You are on page 1of 96

AZI Z N E S İ N ’ DEN

DARBELER KİTABI
SE Ç LM ÖYKÜLER
Nesin Yayıncılık A.Ş.
Eskişehir Mah. Dolapdere Cad. Şahin Sok. No: 84/A-C Şişli/İstanbul
Tel: 0 2 1 2 291 49 89 • Faks: 0 2 1 2 2 3 4 17 77
nesin@nesinyayinevi.com • www.nesinyayinevi.com

Birinci basım Ekim 2 0 1 6 (2 0 0 0 adet)

Aziz Nesin’den tematik derleme

Derleyen
Esin Pervane - Atay Eriş

Resimleyen
Mustafa Delioğlu

Grafik danışmanı
İlhan Bilge

NY.274
ISBN 9 7 8 -6 0 5 -9 5 6 9 -0 2 -6
Sertifika No: 18231

Baskı ve cilt: Pasifik Ofset Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1
Baha İş Merkezi A Blok Kat: 2 Haramidere/İstanbul
Tel: 0 2 1 2 412 17 77 Sertifika No: 12027
Aziz Nesin

Darbeler Kitabı
Seçilmiş Öyküler

R e sim le y e n : M u sta fa D elioğ lu

NESİNYAYINEVİ
W
İçindekiler

Sarlim esper’ in Dışişleri Bakanı Oluşu........................................7


İhtilali Nasıl Y a p tık ?..........................................................................17
B ir Koltuk Nasıl D e v rilir?............................................................. 27
Kim liksiz A d a m .................................................................................. 37
Gözünüzaydın E fen d im ! ................................................................. 43
B ir Pişm aniye İstid ası.......................................................................51
T elesk o p .................................................................................................. 59
İğdiş Edilm iş İnsanlar Ülkesinde
Ayıp Yeri Yerinde K alm ış B iri............................. 73
Mutlu K e d i............................................................................................. 87
Sarlimesper’in Dışişleri Bakanı Oluşu

B i r yanık kokusu gelir de insanın burnuna, neresinin yan-


dığım anlamak isteyenlerin burun kanatları pervane gibi pır pır
açılır kapanır ya, işte Fıştia topraklarını böyle bir koku sarmıştı:
İhtilal kokusu... Heryandan buram buram ihtilal kokuları geli-
yor, yerden yanık yanık ihtilal tütüyor, tüten ihtilal dumanından
göz gözü görmüyordu. Ne var ki Fıştia devletini ellerinde tu-
tanlar, aşırı iktidar sarhoşluğu ile nezle olduklarından burun-
ları koku almıyor, buyüzden de karada, denizde, havada tüten
yanık ihtilal kokularını duymuyorlardı.
Yağmurlar ihtilal damlaları olarak yere düşüyor, toprak al-
tındaki tohumlar ihtilal çıtırtılarıyla güneşe uzanıyor, her ağaç
dalında ihtilal olgunlaşıyordu.
Hükümet başkanmm radyodan, “Herzamankinden çok da-
ha kuvvetliyiz!” dediğinin sabahı, herkesin bekleyip durduğu
ama hiçkimsenin sözünü edemediği ihtilal patlayıverdi.
Evinden çıkarken radyo dinlememiş olduğu için ihtilalden
habersiz olan Teğmen Kobuz, Savunma Bakanlığındaki göre-
vine gelirken, bomboş yollara bakıp şaşmıştı. Kimsesiz yolları
tankların gürültüleri çiğniyordu. Askerî arabalardan başka taşıt
işlemiyordu. Alanlarda silah çatmış erler öbek öbek bekleşiyor-
lardı.
Teğmen Kobuz bu olağanüstü hava içinde Savunma Bakan-
lığındaki çalıştığı daireye gelince ancak durumu öğrenebildi:
İhtilal olmuştu...
D A R B E L E R K TABI

Bütün arkadaşlarının bu ihtilalde görev almış oldukları,


vızır vızır odalardan odalara girip çıkmalarından, koridorlarda
hızlı hızlı gidişgelişlerinden belli oluyordu. Hepsinin yüzüne
büyük işler başarmış insanların derin sorum çizgileri işlenmiş,
herzaman olduklarından çok daha ciddi olmuşlardı, bu seferki
ciddilikleri ciddi idi.
Ne astları ne üstleri, hiçbiri onunla konuşmuyor, bir açıkla-
mada bulunmuyordu. Teğmen Kobuz bu koşuşan, birbirleriyle
herzamankinden çokaz konuşan insanlar arasında kendisini
gereksiz bulmaya başladı. İhtilal dünden kalma bütün işleri bı-
çak gibi kestiği için Teğmen Kobuz ne yapacağını bilemiyordu.
Masanın gözünden bikaç dosya çıkarıp şöylece karıştırdı: “Ko-
şulu topçu alayı koşum hayvanlarının nal ihtiyacı hakkında”,
“Piyade taburu için inşa edilecek kışlanın malzeme keşif rapo-
ru”, “Havaalanmdaki boş varillerin nakli ile inşaat bölüğünün
vazifelendirilmesi hakkında”... Bütün bu işlerin hiçbir önemi,
değeri olmamalı idi artık; ihtilal bu işleri kökünden bitirmişti.
O dairede sınıf arkadaşı üç teğmen daha vardı. Yanlarına
gitti. Onlar da yüz vermediler. Belli ki sınıf arkadaşları da ihti-
lalde görev almışlardı. Başka zamanlar şakalaştıkları arkadaşları
şimdi onunla tek kelime konuşmuyorlardı. Çünkü hepsinin o
kadar büyük işleri vardı ki, işlerinden başka konuşacak sözleri
yoktu.
Teğmen Kobuz, yüzünü kızdırıp en içten arkadaşı olan bir
teğmene,
- İhtilal olacağını bana neden söylemediniz? dedi.
Cevap yerine dudağının ucu ile gülen arkadaşı, önündeki
şifreyi çözmeye devam etti.
Başka bir arkadaşı sanki ona lütfedip,
- B iz gizli ihtilal komitesindendik! dedi.
Demek, Teğmen Kobuz’a güvenmemişler, onu ihtilalciler
arasına almamışlardı. Büyük bir aşağılık duygusu altında ben-
liği ezildi.
U
OLU
- Bana neden söylemediniz? diye bir daha sordu.
Arkadaşı,

BAKANI
- Kimse kimseye bişey söylemedi, dedi, her subay kendi
ödevini yaptı.
Nasıl olmuştu da bir ihtilalin patlayacağını sezememiş, bu

LER
ihtilalde kendiliğinden görev almamıştı. Bütün subayların, bü-
tün erlerin bu ihtilalde payları varken o, ihtilal gecesini derin
uykuda geçirmişti.

DI
“Ben ne budalaymışım!” diye geçirdi içinden. Eli tabancası-

N
na gitti, intihar edecekti. Sonra birden akima geldi: Bütün bu

MESPER'
subayların hepsi de ihtilalden haberli değillerdi ya... Ama hep-
si de sanki ihtilali kendileri yapmışlar gibi davranıyorlardı. O
da öyle yapacaktı. Bu erekle orayaburaya sokulmaya çalıştı, o

SARL
da koridorlarda hızlı hızlı yürüdü, odalara girdi çıktı. Ama ne
yaptıysa olmadı, kendisini ihtilal çemberinin dışında buldu,
çabaları boşa gitti.
Öğleden sonraki resmî bildiri büsbütün yüreğini dağladı.
Kendi rütbesinde iki genç subay da generaller, albaylar, yarbay-
lar arasında ihtilal komitesi üyesi olmuştu.
Teğmen Kobuz bu kadar da mı beceriksiz, pısırıktı...
Ağızlarını bıçak açmayan subayların zamanla dilleri çö-
zülmüştü. Hepsi de ballandıra ballandıra ne işler yaptıklarını,
ihtilale olan hizmetlerini, başarılarını anlatıyorlardı.
Bir yüzbaşı, ihtilal saatine kadar bütün gece yağmur altında
komite merkez binasının kapısında beklemişti. Bir binbaşı da
sabaha karşı iki arkadaşıyla radyoevini zapt edişlerini anlatı-
yordu. Telsiz istasyonuna ilk giden teğmen anlatırken ne kadar
heyecanlıydı.
Teğmen Kobuz anlatılanları dinlerken yerin dibine geçiyor,
sararıyor, morarıyor, kızarıyor, utançtan renkten renge giriyor-
du. Burnunun dibinde koskoca bir ihtilal olmuştu da, şimdi
öbürleri gibi övünerek anlatabileceği en küçük bir hizmeti do-
kunmamıştı bu ihtilale...
D A R B E L E R K TABI

İhtilalin ikinci, üçüncü günleri hep başı önünde gezdi.


Üstlerinin, subay arkadaşlarının değil, erlerin bile yüzüne
bakamıyordu. Çünkü bu sefer de ihtilalden habersiz oldukları
halde sonradan ihtilale katılanlar, hizmet edenler anlatmaya
başlamışlardı. Hepsi de yakalanması gerekli düşük iktidar ko-
damanlarını sığındıkları delikten, gizlendikleri yerlerden bir bir
tutup ihtilalcilere teslim etmişlerdi.
Teğmen Kobuz içinden, “Ulan avanak! Uykuda mısın?” dedi
kendi kendine. Hadi başlangıçta haberi olmamıştı, sonradan ol-
sun işte şu övünerek anlatan subaylar gibi o da biriki kodamanı
yakalayamaz mıydı?
Üçüncü, dördüncü günler ona da düşük iktidarın bir ileri
gelenini yakalaması için emir versinler diye ortalıkta döndü
dolaştı. Üst rütbeli subayların kapılarından hiç ayrılmadı. Onlar
koridorlardan geçerken, belki gözlerine çarpar da kendisine de
bir emir verirler diye önlerini keserek, yollarında durarak se-
lamlar verdi. Artık yakalanacak kimse kalmadığı için subaylara
böyle bir ödev de verilmiyordu.
Bir üsteğmen, düşük bakanlardan birini otomobilin bagaj
yerinde kaçarken nasıl yakaladığını anlatmıştı. Bir yüzbaşı da
bir bakanı saklandığı çöp varili içinden nasıl çıkardığını anla-
tırken, dinleyenler kahkahadan kırılıyorlardı. Yakalananların
içlerinde tabanca çeken, ateş eden kabadayılar da olmuştu. Öy-
lelerini yakalayanlar haklı olarak göğüslerini şişirerek, kollarını
kabartarak kahramanlıklarını anlatıyorlardı.
Teğmen Kobuz bu kadar da mı işe yaramaz bir insandı...
İçinden, ‘Ah!” diyordu, ‘Ah, bir ödev de bana versinler de nasıl
başaracağımı görsünler...”
İhtilal denilen şey cuma, pazar tekrarlanan eğlence değil ki,
Teğmen Kobuz hevesini gelecek ihtilale saklasın... Üç kuşakta,
dört kuşakta bir, ihtilal ya olur ya olmaz.
Bir ihtilalde bir insanın herhangibir görev almış olması,
çocuklarına, torunlarına anlatabileceği tarihî anıları olması de-
U
OLU
mektir. Teğmen Kobuz günün birinde evlenip de, çocuğu olup
da, çocuğu büyüyünce ona ne anlatacak?

BAKANI
İhtilalin altıncı günü idi, bir general, teğmen Kobuz’un da
çalıştığı odaya girip kurmay albaya,
- Sarlimesper’i hemen getiriniz. Pek aceledir. Evine bir su-

LER
bay gönderin, arabaya bindirip hemen getirtin... dedi.
Teğmen Kobuz’un gözleri parladı, sevinçten heyecan için-
de idi. Oh, günlerdenberi beklediği fırsat en sonunda önüne

DI
çıkı vermiş ti.

M E S P E R ’ N
Sarlimesper tanınmış bir kişiydi, Fıştia’mn biçok önem-
li devlet hizmetinde bulunmuştu. Bugüne kadar yakalana-
madığına göre çok gizli biye re saklanmış olacaktı. Ama ce-
hennemin dibine bile girmiş olsa teğmen Kobuz onu bulup

S A R L
çıkaracaktı. Görürdü o gününü...
General odadan çıkar çıkmaz,
-A m an albayım, ne olur, bu ödevi bana veriniz, Sarli-
mesper’i ben getireyim... diye yalvardı.
Bu fırsatı da kaçırmak istemediği için, öbür subaylardan
önce davranmıştı.
Kurmay albay,
-B ö y le bir işe teğmen gönderemem, dedi. Üst rütbeli bir
subay göndereceğim.
Teğmen Kobuz ağlamaklı bir sesle yalvarmaya devam etti.
Albay,
- Peki peki, dedi, adresini bulun da hemen getirin... Doğru
generale götürürsünüz.
Teğmen uçarcasına çıktı. Muhafız bölüğünden bir manga
silahlı er aldı. Hepsi de seçme olan erlerin tüfeklerini, mermi-
lerini muayene etti.
- Doldur ve kapa! diye sert bir komut verdi.
Erler bir bağ fişeği mekanizmaya sürdüler. Teğmen Kobuz
mangaya,
-Arkadaşlar, vazifemiz çok önemlidir! dedi.
D A R B E L E R K TABI

Sarlimesper’in ev adresini bulmak hiç de zor olmamıştı.


Bir manga eri üstü açık bir kamyona bindiren Kobuz doğruca
bu adrese gitti. Güvenlik tedbiri olarak erleri uygun yerlere
mevzilendiren Teğmen Kobuz, çavuşla onbaşıyı yanma alıp evin
kapısını çaldı. Kapı açılır açılmaz yıldırım hızıyla içeri daldılar.
Teğmen kapıyı açan kadına,
- Sarlimesper denilen it nerde? diye sordu.
Kadın korkudan titreyerek,
-Odasında... dedi.
-Yalan söyleme!
-Vallahi odasında...
- Sakın bizi kandırmaya çalışma!
Sarlimesper’i odasında yatarken buldular. Teğmen Kobuz
kolundan çekip bağırdı:
-Y ürü ulan, yürü namussuz!.. Daha duruyor... Avanak ava-
nak bakınma ulan. Düş önüme, yürü!..
Sarlimesper,
- Ne istiyorsunuz? diyecek olduysa da kuyruksokumuna
yediği tekmeyle sözünün son hecesi gırtlağına tıkandı. Mer-
divenlerden yuvarlanıp aşağı kata düşünce,
- Hiç olmazsa müsaade buyurun, elbisemi giyeyim! dedi.
Cevap olarak anasından babasından başlayıp yedi sülalesini
içine alan ağır sövgüler işitti.
Tekme yumruk, Sarlimesper’i kamyona attılar. Üstü açık
kamyon şehrin kalabalık caddelerinden geçerken, sokaktakiler
kamyonda bir manga er arasında götürülen pij amali Sarlimes-
per’e hayretle bakıyorlardı.
Teğmen Kobuz ite kaka, söve saya Sarlimesper’i merdiven-
lerden çıkardı.
Aslında Teğmen Kobuz bu türlü davranışlarda bulunacak
katı yürekli, kabasaba bir adam değildi ama başkalarının bal-
landırarak anlattıkları başarılı ihtilal serüvenlerinden öylesine
bir aşağılık duygusuna kapılmıştı ki, ilerde çocuklarına hikâ-
U
OLU
yesini övünçle anlatabileceği bir kahramanlık olayı yaşamak,
hem de ihtilalde işe yaramış subaylar yanında itibar kazanmak

BAKANI
istiyordu. Dahası, Sarlimesper’i kolaycacık yakaladığı için de
biraz üzgündü. Biraz olsun zorluk çıksaydı da önüne, başarısı
kıymetlenseydi. Ama o anlatmak için bu türlü zorlukları haya-

LER
linde de kurabilirdi.
İhtilal komitesinin toplandığı salonun kapısını vurdu. Ka-
pıdaki subayın müsaadesiyle salona girip selam verdi, ihtilal

DI
komitesi başkanı olan generale,

SA R L i M E S P E R ’ i M
- Getirdim generalim! dedi.
Sarlimesper, pijamaları içinde titreyerek, teğmenin arkasın-
da, iki er arasında duruyordu.
Durumu kavrayamayan general,
- Ne yaptın? diye sordu.
- Getirdim. Emir buyurmuşsunuz, yakalayıp getirdim.
- Kimi getirdin teğmen?
Teğmen arkasındaki pij amali adamı göstererek,
-Sarlim esper’i generalim... dedi.
General ve öbür komite üyeleri,
-N e ? Ne yaptın? diye bağırdılar.
Sonra pij amali adamı koluna girip bir koltuğa oturttular.
Ona bir yanlışlık, bir anlaşmazlık olduğunu söyleyerek özür
dilediler.
Komite başkanı,
- Biliyorsunuz Bay Sarlimesper, dedi, ihtilal hükümeti için
bütün bakanları sağladık, yalnız dışişleri bakanı bulamamıştık.
Çünkü dışişleri bakanının sahiden yabancı dil bilmesi gere-
kiyor. Doğrusu hem namuslu olan, hem de yabancı dil bileni
bulmak zordu bizim için. Güvendiklerimiz sizi salık verdiler.
Sizi onun için buraya rica etmiştik. Zahmet buyurup geldiniz,
teşekkür ederiz. Dışişleri bakanlığım kabul eder misiniz?
Sarlimesper, dişlerini sıkarak,
-Ederim , dedi, ederim ederim!..
D A R B E L E

U
OLU
Teğmen Kobuz geri geri giderek sırtını duvara dayadı, yoksa
oraya düşü verecekti.

BAKANI
İşte Bay Sarlimesper’in dışişleri bakanı oluşunun hikâyesi
budur. Ama ne yazık ki Teğmen Kobuz da güzel ihtilal hikâye-
sini herkesten sakladı. Yalnız söz arasında Bay Sarlimesper’in

LER
adı geçerse Teğmen Kobuz,
-H a d i camıım, derdi, biz onu sırtında pijamayla çalyaka
getirip bakanlık koltuğuna oturtmuş adamız!

DI
M E S P E R ’ N
S A R L
14 15
Aziz Nesin’in Rıfat Bey Neden Ka ınıyor adlı kitabından alınmıştır.
İhtilali Nasıl Yaptık?

^\.slm a bakarsanız, bugün iktidarda olmak bizim hakkımız-


dır, iktidarın hakiki sahibi bizleriz. Şu anda iktidarda bulun-
muyorsak bu, bizim küçük bir şanssızlığımızdır. Tamamıyla da
şanssızlık denilemez, bizim de küçük bir kusurumuz olmadı
değil.
Biz ihtilali yapmış ve iktidarı ele geçirmiştik; fakat ne ya-
zık ki ihtilali yaptığımızı ve iktidarı ele geçirdiğimizi kimseye
duyuramadık. Kimsenin haberi olmadan ve millete duyurulma-
dan bir ihtilal hiçbir işe yaramıyor.
Düşününüz, bizim için ne feci bir durumdu: Bir gece içinde
ihtilali yapıp hükümeti tamamıyla, evet tamamıyla ele geçiriyo-
ruz, fakat iktidarı aldığımızı millete duyuramıyoruz.
Emin olunuz, biz herşeyi inceden inceye hesaplamıştık,
en küçük ve uzak bir ihtimali bile gözden uzak tutmamıştık.
Tarihteki ihtilallerin hiçbirisi, bizimki kadar dikkatle hesaplan-
mamış ve yanlışsız yapılmamıştır. Yalnız bitek şeyi unutmuşuz:
Takvime bakmayı... Takvime bakmış olsaydık, temmuz orta-
larının Övreke’de az da olsa yağışlı geçtiğini görecektik. Her
nasıl olmuşsa, ihtilal telaşı yüzünden komitedeki arkadaşların
hiçbiri radyodan hava raporunu dinlemeyi de akıl edememiş.
Meteoroloji Müdürlüğüne telefon edip hava durumunu sormayı
da düşünemedik.
Bizim Ûvreke’de genellikle temmuzun ortalarında biraz-
cık yağmur serpelemesinin ne demek olduğunu bilir misiniz:
D A R B E L E R K TABI

Bütün hayat durur... Bikaç damla yağmur düşer düşmez rad-


yolar çalışmaz, telefonlarda konuşulmaz, havagazı, elektrik ve
sular kesilir, vapur, tiren, uçak, otobüs, otomobil, yani hiçbir
taşıt işlemez. Oysa biz, ihtilal için tam da temmuz ayını uygun
bulmuştuk. Çünkü Övreke’de temmuz ayı çok sıcak olduğun-
dan, başkentimiz Matrakopolis hemen hemen bomboş kalır;
yalnız günlük geçim derdine düşmüş olan yoksullar bulunur.
Nazırlar ve bütün hükümet erkânı ve Ûvreke’nin tanınmış ki-
şileri, sıcağa dayanamayan muhterem aileleriyle birlikte, hava-
lanmak için ya yayla şehirlerine yada kıyı kasabalarına giderler.
Temmuz ayında Ûvreke’nin başkenti Matrakopolis’in hükümet
dairelerinde, resmî dairelerin kapılarındaki sandalyelerde uyuk-
layan odacılardan başka kimsecikler kalmaz; yani hükümet
bomboştur. Bu durumda ihtilal yapmak, hükümet dairelerinde-
ki odaların kapılarını açıp içeri girmekten başka bişey değildir
ki, bunu da can sıkıntısından, “Hadi bu gece ihtilal yapalım
arkadaşlar!” diye akima getiren herkes yapabilir.
Gördüğünüz gibi herşeyi inceden inceye hesapladığımız
halde, nasıl olup da Övreke’de temmuzda yağmur çiselediğini
unutmuş olduğumuza hâlâ şaşmaktayım. Ne budalalık Allahım!
Ben, Miralay Ebülhicap ve Mülazımıevvel İbnibevval ile
birlikte Radyoevi’ni zaptedecektik. Birinci Ferik Hüseyin El
Matraki Paşa da üç arkadaşla birlikte Hüsn-ü Lezzet Lokanta-
sı’m zaptedeceklerdi. Kaymakam Mahmed Merdibani de dört
arkadaşla birlikte postaneyi ve yatılı kız lisesinin yatakhanesini
zaptedeceklerdi. Stadyum ile salhanenin zaptı Hayyam Paşa
ekibine verilmişti.
Kısacası, bir ihtilalde zapt edilmesi gerekli en önemli yerler
için aramızda ödev bölümü yapmıştık. Hatta dördüncü sınıf
askerî muamele memuru Kör Hamidullah Bey de (şimdi emek-
lidir) cezaevini zaptedecek ve şayet ihtilal muvaffak olmazsa,
cezaevinde en iyi yerleri kendi eliyle bizim için ayıracaktı. Yani
ihtilal inceden inceye hesap edilmişti.
Saat tam sıfır sıfırda harekete geçecek ve bütün devlet daire-
lerini işgal edecektik.
İhtilal komitesinden Miralay Şehabülcenab,
- Merkez Bankasını zaptetmeyelim, deyince Ferik Ebülfed-
dal,
-N için ? diye sordu.
Miralay Şehabülcenab da,
- İşe yaramayan dairelerin zaptı ile boşuna kuvvet harcama-
yalım, dedi.
Bu teklif kabul edilince, işe yaramayan dairelerden Maliye
Nezareti, Belediye, Nüfus ve İstatistik Umum Müdürlüklerinin
zaptından vazgeçildi. Hiçbir işe yaramayan resmi daireler sa-
yılırken, işe yarayanın olmadığı anlaşılınca Miralay Ebülhicap,
- İşe yaramıyor diye resmî daireler zapt edilmeyecekse, bu
takdirde ihtilalden de vazgeçmek icap eder, deyince Kaymakam
Behlûl,
- Arkadaşlar, unutmayınız ki, işe yarar bir resmî daire bu-
lunmadığı için biz bu ihtilali yapıyoruz, dedi.
Böylece niçin ihtilal yapacağımız da anlaşılmış oldu.
Arkadaşlar bütün daireleri zaptettiklerini bana telefonla
bildirecekler, ben de ihtilalin muvaffak olduğunu radyodan Öv-
rekelilere duyuracaktım. Benim sesim gayetle davudi olduğun-
dan radyoda konuşmak görevini arkadaşlar bana vermişlerdi.
Tam harekete geçeceğimiz sırada Mülazımıevvel İbnibevval,
-Bakalım Amerikalılar bu ihtilale razı mı? Amerikalıların
rızası hilafına hiçbir ihtilalin muvaffak olma ihtimali yoktur,
dedi.
Benim de aralarında bulunduğum dört kişilik bir heyetle
Amerikan sefirine müracaata karar verdik. Biz Amerikan sefi-
rinin yanma girerken, beş kişi de yanından çıkıyordu. Elimizi
çabuk tutmazsak, başka bir grubun bizden önce davranıp ihtilal
yapacağı anlaşılıyordu. Sefir bizi gayet iyi olarak karşıladı. Se-
firle Amerikanca konuşan arkadaşımız bize,
D A R B E L E R K TABI

-Yahu arkadaşlar, siz şu aksiliğe bakın, ihtilalin Amerikan-


cası bitürlü aklıma gelmiyor, bilen var mı? dedi.
Ben biliyordum ama o anda heyecandan unutuverdim, be-
nim de aklıma gelmedi. Ve ne yazık ki, sefire bişey yapacağımızı
söyledik ama yapacağımız şeyin ne olduğunu anlatamadık. O
zaman ben el işaretiyle sefire ne yapacağımızı anlatmaya çalış-
tırma da, sefir hazretleri benim el işaretlerime yanlış mânâ ve-
rerek fena halde bozuldu. Sefire güçlükle meramımızı anlattık.
Sefir,
- Muvaffak olursanız sizi destekleriz, olamazsanız yine şim-
diki hükümeti destekleriz, dedi.
Amerikan garantisini de aldıktan sonra ihtilali yapmak için
hepimiz işlerimize dağıldık.
Hiçbir mukavemetle karşılaşmadığımız için, elimizi ko-
lumuzu sallayarak Radyoevi’nden içeri girdik. Arkadaşlardan
gelecek telefon haberini beklemeye başladık. Kararlaştırdığı-
mız zamanı üç saat geçmiş olduğu halde hiçbir telefon haberi
gelmeyince hem meraka hem telaşa düştük. Arkadaşlarımız
yakalandılarsa, bizi de burda kıstırıp enseleyebilirlerdi. Hükü-
met kuvvetleri, “Burda işiniz ne?” diye bize sorarlarsa, bir tedbir
olmak üzere konser vermeye geldiğimizi, marşlar çalacağımızı
söylemeye karar verdik. Aksiliğe bakınız ki, aramızda çalgı çal-
masını bilen de yoktu. Odaları dolaşarak elimize geçen çalgıları
aldık. Ben bir ud bulup kendimce meşke başladım. Bir arkadaş
tef, biri de adını bilmediğimiz bir saz geçirdi eline.
Miralay Ebülhicap’a,
- Gidin bakın, arkadaşlar hükümeti zaptetmişler mi? de-
dim.
Miralay son derece askerî adımlarla gecenin koyu ka-
ranlığına daldı, gidiş o gidiş... Ondan da hiç haber çıkma-
yınca Mülazımıevvel’i gönderdim. O da dönmedi. İhtilalin
fiyaskoyla sonuçlanması ihtimaliyle titremeye başladım. En
iyisi hemen gidip hükümet makamlarına ihtilali ihbar ederek
paçamı kurtarmaktı. Ben bunları düşünürken yanımda kalan
son arkadaş,
- B u saate kadar arkadaşlarımız hükümet makamlarını
zaptetmiş olmalıdırlar, siz radyodan iktidarı ele geçirdiğimizi
ve memlekette hiçbir değişiklik olmayacağı için vatandaşların
telaşa kapılmamalarını ilan ediniz... dedi.
- Radyoda bunu söylemek kolay, dedim, ama arkadaşlarımız
yakalanıp şimdi hapse atıldılarsa, bizim radyodan hükümeti ele
geçirdiğimizi söylememiz komik olmaz mı?
Biraz sonra da elektrikler söndü. Sigorta attı zannettik, fakat
cereyanın kesildiğini anladık.
Kendimi sokağa attım. Sokaklarda tek ışık yoktu. Binecek
taşıt da olmadığı için yaya olarak Başnezaret’e gittim. Miralay
Ebülfeddal oradaydı.
- Ne oldu ya Ebülfeddal? diye sordum.
-Yakaladım... dedi.
- Kralı mı yakaladınız? dedim.
- Hayır, dedi, bizden başka bir ihtilal komitesi daha varmış,
onlar da bu gece ihtilal yapacaklarmış, hükümet erkânından
önce onları yakaladık. Bizden başka hiçkimsenin ihtilal yap-
masına müsaade etmeyeceğiz.
Az sonra gelen haberlerden o gece birbirinden ayrı dört
komitenin ihtilal için harekete geçtiği anlaşıldı.
Miralay Zühreviye,
- İhtilalin yapıldığını niçin bana telefonla bildirmediniz?
dedim.
-N asıl bildirelim, telefonlar işlemiyor... dedi.
- Bütün telefon hatlarını kesmeyecektiniz.
- B iz kesmedik, akşamüzeri biraz yağmur çiselemişti ya,
ondan bütün telefonlar kesildi.
- Otomobille birini gönderip haber veremez miydiniz?
- Sana yağmur çiseledi diyoruz, anlamıyor musun, yağmur
çiseleyince taşıtlar işlemez Övreke’de, bilmiyor musun?
D A R B E L E R K TABI

22
- Peki şimdi ne yapacağız, milletin iktidara geçtiğimizden
haberi bile yok...
Miralay Zührevi, harekât haritasını masaya sererek üstüne
satranç takımım koydu, Ebülfeddal’a,
-Z ih n im o kadar karıştı ki, iki el satranç oynamazsam
kendimi toparlayamayacağım, hadi buyurun satranca albayım...
dedi.
Millete iktidara geçtiğimizi radyodan bildirm ek üzere
Radyoevi’ne gitmek için yola çıktım. Yolda Binbaşı Habibi ile
karşılaştım. Zavallı Binbaşı Habibi yoldaki çamurlardan ko-
runmak için pabuçlarını çıkarıp kolunun altına almıştı.
Beni görünce,
- Şu halime bak, dedi, bizi ihtilal yapmak zorunda bıraktı-
lar. ..
Binbaşı Habibi, Hazine Nezaretini zaptettiğini, fakat hazine
boş olduğu için başında nöbetçi bile bırakmadan iki nezareti
daha işgal ettiğini söyledi.
Ferik Hayyam Paşa da,
- İhtilalin bu kadar kolay olduğunu bilseydim, bunca yıl
beklemez, daha zabit vekiliyken ihtilali yapar, birden müşir
rütbesine terfi ederdim, dedi.
Yolda buluştuğumuz arkadaşlarla birlikte “Dürriye’mi al-
datması kolay mı?” marşını söyleyerek Radyoevi’ne geldik. Ben
davudi sesimle mikrofonda Övrekelilere ihtilali yaptığımızı ilan
ediyordum ki, bir kaymakam gelerek,
- Boşuna bağırıp duruyorsunuz, yağmur çiselediğindenberi
radyo istasyonu bozuk, teknik arıza var, dedi.
- Peki, iktidarı aldığımızı millete nasıl haber vereceğiz yahu?
Vatandaşlara teker teker mektup yazarak ihtilal olduğu ilan
edilmez ya... dedim.
Ebülhicap,
- Telefonlar çalışmaya başladı, sağasola telefonla söyleyelim,
onlar da birbirlerine haber versinler... dedi ve hemen gelişigüzel
bir telefon numarası çevirerek konuşmaya başladı.
D A R B E L E R K TABI

Biz ihtilalciler hepimiz birbirimizi kontrol altında bulun-


durduğumuz için Ebülhicap’m neler konuştuğunu paralel tele-
fondan dinliyorduk.
Ebülhicap,
-B iz İhtilal Komitesi... dedi.
Telefondaki uykulu ses,
-N e ? Ne komitesi? diye sordu.
Sonra aralarında şu konuşma geçti:
- Şu anda iktidarı ele geçirmiş bulunuyoruz...
- Hay Allah sizden razı olsun. Biz de kimi bulsak da iktidarı
devredip şu beladan kurtulsak diye düşünüp duruyorduk. Sen
kimsin?
-B e n İhtilal Komitesinden Miralay Ebülhicap... Hükümeti
ele geçirdik, haberiniz olsun ve hemen başkalarına da haber
verin.
- Orası neresi?
- Radyoevi. Sen kimsin?
- Ben Sadrazam Muhtar Paşa.
Miralay Ebülhicap, “Neee?” diye bağırarak düşüp bayıldı.
Yağmur yüzünden telefon hatlarında melanj olmuş, bir vatan-
daşla konuşuyorum diye, sadrazama ihtilali ihbar etmişti.
Mülazımıevvel İbnibevval,
- Şu rezilliğe bak, iktidarda olduğumuzdan kimsenin haberi
yok... dedi.
Hayyam Paşa,
- İktidarı bırak, şimdi gelip hepimizi tevkif edecekler ya-
hu... dedi.
- Sadrazamı neden tevkif etmediniz? diye sordum.
-Yağmur yüzünden arabalar işlemiyordu yollarda... dediler.
Hemen ordan hepimiz biyana sıvışıp vazifelerimizin başına
koştuk. Ben de Müdafaa-i Nefis Nezaretindeki odama gidip
mahrem evrak dosyasındaki işlerime daldım. Biraz sonra nazır
hazretleri beni odasına çağırıp,
HT LAL NASIL YAPTI K
D A R B E L E R K TABI

-G iz li servislerden aldığımız habere göre, dedi, bu gece


yağmur yağmazsa bir ihtilalci grubu darbe-i hükümet yapacak-
mış. İşte raporlar... Acele tahkik ediniz.
-Yakalayalım mı? diye sordum.
Nazır hazretleri,
- Ne münasebet! diye bağırdı. Bilakis hiç haberimiz yokmuş
gibi davranacağız ki, ihtilali yapıp hükümetimizi bu iktidar
belasından halas etsinler. Yalnız bizim kaçmamız için tayyareler
hazır bulunsun...
Biz o ihtilali yapalı tam beş yıl oldu. Hakikatte şimdi bizim
iktidarda olmamız gerekirdi ama ne yazık ki iktidarı devirip
ele geçirdiğimizi millete duyuramadık. Millete duyuramadıktan
sonra iktidarın sahibi olmuşsun kaç para eder. Zavallı Ûvreke-
liler, şimdi başlarında bulunan hükümetin beş yıl önce dev-
rildiğini bile bilmiyor da, onları sahici hükümet zannediyor.
Övreke’de ihtilal yapacaklara yağmursuz bir geceyi seçmelerini
ve kolaylık göstermesi için de hükümete ihtilal yapacaklarını
gizlice ihbar etmelerini tavsiye ederim.

Aziz Nesin'in ihtilali Nasıl Yaptık adlı kitabından alınmıştır.


Bir Koltuk Nasıl Devrilir?

O l u r a, günün birinde canınız bir hükümet devirmek isteye-


bilir. Bunu nasıl yapacağınızı biliyor musunuz?
Ama siz hükümet devirmeyecekmişsiniz; olsun, bilin de
yine devirmeyin. Çok bilgi, insana ağırlık vermez.
Şimdi size bir hükümetin nasıl devrileceğini anlatacağım.
Bana, “Peki sen biliyor musun, hükümet devirdin mi?” diye
sorarsanız söyleyeyim; ben hükümet devirmedim ama, kitap
sayfalarında bir hükümetin nasıl devrildiğini gördüm, daha
doğrusu okudum.
Elime bir kitap geçti, gizli bir kitap... Kitabın adı: Hükümet
Devirme Sanatı. Kitabı bana postayla yurtdışından göndermiş-
ler. Kimin gönderdiğini bilmiyorum. Böyle bir kitabın, postada
denetlenmeden nasıl bana ulaştığına şaştım.
Bu kitabın basıldığı yer, “Patşcoskylmes” diye biyer. Bu adı
duymadım bile. Atlasa baktım, böyle biyer bulamadım. Kitap
gizli basım olduğu için sanırım, basıldığı yeri de atmışlar. Yok
böyle biyer. Kitabın önsözünde şunlar yazılı:
Yeryüzünde ençok kullanılan dil İngilizce olduğu için, biz de
bu kitabı İngilizce yazdık.
Bu kitap, hüküm et devirm eye y eten ekli old u kları b izce
bilinen kim selere gizli o la ra k yollanacaktır. Siz de bu kitabı
oku du ktan sonra, hüküm et devirm eye m eraklı ve y eten ekli
olduklarını tahmin ettiğiniz arkadaşlarınıza okutunuz■Bu yolda
gizli kurslar açılm ası da salık verilir.
D A R B E L E R K TABI

Tam güvenemediğiniz kimselere, kitaptan yararlı bulduğu-


nuz bölümleri daktiloda çoğaltarak gönderiniz.
Amacınız hükümetleri devirmek olmalıdır. Bu yolda okurla-
rım ıza başarılar dileriz.
Bu kitapta anlatılan, öğretilen yöntem lerle devrilm eyecek
kadar dayanıklı hiçbir hükümet yoktur.
Saygılarım ızla
Yeraltı çalışması yapan bir anarşistler topluluğunun bu ki-
tabı hazırladığını sanıyorum.
Kitabı görünce, ilkin büyük bir korkuya kapıldım. Ne yapa-
cağımı şaşırdım. Bisüre kendimi toparlayamadım. Neden son-
ra kendime gelince, hükümetine candan bağlı her yurttaşın
yapması gerekli olduğu gibi, bu kitabı götürüp polise vermeyi
tasarladım. Sonra yine düşündüm; belki de hükümet devirmek
isteyen yurttaşlarımız vardır. Ne diye onlara bu sanatı öğret-
mekten çekineyim?
Hükümet Devirme Sanatı adlı kitap, tıpkı Muaşeret Usul-
leri, M akyajda Nasıl Başarı Elde Edilir?, Yemekler ve Tatlılar,
İki Ayda Almanca, Her Genç K ız N eler Bilm elidir? türünden
kitaplara benziyor.
Kitabın ayrı bölümlerinde, hükümetlerin cinsine, o ülkenin
özelliğine, devireceklerin tutumuna göre herhangibir hükü-
metin nasıl devrileceği, bir yemek, örneğin düğün çorbasının
pişirilmesi anlatılır gibi tatlı tatlı, akıcı bir deyişle anlatılmış.
Kitabın güzelliği de burda. Kitabı kimler yazmışsa, kurnaz
heriflermiş doğrusu... İnsanlar bu kitabı okuyunca, içinde
önüne geçilmez bir hükümet devirme isteği duyuyor; benim
gibi hükümet devirmeyi akimın ucundan geçirmemiş bir insan
bile, ‘Ah, nasıl etsem de bir hükümet devirsem?” diye içinden
geçiriyor.
Kitaptaki bölümlerden bikaçı:
“H alk düşmanı bir hükümet nasıl devrilir?”
“D iktatör idaresi nasıl alaşağı edilir?”
“K orkak insanların hükümet devirmekte kullanacakları yön-
tem ler”
“B askıcı hüküm etlere karşı nasıl ayaklanılır, h alk nasıl
kışkırtılır?”
“Ödlek insanların hükümet devirm ekte izleyecekleri y ollar”
“Verdiği sözde durmayan hükümetin devrilm esi”
“Hükümeti devirm ek için hangi zam anlarda ihtilal meşru
olur?”
“Kendini meşru sanan zorbacı hükümetin devrilm esi”
“Azgelişmiş ve gerikalm ış ülkelerde hükümet devirm e”
“Sıcak ülkelerde hükümet devirme işinde nelere dikkat edil-
m elidir?”
“Uygar ülkelerde hükümet devirme işinde nelere dikkat edil-
m elidir?”
“Uygar ülkelerde hükümetin devrilm esi”
“Ormanlık, dağlık bölgelerde hükümet nasıl devrilir?”
îşte, kitaptaki bölümlerden bikaçı... Daha bunlar gibi biçok
ilginç bölüm var.
Kitapta değişik hükümetlerin hertürlü devriliş yöntemleri
anlatıldıktan, açıklandıktan sonra, son bölümde şöyle deniliyor:
Buraya kadar anlatılan bütün yollan , yöntem leri denediniz
de, yin e hükümeti devirem edinizse, hiç yılm ayın, üzülmeyin.
Şimdiye dek anlatılan yöntem lerle devrilmeyen hükümetler, bu
son bölümde anlatacağım ız yolla yüzdeyüz bir kesinlikle devri-
lir. Şimdi anlatacağımız bu yönteme hiçbir hükümet dayanamaz.
Siz de bikez deneyiniz. Denemekten ne çıkar, ne kaybedersiniz?
B aşarılar dileriz.
İşte bundan sonra, anlatım başlıyor.
Kitabın bir özelliği de şu: Hükümet devirme yöntemi anlatı-
lırken, bu yöntemle tarihte devrilmiş hükümetlerden örnekler
veriliyor. Yer, zaman belirtilerek, belgeler ortaya konularak,
bu yöntemin hangi yerde, nasıl kullanılırsa başarıya ulaşıldığı
anlatılıyor. Bunların herbiri çok meraklı, yer yer çok acıklı,
D A R B E L E R K TABI

okurken yüreğimizi ağzımıza getirtecek kadar korkulu olay-


lardır. Şimdi size bu kitabın son bölümünde anlatılan olayı
buraya olduğu gibi, hiç eksiksiz artıksız aktarıyorum. Dikkatle
okumanızı salık veririm. Okuyun da, zararı yok, yine hükümeti
devirmeyin. Ama sanmıyorum; okursanız, dayanamayıp hükü-
met devirmeye kalkışacağınızı çok iyi biliyorum.
Ayrıca şunu da ekleyeyim ki, anlatılan bu yöntemle hükü-
met devirmenin tehlikesi de yoktur. Hiç korkmayın, ne da-
rağacma gideceksiniz ne cezaevine... Hiç öyle bir tehlike ol-
saydı ben size salık verir miydim? Bu yöntemi uygularsanız,
hem hükümet devrilecek hem de hükümeti sizin devirdiğiniz
anlaşılmayacaktır.
İşte başlıyoruz:
1998 yılında, Haparia kıtasının kuzeydoğusunda, Cape-
ros Dağlarıyla Virnazut Irmağı arasındaki dağlık ve engebeli
bölgede Tuştuk Devleti bulunmaktaydı. Tuştuklular çok dalgacı,
alaycı ve kendilerini kurnaz sanan saf insanlardı.
1998 yılı şubat ayma kadar Tuştuklarda Yaşasın Memleket
Partisi iktidardaydı. Fakat bu tarihte yapılan seçimlerde Yaşa-
sın Memleket Partisi iktidardan düştü, Vatan Evlatları Partisi
iktidara geçti. İşte bu iktidar değişikliği Tuştuk tarihinde çok
büyük bir olaydır.
Vatan Evlatları Partisinin başında Kafakan Bey vardı. Kö-
tü adam denilemezdi. Uluslararası toplantılarda uyumaktan,
uyumadığı zamanlarda da burnunu karıştırmaktan başka kötü
bir huyu yoktu.
Kafakan Bey başbakan oldu. Onun başbakan oluşunu, ana
muhalefet partisi olan Yaşasın Memleket Partililer çekemediler.
Her ne uğruna olursa olsun, Vatan Evlatları Partisi’ni iktidardan
düşürmek istiyorlardı. Durmadan burnunu karıştıran bir ada-
mın başbakan olması, ulusal onurlarına dokunuyordu.
Kafakan Bey ve arkadaşlarının hırsız olduklarını gazeteler
de yazdılar. Buna kimse aldırış etmedi.
Halk,
- Hiçbir işe yaramayan bir adam hırsız değil diye başbakan
olacağına, iş yapsın da varsın hırsız olsun... diyordu.
Haklıydılar, çünkü Yaşasın Memleket Partisi de iktidarday-
ken az hırsızlık yapmamıştı.
Bu antipropaganda sökmeyince, Kafakan Beyin diktatör ol-
duğunu ilan ettiler. Ulusa özgürlük tanımıyordu.
Halk bunu da umursamadı. Kısacası, Yaşasın Memleket
Partisi, Vatan Evlatları Partisi’ni iktidardan düşürmek için bü-
tün demokratik yöntemleri kullandı ama onları iktidardan dü-
şürmeyi başaramadı. Bunun üzerine hükümet devirmek için
halkı ayaklandırma yoluna gitti. Bu yanlış bir yoldu. Çünkü
kendi ülkelerinin özelliklerini ve koşullarını düşünmeden, baş-
ka ülkelerde uygulanmış ihtilal yöntemlerini olduğu gibi taklide
kalkıyorlardı. Tuştuklular ayaklanamaz, hiçbir zaman hükü-
mete karşı gelemezlerdi. Böyle bir gelenekleri yoktu. Onların
ayaklanabilmesi için başlarındaki hükümetin, “Her yurttaşın
ayaklanması gerekir,” diye kanun çıkarması, ayaklanmayanlarm
da ağır cezalara çarptırılmaları gerekirdi. Hükümetin buyruğu
ve desteği olmadan ihtilale kalkamazlardı.
Yaşasın Memleket Partisi hükümeti devirmek için her yola
başvurup da başaramayınca bu partinin genel başkanı Kurt
Santor, partisinin yönetim kurulu üyelerini topladı, onlara şöyle
dedi:
-S ay ın arkadaşlarım! Hükümet devirmekte başarı göste-
remeyişimizin nedeni, başka ülkelerdeki ihtilal yöntemlerini
örnek alışımızdır. Oysa biz ulusal benliğimizden, yerli koşul-
larımızdan ve kendi ruhumuzdan ayrılmamalıyız. Her ülkenin
kendine özgü koşullan vardır. Öyleyse biz, kendi ruhumuza
uygun hükümet devirme yolu hangisiyse onu arayıp bulmalıyız.
Ben bu konuda tarihimizi inceledim ve bize uygun bir hükümet
devirme yöntemi buldum. Bu, dünyada bir eşi benzeri daha
görülmemiş bir hükümet devirme yöntemi olacaktır. Benim
D A R B E L E R K TABI

dediklerimi dinler ve yaparsanız bu Kafakan, iki aya kalmaz,


gümbür gümbür devrilir.
Yönetim kurulu üyeleri, partinin genel başkanı Kurt San-
tor’a,
- Nedir bulduğunuz bu hükümet devirme yöntemi? Aman
çabuk söyleyiniz! dediler.
Parti genel başkanı cevap verdi:
- Kendi partimiz nasıl iktidardan düştüyse, aynı yolla biz de
bu hükümeti devirmeliyiz. Biz kendi başımıza gelenleri unutup
başka ülkelerden hükümet devirmek için hazır reçeteler alma-
ya kalkıyoruz. Bizim yanıldığımız burası işte!.. Biz iktidardan
neden düştük, bunu düşünelim. Partimizin iktidardan düşmesi
partililerimizin, yani bizim yüzümüzden olmuştur. Halk bizi
beğenmedi, istemedi ve hükümetten düşürdü. Öyle değil mi?
Üyeler,
-E v et, öyle! dediler.
- Öyleyse biz kendi partimizden istifa edip Vatan Evlatları
Partisi’ne geçelim. O partiyi dolduralım. O zaman yurttaşlar
Vatan Evlatları Partisi’ni de beğenmeyip iktidardan düşürecek-
lerdir. Ne dersiniz?
Üyeler,
- Çok doğru yahu, hiç aklımıza gelmemişti. Hay akimla bin
yaşa!., dediler.
Yönetim kurulundan biri,
- Peki ama biz Vatan Evlatları Partisi’ne geçince orda ne
yapacağız? diye sordu.
Yaşasın Memleket Partisi genel başkanı,
- Hiçbişey yapmayacağız... dedi. Bizi hiçbişey yapmadığımız
için iktidardan düşürdüler. Vatan Evlatlan Partisi’ne girince de
hiçbişey yapmayacağız. Kendi partimiz iktidardayken ne yaptık-
sa yine öyle yapacağız. Hadi şimdi birer ikişer Yaşasın Memle-
ket Partisi’nden istifa edip Vatan Evlatları Partisi’ne geçelim. Ve
kendi partimiz iktidardayken ne yaptıksa yine öyle yapalım.
Bu toplantıdan sonra Yaşasın Memleket Partisi’nin ocakları-
na, bucaklarına kadar alman bu karar yayıldı. Yaşasın Memleket
Partisi’nden istifa edenler, Vatan Evlatları Partisi’ne doluşuyordu.
Vatan Evlatları Partisi Başkanı Başbakan Kafakan da partisi-
ne akm akm katılmalara çok seviniyordu. Kendi partisi güçle-
niyor, muhalefet partisi zayıflıyordu.
Vatan Evlatları Partisi’nin kongresi vardı. Başbakan Kafakan
kürsüye çıktı, mikrofonun önüne geçti,
-M u h ... dedi.
Ağzından daha ilk hece çıkar çıkmaz bir alkıştır koptu. Al-
kıştan başbakan konuşamıyor, ne söylediği anlaşılmıyordu.
Bay Kafakan bir daha,
-M u h ... dedi.
“Muhterem arkadaşlar!” demek istiyordu. Ama alkışların
şiddetinden “Muh...” diyor, arkasını söyleyemiyordu. Yaşasın
Memleket Partisinden Vatan Evlatları Partisine aktarma olanlar,
tıpkı kendi eski partileri iktidardayken yaptıkları gibi, başkan-
larmı durmadan alkışlıyorlardı.
Bay Kafakan,
-M u h ... muh... muh... diyor, hıçkırık tutmuş gibi başka
bişey söyleyemiyordu.
-M u h ...
Alkış kıyamet...
-Arkadaşlar, çok rica ederim... dedi.
Alkışlıyorlardı.
-Tadını kaçırdınız artık! dedi.
Alkış daha da şiddetlendi. Başbakan kızmıştı:
- Ama yeter artık! Muh...
Alkış göklere yükseliyordu. Başbakan kıpkırmızı oldu,
-Y eter ulan... Kesin! diye bağırdı.
Dinleyen yoktu, alkışlıyorlardı.
Kızgınlığın sonuna gelen başbakan ne yapacağını şaşırıp
gülerek,
D A R B E L E R K TAB I

-Yapmayın ulan... dedi. Namussuzluk etmeyin. Muh...


Baktı ki alkış durmuyor, başbakan alkış gürültüleri arasında
ne dediğini kendisi de anlamadan bisüre konuştu, sonra kürsü-
den indi.
Kongre böylece sona erdi. Ama başbakanı nerde görseler,
aktarma partililer durmadan alkışlıyorlardı. Öksürse alkışlı-
yorlar, hapşırsa alkışlıyorlar, esnese, uyuşa, burnunu kaşısa
alkışlıyorlardı.
İlk zamanlarda bu alkışlara kızan, hatta, “Yapmayın yahu...
Rica ederim. Namussuzluk etmeyin!” diyen başbakan, yavaş
yavaş alkışlara kızmaz oldu. Sonraları alkışa alıştı. Daha sonra
alkış beklemeye başladı. Gözünü kırpsa da karşısındakiler al-
kışlamayı unutsalar, neden alkışlamadınız der gibilerden kıza-
rak çevresindekilere bakıyordu.
Böyle böyle...
Halk arasında söylentiler almış yürümüştü. Herkes baş-
bakanın deli olduğunu söylüyordu. Delinin sonu ne olursa,
başbakanın ve Vatan Evlatları Partisinin sonu da öyle oldu. İki
ay bile sürmedi. Vatan Evlatları Partisi hükümeti devrildi.
Tarihteki bu en önemli hükümet darbesinden ders almamız
gerekir. Bütün yöntemler denenip de hiçbiriyle hükümet dev-
rilmezse, bu yöntemi denemek gerekir. Dünyanın en sağlam
hükümetleri bile buna dayanamaz, devrilir.
Hepinize çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Aziz Nesin’in Bir Koltuk Nasıl Devrilir adlı kitabından alınmıştır.


B R KOLTUK NASIL D EVR L R
Kimliksiz Adam

^R.adyo her haber verişinde Sıkıyönetim Komutanlığının bil-


dirisini de duyuruyordu: Her yurttaş kimliğini yanında bu-
lunduracak, sorulunca gösterecekti. Arama-taramada kimliği
olmayanlar gözaltına alınacak!..
Günde bikaç kez radyolardan duyurulduğundan, ayrıca
gazeteler de yayımladığından, artık bu bildiriyi öğrenmeyen ol-
mamalıydı. Sıkıyönetim gece sokağa çıkma yasağı da koymuştu.
Yasak süresince evi olan evinde, evi olmayanlar da oldukları,
barındıkları yerde kalacaklardı.
Gece evler, apartmanlar, gecekondular, tüm konutlar aranı-
yor, kimliği olmayan yurttaşlar asker kamyonlarına doldurulup
kışlalara, asker koğuşlarına dolduruluyordu.
Beni kapadıkları sac barakaya da kimliksiz yurttaşlar doldu-
rulmuştu. Çoğu yoksul giyinişli kişilerdi. İçlerinde yarı çıplak
olanlar bile vardı. İyi ki hava sıcaktı da, Amerikan barakasının
beton döşemesine uzanıp döşeksiz, yorgansız, örtüsüz, geceyi
uyuyarak geçirebildiler.
Çavuşlardan biri acıyıp,
-Y azık bunlara! deyince bir astsubay,
- Sanki geceyi geçirecekleri yer burdan daha mı korunak-
lıydı? dedi.
Beton üzerinde hâlâ uyuyanların inceli kalınlı horultularına
bakılırsa, astsubay pek de haksız sayılmazdı.
D A R B E L E R K TAB I

Asker arabaları boyuna kimliksiz yurttaşları taşıyordu. Bir


teğmen, arkadaşına,
-N e olacak bunlar? diye yakınır gibi sordu.
O da,
- Kimliği olan yurttaşları yakalayıp getirseydik, işimiz çok
daha kolaylaşırdı, dedi.
Kimliksiz yurttaşların gözaltına alınması için emir vermiş
olanlar herhalde bu kadar çok yurttaşın kimliksiz olabileceğini
düşünmemiş olacaklardı ki, ertesi gün sokağa çıkma yasağının
bittiği saatten sonra barakadakileri salıvermeye başladılar. Ba-
rakadan başıboş bırakmıyorlardı. Onar onar arabaya bindiriyor,
taaa aşağıdaki anayola yakın yerde arabadan indirip, nizamiye
kapısından salıveriyorlardı. Dönen araba bir saat kadar sonra
yeniden on kişiyi daha götürüyordu. Bu işle görevli bir üsteğ-
men de şoförün yanında oturuyordu.
Barakanın kapısı önündeki gölgelikte bir masayla bikaç da
sandalye vardı. Savaş giyimli subaylar orda toplanmışlardı.
Yüzbaşı, ne çok insanın kimliksiz dolaştığına şaştığını söy-
leyince binbaşı da,
- Bir kişi, beş kişi olsa hadi cezalandır... Bunca insanı nasıl
cezalandıracaksın! dedi.
Yüzbaşı,
-E v e t binbaşım, dedi, az olsalardı yanmışlardı bunlar da...
- İşte çok olmanın gücü bu.
-Ö bürlerini, bu kadar insanın kimliği yokken siz neden
kimlik taşıyorsunuz, diye cezalandırmak ki...
Sırası gelip de arabaya bindirilenler, önceleri nereye gön-
derildiklerini bilmiyorlardı. Belki sorguya, yargıç önüne, belki
tutuklanmaya götürülüyorlardı. Korku içindeydiler. Ama biriki
posta arabaya bindirilip götürülünce, nasıl işlediği bilinemeyen
haber almayla salıverildiklerini anladılar. Arabaya bindirilenler
seviniyor, geride kalanlar da sıraları gelinceye dek kuşku içinde
barakada bekleşiyorlardı.
O işle görevli üsteğmen, barakada son kalanları da arabaya
doldurup götürdüğünde akşam oluyor, yavaş yavaş güneş ba-
tıyordu.
Kimliksizleri taşıyan arabanın yolun tozlarını savurarak
uzaktan geldiğini gören yüzbaşı,
- B u iş tamam... dedi.
Araba yaklaşınca içinde bir sivilin olduğunu gören binbaşı,
- B u da kim? diye seslendi.
Araba barakanın önünde durdu. Üsteğmen, sonra da sivil
indi. Binbaşı,
-B u n u nerden getirdin? diye sordu üsteğmene.
Üsteğmen,
-Kim liksiz olanlardan, dedi, bunu dün gece yakalamıştık.
-Yahu, kimliksizler salıverilecek dedik ya...
-B u n u daha ilk postada salıverdik binbaşım, ama adam
gitmiyor ki.
- Gitmiyor mu? Deli mi bu?
- Gitmiyor. Nizamiye kapısından ille de içeri girmek istiyor.
- Bırak yola, sal gitsin!
- Gitmiyor binbaşım. İlle içeri girecek... Nizamiye nöbetçisi
iteleyip kakalamış, yine de gitmiyor.
Hepimiz salıverildiği halde gitmeyen adama baktık. Boyu
birbuçuk metre var yok... Yüzü toprak bozuna dönmüş, sakalla-
rı uzamış. Eski ceketinin uzun kolları içinde elleri görünmüyor.
Ayaklarına tek tek ayakkabı giyinmiş, biri yırtık beyaz keten
ayakkabı, öbürü siyah potin.
Binbaşı,
- Bela mısın sen be! diye bağırdı.
Adam, önündeki üsteğmene bişeyler fısıldadı. Üsteğmen de,
- Binbaşım, dedi, biz dün gece otobüslerdekilerin kimlikle-
rini sorarken, bu adamı kimliği olmadığından indirdik otobüs-
ten. Şoförden verdiği bilet parasını geri istedi.
Binbaşı,
D A R B E L E R K TABI
-N ereye gidiyormuş? diye sordu.
- Antalya’ya.
- Şoförden aldı mı parasını?
- Şoför vermedi ki... “Parayı kime verdinse ondan al!” diyor.
Bileti şoför vermemiş.
- Şoför haklı.
- Bu da, “Ben o parayı Antalya’ya kadar gitmek için verdim,”
diyor.
- Bu da haklı.
- Şoför de, “İyi ya, git Antalya’ya, sana gitme diyen var mı?”
diyor.
-D oğru.
-A m a bu, “Nasıl gideyim, indiriyorlar,” diyor. Şoför de,
“Banane, inme, ben indirmiyorum ya...” diyor.
- Peki şimdi ne olacak?
- Bilmem, gitmiyor işte... Biz kovuyoruz, o içeri giriyor. Size
getirdim.
-Yahu, başımıza bela mı bu be!..
Söze karışan yüzbaşı,
- Herif burda rahatı buldu, dedi, yatacak bir dam altı var,
asker tayınını da verdik, böyle yerden gitmek istemez elbet.
Binbaşı hırsından gülmeye başladı.
- Yani parası yok, gidemiyor, öyle mi?
Üsteğmen,
- Öyle, dedi, bunun gibi iki kişi daha vardı.
Belki bir çözüm yolu bulunur diye,
-Antalya’ya otobüs kaçaymış? diye sordum.
Kimliksiz adam doğrudan doğruya konuşmuyor, önündeki
üsteğmen tercümanıymış gibi onun aracılığıyla konuşuyordu.
Yine üsteğmene bişey fısıldadı. Üsteğmen,
-Yetmişbeş liraymış, dedi.
Yirmi-otuz lira olsaydı ben verecek, subayları bu zor du-
rumdan kurtaracaktım.
D A R B E L E R K TABI

- Otuzbeş lirasını ben vereyim, diye parayı uzatıp galiba


subayları daha zor duruma soktum.
Subaylar da onar lira verdiler. Üsteğmen tamamlanan yet-
mişbeş lirayı kimliksiz adama verdi. Adam parayı aldı ama yine
gitmiyordu.
Binbaşı,
-U la n daha ne dikiliyorsun, yıkıl git! diye bağırdı.
Kimliksiz adam yine önündeki üsteğmene bişeyler fısıldadı.
Üsteğmen,
-Yetmişbeş lira bilet parasıymış, dedi, Antalya’ya kadar on
lira da azık parası istiyor, azığı da otobüste kalmış...
Binbaşı cebinden çıkardığı on lirayı fırlattı, adama,
- Hiç böyle bela görmedim, yıkıl! diye bağırdı.
Kimliksiz adam arabaya bindi, üsteğmen de şoförün yanın-
daydı. Araba nizamiye kapısına doğru uzaklaştı.

Aziz Nesin’in Ah Biz E ekler adlı kitabından alınmıştır.


Gözünüzaydın Efendim!

S ık ıy ö n e tim in daha ilk günüydü, evime o türlü telefonlar


edilmeye başlanmıştı. Tanımadığım meraklı yurttaşlardan biri,
telefonda benim konuştuğumu anlayınca büyük bir şaşkınlık
içinde sormuştu:
-A aa! Gerçek mi? Demek sizi tutuklamadılar?
- Hayır tutuklamadılar.
Konuşmayı kısa kestim, telefonu kapatıp işime dalarken
yine telefon zili çaldı, başka bir okurum soruyordu:
-Affedersiniz, pek şaşırdım da evde olduğunuzu anlayın-
ca...
- Neden şaşırdınız?
- Sıkıyönetimin sizi tutukladığını sanıyordum.
- Tutuklamadılar.
- Oh oh, çok sevindim.
Sıkıyönetimin beni tutuklayıp tutuklamadığını öğrenmeyi
dert edinmiş meraklı yurttaşların telefondaki sorguları gecenin
geç saatlerine dek sürdü. Ertesi sabah uzak yakın tanıdıklar
evime gelmeye başladı. Bunlardan bir hanım,
- Sizi evde gördüğüme çok sevindim, diyordu, alıp götür-
düler diye öyle korkmuştum ki...
- Kim alıp götürecekmiş?
- Sıkıyönetim elbet.
Dostluk ilgisi, sevgi gösterdikleri için de sinirlendiğimi belli
edemiyordum. Ama o gün evime gelenlerden bir arkadaş da,
D A R B E L E R K TABI

-A m an çok iyi, bu sefer seni tutuklamamışlar! diye sevinç


şaşkınlığı gösterince artık dayanamayıp,
-B e n i neden tutuklayacaklarmış canım! diye sesimi yük-
selttim.
O, sinirimi yatıştırmak isteyen bir gülümseyişle,
- Bundan önceki sıkıyönetimlerde sanki ne diye tutukluyor-
lardı? diye sordu.
Konuklardan biri de,
- Öyle ya, dedi, her sıkıyönetimde seni tutuklarlardı da...
Bu kez tutuklamadıklarına göre herkes meraka kapılmıştı:
Acaba neden tutuklamıyorlardı? Bunda bir giz vardı ama neydi?
Sıkıyönetimin üçüncü günü de artarak süren bu merak ve
ilgiden artık iyice tedirgin olmaya başladığım, evimde çalışamaz
olduğum için gideceğim yeri bilmeden sokağa çıkmıştım.
Durakta otobüs beklerken tanımadığım biri yanıma soku-
44 lup,
- Günaydın efendim, dedi, sizi burda görünce öyle şaşırdım
ki.
- Neden şaşırdınız?
-Tutuklandınız diye duymuştum da...
-N ed en tutuklanacakmışım! diye bağırdım.
Durakta bekleyenlerden bir yaşlı adam,
- Tutuklayacak olsalardı elbet bir neden bulurlardı, dedi.
Durak kalabalıktı. Hepsi de bizim konuşmamızla ilgilen-
mişti. Üstelik onlar da konuşmaya katılmışlardı.
Bastonlu yaşlıca bir bey,
-H e r sıkıyönetimde, gazetelerde sizi tutuklandı diye okur-
duk... dedi.
Bunu söylerken, ‘Ah efendim, ah... Nerde eski sıkıyönetim-
ler! Şimdikilere de siz sıkıyönetim mi diyorsunuz? Eskiden ola-
caktı ki, siz sıkıyönetim nasılmış görecektiniz. Şimdiki zamanda
sıkıyönetimin bile tadı yok!” der gibi bir özlem içindeydi.
Otobüs de bitürlü gelmek bilmiyordu ki binip beni çeviren-
lerin şu gevezeliklerinden kurtulayım.
Esnaf giyimli bir adam,
- B u seferki sıkıyönetim gevşek, gevşek... dedi.
Beni tutuklamadılar diye üzülmüş görünüyordu.
Bir kadın,
- Sıkıyönetim ilan edileli dün bir, bugün iki, dedi, daha
belli olmaz ki, belki de tutuklarlar...
İster sevdiklerinden ister kızdıklarından konuşsunlar, bu
türlü sözlere sinirlendiğim için otobüse binmekten vazgeçtim.
Ordan uzaklaşırken, demin “Daha belli olmaz...” diyen kadına
bir adamın,
- Ama eskiden sıkıyönetimin ilk gününde onu tutuklarlardı,
dediğini duydum.
Sanki sıkıyönetimin geleneği bozulmuş, bir ulusal alışkanlık
değişmiş gibi tedirginlik içindeydiler. Nerdeyse sıkıyönetim
komutanlığına gidip, “Neden hâlâ tutuklamadınız? Bu ne biçim
sıkıyönetim?” diye soracaklardı.
O gün tanıdığım tanımadığım bikaç kişi daha aynı soruyu
sordu:
- Sizi tutuklamadılar mı efendim?
- Hayır efendim.
Hele biri de,
- N e zaman tutuklarlar dersiniz? diye sormaz mı!
Tanışlardan kimi görsem aynı şaşkınlık içinde soruyordu:
- Aaa! Sen dışarda mısın?
Beni ençok sinirlendiren, bütün kitaplarımı okuduğunu
söyleyen genç, güzel bir bayanın şu sorusu olmuştu:
- Acaba neden tutuklamadılar efendim?
Elimde olmadan bağırdım:
- Ben ne bileyim a efendim, çok merak ettiyseniz gidip ken-
dilerine sorun.
D A R B E L E R K TABI

Yaptığım kabalıktı. Onlar bana olan sevgilerinden, ilgilerin-


den böyle ateşli bir meraka kapılmışlardı. Ama artık sinirlen-
memek de elimde değildi.
Beş-altı gün hep bu hava içinde geçti. Ne evde ne dışarda
rahat vardı. Hiçkimsenin neden tutuklanmadığımı soramaya-
cağı biyere gidip başımı dinlemek istedim. Deniz kıyısında bir
çayevine gittim. Çayımı içerken bir genç kadınla erkek yanıma
geldi. Erkek, beni dışarda, yani özgür görmekle çok memnun
olduklarını söyledi.
Kadın,
- Demek daha tutuklamadılar? dedi.
- İlle tutuklanmam mı gerekiyordu? dedim.
- Yoo, hayır... dedi, yani herkesi tutukladılar da...
- Herkesi mi?
- Öyle ya... Hemen hemen bütün yazarları... Aydınların ço-
ğunu... Şairleri, karikatürcüleri, yazarları filan... Bütün tanın-
mış, ünlü kişileri tutukladılar da...
- Bir ben mi kaldım demek istiyorsunuz?
- Gibi...
Ciddi mi konuştuklarını, şaka mı ettiklerini anlayamadım.
Ama bana o gün başkaları da aynı sözleri söylediler: Biçok yazar
tutuklanmış da...
Herkes soruyordu:
- Acaba sizi neden tutuklamadılar efendim?
Gitgide ben de kendimden işkillenmeye başlamıştım; neden
beni tutuklamıyorlardı? Herkes tutuklanmamda birlik olduğu-
na göre, bende bir eksiklik mi vardı da hâlâ tutuklamıyorlardı?
Gün geçtikçe sinirlerim bozuluyordu.
Kimi görsem hep merak içinde soruyordu:
- Hâlâ dışarda mısınız efendim?
- !..
- Acaba neden?
_ ı
G OZU NUZAYDI N E F E N D M
D A R B E L E R K TAB

- Var bunda bişey...

- Hemen hemen bir siz kaldınız da efendim. Çok şaşılacak


şey!
Çevremdekilerin bakışlarından gözden düştüğümü, okurla-
rımın gözünde değerimi yitirdiğimi anlıyordum. Bana acır gibi
bakıyorlardı: Hıh, n’olacak!.. Bir de yazar olacak, daha sıkıyö-
netim bile tutuklamıyor, anla artık...
En sonunda... Evet, en sonunda... Bir geceyarısmdan sonra
kapımızın zili çalındı. Ama nasıl çalınma... Hani şu polis ro-
manlarında “kapının zili acı acı çalındı” diye yazar ya, işte öyle
çalındı kapımızın zili, üstüste... Açtık kapıyı. Altı polis, bir sivil
polis, bir de teğmen girdi içeri. “Girdi” mi, dedim? Hayır girme-
diler, daldılar... Aradılar taradılar. Ne olduğunu bilmedikleri bir
bavul dolusu kitabımı da alıp beni de götürdüler.
Kısacası, meraklılara duyurmak istiyorum: Tutuklandım,
gözünüzaydm efendim!

Aziz Nesin’in Gözünüz Aydın Efendim adlı kitabından alınmıştır.


G ÖZÜ NÜZAYDI N EFEND M !
49
Bir Pişmaniye İstidası

Mamak Özel Asker! Cezaevinde bulunan, ömür bo-


yu hapis cezasına çarptırılmış ve aynı zamanda 12
Eylül’den önce gazete ve dergilerde yazar olarak da
çalışmış bulunan A. Hasaslan, Ankara K.lığma verdiği
pişmanlık dilekçesinde bütün yaptıklarından nadim
olduğunu, bir yargıç tarafından yapılacak sorgula-
masında yada ilk duruşmasında katıldığı bütün ey-
lemleri ve suç arkadaşlarını ve örgüt yönetmenlerim
ele vereceğini bildirdi ve pişmanlık yasasından ya-
rarlandırılmasını diledi. Gerekli makama sunulan bu
itirafname biçimindeki pişmanlık dilekçesini aynen
yayımlıyoruz.

B e n İstanbul doğumlu ve Hicri 1353 senesinde Havva’dan


doğma ve Âdem’den olma ve kendini 12 Eylül tarihinden önce
sözde münevver zannedenlerden biri olarak yüksek mahke-
menizin ve yüce adaletinizin önünde dize gelmek sureti ile
mukaddes kitabımız üzerine yemin ederim ki, bugüne kadar
müdafaa etmiş olduğum bütün fikirlerimden sarfınazar etmiş
bulunuyorum.
Pişmanlık kanunun neşrinden sonra, mintarafillah ve Rab-
bülâleminin inayeti ile hidayete ermiş ve büyüklerimizin sözle-
rinin doğruluğuna kalben ve vicdanen inanmış bulunuyorum
ve hayatım müddetince de inanacağım. Ve bundan böyle in-
sanın insanı sömürmesinin doğru olmadığı gibi sapık fikirleri
D A R B E L E R K TAB

asla müdafaa etmeyeceğim. Ve dahi bundan böyle insanın may-


mundan geldiği yolundaki Darwin keferesinin sapık fikirlerini
reddedeceğim gibi ve dahi bu kabil fikirleri zihnimden dahi
geçirmeyeceğim. İnsan neslinin Âdem aleyhisselam babamızla
Havva validemizden ve kadınların dahi erkeğin kaburga kemi-
ğinden halk edilmiş olduğunu müdafaa edeceğim. Ve kadınlara
hürmette kusur edilmemesi lazım geldiğini, çünkü onlar kadın
olarak halk edilmişlerse bunun kendi arzularıyla olmayıp za-
vallıların Cenab-ı Allahın emirleriyle kadın halk edildiklerini
ve binaenaleyh kadın halk edilmelerinde kendilerinin hiçbir
taksiratının ve vebal ve günahlarının olmadığını, büyüklerimiz-
den aldığım ilham ile her daim müdafaa ve neşreyleyeceğim.
Mukaddes makamlarımızca men edilmiş olan bilcümle ki-
tapları bundan böyle okumayacağım gibi, okuyanları da görür
veya işitirsem derhal alakalı makamlara ihbar edeceğime na-
52 muşum ve vicdanım üzerine yemin ederim. Ve dahi mukad-
des makamlarımızdan muhterem TRT’nin neşrini ve istimalini
yasaklamış bulunduğu muzır kelimelerden hiçbirini bundan
böyle istimal etmeyeceğim gibi, öztürkçe denilen bu kelimeleri
istimal etmenin vatan hainliği manasına geldiğine iman etmiş
olduğumu arz ederim.
Muhterem makamlarınızın müsamahalarına sığınarak, bu-
güne kadar işlemiş olduğum bilcümle hatalarımdan, yazdığım
ve söylediğim hatalarımın cümlesinden ve din-ü-imana muhalif
hareketlerimden ve mukaddes makamlara karşı beslemiş oldu-
ğum fasit fikirlerimden tamamen ve an-samim-ül-kalb feragat
etmiş ve bu nevi hainane fikirleri taşıyanlara da lanet etmiş
olduğumu arz ve beyan ederim efendim.
Bundan evvelki tahriri ve şifahi müracaatlarımda tazyik
tahtında ve işkence ile ifadelerimin alındığı yolundaki şikâyet-
lerim külliyen hilaf-ı hakikat olup, “büyüklerin vurduğu yerde
gül biter” kavlince bizleri darb ile tedip edenlerin, minnet ve
şükranlarımı kabulünü istirham eylerim. Gerek bendenize ve
gerek cürüm şeriklerime hiçbir zaman tazyik edilmemiş ve iş-
kence yapılmamış olup, “Tazyik Ankaragücü!” sözleri beyhude
çıkarılmıştır.
Dünyanın ve tarihin en mütekâmil ve mükemmel kanun-i
esasisi olan anayasımıza ve gerek çıkmış ve gerek istikbalde
çıkacak ve çıkması muhtemel bilcümle kanunlarımıza ve diğer
ve sair kanunlarımıza ve kanun kuvvetindeki kararnameleri-
mize, talimatname ve nizamnamelerimize, salnamelerimize ve
daha bilumum namelerimize ve anlardaki emir ve nehiylerin
cümlesine harfiyyen ve bütün kalbimle inanıp iman ettiğimi ve
anlara muhalif düşen ve düşecek olan cümle fikir ve hareketleri
inkâr ve reddettiğimi itiraf ederim.
Mevcut olan ve tabu denilen bütün dokunulmazlara gerek
lisanen, gerek fiilen, gerek neşren ve gerek kaş ve gözle ve gerek
el ile ve parmak ile ve gerek bilek işareti ile hiçbir zaman ve
hiçbiyerde bundan böyle temas etmeyeceğime ve herhangibir
imâda bulunmayacağıma namusum, haysiyyetim ve vicdanım
üzerine yemin ederim.
Televizyonda büyüklerimiz konuşurlarken, gaflet devrimde
maalesef yaptığım gibi, bundan böyle anlara dilimi çıkarmaya-
cağıma, nanik yapmayacağıma, anlarla istihza etmeyeceğime,
ister doğru ister yanlış hangi mevzuda konuşurlarsa konuşsun-
lar, ister maval ister kaval, parmaklarımı açıp elimi kafamın
hizasında döndürerek terelelli tene tenni tenenaaa misullu işa-
retler yapmayacağıma, anlara hiçbir zaman gülmeyeceğime,
şayet gülenlere şahit olursam onları en yakın emniyet makam-
larına ihbar edeceğime namusum ve şerefim üzerine yemin
ederim.
İşbu itirafnamemden evvel yazıp çizip ve söyleyip konuş-
tuklarımın kâffesinin hükümsüz olduğunu beyandan iftihar
duymaktayım. Dilimden hatalı kelam, elimden hatalı hareket,
D A R B E L E R K TAB I

kalbimden hatalı niyet ve kendimden hatalı fiil sadır oldu ise


cümlesinden pişmanım efendim.
Tarihte onaltı büyük devlet kurmuş olmamızla iftihar edip,
nasıl olup da bu onaltı devleti batırmış olduğumuzu hiçbir
zaman düşünmeyeceğime dahi yemin billah ederim.
Damarlarımızdaki kanın, gıdasızlıktan demiri az olsa dahi,
az demirli ama son derecede asil olduğuna inanarak büyük-
lerime hürmet ile merbutiyetimi arz eder ve günün birinde
bendenize kan vermek iktiza ederse, halis ve asil kan bulunup
verilmesini, aksi takdirde kanı bozukların ve kansızların ka-
nından verilmeyerek kahramanca ölüme terk edilmemi vasiyet
ederken, büyüklerimin ellerinden ve eteklerinden bûs eder,
küçüklerimi de evvelallah icabında döve döve ve icabında söve
söve anları da kendim gibi adam ederek, bir zamanlar benim
sükût ettiğim derekelere sükût etmemelerine ceht ve gayret
edeceğime söz veririm.
Geri kalmış yada geride kalmış yada geride bıraktırılmış
gibi dış düşman mihraklarının uydurdukları iftiraların daha
kibarca tarzı olan azgelişmiş, azıcık gelişmiş, birazcık gelişmiş,
çok gelişmemiş, nerdeyse gelişecek, ha gelişti ha gelişecek gibi
vasıflarla tavsif edilen memleketimizin, bütün bu alçakça iftira-
lara rağmen son alman “Kendi Şeyini Kendin Yap” kararlarından
sonra aniden şaapıp muasır medeniyet seviyesini bir at başı
farkla geçtiğine vallahi de billahi de inanıp iman ettiğim gibi,
bu hakikatin ne kadar bariz olduğunu, kimin anasını şapacağız
diye aranıp dolanıp duran yabancı sermayenin memleketimizi
intihap etmesinden dahi bellidir ki, bu manzaradan büyükle-
rimizin göğsü ve büyüklerimizin karnı ne kadar kabarsa azdır.
Mazimdeki hatalarımdan bin kere pişmanım ve dahi piş-
manım. Dalâlet devrimde işlediğim bütün cürümleri, yaptığım
soygunları, katlettiğim kimseleri, soyduğum bankaları, maki-
neli tüfekle taradığım ve baskın verdiğim haneleri ve kahveha-
neleri ve sair tâdadı mümkün olmayan cürümlerimi ve cürüm
B R P MAN YE ST DASI
D A R B E L E R K TABI

ortaklarımın kimler olduklarını ve bizleri bu cürümlere teşvik


edenleri (ve tabii halen serbest dolaşanların haricinde) askerî
adalet önünde isimleri, nam ve şanları ile teşhir edip izah ede-
ceğimi arz ederim.
Muhterem büyüğüm efendim! Bu memleket ve vatan hiz-
metlerime karşılık olarak pişmanlık kanunundan istifade ile
hapisaneden acilen tahliye edilmemi ve mezkûr pişmanlık ka-
nunu gereğince bendenize bir yüz ameliyatı yaptırılarak, her
aynaya baktıkça utandığım bu çirkin suratımın değiştirilmesi,
bilvesileyle suratıma sık sık tükürülmesinden kurtarılmamı en
derin hürmetlerimle arz ve rica ediyorum. Ancak bir maruza-
tım daha var ki, o dahi şudur: Gazetelerde okuduğuma göre,
çok kıymetli bir hekimimiz erkekleri kadına tebdil ettiğinden
dolayı mahkemeye verilmiştir. Benim de sadece suratımın teb-
dili ile iktifa edilmeyip mümkün ise daha başka yerlerimin de
tebdil edilmesi cihetine gidilmesini arz ve talep ediyorum. Zira
bu pişmanlık ifademden sonra bendenizi sadece suretimden
değil, başka cihetlerimden dahi tanıyarak bana suikast tertip
etmeleri ihtimali çok kuvvetlidir. Bu münasebetle bu kıymetli
doktorumuzun hâzık elleriyle bana dahi bir vajina deldirterek,
sayenizde ve emirlerinizle bendenizi baştan kıça değiştirtmenizi
en derin hürmetlerimle talep ve arz ve rica ve istirham eyliyo-
rum efendim. Ancak bu tebeddülattan sonra namuslu ve her
emre muti bir vatandaş olacağıma eminim. Her iyi vatandaş
gibi büyüklerimi sayar (yüze kadar) ve küçüklerimi severim.
En büyüklerime yağcılık ve büyüklerime bağlılık vazifemdir.

Baba bana bal al


Bal nerde ulan
Bal bakkalda baba
Para nerde ulan
Bal yoksa top al
Hop hop
B R P MAN YE ST DASI
Hani bana top
Hop hop
Nah sana top
Ne gülüyorsun ulan

PS.
Muhterem efendim, sadece ismimi ve cismimi ve cinsimi
tebdil ile iktifa edilmeyip mümkün ise vicdanımın dahi tebdi-
lini arz ve talep ederim efendim.

Taksim, 21 Mart 1986

A ziz N esin’in Nah Kalkınırız adlı kitabından alınmıştır.


Teleskop

IV te rh a b a beyefendi. Dün telefon etmiştim size... Bugün için


otelinizde randevu vermiştiniz. Sabah erkenden geldim. Burda,
odanızdan çıkmanızı bekliyorum aşağıda. Teşekkür ederim.
Acele işiniz var demek... Benimki kısa efendim. Başınızı ağrıta-
cak değilim. Kısaca arz edeyim. Ne yana gidiyorsunuz? Yürüye-
rek, öyle mi? İyi öyleyse, ben de gelirim sizinle. Yolda anlatırım.
Çünkü bende bütün kitaplarınız var. Hepsini bikaç kez oku-
muşumdur. Buyüzden biliyorum konuyla çok ilgileneceğinizi.
Konu mu ne? Arz edeceğim. Evimden çıkıyorum, evimden...
Yirmidört yıldır oturduğum evimden. Hayır, kendi evimiz değil.
Kiracıyız. Ama olsun, alışmışız... Çocuklarım o evde doğup bü-
yümüş. Bugünlerde, hangi bugünlerde, son yıllarda elektrikler
kesiliyor ya sık sık... Geceleyin elektrik kesilmeleri, bizi ailece
hiç ırgalamıyor. Çünkü biz evimizin bütün girdisini çıktısını
ezbere biliriz. Karanlık diye orayaburaya çarpmayız. E yirmi-
dört yıl bu, az değil. Dile kolay, yirmidört yıl... Çatının neresi
akar, hangi odamızın hangi döşeme tahtası gıcırdar, hep biliriz.
Duvar sıvasının döküldüğü yeri dolap koyarak kapamışızdır.
Durmadan damlayan musluğun altına el tası koymuştur ka-
rım, boşu boşuna su ziyan olmasın diye. Evet evet, çok severiz
evimizi ailece... Öyleyse niçin mi taşmıyoruz? Ben de size onu
anlatmaya çalışıyorum. Bu zamanda durup dururken evinden
taşınmayı kim ister! Evsahibimiz mi? Yok efendim, evsahibi-
mizin yüzünden değil. Melek gibi bir kadındır evsahibimiz,
D A R B E L E R K TABI

yaşlanmış bir melek... O bizden memnun, biz ondan. Yirmidört


yılda kirasını bigün bile geciktirmiş değilimdir. O da bigünden
bigüne, kiramı artırın, demedi. Kirayı hep ben kendiliğimden
artırmışımdır. Bir ev satın almadan o evden dünyada çıkmaz-
dım. Ama ne yapalım ki çıkmak zorunda kaldık. Oysa ben
yıllarca, emeklilik ikramiyemle başımızı sokacak bir ev alırız
diye kurmuş durmuştum.
Evet, kısaca anlatıyorum. Ben asıl İstanbulluyum. Evimiz
Hasköy’deydi. Babamı hiç hatırlamıyorum. Annem dikişevinde
dikiş dikerek büyüttü beni. Demek yeteneğim varmış ki, daha
çocukluğumda afiş filan yapardım sinemalara. Uzatmayalım,
kaderin rüzgârıyla İzmir’e geldim. İzmir’de yerleştim, burda
evlendim. Ressam olarak fakülteye girdim. Yani memur oldum.
Aylık yetmiyor. Arka arkaya iki de çocuğum olunca, aldığım
aylık büsbütün yetmez oldu. Çok sıkıntı çekiyoruz. Evde ka-
rım da çalışsın diye bir trikotaj makinesi aldım. Karımı trikotaj
kursuna da gönderdim. Ama pahalılığın ardından yetişilir gibi
değil. Geçinebilmemiz için bize bir ek iş daha gerekli. Kafam
hep bu ek işle dolu. Bir yaz gecesi, çolukçocuk açıkhava sine-
masına gitmiştik. Filmde şöyle bişey gördüm: Bir gezi yerinde
otomatik bir teleskop var. Teleskobun kutusuna parayı atan,
gözünü uydurup teleskopla gökyüzünü seyrediyor.
Benim kafam hep bir ek işle dolu ya... Nereye, neye baksam,
bundan nasıl para çıkarılır diye düşünüyordum. Paradan başka
düşündüğüm bişey yok. Filmde ben o teleskopu görünce kendi
kendime, “Yahu,” dedim, “bir teleskop alsam da millete parayla
gökyüzünü seyrettirsem, bundan para kazanamaz mıyım?”
Akşamları fakültedeki işimden çıkınca alırım teleskopu,
çıkarırım halkın kalabalık olduğu gezi yerine, başlarım bağır-
maya: “Yurttaş, bastır yirmibeş kuruşu, aydaki dağları, tepeleri,
Merih’teki yaratıkları, Venüs’teki uçurumları seyret!” Bu iş tutar
diyorum kendimce... Yalnız bişey varsa, bu teleskobu nerden
almalı, nerden getirtmeli?
Kendisine çok iyilikler ettiğim bir delikanlı vardı. Alman-
ya’ya işçi gitmişti. Biriki yıl orada kaldıktan sonra yurda izinli
dönmüş. Yapılan iyiliği unutmayan bir insanmış. Bizim eve
geldi, “Ağabey, her ne istersen sana Almanya’dan getireyim.”
dedi. Biz istediklerimizi Türkiye’de bile alamazken, bir de Al-
manya’dan nasıl getirtiriz? Para nerde? Ama o delikanlı, ille de
iste bişey de getireyim, diye çok üsteleyince, birden aklıma te-
leskop geldi. Filmde gördüğüm teleskopu anlatıp, “Bulabilirsen
bana öyle bir teleskop al, ama en uzağı göstereninden olsun.
Kaç paraysa veririm.” dedim.
Delikanlı kendisinden bişey istedim diye bayağı sevindi.
Ama ben, teleskopu ister istemez birden aklım başıma gelip,
Aman, ben sana ‘teleskopu al’ diye mektup yazmadan sa-
kın teleskopu alma! Sen önce benim istediğim gibi teleskopu
bul, bana mektupla bildir. Ben sana ‘al’ diye mektup yazarsam
alırsın, yazmazsam almazsın.” dedim.
Ağabey, para için çekinme, her kaç paraysa ben verir alırım,
buraya da getiririm. Sen sonra bana, elin genişleyince ödersin.”
dedi.
Aman olmaz!” dedim yine.
Neden olmayacağını da anlattım. Efendim, benim askerli-
ğimi yaptığım kışla kentin kıyısmdaydı. Hatta kentin içinde de
denilebilir. Bizim er arkadaşlar, pencereleri bizim kışlaya bakan
bir apartmanın dördüncü katından bir herifin elinde dürbünle
gecegündüz bizim kışlayı incelediğinin farkına varmışlar. On-
başım, böyleyken böyle, diyerek bana anlattılar. Ben de üstüste
bikaç gün dedikleri yere baktım; gerçekten de bir herif, elinde
dürbün, bizim kışladan yana bakıyor. Ne diye bakar dürbünle
kışlamıza bu herif? Belli ki casus... Çavuşa söylesem, çavuş
gidip teğmene haber verecek, o girecek teğmenin gözüne. Ben
çavuşa hiçbişey söylemeden, doğrudan, hem de gidip yüzbaşıya
anlattım.
Yüzbaşı bana,
D A R B E L E R K TAB

‘Aferin... Türk askeri böyle dikkatli olmalı. Biz düşmanlarla


çevrilmişizdir. Herbir daim uyanık olacağız.” dedi.
Üç-dört gün sonra o herif pencerede görünmez oldu. He-
men tutuklayıp askerî mahkemeye vermişler. Bir zaman sonra o
erlerle beni de tanık olarak mahkemeye çağırdılar. Mahkemede
adamı gördük. Herif iğne ipliğe dönmüş. İki gözü iki çeşme
ağlayıp hâkime şöyle yalvarıyor:
“Efendim, benim dürbünle geceleri ve gündüzleri evimin
penceresinden devamlı baktığım doğrudur. Ama ben asker-
lerimize bakmadım, kışlamıza bakmadım. Kışlanın kırk-elli
adım ötesinde bir ev vardır. Hep o eve bakardım. Çünkü ben,
affedersiniz, ruh hastasıyım. Röntgenciyim. O evde yeni evli bir
çift oturur, pencere gergileri de sık sık açık durur. İşte oraya
bakıyordum.”
Askeri hâkim bana sordu. Ben de gördüklerimi anlattım:
“Bu adam, elinde dürbün, gecegündüz pencereden bakar.”
Adam,
“Ben röntgenciyim, ben dikizciyim. Bizim evden kışlanın
mutfağı görünür. Mutfağa kaç çuval patates, kaç çuval soğan
girdiğini mi seyredeceğim efendim...” deyince, hâkim bunu
“mahkemenin mehabetini bozuyor” diye çok sert azarladı.
Mahkemeden çıkınca içime bir pişmanlıktır düştü. Yahu
bu adam, dediği gibi, yani patates soğan çuvallarım mı casus-
layacak... İşin şakası yok, adamın cezası çok çok ağır. Kışlaya
dönünce yüzbaşı beni çağırıp,
“İki gözünü açıp dikkatli olduğun için sana onbeş gün izin
çıktı.” dedi. Onbeş gün izni alıp da çıkınca, adamın casusluğu-
na inanır gibi oldum. Bir de asılırsa herif, belki de iki ay izin
verirlerdi bana...
Neyse efendim, başınızı ağrıtmayayım, adam epiyce hapis
yattıktan sonra beraat edip çıktı.
Almanya’da çalışan delikanlıya bana teleskop almasını söyler
söylemez, askerlikteyken geçen bu olay aklıma geldi. Adam el
kadarlık dürbünle baktı diye aylarca hapis yatıp kellesini zor
kurtarınca, ya top namlusu gibi upuzun borusu, üç ayaklı seh-
pası olan koskocaman teleskop yüzünden benim başıma neler
gelebilir, diye düşündüm. Beni bir korkudur aldı. Ama beri
yandan teleskopla da para kazanacağıma inanıyorum.
O dediğim delikanlı Almanya’ya gitti. Bisüre sonra da, “Bur-
da istediğinden daha iyi bir teleskop buldum, alayım mı?” di-
ye yazdığı mektubu bana geldi. Ben de, ‘Alma, benden haber
bekle!” diye cevap yazdım. ‘Almanya’dan bir teleskop getirip
burda halka parayla baktıracağım için, bu teleskopun getirilme-
sine müsaade edilmesini rica ederim.” diye vilayete bir dilekçe
verdim. Ama ben memur olduğumdan dışarda başka iş yapa-
mam. Aylıklarıyla geçinemediklerinden, bizim başka memur
arkadaşların, öğretmenlerin filan kurdukları ek işleri resmen
karılarının üstlerine yaptıkları gibi, ben de dilekçeyi karımın
adıyla verdim.
Karım da öyle bir zavallı ki, bunca yıl evi yöneteceğim,
çocuklara bakacağım diye biyandan trikotaj makinesinde ça-
lışmaktan, biyandan ev işlerinden, çekiler çeke çeke kurumuş
kurumuş da kuru bir dal gibi kalmış.
Vilayete dilekçeyi elden götürünce bana orda kuşkulu kuş-
kulu bakmaya başladılar. Eski dosyaları açıp karıştırdılar.
“Şimdiye dek hiç böyle bir işlem geçmemiş. Teleskop dosya-
sı açılmamış...” diye şaşıp şaşıp kaldılar. Böyle bir işlem geçmiş
olsa, eski işleme bakıp ona göre işlem yapacaklar. Beni vilayette
o şubeden bu şubeye, bu şubeden şu şubeye, ordan oraya, ma-
sadan masaya, odadan odaya dolandırıp durdular.
Kimisi,
“Nerden akima geldi teleskop kardeşim...” diyor.
Kimisi,
“Başka yapacak iş kalmadı mı memlekette?” diyor.
Günlerce vilayetin şubelerinde ordan oraya gittim. Sonunda
içlerinden bir şubenin müdürü,
D A R B E L E R K TABI

“Sıkıyönetim varken biz teleskop işine karışamayız. Teles-


kop sıkıyönetimi ilgilendiren bir konudur. Sen bu dilekçeni
Sıkıyönetim Komutanlığına götür.” dedi.
Altı ve arkası havale yazılarıyla dolu olan dilekçemi Sıkıyö-
netim Komutanlığına götürüp kaleme verdim. Kayıt numarasını
da aldım.
Beklerim beklerim, cevap yok... Aradan biriki ay geçince,
dayanamayıp sıkıyönetime gittim. Beni orda bir binbaşıya gön-
derdiler. Binbaşı,
“Senin bu teleskop işi üç toplantıdır konuşulup tartışılıyor.
Bir çözüm yolu bulunamadı. Bunu sen iyisi, Merkez Komutan-
lığına bildir.” dedi.
Anladım ki, benim teleskop işini başlarına gelmiş bir bela
gibi birbirinin üzerine atıyorlar. Ne yaparsınız, aldım dilekçeyi,
götürdüm Merkez Komutanlığına. Bekle ha bekle, cevap yok...
Biyandan da Almanya’daki işçi delikanlıdan, ‘Ağabey, herzaman
teleskopun böylesi bulunmaz. Çok uzakları, gökyüzünü, yıldız-
ları avucunun içi gibi gösteriyor. Kaçırmayalım, gel şu teleskopu
alalım...” diye mektuplar geliyor.
Karım biyandan,
“Git de sor, ne oldu?” diye üsteliyor.
Ben de bilirim gidip sormasını ama, biz de askerlik yapmış
insanız, Merkez Komutanlığına zırtpırt gidilmez.
Neyse, hiç unutmam, o gün cumartesiydi. Karıma, çalış-
tığım yerden iki saatliğine izin alıp pazartesi günü Merkez
Komutanlığına gidip teleskop için kararlarını öğreneceğimi
söyledim. O cumartesi, pazardan ev için öteberi, yiyecek şey-
ler alıp dönüyorum. Bizim evin olduğu sokağa girdim. Sokak
herzamankinden kalabalık. Evlerin pencerelerinden de kadın
başları sarkıyor... Sokak üstünde bakkal, manav gibi biriki dük-
kân vardır. Dükkân sahipleri kapı önlerine çıkmışlar. Kimisi
öbek öbek toplanmış, ağız ağıza, kulak kulağa vermiş, alçak
sesle konuşuyorlar. Hepsinin de başı bizim eve dönük.
Önünden geçerken bakkala,
“Hayrola, nedir, ne oluyor?” dedim.
Bakkal, bunca yıllık komşumuz, beni görünce birden arka-
sını dönüp dükkânına girdi. Allah Allah! Manava doğru yürür-
ken beni gören manav da arkasını çevirip içeri girdikten baş-
ka, bir de dükkânının kapısını kapadı. Üç-dört komşu ayakta
durmuş konuşuyor. Onlara yönelmemle herbiri biyana dağıldı.
Kapı karşı komşumuzla gözgöze geldik. Birden gözünü kaçırıp
başını havaya kaldırdı. Gökte bişey aranıyormuş gibi, bir zaman
gözlerini dolaştırıp başını yere indirmedi. Kime baksam başını
benden öteye çeviriyordu. Penceredeki kadınlara baksam, ya
içeri giriyor ya başka yana bakıyorlardı. Selam veriyorum, kim-
se selamımı almıyor. Bu ne iştir, hiç anlayamadım... Oysa beni
bizim mahallede yediden yetmişe herkes sever, beni de, karımı
da, annemi de... Dedim ya, yirmidört yıldır o sokakta oturuyo-
ruz. Mahallenin en eskisi sayılıyoruz. Bizden eski biriki aile var.
Bizim eve yöneldim. Kapı açık. İçeri girdim, annem iç eşikte
oturmuş ağlıyor. “Ne oldu?” diye sordumsa da, ağlamaktan
anlatmaya gücü yok. Odalara girdim ki, aman Tanrım! Düşman
işgal etse, o da böyle yapmaz. Yataklar, döşekler, yastıklar or-
talıkta... İççamaşırları, elbiseler ortaya dağılmış. Herşey didik
didik... Hani hallaç pamuğu nasıl atar da pamuklar kabarır, çok
görünürse, işte evin içi de öyle... Yatakları, yastıkları, yorganları
paralayıp pamuğunu ortalığa saçmışlar.
Annem ağlamaktan konuşamıyor. Komşular derseniz, yü-
züme bakmıyor. Neyse, annemi suskunlaştırıp ne olup bittiğini
ondan öğrendim.
Bizim evin arkası bahçedir. Bahçe duvarı da yüksektir. Bir
saat kadar önce, o yüksek bahçe duvarından tomsonlu, tüfekli
askerler bahçeye atlamışlar. Onlar bahçe duvarından atlayıp, ki-
misi pencerelerden bacadan, bahçe kapısından içeri saldırırken,
onlardan daha kalabalık yine silahlı askerler de sokak kapısını
omuzlayıp içeri dalmışlar. Karımla anneme silahları doğrultup,
D A R B E L E R K TABI

“Kımıldamayın!” dedikten sonra, evde yatak yorgan, minder


döşek gibi, yastık maştık gibi her ne varsa paralayıp parçalayıp
dağıtmaya başlamışlar.
İnşallah evimize buyurursunuz da görürsünüz, karım zaten
üflesen uçacak gibi... Zavallı ağzını bile açamıyormuş. Annem
ne aradıklarını soruyorsa da, “Elbet aradığımız bişey var!”dan
başka karşılık alamıyormuş.
Evin heryanım, heryerini iyice arayıp tarayıp darmaduman
ettikten sonra karımı almışlar, kapıda bekleyen cipe bindirip
götürmüşler. Cipin arkasından da, motorlu araçlar manevraya
çıkmış gibi, askerî araçlar izliyormuş. Yine onlardan Allah razı
olsun ki, nereye götürdüklerini söylemişler. Yoksa karımın izini
bir haftada bulamazdım. Merkez Komutanlığına götürmüşler.
Ben de gittim. Orda yalvar yakar, teleskop yüzünden karımı
tutukladıklarını öğrendim. İyi ama, cumartesi olduğundan
66 Merkez Komutanlığında bir yetkili yok ki durumu anlatayım.
Kime yalvarsam, “Karımı bırakın, onun hiçbir suçu yok.
Teleskopu ben getirecektim, dilekçeye karımın adını yazdım.”
desem,
“Biz karışmayız, komutan bilir.” diyor.
“Komutan kim?”
“Kurmaybaşkanı.”
“Nerde?”
“Burda yok.”
Bir uğurlamaya gittiğini, akşama doğru geleceğini söylediler.
İkindiye doğru kurmaybaşkanı içeri girince, ben ağlayarak
ayaklarına kapandım.
“Efendim, teleskop getirmekten vazgeçtim. Ne olur karımı
bırakın. Karım hastalıklıdır, dayanamaz. İlle tutuklayacaksanız,
karımın yerine beni tutuklayın. Zaten teleskopu da ben getir-
tecektim. O zavallının bişey bildiği yok. Yalnız memur oldu-
ğumdan, dilekçeye karımın adını yazdık. Teleskopu istemem...
Ellerim kınlaydı da o dilekçeyi yazmaz olaydım. Bundan sonra
teleskopun lafını bile ağzıma almam.”
Ağlıyorum, yalvarıyorum ki, işte o kadar.
Kurmaybaşkanı teleskop dilekçesini hatırladı.
“Biz tevkif kararı çıkarmadık karın için...” dedi.
‘Aman efendim, karımı tutukladılar. Şimdi burda.”
Kimin tutukladığını yanındakilere sordu. Bir binbaşı tutuk-
lama emri olduğunu, ayrıca evinde arama yapıldığını, tutukla-
ma emrine “tehlikeli kişi” diye yazdıklarından, tomsonlu erlerle
evine baskın verilerek getirildiğini söyledi.
“Getirin emri.”
Yazılı emri getirdiler. Gerçekten de karımın tehlikeli olduğu,
evin dikkatle aranması, tutuklanması emirde yazılıydı.
Kurmaybaşkanı şaşırdı.
“Kim yazdı bu emri?” diye sordu.
Yazıcı çavuş yazmış.
“Çağırın yazıcı çavuşu.”
“İzinli çıktı efendim.”
Yazıcı çavuşu evinden alıp getirdiler. Yazıcı çavuş emrin
müsveddesini bulup çıkardı: “Teleskop müracaatının sürünce-
mede bırakılmayarak acele tetkiki...” diye yazılıydı. Yazıcı çavuş,
kurmaybaşkanma,
“Efendim,” dedi, “bu sabah bana verilen yüzonbeş tevkif
emrini daktilo ettim. Bütün yazılar, hep tevkif, tevkif, tevkif
olduğundan, onların arasında bu ‘tetkiki’ yazısını da ‘tevkifi’
olarak okumuşum. Teleskop için tevkif olunca da arama yapıl-
masını eklemişim, öbürlerinde olduğu gibi.”
Kurmaybaşkanı karımın başına gelene çok üzüldü. Elemen
karımı bıraktırdı. Benim dilekçemin altına da, “Eliçbir sakıncası
yoktur. Teleskopu getirme izni verilmiştir.” diye kendi eliyle
yazıp, imzalayıp mühürledi, dilekçeyi bana verdi.
İşte efendim, yazmanızı rica ettiğim konu bu... Ne olur,
bunu acele yazın. Niçin acele ediyorum, biliyor musunuz? Bu
D A R B E L E R K TABI

olayın kahramanları, tanıkları hepsi yaşıyor. Onlar öldükten


sonra yazılırsa kimse inanmaz buna. İşte bunun için hemen
yazmanızı rica ediyorum. Hikâye gibi değil, aynen yazın, size
anlattığım gibi... Çünkü olay da aynen böyle oldu.
Teleskop mu? Haa, müsaadeyi alınca teleskopu getirttim
efendim. Hergün işten çıkınca evden teleskopu alır, Kadifeka-
le’ye giderdim. Orası gezi yeridir, kalabalıktır.
“Yurttaş, ayın üstündeki astronotlar, kozmonotlar görünü-
yor. Yıldızlar, tutacakmışsın gibi... Merih’in dağlarını, Venüs’ün
ovalarını seyret!” diye bağırıyordum. Millet kuyruğa giriyordu.
Allah bin bereket versin, memur aylığımdan daha çok para
kazanıyordum. İlkin yirmibeş kuruşa seyrettiriyordum. Ya-
şam pahalılanmca elli kuruş yaptım ben de... Bikaç yıldanberi
kaynatama verdim teleskopu. Yoksuldur. Şimdi o çalıştırıyor,
evinin geçimini sağlıyor. Fiyatı o da yükseltti isteristemez, bir
68 liraya gösteriyor. O kadar yakın görünüyor, ayın dağları tepeleri
açıkseçik seçiliyor ki, her bakan memnun...
Kaynatam yaşlı olduğundan teleskopu akşama doğru çıka-
rıyor. Size de göstereceğim, görün görün... Görülecek, seyredi-
lecek bişey çünkü...
Evden taşınmak mı? Niçin mi taşmıyoruz? Öyle ya, asıl onu
anlatacaktım size. Evden taşınmak zorunda kalışımın nedeni,
işte o teleskop yüzünden evimizin basılıp karımın da tutuk-
lanması... Çünkü o güne dek komşularımızla gül gibi geçinip
giderken, o günden sonra komşular bize soğuk davranmaya
başladılar. Soğuk da söz mü, düşman gibi gördüler bizi. Ma-
hallenin muhtarı, oysa onun muhtar seçilmesi için ne kadar da
uğraşmıştım, gerektiği zaman çocuklarıma iyi hal belgesi ver-
mez, ikamet belgesi vermez, türlü zorluk çıkarır. Hatta muhtar
bizim için, “Onlara yakın olmaya gelmez, sizin de başınız derde
girer. Evinizin basılıp aranmasını, tutuklanmak istiyorsanız se-
lam verin onlara...” diyormuş mahalleliye. Yan yan bakmalar...
T E L E S K OP
D A R B E L E R K TABI

Uzaktan laf dokundurmalar... Görmezden gelip baş çevirmeler.


Daha da neler neler... Çocuklarım buyüzden ağlar akşamları.
Bu teleskop olayı geçeli yedi yıl oldu, hâlâ mahalleli bize
düşman gözüyle bakıyor. Hatta düşmanlıkları ilk gündekine
göre gittikçe arttı.
Kendim söylüyorum, haber gönderiyorum: “Yahu kom-
şular, etmeyin eylemeyin, bizim hükümetimizle, askerimizle
bir alışverişimiz yok. Casusluktan filan da kuşkulu değiliz. Bir
yanlışlık olmuş. Gidip düzelttik. Üstelik teleskopumuzu getir-
memize de izin verildi. İşte görüyorsunuz, teleskopla para da
kazanıyoruz rahatça...”
Ama kime söylüyorsun!..
Dişimizi sıkıp yedi yıl bu düşmanlığa dayandık. Dayanama-
yıp da ne yapacaksın... Kiralar ateş pahası. Neyse, geçenlerde
emekli oldum da yüzbin küsur lira ikramiye verdiler. Sözde
ikramiyeyle ev alacağız diye yıllarca hayal kurmuştuk. Yüzbin
liraya ev alınır mı hiç! İyice biyerde, güzel bir kat bulduk ki-
ralık. Bir yıllık kirayı da peşin verdik. Yeni evdir diye biraz da
eşya aldık, o eski pılıpırtıdan da kurtulduk. Bizim ikramiye de
suyunu çekti. Neyse, sağlık olsun. Bizi düşman gören o mahal-
leden kurtuluyoruz ya, bu yeter bize.
Lütfen yazın bu başımıza gelenleri... Çünkü hepsi hayatta,
hepsi biliyor. Başınızı ağrıttım, bağışlayın. Teşekkür ederim.
Hoşçakalm...

Aziz Nesin'in Büyük Gre v adlı kitabından alınmıştır.


T E L E S K OP
İğdiş Edilmiş İnsanlar Ülkesinde
Ayıp Yeri Yerinde Kalmış Biri

O n c e öykünün adından başlamalıyım. Anlatacaklarım, ger-


çekten yaşanmış bir olaydır; yani masa başında uydurulmuş
yada bir fantezi değildir. Kabul ediyorum, yine de inanılması
zor, hatta olanaksız şeyler bu anlatacaklarım. Ama şu dünyada
marnlamayacak öyle çok olay yaşıyoruz ki... İşte benim anlata-
cağım yaşanmış olay da onlardan biri.
Önce öykünün adı, demiştim... Neden kimi sözcükleri söy-
lemek ayıp yada bayağı sayılır da, o sözcüklerin yerine aynı an-
lamı veren yabancı sözcükler kullanılınca ayıp sayılmaz? Bunu
hiç düşündünüz mü? Örneğin sidik yerine Arapça idrar denilir;
ikisi de aynı şey değil mi? “Çay çiş getirir” yada “çay çok işetir”
denilmesi çok ayıp ama “çay diüretiktir” dersek ayıp olmuyor.
Dildeki bu ikiyüzlülük beni sinirlendiriyor. Üstelik bu dil
ikiyüzlülüğümüz gittikçe yayılıyor, yani bir anlama gittikçe söz-
de kibarlaşıyoruz. Çocukluğumda dona herkes don derdi ve
don demek de ayıp sayılmazdı. Şimdilerde çok ayıp. Frenkçesi
“külot” dersek kibarlaşıyoruz. Don kıçımızı kapadığı için mi
ayıp sayılıyor? E peki, don kıçımızı örtüyor da külot neremizi
örtüyor?
Eskiden gebe sözcüğünü kullanmak da ayıp sayılmazdı.
Şimdilerde onun yerine “yüklü” anlamına gelen Arapça “ha-
mile” sözcüğü kullanılıyor. Gebe hayvanlar için bile kibarlaşan
köylüler “inek hamile kaldı” diyor. Gebe sözcüğü, bir kadının
D A R B E L E R K TABI

gebe kalması için gerekli işlemi anımsattığı için mi ayıp sayı-


lıyor? İyi de, kadınlar hamile kalmak için başka bir işlem mi
yapıyorlar?
Ne biçim insanlarız... Hela yada ayakyolu demeyi bile ayıp
sayıp onun yerine Fransızcadan numarasız demek olan “sans
numero” yerine, “yüz numara” demek olan “cent numero”yu
almışız; hem de “sans” ile “cent”, ikisi de Türkçede “san” okun-
duğu için Fransızm “numarasız” dediği ve çift sıfırla (00) gös-
terdiği helaya biz “yüz numara” demişiz. İşte kibarlık diye ben
buna derim, ama orman kibarlığı... Kibarlık uğruna dünyaya
rezil olmak da işte budur.
Türkçelerini söylemeyi ayıp saydığımız için yabancı dil-
lerdeki karşılığını yalan yanlış söylediğimiz öyle çok sözcük
var ki... Niçin sözü bunca döndürüp dolaştırıyorum sizlere
bir öykü anlatmak için? Çünkü sözü “taşak”a getireceğim de
74 ondan... Bu öykünün baslığı “İğdiş Edilmiş İnsanlar Ülkesin-
de Taşaklı Kalmış Biri” olacaktı. Ama bizde taşak sözcüğü de,
yani şu hepimizin bildiği taşak da nedense ayıp sayıldığından,
öyküye taşaklı bir başlık koyamazdım. Ben koyardım da öy-
künün yayımlanacağı derginin sorumlusu, başlığında taşak
olan öyküyü yayımlamazdı. Peki, ne demeliydim? İşte, “Önce
öykünün adından başlamalıyım,” deyişim bundandı. Diyelim
bir Fransız yada İngiliz yada Alman yazarı bu öyküyü yazacak
olsaydı, ayıp olur diye taşak sözcüğünün Fransızcasmı, İngiliz-
cesini, Almancasını yazamayacaktı da Türkçe olarak “taşak” diye
mi yazacaktı? Taşağa taşak diyememek bana dil ikiyüzlülüğü
geliyor. Evet, “Oruspuya oruspu denilemez!” diye bir söz vardır
ama, bu sözü bir kadına söylemek onu aşağılamak olacağı için
yasayla önlenmiştir. Oysa bir taşağa taşak demek, hiç de taşağı
aşağılamak değildir ki...
Taşak demek ayıpsa, ayıp olmaması için taşak yerine ne
demeliydim? Fransızcası olan “testicule” mü, yoksa İngilizcesi
olan “testide” mi? O zaman öykünün başlığı şöyle olacaktı: “İğ-
diş Edilmiş İnsanlar Ülkesinde Testikülü Yerinde Kalmış Biri”.
Ben herzaman eşitlikten yanayım. Fransızlar ayıp olmasın

B R
diye “testicule” yerine “taşak” deselerdi, ben de “taşak” yerine
“testikül” demeyi uygun bulurdum. Ama o zaman da şöyle bir
sorun çıkıyor ortaya: Türkçede erkek olanlar, salt erkeklerdir.

KALMI
Oysa Fransızların sözcükleri de erkekli dişilidir. Fransızca er-
kek sözcüklerin başına “lö”, dişi sözcüklerin başına “la” gelir.

YER NDE
E taşak da dişi olamayacağına göre, Fransızlar bizim taşağa “lö
taşak” diyeceklerdi.
Güzel bir rakı mezesi olduğu söylenen -b e n hiç yemedim-
“koç taşağı” yerine de, yine kibarlık olsun diye, “koç yumurtası”

YER
denilir. Öykümün başlığını “İğdiş Edilmiş İnsanlar Ülkesinde
Yumurtalı Kalmış Biri” koysaydım, bu saçmalıktan kimse bişey

AYI P
anlamayacaktı.
Bizde taşak, kendi doğal işlevi dışında ayrıca bir de yürek-

jjj
liliği simgeler. Bu salt bizde değil İngilizlerde de böyledir; açın
bakın sözlüklere, orda göreceksiniz. (Aşkolsun İngilizlere!)

ÜLKES NDE
Bunca çok taşaktan söz edilen bu öykünün dergide yayım-
lanıp yayımlanmayacağını bilmiyorum. Yayımlamazlarsa ken-
dilerinden yayımlamamalarının yazılı gerekçesini isteyeceğim.
Örneğin şöyle bir gerekçe: “Öykünüzün konusu taşak olduğu
için...” yada “öyküde pekçok yerde taşak sözcüğünün geçmesi
NSANLAR

ahlâka aykırı görüldüğünden...” filan.


Ayrıca taşak sözcüğünün muzır yasasına girip girmeyeceğini
de bilmiyorum. Örneğin televizyonda ve radyolarımızda kimi
sözcüklerin söylenmesi yasak. Taşak da bu yasak sözcükler ara-
ED LM

sına giriyor mu? Taşak muzır yasasına girer de beni buyüzden


mahkemeye verirlerse, yiğitçe savunma yapacağımdan hiçkim-
senin kuşkusu olmasın; elbet taşağı değil kendimi savunacağım
D

ve sonunda ben de, o da aklanmış olacağız.


Gelelim daha adı üzerinde bile bunca açıklama yapmak
zorunda kaldığım, iğdiş edilmiş insanlar ülkesinde taşaklı
D A R B E L E R K TABI

kalabilmiş birinin öyküsüne... Önceden de söylediğim gibi,


gerçekten de yaşanmış bir olayı anlatacağım. Ancak olayın geç-
tiği ülkenin ve olay kahramanlarının adlarını açıklamayacağım.
Adları açıklamayışım korkumdan değil, “Bilin bakalım hangi
ülkedir ve bunlar kimdir?” diye okurlarıma bir bilmece sorusu
yöneltmek istediğim içindir.
Bilindiği üzere her ülkede azçok birbirine benzer yiğitlik öl-
çekleri vardır. Kimi ülkede örneğin pazu gücü yiğitliğin göster-
gesidir. Sağlam yapılı insanlar yiğit sayılır. Kimi ülkede yiğitlik
boyla bosla, pazu gücüyle değil, yüreklilikle ölçülür; gözünü
budaktan sakınmayanlar yiğit sayılır. Kimi ülkede sözünü sa-
kınmayanlar, eğriye eğri doğruya doğru konuşanlar yiğittirler.
Kimi ülkede...
Ülkelerden birinde yiğitliğin ölçüsü taşaktı. Yiğitlik orda
taşakla ölçülürdü. Böyle olunca o ülkede kadınlardan yiğit
çıkmaz sanılırsa da, arada yiğit, hatta çok yiğit kadınlar da çı-
kar, böylelerinin taşakları olmasa bile bunlara simgesel olarak
“taşaklı kadın” denilir, bunlardan kimileri de ‘Amma taşaklı
kadın!” diye övülürdü.
Erkeklerden yiğit olanlara “taşaklı adam” denilirdi ve adam-
ların yiğitlikleri taşaklarının ağırlığına ve büyüklüğüne göre
ölçülürdü. En üstün yiğitlik gösterenlere “taşağı altı okka” de-
nilirdi. O ülkede taşağı altı okka olmak, başka ülkelerdeki “halk
kahramanı” yada “devlet sanatçısı” yada “ulusal kahraman” ol-
mak gibi bişeydi. Altı okkalık taşaklı olmak, yiğitlikte rekordu.
Hiçbir yiğit bu rekoru kıramamıştı, örneğin o ülkede altı okka
iki dirhemlik taşağı olan yoktu.
O ülkede bıyık da yiğitlik ölçüsü sayılırdıysa da, yiğitlik
ölçütü olarak bıyık, taşaktan sonra gelirdi.
işte bu taşakların yiğitlik ölçütü sayıldığı ülkede günün
birinde bir darbe oldu. O ülkede yaşayanların en taşaklıları ol-
duğu söylenilen yedi ağır taşaklı, yönetimi ele geçirdi. Yönetimi
ele geçiren ağır taşaklıların en taşaklısı da, doğal olarak en başa
geçti. Bu en başa geçen taşaklı öyle taşaklıydı ki, söylendiğine
göre taşaklarını rahat taşıyabilmek için sağ taşağını sağ omzuna,
sol taşağını da sol omzuna heğbe gibi atarak, sağa sola yalpa-

B R
laya yalpalaya yürürdü. Yönetimi ele geçiren ötekilerse, taşak
ağırlıklarına göre sıraya girip yönetimde koltuklarım almışlardı.
Değil mi ki o ülkede en taşaklı olan en yiğit sayılıyordu;

KALMI
öyleyse en yiğit olanların yönetimi ellerine geçirmeleri de doğal
sayıldı ve halk en taşaklılara gönüllü olarak baş eğdi. Ancak

YER NDE
zaman geçtikçe, yönetimi ele geçiren o yedi yiğidin altı okkalık
taşakları olmasına karşılık, taşaklarının çoktanberi işlevlerini
yapamadıkları ortaya çıkıverdi; böyle olduğu hergün biraz daha
anlaşılmaktaydı. İşlevini yapamayan taşak ne işe yarardı ki, altı

YER
okka değil isterse altmışaltı okka olsun, işlevini yapamadıktan
sonra... En başa geçmiş olan o en taşaklı, gerek kendisinin ve

AYI P
gerek arkadaşlarının taşakları için çıkarılan söylentileri sık sık
gazetelerde, radyo ve televizyonlarda yalanladıysa da, kendi

I Lj
taşağını kendisinin övmesi halkı inandırmadı. Taşaklı oldukla-
rını sanarak darbeyle başa geçenlere gönüllü olarak baş eğmiş

ÜLKES NDE
olan halk yavaş yavaş kendisini aldatılmış, kandırılmış duyum-
samaya başladı. Demek bunlar sahteciydi; sahte yargıç, sahte
polis, sahte subay gibi, bunlar da sahte taşaklıydılar. İşlevini
yapamayan taşak ancak göstermelikti; ha böyle bir taşak ha
boş saman torbası... Halk, yönetimin başında gerçekten taşaklı
NSANLAR

ve taşakları altı okka çeken insanlar istiyordu. Geceleri sokak


duvarlarına badana yada kara boyayla şöyle sloganlar yazılmaya
başlandı: “Çürük taşaklılar sine-i millete çekilsin!”, “İşlemeyen
taşak, ne askı tutar ne kuşak!”, “İşlevini yapmazsa taşak, üremez
ED LM

oğul uşak!”
O ülkenin başka taşaklıları da yavaş yavaş taşak yarışma
girmeye başladılar. Özellikle ülkenin taşaklı aydınları, basın-
D

daki taşaklı gazeteciler, taşaklı bilimciler ve sanatçılar, yönetimi


ele geçirmiş bulunan sahte taşaklılara ucundan kıyısından laf
dokundurmaya başlamışlardı. Bu aydınların çoğu terbiyeli iyi
D A R B E L E R K TABI

aile çocukları olduklarından, terbiyeleri müsait olmadığı için


doğrudan “taşak” diye yazamıyorlar, bunun yerine “Taş ak ol-
malı, kara taş olmamalı.” gibilerden çok ağır başyazılar, köşe
yazıları yazıyorlardı.
Bu durum karşısında yönetimi ele geçiren yedi kişinin ara-
larında konuşup tartışıp aldıkları karara göre, başyönetmen
televizyonda bu konuda bir açıklama yapacaktı. Bu başyönet-
men, “Varım derken yokum, akım derken bokum” diyen, ağ-
zına geleni söyleyen, olmadığı için akima bişey gelmeyen, ama
çok içten bir kişiydi. Ülkenin bir iline gidip ordan bütün ülkeye
televizyon aracılığıyla şöyle konuştu:

“Sevgili Hemşerilerim,
Çoktanberi güzel şehrinize gelmek istiyordum, fırsat bulup
gelemedim, ama bakın bugün geldim işte... Sizlerden, heryere
gidiyorsun da bizim şehrimize gelmiyorsun, diye şikâyet mek-
78 tupları alıyordum. Benim şehrinize bu ikinci gelişimdir. Bundan
yirmibeş sene önce de gelmiştim; burdan otobüsle geçerken,
tam işte bu meydanda kaşanma molası vermiştik. O zaman
şehrinizdeki hiçbir evde video bile yoktu, kompütür de yoktu.
Çünkü o zaman daha bunlar icat edilmemişti. Bakın şimdi ne
kadar ilerlemişsiniz ki, inşallah yakın zamanda videonuz da
olur, kompütürünüz de, daha daha neleriniz de... Bana buranın
şairleri sık sık şiirler gönderiyorlar, sağolsunlar. Çok içli olduğu
için bu şiirlerden birini sizlere de okuyayım:

Olunca taş ak olmalı


Olmamalı aman kara
Ah farfara farfara
Taş ak sığmaz şalvara
Altı okka olmalıdır
Tuman şalvar dolmalıdır
Şak şak da şak şak şak da şak
Altı okka gelen taş ak
Bu güzel şiiri yazıp bana gönderen şair vatandaşa teşekkür
ederim.
Sevgili hemşerilerim, son zamanlarda taşak konusunda de-
dikodular almış yürümüştür. Hepsi kulağımıza geliyor. Sakın ola
ki vatan hainlerinin sözlerine kanmayın sevgili vatandaşlarım.”
Bu sırada coşan halk hep birden şöyle bağırıyordu:

Şak şak da şak şak


En büyük sensin
Senden büyük yok taş ak
Şak şak da şak şak

Televizyonda, radyolarda ve gazetelerde yayımlanan bu


önemli konuşma da etkisiz kalınca, ceza yasasına hiçbir yurt-
taşın ağzına taşak sözcüğünü almaması için bir madde konul-
du. Düşünce özgürlüğü olduğundan her isteyen yurttaş taşak
üzerine enine boyuna düşünebilir ama düşüncesini açıklayarak
taşak aleyhine propaganda yapamazdı. Ceza yasasına göre, bir
kişi başka hiçkimsenin bulunmadığı yerde içinden geçeni söy-
lemek için bile olsa yüksek sesle taşak dese beş yıldan on yıla,
iki kişi söylese (yani biri söyleyip öbürü dinlese) onbeş yıla
dek, üç kişi taşak derse (gizli örgüt kurmuş sayılacaklarından)
onbeş yıl hapisten idama dek cezalandırılacaklardı. Taşak deyip
de sonradan pişman olarak, taşak yerine Aktaş, yani Ak Türk
Anonim Şirketi diyenlerin cezası pişmanlık yasasına girdiğin-
den, bağışlanıyorlar ve tanınmamaları için suratları ve taşakları
değiştiriliyordu.
Tarih boyunca herzaman ve heryerde olduğu üzere, baskı
arttıkça baskıyı doğuran konu da yaygınlaşıyor, herkesin di-
line düşüyordu. Artık yönetmenlerin taşaklı olmadıkları (ta-
şaklarının bir işe yaramadığı) herkesin ağzmdaydı. Buna karşı
kesin ceza önlemleri alındı. Önce taşağın bir işe yaramadığı,
bademcik yada apandisit gibi ameliyat edilerek alınmasının sağ-
lığa pekçok yararı olduğu, aile planlamasına da yararı olduğu
D A R B E L E R K TABI

yolunda propagandalar yapıldı. Slogan şuydu: “Her aileye bir


çocuk ve bir taşak!”
Yine herzaman ve heryerde olduğu gibi baskının etkisi hal-
kın tepkisini doğurmuş, halk gizli gizli duvarlara badana fırça-
sıyla şu sloganı yazmaya başlamıştı: “Yurttaş! Kendi çocuğunu
kendin yap ve kendi taşağını kendin koru!”
Bu slogan çok tutmuştu ve herkes iki eliyle ve var gücüyle
taşaklarını korumaya başlamıştı.
Bunun üzerine yönetmenler tek taşak propagandasına baş-
ladılar. İnsanın kimi organı tekti. Örneğin bir ağzı vardı insanın
ve bir tane şeyi vardı. Şu sloganlar yayıldı: “Tek taşak yeter, çift
taşak beter!”, “Tek taşak yarar, çift taşak zarar!”
Halk yine tepkisini gösterdi: “Taşak olan taşak, dinler mi
hiç yasak!”
Daha sıkı yasal önlemler alındı ve ağır cezalar kondu. Her
80 kim taşaklı ise iğdiş edilecek, yani boğalara yapıldığı gibi taşak-
ları burularak işlevsizleştirilecekti. Böylece azgın boğaların baş
eğen öküz olmaları gibi, başkaldıran yiğitler de iğdiş edilerek
baş eğen yumuşak kişiler olacaklardı. Ancak bu yasada zorlama
yoktu. Hiçkimse zorla iğdiş edilmeyecekti. Halka iğdiş edil-
menin sayısız yararları anlatılarak, kendiliklerinden, gönüllü
olarak iğdiş olmaları sağlanacaktı. Televizyonda, radyoda ve
iktidar yanlısı gazetelerde ve kitaplarda, iğdiş olmanın yararları
anlatılıyordu. İğdiş olan, kavgacı, sinirli olmaz, suskun ve barış-
çı olurdu. Saldırganlık, sarkıntılık gibi ahlâksızlıklar kalkardı.
Kadınların, kızların, oğlan çocuklarının ve kimi hayvanların
namus ve ahlâkı korunurdu. İğdiş edilmenin kolaylığı da anla-
tılıyordu. Kan bağışlamak gibi bişeydi bu; kan bağışı gibi taşak
bağışı yapılacaktı. Halkı iğdiş olmaya özendirmek için, ülkenin
önde gelen kişilerinin nasıl iğdiş edildikleri televizyonda gös-
teriliyordu. İğdiş olanlara iş bulunurken, olmayanlar da işten
çıkarılıyordu. Ekmek parası için yabancı ülkelere çöpçü yada
işçi olmak için gitmektense, kendi ülkende kendi taşağını iğdiş
ettirmen daha iyi değil miydi?
Bu propagandalar etkisini gösterdiyse de, dünyanın herye-
rinde halk akılsız olduğundan, kimileri kendi iyiliklerini dü-
şünmeyip bitürlü taşaklarından vazgeçemiyor, iğdiş olmaktan
kaçıyordu. Bu akılsız halka iğdiş olmanın yararlarım anlatmak
için araya bilimciler de girmişti. Hukukçular, tıpçılar, tarihçiler,
insanbilimciler ve hertürlü bilimciler toplanıp şöyle bir karara
varmışlardı: Tanrı insanı çamurdan yaratırken (böyle insanlar
başka neden yaratılabilirdi ki) artan bir parça çamur topağının
ziyan olmasını istememiş (o sıra Tanrının her nasılsa cimriliği
tutmuştu), o artan çamur topağını insanın orasına burasına ya-
pıştın yapıştırıvermiş, işte o ek çamurlar insanın bademcikleri,
körbarsağı ve taşakları oluvermişti. Ama bu kafasız, beyinsiz
halka bilim de sökmüyor, ne söylense, “İlle taşağım da taşa-
ğım!..” diye tutturup taşaklarından vazgeçmiyorlardı. Erkeğin
tersi olarak yaratılmış olan kadınların en feministleri bile taşak
konusunda erkekleri destekliyorlardı.
İşler güzellikle yürütülemeyince zora başvurulmak zorun-
da kalındı. Sıkıfıkı yönetimden buyruk salındı: Ülkede taşaklı
hiçbir erkek kalmayacaktı. Gönüllü olarak iğdiş edilmeyenler
yakalanınca, salt iğdiş edilmekle yetinilmeyecek, bütün alt ta-
kımları kökünden sökülüp atılacaktı. Bunun üzerine kadınlar
başkaldırıp bayrağı açtılar. Taşaklı denilen türden kadınların da
yumurtalıkları almıyordu.
Taşaklarını korumak isteyenler gizleniyorlardı ama iğdiş
edilmiş olanlar boş torba gibi sarkan işlevsiz taşaklarını boşu
boşuna taşımanın aşağılık duygusuyla taşaklıların ardına düş-
müşlerdi. Onların gizlendikleri yerleri hükümete haber vererek
herkesin de kendileri gibi taşaksız kalmalarını istiyorlardı. Bun-
lar iğdiş edilmenin faziletini anlatıp durmaktaydılar. Televiz-
yonda iğdişlik reklamları yapılıyordu. Örneğin dünya güzeli ve
D A R B E L E R K TABI

yandan çıplak bir kız TV camına çıkıp, “Ben iğdişleri severim!”


diyordu. İğdiş olmuş biri TV’de şöyle diyordu:

“Taşaksız hayat
Oh ne rahat!”
Öyle ki, taşaklıları vatan haini ilan edenler bile çıkıyordu.
Taksilerin arka camlarına şu yazı bulunan bantlar yapıştırı-
lıyordu: “Ben iğdiş oldum, ya sen?”
Taşaklarını korumak isteyenler dağlara çıkmışlar, mağara-
larda ve ormanlarda yaşıyorlardı, ama yine de avuç kadarlık
taşaklarını koruyamıyorlardı. Çünkü iğdişler ordusu onların
ardına düşmüştü.
Sonunda? Evet, sonunda o ülkede bitek taşaklı adam kal-
madı; ancak bitek taşaklı adamın kaldığı, onun da nerde sak-
landığının bilinmediği söyleniyordu. Bunun doğru olup olma-
dığı da bilinmiyordu.
Gelgelelim, iğdiş işlemleri yüzünden eskiden yüzdeüç olan
nüfus artımı birdenbire durmuştu. İğdişlik, nüfus planlaması-
nın bile yapamadığını yapmıştı. Nüfus gittikçe azalıyor, ülke
uçuruma sürükleniyordu. Ülke her ne zaman uçuruma sürük-
lenecek olsa, orda hemen darbe yapılması bir gelenek olmuştu.
Yine öyle oldu. Yeni bir darbeyle iktidarı ele geçirenlerin ilk işi
yurttaşlara taşak özgürlüğü vermek oldu. Evet, taşak özgürlüğü
vardı ama taşak yoktu, kimsede taşak kalmamıştı ki... Dağ-
lardaki mağaralarda, saklanıp taşağını koruyan o tek adamın
ardına düşüldü. Kendisine taşak güvencesi verildiği ilan edildi.
Hatta taşaklarını korumuş olduğu için kendisine ödüller bile
verileceği duyuruldu. Ne var ki o tek taşaklı, hayır olmadı, o
taşaklı tek adam ortaya çıkmadı. Ama halk arasında bir söylenti
yayıldı: Ülkenin o taşaklı tek adamı, geceleri bir kır at üstünde
uçarak kenti yukardan dolaşıyormuş. Görenlerin dediklerine
göre, ak at üstünde uçan adamın taşakları gecenin karanlığında
göz kamaştırıcı nur saçıyormuş.
ÜD ED LM NSANLAR ÜLKES NDE |S «V.P YER YER NDE KALMI B R
D A R B E L E R K TABI

Tek kalmış taşaklı adamı bulmak için askerler, siviller,


candarmalar, polis köpekleri ve çakaralmazlarla silahlandırıl-
mış muhtarlar dağı taşı aradılar, uçaklar, helikopterler heryeri
taradılarsa da taşaklı kalmış o tek adamı bulamadılar. Ama o
her gece kentin üstünde taşaklarının iki tostoparlak nurunu
saçmayı sürdürdü.
Taşaklı adama verilecek ödül gittikçe artırıldı. Öyle ki, bu
ödülü alan bir adam yaşamı boyunca hiç çalışmadan taşakla-
rını yayıp yaşayabilirdi. Sonunda bir adam taşakları olduğunu
söyleyerek ilgili makamlara başvurup ödülünü istedi. Bu adam
ödülünü alınca, birden taşakları yüzünden kahraman oluverdi.
Taşak kahramanının boy boy resimleri gazetelerde çıktı. Ken-
disiyle radyolarda, televizyonlarda konuşmalar yapıldı. En ince
ayrıntısına dek taşakları gösterilerek eni boyu halka anlatıldı.
Bu tarihten sonra inanılmaz bişey oldu: Taşaklılara ödül
verildiği öğrenilince günde beşon, derken hergün bikaç yüz kişi
ödül almak için başvurmaya başladı. Özendirmek ve coşku-
yu artırmak için ulusal taşak yarışmaları bile düzenleniyordu.
Tıpkı güzellik yarışmalarında olduğu gibi, nasıl güzellik krali-
çesi, halkın seçtiği güzel, sempati güzeli, zarafet güzeli, basın
güzeli filan seçiliyorsa bu taşak yarışmalarında da taşak kralı,
halkın seçtiği taşak, zarafet taşağı, basın taşağı, sempati taşağı
gibi taşaklar derece alıyordu. Bir zaman sonra öyle çok başvu-
ru oldu ki, taşak ödülü dağıtmaktan ülke bütçesinin dengesi
bozulayazdı.
Taşakların yasaklandığı zamanlarda nasıl olup da bunca
taşaklı taşaklarını koruyabilmişti? Ülkenin sayın muhbir va-
tandaşları nasıl olmuş da ödül almak için bu taşaklıları ilgili ve
yetkili makamlara ihbar etmemişlerdi? Olacak şey değildi. Bu
işin içinde bir iş vardı. Neyse ki bilimciler bu işi iyice irdeleyip
gerçeği araştırdılar ve buldular. Taşaklı olduğunu söyleyerek
ödül alanların hiçbirinin taşağı kendisinin değildi ve gerçek
taşak da değildi. Bunlar teknolojik taşaklardı. Teknolojinin
cc

c/>

<

>-
<

85

cn
<
z:
<

uy
S

Q

D A R B E L E R K TABI

bunca ilerlediği bu çağda, takma kirpik, takma meme, takma


kamış ve hatta robot insan bile yapılırken takma taşak mı ya-
pılamayacaktı! Takma taşağı taktıran ödül almaya koşuyordu
ve taşaklarının okkalı gelmesini isteyenler (çünkü ödül, tartı-
lan taşaklara ağırlıklarına göre veriliyordu) takma taşaklarını
pompalatarak şişiriyorlardı. Öyle ki takma ve şişme taşakları
apışaralarma sığmayanlar, taşaklarını el arabalarında taşıyarak
ödüllerini almaya geliyordu. Çok şişirmekten taşakları balon
gibi patlayanlar bile oluyordu.
Takma taşak olayı öğrenildiyse de, dünyaya rezil olmamak
ve ulusal onuru korumak için hiçbir zaman gerçek açığa vurul-
madı. Yiğitliğin taşakla ve taşağın ağırlığıyla ölçüldüğü o ülkede
taşakların takma ve şişme olduğu duyulursa hiçkimse yiğitlik
taslayamayacaktı; bununla birlikte takma taşaklılar elbet bol
bol övünebilirlerdi.
Takma taşak makma taşak, şişme taşak mişme taşak, her
ne olursa olsun taşak taşaktır ve buyüzden de eski düzen ye-
niden kuruldu. Ancak şimdinin şişme ve takma taşaklılarıyla,
eskinin kendinden taşaklıları arasında küçük bir ayrım ortaya
çıktı. Eskinin kendinden taşaklıları sırası gelmedikçe yiğitlik
taslamazlarken, bu takma ve şişme taşaklılar yerliyersiz durma-
dan yiğitlik taslamaktadırlar ve bunların başlarında da önce bir
sertlik oldu, sonra boynuzlar çıkmaya başladı.

Aziz Nesin’in Nah Kalkınırız adlı kitabından alınmıştır.


Mutlu Kedi

Bu hikâye 21 Mayıs’tarı önceki sıkıyönetim günlerinde


yazılmıştır.

D ün çok ünlü bir kadın sanatçımızın seramik sergisindeydik.


Serginin açılışıydı. Hep tanışlar oraya gelmiş. Sımsıcak bir hava.
Sözler sarmaşdolaş. Özden bir kaynaşma içinde konuşurken
yine çok ünlü bir başka kadın sanatçımız,
- Çocuklar, dün gece bir rüya gördüm, dedi.
Bir şair,
- Korkulu rüya mı? diye sordu.
- Bilmem, içinizde rüya yorumlayacak var mı?
Rüyasını anlatmaya başladı:
-B ö y le bir kalabalık... İnsanlar kendi yollarında, kendi iş-
lerinde gidip geliyorlar. Bildiğiniz sokaklardan biri işte... Ben
de ordayım, biyere gidiyorum. Birden kalabalıktan biri bağırdı:
“BeenL” Herkes sesin geldiği yana döndü. “Ben” diye bağıran
adam bu kez, “Şimdi herkes olduğu yerde dursun!..” dedi. He-
pimiz durduk.
Kadın sanatçının rüyasını dinleyenlerden bir heykelci,
- Neden durdunuz? diye sordu.
Kadın sanatçı,
-N e bileyim ben, dedi, durduk işte!.. Herkes durdu, ben
de durdum. Canım rüya değil mi bu, durdum işte. Sonra o
adam, “Herkes bulunduğu yerde kendi çevresinde tebeşirle
bir daire çizecek!..” diye bağırdı. Rüya bu ya, herkesin elinde
D A R B E L E R K TABI

birden tebeşirler oluverdi. O tebeşirlerle herkes yere birer daire


çizdi. Kalabalıktan kimisi, “Bizim tebeşirimiz yok,” dedi. Bunun
üzerine o adam, “Tebeşiri olmayanlar kalemleriyle kendilerine
daire çizecekler!” diye bağırdı. Kimisi kurşun, kimisi dolmaka-
lemlerini çıkardı. Kaldırım taşlarının üzerine, kendileri merkez
olmak üzere birer daire çizdiler. Ben de arandım, ceplerime,
çantama baktım; ne tebeşir var ne kalem... Terslik, yanıma
kalem almamışım. Beni bir korkudur aldı. Tir tir titriyorum.
Benim gibi kalemsiz olan başkaları da varmış. Onlardan bika-
çı, “Bizim kalemimiz de yok!” diye seslendi. O adam, “Kalemi
olmayanlar, parmaklarıyla havada bir daire çizecekler!” diye
bağırdı. Ben de topuklarımın üstünde dönerek, elimle havaya
bir daire çizdim.
Kadın sanatçının rüyasını dinleyenlerden bir hikâyeci,
- Neden daire çiziyorsunuz? diye sordu.
Kadın sanatçı,
- Nedeni var mı bunun, dedi, rüya bu; rüyanın nedeni ni-
çini olur mu? Rüya işte...
Bir aktör söze karıştı:
- Rüyanın mantığı olmaz!
Bunun üzerine, rüyada mantık olur mu olmaz mı diye ara-
mızda bir tartışma başladı. Sonunda, rüyada mantık aranma-
yacağı yargısına varıldı.
Kadın sanatçı rüyasını anlatmaya devam etti:
- Herkes kendisine bir daire çizdikten sonra o adam, “Şimdi
herkes kendi dairesinin içinde duracak. Hiçkimse kendisine
çizdiği dairenin dışına çıkmayacak!” diye bağırdı. Hepimiz,
dairelerimizin içinde kalakaldık. Öylece, olduğumuz yerde bek-
leşiyoruz.
Şair,
- Daireden dışarı çıkamıyor musunuz? dedi.
Kadın sanatçı,
-Çıkamıyoruz... dedi.
- Neden?
- E e , yasak!.. Nasıl çıkalım, dairenin dışına çıkmak yasak.
Yasak var, anlamıyor musun?
Hikayeci,
- Neden? diye sordu.
-R ü y a bu canım... Rüyanın nedeni olur mu? Sonra... Biz
dairelerimizin içinde duruyoruz.
Hikayeci,
- İyi ama, sizin daireniz yok ki... dedi.
Kadın sanatçı,
- Parmağımla havaya çizdim ya, dedi, boşluğa çizdiğim da-
ire var.
-Havaya... Çizgi görünmüyor ki. Sınırları belli değil.
- Olsun. Ben kararlamadan çizdiğim daireyi biliyorum. He-
pimiz dairelerimizin içinde bekliyoruz. Canım sıkılmaya başla-
dı. Ah nasıl etsem de dışarı çıksam, diye düşünüp duruyorum...
- Peki neden çıkmıyorsunuz?
- Kimse çıkmıyor ki ben çıkayım.
- Niçin?
-A m an... Rüya diyorum size, rüyada bu...
- Evet?
-A h , bir şu dairenin dışına çıksam, diye can atıyorum. Bi-
rara, boşluğa parmağımla çizdiğim daireyi siler, dışarı çıkarım,
diye düşündüm. Elimi uzattım. Elimin ayası ile boşluktaki çiz-
giyi silecekken o adam yine bağırdı: “Hiçkimse çizgisini silme-
yecek!” Kaldım mı çizginin içinde... Ne olacak şimdi?
Aktör,
- S iz o daireyi baştan çizmeyecektiniz, dedi.
Kadın sanatçı,
- Doğru, dedi, baştan çizmeyecektim. Ama bikez çizmiş
bulundum, kendi çizdiğim dairenin içinde kapalı kaldım. Çev-
remdekilere bakıyorum; onlar da benim gibi, dışarı çıkmak için
kıvranıp duruyorlar. Sağımdaki dairede bir kötürüm var. “Ben,”
D A R B E L E R K TABI

dedi, “yirmi yıldanberi kötürümüm. Yirmi yıldır oturduğum


yerden kımıldamadım. Ama şimdi içimde dayanılmaz bir dışarı
çıkma isteği duyuyorum.” Kötürüme, ‘Ama sizin bacaklarınız
tutmuyor, nasıl yürürsünüz?” diye sordum. “Yürürüm, koşarım
bile... Kendi çizdiğim dairenin içine kapandığımdanberi bana
öyle geliyor. Daireden dışarı çıkmak yasak olmasaydı şimdi
koşardım sanıyorum.”
Solumdaki dairede duran adam, ‘Ah, şu daireleri silmemize
bir izin çıksa da kurtulsak...” dedi.
Arkamda bir kadın yerde yatıyordu. Dikkatle baktım; kadın
cansız. Cansız ama konuşuyor. Rüya değil mi, ölü bile konu-
şuyor. ‘Ah, şu çizgiler bir silinse de biraz gezsem dolaşsam,”
diyor. “Siz ölüsünüz, nasıl gezersiniz?” diye sordum. “Öldü-
ğümdenberi hiç gezmek isteği duymamıştım,” dedi, “ama bu
daireyi çizip de dışına çıkmak yasak edildiğindenberi, içimde
90 gezip dolaşmak isteği canlandı. Dairemde kapalı kalmasaydım,
siz canlılar gibi yürüyebilecekmişim sanıyorum.”
Önümde bir delikanlı vardı. Zavallı inmeliydi... O da, ‘Ah,
birisi çıksa da şu çizgiyi silse, beni bu daireden kurtarsa...”
diyordu. “Siz inmelisiniz. Parmağınızı oynatamazsmız ki ken-
dinize daire çizebilesiniz. Sizin daireniz yok,” dedim. İnmeli
delikanlı, “Evet, elimle çizmedim ama kafamdan havaya bir
daire çizdim. Şimdi tasarladığım o dairenin içinde kaldım. Dı-
şarı çıkamıyorum,” dedi.
Hepimiz kendimize çizdiğimiz yada tasarladığımız daire-
lerin içinde kalmıştık, dairelerimizden dışarıya çıkamıyorduk.
Böyle bekleşip dururken yer yer, “Birisi gelse de şu çizgileri
silse,” diye mırıltılar başladı. Bu tektük sesler gittikçe yayılmaya
başladı: “Biri çıksa da, bizi kurtarsa...”, “Biri kurtarsa bizi...”,
“Bir kurtarıcı yok mu?”, “Çizgimizi silecek birisi çıksa...”
Herkes böyle söylüyordu. Ben de onlar gibi söylenmeye
başladım. Biz böyle söylenirken yavaş yavaş karanlık bastı, gece
MUTLU KED
D A R B E L E R K TABI

oldu. Deli olacağım, bitürlü dışarı çıkamıyorum. Ter boşanıyor


heryerimden. Hiçkimse kendi dairesinin dışına çıkamıyor.
Derken bir ses duyduk: “Birisi çıksa, ben de çıkarım... Birisi
çıksa dairesinden, ben de çıkarım...”
Ben de, “Doğru, birisi çıksa, ben de çıkarım,” dedim. Herkes
böyle söylenmeye başladı: “O birisi her kimse, çıksa ben de
çıkarım.”
Sonra bağnşmalar duyuldu: “Birisi yok mu, birisi?..” “Hani,
birisi nerede?”, “O birisi her kimse çıksın...”, “Birisi kim?”
Bitürlü o “birisi” her kim ise, “Ben birisiyim!” diyemedi.
İyice gece oldu. Karanlık bastırdı. Hepimiz kendi çizdiği-
miz, tasarladığımız dairelerde kapalıyız.
O sırada bir kedi dolaşmaya başladı. Karanlığın içinde kedi-
nin iki gözü iki alev damlası gibi parlıyor. Kedi boyuna geçiyor.
Aşağıyukarı gidip geliyor. Kimsenin ona karıştığı yok. Daire-
lerin dışında, aralarında geziniyor. Kediye baktım, basbayağı
kedi işte... Canı nereyi isterse oraya gidiyordu. Aradabir durup
yalanıyor, sonra yine dolaşıyordu. Bir derin özlem duydum,
içimden, ‘Ah, ben de bir kedi olsaydım. Kediler ne mutlu ya-
ratıklar...” dedim.
Öbürleri de kedinin bu özgürlüğüne, bağımsızlığına im-
renip, ‘Ah, kedi olsaydık, kedi olsaydık...” demeye başladılar.
Bize inat yapar gibi, boş, bomboş gecenin içinde kedi, gezinip
durdu. O sıkıntıyla uyandım. Ter içinde kalmıştım.
Rüyasını anlattıktan sonra kadın sanatçı,
- Şimdi bu rüyayı yorumlayacak var mı? diye sordu.
Ordakilerden hiçbiri bu rüyayı yorumlamaya yanaşmadı.
Yalnız bir yazar,
- İnsanlar insanca davranışı beceremezlerse, kedilerin mut-
luluğuna bile özenirler, diye bilgiçlik tasladı.
Sonra da kadın sanatçıya,
- Ben bu sizin rüyanızı yazacağım, diye ekledi.
Kadın sanatçı,
- Niçin yazacaksınız? diye sordu.
Hikâyeci şöyle dedi:
- Belki bu sizin rüyanızı okuyanlardan birisi, dairesinin
dışına kendini atar da, “birisi” dışarı çıkınca öbürleri de belki
kendilerine çizdikleri dairelerinden çıkarlar...

Aziz N esin’in Ah Biz Eşekler adlı kitabından alınm ıştır.


A ziz Nesirı'e özgü başlıca yazım biçim leri

-beri bitakım hertürlü


-buçuk bitane heryan
aradabir bitek heryer
arasıra bitürlü herzaman
arayer biyana hiçbişey
ardarda biyer hiçkimse
azbiraz buyüzden hoşgeldin
azçok candarma hoşbulduk
azkaldı cıgara İstanbul
azkalsm çokaz ikidebir
başüstüne çukulata işgören
beribenzer enaz kıravat
bibakıma ençok kimbilir
bibaşma epiy nağra
biçok fotoğraf pekaz
bidolu gülegüle pekçok
bigün hangibir sağol
bikaç heğbe Sivas
bikez Heğbeliada tiren
birara herbir varol
birarada herbişey yada
birdenbire hergün yazıyla gösterilen
biriki herhangibir her sayı bitişik
bisüre herhangibiri
bisürü herneyse
bişey herşey
•M D E R

a & M E

A Z İ Z N E S İ N
ÖY K ÜLER İ VE Y A Z IL A R I K O N U L A R I N A GÖRE SEÇİLDİ
BU K İ T A P L A R D A T O P L A N D I www.nesmyaymevi.com

G ü lm e c e e d e b i y a t ı n ı n Bu derlemeler dizisi u kitaplardan olu uyor:


doru unda ki yazarım ız Aziz ı. stanbul’ un Halleri (Seçme öyküler ı)
N esin’ i i o o . Do um Y ılın d a 2. Batı’ya Giden Yoldayız (Seçme öyküler 2)
anarken onun öyküleri, yazı
3. Memurlar Memurlar (Seçme öyküler 3)
ve konu malarından derlenen
4. A k Öyküleri (Seçme öyküler 4)
tematik b ir seçki sunuyoruz.
5. Büyüklere Masallar (Seçme öyküler 5)
Aziz N esin’ in öyküleri geni
6. En Masumlar çerde (Seçme öyküler 6)
bir konu yelpazesi içinde yalnız günlük ya amı
de il insanlık durumlarını ve toplumsal ili kileri 7. Halimiz Hal De il (Seçme öyküler 7)
de gözler önüne serer, okuyanı güldürürken 8. Gülmekten Öldüren Öyküler (Seçme
hayatı anlamaya yöneltir. Aynı çe itlilik yazıları öyküler 8)
ve konu malarında da geçerlidir. 9. ehirden indim Köye (Seçme öyküler 9)
Seçkimizi hazırlarken istedik ki Aziz Nesin’ in n Zübüklü ün Sonu Yok (Seçme öyküler 10)
kitaplarındaki öykü ve yazılarını bu kez tematik 11. Laiklik, Dincilik ve Atatürkçülük (Seçme yazı
bir bütünlük içinde okuyun. ve konu malar 1)
Belirledi imiz konu ba lıklarına girmeyen ama 12. Türkiye Toplumu ve Demokrasi (Seçme yazı
bu dizi dı ında bırakm aya gönlümüzün razı ve konu malar 2)
olm adı ı öykülerini ise Gülm ekten Öldüren 13. Aydınlar Üstüne (Seçme yazı ve konu malar 3)
Öyküler adı altında topladık. 14. E itim Üstüne (Seçme yazı ve konu malar 4)
15. Yazarlık, Edebiyat ve Dil Üstüne (Seçme yazı
ve konu malar 5)
AZİ Z N E S İ N ' D E N
DARBELER KİTAB
SEÇ LM ÖYKÜLER

K afakan B ey ve a rk a d a la rın ın h ırsız old u kla rın ı ga ze te le r de ya zdılar. Buna


kim se a ld ırı etm edi.
Halk,
- H içb ir i e yara m aya n b ir adam h ırsız de il diye b a ba kan ola c a ın a , i
ya psın da va rsın h ırsız olsu n ... d iyordu.
H a klıydıla r, çünkü Ya a sın M em le ket Pa rtisi de iktid a rd ayk e n az h ırs ızlık
ya pm a m ı tı.
Bu a n tiprop aga n d a sökm eyince , Kafakan B eyin d ik ta tör oldu unu ila n ettiler.
Ulusa özgürlü k ta n ım ıyord u .
H alk bunu da um ursam a dı.

1961, Bir Koltuk Nasıl Devrilir

You might also like