
nin ertesinde bir biçim de kan ıtlam ası gerekiyordu. 1 9 2 0 ’ lerin başından
1 937’ye kadar A tatürk’ün sağ kolu da olsa ne yaratıcı ne de dinamik olduğu
düşünülüyordu.
H itler’in kom utanlarına A tatü rk ’ün ölüm ünden sonra Türkiye’nin
akıl fukarası kişiler tarafından yönetileceğini vurguladığı söylenir. Atatürk
sonrası Türkiye’ye yüklenme politikasına bakılırsa Stalin’in de aynı kanıda
olduğu var sayılabilir. Ancak, ikisi de yanılıyordu. İnönü ihtiyatlı bir adam dı,
Cumhuriyet’in geleceğini yanlış tarafa oynayarak tehlikeye atm ak istemiyor­
du; Birinci Dünya Savaşı’nın anıları o kuşağın aklında hâlâ tazeydi ve İttiha-
dçılar’ın düştüğü hatayı tekrarlam ak iyi olmazdı. Böylece, 1939 Eylülü’nde
İkinci Dünya Savaşı başlayınca, İnönü, her ne kadar Türkiye mayısta İngilte­
re’yle, haziranda da Fransa’yla dostluk ve karşılıklı yardım antlaşm aları im-
İsmet inönil hiçbir zaman Mustafa Kemal gibi karizmatik bir kişilik kazanmadı. Atatürk'ün savaş
arkadaşlarıyla hesaplaşmaya girdiği dönemlerde ise "olan bitenleri" bazen seyrederek bazen de
farklı biçimlerde müdahil olarak, Mustafa Kemal’le birlikte oldu. İnönü’nün yaşamı boyunca sadık
kaldığı ilkelerin başta geleni her şeyin üstünde, "devlete sadakat"tı. Bu ise devletle, partinin
bütUnleşmesiydi. Kendisine partisi tarafından verilmiş olan "milli şefliği her zaman içtenlikle
benimsedi. İnönü, "milli şefliğ i yıllarında büstünü yapan heykeltıaş Kenan Yontunç’la.

zalam ış olsa da, tarafsız kalm ayı seçti. Türkiye’nin isteği üzerine Fransa H a ­
tay’ı A n kara’ya devretti. 23 A ğustos 1939 Alm an-Sovyet Paktı faşist tehdide
karşı üç taraflı bir İngiliz-Fransız-Sovyet garantisini imkânsız kıldı. Türkiye
bu noktadan itibaren tarafsızlık konusunda daha da fazla kararlıydı.

A V RU PA ’DA SAVAŞ
Ankara, A vrupa’daki savaşı iki tarafın da açık bir galibiyet kazanm am asını ve
A vrupa’ya hükmetmemesini um arak yakından izledi. M üttefikler’in zaferi
M oskova’nın lehine olurken M ihver Devletleri’nin galibiyeti de D oğu Akde­
niz’de İtalyan egemenliği demekti. O dönem için Türkiye’nin dış politikası iki
taraf arasında gidip gelen dış ticareti tarafından yönetilirmiş gibi duruyordu.
18 H aziran 1941’de, Almanya R usya’yı işgal etmeden üç gün önce, Türkiye
Alm anya’yla bir saldırmazlık paktı imzaladı. R usya’nın işgali A nkara’ya nefes
alma fırsatı tanıdı, çünkü halihazırda Bulgaristan ve Yunanistan’ı işgal altında
tutan Alm anya, Sovyetler’le savaşırken bir de Türkiye’yi işgal edemezdi. T ür­
kiye’de çoğu kişi Hitler’in R usya’yı kısa bir savaş sonunda alt ederek İngiltere
ve Fransa’yı barışa zorlayacağını düşünmekteydi. Sonuçta, Ankara, 1942 ya­
zında eğer Rusya yenilirse Almanya saflarında savaşa katılacağını ilan etti.
Savaş, tarafsızlık ve seferberlik, ekonominin 1 9 3 0 ’larda elde ettiği ne
kadar kazanım varsa hepsini zayıflattı. Hüküm et 1940’ın ocak ayında, istif­
çiliğin, vurgunculuğun ve savaşın çıkışından beri süren yokluğun önüne geç­
mek amacıyla, M illi Korunma K anunu’nu yürürlüğe koym ak zorunda kaldı.
Temel ihtiyaç maddelerine narh uygulanm aya başlandı ve kiralar Nisan 1940
seviyesinde donduruldu. Çalışma günü günde üç saat uzatıldığı gibi birçok iş­
yerinde haftalık tatiller de kaldırıldı. Dolaylı vergiler şeker, çay, ulaşım gibi
temel gereksinimlerde önemli ölçüde artırıldı. Alm anlar’ın R usya’daki b aşa­
rısı ülkedeki ırkçılara kendi azınlıklarını taciz etme cesareti verdi ve bu öyle
bir o ölçüye ulaştı ki Kasım 1942’de M eclis, kötü bir iz bırakan ve tartışmalı
gelir vergisi yasasını, Varlık Vergisi’ni çıkardı. Verginin görünürdeki amacı
savaştan kazanç elde eden işletmelerden 3 60 milyon dolar civarında para top­
lam aktı am a vergiler vergi mükellefinin zenginliğine değil dinine göre belir­
lenmekteydi. M üslüm anlar, gayri-M üslim ler, yabancılar ve 17. yüzyılda İs­
lâm ’ı benimsemiş bir Yahudi topluluğu olan ‘dönme’ler için ayrı ayrı listeler
vardı. Bu vergiler sonucunda pek çok gayri-M üslim varlıklarını (gayrimen-
kuller, fabrikalar, vb.) satm ak zorunda kaldı ve bunlar yeni M üslüm an bur­
juvazisi tarafından piyasa değerlerinin çok altında fiyatlarla, bu sınıfı hem
zenginleştirecek hem de hükümetten yabancılaştıracak şekilde satın alındı.
Neyse ki Alm an ordusunun Şubat 1 9 4 3 ’te Stalingrad’da teslim olması
sonrasında azınlıklar üzerindeki baskı azaldı ve durum Berlin’in aleyhine
dönmeye başladı. Bir ay sonra, bir Türk Yahudisi olan Avram Galante Mec-
lis’e seçilirken, Alman yanlısı gazeteci Yunus N adi [Abalıoğlu] koltuğundan
oldu. Bunlar, İnönü’nün Alm anya’ya karşı sürdürmekte olduğu iyi niyetli ta­
rafsızlık tan vazgeçerek M üttefiklere doğru kaydığının işaretiydi. Eylül
1 9 4 3 ’te Doğu A n ad o lu ’da bir çalışm a kam pına gönderilen Varlık Vergisi
kurbanları affedildi ve M art 1944’te de vergi kaldırıldı. Alm an para ve pro­
pagandasıyla desteklenen ve hükümet çevresinde bile etkili olan ırkçı pan-
Türkist hareket sonunda yasaklandı ve kovuşturulmaya başlandı. 1944 M a-
yısı’nda liderleri mahkemeye çıkarıldı ve bizzat İnönü pan-Türkizm i 19 M a ­
yıs Gençlik Bayramı konuşm asında suçladı. Duruşma ancak 1947’de, Soğuk
Savaş döneminde, artık düşman Alm anya değil M osk ov a’yken sonuçlandı.
Sanıklar beraat ettikleri gibi bir de yıkıcı bir ideolojiye, yani komünizme kar­
şı çarpışan vatanseverler olarak övüldüler! Pantürkizm, uluslararası siyaset
oyununda kullanılacak bir araç olm uştu.
Savaş sona ererken, İnönü rejimi kendini iç karartan bir durum da bul­
du. Türkiye’deki insanların büyük çoğunluğu zorluk içindeydi. Piyasada, tüm
temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı vardı. 1942’nin ocak ayında ekmek karne­
ye bağlanırken tarım ürünlerinin zorla toplanm asını öngören bir yasa da çı­
karılmış, bürokrasi hariç tüm sınıflar rejimden yabancılaştırılmıştı: işadam la­
rı birkaç M üslüm an ’ı zenginleştiren am a devletin ne kadar mutlakıyetçi ola­
bileceğini de gösteren keyfî gelir vergileri nedeniyle; toprak ağaları ile köylü­
ler tarım yasaları ve jandarmanın sert, keyfî tutumu yüzünden; kentli kitleler­
se kendilerini aşırı çalıştırıp az m aaş veren ve kendilerini aç bırakan çalışm a
yasalarından dolayı bu durumdaydı.

İKİN Cİ D Ü N Y A SAVAŞI SO N R A SI
İsmet İnönü M üttefikler’in faşizm karşısındaki zaferinin bir sonucu olarak
dünyanın köklü bir şekilde değiştiğini fark etti ve yurtta bir patlam a olm adan
kendinin de durum a m üdahale etmesi gerektiğini gördü. 1 Kasım 1 9 4 5 ’te,
mevcut siyasal sistemin yeni oluşm akta olan kapitalist ve demokratik dünya
düzenine paralel bir uyum am acıyla düzeltileceğini açıkladı. Türk siyasal sis­
temi bir muhalefet partisinden yoksundu ve o da böyle bir partiye izin vere­
cekti. Faşistlerin yenilgisi Türkiye’de tek parti devletinin meşruiyetini zayıf­
latmış olm akla birlikte, iç etkenler bunu daha da savunulm az kılıyordu. As-
kerî-bürokratik seçkinler, toprak sahipleri ve yükselen burjuvazi arasındaki
işbirliği Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Kemalist rejimin ilk döneminin b aşarı­
larına yol açm ıştı. Rejimin kendi başarısı hem kentsel hem kırsal kapitalizmin
gelişmesi, bu ittifakı eritti. Burjuvazi ile toprak ağaları sisteme artık tah am ­
mül etmek istemiyordu. Ayrıca, ekonomi büyük bir sermaye girişine m uhtaç­
tı ve bu sadece Amerika tarafından sağlanabilirdi. W ashington ise kendince
devletçilik karşıtı güçleri ve serbest piyasa oluşum unu cesaretlendiriyordu.
Türkiye’de, sorun yalnız CH P içindeki liberal ve devletçi güçler arasındaki bir
çatışm ayla çözülebilirdi; sistemi liberalleştirmek bir yana, devletçiler devlet
üzerindeki hâkimiyetlerini daha da artırmak istiyorlardı.
O cak 1 9 4 5 ’te toprak reformu tasarısı ülkedeki düşünce sahiplerini iki
kutba ayırdı. Devletçiler toprağın yeniden dağıtılm asını, toprak ağalarının si­
yasi ve iktisadi güçlerini kırm ak, Türkiye’yi Balkan devletlerine benzer bir ba­
ğımsız küçük toprak sahipleri cumhuriyetine dönüştürm ek istiyordu. T oprak
Kanunu olarak bilinen tasarı yasalaşsa da, CH P, O cak 1946’da D em okrat
Parti’nin kurulm asına yol açacak şekilde parçalandı. Kurucularının tümü -
işadam ı ve bankacı Celal Bayar; bir bürokrat olan Refik Koraltan; bir profe­
sör olan Fuat K öprülü; bir toprak ağası olan Adnan M enderes- CH P’nin say­
gın üyeleriydi. Bunlar çok partili bir siyasal sistemin kurulm ası, demokrasinin
uygulam aya geçirilm esi ve özel m ülkiyet hakkının çiğnenmem esi çağrısını
yaptı. M uhaliflerden üçü CH P’den ihraç edildi, Bayar ise istifa etti. M uhalif­
ler ihraç kararına Dem okrat Parti’yi (DP) kurarak ve Türkiye’nin siyasal ya­
şam ında yeni bir sayfa açarak cevap verdiler.

D E M O K R A T P A R T I’N İN K U R U LM A SI
Başlangıçta D em okratlar da CH P’den ayrılan kişilerce kurulm uş bir diğer sa ­
dık muhalefet gibi görüldüler. N e de olsa tüm kurucu üyeleri uzun zamandır
tanınan, köklü Kem alistlerdi ve yönetimdeki partiyle neredeyse aynı siyasal
ve ekonomik program ı sunuyorlardı. M ahm ud Celal Bayar siyasi anlam da
borçlarını da ödem işti. Bursa’nın bir köyünde 1883’te doğm uştu. 1903’de
Deutsche Orient B an k’ın Bursa şubesine girdi ve İttihad ve T erakki’nin aktif
bir üyesi oldu. O sm anlı İmparatorluğu 1 9 1 8 ’de çöktükten sonra, Bayar İzmir
yöresinde Milli M ücadele’yi örgütledi. 1 9 2 3 ’te de İzmir milletvekili olarak
M eclis’e seçildi ve 1924 kabinesinde m übadele, imar ve iskân vekili oldu.
M ustafa Kem al’in güvenini kazanarak kısıtlı olan özel sektörü yönetmekle
görevlendirildi. 1 9 2 4 ’te, ekonomik değişim m otorlarından biri ve halen ülke­
nin en önemli ekonom ik kurumlarından biri olan Türkiye îş Bankası’m kur­
du. Bayar, 1932 ekonom ik krizinde iktisat vekilliğine getirildi ve 1937’de,
İnönü’den görevi devralarak A tatürk’ün son başbakanı oldu. İnönü cumhur­
başkanı seçildiğinde Bayar başbakanlıktan istifa etti ve sonrasında bakanlık
görevi almadı. Siyaset sahnesine bir kez daha 1945’te C H P ’nin muhalif kana­
dının lideri olarak çıkacaktı.
M ustafa İsm et İnönü de Bayar’ınkine benzer bir sosyal geçmişten gel­
mekteydi. 18 8 4 ’te doğm uştu, kendi sınıfından gelen birçok genç gibi askerî
eğitim aldı. Bu, ona M üslüm an gençlere çok az olanak sunan bir toplum da
sınıf atlam a zem ini hazırlayan m odern bir eğitim görm e im kânı sağladı.
1 9 0 6 ’da yüzbaşı rütbesiyle H arp A kadem isi’nden mezun olarak im parator­
luğun çeşitli yörelerinde hizmet verdi. Kurtuluş Savaşı’nda 1921 yılında so ­
yadını da aldığı İnönü Savaşları’nı kazandı. İnönü, Kem al P aşa’nın sadık bir
destekçisi oldu. Lozan K onferansı’na barış antlaşm asını m üzakere edecek
T ürk delegasyonunun başında gönderildi ve zeki bir m üzakereci olarak ün
saldı. 1920’ler ve 1 9 3 0 ’lar boyunca başbakanlık yaptıysa da 1937’de istifa­
ya zorlandı. Parti-devlet bürokrasisinin önemli isimlerinden biri oldu, d o la­
yısıyla da A tatürk’ün ölümünden sonra cum hurbaşkanı olm aya uygun bir
isimdi. Cum hurbaşkanı olarak Türkiye’yi savaştan uzak tuttu am a ‘milli şef’
unvanıyla baskıcı bir yönetim uygulam ası yüzünden kitlelerce benimsenme­
di. 1945’e gelindiğinde, İnönü dünyada yaşanan değişim i görme basiretini
gösterdi. Tek parti rejiminin ayrıştırılm asında ve - b u ille de dem okrasi de­
mek olm asa d a - çok partili rejimin kurulm asında liderlik etmesi gerektiğine
karar verdi.
A tatü rk’ün ölümü son rasın da Türkiye’deki hava değişm işti ve yeni
Türkiye’nin kurulm asında bu kadar hayati bir rol oynayan partiye artık g ü ­
venilmiyordu. CH P artık Türkiye’yi savaş sonrası yeni dünya düzeninde yö­
netebilecek durum da değildi. Başlangıçta H alk Partililer ülkedeki değişimin
farkında değillerdi ve yeniden popülerlik kazanm ak için yapm aları gereken
tek şeyin birkaç yeni reform olduğunu düşündüler. D em okrat Partililer de ay­
nı Kemalist felsefeyi, belki ufak bir vurgulam a dışında savunuyordu. C H P ’nin
onlardan beklediği ise resmî muhalefet gibi davranarak hükümetin m eşrulu­
ğunu güçlendirmeleriydi. Başlangıçta halk bile D em okrat Parti’yi ciddiye al­
madı, çünkü program ı CH P’ninkinden pek de farklı değildi. Sonuçta, an ay a­
sa tüm partilerin Kemalizm ’in altı okunu benimsemesini gerektiriyordu. Ama
Dem okratlar bu ilkeleri yeni koşullara göre yorum layacaklarını ve am açları­
nın Türkiye’de demokrasiyi geliştirmek olduğunu iddia ediyorlardı. M ü d ah a­
leci devleti sınırlam ak, bireysel hak ve özgürlükleri geliştirmek istiyorlardı.
D em okratlar, siyasi inisiyatiflerin halktan gelmesi -p arti veya devletten gel­
memesi- gerektiğini öne süren popülistlerdi. Tıpkı Jö n Türkler dönemindeki
liberaller gibi özel teşebbüs ile birey adına konuşuyorlardı. Kısa süre içinde
kentli nüfusun eğitimli kesiminden gazeteciler ve akademisyenlerin yanı sıra
burjuvazi ile entelektüellerin çoğunluğunu taraflarına çektiler. T oprak ağala­
rının desteğine zaten sahiplerdi.
H alk Partililer nihayet toplum da kendilerine ve partilerine karşı husu­
met hissettiklerinde partiyi ve toplum u liberalleştirm eye başladılar. İnönü
‘milli şef’ ve ‘C H P ’nin daimî başkan ı’ sıfatlarını bıraktı, partinin her dört yıl­
da bir genel başkan seçmesine razı oldu. Ancak halk bunları göstermelik de­
ğişiklikler olarak gördü. Haklıydı da, çünkü İnönü parti genel başkanlığın­
dan uzaklaştırıldığı 1972 yılına kadar görevini korudu! CH P’deki radikaller
partilerinin köylüleri, işçileri, ortakçı köylüleri, zanaatkarları ve küçük esna­
fı saflarına çekip DP’yi de büyük toprak sahiplerinin ve büyük işverenlerin
partisi olarak tecrit edecek bir ‘sınıf partisi’ olm asını istiyorlardı. A ncak bu
statü değişikliklerine rağmen C H P ’de m uhafazakârlar egemendi ve CH P her
insan için her şeyi ifade eden bir parti olarak yoluna devam etti. Bu yüzden de
CH P birçok grubun desteğini yitirdi ve Türkiye’nin azgelişm iş bölgeleri olan
Doğu ve O rta A nadolu’daki taraftarlarının desteğine güvenmeye zorlandı.

1946 VE 1950 SEÇİMLERİ


İnönü, D em okratlar örgütlenmeye ve gerçek bir seçim tehdidi olmaya b a şla ­
m adan önce, 1 9 4 7 yerine 1946’da erken seçime gitme kararı aldı. Ama Ba-
yar, yasalar daha demokratik hale getirilmezse DP’nin seçimleri boykot ede­
ceğini söyledi. D P’nin boykotu iktidarın meşruiyetini zedeleyeceğinden İnönü
DP’yi yatıştırm ak üzere bazı antidem okratik yasalarda değişiklik yaptı. Seçim
Kanunu değiştirildi ve tek dereceli seçim getirildi. 1 9 0 8 ’den sonra seçimler iki
kademeliydi; seçmenler yerel olarak temsilcilerini seçiyor, bunlar da parti lis­
tesinden meclise girecek adayları belirliyorlardı. Bu arad a üniversitelere İdarî
özerklik tanındı ve basın yasaları da serbestleştirildi.
D em okrat Partililer, ülkede örgütlenmelerini tam am lam adıkları için
1946 seçimlerinde başarılı olam ayacaklarını biliyorlardı: bürokrasi onlara
düşmandı ve seçmenler de çok partili sistemin devam edip etmeyeceğinden
emin değildi. Böylelikle 1946 seçimlerindeki CH P başarısı sürpriz olm adı:
CH P 465 M eclis sandalyesinden 3 9 5 ’ini alırken DP de -fe sat ve devlet baskı­
sı karışmış bir seçim için iyi sayılabilir bir sonuç o la rak - 66 sandalye kazan ­
dı. Ancak siyasi atm osfer zehirlenmişti; bu da ülkenin siyasi yaşamına zarar
verici bir etki yapm aktaydı. 1946 seçimlerinden sonraki dönem çok partili
sistemin kurulması açısından çok önemliydi. CH P içindeki tutucular ile radi­
kaller arası çatışm a sürdü, ancak 12 Tem m uz 1947’de yayımladığı beyanna­
meyle Cum hurbaşkanı İnönü tutucuların yanında yer alarak radikalleri zayıf­
latmış oldu. Sonuçta Dem okrat Parti üzerindeki baskı gevşedi ve bunlara tam
hareket hürriyeti ve iktidar partisiyle eşitlik tanındı.
İnönü, liberal önlemler alarak partisinin önünü açm ayı um uyordu.
Ekonom i ihtiyatlı bir şekilde serbest piyasaya açıldı; devalüasyon yapıldı, it­
halat imkânları kolaylaştırıldı ve bankalara altın satm a imkânı tanındı. Bu
önlemler, geçinme indeksinin 1 9 3 8 ’deki 100 seviyesinden 1946’nın ağu stos
ayında 3 8 6 ,8 ’e ve devalüasyon sonrasında da 4 1 2 ,9 ’a yükselmesiyle enflas­
yonun başlam asına yol açtı. İş çevreleri bu değişiklerden cesaret aldılarsa da
seçmenler daha da yabancılaştı. Bayar, hükümete karşı ekonomik hoşnut­
suzluktan yararlanabileceğini fark etti. İnönü güçlü bir laiklik savunucusu
olsa da hükümetin okullarda din derslerini yeniden başlatm asına izin verdi.
Din konusundaki ödünlerin hem D em okrat Parti’yi hem de ondan kopan tu ­
tucu ve daha da geniş dinî özgürlükler isteyen muhaliflerin 1948’de kurduğu
M illet Partisi’ni köşeye kıstıracağı düşünülüyordu. İnönü, Kem alist ideoloji­
nin üç temel taşını -devletçiliği, devrimciliği ve laikliği- bırakabilirm iş, h at­
ta İslâm ’ı kucaklayabilirm iş gibi görünüyordu. Bu reform ların tam am lan ­
ması sonrasında H alk Partililer 1950 yılında, gelecek seçimlerde kazan acak­
ları b aşarıdan ve D em okrat P arti’nin gündem dışı kalacağın dan o k ad ar
emindiler ki, yeni parlam entoda bir muhalefet olsun diye DP’ye birkaç san ­
dalye bile önerdiler.
İnönü’nün genel hissiyata hoş görünme siyaseti ve ekonomiyi açm ası,
seçmenler nezdinde partinin itibarını güçlendirmek adına çok az şey başardı.
14 M ayıs 1 9 5 0 ’de genel seçim yapıldığında, C H P ’ye kahredici bir darbe in­
dirdiler ve D em okratlar’ı ezici bir çoğunlukla iktidara getirdiler.
D em okrat Partililer, yirmi yedi yıllık Cum huriyet H alk Partisi iktida­
rında çekilm iş olan acıların toplum sal hafızadaki yerini istism ar etmişlerdi.
Seçmenlere İnönü iktidarda kaldığı sürece hiçbir şeyin değişmeyeceği söylen­
mişti; A tatürk değil de İnönü tek parti mutlakıyetçiliğinin sembolü olm uştu.
D em okrat Partililer, ayrıca Türkiye’nin sorunlarından devleti değil partiyi
sorumlu göstererek bürokrasinin desteğini de kazanm ışlardı. Bürokrasinin
desteği veya kesin tarafsızlığı olm asaydı DP kazanam ayabilirdi, çünkü Türk
halkı, bürokratlardan hem çekiniyor hem de onların izinden gidiyordu. R es­
mî görevliler iktidar partisine çalışm ayınca seçmenler bunu fark etti. Yüzde
90 oranındaki katılımlı seçimde oyların yüzde 5 3 ’ünü alan D em okrat Parti
parlam entoda 408 sandalyeyle ezici bir çoğunluk sağladı. Cumhuriyet H alk
Partisi oyların hatırı sayılır yüzde 4 0 ’lık bir kısm ını alsa da M eclis’e 69 san­
dalyeyle girebildi; bunun sebebi C H P ’nin kazanan -h er şeyi- alır ilkesini se­
çim sistemine yerleştirmiş olm asıydı ki bu ilke geçm işte partinin yararına ol­
muştu.
D em okratlar’ın 1950 seçim zaferi o dönem de de, günümüzde de bazı
akademisyenlerin vurguladığı gibi, modern Türkiye tarihinde bir dönüm nok­
tası olarak görüldü. İktidar partisi seçmenin iradesini kabul etmişti ve bu da
dem okratik süreç için, kom ünist otoriterlik ile ‘hür dünya’ arasında bir çatış­
manın ortaya çıktığı o dönem de, önemli bir ileri adım olarak görülüyordu.
Aslına bakılacak olursa, Türkiye’deki değişiklik göründüğü kadar dram atik
değildi. DP tarafından temsil edilen siyasi güçlerin siyaset alanına girdiği d oğ­
ruydu am a iktidara geldiklerinde tıpkı C H P’nin de yapm ış olduğu gibi aynı
aracı, kısıtlayıcı 1924 A nayasası’nı kullanm aktaydılar. 1950’lerin büyük de­
ğişimi, sömürgelerin bağım sızlaşm ası süreci ve Soğuk Savaş aracılığıyla geldi;
bunlar doğal olarak Türkiye’deki hayatı da etkiledi.
SO Ğ U K SAVAŞ VE T Ü R K İY E ’Y E ET K İLER İ
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, M üttefikler -İngiltere ve Sovyetler Birli­
ğ i- Avrupa’yı etki alanlarına ayırıyordu. Stalingrad M uharebesi’nde A lm an­
ya yenilene k adar Türkiye Berlin’e karşı ılımlı bir tarafsızlık sergilemekteydi.
Stalingrad son rasın d a Türkiye M üttefikleri desteklem eye başladı. Stalin,
ChurchilPle ‘B oğazlar’ meselesini Ekim 1944’te M oskov a’da, sonra da Şubat
1945’te Y alta’da gündeme getirmişti. Müttefikler sorunu tartışm ayı, T ürki­
ye’yi niyetlerinden ve bağımsızlığına teminat verdiklerinden haberdar etmeyi
kabul etmişlerdi. Yakın zam anda açılm ış Sovyet arşivleri bize gösteriyor ki,
Türkiye M ayıs 1945 gibi erken bir tarihte M oskova’ya bir karşılıklı dostluk
antlaşm ası önererek, Stalin’in anladığı kadarıyla müttefiki İngiltere’yi dışla­
ma eğiliminde olduğu mesajını verm işti. Türk çekingenliği olarak gördüğü
şeyden cesaret alan Stalin, haziran ayında sözlü olarak Türk Boğazları’nda
bir üs ve Çarlık R usyası tarafından 18 7 8 ’de elde edilip 1 9 2 2 ’de Tenin tarafın­
dan Atatürk’e bırakılan Kars ile A rdahan’ın iadesini istedi. Denir ki, Stalin
Boğazlar’a yalnızca bir Sovyet güvenliği meselesi olarak değil, bir prestij me­
selesi olarak da bakıyordu. Kızıl O rd u ’nun başarılarından etkilenen T ürki­
ye’nin bu istekleri kabul edeceğini, böylece W ashington ve Londra’yı da bir
‘oldubitti’ karşısında bırakacağını düşünüyordu. Sonradan, Dış İlişkiler K o ­
miseri Vyaçeslav M olotov, Stalin’in oyunu abartarak oynadığını ve 1945’te
haddinden fazla saldırgan davrandığını itiraf edecekti. M olotov, Sovyet istek­
lerinin zam anlam asının kötü ve gerçekçi olmadığını belirtir. 1946 yılında ha­
tasını gören M oskova Türkiye’den isteklerinden vazgeçti. Yakın dönemde ya­
pılan Amerikan akadem ik araştırm aları, Kasım 1945’te süresi dolan 1925 ta­
rihli Türk-Sovyet Dostluk A ntlaşm ası’nın yenilenmesi konusunda bir Sovyet
talebi bulunmadığını, sadece öneriler ve şartlar getirildiğini söylemektedir ki,
bu öneri ile talepler arasında çok önemli farklar vardır. Türk Dışişleri B ak a­
nı H aşan Saka bile ancak, Sovyet diplom atik girişim belgesini görüp de T ü r­
kiye toprakları üzerinde bir Sovyetlerin üs talebi olm adığını gördüğünde ra ­
hatlamıştı.
M oskova ile W ashington arasındaki Yunanistan, Türkiye ve Iran üze­
rindeki Soğuk Savaş krizi Türkiye’yi önemli bir bölgesel kuvvet haline getir­
di. Kriz aynı zam an da Trum an yönetim inin yeniden silahlanm a tasarısını
Kongre’den geçirebilmesini sağladı. W ashington’da Sovyetler’le başa çıkmak
üzere iki yaklaşım vardı: Dışişleri Bakanlığı Sovyet m eydan okumasını genel­
de siyasi ve iktisadi olarak görüyordu, dolayısıyla da buna en iyi siyasi ve ik­
tisadi yollardan karşılık verilebileceğini düşünüyordu. Pentagon ise Sovyet
İsmet İnönü’nün geliştirdiği demokrasi kavramı, özgürlüklerle temellendirilmiş bireyin kişisel
haklarına dayalı bir yapılanmadan çok; “çok partili rejim” diye adlandırılacak yüzeysel siyasal
düzenlemelere dayanıyordu. İnönü, “tek parti diktatörlüğü”nün toplumda yaratmış olduğu
olumsuzlukları bilmiyor değildi. Ama yine de halkın yıllardır çektiği acı ve baskıların yaratacağı
sonuçlan tahmin edemedi. Oysa halk 14 Mayıs seçimlerinin ardından kendisini
“Gitti İsmet, açıldı kısmet..” diye uğurlayacaktı. İnönü Mayıs 1950’de seçim konuşmasında.

tehdidinin öncelikle askerî olduğunu ve bir ittifaklar sistemiyle karşılanabile­


ceğini düşünüyordu ki, bu Kuzey Atlantik A ntlaşm ası Ö rgütü’nün (N A T O )
kuruluşu için atılan ilk adım oldu. A BD ’nin Türkiye’yle ilişkilerinde Penta-
gon’un yaklaşım ı ağır bastı.
Soğuk Savaş iklimi T ürkiye’nin W ashington’la ilişkisini hızlandırdı.
Her iki taraf da Türkiye’nin hızlı ekonomik gelişme için yabancı sermaye ya­
tırımına ihtiyacı olduğuna inanıyordu. Bu, sadece Türkiye Batı’ya katılır ve
O rtadoğu’da Batı çıkarlarına hizmet ederse gerçekleşebilecekti. Stalin’in T ü r­
kiye’ye karşı zorbalık taktikleri, W ashington’la yakınlaşm ayı, özellikle de
kom şu Y u n an istan ’da iç savaş çıkm ası sonrasında, kolaylaştırdı. D o st bir
Türkiye W ashington için önem li bir değer halini aldı, bu yüzden de ülke
1 9 4 7 ’nin T ru m an D oktrini ve A vrupa ekonom isinin düzeltmeye yönelik
M arshall Planı içinde yerini aldı. Cumhuriyet H alk Partisi içerisindeki devlet­
çi hizip sonunda 1947’de B aşbakan Recep Peker’in istifasıyla yenildi ve bu
noktadan sonra iki parti de Batı’ya istikrarlı bir Türkiye imajı vermek için iki
tarafın da desteklediği bir ortak politika geliştirdi.
A nkara Batı’yla ilişkisinden hoşnut değildi. Batı Türkiye’yi bir Sovyet
saldırısına karşı korum a konusunda bir vaatte bulunmuyordu, oysa 1 9 4 9 ’da
N A T O ’nun kurulması sonrasında Ankara Sovyetler Birliği’yle bir savaş duru-
munda Batı’nın yardım ına geleceğine dair bir garanti istiyordu. Washington
bu tür bir taahhütte bulunma konusunda çekimserdi. Pentagon, Türkiye’nin
bölgede bir Sovyet saldırısı tehdidini önleme amacıyla hızla modernleştirilen
ordusunu kullanm aktan ve Türkiye’de bom bardım an üsleri bulundurm aktan
memnundu.
Ancak, İnönü W ashington’dan sadece ekonomik ve askerî yardım de­
ğil, sağlam bir taahhüt de istiyordu. 1 9 4 0 ’ların sonlarına doğru, Ankara siya­
set çevrelerinde, savaş sonrası dönemde güncelleşmiş bir kavram olan ‘bağ­
lantısızlık’ tartışılıyordu. N isan 1 9 4 9 ’da dönemin dışişleri bakanı Necmettin
Sadak W ashington’i ziyaret ettiğinde, Dışişleri Bakanı Acheson onun Ameri­
kan güvencesi verilmezse Türkiye’nin tarafsızlığı yönündeki tavrına hayret et­
mişti. Amerikan diplom atları ve askerî yetkilileri Türkiye’ nin bir tarafsızlık
konum u isteyebileceğinden ve Am erika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’deki
yatırımlarını değerlendiremeyeceğinden korkuyorlardı.
Türkiye’nin hatırı sayılır p azarlık konumu yine de W ashington’dan
hiçbir ödün alm aya yetmedi ve İnönü görüşm elerde ilerleme sağlayam adı.
1950 M ayısı’nda DP iktidara gelince aynı siyaseti izlediyse de onların girişim ­
leri de ciddiye alınm adı. Türk birliklerinin Kore Savaşı’na katılm aları ve T ür­
kiye’nin W ashington’in Sovyetler Birliği’ne karşı güttüğü ‘kuşatm a politika-
sı’na katılması da bir fark yaratm adı. Artık cum hurbaşkanı olan Celal Bayar
1951 Şubatı’nda Amerikan büyükelçisini kabul ettiğinde ABD-Türkiye ilişki­
lerinden kişisel hoşnutsuzluğunu ifade ederek Sovyetler Birliği’yle bir savaş
durumunda tarafsız kalınabileceğini im a etti. Bu, istenen etkiyi yarattı. İngil­
tere’nin itirazına rağmen (İngiltere, Türkiye’nin üyeliğini O rtadoğu’da etkin
olm asıyla sınırlam ak istiyordu), hem Türkiye hem de Y unanistan Şubat
1 952’de N A T O ’ya tam üye oldular. Türkiye N A T O ’ya üye olduktan sonra
tüm dış politika seçeneklerinden vazgeçerek örgüte tam am en bağımlı hale
geldi. Atatürk’ün bir daha Türkiye ve R usya’nın asla düşm an olmamasını is­
teme siyaseti de tıpkı Türkiye’nin artık O rtadoğu’nun bir parçası olm adığı
yönündeki Kem alist jeo-strateji düşüncesi gibi terk edildi. N A T O içinde T ü r­
kiye, 1955’te Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve İngiltere arasında imzalanan
Bağdat Paktı’yla vücut bulan Batı ile O rtadoğu arasında bir köprü kurulm a­
sı rolünü üstlendi. Türkiye’nin iddia edilen rolü Sovyetler’in yayılmasını ön­
lemekti ama ülke aynı zamanda M ısır lideri N asır önderliğindeki Arap milli­
yetçiliğine karşı da yönlendirilmişti. W ashington pakta katılm asa da paktın
arkasındaki m addî ve manevi destek olmayı sürdürdü. Bağdat Paktı T ürki­
ye’yi bölgedeki m uhafazakâr rejimlerin lideri haline getirirken N A T O ile Or-
tadoğu arasında bir bağ da oluşturdu. Ancak, bu aynı zam anda A n kara’nın,
özellikle Birleşmiş Milletler içinde, yükselen Üçüncü Dünya’dan tecrit edilme­
si de demekti.

İÇ SİY A SET
Dem okratlar iktidara geldiklerinde ülkede büyük um utlar yarattılar. O toriter
tek parti rejimini sona erdirmiş, ülkeyi demokratik biçimde yönetme, çağ d aş­
laşm a ve refah getirme sözü vermişlerdi. Aslına bakılırsa, iktidar partisi ile
muhalefet arasında gerçek bir ideolojik fark yoktu: her iki parti de modern,
müreffeh bir Türkiye yaratm a çalışm alarına gönül vermişti. D em okratlar,
1948’de C H P ’li bir siyasetçi tarafından ortaya atılm ış olan Türkiye’yi bir ‘kü­
çük A m erika’ yapm a ve ‘her mahallede bir m ilyoner’ yaratm a sloganlarını
kullanıyorlardı. M uhalefet kendilerinin de paylaştığı bir görüşe karşı çıka­
mazdı; onlar sadece bu hedeflere ulaşm a yöntemleri açısından farklılık göste­
riyorlardı.
Belki de Dem okrat Partililer ile Halk Partililer arasındaki temel farklı­
lık bu partilerin Türkiye’yi geliştirme eyleminin hızıydı. Seçimleri çok büyük
bir çoğunlukla kazanan D em okratlar, halkın programlarının arkasında dur­
duğuna inanıyorlardı. ‘Çoğunlukçu dem okrasi’ye, yani sandıktaki sonuçtan
aldığı güçle çoğunluğun ne isterse yapabileceğine inanıyorlardı. Dolayısıyla da
eleştiriye ve programlarını gerçekleştirmekle aralarına girecek hiçbir engele ta­
hammülleri yoktu. Kemalizm ideolojisine, zamanın gereklerine göre yorum la­
nıp uygulanması kaydıyla katılıyorlardı. Kem alizm ’in altı okla formüle edilen
bazı ilkelerinin amaçlarına ulaştığını ve gözden geçirilmesi gerektiğini düşünü­
yorlardı. Örneğin, Türkiye’nin artık korumacı bir devlete ihtiyacı yoktu; böy­
lelikle serbest girişim çağında devletçilik ilkesi artık gereksizleşmişti.
D em okratlar kendilerini toplum lannı anlayan ve halk için en iyinin ne
olduğunu bilen toplumsal mühendisler olarak görüyorlardı ki bu, Kem alist
‘Halk için, halka rağmen’ düsturuyla uyumluydu. C H P ’nin Türkiye’nin kuru­
luş yıllarında çok büyük bir hizmet gerçekleştirdiğini am a artık anakronizm e
düştüğünü, halkla ve ihtiyaçlarıyla temas halinde olm adığını düşünüyorlardı.
M uhalefetteki C H P’nin, dolayısıyla artık resmî muhalefet rolünü oynayarak
Türk ekonom isi ve toplumu D em okrat Parti tarafından dönüştürülürken sey­
retmesini istiyorlardı. D em okrat Parti’den daha fazla din özgürlüğü isteyerek
ayrılan bir hizbin 1948’de kurduğu Millet Partisi’ne gelince, onlar da artık
gereksizdi, çünkü DP dinî faaliyetleri serbestleştirecek, Türk halkının manevi
ihtiyaçlarını karşılayacak yasalar çıkaracaktı. 16 H aziran 1950’de, iktidara
geldikten yaklaşık bir ay kadar sonra, ezanın yeniden A rapça okunm asını
mümkün kılan bir yasa çıkardılar, çünkü ezan Haziran 1 9 4 1 ’den beri T ürk­
çe okunm aktaydı. Dem okratlar ayrıca anayasa metninin dilini de Osmanlı-
c a ’ya yaklaştırarak A tatürk döneminin güncellenmiş T ü rk çe’sinden uzağa
çektiler ve Türkiye’nin Osmanlı geçmişiyle yakınlaşm aya başladılar. H âkim
olm aya başlayan Soğuk Savaş ve anti-komünizm havasında, soldaki tüm par­
tiler yasadışı ilan edildi, bunların önemli üyeleri ya hapsedildi ya da sürüldü.
Kom ünist bir şair olan Nâzım Hikm et ülkeden kaçıp Sovyet blokunda yaşa­
m ak zorunda kalırken, solcu yazar Sabahattin Ali, CH P iktidarının son yılla­
rında devletin istihbarat birimlerinin içinde olduğu iddia edilen tertip sonu­
cunda bir kaçakçı tarafından öldürüldü.
1950’deki seçim başarıları D em okratlar’ı halkın kendi programlarını
desteklediğini, kendilerinin de her dört yılda bir karşısına çıkacakları ‘milli
irade’yi temsil ettiklerini düşünmeye yöneltti. Bu sebeple, ne muhalefeti ne de
muhalefetin eleştirilerini ciddiye aldılar. Dem okrat Parti yönetiminin ilk yıl­
larında Avrupa’da Türk mallarına artan rağbet ve Kore Savaşı’nın yarattığı
gelişimin sonucu olarak ülke hızla büyüyorm uş gibi göründü. Ayrıca, M ars-
hall yardımı da ülkeyi Batı’ya açtı.
Türkiye, B aşbakan Adnan M enderes (1899-1961) tarafından yönetili­
yordu. C um hurbaşkanı Celal Bayar onu daha deneyimli, entelektüel Fuat
K öprülü’ye (1890-1966) tercih ederek atam ıştı, çünkü M enderes hem daha
genç bir kuşağa m ensuptu hem de savaş sonrası Türkiye için güçlü bir önse­
ziye sahip olduğuna inanılıyordu. Pamuk yetiştirilen Batı A nadolu’nun Aydın
yöresinden zengin bir toprak sahibi aileden geliyordu. M enderes Kemalist dö­
nemde olgunlaşmış ve 1 9 3 0 ’da Ali Fethi’nin (Okyar) Serbest Cumhuriyet Fır-
k ası’nda siyasete atılmıştı. Parti kapandığında CH P’ye girm iş ve 1945’te to p­
rak reformu yasa tasarısına karşı çıkanlara katılmıştı. Sonra, CH P’den ihraç
edilmiş ve D em okrat Parti’nin kurucularından biri olm uştu.
M enderes, siyasi iktidarın Türkiye’nin hızlı büyümesi için gerekli araç
olduğunu düşünüyordu. Antidem okratik yasaları değiştirmeye veya Dem ok­
ratların muhalefetteyken bir ara istedikleri gibi tarafsız bir yönetim kurmaya
ayıracak zamanı yoktu. ‘Partiler üstü’ cum hurbaşkanı ilkesinden yola çıkan
Celal Bayar DP başkanlığından istifa edince Menderes parti başkanı seçildi.
Ancak bu göstermelik bir davranıştı, Bayar partiyle, tüm bağlarını kesemeye-
cek kadar yakından ilgiliydi. B aşka alan lard a, D em okrat Parti hükümeti
1 930’larda İtalya’dan alınmış olan Ceza K anunu’na sıkıca sarılarak ve Soğuk
Savaş döneminin buz gibi atmosferine uygun bir şekilde uygulam aları daha
baskıcı yaptı. Ayrıca, H alk Partililer de partinin m alvarlıklarına el konm ası
tehdidiyle baskı altında tutuldular.
M enderes’in konumu 1954 yılındaki seçim zaferinden sonra kötüleşti.
Bu sırada Türkiye bir refah dönemindeydi ve ülkede bir umut havası vardı.
Seçmenler ekon om ik büyüm eden faydalanm ış ve hoşnutluklarını, ülkeyi
açan, onu daha az bürokratik yapan yönetimi destekleyerek göstermişlerdi.
D em okrat Partililer devlet arazilerin i bazı to p rak sız köylülere d ağıtm ış,
A BD’den tarım makineleri ithal ederek çiftliklerde makineleşmeyi başlatm ış,
dolayısıyla da üretimi artırm ışlardı. Osmanlı dönem inde kurulmuş olan Z ira ­
at Bankası, çiftçilere kredi veriyordu, devlet de aynı zam anda buğday ve p a ­
muk üretimini sübvanse ederken tarım ürünleri için depolam a im kânlarını da
artırıyordu. H ava, 1 9 5 0 ’lerin ilk yarısında çiftçilerden yanayken aynı zam an ­
da Kore Savaşı yüzünden oluşan talep sayesinde dünya buğday fiyatları alışıl­
madık derecede yükselmişti. Sonuç olarak, kırsal kesim, özellikle de büyük
çiftçiler, kazançlıydı ve DP’ye oy vermekten memnundu.
DP’yi siyasal liberalleşme vaat ettiği için desteklemiş olan kentli aydın­
lar, üniversiteler ve m üteşebbisler hayal kırıklığı içindeydi; partinin iktidar
hırsı onları hayallerinden uyandırmıştı. Tek parti döneminden kalm a kurum-
larla dem okrasinin ve çok partili siyasetin yaşayam ayacağını gördüler. 1924
Anayasası ve Ceza Kanunu gibi yasalar çağdışıydı ve 20. yüzyılın ikinci yarı­
sındaki Türk yaşam ına uygun hale getirilmeleri gerekiyordu. DP hüküm eti
böyle ayrıntılarla ilgilenmiyordu. M enderes, gücü arttıkça eleştirileri görm ez­
den gelmeye başladı ve kendi partisi içindeki dem okrasiyi boğdu. M uhalefet­
teyken D em okrat Parti tek parti dönem inde kendilerine tanınm ayan grev
hakkını tanıyacağı vaadiyle sayıca az olan işçi sınıfının desteğini kazanmıştı.
M enderes’e bu söz hatırlatıldığında ‘Türkiye’de grev mi olurm uş? Önce biraz
iktisadi ilerleme sağlayalım da bu konuyu sonra düşünürüz’ şeklinde cevap
verdi. Bu cevap demokrasiye yaklaşım ını özetliyordu; o an için dem okrasinin
ekonomik gelişme sunağında kurban edilmesi gerekiyordu!
Seçimlere dayalı güçlerine rağmen, D em okratlar kendilerini güvensiz
hissetmelerine neden olan bir aşağılık duygusuna sahiptirler. Seçmenlerin
desteğini sağlam a bağlam ışlardı ve artık iktidardaydılar am a devletin aygıtla­
rının -bürokrasinin, yargının ve ordunun- arkalarında olduğundan şüpheliy­
diler. Bu kurum lar Cumhuriyet H alk Partisi tarafından yaratılm ışlardı ve d o ­
layısıyla da muhalefete sadık oldukları konusunda kuşku vardı. Bu durum
özellikle hâlâ askerî unvanıyla, İsm et Paşa olarak bilinen, İsmet İnönü’ye bağ­
lı olduğu düşünülen ordu için geçerliydi. Dem okrat Parti 1950’de seçimi ka­
zandığında -son rasın da generaller harekete geçmeyince yerini büyük bir fe­
rahlamaya b ırakan - bir askerî darbe söylentisi vardı. Yine de Menderes ordu­
nun üst kademelerinde bir tasfiyeye gitti ve İnönü’ye sadık olduğu düşünülen­
leri emekliliğe sevk ettirip yerlerine sadık Dem okrat Partilileri getirdi. Bazı
valiler ve önemli bürokratlar için de aynı uygulamaya gitti. Dem okratlar ‘p a ­
şa faktörü’ olarak adlandırılan ve İnönü muhalefet lideri olduğu sürece ikti­
darda rahat olam ayacakları fikrine dayalı mantıksız bir korkuya kapılm ışlar­
dı. ‘Kurnaz tilki’ olarak adlandırılan İnönü’nün tüm sorunlarının kaynağı o l­
duğuna ve Cum huriyet H alk Partili m uhalefetin onsuz etkisiz kalacağına
inanmışlardı. H alk Partililer de bu m asala inanıyorlardı; öyle ki 1954 yılında
İnönü yetmiş yaşında olmasına karşın parti içinden onun yerini alacak bir li­
der çıkmadı. İnönü 1950’de partisi seçimi kaybettiğinde siyaset yaşam ından
çekilseydi Türkiye’nin tarihi farklı bir yön alabilirdi. M enderes ve Dem okrat
Parti belki kendini daha güvende hissedip muhalefete karşı daha dürüstçe ve
hakça davranabilirdi. CH P içinde de yeni bir liderlik kadrosu oluşur, parti
kendini yenileyerek zamanın gereklerine uyabilirdi. İnönü partiyi yönettiği
müddetçe h erh an gid ir değişiklik düşünm ek imkânsızdı; o, geçmişten kalm a
bir simgeydi ve altında yeni hiçbir şeyin yetişemeyeceği devasa bir gölgesi var­
dı. D em okratlar, on yıllık iktidar dönemlerinde ‘paşa faktörü’yle hesaplaş­
m akta başarısız olm uşlardı.
Menderes M ayıs 1960’ta yönetime el koyan askeri cunta tarafından
asıldıktan sonra, A n kara’da anlatılan bir fıkra vardı: M enderes cennete gider
ve bir gün A tatürk’le karşılaşır, Atatürk ona Türkiye’deki siyasi hayatı sorar.
M enderes bunun üzerine Atatürk öldükten sonra memleketin başına gelenle­
ri bir bir sayıp döker ve son olarak kendi idamını anlatır. Sonra da ‘Kısmet,
p aşam ’ der. A tatürk, ‘Hayır Adnan’ der, ‘kısmet değil, İsm et!’
M enderes’in demokratik olm ayan yönetimi sadece Cumhuriyet H alk
Partisi ve ‘paşa faktörü’yle açıklanam az. Kendini ne kadar güvenlikten uzak
hissetse de muhalefetin zayıf ve düzensiz olduğunu, kendine endişe edecek
hiçbir etkisi olm ayacağını biliyordu. M enderes’in siyasi endişesi kendi parti­
sinin yapısı üzerine kuruluydu. D em okratlar asla muhalefetteyken göründük­
leri kadar hom ojen değillerdi. Partinin tavanı Cumhuriyet H alk Partisi m uha­
liflerinden oluşuyordu am a taşradaki desteğinin çoğu parti O cak 1946’da ku­
rulduktan sonra siyasete girenlerden gelmekteydi. Bunlar jandarmanın köy­
lerdeki sert davranışını hatırlıyorlardı ve İnönü ile C H P ’ye karşı dolaylı bir
nefretleri vardı. Çoğunun gözünü intikam isteği kör etmişti ve partilerinin, ik­
tidarda olsalar bile, C H P’ye karşı sert davranm asını istiyorlardı. Bunlar lider-
DP döneminde Cumhurbaşkanlığı makamı tarafsız olmak bir yana tamamen partizanca bir anlayışla
yürütüldü. Gerçi Bayar göstermelik olarak DP başkanlığından istifa etmişti ama her hrsatta partisinin
“Cumhurbaşkanı” gibi davranmaktan da çekinmiyordu. Menderes ve Bayar bir yurt gezisinde.

lerini İnönü’yle birlik olup dolap çevirmekle itham ediyordu, hatta bunlardan
bir bölümü 1 9 4 8 ’de Dem okrat Parti’den ayrılıp M illet Partisi’ni kurm uşlardı.
İktidardayken, bu kişiler M enderes’i C H P’den farklı olm am ak ve neredeyse
aynı program ı sunm akla suçladılar.
M enderes partisinin taşra kongrelerinde defalarca bu tür eleştirilerle
karşılaştı. K ısa sürede parti içi muhalefetin meclisteki muhalefetten çok daha
zorlu olduğunu kavradı. D em okrat Parti muhaliflerini C H P’ye karşı sert ön ­
lemler alarak yatıştırabileceğini biliyordu. Bu politika, hükümetin C H P’ye ve
üniversiteler ile basın gibi kurum lara karşı çıkardığı antidem okratik yasaları
kısmen açıklar. M enderes böylelikle muhaliflerinin gönlünü almış olabildi
am a aynı şekilde en başından beri D P’yi siyasal serbestleşme sözüne güvene­
rek destekleyen liberal aydınların desteğini de kaybetti. Aydınlar, sayıları az
olsa da düşüncelerini rahatça açıklayabiliyor, üniversitelerde, basın da ve
meslekî kuruluşlarda seslerini duyurabiliyordu. D em okrat Parti hükümetinin
sivil toplum u dem okratik özgürlükleri artırarak güçlendirmesi gerekiyordu,
bunları kısıtlayarak baltalam ası değil. Ancak, M enderes’in basına, muhalefe-
te ve üniversite özerkliğine karşı aldığı tedbirler, onun daha hür ve dem okra­
tik bir Türkiye fikrini benimsemediğini gösteriyordu. İktidarın O cak 1954’te
m uhalif Millet Partisi’ni kapatabilm esi parti siyasetinin ne k adar kırılgan ola­
bileceğini gösteriyordu.
Menderes 1954 seçim başarısıyla değişti. Hem halktan aldığı oy hem
meclisteki temsilci sayısı arttı. H alk öyle inandığı için doğru politikaları seç­
tiğine kanaat getirdi; artık 1946’dan beri Dem okrat Parti’yi desteklemiş olan
ve partiye sempati duyan gazetecilere bile danışm aya gerek duymuyordu. H ü­
kümet üzerindeki tek etkin denetim meclisteki güçlü muhalefetti. Cumhuriyet
kurulduğundan beri Türkiye Büyük M illet M eclisi devletin en güçlü kuru-
muydu. Milli egemenlik M eclis’e devredilmişti ve M eclis üyeleri arasından
cumhurbaşkanını seçiyordu. Cum hurbaşkanı başbakanı atıyor, başbakan k a ­
binesini milletvekilleri arasından kuruyordu. Milletvekillerinin, seçildikleri
bölgeyi değil milleti temsil etmeleri bekleniyordu.
1924 A n ay asası’na göre, meclis yasaları çıkarıyordu ve bu yasaları
gözden geçirecek bir üst meclis veya anayasaya uygunluklarını denetleyecek
bir anayasa mahkemesi yoktu. Sadece cumhurbaşkanının yasaların yürürlüğe
girmesini veto etme Tıakkı vardı am a o da iktidar partisiyle tarafsız davrana-
m ayacak kadar yakın ilişkiler içindeydi. Güçlü bir muhalefet partisinin yok­
luğunda hükümet, kendi partisini hizada tutabilirse, her istediğini yapabilir­
di. 1954 sonrasında M enderes’in başlıca tasası bu oldu, çünkü siyasi sorunla­
rının çoğunluğu partisi içinden çıkıyordu.
Serbest girişimcilik ile siyasal liberalizmi savunan D em okrat Parti libe­
ralleri hükümetin ekonomi üzerinde devlet kontrolü ve siyasal etkinlikleri en­
gelleme siyasetine şiddetle karşı çıktılar. Böyle davranan liberal Dem okrat
Partililer ya istifa ettiler veya partiden ihraç edildiler. Bunlar arasında Aralık
19 5 5 ’te Hürriyet Partisi’ni kuran Fevzi Lütfü K araosm anoğlu gibi önde gelen
Dem okratlar da vardı. M enderes tam am en partisinin meclis grubuna bağlı
hale geldi ve kendi dışında tüm kabinenin yeni bir kabine kurulması am acıy­
la istifasını kabul etti. Bu siyasi m anevrayla meclis, hükümeti yönetecek veya
partiyi bir arada tutacak bir başkasının olmadığını itiraf etmiş oldu. Sonra­
sında Menderes meclis grubuna büyük alçakgönüllülük ve saygıyla davrandı.

E K O N O M İK E N D İŞE L E R
1955’ten sonra ekonom ide başlayan gerileme Türk siyasal yaşam ında da etki­
li olm aya başladı. M aalesef 1950’lerin başındaki ekonomik mucize zayıf te­
meller üzerine dayanıyordu ve yıkılmaya mahkûmdu. Besin maddeleri ve pa­
m uk üretim indeki artış, yeni tarım
tekniklerine değil, ekili alanın büyü­
mesine bağlıydı. 19 5 4 ’e gelindiğinde,
ekonomi durgunluk belirtileri g ö s­
term eye ve büyüm e hızı düşm eye
başladı. K atlan an enflasyon 1956-
1959 yılları arasını kapsayan dönemi
belirledi; fiyatlar her yıl yüzde 18 art­
tı. Bu arada ekonominin büyüme hı­
zı sıradan bir oranda, yüzde 4 ’te kal­
dı ki, bu yüksek nüfus artışıyla ancak
başa baş gidebiliyordu. Ekonom i ya­
pay bir artış yaşam ıştı ve kendine ye­
terli bir gelişmenin izleri görünm ü­
yordu. Sürekli artan enflasyon, m e­
mur ve işçilerin yaşam standartlarına
zarar veriyordu. Subaylar bu durum ­
dan bire bir etkileniyor ve düşen ya­
şam standartları yüzünden m eslekle­
rinin prestij kaybetmesine içerliyor­
lardı. Artık orta sınıf ailelerin kızla-
, , . ...... . DP’nln uyguladığı ekonomik politika 1950’lerin
rıyla
1 evlenemedıklerı içinY
ve bu aile- . . . ... , _ . ., . .
sonuna doğru artan döviz fiyatı ve faiz hadlerine
lerin kızlarını yükselen işveren sınıfı- bağlı olarak daralmayı da beraberinde getirdi.
na vermeyi tercih etmelerinden yakı- Bu ise bankaları tasfiyeye, şirketleri de iflasa
zorluyordu. Ancak durgunluk esas olarak halka
nıyorlardı. Bu önemli siyasal sonuç- yansıdl Yok|uk|ar beraberinde kuyruktan da
lan doğurdu ve 1960 darbesine yol getirmişti. 50'li yıllarda bir gaz kuyruğu.
açan faktörlerden biri oldu.
Hüküm etin Türk lirasını aşırı değerli tutm a politikası yüzünden y a ­
bancı para sıkıntısı da vardı. 1958 devalüasyonuna kadar, 1 doların gerçek
değeri 10 lira civarındayken, 1 dolara 2,80 lira paritesi korunmuştu. Bunun
sonucunda, ithalat hükümet tarafından desteklendiği için çok ucuzken; öte
yandan ihraç m alları yanına yaklaşılm ayacak k ad ar pahalıydı. Bu politika
büyük ölçekte yozlaşm ayı cesaretlendirdi; eğer bir işadam ının siyasi bağlantı­
ları varsa çok ucuza döviz alabilir ve ithalattan büyük kâr elde edebilirdi. Bu
dönemde servetler oluşurken hazine parasız kaldı.
Seçimler yapılması gerektiği tarihte, 195 8 ’de yapılsaydı D em okratla­
rın nasıl bir sonuç elde edeceklerini bilem iyoruz. M enderes ekonom inin
1 9 5 8 ’de daha da kötü durumda olacağını düşünerek seçimleri Ekim 1957’ye
aldı. Böyle de olsa 1 9 5 7 seçimleri DP’nin gerilemesine işaret etti; Cumhuriyet
H alk Partisi’nin sandalye sayısı 3 1 ’den 1 7 8 ’e çıktı. D em okratlar hâlâ olayla­
ra hâkimdi am a daha popülist bir yöntemle, dinin siyasete alet edildiği bir p o ­
litika güdüyorlardı. Bu, özellikle M enderes 17 Şubat 1 9 5 9 ’da L on dra’da
G atw ick H avaalanı yakınlarında bir uçak kazasından kıl payı kurtulduktan
sonra böyle oldu. M enderes’in on dört kişinin öldüğü kazadan kurtulmasını,
yandaşları bir mucize olarak niteleyerek söm ürdüler ve M enderes’i Tanrı ta­
rafından daha yüce bir emele hizmet etmek için seçilmiş bir kader adam ı ola­
rak gösterdiler.
1957 seçimleri döneminde D em okrat Parti artık ekonom iyi kontrol
edemiyordu. M enderes, kısa vadeli bir sorunla karşılaştığını, politikalarının
sonuçlarını alm ak için sadece zam ana ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Y ar­
dım için Batı’ya döndü ve Temmuz 1 9 5 8 ’de W ashington, Türkiye’nin 400
milyon dolarlık borcunu konsolide etme amaçlı 359 milyon dolarlık bir kre­
diyi onayladı. M enderes buna karşılık ekonomiyi ‘dengelemek’ üzere, 1 dola­
rı 2,8 T L ’den 9,02 T L ’ye yükseltmeyi kabul etti. Stabilizasyon program ı bek­
lenen etkiyi yapm adı, dolayısıyla da 1959 Ekim i’nde M enderes yeni malî kre­
diler arayışında A m erika’ya gitti. Ancak, Eisenhower yönetimi para desteği
vermeyi reddetti ve M enderes Türkiye’ye eli boş döndü. Bunun ardından, So­
ğuk Savaş düşmanının kredi vermeye daha yatkın olup olm adığım denemek
am acıyla Tem m uz 1 9 6 0 ’ta Sovyetler Birliği’ni ziyaret etm eye karar verdi.
Am a, Menderes M o sk o v a’yla aradaki çitleri tamir etmeye çok geç karar ver­
mişti ve bu ziyaret gerçekleşemeden ordu M enderes’i devirdi.

O R D U M Ü C A D E L E Y E KARIŞIYO R
1957 seçimleri sonrasında siyasi gerilim artmıştı. M uhalefet çok daha güçlüy-
dü ve elinde kullanabileceği kozlar vardı, am a M enderes’i genel seçimde yen­
mek dışında hükümeti düşürebilme olanağına sahip değildi. M enderes, otori­
tesini ‘Vatan Cephesi’ adı verilen ve kendini eleştirenleri tecrit edip muhalefe­
ti silahsız bırakmayı am açlayan bir ulusal cephe kurarak iyice güçlendirmek
istedi. Cepheye katılm ak istemeyenler ‘yıkıcı’ olarak tanım lanarak, katılanla-
rın adları devlet radyosundan duyuruldu. ‘Vatan Cephesi’, birlik getirmek ye­
rine siyasal yaşam ı kutuplara böldü. Bu siyasal manevra işe yaram ayınca, De­
m okratlar bu kez de N isan 1960’ta bir askerî darbe planlam akta olduğunu
iddia ettikleri, muhalefetin ‘yıkıcı faaliyetler’ini soruşturm ak am acıyla bir ko­
misyon kurdular. A n kara’da ülkenin başka kentlere de yayılan öğrenci göste­
rileri başladı. Sıkıyönetim ilan edildi am a bir işe yaram adı. Sonunda, 24 M a ­
yıs 1960’ta, M enderes komitenin çalışm alarını tam am ladığını ve 1960 Eylü­
lü’nde erken seçimlere gidileceğini açıkladı. Ancak bu açıklam alar çok geç
kalmıştı. D em okrat Parti yönetiminden soyutlanmış subay grupları 1957’den
beri D em okrat Parti yönetimini sonlandırm a planları yapm aktaydılar. 2 7
M ayıs’ta m üdahale ettiler ve D em okrat Parti hükümetini devirdiler.
Silahlı Kuvvetler’de reform , Dem okrat Parti program ının önemli te­
mellerinden biriydi. 1 9 4 7 ’de T rum an D oktrini’nin açıklanm asıyla birlikte
Pentagon hâlâ Birinci Dünya S av aşı’ndan kalma antika silahlarla mücehhez
bu orduya m odern silahlar vermeye başlam ıştı. Türkiye 1952’de N A T O ’ya
üye olunca modernizasyon daha da hızlandı. M enderes, gerekli yeniden yapı­
lanmayı sağlam ak amacıyla emekli albay Seyfi K urtbek’i milli savunma b ak a­
nı olarak atayınca askerî reformu destekliyor görünm üştü. Kurtbek’in yeni­
den yapılanm a planı genç subaylar arasında popülerdi am a yaşlı subaylar,
özellikle modern savaş tekniklerini uygulayam ayacakları gerekçesiyle erken
emekli edileceklerinden endişe eden generaller durum dan rahatsızdı. H âlâ
davranışlarında Prusya hiyerarşisini barındıran ordunun yaşlı kuşağı daha
genç subaylarla yetkiyi paylaşm a fikrine içerliyordu. Generaller reform lara
karşı çıkarak K urtbek’in bir darbe hazırladığı dedikoduları yaydılar. M ende­
res buna reform ları erteleyerek karşılık verdi ve Kurtbek de reformlarının ra ­
fa kaldırıldığını hissederek Tem m uz 1953’te istifa etti.
M enderes için, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden düzenlenmesi bir
öncelik değildi. M evcut durumu korum aktan ve yüksek rütbeli subaylarıyla
ters düşmemekten memnundu. İçlerinden en önde geleni Pentagon’da iyi ta ­
nınan Orgeneral Nuri Yam ut olm ak üzere bazı önemli generalleri partisine
kazandırm aya çalıştı. M enderes böyle yüksek rütbeli subaylar Dem okrat Par­
ti yandaşı olunca, İnönü taraftarı generallerden gelecek bir tehditten m uaf
olacağını düşünüyordu.
Ordu için harcam a yapm ak D P’nin öncelikler listesinde yoktu, çünkü
Menderes Türkiye’nin kısıtlı kaynaklarını ekonomik gelişmeyi hızlandırmak
için altyapıya, yol ve fabrika yapım ına aktarmayı tercih ediyordu. Ülke zaten
milli gelirine oranla pek çok N A T O ülkesinden fazla askerî harcam a yapıyor­
du. Bu harcam alar 1950’deki 248 milyon dolardan 1 9 5 3 ’te 381 milyon d ola­
ra yükselerek önemli bir oranda artm ıştı. Türkler, N A T O ’ya girdiklerinde ül­
kenin askerî harcam asının azalacağını, çünkü N A T O ’nun bunu destekleyece­
ğini düşünm üşlerdi. Durum böyle değilken, M enderes’in, katlanan enflasyon
oranlarıyla başa baş gidebilmesi için asker m aaşlarını artırarak bütçeden d a ­
ha fazla para harcam aya hiç niyeti yoktu. Askerî reform harcam aları, bütçe
daha büyük bir artı verene kadar beklemek durumundaydı.
Türkiye N A T O ’ya katıldığında, ordu için daha fazla kaynak harca­
m akla kalmadı, aynı zam anda ordunun karakteri de önemli ölçüde değişti.
Subaylar yeni teknoloji ve savaş yöntemleriyle karşılaşırlarken, aynı zam an­
da ideolojik olarak da bölgesel sınırlı vatanseverliğin yerine Soğuk Savaş’ın
komünizm karşıtlığını koyarak daha kozm opolit oldular. H ayat tarzı kendi
ülkelerindekinden çok farklı olan diğer N A T O ülkelerine eğitim için gönde­
rildiler. Yeni bir dünya görüşü ve Türkiye’de reform yapm a isteği edindiler.
Politize olarak çevrelerindeki siyasal çekişmeden rahatsızlık duymaya başla­
dılar. N A T O üyeliği, subaylar arasındaki ayrımı hem siyasal hem teknolojik
açılardan derinleştirdi. Dem okratlar generalleri öyle başarıyla yanlarına çek­
mişlerdi ki, alt rütbeli subaylar gizli planlarına katılacak tek bir general bul­
m akta bile zorlandılar. 1950’lerde Türkiye’de Silahlı Kuvvetler rütbe ve eko­
nomik durum açısından bölünmüştü.
Subaylar arasındaki rahatsızlık 1 9 5 0 ’lerin ortasından başlayarak ar­
tan enflasyon, siyasi istikrarsızlık, kentlerdeki genel memnuniyetsizlik havası
üzerine kurulmuştu. Genelde alt-orta sınıftan olduklarından, iktidar partisi­
nin serbest piyasa felsefesinin tehdidi altındaki sınıflarının şikâyetlerini pay­
laşıyorlardı. Bu tür insanlar, Türk toplum una kimliğini kazandıran ahlâkî ve
geleneksel değerlerin eriyişine üzülüyordu. DP bu değerleri zenginlik ve gös­
terişi yücelten kaba maddecilik uğruna zayıflatıyordu. 1960 cuntasının radi­
kal üyelerinden O rhan Erkanlı darbeden bir süre sonra kendini şöyle ifade
ediyordu:

1 9 5 4 ’ten so n ra ik tid ard a b u lu n m u ş o la n zü m re, m illetin bü tü n h ak ların ı


çiğ n ed i. M ille ti ald attı. M e m lek eti ik tisad i ve so sy a l a la n d a bir felâkete s ü ­
rü k le d i. M a n e v i d eğerler u n u tu ld u ve u n u ttu ru ld u . D e v le t k u ru m u , tam
bir p a r ti k u ru m u haline g e tirild i. M em lek ette tek o r g a n iz e g ü ç olan T ü rk
Silah lı K u v v e tle ri’nin her v esiley le g u ru ru kırıldı; tarih in in en asil m irası
o la n ü n ifo r m a ta şıy an ları u ta n d ıra c a k h ale g etirild i (C u m h u riy e t, 2 0 T e m ­
m u z 1 9 6 0 ).

O rdudaki hoşnutsuzluk, o dönemin partilerarası çekişmesini yansıta­


rak siyasal bir hal aldı. Subaylar Türkiye’nin sorunlarını C H P muhalefeti ve
basın tarafından yansıtıldığı şekilde görm eye başladılar. D arbeden sonra ken­
dileri için kabul edilebilir olan çözümleri de Dem okrat Parti’ye muhalif ay­
dınlardan aldılar. Subaylar arasında sadece Alparslan T ürkeş ve Orhan Er-
kanlı gibi birkaç kişi Türkiye’nin gitmesi gereken yön konusunda aydınlar­
dan farklı düşünüyordu. Bunlar da N âsır’ın M ısır’ı, Suriye, Irak ve Pakistan
gibi 1960’larda tümü askerî rejimle yönetilen ülkelerde gördüklerinden etki­
lenmiş olabilirlerdi. Ancak Türkiye’de ordu içi hiyerarşi iyi yerleşmişti ve ra ­
dikaller kısa süre içinde üst rütbeli subaylar tarafından kenara itildi. Bundan
sonra, 20. yüzyılın sonuna kadar, Türk siyasal gündemini bunlar belirleye­
cekti.

O k u m a Ö n e r İl e r İ
K em al K a r p a t, T u r k e y ’s P olitics: the T ra n sitio n to a M u lti-p arty Sy ste m , P rinceton , 1 9 5 9 .
B ern ard L e w is, M o d e rn T ü rk iy e ’nin D o ğ u şu , A n k ara: T ü rk T a r ih i K u ru m u , 1 9 7 0 .
C em E ro ğ u l, “ Ç o k partili sistem in k u r u lu şu ” , Irvin C em il Sch ick ve E rtuğrul A h m et T o -
n ak , G e ç iş D ö n e m in d e T ü rk iye, İsta n b u l: Belge, 1 9 9 0 .
ALTINCI BÖLÜM

Askerî Vasiler
(1960-1980)
C U N T A Y Ö N E T İM İ
950 M ayısı’ndaki seçim zaferi sonrasından çok, 2 7 M ayıs 1960 askerî
1 darbesini takip eden süreç, Türk siyasal, toplumsal ve ekonomik hayatın­
da yeni bir dönem başlatmıştır. A skerî cunta yönetimini oluşturan 38 subay­
dan çok azı Türkiye’nin siyasi geleceğine dair bir öngörü sahibi olarak göre­
ve gelmişti. D aha sonraları bir neo-faşist partinin liderliğini yapacak olan A l­
bay Alparslan T ürkeş (1917-1997) gibi kimileri kendilerine ait radikal gün­
demlere sahiptiler. Ç oğu, ülkenin siyasetini günün şartlarına göre düzenleme
gayretlerinde entelektüel sınıfı takip etti.
Cuntanın am açları, 27 M ayıs 1960 sabahı radyodan darbeyi bildiren
konuşm ada açıklandı:

A z iz V a ta n d a şla r ;
B u g ü n d em o k rasim iz in içine d ü ştü ğ ü bu h ran ve so n m ü e ssif h ad isele r d o ­
la y ısıy la ve k ard eş k a v g a sın a m ey dan v erm em ek m a k sa d ıy la T ü rk Silah lı
K u v v e tleri m em leketin id are sin i ele alm ıştır. Bu h a r e k â ta , Silahlı K u v v e tle­
rim iz , partileri içine d ü ştü k le ri u z laşm az d u ru m d a n k u rtarm ak ve p artile r
ü stü ta r a fsız bir idarenin n ez aret ve hakem liği a ltın d a , en k ısa z a m a n d a ad il
ve se rb e st seçim ler y a p tır a ra k , idareyi hangi ta r a fa m e n su p o lu rsa o lsu n se ­
çim i k a z a n a n la ra devir ve teslim etm ek üzere g irişm iş b u lu n m ak tad ır. G ir i­
şilm iş o la n bu teşeb b ü s h içb ir şa h sa veya zü m rey e k arşı değild ir. İd arem iz
h iç k im se h a k k ın d a şa h siy a ta m ü teallik te c a v ü z k â r b ir fiile teşeb b ü s etm e ­
y eceği gib i ed ilm esin e de a s la m ü sa m a h a etm eyecek tir. K im o lu rsa o lsu n ve
h an g i p artiy e m en su p b u lu n u rsa b u lu n su n , her v a ta n d a ş k an u n lar ve h u ­
k u k p ren sip leri esasın a g ö re m u am ele g ö re cek tir.
B ü tü n v a ta n d a şla rın p artilerin ü stü n d e aynı m illetten , ay n ı so y d an g e l­
m iş e v la tla rı o ld u k ların ı h a tır la y a r a k ve kin g ü tm e d e n birb irlerin e k arşı
h ü rm etle ve a n la y ışla m u am ele etm eleri ıstırap larım ızın d in m esi ve m illi
v arlığ ım ızın selam eti için z a ru rî g ö rü lm ek ted ir. K ab in ey e m en su p şah siy et­
lerin T ü r k Silah lı K u vvetleri’ne sığın m aların ı rica ed iy o ru z . Şah sî em n iy et­
leri k a n u n tem in atı altın d ad ır. M ü ttefik lerim ize, k o m şu la rım ız a ve bütün
d ü n y ay a h ita p ed iy oru z. G ay e m iz B irleşm iş M illetler A n a y a sa s ı’ na ve İn san
H a k la rı P ren sip leri’ne tam am ıy la riayettir. A ta tü rk ’ün ‘Y u rtta su lh , cih an ­
d a su lh ’ p ren sib i b ay rağ ım ız d ır. B ü tü n ittifak larım ız a ve taah h ü tlerim ize
sa d ığ ız . N A T O ’ya in an ıyoru z ve b ağ lıy ız, C K N T O ’ya in an ıy o ru z ve b a ğ lı­
yız. T e k ra r ed iy o ru z d ü şü n ce m iz ‘ Y u rtta su lh , c ih an d a su lh ’tur.

Subayların çoğu ‘adil ve hür’ seçim ler yapıldıktan sonra kışlalarına


dönm ek ve iktidarı yeniden politikacılara bırakm ak istiyordu. Ancak, onlara
akıl vermek üzere kimi hukuk profesörleri çağrıldığı zam an, planları değişti.
Milli Birlik K om itesi’ni oluşturan 38 subay, ordudaki geniş bir hizipler k o a­
lisyonunu temsil etmekteydi. Komitenin bu kadar geniş olm asının sebebi or­
du içindeki birçok gizli hizbin darbeye katıldığını iddia etmesi ve temsil edil­
mek istemesiydi. -Qıntam n dışında bırakılanlar küserek ordu içinde istikrar­
sızlık doğurm aktaydılar ve sonraki üç yıl içinde kendi darbelerini yapmayı
deneyeceklerdi.
Milli Birlik Kom itesi’nin kendine ait bir planı olmadığından akadem is­
yenlerden fikir alarak yeni anayasayı hazırlamak amacıyla bir komisyon kur­
dular. Hukuk profesörü ve İstanbul Üniversitesi rektörü olan Sıddık Sami Onar
komisyona başkanlık ediyordu. İktidarı askerler ele geçirmişti am a 27 Mayıs
hareketini bir devrime, bir ‘aydınlar devrimi’ne dönüştürenler entelektüellerdi.
O nar komisyonunun ortaya koyduğu fikirler orijinal değildi, bunlar, tek parti
döneminden miras kalmış kuramlarla demokrasinin sağlanam ayacağının orta­
ya çıktığı 1950’lerin ortalarından beri etrafta gezinen fikirlerdi. Demokrat Par-
ti’nin otokratik yönetimine karşılık muhalefet iktidara geldiklerinde hangi re­
formları yapacaklarını tasarlamıştı. Cumhuriyet Halk Partisi anayasayı değiş­
tirmeye ve üst meclisin çıkarılan kanunları gözden geçirebileceği iki meclisli bir
parlamento kurma sözü veriyordu. C H P’liler bir dizi söz vermişlerdi; bunlar,
yasaların yasallığını denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi, parlamentonun tek
parti sultasında olm am ası için nispî temsil, sendikalar için grev hakkı; devlet
memurları için sendikalaşm a hakkı, antidemokratik yasaların yürürlükten kal­
dırılması, tarafsız bir bürokrasinin kurulmasına dair sözlerdi.
O nar kom isyonu, bu fikirlerin çoğunluğunu benim sedi; ayrıca D e­
m okrat Parti’nin, anayasaya ve basın, ordu, üniversiteler gibi diğer kurumla-
Ordu ¡(inde gizli örgütlenmeler 1951 yılına kadar uzanır. Bu yıllarda Faruk Ateşdağlı, Muzaffer özdağ,
Orhan Erkanlı, Ahmet Yıldız, Sezai Okan, Orhan Kabibay vb. genç subaylar gizli örgütler kurdu.
Generallerin bunlara katılması ise daha sonradır. Cemal Gürsel ise Kara Kuvvetleri Komutanı olduktan
sonra Binbaşı Sadi Koçaş’ın aracılığıyla “Faik Bey” takma adıyla örgüte girdi. Gürsel, Bayar’ın
arkasında bir birliği denetlerken. (Bu fotoğraf Feroz Ahmad’a bir görüşme sırasında Celal Bayar
tarafından verilmiştir.

ra saygısız davranm ası sebebiyle meşruiyetini kaybettiğini de ileri sürdü. D o ­


layısıyla cunta tarafından görevden alınmaları gayet yasaldı. Böylece profe­
sörler cuntayı m eşru kılarak iktidarda kalmasını sağladılar.

M İLLÎ B İR LİK K O M İT E Sİ: G E Ç İC İ H Ü K Ü M E T


Darbeyi m eşrulaştırdıktan sonra, kom isyon Milli Birlik Kom itesi’nden yeni
seçimlere gitm eden, iktidarı sivillere devretmeden önce, yeni bir devlet yapısı
ve kurum lar oluşturm asını istedi. Yeni bir an ayasa, yeni bir seçim yasası,
Türkiye’yi dem okratik dünyada konum landıracak yeni kanunlar ve kurum ­
lar istedi. M illi Birlik Komitesi, H aziran 1960 geçici anayasasıyla m eşrulaştı­
rılan bir geçici hükümete dönüştü. Y asam a görevini doğrudan, yürütme gü­
cünü de aynı zam anda Milli Birlik Kom itesi başkanı da olan devlet başkanı-
mn atadığı kabine aracılığıyla yerine getiriyordu. Sadece yargı cuntadan ba­
ğımsız çalışm aktaydı.
Milli Birlik Kom itesi içinde büyük ölçüde hizipçilik vardı. Orgeneral
Cem al Gürsel (1895-1966) komite başkam , devlet başkam , başbakan ve baş­
kom utan olarak seçilmişti; çünkü herkes tarafından sevilen ve hırsı olmayan
bir kişiydi; böylece de hiziplerin üzerinde kalmıştı. İktidar için rekabet eden
iki hizip vardı: Ilımlılar O nar komisyonunun raporunu onaylıyor ve iktidarı
sivillere devretmek istiyordu, radikaller ki, bu grupta Albay Türkeş ve çoğun­
lukla alt rütbeli subaylar vardı, bunlar iktidarı elde tutmak ve T ürk devleti ile
toplumunu Profesör O n ar’ın önerilerinin çok ötesinde bir şekilde değiştirmek
istiyordu. Bir ‘yeni kültür’ ve N âsır’ın M ısır’ına benzer şekilde partilerin ol­
m adığı bir popülist siyaset sistemi yaratm aktan bahsediyorlardı.
Hizipler arası tartışm a ılımlıların radikallerden ondördünün ayağını
kaydırıp bunların çoğunu yurtdışına, elçiliklere sürdükleri 13 K asım ’a kadar
sürdü. ‘Ondörtler’in tasfiyesi radikallerin kolektivist tavırlarından hazzetme­
yen burjuvaziyi memnun ederken görevdeki genç subaylar ile askerî öğrenci­
leri rahatsız etti ve ordu içinde istikrarsızlık yarattı. 1960 darbesine katılan
am a Milli Birlik Kom itesi bünyesinde yer bulam ayan bazı subaylar yeniden
planlar yapm aya başladılar. Bunlardan biri olan T alât Aydemir, ilki 21/22
Şubat 1962’de, İkincisi de 20/21 M ayıs 1 9 6 3 ’te olmak üzere iki başarısız dar­
be girişiminde bulundu. Artık tabandan gelme askerî darbe dönemi bitmişti.
2 7 M ayıs 1960 darbesi, Türk ordusunun hiyerarşisi dışında yapılan ilk ve son
darbe olarak kaldı.

‘İK İN C İ C U M H U R İY E T ’
O rdu içinde etkili olan bir grup subay, aşağıdan , ‘emir-komuta zinciri’nin dı­
şından gelen bir darbe olasılığı tehlikesini görerek buna karşı tedbirler aldı.
Bunlar 1961’de Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında birleştiler. Silahlı Kuvvet­
ler Birliği, ordudaki tüm rütbeleri kapsadığı gibi tüm hareketleri gözlem ek­
teydi. Kısa süre içinde, Silahlı Kuvvetler Birliği, siyasi iktidar içindeki söz sa­
hibine ve yeni anayasanın güvencesine dönüştü. Bu arada, yeni bir anayasa
hazırlandı ve 9 Tem m uz 1 9 6 1 ’de oya sunuldu. Yeni an ayasa kayıtsızlıkla
karşılandı ve yüzde 4 0 civarında bir kesim anayasaya karşı oy verdi. İnsanlar,
yeni seçim kanununun getirdiği nisbî temsil sistemini ve dolayısıyla çok par­
tili bir parlamentoyu desteklese de, C H P ’nin ve tek parti yönetiminin dönü­
şünden korkm aktaydılar.
1961 A nayasası, 1924 A nayasası’ndan farklı özellikler taşıyordu. Ar­
tık iki meclisli bir parlam ento vardı; M illet M eclisi dört yılda bir nispî temsil
esasına göre seçilen 4 50 milletvekilinden oluşuyordu. Üst meclis Senato ise
üçte biri iki yılda bir yenilenen ve altı yıllık dönemler için salt çoğunluk esa­
sına göre seçilen 150 senatörden oluşuyordu. Milli Birlik Kom itesi’nin tüm
üyeleri yaşam boyu senatör olarak atan dılar ve cum hurbaşkanı da onbeş
kontenjan senatörü atadı. İki meclis bir arada toplandığında Türkiye Büyük
Millet Meclisi (TB M M ) ortaya çıkıyordu. T B M M , cum hurbaşkanını yedi yıl­
lık bir dönem için ve üçte ikilik bir çoğunlukla, üyeleri arasından seçiyordu.
Cemal Gürsel, İkinci Cumhuriyet’in ilk cumhurbaşkanı olarak seçildi. B aşba­
kanı atadı, o da kabinenin geri kalanını belirledi. Kabine, M eclis’e karşı so ­
rumluydu.
Anayasa M ahkem esi, İkinci Cumhuriyet’in en tartışmalı kurumlarından
biri olarak ortaya çıktı. Yasaların anayasaya uygunluğunu değerlendirerek, bir­
çok yaptırımı, m uhafazakâr hükümetlerin tepkisini çekerek, geri gönderiyordu.
Yeni anayasada belirtilen düşünce, ifade, üye olma, basın özgürlükleri de en az
yeni kurumlar kadar önemliydi. Devlet; ekonomik gelişmeyi sosyal adalet ya­
ratacak, bireylerin mal sahibi olup m iras bırakabilmesini sağlayacak, çalışma
ve yatırım özgürlüklerini mümkün kılacak yaptırımlar aracılığıyla ‘sosyal ve
ekonomik haklar’ sözü veren bir ‘sosyal devlet’e dönüşmüştü.
Yüksek rütbeli kom utanlara da hükümette bir rol verilmişti. 3. m adde,
‘kanunla belirlenm iş bakan lar, G enelkurm ay başkan ı ve ordu temsilcile-
ri’nden oluşan M illi Güvenlik K uru lu’nu (M GK) ortaya çıkardı. Kendi de
emekli bir general olan cum hurbaşkanı veya yokluğunda başbakan Milli G ü­
venlik Kurulu’na başkanlık edecekti. Kurulun görevi, ‘milli güvenlik ve k oor­
dinasyon konularında’ kabineye yardım etmekti. ‘Milli güvenlik’ kavram ı o
kadar geniş ve o kadar çok şeyi kapsayabiliyordu ki, generaller hükümete her
konuda m üdahale edebilirdi. M art 1 9 6 2 ’de M G K ’nın yetkileri daha da artı­
rıldı ve Genelkurmay başkanı, 110. m adde kendini başbakan a sorumlu kıldı­
ğı için milli savunm a bakanından fiilen bağımsızlaştı.
Silahlı Kuvvetler özerkliğe kavuşm uş ve siviller tarafından yeni kur­
dukları düzenin ortakları, koruyucuları olarak görülüyordu. Generaller kısa
sürede Türkiye’nin siyasi ve sosyo-ekonom ik hayatının hayati bir parçası ol­
dular. Subayların m aaşları ve yaşam standartları enflasyondan etkilenmeye­
cekleri bir biçim de önemli oranda artırıldı. Emekli generaller ya büyükelçi
olarak yurtdışına yollandı veya kurum ve bankalara yönetici olarak atandı.
Böylelikle sisteme katılmış oluyorlardı!
Ordu 1 9 6 1 ’de iş ve sanayi dünyasına da girdi, O rdu Yardım laşm a K u ­
rumu (OYAK) kuruldu. Bunun serm ayesi, subay ve astsubayların m aaşların­
dan yapılan yüzde 1 0 ’luk bir kesintiden sağlandı ve ekonomideki en kârlı gi­
rişimlere yatırıldı. O Y A K , sivil yöneticiler ve teknokratlarca yönetilen ayrı
bir şirket oldu am a Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. M ensuplarına kre­
di ve kâr payı emekli ikramiyesi verdiği gibi asker ailelerine ‘O rdu Pazarı’ ola­
rak adlandırılan süpermarketlerde (O R-K O ) ucuz fiyata satış yaptı. Bu hiz­
met, enflasyona karşı bir diğer önlemdi. O Y A K zaman içerisinde o kadar ge­
nişleyerek dallanıp budaklandı ki, günümüzde otomotiv sanayiinden sigorta­
cılık ve bankacılığa kadar neredeyse tüm sektörlerde faaliyette bulunmakta,
zam an zaman da devlet ve özel sektörle birlikte ‘ekonominin üçüncü gücü’
olarak adlandırılm aktadır.
Her ne kadar geçmişe ait gelenek korunsa da ordu, ‘m illet’ veya ‘Ke­
m alizm ’ gibi soyut kavram lar yerine filizlenen kapitalizmin koruyucusu oldu.
En önemli görev istikrarı korum ak ve istikrar tehditle karşılaştığı zam an, teh­
dit nereden gelirse gelsin, müdahale etmekti. Bununla beraber, generaller sis­
temi tehdit ettikleri için sol hareketlerden hoşlanmıyorlardı am a eğer sisteme
tehdit sağ gruplardan gelirse onlara da eşit derecede tepkiyle yaklaşıyorlardı.
Serbest piyasa ekonom isi ilkesini paylaştıkları partilere hoşgörülü olsalar da
kendilerini hiçbir-p^ttiye veya lidere sürekli biçimde bağlam adılar; artık par­
tiler ve liderler generallerin gönlünü alm aya çalışıyordu.

E K O N O M İK R E FO R M L A R
Milli Birlik Komitesi Dem okrat Parti iktidarının on yılından kalm a siyasal so­
runları çözerken, ekonom i için de yeni temeller ortaya koym aya mecbur ol­
du. Dem okratlar, gelişm e yerine büyüme getirm iş, gelişigüzel bir ekonomi
politikası uygulamışlardı. Milli Birlik Kom itesi ise hem gelişme hem büyüme
getirecek bir program benimsedi. Bu önemli görevi başarm ak için, temel öde­
vi ekonomiyi beş yıllık planlar dahilinde denetlemek olan Devlet Planlama
Teşkilâtı’nı (DPT) kurdular. Devlet Planlam a Teşkilâtı, Eylül 1 9 6 0 ’ta kurul­
du ve yeni anayasada da yer aldı. Bu, başbakanın başkanlık ettiği, dolayısıy­
la da iktidardaki partiden etkilenen bir danışm a kuruluydu. Ayrıca, beş yıllık
planın yürürlüğe girmeden önce hükümet ve Meclis tarafından onaylanması
gerekiyordu; dolayısıyla da tüm planlam a süreci tamamen siyasi ve ideolojik
hale geldi. Çok partili sistem yerine konduktan sonra ortaya çıkan koalisyon­
lar ve Dem okrat Parti görüşündeki hükümetlerin iktidarında 41. maddenin
hükmü kalmadı. Bu m adde, ‘İktisadi ve sosyal hayat, adalete, tam çalışma
esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlan­
m ası amacına göre düzenlenir’ sözü veriyordu. Bu tür sözler siyasi açıdan et­
kili olm aya başlam ış Türkiye’nin yeni doğm akta olan iş / sanayi çevrelerine
uymuyordu. 1961 A nayasası’nda söz verilen ‘sosyal devlet’ yerine, işçileri
kontrol edip disiplin altına alacak bir devlet istiyorlardı. Türkiye’nin geliş­
mişlik seviyesinde bir ülke için grev hakkının ya da toplu sözleşmenin bir lüks
olduğunu düşünmekteydiler. O an için, sermaye ve işçi sınıfı bir arada y aşa­
m aya zorlanm ışlardı am a bu bir arad a yaşam M art 1 9 7 1 ’de, ordu sorunu ser­
mayenin lehine çözm ek üzere m üdahale ettiğinde sona erecekti.
Bu arad a, beş yıllık plan 1 9 6 3 ’te uygulamaya kondu ve Türkiye daha
önceden ithal etmekte olduğu m alların üretimine dayalı hızlı bir endüstrileş­
me yoluna girdi. O tom obil, buzdolabı, radyo vb. m allar genelde Ford veya
Philips gibi yabancı firm alarla işbirliği içinde üretiliyordu; Türk serm ayedar­
ları, dünya pazarlarında rekabet edebilecek yeni, orijinal m allar yaratm a ris­
kini alabilecek girişimciler değillerdi. Onların derdi çabuk yoldan kâr elde et­
mekti. Bu nedenle Kam u İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT) yeniden yapılanarak
yetkin rakipler olm asına izin vermediler. Devletin, karm a ekonomilerde oldu­
ğu gibi, özel sektörü sübvanse etmesini istiyorlardı. T oprak reformu yapılm a­
mıştı, çiftlik gelirlerinin vergilendirilmesi yoktu, verimliliği artıracak önlemler
de söz konusu değildi. Ancak, her iki sektörde de yapısal reformların yapıl­
masına karşın, K IT ’lerin yüzde 7 ’lik büyüme hedefiyle örtüşm esi, ekonomiyi
büyüttü. Dünya ekonom isi, tıpkı 1 9 5 0 ’lerde olduğu gibi buna elverişliydi.
‘Ekonomik m ucize’sini yaşayan A lm anya’dan Türk işçilerinin emek gücüne
talep vardı. İşçi ihracı Türkiye’ye iki yönden yarar sağlam aktaydı; hem köy­
lüler topraklarından ayrıldığından, hem de göçmen işçiler ailelerine havale et­
tikleri parayı A lm an m arkı olarak yolladıklarından döviz açısından. T ürk
ekonomisi kısa süre içinde bu işçi dövizlerine bağımlı hale geldi.
Ancak planlam aya rağmen, ekonom ik genişleme dengesiz kaldı. T a ­
rım sektörü plancıların umdukları hızda büyümeyi başaram adı; kentsel sek­
tör ise hızlıca, am a endüstri üretiminden ziyade inşaat ve hizmet sektörlerin­
de büyüdü. Kısıtlı ihracat gelirleri karşısında ekonomi A vrupa’daki Türk iş­
çilerinin tasarruflarına bağımlı hale geldi. Nitekim 1 9 7 0 ’lerin başında A vru­
pa ekonomisi bir düşüş eğilimine girince, bunun Türkiye üzerindeki etkisi
ciddi olacaktı.
Planlam acılar Türkiye’nin ekonom isini ve toplum sal yapısını birkaç
yıl içinde dönüştürm eyi başarm ışlardı. Türkiye artık 1 9 5 0 ’lerde olduğu gibi
devletin işlettiği küçük bir endüstri sektörü dışında ağırlıklı olarak tarım a d a ­
yalı değildi. 1 9 6 0 ’ların sonuna gelindiğinde, artık ortada gayri safi milli hâsı­
laya (GSM H ) tarım kadar katkıda bulunan dinamik bir özel endüstri sektörü
vardı. H atta 1 9 7 3 ’te endüstri tarımı geçecekti.
D EĞ İŞEN T O P L U M SA L YAPILAR
A nadolu’dan gelen köylüler büyük şehirlerin içinde ve çevresinde kurulan ge­
cekondu mahallelerinde yaşam aya başlayınca, gelişen endüstrileşme kentleş­
meye yol açtı. 1 9 6 0 ’lara gelindiğinde, yeni anayasanın tanıdığı haklar saye­
sinde sınıf bilincine sahip bir lider kadro önderliğinde rahat hareket edebilen,
siyaseten aktif, küçük bir işçi sınıfı vardı. İşçiler toplu sözleşme ve grev hakkı
elde etmişlerdi, am a onları sendikal düzeyde tutucu bir kuruluş olan Türkiye
İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) temsil ediyordu. Türk-İş 31 Tem ­
muz 1952’de bir federasyon ve birkaç işçi sendikasının biraraya gelmesi ve
A B D ’nin tanınmış işçi kuruluşu A FL-C IO ’nun yönlendirmesiyle kurulmuştu.
N e var ki, bu kuruluş ‘siyaset dışı’ kalarak ‘partilerüstü bir çizgi’ izledi. So­
nunda 13 Şubat 1 9 6 7 ’de Türk-İş’ten ayrılan birkaç sendika biraraya gelerek
Türkiye Devrimci İşçi Konfederasyonu’nu (DİSK) kurdu. D İSK , Türk-İş gibi
sadece ekonomik haklar peşinde koşm uyor, siyasi talepler de öne sürüyordu.
Kurucuları arasında D İSK ’li sendikacıların da bulunduğu Türkiye İşçi Partisi
(TİP) de DİSK’i destekliyordu.
1960’lar boyunca burjuva sınıfı da hem sayıca hem de kendine güven
açısından gelişmişti. Geçm işte, am açlarına erişmek için tam amen iktidardaki
partiye güvenen burjuvazi 1 9 7 1 ’de, o günden bu döneme önemli bir siyasi rol
oynam ış olan kendi baskı grubunu, Türk Sanayicileri ve İşadam ları Derne-
ği’ni (TÜSİAD) kurdu. Pazara daha fazla mal çıkınca satın alm a kalıpları da
değişti; 1950 ’lerde radyonun, 1970’lerde televizyonun piyasaya girmesi de
toplum sal ve siyasal hayatları dönüştürdü. Hem radyo hem televizyon -y a ­
yınlarıyla seçmenlere doğrudan ulaşabildikleri için- kısıtlı olanaklara sahip
küçük boyutlu partilerin başarıları açısından çok önemliydi.
Yabancı sermayeyle ortaklıklar kuran büyük şirketlerin tekelleşme sü­
reci, rekabet edemediklerinden yerel ve çok daha küçük ölçekli işletmelere za­
rar vermeye başladı. Bu da iflaslara ve milyonların geçimini tehdit edecek şe­
kilde binlerce atölyenin kapanm asına sebep oldu. Bu arada, yeni tüketim ka­
lıpları da enflasyona yol açtı; daha yüksek m aaş ve ücret isteği yarattı. Türki­
ye’nin ekonomisinde ve siyasetinde yaşanan tüm bu değişiklikler Milli Birlik
K om itesi’nin çok partili politikayı yeniden başlattığı 1961’den beri istikrarsız
giden siyasi durumu daha da kötüleştirdi.
1961 A nayasası, Türk halkına Cum huriyet’in kuruluşundan beri yaşa­
dıkları en büyük siyasi özgürlüğü sunm uştu. Yeni devlet bir ‘sosyal devlet’
olarak tanımlanıyor; hiçbir zaman düşünülmemiş toplum sal haklar veriyor,
üniversitelere özerklik ve öğrencilere dernek kurm a hakkı, işçilere grev hakkı
tanıyordu. Bu siyasal özgürlük ortam ında, işçiler ve solcu aydınlar bir sosya­
list partiyi, Türkiye İşçi Partisi’ni kurm ak üzere biraraya geldiler ve geçmişte
Kemalizm çerçevesinde dönen siyaset hayatı tartışm alarına bir ideolojik alter­
natif sundular.

Y EN İ SİYASAL PA R T İLE R İN K U R U LM A SI
1961 Anayasası ile yeni yasalar siyasal, yapıyı değiştirdiyse de temeldeki yapı­
lanma aynen kaldı. Dem okrat Parti kapatılm ış, anayasayı ihlâl gerekçesiyle
yargılanan liderleri hapse atılmış ve üç bakan -B aşbakan Menderes, M aliye
Bakanı Polatkan, Dışişleri Bakanı Z o rlu - idam edilmişti. Dem okrat Partililer
ise halk arasında sevilmeye devam ediyordu. 1961’de kurulan Adalet Partisi
(AP) de bu oy bankasına güveniyordu. 1961 seçimlerinde Adalet Partisi (AP)
ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) birlikte oyların yüzde 4 8 ,5 ’ini kazandı (sırasıyla
yüzde 34,8 ve yüzde 13,7). İnönü’nün C H P ’si oyların yalnızca yüzde 3 6 ,7 ’sini
aldı ki bu sonuç, gerek oy gerekse M eclis’teki sandalye sayısı olarak hükümeti
kurmak için yetersizdi. Generaller, bir ‘yeni
D P’ tarzı hükümete izin vermeyeceklerinden,
İnönü’den Kasım 1 9 6 1 ’den 1964’e kadar ül­
keyi yönetecek üç koalisyon hükümetinden
birincisini kurmasını istediler.
Bu yıllarda siyasal istikrarsızlık vardı
am a koalisyonları bir arada tutan yalnızca
askerî m üdahale tehdidiydi. Adalet Partisi,
özellikle Süleym an D em irel yönetim inde
güçlendi ve K asım 1963 yerel seçimlerinde
en başarılı parti oldu. Üçüncü İnönü koalis­
yonu 12 Şubat 1 9 6 5 ’te güvenoyu alam adığı
için çekilince, Dem irel iktidarı devralm aya
hazırdı. Son koalisyonun başında AP liste­
sinden seçilmiş bir bağım sız milletvekili var­
dı, dolayısıyla Demirel zaten temsilen yöne­
tim deydi. K oalisy on u n görevi T ü rk iy e ’yi
1965 seçimlerine taşım aktı ve bu seçimler SUleyman Demirel’in siyasal yaşamda
farklı portreleri bulunmaktadır. “Dün
Adalet Partisi’ni iktidara getirip ülkeye is­ dllndUr, bugün de bugün” gibi Demirel’e
tikrarı sağlam ış gibi oldu. özgü deyişler, siyasal rakipleri tarafından
Adalet Partisi Şubat 1 9 6 1 ’de kurul­ eleştirilse de aslında bir politik ustalığı
da içinde barındırmaktadır.
m uştu ve başlan gıçta, ordunun güvendiği (Feroz Ahmad Koleksiyonu)
R agıp G üm üşpala adlı bir emekli general tarafından yönetiliyordu. Ondan
‘yeni Dem okratlar’ı hizada tutması bekleniyordu. 1964 H aziram ’nda öldü­
ğünde, parti yerine en ihtilafsız adayı, Süleyman Demirel’i seçti. Demirel bir
mühendis ve teknokrattı; Milli Birlik Kom itesi tüm Dem okrat Parti üst kad­
rosunu tasfiye ettiği için liderliğe gelebilmişti. Mütevazı bir kırsal geçmişi ol­
duğundan sıradan insanlarla, özellikle de onu kendi yetenekleriyle sivrilmiş
biri olarak gören gecekonduda yaşayan A nadolu’dan kentlere göçm üş kesim­
lerle ilişki kurabiliyordu.

Y E N İ SİY ASET VE D A H A G EN İŞ D Ü N Y A
19 6 0 ’ların siyaset yaşam ı önceki on yıllara göre çok değişikti. Ülke siyasileş­
miş ve 1961 A nayasası ideolojik tartışm a için yeni bir çerçeve oluşturmuştu.
İlk kez olarak, ülkenin geleneksel siyasetine, özellikle dış politika konusunda
m eydan okuyan bir sol ortaya çıkmıştı. Ülke artık kendini tecrit edilmiş ola­
rak görm üyor ve insanlar, özellikle öğrenciler, küçük kasabalarda bile kolay­
lıkla bulunabilen yeni solcu M arksist literatürü takip edebiliyor, dünyada ne­
ler olup bittiğinden haberdar olabiliyorlardı. Bu eğilimlerden rahatsız olan
m uhafazakâr güçler sola karşı, mücadelelerinin M oskova’nın komünizmine
karşı olduğunu belirterek, örgütlenmeye başladılar.
Türkiye’deki siyasal olaylar Soğuk S av aş’tan ve O rtadoğu’daki olay­
lardan etkileniyordu. W ashington’daki siyaset üreticileri O rtadoğu ve A s­
ya’da milliyetçiliğin yükselişini dikkatle izliyor ve milliyetçiliğin Batı çıkarla­
rına en az komünizm kadar büyük bir tehdit olduğunu düşünüyorlardı. Bu­
nun sonucunda Amerikan yönetimi Kasım 1 9 5 8 ’de, İslâm ’ın milliyetçilik ve
kom ünizm e karşı bir panzehir olarak kullanılabileceğini öngören bir iç hiz­
met belgesi -5820/1 num aralı Ulusal Güvenlik Kurumu [NSA] belgesi- ya­
yınladı. 1960 sonrasında birçok Türk milliyetçisi ABD politikalarını ve ken­
di hükümetlerinin bunlara gözü kapalı uyumunu eleştirmeye başlam ışlardı.
Milli Birlik Komitesi Türkiye’nin N A T O ’ya bağlılığını tekrar tekrar bildiri­
yordu, Sovyet nükleer tehdidine rağmen Ekim 1962 Küba Füze Krizi’nde İnö­
nü W ashington’ın yanında yer almıştı. Ancak Türkler, Kennedy yönetiminin
M o sk o v a’yla pazarlığında Türkiye’deki Jüpiter füzelerinden vazgeçtiğini öğ­
rendiler. Kısa süre sonra açıklandı ki, Sovyetler’le savaş durum unda N A TO
plancılarına göre İstanbul ve Batı Anadolu dışında kalan A nadolu’nun büyük
kısmı feda edilebilirdi! Türkiye’nin dış ilişkileri gündelik politikanın bir par­
çasına dönüşmüştü.
KIBRIS SO R U N U
Y unanistan’ la 1 9 6 3 -1 9 6 4 kışında y aşan an Kıbrıs sorun u, olayı kritik bir
noktaya taşıdı. Geçm işte Menderes hükümeti, Kıbrıs R um milliyetçi hareketi
İngiltere’den bağım sızlık ve Y unanistan’la birleşme istediğinde soruna karış­
mıştı. Bunun üzerine başta, Türkiye ve -a d a nüfusunun yüzde 20 kadarını
oluşturan- Kıbrıs Türkleri İngiltere’yi ve mevcut durumun korunmasını des­
tekledi. Ankara 1 9 5 5 ’te İngiltere’nin etkisinin azaldığı sırada, İngiltere’den
adayı 1878’de alm ış olduğu T ürkler’e geri vermesini istedi. Hem İngiltere
hem de Türkiye, Kıbrıs Rum ları’nın İngiliz yönetimini T ürk yönetimine ter­
cih edeceğini düşünüyordu!. R um lar bu öneriyi kabul edilemez buldu. Bu
önerinin kabul edilmeyeceğini bilen A nkara, 1957’de taksim önerisinde bu­
lundu ve bu konuda baskı yaptı. 1 9 5 9 ’da taraflar uzun görüşm eler sonrasın­
da, bir Kıbrıs Cum huriyeti’nin kurulm asında ve Kıbrıs Türkleri’nin anayasal
haklarının İngiltere, Yunanistan ve Türkiye garantörlüğü altında olm ası üze­
rinde anlaştı. 15 A ğustos 1960’ta, bir Kıbrıs Rum asıllı başkan (Başpiskopos
M akarios) ve bir Kıbrıs Türk asıllı başkan yardımcısı (Dr. Fazıl Küçük) ön ­
derliğinde Kıbrıs Cumhuriyeti ortaya çıktı.
Başkan M ak arios iktidar paylaşım ı öngören anayasayı uygulanamaz
buldu. İngiltere, Yunanistan ve Türkiye tarafından garanti edilen 1960 Ant­
laşm ası tarafından kısıtlanm ayacağını belirtti. 1963 sonlarında adadaki iki
toplum arasında şiddet olayları başladı ve 13 M art 1 9 6 4 ’te İnönü, derhal
ateşkes olm azsa garantörlerden biri olarak tek taraflı m üdahalede bulunula­
cağı tehdidinde bulundu. M akarios İnönü’nün notasını reddetti am a öte yan­
dan Türk bölgelerinden kuşatm a kaldırıldı ve esirler salıverildi.
Türkiye’de milliyetçi duygular harekete geçmişti. T oplum da Türk tezi­
nin adil olduğu inancıyla, askerî m üdahale için büyük destek vardı. O cak
1 9 6 6 ’da, ABD B aşk an ı John son tarafın d an B aşb ak an İnön ü’ye H aziran
1964’te gönderilm iş bir mektubun açıklanm ası ülke çapında infiale neden o l­
du. M ektupta, İnönü’ye Türklerin W ashington tarafından sağlanm ış silahla­
rı ABD onayı olm ad an kullanam ayacağı söyleniyor, N A T O ’nun da 'eğer
Türkiye, N A T O müttefiklerinin tam onay ve bilgisi dışında Sovyet m üdaha­
lesiyle sonuçlanacak bir adım atarsa, Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’nin
yardımına gelmeyeceğini’ belirten bir uyarı da yapılıyordu.
Bunu Am erikan karşıtı gösteriler izledi, 1968’de doruğa çıkan gençlik
olaylarından sonra Amerikan 6. Filosu’nun Türk lim anlarına gelmesi fiilen
imkânsızlaştı. O laylar değişik gösterilerle 12 M art 1971 askerî müdahalesine
kadar sürdü. Milliyetçiler ile solcular, bağlantısız bir Türkiye için çağrıda bu-
1968 dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumsal hareketlerin, gençlik eylemlerinin yükseldiği
bir yıl oldu. Ne var kİ, Türkiye’de eylemlerin anti-emperyalist karakteri hemen biçimlenerek, anti-
Amerikan niteliğe büründü. Resimde 1969’da ABD 6. Filosu’na karşı yapılan bir mitingten görünüm
(İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Arşivi).

lunm aya başladılar ve hatta hükümet bile dışişleri bakanlığından ülkenin dış
ilişkilerini mevcut dünya şartlarına göre gözden geçirmesini istedi. Uzun sü­
ren değerlendirmeler sonrasında dışişleri bakanlığı, o sıralar bir ortak pazar
ve siyasal birlik oluşturm a sürecindeki A vrupa’ya daha fazla yakınlaşm ayı
önerdi. Türk Genelkurmayı, Kıbrıs gibi ‘ulusal çıkar’ durum larında kullanıl­
m ak üzere N A T O ’dan bağım sız bir bölüm oluşturm aya karar verdi.
Amerikan karşıtlığı toplum u m uhafazakâr sağ ve bazen neo-Kemalist
olarak adlandırılan milliyetçi ve radikal bir sol olarak kutuplara ayırdı. Sol
A B D ’yi, Türkiye’nin bağım lı hale geldiği kapitalist dünyanın lideri olarak gö­
rüyordu. Bunlar, Türkiye’nin 1919’dan bu yana tarihini emperyalizme karşı
bir bağım sızlık m ücadelesi -padişahın sadece iktidarda kalabilm ek uğruna
vazgeçmeye hazır olduğu bağımsızlığın m ücadelesi- olarak görüyorlardı. On­
lara göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem CH P hem DP, T rum an Doktri-
ni’ni ve M arshall Planı’m kabul ederek, N A T O ’ya ve Bağdat Paktı’na katılıp,
Türkiye’yi Batı’nın bir uzantısına dönüştürerek Kem alizm ’e ihanet etmişlerdi.
Son olaylar bu tür bir siyasetin milli çıkarlara karşı olduğunu gösterm işti.
Dolayısıyla bu politikanın bırakılm ası gerekliydi. Üniversitelerdeki öğrenci
topluluklarının, Türkiye İşçi Partisi’nin ve sendikaların eleştirisi bu yöndeydi.
Cumhuriyet H alk Partisi bu radikal fikirlerin bir kısm ından etkilenmişti ve
bunlara ‘ortanın solu ’ olarak adlandırılan bir siyasi duruş ve ‘Bu düzen değiş­
meli’ sloganını benimseyerek karşılık verdi.
Sağ ise bu radikal milliyetçi fikirlerden irkildi, bunların kom ünizm
propagandası olduğunu söyleyerek karşı çıkıp, saldırdı. 1 958’de N SA dokü­
manının öne sürdüğü gibi ‘kom ünizm in panzehiri’ olarak İslâm ’a yöneldi.
1962’de kurulan Komünizmle M ücadele Derneği İslâm ’ı sola karşı bir silah
olarak kullandı. Bu eğilim, milliyetçilik ve komünizmle savaşm ak amacıyla
Dünya İslâm Birliği adında bir örgütün kurulduğu Suudî A rabistan’dan gelen
para yardımının cesaretlendirmesiyle, 1 9 6 0 ’lar boyunca devam etti. Hızlı sa ­
nayileşme ile birlikte, yerel zenaat ve ticarete zarar veren tekellerin büyümesi
gibi gelişmeler karşısında, kendilerine destek sağlayabilm ek amacıyla T ürki­
ye’nin taşra alt-orta sınıf mensupları da İslâm ’ı kullandılar.
1965’te iktidara gelen Adalet Partisi’nin bu yeni güçlerle baş etmesi ge­
rekiyordu. O ysa önderi Süleyman Demirel, A BD ’yle ilintilendirilen kapitaliz­
min yeni yüzünü temsil ediyordu. Eisenhower bursuyla A B D ’de bir yıl geçir­
mişti ve sonrasında da Türkiye’de iş yapan bir çokuluslu Amerikan inşaat fir­
m asında çalışm aya başlam ıştı. D em irel’in kendi de politikaları da bundan
ötürü hem soldan hem de onu bir m ason olarak tanım layan dinci sağdan ge­
len saldırılar için kolay bir hedef oluşturuyordu. 1960’larm sonlarında Dem i­
rel’in durumu fiilen savunulamaz olm uştu. Kıbrıs sorunu ise Kıbrıs Türkleri
kendi bölgelerinde kuşatm a altında yaşar veya İngiltere’ye ya da Avustral­
y a’ya göç ederken çözülmeden duruyordu. Öğrenciler ve işçiler daha militan-
laşm ıştı; Amerikan karşıtlığı, Am erika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’a m ü­
dahalesi, N isan 1 9 6 7 ’de Yunanistan’da yaşanan ‘A lbaylar D arbesi’ ve H azi­
ran 1967 Arap-İsrail Savaşı’yla artm ıştı. Bu son iki olay, A B D ’nin Doğu A k­
deniz’deki egemenliğini güçlendirirken Türkiye’nin bölgedeki rolünü de z a ­
yıflatmıştı.
İşçiler ile sermaye arasındaki çatışm a, özellikle Paris’teki öğrenciler ve
işçiler neredeyse bir devrim gerçekleştirmeyi başardıktan sonra, gitgide kötü­
leşmişti. Bu olaylar Türkiye’yi etkiliyor, bir yandan solu cesaretlendirirken,
diğer yandan da hükümete karşı potansiyel tehditleri ortaya çıkarıyordu. D a ­
ha 1967’de bazı işçi sendikaları iktidarlardan yana ve ‘politik olm ayan’ Türk-
İş’ten ayrılarak ‘devrim ci’ olarak tanım ladıkları kendi konfederasyonlarını
D İSK ’i kurmuşlardı. T ürk-İş’in, gayriresmî olarak Adalet Partisi’yle ilişkileri
vardı, bu da hükümete ve işverenlere işçileri denetleme şansı tanıyordu. H ü­
küm et ve işverenler, işçilerin militanlığından, onların uysal T ürk-İş’e rağmen
güçlenmelerinden endişe ettiler. Sendikaların denetimini kaybettiklerini gör­
dükleri zaman, çok geç olm adan harekete geçerek yeniden bu denetimi ele al­
m aya karar verdiler.

SİY A SA L B Ö L Ü N M E
Solcu saldırıların yanı sıra, hükümetin sosyo-ekonom ik gelişmelerin etkisiyle
parçalanan bir siyasal sağla da uğraşm ası gerekti. Anadolu çapında gelenek­
sel orta sınıf tarafından işletilen küçük ölçekli işletmelerin İstanbul-M arm ara
yöresinde kümelenmiş büyük, kozm opolit şirketlerin rekabetine dayanması
m üm kün değildi. Bunlar, Demirel’in kendilerine ihanet ettiğini ve büyük hol­
dingleri desteklediğini düşünüyordu. Bu da bu grubun 1969 seçimleri sonra­
sında Adalet Partisi’nden ayrılarak partinin seçmen gücünü azaltm asıyla so­
nuçlandı. Seçmen kütlesi A lparslan T ürkeş’in neo-faşist M illiyetçi Hareket
Partisi (MHP) veya C H P ’den ortanın solu program ına karşı çıkarak ayrılan
Profesör Turhan Feyzioğlu’nun kurduğu Güven Partisi (GP), Profesör N ec­
mettin Erbakan’ın Milli N izam Partisi (M N P) veya AP’den ayrılan muhalifle­
rin oluşturduğu Dem okratik Parti (DP) gibi küçük, sağcı partilere yöneldi.
T ürkeş hem tekelci kapitalizm e hem komünizme karşı olduğunu söyleyen bir
aşırı milliyetçiydi, Feyzioğlu basitçe ortanın sağındaydı ve sundukları Demi-
rel’den çok da farklı değildi, Erbakan sermaye tekellerini Hıristiyan/Yahudi
Batı’nın uşakları olarak tanım layan ‘İslâm î’ jargonu kullanıyordu. Türkeş ve
E rbak an ’ın partileri ancak ilerde 1990’larda seçim başarısı bulabildiler; o za­
m ana kadar Adalet Partisi’ne bir alternatif değil am a 1970’lerin koalisyon
hükümetlerinde yararlı birer ortak oldular. Ancak o an için sağdaki bölünme
siyasi istikrarsızlığın baş faktörü haline gelmişti.
1 9 7 0 ’lerin başlarına gelindiğinde, Türkiye’deki durum patlam aya ha­
zır hale gelmişti. Öğrenci ve işçi militanlığı, toplum sal ve ekonom ik değişik­
likler, büyüyen politik çatışm a ve dünyanın durumu tehlikeli bir durum ya­
ratm ıştı. O rtada bir ‘yükselen umutlar devrim i’ vardı; toplum un çoğunluğu
için gerçekleşmeyen um utlar. 1 9 6 0 ’lar boyunca işçi transfer eden ‘Alman
ekonom ik mucizesi’nin sona ermesiyle birlikte başlayan yaygın bir işsizlik
vardı. İş ve eğitim çevreleri gençlere yeterli yer açamazken hızlı bir nüfus ar­
tışı yaşanıyordu. Gereğinden kalabalık okullar ve üniversiteler hem sol hem
de sağ için militan bulm a yerleri olarak idealdi ve bu gençler 12 M art 1971
askerî müdahalesine yol açan istikrarsızlığın meydana gelmesinde hayati bir
rol oynadılar.
Demirel M eclis’teki durumu 1961 seçim yasasıyla getirilmiş olan ‘m il­
li bakiye sistemi’ni M art 1968’de kaldırtarak kontrol etmeyi denedi. Bu sis­
tem Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde 14 sandalye sahibi olm asına
olanak tanırken, partinin temsilcileri de muhalefette önemli bir yer edinmiş­
lerdi. Değişiklik durumu farklılaştırdı ve 1969’da TİP mecliste sadece iki san­
dalye kazanabildi. Partinin lideri M ehm et Ali Aybar meclisi ‘Yeni kanun ge­
çerse, memleketteki huzursuzluk yeni bir seviyeye yükselir demokrasinin
başına gelenlerden siz sorum lu olursun uz’ şeklinde uyardı. Artık mecliste
memnuniyetsizliğini açıklayam ayan sol, İşçi Partisi yıkım ve şiddeti teşvik et­
mese de, hıncını sok ağa taşıdı. Sol, Dem irel’in Meclis aracılığıyla reform ve
iktidar yolunu kapadığına inanıyordu. Bir kısım sol için tek çare, ‘milli de­
m okratik devrim’ fikrine sıcak bakan radikal subaylarla ortak gerçekleştirile­
cek bir askerî darbeydi. Başka bir grup ise daha da m ilitanlaşarak M aoculu-
ğu ve Latin Am erika gerillalarının fikirlerini de benimsedi.
Demirel, M eclis’te temsil edilen solu zayıflattıktan sonra, D İSK ’i ve
temsil ettiği siyasi işçi sendikalarını yok etmeye ve Türk-İş’i güçlendirmeye gi­
rişti. Hükümetin sendikalar, toplu sözleşm e ve grev yasalarında yapm ak iste­
diği değişiklikler, işçilerin özgürce sendika seçimini engelliyor, bir sendikanın
ülke çapında faaliyet göstermesi için o işkolunda işçilerin üçte birini örgütlen­
mesini ön görüyordu. Bunun D İSK ’i ortad an kaldıracağı düşünülüyordu.
15/16 Haziran 1 9 7 0 ’te sadece DİSK üyeleri değil, genelde işçiler, yasaya k ar­
şı protestolara başladılar ve İstanbul’dan İzmit’e kadar olan tüm bölgede g ö s­
teriler yapıldı. Yetkililer İstanbul B oğazı’ndaki karşılıklı vapur seferlerini,
olayların İstanbul’un Avrupa yakasına sıçramasını engelleme amacıyla iptal
ettiler. Sağcılar gösteriyi ‘devrimin kostüm lü provası’ olarak tanımladı, göz­
lemciler, siviller huzur ve düzeni sağlayam adığı için askerlerin müdahale ede­
ceğini düşündü. Demirel ise bu kadar liberal ve özgürlükçü bir anayasayla ül­
kenin yönetilemeyeceğinden yakınarak anayasanın değiştirilerek daha otori­
ter yapılması gerektiğini öne sürüyordu.
Generaller, solun radikal subaylarla ilişkisinden haberdarlardı. H er
ikisi de 1963’te kurulmuş olan M illi İstihbarat Teşkilâtı ve Askerî İstihbarat,
ordudaki kom ploları köstebekleri sayesinde biliyordu. 1 9 7 0 ’te 56 general ve
516 albay emekli edilince, basın ordu da tasfiyeden söz etti. ‘Em ir-kom uta
zinciri’nin dışındaki subaylardan bir m üdahale tehdidi vardı ve generaller
bunlardan önce davranarak kendi reform program larını uygulayıp radikalle­
ri bastırm aya karar vermişlerdi.
1971 başında Türkiye tam bir k arg aşa içindeydi. Solcu m ilitan öğ­
renciler bankaları soyuyor, Amerikan askerlerini kaçırıyor ve A m erikan he­
deflerine saldırıyordu. M H P ’ye bağlı neo-faşist m ilitanlar olan Bozkurtlar
da hüküm eti eleştiren profesörleri hedef alıyordu. Devamlı bir grev hali var­
dı ve 1 O cak ile askerlerin m üdahale ettiği 12 M art 1971 günleri arasında
kaybedilen işgünü daha önceki her yıldan daha fazlaydı. İslâm cılar daha
saldırgan hale gelip A tatü rk’ü ve K em alizm ’i reddederek orduyu galeyana
getiriyordu.
8 M art’ta, durumu kontrol edemeyen Demirel kendi parti grubunun
desteğini yitirdi. Bu olay, askerî müdahaleyi tetikledi; generaller kendi parti­
sini bile desteğini alam ayan Demirel’in gitmesi gerektiğine k an aat getirdiler.
D olayısıyla, 12 M art’ta dört önemli general -G enelkurm ay başkanı ve Kara,
H ava, Deniz kuvvetleri kom utanları- Cum hurbaşkanı Cevdet Sunay ile M ec­
lis ve Senato başkanlarına birer muhtıra sundular. Bunlar, hükümetin istifa­
sını ve güçlü, güvenilir, an ayasaca belirlenmiş reformları uygulam aya mukte­
dir yeni bir hükümetin kurulmasını istediler. Demirel, kerhen istifa etti ve bu
istifa, Türkiye’yi zor günlerde yönetecek anti-dem okratik önlemleri geçirecek
bir ‘partiler üstü’ hükümetin kurulması yolunu açtı.

MUHTIRA REJİMİ VE SONRASI, 1971-1980


Önceleri birçok kişi 12 M art darbesinin 1961 A nayasası’nı destekleyen radi­
kal, reformcu subaylarca yapıldığını düşündü. M uhtıra, Demirel hükümetini
Türkiye’deki ‘anarşi, kardeş kavgası ve sosyo-ekonom ik huzursuzluk’ dolayı­
sıyla suçluyor, -dem okratik ilkeler çerçevesinde kurulmuş ve Kem alist fikir­
lerden esinlenen- anayasa tarafından tasarlanm ış reform yasalarını yürütecek
bir hüküm et kurulmasını istiyordu.
Ancak, öncelik ‘asayişin ve düzenin sağlanm ası’na verilmeliydi ve bu
da solu ezmek demekti. Türkiye İşçi Partisi -liderleri komünist propaganda
ve K ürt ayrılıkçılığını desteklem ekle su çlan arak - muhtıranın yayınlandığı
gün kapatıldı. Dev-Genç’e (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu - TDGF)
bağlı tüm gençlik örgütleri kapatıldı. Üniversitelerde sol eğilimli dernekler,
Türkiye Öğretmenler Sen dikası’nın ve D İSK ’in şubeleri polisçe arandı. Bu
arad a, M H P ’nin gençlik kolları olan Ülkü O cakları solculara karşı gönüllü
milis gibi davrandı. Sola karşı bu saldırının am acı, işçileri sindirm ek ve sendi­
ka militanlığını durdurm aktı.
Demirel’in istifasından sonra, yeni cunta eline yeni geçirdiği iktidarı
nasıl kullanacağı konusunda kararsızdı. Yunan albayların deneyimi onları ik­
tidarı doğrudan ele alm aktan alıkoyuyordu, bu nedenle partilerüstü bir sivil
hüküm et ve m uhafazakâr bir meclisle çalışm aya karar verdiler. 1961 A naya­
sa sın ı Türkiye için bir lüks olarak tanım layan Profesör N ih at Erim ’de, hem
AP’nin hem de C H P ’nin kabul edeceği bir siyasetçi kimliği bulundu. 1940’lar-
da CHPli olsa da Profesör Erim önce D em okrat Parti’yle, ardından da Adalet
Partisi’yle uyum içinde çalışabilm işti. H ırslı bir adam dı ve orduyla işbirliği
yapm aya bir hayli istekliydi ki, bu onun hayatına mal olacak, 1980’de Dev­
rimci Sol tarafından öldürülecekti.
Erim on dört üyesini Parlamento dışından seçtiği teknokratlardan olu­
şan ve generallerin önerdiği reformları gerçekleştirecek bir kabine kurdu. Ba­
kanların bazıları D ünya Bankası’ndan (Atilla K araosm anoğlu), O Y A K ’tan
(Özer Derbil), Türkiye Petrolleri A .O ’dan (İhsan Topaloğlu) ve K IT ’lerden (Şi-
nasi Orel) geliyordu. Bunlara ek olarak reform karşıtı olm akla tanınan bakan­
lar vardı ama bunlar mecliste destekleniyorlardı. Şöyle bir bakıldığında Erim
kabinesi demokratik reformları yapacak bir hükümet gibi durm uyordu!.
İlk olarak ve öncelikle, Türkiye H alk Kurtuluş O rdusu (TH KO ) tara­
fından gerçekleştirilen terör salgınıyla başa çıkması gerekti. Bazıları bu saldı­
rıların arkasında ordudaki m uhalif subayların olduğunu iddia etti, bazıları ise
tıpkı A BD ’de FBI’ın W eathermen radikal solu ve Kara Panterler’e sızmış ol­
m ası gibi, saldırıların sol gruplara sızm ış istihbarat ajan-provokatörlerince
kışkırtıldığını öne sürdü.
Devlet, bu duruma Türkiye’nin altm ış yedi ilinden on birinde sıkıyöne­
tim ilan ederek ve acım asız baskı uygulayarak karşılık verdi. Ankara ve İstan­
bul’u da kapsayan kentsel Türkiye’de ve Kürt milliyetçiliğinin merkezi olan
Güneydoğu’da, sıkıyönetim ilan edildi. Siyasi yaşam tam am en felç oldu; m es­
lek kuruluşları ile sendikaların tüm toplantı ve seminerleri yasaklandı; iki ga­
zetenin yayını geçici olarak durduruldu ve kitabevlerine yetkililerin belirlediği
kitapları satm am aları emredildi. N eo-faşist sağ yayınlar etrafta serbestçe do­
laşm aya devam ettiler. İki önde gelen gazeteci, Türkiye işçi Partisi eski millet­
vekili Çetin Altan ve radikal bir Kem alist olan Ilhan Selçuk tutuklanarak iş­
kence gördüler; bu, aydınlara karşı yaklaşan sert önlemlerin bir habercisiydi.
17 M ayıs’ta İsrail’in İstanbul başkonsolosu Efraim Elrom ’un kaçırıl­
m ası baskıyı daha da artırdı. Askerî rejim kışkırtılmıştı ve sola karşı acımasız
tedbirler uygulayarak karşılık verdi. İktidar sıkıyönetim yetkililerinin eline
geçti. Y aşar Kem al ve Fakir Baykurt gibi ünlü yazarların da aralarında bulun-
12 Mart darbesinden sonra Başbakanlığa getirilen Prof. Nihat Erim, hırslı bir politikacıydı. Politikaya
(ok genç yaşta atılan. Haşan Saka kabinesinde Nafia vekili olan Erim, 1961 Anayasası’nı “lüks”
diye nitelerken, çok önceleri söylediği “gerekirse hürriyetlerin OstOnO şalla örteriz” sözleriyle de
tanınmışbr. Erim (ortada) 12 Mart’ın teknokrat kabinesinde
Sadi Koçaş ve Atilla Karaosmanoğlu ile birlikte.

duğu yüzlerce kişi gözaltına alındı. İşkence olağanlaştı; artık bilgi alm ak am a­
cıyla değil, siyasi m ahkûm lara siyaseti bıraktıracak kadar dirençlerini kırmak
üzere kullanılıyordu. N e var ki baskı, E lrom ’u kurtarm aya yetmedi; hatta
belki de yetkililerin İstanbul’da ev ev bir aram a emrettikleri 21/22 M ayıs ge­
cesi öldürülmesini hızlandırmış bile olabilir. Sıkıyönetim altında siyasi baskı,
sonraki iki yılın gündemine yerleşti ve hiç kalkm adı.
Hükümet, sağın ülkenin sorunları için suçladığı 1961 A nayasası’nda de­
ğişiklikler yaptı. Fiilen devlet ve toplumdaki her kurum değiştirildi: sendikalar,
basın, radyo ve televizyon, üniversiteler, Danıştay, Anayasa M ahkemesi, M ec­
lis, Senato ve Yargıtay. 1961 Anayasası’nın güvence altına aldığı liberal hak ve
özgürlüklere set çekilerek, N ihat Erim’in deyişiyle ‘ 12 M art öncesi döneme ge­
ri dönme ihtimali’nin ortadan kalkması sağlandı. Toplum için 1960’ların de­
mokratikleşme hareketi çok masraflı hale gelirken, liberal 1961 Anayasası da
kapitalizm yolunda hızlı ilerleme isteyen bir ülke için çok büyük bir lüks oldu.
Değişiklikler, kam uoyunda tartışılm adan ve tüm partilerin desteğiyle
yapıldı. Yalnızca 12 M art öncesinde T İP’ten ihraç edilm iş ve bağımsız bir
milletvekili olarak meclise girmiş olan M ehmet Ali Aybar, mecliste durumu
şu sözlerle eleştirdi: ‘A nayasa değişiklik önerileri, şimdiki dem okratik anaya­
samızın temel ilkesine ters düşer; am açları sosyalizmi ezmektir, bu ise dem ok­
ratik rejim anlayışıyla bağdaşm az.’ Erim de buna şöyle katıldı: Anayasa so s­
yalizme kapalıydı am a sosyal dem okrasiye değil.
Meclis ve Senato, otuz beş değişiklik maddesi kabul etti, anayasaya
dokuz yeni geçici m adde ekledi. Türk Devleti artık bir ‘sosyal devlet’ değildi
ve herhangi türden bir sosyal adalet kurm a iddiasından vazgeçmişti. Demirel,
gerçek reformlar yapm a fırsatı ortaya çıktığında, AP’li bakanları kabineden
çekerek bir hükümet krizi yarattı. O , ileriye bakıyordu. Askerî rejim geçiciy­
di ve Demirel’in kazanm ayı amaçladığı seçimleri yaptırarak iktidarı partilere
devredecekti. D olayısıyla partinin halk tabanını ayakta tutm ak ve sadece bü­
yük şirketlere yarayacak reformlara destek olm am ak lazımdı. Ekonom ide re­
form için uğraşan on bir reformcu bakan, Aralık 1 9 7 1 ’de kabineye Demi-
rel’ın eski maliye bakanı atanınca sonunda reform olasılığının kalmadığını
anladılar. Durumu protesto ederek istifa ettiler ve Erim de onları izleyerek is­
tifa etmeye mecbur kaldı.
İkinci Erim kabinesi (11 Aralık 1971-22 M ayıs 1972) Demirel’in des­
teğine muhtaç olduğu için hiçbir reform cu yasayı geçiremedi. Anayasa deği­
şiklikleri dışında, yoğun Amerikan baskısıyla alınan haşhaş ekiminin yasak­
lanm ası kararı hariç, Erim pek bir şey yapam adı; bu karar da 1973’te parti­
lere dayalı siyaset yeniden başlayınca iptal edildi. Sonraki iki kabine -Ferit
M elen ve N aim T alu kabineleri- ülkeyi Ekim 1973 seçimlerine kadar idare
etmeyi am açlayan geçici hükümetlerdi. Bu dönemde toplum sal ve ekonomik
sorunlar çözülemedi ve Türkiye sıkıyönetimle iç içe yaşam aya devam etti. An­
cak, seçim vaadiyle ülkedeki hava değişmeye başlamıştı. 1 9 5 0 ’den beri Türk
seçmenleri seçimleri, kendi umutlarını ve memnuniyetsizliklerini belirtmek
açısından, çok ciddiye almıştı. 1973 seçimlerinden önce, Parlam ento’daki
partiler Cum hurbaşkanı Cevdet Sunay’ın halefini seçmek durumundaydılar.
1 9 6 0 ’tan beri cum hurbaşkanlığı asker-sivil ilişkileri arasında arabuluculuk
yapm ış ve cum hurbaşkanın adı hep generallerce belirlenen asker kökenli biri
olmuştu. Cum hurbaşkanının iki meclis tarafından seçimi bir formalite olarak
görülüyordu. Sunay’ın görev süresi 1973 M artı’nda sona erdiğinde, general­
ler, M eclis’in G enelkurm ay Başkan ı O rgeneral Faruk G ü rler’i seçeceğini
umuyorlardı. Gürler emekli olmuş ve seçilebilmek am acıyla Cum hurbaşkan­
lığı kontenjanından Senato’ya girmişti. Ancak, Parlam ento’daki en büyük iki
partinin genel başkan ları Demirel ve Ecevit işbirliği yapm ayı reddettiler.
Uzun tartışm alar sonrasında, generaller siyasetçilere, Silahlı Kuvvetler tara­
fından kabul edilebilir olm ası kaydıyla, kendi cum hurbaşkanlarını seçmeleri­
ni söylediler. Sonunda, 6 N isan 1973’te, Parlam ento emekli oram iral Fahri
K orutürk’ü Türkiye’nin altıncı cumhurbaşkanı olarak seçti. Korutürk bir as­
kerdi ve partilerden bağım sızdı, ama kozm opolit ve liberal olarak tanınıyor­
du; üstelik Devlet Güvenlik M ahkem eleri’nin kurulmasına karşı çıkan bir se­
natördü. Onun seçilmesi, Silahlı Kuvvetler’e ters bir yanıt olarak görüldü.

1973 G E N E L SEÇİM LERİ


1973 yazm a gelindiğinde, ortam bir genel seçim için hazırdı. Devlet sivil top­
lum güçlerine karşı kuvvetlendirilmişti. Üniversitelerdeki ve fabrikalardaki
muhalifleri ezmek için m ekanizm alar hazırdı. Ancak sol, bu değişikliklere bir
cevap olarak, yeni genel başkanı Bülent Ecevit yönetiminde bir sosyal dem ok­
rat partiye dönüşmüş olan C H P ’nin etrafında toplandı. Sosyal dem okrasi ise
1 970’lerde önemli-bir ideoloji olarak kendini duyurmaya başlam ıştı. N e var
ki, ilerde 12 Eylül 1980’de gerçekleşecek askerî darbeden de kısmen sorumlu
bir düşünce olacaktı.
C H P ’nin sosyal dem okrasisi, Türkiye İşçi Partisi’nin Tem m uz 1971’de
kapatılm asıyla oluşan boşluğu kısmen doldurdu. Cumhuriyet H alk Partisi,
1 960’ların ortasında ‘ortanın solu’na kaymış, partinin sağ kanadı da 1969 se­
çimi sonrasında partiden ayrılmıştı. 1971 m üdahalesi, partiyi, askerî rejimi
destekleyip desteklememe konusunda daha da bölmüştü. İsmet İnönü, Erim’in
yanında yer alırken genel sekreteri Bülent Ecevit Erim’e karşı çıkarak istifa et­
mişti. O noktada Ecevit’in siyasi geleceği karanlık görünüyordu am a halkçılı­
ğı öne çıkararak, partinin eski ‘halka rağmen halk için’ sloganıyla özetlenen
seçkinciliğinden vazgeçmesini istedi. Ecevit’in bu halkçı tavrı karşılık buldu ve
partinin taşra teşkilâtlarından destek görmeye başladı. Bu eğilimden telaşla­
nan İnönü 1972’nin m ayıs ayında olağanüstü bir kurultay toplayarak Ecevit’le
yüzleşti. Rakibini alt edeceğinden emin olan İnönü, partisinden kendisi ile Ece­
vit arasında seçim yapm asını istedi. Çoğu kişinin beklemediği şekilde, parti
Ecevit’e oy verdi ve İnönü 8 M ayıs’ta parti başkanlığından istifa etti. A ta­
türk’ün öldüğü Kasım 1 9 3 8 ’den beri bu görevdeydi. Ertesi hafta kurultay Ece-
vit’i, artık sosyal dem okrat olan CH P’nin yeni genel başkanı olarak seçti.
1973 seçimleri tüm ülkede büyük um utlar doğurdu. Partilerin, özellik­
le de C H P ’nin nasıl sonuç alacağını kestirmek zordu. Adalet Partisi ise Demi-
rel’ in partisi üzerin deki denetim ini
koruduğu ve parti askerî yönetim d ö­
nem inde gücünü gösterdiği için k a ­
zanm aya en yakın aday gibi duruyor­
du. Ecevit önderliğindeki CH P henüz
denenm em işti ve İn ö n ü ’nün K asım
1 9 7 2 ’deki C H P’den ve milletvekilli­
ğinden istifası partiyi daha da yıprat­
mış görünüyordu.
Sağın küçük partileri -D em ok­
ratik Parti, Milliyetçi Hareket Partisi,
G ü v en P a rtisi (T e m m u z 1 9 7 2 ’de
C um huriyetçi P a rti’yle birleştikten
sonra Cum huriyetçi Güven Partisi)-
bir tehdit o larak algılan m ıyorlard ı.
M ayıs 1971’de kapatılan Milli Nizam
Partisi’nin devam ı o larak İslam cılar
ta ra fın d a n Ekim 1 9 7 2 ’de ku ru lan
M illi Selâmet Partisi’nin de (MSP) ne
yapacağı bilinmiyordu.
1 9 7 3 ’te, M SP , tekelleşm enin
yükselişine ve yabancı sermayeye ba­
ğımlılığa karşı çıkarak, selefinden d a­ Necmettirı Erbakan, sUrekli fırsatlar Üzerine
ha ciddi bir imaj ortaya koym aktaydı. dayalı bir politikayla öne çıkan, hUkümet olmak
Parti başkanı Necm ettin Erbakan ağır için her yolu deneyen bir politikacı olarak
tanındı. Odalar Birliği başkanlığından parti
sanayi ve faizsiz bankacılık gibi İslâmî başkanlıklanna kadar uzanan süreç içinde hep
esaslara dayalı bir ekonom i istiyordu. bu kişiliğini kanıtlayan olaylann içinde olan
Erbakan, CHP-MSP koalisyonunda başbakan
Siyasal İslâmcılar, kendilerine bir ‘İs­
yardımcısıyken.
lâmî sosyalizm ’ (bu kelimeyi asla kul-
lanm asalar da) h avası vermeye çalışıyorlardı çünkü bu seçmenlere ‘İslâm î
köktendincilik’ten daha yakın gelebilirdi. Nitekim propagan dası o kadar ba­
şarılıydı ki, M SP, 1 9 7 3 ’te CHP ve AP’nin ardından üçüncü parti oldu. Bun­
dan sonra, siyasal İslâm ’ın ve yükselen karşı-seçkinlerin tehdidi, daha fazla
ciddiye alınmak durum unda kaldı.
Seçim sonuçları son derece m anidardı; CH P’nin zaferi bir sürpriz ol­
m uştu, am a sağ, düşünüldüğünden d ah a fazla bölünm üştü. AP’nin oyları
1 969’daki yüzde 4 6 ,5 ’ten yüzde 2 9 ,8 ’e düşm üştü ve bu, oyların sırasıyla yüz-
de 11,9 ve yüzde 11,8’ini alm ış olan Dem okratik Parti ile M illi Selâmet Par-
tisi’nin işine yaramıştı. Güven Partisi’nin oyları azalmıştı, M H P ’deyse yüzde
0 ,0 4 ’lük mütevazı bir artış vardı.
C H P ’nin zaferi pek çoklarını şaşırttı, ancak parti yeterli oy alarak tek
başına iktidar olam adı. Ecevit oyların yüzde 3 3 ,3 ’ünü alarak 185 sandalye
kazanm ıştı, oysa kabineyi kurm ak için 226 sandalyeye ihtiyacı vardı. Yine de
bu büyük bir gelişmeydi, parti 1961’den beri bu kadar başarı gösterem em iş­
ti. Yeni sosyal dem okrat kimlik faydalı olm uştu ve CH P oyları bu kez gele­
neksel kalesi olan geri kalm ış Doğu ve O rta A nadolu’dan değil, Türkiye’nin
ilerici sanayi bölgesinden almıştı. Parti, sosyal demokrasiyi geleceğin ideolo­
jisi olarak algılayan kentlere göçm üş kişilere çekici geliyordu.
Oyların yaklaşık yüzde 6 0 ’ını toplam ış olan sağcı partiler, hükümet
konusunda anlaşam adılar. Dolayısıyla, hükümeti kurma görevi Ecevit’e veril­
di. Önce, hükümeti laik sağcı partilerle -A P ve Demokratik Parti’yle- kurm a­
yı önerdi am a önerisi reddedildi. Ecevit daha sonra Milli Selâmet Partisi lide­
ri Necmettin Erbakan’ı çağırdı ve önerisi kabul edildi. Her iki parti de ‘dar
gelirli’yi tekellerdeo.-korumaya kararlıydı ve sosyal adaletli kalkınm adan ya­
naydı. H er ikisi de dem okrasi ile temel hak ve özgürlüklere inandıkları iddia-
sındaydılar. Kültürel değerler konusundaki anlaşm azlıklarını o an için sumen
altı etmeye karar verdiler. Örneğin, Halk Partililer sosyal dem okrat Avrupa
fikrini uygulamak isterken İslâmcılar bundan tedirgindi!

K O A L İSY O N H Ü K Ü M E T İ: CHP-M SP
Sonuçta, CHP-M SP koalisyonu siyasi oportünizm sayesinde kuruldu ve aynı
neden yüzünden de sona erdi. Her iki lider de kendilerini m eşrulaştırm ak zo­
rundaydı ve bunun en iyi yolu, özellikle partisi 1 9 7 1 ’de yasaklanan Erbakan
için hükümet olmaktı. Yine de koalisyonun kurulm ası, üç aylık hararetli bir
pazarlık süreci sonrasında O cak 1974’te gerçekleşti.
K oalisyon ne iş dünyasını ne de generalleri telaşlandıran ılımlı bir
program sundu; yine de sağ, hükümetin siyasal suçlular için genel af, sendi­
kaların yitirdiği hakların geri verilmesi ve askerî rejimin açtığı yaraların iyileş­
tirilmesini içeren önerilerine karşı çıktı. Sağ, program ı Batı’da ekonom ik sı­
kıntı yüzünden işsizliğin arttığı bir dönemde anarşiye bir çağrı olarak suçladı.
Ecevit liderliğindeki koalisyonun kurulm ası ‘Bozkurtlar’ tarafından
başlatılan siyasi şiddetle dam galandı. Siyasi terör, Türkiye’de hayatın bir p ar­
çasın a dönüşm üştü, öyle ki, şiddet 1 9 7 0 ’ler boyunca yoğu n laşarak Eylül
1980 askerî darbesinin gerekçesini oluşturacaktı. 1971 darbesi öncesinde sol
Bülent Ecevit Türkiye’nin siyasal yaşamında hep dürüstlüğün sembolü olagelmiş, kitlelerin gözünde
özellikle bu kişiliğiyle öne çıkmış bir politikacıdır. CHP içinde Erim’e ve İnönü’ye karşı mücadelesi
de hep bu çerçeve içinde gelişti. CHP Genel Başkanı olduğu yıllarda “Emek En Yüce Değerdir” yazılı
pankartın altında.

terörizm devrimi tetiklemek amacıyla tasarlanm ıştı. Buna karşılık, sağ terö­
rizmin amacı ise ülkenin moralini bozup bir belirsizlik ortam ı yaratarak, sıkı­
yönetim yasalarının ve askerî düzenin kitlelerce benimsenmesini sağlam aktı.
Demirel muhalefette, hem tahrik edici hem de korkutucuydu. Bülent Ecevit’e
genelde, 1973’te CIA destekli bir darbe sonrası öldürülen Şili lideri Allen-
de’den yola çıkarak ‘Büllende’ diyor ve Ecevit’in de Allende’nin sonunu pay­
laşabileceğini im a ediyordu!
Koalisyon hükümeti 7 Şubat 1 9 7 4 ’te güvenoyu aldıktan sonra seçim
kam panyası sırasında verdiği sözlerini yerine getirmeye koyuldu. H aşhaş eki­
mi serbest bırakıldı, yüzlerce siyasi tutuklunun salıverilmesini sağlayacak bir
a f kanunu çıkarıldı. Ecevit’in, özellikle K ıbrıs’ta Başkan M ak ario s’a karşı ya­
pılan bir darbe sonrasında orduya m üdahale emri vermesi sonrasında kazan­
dığı büyük sevgi, koalisyonda gerginlik yarattı. 15 Tem m uz 1974’te, Atina
cuntasından aldığı emirle harekete geçen Kıbrıs Rum Milli M uhafız Kuvvet­
leri, hükümeti devirerek yönetimi ele geçirdi. İngiltere Türkiye’yle ortak ha-
rekâta girişmeyi reddedince, Ankara, 1960 antlaşm asının garantörlerinden
biri olarak tek başına m üdahale kararı aldı. T ürk birlikleri adaya 20 Tem-
m uz’da çıktılar ve 14 A ğu stos’ta ikinci bir saldırı başlatarak adanın yüzde
4 0 ’ını ele geçirdiler. Artık ortada Kıbrıs’ın fiilî bir paylaşımı vardı. Türkiye ile
Yunanistan arasındaki ilişkiler zaten Ege Denizi’ndeki karasuları üzerine bir
tartışm a dolayısıyla gergindi. Kıbrıs olayıyla birlikte ilişkiler daha da bozul­
du, bugün de konuya, görüşmelerin düzenli şekilde devam etmesine rağmen,
diplom atik çözüm bulunamamıştır.
Türkiye’de Ecevit bir anda kahram an oluverdi ve Erbakan’la arasın da­
ki gerilim o kadar arttı ki, 18 Eylül’de Ecevit istifa etmeye karar verdi, çünkü
yeni seçimlerin partisini iktidara getireceğinden emindi. Ancak, sağ partiler
seçim önerisini eğer seçim yapılırsa bunun kendileri için intihar olacağını bil­
diklerinden kabul etmediler ve seçim yapılm adı. Ecevit krizi 241 gün boyun­
ca hükümetin olmadığı bir durum yarattı. Bir geçici hükümet güvenoyu alm a­
yı başaram adı ve Demirel sonunda, 31 M art 1 9 7 5 ’te, ‘Milliyetçi Cephe’ ola­
rak bilinen sağcı bir koalisyon kurmayı başardı.
Milliyetçi Cephe Adalet, Milli Selâmet, Cumhuriyetçi Güven ve M illi­
yetçi H areket Partilerinden oluşuyordu ve mecliste Demokratik Parti’den ay­
rılan bağım sızlar tarafından da destekleniyordu. M H P, lideri T ürkeş’in baş­
bakan yardımcısı olduğu koalisyona neo-faşist bir hava veriyordu. ‘M eclis’te
Demirel, sokakta T ürkeş’ sloganını yaygınlaştıran Bozkurtlar, seçim kuvvet­
lerini zayıflatm ak üzere sosyal dem okratlara sataşıyorlardı. Devrimci Sol ve
Devrimci Yol gibi örgütler etrafında örgütlenen aşırı solcu güçler de buna
karşılık vererek kargaşaya katıldılar.
Demirel koalisyonunun kurulması, bir erken genel seçim olasılığını or­
tadan kaldırdı ve koalisyon üyeleri bu fırsatı devleti kadrolaştırm akta kullan­
dılar. A dalet Partisi basını kontrol etti; M H P ve M SP eğitimi alarak militan­
larını kontrol ettikleri okul ve üniversitelerden yetiştirmeye başladı. Bunun
yanı sıra Güm rük ve Tekel Bakanlığı’nı kontrol etmeleri de kendi hareketleri
için dışarıdan silah getirtebilmelerini sağlıyordu. Sağ militanlar, liderleri ikti­
dardaki koalisyonda olduğu, onları koruyup kolladıkları ve siyasi rakiplerine
dehşet salm alarını sağladığı için, kendilerini artık devletin bir parçası olarak
görüyorlardı. Sadece CH P toplantılarına değil, aynı zam anda Aleviler ile
Kürtler’e de CH P’yi destekledikleri, laik oldukları ve kendileri gibi düşünm e­
dikleri için saldırdılar.
Şiddet ortamına rağm en, 12 Ekim 1975 Senato seçimlerinde C H P ’nin
konum u güçlendi ve partinin oyları 1973’teki yüzde 3 3 ,2 9 ’dan yaklaşık ola­
rak yüzde 4 4 ’e yükseldi. AP’nin oy oranı da yaklaşık yüzde 3 0 ’dan yüzde
4 0 ’a çıkarken sağın küçük partilerinin oy oranları azaldı. 1 9 7 0 ’lerin ortasına
doğru, sanki iki partili bir sisteme doğru bir gidiş vardı. Bu şartlar altında oy­
ları bölen küçük partiler bir erken seçimden kaçınm ak istiyorlardı, bunun
için de Milliyetçi Cephe koalisyonunu, seçim öncesi partilerini güçlendirme­
ye çalışırken devam ettirmeye kararlıydılar. Siyasi şiddet 1 9 7 6 ’da da devam
etti, Demirel sıkıyönetim ilan etmeyi önerse de laik ordudan korkan İslamcı
ortakları tarafından reddedildi. M H P’nin şiddeti körüklediği herkesin bildiği
bir gerçekti am a partinin başkanı başbakan yardımcısı olduğu için hiç kimse
bir şey yapamıyordu.
19 M ayıs 1 9 7 6 ’daki Gençlik ve Spor Bayramı kutlam aları sonrasında
T ürkeş’in başını çektiği bir tür faşizm korkusu başlamıştı. Demirel bile endi­
şelenmiş ve kendini aşırı sağdaki ortaklarından kurtarm ak için seçim yapıl­
m asını kabul etmeye karar vermişti. A nayasaya göre seçimlerin Ekim 1977’de
yapılm ası gerekiyordu am a nisan ayında AP ve CHP birlikte hareket ederek
seçimlerin 5 H aziran 1 9 7 7 ’de yapılması yönünde oy verdi.
Seçim kararı açıklandıktan sonra siyasi şiddet arttı ve 1 M ayıs 1977’de-
ki İşçi Bayramı kutlam alarında doruk noktasına ulaştı. İşçiler, ‘yükselen fa ­
şizm dalgası’na karşı dev bir miting düzenlemişlerdi ve her şey silah seslerinin
duyulmasıyla panik çıkıp 34 kişinin ölm esi ve yüzlerce insanın yaralanm ası­
na kadar sükûnet içinde gitti. H alk, 1 M ayıs katliamının, seçmenlerin gözü­
nü korkutm ak için devletin içindeki sağcı güçler tarafından düzenlendiğine
emindi. Ancak, beş hafta sonra seçimler yapıldığında, seçmenlerin gözünün
korkm adığı görüldü. Seçime katılan seçmen sayısı 1973’ten yüksekti (yüzde
6 6 ,8 ’e karşılık yüzde 72,4) ve AP’nin oyların yüzde 3 6 ,9 ’unu kazandığı se­
çimlerde CHP oyların yüzde 4 1 ,4 ’ünü aldı. İslamcıların oyları düştü, sadece
neo-faşist M H P M eclis’teki sandalye sayısını 3 ’ten 16’ya çıkarabildi. Şiddet
ve devlet olanaklarını kullanmak etkili olm uştu.
Bu kez, Ecevit bir CH P hükümeti kurm ak için ihtiyacı olan 226 san­
dalyeden 13 eksiğine sahipti. Bir azınlık hükümeti kurdu am a güvenoyu ala­
m adı; 21 Temmuz 1 9 7 7 ’de Demirel, TÜ SİA D başta olm ak üzere tüm iş dün­
yası bir CHP-AP koalisyonu isterken, ikinci M illiyetçi Cephe hükümetini
kurdu. İş âlemi güçlenip, düşüncelerini çok daha rahatça ifade edebilse de,
hâlâ partilere siyasetini dikte ettiremiyordu. Seçimler istikrar sağlam ayı başa­
ram am ıştı; siyasal hayatta kutuplaşm a hız kazandı ve siyasal şiddet durm ak­
sızın devam etti. İkinci M C hükümeti, 11 Aralık 1977 yerel seçimleri sonra­
sında Demirel güvenoyu alam ayınca, ideolojik farklılıklar yüzünden dağıldı.
ı Mayıs İşçi Bayramı ilk kez 1976’da büyük bir mitingle Taksim Meydam’nda kutlandı. Ancak bir
yıl sonraki kutlama, sorumluları bugün dahi ortaya çıkarılamayan bir provokasyon sonucunda kana
bulandı ve 34 kişi yaşamını yitirdi. Ondan sonra her 1 Mayıs'ta Türkiye toplumu yıllar önce yaşanan
kanlı olayların korkulu hayaletiyle yaşayacaktı.

Ilımlılar AP’den istifa ettiler, çünkü parti radikallerin elinde rehin kalmıştı.
Ertesi hafta Ecevit, AP’den istifa eden bağım sızlar ve Cumhuriyetçi Güven
Partisi’nden m uhafazakârlarla bir koalisyon kurdu. Bu tür bir koalisyon re­
form lar gerçekleştirmek üzere kurulmamıştı ve kısa sürede C H P’nin seçmen
desteğini zayıflattı; Ecevit için m uhafazakârlarla ortak bir hükümet kurm ak,
neredeyse 1974’teki istifası kadar büyük bir siyasi hata olmuştu.
Reform ları uygulam adaki başarısızlığının yanı sıra Ecevit aynı zam an­
da aşayiş ve düzeni sağlam ayı da başaram am ış ve 1978’in ilk on beş günün­
de otuz siyasi cinayet işlenmişti. Temmuzda polis olaylarla başa çıkam ayınca
Ecevit, sıkıyönetimin yakın olduğunun ilk işareti olarak, jandarm adan yar­
dım istedi. Sağ, önde gelen aydınları hedef alm aya başladı ki, bunların en
önemlisi 1 Şubat 1979’da A bdi îpekçi’nin öldürülm esiydi. İpekçi hem de­
m okrasi yanlısı liberal gazetecilerin en önemlilerinden biri, hem de kendi de
kariyerine gazeteci olarak başlayan Başbakan Ecevit’in yakın bir arkadaşıydı.
H er zamanki gibi çok az sağcı tutuklandı. îpekçi’nin katili ise yakalandıktan
sonra askerî hapisaneden kaçıp, tüm dünyada M ayıs 1981’de Papa II. Johan-
nes-Paulus’a suikast teşebbüsünde bulunan, Türk olarak küresel anlam da kö­
tü bir şöhret kazanacak olan Mehmet Ali Ağca idi.
Bozkurtlar laik oldukları ve C H P ’yi destekledikleri için bu kez de Ale­
vi toplumunu hedef aldılar. Aleviler, M alaty a’da (Nisan 1978), Sivas’ta (Ey­
lül 1978) ve Bingöl’de (Ekim 1978) saldırıya uğradı. Şiddetin amacı Alevi-
ler’in iktisaden ortadan kaldırılmasıydı. M eclis’te muhalefet sıkıyönetim uy­
gulanm asını istiyordu, Ecevit ise mevcut yasaların daha kesin olarak uygulan­
m asıyla sorunu çözebileceği düşüncesiyle bu konuda çekimserdi. Ancak, 22
A ralık’ta, küçük bir Anadolu şehri olan K ahram anm araş’taki Aleviler’in ör­
gütlü şekilde katledilm eye başlanm ası, planlarını değiştirdi. Bozkurtlar bir
gün önce silahlı saldırı sonucu ölen iki sol görüşlü öğretmenin cenaze törenin­
de 'Komünistlere ve Aleviler’e cenaze töreni yok, bunların namazı kılınmaz’
diye bağırdılar. O laylar büyüdü, sonuçta 105 kişi öldü, 176 kişi yaralandı,
2 0 0 ’den fazla ev ve işyeri tahrip edildi. H ava Kuvvetleri jetleri ve bir mekani-
ze birlik sükûneti sağlam ak üzere bölgeye gönderildi. 25 A ralık’ta Ecevit on
üç Anadolu kentinde sıkıyönetim ilan etmek zorunda kaldı. Terörü engelle­
meyi başaram am ası, seçmenler nezdinde oy kaybetmesinin önemli bir sebe­
biydi. Ancak, şiddet sıkıyönetim döneminde de devam etti. M uhalefet Ece­
vit’in generallere koşullar dayattığını, bu yüzden de generallerin teröristlere
karşı başarılı olam adıklarını öne sürüyordu. Yine de generaller artık Doğu
A nadolu’nun Kürt nüfuslu bölgelerini kontrolleri altına alm ışlar, 1979’daki
1 M ayıs gösterilerini yasaklam ayı başarm ışlardı. Bu önlemler, Ecevıt’e olan
desteği daha da azalttı ve 14 Ekim ’de kısm î Senato ve bazı bölgelerde arase­
çim yapıldığında, C H P oyları düşerken AP oyları her iki seçimde de arttı. Yi­
ne yüzde 73’lük yüksek bir katılım oranı vardı; her şeye rağmen seçmenler yi­
ne de oy sandığına güveniyorlardı. Yenilgisinin ardından Ecevit 16 Ekim’de
istifa etti. Halk bir üçüncü Milliyetçi Cephe hükümetini taham m ül edilemez
bulduğundan Demirel, burjuvazinin Ecevit’le bir ‘büyük koalisyon’ kurma is­
teğini reddederek, 12 K asım ’da bir azınlık hükümeti kurdu. Sağın desteğiyle
Demirel 25 Kasım 1 9 7 9 ’da güvenoyu aldı.

T Ü R K İY E ’N İN Y E N İL E N E N S T R A T E JİK Ö N EM İ
T ürkiye’nin stratejik önemi 1978/1979 İran İslâm Devrimi ve Sovyetler’in
1979 Aralık ayında A fganistan’a m üdahalesiyle büyük ölçüde değişti. Ba-
tı’nın Türkiye’de istikrarlı bir rejime ihtiyacı vardı. Bunu siyasi partiler başa­
ram ıyor, belki generaller bunun üstesinden gelirdi... Aralık 1979’a gelindiğin­
de generaller bir sonraki müdahalelerinin zam anlam asını ve tabiatını tartış­
m aya başlam ışlardı. Her şeyden önce, politikacılara işlerini düzene koym ala­
rını söylemeyi kararlaştırdılar. Eğer terörizmi ve kan dökülmesini önlemek is­
teselerdi, 12 Eylül 1 9 8 0 ’den çok daha önce m üdahale etmeleri gerekirdi, en­
dişeleri daha çok İran’daki gelişmeler ve Sovyetler Birliği’yle ‘ikinci Soğuk Sa-
vaş’ın çıkm ası üzerineydi. D ah a N isan 1979’da The G uardian’m Brüksel m u­
habiri ‘Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Türkiye ... artık sadece [N A T O ’daki] gü­
ney kanat için değil tüm Batı için hayati bir stratejik öneme sahip görülm ek­
tedir’ diye yazdı. Ancak, siyasi kargaşa içindeki Türkiye, yeni sorum lulukla­
rını yüklenmekten âcizdi. O cak 1980’de, yeni ABD-Türkiye Savunm a ve İş­
birliği A ntlaşm ası’nın şartları sonuçlandırılırken, Demirel, Türkiye’nin Ege
Denizi’ndeki hakları tanınm adan, ileride Türk üslerinin Acil M üdahale Gücü
tarafından kullanılmasını veya Yunanistan’ın N A T O ’nun politik kanadına
dönüşünü kolaylaştırmayı reddetti. W ashington, Demirel yönetiminde T ürki­
ye’nin kendine biçilen bölgesel rolü oynayam ayacağına karar verdi. Washin-
gton’a göre bunu sadece askerler yapabilirdi.
Generaller, Ege hava sahası konusunda Yunanistan lehine Dışişleri Ba-
kanlığı’na bile haber vermeden tek taraflı tavizlerde bulundular ve m artta Sa­
vunma ve İşbirliği A ntlaşm ası’nın im zalanm asıyla, Ecevit’in ‘çok boyutlu’ dış
politika fikri bırakılarak, Türkiye kendini Batı’ya endeksledi. Demirel ayrıca,
terörün sadece soldan kaynaklandığım , çünkü Bozkurtlar’ın komünizmle sa­
vaşta devletin müttefikleri olduğunu söyleyen generallere terörizmi ezmede
tam yetki tanıdı. Ancak generaller günde yaklaşık yirmi can alan şiddete son
vermeyi başaram adılar. Bitmeyen şiddet askerî m üdahale için ortam hazırla­
dı; pek çokları generallerin darbesini ülkeyi pençesine almış olan anarşi ve ka­
ostan kurtuluş olarak memnuniyetle karşıladı.

A R T A N EK O N O M İK SIK IN T I
Terörizmin yanı sıra ekonomi de sadece askerlerin sağlayabileceği bir sıkı disip­
lin ve toplum sal barış ortam ına ihtiyaç duyuyordu. 1970’ler boyunca, tüm ko­
alisyonlar, Ecevit 1978/19 7 9 ’daki iktidar döneminde konuyla uğraşm aya zor-
lanana kadar, ekonomiyi gözardı etmişlerdi. Bu dönemde birbirini izleyen hü­
kümetler döneminde dünya çapında bir kötüye gidişin yanı sıra, 1974 petrol fi­
yatları şoku, 5 Şubat 1975 Amerikan am bargosuyla ve Kıbrıs müdahalesinin
ardından gelen Avrupa kaynaklı kısıtlamalarla uğraşm ak zorunda kalmışlardı.
Kuzey Kıbrıs’ın askerî olarak elde tutulmasının getirdiği maliyet ve Kıbrıs Türk
hükümetine verilen yardım lar ekono­
miye önemli bir yük getirmekteydi.
Bir gözleri seçimde olduğundan tüm
siyasi partiler, popülist politikalar iz­
lem iş, her sektörde kam u parasıyla
sü b v a n siy o n la r d a ğ ıtm ış, böylece
yüksek istihdam oranları ve ekono­
mik büyümeyi cesaretlendirmek iste­
mişlerdi. Bütçe açıklarını kapatm ak
için borç para alıyorlardı. Sonunda,
E cevit U lu slararası P ara Fo n u ’yla
(IMF) masaya oturm ak ve ekonomiyi
kurtarm ak için IM F’nin sert koşulla­
rını kabul etmek zorunda kalmıştı.
A ncak hem IM F hem de TÜ SİA D ,
kemer sıkma programının uygulana­
bilmesi için Ecevit’in vermek istedi­
ğinden daha fazla ödün istiyorlardı.
Sonunda Ecevit, ihracatı cesaretlen­
dirmek amacıyla yurt içinde tüketimi
sınırladı ve tüm bunlar Ekim 1979
Senato seçimlerinde desteğini zayıfla­
tarak, Ecevit’i istifaya zorladı. 1979’da ikinci petrol kriz diye adlandırılan olay,
E konom i, A m erikan desteği petrol fiyatlarından yeni artışlara yolaçtı. Ekonomi
sayesinde, İran Devrimi sonrasında duraklayarak enflasyon hızlandı ve ardından
yokluklar başladı. Başta petrol UrUnleri olmak
düzelme belirtileri gösterdi. Demirel Üzere yağ, şeker gibi temel gıda maddeleri
azınlık hükümeti, ekonom ik danış­ bulunmaz oldu. 70’li yılların sonunda bir tlipgaz
kuyruğu (Yapı Kredi Yayınlan’mn izniyle).
m an olarak atanan T urgut Özal ön­
derliğinde IM F’nin program ını uy­
guladı. Özal, siyasetin 2 4 O cak 1980’de uygulam aya soktuğu ekonomik ön­
lemlere engel olduğunu düşünen bir teknokrattı. Türk lirası yüzde 48,9 ora­
nında devalüe edildi ve -petrol ve petrol ürünleri, çimento, şeker, kâğıt, kö­
m ür, sigara ve alkollü içkiler dahil- neredeyse tüm ürünlerin fiyatları tüketi­
mi azaltm ak am acıyla hızla arttı. Amaç, yurtiçi tüketim yerine ihracata daya­
nan yeni bir ekonomi yaratm aktı. Türkiye kapitalist dünyanın ve küreselleş­
menin içine açıkça ve hızla atılmıştı.
Ö zal’ın ekonom i programı ise büyük toplumsal ve ekonom ik kargaşa
yaratacak bir dönüşümün başlangıcıydı. Ö zal reçetesinin başarısı için gene­
rallerden partilere dayalı politikanın beş yıl süreyle askıya alınmasını istedi.
İşte 12 Eylül 1980 askerî darbesi de ona tam bunu sağladı. Generaller, siya­
sal sistem için yeni temeller hazırlam ak üzere T ürk halkını siyaset dışı bıraka­
rak uzun vadeli istikrar sağlam ayı planladılar. Geçmişte 1971’in kısıtlam ala­
rı yetersiz kalmıştı. Ülke politikacıların köhnemiş tutumlarından bıkmıştı ve
askerlerin yönetime el koym asını kabule hazırdı. Demirel terörizmi durdura­
madı, çünkü azınlık hükümetini sağlam a alm ak üzere M H P’ye ihtiyacı vardı
ve İslam cılar da aynı sebeple hoş görülmeliydi. Generaller müdahaleye hazır­
dılar ve tarih 11 Temmuz olarak saptandı. Ancak Ecevit’in Demirel hüküme­
tini bir gensoruyla devirememesi darbeyi erteletti. Generaller tam da Ecevit’in
yapm ayı beceremediği şeyi yaparm ış gibi görünm ek istemediler. A ncak, ağus­
tosta Ecevit ve Erbakan, Dem irel’in (ve generallerin) dış politikasına ilişkin
bir gensoru önergesi verilmesi konusunda anlaştılar ve 5 Eylül’de Dem irel’in
dışişleri bakanı Hayrettin Erkmen istifaya zorlandı. Ertesi gün, K on ya’da dü­
zenlenen bir ‘ Kudüs’ü K urtarm a’ mitingi, bu mitingde laik devlete hakaret
edildiği için, generalleri hiddetlendirdi. Dem irel’e karşı başka gensoru öner­
geleri de vardı ama 9 ve 10 Eylül’de M eclis’te yeterli çoğunluk sağlan am adı­
ğından bunlar işleme konulam adılar. Siyasal hayat felç olm uştu. 12 Eylül
1980’de generaller durum a m üdahale etti ve ülkeyi rahatlatarak iktidara el
koydular.

O k u m a Ö n e r Il e r I
F ero z A h m a d , T h e T u rkish E x p e r im e n t in D e m o c ra c y : 1 9 S 0 - Î 9 7 5 , L o n d o n : H u r st, B o u l­
d er, C o lo .: W estview P ress, 1 9 7 7 .
M a r g re t K ru h en h u h l, P o litic a l K id n a p p in g s in T u rk ey , 1 9 7 1 - 1 9 7 2 , San ta M o n ic a , C al.:
R an d, 1977.
Ja n e C o u s in s, T u rk ey : T o rtu re A n d P o litical P ersecu tio n , L o n d r a : Pluto P ress, 1 9 7 3 .
G e o rg e H a r r is, T u rkey : C o p in g w ith C risis, B ou ld er, C o lo .: W estview P ress, 1 9 8 5 .
R o g e r N y e , “ C iv il-M ilitary C o n fr o n ta tio n in T u rk ey : the 1 9 7 3 Presidential E le c tio n ” , In ­
te r n a tio n a l Jo u r n a l o f M id d le E a s t Stu d ies, say ı 8 , n o .2 , N isa n 1 9 7 7 , s. 2 0 9 - 2 8 .
W illiam H a le , T ü rk iy e 'd e O r d u ve S iy aset: 1 7 8 9 ’d a n G ü n ü m ü z e , çev. A h m et F eth i, İstan ­
bu l: H il Y ay ın ları, 1 9 9 6 .
YEDİNCİ BÖLÜM

Ordu, Partiler ve Küreselleşme


(1980-2006)
SİY ASA L SİSTEM İN Y E N İD E N Y A PILA N D IRILM A SI

T
ürkiye’de çok az insan iktidarı ele geçiren generallerin niyetlerinden ha­
berdardı. Generaller, devlet ile onun vatandaşlarını sosyal bölünme ve
ekonomik çöküşten korum ak, politikacılar ile siyasi partilerin sorum lu olduk­
ları anarşi ve şiddetten kurtarmak için m üdahale ettiklerini belirtmişlerdi. Ay­
rıca devlet otoritesinin de tarafsız bir şekilde tekrar inşa edileceği sözünü ver­
mişlerdi. Bunun için de, başkanlığını dönemin Genelkurmay başkanı Kenan
Evren’in üstlendiği ve kuvvet komutanlarının da katıldığı Milli Güvenlik Kon-
seyi’ni (M GK) kurdular. M G K , hangi yolu seçmeleri gerektiğini bilemeyen Si­
lahlı Kuvvetler’in diğer yüksek rütbeli kom utanları için sadece bir cepheydi.
H er zaman olduğu gibi ılımlı ve sertlik yanlısı kom utanlar görevdeydiler üste­
lik sertlik yanlıları sıkıyönetimden, kanun ve düzenin yeniden kurulmasından
sorum luydular. Birinci O rdu ve Sıkıyönetim Kom utanı O rgeneral Necdet
Üruğ, kendi alanında isteklerini kabul ettirebilen sertlik yanlısı kom utanlar­
dandı. Fakat, bu hizipleşmeler generallerin bağlı bulundukları sıkı hiyerarşi
prensiplerinden dolayı hiçbir zaman toplum a yansımadı. Generallerin hepsi,
A tatürk’ün 1938 yılındaki ölümünden bu yana hâlâ Cumhuriyet ideallerine
sadakat anlamında Kem alizm ’i desteklemeye kararlıydılar. Sertlik yanlısı ge­
neraller bu iç tartışmayı kazanırken, M G K de yeni bir anayasa, eskilerin yeri­
ne yeni siyasetçiler, hatta seçimlerde yarışacak, ordunun kendi siyasi partisinin
de yer alacağı yeni bir siyasal sistem kurmaya karar verdi. Asıl am açları, 1961
A nayasası’nın getirmiş olduğu liberal rejimi kesinlikle parçalam aktı.
M G K işe anayasayı askıya alıp, Parlam ento’yu feshederek; partileri
kapatıp liderlerini de gözaltına alarak başladı. İşçi sendikalarının faaliyetleri
de tıpkı Barolar ve Tabip O daları benzeri meslek odalarının faaliyetleri gibi
askıya alındı; grevler yasadışı ilan edildi ve grevdeki işçilere işlerine dönm ele­
ri emredildi. İşverenler, yapılanları yeni bir ekonom ik yapı oluşturulm a yo­
lunda atılan adım lar kabul ederek alkışladılar. Siyasi bağlantıları nedeniyle
kendilerinden şüphelenilen yerel yöneticiler, belediye başkanları ve valiler g ö ­
revden alınarak yerlerine askerî personel yerleştirildi.
16 Eylül’de, Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren cuntanın, gelecek
askerî müdahaleleri gereksiz kılmak üzere toplum un siyaset dışında tutulm a­
sı planını açıkladı. Evren, T ürk toplum yaşamının neredeyse her alanında ra­
dikal yenilik sözü verdiyse de dış politikayı ve - o ara 24 Ocak 1980 p rogra­
mıyla yeniden yapılandırılma aşam asında o la n - ekonomiyi dikkate alm adı.
Emekli oram iral Bülend Ulusu yönetimindeki yeni kabine 21 Eylül’de açık­
landı: Bakanların çoğu bürokrat, profesör, emekli subaylardı ve Demirel dö­
neminde ekonomiden sorum lu olan Turgut Özal da kabinede görevini koru­
m aktaydı. Ö zal, Dünya Bankası’nda çalışmış ve Batı’daki finans çevreleri ile
Türkiye’deki iş çevrelerince tanınan bir isimdi. Cunta ekonomiyi idare için
ona güveniyordu. Rejim, ayrıca, İran Devrimi ve Sovyetler’in A fganistan’a
m üdahalesi sonrasında W ashington için hayati olarak addedilen Batı yanlısı
bir askerî ve dış politika benimsedi. Ulusu hükümeti, Amerika’nın teşvikiyle,
Y unanistan’ın N A T O ’nun askerî kanadına dönüşü hakkındaki vetosunu kar­
şılık beklemeden kaldırdı. Çünkü Yunanistan, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs m ü­
dahalesi sonrasında askerî kanattan ayrılmıştı.
Cunta, siyasal hayatın yeniden inşasına öncelik veriyordu. Buna da -
sosyalistler, komünistler aşırılar, sosyal dem okratlar, sendikacılar, örgüt ola­
rak DİSK hatta Türk toplumunun en seçkin aydınlarından oluşan Barış Der­
neği üyeleri d ah il- ‘sol’un her türünü ezmekle başladı. Cunta kendisi gibi
‘Türk-İslâm sentezi’ ideolojisini benimsediği halde M H P ’yle bağlantılı aşırı
sağı da ezmişti. O an için cuntanın temel görevi ‘terörle mücadele’ idi. Bunu,
binlerce tutuklam a ve gözaltı takip etti; Batı’da rejimin şanına leke süren iş­
kence, yaygın ve sistemli bir hal aldı. Fakat cunta, Amerikan desteğine ve
stratejik önemine dayanarak, buna pabuç bırakm adı ve acımasız baskı ve şid­
det devam etti.
Kendince bir düzen kuran M G K , Ekim 1 9 8 1 ’de, yeni bir an ay asa ha­
zırlam ası am acıyla bir D anışm a Kurulu atadı. Bu sırada, siyasi partileri orta­
dan kaldıran ve m alvarlıklarına el koyan bir yasa da kabul edildi. K asım da,
Y ü k se k Ö ğ retim K a n u n u ’ yla
(Y Ö K ) eğitim, ‘milliyetçi-muha-
fazak âr’ ellere teslim edildi ve li­
beral öğretim üyeleri 1402 sayılı
y a say la üniversitelerden atıldı.
O cak 1 9 8 2 ’de, M G K , a n ay asa
taslağında değişiklik yaparak bu­
nu referandum la halka sun duk­
tan sonra siyasal hayatın yeniden
başlangıcı için takvim i açıkladı.
H a lk a n ay asa y ı k a b u l edecek
olursa, seçimler yeni siyasi parti­ 12 EylOl 1980 darbesi özellikle 1961 Anayasası’nın
getirmiş olduğu nisbi özgürlük ortamına doğrudan
ler ve seçim yasaları çerçevesinde yönelmiş bir hareketti. Cuntanın lideri Orgeneral
1983 sonlarında yapılabilecekti. Kenan Evren ise özgürlük karşıta, sığ ve yüzeysel
bilgisiyle öne çıkarken; askerî yöntemlerin topluma
Evren’in a çık lam ası so n ­
da uygulanabileceğini sanıyordu. Bunun toplumda
rasın da kam uoyunda bir tartış­ yarattığı zararlar ise çok büyük oldu.
m a yaşandı ve aydınlar norm al
siyasal yaşam a dönüşü beklemeye başladılar. Bu eğilimle telaşlanan general­
ler, 12 Şubat 1982’de yayım lanan bir yasayla eski politikacıların kam uoyuna
yönelik siyasi tartışm alara girmelerini yasakladılar. Bunu tutuklam alar takip
etti ve eski başbakanlardan Bülent Ecevit yargılanarak hapsedildi. Bu durum,
ülkenin hâlâ sıkıyönetimde olduğuna dair açık bir uyarıydı.
17 Tem m uz’da açıklanan anayasa taslağında bütün güçler devlet baş­
kanlığı m akam ında toplanm ıştı. Devlet başkanı parlam entonun tıkandığını
düşündüğünde parlam entoyu feshedip genel seçim kararı alabilir, ülkeyi ka­
rarnamelerle yönetebilir ve fiilen Anayasa M ahkem esi üyelerinin tümünü ata­
yabilirdi. Bir başkanlık konseyi, yani yeni bir kimlik altında gizlenmiş M G K ,
devlet başkanına danışm anlık yapacaktı. D iğer hükümlerle de basın özgürlü­
ğü ve sendikalar dizginlenmiş olacaktı. Bu, aslında ‘özgürlüksüz dem okrasi’
anlam ına geliyordu. A nayasa taslağının siyasi hükümleri, kam uoyundaki tar­
tışm alar sonrasında daha da sıkılaştırıldı. 19 Ekim ’de cunta, yasa ve anayasa
değişikliklerini veto etme yetkisi vererek devlet başkanının gücünü artırdı.
D ah a sonraları bu referandum a sunuldu. Bunların yanında, cum hurbaşkanı­
na, askerî hâkim ve yüksek dereceli memurları seçme, genelkurmay başkanı-
nı atam a (kendi atadığı başbakanla istişare sonucunda) ve M G K ’yi toplam a
ve buna başkanlık etme yetkileri de tanındı. Yeni anayasa 7 K asım ’da halk ta­
rafından onaylanacak olursa, Orgeneral Evren otom atik olarak yedi yıllığına
cum hurbaşkanı, M G K ’deki diğer dört general de danışm anları olacaklardı.
Son olarak , yeni anayasa, cum hurbaşkanı tarafından im zalanacak emir ve
kararnam elere karşı herhangi bir yasal hareketi hüküm süz hale getiriyordu.
Yeni kanunlar 1980 Parlam entosu’nun tüm üyelerini beş yıllığına, siyasi p ar­
ti liderlerini de on yıllığına her türlü siyasi faaliyetten uzaklaştıracaktı ve ye­
ni siyasi partilerin kurulmasına, çoğu üyeleri eski partilerden geliyorsa izin
verilmeyecekti. Amaç, yeni ve ‘temiz’ politikacıları sisteme kazandırm aktı,
ancak bunun gerçekleşmesi oldukça zor hatta im kânsızdı.
A nayasa taslağı eleştirilere m aruz kalınca cunta taslak hakkındaki her
türlü tartışm ayı yasakladı, Evren’e taslak lehine propaganda yapm a yetkisi
verildi. Seçmenler, sivil düzene dönüşün tek yolunun benimsemedikleri bir
anayasaya ‘evet’ oyu vermek olduğunu anladılar. Bu yüzden anayasaya ezici
bir oranla -yüzde 91,37 geçerli o y la- lehte oy verildi. Generaller bunu yine de
rejime güven oyu olarak algıladılar. Böylece, toplum tarafından en az -tak lit
etmeye çok uğraştığı- Atatürk kadar benimsendiğine inanan Kenan Evren 9
Kasım 1982’de Türkiye’nin yedinci cum hurbaşkanı oldu.

YENİ SİYASİ PA R T İLER İN K U R U LM A SI


Anayasayı meşrulaştıran generaller, kendi felsefelerine sadık olacak siyasetçi­
lerin arayışına girdiler. 12 K asım ’da Devlet Başkanı Evren, her şey yolunda
gidecek olursa, yeni seçimlerin Ekim 1983’te yapılacağını ilan etti. G eneral­
ler, bir ‘devlet partisi’ kurma çabasına girişti ve bu partinin başına ılımlı b aş­
bakan Bülend Ulusu yerine T urgut Sunalp getirilince, sertlik yanlıları savaşı
kazanmış oldular. Yeni siyasi partiler yasası, 2 4 N isan 1983’te yürürlüğe gir­
di, ertesi gün de M G K , siyaset yasağını kaldırdı. Yeni siyasetçiler, M G K ta ra ­
fından herhangi bir sebepten dolayı veto edilebiliyordu. Böylece yeni partiler
de ‘ 12 Eylül rejimi’ olarak bilinen sürecin mirasını kabul etmek zorunda k a­
lacaklardı.
1983 baharında kurulan siyasi partilerin sadece üç tanesi siyaseten uy­
gun bulundu. Bunlardan biri, İsmet İnönü’nün oğlu olan Profesör Erdal İnö­
nü’nün k u rd u ğ u Sosyal D e m o k rasi P artisi’ ydi (SO D E P ). Parti esk iden
CH P’ye ve sola oy vermiş seçmenlerce destekleniyordu. İkinci parti olan Bü­
yük Türkiye Partisi, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nin geçici başkanlı
haliydi. Generaller Büyük Türkiye Partisi’ni kapattılar ve SO DEP’in aday la­
rını seçimlere katılam am aları için veto ettiler. Bu iki partinin yaşam alarına
izin verilmiş olsaydı, sağlam bir ‘iki parti’ sistemi yeniden kurulabilirdi. Fakat
generaller yeni bir siyaset kurm ak ve yeni politikacıları görmek istiyorlardı,
bu partiler ise geçmişi temsil ediyorlardı. Üçüncü siyasi parti, Turgut Özal ta­
rafından kurulan Anavatan Partisi’ydi (ANAP). Özal, partisinin ne sağ ne sol
olduğunu, 1980 darbesi öncesindeki siyasi eğilimlerin hepsini temsil ettiğini
öne sürüyordu. Emekli orgeneral Sunalp ‘devlet partisi’ Milliyetçi D em okra­
si P artisi’nin başkanıydı; İsmet İnönü’nün özel sekreterliğini yapm ış olan
N ecdet C alp ise, dağılm ış olan C H P’den kalan siyasi boşluğu doldurm a m ak­
sadıyla kurulan Halkçı Parti’nin başkanıydı. Generaller, Sunalp ve C alp ’ın 12
Eylül felsefesine bağlı yeni siyasetçiler olabileceklerini hesapladılar. Özal da
siyaseten önemsiz bir partinin başında kalabilirdi; ne de olsa 19 7 7 ’de İslamcı
M illi Selâmet Partisi’nden aday olup seçilememiş başarısız bir politikacıydı.
Seçilmiş olsaydı, generaller tarafından o da veto edilirdi am a Am erikan des­
teği ve müdahalesi Ö zal’ı vetodan kurtardı.
Seçim kam p an y ası 16 E kim ’de b a şla d ı ve hem S u n a lp ’ın hem de
C alp ’ın partilerinin mitingleri halkın ilgisini çekmekten uzak kalıyordu, çün­
kü her ikisi de halkla yakınlık kuram ayan liderlerdi. Seçmenler, basitçe, bir
askerin ya da -N ecdet C alp gib i- eski bir kıdemli bürokratın ülkeyi dem ok­
rasiye götürebileceğine inanmıyordu. Sunalp, öncelikli bağlılığının devlete,
sonra demokrasiye ve daha sonra da partiye yönelik olduğunu ifade etmişti.
Bunların karşısında, Ö zal, liberal ve devletçilik karşıtı bir imaj veren, demok­
rasiye hızlı bir dönüş vaat eden tek adaydı. Seçmenler, sanki 1 9 8 2 ’de Ö zal’ın
zorlanarak istifa etmesiyle sona eren ve binlerce insanın tasarruflarını kaybet­
tikleri ‘bankerler skan dalı’nda Ö zal’ın rolünü unutmuşlardı. Fakat, general­
ler Ö zal’ın kazanacağını hiç tahmin etmedikleri gibi, partisinin emekli gene­
ral Sunalp’ın partisiyle birleşmesini bile istiyorlardı!

1983 G E N E L SE Ç İM LER İ
Generallerin açık desteğine rağmen -kim bilir belki de bu destek yüzünden-
Sunalp kaybetti ve Ö zal 6 Kasım seçimlerinden galip çıktı. Ö zal’ın Anavatan
Partisi (ANAP) oyların yüzde 4 5 ,1 4 ’ünü alırken C alp ’ın Halkçı Partisi oyla­
rın yüzde 3 0 ,4 6 ’sım topladı, Sunalp’ın M illiyetçi D em okrasi Partisi yüzde
2 3 ,2 7 ’lik bir yüzdeyle üçüncü oldu. Oy kullanm ayanlara uygulanan 10.000
T L (yaklaşık 25 ABD doları) civarında bir ceza sayesinde yüzde 9 2 ,3 0 ’luk re­
kor bir katılım gerçekleşti. Yine de, bu zafer Ö zal’ın konum una m eşruluk ka­
zandırm adı; çünkü iki gerçek partinin -S O D E P ve Büyük Türkiye Partisi’nin-
seçimlere katılm asına izin verilmemişti. Bu nedenle, ertesi yıl yapılacak olan
yerel seçimler A N A P’ın kendini ispat etmesi için uygun bir zemindi. Özal,
SO D EP ile Büyük Türkiye Partisi yerine kurulan Doğru Yol Partisi’ni çok cid­
diye aldı ve bu partiyi kazanm ak için kayırmacılık avantajlarını kullandı. K a ­
yırmacılık, kurulu sistemin sim gesi olmuştu. Özellikle, fon sistemi, yasam aya
karşı yürütmeyi güçlendirmek için oluşturulm uştu. Bu ‘fon’ lar, ne M eclis’in
ne de M aliye Bakanlığı’nın kontrolünde olan bütçe dışı değerli birer finans
kaynağı idiler.
Ö zal yerel seçimleri kazandı am a oy oram yüzde 4 5 ’ten yüzde 4 1 ’e ge­
riledi. M illiyetçi Dem okrasi Partisi ile Halkçı Parti’nin oyları sonlarını işaret
eder şekilde yüzde 10’a düştü. M erkez-sol SO D EP ile merkez-sağ DYP, Mec-
lis’e girem em elerine rağm en m uhalefeti o lu ştu rd u lar. Bu durum , ancak
1987’de yapılacak olan genel seçimlerde düzeltilebilecekti. Bu sırada, Ö zal,
mecliste ciddi bir rakibi olm adan yönetmeye devam ediyordu. Özal kendi hü­
kümetinin ideolojiye dayanm ayan bir birlik olm asıyla övünen bir faydacıydı.
ANAP, parçalanm ış partilerin hiçbirinin devamı olm am asının yanı sıra tüm
bu partilerdeki iyi unsur ve fikirleri biraraya getirebilm iş bir partiydi. Adalet
Partisi kadar m uhafazakâr, gelenekselciler kadar İslâmcı, neo-faşistler kadar
milliyetçi, sosyal adalete olan inancından dolayı da C H P kadar ortanın soluy­
du. A slında ANAP m uhafazakâr, demokratik olm ayan, serbest piyasaya ve
küresel değerlere bağlı bir partiydi. Partinin liderliğini ve politikalarını sorgu­
layan liberaller ise partiden ayrılm ak zorunda bırakılmışlardı.
Turgut Özal, kanun ve düzeni generallere bırakarak ekonomiye od ak ­
landı. Generallerden beş yıllık bir ‘sosyal barış’ dönemi -protesto ve grevlerin
olmayacağı bir dönem - yaratmalarını istedi. Sosyal demokratlar ise SO D EP ve
yeni kurulan Demokratik Sol Parti (DSP) olm ak üzere ikiye bölünmüşlerdi.
A N A P’a rak ip olarak sadece D oğru Yol Partisi kalm ıştı. A N A P, T urgut
Ö zal’ın kardeşleri Korkut ve Y usuf’un, eşi Semra’nın da aktif katılımlarıyla bir
tür aile kurumuna dönüşmüştü. Türkiye’de oluşturmak istedikleri sistem için,
Amerika’da ‘Reagan devrimi’ni yaşam ış genç parlak kişileri partiye aldılar.
T ıpkı A m erika’daki m uhafazakârların ‘sessiz çoğunluğun sesi’ olm ala­
rı gibi, Ö zal da ‘ortadirek’in sesi olduğunu iddia etti. Ekonomik ve sosyal sı­
nırların kaldırılarak Türkiye için daha parlak ve zengin bir gelecek oluşturu­
lacağına dair verilen sözler toplum un hayal gücüne hitap ediyordu. ‘İş yapan’
hükümeti sayesinde Türkiye’nin çığır açan, büyük güç haline gelecek olan bir
ülke olacağını vaat etti. Ancak yasaklı parti liderleri Ö zal’a meydan ok um ak­
ta gecikmedi. Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi, Necmettin E rb ak an ’ın
Refah Partisi, A lparslan T ü rk e ş’in Milliyetçi Ç alışm a Partisi. Öte yandan
Halkçı Parti ve SODEP de birleşmiş, solun ana partisi olarak Sosyaldem okrat
Halkçı Parti’yi (SHP) oluşturm uşlardı. Dokuz partiden oluşan sağ her zam an­
kinden daha fazla bölünm üş durum daydı. Sağın başlıca partileri, şimdilik,
A navatan ve Doğru Y ol partileriydi.

ESKİ SİYASİ LİD E R LE R İN D Ö N Ü ŞÜ


T ürk siyasetinin 1 9 8 6 ’d aki ana konularından biri de eski siyasiler üstünde­
ki yasağın kaldırılm asıydı. Demirel, liberal sağd a popülerliğini arttırarak,
A N A P ’ın seçmen desteğini yıpratıyordu. Kam uoyunun baskısı karşısında
Ö zal, rakiplerinin siyasi h aklarının iadesi için referandum k ararı verdi.
Ö zal ‘hayır’ oyu için dinam ik bir kam pan ya içine girişse de halk 6 Eylül
1 9 8 7 ’de hakların iadesi yönünde oy kullandı. Y asaklı siyasiler, generallerin
en radikal tedbirlerini atlatarak sonunda yeniden siyasete dönm üşlerdi. An­
cak Ö zal, Demirel’in toparlanm asına vakit vermeden genel seçimlere gidil­
m esine karar verdi. 2 9 K asım 1 9 8 7 ’de Ö zal’m seçim yasasında yaptığı deği­
şiklikler sayesinde A N A P oyların yüzde 3 6 ,2 9 ’unu ve M eclis’teki sandalye­
lerin de yüzde 6 4 ,9 ’unu, yani 292 sandalye kazandı. 1 9 8 3 ’te oyların yüzde
4 5 ,1 4 ’ü sadece 211 sandalye getirmişti. D em irel, yeni Ö zal hüküm etini ‘se­
çim yasası hüküm eti’ olarak tanım ladı ve hüküm et halkın gözündeki meş­
ruiyetini kaybetti. Ö zal artık parıltısını da kaybetm iş ve 1988 M artı’ndaki
yerel seçimlerin sonucuna bakarak bir son raki genel seçimleri kazan am aya­
cağını anlam ıştı. 1 9 8 3 ’ten itibaren dört yıllık dönemde A N A P ’a olan ilgi
azalm ış, kayırm acılığa rağm en A N A P’ın oyları yüzde 4 5 ’ten yüzde 2 2 ’ye
düşm üştü. A ğustos 1 9 8 8 ’de, Ö zal kasım ayında bir erken genel seçim yapıl­
m asını önerdi. R eferandum la reddedilen bu karar Ö zal’m prestijinin daha
d a a z a lm a sın a seb ep o ld u . D e ­
m o k ratik sürecin ilerletilm esiyle
ilgili hiçbir şey yapm ıyordu ve a s­
kerî yönetim den devralınan anti­
d e m o k ra tik y a sala rın d e ğ iştiril­
m esi için girişim de bu lun m uyor­
d u , Sen dik alar K a n u n u , Y üksek
Ö ğretim Kanunu, Seçim ve Siyasi
Partiler, Basın, Ceza kanunları ile
T R T ’nin yönetimiyle ilgili kanun
değişm edi. D ahası, ‘Ö zal haneda­ Turgut Özal pragmatik bir politikacıydı. Başbakan
nı’ adıyla anılan yolsuzluk grubu, olduktan sonra kendisini tamamen ekonomiye
şöhretine zarar veriyordu. Bunun odaklayarak, “kanun ve dilzeni” generallere bıraktı.
Renkli bir kişiliğe sahip özal, rahat davranışları ile
ü zerin e Ö z a l, 1 9 8 9 K a s ım ’ ında farklı bir siyasi kişilik yarattı.
görev süresi dolacak olan Cum hurbaşkanı Kenan Evren’in yerine geçmeyi
düşünmeye başladı. Partisinin M eclis’te yeterli oyu vardı ve önemli olan da
buydu. 31 Ekim günü, m uhalefetin boykotuna rağm en, partisinin oyları s a ­
yesinde Ö zal, Türkiye’nin sekizinci cum hurbaşkanı seçildi. Cum huriyet ta ­
rihinin ik in ci sivil cu m h u rb a şk an ı o la rak 9 K a sım ’da göreve b a şla d ı.
Ö zal’ın yoldan çekilmesiyle, A N A P içinde İslam cılar ile M illiyetçiler ta ra ­
fından oluşturulan ‘Kutsal İttifak ’ için artık parti kontrolünü ele geçirm e
yolunda bir engel kalm am ıştı.
Ö zal’ın cumhurbaşkanlık dönemi (1989-1993), siyasi kararsızlık d ö ­
nemi o larak anıldı. Yeni b aşb ak an Yıldırım A kbulut, cum hurbaşkanının
kuklası olarak ülkede pek saygı görm üyordu. M uhalefet, bir sonraki seçim le­
ri kazanır kazanm az Ö zal’ı cum hurbaşkanlığından indireceğini açıkladı. Gü-
neydoğu’da giderek büyüyen K ürt isyanı, 1990 başlarında Ankara ve İstan­
bul’daki siyasi cinayetler, İslâm cıların seslerinin yükselmesi karşısında yeni
bir askerî m üdahaleden söz edilmeye başlanmıştı. M artta, TÜSİAD siyasi is­
tikrarın sağlanm ası amacıyla yeni bir seçim yasasının hazırlanmasını ve se­
çimlere gidilmesini önerdi, ancak eski cum hurbaşkanı Kenan Evren, Genel­
kurmay başkanıyla görüşm ek üzere A nkara’ya gelince siyasi tansiyon yüksel­
di. 9 N isan ’da hükümet, orduya ve polise olağanüstü yetkiler veren anti-terör
yasasını çıkararak bu duruma karşılık verdi. Tem m uz ayının sonuna doğru
M G K , G üneydoğu’daki sekiz ilde ilan edilen olağanüstü halin dört ay daha
uzatılmasını sağladı.
H aftalar sonra, 2 A ğustos 1 9 9 0 ’da Irak’ın Kuveyt’i işgali, Türkiye’nin
durumunu da dram atik bir şekilde değiştirdi. Siyasi kriz o an için unutuldu.
Türkiye, uluslararası bir krizin ortasında, özellikle bir yıl önce yıkılan Berlin
Duvarı’nın ardından diğer ülkeler karşısındaki konum unu tekrar belirleyebi­
lirdi. Sovyet tehdidinin ortadan kalkm asıyla stratejik önemini kaybeden An­
kara, Körfez Krizi ve Orta A sy a’daki Türk cumhuriyetlerinin bağım sızlığa
kavuşm asıyla yeniden önem kazandı. Özal, kabineyi atlayarak baba Başkan
Bush’un politikasını destekledi. Ö zal, Amerika ve A vrupa’nın istekleri d oğ­
rultusunda hareket etmekle Türkiye’nin kazanacağını düşünüyordu. 7 Ağus-
tos’ta, Irak’tan Akdeniz’e uzanan petrol boru hattını kapatan Ankara, yaban ­
cı askerlerin de Türkiye toprakların da konuşlanm asına izin verdi. A ncak,
Ö zal’ın hiç kimseye danışm adan yürüttüğü politikasına karşı çıkan G enel­
kurmay Başkanı Orgeneral T orum tay, 3 Aralık’ta istifa etti. Askerler, Ö zal’ın
‘korkakça ve çekingen’ olarak adlandıracağı, ihtiyatlı bir yol izlemesini tavsi­
ye ettiler. Yine de, Torum tay’ın istifası Ö zal’ı biraz dizginledi ve daha güven­
li, daha az maceracı bir yol izlemesine yol açtı. Ö zal, Irak’ın parçalanacağı ve
bir Kürt federasyonu kurulacağına inanmış gibiydi. Özal, bu nedenle General
T orum tay’dan M usul ve K erkük’ü alabilm ek için olası bir işgalde ne kadar
asker kaybedileceğini sordu ancak otuz-kırk bin kadar askerin kaybedileceği­
ni öğrenen Özal işgal fikrinden vazgeçti.
Körfez Krizi, 16 O cak 1 9 9 1 ’de savaşın patlam asına sebep oldu. 28
O cak ’ta ateşkes ilan edildi. Iraklı Kürt mülteci akını, Kürt isyanını ve ekono­
mik durumu daha da ağırlaştırm ıştı. Sonuç olarak, A NA P’ın konum u Demi­
rci'm Doğru Yol Partisi tarafından da zayıflatıldı. Bu arada A N A P, milliyet-
çi-dinî hizbi ortadan kaldırarak konumunu güçlendirmesi ve Ö zal’ın yerini
doldurm ası ümidiyle M esut Yılm az’ı parti başkanı seçti. Yılm az, kırk beş ya­
şında, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuydu. Yıldırım A kbulut’un ter­
sine m odern, kozm opolit, pragm atik bir im aja sahipti. Yabancı dil olarak da
A lm anca biliyordu. Partinin gittikçe azalan itibarını yeniden kazandırabile­
cek bir lider profili çizmekteydi. Başbakan Yılm az, ekonomi daha kötüye git­
meden yapılacak olan seçimlerin parti için daha büyük bir şans vaat ettiğini
düşündü. Bunun üzerine M eclis genel seçimin 2 0 Ekim 1 9 9 1 ’de yapılm ası
için oylam aya gitti.
Seçimler, Yılm az adına pek de iyi sonuçlanm adı: D em irel’in DYP’si
178 sandalyeyle birinci parti olurken, A N A P sadece 115 sandalye ve Erdal
İnönü’nün SHP’si de 88 sandalye kazandılar. Necmettin E rb ak an ’ın Refah
Partisi ise neo-faşistlerle kurduğu seçim ittifakı sayesinde 62 sandalye elde et­
ti. Bu ittifakın ömrü de çok uzun olmadı. Ö zal’sız ANAP hayatta kalmayı bil­
miş ve 1960’lardan beri sağın esas lideri olan Demirel ise sonunda yerine ka­
vuşm uştu. A ralarında ideolojik olarak hemen hemen hiç fark olm am asına
rağm en sağın iki partisi, güçlü bir hükümet oluşturm ak adına da olsa birleşe-
mediler. Birleşerek bir koalisyon oluşturmanın A N A P’a vereceği zararı hesap
eden Yılm az, muhalefette kalmayı tercih etti. Bunun üzerine, Demirel Kasım
1 9 9 1 ’de, SHP ile bir koalisyon oluşturdu. O ysa 1970’lerde Demirel, Ecevit’le
böyle bir koalisyonu reddetmişti. Demirel-İnönü kabinesi yüzde 48 oy deste­
ğine ve mecliste 266 sandalyeye sahipti. T eorik olarak hükümet, Türkiye’nin
problemlerine çözüm getirecek kapasitede, istikrar sağlayacak güçteydi. Üze­
rinde önemle durulması gereken problem ise ekonomiydi.

E K O N O M İK SO R U N L A R Ö N E ÇIK IY O R
T ürkiye’nin ekonom ik gelişim i 1 9 5 0 ’lerden beri birkaç radikal aşam adan
geçmiştir. Ülke 1950’lerde yaşanan bir on yıllık plansız ekonomi sonrasında
ithal ikameci sanayileşme modelini 1960’lar ve 1 9 7 0 ’lerde başarıyla uygula­
mış ve ürettiği m allar için bir iç pazar yaratabilm işti, ancak bu m allar dünya
piyasalarında rekabet edemediği için ihracat olanağı bulam adı. Rekabet ede­
bilmek için sendikaların disipline sokulm ası ve işçi ücretlerinin düşürülm esi
gerekiyordu. Tüm bunların parlam enter siyaset ve 1970’lerin koalisyon hü­
kümetleriyle yapılması olanaksızdı. Dolayısıyla, 1 9 8 0 ’lerin askerî rejim leri­
nin temel görevlerinden biri parlam enter siyaseti sonlandırm ak iken bir diğe­
ri de ‘uluslararası piyasa güçleri’ ve küreselleşme etkisinde bir ekonom ik ge­
lişme temeli oluşturmaktı. Türkiye daha üretken olm ak ve rekabet edebilmek
üzere işçilerine daha düşük ücretler ödemek zorundaydı.
Hüküm ete küresel piyasaya girebilmek için birtakım hayati değişiklik­
lere gitmesi önerildi. Bunların arasında devletin, ülkenin altyapısını hazırla­
mak, yollarını, iletişimini ve enerji gereksinimlerini karşılam ak üzere barajla­
rını kurm ak am acıyla 1930’lardan beri hayati bir rol oynadığı üretimden çe­
kilmesi vardı. Başka gereklilikler kam u iktisadi kuruluşlarının özelleştirilme­
sini, özel sektörün ve yabancı yatırımcıların üretim sürecinde başrol oyn am a­
sını içermekteydi. Devletin aynı zam anda, korunan sanayi dallarından koru­
mayı kaldırm ası lazımdı, çünkü devletçilik karşıtlarına göre bu dallar zayıf ve
verimsizdi, tüketicilere kalitesiz ve pahalı ürünler sunm aktaydılar. O ysa kali­
teli m allar ihraç edilebilir ve böylece ülkeye, çok ihtiyaç duyulan döviz kazan­
dırılabilirdi.
Bu politikaların sonuçlarından biri, her zam an dengesiz olagelen gelir
dağılımının daha da bozularak zenginleri daha zengin ederken, orta ve alt sı­
nıfları iyice zayıflatması olm uştu. Dünya Bankası’na göre, Türkiye en kötü
gelir dağılım ına sahip yedi ülkeden biriydi. Türk iktisatçılarına göre, 1980-
1986 yılları arasında ücretlerden özel sektöre 30 trilyon lira transfer edilm iş­
ti. DPT, on yıl içerisinde Türkiye G S M H ’si içinde ücretlerin oranının 19 7 7 ’de
yüzde 3 6 ’dan 1 9 8 7 ’de yüzde 1 8 ’e gerilediğini hesapladı.
Halkın çoğunluğunun acı hissetmesine (bir sosyal güvenlik ağı olm adı­
ğından) karşın 1 9 8 0 ’lerin ekonom i politikaları dikkate değer sonuçlar doğu r­
du. Enflasyon düştü, döviz ve yabancı mallar bulunm aya başladı. K aram sar
geçen 1970’lerin sonlarından sonra, ülkedeki hava ferah ve iyimserdi. Basın
bir ‘ihracat m ucizesi’nden bahsediyordu, çünkü 1 9 7 9 ’da 2,3 m ilyar dolar
olan ihracat rakam ları, 1 9 8 8 ’de 11,7 milyar dolara yükselmişti. Bu ‘muci-
ze’nin bir sebebi, savaşan taraflardan her ikisinin de T ürk mallarına ilgi gös­
terdiği 1980-1988 tran-Irak S av aşı’ydı ve bir süre için Türkiye’nin O rtad o ­
ğu’ya olan ihracatı ana pazarı olan Avrupa’ya ihracatını geçmişti. Ekonom i­
de yozlaşm a, bu yıllarda, devletten teşvik alabilm ek için firmaların ‘hayalî ih-
racat’a girişmeleri çerçevesinde, salgın hale getirmişti.
İhracat teşvikleri, A n ad olu’daki küçük işletmelerin zararın a T ürki­
ye’nin batısındaki büyük holdinglerin işine yarıyordu, oysa bu küçük işletme­
ler arasında birleşmeler başlam ış ve İstanbul ile M arm ara bölgesinin büyük
kapitalist iştirakleriyle rekabet edebilecek holdingler ortaya çıkartm ıştı. Bu
işletmeler ‘Anadolu kaplanları’ olarak biliniyor ve bunlar TÜ SİA D gibi ku-
rum lara m uhalif olan E rb ak an ’ın Refah Partisi’ni destekliyorlardı. Anadolu
K aplanları, M üstakil Sanayici ve İşadam ları Derneği’ni (M ÜSİAD) kurdular:
kısaltm adaki ‘M ’nin aslında ‘M üslüm an’ kelimesi için kullanıldığı bilinmek­
teydi; ‘M üstakil’ laikleri kandırm ak amacıyla oradaydı. Bu arada, K oç ve Sa­
bancı gibi holdingler de büyüyerek, Türkiye’nin kendinin yatırım a ihtiyacı
varken Balkanlar, R usya ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Orta
Asya Türk cumhuriyetlerine yatırım yaparak, ‘küresel etki’ diye adlandırılan
konum a erişmişlerdi. 1992 yazında, Cum hurbaşkanı Özal, Karadeniz devlet­
leri arasında işbirliğini sağlam ak üzere bir konferans düzenledi. Bu aslında,
Türkiye Ö zal’ın istediği türden bir rolü oynam aya yetecek kaynaklara sahip
olm asa da iyi bir fikirdi. Bu, ‘ekonomik Darvvincilik’ zamanıydı -en sağlam
olan ayakta kalabilirdi; küçük veya zayıf olanlar ya ortadan kalkıyor ya da
şirket birleşmeleri aracılığıyla yutuluyorlardı.
Türkiye, İran’daki devrim (1978-1979) ve Sovyetler’in A fganistan’ı iş­
gali (1978) sonrasında ‘İkinci Soğuk Sav aş’ta stratejik bir değer halini alm ış­
tı. 1 9 8 1 ’de Yunanistan’da Andreas Papandreu’nun sosyalist partisinin muha­
fazakârların neredeyse elli yıl süren iktidarını sonlandırarak seçimleri kazan­
m ası, Türkiye’nin Amerikan politika belirleyicileri gözündeki değerini artırdı.
Ö zal, kendi politikalarının Türkiye’ye -kendi sözleriyle- ‘köşeyi döndürdü­
ğünü’, ‘çağ atlattığını’ ve Türkiye’nin ‘Batı A sya’nın Jap on ya’sı’ olm a yolun­
da ilerlediğini belirtti. Ancak tüm bunlar bir aldatm acaydı, çünkü sanayi ya­
tırımları aslında hizmet sektörüne oranla azalm ıştı ve bu da -en iyi tabirle de­
ğişken bir endüstri o lan - turizmi temel bir döviz kaynağı yapm ıştı. Zenginle-
şenler girişimciler değil rantiye sınıfıydı. Sözde ekonomik mucize servis bede­
li hükümet için bir kâbusa dönüşm üş olan devasa bir dış borç tarafından kar­
şılanmıştı. Öte yandan Türkiye’nin borçlarını 19 9 5 ’e kadar ödem esi düşünü­
lüyordu am a sonuçta bunu da yapam adı. 2 0 0 2 ’de bile bunları ödeyememişti.
A nkara Ticaret O dası, bir araştırm asında son yirmi yıl içinde ülkenin faiz
olarak ülkenin ekonomik geleceğini tehdit edecek kadar büyük rakam lar öde­
diğini hesapladı.
T Ü R K İY E ’N İN D EĞ İŞEN SO SY O -E K O N O M İK G Ö R Ü N Ü M Ü
Bununla birlikte yine de, Türkiye’nin toplumu ve ekonom isi Özal döneminde
dönüşüme uğradı. Türkiye, hükümetten isteklerde bulunup bu isteklerin ger­
çekleştirilmesini sağlayacak kentli nüfusun onda birine hizmet veren bir tüke­
tim toplum u oldu. Her ne k ad ar medya -özellikle de televizyon- reklam ları
tüketim m allarını en fakirlere k ad ar getirse de, yeni zenginler için her şey
mevcuttu! O tom obiller -özellikle de ithal otom obiller- birer statü sim gesi ol­
du; tıpkı sanat eserleri, antikalar ve eski kitapların oldukları gibi. Yine de,
durm adan artan pahalılık yüzünden nüfusun ücret ve m aaşla geçinen büyük
çoğunluğu zar zor geçinmeyi başarıyordu. İşe girme ölçütleri de değişiyordu:
Üniversite mezunları artık düşük m aaşlarla devlet kurum larında çalışm ak de­
ğil, m aaşların yüksek olduğu ve gelecekten umut vaat eden özel sektörde,
özellikle de yabancı firm alarda çalışm ak istiyorlardı. Üniversiteler bu yeni
müşteri kitlesine hizmet edip özel sektörün aralıksız olarak ihtiyaç duyduğu
şirket müdürleri yetiştirmek üzere özelleştirildi. Bu sınıf için geçerli dil İngiliz­
ce’ydi ve T ürk basınında bu işler için verilen ilanlar bile -çoğunluğun bilm e­
diği- İngilizce olarak veriliyordu.
Turgut Ö zal, yorucu geçen O rtaasya Türk cumhuriyetleri turu dönü­
şünde, 17 N isan 1993’te öldü. 16 M ayıs’ta M eclis tarafından seçilen Süley­
man Demirel, Ö zal’ın yerine cum hurbaşkanı oldu. Demirel, eğer D oğru Yol
Partisi yönetimini partiye tanıttığı T ansu Çiller’e verirse parti üzerindeki kon­
trolünü sürdüreceğini düşünm üştü. Parti başkanlığı için Çiller ilk akla gelen
seçim değildi, çünkü partiye yeni katılm ış ve görece gençti, üstelik ortada d a ­
ha eski ve liderlikte daha iddialı birçok kişi vardı. A ncak, Çiller genç, kadın,
çekici, rakiplerine karşı daha iyi eğitimli olma avantajlarına sahipti. Sadece
bir iktisatçı değildi, aynı zam anda İngilizce ve A lm anca’yı akıcı konuşuyordu.
Kozm opolit bir görüntüsü vardı ve Batı’yı iyi tanıyordu. Dünya çapında seç­
menler genç, dinam ik liderleri tercih eder gibiydiler ve Türkiye de buna bir is­
tisna oluşturm uyordu. Genç bir M esut Yılmaz A N A P’ı Ö zal’dan devralmıştı
ve İnönü’nün SH P’si de, İnönü Eylül 1993’te İnönü’nün yerine daha genç bir
lideri, M urat K arayalçın’ı seçmişti. Bir kadını DYP’nin başına seçmek ve böy-
lece gelecek seçimlerde partinin durumunu iyileştirmek siyaseten de anlam lıy­
dı. Rakiplerinin niteliklerine karşı koyabilecekti; özellikle de seçmenlerin ya­
rısını oluşturan kadınlar arasında. İş dünyasının Ç iller’e verdiği açık destek
de yadsınam azdı. Üstelik, Çiller’in muhtemel başarısı, ilham için geçmişe b a­
karmış gibi duran İslâm dünyası içinde ileriye bakan bir M üslüm an ülke ola­
rak Türkiye’nin Batı’daki imajını da güçlendirecekti.
Çiller, kamuoyu gündemine 1980’lerin sonlarında Turgut Ö zal’ın eko­
nomi politikalarını eleştirerek girdi. İş âleminde elde ettiği destek onun Süley­
man D em irel’in çevresine iktisadi konularda bir danışm an olarak girmesini
sağladı. Siyasete girmeden önce Am erika’da N ew Ham pshire ve Connecticut
üniversitelerinden aldığı derecelerle İstan bul’da Boğaziçi Ü niversitesi’nde
ekonomi dersi vermekteydi. Böylece, parti kongresinde erkek rakiplerini alt
etti, partinin lideri ve Türkiye’nin ilk kadın başbakanı oldu.
Çiller’in SH P’yle kurduğu koalisyon hükümetine 25 H aziran 1993’te
güvenoyu verildi ve Çiller ülkenin kaderini ellerine aldı. K oalisyondaki küçük
ortak olarak SHP, sağcı bir liderin siyasetini desteklediğinden sosyal dem ok­
ratların ülkedeki imajı sarsılm aya başladı. Sosyal dem okratların program ı,
sisteme meydan okum aya yetmeyecek kadar çekingen am a ülkenin iş dünya­
sının tutucularınca kabul edilemeyecek kadar da gözü pekti. Hızlı bir büyü­
me üzerine kurulu program 1 9 9 0 ’ların ekonom ik kriziyle başa çıkm aktan
âcizdi. Dolayısıyla Çiller’in programının karşısında hiçbir engel yoktu. B aşa­
rısı, Türkiye’nin ekonomi, A vrupa Birliği’ne girm ek ve Kürt sorununun son-
landırılması gibi birçok sorununa yanıt bulm asına bağlıydı. Türkiye, Kürdis-
tan İşçi Partisi’nin (PKK) isyan başlattığı A ğustos 1 9 8 4 ’ten beri sıkıntılı gün­
ler yaşıyordu. Bu savaş yılda yaklaşık 7 m ilyar dolara patlıyordu. M uh afa­
zakârlar savaşa bir çözüm bulam azlarsa, İslâm cılar kenarda onlara meydan
okum ak üzere bekliyorlardı.

K Ü R T SO RU N U
Bugünkü şekliyle Kürt sorunu, 1960’larda D oğu halkının daha geniş kültürel
özgürlük isteyip devletin asim ilasyon politikasını sorgulam aya başladığı yıl­
larda ortaya çıktı. Kürtlerin istekleri, A nkara’nın özellikle çok partili siyaset
döneminde göz ardı ettiği, bölgenin geri kalm ışlığı üzerinde odaklanıyordu.
D em okrat Parti tarafından desteklenen serbest piyasa ekonomisi büyük to p­
rak ağalarına, aşiret reislerine ve varlıklı köylülere yaramıştı. Köylülerin ken­
di topraklarını ekmeyi başaram adığı ve bundan ötürü buraları satıp, ıfgat ol­
dukları bu dönemde, topraksızlık daha da arttı. İsyanın başladığı 1984 yılın­
da yapılan bir araştırm a, D iyarbakır’daki köylü ailelerinden yüzde 4 5 ’inin ve
U rfa’dakilerin yüzde 4 7 ’sinin toprağı olm adığını gösteriyordu. Özel sektör­
deki sınaî üretimi dünya piyasalarına mal yollanacak lim anlara yakın olan
Batı A nadolu’da yoğunlaşm ıştı. Sonuçta, D oğu ve Güneydoğu’da yüksek de­
recede işsizlik vardı ve insanlar -K ürtler ve T ürkler- genelde ‘feodal’ olarak
tanım lanan koşullarda yaşıyorlardı.
1 9 6 0 ’larda Kürt aydınları, Türkiye İşçi Partisi ve ortanın solundaki
Cumhuriyet H alk Partisi aracılığıyla çabalarını sürdürürlerse mücadelelerin­
de başarılı olacaklarını düşündüler. Ancak, Türk siyasal eliti, özellikle de a s­
kerî kesim, ordunun devlete karşı her türlü başkaldırıyı bastıracağını ve bu­
nun ‘ayrılıkçılık’ ve bölücülük olduğunu düşünerek bir siyasal çözümü des­
teklemeyi reddettiler. 1920’deki ölü doğan Sevr A n tlaşm asın dan beri Türk-
ler, hep Sevr kompleksiyle yaşıyorlardı. Bu siyasal elit, Batı dünyasının milli­
yetçiler karşısında yenildiğini hiç unutmadı. Bunlara göre Batılılar, 1 9 2 0 ’de
uygulatam adıkları koşullan şim di bir Kürt devleti kurdurm a ve Ermenilere
toprak talebi şeklinde sürekli dayatıyorlardı.
Başlangıçta, yönetimde söz sahibi olanlar Kürt başkaldırısını askerî yön­
temlerle çözülebilecek önemsiz bir iç sorun olarak gördüler. 1980’lerde ise ge­
neraller daha sert bir tutum aldılar ve 1983’te Türkçe dışında herhangi bir baş­
ka dilin kullanımını yasaklayan bir yasa çıkardılar. Bu yasa, yalnızca çocukları­
na Kürtçe isim vermeleri engellenen Kürtler’e uygulandı ve Kürtler genelde Do-
ğu’da güvenlik güçlerinin baskısına maruz kaldılar. Özal bu sorunla siyasi ola­
rak ilgilenmeyi denedi ama ilerleme sağlayamadı: Dille ilgili yasayı yürürlükten
kaldırdı; hatta kendinin ‘yarı K ürt’ olduğunu iddia edecek kadar ileri gitti am a
yine de bir sonuç alamadı. Durumla alay edercesine, M eclis’te özellikle SH P’li-
ler arasında birçok Kürt milletvekili vardı ki, bunlar kurdukları Kürt partisi ge­
nel seçimlere kanlamayınca M eclis’e girmek için SHP’ye katılmışlardı.
1991’deki Körfez Savaşı ve Saddam H üseyin’in yenilgisi sonrasında
durum çok değişti. Kuzey Irak özerkleştirildi, Iraklı Kürtler’e bölgenin kon­
trolü verildi ve bunlar Batılı güçler tarafından korunm aya başlandı. PKK K u ­
zey Irak’tan modern silahlar edindi ve gerilla kuvvetleri yerine düzenli bir o r­
du gibi davranm aya başladı. PKK militanları, yaptıkları bir eylem sonrasında
Iraklı Kürtler’in kontrolündeki bölgeye çekilebiliyor, bu da Türk ordusunu
PKK üslerini yok etmek am acıyla düzenli şekilde Irak topraklarına girmeye
zorluyordu. Ayrıca PKK, A n kara’yı sıkıştırmak am acıyla Kürtler’i kullanan
İran, Suriye ve Y u n an istan gibi kom şu devletlerce de desteklen iyordu.
1980’lerde PKK M arksist bir örgüt olduğunu iddia ederken, Sovyetler Birli-
ği’nin çöküşü sonrasında İslâm î jargon kullanmaya başladı. Sorun, aynı z a ­
manda uluslararası boyuta taşındı ve yabancı sivil toplum kuruluşları m üca­
deleyi izlemeye ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Kürt halkının insan haklarını ih­
lâl etmekle suçlam aya başladılar.
Siyasetçiler mücadeleyi yum uşatm aya çalışırlarken, ordu ve aşırı sağ
gerilim i tırm an d ırdı. 1 9 9 2 ’de B a şb a k a n D em irel, hüküm etlerin genelde
inkâr etmeyi seçtiği ‘Kürt gerçeği’ni tanıdıklarını açıklayacak k adar ileri git­
ti. Aralık 19 9 4 ’te Türkiye’nin W ashington büyükelçisi W ashington P o st’tâ­
ki bir başyazıyı yanıtlarken, K ürtler’in Türkiye’de var olan yirmi altı etnik
topluluktan sadece biri olduğunu belirtti. Bunlar azınlık değil, ülkenin ortak
sahipleriydi. ‘Türkiye’deki etnik farklılık Birleşik Devletler’dekine benze­
m ektedir.’ Bu açıklam a, T ürkiye’de resmî erkânın bir bölüm ünün, aşırı sağın
dışlam acı milliyetçiliğini bırakarak içselleştirici bir m illiyetçilik/vatansever­
lik anlayışına yöneldiğini düşündürtüyordu. İki hafta sonra basın, B aşbakan
Tansu Ç iller’in A tatürk’ün ünlü özdeyişi ‘N e m utlu T ü rk’üm diyene’nin ‘N e
mutlu Türkiye vatandaşıyım diyene’ şekline dönüştürülm esini önerdiğini ya­
zıyordu.
Ancak bu tür fikirlerin, askerî harekâta ve ekonomik yıkım a; her yıl
binlerce can kaybına sebep olan ve 1992 sonrası artan doğudaki çatışm aya
etkisi yoktu. Öyle görünüyordu ki bu çatışm anın sürmesinden kazançlı olan­
lar vardı ve savaştan çıkarı olan bu güçler çatışm anın bitmesini istem iyorlar­
dı. O rdu, bölgede çeyrek milyon asker görevlendirdiği gibi, Kürt aşiretlerin­
den PK K ’yla mücadele için silahlandırılan ve böylece hem para hem de ‘iş’ sa­
hibi olan korucuları da harekete geçirmişti. PK K ’nın yerel destek bulam aya­
rak ‘sudan çıkmış balığa’ dönm esi için köyler boşaltılıp yıkılmıştı. Böylesi
köylerden yaklaşık iki milyon göçmen A nadolu şehirlerine yerleşti. D aha
şanslı olanlar, PKK adına bir lobi oluşturdukları ve onun adına ajitasyon yap­
tıkları Batı A vrupa’ya kaçtılar.
M art 1993’te PKK lideri Abdullah Ö calan tarafından ilan edilen tek
taraflı ateşkes, operasyonları yoğunlaştırarak artık isyanın kökünü kazıyabi-
leceklerini düşünen generaller tarafından bir zayıflık işareti olarak algılandı.
Bunun üzerine Kuzey Irak’a O cak 1994 ve M art 1 9 9 5 ’te harekât düzenledi­
ler am a sonuca ulaşam adılar. İsyan, bir yandan her yıl binlerce can alm aya
devam ederken, bir yandan da Türkiye’yi Batı’dan soyutluyordu. Ilımlı Kürt
siyasetçilerin siyasi partiler kurarak, seçimlere katılarak ve M eclis’te dertleri­
ni an latarak siyasal sürecin bir parçası olm alarına da izin verilmedi. Halkın
Emek Partisi (HEP) Tem m uz 1 9 9 3 ’te, tıpkı sonraki benzerleri gibi, A nayasa
M ahkem esi tarafından kapatıldı. Sonuçta M ayıs 19 9 4 ’te H A D EP (Halkın
Dem okrasi Partisi) bunun yerine geçti. Bu partilere mensup milletvekilleri
‘bölücü faaliyetler’ yaptıkları gerekçesiyle siyasal çözüme kapılar kapatılarak
hapsedildi. 19 9 0 ’lar boyunca Kürtler’e Avrupa desteği artarak devam eder­
ken yarım milyon civarında evsiz barksız kalm ış Kürt de A vrupa’ya yayıldı.
1998 H aziranı’nda D ortm und’daki bir Kürt mitingine, bir eski D anim arka
başbakanı, bir eski Yunan bakan ve Yeşiller Partisi katıldı. Sonuçta, PKK a s­
kerî açıdan yıprandıkça diplom atik açıdan güç kazandı.
A nkara, 1 9 9 8 ’in ekim ayında Suriye hükümetini, Abdullah Ö calan ’ı
ve PK K ’yı Suriye’den sın ırdışı etm eye zo rlad ı, son u n d a Ö ca lan ’ ı Şu b at
1 9 9 9 ’da K en ya N a iro b i’de y a k a lad ı. Ö calan y argılan d ı ve 29 H az iran
1999’da idam a mahkûm edildi. Ceza uygulanm adı, çünkü Ankara kararın
Avrupa İnsan Hakları M ahkem esi tarafından değerlendirilmesini bekledi. O
zam ana k adar Avrupa Birliği (AB) Kürt davasına sahip çıkmıştı ve A n ka­
ra’dan, Türkiye A B’ye üyelik konuşm aları için değerlendirilmeden önce idam
cezasının kaldırılm asında, K ürtler’e Kürtçe eğitim ve iletişim hakkı tanınm a­
sında ısrar etti. 2002 yılında bu iki konu koalisyon hükümetinde ayrılık ya­
rattı ve koalisyonun geleceğini tehdit etti.
PK K ’ya karşı savaş, Türkiye’de ‘derin devlet’ olarak bilinen devlet un­
surları ile yasadışı unsurlar -v eya ‘m afya’- arasındaki gayriresmî ittifakı da
ortaya çıkardı. Bu, çoğu zam an basında üstü kapalı olarak söz edilen bir iliş­
ki olsa da, ‘Susurluk O layı’ olarak bilinen, Kasım 1 9 9 6 ’daki bir trafik kaza­
sıyla açığa çıktı. Tem m uzda bir gazeteci, bir röportajda devletin bir çete ol­
mayı bırakıp, hukukun üstünlüğünü kabul etmesini istediğini söylemişti. Bir
Mercedes Balıkesir-İstanbul yolunda bir kam yona çarpıp dört yolcusundan
üçü öldüğü zam an, bu gazeteci haklı çıktı. Ölenler, 1 9 7 0 ’lerde solcuların k at­
ledilmesi olaylarına karışmış bir neo-faşist militan ve artık devletle çalışan bir
suçlu olan Abdullah Çatlı, kız arkadaşı, İstanbul emniyet müdür yardım cısı
ve devlet güvenliği meseleleriyle uğraşan Hüseyin K ocad ağ’dı. Yaralı olarak
kurtulan kişi, PK K ’ya karşı koruculuk hareketinde yer alan bir Kürt aşiret re­
isi ve T ansu Çiller’in DYP’sinin üyesi ve aynı zam anda Urfa milletvekili Sedat
Bucak’tı. Devlet görevlileri, suçlular ve neofaşistler arasındaki gizli anlaşm a,
ordunun solu ezmek amacıyla bir ittifaka giriştiği 1 9 7 0 ’lerde başlam ıştı. Bu
tür bir dayanışm a, 1980 darbesinden sonra gereksiz hale gelmişti am a suçlu­
ların ‘hayalî ihracat’ ve kaçakçılıktan elde ettikleri paralarla devlete sızarak
görevlileri satın almaları Özal döneminde yeniden canlandı. Bu işbirliği, daha
sonra PK K ’ya ve diğer ‘devlet düşm anları’na karşı kullanıldı ve bu yüzden de
işledikleri suçlar cezasız kaldı.
Olay ülkede büyük infial yarattı ve Türkiye siyasetinde bir diğer d ö ­
nüm noktası olarak görüldü. A ncak, yıllar içerisinde olaya çok fazla bü rok­
rat ve politikacı karışmış olduğundan, ciddi bir sonuç elde edilemedi. Bunun­
la birlikte, kam uoyu tüm açıklam alara karşın süregiden, devlet ile suçlular
arasındaki suç ortaklığından artık haberdardı. T ürkiye’nin önünde halledil­
mesi gereken daha önemli sorunlar var gibiydi ve bunların belki de en önem­
lisi A B’yle ilişkilerdi.

T Ü R K İY E VE A ET
Türkiye, W ashington’ın önderlik ettiği Batı dünyasına İkinci D ünya Sava-
şı’ndan sonra katıldı. Trum an Doktrini, M arshall Planı ve N A T O bu ilişkiyi
güçlendirerek, Türkiye’nin Batı güvenlik düzenlemelerindeki yerini garantile­
di. A vrupa Ekonomik T opluluğu’nun (AET) şekillendiği 1950’lerde, Ankara,
Y u n an istan ’ı takip edip ekon om ik sistem in bir p arçası olm ak am acıyla
A E T ’ye katılm ak üzere başvurdu. 1964’teki Kıbrıs olayları sırasındaki ‘Jo h n ­
son m ektubu’ sonrasında, Türkiye ABD bağlantısından soğuyarak ve kendi­
ni daha fazla Avrupa’nın bir parçası olarak görmeye başladı; A vrupa, artık
Türk m alları için önemli bir pazar ve yatırım m alları için bir tedarik merkezi­
ne dönüşm üştü. Yaklaşık olarak üç milyon kişi veya başka bir ifadeyle T ür­
kiye nüfusunun yaklaşık yüzde 5 ’i kadar Türk işçisi Avrupa’ya göçtükçe bağ­
lar daha da sıkılaştı. A nkara A E T ’yle O rtaklık A ntlaşm ası’nı 1 9 6 3 ’te im zala­
dı. A ncak, Temmuz 1 9 8 0 ’de Türkiye’den Y unanistan’la bir arada tam üyelik
için başvurm ası istenildiğinde, Başbakan Süleyman Demirel A ET karşıtı İs-
lâm cılar’ı memnun etmek ve zayıf azınlık hükümetine desteklerini sağlam ak
üzere başvuruyu erteledi. Türkiye treni kaçırırken, Yunanistan, A E T ’ye erte­
si yıl katıldı. O zam andan beri, Türkiye’nin A E T ’ye -sonraki adıyla Avrupa
Birliği’ne—katılma çabaları başarısızlık ve hayal kırıklığıyla sonuçlandı. An­
cak 1 O cak 1996’da yürürlüğe giren Güm rük Birliği Antlaşması Türkiye’nin
sözde ‘piyasa güçleri’ne tam bağımlı halde küreselleşme dünyasına girişini be­
lirledi. Güm rük birliğiyle, Türkiye en iyi pazarlık şansını kaybetti, artık AB,
A nkara’ya tam üyelik için m üzakere takvimi vermeden önce şartlar öne süre­
bilecekti.

T Ü R K İY E ’N İN SİYASİ H U Z U R S U Z L U Ğ U
Türkiye’nin siyasi huzursuzluğunun kökleri ve birçok buna bağlı sorunu çö­
zememesi, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan siyasal rejimle bağlantı­
lıdır. Generaller, eski siyasetçileri yasaklayıp yeni kurum lar oluşturarak tüm
sistemi siyaset dışında tutm ayı başardılar. Eski siyasetçiler Demirel, Ecevit,
Erbakan ve Türkeş’in hakları 1987 referandum uyla iade edilene kadar ülke­
nin tüm siyasal dokusu değiştirilmişti. M erkez sol ile merkez sağ parçalan­
mıştı ve sistem dışı partiler, örneğin İslam cılar ve neo-faşistler, kritik bir rol
oynam aya başlamıştı. Bu yıllarda, Türkiye, hem merkez sol hem merkez sağ
tarafından onaylanan küreselleşme dünyasının bir parçası olmuştu, dolayısıy­
la da sosyal dem okrasi sadece ismi konmuş bir sosyal demokrasiydi. Söylem ­
leri bir yana bırakılacak olursa partiler arasında ciddi bir fark kalm am ıştı; bu
artık ideolojinin ölümüydü. Ve bu sebeple de farklı partilerden sosyal dem ok­
ratlar 1990’lar boyunca DYP’yle ortak hükümetler kurabilmişlerdi.
T urgut Ö zal Nisan 1 9 9 3 ’te ölünce, Demirel’in cum hurbaşkanı olm a
kararı, partisi için bir felâketin habercisi oldu. T ansu Çiller liderliğinde parti
hızla geriledi, bunun sonucunda da Refah Partisi 2 4 Aralık 1995 seçimlerini
oyların yüzde 2 1 ,3 8 ’i ve 158 sandalyeyle kazandı. O sıralarda Çiller’in sırf oy­
larını artırabilm ek için İran’la savaşa girmeyi bile düşündüğü söyleniyordu!
Seçimlerin sonunda D oğru Y o l’un oyları yüzde 19 ,1 8’e ve sandalye sa ­
yısı da 135’e düştü; A NA P’ın da oyları yüzde 19,65 ve M eclis’teki sandalye
sayısı 132 oldu. Merkez sağ partiler oyların yaklaşık yüzde 4 0 ’ını ve toplam ­
da 267 sandalye kazanmışlardı. Belki birleşebilseler istikrarlı bir hükümet ku­
rabilirlerdi am a liderler arasındaki çekişme yüzünden bu söz konusu değildi.
Sosyal dem okratlar da oyların yaklaşık yüzde 2 5 ’ini kazanmışlardı -D SP yüz­
de 14,64 ve CHP-yüzde 1 0 ,7 1 - fakat onlar da liderler arası çekişme yüzün­
den birleşem iyorlardı. D iğer p artiler m eclise girm ek için gereken yüzde
1 0 ’luk barajı geçememişlerdi.
Bir koalisyon hükümetinin kurulması yine zor görünüyordu. İslam cı­
lar bunu başaram adı ancak Çiller de merkez sağı kendi liderliğinde birleştir­
meyi denese de o da başarısız oldu. Aslında, Çiller’in yetersiz liderlik vasfı yü­
zünden D Y P de dağılıyor, m u h alif hizip D em ok ratik Türkiye P artisi’ni
(DTP) kuruyordu. Siyasetçiler kendi aralarında kavga ederken, basın H a k k â ­
ri’de halkın karınlarını çöplüklerden doyurduğunu yazm aktaydı. P K K ’ya
karşı savaş yüzünden yoksulluk dayanılm az boyutlara ulaşmıştı.

YENİ SİYASİ K O A LİSY O N LA R


Sonunda, uzun süreli başarısız pazarlıklar sonrasında, M art 1996’da M esut
Yılmaz, A NA P ve DYP’nin yer aldığı, Ecevit’in D em okratik Sol Parti’sinin de
desteklediği ‘A nayol’ azınlık koalisyonunu kurdu. Yeni koalisyonun İsrail
tarzı dönüşüm lü başbakanlık m odeli vardı; Yılmaz 1 9 9 6 ’da, Çiller 1 9 9 7 ’de
başbakan olacaktı. Hemen akabinde, Erbakan, T ansu Çiller’i yolsuzluk iddi­
alarını araştırm a tehdidiyle sıkıştırm aya başladı. Bir erken seçim um an ve
kendi seçmenine yaranm aya çalışan Erbakan, laiklere karşı da kışkırtıcı açık­
lam alar yaparak İran’ın İslâmî devrimini övdü ve zor am a kaçınılmaz o laca­
ğını iddia ettiği bir devrim sözü verdi. Bir İslâm birliği kurm adan önce İslâm î
bir N A T O , bir İslâmî ortak pazar, hatta U N E S C O ’nun da bir İslâm î versiyo­
nunu kurm a çağrılarında bulundu.
‘A nayol’ azınlık hükümeti herhangi bir şey gerçekleştirmek için çok is­
tikrarsız bir yapıya sahipti. 1 9 9 6 ’nın mayıs ayı sonlarında A n kara’ya gelen
bir IM F heyeti, hükümeti devasa bütçe açığı yüzünden her an gerçekleşebile­
cek bir ekonomik kriz konusunda uyardı. Bu arad a Refah Partisi M esut Yıl­
maz hakkında gensoru önergesi verdi. Kabine içindeki gerginlikler de devam
ediyordu. Sonunda M esut Yılm az 6 H aziran’da istifa etti. Kurulm ası altmış
gün süren hükümet sadece doksan gün dayanabilm işti. Buna çok az kişi şaşır­
mıştı. Yine pek çokları E rb ak an ’ın bir sonraki koalisyona dahil edilmesini,
yoksa ülkenin bir erken seçime gitmesi gerektiğini de düşünüyordu. İş çevre­
leri de İslâmcı bir katılım gerçeğini kabul etmişlerdi; ancak bir sonraki koalis­
yonun Türkiye’yi yeni bir seçim yasasıyla bir erken seçime götüreceğini um u­
yorlardı. Siyasi istikrarsızlık iktisadi istikrarsızlığa yol açmıştı ve bunun sona
ermesi lazım dı, aksi takdirde gözlemciler, yine askerî müdahale ve parlam en­
ter dem okrasi için ‘erken bir son ’ tahmin ediyorlardı. Anadolu Üniversite-
si’nin yaptığı bir araştırm aya göre, insanlar siyasetçilere, yerel yöneticilere,
özel sektöre, üniversitelere, IM F ’ye ve medyaya güvenlerini yitiriyorlardı; sa ­
dece orduya olan güven artm aktaydı.
Y ılm az’ın istifasından üç gün sonra, Refah Partisi M eclis’ten Tansu
Çiller’in bu kadar büyük bir serveti, bu kadar kısa bir sürede nasıl yaptığının
araştırılm asını istedi. Çiller kürsüde yükselen ‘köktendincilik’ dalgasına kar­
şı kendinin laik Türkiye’nin kalesi olduğunu açıkladı ve İslâm cılarla asla bir
ittifaka gitmeyeceğini belirtti. Ancak Erbakan’ın şantajına boyun eğdi ve ken­
dine karşı soruşturm aların dondurulm ası kaydıyla bir koalisyon oluşturm ayı
kabul etti. Her zamanki fırsatçı Erbakan bunu kabul etti ve Erbakan’ın baş­
bakanlığındaki ‘Refahyol’ koalisyonu 29 H aziran 1 9 9 6 ’da ilan edildi.
E rbak an ’ın başbakanlığı daha başından beri laik güçlerden tepki gör­
dü. Ülkenin büyük holding sahipleri tarafından tekelleştirilmiş olan basının
çoğunun saldırısına hedef oldu. Erbakan, bu ülkelere daha önceden ekono­
mik ilişkileri geliştirme am acıyla gitmiş diğer başbakanların izinden ilerlese
de, ağustostaki İran ve diğer İslâm ülkelerine yaptığı gezilerden dolayı eleşti­
rildi. Generallerin ağırlıklı olduğu aylık Milli Güvenlik Kurulu toplantılarını
ve -İsra il’le gelişen ilişkiler g ib i- politikaları kabul etmek Erbakan için sıkın­
tı kaynağı oldu. Ekimdeki Libya ziyaretinde Albay M uam m er K addafi T ürki­
ye’nin Kürt politikasını eleştirip azarlayınca, T ürk basını Erbakan ’ı yerden
yere vurdu. Sinirler o kadar gerilmişti ki basın -h atta M esut Yılm az bile- dar­
be duyum ların dan bah sediyordu. A ncak, Libya T ü rk m üteahhitleri için
önemli bir pazardı ve müteahhitlerin sözcüsü, ödenmeyen alacaklara ve Erba-
kan’m gezisi sonrasında yaşanan tartışm alara rağmen kuruluşunun bu ülke­
de yeni projeler istediğini belirtti: ‘M ilyarlar değerinde bir pazarı kaybetmek
istemiyoruz.’

SÜ R EN SİYASİ İST İK R A R SIZ LIK VE E K O N O M İY E ETKİLERİ


Zaten kötü durum da olan ekonom i, siyasi istikrarsızlık yüzünden problemler
yaşadı. O rtada bir sermaye kaçışı vardı ve ülkede özellikle yabancı sermaye
yatırımı yoktu. İktisatçılar, 70 m ilyar dolarlık Türk sermayesinin Batı’da ya­
tırıma dönüştürülm ek üzere kaçtığını hesapladılar; 45 milyar doların İsviç­
re’de olduğu sanılmaktaydı. 1995 Eylülü’ne kıyasla 1 9 9 6 ’da aynı dönemdeki
yabancı yatırım yüzde 63 oranında yani 67 milyon dolar azalmıştı. M erkez
Bankası 1 9 9 6 ’da, hükümet konusundaki belirsizliğin sonucunda ekonominin
daha fazla açık vereceğini öngördü. 1996’da cari işlem açığının 1995’teki 2,3
milyar dolar seviyesinden 6-7 milyar dolara yükseleceği, 1995’te G S M H ’nin
yüzde 6 ,5 ’ini oluştu ran kam u sek törü borçlarının da G S M H ’nin yüzde
9-10’una yükseleceği tahmin ediliyordu. Yıl sonuna kadar Türk lirası, dolar
karşısında yüzde 65 değer yitirmişti; bu değer 1 9 9 5 ’te yüzde 35’ti. 1995’te bir
dolar 5 9 .5 0 0 lirayken, liranın değeri giderek düştü ve bir doların karşılığı
107.500 liraya yükselirken, yeni binyıl başındaki dört yılın sonunda bir dolar
1 milyon 700 bin lira oldu.
Erbakan askerî m arşlarla karşılandığı partisinin kongresinde general­
lerle ilişkilerini düzeltmeyi denedi. M üslüm an ve laik Türkiye’yi B atı’dan
uzaklaştırm aya çalıştığını inkâr ederek, Türkiye’nin sadece kendi bağım sız
dış politikasını izlediğini iddia etti. H atta, İslam cılar laik ve İslamcı karşıtı
Cumhuriyet’in kurucusuna karşı kin beslediklerinden, muhalefetteyken yap­
madığı bir şeyi yaparak A nıtkabir’i ziyaret etti. Basın, hükümetin, İslâmcı-
lar’ın yabancı ve Türk kültürüne ters bulduklarından aykırı baktıkları baleye
ve operaya ayrılan ödeneğin yüzde 129 artırıldığını belirtti. Erbakan’ın çeşit­
li ülkelere yaptığı yurtdışı gezileri, özellikle de İran gezisi, W ashington’ı ra­
hatsız etmişti, Erbakan A BD ’nin gönlünü alm ak istiyordu. Sonuçta, Aralık
1996’da devlet bakanını W ashington’a, ‘dostum uz A m erika’ya kendimizi d a ­
ha iyi anlatabilm ek am acıyla’ gönderdi; Fehim A dak’ın önemli konuları tar­
tışması, işbirliğini artırması ve Amerikan politika belirleyicilerinin kuşkuları­
nı gidermesi bekleniyordu.
E rb ak an ’ın laikleri ve A B D ’yi memnun etme çabaları; partinin artık
ılınılı olan yönetimi ile seçimleri kazanm ak için dayanağı olan militan destek­
çileri arasındaki geniş uçurum nedeniyle, her iki cephede de başarısız kalm a­
ya m ahkûm du. Liderlik kadroları Anadolu burjuvazisinin -A n adolu kaplan­
larının- 1 9 8 0 ’lerden beri elde ettiği kazançlar sayesinde ılımlı ve merkezci
oluyordu; ‘kaplanlar’ küreselleşmenin faydalarından yararlanm ak istiyordu
ve bu ise yalnızca partileri iktidardaysa müm kündü. Öte yandan, partinin alt
kadroları bu yıllar süresince yalnızca ekonomik zarara uğramış ve isteklerin­
de radikal kalmıştı. Erbakan radikalizme sahte bir bağlılık göstermeye devam
ederken, İslâm î ortak p azar ve N A T O ’dan ve G-7 olarak bilinen Batılı zengin
devletlerin dışında onların etkisini azaltm ak am acıyla kurulacak bir İslâm î G-
8 ’den bahsetmekten memnunluk duyuyordu.
1997 Şubatı’nda, A n k ara’nın Sincan ilçesinin Refah Partili belediye
başkanı, K udüs’ün İsrail’den kurtarılm ası çağrısı yapm ak üzere bir ‘Kudüs
Gecesi’ düzenledi. İran büyükelçisi çağrılm ıştı, büyükelçi laiklik karşıtı be­
yanlarda bulunarak Türkiye’de İslâmî hukukun kurulmasını istedi. Aynı an­
da dinleyici grubu da İsrail’e karşı silahlı mücadelede bulunan iki İslâm î grup
olan H am as ve H izbullah lehinde gösteri yapm aktaydı. T ürkiye’deki laik
güçler başkente bu kadar yakın bu miting yüzünden çileden çıktılar ve gene­
raller, bir uyarı olarak Sincan’a tanklar yolladı. Belediye başkanı tutuklandı,
İran büyükelçisi istenmeyen kişi (persona non grata) ilan edildi ve Refah Par-
tisi’ne karşı bir soruşturm a başlatıldı. Refah Partisi, generallere İslâm î hare­
keti engellemek için bir bahane yarattı ve onlar da bu fırsatı kullanarak yu­
m uşak veya ‘postmodern darbe’ denebilecek bir eyleme giriştiler.

LA İK LER VE İSLÂ M CILA R


Milli Güvenlik Kurulu 28 Şubat 1997 günü E rbakan başkanlığında toplandı.
Siyasi İslâm ’ın Kürt milliyetçiliğinden bile daha tehlikeli olduğu ilan edildi ve
Erbakan yirmi maddelik bir önlem planını kabul etmek zorunda kaldı. Prog­
ram, siyasal İslâm ’ın etkisini, destekçilerini devlet m ekanizm asından uzaklaş­
tırmak ve generallerin 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ‘sol ideolojiler’in ya­
yılmasının önüne geçebilmek için yaygınlaşm asına onay verdikleri imam-ha-
tip okullarını engellemek am acıyla tasarlanm ıştı. A ğustosta zorunlu temel la­
ik eğitimi beş yıldan sekiz yıla çıkaran bir yasa kabul edildi. Bu yasanın am a­
cı siyasal İslâm ’ın Türk alt ve alt-orta sınıf gençleri üzerindeki etkisini azalt­
m aktı. Bu önlem, tüm Türkiye’de gösterilere sebep oldu, çünkü halkın belli
kesiminin, çocuklarının kendi yönlendirmeleri doğrultusunda eğitim görm e­
sini engelliyordu.
Başbakan Erbakan’ın konum u savunulam az hale geldi ve 18 Haziran
1997’de istifa etti. Umudu, Cum hurbaşkanı Demirel’in Tansu Çiller’i başba­
kan atam ası ve Refahyol hükümetinin devam etmesiydi. Fakat, Demirel göre­
vi Çiller yerine M esut Yılm az’a verdi ve Refah Partisi hakkında soruşturm a
açıldı. İslam cılar partilerinin kapatılacağını anladılar ve böylece 1 9 9 7 ’nin
aralık ayında, Recai Kutan liderliğinde Fazilet Partisi (FP) adında yeni bir
parti kurdular; ocak ayında A nayasa M ahkemesi Refah Partisi’ni kapatarak,
mallarına el koydu ve Erbakan ile partinin önde gelen yöneticilerine beşer yıl­
lık siyaset yasağı getirdi. Her İslamcı parti kapatıldığında, halefi daha ılımlı
ve daha az İslamcı olduğunu iddia ediyordu. Nitekim 1998 M ayısı’na gelin­
diğinde K utan, Erbakan’ın sert İslamcılığını terk etmiş ve artık N A T O ’dan
çıkm aktan, İslâm î bankacılığı yerleştirmekten bahsetmez olmuştu. İslâmcı-
lar’ın da orta yolcu politika hayatına katılmaya hevesli olduklarının bir g ö s­
terisi olarak, A tatürk’e saygılarını sunm ak için A nıtkabir’e de gitti.
Tüm bunlara rağm en, Fazilet Partisi de H aziran 2 0 0 1 ’de A n ayasa
M ahkemesi tarafından kapatıldı. Özellikle türbanı teşvik etme kam panyasıy­
la laik devlete k arjj.çık m a olayında oynadığı rol için köktendinciliğin bir
merkezi olarak tanımlandı. Tem m uzda Erbakan taraftarları Saadet Partisi’ni
kurarken, ağustosta Fazilet Partisi içindeki reform cular, laik olduğunu iddia
ettikleri Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) kurdular. Ancak, partinin lide­
ri, İstanbul eski belediye başkanı, halk arasında din kışkırtıcılığı yapm ak ve
laiklik ilkesini çiğnemek suçuyla hapse girmiş olan Recep Tayyip Erdoğan’dı.
Erdoğan kısa sürede en popüler lider oldu ve anketler partisinin bir sonraki
seçimleri kazanacağını gösterdi.
M esut Yılm az’ın liderlik ettiği ve DSP ile D T P ’nin de katıldığı koalis­
yon, Kasım 1 9 9 8 ’e kadar sürdü. Yılm az, muhalefetin yolsuzluk ve ‘m afya’yla
ilişkilerini sorguladığı bir gensoru sonrasında istifa etti. Koalisyon hükümeti
temmuzda seçimlerin 25 N isan 1 9 9 9 ’da yapılmasına karar vermişti. Ancak,
yolsuzluk iddialarıyla zedelenmemiş ender siyasetçilerden Ecevit, 11 O cak
1999’da bağım sızlarla, ülkeyi seçime taşıma görevini üstlenen kendi koalis­
yonunu kurm ayı başardı. 15 Şu bat’ta PKK lideri Abdullah Ö calan’ın Ken­
ya’da ele geçirilmesi, ülkedeki havayı değiştirdi ve milliyetçilerin bir sonraki
seçimlerdeki şansını artırdı.
Türkiye’de esmeye başlayan milliyetçi hava, N isan 1999 seçimlerinde
neden Dem okratik Sol Parti ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin en fazla oy aldı­
ğını açıklar. Sonuçlar bir siyasal deprem olarak görüldü: DSP ve M HP k aza­
nanlar olurken ANAP, DYP ve C H P yıkıldılar. Türkiye aşırı sağa yönelmişti.
Her ne k ad ar İslâm cılar’ ın oyları 1 9 9 5 ’teki yüzde 19 seviyesinden yüzde
15,94’e düştüyse de, yerel seçimlerde çok başarılı olarak Türkiye’nin büyük
şehirlerinin belediye başkanlıklarını kazandılar. Kürt yanlısı parti H A D EP ise
ulusal düzeyde başarısız oldu am a Güneydoğu A nadolu’da Diyarbakır, Bin­
göl, H akkâri, Siirt ve Şırnak kentlerinin belediye başkanlıklarını kazandı. So­
nuçlar, M H P ’nin hükümete katılm ası durumunda çatışm anın kutuplaşacağı­
nı gösteriyordu.
Ecevit kendini ateşli bir milliyetçi olarak yeniden yaratmış ve solculu­
ğunu bir kenara bırakmış, öte yandan M HP aşırı milliyetçiliğini ön plana çı­
karmıştı. Ecevit’in seçim başarısı solun başarısı değildi, Ecevit artık 1 9 7 0 ’ler-
de yaptığı gibi sistemi değiştirmekten bahsetm iyordu; kendini A vrupa’daki
solcu eğilimle de özdeşleştirm iyordu. Merkez sağ -A N A P ve D Y P - çökm üş­
lerdi, çünkü seçmenler artık bu partiler ile liderleri hakkındaki yolsuzluk id­
dialarından ve bunlar arasındaki didişmeden bıkm ışlardı; ya İslâm cılar’a ve­
ya 1 9 9 9 ’da olduğu gibi milliyetçi sağa oy veriyorlardı. Seçmenlerin Çiller ve
Yılm az’a karşı öfkesi M H P ’nin başarısını getirmişti.
Bir sonraki koalisyon kurulduğunda, bunun görünüşte merkez solda
yer alan D SP’den, merkez sağdaki ANAP’tan ve aşırı sağdaki M H P’den oluş­
ması sürpriz olmadı. Hükümetin temel sorunu ekonomiydi ve Ecevit, 30 M a-
yıs’ta ‘Ekonom im iz ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. Siyasal istikrarsızlık,
dünya krizi ve 30 milyar dolar düzeyindeki dış borç ödemesi Türk ekonom isi­
nin bir darboğaza girmesine neden olmuştur. Ekonomiyi en kısa sürede can­
landırmak zorundayız’ diyordu. Teşhis başarılı görünüyordu, bu arada koalis­
yon istikrar ve bir arada çalışm a arzusu vaat ediyordu. İş dünyası hükümeti
desteklerken, generaller de orduyu güçlendirmeye yöneldi. Silah sanayiine ya­
tırım yapılm asını istiyorlardı. Bu alandaki teknolojiyi ise İsrail’in sağlam ası
bekleniyordu. Gelecek on yıl içinde 150 milyar doların üzerinde yatırımla Tür­
kiye bölgedeki en önemli askerî güç olacaktı. Türkiye’nin AW ACS uçakları ve
561 helikopteri olacak, bölgedeki en büyük filoyu oluşturacaktı. Türkiye’nin
ABD’deki büyükelçisi Baki İlkin silah atımlarıyla ilgili bir soruya, ‘Ordumuzu
daha büyük hareket kabiliyetine ve acil müdahale kuvvetlerine sahip olması
için yeniden yapılandırıyoruz. Balkanlar’da, K osov a’da, Gürcistan’da iç sıkın­
tılarla, K afkaslar’da krizlerle çevrilmiş durumdayız ve Irak’taki gelişmeleri iz­
liyoruz’ cevabını verdi. Yılların politikacısı Hüsam ettin Cindoruk ise bunu
‘Türkiye askerî cumhuriyet görüntüsünden kurtulam adı’ diye tanımlıyordu.
17 A ğustos ve 12 K asım 1999 meydana gelen depremler, Türkiye’nin
ekonom ik planlarını sekteye uğrattı. Devletin bu trajediye tepkisi o kadar sö­
nük kaldı ki, insanlar depremlerin Türkiye’nin siyasal yaşam ında bir dönüm
noktası olduğuna inandılar. Sivil toplum felâkete enerjik bir biçimde karşılık
verip, kendine yeterli ve iddialı hale gelirken, devlet zayıfladı. Fakat işin böy­
le gitmeyeceği anlaşılıyordu; bunun üzerine devlet kendini yeniden güçlendir­
di. Ama yine de hükümetin depremin yarattığı zararı karşılam adaki girişim ­
leri zayıf kaldı. Bu arada belki ‘deprem diplom asisi’nden kaynaklanan, iki dı­
şişleri bakanı arasında bir dostluk yaratan Türk-Yunan ilişkilerindeki gelişme
olumlu bir sonuç doğurm aktaydı. A ncak iki hükümet arasındaki asıl sorun­
lar -E ge anlaşm azlığı ve K ıbrıs- halledilmeden kaldı.
Üç partili koalisyon iyi çalışıyormuş gibi görünüyordu; ancak ortaklar
Demirel’e, döneminin bittiği 5 M ayıs 2 0 0 0 ’den sonra ikinci bir dönem cum ­
hurbaşkanlığı verecek şekilde A nayasa’yı değiştirme konusunda anlaşam adı­
lar. Ancak aynı partiler Anayasa M ahkem esi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i
Türkiye’nin onuncu cumhurbaşkanı olarak seçme konusunda ise görüş birliği­
ne vardı. Sezer, Kürt hakları ve siyasal İslâm gibi konularda fikir özgürlüğü
sunmak amacıyla 1982 A nayasası’nın değiştirilmesi taraftarı bir liberaldi. Ser­
best fikirliydi ve çoğu z^m an kendini seçen partileri memnun etmeyen tutum ­
lar takındı. 2001 Şubatı’nda, bu nitelikleri başbakanla bir kavgaya sebep o l­
du, bu da Cumhuriyet tarihinin en ciddi ekonomik ve siyasal krizine yol açtı.

AB Ü Y ELİĞ İN İN A R T A N Ö N E M İ
Avrupa Birliği’ne girmek hükümetin görevi olmuştu. Ekim 1999’da bir AB
komisyonu, ‘K openhag Kriterleri’ olarak bilinen ve ekonom ide reformu, in­
san hakları ve azınlıkların yani Kürtler’in korunmasını da içeren kriterleri ye­
rine getirmek şartıyla Türkiye’nin üye adayı olarak değerlendirilmesini öner­
di. Ayrıca koalisyon hükümeti IM F’nin yüzde 25 enflasyon oranını düşürmek
ve bütçe açığını küçültmek için askerî harcam alarda kısıntı öngören acı reçe­
tesini de kabul etti. Üç ortak, idam cezası konusunda harekete geçmek için
önce Avrupa İnsan H akları M ahkem esi’nin Öcalan davasındaki kararını bek­
lemeyi kararlaştırdı. M H P lideri Bahçeli, partisindeki m uhalefete ve Öca-
lan’ın idamına yönelik isteklere rağm en, Ecevit’in düşünce biçimini benimse­
mişti. Ancak, 21 Ekim ’de akademisyen-gazeteci Ahmet Taner Kışlalı’nın ö l­
dürülmesi demokratikleşmeye ve A vrupa’yla yakınlaşm aya bir darbe olarak
düşünüldü. Geçm işte buna benzer cinayetler işlenmiş ve katilleri hâlâ yakala­
namamıştı.
AB’nin üyelik için koşullarım kabul etme konusu, liderlerin fedakâr­
lıklarına rağmen koalisyonu böldü. Güçlü bir hükümet, AB bunları istediği
için değil, ancak reformlar Türkiye’yi demokratik bir toplum a dönüştürece­
ği, modern dünyayla aynı düzeye getireceği, toplum sal barış sağlayacağı ge­
rekçeleriyle reform ları uygulardı. Ancak, Türkiye’de böyle bir hükümet yok­
tu. Ülke, daha 1996’da üyelikle birlikte gelen önemli getiriler olm adan G üm ­
rük Birliği’ne katılırken önemli özverilerde bulunmuştu ki, üyelik, o yüzden
bu kadar hayatiydi. Anketler, halkın yüzde 60-70’inin A B’ye katılm aktan ya­
na olduğunu am a Avrupa’nın M üslüm an Türkiye’ye bakışı konusunda k a ­
ramsarlık taşıdığını gösteriyordu. Bir ‘Hıristiyan kulübü’ hiç M üslüm an bir
ülkeyi üye olarak kabul eder miydi? Buna askerlerin yanıtı değişiyordu: Bir
emekli general AB üyeliğinin Türkiye tarihine karşı olduğunu, Kem alist dev­
rimle çatıştığın ı söylerken G en elku rm ay B aşk an ı O rgeneral K ıvrıkoğlu
‘AB’ye katılm ak bir jeopolitik ihtiyaçtır’ şeklinde görüş bildiriyordu. Gene­
raller, A B ’nin ordunun A vrupa’da olduğu gibi sivillerin denetimine girme is­
teğine karşıydılar. Başbakan Ecevit bu nedenle T Ü SİA D ’ın Milli Güvenlik
Kurulu’ndaki generallerin rolünü ortadan kaldırmak veya azaltm ak yolunda­
ki önerisini reddetti. Büyük serm aye AB’ye katılm aktan yanaydı. Büyük ser­
mayenin politik lobisi olan TÜ SİA D da Türkiye’nin küresel pazarda rekabet
edebilecek firm alara ihtiyacı olduğu inancından yola çıkarak bankaların ve
şirketlerin birleşmeleri gerektiği konusunda ısrarcıydı.
Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyon, hiç yoktan bir fırtına patlayıp
Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonom ik krizi ortaya çıkana kadar, son beş yı­
lın en uzun ve istikrarlı hükümeti olarak yirmi bir ay sürm üştü. 19 Şubat
2 0 0 1 ’de Ecevit Cum hurbaşkanı Sezer’le, Sezer’in kendini kabinedeki yolsuz­
lukları görm ezden gelmek ve soruşturm aları engellem ekle suçlayınca, bir
kavgaya girişti. İddiaya göre koalisyonda yolsuzluk yaygındı ve kendisi yol­
suzluğa bulaştırılam ayacak olan Ecevit, kabinesinde yolsuzluğa karışm ış ba­
kanlara göz yumuyordu. Başbakan toplantıdan ‘Bu ciddi bir krizdir’ diyerek
öfkeyle ayrıldı. Sözleri finans piyasalarında bir hareketlenme yaşattı ve k o a­
lisyonun dağılacağından endişe eden yatırım cılar yüzünden birkaç dakika
içinde hisse senetleri yüzde 7 değer kaybetti. Faiz oranları neredeyse yüzde
3.000 arttı ve M erkez Bankası, yatırımcılar liradan kaçıp dolar ve euro’ya y a ­
tırım yaparken, yaklaşık -döviz rezervlerinin beşte biri o lan - 5 milyar dolar
kaybetti. Bu, yatırımcıların yatırımlarını alıp daha güvenli piyasalara kaçm a­
larını sağlayan düzenlemelerin bir sonucuydu. Türkiye’nin m alî durumu bir
süredir zayıftı ve Ecevit’in sözleri zaten kopacak olan fırtınayı tetiklemişti.
K asım 2 0 0 0 ’de A nkara’ya 11,4 milyar dolar vermiş olan IM F durum a
yeniden m üdahale etti ve D ünya Bankası başkan yardım cılarından Kem al
Derviş, ekonom iden sorumlu bakan olarak, iktisadi ve m alî reformları denet­
lemek üzere Türkiye’ye gönderildi. Hüküm et Türk H ava Yolları, Petrol O fi­
si, PETKİM , BO TA Ş, Vakıfbank, TED A Ş ve T E K E L gibi işletmelerini özel­
leştirmeyi kabul etti. Tüm bu özelleştirmelerden, eğer alıcı bulunabilirse, 10
milyar dolar civarında bir gelir bekleniyordu.
Devam eden ekonomik krizin, O cak 2 0 0 0 ’de başlatılan istikrar p rog­
ramının ve IM F reçetesinin daha şimdiden toplumun büyük kesimi üzerinde
olumsuz etkileri olmuştu. Genel durum bu yeni krizle daha da kötüleşti. İlaç
firmaları Türkiye’ye ilaç ithalatını kestikleri için insanlar ilaçsızlıktan ölüyor­
lardı. Fabrikalar kapanıp durduğundan büyük işsizlik vardı ve küçük işletm e­
ler, sıkı krediler, enflasyonu düşürm ek amacıyla yavaşlayan üretim ve yüksek
vergiler arasında sıkışıp kalmışlardı.
Bazı M H P ’li bakanlar ekonom ik reformların uygulanmasını engelle­
yince, işlerin yürümesi için Dünya Bankası’nın baskı uygulam ası gerekti. D u­
rumdan endişeli olan Milli Güvenlik Kurulu, ekonominin daha da kötüleşm e­
si durumunda bir toplumsal patlam a olasılığını değerlendirdi. Daha şimdiden
zenginlerin savurganlığını eleştiren, ‘Yağm acılar burada, işçiler nerede?’ ve
‘Patronlar burada, işçiler nerede?’ gibi sloganların duyulduğu gösteriler dü­
zenleniyordu. O rtada, koalisyonun krizi atlatam ayacağı ve yeni seçimler için
bir geçici hüküm et kurulacağı söylentileri dolaşıyordu. Sonuçta, 16 Tem -
muz’da Ecevit, geçici teknokratlar hükümeti söylentilerinin demokrasiye g ü ­
veni zedelediği ve piyasanın koalisyonun IM F reformlarını uygulama beceri­
sine olan güvenini sarstığı uyarısında bulundu. Ertesi gün, Kemal Derviş’e ve
IM F reform larına itiraz eden M H P ’li Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz istifa etti.
Türkiye’nin ekonomik sorunları için kısa vadeli bir çözüm yoktu, insan­
lar protestolarına ve acı çekmeye devam ettiler. Piyasalar yeniden düşmüş ve
Amerikan doları 1,5 milyon lira seviyesine çıkmıştı. Asgarî ücretin 100 milyon
lira olduğu ortam da, sendikalar dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının işçi­
leri yoksulluk içinde yaşamaya zorlayarak 797 milyon liraya çıktığını hesapla­
dılar. Kasım ayında Türkiye’nin her yanından işçiler A nkara’ya yürüyerek ‘iş­
sizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve savaş’ı protesto ettiler. Başbakanlık konutunun
önünde üç çocuk annesi bir kadın ‘Açlıktan ölüyorum’ diyerek kendini yaktı.
Kasım ayında hükümet ekonominin durumuyla ilgili bir rapor yayınladığında,
sekiz ay içinde 14.875 işyerinin bir milyon kişiyi işsiz bırakarak kapandığı gö­
rüldü. Aileler bölünüyordu ve suç oranı yükselmişti. Sendikaların araştırma ra­
poru ayrıca zengin-fakir gelir dağılımı farkının büyüdüğünü, fakirleri ve işsizle­
ri koruyacak bir sosyal güvenlik ağı olmadığını da gösteriyordu.
11 Eylül 2 0 0 1 ’de N ew Y ork’un İkiz Kuleler’i ile Pentagon’a yapılan
saldırılar, birdenbire Başkan Bush’un ‘teröre karşı sav aş’ında Türkiye’nin ro­
lünü güçlendirdi. Türk hükümeti savaşa tereddütsüz katıldı ve W ashington
tarafından daha fazla krediyle ödüllendirildi. Türkiye’ye iyileşme program ına
destek olarak acilen ek bir 13 milyar dolar verilecekti. Ankara üslerini ve ha­
va sahasını Amerikan askerî araçlarına açtı, Ecevit ‘Am erika’nın U sam e bin
Ladin’e yönelik ikna edici kanıtlar bulması bizi de ikna etmiştir’ açıklam asını
yaptı. H üküm et, özel kuvvetlerden 90 kişilik bir birliği A fganistan’a gönder­
meyi kabul etti ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem ‘Bu sadece A BD’nin savaşı de­
ğil, Türkiye’nin de sav aşıd ır.... Bu İslâm ’a karşı bir savaş değil; terörizmin di­
ni veya coğrafyası yoktur’ açıklam asını yaptı. Ecevit ‘Dost ve müttefik ülke­
lerin Türkiye’nin öneminin farkına vararak’ kredi başvuruları zam anı geldi­
ğinde ‘Türkiye’nin gereksinimlerini gözönüne alm aları’nı istedi.
Bu sırada, koalisyon A B’yi memnun etmek için reformlara devam et­
meye çalışıyordu. M eclis, toplum u liberalleştirmeye yönelik amaçlı otuz dört
anayasa maddesi değişikliğini öngören bir paketi ele alıyordu; ancak idam ce­
zasının kaldırılm ası, Kürtler’e yayın hakkı ve Kürtçe eğitim, generallerin ülke
siyasetindeki gücünün kısılması gibi nazik konularda anlaşm a sağlanam adı.
M esut Yılm az ve kabinedeki liberaller bu konuları desteklerken, Devlet Bah-
çeli’nin başında bulunduğu M H P ve birçok general bunlara karşıydı. Liberal­
ler, Türkiye’nin AB’den başka alternatifi olm adığını iddia ediyorlardı ancak
Bahçeli ve aşırı sağ, idam cezasının kaldırılm ası, Kürtçe yayın ve eğitim gibi
konuların Türkiye’nin bütünlüğüne karşı Türkiye’deki sözde AB yanlısı lobi
ve AB görevlileri tarafından desteklenen bir kom plo olduğu gerekçesiyle
AB’ye karşı çıkıyorlardı. Bahçeli’nin A nadolu’daki alt-orta sınıf oylarından
yana endişesi vardı, bunlar küreselleşmeden zarar görüp M H P ve İslam cılar
gibi radikallere oy vermişlerdi. Bahçeli sonraki seçimde de bunların oylarını
garantilem ek istiyordu.
S iyasal ve ekonom ik h ayat, yetmiş yedi yaşın d ak i Ecevit 4 M ayıs
2 0 0 2 ’de aniden hastalanarak hastaneye kaldırılınca, olumsuz şekilde etkilen­
di. Ecevit’in hastalığı, görevden ayrılıp ayrılm ayacağı, yerine kimin geçeceğiy­
le ilgili spekülasyonları bir kriz yarattı ve piyasalar buna büyük bir düşüşle
karşılık verdi. Ecevit 17 M ayıs’ta yeniden hastaneye kaldırıldı am a istifasının
koalisyonun dağılm asına, erken seçimlerle tam ülke ekonomiye ve A B’ye gir­
meye odaklanm ışken bir siyasi krize sebep olacağı endişesiyle istifa etmedi.
Koalisyon felç olmuştu. Üç parti de erken seçim durum unda yüzde 10 barajı­
nı aşam ayacaklarını ve parlam ento dışı kalacaklarını biliyordu. K am uoyu
araştırm aları, İstanbul’un eski İslam cı belediye başkanı Recep Tayyip E rdo­
ğ an ’ın liderliğinde yeni kurulmuş olan Adalet ve Kalkınm a Partisi’nin (AKP)
erken seçimlerde favori olduğunu gösteriyordu. Bu dönem deki tek parlak
olay, haziran ayında Türk Milli Futbol T akım ı’nın Dünya K upası’nda yarı fi­
nale kadar çıkm ası ve kupayı kazanacak olan Brezilya’ya yenilerek üçüncü
olmasıydı.
7 Tem m uz’da Devlet Bahçeli’nin 3 Kasım ’da bir erken seçim yapılm a­
sını istemesi krizi tetikledi. Ertesi gün Devlet Bakanı H üsam ettin Özkan ve yi­
ne DSP’den üç bakan daha istifa ettiler. Başka bakanların ve milletvekilleri­
nin istifaları, Ecevit eğer koalisyon M eclis’te çoğunluğa sahip olm azsa istifa
edeceğini açıklayana kadar, devam etti. Dışişleri Bakanı İsm ail Cem de kabi­
neden istifa edince, İsmail Cem, Kem al Derviş ve H üsam ettin Ö zkan’ın lider­
lik yapacağı ve ülkeyi merkez sağ partilerin (ANAP ve DYP) desteğiyle yöne­
tecek yeni bir siyasi parti kurulacağı söylentileri ortaya çıktı. Yeni parti aşırı
milliyetçileri sa f dışı bırakarak A B’yi 12 Aralık 2002 Kopenhag zirvesi önce­
sinde tatmin edecek reformları gerçekleştirecekti. Ancak, 16 A ğustos’ta Ece­
vit, istifa etmeyerek ülkeyi bir erken seçime taşımayı kabul etti. DSP m uhalif­
leri iktidarı ele geçirerek AB ve IM F yanlısı bir koalisyon oluşturma m anev­
ralarında başarısız oldular. İstifa ederek gemilerini de yakm ışlardı ve seçim­
lerde mücadele edecek yeni bir parti kurm aktan başka seçenekleri yoktu.
Eski dışişleri bakanı İsmail C em ’in lideri olduğu Yeni Türkiye Partisi
(YTP) 22 Tem m uz’da kuruldu. Ancak, üçlünün en önemli ismi olan Kemal
Derviş kendini partiye adam aktan vazgeçince, yeni partiyi güçsüz ve renksiz
bıraktı. Derviş, ağustosta istifa edip, merkez sağdan da unsurlarla solda bir
birlik gerçekleştirmeyi denedikten sonra, C H P’ye katıldı. Gelecek seçimlerde
tek başına iktidara gelebilecek, 1 9 9 0 ’lar boyunca Türkiye’yi rahatsız etmiş
politik ve ekonom ik krizleri bitirecek politikalar uygulam aya muktedir bir
hükümet çıkartacak, ‘çağdaş sosyal dem okrasi’ adını verdiği bir hareket ya­
ratm ak istiyordu. D erviş, böyle bir hareketi oluşturm ayı başaram ayın ca
YTP’nin de Türkiye’deki tüm partiler gibi başarısız olacağım gördü. D olayı­
sıyla da başarı şansı olan tek merkez sol partiye, C H P ’ye katıldı. Anketler,
Deniz Baykal yönetimindeki Cum huriyet H alk Partisi’nin yüzde 6 ve AKP’nin
ise yüzde 20 civarında oy alacağını öngörüyorlardı. Baykal 1999 seçimlerin­
de Parlam ento’ya girmeyi başaram am ıştı ve 2 0 0 2 ’de de bunu yapabileceği
kuşkuluydu. A ncak, Derviş CH P’ye katıldıktan sonra kurulu düzenin m edya­
sı Derviş’i ve C H P ’yi olabilecek en fazla şekilde desteklemeye başladı ve p a r­
tinin muhtemel oy oranı ‘Kemal Derviş faktörü’ sayesinde yüzde 6 ,9 ’dan yüz­
de 14,3’e çıktı. Öte yandan, A K P’nin oy oranı da yüzde 2 5 ’e yükselmişti. Bu
gerçekle karşılaşınca, 18 Eylül’de, iş dünyası adına konuşan TÜSÎAD B aşk a­
nı Tuncay Özilhan, özellikle de Kemal Derviş ekonominin başında olursa, bir
CHP-AKP koalisyonunu tercih ettiğini belirtti. Bu, burjuvazinin um uduydu:
3 Kasım seçimleri iki partili bir koalisyon oluşturacak ve böylece CH P de
AKP’li ortaklarının ‘aşırıcı, İslâm cı’ eğilimlerini kontrol edebilecekti.
3 K asım ’daki seçim sonuçları büyük bir sürpriz yarattı, çünkü AKP se­
çimlerden yüzde 34 oy ve hükümet kurmaya yeten sayının üzerinde, 363 san ­
dalyeyle çıkmıştı. Cumhuriyet H alk Partisi oyların yüzde 19’unu alarak 180
sandalye kazanm ıştı ve tek muhalefet partisiydi. D iğer partilerin tümü yüzde
10 barajının altında kalmışlardı ve dolayısıyla da M eclis’te temsil edilm iyor­
lardı. Seçmenler, sanki eski parti liderleri Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, N ec­
mettin Erbakan, M esut Yılmaz ve T ansu Çiller’i bir kenara atmış gibiydi. İşa­
damı Cem U zan’ın yeni kurduğu Genç Parti bile oyların sadece yüzde 7 ,2 ’si-
ni almıştı. U zan’ın kam panyası profesyonel danışm anlarca düzenlenmiş, m i­
tinglerinde halka bedava konserler verilmiş, yiyecek dağıtılmış, U zan’ın sahip
olduğu m edya kuruluşlarında çok propagandası yapılmıştı.
A KP’nin ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısının ardında ne ya­
tıyordu? Eğer seçim sonuçlarına bakacak olunursa, seçmenler yeni bir lider
istiyorlardı am a yeni bir parti istem iyorlardı; dolayısıyla Erdoğan bu vasfa
uyuyordu. Rakiplerinin çoğunun aksine sistemin içinden gelmeyen yeni tür
bir liderdi. İstanbul’un kabadayılarıyla ünlü bir semti olan K asım paşa’dan,
mütevazı bir geçmişten geliyordu, çağdaş bir eğitime sahip değildi, bildiği bir
yabancı dil yoktu. Ancak, kendini İstanbul belediye başkanı olarak ve işlerin
yapılmasını sağlayan bir siyasetçi kimliğiyle kanıtlam ıştı -ve bu arada dolar
milyoneri olduğu söyleniyordu. Partinin sembolüydü am a tek lideri değildi,
kurulu düzen tarafından baskı ve soruşturm alara uğruyordu.
A K P’nin kökleri siyasal İslâm ’da da olsa, liderlerinin çoğu merkeze
kaymış ve partilerinin, tıpkı A vrupa’daki Hıristiyan dem okratlar gibi M üslü­
man dem okrat olduğunu ve laik demokratik olduğunu belirtmişlerdi. K am u­
oyu araştırm aları, partinin desteğinin yüzde 51 kırsal, yüzde 49 kentsel ve
destekçilerinin genelde erkekler olduğunu gösteriyordu. Ev kadınları (yüzde
17) AKP’ye oy verirken kentli çalışan kadınlar A K P’ye uzak duruyorlardı.
AKP, kısa süre önce kurulan Saadet Partisi’nin aksine önceki İslâmcı partile­
rin bir devam ı değildi. Seçmenler, Türk siyasal İslâm ’ının en önemli lideri
Necmettin Erbakan FP’yi desteklemek için çok uğraşsa da, bu partiye sadece
yüzde 2,5 oy vererek partiyi dışladılar ve bağım sız aday olan Erbakan da
M e c lis ’e girem edi. A K P

w
WO«LD
|C0 #O*lC A n ad o lu ’da ortaya çıkan
«•0* 1 9 , m uhalif eliti temsil ediyor­
fC 0"O "C
du ve so n u n d a ik tid a ra
gelmişti. Bu yüzden İstan­
bul’da yayımlanan Sabah
gazetesi, seçim sonuçlarını
‘A nadolu ihtilâli’ başlığıy­
la duyurdu.
Parti hâlâ İslâm cı-
w0«l0 la r ’ ın desteğin e d a y a n ı­
yordu, ancak sadece yüz­
İ
Recep Tayyip Erdoğan’ın yükselişi, partisi AKP'nin yllzde 34 gibi de 2 2 ’lik bir azınlık şeriat
bir oy oranıyla şefimi kazanması, yeni ve farklı görUnüme sahip isterk en bunların yüzde
bir liderle birlikte, kimi zaman rejimin klasik söyleminin dışına
da çıksa, yine de “sistemin içinde” kalan bir siyasal kuruluşun 4 3 ’ü şeriata karşıydı. G e­
başansı olarak değerlendirildi. Zamanla Türkiye’nin siyasal nelde şeriat korkusu to p­
yaşamında alışılmışın dışında bir üslup geliştiren Erdoğan, bu
lum un yüzde l ’ ine d ü ş ­
yanıyla değişik tepkilere tfe'maruz kaldı.
m ü ş tü . A K P o y la r ın ın
yüzde 2 7 ’sini FP’nin tabanından, yüzde 2 2 ’sini de diğer partilerden aldı. Par­
tinin geniş bir tabanı vardı ve onu ‘siyasal İslâm ’ın partisi olarak tanım lam ak
da, ‘tepki oyları aldığını’ söylemek de yanlıştı. Süregiden ekonomik krizden,
devasa işsizlik oranlarından, yükselen fiyatlardan endişeli seçmenler, güven­
lerini İstanbul’u düzgün idare edebilmiş bir lidere emanet etmişlerdi, şimdi de
aynısını Türkiye çapında yapabileceğini düşünüyorlardı.
Recep T ayyip Erdoğan hapis cezası nedeniyle milletvekili olam adığın­
dan Abdullah Gül 16 Kasım 2 0 0 2 ’de başbakan olarak atandı. Gül, A nayasa
değiştirilip Erdoğan yerini alana kadar emanetçi başbakan olarak görüldü.
A bdullah G ül 1 9 5 0 ’de K a y seri’de doğm uştu. İstanbul Üniversite-
si’nden bir iktisat doktorası vardı ve İngiltere’de okum uştu. İktisat dersleri
vermiş ve 1 9 9 1 ’de Refah Partisi’yle siyasete girm eden önce Suudî A rab is­
tan’da İslâm K alkınm a Bankası’nda çalışmıştı. 2001 A ğustosu’nda AKP’nin
kurucu üyelerinden biri olmuştu. Belki de karizmatik E rdoğan ’dan daha faz­
la deneyimli bir kişiydi.
Gül hüküm eti, Kıbrıs’ın birleşm esi amaçlı Genel Sekreter Kofi An-
nan’ın adıyla anılan Birleşmiş M illetler Planı; başka bir tarih verilmeden ön­
ce Aralık 2 0 0 4 ’te A nkara’nın insan hakları karnesinin gözden geçirileceği AB
üyelik sorunu; IM F’yle müzakereler ve Türkiye’nin devasa borcu; yurtiçinde
ekonominin sorunları ve buna bağlı işsizlik ve yoksulluk; insan hakları ve iş­
kence; türban konusu ve generallerin uyarısı; Irak ile A BD arasında bir olası
savaş (A BD ’nin yoğun baskısıyla Türkiye Amerikan birliklerine Irak’a geçiş
hakkı tanımıştı) gibi birçok girift sorunla karşı karşıyaydı. Bu m uazzam so ­
runlar halledilmeyi bekliyorlardı. H üküm et ihtiyatlı başladı. M eclis’i ve kabi­
neyi kontrol etseler de devleti, yani orduyu ve bürokrasinin tümünü, kontrol
etmediklerini biliyorlardı.
Bu iki partili Meclis oluşum unun 1950’lerdekine benzer bir siyasal d u ­
rum yaratm ası da mümkündü. Bu ise Dem okrat Parti’nin M eclis’te ezici bir
çoğunluğa sahip olması yüzünden her istediğini yapabileceğini iddia ettiği bir
‘çoğunlukçu dem okrasi’ ortam ının oluşm asıydı. Bu, Dem okrat Parti’yi de­
m okrasi dışı davranışlara yöneltm iş ve M ayıs 1960 darbesini hazırlam ıştı.
Ancak, AKP geçmişten ders alm ışa benziyor, bu yüzden muhalefete ve halkın
çoğunluğunu oluşturan laik kesime karşı sorum luluk içinde davranm ası gere­
kir. Ayrıca seçmenlerin yüzde 4 5 ’i, yüzde 10’luk seçim barajı nedeniyle tem­
sil bile edilemediğinden hükümetin meşruiyetini zayıflatm aktadır.
Başbakan Gül durumun farkında görünüyordu. Basına ilk açıklam a­
sında ‘Gizli bir gündemimiz yok. Şeffaflığı ve sorum luluğu garantilem ek için
uğraşacağım . Hiçbir sürpriz yapm ayacağız. Seçkinci değiliz. H alk ço­
cuklarıyız, halkın orta ve fakir kesimlerinden geliyoruz. Önceliğimiz bu ke­
simlere biraz rahatlam a sağlam ak. Çok çalışacağız. Öncelikle Devlet G üven­
lik M ahkem eleri’yle ve gözaltı süresiyle ilgileneceğiz’ diye konuştu.
Ancak Abdullah Gül, Erdoğan’ın Meclis’e seçilmesi, başbakan ve parti
lideri olabilm esi için Anayasa değişikliği yapılmasına kadar bekleyen em anet­
çi başbakan olarak görüldü. Dünya, Erdoğan’a sanki eş yöneticiymiş gibi dav­
ranıyordu. Erdoğan, dünyada çeşitli yerlere gerçek lider gibi görüldüğü ziya­
retler yaptı, açıklam alarda bulundu. Atina’yı, K openhag’ı, New Y ork’u, Was-
hington’ı, M oskova’yı ve D avos’u ziyaret etti; tüm bu yerlerde protokolle, kır­
mızı halıyla karşılandı. Anayasa değişikliği O cak 2 0 0 3 ’te kabul edildi ve Erdo­
ğan 9 M art’ta Siirt ara seçimiyle parlamentoya girdi. Abdullah Gül 11 M art’ta
istifa etti ve Cum hurbaşkanı Sezer Erdoğan’ı yeni başbakan olarak atadı.
Bu arad a, 1 M art’ta Türkiye’nin kurulu düzeni, Meclis Irak savaşında
kuzeyden bir cephe açm ak am acıyla A nadolu’da 6 2 .0 0 0 Amerikan askerinin
konuşlanm asına yönelik hükümet önerisini reddedince, hükümette bir sarsın­
tı yaşandı. M uhalefetle ortaklık içerisinde yüz kadar iktidar partisi milletve­
kili tezkereye ret oyu verdi. Bu oy büyük bir sürprizdi, çünkü bir ay kadar ön­
ce, 6 Şubat’ta Meclis ABD güçlerine Türkiye’deki üslerini modernize etme ve
Kuzey Irak’a ağır malzeme taşım a izni vermişti. Neredeyse herkes -m edya,
büyük iş çevreleri, generaller, siyasetçiler- Türkiye’nin ABD önderliğindeki
koalisyonun aktif bir üyesi olacağını düşünüyordu. ‘Ö düller’ oldukça dik k a­
te değerdi: kriz içindeki ekonomiyi ayağa kaldırmak için Amerikan m alî yar­
dımı, düşük faizli, uzun vadeli krediler; savaş sonrası Irak’ın inşasından alına­
cak işler ve savaş sonrası Irak’ta söz sahibi olm ak gibi. Hükümetin yenilgisi
iktidar partisinin derinden bölünmüş olduğunu gösterdi. Seçmenler, A KP’yi
seçerek, eski siyasal kurumların çoğunu bir kenara itmiş ve A nadolu’nun b ağ­
rından bir yeni liderler nesline yol açm ışlardı. Önceki parti yönetimlerinin a k ­
sine, AKP liderinin dediğini yapan, sıkıca kontrol edilen ve seçkinlerce yön­
lendirilen bir parti değildi. Kam uoyunun fikrine duyarlıydı ve savaş karşıtı
gösterilerin ret oyunda önemli bir rolü olmuştu. Bazı Türkler’in belirttiği gi­
bi, bunun sonucunda dem okrasi kavram ı değişmişti.

A BD İLE İLİŞK İLER VE AB


Washington ile ilişkileri düzeltmeye dönük girişimlerinde Türkiye pek başarı­
lı olamadı. M eclisJTürk hava sahasını ABD’ye açm ak konusunda anlaştı ve
Türk askerinin Irak’a gönderilm esinde ise tartışm alar yaşandı. Ancak halk
arasında Am erikan askerlerinin Irak’a karşı savaşında Türkiye’nin üs olarak
kullanılmasına izin verilmediği için Bush hükümetindeki şahinlerin Türkiye’yi
cezalandırmak istediği yönünde bir şüphe hâkimdi. Ayrıca bu güvensizliğe d a ­
ir daha derin bir açıklama da mevcuttu. Soğuk Savaş’ın ardından iki ülkenin
çıkarları değişmişti. Ankara, A BD ’nin Kuzey Irak’ta Kürtlerin özerkliğine ver­
diği destek konusunda endişeliydi, çünkü böyle bir durumun Türkiye’deki
Kürtler arasında ayrılıkçı eğilimleri besleyeceğini düşünüyordu. 4 Tem m uz
2 003’te yaşanan Süleymaniye olayı da Türkiye’nin korkularını doğruluyordu.
Kuzey Irak’taki Amerikan kuvvetleri Türk özel kuvvetlerinden 11 kişiyi, baş­
larına çuval geçirerek ve küçük düşürerek tutukladı. Ankara W ashington’a
nota verdi ve T ürk subaylar serbest bırakıldı. Fakat Türk-Amerikan ilişkileri
zarar görm üştü ve Pentagon yanlısı generallerin dahi “ Amerikan kibiri” o la­
rak tanımladıkları bu durum karşısında Amerika’yla ilişkiler soğudu.
Süleymaniye olayının öncesinde bile hükümet A B’ye giriş m üzakerele­
rine Türkiye’yi hazırlam ak konusunda ordunun desteğini kazanmıştı. 30 M a-
yıs’ta Başbakan Erdoğan, hükümetinin AB yolundaki kararlılığını vurguladı,
ve “ halkımıza ve ülkemize borcum uzdur,” dedi. Dönemin Genelkurmay İkin­
ci Başkanı Y aşar Büyükanıt, ordunun AB için desteğini tekrar teyit etti ve “ bu
Atatürk’ün yoluydu ve biz de A B’ye karşı olam ayız,” dedi. İki gün öncesinde
Milli Güvenlik Konseyi insan haklarını ihlal eden yasaları değiştirm ek ve
Kürtçenin özel kanal yayınlarında kullanılm asına izin vermek konusunda an ­
laşmış ve A B’nin bazı taleplerini karşılam ıştı. Ticaret, sanayi ve işadam ları
örgütleri hükümete destek olm ak için basında tam sayfa ilanlar vererek “ 6.
uyum paketini ve Türkiye’nin AB üyeliği için atılacak tüm adımları destekli­
yoruz” , dediler. Temmuz ayının başlarında Dışişleri Bakanı Londra’daki R o ­
yal Institute of International A ffairs’e hitaben Türkiye’nin AB tarafından be­
lirlenen Kopenhag kriterlerini karşılam ak için kararlı ve devamlı bir reform
program ı uygulayacağını beyan etti. Daha sonra yine Tem m uz ayında “ Tur-
kish-US Relationship: Prospects and Perils” başlıklı bir konuşm ayla mahufa-
zakâr düşünce kuruluşu [think-tank] W ashington Institute of N ear East Poli-
cy’ye hitap etti. Partisinin yönetimi altında eski elitlerin artık iktidarda olm a­
dığını ve Türkiye’nin dışında bulunanların yeni bir ülkeyle karşı karşıya oldu­
ğunu belirtti. Reform lar siyasal manzarayı değiştiriyor ve daha dem okratik
bir hale getiriyordu. AB’ye katılm ak hükümetin gündeminin en üst sırasın­
daydı ve A B’nin diğer itirazlarını karşılam ak üzere yedinci reform paketinde
M G K reform a tabi tutulacaktı. Türk-Amerikan ilişkileri konusunda ise çaba
göstereceklerdi, çünkü her iki ülke dem okrasi, özgürlük ve piyasa ekonomisi
gibi ortak değerler üzerine kurulm uştu. Aslında Türkiye’nin ABD ve AB ile
ilişkileri birbirini tam am lar nitelikteydi.
M eclis, 7. reform paketini muhalefet ve T Ü SİA D ’ın desteğiyle 31 Tem-
muz’da geçirdi. M G K ’nın yapısı değiştirilmişti. Genel Sekreter bazı güçlerini
kaybetm işti ve Başbakan tarafından atanacak, atam ası da Cum hurbaşkanı
tarafından onaylanacaktı. Konsey her ay yerine iki ayda bir toplanacaktı ve
sadece tavsiye niteliğinde kararlar çıkartabilecekti. Askerî harcam alar sivil
teftişe açık olacaktı. AB paketin geçmesinden memnun oldu, ancak diğer re­
formlar konusunda olduğu gibi Türkiye’nin katılımıyla ilgili kararı vermeden
önce yasaların nasıl uygulandığını görmek istedi. Kuvvetli ordu kuruntunun
etkisi bu reform larla azaltılabilm iş miydi? Çoğunlukla bu reformların etkili
olduğu konusunda bir görüş birliği olsa da, bazıları ordunun hâlâ istihbarat
etkinliklerinin ve dolayısıyla devlet içinde bir devlet olan, siyasi otoritenin
kontrolünün dışında ve hiçbir üst otoriteye karşı sorum lu olm ayan “ derin
devletin” kontrolünü elinde tuttuğuna işaret ediyordu. Başbakan E rdoğan’a
ordunun rolüyle ilgili bir soruya, oldukça m uğlak bir şekilde kağıt üzerinde
N A T O ve AB standartlarıyla bir fark olmadığı şeklinde cevap verdi.
W ashington ile ilişkilerdeki gerginlik devam etti ve 7 K asım ’da Irak
yönetimi Türk askerlerinin topraklarına girmesini reddedince Ankara Irak’a
asker gönderme kararını rafa kaldırdı. K arara kuzeydeki Kürtler ve güneyde­
ki Şiiler karşı çıkmıştı. Sünni üçgeni olarak bilinen bölgede bile, Felluce’nin
valisi Türk askerlerinin işgalci olarak görüleceğini açıkladı. Bu koşullar altın­
da W ashington, Kürt müttefiklerine daha fazla güvenmeyi tercih ederek A n­
kara’nın kararım memnuniyetle karşıladı.
15 K asım ’da İstanbul’da gerçekleştirilen ve iki sinagogu, İngiltere kon ­
solosluğunu ve bir İngiliz bankasını hedef alan intihar eylemleri Türkiye’yi te­
rörizme karşı bir cephe olarak A vrupa’ya daha fazla yakınlaştırdı. İngilte­
re’nin Dışişleri Bakanı Jack Straw ve dönemin Alm an Şansölyesi Gerhard
Schröder, Türklerin saldırıları Türkiye’nin 11 Eylül’ü olarak tanım lam asıyla
Türkiye’yi hızla A B ’yle bütünleştirmekten söz etmeye başladılar. Ankara, AB
ile giriş müzakerelerinin açm ak ve Avrupa ve O rtadoğu arasında bir köprü
olm ak konusunda daha da istekliydi; ki bu rol Soğuk S av aş’ın başlangıcından
bu yana A vrupa’nın ve özellikle de İngiltere’nin Türkiye’nin oynamasını iste­
diği bir roldü.
Bu yüzden Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Türkiye’ye resmi ziya­
rette bulunması siyasi açıdan önemliydi. 6 Ocak 2 0 0 4 ’te Türkiye’ye gelme­
den önce Esad T ürk gazetecilere geçmişteki sorunları geride bırakm ak istedi­
ği konusunda güvence verdi (H atay’ın 1 9 3 9 ’da Türkiye’ye katılmasını kaste­
diyordu) ve Türkiye-Suriye sınırını bir kardeşlik sınırı olarak tanımladı. T ü r­
kiye’nin A B’ye üyeliğinin Suriye’ye de faydalı olacağını, Suriye’yi AB’nin sını­
rına getireceğini söyledi. Dahası, ne Türkiye ne de Suriye Irak bölünmesini ve
bir Kürt devletinin kurulmasını istiyordu.
Yıl boyunca AB ile m üzakerelere yönelik kam panya ivme kazan m a­
ya devam etti. Generaller K ıbrıs’ı yeniden birleştirmeye dönük Annan planı
çerçevesinde çalışm ayı kabul ettiler ve Erdoğan da planın tüm koşullarını
30 O cak’ta kabul etti. K ıbrıs’ın 1 M ay ıs’ta AB’ye katılabilm esini sağlam ak
için Kofi A nnan’a adanın her iki tarafında referandum yapılm ası için tam
yetki verildi.
Ocak ayının sonunda E rdoğan ’ın ABD ziyareti Türk-Am erikan ilişki­
lerindeki bazı çatlakların üzerini örttü. Dışişleri Bakanı Türk-Amerikan iliş­
kisinin artık sadece stratejik olm adığını, insan hakları ve demokratikleşmeye
dayandığını belirtti. Türkiye’de bu durum , Ankara’nın bölgede “ ılımlı bir İs­
lâm ülkesi” rolünü oynayarak dem okratik “ Büyük O rtadoğu Projesi” için bir
model olup olm ayacağı sorusunu gündeme getirdi. Birçok kişi bu rolün, İs­
lâm dünyasında Amerikan hegemonyasını tesis etmek için A nkara’ya verdiği
bir görev olduğunu düşünüyordu. Fakat generaller ve entelektüeller Türkiye
için “ ılımlı İslâm ” fikrini reddetti. Ülke aynı anda hem İslâmî hem de laik ola­
mazdı. Erdoğan da aynı fikirdeydi ve Türkiye’nin laik ve sosyal bir devlet ol­
duğunu, laik bir devlet içinde de İslâmi bir devlet olam ayacağını belirtti. B aş­
kan Bush’un “ Büyük O rtadoğu Projesi” ve Türkiye’nin bu projedeki rolü tar­
tışılmaya devam etti.
28 M art 2004 yerel seçimleri iktidar partisinin konumunu güçlendirir­
ken muhalefetin konumunu zayıflattı. AKP’nin oy oranları yaklaşık rakam ­
larla yüzde 3 4 ’ten yüzde 4 3 ’e yükselirken, C H P’nin oyları yüzde 19’dan yüz­
de 15’e geriledi. H atta seçimin öncesinde, medya muhalefetsiz bir iktidar so ­
rununu tartışıyordu. Sorun seçim den sonra dah a ciddi bir hal aldı. Fak at
araştırm acılar Türkiye’yi gerçekte kimin yönettiğine, seçimlerin iktidarı k aza­
nan partiye verip vermediğine veya hükümetin devleti gerçekten kontrol edip
etmediğine dair önemli sorular sordu. Başbakanlığının ilk dönemlerinde Er­
doğan’ın partisinin iktidar olduğunu am a m uktedir olamadığnı söylem esin­
den bu soruları her zaman anladığı belli oluyordu. A dalet ve Kalkınm a Parti­
si devletin kontrolünü kazanm aya çalışıyordu ve yavaş yavaş bunu b aşarab i­
lecek gibi görünüyordu.

KIBRIS H EP G Ü N D E M D E
24 N isan ’da K ıbrıs’taki referandum larda Türk toplum u adanın birleşmesine
yüzde 6 5 ’lik bir oranla evet derken, Rum lar yüzde 7 6 ’lık bir oranla birleşm e­
yi reddetti. Bu durum AB karşısında A nkara’nın elini güçlendirdi, fakat hü­
kümet AB kriterlerini karşılayabilm ek için yasalar geçirmeye devam etti. 26
Eylül’de M eclis ceza yasasında A B standartlarına ulaşm ak için kapsam lı re­
formları tam am ladı. Yasanın yaklaşık 350 m addesi değiştirilerek son dönem ­
lerin en radikal yasa değişikliği yapıldı. Yeni yasada işkence ve nam us cina­
yetlerine karşı ağır cezalar, yolsuzluğa karşı daha sert yaptırımlar ve ifade öz­
gürlüğü üzerinde daha az kısıtlam a bulunuyordu. Zinayı yasadışı saym aya
yönelik yasa üzerindeki tartışm a A vrupa’da Türkiyenin laikliğini korum aya
dair k ararlılığı konusunda şüph e uyandırdı. Y aygın bir desteğe rağm en
AB’nin itirazlarını gidermek için yasadan vazgeçildi. Ekim ayında AB K om is­
yonu Türkiye’nin siyasal kriterleri yerine getirerek üyelik önündeki ilk grup
engeli başarıyla aştığını ifade etti ve katılım m üzakerelerinin başlam asın ı
önerdi. N ihayet 17 A ralık’ta AB Türkiye’nin üyeliğini koşullu olarak kabul
etti ve katılım müzakerelerinin açılış tarihi olarak Ekim 2 0 0 5 ’i belirledi.
Liberal basın görüşmelerin “ yeni bir A vrupa ve yeni bir Türkiye” ya­
ratacak uzun bir yolculuğun başlangıcı olarak gördü. Am a aynı zam anda, ba­
zı Avrupa ülkelerinin sürekli olarak Türkiye’nin karşılam asını istedikleri ta­
lepler ortaya atarak Türkiye’nin yolunu tıkam aları nedeniyle milliyetçi bir
tepki de ortaya çıktı. Bu nedenle muhalefet partileri, özellikle de CHP sosyal
dem okrat kimliğini korum ak yerine milliyetçi ve m ahufazakâr bir kimliğe bü­
rünüyordu. AKP de partinin başörtüsünü üniversiteler gibi kam usal alanlar­
da serbest bırakm a ve İmam-Hatip liselerinden mezun olanlar için daha fazla
iş olanağı yaratm a konularında hayal kırıklığına uğrayan radikal İslamcı k a ­
nadını yabacılaştıran kendi politikalarından etkilendi. Diğer yandan, T ürki­
ye’deki laik güçler Erdoğan’ın parti yandaşlarını bürokrasi kademelerine dol­
durup devlette kadrolaşm aya giderek, toplumu İslâm laştırm aya dönük gizli
bir gündemi olduğundan korkuyorlardı. Erdoğan’ın Aralık 2 0 0 5 ’te alkol sa ­
tışlarına kısmi bir yasak getirmesi de bu korkuyu pekiştirdi.
Sezer’in dönem i 2 0 0 7 ’de bittiğinde, mevcut meclisin Erdoğan’ı yeni
Cum hurbaşkanı olarak seçeceğine ilişkin tartışm alar laik güçleri harekete ge­
çirdi. Çıkış yolu olarak da AKP’yi böyle bir çoğunluktan yoksun bırakacak
bir erken seçim önerildi. Erdoğan ise erken seçim düşüncesini değerlendirme­
yi reddetti. Vatan, gazetesi tarafından yapılan bir ankette (17 O cak 2006)
A KP’nin % 2 9 .9 ’luk bir oy oranına ulaşacağı saptandı; bu oran da Cumhur-
başkanı’nı seçmek için yetersizdi. C H P ’nin % 14, DYP’nin % 13 ve M H P’nin
% 11,5’lik bir oy oranı yakalayacağı tahmin ediliyordu. H aziran ayında Bü­
lent Ecevit’in eşi R ahşan Ecevit, iktidar partisine karşı sağ ile solu birleştire­
rek bir koalisyon oluşturmayı am açlayan bir kam panya başlattı. Bu kam pan­
ya prensipte hoş karşılansa da, hiçbir parti lideri katılm ayı kabul etmedi ve
“ küçük havuzda büyük balık” olarak kalmayı tercih etti.
Bugün, Cum hurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça, siyasal yaşam kutuplaş­
mış ve gergin bir hal alm aktadır. Erdoğan partisinin gerilimi düşürecek bir
aday göstereceğini açıkladı ama şimdiye kadar böyle bir taahütte bulunmadı.
Aynı zam anda hükümetinin reform program ında bir gevşeme olmadığını söy­
ledi, ancak partisi, sağın sürekli olarak yazarların görüşlerini özgürce söyle­
melerini taciz yoluyla engellemek için kullandığı 301. m addeyi değiştirmeyi
başaram adı.
A ğustos 2 0 0 6 ’da gerçekleştirilen bir kam uoyu araştırm ası yeni bir
mecliste en az dört partinin yer alacağını ve hiçbir partinin bir koalisyondan
kaçınm ak için gerekli olacak % 4 0 ’lık orana u laşam ay acağın ı gösterdi.
A KP’nin % 30 civarında oy toplayacağı ve bunun da A K P’yi, DYP gibi bir
sağcı partiyle koalisyon kurmaya zorlayacağı tahmin ediliyor. Ancak E rd o­
ğan Cum hurbaşkanı seçilirse AKP’de, daha önce Turgut Ö zal’ın Cum hurbaş­
kanlığına yükseldiği dönemde A N A P’ta, Süleyman Demirel Cum hurbaşkanı
olduğunda ise D Y P’de görülen türden bir gerileme yaşanacağı düşünülüyor.
Bununla birlikte, Y aşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı seçilmesi de sivil-
asker ilişkileri açısından iyiye işaret değil. Büyükanıt çeşitli meselelerde daha
sert bir tutum benimseyen bir şahin olararak tanınıyor; aynı zam anda katı bir
laik ve özellikle köktendinci tehdidin bu kadar büyük olduğu bir dönem de
ordunun gerici İslamcı hareketlerle mücadele etmesinin anayasal bir görev ol­
duğuna inanıyor.

O k u m a Ö n e r Il e r I
M etin H e p e r, A y şe Ö n cü ve H ein z K r a m e r (der.), T u rk ey a n d the W est, L o n d ra : I.B T a u -
ris, 1 9 9 3 .
T o su n A rıcan lı ve D a n i R o d rik , T h e P o litic a l E c o n o m y o f T u rk e y : D e b t, A d ju stm e n t a n d
Su sta in a b ility : L o n d ra : M a c m illa n , 1 9 9 0 .
Je n n y W h ite, I s la m ist M o b iliz a tio n in T u rk e y , Se attle: U n iv ersity o f W a sh in g to n P ress,
2002 .
Sencer A y a ta ve A y şe G ü n eş A y a ta , “ R e lig io u s C o m m u n itie s, Se cu larism an d Secu rity in
T u r k e y ” , N e w F ro n tiers in M id d le E a s t Secu rity , der. L e n o re M a rtin , N e w Y o rk : P alg-
rave, 2 0 0 1 , s. 1 0 7 -2 6 .
Sencer A y a ta ve A y şe G ü n eş A y a ta , “ E th n icity an d Secu rity P ro b lem s in T u r k e y ” , N e w
F ro n tiers in M id d le E a st Secu rity , d er. L e n o re M a rtin , N e w Y o rk : P algrav e, 2 0 0 1 , s.
1 2 7 -5 0 .
V* t w ;.

X' i»| V

^SEKİZİNCİ BÖLÜM
2
005 yılının başlarından itibaren Adalet ve K alkınm a Partisi’nin (AKP) te­
mel kaygısı sadece 2 0 0 7 genel seçimlerini kazanm ak değildi. Parlam ento­
da yeni anayasayı tek başına yazabilecek bir çoğunluğa da erişmek istiyorlar­
dı. M uhalefetin süregiden zayıflığı partiye daha da fazla özgüven aşılıyordu.
Ana muhalefetteki Cum huriyet H alk Partisi (CH P), Deniz Baykal li­
derliğinde durağan seyrine devam diyordu. Öte yandan basın (5 O cak 2005)
CH P içindeki bölünmeyi ve Baykal liderliğinin yakında zora gireceğini tartış­
maya açtı. Rekabet, İstanbul’un bir üst pazar bölgesi olan Şişli’nin genç ve di­
namik belediye başkanı M ustafa Sarıgöl’den geldi. Türkiye’nin mevcut siyasi
kültüründe bu meydan okum adan bir şey çıkmadı. 2 0 K asım ’da Baykal ra­
kipsiz olarak genel başkan seçildi ve CH P 2007 seçimlerine Baykal liderliğin­
de girdi. M uhalefet sadece AKP politikalarını eleştirip hiçbir geçerli çözüm
önerisi sunm ayarak topallam aya devam etti.
Eğer A KP’ye karşı muhalefet diye bir şey vardıysa o da hakları ihlal
edilen kentli kadınlardan geldi. 8 M art’ta İstanbul’da yapılan eylem polis ta ­
rafından sert bir şekilde bastırıldı. Asker de henüz susturulam am ıştı. R adikal
gazetesinde çıkan habere göre (25 N isan 2005) Genelkurmay Başkanı Hilmi
Özkök, irtica tehlikesinin devletin gözleri önünde devam ettiğini bir yandan
da Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) AB taleplerini suistim al ettiğini söylüyor­
du. Ö zkök, A B’nin Türkiye’nin kıymetini bilmediğini ve devletin üniter yapı­
sının m utlak ve bölünmez olduğunu söylüyordu. A BD ile de herhangi bir kriz
yoktu.
29 M ayıs’ta Fran sa’da yapılan AB referandumunda katılımcılar ana­
yasaya karşı “ H ayır” (% 5 5 ’e 45 gibi bir oranla) oyu kullandı. Bu durum AB
projesinin yarıda kalmasını getirdi ve Türkiye’nin katılım şansını zora soktu.
Öte yandan A nkara gene de olumlu bir tutum takınmaya çalıştı. Dışişleri Ba­
kanı Abdullah Gül referandumun müzakereleri başlatm ak için bir engel teş­
kil etmediğini söyledi. Türkiye ayağında Erdoğan da bu tutum a sahip çıktı.
İşin doğrusu referandum , Sadece H üküm et’in ABD ile ilişkileri güçlendirmek
konusundaki kararlılığını arttırdı.
Başbakan Erdoğan Haziran ayında W ashington’a gitti. Türk basını Er­
d oğan ’ın Başkan O bam a ile buluşm asından sonra W ashington’un Kürt soru­
nuna karışm aktaki gönülsüzlüğü yüzünden stratejik ortaklığın hâlâ sallantı­
da olduğunu yazıyordu.
ABD, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki kalıcı PKK üslerini yok etme talep­
lerini reddediyordu.
Öte yandan, Erdoğan New Y o rk ’ta İftira ve K aralam a ile Mücadele
Birliği’nden şeref m adalyası aldı. Bu m adalya W ashington’un Ankara ile iliş­
kilerinde bir telafi ^dımı ve Yahudi lobisinin desteğinin kazanılm ası olarak
görüldü. Eski ABD elçilerinden Gündüz Aktan, bu gelişmeyi ABD ile yeni bir
dönemin başlangıcı olarak nitelendiriyordu. Buna ek olarak N ew York Times
(11 Haziran), Erdoğan’ın Avrupa’daki m anzara yüzünden gergin olduğunu,
giderek daha fazla A B D ’ye döndüğünü söylüyordu. Bir T ürk işadam ından
alıntı yapan gazetede şöyle deniyordu: “ AB’ye güvenmeyin. A BD ’ye bakın.
Gerçek dostumuz o n lar.”
Dış ilişkilerden bağım sız olarak esas dram içeride hüküm et asker iliş-
kilerindeydi. H üküm et, ne kadar inkâr etseler de, bir yandan orduyu sivil de­
netim altına alabilm ek ve generallerin gücünü sınırlayabilm ek için AB kriter­
lerinden faydalanm aya çalışıyordu. Hilmi Ö zkök, halka açık bir demecinde
ordunun gücünün terörle mücadelede sınırlı kaldığını söylüyordu. Ö zkök,
halk, sivil yönetim, sivil toplum ve silahlı kuvvetler arasın da tam bir işbirli­
ği kurulması çağrısı yaptı. O sırada daha yeni bir bom balam a eyleminde a s­
ker ve sivilleri öldürm üş, yaralam ış olan PK K ’ye karşı orduya daha fazla yet­
ki verilmesini istiyordu (Cumhuriyet, 8 Haziran). Bu açıklam alara cevaben
hemen ertesi gün A dalet Bakanı Cemil Çiçek, bir değişiklik olm adığını asker
ve hükümetin tek ses ve tek yumruk olduğunu söyledi. Çiçek, terör sorunu
karşısında hükümet ve ordunun aynı safta olduğunu ve aralarında iletişim
problem i olm adığını söylüyordu. Çiçek ayrıca mevcut yasaların herhangi bir
durum la baş etmek için yeterli olduğunu, gerek görülürse değişiklik yapıla­
bileceğini de belirtiyor ve ekliyordu: “ A B’den baskı değil işbirliği görm ek is­
tiyoruz.”
O anda orduyla ilişkilerini beklemeye alan Erdoğan, ilgisini Kürt so ru ­
nuna gösterdi. A ğustos’ta Türkiye’nin güneydoğusunda bir il olan D iyarb a­
kır’a giden E rdoğan Kürt sorununun dem okratik yollarla çözülebileceğini
ilan etti: “ A nayasal düzen dahilinde her sorunu daha çok dem okrasi dah a
çok vatandaşlık hukuku daha çok refahla çözeceğiz, bu anlayışla çözüyoruz
ve çözeceğiz d e...”
Milliyet (11 Ağustos) gazetesi başbakanın Kürt sorununu kabul ederek
yeni bir sayfa açtığını yazıyordu. Ertesi gün Erdoğan devletin geçmişte bazı
yanlışlar yaptığını kabul ediyordu: “ Kürt sorunu hepimizin sorunudur, be­
nim sorunum dur. Geçmişteki hataları kabul etmemek büyük devletlere yak ış­
maz. Çözüm daha fazla dem okrasi, daha fazla hukuk, daha fazla refah tır.”
Basın Erdoğan’ın, Başkan Bush’a yaraşır bir güvenlik çemberi içinde, boş bir
meydana konuştuğunu yazıyordu.
Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması hem Ankara hem de Avrupalı politi­
kacılar arasında takdirle karşılandı. AB diplomatları Erdoğan’ın bu inisiyatifi­
ni desteklediklerini söylediler. Erdoğan’ın bu çıkışına karşılık olarak, Fransa
Cum hurbaşkanı Jacques Chirac ve Alm anya’nın m ahufazakâr lideri Angela
Merkel, mevcut konuşmalarla ilgili ciddi şüphelerini dile getirdi. İkisi de A n ka­
ra’yı AB’ye üye olmayı uman bir ülke “ ruh hali” ne bakıldığında icraata geç­
mekte başarısız olm akla suçladı. Gerçekten de Eylül başındaki AB konuşm ala­
rı duraklamaya girdi. 2 Eylül günü Erdoğan AB hükümetlerini kendi kam uoyu­
na boyun eğmekle suçlayarak artık daha fazla taviz vermeyeceğini ilan etti.
Ekim ayında Chirac durumu daha da zora sokarak Türkiye’nin 4 0 yıl­
lık AB hayalini gerçekleştirebilmek için “ büyük bir kültürel devrim” geçirm e­
si gerektiğini söyledi. Türkiye, idam cezasını kaldırm ak, pazarını A vrupa
mallarına açm ak, Kürtlere serbest dil haklarını vermek gibi büyük adım ları
zaten atmıştı am a AB daha fazlasını istiyordu. AB, askerin sivil otoriteye tabi
olm ası, siyasi tutsakların serbest kalm ası, Kıbrıs’ın tanınması ve Türk liman
ve havalimanlarının Kıbrıs gemi ve uçaklarına açılm ası, yargı reformlarının
hızlanması ve insan hakları uygulam alarının AB ile eşdeğer hale gelmesini is­
tiyordu. 2005 yılı sonunda durum buydu. Vaziyet, çok uzun yıllar boyunca
aynı kalm aya devam etti.
Avrupa A K P’nin Kürt sorunu konusundaki inisiyatifine sempatiyle ba-
kıyorduysa da muhalefet gayet hasm ane bir tutum alm ıştı. Merkez sağ parti­
leri olan DYP ve M H P Başbakan’ın bu gayretlerini lanetledi ve bu konuda sa-
dece hainlerin destek vereceğini söyledi. CH P lideri Baykal, Erdoğan’ın Kürt
sorunuyla terör sorununu birbirine karıştırdığını açıkladı. Partiler A KP’ye
yönelik açıklam alar yaparken Ege’de turistlere ve askerî hedeflere yönelik bir
saldırı dalgasından sonra PKK bir aylık ateşkes ilan etti.
Erdoğan’ın bu çıkışı generaller tarafından da çok iyi karşılanmamıştı.
A ğustos’ta emekli olacak olan 1. O rdu Kom utanı Hurşit T olon , Başbakan’a
sert bir mesaj gönderdi. Tolon, 1 9 2 3 ’te Cum huriyet’i kurm uş olan Kemalist-
lerin duruşundan taviz vermeyeceğini söylüyordu. T olon ’a göre Erdoğan de­
m okrasi üstüne atıp tutarken, PKK ve A B ’ye tavizler verirken aynen bunu ya­
pıyordu. 23 A ğustos’taki M G K toplantısında geri adım attı ve Kürt sorunu­
nun yanlış anlaşılm aya m üsait olduğunu kabul etti. Erdoğan, Kürt halkını
tekrar kazanm ak gerektiğini söylüyordu.
Türkiye, Irak’ta yaşananlara şahit olmanın sıkıntısını yaşıyordu. Yeni
Irak A nayasası’nda Kürtçe ve A rapça resm î dil ilan edilmiş ve hukukun kay­
nağının Islâm hukuku olacağı ilan edilmişti. Sorunu çözmek için çeşitli giri­
şimler oldu am a sonraki yedi senede fazla büyük bir atılım olm adı.
AKP’nin iktidara geldiği 2 0 0 2 ’den beri bir adım adım İslâm laşm a kor­
kusu vardı. AKP elindeki Ankara yerel yönetiminde laik ve ilerici önderlerin
adlarının verildiği sokak isimlerinin değiştirileceğine dair raporlar vardı. En
son örnek daha önce Abdullah Cevdet olan bir sokağın adını, Ermeni Soykı­
rımı iddialarına karşı resmî tezin savunucularından, Y usuf H alaçoğlu olarak
değiştirilmesi teklifiydi. Abdullah Cevdet (1869-1932), Latin Alfabesi, mede­
ni kanun ve laikliğin savunuculuğunu yaptığı için tslâm cılar tarafından sevil­
meyen bir isimdi. M ehm et Akif (1873-1936) bu yüzden Abdullah Cevdet’i
dönek olarak tanımlıyordu. Abdullah Cevdet o kadar sevilmiyordu ki İslâm-
cılar onun Türk ırkını yeniden canlandırm ak için A vrupa’dan erkek ithal
edilmesini savunduğunu söylüyordu. 1910 yılında A bdullah Cevdet, Rein-
hart Dozy’nin İslâm Tarihi isimli eserini tercüme etmişti am a kitap yasaklan­
mış, mevcut kop yalan da denize atılmıştı.
Böylesi bir vu ku at generallerde endişe uyandırm ıştı. Genelkurm ay
Başkanı Y aşar Büyükanıt, “ çanların Türkiye için çaldığını” söylüyordu. T ür­
kiye için birinci tehdit irtica, ikinci tehdit ise bölünme yani P K K ’ydi. Büyüka-
mt, resmî dairelerden Atatürk resimlerinin kaldırılması çağrısının ise Türki­
ye’yi uyandırm ası gerektiren ifadeler olarak nitelendiriyordu (Milliyet, 27
Ekim 2005).
AKP iktidarı üniversiteler için de savaş halindeydi. Laik ilkelere sadık
üniversiteler ile siyasal İslâm köklü iktidar arasındaki kavganın kurbanı Van
100. Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın oldu. Aşkın, yolsuzluk iddialarıy­
la tutuklandı ve rektör olup cezaevine giren ilk Türk akademisyen oldu. Sav­
cı A şkın’ı yo lsu zlu k la suçlarken rektörleri atay an b ağım sız kurul onun
V an ’daki tarik atlar tarafından kurulan bir kom plonun kurbanı olduğunu
söylüyordu. A şk ın ’ın evi polisler tarafından aran dığın da Yüksek Öğretim
Kurulu (YÖK) bu eylemi üniversite özgürlüğüne karşı bir hareket olarak ni­
telendiriyordu. Hüküm et Y Ö K ’ü bir kere ele geçirdiği zam an onlarca üniver­
siteye kendi rektörlerini atayabilecekti.
2006 yılı başlarında siyasi istikrarsızlığın sona ereceğine dair söylentiler
vardı. Bu yüzden Erdoğan cumhurbaşkanlığı yarışına girmeye karar verdi. Öte
yandan 1990’larda cumhurbaşkanı olm aya karar verip kendi partilerini yok
etmiş olan Süleyman Demirel ve Turgut Ö zal’la aynı hatayı mı yapacaktı?
Takvim e göre Kasım 2 0 0 7 ’de seçime gidilmesi gerekiyordu. Erdoğan
aynı yıl cum hurbaşkanlığına aday olursa bu seçimlerde A KP’nin epey zorlan­
ması anlam ına gelecekti. Çok say ıd a insan başın da E rdoğan olduğu için
AKP’ye oy veriyordu. Erdoğansız AKP için bu kadar desteği çekmek m üşkül
bir iş olacaktı. AKP, muhtemelen tek başına iktidar olam ayacak, koalisyon­
lar için tekrar yol açılacaktı. 2006 yılı boyunca yapılan ana tartışm a buydu.
O cak 2 0 0 7 ’de yapılan bir ankette katılımcılar E rdoğan ’ın cum hurbaş­
kanlığına karşı oy kullanmıştı. Buna rağmen belli m akam ları ele geçirm ek
AKP için önem kazanmıştı. Zira, 15 yeni üniversiteye yapılan rektör atam a­
ları meclisten gidip cum hurbaşkanlığına geldiğinde dönemin cum hurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer tarafından yeniden görüşülmesi için veto edilmişti. Öte
yandan, meclis yasayı değişiklik yapm adan tekrar onayladı. Bu yüzden AKP
için kendi adayını Cum hurbaşkanlığına çıkarm ak bir öncelik haline geldi.
Erdoğan aday olmayı reddedince Abdullah G ül’ün aday olacağına d a ­
ir spekülasyonlar arttı. Sonunda Gül cum hurbaşkanı adayı olduysa da Gül,
367 şartı yüzünden seçilemedi. A slında Abdullah G ül’ün aldığı 357 oy, cum ­
hurbaşkanlığı seçimlerinde o zam ana kadarki en yüksek oydu, am a ana m u­
halefet partisi CH P bu oylamayı geçersiz sayıp A nayasa M ahkem esi’ne götür­
dü. Anayasa M ahkem esi C H P’nin itirazını haklı gördü ve meclisteki birinci
tur oylamayı geçersiz ilan etti. Aynı gün Başbakan erken seçimlerin 22 T em ­
muz’da yapılacağını ilan etti.
Birdenbire başka bir kurum daha siyaset sahnesine yön verdi: O rdu.
AKP, A B’nin Kopenhag Kriterleri’ni karşılayabilm ek için çok sayıda hukuki
değişiklik yapm ış olduğu için bu gelişme sürpriz oldu. 2 9 M art’ta haftalık h a­
ber dergisi N o k ta 'da emekli bir amiralin günlüklerine dayanan bir haberde
emekli generallerin hükümete karşı darbe tasarladığı söyleniyordu. Bu girişim
daha sonra Ergenekon kom plosu olarak anılacaktı. Birkaç hafta sonra 27 Ni-
san ’da Genelkurmay tarafından yayınlanan E-M uhtıra’da cumhurbaşkanlığı
seçimleri sürecinde laiklik üzerinde durulm ası gerektiği söylendi. Bu yüzden
T S K bu sürecin dışın da kalam azdı. Ertesi gün m uhtıraya karşılık olarak
Cumhuriyet tarihinde ilk defa hükümet bir karşı uyarı yayınladı ve Genelkur­
m ay ın Başbakanlığa bağlı olduğunu hatırlattı.
Halk seçim kam panyasına büyük ilgi gösterdi. AKP % 47 oranında oy
alarak ezici bir çoğunluk elde etti. Bu zafer siyasi tıkanıklığı ortadan kaldırdı
ve M H P, 367 sorununun ortadan kalkm ası için vekillerinin cum hurbaşkanlı­
ğı seçimlerine katılacağını açıkladı. CH P ise eğer Gül seçilirse cum hurbaşkan­
lığını boykot edeceğini söyledi. 28 A ğustos 2 0 0 7 ’de A bdullah Gül cumhur­
başkanı seçildi.
Gül, barışçıl bir şekilde devlet başkanı ve başkom utan olmayı başar­
mıştı. Kam panya boyunca askerin sırf karısının başörtüsü yüzünden laiklik
konusunda endişe taşım asına gerek olm adığı konusunda tem inat verdi. Gül,
gazetelere verdiği demeçte Türkiye’nin yasalarla yönetildiğini ve insan hakla­
rının, istenen kıyafetin giyilebilmesi de dahil olm ak üzere, anayasa tarafından
güvence altına alındığını söylüyordu.
16 A ğustos’ta Büyükanıt’a G ü l’ün cum hurbaşkanlığı sorulduğunda
“ Ben konuşunca borsanın düştüğünü söylüyorlar,” diyerek sessiz kalmayı
tercih etti. Öte yandan siyasi gözlemciler 4 M ayıs 2 0 0 7 ’de D olm abahçe’de
Erdoğan ve Büyükanıt buluşm asında neler konuşulduğunu m erak ediyorlar­
dı. İki buçuk saat süren toplantıda neler konuşulduğunu iki taraf da açıkla­
m ayı hâlâ reddetmektedir. Öte yandan 2 0 A ğustos’ta B aşbakan spekülas­
yonları bitirmek için ordunun siyasetten uzak durmasını istedi. “ ...Bırakın
konuşulanlar sarayda kalsın. Kurum lanınız, görevlerini anayasal çerçevede
yürütm ektedir.”
Abdullah G ül’ün cumhurbaşkanı olm ası birçokları tarafından laikliğin
son kalesinin İslam cılar tarafından ele geçirilmesi olarak görüldü. Cumhur­
başkanlığı seçimleri arifesinde Genelkurmay şer odaklarının saldırısı altında
olduklarını ilan etti. Genelkurmay Başkanı Y aşar Büyükanıt T SK internet si­
tesinde şöyle yazıyordu:

“ M ille tim iz T ü rk iy e C u m h u riy eti’nin laik d o k u su n u ta h rip etm eye u ğraşan


şer o d a k la r ın ın d av ran ışların ı izlem ek ted ir. Sü rekli şe k il d eğiştirerek her
gün b a ş k a bir m enfur plan o r ta y a ç ık m a k ta d ır.”
Öte yandan generaller yemin törenini boykot etmekten biraz daha faz­
lasını yapabilirlerdi.
Cum hurbaşkanı Abdullah Gül açılış konuşm asında herkesin gönlünü
alıcı m esajlar vermeye gayret etti. Konuşm asının başında A tatürk’e sonunda
ise “ Allah utandırm asın” diyerek dine referans verdi. Ö te yandan dini parti­
ler tarafından kullanılan “ laiklik din ve vicdan özgürlüğünün teminatıdır” re­
toriğine başörtüsü takılmasını temel hak olarak kabul ettirebilmek için Gül
de vurgu yaptı.
Seçimlerden sonra daha güçlü bir pozisyon elde eden Erdoğan saldır­
ganlaşm aya başladı. 19 O cak 2 0 0 8 ’de Erdoğan yargıyı üniversitelerde b aşör­
tüsüyle ilgili ihtilafa müdahil olm am ası konusunda uyardı. Bir hafta önce Is­
panya’ya yaptığı ziyaret sırasında başörtüsünün siyasal simge olarak kullanıl­
masının bir saldırı olmadığını savundu. Cumhuriyet Başsavcısı tartışm aya d a ­
hil oldu ve okullarda başörtüsü takılm asının devletin üniter yapısına aykırı
olduğunu söyledi. Hükümetin başörtüsü yasağının hafifletilmesi yolundaki
teklifi de anayasaya aykırı ilan etti. Erdoğan ise kimsenin kendini yasam anın
üstünde görm em esi gerektiğini söylüyordu. Erdoğan, eğer kuvvetler ayrılığı
diye bir şey varsa devletin her kurum u sınırlarını bilmelidir diyordu. Siyasi
sahnenin yargıya saldırısıyla başörtüsü üstüne yapılan bu kavganın nasıl bite­
ceği herkesin m erak konusuydu.
Ergenekon tertibi N okta dergisinin 2 0 0 7 M art sayısında yayınlanm ış­
tı. Öte yandan mahkeme 13 subayın tutuklanmasını 28 O cak 2 0 0 8 ’de emret­
ti. Orgeneral Y aşar Büyükanıt Ergenekon çetesiyle T SK arasında bir bağ kur­
m aya çalışanları eleştirdi. Geçmişte böylesi oluşum larla T SK arasında bir bağ
kurmaya çalışanlar olmuştu am a ordu bir suç örgütü değildi. T SK içinde suç­
lu olan subaylar cezasını bulacaktı.
Sonraki yıllarda emekli ve m uvazzaf subaylar tutuklanırken darbe gi­
rişimine bazı gazeteci ve akadem isyenlerin destek verdiği iddia edildi (bkz.
Kronoloji). Ç ok sayıda kişi kefalet hakkı tanınmaksızın hapsedildi. H albuki
çoğu yargılanm a devam ederken bu kefalet kurallarını ihlal edecek halde de­
ğildi. Yüzlerce sayfa iddianameler basıldı ve hatta internet sitelerine dahi k o ­
nuldu. N e olduğunu anlam aya çalışan çok az sayıda insan vardı. Bunlardan
biri de İstanbul’a yerleşmiş olan araştırm acı Gareth Jen kin s’ti. 2009 yılında
Jenkins ilk iki iddianameyi analiz etti. Konu üzerine yazdığı Johns H opkins
Ümversitesi-SAIS, tarafından yayınlanan “ Kurgu ve Gerçekler Arasında Er­
genekon” başlıklı uzun m akalesi Türkiye’de bir dalgalanm a yarattı am a m a­
kale asla Türkçeye çevrilmedi.
Ergenekon soruşturm ası günümüze kadar geldi. 11 M art 2 0 0 9 ’da 1909
sayfalık ikinci iddianam e 6, 7 ve 8. dalga tutuklam aları da kapsıyordu. İddia­
name İstanbul Ağır Ceza M ahkem esi’ne gönderildi. İki general için müebbet
isteniyordu. Savcılar diğer 14 kişiyi parlam entoyu şiddet kullanarak lağvetme
girişimiyle suçluyordu. Suçlananlar arasında işadamı Sinan Aygün, gazeteci
M ustafa Balbay ve Tuncay Özkan da vardı. 14 N isan’daki 12. dalgada 29 ki­
şi tutuklanmıştı. Tutuklananlar arasında rektörler ve profesörler de vardı.
Çok sayıda gözlemci askerin m üdahale edeceği korkusunu garip bulu­
yordu. Asker geçmişte sistem işleyişi sol veya sağ görüş tarafından bloke edi­
lirse müdahale ediyordu. O durumda siyasal tıkanıklık sadece ordu m üdaha­
lesiyle aşılabiliyordu. 1960 Cuntası 1924 A nayasası’nın son kullanm a tarihi­
nin dolduğunu düşünen hukuk profesörleri tarafından desteklenm işti. Bu
profesörler yeni bir liberal anayasa yazdılar. Bu şekilde Türkiye ticaret eko­
nomisinden endüstriyel ekonomiye geçiş yapabildi.
1971 yılında asker, Türkçe kısaltm ası DİSK adıyla bilinen sendika ha­
reketinin yarattığı tehdidi iktidardaki A dalet Partisi’nin bu örgütle dem okra­
tik yollarla baş edemediği ve kalkınm acı kapitalist ekonominin tehlikede ol­
duğu iddiasıyla yok etti. 1980’lerde ise Cunta, Türkiye’nin küreselleşmesi yo­
lundaki siyasi engelleri kaldırmak için m üdahale etti. 21. yüzyılın başında sis­
teme yönelik böylesi bir tehdit yoktu. AB, ordunun sivil iradeye tabi hale ge­
tirilmesini üyelik için ön şart olarak koyuyordu. Belki de iktidar partisi askerî
kom plo tehdidi iddialarını generalleri yola getirilmesi gerektiğine dair bir öl­
çü olarak gördü.
2008 yılının O cak ayında Y aşar Büyükanıt “ Ergenekon Operasyonu ” nu
ve subayların hükümete karşı silahlı isyana teşvik ithamıyla tutuklanmasını
eleştirdi. Büyükanıt ordunun üniversitede türban serbestisine (İslamcı kadın­
ların siyasi beyanı haline gelmiş bir başörtüsü çeşidi) muhalefeti konusunda­
ki katı duruşunu da korudu.
Laik zihniyetteki gazeteciler İslâmcı Milli Görüş ideolojisinin AKP’de
giderek daha fazla egemen olduğunu söylüyordu. Amaç Türkiye’yi daha din­
dar ve m ahufazakâr bir ülkeye dönüştürm ekti. Bunun en geçerli yolu da baş­
ta Milli Eğitim Bakanlığı’nda olmak üzere kendi görüşlerine yakın bürokrat­
ları atayarak, bütün bakanlıklarda kadrolaşm aktı. Örneğin Yunus Söylet’in
İstanbul Üniversitesi rektörü olarak atanm ası 30 Aralık 2 0 0 8 ’de öğrenci pro­
testolarına sebep oldu.
Yunus Söylet, Erdoğan ailesinin doktoruydu ve partiyle de yakın bağla­
rı vardı. Ülkenin bilim ve araştırm a konseyi TÜBİTA K’ın başında bile evrim
teorisine karşı çıkan bir idare vardı. 2 0 0 9 yılı Darw in’in 200. doğum yıldönü­
mü olması sebebiyle U N ESCO tarafından Darwin Yılı ilan edilmişti. Bilim ve
Teknik dergisinin Darwin ve Evrim Teorisi kapak konusu Küresel İklim Deği­
şikliği olarak değiştirildi. 16 M art 2 0 0 9 ’da New York Tim es ve diğer dergiler
Darwin skandalim laik kurum larda din etkisi vurgusuyla haber yaptılar.
1 O cak 2 0 0 9 ’da Erdoğan, G azze’ye yönelik saldırıları durdurabilmek
için, Suriye, Ürdün, M ısır ve Suudi A rabistan’ı ziyaret ederek İsrail’e karşı
diplom atik sav aşa girişti. Erdoğan İsrail’i bir insanlık trajedisine sebep o l­
m akla suçladı. Bu arada Cum hurbaşkanı Gül de İsrail’in G azze’de yaptığının
zalimlik, canavarlıktan başka bir şey olm adığını söylüyordu. Erdoğan da,
G azze’deki çatışm alara son verme çağrısına uymayan İsrail’in BM ’den men
edilmesi gerektiğini savunuyordu. O rtad o ğu ’ya yönelik yapılan bu siyasi jest­
ler W ashington Tel Aviv’in arkasında durm aya devam ettiği müddetçe bir
m ana ifade etmiyordu.
29 O cak günü Türkiye İsrail ilişkileri bir darbe daha aldı. Başbakan
Erdoğan İsrail Cum hurbaşkanı Şim on Peres’i eleştirerek ve bir daha D avo s’a
gelmeyeceğine yemin ederek oturum u terk etti. Erdoğan şöyle diyordu:

“ Say ın P eres benden d a h a y aşlısın ız am a sesin iz b en d en d a h a fazla y ü k se li­


y o r. Ben biliyorum ki b u n u n seb eb i vicdan a z a b ı çek m en iz. İş ad a m ö ld ü r ­
m ey e gelince siz a d a m ö ld ü rm e y i iyi bilirsiniz. K u m sa lla r d a ço cu k ları n asıl
ö ld ü rd ü ğ ü n ü z ü ço k iyi b iliy o r u m .”

Bu arada orduya yönelik saldın da devam ediyordu. Basın, 8 O cak’ta-


ki 10. dalgayı tsunam i olarak değerlendiriyordu. İstanbul Barosu Başkanı
M uam m er Aydın yüksek profilli hukukçuların tutuklanm asını lanetliyordu.
Yargıç ve Savcılar Birliği de (YARSAV) hükümetin Ergenekon davasını yü­
rütme şeklini eleştirerek bu yaşananların Hitler ve M ussolini dönemlerini ha­
tırlattığını söylüyordu.
25 O cak günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yasam a ve yürütme or­
ganlarına verdiği öğle yemeği davetinde Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Ka-
nadoğlu da lafını sakınmıyordu. Kanadoğlu böylesi bir davetin kuvvetler ayrı­
lığı ilkesine aykırı olduğunu ve yargı bağımsızlığına dolaylı bir saldırı olduğunu
söylüyordu. Bu tartışm alara rağmen gene de yargı bağımsızlığının bazı kalıntı­
ları kalmıştı. A nayasa Mahkemesi, güvenlik güçleri tarafından yapılan dinle­
melerin başbakan tarafından denetlenmesini öngören yasal düzenlemeyi iptal
etti. Hukuk uzmanları ve analistleri bu kararı alkışlıyordu çünkü böylece din­
leme faaliyetleri artık mahkeme kararlarına dayandırılarak yapılabilecekti.
Ana muhalefet partisi CH P Ergenekon soruşturm asının siyasi am aç­
larla yapıldığını söylerken M H P davayı destekliyordu. M H P lideri Devlet
Bahçeli Ergenekon’un Türkiye dem okrasisini gölgelediğini ve bu tür suç ör­
gütlerine karşı savaşm anın ulusal görev olduğunu söylüyordu.
Brüksel’de AB Bakanı dönemin Dışişleri Bakanı Ali B ab acan ’dan Erge­
nekon tutuklam alarıyla ilgili açıklama istediğinde Babacan yargının arkasına
sığınarak Türkiye’de yargının bağımsız olduğunu, merak edilecek bir şey ol­
m adığını, bir suç varsa eninde sonunda ortaya çıkacağını söylüyordu.
23 O cak 2 0 0 9 ’da gazeteler 11. dalgada 16 bölgede operasyon yapıldı­
ğını söylüyordu. Tutuklananlar arasında sendika liderleri, gazeteciler, subay­
lar ve emniyet görevlileri vardı. Daha önce tutuklanan emekli O ram iral Tun-
cer Kılınç neden gözaltına alınıp sorgulandığı konusunda bir fikri olmadığını
söylüyordu. Kılınç’ın iddiasına göre bu operasyonlar silahlı kuvvetlerin im a­
jını zedelemek ve geçmişte m ağdur edildiğine inananların intikam alm ak iste­
diği için yapılıyordu.
Şubat ayında basın özgürlüğüne yönelik ciddi bir saldırı yaşandı. 19
Şubat’ta Maliye, D oğan M edya G rubu’na yarım milyar dolarlık bir vergi ce­
zası kesti. M edyada yer alan haberlere göre hükümet m edyaya karşı savaşı
yeni bir seviyeye taşıyordu. Ertesi gün Türkiye Gazeteciler Cemiyeti böylesi
adaletsiz bir cezanın hükümetin sevmediği basın organlarını susturm anın teh­
likeli bir yolu olduğunu söylüyordu. A ssociated Press, bu cezanın Türkiye’nin
en zengin adam larından biri ve kararlı bir laiklik yanlısı olan Aydın D oğan’la
İslâm merkezli hükümetin başbakanı T ayyip Erdoğan arasındaki mücadele­
nin göstergesi olduğunu söylüyordu. Aydın Doğan AP’ye verdiği bir röportaj­
da “ Bizim kendisini destekleyen diğer medya gruplarına dönüşmemizi istiyor
am a biz onlar gibi değiliz,” dedi. Konuyla ilgili W ashington bile görüş belirt­
ti. 2008 yılına ait İnsan H akları R ap o ru ’nu kam uoyuna açıklayan Dışişleri
Bakanı Hillary Clinton, yargı ve medya üzerine vurgu yaparak A KP’yi eleştir­
di. Clinton şunları söyledi: “ Türkiye’de özgürlükler kısıtlanıyor, işkence yük­
seliyor” (Cumhuriyet, 26 Şubat; Hürriyet, 2 7 Şubat).
M art ayının başlarında medya dünyası iktidarın eleştirilere karşı do­
laylı yoldan sansür araçlarını kullandığı endişesini dile getirdi. 4 M art günü
B aşbakan Erdoğan, hükümetin dinleme kayıtlarını kullandığını am a buna ni­
yetlenen herhangi bir özel kuruluşun gerekli teknolojiye hâkim olduğu zaman
istediğini takip edebileceğini söyledi.
2009 yılında AKP için işler çok da iyi gitmiyordu. Milliyet gazetesinin
haberine göre (17 M art) işsizlik oranı % 1 3 ,6 ’ya ulaşmıştı ve genç nüfusun
dörtte biri işsizdi. Bu durum toplum sal yapıya zarar verebilirdi. İhracat ra ­
kam ları % 25 düşm üş, ithalat rakam ları % 40 artmıştı. Sanayideki kapasite
kullanımı yakın tarihin en düşük seviyelerine gelmişti.
Her dört orta ve küçük işletmeden biri küçülmeye gitm iş, çalışanları­
nın % 75’i işten çıkarılmıştı. AKP, 29 M art’taki yerel seçimlerde 2007 seçim­
lerine kıyasla 8 puan geriledi. Bu durum muhalefet partilerine umut verdi.
Her şeye rağmen Erdoğan en yakın rakibine 15 puanlık fark atıyordu
ve halk nezdinde güvenoyu kazandığını ilan edebiliyordu. CH P ise bu kaybı­
na rağmen liderlikte bir değişim ihtiyacı olmadığını söylüyordu. Yoluna hiç
seçim kazanam am ış olan Deniz Baykal’la devam edecekti.
Öte yandan bölgede Türkiye için işler düzelmeye de başlamıştı. ABD
Başkanı O bam a 6 M art’ta yaptığı iki günlük devlet ziyaretinde Türkiye’nin
A B’ye katılımını desteklediğini böylece İslâm dünyasıyla Batı’nın da yakınla­
şabileceğim ifade etti. O cak’taki D avos vakasından sonra Türkiye O rtado­
ğu’da, özellikle “ A rap sokaklarında” anahtar bir oyuncu olarak algılanm aya
başlandı. Büyüyen yumuşak gücünde, bölgede giderek popülerleşen televiz­
yon dizilerinin de bunda payı oldu. Durum un farkında olan El Cezire televiz­
yonu M art’ta D o h a’da gerçekleştirilen 4. Yıllık Forum ’a Türk araştırm acıla­
rını ve gazetecileri de davet etti. İsrail, özellikle Türkiye ve Suriye’nin ortak
gerçekleştirdiği askerî tatbikatı öğrenince epey telaşlandı. Bu haberi Türkiye,
Suriye ve Lübnan arsında bir üçlü ittifak kurulduğunun göstergesi olarak al­
gıladı (Cumhuriyet, 28 Nisan 2009).
2009 yılında Türkiye’de siyasi vaziyet değişmeye başladı. AKP, 2002
yılında iktidara geldiğinde AKP kendini m ahufazakâr dem okrat bir parti ola­
rak tanımlıyor, geçmişteki İslâmcı köklerini terk ettiğini söylüyordu. Bu du­
rum Türk liberallerini böldü. Bir kısmı AKP’yi askerî vesayetin ve Kemalist
ideolo)inin gücünü kırdığı ve liberal bir toplum yarattığı için destekledi. Bu
gruptaki liberaller AKP’nin AB’ye girme çabalarına da destek veriyordu. Öte
yandan, Kasım 2 0 0 5 ’te Avrupa İnsan H akları M ahkem esi (AİHM ) üniversi­
telerde başörtüsü yasağını destekleyen bir karar alınca A KP’nin AB’ye yöne­
lik tavrı da değişti. Çok sayıda liberal de iktidar partisinin cinsiyet eşitliği ve
kadın özgürlüğü konusundaki ataerkil tutumundan hoşlanm ıyordu. H atta
Türkiye’de bu konuda gerileme dahi görülüyordu. Türkiye B M ’nin Cinsiyet
Güçlendirme Endeksi’nde 2002 yılında 63. sıradayken 2 0 08 yılında 90. sıra­
ya düşmüştü. Liberaller, hükümetin basın konusundaki pozisyonunu ve san­
sürcü tavrını da tasvip etmiyordu am a ellerinden de fazla bir şey gelmiyordu.
Liberaller, gazeteci Nedim Şener’in Ermeni yazar H rant D ink’in öldürülm e­
siyle ilgili kitabında gizlilik yasalarını ihlal ettiği bahanesiyle cezaevine konul­
m ası karşısında bigâne kalmıştı.
Bu arada hükümet askerin yetkilerini de kısmaya devam ediyordu. 26
H aziran 2 0 0 9 ’da askerî mahkemelerde sivillerin yargılanma hakkının kaldı­
rılm ası ve askerlerin sivil mahkemede yargılanabilm esi hakkındaki kanun
meclisten geçince generaller bir darbe daha yediler.
Cum hurbaşkanı Gül yasayı 5 Tem m uz’da onayladı. N eoliberaller, bu
yasayı Türk demokrasisi için ileri bir adım olarak görürken laikler ise Türki­
ye’yi İslâm laşm aya karşı koruyan gücün zayıfladığını hissediyordu.
Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan biri de 1984’te
PKK’nin isyanından beri on binlerce cana m alolm uş Kürt sorunuydu. Erdoğan
zaten halihazırda bir “ Kürt Sorunu” olduğunu kabul etmişti. 23 Tem m uz’da
basın Başbakan’ın bir “ Kürt Açılımı” başlattığını duyurdu. Gelecek yıllarda
Kürt partileriyle bol bol müzakere yapılmasını gerektiren cesur bir adımdı.
Öte yandan sağ kanat partisi M H P bu açılım fikrini çok da paylaşm ı­
yordu. M H P lideri Devlet Bahçeli açılımı Türkiye’nin yıkılışı için tertiplenen
bir plan olarak lanetledi, M H P’nin bu açıklam a ultra milliyetçi bir yükselişi
tetikledi ve iki grup arasında şiddet olayları tırm anışa geçti. Aralık ayında
A nayasa M ahkemesi yasadışı örgüt PKK ile olan bağları yüzünden D em okra­
tik Toplum Partisi’nin kapatılm asına karar verdi ama kapatılan parti 14 Ara-
lık’ta Barış ve Dem okrasi Partisi (BDP) adıyla yeniden kuruldu.
Başbakan Erdoğan ne olursa olsun açılımı devam ettireceğine dair söz
verdi. 12 Ekim 2 0 0 9 ’da Deniz Baykal, açılımı Erdoğan’la tartışm ak istediği­
ni söyledi ama Erdoğan sonradan tartışm anın canlı yayınlanması şartı koşul-
duğu için buluşm ayı reddetti. Erdoğan dah a sonra iki m uhalefet partisini
K ürt sorunu konusunda korkaklık etmekle suçlayarak şunları söyledi: “ Ana­
lar Kurtuluş Savaşı sırasında ağlamadı. A nalar Dersim, Çorum , M araş Katli­
am ları sırasında (azınlıklara yönelik katliam lar yapılırken) ağlad ı.”
Mesele sadece Kürtler değildi. Rum O rtodoks Patriği Bartholom eos,
Heybeliada Ruhban O kulu’nun kapalı olm asından şikayetçiydi. Bartholomeos
“ Oksijensiz kaldık, Patrikhane ölüyor,” diyordu. Bu sorun devam ederken hü­
kümet Ermeni Akdamar Kilisesi’nin Eylül 2 0 1 0 ’da ibadete açılacağını duyurdu.
Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığını bırakm asıyla yerine Ahmet Da-
vutoğlu geçmişti. İlk defa 9 M ayıs 2 0 0 9 ’da Davutoğlu “ stratejik derinlik”
politikasını kam uoyuyla paylaştı. D avu toğlu’nun vizyonuna göre Türkiye
dünyanın merkezi olm alıydı. Davutoğlu şunları söylüyordu: “ Dünyaya veri­
lecek bir mesajım ız olm alı. Bölgede adaleti sağlayabilecek pozisyondayız.
D ünyada bizim konum um uzda olan başka ülke yok. Bu beş, altı bölgede eş­
güdüm lü olarak aktif olmalıyız. Türk diplom asisi dünyadaki sadece beş, altı
ülkeyle karşılaştırılabilir.”
Öte yandan D avutoğlu’nun bu politikaları Türkiye’nin etrafında Arap
Baharı patlak verince, özellikle 2011 ve 2 0 1 2 ’de Suriye’de de isyanlar patla­
yınca zora girdi. Henüz 2 0 0 9 Aralık ayının sonunda Erdoğan Şam ’a yaptığı
bir ziyaret sırasında Suriye’nin O rtadoğu’ya açılan kapı olduğunu söylüyor­
du. Suriye Cum hurbaşkanı Esed de Erd oğan ’dan kardeşim diye bahsediyor­
du. Esed, Erdoğan’dan Suriye ve İsrail arasında arabuluculuk yapmasını isti­
yordu. İsrail Türkiye ilişkileri zaten yeterince kötüydü. İsrail’in Dışişleri Ba­
kan Yardımcısı, T ürk elçisini alçak bir sandalyede oturm aya zorlayarak bek­
letip, fotoğrafçılar önünde elini sıkmayı reddedince daha da kötüleşmişti. 13
O cak 2 0 1 0 ’da A n kara’nın elçisini geri çağırm ası bile konuşuluyordu.
Bu arada ordu ile ilişkiler de bir darbe daha almıştı. 20 O cak’ta neoli­
beral gazete Taraf, 2 0 0 3 yılında 1. O rdu Kom utanı Çetin D o ğan ’ın 2003 yı­
lında nasıl bir darbe planı yaptığını yazıyordu. Doğan ve diğer üst düzey ko­
m utanların hazırladığı Balyoz isimli darbe planının hedefi camileri ve müze­
leri bom balayarak, Türk uçaklarını bom balayıp Yunan uçakları yapmış gibi
göstererek kaos yaratıp AKP hükümetini devirmekti. Genelkurmay bu fan­
tastik planla herhangi bir bağı bulunduğunu reddetti. Emekli Orgeneral Çe­
tin D oğan şerefi üzerine yemin ederek Balyoz O perasyonu adıyla bir darbe
planı olmadığını, iddiaların şeytanca bir yalan olduğunu iddia ediyordu. Öte
yandan bu iklimde 4 Şubat’ta askere iç güvenliği sağlam ak için idareye el
koym a yetkisi veren m adde de kaldırıldı. Bu düzenleme hükümetin askere
karşı kazandığı başka bir zaferdi.
22 Şubat’ta m edya Balyoz O perasyonu’yla bağlantılı olan emekli ve
m uvazzaf subaylara yönelik tutuklam alar yapıldığını duyurdu. 26 Şubat’ta
yapılan daha fazla tutuklam ayla Balyoz’un da Ergenekon gibi yıllarca devam
edecek bir dava olduğu anlaşıldı.
Öte yandan Balyoz hakkında şüphesi olanlar böyle bir darbe planı ya­
panların nasıl olup da geride 5 bin sayfalık doküm an bırakabildiğini soruyor­
du. Diğerleri işin arkasında polis ve istihbarat ağı içine nüfuz etmiş olan ve
subayları dinleyip sonra da tutuklatan AKP müttefiki Gülen hareketinin par­
mağını arıyordu, Pensilvanya’da gönüllü sürgün hayatı yaşayan Fetulllah Gü-
len’in bütün operasyonu tek başına yönettiği söyleniyordu.
2002 yılında iktidara geldiğinden beri muhalefet partilerinin zayıflığı
AKP için büyük bir lütuf oldu. Bu özellikle C H P’nin başında Deniz Baykal
varken daha da geçerliydi. Baykal, C H P ’nin başına 1992 yılında geldi ve T ür­
kiye’nin siyasal kültürü de böyle olduğu için, partiyi kendi kişisel partisi hali­
ne getirdi. Partisini defalarca yenilgiye sürüklediği halde kongrede tekrar ge­
nel başkan seçildi. 17 yıllık saltanattan sonra sadece 2010 yılının M ayıs ayın­
da gizli kamerayla kaydedilm iş seks skandali sayesinde istifa etmek zorunda
kaldı. Böylece CHP ilk defa kendini yenileme ve muhalefet olarak rolünü oy­
nam a fırsatı elde etmiş oldu.
Parti örgütü Baykal’ı geri istiyordu am a Kemal Kılıçdaroğlu il teşkilat­
larının desteğini kazanm ayı başardı ve 2 2 M ayıs’taki kongreyi kazandı. Kılıç-
daroğlu, Baykal’ın kuklası geçici bir topal ördek olarak görülüyordu. Bu yüz­
den partiyi yenilemek zorlu görevine sahipti.
Kılıçdaroğlu bugüne kadar partiyi yenilemede başarılı olm uş değil.
CH P, seçmeni cezbeden bir program ortaya koymayı başaram ıyor. Onun ye­
rine Erdoğan’ın icraatlarına karşı tepkisel reaksiyonlar gösteriyor. AKP yüzü­
nü iki tarafa da döndüğünü söylediğinde Kılıçdaroğlu Türkiye’nin yolunun
AB yolu ve Batı değerleri olması gerektiğini söyledi. Erdoğan Kürt sorunu de­
diğinde Kılıçdaroğhı ■bunu Doğu ve Güneydoğu Sorunu olarak düzeltti.
Böyle tezler seçmenin küçük bir kısmını cezbediyor ya da çoğunluğa
hitap edemiyor. Ç oğu anket çalışmasının gösterdiği gibi seçmen daha çok ge­
çim derdiyle ilgileniyor. En büyük sorunlardan biri işsizlikti. Gazetelere göre
işsizlik oranları hızlı bir şekilde artıyordu ve oranlar küresel ortalam adan beş
kat fazlaydı.
İşsizlik oranları % 3,6 oranında artış göstererek 13’e ulaşmıştı. E ko­
nom ist dergisi tarafından yapılan sıralam aya göre Türkiye, dünyada işsizlik
oranı en yüksek beşinci ülkeydi (Cumhuriyet ve Radikal, 16 Eylül 2009).
Hatta hükümet ekonomi tahminlerini revize etmişti. 2 0 0 9 için büyüme
oranlarını % 4 ’ten 3 ,6 ’ya düşürdü. O rta vadeli ekonomik program da 2009
için % 6 küçülme bekleniyordu. Hüküm et ise 2010 için % 3,5 büyüme bek­
liyordu. Bütçe açığı 10 milyar dolar olarak beklenirken 62,8 milyar dolara
ulaşm ası bekleniyordu. Sene sonunda işsizlik oranının da % 14,8 olm ası bek­
leniyordu (Hürriyet ve Milliyet, 17 Eylül 2009).
CH P’nin bünyesinde çok sayıda yetenekli ve seçmene bir mana ifade
eden bir program hazırlayabilecek ekonom ist bulunm asına rağmen parti
programını hazırlarken bundan yararlanm aya çok hevesli gözükmüyorlardı.
Kılıçdaroğlu genel başkan seçildikten kısa bir süre sonra parçalanm ış
merkez solun tekrar bir araya geleceğine dair emareler ortaya çıktı. 2010 yı­
lının H aziran ayında Bülent Ecevit’in dul eşi Rahşan Ecevit D em okratik Sol
H alkçı Parti’yi (D SH P) feshetmeye ve solda birlik sağ lam a adııı.ı ( III' > ■
desteklemeye karar verdi. 2009 yılının H aziran ayında D SP Genel H .ışL .u n
R ahşan Ecevit genel başkanlıktan istifa etm iş, parti yönetim i tekrar llıılm i
Ecevit çizgisine dönene kadar kendisinin de dönmeyeceğini söylem işti. Soy
lediği olm ayınca D SP ’den istifa edip D SH P ’yi kurdu. D S H P ’yi lağvedip ki
lıçdaroğlu’nu destekleyince Bülent Ecevit çizgisindeki siyasetçileri C H P’yc
taşım ış oldu.
2010 yılının Ekim ayında partiler seçim için oy to p lam ay a başladığın­
da konuşulan konular gene başörtüsü, laiklik, alkollü içkilere yönelik yüksek
vergiler ve İslâmcı tırmanıştı. Muhalefet ekmek parası peşinde koşan insanla­
rı, ekonomi, hayat pahalılığı, kentli gençler arasında büyüyen işsizlik gibi so­
runları gene unutmuştu. Doğal olarak Başbakan Erdoğan da gündemi kendi
belirleyebildiği için gayet mutluydu.
Kılıçdaroğlu CH P genel başkanı olarak partiyi seçim lere taşırken hü­
kümeti eleştirmeye devam ediyordu am a ekonomi hakkında ço k az şey söylü­
yordu. 31 M ayıs’ta İsrail’in M avi M arm ara’ya yaptığı operasyon Erdoğan’ı
hem içeride hem de dışarıda güçlendirdi. İçinde barış aktivistlerini taşıyan
Türk gemisi İsrail am bargosunu kırarak G azze’ye yardım götürm eye çalışı­
yordu. İsrail’e yönelik husumet arttı. Erdoğan, Türkiye’nin hedefinin O rtado­
ğu Birliği olduğunu ilan etti. Öte yandan bu konuşma sadece retorikti. Ufuk­
ta O rtadoğu’d a birliğe dair bir gösterge yoktu. Tersine, bölge her zam ankin­
den daha fazla bölünmüştü.
İçeride, Ergenekon davası üçüncü yılına girmişti. T utuklam aların ve
iddianamelerin arkasının kesileceğine dair bir emare yoktu. Bu arada ülkede
belli bir kesim zenginleşmeye devam etti. Lira milyonerlerinin sayısı 2 0 0 9 ’da
23 bin iken 2 0 1 0 ’da bu sayı 29 bine yükseldi. H arcayan sınıfın büyümesinin
göstergesi olarak (R adikal, 27 Tem m uz 2009) 2010 so n u n a kadar 94 tane
daha alışveriş merkezi yapılmasının planlandığı söyleniyordu. Kürt açılımına
rağmen Kürt sorunu hâlâ çözülebilmiş değildi. Başbakan bu yüzden BDP’yi,
PKK ve terörizmi desteklemekle suçluyordu (15 H aziran 2 0 1 0 ).
17 H aziran ’da cumhurbaşkanının tekrar seçimi için seçim sistemini
değiştirmek am acıyla hazırlanan yasa tasarısının bir bölüm ü Erdoğan ’ın gele­
cekteki adaylığı bağlam ında ciddi tartışm a yarattı. T asarı cum hurbaşkanının
halkın oylarıyla doğrudan seçilebilmesini getiriyordu a m a başbakan m aka­
mından istifa etmesine gerek olm adan adaylık yarışını yürütebilecekti. Erdo­
ğan cumhurbaşkanlığı makamını elde ettikten sonra A b d u llah G ü l’ün parti­
nin başına geçeceğine dair spekülasyonlar yapılıyordu. B u spekülasyonu ya­
panlar AKP liderliği için rekabet yaşanacağını ve geçmişte T urgut Ö zal’ın
A navatan, Süleyman D em irel’in Doğru Yol örneğinde olduğu gibi AKP’nin
de dağılm a ihtimali vardı.
Darbe iddiaları ve hem m uvazzaf hem de emekli generallerin tutuklan­
m ası sebebiyle hükümet ve askerler arasındaki tansiyon giderek yükseliyor­
du. A ğustos ayında Yüksek Askeri Şura (YAŞ) rütbe terfi kararları söz konu­
su olduğunda hükümet atam alara müdahale ediyor, silahlı kuvvetlerin gem­
lerini iyice sıkıyordu. Bu atam alarda norm alde generaller özerk bir alana sa­
hipti. İlk defa askerler, yüksek komuta kademesini oluştururken hükümete
boyun eğmek zorunda kaldılar. O zam ana kadarki askerî gelenek dikkate
alındığında yaşananlar ülke için eşi görülm em iş gelişmelerdi.
Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner olurken Orgeneral
Erdal Ceylanoğlu da yeni K ara Kuvvetleri Kom utanı oldu. A sker nüfuzu gi­
derek sönüyordu.
12 Eylül 2 0 1 0 ’da anayasa reformunun onaylanm ası için yapılan refe­
randum 2011 seçimlerinin öncülü olarak görülüyordu. AKP, % 5 8 ’lik “ evet”
oyunu garantiledi. B u 2 0 0 9 yerel seçimlerinden sonra % 6 ’lık bir oy artışı an­
lam ına geliyordu. Her ne kadar anayasa değişikliği % 58 gibi bir oranla geç­
mişse de bu % 4 2 ’lik bir dilimin de (30 milyondan fazla seçmenin) AKP’ye
“ hayır” dediği anlam ına geliyordu.
Referandumu eleştirenler bu düzenlemenin amacının yargıyı hüküme­
te bağlam ak olduğunu söylüyordu. Bu durum bütün gücün ölçüsüz bir şekil­
de yürütmede toplanacağı ve güçler ayrılığının rafa kalkmasını getirecekti.
12 Haziran 2 0 1 1 ’de Kemal Kılıçdaroğlu partisi CH P’nin mecliste san­
dalye sayısını arttıran tek parti olduğunu, diğer partilerin geçmişten çok daha
az sayıda vekil çıkarabildiğini iddia ediyordu. Öte yandan AKP seçimleri %
4 9 ,8 3 gibi bir oy oranıyla kazandı. CHP, oyların sadece % 2 5 ,9 4 ’ünü topla­
yabilmişti. M HP % 12,99, bağımsızlar ise % 6,58 gibi bir orana sahipti. 550
sandalyelik parlam entoya bu oranların dağılım ına bakıldığında AKP 326,
C H P 135, M HP 53, Kürtlerin BDP’si 36 sandalyeye sahipti. AKP kendi ana­
yasasını geçirmek için gereken 367 sandalyeye ulaşam am ıştı, bir şekilde ana­
yasa taslağı için C H P’yle çalışm ası gerekecekti am a ortada bir koalisyon teh­
didi de yoktu.
Öte yandan B aşbakan Erdoğan diğer meselelerle ilgili kanun çıkarm ak
istediğinde % 50 çoğunlukla istediği düzenlemeyi geçirebilirdi. Unutmamak
gerekir ki geçmişte sadece üç seçimde parlam entoda % 50 çoğunluk sağlana­
bilmiştir: 1950 ve 1 9 5 4 ’teki Dem okrat Parti (DP) iktidarı ve 1 9 6 5 ’te Demi-
rel’in Adalet Partisi (AP) bu çoğunluğa erişebilmiştir. Erdoğan % 50 çoğun­
luğu geçen dördüncü lider olmuştur.
AKP bu n ok tad a seçimlerde konan % 10 barajından da faydalanm ış­
tır. Baraj sayesinde m ilyonlarca vatandaşın oyunun hiçe sayılm asını sağla­
mış ve baraj altı kalan partilerin sandalyelerini kazanm ıştır. Örneğin 2002
seçimlerinde oy oranı sadece % 34 iken parlam entodaki sandalyelerin %
6 6 ’sına sahip olm uştur. CH P dışında hiçbir parti o eşiği aşam am ıştır. O yla­
rın % 4 5 ’ini alm ış olan 16 parti m eclis dışı kalmıştır. Böylece 14 milyon
seçmen mecliste sesini duyuram az hale gelm iştir. Gene 2 0 0 7 seçimlerinde
AKP % 46 oy alm ış olm asına rağmen meclisteki sandalyelerin % 6 2 ’sine sa ­
hipti. AKP oyların neredeyse % 5 0 ’sine sahip olm asına rağm en 550 kişilik
m ecliste 367 sandalyeye ulaşam am ış ve tam çoğunluğa erişem em işti. Bu
yüzden yeni an ayasa taslağı için m uhalefetle gayet yakın çalışm ak zorunda
kalacaktı.
28 H aziran’da toplanan yeni meclis, seçilmiş iki vekili M ustafa Balbay
ve Mehmet H aberal hâlâ cezaevinde olduğu için CHP tarafından boykot edil­
di. Siyasi tansiyonun yüksek olmasına rağmen Başbakan Erdoğan üçüncü se­
çim zaferinden sonra kendine daha fazla güvenen bir ruh hali içindeydi. M ı­
sır’daki M uham m ed M ursi’nin tersine popülist dem okrat İslâmi gündemi po­
litik olarak uygulam aya geçirmek için üçüncü seçim zaferini bekledi. Türk si­
yasi kültürünün bir kurbanı olarak, 1 9 5 0 ’lerde Başbakan M enderes’le başla­
m ak üzere, “ çoğunlukçu dem okrasi” de seçimleri kazandığı zam an toplumun
geri kalanına da istediği gündemi dayatabileceğini düşünüyordu.
29 Tem m uz’da Genelkurmay B aşkam ’yla beraber K ara, Deniz, H ava
Kuvvetleri komutanlarının da istifasıyla Erdoğan silahlı kuvvetler üzerindeki
otoritesini de genişletti. Erdoğan 31 Tem m uz’da hükümetle ilişkileri iyi olan
Orgeneral Necdet Ö zel’i Genelkurmay Başkanı olarak atadı. 7 A ğustos’ta hü­
kümet ve generaller askerin m üdahalesine yasal dayanak olan İç Hizmet Ka-
nunu’nun 35. m addesinin değiştirilmesi konusunda uzlaştılar. CH P bile bu
maddenin değiştirilmesi gerektiğini kabul ediyordu.
Aynı zam anlarda hükümet askerin bütçesini de yükseltti. 2011 yılında
Türkiye’nin savunm a harcam aları 5 m ilyar doları bulmuştu. Bütün zam anla­
rın rekoru olan bu rakam generalleri tatmin etmeye de yetmişti.
Bu jeste karşılık olarak generaller de hükümetin gönlünü alm ak istedi.
Orgeneral Özel 30A ğustos Zafer Bayram ı’na Genelkurmay Başkanlığı yerine
Cum hurbaşkanı Abdullah Gül’ün ev sahipliği yapmasını teklif etti - sem bo­
lik bir jest ve asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesinin bir göstergesi olarak.
Z afer Bayram ı’ndan bir gün önce 2 7 N isan M uhtırası Genelkurm ay’ın inter­
net sitesinden kaldırıldı.
AKP, asker-sivil ilişkilerini kendini tatmin edecek şekilde çözmeye baş­
ladıysa da 2007 yılında başlatılm ış olan açılım a rağmen Kürt sorunu baş ağ­
rıtm aya devam ediyordu. AKP hükümetinin PKK ve İmralı Cezaevi’ndeki de
facto lideri Abdullah Ö calan ’la gizlice görüştüğüne dair iddialar vardı. Öte
yandan Başbakan Erdoğan 9 Haziran 2 0 1 1 ’de bu iddiaları öfkeli bir dille ya­
lanladı. Erdoğan, M H P lideri Devlet Bahçeli’nin iftira attığını 1 9 9 9 ’da Öca-
lan’ın asılm asına engel olduğunu ve eğer AKP koalisyon ortağı olsaydı Öca-
lan’ın asılm ası konusunda ısrarcı olup aksi halde koalisyonu terk edeceğini
söyledi.
Öte yandan 14 Eylül 2 0 1 1 ’de Türk yetkilileri ve Kürt m ilitanlar ara­
sında geçen konuşm anın kayıtları sızdırıldı. Bu konuşm aların başbakanın
doğrudan talimatıyla yapıldığı söylendi. Ertesi gün AKP Genel Başkan Y ar­
dımcısı Cemil Çiçek M İT M üsteşarı H akan Fidan’la yasadışı örgüt yönetici­
lerinin iddia edilen buluşm asının geçmişte İngiltere ve İspanya’nın yaptıkla­
rından bir farkı olmadığını söyledi.
Konuşm aların açığa çıkmış olduğu şartlarda 21 Eylül’de Abdullah Gül
PK K ’ye silahları bırakm aları yönünde çağrı yaptı. Birkaç gün sonra Erdoğan
ise daha sert bir tavır alarak PKK silahları bırakana kadar müzakerelere de­
vam etmeyeceklerini söyledi. 25 Eylül’de PK K ’nın tepkisi Siirt’te askerî bir
garnizona saldırarak altı askeri öldürmek oldu.
2012 yılının O cak ayında Erdoğan daha uzlaşmacı bir tutum içine gi­
rerek PK K ’nin siyasi temsilcileriyle müzakerelerin arkasında durdu am a as­
kerî tedbirler gene de devam edecekti. Bu arada BDP de Ö calan’a itibarını ia­
de ediyordu. 21 M ayıs 2 0 1 2 ’de partinin liderlerinden Pervin Buldan Kürtle-
rin Ö calan ’ı asla bir suçlu değil, bir önder olarak gördüklerini söylüyordu.
G örüş ayrılıklarına rağm en müzakereler gene de devam ediyordu.
24 O cak 2 0 1 3 ’te, onları partinin D oğulu vekilleri olarak tanım laya­
rak, AKP’nin Kürt vekilleriyle barış sürecini görüştü. CH P, PK K ’yla m üza­
kereler konusunda bölünm üşken M H P bu konuda direnç gösterm eye yemin­
liydi.
Kürt milletvekillerinin İmralı’da Ö calan ’la görüşebilmesi için izin ve­
rilmişti. 18 Şubat’ta Abdullah Ö calan’ı kardeşi M ehmet Ö calan ziyaret etti.
25 Şu bat’ta Abdullah Ö calan aracıları vasıtasıyla iki üç hafta içinde barış sü­
recini nihai hale getirmelerini söyledi. 9 M art’ta Erdoğan, PK K ’ya silah bıra­
kıp m ecliste siyaset yap m aları çağrısın da bulundu. Birkaç gün sonra 13
M art’ta PKK bir jest yaptı ve rehin tuttuğu 8 T ürk’ü serbest bıraktı. H ükü­
met, 21 M art’taki N ew ruz Bayram ı’ndan önce PKK’nin ateşkes ilan etmesini
bekliyordu. 21 M art günü de Ö calan’ın “ tarihî barış ça ğ n sı” nı yapm ası bek­
leniyordu. Ö calan’ın Nevvruz mesajı hüküm et tarafından barış ruhuna uygun
bulundu. 22 M art’ta PKK Kuzey Irak’ta eylemsizlik kararı aldı ve BDP de
Kürt silahlı mücadelesinin % 9 9 ’unun bittiğini söyledi.
Kürtlerle gizli müzakereler devam ederken CHP, hükümete muhalefet­
le bilgi paylaşm ası çağrısında bulundu am a bu çağrının bir faydası olm adı;
görüşmeler gizli yürütülmeye devam etti. 3 N isan ’da BDP delegasyonu Oca-
lan’ı ziyaret etti. 15 N isan ’da da çekilme sürecinin sonbaharda tam am lanaca­
ğını duyurdu. PKK A nadolu’daki üslerini terk etmeye başladı. Kuzey Irak’a
ilk grup 14 M ayıs’ta vardı. M üzakereler boyunca Türk hükümeti IRA’yla ya­
pılan “ Good Friday” müzakerelerinin nasıl yönetildiğini İngilizlere danışm ı­
şa benziyor. Görünüşe göre G ood Friday sürecinde yürütülen müzakere şek­
li, otuz yıllık çatışm adan sonra bir barış anlaşm asını ortaya çıkaracağı um u­
duyla PKK’yla yapılan görüşmelerde de model olarak kullanıldı am a ufukta
bir barış ihtimali gözükm üyor ve gizli görüşm eler hâlâ devam ediyor.
Hükümet bir yandan bu müzakerelere devam ederken diğer yandan da
diğer alanlarda kendi programını uygulam aya devam ediyordu. Hüküm et,
partinin devlet aygıtının çok büyük bir bölümünde (silahlı kuvvetler, yargı ve
eğitim) kontrolü sağlam asında başarılı olmuştu. Partinin yasam a üzerindeki
hâkimiyeti uygun gördüğü herhangi bir yasayı kolaylıkla geçirebilmesini de
sağlam ıştı. Bu yüzden sosyal bilimciler dindarlaşm a artm am ışsa da toplumun
her geçen gün m ahufazakârlaştığını söylüyordu. Öte yandan toplumsal ma-
hufazakârlaşm anın devlet tarafından zorlanm ası, liberal dem okrasi konsep-
tiyle çelişiyordu. Özellikle kadınlar giderek daha fazla bu toplum sal mahufa-
zakârlaşm anın kurbanı oluyordu.
M uhalefet partileri hâlâ AKP’ye meydan okuyam ayacak kadar zayıf
ve program sızdı. Sadece, seçmene hitap eden hiçbir altern atif önermeden
A KP’nin açılım larına tepki gösteriyorlardı. Kentlerde, özellikle İstanbul’da
insanlar, özellikle A K P’nin m ahufazakâr-tüketici toplum yaratm a politikala­
rı yüzünden hükümete düşman ettiği gençler huzursuzdu. 30 M ayıs’ta her­
hangi bir partiye dahil olm ayan bir grup insan şehrin kalbinde başka bir
A V M ’ye dönüştürülecek küçük bir park olan Gezi Parkı’nı işgal etti. Şehrin
merkezi T aksim ’de yer alan tek yeşil alanı korum ak istiyorlardı. Polis, her za­
man yaptığı gibi, göstericilere biber gazıyla müdahale etti am a birkaç direniş­
çiyi yaralamış olm asına rağmen kalabalığı dağıtam adı.
2 Haziran’da protestonun yoğunluğu arttı. Binlerce kişi hükümet kar­
şıtı slogan atıyordu. Bu direniş Erdoğan’ın 10 yıllık iktidarına yönelik en bü­
yük meydan okum a olm uştu. Taksim , bir çevre eylemi olarak başlayan pro­
testolara otoritenin sert müdahalesiyle polis ve göstericilerin şiddetli çatışm a­
ları sonucu savaş alanına dönmüştü.
Protestonun başladığı günlerde başbakan Kuzey A frika’daydı. 3 H azi­
ran ’da R abat’tayken göstericilerle zıtlaşan bir tutum içine girdi. Erdoğan, ana
muhalefet ve aşırı grupları suçlamaya devam etti. Aynı gün A n kara’da Cum ­
hurbaşkanı Gül demokrasinin sadece sandıktan ibaret olm adığını söylüyor­
du. Gül demecine “ mesajın alındığını” da ekledi. Gül’ün açıklam asından sa­
atler sonra polis T ak sim ’den geri çekildi. Erdoğan ise cevaben G ül’ün nasıl
bir mesaj aldığını bilemediğini söyledi.
4 H aziran günü B aşb ak an ’ın sözcüsü konum unda bulunan Bülent
Arınç da uzlaşmacı bir mesaj verdi. Arınç polisin sert tavrı için kısmi bir özür
bile diledi. Arınç tansiyonu düşürmek için protestocuların lideriyle buluşm a­
yı da teklif etti ve şunları söyledi: “ Gezi Parkı’nda yurttaşlarımız meşru, m an­
tıklı ve haklı tepkilerini gösterm iştir.”
6 Tem m uz’u 7 Tem m uz’a bağlayan gece Erdoğan Türkiye’ye döndüğü
zam an havaalanına partiye sadık kişiler tarafından bindirilmiş kıta, 10 bin ki­
şilik bir kalabalık tarafından karşılandı. Erdoğan hararetli bir konuşm a yapa­
rak kanunsuzluğun sınırlarında dolaşan bu protestoların şimdi artık sona er­
mesi gerektiğini söyledi. 8 H aziran’da Başbakan Ankara ve İstanbul’da top­
layabildiği halk desteğini gösterebilmek için mitingler yapm aya karar verdi.
A nkara’daki miting 15 H aziran’da İstanbul’daki miting de ertesi gün yapıldı.
A KP’nin bu mitingleri sadece protestocuların daha fazla y ab a n cıla ştırm a sı­
na ve Erdoğan’ın hiç de taviz verecek bir ruh hali içinde olm adığını gösterme­
ye yaradı.
İstanbul’da başlayan protestolar ay boyunca devam etti. Gösteriler İs­
tanbul’dan Ankara’ya ve İzmir’e, oradan da Türkiye’nin hemen her şehrine
sıçradı. Polis şiddeti giderek daha da kötüleşti. Polis, biber gazının dışında
içinde kimyasal m adde bulunan tazyikli su, plastik mermi ve hakiki mühim­
m at kullandı.
“ Gezi Parkı” nın siyasi sonuçlarının ne olacağı hâlâ belli değil. O ay ya­
pılan anketlerde AKP 6 puan kaybetmiş gözüküyordu. Öte yandan diğer mu­
halefet partilerinin kazandığı oylar AKP’yi bir sonraki seçimlerde alt edeme­
yecek kadar yetersizdi. Öte yandan kesin olan bir şey var. 2002 yılında ilk ik­
tidara geldiği günden beri onu destekleyen AKP neoliberallerin desteğini kay­
betti. Bu neoliberallerden Cengiz Ç an d ar, ona neden destek verdiğini, daha
sonra neden ona m uhalif olduğunu açıkladı. 18 H aziran’da polis şiddeti tam
gaz devam ederken Ç andar ezilmiş olanlar Erdoğan’ı desteklediği, askeri si­
villerin kontrolü altına soktuğu, AB yolunda dem okrasiyi desteklediği ve
Kürt sorununu çözm ek istediği için desteklediğini söylüyordu.
Erdoğan, Cengiz Çandar gibi bir kalemi neden kaybediyordu? Çünkü
Erdoğan 31 M ayıs’ta 16 H aziran’a kadarki süreçte (özellikle 17 Haziran ge­
cesinde) polis terörüne olur verdi. Polisten kaçan göstericilerin olduğu Divan
O teli’ne biber gazı kapsülleri atıldı. Y aralılara yardıma gelen doktorlar kelep­
çelendi. İstiklal C addesi’nde polise göğsünü siper eden ve tazyikli suya maruz
kalan kırmızı elbiseli kadın insanların hafızalarından silinmedi. O makaleyi
yazan Ç andar’ın zihninde de o kadın vardı.
Gezi Parkı Direnişi olarak bilinen sürecin Türk siyaseti üzerindeki et­
kilerinin ne olacağını sadece uzun vadede görebiliriz. 2 0 1 4 yerel seçimlerinde
ve 2015 genel seçimlerinde seçmen A K P’ye tavır alacak mı, muhalefeti iktida­
ra getirecek mi? Bu sorunun cevabı ana muhalefet partisi C H P ’nin gelecek ay­
lar içinde kendini ne kadar yenileyebileceğine bağlı.

Ç e v İr e n B a l k a n T a l u

O k u m a Ö n e r Il e r I
R .Q . M e ch a m , “ F ro m the A sh es o f V irtu e, a P rom ise o f L igh t: the T r a n sfo r m a tio n o f P o ­
litical Islam in T u r k e y ” , T h ird W orld Q u a rte rly , 2 5 /2 , 2 0 0 4 , s. 3 3 9 -3 5 8 .
Kronoloji
1071 Malazgirt Savaşı sonunda Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı.
1095 Birinci Haçlı Seferi.
1207 Selçuklular Bizans egemenliğindeki Antalya’yı ele geçirdiler.
1219 İran’ı istilaya başlayan Moğollar, fethettikleri İran’da 1256 yılından 1336 yılına
kadar hüküm sürecek olan Ilhanlı Devleti’ni kurdular ve Anadolu'ya yöneldiler.
1261-1300 Batı A n a d o lu 'd a Menteşe, Aydın, Saruhan, Karesi ve Osm anlı beylikleri
kuruldu.

Osman Gazi (1288-1326)

Orhan Gazi (1326-1359)


1326 Bursa fethedildi ve Osmanlı Devleti'nin ilk başkenti oldu.
1331 İznik (Nikaia) fethedildi.
1336 İran’daki M oğol devleti sona erdi.
1345 Karesi Beyliği topraklarının büyük bölümünün fethi O sm anlIlara Avrupa
yolunu açtı.
1354 Gelibolu ve Ankara ele geçirildi.

I. Murat (1359-1389)
1361 Edirne (Adrianopolis) fethedildi ve sonraki yıllarda Osmanlı Devleti’nin ikinci
başkenti oldu.
1363-1365 Güney Bulgaristan ve Trakya’ya doğru genişleme.
1 3 7 1 -1 3 7 3 Bizans'a karşı Çirmen Zaferi ile Balkanlar’daki Osmanlı hâkimiyeti tanındı.
1385 Sofya fethedildi.
1386 Karamanoğulları yönetimindeki Konya fethedildi.
1389 Kosova Savaşı (20 Haziran) sonucu Balkan ittifakı yenilgiye uğradı.
I. Bayezid (Yıldırım), (1389-1402)
1396 Niğbolu (Nikopolis) Savaşı’yla Haçlılar bozguna uğradı.
1402 Ankara Sav a şı’yla Beyazit'in imparatorluğu Timur tarafından yıkıldı.
1402-1413 Fetret Devri: Beyazit’in oğulları arasında yaşanan ve I. Mehm ed’in iktidarı ele
geçirmesiyle sonuçlanan iç savaş.

I. Mehmed (1413-1421)
İç savaştan sonra yıkılan devlet düzenini yeniden kurdu.

II. Murat II (1421-1444 / 1446-1451)


1423-1430 Selânik’i ele geçirmek için yapılan Osmanlı-Venedik savaşları.
1425 İzmir ele geçirildi ve Batı Anadolu yeniden fethedildi.
1439 Sırbistan ilhak edildi.
1444 Varna Savaşı: OsmanlIlar Balkanlar’ın kontrolünü yeniden kazandılar.
1448 İkinci Kosova Savaşı

II. Mehmed (Fatih) (1444-1446 / 1451-1481)


1453 İstanbul’un fethi.
1459 Mora fethedildi.
1461 Trabzon Rum İmparatorluğu ortadan kaldırıldı.
1463-1479 Osmanb-Venedik savaşları.
1467 Karamanoğulları Beyliği ele geçirildi.
1475 Kırım’daki Ceneviz kolonileri ele geçirildi.

II. Bayezid (1481-1512)


1485-1491 Mısır’daki Memlûk Devleti’yle savaş.
1493 Ispanya’dan kovulup OsmanlI’ya sığınan Yahudiler, önce İstanbul daha sonra
da Selanik’te matbaa açtılar.
1499-1503 Venedik’le savaş.

I. Selim I (Yavuz) (1512-1520)


1514 Safevî hükümdarı Şah İsmail Çaldıran Savaşı'nda bozguna uğratıldı.
1516 Doğu Anadolu ve Suriye ele geçirildi.
1517 Mısır’ın fethi Mekke şerifi Osmanlı egemenliğini kabul etti.

I. Süleyman (Kanunî/Muhteşem) (1520-1566)


1521 Belgrad ve Rodos (1522) fethedildi.
1526 Mohaç Savaşı sonunda Macaristan Osmanlı vesayetine girdi.
1529 Birinci Viyana Kuşatması.
1534 Safevî yönetimi altındaki Tebriz ve Bağdat elegeçirildi.
1537-1540 Venedik’le savaş.
1538 Portekizlilere karşı Hindistan’da Diu Adası civarında deniz savaşı.
1541 Macaristan ilhak edildi.
Safevîler’le savaş.
1565 Malta kuşatması.
II. Selim (1566-1574)
1567 Ermeni toplumu matbaa kurdu.
1569 Tunus'un fethi ve ticareti geliştirmek amacıyla Fransa’ya kapitülasyonlar
verildi.
1571 Kıbrıs fethedildi, aynı yıl Inebahtı Savaşı’ndaOsmanlı donanması bozguna
uğradı.
1573 Venedik ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğumla barış yapıldı.

III. Murat (1574-1595)


1578-1590 Azerbaycan ilhak edildi.
1580 Ingiltere’ye kapitülasyonlar verildi.
1584-1592 Devalüasyon ve büyüyen nüfus baskısı enflasyon ve sosyal kargaşaya yol
açtı. İstanbul’da 1589 yılında ‘Beylerbeyi Vakası’ diye adlandırılan Yeniçeri
İsyanı çıktı.
1593 Avusturya'ya karşı savaş.

III. Mehmed (1595-1603)


1598 Anadolu’da bir Celalî isyanı çıktı; 16. yüzyılın başlarında patlak veren bu
isyanlar 17. yüzyıl ortalarına kadar sürdü.
1603 Avusturya’ya karşı yapılan Haçova Meydan Muharebesi güçlükle kazanıldı.
1603-1639 Osmanlı-lran savaşları.

I. Ahmet (1603-1617)
1606 Avusturya’yla barış yapıldı.
1609 Anadolu'daki CelalT Isyanları'nı bastırmak içingirişimlerdebulunuldu.
1612 Hollanda’ya kapitülasyon imtiyazı verildi.

II. Osman (1618-1622)


1618 İran’la yapılan barış sonucunda OsmanlIlar Azerbaycan’ı kaybetti.
1621 Lehistan üzerine sefer (Hotin Seferi) düzenlendi.
1622 Genç Osman öldürüldü.

I. Mustafa (1617-1618 / 1622-1623)

IV. Murat (1623-1640)


1623 Kardeş katlinin sonu; Şehzade İbrahim OsmanlıHanedanı’nın hayatta kalan
tek şehzadesiydi. Hanedanın geleceği tehlikeye girdiğinden idam edilmedi,
ancak sarayda kapatıldığı mahbesinde sefahat içinde bir yaşam sürdürmesine
izin verildi. Safevîler Bağdat’ı ele geçirdi.
1624-1628 İstanbul ve Anadolu'da isyanlar.
1627 Osmanlı Rumları matbaa kurdular.
1637 Don Kazakları Karadeniz’de bulunan Azak Kalesi'ni ele geçirdiler.
1638 OsmanlIlar Bağdat’ı Safevîler’den tekrar geri aldılar.
İbrahim (1640-1648)
1642 Azak Kalesi tekrar ele geçirildi.
1645-1669 Osmanlı-Venedik savaşları. Girit Seferi.
1648 Sultan İbrahim öldürüldü.

IV. Mehmed IV (1648-1687)


1648-1651 Devlet yönetimi IV. Mehmed’in babaannesi Valide Kösem Sultan'ın elinde.
1649-1655 İstanbul’da anarşi; yeniçeriler İstanbul’ukontrol ederkenâyan da Anadolu’yu
kontrol altına aldı. Kösem Sultan öldürüldü. Venedik’in Çanakkale Boğazı'm
ablukası devam etti.
1656-1661 İmparatorlukta düzeni yeniden kuran Sadrazam Köprülü M ehm ed Paşa
dönemi.
1661-1676 Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa dönemi.
1663 Osmanlı-Avusturya Savaşı.
1669 Venedik’le barış antlaşması imzalandı. Girit Adası OsmanlIlara geçti.
1672-1676 Lehistan’la (Polonya) yapılan savaşlarda, 1672’de Bucaş (Buczacz), 1676’da
da Zuravno (Zoravvno) antlaşmaları imzalandı.
1676-1683 Sadrazam Kara Mustafa Paşa dönemi.
1677-1681 Ukrayna’nın ele geçirilmesi amacıyla Rusya’yla savaş.
1683 İkinci Viyana Kuşatması.
1684 Avusturya, Lehistan ve Venedik. OsmanlIlara karşı Kutsal Ittifak’ı oluşturdular.
1686 Budin düştü. Rusya ittifaka katıldı; Venedikliler Mora'yı işgal ettiler.
1687 İkinci Mohaç Savaşı; isyancı askerler IV. Mehmed’i tahttan indirdiler.

II. Süleyman (1687-1691)


1688 Avusturya Belgrad’ı ele geçirdi.
1689 Avusturya’nın Kosova’ya ilerlemesi; Ruslar Kırım’da.
1689-1691 Köprülü Fazıl Mustafa Paşa’mn sadrazamlığı; reformlar gerçekleştirdi ve 1690
yılında Belgrad'ı Avusturya’dan geri aldı.

II. Mustafa (1695-1703)


1696 Rusya Azak Kalesi'ni ele geçirdi. Osm anlI’nın Macaristan’da karşı saldırısı.
1697 Zenta’da Osmanlı bozgunu.
1697-1702 Amcazade Hüseyin Paşa’nın sadrazamlığı.
1699 Karlofça Antlaşm ası'yla Osmanlı-Avusturya arasındaki ilişkide bir dönüm
noktası gerçekleşti. Artık OsmanlIlar savunmaya geçtiler ve Avrupa tehlikesini
ciddiye almaya başladılar.
1700 Rusya’yla barış yapıldı.
1703 Askerlerin isyanı sonucu II. Mustafa tahttan indirildi.

III. Ahmet (Lale Devri) (1703-1730)


1709 OsmanlIlar İsveç Kralı XII. Karl'ın (Demirbaş Şarl) sığınma teklifini kabul etti.
1711 Rus Çarı I. Petro (Büyük) Prut Savaşı’nda bozguna uğratıldı. Bu arada, Mısır
ve Suriye eyaletlerinde isyanlar çıktı.
1713 Rusya’yla yapılan antlaşma sonunda Azak Kalesi geri alındı.
1714-1718 Venedik ve Avusturya’yla yapılan savaşlar sırasında Belgrad kaybedildi.
1718-1730 Damat İbrahim Paşa’mn sadrazamlığı.
1718 Avusturya ve Venedik’le Pasarofça Antlaşması imzalandı.
1723-1727 Osmanlı-lran Savaşı.
1727 Macar asıllı İbrahim Müteferrika ilk matbaayı kurdu. Ancak, muhafazakârların
tepkisi nedeniyle matbaa 1743 yılında kapandı ve 1784 yılında tekrar açıldı.
1729 Kont Alexandre de Bonneval [Humbaracı Ahmet Paşa] isimli bir Fransız
subayı, O sm anlı ordusunun H um baracı O cağı'nı m odernleştirm esi için
İstanbul’a davet edildi.
1730 Patrona Halil İsyanı: III. Ahmed tahttan indirildi ve Lale Devri sona erdi.

I. Mahmud (1730-1754)
1730-1736 İran’la yapılan savaş sonucu Azerbaycan kaybedildi.
1736-1739 Rusya ve Avusturya’yla savaş.
1739 Rusya ve Avusturya'yla yapılan barış antlaşması sonucu Belgrad geri alındı.
1740 Rusya’ya karşı Osmanlı-lsveç ittifakı.
1743-1746 Osmanlı-lran Savaşı.

III. Osman (1754-1757)

III. Mustafa (1757-1774)


1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı.
1768 Baron de Tott Osmanlı ordusunu modernleştirmek için İstanbul'a geldi.
1773 Mısır isyanı.

I. AbdUlhamld (1774-1789)
1774 R uslar k a rşısın d a bozgu na u ğrayan O sm anlı Devleti Küçük Kaynarca
A ntla şm a sı’nı imzaladı. Kırım ve Karadeniz’in kuzey kıyıları bağımsızlık
kazandı. Çariçe Katarina İstanbul’daki Ortodoks Kilisesi’nin koruyuculuğu
hakkım elde etti.
1783 Rusya Kırım Hanlığı’nı ilhak etti.
1784 Matbaa tekrar açıldı.
1787 Rusya'yla savaş.
1788 İsveç Rusya'ya savaş ilan etti.

III. Selim (1789-1807)


1789 Fransız Devrimi.
1792 Yaş Antlaşması imzalandı.
1798-1801 Napoléon, Osm anlı eyaleti M ısır’ı işgal etti. 11. yüzyılda başlayan Haçlı
Seferleri’nden beri ilk kez önem li bir Islâm toprağı bir Hıristiyan güç
tarafından işgal edildi.
1801 1815 yılında özerklikle sonuçlanacak Sırp Isyanı’nm başlangıcı.
1804 Rusya, Ermenistan ile Kuzey Azerbaycan’ı ilhak etti.
1805 Mehmed Ali Paşa Mısır eyaletinde vali olarak göreve başladı. Böylece, 1952
yılına kadar sürecek bir hanedan kurulmuş oldu.
1807 III. Selim gericiler tarafından öldürüldü ve reform programı da yeniçeri isyanı
sonucu sona erdi.

IV. Mustafa (1807-1808)

II. Mahmud (1808-1839)


1808 Padişah İle ayan arasında Sened-i İttifak imzalandı.
1812 Bükreş Antlaşması.
1821 Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıcı.
1826 II. Mahmud, Yunan ayaklanmasını bastırm ada başarısız olan ve zayıflığı
ortaya çıkan Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırdı; bundan sonra yeni bir düzen
kurmak için reformlar gerçekleştirdi.
1828 Rusya, Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.
1829 Rusya ile Edirne Anlaşm ası imzalandı. Büyük güçler Yunan Krallığı'm kurdular.
1832 Mehmed Ali Paşa’nın kuvvetleri Konya’da yapılan savaşta Osmanlı ordusunu
yendiler.
1833 İstanbul’da Rusya’nın etkisini zirveye çıkaran Hünkâr İskelesi Antlaşması
imzalandı.
1838 Ingiliz-Osmanlı ticaret sözleşmesi (Baltalimanı Antlaşması) imparatorlukta
serbest ticaret düzenini başlattı.
1839 Hizip Savaşı. II. Mahm ud’un ölümü.

Abdülmecit (1839-1861)
1839 Tanzimat Fermanı olarak da bilinen Gülhane Hatt-ı Hüm ayunu’yla reform
programı yürürlüğe kondu.
1853-1856 Osmanlı, Ingiltere ve Fransa ile Rusya arasında Kırım Savaşı.
1856 Islahat Fermanı ilan edildi. Paris Antlaşması. Sultan, ‘Avrupa siyasal, kültürel
ve ekonomik yörüngesi’ne girmeye zorlandı.
1858 İmparatorluktaki özel mülkiyeti tanıyan arazi kanunnamesi yürürlüğe girdi.

Abdülaziz (1861-1876)
1868 Kızıl Haç’ı m odel alan O sm anlılar Hilal i Ahmer Cem iyeti’ni kurdular.
İstanbul’da Galatasaray Lisesi açıldı.
1870 Rum Ortodoks Kilisesi’nden bağımsız olan Bulgar Kilisesi’nin kurulmasına
padişah tarafından izin verildi.
1875 6 Ekim: Osmanlı mâliyesi iflasını istedi.
1876 Tahttan çekilmeye zorlanan Sultan Abdülaziz intihar etti.

II. Abdülhamid (1876-1909)


1876 31 Ağustos: Ruh sağlığı bozuk olduğu ilan edilen Sultan V. Murat’ın yerine
Abdülhamid tahta geçti. Büyük güçlerin temsilcileri, Osmanlı İm paratorluğunda
yapılacak reformları görüşm ek için İsta n b u l’da Tersane K o n fera n sı’m
düzenledi. 23 Aralık 1876 tarihinde ilk anayasa ilan edildi.
1877 19 Mart: Osmanlı parlamentosu toplandı.
24 Nisan: Rusya, 1875 yılında Balkanlar’da başlayan isyanları desteklemek
için Osm anlI’ya savaş ilan etti.
1878 Şubat: Anayasa rafa kaldırıldı.
3 Mart: R u sya ’yla yapılan sa v a ş Ayastefanos A n tla şm a sı’yla sona erdi.
Osmanlı Devleti büyük tavizler vermek zorunda kaldı.
Haziran: A yastefon os A n tlaşm ası Berlin K o ngre sl’nde yeniden gözden
geçirildi ve OsmanlIlar lehine değiştirildi.
1881 Osmanlı mâliyesini yeniden düzene koymak için Düyun-ı Umumiye İdaresi
kuruldu.
1885 Bulgaristan Doğu Rumeli eyaletini ilhak etti.
1897 Girit isyanı sonucu çıkan savaşta Yunanistan mağlup edildi.
1898 18 Ekim 'de Alman İmparatoru II. W ilhelm ‘in ziyareti başladı. İmparator
kendisini Müslümanlar’ın dostu olarak ilan etti.
1908 Çıkan askerî isyan sonucu 23 Temmuz günü anayasa yeniden yürürlüğe
kondu.
1909 Ittihad ve Terakki Cemiyeti’ni ortadan kaldırmak için 13 Nisan (31 Mart) günü
düzenlenen ayaklanma başarısız oldu. Adana'da Avrupa müdahalesi sağlama
amacıyla Ermeniler katledildi. Abdülhamid tahttan indirildi.

V. Mehmed (Reşat) (1909-1918)


1911 Trablusgarp’ta İtalya’yla savaş.
1912 Ittihad ve Terakki Cemiyeti’nin liderlerine karşı muhafazakâr askerî müdahale
başarısızlıkla sonuçlandı.
1912-1913 Balkan Savaşları sonucunda Osmanlı Devleti hezimete uğradı.
1913 Ittihadçılar 23 Ocak günü iktidarı ele geçirdiler.
1914 Nisan ayında hükümet, yerel Kürt aşiretlerinin saldırılarından korunmaları için
Bitlis vilâyetindeki Ermeni to pluluğun a silah dağıttı ve askerî birlikler
gönderdi.
Temmuzda, Meclis ‘Ermeni’ vilâyetlerinde reform yapacak olan AvrupalI genel
müfettiş ile maiyetinin maaş ve harcamaları için 40.000 sterlinlik ödeneği
onayladı.
2 A ğustos: A vru p a'd a savaşın başlam a sın d a n so nra A lm an ya’yla gizli
antlaşma imzalandı.
1915 Yıl içinde gerçekleşen Gelibolu harekâtı ve Rusların Doğu Anadolu’yu işgali
Osmanlı İmparatorluğunun varlığını tehlikeye soktu.
Ingiltere, Fransa ve Rusya arasında savaştan sonra Osmanlı Devleti’nin nasıl
paylaşılacağını belirleyen gizli antlaşmalar imzalandı.
1916 Haziran: Hicaz’da Arap isyanı başladı; Ingilizler Filistin ve Irak’a ilerledi.
1917 Rusya’da Mart ve Kasım devrimleri Osmanlılar üzerindeki baskıyı azalttı.
1918 30 Ekim: Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında ateşkes antlaşması
imzalandı.
VI. Mehmed (Vahdettin) (1918-1922)
1919 28 Mart: Italyanlar Yunanlılar’dan önce davranıp Antalya’ya asker çıkardılar.
15 Mayıs: Yunan ordusu İzmir’i işgal etti.
19 Mayıs: Mustafa Kemal Sam sun’a çıktı ve Kurtuluş Savaşı’nm başlangıç
işaretlerini verdi.
28 Haziran: İşgallere karşı direnişi örgütlem ek için Balıkesir Kongresi
düzenlendi. Bunu diğer bölgesel kongreler (23 Temmuz’da Erzurum ve 4
Eylül’de S iv a s) takip etti. Erzurum ve S iv a s kongrelerinde delegeler,
Anadolu’nun Türkler’e ait olduğu konusunda anlaştılar.
1920 18 Mart: Osmanlı Parlamentosu İstanbul’da son defa toplandı ve Ingiliz
faaliyetlerini protesto ettikten sonra süresiz olarak ertelendi.
23 Nisan: Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’i başkan seçti.
10 Ağustos: Anadolu’yu parçalayan Sevr Antlaşması imzalandı. Milliyetçilerce
reddedilen bu antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe konmadı.
1921 20 Ocak: Millet Meclisi Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu kabul ederek yeni
devletin kuruluşuna işaret etti.
16 Mart: Milliyetçiler Sovyetler Birliği’yle dostluk antlaşması imzaladı.
1922 9 Eylül: Milliyetçiler Yunan ordusunu bozguna uğrattıktan sonra İzmir’e
girdiler.
1 Kasım: Millet Meclisi saltanatı kaldırdı ancak halifelik kurumu devam etti.
Son Osmaplı sultanı Vahdettin bir Ingiliz savaş gemisiyle ülkeden kaçtı.
8 Nisan: Mustafa Kemal Halk Fırkası’nın kuruluşunu ilan etti. Partinin adına
daha sonra ‘Cumhuriyet’ kelimesi de eklendi. Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)
oldu.
24 Temmuz: Lozan Antlaşması imzalandı ve Türkiye Devleti tanındı.
13 Ekim: Ankara yeni Türkiye’nin başkenti ilan edildi.
29 Ekim: Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve Mustafa Kemal cumhurbaşkanı
seçildi.
1924 3 Mart: Halifelik kaldırıldı ve Osm anlı hanedanı yurtdışına sürüldü. Bu,
muhafazakâr muhalefet için bir yenilgiydi. Devlet, örgütlü Islâm ’ı kontrol
etmeye başladı.
17 Kasım: Mustafa Kemal’e muhalifler. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı
kurdular.
1925 1 Şubat: Şeyh Sait önderliğindeki Kürt aşiretleri Cumhuriyet rejimine karşı
ayaklandılar.
3 Haziran: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı ve muhalefet dağıtıldı.
Böylece Mustafa Kemal, devleti ve toplumu laikleştirmek için radikal reform
programını başlatabildi.
25 Kasım: Fes yasaklandı ve ‘Şapka Kanunu' yürürlüğe girdi.
30 Kasım: Tekke ve zaviyeler kapatıldı.
17 Aralık: Sovyet-Türk Dostluk Antlaşması imzalandı (1935 yılında yinelendi).
1926 17 Şubat: Kadınlara eşit medenî haklar veren laik Medenî Kanun yürürlüğe
girdi. Bunu takiben 1 Mart günü Ceza Kanunu kabul edildi.
1927 28 Ekim: Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımı gerçekleştirildi (13,6 milyon).
1928 1o Nisan: ‘Devletin dinini’ Islâm olarak belirten madde anayasadan çıkarıldı.
1 Kasım: Latin alfabesinin kabulüyle Cumhuriyet, kültürel ve entelektüel
Osmanlı geçmişinden ayrıldı.
3 Nisan: Kadınlara yerel seçimlerde oy verme hakkı tanındı.
12 Ağustos: Mustafa Kemal Serbest Cumhuriyet Fırkası’mn kuruluşuna izin
verdi, ancak parti taşkınlık hareketlerine mesnet olmaya başlayınca 17 Kasım
tarihinde feshedildi.
23 Aralık: Türkiye’nin batı bölgesinde bulunan Menemen’de İslamcı kalkışma
bir asteğm enin (Kubilay) öldürülm esiyle sonuçlandı. Bu olay, rejimin
ideolojisini tekrar gözden geçirmeye sevk etti.
1931 10-18 Mayıs: CHF’nin kurultayında ‘altı ok’, [cumhuriyetçilik, milliyetçilik,
halkçılık, laiklik (din üzerinde devlet kontrolü), devletçilik ve inkılapçılık]
rejimin ideolojik programı olarak kabul edildi.
1932 19 Şubat: Rejimin ideolojisini ülke genelinde yaymak ve öğretm ek için
Halkevleri kuruldu.
6 Temmuz: Türkiye Milletler Cemiyeti’ne katıldı ve Batı’yla yeniden birleşti.
26 Eylül: Yeni ulusun dilini Arapça ve Farsça’dan arındırmak üzere Birinci Türk
Dil Kurultayı toplandı.
1933 3 0 Ocak: Hitler Almanya’da iktidara geldi.
1934 9 Şubat: Türkiye, Romanya, Y u goslavya ve Yunanistan Balkan Paktı’nı
imzaladılar.
10 Haziran: Iran Şahı Rıza Pehlevi Türkiye’ye geldi.
21 Haziran: Soyadı Kanunu kabul edildi.
26 Kasım: Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’e, Atatürk soyadını verdi;
paşa, beyp-hanım, gazi gibi tüm Osmanlı unvanlarını ve rütbelerini kaldırdı.
5 Aralık: Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı.
1935 25 Ocak: İstanbul’daki Ayasofya Camii restore edildi ve müze olarak açıldı.
2 Ekim: M ussolini’nin Habeşistan'ı işgali üzerine Türkiye Batı Anadolu’ya
yönelik Italyan planlarına dair kaygı duymaya başladı.
7 Kasım: SSC B ile Türkiye arasındaki Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması on
yıllığına yenilendi.
1936 8 Haziran: Lokavt ve grevleri yasaklayan, taraflar arasındaki sorunları zorunlu
olarak tahkim yoluyla çözen yeni İş Kanunu kabul edildi.
17 Temmuz: Ispanya’da iç savaş; Türkiye, cumhuriyetçileri destekledi.
20 Temmuz: T ürkiye’nin B o ğazlar’ı sila h la n d ırm asın a o lan ak tanıyan
Montreux Sözleşmesi imzalandı.
25 Ekim: Roma-Berlin ortaklık antlaşması imzalandı.
25 Kasım: Almanya İle japonya arasında Komünist Enternasyonal’e karşı bir
antlaşma imzalandı.
1937 5 Şubat: Anayasanın ikinci maddesi ‘Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi,
halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır’ şeklinde yeniden düzenlendi.
Mart-Eylül: Kürt aşiretlerinin isyanı bastırıldı.
Mayıs: Fransa, Hatay’ın ayrı bir statüye sahip olmasını kabul etti.
5 Temmuz: Türkiye Hatay’ı kendisine katmak için harekâta başladı.
8 Temmuz: Türkiye, Afganistan, Iran ve Irak’la Sadabat Paktı’nı imzaladı.
1 Kasım: Atatürk İsmet İnönü’nün yerine Celal Bayar’ı başbakan olarak atadı.
Bu gelişme, CHF içinde devletçilere karşı bir hareket olarak görüldü.
1938 10 Kasım: Uzun süredir devam eden hastalığı sonrası Atatürk öldü.
11 Kasım: İsmet İnönü oybirliğiyle cumhurbaşkanı seçildi.
26 Aralık: Cumhuriyet Halk Partisi’nin olağanüstü kurultayında Atatürk
partinin 'kurucusu ve ebedî lideri', İnönü ise ‘milli şe f ilan edildi.
28 Aralık: İnönü Atatürk ve Kemalizm’e karşı muhalefetle uzlaşma politikasını
ortaya çıkardı.
1939 12 Ocak : Mart 1925 tarihinden beri Atatürk’ün dışişleri bakanı olan ve Ingiliz
dostu olarak tanınan Tevfik Rüştü Araş, Londra büyükelçiliğine atandı.
18 Ocak: Çıkarılan Milli Korunma Kanunu hükümete ekonomiyi düzenlemede
büyük yetkiler verdi.
16 Mart: Genel seçimler sonucu birçok sadık Kemalist Meclis dışı kalırken, bir
grup eski muhalif de M e dis’e girdi.
8 Mayıs: Almanya’yla bir ticaret antlaşması imzalandı.
12 Mayıs: Ingiltere ile Türkiye Akdeniz bölgesindeki olası bir savaş veya
çatışma olasılığına karşı karşılıklı yardım ve dostluk deklarasyonu imzaladı.
29 Mayıs: İnönü M e dis’te muhalefet olarak hareket edecek Müstakil Grup’un
oluşumuna izin verdi.
23 Haziran: Türkiye ile Fransa saldırm azlık antlaşm ası imzaladı; Fransa
Hatay’ın Türkiye’ye verilmesini kabul etti; 29 Haziran günü Hatay Türkiye’ye
katıldı.
23 Ağustos: Alman-Sovyet Paktı imzalandı. Türkiye için bu pakt, olası bir
faşist saldırı tehlikesine karşı üçlü garanti olasılığının sona erdiği anlamına
geliyordu.
1 Eylül: Almanya Polonya’yı işgal etti ve İkinci Dünya Savaşı başladı. Türk
dışişleri bakanı görüşme için M oskova'ya gitti, ancak hiçbir teminat alamadı.
Ingiltere ile Fransa Almanya’ya sa v a ş ilan ederken, Türkiye tarafsızlığını
duyurdu.
?7 Ekim: Türk hükümeti, M oskova’nın 1936 Montreux Sözleşm esi’ni değiştirme
arayışında olduğuna inanıyor.
19 Ekim: On beş yıl sürecek Ingiliz-Fransız-Türk Karşılıklı Yardım ve İttifak
Antlaşması Ankara'da imzalandı.
1 Kasım: Cumhurbaşkanı İnönü, Türkiye’nin tarafsız kalacağını ilan ederken,
Ingiltere ve Sovyetler Birliği’yle dostluklarının süreceğini belirtti.
1940 19 Şubat: Stokçuluğu ve vurgunculuğu önleme amacıyla çıkarılan ‘Milli
Korunma Kanunu’ uygulamaya konuldu.
28 Ekim: Faşist İtalya Yunanistan’a saldırdı. Türkiye’nin desteği Ingiltere
açısından çok daha hayati hale geldi. Bu arada, Hitler Türkiye’nin aleyhine
olacak ödünler vererek Stalin’i elde etmeye çalışıyordu.
28 Şubat: Hitler İnönü’ye yazdığı mektupta, Türkiye’nin çıkarlarının Avrupa’da
yaratm akta old u ğu ‘yeni dü zen ' içinde bu lu n du ğu nu belirtti. Mektup
Ankara’da olumlu karşılandı.
24 Mart: Türk-Sovyet Karşılıklı Tarafsızlık Deklarasyonu imzalandı.
18 Haziran: Almanlar’ın Balkanlar’ı ele geçirmesi sonrası Alm anya’yla bir
saldırmazlık paktı imzalandı.
22 Haziran: Almanya Rusya’ya saldırdı. Bu durum, Almanların Anadolu’yu
işgal edeceği korkusunu azaltırken, pan-Türkçü aktivîteleri canlandırdı.
26 Haziran: Ezanın Arapça yerine Türkçe okunmasını öngören kanun kabul
edildi. Kanun 16 Haziran 1950 tarihinde yürürlükten kaldırıldı.
9 Ekim: Berlin’le ilişkileri tekrar yakınlaştıran Türk-Alman Ticaret Antlaşması
imzalandı. Daha sonraki aylarda, Türk generalleri Almanlar’ın misafiri olarak
Rus sınırında bulunan Doğu Cephesi’ni dolaştılar.
7 Aralık: Japonlar Pearl Harbor’da bulunan ABD Pasifik Donanm ası’na hava
akını düzenledi. Bunun sonucunda ABD savaşa katıldı. Hitler 11 Aralık günü
Amerika Birleşik Devletleri’ne savaş ilan etti.
1942 11 Kasım: Alman ilerleyişinin cesaretlendirmesi sonucu hükümet, Türkiye’deki
gayri-Müslimlere karşı ayrımcılık yapan Varlık Vergisi’ni çıkardı.
1943 2 Şubat: Uzun süren kuşatmanın ardından Alman ordusu Stalingrad’da teslim
oldu. Bu gelişme, hem savaşın hem de Türkiye’nin iç ve dış politikasının
dönüm noktalarından birini teşkil etti.
1944 17 Mart: Varlık Vergisi yürürlükten kaldırıldı.
18 Mayıs: Hükümet, siyasi değişimini göstermek için Sovyet karşıtı Türkçüler
hakkında soruşturma açmaya başladı.
1945 7 Mayıs: Almanya teslim oldu.
7 Haziran: Bir grup Cumhuriyet Halk Partisi üyesi siyasi liberalleşmenin
uygulanması için bir önerge verdiler. Aynı gün, Moskova Kasım ayında sona
eren Dostluk Antlaşm ası’nın yenilenmesi için Türk-Sovyet sınırında değişiklik
yapma ve Boğazladın ortak savunulması şartlarını öne sürdü.
7 Temmuz: İşadamı Nuri Demirağ Milli Kalkınma Partisi’ni kurdu.
6 Eylül: Hükümetin ekonomi politikasını liberalleştirmesi yönünde baskı
yapmak amacıyla bir ABD Kongre heyeti Türkiye’yi ziyaret etti.
21 Eylül: Adnan Menderes ile Fuat Köprülü CHP’den ihraç edildiler.
1 Kasım: Cumhurbaşkanı İnönü ciddi bir muhalefet partisinin oluşumu çağrısı
yaptı.
3 Aralık: 28 Eylül günü CHP milletvekilliğinden istifa eden Celal Bayar, yeni
bir parti (Demokrat Parti) kurmak için CHP üyeliğinden de istifa etti.
4 Aralık: Hükümete yönelik eleştirilerde bulunan Tan gazetesi, devlet
görevlilerinin örgü tled iği bir kalabalık tarafından tahrip edildi. Olayın
gerçekleştiği tarihte İstanbul sıkıyönetim altındaydı.
1946 7 Ocak: Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü
tarafından Demokrat Parti kuruldu.
5-7 Nisan: Sovyet baskısına karşı Türkiye’ye desteğinin bir sem bolü olarak,
ABD Missouri zırhlısı İstanbul’u ziyaret etti.
5 Haziran: İki dereceli seçim yerine tek dereceli seçime izin veren yasa
yürürlüğe girdi.
21 Temmuz: D P ’nin örgütlenme fırsat bulam adan ve devlet aygıtlarının
baskısı altında düzenlenen erken genel seçimler, CHP’nin zaferiyle sonuçlandı.
22 Ağustos: Türkiye, Sovyetler’in B o ğazlar’ın savunm ası için müşterek
hareket etme teklifini reddetti.
4 Aralık: Sıkıyönetim altı ay daha uzatıldı.
12 Mart: Sovyet saldırganlığına karşı Türkiye ile Yunanistan’a ABD desteğini
öngören Truman Doktrini ilan edildi. Türkiye, Soğuk Savaş’a girdi.
12 Temmuz: İnönü kendisini tarafsız bir cumhurbaşkanı ilan etti ve DP’nin
meşruluğunu destekledi. Sertlik yanlısı Başbakan Recep Peker ise 9 Eylül
günü istifa etmek zorunda kaldı.
1949 1 A ğu sto s: S o ğ u k S a v a ş devam ettiği sırada A B D b a şk a n ı K o n gre ’yi
Türkiye’nin tümüyle silahlandırılmasının Ortadoğu açısından önemli olduğu
yönünde bilgilendirdi.
1950 9 Mart: Türkiye ve Iran İsrail’i tanıdı.
14 Mayıs: Demokrat Parti genel seçimleri ezici bir çoğunlukla kazandı ve
Adnan Menderes 22 Mayıs günü yeni hükümeti kurdu.
25 Temmuz: Demokrat Parti Kore’ye asker göndermeye karar verdi.
1952 18 Şubat: Türkiye ile Yunanistan NATO’ya üye oldular.
3 Mart: NATO Başkomutanı General Eisenhower Türkiye’ye geldi.
1953 29 Mayıs: İstan bu l’un fethinin 500. yıldönümü kutlandı. İlk defa olarak
yapılan bu kutlama, Kıbrıs nedeniyle Yunanistan’la artan gerilim ve neo-
Osmanlıcılığa yönelik bir değişimdi.
1954 2 Mayıs: Genel seçimler sonucu Demokrat Parti büyük bir zafer kazandı. Bu
sonuç, partinin halk tarafından onaylandığını gösterirken, partinin baskıcı
tavrı da bu sebeple arttı.
20 Ağustos: Ingiltere egemenliğindeki Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve Yunanistan’la
birleşmesini desteklemek amacıyla Atina'da dev bir miting düzenlendi. 28
Mayıs günü Başbakan Adnan Menderes, Yunanistan’ın Kıbrıs’ı hiçbir zaman
elde edemeyeceğini ilan etti.
1955 24 Şubat: Irak ile Türkiye arasında Bağdat Paktı imzalandı. Iran, Pakistan ve
Ingiltere de daha sonra pakta katıldı. Demokrat Parti, Türkiye’nin bölgede
Batı’nın lehine önemli bir rol oynadığına inanıyor.
6/7 Eylül: İstanbul ve İzmir’de hükümet tarafından kam uoyunun Kıbrıs
konusundaki duyarlılığını gösterm ek amacıyla desteklenen Yunan karşıtı
şiddet eylemleri gerçekleşti. Kontrolden çıkan olaylar hükümet için büyük
sıkıntılar yarattı.
1956 29 Ekim: İsrail birlikleri Süveyş Kanalı’na doğru saldırıya geçti. 31 Ekim’de
Ingiltere ile Fransa kanalın kuzey kısmını işgal altına alarak olaya müdahale
etti.
31 Ekim: Macaristan’da Sovyet egemenliğine karşı ayaklanma çıktı.
1957 27 Ekim: Dem okratlar erken genel seçimleri kazandılar, ancak bozulan
ekonomi ve Başbakan Menderes’in gittikçe artan antidemokratik davranışları
nedeniyle oy oranı sarsıcı bir oranda düştü.
1958 26 Mayıs: Hükümete karşı kom p lo kurdukları gerekçesiyle dokuz ordu
mensubu hakkında dava açıldı. Bu olay. Silahlı Kuvvetler içindeki siyasi
uyuşmazlığın ilk işaretiydi.
14 Temmuz: Irak’ta gerçekleşen askerî darbe sonrası monarşi yıkıldı ve
Bağdat Paktı sona erdi. Pakt daha sonra CENTO (Central Treaty Organization
[Merkezî Antlaşma ÖrgütüD adını aldı.
20 Temmuz: Beyrut’a çıkarma yapan ABD deniz piyadeleri Türkiye’deki
Incirlik’i üs olarak kullandılar.
8 Ağustos: Hükümet gerçekleştirilen devalüasyon sonucu Türk lirasının
değerini yüzde 321 oranında düşürdü. IMF’nin istikrar programı yürürlüğe
kondu ve 359 milyon ABD doları kredi alındı.
17 Şubat: Başbakan Adnan Menderes Kıbrıs’la ilgili olarak düzenlenen bir
konferansa katılm ak üzere gittiği Lo nd ra’da uçağı düştü. M e n d e re s’in
kazadan sağ olarak kurtulması bir mucize olarak görüldü ve itibarını artırdı.
19 Şubat: Türkiye. Yunanistan ve Ingiltere arasında im zalanan Londra
Antlaşması'yla 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti için ilk adım atıldı.
31 Temmuz: Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik için başvuruda
bulundu.
28 Nisan: Ankara ve İstanbul’da gerçekleştirilen öğrenci olaylarına karşı
sıkıyönetim ilan edildi. Ordu siyasi arenaya girdi ve hükümet her türlü siyasi
faaliyeti yasakladı.
27 Mayıs: Ordu bir darbeyle DP hükümetine son verdi ve Milli Birlik Komitesi
(MBK) olarak adlandırılan bir cunta aracılığıyla ülke yönetimine devam edildi.
DP 29 Eylül günü kapatıldı ve üyeleri anayasayı ihlâl ettikleri gerekçesiyle
mahkeme önüne çıkarıldı.
13 Kasım: Siyasal iktidarın sivillere tekrar iadesine karşı çıkan M B K ’nin on
dört radikal üyesi tasfiye edildi.
21 Şubat: Adalet Partisi kuruldu. Bunun yanı sıra kurulan 10 parti 25 Mart
günü siyasi yaşam a tekrar başlamak için hazırlıklara başladılar.
11 Temmuz: 9 Temmuz’da gerçekleştirilen referandumun ardından yeni liberal
anayasa MBK tarafından kabul edildi.
16-17 Eylül: MBK, Adnan Menderes, Fatin R. Zorlu, Haşan Polatkan’ı astı.
Askerler Menderes’i, etkisini yok etmek amacıyla idam etti.
15 Ekim: Yapılan genel seçimler, 1965 yılına kadar bir dizi değişik koalisyon
hükümetlerinin oluşturulmasına neden oldu. Bu tarihte yapılan seçimlerde
çoğunluğu kazanan Adalet Partisi ise kabineyi tek başına kurdu.
21/23 Şubat: 1960 rejiminin sonuçlarından rahatsız olan genç subayların
darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı.
20/21 Mayıs: Talât Aydemir’in ikinci darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı
ve bu sefer asılarak idam edildi.
4 Haziran: ABD Başkanı Johnson Başbakan İnönü'ye gönderdiği mektupta,
eğer Türkiye Kıbrıs’a müdahalede bulunursa ve bu yüzden Moskova'yla karşı
karşıya gelirse NATO’ya güvenmemesi konusunda uyardı. Kıbrıs’ta iki toplum
arasında meydana gelen şiddet, 1959 Londra Antlaşması’nın koşullarını felç
etti. Bunun yanı sıra, Johnson mektubu, özellikle 13 Ocak 1966 tarihinde
kamuoyu tarafından öğrenildikten sonra, Türkiye’de anti-Amerikan tepkileri
büyüdü.
30 Haziran: 28 Kasım 1964 tarihinde AP genel başkanlığına seçilen Süleyman
Demirel, CHP tarafından benimsenen 'ortanın solu’ politikasını ‘komünizme
giden bir yol’ olarak tanımladı. Sağ ve sol arasındaki kutuplaşma keskinleşti.
10 Ekim: Genel seçimleri kazanan Adalet Partisi, koalisyon hükümetleri
dönemine son verdi.
1966 20 Aralık: Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Aleksey Kosigin Türkiye’ye yaptığı
ziyarette 1965 yılından beri iş ilişkilerinin geliştiğini belirtti.
1967 20 21 Nisan: Yunanistan’da Albaylar Cuntası iktidarı ele geçirdi ve demokratik
hükümete son verdiler. ABD uzun süre sadece Türkiye’deki üslere bel
bağlamak zorunda kalmaktan kurtuldu.
5 Haziran: İsrail ile Arap devletleri arasında gerçekleşen Altı Gün Savaşı,
İsrail’in ezici zaferiyle sonuçlandı.
29 Kasım: Türkiye ile Yunanistan’ın savaşm aları, Türkiye’nin müdahale
tehdidiyle karşı karşıya gelen Rum güçlerinin K ıb rıs’ta bulunan Türk
köylerinden çekilmesi üzerine önlendi.
1968 29 Mayıs: Fransa’da general De Gaulle, 13 Mayıs’tan beri Paris’i felce uğratan
öğrenci gösterilerini dağıtm ak için parlamentoyu feshetti. Fransa örneği,
Türkiye'deki sol görüşlü öğrencileri etkiledi ve daha militan hareket etmelerine
yol açtı, öğrenciler NATO’ya ve Türkiye’nin A BD ’yle ittifakına karşı gösterilere
başladılar.
15-24 Temmuz: ABD 6. Filosu’nun İstanbul Limanı’nı ziyaret ettiği günlerde
gösteriler yapıldı ve sık sık şiddet olayları meydana geldi.
20 A ğ u sto s: Sov ye tle r Birliği ‘P ra g B a h a rı’na so n verm ek am acıyla
Çekoslovakya’yı işgal etti. Sovyet müdahalesi Türkiye’deki solu böldü.
1969 16 Ocak: Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni ziyareti sırasında ABD Büyükelçisi
Robert Komer’in makam arabası Ankara’da öğrenciler tarafından yakıldı. Bu
olay, artan şiddetin bir işaretiydi. S a ğ kesimde. Albay Alparslan Türkeş’in
neofaşist partisi ‘komandolar’ olarak adlandırdıkları kişileri eğitiyorlar.
16 Şubat: ABD 6. Filosu’na karşı İstanbul’da yapılan gösteriye polisin yardımı
ile sağcı militanlar saldırdı. ‘Kanlı Pazar' olarak adlandırılan bu olay sonucu
iki genç öldü, yaklaşık iki yüz kişi de yaralandı. Gençler arasındaki şiddet 12
Mart 1971 askerî müdahalesine kadar sürdü.
1970 26 Ocak: Konya’dan bağımsız milletvekili olarak M e d is’e giren Necmettin
Erbakan, Milli Nizam Partisi’ni kurdu. Bu parti, Türkiye’nin batısındaki büyük
kuruluşlar ve tekellerin yükselişi nedeniyle sıkıntı içindeki Anadolu’nun düşük
orta sınıfını temsil eden ve siyasal Islâm ’ı kullanan İlk parti oldu.
15/16 Haziran: İşçilerin İstanbul’da gerçekleşen kitlesel ve kanlı gösterileri
sıkıyönetim ilanına neden oldu.
28 A ğustos: Devalüasyon sonucu Türk Lirasının değeri yüzde 66 oranında
düşürüldü. Bu durum, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizi yansıtıyordu.
28 Aralık: Cum hurbaşkanı Cevdet Sun ay başkanlığındaki Milli Güvenlik
Kurulu, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur tarafından sunulan ve Silahlı
Kuvvetler’deki huzursuzluğu belirten mektubu tartışmak için toplandı.
1971 12 Mart: Askerler Başbakan Süleym an Demirel’e muhtıra verdiler ve onu
istifaya zorlayarak hükümetin dizginlerini ellerine aldılar. Türkiye 1973 yılına
kadar ‘partiler üstü’ bir kabine tarafından yönetildi.
27 Nisan: On bir ilde ilan edilen sıkıyönetim sonrası, özellikle sola karşı, bir
terör dönemi başladı.
1972 14 Mayıs: Otuz üç yıl sonra İsmet İnönü CHP'nin liderliğinden çekildi ve yerine
Bülent Ecevit seçildi.
1973 6 Nisan: Siyasi partilerin ordunun adayını seçmeyi reddetmelerinin ardından,
emekli oramiral Fahri KorutUrk altıncı cumhurbaşkanı seçildi.
14 Ekim: Genel seçimler sonucu hiçbir parti çoğunluğu sağlayamadı. Uzun
pazarlıklar sonucu, Ecevit’in C H P’si ve Erb akan ’ın M S P ’si arasın da bir
koalisyon a n la şm a sın a varıldı. 25 O cak 1974 günü oluşan hüküm etle
İslamcılar ilk defa siyasi iktidara ulaştılar.
1974 15 Temmuz: Kıbrıs Rum Milli Muhafızlarının Başpiskopos Makarios’a karşı bir
darbe düzenlemeleri Türkiye’nin garantör devlet olarak Kıbrıs’a müdahalesine
neden oldu. Türk ordusu a ğu sto s ayından gerçekleştirdiği ikinci askerî
operasyon sırasında ada üzerinde kontrolünü genişletti.
17 Eylül: Gördüğü ilgi nedeniyle seçimi kazanacağını ve CHP’nin tek başına
iktidara geleceğini düşünen Ecevit, başbakanlıktan istifa etti. Sağcı partiler
erken genel seçim e gitmeyi reddettiler ve Prof. Sadi Irmak’a geçici bir
hükümet kurdurdular.
1975 13 Şubat: Kıbrıs TUrkleri kendi devletlerinin kuruluşunu açıkladılar.
31 Mart: Islâmcı M S P ve neofaşist MFIP tarafından desteklenen ve merkez
sağda yer alan Demirel’in başbakanlığındaki ilk Milliyetçi Cephe hükümeti
kuruldu. Koalisyon ortaklarının sağcı militanları koruduğu bu dönem de
gençlik grupları arasındaki şiddet arttı.
>977 5 Haziran: Ecevit’in CHP’si genel seçimlerden birinci parti olarak çıktı, ancak
tek başınartTükümeti oluşturabilmek için yeterli çoğunluğu elde edemedi.
Kurduğu hükümet 3 Temmuz günü Meclis’te güvenoyu alamadı ve Ecevit
istifa etti.
21 Temmuz: Demirel, merkez sağ, İslamcılar ve neofaşistlerden oluşan ikinci
Milliyetçi Cephe hükümetini kurdu.
31 Aralık: Partiler arası atışmalar ve iç çekişmeler sonucu koalisyon dağıldı.
1978 17 Ocak: Ecevit’in bağım sız milletvekilleriyle beraber kurduğu hükümet,
bağım sız bakanlar arasındaki yaygın y olsuzlu k nedeniyle lekelenirken,
gençlik grupları arasındaki şiddet ve ülkedeki istikrarsızlık yaygın duruma
geldi.
2 Ekim: Neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi, şiddetin durdurulması için askerî
müdahalenin gerekli olduğunu savunarak sıkıyönetim ilan edilmesi çağrısında
bulundu.
9 Ekim: Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi kişi Ankara'da öldürüldü. Basın sürekli
olarak suikasta uğrayan liberal akademisyenlerin haberlerini verirken, failleri
nadiren yakalanıyordu.
1979 16 Ocak: İran’da gerçekleşen devrim sonrası şah ülkeyi terk etti ve şubat
ayında ülkeye geri dönüş yapan Ayetullah Humeynî Islâm Devrimi liderliğini
eline aldı. Siyasilerin gerçekleşmesini sağlayam adığı istikrarlı bir Türkiye Batı
için şimdi çok daha kritik hale geldi.
14 Ekim: Artan şiddet olayları ve sağ kesimin saldırıları sonucu siyasi konumu
zayıflayan Başbakan Ecevit'in Cumhuriyet Senatosu seçimlerinde desteği
azaldı ve Ecevit istifa etti. Süleyman Demirel AP azınlık hükümetini kurdu.
1980 2 Ocak: Generaller partiler arasında ulusal birliğin kurulması için hükümete
bir uyarı mektubu verdi.
24 Ocak: Hükümet Türk lirasının değerini yüzde 33 düşüren radikal bir
deflasyonist ekonomik program ilan etti. Program Türkiye’yi küreselleşme
yönünde ilerletmeyi tasarlıyordu ve otoriter bir rejimin altında uygulandı.
19 Temmuz: Eski başbakan Nihat Erim düzenlenen suikast sonucu öldürüldü.
12 Eylül: Ordu, ülkede meydana gelen anarşiyi bitirmek ve devlete güç
kazandırmak gereğini öne sürerek yönetime el koydu. Milli Güvenlik Konseyi
kuruldu ve sıkıyönetim ilan edildi.
21 Eylül: Emekli oramiral Bülend Ulusu'nun başbakanlığında bir hükümet
kuruldu. Siyasi yaşam sona ererken gözaltına alınan bazı parti liderleri
tutuklandılar, yargılandılar ve hapse atıldılar.
1981 29 Haziran: Liberal 1961 anayasası yerine yeni ve otoriter bir anayasa
yazılması amacıyla askerler bir Danışm a Meclisi kurdular.
1982 7 Kasım: Yeni anayasa halkoylamasına sunuldu ve oyların yüzde 91,3’ünü
alarak kabul edildi.
19 Kasım: Kenan Evren Türkiye Cumhuriyeti’nin yedinci cumhurbaşkanı oldu.
1983 3 Mart: Danışma Meclisi yeni Siyasi Partiler Kanunu’nu hazırladı ve onay için
generallere gönderdi. Mayıs ayında, ‘yeni partiler’ ortaya çıkmaya başladı ve
bazılarına askerler tarafından eski partilerin uzantısı oldukları gerekçesiyle
izin verilmedi.
6 Kasım: Genel seçimleri kazanan Turgut özal’ın Anavatan Partisi 13 Aralık
tarihinde göreve başladı. Yeni hükümet, 24 Ocak 1980 tarihinde başlatılan
ekonom i p o litik asın ı sürdürdü, öz a l, düzeni sık ıyön e tim e dayanarak
yürütmeye devam etti.
15 Kasım: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Ancak sadece Türkiye
tarafından tanındı.
1987 6 Eylül: Yapılan halkoylaması sonucu, yasaklı olan eski parti liderlerinin
yeniden siyasete katılm alarına izin verildi. Demirel ve Ecevit vekilleri
tarafından oluşturulan partilerinin başına geçtiler.
29 Kasım: özal, rakiplerinin örgütlenmesine fırsat vermemek amacıyla erken
genel seçime gitti. Seçimleri daha az bir çoğunlukla kazandı ve 21 Aralık günü
yeni kabinesini kurdu.
1989 26 Mart: Yolsuzluk ve hem seçmenler hem de özel sektör tarafından hoş
karşılanmayan ekonomi politikası sonucu özal’ın partisi yerel seçimlerde
büyük bir oy kaybına uğradı.
17 Ağustos: Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, 1984 yılında ayaklanma
başlatan Kürdistan İşçi Partisi'ne (PKK) karşı topyekün savaş ilan etti.
31 Ekim: Kenan Evren’in görev süresinin dolmasından sonra Turgut özal
Türkiye’nin sekizinci cum hurbaşkanı seçildi. Onun yerine başbakan olan
Yıldırım Akbulut, ö zal’ın otoritesine sahip değildi ve ANAP bundan böyle
düşüşe geçti.
18 Aralık: Avrupa Topluluğu Komisyonu, Türkiye’nin AB üyeliği başvurusunu
reddetti.
2 A ğustos: Irak’ın Kuveyt’i işgali uluslararası bir krize neden oldu. Türkiye,
özal'ın liderliğinde ABD Başkanı Bu sh’un koalisyonuna katıldı. B M ’nin Irak’a
karşı uyguladığı ambargo Türkiye ekonomisi için yıkıcı bir etkiye neden oldu.
Yine de Özal, Soğuk Savaş sonrası dünyada Türkiye’nin yerini oluşturmaya
çalıştı.
1991 Nisan: Başlattıkları ayaklanm anın başarısız olm asından sonra Sad d am
Hüseyin’in birliklerinden kaçan Iraklı Kürtler Türkiye’ye sığındılar. Bu durum,
Türkiye’de büyük bir mülteci sorunu yaşanm asına neden oldu. Türkiye’deki
üsleri kullanan ABD, Fransa ve Ingiltere, Kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi
oluşturdular.
11 Nisan: Meclis, hükümetin terörle mücadele yasasını yürürlüğe soktu. Anti­
demokratik olarak kabul edilen yasa sayesinde hükümet, çok geniş güçler
elde etti.
15 Haziran: Mesut Yılmaz Anavatan Partisi’nin yeni genel başkanı seçildi. 23
Haziran günü yeni kabineyi oluşturan Yılmaz’ın, partiye genç ve m odem bir
görünüm vermesi umuluyordu.
20 Ekim: Genel seçimleri Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi kazandı.
Demirel merkez sağda yer alan Anavatan Partisi yerine merkez solda yer alan
Sosyaldemokrat Halkçı Parti’yle koalisyon yaptı.
7 Aralık: Başbakan Süleyman Demirel, ‘Türkiye’nin Kürt realitesini tanıdığım’
belirten önemli bir açıklama yaptı. Her yıl yüzlerce cana ve yaklaşık 7 milyar
A BD dolarına mal olan Kürt isyanına siyasi bir çözüm bulmayı umuyordu.
1993 17 Nisan: Cumhurbaşkanı Turgut özal altmış altı yaşında kalp krizinden öldü.
16 /MoyısrSttteyman Demirel Türkiye’nin dokuzuncu cumhurbaşkanı seçilirken,
partisi güçlü bir liderden yoksun kaldı.
13 Haziran: Doğru Yol Partisi’nin genel başkanlığına seçilen Tansu Çiller,
Türkiye’nin ilk kadın başbakanı oldu ve SH P’yle bir koalisyon hükümeti kurdu.
27 Kasım: Türkiye ile İsrail, Suriye destekli terör gruplarına karşı istihbarat
toplamak amacıyla işbirliğine karar verdiler ve bir memorandum imzaladılar.
Bu gelişme, daha geniş bir ilişkinin işaretiydi.
1994 26 Mart: Yerel seçimlerde ani bir çıkış yapan siyasal Islâmcı Refah Partisi
üçüncülüğe yükselirken, İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını kazandı.
5 N isan: DYP-SHP koalisyonu yeni bir ‘istikrar paketi’ni açıklarken, Türk
lirasının değeri yüzde 38 düşürüldü ve Fiyatlar da yüzde 100 arttı. Ekonomi
yeni krize girdi. Enflasyon 1994 yılında yüzde 148 yükselerek rekor kırdı.
14 Temmuz: Başbakan Tansu Çiller’in malvarlığını usulsüz bir şekilde elde
ettiği iddiaları üzerine. Meclis tarafından soruşturma başlatıldı. Bu gelişme
koalisyon ortakları arasında gerilime neden oldu.
1 Ocak: Milliyet gazetesi Başbakan Tansu Çiller’in Atatürk’ün ünlü ‘Ne mutlu
Türk’üm diyene’ sözünü 'Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım diyene’ şeklinde
açıklayan sözlerine yer verdi. Çiller’in sözleri Türkiye’nin kimlik konusundaki
bakış açısında meydana gelen değişimi yansıtıyordu.
18 Şubat: Sosyal demokrat partiler CHP ile SHP, CHP çatısı altında birleştiler.
20 Mart: Artan PKK saldırıları sonrası Türk ordusu, 35.000 kişilik bir askerî
gücü PKK kamplarını yok etmek üzere Kuzey Irak’a gönderdi.
23 Temmuz: Meclis, siyasi yaşamı daha demokratik hale getirmek amacıyla
anayasada yer alan on beş maddede değişiklik yaptı.
20 Eylül: Koalisyon çöktü ve 24 Aralık tarihinde erken seçime gidildi.
1996 1 Ocak: Avrupa Birliği ile Türkiye arasında 6 Mart günü yürürlüğe girecek olan
Gümrük Birliği antlaşm ası imzalandı. Bu antlaşma, Türkiye’nin ekonomi
politikasındaki büyük dönüşümü ve küreselleşmeye doğru yeni bir adımı
işaret ediyordu.
6 Mart: A N A P-D Y P koalisyonu (Anayol), partiler arasında haftalar süren
görüşmeler sonucu oluşturuldu. Ancak, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ile
DYP Genel Başkanı Tansu Çiller arasındaki geçimsizlik nedeniyle istikrar
sağlanamadı.
6 Haziran: Mesut Yılmaz istifa etti ve Çiller’in malvarlığıyla ilgili olarak Meclis
soruşturm ası açılm ası talebinde bulunan İslamcı parti lideri Necmettin
Erbakan’ın yolunu açtı.
29 Haziran: Erbakan ve Çiller, haklarındaki yolsuzluk soruşturmalarının rafa
kaldırılm asına karar verdikten sonra Refah Partisi ile DYP arasında bir
koalisyon (Refahyol) kurulduğunu ilan ettiler.
3 Kasım: ‘Susurluk Kazası’ olarak bilinen bir trafik kazası, Türkiye’nin siyasi
yaşam ında ‘derin devlet’ olarak adlandırılan ve idari alan ın daki geniş
yozlaşmayı ortaya çıkaran bir skandala neden oldu.
1997 2 8 Şubat: Generallerin egemen o ld u ğu Milli Güvenlik Kurulu, Erbakan
önde rliğinde ki hüküm ete İslâ m î faaliyetleri -ö ze llik le üniversitelerde
başörtüsü giyilm esini- kısıtlaması yönünde tavsiyede bulundular. Bu karar
daha sonra ‘28 Şubat Süreci’ olarak adlandırılacaktı.
18 Haziran: Ilımlı görünme çabalarına karşılık Erbakan, hükümetten istifa
etmeye ve Tansu Çiller’in başbakanlığında koalisyona devam etmeye karar
verdi. Bununla birlikte. Cum hurbaşkanı Süleyman Demirel ANAP Genel
Başkanı M esut Yılmaz’ı yeni bir koalisyon oluşturması için görevlendirdi.
Yılmaz, B ü le nt E ce vit’in D em ok ratik S o l P a rtisi’yle (D S P ) k o a lisy o n
gerçekleştirdi.
1998 16 Ocak: Anayasa Mahkemesi, laiklik ilkesini ihlâl ettiği gerekçesiyle Refah
Partisi’nin kapatılm asına ve Necmettin Erbakan'a beş yıl süreyle siyasi
faaliyet y asağı uygulanmasına karar verdi. Islâmcılar, partinin kapatılma
olasılığına karşı 17 Aralık 1997 tarihinde Fazilet Partisi’ni kurmuşlardı.
2t Nisan: Siyasi Islâm’a yönelik sürekli eleştiriler sırasında. Refah Partisi’nin
üyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 1997
yılında yaptığı bir açıklamayla Islâm ’ı kendi çıkarlarına alet ettiği ve dinî
kışkırtıcılık yaptığı gerekçesiyle on ay hapis cezasına çarptırıldı.
26 Kasım: Başbakan Mesut Yılmaz, mafyayla bağlantısı olduğu yönündeki
suçlamalar sonrası istifa etti.
1999 11 Ocak: D S P Genel Başkanı Bülent Ecevit, ülkeyi nisan ayında yapılacak
erken genel seçimlere götürmek üzere bir hükümet kurdu.
15 Şubat: PKK lideri Abdullah öcalan Nairobi’de yakalandı ve Türkiye’ye
getirildi. Bu olay Ecevit için bir zafer olurken, hükümet Kürt isyancılara karşı
‘zafer ilan etme’ imkânı elde etti, öcalan 29 Haziran günü idam cezasına
çarptırıldı, ancak 2002 yılında ölüm cezasının kaldırılmasının ardından cezası
müebbet hapse çevrildi.
18 Nisan: Genel seçimleri Ecevit’in D S P ’si ve aşırı sağcı Milliyetçi Hareket
Partisi kazanırken, merkez sağ partiler çöktü.
2 Mayıs: İslâmcı milletvekili Merve Kavakçı’mn, yemin töreninin yapılacağı
Meclis salonuna siyasi Islâm’ın sembolü olan türbanla girmek istemesi yeni
M e d is’te tepkilere yol açtı. Kavakçı’nın milletvekilliği daha sonra, İçişleri
Bakanlığı’nı aynı zamanda ABD vatandaşı olduğu yönünde bilgilendirmediği
gerekçesiyle düşürüldü.
3 Mayıs: Hükümeti kurmakla görevlendirilen Bülent Ecevit, MHP ve A NA P’la
28 Mayıs günü koalisyon oluşturdu. İdeolojik zıtlıkları olmasına rağmen,
koalisyon hükümeti şaşırtıcı bir biçimde uzun ömürlü oldu.
17 Ağustos: Türkiye’nin kuzeybatı bölgesinde meydana gelen büyük deprem
sırasında devletin yüz binlerce insana yardım sağlam a konusunda başarısız
olması, insanların devlete olan güvenini sarstı.
13 Ekim: Avrupa Birliği Komisyonu Türkiye’nin AB üyeliği için aday ülke
olarak değerlendirilmesini tavsiye etti. Bununla birlikte Türkiye’nin ‘Kopenhag
Kriterleri’ olarak adlandırılan ve insan haklarını, azınlıkların korunmasını,
ekonomik reformu içeren uzun bir ödevi tamamlaması gerekiyor.
20 00 17 Ocak: İstanbul’da yapılan operasyon sonucu Hizbullah hareketinin önemli
liderlerinden bazıları vurularak, bazıları da sa ğ olarak ele geçirildi. Ülke
geneline yayılan operasyon, ‘derin devlet’in düşmanlarına karşı mücadelede
bu örgütü kullandığı yönünde şüphelere yol açtı. Genelkurmay Başkanlığı
tarafından yapılan açıklam ada, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin P K K ’ya karşı
m ücadelede Hizbullah eylemlerini desteklediği yönünde b asın da çıkan
haberler kesin bir dille yalanlandı.
5 Mayıs: Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen liberal bir reformist olarak
tanınan Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, Demirel’den sonra
Türkiye’nin onuncu cumhurbaşkanı seçildi.
2001 19 Şubat: Yolsuzluk iddiaları üzerine Başb akan Ecevit’in Cumhurbaşkanı
Sezer ile yaptığı ağız kavgası büyük bir ekonom ik krizin yaşanmasına neden
oldu. Borsa düştü, faizler yükseldi ve Merkez Bankası döviz rezervlerinin
beşte birini kaybetti.
I Mart: Dünya Bankası’nda görevli Kemal Derviş, ekonomiden sorumlu devlet
bakanlığı görevine getirildi. Bu atamayla yabancı yatırımcılara güven vermek
amaçlanırken. Derviş Türkiye’nin ekonom isini küresel eğilimle aynı yöne
yerleştirecek önemli reformları yürürlüğe koydu.
21 Haziran: A n a y a sa M ahkem esi, İslâ m î köktenciliğin merkezi olarak
tanımladığı Fazilet Partisi’ni kapattı.
21 Temmuz: S iy a si Islâm cılar Fazilet P artisi’nin devamı olarak Saadet
Partisi’ni kurdular.
14 Ağustos: Fazilet Partisi’nin ılımlıları Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdular. Parti kendisini Fazilet Partisi’nin
devamı olarak değil laik ‘Müslüman demokratlar’ olarak tanımladı.
I I Eylül: New York, Washington ve Pennsylvania’da meydana gelen 11 Eylül
saldırıları ve ABD Başkanı Bush’un ‘terörizme karşı savaş’ ilanı Türkiye’yi
birdenbire ‘stratejik bir varlık’ ve IMF kredilerini hak eden bir ülke haline getirdi.
2002 Şubat: IMF, Türkiye’ye 9 milyarlık kısmı hemen olmak üzere üç yıl İçin 16
milyar ABD doları kredi verme konusunda anlaştı.
4 Mayıs: Başbakan Ecevit hastaneye kaldırıldı. Hastalığı siyasi bir krize neden
oldu. İstifa edip etmeyeceği veya yerine kimin geçeceği konusunda yapılan
spekülasyonlar borsayı olumsuz etkiledi.
10 Mayıs: Kemal Derviş, erken genel seçime gidilmesi durumunda Türkiye’nin
siyasi geleceği üzerindeki belirsizliklerin sona ereceği yönünde açıklama
yaptı. Onun bu sözleri 3 Kasım erken genel seçimlerinin yapılm asına yol
açacak politik manevranın başlamasına neden oldu.
29 Mayıs: TÜ SİA D gazetelere verdiği tam sayfa ilanlarla, ölüm cezasının
kaldırılması, eğitim, Kürtçe yayın da dahil olmak üzere A B yönünde acil
reformlar yapılması çağrısı yaptı.
7 Temmuz: Partisinin yerine Doğru Yol Partisi’nin koalisyona alınabileceğinden
çekinen başbakan yardımcısı ve M H P lideri Devlet Bahçeli, 3 Kasım günü
seçim yapılması için çağrı yaptı. Ecevit ile Yılmaz erken seçime karşı çıkarken.
Derviş ve Türkiye’nin büyük kapitalistleri ülkede hüküm süren belirsizliğin
seçimlerle sonuçlanabileceğine inanıyordu. Demokratik Sol Parti’de devam
eden istifaların ardından, koalisyon M e clis’te çoğunluğu kaybetti ve 16
Temmuz günü Ecevit kasım ayında ülkeyi seçime götürme kararı aldı.
3 Ağustos: Meclis, AB şartlarını karşılamak amacıyla yeni yasaları kapsayan
bir ‘demokrasi paketi’ni onayladı. Bu paket, AB yolunda büyük bir adım ve
ekonomik krize son vermek konusunda ciddi bir önlem olarak görüldü.
10 Ağustos: Kemal Derviş hükümetten istifa etti. Merkez sol ve merkez sağda
yer alan bazı partileri birleştirerek yeni bir merkez yaratm a girişiminin
başarısız olmasının ardından 21 Ağustos günü CHP’ye katıldı; böylece yeni
kurulan Yeni Türkiye Partisi’nin Parlamento’ya girme ihtimalini yok etti.
3 Kasım: Genel seçimler sonucu Adalet ve Kalkınma Partisi yüzde 34,3 oy
oranıyla Meclis’te 363 sandalye elde ederek, i987'den beri tek başına iktidar
olan ilk parti oldu. Yüzde 19,4 oy oranıyla 178 sandalye alan CHP muhalefet
olurken, diğer partiler yüzde ıo ’luk seçim barajına takılarak M e d is’e giremedi.
16 Kasım: Cumhurbaşkanı Sezer hükümeti kurması için A KP’li Abdullah Gül’ü
görevlendirdi; Gül’ün oluşturduğu hükümet 18 Kasım günü cumhurbaşkanı
tarafından onaylandı. Gül, 28 Kasım günü programını sundu ve güvenoyu
alarak görevine başladı.
19/24 Aralık: Meclis, Recep Tayyip Erdoğan’a seçimlerde aday olma, Parla­
mento’ya girme ve başbakan olma imkânı sağlayan anayasa değişikliklerini
kabul etti.
26 Ocak: Ülke genelinde büyük çapta savaş karşıtı gösteriler düzenlendi.
Nüfusun yaklaşık yüzde 85-90’lık bir bölümü ABD’nin Irak’a müdahalesine
karşı çıkıyordu.
1 Mart: Meclis, Türkiye’ye 62.000 ABD askerinin konuşlanmasına izin veren
ve Kuzey Irak sınırını operasyona açan tezkereyi reddetti. ABD-Türkiye
ilişkileri karıştı.
9 Mart: Recep Tayyip Erdoğan milletvekili seçildi; Başbakan Gül 11 Mart günü
istifa etti ve Erdoğan yeni başbakan olarak atandı.
19 Mart: ABD Başkanı Bush'un Saddam Hüseyin’e verdiği ültimatomun süresi
doldu ve ABD ön derliğindeki koalisyon güçleri B a ğd a t’ı bo m balam aya
başladı.
20 Mart: Ankara Türk hava sahasını ABD uçaklarına açmaya razı oldu fakat
W ashington ile ilişkiler zarar görmüştü. Pentagon’ daki yeni mahufazakârlar
Türkiye’yi ve generalleri cezalandırmaya kararlıydılar.
9 Nisan: Amerikan kuvvetleri Bağdat'ın kontrolünü ele geçirdi.
22 Mayıs: Generaller hükümetin AB’ye katılma planına destek verdi.
2 8 Mayıs: MGK, insan haklarına dair AB kriterlerinin yerine getirilebilmesi için
terörle mücadele yasasının değiştirilmesini ve Kürtçe yayına izin verilmesini
kabul etti. Eski bir Kürt milletvekili reformları, Kürtler üzerindeki elli yıllık ya­
sağın sonu ve “Kürt realitesi"nin tanınması olarak değerlendirdi.
4 Temmuz: Kuzey Irak’taki Amerikan kuvvetleri, Türk özel kuvvetlerinden 11
kişiyi, başlarına çuval geçirerek ve küçük düşürerek tutukladı. Ankara Was-
hington’a nota verdi ve Türk subaylar serbest bırakıldı. Fakat Türk-Amerikan
ilişkileri zarar görmüştü, 1 Mart’taki oylamanın misillemesi olarak görülen bu
olay stratejik işbirliğinin sonu oldu.
22 Temmuz: Dışişleri Bakanı Abdullah Gül zarar gören ilişkileri tamir etmek
için A BD’ ye ziyarette bulundu.
29 Temmuz: AB kriterlerini yerine getirmek için Meclis yeni “reform paketle­
ri” geçirdi.Temel amaç generalleri dizginlemek ve M GK’yı medenileştirmekti.
11 Eylül: Dışişleri Bakanı Gül MGK reformunun A B ’nin tüm itirazlarını karşıla­
dığını iddia etti.
7 Kasım: ABD, Ankara’ya Irak’ta Türk askerine ihtiyacı olmadığını bildirdi ve
böylece Temmuz’da başlayan görüşmeler sona erdi.
15 Kasım: İstanbul’daki intihar eylemleri iki sinagogu, Ingiliz Konsolosluğunu
ve Ingiliz Bankası H SB C ’nin binasını tahrip etti, onlarca kişi öldü. O gün, “Tür­
kiye’nin 11 Eylülü” olarak tanımlandı. Türkiye de artık Islâmcı terörün bir kur­
banıydı.
2004 6 Ocak: Suriye Devlet Başkanı Beşir Esad Ankara’ya geldi. Her iki taraf da iliş­
kileri düzeltmek istiyordu ve Ankara, Avrupa’nın aldığı pozisyona yakınlaşm a­
ya çalışıyordu.
23 Ocak: MGK toplantısı sonucunda generaller Türkiye’nin Kıbrıs’ı yeniden
birleştirmeye dönük Annan planı çerçevesinde çalışmayı kabul ettiler.
31 Ocak: Erdoğan’ın ABD ziyareti sonunda Dışişleri Bakanı Gül Türk-Amerikan
ilişkisinin artık sadece stratejik olmadığını, insan hakları ve demokratikleşme­
ye dayandığını belirtti. Basında bu durum, Ankara’nın bölgede “ılımlı bir Is­
lâm ülkesi” rolünü oynayarak demokratik “Büyük Ortadoğu Projesi" için bir
model olup olmayacağı sorusunu gündeme getirdi.
22 Mart: Ankara’nın bölgede “ılımlı bir Islâm ülkesi” olup olmadığı tartışma­
larına cevaben. Erdoğan Türkiye’nin laik ve sosyal bir devlet olduğunu, laik
bir devlet içinde de Islâmi bir devlet olamayacağını belirtti.
28 Mart: Yerel seçimler Adalet ve Kalkınma Partisi’nin konumunu güçlendirirken
muhalefetin konumunu zayıflattı. AKP’nin oy oranları yaklaşık rakamlarla yüzde
34’ten yüzde 43’e yükselirken, CHP’nin oyları yüzde 19’dan yüzde 15’e geriledi.
24 Nisan: Kıbrıs’taki referandumlarda Türk toplumu adanın birleşmesine yüz­
de 65’lik bir oranla evet derken, Rumlar yüzde 76’lık bir oranla birleşmeyi
reddetti. Bu durum AB karşısında Ankara’nın elini güçlendirdi.
27 Eylül: Kadın hakları ile ilgili AB kriterlerini sağlayabilmek için zinayı yasa­
dışı saymaya yönelik yasadan vazgeçildi.
6 Ekim: AB Komisyonu Türkiye’nin siyasal kriterleri yerine getirerek üyelik
önündeki ilk grup engeli başarıyla aştığını ifade etti ve katılım müzakereleri­
nin başlamasını önerdi.
17 Aralık: AB Türkiye’nin üyeliğini koşullu olarak kabul etti ve katılım müza­
kerelerinin açılış tarihi olarak 3 Ekim 2005’i belirledi.
2005 25 Mayıs: Hazar Ceyhan boru hattının açılışı Bakü’de törenle yapıldı. Artık,
Hazar petrolü Avrupa’ya Rusya’yı atlayarak Azerbaycan Türkiye ve Gürcistan
üzerinden gönderilebilecekti. Boru hattı Türkiye için “Avrasya seçeneğini” or­
taya çıkardı.
29 Mayıs: Fransa’daki referandumda AB Anayasası % 45 oranındaki “evet”
oylarına karşılık % 55 oranındaki “hayır” oylarıyla reddedildi. Bu durum, Tür­
kiye’nin AB hayallerine bir darbe olarak değerlendirildi, ancak Dışişleri Baka­
nı Abdullah Gül, “Bu referandumun Türkiye’yle doğrudan bir bağlantısı yok.
Müzakerelere başlamamız için hiçbir engel yok,” dedi.
10 Ağustos: Başbakan Erdoğan, Kürt sorununun, diğer sorunlar gibi demok­
ratikleşmeyle birlikte Cumhuriyet ilkeleri ve Anayasa çerçevesinde çözülebile­
ceğini söyledi.
3 Ekim: Türkiye, on-on beş yıl sürmesi beklenen, AB ile katılım müzakereleri­
ne başladı. Ama basın “AB ile yeni hayat” sözlerine yer verdi.
16 Aralık: Orhan Pamuk, tüm dünyanın gözü önünde, 301. madde dayanak
alınarak Türklüğü aşağılamaktan yargılandı. Birkaç gün sonra Devlet Bakanı
Ali Babacan, Pamuk davasıyla Türkiye’nin imajının lekelendiğini söyledi. An­
cak 21 Aralık’ta Adalet Bakanı Cemil Çiçek 301. maddeyi değiştirmeye yöne­
lik bir plan olmadığını açıkladı. 2006’da bu maddeden birçok yazarın yargı­
lanmasına devam edildi.
2006 17 Ocak: Vatan gazetesinin düzenlediği ankete göre partilerin olası bir seçim­
de alabilecekleri oy oranları şöyleydi: AKP % 29,9, CHP % 14,4, DYP % 13,6
ve MHP % 11,5.
19 Ocak: Erdoğan, “Erken seçim olmasını beklemeyin," dedi.
26 Ocak: Radikal, ordunun Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasının önünde bir
engel görmediğini bildirdi.
12 Nisan: Bir Harp Akademisi konferansında Cumhurbaşkanı Sezer şöyle ko­
nuştu: “Köktendincilik tehlikeli boyutlara ulaştı ve Türkiye’nin bu tehdite kar­
şı tek güvencesi laik düzendir”.
18 Mayıs: Danıştay hakimlerine yönelik saldırıda Yücel Özden’in öldürülmesi,
Türkiye siyasi hayatında AKP hükümetini devletin Silahlı Kuvvetler, yargı ve üni­
versiteler gibi laik kurumlarıyla karşı karşıya getiren bir dönüm noktası oldu.
5 Haziran: TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı, Türkiye’nin yeni Cumhurbaşka-
nı’nın tüm tarafların işbirliğiyle, müzakereler yoluyla seçilmesini talep ederek
yeni Cumhurbaşkam'nm Erdoğan olmam ası gerektiğini ima etti.
23 Haziran: Rahşan Ecevit, gelecek seçimlerde A K P’ye karşı Solu ve Sağı bir­
leştirmeye yönelik başarısız bir kampanya başlattı.
2 8 Haziran: Başbakan Erdoğan, muğlak bir ifadeyle, yeni Cum hurbaşka-
nı’nın, çeşitli STÖ’lerin fikrine başvurduktan sonra AKP meclis grubunun oy­
larıyla seçileceğini ve bu makama geldiğinde bütün ideolojik önyargılardan
uzak birinin olacağını açıkladı. Daha sonra 5 Temmuz’da, dindar bir müslü-
manın devlet başkanı olmasını kimsenin engellememesi gerektiğini söyledi
ve kendisinin önümüzdeki yıl Cumhurbaşkanlığına aday olması konusunda
açık kapı bıraktı.
28 Temmuz: Genelkurmay Başkanlığı, Korgeneral Altay Tokat’ın kendi kom u­
tası altında askerlerin Güneydoğu Anadolu’da bombalama eylemleri gerçek­
leştirdiğine dair sözleri üzerine soruşturma başlattığını duyurdu. 1995 ve
1998 yılları arasında PKK’nın Türkiye karşıtı eylemlerinin doruk noktasında ol­
duğu bir dönemde Güneydoğu Anadolu’da görev yapan Tokat şu anda mu­
halefetteki Milliyetçi Hareket Partisi’nin bir üyesidir.
1 Ağustos: Orgeneral Yaşar Büyükanıt, daha ılımlı selefi Hilmi Özkök’ün yeri­
ne Genelkurmay Başkanı olarak atandı. Büyükanıt, Türkiye’nin Avrupa Birliği
müzakereleri de dahil olmak üzere çeşitli meselelerde daha sert bir tutumu
savunan bir şahin olarak tanınıyor. Katı bir laik ve askeriyenin siyaset üzerin­
de etkili olmasından yana. Büyükanıt Islâmi gericilikle mücadele etmenin or­
dunun anayasal görevi olduğunu ve köktendinci tehdidin daha önce hiç bu
kadar büyük olmadığını söyledi. Genelkurmay Başkanlığı’na atanması, sivil-
asker ilişkilerinin gelecek dönemde sorunsuz olmayacağını gösteriyor.
2007 19 Ocak: AGOS gazetesi sahibi, gazeteci yazar Hrant Dink öldürüldü.
14 Nisan: İlk Cumhuriyet Mitingi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden iki hafta
önce Anıtkabir’de yapıldı.
18 Nisan: Malatya’da bulunan Zirve Yayınevi’nde çalışan 3 kişi, Hıristiyanlık
üzerine kitaplar bastıkları gerekçesiyle boğazları kesilerek öldürüldü.
27 Nisan: Türk Silahlı Kuvvetleri bir bildiri yayınlayarak, TSK’nin Atatürk llke-
leri’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin savunucusu olduğunu vurguladı. Kam uo­
yunda “e-muhtıra” diye adlandırılan bu bildiri büyük tartışmalara yol açtı.
22 Temmuz: Yapılan genel seçimler sonunda AKP % 46.58, CHP % 20.57,
M H P % 14.27 oy aldı. AKP T B M M ’de 341, CHP 112, MHP 71 ve Bağımsızlar 26
sandalye elde etti.
28 Ağustos: Abdullah Gül, 339 oyla TBM M tarafından Türkiye’nin 11. cumhur­
başkanı seçildi.
27 Şubat: CHP ve D S P ’li milletvekilleri ile Tunceli bağımsız milletvekili Kamer
Genç, Türkiye’de başörtüsü yasağının devamı için Anayasa Mahkem esi’ne
başvurdu.
14 Mart: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, “laikliğe
aykırı fiillerin odağı haline geldiği” iddiasıyla AK Parti’nin kapatılması için
Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı.
21 Mart: Ergenekon Operasyonu kapsamında yazar Ilhan Selçuk, İşçi Partisi
lideri Doğu Perinçek ve İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Kemal
Alemdaroğlu gözaltına alındı.
30 Nisan: T B M M Genel Kurulu’nda, Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinde
değişiklik öngören kanun teklifi kabul edildi. Kanuna göre, 301. maddede yer
alan "Türklüğü" ibaresi “Türk Milleti", “Cumhuriyeti" ibaresi de “Türkiye
Cumhuriyeti Devleti" olarak değiştirildi.
5 Haziran: Anayasa Mahkemesi, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getire­
cek anayasa değişikliğini 2’ye karşı 9 oyla iptal ederek yürürlüğünü durdurdu.
20 Ekim: Ergenekon Davası, operasyon kapsamında 46’sı tutuklu 86 sanık ile
başladı.
2009 9 Ocak: Ergenekon’da gözaltına alınan eski özel harekatçının evinoe ele ge­
çirilen kroki kaynaklı aramalarda çok sayıda patlayıcı, silah ve mühimmat bu­
lundu.
29 Ocak: Recep Tayyip Erdoğan D avos’ta katıldığı panelde İsrail Cumhurbaş­
kanı Simon Peres’le tartışarak toplantıyı terketti.
29 Mart: Yerel seçimler gerçekleşti. AKP 45, CHP 13, MHP 10, DTP 8, DSP 2,
BBP 1, DP 1 ilde başarıya ulaştı. Türkiye genelinde ise partilerin oy dağılımla­
rı şöyle oluştu: AKP % 38,8, CHP % 23,1, MHP % 16,1, DTP % 5,7, SP % 5,2
20 Ekim: 34 PKK üyesi "Barış Grubu" Abdullah öcalan’ın çağrısı üzerine Silo-
pi Sınır Kapısı'nda teslim oldu. Savcılık tarafından sorgulandıktan sonra ser­
best bırakıldı.
12 Aralık: Anayasa Mahkemesi, Demokratik Toplum Partisi’ni (DTP) oybirliğiy­
le kapattı.
2010 26 Şubat: Balyoz Operasyonu’nda ikinci dalga meydana geldi. 13 kentte baş­
latılan operasyonlarda emekli ve muvazzaf askerler gözaltına alındı.
10 Mayıs: CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, genel başkanlık görevinden isti­
fa etti.
22 Mayıs: CHP’de yapılan oylama sonucunda Kemal Kılıçdaroğlu genel baş­
kanlığa seçildi.
12 Eylül: Anayasa değişikliği ile ilgili 2010 Türkiye anayasa değişikliği referan­
dumu yapıldı. Seçmenlerin % 57,9’u "evet” oyu verirken, % 42,1 “hayır" dedi.
2011 11 Şubat: İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, Balyoz Davası kapsamın­
da, aralarında Özden örnek, Halil İbrahim Fırtına ve Engin Alan gibi emekli
generallerin de bulunduğu 133 sanığın tutuklanmasına karar verdi.
12 Haziran: 2011 genel seçimleri yapıldı. Adalet ve Kalkınma Partisi % 49,9 oy
alarak iktidarda kaldı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin toplam milletvekili sayısı
326, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 135, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ise 53 oldu.
28 Aralık: Türk Hava Kuvvetleri’nin Şırnak’ın Uludere ilçesinde F-16 uçakları
ile yaptığı operasyonda 35 kişi hayatını kaybetti ve 1 kişi yaralandı.
6 Ocak: Genelkurmay Başkam İlker Başbuğ tutuklanarak cezaevine kondu.
Başbuğ, tutuklanan ilk genelkurmay başkanı oldu.
15 Şubat: T B M M Adalet Komisyonu, MİT mensupları veya özel bir görevi ye­
rine getirmek üzere başbakan tarafından görevlendirilen kişilerin, özel yetkili
ağır ceza mahkemeleri kapsamındaki suçlarla ilgili soruşturmalarının başba­
kanın iznine bağlanmasını öngören kanun teklifini kabul etti.
25 Haziran: Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı birlikler Suriye sınırına doğru kay­
dırılmaya başlandı.
21 Eylül: 250'si tutuklu 365 sanığın yargılandığı Balyoz Davası’nın kararı açık­
landı. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına,
eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral özden Örnek ve eski 1. Ordu
Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 34
sanık için beraat kararı verildi.
4 Ekim: TBM M Suriye gündemiyle olağanüstü toplandı. Hükümete Suriye’ye
askerî operasyon yetkisi verildi.
2013 11 Mayıs: Hatay ilinin Reyhanlı ilçesinde patlama gerçekleşti. 52 kişi öldü,
25’j ağır 146 kişi yaralandı.
27 Mayıs: Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Taksim Gezi Parkı’nda 5
ağacın yerinden sökülmesiyle başlayan Gezi Parkı Olayları başladı. Tüm yur­
da yayılan protestolar haftalarca sürdü, polis orantısız güç kullandı. Olaylar
sonucunda 7 kişi öldü.
30 Eylül: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan demokratikleşme paketini açıkladı.
31 Ekim: Ak Partili 4 milletvekili bugün ilk kez Meclis Genel Kurulu’na başör­
tüleriyle girdi.
17 Aralık: Yolsuzluk ve rüşvet iddiasıyla ilgili yürütülen soruşturma kapsam ın­
da aralarında bakan çocukları, belediye başkanı, banka yöneticileri ve işa­
damlarının da bulunduğu 37 kişi gözaltına alındı. Takip eden günlerde soru ş­
turmanın yürüdüğü sırada, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok po­
lis müdürü görevlerinden alındı.
25 Aralık: Bakanlar, Muammer Güler, Zafer Çağlayan ve Erdoğan Bayraktar,
yolsuzluk soruşturması esnasında istifa ettiğini açıkladı.
Dizin

11 E y lü l 1 8 5 , 1 9 2 , 2 4 2 , 2 4 4 A m a s y a 1 0 , 8 5 , 86
1 9 6 0 d a rb e si 1 1 9 , 1 3 0 , 1 8 9 A m e rik a B irleşik D evletleri (A B D ) 7 4 ,
1 9 6 1 a n a y a sa sı 1 3 0 , 1 3 3 - 1 3 6 , 1 4 2 -1 4 4 , 1 1 1 ,1 1 2 ,1 1 5 , 134, 1 3 6 -1 3 9 , 143,
1 5 9 , 1 6 1 ,2 3 9 1 5 4 , 1 6 3 , 1 7 5 ,1 7 8 , 1 8 1 , 1 8 5 , 189-
192, 199, 20 0 , 20 9 , 2 3 4 -2 3 7 , 23 9 ,
A b b a s i h alifeliği 2 3 2 4 0 , 242-2 4 4
A b d ü la z iz 3 9 , 4 3 , 2 2 8 K o n g re si 2 3 4
A b d ü lm e cid 3 4 , 3 5 , 5 8 , 8 9 , 2 2 8 A n a d o lu
A d a k , F eh im 1 78 B atı 7 1 , 8 1 , 8 7 , 1 1 4 , 1 3 6 , 1 7 1 , 2 2 3 ,
A d ale t P artisi 1 3 5 , 1 3 9 , 1 4 0 , 1 4 3 , 145- 224, 232;
1 4 8 , 1 5 0 -1 5 3 , 1 6 2 , 1 6 4 , 2 0 6 , 2 0 8 , D oğu 65, 66, 70, 83, 104, 153, 224,
2 1 5 , 2 3 6 , 238 229;
A d a le t ve K a lk ın m a P artisi (A K P ) 1 8 0 , G üneydoğu 13, 84, 181, 24 6
18 6 -1 9 0 , 193, 194, 199, 2 0 1 -2 0 4 , a n a y a sa 4 0 , 4 3 , 5 3 , 5 6 , 6 0 , 8 2 , 1 0 7 , 1 1 4 ,
2 0 6 , 2 0 8 , 209, 2 1 1 , 2 1 2 , 2 1 4 -2 1 9 , 1 2 9 , 1 3 0 , 1 4 2 , 1 4 5 , 1 5 9 - 1 6 2 ,1 8 5 ,
2 4 2 -2 4 6 188, 189, 203, 204 , 2 0 6 , 2 1 4 , 228,
A dan a 5 7, 229 229, 236, 239, 243, 245
k a tlia m la rı 58 m ah k em esi 1 1 8 , 1 2 8 , 1 3 1 , 1 4 4 , 1 6 1 ,
A fg a n ista n 7 2 , 7 4 , 9 1 , 1 5 3 , 1 6 0 , 1 6 9 , 1 8 5 , 1 7 3 , 1 8 0 ,1 8 2 , 2 0 3 , 2 0 7 , 2 1 0 , 2 4 1 ,
232 242
A frik a 1 4 , 1 7 , 4 5 , 7 2 , 9 0 , 9 1 , 2 1 8 ta sla ğ ı 1 6 1 , 1 6 2 , 2 1 4 , 2 1 5
A ğ c a , M e h m e t Ali 153 a n a y a sa l devrim 82
A h m et İzzet P a şa 75 A n ıtk a b ir 1 7 8 , 18 0
A h m ed R ız a 4 8 , 4 9 , 5 7 A n k a ra S a v a şı 1 0 , 2 2 4
A k b u lu t, Y ıld ırım 1 6 6 , 1 6 7 , 2 3 9 A n n a n , K o fi 1 8 8 , 1 9 2 , 2 4 4
A k ç u ra , Y u su f 4 6 , 7 2 A n ta ly a 2 2 3 , 2 3 0
A k den iz 1 2 , 1 4 , 1 5 , 1 7 , 2 0 , 8 4 , 8 8 , 9 5 ,1 6 6 an ti-e m p ery alist 138
b ö lg e si 2 3 3 A r a b ista n 7 3 , 84
D o ğ u 15, 103, 139 A r a p 1 1 , 1 3, 6 4 , 7 2 -7 4 , 8 2 , 8 4 , 9 3 , 1 1 2 ,
A le m d a r M u sta fa P a şa 2 8 , 2 9 1 3 9 , 2 0 9 , 2 1 1 ,2 2 9 , 2 3 7
Alevi 1 5 0 , 1 53 d ü n y a sı 11
Ali Fethi Bey 6 4 ey aletleri 13
Ali K e m a l 6 2 A r a p ç a 1 1 4 ,2 0 2 , 2 3 2 , 2 3 4
A lm an 4 1 , 4 2 , 4 4 , 4 5 , 5 8 , 6 5 , 6 7 - 6 9 , 7 1 , A r a p la r 1 1 , 5 3 , 86
74-7 6 , 83, 9 6 ,1 0 4 ,1 3 3 , 140, 192, A r a ş, T e v fik R ü ştü 2 3 3
229, 233, 234 A rn av u tlu k 7 , 4 2 , 4 6 , 6 0
A lm a n c a 1 6 7 , 1 7 0 A sia M in ö r 3
A lm an y a 3 1 , 4 5 , 4 7 , 6 5 - 6 9 , 7 3 , 7 4 , 7 6, a sim ila sy o n 1 2 , 171
8 4, 94, 101, 103, 104, 110, 133, 201, A sy a 1 3 -1 5 , 4 5 , 8 4 , 9 0 , 9 1 , 1 3 6 , 1 6 6 , 169
2 2 9 , 232-2 3 4 a ta e rk il 9 0 , 2 0 9
A ltan , Ç etin 143 A ta tü rk , M u sta fa K em al 7 4 , 8 1 - 9 8 , 101-
103, 106, 107, 109, 110, 112, 114, Bele, R e fet 8 8 , 9 0 , 1 0 2
1 1 6 , 1 2 8 , 1 4 2 , 1 4 6 , 1 5 9 , 1 6 2 ,1 7 3 , B elgrad 1 4 , 2 7 , 2 2 4 , 2 2 6 , 2 2 7
180, 190, 2 0 2 , 2 0 5 , 2 30-233, 2 4 0 Berkes, N iy a z i 4 9
A tina 2 9 , 1 4 9 , 1 8 9 , 2 3 5 Berlin 4 6 , 6 5 - 6 8 , 7 2 , 7 4 , 7 5 , 8 3 , 1 0 4 , 1 1 0 ,
A vru pa B irliği (A B ) 1 7 1 , 1 7 4 , 1 7 5 , 1 8 2 , 232, 234
183 , 1 8 5 , 1 8 6 , 1 8 8 , 1 9 0 -1 9 3 , 199- Berlin A n tla şm a sı 4 2 , 4 6
201, 206, 2 0 8 , 21 2 , 219, 239, 24 1 -2 4 6 Berlin D u v arı 1 6 6
A vru pa E k o n o m ik T o p lu lu ğ u (A E T ) 1 7 5 , Berlin K o n g re si 4 2 , 4 6 , 2 2 9
236 birey 11, 3 8 , 7 5 , 1 0 2 , 1 0 7 , 1 1 1 , 131
A v u straly a 1 3 9 Birinci D ü n y a S a v a şı 4 5 , 7 0 , 7 5 , 8 3 , 8 4 ,
A vu stu ry a 2 0 , 2 2 , 3 1 , 3 6 , 4 1 , 4 2 , 4 6 , 5 5 , 9 2 , 1 0 2 , 121
6 2, 6 5, 6 6 , 7 4, 76, 225-227 Birleşm iş M ille tler (B M ) 1 1 3 , 1 2 8 , 1 8 8 ,
A y b ar, M e h m e t A li 1 4 1 , 145 207, 209, 239
A ydın 4 , 9 , 1 1 4 , 2 2 3 Bitlis 6 6 , 8 3 , 2 2 9
A y d ın lan m a 2 0 B izans 3 -5 , 8 -1 1 , 1 5, 18, 6 1 ,2 2 3
ayrım cılık 2 3 4 B izans İm p a r a to r u 3 -5 , 8, 9
A zerb aycan 1 3 , 2 8 , 2 2 5 , 2 2 7 , 2 4 5 B o ğ d an 8, 3 2
azınlık 3 9 , 5 8 , 1 0 4 , 1 5 1 , 1 5 3 ,1 5 5 , 1 5 6 , B o sn a H ersek 4 1 - 4 3 , 55
173, 1 7-177, 182, 188, 2 1 0 , 2 3 8 , 2 4 2 B ölgesel k o n g re le r 2 3 0
B rüksel 1 5 4 , 2 0 8
B ab ik y an , H a g o p 58 B u cak , S e d a t 1 7 4
B ağ d at 1 4 , 2 1 , 2 3 , 1 1 2 , 1 3 8 , 2 2 4 , 2 2 5 , B u lgar 7 , 8 , 1 1 , 3 8 , 4 1 , 4 2 , 4 6 , 5 3 , 6 1 , 6 4 ,
235, 244 68, 72, 75, 82, 228
Bahçeli, D evlet 1 8 2 , 1 8 5 -1 8 7 , 2 0 8 , 2 1 0 , B u lg arca 38
21 6 , 243 B u lgaristan 7 , 8, 4 2 , 4 3 , 5 5 , 6 1 , 6 4 , 6 8 ,
Baku 2 4 5 70, 72, 7 5 ,8 3 ,1 0 3 ,2 2 3 ,2 2 9
B alk an S a v a şla rı 6 1 , 6 4 -6 6 , 7 2 , 7 6 , 8 2 , 8 6 , b u rju va 18, 2 0 , 3 2 , 4 8 , 7 6 , 8 1 , 9 1 , 9 2 , 9 4 ,
229 104, 105, 107, 130, 134, 153, 179,
B alk an la r 4 , 5 , 7 , 8 , 2 0 , 2 7 , 2 8 , 4 1 - 4 4 , 4 6 , 187
6 1 , 6 3 , 6 4 , 7 2 , 8 6 ,1 6 9 , 1 8 1 , 2 2 3 , B u rsa 4 , 9 , 8 8 , 1 0 6 , 2 2 3
224, 229, 233 B u sh , G e o rg e W . 1 6 6 , 1 8 5 , 1 9 0 , 1 9 3 , 2 0 1 ,
B a rb a ro s H ay rettin 14 239, 242, 244
B asra 14 b ü ro k rasi 1 4, 17, 1 9 , 2 0 , 3 1 , 3 5 , 4 8 , 5 5 ,
b aşö rtü sü 1 9 4 , 2 0 4 - 2 0 6 , 2 0 9 , 2 1 3 , 241 56, 102, 10, 106, 108, 109, 115, 128,
Batı d ü n y ası 1 8 , 3 1 , 1 7 2 , 1 75 189, 194
Batı em p e ry aliz m i 4 5 bütçe 1 2 1 , 1 2 2 , 1 5 5 , 1 6 4 , 1 7 7 , 1 8 5 , 2 1 2 ,
B atılılaşm a 3 3 , 3 5 , 3 6 , 4 5 21 5
B atum 4 2 Büyük T ü rk iy e P artisi 162, 163
B atu r, M u h sin 2 3 7 bü yü m e hızı 1 8 , 1 1 4 , 1 1 5 , 1 1 9 , 1 3 2 , 1 3 3 ,
B ay ar, C elal M a h m u d 9 6 , 1 0 1 , 1 0 2 , 1 0 5 , 1 3 9 , 1 5 5 , 1 7 1 ,2 1 2
106, 108, 112, 114, 117, 129, 2 3 2 ,
234 C alifo rn ia 7 7
Bayezid 8 - 1 0 , 1 2 , 1 3 , 2 2 4 C eb e so y , A li F u a t 9 0 , 9 2 , 102
B ay k al, D e n iz 1 8 6 , 1 9 9 , 2 0 2 , 2 0 9 - 2 1 2 C elali İsy an ları 2 1 , 2 2 5
B ay ku rt, F a k ir 1 4 3 C em , İsm ail 1 8 5 , 186
C em S u lta n 12 D e e d e s (A lb ay ) 6 5
c e m a a t 1 1 , 1 5 , 2 3 , 3 4 -3 8 , 4 0 D e m ira ğ , N u r i 2 3 4
C em iy et 5 4 , 5 9 , 8 1 , 8 5 , 9 5 D e m irel, S ü ley m an 1 3 5 , 1 3 6 , 1 3 9 - 1 4 6 ,
C en eviz 2 2 4 1 4 9 - 1 5 6 , 1 6 0 , 1 6 2 , 1 6 4 , 1 6 5 ,1 6 7 ,
C e n o v a 1 3 , 19 1 7 0 -1 7 2 , 175, 176, 180, 1 8 2 , 195,
C ez ay ir 14 2 0 3 , 2 1 4 , 2 3 6 -2 4 2
C IA 1 4 9 d e m o k r a si 4 4 , 9 5 , 9 7 , 9 9 , 1 0 6 , 1 0 7 , 1 1 1 ,
cih ad 7 , 6 7 , 6 9 113, 115, 127, 128, 141, 14 5 , 146,
C in d o ru k , H ü sa m ettin 181 148, 152, 161, 163, 176, 17 7 , 184,
C o n n e c ticu t 171 1 8 6 , 1 8 9 -1 9 1 , 2 0 1 , 2 0 2 , 2 0 8 , 2 1 0 ,
C ravvford , R ic h a rd 68 2 1 5 , 2 1 7 -2 1 9 , 243
C u m h u riy et H a lk P artisi (C H P ) 8 9 , 9 1 , D e m o k r a t P arti (D P) 1 0 0 , 1 0 5 - 1 0 9 , 112-
9 4 , 9 5 , 1 0 1 , 1 0 2 , 1 0 5 - 1 0 9 , 1 1 1 , 113- 122, 128, 132, 135, 136, 138, 140,
1 1 7 , 1 2 0 , 1 2 2 , 1 2 8 , 1 3 0 , 1 3 6 ,1 3 8 - 1 43, 146, 171, 189, 2 1 4 , 234-2 3 6
1 4 0 , 1 4 3 , 1 4 6 -1 5 3 , 1 6 2 - 1 6 4 , 1 7 2 , d e m o k ra tik le şm e 1 4 4 , 1 8 2 , 1 9 2 , 2 4 4 , 2 4 5
1 76, 180, 186, 187, 193, 194, 199, d e m o k r a tla r 1 0 6 -1 0 9 , 1 1 3 - 1 1 6 , 1 1 8 -1 2 0 ,
202-2 04, 208, 209, 211-217, 219, 1 2 2 ,1 3 2 ,1 3 6 ,1 8 7 ,2 3 5 , 242
2 3 3 , 2 3 4 , 2 36-238, 2 4 0 , 2 4 3 -2 4 5 d en iz g ü c ü 1 2, 95
cu m h u riy etçi 9 3 , 9 4 , 1 4 7 , 1 5 0 , 1 5 2 , 2 3 2 d ereb ey ler 7
c u n ta 1 1 6 , 1 2 2 , 1 2 7 -1 2 9 , 1 4 3 , 1 4 9 , 160- d erin d evlet 1 7 4 , 1 9 1 , 2 4 1 , 2 4 2
1 6 2 , 2 0 6 , 2 3 6 ,2 3 7 D e rv iş, K e m al 1 8 4 , 1 8 6 , 1 8 7 , 2 4 2 , 24 3
d e v a lü a sy o n 1 0 8 , 1 1 9 , 2 2 5 , 2 3 6 , 2 3 7
ç a ğ d a ş la ş m a 3 3 , 4 9 , 7 6 , 9 0 , 9 1 , 1 1 3 d evletçilik 9 4 , 1 0 2 , 1 0 5 , 1 0 9 , 1 1 3 , 1 6 3 ,
Ç a n a k k a le B o ğ azı 4, 1 3 , 2 2 , 6 0 , 6 9 , 7 0 , 168, 232
226 d ev rim 1 8 , 3 6 , 4 0 , 4 3 , 4 9 , 5 5 , 5 6 , 6 2 , 72-
ç a tışm a 1 4 , 3 0 , 4 1 , 4 2 , 5 7 , 6 1 , 6 2 , 9 3 , 9 7 , 7 4, 82, 139, 141, 169, 176, 20 1 , 238
10 1 , 105, 108, 109, 13 9 , 140, 173, d ev rim ci 4 8 , 7 3 , 1 0 9 , 1 3 4 , 1 4 0
1 8 1 ,2 0 7 ,2 1 7 ,2 1 8 ,2 3 3 d ev şirm e 5 -7 , 9, 11, 1 4 , 2 0 , 2 7 , 2 8 , 31
Ç a tlı, A b d u llah 174 d ış b o rç 1 6 9 , 181
Ç e rk e z 4 2 , 8 6 , 8 7 dil 3 8 , 4 6 , 1 6 7 , 1 7 0 , 1 8 7 , 2 0 1 , 2 0 2
çete 4 6 , 1 7 4 , 2 0 5 D im e to k a 65
Ç iller, T a n su 1 7 0 , 1 7 1 , 1 7 3 , 1 7 4 , 1 7 6 , d in a d a m la r ı 3 8 , 56
1 77, 180, 181, 187, 2 4 0 , 241 d in sel 1 1 , 13
Ç in 91 d irlik 7
Ç in liler 15 D iu 1 4 , 2 2 4
ç o k u lu slu 4 6 , 5 4 , 1 39 d iv a n 1 5 , 16
D iy a n e t İşleri B aşk an lığ ı 9 0
D a n ışm a M eclisi 2 3 9 D iy a rb a k ır 1 7 1 , 1 8 1 , 201
D a n im a r k a 1 73 d o g m a tik 9 4
d a rb e le r 2 8 , 5 5 , 6 1 , 6 2 , 6 4 , 7 0 , 7 2 , 7 4 , 9 1 , d o la r 1 0 4 , 1 1 9 -1 2 1 , 1 6 3 , 1 6 8 , 1 7 1 , 178,
1 0 9 , 1 1 6 , 1 1 9 - 1 2 2 ,1 2 7 - 1 3 0 ,1 3 9 , 1 8 1 , 1 8 3 -1 8 5 , 1 8 7 , 2 0 8 , 2 1 2 , 2 1 5 ,
1 4 1 , 142, 144, 146, 1 4 8 , 149, 154, 2 3 6 , 2 3 7 , 240, 243
1 5 6 , 1 6 1 ,1 6 3 , 1 7 4 , 1 7 5 , 1 7 9 , 1 8 2 , D o rtm u n d 173
1 89, 204, 205, 207, 2 1 0 , 211, 214, d o stlu k a n tla şm a sı 1 1 0 , 2 3 0 , 2 3 1 , 2 3 4
2 3 5 ,2 3 6 , 238, 245 d ö v iz 1 1 9 , 1 3 3 , 1 6 8 , 1 6 9 , 1 8 3 , 2 4 2
D ü n y a B a n k a sı 1 4 3 , 1 6 0 , 1 6 8 , 1 8 3 , 1 8 4 , E sa d , B eşir 1 9 2 , 2 4 4
242 E skişeh ir 3 , 88
d ü n y a ek o n o m isi 3 4 , 1 33 eşitlik 3 5 - 3 7 , 5 3 , 9 1 , 1 0 8 , 2 0 9
eşra f 55
E cevit, Bülen t 1 4 6 - 1 5 6 , 1 6 1 , 1 6 7 , 1 7 5 , E tiyo pya 91
1 7 6 ,1 8 0 - 1 8 7 , 1 9 4 , 2 1 2 , 2 1 3 , 2 3 7 - 2 4 3 etnik k öken 5 3 , 8 7
E dirne 8 , 1 0 , 5 8 , 6 1 , 6 2 , 6 4 , 6 5 , 6 9 , 8 2 , E u ro 183
8 8 ,2 2 3 E vren, K e n an 1 5 9 - 1 6 2 , 1 6 6 , 2 3 9
Edirne A n tla şm a sı 2 9 , 3 2 , 2 2 8
E d w ard , V III (K ra l) 95 faiz 1 1 9 , 1 4 7 , 1 6 9 , 1 8 3 , 1 9 0 , 2 4 2
Ege F arsça 2 3 2
ad a la rı 6 0 , 61 faşist 9 4 - 9 6 ,1 0 1 , 1 0 1 ,1 0 3 , 1 0 5 , 1 2 7 ,
D enizi 2 3 , 4 1 , 4 2 , 1 5 0 , 1 5 4 140, 14 2 , 14 3 , 150, 151, 164, 167,
egem en 4 6 , 1 0 7 , 2 0 6 , 241 1 7 4 ,1 7 5 , 2 3 3 , 2 3 7 , 2 3 8
egem en g ü ç 5 8 Fatih Su ltan M e h m e d 9, 1 0, 1 6 , 19
egem enlik 9 , 1 1 , 2 3 , 4 0 , 6 0 , 6 3 , 6 6 , 1 0 3 , FBI 143
1 1 8 ,1 3 9 , 2 2 3 , 2 2 4 , 235 feod al 7 , 1 5 , 1 8 , 4 6 , 9 6 ,1 7 1
eğitim 6 , 7 , 3 1 , 3 7 , 3 8 -4 0 , 4 8 , 8 1 , 8 2 , 1 0 6 , F erdin an d (B u lg a r Ç arı) 75
1 0 7 ,1 2 2 , 1 4 0 , 1 5 0 ,1 6 1 ,1 7 0 , 1 7 4 , Ferid P aşa 5 9
179, 1 8 5 , 1 8 7 , 2 0 6 ,2 1 7 , 243 Ç a k m a k , Fevzi 101
ek o n om ik “ " Filipinler 91
bü yü m e 1 1 5 , 1 55 Filistin 2 2 9
gelişim 1 1 1 , 1 1 5 , 1 2 1 , 1 3 1 , 1 4 0 , 1 6 7 , F ord 133
168 F ran co 9 7
h ak la r 1 3 1 , 1 3 4 F ran ço is, I. 14
em ek 1 3 3 , 1 4 9 F ran sa 1 8, 2 8 , 2 9 , 3 1 , 3 6 -3 8 , 4 0 , 4 5 - 4 7 ,
em pery alist 4 5 , 5 5 , 7 4 , 9 1 , 138 6 5 -7 0 , 7 3 , 8 4 , 9 5 , 1 0 2 -1 0 4 , 2 0 0 , 2 0 1 ,
en d ü strileşm e 1 8 , 3 3 , 1 3 3 , 1 3 4 225, 228, 229, 232, 233, 235, 237,
Enez 64 240, 245
en flasy o n 2 0 , 2 1 , 2 7 , 1 0 8 , 1 1 9 , 1 2 1 , 1 2 2 , F ran sa K ralı 14
1 3 1 , 1 3 2 , 1 3 4 , 1 5 5 , 1 6 8 ,1 8 2 , 1 8 4 , F ran sız 1 2 , 1 4 , 2 2 , 2 7 , 2 8 , 3 1 , 3 3 , 4 4 , 4 5 ,
225, 240 4 7, 5 8, 6 2 , 70, 72, 82, 88, 91, 9 5 , 9 7,
Enver Bey 6 2 , 6 4 , 6 9 , 83 1 0 3 ,2 2 7 , 2 3 3
E rb a k a n , N e c m e ttin 1 4 0 , 1 4 7 , 1 4 8 , 1 5 0 , D evrim i 2 7 , 2 7 , 2 2 7
156, 1 6 4 , 1 6 7 , 169, 175-180, 1 8 7 , F ran sızca 31
237, 2 3 8 , 241
E rd o ğ a n , R e c e p T a y y ip 1 8 0 , 1 8 6 - 1 9 4 , G a la ta 41
20 0 -2 1 9 , 2 4 1 -2 4 6 G a la ta s a ra y 3 7 , 2 2 8
E rim , N ih a t 1 4 3 - 1 4 6 , 1 4 9 , 2 3 9 gecek on d u 1 3 4 , 13 6
E rk an lı, O rh a n 1 2 2 , 1 29 G elib olu 4 , 1 3 , 7 2 , 7 3 , 8 3 , 2 2 3 , 2 2 9
Erm eni 1 1 , 1 8 , 2 8 , 3 1 , 3 8 , 4 2 , 4 6 , 4 7 , 5 3 , gelir d ağ ılım ı 1 6 8 , 18 4
57, 58, 64-6 6 , 7 0, 71, 84, 87, 88, 172, gerilla 8 2 , 1 4 1 , 1 7 2
202, 209, 210, 225, 229 G erm en 1 4 , 1 7 , 2 0 , 2 2 5
Erm en istan 2 8 , 8 4 , 2 2 7 G erm iyan 4 , 8 -1 0
E rzu rum 6 5 , 7 3 , 8 4 -8 6 , 2 3 0 G irit A d ası 4 6 , 5 5 , 2 2 6
G o ffm a n , D an iel 2 4 h izipçilik 1 3 0
g öç 4 2 , 6 3 , 139 h izm et se k tö rü 16 9
g ö çm en 1 7 3 H o lla n d a 1 7 , 2 0 , 4 7 , 2 2 5
işçi 1 3 3 H ü rriy e t 3 1 , 4 0 , 4 1 , 5 4 , 5 9 , 1 0 8 , 1 4 4
grev 5 5 , 1 2 8 , 1 4 1 , 1 4 2 , 1 6 0 , 1 6 4 , 2 3 2 H ü sey in H ilm i P aşa 5 6 , 58
hakkı 115, 128, 133, 134 H ü se y in , S a d d a m 1 7 2 , 2 4 0 , 2 4 4
G rey , E d w a rd (Sir) 6 1 , 63
G ay ri S afi M illi H a sıla (G S M H ) 1 3 3 , 1 6 8 , Irak 1 0 , 3 8 , 7 0 , 7 1 , 7 3 , 1 1 2 , 1 2 3 , 166-
178 1 68, 172, 173, 181, 1 8 9 -1 9 2 , 2 0 0 ,
G ü l, A b d u lla h 1 8 8 , 1 8 9 , 2 0 0 , 2 0 3 - 2 0 5 , 202, 217, 229, 232, 235, 239, 240,
2 0 7 , 2 1 0 , 2 1 3 , 2 1 5 , 2 1 6 , 2 1 8 , 243- 243, 244
245 Iraklı 1 6 7 , 1 7 2 , 2 4 0
G ü m rü k B irliği 1 7 5 , 1 8 3 , 2 4 1 ırkçı 1 0 4
G ü n ey İtaly a 12
G ü n ey R u sy a 1 0 , 7 0 İb rah im P a şa 1 7, 2 9 , 2 2 7
G ü rc ista n 1 8 1 , 2 4 5 iç s a v a ş 3 4 , 8 7 , 1 1 1 , 2 2 4 , 2 3 2
g ü ven lik 1 2 , 1 4 , 3 5 , 7 1 , 7 5 , 9 5 , 1 1 0 , 1 1 6 , id eoloji 1 1, 1 3, 2 1 , 3 7 , 4 5 , 5 4 , 7 2 , 7 4 , 9 0,
168, 172, 174, 183, 184, 2 0 1 , 20 7 , 9 3 , 9 4 , 9 7 , 1 0 4 ,1 0 9 , 1 1 3 , 1 2 2 ,1 3 2 ,
2 1 1 ,2 4 0 1 3 5 , 1 3 6 , 146, 1 4 8 ,1 5 1 , 1 6 0 ,1 6 4 ,
1 6 7 , 1 7 6 , 1 7 9 , 2 0 6 , 2 0 9 , 2 3 2 , 2 4 2 , 24 6
H a b e şista n 9 1 , 9 5 , 2 3 2 ih ra c a t m u cizesi 168
H a c ı B e k ta ş 6 İkinci D ü n y a Savaşı 1 0 2 ,1 1 0 , 1 3 8 , 1 7 5 , 233
H açlı Seferi 2 2 3 ik tisad i 1 0 5 , 1 1 0 , 1 1 5 , 1 2 2 , 1 3 2 , 1 3 3 ,
H a ç lıla r 4 5 , 2 2 4 1 6 8 , 1 7 1 , 1 7 7 , 18 4
H a le p 13 tikin , B a k i 181
halife 2 3 , 4 5 , 6 7 , 6 9 , 7 2 , 8 1 , 8 2 , 8 7 , 89- İn giliz 3 2 , 3 7 , 4 2 , 4 4 , 4 7 , 5 5 , 6 5 , 6 8 -7 3 ,
9 2 , 9 4 , 2 3 0 , 231 7 5 , 8 4 , 8 7 -8 9 , 9 5 , 9 6 , 1 0 3 , 1 3 7 , 1 9 2 ,
H alil Bey (M en teşe) 6 0 , 6 4 , 7 2 2 1 7 , 2 2 8 ,2 2 9 , 2 3 0 , 2 3 3 , 2 4 4
H a lk ın D e m o k ra si Partisi (H A D E P ) 1 7 3 , İn gilizce 3 , 8 5 , 17 0
181 İn giltere 3 , 17, 18, 2 0 , 2 9 , 3 1 -3 8 , 4 1 , 4 2 ,
H am as 179 4 5 -4 7 , 56, 60, 61, 63, 65-7 0 , 73, 74,
h a ra ç 9 , 1 0 , 1 3 , 16 8 4, 85, 87, 91, 95, 9 7, 10 2 , 103, 110,
H a rr is, G e o rg e 156 112, 137, 139, 149, 188, 192, 21 6 ,
H a w k e r (A lb ay ) 65 225, 228, 229, 233, 235, 236, 240
h a y a t h a k k ı 10 İn ön ü h ü k ü m eti 95
H ıristiy a n 4 - 1 1 , 15, 2 2 , 2 3 , 3 3 , 3 4 , 3 6 -3 8 , İn ön ü , E rd a l 1 6 2 , 1 6 7 , 1 7 0 , 2 3 2
4 1 , 4 2 , 4 6 , 64, 65, 67, 7 6 , 87, 140, İn ön ü , İsm et 1 0 1 -1 1 2 , 1 1 5 -1 1 7 , 1 2 1 , 135-
183, 187, 227 137, 146, 147, 149, 162, 163, 233-2 3 7
H in d ista n 1 0 , 1 3 , 14, 3 2 , 4 5 , 5 5 , 6 7 , 7 2, in san h a k la rı 1 2 8 , 1 7 2 , 1 7 4 , 1 8 2 , 1 8 8 ,
9 1 ,2 2 4 189, 191, 192, 2 0 1 , 2 0 4 , 2 0 8 , 2 0 9 ,
H in t 1 3 , 14 2 42, 244
H itler, A d o lf 9 5 , 9 7 ,1 0 2 , 1 0 3 , 1 7 8 , 2 0 7 , İp ek çi, A b d i 1 5 2 , 153
23 2 -2 3 4 İran 1 0 , 1 3 , 2 0 , 4 5 , 7 2 , 7 4 , 9 1 , 1 1 0 , 1 1 2 ,
h iy e rarşi 5 4 , 9 1 , 1 2 1 , 1 2 3 , 1 3 0 , 1 5 9 1 5 3 - 1 5 5 , 1 6 0 , 1 6 8 , 1 6 9 , 1 7 2 , 176-
H iz b u lla h 1 7 9 , 2 4 2 179, 2 23, 225, 227, 232, 235, 238
isk ân 7 1 , 1 0 6 k ab in e 5 5 , 5 6 , 5 8 , 5 9 , 6 1 , 6 2 , 6 4 , 6 7 , 6 8 ,
İslâm 7 0 , 8 5 , 1 0 6 , 1 1 8 , 1 2 8 , 1 2 9 , 1 3 1 , 1 43-
d ü n yası 5 , 1 4 , 4 5 , 9 2 , 1 7 0 , 1 9 2 , 2 0 9 1 4 5 ,1 4 8 , 1 6 0 , 1 6 6 , 1 6 7 , 1 7 7 , 1 8 3 ,
k ök ten ciliğ i 2 7 1 8 5 ,1 8 6 , 1 8 9 , 2 3 6 , 2 3 7 , 2 3 9 , 2 4 0
ülkeleri 1 7 7 K a fk a sla r 4 2 , 6 8 , 6 9 , 7 3 - 7 5 ,1 8 1
İslam cı 4 5 , 4 6 , 5 4 , 1 4 2 , 1 4 7 , 1 4 8 , 1 5 1 , K ah ire 2 9 , 6 2
156, 163, 1 6 4 , 1 6 6 ,1 7 1 ,1 7 5 - 1 7 8 , k am u sal alan 1 9 4
1 8 0 , 1 8 1 , 1 8 5 - 1 8 8 , 1 9 4 ,1 9 5 , 2 0 2 , K an ta k u z e n o s 4 , 5
204, 206, 209, 213, 232, 238, 240- K an un i Su ltan Sü ley m an 1 4 -1 7 , 21
242, 244 k ap italist 3 4 , 1 0 5 , 1 3 8 , 1 5 5 , 1 6 9 , 2 0 6 ,
İslâm î d evrim 1 7 6 243
İsm ail P aşa 3 9 k ap italizm 1 8 , 7 6 , 1 0 5 , 1 3 2 ,1 3 9 , 1 4 0 ,
İsp an y a 1 2 , 1 7 , 1 8 , 4 6 , 8 4 , 9 7 , 2 0 5 , 2 1 6 , 144
224 k ap itü la sy o n la r 1 4 , 3 3 , 3 6 , 4 7 , 5 5 , 5 9 , 6 0 ,
İç S a v aşı 9 5 , 2 3 2 67, 68, 76, 225
İspan yol 1 9 , 8 4 K a ra P an terler 1 4 3
İsrail 1 3 9 , 1 4 3 , 1 7 6 , 1 7 7 , 1 7 9 , 1 8 1 , 2 0 7 , K arad en iz 1 2 , 2 3 , 3 6 , 6 4 , 6 7 , 6 9 , 7 0 , 7 4 ,
2 0 9 ,2 1 1 ,2 1 3 ,2 3 5 ,2 3 7 , 240 85, 97, 169, 2 2 5 , 227
İstan b ul K o n fe ra n sı 4 4 K a ram an 9 , 10
istih d am 155 K a ra m a n lıla r 4 , 10
istik rar p ro g ra m ı 1 8 4 , K a r a o sm a n o ğ lu , A tilla 1 4 3 , 1 4 4
lsveç 2 2 6 , 2 2 7 k ard eş katli 9 , 2 1 , 2 2 5
İsviçre 178 K aresi 4 , 9 , 2 2 3
İşçi Partisi 141 karm a e k o n o m i 13 3
işçi K a rs 3 6 , 4 2 , 1 1 0
se n d ik aları 1 3 4 , 1 3 9 , 1 4 1 , 1 6 0 K ato lik 1 1 , 1 2 , 1 8 , 2 0 , 33
sınıfı 7 6 , 1 1 5 , 1 3 3 , 1 34 K ato lik lik 2 0
işsizlik 1 4 0 , 1 4 8 , 1 7 1 , 1 8 4 ,1 8 8 , 1 8 9 , 2 0 8 , K av ak çı, M e rv e 2 4 2
2 1 2 ,2 1 3 K av alalı M e h m e d Ali P aşa 2 8 , 3 2
işveren 1 0 7 , 1 1 9 , 1 4 0 , 160 K ay seri 18 8
İtalya 1 2 , 1 3 , 1 9 , 3 1 , 3 4 , 4 7 , 6 0 , 6 1 , 6 5 , K em al, Y a ş a r 14 3
6 6, 7 0, 8 2 , 9 4 , 9 5 ,1 0 1 , 114, 2 2 9 , 2 3 2 K e m alist id e o lo ji 1 0 9 , 2 0 9
İtalyan 1 2 , 1 4 , 1 7 , 1 9 , 3 4 , 4 6 , 5 8 , 6 0 , 9 1 , K em alizm 8 9 , 9 0 , 9 4 , 9 7 , 1 0 1 , 1 0 7 , 1 1 3 ,
95, 103, 2 3 0 , 232 132, 135, 139, 142, 159, 23 3
İtilaf D evletleri 6 3 , 6 7 , 7 0 , 7 2 , 7 4 , 8 3 - 8 5 , K enya 1 7 4 , 1 8 0
229 K ıh rıs 17, 2 0 , 4 2 , 7 4 , 1 3 7 -1 3 9 , 1 4 9 , 1 5 0 ,
İzm ir 3 3 , 8 1 , 8 5 , 8 8 , 9 3 , 1 0 6 , 2 1 8 , 2 2 4 , 1 5 4 ,1 6 0 , 1 7 5 , 1 8 2 , 1 8 8 , 1 9 2 , 1 9 3 ,
230, 235 2 01, 2 2 5 , 235 -2 3 9 , 244, 245
İzm it 141 K ırım 1 2 ,1 7 , 2 3 , 3 6 , 2 2 4 , 2 2 6 , 2 2 7
İznik 2 2 3 S av aşı 3 6 , 3 7 , 4 1 , 2 2 8
kırsal 7 , 1 9 , 3 2 , 3 3 , 9 6 , 105, 1 1 5 , 1 3 6 , 1 8 7
Ja p o n la r 2 3 4 K ışlalı, A h m et T a n e r 18 2
Ja p o n y a 7 4 , 9 1 , 1 6 9 , 2 3 2 Kızıl H a ç 2 2 8
Jü p iter füzeleri 1 3 6 K ızılden iz 1 3 , 17
K ilise 1 1, 2 3 , 3 6 , 3 8 , 2 1 0 , 2 2 7 , 2 2 8
kim lik 3 4 , 9 6 , 1 4 8 , 1 6 1 , 2 4 0 k ü reselle şm e 1 5 5 , 1 6 8 , 1 7 5 , 1 7 6 , 1 7 9 ,
k o a lisy o n h ü kü m etleri 1 3 5 , 1 4 0 , 1 4 8 , 1 8 5 , 2 0 6 , 2 3 9 , 24 1
149, 1 6 8 ,1 7 1 ,1 7 4 ,1 7 6 ,1 8 0 ,1 8 2 , K ü rt 8 7 , 9 2 , 1 4 2 , 1 4 3 , 1 5 3 , 1 6 6 , 1 6 7 , 1 7 1 ,
236, 240, 242 1 72-174, 177, 179, 181, 182, 192,
K o c a d a ğ , H ü seyin 174 200-20 2, 210, 212, 2 1 3 , 2 1 6 , 217,
K o lo m b , K r isto f 14 219, 229, 231, 240, 241, 244, 245
k o lo n i 8 4 , 2 2 4 K ü rt a şire t 6 0 , 6 6 , 2 3 2
k o m ü n ist 7 6 , 1 0 9 , 1 1 4 , 1 4 2 , 1 5 3 , 1 6 0 , K ü rtçe 1 7 2 , 1 8 5 , 1 9 1 , 2 0 2 , 2 4 3 , 2 4 4
232 K ü rtler 1 1 , 4 2 , 5 3 , 6 6 , 8 4 , 8 6 , 8 8 , 150,
k o m ü n iz m 1 0 4 , 1 2 2 , 1 3 6 , 1 3 9 , 1 4 0 , 1 5 4 , 1 7 1 , 1 7 2 -1 7 4 , 1 8 2 , 1 8 5 , 1 9 0 , 1 9 2 ,
236 2 0 1 ,2 1 4 ,2 1 6 , 21 7 , 2 4 0 , 244
K on ya 3, 69, 156, 2 23, 2 2 8 , 2 3 7 K ü ta h y a 8, 9 , 88
K open h ag 182, 186, 189, 191, 2 0 3 , 242
K o r a lta n , R e fik 1 0 5 , 2 3 4 L a d in , Bin U sam e 185
K ore 2 3 5 laik 3 1 , 3 7 , 4 8 , 4 9 , 8 2 , 8 5 , 9 0 , 9 7 , 1 4 8 ,
K o re S a v a şı 1 1 2 , 1 1 4 , 1 1 5 1 5 0 , 1 5 1 , 1 5 3 , 1 5 6 , 1 7 7 - 1 8 0 ,1 8 7 ,
K o r u tü rk , F ah ri 1 4 6 , 2 3 8 1 8 9 , 1 9 3 -1 9 5 , 2 0 2 , 2 0 4 , 2 0 6 , 2 0 7 ,
K o s o v a 8 -1 0 , 1 8 1 , 2 2 6 2 3 1 , 2 3 2 , 2 4 2 , 2 4 4 -2 4 6
K o s o v a S a v a şı 8, 2 2 3 , 2 2 4 laik leşm e 3 5 , 3 6 , 46
k o z m o p o lit 3 7 , 8 1 ,1 2 2 , 1 4 0 , 1 4 6 , 1 6 7 ,1 7 0 laik lik 1 1 , 8 9 , 9 4 , 1 0 8 , 1 7 9 , 1 8 0 , 2 0 4 ,
köle 5 , 6 2 0 5 , 2 0 8 , 2 1 3 , 2 3 2 , 24 1
K ö p rü lü , F azıl A h m et 2 2 , 2 2 6 L a tin alfa b e si 9 3 , 2 0 2 , 23 1
K ö p rü lü M e h m e d P aşa 2 2 , 2 2 6 L atin A m e rik a 141
K ö rfe z K rizi 1 6 6 , 1 6 7 Lazar 8
K ö r fe z S a v a şı 172 L e h istan 2 2 5 , 2 2 6
k rallık 2 9 , 7 7 , 2 2 8 Len in , V lad im ir İliç 1 1 0
K u d ü s 1 3 , 4 5 , 1 5 6 , 179 lib e ral 5 4 , 6 1 , 6 4 , 1 0 7 , 1 1 7 , 1 1 8 , 1 6 4 ,
K u rtb e k , Seyfi 121 185, 2 0 9 ,2 1 0 ,2 1 8 ,2 1 9
K u r tu lu ş S a v a şı 8 7 , 8 8 , 9 0 , 9 2 , 9 3 , 1 0 5 , lib e ralle şm e 3 3 , 3 4 , 1 1 5 , 2 3 4
1 0 6 ,2 1 0 , 230 L ib y a 1 4 ,6 0 , 8 2 , 1 7 7 , 178
K u ta n , R e ca i 1 80 L o n dra 12, 6 1 , 6 4, 6 7, 7 1 , 9 4 , 9 5, 110,
K u tsa l R o m a G erm en İm p a r a to r lu ğ u 2 2 5 120, 1 9 1 ,2 3 3 ,2 3 6
K u v ey t 1 6 6 , 2 3 9 L o s A n g e les 7 7
K u z ey A frik a 1 4 , 17, 4 5 , 7 2 , 2 1 8 L o z a n A n tlaşm ası 9 0 , 9 5 , 2 3 1
K u z ey Irak 1 7 2 , 1 7 3 , 1 9 0 , 2 0 0 , 2 1 7 , 2 4 0 , Lübn an 6 4 , 6 5 , 20 9
243, 244
K ü ba 136 M acar 1 0 ,2 1 ,4 5 , 227
K ü ç ü k A sya 3, 84 M a c a r is ta n 14, 4 1 , 4 2 , 6 5 , 2 2 4 , 2 2 6 , 2 3 5
K ü ç ü k K a y n a rc a 2 3 , 2 2 7 M a k e d o n y a 1 0, 4 2 , 4 6 , 5 4 , 5 6 , 6 1 , 82
K ü ç ü k , F azıl 137 M a lta 8 8 , 2 2 4
K ü r d ista n 1 7 1 , 1 9 9 , 2 3 9 M a n a stır 5 2 , 82
K ü r d ista n İşçi P artisi (P K K ) 1 7 1 - 1 7 4 , 1 7 6 , M a n is a 10
180, 199, 200, 202, 210, 213, 216, M a r k sis t 1 3 6 , 1 7 2
2 1 7 ,2 3 9 - 2 4 2 , 246 M a r k siz m 9 7
k ü resel p a z a r 183 M a r m a r a D enizi 4 , 5 7 , 6 8 , 1 4 0 , 16 9
M a rsh a ll Planı 1 1 1 , 1 3 8 , 175 m on arşi 3 9 , 4 3 , 9 0 , 2 3 5
M artin L u th er 1 4 , 15 M ora 2 9, 2 2 4 , 2 2 6
M ed in e 13 M o sk o v a 8 8 , 9 5 , 1 0 3 , 1 0 4 ,1 1 0 , 1 2 0 , 1 3 6 ,
m edrese 4 8 , 5 6 189, 2 3 3 ,2 3 4 ,2 3 6
m ed y a 1 7 0 , 1 7 7 , 1 8 6 , 1 8 7 , 19 0 , 1 9 3 , 2 0 8 , M u sta fa F azıl P aşa 3 9
211 m ülk 9 , 1 3 , 2 7 , 3 5
M eh m ed I. 1 0 , 2 2 4 m ülkiyet 2 8 , 3 4 , 1 0 6 , 2 2 8
M eh m ed II. 2 , 1 0 , 1 2 , 2 2 4 m ülteci 1 6 7 , 2 4 0
M eh m ed III. 2 2 5 M ü n ih A n tla şm a sı 9 5
M eh m ed IV. 2 2 , 2 2 6 M ü slü m an 3 , 4 , 6 -9 , 1 1 , 1 3, 18, 1 9, 2 2 ,
M eh m ed V . 5 8 , 2 2 9 2 3 , 2 9 , 3 1 , 3 2 , 3 4 , 3 6 -3 8 , 4 0 - 4 2 , 4 4 -
M eh m ed V I. 75 4 6, 4 8, 5 3 -5 6 , 5 8 , 65, 67, 69, 7 0, 7 2,
M ekke 13, 2 2 4 7 4 , 7 5 , 8 1 , 8 4 , 8 7 , 8 8 , 1 0 4 -1 0 6 , 1 6 9 ,
M eriç Irm ağı 8 170, 178, 183, 187, 2 2 9 , 2 4 2 , 246
M erkez B a n k ası 1 7 8 , 1 8 3 , 2 4 2 m ü ttefikler 1 7, 6 4 , 6 7 , 7 3 , 8 3 , 8 7 , 9 6 ,
M eşru tiy et 3 4 , 4 3 , 4 4 , 4 6 , 5 1 , 5 2 , 5 5 - 5 8 , 103, 104, 1 0 5 , 110, 128, 137, 154,
75, 76, 77, 90 1 8 5 , 1 9 2 ,2 1 1
M ısır 13, 2 7 , 2 8 , 2 9 , 3 1 , 3 9 , 4 6 , 4 7 , 5 3 ,
55, 67, 6 9 , 7 0 , 7 4 , 1 1 2 ,1 2 3 ,1 3 0 , N a iro b i 1 7 4 , 24 1
2 0 7 ,2 1 5 ,2 2 4 , 2 2 6 , 227 N a m ık K e m al 3 9 , 4 0 , 4 5
M ısırlı 3 2 , 6 4 - -— N a p o li 12
M idilli 12 N a sır 1 1 2 , 1 2 3 , 1 3 0
m ilis 142 N A T O 1 1 1 , 1 1 2 , 1 2 1 ,1 2 2 , 1 2 8 , 1 3 6 - 1 3 8 ,
m ilitan 1 3 9 - 1 4 2 , 1 5 0 , 1 7 2 , 1 7 4 , 1 7 9 , 2 1 6 , 154, 1 6 0 , 1 7 5 , 1 7 7 , 1 7 9 , 1 8 0 , 1 9 1 ,
237, 238 2 3 5 -2 3 7
millet sistem i 1 1 , 1 2 , 3 5 n eo faşist 1 7 4 , 2 3 7 , 2 3 8
M illetler C em iyeti 8 8 , 9 5 , 2 3 2 N ew H a m p sh ire 171
m illi gelir 121 N ew Y o rk 1 8 5 , 1 8 9 , 1 9 5 , 2 0 0 , 2 4 2
m illi m ü cad ele 7 7 , 9 6 , 106 nü fu s artışı 2 1 , 1 1 9 , 140
M illiyet 2 0 1 , 2 0 2 , 2 0 8 , 2 1 2 , 2 4 0 nü fu s b ask ısı 2 2 5
m illiyetçi 1 1 , 1 5 , 4 1 , 4 5 , 4 6 , 6 4 , 7 2 , 7 4 ,
76, 82, 8 5 , 8 7 ,8 8 ,8 9 ,9 1 ,9 3 , 94, O rh an Bey 4 -6
112 , 1 3 6 - 1 4 0 , 1 4 3 , 1 6 4 , 1 6 6 , 1 6 7 , O rta A n ad o lu 2 1 , 2 2 , 1 0 8 , 148
172, 173, 1 7 9 -1 8 1 , 186, 194, 2 1 0 , O rta A sya 1 0 , 8 4 , 9 1 , 1 6 8 , 169
230, 232 o rta sın ıf 1 8 , 3 1 , 3 3 , 3 4 , 3 8 , 4 8 , 4 9 , 5 5 ,
M illiyetçi H a re k e t P artisi (M H P ) 1 4 0 , 5 9 , 8 1 , 1 1 9 , 1 2 2 , 1 3 9 , 140, 1 7 9 , 1 8 5 ,
1 4 2 , 1 4 7 , 1 4 8 , 1 5 0 , 1 5 1 , 1 5 6 ,1 6 0 , 237
1 8 0 -1 8 2 , 1 8 4 , 1 8 5 , 1 9 4 , 2 0 1 , 2 0 4 , O rta d o ğ u 6 9 , 7 4 , 7 7 , 1 1 1 , 1 1 2 , 1 3 6 , 1 6 8 ,
2 0 8 , 2 1 0 , 2 1 4 , 2 1 6 , 2 3 8 , 2 4 2 -2 4 6 1 9 2 ,1 9 3 , 2 0 7 , 2 0 9 , 2 1 1 , 2 1 3 , 2 3 5 ,
m illiyetçilik 1 1 , 1 5 , 4 1 , 4 5 , 4 6 , 6 4 , 7 2 , 7 4 , 244
8 2 , 9 4 , 1 1 2 , 1 3 6 , 1 3 9 , 1 4 3 ,1 7 3 , 1 7 9 , O rto d o k s 1 1 -1 3 , 1 8 , 2 3 , 3 3 , 3 6 , 2 1 0 , 2 2 7 ,
1 8 1 ,2 3 2 228
m odern leşm e 3 0 , 3 1 , 5 9 , 8 3 , 90 O rw ell, G e o rg e 96
M o ğ o lla r 3 , 2 2 3 O sm an I. 3, 4 , 2 2 3
M o h a ç S a v a şı 2 2 4 , 2 2 6 O sm an II. 2 2 5
O sm a n III. 2 2 7 P o rte k iz 1 3 -1 5 , 2 2 4
O sm a n lı B a n k a sı 4 7 p o stm o d e rn 1 7 9
O sm a n lı d o n a n m a sı 1 4 , 1 8 , 2 0 , 6 8 , 2 2 5 P ra g B a h arı 2 3 7
O sm a n lı h an ed an ı 3, 9, 4 0 , 7 2 , 9 2 , 9 4 , P rin ceton 123
225, 231 P ro te stan 1 1, 1 4 , 3 3 , 36
O sm a n lı İm p a ra to rlu ğ u 1 1 , 1 5 , 1 6 , 2 0 , p r o te sto 2 1 , 6 8 , 1 4 1 , 1 4 5 , 1 6 4 , 1 8 4 , 2 0 6 ,
2 3 , 2 4 , 32, 33, 36, 3 8, 4 2 , 4 5 , 46, 49, 2 1 8 ,2 3 0
5 3 , 5 5 , 6 0 , 6 7 , 7 1 , 7 5 , 7 7 , 8 4 , 8 5, P ru sy a 3 1 , 121
106, 223, 228, 229
O sm a n lı to p ra k la rı 10, 1 3 , 3 3 , 4 6 , 6 7 , 68 ra d ik a l 1 9 , 3 1 , 6 2 , 8 5 , 9 2 , 9 7 , 1 0 7 ,1 0 8 ,
O sm a n lı Y ah u d ileri 3 4 , 7 0 , 8 7 1 2 2 , 1 2 3 , 1 2 7 , 1 3 0 , 1 3 8 , 1 3 9 , 141-
O tr a n to 12 143, 152, 160, 165, 167, 179, 185,
o y verm e 1 1 5 , 2 3 1 193, 194, 199, 2 3 1 ,2 3 6 , 23 9
risk 9 2 , 13 3
Ö c a la n , A b d u llah 1 7 3 , 1 7 4 , 1 8 0 , 1 8 2 , R o d o s 12, 224
2 1 6 ,2 1 7 , 241 R o m a 3 , 1 1 , 1 3 , 1 4, 1 7 , 2 0 , 6 0 , 9 5 , 2 2 5 ,
Ö z a l, T u r g u t 1 5 5 , 1 5 6 , 1 6 0 , 1 6 3 - 1 7 2 , 232
174, 176, 194, 20 3 , 2 1 4 , 2 3 9 , 240 R om anya 29, 36, 42, 64, 68, 95, 232
özel m ü lk iy e t R u m 3 , 1 1, 18, 2 1 , 3 1 , 3 3 , 5 3 , 5 6 , 5 7 , 6 4 ,
öz erk lik 3 4 , 1 0 6 , 2 2 8 70, 7 1 , 85, 8 7, 137, 149, 193, 210,
ö z g ü rlü k 5 3 , 8 2 , 9 7 , 1 0 7 , 1 0 8 , 1 1 1 , 1 1 3 , 224, 225, 228, 237, 238, 245
1 1 7 , 1 3 1 ,1 3 4 , 135, 1 4 1 , 1 4 4 , 148, R u m e li 1 5 , 4 2 , 5 7 , 63
1 6 1 , 1 7 1 ,1 8 2 ,1 9 1 , 193, 2 0 3 , 205, R u s 2 3 , 3 2 , 42-4 5 , 66, 6 9 , 7 0 , 7 3-75, 88,
208, 209 226, 227, 234
R u sla r 2 8 , 3 2 , 3 3 , 3 7 , 4 1 , 4 2 , 6 5 , 6 8 , 6 9 ,
P ak ista n 1 1 2 , 1 2 3 , 2 3 5 71, 83, 226, 227, 229
P ap a 1 1 , 1 2 , 9 2 , 1 5 3 , 1 6 9 R u sy a 1 0 , 1 7 , 1 8 , 2 2 , 2 3 , 2 7 , 2 9 , 3 1 , 3 2 ,
P aris 1 2 , 3 6 , 3 9 , 6 7 , 1 3 9 , 2 2 8 , 2 3 7 3 5 - 3 7 , 4 1 -4 7 , 6 2 , 6 5 - 7 4 , 8 4 , 9 1 , 1 0 3 ,
p a r la m e n to 5 5 , 1 0 9 , 1 2 8 , 1 3 0 , 1 4 3 , 1 4 5 , 104, 110, 112, 169, 2 2 6 -2 2 9 , 23 3 ,
146, 1 60-162, 185, 186, 189, 199, 245
206, 214, 215, 229, 230, 237, 243
p arti d isip lin i 5 9 sa d r a z a m 6 , 1 1, 15-17, 2 0 , 2 2 , 2 8 , 3 1 , 3 2 ,
Pehlevi, Ş a h R ıza 2 3 2 3 9, 4 3 , 55, 56, 58, 6 0 , 62-6 4 , 7 1, 74,
P en n sylvan ia 2 4 2 226, 227
P en tag o n 1 1 0 - 1 1 2 , 1 2 1 , 1 8 5 , 1 9 0 , 2 4 4 S afev îler 1 3 , 1 4, 17, 2 1 , 2 2 4 , 2 2 5
petro l fiy a tla rı 1 5 4 , 1 55 S a m su n 8 5 , 1 0 2 , 2 3 0
p iy a sa 3 4 , 1 0 4 , 1 0 5 , 1 0 8 , 1 2 2 , 1 3 2 , 134, Saru h an 4 , 9, 223
1 6 4 , 1 6 8 , 1 7 1 , 1 7 5 , 1 8 3 - 1 8 5 , 191 Se attle 19 5
p iy a sa e k o n o m isi 1 3 2 , 1 7 1 , 191 Se lan ik 9 , 1 0 , 3 3 , 4 1 , 4 6 , 5 7 , 5 9 , 8 1 , 8 2 ,
p o lis 1 4 2 , 1 5 2 , 1 6 6 , 1 9 9 , 2 0 3 , 2 1 1 , 2 17- 87, 224
219, 223, 224, 237 Selim , I. 1 3 , 2 2 4
P o lo n y a 6 9 , 2 2 6 , 2 3 3 Selim , II. 1 7 , 2 0 , 2 2 5
P o n tu s R u m C um h u riy eti 85 Selim , III. 2 3 , 2 7 , 3 0 , 3 1 , 2 2 7 , 2 2 8
p o p ü list p o litik a 155 se n d ik a la r 9 7 , 1 2 8 , 1 3 4 , 1 3 9 - 1 4 4 , 1 4 8 ,
p o p ü list siy a se t 1 30 160, 161, 165, 168, 184, 2 0 6 , 208
se rb est p iy a sa 1 0 5 , 1 0 8 , 1 2 2 , 1 3 2 , 1 6 4 , Şah İsm ail 1 3 , 2 2 4
171 Ş am 13, 8 2 ,2 1 1
se rb est ticaret 3 3 , 2 2 8 şe riat 6 , 9, 1 1 , 2 1 , 4 0 , 5 4 , 5 5 , 5 6 , 9 3 , 18 8
serm ay e 1 0 5 , 1 1 1 , 1 3 1 , 1 3 3 , 1 3 4 , 1 3 9 , şeyh ü lislâm 1 5 , 3 1 , 3 2 , 5 7
140, 147, 1 7 8 , 183 şid d et 1 9 , 2 1 , 4 6 , 6 6 , 1 1 8 , 1 3 7 , 1 4 1 ,1 4 8 ,
sığın m a 6 8 , 1 2 8 , 2 2 6 150, 151, 15 3 , 154, 159, 160, 2 0 6 ,
sın ıf 1 1 , 1 5 , 1 6 , 1 8 -2 0 , 2 8 , 3 0 , 3 1 , 3 3 , 3 4 , 2 1 0 , 2 1 8 , 2 1 9 , 2 3 5 -2 3 8
38, 39, 4 7 -4 9 , 5 5, 56, 59, 72, 7 6, 81, Şili 149
8 9 , 9 7 , 1 0 4 - 1 0 7 , 1 1 5 , 1 1 9 ,1 2 2 , 1 2 7 ,
1 3 3 , 1 3 4 , 1 3 9 , 1 4 0 , 1 6 8 -1 7 0 , 1 7 9 , taciz 1 0 4 , 1 9 4
1 8 5 ,2 1 3 ,2 3 7 T an rı 9, 12 0
Sırb istan 1 2 , 2 8 , 2 9 , 4 1 , 4 2 , 6 1 , 6 6 , 2 2 4 T a n z im a t (F erm an ı) 3 5 , 3 6 , 2 2 8
Sırp 7, 8, 1 1 , 2 8 , 4 2 , 4 6 , 6 4 , 7 2 , 2 2 7 T a n z im a t re fo rm la rı 3 8 , 41
Siv as 8 5 , 8 6 , 1 5 3 , 2 3 0 tarım 1 3 ,1 6 , 3 2 , 4 7 , 4 8 , 6 8 , 1 0 5 , 1 1 5 ,
sivil to p lu m 1 1 7 , 1 4 6 , 1 7 2 , 1 8 2 , 2 0 0 1 1 9 , 133
siy asal sa ğ 1 4 0 T a y la n d 91
siy asal y a şam 1 0 6 , 1 1 8 , 1 2 0 , 1 3 5 , 1 4 9 , tek parti 9 1 , 1 0 5 , 1 0 7 , 1 0 9 , 1 1 1 , 1 1 3 ,
161, 182, 188, 194 1 1 5 ,1 2 8 , 1 3 0 , 2 1 4
siy asi partiler 9 7 , 1 5 3 , 1 5 5 , 1 5 9 - 1 6 2 , 1 6 5 , tekelci 14 0
1 7 3 ,2 3 8 , 2 3 9 terör 1 4 3 , 1 4 8 , 1 5 3 , 1 5 4 , 1 6 0 , 1 6 6 , 1 8 5 ,
Slav 1 1 , 4 1 , 4 5 200, 202, 219, 237, 240, 244
Sofya 6 5 , 7 2 , 7 5 , 8 3 , 2 2 3 terörizm 1 4 9 , 1 5 4 , 1 5 6 , 1 8 5 , 1 9 2 , 2 1 3 ,
So ğ u k S a v a ş 1 0 4 , 1 0 9 - 1 1 1 , 1 1 4 , 1 2 0 , 1 2 2 , 242
136, 154, 16 9 , 190, 192, 23 4 , 2 3 5 , The G u a rd ia n 1 5 4
240 T h e o d o ra 4
so sy al güvenlik 1 6 8 , 1 8 4 T ic are t O d a sı 1 6 9
so sy a list 1 3 5 , 1 6 0 , 1 6 9 ticaretin g en işlem esi 14
so sy alizm 1 4 5 , 1 4 7 T im u r (M o ğ o l ö n d e r i) 9, 1 0, 2 2 4
so sy o -e k o n o m ik 1 3 1 , 1 4 0 , 1 4 2 , 1 7 0 T ü rk iye İşçi P artisi (TİP) 1 3 4 , 1 3 5 , 1 3 9 ,
Sovyet 9 1 , 1 0 3 , 1 1 0 - 1 1 2 , 1 1 4 , 1 3 6 , 1 3 7 , 1 4 1 -1 4 3 , 1 4 5 , 1 4 6 , , 1 7 2 , 2 3 8
166, 2 3 1 ,2 3 3 - 2 3 5 , 237 T okat 246
Sovyetler B irliği (S S C B ) 1 0 3 , 1 1 0 -1 1 2 , T o p k a p ı S a ra y ı 2
120, 136, 137, 153, 154, 160, 169, to p lu sö zleşm e 1 3 3 , 1 3 4 , 141
172, 2 3 0 , 2 3 2 -2 3 4 , 237 to p lu m sal
sö m ü rge 1 7 , 4 5 , 6 0 , 6 9 , 9 1 , 1 09 h areketler 1 3 8
Stalin , V . Jo s e p h 1 0 2 , 1 0 4 ,1 1 0 , 1 1 1 , 2 3 3 , yapı 5 5 , 1 3 3 , 1 3 4 , 2 0 9
234 T ra b lu s 82
S tan fo rd 2 4 , 4 9 T r a b lu sg a r p 6 0 , 2 2 9
su ç 1 7 4 , 1 8 4 , 2 0 5 , 2 0 8 T ra b z o n 6 5 , 7 3 , 8 4 , 8 5 , 2 3 4
Suriye 1 0 , 1 3 , 3 2 , 3 8 , 8 2 -8 4 , 8 8 , 9 7 , 1 2 3 , T rak y a 4 6 , 6 4 , 6 5 , 6 9 , 7 0 , 8 1 , 2 2 3
172, 174, 19 2 , 2 0 7 , 20 9 , 21 1 , 2 2 4 , T R T 165
226, 240, 244 T u n a N eh ri 7 , 2 3 , 2 9 , 36
Sünni 1 3 , 1 9 2 T u n u s 1 4, 2 0 , 4 6 , 4 7 , 2 2 5
Sü veyş K a n a lı 2 3 5 T u rh an Su ltan 19
tüketim m alları 1 7 0
T ü rk V ietn am 9 1 , 13 9
asıllı 1 3 7 V iy an a 7 , 1 4, 2 0 , 2 2 , 4 1 , 2 2 6
d e le g a sy o n u 9 5 , 1 0 6 ; işçi 1 3 3 , 17 5 V o lk an g az etesi 5 6
T ü r k ç e 6 , 8 2 , 8 5 ,1 1 4 , 1 7 2 , 2 0 5 , 2 0 6 , 2 3 4
T ü rk iy e B ü y ü k M illet M e clisi (T B M M ) W a sh in g to n 7 3 , 7 4 , 9 1 , 1 0 5 , 1 1 0 -1 1 2 ,
8 9, 9 1, 95, 96, 101, 118, 130, 131, 120, 136, 137, 154, 160, 173, 175,
230, 232 1 7 8 , 1 8 5 ,1 8 9 - 1 9 2 , 2 0 0 , 2 0 7 , 2 0 8 ,
T ü rk iy e C u m h u riy eti 7 7 , 9 6 , 2 0 4 , 2 3 1 , 242, 244
239
T ü rk le r 1 1 , 1 4 , 15, 4 6 , 5 3 , 6 5 , 6 6 , 7 6 , 8 4, y ab an c ı 1 9, 3 2 , 3 3 , 3 5 , 3 7 , 4 6 , 4 7 , 5 7 , 5 9,
8 6 , 9 7 , 1 2 1 , 1 3 6 ,1 3 7 , 1 3 9 , 1 7 1 , 1 7 2 , 6 3 , 6 5 , 6 6 , 8 2 , 8 7, 9 5 , 9 6 , 1 0 4 ,1 0 5 ,
190, 192, 223, 230, 238 1 0 8 , 1 1 9 ,1 3 3 , 1 6 6 , 1 6 8 , 1 7 0 , 1 7 2 ,
242
U k ra y n a 2 2 6 y a b a n c ı dil 3 1 ,1 6 7 , 1 8 7
u lem a 6 , 9 , 1 1 , 1 5 , 2 1 , 2 2 , 2 7 - 3 1 , 4 8 , 81 y ab an c ı serm ay e 1 1 1 , 1 3 4 , 1 4 7 , 17 8
u lu s 81 Y a h u d i 1 1 , 12, 18, 3 4 , 4 6 , 5 3 , 7 0 , 8 7 ,
u lu sal m ü ca d ele 9 2 104, 140, 20 0 , 224
U lu slara ra sı P ara Fonu (IM F ) 6 0 , 1 5 5 , 177, Y a rh isa r 5
1 8 2 - 1 8 4 ,1 8 6 , 1 8 8 , 2 3 6 , 2 4 2 , 24 3 y atırım m alları 175
u lu sla ra ra sı ticaret 12 yeni d ü n y a 2 0 , 7 4 , 107
U N E SC O 177, 207 Y eni O sm a n lıla r 38-41
yeni te k n o lo ji 122
ü cret 3 2 , 3 3 , 1 3 4 , 1 6 8 , 1 7 0 , 1 8 4 yen içeriler 4 , 6 , 7, 1 0, 1 2 , 1 5 , 2 1 , 2 2 , 27-
Ü çü n cü D ü n y a 1 13 30, 2 2 5 , 22 6 , 228
ü n iversiteler 1 0 8 , 1 1 5 , 1 1 7 , 1 1 8 , 1 2 8 , Y eşiller P artisi 174
1 3 4 , 1 3 8 - 1 4 0 , 1 4 2 ,1 4 4 , 1 4 6 , 1 5 0 , y o k su llu k 1 7 6 , 1 8 4 , 189
161, 170, 171, 177, 188, 1 9 4 , 2 0 2 , y o lsu z lu k 1 6 5 , 1 7 6 , 1 8 0 , 1 8 1 , 1 8 3 , 1 8 4 ,
2 0 3 , 2 0 5 , 206, 20 9 , 2 3 7 , 2 4 1 , 245 193, 203, 238, 239, 241, 242
Y u n an B ağ ım sız lık S av aşı 2 9 , 3 1 , 2 2 8
V an 6 0 , 6 5 , 7 0 , 8 4 , 2 0 2 , 2 0 3 Y u n a n ista n 2 9 , 3 3 , 4 6 , 5 5 , 6 1 , 7 0 , 8 1 , 8 7 ,
V arlık V ergisi 1 0 4 , 2 3 4 8 8 , 9 5 , 9 7 , 1 0 3 ,1 1 0 - 1 1 2 , 1 3 7 , 1 3 9 ,
V a rn a 1 0 , 2 2 4 1 5 0 , 154, 1 6 0 ,1 6 9 ,1 7 2 , 175, 2 2 9 ,
v a ta n 4 0 , 7 6 2 3 2 -2 3 7
v a ta n d a şlık 8 7 , 2 0 1 Y u n a n lıla r 3 , 7 , 1 1, 1 2 , 2 9 , 4 6 , 6 4 , 8 4 , 8 5,
V en ed ik 1 0 , 1 2 , 1 3 , 1 9 , 2 0 , 2 2 , 2 2 4 - 2 2 7 230
vergi 6 , 1 1 , 1 3 , 1 5 , 1 9 , 2 0 , 2 8 , 3 2 - 3 4 , 4 7 ,
5 4 , 6 5 , 7 2 ,1 0 4 , 105, 1 3 3 , 1 8 4 , 2 0 8 , zen gin lik 1 3, 1 0 4 , 1 2 2
213 Z ir a a t B a n k a sı 4 7 , 115
Türkiye'de tarihçilerin, siyaset ve toplum bilimcilerin yakından tanıdığı bir isim
olan Feroz Ahmad, bu eserinde Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan günümüz
Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan sürecin toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel
veçhelerini "bir kimlik arayışı" sorunsalında incelerken; bu arayışın peşinde
koşulan yüzlerce yıllık serüvenin geniş çerçevesini büyük bir ustalıkla çiziyor.

Ahmad'ın akademikyaşamında uzun yıllara dayanan araştırma ve gözlemlerinin


ürünü olan bu çalışma, yaşadığımız coğrafyada, bir aşiret tarafından kurulan
devlet düzeninin dayandığı dini ve kültürel temellerin gelişimini, tarihsel ve
toplumsal olayların yüzyıllar sonra ulaşılan "millet olma" kavramıyla birleşmesini,
devamlı değişen bir "kimlik" harcıyla kararken, birbirinden farklı sonuçlara da
ulaşıyor.

Yazar, kendi deyişiyle "tarihçilere tarih öğreten biri olarak değil" dışardan analitik
ve nesnel bakan biri olarak, günümüz dünyasında modern Türkiye
Cumhuriyeti'nin önüne Batılılar tarafından sürekli konulan siyaset-ordu,
demokrasi-cumhuriyet, din-laiklik ikilemlerinin yarattığı gerilimleri incelerken,
bunların kaynaklarına da nüfuz edebiliyor. Eskilerin deyimiyle "müfit ve muhtasar"
olan bu kitabın, Türkiye tarihi için yepyeni bir referans olacağına inanıyoruz.

Feroz Ahmad, kitabının bu genişletilmiş baskısında da Türkiye'nin bitmeyen


"kimlik arayışı"nı günümüze kadar getiriyor.

Bu çalışma kırk yıl sürmüş bir araştırmanın herkesin anlayabileceği bir özeti...
Batılı ve Ortadoğulu akademisyenlerin güncel çalışmalarıyla yazarın içerden
bakış ve yorumunun birleştiği bu eser İslâm, küreselleşme ve Türkiye'nin Amerika
ve Avrupa Birliği ile ilişkileri gibi zorlu güncel konuları tarihsel arkaplanı içinde
incelemektedir...
Haşan Kayalı, California Üniversitesi, San Diego

Eserdeki tarihlerin güvenilirliği ve ekteki mükemmel kronoloji, bu kitabı Türkiye'nin


Modern Tarihi konusunda yararlı bir referans haline getiriyor.
Hugh Pope, Internatioanl Journal o f Middle East Studies

You might also like