You are on page 1of 554

Genel Yayın: 3666

FELSEFE

MARTIN COHEN
101 AHLAK İKİLEMİ

ÖZGÜN ADI
101 Ethical Dilemmas

COPYRIGHT © 2007, ROUTLEDGE,


A MEMBER OF THE TAYLOR & FRANCIS GROUP

INGILIZCE ÖZGÜN METİNDEN ÇEVİRENLER


REHA KULDAŞLI VE OSMAN ÇAKMAKÇI

C TÜRKiYE iŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2015


Sertifika No: 29619

EDİTÖR
DEVRiM ÇETINKASAP

GÖRSEL YÖNETMEN
BiROL BAYRAM

DÜZELTi / DİZİN
IŞIK DOCANGÜN

GRAFiK TASARIM UYGULAMA


TÜRKiYE iŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

I. BASIM: KASIM 2016, İSTANBUL

ISBN 978-605-332-886-5

BASKI
AYHAN MATBAASI
MAHMUTBEY MAH. DEVEKALDIRIMI CAD. GELİNCİK SOK. NO: 6 KAT: 3
BAGCILAR İSTANBUL
Tel: (0212) 445 32 38 Fax: (0212) 445 05 63
Sertifika No: 22749

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.


Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında
gerek metin, gerek görsel malzeme hiçbir yolla yayınevinden izin alınmadan
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz .

TÜRKiYE iŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI


iSTiKLAL CADDESi, MEŞELiK SOKAK NO: 2/4 BEYOGLU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
F aks (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr
Felsefe

101 ahlak ikilemi


MARTIN COHEN

TÜRKiYE , BANKASI

Kültür Yayınları
Çözümü görememeleri değil
mesele, sorunu görememeleri.

G. K. Chesterton, Scandal of Father Brown


İçindekiler

İleri! . . . . .. . ... ... ........Xlll

Kullanma Kılavuzu ........... ........ ....... .. ... .... ....... .... .. . .. . ..XXlll

Felsefi Resimlere Dair Not ............................... . ............... .......... ..... xx v ıı

Is ınma Turu: Dört Şüpheli İkilem


1. İkilem Cankurtaran Filikası..... .. .......... 3
2. İkilem Daha da Batmak ........................................ .......................... .......... .............. . ...A
.
3. İkilem Psikoloğun Ö yküsü . . .. . .
. . ... ..... ............... ............ ................. . ..... . ... .. . 5 . .

4. İkilem Gelenek Kraldır............ . . . ... .. ... ... .... .... . ........... ...... 7
.

Belki B ir İş Etiği Dersinin Çözülmesine Katk ı Suna bileceği


Üç K iş isel İkilem ... Hani, Belk i
5. İkilem İnternet İşlemi ....... ... .... ..... ......... .. . . . ...... ... .... . ... ....... . 10
6 . İk ilem Tost Makinesi...................................... ....................... . . . . . .. . 1 1
7 . İkilem Yalancı.. .... . ....... . . . .... . . ...... . . ..... ... ......... .. . .-.......... 12

(Birlikte Çözülmes i Gereken ) Üç Karmaşık Vagon İkilemi


8. İkilem Şüpheli Bağışçı Kliniğ i.. . .. ... .. ...... ... .... ........ 14
..................... .......... . ... .. ... . ... . .

9 . İkilem Meşhur Üstgeçit İkilemi.. ............ ......... .. ... . . ... ... 1 5


10 . İkilem İnsan Gülle................................................... . ............. . ... . . .. .... . ......... ..... ..... ..... 16

İnişe Geçiyoruz
11. İkilem Zulmün İlk AşamasL . 18
..... .... ............................. ..... .....................................

12 . İkilem Aşama 2 : Başka Türlü Yapmak da Mümkün . . 2 1 . .

13 . İkilem Sondan B ir Önceki Aşama: İki Test . . . .. 23 ... . .. . . . . . . .

14. İkilem Son Aşama: Ölümsüz U zu v. ......... ..... .. ........... ..... .... ............. . 26
Müzelik Birkaç İkilem
15. İkilem G yges'in Y üzüğ ü....................................... --- ....... .........2 9
16. İ kilem Aziz Augustinus' un Ac ıklı Ö yküsü . .... 32
17. İ kilem Sarı İmp arator İçin · ··· ············ ·· ······ ·· ·
· ··· · ·· -· --- ........... 3 5

Dengeli Bir Mesel


1 8 . İkilem Stoacı Chrysippus'un Ç i lec i Ö yküsü_....... . . . 36
1 9. İkilem Epikuros' un M akul Meseli....... .... 3 7
2 0 . İkilem Asil R uhlu . 38
21. İkilem G ökteki Asil R uhlu . ..40

Anti-sosyal İkilemler
22 . İkilem E-ville'e Karşı ......... 4 4
23. İkilem Stump Dozu Artırıyor .. .. 4 7
.

24. İkilem Ç atlak? ... __. ..... ..... 49


25. İkilem İşler Daha da K ızışıyor .. . .. . .............. 51
26. İkilem Sürüklenmek ·············------- · .... . 5 3

Bir Doz T ıp Etiği


2 7. İkilem Üreme Deneyleri . 55
28 . İkilem Tasarımcı E linden Ç ık an Bebekler 57
29 . İkilem Kw ikbaby ····-·· ········· · -··· ···· . 59
.

30. İkilem P iyasayı Düşüren Rak ip.......... _.. .. 61


31. İkilem TGN1412.. .... ........................ 63
·-·· · · ·

32 . İkilem K imse K uralları: Üç P erdelik Bir Oyun 64


33. İkilem W itheringspoon-X Hastalığı ... 69
34. İkilem Hastane İkilemi

Sansürc ün ün İkilemi
35. İkilem K irli İşler ___ ... .. .... ....................
. .. .. ·---- · · -···----· 74
36. İ kilem Suç Bağ lantısL.... ... .. -...·-·----· ·----- ..... 77
3 7. İ kilem Bir Standart Meselesi. 80
38 . İkilem İstismar İçeren Resimler. ______ 82
39. İkilem Ç irkin Pop G rubu _________ _______ 84
İş Haftası: İ ş Ahlakın a Dair Ü ç İ kile m (Vurgu "iş"te)
40. İ kile m K orsan lı k ve Azalan Y azışmalar ... . . . . .... . ..... 86 . . .... . .. . . . ..

4 1 . İ kile m Y ükse k Se sli R adyo.......... .................. ................................ ........ 8 8


4 2 . İ kile m Bulaşıcı Hastalık...... .. ... .. ...... . ... .... ...... .... .... .... . 89
. ... . ·-··-·· . . . ... . . .... ... ..

4 3. İ kile m T an ık.. . ... · ·· ······ · · · · .. . ....... . . .. . . . . . . 90


·········-··-····-··-·---···-···-- · ··· . .. . .. . ... . . . . . .... ....

İş Ahlakına Dair Bir Başka İkilem (Vurgu Ahlak Ü zerinde)


44. İ kilem Şeyt an ın K imyage rle ri

Be ş Kıssadan Hisse: İlahi Adaleti Ararken .. .. .. . . .... .............94


.

45 . İ kilem Meyve Verme yen Ağaç......... ................................................. .. . 95


46. İ kile m Eyüp'ün Kaderi.. 97 .. ................................. .... ....................... ... . .

47. İkilem K urbanlık K uzu ............................... .......9 8


... ....... ........._ . .

4 8. İkilem Mode rn Zamanların Me rhametlisi . . . 100 .... ............. ......

49 . İkilem Dilenc i L azarus

Maymun Y akaları
50 . İkile m M aymun Yakası.... ............ ..... .. .. ....... ................ 105 .

5 1. İ kile m M aymun Y akasının Devamı... . . .. ..... .. .... . .. . . 109 . ... . ... . .. .. ... ._. ... . .

5 2 . İ kile m Hayat Adil Değ iL. . ........ ................. . ..... ...... 1 1 1


53. İkilem Çoc ukların Etik Bencilliği

İyi Bir Y aşam Pe şinde ----··----- - - - ·--- · - - · - - -.. -- · --


· ·- ·
---- - - ------- 115
54. İkile m Zengin Adam İ kile mi . . 1 16
55 . İ kile m G üze llik Bat ağ ı ... .
.... .. .. ............. ............ ... . . .. . . . . .. . 1 1 8
.. . . . .

56. İkile m İyi Y aşam.......... .. .. ............................. ....................................... .... 122

V agon larla İ lgili (Aslın da K imsenin U mursamadığ ı)


Üç İ kile m Daha
57. İkile m Shangri-L a' ya Giden 99 Sefer Sayılı U çak . 125
5 8. İkile m Tehlike li Isırıklar........... .............................. .... .... 127
59. İkile m Te rörist . . .. ...... 12 8
Gözetim Notları
60 . İkilem Panoptikon... .. .... ...... . . . . . 1 31
6 1 . İkilem Panoptikon: İkinci Bölüm. . . . . . ............ . . 1 33
62. İkilem Panoptikon: Üçüncü Bölüm.. ······· · ······· ·· ·· · ··· ···-·- 1 3 5
63. İkilem Panoptikon: Son Bölüm ... . ..... . . . . ... ......... 13 7

Hayvanlar da Var: Vejetaryenin İkilemi


64 . İkilem Plutarkos'un Tatsız Yemeği . .....-- 140
6 5 . İkilem Canavar . .. ... . ....... . .. .... ..
. 142 .__

66 . İkilem Plutarkhos'un YanıtL . . . .... .. . ... 143 .. __

67. İkilem Aziz Paulus'un Görüşü ...... .............. . . . .. 145 . .. __

68. İkilem Hrisostomos'un UyarısL. ... . . . ········· · 146 --

Ahlaki Bakımdan Şüpheli Peri Masalları


69 . İkilem Kurbağa Kral -·-· · 149
70. İkilem Ardıç Ağacı: Şeytani Bir Peri MasalL....-..153
7 1. İkilem Eğitici Bir Hikaye. . 159 . _

72 . İkilem Kanunsuzlar: Çağdaş Bir Masal

Görecistan Hikayeleri
7 3. İkilem Görecistan'ın Kelleri 16 7
74 . İkilem Saç Ülkesi'nin Kelleri II .......... . . .... ....
. . .. . __ 1 70
75. İkilem Yalnızca Tatlı 1 72
76 . İkilem Akrabalarla İlgili Başka Bir Sorun:
Şeref Meselesi .. ......... .. . . ...... ... .. .. .. . .......__ 1 74

Savaş Etiği
77. İkilem Çetin Mücadele..... .. . .. 177
78 . İkilem Birkaç Savaş 1 80
79 . İkilem Temelsiz ve Yanlış İnanç_ ···· -·-· · ····· 1 82 --

80 . İkilem Caydırıcılar_·-······-··· · ·-·--···-· ·- .. .. ..... .... 1 84 . .. ... __

81. İkilem Terör Okulu 1 87


82 . İkilem Nefret Vaizi.·-·····--·---·--···-····-·--··· -·····------·- 190
Çevre Etiği
83 . İkilem Dodonun Çağrısı. .. . .... · -·· ···· - ···-·· · ·· ·····-· · · · ···· - ······· 19 8
84. İkilem Kurdu Öldürmek . 199 .

85. İkilem Yeşil Devrim . .... ............. 2


. 01
86. İkilem Acı İyidir . . . ... ......... ..203

Parasal Konular
87 . İkilem Açgözlülük İyidir. ......................................... ..................... . .. . 205
88. İkilem Ölüm ve Vergiler .. . ...... . . . . . 207

Hukuki İkilemler
89 . İkilem Sert Adalet .. ... · ··· ···· ·········· ··· · 2 10
90 . İkilem Sam'in Oğlu.. . . . . . 2 12
9 1 . İkilem Twinkies: Anormal Davranış . ... . .. 2 14
92. İkilem Twinkies: Kötü Karakter Sahneye Çıkar 2 19
93 . İkilem Diktaşehir Kent Meydanı. . . ....... . . 223

Ada Ahlakı
94 . İkilem Korunaklı Ada . . ... . .......... . ............ . ...... . ..... . 226
9 5 . İkilem Korunaklı Ada il: Karatavuklar . . .230 . .

96 . İkilem Korunaklı Ada 111: Suratsızlar . . . . .. 23 1 ...

Sadece Filmlerde Görülebilecek Ahlak İkilemlerinden


Birkaçı Ahlaki Kararlar Almak Açısından Bize
Ne Söyleyebilir?
9 7 . İkilem B-filmi Açılışları.. .. . .. ..... . 234
9 8. İkilem Ana film: Otomatik Portakal İkilemleri . . 236 .. .

Araçlar Olmasa da Sonuca Yakınız.... . .... . . .. .... . .... ..... . . . .. 23


. 7
99 . İkilem 100 Kişilik Köy .. .. . . . .. ........ .... .. .... .. . . .. ... . ... 23 8
100. İkilem Voltaire'in İkilemi ... 241
10 1 . İkilem 10 1 Pragmatik Cevap... .. .. . . . . .. . . . ... .. .. ... ..... . ... . . . . ..243
Tartışmalar.. . . 245
Sözlükçe ·-···--··------- 469
______ ____

Notlar ve Yollar................ ......_____. 489


Diğer Kaynaklar . . 503
İLERİ!

Ahlak, önemli seçimler hakkındadır ve önemli seçim­


ler ikilemlerdir. İkilemin Eski Yunancası " iki boynuz"
anlamına gelir. İkilemin boynuzları; sadece iki seçenek
vardır: Var ya da yok, olmak ya da olmamak, doğru ya
da yanlış. Hatta belki de yalnızca tek bir seçenek, ikile­
min boynuzları arasında yolunu bulmak seçeneği vardır.
Bu, terimin özgün anlamına daha yakındır.

Yüz bir ahlak ikilemi, göze oldukça büyük bir sayı gibi
görünüyor. Aklınıza gelebilecek temel konuları kapsama­
ya yeterli olabilir. Ve burada kapsanan çok sayıda konu
var. Ancak ahlak derin bir kuyudur; bir kere kovayı içine
daldırdınız mı, kovanın kuyunun dibine varıp varmadığını
size belli edecek bariz bir ses duyulmaz. Aksine, kendimizi
insan ruhunun derinliklerine inerken buluruz ve karşımıza
çıkan manzara hiç de hoş değildir. Aslına bakılırsa, her
ikilem bir kova dolusu su olsaydı ve biz 1 0 1 ikilemi alıp
Sahra Çölü'ne boşaltsaydık, ahlaki güçlüklerle karşı karşı­
ya olan dünyamızın sayısız sorunu karşısında bu kitabın
yapabileceği etki, olsa olsa, boşaltacağımız suyun çevresel
güçlüklerle karşı karşıya olan bu coğrafyada yaratabileceği
etki kadar olurdu.

İnsanların temel doğasına dair en eski sorular hak­


kında ne diyebiliriz; aslen iyi miyiz yoksa kötü mü?
xiii
Bilmiyoruz. Yaşam ne zaman başladı, ya da ne zaman
sona erecek? Belirsiz. Duruma göre değişir. Ahlaki
mutlaklar var mıdır? Öyle olduğunu düşünmek isteriz.
Pekala, kova en azından kilit konulara temas edebilir
mi? Aslına bakılırsa, hayır. Doğru düzgün sorular sor­
mamızı bile sağlamaz, çünkü araştırmanın "epik" nite­
liğine rağmen, en nihayetinde ahlaki yaşamın krizleriyle
uğraşılmış olmaz.

Böyle ifade edince, durum gerçekten de umut kırıcı


olabiliyor. Ancak asıl mesele bu değildir ve böyle ifade
edilmemelidir. Zira kurallar önermek veya moral yük­
selten bir söylev işlevi görmek ne ahlakın ne de hele
hele bunun gibi bir kitabın amacı olabilir. Ahlakın
amacı daha çok, yolumuzu bulmamıza yardım edecek
yeteneklerimizi geliştirmek, Antik Çinlilerin "Tao"
dediği ancak bizim "yol" olarak ifade edebileceğimiz
şeyi bulmamızda bize yardımcı olmaktır. " Adaletin"
doğasına getirdiği en ayrıntılı tarifte Platon'un, sorduğu
sorulara, tıpkı bir seyyahın gideceği yere çıkan yolu keş­
fetmesi gibi cevap bulan birinden bahsetmesi rastlantı
değildir. Bu kişinin zıttı olan diğerleri, yani bizim gibiler,
bilinmeyen topraklardaki yabancılara benzerler; acayip
sınır taşlarına ve yarım yamalak anlaşılan talimatlara
bel bağlarlar.

Ancak ahlak bir yolculuksa bile, bireyin yönünü tek


başına bulmasının yeteceği bir yolculuk değildir; her ne
kadar, pek çok insanın kafasında yola çıkarken bunun
yeteceği yanılgısı olsa da. Antik filozoflar oldukça farklı
bir yaklaşımın gerekli olduğunu fark etmişlerdi. Onlar
için ahlak, daha uyumlu hale gelebilmesi amacıyla dün­
yayı nasıl düzenlemek gerektiğinin araştırılmasıydı. Bu
filozoflar dünyayı bir organizma olarak görüyorlardı ve

xıv
onun "doğru düzenini" , yani sağlığını ve iyiliğini tesis
etmenin yolunu arıyorlardı. Bu anlamda ahlak bütü­
nüyle pratik, hatta politik bir çalışmaydı. Bu çalışmanın
o dönemden bu yana ortaya konan çeşitli felsefi var­
yantları yanlış adlandırılmışlar, çünkü yanlış anlaşılmış­
lardır. Ahlak, adalet arayışına odaklanmıştı ve adalet
-Grekçede dikaiosyne- yasal anlamından ziyade manevi
anlamıyla ele alınıyordu ve bilgelik fikriyle yakından
ilişkiliydi.

Marksistlerin bundan hoşlanmaları gerekirdi, ancak


Marx ve Engels, ahlakı üstyapının, yani burjuvazinin
yalanlarının inşasında kullanılan bir mit üretme pra­
tiği olarak reddettiler. Tiksintiyle şöyle haykırdılar:
" Filozoflar bugüne kadar yalnızca dünyayı yorumla­
dılar; asıl mesele onu değiştirmektir! " Ve günümüzde,
bu küçümsemenin yankılarıyla solda olduğu kadar
sağda da her zaman karşılaşıyoruz. Ancak Marx, başka
şeylerde olduğu gibi bu konuda da yanılıyordu. Ahlak,
yalnızca dünyadaki bir sonuç olmakla kalmaz; temel bir
nedendir de.

Yukarıda saydıklarımız, şikayetçi olanların ilki


olmadıkları gibi bu konuda yalnız da sayılmazlar.
Sokrates zamanının "ahlak" uzmanlarının çabalarıyla
dalga geçmişti. 17. yüzyılda Thomas Hobbes, şu ya
da bu büyük filozofun azimle devam ettirdiği ahlaktan
" daha anlamsız bir saçmalık" olmadığını söylemiştir.
2 0 . yüzyılın başlarında mantıkçı pozitivistler bütün
ahlak nosyonunu "kabul edilemez" olarak nitelediler.
Gerçekten de filozoflar kendi konularına şu ya da bu
şekilde öyle etkili ve ağır bir eleştiri getirdiler ki günü­
m üzde ahlak, genel olarak özel ya da kamu politikası
oluşturmaya yönelik ciddi girişimlerin önünde engel
olarak görülmektedir.
xv
Bir strateji belirlemek amacıyla başvurulabilecek,
felsefenin kuşkulu kılavuzluğundan başka birçok kay­
nak vardır elbette. Din vardır; gerçekte ahlakın en eski
formu olan kehanetten söz etmeye dahi gerek yoktur
(Örneğin I Ching, en eski "erdemli yaşama" kılavuzu­
dur. ) . Anlatılardan oluşan sayısız donmuş ahlaki dünya
vardır, değerlerin toplumsal inşasının yarı-bilimsel ana­
lizleri vardır, hatta doğru ve yanlışın nihai hakemleri
olarak ekonomi tarafından desteklenen materyalist tek­
nikler dahi vardır. Ancak bunların hiçbiri felsefe kadar
derinlemesine araştırma yapamaz.

Haddinden çok filozof politikayı ahlakın dışına çıkar­


maya çalışmışsa da, bu ikisi hala birbirine aittir; aynı
madalyonun iki yüzüdür. Aristoteles'in dediği gibi: " İnsan
için en üstün İyi'yi araştıran bilim politikadır." Birileri
bu "çalışmayı", Susan George'un sözleriyle, "gereksiz
biçimde ihtilaflı, taraflı ve partizanca" bulursa buna veri­
lecek yegane yanıt, onun sözleriyle şu olacaktır: Elbette,
ö yle olmasını umu yorum . Zira ahlak beylik laflarla, hele
hele totolojilerle, mantık ya da matematikle değil, zor
seçimlerle, yani ikilemlerle ilgilidir. Halihazırda, doğru
ile yanlış arasında tamamen tarafsız kalınması gerektiği
konusunda ayak direyecek çok insan vardır. Birçoğu
ahlakı kavramların salt teknik analizine dönüştürmeye
hazırdır, hatta meta-etik denen, ahlaki konulara yönelik
yeni bir "katman" oluşturmaya bile girişirler. Ancak,
önce bir ahlak sunmadan nasıl olur da bir meta-etiği, yani
"ahlak-sonrasını" yaratabilirler? Dünyadan "doğru ve
yanlış" sorularını soyutlamaya çalışmak, her halükarda
beyhude bir çabadır. Gerçek ikilemler söz konusudur ve
alınması gereken gerçek kararlar vardır.

Ne kadar gerçek? Ne tür kararlar? Büyük kararlar


mı yoksa küçük kararlar mı? Fakat büyük kararlar
xvi
çoğunlukla küçük kararlardan meydana gelir. Sherlock
Holmes, Case of Identity eserinde, "Küçük şeyler her
şeyden önemlidir; bu benim için uzun süredir kişisel
bir aksiyomdur" der. Kuşkusuz, Ağustos 1 945'te Enola
Gay uçağına atom bombasını yükleyen kişi, küçük
kararlardan oluşan uzun bir zinciri takip ederek küçük
bir karar alıyordu fakat bu kararı günün ilerleyen
saatlerinde yüz binlerce masum insanı öldürdü. Yine
de bu küçük bir karardı; "doğru veya yanlış" diye nite­
lenebilecek bir yanı yoktu (Her gün uçaklara bir şeyler
yüklüyordu zaten! ) . Etik, çoğu zaman gerçek soruları
bütünüyle gözden kaçırır.

Bir anlığına duralım ve büyük resme yeniden baka­


lım. Atom bombasının atılması belki de şimdiye kadar
verilmiş en büyük karardır? Bombayı erkeklerin, kadın­
ların ve çocukların yaşadığı bir şehre atıp atmamak?
Büyük çocukların, ortancaların, ya da küçüklerin üstü­
ne atmak? Yaşlıların, engellilerin ya da hastaların üzeri­
ne salıvermek? Kader mi yoksa değil mi?

1 945 ilkbaharında ABD Hava Kuvvetleri bütünJapon


şehirlerinin üzerinde adeta cirit atıyordu, Tokyo'nun
ahşap evlerinden başlayarak daha küçük şehirleri silip
süpüren alev denizinin içine binlerce napalm bom­
bası yağdırıyorlardı. Japonlar zalim ve merhametsiz
düşmanlardı ve - askerlerden çok sivillerden oluşan
- kurbanlarını ne umursamış ne de onlara merhamet
etmişlerdi, onları hayvan olarak görüyorlardı. Minoru
Matsui'nin]apanese Devils (Japon Şeytanlar, 2002) adlı
belgeselinde bizzat Japon askerlerinin anlattığı kadarıyla
birlikler; erkekleri, kadınları, çocukları ve evet, bebekle­
rin de aralarında olduğu insanları katletmişlerdi. İkinci
Dünya Savaşı'nın galipleri şimdi mağluplarından ahlak
dersi almış gibiydi.
xvii
Oysa diz çökmüş Japon halkı karşısında şimdi,
galip gelenlerin kendi yüce değerlerini, merhametlerini
ve insanlıklarını gösterme zamanıydı. Bunun yerine,
ABD savunma bakanının başkanlık ettiği bir askeri
etik komite, atom bombası kullanıp kullanmamaya
karar vermek üzere toplandı. Komitenin isimsiz üye­
lerinin önünde Manhattan Projesi'nde çalışan bilim
insanlarının raporu duruyordu, ABD'nin bir daha asla
kapatamayacağı Pandora'nın kutusunu açmaması için
bombanın kullanılmasına karşı çıkıyorlardı. Komite
(Amerikan halkının aksine), Japonya'nın askeri yenil­
giye uğradığını ve son kamikazeye• kadar direnmek
bir yana halihazırda teslim olma koşullarını müzakere
etmek istediklerini biliyordu. Ve aynı komite bombanın
atılması yönünde karar verdi.

Herhangi bir yere değil, elbette. Bu etik olmazdı.


Ama bir dağa atarak da ziyan edemezlerdi hani. En
iyisi, diye karar verdiler, "çok sayıda işçinin çalıştığı
ve işçilerin civardaki evlerde yaşadığı önemli bir askeri
tesise atılsın. "

Karar böyleydi. ABD Deniz Kuvvetleri müsteşarı


Ralph Bards, kararı protesto ederek istifa etti. Japonların
en azından bu yeni silahın yıkıcı gücü konusunda uya­
rılmaları gerektiğini düşünüyordu. 1 7 Temmuz 1 945'te,
New Mexico çöllerinde yapılan başarılı bir denemenin
ardından, atom araştırmacıları başkana bu silahın kul­
lanılmaması yönünde bir mektup yazmaya karar verdi-

Temmuz 1946'da yayımlanan resmi ABD Stratejik Bombardıman İn­
celemesi, "Atom bombaları atılmasaydı da Japonya'nın teslim olaca­
ğını" doğrular. (Bkz: Robert Lifton, Hiroshima in America: Fifty Years
of Denial (New York, 1995). Bu ve diğer gerçekler, Sven Lindqvist'in
A History of Bombing (Granta, 2001) adlı, insanı dehşete düşüren
çalışmasından alınmıştır. İkilemlerle ilgili buna benzer dipnotlar ve
kaynaklar için kitabın sonundaki Notlar kısmına bakınız.

xvııı
ler (Truman belki bu mektubu hiç görmedi; çünkü önce
ara kademedeki askeri görevlilere iletildi. Bu aşamada
da pek çok kararlar verildi . . . ) . Daha sonra, Potsdam
Deklarasyonu kapsamında ABD ve Büyük Britanya,
Japonya'yı "kayıtsız şartsız" teslim olmadıkları takdir­
de "hızlı ve kesin bir yıkıma" uğrayacakları konusunda
uyardılar. Lafı dolandıran bu ültimatom reddedildi.

Ve 6 Ağustos 1 945 günü, herkes sabah işine gider­


ken, Japonya'nın beşinci büyük şehrinin merkezinde
bulunan Shima Hastanesinin 600 metre üzerinde ilk
atom bombası patladı. Büyük bir alev topu altmış sani­
ye içinde 1 00.000 kişiyi yok etti.

Başkan Truman, sivil kayıpları önlemek üzere yeni


bombanın "önemli bir askeri üsse" atılmış olduğunu
açıkladı. Fakat bir ay sonra, müttefiklerin işgali altın­
daki Japonya'dan sızdırılan bir rapor bütünüyle farklı
bir tablo ortaya koyuyordu.

Hastalar neredeyse eriyip öldüler... Sonra insan­


lar. . . Bomba patladığında burada olmayanlar bile
hastalanıp öldüler. Gözle görünür bir neden olmak­
sızın sağlıkları bozuldu. İştahlarını yitirdiler, saçları
dökülmeye başladı, vücutlarında mavimsi lekeler
görüldü; burunları, ağızları ve gözleri kanamaya
başladı. Vitamin enjekte etmeye başladık ama iğne
deliğinin etrafındaki etleri çürüdü. Ne yaparsak
yapalım hastalar öldü.

ABD de kendi raporlarını yayımladı. Bir hükümet


raportörü bombanın " heykeltıraşların gıpta edeceği
müthiş güzel bir manzara oluşturduğunu" yazdı. Bu
öyle güçlü bir manzaraydı ki kişi kendisini "doğaüstü

xıx
bir şeye tanıklık ediyormuş gibi" hissederdi. Bir general,
bir grup bilim insanının Hiroşima'da radyasyondan iz
bulamadığı konusunda Kongre'yi temin etti; zaten her
halükarda radyasyon zehirlenmesi "çok hoş bir ölüm
şekliydi". Gerçekler genellikle tartışma konusu edilir.
Hiç kimse olguların değerlerin peşine takılmasına izin
vermemelidir. Buna karşın en kritik zamanlarda değer­
ler bile güvenilmez görünebilir; değerleri tanımlamak
kadar Üzerlerinde anlaşmak da güç hale gelebilir.
Şimdi bu konuyu bir tarafa bırakıp kendisini bir iki­
lemle karşı karşıya bulan ünlü Amerikalı golfçü Bobby
Jones'un öyküsünü ele alalım. Kendisi turnuvanın galibi
olarak görülüyordu ama topu hizalarken yanlışlıkla
dokunmuştu ve kimse bunu fark etmemişti. Hiç kimse
bilmese de o bunu biliyordu. İki vuruşun daha topla­
ma vuruş sayısına eklenmesi için ısrar etti, bu da onun
birinciliği kaybetmesine neden oldu. Kendisine ikincilik
ödülü takdim edilirken turnuva yetkilileri onu bu etik
davranışından ötürü övgüye boğdular. Onun yanıtı ne
oldu? " Saçmalamayın! Beni övecekseniz pekala banka
soymayan insanları da övebilirsiniz ! "

Bobby doğru bir seçim mi yapmıştı? Elbette, yaşasın!


Ama hayır, onun bakış açısına göre birini yanlış bir şey
yapmadığı için övmek anlamsızdır. Çoğu insan, çoğu
zaman, doğru nedenlerden ötürü doğru şeyleri yapıyor
ve tantana etmeden hayatlarına devam ediyorlar. Bu
anlamda, etiğin çoğunlukla "yanlış olana" , yanlışın
neden yapıldığına, ne olduğuna ve gerçekten var olup
olmadığına odaklanması utanç vericidir. Bu durum,
pratik etiğe, yani gerçek etiğe, eylem içindeki etiğe değil
de "ahlaki akıl yürütmeye" odaklanmanın sonucudur.
Pratik etik dinleme, tepki verme, duygudaşlık, uzlaşma
gibi pek çok yeteneği içinde barındırır.

xx
Diğer taraftan, katı kurallara dayalı etik, yüzyıllar
boyunca filozofların gözbebeği olsa da, insanoğlunun
gelişimi için, bağnazlık, hoşgörüsüzlük ve çekilen acı­
ların üstesinden gelebilmek için bir reçete olamamıştır.
Bertrand Russell bir keresinde, "Temiz bir vicdanla
verilen ceza, ahlakçılar için mutluluk vericidir", diye
yazmıştı. Bu kitap okuyucuya takip edilecek katı kural­
lar önermiyorsa ya da problemlerle "olgular temelinde"
buyurgan bir şekilde ilgilenmiyor, etkileyici ve kibirli bir
özetle sonlanmıyorsa umarım okuyucular bunun için
minnettar kalacaklardır.

xxi
KULLANMA KILAVUZU

Felsefe bir etkinliktir. Hatta bir tür düşünce dene­


yi gibi bile düşünülebilir (Ve bunun bir tür mantıksal
döngü ya da paradoks teşkil eden örnekleri de vardır.) .
B u nedenle burada sunulan ikilemler v e hatta tartışmalar
pasif bir şekilde kabul edilmemelidir. Bunlar, felsefi tek­
niklere, hatta felsefi ve ahlaki olgulara dair sağlam bir
temel oluşturmak için ezberlenebilir; ama felsefe böyle
yapılmaz. Felsefe yapabilmek için bu kitabı eleştirel
bir bakış açısıyla, kabulleri sorgulayarak, argümanları
tartışarak okumanız gerekecektir. Bir filozofun ayırt
edici özelliği tam da budur. Ne var ki bu, aynı zamanda
sofistlerin ve bilgiçlik taslayanların da ayırt edici özelli­
ğidir (İnsanları süslü konuşmalarla şaşkına çevirmekten
hoşlanırlar ya da önemsiz meselelerde kılı kırk yararlar.).
Dolayısıyla bu noktada birkaç uyarı yararlı olabilir.

1 . Tuhaf bir ahlakçı coşkusuyla, kitabı bir oturuşta


baştan sona okuma hevesine kapılmayın. Bunun yerine
ikilemleri acele etmeden, teker teker ya da en fazla grup­
lar halinde ele alın.

2. Konuları, benim bir arkadaşımın yapmaya


çalıştığı gibi "mantıksal" formlarına parçalamaya asla
çalışmayın. Bu çabası yüzünden neredeyse deliriyordu
ve şimdi "kurumsal yönetim" dersleri vermekle yetin­
mek durumunda. Zavallı arkadaşım.
xxiii
3. Son olarak, problemleri öğrencileriniz, çocuk­
larınız ya da köpeğiniz üzerinde çokça sınamayın, hele
hele bıktırıcı egzersizler olarak kitabın bütün içeriğini
kendilerine zerk etmeye kalkmayın. Çünkü felsefeye,
meraklı bir zihinle yaklaşmak, yorgun ve isteksiz bir
zihinle yaklaşmaktan çok daha iyidir.

101 Ahlak İkilemi, gerçek ve kurgusal hikayelerin,


felsefi kuramlar ve tefekkürlerin bir karışımıdır. Sonunda
çözümleri verilen mantık bilmeceleri içermez; etiğin
konusu bunlar değildir. Gerçekten de 1 0 1 düşünceden
ve hatta düşünce deneyinden oluşur. Her biri kendi başı­
na okunabilir ve üzerinde düşünülebilir. Bu nedenle, bu
kitabın size bir anlam ifade edebilmesi için onu yavaş­
ça okuyun ve arka planındaki tartışmaları bütünüyle
görmezden gelmekten çekinmeyin. Kaçınılmaz olarak
bu amaca hizmet ediyor gibi görünse de bu tartışmalar
birer çözüm değil, diyaloğa bir katkıdır ve diyaloğun
karşı tarafında okuyucunun kendisi yer alır. Bu nedenle
" insanların kabul edemeyecekleri" "politik" ya da olgu­
sal iddialar içeriyor (Belki de parantezlerin içine sızmış­
lardır. ) olsa bile, okuyucu kitabı tiksintiyle bir kenara
atmamalıdır. Her şey bir yana, bu etik olmayacaktır.
Her halükarda etiği hiç kimseye pratik kullanım alanı
sunmayan, dolayısıyla da kimsenin gerçek hayatta kul­
lanmadığı göstermelik hoşbeşlere indirgemekten daha
yararsız ve kendi kendine ihanet eden bir çaba olamaz.
İnsanlara yardım etmek iyi, zarar vermek kötü olabilir;
yine de, "iyi iyidir" ve "kötü kötüdür" demek ne kadar
kulağa hoş gelse de felsefeyle ilgilenmeyenleri tatmin
etmeyecektir. Bizi de tatmin etmemelidir. Etik tartışma­
ların gerçek zeminine ulaşabilmek için bu tür "analitik"
doğruların ötesine geçmeliyiz.

xxıv
Bu nedenle bu kitabı kullanmanın en iyi yolu iki­
lemlere bir ordövr tabağıymış gibi yaklaşmaktır; tartış­
malar ise yemeğin sonunda yenilen tatlıdır; ikilemleri
çözmeyi de ana yemek olarak kabul edip kendinize ayı­
rın. Çünkü en önemli - ve en ilginç - kısım bu noktada
başlayacaktır.

xxv
FELSEFİ RESİMLERE DAİR NOT

Her bölümün başında o bölümü tanıtan bir resim


yer alıyor. Fransız ressam Judit tarafından felsefi metin­
leri görselleştirmek için çizilen resimlerin her biri, zihin­
de olmasa da beyinde iki bölümün bulunduğunu kanıt­
lıyor. Biri imgeleri, diğeri de kelimeleri işler; imgeleri
işleyen bölüm çok daha kuvvetlidir. Böylece, ikilemlere
yeni bir katman eklemiş oluyoruz.

xxvıı
ISINMA TURU:
DÖRT ŞÜPHELİ İKİLEM
İKİLEM 1
CANKURTARAN FİLİKASI

Savaş gemisi Kuzey Ruhu, makine dairesinden torpi­


doyla vurulunca hızla batmaya başlar. Kaptan Taşyürek,
"Gemiyi terk edin ! " diye bağırır. Ama yalnızca birkaç
cankurtaran filikası kullanılabilir haldedir. Haddinden
fazla dolan filikalardan biri, batmakta olan gemiden güç
bela uzaklaşır. Taşyürek pruvadadır. Kurtarılmak için
yalvaran, bağırıp çağıranların umutsuz haykırışları At­
lantik'in buz gibi, gri sularında yankılanmaktadır.

Küçük filika alabora olursa içindekilerin de haya­


tının tehlikeye gireceği göz önüne alınırsa, daha fazla
denizci filikaya alınıp kurtanlmalı mıdır?

3
İKİLEM 2

DAHA DA BATMAK

Taşyürek, anlaşılmaz bir şekilde nefes nefese (Latince)


mırıldanmaktadır; sonra "Durmak yok" diye haykırır. Fi­
likada bulunanlar, Anglosakson dilinde "bu bir cinayet",
"acımasız pislikler" ve hatta "Kaptanlar gemilerini terk
etmez" diye söylenseler de, itaat etmeye alışmışlardır. Bu
sırada, kabin memuru Tom olduğu anlaşılan ve bin bir
güçlükle filikaya ulaşmayı başaran genç adam, donmuş
elleriyle kahramanca ve son bir umutla filikanın küpeşte­
lerine (her ne demekse) tutunarak kendisini filikanın içine
atmaya çabalamaktadır. Ancak bu esnada filika tehlikeli
bir şekilde sallanmaya başlar.

Taşyürek filikanın arka tarafından Tom'un en yakı­


nındaki aşçı Bert'e "Denize ittir şunu! " diye bağırır.

Berl bu emre uymalı mı?

4
İKİLEM 3
PSİKOLOGUN ÖYKÜ SÜ

Stanford Üniversitesinden psikolog Dr. Philip Zim­


bardo bir deney yaptı (1971 ) . Deney, gönüllü öğrenciler­
den ( biri tamamen kadınlardan) oluşan grupların ikiye
ayrılmasıyla başladı. Daha sonra gruplardan biri " kişi­
liksizleştirildi": Adları numaralarla değiştirildi, elbise­
lerinin üzerine laboratuvar önlükleri giydirildi ve baş­
larına sadece gözlerini açıkta bırakan başlıklar takıldı.
Deneyin "mahkumları" oldular. Özel hazırlanmış sahte
hapishaneye yerleştirildiler. Diğer yarı da benzer şekilde
kişiliksizleştirildi ama bu kez laboratuvar giysileri ve nu­
maralarla. Onlar da "gardiyan" oldular.

Gardiyanlara "mahkumları" denetleme yetkisi veril­


di, onlar da bu yetkiyi geceleri gizlice kötüye kullandılar.
Fark edilmediklerini sanıyorlardı. Gece yarısında çıplak
arama yaptılar ve mahkfunlara elleriyle tuvalet leğenlerini
temizlemek gibi ek cezalar verdiler. Gündüzleri sözle taciz
ettiler, yürürken çelme taktılar ve kahkahalarla güldüler:
Şakacılar!

Gerçekten de, video kayıtlarına göre altı gün içinde


gardiyanların davranışları öyle sadistçe ve şiddet dolu bir
hal aldı ki deney derhal sonlandırıldı. Gönüllü öğrencile­
rin aşırılıkları karşısında Zimbardo da şaşkına dönmüş-

5
tü. " Bunlar barışsever çocuklardı," dedi daha sonra özür
dilercesine, "hepsi birer Nazi'ye dönüştü."

Diyelim ki işler bir şekilde kötüye gitti, peki ama ba­


rışseverlik ile Nazilik arasındaki fark gerçekten bu kadar
küçük müdür?

6
İKİLEM 4

GELENEK KRALDIR

İlk kez "gelenek kraldır" diyen ve geleneğin her şeyin


üzerinde tutulması gerektiğini savunan kişi Herodotos'tu.
Günümüzde, yeni antropolojik araştırmalar başka bazı
gerçekleri de açığa çıkardı. Artık BM İnsan Hakları Bil­
dirgesi gibi şeyleri gölgede bırakacak bir "geleneksel ya­
şam rehberi" hazırlayabiliriz.

Ne de olsa etik, bir topluluğu oluşturan her bir üyenin


birbirine karşı borçlu olduğu hak ve ödevler ağına tabidir.
O halde, insanlığın uzun tarihinden birkaç temel ahlaki
öğreti damıtmaktan ve iyi yaşam arayışımıza bu öğreti­
lerden başlamaktan daha iyi ne olabilir?

Geleneksel insan hakları rehberi

1 Akla gelebilecek her türlü zalimce yolla başkalarını


öldürmek ve onlara işkence etmenin temel bir hak
olduğunu savunuyoruz.
2 Kölelere sahip olmanın, insanların elinden alına­
mayacak bir hak olduğunu savunuyoruz ve bazı­
larının bu dünyaya ancak köle olmaya geldiğini
beyan ediyoruz.
3 Nedeni ne olursa olsun bebekleri öldürmenin doğal
bir hak olduğunu iddia ediyoruz.

7
4 Son olarak, yaşlı ve güçsüzleri öldürme ve daha
sonra cesetlerini yeme hakkını talep ediyoruz.

Elbette bildirge devam ediyor ve liste henüz pek uzun


değil. Fakat hiç kuşkusuz doğru yönde atılmış bir adım­
dır. Yoksa geriye atılmış bir adım mı?

8
BELKİ BİR İŞ ETİGİ DERSİNİN
ÇÖZÜLMESİNE KATKI
SUNABİLECEGİ ÜÇ KİŞİSEL
İKİLEM... HANİ, BELKİ
İKİLEM 5

İNTERNET İŞLEMİ

Oldukça kötü hizmet veren bir internet satış sitesin­


den yeni bir bilgisayar aldınız. Bilgisayar eve gelince, öde­
memiş olduğunuz halde, faturada bilgisayarın parasının
ödendiği yazıyor. "Parayı posta yoluyla gönderdim."
seçeneğini tıklamış sonra da göndermeyi unutmuşsunuz.
Bu durumda:

Hiçbir şey fark etmeyecekleri umuduyla sessiz mi ka­


lırsınız? Yoksa arayıp çekin postada olduğunu haber mi
verirsiniz?

10
İKİLEM 6

TOST MAKİNESİ

Sam'in ev arkadaşı pahalı ıvır zıvıra düşkün biri. Ör­


neğin tostun üzerine o günkü hava durumunun simgesini
işleyen tost makinelerini ya da bahçedeki havuz için gü­
neş enerjili fıskiyeleri seviyor. Tost makinesi her zaman
tostun yarısını yaktığı diğer yarısını da pişirmeden bırak­
tığı için mutfak dolabında duruyor, bahçe fıskiyesi de bir
gün sonra tıkandı ve havuzun dibini boyladı.

Talep edilmemiş olduğu halde, posta kutusundan, ar­


kadaşının adına yollanmış, çok lüks ve aşırı pahalı ürün­
lerin adrese teslim satıldığı bir dükkanın tanıtım kataloğu
çıkıyor.

Şimdi Sam arkadaşı yoldan çıkmasın diye bu kataloğu


ortadan kaldırmalı mı, yoksa eve geldiğinde ona verip
korkunç bir yanlış daha yapmasını mı beklemeli?

11
İKİLEM 7

YALANCI

Zavallı Zjamel. Erkek arkadaşı bugünlerde ondan çok


Ethel ile vakit geçiriyor. Merakından ziyade kendi varlığı­
nı hatırlatmak için, erkek arkadaşına "Aranızda bir şeyler
mi var?" diye soruyor.

Ancak Bernard'ın gerçekten de Ethel ile bir ilişkisi var.


Öte yandan, bu ilişkiyi çok "ciddiye almıyor". Ethel evli,
Bernard da son zamanlarda epey zor bir dönem geçiren
Zjamel'e aslında oldukça bağlı . Ne onu üzmek ne de ona
yalan söylemek istiyor. Dişlerini sıkıp Nietzsche'nin "Ya­
lan söylemek, yaşamsal bir zorunluluktur" ve "varolu­
şun korkunç ve sorunlu özelliklerinden biridir" sözlerini
hatırlayarak, "Elbette hayır sevgilim" diyor ve Zjamel'e
kocaman bir öpücük veriyoı:

Zjamel'in içi rahatlıyor ve kendisini çok daha iyi his­


sediyor. Zaten birkaç ay içinde Bernard ile Ethel bu ilişki­
den sıkılıyorlar ve daha sonra hiç kimse bu konuyu aklına
getirmiyor.

Bernard doğru olanı mı yaptı ?

12
(BİRLİKTE ÇÖZÜLMESİ GEREKEN)
ÜÇ KARMAŞIK VAGON İKİLEMİ
İKİLEM 8

ŞÜPHELİ BAGIŞÇI KLİNİGİ

Arka Sokaktaki Organ Dükkanında görev yapan


Doktor Adanmış'ın çeşitli organ yetmezliklerinden dolayı
hayatı tehdit altında olan beş hastası var. Birinin kalbe
ihtiyacı var, birinin mideye, bir diğerinin akciğerlere, bir
başkasının ise başka bir organa . Resmi gözünüzün önün­
de canlandırdınız mı? Hepsinin organa ihtiyacı var fakat
o sırada, yeterli sürede organ bulmak mümkün görünmü­
yor; organ bulunamadığı takdirde hastaların hepsi öle­
cek ...Dr. Adanmış'ın henüz tedavi ettiği bir hastası daha
var, şimdi dinlenme odasında sessizce uyuyor. Başvuru­
labilecek yollardan biri de, hatta tek yol, bu iyi dokto­
run altıncı hastayı acil organ deposu olarak kullanıp beş
hastasının hayatını kurtarmasıdır (Bunu yaptığında depo
gibi kullanılacak hasta elbette ölecektir. ).

Dr. Adanmış, hepsi de çok iyi insanlar olan beş has­


tasının kaderine çok üzülüyor ama bir yandan da başka
bir hastayı bu şekilde kullanmanın "uygunsuz" olacağı
konusunda kaygılanıyor.

Bu pazarlıkta bir can verip beş can kurtarılabilir; an­


cak bunun etik olduğu söylenebilir mi?

14
İKİLEM 9

MEŞHUR ÜSTGEÇİT İKİLEMİ

Fred, eve giderken her zaman tren yolunun üzerinde­


ki üstgeçitten geçer. Bir gün, üstgeçidin korkuluklarından
b akarken kontrolden çıkmış küçük bir vagon görüyor;
her nasılsa freni patlamış ve raylar boyunca tehlikeli bir
hızla ilerliyor. Yalnızca birkaç saniye içinde, köprünün
altından geçip plastik kaplardan öğle yemeklerini yemek­
te olduklarından çevrelerine pek de dikkat etmeyen bir
grup eğitimsiz demiryolu işçisine çarpacak (Hükümetin
özelleştirme politikası nedeniyle düzgün eğitim alamamış­
lardır ki bunun ne kadar ahlaki olduğu da tartışılabilir.).
Saniyeler içinde vagon köprünün altından hızla geçip işçi­
lerin arasına dalacak!

Fred, bulunduğu yerden işaret kulübesindeki işaret


memurunu kolaylıkla görebiliyor; o da yaklaşmakta olan
felaketten habersiz . İşaret memurunu çabucak makas de­
ğiştirmesi için uyarabilirse vagonun tam zamanında yön
değiştireceğini fark ediyor. Ama her şeyi karmaşıklaştıran
bir şey var: Fred, diğer yolda da başka birisinin bulundu­
ğunu görüyor. Olup bitenin farkında olmadan, topladığı
kelebekleri elindeki kavanoza koyan ihtiyar bir kadın ...

Fred sinyal memurunu uyararak freni patlamış vago­


nun "yalnızca ihtiyar kadını" ezmesini mi izlemeli, yoksa
hiçbir şey yapmayıp piknik yapan beş demiryolu işçisinin
ölmesini mi seyretmeli?

15
İKİLEM 1 0

İNSAN GÜLLE

Evet! Evet! Evet! Fred bunun çok basit bir tercih oldu­
ğunu düşünüyor. Bağırıp çağırarak sinyal memuruna el
işaretleri yapıyor am a - kahretsin! - adam, kendisinden
beklendiği gibi onu anlamıyor ve hiçbir şey yapmıyor. Ku­
lübeye gidip makas değiştirmesi için de vakit yok. Keşke
yanında raylara atacak kocaman bir şey, örneğin büyük
bir kaya olsaydı! O zaman vagonu raydan çıkarır, her­
kesin hayatını kurtarı rdı. Elbette etrafta kaya filan yok.
Yalnızca kulağına "walkman" takmış, üstgeçitte tam tren
yolunun hizasında oturup sigara saran iriyarı bir genç var.
Fred'i fark eden genç ateş var mı diye soruyor; isterse onu
köprüden aşağı itmek için harika bir fırsat .

Fred, dehşet verici ve korkunç bir ikilemle karşı kar­


şıyadır.

Fakat işçileri kurtarmak için dahi olsa birini köprüden


atarak öldürmek haklı bir davranış olabilir mi?

16
İNİŞE GEÇİYORUZ
İKİLEM 11
ZULMÜN İLK AŞAMASI

William Hogarth, Zulmün İlk Aşaması (1751)


© Archiv für Kunst und Geschichte, Berlin; fotoğraf: AKG, Londra.

İkinci, üçüncü ve dördüncü aşamalar ne acaba?


18
Bugünkü dersimizin konusu "Hayvanlar yalnızca bi­
rer makinedir" anlayışı . . .

Dr. Descartes, üzerinde beyaz önlüğüyle büyük bir bıça­


ğı bilemeye hazırlanıyor. Önündeki masanın üzerinde bü­
yük bir Afrika maymunu (aslında bir şempanze) duruyor.

"Size burada kalbin ve arterlerin hareketlerinin bir


açıklamasını yapmak istiyorum; zira bu hareketler, hay­
vanlarda gözlemlenen en genel hareketler olmalarından
ötürü, geri kalan her şey hakkında ne düşünmemiz gerek­
tiği konusunda bize kolayca bir yargıda bulunma fırsatı
verecek. Böylelikle bu konu hakkında söyleyeceklerimi
anlamakta daha az zorluk çekeceksiniz. Anatomide tec­
rübeli olmayanların akciğerleri olan büyük bir hayvanın
kalbinin (ki bu kalp her bakımdan bir insanın kalbine
benzer) kendi gözlerinin önünde kesip çıkarılması zah­
metine katlanmalarını isterim; böylece kalbin içinde iki
odacık ya da boşluk olduğunu görebilirler. . . "

Böyle diyen Dr. Descartes, korkunç bir şekilde ciyakla­


yan hayvanın göğsüne bıçağı daldırıyor ve zafer kazanmış
birinin edasıyla hala atmakta olan kalbi yerinden çıkarıyor.

"Matematiksel kanıtların gücünü bilmeyenlerin (bu


sırada belli belirsiz nefesi tıkanıyor) ve gerçek nedenleri
olası nedenlerden ayırmaya alışkın olmayanların söyle­
nenleri incelemeden inkar etmeye cüret etmemeleri için,
az önce açıkladığım hareketin diğer organların yapısının
bir sonucu olduğunu, bunun kalbe ve kalbin parmaklarla
da hissedilebilen sıcaklığına bakılarak da görülebileceğini
belirtmek isterim . . . "

Descartes şimdi kalbi sınıfta elden ele dolaştırmak­


tadır. " . . . aynı şekilde saatin doğasını kuvvetinden, du­
rumundan ve formundan, denge ağırlığından ve çark-

19
larından bilebileceğimiz gibi, kanın doğasını da deneyle
öğrenebiliriz." Bir an ellerini önlüğüne silmek için duran
Descartes, karatahtaya doğru ilerliyor, tahtaya harıl harıl
bir şeyler karalıyor ve ders havasına giriyor.

"Bütün bu konuları daha önce yayınlamayı arzuladı­


ğım İncelemeler adlı kitabımda ayrıntılarıyla anlatmıştım.
Aynı kitapta, başları kesildikten sonra cansız oldukları
halde bir süre daha hareket ettikleri ve toprağı ısırdıkları
gözlenen hayvanlarda olduğu gibi, can ruhlarının uzuvla­
rı hareket ettirebilme gücüne sahip olabilmesi için insan
bedenindeki kas ve sinirlerin yapısının nasıl olması gerek­
tiğini de açıklamıştım . . . "

Descartes sanki bir kez daha göstermek istermiş gibi


maymuna doğru ilerler fakat sonra fikrini değiştirir.

"... bunun yanında uyanıklığa, uykuya ve rüyalara


beyindeki hangi değişikliklerin neden olduğunu; harici
nesnelerle ilişkili olan ışık, ses, koku, sıcaklık ya da başka
niteliklerin duyular aracılığıyla nasıl çeşitli fikirler oluş­
turabildiklerini; açlık, susuzluk ve diğer bedensel hislerin
bunlar üzerinde nasıl etkili olabildiklerini; bu fikirlerin elde
edilmesine aracılık eden 'müşterek hissin' nasıl anlaşılması
gerektiğini ve bunları saklayan, değiştiren ve bunlardan
başka fikirler elde eden hafızanın ne anlama geldiğini ve
aynı şekilde, can ruhlarının kaslara dağıtan, uzuvları çok
çeşitli şekillerde ve bizde de olduğu gibi kendilerini duyu­
lara ve içsel arzulara sunan nesnelere uygun olarak hare­
ket ettiren şeyin ne olduğunu da göstermiştim . .. "

Bütün bunlar iyi hoş şeyler, özellikle de nasıl nefes aldı­


ğını görmek üzere bir hayvanın kalbini dürtükleme fikri.
Ama bir öğrenci elini kaldırıyor:

Dr. Descartes, argümanlarınızın insanlar için de geçer­


li olması gerekir, değil mi?

20
İKİLEM 12

AŞAMA 2: BAŞKA TÜRLÜ YAPMAK DA


MÜMKÜN

Dr. Descartes'ın canı sıkılmış gibidir. "Devam etme­


me izin verirseniz," diyor sert bir sesle, "can ruhlarını
kaslara dağıtan, uzuvları çok çeşitli şekillerde ve bizde
de olduğu gibi kendilerini duyulara ve içsel arzulara su­
nan nesnelere uygun olarak hareket ettiren şeyin ne ol­
duğunu da göstermiştim; fakat bu durumun insanlarda
özgür iradenin dışında meydana geldiğini de belirtmek
gerekir."

Sınıf rahatlar. Hepsi de bu anlaşılması zor kavrama,


ahlak dersinin temellerinden olan "özgür iradeye" aşina­
dır. Descartes sonunda en sevdiği konuya gelmiştir, ka­
ratahtada "Makine Olarak İnsan" başlığının altına hızla
bir şeyler karalamaya, dolaşım sisteminin ayrıntılı bir şe­
masını çizmeye başlar, henüz icat edilmemiş buhar maki­
nesi gibi soluk soluğa, şevkle çalışır.

"Bu, insan eliyle nasıl da çeşit çeşit hareket eden ma­


kineler ya da otomasyona dayalı farklı şeyler yapılabildi­
ğini bilenlere garip gelmeyecektir; üstelik bu makineleri
yaparken hayvanlarda bulunan çok sayıda kemik, kas,
sinir, arter, damar ya da daha başka şeylere nazaran çok
daha az parça kullanılır. Bu bakımdan beden bir makine
olarak kabul edilir; Tanrı eliyle yapılmış olduğu için kıyas
kabul etmeyecek ölçüde iyi düzenlenmiştir ve insan elinin

21
icat edebileceklerinden çok daha üstün bir hareket etme
yeteneğine sahiptir."

Bunu söylemeye cesaret edemiyoruz ama gerçekten


de "özgür irade" diye bir şey yoksa insanın hayvandan
farkı nedir?

22
İKİLEM 13

SONDAN BİR ÖNCEKİ AŞAMA: İKİ TEST

Dr. Descartes dersini henüz bitirmedi . İnsan olmayan


varlıkları insandan ayırt etmek için o görünmez özgürlük
kavramından başka testler de uygulayacak. Karatahta­
daki notlara gömülmüş bir şekilde, hırıldayarak devam
ediyor:

"Burada özellikle duraklamamın nedeni, bir maymu­


nun ya da aklı olmayan başka herhangi bir hayvanın dış
görünüşüne ve organlarına sahip olan makineler olsaydı,
bu makinelerin hayvanlarla aynı doğayı paylaşıp paylaş­
madıklarını tespit etmenin hiçbir şekilde mümkün olma­
yacağını göstermek istememdir. Öte yandan, bizim be­
denlerimize benzeyen ve ahlaki olarak mümkün olduğu
ölçüde bizim hareketlerimizi taklit eden makineler (puf
puf! ) olsaydı, onların gerçekten insan olmadığını anla­
mak için her zaman çok kesin sonuç veren iki test uygu­
layabiliriz. Birincisi:


Konuşmayı ve diğer işaretleri asla düşüncelerimizi
başkaları için kaydederken yaptığımız gibi kullana­
mazlar.

"Birkaç kelimeyi bir araya getirebilecek ve hatta bizim


hareketlerimize maddi tepkiler verebilecek şekilde tasar­
lanmış makineleri kolayca düşünebiliriz; örneğin, belirli

23
bir yerine dokunulduğunda ona ne söylemek istediğimizi
sorabilir; başka bir yerine dokunduğumuzda ise acıyla
haykırarak canının yandığını söyleyebilir vs . Fakat kendi­
sine söylenen her şeye yanıt verebilecek şekilde, konuşma­
sını çeşitli şekillerde düzenleyemez; halbuki en aşağı insan
bile bunu yapabilir.İkinci fark ise şudur:

• Makineler, bazı şeyleri bizim kadar hatta bizim


yaptığımızdan çok daha iyi yapmalarına karşın,
başka durumlarda kaçınılmaz şekilde başarısız
olurlar; böylece onların söz konusu şeyleri sahip
oldukları bilgiyle değil, sadece organlarının yapısı
sayesinde yaptıklarını biliriz .

"Zira akıl her türlü durumda harekete geçebilen ev­


rensel bir aygıt iken, bu organlar her eylem için özel bir
adaptasyona ihtiyaç duyar. Bundan şu sonuç çıkar: Bir
makinenin her türden olay karşısında aklımızın bize em­
rettiği şekilde davranmasına yetecek çeşitliliğe sahip ol­
ması manevi açıdan imkansızdır. "

Dr. Descartes, hevesli seyircilerini memnun gözlerle


süzer.

"Bu iki yöntem sayesinde, aynı zamanda insanlarla


vahşiler arasındaki farkı da ayırt edebiliriz . Zira mane­
viyattan ne kadar yoksun veya aptal olursa olsun, zeka
geriliğinden mustarip olanları da ayrı tutmuyorum, kendi
düşüncelerini bilinir kılmak üzere bir cümle oluşturacak
farklı kelimeleri yan yana getiremeyecek insan yoktur; öte
yandan, ne kadar mükemmel ve iyi donatılmış olursa ol­
sun, hiçbir hayvan bunu yapamaz . Bunu gerçekleştiren
şey organların istekleri değildir, zira açıktır ki saksağanlar
ya da papağanlar, kelimeleri bizler gibi söyleyebilmekle
birlikte bizler gibi konuşamazlar, yani söyledikleri şeyleri
düşündüklerini kanıtlayamaz/ar. "

24
Descartes öne doğru eğilir.

"Öte yandan, sağır ya da dilsiz olarak dünyaya gelmiş


insanlar da vahşilerle aynı düzeydedirler, hatta başkala­
rıyla konuşmalarını sağlayacak organlardan yoksun ol­
dukları düşünüldüğünde daha ileri oldukları söylenebilir.
Bu kimseler, çevrelerindeki insanlara icat ettikleri çeşitli
işaretler aracılığıyla kendilerini ifade ederler; başkaları
da onların dillerini öğrenmeye istekli oldukları ölçüde bu
kimseleri anlayabilir.Ve bu yalnızca vahşilerin insanlar­
dan daha kıt akla sahip olduklarını göstermekle kalmaz,
akıllarının hiç olmadığını gösterir, çünkü açıktır ki konu­
şabilmek için çok az şeye gerek vardır. "

"Sorusu olan var mı?" der ansızın Descartes. Sessiz­


lik . Ama yine de, bazı vahşi öğrencilerin kuşkuları vardır.
Hayvanların kendi aralarında iletişim kurduklarını düşü­
nüyorlar. Descartes'ın hayvanların belirli adaptasyonlara
ve insanların genel becerilere sahip olduklarına dair ikinci
savı da zayıf bir iddia olarak görünüyor.

İnsanlar ve hayvanlar arasındaki uçurum bu kuşkulu


varsayımlara indirgenebilir mi?

25
İKİLEM 14
SON AŞAMA: ÖLÜMSÜZ UZUV

Descartes'ın elinde sakladığı bir kart daha var; son ko­


zunu henüz oynamadı.

"Ve aynı türden hayvanlar arasında bulunan eşitsizliği


düşündüğümüzde - ki bu eşitsizlik insanlar arasında da
söz konusudur - ve bazılarının bazı talimatları diğerlerin­
den daha iyi anlayabildiklerini gözlemlediğimizde, kendi
türlerinin en mükemmeli olarak seçilen bir maymunun
ya da bir papağanın, ruhları insanlardan tamamen farklı
vahşiler olmadıkça bulunabilecek en aptal çocuk ya da
en azından zekası bulanık bir çocukla eşit oldukları söy­
lenemez. . .
"

Descartes karatahtaya döner, tuhaf bir kürk parçasıyla


tahtayı tertemiz siler ve sonra konuyu toparlar.

"Bütün bunlardan sonra akıllı ruhu tarif etmiş ve bu­


nun hiçbir şekilde maddiyattan türetilemeyeceğini göster­
miştim; akıllı ruh daha önce sözünü etmiş olduğum başka
şeylerden de türetilemez, doğrudan yaratılmış olması ge­
rekir. Şunu da göstermiştim: Akıllı ruhun insan bedenine
tıpkı kaptanın gemisine yerleştirilmesi gibi yerleştirilmesi
yeterli değildir; bedenle çok daha fazla birleşmeli ve bir
olmalıdır ki bu şekilde bizler gibi duyulara ve isteklere
sahip olsun. Ancak bu şekilde gerçek bir insanı meydana

26
getirebilir. Sonuç olarak, ruh konusunda biraz ayrıntıya
girmeden edemedim çünkü bu en önemli konulardan bi­
ridir.

"Tanrı'yı inkar edenlerin yaptıkları hatanın yanı sıra,


ki bu hatayı gereğince çürüttüğümü sanıyorum, zayıf
ruhları erdemin doğru yolundan ayıran başlıca düşünce,
ruhlarımızın vahşilerle aynı olduğunu tahayyül etmek ve
böylece, sinekler ve karıncalar gibi, bu hayattan sonra
korkacak ve umacak hiçbir şeyimizin olmadığına inan­
maktır. İşin aslı şudur ki, bu hayvanların bizden ne ka­
dar farklı oldukları bilindiğinde, ruhumuzun bütünüyle
bedenden özgür olduğunu kanıtlayacak nedenleri çok
daha iyi anlarız ve sonuç olarak ruhun bedenle birlikte
ölmeyeceğini kavrarız. Sonrasında da, başka hiçbir nede­
nin onu yok edemeyeceğini bildiğimiz için, doğal olarak
onun ölümsüz olduğu sonucuna varırız."

Ama hey! Dr. Descartes kendi avantajını elleriyle yok


etmiş olmuyor mu? Şimdi de insan bir kez daha bir ma­
kineye, kendi başına da gayet mutlu var olabilen ruhun
kontrol ettiği bir makineye indirgendi.

Bu durumda, insanlann birbirlerini tıpkı hayvan/an


öldürdükleri gibi özgürce öldürmelerine karşı nasıl bir
itiraz ortaya konulabilir?

27
MÜZELİK BİRKAÇ İKİLEM
İKİLEM 15
GYGES'İN YÜZ ÜGÜ

Gyges bir çobandı. Basit, sıradan biri olan Gyges, sü­


rüsünü en çok Lidya kralının hizmetinde gütmekten hoş­
lanırdı. Hayatı zordu ama dosdoğruydu. Ne var ki bir
gün büyük bir gümbürtü koptu ve yer şiddetli bir dep­
remle tir tir titredi. Bu dehşet verici gürültü kesilip de toz
toprak çekildiğinde, Gyges ayaklarının üzerinde doğruldu
ve tam önünde derin bir yarık açılmış olduğunu gördü.
Sürüsünün daha bir dakika önce sakince otladığı yerde
hem de. Hızla sayınca kralın koyunlarından birinin kayıp
olduğunu fark etti.

Önündeki yarığa doğru korku içinde süründüğünde,


çukurun dibinde sızlanarak meleyen kayıp koyunu gör­
dü. Cesaretini toplayan Gyges dikkatle aşağıya inmeye
başladı; ne var ki o indikçe dehşete kapılmış koyun da
yerin altında daha derinlere doğru koşuyordu. Gyges diş­
lerini sıkarak takip etti ve yarı aydınlıkta, ata benzer bir
şekil görünce hayrete düştü. Belli ki az önce meydana ge­
len deprem onu yer altındaki tutsaklığından kurtarmıştı.
Koyunu unutan Gyges, biraz daha araştırmaya devam
ederek bu şeklin gerçekten de çevik bacaklı bir at oldu­
ğunu gördü; fakat at bütünüyle bronzdan yapılmıştı ve
gözleri loş karanlığa dikilmişti. Hareketsiz atın yanında
birkaç kapı vardı. Kapılardan birini zorlayıp açınca deh-

29
şete düştü, içinden bir ceset fırlamıştı. Tıpkı bir insana
benzeyen ama biraz daha iri bir şeydi. Ve parmağında
kocaman bir yüzük vardı.

Çok korksa da yaptığı keşfe kanıt olarak bir şey al­


maya kararlıydı ve adamın parmağından yüzüğü çıkardı;
sonra yarı sendeleyerek, yarı koşarak yüzeye çıktı. Oraya
vardığında yer yeniden sallanmaya başladı ve yarık ka­
pandı. Şimdi Gyges koyununu yarıkta bırakmış olmaktan
büyük bir pişmanlık duyuyor, bütün diğer çobanlarla bir­
likte sürülerin durumuyla ilgili bilgi vermek gerektiğinde
krala ne söyleyeceği konusunda kaygılanıyordu.

O gün geldiğinde, hala kaygı içindeydi ve diğer çoban­


larla birlikte kralın gelmesini beklerken yüzük kaşını ger­
gin bir şekilde çevirerek kurcalıyordu. Daha sonra tuhaf
bir şey fark etti. Yüzüğü belirli bir şekilde çevirdiğinde di­
ğerleri onu görmüyordu; odadakiler sanki o dışarı çıkmış
gibi onun hakkında konuşuyorlardı. Şaşkına dönmüş bir
şekilde elini kolunu sallayarak onların dikkatini çekmeye
çalıştı ama boşunaydı. Sanki görünmez olmuştu.

Saraya kendi halinde ve yaptığından pişman halde ge­


len çoban, yüzük kaşını çevirdiğinde görünmez olduğunu
görünce cesaretlenip şımardı. Kralın mutfaklarında ken­
dine ziyafetler çekti, kraliyet hazinelerini talan etti. Daha
da arsızlaşarak kralın yatak odasına girip kraliçeyi baştan
çıkardı. Kraliçe onunla birlik oldu ve yoksul çobana hep
adaletli davranmış olan kralı tahttan indirmek için plan
yaptılar. Ertesi gün, görünmez olan Gyges, büyük ödü­
lü - tahtı - kapmak ve şaşaalı bir hayata kavuşmak için
cinayet işledi.

30
B üyülü yüzük diye bir şey yoktur; bu durum bunun
gibi bir düşünce deneyi için bile bir zayıflıktır. Ancak var
olsaydı, insanlar çalışkan ve dürüst olmaya devam ederler
miydi, yoksa Gyges gibi utanç verici bir şekilde mi dav­
ranırlardı?

31
İKİLEM 1 6

AZİZ AUGUSTINUS'UN ACIKLI ÖYKÜ SÜ

Augustinus (M.S. 354-430), çocukken armut çalmış


olduğu için hem özür dilediği hem de kendisini suçladığı
binlerce dokunaklı sayfa kaleme almıştır: Üstelik bunun
günah olduğunu biliyordu ve hepsinden kötüsü, yemin
billah ederek armut çalmaktan zevk aldığını hatırlıyordu.
Ne yazık! Biz fanilerin günleri sayılı olsa da, size Augusti­
nus'un öyküsünden bir parça anlatmak istiyorum.

"Şimdi eski günahkarlığımı ve ruhumun şehevi


yozlaşmasını değerlendirmek istiyorum. Onları hala sev­
diğimden değil ama seni sevebileyim diye, Yüce Tanrım.
Senin sevgine olan sevgimden yapıyorum bunu, kötü ha­
reketlerimle acıyla yüzleşiyorum, yüzleşiyorum ki bana
karşı daha sevecen olasın, senin sevecenliğin hakikidir!
Senin sevecenliğin mutluluk verici ve kesindir! "

"Bağımızın yakınında, meyveleri dallarından sarkan


bir armut ağacı vardı; ama bizi çeken tarafı rengi veya
kokusu değildi. Gece geç saate kadar sokakta oynadığı­
mız bir gün - böyle kötü alışkanlıklarımız vardı - benim
de aralarında olduğum bir grup kötü çocuk, ağacı sal­
lamaya, meyvelerini çalmaya gittik. Çok armut topladık
ama kendimiz için değil, birkaç tanesinin tadına baktık­
tan sonra armutları domuzlara verdik. Bunu yapmak he­
pimizin daha da hoşuna gitmişti çünkü yasaktı.

32
"Gönlümden böyle geçiyordu, Yüce Tanrım, böyleydi
kalbim . . . O dipsiz çukurda bile kalbime merhamet gös­
terdin. Şimdi izin ver kalbim sana orada ne aradığını itiraf
etsin, keyfi bir serkeşlik içindeyken, kötülük yapmak için
hiçbir nedenim yokken ve fakat kötülüğün kendisiyken
ne aradığımı söyleyeyim. Yaptığım kötüydü ve ben onu
sevdim. Kendi felaketimi seviyordum. Kendi hatamı se­
viyordum; hatayı ben yaptığım için değil, hatanın kendi­
sini seviyordum. Bozulmuş bir ruh, senin güvenliğinden
uzağa, yıkıma giden bir ruh, utanç verici işlerden değil
utancın kendisinden bir şeyler bekleyen bir ruh!"

" Çaldığımız armutlar senin eserin oldukları için o ka­


dar güzel görünüyordu. Ey kıyaslanamaz Güzellik, ey her
şeyin Yaratıcısı, sen iyi Tanrım, iyilerin en yücesi ve benim
gerçek iyiliğim! O armutlar gerçekten de çok tatlı görü­
nüyordu ama benim sefil ruhumun arzu duyduğu onlar
değildi çünkü çok daha güzel armutlarını vardı. Onları
sadece çalmış olmak için çaldım, sonra da bir kenara at­
tım. Onlardan aldığım yegane haz kendi işlediğim güna­
hın hazzıydı ve bundan büyük bir zevk alıyordum; çünkü
o armutlardan herhangi birisi ağzıma girmiş olsaydı, tat­
ları işlediğim günahın tadı olurdu. Ve şimdi, ey Tanrım,
şimdi soruyorum sana; bu hırsızlığın bana bunca zevk
veren tarafı neydi? "

"Kim böylesi bir kördüğümü çözebilir? Günah olduğu


ortada . . . Bunun üzerine düşünmekten nefret ediyorum.
Ona bakmaktan nefret ediyorum. Ama seni isterim, er­
demli gözler için öyle güzel ve alımlı olan Doğruluk ve
Masumiyet; doymak bilmez bir açlıkla sana özlem du­
yuyorum. Dinginlik ve sakin yaşam seninledir. Her kim
sana gelirse Efendisinin neşesine gelir ve hiç korkmaz,
Mükemmel olanla mükemmel olur. Senden uzağa düş­
tüm. Ah Tanrım, gençliğimde senden uzaklarda dolaştım,
33
sen ki benim gerçek desteğimsin. Ve çorak topraklar gibi
oldum. "

Oldukça acıklı bir öykü. Ama yasak meyveyi, kopardı­


ğı zaman kötülüğü bilerek seçtiğini söyleyen Augustinus
haklı mı?

34
İKİLEM 1 7

SARI İMPARATOR İ Ç İN
DENGELİ B İR MESEL

Sarı İmparator Shih Huang Ti, bilge veziri Qi Bo'ya


"bugünlerde" (yani M.Ö. 2700) insanların neden eskisi
kadar uzun yaşamadıklarını ve bunun için ne yapılması
gerektiğini sordu. Muhterem aksakallı, eskiden insanların
Tao, yani yaşam yolunu uyguladıkları için uzun yaşadık­
larını söyledi. Her şeyde denge ilkesini, yin ve yang'ın akı­
şını, evrendeki enerjilerin kesintisiz, sonsuz dönüşümünü
gözetirlerdi.

Ama "Bugünlerde," diye tavsiyede bulundu Sarı İm­


parator'a Qi Bo (bu tavsiye kaydedilmiş en eski tıbbi tav­
siyelerden biridir), "insanlar yaşam tarzlarını değiştirdiler.
Sanki su içer gibi şarap içiyorlar, yıkıcı şeyler yapıyorlar,
jing'lerini (bedenin özü, böbreklerin üzerinde bulunur)
kurutuyor, qi'lerini (yaşam enerjisi) tüketiyorlar. Qi'lerini
ya da yaşamsallıklarını muhafaza etmenin sırrını bilmi­
yorlar. Duygusal heyecanlar ve maddi zevklerin peşine
düşen insanlar doğanın ritmi ve evrenin düzenini umursa­
mıyorlar. Yaşam tarzlarını ve beslenmelerini düzenlemeyi
ihmal ediyor, düzensiz uyuyorlar. Bu yüzden yüz yıldan
daha uzun bir süre sağlıklı yaşamak yerine ellisinde ihti­
yar görünmelerinde ve çok geçmeden ölmelerinde şaşıla­
cak bir şey yok."

Sarı İmparator söylenenleri benimsemeli mi?

35
İKİLEM 1 8
STOACI CHRYSİPPUS'UN ÇİLECİ ÖYKÜ SÜ

Kimileri "hazzın" iyi olduğunu söyler. Bu bir saçma­


lıktır. Haz iyi değildir.

Çünkü böyle olduğunu savunurken utanılacak zevkle­


rin de bulunduğunu söylemeleri gerekir; fakat bunun için,
utanılacak şeylerin asla iyi olamayacağını unutmaları ge­
rekir.

İyi olabilirler mi?

36
İKİLEM 19
EPİKUROS'UN MAKUL MESELİ

"İyi olan her şey midede başlar ve kökü buradadır;


bilgelik ve kültür dahi bununla ilgilidir . . . Güzellik, erdem
ve benzerleri haz verdikleri sürece yüceltilmelidir; haz ver­
miyorlarsa onlara elveda demeliyiz. "

"Haz vermediği zaman güzelliğe ve boş yere ona hay­


ranlık duyanların yüzüne tükürüyorum. "

En nihayetinde yaşamda süreklilik arz eden tek şey


devamlı haz arayışıdır. Ve hazzın devamlı olmasını sağ­
lamanın tek yolu, doğuştan tatmin olarak bilinen ve kü­
çümsenen zihin durumuna erişmektir. Uyarılmak eğlen­
celi olabilir ama geçicidir. Ne var ki tatmin uzun süreye
yayabilir.

"Hey! Bana bir kase peynir yolla, canım isteyince ken­


dime bir ziyafet çekeyim. "

Doğru değil mi?

37
İKİLEM 20
ASİL RUHLU

"Bugün okuyacağımız metin," (dedi monoton bir ses­


le papaz, sesi yavaş ve ciddiydi) "iV. Kitap, pasajlar 1 ,
1 20-35."

Muhteşem şeylere layık olduğunu sanan insanların


mağrur oldukları düşünülür; zira hak ettiğinin fazlasına
layık olduğunu düşünen ahmaktır fakat erdemli insan ne
ahmak ne de aptaldır. Mağrur insan, öyleyse, tasvir etti­
ğimiz insandır. Zira az şeye layık olup az şeye layık ol­
duğunu düşünmek gurur değil ölçülülüktür; zira güzellik
orantılı bir bedene, gurur ise azamete işaret eder ve küçük
insanlar temiz giyimli ve orantılı oldukları halde güzel ol­
mayabilir. . .

. . . Gerçekten mağrur olmak zordur; zira mağrur ol­


mak asalet ve iyi bir karakter olmadan mümkün değildir.
Öyleyse mağrur insanların önemsediği şeyler şeref veren
ve şerefi lekeleyen şeylerdir ve iyi insanlar tarafından şan­
lı bir şekilde onurlandırılmak onları memnun eder; zira
buna ve hatta daha fazlasına layık olduğunu düşünecek
ancak hiçbir onur kusursuz erdeme layık olamayacağı için
yine de her halükarda bunu kabul edecektir çünkü ona ve­
rebilecekleri daha büyük bir şey yoktur; fakat sıradan in-

38
sanların önemsiz konularda verdikleri payeleri bütünüyle
küçümseyecektir çünkü hak ettiği bu değildir . . .

Bu pasaj nereden alınmış olabilir? Bana hiç de "er­


demli" gelmiyor.

39
İKİLEM 21
GÖKTEKİ ASİL RUHLU

Yunan tanrılarının ve hatta bazı filozofların yaşadı­


ğı Olympos Dağı'nın yamaçlarında, bulutların üzerinde
başlıyor öykü. Bir gün, küçük Immanuel Kant, yakışıklı
dostu Aristoteles ve fiyakalı Jean-Jacques Rousseau ile
göl kenarında yürüyordu. Aristoteles kökenleri, amaçları
ve "nedenleri" hakkında konuşarak çevresindeki bitkiler
ve hayvanlarla iyi vakit geçiriyordu. Rousseau ise sağa
sola koşuşturarak bütün çiçekleri kokluyor ve küçümse­
meyle, Sokrates'in doğadan öğrenilecek bir şey olmadı­
ğını savunan kibirli sözlerini hatırlıyordu. Sonra ansızın,
bütün bu zararsız felsefi sohbetler arasında korkunç bir
çığlık duyuldu; "Zeus, Zeus!" diye haykırıyordu korku
dolu bir ses.

Rousseau cansız beyaz parmağıyla, gizli bir akıntıya


kapılarak çaresizce kendi çevresinde dönüp duran küçük
bir silueti işaret etti. " Bakın, bakın! Bir köle çocuk gölde
girdaba kapılmış! Ne korkunç! " sonra da dehşet içinde
ekledi: " Dostlarım, dediklerine göre orada sular çok hızlı
akarmış ve derinmiş! " İşin aslını öğrenmek gibi bir niyeti­
nin olmadığı anlaşılıyordu.

Fakat Kant şimdiden suya dalmış, köle çocuğa doğru


beceriksizce yüzüyordu. Akıntı çok güçlüydü ve Kant'ın

40
siyah cüppesi suyu emerek ağırlaşmıştı. Birkaç metre
sonra, aldatıcı akıntılara ve anaforlara kapılan Kant'ın
da başı beladaydı artık; felsefeci meslektaşlarına umut­
suzca el sallayarak batıyordu, bu sırada meslektaşları
heyecanla yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu tartışıyor­
du.

Aristoteles bilge bir edayla başını salladı. Derinden


yankılanan bir sesle heyecanlanmış dostuna cevap ver­
di: "Evet, küçük adam, haklısın. Öyle görünüyor ki ar­
kadaşımız kimsenin neden bu suda yüzmediğini bizzat
yaşayarak öğreniyor! " Derken uzun adımlarla yürüye­
rek kurumuş bir ağacın yanına gitti ve sert bir hareketle
büyük dallardan birini kırdı. "Ne yapıyorsun sen?" diye
haykırdı Rousseau, dönüp dururken sürekli haykırarak
umutsuzca çırpınan Kant' a ve çocuğa bakmaktan, büyük
filozofun ne yaptığını izlemekten perişan olmuştu. Aris­
toteles onu duymazlıktan geliyordu; sonra elindeki dalla
gölün kenarına geldi ve gerçek bir Olympos sakini gibi
dalı suya savurdu, Kant dalı yakaladı ve sonra da köle
çocuğa doğru uzattı.

Birkaç dakika içinde ikisi de tekrar göl kıyısında ve


güvendeydi; Aristoteles'i zeka dolu eyleminden ötürü
kutluyorlardı. "Atlas kadar güçlü olmam bir yana," diye
açıkladı Aristoteles kendi zekasından memnun, "dalı fır­
latışımdaki isabet, sizin de gördüğünüz gibi Titan'la boy
ölçüşebilir! " Ardından, Kant'ı iyi niyetinden dolayı na­
zikçe kutlamakla birlikte irrasyonel yanı sağduyusuna
baskın çıktığı için azarladı. "Evet, haklısın genç dostum"
dedi sırılsıklam Kant ve temel felsefi ilkelerinden birinden
vazgeçti: "İyi niyet yeterli değildir."

41
Bu sırada kendi ahlaki eksikliğini ve (Aristoteles'in
daha sonra büyük bir sofrada anlatacağı gibi) "kadınsı
cesaretini" gizlemek için köle çocuğu elbiseleriyle sar­
makta olan Rousseau'ya kimse tek söz etmedi .

Burada kahraman kim?

42
ANTİ-SOSYAL İKİLEMLER
İKİLEM 22
E-VILLE'E KARŞI

Lawrence ile Lina, bütün ticari markalarıyla birlikte


e-Ville Şirketi'nden nefret ediyordu: e-Ville Gıda, e-Ville
Kereste ve elbette e-Ville Otomobilleri. Bunlardan öylesi­
ne çok nefret ediyorlardı ki STUMP adı verilen şaibeli bir
örgüte üye oldular; bu örgüt genelde büyük işletmelere ve
özelde e-Ville'e karşı bir direniş organize etmeyi hedefli­
yordu.

STUMP aktivistlerine yönelik özel bir hafta sonu eğiti­


minde düşman hakkında yeni bilgiler edindiler: e-Ville Şti.
gerçekten büyüktü. Şirketin adı soylu de Ville ailesinden
geliyordu ve başındaki "e" harfi "interneti" çağrıştırsın
diye sonradan eklenmişti (STUMP da elbette bir anlama
geliyordu ama kimse tam olarak bilmiyordu. Uluslarara­
sı Şirketlerin Kökleşmesine Son gibi bir anlamı olabilirdi,
Lawrence'ın izlenimi bu yöndeydi; Lina'nın en iyi tahmi­
niyse, Ağaçları Koruyun, Piyasa Gücüne Karşı Birleşin
gibi bir şeydi.). Her neyse, ABD dışında da faaliyette bulu­
nan (Vergiyle ilgili sebepler bir yana şirketin merkezi uzak
bir Pasifik adasıydı.) e-Ville'in cirosu Brezilya ve Güney
Afrika hariç Afrika ya da Güney Amerika'daki herhan­
gi bir ülkeden çok daha büyüktü ve Güney Afrika'yı da
geçmek üzereydi. Şirket çok farklı yerlerde kök salmıştı.
Rea/Wood, dünya çapındaki markalarından bir tanesiy­
di, ürünlerini "gerçek yağmur ormanlarından" etiketiyle
44
ve şu baştan çıkarıcı sloganla pazarlıyordu: "Bugün satın
alın, yarın bulamayabilirsiniz! " Şirketin inşaat kolu e-Vil­
le Dam-Roads, büyük çaplı "kontrollü ekolojik değişik­
likleri" de içeren, e-Ville'in broşürlerinde de bahsettiği bir
dizi gerçekten büyük projeler yürütüyordu. Bunların ara­
sında nehirlerin yönünü değiştirmek, devasa el değmemiş
ormanları en son asfaltlama teknolojisiyle ikiye bölmek
gibi işler vardı. Sonra gıda ürünlerinin satıldığı GMFo­
od mağazaları da vardı, ürünlerin paketlerindeki fiyakalı
yazılarla tüketicilere "en yeni bilimsel yöntemlerle gelişti­
rilmiş gıdalar" vaat ediyorlardı. Şirketin megamarketle­
rinde, Lawrence'ı en çok sinirlendiren "nadir ve egzotik
etler"; maymun, kanguru, kaplan pençesi ve (ara sıra) ko­
ala eti satılıyordu. "Ton balığı dostu" yunus konserveleri
de kimilerini rencide ediyordu.

Seyrek sakallı ağırbaşlı bir genç, aktivistlerin hafta


sonu eğitiminde, Üçüncü Dünya'daki e-Ville iştirakleri­
nin çocuklara yönelik "işyeri eğitimleri" kisvesi altında
kirli işler çevirdiklerini açıkladı; borçlu ebeveynler, borç­
ları ödenene kadar çocuklarının e-Ville fabrikalarında
ücretsiz çalışmalarını öngören anlaşmalar imzalıyorlardı.
Lawrence, olan bitenin kamuoyu tarafından da bilindi­
ğini görmüştü; fakat hiç kimse umursamıyordu. STUMP
ise şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleriyle buna dur
demeyi amaçlıyordu.

STUMP, e-Ville hissedarlarının New York'ta gerçek­


leştirecekleri toplantıyla çakışan devasa bir "dünya ada­
leti" yürüyüşü organize ederek kolları sıvadı. Lina ve
diğerleri, e-Ville'in yürüttüğü çeşitli projelerde yok olan
doğal ortam ve canlı türlerine dikkat çekmek için çiçek
kostümleri giymişlerdi; aslında özellikle GMFood proje­
lerini hedef alıyorlardı. Yürüyüş kendi içinde çok başarı­
lıydı ve New York Polis Departmanı bile organizatörleri,
45
yürüyüşü bu denli az karışıklığa neden olacak şekilde
gerçekleştirdikleri için kutladı. Ne var ki, STUMP lider­
leri medyanın tavrına bozulmuştu. Gazetelerde yaptıkları
uzun yürüyüşü ve hatta çiçek kılığındaki protestocuların
e-Ville kulelerinin karşısındaki oturma eylemini gösteren
tek bir fotoğraf dahi yayımlanmamıştı. Bunun yerine,
yayınladıkları paragraf e-Ville yöneticilerinin açıklama­
sından ibaretti; büyük bir kibirle protestocuların "siyasi
nedenlerle" hareket ettikleri ve tüketicilerin seçimlerini
ipotek altına almalarına ve "ilerlemeyi" engellemelerine
izin verilmeyeceği belirtiliyordu.

Tüm STUMP üyeleri bir dahaki sefere daha çok şey


yapmaları gerektiği konusunda görüş birliğine vardılar.
Yürüyüş ve sivil itaatsizliğin ötesine geçecek, ciddi yayga­
ra çıkaracaklardı.

Lawrence ile Lina'nın içine düştükleri ikilem, bunun


şiddet karşıtı inançlarıyla bir çelişki oluşturup oluşturma­
dığıydı. Ama aktivist arkadaşlarının belirttiği gibi, ortada
e-Ville kuvvetleri tarafından sürekli uygulanan çok daha
büyük bir şiddet vardı.

Yine de, bir kötülüğün karşısına bir başka kötülüğü


koymak "ahlakdışı" değil midir?

46
İKİLEM 23

STUMP DOZU ARTIRIYOR

E-Ville hissedarlarının bir sonraki toplantısı Lond­


ra' daydı ve İngiliz polisi bu toplantıdan sonra organi­
zatörleri hiç de hayırla yad etmeyecekti. Kolluk kuvvet­
leri ile protestocuların çatıştığı gün içinde, kar maskeli
STUMP aktivistleri yürüyenlerden ayrılarak e-Ville sim­
geleri önünde slogan attılar ve hatta birkaç pencereyi yere
indirdiler. Lina, protestocular sağa sola saldırırken e-Ville
Binası'nda korkudan sinmiş dehşet içindeki çalışanları
ya da o sırada oradan geçmekte olanları (ayırt etmekte
zorlanıyordu), kendi gözleriyle görmüştü ve onlar için
üzülmekten kendisini alamıyordu. Lawrence polislerin
atlarının önüne atılan misketlerden dolayı kaygılıydı ve
e-Ville Kereste'nin merkez mağazasında yapılan eylemin
kalp krizi geçiren bir yöneticinin ölümüyle sonuçlandığı­
nı öğrenince altüst olmuştu. Fakat aktivist arkadaşlarının
daha sonra söylediği gibi, kimse kasten yaralanmamıştı
( Bu sırada ölenlerden kendileri sorumlu tutulamazdı.).

Ancak yine de Lawrence'a göre insanların ve hayvan­


ların zarar görmesiyle sonuçlanan bir protesto haklı gö­
rülemezdi. Şiddet karşıtlığı ve zarar vermeme ilkesi e-Ville
için olduğu kadar STUMP için de geçerli olmalıydı. "Şid­
det karşıtıysanız bu şiddet nedir, sen kendin de şiddete
başvurarak her şeyi daha kötü hale getiriyorsun! Kendi
ahlaki zeminini kaybediyorsun, öyle değil mi? Gandi
47
buna inanmıyor muydu? Dünyada görmeyi arzuladığı­
nız değişimin kendisi olmalısınız" dedi Lawrence Lina'ya
daha sonra.

Hiç kuşku yok ki doğru yol, barışçıl kampanyalardan


ve kamuoyu baskısının e-Ville'i dönüştürmesini bekle­
mekten geçiyor; sonuç olarak e-Ville varlığını müşterile­
rine borçlu, diye açıkladı Lawrence. Ama Lina bu görüşe
katılmıyordu. İkisi konu üzerinde bir uzlaşmaya varama­
dılar.

"Sen kimin tarafındasın, söyle bana?" diye haykırdı


Lina, Lawrence'ın broşürleri koyduğu kutuyu kafasının
üzerinden pencereden aşağı fırlattı.

48
İKİLEM 24
ÇATLAK?

Ama daha sonra anlaşıldı ki e-Ville bu olaylar ne­


deniyle şaşkına dönmüştü. Bir yandan, STUMP'a karşı
sıkı güvenlik önlemleri alınmasını ve şirketin uluslara­
rası toplantılarını yaptığı yerlerin kalabalıktan temizlen­
mesini istiyorlardı. Ancak öte yandan mağazalarındaki
egzotik et reyonlarını ve bazı işkollarını "ahalinin ahlak
anlayışına ters düştüğü yerlerde" tamamen kapatmayı
düşündüklerini açıklıyorlardı (Ne var ki kimileri bu iş­
kollarının zaten ticari açıdan ölü olduklarını ve bu ne­
denle kolayca vazgeçildiklerini söylüyordu.). E-Ville gös­
terişli bir şekilde bazı kuruluşlarını "çevre denetimine"
açabileceğini belirtiyordu.

Lina için bu büyük bir zaferdi. Şimdi şiddet karşıtlığı­


nın kendilerine baskı uygulayan egemenlerin bir yuttur­
macası olduğunu düşünüyordu. Bu, sahte bir ahlaktı: Her
şeyden önce hükümetler çıkarlarına uygun olduğu sürece
savaş başlatabiliyorlardı. Bir akşam, "kahraman gerilla"
Che Guevara'nın 1 960 yılında moda fotoğrafçısı Alber­
to Diaz Gutierrez tarafından çekilmiş ünlü posterinin
önünde diz çöktü (Bu poster tüm dünyada satılsa da Che
herhangi bir ücret almayı reddetmişti.). Daha sonra, CIA
devrimci lideri öldürdü ve cesedi bir geçidin altına, köy­
lülerin hakları için savaşmakta olduğu Bolivya'nın ücra
köşelerinden birine gömüldü. Bütün bunlar Lina'ya çok
49
üzücü geliyordu ama artık her şey anlam kazanıyordu.
Kafasında Che'nin "emperyalizme" karşı BM'ye yaptığı
çağrıyı ve posterde de yer alan sözleri yankılanıyordu:
" Başka eller devralacak silahları. "

Başkalarının "sivil itaatsizlik yetmez" diye adlandır­


dığı yeni yaklaşımı onaylıyordu. Lawrence ise tümüyle
vazgeçmişti.

Bu yeni politika bir haşan mıdır?

50
İKİLEM 25
İ ŞLER DAHA DA KIZIŞIYOR

Yine de, başkaları bu kadar emin değildi. Grubun fiili


lideri Mad Dog, başarı kazandıklarından bahsedilmesine
sinirleniyordu. Şimdiye kadar yapılacağı açıklanan re­
formların yalnızca bir kandırmaca olduğunda ısrar edi­
yordu. E-Ville organizasyonu hala oradaydı ve eskisi gibi
çalışmaya devam ediyordu. Mad Dog "felsefe taşının"
siyasi eşdeğerini bulmuş biri edasıyla yeni doktrini şöyle
ifade ediyordu: SİSTEM-SADECE-ŞİDDET-KULLANI­
LARAK-DEGİŞTİRİLEBİLİR. Hararetli tartışmaların
ardından STUMP aktivistleri sonraki aşamada fikir ayrı­
lığına düştüler. Kendisi de buna şaşırsa da Lina, radikal­
lerin argümanlarının mantığını anlıyordu (ve özellikle de
sinirliyken "Mad Dog" adlı kadının tuhaf bir çekiciliği
vardı). Grubun korkunç bir şekilde "Ölüm Yürüyüşü"
(Death Stump) denilen koluna katılarak kendisini e-Vil­
le Şti.'nin liderlerine karşı " doğrudan eylemlere" adadı.
Böylece Lina, "Ölüm Yürüyüşünün" levazım subayı ola­
rak büyük mağazalara ya da e-Ville personelinin bulun­
duğu idari binalara yerleştirilmek üzere sigara kutuların­
dan (sevimli bir ironi, diye düşündü Lina) küçük yangın
bombaları yapmaya başladı.

İçin için yanan bir ateş oluşturmak için bombalarda


pil kullanılıyordu. Çoğu zaman, hedef alınan mağazala­
ra asıl "zararı" otomatik yangın söndürücüler veriyordu.
51
Birkaç ay içinde yirmi iki kadar mağaza "vurulmuştu".
Şirketin tamirat masrafları oldukça kabarmıştı ama bu
arada önde gelen STUMP üyelerinden altı tanesi de hapse
atılmıştı (Bereket versin ki içlerinde Ölüm Yürüyüşünden
kimse yoktu.). Sonra bir gece, e-Ville yöneticilerinden biri
ailesi ile evdeyken yangın çıktı, yangın beklenenden hızlı
büyüdü ve yönetici ile ailesi ciddi yanıklara maruz kaldı.
Bir hafta sonra, STUMP'ın kundakladığı bir başka bina­
nın çatısı çöktü ve olayda bir itfaiye eri yaşamını yitirdi.

Lina, e-Ville yöneticisi için olmasa da diğerleri için üz­


gündü, hatta bunu dile getiren bir basın bülteninin ha­
zırlanmasına yardımcı oldu fakat diğer yandan kendisini
faydacı bir argümanla teselli ediyordu: Üçüncü Dünya'da
çok daha fazla sayıda insanı kurtarıyorlardı.

Zaten kampanyanın istenmeyen sonuçlarından so­


rumlu tutulamazdı, değil mi?

52
İKİLEM 26

SÜRÜKLENMEK

Hükümetteki e-Ville yandaşları beklenen sertlikte kar­


şılık verdiler ve aralarında birkaç Ölüm Yürüyüşü üye­
sinin de bulunduğu çok sayıda STUMP üyesi hapse atıl­
dı. Her taraf gizli polis kaynıyordu ve Lina (görülürüm
korkusuyla) varoştaki eski püskü ve küçücük bir odadan
bozma bomba yapım tesisinden dışarı çıkamıyordu. Ak­
sine o zamana kadarki en büyük projesiyle, içme suyu­
na karıştırmakla tehdit edeceği biyolojik savaş paketiyle
uğraşıyordu. Bu şey öyle hızlı mutasyona uğruyordu ve
Lina'ya göre öyle ölümcüldü ki e-Ville Ölüm Yürüyüşü
ile eninde sonunda uzlaşmak zorunda kalacaktı. Aslında,
yaptığı silah gezegendeki bütün insan yaşamını silip süpü­
rüp, geriye sadece hayvanları bırakacak kadar güçlü gö­
rünüyordu. Bu da oldukça şık bir dokunuş olacaktı (Bu­
nunla birlikte Mad Dog ne düşünüyor olursa olsun, Lina
silahın yalnızca bir pazarlık unsuru olarak kalmasını isti­
yordu, yoksulların atom bombası gibi bir şey olacaktı.).

Ne yazık ki bir gün, araba bombaları yapmak için


çalışırken, asistanı küçük şişeleri alıp lavaboya dökmüş,
böylece virüsü çevreye bulaştırmıştı.

Şimdi bu kimin suçu?

53
BİR DOZ TIP ETİGİ
İKİLEM 27
ÜREME DENEYLERİ

Bilenler bilir, Platon'un ideal devleti av köpeklerin­


den esinlenmiştir. Sokrates bir gün dostu Glaukon'un av
köşkünü ziyaret eder ve sülünlerin arkasından koşup vu­
rulanları getirmek üzere eğitilmiş köpekleri görür; bu da
Platon'un aklına en tartışmalı fikirlerinden birini getirir.
Platon olayları şöyle aktarır:

SOKRATES: Evinde av köpekleriyle asil kuş türleri gö­


rüyorum. Şimdi lütfen söyle bana, onların
çiftleşmeleri ve yetiştirilmeleriyle ilgilendin
mı· ;ı.

GLAUKON: Hangi hususlarda?


SOKRATES: İlk olarak, hepsi de iyi cins olmalarına kar­
şın, bazıları diğerlerinden daha iyi değil mi?
GLAUKON: Doğru.
SOKRATES: Hiç ayrım yapmadan hepsini mi çiftleştiri­
yorsun, yoksa sadece en iyilerini yetiştirme­
ye mi özen gösteriyorsun?
GLAUKON: En iyilerini.
SOKRATES: En yaşlısını ya da en gencini mi yoksa sade­
ce olgun olanları mı seçiyorsun?
GLAUKON: Sadece olgun olanlarını seçiyorum.

55
SOKRATES: Yetiştirilmelerine yeterince özen gösterme­
seydin, köpeklerinin ve kuşlarının kalitesi
büyük oranda düşerdi değil mi?
GLAUKON: Kesinlikle.
SOKRATES: Aynı şey genel olarak atlar ve hayvanlar
için de geçerli değil mi?
GLAUKON: Hiç kuşkusuz.

SOKRATES: Yeni Toplumsal Hareketler 3 -Aman Tan­


rım! Sevgili dostum, aynı ilkeler insan türü­
ne de uygulansaydı bizim yöneticilerimize
ne de mükemmel yetenekler gerekirdi!

Aman Tanrım! Artık ilke belirlenmişti, Sokrates sözle­


rine devam etti:

Her iki cinsiyetin de en iyilerinin mümkün olduğu ka­


dar çok birbirleriyle eşleşmesi gerekirdi, kalitesiz olanlar
da kalitesizlerle, mümkün olduğunca az tabii; topluluk
en iyi şekilde korunmak isteniyorsa ikinci değil, birinci
türden birleşmelerden doğan yavruların büyütülmesi ge­
rekirdi. Bir de, bu olup bitenler sadece yöneticilerin bildiği
bir sır olarak kalmalıdır yoksa sürümüzde isyan çıkabilir!

Neden bu kadar endişeleniyorlar? Oldukça önemli


olan bu yetiştirme konusuna bilimi karıştırmak doğru­
dur, değil mi?

56
İKİLEM 28
TASARIMCI ELİNDEN ÇIKAN BEBEKLER

Dr. Eleanor Frankenstein, genetik mühendislik alanın­


da uzmanıdır. Kendisine, Diktatias hükümetinin yeni be­
bekler için hazırladığı sağlık tarama programı kapsamın­
da istenen ve istenmeyen genleri belirleme görevi verilir.

Dr. Frankenstein'ın programı iddialı bir programdır.


Öncelikle, bütün ciddi hastalıkları ve engelleri ortadan
kaldırmak istemektedir; çünkü modern toplumlarda has­
talara artık gerek yoktur. Günümüzde kimse dünyaya
fiziksel engellerle gelmemelidir. Hastalıkların yerini tah­
mini yaşam süresini artıracak olan, güç ve kuvvet veren
genler alacaktır; hatta zeka kapasitesi dahi artırılacaktır.
Ebeveynler, popüler bebek "şablonlarını" bir rehber gibi
kullanarak "tasarım genleri" menüsünden bebeğin göz
hatta ten rengini, boyunu, kemik yapısını vb . seçebilecek­
lerdir. İçişleri Bakanlığının ölçütlerini karşılamak üzere,
örneğin dürüstlük, duyarlılık ve iyi huy (uysallık) gibi
topluma faydalı özellikler de hazırdır. Azınlıklar Bakan­
lığının endişelerine karşılık vermek üzere gelişmeleri - ör­
neğin astım, kötü huy veya sağırlık - ortadan kaldırmayı
tercih edebilecekleri bir hata düzeltme servisi dahi vardır.

Her şey demokratik bir şekilde yapılacaktır. Buna rağ­


men Diktaşehir papazı endişelidir. Embriyolardaki bazı
kusurlar tedavi edilebiliyor olsa da, pek çoğu embriyonun

57
hayatının sonlandırılması ihtimalini doğurmaktadır. Kür­
süden "Bebekleri seçmek ve ayırt etmek Tanrı'nın işidir,
hükümetlerin değil" diye öfkeyle bağırır.

Gerçekten öyle mi?

58
İKİLEM 29
KWIKBABY

KwikBaby, Diktaşehir'in en sosyetik alışveriş cadde­


sinde yeni bir şube açtı; burada bu güzel kentin başını
kaşımaya fırsat bulamayan çalışanlarına yeni bir doğur­
ganlık hizmeti sunuluyor. İlk gün, embriyoloji ve dölleme
hizmeti için bekleyenlerin oluşturduğu kuyruk caddenin
sonuna ulaştı. Bir çift sabahleyin pat diye gelip biraz ga­
met bırakabilir ve geri kalan her şeyi bir test tüpünde
genetik bakımdan mükemmel bir embriyo üreten Kwik­
Baby yapar; hanımefendi isterse bu embriyoyu implan­
tasyon yoluyla büyütebilir veya daha elverişli bir zaman
için stoklayabilir. Şimdi bunda ne gibi bir yanlış olabilir?

KwikBaby tarafından sunulan ve "Reddedilemeyecek


Kadar Lüks" sloganıyla pazarlanan bir başka hizmet de
gelişimini tamamlamış bebeklerdir. Çiftler, embriyoların
KwikBaby'nin deneyimli "taşıyıcı annelerine" (genellikle
yurtdışından) yerleştirilip dokuz ay boyunca bu anneler
tarafından taşınmasını tercih edebilirler. Hatta bazı kli­
niklerde embriyoların yapay bir plasentaya yerleştirildiği
ve doğuma hazır olana kadar doğru besinlerden oluşan
özel KwikBabyFood ile beslendikleri yeni bir ektogenez
tekniği de mevcuttur.

Bu tekniğin sağlık açısından büyük avantajları vardır.


KwikBaby bu avantajları reklamlarında şöyle anlatır:

59
• ÇOK SAGLIKLI bebekler
• DAHA AZ alerji
• DÜŞÜK kanser riski

Ya da daha özensiz reklamcıların sözleriyle:

Anneler!

• Sigara içmeye DEVAM EDİN.


• Alkol almaya DEVAM EDİN.
• Spor yapmanıza gerek yok.

Sağlıklı görünen müşteriler için bir başka broşür var­


dır: " Tehlikeli su sporları yapmaya devam edin!" başlıklı
broşürde şunlar yazılıdır:

Ayda sadece 1 .000 Diktatia doları karşılığında bebe­


ğinizin hayata en iyi şekilde başlayacağını bilerek diledi­
ğiniz gibi yaşamaya devam edebilirsiniz. Unutmayın, bu
sizin bedeniniz bebeğinizin değil.
,

Bazıları (özellikle erkekler) geleneksel annelik yöntem­


lerini izlememek le bazı şeylerin yok olduğunu düşünüyor
ve eski moda hamilelikleri özlüyor. Ama hiç kimse neyin
kaybolduğunu tam olarak bilmiyor; kaybolan bir şey var­
sa dahi bunun önemli olup olmadığına karar veremiyor­
lar.

Gerçek bebekler için yürütülen kampanya kısa ömür­


lü oldu ve yeni tekniklerin sağlık bakımından avantajları
daha açık görülmeye başlandı. KwikBaby danışmanları­
nın heyecanla belirttikleri gibi: Doğal olmasa da bu yön­
temler modern hayatın doğanın ötesine geçtiğini göste­
ren bir başka örnek değil miydi?

60
İKİLEM 30
PİYASAYI DÜŞ ÜREN RAKİP

Bir gün vitrinlere bakarak caddede dolaşan Sharon'ın


gözlerine DIYBabies şubelerinden birinin camındaki ta­
bela ilişti. Seks işçilerine yönelik yasal değişiklikler, yeni
tip lisanslı seks kliniklerini mümkün kılmıştı; bazı eski
kafalılar ise buralara hala "genelev" diyordu. Fakat gele­
neksel genelevlerin aksine, buralarda sunulan en popüler
hizmetlerden biri, işin şehvani tarafından ziyade çocuk
sahibi olmak isteyenlere - nasıl da sıradışı! - sunulan
hizmetti. En koyu Katolik standartlarda tutkusuz bir
anonimliği garanti eden özel bir DIYBabies paketi (aile
kurmak isteyenler için) de vardı. Kadın müşteriler stra­
tejik yerlerinde delikler bulunan kalın kumaştan bir tür
cüppe giyiyorlardı; eskiden bu giysileri Tanrı' dan korkan
halk giyerdi. Dolayısıyla erkek seks işçisinin gametleri­
nin kadın müşteriye aktarılması sırasında en temel, nasıl
desem, temastan başka fiziksel temas olmaması sağlanı­
yordu. Bunun yanında, neredeyse hiç yanmayan ışıklar
sayesinde hem kadının hem de erkeğin kimliği gizli ka­
lıyordu.

DIY SEKS 100 $

YÜKSEK HIZ: Beş dakika içinde bebek sahibi olun ya


da paranız iade.

61
Böyle yazıyordu DIYBabies.com'un kapılarında asılı
olan posterde. Tabii bebeğin kendisinden ziyade kaçınıl­
maz olarak bebeğe götüren sürecin başlangıcından bah­
sediliyordu.

KALİTE: Yaşlı adamlardan bebek yapmayın. Tama­


mıyla test edilmiş ve onaylanmış bir profesyonelden be­
bek sahibi olun.

Kimi şakacıların bebeği yapanların reklamlarda sözü


edilen üniversite mezunu Adonis'ler değil de sokaktan
geçen "herhangi bir yaşlı adam" olduğunu söylemelerine
rağmen bebekler gizlilik altında yapılıyordu. Her neyse,
bu cesur ilan abartılı bir sofulukla sona eriyordu:

ETİK: Anneler, doğal yoldan bebek sahibi olun!

Bu son iddia sokağın üst tarafındaki yerel in vitro


kliniğindeki rakiplerden üstün olduklarını sergilemeyi
amaçlıyor gibiydi; çünkü rakiplerinin çoğul gebelik ve
"istenmeyen" embriyoların yok edilmesi gibi problem­
lerle uğraştıkları iyi biliniyordu. Her şeye rağmen DIY­
Babies'in teklifi kulağa biraz merdiven altı, "kalitesiz"
geliyor.

Sharon'ın ikilemi: Hangi bebek hizmetini kullanmalı?

62
İKİLEM 3 1

TGN1412

2006 yılında, Parexcel adlı bir Amerikan şirketi,


"sağlıklı erkekleri", eklem iltihabına yönelik tedavi
yöntemlerini araştırmak için yapılan bir ilaç denemesi­
ne katılmaya çağırdı. Bazıları öğrenci, bazıları işsiz olan
gönüllülere yalnızca birkaç günlerini ayırmalarının kar­
şılığında 2.000 dolar öneriliyordu. Parexcel'in potansiyel
gönüllülerle paylaştığı malumatta bilgisayar oyunları, bi­
lardo masaları ve - hepsinden iyisi - imzalanmış çeklerin
resimleri bulunuyordu. İlaç, kulağa biraz tehlikeli gelen
TGN1412 idi.

ABD Ulusal Sağlık Enstitüsünden bir biyoetikçi, Dr.


Ezekiel Emanuel, daha sonra söz konusu prosedürleri ba­
sında şöyle savundu: "Bazı riskleri olsa da araştırmalar
toplum yararına yapılır; eklem iltihabı ve lösemi için daha
iyi tedavi yöntemlerine ihtiyacımız var. Örneğin inşaat iş­
çisi olmak riskli bir iştir ve insanlara bunun karşılığında
para ödüyoruz. "

"Öyleyse neden bu olmasın?" diye soruyor kışkırtıcı


bir edayla.

63
İKİLEM 32
KİMSE KURALLARI: ÜÇ PERDELİK
BİR OYUN

I. Perde: Felix ve göz problemi

Bay ve Bayan Kimse'nin Felix adlı küçük bir oğulları


vardır. Ne yazık ki Felix, görmesini gittikçe güçleştiren bir
göz probleminden mustariptir. Doktorlar, optik sinir nak­
li yapılmazsa çocuğun dört yıl içinde gözlerini tamamen
kaybedeceğini söylüyorlar.

Kimse ailesi, Belirsiz Hastalıklar Kliniğinde Dr. Bula­


nık'ı görmeye gider. Dr. Bulanık göz hastalıkları konusun­
da dünyaca ünlü bir uzmandır. Felix'in sadece eski optik
sinir hücrelerine değil, onunkine çok benzer genetik koda
sahip bir insandan alınacak optik sinir hücrelerine de ih­
tiyacı olduğunu açıklar (Aksi takdirde Felix'in bağışıklık
sistemi yeni hücreleri kabul etmeyecektir.).

Sorun şu ki ne Bay Kimse, ne de Bayan Kimse uygun


DNA'ya sahiptir. Yani uygun kimse yoktur. Bununla bir­
likte Dr. Bulanık, çiftin yeni bir çocuk sahibi olabileceğini
ve o çocuğun belki, belki sözcüğünü vurguluyordu, çok
ihtiyaç duyulan uygun optik sinir hücreleri için verici ni­
telik taşıyabileceğini söyler.

Bay ve Bayan Kimse bu fikre çok sevinirler. "Öyleyse


Doktor, yapmamız gerek tek şey," der Bay Kimse sert­
çe ve Bayan Kimse'ye dönmeden önce ekler: "daha çok
Kimse yapmak!"

64
Dr. Bulanık rahatsız görünmektedir. "Elbette," der ça­
bucak, "ailenizin büyüklüğü sizin bileceğiniz bir iş ama
unutmayın ki yeni bebeğin Felix'e uygun olması yalnızca
bir ihtimalden ibaret. Uygun olmasa da sevilmek isteye­
cektir! "

"Meraklanmayın Doktor" der Bayan Kimse ağırbaşlı


bir edayla, "Bu Felix için harika bir şans; işe yaramazsa
da ne yapalım, zaten hep dört kişilik bir aile olmak isti­
yorduk."

Bay Kimse onaylar şekilde başını sallar ve çift Dr.


Bulanık'ın muayenehanesinden ayrılırken şunu eklerler:
"Sevme işini bize bırakabilirsiniz, Doktor! "

Dr. Bulanık iyi b ir tavsiye mi verdi?

II. Perde: Kimse Kuralları notu

Heyhat, bir yıl sonra çift Dr. B'nin muayenehanesine


hayal kırıklığına uğramış bir şekilde gelir. "Tavsiyesine
uyarak", George adını verdikleri yeni bir çocuk sahibi ol­
muşlardır ama ne yazık ki Felix için uygun değildir! İşin
daha da kötüsü, onun da sağlık sorunları vardır. "O da
bizim için bir başka üzüntü kaynağı, Dr. Bulanık, hem de
karşılayamayacağımız kadar büyük bir masraf."

Daha sonra Bay Kimse öne çıkarak neden kliniğe tek­


rar geldiklerini açıklar. "Bayan Kimse ve ben sizin fikri­
nizi bir kez daha denemeye karar verdik. Ama bu kez,"
dedi masaya sertçe vurarak, " bu kez bebeğin Felix için
uygun olacağından emin olmak istiyoruz! "

Ve bunun gerçekleşebilmesi için klinikteki uzmanların


özel genetik tekniklerini kullanmalarından memnun ola­
caklarını söyler.

65
"Bebeğin uygun olacağından emin olmak için tarama
yapabilirler, değil mi Doktor?" diye ekler Bayan Kimse,
böyle şeyler hakkında gazetelerde bir şeyler okumuştur.

Dr. Bulanık ikinci bebeklerinin uygun bir verici olma­


dığı için üzgün olduğunu söyler ve evet, teoride, klinik
Bayan Kimse'nin rahmine "yerleştirilecek" uygun bir
embriyo belirleyebilecektir; fakat bu prosedür otomatik
olmaktan çok uzaktır ve her durumda, konuyu hastane­
nin etik kuruluna danışmak gerekmektedir. "Bunu kabul
etmeyebilirler," der doktor nazikçe öksürerek, "bazı in­
sanlara 'yedek parça' olsun diye bebek üretiyormuşuz
gibi görünebilir."

"Pekala, bu bizi birçok sıkıntıdan kurtarırdı, değil mi


doktor?" der Bayan Kimse kollarını meydan okurcasına
kavuşturarak, Bay Kimse de başını hızla sallayarak onu
onaylamaktadır.

Dr. Bulanık, kendisini onlara karşı sorumlu hissettiği


için elinden gelen her şeyi yapacağını söyler.

Doktor Bulanık, çok ciddi bir rahatsızlığı bulunan


kardeşi için uygun dokulara sahip olmasını garantilemek
istediklerinden, Kimse ailesinin yeni bebeklerini seçmele­
rine izin verilmesini isteyen bir not yazdı. "Faydacı" pers­
pektiften bakıldığında bundan herkesin kazançlı çıkaca­
ğını da ekledi:

• Bay ve Bayan yalnızca üçüncü bir çocuğa sahip ol­


makla kalmayıp ilk çocuklarının sağlığına kavuş­
masını da garantileyerek kazanıyorlardı.

• İlk çocuk kazanıyordu çünkü tedavi oluyordu.

• Kardeşinin yararına yapılacak bir tıbbi prosedüre

66
istemeden de olsa katılacak ve başlangıçta bu şe­
kilde kullanılacak olsa da, hatta gelecekte buna
tekrar maruz kalabilme ihtimaline rağmen ve hatta
kendisini bir başkası için dünyaya getirilen "ikinci
en iyi" çocuk gibi hissetse dahi . . . Yeni çocuk da
kazanıyordu; çünkü onun için diğer seçenek var ol­
mamaktır.

"Açık ki," diye karaladı Dr. Bulanık, "var olmayan bir


çocuğun hiçbir değeri yoktur, ne mutluluğu ne de çıkarı
vardır. Bu nedenle doğacak bebek her zaman daha iyi du­
rumda olacaktır."

Hastanenin ahlak komitesi bu nottan öylesine etkilen­


mişti ki söz konusu özel duruma hiç itiraz etmedikleri gibi
notta yazanları hastanenin resmi politikasına dahil ettiler.
"K Kuralları" benzer vakalarda hastanenin güdeceği yeni
politikanın temeli oldu.

"K Kuralları " doğru mu?

III. Perde: Kimse Kuralları!

Ama Kimse'lerin yeni "tüp bebeklerine" sahip olmak


için kliniğe yaptıkları ilk ziyaretten sadece birkaç gün
sonra Dr. Bulanık, yaptıkları yeni araştırmayla Felix'in
görme duyusunu kurtarmak için gerekli optik sinir hüc­
relerinin sayısını belirlediklerini söyledi. Ne yazık ki, Fe­
lix'in küçük kardeşinin optik sinirlerinin TAMAMININ
nakledilmesi gerekecekti.

Yeni bebeği bir görme engeliyle baş başa bırakacaklar­


dı. Yani az çok kör edeceklerdi.

Dr. Bulanık bunu yapmayı istemiyordu, gelecekteki


plantasyonları imkansız kılacağından, prosedürden vaz-

67
geçilmesi gerektiğini anlatmak için Kimse'leri çağırdı.
Kimse'ler elbette öfkeden deliye dönmüşlerdi! Bebeğin
"yolda" olduğunu söyleyerek "hayır" yanıtını kabul et­
meyeceklerini bildirdiler. Ne de olsa, ünlü notun kendi­
lerinde bulunan kopyasına gönderme yaparak durumda
bir değişiklik olmadığını vurguladılar. Yeni bir "verici"
bebeğe sahip oldukları sürece:

• Sadece üçüncü bir çocuğa sahip olmakla kalmaya­


cak, ilk çocukları sağlığına kavuşacağı için de kaza­
nacaklardı.
• Felix kazanacaktı, çünkü tedavi olacaktı.
• Yeni bebek de kazanacaktı, çünkü kör olsa dahi
yeni bebeğin tek alternatifi (Kimse'ler prosedürden
men edilirse) var olmamaktan ibaretti.

"Açık ki," dedi Bay Kimse Dr. Bulanık'a, "var olma­


yan bir çocuk, var olan bir çocuktan her zaman daha
kötü durumdadır! "

Kurallara uyan kim?

68
İKİLEM 33
WITHERINGSPOON-X HASTALIGI

Bay Purplepatch'in hastasına kötü haberleri vardı.


Test sonuçları laboratuvardan gelmişti ve Bayan Blank'ın
öldürücü olabilecek Witheringspoon-X hastalığına yaka­
landığını gösteriyordu. Witheringspoon-X, yalnızca yüz
bin kişide bir ortaya çıkan, çok nadir görülen bir hastalık­
tı. Ama doğruluk payı yüzde 95 olan testlere göre Bayan
Blank bu hastalığa yakalanmıştı (Yüksek ihtimalle.).

Purplepatch durumu büyük bir dikkatle açıkladı: Has­


talık ilerliyordu ve herhangi bir başarı şansının olması
için tedavinin hemen başlaması gerekiyordu. Ne var ki bu
çok riskli bir tedavi süreciydi; kimi zaman böbreklerin ve
hatta karaciğerin alınmasını gerektirebiliyordu. Başarılı
olsalar dahi kadın sürekli tıbbi desteğe ve tedaviye ihtiyaç
duyacaktı.

Bayan Blank boş gözlerle baktı. Riskli tedavi süreci­


ni mi göze almalıydı yoksa testin yanlış olduğu ümidiyle
tedavi olmamayı mı? Danışmanına bu konudaki fikrini
sordu. Purplepatch ciddi bir edayla, "Korkarım, Bayan
Blank, izleyebileceğimiz tek bir yol var", dedi.

Purplepatch'in tavsiyesi ne olmalı?

69
İKİLEM 34

HASTANE İKİLEMİ

Dr. Doe, başını üzgün bir şekilde salladı. Çok acı bir
vaka! John Brown'ın önünde uzun bir yaşam vardı ama
şimdi yaşam destek makinesine bağlı olarak hastane oda­
sında yatıyordu, görünen o ki derin, çok derin bir uyku­
daydı.

John bir motosiklet kazasında çok ağır yaralanmıştı ve


ebeveynleri Bay ve Bayan Brown, Dr. Doe'nun raporunu
bekliyordu. Çok hassas bir konuşma olacaktı. Brown'la­
rın beklemekte oldukları yan odaya geçen Dr. Doe özel­
likle masanın arkasına oturdu ve boğazını temizleyerek
konuşmaya başladı:

"Korkarım, Bay ve Bayan Brown, oğlunuzun bundan


daha iyi bir duruma gelme ihtimali yok." dedi Dr. Doe ve
masanın üzerindeki kağıtları düzeltip toplamaya başladı.
Bay ve Bayan Brown devam etmesini ister gibi başlarını
salladılar. Uzun bir sessizlikten sonra yüzlerinde bir şüp­
he gören Dr. Doe, "İyileşmesi için umut beslemeye gerek
yok" dedi.

"Ama doktor, iyileşebilir, değil mi? Her zaman umut


vardır. " Zavallı Bayan Brown, son derece yorgun, solgun
ve acı içinde görünüyordu.

70
"Böyle bir anda acınızı büyütmek istemem Bay ve
Bayan Brown, inanın en ufak bir umut olduğunu düşün­
seydim bunu size söylerdim. Fakat benim klinik yargıma
göre oğlunuzun hiç iyileşme şansı yok. Bir süre daha onu
yaşam destek makinesinde tutabiliriz ama çok geçmeden
kaynakların etkin dağılımını düşünerek bir karar verme­
miz gerekecek."

Bayan Brown soluğu kesilerek hıçkırmaya başlar, Bay


Brown ona sarılır.

"Bu konuyu düşünmeniz için sizi bir süre yalnız bıra­


kacağım" der Doe ayağa kalkarak. "Anlıyoruz Doktor"
diye yanıtlarlar.

Bir süre sonra Brown'larla konuşması için hastane fel­


sefecisini getirirler. Neşeli biri olan Dr. Gnatt, ellerini canlı
bir şekilde birbirine çırparak şöyle der: " Pekala, şimdi, bu
genç John hakkında ne biliyoruz, 'faydacı' mıydı yoksa
Kantçı mı? "

" Ah hayır," der Bayan Brown, "oğlumuz kiliseye git­


mezdi, üzgünüm. " Hıçkırır. "Şimdi keşke gitseydi diyo­
rum ! "

"Ah eminim" der felsefeci, neşesinden biraz yitirmiştir.


"Ama benim aslında bilmek istediğim şey, John'un kay­
nakların en verimli kullanılması konusunda bir görüşü
olup olmadığıydı, anlıyorsunuz ya. Kaliteye Ayarlı Yaşam
Yılı ya da her neyse, belki de bir iki basit ilkeye sıkı sıkıya
bağlı kalırdı." Brown'ların yüzüne yayılan şaşkınlığı gö­
rünce ekler: "Burada onun felsefi tutumunu ve inançları­
nı anlamaya çalışıyorum."

"Ah hayır Doktor, John'un böyle şeylerle ilgilenme­


diğine eminim. " Bir başka uzun sessizlik olur. Sonra Dr.

71
Gnatt sevecenlikle gülümser. "Pekala," der iyi kalpli Dok­
tor, " bu durumda bizi engelleyecek bir şey kalmadı. Ver­
memiz gereken basit bir karar var: Makineyi çalıştırmaya
devam mı edelim, yoksa kapatalım mı? Ve sanırım bu
küçük şey, bu soruya cevap vermemize yardım edecek."

İyi kalpli Dr. Gnatt, böyle diyerek cebinden bir bozuk


para çıkarır.

"Şimdi, Bay Brown, yazı mı tura mı?"

Brown'lann cevabı ne olmalı?

72
SANSÜRCÜNÜN İKİLEMİ
İKİLEM 35
KİRLİ İŞLER

Sansürcü Maurice'e halkın okuyabileceği şeyleri be­


lirlemek gibi tatsız bir görev verilmişti. İlk işi eski püskü
baskılı dergilere bakmak oldu. Biri şöyle diyordu:

Hücrenin ortasında hizmetçi kız geceliğiyle uzanıyor­


du ve iki eşkıya yüzlerini alçakça sakladıkları maskeleri­
nin altından bu acıyı sinsice bir zevkle izliyorlardı. Kız ne­
redeyse tamamen çıplaktı; arbede sırasında elbisesi epey
yırtılmıştı. Demir ağırlıklardan oluşan iğrenç bir meka­
nizma göğsüne çökmüştü, nefes almak için çırpınırken
ağırlıklar inip kalkıyordu.

Yazıya bir çizim eşlik ediyordu. Gözüpek Maurice


okumaya devam etti.

Önce, dehşet içindeki zavallıyı el ve ayak bilekle­


rinden sıkıca bağladılar. Sonra bu sırımların arasından
iki halat daha geçirdiler ve o feci korkunç hücrenin ze­
mininde kızın bedenini ustalıkla gerdiler. Bu halde kızı
öyle acayip işkencelerden geçirdiler ki belki de Kuzey
Amerika yerlileri dahi birkaç numara öğrenebilirdi. Kız
korkunç acılar içinde can çekişirken nasıl da keyif alıyor­
lardı! Kız acı içinde çığlık attıkça kahkahaları daha da
yükseliyordu. Tahtanın üzerine ağırlıkları yığıyorlardı ve
burnunun ucunu kor gibi ocak demiriyle yakmakla kor-

74
kuruyorlardı; en sonunda işkencecilerden biri berbat bir
tütün içerken diğeri kocaman, kare şeklinde bir taş bloğu
getirip ağırlıkların üzerine koydu. Kuşkusuz başka hiçbir
taş böylesine korkunç bir işkenceye yol açamazdı!

Maurice için buradaki mesele şuydu: Bu pasaj insanla­


rıbu tür tatsız şeyleri yapmaya mı teşvik ediyordu, yoksa
sadece eğlence amaçlı mıydı?

75
Hapishane işkenceleri

Ne var ki bir süre sonra kurbanın üzerindeki taşı kaldırdılar.

76
İKİLEM 36
SUÇ BAGLANTISI

Maurice boş verdi; ne de olsa sadece kurguydu. Ama


yeni basılmış bir yayında gerçek caniler suç işlerken res­
mediliyordu! Mahkumlara düzülen son methiyede, acı­
masız özel timin, bir çete üyesinin ailesini nasıl öldürdüğü
ve bunun onu nasıl çılgına çevirdiği anlatılıyordu ve bu
pasaja etkileyici bir çizim de eşlik ediyordu:

"Yemin ederim ki öcümü alacağım! Bu alçaklık ancak


kanla temizlenir!"

Maurice bunu d a boş verecekti fakat b u kadar liberal


davranmaya son vermesi için baskı görüyordu. Siyasetçi
efendileri ondan gerçek ahlakdışı davranışlarla bunların
medyada yansıtılması arasındaki bağlantıyı gösteren ka­
nıtları gözden geçirmesini bekliyorlardı.

Ona verdikleri bir dosyada, Londra'da nüfuzlu ve ol­


dukça saygın avukatların toplandıkları Gray's lnn'deki bir
ofiste işlenen gerçek bir suça dair belgeler vardı. Tutukla­
mayı yapan memur, neler bulduğunu şöyle anlatıyordu:

Saat 4 sularında 7 Bedford Row adresine gittim. Bay


Wyatt ofisteydi. Benden masanın çekmecesine bakmamı
istedi. Constable da (suçlanan ofis görevlisi) oradaydı.
Constable'a anahtarlar nerede diye sordum. "Bende;
yanımda eve götürdüm" dedi. Gazetelerin (masanın
77
üzerindeki) arasında, renkli çizimler de içeren Ta/es of
Highwaymen veya Life on the Road adlı haftalık bir ya­
yının birkaç sayısı duruyordu. "Bu tür şeyleri okuman
hiç hoş değil" dedim. Beni kolumdan tutup, "Dışarı gel,
seninle konuşmak istiyorum" dedi. Sahanlığa çıkınca da:
"Yaptığım şeyi böyle şeyler okumaya başlayınca düşün­
düm . . .
"

Eski bir vaka olmasına rağmen ( 1 8 72) Maurice bunun


üzerine ciddiyetle eğildi. Birkenhead polis şefinin 1 936 ta­
rihli yıllık raporunda yazdıklarını hatırladı. "Bir çocuğu
suç işlemeye sevk eden, çalıntı malları saklamayı ya da
gerçeği polisten gizlemeyi öğreten hiçbir yayının dolaşı­
mına izin verilmemelidir. "

Aralarında gerçekten bir bağlantı varsa bundan san­


sürün herkesin, özellikle de gençlerin iyiliği için olduğu
anlamı çıkar, değil mi?

78
L l 'l' F. S OF 1' 8 11! MOiT

N OTORIOUS HIGHW AYMEN


l!'OOTP& D• A. !ID • v ıuı �n• •••·

SATUl!.Do\Y, MAY :ı,o, U!36,

Lll'E OJ' OLD lllOD, 'l"HS WG'fl'.Wa:ırıırAft.

uı.ıı 11011 ııonnı�c ıvıı<ııı ıl!>?FB!llllb

Uygunsuz okuma parçaları

79
İKİLEM 37
BİR STANDART MESELESİ

New York eyaletinde, 1 940'lı yılların sonlarına doğru


resimli romanlar okul bahçelerinde halkın gözü önünde
yakılmaya başlamıştı. Haziran 1 953'e gelindiğinde işler
öyle bir noktaya varmıştı ki olayları soruşturmak için
Temsilciler Meclisinde özel bir alt-komite kurulmuştu.
Soruşturmanın odağında EC çizgi romanlarının yayın­
cısı Bili Gaines vardı ve bir adamın bağırsaklarının bir
beyzbol sahasının işaretlenmesinde kullanıldığını anlatan
" Foul Play" (Kirli Oyun) adlı bir hikayenin de aralarında
bulunduğu "ucuz öykülerin" basılmasından sorumlu tu­
tuluyordu. Aşağıda resmi tutanaklara geçen konuşmadan
bir bölüm bulunuyor:

SENATÖR: İşte bu 22 Mayıs tarihli sayı (Crime SuspenS­


tories'in). Burada bir adam bir kadının kesik
başını havaya kaldırmış, elinde de kanlı bir
balta var. Bunun güzel olduğunu düşünüyor
musunuz?
YAYINCI: Evet efendim, düşünüyorum; tabii korku te­
malı çizgi roman kapakları için. Çirkin bir
kapak şöyle olabilirdi: Örneğin, adam kafayı
biraz daha yüksekte tutabilir ve boğazdan
aşağıya kanlar damlayabilirdi ya da kadının
bedeni biraz daha uzakta olsa kadının boğa­
zının kanlı olduğu görülebilirdi.
80
SENATÖR: Kadının ağzından kan akıyor zaten.
YAYINCI: Ama biraz.
SENATÖR: Balta da kanlı. Sanırım yetişkinlerin çoğu bu
görüntü karşısında şoke olurlar.
KOMİTE BAŞKANI (ciddiyetle öne eğilerek) : Burada ona
göstermek istediğim bir başka kapak daha
var . . .
SENATÖR: Bu da 1 Temmuz tarihli sayı. Görünüşe göre
bir adamla bir kadın bir sandaldalar ve adam
kadını kol demiriyle boğuyor. Bu iyi bir beğe­
ninin ürünü mü?
YAYINCI: Öyle olduğunu düşünüyorum.
SENATÖRÜN YARDIMCISI: Daha kötü nasıl olabilirdi?

Maurice önünde duran korku temalı ucuz yayınlara


bakıyor, sonra da yayıncının savunmasına. Savunma bi­
raz zayıf görünüyor. Elbette, tamamen iyi beğeniyi muha­
faza etmek adına, halk doğrn yoldan şaşmış yayınlann
sapkınlığından kornnmalıdır, değil mi?

81
İKİLEM 38
İSTİSMAR İÇEREN RESİMLER

Maurice nihayet, elleri hafifçe titreyerek, müstehcen


yayınların bulunduğu kara kutuyu açıyor ve üzerinde
büyük harflerle "SEKS" yazan mühürlü bir zarf çıkarı­
yor. Elinde zarf açacağıyla bir an duraksıyor. Sonra da Ja­
mes Greenwood'un sesini duyuyor; sanki geçen yüzyılın
Londra 'sından ona sesleniyor:

Mümkünse, bir şeyin kendi şekli ve rengiyle ne ol­


duğunu göstermek onu tanımlamaya çabalamaktan her
zaman için çok daha iyidir. Uygar bir ulus olarak bizleri
utandıran istismar ve sefaletin yarısı, başkalarının tanık­
lıklarına güvenmek yerine halkın onları kendi gözleriy­
le görmeleri sağlanabilseydi iyileştirilebilirdi. Hiç kuşku
yok ki söylentilere inanmak en kolayıdır; fakat bu, tem­
belliği besler ve bizi görevlerimizi ihmal etmeye teşvik
eder. Öyleyse söylentiden mümkün olduğunca uzak dur­
mak gerek. İnsanlar duyduklarının sadece yarısına inanır
ve bugüne kadar görülmemiş ciddiyette bir sorunla karşı
karşıya kalındığında dahi bunu toplu halde lanetlemekle
yetinirler, çözümün uygulanması işini sorunları araştıran,
dolayısıyla sorunlarla ilgili her şeyi bilmesi gereken ki­
şilere bırakırlar. Bu, serseri gençleri konu alan edebiyat
ve ona karşı yükselen itirazlar için de böyledir. Herkes
bunun tiksinç ve iğrenç olduğuna inanıyor çünkü herkes
öyle olduğunu söylüyor: Böylece köpek hak ettiği kötü
82
üne kavuşsa da asılmaz; ondan yalnızca uzak durulur.
Çünkü öyle perişan, hastalıklı görünür ve öyle kötü ko­
kar ki bütün düzgün insanlar ondan kaçar. Ama köpek
insanlarla birlikte olmaktan ziyade kendi başına olmayı
yeğler ve insanlar ona yol verdikçe dişlerini gıcırdatarak
yağmalama ve parçalama işine devam eder. Vahşi hayva­
nı yakalayıp boğmadan önce bizim küçüklerden birine
saldırırken görmemiz gerekir.

Zarftan dışarıya iki çıplak kadın resminin de içinde


bulunduğu bir deste korkunç resim dökülür. "Meluisine"
adlı birinde Meluisine'in göğüsleri açıktadır (görülüyor ki
banyo yapmaktadır) ve ellerinin konumuna bakıldığında
kendi kendini tatmin ettiğine dair bir izlenim oluşmakta­
dır. Bu resim en azından siyah beyazdır. Renkli olanı ise
bir deniz kabuğunun içinde ayakta durmakta olan bir ka­
dını gösteriyor, elleri yine müstehcen bir şekilde duruyor.
Üçüncüsünde, üzerinde birkaç çıplak kadın ve erkeğin
olduğu bir tür duvar resmi görülüyor.

Bu son resimlerin İtalya'da kiliselerde halka gösteri­


len resimlerin kopyaları olduklarını fark ediyor! Ah şu
yabancılar! Maurice'in eski soruşturmalardan kalan,
Thomas Rowlandson ( 1 75 6-1827) tarafından çizilmiş ve
Londra'nın alt sınıflarının şehvani hoppalıklarını göste­
ren satirik baskılardan oluşan özel bir koleksiyonu var
fakat bunlar ona pornografi gibi görünüyor.

Çizgiyi nereden çekeceksiniz?

83
İKİLEM 39
ÇİRKİN POP GRUBU

Ekim 2001 'de Alman polisi, her zaman yaptığı gibi


popüler olmasa da en çok bilinen pop gruplarından biri­
ne baskın yaptı. Eski dilde Alman askeri anlamına gelen
Landser adlı grup, kendisini "Son Çözüm" olarak adlan­
dırdığından bu yana yasadışı ilan edilmişti, bu yüzden
ismini tekrar değiştirmek zorunda kalmıştı. İlk albümleri­
nin adı The Reich Will Rise (Reich Yükselecek) idi ve ta­
kipçilerini yabancılara, Yahudilere, Çingenelere ve siyasi
rakiplere (tıpkı eski zamanlarda olduğu gibi) saldırmaya
çağırıyordu. Yeni albümlerinde (pek ironi içermeyen) kısa
bir şarkı vardı:

Birileri zencilere burada oy verebileceklerini söylemiş

Pekala, bu doğru,

Oy verebilirler

Ama ya boyunlarına geçirilecek bir ip

Ya da midelerine saplanacak bir kurşun için.

Bu albümü alır mıydınız?

84
İŞ HAFTASI: İŞ AHLAKINA DAİR
ÜÇ İKİLEM (VURGU "İŞ "TE)
İKİLEM 40
KORSANLIK VE AZALAN YAZIŞMALAR

Pazartesi

Fatura ve iç yazışma departmanının üç sekreterinden


biri olan Sandra, birkaç aydır düzenli olarak üst yöne­
time Jackie ve Bob'a nazaran daha az ve daha kısa ya­
zılar göndererek tembellik ediyordu. Bu sabah, Jackie
bundan artık usanmıştı. Bob'a, olan bitenleri yöneticileri
Mustafa'ya veya şirketin insan kaynakları departmanına
anlatmak için onunla gelip gelmeyeceğini sordu. Ne var
ki Bob, "Sandy'nin" görevinden kaytardığı konusunda
Jackie ile hemfikir olmakla birlikte bir bakıma kaygılıydı;
nasılsa departmanda işler bir şekilde yürüyordu, bu şika­
yet biraz abartılı olmayacak mıydı?

İş ahlakı departmanı hiç de öyle düşünmüyordu.


Bob'un yaklaşımı bir işe yaramazken Jackie'ninki ( Lock­
heed uzmanlarının deyişiyle) çalışanın "zayıf iş ahlakına"
dikkat çekmektedir. Sandra'nın yöneticisi ona John Stuart
Mill'in sözlerini hatırlatmak isteyebilir: " Görev, mecbur
edilerek yerine getirilen bir şeydir, tıpkı birinden alacağını
almak gibi. "

Sonra, Salı günü, Jackie, Sandra'nın şirkete ait yazı­


lımları kopyalayıp eve götürdüğünü fark etti. Sandra çok
pahalı olan bu programı satın almak için para biriktir-

86
diğinden canı daha da sıkılmıştı! Jackie bu konuda te­
reddütte kaldı. Sandra'nın başına hiçbir şey gelmediğine
göre kendisi de susup programı kopyalamalı mıydı yoksa
Mustafa'ya ya da etik ofisine bir rapor mu yazmalıydı?
En azından Sandra ile baş başa kaldığı bir anda, belki bir
kahve molasında yazılım kopyalamanın yasadışı olduğu­
nu ona hatırlatabilirdi.

İkinci suçtan sonra yanıtı gayet açık olsa da, Jackie


sornmluluk sahibi ve ahlaklı bir çalışan olarak bu du­
rumda ne yapmalı?

87
İKİLEM 4 1
YÜKSEK SESLİ RADYO

Çarşamba günü ofis çok sakindi. Fakat perşembe


günü . . .

Perşembe
Baskı odasındaki Tony, odadaki radyoda sabahtan ak­
şama kadar pop müzik çalınmasına itiraz ediyordu. Söy­
lediğine göre kendisi parmakla gösterilen bir keman sa­
natçısıydı ve kulağı çok hassastı. Bunun üzerine şef doğal
olarak baskı odasında görev yapan tüm çalışanlar arasında
bir oylama yapn ve çoğunluk çalınmakta olan müzikten
hoşlandığını belirtti. Bu duruma gücenen Tony, yardım is­
temek için konuyu departman yöneticisi Mustafa'ya taşıdı.
Yönetici bu durumda ne yapmalı?
A: Çoğunluk pop müzikten hoşlandığına göre, hiç­
bir şey yapmamalı.
B: Baskı odası şefine, düzenli aralıklarla farklı
müzikler çalmayı önermeli. Örneğin, pazartesi
günleri klasik keman kuartetleri, çarşamba caz
funk, cuma tekno . . .
Ya da ne çalındığını çok umursamıyorsa şefe başka
herhangi bir şey çalmasını söylemeli.

Veya müzik hakkında yapılan şikayetlerden bıknysa


radyonun fişini çekip işi bitimıeli mi?

88
İKİLEM 42
BULAŞICI HASTALIK

Cuma

Nihayet hafta sonu geldi ve fatura ve iç yazışmalar


departmanından Jackie Mustafa'ya bir yazı gönderdi;
Bob'un (her ne kadar başkalarının duymasını istemese de)
HIV pozitif olduğunu duymuştu. Personele ait çay oda­
sında Bob ile aynı kahve kupasını paylaşmış olduğundan
özellikle sarsılmıştı. Zavallı Mustafa. Şimdi ne yapmalı?

A: AIDS'li çalışanı, Jackie ile (ve hatta tüm diğer ça­


lışanlarla) daha az temas kuracağı başka bir işe
kaydırmalı.
B: Duruma nasıl baktığını tartışmak için Jackie ile bir
toplantı yapmalı ve sonraki personel toplantısında
tüm çalışanlara yasaların AIDS hastalarına ayrım­
cılık yapılmasını yasakladığını hatırlatmalı.

Ya da hukuk departmanına telefon edip bir yandan


işten çıkarma işlemlerini başlatırken bir yandan da zavallı
Bob'a olabildiğince cömert davranılmasına özen göster­
meli.

Telefona uzanmalı mı?

89
İKİLEM 43
TANIK

Fazla mesai

Cumartesi günü makineler çalışmıyordu. Buna rağ­


men Mustafa ekibi çağırdı ve müşterilerden birinin iflas
ettiğini söyleyerek "artık ihtiyaç duyulmayan yazışma­
ları" imha etmelerini istedi. Öğle arasında kağıt öğütme
makinesi tutukluk yapınca Bob fena halde yaralanmış,
her şey daha da kötüleşmişti. Son sağlık ve güvenlik de­
netimi sırasında makinenin kaldırılmasının söylendiği
Sandra'nın aklına geldi; makinede bir problem olduğu
düşünülüyordu. Ne var ki Bob bunu bilmiyordu ve sade­
ce yanlış düğmeye basmış olabileceğini düşünüyordu. Bu
durumda Sandra hangisini yapmalı:

A: Güvenlik riskinin bu kez ortadan kaldırılması için


ne biliyorsa şirkete olduğu gibi rapor etmeli ve ya­
ralanmış çalışma arkadaşına onun lehine tanıklık
edeceğini söylemeli.
B: Sessiz kalarak şirketini korumaya çalışmalı.

Ve Bob konuyu açarsa tanıklık etmeyeceğini açıkça


bildirmeli mi?

90
İŞ AHLAKINA DAİR BİR BAŞKA
İKİLEM (VURGU AHLAK
ÜZERİNDE)

İKİLEM 44
ŞEYTANIN KİMYAGERLERİ

20. yüzyılın en büyük ticari başarılarından biri, Alman


kimya endüstrisinin başarısıydı. Bu aynı zamanda 1 . G .
Farben adlı güçlü bir endüstri devinin dünyayı hakimiyeti
altına almaya nasıl yaklaştığının hikayesidir.

Esasında "IG" yalnızca bir boya üreticisiydi. 19. yüz­


yılın ortalarına kadar boyaların hammaddesi dutlar, bö­
cekler, çiçekler ve ağaç kabuklarından elde ediliyordu.
Daha sonra birisi kömürden nasıl boya yapılacağını keş­
fetti. Çok geçmeden, Almanya'da hepsi de bu yeni kim­
yasal teknolojiyle üretim yapan altı büyük şirket ortaya
çıktı: BASF, Bayer, Hoescht, Agfa, Casella ve Kalle. Sergi­
lenen kurumsal kararlılık yenilikçi araştırmalara kapı açtı
ve oryantal "Çin seramiklerinin" en karakteristik özelliği
olan ve bir türlü elde edilemeyen "sentetik mavi" keşfe­
dildi. Ayrıca acımasız fiyat indirimleri, "zararına satışlar,"
agresif patent davaları, endüstriyel casusluk ve hatta rüş­
vet gibi yeni piyasa araçları da ortaya çıktı.

Bütün bu yöntemler şirketlerin gelişmesine yardımcı


oldu. Hatta Bayer, nitrat yapımı için çok önemli yeni bir
yöntem geliştirecek kaynağa sahipti; bundan önce nitrat
uzun ve pahalı bir deniz yolculuğu ile Şili'den getirtilebili­
yordu. Önceleri nitrat yalnızca gübre olarak kullanılıyor­
du. Birkaç yıl sonra aynı nitrat İkinci Dünya Savaşı'nda
91
kullanılan yüksek patlayıcı güce sahip "nitro-gliserin"
haline geldi.

Aln şirket, Bayer'in önderliğinde birbirlerine karşı sal­


dırgan rekabetten vazgeçerek büyük bir "dostluk grubu"
kurdular ve adını Interessen Gemeinschaft koydular. Biz
buna muhtemelen tekel ya da kartel derdik ( Benzer zai­
batsu kartelleri o zamanlar Japonya'da da faaliyet göste­
riyordu.). Her neyse, kendi ülkelerinde rakiplerinin saldı­
rılarından korunan altı şirket artık yeni pazarlar peşinde
koşabilirdi. IG o kadar büyüktü ki Imperial Chemicals ve
Standard Oil gibi dünyanın diğer dev şirketlerini kendi
"topluluklarına" katılmaya ve kendi kurallarına göre oy­
namaya ikna edebildi.

Fakat IG'yi asıl zengin eden savaş oldu. Naziler, Blitz­


krieg savaş makinesinin yapımı için yakıta ve sentetik
kauçuğa ihtiyaç duyuyordu. Yalnızca IG gibi devasa bir
şirket bunları sağlayabilirdi. Bu vatansever gereksinimleri
karşılayabilmek için Auschwitz'de büyük bir kompleks
inşa edildi. Auschwitz'de yapılmasının nedeni, yakındaki
toplama kampında bulunan tutukluların işgücünden ya­
rarlanma düşüncesiydi. Tesis o kadar büyüktü ki Berlin'in
tamamından fazla elektrik tükettiği söyleniyordu. Sadece
inşaatı 25 bin tutuklunun hayatına mal olmuştu!

Savaşın sonunda yirmi dört kadar IG yöneticisi Nür­


nberg Savaş Mahkemesinde yargılandı. Mahkemenin ha­
zırladığı iddianamede "insanlık tarihinde şimdiye kadar
görülen en yıkıcı ve felaketle dolu savaşın yaşanmasında
büyük sorumluluk sahibi olmakla" ve "büyük çaplı köle­
leştirme faaliyetleri, yağmacılık ve cinayetle" suçlanıyor­
lardı. Yöneticilerden savaş boyunca izledikleri politikayı
savunmaları istendi. Aşağıdakilerin yazılı olduğu pusula­
ları açıklamaları talep edildi:

92
Yeni bir uyutucu ilacın deneylerinde kullanılmak üze­
re bize birkaç kadın temin etmenizi rica ediyoruz . . .

Cevabınızı aldık ancak kadın başına 200 mark ücret


oldukça pahalı. Kafa başına 1 70 marktan fazla ödeme­
yeceğiz. Uygunsa kadınları alacağız. Yaklaşık 1 50 taneye
ihtiyaç var . . .

ALINDI: 1 50 kadın siparişi. Çok zayıf olmalarına


karşın kadınlar yeterli bulundu. Deneyle ilgili gelişmeleri
size bildirmeye devam edeceğiz . . .

Testler yapıldı. Bütün denekler öldü.

Yakında yeni teslimat için sizinle temasa geçeceğiz.

Bu yirmi üç yöneticiye "şeytanın kimyagerleri" ismi


takılmıştı. Yine de suçlananlar Nazi değildi, radikal ol­
dukları dahi söylenemezdi. Onlar zeki ve parmakla gös­
terilen işadarnları, mühendisler ve bilim insanlarıydı; akıl­
ları başlarındaydı. Hükümetleri savaşta onlardan yardım
isteyince bu talebe karşılık vermişlerdi, tıpkı daha mutlu
zamanlarda operalardan, sanat galerilerinden ve hatta
hayır kurumlarından gelen yardım isteklerine karşılık
verdikleri gibi.

Hiçbir yasayı ihlal etmemişlerdi, sadece ellerinden ge­


len en iyi işi yapmaya, para kazanmaya çalışmışlardı. Ta­
bii bazı ahlaki yasalar da vardı, değil mi?

93
BEŞ KISSADAN HİSSE:
İLAHİ ADALETİ ARARKEN
İKİLEM 45
MEYVE VERMEYEN AGAÇ

Başarılı bir tüccar, uzak bir ülkeye birkaç vergi yılı sü­
receğini bildiği bir iş seyahati için davet edilmişti. Yola
çıkmadan önce çalışanlarını bir araya topladı ve her bi­
ı:ine biraz altın para vererek onlardan yatırımlarına göz
kulak olmalarını istedi ve paraları her birinin idare edebil­
me becerisine göre dağıttı. En güvenilir yardımcısına beş
sikke verdi; bir başkasına iki, sonuncusuna da sadece bir
tane. Sonra hemen yola koyuldu.

Beş sikke alan adam hemen ticarete başladı ve o kadar


başarılı oldu ki sikkeleri ikiye katlandı. İki sikke alan çalı­
şan da bu parayla ticaret yaptı ve iki katı kar elde etti. Sa­
dece bir sikke alan yardımcı gidip parayı bir kağıda sardı
ve yatağının altındaki çorabının içine sakladı.

Bir gün tüccar geri döndü ve çalışanlarıyla bir top­


lantı yaptı. Toplantının ilk konusu onlara emanet ettiği
paralara ne olduğuydu. İlki, "Bakın, yatırımınızı ikiye
katladım! " diyerek gururla 1 0 altın verdi. Bu durumdan
çok hoşnut olan tüccar şöyle dedi: "İyi iş, benim iyi ve
sadık yardımcım; az şeyle iyi bir iş çıkardın, seni birçok
işin başına getireceğim." İki sikke alıp dört sikke getirene
de aynı şeyleri söyledi. Lakin en sonuncusu eski çorabını
çıkarıp masanın üzerine boşaltınca ve içinden sadece bir
altın dökülünce bundan pek memnun olmadı.

95
Tüccar kükredi: "Seni ahlaksız miskin hizmetkar! Bili­
yorsun, ekmediğim yerde bile hasat toplarım ben; paramı
bankaya yatırsaydın faiziyle birlikte geri alırdım! "

Sonra diğerlerine dönerek, "Payı ondan alın ve on al­


tın getirene verin; sonra da bu işe yaramazı alıp dışarıya,
karanlığa fırlatın! " dedi.

Bu durum iş ahlakı bakımından nasıl değerlendinneli?

96
İKİLEM 46
EYÜP'ÜN KADERİ

Eyüp çok iyi, çok dindar biriydi. Çok sessiz, kendi ha­
linde (ama başarılı) bir hayat sürüyordu . . . Ta ki Tanrı ile
Şeytan'ın bahse girmeye karar verdikleri o güne kadar.

Şeytan'a göre Eyüp iyiydi çünkü her şey onun için faz­
lasıyla kolaydı. İşler biraz ters gitseydi inancını kaybeder
ve çok geçmeden diğerleri gibi günah işlerdi!

Tanrı bu meydan okumayı gördü ve Eyüp'ü imtihan­


dan geçirmeye karar verdi. Şeytan önce Eyüp'ün bütün
ürünlerini yiyen bir örümcek sürüsü gönderdi. Sorun de­
ğildi. Eyüp omuz silkip iyi günlerin gelmesi için dua etti.
Sonra Şeytan, Eyüp'ün oğulları ile kızlarının günümüz­
de küresel ısınma koşullarıyla benzer kabul edilebilecek
acayip hava koşullarında ölmelerini sağladı. Bu durum
karşısında dehşete kapılan zavallı Eyüp saçlarını kazıdı,
dizlerinin üzerine çöktü ve şu sözlerle Şeytan'ı daha da
öfkelendirdi: "Tanrı verdi, Tanrı aldı (Tanrı'ya şükürler
olsun.)." Bunun üzerine Tanrı, Şeytan'ın Eyüp'ü tepeden
tırnağa çıbanlarla kaplamasına istemeden de olsa izin
verdi.

Bu noktada Eyüp inancını kaybetti.

İlahi adalet bunun neresinde?

97
İKİLEM 47
KURBANLIK KUZU

İbrahim kuzuyu kesmeye götürür

İbrahim ile Sara, ihtiyarlıklarında çocuk sahibi olabil­


dikleri için çok mutluydu. İshak sevimli, hoplayıp zıpla­
yan bir çocuktu. Elbette bütün bunların Tanrı'nın hikme­
ti olduğunun farkındaydılar ve Tanrı da bunu İbrahim'e
bizzat söylemişti. Aynı zamanda İbrahim'in torunlarının
"gökteki yıldızlar ve çöldeki kum taneleri kadar sayısız"
olacağından da söz etmişti.

Ne var ki, çok sonra, İshak büyüyüp de güzel bir deli­


kanlı olduğunda, Tanrı İbrahim ile yeniden konuştu. Bu
kez İbrahim'den küçük bir isteği vardı: Dağın zirvesinde
kendisine kurban sunmasını istiyordu İbrahim'den. Bir
bityeniği vardı sanki? Kendi oğlunu kurban etmeliydi.

Elbette İbrahim bu durum karşısında çok üzüldü ve el­


lerinde çıra ile dağın başına birlikte yaptıkları yolculuğun
nedenini bile açıklayamadı ona. İshak, "Ateşi ve odunla­
rı görüyorum baba ama kuzu nerede? " diye sorduğun­
da dahi İbrahim'in elinden "Kuzuyu Tanrı gönderecek. "
gibi esrarengiz cevaplar vermekten başka bir şey gelmi­
yordu (Bu yalan mıydı? Elbette yanlış yorumlanabilir.).
İ brahim daha sonra İshak'ı sunak taşına bağladı ( Bu nok­
tada delikanlıya bir şeyler söyleyebileceğini düşünmüş

98
olabilirsiniz.) ve eli havada, tam hançeri indirecekti ki
Tanrı'nın sesi gürledi: "Dur, İbrahim! " Çünkü bu sadece
bir imtihandı. Artık Tanrı İbrahim'in kendisi için doğru
kişi olduğundan emindi ve oğlu yerine kurban etmesi için
gökten bir koç indirdi.

Kıssadan hisse nedir?

99
İKİLEM 48
MODERN ZAMANLARIN MERHAMETLİSİ

Bir adam Kudüs ile Eriha şehirleri arasındaki yolda


yalnız başına yolculuk ediyordu. Birden çalıların arasın­
dan hırsızlar fırladı; onu vahşice dövdüler, parasını, hatta
elbiselerini bile çaldılar ve yaralı halde yolun kenarında
bıraktılar. Yarı ölü bir halde ve acıyla kıvranarak, belki
yoldan geçen birileri duyar diye güçlükle "yardım edin",
diye fısıldayabiliyordu. Ancak yol biraz ıssızdı. Şansına,
birkaç saat sonra yoldan geçen bir papaz yerde yatan
adamı gördü. Papaz olduğu düşünülürse elbette özel bir
sorumluluk hissetmeliydi fakat bakışlarını başka yöne çe­
virdi, adımlarını hızlandırdı ve yolun karşı tarafına geçti.
Yakıcı güneş yaralı adamı adeta kavuruyordu; inleye in­
leye en sonunda bilincini kaybetti. Uzun saatler geçti ve
sonra - şükürler olsun! - başka bir kilise görevlisi geldi.
O da adımlarını hızlandırmadan önce yaralı adama şöyle
bir bakmakla yetindi.

Kimsesiz bir Samiriyeli, eşeğini sürerek geldiğinde


hava nerdeyse kararmıştı. Toz içinde yatan zavallı adam­
cağızı fark etti. Eşeğinden indiği gibi yaralarını sarmak
ve acısını dindirmek için ne yapabileceğini görmek üze­
re adamı incelemeye başladı. Daha sonra adamı dikkatle
eşeğine taşıyıp en yakındaki hana götürdü; orada yarala­
rını güzelce temizledi ve bütün gece onunla ilgilendi. Erte­
si sabah, adam çok daha iyi olsa da hala derin uykudaydı.
100
Bunun üzerine Samiriyeli yola koyulmadan önce han­
cıya fazladan para verip şöyle dedi: "İyileşene kadar za­
vallı arkadaşıma göz kulak ol; masrafları bundan fazla
tutarsa tekrar geldiğimde öderim."

İncil'de yer alan meşhur hikayeyi dinledik. Şimdi Ocak


1 9 92'de ABD'de yaşanan gerçek bir hikayeye dönelim.
Gecenin geç saatlerinde bir adam, otoyolda seyrederken
önünde bir arabanın arıza yaptığını gördü. Başkaları da
aynı kazayı görmüş fakat durmadan yollarına devam et­
mişlerdi. Durmak için oldukça korkutucu bir noktaydı;
ama aynı şey arıza yapmış bir arabanın içinde olmak için
de geçerliydi.

Ne yapmalı? Durmalı mı, yoksa aceleyle uzaklaşmalı


mı?

101
İKİLEM 49
DİLENCİ LAZARUS

Bir zamanlar pahalı ipekler ve ketenler giyen çok zen­


gin bir adam vardı. Adam her yemekte insanı adamakıllı
şişmanlatan kaz ciğeri ve kremalı pastalarla ziyafet çe­
kiyordu. Canını sadece bir şey sıkıyordu: Her gün ofisi­
ne giderken önünden geçen iğrenç görünüşlü dilenci . . .
Üstü başı yırtık pırtıktı, saçları kirden topak olmuştu,
her tarafında iltihaplı yaralar vardı. Lazarus adlı bu di­
lenci zengin adamın evinin kapısında oturmuş, bir tek
kuşsütünün eksik olduğu sofradan kalan artıklarla belki
beslenirim diye onunla konuşmayı umuyordu ( "Zavallı
kardeşine de bir parça kaz ciğeri ayır ! " ) . Gelip yaralarını
yaladıklarına bakılırsa köpekler bile ona acıyordu. Ne
var ki zengin adam Lazarus'u görmeye katlanamıyordu.
Ona hiçbir şey vermedi.

Gel zaman git zaman, zengin adam öldü ve büyük


bir şaşkınlıkla yeniden uyandığında kendisini cehennem
ateşinde rosto yapılırken buldu. Üstüne üstlük gözlerini
kaldırdığında kimi gördü dersiniz? Eski düşmanı Lazarus
uzaklarda, Kutsal Baba İbrahim'in kucağında oturuyor­
du. Zengin adam haykırdı: "İbrahim, merhamet et bana!
Lazarus'u gönder de, parmağının ucunu suya daldırıp di­
limi serinletsin; bu alevler içinde yandım, piştim ben! " Ne
var ki Yaşlı İbrahim kaşlarını çatıp şöyle dedi: "Oğlum,
hatırla. Yaşamın boyunca sen en güzel şeyleri aldın; Laza-
102
rus'un payına hep dert düştü. Şimdi o rahata erdi, sen ise
işkence çekeceksin."

Şimdi buna adalet deniyor. Ya "meta-cennette" ne ola­


cak (Cennetten "sonraki" cennette?) ?

İşkence çekmekte olan zengin adama yardım etmediği


için İbrahim de daha sonra cezalandırılacak mı?

103
MAYMUN VAKALARI
İKİLEM 50
MAYMUN VAKASI

Konuşan şempanzeler Albert ve Samuel birer efsa­


neydi. Onlarla gurur duyan eğitmenleri Felicity, şempan­
zelere işaret dilini öğretmişti ve küçük dostlarımız artık
beş yaşında bir çocuğun bilebileceği kelime sayısı kadar
işareti kullanabiliyorlardı. Buna rağmen, kavramları ne
ölçüde gerçekten anladıkları tartışılırdı. Aralarında geçen
konuşmalar genellikle şu şekildeydi:

Merhaba Albert.
Merhaba Felicity.
Muz ister misin?
Evet lütfen!
Muzlar mavi kutuda, Albert.

Ardından, Albert itaatkar bir şekilde mavi kutuya doğ­


ru gider, kilitli olduğunu görür ve kafası karışmış şekilde
geri dönerdi. Bu durumda işaretlerle şunu söyleyebilirdi:

Kutu değil!
Çünkü kilitli. Anahtarı ister misin?

Bu gibi durumlarda, çoğunlukla kendisine bir şeyler


fırlattığı için Felicity sıklıkla Albert'in anlayışının tüken­
diğini düşünürdü. Ancak Felicity "kırmızı kutunun ikinci

105
çekmecesinde" teklifini yaptığında Albert hemen kırmızı
kutuya gidip anahtarı alırdı. Dolayısıyla Felicity, şem­
panzelerin basit bir dili kavrayabildikleri sonucuna vardı
ve büyük bir araştırma projesi kapsamında Samuel'i Al­
bert'ten ayıracakları güne kadar böyle yaşamaya devam
ettiler.

Ayrılığın ertesi günü, Felicity şaşkına dönmüştür. Al­


bert oldukça farklı işaretler yapmaktadır.

Samuel yoksa yemek de yok!


Albert, o gitti.
Samuel yoksa yemek de yok!

Albert bunu tekrar ettikten sonra susar. Felicity çok


endişelidir.

İzleyen günlerde Albert gitgide zayıflar ve oldukça


hasta görünmeye başlar. Felicity, "Neredeyse açlık gre­
vinde gibi" der müdürüne. "Sam'i geri getiremez miyiz?"
Müdürü Dr. Vıvian Section hayır der; Sam'in sonunda
beyninin parçalanacağı bir deneyde kullanılması planlan­
maktadır. "Ama daha sonra Albert'e başka bir arkadaş
bulabiliriz" diyerek başka bir teklifte bulunur. Bunun üze­
rine Felicity'nin aklına Dr. Section'ı dava etme fikri gelir.
Felicity o anda ... Karar verir. Böylece Albert, insanların di­
lini mahkemede kullanma fırsatını gerçekten yakalamıştır.

YARGIÇ (kuşkuyla): Primat Araştırma Laboratuvarları­


nın mülkü olan şempanze Albert misiniz?

ALBERT: Hayır!
(Mahkeme salonunda kahkahalar yükselir. Yargıç
kendini beğenmiş bir edayla Felicity ve avukatına ba-

106
kar, kuşkucu tavrında haklı olduğunu düşünmektedir.
Albert'in avukatı aceleyle Felicity'ye danışır.)

ALBERT'İN AVUKATI: Sayın Yargıç, müvekkilim labora­


tuvarın "mülkü" olduğunu kabul etmemek­
tedir. Soruda bunu ima etmekten kaçınabilir
miyiz?
YARGIÇ (iç geçirerek): Pekala. (jüriye kaş göz ederek
Albert'e döner) Primat Araştırma Laboratu­
varlarında tutulan şempanze Albert misiniz?
ALBERT: Evet.
YARGIÇ: Arkadaşınız Samuel'in geri dönmesini istiyor
musunuz?
ALBERT: Evet.
LABORATINARLARIN AVUKATI: İtiraz ediyorum! Bu
hiçbir şeyi kanıtlamaz! Maymun yalnızca
rastgele "evet" diyor!
YARGIÇ: Sessizlik, davacıyı kendi bildiğim gibi sorgula­
yacağım! (Albert'e dönerek) Albert, söyleye­
ceğiniz şey çok önemli. Samuel'in dönmesini
neden istediğinizi mahkemeye açıklayabilir
misiniz?
ALBERT: (Samuel dikkatle yargıca bakar. Sonra, kısa
ve telaşlı hareketlerle bugüne kadar yaptığı
en uzun konuşmayı yapar.) Samuel ve ben,
kendimizi bildik bileli aynı ormanda yaşa­
dık. İnsanlar bizi yakaladığında da bir arada
tutuluyorduk ve yıllarca süren esarete ancak
bu şekilde dayanabildim. Şimdi Samuel için
korkuyorum; ona ne yaptılar? En azından bir
arada kalamaz mıydık (Ardından, hüsranla
başını masaya vurur.) ?

107
Tüm mahkeme salonu sırayla afallamış, duygulan­
mış ve neye uğradığını şaşırmıştır. Ancak laboratuvar­
ların avukatı şimdi daha kararlıdır.

LABORATINARLARIN AVUKATI: Sayın Yargıç. Duygu­


sallıkları, burada bulunan kişileri iki maymu­
nu tekrar bir araya getirmeye yöneltse de, as­
len yalnızca insanlara ait olan duyguları veya
rasyonel kavrayışları bir hayvana atfetmek
oldukça yersizdir. Samuel olarak bilinen may­
muna insan sağlığı için çok önemli olan bir
araştırma kapsamında ihtiyaç duyulmaktadır.
Albert olarak bilinen maymun ise maymun­
lara değil, insanlara ait olan hakları talep et­
mektedir. (Ağırbaşlı bir şekilde jüriye dönerek)
Mahkeme Albert'in tüm tercihlerinin denkle­
me dahil edilmesine izin verdiği takdirde bu,
hayvanların insanlara ait hakların ötesinde ve
üzerinde haklara sahip olduğu bir durum ya­
ratabilecektir! Bunun karşısında açık bir tavır
alınması ve maymunun başvurusunun redde­
dilmesi konusunda ısrar ediyorum!
Sözlerini tamamladıktan sonra oturur ve mahkemeyi
kesinlikle hassas bir ikilemle baş başa bırakır. Albert el­
bette zavallı görünmektedir; işaret diliyle hayatında yap­
tığı en uzun konuşmanın ardından öylece durmakta ve
büyük kahverengi gözleriyle jüriye bakmaktadır. Ancak
büyük bir başarı elde etmiş olsa da, bu bakışın insana ait
olmadığı bellidir . . .
Mahkeme nasıl karar vermelidir?

108
İKİLEM 5 1
MAYMUN VAKASININ DEVAMI

Albert'in bakışlarını ayırmadığı j üri, doğal olarak Al­


bert'in lehine karar verir. Bu karar büyük sevinçle karşı­
lanır. Ancak bilim insanları olan laboratuvarcılar da aynı
doğallıkla kararı temyiz ederler. Avukat bu sefer savun­
masını şempanzelerin sorumluluk taşımaması üzerine
kurar. "Sorumluluk yoksa hak da yoktur" demektedir.
"Durum bu kadar basittir." diyerek azarlayıcı bir edayla
parmağını sallar.
Mahkemede bulunmasına ve lehine olacak şekilde da­
vanın işaret diliyle görülmesine rağmen Albert itiraz sıra­
sında söz almaz. Bıkkın görünmektedir (En nihayetinde
söylenecek daha ne kalmıştır?).
Bunun karşısında Albert'in avukatı, sorumlulukları
bulunmamasına rağmen hukukun belirli insan gruplarına
da hak tanıdığını savunur. Herhangi bir şeyden sorumlu
tutulmak için çok genç, çok yaşlı veya fazlasıyla engelli
olsalar dahi fikir beyan edebilecekleri bir durumda sözleri
dinlenmektedir. Örneğin, kronik engelli bir kişinin ken­
disini etkileyen pek çok konuda fikir beyan etmesine izin
verilecektir. Samuel'e yapılan muamelenin ona yapılması,
yani ailesinden ve arkadaşlarından koparılması, üzerinde
deneyler yapılması ve ardından öldürülmekle tehdit edil­
mesi inanılmayacak bir olay sayılır. Oysa Üçüncü Reich'ın
toplama kamplarında yer alan araştırma merkezlerinde
109
insanların gerçekten maruz kaldığı bir durumdur bu ve
dolayısıyla maalesef, akla gelmeyecek bir şey de değildir.
Mahkeme yine laboratuvarların aleyhine, Albert'in le­
hine karar verir ve laboratuvarlar bu kez kararı bölgedeki
en yetkili mahkemeye götürürler. Yeni ve daha deneyimli
bir avukat yeni ve daha pahalı bir savunma üretir. Saksa­
ğanlar ve kargaların da kendilerini aynada tanıdıklarına,
saklı nesneleri bulabildiklerine dair ön tespitlerin ardın­
dan, kafası karışmış bir şekilde gözlerini kırpıp duran bir
domuz mahkeme salonunun ortasına getirilir.

Biraz gereksiz bir şekilde, "Bu," der avukat, " bir do­
muzdur. "

Öne eğilip kemik çerçeveli gözlüklerini indirerek


"Pekala, bu . . . Hayvanı buraya getirmenizin nedeni ne­
dir?" diye sorar mahkeme başkanı.
"Sayın Yargıç," diye yanıtlar avukat gösterişli bir şekil­
de, "domuzların karada yaşayan hayvanların en akıllıları
oldukları söylenir ancak hiç kimse bu canlıya herhangi
bir hak vermeyi düşünmeyecektir. " Bu anda domuz ho­
murtulu bir ses çıkarır ve yere kokulu bir madde bırakır.
Yargıçlar bundan pek etkilenmiş görünmemektedir; an­
cak gösteri muhtemelen onlardan ziyade orada bulunan
basını etkilemek amacıyla gerçekleştirildiği için avukat
kendinden emin bir şekilde gülümsemeye devam ederek
hakların kökeninin toplumsal gelenekler ve toplulukların
işleyişinde bulunduğunu açıklar. Şempanzeler ve bono­
bolar, insanların toplumunda herhangi bir rol oynama­
maktadırlar ve bu yüzden onlara haklar vermek anlamlı
olmayacaktır.
Bunun üzerine Albert oturduğu tanık masasından kal­
kar, Felicity'ye doğru ilerler ve uzun, kıllarla kaplı kolunu
yavaşça Felicity'nin boynuna dolar.
Bu, hukuki bir fikre bir tür yanıt olarak görülebilir mi?
1 10
İKİLEM 52
HAYAT ADİL DEGİL

Thomas'ın yüzü asıktı. Az önce defterlerini karaladığı


için azarlanmıştı. Bazı çocuklar ondan daha fazla harç­
lık alıyorlardı. Samantha yeterince yakışıklı olmadığı için
onunla çıkmayacağını söylemişti. James ondan daha iyi
futbol oynuyordu. Ve (fısıldayarak söyledi) "Brains" ma­
tematikte ondan iyiydi. Bu hiç adil değildi; matematik
Brains'in en sevdiği ders bile değildi!

Sonra başına gelenler vardı. Artık şanslı değildi. Kimi


zaman, diye yazıyordu günlüğüne, sanki üzerine bir lanet
çökmüş gibi geliyordu. Tıpkı uzaktan kumandalı küçük
kayığının kontrolden çıkıp kaybolduğu gün gibi... Sonra
okulda ona "iyi" olanı yapması gerektiği söyleniyordu.
Tamam, ama neden? Dünya iyi bir yer değildi ve orada
yaşamak zorundaydı! Böyle karşı çıktı öğretmeni Bayan
Heffalump'a.

Bayan Heffalurnp dik başlı çocuğu okul kütüphanesi­


ne götürdü ve mavi kitap kutusundan Platon'un Menon
diyaloğunun bir kopyasını çıkardı. Bu diyalogda Sokrates
Menon'dan "iyi insanlar olmamızı sağlayan" arzu edilir ve
"yararlı" niteliğin, yani "erdemin" doğasını açıklamasını
istiyordu. Sokrates arkadaşından aşağıdaki cüretkar yanı­
tı almıştı. Bayan Heffalurnp boğazını temizledikten sonra
(biraz mahcup olmuştu) yüksek sesle okumaya başladı:

111
Çok basit. Her şeyden önce, erkeğe yaraşır bir erde­
min peşindeysen, erdemin kentin işlerini iyi idare etmek­
ten ibaret olduğunu görmek kolaydır; böylece bir adam
arkadaşlarına yardım edip düşmanlarına zarar verir.
Bunu yaparken elbette kendisini kötü bir duruma sok­
maz. Bir kadın için neyin erdemli olduğunu bilmek isti­
yorsan, bunu açıklamak çok daha kolay. İyi bir ev kadını
olmalı, ev işleri konusunda titiz olmalı ve kocasına itaat
etmeli . . . Her edim için, yaşamın her anı için, her işlev
için, bunların her biri için bir erdem ve bir kötülük vardır.

" Hayır, hayır, hayır! " diye haykırdı Thomas. " Bayan
Heffa lump, bu saçma sapan bir teori ! "

Thomas haklı mı?

1 12
İKİLEM 53
ÇOCUKLARIN ETİK BENCİLLİGİ

Thomas, ödevlerini iyi yapan çocukları ödüllendirmek


için başöğretmenin masasında saklanan özel teneke ku­
tudan şekerleme çalarken yakalanmıştı. "Thomas! Yara­
maz çocuk! HERKES canı çektiğinde şekerleme alsaydı
ne olurdu hiç düşündün mü? " dedi Bay Bollard. Fakat
Thomas, alçakgönüllü olmak bir yana, büyümüş de kü­
çülmüş gibi, bu hoş olmayan davranışını yalan yanlış
açıklamalar yaparak affettirmeye çalışıyordu: "Lütfen
efendim, yeterince şekerleme varsa ve kimse fark etme­
yecekse, normalde sorumluluk sahibi olan acıkmış ve
yorgun birinin şekerleme almasında kötü bir şey yok."
Bay Bollard neredeyse karatahtanın silgisiyle kafasına vu­
racaktı (en sevdiği hareketti) fakat tereddüt etti. Thomas
yerinde bir noktaya mı değinmişti?

Bu konuşmaya kulak misafiri olan okulun aşçısı Ba­


yan Cook, müdüre yardımcı olmak için araya girdi.
"Thomas, sevgili Thomas, yaptığın şey yanlış çünkü şe­
kerlemeler sana ait değildi. Onları çalman çok kötü bir
davranıştı. " Böyle kesin bir argümanla desteklenen Bay
Bollard hararetle başını salladı. Ne var ki çocuk yüzü hiç
kızarmadan tartışmaya devam ediyordu.

" Bayan Cook, 'çalmak' değer-yüklü bir terimdir.


Anarşistlerin (örneğin) hedefledikleri çok farklı 'evrensel'

113
değerleri olabilir; bir şeyin yanlış olduğunu söylemeden
önce, onun neden yanlış olduğuna dair sebepler sunma­
lısınız. "

"Özür dilerim, genç adam!"

"Petitio principii! ,, .

" Bu kadarı yeter, Thomas! "

Karatahtanın bir anda ortaya çıkan silgisi tartışmayı


Bay Bollard'ın istediği şekilde noktalayacak gibi görünü­
yor.

Bayan Cook konuyu doğru mu açıkladı?

Bir sonuca neden olan şeyin o sonucu kanıtlamak üzere kullanılması­


nı ifade eden bir terimdir - ç.n.

114
İYİ BİR YAŞAM PEŞİNDE
İKİLEM 54
ZENGİN ADAM İKİLEMİ

Zavallı Justin Megabucks. O kadar çok parası var ki


ne yapacağını bilmiyor. Çocukları olmadığı için gelenek­
sel çözümler söz konusu değil; zaten her halükarda parayı
çocukları için kenara koymaktansa harcamayı yeğlerdi.
Diğer taraftan, isteyebileceği her şeye sahiptir: Lüks evler,
arabalar, uçaklar, tekneler ve şans. Kimi zaman villalarına
teslim edilen 1.000 dolarlık banknot destelerini zevk ol­
sun diye ateşte yakıyor .

Yerel bir gazete, bir keresinde onun savurganlığını


eleştiren bir yazı yayımlamıştı ama Justin bütün bunların
onun hakkı olduğunu, bu parayı kazanmak için çok ça­
lıştığını (Evet oldukça çok, en nihayetinde bir pop şarkıcı­
sıydı. ) ve etrafta ondan çok daha zengin kişiler olduğunu
belirtti. Öyleyse sorun neydi? Yaptıkları bazı insanlara
savurganlık gibi gelebilirdi fakat onlar trilyoner değildi,
diye açıkladı pek mantıklı bir şekilde. İnsanların sırf kıs­
kandıkları için kendisini eleştirdiklerini de ekledi. Başka­
larına yardım etmek zorunda değildi.

Justin'in buna hakkı olabilir miydi?

Sonra bir gün, Justin bir seks partisi esnasında para


tomarlarını yakmakla meşgulken hizmetçisi Bayan Jones
elinde bir tepsi kokainle gelip şöyle dedi: "Bay Megabu-

1 16
cks, bütün bu paraları yakmak korkunç bir savurganlık.
Ben ve Bay Jones çok kaygılanıyoruz, şey, paranızla ya­
pabileceğiniz biraz daha sosyal bir şey bulamaz mısınız?"

Sadık hizmetçisi tarafından bu şekilde uyarılan Mega­


bucks harekete geçmeye karar verdi. Uzun zamandır uyu­
yan vicdanı canlanmıştı. Her şeyden önce para yakmaya
son vererek arkadaşlarına (tabii ki gerçek dostlarına değil,
para ödediklerine) ne yapması gerektiği konusunda da­
nıştı. Bazıları hayır kurumlarına vermesini söyledi fakat
Bay Megabucks hayır kurumlarına inanmıyordu. Onlar
parayı sadece yönetim için harcıyorlardı ve ona harcan­
mayan paralar her şeyi daha kötü hale getiriyordu. Bu
noktada Samantha (çekici halkla ilişkiler uzmanı) parayı
bir çiçek partisi vermekte harcayabileceğini söyledi; bin­
lerce egzotik orkide (birkaç yıl önce satın aldığı) Justin
Dağı'nın rüzgarlı yarıklarına ekilebilirdi. "Neden? " diye
sordu Justin. "Sadece bir konsept olarak" diye tatlı tat­
lı karşılık verdi genç kadın. Megabucks bu fikri sevdi ve
uyguladı.

Bu, meseleyi çözdü mü?

1 17
İKİLEM 55

GÜZELLİK BATAGI

Bay ve Bayan Plain, "Birdy" adıyla vaftiz ettikleri ilk


kız çocuklarının doğumundan sonra çok mutluydular.
Gösterişsiz, gayet normal yeteneklere sahip olan çok nor­
mal bir kızdı. Büyük kara gözlerinden dolayı "Wolfie"
olarak vaftiz edilen ikinci kız çocuğu da yeterince normal
görünüyordu. Ne yazık ki zamanla bunun pek doğru ol­
madığı ortaya çıktı. İki kız okul çağına geldiklerinde Wol­
fie'nin hiç de gösterişsiz olmadığı ortadaydı. Olağanüstü
zekiydi (Okulda sınıf atlayıp Birdy ile aynı dönemde oku­
yordu.), iyi huyluydu ve hepsinden de kötüsü çok güzeldi.
O kadar çok iyi özelliğe sahipti ki, sıradan kardeşi bunun­
la baş etmekte çok zorlanıyordu.

Anne babalarının gözünde her iki kız da güzeldi elbet­


te ama Wolfie giderek herkesin gözüne çok güzel görünü­
yordu. İlk olarak, Birdy'nin dişleri çarpıktı ve çok sayı­
da dolgusu vardı; Wolfie'nin kocaman gülüşü ise çekici,
kusursuz beyazlıkta dişlerini açığa vuruyordu. Wolfie'nin
bilhassa kusursuz teninin karşısında, Birdy yüzündeki si­
vilcelerden, lekelerden ve birkaç sevimsiz şeyden dolayı
olağan ergen kaygılarıyla boğuşuyordu. Wolfie ise etrafı­
na sıcak bir canlılık yayıyordu. Wolfie'nin saçları her za­
man ince omuzlarına zarif bir şekilde kat kat dökülüyor­
du; Birdy'nin kepekli hamur gibi saçları ise yamru yumru
kafatasına yapışmıştı. Wolfie o güzel kara gözlere sahipti,
118
Birdy'nin sıradan gözleri ise sanki kız kardeşinin güzelli­
ğiyle kamaşmış gibi sinirli sinirli kırpışıyordu.

Bu son durum anne babası için özellikle üzücüydü.


Gittikleri her yerde insanlar durup Wolfie'yi seyrediyor ve
çoğunlukla bir şekilde onu şımarttıklarını ve üzerine tit­
rediklerini sanıyorlardı, halbuki görünürde gayet demok­
ratiktiler. Bununla birlikte, Birdy'nin on altıncı doğum
gününde futbol takımının olağanüstü popüler kaptanı
Big John'u partisine davet etmesiyle olaylar da tırmandı.
Birdy bütün bir günü hazırlanarak geçirdi, altın rengi taş­
larla süslü bir kot pantolon aldı ve forma gibi görünsün
diye beyaz bir ceket üzerine pullar dikti. Ne var ki Big
John geldiğinde ona başından savarmışçasına "merhaba"
demekle yetindi ve bütün akşam simit ve meyveli kokteyl
dağıtarak partiye yardım ederken peri gibi süzülen Wol­
fie'yi seyretti (Big ]ohn ciğeri beş para etmez biri miydi
acaba?).

Zavallı Birdy. O kesinlikle öyle düşünüyordu. Bir an


koşarak merdivenlerden yukarıya çıktı ve kendini yatağa
attı; bu adaletsizlik karşısında hüngür hüngür ağladı. Kı­
zının orada olmadığını fark eden Bayan Plain neler dön­
düğünü anlamak için üst kata çıktı. Kızı acıklı bir şekilde
içini döktü. "Herkes Wolfie'yi benden daha çok seviyor,
çünkü o güzel, bense değilim! Erkekler, diğer kızlar, hatta
öğretmenler bile ! "

"Saçmalama, sevgili yavrum" dedi annesi kararlı bir


sesle. " Öğretmenler tarafsız olsunlar diye maaş alıyorlar."

Genç kız teselli bulmadı. Birdy partide ne olduğuna


dair kendi teorisini açıkladı. Oğlanların hepsi bütün kız­
ların Wolfie'ye benzemesini, mükemmel yüzlere sahip
olmalarını istiyordu. Kalça orantısı x ve bel orantısı y ol-

1 19
malıydı, sanki hepimiz genlerimizin elinde oyuncakmışız,
düşünen insanlar değilmişiz gibi!

Bayan Plain artık huysuzlanmıştı. " Bu konuda yan­


lışın var, sevgili yavrum" dedi. "Herkes bilir ki güzellik
bütünüyle özneldir; toplum tarafından inşa edilir ve ka­
dınları güçsüz bırakmanın bir yoludur. Çinlilerin ayak
bağlama yöntemini bir düşünsene! Başkalarından daha
az çekici görülen bir kimse aslında bir tür ayrımcılığın
kurbanıdır." Birdy bu söz karşısında burnunu çektiyse de
biraz kendine gelmişti.

Ne yazık ki konuya ısınan Bayan Plain sözlerini sürdü­


rüyordu: " Görüyorsun ya, kadın güzelliğiyle ilgili anlayı­
şımız zamana ve bulunduğumuz yere göre değişir. Mesela
Maori halkı tombul kadınları severken, Padung toplumu
sarkık göğüslerden hoşlanır. Pek çok kültürde seni Wol­
fie'den çok daha güzel bulabilirler! "

Gariptir ki bu son yorum istenilenin tam tersi bir etki


yaptı ve Birdy gözyaşlarına boğuldu. Bayan Plain'in şu
düşüncesi bile durumu düzeltmeye yardımcı olamadı:
"Daha güzel oldukları için kelebekler hamamböcekle­
rinden daha mı 'iyidir' ? Her ikisi de gereklidir." Bunun
üzerine ertesi gün ailenin "savaş konseyini" toplamasına
ve bu denli mutsuzluk ve uyumsuzluğa neden olan top­
lumsal koşullandırmalara karşı mücadele yolları üzerinde
çalışmasına karar verildi.

Wolfie elbette ki kız kardeşinin mutsuzluğundan iste­


meden de olsa kısmen sorumlu olduğunu duyunca çok
şaşırdı ve durumu düzeltmek için bir şeyler yapmak is­
tedi. Her zaman erkekler tarafından takip edilmenin ve
sürekli buluşma istekleriyle taciz edilmenin ne kadar kor­
kunç olduğunu açıkladı. Birdy daha önce hiç böyle dü-

120
şünmemişti; onun da başkalarının güzellik anlayışlarının
ve tanımlamalarının içinde kapana kısılmış bir kurban
olduğunu anladı.

Bunun üzerine Bayan Plain bir puding kasesi alıp Wol­


fie'nin başına koydu ve şipşak! Uzun bukleler artık yer­
deydi, Wolfie diken gibi kısa saçlarla kalmıştı. "Hiç kim­
se benim tatlı bebeklerim arasında ayrım yapamayacak ! "
dedi Bayan Plain. Sonra Wolfie'yi alıp birlikte demode kı­
yafetler almak için özel bir "alışverişe" çıktılar. Sonunda
Wolfie'nin özel ricası üzerine gözlükçüye gidip ona bir çift
kocaman parlak mavi gözlük aldılar, gerçi gözlükçü buna
karşı çıkmıştı, çünkü gözleri "büyük ve çok sevimli olma­
nın yanında" mükemmel görüyordu (dedi gevezece).

Aslında Wolfie ne giyerse giysin, daha az çekici görün­


mek için ne kadar çabalarsa çabalasın, her zaman muh­
teşem görünüyordu ve modaya yeni standartlar getiriyor­
du; değişen hiçbir şey yoktu. Diken gibi kısa saçlar çok
geçmeden "tarz" görünmeye başladı. Bununla beraber,
ertesi sabah yağda kızarmış kocaman kahvaltısını (yeni
beslenme tarzı buydu) iştahla yerken yeni gözlüklerinin
arkasından parlayan gözlerle Birdy'ye baktı. "Gerçekten,
şimdi kendimi çok daha mutlu hissediyorum" dedi. "San­
ki başka insanların güzellik kavramlarının hapishanesin­
den kurtulmuş gibi hissediyorum! Kavramların evrensel
oldukları söylense de gerçekte toplum tarafından inşa
edilirler. " Fakat sonra sevimli alnı şaşkınlıkla kırıştı. Çün­
kü bu sabah, Birdy'nin tabağında her zamanki büyük ve
sağlıklı kahvaltısının yerine sadece iki parça kuru kraker
ve bir parça rendelenmiş havuç duruyordu.

Pekala, şimdi kapana kısılan kim ?

121
İKİLEM 56
İYİ YAŞAM

Siddhartha Gautama (MÖ 563-483) bir kralın oğluy­


du, çok güzel bir prensesle evliydi ve hayatın getirebilece­
ği bütün zevkleri sabırsızlıkla bekliyordu. Fakat bir gün,
soylu yaşamını geride bırakarak ilk defa kendi başına so­
kağa çıktı ve Hindistan'da halkın arasına karıştı.

Kara kuru yaşlı bir adamla karşılaştı. Adam bir ağacın


altında uyukluyordu, boş gözlerle yere bakıyordu ve ken­
dinden geçmişçesine toprağa vuruyordu. Sonra içinden
korkunç sesler yükselen bir evle karşılaştı, pencereden
içeri bakınca izbe bir odada, pis bir yatakta iki büklüm
yatan bir karartı gördü. Adam hastalık ve acıdan tüken­
mişti. Ürperen Siddhartha hızlı adımlarla sarayın serin
çeşmelerine dönmeye karar verdi. Güvenli evine yakla­
şırken de bir güruhun ceset taşıdığı pis dereden geçmek
zorunda kaldı.

Aynı gece aklı başına gelen Siddhartha, yaşamını ve


planlarını gözden geçirdi. Gerçekte hayat onun hep hayal
ettiği gibi eğlenceli etkinlikler, partiler, fil avları, iyi arka­
daşlarla güzel yemeklerden ibaret değildi belki? Belki de
tam aksine hayat bir dizi boş bayağılık, hayal kırıklığı ve
trajediden başka bir şey değildi. Kaçınılmaz bir çürüme ve
yozlaşma süreciydi: Acı, keder ve nihayet ölüm . . .

122
Birkaç hafta sonra kafasında bu melankolik düşünce­
ler dolaşan Siddhartha'nın önünden karakteristik turuncu
renkli cüppesi içinde başını kazıtmış bir keşiş geçti. Onun
bu sakin ve kendi halinde görünüşü Siddhartha için bir
tür işaret, hatta belki bir cevaptı. Siddhartha manastırda
sıkı sıkıya çileci bir yaşama adım atmak için sarayı son­
suza dek terk ettiğini ilan etti. Bu, "erdemli yaşamdı" .An­
cak hikaye burada bitmez. Nefsine hakim olma çabası ve
açlıkla geçen bir dönemin ardından hastalanır ve hatta bir
gün sokakta yere düşer. Ne şans ki onu tedavi eden arka­
daşları sayesinde sağlığına kavuşur; iyileşme dönemindeki
Siddhartha artık bir incir ağacının gölgesinde oturmakta­
dır. Orada öyle oturup derin düşüncelere dalmışken de­
nemiş olduğu şeyin daha önceki şımarık ve zevk düşkünü
hayatından daha "ilkeli" olmadığını fark eder; çilecilik de
kendini şımartmanın bir başka yolu haline gelmiştir.

Öyleyse iyi bir yaşama çıkan yol hangisi?

123
VAGONLARLA İLGİLİ (ASLINDA
KİMSENİN UMURSAMADIGI)
ÜÇ İKİLEM DAHA

124
İKİLEM 57

SHANGRI-LA'YA GİDEN 999


SEFER SAYILI UÇAK

999 sefer sayılı uçak, şiddetli bir kar fırtınasında rota­


sından çıkıp Himalayalar'da düştü. Mucize bu ya, üç kişi
kurtuldu. Ya da belki iki buçuk dememiz gerekir çünkü
içlerinden biri çok kötü yaralandığı için yerinden kımılda­
yamayan bir çocuktu. Bu durumlar hakkında bilgili olan
pilot, rotalarından çok uzakta oldukları için kurtarma
timlerinin onları bulma şansı olmadığını söylüyordu. Yet­
mezmiş gibi, bir iki gün dayansalar bile soğuk en sonun­
da işlerini bitirecekti. Tek şansları korunaklı uçağı terk
etmek ve dağın tepesine çıkıp diğer taraftaki manastıra
yürümekti. Her şey yolunda gitse dahi bu yolculuk en az
iki gün sürecekti. Genç ve zinde olan diğer kazazede bu
uzun yürüyüşe katılmayı seve seve kabul etti. Ne var ki
hayatta kalmak istiyorlarsa bir şeyler yemeleri gerektiğini
hatırlattı ve pilotu bir kenara çekerek ellerindeki tek yiye­
ceğin yaralı çocuk olduğunu söyledi! Zalime bak!

Arkada bırakıldığı takdirde çocuğun hiç şansının ol­


madığı ve manastıra varabilmek için bir an önce yiyecek
işini ayarlayıp yürüyüşe başlamaları gerektiği düşünüldü­
ğünde, hiç kuşkusuz en iyi seçenek çocuğu "insancıl" bir
şekilde öldürüp pişirmek değil miydi? Elbette kar tavşan­
ları veya başka şeyler de yiyebilirlerdi; fakat koşullar her
şeyi değiştirir . . .

125
Acaba gerçekten değiştirir mi?

Pilot bu düşünceye katılmadı. Çocuğun öldürülmesi­


ne razı olmadı. Bunun üzerine diğer adam çok öfkelendi.
"Ben cani değilim, anladın mı! " diye haykırdı ve pilottan
daha önce gazetede okumuş olduğu "gerçek" bir hikaye­
yi göz önüne almasını istedi.

Küçük bir yat, Karayipler'de bir kayaya çarpmış ba­


tıyordu. Teknedeki altı kişi için sadece iki filika vardı ve
ne yazık ki biri kullanılamayacak durumdaydı. İhtiyaç
olduğunda her filika beş kişi alıyordu ama sadece o ka­
dar. Daha çok kişi binerse batardı. Geride kalanların kur­
tulması için birinin kendisini kurban etmesi gerekiyordu.
Fakat hiç kimse buna hazır değildi. Kaptan hızlı bir ka­
rar verdi. Diğerlerine yol göstereceği için batan teknede
kalamazdı (tabii ki). Ama tatilcilerin arasında, tekerlekli
sandalyeye mahkum ve belki de filikaya binse dahi uzun
süre yaşayamayacak biri vardı. Kaptan tekerlekli sandal­
yedeki yolcunun batmakta olan teknede bırakılabileceği­
ni söyledi. Bir an önce filikaya binmek için merdivenlerin
önüne yönelen engelli yolcu hariç herkes bu fikre katıldı.
Bağırışlarını duymazlıktan gelerek, tekerlekli sandalyede­
ki yolcuyu hızla ittirdiler ve filikaya doluşup uzaklaştılar.

Şimdi, dedi ilk kurtulan kişi pilota, tüm yolcuların


yanlış bir şey yaptığını söyleyebilir misiniz?

126
İKİLEM 58
TEHLİKELİ ISIRIKLAR

Sam neşeli, cıvıl cıvıl bir kızdı ve bir barda çalışıyordu.


Bir akşam yakışıklı bir adamın (Ki ondan biraz hoşlanı­
yordu! ) bir grup müşterinin içinde HIV virüsüne (Potan­
siyel olarak ölümcül bir hastalık olan AIDS'e neden olur.)
yakalandığını söylediğini duydu. Çok ciddi olduğu her
halinden belli olan adam, bundan sonra seks alemleri ya­
pıp virüsü herkese bulaştıracağını anlatıyordu. Diğerleri
de gülüp onu teşvik ediyorlardı.

Sam (daha önce de bara gelmiş olan), bu adamın fıstığa


karşı çok ciddi bir alerjisi olduğunu ve barın kimi zaman
verdiği bedava "atıştırmalıklara" hiç karşı koyamadığını
biliyordu. "Yanlışlıkla" daha önce fıstık konulmuş olan
bir tabağa atıştırmalık bir şeyler koyup tabağı da masa­
ya götürürse adam büyük bir olasılıkla hastanelik olacak
kadar kuvvetli bir alerjik reaksiyon gösterecek ve "seks
alemlerinde" başkalarına HIV virüsü bulaştıramayacaktı.

Biraz sert bir adalet olabilir. Ama düşündü, bu . . . Tüm


sertliğine rağmen adil olmaz mıydı?

127
İKİLEM 59
TERÖRİST

Başkan Settee bir terör kriziyle baş etmeye çalışıyordu.


Bir grup fanatik, talepleri yerine getirilmezse başkentte
patlatmakla tehdit ettikleri "kirli" bir bomba ele geçir­
mişti. Teröristlerin lideri teması İnternet üzerinden kuru­
yordu ve kurulmuş bombanın resimlerini yollamıştı; bir
yandan da post-endüstriyel hegemonya ve neo-emperya­
lizm hakkında uzun bir nutuk çekmişti.

Ama bunu yaparken kapüşonuna rağmen kimliğini ele


vermişti. Başkan'ın yardımcıları teröristi teşhis ettiler; iki
çocuğunun bir taşra okulunda okuduklarını biliyorlardı.

Başkan Settee'nin çocukları, terörist grupla yapılacak


pazarlıkta bir tür koz olarak kullanması kabul edilebilir
mi?

Başkan bunun olabileceğini düşünüyordu. Terörist


lidere tehditlerinin herhangi birini gerçekleştirmesi duru­
munda bundan önce kendi çocuklarının zarar göreceğini
söyledi. "Düşman muharipler" olarak hükümetin " uzak
ülkelerdeki gizli kamplarına" hapsedileceklerdi. Orada,
diye uyardı Başkan, "sorgulanacaklardı" , bunun ne an­
lama geldiğini elbette bilirsin, diye ekledi kesin bir dille.

Teröristlerin lideri bir kahkaha atıp Başkan Settee'ye


ne isterse onu yapmasını söyledi. Başkan'ın Üçüncü Dün-

128
ya'daki binlerce çocuğun ölümünden sorumlu olduğunu,
dolayısıyla bir iki çocuğun pek fark yaratmayacağım söy­
ledi. Ama ses analistleri bu meydan okumada çocukları­
na yönelik çok büyük bir endişenin gizli olduğunu tespit
ettiler ve Başkan'a çocuklara karşı şiddet uygulanırsa te­
röristlerin liderinin muhtemelen taviz vermeye yanaşacağı
tavsiyesinde bulundular. İçlerinden biri, teröriste çocuk­
larından birinin kafası kesiliyormuş gibi gösterildiği bir
video gönderilmesini söyledi. Bir başkası "Neden burada
duralım ki?" diye sordu. Neden terörist liderin çocukla­
rından biri "infaz" edilmesindi? Başkan'ın dehşete düş­
tüğünü gören danışman, sofuluk taslayarak buradaki
amacın binlerce masum insanın yaşamını kurtarmak ol­
duğunu ekledi. Ne de olsa, dedi danışman, teröristlerin
çocukları da büyüyünce babaları gibi olacak. Başkan za­
manda geriye gidip Hitler'i öldürebilseydi bunu yapardı!
O halde neden "geleceğin teröristlerine" bugünün terö­
ristlerinden daha iyi davranılmalıydı?

Sizce bu öneri ne kadar etiktir?

129
GÖZETİM NOTLARI

<;4""'
. . . -·

.
fn.
. . :ı
·r� : ...
,,.,,-
. :: �-:::. !:!
-}
;

� .

., . ... • •

, �

Ueremy Bentham'ın tasarladığı Panoptikon. Burada her mahkumun


her hareketi sürekli gözetime tabidir. )
İKİLEM 60
PANOPTİKON

Demokratya'nın iyi insanları kronik suç oranlarında


büyük bir artışla yüz yüzeydi. Antisosyal kişilerden olu­
şan bir azınlık durmadan çalıyor, kırıp döküyor, soyuyor
ve sıklıkla diğer vatandaşları öldürüyordu. Durumun va­
hametini mi merak ediyorsunuz? Gazetelerin feci haber
vermediği gün yoktu. Bu kadar kötüydü işte. Bir konuda
herkes hemfikirdi: Bir şeyler yapılmalıydı.

Suçluları bulmak için çok kapsamlı bir izleme progra­


mı uygulamaya konuldu.

Kapalı devre kameralarla insanları işe giderken izle­


diler; işe vardıklarında izlediler; masalarında çalışırken
izlediler. Hatta personel kantinlerinde ve personel tuvalet­
lerinde bile seyrettiler. İnsanları alışveriş yaparken ya da
futbol seyrederken gözetlediler. Gizli kameralar uğursuz
bakışlarını barlara ve kulüplere dikmişti. Güçlü bilgisa­
yarlar yüzleri isimlerle, isimleri de yerlerle eşleştiriyordu.

Aynı bilgisayarlar gece boyunca insanları kontrol ede­


rek sabaha kadar hiç yorulmadan pır pır ettiler. Kuşku
uyandıran bir yazışma var mı diye e-postaları elekten
geçirdiler, ülkedeki her terminalin İnternet geçmişini di­
ğerleriyle karşılaştırdılar. Yasadışı işlem yapılmış mı diye
banka hesaplarını ve kredi kartı işlemlerini kontrol ettiler;

131
hatta alışveriş alışkanlıklarını kaydetmek için alışveriş fiş­
lerini bile taradılar.

Telefon görüşmelerini, kimin kimi, nereden ve ne za­


man aradığına kadar karşılaştırarak dinlediler. İnsanları
kendi evlerinde dinlemek için telefon ahizelerini mikrofon
olarak kullandılar. Yansıyan ışığı aletlerle deşifre ettiler ve
böylece insanları evde televizyon seyrederken bile izledi­
ler.

Bu muhteşem demokraside hükümet, yeni politikasını


(kapalı kapılar ardında) kabinede masaya yatırdı, çünkü
monitörler gösterişli gazetelerde yazan ve giderek artan
huzursuzluğu kayıt altına almıştı.

Pekfila, diye sordu bakanlar, insanların özel hayatla­


rıyla veri toplamanın sosyal gerekliliği arasındaki o has­
sas dengeyi mi gözetmişlerdi yoksa sınırı mı aşmışlardı?

1 32
İKİLEM 6 1

PANOPTİKON: İKİNCİ BÖLÜM

Hükümet, sınırın henüz aşılmadığına karar verdi. Ne


de olsa bireyin özel hayatıyla toplumsal denetimler yan
yana olabilirdi; bu nedenle izlemeye devam etmeyi fakat
yeni bir Veri Koruma Yasası ile bireylere kendileri hak­
kında ne gibi bilgiler toplandığını öğrenme hakkı vermeyi
kararlaştırdılar. Elbette bu, devlet sırrı olmayan ve polisin
umursamadığı bilgiler için geçerliydi.

Bu önlemden cesaret alan topyekun güvenlik bakanı


tıbbi kayıtların, vergi dosyalarının, devletin çeşitli kanal­
larından toplanan her türlü verinin dikkatle bir araya ge­
tirilmesini ve tüm hükümet görevlilerinin her zaman eri­
şebileceği şekilde büyük bir veri tabanında depolanmasını
önerdi. Yurttaşların yeni genetik profillerinin oluşturul­
ması da gerekiyordu, böylece gelecekte yakalanabilecek­
leri hastalıklar ve akıl hastalıklarına eğilimleri listelenmiş
olacaktı.

"Olağan şüpheliler" şikayet etmeye devam ediyordu.


Fakat bakanın da söylediği gibi, bütün bunlar devlete ait
bilgilerdi, kendileri tarafından toplanmıştı ve yalnızca in­
sanlara yardımcı olmak için kullanılacaklardı.

Bu bilgilerin daha etkili kullanılmasına nasıl karşı çı­


kılabilirdi?

133
Ne var ki sistem daha sonra yeni bir güçlükle karşı
karşıya kaldı. Bir lobi nükleer tesisleri izleyen kamerala­
rın elde ettikleri bilgilere erişim imkanı istedi, bir başka
grup ise yatırımlardan menfaat sağlayıp sağlamadıkları­
nı görmek için yerel meclis üyelerinin mali durumlarına
ilişkin verileri talep etti. Hatta bazı gazeteler bakanların
tatillerine dair ayrıntıları dahi görmek istedi!

"Denetim ilkesi" "denetçiye" de uygulanmalı mı?

134
İKİLEM 62

PANOPTİKON: ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Hükümet, verimlilik açısından hükümet planları gibi


bazı bilgilerin denetim kapsamı dışında kalması gerekti­
ğini açıkladı. Buna rağmen bilgi toplama işi yolunda gi­
diyor gibiydi. Kısa bir süre sonra (resmi rakamların gös­
terdiğine göre) kayıt altına alınmadan ve tespit edilmeden
herhangi bir suç işlemek çok daha zor hale geldi . Aslında
hükümet, suçu tamamen önlemenin bile mümkün oldu­
ğunu düşünüyordu; olası suçluları teşhis edebilir, yanlış
bir şey yapmak akıllarına gelmeden önce şafak baskınla­
rıyla onları tutuklayabilirdi.

Daha sonra denetimin kapsamı yalnızca suç teşkil


eden faaliyetlerin ötesine geçerek genel olarak arzulan­
mayan davranışları da içerecek şekilde genişledi . Cinsel
sapkınlık olsun, siyasal aşırılıkçılık olsun, işyerinde ita­
atsizlik olsun, her türden antisosyal özellikler sergileyen
kişiler gözetlendi . Okul çocukları ve öğrencilerin bu er­
ken müdahalelerden fayda sağlayacakları bile söylendi .
Potansiyel olarak, dosyalar birey karşısında hükümete
büyük güç tanıyordu, ne var ki Demokratya hükümeti
iyiydi, adildi ve hiç kimse (Elbette suçlular dışında!) olan
biteni umursuyor görünmüyordu.

Bu, kolektif refahı artırmak ya da insanlara sorun ya­


ratma "lüksünü" tanımak arasında yapılacak basit bir

135
seçimdi. "Savaşları ve fırtınalı dönemleri okumalı, barış
ve huzuru ise yaşamalı." diye alıntıladı güvenlik ve top­
lumsal uyum bakanı gazetecilerin önünde. Fakat biraz sı­
kıştırıldığında alıntının kaynağını hiç hatırlayamadı ( "Ve
bu konuşma kayıtlara geçmesin" dedi ters ters bakarak.).
Her neyse, durum bu şekilde sunulacaktı.

Ama okullar? Tanrı aşkına, çocukların rahat rahat


oynamasına izin verilemez mi?

136
İKİLEM 63

PANOPTİKON: SON BÖLÜM

Ne var ki operasyonun mali yükü çok büyüktü. Ba­


kanlık, toplanan verilerin müşterilerini daha etkin bir
şekilde belirlemek isteyen işletmelerin ve girişimlerin
kullanımına açılması için izin istemek zorunda kaldı. Bu
şekilde, diye açıkladı bakan, gözetim operasyonu aynı za­
manda üretimin etkinliğini artıracak değerli bir toplumsal
araç haline gelebilirdi. İş çevreleri zaten satın alma alış­
kanlıkları, "posta kodu profillemesi" ve bunun gibi kredi
kartlarından ve mağaza kartlarından toplanan bilgileri
kullanarak kendi karmaşık veri tabanlarını oluşturmaya
başlamışlardı: Artık tüm ekonomi resmi kayıtlardan elde
edilebilecek ek bilgilerden, örneğin sağlık ve sosyal güven­
lik bilgilerinden (belli bir ücret karşılığında tabii) yarar­
lanmaya başlayacaktı.

Elbette bazı bilgiler gazeteler için çok değerliydi. Pop


ve film yıldızlarının hastalıkları, politikacıların kazanç­
ları vs. "Suçüstü yakalanan" insanların video görüntü­
leri TV programlarının vazgeçilmezleri oldu; en yüksek
teklifi verene satılıyordu. Bu arada gazeteler de ünlü­
lerin açık saçık konuşmaları ve fotoğraflarıyla dolup
taşıyordu.

Ama bu noktada bir-iki bakan işkillenmeye başlamış­


tı. Gençken birkaç küçük "kabahat" işlediklerini hatırla-

137
dılar, neyse ki her gencin yaptığı türden şeylerdi diye ge­
velediler kendi aralarında, ne var ki yanlış ellerde "yanlış
anlaşıla bilirlerdi."

Yoksa özel hayatın mahremiyetini en azından özel te­


şebbüslerden koruyan bir yasaya mı ihtiyaç vardı?

138
HAYVANLAR DA VAR:
VEJETARYENİN İKİLEMİ
İKİLEM 64

PLUTARKOS'UN TATSIZ YEMEGİ

Felsefe cennetinde (Ya da cehennemi mi diyelim? )


hararetli bir tartışma devam ediyordu. E t yemeyi tercih
edenler içeri alınmalı mıydı, alınmamalı mıydı?

Plutarkos (MS 46-120) söze başladı:

"İnsanların et yemesi doğal değildir. Vücudumuzun


şekli bunun ilk kanıtıdır. İnsan bedeni etobur hayvanlara
hiçbir açıdan benzemez. Çengel gagası ya da keskin pen­
çeleri veya sivri dişleri yoktur, büyük bir mideye ya da
böylesine ağır ve etli gıdaları yiyecek veya öğütecek kadar
sıcak bir nefese de sahip değildir . . .

Ve bunları yemenin doğanızda olduğunu söylüyorsa­


nız, o zaman yemek istediğiniz şeyi kendi başınıza öldür­
meniz gerekmez mi? Bir doğrama bıçağının, sopanın ya
da baltanın yardımı olmaksızın, midelerine indirdiklerini
bizzat öldüren kurtlar, ayılar ve aslanların yaptığı gibi
kendiniz yapın bu işi. Bir öküzü dişlerinizle veya bir do­
muzu çenenizle parçalayın. Bir kuzuyu ya da bir tavşanı
parçalarına ayırıp diğerlerinin yaptığı gibi daha canlıyken
hemen yiyin. Ama ölene kadar bekliyorsanız ve ruhu hala
içindeyken etin keyfini çıkarmaktan utanıyorsanız, neden
doğanın kanunlarına karşı gelip yaşayan bir varlığı yiye­
cek gibi görüyorsunuz? Aslına bakarsanız kimse ölü ya

140
da cansız bir şeyi olduğu gibi yemek istemez; kaynatırlar,
kızartırlar ve çeşitli soslarla ve ateşle dönüştürürler, kan
pıhtısının tadını binlerce lezzetli baharatla değiştirirler ve
kapatırlar ki aldatılan damak bu tatsız yiyeceği kabul et­
sin . . . "

Mmm . . Hiç de fena argümanlar değil. . .


. .

Şimdi o y verme butonlarınızı kontrol edin lütfen! Et


yiyenler içeri mi yoksa dışan mı?

141
İKİLEM 65

CANAVAR

Et yiyenleri Nazi filozofu Oswald Spengler savunu­


yor, akıl hocası Friedrich Nietzsche de arka planda şevkle
başını sallıyor. Brecht ( 1 898-1 956) ise "Erst kommt das
*
Fressen, dann kommt die Moral, hein?" diye fısıldaya­
rak yumaşlarına cesaret veriyor. "Yırtıcı hayvanlar aktif
yaşamın en yüksek biçimidir. " diye konuşuyor Spengler
(Dikkatle çevresine bakıyor zira "Führer'in" de bir veje­
taryen olduğunun farkında.).

" Bu, en üst düzeyde savaşmayı, fethetmeyi, yok etme­


yi, kendi hakkını aramayı gerektiren bir yaşam biçimini
temsil eder. İnsan ırkı üstünler arasında yer alır çünkü
yırtıcılar sınıfına dahildir. Bu nedenle insanda atılgan ve
kurnaz yırtıcılara yaraşan yaşam taktikleri gözlemleriz.
Saldırganlık, öldürme ve yok etmeyle dolu bir hayat ya­
şar. Var olduğu sürece efendi olmak ister. "

Şoke olan ve ürperen duyarlı filozoflar kafa kafaya ve­


rirler. Buna nasıl bir tepki gösterilmelidir?

Kurnaz canavar! İçeri mi alınmalı yoksa dışarıda mı

tutulmalı?


" Yemek ahlak tan önce gelir, değil mi?"

142
İKİLEM 66

PLUTARKHOS'UN YANITI

Plutarkhos konuşmasına iyice ısınmıştı:

"Her şey tiranların insanları katletmeye başladığı gibi


başladı. Atina'da ilk öldürdükleri kişi muhbirlerin en kö­
tüsüydü, herkes de onun bunu hak ettiğini söyledi. İkin­
cisi de aynı türden bir adamdı, üçüncüsü de öyle. Ama
bunlardan sonra, Atinalılar kan dökülmesine öyle alış­
tılar ki Nikias'ın oğlu Nikeratus, General Thramenes ve
filozof Polemarkhus öldürüldüğünde bu cinayetlere ka­
yıtsız kaldılar. Aynı şekilde öldürülen ve yenen ilk hayvan
da vahşi ve zararlı bir hayvandı, kuşlar ve balıklar sonra
geldi. Ve bunlar gibi yaratıklara reva görülen bu mua­
mele işimizi yapan öküzlere, bizi giydiren koyunlara ve
evlerimizi koruyan horozlara kadar uzandı. Arzularımız
yavaş yavaş katılaştıkça insanları öldürmeye, savaşlara
ve katliamlara devam ettik.

Pythagoras'ın etten kaçınmasının nedenini gerçekten


sorabilir misiniz? Kendi adıma ben bunu ilk yapan kişi­
nin hangi tesadüfle ya da nasıl bir ruh haliyle yaptığını
soruyorum; bu adam ağzını kana değdirdi ve dudaklarını
ölü bir yaratığın etine dokundurdu; ölü, bayat bedenler­
den sofra kurdu ve kısa bir süre önce böğüren, çığlık atan
ve hareket eden hayvanları kendine yiyecek yapma cü­
retini gösterdi. Gözleri gırtlakların kesilmesine, derilerin

143
yüzülmesine ve uzuvların birbirinden ayrılmasına nasıl
dayandı? Burnu o pis kokuya nasıl katlandı? Nasıl oldu
da bu pislik iştahını kesmedi; iştahı başka varlıkların acı­
larından, ölümcül yaralardan medet umuyordu . . . "

"Dinleyin! Dinleyin! " diye araya girdi George Bernard


Shaw ( 1 856-1 950), "Hayvanlar benim dostumdur . . . Ve
ben dostlarımı yemem."

Mmm . . .

Ama George'un dostlarını yiyenler içeri alınmalı mı?

144
İKİLEM 67

AZİZ PAULUS'UN GÖRÜŞÜ

Eski püskü bir cüppe giymiş, uzun saçlı biri kürsüye


yanaşıyor. Bu Paulus, tartışmalı "sahte" havari. Sarı, tü­
tün lekeli dişlerini göstererek kıkırdıyor.

Yana eğilmiş, sırıtarak "Et pazarında satılan her şeyi


vicdanınız sızlamadan yiyebilirsiniz; zira dünya ve içinde­
kiler Tanrı'ya aittir" diyor. "Korintliler bir, on dört, otuz
beş." Sonra, oturup kendinden emin bir şekilde diğerleri
tarafından onaylanmayı bekleyerek etrafına bakınıyor.

Oylama başlıyor: Et yiyenler içeri mi dışan mı?

145
İKİLEM 68

HRISOSTOMOS'UN UYARISI

" Bekle! " İnce yapılı, uzun ve yağlı saçları gözlerinin


üzerine düşen çileci görünüşlü biri soluk beyaz elleriyle
bir tomar kağıdı sıkı sıkı tutarak gelir. Gelen Hrisosto­
mos 'tur, bakışlarını öfkeli Paulus'tan kaçırır. Titreyerek
feryat etmeye başlar: " Biz Hıristiyan önderleri, bedenle­
rimize boyun eğdirmek için hayvan etinden uzak duru­
yoruz . . . Et yemek doğal değildir ve şeytanca bir iştir . . . Et
yemek kirletir . . . "

Gözlerini yukarı kaldırıp öne arkaya sallanırken, sesi


uğursuz bir fısıltıya dönüşüyor: "Et ve şarap bedensel
zevklere hizmet eder; tehlike, keder ve hastalık saçarlar.
Nabzının atışıyla yetinebilen sağlıklı kişiler başka bir şey
aramasın . . . Zira bütün zamanını ziyafetler ve sarhoşlukla
geçirenler eninde sonunda ölüp karanlığa gömülmeyecek
mi? İsraftan gelen fırtınayı, ruhu ve bedeni darmadağın
eden fırtınayı kim tarif edebilir?"

Görünüşe göre Hrisostomos bu kabiliyetten yoksun.


Ama yine de sözlerine devam ediyor: "Zira bulutlu gök­
yüzünün güneş ışınlarının geçmesine izin vermemesi gibi,
israfın dumanı da . . . Beyni sarar . . . Üzerine bir sis perdesi
indirir, akıl buna bir çare bulamaz . . . " Sonra, sesi derin­
leşerek neredeyse bir inilti halini alıyor: " Ruhu görünür
kılmak ve onu fani gözlerimizle görmek mümkün olsay-

146
dı, kederli, yaslı, sefil ve bitap görünürdü çünkü beden
beslenip şiştikçe ruh zayıf düşer. Biri şımartılırken diğeri
ihmal edilir . . . "

"Saçma! Tamamıyla saçma! " Elindeki ocak demiri­


ni savurarak saygısızca araya giren Papa Pius XII'dir."
"Hayvanların hisleri yoktur! Çığlıkları çekiç darbelerinin
altında ezilen kırmızı metallerin sesinden daha fazla mer­
hamet uyandırmamalı." Böyle söyleyerek ocak demiriyle
vurduğu gibi kürsüyü ikiye ayırdı ve tartışmaya son verdi.

Şimdi, nasıl bir yargıda bulunmalı?

*
Tıpkı Wittgenstein gibi. Fakat bu başka bir hikaye ...

147
AHLAKİ BAKIMDAN ŞÜPHELİ
PERİ MASALLARI
İKİLEM 69

KURBAGA KRAL

Eski zamanlarda, dilek dilemenin hala işe yaradığı


günlerde, hepsi de çok güzel olan kızlarıyla birlikte yaşa­
yan bir kral varmış. Bu kızların en küçüğü öyle sevimliy­
miş ki bugüne kadar pek çok şey görmüş geçirmiş olan
Güneş bile kızın yüzünü görünce daha güçlü parlarmış.
Kralın şatosunun yakınlarında yaşlı bir ıhlamur ağacının
altında bir gölet varmış, sıcak günlerde bu kız altın rengi
bir top alır ve ağacın altında topu havaya atıp tutarak
oynarmış; bu altın top onun en sevdiği şeymiş.

Ama bir gün öyle bir şey olmuş ki havaya attıktan son­
ra altın top yere düşmemiş. Ağacın dalları arasına sıkış­
mış. Bunu gören kız ağacı kuvvetle sarsarak topu . . .

Dosdoğru gölün içine düşürmüş! Kız gözleriyle topu


takip etse de, top gözden kaybolmuş ve su öyle derinmiş
ki dibi görünmüyormuş. Bunun üzerine kız hıçkırıklara
boğulmuş, giderek daha yüksek, daha da yüksek sesle ağ­
lamaya başlamış. Derken tiz bir ses vıraklamış: "Derdin
nedir, sevimli kız? Bir taş bile acır haline! "

Şaşkına dönen kız, sesin nereden geldiğini görebilmek


için etrafına iyice bakmış ve bodur, çirkin başını sudan dı­
şarı uzatmış bir kurbağa görmüş. "Ah! Yaşlı çamur ağası,
sen misin? " demiş kız; "Altın topum için ağlıyorum, ya­
şadığın gölün tam ortasına düştü. "

149
"Sakin ol ve ağlama," diye cevap vermiş kurbağa,
"çünkü sana yardım edebilirim. Ama sen de benim için
bir şey yapacaksın, tamam mı?"

"Her ne istersen, sevgili kurbağa," demiş kız. "İstersen


elbiselerim, incilerim, mücevherlerim ve hatta altın tacım
senin olsun."

Kurbağa vıraklamış. "Peh! Senin elbiselerine, incileri­


ne, mücevherlerine ya da altın tacına ihtiyacım yok be­
nim. Ama beni seversen, senin dostun ve oyun arkadaşın
olmama, masada yanında oturmama, küçük altın taba­
ğından yememe, küçük kupandan içmeme ve yatağında
uyumama izin verirsen - eğer bunlar için bana söz verir­
sen - o zaman dibe dalacağım ve altın topunu sana geri
getireceğim! "

"Ne olursa olsun sana söz veriyorum çamur ağası,


yeter ki topumu bana geri getir! " Bir yandan da kendi
kendine, "Bu kurbağalar da ne kadar aptal! Suda diğer
kurbağalarla birlikte yaşıyorlar, insanlarla birlikte yaşa­
yamazlar ki! " diye düşünüyormuş.

Ne var ki sadece verilen sözü düşünen kurbağa uzun


bacaklarıyla sıçramış ve suya dalmış, çok kısa bir süre
sonra ağzında altın topla suyun yüzeyine çıkmış ve zafer
kazanmış bir komutan gibi topu prensesin yanına, otla­
rın üzerine atmış. Kız çok sevdiği oyuncağına kavuşma­
nın verdiği sevinçle topu aldığı gibi koşmaya başlamış.
" Bekle, bekle" diye haykırmış kurbağa. " Beni de yanında
götür. Senin kadar hızlı koşamam! " Ama arkasından ne
kadar yüksek sesle vıraklarsa vıraklasın hiçbir işe yara­
mamış. Kız hiç oralı olmamış; eve koşmuş ve sulu dünya­
sına dönmek zorunda kalan zavallı kurbağayı hemence­
cik unutmuş.

150
Bir dakika, kız söz vermişti! Verilen sözler - bir kurba­
ğaya verilmiş olsa dahi - tutulmalıdır, değil mi?

Hikaye devam ediyor

Ertesi gün, kral ile kızları altın tabaklarında havyar


yerlerken uzaklardan bir ses duyulmuş. Mermer merdi­
venlerde tepeye varana kadar giderek yükselen ve sonra
duran şıpıdık sesler geliyormuş. Daha sonra bir vırakla­
ma duyulmuş: "Prenses, prenses, bana kapıyı açın." En
küçük prenses aceleyle kapıya koşmuş ve orada üzeri
gölün suyuyla kaplı, kocaman gözleriyle beklenti içinde
kıza bakan kurbağayı otururken görmüş. Siniri bozulan
prenses, kapıyı vurduğu gibi kapatmış ve yeniden sofraya
oturmuş. Bütün bunları gören kral, "Yavrucuğum, neden
bu kadar korktun? Dışarıda seni kaçırmak isteyen bir ca­
navar filan mı var?" diyerek kahkahayı basmış.

"Hayır, hayır," diye cevap vermiş prenses. "daha da


beteri. Bir canavar değil ama iğrenç bir kurbağa! " Ve ön­
ceki gün başından geçenleri babasına anlatmış. Bu arada
kapıya bir kere daha vurulmuş ve kurbağa vıraklaması­
na benzer bir çığlık duyulmuş: "Prenses! Prenses! Kapıyı
açın bana! Gölün serin sularının kıyısında bana verdiğiniz
sözü hatırlayın." Bunun üzerine kral gırtlağını temizleye­
rek kendi fikrini söylemiş: "Söz verdiğin şeyi yerine getir­
melisin! Git de içeri al onu ! "

Prenses istemeye istemeye gidip kapıyı açmış ve neşe


içinde içeri hoplayan kurbağa doğruca kızın sandalyesi­
ne ilerledikten sonra orada durup vıraklamış: "Beni de
yukarı al, yanına! " Kız oralı olmasa da kral kızına öyle
yapmasını emretmiş. Kurbağa, masaya çıkınca "Küçük
altın tabağını yanıma it de birlikte yiyebilelim" demiş. Kız
bunu da yapmış, ama hiç istemediği belli oluyormuş. Ye-

151
mek sessizce devam etmiş. Kurbağa yediği şeylerden çok
keyif alıyormuş fakat mideye indirdiği her lokmada pren­
ses boğulacakmış gibi oluyormuş. En sonunda kurbağa
demiş ki: "Yemeğimi yedim ve doydum; şimdi çok yor­
gunum, beni küçük odana götür ve ipek yatağını hazırla,
birlikte yatıp uyuyalım. "

Kız bağırmaya başlamış çünkü b u pis, ıslak kurbağa­


nın onun sevimli, temiz yatağında yatmasını istemiyor­
muş. Ama kral sinirlenmiş ve "Başın dertteyken sana
yardım edenleri sonradan küçümsememelisin! " demiş.
Bunun üzerine kız kurbağayı üst kata çıkarmış ve biraz
düşündükten sonra en uzak köşeye oturtmuş. Kız yatağa
girince de kurbağa ona doğru sürünmüş ve "Yorgunum,
ben de senin gibi uyumak istiyorum, beni yukarı kaldır
yoksa babana söylerim! " demiş. Bunun üzerine kız çok
sinirlenmiş, kurbağayı iki parmağıyla tuttuğu gibi yatağın
dibindeki duvara fırlatmış. "Artık çeneni kapatacaksın
iğrenç kurbağa! " diye bağırmış ona. Ama düştüğü çarşaf­
ların arasında yatan kurbağa, çok güzel gözlü bir prense
dönüşmüş.

Babasının emri üzerine, kızın pek sevgili arkadaşı ve


kocası olmuş.

İkilem ortadan kalktı ama kıssadan hisse nerede?

152
İKİLEM 70

ARDIÇ AGACI: ŞEYTANİ BİR PERİ MASALI

Uzun, çok uzun yıllar önce, birbirlerini çok seven bir


çift varmış. Fakat ne kadar isteseler de çocukları olmu­
yormuş. Evlerinin önündeki avluda bir ardıç ağacı büyü­
mekteymiş.

Bir kış günü, kadın ağacın altına oturmuş elma soyar­


ken parmağını kesmiş ve karların üzerine bir damla kan
akmış. "Ah" demiş kadın ve iç çekmiş: "Ah, keşke kan
kadar kırmızı ve kar kadar beyaz bir çocuğum olsaydı! "
Ve böyle konuşurken hayalinde öyle mutlu olmuş ki bu­
nun gerçekleşeceğini hissetmiş. Sonra eve girmiş, aradan
bir ay geçmiş, kar dinmiş, sonra ikinci ay geçmiş, her ta­
raf yeşillenmiş, üçüncü ay geçmiş, topraktan çeşit çeşit
çiçekler bitmiş, dördüncü ay geçmiş, ormandaki bütün
ağaçlar daha da kalınlaşmış, yeşil dallar sarmaş dolaş ol­
muş, kuşlar ormanı çınlatana dek ötmüş ve ağaçlardan
yerlere çiçekler düşmüş. Beşinci aydan sonra bir gün,
kadın ardıç ağacının altına oturmuş; ardıç ağacı o kadar
güzel kokuyormuş ki yüreği yerinden oynamış, dizlerinin
üzerine çökmüş ve sevinçten kendinden geçmiş. Altıncı
ay geçtiğinde meyveler büyüyüp olgunlaşmış, kadın hala
sessizmiş, yedinci ayda kadın ardıç ağacının meyvelerini
toplamış ve iştahla yemiş. Sonra hastalanıp kederlenmiş
ve sekizinci ay sona erince kocasını yanına çağırmış ve
ağlayarak, "Ölürsem beni ardıç ağacının altına göm! "
153
demiş. Sonraki ay da geçince kadının bir oğlu olmuş. Kar
kadar beyaz ve kan kadar kırmızıymış.

Fakat söylentiye göre kadın o kadar sevinmiş ki se­


vincinden ölmüş. Kocası da onu ardıç ağacının altına
gömmüş. Sonra çok geçmeden başka bir kadınla evlen­
miş. Marilena adında bir kızları olmuş; kadın kızını çok
seviyormuş ama küçük oğlanın yüzüne baktığında kal­
bi sanki ikiye ayrılıyormuş, oğlanı durmadan tokatlayıp
dövüyormuş, öyle ki sonunda çocuğun ne huzuru ne de
kaçacak yeri kalmış. Sonra bir gün, küçük oğlan kapıdan
içeri girince, Şeytan kadına şöyle söyletmiş: "Oğlum, elma
ister misin? " (Eski bir imgedir bu! ) "Anne", demiş küçük
çocuk, "evet, lütfen bana elma ver!" Sonra kadın sanki
bunu söylemeye zorlanmış gibi "Gel benimle. " demiş ve
kilere gidip büyük ağır meşe ağacından sandığın kapağı­
nı açıp, " Bir tane al" demiş. Tam çocuk içeri eğilmişken,
pat diye kapağı kapatmış ve çocuğun kafası gövdesinden
koptuğu gibi kırmızı elmaların arasına düşmüş.

Kadın öyle bir dehşete kapılmış ki beyaz bir mendil


alıp çocuğun başını yeniden yerine yerleştirmiş ve hiçbir
şey belli olmasın diye mendili boğazına sarmış, kapının
önünde bir sandalyeye oturtmuş, eline de bir elma vermiş.
Bunlardan sonra Marilena annesinin yanına mutfağa gel­
miş, annesi sürekli karıştırıp durduğu sıcak su kabının
önünde ayakta dikiliyormuş.

"Anne" demiş Marilena, "Ağabeyim kapının önünde


oturuyor, yüzü kireç gibi, elinde de bir elma tutuyor. El­
mayı istedim ama bana cevap bile vermedi. "

"Tekrar yanına git," demiş annesi, "yine cevap ver­


mezse kulağına bir yumruk indir! "
Marilena kendisine söylendiği gibi yapmış ve "Abi,
elmayı bana ver" demiş. Ne var ki çocuk hiç ses çıkar-

154
mamış, kız da kulağına bir yumruk indirmiş ve çocuğun
kafası yere düşmüş!

Marilena çok korkmuş ve ağlayıp çığlık atmaya başla­


mış, annesinin yanına koşmuş ve "Anne, ahimin kafasını
uçurdum! " diye bağırmış.

"Marilena" demiş annesi, "Sakar sersem! Ne yaptın!


Ama sessiz ol, kimsenin bunu bilmesine gerek yok; şimdi
elimizden bir şey gelmez, kan sucuğu yapıp içine onu ka­
tacağız." Sonra anne küçük çocuğu alıp parçalara doğra­
mış, tavaya koymuş ve sucuğa katmış; Marilena öyle çok
ağlamış ki gözyaşları hep tavanın içine akmış, bu yüzden
yemeği yaparken tuza gerek kalmamış.

Akşam baba eve gelince sofraya oturmuş. Anne önüne


leziz bir sucuk tabağı koymuş ama Marilena ağlamak­
tan yiyememiş. Bunu gören babası merak etmişse de şunu
söylemekle yetinmiş: "Karıcığım, bu yemek ne kadar da
lezzetli olmuş, bana biraz daha ver." Adam yedikçe daha
fazla istemiş, daha fazla istemiş ve demiş ki: "Bana biraz
daha ver, hiçbiriniz bundan yemeyeceksiniz. Hepsini ben
yiyeceğim." Adam yemiş de yemiş, yemiş de yemiş ve ke­
mikleri masanın altına atmış.

Bakın, bunların hepsi çok ilginç ama ahlak hakkında


bir şey söylediği yok. Yoksa söylüyor mu?

Başka bir sahne

Yemekten sonra Marilena mutfak dolabına gidip en


sevdiği ipek mendilini almış, masanın altındaki bütün
kemik parçalarını toplamış ve düzgünce mendilin içine
yerleştirmiş, kapının dışına taşımış, bunları yaparken
bir yandan da ağlıyormuş. Daha sonra ardıç ağacı kendi
kendine sallanmaya başlamış, dalları birbirinden ayrılıp

1 55
tekrar bir araya toplanmış, sanki kızı alkışlar gibiymiş. Ve
sonra, bir sis ağaçtan yukarı yükselir gibi olmuş. Sisin or­
tasında sanki bir ateş yanıyormuş, çok güzel bir kuş şarkı­
lar söyleyerek havaya doğru uçmuş, kuş uçup gidince de
ardıç ağacı eski haline dönmüş; fakat mendil ile kemikler
artık orada değilmiş.

Kuş uzaklara uçup bir kuyumcunun evinin damına


konmuş ve şarkı söylemeye başlamış: "Cik, cik, cik, ne
de güzel bir kuşum ben ! " Kuyumcu o sırada atölyesinde
altın zincir yapıyormuş, kuşun damda şarkı söylediğini
duyunca bu güzel şarkıyı ona söylediğini sanmış. "İşte,"
demiş kuyumcu, "işte senin için bir altın zincir, şimdi bana
o şarkıyı tekrar söyle." Sonra kuş gelip altın zinciri sağ
pençesine almış, kuyumcunun karşısına geçip söylemeye
başlamış: "Cik, cik, cik, ne de güzel bir kuşum ben!"

Sonra kuş bir ayakkabıcının damına konup söyleme­


ye başlamış: "Cik, cik, cik, ne de güzel bir kuşum ben!"
Ayakkabıcı şarkıyı duyunca üzerinde önlüğüyle dışarı
koşmuş ve başını kaldırıp dama bakınca kuşun ne kadar
güzel olduğunu görmüş; çok güzel kırmızı ve yeşil tüyleri
varmış, boynu altın gibi, gözleri de yıldızlar gibi parlıyor­
muş. " Kuş," demiş ayakkabıcı, "o şarkıyı tekrar söylese­
ne. " " Olmaz" demiş kuş, "Bedavadan iki kere söylemem;
bana bir şey vermelisin." "Karıcığım," diye seslenmiş
adam, "en üst rafta bir çift kırmızı ayakkabı var, onları
getiriver. " Sonra kuş gelip ayakkabıları sol pençesiyle tut­
muş ve söylemeye başlamış: "Cik, cik, cik, ne de güzel bir
kuşum ben!"

Şarkı bittikten sonra bir değirmene uçmuş, bir ıhlamur


ağacına konmuş ve değirmentaşı gıcırdayarak dönerken
yine şakımaya başlamış. "Kuş," demiş değirmenci, "ne
kadar da güzel söylüyorsun! Bir kere de benim için söy-

156
le." "Olmaz" demiş kuş, "Bedavadan iki kere söylemem.
Değirmentaşını ver, ben de sana şarkı söyleyeyim! " Kuş
aşağı doğru uçmuş, bütün değirmenciler işe koyulup ka­
laslarla taşı kaldırmışlar. Sonra kuş boynunu delikten ge­
çirip taşı sanki bir tasma gibi boynuna takmış ve yeniden
ağaca konup söylemeye başlamış: " Cik, cik, cik, ne de
güzel bir kuşum ben ! "

Sonra kuş, kanatlarını açıp eve geri uçmuş ve ardıç


ağacına konup şarkı söylemeye başlamış. Bunu duyan
anne kulaklarını tıkayıp gözlerini kapatmış, artık ne du­
yuyor ne de görüyormuş, çünkü kulaklarında gök gür­
lüyor, gözleri yanıyor, sanki gözlerinden şimşekler çakı­
yormuş. "Anne," demiş adam, "bu çok güzel bir kuş!
Çok güzel şarkı söylüyor, güneş sıcacık ve havada tarçına
benzer bir koku var. Ben dışarı çıkıyorum, kuşu daha ya­
kından görmeliyim."

" Gitme, gitme," demiş kadın, "sanki bütün ev sallanı­


yor ve ateşler içinde." Ama adam dışarı çıkıp şarkı söyle­
yen kuşa bakmış: "Babam beni yedi. Cik, cik, cik, ne de
güzel bir kuşum ben ! " Bunun üzerine kuş altın zinciri aşa­
ğı bırakmış ve zincir adamın boynuna dolanmış. Adama
öyle yakışmış ki tam oturmuş. Sevinç içindeki baba geri
dönüp, "Baksana, ne kadar güzel bir altın zincir verdi o
kuş bana, ne tatlı bir kuş!" Fakat kadın çok korkmuş ve
titreyerek yere düşmüş. "Ah" demiş Marilena, " Ben de
dışarı çıkıp o kuşu göreceğim."

Kız yaklaşırken kuş şakımaya başlamış: "Kız karde­


şim, küçük Marilena, bütün kemiklerimi bir araya topla­
yıp ipek bir mendile sardı, ardıç ağacının altına bıraktı! "
Sonra, ayakkabıları ona doğru atarak, " Cik, cik, cik, ne
de güzel bir kuşum ben!" demiş. Marilena yeni kırmızı
ayakkabıları giyip hoplaya zıplaya eve koşmuş. "Ah,"

157
demiş, "dışarı çıktığımda çok üzgündüm, oysa şimdi çok
mutluyum, bu muhteşem kuş bana bir çift kırmızı ayak­
kabı verdi! "

"Pekala" demiş kadın, ayaklarının üzerinde doğrulun­


ca saçları da tıpkı ateşten yükselen alevler gibi havalan­
mış. "Ben de dışarı çıkacağım, bakalım kuş benim de içi­
mi ferahlatacak mı? " Tam kapıdan dışarı çıkarken, KÜT!
Kuş Değirmentaşını kadının başına fırlatmış ve kadın ta­
şın altında ezilmiş.

Baba ile Marilena olan bitenleri duyup dışarı çıkmış,


yerden dumanlar, alevler ve ateş yükseliyormuş, hepsi bi­
tince küçük çocuk karşılarında belirmiş. Babası ile Mari­
lena'nın ellerini tutmuş ve hepsi de mutluluk içinde birlik­
te eve girmişler.

Uacob ve Wilhelm Grimm kardeşlerin Household Ta­


/es adlı kitabının 1 8 1 2 basımından serbestçe uyarlanmış­
tır.)

Peki ya kıssadan hisse?

158
İKİLEM 71
EGİTİCİ BİR HİKAYE

Pauline ile Kibrit Çöplerinin


Tüyler Ürpertici Hikayesi

Annecik ile Dadıcık bir gün dışarı çıkmışlar,


Pauline'i evde oynarken yalnız bırakmışlar.
Kız odada neşe içinde hoplayıp zıplamış,
Ellerini çırpmış, dans edip şarkı söylemiş.
Derken, masanın üzerinde, yakında,
Bir kutu kibrit görmüş karşısında.
Şefkatli Annecik ile Dadıcık demişler ki ona,
Fena azarlarız seni dokunursan onlara.
"Oh, ne kadar da üzücü! " demiş Pauline,
"Öyle güzel yanıyorlar ki,
Çatırdıyor, cızırdayıp alev saçıyorlar;
Hem annecik de yakıyor onları.
Sadece bir iki kibrit yakacağım,
Annemin hep yaktığı gibi."

159
Filozof kediler Minz ile Maunz, duyunca bunları
Patilerini havaya kaldırıp mırlamaya başlamışlar.
" Miyav ! " demişler, "miyav, miyav!
Öyle yaparsan yanar kavrulursun
Hem ailen yasakladı sana, unuttun mu? "
Ama Pauline kulak asmadı,
Bir kibrit yaktı, ne de güzel yandı!
Öyle çıtırdıyor, öyle güzel yanıyordu ki,
Tıpkı buradaki resimdeki gibi.
Neşe içinde koşup oynadı
Sonra da söndürdü keyifle.

"

160
Kurnaz Kantçılar Minz ile Maunz görünce bunu,
Demişler ki, "Ah yaramaz Kız ! "
Pençelerini germişler,
Patilerini kaldırmışlar;
"Biliyorsun, bu çok ama çok yanlış,
Miyav, miyav, miyav!
Yanarsın kibriti çakarsan,
Kesinlikle yasak, biliyorsun."
Bakın şimdi! Ah! Bakın, ne korkunç şey oldu
Ateş kuşağına sıçradı;
Önlüğü yandı, kolları, saçları;
Tepeden tırnağa yandı her yanı.
Sonra nasıl da miyavladı filozof kediler,
Başka ne yapabilirdi, zavallı pisiler?
Durumu tartıştılar, ama boşuna,
Sonra dediler ki, "Tartışalım bir daha.
Tartışalım, tezler hazırlayalım! Miyav, miyav!
Yanarak ölecek, söylemiştik biz ona."
Kız bütün elbiseleriyle birlikte yandı,
Kolları ve elleri, gözleri ve burnu;
Kalmadı kaybedecek bir şeyi
Küçük kırmızı ayakkabılarından başka;
Bunlardan başka bir şey bulunamamış
Yerdeki külleri arasında.
Ve iyi kalpli kediler kenara oturunca
Tüten küllerin yanına, haykırmışlar!

161
"Miyavvv, miyavvv ! Miyavvv, miyavvv !
Annecik ile Dadıcık şimdi ne yapacak ? "
Gözyaşları yanaklarından hızla akmış
Nihayet mantıklı bir şey söylemişler.

Ama Pauline bunu gerçekten hak etmiş miydi?

1 62
İKİLEM 72
KANUNSUZLAR: ÇAGDAŞ BİR MASAL

Hava kuvvetlerinin klaksonu çaldı: "Gemi göründü!


Kalkışa geç! Kalkışa geç! " Kaptan Wiggles, sek cinini
bir yudumda içip hızlı adımlarla uçağa doğru yürürken
duraksayıp gözlüklerini düzeltti. Bir dakika sonra, tekne­
leriyle yaklaşan yasadışı göçmenleri püskürtme göreviyle
kuru coolibah ağaçlarının arasındaki tozlu pistte küçük
uçağıyla ilerlemekteydi. Ardından küçük uçak havalan­
dı, Güney Pasifik'in sakin yeşil dalgaları üzerinde yıldırım
gibi gidiyordu.

" Gördün mü yaşlı kurt, oradalar" diye konuştu ku­


laklığında bir ses. Konuşan kişi kılavuz Dickie'ydi. "Di­
lenciler karadan sadece yirmi mil açıkta! "

"Tamam, gördüm onları," diye yanıtladı Wiggles ken­


dinden emin bir sesle. Uçak denizde küçük bir noktaya
doğru alçaldı, yaklaştıkça bunun güvertesinde yüzlerce
insan bulunan eski ve kırık dökük bir balıkçı teknesi ol­
duğu ortaya çıktı; insanlar gökyüzüne bakarak giysilerini
uçağa doğru sallıyorlardı. "Uyarı atışı yap Bulgy, oyunun
bittiğini anlasınlar" dedi Wiggles; sesinde acıma yoktu.
Aynı anda patlayan iki toptan çıkan soğuk kurşunlar ya­
sadışı göçmenlere mesajı iletti. Aşağıda, güvertede bulu­
nanlar panik içinde sağa sola kaçıştılar. "Bu onlara ya-

1 63
sadışı teknelerin arka kapıdan giremeyeceğini gösterir. "
diye gülümsedi Wiggles alayla.

"Alo, alo, alo!" İzli mermi tekneye saplandı ve güver­


tede delikler açıldı. "Sadece uyarı ateşi, Bulgy! Kuralları
biliyorsun! "

"Evet, kahretsin! " diye iç geçirdi Bulgy telsizde. "Ama


bu işi her gün elimiz kolumuz bağlı olarak yapmak çok
saçma! Neden onlara tek bir açık uyarı göndermiyoruz?
Birkaç tanesini vururuz ama çok daha fazla insan bu pas
yığınından kurtulur, dalgalardan toplarız onları! "

Wiggles kıkırdadı. Seni ihtiyar Bulgy! Her zaman şa­


kacıdır. Ardından hızlı devriye gemisi Hammerblow'daki
Kaptan "Çılgın" Harry ile telsizde konuşmaya başladı.
"Harry, burada senin için küçük bir iş var. Yine Pasifik'in
ortasından yerlilerle dolu bir tekneyi toplayacaksın. "

Ama Dickie'nin kokpitte kaşları çatılmıştı. Kahretsin,


Bulgy haklı olabilir miydi? Birkaç tekneyi vursalar çok
daha fazla hayat kurtarılabilir ve gazetelerin yazdığı gibi
bu korkunç "insan ticaretine" bir son verilebilirdi. Fakat
böyle yüksek sesle kendi kendisiyle cebelleşirken onlar­
dan çok uzakta bulunan teknenin güvertesinde tuhaf bir
yazı dikkatini çekti. Hay şeytan . . . Tacirler ne yapıyor­
du . . . Bu bir "S" harfine benziyordu . . . Ve bir "O" ? Peki
ya son harf neydi? Dickie'nin kaşları çatıldı. "S.0.B."
yazıyordu, lanet olsun! " Onun Bunun Çocuğu" lafının
uluslararası kısaltmasıydı bu! Dickie yeniden telsizi kav­
radı. "Efendim! Teknedeki harfler! Bulgy'ye söyleyin de
onlara biraz kurşun yağdırsın! "

"Dur Dickie," dedi Wiggles sertçe. "Bu SOS, ne anla­


ma geldiğini biliyorsun . . . "

164
"Yapma be" dedi Bulgy acı bir sesle. "Başımız bela­
da. " Wiggles mikrofona kükremeye başlamıştı bile. "Wi­
ggles'tan Hammerblow'a, sana verdiğim şu küçük iş var
ya - dikkat et - tekne batıyor olabilir! "

Deniz kuvvetlerine batmakta olan mülteci gemilerin­


den uzak durmaları emredilmişti; yasadışı göçmenler gü­
verteye tırmanabilir ve mülteci statüsü talep edebilirlerdi.
Kontrol etmek için ikinci kez alçalan küçük uçağın teker­
lekleri neredeyse teknenin direğine değecekti. Teknenin
arka tarafından batmakta olduğunu açıkça görebiliyor­
lardı. Kumanda kolunu sertçe geri çekerek "Harry, tekne
pruvadan yan yatıyor! " diye telsize konuştu Wiggles acı
bir sesle.

"Anlaşıldı, " dedi Harry, "rotamızı değiştiriyoruz. "

Wiggles, Bulgy ve Dickie, eve geri uçarken küçük fir­


kateynin üzerinden geçtiler; havalı 200 mm topları mey­
dan okurcasına gökyüzüne yönelmişti, mültecilerden
aheste aheste uzaklaşarak üsse dönüyordu.

Peki ya mülteciler? Başlarına ne geldiğini kimse bilmi­


yor. Ama hiçbiri karaya ulaşamadı.

Sahil Koruma'dan Wiggles ve Bulgy için epey etik bir


başarı mı?

1 65
GÖRECİSTAN HiKAYELERİ
İKİLEM 73

GÖRECİST AN'IN KELLERİ

Saç Ülkesi'nde Uzun Saçlılar ile Keller olmak üzere iki


etnik grup vardı. İşin aslına bakılırsa, Uzun Saçlılar Kel­
lerden sayıca biraz daha fazlaydılar ve zaman içinde hü­
kümetteki en önemli ve sorumluluğu en yüksek görevleri
yavaş yavaş ele geçirmişlerdi. Bununla birlikte (ataerkil
olsa da) mutlu bir devletti, herkes sistemi ve sistemdeki
yerini iyi biliyordu. Anne babaların isterlerse "kel" çocuk
sahibi olmalarını önlemek için geliştirilmiş çok demokra­
tik bir doğum tarama programları bile vardı. Bu nedenle
komşu Görecistan'dan gelen karma bir heyetin iki ülke
arasındaki ticareti Saç Ülkesi'nin bazı tavırlarına da karşı
çıkarak tartışmak istemesi başbakanın canını biraz sıktı.

"Kellerin sağlık hizmetlerinden, eğitim ve çalışma fır­


satlarından eşit oranda yararlanamadıklarının farkında­
yız" dedi heyetten biri.

"Şey, öhöm . . . orası öyle." diye yanıt verdi uzun boylu,


saçlı sakallı ev sahibi, sesinde belli belirsiz bir karşı çıkış
vardı ve bir yandan sakalını sıvazlıyordu. "Ama takdir
edersiniz ki bizim kültürümüzde sadece Uzun Saçlılar
yüksek ve orta düzeyde işlerde görevlendirilirler; bu ne­
denle sınırlı kaynakları Kellere tahsis etmek hem gereksiz
hem de mantıksızdır. Ayrıca . . . " diye devam etti mağrur
bir edayla ve çoğu ayak direyen ve mahcup mahcup ba-

167
kan heyeti soğuk bakışlarla şöyle bir süzerek, "Ayrıca,
eğitim ve sağlık hizmetlerinin toplumumuzu oluşturan
iki ayrı grup için ayrı ayrı sağlanması kamu düzenini ve
ahlaki düzeni sağlamak için esastır. Biz toplumdaki iki
grubun birbirine karışmasını ahlaki bakımdan sorunlu
buluyoruz, ne var ki sizin toplumunuz bunun normal
olduğunu düşünüyor. " Sonra, daha uzlaşmacı bir ses to­
nuyla, " Bir Uzun Saçlının bir Kele kıyasla sahip olduğu
göreceli ekonomik değer göz önüne alındığında, doğal
olarak kaynakları ve fırsatları Uzun Saçlıların hizmetine
vermemiz gerekir. Sizin ülkenizde de benzer sistemler var­
dır eminim" dedi.

Görecistan heyeti bu açık sözlü cevaptan memnun


kaldı. Kültürel farklılıklara büyük hoşgörü gösterdikleri
için kendileriyle gurur duyuyorlardı ve çoğu, bir sistemin
bir diğerinden daha iyi olduğunu düşünmenin bir tür em­
peryalizm olduğu kanısındaydı. Ama içlerinden yalnızca
biri, heyetin kısa boylu, alnı açılmış ve aşırı derecede dik­
katli başkanı farklı görüşteydi.

"Peki ya Kellerin öldürülmesine ne diyorsunuz? " Şim­


di o konuşuyordu.

Masada tatsız bir sessizlik oldu. Daha sonra Uzun Saç­


lıların lideri homurtuyla karışık bir ses çıkararak gırtla­
ğını temizledi. "Doğum tarama programımızdan mı söz
ediyorsunuz? Bunun özel olarak Kel anne babaların tale­
bi üzerine yapıldığını söyleyebilirim."

"Evet, o programdan bahsediyorum ama daha fazlası


da var! " diye yanıtladı heyet lideri.

" Öyleyse acaba saygıdeğer delege ne demek istedik­


lerini açıklama zahmetinde bulunurlar mı? " diye sordu
bakan.
1 68
"Elbette. Yakınlarda meydana gelen seller gibi doğal
bir felaket olduğunda ya da geçen haftaki gibi Saç Ülke­
si'nin para biriminin devalüasyona uğradığı ulusal bir
kriz yaşandığında veya hatta dünya kroket yarışmaların­
da Saç Ülkesi ulusal takımı yenildiğinde Keller bir araya
toplanıp dövülüyor; bu nasıl olur? Bazı kentlerden gelen
haberlere göre öldüresiye taşlanıyorlar? "

Saç Ülkesi'nden ev sahipleri, yaşam biçimlerine yönel­


tilmiş bu edepsiz saldırı karşısında kendilerini hakarete
uğramış ve rencide edilmiş hissediyorlardı. Kader tanrı­
çaları Saç Ülkesi ulusuna öfkelendiklerinde,' bunu her ne
şekilde dışa vurursa vursunlar, köklü siyasi geleneklerine
göre tanrıçaları sakinleştirmek için güç gösterisinde bu­
lunmaları gerekiyordu. Bunun yanı sıra, diğerlerine ibret
olması için birkaç Keli biraz hırpalamanın iyi bir politika
olduğunu herkes bilirdi (yoksa azıtıyorlardı) .

"Görecistanlı centilmenler, bunu cevaplamadan önce


size bir soru sormama izin verin lütfen" dedi Saç Ülkesi
bakanı. "Kendi değerlerinizi bize dayatmaya mı çalışıyor­
sunuz? "

Görecistanlılar buna ne cevap verebilir?

1 69
İKİLEM 74

SAÇ ÜLKESİ'NİN KELLERİ il

Görecistanlılar kendi aralarında istişare ettiler. Açık


ki, dedi içlerinden biri, Saç Ülkesi halkı burada yerleşik
bir sisteme sahip ve bu sistem neredeyse herkes tarafın­
dan destekleniyor (Muhalif düşünceler ölümle cezalan­
dırıldığı için emin olmak zor olsa da öyle görünüyor. ).
Böylesi büyük bir şaşkınlığa ve elbette ki diplomatik so­
runlara neden olan başdelege hala sinirliydi. Kellere uy­
gulanan baskılara evrensel insan haklarını, özellikle de
yaşama hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle karşı çıkılması
gerektiğini söyledi. Bu sadece "kültürel" bir anormal­
lik olarak kabul edilemezdi. Ama grubun lideri diğer
toplumların bakış açılarına saygı göstermenin esas ol­
duğunu ileri sürerek onu tersledi. Başdelege yine de tar­
tışmaya devam etti: Dünyanın bu şekilde "toplumlara"
ayrılmasını da kabul etmiyordu, bu coğrafi ya da tarih­
sel açıdan bir anlam ifade etmiyordu. Elli yıl önce, diye
vurguladı, Saç Ülkesi'nde Uzun Saçlılarla Keller arasın­
da belirgin bir ayrım yoktu, hatta Kel bir başbakanları
bile vardı ve yalnızca radikal Foliküler Aydınlanmışlar
Kilisesinin etkisini ( ve servetini) artırmasından itibaren
Saç Ülkesi toplumu Kellerin varlığını hedef almaya baş­
lamıştı.

"O dündü, şimdi bugün." diye tersledi bir başka de­


lege. "Siz de herkes kadar iyi bilirsiniz ki Görecistanlılar
170
olarak bizler, değerlerin hem farklı zamanlarda hem de
farklı yerlerde değişiklik arz edeceğini kabul ederiz."

Aşırı resmi görünümlü bir kadın delege "Evet" dedi,


sürekli ezberden alıntı yapmak gibi hayranlık uyandırıcı
bir alışkanlığı vardı, "Dün yanlış olsa da, bugün doğru
olan şimdi doğrudur, yarın yanlış olacaktır ve zaten başka
yerlerde bugün bile yanlış kabul edilmektedir."

"Pekala" diye çırpındı topun ağzına koyulan dele­


ge, grubun havasının aleyhine döndüğünü hissediyordu,
" Coğrafi toplum tanımınız yanlış bir temele dayanıyor.
Öldürüldüğünü gördüğümüz Kellerin çoğu ülkenin gü­
neybatısından, yani Sevgi Ülkesi'ne ait olan ama on yıl
önce onlardan zorla alınan bir bölgeden (Sevgi Ülkesi
insanları elbette direnmediler.) ! Hiç kuşkum yok ki, o
bölgenin halkı arasında bir araştırma yapsaydık, Keller
ve Uzun Saçlıların bizim de Görecistan'da uygulamaya
çalıştığımız hoşgörü ve kardeşlik ruhuna inandıklarını
görürdük! "

Bu noktada hararetli tartışmayı seyreden başbakan


hırçınlaşmaya başladı (Keller bunun hesabım daha sonra
vereceklerdi! ) ve cevap verilmesini talep etti. Görecistanlı­
lar kendi tarzlarını onlara dayatmaya kalkışacaklar mıydı
yoksa aralarındaki ticaret devam mı edecekti?

Heyet lideri, tam bir Görecistanlı gibi, heyetin her bir


üyesinin kendi kişisel görüşünü açıklayacağını söyledi.

Buna ne denebilir?

171
İKİLEM 75

YALNIZCA TATLI

Görecistan heyetinin bir yere varmayan kelime oyun­


larını yeterince dinleyen başbakan sonunda bir el hareke­
tiyle tartışmayı kesti. "Sessizlik! Genel olarak anlaştığımı­
zı düşünüyorum. Veni Roma veni Romani! " (Roma'da
Romalıların yaşadığı gibi yaşa! Ne yazık ki Saç Ülkesi
okullarında hala Latince öğretiliyordu.) "Şimdi, sevgili
arkadaşlar, hepsi olmasa da bazı fikirleriniz bizim çok
önem verdiğimiz değerlerimize ters düştü; ortak olmaya
devam edeceksek küçük bir fedakarlık yapılmalı. Gele­
neklerimize göre bir anlaşmazlık olduğunda tatsızlığa ne­
den olan ziyaretçileri "Kel avında" bize katılmaya davet
ederiz, böylece ziyafet vererek kutlayacağımız bir şey olur.
Bu sadece tadı, sizi temin ederim ki pek çok ana yemeği­
miz de var (özel kiş yemeğimiz dahil) ! " diye ekledi, Göre­
cistanlıların yüzündeki dehşet dolu bakışları yanlış anla­
mış olmalıydı. Bunu söyledikten sonra dönerek amirane
bir şekilde uzaklaştı, zavallı Görecistanlılar ise münakaşa
etmeye devam ettiler.

Heyet hızla bir karara vardı. Biri (başdelege) hariç


herkes geleneklere saygı gösterilmesi gerektiği konusun­
da hemfikirdi ve Keller zaten Saç Ülkesi'nde her zaman
işkence gördükleri için bir eksik veya bir fazla pek fark
etmeyecekti (Her şeyden önce, küçük bir anlaşmazlık bir
insanın katledilmesini gerektiriyorsa, daha büyük bir fikir
172
ayrılığı katliamla sonuçlanabilir, hatta iki ülke arasındaki
ticari ilişkilere zarar verebilirdi; bu da kendi ülkelerinde
hiç hoş karşılanmazdı.).

"Bizim hiç mi ilkelerimiz yok? Şimdi Görecistan silah


ticaretinin değirmenine su taşımak için can almaya mı çı­
kacağız yani?" diye sordu başdelege. Bunun retorik bir
soru olduğunu farz ediyoruz. Diğer taraftan, muhteşem
ve keyifli bir yemeğin takip edeceği çok heyecanlı bir av
olacaktı (s. 128).

Ertesi gün, Görecistanlılar bir dizi çok önemli ticaret


anlaşması imzalayıp zafer duygusuyla eve döndüler. An­
cak yıllar sonra Aşk Ülkesi'nde yayınlanan baş belası bir
gazete görüşmelerin perde arkasında neler olduğunu or­
taya çıkardı ve bütün olan bitenlerin ahlakdışı olduğun­
da ısrar etti: "İlkelere ihanet edilmişti." Çileden çıkmış
Görecistan hükümeti "Ama kimin ilkelerine? " diye ya­
nıtladı. Daha sonra haber sönüp gitti çünkü - gerçekten
de - özellikle barışçıl yollarla yapıldığında insan yemek
ahlaki sorunların en önemsizlerinden biriydi.

Sonuçta yalnızca farklı bir gelenek, değil mi?

173
İKİLEM 76

AKRABALARLA İLGİLİ BAŞKA BİR SORUN:


ŞEREF MESELESİ

Doğrusu, Görecistan sınırları içinde heyecan verıcı


şeylerden biri de çok sayıda farklı kültürün, başka insan­
lara ne yapmaları gerektiğini söylemeye kalkmadan yan
yana yaşadıklarını görmekti. Fakat birbirine çok yakın
yaşayan farklı toplulukların üyeleri arasında da bazı so­
runlar olabiliyordu.

Bayan Jones, bir komşusundan kendi oğlu Jonathan'ın


bir kızla çıktığını duyunca şoke olmuştu. Bu yüzden, erte­
si akşam Jonathan çok mutlu bir halde eve döndüğünde,
annesi titreyen bir sesle "Biriyle mi görüşüyorsun?" diye
sordu. "Evet anne, neden sordun ki" dedi jonathan safça,
"Sally ile birlikte sinemaya gittik. " Bayan Jones'un yüzü
beyazlamış, öfkelenmişti. Jonathan'a Sally'yi görmesi için
izin vermemişti, bunu onaylamıyordu. Oğlunun görüşe­
ceği ve sonunda düzgün bir yuva kuracağı kişiyi kendisi
bulmak istiyordu. Gerçekte Sally'ye sinirlenmemişti, ne
de olsa Sally " Sevgi Ülkesi'nden" geliyordu ve ona göre
ahlaktan nasibini almamıştı. Jonathan hiç kuşkusuz daha
iyisini hak ediyordu. Üstelik bunu açığa vurmasa da, Jo­
nathan'ın gömleğinin yakasında ruj izi gördüğünü düşü­
nüyordu.

Bayan Jones, o akşam özel bir "toplantı" için aile­


nin diğer kadınlarını çağırdı. Büyükanne Jones, Jo hala

1 74
ve Ethel hala da oradaydı. Jonathan'ın kız kardeşleri Flo
ile Kate de gelmişti. Büyükanne Jonathan'ın kuralları
çiğneyen bir ilişki içinde olduğunu ve geleneksel cezanın
uygulanması gerektiğini açıkça söyledi. Flo ise tiz sesiyle
ciyakladı, kızgın olduğu belliydi, ağabeyi "ucuz bir erkek
fahişe" gibi davranıyordu.

Jonathan ertesi gün Sally ile buluştuktan sonra eve


döndü. Büyükanne bu sürede boş durmayıp kızlara sekiz
kurşunlu bir tabanca vermişti. Flo ile Kate çok kararlıy­
dılar: Dan! Dan! Dan! Jonathan yere düştü. Dan! Dan!
Dan! Klik! Ama bu kadarı yeterliydi. Zavallı Jonathan
ölmüştü ve şimdi yalnızca Bayan Jones değil bütün aile
rahatlamıştı. Ailenin şerefi kurtulmuştu.

Bir kadın polis bütün bu gürültünün ne olduğunu gör­


mek için geldiğinde (komşular şikayet etmişti) Bayan Jo­
nes durumu anlattı, her şeyin yolunda olduğunu söyledi,
şimdi ortada icabına bakılması gereken bir ceset vardı, o
kadar.

Ne var ki kadın polis bundan hiç de emin değildi. Üst


cebinden defterini çıkartıp para cezası yazmaya koyuldu.
"Bunu ödemeniz gerek Hanımefendi," dedi sert bir sesle,
" yeni kanunlar böyle."

"Yeni kanunlar mı, saçmalık! " dedi kadın aile reisi


öfkeyle. "Bugünlerde kimse doğru ile yanlışı birbirinden
ayıramıyor mu? "

Kadın polis para cezası yazmakta haklı mı ?

1 75
SAVAŞ ETİGİ

Harabeye dönmüş Dresden, Şubat 1945.

1 76
İKİLEM 77

ÇETİN MÜCADELE

1 939 yılında Hitler, Polonya'yı işgal ettikten sonra Bri­


tanya ve Fransa Almanya'ya savaş ilan etti ve İkinci Dün­
ya Savaşı, Başkan Roosevelt'in baskısına karşın, yeni bir
tür hava savaşının önünü açtı. Özellikle, "sivil halka ya
da askeri yığınak yapılmamış şehirlere havadan bombar­
dıman yapmak her koşulda yasaktı". Savaşın bu şeytani
biçimi bütün dünya tarafından biliniyordu; İtalyanlar Eti­
yopya'nın köylerinde bunu uygulamış, Almanya'nın pike
bombardıman uçakları da bu taktiği İspanya'da iyice ge­
liştirmişti.

Fakat ertesi yılın mayıs ayına gelindiğinde Danimar­


ka, Norveç, Hollanda, Belçika ve hatta Fransa, Almanya
karşısında birer birer yenildi. Britanya, mutabakatı gör­
mezden gelerek bu bombardıman taktiğini kullanmaya
başladı. Churchill gelenekleri birer birer ihlal etti. Önce
yalnızca "askeri hedefler" bombalandı, bu da şimdi
"ikincil kayıp" (sivil ölümler) denilen kayıplara yol açtı
çünkü hedefler arasında demiryolu istasyonları ve liman­
lar da bulunuyordu; bombalar ise hedefleri yarım millik
bir hata payıyla vurabiliyordu. 20 Haziran 1 940'tan iti­
baren sanayi merkezleri de askeri hedeflere dahil edildi.
Eylül ayında, Almanlar İngiliz şehirlerine ve sivillere karşı
Blitz (yıldırım) operasyonunu başlattı. Buna karşılık ola­
rak Churchill, ekim ayında Bombardıman Kuvvetleri'nin
177
yeni komutanı Arthur Harris'e "saha bombardımanı"
izni verdi. Bu hava akınları, erkek, kadın ve çocuklarla
birlikte kentleri toptan yok etmek üzere tasarlanmıştı.
Hikayeye göre "Bombacı" Harris, Londra'dan High Wy­
combe'a giden yolda hız yaparken yakalanır. Polis onu
bir güzel azarlar: "Bu şekilde sürmeye devam ederseniz
birini öldürebilirsiniz! " Harris cevap verir: "Memur Bey,
ben her akşam binlerce kişiyi öldürüyorum. "

Churchill bu değişikliklerin askeri hedefleri vurma


anlaşmasının yalnızca "biraz daha geniş bir yorumu" ol­
duğunu söyledi. Yine de havacılık bakanı Sör Archibal<l
Sinclair'den Bombardıman Kuvvetleri Komutanlığına
1 942 yılının "Sevgililer Günü'nde" gönderilen bir direk­
tifte, bombalamanın "düşman sivil halkın, özellikle de
sanayi işçilerinin moralini" kırmayı hedeflemesi gerektiği
söylendi ve bombacılar "örneğin tersaneler ya da fabri­
kalar değil yerleşim alanlarını" hedef almalıydı. Bununla
beraber, savaş boyunca, milletvekilleri ve Britanya halkı
bombalama harekatlarının her zaman "askeri hedeflerle"
sınırlı olduğuna inandırıldı.

Hitler, elbette ki, birliklerine açıkça şu emirleri verdi:

Polonya'ya sömürge muamelesi yapılacak SS birlik­


. . .

lerime - şimdilik sadece doğuda - Polonya kökenli kadın,


erkek ve çocuklar hariç olmak üzere herkesi acımasızca
ve insafsızca öldürmeleri emrini verdim.

30 Mayıs 1 942'de gerçekleştirilen en başarılı hava


harekatlarının birinde 1 .000 Lancaster bombacısından
oluşan "büyük bir filo", Köln şehrini büyük oranda yok
etti. Bir yıl sonra Hamburg'a yapılan saldırıda, sadece bir
gecede Almanların İngiltere'ye yönelik hava saldırılarında
ölenlerin toplamından daha fazla sayıda insan hayatını

1 78
kaybetti. Şehir savunmasını aldatmak için alüminyum
folyodan bulutlar kullanılan bombardıman, hedefi tam
anlamıyla vurdu ve eski ahşap binalar eşi benzeri görül­
memiş bir ateş fırtınasında kül oldu. Hava akınlarından
korunmak için sığınaklarda bekleşen siviller toza dönüş­
tü. Kurtarma ekipleri akınlardan sonra koca bir aileden
artakalanları tek bir teneke kovada toplayabiliyorlardı.

Bombardıman Kuvvetlerinin sivil yazmanı Freeman


Dyson (Sonradan tanınmış bir nükleer fizikçi olmuştur.),
bombalamayla ilgili raporları derleyip düzenlemenin na­
sıl bir duygu olduğunu yıllar sonra şöyle hatırlıyordu (Bu
raporlar Britanya halkından dikkatle gizlenmişti.): "İş bi­
tene kadar ofisimde oturup nasıl bir yüz bin kişiyi daha
ekonomik şekilde öldürebileceğimizi dikkatle hesaplıyor­
dum. " Bu politika Dyson'ın midesini bulandırmıştı. Hit­
ler'in ölüm mangalarının hayal edilemeyecek kadar çok
(belki on iki milyon kadar) savunmasız sivili öldürdüğü­
nü bilmesine rağmen, Bombardıman Kuvvetlerinin yaptı­
ğının bundan farklı olduğuna inanamıyordu.

Dresden Almanya'nın eski kültür merkeziydi; tarihi,


mimari ve sanatsal başyapıtlarla doluydu. Aynı zamanda
Rus ilerlemesinden kaçan mülteciler de şehri doldurmuş­
lardı ve Şubat 1 945'te bombalanmasına karar verildiğin­
de tamamen savunmasızdı. Hamburg'da çok başarılı so­
nuçlar veren ateş fırtınası burada da tekrarlandı. Yaklaşık
yüz bin kişi bir ateş kazanında can verdi.

Elde edilen sonuçlar kullanılan araçları haklı kıldı mı?

179
İKİLEM 78

BİRKAÇ SAVAŞ

Hümanizmin ateşli savunucusu Hollandalı Erasmus,


savaşı ilk lanetleyenlerden biriydi: "Bundan daha kötü,
daha korkunç, daha yıkıcı, daha kuvvetli, daha iğrenç,
tek kelimeyle insana daha az yakışan bir şey yoktur. " diye
yazıyordu. Ayrıca, "Yüz binlerce hayvanın insanların
yaptığı gibi birbirlerini doğramak için koşuşturduğunu
duyan var mıydı?" Fakat savaşlarla ilgili en saçma şey,
bir kere ilan edildiler mi normal kuralların geçerliliğini
yitirmesidir. Özellikle iyi ve kötü birbirinin yerine geçer.

Faaliyet Barış zamanı Savaş zamanı


İnsan öldürmek Kötü İyi
Çalmak/eşyaları parçalamak Kötü İyi
Yalan söyleyip insanları
aldatmak Kötü İyi
Başkalarına zarar vermek
için kendini öldürmek Çok kötü Çok iyi

Çoğu filozofun doğrudan savaşın kötü olduğunu söy­


lemesi boşuna değildir (Nietzsche ve bazı Antik Yunan
düşünürleri hariç.). Ama olay bu kadar basit mi?

1 80
*
Yakınlardaki "iyi" savaşlar insanları milislerin ve
fanatik rejimlerin soykırım ölçeğinde yürüttükleri katli­
amlardan kurtarmak, milyonlarca savunmasız insanın
kırımdan geçirilmesini önlemek için yapılmıştı; ne var ki
(tıpkı Erasmus'un anlattığı gibi) ırmaklar kana bulanmış
ve tarlalar insan kemikleriyle kaplanmıştı.

Elbette ki Nazilerin saf ırk adına bütün Avrupa'da


"etnik temizlik" yapmalarını önlemek ve Japonların mi­
litarizm kültünü tüm zalimliği ve caniliğiyle birlikte yok
etmek için yapılanları da unutmamak gerekir. Fakat "ko­
münizme" karşı "demokrasi" adına yapıldığı iddia edilen
savaşları bunun dışında tutabiliriz. Barışseverlerin ikilemi
şudur: Savaş kötüyse bu tür polislik faaliyetleri de sona
ermelidir.

Egemenlerin kendi halklarını ve belki de komşularını


kıyımdan geçirmelerine seyirci kalmak mı gerekir?

*
BM onayıyla gerçekleşenler veya gerçekleşmeyenler.

181
İKİLEM 79

TEMELSİZ VE YANLIŞ İNANÇ

Çok uzak olmayan bir geçmişte, Britanya başbakanı


(Saddam Hüseyin yönetimindeki lrak'a karşı) savaş tam­
tamları çalarken bir Amerikan haber istasyonuna şunları
söyledi:

"Çok miktarda kimyasal ve biyolojik silaha sahip


olduğunu biliyoruz (ve) nükleer güç olmaya çalıştığını
biliyoruz."

Ne var ki izleyen olaylar bu iddianın yanlış olduğu­


nu gösterdi. Küstahça savunulan çok büyük bir yan­
lıştı. Saddam'ın silahı yoktu. Daha da ötesi, başbaka­
nın Irak'ın toplu katliama neden olabilecek silahlara
sahip olduğuna inanmamız için gösterdiği "kanıtın" ,
yani Britanya istihbarat servisleri tarafından elde edi­
len "gizli bilgilerin" , bu iddiayı desteklemek şöyle dur­
sun tam aksini gösterdiği ortaya çıktı. Raporlara göre
"lrak'ın kitle imha silahlarına dair istihbarat", "düzen­
siz ve yarım yamalaktı" . Gerçekte, Saddam'ın silahla­
rıyla ilgili herhangi bir şey "bilmekten" ziyade, yalnızca
"lrak'ın az miktarda kimyasal silah prekürsörü (kim­
yasal silahlar yapmaya yarayan şeyler) ve üretim aleti
bulundurduğunu ve belki de yine az miktarda kimyasal

1 82
madde ve silah saklamış olduğunu" iddia etmekten ileri
gidemiyorlardı.*
Bu karmaşık mesele ya da "yalan" daha sonra günde­
me geldiğinde, Britanya başbakanı iddianın "gerçek oldu­
ğunu" çünkü "o dönemde buna inandığını" ileri sürdü.
İnsanlar bir şeye inandıklarını söylediklerinde, söyledikle­
rine inanmamız gerekir.

Ama o BİLDİGİNE inanıyor muydu?

Konuşma NBC adlı kanalda 3 Nisan 2002'de yapılmıştır; "gizli istih­


barat" ise Peter Oborne tarafından 2005 yılında kaleme alınan The
Rise of Political Lying adlı kitapta alıntılanan Joint lntelligence Com­
mittee (JIC) değerlendirme raporunda yer almaktadır.

1 83
İKİLEM 80

CAYDIRICILAR

Little Lumping'de yaşayan iki komşu bitmek tüken­


mek bilmeyen bir anlaşmazlık içindeydi. Mesele, evleri
arasında kalan ortak alandan kaynaklanıyordu. Mea­
nie'ler iki mülk arasındaki çitin kaldırılmasını istiyordu
- "Göz zevkini bozuyor! " diye feryat ediyorlardı - ne var
ki lngrate'ler çitin büyümesinden yanaydılar. Sınırda yer
alan eski tuvaletin yıkılmasını istiyorlardı. "Göz zevkini
asıl bu tuvalet bozuyor" diyordu Ingrate'ler, elbette Mea­
nie'ler bunu hiç umursamıyordu. Onlara büyük " kolay­
lık " sağladığı için "olduğu gibi kalmasında" ısrarcıydılar
(Çitin ve tuvaletin bir anlamda ortak mülkiyet olduğunu
söylemeye gerek yok.).

Yıllar boyunca süren bu çekişme birçok tatsızlığa ne­


den olur. Ağaçlar kırılıp dökülür, eski tuvaletin camları
kırılır. Ve tuvalet taşı bir keresinde gizemli bir şekilde çat­
lar.

Bir gün, şiddetli ve tatsız bir tartışmanın ardından


Bay Ingrate'in sabrı taştı. Greater Dumping'in hırdavatçı
dükkanına gidip çok miktarda patlayıcı satın aldı. Daha
sonra kırk tanesini ayakyolunun (sınırın kendi tarafında­
ki) arka duvarına taktı ve Bay Meanie'ye seslenip birinin
tuvalet kapısını hızla çarptığını duyacak olursa patlayı­
cıyı ateşleyeceğini söyledi. Gerçekte, bu çok sevgili tuva-

1 84
letin yok olması anlamına gelmekle birlikte komşusunu,
komşusunun bahçesinin büyük kısmını ve en iyi ihtimalle
evlerinin yarısını da havaya uçuracaktı. Bunu yapmak is­
tediği falan yoktu, böyle kükredi sevgili çitin arkasından,
yalnızca "caydırmak" amacındaydı.

Gerçekten de caydırıcı oldu. Kazara havaya uçmaktan


korkan Bay Meanie, tuvalette tadilat yapmaktan vazgeç­
ti. Bir başka etkisi daha oldu. Bay Meanie de gidip bir
sürü patlayıcı satın aldı; tuzak telleri ve başka şeylerden
oluşan karmaşık bir düzenek halinde yerleştirdikten son­
ra her şeyi öyle ayarladı ki çitin budanmasına yönelik her­
hangi bir girişim büyük bir infilakla sonuçlanacaktı; çit
yok olacak, çiti kesmeye kalkışan kişi parçalara ayrılacak
ve tahminine göre Ingrate'lerin evinin en az yarısı havaya
uçacaktı. Bunu yapmak istediğinden değildi, böyle ho­
murdandı tuvaletin arkasından, "bu sadece bir güvenlik
politikasıydı" .

Nihayet Little Dumping'de barış egemen oldu. Ses­


sizlik diğer sakinlerin dikkatini çekiyordu; Meanie'ler ve
Ingrate'ler ise bu arada yeni patlayıcılarını gözden geçir­
meye ve yeni düzenlemenin "caydırıcı etkisini" ortadan
kaldırabilecek herhangi bir hilenin yapılmadığından emin
olmak için kameralar kurmaya kendilerini adamışlardı.

Elbette, barda herkes onların deli olduğunu söylüyor­


du. Fakat Bay Meanie buna karşı çıkıyordu. Nihayet hep
endişe içinde yaşamış olan ailesi artık istediği zaman tuva­
lete gidebilecekti. Çok akıllıca bir iş yaptığını düşündüğü
için bunu söylerken kıkırdıyordu.

Bay Ingrate de kasabanın diğer barında benzer bir


hikaye anlatıyordu fakat ironi dinleyicilerin gözünden
kaçmıyordu. Dışarıdaki tuvaletin ya da çitin yok olması

1 85
bir yana, artık her iki aile de korkunç ve gerçek bir tehlike
altında yaşıyordu. Gecenin bir yarısı havaya uçabilirlerdi.

Barmen Bay Ingrate'e şöyle dedi: "Diyelim ki Mea­


nie'lerin küçük çocuğu kazara tuvalet kapısını hızla çarp­
tı, küçük çocuğu gerçekten havaya uçurmak istemezsin,
değil mi? " Ingrate tüyleri diken diken olarak, "Bak Phil,"
dedi, "kurallara uyduğu ve ailemin huzurunu kaçırmadığı
sürece kimse havaya uçmayacak. Bu çok şey istemek mi
oluyor? " Barmen kuşkulu görünse de Ingrate konuşma­
nın hararetine kapılmıştı. "Phil, şimdiye kadar Meanie'ler
yalnızca bizimle giriştikleri savaşı nasıl kazanacaklarıyla
ilgileniyordu. Bayan Ingrate anjin oldu, küçük Lucy * öyle
endişeli ki yemeden içmeden kesildi. Patlayıcıları aldığım­
dan bu yana Meanie'ler sorun çıkarmamaya dikkat edi­
yor. Bu kötü olamaz değil mi ? "

Meanie ile Ingrate aileleri deli mi? Yoksa tamamen


akılcı mı davranıyorlar?

• lngrate'lerin kedisi.

186
İKİLEM 81
TERÖR OKULU

Çok uzakta olmayan, aslında bize pek yakın olan bir


ülkede, lnterpol'ün en az kuşkulandığı yerde, Terör Aka­
demisi diyebileceğimiz korkunç bir kurum bulunuyor. Elli
yıldan uzun bir süredir 60.000 öğrenci bu kurumun sıra­
larından geçti. Kulağa etkileyici geliyor. Alvarado, Juan
Velasco (Peru); Galtieri, Leopoldo (Arjantin); Noriega,
Manuel (Panama); Rodriguez, Guillermo (Ekvator) gibi
isimlerden oluşan yoklama listesi kan ve kendi vatandaş­
larına eziyet üzerine inşa edilmiş rejimlerin de bir liste­
sidir. Diğer mezunlar daha az bilindikleri için Akademi
onları ayrı ayrı onurlandırıyor (bkz. Üstün Başarılı Öğ­
renciler Tablosu).

Gerçekte, Akademi mezunları Güney ve Orta Ameri­


ka' da uygulanan devlet destekli şiddete yeni standartlar
getirdiler. Akademi'de öğrendiklerini kullanarak El Mo­
zote'de 900 kişinin ya da Uruba'da muz işçilerinin ölü­
müyle sonuçlanan kötü şöhretli katliamların yanı sıra altı
Cizvit papazın (ev işlerini yapan kadın ve kızıyla birlikte)
ve Başpiskopos Oscar Romero'nun (1980) suikastlarını
organize ettiler.

Akademi denetçileri sık sık "Ama nasıl oluyor da bü­


tün bu terörü organize edebiliyorsunuz? Bu 'ölüm man­
gaları'nasıl çalışıyor?" diye soruyorlardı. Rufina Amaya

187
Adı Ulkesl Başarısı
Garzi Meza Tejeda Bolivya 1 979 askeri darbesine önderlik etti.

Armando Fernandez Şili Araç bombalamalarında uzmandır.


Larios
Kilise karşıtlarını tamamen sustur-
Hugo Banzer Bolivya ma kı lavuzu olan Banzer Planı'nı
yazdı .

Farouk Yanine Diaz Kolombiya 1 988 yılında muz işçilerine yönelik


katliamı ve işadamlarının öldürül­
düğü bir başkasını gerçekleştiren
ölüm mangalarını organize etti.

Gambetta Hyppolite Haili Birliklerine seçimleri sabote etmek


için Gonaives'deki seçim büroları­
na ateş emri verdi.

Alejandro Fretes Davalos Paraguay Ülkelerin sınır ötesindeki siyasi


muhalifleri takip edip "etkisiz hale
getirmelerine" olanak tanıyan gizli
bir anlaşma olan Condor Operasyo­
nu'nu koordine etti.

Byron Disrael Lima Guatemala Piskopos Juan Gerardi suikastını


Estrada organize etti.

Paucelino Latorre Kolombiya 20. Tugayın lideri olarak sivillerin


Gam boa öldürülmesinde uzmanlaştı.

Juan Lopez Oritz Honduras Askerlerin tutukluları ellerini bağla­


dıktan sonra enselerinden vurduğu
Ocosingo katliamını yönetti.

Gustavo Alvarez Honduras Çocukların da öldürülmesi gerekip


Martinez gerekmediği sorulunca, "Bu tohum­
lar sonunda meyve verecek." (yani
evet) dedi.

Vladimir Lenin Peru 30 kukuletalı askerin öğrencileri ka­


Montesinos Torres çırdığı La Canuta baskınını (1 992)
yürüttü; öğrencilerden o günden
beri haber alınamıyor.

188
adlı bir görgü tanığı en az dokuz Akademi mezununun
müdahil olduğu El Salvador'daki El Mozote katliamını
şöyle anlatıyor:

Toplam 1 00 kişiydik. Çocuklar kadınların yanınday­


dı. Bizi bütün sabah kilit altında tuttular. Saat onda as­
kerler kilisedeki erkekleri öldürmeye başladılar. Makineli
tüfeklerle taradıktan sonra boğazlarını kestiler. Çocukları
kilitli oldukları yerde bıraktılar. Beni sekiz aylık kızımla
en büyük oğlumdan ayırdılar. Bizi öldürmek için başka
bir yere götürdüler. Oraya vardığımızda gizlice sıyrılıp
küçük bir çalılığın altına saklandım, dallarla kendimi
gizledim. Askerlerin yirmi kadını sıraya dizip makineli
tüfeklerle taradıklarını gördüm. Ardından başka bir grup
getirip onları da kurşun yağmuruna tuttular. Sonra bir
başka grup, bir başka grup daha . . .

Üstün Başarılı Öğrenciler

1 996'da okul, derslere yönelik resmi inceleme kapsa­


mında eğitim materyallerini paylaşmaya zorlandı. Bu ki­
tapçıklarda ölüm mangalarının nasıl kurulacağı, şantaj,
işkence ve infazların (hem "şüphelilerin" hem de "şüp­
helilerin yakınlarının" infazının nasıl yapılacağı), ayrıca
genel olarak toplumun azami ölçüde nasıl korkutulacağı
anlatılıyordu. Bu kitaplarda infazların sakatlama, tecavüz
ve işkence vb. dahil olmak üzere azami korku yaratacak
şekilde gerçekleştirilmesi öneriliyordu.

Bu kadar yeter! Interpol her şeyi bildiğine göre:

Okulu bombalamak haklı görülebilir mi?

189
İKİLEM 82

NEFRET VAİZİ

Aziz Bartholomeos Kilisesinin papazı çok endişeliy­


di. Cemaatindeki hevesli yüzler her pazar azalıyordu.
Çok yakında bir pazar günü, diye hayıflandı, boş kilise­
nin önünde böylece duracak ve papaz yardımcısı ve or­
gcu genç Jones'dan başka kendi sevgi ve barış mesajını
dinleyecek kimse bulamayacaktı. Papaz, o günlerde ne
yaşandığını doğru bir şekilde anlıyor ve bundan üzüntü
duyuyor, terörizm ve bombalama eylemlerine dair tartış­
maların (kadim değerlere dayalı) güçlü bir ahlaki rehber­
liğe ihtiyaç duyduklarını görüyordu. Yine boş geçen bir
pazar ayininden sonra ikisi birlikte cemaatin katılımını
konuşurken, Jones cana yakın bir şekilde başını salladı.
"Şey, İslamcı köktendinciliğe bizim kilisemizden daha
çok ilgi gösteriliyor gibi." dedi Jones, gülümseyerek.

İşte bu yorum papaza bir fikir verdi. Bu siyasi mesele­


lere ve hatta radikal İslam'a yönelik ilgiyi Hıristiyanlığın
mesajını yaymak için kullanabilir miydi? Acaba, her hafta
onu dinleyen Lower Little Whitteringham halkı bir sefer
de alternatif bir "kutsal savaş" mesajı veren gerçek bir
radikal İslamcının vaazını dinleseydi nasıl olurdu?

Pek mümkün olmasa da, böyle bir olayın ilgiyi artı­


racağını düşündüler; kilise tıka basa dolardı. Fakat ikisi­
nin de gerçek bir İslamcı köktendinciyi nasıl bulacakları-

1 90
na dair en ufak bir fikri yoktu. En azından Lower Little
Whitteringham'da bulamayacakları kesindi.

Buna rağmen, kilise cemaati sadece iki hafta sonra


gelecek pazar için "ateşli bir hatip" bulunduğu haberini
duyunca şaşkına döndüler; vaaz (bizim de felsefi sorumuz
olan) aşağıdaki soru üzerinde ilerleyecekti:

İntihar bombacıları cennete gidecekler mi?

Molla El-Cezire gideceklerini iddia ederken kendi pa­


pazları bunun aksini savunacaktı.

Tartışma günü küçük bir mucize yaşandı: Kilisedeki


her koltuk doluydu, çocuklar önde oturuyor, hatta bir­
kaçı da arkada ayakta duruyordu! "Arkada ayakta bek­
liyorlar, böyle bir şey olabileceğini kim düşünebilirdi? "
diye mırıldandı papaz, bu durum hoşuna gitmişti.

Başlangıç olarak Jones kilise orgunda "O Come All


Ye Faithful" (Gelin Ey İnananlar) ilahisini önce gelenek­
sel üslupla, ardından bir kez de "Arap" üslubu olduğunu
düşündüğü tuhaf ve uyumsuz notalarla dolu bir üslupla
çaldı. Cemaat bu çabayı nazikçe alkışladı ve yüzü kıpkır­
mızı kesilen Jones giyinme odasına çekilirken başını salla­
yarak cemaati selamladı. Daha sonra papaz tartışmanın
ana hatlarını açıkladı ve fikirleri sundu.

Aslında hem Hıristiyanlıkta hem de İslam'da köklü bir


kutsal savaş geleneği vardı. "Yeşu kitabında," dedi papaz
ve altın çerçeveli gözlüklerini takarak okumaya başladı,
"otuz bir kralın kanlı savaşlarla yenilgiye uğratıldığından
söz ediliyor (Yeşu 1 2:24) . . . Ve her savaşın ardından, tüm
şehir Tanrı'nın emrettiği gibi kılıçtan geçiriliyor ( 8:22;
1 0:28, 29, 32, 36, 3 8; 1 1 : 1 1, 1 2, 1 7, 20) . Bayan Briggs,
. .

Yeşu kitabından 6:21 'i okur musunuz?"

191
Gri saçları sıkıca topuz yapılmış yaşlıca bir hanım öne
çıkıp yüksek ve otoriter bir sesle Kitab-ı Mukaddes'te Eri­
ha şehrinin fethinden sonraki olayların anlatıldığı bölü­
mü okudu. "Şehri Tanrı'ya adadılar ve kadın erkek, genç
yaşlı, küçükbaş ve büyükbaş hayvanlardan eşeklere dek,
kentte ne kadar canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok
ettiler. " diye bitirdi kadın.

"Teşekkür ederim, Bayan Briggs. " dedi papaz. "Fakat


unutmayalım ki Kitab-ı Mukaddes'te Tanrı'nın dünyayı
çok sevdiği ve kimsenin yok olmamasını, herkesin tövbe
etmesini istediği de aktarılıyor (il. Petrus 3:9). Bugün, ko­
nuk konuşmacımızdan bize İslam dininden bahsetmesini
ve 'kutsal savaş' diye bir şey olup olamayacağına dair tar­
tışmamıza katılmasını rica edeceğiz. "

Bu noktada cemaatten bir mırıldanma yükseldi; gi­


yinme odasının kapısı açılarak konuk konuşmacı Molla
El-Cezire'nin geldiği haber verilmişti. Kürsüye çıkan Mol­
la, korkutucu görünümüyle herkesin nefesini kesmişti.
Uzun siyah sakalı, koyu renk gözlükleri ve bir türbanla
sarılıp sarmalanmış kafasıyla yüzü güçlükle görülebili­
yordu ve daha çok korkunç bir korsana benziyordu. Sağ
kolunu hareket ettirince insanların izlenimi ikiye katlan­
dı, zira Molla El-Cezire'nin sağ elinin yerinde bir kanca
vardı!

Omuzlarının üzerinden bakıp gergin bir şekilde gü­


lümseyen papaz, çabucak devam etti: "Ve ikinci olarak
İslam'ın kutsal metinlerinde bütün peygamberlere - İb­
rahim, Musa, İsa ve Muhammed - saygı gösterilmesi ta­
limatının olduğunu görüyoruz. Zira Müslümanlar, Mer­
yem oğlu Mesih 'sadece bir elçi' olsa da, Tanrı'nın 'onu
takip edenlerin kalbine şefkat ve merhamet koyduğunu'
söylediğine inanırlar (LVll:27). Müslümanlar, Kuran'ın

192
yanında Yahudilerin kadim Tevrat'ı ve İncil'in de 'rehber­
lik ve aydınlanma' içerdiğine inanırlar; bu kitaplar hep
birlikte 'Allah Kelamı'nı' oluşturur." Dolayısıyla günü­
müzde İslam ve Hıristiyan inançları temelde birbirlerin­
den ayrıdır.

Bundan sonra papaz zarif hareketlerle kürsüden inip


yerini Molla El-Cezire'ye bıraktı; Molla da rahatsız bir
şekilde cüppesini kavrayarak kürsüye çıktı. Önce kilise
sıralarında oturan meraklı yüzleri gözleriyle süzüp bir
dakika kadar sustuktan sonra tuhaf bir aksan ve sert bir
sesle konuştu:

"Sizinle savaşanlarla Allah adına savaşın! " (Sure


2:190)

Konuk konuşmacı hırçın, kulağa yabancı gelen bir


tonlamayla sağ elini Afganistan'da kafirlerle savaşırken
kaybettiğini açıkladı. Daha sonra duraksayan bir İngi­
lizceyle sanki Tanrı için savaşmaktan ve inanmayanları
öldürmekten daha kutsal bir şey yokmuş etkisi yaratarak
Kuran'dan bazı bölümler okudu. Papaz da Kitab-ı Mu­
kaddes'ten pasajlar okuyarak arada sırada sözünü kesi­
yordu.

"Zira 'Bakın!' dedi Molla El-Cezire, 'Allah saflar ha­


linde, tek vücutmuş gibi kendi yolunda savaşanları sever.'
(Sure 6 1 :4) Ve her kim Allah yolunda savaşır, öldürülür
veya zafer kazanırsa, ona büyük bir mükafat bağışlayaca­
ğız.' (Sure 4:74)"

Bunun üzerine papaz asabi bir şekilde araya girdi,


"Fakat unutmayın ki İncil bize şöyle der: 'Ama ben size
diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için
dua edin.' (Matta 5:43,44) Öyle değil mi? "

1 93
Ne var ki Molla El-Cezire büyük bir aldırmazlıkla söz­
lerine devam etti:

" . . . ve mükafat şudur: 'Günahlarınızı affedecek ve sizi


altından ırmakların aktığı bahçelere ve Sonsuzluk Bahçe­
leri'ndeki güzel evlere kabul edecek, ne büyük zaferdir.'
(Sure 6 1 :12) Ve Muhammed dedi ki: 'Çok geçmeden, siz
(Araplar) pek çok ülke ve şehirler fethedeceksiniz. Kaz­
vin bu yerlerden biri olacak. Kırk gün kırk gece bu sava­
şa katılana cennette yeşim taşı ve yakutla kaplı altın bir
sütun verilecek. Yetmiş bin kapılı bir sarayda oturacak
ve her kapıda karısı olacak huriler bulunacak! ' (İbni Ma­
jah, cilt 2)"

"Teşekkür ederim Bay El-Cezire" dedi Papaz düzgün


bir şekilde. "Açıktır ki bugünlerde, Hıristiyan Kilisesi öl­
dürmenin kötü olduğunu ve bağışlamanın bizler için bir
ödev olduğunu düşünüyor. "

"Öyle mi, papaz?" dedi konuk konuşmacı, siyah


gözlüklerinin ardından bakışlarını ev sahibine dikerek.
"Peki ya Tekvin'de anlatılan Sodom ve Gomorre'nin he­
lak edilmesi ve Tufan hikayelerine ne demeli? Bunlar can
alarak dünyayı daha kutsal bir hale getirmenin mümkün
olduğunu söylüyor, zira 'öç almak benim işim der Tanrı! '
(Matta 5:39, 26:52; Romalılar 12: 1 9)"

"Teşekkür ederim, Bay El-Cezire" dedi Papaz daha


sert bir sesle. "Ama İncil aynı zamanda bize şunu da söy­
ler: 'Mücadelemiz et ve kana karşı değil, göklerdeki ru­
hani güçlere karşıdır.' (Efesliler 6:12) Ve mürit Petrus der
ki bizim 'kutsal savaşımız' et ve kana karşı değil, onların
gözlerini bağlayan şeytani güçlere karşıdır. Zira 'Tanrı
dünyayı çok sever ve kimsenin yok olup gitmemesini,
herkesin tövbe etmesini ister.' (il. Petrus 3:9)"

1 94
Molla El-Cezire pek ikna olmuşa benzemiyordu. Şe­
hitliğin mükafatları konusunda giderek artan bir coşkuy­
la son bir pasaj okuduktan sonra uzun ceketinin önünü
açarak belinin etrafına tutturulmuş tüplerle dolu yeleğini
gösterdi ve cemaate Tanrı'nın kutsal savaşında yer alma­
ları için öne çıkmalarını söyledi!

Heyecanla "Cennet kılıçların gölgesi altındadır! " diye


bağırdı. (Buhari, cilt 4 )

Birkaç çocuk öne doğru ilerlemeye başlamışken kili­


senin arka tarafından bir ses gürledi: "Bu iş biraz fazla
uzadı, sana durmanı emrediyorum! " Konuşan köyün po­
lisiydi!

Molla El-Cezire paniğe kapılmış görünüyordu ve kaşla


göz arasında giyinme odasına doğru sıvıştı, polis memu­
ru da arkasından koştu. Papaz şaşkına dönmüş cemaati
sakinleştirmeye çalışarak sırayla ve sessizce dışarı çıkma­
larını istedi (Dilerlerse küçük bir bağışta bulunabilirlerdi;
kilisenin çan kulesi için elbette, bomba için değil.).

Daha sonra ne olduğunu görmek için giyinme odası­


na gitti. Keşke tartışmadan önce Memur Boot'u bilgilen­
dirseydi! "Kanunun pençesinin" kafası epey karışmıştı.
Molla'nın ardından yıldırım hızıyla koşmuş olmasına
rağmen, giyinme odasının arka kısmına vardığında vaiz
ortadan kaybolmuştu. Jones'tan başka kimse yoktu; o da
arkada sessizce dua ediyordu. "Size," dedi polis memuru,
"böyle kötü insanlarla arkadaşlık kurmamanızı tavsiye
ederim. Bunlar tehlikeli düzenbazlardır! "

"Tamam ama memur bey," dedi papaz nezaketle, "


kendini Tanrı'ya adamış herkes bazı temel değerleri pay­
laşır. "

1 95
"Ah, öyle mi düşünüyorsunuz?" dedi polis memuru
muzafferane bir edayla ve giyinme odasının çöp kutusun­
da bulduğu şeyleri gösterdi: uzun ve siyah bir sakal, çok
sayıda bandaj ve takma bir kanca! "Molla El-Cezire kut­
sal savaş konusunda genç Jones'tan daha tecrübeli değil! "
dedi polis memuru, keskin mantığıyla gurur duyuyordu.
Jones ve papaz ise ağızlarının payını almış görünüyorlar­
dı.

1 96
ÇEVRE ETİGİ
İKİLEM 83

DODONUN* ÇAGRISI

1598 yılında Hollandalıların Mascarene Adaları'na


yaptığı yolculuğu konu alan bir öyküde, dodoların nasıl
yakalanacağını anlatan "Dodoların Yok Edilmesi" baş­
lıklı kaba bir dörtlük bulunuyor:

Aç denizciler kuş sürüsü avlıyor,

Palmiyeleri sallayıp öldürüyorlar yuvarlak kıçlı Dodo­


ları,

Papağanın hayatını bağışlıyorlar haykırıp dursun diye

Haykırsın da çeksin hepsini av yerine.

Denizciler çok açtı, çok fazla Dodo vardı ve yakalan­


maları çok kolaydı. Başlarda.

Ve ilkini yakalamak doğruysa o zaman ikincisini, bir


sonrakini ve diğerlerini yakalamak da doğrudur.

Ne zaman doğru olmaktan çıktığını kim bilecekti ki?

Tabii eğer yanlışsa. Geride pek çok martı var.


Nesli tükenmiş bir kuş.

198
İKİLEM 84

KURDU ÖLDÜRMEK

"Yön değiştiren çalkantılı bir nehrin kenarında, yük­


sek bir taşın üstünde öğle yemeğimizi yiyoruz. Irmağın
sığ yerinden geçmekte olan bir şey gördük, dişi bir geyiğe
benziyordu, göğsü ıslanmıştı. Önümüzdeki seti tırmanıp
bize doğru gelirken kuyruğunu salladığında yanıldığımızı
anladık: Bir kurttu. Yarım düzine kadar başka genç kurt
söğütlerin arkasından sıçrayarak çıktı ve hepsi sallanan
kuyruklarıyla şakacıktan kavga ederek ve birbirleriyle gü­
reşerek sanki bize hoş geldiniz demek istiyorlardı. Yemek
yediğimiz taşın önünde debelenen ve yerinde duramayan
bir sürü kurt vardı."

"O günlerde kimse kurt öldürme fırsatını kaçırmazdı.


Bir saniye içinde kurt sürüsünün üzerine kurşun yağdır­
maya başladık, isabet etmese de heyecanla ateş ediyor­
duk; bayır aşağı nişan almak zor iştir. Tüfeklerimiz bo­
şaldığında yaşlı kurt yere düşmüştü ve bir yavru geçilmez
kayaların arasına doğru bacağını sürüyerek ilerliyordu. "

"Yaşlı kurdun yanına vardığımızda gözlerinde sön­


mekte olan kor yeşil ateşi görebiliyorduk. O anda fark et­
tim ki o gözlerde benim için yeni olan bir şey, sadece onun
ve dağların bildiği bir şey vardı. O zamanlar gençtim ve
tüfeği elimden düşürmüyordum; daha az kurt daha çok
geyik demekti. Hele kurt yoksa avcılar için cennetti; bunu

1 99
düşündüm. Ama gözlerindeki o yeşil ateşin söndüğünü
gördükten sonra, ne kurdun ne de dağın buna katıldığını
sezdim . . . "

"Gel zaman git zaman, eyaletlerin ardı sıra kurtların


kökünü kazıdığını görecek kadar yaşadım. Kurtsuz dağ­
ların yamaçlarını seyrettim ve dağların güneye bakan
eteklerinin geyik sürülerinin ayak izleriyle buruş buruş
olduğunu gördüm. Yenebilen her çalılığın ve fidenin yen­
diğini gördüm, bu önce kansızlığa sonra da ölüme yol açı­
yordu. Yenebilen her ağacın yaprakları bel yüksekliğine
kadar yenmişti. Böylesi bir dağ sanki biri Tanrı'ya yeni
bir budama makası vermiş ve Tanrı'nın da başka işi kal­
mamış gibi görünür. Sonunda heyecanla beklenen geyik
sürülerinin açlıktan kırılmış kemikleri solmuş adaçayları­
na karıştı ya da yüksek ardıç ağaçlarının altında çürüdü,
sayıları sonları olmuştu."

Aldo Leopold'a "Amerikan doğal yaşamı koruma ha­


reketinin babası" denir. Fakat yeşil ateş geyikleri, filleri ya
da kanguruları öldürmenin gerekli olduğu mesajını veri­
yorsa bu nasıl bir "korumadır" ?

200
İKİLEM 85
YEŞİL DEVRİM

"Yeşil ekonominin" kendilerine yetişmesini bekle­


mekten bıkan bazı çevreciler, finansal hesapları toprağın
lehine çevirecek olan stratejilerini uygulamaya koyuldu­
lar. Gruplar, ağaçların felsefe kitapları basılacak (tamam,
bir-iki tane ama buna değecekti) kağıtları elde etmek
amacıyla kesildiği Vancouver'ı çevreleyen ormanlarda
testerelerin güvenli çalışmalarını önlemek için ağaçlara
sivri uçlu demirler sakladılar; böylece ağaçları kesmek
daha pahalıya geliyordu. Sabotajcılar kayıpları önlemek
için alanın "demirlendiğini" ilan ettiler.

Yeni yapılan evlerin dağdaki doğal rezervlere zarar


verdiği Phoenix/Arizona'da, kukuletalı infazcılar yeni
konutları ateşe veriyorlardı. Bu sadece müstakbel devre­
mülksahipleri için pahalıya patlamakla kalmıyor, sigorta
primlerinin ayyuka çıktığını fark eden daha geniş bir grup
için felaket anlamına da geliyordu.

Yerel gazeteye göre kundakçılar evleri yakmadan önce


kimsenin canının yanmaması için dua ediyorlardı, özel­
likle de yangını söndürmeye çalışanları düşünüyorlardı;
yeni evler hala boşken ateşe veriliyordu. " Yakalanmaya­
lım diye kendimiz için dua etmiyoruz, bu Tanrı'nın takdi­
ri" demişti biri.

201
Fakat toprağı korumak için yapılan "doğrudan eylem­
lerin" en yeşili, elbette ekinleri çöp haline getirmekti. Mı­
sır, buğday, soya ya da domates gibi genetiği değiştirilmiş
"Frankenstein ekinlerinin" yetiştirildiği her yerde yeşil
infazcılar bitiyor, yeni çeşitleri imha ediyorlardı.

Düşünsenize, imha edilecek ne çok ürün var. 200l 'de


ABD'de yetiştirilen soya fasulyelerinin üçte ikisinin gene­
tiği değiştirilmişti; bu, tamı tamına 20 milyon hektarlık
bir alana denk gelir.

Fakat bir yerden başlamak gerekir.

Tüm gezegendeki doğal ortamların yok edildiğini dü­


şünürsek daha fazla bitkiyi imha etmek nasıl bir çare ola­
bilir?

202
İKİLEM 86

ACI İYİDİR

Benthamistas'ın düşüncesi - acı her zaman kötüdür ve


zevk her zaman iyidir - ekolojik perspektiften bakıldığın­
da çuvallıyor. Acı, doğanın bize dişçiye gitmemizi söyle­
mesinin bir yoludur. Her şeyden önce, "Hiç acı çekmemiş
bir memelinin sinir sisteminde öldürücü bir işlev kaybı
söz konusudur." demiştir çevre filozofu J. Baird Callicott;
daha sonra da şunları eklemiştir: "Acının kötü olduğu ve
azaltılması ya da yok edilmesi gerektiği düşüncesi, gücü­
nün ve güvenliğinin bu şekilde sağlanacağını varsayarak
kötü haber getirenleri öldüren tiranlarınki kadar ilkel bir
anlayıştır."

Pekala, bunları söylemek onun için kolay. Ben bir fi­


kir daha duymak istiyornm.

203
PARASAL KONULAR

-.....
İKİLEM 87

AÇGÖZLÜLÜK İYİDİR

En az kendisi kadar uyanık olan bir diğer büyük İskoç


filozofun, David Hume'un arkadaşı kurnaz İskoç Adam
Smith, çoğu insanın sandığının aksine, dünyayı döndüren
şeyin sevgi değil para olduğunu keşfetti.

Para, ister başkaları için ister bencilce olsun, bütün ey­


lemlerimizi düzenleyen gizli eldir.

Para filozofları olan ekonomistler Smith'i severler. Ne


var ki ahlaki kararlarda paranın rolüne yönelik getirdiği
açıklama çoğu felsefecinin dikkatinden kaçmıştır. Onun
yerine, Ahlaki Duygular Kuramı eserindeki, özgünlüğü
veya yeniliği tartışılır düşüncelerine odaklanmışlardır.
Sözü edilen kitapta Smith "sempatinin" - biz "empati"
derdik - toplumsal yaşamın temeli olduğunu söyler. Her
nasılsa, kapitalist bir sistemde ahlakın yerine dair önemli
açıklaması görmezden gelinmiştir. Üstelik bu mesaj ol­
dukça basittir:

Açgözlülük iyidir.

Bunun nedeni, insanın kendi çıkarlarına göre hareket


etmesinin toplumsal işbirliğinin temeli olmasıdır. Tica­
reti örnek verebiliriz ki ticaret Smith'in özel ilgi alanıdır.
Smith'in dediği gibi:

205
"Hiç kimse bir köpeğin bir başka köpekle adil ve bi­
linçli bir şekilde kemik değiştokuş ettiğini görmemiştir."

Bu nedenle, açgözlülük iyiyse ve kendini düşünmek in­


sani bir şeyse fırıncılar, kasaplar ve mum imalatçıları (yani
ahlaklı davranmak isteyenler) için pratik ikilem şudur:

Ürünlerini sadece dürüst bir hayat sürmek için


mi satmalılar yoksa fiyatları alabildiğine yüksek mi
tutmalılar?

Daha çok para

Smith'e göre en yüksek fiyattan vermek para biriktir­


me imkanı tanıyacağı için en iyisidir; para biriktirmeyi
bir anlamda misyonerlerin ruhlarımızla ilgili olarak üst­
lendikleri görev gibi görmektedir. Bu nedenle, lafı evirip
çevirmeden Ulusların Zenginliği eserinde lafı evirip çevir­
meden şöyle der:

Savurganlık (para harcamak) ilkesi bizi harcama yap­


maya teşvik eder ve mevcut hazza yönelik bir tutkudur;
fakat kimi zaman şiddetli ve engellenmesi güç olsa da,
genel olarak anlıktır ve zaman zaman ortaya çıkar. Bizi
biriktirmeye teşvik eden ilke ise durumumuzu iyileştirme
arzusudur; genellikle sakin ve hırslardan arınmış olmakla
birlikte doğuştan gelir ve mezara kadar bizi terk etmez.

Bunu en iyimser tahminlerde dahi insanların çok bü­


yük bir kısmını hayatları boyunca etkilemeyecek olan
"ahlaki güdüyle" kıyaslayın.

Acaba parayla ne yapacağımızı anlamak için ahlak


üzerine çalışmak yerine para üzerine çalışıp ahlakla ne
yapacağı.mızı b ulmamız gerekiyor olabilir mi?

206
İKİLEM 88

ÖLÜM VE VERGİLER

Vergiler çok uzak bir geçmişten beri var olmuştur.


Suya, tahıla, biraya, sakala ya da pencerelere konulan
vergiler. . . Doğal olarak, giysiler, aletler ve "genel anlam­
da mallar" sürekli vergilendirilmişlerdir. Sakal hariç ol­
mak üzere bugünlerde her şeyden düzenli vergi alınıyor.

İçlerinde belki de en çok nefret edilen vergi tuz ver­


gisiydi. Bu vergiyi Çinliler dört bin yıl önce keşfetmişti.
Verginin Fransız versiyonu - nefret edilen gabelle halkın -

her hafta asgari miktarda tuz satın almasını zorunlu tu­


tuyordu; aksi takdirde kırbaçlanıyorlar veya hapse atılı­
yorlardı.

Gandi'yi tarihteki en ünlü şiddet karşıtı' direnişlerden


birini düzenlemeye yönelten de işte bu tuz vergisiydi; de­
nize yürüyüşün ardından düzenlenen bir törenle deniz su­
yundan tuz damıtılmıştı.

Bundan daha az bilinen bir gerçek ise İngiliz egemenli­


ği sırasında Hindistan'ın ortasından geçen, Çin Seddi'yle
kıyaslanabilecek büyüklükte ve binlerce mil uzunlukta
büyük bir seddin inşa edildiğidir. Ne var ki bu set istila­
cıları uzak tutmak için değil, ucuz tuzun girişini önlemek
için yapılmıştır. Seddin çevrelediği alan içinde sömürge-


Kendi açısından şiddet karşıtıydı. Bkz. İkilem 23 (Tartışmalar).

207
ciler bu mütevazı ama temel öneme sahip mineralin kul­
lanımından dolayı Hindistan halkından vergi alıyorlardı.
Ama neden tuz? Aslında bu seçim oldukça mantıklıydı.
İngilizler bu büyük ve kalabalık sömürgedeki egemen­
liklerini sürdürmek için zengin ve varlıklı Hint prensleri­
nin ve derebeylerinin yardımlarından güç alıyorlardı. Bu
yüzden onları vergilendirmeye cesaret edemiyorlardı. Öte
yandan, egemenliklerinin giderlerini karşılamak için de
gelire ihtiyaç duyuyorlardı ve Hindistan'da yaşayan hal­
kın büyük bir kısmının çok az parası ve malı vardı veya
hiç yoktu.

Bunun üzerine İngilizler bu eski vergiyi yeniden gün­


deme getirdiler. Her ay bir haftalık çalışmaya denk gele­
cek miktarda toplanan bu vergi tuz kaçakçılığının ortaya
çıkmasını sağlayacak kadar ağırdı ve işte bu noktada set
devreye girdi. Tuz üretilen alanlarla Hindistan'ın diğer
bölgelerini ayıran set düzenli aralıklarla askeri birliklerce
korunuyor ve yerlilere tek bir seçenek sunuyordu.

Ya tuz vergini ödersin ya da ölürsün.

208
HUKUKİ İKİLEMLER

Yol kesicilik ve gaspla suçlanan William Spiggot.

Amaçlar araçları haklı kılar mı?

209
İKİLEM 89

SERT ADALET

1 720 yı lı Ocak ayında, William Spiggot ile Thomas


Phillips b irkaç yol kesicilik ve soygun faaliyetinde bulun­
dukları iddiasıyla Old Bailey'de mahkemeye çıkarıldılar.
Ne var ki "suçlu" ya da "suçsuz" olduklarına dair bir
savunma yapmayı reddettiler; bu mahkemeyi epey kız­
dırmıştı. Resmi kayıtlara göre hiçbir argüman bu ikisini
"böylesi inatçı bir usulün saçmalığına" ikna edemedi;
bunun üzerine mah keme böyle durumlarda yasal uygu­
lama olan aşağıdaki kararı okuttu:

Mahpus gelmiş olduğu hapishaneye gönderilecek,


orta büyüklükte bir odaya konulacak, ışık yüzü görmeye­
cek, altında herhangi bir sedye, saman ya da başka örtü
veya kıyafet olmadan çıplak zemin üzerinde yatacak,
üzerinde yalnızca mahrem yerini örtecek bir şey olacaktır.
Sırtüstü yatacak, başı kapalı ve ayakları çıplak olacaktır.
Kollarından biri bir iple odanın bir tarafına doğru, diğer
kolu da öbür tarafa doğru gerilecek; bacaklara da aynı
işlem uygulanacaktır. Sonra bedeninin üzerine taşıyabile­
ceği ağırlıkta veya daha fazla demir ya da taş konacaktır.
İlk günün ardından üç lokma arpa ekmeği verilecek, içe­
cek verilmeyecektir, ikinci gün ise üç kez dilediği kadar
su içebilecek ancak akan sudan değil hapishane kapısının
yanında duran sudan içecektir. Ekmek verilmeyecektir;

210
ölene kadar yiyeceği şeyler bunlar olacaktır ve kararın
muhatabının malları krala devredilecektir.

(Eh . . . Bu kadarı yeterli olsa gerekir)

Yoksa yol kesicilerin "hakları" var mı?

211
İKİLEM 90

SAM'İN OGLU

1 Temmuz 1 953'te, David adlı bebek annesi tarafın­


dan Nat ve Pearl Berkowitz'e verildi ve David'i evlat edi­
nen aile onu hediye ve ilgi yağmuruna tuttu; bu sırada hiç
kimse bir seri katilin yetişmekte olduğunu düşünmedi. Ne
var ki David Berkowitz, anne babasına itaat etmeyen bir
okul kabadayısı ve yalnız bir "hiperaktif" olmakla kal­
madı, 1 .488 yangını başlattığı iddia edilen bir kundakçıya
dönüştü (Her yangını günlüğüne kaydediyor, yangınların
onda uyandırdığı güç hissini çok seviyordu.). Aynı za­
manda New York'un en kötü şöhretli katliamcılarından
biri de olacaktı.

David on dört yaşındayken ikinci annesini de kan­


serden kaybetti ve derin bir zihinsel yalnızlığa gömüldü,
kimsenin kendisini uyarmadığı bu "komployu" aklından
çıkaramıyordu. On sekiz yaşında evi terk edip orduya ka­
tıldı ve üç yıl orduda görev yaptı. Tüfeklere özellikle düş­
kündü. Yahudilikten Baptist inancına döndüyse de daha
sonra dine ilgisini kaybetti.

Bir gün David biyolojik annesini buldu. Betty Falco. O


ve kızı Roslyn, David'i aralarına almak için ellerinden ge­
leni yaptılar fakat David çeşitli bahanelerle ziyaretlerine
gelmiyordu ve onlardan da uzaklaştı.

212
29 Temmuz 1 976 sabahı "Sam'in Oğlu" lakaplı Da­
vid Berkowitz ilk kez birini vurdu. Sonraki bir yıl bo­
yunca düzenli aralıklarla yalnız bir kadını vuracak ya da
bıçaklayacaktı. Kendine özgüveni artan David, resimde
gördüğümüz türden mektuplarla polisi rahatsız edecekti.

Kadınlara yönelik saldırıları David'i bir süreliğine sa­


kinleştirmişti. Bu saldırılardan sonra kendisini rahatlamış
hissediyor ve dışarı çıkıp hamburger ile patates kızartma­
sı yiyordu. En sonunda elbette yakalandı. Fakat asıl soru­
lar daha yeni başlamıştı.

Kim suçlu? Betty mi? Nat ile Pearl mü? Yoksa toplum
mu?

213
İKİLEM 9 1

TWINKIES: ANORMAL DAVRANIŞ

1. Perde, 1. sahne

Nathan Leopold ile Richard Loeb on sekiz yaşında iki


Amerikalı gençti ve bir tutkuları vardı: Kusursuz bir ci­
nayet işlemek istiyorlardı. Richard'ın on dört yaşındaki
kuzeni Bobby, bu düşün meyvesini verdiği gün talihsizce
oradan geçiyordu. Onu sopalarla öldüresiye dövüp kana­
lizasyona attılar. Hiç pişmanlık duymadan evlerine geri
döndüklerinde dikkatle bir fidye notu yazdılar; elbette
devlet makamlarının kafasını karıştırmak istiyorlardı.

Ne yazık ki (tabii onlar için yazık) bu not kafalarını


karıştırmak bir yana polisi dosdoğru onlara yönlendirdi
ve böylece kasten cinayet işlemekten kendilerini mahke­
me önünde buldular. Fakat avukatları durumu bu şekilde
görmüyordu. Çocukların aileleri onları savunmak üzere
en ünlü avukatlardan biri olan Clarence Darrow'u tut­
muşlardı. Aşağıda söylediği bazı şeyleri bulacaksınız:

Ölü çocuğu arka koltuğa taşıdılar, onu bir battaniyeye


sardılar ve bu cenaze arabası, rotasında ilerlemeye baş­
ladı. Herhangi bir cenaze arabası aynı rotada ya da aklı
başında insanların takip edeceği benzer bir rotada iler­
lemişse de ben daha önce hiç böyle bir şey duymadım,
başkasının duyduğunu da sanmıyorum.

214
Bu araba 30 kilometre kadar ilerlemiş. Önce herke­
sin çocukları ve ailelerini tanıdığı kalabalık bir caddede . . .
Midway'den Jackson Park yönüne devam etmiş, arabayı
Nathan Leopold sürüyormuş, Dick Loeb da arka koltuk­
ta cesetle birlikteymiş. En ufak bir kaza, en ufak bir talih­
sizlik, şüphelenme, trafik kontrol, herhangi bir şey onları
eleverebilirdi. Midway'den aşağı doğru ilerlemişler, park­
tan geçmişler, ceset yanlarındayken yüzlerce makinenin,
binlerce gözün önünden geçmişler.

Ne için? Hiçbir şey! Bununla ancak Kral Lear deki '

soytarının delice hareketleri kıyaslanabilir. Yine de dok­


torlar bunun aklı başında işlenmiş bir eylem olduğuna
yemin edeceklerdir. Onlar daha iyisini bilir.

Güney Chicago boyunca yine kalabalık bir caddede


ilerliyorlar, sonra da beş kilometre boyunca kentin en
uzun caddesinden geçiyorlar; bu cadde iş merkezleriy­
le, park edilmiş otomobillerle, gözetleyen binlerce göz­
le dolu; çocuklardan biri arabayı sürüyor, diğeri Bobby
Franks'in cesediyle arka koltukta. Bu arada cesetten oluk
oluk akan kan arabadaki her şeyi ıslatıyor."

Bu gerçekten de oldukça mide bulandırıcı bir hikaye.


Bunların cinayeti daha da vahşi hale getirdiğini düşünebi­
lirsiniz. Ama hiç de öyle değil! Darrow bunların çocukla­
rın (onlara öyle diyor) sorumluluğunu azaltan tatsızlıklar
olduğunu düşünüyor.

Çünkü deli olmalılar. Acaba öyleler mi?

1. Perde, 2. sahne

"Bana bunun aklı başında kişiler tarafından işlenmiş


olduğunu söylüyorlar; bu çocukların beyinlerinin hasta-

215
lıklı olmadığını anlatıyorlar. Uzmanlara ihtiyacınız yok,
X-ışınlarına ihtiyacınız yok, salgı bezlerini incelemeye
ihtiyacınız yok. Yaptıkları şey bunun ne olduğunu tam
olarak ortaya koyuyor; Mahkemenin önünde, akıl hasta­
nesinde muayene edilerek şefkat ve özenle tedavi edilmesi
gereken iki genç adamın bulunduğunu gösteriyor. Güney
Chicago'dan geçerek Hammond'a çıkan, herkesin kul­
landığı yoldan ilerliyorlar. Yine aynı durum söz konusu;
yüzlerce makine var ortada, herhangi bir kaza mahvol­
maları anlamına gelir. Yolun ikiye ayrıldığı yerde duru­
yorlar ve kana bulanmış zavallı Bobby Franks'i arabada
bırakıp, akşam yemeklerini yiyorlar, hem de en ufak bir
duygu ya da vicdan azabı hissetmeksizin.

Saygıdeğer Yargıç, mucizelere inanmamıza gerek yok,


dökülen kanın öcünü almak için bunlara başvurmamıza
gerek yok. Başka bir vaka olsaydı ne yapacağımız konu­
sunda en ufak tereddüde düşmezdik.

Tekrar ediyorum, cinayet kayıtlarını inceleyebilirsiniz,


buna benzer bir olay bulamazsınız. Bu olay, cinayet işle­
meye kalkan normal insanları etkileyen her güdüyle, her
eylemle ve her davranış tarzıyla tamamen uyumsuzluk
gösteriyor. Bu olayın başından sonuna kadar aklı başında
hiçbir şey yok. Hastalıklı bir beyinde başladığı andan bu
odada sonlarını bekledikleri ana kadar, bu olayda normal
bir eylem söz konusu değildir. "

Başladığı noktaya dönen bir argüman olsa da buna


verilecek bir cevap yoktu. Ve şimdi Darrow'un sesi biraz
titremeye başlamıştı.

Bir çocuğun boğazına ilmek geçirmeden önce gençken


hissettiğim duyguları hatırlamaya çalışırdım. Çocukken
dünyanın bana nasıl göründüğünü hatırlamaya çalışır-

216
dım. Hayatımı etkileyen bu içgüdüsel, inatçı duyguların
nasıl da güçlü olduklarını hatırlamaya çalışırdım. Ço­
cuğun kabaran, onu ele geçiren duygular karşısında ne
kadar zayıf ve etkisiz kaldığını hatırlamaya çalışırdım.
Dürüstçe hatırlayan, kendisine soran, kapalı olduğunu
sandığı kapıyı açmaya çalışan ve o çocuğu geri çağıran
kişi, o çocuğu anlayabilecektir.

Her şey genlerde mi?

1. Perde, 3. sahne

Fakat Saygıdeğer Yargıç, konu gençlik olduğunda


daha fazlası da söylenebilir. Doğa güçlü ve acımasızdır.
Kendi gizemli tarzıyla çalışır ve bizler onun kurbanlarıyız.
Elimizden gelen fazla bir şey yok. Doğa işe koyuluyor ve
biz kendi rolümüzü oynuyoruz. Ömer Hayyam'ın deyi­
şiyle biz sadece

Aciz taşlarız O'nun oyununda


Gecelerin ve günlerin boyadığı bu dama tahtasında,
İleri geri oynar, taş alır, taş verir,
Sonra birer birer döneriz kutuya.

Bu çocuk ne yapacaktı ki? Kendi kendisinin babası


değildi, kendi kendisinin annesi değildi, kendi kendisinin
büyükannesi ya da büyükbabası değildi. Bütün bunlar
ona verilmişti. Mürebbiyeler ve zenginlikle dolu değildi
çevresi. Kendini bu hale o getirmedi. Ama yine de bedel
ödemeye zorlanıyor.

Geçen yüzyılın başına kadar İngiltere' de, yargıçlar


mahkemeyi toplayıp jüriyi davet ederek bir köpeği, atı ve
bir domuzu yargılamalarını isterdi. Kendi kütüphanemde

217
on yavrusunun üzerine oturarak onların ölümüne neden
olan bir domuzu yargılayıp suçlu bulan bir yargıçla bir
jürinin hikayesi var.

Dur bir dakika, Darrow! Bu kadarı yeter. Değerli Jüri


Üyeleri, karar sizin: Merhamet edecek misiniz?

218
İKİLEM 92

TWINKIES: KÖTÜ KARAKTER


SAHNEYE ÇIKAR

2. Perde

Ancak Darrow, argümanın henüz yeterince kuvvet­


li olmadığını düşünüyor (Ona bunları öğreten Nietzsc­
he'nin kitaplarıydı. . . ) .

Bebek (Nathan) Dick'ten biraz daha büyük ve ya­


şının ötesinde bir zekaya sahip, akıllı bir çocuk. Bu ve
diğer açılardan bir tür ucube; duyguları olmayan bir ço­
cuk, felsefeye tutkun bir çocuk, öğrenmeye tutkun bir
çocuk, hayatın her anında meşgul. . . Yarım bir çocuktu,
zekiydi, dengesiz ve yönlendiricisi olmayan entelektüel
bir makineydi, yaşamda entelektüel olarak var olan her
şeyin peşine düşmüştü, her felsefeyi çözmeye çalışıyordu
ve bunu yaparken sadece kendi zekasını kullanıyordu.
Nietzsche'nin felsefesi aklını başından aldı. Saygıdeğer
Yargıç, Nietzsche'nin yazdığı hemen her şeyi okudum.
Çok zeki bir adamdı; geçtiğimiz yüzyılın en özgün filo­
zofuydu . . .

Nietzsche bir gün üst-insanın doğacağına, evrımın


üst-insanı ortaya çıkaracağına inanıyordu. İyinin ve
Kötünün Ötesinde adlı bir kitap yazdı; bu kitap dünya­
da yaygın olarak kabul edilen ahlaki değerlerin eleştirisi
niteliğindeydi; zeki insanın iyinin ve kötünün ötesinde

219
olduğunu iddia eden bir eserdi; iyinin ve kötünün yasa­
larının üst-insana yaklaşanlar için geçerli olmayacağını
söylüyordu.

On yedi, on altı, on sekiz yaşında sağlıklı çocuklar


beyzbol oynarken ya da çiftlikte çalışırken veya tuhaf işler
yaparken, bu çocuk Nietzsche okuyordu, o yaşında asla
karşılaşmaması gerekirdi. Yumurcak onu saplantı haline
getirdi. İşte size Nietzsche'nin öğretisinden birkaç örnek:


Sert olun.

Ahlaki konuları saplantı haline getirmek çok dü­
şük bir zeka düzeyine işaret eder.

Ahlakın yerine kendi amaçlarınıza yönelik iradeni­
zi ve nihayet ona ulaşacak araçları koyun.

Nietzsche, gençlere hayatta önemli olduğu öğretilen


her şeye karşı küçümseyici, hor gören bir tavırla yakla­
şıyordu; biraz doğruluk payı içerse de kimsenin gerçek
hayatta uygulamak istemeyeceği, normal çocukların ye­
tiştirildiği değerlerden çok farklı bir değerler kümesini, bir
felsefi hayali hedefliyordu . . .

Birçoğumuz bu felsefeyi okuruz ama gerçek hayata uy­


gulanmayacağını biliriz; ne var ki bu çocuk öyle değildi.
Nietzsche'nin felsefesi onun varlığının bir parçası haline
geldi. Bu onun felsefesi olmuştu. Onu yaşadı ve uyguladı;
bu felsefenin ona uygun olduğunu düşündü. Böyle bir fel­
sefenin hastalıklı bir zihne yol açacağını ya da hastalıklı
bir zihnin ürünü olduğunu düşünemezdi.

Şimdi kimi suçlamalı?

Son perde: mahrum bırakılmış çocuk savunması


("çok para" hamlesi)

220
Darrow yorulmak bilmez bir şekilde devam etti:

Çocukluk hakkında ne biliyoruz? Çocuğun beyni rü­


yaların, şatoların, görülerin, yanılsama ve sanrıların evi­
dir. Sanrılar olmadan çocukluk olmaz, zira sanrılar her
zaman gerçeklerden daha caziptir.

Çocukluk yılları bir rüya ve yanılsamadan ibarettir; şu


ya da bu biçimi almaları rüya gören çocuğa değil, onu
çevreleyen koşullara bağlıdır. Tıpkı bir polis olmayı hayal
edebileceğim gibi bir hırsız olmayı da hayal edebilirdim.
Belki de param olmadığı için çok şanslıydım(Para yoksa
ucuz roman da yok . . . ). Paraya sahip olmamanın talihsiz­
lik olduğu düşüncesiyle büyüdük. Bu korkunç davadaki
en büyük talihsizlik ise paranın ta kendisidir. Para onların
hayatlarını mahvetti. Bu yanılsamaları besledi. Bu çılgın­
ca eylemi teşvik etti. Ve siz Saygıdeğer Yargıç, onları ölü­
me mahkum ederseniz bunu zengin çocukları oldukları
için yapmış olacaksınız.

Sonsuz sayıda kuvvetin bir araya gelip onu biçimlen­


dirmesinden - ki bu sonsuz güçler o doğmadan çok önce
onu üretmekle meşguldü - ve bu sonsuz kombinasyonlar
sonucunda vicdanı olmadan doğmasından ötürü Dickey
Loeb'u mu suçlayacağız? Böyleyse, o zaman adaletin yeni
bir tanımına ihtiyacımız var demektir. Hiçbir zaman sahip
olmadığı şeylerden dolayı onu mu suçlayacağız? Meka­
nizması mükemmel olmadığı için onu suçlayacak mıyız?

Kimi suçlamalı? Bilmiyorum. Hayatım boyunca suçlu


bulmakla pek ilgilenmedim çünkü insanları onlara yükle­
nen suçlardan kurtarıyordum. Suçu tespit edebilecek ka­
dar bilge değilim. Şunu biliyorum; geçmişte bir yerlerde
bir şeyler kaybetmiş olmalı. Sorunlu bir sinir sistemi ola­
bilir. Düzgün çalışmayan bir kalp ya da karaciğer olabilir.

221
İç salgı bezlerinde bir problem olabilir. Bir şey olduğunu
biliyorum. Bu dünyada hiçbir şeyin sebepsiz olmadığını
biliyorum.

Toplum da bu davanın vahametindeki payını üstüne


almalı ve iki trajediye daha yol açmamalı, bunun yerine
söz konusu felaketten ders alarak yaşamı daha güvenli
kılmalı, çocukluğu daha kolay yaşanır ve güvenli bir hale
getirmeli, zulmün, nefretin, şansın ve yaşamın inatçılığı­
nın üstesinden gelmek için bir şeyler yapmalıdır.

Zulmün üstesinden şefkatle, nefretin üstesinden sev­


giyle geleceğimizi düşünüyorum . . . Gelecek adına, nefre­
tin ve zulmün insanların yüreklerini kontrol etmeyeceği
zamanlar adına savunma yapıyorum . . . Eğer başarabilir­
sem, en büyük mükafatım ve en büyük umudum on bin­
lerce başka çocuğa, bu çocukların geçtiği yolun aynısını
çocuksu bir körlükle adımlamak zorunda kalacak olan
sayısız talihsiz gence yardım edecek bir şeyler yaptığım
düşüncesi olacak; insanların idrak etmesi, adaletin mer­
hametle yumuşaması ve nefretin sevgiyle aşılması için bir
şeyler yaptığıma inanacağım.

Evet, tamam ama tüm bunların Twinkies vakasıyla ne


ilgisi var?

222
İKİLEM 93
D İKTAŞEHİR KENT MEYDANI

Diktaşehir'in merkezinde neoklasik bir kent meydanı


bulunuyor; şehir müzesi, başkanın sarayı ve diğer önemli
binaların çevrelediği meydan bir ızgara gibi inşa edilmiş.
Meydanın ortasında birkaç büyük metal yunusun ağızla­
rından su fışkırttığı bir çeşme var.

Genel olarak meydan kentin etkileyici ve şık yüzünü


oluşturuyor. Ama maalesef, havalar çok sıcak olduğunda,
kentin genç sakinleri üstlerini çıkarıp yunuslarla birlikte
çeşmede yıkanıyorlar. Bu zamanlarda ciddi meydan, ol­
dukça farklı bir yanını sergiliyor; kanunsuzluk ve gevşek­
lik hakim oluyor.

Hiç değilse, Diktaşehir belediye başkanı meydanın


halk tarafından kullanımına yeni ve daha sıkı düzenle­
meler getirilmesi gerektiğini çalışma arkadaşlarına söy­
lediği bu.

Birinci kural, meydana herkesin görebileceği afişler


yapıştırılarak çeşmelerde ARTIK yıkanılmayacağı ilan
edilecek. Bu uyarıya karşı gelip çeşmeye atlayan kişiler
çeşitli para cezalarıyla karşı karşıya kalacaklar ve örneğin
derniryolu köprülerindeki duvar yazılarını silmek ya da
çiğnenmiş sakızları kaldırımlardan toplamak gibi zorunlu
kamu hizmetlerinde 1 00 saati dolduracaklardı.

223
Danışmanlar onaylayarak başlarını salladılarsa da iç­
lerinden bazıları 1 00 saatin biraz ağır bir ceza olduğunu
düşünüyordu, neticede çeşmede yıkanmak kimseye zarar
vermiyordu.

Belediye başkanı da başını salladı fakat onları ikna


etti. Ceza, kimse göze almasın diye bu kadar yüksek
tutulmuştu, yani bir ölçütten ziyade "caydırıcı" olması
amaçlanıyordu. Ve sonra devam etti:

"İkinci kural, halihazırda çeşmelerde yıkanmaktan


suçlu bulunup 100 saatlik kamu hizmetinden sonra daha
iyi davranmayı öğrenememiş kişiler ikinci ihlalde 1 2 ay
hapis cezasına çarptırılacak. "

Bu sözler karşısında danışmanlar bir parça telaşlandı­


lar. Yalnızca çeşmelerde yıkanıldığı için mi? Peki ya aşırı
sıcaklar bastırırsa ve insanlar biraz çakırkeyif olup kural­
ları unutursa? Ama belediye başkanı itirazlara aldırmadı.
Bu cezanın uygulanmasına neredeyse hiç gerek olmaya­
cağını söyledi. Bu koşullarda yalnızca bir çılgın çeşme­
lerde yıkanmayı göze alabilirdi. Hafif cezalarla insanları
kanunları ihlal etmeye cesaretlendirmektense caydırıcı ve
etkili cezalar uygulamak daha doğruydu.

Doğal olarak, burası Diktaşehir olduğundan dolayı,


söz konusu öneriler yasalaştı. Ertesi yaz, birkaç öğren­
ci para cezasına çarptırıldı, bir ikisine uzun süreli kamu
hizmetinde çalışma cezası verildi. Kimse yasayı ikinci kez
ihlal etmedi. Çeşmeler huzur içinde fışkırmaya bırakıldı.

Belki biraz sert. Yoksa adalet bu mu?

224
ADA AHLAKI

Siyah pençeli kaya valabisi, yaşam alanındaki yeni yırtıcılardan dolayı


soyu tehlike altındadır. Gününü kayaların üzerinde oturarak geçirmeyi
sevdiği için kaya valabisi denmiştir. Siyah pençeleri vardır.
İKİLEM 94

KORUNAKLI ADA

İskoçya'nın batı kıyısının açıklarında bulunan Koru­


naklı Ada daha yeni satılmıştı. Küçük ama çok eski bir
adaydı. Volkanik ve genel olarak ıssız bir yer olduğun­
dan yalnızca deniz kuşlarına ev sahipliği yaptığı düşünü­
lüyordu. Bu nedenle, yeni sahibi Bay Crofter için adada
vahşi yaşamın her şeklinin bulunduğunu görmek büyük
bir şaşkınlığa (aslında, rahatsızlığa ve kızgınlığa) neden
olmuştu. Sönmüş yanardağ ağızlarında ilkel zamanlara
ait ormanlar bulunabilirdi. Bu ormanlarda aşağıdaki tür­
ler yaşıyordu:

• Fare ile maymunun tuhaf bir karışımı olan benek­


li-kuyruklu quoll;

Gümüş rengi ve kızılımsı kürklü güzel, çevik bir ya­
ratık olan toolache valabisi;
• Beyaz üçgen kabuklardan tacıyla büyük ve masal­
lardan çıkmış gibi görünen Boyd orman ejderhası
adlı kertenkele;

Şeritsi kürkü ve köpeği andıran yüzüyle büyük bir
tilki türü olan thylacine.

Bu arada, çalı kuyruklu bettong ile Toolache valabisini


andıran bir yaratık olan çöl faresi kangurusuna benzeyen
bir şey, ağaçların altındaki çalılıklarda hızla koşuyordu.

226
Nesli tükendiği varsayılıyordu. Peki ya şu tuhaf vırakla­
ma sesi? Ağaçların tepelerinde, çift-gözlü incir papağanı­
nın yanı başında (kurbağalar için pek beklenmedik bir
durum) yaşayan yağmur kurbağası. Bir de altın bandico­
ot, yuva yapacağı malzemeleri taşırken kıvırdığı kuyru­
ğuyla woylie veya bir tür penguen olan büyük auks'un
uzun, ciddi silueti ve . . .

. . . uçmayı bile beceremeyen bazı büyük, çirkin ve gü­


vercine benzeyen kuşlar.

Önce bunlar gitmeliydi. Bay Crofter'ın ada için plan­


ları vardı. Adayı bir golf sahasına dönüştürmeyi istiyordu
ve bunlar durmadan golf toplarını yutuyorlardı. Bunun
yanında güveçleri de güzel olurdu. Valabiler için bu söz
konusu değildi fakat adadaki ormanı temizlemek ve golf
sahasına uluslararası standartların gerektirdiği çimleri
ekmekle görevli çalışanlar, aylarca her hafta büyük bir
güvercin rostosu yedikten sonra, son güvercinin ardında
bıraktığı boşluğun bir şekilde doldurulması gerektiğini
düşünüyorlardı.

Bay Crofter'ın güzel temsilcisi Lara, birkaç tane ko­


mik kuşun adada durmasını önerdi ürkekçe. Neslin de­
vamı için iyi olabilirdi. İnsanlar gelip burada olduklarını
görmek isteyebilirlerdi. Ama Bay Crofter alaycı bir eday­
la tükürdü: "Peh! Güvercin görmek istiyorlarsa Trafalgar
Meydanı'na gitsinler! "

Ormanın her bir dönümü temizlendi, öteki hayvanlar


bir parça zayıf ve iğrenç görünmeye başladılar ve insan
olduklarından mıdır bilinmez, çalışanlar yeni yapılmış
asfalt yoldan palas pandıras geçen hayvanları arabala­
rıyla ezmeye başladılar. Bunu duyan Bay Crofter çok
sinirlendi. Herkese toolache ve quoll kürklerinin çok

227
değerli olduğunu belirten ve hayvanları ezmek yerine
yakalamalarını emreden bir e-posta gönderdi. Kürkleri
kulübün döşemesinde kullanmayı düşünüyordu, bu çok
özel olacaktı.

Ama daha adanın yarısı temizlenmeden, siyahlar


içinde uzun boylu, narin görüntüsüyle o bölgenin pa­
pazı Peder McMoor eski bir motorla adaya geldi. Yer­
lileri rahatsız etmekten çekinen Bay Crofter onu ofisine
davet etti ve ada için yaptığı planları gösterdi. Patlayıcı
uzmanları dağın tepesini uçuracak, parçalanan kayalar­
la adadaki çeşitli gölleri dolduracaklardı. Bir helikopter
pisti, çok perdeli sinemanın yanı sıra bin yataklı bir otel
olacaktı ve . . . Ama McMoor dinlemiyordu. "Kara Dağ'ı
uçurmak mı? Adanın en eski . . . " ve bir melodramın
içindeymiş gibi duraksadı, " . . . en karanlık zirvelerinden
biri!" Daha etkili olması için gözlerini devirdi.

Ardından Kara Dağ' a neden böyle dendiğine dair eski


hikayeyi anlatmaya başladı. Güzel bir genç kız için sava­
şan iki savaşçı vardı, dağın zirvesi garip şeklini bu savaş
esnasında almıştı, genç kız da dağdaki göllerden birine
dönüşmüştü ( Bu göl kısa bir süre önce kurutulmuş ve
helikopter pistinin yapımı için molozla doldurulmuştu.).
Crofter epey şiddet ve bir sürü hileyle dolu olmasına kar­
şın hikaye sonuna gelmeden çok önce ilgisini kaybetmiş­
ti; havaya uçurulmuş kayaların bir kısmını başka bir yere
dağın küçük bir kopyasını inşa etmek üzere kullanabi­
leceklerini kendisine fısıldayan emlak müdürüne döndü.
Ardından yeniden yaşlı İskoç'a döndü, gırtlağını temizle­
yerek yüksek perdeden konuştu: "Öhöm! Bay McMoor,
çok büyük paraya mal olsa bile, çocuklar yine bir 'Kara
Dağ' üzerinde oynayabilecek! Sizi şahsen temin ederim.
Buradaki uzmanım diyor ki yeniden inşa . . . "

228
"Yo, hayır, Bay Crofter, Kara Dağ 'yeniden inşa edile­
mez."' McMoor beyaz ellerini sıkıntıyla salladı. "O sade­
ce var olur ! "

Tanı bir kültür çatışması. Bu öneriye n e demeli, tüm


olan bitene rağmen herhangi bir şeyi kornmak daha iyi
olmaz ını?

229
İKİLEM 95

KORUNAKLI ADA il: KARATAVUKLAR

Bay Crofter, ya hayvanlar ne olacak? "Şey, tabii bir


golf sahası işletmek istiyorsak yolumuza çıkmış olacak­
lar!" diye kıkırdadı Crofter, fakat McMoor'da mizah
duygusu pek yoktu. Konuşmayı soğuk bir şekilde sonlan­
dırdılar. McMoor motora binerken omzunun üzerinden
arkaya bakarak, "Crofter," dedi, "sana söylüyorum, gö­
revlerini unutma! "

Ne var ki Bay Crofter yalnızca banka hesabının baki­


yesine ve çalışan la rına karşı görevlerinin olduğunu düşü­
nüyordu. Zaten başka ne olabilirdi ki ?

"Karatavukları mı kast ediyorsun, adamım! " diye ba­


ğırdı McMoor'un peşinden ( Bu sırada motor epey açıl­
mıştı.). Münzevi görünüşlü bir siluet yavaşça elini kaldı­
rarak selamladı.

Crofter işlerin daha da hızlanmasını emretti.

Hayvanlara karşı ne gibi bir görevimiz olabilir ki za­


ten?

230
İKİLEM 96

KORUNAKLI ADA 111: SURATSIZLAR

Ada sosyeteden ilk misafirlerini konuk etmek için ha­


zır olduğunda, hayvan saldırısı tehlikesi küçücük bir yılan
ısırığına kadar indirgenmişti, o da bir ilaçlama programıy­
la neredeyse yok edilmek üzereydi. Crofter'a göre adanın
manzarasında tek bir kara leke kalmıştı. Müdürlerinden
birini iyi bir iş için kutlamak üzere yeni yapılmış iskeleye
yanaştığında, korkunç bir fok ortaya çıktı, neredeyse bir
otobüs kadar büyüktü ve derisi çirkin, benekliydi.

"Lanet olsun! Adaya gelen insanların bunu görmesine


izin veremem!" diye haykırdı açıkgöz Crofter ( "öncelik
etkisini" * düşünüyordu). "Bir zıpkın alın da sahil şeridini
bunlardan temizleyin." Ama "yollarına çıkan" hayvanla­
rın bu şekilde ortadan kaldırılmasını gönülsüzce seyretmiş
olan Lara'nın daha iyi bir fikri vardı: Fokları " büyük av"
olarak tanıtıp onları avlayacak kişilerden ücret talep etme­
yi önerdi. Bu hayvanlara ekonomik bir değer kazandıra­
rak onları diğerlerinin kaderinden kurtarmanın mümkün
olabileceğini düşünüyordu. Crofter kahkahayı basarak
sırtını sıvazladı: "Bu hoşuma gitti! Bunu çok sevdim!"

Üstelik bu tesis gerçekten çok başarılı oldu. Foklar


yeni dinlenme merkezinin en cazip taraflarından biri hali­
ne geldiler ve daha önce ıssız, işe yaramaz bir ada olan bu

*
Bir olay dizisinde ilk defa karşılaşılanın akılda daha çok kalması -ç.n.

231
yerde pek çok yeni işin yaratılmasına katkıda bulundu­
lar. Bir takdir nişanesi olarak İskoç Hümanist Topluluğu
Glasgow Kent Meydanı'na Bay Crofter'ın heykelini dikti.

Ne var ki İskoçların tipik bir özelliği olarak, bu payeyi


hak etmediğine inanan bazı suratsızlar da vardı.

İşadamları da doğa dostu olabilirler mi?

232
SADECE FİLMLERDE
GÖRÜLEBİLECEK AHLAK
İKİLEMLERİNDEN BİRKAÇI AHLAKİ
KARARLAR ALMAK AÇISINDAN
BİZE NE SÖYLEYEBİLİR ?
İKİLEM 97

B-FİLMİ AÇILIŞLARI

Bölüm 1: Bomba yapanın ikilemi

Geçmişte gizli bir bomba imalatçısı olan İrlandalı bir


ev kadını, küçük kızı ile birlikte kaçırıldı ve Londra'nın
merkezinde bulunan bir gökdelenin tepesine büyük bir
bomba koymaya zorlandı. Bombayı yaparsa belki yüzler­
ce insan ölecekti, ama yapmazsa kızı kesin ölecekti. Terö­
ristler bunu bir iş olarak görüyorlardı; küçük kızı küçük
bir hücrede tutuyorlar ve her hafta sonu ya da annesi ne
zaman bomba yapmanın ne kadar ahlaklı ya da ahlakdışı
bir şey olduğunu düşünmeye başlarsa kızı videoya çeki­
yorlardı.

Kadın ne yapmalı?

[Çay molası)

Bölüm 2: Tanığın ikilemi

Birkaç hafta sonra, bombacının küçük kızı (kaçırılan


kız) gardiyanlarından biriyle arkadaş oldu. Bu adam kı­
zın moralini yüksek tutmak için keman çalıp Kelt şarkıla­
rı söyleyen çok sevimli, neşeli bir İrlandalıydı. Birlikte çok

eğlendiler! Ne var ki bir gün kızın öldürülmesi emri geldi.


Çocuğu kaçıranlar arasında bir kavga çıktı ve iyi adam
kötü adamı öldürdü. İyi adam kaçmak istedi fakat küçük

234
kızı ne yapacaktı? Kız onu ele verebilirdi . . . Sonra küçük
kız gitmesine izin verirse polise onunla ilgili hiçbir şey an­
latmayacağını söyledi. Bunun üzerine adam kızı bırakıp
kaçtı ancak çok geçmeden yakalandı. Sonunda, dramatik
bir final sahnesinde, küçük kız adamı teşhis etmesi için
polis karakoluna getirildi.

Kız ne yapmalı?

235
İKİLEM 98

ANA FİLM: OTOMATİK PORTAKAL


İKİLEMLERİ

Stanley Kubrick'in Otomatik Portakal filmi, film eti­


ği derslerinin beslendiği temel kaynaklardan biridir. Seks,
şiddet ve siyaset dahil olmak üzere birçok ana ahlaki me­
seleyi içerir. Hatta biraz entrika bile vardır. Filmde, Alex
adında ahlaki açıdan sorunlu fakat yakışıklı bir genç ile
çetesi "droogs" tamamıyla ahlaksız olduğunu düşündük­
leri toplumdan (totaliter kurumsal şiddet uygulamasın­
dan dolayı) bıkıp usanmışlardır. Terk edilmiş, her şeyden
yoksun ve sevi lmemiş biri olan Alex, iflas etmiş liberal
toplumun uyguladığı şiddete karşılık verir. Bu şiddetin
dört yüzü vardır:

• Çekirdek ailenin uyguladığı duygusal şiddet


• Kapitalizmin uyguladığı ekonomik şiddet
• Holiganizmin uyguladığı anarşik şiddet
• Modern bilimin uyguladığı organize şiddet

Bu nedenle Alex, hazza ulaşmak için kendi psikopat


araçlarını kullanmaya başvurur. Sonuç, sayısız zalimce
saldırı, cinayet ve tecavüz vakasıdır. Şiddet Alex'in mes­
leği haline gelir. Karşılığında, Alex ve çetesi geleneksel
mükafatlarını elde ederler: Arabalar, iyi ses sistemleri ve
uyuşturucuya ulaştıktan sonra özgürlüğü bulurlar.

"Sokaklarda" hayat gerçekten böyle mi yürüyor?

236
ARAÇLAR OLMASA DA SONUCA
YAKINIZ
İKİLEM 99

100 KİŞİLİK KÖY

100 Kişilik Köy çok uzaklardaydı. Egzotik mucizelerle


dolu ve doğanın sunduğu bütün güzelliklerle çevrelenmiş
harika bir yerdi.

Köylüler çok karışık kökenlerden geliyorlardı. 1 00


sakinden çoğu koyu renkliydi, otuz kadarı "beyaz" diye
nitelenebilirdi ve gerçekte her sekiz kişiden biri Afrika
kökenliydi. Zaten herkesin uzak kökeninin Afrika'ya da­
yandığı söyleniyor.

Nüfus yarı yarıya kadın ve erkeklerden oluşuyordu,


aslına bakılırsa kadınlar biraz daha fazlaydılar. Diğer ta­
raftan, köylülerin hepsi karşı cinsten çiftlerden oluşmu­
yordu; yarım düzine kadarı aynı cinsiyettendiler ve eşcin­
sel olduklarını açıklamışlardı. Köy halkının sadece yüzde
otuz kadarı Hıristiyan olmasına karşın köylülerin tama­
mı küçük bir kilisede ibadet etmeye teşvik ediliyorlardı,
köyün muhtarı böyle yapmalarını istiyordu.

Köyde her şey mükemmel denebilecek bir denge ve


uyum içinde görünüyordu. Fakat köyü ziyaret eden bir
grup antropolog, köyde başka şeylere de şahit oldu.
Bunlar diğerleri gibi tercihe şayan şeyler değildi. Ne­
den, diye merak ediyorlardı, köyde sadece altı kişinin
barındığı bir kulübe tüm köyün yarısına sahip olduğu-

238
nu iddia ediyordu? Üstelik sadece binaların değil doğal
kaynakların üzerinde de hak iddia ediyorlardı? Örneğin
kulübeleri yapmak ve tamir etmek için gerekli olan dal­
ların ve samanların yarısı üzerinde . . . Diğer köylülerin
çoğu derme çatma ve yağmur sızdıran kulübelerde ya­
şıyor ya da köyün kıyı bölgelerinde evsiz barksız ya­
şamak zorunda kalıyorlardı. Bir gece köyün etrafında
dolaşırlarken, muhtarın köyün "ekabir sofrasında"
yine bir şölene ev sahipliği yaptığı sırada, antropologlar
hayretle köylülerin neredeyse yarısının kötü beslenme
belirtileri gösterdiğini kaydettiler; üçte birinin durumu
ciddiydi. Çoğu aynı zamanda, önlenebilir hastalıklar­
dan mustarip görünüyordu. Bu köylülerden biri o gece
öldü. Antropologlar bundan çok rahatsız oldular. Olup
bitenin çoğu, köyün yönetildiği kurallarla ilgili görünü­
yordu. Nitekim her altı köylüden birinin su almasına
izin verilmiyordu ve bu kişiler evleri çevreleyen bir hen­
dekten su almak zorunda kalıyorlardı. Ne var ki köyün
neredeyse yarısı için bu hendek aynı zamanda ana "ka­
nalizasyondu."

Köy muhtarını (Son model elektronik ve mekanik


aletlerle dolu bir kulübede yaşayan Avrupa kökenli bir
beyazdı.) bu konuda sıkıştıran antropologlara, kay­
naklardan yararlanmak isteyen herkesin köy konseyine
başvurması gerektiği cevabı verildi, çünkü başvuruları
doğal olarak konsey onaylıyordu. Onlara kulübedeki
bilgisayarda saklanan formu bile gösterdi. Kim ister­
se çoğaltılmak üzere burada hazır duruyordu. Elbette,
kaynaklardan yararlanmak amacıyla yapılan başvurular
yazılı olarak iletilmeliydi. "Ama kaç kişi okuma-yazma
biliyor? " diye sordu antropologlar, bu ileri teknoloji ile
aşırı yoksulluğun yan yana bulunmasından serseme dön­
müşlerdi. Muhtar sabırla yüz köylüden yetmişinin oku­
ma yazma bilmediğini söyledi. Fakat muhtar yardımcısı,
239
diye ekledi gururla, üniversite eğitimi görmüştü. Bir tek
o üniversite mezunuydu.

Antropologlardan biri köyden ayrılıp kendi üniversi­


tesine dönerken, köyün iki makineli tüfeği ellerinde yola
çıkmak üzere olan "zengin altılıdan" ikisiyle karşılaştılar.
"Gelip de bakın! " diye bağırdılar heyecanla, "Yedinci
Kulübe'de bir sorun var! Düzeni sağlayacağız! " Fakat
antropologlar adımlarını çoktan hızlandırmışlardı.

Kim böyle aptalca bir köy yaratmak isteyebilir?

240
İKİLEM 1 00
VOLTAIRE'İN İKİLEMİ

Sahne:

Voltaire, eylül sonu güneşinin altında, bahçesindeki


hasır iskemlesine oturmuş, güngüzelleriyle meşgul arıları
ve çalılıkta oynayan iki ispinozu seyrediyor.

VOLTAIRE: Hayvanların akıldan ve duygudan yok­


sun, hareketlerini hep aynı tarzda yapan, hiçbir şey öğ­
renmeyen, bütünüyle bir hiç olan makineler olduğunu
söylemek nasıl da saçma, nasıl da basmakalıp bir dü­
şünce!

Ne yani? Duvarlara yarım daire şeklinde, köşelere çey­


rek daire şeklinde fakat ağacın tepesine tam daire şeklin­
de yuva yapan bir kuş her şeyi aynı şekilde mi yapıyor?
Üç ay boyunca eğittiğiniz av köpeği bu sürenin sonunda
eskiye göre daha çok şey bilmiyor mu? Bir şarkı öğretti­
ğiniz bir kanarya onu hemen tekrarlıyor mu? Ona şarkıyı
öğretmek için epey zaman harcamıyor musunuz? Hata
yaptığını ve bu hatayı daha sonra düzelttiğini görmediniz
mı. .�

Sizinle konuştuğum için mi benim hislerim, hafızam


ve fikirlerim olduğuna karar verdiniz? Varsayın ki sizinle
konuşmuyorum; diyelim ki sıkıntılı bir şekilde evin ka­
pısından içeri girerken beni görüyorsunuz, huzursuz bir
241
şekilde bir kağıt arıyorum, kağıdı koyduğumu hatırladı­
ğım çalışma masasının çekmecesini açıyorum, onu bulu­
yorum ve neşe içinde okuyorum. Bunlardan yola çıkarak
hafıza ve bilgi sahibi olduğuma, sıkıntı ve neşe duyguları­
nı yaşadığıma karar veriyorsunuz.

(Tam o sırada, sadık köpeği Blackie patilerini kaldırı­


yor, burnunu efendisinin kucağına koyuyor ve sessiz bir
adanmışlıkla gözlerini Voltaire'den ayırmıyor.)

Sonra sahibini kaybeden, acıklı hıçkırıklarla her yer­


de onu arayan, tedirgin ve rahatsız bir şekilde eve giren,
merdivenlerden aşağı yukarı çıkan, odadan odaya koşan,
en sonunda çok sevdiği sahibini çalışma odasında bulan,
sevincini yumuşak seslerle, hoplayıp zıplamasıyla, okşa­
malarıyla gösteren köpeği düşünün.

Barbarlar dostluk yeteneği insanların çok ötesinde


bulunan bu köpeği yakalıyorlar; bir masaya çiviliyor ve
incelemek için canlı canlı doğruyorlar . . .

(Voltaire Blackie'nin kulaklarını hafifçe okşuyor.)

. . . Ve içinde buldukları şey, sizin de içinizde bulunan


aynı duyu organları oluyor.

Şimdi bu felsefi bir argüman mı?

242
İKİLEM 1 0 1

PRAGMATİK CEVAP

Nicholas Fontaine, Felsefe Cenneti'nde George Ber­


nard Shaw'a büyük bir ilaç şirketinin laboratuvarlarını
gezerken nelerle karşılaştığını anlatıyor (Memoirs pour
servir a l'histoire de Port-Royal, 1 738):

"Tam bir umursamazlıkla köpeklere vuruyorlar ve


acı çektikleri düşüncesiyle zavallı hayvanlara acıyanlar­
la dalga geçiyorlardı. Hayvanların saat gibi olduklarını
söylüyorlardı: 'Vurduğun zaman çığlık atsalar da bu ses
gergin bir ipe vurulunca çıkan ses gibidir. Bedenleri histen
yoksundur.' Zavallı hayvanları dört ayaklarından tahta­
lara çivileyip canlı canlı doğruyorlardı."

George şaşkına dönmüştür: "Bir deneyin yapılma­


sının doğru ya da yanlış olduğuna yalnızca işe yarayıp
yaramadığına bakarak karar veremezsiniz. " Parmağını
sallar. "Anlamlı olan ayırım yararlı ya da yararsız de­
neyler arasında değil, barbar ve uygar davranışlar ara­
sındadır. Dirikesim sosyal bir kötülüktür çünkü insan
bilgisini ilerletse de bunu insanın karakteri pahasına
yapmaktadır. "

Evet ama bu deneyler gerçekten yararlı, değil mi ? Ne


de olsa değersiz bir farenin hayatı kurtulacak diye bin­
lerce insanın - aileniz de dahil olmak üzere - bulaşık de-

243
terjanından ölmesini istemezdiniz değil mi? Yoksa ister
miydiniz?

Şimdi (nihayet!) gerçek bir argümanla mı karşı karşı­


yayız?

(En azından öyle görünüyor . . . )

244
TARTIŞMALAR

İkilem 1 ve 2
Cankurtaran filikası ve daha da batmak

Birey kendi varlığını ne dereceye kadar başkaları uğ­


runa riske atmalıdır (Üstelik bu vakada sorumlu kaptan
kendi komutası altındakilerin hayatını riske atıyor. ) ?
Burada, biyolog Garrett Hardin'in "cankurtaran filika­
sı" senaryosunun biraz abartılmış bir versiyonuyla karşı
karşıyayız. Bu vaka, bir parça uygulamalı faydacılığa baş­
vurularak, zengin ülkelerin yoksul ülkelere karşı yüküm­
lülükleri olmadığını göstermek için tasarlanmıştır. Zira
zengin ülkeler "cankurtaran filikasına" yoksulları kabul
ederlerse kendi nüfuslarının refahını tehlikeye atacaklar­
dır. Dünyanın zenginliği eşit olarak paylaşıldığı takdirde,
bu yalnızca herkesin çok daha azına sahip olması anlamı­
na gelirdi. Hardin, "özgeciliğin" sadece küçük ölçeklere
uygulanabileceğini ileri sürer.

Profesör Hardin bireyleri kurtarmakla çok ilgilenmez.


Zaten onun için asıl problem çok fazla insanın olması­
dır. "Nüfus probleminin" "hem açlık hem de yoksullu­
ğun temel nedeni" olduğunu ısrarla savunur. Ya da daha
doğrusu, " 180 ayrı ülkenin ulusal nüfus problemi" söz
konusudur (Çok ilginç olmasa da başka bir kitap yazmak
için bu söz yeter.). Buradaki tek önemli ahlaki ilke, kimse-
245
nin kendi nüfus problemini, vatandaşlarını başka ülkele­
re göndererek çözmeye çalışmamasıdır. Ünlü metaforunu
genişleten Hardin'e göre, her zengin ülke, nispeten zen­
gin insanlarla dolu bir cankurtaran filikasıdır ve hatta bu
cankurtaranda yer alan bazıları "daha kalabalık" diğer
cankurtaranlardaki insanlar için üzülürler. Bu "özü sözü
bir" insanlar, der Hardin, "ayağa kalkıp yerlerini başka­
larına vermelidirler" . Evet, aşçı Bert denizdeki kabin me­
muru Tom'a yardım edebilir ama ancak kendini denize
atarak! Vicdan azabı çeken bu insanlar haksız yere işgal
ettikleri yerlerinden vazgeçtikçe -Hardin Nietzscheci bir
gayretle devam eder- böyle vicdanlar cankurtaran filika­
sından elenecektir. "Cankurtaran filikası böylece, adeta
kendini suçluluk duygusundan arındırır. "

Aslında Bert'in önünde bir seçenek daha var. Kaptanı


denize atarak hem Tom'u hem de cankurtaran filikasını
kurtarabilir. Bu etik olmaz mıydı? Bizim aklımıza bu gel­
diğine göre Profesör Katıyürek'in toplumsal sistemlerin
böylesi özgeci eğilimlerle istikrarsızlığa sürüklendiğini id­
dia etmesine şaşmamalı. . .

Büyük resme baktığımızda, bazılarının hayatta kalma­


sı için diğerlerinin hayatını yitirmesi gerekli ve zorunludur
(Biyolojik açıdan "meyve sineklerini" düşünün.) . "Açlık­
tan kırılma süreci" insan nüfusunun dengelenmesinde
esastır. Ne var ki cankurtaran filikasında olduğu gibi,
dünyadaki mesele de filikanın/zengin ülkelerin gerçek­
ten batıp batmayacağı sorusunda düğümleniyor. Belki de
biraz sıkışmakla ya da diğerleri için risk almakla (ki bu
biraz farklı bir konu) çözülebilecek bir durum söz konu­
sudur.

Kaptanın okul çocuğu Latincesiyle ilgili de iki söz söy­


leyelim. Hiç kuşkusuz Taşyürek impossibilium nulla est

246
obligatio, yani "Kimse imkansız olanı yapmakla yüküm­
lü değildir. " diye mırıldanıyor olmalı; bu Eski Roma me­
deni hukukunun temel ilkelerinden biridir. Tabii buna her
filozof katılmayacaktır.

İkilem 3
Psikoloğun öyküsü

Felsefenin karşılaştığı en büyük meydan okumalardan


biri, Antik Delphoi kahininin ortaya attığı muammadır:
"Kendini bil" der. Basit bir öğüttür. Aramızda dolaşan
birkaç gizli sadisti ve engellenmiş katili hariç tutarsak,
çoğu insan temelde iyi değil midir?

Ne yazık ki, çoğu filozofun hayal ettiğinin aksine,


aradaki fark çoğunlukla göründüğünden daha sığdır.
Son birkaç kuşağın iyi insanları tarafından gerçekleşti­
rilen Birinci Dünya Savaşı katliamını, Üçüncü Reich'ın
düşmanları için inşa edilen toplama ve ölüm kampla­
rını, Stalinistlerin kitlesel aç bırakma faaliyetlerini ve
hapishane kamplarını, tüm Asya'daki sivillere yönelik
" içirme bombardımanlarını" gördük. Ruanda'da, Kam­
boçya'da ve Balkanlar'da özenle planlanmış soykırım
ölçeğindeki cinayetleri ise hatırlatmaya dahi gerek yok­
tur. Liste uzayıp gider. Belki de çıplak gerçeklerden daha
tüyler ürpertici olanı, fotoğraflarda sonsuza dek kalacak
ayrıntılardır: Yoldan gelip geçenlerin, durup toplama
kamplarına götürülen Yahudilere tükürmeleri ya da taş
atmalarıdır veya şu "tuhaf bir meyve / sallanıyor güney
melteminde" şarkısında bahsedilen meyvelerin yanında
pazar günü, en güzel kıyafetleriyle poz veren Amerikan
halkıdır. Buradaki tuhaf meyve kavak ağaçlarından sar­
kan siyahların parçalanmış cesetleri oluyor; 1 960'larda

247
kazanılan Medeni Haklar zaferlerine kadar geçen yet­
miş küsur yılda linç edildiği tahmin edilen beş bin siyah­
tan birkaçı. ..

Yale Üniversitesinden Stanley Milgram, insanların


kötü bir şey yapmaya ikna edilmeden önce "kötü" olma­
ları gerekip gerekmediğini görmek için basit bir test ta­
sarlamıştı. Heyhat, görünüşe göre hiç gerekmiyor. Kendi
ahlaki inançlarını "uyarlamaya" kolaylıkla ikna edilebi­
liyorlar. Bir tür hafıza testi içeren bir deneyde, Milgram
öğrencilerinden her yanlış cevap aldıklarında bir başka
denek öğrenciye elektrik şoku uygulamalarını istiyor.
"Deneyi yapan", çığlık atmaya ve acı içinde kıvranmaya
başlasalar dahi, denekleri bilim aşkına "cezalandırmaya"
devam etmeleri için öğrencileri cesaretlendiriyor (Burada­
ki tek küçük teselli, elektrik şoku verilen deneğin numara
yapması ve kurgunun bir parçası olmasıdır. Acıya neden
olan "sıradan insanın" kayıtsızlığı ise yeterince gerçektir.).

Kendisi de bir serseri olan Jean-Jacques Rousse­


au hariç, filozoflar geleneksel olarak, insan doğasının
yontulmamış halinden kuşku duymuşlardır. Antikçağ
filozoflarının çoğu sadece birkaç insanın ahlakına gü­
venilebileceğini düşünüyorlardı ve toplumların ken­
dilerini yönetmesi için "erdemli insana" ihtiyaç vardı.
Konfüçyüs, tıpkı Aristoteles gibi, bununla "asil" insanı
kastediyordu; başkaları ise bunu bilgelik, cesaret, insan­
cıllık gibi belirli niteliklere sahip "üstün insan" olarak
yeniden yorumladılar. Uygun "koruyucular" tanımına
kadınları da dahil eden Platon bu anlamda neredeyse
tektir. Üstün insan geçmişteki büyük insanları kendisine
model alarak hem iyi düşünür hem iyi - yani erdemli­
davranır. Hayatı kusursuzluk ve öğrenme yolunda, hiç
bitmeyen ve asla tamamlanmayacak bir arayış olarak

248
görür. Konfüçyüs, yol anlamına gelen Tao üzerindeki
tuzakları açgözlülük, saldırganlık, hınç, kibir ve bencil­
lik olarak tanımlar. Bunlardan korunmanın en iyi yolu
eğitim, yani bilgidir. Seçmeler'de (yaklaşık MÖ 550)
(Analects) bunun anahtarını sunar. Ahlaklı yaşamı tek
bir sözcükte özetlemesi istendiğinde " karşılıklılık" de­
miştir. Bununla kastı, " kendine yapılmasını istemediğin
şeyi başkasına yapma"dır.

Birkaç yüzyıl sonra Muhammed, İslam topraklarında


Koruyucuların din temelli yönetimi anlamına gelen vela­
yet-i fakih anlayışını getirdi. 12. yüzyılda Kuzey Afrika
asıllı İspanyol haham-filozof Moses Maimonides ( 1 155-
1 204), Kafası Karışıklara Öğütler (c. 1 190) adlı kitabın­
da erdemin sadece, dinin gereklerini yerine getirme ko­
nusunda iyi olmak anlamına gelmesi gerektiğini söyledi.
Bir diğer büyük Çinli filozof Mencius (MÖ 371-289) ise,
Konfüçyüs'tan büyük oranda ayrı düşerek insanların iyi
olarak doğduklarını fakat sefil hayatları (ve koşullar) ne­
deniyle bozulduklarını söylüyordu. Onun bakış açısına
göre en önemli şey, erdem için, gerçek doğamızı bulmak
için içimize bakmaktır.

İnsanın özü iyilik yapmaktır ve yolu dosdoğru kılan da


odur. Yolundan şaşanın, özünden ayrı kalanın durumu
ne acıdır! Tavukları ve köpekleri sürüden ayrıldığında
peşinden gidip geri döndürenler, kendi kalpleri yoldan
sapınca aynısını yapmazlar.

Pekala, o zaman cevap nedir? Şimdiye kadar inceledi­


ğimiz üç ahlak ikilemiyle insan ruhunu teşkil eden kar­
maşıklığın ve çelişkilerin yüzeyini kazımış olduk sadece.

Bayan Goebbels "gerekeni" yapıyor

249
Bayan Goebbels "gerekeni" yapıyor

Gerçekte, Naziler s ıklıkla etik kitaplarında, kötü insanlar


olarak boy gösterirler. En içi geçmiş görececilere dahi kö­
tülüğün gerçekliğine bir örnek olarak gösterilebilirler. İşin
tuhaf yanı, tıpkı Zimbardo'nun öğrencileri gibi "kötü" de­
yip bir kenara koyamayacağımız pek çok sıradan Alman
öyle olduğunu fark etmedi; 1 945 yılında, "rejimin son
günlerinde" sokaklarda yığılmış ceset yığınları dahi Nas­
yonal Sosyalistlerin korkunç faaliyetlerinin, ikiyüzlülükle­
rinin ve başarısızlıklarının bir kanıtı olarak görülmedi.

Bayan Goebbels (" Magda" ), Bedin sığınağında yaşanan


son günlerde insanların hem kendi inançlarını hem de Na­
zilerin "yüce hedeflerini" temize çıkarmaya yönelik sınır­
sız kabiliyetlerini özetler. Korkunç propagandacı eşi, altı
çocuğuyla birlikte intihar hazırlıkları yaparken, kendisi
daha önce yaptığı bir evlilikten doğan ve ülkenin başka
yerinde yaşayan oğluna mektup yazıyordu. Mektupta,
Nasyonal Sosyalist yaşamına "onurlu ve mümkün olabi­
lecek tek şekilde" son vermeye karar verdiğini açıklıyor­
du. " Babamız (Goebbels) istememesine rağmen onunla
birlikte kaldım. Daha geçen pazar Führer bana kaçmam
için bir yol teklif etti. Fakat uzun boylu düşünmeye gerek
yok. Hayatımda güzel, soylu ve iyi bildiğim her şeyle bir­
likte aziz mefkuremiz de yıkıntılar içinde."

Yorulmak bilmeyen propagandacı Goebbels bizzat kendi


güzel el yazısıyla mektuba bir not düşmeden duramadı:

" Bir gün gelecek, yalanlar yıkılacak ve zafer gerçeğin ola­


cak. O zaman her şeyin üzerinde yükseleceğiz, saf ve le­
kesiz . . .
"

Ertesi gün, altın Nazi partisi rozetini takan (Üç gün önce
Hitler tarafından kendisine verilmişti.) Magda, altı küçük
çocuğunu hidrojen siyanürle zehirledi ve en sonunda sila­
hı kendisine doğrultan eşi tarafından vuruldu.

250
İkilem 4
Gelenek kraldır

Aslında kimse BM İnsan Hakları Bildirgesi üzerinde


hemfikir olamıyor. Bildirgeye özellikle kadın hakları ve
"din özgürlüğü" konularının dahil edilmesine karşı çıkan
Suudiler kendileriyle birlikte birçok başka ülkenin kuş­
kularını da dile getirdiler. Bunların ne "evrensel" ne de
"doğal" olduklarını düşünüyorlardı. Kuşkusuz gelenek­
leri onlara başka şeyler söylüyor. Diğer taraftan, doğa
ile kültür arasındaki karşıtlık eski bir karşıtlıktır; ilk kez
(M.Ö. 5. yüzyılda) Sofistler tarafından physis ile nomos
- doğa ile hukuk ya da görenek - arasındaki karşıtlık ola­
rak ortaya konmuştu, çoğu zaman hangisinin daha beter
olduğunu bilmek zordur. Ama aşağıda bizim alternatif
bildirgemizi destekleyen gerçekleri bulacaksınız:

1. Akla gelebilecek her türlü zalimce yolla başkalarını


öldürmek ve onlara işkence etmenin temel bir hak oldu­
ğunu savunuyoruz.

İnsanlar genellikle işkence uygulamasından yana ol­


muşlardır; çağlar geçtikçe işkencenin yeni ve çok daha
korkunç biçimlerini buldular. Mahkumun iradesini yok
etmek için ustaca inşa edilmiş zindanlar da bu sürecin bir
parçasıydı. Örneğin, Paris'teki Bastille Hapishanesi aşa­
ğıya doğru koni biçiminde inşa edilmişti; böylece bırakın
ayakta durmayı, yatmak ya da oturmak dahi imkansız
kılınmıştı.

İşkenceyle alınan itirafların ardından gelen acılı ölüm


de tarihsel bir normdu; en zalimce fakat en kolay ayar­
lanabilir yollardan biri ise kurbanı yakarak öldürmekti.
Papa IV. Innocentius, 1252 yılında sapkın faaliyetleri iti­
raf ettirmek üzere engizisyon adı verilen "sistematik bir

251
zulüm mekanizması" kurulmasını yetkilendiren bir Papa­
lık fetvası çıkardığında, işkence kilise tarafından resmen
onaylanmış oldu. Dört yıl sonra, lisanslı sektiler işkence­
ciler talebi karşılayamayacak duruma gelince, Papa iV.
Alexander kilise memurlarının da işkence yapmalarına
izin verdi. Sonraki on iki nesil boyunca engizisyon, dün­
yadaki Avrupalılara da cehennemi yaşatmak açısından
harika bir iş çıkardı.

Buna rağmen, Ortaçağ boyunca bunun "dışında ka­


lan" bir Avrupa ülkesi vardı: İngiltere. İngiltere, İkilem
89'da bahsedildiği gibi "mahkumlara baskı uygulamak"
dışında, işkencenin adli bir yöntem olarak kullanılmasını
kabul etmedi. 16. yüzyılda Venedik'in İngiltere elçisi olan
Barbaro, İngilizlerin, masumlara yönelik işkencenin "be­
denleri ve masum hayatları" mahvettiğine inandıklarını
ve " bir masumu cezalandırmaktansa bir suçluyu serbest
bırakmanın" daha iyi olduğunu düşündüklerini gözlem­
lemişti.

Günümüzde işkence birçok ülkede uygulanmaya de­


vam ediyor.

2. Kölelere sahip olmanın insanların elinden alınama­


yacak bir hak olduğunu ve b azılarının bu dünyaya ancak
köle olmaya geldiğini beyan ediyoruz.

İster doğuştan köle olsunlar, ister esir alınmış veya


başka şekillerde köleleştirilmiş olsunlar, köleler ve kölelik
tarih boyunca sabit olan bir başka gerçektir. Aristoteles ve
Platon, daha çok hayvanlara yakın oldukları düşünülen
kölelerin zayıf yetenekleri etrafında köleliği haklı gösteren
gerekçeler öne sürdüler. Muhammed'in kendi kölelerini
serbest bırakmasına ve bütün insanların kardeş olduğu­
nu, eşit muamele görmeleri gerektiğini söylemesine karşın

252
(ki bu, o zaman için insanların yarısının özgür bırakılması
anlamına geliyordu), hem İslam hem de Hıristiyanlık bu
uygulamayı mazur görmüştür.

Üç yüz yıl boyunca, utanç verici Afrikalı köle ticare­


ti, Afrikalıların komşularını köleleştirip satma geleneği­
ne dayanmış ve bu gelenekten güç almıştı. Avrupalıların
buna özgün katkısı kendi müdahalelerini haklı çıkarmak
için ırksal üstünlük kuramını geliştirmeleri oldu. İngilizle­
rin 1 841 'de Hindistan'da yaptıkları nüfus sayımında on
milyon köleyle karşılaşmaları bu geleneğin yaygınlığının
kanıtıydı ( 1 862'de köleliği yasaklayan bir yasa çıkardı­
lar.). Günümüzde, yalnızca Afrika ulusları tarafından en
az iki yüz bin çocuk kölenin satıldığı düşünülüyor. Benin
gibi ülkeler, bunu çocukların yurtdışında "çalışma dene­
yimi" kazandığı bir "gelenek" olarak görüyorlar. 2001
yılında, Gabon'a gitmekte olan günümüzün modem köle
gemilerinden Etireno'da, (ihtiyaç fazlası oldukları gerek­
çesiyle) 250 çocuğun denize atıldığı iddiaları dünyanın
ilgisini bir süreliğine bu konuya çekmişti.

3. Nedeni ne olursa olsun bebekleri öldürmenin doğal


bir hak olduğunu iddia ediyoruz.

Yeni doğmuş bebekleri öldürmek dünya çapında ge­


çerliği olan bir başka gelenektir; çok yakın zamana kadar,
BÜTÜN çocukların yetiştirilmesi gerektiğini öne süren
aykırı geleneklere yalnızca Mısır ve Kamboçya gibi sıra
dışı ülkeler sahipti. Genellikle kız bebekler öldürülürdü
ama Madagaskar'da olduğu gibi, herhangi bir çocuk da
sadece "talihsiz günde" doğmuş olabilirdi.

Seneca'dan Peter Singer'a kadar uzanan bir hattı ta­


kip eden pek çok ahlak düşünürü, "engelli" çocukların
öldürülmesi üzerine yazmışlardır. Hatta bunun, örnek bir

253
politika olarak görülebilecek, bilgece ve ihtiyatlı bir ey­
lem olduğunu düşünenler bile vardır. Singer ve arkadaş­
ları, doğumu bir kahve makinesinden kahve almak gibi
görürler. "Kusurlu" çocuğun doğumuna engel olmak,
makinede "zayıf kahve" yazan düğmeyi devreden çıkar­
maktan başka bir şey değildir (Feministlerin doğurganlık
tartışmalarında kadınların temsil ediliş biçimine karşı çık­
malarında şaşılacak bir şey yoktur.).

Geleneksel haklar

İzlandalılar, Hıristiyan Kilisesinin ahlaki rehberliğine


tabi olduklarında yalnızca iki kültürel istisna için ısrar
ettiler: At yemeye ve çocukları öldürmeye devam edebil­
meyi istiyorlardı. Garip biçimde, bu uygulamanın değiş­
mesini sağlayan en önemli faktör, Hıristiyanlığın, "vaftiz
edilmeden" ölen çocukları bekleyen korku dolu sona vur­
gu yapması oldu.

4. Son olarak, yaşlı ve güçsüzleri öldürme ve daha son­


ra cesetlerini yeme hakkım talep ediyoruz.

Yaşlıların öldürülmesi yakın zamana kadar yaygın bir


gelenek olsa da hiçbir zaman evrenselleşmedi. Herodo­
tos'un anlattığı, yaşlıları biftekle pişiren ve afiyetle yiyen
Massagetlerin hikayesi belki en çok bilinen hikayedir
ama aynı derecede mide bulandırıcı olan başka hikayeler
de vardır. Nijer'de bir kabilenin yaşlı insanları öldürdü­
ğü, bedenlerini tütsüleyip toz haline getirdiği, sonra da
su ve mısır ekleyerek küçük küçük toplar haline getirdiği
söylenir. Terbiye etmek gibi bir amacı olmayan bu köf­
teler uzun bir süre boyunca temel gıda maddesi olarak
saklanıyordu. Bugün bazıları, bu uygulamayı zor yaşam
koşullarının getirdiği bir zorunluluk olduğunu söyleyerek
gerekçelendiriyorlar, kabilelerin iyi niyetlerini ve içinde
bulundukları zaruret halini göstermek için İnüitleri (yaş-

254
lıları boğazlayan Hudson Körfezi İnüitleri gibi), Tupile­
ri ( hastalanan yaşlıları öldürüp cesedini yiyorlardı) veya
Tobaları (yaşlılarını diri diri gömmekle ünlüdürler) örnek
veriyorlar. Fakat bu görenekler hiçbir zaman evrensel bir
boyut kazanmamıştır. Bazı kabileler başka yollar buldu­
lar. Ponca ve Omaha kabileleri gibi bazı İnkalar da, ken­
dileri ava veya hasata çıktıklarında yaşlıları ve güçsüzleri
erzakın başında bekçi olarak görevlendiriyorlardı. Yaşlı­
lar mısır tarlalarına göz kulak oluyor ve kuşları kaçırı­
yorlardı, böylece işe yarıyorlardı ve "zalim zaruret" bir
şekilde etkisiz kılınıyordu.

İnsan yemek kendi başına yanlış değildir. Antropolog­


lar Spix ve Martius ile konuşan Miranhalı bir yamyam
konuyu şöyle açıklıyordu: "Bu bir alışkanlık meselesi. Bir
düşman öldürdüğüm zaman onu yemek ziyan olmasın­
dan iyidir. Kaplumbağa gibi yumurta bırakmadıkları için
büyük av hayvanı bulmak zordur. Üstelik kötü olan şey
yenmek değil, ölümdür . . . Siz beyazlar fazla naziksiniz! "

Herodotos'un bazı tuhaf hikayeleri için İkilem 75'e


bakınız.

İkilemler 5-7

Bu tür "kişisel ikilemler" çok yaygındır. İster bedava


tren yolculuğu yapmak olsun, ister istemeden aldığımız
şeylerle bir mağazadan çıkmak olsun, bu tür şüpheli bir
durumda kalmaktan kaçınanımız yoktur. "Kişisel çıkar"
ile "kişiler üstü ilkeler" arasındaki çelişkide kıstırılmışız­
dır. Thomas Nagel'e göre ahlak ikilemlerinin çoğu tam da
burada yer alır. Kant böyle bir ikileme düşmezdi çünkü
ikilemlerin varlığına asla inanmıyor, herkesin "mükem­
mel ödeve" uyabileceğini ve uyması gerektiğini öne sü-

255
rüyordu. Aksi takdirde mükemmel olmazdı. "Çözülemez
ikilemlerin" varlığına imkan tanımanın tehlikesi, rölati­
vizm denen etik gulyabaninin tek "mantıklı" yanıt olarak
ortaya çıkma ihtimalidir. Bundan korkan Kant, sistemleri
bu tür muğlaklıkları olanaksız kılmak üzere tasarlanmış
faydacılarla geçici ve iğreti bir ittifaka girer. Bununla be­
raber bizzat John Stuart Mili bile şunu kabul ediyordu:

Ahlaki sorumluluk konusuyla ilgili tartışmalı va­


kaların ortaya çıkmadığı hiçbir ahlak sistemi yoktur.
Bunlar, hem etik kuramın hem de vicdanın rehberli­
ğindeki kişisel yaşantının düğümlendiği çetrefilli nok­
talardır. Bireyin zekası ve erdemi ölçüsünde, pratikte
şu ya da bu şekilde aşılırlar.

Öyleyse gelin ahlaki ilkelerimizi birkaç çetrefilli nok­


taya uygulayalım.

İkilem 5
İnternet işlemi

Çoğu insanın vereceği ilk tepki (birçok ahlaki konuda


olduğu gibi) olası sonuçları hesaplamaktır: Bu gerçekten
yanınıza kalacak mı? İkincisi, başaramayacağınızdan
kuşku duyuyorsanız: Bunun bazı tatsız sonuçları olacak
mı? Bilgisayar şirketinin bu durumu bir gün fark edece­
ğini veya her şeyi kameraya kaydeden bilet denetçisinin
bir gün turnikelerde sizi sıkıştıracağını düşünüyorsanız
burada ahlaki bir ikilem bulmanız zordur; konu paranın
ödenmesi gereken kişiye en kısa sürede ödenmesini gerek­
tiren korkakça bir kişisel çıkar meselesinden ibaret olur.

Diğer taraftan, fark edilse dahi aradaki farkı ödeyip


durumdan hiç haberiniz yokmuş gibi yapmayı düşünü-

256
yorsanız, "pek çok kişinin yapacağı şeyi" yaptığınızı söy­
leyebilirsiniz. Bunun pek yeterli bir ölçü olmadığını hatır­
latayım. Platon "çoğunluğun" düşüncesini aşağılardı, bu
onun için bir tür anarşiydi.

Belki de durumunuzu desteklemek için 1 940'lı yıllar­


da Brains Trust'ın tanınmış ahlak uzmanı olan Profesör
Joad'u alıntılayabilirsiniz. Tren ücretini ödememesi için
Beelzebub'un ayarttığını dahi söylemişti . . . Fakat yaka­
landı ve rezil oldu. Ya da Bertrand Russell'dan alıntı ya­
pabilir, kamuoyunun tiranlığına karşı direndiğinizi söyle­
yebilirsiniz:

Bir insan açlıktan ölmemek veya hapse girmemek için


gerekli olduğu sürece kamuoyuna saygı duymalıdır. An­
cak bunun ötesine geçen her şey, gereksiz bir tiranlığa gö­
nüllü olarak boyun eğmek anlamına gelir ve mutluluğa
her şekilde engel teşkil edebilir.

Bertrand Russell "Sorgulayan Denemeler'inin" birin­


de bunu etkileyici bir yorumla yazmıştır. Ama ardından,
aslında bir şekilde "iki tür ahlaka aynı anda sahip oldu­
ğumuzu" belirtir: "Birincisi telkin edip uygulamadığımız,
ikincisi ise uyguladığımız ama nadiren telkin ettiğimiz ah­
laktır." ve herkes, "yaz günü başının etrafında dolaşan
sinekler gibi kendisini takip eden bu rahatlatıcı kanaat
bulutuyla" kuşatılmıştır.

Genel olarak, "her zaman doğru tutarı öde" gibi nes­


nel kuralları uygulayan insan sayısı göründüğünden daha
azdır. En azından bizim İnternet "işlemimizde" "kişisel
güven" ihlali yoktur. Bu, sahibine selam verip içeri gir­
diğimiz bir dükkan değildir. Uygulamada bu, bir başka
faktör olarak görünür -ilişkiler önemlidir-; tatlı ve yar­
dımsever bir kasiyer suratsız birinden çok daha fazla para

257
iadesi alacaktır. Ne var ki böylesi ayrımların ahlaki statü­
sü pek çok kuramda yer almaz. Belki bu ilgili teorilerden
kaynaklanan bir eksikliktir.

Fakat bundan sonra, para üstü verilirken ekstra bir


banknot aldığınızda toplumsal değerler üzerine yürütülen
bir program kapsamında kameraya çekilme olasılığınız
olduğunu da aklınızdan çıkarmayın. Adam Smith'in Ah­
laki Duygular eserinde yazdığı gibi, kendimizi başkaları­
nın bizi gördüğü gibi görebilseydik "köklü bir değişiklik
kaçınılmaz olurdu, aksi takdirde kendi görünümümüze
asla katlanamazdık! "

İkilem 6
Tost makinesi

Bu hikayede kişisel özgürlük, mahremiyet ve seçim


gibi etmenler söz konusudur. Çok değil, biraz. Bir oto­
matik veri tabanı tarafından ev arkadaşınıza gönderilmiş
olsa dahi postaya müdahale etme hakkınız yoktur. İkinci
olarak, doğru ya da yanlış, Sam'in ev arkadaşı böylesi ka­
talogları seven ve hatta bu tür harcamalar yapan biridir.
Bu bakımdan, burada pek ahlaki bir mesele yoktur; kata­
loğu çöp kutusuna kesinlikle atmamalısınız.

Sam kolaylıkla şeytana uyabilecek biriyse - ne de olsa


"kimse bilmeyecek" ve böylelikle herkes birçok sıkıntı
ve harcamadan kurtulacaktır - bir tür "faydacı" gerekçe
öne sürebilir: Bazı "haklar" tanınmasa da, toplam mutlu­
luk böylece artmış olur.

Kuşkusuz, (yukarıda da söz edildiği gibi) bu konudaki


en ünlü ahlaki düşünce deneylerinden birinde Sokrates,
arkadaşı Glaukon'a bir "kurala" göre hareket etmenin,
258
(örneğin malı sahibine iade etmenin) veya iyiye ve kötü­
ye dair bir strateji belirlemenin (iade etmenin sonuçlarını
hesaplamanın) her zaman doğru olup olmadığını sorar.
Sokrates'in verdiği örnek bir başkasını bıçaklamak için
bıçağını geri isteyen bir arkadaşına ilişkindir. Bu durumda
bıçağı vermemek doğru görünüyor ama önemsiz bir kata­
log söz konusuyken aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Platon'un bir başka diyaloğu Protagoras'ta, ihtiyaç du­


yulan şeyin bir faaliyetin (veya kataloğun) yol açabileceği
haz veya acıyı tartmak olduğu söylenir; bu da normalde
18. yüzyıl faydacılarıyla ilişkilendirilen "hedonist hesa­
bın" erken bir örneğidir (Hedone Yunancada haz demek­
tir; "hedonist" yani hazcı sözü, özellikle de hazla motive
olduğu anlaşılan herkes için evrensel olarak kullanılmak­
tadır.). Ne var ki gerçekte Yunanlar doğru yaklaşımın ne
olduğu üzerinde fikir birliğine varamamışlardır. Astronom
Eudoksos "hazzın" tek iyi olduğunu iddia edecek kadar
ileri giderken, Speusippos aksine, hazzın (ve acının) aynı
şeyin - yani kötülüğün - iki yüzü olduğunu söyler.

İkilem 7
Yalancı

Yalan söylemek konuşmak kadar eskidir, başka türlü­


sü de pek mümkün olamazdı. Herkes yalan söyler. Tanrı,
doktorlar, öğretmenler, filozoflar . . . Hatta bazı akıllı kuş­
lar dahi birbirlerine yalan söyler (Başka kuşların kendi­
lerini seyrettiğini bilerek yiyeceklerini bir yere saklarlar,
daha sonra gizlice gelip hepsini başka yere taşırlar. * ) .
Winston Churchill bir seferinde şöyle demiştir: Gerçek o

* Kuzgunlar, izleyen başka kuş yoksa yiyeceklerini sakladıkları yerde bırakır.

259
kadar önemli ve o kadar değerlidir ki, her zaman bir ko­
ruyucu ona eşlik etmelidir, o koruyucu da yalandır.

Fakat yalanın felsefi statüsü başka bir meseledir. " Çıl­


gın bıçakçı" hikayesinde Sokrates, her zaman doğruyu
söylemeyi emreden etik buyruk ile pratikte beraberinde
getirebileceği olumsuz sonuçlar arasındaki çelişki hakkın­
da Glaukon ile tartışır. Ayrıca, Platon Dev/et'inin kurucu­
larına da kendi kökenleri hakkında - ruhlarındaki "altın,
gümüş veya demir" hakkında - yalan söyleme izni ver­
miştir.

Ortaçağ'da bu mesele bilginler tarafından tartışılmaya


devam etmiştir; Thomas Aquinas "Yalan Söylemek Üze­
rine" uzun uzun yazmıştır ve hatta nadiren de olsa yalan
söylemeyi savunmuştur. Aquinas, Aziz Augustinus'un
"Yalan söyleyen dil ruhu öldürür. ", "Her yalan bir gü­
nahtır. " ve genel olarak "Yalan söylemek kötüdür ve her
zaman sakınılmalıdır. " gibi uyarılarına katılsa da, daha
sonra hepimiz gibi çamurlu sulara bir köşesinden ayak
basmıştır. Gerçekte, Augustinus'un yalan konusuyla ilgili
olarak sağlam bir pozisyon alabilmesi, tüm bu konularda
bireyin (ruhun) çıkarına vurgu yapma kararına dayanır
(Sonuçların canı cehenneme! ) . Bernard yalan söylerken
gerçekten herkesin mutluluğunu düşünüp tartıyorsa eğer,
Augustinus'un ahlaki dilinden çok farklı bir dilde konuş­
tuğu söylenebilir.

Belki de, (İkilem 47'de) kurbanın nereden geldiğine


dair yalan söylerken gördüğümüz İbrahim gibi (ve Kitab-ı
Mukaddes'i yorumlayan çevrelerde, İbrahim'in "kız kar­
deşim" dediği karısı Sara ile ilişkisinde yan çizdiği iddia
edilir), Bernard da sadece "hakikati gizlemeyi arzulamış­
"
tır , gerçekten yalan söylemeyi değil. Bunlar, Aquinas'ın

İbrahim'in lehinde bir şeyler söylemeye çalışırken sarf

260
ettiği sözlerdir; ancak aynı yola, daha yakın bir tarihte,
Britanya'nın en yetkili devlet adamlarından Sör Robert
Armstrong tarafından New South Wales mahkemesinde
"Spycatcher" vakası açıklanırken başvurulmuştur. İngil­
tere adına büyük bir ciddiyetle lafı kıvırarak, kendisinin
ve İngiliz hükümetinin tanıklığını şöyle beyan etmiştir:
"Bu yanlış anlaşılmaya yol açan bir izlenimdir, yalan de­
ğil. Hakikat tutumlu kullanılmıştır."

Yalancıların başvurduğu bir başka hile de, müphem


konuşan Seneca'nın da gözlemlediği gibi, evrenin akışına
ve değişimine atıfta bulunmaktır:

Bir kişinin verdiği söze bağlı kalması için hiçbir şey


değişmemelidir: Aksi halde, yalan söylediği iddia edileme­
yeceği gibi - çünkü koşullara bağlı olarak kafasında olan
şeyin sözünü vermiştir - verdiği sözü tutmamakla da suç­
lanamaz, nitekim koşullar aynı değildir.

(De beneficiis, iV)

Bu arada, öte yanda güvenilir kılıcını sallayan yalnız


adam Kant, yalancılar yüzünden akitlerin geçersiz ve etki­
siz olacağına dair uyarıda bulunur. Yalan söylemek, "tüm
insanlığı hedef alan bir kabahattir". Yalanın yanlış olması
için doğrudan zarar vermesi gerekmez, hatta iyi sonuçlara
vesile oluyor gibi göründüğünde dahi, hakikatte yol açtığı
genel çöküşe göre değerlendirilmelidir. "Dolayısıyla, tüm
beyanlarda gerçeğe sadık kalmak aklın kutsal ve mutlak
bir buyruğudur ve hiçbir şahsi menfaatle sınırlanamaz."
sonucuna varır (Bernard bu konuda yalan söyleyebiliyor­
sa başka konularda da söyleyebilir ve muhtemelen söyle­
yecektir.). Bir de Kant'ın sisteminin pratikte nasıl işledi­
ğini görelim, zira ne mutlu ki tarihte tam da buna uygun
bir örnek var.

261
Ahlaki hükmün tehlikeli kürsüsüne bir filozofun göz
dikmesinden etkilenen Maria von Herbert, 1 79 1 'de
Kant'a çok uzun süredir kendisinin hayranı olduğunu ve
en mahrem ilişkilerinde bile " doğruyu söyleme ilkesine"
uygun davrandığını yazar.

"Bir inançlının Tanrısına yalvarması gibi," diye baş­


lar Maria coşkuyla, "beni ölüme hazırlamanız için sizden
yardım, teselli ve öğüt dileniyorum. " Görünüşe göre aşı­
ğına önceki bir ilişkisinden söz eden Maria, "bu uzatmalı
yalandan" dolayı adamı rencide etmiştir. " İçinde kötülük
olmamasına karşın" diyor, "bu yalan aşkının sona erme­
sine yetti." "Onurlu bir adam" olan aşığı bundan sonra
"arkadaş" kalmalarını önermiştir. "Ama bir zamanlar
bizi birbirimize bağlayan o içten gelen duygu artık yok ve
yüreğim binlerce yanan parçaya ayrılıyor! "

Oldukça trajik bir durum. Maria, onu intihar etmekten


alıkoyan tek şeyin Kant'ın intihar eleştirisi olduğunu söy­
lüyor. Kant ertesi bahar Maria'ya cevap verir (Bu, e-pos­
tanın yazışma hızını belirlediği günlerden önceydi tabii.).
Maria'nın açık iyi niyetiyle ilgili birkaç nazik sözden sonra
katı bir tonla ödevden söz eder: "Böylesi bir aşk kendisini
bütünüyle açmak ister ve diğer kişinin de gönlünü aynı şe­
kilde paylaşmasını bekler; güvenilmez ketumlukla zayıfla­
tılmamış olmalıdır." Böylesi bir açıksözlülük bir çiftin ay­
rılmasına neden olursa, bunun nedeni "sevgilerinin ahlaki
olmaktan çok fiziksel olmasıdır" ve zaten çok geçmeden
sönüp gidecektir. Tescilli bekar Kant, iç çekerek bunun ha­
yatta sık sık karşımıza çıkan bir talihsizlik olduğunu söy­
ler. Ne iyi ki hayat insanlardan duyduğumuz hazza bağlı
olduğunda "yaşamın değeri abartılmış olur" .

Bir yıl sonra yanıt veren Maria, yaşamı artık daha boş
bulsa da en sonunda Kant tarafından çerçevesi çizilen

262
ahlakın en yüksek düzeyine erişmeyi başardığını söyler.
Artık her şeye karşı kayıtsızdır ve sağlığı bozulmuştur.
Tıpkı en iyi ahlak filozoflarını olduğu gibi, "Geçen her
gün beni yalnızca ölüme yaklaştırdığı için ilgilendiriyor. "
Portresinde "Saf Aklın Eleştirisi'nin kanıtı olduğu katılığı
değilse bile", "engin bir sakinlik ve manevi derinlik" gör­
düğü Kant'ı ziyaret etmek istediğini söyleyip "ruhunun
dayanılmaz boşluğunu dolduracak bir şey sunması" için
Tanrı'ya yalvarmaktadır.

Fakat görünüşe göre bu konuda Kant'ın sunabileceği


hiçbir şey yoktu.

İkilem 8
Şüpheli bağışçı kliniği

Bu ahlaki mi? Ahlaki olmak bir yana, Dr. Adanmış


görevinin bu olduğunu düşünüyor. Ancak kliniğin kanti­
nindeki diğer meslektaşları planının Hipokrat yeminini,
yani "zarar vermeme" kuralını ihlal edeceği konusunda
onu uyarıyorlar, mesele burada kapanıyor.

İkilemler 9 ve 10
Meşhur üstgeçit ikilemi ve insan gülle

"Vagon ikilemleri" birçok biçimde ortaya çıkar, kimi


zaman derin madenlerin dibinde, kimi zaman egzotik
ormanlarda, kimi zaman soğuk, sert ve düz mantıksal
formlarda, kimi zaman ise burada ayrıntılı olarak incele­
diğimize benzer alengirli dramlar biçiminde . . . Ama bun­
ların en ilginç tarafı "cevabın" ne olduğu değil, insanların
cevap olduğunu düşündükleri şeydir.

263
Zira gorunuşe göre insanların büyük çoğunluğu,
Fred'in yabancıyı hızla giden vagonun önüne itmek ye­
rine vagonu öteki yola yönlendirebileceğini söyleyecektir.
Filozoflar kadar psikologlar da bunu çok anlamlı bulur­
lar, (psikolog Jonathan Haidt'in dediği gibi) ahlaki akıl
yürütmenin gerçekten sezgisel ve duygusal bir süreç oldu­
ğunu, alınan kararlara dair "gerekçelerin", bu sezgilerle
konu hakkında çoktan karar verdikten sonra üretildiğini
öne sürerler.

İnsanlar "bir kişinin hayatı pahasına beş kişiyi kurtar­


manın çok daha iyi olduğunu" söyleyerek vagonu öte­
ki yola sokmak konusunda hemfikir olabilirler, bu her
zamanki "yararcı" çizgidir. Ama sonra, hangi nedenle
olursa olsun masum bir canın alınmasının yanlış olacağı­
nı söyleyerek yabancıyı vagonun geldiği yola itmeyi red­
dederler. Böylelikle, zihinsel "gerekçelerini" , "kategorik
buyruk" ve ihlal edilemez ilkelerle ilgili "Kantçı" muha­
kemelerin hattına taşırlar. Psikologların ayrıca, etkileyici
beyin tarama sonuçları vardır: Bunlara göre beynin man­
tıksal bölümleri sessizce problemin ilk kısmını işlemden
geçirir; "duygusal" bölümleri ise ikinci kısım üzerinde
fazla mesai yaparlar.

Bu konuya farklı bir açıdan bakmanın yolu da, sonuç­


lar "aritmetik olarak" eşit olsa dahi farklılığın "niyette"
yattığını söylemektir. Bu, filozofların "çifte etki" doktrini
dedikleri şeydir: İyi bir amaçla gerçekleştirilen kötü ey­
lemler etik değildir ama aynı ölçüde zararlı "yan etkilere"
neden olan iyi bir eylem "meşrulaşır" . Örneğin, ABD'nin
"teröristleri" öldürmek için restoranları bombalamasına
izin verirken teröristlerin "ABD'ye saldırmak" için res­
toranları bombalamasını yasaklayan işte bu doktrindir.
Tabii ki şeytan her zaman ayrıntıda gizlidir.

264
"Vagon" ikilemleri, en azından (elbette daha az ilginç
olan) buna benzer ikilemler üniversite laboratuvarların­
da gönüllülere sunulmuştur ve tepkileri dikkatle değer­
lendirilmiştir. ABD'de araştırmacılar, yaşanan durum bir
insanın köprüden atılması gibi duygusal tepki yaratan
bir durum olduğunda, deyim yerindeyse "hiçbir eylem­
de bulunmamak" kararının çabucak ve "irrasyonel" bir
şekilde alındığını buldular. Fakat söz konusu durum bey­
nin "mantıksal merkezleri" tarafından işleme tabi tutul­
duğunda karar daha yavaş alınır. Bunun nedeni mantığın
çok zor ve karmaşık olması değil, Princeton Üniversi­
tesinden bir profesörün ortaya koyduğu şu durumdur:
"Duygusal tepkiniz 'hayır, hayır, hayır' der, bu yüzden
'evet' diyecek olan birinin bu tepkiyle mücadele etmesi
gerekecektir. . . Bunu, duygulara karşı çıkan insanların
yavaşlamasında görebilirsiniz. "

Çok da önemli değil ama benim fikrimi soracak olur­


sanız (en nihayetinde bu bir vagon ikilemi), vagonun
öteki yola yönlendirilmesi gerektiğine katılıyorum, zira
bulanık mantıkla düşünürsek kelebek toplayan hanıme­
fendi el arabasının geldiğini duyup kenara kaçabilir. Bu
anlamda, onu öldürdüğüm konusunda emin olamam.
Elbette, yine bulanık mantıkla aynı iddiada bulunarak,
vagonu Üzerlerine saldığımızda beş işçinin de aynı is­
tisnai değişiklikle kurtulabileceklerini öne sürebiliriz.
Benzer şekilde, genci köprüden itecek kişi de başına ge­
lebileceklerden "emin olmadığını" iddia edebilir. Gerçek
yaşamda olduğu gibi, böylesi ikilemlerde çoğu zaman en
kolay yol, olacaklardan "emin olmadığımızı" öne sür­
mektir. Bu sırada vagonlar korkunç randevularına doğru
fırlayıp giderler . . .

265
İkilem 1 1
Zulmün ilk aşaması

William Hogarth, 1 8 . yüzyılda The Four Stages of the


Descent into Cruelty (Zulme Alçalışın Dört Aşaması) adlı
bir dizi gravür yapmıştır; günümüzde Rakes Progress
daha çok bilinse de bu gravürler o zamanlar oldukça po­
pülerdi. Bu çekici oda dekorasyonları, sanatçının söylediği
gibi, "aşağı sınıflara özgü kimi kötülükleri" betimler. Tom
Nero ve sokak çocukları bu sahnede hayvanlara işkence
etmekten zevk alıyorlar. Tom bir köpeğe anlatılamaz şey­
ler yaparken kediler asılıyor, hatta yukarıda, soldaki pen­
cerelerden aşağı fırlatılıyorlar ve ön planda, çocuksu bir
yaratıcılıkla, bir köpeğin kuyruğuna kemik bağlanıyor.

İkinci aşama? Burada da hayvanlara işkence vardır;


amaçsızca itlaf edilen koyunlar ve atlar tasvir edilir. Üçün­
cü aşamaya gelindiğinde Tom insanlara zulmetmeye baş­
lamıştır, muhtemelen tecavüz ettiği bir kadının gırtlağını
kesmektedir. Dördüncü dehşet verici sahnede ise adaletin
bıçağı bu kez Tom'un kendisini kesip biçer. Cesedi şimdi
bir anatomi dersinde kullanılmakta, bir köpek köşeye fır­
latılan midesini keyifle dişlemektedir.

Zulme Alçalışın Dört Aşaması, hedef kitlesi olarak


sabıkalı sınıfların ahlaksız dünyasını seçen belki de tek
"büyük sanat eseridir". William Hogarth ( 1 697-1 764),
sıradan halkın toplumu yutabilecek olan eşi benzeri gö­
rülmemiş bir kötülük seliyle karşı karşıya bulunduğu bir
çağda yaşamıştı ve tek umudu, yeni ortaya çıkan ahlaki
bozulmanın ilk işaretlerine vurgu yapmaktı.

Descartes'ın zulme alçalışının dört aşaması: aşama 1

Bizler makine miyiz? Elbette. Hatta birçok filozof ma­


kinelerle aramızdaki benzerlikleri vurgulamıştır. Örneğin,

266
David Hume'un ( 171 1 -76) söylediği gibi: "(Hayvanların
tüm davranışlarının) bir akıl yürütme sonucu gerçekleş­
tiğini, bu akıl yürütmenin insan doğasında görülenden
farklı olmadığını ve farklı ilkeleri temel almadığını iddia
ediyorum." Bu "mekanik dünya görüşünün" önemli so­
nuçları olmuştur.

"Modern" felsefenin babası, Fransız biyolog ve mate­


matikçi Rene Descartes ( 1596-1650) dünyayı iki parçaya
ayırdığında - zihinlerin zihinsel dünyası ve bedenlerin fi­
ziksel dünyası ("düalizm" ) - filozofların değer verdiği her
şey ruhların yer aldığı düşünceler dünyasına aitti. Ne ya­
zık ki hayvanlar yalnızca fiziksel dünyaya aittiler. Descar­
tes hayvanları ruhları, akılları ya da duyguları olmayan
basit makineler olarak gören, klinik anlamda indirgeyici
bir düşüncenin öncülüğünü yaptı. Descartes'a göre, acı
içinde bağıran bir köpeğin çığlığı, tıpkı bir makinenin gı­
cırtısı gibi sadece mekanik bir gürültüydü .•;

Bilim 1 7. yüzyılda oldukça hızlı ilerliyordu ve Descar­


tes'ın görüşleri hem dini hem de bilimsel çevrelerde büyük
rağbet görüyordu. Aynı zamanda hayvanların deneylerde
kullanılmasına karşı tüm ahlaki itirazların ortadan kalk­
ması savunuluyordu. İtiraz eden yalnızca birkaç kişi kaldı.
Bunlardan biri Henry More ( 1 6 1 4-87) idi. Descartes ile
yazışmalarında More, hiç kimsenin hayvanların ruhları
ya da öte dünyada payları olmadığını kanıtlayamayaca­
ğını yazıyordu. Hayvanların ruhtan ya da öte dünyadan
yoksun bırakmak yalnızca "dar kafalılıktan ve kendine
aşırı değer verip diğer yaratıklardan nefret etmekten"
kaynaklanabilirdi. More, dünyanın yalnızca insanlar için
değil, başka yaratıklar için de yaratıldığını hatırlatıyordu.
Kendisine destek olması için Kitab-ı Mukaddes'ten alın­
tı yaparak insanların hayvanları merhametle yönetmesi

*
Ayrıca bkz İkilem 24.

267
gerektiğini söylüyor ve kısıtlanmaması halinde insanın
hayvanlara uyguladığı şiddet ve istismarın insanların
da birbirlerine aynı şekilde davranmalarıyla sonuçlana­
cağına dair uyarıda bulunuyordu. "Yabani hayvanların
mutluluğuna ya da yaşamına kasteden her kimse," diye
yazıyordu More, "öyle adaletsizdir ki, kanunlar onu sı­
nırlamadığında insanlara karşı da zalim olacaktır."

İkilem 12
Aşama 2: Başka türlü yapmak da mümkün

Özgür irade bir kurgudur ve çok faydalıdır. Buna


göre bir seçim yaptığımızı düşündüğümüzde gerçekten
de bir seçim yapmış oluruz. Elbette, kimse bu özgürlü­
ğün gerçek mi yoksa sadece bir yanılsama mı olduğunu
bilemez. Kimileri - belirlenimciler - her kararın önceden
belirlenmiş olduğunu söyler: Kararlarımız koşullar, gen­
ler, kimya ve hatta Nietzsche kitapları ya da herhangi bir
faktör tarafından belirlenir (bkz. İkilem 92). Bu tür bir
determinizmin sınırlarını görmek açısından, William Ja­
mes ( 1 842-1 910) fiziksel dünyada her şeyi birazcık belir­
siz kılan bir "rastlantısallık" bulunduğunu söyler. Elbette,
gerçekte tam olarak özgür olmasak dahi sanki öyleymişiz
gibi davranılmak bizim için en iyisi olabilir.

Öyleyse özgür irade neden bir kurgudur? Davra­


nışlarınızdan sorumlu olmanız için kararınızı yalnız­
ca özgür olarak vermeniz yetmez, aynı zamanda her
koşulda böyle bir kararı özgürce verebilen biri olarak
kararınızdan sorumlu tutulmanız da gerekir de on­
dan. Olduğunuz şeyden sorumlu tutulabilmelisinizdir.
Mantıksal anlamda sorumluluk sonsuzdur. Kant, her
ne kadar insan özgürlüğünün nasıl mümkün olduğu-

268
nu anlayamayacağımızı belirtse de, onun varlığını ka­
bul etmemizi söyler; özgürlük "numenal" benliğe ( her
gün gördüğümüz fiziksel benlik değil) aittir ve numenal
dünya sıradan neden sonuç kurallarının geçerli olduğu
dünyanın dışındadır.

Öyleyse Descartes neden bunu insan olmanın anahta­


rı gibi görmektedir? Descartes yenilikçi bir matematikçi
ve çok yetenekli bir bilim insanıydı. Işığın kırılım yasaları
üzerine yaptığı çalışma optikte bir kilometre taşıydı. Ne
var ki felsefesi büyük ölçüde Aristoteles'ten izler taşıyor­
du; Aristoteles de bilimi, matematiği ve felsefi spekülas­
yonu karıştırmak istemiş ve problemli sonuçlar ortaya
koymuştu. Descartes'ın çağdaşı Thomas Hobbes Leviat­
han' ın sonunda "Antikler" için şunları söylüyordu:

Akıl yürütme yöntemleri olan mantık, sözcükleri esir


alıp karmaşıklaştırmanın çeşitli yollarının icadından baş­
ka bir şey değildir . . . Eski filozofların bazılarını devam
ettirmemeleri kadar saçma bir şey yoktur. Ve inanıyorum
ki bugün Aristoteles'in Metafizik eserinden daha saçma
ve Etik eserinin büyük bölümünden daha cahilce bir şey
söylenmemiştir; Politika eseri kadar devlet işlerine ters
bir şey yazılmamıştır.

Elbette herkes buna katılmayacaktır. Ama hiç kuşku­


suz en büyük filozoflardan bile kuşku duymak gerekir.
Birçok insan, Descartes'ın en büyük zaferinin - zihin ve
madde ayrımı - aynı zamanda onun en büyük hatası ol­
duğuna inanıyor. Felsefeyi insanların doğanın bir parçası
olduğu düşüncesinden uzaklaştırarak dil, kültür ve top­
lumsal hayatın dışında yer alan sahte bir "insan idealine"
yönelttiği için Descartes'ı özellikle suçlayan "pragmatist
ekolün" (John Dewey ve C. S. Pierce de bu ekolde yer
alıyordu.) bir mensubu da William James'ti.

269
Descartes'ın kafasına "insan rasyonel bir hayvandır"
nosyonunu takmasının nedeni de Aristoteles'ti. Bu görüş
(kategorik) bir hata olmanın biraz ötesindedir. Bütün
hayvanlar rasyoneldir: Amaçları ve stratejileri, hafızaları
ve duyguları vardır. Çinli filozoflar bunun yerine "İnsan
ahlaklı bir hayvandır. " demişlerdir ki bu, insanları insan
olmayan varlıklardan ayırt etmenin çok daha makul bir
yoludur. Ne var ki bu insanlık nosyonuna takılıp kalan
Descartes, tüm dünya teorisini Aristoteles'in ayrımının
üzerine inşa etmiştir.

Hayvanların bazı eylemlerinde bizden çok daha üstün


bir beceri sergilemelerine rağmen, diğerlerinde hiç beceri
sergileyemiyor olmaları da çarpıcı bir gerçektir. Bu anlam­
da, bazı şeyleri bizden daha iyi yapabiliyor olmaları akıl­
lı olduklarını kanıtlamaz zira bu durumda hepimizden
daha akıllı olmaları ve her konuda bizi geride bırakmaları
gerekirdi. Bunun yerine, görünüşe göre akla sahip değil­
dirler; onları organlarının yapısına göre doğa hareket etti­
rir. Tamamen çarklar ve ağırlıklardan oluşmakla birlikte
tüm bilgeliğimize rağmen saati bizden daha iyi söyleyen
ve zamanı bizden daha iyi ölçen saatler gibidirler.

Ayrıca, konuşmayı hem makineler tarafından taklit


edilebilen hem de hayvanlar tarafından sergilenebilen do­
ğal hareketlerle karıştırmamalıyız, bunlar arzuları ortaya
koyarlar. Antik filozofların bir kısmının düşündüğü gibi
hayvanların konuşabildikleri fakat bizim onların dilleri­
ni anlamadığımız yanılgısına da düşmemeliyiz. Bu doğru
olsaydı, bize benzer pek çok organları olduğu için düşün­
celerini kendilerine olduğu kadar bize de rahatlıkla ifade
edebilirlerdi.

270
İkilem 13
Sondan bir önceki aşama: iki test

M.S. 3 . yüzyılda yaşayan Porphyry, yazılarında bir


altın çağa atıfta bulunmuştur. Porphyry'ye göre hayvan­
ların hakları vardır. Hayvanlar bizim kardeşlerimizdir.
Hayvanlar yaşamla, duygularla, düşüncelerle, hafızayla
ve çalışmayla donatılmışlardır. Hayvanlarda eksik olan ve
onları insanlardan ayıran tek şey, konuşma yeteneğinden
mahrum olmalarıdır. "Buna da sahip olsalardı," diye so­
rar Porphyry, "onları öldürüp yemeye cüret edebilir miy­
dik? Bu kardeş katline cüret edebilir miydik? " Porphyry,
hayvanların gerçekte eskilerin anladıkları söylenen bir
dilleri olduğunu da belirtir. Kuşlar ve hayvanlar iletişim
kurabiliyor fakat insanlar onları artık anlayamıyor.

Her halükarda, belki de durum Brigid Brophy'nin (d.


1 929) söylediği gibidir:

"Duyarlı" yaftası insanların zalimliklerini kabul et­


memek için kullandıkları bir kaçış yoludur, bununla du­
yarlı olmanın zalim olmaktan daha kötü olduğunu ima
etmek isterler ki değildir . . . Hayvanları insanlardan üstün
ya da onlarla eşit tutmuyorum. Hayvanlara düzgün dav­
ranmayı salık veren argüman, tamamen kendimizi üstün
bir tür olarak görmemize dayanıyor. Biz benzersiz bir ha­
yal gücü, akıl ve ahlaki seçim yeteneğine sahip bir türüz
ve hayvan haklarını kabul etme ve bu haklara saygı gös­
terme sorumluluğumuz tam da bundan ileri gelir.

Descartes'ın düşüncesi yalnızca hayvanlara değil in­


sanlara da nasıl muamele edileceğine dair önemli sorular
ortaya çıkarıyor. Descartes dirikesim işlemini bitirdikten
sonra bu konuya yeniden döneceğiz.

271
İkilem 14
Son Aşama: ölümsüz uzuv

Kitab-ı Mukaddes'te geçen birçok pasaja göre, hay­


vanlar da insanlar gibi "yaşam nefesine" sahiptir (Tekvin
7: 15, 22) . Ne var ki Aristoteles ve takip eden aziz bilgeler
Augustinus ve Aquinas'tan (Descartes'ın sesinde yankıla­
rı duyulur) etkilenen Kilise, konumunu değiştirerek hay­
vanların ruhtan ya da kutsallıktan yoksun olduğu inan­
cını geliştirdi (Macon Meclisi [M.S. 5 85] sırasında yine
Aristoteles'in izinden giden Kilise bu sefer de kadınların
ruhu olup olmadığını tartıştı!).

Antik Yunanlar yine de genel olarak daha kapsayıcıydı­


lar. Hippokrates (yak. M.Ö. 460-377) açıkça "Her biri fark­
lı bedenlerde olsa da ruh her canlıda aynıdır." derken, Pyt­
hagoras da bir köpek yavrusuna eziyet eden adama şu ünlü
sözleri söylemiştir: "Ona vurma. Onun bedeninde benim bir
arkadaşımın ruhu var. Havlayınca sesinden tanıdım."

İkilem 15
Gygcs'in yüzüğü

İlk bakışta, Gyges'in yüzüğü hikayesi insan doğasını


konu alır. Fakat hikayenin özgün biçiminin bulunduğu
Platon'un Dev/et'inde (ikinci kitap) topluma dair daha
geniş bir tartışmanın içinde yer alır. Glaukon söz konusu
hikayeyi burada Sokrates'e "doğru" ve "yanlış" hakkın­
daki düşüncelerinin daha yüce bir şeyden ziyade sıradan
bencillikle ilgili olduğunu göstermek amacıyla anlatır. Bu­
nun en arzu edilen şeyi yapmak - yanlış bir şey yapıp ceza
almamak - ile en arzu edilmeyen şeyi yapmak - bundan
ötürü mutsuz olmak ve bu konuda hiçbir şey yapama­
mak - arasında bir uzlaşma meselesi olduğunu söyler. Bu

272
anlamda, Gyges'ın yüzüğü hikayesi, vatandaşların güven­
liklerini özgürlükleriyle takas ettikleri hayali bir anlaşma­
nın, toplumsal sözleşmenin de hikayesidir.

Glaukon haklı mıdır? Elbette Sokrates buna katılmaz


ve yanlış davranışlarda bulunan kişilerin kendi içsel uyum
ve dengelerini kaybederek ağır bir bedel ödeyecekleri dü­
şüncesini ortaya koymak için "daha geniş çaplı" toplum
argümanına başvurur. Sokrates'e göre, Gyges gibi biri aşı­
rılıkları nedeniyle baştan çıkarak, yalnızca bir çobanken
izlediği (varsayılan) ahlaklı yolun sağladığı manevi fayda­
ları yitirecektir.

Gerçekte, hepimiz bu faydaları yitirmeyi umursamaz


gibi görünen yoldan çıkmış pek çok kişiyle karşılaşıyoruz,
bu yüzden Sokrates'in yanıtı hiç de inandırıcı değildir. Di­
ğer taraftan, buna ancak bir öğüt gibi bakarsak durum
böyledir. Yunanlar toplumu bireyden daha önemli gör­
düklerinden, Platon'un "denge" ve içsel uyumu koruma
argümanı her halükarda çok daha ikna edicidir. Mel­
bourne kenti buna örnek verilebilir. 1 923'te Melbour­
ne'da 800 polis greve gittiğinde, önceden kendi hallerin­
de ve kanunlara uyarak yaşayıp giden vatandaşlar çok
geçmeden isyan ve yağmadan başka bir şey düşünmeyen
karmakarışık bir güruha dönüştü. Görünüşe göre, Ulusal
Güvenlikten gelen 6.000 askerin "görünürlüğü" yeniden
tesis etmesi ve insanları tekrar ahlaklı olmaya zorlaması
herkesi çok memnun etmişti.

İkilem 16
Aziz Augustinus'un acıklı öyküsü

Augustinus, aslında Platon'un Gyges'in hikayesiyle


yaptığı gibi eski bir meseleyi yeniden gündeme getiriyor.
Tek farkı Augustinus'un zıt görüşü kabul etmesidir: Ben-
273
cillik bizi bilerek yanlış şeyi yapmaya kışkırtabilir. Şükür
ki iş burada bitmiyor. Hikayede pozitif mantığa neşeli bir
dönüş sergileniyor.

Ve bozulmuş olsa bile her şeyin iyi olduğunu açık bir


şekilde anladım. Mükemmel ölçüde iyi olsalardı bozu­
lamazlardı; fakat iyi olmadan da bozulamazlardı. Mü­
kemmel biçimde iyi olsalardı bozulamaz olurlardı. Diğer
taraftan, hiç iyi olmasalardı bozulacak bir tarafları da
olmazdı.

Öyleyse bu iki sonuca götürür: Bozulma zarar vermez


(böyle olmadığı açıktır) ya da bozulan her şey iyilikten
yoksun kalır. Fakat iyilikten tamamen yoksun kalsalar­
dı yok olurlardı. Zira varlarsa ve tamamen bozulamı­
yorlarsa daha iyi olacaklardır çünkü bozulamaz olarak
kalacaklardır. Tüm iyiliğini kaybettikten sonra daha iyi
olduklarını söylemekten daha korkunç ne olabilir? Bu
durumda, tüm iyiliklerini yitirdikleri için varlıkları sona
erecektir. Dolayısıyla var oldukları sürece iyidirler. Bu ne­
denle, va r olan her şey iyidir.

Bundan hareketle, kökenini aramakta olduğum kötü­


lüğün tözü yoktur; zira bir töz olsaydı, iyi olurdu.

Ne rahatlatıcı sözler, en azından armut ağacı sahipleri


ıçın.

İkilem 1 7
San İmpara tor için dengeli bir mesel

Antikler her şeyin birbirine bağlı olduğuna ve bir


insanın sağlığının doktorların ve Descartes'tan sonraki
filozofların büyük ölçüde izlediği mekanik modelden

274
daha incelikli bir konu olduğuna inanıyorlardı. Qi Bo,
bedendeki Qi akışını geliştiren ve evrenin geri kalanıyla
uyumlu hale getiren esneme, masaj ve özel nefes alma
tekniklerini içeren Dao-in gibi uygulamaları öneriyordu.
İnsanların ölçülü ve düzenli aralıklarla yemesini, makul
zamanlarda uyanıp dinlenmesini, bedenlerini ve ruhları­
nı fazla şımartmaktan ve aşırı stresten kaçınmalarını tav­
siye ediyordu.

Sarı İmparator'un yaklaşımı Platon ve Aristoteles'in


yazılarında yankılanır; b4 isimler de ölçülülük ve denge ih­
tiyacına vurgu yapmışlar ve insanların hasta oldukları için
kötü davrandıkları görüşünü savunmuşlardı. Daha açık
söylemek gerekirse "dengesiz" oldukları için... Elbette, bu
bakış açısı günümüzde de pek yaygındır. Örneğin kötülü­
ğü bariz insanlar için "hasta ruhlu" ifadesini kullanırız.

Modern tıbbın bedensel rahatsızlıkları (yalnızca) fi­


ziksel çözümleri olan fiziksel sorunlar olarak ele alması­
na benzer şekilde, "fortçuluk" (toplu taşıma araçlarında
cinsel güdülerle başkalarına sürtünme dürtüsü) veya "po­
gonofobi" (sakal korkusu) gibi daha egzotik olanlardan
"DEHB" gibi daha dünyevi olanlarına kadar pek çok
"psikolojik" rahatsızlıkta da kimyasallar suçlanır ve hat­
ta belki de kimyasallar tedavi yöntemi olarak görülür.

Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)


hızla yayılan bir hastalıktır. Amerikalı çocukların beşte
birinde görülen bu hastalığın temel özellikleri arasında
huysuzluk, ortak çalışmaya yanaşmama ve başkalarına
saldırma eğilimleri yer alır. DEHB'nin özelliklerinden biri
de, yapılan hareketlerin sorumluluğunu almamaktır, bu
yaklaşımın (suçu hep "başkalarının" üzerine atmak) pek
işe yaradığı söylenemez. Qi Bo yalnızca Sarı İmparator'a
değil, Gyges ve Augustinus gibilere de etik, dengeli yaşa-

275
mı seçmeleri ve "etik olmayan" yaşamdan vazgeçmeleri
için bir neden daha önerir. Ne var ki bu da kesin bir reçete
değildir.

Bir parça lokum

Bu tür deneylerin çokça yapıldığı 1 970'li yıllarda, Walter


Mischel adlı bir psikolog çocuklar üzerinde klasik bir de­
ney uyguladı. Dört yaşında çocuklardan oluşan bir grubu
içinde bir zil ve kocaman, kışkırtıcı bir lokum bulunan bir
odaya bıraktı ( Bir lokumun gerçekten de kışkırtıcı olup
olamayacağına dair yersiz fakat felsefi soruyu bir kenara
bırakalım . . . ).

Çocuklara zili çalarlarsa odaya gelip lokumu yemelerine


izin verileceğini söyledi.

Deneyin zekice tarafı şuydu: Çocuklar bekledikleri takdir­


de birkaç dakika içinde gelecek ve bu lezzetli lokumlardan
iki tane verecekti.

Gördüğünüz gibi bu, çocukların arzularını nasıl kontrol


edebildiklerini görmek için yapılan bir deneydi. Bazıları
hemen "pes edip'', zili çaldı ve lokumu yedi (Deneyi yü­
rüten kişi hakkında etik sorular sormasak iyi olur.). Fakat
diğerleri, yapılacak en iyi şeyin ne olduğunu düşünürken
gözle görülür içsel "çelişkiler" yaşadılar, oldukları yer­
de sallandılar, karşı konulmaz cazibe karşısında gözle­
rini yumdular; hatta tekmeler savurup kıvrandılar! Bay
Mischel kendisini bilime adamış bir psikolog olduğundan
çocukların bu şekilde on beş dakika kadar mücadele etme­
lerine izin verdi.

Deneyin en ilginç yanı, isteklerini kontrol edebilen çocuk­


ların aynı zamanda okullarında ve daha sonraki yaşam­
larında da başarılı olmalarıydı. Kendilerini kontrol ede­
meyen çocuklar ise vasat sonuçlar elde ediyor ve zorbalık
eğilimi sergiliyorlardı.

276
İkilem 1 8
Stoacı Chrysippus'un çileci öyküsü

Aslında, Chrysippus'u çok utanç verici ve açık saçık


şeyler yazdığı için kötüleyen insanlar vardır. Örneğin,
Antik Doğa Tarihçileri adlı bilimsel eserinde Jüpiter ile
Juno'nun hikayesini anlatan çok edepsiz bir pasaj vardır;
buradaki 600 dizeyi "ağzını bozmadan tekrarlayacak"
kimse yoktur.
Utanılacak zevklerden konuşuyorsak (öyle olduğunu
farz ediyorum) aynı zamanda SEKS hakkında konuşuyo­
ruz demektir. Filozoflar seksten hoşlanmazlar. Her şeyden
önce son derece irrasyoneldir. Çoğu, en azından prensipte
sekse karşıdır. Platon Sokrates'e her zamanki retorik tav­
rıyla Glaukon'a şöyle sordurur: "Gerçek aşkın taşkınlık
ya da herhangi bir aşırılıkla ilgisi olabilir mi?" Glaukon
elbette hayır cevabını verir, ama Sokrates alışılmadık bir
biçimde konuyu devam ettirir:

SOKRATES: Gerçek aşkın bu cinsel zevkle hiçbir ilgisi


olamaz ve gerçek aşıkların hiçbirisi buna
boyun eğmemelidir.
GLAUCON: Elbette eğmemelidir, Sokrates.
SOKRATES: Sanıyorum kurduğumuz (tartıştığımız) dev­
lette, karşısındaki izin verdiği ve iyi niyetli
olduğu takdirde, bir aşığın erkek arkada­
şıyla arkadaşlık etmesine, tıpkı bir babanın
oğluna yaptığı gibi onu öpüp dokunması­
na izin verecek yasalar yapacaksın; ancak
sevdikleriyle ilişkisinde bunun ötesinde en
ufak bir kuşkuya yer olmayacaktır. Aksi
takdirde bunu yapan kişilerin zevksiz ve
eğitimsiz insanlar oldukları düşünülür.
GLAUKON: Evet, böyle yasalar yapacağım.
(Devlet, Kitap ill, 403)
277
Ne var ki putları yıkan Alman filozofu Arthur Scho­
penhauer (Avrupa iş çevrelerinde kariyer yapmak için iyi,
hatta kozmopolit bir isim olduğundan Arthur diye çağ­
rılıyordu fakat o ne yazık ki felsefeyi seçti.) hiç kuşkusuz
haklıdır. Schopenhauer'a göre üreme dürtüsü, ister cinsel,
ister daha saygın deyişle hayat vermek amaçlı olsun, öyle­
sine güçlüdür ki temel nitelik taşır ve filozoflar insan ya­
şamının doğasını tartışırken bu dürtüye atıfta bulunma­
dıkça önemli bir konuyu atlamış olacaklardır. En azından
Platon, o zamandan beri "platonik" denen evlat sevgisine
değer veriyordu. Ne yazık ki Hıristiyan Kilisesi Sokrates
ile Schopenhauer arasında geçen bin yıllık dönemde "seks
yok" öğretisinin oldukça aşırıya kaçan bir versiyonunu
öğretmiştir. Bu dönemde sekse karşı oldukça acayip ve
ikiyüzlü yaklaşımlar sergilenmiştir. Bu nedenle en iyisi bir
doktora danışalım. Dr. Wilfred Barlow The Alexander
Principle ( 1 973) kitabında şöyle vurguluyor:

Ahlak felsefesi, özgür irade ve seçimler üzerine sayısız


bilimsel eser yazılmıştır. Sayısız teoloji iyi yaşam, gökler,
yasaklanan şeyler ve bir gün gelecek gazap üzerine görüş
bildirmiştir. Tüm bu külliyatın içinde bir yerlerde, gençle­
re ( veya y aşl ılara) cinselliğin yaşanıp yaşanmaması ve ne
zaman yaşanacağıyla ilgili faydalı bir tavsiye verildiğini
düşünebilirsiniz.

Barlow klinik bir tavırla hatırlatır: özellikle kendi


başınızayken. "Ahlak felsefesinin kuru metinleri . . . Bu
cinsel ikilemi göz önünde tutsalardı kesinlikle çok satan
eserler olurlardı. " Yine de "ahlak felsefesi üzerine yazı­
lan eserlerin çoğu", bu "büyüleyici itki ve tepki duru­
mundan" dolayı kendisini "suçlu hissedenlere" hiç reh­
berlik etmez. Dahası, diye ekler Barlow bilgece, "Özgür
irade ve belirlenimcilik bu ikilemde birbirinin karşısında
yer alır."
278
Elbette, Chrysippus ve Stoacılar daha çok, genel olarak
bir şeylerden kaçınmayı telkin eden erdemleri öğretme­
leriyle bilinirler. Örneğin bir puding daha yiyebilir miyiz
veya atımız yorgun olduğunda işe yürüyerek mi gitmeli­
yiz? Bunların hepsi önemli olsa da, Stoacı felsefe aslında
daha inceliklidir. Hatta kıpırtıları maddi evreni oluşturan
Stoacı "kozmik nefes" anlayışı ile atom-altı fizikteki son
düşünme biçimleri arasında bulunan bazı benzerliklere
dikkat çekilmektedir.

Stoacılar, Yunanların oikeiosis dedikleri, aklın mad­


denin kontrolünü ele aldığı "doğal" süreçle işe başlarlar.
Stoacılara göre, bunun bir sonucu olarak, yalnızca kendi­
mize karşı değil, yaşayan tüm canlılara, her şeye karşı özel
bir yükümlülüğümüz vardır. Chrysippus bir koşucuyu
örnek verir. Koşucunun görevi bütün gücü ve çabasıyla
yarışı kazanmaktır; fakat bunu yaparken rakibine çelme
takmamalı, faul yapmamalıdır. "Hayatın stadyumunda"
insanlar "ihtiyaç duydukları şeylerin" peşinden gidebilir­
ler; ancak daha ileriye giderek istediklerİ]ıi komşuların­
dan zorla almaya kalkışmamalıdırlar.

"Dengeli" olmak, onurlu, fevkalade vs. olmak gibi


Aristoteles'in daha sonra büyük önem atfedeceği tür­
den erdemlere gelince, bunlar yalnızca, insanın dünyayla
uyum yakalamasına yardımcı oldukları ölçüde değerli­
dir. "Erdem" ve "ahlaksızlık" arasındaki fark dahi çok
önemli değildir. Bunun nedeni her ikisinin de zihinsel du­
rumlar olmasıdır. Erdem, iyinin bilgisinin uygulanması­
nın sonucudur ve bilgelerin eylemidir. Ahlaksızlık ise tut­
kulara gereğinden fazla bel bağlamanın sonucudur, bu da
muhakeme gücünde sorunlara yol açar.

Epiktetos (M.S. 50-120) ve İtalya'da Seneca gibi geç


Stoacılar bunun yerine tutkulardan "kurtulmanın", hazzı

279
reddetmenin ve talihsizlikleri "ağırbaşlılıkla" karşılama­
nın önemine vurgu yaptılar. Hatta Seneca Stilbo'nun mo­
tive edici hikayesini yeniden anlatır. Stilbo, evi istilacılar
tarafından ele geçirilip yağma edildikten sonra çocukla­
rının öldüğünü, karısının kaybolduğunu ve bütün mül­
künün yok olduğunu görür. Bir başka filozof Demetrius,
Stilbo'ya herhangi bir şey kaybedip kaybetmediğini so­
runca, "Yo hayır" diye cevap verir Stilbo. " Bütün değerli
şeylerim yanımda."

İkilem 19
Epikuros'un makul meseli

Arzu ettiklerinizin bir kısmı sizin için iyidir. Ama şunu


unutmayın:
Hayattaki doğal amaçların ne olduğunu bilmeyip boş
hayal ler kuran pek çok insana rastlarız. Çünkü hiçbir
çı lgın, sa h ip olduğuyla yetinmez; hep sahip olmadıkları­
nın acısını çeker. Ateşler içinde kıvranan hastaların hep
susamış hissetmeleri ve en zararlı şeylere arzu duymaları
gibi, zihni kötülüğe bulanmış olanlar da hep bir şeylerin
yoksunluğunu çekerler ve açgözlülükle bitmez tükenmez
arzularının esiri olmuşlardır.

Oysa haz peşinde koşmanın getireceği mutsuzluğa


saplanıp kalmaktan kaçınabilirsiniz. Epikuros (341-271 )
yazdığı üç yüz uzun parşömende bunun için iyi bir strateji
önermiştir: Basit bir yaşam ve bilimsel bakış açısı. Tanrı
veya ölüm korkusu yerine evrenin azametini ve dinginli­
ğini koyması açısından bu sonuncusu özellikle önemlidir.
Gerçekte, ölü olmakla hiç doğmamış olmak arasında bir
ayrım olmadığının fark edilmesidir; zira hiç doğmamış ol­
mak kimse için bir problem sayılmaz.

280
İkilem 20
Asil ruhlu

Söz konusu pasaj Nikomakhos'a Etik'ten alınmıştır.

Başkaları gurura düzülen bu övgünün kınanması


gereken bir şey olduğunu düşünebilirler; hatta Hıristi­
yanlara göre bu günahtır, zira başarılarımız Tanrı'nın
lütfudur. Sofi Dei Gloria: Zafer yalnızca Tanrı'nındır.
Hıristiyan erdemleri aslında Sokrates'in öğrettiklerine
çok benzer: Adalet, sağduyu, ılımlılık, metanet, inanç,
umut ve hayırseverlik ikisinde de ortaktır. Ne var ki
Aristoteles'in asil ruhlu insanı bunların son üçüne ihti­
yaç duymaz. Çok kaliteli biri olduğundan, kıskançlık,
açgözlülük, oburluk ve tembellik gibi birkaç günah onu
hiç etkilemeyecektir. Diğer taraftan, gurur, öfke, hatta
şehvet onun için pek saygın erdemler olmanın yanı sıra
yaşamının temel gayeleri de olabilir (tıpkı Nietzsche'nin
"üst insanı" gibi).

Hiç kuşkusuz, asil ruhlu insanın ahlaka bakışı gü­


nümüzün liberal, sandalet giyen Hıristiyanlarının ba­
kış açısından farklıdır. Bir kere, bu kişinin erkek olması
gerekir çünkü Sokrates'in aksine, Aristoteles yalnızca
erkeklerin, onların da çok küçük bir kısmının gerçek­
ten "rasyonel" olduğunu düşünüyordu. Erkekler akıl
yürütür, kadınlar çocuk doğurur. Ve rasyonellik erdem
demek olduğundan, kadınlar erdemden yoksundur.
Doğrusu, etik derslerinde "erdem teorisi" dedikleri şey
önceleri yalnızca erkekler için ve hatta sadece zengin
siyasi liderler için geçerliydi. Nietzsche, insanların pek
çoğunun köle, pek azının da efendi olmak için doğduğu­
nu söylüyordu ve bu sözleri ün kazandı. Fakat bu fikri
Aristoteles'ten almıştı.

281
İkilem 2 1
Gökteki asil ruhlu

Kahraman elbette Aristoteles'tir. Hatta bu hikaye "asil


ruhluyu" övmek için uydurulduğundan, Kant Aristo­
teles'in dediğini hemen kabulleniyor. Belki de ruhunun
"ateşli" kısmının akılcı kısmını geçici olarak (ve her za­
manki gibi felaketle sonuçlanacak şekide) kontrol etme­
sine izin verdiği için endişelenmişti. Konuyla ilgili olarak
bunun tam aksini, önemli olanın iyi niyet olduğunu söy­
leyen başka bir bakış açısı da vardır.

Talihsizlikten veya doğa ananın cimriliğinden dolayı


amacını gerçekleştiremese de, elinden gelen tüm çabaya
rağmen hiçbir sonuç alamasa da, ortada yalnızca iyi ni­
yet kalsa ( yani sadece dilemek değil, tüm gücümüzü bir
şey için seferber etmek anlamında iyi niyet), kendi başına
değerli bir şey olarak parlamaya devam edecektir. İşe ya­
rayıp yaramaması veya sonuç verip vermemesi değerini
hiçbir şekilde azaltmayacaktır.

Kant, 1 8. yüzyılda Ahlak Metafiziğinin Temellendi­


rilmesi eserinde böyle yazmıştı. Bu anlamda, en azından
Kant'a göre "iyi niyet taşlarıyla" döşenmiş bu yol, başka­
larının söylediği gibi başka yerlere değil, dosdoğru felse­
fe cennetine çıkar. Kant, Sokrates ve bütün Hıristiyanlar
için erdemin ödülü kendisidir. Fakat Aristoteles farklı bir
sonuca varmıştı. Kimi zaman "yüce ruhlu" ya da "mü­
kemmel" insan da denilen asil ruhlu insanın erdemi tüm
eylemlerinde mükemmel olmaktır:

Her erdeminde büyüklük sergilemek onurlu insa­


nın özelliğidir. Arkasına bakmadan tehlikeden kaçmak
veya başkalarını aldatmak onurlu insana hiç yakışmaz;
her şeyden üstün bir insan neden utanç verici eylemler­
de bulunsun ki?

282
Erdemli insanların bir ağacın dalını kırıp nehre fırlat­
ma becerisine sahip olması da beklenebilir. Yunanca "er­
dem" (arete) kelimesi şimdi anladığımız gibi "erdemli" ni­
yetlere sahip olmak değil, bir şeyleri iyi yapmakla ilgili bir
özelliktir (Gerçi vurgu "ne yapılmalı" sorusundan ziyade
"nasıl olmalı" sorusu üzerindedir, bu anlamda ortak bir
noktaları olduğu söylenebilir.). Olimpiyat şampiyonlarını
kutlarken hala bu kültürel değere saygı gösteriyoruz.

Daha da ötesi, onurlu insan işlerinde sakin davranır,


sesi derin, ifadesi düzeylidir; çok az şeyi ciddiye alanlar
hiç telaşlanmaz, hiçbir şeye değer vermeyenler de hiç he­
yecanlanmaz. Tiz ses ve koşarcasına yürüyüş telaş ve he­
yecanın sonuçlarıdır.

Aristoteles'e göre, hiç kuşkusuz (neredeyse) her şey­


de yakalanması gereken bir "altın oran" vardı. Aslında
Doğulu filozoflar hiçbir şeyin bütünüyle kötü veya iyi
olmadığını söyleyerek bunu daha radikal bir şekilde orta­
ya koymuşlardır; fakat Aristoteles bazı şeylerin, örneğin
adaletin, her zaman iyi olduğunu söyler (Diğer taraftan,
"ölçülü olma" kuralı "özünde kötü olan" bazı eylemlere
ve duygulara uygulanamaz.). Asil ruhlu insan "doğru za­
manda, doğru şekilde" kızar, "tek amacı memnun olmak
olanları dalkavuk olarak görür", diğerleri ise "kaba ve
kavgacıdır". Asil ruhluluğu takip eden en iyi şey, "teva­
zu" ile "Sokrates'in yaptığı gibi, gösteriş yapmak için de­
ğil, gösterişten kaçınmak için konuşmaktır".

Lafı açılmışken, Sokrates sadece bazı şeylerin her za­


man iyi olduğunu düşünmez, bazı şeylerin her zaman
mutlak surette iyi olduğunu da düşünür. En azından bir
şey "tabiatı gereği iyidir" ve hiçbir anlamda kötü değildir
(Asla kötü değildir!). Ve bu, yalnızca Sokrates için değil,
Tanrı ve birçok tek-tanrılı din için de "İyi'nin Formudur".

283
Ne var ki, çoğu şeyde her ikisinden de biraz vardır. Bu
durumda, Rousseau'nun yaptığı gibi korkak davranmak
kötüdür çünkü sizi bir şeyler yapmaktan alıkoyar; diğer
taraftan, Kant'ın sergilediği gözü karalık da gereksiz ha­
talara yol açacağı için aynı şekilde kötüdür. "Altın oran",
mevcut seçeneklerin aklıselim bir şekilde değerlendirilme­
sine yetecek kadar korkmaktır; korkunun eylemde bu­
lunmaktan alıkoymasına izin verilmemelidir.

Gerçek bir hikaye

Aslında tarihte, "ilkeli" fakat gözü kara olmakla "yete­


rince cesur" olmak arasındaki farkı anlatan bir örnek var.
Bu, birbirlerini hiç tanımamış olmakla birlikte ilkinin öğ­
rencisi, ikincisinin ise öğretmeni olan Platon ile ortak ilişki­
lerinden dolayı aralarında bir bağlantı bulunan Sokrates ve
Aristoteles ile ilgili. Soru şu: Atina Konseyi sizi dinsizlikle
suçlayıp ölüm cezasıyla tehdit ettiği zaman ne yapmalı?

Sokrates'in hapisteki "son günlerini" kayıt altına alan


Platon'un Phaedo diyaloğundan çok iyi bildiğimiz gibi,
Sokrates Atina'da kalmayı ve eylemleri ile inançlarını
ilkeli bir şekilde savunmayı seçmişti. Aynı suçlamalarla
yarım yüzyıl sonra karşı karşıya kalan Aristoteles ise kaç­
mayı tercih etmişti; ya da asil bir ruha yaraşır bir şekilde
söylediği gibi, Atina'yı "felsefeye karşı ikinci kez günah
işlemekten" kurtarmayı seçti.

Böylece Sokrates, kendisini bir kupa baldıran zehrine


çıkaran kısa, korkusuz yolu seçti; Aristoteles ise yurtdışın­
da inzivaya giden ihtiyatlı yolu tercih etti ve kısa bir süre
sonra bir mide rahatsızlığından öldü. Fakat şurası kesin
ki Aristoteles Anadolu'ya yerleşmeyi tercih ederek kü­
tüphanesini ve mirasını korudu. Ölüm biçimi Sokrates'in
nüfuzunu arttırsa da ve Aristoteles'in adı ve etkisi kısa

284
bir süre içinde Avrupa'dan silinse de, Aristoteles külliyatı
Orta Doğu'daki İslami kültürlerde büyük saygı gördü. Bu
kültürler Aristoteles'i "Filozof" diye bildiler ve çalışmaları
Avrupa'nın uzun "karanlık çağı" boyunca güncelliğini ko­
rudu. Diğer taraftan, Sokrates'in etkisi dostlarının, öğren­
cilerinin ve hemşerilerinin yazılarında gölgeler ve "mağara
duvarındaki" yansımalardan ibaret kaldı.

Fakat bu hikayede gerçek kahraman Sokrates'tir.

Altın Tablo (Aristoteles'e göre erdemler ve kötülükler)

Uygulama "Tam
Çok fazla Çok az
Alanı karannda"

Korku İhtiyatsız Korkak Cesur

"Soğuk
Haz Şehvet düşkünü Mutedil
nevale"

Harcama Müsrif Cimri Cömert

Onur Kibirli Pısırık Asil ruhlu

Öfke Asabi Ruhsuz Sabırlı

Kendini ifade
Övüngen Mütevazı Hakkaniyetli
etme

Sohbet Şaklaban Hoyrat Nüktedan

Sosyal
Dalkavuk Huysuz Dostane
beceriler

Sosyal
Utangaç Arsız Ölçülü
davranışlar

Başkalarına Yüce gönüllü


Kıskanç Kötü niyetli
bakış ve mağrur

285
İkilem 22
e-Ville'e karşı

Fayda ilkesi, herhangi bir eylemin doğru olup olmadı­


ğını, çıkarları söz konusu olan kişi veya kişilerin mutlu­
luğunu azaltma ya da artırma ihtimaline göre yargılar. . .
Söz konusu kişiler bir topluluksa topluluğun mutluluğu,
bireyse bireyin mutluluğu esastır

(Jeremy Bentham'ın yazdığı Ahlak ve Yasamanın İlke­


leri kitabının Giriş bölümünün giriş cümlesi).

Jeremy Bentham ( 1 748-1 832) The Commonplace


Book eserinde kesin olarak şunları söyler: "Ahlakın te­
meli, en çok kişinin en üst seviyede mutlu olmasıdır. " Bu
meşhur cümle gerçekte Frances Hutcheson ( 1 694- 1 746)
tarafından biraz daha önce söylenmiştir: "En iyi eylem,
en çok insanın en üst seviyede mutlu olmasını sağlayan
eylemdir. "

Çoğu insanı ve kurumu yönlendiren bu mantıktır:


Seçenekleri tartıp en az kötü olanını seçtiğiniz bir fayda
hesabı yapılır. Bu minvalde, e-Ville'in karşı kefesine kü­
resel yoksulluğu koyacak olursak, varacağımız hüküm
açıktır. Fakat bu yöntemi kabul etsek dahi, gerçekte iki­
den çok seçenek söz konusudur. E-Ville'in faaliyetlerine
sayısız şekilde tepki verilebilir, "şiddet" kullanmak için
(ya da en azından buna yönelik sağlam bir faydacı ar­
güman oluşturmak için) şiddetin bir anlamda "zorun­
lu" olduğunu, başka yöntemlerin sonuç vermeyeceğini
göstermek gerekir. Hatta yeni yöntemlerin sonuç vere­
ceğinin de gösterilmesi gerekir. Bu anlamda, şiddet top­
lumsal değişimin en hızlı yolu olarak görünür ancak bu,
değişimin illa ki arzu edilen şekilde ve iyiye doğru olaca­
ğı anlamına gelmez.

286
Anarşizm

Proudhon şöyle demişti: "Yıkarım ve yeniden inşa ede­


rim." Bakunin ise bizden "yok edici evrensel ruha güven­
memizi" ister ve şu tavsiyede bulunur: "İnsanın ahmaklığı
nedeniyle kanlı devrimler çoğunlukla zorunlu hale gelir. "
Yine de, Bakunin dahi devrimlerin her zaman kötü oldu­
ğunu düşünüyordu. " Sadece kurbanları için değil, amaçla­
rının saflığına ve mükemmelliğine gölge düşürdükleri için
de büyük bir kötülük ve yıkım kaynağıdırlar" demiştir.
Anarşizm de tıpkı Budizm gibi yalnızca ihtiyaç duyulanlar­
la yaşamayı telkin eder. Anarşist yalnızca zenginleri değil,
servetin kendisini de küçümser. Ne var ki yalnızca Ukray­
na'nın ve Endülüs'ün çok yoksul köylüleri arasında bir kit­
le hareketi haline gelebilmiş; orta halli köylüler arasında
dahi pek az ilgi görmüştür.
Anarşistler, demokrasiyi çoğunluğun uyguladığı bir esa­
ret olarak görerek küçümserler. Oy vermek hem sembo­
lik hem de pratik anlamda ihanettir. Proudhon, daha az
akılda kalan ateşli konuşmalarından birinde "Evrensel oy
hakkı karşı devrimdir." diye beyan etmiştir ("Mülkiyet
hırsızlıktır" sözü Marksizm tarafından da benimsenen bel­
ki de en meşhur sözüydü ama "Tanrı kötüdür" de kendine
göre taraftarlarına sahiptir.). William Godwin bu felsefeyi
şöyle özetlemiştir: " Benim gönüllü olarak itaat edeceğim
tek güç vardır, o da kendi idrakimin kararı, kendi vicdanı­
mın bana emrettiğidir."

İkilem 23
STUMP dozu artırıyor

Elbette Lawrence "doğrudan" yanadır ve "yanlışın"


karşısındadır. Ama Lina da öyle. Sadece doğrunun ne

287
olduğu, yani protestonun sınırları konusunda anlaşamı­
yorlar. Gandi'nin bir tören havasında denize yürüyerek
sudan tuz elde ettiği, tarihteki en ünlü şiddet karşıtı ey­
lemlerden birinde sivil itaatsizliğin gücü ve sınırları görü­
lür. Ne var ki bu hareket yalnızca protestocular açısından
şiddet karşıtıydı. Mayıs 1 930'da, gönüllülerden oluşan
bir grup, tuz öbeklerine doğru yürüyüşe geçmeyi denedi
ve o noktada İngilizlerin protestoculara karşı sabrı tüken­
di. Üç yüz yirmi Hintli çelik uçlu bambu sopalarla dövü­
lerek yaralandı, ikisi öldü. Takip eden protestolarla şiddet
daha da tırmandı.

Tuz vergisinin kökeni için İkilem 88'e bakınız.

İkilem 24
Çatlak?

Kuşkusuz, ikilemi ortaya koyarken söz ettiğimiz po­


litikalar bir açıdan başarıdtr. Başka bir açıdan, belki de
kazanılandan daha fazlası kaybedilecektir. Zira STUMP
insanları bir "savaş durumuna" sürükler. "Güçlü olan
haklıdır"ın da ötesinde, "güç hakkın yerini almakta­
dır. "

Şiddetin toplumdaki merkezi rolünden bahseden ve


insanın hayatının yalnız, zavallı, çirkin, vahşi ve kısa ni­
teliğine dair ünlü aforizmayı yazan 1 7. yüzyıl İngiliz fi­
lozofu Thomas Hobbes, "iyi ve kötüden" söz edenlerin
otoritesine meydan okuyan ilk filozoftur. Bu terimlerin,
toplumsal kökenlerini inkar eden filozoflar tarafından
icat edildiğini ve "abartıldığını" söylemiştir. Hobbes,
STUMP'tan bile daha radikaldir: Toplumların yalnızca
bencillik, şiddet ve korkudan oluştuğunu yazar, bir par­
ça da yalanla taçlandırılmıştır (Sonuncusu işlerin daha
288
iyi yürümesini sağlar.). 1 6. yüzyılın Tanrı korkusuyla
dolu zamanlarında yazan Hobbes, bunu "doğa duru­
mu" olarak niteleyecek kadar da gözüpekti. Kilisenin
gazabını üzerine çeken bu şok edici ifade, Düşüşten önce
Cennet Bahçesi'nde yaşayan Adem ile Havva'nın Kitab-ı
Mukaddes'te aktarılan tozpembe imajlarına zıttı.

Hobbes, "İyi'nin formlarından" bahseden ve insanları


"rasyonel hayvanlar" olarak gören antik filozofların ide­
alizmine bile bile saldırmaktaydı.

Akıl yürütme veya yöntem görevi görmesi gereken


mantıkları, sözcükleri esir alıp karmaşıklaştırmanın çe­
şitli yollarının icadından başka bir şey değildir. . . Eski
filozofların savunmadıkları hiçbir saçmalık kalmamış­
tır . . .

diye dalga geçer. Hobbes doğrudan Dr. Descartes'a


meydan okuyan cesur bir materyalizm önermektedir
(İkilemler 1 1-14). Erkekler ve kadınlar "yapay hayvan­
lardan" başka bir şey değildir; "Kalp bir zemberekten,
sinirler çok sayıda sicimden, eklemler çok sayıda dişliden
ibarettir." Ve bu otomasyonun hareketini temelde arzu ve
hoşnutsuzluk sağlar.

İnsan bedeninde başlayan küçük hareketlenmeler yü­


rüme, konuşma ve başka görünür eylemler halinde orta­
ya çıkmadan önce gayret olarak adlandırılır. Bu gayret,
bir şeye yöneldiğinde iştah ya da arzu olarak adlandırılır;
ikincisi bunların genel adıdır, diğeri ise çoğu zaman be­
sin isteğini, yani açlık ve susuzluğu ifade eder. Ve gayret
bir şeyden uzaklaştığında, ona genellikle hoşnutsuzluk
denir.

Tüm bu "istekler" arasında en temel eğilim güce yöne­


liktir: "Bütün insanlığın genel eğilimi, ancak ölünce sona
289
eren, bitmek tükenmek bilmeyen bir güç isteğidir." Her
motivasyon bencilce olduğundan, kaçınılmaz olarak ça­
tışmaya veya Hobbes'un sözleriyle anlaşmazlığa yol açar.
Başlıca üç motivasyon vardır: kazanç için rekabet, güven­
lik için kaçınma ve son olarak şan, saygı ve itibar arzusu.
Bunların hepsi tek bir yola çıkar: şiddet.

Rekabet, şiddeti başka insanların, kadınların, çocuk­


ların ve hayvanların efendisi olmak için kullanır; ikincisi
bunları elinde tutmak için; üçüncüsü ise boş şeylere yö­
nelik kullanır. Şiddetini bir söze, gülümsemeye, farklı bir
fikre; şahsına veya yakınlarına, dostlarına, ulusuna, mes­
leğine veya adına yönelik herhangi bir küçük düşürücü
ifadeye yöneltir.

Hobbes şöyle düşünür:

Arılar ve karıncalar gibi bazı canlılar toplu halde


yaşarlar . . . Ve bazı l arı neden insanların aynı şekilde ya­
şayamadıklarını bilmek isteyebilir. Bunun nedeni, daha
aşağı seviyeden ya ratıkları n aksine insanların kendileri­
ni başkalarıyla kıyaslamayı sevmesidir.

İnsanların hepsinin bu denli tehlikeli ve hatta rekabetçi


oldukları düşünüldüğünde, der Hobbes, tek kural kişinin
kendini korumasıdır. Ahlaki sistemlerin temeli budur. Her­
kesin herkese karşı savaşının esas olduğu doğa durumunun
"bir sonucu da şudur: Hiçbir eylem adaletsiz değildir. Doğ­
ru ve yanlış, adalet ve adaletsizlik kavramlarına burada yer

yoktur. Çünkü gücün paylaşılmadığı yerde yasa yoktur;


yasanın olmadığı yerde ise adaletsizlikten bahsedilemez."

Böylece, belki de hukukun üstünlüğünün dışına çıka­


rak ve Leviathan'ı gücünden etmeye çalışarak, SlUMP
adalet ve adaletsizlikten bahsedilmesini mümkün kılan
çerçeveyi de ortadan kaldırmaktadır.
290
İkilem 25
İşler daha da kızışıyor

Yeni bir protesto şekline ihtiyaç duyulduğu konusunda


ikna olsalar da, STUMP bir ayrımı korumak isteyecektir.
"Muharipler" ve "muharip olmayanlar" (diğer bir deyiş­
le " doğrudan suçlu olanlar" ve "suçla ilişkili olanlar" ile
pasif kalanlar) arasındaki bu ayrım, modern siyasi arena­
da yer alan pek çok radikal grup tarafından korunur. Bu
nedenle, hayvan hakları temalı mektup bombaları, daha
sonraki tıbbi uygulamalarda ilacı tavsiye eden hemşire­
lere değil, hayvanları deneylerde kullanan laboratuvar­
larda çalışanlar gibi suç işledikleri belli kişilere gönderilir.
Hesaplamalarda bazı mantıksızlıklar olacaktır: Derste
fareleri kesen biyoloji öğretmenlerinin arabaları pek ikna
edici hedefler olmayacaktır, tıpkı tarım işçilerinin traktör­
lerinin olmaması gibi. Öte yandan soğutuculu kamyon­
larda et taşıyan kasap ve nakliyeciler protesto için uygun
hedefler olarak görülmüşlerdir.

Çoğu Batılı etikçi için, askeri harekatlarda kasten


öldürülenlerle "kazara" öldürülenler arasındaki ayrım
önemlidir. Hatta buna "çift etki doktrini" adını vermiş­
lerdir. Bu doktrine göre, karşınızda durabilecek kimse
yoksa istediğiniz her şeyi yapmakta serbestsiniz. Ama
hayır, bir dakika! Bu (şakacı birinin internette geçenlerde
tanımladığı haliyle) bir gündelik yaşam doktrinidir. Çift
etki doktrini ise daha bilimsel ve şeytanidir. Uzun lafın kı­
sası, eylemlerinizin öngörülebilir fakat "kasıtlı olmayan"
sonuçlarından sorumlu tutulamayacağınızı söyler. Örne­
ğin, restoranda yemek yiyenleri havaya uçuran bir kişi,
genellikle masum olduğunu düşündüğümüz "muharip ol­
mayan unsurları" özellikle ve kasten hedef almıştır. Diğer
taraftan, Batılı devletlerin askeri müdahalelerinde hayatı­
nı yitiren kara mayını veya misket bombası kurbanlarının
291
(sayıları çok daha fazladır) masumiyeti de aynı ölçüde tar­
tışılamaz; ne var ki bu kayıplar "kasıtlı olmadıkları" için
hiç de kasıtlı olanlar kadar kötü görülmezler. Parça tesirli

Birkaç faydao katliam daha görelim

• ABD, 1 9 80'lerde "komünistleşmeye" başladıkları söyle­


nen Güney Amerika ülkelerinde yaşayan sivilleri öldür­
mek için ölüm mangaları kurup eğitti. "Komünistleşme"
eğilimi bu ülkelerin meşru hedefler olarak görülmelerine
yetmişti. Böylece ABD, Uluslararası Mahkeme tarafından
terörizmi desteklediği gerekçesiyle hakkında hüküm ve­
rilmiş ilk ve tek ülke oldu; fakat bu karar terörizmin ne
olduğunu yalnızca onların bildikleri algısını pekiştirdi.
• Son yıllarda, İsrail savunma güçleri yalnızca "güvenliği il­
gilendiren vakalara" yakınlıkları nedeniyle pek çok erkek,
kadın ve çocuğu öldürdü; bu gerekçe onlar için yeterince
meşruydu. Bu kapsamda, örneğin, silahlı saldırı bir kö­
yün yakınındaki müstahkem "yerleşimlerde" meydana
gelmişse savaş helikopterleri ya da buldozerler o köydeki
evleri bir-iki saat içinde yok edeceklerdir. Filistin'e ait polis
karakolları da aynı "göze göz dişe diş" yönteminin esne­
tilmiş bir versiyonuyla "etkisiz hale getirildiler". Ağustos
2002'de bir teröriste "suikast düzenlemek" için Gazze
Şeridi'ndeki apartmanların üzerine bir tonluk bir bomba
atıldı. On altı kişi hayatını kaybetti; bunların arasında ci­
var evlerde oturan dokuz çocuk bulunuyordu.
• Körfez Savaşı'nın ardından, 1990'lı yıllarda lrak'a karşı
uygulanan yaptırımların binlerce sivilin ölümüne neden
olduğu düşünülüyor. Ölümlerin çoğu hastalık ve yetersiz
beslenmeden kaynaklanmıştı. Saddam Hüseyin'i devir­
mek için 2002 yılında başlatılan ikinci savaş kapsamın­
daki saldırılarda da elli binden fazla sivil öldü. İngiliz ve
Amerikan hükümetleri amaçların kullanılan araçları hak­
lı kıldığı konusunda ısrarcıydılar.

292
bombalar hala üretimde ve yaygındır. Kullanıldıktan son­
ra etkilerini ortadan kaldırmak için para harcamak dahi
ahlaki bir zorunluluk olarak değerlendirilmez. Hal böyle
olunca, STUMP aktivistlerimiz karanlık bodrumlarında
Jean Rostand'ın ( 1 894-1 977) sözlerine benzer şeyler dü­
şünüyorlar: "Bir kişiyi öldürürsen katil olursun. Milyon­
larca kişiyi öldürürsen fatih . . . "

İkilem 26
Sürüklenmek

Nasıl davranacağımız konusunda karar vermek için


ne kadar hesap yapmalıyız? "Düşünme sorumluluğu" ne
arılama gelir?

Asistan mı sorumlu - o mu "yaptı" - yoksa kimse


sorumlu değil mi (Kimse bunu yapmak istememişti.) ?
Böylesi büyük bir hatayı kavramakta zorlanıyorsanız
muhteşem ve iyi kalpli J. D. Mabbott, bu tür durumlarla
ilgili daha samimi örnekler verir. Mabbott bu hafta Edin­
burgh'ta bir konferansta konuşmacı olarak yer almayı
kabul ederse ve fakat dönemin başladığını unuttuğu için
Oxford'da ders veremezse ne olur? Ya da partide beyaz
şarabı fazla kaçıran bir doktor, aniden içeri girip birkaç
kilometre ötedeki trafik kazasında bir sürücünün yara­
landığını gördüğünü söyleyen konuğa araba kullanama­
yacağını mı söyleyecek?

Sonra, sarhoşluğuna rağmen oraya gitmeye karar ve­


ren iyi kalpli doktor bir dönemeci sarhoş haliyle ve hızla
geçerken bisiklet süren Bayan Mabbott'u fark etmezse?
Kaza gerçekleşmese dahi, sırf her şey yolunda gitti diye
bu eylemin "doğru" olduğu söylenebilir mi (Buna "ahla-

293
ki şans" denir ki çok önemli bir konudur.)? Ya da benzer
şekilde "merhamet görevi" erdemli olduğu için ( "saik"
doğru olduğu için) eylemin doğru olduğundan bahsede­
bilir miyiz?

Mabbott ve partiye giden doktor sorumsuz davran­


mış olabilirler (tıpkı sarhoş herhangi bir sürücü gibi) ama
yanlış bir şey yaptıklarının farkında değiller. Bu, bile bile
yanlış yapan Lina'nın (tek başına düşünüldüğünde) du­
rumunun tam tersidir; fakat Lina da, net fayda hesabı
yapıp her şey plana göre ilerlediği takdirde uzun vadede
"doğru şeyi" yaptığını ileri sürerek bu davranışını haklı
gösterebilir. "Amaçlar araçları haklı kılar. " türünden bir
argümanla karşı karşıyayız.

Lina'nın planı tutarsa, Mabbott'un eski meslektaşı


olan G. E. Moore kendisine destek verebilir zira Moo­
re niyetlerin değil, yalnızca elde edilen sonuçların önemli
olduğunu söylüyor. Planı bazı talihsizliklerden dolayı işle­
mezse de Lina bu durumda 20. yüzyılın başlarında H. A.
Pritchard'ın düşüncesini benimsemek zorunda kalabilir:
Belirleyici faktör niyettir. Gördüğünüz gibi, endişelenme­
sine hiç gerek yok.

İkilem 27
Üreme deneyleri

Platon'un ideal devleti kimi zaman totaliter bir nitelik


sergilemekle suçlandı. Bunun haksızlık olduğunu söyleye­
biliriz zira bu devlet tamamen totaliterdir. Hatta Platon,
denetimlerin sertliğini (aydınlanmış ve bencil olmayan
filozoflar tarafından uygulandığı sürece) bir erdem ola­
rak görür. Üreme de bunun dışında değildir. Her şeyden

294
önce, Sokrates'in arkadaşı Glaukon'a tavsiye ettiği gibi,
"Gerçekten mutlu bir toplumda eşleşme veya herhangi
bir şeyin düzensiz olarak meydana gelmesi çok yanlış ola­
caktır. "

Diğer "medikal" denetimler şunlardır:

• Zayıf veya hasta bebekler öldürülmeli.

• Esir alınmaktan kaçamayan insanlar kendilerini


esir alanların diledikleri her şeyi yapabilecekleri
"ganimeti" olmalıdır (Genelde köleleştiriliyorlar­
dı.).

• Kronik hastalara ya da yaşlılara tedavi uygulanma­


malıdır.

• Çocuklar doğal anne babaları hesaba katılmadan


toplu olarak yetiştirilmelidir ve aile yapıları orta­
dan kaldırılmalıdır.

• Özel mülkiyet (muhtemelen köleler haricindeki


özel mülkiyet) teşvik edilmemelidir.

Bunun yanında, sadece genç ve etkiye açık kimsele­


rin değil, genel olarak bütün insanların psikolojik sağlı­
ğını korumak için yalnızca "faziletli" müziğe ve tiyatro
oyunlarına izin verilmelidir. Bir de, Platon'a göre çocuklar
insanların üç farklı malzemeden (metaforik olarak tabii
ki) oluştuklarına inanacak şekilde yetiştirilmelidir: Bun­
lar "altın", "gümüş" ve "demirdir" . Elbette tespit edilip
buna göre yetiştirildikten sonra yalnızca ruhlarında "al­
tın" olanların yönetmesine izin verilecektir.

Yine de, Platon başka açılardan pek ilericidir. Tam


cinsiyet eşitliğini savunur, fırsat eşitliği konusunda ısrar
eder (Zira "altın" çocuklar "demir" anne babaların eline
295
doğabilirler.) ve ayrıntılı eğitim planları eğitimin eğlenceli
olması gerektiğini öne süren ilerici bir varsayımdan yola
çıkar: "Zorla öğretilen asla akılda kalmaz. "

Diğer taraftan, Platon'un Dev/et'inin (Gerçek bir


toplum için ciddi bir tasarım belgesi olarak ortaya ko­
yulmuştu.) tekinsiz tarafları arasında belki de en kötüsü,
"üreme deneylerinde" ana hatlarıyla ortaya konulan ırk
ıslahı programıdır. Gerçekten de, bu tartışmaya burada
yer verme sebebimizle ilgili söylenebilecek tek şey, ifade
edilen kavramların giderek daha popüler hale gelmesi ve
bu yüzden felsefi olarak yeniden değerlendirilmesi gerek­
liliğidir. Günümüzde, embriyoların genetik olarak test
edilmesiyle bazı potansiyel insanların hayatının sonlandı­
rılabileceği fikri, Platon'un ima ettiği "sağduyunun" bir
gereği olarak genel kabul görmektedir. "Tüp bebeklerin"
geliştirilmesi de, anne babaların kendi çocuklarının kişisel
özelliklerini seçip belirleyebileceği bir geleceğe doğru yol
alındığını gösteriyor.

Irk ıslahı, öncülüğünü Nazilerin yaptığı bir disiplindir


ve Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya adlı kitabında
"Alfalar, Betalar ve Gammalar" olarak bir parodiye konu
olmuştur. Bu anlayışa pek çok açıdan karşı çıkılabilir. İlk
olarak, geleneksel olarak tüm insanların hayatına eşit de­
recede değer veririz, ne olduğu belli olmayan fiziksel ve
zihinsel kusursuzluk ölçülerine göre değil. İkinci olarak,
insanın değerine yönelik indirgeyici ölçüleri neden kabul
edelim ki? İnsanlar elbette yemek ya da özel insani amaç­
lar için beslenen hayvanların tabi olduğu ölçülere göre
değerlendirilemez (Bu da başka bir hikaye tabii.).

Nazilerin hedeflerinden biri de "zihinsel kusurlardı",


ancak bunlara yönelik kısırlaştırma programları başka
bir yerde halihazırda uygulanmaktaydı. 1 93 1 'de, Hit-

296
ler'in Avrupa'da yükselişinin hemen öncesinde, yirmi
yedi Amerikan eyaletinde buna yönelik resmi programlar
vardı. Yine, Naziler çabalarının büyük kısmını Aryan ka­
nının "saflığını" artırmaya; Yahudilerin ve Slavların bu
saflığı "bulandırmasını" engellemek amacıyla ırkın dü­
zenlenmesine adadılar. Bu strateji de sadece onlara özgü
değildi. Beyaz toplumların saflığının bu tür genetik karı­
şımlar yüzünden tehdit altında olduğu uzun zamandır dü­
şünülüyordu. Örneğin Amerikan Devrimi'nin kurucula­
rından biri olarak aslında çok sevilen Benjamin Franklin,
175 1 'de şöyle yazıyordu:

"Orana vurduğumuzda, dünyada saf beyaz insanla­


rın sayısı çok düşüktür. Bütün Afrika siyah ya da sarıdır.
Asya büyük oranda sarıdır. Keza Amerika' da ( yeni gelen­
ler dışında) tümüyle beyaz olmayan insanlar bulunur. Ve
Avrupa'da, İspanyollar, İtalyanlar, Fransızlar, Ruslar ve
İsveçliler genel olarak bizim yanık tenli diyebileceğimiz
toplumlardır, Almanları da bunların arasına katabiliriz.
Esasen dünya üzerindeki beyaz nüfusu İngilizler ve Sak­
sonlar oluşturuyor. Sayılarının artmasını isterdim. "

Gerçekte, Franklin'in kölelik karşıtlığı öncelikle be­


yaz ırkın saflığının yitirileceği endişesini taşıyordu. Ben­
zer şekilde, Thomas Jefferson, ülkeye getirilen kölelerle
ilgili olarak 1 804'te "Bu kara leke ülkemizde beyazlar­
dan hızlı, çok daha hızlı bir şekilde artıyor'' , diye uya­
rıda bulunuyordu. Nispi doğum oranları ve ulusal de­
mografi gibi konular, hükümet çevrelerinde (azınlıkların
çoğunluk haline geldiği "dehşet senaryolarıyla" birlikte)
bugün de endişe verici konular arasında olmayı sürdü­
rüyor.

Aslında, Amerikan yerlileri 20. yüzyılın ilk yıllarına


kadar resmen vatandaş olarak kabul edilmediler. Bir baş-

297
kanlık yemeğinde, bir hanımefendiye yalnızca "Siz kay­
bettiniz" demesiyle ünlü "Sessiz Cal", yani Calvin Coo­
lidge Hanımefendi o akşam en az üç kelime söyleyeceği
konusunda bahse girmişti.), ırkçı önyargılarla mücadele
eden görüşlerini en azından daha açık bir şekilde kaleme
almıştı. Açılış konuşmasında, "Özgürlüğün temel kaidesi
hoşgörüdür. " ( tam dört kelime) diye ilan ediyordu:

Takdiriilahi, vatanseverlik ve karakteri hiçbir ırkın te­


keline vermemiştir. Amerikalılığımızın geçmişini, üç yüz
yıl önceki Mayflower'a veya üç yıl önceki ara güvertelere
kadar takip edersek, hepimizin aynı gemide olduğunu gö­
rürüz. Artık nefretimizi bir kenara bırakalım.

Buna rağmen, 1 977 gibi yakın bir tarihte dahi, Dr.


Constancy Redbird Uri (Amerikan yerlisi doktor) ABD
hükümetinin azınlıklar üzerinde fiilen bir kısırlaştırma
programı uyguladığını ortaya çıkardığını iddia etti. Ol­
dukça büyük bir miktar denilebilecek ve " Yerli Sağlık
Servisi" tarafından sterilize edilen 1 .000 yerli Amerikalı
kadınla yaptığı mülakatlar sonucunda, sadece bir tane­
sinin gönüllü olarak çocuk yapmaktan vazgeçtiğini bul­
du.

Son olarak, 1 990'larda Balkanlar'daki farklı etnik


grupları tespit etmek ve sonra da bunları birbirinden
ayırmak gibi bir "çözüm" önererek "etnik temizlik" taş­
kınlığını rasyonalize etmeye çalışan hem Batı hem Doğu
kaynaklı girişimler, ırksal "saflık" zihniyetinin tehlikeli
olmaya devam ettiğini göstermektedir.

DNA'nın çifte sarmal yapısını birlikte keşfeden Crick


ve Watson, şunları yazdıklarında, sarmalın sadece yarısını
biliyorlardı: "Kaderimizin yıldızlarda olduğunu düşünür­
dük. Artık büyük oranda biliyoruz ki kaderimiz genleri-

298
mizde yatıyor." (Fakat Crick ve Watson'ın bu keşiflerini
[akademik anlamda] Rosalind Franklin'den "çaldıkları"
düşünülürse bu konularda o kadar da güven telkin et­
mezler.)

İkilem 28
Tasarımcı elinden çıkmış bebekler

Tasarımcı elinden çıkmış bebekler bir süredir piya­


sada. Zaten ebeveyn "seçmeye" yönelik her girişim,
doğacak bebeklerin genetik yapılarının doğal yollardan
etkilenmesi anlamına gelir. Bugünlerde, anne babalar
Kwikbaby gibi kliniklerde IVF donörünü seçerken bebek­
lerin özelliklerini de seçebiliyorlar. Zeki genç kadınların
"yumurtalarına" yönelik reklamlar iyi para kazandırıyor
ve tasarımcı elinden çıkmış ilk bebekler bunlar oluyor.
"Sıradan" çiftler (tıbbi yardım almadan bebek sahibi ola­
bilenler) ise malumat edinebilir, örneğin bebeklerinin cin­
siyetini öğrenebilirler. Bir başka konu da, anne babanın
çocuklarından birine doku sağlamak için sonraki bebek­
lerini tasarlamalarına izin verilip verilmeyeceğidir. Makul
bir yol gibi görünüyor ama böylece her çocuğu bir amaç
olarak görme ilkesi derhal yıkılır.

Günümüzde, doğum öncesi testler daha geniş bir "ku­


sur" yelpazesi için yapılmaktadır ve bazı durumlarda
kürtaj zorunlu tutulabilir. Ne var ki bebeklerin (embri­
yoların ve fetüslerin) doğuştan gelen kusurlar için "taran­
masına" yönelik daha güncel girişimler, Platon ve başka
birçok filozofun kendilerinden oldukça emin biçimde ön­
gördükleri bir tür ırk ıslahı uygulamasının başlangıcıdır.
Bu bağlamda Papa II. John Paul, "sakatlık ya da kalıtsal
hastalıkları teşhis etmenin ölüm cezası haline gelmemesi
gerektiğini" söyleyen bir ferman yayınlamıştı.

299
Filozoflar, bu konu özelinde bazı noktaların "açıkça
kötü" ve diğerlerinin "açıkça iyi" olduğunu varsaymaya
eğilimlidir. Örneğin, miyop, uyuşuk ve kıt zekalı olmak,
keskin gözlü, hızlı ve parlak zekalı olmaktan "açıkça"
daha kötü olarak kabul edilmektedir (Bir bildikleri var­
dır!). Fakat bu, "onaylanmış" kişilerin sayısını artırmak
için nispeten talihsiz olanların varlığını engellemeyi haklı
kılar mı?

Tıp ahlakında bugün en tipik tartışma Down send­


romu ya da spina bifida hastalığına yakalanan bebekleri
elemenin gerekli olup olmadığıdır. Down sendromlu ço­
cukların otuzlarını görmeyeceklerine inanılırdı; ne var
ki yakın dönemdeki araştırmalarda dünyaya gelmesine
izin verilen bebeklerin daha uzun yaşadıkları saptanmış­
tır. Ellilerine kadar yaşıyorlar. Spina bifida'yı hedefleyen
taramalar hastalığın Birleşik Krallık'ta görülme oranı­
nı yaklaşık yüzde 95 oranında azaltmıştır ve bunun en
yaygın yolu kürtajdır. Daha yakın zamanlarda kistik
fibrozis hastalığının toplum genelinde "taranarak yok
edilmesi" önerileri getirilmiştir. Bu, normal insan yaşam
süresinin yarısı boyunca yavaşça gelişen bir akciğer has­
talığıdır; nihayet hastanın sindirim sorunları yaşamasına
ve yıllar geçtikçe tatsız bir sürü tıbbi müdahaleye maruz
kalmasına yol açar. Her yirmi dört kişiden bir kişi kis­
tik fibrozis geni taşır; anne babaların da bu geni taşı­
maları halinde çocuğun aynı hastalığa yakalanma riski
dörtte bir oranında artar. Birleşik Krallık'ta bu hastalığa
yakalananları temsil eden hayır kurumu, aynı hastalığı
taşıyabilecek olan embriyoların sistematik olarak yok
edilmesini destekliyor. Bu anlamda, temsil ettiği insan­
ların yok edilmesini savunmak gibi garip bir pozisyon
almıştır.

300
İkilem 29
Kwikbaby

"Bedenin dışında gerçekleşen doğum" anlamına gelen


ektogenez, 1 923'te dahi tartışılan bir yöntemdi. Evrim bi­
yoloğu J. B. S. Haldane, bunu büyük bir atılım olarak gö­
rüyordu. Ne yazık ki bir teknik olarak her zaman çeşitli
baskılarla karşılaştı. Her şey bir kenara, totaliter bir dev­
let kurmak isteyenler için fazlasıyla kullanışlı bir yöntem
olarak görülüyordu. Aldous Huxley 1 923 yılında Cesur
Yeni Dünya nı n girişinde şu cümleleri yazıyordu:
'

Otuz dört katlı güdük bir bina. Ana girişte şu sözler


yazıyor:

Londra Bebek Üretme ve Koşullandırma Merkezi

"Şişeleme Odasında", diye devam ediyor Huxley,


"Ahenkli bir koşuşturmaca ve düzenli bir faaliyet sürüp
gitmekteydi. . . Yumurtalar birer birer test tüplerinden
daha büyük kaplara naklediliyordu . . . Kalıtım, döllenme
tarihi gibi ayrıntılar test tüpünden şişeye aktarılıyordu. "

Bertrand Russell, Huxley'in kabusunun gerçeğe dö­


nüşmesinin pek muhtemel olduğunu söylemişti. Bugüne
bakarsak gerçekleşmiş görünüyor. Hatta çağdaş biyolog
David Bainbridge, insan yaşamını bir test tüpünde sür­
dürmenin mümkün olduğu süre ile prematüre bebekle­
rin yaşayabileceği süre arasındaki farkın birkaç yıl içinde
tamamen kapanacağını ve "kuluçka bebeklerin" gerçek
olacağını iddia etmiştir.

Diğer taraftan, bilim adamları hayvanlar üzerinde


yaptıkları (örneğin yapay plasentaların nasıl üretileceği
konusundaki) nahoş deneyleri sürdüredursunlar, kul­
landıkları teknik amacından biraz sapmıştır. Bu yüzden
301
"doğal olmayan" doğum ile doğal yollardan doğum açı­
sından nelerin kabul edilebileceğini belirleyen sınır gide­
rek belirsizleşse de var olmaya devam etmektedir. Niha­
yetinde, "kısırlık tedavisi" gören insanların çoğu (sayıları
epey yüksektir) sadece çocuk sahibi olmaya çalışan ve
çoğunlukla "normal" yolu tercih edecek sıradan insan­
lardır. Kimi zaman kulağa ne kadar "yapay" gelse de, bu
insanları tıbbi müdahaleye başvurmaktan alıkoymak için
herhangi bir neden yoktur.

Öte yandan, günümüzde, kulağa oldukça havalı ge­


len "üreme teknolojilerinin" emekleme döneminde dahi
yol açtığı "kabus" senaryoları, duyarlı ruhları alarma
geçirmeye yeter. Çiftler için bebek yapılabiliyorsa ne­
den bekarlar için de yapılmasın? Eşcinseller, asosyaller,
ölüler için (Bunların hepsi eskimiş ikilemlerdir . . . ) ? Peki
ya büyük sanatçıların ya da bilim insanlarının veya mil­
yonerlerin Yahut herhangi birinin klonlanmasına ne
. . .

demeli?

Fakat belki de özellikle ürkütücü olan Huxley'in se­


naryosudur. İnsanlar yeni insanların dünyaya getirilme­
sinde daha az rol aldıkça, bugünkü gibi verimsiz, hatalı
ve düzensiz şekliyle çocuk yapmanın, bireyler tarafından
gerçekleştirilen bir faaliyet olmaktan çıkarak devletin
kendi talimatlarına göre yürüttüğü bir uygulama haline
geleceği güne doğru ilerliyor olabiliriz.

İkilem 30
Piyasayı düşüren rakip

Erkek ve dişi gametleri birleştirmek için laboratuvar


yöntemleri geliştirmeye çok büyük miktarlarda kamu pa-

302
rası ayrılırken, (belirtilen yöntemler gibi) daha geleneksel
yöntemler için çok az kamu fonu ayrılmaktadır. Epey ko­
mik bir durum. Fakat neden IVF klinikleri devletten onay
almak zorundadır? BM Deklarasyonu'nda da yer alan bir
varsayım söz konusudur: Herkesin bir aile kurma hakkı
vardır ve bu hak, geleneksel yollarla aile kuramayan veya
kurmak istemeyenler için de geçerlidir. Bunun nedenleri
arasında ömür boyu süren genetik ve biyolojik engeller,
belki ilerleyen yaştan, belki de kötü sağlıktan kaynakla­
nan geçici engeller bulunur. Aile kurabilecek (ve elbette
sürdürebilecek) olup yapay yöntemleri tercih edenler ara­
sında eşcinseller (kadın ya da erkek), bebeğin belli bazı
özelliklerini, özellikle cinsiyetini ama kimi zaman da fi­
ziksel görünümünü ve entelektüel niteliklerini (Bu yön­
temler hiçbirini garanti etmez.) sağlama almak isteyenler
ve doğumu ertelemek isteyenler vardır. Nüktedan birinin
dediği gibi, 1 960'ların bebek sahibi olmadan seks yapma
isteği günümüzde "seks yapmadan nasıl çocuk sahibi olu­
nur" sorununa dönüştü.

Günümüzde "gelişmiş" ülkelerde yapay yollarla


dünyaya gelen bebeklerin sayısı doğal yollarla doğan­
ların karşısında şaşırtıcı bir hızla artıyor. Üstelik sunu­
lan hizmetler de yaygınlaşıyor. Örneğin lezbiyen çiftler
gibi "kendi kendilerine" bebek sahibi olmak isteyen
kadınlar için DIYBabies'in verdiği hizmet, muhtemelen
diğer IVF kliniklerin sunduğu hizmetlerden hem daha
ucuz ve hem de daha güvenlidir. Üstelik sorunun "erke­
ğin" gametlerinde olduğu tespit edilen vakalarda klinik
yardım almak isteyen heteroseksüel çiftleri de tatmin
edecektir. Ancak Sharon gibi hem kendisinin hem de
hayat arkadaşının genetik kalıtımıyla bebek sahibi ol­
mak isteyen müşteriler için test tüpü hala daha avan­
tajlı olabilir.

303
İkilem 3 1
TGN1412

İlaç şirketinin Avrupalı ve İngiliz regülatörler tara­


fından ruhsatlandırıldığını ve insanın en yakın kuzenleri
(maymunlar) dahil olmak üzere olağan hayvan kurbanlar
üzerinde çok daha kuvvetli dozlarla denendiğini öğrenen
gönüllüler rahatlamıştı. Feci sonuçlar doğuran bağışıklık
sistemi reaksiyonu hiçbirinde gerçekleşmemişti.

Fakat insan kobaylar herhangi bir tür üzerinde yapı­


lan ilaç testlerinin bu ilacın başka türler üzerindeki etki­
leri hakkında pek bir şey söylemeyeceğini duysalardı bu
kadar rahatlayamazlardı. Aslında hayvanlar üzerindeki
denemeler, "psikolojik değeri" ne olursa olsun, ilaç sana­
yiinde "nakit engeli " işlevi görürler; büyük şirketler karlı
ilaç pazarını bu şekilde kontrol ederler.

Bu vakada, "TGNl 4 1 2" bağışıklık sistemini etki­


lemek için tasarlanmıştı ve karaciğerleri, böbrekleri ve
akciğerleri iflas ettirerek bunu başarmıştı. Altı gönüllü
dayanılmaz acılar çekti, kustular, baygınlık geçirdiler
ve kanlarının "temizlenmesi" için derhal yoğun bakıma
alınmak zorunda kaldılar. Bazıları solunum makinesine
bağlandı (İçlerinden biri bu kitap yazılırken, olayların
üzerinden üç ay geçtikten sonra hala tedavi görüyordu.),
hayatta kalanların hangi uzun vadeli etkilere maruz kala­
cağı ise bilinmiyor.

Sonradan, gönüllüler (ya da akrabaları) ilacın olası


riskleri (özellikle de bağışıklık sistemi üzerindeki etkileri)
konusunda uyarılmadıkları ve ilk gönüllü bilincini kay­
bedip yığıldığında dahi önceden belirlenmiş bir sırayla
gönüllülere ilaç enjekte edilmeye devam edildiği şeklinde
şikayetlerde bulundular.

304
Ne var ki Dr. Emanuel, tuhaf bir şekilde, gazetecilere
demeç verirken yaşananların açıkça " korkunç derecede
trajik olaylar" olmasına rağmen burada "herhangi bir
ahlaki problem" görmediğini söyledi.

İkilem 32
Kimse Kuralları

Yeni tüp bebekler veya laboratuvar ortamında döl­


leme (in Vitro Fertilization IVF) tekniklerinin "plan­
-

lanmayan sonuçlarından" biri, bebekler doğmadan ve


elbette gelecekteki annelerinin rahmine "yerleştirilme­
den" önce hastalık, cinsiyet veya muhtemel bir organ
nakli için doku uyumu taraması gerçekleştirmenin artık
mümkün olmasıdır. Hal böyle olunca, bu gibi sorunlar
pek çok ülkede genellikle doktorlar veya felsefecilerin
yanı sıra çeşitli kiliselerin temsilcilerinden oluşan devlet
komisyonları düzeyinde de tartışılmaktadır. Bu komis­
yonlar, "popüler" olanın karşısında neyin "doğru" oldu­
ğuna karar veriyorlar.

IVF ile ilgili pek çok konu günlük hayatta öyle yer etti
ki artık tartışmalı olmaktan çıktı. Bunun yerine medikal
etiğin "sınır" konularından biri artık "doku tipleme"
konusudur. Doku tipleme tekniğiyle, çocukları hayatta
kalmak için doku bağışına ihtiyaç duyan ebeveynler test
yaptırarak doğacak çocuklarının, doku vericisi olarak
kullanılabilmesine imkan veren embriyolar arasından
seçilmesini talep ediyorlar. Yeni çocuğun kardeşini kur­
tarmak için gereken genetik ayrıntılarla doğmasını bek­
lemek yerine, bilim insanları embriyo aşamasında bulu­
nan yarım düzine "potansiyel" çocuğu taradıktan sonra
bu iş için doğru olanı seçiyorlar. Masum ve hatta elzem

305
görünüyor. Çocuğu olmayan çiftlerin içinde bulunduğu
zor durum NF'nin risk ve yan etkilerini haklı göstermeye
yetmiyorsa çocuğu hasta olan ebeveynlerin durumuna ne
demeli?

Bu hala tartışmalı bir konudur; bir çocuk için " yedek


parça" kaynağı olarak başka bir çocuğun etkin bir şekil­
de üretilmesi biraz rahatsız edici görülüyor. Nitekim bu
çocukların daha sonra maruz kalacağı işlemler kemik iliği
nakli dahil olmak üzere oldukça invaziv ve hatta tehlikeli
işlemler olabilecektir . . .

Fakat faydacı mantık tüm bu protesto dalgalarının


önünde bir kaya gibi duruyor: Bu tür işlemlere izin ve­
rildiğinde toplam refah artacaktır. En nihayetinde, bir
çocuk bazı "marjinal" olumsuzluklarla birlikte var ol­
mak (biyolojik ebeveynlerini bilmemek, hayatı boyunca
kardeşlerine doku sağlama yükümlülüğü gibi) ya da hiç
var olmamak seçimiyle karşı karşıya olduğunda, herhal­
de ancak dünyanın en irrasyonel kişisi ilk seçeneği tercih
edecektir.

Birleşik Krallık'ta faaliyet gösteren Human Fertilisa­


tion and Embryo Authority gibi komitelerde faydacı gö­
rüşler ağır basmaktadır. "İlkeler" bir felsefeci tarafından
ortaya konduktan ve kilise temsilcisinin kaygıları dinlen­
dikten sonra soğukkanlı bir hesap yapılır ve en son tıbbi
teknolojiye onay verilir, bu asla değişmez. Ancak daha
sonra, özellikle tek bir görüşün hakim olmasını sağlamak
üzere komite üyeleri seçilebilir. Bunun nedeni biyotekno­
lojinin büyük ve gittikçe daha karlı hale gelen küresel bir
ticaret olmasıdır ve aldıkları oyları artırmaya alışmış po­
litikacılar, neyin "doğru" neyin "yanlış" olduğuyla ilgili
olarak "en çok kişinin mutluluğunun" nihai hakemliğini
kabul etme eğilimindedir.

306
Fakat gerçekte öyle midir? Tıbbi etik büyük ölçü­
de hedefe giden her yol mubahtır diyenlerin eline bıra­
kılmış olsa da, hala "etik mutlaklara" bağlı kalanlar da
bulunmaktadır. Embriyolar üzerinde yapılan deneyler bu
yüzden ancak belirli bir tarihten sonra ve belirli koşullar
altında kabul ediliyor. Kürtajın Birleşik Krallık'ta görü­
nüşte "talep yüzünden" değil de sağlıkla ilgili sebeplerden
dolayı serbest bırakılmasının asıl nedeni de budur. Kamu
politikası ne tutarlı ne de sezgiseldir; yaşamın ne zaman
başladığı ile onun dokunulamayacak kadar özel bir şey
olup olmadığıyla ilgili iki uzlaşmaz görüş arasında varılan
faydacı bir uzlaşı olmaktan ibarettir.

Hikayemize dönersek, Kimse ailesinin argümanı etik


olmak bir yana, sağlam bile görünmüyor. Ama hep tutarlı
biçimde ilerleyen bir argümanla karşı karşıyayız. İkinci
çocuk var olarak, faydacı hesaba göre var olmadan geçen
"sıfır" yıldan daha iyi "olması gereken" birkaç "mutlu"
yıl kazanır.

Birleşik Krallık politikalarının belirlenmesinde en et­


kili figürlerden biri olan Profesör John Harris'in belirttiği
gibi: " Çocuğun içinde bulunacağı durum ve koşulların
yaşamaya değer bir hayat sürmesine izin vermeyecek ka­
dar kötü olacağı öngörülmedikçe, dünyaya getirilmek her
durumda çocuğun çıkarına olacaktır. "

Hikayemizde, ebeveynler ilk çocuklarını kurtarmayı


başardığında bu çocuk tam ve mutlu bir hayat sürecek­
tir; aksi takdirde bunun tersi olacaktır. Doğal olarak, hem
bu çocuk hem de ebeveynleri, ikinci çocuğun bu şekilde
"kurban edilmesinden" büyük üzüntü duyacaktır; ancak
faydacılığa gönül vermişlerse en nihayetinde (genel an­
lamda) daha mutlu olacaklardır.

307
Belki de insanların kaderi yalnızca sevimsiz seçenekler
arasında seçim yapmaktır. Fakat bu durumda her kararın
doğrudan etkilenen insanlar tarafından kendi artılarıyla
tekrar tekrar değerlendirilmesi gerekecektir; bu süreç asla
resmi bir emir tarafından "otomatik" hale getirilmiş gibi
ilerlememeli ve özellikle Kimse kurallarına göre işleme­
melidir!

İkilem 33
Witheringspoon-X hastalığı

Biraz şaşırtıcı olsa da, Dr. Purplepatch Bayan Blank'ten


gerçekten ihtiyaç duymayabileceği bir ameliyat geçirmesi­
ni istiyor. Olasılıklar aslında göründüğünden daha iyi. Bu
kadar nadir görülen bir hastalık söz konusu olduğunda,
doğruluk payı yalnızca %95 olan bir test hala pek çok
yanlış sonuç üretecektir.

Dolayısıyla, Bayan Blank'in şansını denemesi çok


daha iyi olabilir . . .

İkilem 34
Hastane ikilemi

Tıbbi etik, doktor ve hekimlerin hastalarına kar­


şı sahip oldukları sorumluluklarla başlar ve şüphesiz
ki kurucusu, hastanın iyiliğini her şeyin üzerinde tutan
Hippokrates'tir. Günümüzde bu alan, yalnızca tıbbi tek­
nolojilerin yol açtığı ve "Yaşam ne zaman başlar? " ve
"Ne zaman sonlanır? " gibi görünürde yeni (aslında ol­
dukça eski) tartışmaları değil, doğruyu söyleme, gizlilik
ve tedavi edip etmemeye dair kararlar gibi "doktor-has-
308
ta" ilişkisine dair tartışmaları da kapsıyor. Bugün tıbbi
etik, kaynak tahsisi, toplumun yapısı ve doğasıyla ilgili
olarak alınması gereken ince kararlarla birlikte (Platon
uzun yıllar önce otoriter tutumuyla tam da bu noktada
duruyordu.) ekonomi ve sosyal bilimleri de büyük ölçü­
de içeriyor.

Brown ailesinin yazı gelirse bunun ne demek olduğu­


nu, "yaşam desteğini sürdür" mü yoksa "yaşam desteği­
ni kapat" anlamına mı geldiğini dahi bilmediklerini ha­
tırlayalım. Ancak insanlar sıklıkla ayrıntılarını gerçekten
bilmeden bazı tıbbi kararlarda yer almak durumunda
kalırlar. Belki de Platon bu tür kararları filozof "uzman­
lara" bırakmakta haklıydı (Hiç değilse bir konuda hak­
lı olmaları gerekir.)! Hastaneler " bilgilendirilmiş hasta
onayından" bahsediyorlar fakat profesyonel oldukların­
dan dolayı hastanelerin kendi kriterleri vardır ve belki
de en insani saiklerle hastanın yakınlarıyla tartışmaktan
çekindikleri faktörleri göz önüne alarak çoktan bir kanı­
ya ulaşmış olabilirler. Veya her biri açık bir kanıya sahip
olan birkaç uzman vardır ve bu �çık görüşler birbiriyle
çatışabilir. En azından bu durumda hastalar veya yakın­
ları, tercih ettikleri uzmanı "seçme" şansı yakalar.

Elbette hastaneler - ve personelleri - düzenli olarak,


örneğin yaşamın ne zaman sona erdiğine karar vermek
gibi, bizler için oldukça kişisel ve güç olan fakat oldukça
nadir karşılaştığımız zor durumlarla sürekli karşılaşırlar.
Bunun sonucunda, QALY olarak bilinen "kaliteye ayarlı
yaşam yılı" gibi faydacı ölçümlerle durumun gerçek niteli­
ğinin değerlendirilmesine yardım edecek sistemler benim­
semişlerdir. Örneğin, ayarlama şu şekilde yapılmaktadır:
Yalnızca kısmen iyileşme sağlamanız halinde geriye kalan
yıllarınız "pek değerli" sayılmayacaktır. Bebeklerin önün­
de uzun ve çoğunlukla "kaliteli" olarak görülen "yaşam
309
yılları" olduğu için bütçeler acil durum müdahalesinde
olmasa da organ nakli ve replasman gibi konularda genç
hastaları yaşlı hastalara tercih etme eğilimindedir.

Ancak sağlık hizmeti devlet tarafından sağlandığında,


paylaştırılması için bazı kararların alınması gerekir. İlaçla­
rın özel sektör tarafından finanse edildiği ABD gibi ülke­
lerde değil, Çin gibi "sosyalist" ülkelerde de paylaştırma
süreci daha şeffaftır; paranız yettiğince tedavi görebilirsiniz
(Brown ailesi hastaneye ücret ödüyor olsaydı, yaşam des­
tek makinelerini kapatmamak için teşvik edilebilirlerdi. ).

Tüm hastane personelinin üzerinde anlaşabileceği tek


konu, hasta ve ailelerinin de "amaç" olarak görülmesidir,
onların görüşleri ve duyguları da önemlidir. Alınması ge­
reken her kararla ilgili kapsamlı ve düşünceli bir açıklama
yapılması bu ilişkinin önemli bir parçasını oluşturur. Pek
çok durumda bu ideal gerçekleştirilememekle birlikte,
hastanelerde görev yapan pek çok kişinin bu karar alma
stratejisini önereceğinden de emin değilim.

İkilem 35
Kirli işler

"Bu çok yaramaz bir delikanlı." dedi hapishane mü­


dürü sert bir şekilde; "Daha dün geldi ama bugün dışa­
rıda diğer mahkumlarla birlikte spor yaparken arıza çı­
karmış, gardiyan onu uyardığında da basmış küfürü. Bu
yüzden burada. Buraya kaç kez geldin delikanlı? "

Delikanlı (ümitsizce yutkunarak): "Üç kez efendim! "


Hapishane müdürü (sert bir şekilde): "Hadi oradan!
Doğruyu söyle."

310
Delikanlı (birkaç damla yaş akıtmak için durmadan
gözlerini ovuşturmaktadır): "Dört kez efendim."
Hapishane müdürü: "Dört kez mi! Postalanana kadar
devam edeceksin galiba. Okuma-yazman var mı
delikanlı? "
Delikanlı (pişmanlıkla kıpırdanır): "Evet efendim, keş­
ke olmasaydı."
Hapishane müdürü: "Demek öyle, nedenmiş o?"
Delikanlı (küçük ve yuvarlak kafasını sıkıntıyla sal­
layarak): " Bilmeseydim haydut kitaplarını okuya­
mazdım efendim, her şey böyle başladı."
Qames Greenwood, "Amatör Hırsız"
karakterinin betimlemesi. Seven Curses of Landon
[ 1 869] Boston: Fields, Osgood)

Gayet bariz hale gelecek nedenlerden dolayı, 1 830'lar­


dan 1 850'lere kadar yayınlanan kalitesiz yayınlara genel
olarak "kanlı kitaplar" (The Bloods) deniyordu. Bu ya­
yınları "daha kansız ve daha macera dolu bir üslupla"
"ucuz romanlar" takip etti. İkilemirnizdeki pasaj, ne
kadar ucuz olsa da aslında "Serseri Gençlerin" utanç
verici eylemlerini anlatan ve majestelerinin polis teşkilatı
basımını durdurana kadar (bazılarına göre kışkırtılmış­
tır fakat yarıda kesildiğine şüphe yoktur) 1 8 60'lardan
1 870'lere kadar yayınlanan, özellikle başarı yakalamış
bir "resimli kitap" serisinden alıntıdır.

Daha mı erken harekete geçmeliydiler? Bu "ucuz ro­


manlar" cinsellik ve şiddet öyküleriyle Victoria Dönemi
muhafazakarlarını panikletmişti. Görünüşe göre (Platon
gibi) şiddet içeren oyunların şiddet içeren düşünceleri
cesaretlendirdiğini düşünüyorlardı ve kanalizasyonlarda
yaşayıp aynasızlarla çarpışan, cesetleri çıkaran ve "türlü

311
şeyler" yapan serserilerin hikayelerinden gençleri koru­
mak da onların göreviydi (Aristoteles ise, her zamanki
soğukkanlı ve tarafsız tavrıyla, bu tür hikayelerin muha­
tapları için bir sağıltım sunduğunu düşünüyordu.).

Bir yorumcu, 1 890 yılında şu uyarıda bulunmuştu:

Bu kirli ve çirkin süprüntülerin, hayatlarının etkilen­


meye en açık döneminde bulunan delikanlılar arasında
her hafta binlerce ve on binlerce kez el değiştirdiğini hatır­
layacak olursak, yetkili makamların çocuklar tarafından
işlenen suçlar karşısında gözyaşı dökmekten başka bir şey
yapamaması şaşırtıcı değildir.

Ne de olsa, üstat Goethe (1 780-1833) tarafından ka­


leme alınan ve kahramanın intiharıyla sonuçlanan Genç
Werther'in Acıları romanında , Werther'in tatlı Lotte'ye
duyduğu karşılıksız ve neredeyse saygıdeğer aşk dahi bir
"kopya" intihar furyası başlatmıştır.

Greenwood gibiler bu yüzden kendilerine "zehir ede­


biyatını yok etme" görevini biçmişlerdir:

Her hafta İngiliz topraklarında, özellikle metropol­


lerde giderek kök salan ve giderek büyüyüp serpilen bir
vebayla karşı karşıyayız; çabucak toprakla buluşan çü­
rümüş meyveleri her yana saçılmış, cahilleri ve gafilleri
cezbeden, tarifsiz bir ölüm ve sefalet getiren bir ağaç
gibi.

Popüler başlıklar arasında (belki de fikirlerin yetersiz­


liğini yansıtan bir şekilde) şunlar vardı: Sweeny Todd, Fle­
et Sokağı'nın Şeytani Berberi, Yay Bacaklı ]ack, Londra
Dehşeti ve Üç Pannaklı ]ack, Antiller Dehşeti, Hounslow
Heath Ay Işığı Süvarileri veya Genç Korsanlar'ın Kralı
Amiral Tom 'dan bahsetmeye dahi gerek yoktur. Gre-

312
enwood, 1 8 74 yılında şöyle yazıyordu: "Hepsi de kirli
görünümlü pespaye kağıt tomarları; zehirli içerikleri göz
önüne alındığında en iyi yanları ebatlarının bu kadar kü­
çük olmasıdır. "

Bununla birlikte, hem H. G. Wells hem de Noel


Coward, bu enfes parçaların müptelasıydı; bu türü çokça
övdüler. Issız dağ göllerinde ve durgun, otlarla kaplı gö­
letlerde seve seve dolaştılar, uzak korularda ıslık çalan ko­
vuklarda uyudular, hatta akıntı yönünde sakince seyrede­
rek bir cesedin soluk elini ararken coşkun akan nehirlerde
soluk soluğa ay ışığını seyrettiler . . . Kendilerini bekleyen
hücreyi ve gıcırdayan darağacını unutmadan.

Fakat aslında bazı pasajlar, her ne kadar korkunç ol­


maya çalışsalar da, çoğunlukla korku türünün tamamı
gibi okurun daha fazlasını istemesini (ve daha fazla öde­
mesini) sağlama ihtiyacıyla kaleme alınan basit yol hika­
yelerinin dikkat çekici kısımlarından başka bir şey değildi.
Başarılı bir tema (felsefi bir ikilemin aksine) birkaç yüz ko­
nuya birden dokunabilir. Esprili biri şöyle demişti: "Sah­
neler bazen yenilik arayışıyla isyan çıkan bir gemiye veya
Avustralya çalılıklarına kaysa da, er ya da geç . . . Biraz nos­
taljiyle Londra kanalizasyonlarına geri dönerdi. "

Modern teknolojilerin röntgenci eğilimlere sahip kişi­


lerin "korku" yaşamalarının veya 1 995 gibi yakın bir za­
manda bir başkan adayının sözleriyle "ahlaksızlık kabus­
larına" tanıklık etmelerinin yollarını günbegün artırdığını
göz önüne aldığımızda, yukarıdakilerin oldukça zararsız
olduklarını düşünebiliriz. Bugünün sansür uygulamaları
eşkıya hikayelerine dönüp bakmaz.

Bugün, kaygıların çoğu tasvir edilenlerle değil cinsel­


lik, şiddet ve korku imgelerinin üretimine dahil olan un-

313
surlarla ilgilidir. "Snuff film"· olarak adlandırılan filmler­
de insanların veya hayvanların başına hoş olmayan şeyler
gelir (öldürülmek gibi) ve bu imgelerin üretiminin suç
unsurları içermesi çekiciliklerini artırır. Teknik hilelerle
üretilmek yerine hoş olmayan olayların "gerçek" olması­
nı yeğleyen bir piyasanın varlığı, televizyon ağlarının çok
iyi bildiği bir şeydir; sokakta işlenen suçlar, intiharlar ve
bedava viski teklif edilen sarhoşların cinayeti benzeri ko­
nuları ele alan amatör kayıtlara hücum ederler.

İkilem 36
Suç Bağlantısı

Açıklanan korkunç suçtan bir yıl sonra kurulan Half­


penny Marvel adlı yeni bir "güvenli" "erkek" dergisinin
başyazısında, müstakbel Northcliffe Lordu Alfred Harm­
sworth şöyle demişti:

Birkaç "ucuz roman " okuduktan sonra bu yayınları


örnek alarak işverenlerini soyan, soygun paralarıyla re­
volver alan ve en sonunda evden kaçıp arka sokaklarda
"haydutluk" yapmaya başlayan gençlerle ilgili davalar
neredeyse her gün yargıçların önüne geliyor. Bundan ve
pek çok diğer kötülükten "ucuz romanlar" sorumludur.
Bu yayınlar gelecek neslin hırsızlarını yetiştiriyor ve bun­
lar sayesinde hapishaneler dolup taşıyor.

Sevgili okurlar, Hounslow Heath Ay Işığı Süvarileri


eserinden başka bir alıntıya karşı kendinizi hazırlayın (Bu
süvarilerden bahsetmememiz konusunda uyarılmıştık! ).

Sahne: Zavallı bir adam korkunç bir işkenceye ma­


ruz kalıyor. Yere yatırılmış, üzerinde bir araba tekerleği,


Gerçek ölüm, intihar, şiddet sahneleri içeren filmler - ç.n.

314
hemen yanında bıçak, yanan iki meşale, tutkal kabı ve
rendeden oluşan çeşitli işkence aletleri var. Yanı başında,
haydut maskeleriyle adamın çektiği acıları zevkle seyre­
den iki kabadayı bulunuyor.

Toby Marks bir yük gibi bacaklarından asılmıştı; iki


soyguncu burun deliklerinden ağır ağır akan koyu renkli
ve kıvamlı kanı gördü. Ardından sel gibi kulaklarından
ve ağzından da kan fışkırmaya başladı ve yüzü çok geç­
meden korkunç bir hal aldı. Saçı tamamen kanla kaplan­
dı ve bu haliyle kafa derisi yeni yüzülmüş gibi görünüyor­
du. İşkence sona ermişti. Zavallı hain artık daha fazlasını
kaldıramıyordu; adamı öldürdüler. Yiğit Tam King'in
hazin sonunun intikamını işte böyle aldılar!

Bu türe "kanlı kitaplar" da denir.

1 930'larda, Amerika'dan ilham alan ve gangsterleri


kahramanlaştıran bir dizi film, "Ay Işığı Süvarileri" kita­
bının yarattığına çok benzer bir ahlaki panik yaratmıştı.
"The James Boys as Guerillas" adlı tipik bir Amerikan
hikayesi, gençlerin federalleri hakladığı gerçek bir öykü­
yü (en azından kısmen) aktarmıştı ve bu gençlere yönelik
takip devam ederken yayınlanmıştı. Bir de, elbette "Bon­
ny ve Clyde" ile ilgili anlatılan efsaneler vardı ve "Robin
Hood" dahi kötü örnek olmaya devam ediyordu.

Will Hays'in hazırladığı yeni etik kurallar, ahlaki to­


nun biraz yükselmesine katkıda bulundu. Bu kurallar
sonucunda filmlere, ilgili sosyal grupları betimleyen veya
gangsterlerin elebaşısının tüyler ürpertici bir şekilde öldü­
ğü sahneler eklendi. Ancak pek çok Amerikalı için, ana
karakterler olarak yalnızca gangsterlerin sergilenmesi
dayanılmazdı. Nahoş imgeler ve çocukların işledikleri
suçlar arasında bağ kurmak üzere pek çok anket yapıldı

315
ve bazı ifadelere ulaşıldı: On yaşında bir çocuk, " The Big
House filmini izleyince iriyarı ve sert bir adam olduğumu
hayal ettim. Sanki Makineli Kasap bendim", diyordu;
on bir yaşında başka bir çocuk ise, " The Gang Busters
filminde Jack Oakie'yi görünce büyük bir gangster gibi
hissettim" diye ifade vermişti. Ne mutlu ki "Legion of
Decency" benzeri yapıtlarla harekete geçen Hollywood,
on yıllık dönemin ortalarına doğru bu türü yeniden icat
etmeyi akıl etti ve önceden gangsterlerin sorumluluğun­
da olan tüm heyecanlı araba takiplerini ve ateşli silahları
polislere devrederek şiddeti tamamıyla etik hale getirdi.

İkilem 37
Bir standart meselesi

Bu sorgu türü, 1 959 yılında görülen meşhur Bayan


Chatterley'nin Aşığı duruşmasında uygulanana benziyor­
du; bu duruşmanın avukatı ABD'den başarılı geçen bir
dizi "gangster" (kitap) duruşmasında kazandığı deneyim­
le geldiği için, büyük ölçüde aynıydı. Old Bailey Merkezi
Ceza Mahkemesinde savcılık yapan Avukat Mervyn Grif­
fith-Jones, 1 960 yılında j üriye şu talihsiz öneriyi sundu:

Bu kitabı test etmenin, en özgürlükçü bakış açısıyla test


etmenin yollarından biri kendinize şu soruyu sormaktır:
"Genç yaştaki oğullarınızın ve kızlarınızın - kızlar da er­
kekler kadar okuyabilir - bu kitabı okumasını onaylıyor
musunuz? Bu, evinizde bulunmasını isteyeceğiniz bir kitap
mıdır? Hatta eşinizin veya hizmetçilerinizin okumasını is­
teyeceğiniz bir kitap mıdır?"

Dava kaybedildiği ve D. H. Lawrence sanatsal özgür­


lüğün bayraktarı olma yolunda devam ettiği için bu açık-

316
lama müstehcenliğe karşı yürütülen kampanyanın dibe
vurduğu andı. Aslında, kamuoyu basitçe bunu müsteh­
cenlik olarak görmüyordu; zira eser yarım yüzyıl sonra
edebiyat aleminin saygı gören bir parçası haline gelmiştir.
En azından 1 993 yılında, Avam Kamarasında bağımsız
olarak teklif edilen bir yasa t asarı sı , Driller Killer, I Spit
on Your Grave ve benzerlerinden oluşan yeni bir "müs­
tehcen film" dalgasına "karşı koymayı" başardı. Sorum­
lu bakan (David Mellor), tasarıyı şiddetle savundu: "Sa­
distçe filmleri sokaklarımızdan silmeye hazır olmadıkça
kimsenin vahşet dolu cinsel suçlardan, çocuklara yönelik
sadistçe saldırılardan ya da yaşlılara yönelik anlamsız ezi­
yetlerden sızlanmaya hakkı yoktur."

İngiliz ahlakının güvenilir muhafızı Daily Mail, bu­


nun en sonunda halkın talebiyle "sorumlu sansüre geri
dönüş" niteliğinde olduğunu memnuniyetle bildirdi.

Altı en kötü film: 1970'ler ve "müstehcen fılmlerin"


durdurulamaz yükselişi

lise: She-Wolf of the SS (1974)


Yapımcısı David "Blood Feast" Friedman bu filmden öyle
utanmıştı ki, ismini filmden çıkardı ve yalnızca kısırlaştır­
ma operasyonları, işkenceler, idamlar ve araya giren hafif
seks sahnelerine (Popülerlik kaygısı taşımıyorlardı. ) güve­
nerek satılmasını umdu. Ahlak Puanı: Oldukça Nazi.
The Texas Chainsaw Massacre (1974)
Yaygın standartlar öyle bir noktaya geriledi ki İngiltere'de
iki kez yasaklanan ve tek başına, şarj edilebilir bir aletin
başrol oynadığı bu Fransız kan şöleni, en sonunda 1999
yılında Britanya kamuoyunun beğenisine sunuldu. Ahlak
Puanı: Zzzzzz.
317
Snuff ( 1 976)
Arjantin'de kayıplar ve katliamların yaşandığı on yıllık
bir dönemde, 30.000 ABD doları gibi gösterişli bir büt­
çeyle çekilen bu filmle ilgili tanıtımlar, yalnızca "hayatın
ucuz olduğu" Güney Amerika'da çekilebileceğini söylü­
yordu. Görünüşte çılgın katillerden oluşan bir hippi kül­
tünü konu alan film, gruptan birinin gerçekten öldürüldü­
ğü bir sahneyi de içeriyordu. Böylece uğraşacak yeni bir
konseptimiz oldu (sahneyi çekmek için birinin gerçekten
ölmesi ihtimali düşüktür, ancak bu konsept iyi sattı ! ) . Ah­
lak Puanı: sıfır.

Driller Killer ( 1 979)


Abel Ferrara hem filmi çekti hem de cinnet geçiren, yan­
lış anlaşılmış bir sanatçıyı canlandırarak başrolü oynadı
(Bunu başka kim yapabilirdi ki ? ) . Driller, " kanın çağlayıp
akacağını " ve "matkabın et ve kemikleri delip geçeceğini"
vaat ettiyse de, birkaç "sanat galerisinden" sipariş alabildi.
Ahlak Puanı: Yanl ı ş dekor

1 Spit on Your Grave ( 1 978)


Buster Keaton'ın bu "kara mizahı" görse ne yapacağını­
Tanrı bilir (özellikle yeğeni Camille'in başrol oynadığı göz
önüne alındığında). Spit filminde uzun süren bir tecavüz
sahnesinden sonra roller değişir ve alçak adam tecavüz
kurbanı tarafından "doğranır, kemikleri kırılır ve yakılır"
(Doğal olarak, kurban tüm bunları çıplakken yapar.). Ah­
lak Puanı: Biraz nükteli.

Faces of Death ( 1 978)


Akşam haberlerinden tatmin olmayanlar için, otopsiler,
idamlar ve kazalardan oluşan bu İtalyan koleksiyonu (Rö­
nesans sanatının merkezi olan İtalya'nın müstehcen filmler
açısından tek rakibi ABD'dir. ) görünürde bir patoloji uz­
manı (Psikopat mı demeliydik? ) tarafından aktarılmaktadır
ve arkasından beş tane daha devam filmi çekilmiştir. Ahlak
Puanı: Bu kadar yeter.

318
İkilem 38
İstismar içeren resimler

Kilisede kabul edilebilir çıplaklık seviyesi (kiliseyi zi­


yaret edenler açısından değil de dekorasyon açısından)
dalgalı bir seyir izlemiştir. Michelangelo, sanatsal kaygı­
larla, insan formunun kutsal olduğunu ve özellikle cen­
nette hiçbir şekilde gizlenmemesi gerektiğini hararetle
savunmuştur. Ancak aslında, heykellerinde ve freskle­
rinde "incir yaprakları" mevcuttur ve bugün feministler,
kadınları müstehcen rollerde - veya yalnızca bastırılması
gereken çıplak formlar olarak - tasvir eden sözüm ona
klasik sanat eserlerinin üniversiteler ve kütüphaneler gibi
kamu kurumlarında sergilenmelerine son verilmesi gerek­
tiğini savunmaya devam etmektedir. Neyin "suiistimal"
veya "küçük düşürücü" bir temsil olduğuna yönelik fikir
birliği yoktur; kadın formuna yönelik sansürler geniş bir
yelpazede yer alır. Bazı İslam ülkelerinde kadın formunun
temsili tamamen yasakken bazı laik devletlerde ise nere­
deyse tamamen yasaldır. Bunun yanında, sansürcünün
kütüphanesinde biraz garip bir şekilde "suç ve şiddet"
ile birlikte yer alan cinsellik, her zaman "sahte" olanın
karşısında "gerçek" olduğu gerekçesiyle kötü bir üne sa­
hip olmuştur. 1 999 yılında gösterime giren Romance ile
tecavüzün iki kadını yeni bir tecavüz ve yaralama çılgınlı­
ğına nasıl sevk ettiğini anlatan radikal Fransız filmi Baise
Mai (2002), bu eğilime meydan okudu. Sonuçta bu filmi
"cazibesi olmayan" "gerçek" seks sahneleri için mi yoksa
araya serpiştirilmiş bayağı "sahte" şiddet için mi yasakla­
yacaklarını bilemediler.

Bu imgelerin "kadına yönelik şiddet" oluşturduğu şi­


arı, müdahale için doğrudan bir gerekçe oluşturuyormuş
gibi görünüyorsa da, Maurice'in pratik sorunu neyin bir
imgeyi pornografik hale getirdiğini tanımlamanın zorlu-
319
ğudur; yasa koyucular piyasanın bitmez tükenmez ser­
bestleştirme taleplerinin arkasında sürüklenme eğilimin­
dedirler.

Özellikle büyümekte olan homoseksüel seks endüstrisi


etkisini hissettirdikçe, bu temsillerde atfedilen roller - Me­
luisine'in tasvir ettiği gibi, "seks objesi" olarak kadınlar
ve görünmez röntgenciler olarak erkekler - de yavaş ya­
vaş yok olmaktadır. Aynı şekilde, kadınların kendilerini
bu "şiddetten" "koruyan" toplumlardaki kısıtlı rolü göz
önüne alındığında, diğer feministler de kadının sansürlen­
mesine gericilik ve baskıcılık argümanları üzerinden karşı
çıkmaktadır. En nihayetinde, çıplaklığa karşı çıkışlar gö­
rünüşe göre hem kadınlar hem de erkekler ve hem natü­
ralist figürler hem de "müstehcen" pozlar için geçerlidir.

Platon'un Şölen diyaloğunda yer alan kadın filozof


Diotima, Sokrates'e nadiren karşı karşıya kaldığı bir ders
verir. Bu diyalogda Sokrates'e bir seferliğine "heterosek­
süel erkek" rolü biçilmiştir (aynı zamanda bkz. İkilem 55,
"Güzellik Batağı"). Diotima, güzellikten, özellikle çıplak
bedenden etkilenmenin temel bir şey olmakla birlikte baş­
ka bir şey için yalnızca ön aşama niteliğinde olduğunu öne
sürer. Hatta Diotima, güzel bir beden görmek ve onunla
birleşmek istemek arasında tamamen doğal bir bağlantı
olduğunu savunur: Bu, bilinçaltının güzelliği sonsuza ka­
dar devam ettirme arzusudur. Bu açıdan, cinsel çekim ve
güzellik arasında koparılamaz bir bağ vardır.

Sokrates'e sonrasında ezberleyeceği bir tavsiye verir;


filozof, "tekil bir bedenin güzelliğine aşık olabilse de",
daha sonra kendisini bu sevgiliye çeken asıl şeyin onu
aynı zamanda bir başka sevgiliye çeken şey olduğunu
keşfedecektir. Sevgililerinin güzelliği daha yüce olan bir
şeyin, sonsuz güzelliğin yalnızca bir parçasıdır. Filozof

320
(ve Diotima burada çirkinliği dillere destan olan Sok­
rates'e bir umut ışığı yakar), ölümlü bedenlerin güzel­
liğinin ruhun güzellikleriyle karşılaştırıldığında hiçbir
şey olmadığını keşfedecektir; "öyle ki, nerede ruhani
bir güzellik görse, çirkin bir bedende olsa dahi, bunu
aşık olacak kadar güzel bulacaktır" . Konuyu daha da
ileri taşır: Filozof; yasalarda, kurumlarda ve eşyalarda
da güzellik bulur ve böylece, "güzelliğin geniş ufkunu
tarayarak", tek bir sevgilinin veya insanlara ait herhangi
bir şeyin "bireysel güzelliğine yönelik köleleştirici ve tut­
sak edici adanmışlıktan" kurtulur. Gözlerini "güzelliğin
engin denizine" dikerek iyinin bilgisinin etrafında yatan
"altın değerinde felsefe" hasadını toplayacaktır (Doğal
süreç buysa, filozof-muhafız, beğenilerinde daha erken
bir aşamada bulunan kişilere karşı herhalde bağışlayıcı
olacaktır?).

İkilem 39
Çirkin pop grubu

Polis albümün iyi sattığını söyledi, on binlerce genç al­


bümü almıştı. Ancak yirmili yaşlarının sonlarında, otuzlu
yaşlarının başlarında olan grup üyeleri, cinayete teşebbüs
ve başta kundakçılık olmak üzere ırkçı saldırılara karış­
makla suçlandılar.

Bazıları, bunun farklı görüşlere "hoşgörü" göstermek


adına yitirilmiş bir şans olduğunu veya Landser'in görüş­
lerini son derece yanlış bulsalar da "düşüncelerini ifade
etme" hakkını sonuna kadar savunacaklarını söyleyecekti.

Ancak buradaki asıl konu ifade özgürlüğü olmaya­


bilir (Belki de bu yüzden konu sansür kurulu yetkilisi

321
Maurice'e değil de doğrudan doğruya Alman polisine
götürülmüştür.). Belki de, sinemada "Yangın var ! " diye
bağırarak şaka yapan ve çıkan izdihamda birkaç kişinin
ezilerek can verişini izleyen kadının unutulmaz davasında
olduğu gibi, söz aynı zamanda eylemdir ve toplumun
kendini korumaya çalıştığı şey de eylemlerdir. Öte
yandan, Viktorya Dönemi ahlakçı/arının savunduğu şey
tam da buydu.

Dini özgürlüklere veya dini özgürlüklerin serbestçe


kullanılmasına, ifade veya basın özgürlüğünün kısıtlan­
masına, bireylerin serbestçe toplanma hakkına yönelik
girişimler karşısında yurttaşların haklarını korumakla
ve mağduriyetlerin telafi edilmesini hükümetten talep
etmekle görevli olan ABD Yüksek Mahkemesi, 2002 yı­
lında bu türden olayların sınırlarını belirlemesini gerekti­
ren bir davaya baktı. Bu dava, özellikle Ku Klux Klan'ın
siyahi Amerikalılara yönelik gözdağı kampanyalarında
gerçekleştirilen haç yakma eylemlerinin "ifade özgürlü­
ğü" kapsamında olup olmadığına karar verilmesini ge­
rektiriyordu.

Getirilen düzenlemede, haç yakma eylemlerini veya


bazen siyasi gösterilerde gerçekleştirilen kukla yakma
eylemlerini sınıflandırabileceğimiz "dışavurumcu eylem­
leri" korumaya yanaşan bir ifade yoktur. Ancak kukla
yakma eylemlerinin yasaklanması pek çoğu tarafından
"ifade özgürlüğünün" kısıtlanması olarak yorumlanabi­
lir. Neyse ki, mahkemenin 1 91 9 yılında verdiği bir karar
yol gösterici olmuştur; karara göre "bariz ve mevcut bir
tehlikenin bulunması" durumunda, sözlü ifadelere bile
tolerans gösterilmez. Peki bu tatmin edici midir? Kararı
siz verin, çünkü bu karar, Birinci Dünya Savaşı'nda zo­
runlu askerlik karşıtı kampanya yürütenlere karşı çıka­
rılmıştı.
322
Günümüzde, özellikle ABD'de sözüm ona rap şarkıcı­
ları domuzları öldürmek (Ki domuzla kastedilen pembe
çiftlik hayvanları değildir. ) ve kancıklara tecavüz etmek
(Kastedilen köpekler değildir.) hakkında da şarkı söylüyor­
lar. Bu gibi durumlarda, şarkı sözlerinin dinleyicileri cidden
eyleme mi davet ettiği yoksa bir tür maço (daha ziyade çir­
kin) ritüelden ibaret mi oldukları çoğu zaman anlaşılmaz.
Şarkılar "yüzünden yapıldığı" doğrudan kanıtlanamasa da
şüphe uyandıran vakalar söz konusudur ve bu açıdan bun­
lar ucuz roman vakalarından pek farklı değildir.

1990'larda Afganistan'da kurulan köktendinci dev­


letin ilk icraatlarından biri, İffeti Yayma ve Ahlaksızlığı
Önleme Bakanlığının kurulmasıydı. Televizyon, müzik,
yaşayan kişilerin fotoğrafları, kamusal alanda tıraş olmak
ve bedenin herhangi bir yerinin gösterilmesi bu kurumun
yayınladığı tebliğlerle yasaklandı. Bunların yanında, ka­
dınlar tepeden tırnağa örtünmeye zorlandılar (Hatta yan­
larında bir erkek olmadan sokağa çıkmaları da yasak­
lanmıştı.). Erkeklerin de örneğin futbol oynarken uzun
pantolon giymeleri şarttı.

Ayetullahlar döneminde İran' daki benzer programlar­


dan ilham alan bu kısıtlamalar, zamanla, hükümetlerin
koruduklarını düşündükleri ahlaki otoriteyi zayıflatır
hale geldi.

Sansür toplumsal hayatın bir parçasıdır, kaçınılmazdır


ve hatta arzu edilir bir şeydir. Örneğin, insanların nereleri
çıplak dolaşabileceğini belirleyen kurallar bir tür sansür­
dür. Yatak odasında kıyafetsiz olmasına ses çıkarmaya­
cağımız sütçünün kapımızın önünde çıplak dikilmesini
istemeyiz. Kurallar herkes tarafından kabul gördüğünde
çoğu zaman fark edilmez; ancak kayda değer bir azın­
lık veya çoğunluk kurallara karşı geldiğinde, sansürcü,

323
kendi konumunu meşru kılacak bir argüman bulmakta
zorlanabilir. Bertrand Russell'ın "Şüpheci Denemeler'in­
den" birinde ( "Püritanizmin Dönüşü'nde" ) yazdığı gibi:
'"Müstehcenlik' kavramının yasal olarak kesin bir şekilde
tanımlanabilecek bir kavram olmadığı açıktır; uygulama­
da, 'yargıcı şoka uğratan herhangi bir şeyi' ifade eder. "

Pop müzik iyi midir yoksa kötü mü ?


Yazar Nick Hornby, 2001 yılında ABD'de en çok satan on
pop grubu üzerine gerçekleştirdiği incelemeyi " iç karartı­
cı" olarak nitelendirmişti. D 1 2'nin dinleyicilerine, aileleri­
ni de içeren garip bir seks ritüelinde yer almadıkça "me­
melerini göstermeleri ve ağızlarını kapamaları" yönündeki
teşvikleri ( Bu şarkı sözünün anlamını çözmek istiyorsanız
a lbümü satın almanız gerekecek! ) , bir çete üyesinin diğe­
rinin kız arka daşıyla ilişkiye girme girişimlerinin kontrol
edilemeyen (olağanüstü) gaz çıkarma sesleriyle nasıl engel­
lendiğini anlatan bir "skeçle" yan yana duruyordu. Puff
Daddy, Eminem, Blink 82 ve diğerlerinin bel altı rap şiirle­
rine ise hiç girmeyelim.
Hornby, Gore Vidal'in 1 973 yılında popüler beğeniyi "an­
lama" giri şim i ni takip etmekteydi. Vida!, Aleksandr Sol­
jenitsin gibi yazarların ne denli alçalabildikleri karşısında
şok olmuştu. Hornby ise incelemesini üzüntü içerisinde,
şöyle noktalıyordu: "Gücümü topladıktan sonra Pernice
Brothers, Joe Henry, Shuggie Otis ve Olu Dara gibi dü­
şünceli , ince ironilerle ve dikkatle ifade edilen sinizmle
dolu müzikler yapan beş parasız sanatçılardan oluşan ken­
di Top 10 listeme geri döneceğim . . . Ancak bu şeyin pop
müzik olduğunu düşünerek kendimi kandırmayacağım.
Artık kandırmayacağım " Nerede yanlış yaptık? " Bunun
.

geldiğini görmel iydik ." diyor Hornby ve ekliyor: "Hata­


mız ebeveynlerimizden daha modern olduğumuzu düşün­
memizdi."

324
İkilem 40-44
İş haftası

Bu sorunlar, ABD'de büyük çokuluslu şirketler için


geliştirilen meşhur "masa oyunlarından" uyarlanmıştır.
Muhtemelen en iyi bilineni, Citicorp tarafından gelişti­
rilen ve oldukça etkili biçimde The Ethics Game (Etik
Oyunu) adı verilen oyundu. Kartlara basılı çeşitli hayali
senaryolardan ve çoktan seçmeli yanıtlardan oluşuyordu.
Yanıt ne kadar etikse o kadar hızlı ilerleniyor, ilerledikçe
ödüller kazanılıyor veya cezalar alınıyordu. İspanyolca,
Fransızca, Almanca, Japonca ve daha pek çok dilde sü­
rümleri yayınlanacak kadar ünlendi.

The Ethics Game, bir kart oyunu olan Scruples'a ben­


ziyordu. Fakat Scruples'ta oyun tahtası, oynanacak taş­
lar yoktur; yalnızca birilerinin bazı toplumsal kurallara
veya temayüllere uymamaya yeltenebileceği durumları
tasvir eden bir sürü kart vardır. Kazanmanın yolu baş­
ka bir oyuncunun yanıtını doğru tahmin etmekten geçer
( "Evet", "Hayır" veya "Duruma Göre Değişir"). Yanıtı
tartışmak şart olmamakla birlikte, eğlencenin bir parçası
olduğu için pek çok kişi bunu yapar. Tüm bu oyunlar, The
New Game of Virtue Rewarded and Vice Punished (Erde­
mi Ödüllendirme Ahlaksızlığı Cezalandırma Oyunu) adlı
çok daha eski bir masa oyununa çok şey borçludur. 1 8 1 O
yılında Britanya'da üretilen bu oyun, "The Stocks", "The
House of Correction", "Faith and Prudence" gibi önceki
oyunların eğitici yanlarını daha da ön plana çıkartıyordu.

Bu yaklaşım, Gray Matters (Gri Konular) adlı etik te­


malı oyunu piyasaya süren sanayi devi Lockheed Martin*

* Lockheed ve Martin Marietta birleştikten sonra bu adı almıştı. Orijinal


oyun şu anda yüzden fazla şirket ve üniversite tarafından kullanılmaktadır.

325
tarafından bir adım öteye taşındı. Adından anlaşılacağı
üzere, etik konuların "siyah ve beyazdan", yani doğrular
ve yanlışlardan oluşan dolambaçsız konular olmadığını
belirtmeye çalışıyordu. Lockeed Martin durumu daha da
karmaşıklaştıracak şekilde, oyunu çalışanların etik ko­
nularla daha iyi baş etmelerini sağlamaktan ziyade şirket
politikasına daha iyi riayet etmelerini sağlayacak şekilde
tasarlamıştı. Ve elbette politikalar, açıkça doğru veya yan­
lış değilse şayet, oldukça "siyah-beyaz" meselelerdir.

Bu bakımdan, bunlar gibi etik temalı oyunların pers­


pektifi ahlaki olmaktan ziyade ticaridir, stratejiyle ilgili­
dir. Hatırlatmak gerekirse, Lockheed Martin'in bu tür
oyunlara ilgisi, Yurtdışında Gerçekleştirilen Yolsuzluk
Faaliyetleri Yasası kapsamında hakkında soruşturma
açıldıktan sonra başlamıştı; yeni askeri nakliye uçakları
için siparişleri garantilemek üzere yabancı yasa koyucula­
ra rüşvet verme girişiminde bulunmakla suçlanıyordu. O
dönemde, yaptığından pişmanlık duymayan Lockheed,
tüm çalışanların menfaatleri doğrultusunda hareket et­
tikleri gerekçesiyle bunun etikdışı bir davranış olmadığını
savunuyordu (Aksi takdirde çalışanlar işsiz kalabilirler­
di.). Bu pratik pragmatizm sert bir kayaya çarptı ve şirket,
25 milyon dolar cezaya çarptırıldı.

The Ethics Game oldukça katı kurallara göre oynanır.


"Grilik" ruhuyla pek çok durumda birden çok yanıtın
kabul edilmesine izin verse de, bazı yanıtları tamamen
kabul edilemez sayar. Çalışanların birbirine sevgi söz­
cükleriyle hitap etmelerine izin vermek buna bir örnektir;
bu durumda "yanlış" yanıta verilen cezanın iki katı ceza
alınır. "Devlet malını çalmak" da gri değil siyah katego­
risine girer. Bununla birlikte, amirine veya etik dairesine
rapor vermeyi içeren herhangi bir davranışın "iyi" ol­
duğunu "öğrenen" çalışan, etik olmaktan ziyade sadece
326
pragmatik bir davranışı öğrenmiş olur. Çalışanlar, şirket
kurallarının ve prosedürlerinin etik anlamda saf oldukla­
rını kabul etmeye teşvik edilirler. Bu, bazen gerçekle bağ­
daşmayan bir durumdur.

İkilem 40
Korsanlık ve azalan yazışmalar

Yazılım kopyalamanın yanlış olup olmadığı konusu,


yazılım sahiplerinin inanmamızı istedikleri kadar açık bir
konu değildir. Birincisi, fiziksel anlamda kaybolan veya
alınan bir şey yoktur; ikincisi, yazılım şirketi bu faali­
yetten dolayı herhangi bir satış kaybına uğramaz. Hatta
organize edilen yazılım korsanlığının, "markanın" piya­
sada yer edinmesine yardım ettiğine dair kanıtlar vardır.
Hırsızlığa kılıf uydurmaya çalışanlar için pek çok seçenek
söz konusudur.

Ancak yazılım kopyalamak halen yasalara aykırıdır ve


pek çok insan için bu, onun yanlış bir davranış sayılması
için yeterli sebeptir. Etik dairesi elbette bu yönde hareket
edecektir. Yazılım kaynaklarına yönelik denetimi gevşek
tuttuğu ihbar edilen bir şirket, ciddi cezalarla karşı karşı­
ya kalabilir. Bu tür faaliyetleri gerçekleştirdiğinden şüphe­
lenilen kişileri derhal ihbar etmek şirketlerin menfaatine­
dir ve etik oyunlarında önerilen "doğru" cevap da budur.
Şirket, Sandra'yı alelade bir hırsız gibi cezalandırabilir.

Yazılım konusunda yufka yürekli olanlar, çalışan­


lar arasında bir tür güvenin söz konusu olduğunu ve en
azından Sandra'yı ihbar etmeden önce Jackie'nin konuyu
kendisiyle görüşmesi gerektiğini düşünebilir (Etikte temel
konulardan birisi de, hangi bağlamda olursa olsun güve­
nin tesis edilmesidir ve "etikdışı" davranışların can yakan
327
yönlerinden biri de sıklıkla, bu manevi güvenin kaybedil­
mesi veya buna ihanet edilmesidir. ). Jackie şüphelerinde
yanılıyor olabilir ve Sandra kaytarıyor gibi görünse de
yapması gereken işleri evde tamamlıyor olabilir. Şirket
ruhuna bu denli sadık kalınan bir durumda bu tür bir
ihbarda bulunmak biraz utanç verici olmaz mı? Ve son
çare olarak durumu iş arkadaşına açtığında, Saki'nin"
bir öyküsünde Clovis'in Bayan Eggleby'ye söylediği gibi
Sandra bunun yanlış olduğunu "unuttuğunu" söyleyebi­
lir. Bu durumda Jackie de Eggleby gibi "Doğru ve yanlış
arasındaki farkı unutmuşsun! " diye haykırmanın keyfine
varabilir.

İkilem 41
Yüksek sesli radyo

Doğru yanıt (Bu konuda bize garanti verilmiştir. ), dü­


zenli aralıklarla farklı müziklerin çalınmasıdır. Burada
bir tür pratik faydacılık söz konusudur; ancak yeni mü­
zik seçimi geriye kalanlar tarafından beğenilmezse (mut­
luluk hesabına göre) durum daha iyiye değil, daha kötüye
gidebilir. İleri giderek Platon'un muhafızı edasıyla hangi
müziğin makbul olduğuyla ilgili bir yargıyı dayatmak
insanların fikirlerini dikkate almadan "doğru" karara
varmaya çalışmak olacaktır. Bu tür yargılarda bulunmak
zordur. Euthydemos diyalogunda Platon, acı karşısında
hoşnutluğun yaygın kabul edilen üstünlüğünü gerçekleş­
tirmede yöneticilere imkan tanıyacak "uzmanlık bilgisi­
nin" (orijinal Yunanca sözcük techne'dir ve "teknoloji"
ile "teknik" sözcüklerinin kökenidir) ne olduğunu sorar.
Platon şöyle bir sonuca varır; öykümüzdeki atölye amiri


Hector Hugh Munro ( 1 870- 1 9 16) -ç.n.

328
gibi, iktidar sahiplerinin insanları refah içinde yaşatma
(ve özgürlüklerini koruma) sorumlulukları bulunsa da,
insanların sahip olduğu bilgeliği artırma görevi çok daha
yüce bir görevdir. Buna dayanarak, amir, protestoları
görmezden gelmeli ve verimi ne artıracaksa onu uygu­
lamalıdır.

Diğer taraftan, en yüce sesleri kabul ettirmeyi kendi­


lerine görev sayan, müzik kalitesi konusunda daha katı
görüşlere sahip amirler de, seçkin }. D. Mabbott'ın Birinci
Dünya Savaşı esnasında Ox:ford'da görev yapan bir ho­
cayla ilgili anlattığı öyküden cesaret alabilirler. Bu hoca
her sabah "Haydi bakalım Phelps, bir erkek gibi davran,
Phelps, işte böyle! " sözleriyle zorla kendini soğuk duşun
altına sokardı ve böylece "gerektiğinde" insanların bazı
şeyleri sevmeye kendilerini ikna edebileceklerini gösterir­
di. Klasik müziğin de benzer bir motivasyonla dinlenmesi
gerekemez mi?

İkilem 42
Bulaşıcı hastalık

AIDS hastalarına veya "HN-pozitif" kişilere (Bob'un


durumunun ikisi arasında ne kadar hızlı değiştiğini hatır­
layın! ) yönelik ayrımcılık, etikle ilgili başlı başına bir ki­
tap konusudur. HIV hastalarının karşı karşıya oldukları
sorunlar saymakla bitmez; pek çok ülkede cüzamlı gibi
davranılırlar. Tespit edildiklerinde toplum onları dışlar,
hamamlardan, restoranlardan, kafelerden, kütüphaneler­
den, otobüslerden, kısacası her yerden kovulurlar. İşten
çıkarılır, okuldan atılır, kendilerini sokakta bulurlar ve
hatta sokakta saldırıya uğrarlar. Binyılın başında, BM'nin
hesaplamasına göre dünya genelinde yaklaşık 35 milyon

329
HIV-pozitif kişi vardır ve bunların yarısından biraz azı
kadındır.

Sosyal bilimciler Alec lrwin ve Joyce Miller'e göre, bu


durum AIDS'i "tarihin en tehlikeli bulaşıcı hastalığı" ha­
line getirmektedir (Global AIDS: Myths and Facts, 2002)
ve etkileri "fakir dünya" (pek ince olmayan bir şekilde
ifade edildiği gibi) genelinde fakirlik kaynaklı ölümleri
daha da artırmakta veya en azından zengin ülkelerdeki
"marjinal topluluklar" üzerinde etkili olmaktadır. Da­
hası, AIDS yalnızca bir hastalık değil, küresel köyümüzü
etkileyen daha genel bir rahatsızlığın semptomudur. İş se­
naryomuza dönersek: Küçük de olsa gerçekten başkaları­
na hastalık bulaştırma riski olan ve bu riski açıklamamış
bir çalışan söz konusu olduğunda ne yapmanız gerekir?

ABD Hastalık Kontrol Merkezi (Ülkede 1 milyondan


fazla HIV-pozitif kişi bulunmaktadır. ), hastaları koruyan
bir politikada karar kıldı. Bunun gerekçesi olarak ise,
ailelerin "hasta" çocukları okuldan almalarına yönelik
kampanyalara rağmen, bu çocukların "kısıtlanmamış
bir ortamda" öğrenim görme hakkına sahip olduğunu
belirterek "çocuğun durumundan haberdar olan" kişi­
lerin sayısının mümkün olduğunca sınırlı tutulması ge­
rektiğini söylemiştir. HIV-pozitif cerrahlar ve dişçiler de
isimlerinin gizli kalmasını talep edebilirler, bunun nedeni
kendi hastalarına HIV bulaştırma riskinin yüksek olması
değil, hastaların bu şekilde düşünmeleri ihtimalidir. Cer­
rahlarının işlerine devam etmelerine izin veren hastane­
ler ise bunu hastaların önyargılarına göre hareket etme
özgürlüğü pahasına yapacaktır. Ayrıca, bir hastanın has­
tanede HIV kaptığını iddia etmesi halinde hem maddi
olarak hem de itibar anlamında büyük kayba uğraya­
caklarının farkındadırlar. Bu açıdan, pek çok kuruluşun
neden "kolay yolu seçtiğini" ( "Teşekkürler Jackie! " ) ve
330
"telefona sarıldığını" anlamak zor değildir. Yine de, etik
yaklaşımın bu olduğu söylenemez.

Bununla birlikte AIDS, bulaşıcılığı en düşük hasta­


lıklardan biridir (Jackie'nin kahve kupası endişesi AIDS
ile ilgili mitlerden biridir.). Pek çok farklı şekilde görülen
hastalığın çoğu yönü hakkında hala fikir birliğine varı­
lamamış olsa da, cinsel yollarla ve uyuşturucu istismarı­
nın bir yan etkisi olarak bulaşabildiği söylenebilir. Her
ne yolla olursa olsun, Batı'da eşcinsel yaşam tarzlarıyla
ilişkilendirilir ve gazeteler bu hastalığa "gay vebası" is­
mini takmıştır. Ancak bugüne kadar "maço" kültürel
normlar hastalığın yayılmasıyla ilgili olarak aileler ve
topluluklar üzerinde olağandışı bir etkide bulunmuştur.
Elbette Bob'un partnerlerinin - erkek veya kadın - karşı
karşıya oldukları riski bilmeye hakları vardır. Bob ile bir­
likte olan, özellikle korunmadan birlikte olan kişilerin de
uyarılması gerekmez mi? Bu gibi durumlarda mahremiyet
tercihinin diğerlerinin kaygılarıyla dengelenmesi gerek­
mez. Bazı "komüniteryen" düşünürler, bilhassa Amitai
Etzioni, "mahremiyete" yönelik tecavüzlerin, toplumsal
anlamda yıkıcı olan "serbest piyasaya dayalı liberal bi­
reyciliğin" bir parçası olduğunu savunur. Etzioni, AIDS
hastalarının hastalığın daha fazla yayılması riski pahasına
dışlanmaktan korunmalarına yönelik girişimleri özellikle
örnek verir.

Fakat not yazma işinde, Bob'un işini yerine getirme


kabiliyetinin virüsten etkilenmediği açıktır ve diğerlerinin
tepkisi irrasyonel ve önyargılı bir tepkidir. " B Seçene­
ği" - "telefona sarılma" seçeneğini bir kenara bırakalım
- utanç verici bir yanıt olsa da günlük gerçeklikten pek
uzak değildir. Bu yüzden, Liderin Kılavuzu'nda yazdığı
gibi katılmak ve personel eğitimlerine başlamak uygun
bir seçenekmiş gibi görünüyor.
331
İkilem 43
Tanık

"A Seçeneğinde" önerilen olumlu hareketler burada


"sorumluluk sahibi" ve etik davranışlar olarak görülür.
İfade vermeye yanaşmamak ahlakdışı bir davranış olarak
reddedilir, zaten şirketin sorunları örtbas etme politika­
sıyla herhangi bir şey kazanacağını düşünmek de zordur.
Etik oyununda bize hatırlatılan şey, karışmamaya çalış­
manın "oyunbozanlık" olduğudur ve "oyunbozanlık
nadiren puan kazandırır". Ancak bu, ihmale dayalı bir
kusurun ifade vermeyi aktif bir şekilde reddetmekle aynı
cezaya çarptırılacağı anlamına mı gelir?

İş etikçileri tarafından üretilen bu senaryo, şirket sevgi­


sinin oldukça ön planda olduğu bir durum hayal eder ve
ifade verme konusunda isteksizliğe yöneltebilecek kişisel
menfaati pek göz önüne almaz. Bu anlamda, bir tür "gö­
rev çatışması" önermektedir. Birbiriyle çatışan iki gerçek
görevle karşı karşıya olduğunuzda ne yaparsınız? Jean-Pa­
ul Sartre gibi varoluşçular, bu tür anları etiğe getirdikleri
yaklaşımın merkezine koymuşlardır. Sartre, iyilik veya gö­
reve dair tüm kural ve açıklamaları reddetmekle birlikte
"bağlanma" (engagement) gibi değerleri muhafaza eder
(S0ren Kierkegaard da benzer şekilde "taahhüdün" ahlaki
bir amaç olduğunu savunur.). Sartre, (eşinin yokluğunda
tek oğluna tutunan) annesi ile Özgür Fransa Ordusu'nun
çağrısı arasında kalan bir genci örnek verir ve evlatlık gö­
revi karşısında yurtseverlik görevine verilen değerin ancak
seçim yapıldıktan sonra açık ve gerçek bir hal aldığı sonu­
cuna ulaşır. Değerlerimizi gerçek seçimler belirler.

Kişisel menfaat ve şirket menfaatlerinin örtüştüğü an­


cak kamu menfaatinin bunun dışında kaldığı durumlara
ne demeli? Enron, WorldCom ve Arthur Andersen Ac-
332
countants gibi, finansal gerçekleri saklama kültürünün
son derece hileli hale geldiği örneklere? 2002 yılında yaşa­
nan nihai ve beyhude belge kırpma çılgınlığında, kurum­
sal Amerika'nın payandaları, muhasebecilerin kabulüyle
karlarını şişirmekten suçlu bulunarak çöktüler. Elbette,
George Soros'un (milyarder finans sihirbazı) belirttiği
gibi, başarılı yöneticilerin işe alınma nedeni karı yapay
yollardan şişirmektir. Bir işletmenin muhtemel yatırımcı­
lar için daha az hoşnutluk verecek yönlerini "gizlemek"
amacıyla kurulmuş "satışa hazır" muhasebecilik tertipleri
(SPEs - Özel Amaçlı Varlıklar) dahi vardır.

Bu gibi durumlarda, "itirafçılar" yalnızca kendi şir­


ketlerini ve meslektaşlarının geçim kaynaklarını değil,
kendi işlerini de mahvederler. Yalnızca en ilkeli çalışanlar
böyle durumlarda konuşmaya devam edecektir, belki de
şirketin hisselerini elinde bulunduran binlerce yatırımcı­
nın (özellikle emeklilik fonu sahiplerinin) durumundan
endişe duydukları için bunu yapacaklardır. Burada genel
menfaati koruyan şey, kurumsal etiğin iyi yağlanmış ma­
kineleri değil, kişisel vicdanın "emniyet sübabıdır" .

İkilem 44
Şeytanın kimyagerleri

İkinci Dünya Savaşı sonrasında görülen Nürnberg da­


valarında, siviller ve askerler, yürürlükteki yasalar yerine
"ebedi" ahlak yasasına karşı yükümlüydüler.

Toplama kamplarındaki esirler üzerinde deneyler


yapılması gibi uç örnekler pek tartışmalı bir konu sayıl­
maz, hatta bazıları burada bir "ikilemin söz konusu ol­
madığını" söyleyecektir! Ancak kimyagerler, kamp mu-

333
hafızlarından demiryolu işçilerine kadar pek çok dürüst
vatandaşların bize çok kötü görünen işleri nasıl yaptıkla­
rını gösteriyorlar. Fakat kendileri açısından hepsi "toplu­
mun" dürüst bireyleriydi ve mevcut uygulamalara uyum
sağlamışlardı.

Tüm ticari girişimlerin tek bir ortak noktası vardır:


Para kazanmaları gerekir. Para kazanamazlarsa istihdam
yaratamazlar ve çok kısa sürede herhangi bir şey yapma
güçlerini yitirirler. Ticari girişimler iki tür yasaya uyar: Ye­
rel yönetimin seküler yasalarına ve küresel piyasa yasala­
rına. Üçüncü bir yasaya - ahlak yasasına - ne ihtiyaçları
vardır? En nihayetinde piyasanın yasası bellidir; zayıflar
duvara toslayacak, güçlüler ayakta kalacaktır. Neden
şunları yapmasınlar:

• Hammadde tedarik edenlere en az parayı ödemek


• Zorunlu asgari düzenlemeler altında, malzemeyi
"ürüne" dönüştüren kişilere, yani çalışanlarına en
az parayı ödemek
• Pisliklerini temizlemek için mümkün olan en az
harcamayı yapmak

Elbette ek aşamalar da vardır. Ürünler geliştirilir ve


test edilir; ucuza kaçmadıkça veya şüpheli yöntemler kul­
lanılmadıkça bu da oldukça pahalıya patlayabilir (Bilgi
Teknolojileri Yönetişimi müdürleri, faturalardaki tasar­
rufu görmekten büyük memnuniyet duyuyor olmalıdır­
lar.). Hepsinden önemlisi de, hem nihai fiyatı hem de satış
hacmini düşüren can sıkıcı rekabet ortamı vardır. En azın­
dan kısa vadede, en karlı şirketler rekabet içinde olmayan
şirketlerdir; yani tekellerdir (Uzun vadede şirket durağan­
laşabilir ve fırsatları kaçırabilir.). Bu da bizi "etikdışı tica­
retin" dördüncü ilkesine götürür:

334
• Piyasayı kendi çıkarına manipüle etmek

Neyse ki, piyasa pek çok sorunda oldukça gözü açık


bir yargıç gibi davranır. "Mümkün olduğunca az" yine de
yeterli olabilir. Kötü reklamın "kar-zarar hanesi" üzerin­
de olumsuz etkileri olabilir (Petrol şirketlerine karşı son
zamanlarda başlatılan " yeşil kampanyalar" veya geçmiş­
te apartheid Güney Afrika mallarına yönelik boykotları
hatırlayın.). Ama şu baskı hep vardır: merdiven altı bir
atölye kur, çocuk işçileri köle gibi çalıştır, atıkları ortalığa
saç ve sürdürülebilirliği olmayan kaynaklardan ucuza al.

Ekonomist J. K. Galbraith, kukla ustalarına yakışır bir


beceri ve ayrıntıcılıkla, lüzumsuz moda ve arzular yara­
tan büyük sermayenin insanların zihinlerini kontrol ede­
rek piyasayı nasıl kontrol altında tuttuğunu anlatır. Her
ticari kararın etik bir yönü de vardır; bir şirketin müdürü
onlar, yüzler, hatta binlerce insanın hayatını etkileyen ka­
rarlar alabilir. Bunların içinde çalışanlar, tedarikçiler, alt
yükleniciler ve milyonlarca tüketici vardır. Fakat bu güç,
çoğunlukla tamamen ahlakla ilgisi olmayan bir şekilde
kullanılır: Tek ölçüt kardır. Nürnberg savcısının söyledi­
ği gibi: "Bunlar korkunç suçlamalar; sorumluluğu ciddi
ve mütevazı bir şekilde üstlenmeden, ciddiyetsizlikle ve
intikam duygusuyla kimse bunların altına imza atamaz.
Bu davada kahkahaya yer olmadığı gibi nefrete de yer
yoktur. " Bugün Afrika'nın güneyinde bebek sütü kam­
panyaları başlatan veya "ne yazık ki" sesi çıkmayan bazı
toplulukların (ve hayvanların) tek evi olan ormanların ke­
silmesini emreden pek çok şirket için de sıklıkla "nefrete
yer yoktur" . Ama sonuçları aynı ölçüde korkunçtur.

"Şeytanın kimyagerleri" ile ilgili mahkemenin verdiği


hükümler muhtelifti. Yetkililerden on ikisi tutsakları kö­
leleştirdikleri ve istismar ettiklerinden dolayı hapse girdi-

335
ler. Öte yandan, haklarında hüküm verilmiş savaş suçlu­
larından ikisi, 1 950'lerin sonuna kadar büyük şirketlerde
yöneticilik yapmaya devam ettiler. Bununla birlikte, bu
duruşma, insanların yaşamı üzerinde söz sahibi olan şir­
ket yöneticilerine, verdikleri kararın ahlaki boyutlarını
asla göz ardı etmemelerini hatırlatıyor.

İkilem 45
Meyve vermeyen ağaç

"Verimsiz" yardımcı daha da iyisini yapabilir, parayı


alıp bir süre gününü gün edebilirdi. Böyle yapsaydı hiç
değilse bencilliğinden ötürü nedamet getirmeye imkanı
olurdu. Mirasyedi oğul hikayesinde, mirası paylaşan iki
oğul bu hikayedeki zengin adamın yardımcıları gibi hare­
ket eder. Biri evde kalıp parayı akıllıca kullanır, diğeriyse
çıkıp gider ve para bitene kadar har vurup harman savu­
rur. Yaramaz çocuk bir gün eve döner ve ( bize anlatıldı­
ğı üzere) pişman olduğunu söyler. Aile kayıp oğullarını
görünce sevinir ve bunu kutlamak için verdikleri büyük
ziyafette iyi çocuğun herkes için biriktirdiği paranın dibi­
ne darı ekerler.

Kitabı Mukaddes'te geçen "Meyve Vermeyen Ağaç"


meselinde, burada sözü edilen "akçeler" "istidat"
anlamına gelir; Doğu'da birkaç aylık emeğin ücretini ifade
eden eski bir terimdir. Fakat bunlar her durumda kişisel
meziyetlere atıfta bulunan yalnızca metaforik nitelikteki
istidatlardır. Söz konusu meziyetler iyilik yapma yetileri
ve fırsatlarıdır ve bunlar elbette Tanrı'nın (tacirin) işidir.

Ancak görünen o ki, hikaye servet üretimiyle de il­


gilidir. Böyle bakınca ana fikir şu olur: akıllı yatırımlar

336
yapın, İnternet üzerinden satılan hisselerden ve benzerle­
rinden kaçının.

Max Weber ve diğer sosyologlara göre Kitab-ı Mu­


kaddes'te geçen bu tür hikayelere getirilen Protestan
yorum, toplumun kapitalist dönüşümüne zemin hazır­
lamıştır. Servet, Tanrı'nın rızası ve erdemle bir tutulmuş­
tur. Orijinal metin üzerinde biraz oynamış olsam da, en
azından faiz kazanmak için parayı bankaya yatırmanın
metinde açıkça teşvik edildiğinden emin olabilirsiniz. Bu,
tefeciliğin en büyük günahlardan biri sayıldığı İslam'ın
bakış açısından oldukça farklıdır.

Son olarak hikaye, yine niyet kaynaklı bir günah yeri­


ne ihmal kaynaklı bir günah yüzünden birilerini ( "dışarı­
daki karanlığa" ) mahkum eder.

İkilem 46
Eyüp'ün kaderi

Akşamın yıldızları kararsın, boş yere aydınlığı bek­


lesin, gündoğumunu göremesin. Ana rahminin kapıları
kapanmadı üstüme, gözümden keder silinmedi. Neden
doğarken ölmedim? Anamın kamından çıkarken son
nefesimi vermedim? ... Niçin bedbaht olanlara ışık, acı
içindekilere hayat verilir? Gelmeyen ölümü özleyenlere,
onu define gibi arayanlara? ... Yattığımda soruyorum
kendime, ne zaman doğrulacağını, gece ne zaman bite­
cek? Kurtlarla, kabuklarla kaplı bedenim; çatlayan de­
rimden irin akıyor. Günlerim dokumacının mekiğinden
hızlı, umutsuz tükenmekte. ( ... ) İnsanı kadın doğurur,
günleri sayılı, sıkıntı doludur. Çiçek gibi açıp solar, gölge
gibi gelip geçer.

337
Böyle diyor Eyüp. Eyüp'ün hikayesi, Kitab-ı Mukad­
des'teki en güçlü imgelerden bazılarını barındırır ve Batı
toplumunun "kurucu mitleri " olarak adlandırılabilecek
hikayelere büyük katkıda bulunmuştur. Aynı zamanda,
Hıristiyan inancına yönelik en yerleşik felsefi meydan
okumayı, kötülük sorununu da içerir. Mutlak kudret sa­
hibi olup mutlak iyi olan bir Varlık, neden dünyada bu
kadar acının yaşanmasına ve kötülüğe izin verir?

Ağlamaktan yüzüm kızardı, gözkapaklarımda ölü­


mün gölgesi var. Yine de ellerim haksızlıktan uzak, dua­
larım içtendir. Ey toprak, örtme kanımı, yeri yurdu olma­
sın feryadımın. Her şeye gücü yeten kim ki, ona kulluk
edelim? Ne kazanırız ona dua etsek?

(Yine de) Tanrı'nın soluğu burnumda, içimde hayat


o lduğu sürece, günah dökülmez dudaklarımdan, dilim­
den yalan söz çıkmaz . . . . Dikenler bitsin buğday yerine,
arpa yerine delice bitsin. Ve Eyüp'ün konuşması sona
erer.

Ve sonra, hikayeye göre, Tanrı "kasırganın içinden"


Eyüp'e cevap verir.

Tüm erkek ve kız kardeşleri, eski tanıdıklarının hepsi


Eyüp'ün yanına gelip evinde onunla aynı sofraya otur­
dular. Acısını paylaşıp Rab'bin başına getirmiş olduğu
felaketlerden ötürü onu avuttular. Her biri ona bir parça
gümüş, bir de altın halka verdi. Rab Eyüp'ün sonunu ba­
şından bereketli kıldı. On dört bin koyuna, altı bin deve­
ye, bin öküze ve bin katıra sahip oldu . . . . Bundan sonra
Eyüp yüz kırk yıl daha yaşadı, oğullarını, dört göbek to­
runlarını görd ü. Kocayıp yaşama doyarak öldü.

Bu mutlu sonla birlikte, kötülük problemi en azından


Eyüp için önemini yitirdi. Ama Eyüp'ün aksine, acıları
338
"kendi hataları" olmamasına rağmen süren kişiler için
problem devam ediyor.

İkilem 47
Kurbanlık kuzu

Dinin istikametinde düşünüldüğünde, Tanrı'nın biz­


den bazı şeyler yapmamızı istemesi düşüncesi, yerleşik
ve üzerine tartışılamayacak bir konudur (Rasyonalitenin
ötesindedir.). Ancak Tanrı'nın istediğini yapmamız gerek­
tiği fikri tamamen insanın karar alma alanındadır. "Tan­
rı bizden istediği şeyi yapmamızı istiyor" demek de bu
konuda çok yardımcı olmaz: Bu, adını Platon'un Diya­
log eserinde erdemin tanrıların onayladığı şey olduğunu
iddia eden Eythyphron'dan alan "Eythyphron ikilemi­
dir" . Buna karşı Sokrates (idamından hemen önce), tan­
rılar hayırlı oldukları için mi olan bitene razı oluyorlar
yoksa sadece tanrılar rıza gösterdiği için mi erdemliler
hayırlılar, sorusunu sorar. Din konusunda şüpheciliği iyi
bilinen Bertrand Russell, ( barışı savunduğundan dolayı)
cezaevine girdiğinde gardiyanın kendisine dinini sordu­
ğunu anlatır. " Agnostik", diye yanıtlar büyük filozof.
Gardiyan "Nasıl heceleniyor? " diye sorar ve hoşgörüyle
ekler: "Pek çok din var ama bence hepsi aynı Tanrı'ya
inanıyor." İbrahim'in aksine Russell şuna inanır; aklımı­
zı bir kenara bırakıp otoriteye göre hareket edersek so­
run yaşarız. Ayrıca hangi otorite? Eski Ahit? Yeni Ahit?
Kuran-ı Kerim? Russell'a göre, insanlar içine doğdukla­
rı toplumun kutsal kabul ettiği kitapları tercih eder ve
"bu kitap içinde de hoşlarına giden kısımları alıp geri­
sini görmezden gelirler. Bir ara, Kitab-ı Mukaddes'in en
etkili sözü şuydu: 'Cadıların yaşamasına izin vermeye­
ceksiniz."' Russell, Descartes'in şüpheci ruhuyla, biraz
339
kuvvet sahibiyse kötü güçlerin bizi kandırarak kendi
eserlerini kutsal yazıt sanmamızı sağlıyor olabileceklerini
hatırlatır. Aslında bu, kendisinin de belimiği gibi Gnos­
tiklerin görüşüydü. Gnostikler, Eski Ahit'in kötü bir ruh
tarafından yazıldığına inanıyordu. Spinoza gibi Tanrı'nın
mutlak kudretini ciddiye alanlar ise "günah" kavramını
bir kenara bırakmak zorundadırlar. Russell'a göre bu,
korkutucu sonuçlara götürür. Spinoza'nın çağdaşlarının
sorduğu gibi: Annesini öldürmek nasıl Nero'nun suçu
olmazdı? Elmayı yemek Adem'in suçu değil miydi ? Spi­
noza buna cevap veremez.

Seren Kierkegaard ( 1 8 13-55), İbrahim'in hikayesinin


bir paradoksla, etiğin sınırlarını gösterdiğini düşünür;
çünkü böyle bir durumda çoğunlukla yanlış olarak görü­
len bir şeyi Tanrı emrettiği için yapmanın doğru olduğunu
kabul etmemiz istenir. Kierkegaard, mantıksal kuralların
eylemleri yönlendiremeyeceğini ve bunun yerine "varo­
luşumuzun" ve eylemlerimizin sorumluluğunu üstlenme­
miz gerektiği sonucuna varır. Aksi takdirde, tüm etik sis­
temler tek bir dini talimatla geçersiz kılınabilir. Bizzat katı
bir Lutherci Protestan olan Kierkegaard, Tanrı kelamına
toplum veya rahiplerin onayına gerek kalmadan herkes
tarafından doğrudan ulaşılabileceğini savunur.

Her zaman "Tanrı'nın kötü olduğunu" (mülkiyetin


hırsızlık olduğuyla birlikte) savunan Pierre-Joseph Prou­
dhon için bu durum tam bir paradoks değildir. Belki de
İbrahim vicdanını biraz daha yoklamalıydı ve iyiliğin
Tanrısının masum birini diğerlerinin imanı için kurban
ettirmek istemesinin ihtimalini sorgulamalıydı. Ancak
böyle yapsaydı bunun tam da Tanrı'nın çalışma şek­
li olduğu sonucuna varabilirdi; en nihayetinde yerleşik
Hıristiyan görüşü Tanrı'nın kendi oğlunu kurban ettiği
yönündedir.

340
Yine de, bu hikaye bir " kıssadan" ziyade gerçek ola­
rak görülür. Bu hikaye ile ilgili geleneksel yorum şöyledir:
İbrahim kendi oğlunu öldürmenin " doğru" olup olmadı­
ğını bilmese de, imanı bunun doğruluğuna kendisini ikna
etmek için yeterliydi. İncil'de geçen bu hikaye, Hıristiyan­
lığın ilgilendiği şeyin kan değil iman olduğunu anlatması
açısından önemlidir. Matta İncil'i Yahudilere kimliklerin­
den ötürü değil, yalnızca İbrahim'i takip ederek "kurtu­
luşa" erebileceklerini söyler. Kıssadan hisse şudur: Tanrı
öyle istiyorsa insan öldürmek doğrudur.

İkilem 48
Modern zamanların Merhametlisi

Dur. Birinin yardıma ihtiyacı var. Merhametlimiz du­


rur ve yardım etmek ister. Sürücü silahını çeker, ateşler ve
arabasını çalar. Merhametlimiz hayata gözlerini yumar.
Acaba yanlış bir karar mıydı?

Başkaları için kendini büyük tehlikelere atan Sami­


riyeli gibi yardımsever kişilerin başından geçen pek çok
mutlu hikaye olsa da, yakın zamanda çabalarının kötü
sonuçlandığı olaylar da yaşanmıştır. ABD örneği biraz uç
bir örnektir ancak orijinal hikayede dahi Samiriyeli yar­
dım ederken bir bedel öder. Ya bunu yapanlar daha kötü
hale geldiyse?

İslami kültürlerdeki geleneksel "kötü komşu"


hikayesini düşünün. Bu hikayede, ( biraz modernleştirirsek)
çalılardan oluşan yüksek bir çit yapan, tüm gün yüksek
sesle televizyon seyreden ve tüm gece disko müziği çalan
kötü komşuları tarafından rahatsız edilen bir aile vardır.
Nazik aile bir kez, iki kez - üç kez - komşularından

341
biraz saygılı olmalarını rica eder ancak her seferinde
hakarete uğrarlar ve talepleriyle alay edilir. Bunun
üzerine peygamberden tavsiye isterler. " Bir daha böyle
yaptıklarında tüm eşyalarınızı çıkarıp sokağa koyun. "
Ama bunun n e yardımı olacaktır? "İnsanlar bunu görüp
ne olduğunu soracak; siz de komşunuz yüzünden kendi
evinizde huzurunuzun kalmadığını söyleyeceksiniz.
Komşu o kadar utanacak ki, eşyalarınız akşam olmadan
geri dönmüş olacak."

Geleneksel hikayede kötü komşu gerçekten de dışarı


çıkar ve aileye eşyalarını evlerine götürmeleri için yalvarır,
çok özür diler. Bugün için pek de mümkün görünmeyen
hoş bir senaryodur bu. Belki de topluluk bağları daha
sağlam olan geleneksel toplumlarda durum böyle olabi­
lir. Fakat bugün, çoğu modern şehirde muhtemelen eşya­
lar akşama kadar orada kalmayacak, çalınacaktır. Ya da
paramparça edilecektir. Kim bilir kötü komşu buna nasıl
gülecektir!

David Hume, yakın arkadaşı Adam Smith ve Jean-Ja­


cques Rousseau gibi (Thomas Hobbes tam tersini öne
sürse de durum bire karşı üçtür) insanların etrafındakile­
re, genellikle iyi davranma eğiliminde olduklarına inanır.
Her insan özsevgiyle (ki oldukça önemli ve zorunludur)
doğmakla birlikte içinde başkalarına yönelik sevgi de
vardır. Toplumu mümkün kılan bu merhamettir (veya
Smith'in sözleriyle "sempati"). Karşıt olarak, Nürnberg
Mahkemelerinde bir psikolog olarak yer alan G. M. Gil­
bert'ın dediği gibi, "kötülük, empati eksikliğidir". Ancak
bahsi geçen kıssada olduğu gibi, kişisel çıkar ile karşılaş­
tırıldığında empati zayıf kalabilir. Empati ve iyi niyetin
arasındaki üçüncü etik kuvveti, umursamazlığı da unut­
mayalım. Helen Keller'ın My Religion ( 1 927) kitabında
yazdığı gibi, " Bilim pek çok kötülüğü çare bulmuş olsa

342
da . . . Bunların en kötüsüne, insanların umursamazlığına
henüz çare bulamamıştır. "

Hume, doğru ve yanlış arasında gerçekte hiçbir fark


olmadığını, bunların eylemlere yönelik farklı duygusal
tepkiler olduğunu düşünür. Eylemlerimizi bunlar belir­
ler. Örneğin, yolun ortasında yatan bir yaralıyı görünce
üzülebiliriz - korkabiliriz - veya bu manzaraya kayıtsız
kalabiliriz. Son bombalama eyleminden haberdar oldu­
ğumuzda kızabilir veya "davanın" sonraki başarısını kut­
layabiliriz. Ancak belki de yakınlarımızın cansız beden­
lerini gördüğümüzde ve acı çığlıklarını duyduğumuzda,
"duygusal" tepkimiz hem daha esaslı hem de daha etik
görünebilir.

Hume, ahlaki nesnelliği reddeden ne ilk ne de son ki­


şiydi. Seküler tanrının bu muazzam düşüşü sürekli yeni­
den canlandırılır ve bir yenilikmiş gibi alkışlanır. Özellik­
le 20. yüzyılın başlarında, "Viktoryen değerlerin" reddi
kapsamında yeniden dirildi. Edward Westermarck, The
Origin and Development of Moral Ideas ( 1 906) eserinde
toplumu "insanların doğru ve yanlışı birbirinden ayır­
mayı öğrendiği" ve "geleneğin başöğretmen, derslerin de
herkes için aynı olduğu" bir okul olarak betimlemiştir.
Ahlaki yargıların "varsayılan nesnelliği" (Westermarck'a
göre) bir safsatadır ve " ahlaki hakikat" diye bir şey yok­
tur. Bunun nihai nedeni, ahlaki kavramların duygulara
dayalı olmaları ve duyguların içeriklerinin hakikat kate­
gorisinin tamamen dışında bulunmalarıdır. Wittgenste­
in'ın öne sürdüğü gibi:

Etik veya din hakkında yazmak veya konuşmak . . . Di­


lin sınırlarına çatmaktır. Kafesimizin sınırlarını aşmaya
çalışan bu çaba ise tam anlamıyla beyhude bir çabadır.
Hayatın nihai anlamı, mutlak iyi, mutlak değerli olan

343
hakkında bir şey söylemeye çalıştığı ölçüde etik, bir bilim
olamaz. Söyledikleri bilgimize hiçbir şey katmaz.

Böyle bile olsa ( sıradışı ve rahatsız görünen bir du­


ruş sergileyen Wittgenstein'ın eklediği gibi): "Bu, insan
zihninde yer alan ve saygı duymaktan başka bir şey ya­
pamadığım, hayatım boyunca asla alay etmeyeceğim bir
eğilimin göstergesidir."

İkilem 49
Dilenci Lazarus

Bu hikayeyi seviyorum, pek çok dinsel hikaye gibi


*
tonu oldukça sert. Kaçımız en azından sonsuza kadar
cezalandırılmasını istediğimiz sinir bozucu kişilerle karşı­
laşmadık (veya böylelerinden haberdar olmadık)? Diğer
taraftan, dilencilerin yanından en ufak bir yardım etme
isteği duymadan kimbilir kaç kez geçip gitmişizdir? Di­
yelim ki, sonsuza kadar azap çekeceğimizi öğreniyoruz.
Elbette bu, "filika" problemine başka bir perspektif geti­
rir ve sevgili Peter Singer ile aç Üçüncü Dünya çocuklarını
İbrahim'in kollarına yerleştirirken kıt görüşlü Bay Har­
din'i de alevlere atar.

Aslında, bu örneğin etik gücü dilencinin - açıkça gö­


rülebileceği üzere - oldukça zavallı ve zor durumda ol­
masında yatar. "Zengin adam" da yardım edecek maddi
güce sahiptir. Bu bakımdan, "filika senaryosu" olduğu
pek söylenemez.


"Mutlulukları tam olsun diye azizlerin . . . lanetlenenlerin çektikleri acıyı
seyretmelerine izin verilmiştir . . . lanetlenenler cezasını bulunca azizler bay­
ram edecek . . . neşeyle dolacaklardır" (St. Thomas Aquinas).

344
Bunun günümüzdeki dengi ( bir bakıma Samiriyeli kıs­
sasına paraleldir), çok daha büyük bir problem olan mül­
teci filikalarıdır. 2001 yılında, bu talihsiz kişileri taşıyan
bir bot Güney Pasifik'te batarken Norveç bandıralı bir
gemi imdat çağrılarını duyarak onları kurtardı. Mülteci­
ler Endonezya'ya dönmemek için ayak direttiler (oradan
henüz ayrılmışlardı) ve yakındaki Christmas Adası'na git­
mek istediler; Avustralya toprağı olan bu adada sığınma
hakkı için başvuru yapabileceklerdi. Avustralya başbaka­
nı bunu duyduğunda Avustralya'nın zaten pek çok mülte­
ciyle baş etmekte olduğu gerekçesiyle donanmayı devreye
sokarak botun adaya yaklaşmasını engelleme emri verdi.
Sorumluluğu Norveç'in üstlenmesini istedi; ancak Norveç
hükümeti böyle bir durumun gelecekte insanların denizde
kurtarılmasını oldukça güçleştireceğini iletti. Yaralı, hasta
ve her bakımdan zavallı mülteciler yakıcı Pasifik güne­
şinin aleviyle kavrulmuş, parmaklarını daldıracakları ve
ağızlarını ıslatacakları bir damla su olmadan yük gemisi­
nin kasaları arasında öylece kaldılar. Onlara işkence eden
kişilerin bir gün onların yerini alıp almayacağı ise meçhul.

Kıssadan hisse? Erdemin ödülü kendisi değildir.

İkilem 50 ve 51
Maymun Vakası

Demokritos (bir zamanlar), hayvanların tüm önemli


konularda öğretmenlerimiz oldukları göz önüne alın­
dığında, insanın hayvanlardan üstün olduğu iddiasının
saçma olduğunu söylemiştir. Örümcekten örgü örmeyi,
kırlangıçtan mimariyi, bülbülden ise şarkı söylemeyi öğ­
reniriz. . . Ancak hayvanların bir anlamda "haklarının"
olması fikri, siyasetin olmasa da felsefenin gündemine gö-

345
rece yakın bir zamanda, günümüz düşünürleri Peter Sin­
ger ve Paolo Cavalieri'nin "Büyük Maymunlar Projesi'ni"
(The Great Apes Project) ( 1 993) başlatmalarından sonra
girmiştir (Bununla birlikte, Yeni Zelanda hayvanlara bazı
yasal haklar vermeye yaklaşmıştır.). Daha yakın bir geç­
mişte, hukukçu olan ve hayvan hakları üzerine dersler ve­
ren başka bir Amerikalı, Stephen Wise, şempanzelerin ve
daha küçük kuzenleri olan bonoboların insanlarla aynı
temel haklara sahip olmaları gerektiğine yönelik bir dava
açmıştır. Dünyayı dolaşarak barınaklar kuran Jane Goo­
dall adlı bir şempanze uzmanı ile birlikte, bu hayvanların
duygusal tepki verebilmenin yanı sıra rasyonel düşünebil­
diklerini öne sürmüştür. Bu canlılar, Darwin'in sözleriyle
insan ve hayvanlar arasındaki farkların "tür farkı değil,
derece farkı " olduğunu hatırlatmaktadır.

Gerçekten şempanzelerle % 99 oranında aynı genetik


mirası paylaşıyoruz. Belki de yüz binlerce gen arasından
yalnızca onlar veya yüzlerle ifade edilebilecek sayıda gen
bizi şempanzelerden ayırıyor (Solucanlar, balıklar ve
hatta bitkiler ile de pek çok ortak gene sahibiz.). Şem­
panzeler, bilgisayar ekranları kullanarak labirentlerde ge­
zinmeyi öğrenebiliyor, oyuncak bebeklerle oynayabiliyor
ve (yine oyuncu bir şekilde) ayna karşısında değişik yüz
ifadeleri sergileyebiliyor. Alet kullanabiliyorlar - örneğin
arı kovanlarından sopa yardımıyla bal çıkarmak gibi - ve
bu, belli ölçüde önceden planlama yapabildiklerini gös­
teriyor. Bir araştırma grubu, bonobolara 3 .000 civarında
kelime öğrettiklerini öne sürmüştür. Bonoboların insan­
larla paylaştığı başka bir tuhaflık daha vardır: Öpüşmek
dahil olmak üzere birbirleriyle eğlence amaçlı sevişirler.

Stephen Wise, şempanzelerin küçük çocuklar veya ağır


derecede engelli (benzer şekilde konuşamayan) kişilerle
benzer kabiliyetlere sahip olduklarından dolayı, "imtiyaz

346
veren haklar" olmasa da en azından "itibar haklarına"
sahip olmaları gerektiğini ve yaşadıkları çevreyi " seçme
hakkının" buna dahil olduğunu ileri sürmektedir. Şem­
panzeler "nesnelerin " statüsüzlüğüne indirgenmemelidir.
Aslında Darwin daha da ileri gitmiştir:

Şu önerme bana oldukça mümkün görünüyor: Ebe­


veynlik ve evlatlık dahil olmak üzere belirgin toplumsal
güdülere sahip olan herhangi bir hayvan, kaçınılmaz ola­
rak ahlaki bir duygu veya vicdan edinecektir . . . Buradaki
tek sınır zekanın koyduğu sınırdır. Toplumsallık boyutu­
nun kazanılmasında, kilit unsur dil değil, duygudaşlık­
tır. Ahlak kurallarının alacağı şekle ise, grubun evrimsel
biyoloji tarafından belirlenen ihtiyaçlar karar verecektir.

Ve pek çok hayvan sosyal davranışlar sergilemekte­


dir. Babunlar taş ve kayaların altında yaşayan böcekleri
yemeyi sever. Birkaç tanesi bir araya gelerek büyük ka­
yaları devirir ve altındaki böcekleri paylaşırlar. Gezginler,
pelikanların yaşlı ve kör pelikanları beslediklerine tanık
olduklarını belirtmiştir; balıklar ve diğer kuş türlerinin de
bunu yaptığı bilinmektedir. Atlar ve inekler, kene ve ben­
zeri parazitleri çıkarmak için birbirlerinin tüylerini dişler
veya yalar. Maymunlar da birbirlerinin tüylerinin arasın­
daki dikenleri ayıklar.

Ancak pratikte, hayvanları ahlaki dünyamızdan ayrı


tutmamızın temel nedeni, konuşma yetisine sahip olma­
maları gibi görünmektedir. Şempanzeler dili basit ölçüde
kullanmayı öğrenmişlerse de verilen örneğin gerçekleşme
ihtimali pek yoktur; en azından Albert'in "ateşli" ko­
nuşması pek olası değildir! Fakat bu konuşmayı hayal
etmenin asıl nedeni bir soru sormaktır: Bir şempanze
bir duruşmada böyle bir konuşma yapsaydı uygun yanıt
ne olurdu? "Biz" yani insanlar ve "onlar" - hayvanlar

347
- arasındaki konforlu ayrım, tüm suiistimallerin üzerini
örtmek üzere bu durumda hala açık kart olarak kullanı­
labilir miydi?

Şu anda şempanze ve bonobolar vuruluyor, kaçırılıyor


ve yeniyor. ABD'de hala laboratuarlarda kullanılıyorlar,
Üzerlerinde deneyler yapılıyor. Bu, en azından Birleşik
Krallık'ta 1 996 yılından beri yasadışı.

İkilem 52
Hayat adil değil

Thornas böyle düşünüyor olabilir, ancak "erdem teo­


risyenleri" Aristoteles'in daha sonra bu konuya getirdiği
tartışmayı çok ciddiye aldılar. Diğer taraftan, okumaya
devam etseydi, Thomas Sokrates'in aslında Menon ile
aynı fikirde olmadığını görecekti. İlk olarak (ve yine Aris­
toteles'in sonradan aktardığının aksine) Sokrates farklı
erdemlerle ilgilenmediğini, hepsini erdem kılan tanımlayı­
cı ortak özelliğin ne olduğunu bulmaya çalıştığını söyler.

Konu Sokrates ve Menon arasında bir ileri bir geri git­


tikçe, Menon üçkağıda gelir ve "erdem" hakkında hiçbir
şey bilmediğini itiraf eder. Bunun ardından Sokrates dü­
mene geçerek bir tür özel yetenek veya bilgi ise "erdemin"
öğretilebilir olması gerektiği gözlemini paylaşır. Erdemi
öğretebilen kimseler görünmediği için, Sokrates kimsenin
erdemli olmadığı sonucuna ulaşır.

Ancak bu konuda Sokrates'in alışık olmadığımız bir


şekilde doğrudan ifade ettiği bazı düşünceleri vardır. İlk
olarak, erdemin orta yolun bilgisini içerdiğini söyler. Pla­
ton'un aktardığına göre Sokrates, aşırı cesaretin tehlikeli
bir özgüven teşkil eden gözü karalığa götürdüğünü, öl-
348
çüsü kaçtığında her erdemin bir kusur haline geldiğini
açıklar. Bunun yerine tüm erdemlere bilgelik kılavuzluk
etmelidir. "Kısacası, insan ruhunda kılavuzu bilgelik olan
her şey mutluluğa götürür; fakat ahmaklık tam aksi yöne
sürükler... Kısacası, faydalı olması için erdemin bir tür bil­
gelik olması gerekir. " Bu anlamda, doğru şeyi yapmak en
yüksek bilgeliktir.

Ardından Sokrates, bazılarının bazı açılardan bilge


ve başarılı sayılmak için yeterli bilgiye sahipmiş gibi gö­
rünmelerine rağmen, bunların bir problemin çözümünü,
gidiş yolunu bilmeden ezberleyen kişiler gibi oldukları so­
nucuna varır. Bu kişiler bilgili görünüp sıklıkla başarılı ol­
salar da, iyiliğin özünün ne olduğunu gerçekten bilmezler.

James, Samantha ve hatta Brains gibi!

İkilem 53
Çocukların etik bencilliği

Thomas'ın söylediği Latince söz de aynı noktaya par­


mak basar: Bayan Cook, neyin reddedilmesi gerektiğini
kanıtlamaya çalışırken kanıtlamaya çalıştığı şeyin "yanlış
olduğunu" halihazırda varsaymaktadır; bu etik tartışma­
larda sık yapılan bir hatadır. Ancak Thomas aslında Kant
ile ilgilenmektedir ( Kazık Poppers ve Korsan Frederick'in
kitaplarını bitirdikten sonra şu anda en sevdiği başucu ki­
tabı Kant'ınkidir.). Öne sürdüğü tüm özel nedenler dikka­
te alındığında, elbette "evrendeki" herkes şekerleri alma­
sının doğru şey olduğunu kabul edecektir. Başka biri aynı
durumda olsaydı o da birkaç tane almasına karşı çıkmaz­
dı (İyi ki görünüşe göre aynı durumda olan kimse yoktur
ve aksi uzak bir ihtimaldir.). Düşüncesi şu yöndedir: "Ev-

349
rensel" olanı istediğiniz her şey anlamına gelecek şekilde
titiz bir şekilde tanımladığınızda, herhangi bir davranışı
"evrensel" hale getirmek oldukça mümkündür. Sınıfında,
yaramaz çocuk olarak dikildiği köşede, kendi kendine
söylendiği gibi, "Bu adil değil; eylem ve kural faydacılığı
arasında hiçbir fark yok! " •

Filozof James Rachels'in "hepbanacılık" dediği (iyi bir


şey olmayan hatta bir tür ayrımcılık olan) şeyi sergilediği­
ni bilmiyor veya bu umurunda değil.

Thomas'ın (veya belki Bay Bollards'ın) eğitim felsefe­


sinden bir parça

Özellikle Jean Piaget ( 1 896-1 980) gibi bazı filozoflar,


çocukların gelişim süreçlerini birkaç evreye ayırmışlardır.
Örneğin, "işlem öncesi" evrede ince bir bardaktan daha
büyük ve genişçe bir bardağa su dökülürken izleyip
ikinci bardakta daha az su olduğunu, suyun bir kısmının
yo k olduğunu savunacaklardır. Ancak küçük çocuklar
etik kararlar söz konusu olduğunda da irrasyonellik
sergilerler. Samantha okula giderken tıka basa kitap dolu
çantasını yanlışlıkla kaybetse ve bunun karşısında Brains
matematik kitabını isteyerek yere atsa, pek çok çocuk
daha fazla kitap kaybettiği için Samantha'nın yaptığının
daha kötü olduğunu iddia edecektir. Niyet değil sonuç
odaklıdırlar. Fakat bunun neresi irrasyoneldir? Belki
de bu tavrı, karne dönemi sonrasında da izledikleri
ebeveynlerine borçludurlar.
Jean Piaget, küçük çocuklar için oyun kurallarının
mistik bir niteliği olduğunu, bu kuralları değiştirilemez ve
karşı gelinemez saydıklarını keşfetmiştir (Yine de küçük


Kural faydacılığı, "kuralları" "herkesin yararına" seçmeye çalışan ve sınıf­
larda anlatılan türden bir politikadır; eylem faydacılığı ise azami hazzı tek
ölçüt olarak alan, anarşik çağrışımları olan bir politikadır.

350
çocuklar kendi çıkarları doğrultusunda kuralları görmez­
den gelmeyi sorun etmezler.) . Çocuk, bu yaşlarda eylem­
lerin doğruluğunu ve yanlışlığını sonuçlarına bakarak
oldukça faydacı bir şekilde ölçer: Tüm çay tepsisini yan­
lışlıkla devirmek, tek bir çay fincanını bir anlık hiddetle
kırmaktan daha kötüdür. " Büyük" bir yanlış da - tüm
çay tepsisini devirmek - ağır şekilde cezalandırılmalıdır.
Küçük çocuklar cezanın "kutsallığından" oldukça mut­
ludurlar. Sophie kibritle yakılıp öldürülmese de bir köpek
tarafından yenebilir. Aslında, ceza ne kadar korkunçsa
küçük çocuklar o kadar rahatlamış hissederler.

Biraz daha büyüdüklerinde, kuralların aslında insan­


lar tarafından belirlendiğini ve müzakereye açık oldukla­
rını görürler. Yine de, onlarla aynı fikirde olan herkese de­
ğer verirler ve bu evrede, kuralları uygularken kendilerine
karşı dahi oldukça titiz davranırlar. Daha büyük çocuklar
sadece sonuçların değil, niyetlerin de önemli olduğunu
düşünür ve cezayı da yapıcı, düzeltici bir şey olarak gö­
rürler: Ceza, suça uygun ve suç ile orantılı olmalıdır.

Lawrence Kohlberg adlı başka bir psikolog, çocukla­


rın ahlaki gelişimini araştırmak amacıyla tüyler ürpertici
bazı hikayeler kurgulamıştır. Bir tanesi, karısı kanserden
ölen adamla ilgilidir. Adam, karısını kurtaracak ilaçları
almak için elinden gelen her şeyi yapmıştır ve artık umut­
suzca ilaçları çalmayı planlamaktadır. Bu haklı bir gerekçe
midir? Kohlberg, çocukların çeşitli evrelerden geçtiklerini
söyler. İlk evre, eylemlerin yalnızca cezadan kaçınmakla
belirlendiği evredir ve bunu eylemlerin yalnızca bireye
verdikleri hazla gerekçelendirildiği "hedonist" dönem
takip eder. Sonrasında ise, Kohlberg'in " uslu çocuk" adı­
nı verdiği dönem gelir; bu dönemde eylemler başkalarını
memnun etme arzusuyla gerçekleştirilir. Bu, daha sonra
başkalarının " beklentilerine" göre hareket etmeye, bir tür
351
görev duygusuna evrilir. Beşinci evrede bireyler vicdanla­
rının sesini dinler ve altıncıda artık "evrenselleştirilebilir
ahlaki ilkelere" sahiptirler. Filozofları ahlaki pozisyon­
larını temel alarak Kohlberg'in tiplerine göre sınıflandır­
mak küçük çocuklar için çok iyi bir alıştınnadır. Elbette
Peter Singer en altta, Kant en üstte yer alacaktır.

İkilem 54
Zengin adam ikilemi

Hayal edilemeyecek kadar zengin olduğunuzda para


harcamak gerçek bir sorundur. İngiliz pound'una karşı
spekülasyonlarıyla ünlü milyarder finansçı George Soros,
kesinlikle böyle olduğunu düşündü. Tek istediği bir fel­
sefe kitabı yazmaktı. Özlemle şöyle yazıyordu: "Ben as­
len mütefekkirim." Tatlı para onun için yalnızca yüktü.
Soros'un buna çözümü ise dernekler ve vakıflar kurarak
bu parayı dağıtmak oldu. Saraybosna Sırpların kuşat­
masındayken Saraybosnalılara yardım etti, eski Sovyet­
ler Birliği'nin tecrübesiz devletlerine yardım etti, felsefe
yüksek lisans öğrencilerine ( kendi teorilerini dinlemeleri
karşılığında) yardımda bulundu. Fakat o zamanlar gerçek
bir filozof değildi. Gerçek bir filozof olsaydı, ekonomist
Thorsten Veblen'in 1 9. yüzyılın sonunda yazdıkları onu
bir dakika düşünmeye sevk ederdi. Aylak Sınıfın Teori­
si başlıklı derinlikli analizinde Veblen, çok zenginler için
para harcamanın asla yeterli olmadığını, paranın kullanıl­
mak yerine israf edilmesi gereken bir şey olduğunu ortaya
koymuştur.

Zavallı Bay Megabucks, Veblen'in gösterişçi tüke­


tim adını verdiği şeyle boğuşuyordu. Daha mazbut za­
manlarda insanlar, ifrata varacak denli gereksiz harca-

352
malardan, 800 çift eldiven (İmparator Charlemagne)
satın alınmasından, İngiliz aristokratların popolarını
elde kesilmiş parşömenlere silmelerinden veya köpek­
lerine gümüş kaplarda akşam yemeği vermelerinden
etkileniyorlardı. Ancak yatlar, özel jetler ve adalar alan
günümüz zenginleri için bu tür küçük lüksler, magazin
köşelerinde anılmayı bırakın, çay paralarına dahi karşı­
lık gelmeyecektir.

Bu nedenle parayı yakmak makul olabilir. Bunun


yanlış olduğunu iddia edecek biri çıkabilir, eh, ama han­
gimiz ilk taşı atacak kadar günahsızız? Pek çoğumuzun
arabamızı pırıl pırıl ve rahat bir garajda tutmak için har­
cadığı para, diğer ailelerin hayatta kalmak için harcadığı
paradan fazladır. Birleşmiş Milletler, Batılıların tek tek
her inek için dünyanın pek çok yerinde halkın harcadığı
paranın beş katı fazlasını harcadığı tespit etmiştir (Ve bu,
ineklerin mutlu yaşamaları için bile değildir! ) . Biz de bu
arada gereksiz harcamalar yaparak gerekli olduklarına
kendimizi inandırmaya devam edelim.

Bunların hepsi bariz görünüyor; her ne kadar pek


azı(mız) ne kadar iyi durumda olduğunu kavrasa da, çok
zengin kimselerin fazla paralarını başkalarına yardım et­
mek için kullanmanın bir yolunu kolayca bulabilecekleri­
ni düşünmek isteriz.

Belki Megabucks okullara müzik aletleri bağışlayabi­


lirdi, imkansızlıklarla boğuşan yetenekli müzisyenler için
akademiler kurabilirdi veya karını tekrar şirketine yatıra­
rak yüz kişiyi daha işe alabilirdi. Ya da eski kayıtları satın
alıp parçalattıktan sonra bunlardan bahçe sandalyeleri
veya herhangi bir şey yapabilirdi! Fakat hepimiz Mega­
bucks gibi biraz para israf etmek isteriz. Megabucks biraz
şatafat isteyip aşırıya kaçmış olabilir ama bizim de aşı-

353
rılıklarımız var. Bu tür şeyler yasaklanırsa (Bazı toplum­
lar gerçekten bu girişimde bulunmuştur.) toplam insan
mutluluğu artmayacak, azalacaktır. Servetlerinden keyif
alan zengin insanları görmek başkalarına en azından bir
hedef, kıskanacak bir şeyler verebilir.

"İhtiyaç sahiplerine" yardım etmeyi, herkesin temel


ihtiyaçları karşılanıyorsa eşitliği savunmayı öngören
geleneksel servet paylaşımı ahlakı, bazı filozofların inan­
mamızı istediği kadar basit değildir. Örneğin, Peter Sin­
ger mutluluğun maksimizasyonunu hesaplamanın hem
mümkün hem de gerekli olduğu görüşündedir. Bu hesa­
bın sonuçlarına göre hareket edemeyen insanların elde
ettiği tek şeyin tembellik ve zayıflık olduğunu savunur.
Fakat sapkınca olsa da, mutluluğun maksimizasyonuna
yönelik en faydacı sistemde dahi, insanlara bencilce ve so­
rumsuzca para harcama özgürlüğü veren genel bir kurala
ihtiyaç duyabiliriz (Belki de, bir yakın akrabayı hayatta
tutmak için servet harcamak gibi daha az sorumsuz yollar
da vardır; Singer, etikle ilgili düşüncelerine rağmen kendi­
sini bunu yaparken bulmuştur.).

1 9. yüzyılda John Stuart Mill, refahçılığın basitlikle­


rine karşı yazmıştı. " Yardım söz konusu olduğunda her
zaman iki sonuç göz önüne alınmalıdır. Bunlar, yardımın
sonuçları ve yardıma güvenmenin sonuçlarıdır. Birincisi
genellikle faydalıdır ancak ikincisi çoğu zaman zararlı­
dır; çünkü çoğunlukla yardımın faydalarından daha ağır
basarlar." Bay Megabucks gibi, Mill de hayır işlerini pek
faydalı görmez: "İlk olarak, hayır işleri her zaman ya çok
az ya da çok fazla şey yapar; kaynakları bir yere akıtır­
ken diğer yerlerde insanları açlığa terk ederler. " Bununla
birlikte, "Kendini koruyamayan kişiler için bir güvenlik
ağı oluşturmak devletin görevidir. Bu bir mantık mesele­
sidir." Nasıl yani? " Devlet, suç işlemiş yoksulların ihti-
354
yaçlarını cezaevinde karşılıyorsa, suç işlemeyen yoksul­
lara bu imkan sunmamak, suça prim vermek anlamına
gelecektir. "

Öyleyse, Megabucks parasını başkalarına yardım


etmek için kullanmakla yükümlü müdür? Mill'e göre
"görev de borç gibi insanların mecbur edilmesi gereken
bir şey" olsa da, burada borç söz konusu değildir. Mill,
kimsenin cömertliğimiz veya hayırseverliğimizin üzerinde
ahlaki bir hakka sahip olmadığını, çünkü bu erdemleri
belirli bir bireye karşı sergilemek konusunda ahlaki bir
yükümlülük altında olmadığımızı savunur.

Hiçbir bireyin ona yapacağımız iyilikler üzerinde


bir hakkı olmamasına rağmen bu hakkı tüm insanlığa
teşmil etmeye çalışan bir ahlakçı, bu teziyle cömertliği
ve hayırseverliği adalet kategorisine dahil eder. Böyle
yaparak en çok kendi türümüzün bireyleri için çabala­
mamız gerektiğini söyler ve bu da insanları bir borçla
yükümlü tutmaktır.

Mill, bunun yerine özerkliklerini artırmak ve kendi


hedeflerini kendilerinin gerçekleştirebilmelerinin imkan
ve araçlarını sağlamak suretiyle tüm insanların değerleri­
ne yönelik genel bir saygının tesis edilmesini gerekli görür
(Bu yüzden günümüzde gevşek "üçüncü yolcu" sosyal
demokratlar arasında oldukça popülerdir). Ancak, pek
çok politikacı gibi Mill de herkesin çıkarını önemsediğini
iddia eder. Öte yandan, daha ileri giderek toplumsal yü­
kümlülüğün her türünü reddedenler de vardır. Friedrich
Nietzsche, "kaygıyla ellerini ovuşturan" ahlakla alay
ederek bu ahlakın güçsüzlerin ve bayağıların, başarılı ve
güçlü olanların üzerinde iktidar kurma çabalarının bir
parçası olduğunu savunur. Bunun karşısında yazılarında
sorumsuz bireyi över. Bu birey, Nietzsche'nin deyimiyle

355
"beceriksizlere" herhangi bir sorumluluk hissetmemenin
yanı sıra zayıfları kullanır, aşağılar ve köleleştirir, " yıkım­
dan zevk duyar" ve başkalarının acılarını yalnızca kü­
çümser.

Böyle düşününce, Megabucks çiçek festivali belki de


fena bir fikir değildir.

Amerika' da yayınlanan Forbes dergisine göre, 2005 yılın­


da dünya genelinde 800 dolar milyarderi vardı. Bu rakam
bir önceki yıl 700 civarındaydı. Bu milyarder kulübü top­
lamda 2,5 trilyon dolarlık bir serveti kontrol ediyordu,
böylece Almanya'yı biraz geçerek dünyanın 3. büyük eko­
nomisi konumuna geldiler. İyi para.
Bu kadar parayla ne yapıyorlar? Göstergelere bakılırsa
çok şey yapmıyorlar. En nihayetinde bu servetin büyük
kısmı kendi şirketlerinde hisse senedi olarak bulunuyor;
bunları satmaları halinde şirketin borsa değeri çökebilir.
Üst düzey finans böyledir. Ayrıca milyarderlerin tümü
Amerikalı değil. Listede Çinliler, Meksikalılar, Ruslar ile
birlikte on Hintli milyarder de bulunuyor. Hintli milyar­
derlerin toplam serveti ezeli rakipleri Japonların tüm ser­
vetinden fazladır. İlginç bir şekilde, Hint nüfusunun dörtte
biri hayatta kalabilmenin sınırında, haftada yalnızca on
dolarla yaşamaktadır. Hint milyarderler servetlerinin ya­
rısını d ağıtsalar dahi, (250 milyon kişiye 5 0 milyar dağı­
tıldığı takdirde) dağıtılan servetten herkese yalnızca 200
dolar düşecektir. Aslında düşünecek olursanız, 200 dolar
bu İnsanların pek çoğunu fakirlikten temelli kurtarmaya
yetecektir ve on kişi11in (hala muazzam zengin kalarak)
250 milyon hemşerisi için böyle bir şey yapması epey
" iyi" bir fikir gibi görünüyor. Fakat elbette böyle bir şeyin
gerçekleşme ihtimali yoktur.

356
İkilem 55
Güzellik batağı

ABD'de "güzellik" için harcanan para, eğitim veya


sosyal hizmetlere harcanan paradan daha fazladır. Brezil­
ya gibi ülkelerde, makyaj ürünleri satan "Avon" kadın­
ları ordusu sıradan ve çirkin askeri ordulardan daha ka­
labalıktır. "Güzellik" reklam aracılığıyla ürünleri batırıp
çıkarıyor ve filmlerde, televizyon haberlerinde, popüler
müzikte ve hatta giderek politika, spor ve ticaret gibi
"gerçek hayatın" çeşitli alanlarında neyin başarılı, neyin
başarısız olduğuna karar veriyor.

Yine de, Hıristiyan ahlakından etkilenen toplumlar­


da güzellikle ilgili "açık adaletsizliğe" ve güzelliğin bire­
yin erdemine ve şerefine yönelik daha ilerici anlayışları
hor görmesine karşı büyük bir direniş vardır. Belki de,
Birdy'nin gevelediği gibi, insanların görünüşlerine göre
sıraya koyulmasının yansıttığı değerler genetik kökenlidir
ve bilinçaltında gerçekleşen doğurganlık hesaplarıyla ilgi­
''
lidir. Adı oldukça etkileyici olan Survival of the Prettiest
eserinde, Nancy Etcoff "güzelliğin" bakanın gözünde
olmak bir tarafa kültürler arası bir gerçeklik olduğunu
savunur. Bu savını farklı ırk ve kültürlere mensup kişilerin
diğer insanları çekiciliklerine göre sıralarken benzer şekil­
de davrandıklarını gösteren çalışmalarla destekler.

İnsanların böyle davranmalarının nedeni, milyonlarca


yıllık evrim sürecinde en "doğurgan" partneri tespit
etmek üzere programlanmış olmalarıdır. Erkekler "kum
saati" şeklindeki kadınları çekici bulur, bunun nedeni söz
konusu vücut şeklinin bir kadının çocuk doğurabilecek

*
En güzelin hayatta kalması anlamına gelen bu ifade, Darwin'in en güçlü­
nün hayatta kalması ilkesine dayalı doğal seleksiyon teorisine atıfta bulun­
maktadır - ç.n.

357
kadar olgun, ancak çoktan hamile kalmış ve çocuk em­
ziriyor olamayacak kadar genç olma ihtimalini (zira bu
durumda da doğurgan olmayacaktır) azami kılmasıdır.
Bunun karşısında kadınlar da geniş çeneli, uzun, esmer
ve yakışıklı erkekleri çekici bulur çünkü bu erkekler mas­
külenliklerini sergilemenin yanı sıra çocuk yetiştirmeye
yardım edebilme kapasitelerini de sergilerler.

"En güzel kadınların sarışın Amerikalılar olduğunu"


söylemese de, Etcoff bunu demeye çok yaklaşır. "Beyefen­
dilerin sarışınları çekici bulduklarını" ve yine erkeklerin
açık renk teni koyu renk tene tercih etmeye programlan­
dıklarını ise gerçekten söyler. Etcoff'a göre erkekler "kıllı"
kadınlardan hoşlanmaz ve yine, fazla ayrıntıya girmeye­
lim ( ! ), Afrikalı, Asyalı veya Güney Amerikalı tipler şöyle
dursun, klasik esmerleri de dışarıda bırakarak "Playboy"
sarışınını işaret eder. Benzer şekilde, pek çok yerde ve dö­
nemde tombul ve çalışmadığı açıkça belli olan kadınların
daha hoş bulunduğuna dair kendisinin de alıntıladığı ka­
nıtlara rağmen ( Rönesans dönemindeki "Arcadia'da pik­
nik" sahnelerini düşünün.) kıvrak ve kaslı vücut yapısının
doğal bir tercih olduğunda ısrar eder. Güzelliğin yalnızca
evrimsel bir mekanizma olmadığını, sosyal ve politik ha­
yatın temelinde yer aldığını savunur. Plain ailesinin yaptığı
gibi, güzelliğin gücünü görmezden gelmek, akıntının "ters
dönmesini" ve bizim istediğimiz gibi akmasını buyurmak
olacaktır. Bunun yerine, "Güzellik ile yaşamanın ve bunu
haz alanına yeniden kazandırmanın yolunu bulmak 2 1 .
yüzyıl uygarlığının görevidir", der.

Belki de, Birdy ve Wolfie'ye de umut verecek şekilde,


Nancy Etcoff'a şöyle itiraz edilebilir: Çekici olmak, gü­
zel olmak demek değildir. Bu iki kavram birbiriyle açıkça
örtüşse de, bunları birbirinin yerine geçecek şekilde kul­
lanmak ne bilimsel ne de felsefi açıdan doğru olacaktır.

358
Günahı boynuna, Nancy Etcoff filozof değildir. Klinik
psikologdur ve argümanının biraz aceleci olduğu söylene­
bilir; "güzellik" ile "çekiciliği" birbirinin yerine koyar ve
ardından "en doğurgan görünen" ile değiştirir.

Kadınların makyaj yapmalarının ve sürekli diyette ol­


malarının nedeni, bir tür kültün etkisi altında bulunmala­
rıdır. Bu, güzel vücut kültüdür. Bin bir zahmetle çıkarılan
karın kaslarının peşinde koşmalarının yanı sıra kadınlar­
la oldukları gibi ilişki kuramadıkları için de erkekler bu
kültün kurbanıdırlar (Aslında erkek olduklarını düşünen
kadınlar ve aslında kadın olduklarını düşünen erkekler,
bu "bedeninde hapsolma" hissinin iki uç noktasında yer
alır.). Tam da ikilemde Wolfie'nin güzel bedeninde hapis
vaziyette kendisi olamadığını keşfedişini tarif etmesi gibi.

Merleau-Ponty, Algının Önceliği ( 1 976) kitabında


"bedensel kendilik imgesini" sağlam bir şekilde felsefesi­
nin merkezine yerleştirerek bedenin "dünyaya bakışımı­
zı şekillendirdiğini" ve "yönelimlerimizin gözle görünür
formu" olduğunu ileri sürmüştür. Bu kendilik imgesi so­
run yaşadığında, anoreksi, anksiyete, stres, düşük özgü­
ven, cinsel taciz, ensest ve hatta tecavüz gibi çok olumsuz
sonuçlar doğurur. Bayan Plain'i çocuklarına ad koyarken
dahi etkilediğini varsayabileceğimiz Naomi Wolf, The Be­
auty Myth (Güzellik Miti) adlı kitabında tarihsel olarak
bazı güzellik türlerinin nasıl yüceltildiğini ve " bir döne­
min kadınlarında güzel bulunan özelliklerin o devirde ka­
dınlardan beklenen davranışların sembollerinden ibaret
olduğunu" anlatır. "Algıyı bedenimizden kopuk bir dış­
sal düşünme eyleminin basit bir sonucu sayan öğretilere
karşı çıkarak, zihnin kendi bedeninde ve içinde bulundu­
ğu dünyadaki köklerini yeniden kurmak" gerekir. Wol­
fie ve Birdy'nin manipülasyonlarına buradan kısmen bir
destek çıkabilir.

359
Peki ama güzelliğin altında yatan zamansız, temel
bir unsur var mıdır? Elbette, kadın filozof Diotima'nın
Sokrates'e açıkladığı güzellik formu gibi, bu da kadın
formuna özgü olmayıp erkeklerde ve hatta doğanın
tümünde bulunan bir özellik olacaktır. Şölen'de Sokra­
tes, bir seferliğine de olsa, felsefi zekanın alıcı tarafında
yer alır. Diotima, "arada" olmanın mümkün olduğunu
göstererek Sokrates'in güzel olmayanın çirkin olduğu var­
sayımını yerle bir eder. Sokrates'e şunu hatırlatır: Bir şeyin
gerçekte nasıl olduğunu bilmeden onun doğru olduğuna
inanmak ve hu inancın da doğru olması mümkündür.
Böyle bir kişi ne bilgisiz ne bilgilidir; bunların arasında
bir yerde konumlanır.

İkilem 56
İyi yaşam

Daha çok Buda olarak bilinen Siddhartha, bir orta yol


bulmak gerektiğine karar vermiştir. Bu "orta yol'', dün­
yayı olduğu gibi kabul etmek ancak dünyaya ait şeyler
için çaba sarf etmemektir. Sid, " Dört Soylu Hakikat'ini"
şöyle kaleme almıştır:

1 . Hayat acıyla doludur.


2. Acı, endişe ve arzulardan kaynaklanır.
3 . Arzu sona erdiğinde, acı da yok olur.
4. Arzularınızı "Sekiz Katlı Yol'u" takip ederek yene­
bilirsiniz.

Sekiz Katlı Yol'un "doğru düşünme", " doğru konuş­


ma" ve "doğru çabaya" yönelik pek çok tavsiye içeren
bir tür "erdem etiği" programı olduğunu söylemek yeterli
olacaktır. Fakat yolun sonunda, Budizm'e mistik özelliği-
360
ni kazandıran yeni ve farklı bir ödül vardır: Nirvana. Bu,
kusursuz sükı1net, huzur ve kavrayışa ulaşılan bir zihin
durumudur.

Budizm'in bir "dinden" ziyade pratik bir yaşam fel­


sefesi olduğu varsayılır. Budist felsefe ile Antik Yunan ve
Çin felsefeleri arasında pek çok paralellik vardır; en ni­
hayetinde tüm bu felsefe okulları insanlık tarihinin aşağı
yukarı aynı döneminde ortaya çıkmıştır. Günümüz Bu­
distleri, " kaidelerin" , (dışsal bir otorite kuran) kurallar­
dan ziyade bir tür zihinsel egzersiz programı olarak takip
edilmeleri gerektiğini vurgular. Bunlardan biri, Sangha­
rakshita, ahlakla ilgili olarak şunu söyler:

(Ahlak) iyi niyet ve iyi hislerin yanında zeka ve kav­


rayış meselesidir . . . Ahlaki yaşam, içimizde yer alan en
iyi şeye - en derin anlayış ve kavrayışımıza, en geniş ve
kapsayıcı sevgi ve şefkatimize - dayanarak hareket edip
etmeme meselesi haline gelir.

Diğer taraftan, Budistler için hayatın en kötü yanı sona


ermesini arzulayamamaktır. Siddhartha, son yaşamımız­
daki davranışlarımızın etik değerine bağlı olarak, hem in­
sanlar hem de hayvanlar aleminin çeşitli "seviyelerinde"
ya aşağı indiğimizi ya da yukarı çıktığımızı söylemiş ve bu
şekilde sonsuza kadar reenkarnasyona uğradığımız, yeni­
den ve yeniden bedenlendiğimiz konusunda bizleri uyar­
mıştır. Pythagoras gibi Budistler de hayvanların dramında
atalarının çektiği acıları görür. Yalnızca Nirvana'ya ulaş­
tığımızda hakikat ve güzellik aleminde özgür kalabiliriz.

Ne yazık ki, Doğu'nun genel tavrının bir yansıma­


sı olarak güzel ve üstün olan her şey yalnızca erkeklere
tahsis edilmiştir. Kadınlar Nirvana'ya ulaşamaz. Çok ça­
balasa dahi, bir kadın ancak erkek olarak yeniden beden-

361
lenmeyi ve bundan sonra tekrar denemeyi umabilir. İnsan
ırkının yarısını oluşturan kadınlara eşitlik yolunda tek bir
ayrıcalık tanınmıştır: Kadınların acıları erkeklerin acıla­
rıyla aynı şekilde değerlendirilir, bu da kendine göre iyi­
leştirilmiş bir statüdür. Bunun yanında, hayvanların etik
statüsü önemli bir aşama kaydetmiştir.

Budizm'de Platon'un "formlar" dünyasına yönelik


arayışının, Sokrates'in maddi dünyada yer alan şeyleri en­
telektüel bir perspektiften küçümsemesinin, Aristoteles'in
erdemli yaşam tavsiyelerinin ve elbette Yunan Stoacıla­
rın tüm yaşamlarının yankıları duyulur. Bunlar, erdemin
gerçekten "iyi" ve sahip olmaya değer tek şey olduğunu
düşünen, erdem dışında istenebilecek her şeyi ahlaki açı­
dan değersiz gören ve bu yüzden erdem dışındaki her şeye
kayıtsız kalmayı (adiaphora) öğütleyen Zenan ve Krisip­
pos gibi Stoacılardır.
Azimli bir Stoacı olan Romalı filozof Marcus Aurelius
(M.S. 121-80), bu yaklaşımı şöyle özetlemiştir:

Size ıstırap veren şey ona karşı olan tavrınıza bağlıdır.


Tavrınızı d eği şti rin ; böylece limana giren bir gemi gibi
huzur bulacaksınız. Her şey, huzurla dinlenebileceğiniz,
fırtınalardan korunan sakin bir koy gibi emniyet altında
olacak, denge bulacaktır.

Budizm'in yaşama yönelik pratik bir kavrayış sunup


sunmadığı ise başka bir konudur.

İkilem 57-59
Shangri-La'ya giden 999 sefer sayılı uçak

" Yolcu gemisi" senaryosu daha önce bahsedilen " mül­


teci filikası" senaryosuna benzer gibi görünse de, "yoksul

362
dünyaya" yönelik herhangi bir politik kıyaslama amacı
güdülmediğinden dolayı aslında bundan farklıdır.

Ne var ki, yolcuların herhangi bir eylem gerçekleştir­


mekten ziyade sadece kendilerini koruma haklarını kul­
lanmış olabilecekleri ihtimali düşünüldüğünde, bu açıdan
filika senaryosuna benzer. Yolcuların günahı " kötü niyet­
ten" değil "ihmalden" kaynaklanır; güçsüz yolcuya yar­
dım etmemiş, kendilerini " feda" etmemişlerdir ( Kaptana
yazıklar olsun!).

Düşen uçağa gelince, vagon ikilemlerinde söz konusu


olan diğer "rasyonel" hesaplar gibi, yaralı çocuğun ölü­
münün kaçınılmaz olup olmadığını tartışmak isteyebiliriz.
Geleceğe yönelik bir tahmin içerir: Kurtarıcıların gelme­
yeceğini kim bilebilir? Ya da dost canlısı bir Yeti'nin, bir
Kocaayak'ın ortaya çıkmayacağını bilebilir miyiz? Yemek
için yaralı çocuğun her halükarda ölmesini beklemekten­
se (diyelim ki) diğer ikisinin çocuğu öldürmesini gerekti­
ren "hesap" elbette incelikli bir hesaptır. Ancak kazadan
sağ çıkanların yenmesine yönelik itirazlar, bu tür dikkatli
fayda hesaplarından ziyade duygusal bir tiksinti faktörü­
ne dayanır. Gerçekte, Himalayalar'da karlar içinde ölür­
ken veya Karayip denizlerinde boğulurken, bu duygusal
ve estetik tepkiler yerlerini başka tepkilere bırakacaktır.

Tehlikeli ısırıklar

Sam'in barda çalışan "ışıl ışıl, şen şakrak" bir kadın


olmasının ne önemi var? Bir önemi olduğunu düşünmü­
yorum ancak bu tür kişiler, söz konusu kararları alırken
soğukkanlı filozoflardan daha fazla zorlanır. Her durum­
d a yasadışı (ve oldukça kötü niyetli) bir şey yaparak pek
çok masum insanı kolayca kurtarabileceğimizi söyleye­
ceklerdir. Polise başvurmak ( bar çalışanının da makul bir

363
şekilde tahmin edebileceği gibi) pek de etkili OLMAYA­
CAKTIR! Diğer taraftan, "gerçek hayatta" her şeyi ta­
mamen yanlış anlamış olabilir ve böyle küçük bir yanlış
anlamadan dolayı genç adamın sağlığını bu denli bozması
çok talihsiz bir şey olurdu. Dolayısıyla Sam'in, kötü ni­
yetli adamın layığını başka türlü bulmasına karar vermesi
bağışla na bilir.

Terörist

Aslında, bu senaryonun en ilginç yanı, daha keyifli


olsa da artık eskimiş bir "etik senaryo" olan saatli bomba
değil, birinin "müstakbel terörist" görülebilmesi fikridir.
Kendi halinde insanlar bugün çocukları katletmiyorsa
hu, cezanın oldukça köklü bir geçmişi olduğundan de­
ğildir. Kitab-ı Mukaddes'te, "seçilmiş halkın" düşman­
larının çocuklarının öldürülmesi özellikle ve açıkça tav­
siye edilir. Amerikalılar da Vietnam köylerinde "asayişi
sağlamak" üzere bu taktiği kullanmışlardır. Ancak işin
siyaseti ne olursa olsun, çocuklar elbette masumdur. Ge­
lecekte ne olacaklarına dair tahminlerimize dayanarak in­
sanların yaralanmasına veya öldürülmesine izin vermek,
insan gaddarlığının önündeki tüm sınırlarını kaldırmak
anlamına gelir.

Uzmanlar (işleri yoluna koymak üzere odaya bir ma­


kine getirdikten sonra) ne diyor?

Kontrolden çıkan vagonlar veya diğer raylı teçhizatın


yanında düşen uçaklar, batan gemiler, teröristler ve el­
bette Nazileri de içeren yüzlerce, binlerce senaryo vardır.
Hepsi "muhtemel" olarak düşünülse de, "gerçek" ikilem­
ler ve zor kararlarla dolu bir dünyada bizleri doğrudan
ilgilendiren durumlar değildir. Ne var ki, en azından bu
senaryoları savunanlar için (felsefe, psikoloji ve bazen de

364
ekonomi bölümlerinin sözde "etik uzmanları" ) düşünme­
ye değer görülmektedir; çünkü bu senaryolar ikilemleri
nasıl "çözdüğümüz", etik düşünme şeklimiz hakkında
bazı şeyleri ortaya çıkarırlar.

Öte yandan, verilen yanıtlar aslında biraz fazla ba­


rizdir. İnsanlar başka insanları, özellikle çocukları ye­
meyi sevmez. Bir adım ötede durabildikleri sürece çok
ciddi olumsuz sonuçları " görmezlikten gelme" eğili­
minde olacaklardır. Bunu filozoflar da yapar ( daha önce
vagon ikilemlerinde gördüğümüz gibi ) . Söz konusu du­
ruma "çift etki doktrini" adını verebiliriz. Bu doktrine
göre, "niyeti" iyi olduğu takdirde kimse eylemlerinin
doğuracağı kötü sonuçlardan sorumlu değildir. Örne­
ğin, "terörle mücadele" kapsamında bir yere bomba
attığınızda niyetiniz iyi olarak görülecektir ve orada te­
sadüfen bulunan masum insanların ölmesi, kendi ken­
dine kontrolden çıkmış bir vagonu andıracaktır. Ancak
filozoflara göre, birileri bir ülkeyi "kurtarmak " adına
binalara bomba koyup içinde yaşayanları öldürmeye
kalktıklarında bu ölümlerden elbette sorumlu olacak­
lardır. Yine de, biraz zorlarsak iki durum birbirine denk
sayılabilir. Birinci bomba, oldukça genel bir amaç olan
"terörizmi" bastırma amacını güderken ikinci bomba
doğrudan "kurtuluşu" hedeflemektedir, belirli bir kitle­
ye yönelik değildir.

Amerikalı ekonomistler Daniel Kahneman ve Amos


Tversky, insanların mevcut bilgilerin yetersiz veya kafa
karıştırıcı olduğu durumlarda herhangi bir sebepten ötürü
zor olan kararlar vermeleri istendiğinde, beylik kurallara
başvurduklarını ve sıklıkla yanıldıklarını bulmuşlardır.
Kumarda önceki yüz el kötü geldi diye sonraki elin iyi
geleceğine inananların içine düştüğü meşhur " kumarbaz
yanılgısı", bu çok yaygın ve acınacak eğilimin hiç eski-

365
meyen bir örneğidir. Matematikçiler ise kartların önceki
elleri bilmediklerini ve umursamadıklarını, bu yüzden iyi
veya kötü bir el gelme olasılığının aynı olduğunu belir­
tirler.

Özünde irrasyonel varlıklar olduğumuza işaret eden


başka bir konu da, psikolog Johnson-Laird'in deyimiyle,
"insanların akıl yürütme gerektiren işlere genel ve geçmiş
bilgileri uygulama" eğilimidir. Laird'in akademi jargo­
nuyla söylersek, formel çıkarım kurallarıyla akıl yürüt­
tüğümüzü ve akıl yürütme kurallarının içerikten etkilen­
mediğini söyleyenler açısından bu bulgu, " biraz rahatsız
edicidir". İnsanların (örneğin iş mülakatlarında) birkaç
milisaniye içerisinde, resmi değerlendirme kurallarından
başka her şeye dayanarak birbirleri hakkında yargıda bu­
lunma davranışları da aslında bu eğilimin sonucudur. Bu­
nun bir diğer sonucu da basit matematik işlemlerini yanlış
anlamaktır.

Örneğin, zalim profesörler insanlardan aşağıdaki


problemi çözmelerini istemiştir.

Bir beyzbol sopası ve bir beyzbol topu toplamda 1, 1 O


dolardır. Sopanın fiyatı topun fiyatından 1 dolar fazladır.
Topun fiyatı nedir?

Pek çok kişi topun 1 0 sent olduğunu düşünecektir


(Beynimden şimdiden dumanlar çıkıyor! ) fakat gerçekte
öyle değildir.

Dahası, insanlar "olumsuz" şeylerden çok "olumlu"


şeylere odaklanma eğilimindedir. Parayla ilgili konularda
muhtemel kara odaklanıp olası zararı görmezden gelirler;
tıp etiğinde kimin kurtarılacağına bakıp kimin can vere­
ceğini önemsemezler ve hatta matematik problemlerinde
de söz konusu OLMADIGI bilinen şeylere dair bilgileri
366
de içeren daha kullanışlı stratejiler geliştirmek yerine "el­
deki" bilgilere odaklanırlar.

Teknolojinin son meyvesi olan beyin tarayıcıları orta­


ya çıkaran araştırmacılar, insanların beyinlerinin yanlış
kısmını kullandıklarını, sol beyinde bulunan ve dil iş­
lemleriyle ilgili kısımlar yerine "sağ beyinde yer alan ve
mekansal temsil için kullanılan" kısımları çalıştırdıklarını
buldular.

Bunlar bizi bir yere götürecek mi?

Belki hayır. Sosyal bilimcilerin varsayımları bir bakıma


antiklerin varsayımları gibidir, felsefi düşünmeyi duygula­
rın üzerinde tutarlar. Örneğin, kontrolden çıkan vagonlar,
düşen uçaklar ve batan gemilerin yarattığı sorunları ma­
tematiksel hesaplar gibi ele alabiliyor olmamız, bu şekilde
ele alınmaları gerektiği anlamına gelmez. "Mantıkdışı"
düşünmenin insanların sorunlarla baş etme şekillerinde
yer alan bir "zayıflığı" açığa vurduğunu öne sürmek biraz
iddialıdır; ancak bu, insanların matematiksel modellerin
gösterebildiğinden daha incelikli ve karmaşık şekillerde
düşündüklerinin bir göstergesi de olabilir.

Atıştırmalık bir şeyler isteyen?

İkilem 60-63
Gözetim notları

Demokratya bakanları, demokrat olduklarından ötü­


rü kişisel mahremiyeti kolluk kuvvetlerinin ve güvenliğin
iyileştirilmesiyle elde edilecek toplumsal kazanımlar ve
daha iyi çalışacak piyasaların getirileriyle birlikte tartarak
neye mal olacağını bulmak durumundadırlar. Bu, ebedi

367
bir ikilemdir: Özgürlüğün bedeli ihtiyat ise, ihtiyatın be­
deli de özgürlüklerle ödenecektir.

Gözetimi iyi işleyen bir toplum için gelişmiş bir araca


dönüştüren filozof, sıklıkla faydacılığın " babası" olarak
kabul edilen Jeremy Bentham'dır. Çoğunluğun davranış­
larının tek bir kişi - denetmen - tarafından gözetleneceği
ve kontrol edileceği dairesel yapıların inşası için ayrıntılı
planlar çizen kişi de Bentham'dır. Bentham icadının özel­
likle hapishaneler için uygun olduğunu düşünse de, ana­
lizinin başlığında açıkça belirtildiği gibi, "Panoptikonlar"
veya " Denetim Evleri" insanların "denetim" altında tu­
tulması gereken her çeşit kuruluşta kullanılabilir. Bent­
ham 'ın örneklerine bakarsak:

SANAYİ KURULUŞLARI , İŞYERLERİ, FAKİR­


HANELER, LAZAR ETIO LAR, ÜRETİM YERLERİ,
HASTANELER, AKIL HASTANELERİ VE OKULLAR.

( Lazaretto" ne olsa gerek? Kulağa şaka gibi geliyor,


sulu şaka! )

Bentham'ın deyimiyle "denetim gücü" kullanıldığı


takdirde daha geniş çaplı kazanımlar da elde edilecektir:

Ahlak yeniden tesis edilir - sağlık korunur - sanayi


canlanır - eğitim yaygınlaşır - kamu sektörünün üzerin­
deki yük hafifler - ekonomi sanki bir kaya üzerine otur­
tulmuş gibi güçlenir. Yoksul Yasalarının kördüğümü ke­
silmeye gerek kalmadan açılır!


Lazaretto veya lazaretler, deniz yoluyla seyahat edenler için tahsis edilmiş
karantina istasyonlarıdır. Kalıcı olarak demirlemiş gemiler, izole adalar
veya anakarada inşa edilmiş binalarda faaliyet gösterebilirler. 1 929 yılına
kadar, bazı lazarettolar çoğunlukla tütsüleme yöntemiyle postaları dezen­
fekte etmek için de kullanılmışlardır - ç.n.

368
Bentham hepsini hevesli ve ayrıntılı bir şekilde açıklar:

Hükümlülerin denetmenin o esnada uzakta, başka bir


hükümlüyle meşgul olduğunu bilmelerini engellemek ve
gereksiz gürültüyü önlemek üzere, her hücreden denet­
men locasına küçük bir teneke boru çekilebilir. Bu boru,
tüm alanı geçerek locada bulunan ilgili pencereye bağla­
nacaktır. Bu şekilde, denetmen kulağını boruya yaklaştır­
dığında en küçük fısıltı dahi duyulabilecektir (II. Mek­
tup) .

Herhangi bir kişi, herhangi bir zamanda fiilen dene­


tim altında bulunma ihtimali arttıkça denetim altında bu­
lunduğunu daha yoğun hissedecektir. Bu koşullar altında
bulunan kişilerin çoğu pek az şey hesaplayabilir durumda
olacak fakat en eğitimsiz zihin dahi kaba bir hesap yap­
mak zorunda kalacaktır. Önce küçük kural ihlallerinden
başlayarak yöntemin başarısına göre daha ciddi ihlalleri
kapsayacak şekilde bunu uygulamak, gevşek bir denetim
ve katı bir denetim arasındaki farkı kendisine öğretecek­
tir (V. Mektup ) .

Böyle güçlü bir felsefi desteğin ardından kabinenin vic­


dani rahatsızlığı elbette sona erecektir.

İkilem 60
Panoptikon

George Orwell 1 9 84 adlı kinayeli romanında (Stalin


idaresi altındaki yaşamı işlemiştir.) Büyük Birader'in to­
taliter despotizmini tasvir ettiğinden beri, devlet gözeti­
minin adı çıkmıştır. Bundan önce daha az tartışmalı bir
konuydu: İngiltere Kraliçesi 1 . Elizabeth ve Napolyon
bunu kullanmış ve bu sayede büyük alkış toplamışlar-
369
dır. Şimdilerde neredeyse her ay devlet yeni bir iktidar
aracı geliştiriyor ve sivil özgürlük grupları buna şiddetle
karşı çıkıyor. Ancak Orwell 1 984'ü yazdıktan iki nesil
sonra, bugün dahi genel kanı yine özel yaşamla ilgili
endişelerden uzaklaşarak devlet iktidarını desteklemeye
yönelmiştir.

"Demokratya" tamamen kurgusal bir senaryo değil­


dir. Örneğin, Britanya'da 1 ,5 milyon kapalı devre kamera
vardır; bunların bazıları gizli, bazıları ise açıktadır. Bu,
sekiz aile başına bir kamera demektir. Mektup açma ko­
nusuna gelirsek, ABD, Britanya, Avustralasya ve Kanada,
internetteki milyarlarca öğeyi bilgi edinmek için bir süz­
geçten geçiren Echelon sistemini halihazırda kullanıyor.
Denetim Yetkilerinin Düzenlenmesi Kanunu kapsamında
her gün çekilen veriler, ileriki yıllarda kullanılmak üzere
özel "veri depolarında" saklanıyor.

Aslında kurgusal olan tek bir kısım var. Öykümüz,


gözetlemenin işe yaradığını söylüyor. Ancak (orana vur­
duğumuzda) Britanya'daki hükümlü sayısı, Çin, Suudi
Arabistan ve Türkiye gibi insani özgürlüklere saygı konu­
sunda çoğunlukla tembel davrandıkları düşünülen ülke­
lerden fazladır; dolayısıyla caydırıcı etkinin henüz ortaya
çıkmadığı açıktır.

İkilem 6 1
Panoptikon: ikinci bölüm

Gizlilik ve gözetleme arasındaki ilişkiye mahsus bir


durum da, insanlar için genel anlamda çok iyi olan bir şe­
yin devlettekiler için çok kötü olmasıdır. Devletler, izlen­
mekten nefret eder. Devlet bilgilerine erişim hakkı ABD

370
Anayasası'nın en büyük başarılarından biri olsa da, daha
genel anlamda şeffaflık ve bilgiye erişim özgürlüğü şu
aşamada ulaşılamayan " hedeflerden" ibarettir (Otuz yıl
kadar sonra tekrar konuşalım.). Gizli tutulması gereken
çok fazla karar, teknik, tartışma ve argüman vardır. Du­
ruşmalar hala "gizli celselerde" görülüyor, devlet belgeleri
ve tanıklar koruma altında tutuluyor ve en iyi ihtimalle
bir perde arkasında "Bay X" olarak yer alıyorlar. Gazete
ve televizyonlar sıkı kontrol altında tutuluyor ve çizgiyi
geçenler çeşitli " devlet sırrı" yasaları kapsamında düzen­
li olarak cezalandırılıyor. Filozoflar tutarsızlıktan nefret
eder ve bu, yani devlet yetkililerinin izleme hakkına sahip
olup kendilerinin izlenememesi, büyük bir tutarsızlık ör­
neğidir.

İkilem 62
Panoptikon: üçüncü bölüm

Tekrar Bentham:

Denetim prensibini önce hapishanelere, ardından


akıl hastanelerine ve diğer hastanelere uyguladıktan son­
ra, ebeveynler bunu en son okullara uygulamamı kabul
edecekler mi? Yeri geldikçe suçluların maruz kaldığı me­
şakkatleri dahi etkin bir şekilde önlediğinin anlaşılması,
masum gençlerin yuvalarına tiranlık getireceği algısını
kırmaya yetecek mi?

Okullar söz konusu olduğunda, denetim prensibinin


birbirinden çok ayrı iki seviyede uygulanabileceğini gö­
receksiniz: Yalnızca çalışma saatleriyle sınırlı tutulabilir
veya dinlenme, yemek saatlerini ve serbest zamanı da içe­
recek şekilde tüm zaman döngüsüne uygulanabilir.

371
Birinci uygulamaya en ihtiyatlı kimseler dahi karşı
çıkamayacaktır: Çalışma saatleriyle ilgili olarak tek bir
istek söz konusu olabilir, o da çalışmalarının sağlanma­
sıdır. Kafesler, demir parmaklıklar, kilitler ve bir denetim
kurumuna korkunç niteliğini kazandıran herhangi bir
koşul burada söz konusu değildir. Her türlü kaytarma ve
gevezelik müdürün merkezi ve kapalı konumu sayesinde
etkin bir şekilde önlenir ve bu, öğrenciler arasına istenen
sıklıkta yerleştirilecek perdelerle desteklenir. Özgür yurt­
taşların serbest tavrı ve enerj isi, askerlerin mekanik disip­
lini veya keşişlerin ciddiyetine değişilir mi? Bu karmaşık
düzenek aslında insan görünümlü makineler yaratabilir
mi?

Haklı olmakla birlikte asıl meseleyi kaçıran tüm bu


sorulara tatmin edici bir yanıt bulmak için eğitimin so­
nucunu beklemek gerekir. Bu disiplin sayesinde mutluluk
artacak mı yoksa azalacak mıdır? Onlara ister asker, ister
keşiş, isterseniz de makine deyin: Mutluysalar, ne dendiği
benim için hiç önemli değildir. Savaş ve fırtınaları kitap­
lardan okumalı, barış ve sükunetin ise tadını çıkarmalı.

İkilem 63

Panoptikon: son bölüm

Bentham, "Dionysos'un kulağı" diye adlandırdığı ve


ideal olarak gözlenen kişilerin gözlendiklerini bilmediği
izleme şekli ile faaliyetin doğasının görünürlüğü zorun­
lu kıldığı gerçek "denetim " arasında önemli bir ayrıma
gider. Benzer şekilde, pek çok kapalı devre TV kamerası
çeşitli uyarılarla varlıklarını belirtirken mağazaların har­
cama geçmişinize erişimi daha gizli tutulacaktır. Bentham
gizliliğe iyi bakmayacaktır; çünkü gizlilik, dinsiz topluluk-

372
ların sevdiği türden utanç verici davranışları teşvik eder.
Bu yüzden izleme yalnızca dinsiz toplumlarda zorunlu­
dur, Tanrı zaten her şeyi gördüğü ve bildiği için inananlar
arasında buna gerek yoktur. Her durumda, devlet ve özel
sektör, veri toplama ve veri oluşturma arasındaki ayrım
gibi teorik ayrımlar, modern elektronik izleme araçlarının
getirdiği yenilikler karşısında belirsiz hale gelmekte ve za­
manla ortadan kalkmaktadır.

İkilem 64
Plutarkhos'un tatsız yemeği

Yunan Plutarkhos, Delphoi'da bir rahipti ve antik


dünyada mistik reenkarnasyon anlayışından başka ne­
denlerle vejetaryenliği savunan nadir yazarlardan biriydi.
"Et Yemek Üzerine" adlı denemesi, felsefi olmasa da ede­
bi bir klasik sayılır. Plutarkhos, doğanın yırtıcı olmala­
rını istediğini savunan kişilere, yemeklerini bizzat öldür­
melerini ve pişirmeden, çıplak elle yemelerini söyleyerek
meydan okur. Belki de vahşi bir hayvan gibi yemek çatal
bıçakla yemekten daha iyidir. Dr. Livingstone, Misyoner­
lik Seyahatleri eserinde "büyük bir kedi" tarafından öldü­
rülmenin nasıl bir şey olduğunu anlatır ve anlattıklarının
kulağa çok vahşi geldiği söylenemez.

Hiçbir acı veya korku hissinin bulunmadığı, rüyaday­


mış hissi veren bir durum yaşanır. Kloroform verilen ve
yapılan ameliyatı gördükleri halde bıçağı hissetmeyen
hastaların anlattıklarına benziyor. . . . Bu kendine özgü
durumun etçillerin öldürdüğü tüm hayvanlarda ortaya
çıkması muhtemeldir. Gerçekten böyleyse, bu cömert
yaratıcımızın ölümün acısını hafifletmek için bahşettiği
merhamet dolu bir iyiliktir.

373
Günümüzde insanların et yemesine alışığız fakat bu, et
yemenin evrimimizde çok eskiden beri var olduğu anla­
mına gelmiyor. Ünlü anatomist Baron Cuvier, bu konuda
şöyle yazmıştır:

Bedenine bakılırsa, insanın temel yiyeceği meyveler,


kökler ve diğer sebzelerin sulu kısımlarıdır. Elleri bunları
toplamak için çok uygundur; d iğer taraftan, küçük fa­
kat güçlü sayılabilecek çenesi, diğer dişleriyle aynı boyda
olan köpekdişleri ve yumru şeklindeki azıdişleriyle çiğ ot
ve çiğ et yemesi pek mümkün olmayacaktır.

Doğruyu söylemek gerekirse, atların sık sık et yemek


için eğitildikleri ve koyunların da buna çimen kadar alışık
oldukları söylenir. "Ah dostlarım! " diye haykırdı Pytha­
goras:

Günah yiyeceklerle bedeninizi kirletmeyin. Mısırımız


var. Dalları eğerek sarkan elmalarımız, asmalarda büyü­
yen üzümlerimiz var. Ateşte pişirilebilen veya yumuşatıla­
bilen tatlı bitkiler ve sebzeler var. Sütten ve kekik kokulu
baldan da mahrum değilsiniz. Dünya bize bol nimetler,
masum yiyecekler vermiş, kansız ve katliamsız ziyafetler
sunmuştur.

Bir dişçi ekler:

İnsanın hem etçil hem otçul olarak sınıflandırılması


gerektiğini savunanlar, insandaki köpekdişlerinin farklı
bir forma sahip olduğunu kabul eder. Ancak söz konusu
"köpekdişleri", meyveyle beslenen türler (goriller, bazı
şempanzeler ve diğer primatlar) veya develer ile erkek
misk geyiği gibi hiç et yemeyen hayvanlarda çok daha
belirgindir. Bununla birlikte, bu köpekdişlerinin şeklinin,
uzunluğunun ve sertliğinin gerçek etçillerin dişlerinden
oldukça farklı olduğu kabul edilir.
374
İkilem 65
Canavar

İddiaya göre, et yemenin "doğallığı" avlanmayı haklı


kılar. Amerikan yerlileri, Eskimolar, Avustralyalı yerliler
ve diğer avcı-toplayıcı gruplar geleneksel olarak çevrele­
riyle kentli modern insandan çok daha uyumlu bir şekilde
yaşamışlardır.

Avustralya yerlilerini düşünelim. 40.000 yıldır - Dün­


ya üzerindeki tüm topluluklardan daha uzun bir süredir
- doğayla karmaşık bir uyum içerisinde yaşamışlardır.
Elbette avlandılar; fakat aynı zamanda yaşadıkları top­
rakların koruyucuları oldular. Efendilik taslamadılar, ya­
şadıkları yerlere yıkım getirmediler. Toprağı hayvanlarla,
bitkilerle ve ruhlarla paylaştılar. Toprak onlara kültürel
kimliklerini kazandırmış, kolektif hikayelerini, mitlerini,
efsanelerini ve ahlak kurallarını vermiştir.

Bataklık meşelerinden kambio adı verilen bir tür yu­


muşakça toplanırdı. Bunda sürdürülebilirlik esastı. Özel
önem arz eden rotalar üzerindeki patikalar temizlenirdi
ve önemli törenler için daire şeklinde açık alanlar oluştu­
rulurdu. Çimleri temizlemek ve avlamak üzere kanguru
gibi hayvanları çekmek için ateş kullanılırdı. Hatta örne­
ğin bunya bunya ağaçlarını korumak üzere yangın setleri
dahi oluşturulurdu. 19. yüzyılda yaşamış bir gezgin, içi
sulu yemişlerle dolu kozalaklarıyla bu ağaçları "bunya
bunyaların cennetin mavi kubbesini taşıyan sütunlar gibi
başlarını kaldırdıkları muazzam, dağ büyüklüğünde fır­
çalar" olarak tasvir eder. Yerliler bu ağaçlara o kadar say­
gı duyardı ki doğan her çocuğa bir ağaç verilirdi. Bu ağa­
cın koruyucusu olur, meyvelerini toplama hakkına da bir
görev karşılığında sahip olurlardı: Gerekli olması halinde
koruyucu, ağacı korurken ölmeye hazırlıklı olmalıydı.
375
Beyaz adam ormanı kesmeye geldiğinde kutsal ağaç­
lar da bundan nasibini aldı ve onları korumaya çalı­
şanlar silah zoruyla püskürtüldüler. Arazinin yalnızca
ağaçlardan ve diğer bitkilerden değil hayvanlardan da
"temizlenmesi " , yerli halkın " temizlenmesiyle" birlikte
ilerledi. İlk yerleşimciler yerlilerin dilini öğrenip gelenek­
lerini ve folklorunu kaydederek onlara saygıyla yaklaş­
mış olsalar da, daha sonra gelenler her ikisini de yok
ettiler ve yerlileri saklanmak ile Avrupa kurallarını ve
yaşam tarzını benimsemek arasında bir seçim yapma­
ya zorladılar. Topraklarından sürüldükten sonra başka
şansları kalmamıştı; toprak, kültür ve bilincin merkezini
oluşturuyordu. Toprak üzerinde egemenlik kurma sava­
şında öldürülmeyen yerlilerden işe alınanlar şanslıydı,
bunların maaşları alkol ve afyon olarak ödeniyordu.
Kıssadan hisse: Birincisi, tarih boyunca doğa ve gıda
üretimine yönelik yaklaşım insan haklarını doğrudan
etkilemiştir; ikincisi ise, et yeme eylemi bağlam dışına çı­
karıldığında et yemenin "doğal" olduğunu öne sürmek
biraz anlamsızdır.

Günümüzün etçilleri, daha doğrusu et üreticileri, en­


düstriyel kirliliğin bir numaralı nedenidir; ABD'deki su
kirliliğinin yarısı et üreticilerinden kaynaklanır ve bunlar
tüm dünyadaki nehirlerin zehirlenmesinden ve hatta sulak
alanların yok olması ve zehir birikimi nedeniyle denizlerin
yavaş yavaş ölmelerinden de sorumludur. İrice bir boğa
için harcanan su, bir savaş gemisini yüzdürebilir. Yarım
kilo buğday üretmek için 25 galon su gerekirken, yarım
kilo et üretmek için gereken su miktarı 2.500 galondur.
Dikkat çekici bir şekilde, günümüzde yalnızca ABD'de
bakılan büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar, tüm insan nü­
fusunun beş katına yetecek kadar tahıl ve soya fasulyesi
tüketiyor. Amerika'daki inekler, domuzlar, tavuklar, ko­
yunlar ve benzerleri, ülkedeki buğdayın %90'ını, mısırın
376
% 80'ini ve yulafın %95'ini yiyor. ABD'de insanların tü­
ketimi için ayrılan miktar, hasat edilen ürünlerin yarısın­
dan azına karşılık gelir. Çoğu hayvan yemi yetiştirmek
üzere kullanılır. Bu ne kadar doğal?

İkilem 66
Plutarkhos'un yanıtı

(George'un son dediği, koyun ve inekleri yiyen insan­


ların kedi ve köpekleri yiyen insanlara karşı çıkmalarının
tutarsızlığına yönelik bir argümandır. )

Plutarkhos, ikinci argümanında hayvanların öldürül­


mesini idam cezasıyla ilişkilendiriyor gibi görünmektedir.
Atina'da öldürülen ilk adamın "üçkağıtçıların en kötüsü"
olduğunu fakat zamanla filozofların dahi kurbanların
arasında yer aldığını belirtir. Hayvan öldürmenin zihni
yalnızca daha çok vahşete yönelten, kana susamış ve vah­
şi bir uygulama olduğu sonucuna varır.

Platon'un Devlet eserinde de et yemek ve savaş arasın­


da ekonomik bir bağ kurulur. Platon, Sokrates ve Glau­
kon arasında geçen, Sokrates'in vejetaryen beslenmenin
insanların hayatlarına getirdiği huzur ve mutluluğu yere
göre sığdıramadığı bir diyalogu kaydetmiştir. Sokrates'e
göre yurttaşlar, arpadan ve buğday unundan "asillere ya­
raşır kekler" yaparak ziyafet çekecek; tuz, zeytin ve pey­
niri kamıştan altlıklar üzerinde "keyifle" yiyecektir. Tatlı
olarak da biraz kızarmış mersin veya meşe palamudu,
hatta kaynamış incir ve kökler. Bunlar huzur ve sağlık ge­
tiren yiyeceklerdir: "Böyle beslenerek huzurlu, sağlıklı ve
uzun bir ömür sürebilir, çocuklarına da benzer bir hayatı
miras bırakabilirler. "

377
Sarı İmparator buna katılır fakat Glaukon insanların
bunlarla yetinmeyeceğine inanır. Glaukon'a göre insan­
lar gündelik hayatın sunduklarını arzulayacaklardır, et
de buna dahildir. Sokrates'in önerdiği beslenme şeklinin
tamamen filozoflardan oluşan bir topluluk için çok uy­
gun olacağını ancak başkalarına pek cazip gelmeyeceğini
söyler. Sokrates şöyle yanıtlar: "Hakiki durumun az önce
açıkladığımız sağlıklılık olduğuna inanıyorum. Bununla
birlikte, hararetli bir durum üzerine düşünmek seni mut­
lu edecekse, hiçbir şey bizi bundan alıkoyamaz." Bunun
ardından Sokrates, ideal olan duruma domuz sürülerini,
avcıları ve "kalabalık hayvan sürülerini" ekler. Diyalog
şöyle devam eder:

SOKRATES: İnsanlar onları yiyecekse başka hayvanlar


da olmalıdır, değil mi?
GLAUCON: Elbette.
SOKRATES: Böyle yaşarsak daha çok doktora ihtiyaç
duymayacak mıyız?
GLAUCON: Çok daha fazlasına.
SOKRATES: İlk yerleşenlere yeten bu ülke şimdi çok kü­
çük kalmadı mı ?
GLAUCON: Çok doğru.
SOKRATES: Bu durumda, hayvanlarımızı otlatmak ve
ekip biçmek için komşumuzun arazisinin bir
kısmına göz dikeceğiz ve onlar da, tıpkı bizim
gibi ihtiyaçlarıyla yetinmeyip sınırsız zengin­
lik elde etmeye yöneldiklerinde, aynı şekilde
bizim arazimize göz dikmeyecekler mi?
GLAUCON: Sokrates, bu kaçınılmazdır.
SOKRATES: Glaukon, böylece savaşmaya başlayacağız
değil mi?

378
Glaukon, "Kesinlikle" diye yanıtlar. Platon'u "ideal"
devletinin sansür ve katı kontrollere tabi ekonomisiyle
aynı zamanda askeri ve faşist bir devlet olduğu - hiç de
ideal olmadığı - düşüncesiyle eleştirenler, Platon'un da
kendilerine katıldığını duyunca şaşıracaklardır: Gözden
kaçırdıkları şey, Platon'un tasvir ettiği cumhuriyetin ideal
olmadığıdır; bu devlet Glaukon'un et arzusunun zorunlu
bir sonucudur ve Sokrates bu (sözgelimi) yapısal hatadan
şahsen kaçınır.

İkilem 67
Aziz Paulus'un görüşü

Diğer taraftan, Tanrı şunu da demiştir (Tekvin 1 :29):

İnsanları, hayvanları ve midenize gidenleri öldür­


meyin. Canlı yiyecekler yerseniz bunlar sizi hızlandı­
racaktır; ölü yiyecekler yerseniz bunlar sizi de öldüre­
cektir. Çünkü yaşam yaşamı, ölüm ise ölümü getirir.
Yiyeceğinizi öldüren her şey, bedeninizi de öldürür . . .
Ve nasıl ruhunuz düşüncelerinizle şekilleniyorsa bede­
niniz de yediklerinize dönüşür.

Kilisenin kurucuları, Ebiyonitlerin Paulus'u bir sahte


peygamber ve Yahudilikten dönmüş bir mürtet olarak
görerek reddettiklerini kaydeder. Ne var ki Paulus'un
ahlaklı biri olduğundan şüphe yoktur. En nihayetinde
günahkarlığı, ahlaksızlığı, doğru yoldan sapmayı, aç­
gözlülüğü, fesatlığı, cinayeti, çekişmeyi, aldatmayı, kini,
dedikoduyu, iftirayı, küstahlığı, kibri, sarhoşluğu, alem
yapmayı, zamparalığı ve kıskançlığı lanetlemiştir. Şehva­
niyet, büyücülük, husumet, hırçınlık ve bencillik de tasvip
edilmiyordu. Geçimsizlik, kıskançlık ve hasetlik, küfürlü

379
konuşma, öfke, gürültü etme, kötü konuşma, kötü niyet
ve sahtekarlığı da unutmayalım. Bir de materyalizmin
musibetleri vardır: kendini beğenmişlik, para hırsı, bö­
bürlenme ve hainlik. 1 8. yüzyılda yaşayan İngiliz filozof
Lord Bolingbroke, Yeni Ahit'te İsa ve Paulus'un iki farklı
amentü olmasa da iki farklı ahlak ortaya koyduklarını
ileri sürmüştür.

Aslında, Kitabı Mukaddes'te oldukça güçlü bir veje­


taryenlik unsuru vardır. Hayvanların yenmek için öldürül­
mesi Eski Ahit'te ancak Havva Tanrı'nın sözünden çıkıp
elmayı yedikten sonra kaydedilir. Bunun yanında, kaynak­
lara göre İsa da yalnızca balık yiyordu ve beş arpa somun
ile iki balığı çoğaltıp 5.000'den fazla kişiyi doyurarak ün
salmıştı (Sonuçta havarilerin pek çoğu da balıkçıydı.).

Bununla beraber, balıkseverler söylentiye göre


mübarek Fransisken rahibi Padualı Anthony ( 1 1 95-
123 1 ) vaaz verirken etkilenip onu dinlemeye gelen ba­
lıkları da hatırlayacaktır (Cennete gidecek olsalar dahi
cemaatinizi yemek hiç de etik bir davranış değildir. ) . Aziz
Francis'e bir keresinde bir balık ve daha sonra bir su kuşu
ikram edilmiş, kendisi bu varlıkların güzelliğinden o ka­
dar etkilenmiş ki onları serbest bırakmış. Aynı şekilde bir
sülün ikram edildiğinde de elbette onu arkadaş edinmiş.
Geçirdiği hastalıktan sonra vaaz verirken, sözlerine "Aziz
dostlarım! Size ve Tanrı'ya itiraf etmem gerekir ki . . . Do­
muz yağıyla yapılmış çöreklerden yedim" diye başlamış.

İkilem 68
Hrisostomos'un uyarısı

Belki de Hrisostomos, vejetaryenliği, alkolün kö­


tülüklerini ve hayvanlara şefkat göstermenin erdemini

3!!0
öğreti haline getirmiş bir 1 9 . yüzyıl hareketi olan İncil
Hristiyan Kilisesinde daha mutlu olabilirdi. Bu Kilise,
1 800 yılında İngiltere'de kurulmuştu ve mensuplarını et
ve şarap tüketmeyeceklerine yemin ettiriyordu. Görünü­
şe göre, aralarına kattıkları Presbiteryen rahip Sylvester
Graham ( 1 794-1 8 5 1 ) vejetaryen beslenerek hastalığın­
dan kurtulmuştu ve tam buğdaylı, ham "Graham" kra­
kerlerinin tüketilmesini savunuyordu. Bunun yanı sıra,
cinsel iffet hakkında da bazı makaleler kaleme almış,
baharatların ve besin değeri yüksek gıdaların cinsel iste­
ği artırdığına dair uyarılar yapmıştır (Tabii ki bu ÇOK
KÖTÜ bir şeydir).

Ne var ki, felsefe cennetinde kimse Hrisostomos'un


kendi tarafında olup olmadığını bilemezdi. Vejetaryen­
liğin sorunu, savunucularının bazılarının fazla ateşli ol­
masıdır. Et yemek gerçekten her koşulda yanlış mıdır?
Genel bir ekosistemde doğayla uyum içerisinde hayatını
sürdüren yerlilere ne demeli (Geriye kalan pek azı sürek­
li saldırı altında olsa da hala önemli karşı örneklerdir.) ?
Hayvanları yakalayıp öldürmek insanlar için her zaman
yanlış bir davranış mıdır? Bu kadar kötüyse hayvanlara
ne demeli? Birbirlerini öldürmemek için eğitilmeleri mi
gerekir? Ya küçük böceklerin korunması? Süt ürünleri
ve yumurtalar? Ekin ektiğimizde birçok hayvanın evlerini
kaybettiği gerçeğiyle nasıl yaşayabiliriz?

Diğer taraftan, hayvan yeme konusu Paulus ve diğer­


lerinin kabul ettiği kadar barizse, hayvanları başka ne­
denlerle öldürmek nasıl "yanlış" olabilir? Birleşik Krallık
hükümeti, yeni milenyumun ilk yılında 6.000.000 sağlıklı
hayvanı itlaf etti. Tilki avcıları (kendilerinden beklendiği
gibi) gönüllü olsalar da iş o kadar büyüktü ki ordu dev­
reye girmek zorunda kaldı. Ölü hayvanlar yakılmadan
önce taş ocaklarında istif edildi. Leş kokusu kilometreler-
381
ce öteye yayıldı. Sonrasında, Profesör Fred Brown gibi bi­
lim insanları, "Britanya'da geçtiğimiz yıl meydana gelen
barbarlığın insanlık için bir utanç" olduğunu savunacak
kadar ileri gittiler! Benzer şekilde, Avustralyalılar da her
yıl çiftçilere birkaç milyon kanguruyu itlaf etmelerini tek­
lif ederler.

Hayvan hayatı sayılamayacak kadar çok hayvanın yi­


yecek, eğlence, ekonomik çıkar veya "araştırma" verisi
olarak öldürülmesine izin verecek kadar değersiz görül­
dükçe, hayvanları koruyan diğer kuralların basmakalıp
ve keyfi olmaktan uzağa gidebileceğini düşünmek zordur.
O da hayvanlardan ziyade yalnızca insanların ahlaki sağ­
lığını korumak için konulmadılarsa . . .

İkilem 69
Kurbağa kral

Tabii ki tutulmalıdır. Bu, sosyal yaşamın temel ilke­


lerinden biridir. Verilen sözleri tutmak, yasalara uymak
kadar önemlidir. Bir tür toplumsal sözleşmedir.

Immanuel Kant ( 1 724-1 804, bu hikayenin en popüler


versiyonunun anlatıldığı zamana denk gelir) bu konuda
öyle hassastı ki, sözünü tutmamayı irrasyonel, yani akıl
dışı ilan etmişti (Kant açısından bu, çok kötü anlamına
geliyordu). Bunun nedeni, söz verme kurumunu tamamen
yok etmeden bazılarının sözlerini tutmayabileceği bir du­
rumun söz konusu olamamasıdır. Ne var ki kurbağalar in­
san değildir. Veya yaramaz prenses böyle söyleyebilir. Yine,
kurbağalar çoğunlukla konuşmaz ve böylece yükümlülük
içeren düzenlemelerde de yer almazlar. Elbette bizim kur­
bağamız oldukça rasyonel görünüyor, bu yüzden Kant'ın

382
gözünde ahlaki önem arz eden "amaçlar" krallığına kabul
edilmelidir (Doğrusu Kant, sıklıkla "irrasyonel" davran­
ma eğilimi gösterdiklerini düşündüğü kadınları bu kutsal
krallığa dahil etme konusunda pek de istekli davranma­
mıştır. Prensesimiz bu yüzden dikkatli davranmalıdır.).

Fakat metin, prensesin uçarı tavrını bir bakıma des­


tekler. Öğrendiğimize göre Rumpelstilstskin, diğer yüce
ahlaki erdemi - şefkat - sergileyerek kraliçeyle olan söz­
leşmesinde bir tür "kaçış hükmüne" izin vermiş, kendi
sözünü tutmuş olmasına rağmen mahvolmuştur. Aynı
hikayede değirmencinin kızı da "anlaşmayı" bozmuş ve
cömertçe ödüllendirilmiştir.

David Hume ( 1 771-76), söz vermenin temelini sor­


gulayarak hepsini kestirip atar ve şunu sorar: "Neden
verdiğimiz tüm sözleri tutmalıyız? " " Rasyonel" olmak
bir yana, söz vermenin tamamen irrasyonel olduğunu
savunur. Öyle ki, "mutlak anlamda düşünüldüğünde söz
vermek bir kötülüktür ve gerçek, haysiyetli bir entelektü­
ellikte yeri yoktur." Çünkü arzu edilen bir şeyi yapmaya
söz verdiğinizde, verilen söz gereksizdir. Arzu edilmeyen
bir şey için söz verdiğinizde ise, söz verilen şey söz ve­
rip vermemenizden bağımsız olarak arzu edilmeyecektir.
"Verilen sözlerin en azından nötr şeyler üzerinde güç sa­
hibi olacağını savunmak da yersiz olacaktır. Hiçbir şey
tamamen nötr değildir."

Uçarı prenses, kaçarken - Hume açısından - "verilen


sözlerin ve anlaşmaların ahlakın temeli olmadığını" ken­
dine telkin edebilir.

Hikayenin devamı
Hikayede kurbağanın gizemli bir şekilde prense dö­
nüşmesiyle ilgili bir açıklama gizlidir. Sihri bir kenara bı­
rakıp mantığına bakalım.

383
Gizli mesaj şudur: Kralın Kantçı olduğu ortadadır; ve­
rilen söz tutulmalıdır. Bununla birlikte, daha ince bir mesaj
da vardır. Mucizevi dönüşüm, yalnızca prenses kralı red­
dettikten ve partnerini odadan kovduktan sonra gerçek­
leşir; prensesin hiddeti prensin üzerindeki büyüyü bozar.

Pek çok kişi "Kurbağa Prens" öyküsünü bilir. Ne var


ki çoğu, bu hikayenin sterilize edilmiş versiyonunu bilir:
Mutlu dönüşüme neden olan şey - garip şekilde - bir
öpücüktür. Hikayeler önemlidir. "Kırmızı Başlıklı Kız"
öyküsü, gerçek yüzlerini gizleyen insanlara karşı bizleri
uyarır. "Hansel ve Gretel" de böyle bir hikayedir; her
ikisi de (derin) folk imgeler ve değerlerle dolu tipik "peri
masallarıdır". Shelley'nin Frankenstein öyküsünde Go­
lem kıssasının izlerini bulmak mümkündür. Doğu Avru­
pa kaynaklı bu geleneksel Yahudi öyküsünde bir gün bir
rabbi kilden bir insan yapar ve bu kil adam gitgide öyle
büyür ki sonunda rabbi onu kontrol edemez hale gelir.
"Uyuyan Güzel", "Külkedisi" ve " Güzel ve Çirkin" ise
dönüşümü konu alan diğer masallardır.

Kitabı Mukaddes'in peri masallarından oluşan bir


derleme olduğunu söylemeye cüret eden Yüzüklerin Efen­
disi'nin bilgili yazarı J. R. R. Tolkien, şöyle yazar:

Faerie, perilerin bulunduğu alem veya durumdur. Fae­


rie, elfler ve cinler, cüceler, cadılar, troller, devler veya ej­
derhalardan fazlasını barındırır: Orada denizler, Güneş,
Ay, Dünya ve üzerinde yaşayan her şey mevcuttur. Ağaç
ile kuş, su ile taş, şarap ile ekmek ve bizler, büyülenmiş
ölümlüler . . .

Günümüzün tuzsuz akademik yazınından nasibini


alan felsefenin de önemli öyküler; alegoriler ve imgeler
için kendi kotası vardır: Platon'un ideaların hakikati ku-

384
ramı aynı zamanda gölgeleri seyreden "mağara adamla­
rının" hikayesidir, motivasyon kuramı ve arzuları kontrol
eden istenci yönlendiren "üçlü" akıl kuramı da iki at ve
bir arabacıdan meydana gelen bir "at arabası" imgesinde
hayat bulur. Akhilleus'un kaplumbağayı geçemediği ünlü
öykü, Zenon'un en zorlu paradokslarından biridir.

Çağdaş felsefede de tadımlık lezzetler vardır. Bertrand


Russell'ın kafası karışan "berberi" (küme teorisinin para­
doksunun bir parçasıdır) bunlardan bir tanesidir; pek çok
beyaz kuğudan sonra keşfedilen siyah kuğu da başka bir
tanedir (Popper'ın "yanlışlanabilirciliği" ). Siyaset teorisi
de toplumsal yaşamın ve hatta doğru ve yanlışın kökenle­
rini açıklarken birkaç hayali öyküden yararlanır.

Anlatı teorisi adlı yepyeni bir felsefe dalı ortaya çık­


tı. Alasdair Maclntryre, After Virtue ( 1 98 1 ) [Erdemin
Peşinde] adlı eserinde sert bir eleştiri yönelterek Batı'nın
ahlaki ziyanını "kurucu hikayelerinin" tükenmesine ve
buna bağlı olarak hayatlarımızı anlamlı ve zamansal bir
bağlama oturtamayışımıza bağlar. Hem bireyler, hem de
kalabalık topluluklar için geçerli olan bir şey varsa, ne
olduğumuzun, şu anda ne yaptığımızın ve gelecekte ne
olmayı umduğumuzun hafızasıdır.

İnsan edimlerinde, uygulamalarında ve kurgularında


aslen hikaye anlatan bir hayvandır . "Ne yapacağım? "
. .

sorusuna ancak öncesinde yer alan "Hangi hikayelerin


bir parçasıyım? " sorusunu cevaplayarak yanıt bulabili­
rım.

Fakat bunlar peri masallarıdır; güçlü ve zayıf yanları


vardır. "Peri masalı" terimi Fransızcadan gelse de - con­
te de fees, 1 7. yüzyılda yetişkinler arasında çok popüler
olan kısa öyküleri niteler - ve üslup açısından her zaman

3 85
çocuklar hedef alınsa da, aslında bu masallar pek çok so­
runu ve yaşamı konu alan oldukça incelikli propaganda
araçlarıdır. O dönemde yaygın bir uygulama olan görücü
usulü evliliklere yönelik zekice bir saldırı olduğunu düşü­
nürsek, incelediğimiz masal görece hoştur.

İkilem 70
Ardıç ağaa

"Ardıç Ağacı", en etkileyici masallardan biridir. Avru­


pa halk edebiyatında çok yaygındır, bazılarına göre yüz­
lerce farklı versiyonu vardır. Faust'ta bir pasajı ve J. R. R.
Tolkien'in eserlerinde birkaç pasajı etkilemiştir. Özellikle
yaşam deneyimleri açısından zengindir: Ölümden yaşa­
mın doğduğu "heyecanlı bir tablo" ile başlar ve - çok
hızlı bir şekilde - çocuk istismarı, cinayet ve hunharca
intikamlarla ilerler. Grimm Kardeşler, Nursery and Hou­
sehold Ta/es eserinin önsözünde halk masallarının belirli
dersler vermek için anlatılmadıklarını vurgulamakla be­
raber şöyle yazarlar: "Nasıl sağlıklı dallarda meyveler
insan eli değmeden yetişirse, bu masallarda da kıssadan
hisseler yetişir. " Maria Tatar'ın deyimiyle masallar ahlaki
mıknatıslardır; bir bütün halinde olmasa da değer sistem­
lerinin parçalarını toplarlar.

Charles Dickens'a göre masallar değer aktarımı açısın­


dan çok güçlü araçlardır:

Pek önemsemediğimiz bu kanallardan bize aktarılan


nezaket ve merhametin haddi hesabı yoktur. Hoşgörü, ki­
barlık, fakirler ve yaşlılara yönelik anlayış, doğa sevgisi,
tiranlıktan ve kaba kuvvetten kaçınma gibi pek çok iyi
şey, çocukların kalbinde önce bu etkileyici güç sayesinde
yeşerır.
386
Çağdaş Amerikalı düşünür Martha Nussbaum, Love's
Knowledge (Sevginin Bilgisi) adlı kitabında anlatıların
duygusal gücünü inceleyerek hikayelerin aslında olduk­
ça rasyonel oldukları sonucuna varmıştır. Hayal kırıklı­
ğı, nefret, keder, minnet duygusu - ve hatta bazen sevgi
- hayatta karar almayı gerektiren karmaşık durumlara
rasyonel ve makul tepkiler olabilir. Neden öfke duyarız?
Çünkü biri, bize ya da bizim için önemli olan birine yanlış
bir şey yapmıştır. İncelendiğinde dağılsa da, altında belli
bir mantık vardır. Neden bazı davranışlar bizi tiksindirir?
Veya neden bazı edimlerin soylu yahut adil olduklarını
düşünürüz? Hatta ilk davranışın sözgelimi bazı ahlak
kurallarına uyduğu fakat ikincisinin bu kuralı çiğnediği
durumlar da vardır. Bu tür duygusal tepkiler değerlerimizi
açığa çıkarır ve iç benliğimize dokunur. Önemlidirler ve
onlara ulaşmanın yolu hikayelerden, yani duygu yapıla­
rından geçer.

Nussbaum, bir zamanlar filozofların anlatının de­


ğerini kavradıklarına inanır. Aristoteles dahi bir hikaye
veya dram izlemenin pek çok gizli etik yönü olduğunu ve
"evrensel hakikatlerle ilgili olan" şiir üzerine çalışmanın
olgular üzerine çalışmaktan daha felsefi olduğunu düşü­
nüyordu. Hikayelerde nasıl yaşamak gerektiği, erdem ve
yaşamın kendisi hakkında pek çok ders vardır. Duygular
ve doğru zamanda doğru hislerin önemine yönelik mesaj­
lar saklıdır. Ne var ki Batı felsefesi genelde kararlı bir şe­
kilde tutkusuz aklın duygusuz ve görünürde "daha yüce"
yolunu izlemiştir.

Başka bir alan

Tanrı aşkına, neden değirmentaşı? Fakat değir­


mentaşı geleneksel bir cezalandırma imgesidir ve İn­
cil'de dahi çocukların günaha sevk edilmesine dair bir

387
uyarı kapsamında yer alır. Hikaye de büyük ölçüde
çocuklar etrafında şekillenir. Yalnızca kötü üvey annenin
dalaverelerinde veya babanın saflığında değil, hikayenin
ilerleyişinde de görülebilir. Marilena ve erkek kardeşi
acı çekmektedir ve çocuklar, üvey annenin kötülüğünün
ardından bazı önemli eylemler gerçekleştirir ( "Hansel ve
Gretel" , " Pamuk Prenses" ve " Külkedisi " de buna benzer
bir öykü anlatır.). Ve hikaye boyunca, baba da dahil ol­
mak üzere her zaman aptalca davranan yetişkinlerin kar­
şısında çocukların tarafını tutarız. Siyah sosislerin garip
bir şekilde onaylanmasından bahsetmiyorum bile ki as­
lında bunlar Callatia veya Saç Ülkesi toplumlarına daha
uygun olacaktır (bkz. İkilem 73 ) .

Bazıları bu hikayenin çocukların her yerde bulunan ve


her şeye hakim olan anne figüründen uzaklaştırılıp baba
figürüne yönlendirilmesine yönelik bir rnetafor olduğu­
nu söyler; fakat Freudyen bir tarafı olsun veya olmasın,
bu metinde güçlü bir şiirsel adalet işbaşındadır. Üvey an­
nenin kötülüğü (masallarda hep hu tür roller oynarlar)
uygun karşılığını bulur, masumlar kurtulur ve suçlular
cezalandırılır. En sonunda doğum ve ölümün simetrisi
tekrarlanır.

İkilem 71
Eğitici öykü

Sırf kibritle oynadığı için değil elbette.

Harikalar Ülkesi düşesine göre, " Bulabilen için her


şeyde bir ders saklıdır." Dickens'ın illüstratörü George
Cruickshank, masal kitaplarını gözden geçirerek bazen
alınacak dersin kazara dışarıda bırakıldığını görüp dehşe-

388
te kapılır ve kendisi birkaç tane ekler. Öyküleri çok daha
ahlaki hale getirmek için heyecanla yeniden yazar. Dic­
kens'a belirttiğine göre " basitlik" gitmiş, yerine "ılımlı
hakikatler" gelmiştir; Dickens dehşete kapılır. Örneğin,
Külkedisi'nin düğününde her kareye bir şarap çeşmesi
koyma planı, kraliyet ailesinin ısrarıyla " hastalık, sefalet
ve suçu" önlemek üzere rafa kaldırılır. Tüm şarap ve içki­
ler bir şenlik ateşine dönüşür. Kibritle oynayan yaramaz
kızın öyküsünde ise ana fikri kaçırma riski çok düşüktür:
Gerçek bir masaldan ziyade eğitici bir öykü olduğu orta­
dadır.

Aslında, günümüze ulaşan pek çok masal "eğitici öy­


külere" dönüşmüştür. Bu süreçte derinliğinden, büyüsün­
den ve hatta ilk gücünden bir şeyler yitirir. Diğer taraftan,
pek çok etik yük de yüklenir. Bu öyküde "kibritle oyna­
mamak" gerektiği mesajının yanı sıra daha genel bir me­
saj da gizlidir: Ebeveynlerin sözünden çıkılmamalıdır (Bu,
toplumda bizden üst konumda bulunanları da kapsar.).

Bu bakımdan, büyük bir bedel ödemek durumunda


kalan Pauline'in hatası metafor niteliğindeki " ateşle oy­
namak" değil, otoriteye karşı çıkma anlamında "ateşle
oynamaktır". Başka bir hikayede "kendisine söyleneni
yapmayan" (ve bu yüzden balıkçıya yakalanan) küçük
balık gibi, o da annesinin sözünü dinlemeliydi. Eğitici öy­
küler dünyasında itaatsizliğin iki nedeni vardır: merak ve
inatçılık. Her ikisi de kötü bir özelliktir, hatta kusurdur.
Pauline her ikisini de sergiler. Bunun karşısında, erdemler
üç tanedir: çok çalışma, dürüstlük ve tevazu.

Eğitici öykülerde çocuklar sıklıkla işledikleri günah­


lardan dolayı ölür, sonra kötüler de ölür. Bu öykülerin
en popüler oldukları zamanlarda, ölüm kamu politika­
ları kapsamında yer alıyordu; Calvin yaramaz çocuklara

389
idam cezası verilmesini (gerçekten) savunuyordu ve hat­
ta New England birkaç zavallıya bu politikayı uyguladı.
Bunun yanında, pek çok çocuk elma çalmak gibi sıradan
kabahatler yüzünden hapse atılıyor hatta idam ediliyor­
du. Hapiste olmayanlar da "gerçek suçluların" idamını
izlemeleri için hapishane avlusuna götürülüyordu.

Bu anlamda, öykülerin sahte dünyasında bir parça


gerçeklik vardır; belki de ebeveynlerin çocuklarını bu ka­
dar kuvvetli bir şekilde uyarmalarının nedeni de bu ger­
çeklikti. İronik bir şekilde, bu hikayelerin sert içeriği diğer
taraftan onları daha az tehdit edici hale getirir; parmak­
larını emen çocuktan (parmakları kesilir) ekmeğe basan
kıza ( bedeni yılanlar, sinekler ve çamurla kaplanır) kadar
geniş bir yelpaze söz konusudur.

Öyküler, eğitici olmayan başka bir toplumsal gerçekliği


de yansıtır. Bu öykülerde itaat etmesi gereken yalnızca
çocuklar değil, kız çocuklar ve kadınlardır. Pek çok öykü,
serbest davranan kadınların başına gelenleri anlatır;
hepsi kötü şeylerdir. Serbestlik çocuklarda törpülenmesi
gereken bir özelliktir ve bu durum öykülerdeki kadınlar
için de geçerlidir. Tüm ahlaki yükümlülüğü itaat eden
genç prensese, eşe veya kız çocuğa yüklemekten daha
çirkin bir şey olamaz. Bu da bizi kurbağanın hikayesine
geri götürür, belki de uyku zamanı gelmiştir.

İkilem 72

Kanunsuzlar: Çağdaş bir masal

Reel politikte asıl olan şudur: Ülkenizin sınırları dışın­


da ölen hiç kimse sizin sorumluluğunuz değildir (Girmele­
rini engellediğiniz için dışarıda oldukları gerçeği de bunu

390
değiştirmez.). Ve "rölativizmin" başka bir türü daha var­
dır; bu anlayışa göre ötekiler bizden o kadar farklıdır ki
onlar için başka standartlar geçerlidir ve onlara ne oldu­
ğu gerçekte pek de önemli değildir. Ancak Biggles türü
senaryomuzda ( Evet, İngiltere'deki çocuk kitabının kah­
ramanına epey benziyor.), özellikle beş para etmez bazı
postmodernistler gibi düşünürlerin tüm etik tartışmalar
için ortaya attıkları genel sorun oldukça açıktır. "Anlatı­
yı" yönlendiren "gizli" kurallar ve varsayımlar ne türden­
dir? Hangi alternatif bakış açıları dışarıda bırakılmıştır?
Mülteci öykülerinin yanı sıra, kendi yollarıyla birilerini
aldatıp yalan söyleyerek içeri girmeye çalışan "göçmenle­
rin" öyküleri de vardır; bu öyküler zulümden kaçarak sı­
ğınabilecekleri yere ulaşana kadar pek çok zorluğa göğüs
geren masum insanların öyküleriyle kıyaslanamayacak
ölçüde zıttır.

Gerçekte, Biggles öyküleri en azından "beyaz adamın


yükü" minvalinde oldukça ahlakidir. Kahramanlarımız,
tipik yabancılara gayet adaletli davranırlar. Bu yabancılar
iki gruba ayrılır: Çoğunluğu basit "yerliler" oldukların­
dan zararsızdır, bir de "arkadan vuran hainler" vardır.
Elbette, ikinci grup her öykünün sonunda - şükür ki! -
hak ettiğini bulur. Fakat yabancı olduklarından değil -
görünüşe göre yabancı olmaları rastlantısal bir durumdur
- yanlış davranışlarından dolayı cezalandırılırlar.

Tipik bir vakada (The Case of the Remarkable Per­


fume) Biggles, nadir bulunan orkideleri araştıran İngiliz
kaşif Bay Cotter'ın himayesinde çalışan "melezin" top­
lanan çiçekleri almaya çalıştığını duyar. Olaya müdahil
olması istenen Biggles, düşünüp taşındıktan sonra şöyle
der: "Yalnızca ahlaki nedenler dahi bu serserinin ceza al­
ması için yeterlidir. Dolandırıcıların zenginleşmesine kar­
şıyım." Üstü olan filo kaptanı da karmaşık fikri mülkiyet
391
hakları tartışmasını etraflıca ele alarak okura yardımcı
olur:

En nihayetinde, Ramon adlı bu kişi Bay Cotter'ın hi­


mayesinde çalışıyordu. Sözleşmesini ihlal etti. Arkadan
vuran bu hain, çalmış ve satmıştır. Bana göre, keşif gezi­
sinde toplananları çalmasıyla araç-gereçleri çalıp ortadan
kaybolması arasında hiçbir fark yoktur.

Biggles, orkidelerin karının (namussuz Ramon'un


temsil ettiği) yerlilerin cebine değil, yurtdışına, İngilizlerin
cebine girmesini sağlamak için olaya müdahil olur. Bu tür
öyküler, dünyanın büyük bir kısmının Batı etiğini neden
doğrudan ırkçılık olmasa da emperyalizmin bir türü ola­
rak gördüğünü ortaya koyuyor.

"Yasadışı teknelere" dönelim. İkilemimiz sızce ne


kadar gerçekçi ? 1970'li yıllarda pek çok kişi sıklıkla
hiç elverişli olmayan teknelerle Güneydoğu Asya'nın
çeşitli yerlerinden kaçmaya çalışıyordu ve ticari gemiler
başlarda, insanların kurtarılmasını öngören genel yasa
kapsamında bu kimseleri güvertelerine alıyordu. Ne var
ki çok kısa bir süre sonra, gemilerin kurtarılanları bir
sonraki limanda karaya bırakmalarını öngören yüzler­
ce yıllık geleneğe rağmen, yolcuları indirmek imkansız
olmaya başladı. Bunun bir sonucu olarak da mülteci
gemilerinin yakınından geçmemek için rotalarını değiş­
tirmeye başladılar. Kaç kişinin boğularak can verdiğini
kimse bilmiyor.

1 980'li yıllarda, Bayan Thatcher, Hong Kong'a yol


alırken 900 kişiyi kurtaran bir İngiliz gemisine yolcuları
indirme izni vermeyerek Britanya Parlamentosunda bü­
yük bir kıyamete neden oldu. Belki de istenmeyen deniz
mültecilerine dair en acı örnek, 1 938 yılında Nazi haki-

392
miyetindeki Almanya'ya ait SS St. Louis'ten kaçan Yahu­
di mültecilerin başlarına gelenlerdir. ABD sahil güvenliği
Havana'ya ulaşan gemiyi Britanya'ya geri göndermiş,
Britanya da aynı şekilde onları Belçika'ya yollamış ve so­
nunda kendilerini toplama kamplarında bulmuşlardır.

Kendi öykümüzde, tam olarak farkında olmadan Wi­


ggles'ın "doğru şeyi yapacağını" (Ne de olsa öykülerin baş­
karakterleri kahraman olmalıdır! ) varsayarız ve ardından
metnin bu varsayım ve kendi yargımız arasında gidip gelen
zorlu gereklilikleri tarafından ikiye bölünürüz. Ne yazık ki
"gerçek hayatta" resmi anlatıya daha az karşı çıkılır. Sığın­
macıların işgalci, hilebaz, uyuşturucu taciri, suçlu, terörist
- liste uzar gider - olduklarını varsayan bir anlatı, altta ya­
tan ilkeleri birbiriyle kıyaslamaya tenezzül etmeyip konuyu
anlatıldığı gibi kabul edecek pek çok dinleyici bulacaktır.
Batılı ülkelerin cömertliği ve hoşgörüsü, sığınmacılardan
veya evsizlerden yahut akli dengesi bozuk kişilerden ge­
len, pek iyi tanımlanmasa da siyaseten güçlü bir "tehdit"
söz konusu olduğunda kapasiteleri ve zenginlikleriyle aynı
oranda gelişmemiş, belki ters yönde ilerlemiştir.

Günlük hikayelerimizin dili ne kadar önemliyse, hika­


yenin dili de o kadar önemlidir. Biggles öykülerinin yazarı
"Kaptan" W E. Johns, "tüccar'', "melez" ve "hain" gibi
ifadeleri çağrışımlarına karşı neşeli bir kayıtsızlıkla kulla­
nabiliyorsa, Avustralya hükümeti kendi mülteci hikayele­
rini anlatırken çok daha hesaplı ve elbette çok daha ön­
yargılıdır. Silahların gölgesinde karaya çıkan mülteciler ve
yıllarca hapishane gibi kamplarda tutsak edilen korkmuş
aileler, " SIEV'leri" veya "şüpheli yasadışı giriş araçlarını"
yakalayan sahil güvenlik devriyelerinin havalı öykülerine
dönüşür. Karaya çıkan SIEV'leri ( "Çılgın Harry" eşliğin­
de çıkmamışsa) "Pasifik çözümü" bekler; "kaynak ya­
panlar" "güvenli merkezlere" götürülür. Hepsinden öte,
393
kulağa sempatik gelen mülteciler ifadesinin yerini soğuk­
kanlı ve önyargılı " kanunsuzlar" terimi alır.

Humpty Dumpty'nin Lewis Carroll tarafından aktarı­


lan (ve hatta pek çok ağır semantik makalesi tarafından
alıntılanan) düşüncesi kulağa doğru geliyor. Dil söz konusu
olduğunda diyor Humpty, anlamları egemenler dikte eder.
Through the Looking-Glass bölümünde Humpty "Zafer
senindir! " der ama Alice anlamaz. Pekala anlayabilirdi.

" 'Zafer' derken ne kast ettiğini bilmiyorum" dedi


Alice. Humpty-Dumpty küçümser bir edayla gülümsedi.
"Elbette bilmiyorsun, ta ki ben anlatana kadar. 'Şiddet­
li bir tartışma seni bekliyor!' demek istemiştim. Alice,
"Ama 'zafer' 'şiddetli bir tartışma' anlamına gelmez" di­
yerek itiraz etti. "Bir sözcüğü seçtiğimde," diye alaylı bir
sesle yanıtladı Humpty Dumpty, " ben ne istersem o an­
lama gelir. Ne daha fazlası, ne de daha azı." Alice, "Soru
şu ki, sözcükler bu kadar farklı anlamlara gelecek şekil­
de kullanılabilir mi?" diye sordu. "Asıl soru hangisinin
egemen olacağıdır. Konu bundan ibarettir" diye yanıtladı
Humpty Dumpty. •

İkilem 73

Saç Ülkesi'nin Kel insanları

Okur, böyle bir toplumun pek mümkün olmadığını


düşünebilir. İnsanlar neden küçük ve anlamsız fiziksel
özelliklere göre birbirlerini ayırsınlar ki? Fakat böyle de­
yince kulağa o kadar da uzak gelmiyor. Toplumlar bu tür


Çağdaş Fransız filozof Jacques Derrida, bir bakıma Humpty Dumpty gibi­
dir ancak bunun yerine "paleonomi" terimini kullanır. Böylece "eski" bir
sözcüğü alarak "ona yeni bir anlam verir".

394
ayrımlar etrafında döner durur; fiziksel ayrımlar yete­
rince belirgin olmadığında dinsel veya başka toplum­
sal ölçütler kullanılır. Örneğin, modern Japonya'da üç
milyon Burakumin, "Keller" gibi sistematik ayrımcılığa
maruz kalmaktadır. Burakuminlerin ayakkabı tamirci­
liği veya kasaplık gibi " kirli" işlerde çalışan insanların
soyundan geldikleri öne sürülür. 1 975 yılında, Japon­
ya'nın sanayisinin temelini oluşturan yüksek teknolo­
jili zaibatsuların muhtemel başvuru sahiplerinin önünü
kesmek üzere Burakumin adlarını ve onların yaşadık­
ları coğrafi bölgelerin bir listesi olan buraku ehime/
sokan uyguladıklarını itiraf etmeleriyle konu biraz ay­
dınlatılmıştı. Bu insanlar neye göre aşağı görülüyor? Bu
örnekte ırksal, dinsel veya fiziksel belirleyiciler yoktur,
yalnızca gelenekler vardır.

Fakat burada asıl konu Saç Ülkesi kültürünün man­


tıksal temelini sorgulamak değildir. Dünyanın eğitim-öğ­
retim zahmetine değmeyeceği düşünülen pek çok yerinde
kadınların maruz kaldığı durumların mantıksal temeli sor­
gulanıyor mu? Ya da pek çok ülkede etnik olarak tanım­
lanan azınlıkların yaşadıklarının temeli sorgulanıyor mu?
En azından rölativistler yapmıyor. Kuzeybatı kıyısında bu­
lunan Amerikan yerlileri arasında çalışan Ruth Benedict
( 1 85 7- 1 948 ) , rölativistlerin önde gidenlerinden biridir.
Benedict, kabilede doğal yollardan meydana gelen ölüm­
lerin bu yerliler tarafından nasıl bir aşağılanma olarak
görüldüğünü ve bir "savaş partisini" gerekli kıldığını an­
latan etkili bir makale kaleme almıştır. Bir gün, bir kabile
şefinin iki kızı ve kız kardeşi bir boğulma vakasında can
verir ve bunun üzerine kabileden bir grup toplanarak öl­
dürmek için herhangi bir başka kabileden yerliler ararlar.
Şanslarına ( ! ) uyuyan yedi adam ve iki çocuk ile karşıla­
şırlar ve onları öldürürler. Kabileye döndüklerinde herkes
kutlamaya katılır.
395
Batı siyasetinde olmasa da Batı etiğinde genellikle fi­
ziksel özellikleri ne olursa olsun herkesin eşit olduğunu
varsayarız ki bu cesur bir varsayımdır. Bu durumda ev­
rensel olduğu varsayılan bu değerin aksini öngören ve di­
ğer toplumlar tarafından uygulanan bu kadar çok sosyal
politikayı nasıl açıklayacağız?

Bunun felsefi dayanağı rölativizm öğretisidir. Temel


olarak, bizim için doğru olan bir şeyin başkaları için doğ­
ru olmayabileceğini söyler. Gerçekte bir kültürün norm­
larını başka bir kültüre dayatmanın oldukça "uygunsuz"
olacağını savunur. Bir anlamda, belli grupların diğer top­
lumlar hakkında bilgi sahibi olmadan ve onları küçüm­
seyerek kendi değerlerini ve geleneklerini bu toplumlara
dayatmaya çalıştığı "kültürel emperyalizme" bir yanıttır.
jean-jacques Rousseau'nun " Soylu Vahşi" hikayesi de
bu etnomerkezci anlayışa bir tepkidir. Soylu vahşi, şeker
çuvalını taşımak için yardım etmeyi teklif ettikten sonra
aptal beyaz denizciyi biçare bir durumda terk eder.

Elbette kurallar ve toplumsal değerler birbirinden


farklıdır. Antropologların aktardığına göre, Kaffirler di­
ğer ülkelerdeki insanların aşka dayalı cinsel birliktelikler
kurduğunu - hatta evlendiklerini - duyduklarında çok
şaşırmışlardır. Onlara göre bu "kedilere ait" bir davranış­
tır. Bugün Amerika'da, Massachusetts yasaları hala nisan
ayında köpeklerin arka ayaklarının bağlanmasını (terbiye
etmek için) öngörür ve banyo yapmadan yatağa girmek
yasadışıdır. Yaygın olarak bilindiği üzere, Hollanda'da
kafelerde ot içmek serbesttir. Bu esnada, Afrika'nın bazı
yerlerinde genç kızlar tehlikeli ve acılı bir sünnet işlemine
zorlanabiliyor. Ortadoğu'nun pek çok yerinde kadınların;
çoğu kamu binasına girmelerinin, araba sürmelerinin ve
çoğu işte çalışmalarının engellenmesi normal görülüyor.
Okurlar buna "Evet, yani? " diyeceklerdir. Yani pek çok
396
açıdan, dünyanın çoğu yerinde gelenek hüküm sürer. Rö­
lativistler haklı. Afiyet olsun!

İkilem 74
Saç Ülkesi'nin Kel insanları il

Gerçekte, etikte yalnızca iki temel pozisyon müm­


kündür. Bir şeyin ya doğru ya da yanlış olduğunu dü­
şünüyorsunuzdur veya düşünmüyorsunuzdur yahut
emin değilsinizdir. Veya her ikisi de. Ya da hiçbiri; her
ikisinden biraz, hiçbirinden de birazcık. Sekiz temel po­
zisyon vardır diyelim. Elbette filozoflar fazladan terim
üretmeye bayılır; bu yüzden her pozisyonun birbirinden
çok ince farklarla ayrılan çeşitli türleri vardır. Örneğin,
"ahlaki nihilistler" denen ve doğru veya yanlışın kesin­
likle olmadığını savunanlar vardır. Bu görüşü savunan­
lar, şuna veya buna "iyi" demenin yalnızca söz konusu
şeyden hoşlandığımız anlamına geldiğini ve bu yüzden
bir "ahlaki bakış açısının yalnızca o perspektiften bakan
kişi için geçerli olacağını" (ki bu durumda ahlaktan söz
etmek mümkün değildir) söyleyen ahlaki "öznelciler" ile
aynı grupta toplanabilir.

Başka bir takım temel pozisyona şimdilik ihtiyaç ol­


mayabilir. Öznelcilere benzer şekilde, ahlaki bakış açıları­
nın belli gruplar dahilinde belli yer ve zamanlarda "geçer­
li" olacağını fakat asla genel-geçerliğe ulaşamayacaklarını
söyleyen etik rölativistler de vardır. Saç Ülkesi örneğinde
şiddetle tartışılan konu, "kültürel rölativizmin" daha spe­
sifik olan bu şeklinden ibarettir.

Aynı şeylerin bazı koşullarda doğru ve bazı koşullarda


yanlış olduğunu savunuyorsak, biraz daha karmaşık olsa
da hala "ahlaki mutlakçı" olabileceğimiz ihtimalini ha-
397
tırlatırım. Bir kişi için doğru olan şey başka bir kültürde
yaşayanlar için doğru olmayabilir çünkü onların durumu
farklıdır.

Sonra, ahlaki hakikatler olsa da bunları kimsenin bil­


mediğini ileri sürenler ( bazen ahlaki şüpheciler olarak ad­
landırılırlar) ve doğru ile yanlış arasındaki farkları yalnız­
ca sezgisel olarak bilebileceğimizi iddia edenler de vardır.
Platon gibi, bazı şeylerin gerçekten doğru ve diğerlerinin
kesinlikle yanlış olduğunu düşünenler bazen iki gruba ay­
rılır: İlk grup eylemlerden ziyade eylemlerin altında yatan
değerlerin ahlaki önem taşıdığını, ikinci grup ise herke­
sin İtaat etmesi gereken tek bir kurallar bütünü olduğunu
düşünür. Filozoflar ilk grubu zaman zaman "yumuşak
evrenselciler", ikinci grubu da "katı evrenselciler" diye
adlandırır. Dini kurallar ikinci grupta yer alır. Günümüz­
de pek çok din belki de zaten cehenneme gidecekleri dü­
şüncesiyle inanmayanların kuralları bozmasına ihtiyatlı
bir şekilde "izin veriyor" olsa da, dini kuralların ikinci
grupta yer alması gerekir; aksi düşünülemez.

Elbette normatif ve betimleyici teorileri, yapısal ve


araçsal değerleri, kuralcıları ve dağıtıcı görüşleri birbi­
rinden ayırmamız gerekir. . . Şimdiden Görecistanlı dele­
gelerin ev sahiplerini eğlendirebileceği pek çok pozisyon
oldu . . .

İkilem 75
Yalnızca tatlı

Ahlaki perspektiflerin çeşitliliğine dair en sevilen pers­


pektiflerden biri, Kral Darius ile Callatia halkının ilginç
öyküsünü anlatan Yunan filozof Herodotos'a (yak. 484-

398
431 ) uzanır. Darius, bazılarının öldükten sonra babala­
rını yemeyi uygun ve doğru bulduklarını öğrenir. Kafası
karışmış bir şekilde ve ilk antropolojik "eylem" araştır­
malarından birini gerçekleştirerek (Atalara saygı Yunan­
lılar için özellikle önemliydi.), Darius Callatia halkına bir
mesaj gönderir ve ölülerini Yunanlılar gibi yakmak için
ne istediklerini sorar. Diğer taraftan, bir Yunan köyüne de
yeni ölülere Callatia halkının uyguladığı işlemleri uygula­
malarını teklif eder.

Herodotos, her iki grubun da dehşete kapıldığını ve


kendilerinden istenen değişikliği uygulamayı bir an dahi
düşünmediklerini kaydeder. Uygulanabilir olan işlemler
yalnızca kendi işlemleridir. Kıssadan hisse? Ruth Benedi­
ct'in yüzyıllar sonra "yeniden keşfettiği" gibi, "gelenek
kraldır". Yine de, ne Herodotos ne de Benedict doğru ve
yanlışın her yıl farklı tarihlere denk gelen şölenler gibi
birbirinin yerine geçtiklerini kanıtlamıştır. Buldukları
şey, insanların doğru ve yanlışa dair düşüncelerinin fark­
lılık gösterdiği ve bu farklılığın sıklıkla yalnızca farklı
koşullar altında ortaya çıktığıydı. Her durumda, ölülerle
ilgilenilirken göz önüne alınması gereken tek ahlaki ko­
nunun onlara kendi istedikleri gibi saygıyla yaklaşılma­
sından ibaret olduğu da söylenebilir. Elbette, Darius'un
Yunan topraklarına davet ettiği Callatia halkından bi­
rileri burada evlenip yaşamaya başlasaydı, en azından
birileri öldükten sonra bazı sıkıntılı kararlar söz konusu
olabilirdi.

Herodotos'tan birkaç ilginç hikaye (yak. M. Ö. 484-431)

Herodotos'un ünlü Tarih adlı eserinde aktardığı ilginç


geleneklerden bir tanesi Perslere aittir. Persler, "ağırlığı
olan konuları sarhoşken tartışmanın" ve - garip bir şekil­
de - verilen kararı sabah (muhtemelen baş ağrısıyla) göz-

399
den geçirmenin en iyi yöntem olduğuna inanırdı. Sabah
da iyi bir karar gibi görünüyorsa uygulamaya koyarlardı.
Herodotos, "İlk tartışma esnasında sarhoş değillerse ko­
nuyu mutlaka şarabın tesiri altında tekrar ele alırlar" diye
ekliyor (Kitap 1 , 133).

Başka bir Pers inancı da diğer milletler ve halklara


yönelik önemli bir ölçüt ortaya koyuyor: "Ne kadar
uzak, o kadar itibarsız. " İngilizler gibi (Herodotos İn­
gilizleri ziyaret etmediği için şanslıydı.), " Bunun nede­
ni, kendilerini her anlamda insanlığın geri kalanından
üstün görmeleridir." (Kitap 1 , 1 3 3 ) Yine de Persler, en
azından pek çok sadık Kantçı gibi, "dünyada en utanç
verici" şeyin yalan söylemek olduğunu düşünüyordu;
"En kötü ikinci şey ise borçlu olmaktır: çünkü diğer
nedenlerin yanında, borçlu kişi yalan söylemek zorunda
kalır." (Kitap 1 , 139)

Babil gelenekleri daha sosyaldi. Her kadın, hayatı


boyunca bir kez Afrodit tapınağına gidip "bir yabancı
(bir erkek) tarafından serbest bırakılana kadar" sabırla
beklemek zorundaydı. Yabancı erkek gelip dizine bir gü­
müş para koyarak işaret eder, Afrodit ile ilişkilendirilen
faaliyeti gerçekleştirmek üzere kadını " kutsal alanın dışı­
na" çıkarırdı. Kadın, ilk erkeği kabul etmek zorundaydı,
kimseyi reddedemezdi. "Uzun ve güzel kadınlar kısa sü­
rede serbest kalır; ancak çirkin olanlar yasanın gereğini
yerine getirene kadar uzun bir süre beklemek zorunda
kalır. Tapınakta üç-dört yıl bekleyenler var. " diye akta­
rıyor Herodotos, belli ki erkekçe bir övünçle (Kitap il,
1 99).

Babil'de hiç doktor olmadığı için, biri hastalandı­


ğında onu kent meydanına yatırırlardı ve "gelip geçen­
ler ona bakıp, kendileri veya tanıdıkları daha önce bu

400
hastalığa yakalanmışsa ona tavsiye verirlerdi" . Böylece
iki kez acı çekenler arasından iyileşebilecek durumda
olanlar çabucak iyileşip işlerine dönebilirlerdi (Kitap il,
1 97).

Bir de, oldukça sosyal olmakla birlikte onlar kadar


güncel olmayan ve yaşlılar için çok özel akşam yemekleri
düzenleyen Massagetlerin gelenekleri vardır. Herodotos
şöyle aktarır:

Bir adam çok yaşlandığında, tüm yakınları bir ara­


ya gelerek onu kurban eder; yanında birkaç büyükbaş
hayvan da kesilir. Kurban töreninden sonra eti haşla­
yıp ziyafet çekerler ve hayatı bu şekilde sona erenler en
mutlu insanlar olarak görülürdü.

Diğer gelenekleri ise bizim için çok daha iğrençtir. . . " -


Hastalıktan ölenleri yemeyip kara talihine yas tutarak
toprağa gömerler." (Kitap 11, 216)

En azından göçebe Padaea kabilesi zayıflara karşı


daha hoşgörülüydü. Doğrudan çiğ etle beslendiklerinden
olacak, hastaları da yiyorlardı. Aralarından biri hastalan­
dığında, hastayı tüm gün kocakarı reçetelerini dinleme­
ye zorlamaktansa doğrudan öldürürlerdi; çünkü "hasta
eriyip giderse etin ziyan olacağını" düşünüyorlardı. Diğer
taraftan, adabımuaşeret kurallarına uyan Padaea toplu­
munda erkekleri erkekler, kadınları ise kadınlar yiyordu
(Kitap 11, 99).

Maalesef İskitler de ancak bir ucuz romanda anlatıla­


bilecek, en azından bunun gibi ciddi bir felsefe kitabında
yer alamayacak kadar tüyler ürpertici ve kana susamış
birkaç geleneğe sahipti. Bu yüzden yalnızca savaşlarda
öldürdükleri herkesin kafa ve vücut derisini yüzmeyi sev­
diklerini, bedenlerini ise maharet gerektiren ve pek dürüst
401
olmayan amaçlar için kullandıklarını söylemekle yetine­
lim. Örneğin, "herkesinki olmasa da en nefret ettikleri
kişilerin" kafatasları kadeh olarak kullanılabiliyordu ve
birbirine dikilen birkaç kafa derisinden özel pelerinler ya­
pılırdı (Kitap IY, 64 ve 65).

Tauriler ise kurbanlarının kafataslarını başka şekil­


lerde kullanırdı. Ellerine düşecek kadar talihsiz olanların
kafası kesilir, gururla eve götürülür, uzun bir direğe, "ço­
ğunlukla ocağın üzerine" asılırdı. Bunun nedeni, bugün
aklımıza gelebileceği gibi kötü bir feng shui uygulaması
olmaktan ziyade, Herodotos'un aktardığına göre "tüm
evin o kişinin koruması altında olmasını" istemeleriydi
(Kitap iV, 103 ).

Sonuncu, fakat bir o kadar da önemli olmak üzere,


Trakyalı Trausilerden ve yeni doğanlar için yaptıkları
duygu dolu karşılamadan bahsedelim. "Bir bebek doğdu­
ğunda", diyor Herodotos:

Tüm ak ra baları daire şeklinde oturarak dünyaya ge­


lerek yaşayacağı tüm acılar için gözyaşı döker ve insan­
lığın başına gelen her türlü belayı sayarlar. Öte yandan,
ölenleri de kahkahalar ve kutlamalar eşliğinde gömerler
(Kitap V, 4).*

İkilem 76
Akrabalarla ilgili başka bir sorun

Bu gerçekten de yanıltıcı bir soru. Görecistanlı olma­


yan bazı okurlar bu ikilemi takip etmekte zorlanabilir,
hatta onu biraz "karman çorman" bulabilirler. Yaşam


George Rawlinson'un çevirisi esas alınmıştır (Herodotus, Histories, Wor­
dsworth ed. 1996).

402
hakkının "evrensel" olduğunu ve Jones'ların bunu ihlal
ettiğini düşünebilirler. Böyle olsa dahi kendi kültürel de­
ğerlerini dayattıkları suçlamasıyla yüzleşmeleri gereke­
cektir. Çünkü dünyada en az yirmi yüzyıldır " namus ci­
nayetleri" bir " normdur" ve oldukça gerçektir. Örneğin
milenyumun başında, devam eden cinayetlerden üzüntü
duyan ve belli belirsiz tanımlanmış bir BM kararı, Pa­
kistan, Yemen, Mısır, Lübnan ve Filistin bölgelerinde
2.000 namus cinayeti - buzdağının görünen kısmı -kay­
detmişti ve buna rağmen üye ülkelerden yirmisi kararı
imzalamadı.

Ürdün'de ( "ev cinayetlerinin" yarısı namus adına


işlenmektedir) para cezalarının artırılmasını öngören
bir yasa teklifi, "Amerikan güdümünde hareket etmeye
zorlandıkları" gerekçesiyle kızgın parlamento tarafından
reddedildi ve bu karar epey yankı uyandırdı. Ne var ki
bu bağımsızlık şovu ucuza gelmişti; çünkü Batı, nakit
ve mal akışını korumak üzere bu uygulamaya tolerans
göstermekten oldukça mutludur (Bunun yerine yalnızca
politik düşmanlarıyla yaşadığı çatışmaları içeren insan
hakları sorunlarına odaklanmayı yeğler.).

Bazı ülkeler de daha yüksek ahlaki ilkeleri savunduk­


larını iddia ederek bu konuyla ilgili tutumlarının "vicda­
ni" bir mesele olduğunu ileri sürerler. Bunun İslami bir
gelenek olduğunu öne sürerek zina yaparken yakalanan­
ların herkesin önünde idam edilmesini zorunlu kılan bir
tür "şeriat yasasına" atıfta bulunurlar. Ancak bu kural ne
kadar zalim olsa da, "namus cinayeti" denen durumların
pek çoğunda olduğu gibi " izinsiz ilişki" yaşayan bekar­
ların öldürülmesini öngörmez. Diğer pek çok vakada
olduğu gibi, çoğunlukla aynı aileden kişilerin işlediği te­
cavüz suçlarının kurbanlarının öldürülmesini de zorunlu
kılmaz. "Seksen kırbaç" ile yetinilir.

403
Namus cinayetleri uygulamasının kökeni Hammu­
rabi'nin• "ahlak" yasalarına dayanır. Bu yasalar, kız ço­
cukları ailenin malı olarak görüyor, erkek çocukları ise
bunun dışında bırakıyordu. Bu çok eski ve çok yaygın bir
kültürel uygulamadır. Hristiyanların kilisedeki evlilik tö­
renleri, fiziksel olarak kadının "mülkiyetinin" babadan
kocaya geçişini tasvir etmektedir; biri gelinin elini bırakır­
ken diğeri tutar (Levi-Strauss, Akrabalığın Temel Yapıları
adlı eserinde, Freud'un toplumsal hayatın gelişiminde ki­
lit olarak gördüğü ensest tabusunun, temelde kadının bir
gün verilmek üzere "saf" tutulduğu bir sistemin parçası
olarak varlığını sürdürdüğüne işaret eder. Tabu bir kez
yıkıldıktan sonra kadın artık verilmeye uygun değildir,
böylece "namus cinayetine" zemin hazırlanır.).

Burada pek de gizli olmayan gündem maddesi dinin


veya geleneksel değerlerin değil, kadının statüsüdür. Asıl
konu erkeğin kadın üzerinde kurduğu tahakkümdür ve
belki de ikilemde olduğu gibi konumlar alt-üst edilseydi,
bu konu ahlaki gündemin daha üst sıralarına yükselebi­
lirdi.

İkilem 77
Çetin mücadele

Birleşik Krallık ve ABD, İkinci Dünya Savaşı'nın son


günlerinde küçük Alman kasabalarını bombaladı. Ortaya
çıkan tablo, "geleneksel" savaşın ulaşabileceği yıkım sevi­
yesini gösteriyor.


Bilge Kral Hammurabi'nin yasalarında şöyle hükümler vardır (209. ve
2 1 0. Kurallar): Bir adamın kızı başka bir adam tarafından dövülür ve ka­
dın düşük yaparsa, adam ölen bebek için on şekel ödeyecektir. Kadın da
ölürse, adam daha ağır bir ceza almalıdır. Onun kızı da "öldürülmelidir".

404
Bu kasabalar askeri üs değildi ve askeri üs olmadıkları
biliniyordu. Britanya'da yakınlarda ifşa edilen belgelerin
gösterdiği gibi, söz konusu kasabalar için gözetilen ölçüt­
ler şunlardı:

• Bombardıman uçakları tarafından kolay buluna­


bilmeli.

• Kolay yanmalı.

1 945 Şubat ayında Dresden tamamen yerle bir edildi:


Tahminlere göre 30.000 kişi hayatını kaybetti. Ölenlerin
neredeyse hepsi sivildi, çoğu ilerleyen Rus ordularından
kaçarken bu kasabaya yeni gelmişti. Amerikan Hava
Kuvvetlerinden bir generale göre, bombardımanlar savaşı
kısaltmasa da sonuçları "babadan oğula, oradan torunlara
aktarılacak, gelecekteki savaşlarla ilgili olarak caydırıcılık
sağlanmış olacaktır" . Bu, gelecektekilerin hayatını
kurtarmak üzere çok sayıda sivilin öldürülmesini haklı
gösteren, bulabileceğiniz en "faydacı" pozisyonlardan
biridir. . . Belki de değildir.

Daha kesin konuşursak, bir bütün olarak Alman ve


Japon halkları, Britanyalı ve müttefik bombardıman
uçakları için çok gerçek bir tehditti. "Topyekun savaş"
söz konusuydu ve bu tür saldırıların düşmanın moralini
bozacağı düşünülüyordu. Bu yaklaşım, Hiroşima ve Na­
gazaki'nin ABD tarafından bombalanmasıyla en korkunç
sonucu doğurdu. Yine, bunlar da kolaylık ve uygunluk
açısından belirlenerek, genel nüfusa saldırganlığın pek de
iyi bir fikir olmadığı mesajını vermek için seçilmişlerdi.
Ve yine, ülkenin politikaları hakkında söyleyecek sözleri
olsa da olmasa da veya bu politikaları destekleyip des­
teklemediklerine bakılmaksızın binlerce erkek, kadın ve
çocuk yok edildi.

405
Sivillerin bombalanması (birkaç tanesini sayarsak:
Kamboçya, Vietnam, Kolombiya, Filipinler, Doğu Timor,
Çeçenistan ve Filistin) "savaş suçu" yerine askeri ope­
rasyonların meşru bir parçası olarak görülmeye devam
ediyor. Kurbanlar "sivil zayiat" statüsüne indirgeniyor.
İsyancı güçler dahi sivilleri hedef alır: İrlanda, İspanya,
İtalya, Almanya, Sri Lanka, Filipinler, İsrail. . . Liste uzar
gider.

Kartaca Piskoposu Cyprian, savaşın ikiyüzlülüğünü


reddederek şöyle yazar:

Tüm dünya düşmanların kanıyla yıkanmıştır; kişi­


sel nedenlerle cinayet işlemek suçtur fakat devlet eliyle
gerçekleştirildiğinde adına cesaret denir: Bu iğrençlikleri
haklı gösteren şey niyetin iyiliği değil, zulmün büyüklü­
ğüdür.

İkilem 78

Birkaç savaş

Elbette, felsefeciler de öncelikli faaliyetleri için - insan


haklarının korunması ve bu haklara saygı gösterilme­
si - savaşçılara başvururlar ( bu kapsama giren münferit
olayları tanımlamakta pek iyi olmasalar da). Başkan Ro­
osevelt'in İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda çağrı yaptığı
haklar gibi: yoksulluktan kurtulma özgürlüğü, korkusuz
yaşama özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve din özgürlüğü.
Müttefikler, önceki savaş gibi İkinci Dünya Savaşı'nda da
"kendi topraklarında ve diğer ülkelerde insan haklarını
ve adaleti korumak" amacıyla kan dökmüştür.

Bu yüzden müttefikler, Yalta Konferansında bundan


sonra hiç savaş olmayacağını taahhüt etmek yerine, "ba-
406
rışa yönelik tehditleri önlemek ve ortadan kaldırmak,
saldırgan eylemleri ve barışı tehdit eden diğer ihlalleri
bastırmak üzere etkin ve kolektif önlemler almaya hazır"
olacak bir "Birleşmiş Milletler" organizasyonu kurma
sözü verdiler. BM, "adil" savaşlar yürütecekti.

Öte yandan Sokrates, Platon'un diyaloglarından


birinde Cephalus'u başkalarına zarar veren bir davranışın
"adil" olamayacağına ikna eder. Bununla birlikte Sokrates
tipik bir karakter değildi. Antiklerin pek çoğu, savaşların
- en azından - "cesaret" gibi erkeklere yakışır erdemlerin
geliştirilmesi için bir platform olduğunu düşünüyordu.
Hegel dahi, zamanı geldiğinde insan varoluşunun "geçici
doğasını" hatırlattıkları için savaşları savunmuştur.

Erkeklere yakışır erdemler ve savaşçılar hakkında


Erasmus şöyle yazmıştır: "Askeri ahmaklar, kalın kafalı
lordlar. . . Görünüşlerini bir kenara bırakırsak insan bile
değiller." Orduları meydanlara sürenlerin etiğine gelirsek,
savaş yalnızca hükümdarların başka durumlarda düşü­
nülemez olan eylemleri - yalnızca düşmanı değil, kendi
halklarını da hedef alan eylemleri - gerçekleştirmek için
kullandıkları bir maske olmuştur.

Yazar Bruce Chatwin, profesyonel askerleri otuz yıl


boyunca başkalarını öldürmek için istihdam edilen kişiler
olarak tanımlayan bir "Vietnam gazisini" hatırlatır. Son­
rasında "gülleri budarlar". Ortaçağ İngilizcesinde "ya­
bancı" anlamına gelen wargus sözcüğünün aynı zamanda
"kurt" anlamına da geldiğini belirterek her ikisinin
de uzaklaştırılması veya öldürülmesi gereken tehlikeli
canavarlar olarak görüldüğünü yazar. Bu yüzden, savaş
propagandası düşmanı "hayvansı, kafir veya kanser gibi"
bir statüye indirgeyerek aşağılamayı amaçlar. Bazen de
kendi safını canavarlaştırır.

407
Homeros, birbirinden temelde farklı olan iki tür öl­
dürme davranışı arasında bir ayrım yapar. Odysseus'un
İlyada'da taliplerin idamı esnasında sergilediği birinci
davranış soğukkanlıdır, Yunanlar buna menos der. İkinci­
si ise Hektor'un savaş meydanında yaşadığı, kurtlarınki­
ne benzer bir öfke nöbeti, kana susamış bir cinnettir. Ly­
sa'nm eşiğinde olmak, insan olmaktan çıkmak demektir;
kurallar ortadan kalkar.

Benzer şekilde, Freud en etkileyici pasajlarından birin­


de insan doğasını biraz zalimce tasvir eder:

İnsanlar yalnızca saldırıya uğradığında kendisini sa­


vunan, sevgi isteyen dost canlısı varlıklar değildir; iç­
güdülerinde oldukça güçlü bir saldırganlık olduğu da
kabul edilmelidir. Bunun bir sonucu olarak, komşusu
insan için yalnızca muhtemel bir yardımcı veya cinsel
nesne değil, kendi saldırganlığını üzerinde tatmin ede­
bileceği, çalışma kapasitesini karşılıksız sömürebilece­
ği, kendi rızası olmadan cinsel anlamda kullanabilece­
ği, mülkiyetini ele geçirebileceği, aşağılayabileceği, acı
çektirebileceği, işkence edebileceği ve öldürebileceği bir
ayartıdır. İnsan insanın kurdudur: kendi tecrübeleri ve
tarihsel kanıtlar bunu doğrularken kim buna karşı çı­
kabilir?

Pek çok filozof insanlar hakkında iyi görüşlere sahip­


tir. Kant, Kalıcı Barış ( 1 975) eserinde "savaş olup olma­
yacağına yurttaşların karar vermeleri gerektiğini" ve ken­
dilerine sorulduğunda ise "böyle korkunç bir maceraya
atılmadan önce uzunca düşünmelerinin çok doğal oldu­
ğunu" savunur. Bununla birlikte, ünlü "Herkesin herkese
karşı savaşı" sözlerinin sahibi Thomas Hobbes gibi Kant
da insanın doğal durumunun aktif veya pasif çatışma du­
rumu olduğuna inanır. Yine de, şüphesiz ki nihai amaç

408
ebedi barıştır ve bu amaç "salt aklın sınırları dahilindeki
haklar teorisinin tek gayesidir".

Bu esnada, Jeremy Bentham da Evrensel ve Kalıcı


Barış Planı ( 1 789) isimli eseri üzerinde çalışmaktadır.
"Panoptikon" çalışmasına yönelik ilgisizliğe aldırış et­
mediğinden olacak, bu plan da aynı ilkenin daha geniş
çaplı uygulamasından ibarettir ve dünyanın güvenliğini
sağlayacak olan uluslar üstü bir "göze" dayanır. Bu göz,
güvenliği elbette güç kullanmak yerine serbest bilgi alış­
verişi ile sağlayacak, kuralları ihlal eden milletleri hizaya
sokacaktır.

"Küreselleşme" de felsefecilerin Kant'ın rüyasına yak­


laştığını söyledikleri başka bir yoldu. Adam Smith, sa­
vaşçı itkiye panzehir olarak kar motivasyonunu önerir:
"Ticaret, evrensel ölçekte işleyebilmesine izin verildiği
takdirde savaş düzeninin sonunu getirecek ve devletlerin
medeniyet dışı durumundan bir devrim yaratabilecektir. "
John Stuart Mill ise 1 848 yılında şöyle yazmıştır:

Ticaret, doğal olarak savaşa karşı hareket eden kişi­


sel çıkarları güçlendirip çeşitlendirerek savaşı hızla tarihe
gömer. Bunun yanında, dünya barışının temel güvencesi
olan uluslararası ticaretin boyutları ve hızlı artışı, fikir­
lerin, kurumların ve insanlığın karakterinin sekteye uğ­
ramadan ilerlemesinin de en büyük teminatıdır dersek
abartmış olmayız.

(Politik Ekonominin İlkeleri)

Ne yazık ki, 1 9. yüzyılda küresel ticaret arttıkça


savaşlar da arttı.

Ne diyorsunuz? Savaş iyi mi yoksa kötü mü? Belli ol­


maz mı? Çok açık ki kötü olan savaş değil, insanlardır.

409
Sadece üç beş savaş mı?

Doğu Timor: Yerli halkları Endonezyalı milislerin soykı­


rım tehdidinden kurtarmak için

Afganistan: Batılı yaşam tarzını İslami köktencilikten k o­


rumak için (ve tabii ki Afganları özgürleştirmek için)

Sierra Leone: Önlerine çıkan herkesi katletmek dahil ol­


mak üzere istikrarı bozmaya kararlı olan cani milisler
karşısında demokratik hükümeti desteklemek için

Kamboçya: Ülkeyi "eğitimli sınıflardan" temizleyerek bir


"milatla" tekrar başlatmak isteyen kana susamış Kızıl
Kmer rejimini yok etmek için

Balkanlar: Bölgenin mitsel bir "Sırp İmparatorluğu " kur­


maya kararlı Sırp demagog Slobodan Miloseviç yöne­
timi altında etnik temizliğe uğramasını engellemek için

Ruanda: Nehirlerin kan aktığı, tarlaların kemiklerle kap­


landığı olaylarda Tutsi halkının Hutu milisleri tarafın­
dan katled i lmesini durdurmak için

İkilem 79
Temelsiz ve yanlış inanç

Aslında bildiğini bilmiyordu.

Ne var ki siyasetçiler - Platon'u hiddetlendiren ha­


tipler gibi - kaçamak sözler ve elbette müphemlik dahil
olmak üzere tüm gayrimeşru taktikleri kullanırlar. Bir de
tartışmada "nükleer bomba" taktiği vardır: Alenen yalan
söylemek. Yanıltıcı yanıtlar ve "yalan söylememek" ola­
rak kabul edildiği için kadim retorik sanatı siyasi tartış­
maların ekmek kapısıdır.

410
ABD-Irak Savaşı zamanında iyi bilinen örneklerden
biri, ABD askerlerinin mahkumları asla istismar etme­
yeceği ve sorgulamalarda her zaman hukuka uygun dav­
ranacağını televizyon seyircilerine vurgulama ihtiyacı
hisseden ABD başkanıydı; tabii ki biraz önce imzaladığı
kararnameden bahsetmemişti. Bu kararname uzun süre­
li acı, "organ kaybı" ve ölümle sonuçlanan sorgulama
tekniklerini serbest bırakan bir yasal değişiklik öngörü­
yordu!

Bir de iyi niyetle verilen sözler vardır, koşullarla deği­


şirler. Çoğu zaman politikacılar "yeni vergiler uygulan­
mayacağını" vaat edip seçildikten hemen sonra . . . "Yeni
vergiler" uygulamaya koyarlar. Vaatler verilirken eko­
nomik vb. koşulların daha iyi olduğunu mazeret göste­
rerek, görünürdeki bu çelişkinin bir "yalan" olmadığını
söylerler.

Fakat bir şeyi " bildiğini" iddia eden bir politikacının


öne sürdüğü kanıtlar daha sonra söylediklerini inkar
ederse ne olur? Yalan mıdır, değil midir?

Britanya'da 1 9 90'lardan 2 1 . yüzyılın ilk yıllarına ka­


dar başbakanlık yapan ve Britanya basınının bazen "Tony
''
Bliar" diye adlandırdığı Tony Blair, sık sık küçük beyaz
yalanlar söylemekle itham edilirdi; hatta bunları beyhu­
de bir şekilde ifşa etmeye çalışan kitaplar dahi vardı. Ça­
lışmalar, oylama sistemlerinde yapılacağı vaat edilmekle
birlikte asla gerçekleşmeyen reformları didiklediler; has­
tanelere ve okullara ayrılacağı belirtilen yeni kaynakların
yeniden ilan edilen bütçe planlarından ibaret oldukları
ortaya çıktı. En ünlüsü, Saddam Hüseyin'in elinde saldır­
maya hazır nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların bu-

*
"Yalancı Tony" - ç.n.

411
lunduğuna dair verdiği sözdü. Elinde gizli kanıtlar bulun­
duğunu öne sürdüğü silahlar hiç var olmamıştı.

Ne parlamentodaki muhalefet ne de gazeteciler onu


konuşturmayı başarabildi. Öte yandan, felsefi teknikler
bu tür bir tartışmayı aydınlatabilir miydi? Irak Sava­
şı'ndan sonra (on binlerce masum bu savaşta hayatını
kaybetmiştir), Britanya Parlamentosunda Başbakan'ın
söz konusu "kitle imha silahlarıyla" ilgili tam olarak
ne bildiğini belirlemek üzere bir "soruşturma" önergesi
verildi. Fakat sokratik veya "diyalektik" bir akıl yürüt­
meyle pek çoğunu ortaya çıkarabilirlerdi:

• Başbakan Irak'ta kitle imha silahlarının bulundu­


ğuna ya inandı ya da inanmadı. İnanmadıysa yalan
söylemiştir, dolayısıyla istifa etmeliydi.
• Bu silahların varlığına inandıysa ya elinde gizli ka­
nıtlar vardı ya da yoktu. İkinci durumda yalan söy­
lemiştir.
• Elinde bu silahların varlığına dair kanıtlar vardıy­
sa bu silahlar ya savaşın gidişatında yok edilmişti
ya da gizli kanıtlar doğruyu söylemiyordu. Silahlar
yok edildiyse bu derhal gösterilebilirdi. Gösterile­
mediğine göre, elindeki kanıtlar yanlış olmalıdır.
• Fakat gizli "kanıtlar" yanlışsa ( belki de internet­
te bulunan bilgilerden derlenmiştir) Başbakan'ın
silahların ortaya çıkmasını beklemek için herhangi
bir nedeni olamazdı; bununla birlikte pek çok kez
ortaya çıkacaklarını söyledi. İstifa etmekten kaçan
utanmaz bir yalancı değilse tabii.

Felsefede şöyle bir anlayış vardır: Bir şeyin öyle olduğu­


na inanmadıkça, buna inanmak için iyi ve yeterli bir nede­
nimiz olmadıkça ve (en sonunda) inandığımız şey gerçek-

412
ten öyle olmadıkça bu şeyi bildiğimizi söyleyemeyiz. Buna
bazen "gerekçeli ve doğru kanı olarak bilgi" de denir.

Silahlar ortaya çıkmadığına ve ortaya çıkmalarını


beklemek için herhangi bir "neden" olmadığına göre,
Sayın Blair bilginin üç gerekliliğinden ikisini yerine ge­
tirmede başarısız olmuş görünüyor. Geriye kalan tek
ihtimal ise söylediği şeye o anda "inanmış" olmasıdır.
" Gerekçesiz yanlış inanç" olarak adlandırılsa da buna
da bazen bilgi denir; ne yazık ki bunu diyen tek kişi Sa­
yın Blair' <lir.

Bu standart pek çok sorunu ortadan kaldırır. Varlıkla­


rına yönelik kanıtlara sahip olduğuna "inandığı" sürece
silahların var olduklarına "inanabilirdi". Ne var ki bu da
tehlikeli bir taktiktir; meşru görüldüğünde doğru ve yan­
lış arasındaki ayrımı yok etme eğilimindedir.

Belki de politikacılar daha çok yalan söyleseydi daha


iyi olurdu.

İkilem 80
Caydırıcılar

Meanie ve Ingrate aileleri rasyonel mi davranıyor?


Barda içenlerin öyle olduklarına inanmalarını, bubi tu­
zaklarını yalnızca şiddeti amaçlayarak değil, büyük savaş
filozofu Clausewitz'in Savaş Üzerine adlı eserinde bah­
settiği "disiplinli devlet idaresini" gözeterek kurduklarını
düşünmelerini istiyorlar. Bir bakıma, siyaset dışı araçlarla
siyaset. . .

Belki de barmen Phil, komşulardan biri patlayıcıları


ateşlese hasarın çok korkunç ve hiçbir şekilde "zafer" ola-

413
rak görülemeyecek boyutlara ulaşacağı düşüncesine takı­
lıp kalmıştı. ABD savaş plancısı Bernard Brodie, nükleer
savaşla ilgili olarak, söz konusu hesaplaşma her iki taraf
için de hiçbir rasyonel insanın kabul edemeyeceği kadar
büyük bir yıkımla sonuçlanmadan gerçekleştirilemiyorsa
bu hesaplaşmanın rasyonel kabul edilemeyeceğini söyler.
Aynı durum birbiriyle savaşan komşularımız için de ge­
çerlidir. Hiçbir "rasyonel insan" patlayıcıları ateşlemeye­
cektir; fakat bununla tehdit etmeye ne dersiniz?

Caydırıcılık terimi (deterrence) ilk olarak 1 820 tarih­


li Oxford English Dictionary'de yer alır ve "bir şeyden
korkutmak" anlamına gelir. Ne var ki kavram olarak
Antik Yunan'ın durmadan savaşan kent devletlerine
kadar uzanır. Bir teori olarak ise filozofların sevdiği bir
düşünme biçimine dayanır; zira kişisel çıkara yönelik
soyut ve rasyonel yargılar içerir. "Mahkumlar İkilemi "
bariz bir örnektir (örneğin bkz. 1 01 Felsefe Problemi adlı
çalışmam s. 177). Düşmanın askeri kapasitesine bakıp
hepsini kendisine karşı kullanacağını varsayan "albayın
mantık hatası" bu düşünme biçiminin merkezinde yer
alır. Sığınağında oturan albay şöyle bir hesap yapar:

• Füzelerinin düşman füzelerini imha etme kapasitesi


• Artı füzelerinin düşman hedeflerini imha etme ka­
pasitesi
• Artı füzelerinin ateş hızı
• Artı düşman yanıt vermeden önce kendi füzelerinin
hasar verebileceği süre
• Eksi düşman füzelerinin kendi füzelerini imha etme
kapasitesi
• Eksi düşmanın teslim olması veya yok edilmesi için
verilecek kayıplar

414
• Ve kendisinin kaç kayıp verdikten sonra teslim ola­
cağı veya yok olacağı

(Bay Meanie dışarıdaki tuvalette otururken lngrate


ailesinin kulübesine kabul edilemeyecek ölçüde zarar ver­
mek için kaç kilo patlayıcı gerekeceğini hesapladı mı? )

İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından, Hiroşima


ve Nagazaki üzerindeki mantar bulutlar hala insanlığın
vicdanında yer ederken Einstein şöyle yazmıştı: " (Dünya
hükümeti) egemen olmadıkça ve hep birlikte hareket edip
yeni düşünme yolları geliştiremedikçe insanlığın sonu fe­
laket olacaktır." Brodie de nükleer silah paradoksunu şu
şekilde özetler: "Bugüne kadar askeri faaliyetlerin temel
amacı savaş kazanmaktı. Artık bu amaç savaştan kaçın­
mak olmalıdır. "

Brodie'ye göre, atom bombası eski savaş ekonomi­


sini geçersiz kılmıştır: Artık savaşlardan kazanç elde et­
mek mümkün değildir, yalnızca kayıp verilecektir. "Atom
bombasıyla ilgili her şey, iki gerçeğin gölgesinde kalır;
atom bombası vardır ve yıkıcı gücü tahayyül edilemez
boyutlardadır. " Fakat mesele "caydırıcılık" ise, silahla­
rın kullanılmasına gerek olmadığını, her iki tarafın da en
azından bu ihtimalle yaşamasının yeterli olacağını belirtir.
Saldırının nükleer savaşla sonuçlanma ihtimali yüksel­
dikçe caydırıcı etkisi de artacaktır. Clausewitz'in söylediği
gibi, savaşın kendi dili olsa da kendi mantığı yoktur. Belki
de askeri konular rasyonel yargı yetisinin bir aracı olarak
kalmaya devam etmelidir.

Ve bir taraf diğerini yok etme kapasitesine eriştiğin­


de, daha fazla silaha sahip olmanın pek anlamı kalma­
yacaktır.

Ne var ki konu nükleer savaş olduğunda, söylenenin


aksine nükleer savaşın düşünülebilir ve "kazanılabilir"
415
olduğunu savunan askeri uzmanlar da hep var olmuştur.
ABD hükümetinin etkili danışmanlarından William Bor­
der, nükleer savaşın kaçınılmaz olduğunu ve son şehirler
kalana kadar her iki tarafın da füzelerini tüketeceği bir
tür "hava düellosu" şeklinde gerçekleşeceğini tahmin edi­
yordu. 1 970'li yıllarda en azından ABD'de bu tür düşün­
celer yükselişteydi. Savunma Bakanı James Schlesinger,
eski "karşılıklı garantili imha" teorisinden vazgeçilip bir
nükleer savaş durumunda ABD'nin kazanmasını sağlaya­
cak stratejilerin geliştirileceğini ilan etmişti. ABD ordusu
"Güvercin" Başkan Cater ve "Yıldız Savaşları" Başkan
Reagan dönemlerinde saldırı hedeflerini 200 Sovyet şeh­
rinin yanı sıra (kıtadaki herkesi öldürmeye yeterdi) füze
silolarını da dahil edecek şekilde genişletti. Burada plan,
"Sovyetler Birliği'nin ABD ile olan husumetini ABD'nin
avantajlı olacağı koşullarla sonlandırmaya zorlamak"
olarak açıklanmıştı; yani savaştan kaçınmanın yanında
savaşın kazanılmasına da odaklanılıyordu. Bir savaşı
kazanabiliyorsanız, savaşa girmek o kadar da kötü bir
seçenek gibi görünmeyebilir (En azından sığınakta yaşa­
mayanlar için.).

Gerçekte, 1 983 yılından itibaren resmi olarak "Stra­


tejik Savunma İnisiyatifi" ve gayriresmi olarak "Yıl­
dız Savaşları" adıyla bilinen yeni politika, eski politika
KGİ'den (Karşılıklı garantili imha) özellikle daha ahlaki
ve daha etik olduğu gerekçesiyle destekleniyordu. Elbet­
te dünyanın her yerinden barışseverler bu yeni düşünme
biçimi karşısında dehşete kapıldı. Bununla birlikte, nük­
leer savaşın "kazanılabileceği" fikrinin dahi caydırıcılığı
artıracağı düşünülüyordu. Benzer şekilde, nükleer füze
silolarının bir tür "Yıldız Savaşları" sistemiyle korunması
teoride düşmanı saldırmaktan vazgeçirecektir. Diğer ta­
raftan, böyle bir koruma kendi tarafınızın saldırı başlat­
ma ihtimalini de artıracaktır.
416
Bunun yanı sıra, caydırıcılık devamlı bir propaganda
gerektirir. "Düşmanı" havaya uçurmak için milli bir ira­
de olmalıdır ve bu husumet karşı tarafa hissettirilmelidir
(Yine, bu da caydırıcılığın yanında saldırıyı kendi tarafı­
nızın başlatma ihtimalini artıracaktır.).

Komşularımıza geri dönelim. "Nükleer denge" nükle­


er olmayan savaşları caydırmadı. Nükleer bombanın me­
şurn varlığına rağmen Kore ( 1950-53), Vietnam ( 1961-
73), Macaristan ( 1 956) ve Çekoslovakya'da ( 1968)
savaşlar yaşandı. Benzer şekilde, Meanie ailesi de ara­
balarının lastiklerinin indirilmiş olduğunu görebilir veya
lngrate ailesi kedilerini yeşile boyanmış olarak bulabilir.
Asıl tehdit imha değil savaştır. İmhadan kaçınmak savaşa
neden oluyorsa bu bir çözüm değildir.

İkilem 8 1
Terör okulu

Bir sorun var. Okul, Arnerika'nın güneyinde, Fort


Benning'de bulunuyor ve doğrudan ABD hükümeti ta­
rafından finanse ediliyor. Yarım yüzyıldan uzun bir sü­
redir, ABD halkının olmasa da ABD hükümetinin sözde
düşmanlarıyla kapişacak olan kendi politik savaşçılarını
eğitiyor.
Teşvik ettiği şeylere örnek olarak, 1988 yılında Bey­
rut'ta seksen beş masumun ölümüne yol açan (ve hedefi
olan mollayı ıskalayan) bomba yüklü araç olayına baka­
biliriz. Bombacılar Washington'un CIA ajanlarından baş­
kası değildi, bu eylemi Suudi Arabistan'ın fonladığı gizli
bir operasyon kapsamında gerçekleştirdiler.

Kongre, 2000 yılında okulu kapatmayı amaçlayan bir


önergeyi oyladı. Önerge az farkla reddedildi ve Temsil-

417
ciler Meclisi, "isim bulmak" adı verilen çok önemli bir
etik yaklaşımı benimsedi. SOA adıyla kötü bir üne sahip
olan Kuzey ve Güney Amerika Okulu• kulağa daha say­
gın gelen " Batı Yarımküre Güvenlik İşbirliği Enstitüsü"
adını aldı.

ABD bağlantısını bilmek, okulu bombalamak bir yana


bunu lanetleyip lanetlememek konusundaki fikrinizi de­
ğiştiriyorsa, belki de kararlarınızı John Rawls'ın dediği
gibi "cehalet perdesinin" ardından almanız gerekiyordur.
Arkasındaki düşünce şudur: Yalnızca sorunlara tarafsızca
yaklaştığımızda ve kararlarımızın kimler için zararlı, kimler
için faydalı olacağını bilmeden baktığımızda gerçek faktör­
leri doğru şekilde tartabilir ve adil bir sonuca ulaşabiliriz.

Karanlık "El Kaide " örgütüyle ilişkilendirilen ve 1 1


Eylül'de New York'un bir kısmını yıkıma uğratan inti­
har saldırılarında zirveye ulaşan (Bir süreliğine dünyada
kabul edilemez bir sapkınlığın evrensel standardı olarak
görülmüştü.), şok edici ve ayrım gözetmeyen toplu katli­
amlardan sonra ABD başkanı sert bir açıklamada bulun­
du: "Kanun kaçaklarına ve masumları katledenlere des­
tek olan hükümetler de kanun kaçağıdır ve katildir. Artık
başlarına geleceklerden kendileri sorumlu olacaklardır. "
Bilgelik dolu bir açıklama.

İkilem 82
Nefret vaizi

Hikaye uydurma olsa da alıntılar yeterince gerçektir


(Kuran'ın Shakir tercümesine atıfta bulunur.). Polisin kut­
sal yerlerde neler olduğuna yönelik ilgisi de kesindir. Ku-


The School of the Americas - ç.n.

418
ran "Allah'ın adının anıldığı kilise ve sinagoglar" (XXII:
40) hakkında iyi konuşurken, Batı'da "minarelerin altın­
da", özellikle plastik minarelerin altında neler yaşandığı­
na dair şüpheler artıyor. 2005 yılında, ağır silahlı bir polis
timi Londra'daki Finsbury Park'ta bulunan bir camiye
saldırarak kızgın imamlardan bir tanesini apar topar gö­
türdü. Bu imam gerçekten de "Afganistan' da savaşmıştı"
ve sağ eli bir kancaydı. Ardından terörü teşvik etmekle
suçlandı ve uzun yıllar sessizce tefekkür etmek durumun­
da kalacağı bir ceza aldı.

Şüphesiz bu tefekkür, Kuran'ın dini hoşgörüyü teşvik


eden ve inananlara "Dinde aşırıya kaçmayın" (V: 73) tav­
siyesinde bulunan bölümlerini okumayı da içerecektir.

İkilem 83
Dodo kuşunun çağrısı

Dodolar yalnızca kuşlardır; kaç tanesine ihtiyaç duyar­


sınız ki? Belki de sadece hayvanat bahçelerini açık tutma­
ya yetecek kadar? Soyu tükenen pandaların ve yumuşacık
koalaların yanına koyalım! Gelecek kuşakların bakacak
bir şeyleri olsun, hatta bir gün başka bir gezegene taşınır­
sak doğal hayata dönmeye yetecek kadar alalım. Bunun
için otuz kadar dodo kuşu yeterli olacaktır. Bugünlerde
bilim insanları soyu tükenen hayvanların DNA'larını ve
genetik kodlarını depolayarak bu sayıyı daha da azaltı­
yorlar; böylece ölebilirler, nasıl olsa yeniden diriltilebile­
cekler. Tabii eğer istersek. Bu durumda dodo kuşlarına
ihtiyacımız kalmaz, yeterli sayıda tüp ile işe koyulabiliriz.
Fakat belki de Trafalgar Meydanı'nda güvercinler varken
dodo kuşlarına ihtiyaç duymayız. Türlerin Kökeni eserin­
de Darwin'in bizzat söylediği gibi:

419
Uzun yıllar önce, Galapagos Adaları'nın farklı bölge­
lerindeki kuş türlerini birbiriyle ve Amerika kıtasındaki
diğer kuşlarla karşılaştırırken ve başkaları tarafından ya­
pılan karşılaştırmaları incelerken, türler ve varyasyonları
arasında yapılan ayrımların ne kadar muğlak ve keyfi ay­
rımlar olduklarını görünce çok şaşırmıştım.

Darwin'e göre türler, gerçekte birbirine az ya da çok


benzeyen eşsiz varlıklara " kolaylık olsun diye ve keyfi
olarak" atfedilen kavramlardır.

Bununla birlikte, çevre hakkında yazan Holmes Rols­


ton'un işaret ettiği gibi, "tehlike altındaki türlere dair gö­
revlerimiz" de bu keyfi ayrımlara dayanır.

Örneğin, bir çeşit huş ağacı olan betula lenta uber,


yapraklarının uçlarının yuvarlak olması itibariyle sıradı­
şıdır. Başta pek önem verilmese de, 1 960'lı yıllarda ta­
nınmış bir botanikçi bu ağacın ayrı bir tür olarak kabul
edilmesi gerektiğini duyurdu. Bilindiği kadarıyla yalnızca
iki yerde yetiştiği (Her ikisi de ABD'de Virginia sınırları
içinde yer alır. ) göz önüne alındığında, tehlike altındaydı
ve Virginia sakinleri her iki yeri de çitlerle çevrelemeyi
görev bildiler. Diğer taraftan, yakınlarda listeden çıka­
rılarak herhangi bir yaban ördeği statüsünü alan "Mek­
sika ördeği" belli ki daha az kaygı uyandırıyordu. San
Clemente Adası'nda yaşanan endişe verici bir olayda,
2.000 yaban keçisi "nadir bulunan çimlerin korunma­
sı" kapsamında kurşuna dizilecekleri bir sabaha uyandı.
Şükür ki dost memeliler yardımlarına yetişip yaban keçi­
lerini kurtardılar.

Bilim insanları, "altıncı büyük yokoluş" adını ver­


dikleri sürecin tam ortasında yer aldığımızı söylüyor.

420
Sonuncusu 65 milyon yıl önce gerçekleşmiş, dinozorlar
yeryüzünden silinmişti. Fakat bugün tüm canlı türleri­
ni, özellikle de memeli dostlarımızı yitiriyoruz. Bununla
birlikte, altıncı yokoluş çağı modern bir olgu da değildir.
50.000 yıl önce üremeye başlayıp dünyanın her yerine
yayılan, önüne çıkarılan öldürüp yok eden bir türün ba­
şarısının doğal bir sonucudur. "Doğal seçilim" teorisinin
unutulan eş yazarı Alfred Russell Wallace şöyle yazmış­
tı: "En büyük, en tehlikeli ve en garip formların yakın
geçmişte yok olduğu, zoolojik anlamda fakirleşmiş bir
dünyada yaşıyoruz." Uçamayan kuşlar - ki bunlardan
yalnızca dodo kuşlarını hatırlıyoruz - tüylü gergedanlar,
mamutlar ve Kanada geyikleri ile çok çeşitli kangurular,
tembel hayvanlar, Avustralya monitör kertenkeleleri ve
hatta araba büyüklüğünde kaplumbağalar bu sürecin
kurbanıdır. Bir de pigme suaygırları ve belki de 1 0.000 yıl
önce yaşadıkları Akdeniz etrafındaki son yaşam alanla­
rından sürülen filler vardır.

İçinde bulunduğumuz, daha doğrusu katkıda bulun­


duğumuz süreç, biyolojik çeşitliliğin döngüsel olarak
azaldığı bir süreçtir. Bundan önceki yokoluşlar muhte­
melen jeolojik veya astronomik olayların tetiklediği ik­
lim değişiklikleri ile meydana gelmiştir. Bu ise, yalnızca
bizim doğaya yaklaşımımızın, Hollandalı denizcinin söy­
lediği gibi isteklerimizi derhal tatmin etmek için önümü­
ze çıkan her şeyi yok etmemizin bir sonucudur. Büyük
hayvanlar ve daha küçükler, onları besleyen ormanlar
ve ağaçlık alanlarla birlikte yok olduklarında kendi ge­
leceğimiz de pek aydınlık olmayabilir. Bu durumda, kaç
tane dodo kuşunun hayatta kalması gerektiği sorusuna
bir yanıt verecek olursak, bu yanıt düşündüğümüzden ve
elbette Hollandalı denizcinin hayal edebileceğinden çok
daha büyük olacaktır.

421
İkilem 84
Kurdu öldürmek

Bu vakada Leopold, kurtların geyik nüfusunu kont­


rol altında tutmalarından bahsediyor. Artık dünyanın
pek çok yerinde kurt yok, pek geyik de kalmadı. Fakat
geyikler serbest bırakıldıklarında gerçekten de tatlı yeşil
fidanları mideye indirirler. Benzer şekilde, tavşanlar da
çiftçilerin bin bir zahmetle oluşturdukları tilkisiz bölge­
lerde çoğalırlar. Afrika'da ise dünyanın en büyük otçulları
olan filler ormanları yiyip bitirirler.

Doğanın "dengesi bozulduğunda " dahi hemen yeni bir


denge kurulacaktır; nitekim belalı otçulların gıdası tüke­
niyor. Ancak genellikle bu, insanlar açısından yetersizdir
(ve diğer hayvanlar açısından da çok bir fayda sağlamaz)
zira "muhafazakarların" hayvanları topluca öldürdük­
lerini, zehirlediklerini hep görüyoruz. Bunun ışığında,
Leopold'ün pek çok iftiraya maruz kalmış kurtların eko­
lojik değeriyle ilgili yaptığı açıklama hem etkiliydi hem
de doğru zamanda yapılmıştı. Bunun bir sonucu olarak
kurtlar şimdi ABD'de (örn. Yosemite) ve Avrupa'da bu­
lunan milli parklara tekrar kabul ediliyor.

İkilem 85
Yeşil devrim

Aldo Leopold, "yeşil ekonomi" yaklaşımından da şüp­


he duyuyordu. Round River adlı eserinde şöyle yazmıştı:

20. yüzyılın en muhteşem keşfi televizyon veya radyo


değil, kara organizmalarının karmaşıklığıdır. Bunun hak­
kında ne kadar az şey bildiğimizi yalnızca bu konuyu en

422
çok bilenler takdir edebilecektir. Bir hayvana veya bitkiye
bakıp "Bu ne işe yarar ki?" diye sormak cehaletin son
noktasıdır. Kara mekanizması bütünüyle iyiyse, anlasak
da anlamasak da her parçası iyi olmalıdır. Biyota çağlar
boyunca hoşumuza giden ancak anlamadığımız bir şey
inşa etmişken işe yaramayan parçaları çıkartmaya çalışan
kişi aptal değil de nedir? Her bir diş ve çarkı yerinde tut­
mak akıllı tamircilerin ilk kuralıdır.

1 949 yılında yayınlanan The Land Ethic kitabında


ise bu yaklaşımın yeterli ekonomik değere sahip olmayan
türleri koruyamayacağını savunur. Bunun yerine, felsefe­
nin kendisi kadar eski olan bütüncül veya "ekolojik" bir
yaklaşım önerir. Platon'un Devlet adlı eserindeki yaklaşı­
mı da buna yakındır; iyi yönetilen devletleri organizmaya
benzeterek, devletin "başına gelebilecek en kötü şeyin iş­
leyişinin sekteye uğraması ve birliğinin bozulması" oldu­
ğunu söyler.

Fakat Leopold, "yeşil ekonomiye" yönelik eleştiri­


lerinde, türlerin içinde bulunduğu geniş ağı göz önünde
bulundurmadan bazı türlere düşük değer biçen ekono­
mistleri anlatır. Bunu göz önüne alsalardı elbette eko­
nomik değerleri ortaya çıkarılabilirdi ve Leopold'ün
eleştirisi, günışığının ormandaki yaprakların üzerindeki
çiğ tanelerini buharlaştırması gibi uçup giderdi. Belki de
Leopold'ün karşı çıktığı asıl nokta, ekonomik zihniyetin
insanları "yaşamsal topluluğun" yurttaşları değil de do­
ğanın "fatihi" gibi gösteren anlayışı sürdürmesidir: Bu
anlayış insanları "evrim yolculuğunda diğer varlıklarla
birlikte ilerleyen yol arkadaşları" olduklarını hatırlamak­
tan alıkoyuyor. Ne var ki bu ikinci "koyu yeşil" itiraz,
doğru olma ihtimaline rağmen kendi bağlamı içinde bile
etkisizdir; çünkü Leopold'ün çevre etiğine göre, "Herhan­
gi bir şey, yaşamsal topluluğun bütünlüğünü, istikrarını

423
ve güzelliğini muhafaza etme eğiliminde olduğu sürece
doğrudur. Aksi takdirde yanlıştır. "

Burada eylemleri tetikleyen "tutumlardan" bahsedil­


mez. Leopold'ün perspektifinden bakıldığında çevre eti­
ğinde niyetler değil sonuçlar önemlidir. Bununla birlikte,
"yeşil ekonomi" zihniyeti "varlık yönetimi" anlayışıyla
çevrenin korunmasına hayırseverlik çağrılarından daha
fazla hizmet edecekse bu yaklaşım desteklenmelidir.

"Koyu Yeşiller", çevre sorumluluğunu insan çıkarla­


rından ayırarak daha radikal bir yaklaşım benimsedikle­
rini (hareketin adı da bunu yansıtır) ve anlayışımızı bir
adım ileri götürdüklerini düşünüyor. Fakat böyle söylen­
diğinde "çevre-merkezcilik" olarak bilinen şeyin aslında
geriye doğru bir adım olduğu da ortaya çıkar; çünkü
doğanın çıkarlarını homo sapiens'in çıkarlarından ayrı
tutarak "çevre-merkezciler" aslında Descartes'ın hatasını
devam ettirirler ve insanı doğal dünyadan özünde farklı
ve ayrı bir varlık olarak konumlandırırlar.

Kıssadan hisse. . . Çevreyi korumak adına gerçekleş­


tirilecek doğrudan eylemlerde haklılık payı olsa da "ya­
şamsal topluluğun" diğer üyelerine zarar vermekten ka­
çınılmalıdır.

Aslında, yeni mahsullere ekonomik bir argüman bul­


mak onları çiğnemekten daha kolay gibi görünüyor. Tür
çeşitliliğini azaltarak geniş çaplı felaketler veya hastalıklar
karşısında bizi savunmasız bırakan "tekçi-kültüre" yöne­
lik kaygılar seslendirilse de, bir illet gerçekten başımıza
gelmedikçe kimse umursamaya zahmet etmiyor. İnsan
doğası böyledir. Tarım ilaçlarına karşı dirençli yeni mah­
sullerin polenlerinden çok miktarda yiyen kral kelebekle­
rin hastalandıkları keşfedilince, "Yeşiller" ümit vaat eden

424
bir argüman bulduklarını sandılar. Fakat daha sonra
ortaya çıktı ki kral kelebekler aslında bunlarla beslenmi­
yordu; böylece bu argüman biraz zayıflamış oldu. Kendi
varlığımızı mutasyonlara borçlu olmasaydık bitki "tah­
rifatının" mutandan ortaya çıkardığına, "Pandora'nın
kutusunu" açtığına dair yaygın ve sıkça dile getirilen
argüman biraz daha sağlam olabilirdi. Seçilim, aşılama
ve çapraz tozlaşma sayesinde pek çok yeni yaşam formu
binlerce yıldır ne "doğanın" ne de "Tanrı'nın" onayına
bağlı olmaksızın ortaya çıkmıştır.

Fakat genetiği değiştirilmiş (GD ) ürünler, "yüksek


getirili" ürünlerle ilgili daha uzun bir hikayenin ve baş­
ka bir "yeşil devrimin" parçasıdır (Artık genetiği değiş­
tirilmiş hayvanlar da var. ) . Genetik değişikliğe uğramış
olanların kullanılan kimyasalları azaltacağı, gıdanın lez­
zetini ve dokusunu iyileştireceği beklendiği gibi, yeni pi­
rinç türlerinin de küresel yoksulluk belasına çare olması
bekleniyordu. Susan George gibi radikal yazarların or­
taya koydukları gibi, tarihe bakıldığında bu vaat yalnız­
ca sınırlı bir ölçüde gerçekleşmiştir: Ekinlerin daha fazla
hasat verdikleri doğrudur; fakat bu artış gübreye, tarım
ilaçlarına, makinelere ve diğer tarımsal araç-gereçlere ba­
ğımlılığımızın artması pahasına gerçekleşmiştir. Bunun
daha geniş çaplı sonuçları ise dünyanın en fakir ülkele­
rinin bazılarında ekolojik ve toplumsal baskılar şeklinde
gerçekleşmiş ve sonuç olarak gıda stokları azalmıştır. Söz
konusu "yeşil devrim", kaynağını toplumda bulan bu
sorunlara teknolojik çözümler getirerek durumu daha
da kötüleştirmiştir.

Mesele ekinlere sıkılan zehirli kimyasalları azaltmaksa


(istenen şey budur) örneğin çeşitli toksinler yerleştirerek
bitkilerin genetik yapılarıyla kafamıza göre oynamaktan
daha bariz çözümler vardır. Geleneksel ve organik tarım

425
bu konuda pek çok alternatif sunuyor ancak ne yazık ki
bu çözümler ürün hacminde düşüşü de beraberinde ge­
tiriyor. Fakat bunun, fiyatları korumayı amaçlayan gıda
üreticileri tarafından tüm dünyada uygulanan stratejiler
açısından zaten kilit öneme sahip bir unsur olduğunu da
söylemek gerekir. Üstelik böylece tarım ilaçlarından da
kurtulunacaktır.

İkilem 86

Acı iyidir

Joel Feinberg şöyle yazar:

"Acının nesi kötüdür?" sorusuna hiçbir zaman izin


verilmemiştir. Ben bu soruyu yönelteceğim. Burada, hiç­
bir şeyin etkisi altında kalmadan, acının kötü olmadığını
düşündüğümü beyan ediyorum. Evrim sürecinin bilediği
acı, önemli organik bilgilerin aktarılması için harika bir
yöntemdir.

Darwin, acı ve kaygının yaşamın parçaları oldukları


ve aynı ölüm gibi, tüm doğal sistemi yok etmeden orta­
dan kaldırılamayacakları düşüncesini elbette paylaşırdı.
Doğa bir bütün olarak iyiyse, ölüm ve acı da iyi olmalıdır.
Bu durum bir yönüyle bizi Garrett Hardin'in yoksullara
karşı önerdiği, pek cazip olmayan yaklaşıma geri götürü­
yor (Hepsini yok edin. Böcekler!).

Ancak Feinberg şöyle düşünür; acı genellikle "yaradı­


lıştan gelen bir kötülük" olarak görüldüğü için (en azın­
dan başkaları tarafından), "acıyı deneyimleyebilecek bir
varlığa" "acı verenler" bunun hem zorunlu hem de haklı
bir nedenden dolayı gerçekleştirildiğini göstermelidir. Ar-

426
dından, kendisine dünyada çok fazla acı olup olmadığını
soran kişiyi "Hayır, bence tam yetecek kadar var", diye
yanıtlayan Alan Watts'ın sözlerini hatırlar.

İkilem 87

Açgözlülük iyidir

Görünüşe göre hepsi kazanabilecekleri kadar çok para


kazanmalıdır. Adam Smith'in Amerika'nın bağımsızlığını
ilan ettiği 1 776 yılında yayınlanan ve paranın doğasını
anlamanın yanı sıra nasıl daha fazla kazanılabileceğini de
anlamak isteyen bir dünya insan tarafından yalanıp yutu­
lan Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine
Bir İnceleme eserinde yazdığı gibi:

Akşam yemeğimiz kasabın, bira yapımcısının veya


fırın ustasının cömertliğinden değil, kendi çıkarlarını
gözettiklerinden dolayı masamıza gelir. Kendimizi onla­
rın insanlıklarından ziyade bencilliklerine teslim ederiz
ve onlara kendi ihtiyaçlarımızdan değil, sağlayacakları
avantajlardan bahsederiz.

En nihayetinde "yalnızca dilenciler yaşamak için


yurttaşlarının cömertliğine bağımlı olmayı tercih eder".
Hatta:

Dilenciler dahi tamamen buna bağımlı değildir . . . Gün­


lük ihtiyaçlarının büyük bir kısmı diğer insanlar gibi an­
laşma, değiştokuş ve satın alma yoluyla karşılanır: Başka
birinin verdiği parayla kendisine yemek satın alır, bağışla­
nan eski kıyafetleri kendisine daha çok uyan eski kıyafet­
lerle değiştirir veya karşılığında kalacak yer bulur, çeşitli
eşya veya para alır.

427
Ya da içki, uyuşturucu, her neyse. Dilencimiz hiç yok­
tan büyük "dolaşım çarkında", modern ekonominin atlı­
karıncasında yer alıyor.

Paranın iyi olduğunu düşünen tek kişi Smith değildi.


Aristoteles de zenginlerin sancağını taşıyordu. Aristote­
les'e göre, yalnızca para kazanmak değil, basitçe servet
sahibi olmak da bir erdemdi. Diğer taraftan, Smith ve
Protestanlar ile karşılaştırıldığında Aristoteles para har­
camaya daha sıcak bakıyordu. Bilindiği gibi, rol modeli
olan "yüce gönüllü insan", "karlı ve kullanışlı şeyler ye­
rine güzel ve kar getirmeyen şeylere sahiptir; çünkü bu
kendi kendine yeten bir kişiliğe daha uygundur." Ayrıca,
Aristoteles Nikomakhos'a Etik eserinde yüce gönüllü
ınsanın özellikle verdiği partilerden gurur duyacağını
söyler:

Büyük harcamalar, kendi kazandıkları veya atala­


rından miras aldıkları yahut bağlantıları sayesinde elde
ettikleri yeterl i kaynağa sahip kişiler ile soylu veya iti­
barlı ailelere doğanlar vb. için mümkün olur; tüm bun­
lar yüce l ik ve prestij getirir. Bu anlamda, yüce gönüllü
insan bunlardan biridir ve yüceliği harcamalarından
belli olur.

Fakat bu sunumda dahi etik kaygılar söz konusudur:

Yüce gönüllüler kendileri için değil kamuya ait şey­


ler için para harcarlar ve hediyeleri adaklara benzer.
Böyle bir kişi, evini servetini gözler önüne serecek şekil­
de döşeyecek (Evler de toplumun süsüdür. ) ve parasını
tercihen kalıcı şeylere (Bunlar en güzel şeylerdir.) harca­
yacaktır. Ayrıca her şeye uygun şekilde harcama yapa­
caktır; çünkü mezarlarda ve tapınaklarda insanlara ve
tanrılara yaraşan şeyler farklıdır.

428
Elbette, her erdemde olduğu gibi zenginlikte de bir tür
denge gözetilmelidir:

Yüce gönüllü insan böyledir; aşırılığı seven kaba ki­


şiler haddinden fazla harcama yaparak aşırıya kaçar.
Önemsiz şeylere çok para harcayarak zevksiz bir gösteriş
içine girer; örneğin küçük bir kulüp yemeğini düğün zi­
yafetine dönüştürür ve bir komedi için getirdiği koroyu
Megara'da yaptıkları gibi mor elbiseler içinde sahneye çı­
karır. Dahası, tüm bunları onuru için değil servetiyle bö­
bürlenmek için yapar çünkü insanların ona bu tür şeyler
için hayran olduğunu sanır; az harcama yapması gereken
şeylere çok para döker, çok para harcaması gereken şey­
lere ise çok az harcar. Cimri insan ise her şeyden kısar,
büyük bir harcama yaptıktan sonra ağzının tadı bozulur,
yaptığı her şeyde tereddüt eder ve nasıl en az harcaya­
cağını düşünür ve buna bile çok üzülür, ayrıca her şeye
haddinden fazla harcadığı kanaatindedir.

İroni bu ya, dünyanın gördüğü en büyük para


savunucusu, İskoç Felsefe Cemiyetindeki şeker kasesini
talan eden Profesör Smith, cimri insana bir örnektir.

Durum böyleyse insanlar ahlaktan çok para konula­


rına mı kafa yormalı? Smith de dahil olmak üzere pek
çok filozof en azından bir şey üzerinde anlaşır: Yasaların
ve ahlak kurallarının kaynağını toplumların kökenlerinde
buluruz. Adalet Teorisi ( 1 972) adlı eserinde John Rawls
da ekonomik yapılar ve ahlak arasında yakın bir ilişki bu­
lunduğunu kabul eder. Rawls, şöyle yazmıştır:

Bu anlamda, kanun koyucunun verdiği karar, şu veya


bu malı üreterek karını maksimize etmeye çalışan bir giri­
şimcinin kararından ya da şu veya bu ürünü alarak tatmi­
nini en üst düzeye çıkarmak isteyen bir tüketicinin kararın­
dan özünde farklı değildir.

429
( Bir bakıma, tüm "faydacılık" geleneği tek bir zorunlu
ilkeye dayanır. Her insan mutluluk talep eder ve diğerleriyle
eşit değerdedir: "Haklar ve görevler ile kısıtlı tatmin araç­
ları kurallara göre dağıtılmalıdır, böylece ihtiyaçlar en iyi
şekilde karşılanabilir.") Gerçek filozofların bu tür değersiz
şeylere ihtiyaç duymayacağını belirtmekle birlikte, Platon
da ideal toplumunun maddi temelini kabul etmiştir. Her ne
kadar tarih boyunca yasaların "iyi ve kötü" kavramlarına
dayandıklarını varsaymış olsak da, Thomas Hobbes'un
1 7. yüzyılda oldukça etkili bir şekilde ortaya koyduğu gibi,
yasalar aslında kişisel çıkarları temel alır.

Leviathan ( 1 651 ) eserinde Hobbes, '"kendilerini kı­


sıtlayan' yasaların insanlar tarafından yalnızca kendileri­
ni korumak ve daha rahat bir yaşam sürmek için, yani
insanların doğal arzularının bir sonucu olan sefil savaş
durumundan kendilerini kurtarmak için kabul edildiğini"
açıklar. Bu, ünlü "savaş" durumudur ve bu şartlar altın­
da "hiçbir şey adil olamaz. Doğru ve yanlış, adaletli ve
adaletsiz kavramlarına yer yoktur. Ortak güç yoksa yasa
da yoktur, yasanın olmadığı yerde de adaletsizlikten söz
edilemez." Hobbes burada durur. Yine de, insanları savaş
başlatmaktan alıkoyan tek şey bencilliktir. Para kazan­
maktan daha bencilce bir şey yoktur. Paranın maksimi­
zasyonunun erdemine dayalı bir teorinin açıklayıcı gücü
yüksektir. Örneğin, insanların öldürülmesi evrenselleşti­
rilemeyeceği (evrenselleştirilebilir) veya mutluluğu mak­
simize etmediği ( Belki de ediyordur?) için değil, para ka­
zanma sürecine büyük zarar vereceği için yanlış hale gelir.

Platon parayı ahlaki yaşamın anahtarı olarak gör­


mezdi tabii. Devlet'te parayı sadece "bir araç" olarak
tanımlayarak hızla konuyu değiştirir. Smith de buna ka­
tılır:

430
Zenginliğin peşinde koşmamız ve yoksulluktan kaçın­
mamız aslen insanlığın duygularından kaynaklanır. Yok­
sa bu kadar zahmetin ve telaşın amacı nedir? Tamahkar­
lık ve hırs, servet, güç, itibar tutkusu hangi amaca hizmet
eder? . . . Gözlemlenmek, ilgi görmek, sempati, hoşluk
ve övgüyle karşılanmak bunlardan elde edebileceğimiz
avantajlardır. Bizi ilgilendiren rahatlık veya haz değil,
gösteriştir.

Para ise, bencil edimlerin ortaya çıkardığı bir olgu ol­


manın yanı sıra, yalnızca toplumsal bağlamda değerlidir.
Aynı şekilde, Smith de ahlaka "psikolojik" açıdan yak­
laşarak onun da para gibi toplumsal hayatın bir ürünü
olduğunu ve yalnızca toplumsal hayatta var olabileceğini
savunur. Bununla ilgili olarak "Robinson Crusoe" örne­
ğine benzer bir örnek verir:

İnsanın tek başına, kendi türünden kimseyle iletişim


halinde olmadan büyüdüğünü düşünelim. Böyle bir du­
rumda insan nasıl kendi yüzünün güzelliğini veya çirkin­
liğini düşünmeyecekse, karakterini, hislerinin veya dav­
ranışlarının uygunluğunu veya hatalarını yahut zihninin
güzelliğini veya kusurlarını da düşünmeyecektir. . . . Fakat
bu kişiyi topluma getirdiğinizde kendisine hemen ayna
tutulacaktır.

İlerleyen yıllarda Freud, ahlaki davranışların ebevey­


nler, öğretmenler, okuldaki arkadaşlar (akran grubu) ve
genel olarak toplum tarafından zihinde şekillendirildiğini
söyleyecektir. Ancak Freud bilinçdışı zihnin bizi yoldan
çıkarmasına izin verirken, Smith zihnimizde "tarafsız bir
gözlemci" olduğunu var sayar. Freud'un "süperego" diye
adlandırdığı şeye benzeyen bu gözlemci, bizleri aydınlığa
götürmeye kararlıdır.

431
Davranışlarımızı değerlendirmek için en azından bir
süreliğine iki kişiliğe bölünmek zorunda kalırız; biri diğe­
rinin davranışlarını gözlemler. Doğa her birimize yalnızca
onaylanma değil, "onaylanması gereken şey olma" (göre­
ce daha zordur) arzusu da bahşetmiştir.

Smith'in tekrar tekrar vurguladığı gibi, hiçbir şey zen­


ginlikten daha soylu, yoksulluktan daha aşağılayıcı de­
ğildir.

Hesaba biraz faiz ekleyelim

Bir şeyi doğru kılan unsurun ne olduğuna dair büyük


soru işareti, parayı en başta neyin değerli kıldığı sorusuna
dönüştü; artık bu da diğeri kadar önemli bir sorudur. Pek
çok kişi denemiş olsa da, sonuçta öylece para basamaz­
sınız (Devletler bastığında dahi "değerini" kaybeder. ).
Adam Smith ve - gülünç de olsa - Kari Marx, bu soru­
ya aynı yanıtı verir: "Kendi değeri hiç değişmeyen emek,
her zaman ve her yerde tüm malların değerinin kıyaslanıp
belirlenebileceği nihai ve gerçek standarttır. Gerçek fiyat­
ları budur; para yalnızca nominal fiyatlarını ifade eder. "
Oldukça düzgün bir yanıt olduğu da söylenebilir. Ne de
olsa emek epey basit, temel ve somut olmanın yanı sıra,
hem tüm insanları birleştiren hem de doğayı insanlarla bir
araya getiren bütüncül bir olgudur. Belki de Protestanlar
haklıydı: Erdem çalışkanlıkta mı yatar? Smith'e dönelim:

Her birey, zorunlu olarak toplumun yıllık gelirini ar­


tırabileceği kadar artırmak için çalışır. Fakat genel olarak
ne toplumun gidişatına katkı yapmayı hedefler, ne de ne
kadar katkı yaptığının farkındadır . . . Yalnızca kendi çıkarı
için çalışır ve bunu yaparken gizli bir el tarafından hiç bil­
mediği bir amaca yönlendirilir.

(Ulusların Zenginliği)

432
Bu, maksimum mutluluğu hedefleyen "faydacı" bir
amaçtır. "Damlama" (ekonomistler böyle diyor) mucize­
si sayesinde:

Zenginler fakirlerden biraz fazla tüketir ve doğala­


rından gelen bencillik ve açgözlülüğe rağmen, başka bir
deyişle yalnızca kendilerini düşünmelerine rağmen, bu
amaçla kendi doymak bilmez arzularını tatmin etmek
için binlerce kişiyi çalıştırsalar da, görünmez bir el saye­
sinde yaşamsal gereklilikleri neredeyse aynı ölçüde dağıt­
maya zorlanırlar; dünya tüm insanlar arasında eşit ola­
rak bölünseydi her şey yine bu şekilde dağıtılmış olurdu.
(Ahlaki Duygular Teorisi)

Avrupa'da Sanayi Devrimi'ni tetikleyen asıl keşif, bu­


har, matbaa ya da diğer teknolojik yeniliklerden ziyade
bir Alman rahibin gerçekleştirdiği teolojik bir keşifti.
Martin Luther'in Protestan iş etiği sayesinde girişimciler
Platon' dan beri aşağılanan dünyevi başarıyı hor görme­
yi bıraktılar ve başarılarını Tanrı'nın rızasının bir işareti
olarak görmeye başladılar. Para kazanmak gerçekten tan­
rısal bir şeydi!

İkilem 88
Ölüm ve vergiler

Ya da her ikisi. Ancak kesinlikle hiçbiri değil diyeme­


yiz. 1 9 . yüzyılın sonunda yaşanan büyük açlık günlerinde
Hintliler gerçekten öldüler. Milyonlarcası öldüler. İngiliz­
ler, 1 877 yılında 1 ,3 milyon kişinin hayatını kaybettiğini
ve verginin uygulandığı son on beş yılda bu rakama 3,75
milyon kişinin daha eklendiğini kaydediyor (İşin garibi,
bu vergi uygulamasından sorumlu kişilerin sonuncusu en

433
sonunda vergiyi kaldıran Hint Ulusal Kongresinin kuru­
cuları arasında yer almıştır.). Ellerindeki azıcık tuza vergi
konan insanlar ya tuz eksikliğinden kaynaklanan acılı ve
çoğunlukla ölümcül hastalıklar yüzünden can verdiler ya
da açlıktan öldüler.

Vergi politikaları bir etik kitabı için biraz sıkıcı bir ko­
nudur (Zaten kendisi de oldukça sıkıcıdır. ). Fakat vergiler
toplumu, toplum da - gördüğümüz gibi - ahlaki yaşamı
şekillendirir. Her neyse, etik bir yönü de olan tüm pratik
sorunlar arasında vergilendirme belki de en çok alana nü­
fuz edenidir. Fakat normal şartlarda yeterince ilgi gördü­
ğü söylenemez.

Bununla birlikte, birkaç filozof bunun önemini gör­


müştür. John Stuart Mili, vergilerin çoğunlukla miras
yoluyla edinilen servet gibi "kazanılmayan" gelirlere yük­
lenmesine karşı çıkıyordu, ona göre bunun savunulacak
tarafı yoktu. Bugün, ülke büyüklüğünde ve gücünde şir­
ketler babadan oğula geçebiliyor (Bir bakıma miras hala
erkek iktidarının güçlenmesine hizmet ediyor. ). Bazen bir
para filozofu, bazen de gümrük görevlisi gibi davranan
Smith, vergilerin şu ölçütlere tabi olmasını önerir:

• Ödenebilirlik
• Öngörülebilirlik (Ani bir kararla getirilmemelidir­
ler. )
• Orantılılık (Sigara ve tütün ürünlerinde olduğu gibi
cezalandırmak amacı güdülmemelidir. )
• Kolaylık (Vergi ödemeleri kolay olmalı, muhasebe­
ci tutmayı gerektirmemelidir.)

Buna beşinci bir ilkeyi de ekleyebiliriz: Vergiler çevre­


nin korunmasına katkı sağlamalıdır.

434
Tamam, ama neden vergi ödemeliyim?

Marx ve Engels bu konuya daha farklı bakıyordu.


Özel servetin yeniden dağıtımı şöyle dursun, bu olguyu
tamamen kaldırmak istiyorlardı. Skandal yaratan bil­
dirileri Komünist Manifesto'da Fransız anarşist Prou­
dhon'dan bir cümle ödünç alarak (geri ödemediler) mül­
kiyetin hırsızlık olduğunu ilan ettiler. Adalet, her şeyden
ve herkesten bir seferliğine % 1 00 vergi alınmasını ge­
rektiriyordu, bundan sonra devlet eldeki kaynakları ih­
tiyaçlara göre dağıtacaktı. Toplum bu şekilde sil baştan
yeniden yapılandırılmadıkça adalet egemen sınıfın bir
yalanından ibaretti.

Vergilendirme, yoksulların zenginler tarafından siste­


matik bir şekilde sömürülmesi olabilir (veya tam tersi);
ancak neden vergi ödemeliyim diye sormak anlamsızdır
çünkü "neden" sorusu yalnızca siz ödemeye devam ettik­
çe geçerlidir.

İkilem 89
Sert adalet

Bay Spiggot ve Phillips davasında gerçekte şunlar ya­


şandı:

Hükmün okunmasının hiçbir etkisi olmadı; ağırlıklar­


la idam edilmek üzere Newgate'e geri gönderildiler. Ağır­
lıkların bulunduğu odaya geldiklerinde ise Phillips tekrar
savunma yapmak için yalvardı ve aksi mümkün olmasına
rağmen bu isteği kabul edildi. Ne var ki Spiggot yüz alt­
mış kilo ağırlığın altında eziliyordu, bu halde yarım saat
kadar dayanabildi. Yirmi kilo daha eklenince o da kendi­
ni savunmak için yalvarmaya başladı.

435
Aleyhlerindeki kanıtlar açık ve sabit olunca çabucak
hüküm giydiler ve 8 Şubat 1 720 tarihinde Tyburn'de
idam edildiler. Fakat ölüm hükmü giymiş olmasına rağ­
men:

Phillips çok soğukkanlı ve kayıtsız davranıyordu; ra­


hibin ona söylediği hiçbir şeye kulak asmıyordu ve diğer
mahkumlar dua ederlerken o küfür ediyor veya şarkı söy­
lüyordu. Hayatının sonuna yaklaştıkça ciddileşen diğer
mahkumların aksine daha da kötü biri haline gelmişti.
İdam alanına getirildiğinde ise "ölümden korkmadığını
çünkü cennete gitmek konusunda hiç şüphesi olmadığı­
n ı" söyledi.

(Newgate Calendar 1 . Cilt, 1 824, s. 1 3 1 -3 3 )

Bugün "eşkıya" yerine "terörist" diyor olabiliriz. Bu­


nun yanında, bu uluslararası kanun kaçaklarının yaka­
lanması sürecini sekteye uğratacakları düşünüldüğünde,
normal şartlarda selam durulan adalet değerleri hemen
rafa kaldırılabiliyor. Kaçırılan uçakların ABD'de gökde­
lenlere çarptırıldığı 1 1 Eylül 2001 olaylarından sonra, bu
can düşmanlarının dünya çapındaki ağlarının çökertilme­
si sürecinin "eldivensiz" bir uygulama olduğu söyleniyor­
du; işkence, suikast ve hatta sığınakların bombalanması
gibi şeyler bu yeni dünya düzeninin meşru araçlarıydı.
Hukuki inceliklere alışık insan hakları avukatları, gözleri
kapalı, ağzı tıkalı ve elleri-ayakları bağlı şüphelilerin ABD
Adalet Bakanlığı tarafından "sorgulanana" kadar kafes­
lerde bekletilecekleri Guantanamo Körfezi'nde (Küba)
yer alan askeri üsse götürülmelerini dehşet içinde izlediler
(Elbette diğer ülkeler bu konuda gayet açık davranıyor­
lardı. Yakalanırsanız işkence görürsünüz ve hatta öldü­
rülebilirsiniz; ne var ki bu tür ülkeler normal şartlarda
ahlaki üstünlük taslamıyor.).

436
Bazı insanlar ve birkaç hükümet, (yol kesmekten) çok
daha çirkin eylemler planlayan bir ağda yer almaları ih­
timalinden dolayı teröristlere işkence edilmesi gerektiğini
savunuyor (Ezilmiş Spiggot, kesilmiş yollardan iyidir.).
Bazı ahlaki ilkeler tarafından yönetilen ülkelerde ceza­
nın mantığı gayet açıktır, buralarda işkenceye yer yoktur;
çünkü suçlu olduğunuz kanıtlanana kadar masum görü­
lürsünüz. Suçlu olduğunuz kanıtlandığında dahi size an­
cak dört etik gerekçeye dayanarak zarar verilebilir:

TAZMİN ETME
KARŞILIK VERME
CAYDIRMA
ve
ISLAH

(İbrahim, Lazarus vakasında ilk üç unsuru kullanır.


Bkz. İkilem 49) Birincisi, suçluyu verdiği zararı ortadan
kaldırarak durumu eski haline getirmeye, bir anlamda iş­
leri tekrar yoluna koymaya zorlamayı içerir. Bu ilke, pek
çok suçta, mala zarar verme yahut eşya veya para çalın­
ması gibi suçlarda dahi pek pratik bir uygulama olmasa
da, para cezaları veya toplum hizmeti kararları gibi du­
rumlarda minimal bir gerekçe sunar. Islah da biraz nahoş
bir süreç olabilir fakat genç suçlulara verilen cezalar ço­
ğunlukla ıslah amacı taşır.

Maruz kalanların gördüğü duygusal ve psikolojik za­


rar düşünüldüğünde, daha ciddi suçların "geri alınması"
zordur. Fakat başkalarının aynı suçu işlemeden önce "iki
kez" düşünmelerini sağlayan bir ceza da faydacı önlem­
ler kapsamında haklı görülür. " Karşılık" ilkesi ile yasala­
ra uyan yurttaşların suçlulardan "intikam alma" arzusu

437
toplum tarafından kabul görmüş olur. 1 9 . yüzyıl İngil­
tere'sinde sistem bu konuda daha güçlü bir kapsayıcılık
öngörüyordu; halk yaşatma veya öldürme yetkisine sa­
hip olarak yurttaşların duruşmalarına katılıyor, infazlara
tanıklık ediyordu.

Elbette, toplum verilen cezanın "ibret olmasını"


(caydırıcılık) ve suçun karşılık bulmasını ister; fakat
mahkumların bireysel hakları da bu teraziye konulma­
lıdır. Newgate gibi hapishanelerde 1 9 . yüzyılın ortala­
rına kadar devam ettirilen "Kanlı Kural" kapsamında
"çingenelerle arkadaşlık etmek", "savaş gazilerini taklit
etmek" veya (çocuklar için) "taammüde dair güçlü ka­
nıt" gerekçeleriyle yaklaşık üç yüz suç için idam cezası
talep edilmiştir. O zaman dahi idam cezasını uygulama­
mak için bazı suçlar yeniden sınıflandırılmıştı, kim bi­
lir, belki de asıl nedeni uygulamada yaşanan sorunlardı.
Örneğin, 1 8 1 7 yılında Newgate Hapishanesinde tutulan
yaklaşık 1 4.000 mahkumun çoğunluğu "ölüm cezasına"
çarptırılmıştı. Bunun uygulanabilmesi için ise ünlü dara­
ğaçlarının süpermarket kasalarındaki bantlardan geçen
ıvır zıvır gibi dizilmesi gerekiyordu. İdam edilenlerin sırf
halk memnun olsun diye kafeslerde sallandırıldıkları uy­
gulama biraz daha erken sona ermiş olsa da, halka açık
infazlar Britanya'da ancak 1 868 yılında tamamen yasak­
landı. Bugün ise dünyada doksan kadar ülke idam ceza­
sını uygulamıyor.

Bizim örneğimizde işkence, "suçlananın" davranışını


değiştirmede oldukça etkin bir yöntem olsa da etik sta­
tüsünden şüphe duyabiliriz. Newgate Calendar, 1 772
yılında "Kanun İngilizlere barbarlık getiriyor" adlı ma­
kalede " itiraf etmeyenlerin j üri tarafından hükmedilmiş
gibi suçlu sayılmaları gerektiğini" kaydeder. Bu da hem

438
hapishanedeki reformcuları memnun etmek, hem de hal­
kın "gerçek cezalara" susamışlığını gidermek için iyi bir
yoldu.

İkilem 90
Sam'in Oğlu

Berkowitz'in tutuklandığı gün, Yüksek Dava Vekili


Joe Coffey onunla mülakat yapması için çağrıldı. David
tüm cinayetleri sakince ve samimiyetle anlattı, görüşme­
nin sonunda da nazikçe "iyi geceler" dedi. Berkowitz'in
seri katil olduğu apaçık ortadaydı. Her saldırı için verdi­
ği ayrıntılar yalnızca katilin bilebileceği türden bilgilerdi.

Savunmada yer alan psikiyatristler, David'e paranoid


şizofreni teşhisi koydular. Başkalarıyla ilişki kurmada ya­
şadığı güçlükler yüzünden daha da izole bir hayat sürmek
zorunda kaldığını düşünüyorlardı. Yalnızlık ise kendisini
takip ettiklerini söylediği "cehennem köpekleri" gibi çıl­
gın hezeyanların ortaya çıkması için uygun bir zemindi.
Bunların kaynağı komşusunun kiralık evlerinde bulunan
gerçek köpeklerdi; içlerinden bir tanesinin, siyah labra­
dorun adı Sam idi. Sam, "başşeytandı" ve durmadan
daha fazla kan için uluyordu. En sonunda (psikiyatrist­
lere göre) hayaller gerçeğin yerini almaya başlamıştı ve
David kendi zihninin yarattığı alacakaranlık dünyada ya­
şıyordu. Bu dünyada yaşadığı gerilim sürekli artıyordu ve
yalnızca birine saldırabildiğinde rahatlıyordu. Ne var ki
gerilimin çok geçmeden yeniden tırmanması kaçınılmazdı
ve bu döngü devam ediyordu.

Fakat iddia makamına göre, "Sanık paranoyak özel­


likler sergilese de, bunlar kendisinin duruşmaya katılma-

439
sına engel değildir . . . Sanık da buradaki herkes kadar nor­
maldir. Belki biraz evhamlı olduğu söylenebilir. " David
tutuklandığında sakinliğini korumuştu ve gülümsüyordu.
Sanki yakalandığı için rahatlamıştı. Belki de kan için ulu­
yan cehennem köpeklerinin hapishanede onu rahat bıra­
kacaklarını düşünüyordu. Sonuç olarak David Berkowitz
suçlu bulunarak 365 yıl hapse mahkum edildi. Fakat
idam edilmedi.

Anlatılanlara bir dipnot düşmek gerekiyor. 1979 yı­


lında, Robert Ressler adlı eski bir FBI dedektifi, Attica
Hapishanesinde bulunan Berkowitz ile bir görüşme
gerçekleştirdi. Berkowitz, şeytan hikayesini kendisini
korumak için anlattığını, böylece yakalandığında yet­
kilileri deli olduğuna inandırabileceğini düşündüğünü
söylemiş. Ressler'a dediğine göre kadınları vurmasının
gerçek nedeni kendi annesine yönelik hıncı ve kadınlar­
la iyi ilişki kuramamasıymış. Kadınları gizli gizli takip
edip onlara ateş etmekten ve daha sonra bunun üzerine
fanteziler kurmaktan duyduğu cinsel hazzı tüm ayrıntı­
larıyla anlatmış.

Dedektife kadınlara sessizce yaklaşmayı nasıl bir gece


macerası haline getirdiğini de söylemiş. Kurban bula­
madığı zaman daha önce cinayet işlediği yerlere gidip
o anları hatırlamaya çalışıyormuş. Hatta kurbanlarının
cenazelerine de gitmeyi düşünmüş fakat polisin şüphele­
nebileceğinden korkuyormuş. Bununla birlikte, yemek­
lerini polis karakollarına yakın lokantalarda yiyor, po­
lisleri onun cinayetleri hakkında konuşurken dinlemek
istiyormuş. Ayrıca kurbanlarının mezarlarını da aramış
fakat bulamamış.

440
Basının cinayetlerine gösterdiği yoğun ilgi onu özellik­
le mutlu ediyordu. Polise mektup yazma fikrini Karınde­
şen Jack'i anlatan bir kitaptan almıştı. Basın ona "Sam'in
Oğlu" demeye başladıktan sonra bu adı benimsedi ve
hatta bunun için bir logo tasarladı.

David Berkowitz, olabileceği kadar kötüydü. Fakat


deli miydi? Görünüşe göre bazen deli gibi davranma­
nın avantajlarını bilmeyecek kadar deli değildi. Şimdi
kimi suçlamalı ? Ben David'i suçlardım; çünkü aksi tak­
dirde geriye ne suçlanacak biri, ne de inanacak bir şey
kalıyor.

İkilem 91
Twinkies: anormal davranış

"Lanetlilerin avukatı" olarak ün salan ABD'li Cla­


rence Darrow, bu etkili davada " kaderciliğin " değilse
bile determinizmin gölgesine sığınmaya çalışır. O za­
manlar popüler olan bu teoriye göre, zihinsel durumlar
yalnızca fiziksel davranışların bir işlevidir, kendi başla­
rına var olmazlar ve "davranışlarımız" çevresel etkilere
yönelik tepkilerden ibarettir. J. B. Watson ve Burrhus
Frederick Skinner bu teorinin başlıca akademik savu­
nucularındandı. Skinner hayvanların pozitif ve negatif
uyaranlara nasıl yanıt verdiklerini tekrar tekrar gözler
önüne sererek ünlenmiştir (Örneğin yemek verilmek
veya elektrik şokuna maruz kalmak gibi. Bunu uygula­
yan alete Skinner kendi adını vermiştir. ).

Darrow "oğlanların" ruh hastası - anormal - olarak


değerlendirilmeleri gerektiğini söylese de, başkalarını öl-

441
dürmek istemelerini gayet normal gören bir ekol de vardır.
Örneğin, İngiliz filozof Herbert Spencer avcılardan evril­
diğimizi ve bitmek tükenmek bilmeyen rekabetin insan­
larda bir hayatta kalma mekanizması olduğunu savunur.
Bu, sosyal işbirliği karşısında yer alan sosyal Darwinizm
akımının görüşüdür.

Konrad Lorenz ve Robert Ardrey, insanların özünde


saldırgan olduklarını (Ardrey "bölgesel buyruk" kav­
ramını geliştirmiştir. ) ve evrimin bizi avcı-katil haline
getirdiğini söyleyerek daha da ileri gittiler. Buna göre
insanlar saldırgan güdülerini kaybetmeleri halinde yok
olacak hayvanlardır. Teorileri, Thanatos veya ölüm
dürtüsü adını verdiği antisosyal bir içgüdüyle doğdu­
ğumuzu öne süren Freud'un sözlerini çağrıştırır. Freud,
Birinci Dünya Savaşı'nın ardından şöyle yazmıştır:
" Damarlarında öldürme aşkı akan uzun bir katiller sil­
silesindeki son halkalarız, aynı aşk muhtemelen bizim
damarlarımızda da akıyor. "

Gerçekten evrim sonucunda mı b u hale geldik? Jane


Goodall tarafından Gombe'deki şempanzeler üzerinde
gerçekleştirilen çığır açıcı bir araştırmada şempanzelerin
de insanlar gibi saldırgan oldukları ve hatta bölgelerini
ele geçirmek için diğer şempanzeleri öldürebildikleri bu­
lunmuştur. Bununla birlikte işbirliği de sergilerler. Top­
luluğun diğer üyelerine yiyecek verirler ve biri öldüğün­
de yas tutarlar. Bazı antropologlar ise avcılıktan ziyade
toplayıcılıktan geldiğimizi ve aletlerin icadının şüpheli
silah ihtiyacından ziyade günlük toplayıcılık faaliyetinin
gerçeklerinden kaynaklandığını söylerler.

442
İkilem 92
Twinkies: Kötü adam ortaya çıkıyor

Suç bu pisliği yayınlayanlardadır.

Son perde

Twinkies tabiri, müvekkillerin eylemlerinden sorumlu


tutulma ölçütlerinin sıkılaştırılmasıyla sonuçlanan "ruh­
sal hastalık savunmaları" için kullanılır. Adını oldukça
ünlü bir dolgulu kekten alır.

1 9 79 yılında San Fransisco'da yapılan namlı bir duruş­


mada, Dan White adlı eski polis belediye başkanı ve bir
yardımcısını öldürmekle suçlanıyordu. Belediye binasının
orta yerinde ve güpegündüz meydana geldikleri düşünü­
lürse cinayetleri White'ın işlediğine şüphe yoktu. Fakat
white olay mahkemeye intikal ettiğinde, Twinkies diye bi­
linen ünlü abur cuburları yediği için kendinde olmadığını
öne sürdü. Kendisi lehine ifade veren psikologlar, beledi­
ye binasına giderken yanına ekstra cephane almasına ve
cinayetler arasında şarjör doldurmuş olmasına rağmen,
"suçun işlendiği gün White'ın büyük bir bunalım yaşa­
dığını, eylemlerine ve bu eylemlerin sonuçlarına yönelik
anlamlı ve rasyonel bir değerlendirme kapasitesine sahip
olmadığını" belirttiler.

Sonuç olarak White gerçekten de kasıtsız adam öl­


dürmekten suçlu bulunarak çok daha hafif bir cezaya
çarptırıldı. Bunu San Fransisco halkının protestoları iz­
ledi. Bu dava en sonunda " ehliyet yetersizliği" "temyiz
kudretinin azalması" kavramın terk edilmesine neden
oldu ve bunun yerine "cezai ehliyet testi" getirildi. Artık
sanıkların dava konusu eylemleri " karşı konulmaz bir
itkiyle" gerçekleştirdiklerini veya eylem anında doğruyu

443
yanlıştan ayıramayacak durumda olduklarını ispatla­
maları gerekiyordu. İkincisi filozoflar için oldukça ko­
lay görünüyor olsa da, Bayan Eggleby'nin bu konuda
söyleyeceklerini duyduk.

Tarihi not

Darrow'un itirazı aslında gençlerin suçluluk/arından


ziyade sorumluluklarıyla ve dolayısıyla idam cezasının
uygulanabilirliğiyle ilgiliydi. Sorumluluklarını azaltma
konusunda başarılı olmuştu. Jüri hangi gerekçeden etki­
lendi bilemiyorum!

İkilem 93
Diktaşehir Kent Meydanı

Diktaşehir'de kimse tekrar suç işlemez . . .

Tabii aşırı sıcaklar başlayana kadar... Üç gün içinde


kamu düzeni diye bir şey kalmaz. Daha sonra yüzlerce
kişi halka açık çeşmelerde banyo yaptıkları gerekçesiyle
soruşturmaya uğrar ve bunlardan bir tanesi "aynı suçu
ikinci kez işlemiştir".

İki çocuklu talihsiz kadın, Alberta, bu yüzden amansız


Diktaşehir Hapishanesinde bir yıl hapis cezasına çarptırıl­
dı. Hapisten çıktıktan sonra çocuklarında öğretmenleri­
nin tabiriyle "kaygı sorunları" ortaya çıkmıştı; arabasını
başka biri almıştı, müdürü işe geri dönmesine izin vermi­
yordu ve annesi de sinir krizi geçirdikten sonra hastaneye
kaldırılmıştı. Hepsi aşırı sıcaklarda çeşmede banyo yaptı­
ğı için olmuştu!

444
Kulağa biraz sert geliyor. Belki de "orantı" problemi
vardı. . . Bazıları "üçüncü vuruşta çıkarsın" (Bir beyzbol
terimidir) gibi politikalar söz konusu olduğunda ABD' de
işlerin bu şekilde yürüdüğünü söyleyecektir. Pek çok genç
holigan, işledikleri basın dostu kabahatler pek kötü olsa
da (Örneğin bir tanesi tren kuyruğunda bir başkasının
pizzasını çalmıştır.) özellikle ağır ceza gerektirmeyecek
suçları üç kez işledikten sonra "çok ağır" hapis cezasına
çarptırılmıştır.

ABD yasalarının (ölüm cezası gibi) suçlular için ne ka­


dar "caydırıcı" olduğu istatistiksel bir konudur. Burada
felsefeyi ilgilendiren konu, davranışları "ıslah etmekte"
gerçekten etkili olsa dahi (Diktaşehir'deki çeşme yasaları
gibi) bireylerin ve "yoldan geçenlerin" bu genel fayda için
ödedikleri bedelin çok ağır olmasıdır. Gasp gibi daha ağır
suçlarda ibre "üç vuruş" yasasına doğru kayıyor. Fakat
emniyet kemeri takmamak gibi ilgili kişiden başka kimse­
yi etkilemeyen davranışlarda ibrenin diğer yana kaydığını
söyleyebiliriz.

Bizim vakarnızda yasa kamu yararına hizmet eder


(Çeşmeler "Zafer Günü'nde" güzel görünüyor ve orada
yaşayanlar artık sarhoşlardan dolayı paniğe kapılmıyor,
peki bireysel haklar anlamında ödenen bedele ne deme­
li?). Alberta'nın hayatından bir yıl çalmak, bir çocuğu
annesinden ayırmak, bir ailenin hayatını mahvetmek için
Diktaşehir'de yaşamanın verdiği gurur haklı bir gerekçe
olabilir mi?

445
Fransız holiganlar vakası

2006 yazı nda, taşradan büyük kentlere binlerce Fransız


genç geniş çaplı Vandalizm eylemlerine başladı. Özellikle
park halindeki araçlar ateşe veriliyordu. O dönemde tüm
gazeteler bunun nedeninin gençlerin iş bulma konusunda
yaşadığı ve ırkçılığın daha da kötüleştirdiği sorunlar oldu­
ğunda hemfikirdi (Yüzlerini gizleyen pek çok eylemci bu
fikri doğruluyordu).
Daha sonra, tutuklanan kişiler üzerinde yapılan bir çalışma
gösterdi ki isyancıların neredeyse tümü yirmi yaşından kü­
çüktü ( Dokuz ve on yaşında iki çocuk bir arabayı ate�e ver­
meye çalışırken yakalanmıştı. ) ve büyük çoğunluğu, yüzde
yetmiş altısı bir işte çalışıyordu veya liseye ya da üniversiteye
gidiyordu. O zaman neden isyan ettiler? Aile yapısı bir et­
ken olabilirdi; polis kayıtlarına göre tutuklananların yarısı,
çocuk sayısı altı ila on altı arasında değişen ailelerden geli­
yordu! Diktaşehir için önemli olan bulgu, genç isyancıların
yarısının sabıkalı olduğu ve dört veya daha çok kez cezaya
çarpnrılmış olmalarıydı. Hatta bir tanesi tam otuz kez yaka­
lanıp ceza almıştı . . .

İkilem 94

Korunaklı Ada

Elbette, gerçekleşmesi pek muhtemel olmayan bir


öykü. Volkanik bir adayı golf sahasına çevirmek imkan­
sıza yakındır ve gerçek hayatta büyükbaş hayvanlar için
kesilen yağmur ormanları çöplük olmaktan başka bir işe
yaramayan araziler ortaya çıkarır (Su kaynaklarını kirlet­
tiği için bu bile eninde sonunda ters teper. ). Bizim öykü­
müzdeki Korunaklı Ada'da gerçekten kimse yaşamıyor.
Kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerde sayıları oldukça az
446
olan "yerliler" var ve bu yerliler çoğunlukla (hayvanlar
gibi) yerlerinden sürülüyor, hatta öldürülüyorlar. Fakat
yine aynı soru söz konusu: Topraklar çoğunluğun yararı­
na "ıslah edilmelidir", değil mi?

Bununla birlikte, arazi ıslah çalışmaları bahsedilen


komik hayvanlardan birkaç tanesini şimdiden yok etti.
Dodonun yanında büyük dalıcımartı ve Tazmanya ca­
navarının (sonuncusu, 1 93 6 yılında Hobart Hayvanat
Bahçesinde kırık bir kalple ölmüştür.) soyu tükendi; gü­
ney Avustralya'nın bataklıklarla kaplı çayırlarında çokça
bulunan toolache kangurusu ve çöl faresi kangurusu ise
fotoğraflarda yaşıyor. Keseli sansar, şelale kurbağası, al­
tın bandikut faresi, woylie, çift gözlü incir papağanı ve
Boyd'un orman ejderhası da ellerinde kalan kibrit kutusu
kadar yaşam alanlarının yangınlar, elektrikli testereler ve
buldozerlerle yok edilmesini bekliyor.

Son büyük dalıcımartının 1 844 yılında İzlandalılar


tarafından sopalarla öldürüldüğü biliniyor. Dodolar ise
Mauritius adasında yok oldular. Fakat geriye kalanların
hepsi, Avustralya adı verilen büyük "korunaklı adada"
yaşıyor (veya yaşadı). Tarih boyunca dünya genelinde
yok olan memelilerin yarısı orada yaşamıştır. Toplamda,
bu ülkede yalnızca iki yüz yıl içinde 1 26 hayvan ve bitki
türü yok olmuştur. Yokoluş artık doğanın bir gerçeğidir.
Fakat böyle bir tablonun ortaya çıkması normal şartlarda
milyonlarca yıl alırdı.

Dünya'da diğer türler için gerçekten bu kadar az mı


yer var? Aldo Leopold, arazi ıslahı hakkında şöyle yaz­
mıştır:

Bir kentin herhangi bir mahallesinde çocukların oyna­


yabileceği altı arsa varken, birincisine, ikincisine, üçün-

447
cusune, dördüncüsüne ve hatta beşincisine konut inşa
etmek "ıslah" olarak görülebilir; fakat sonuncusuna da
ev yaptığımızda evlerin gerçek amacını unutmuş oluruz.
Altıncı ev ıslah değil, dar kafalılık ve aptallığın göstergesi­
dir. "Islah" Shakespeare'in erdemi gibidir, "Aşırıya kaçın­
ca kendi aşırılığından yok olur. "

Lara hayvanlara tahsis edilmiş bir alanın hayalini


kuruyor, Crofter'ın adamı ise dağ temalı bir park düşlü­
yor. Küçük imtiyazlar gibi görünse de, asıl konu çevreye
verilen zararın azaltılmasından ibarettir. Çevrecilerin ır­
makların yönünü değiştirmeyi veya ormanların "yeniden
dikilmesini" sıklıkla kabul etmemeleri gibi, McMoor da
Kara Dağ'ın "kopyasını" yapma fikrini reddediyor. Kop­
yalar çoğunlukla "gerçeği gibi" olmaz ve "genç" orman­
ların eski ormanlık arazilere nazaran çok daha az türe
ev sahipliği yapabildiklerine dair kanıtlar vardır. Bunun
yanında, düzeltilen ırmak yatakları da su baskınlarına
neden olur. Ancak tablolarda olduğu gibi, nadiren de olsa
kopyalar da kendi başlarına değerlidir ve hal böyle olun­
ca neye karşı çıkıldığını söylemek zorlaşır. Avustralya'da
Queensland açıklarındaki Fraser Adası'ndaki anlaşmazlı­
ğın çözülmesinde bir şeyin "sahtesi" ve "gerçeği" arasın­
daki küçük metafizik farka başvurulmuştur. Neredeyse
el değmemiş bir ekolojik korunak olduğundan dolayı,
sanayiciler toprağı "eski haline getirmeden" önce biraz
mineral çıkarıp çıkaramayacaklarını sordular. Soruştur­
ma komisyonu şu kararı verdi:

Komisyonun elinde bulunan kanıtların ezici ağırlığı­


na rağmen, madencilik faaliyetlerinden sonra Ada'nın
ilgili yerlerindeki floranın eski haline getirilmesi ekolojik
anlamda mümkün görülse dahi, madencilik faaliyetleri
Ada'nın vahşi ve işlenmemiş bir korunak olma özelliğini
ortadan kaldıracaktır.

448
Bay Crofter'ın dağın kopyasını yapma fikri de böyle
bir özelliği muhafaza edecek gibi gelmiyor; ancak Glas­
gow Kent Meydanı'na konulursa belki bir şekilde faydalı
olabilir.

İkilem 95
Korunaklı Ada il: karatavuklar

McMoor belki de Assisili Françesko'nun ( 1 1 82-


1226) sözlerini hatırlıyor. "Mütevazı dostlarımıza (hay­
vanlara) zarar vermemek onlara karşı ilk görevimizdir,
fakat burada durmak yetmez. Daha yüce bir görevimiz
vardır; ne zaman ihtiyaç duysalar onların yanında ol­
malıyız. " Belki de daha yakın bir dönemde yaşayan
William Ralph Inge'nin ( 1 860-1954) yazdıkları aklına
geldi:

Hayvanlar alemini öyle çok köleleştirdik ve tüylü,


kürklü kuzenlerimize öyle kötü davrandık ki, bir din ku­
racak olsalardı şeytanı mutlaka insan şeklinde düşünür­
lerdi . . . Hayvanlarla aynı soydan geldiğimizi söyleyen 1 9.
yüzyılın büyük keşfi, beraberinde henüz kamu vicdanın­
da yer edinmemiş olan yeni etik sorumlulukları getirdi.

Çağdaş filozof Mary Midgley, Robinson Cruseo gi­


derken adayı ateşe verseydi toprağa karşı "ödevini" ih­
lal etmiş sayılıp sayılmayacağını sordu. "Ödevlere" dair
görüşlerin genelini düşünürsek, ortada etkilenecek kimse
olmadığı için cevap hayır olacaktır. Benzer şekilde, John
Rawls Bir Adalet Kuramı adlı eserinde toplumun nasıl bir
tür toplumsal sözleşme olduğunu ayrıntılarıyla inceledik­
ten sonra, bu durumda dahi "ahlakın pek çok yönünün
dışarıda kaldığı ve hayvanlar ile doğanın geri kalanına

449
yönelik doğru yaklaşım için herhangi bir açıklama getiri­
lemediği" sonucuna varır.

Midgley'e göre bunun suçlusu Romalı filozof Groti­


us'dur; Grotius'un tüm türlerin belli haklara sahip oldu­
ğu klasik " doğa kanunu" kavramında bir "delik açıp"
yalnızca insanlara ait bir sisteme kapı aralayarak adaletin
ayarını bozduğu düşüncesindedir. Fakat Midgley bunun­
la yetinmeyip doğa kanununda dahi pek çok istisnanın
söz konusu olduğunu ve bunların tüm sistemin altını oy­
duğunu da söyler. Peki, aşağıdakilerin haklarına dair ne
söylenebilir?

• Ölüler (geçmiş nesiller)


• Doğmamışlar (gelecek nesiller)
• Çok genç olanlar (bebekler)
• Çok yaşlılar (ihtiyarlar)
• Geçici veya kalıcı olarak akıl sağlığını yitirenler ve
"ehliyetini kaybedenler" (uyuşturucu kullananlar, depres­
yonda olanlar) veya
• Ağır zihinsel engelliler?

Midgley de ödevlerin "rasyonel" öznelerle sınırlandı­


rılamayacağı sonucuna varır. Bunu yapmaya çalışırsak,
koyduğumuz ilke davranışları yönlendirmede yetersiz
kalacaktır çünkü bu durumda pek az "gerçek" vakayı
kapsamış oluruz. Ne var ki eskiden - belki McMoor da
bu günleri hatırlıyordur - davranışları yönlendiren şey
toplumun fertlerine karşı ödevimiz değil, Tanrı'ya karşı
ödevimizdi ve bu ödev pek çok vakayı kapsıyordu. Hat­
ta bitkilere, kayalara, ırmaklara ve elbette ağaçlara karşı
"ödevlerimizi" de kapsadığı söylenebilir.

450
Ağaç haklan
Önemli bir yere geldik sanki: Ya ağaç hakları?
1 9 74 yılında, Amerikalı hukukçu Christopher Stone,
"Ağaçların Bir Konumu Olmalı Mı? " başlıklı bir maka­
le yazdı; elbette konum derken sözcüğün ilk anlamından
değil yasal statüden bahsediyordu. Bu makaleyi dev Kali­
forniya çamlarını korumaya çalışan bazı çevrecilerin dava
konusu (ağaçlar) üzerinde yeterli menfaatleri olmadığı
gerekçesiyle reddedildikleri bir dava izledi. Christopher
Stone, bundan hukuk sisteminin bireylerin davranışlarıyla
gereğinden fazla ilgilendiği sonucunu çıkardı. Ne yazık ki,
günümüzde toplumsal kontrole en çok ihtiyaç duyanlar
kurumsal sistemler, özellikle büyük şirketlerdi.
Dolayısıyla, Stone çevreyi korumak amacıyla " Büyük şir­
ketlere yönelik ne gibi yeni kontrol mekanizmaları getiri­
lebilir ve getirilmelidir? " sorusuna doğal nesnelere yasal
koruyucular atama önerisiyle yanıt verir. Örneğin, tehlike
altında olduğu düşünülen bir ormanın vesayeti US Sierra
Club veya Doğal Kaynakları Savunma Müşavirliği gibi o
nesnenin lehine hareket edecek bir koruyucuya verilecek­
tir. İskoç hukukunda böyle bir hüküm olsaydı McMoor
Kara Dağ'ın koruyucusu olabilirdi, fakat yoktu.
Koruyucular arazinin durumunu denetleme, durumu
mahkemeye taşıma hakkının yanı sıra izleme ile yasal
standartlar belirleme gibi görevler de üstlenecektir (İkilem
65'teki bunya bunya ağaçlarına dair tartışmayı hatırlar­
sak, Avustralya yerlileri böyle bir sistemi uzun zaman önce
düşünmüştü.).
Doğadaki nesnelerin kendi adlarına tazmin yoluna gitme
haklarının bulunmaması ne kaçınılmaz ne de akıllıca bir
durumdur. Akarsular ve ormanların konuşamamaları,
neden yasal statüye sahip olmadıkları sorusuna bir yanıt
değildir . . .

45 1
Kanımca doğadaki nesnelerle ilgili sorunlar, yasal ehliyeti
bulunmayan kişilerin yaşadığı sorunlarla aynı şekilde ele
alınmalıdır.
Kaliforniya yasaları, avukatların üniversiteler, eyaletler ve
hatta doğmamış çocuklar adına konuşmalarına izin ver­
irken Stone neden çevrenin bunun dışında tutulduğunu
sorar. Elbette, "Ne zaman 'mülk iyet' hakları belirlenecek
olsa, hukuk sistemi (de) parasal değer yaratma sürecine
katılır. Aynı şeyi kartallar ve el değmemiş araziler için de
yapmayı öneriyorum Bu, kirliliğe neden olan şeyleri in­
. "

sanlar üzerindeki etkilerinden dolayı değil, "doğaya zarar


verdikleri" için farklı bir düzenlemeye tabi tutabileceğiniz
anlamına gelir.

İkilem 96

Korunaklı Ada ill: suratsızlar

Steller'ın otobüs büyüklüğünde ve bir otobüsün üç


katı ağırlığında olan denizayısının, 1 768 yılında tama­
men tükendiği sanılıyordu. Ekonomik fayda anlayışı o
dönemde pek yardımcı olmadı. Denkleme yalnızca insan­
ların çıkarlarını (bencilce olanları) dahil eden ekonomi
gerçekten çevrenin yardımına koşabilir mi?

Pek çok "Koyu Yeşil", Lara'nın avlanma yoluyla do­


ğal yaşamı koruma stratejisine sıcak bakacaktır. Radikal
ekolojinin babası Aldo Leopold dahi "vahşi hayvan etin­
den" söz eder ve avlanmayı vahşi yaşamın "yönetimin­
de" tek meşru yöntem olarak gören bir vizyonu benimser
(Koruma alanlarının, milli parkların vb. evcilleştirici etki­
sini küçümser. ) . Leopold'ün sözleriyle, "Tanrı'dan gelen
et", yani vahşi hayvanları avlayıp öldürmek ve yabani
otlarla birlikte yemek beslenmenin en yüce halidir. Kendi
organik tarlanızda yetiştirdikleriniz sıralamada ikincidir.

452
Bunun karşısında, ekolojik faydalarına bakılmaksı­
zın eğlence amaçlı avlanmayı yanlış gören bir perspektif
yer alır. Günümüzde, doğanın korunmasıyla ilgili en çok
tartışılan "ikilemlerden" biri de fildişi için fillerin vurul­
masına izin verip vermeme konusudur. Argüman şudur:
Bu kocaman vejetaryen hayvanlar ormanları yok etmeye
başladıkları için, avlanmaları nüfuslarını kontrol altında
tutarak parklarda yaşamalarını sağlar ve fillerin vurul­
ması gerekiyorsa bu pekala "eğlenceli" ve karlı bir hale
getirilebilir. Bir de azıdişi piyasasını çökertmeye yönelik
girişimleri etkisiz kılacak olan fildişi satışlarını meşrulaş­
tırma konusu vardır. Bu piyasa dünyanın pek çok yerinde
fillerin yok olmasından sorumludur.

Aynı yaklaşım kürk, kabuk vb. şeylerin üretimi için de


geçerlidir; tüm hayvanlar doğal ve büyük bir çiftliğin par­
çasıymış gibi mal olarak görülür. Tek ilke, doğru yönetim
ilkesidir (Gelecekte tıpta veya başka alanlarda genetik
kaynaklar olarak kullanılabileceklerinden bitkiler de de­
ğerli olabilir.). Bu tür bir yönetimin en eski ve en başarılı
örneği, Avrupalılar gelmeden önce Avustralya yerlileri ta­
rafından sergilenmiştir.

Hayvanları bir kenara bırakırsak, sulak çayırlar, ara­


ziler ve akarsu sistemlerinin artık yalnızca "güzel" olduk­
ları için korunmaları gerektiği düşünülmüyor. Ekonomik
açıdan da çok değerliler. 20. yüzyılda doğayı görmezden
gelerek işlediğimiz hata bize pahalıya patladı. Pek çok
araştırma, bataklıkların ekonomik değerinin ekim için
kullanılan topraklardan daha yüksek olduğu sonucuna
varıyor. Aynı şekilde, ormanların ekonomik değeri de
hayvancılık için tıraşlanan alanlardan daha yüksektir.
Bataklıklar ve kıyılarda yer alan sulak araziler tüm su
döngüsünün kilit bir unsurudur; hem akarsularda hem
de denizlerde yaşayan balıklar için hayati önem taşır.
453
Dünyadaki kuş türlerinin büyük bölümü buralarda yaşar
ve aynı zamanda suda yaşayan bitkiler için de bir rezer­
vuar görevi görürler. Sahil koruma, dinlence ve turizm
faaliyetleri için değerlidirler. Ormanlar ise iklim açısından
önemli bir rol oynar: Güneşin ısısını emerler ve çölleş­
meyi engellerler. Nemi tutup yavaş yavaş salarlar ve ani
su baskınlarını önlerler. Gök kubbe, ağaç ve toprak kat­
manları olmak üzere yalnızca bir değil üç ekolojik siste­
mi aynı anda beslerler; bunlardan her biri sürdürülebilir
bir şekilde hasat edilebilir. Günümüzde, Avrupa devletleri
set çekmek yerine var olanları yıkıyor, akarsu yatakları
düzleştirilmek yerine ırmakların menderesler çizmesine ve
taşmasına izin veriliyor, betondan sahil koruma yapıları
ise yerlerini kumullara veya tuzlalara bırakıyor.

Benzer şekilde, yeni araziler açmak için ormanların


tıraşlanması da çoğunlukla "fakir ülkelerin" keresteden
gelir elde etmeleri ve kendi halklarını beslemek üzere tar­
lalar açabilmeleri için zorunluymuş gibi gösteriliyor. Ne
var ki bunun ekonomiye katkısı çok azdır ve çoğunlukla
gizli çoğunluğun geçim kaynakları azınlığın kısa vadede
elde edeceği kara kurban edilmiş olur. Avustralya, Ma­
lezya ve Endonezya' da, büyük çokuluslu şirketler orman
kesiminden tek seferlik kar elde ederken yerliler yaşam
alanlarını ve evlerini terk etmeye zorlanmaktadır. Fakat
kaybedenler yalnızca bu unutulmuş insanlar değildir. Çok
daha fazla kişi, sürdürülebilir ormancılık, seçici tarım ve
elbette turizmin getireceği daha yüksek ekonomik değer­
den mahrum kalır. Bunun yanında, ekvator kuşağında yer
alan bu topraklarda ormanların su ve sıcaklık döngüsünü
düzenleyen iklimsel işlevlerinden ve ısı emici özelliklerin­
den de artık faydalanamazlar. Kuala Lumpur, Bangkok
ve Şangay gibi modern şehirlerde ışıl ışıl parlayan cesur
yeni kulelerin yılın büyük bir kısmında kesif sisler içinde
kalmaları boşuna değildir.
454
Günümüzde Çin'in üçte birinin çöl haline gelmiş olma­
sı ve Pekin sokaklarında kumlu rüzgarların esmesi hayret
vericidir. Ekonomik ihtiyaçların gerekli kıldığı büyük ye­
niden ağaçlandırma programları dahi başarısız oldu; ülke
boyutlarında ormanları yok edecek akarsu projeleri ise
devam ediyor. Eski Sovyetler Birliği ve Avustralya örnek­
leri, koruma faaliyetleri için ekonomik bir argüman öne
sürüyorlardı. Fakat bu durumda ekonominin ekonomi­
den daha fazla siyaset içerdiği söylenebilir. Holmes Rols­
ton şu sonuca varmıştır:

Milyarlarca yılın üretken çabaları ve yaşam dolu


milyonlarca canlı türü, sonradan ortaya çıkan ve zihnin
geliştiği, ahlakın ortaya çıktığı bu türe emanet edilmiştir.
Ahlakın söz konusu olduğu bu tek türün evrimle oluşan
ekosistemin tüm ürünlerini kendi uzay gemisinin cıva­
taları, kilerindeki erzak, laboratuvar materyalleri, ken­
di keyfine hizmet edecek şeyler olarak görmekten daha
fazlasını yapması gerekmez mi? . . . Kendi sıfatına layık
olmak istiyorsa, homo sapiens'in bu türlere hak ettikleri
değerle yaklaşması gerekmez mi? . . . Homo sapiens türü
içinde baskın bir grup, milyonlarca tür arasından tek
bir türün refahını ödev olarak görüyor. Bu ödevde bü­
yük bir kibir yatıyor. Bir ödev kapsamında önem verilen
şeylerin değişmesi için bir paradigmanın değişmesi ge­
rekiyorsa bu durum ait oldukları çevrede işlev göreme­
yen ve değişen çevreye uymayı beceremeyen etikler için
işlerin iyice zorlaştığı anlamına gelir. Bunlara atfedilen
insan-merkezcilik zaten kurgudan başka bir şey değildi.
Bir türün kendisini mutlak olarak gördüğü ve diğer her
şeyi kendi yararına göre değerlendirdiği bir referans çer­
çevesinin içinde yaşamanın ahlaken naif olmanın yanı
sıra Newtoncu bir tarafı vardır; henüz Einsteincı bir dü­
zeyde değildir.

455
İkilem 97
B-filmi açılışları

Bu etik senaryolar, 2000 yılında çekilen The Bom­


bmaker adlı bir filmden alıntıdır. Faydacılar, sayı hesa­
bına gidecekleri için İrlandalı ev hanımının teröristlerin
istediğini yapmaması gerektiğini düşünebilirler. Diğer
taraftan, ilkeler açısından bakacak olursak da bunu
yapmamalıdır çünkü bombayı imal ederse çok kötü bir
şey yapmış olacaktır; fakat bunu reddederse ve terö­
ristler kızını öldürürse bu tamamen teröristlerin suçu
olacaktır. Belki biraz teselli bulabilir. Komiktir ki filmde
bombayı yapmakta bir sakınca görmez, bu da onu duy­
gusalcı teorilere yakınlaştırır. Belkide İrlandalı kadın
aşağıdaki sözlerin sahibi, "Viyana çevresine" mensup
" mantıkçı pozitivistlerden " A. ]. Ayer'in yazılarından
etkilenmiştir:

Değer bildiren önermeler, anlamlıysalar sıradan "bi­


limsel " önermelerdir; bilimsel olmayanlar ise asıl itibarıy­
la anlamlı değildir ve ancak duyguların ifadesi olabilirler.
Bu önermeler ne doğru ne de yanlıştır.

(Dil, Hakikat ve Mantık, 1 93 6 )

Gerçekte Ayer, aynı çevrede yer alan meslektaşlarının


adına şu sonuca varır: "Etik kavramlar, yarı-kavram nite­
liğinde oldukları için analiz edilemezler; etik düşüncenin
bunu itiraf etmekten ibaret olduğunu düşünüyoruz. "

Ya d a ev hanımı, görünüşte çocuklara yönelik olan


Küçük Prens'i düşünüyor olabilir:

Yalnızca kalbinizle gerçeği görebilirsiniz; gözler ger­


çekten önemli şeyleri göremez.

(Saint-Exupery, Le Petit Prince, 1 943)

456
Her neyse, en sonunda SAS timleri gelip herkesi öldürür.

İkinci Kısım'daki durum hararetli bir tartışmaya daha


uygundur. Bir taraftan, baskı altında söz vermiş olsa da,
verdiği sözü tutmak küçük kızın ahlaki görevidir. Kant
için durum gayet açıktır, suçluyu hiçbir şekilde teşhis et­
memesi gerekir (En nihayetinde o kadar kötü biri değil,
küçük kızları öldürmüyor, yalnızca bombalama planları­
na yardım ediyor.). Fakat başkaları kızın gerçekte hukuka
ve topluma karşı sorumlu olduğunu ve bu yüzden suçlu­
yu teşhis etmesi gerektiğini söyleyebilir.

Filmde, küçük kız gerçekten de suçlunun kaçmasına


izin verir. Onu bağışlamamız istenir; bu da, elbette Hıris­
tiyan ahlakının hoş bir örneğidir.

İkilem 98
Ana film

Yerleşik film etiği meraklımız Zev Barbue'ye göre öy­


ledir. Zev, olan biteni şöyle anlatıyor:

ZEV: Cinsellik/şiddet teması, insanın her yerde


bulunan her şeyi her zaman erişilebilir
kılmak amacıyla dünyasını genişletmek,
varlığına yönelik tüm ön tanımları askıya
almak, yeri belirlenmiş her şeyi yerinden
etmek ve yapılan her şeyi geri almaya yö­
nelik güçlü arzusunu ifade eder.
1 . ÖGRENCİ: Fakat Alex ve tayfası şiddetten zevk de
alıyorlar; zulme doymuyorlar, korku sal­
maktan ve insanları aşağılamaktan büyük
haz duyuyorlar!

457
2. ÖGRENCİ: (Filmin çoğunda uyudu.): Neden?
1 . ÖGRENCİ: Neden diye sorma. Sıradan insanlar nasıl
ürün ve para tüketiyorsa onlar da bunları
tüketiyor. Alex gerçek bir "terörist". Kor­
kunun kendisi amaç, araç değil.

Bu bir şeyi değiştirir mi?

ZEV: Haz için yaşamak istiyorsanız saldırgan­


lığa katlanmak durumundasınız. Birine
bal olan başkasına zehir olur; güvenli bir
yuva istiyorsanız Büyük Birader'i kabul
edeceksiniz; teknoloji istiyorsanız çılgın
bilim insanlarına katlanacaksınız; top­
yekun bireycilik istiyorsanız orman kanu­
nunu kabul edeceksiniz; refah devleti is­
tiyorsanız da serserilerden ve işsiz güçsüz
takımından şikayet etmeyeceksiniz.

Filmin sonuna doğru Alex hastaneye düşer, çenesine


kadar alçıya bulanmıştır ve kendini aşırı şiddetle ifade
eden bir bağımsızlık sembolü olmaktan çıkıp tamamen,
çocukça bir bağımlılık sembolü haline gelmiştir; daha
önceden kapısını kırıp girdiği "eve" sembolik olarak geri
götürülür. Burada film, şiddet kullananların şiddet göre­
ceği konusunda bir uyarıda bulunur.

Film etiği hakkında biraz daha bilgi

Film etiği bugünlerde felsefe bölümlerinde oldukça


popülerdir. En nihayetinde yorgun öğrencilerin vakit ge­
çirmesi için oldukça keyifli bir yoldur. En büyük avantajı,
neredeyse hiç etikle uğraşılıyormuş izlenimi uyandırma­
masıdır. En büyük dezavantajı da, neredeyse hiç etikle
uğraşılıyormuş izlenimi uyandırmamasıdır. Filmlerin ya-

458
nında televizyon programları da "ders" kapsamında yer
alır ve felsefi kuramın beraberinde getirdiği kaçınılmaz
yük film analizi olarak yeniden yorumlanabilir; dolayı­
sıyla hiç de kötü değildir. Bu felsefeciler sinema gibi kitle
iletişim araçlarının modem toplum için vazgeçilmez araç­
lar olduklarını söylüyorlar, işlevleri büyük mit ve dinlerin
sağladığı etik çimentoya benzerdir.

Fakat nasıl bir çimento kullanıyoruz? Matthew Ar­


nold, Kültür ve Anarşi ( 1 882) adlı eserinde sorumlu yazar
ve sanatçıların "sıradan insanların seveceği şeyleri üret­
mek gibi bir kural benimsemek yerine gerçekten güzel,
zarif ve göz alıcı şeylere yönelik bir beğeni geliştirerek
sıradan insanlara da bunu sevdirmeye çalışacaklarını"
söyler.

Ne yazık ki, Otomatik Portakal gibi filmler çirkinliği


işler. Röntgenciliğin en beter haliyle, vahşice tecavüz edi­
len, işkence edilen, öldürülenleri oturup izlemeyi meşru
kılarlar.

Bu da bizi sansür tartışmasına geri götürüyor. Film ya­


pımcıları arasında bazen şu söylenir: Müzik, stilizasyon
ve sinematografinin "sanatsallığının" gösterilen imgele­
ri kabul edilebilir hale getirmesinin nedeni, izleyenler ile
şiddet arasına bir tür "mesafe" koymalarıdır. Bu uzaklaş­
tırma nosyonu sinema dışındaki alanlarda da önemlidir;
insanların kime ne yaptıklarını ifade edecek özel terimler
ürettikleri her türlü zulüm için geçerlidir. Bunlar arasın­
da sokaktaki konuşmalar, ırkçı jargon, hatta belki de
bilim insanlarının, yöneticilerin ve siyasetçilerin "teknik
terimleri" de sayılabilir. Wiggles and Illegals adlı heye­
canlı öyküde "özel" polis kuvvetleri ve askeri birliklerin
gösterişli ve muğlak söylemlerinden bahsetmiştik. Bir de
basın işlerinden anlayan ABD ve İsrail var; örneğin yıkıcı

459
faaliyetlerde bulunduğundan şüphe edilen kişilere yönelik
suikastlardan "hedef odaklı önleyici girişim" diye bahse­
derler ve "sivil kayıplar" yerine "ikincil hasar" ifadesini
kullanırlar.

Film izleyerek bir şey öğrenilip öğrenilemeyeceği tar­


tışmalı bir konudur. Pek çok felsefeci, hayali vakalar bir
kenara, "gerçek vakalardan" etikle ilgili bir şeyler öğreni­
lebileceği fikrine şüpheyle yaklaşır. Örneğin, Kant'ın geri
ödeyemeyeceğini bildiği halde borç almaya çalışan arka­
daşı gibi geleneksel etik düşünce deneyleri söz konusu
olduğunda, pek çok felsefeci bu tür hikayelerin yalnızca
mantıksal önermelere dair anlamayı kolaylaştırıcı "ör­
nekler" olarak görülmesi gerektiğini söyleyecektir. Bun­
dan fazlası abartıya kaçmak olacaktır. Bu felsefeciler için,
çok fazla "önemsiz ayrıntı" ve pek az entelektüel kuram
barındıran filmler, ahlak ikilemleri ele alınırken başvuru­
lacak son yöntemlerdir.

Yine de, hikayeleri hikaye yapan şey bu olay "akışı­


dır". İyi bir akış okuyucuyu yakalayacak ve heyecanlı bir
beklenti içine sokacaktır. Martha Nussbaum'un belirttiği
gibi, film etiği, dünyayı başkalarının gözlerinden görmek,
kendimizi başkalarının yerine koymak için sunulmuş çok
az fırsattan biridir, bu sürecin etik önemi de cabasıdır.

Size özel: film etiği açısından en önemli altı film

Yedi Samuray (1954), en önemli erdemlerden birini,


"onuru" işler. 16. yüzyıl Japonya'sında kendilerini eşkı­
yadan ve savaş ağalarından korumak üzere "samuraylar"
tutan köylüleri anlatan iyi bir hikayedir. Filmin sonunda
samuraylar erdemlerine halel getirmemişlerdir fakat bun­
dan hiçbir fayda görmemişlerdir. Hem cesaretin "değeri"
nedir?

460
Bu soruya verecek yanıtı olmayanlara eski klasik­
lerden Yıldız Savaşları'nı ( 1977) izlemelerini ve Darth
Vader'ın (yani James Earl Jones'un, en azından sesinin)
Nietzsche'nin öngördüğü "üst-insan" mı yoksa yalnızca
kayıp bir ruh mu olduğunu düşünmelerini öneriyoruz.

Asi Gençlik ( 1 956) filminde Jim (James Dean) karak­


teri, babasının kokuşmuş faydacılığının yerini dolduracak
yeni ahlaki değerler ararken "Kantçı deontolojiyi" bulur.
En azından film etiği kurtlarına göre öyledir.

Doğru Olanı Yap ( 1989) filminde "Mookie" hayal


kırıklığı yaşayan bir siyah adamdır (karakteri Spike Lee
canlandırır); biraz bir kız yüzünden, biraz da duvarda du­
ran İtalyan ünlülerin resimlerinden dolayı - "siyahlar gi­
remez" - yaşadığı hüsran sonucu yakınlardaki bir pizza­
cıyla (her zaman olduğu gibi) kavgaya tutuşur. Ardından,
engelli bir beyaz adam aracılığıyla aktarılan belli belirsiz
Malcolm X ve Martin Luther King referanslarının içine
katıldığı bir isyana şahit oluruz. Kültürel ve etik görecilik
vesaıre . . .

Marnie ( 1 964) filminde, büyük yönetmen Alfred Hit­


chcock, işten işe dolaşıp patronlarını dolandıran, eski bir
hile ve dolandırıcılık ustası genç bir kadının (Tippi Hed­
ren) portresini çizer. Daha sonra bunu onu sevmeyen an­
nesine hediyeler almak için yaptığını öğreniriz. Başka bir
kasaba, başka bir iş derken Sean Connery onu çevirdiği
eski dolaplardan birinden hatırlar. Doğal olarak arala­
rında bir ilişki başlar ve Connery bir süre sonra kadının
öyküsünde Freudçu bir taraf olduğunu görür. Marnie,
cinselliğiyle barışamadığı için sürekli kimlik değiştirmek
istemektedir. Ne şanslıdır ki, tüm bu kapsamlı ve tedavi
edici tartışmalar filmin sonunda kadının psikolojik enge­
lini kaldırır ve çift mutlu bir başlangıç yapar. Muhtemelen

461
Marnie'nin suç kariyeri de sona ermiştir. Film, suçun psi­
kolojik tarafına eğilir, bu da (İkilem 92'de gördüğümüz
gibi) sıklıkla paralı ebeveynlerle ilgilidir.

Son olarak, Network ( 1 976) adlı filmde teröristlerle


anlaşma yapan bir televizyon kanalı yöneticisini izleriz.
Teröristler bu kanala röportaj verir, kanalı eylemlerinden
haberdar eder ve hatta oranın haber ihtiyacına göre ey­
lemler gerçekleştirmeye başlarlar (Doğal olarak, devletler
bunu her zaman yapmaya yetkilidir fakat herkesin çıka­
rına göre hareket ettikleri için sorun olmaz. ). Bu, yalnızca
film etiği dersleri için değil, medya ve hatta siyaset dersleri
için de iyi bir konudur. Gerçekte, sadece bir film olarak
matah değildir.

İkilem 99
Yüz Kişilik Köy

Belli ki birileri yapmış. Kurnaz okurlar içinde yaşadı­


ğımız dünyayı ilgilendiren, belgelere dayalı ve bir anlam­
da gerçekten endişe verici istatistikleri aktarmak için yüz
sayısının kolaylık sağlamadığını fark etmişlerdir. Hikaye
belki de dünyayı bir köye benzetmenin işe yaramadığını
göstermektedir. Nihayetinde, böyle bir köyde yaşıyor ol­
saydık olan bitenden daha fazla endişe duyabilirdik. Etik­
te, bir tür "yakınlık" faktörü pek çok konuda etkendir.
David Hume şu sözlerle durumu çok güzel özetlemiştir:
"Parmağım kesileceğine dünya yansın demek akla aykırı
değildir. "

Susan George'a göre sürekli açlık çeken insanlar ve


onları bu durumda tutan koşullar artık sıkıcı bir konu­
dur - bu konuda haklıdır - fakat dünyada çok fazla insan

462
olduğunu (ve bazılarının açlık çekmesinin nedeninin bu
olduğunu) savunan görüş etik anlamda şüpheli olmanın
yanı sıra gerçeği de yansıtmamaktadır. "Üçüncü Dünya"
hiç de kalabalık değildir. Ekilebilir dönüm başına nüfus ve
açlık arasında hiçbir ilişki yoktur ancak toprak mülkiyeti
ve yoksulluk birbiriyle ilişkilidir. Dünya nüfusunun büyük
çoğunluğu hala kırsalda yaşıyor. Esas konu şu ki, dünya­
daki toprakların büyük çoğunluğu onlara ait değildir.

Dünya gıda endüstrisi Kanada ve Batı Avrupa'nın


kısmi katkılarıyla ABD tarafından yönetiliyor. Faaliyetin
amacı mümkün olabildiğince ucuza üretmek (Dünyanın
geri kalanı oyuna burada dahil oluyor.) ve olabildiğince
ucuza satmaktır; bu da zaten doymuş olanlara satmak
anlamına gelir. Bugün, dünyadaki gıda stokunun büyük
kısmı insanlar yerine domuzlara ve ineklere verilmekte­
dir çünkü domuz ve inek sahipleri bunu karşılayabilirler.
Fabrikalarda beslenen bu hayvanlar daha sonra köyün
"en zengin altı kişisine" sunulmak üzere hamburger, pas­
tırma veya sandviç haline getirilirler; bu kişiler de tempo­
lu yürüyüşlerle fazla yağlarını yakmaya çalışırlar.

Kısa süreliğine daha önce bahsettiğimiz "filika" meta­


foruna dönersek, irikıyım bir birinci sınıf yolcusu filika­
nın üçte birini kaplamıştır, yarım düzine yolcuyu sıkıştırır.
Bu yolcu pahalı biletini göstererek dağıtılacak yiyecek­
lerde hak sahibi olduğunu ilan eder; teknenin ortasına
büyük bir televizyon seti kurdurmuştur, teknedeki bis­
küvileri kemirip kurtarılmayı beklerken televizyon izler.
Bu esnada diğerleri dalgalara karşı verdikleri mücadeleyi
kaybetmektedirler.

Böyle bir filikada veya köyde "etik açıdan" neyin yan­


lış olduğunu anlatmak zaman kaybı olacaktır, bu yüzden
yönetimin olması gerektiği gibi olmadığını söylemekle

463
yetinelim. Ne var ki, "endüstriyel tarımın" kötücül gücü
diyebileceğimiz şeyi vurgulayan Susan George'un aksine
(Tahıl, un, mısır, pamuk, tuz, meyve suları, hayvan yemi
vb. ürünler satan, ABD'de faaliyet gösteren Cargill gibi.),
biz bazı fikir ve değerlerin başarısızlığını vurgulayabiliriz.
1 936 yılında Genel İstihdam Teorisi'ni özetleyen John
Maynard Keynes'in dediği gibi, "Fikirlerin zamana yayı­
lan istilası ile karşılaştırıldığında, menfaatlerin gücünün
çok abartıldığını düşünüyorum. İyi manada olsun kötü
manada olsun tehlikeli olan şey menfaatler değil, fikirler­
dir." Etik de burada devreye girer.

Bizim köylülerimiz de İngiltere'de zamanının biraz ile­


risinde bir Marksist devrim ( 1 38 1 ) yapmak üzere Wat Ty­
ler önderliğinde Londra'ya yürüyen "zengin köylülerden"
bir şeyler öğrenebilir. Birkaç saray yakıp başpiskoposun
kellesini uçurduktan sonra, "kralın altında" herkesin eşit
sayılmasını isteyen devrimci taleplerini kabul etmek zo­
runda kalan İngiltere kralının karşısına geçtiler. "Hepimiz
Adem ile Havva'nın çocukları değil miyiz? " diye sordu
Wat. Lordların tarlalarında, bağlı köleler olarak çalışma
devri bitmişti. Wat, kralın bunu kabul etmesine çok şa­
şırmıştı. Devrimci kahramanımız anlaşmayı mühürlemek
üzere bir bardak bira içip iyi haberi vermek takipçilerinin
yanına giderken kralın adamlarından biri onu arkadan
bıçakladı. Çok geçmeden diğer devrimciler de infaz edildi.

Kıssadan hisse? Küresel devrim başlatmaya kalkma­


yın çünkü efendiler daha avantajlı bir konumdadır. Bu­
nunla birlikte, İngiliz köylüler yalnızca birkaç nesil sonra
istediklerini elde ettiler. Piyasadaki "gizli el" yardımları­
na koştu. "Küresel devrim" gerçekleşmeyecek olsa bile,
" Yüz Kişilik Köy'de" yaşanan eşitsizlik ve adaletsizlikler
hikayenin sonu olmayabilir.

464
İkilem 100
Voltaire'in ikilemi

Dirikesim, yani insanlar için hayvanlar üzerinde yapı­


lan deneylere yönelik geliştirilen pek çok "felsefi" argü­
man "faydacıdır". Bu yüzden, bu ekolün babasının bu
türden argümanların kesinlikle karşısında olduğunu gör­
mek biraz şaşırtıcı olabilir. Jeremy Bentham ( 1 748-1832),
Ahlak ve Yasamanın İlkeleri nde konuyla ilgili olarak
'

şunları söyler:

Hayvanlar aleminin ancak zorbalıkla kendilerinden


alınabilecek haklara sahip olacağı günler gelebilir. Fran­
sızlar şimdiden teninin siyahlığının bir insanın işkencecile­
rin eline bırakılması için neden sayılamayacağını fark et­
tiler. Bir gün, bacak sayısı, villöz deri, kuyruksokumunun
nasıl sonlandığı konularının da hisseden varlıkları aynı
kadere terk etmek için yetersiz nedenler haline gelebilir.
Aşılamaz sınırı çizmek için geriye ne kalır? Akıl yetisi mi,
yoksa dil yetisi mi? Yetişkin bir at veya köpek, bir günlük,
bir haftalık veya bir aylık bir bebekten çok daha rasyonel
ve iletişime açıktır. Böyle olmasaydı ne fark edecekti? Bu­
rada asıl soru, "Düşünebiliyorlar mı? " veya " Konuşabili­
yorlar mı?" sorularından ziyade, "Acı çekebiliyorlar mı? "
sorusudur.

C. S. Lewis ( 1 898-1963) adlı romancı ve (alenen) Hı­


ristiyan filozof, konu üzerine epey düşünüp taşındıktan
sonra bu tartışmanın hiçbir şekilde "rasyonel" olmadığı
sonucuna varır. Doğanın (ve hayvanların) "orada bir yer­
de" ve bizden ayrı oldukları, canlarını bağışlayıp bağışla­
mamakla ilgili kararımızı bekledikleri noktasından başla­
dığımızda zihnimizde hiç de rasyonel olmayan başka bir
süreç işlemektedir (Descartes'ın uzun gölgesi yine belirdi.).

465
Bir şeyi analitik bakımdan anlayıp sonra da onu kendi
anlayışımıza göre kullandığımızda, onu "doğa" derekesi­
ne indirdiğimiz, kabul ediyorum, zira bu şekilde onunla
ilgili değer yargılarımızı askıya alıyor, onun (varsa) ni­
hai amacını görmezden geliyor ve ona nicelik yönünden
yaklaşıyoruz. Ölü bir insanı veya canlı bir hayvanı bir
operasyon odasında kesip biçmeye başlamadan önce bir
şeyin üstesinden gelmemiz gerekir. . . Nitel özelliklerinden
ayrılıp tamamen niceliğe indirgenen objelerin bütünüyle
gerçek olduğunu düşünenler, modern bilimin en büyük
temsilcileri değildir. Dar görüşlü bilim insanları veya bi­
limle alakası olmayan bilim takipçileri ancak, böyle düşü­
nebilir. Fakat büyük zihinler çok iyi bilir ki, böyle davra­
nılan bir nesne yapay bir soyutlamadır, gerçekliğinden bir
şeyler yitirmiştir.

(C. S. Lewis, The Abolition of Man)

George Bernard Shaw'a göre, dirikesimin etik olduğu­


na kanaat getirdiğinizde:

İnsanlar üzerinde deney yapmayı onaylamakla kal­


maz, bunu dirikesimcinin temel görevi haline getirirsiniz.
Bir kobay fareyi ondan öğrenilebilecek küçücük bir şey
için feda edebiliyorsak, insan da ondan öğrenebileceğimiz
pek çok şey için feda edilemez mi? . . . Bir deneyin getire­
ceği faydaya bakılarak onun haklılığına karar verilemez.
Gerçek ayrım faydalı ve faydasız deneyler arasında değil,
barbar ve uygar davranış arasındadır. . . Dirikesim, insa­
nın bilgisini artırsa dahi toplumsal bir kötülüktür çünkü
insanın karakteri pahasına yapılır.

466
İkilem 1 01
Pragmatik yanıt

Bu "tam kayıtsızlık" haline ulaşmış olsaydınız dahi,


pek çok kişi dirikesimcinin hala şüpheli bir "rasyonellik"
ile hareket ettiğini söyleyecektir. Herbert Gundersheimer
adlı, Baltimore'da görev yapan bir doktorun sözlerine
kulak verecek olursak ( 1988), en nihayetinde, "Hayvan­
lar üzerinde yapılan deneylerden elde edilen sonuçlar bir
türden diğerine geçerli sayılamaz ve bu yüzden ürünün
insanlar için güvenli olacağını garanti edemez. Gerçekte,
bu testlerin amacı tüketicileri güvenli olmayan ürünler­
den korumak değil, şirketleri yasal yükümlülüklerden
korumaktır. "

Bu da bir görüş. Fakat Shaw'ın söylediği gibi, değer­


ler üzerine yürütülen argümanlar "olgular" üzerine yü­
rütülen argümanlardan daha önemlidir. Rousseau'nun
" İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı" ( 1 755) adlı
ödüllü denemesinde yazdığı üzere, konuyu gerçekten
kavramak için "Olguları bir kenara bırakmalıyız; ol­
gular soruyu etkilemeyecektir. " Fakat çoğunlukla etik,
olgular üzerinden yapılan çalışmalarda hizmetçi gibi
kullanılır. Bu son tartışmanın özünde yer alan fark­
lı "ahlak" türlerini ve toplumun seçiminin önemini,
Plutarkos'un 2.000 yıl önce yaptığı (kulak verilmemiş)
uyarının yankılarıyla birlikte bırakalım C. S. Lewis
özetlesin. Bu tartışma hayvanları ilgilendirdiği kadar
bizleri de ilgilendirir.

Dirikesim hakkında rasyonel bir tartışma bulmak ne­


redeyse imkansızdır. Karşı çıkanlar çoğunlukla "duygu­
sallık" ile suçlanmaktadır ve sundukları argümanlar da
sıklıkla bu ithamı destekler. Kesim masalarında yatan tatlı

467
köpekler resmederler. Fakat diğer tarafa da aynı suçlama
getirilebilir. Bunlar da sıklıkla acı çeken ve çektikleri acıla­
rın yalnızca dirikesimin sağlayacağı faydalarla dindirilebi­
leceği (bize öyle söylenir) kadın ve çocukların resimlerini
yaparak bu uygulamayı savunur. Halbuki bu uygulama,
yalnızca bir türün mutluluğu için başka bir türün acı çek­
mesinin doğru olduğu gösterilerek savunulabilir.

Dirikesimin zaferi, ahlak yasasının hüküm sürdüğü


eski dünya karşısında zalim, ahlakdışı faydacılığın zafe­
rine doğru büyük bir hamle anlamına gelir; hayvanların
yanında bizler de bu zaferin kurbanlarıyız. Dachau ve
Hiroşima ise bu bağlamda daha yeni başarılar olarak
görülebilir. Hayvanlara zalimliği meşrulaştırırken kendi­
mizi hayvan derecesine indiriyoruz. Orman kanunlarını
seçiyoruz ve seçimlerimizin sonuçlarına katlanmalıyız . . .
Laboratuvarlarda neler döndüğünü açıklamakla zaman
kaybetmediğimi fark edeceksiniz. Söylenecek şey, şaşırtıcı
şekilde çok az zulüm yaşandığıdır. Fakat şu anda bu so­
ruyla ilgilenmiyorum. Önce neye izin vereceğimize karar
vermeliyiz; bundan sonra ne tür uygulamaların gerçekleş­
tirildiğini bulmak polisin işidir.

Bu da bize kıssadan hisse olsun.

468
SÖZLÜKÇE

Adalet, geleneksel olarak ahlakın merkezinde yer al­


mış olsa da, faydacıların 1 9 . yüzyılda yeniden keşfettikleri
gibi bu her zaman böyle olmamıştır. Genellikle "herkese
kendi payı kadar" şeklinde özetlenir. Ne hak ederseniz
onu alırsınız. Fakat kimin neyi hak ettiğine nasıl karar
verilecektir? Her neyse, zaten herkes sahip olduğundan
daha fazlasını hak ettiğini düşünür; en azından bazıları
yanılıyor olmak zorundadır! Hukukçular ceza anlamına
gelen "düzeltici" adaletle ilgilenirken ahlak düşünürleri
daha çok yasaların, hakların ve mutluluğun karmaşık ve
(açıkça) zorlu hesabını gerektiren "dağıtıcı" adaletle ilgi­
lenirler.

Tanrı'dan giderek uzaklaşan bir zamanda, gelenek­


sel ahlakın "ödev", "hakikati söyleme", "söz verme"
vb. gibi kavramlar üzerinde gıcırdayan binasını mantık
ve "akla" dayalı bir ahlakla desteklemeye çalışan, Ahlak
Metafiziğinin Temellendirilmesi ( Grundlegung) gibi yoru­
cu isimler verdiği kuru ve yoğun çalışmaları seri bir şe­
kilde üreten Immanuel Kant (1724-1804), maaşlı çalışan
ilk akademik filozoflardan biriydi. Bu, tam da Platon'un
onca yıl önce yapmaya çalıştığı şeydi. O da Platon gibi,
"sonuçların" filozofların hesabında yer alması gerektiğini
söyleyenlere hiç kulak asmıyordu.

469
Ahlaki paradokslar: Etikte, burada bahsettiğimiz "va­
gon ikilemleri" gibi "paradoks" oluşturan durumlarla il­
gili sayısız tartışma vardır. Paradokslar etik problemlerin
ekmek teknesidir.

Özellikle, pek çok "ikilem" yeniden düzenlenerek


paradoks haline getirilebilir, asıl ilgi çeken şey bu para­
doks unsurudur. Paradoks, dar anlamıyla bir tür çelişki
veya mantıksal imkansızlık olarak tanımlanabilir. An­
cak Willard Quine gibi keskin mantıkçılar dahi, makul
görünen tüm argümanların kabul edilemez sonuçlara
götürdükleri takdirde paradoksal görülebileceklerini be­
lirtmiştir (Ne yazık ki bu yolda tüm paradoksları "ger­
çeğe uygun", "gerçekdışı" ve "çatışkı paradoksları"
olmak üzere özel icat ettiği üç yeni kategoriye ayırır.).
Başka paradoksal "ahlak problemleri" de vardır; bun­
ların sonuçları öyle kötüdür ki en baştaki varsayımlar
şüphe uyandırır.

Bununla birlikte, insanlara ait seçimlerin farklı yön­


lerine odaklandığından dolayı "ikilem" kavramı etik
bulmacalar bağlamında daha çok bilinir. Seçim etiğin
özüdür. Örneğin, Judith Thompson'un kaçırılan masu­
mun "yaşam desteğine" ihtiyaç duyan ünlü kemancısı
bir paradoks olarak görülebilir; konuya getirilen iki zıt
yaklaşımın uzlaşması mümkün değildir. Birinciye göre,
yapabiliyorsak başkalarının hayatını kurtarmak üzere
elimizden gelen her şeyi yapmalıyız; ikinciye göre ise
kimse başkalarının çıkarları uğruna herhangi bir şey
yapmaya zorlanmamalıdır. "Filika" senaryosu (İkilem
1 ve 2) da iki zıt görüş veya "makul görünmekle birlik­
te kabul edilemez sonuçlar doğuran bir mantık zinciri"
ortaya çıkaracak şekilde yeniden düzenlenebilir. Örne­
ğin:

470
Filikada beş kişi var.
Dörtten fazla kişi binerse filika batar.
Filika batarsa herkes boğulur.
Herkesin boğulması bir kişinin boğulmasından daha
kötüdür.
Dolayısıyla, bir kişi filikadan atılmalıdır.

Yukarıdaki gibi bir akıl yürütme, " ahlaki paradoks­


lar" için uygun bir tanım olabilir.

Aldo Leopold ( 1 8 87-1 948) kuşbilim ve doğa tarihiyle


ilgileniyordu ve ormancılık bölümünden mezun olmuştu.
Bugün Amerika'da doğal hayatı koruma çalışmalarının
babası kabul edilir. Birkaç İkilem'de (özellikle 83-86)
bahsedilen görüşleri şöyle özetlenebilir: İnsan yiyen kurt­
lar iyidir, insanlar kötüdür ve kurtları yiyen insanlar biraz
daha az kötüdür. Leopold kontrol edilemeyen bir yangın
esnasında komşularına yardım ederken hayatını kaybet­
miştir, uygun mu değil mi siz karar verin.

Aristoteles (M. Ö. 3 84-322), çoğunlukla Batı felse­


fesinin gerçek "babası" olarak görülür ve bu ismin etik
derslerinden daha çok saygıyla anıldığı başka bir yer yok­
tur. Eudemos'a Etik ve Nikomakhos'a Etik eserleri Aris­
toteles'in görüşlerini ana hatlarıyla ortaya koyar. Burada
"Başka her şeyi olsa da, dostları olmadan kimse yaşamak
istemez", diye bilgece konuşur. Sıklıkla Aristoteles'e atfe­
dilen diğer öğretiler, özellikle kişilerin " işlevlerini" yerine
getirmesi, "erdemlerin" geliştirilmesi ve istenmeyen iki uç
arasındaki "altın orta yolun" bulunması gibi düşünceler
elbette çok daha eskiye dayanır. Aslında Platon, bu fikir­
leri daha kuvvetli bir biçimde öne sürer.

471
Bununla birlikte, Aristoteles ve Platon arasındaki en
önemli fark Nikomakhos'a Etik eserinde yer alır. Aristo­
teles burada, terimlerin "geleneksel kurallar" olarak nasıl
kullanıldıklarını tespit etmek üzere "doğru ve yanlış" kav­
ramlarına dair popüler anlayışları inceleyerek başlar (İki­
lem 4). Platon bu tür bir yaklaşımı açıkça küçümsemek­
tedir. Thomas Hobbes da Aristoteles'i yolundan saptıran
yöntemin bu olduğunu söyler; etiğin zeminini "insanların
zevklerinde" arayarak hiçbir kuralın yer almadığı ve doğ­
ru ile yanlış arasında hiçbir ayrımın bulunmadığı bir ölçü
seçmiştir. Hobbes'a göre bu doğrudur.

Bentham'a ( 1748-1832) göre ise dünya iki büyük


kuvvet arasında bölünmüştür. Bunlardan birincisi hazzı
aramak, ikincisi de acıdan kaçınmaktır. Ahlak ve Yasa­
manın //keleri ( 1 78 1 ) eserinde şöyle yazar:

Doğa, insanı iki büyük efendinin yönetimine vermiştir:


acı ve haz. Bunlar bize yön gösterir ve ne yapacağımızı be­
lirler. Tahtlarının bir tarafına doğru ve yanlış standardı, di­
ğer tarafına da etki-tepki zinciri bağlanmıştır. Yaptığımız,
söylediğimiz, düşündüğümüz her şeyde bizi yönetirler.

Bentham buradan hareketle, birinciyi maksimize et­


mek ve ikinciyi en aza indirmenin daha iyi olacağını, tüm
diğer kaygıların önemsiz olduğunu düşünür. Bu düşünce
daha sonra "fayda ilkesi" olarak adlandırılmıştır ve Je­
remy Bentham'ın yazıları faydacılığın en saf halini sunar.
Bentham, hak ve ödevlerin yararlı kurgular olarak top­
lumsal açıdan arzu edilen rollere sahip olabilecekleri gö­
rüşüne kapıyı açık bıraksa da, bu doktrin hiçbir hak veya
ödeve yer bırakmaz.

İş etiği ciddi bir iştir; bu yüzden en azından İkilem 87


ve 88'de yer alan ve Adam Smith'e ithaf edilen düşün-

472
ceyle ilgili olarak konuya yer verdik. Ekonomiden biraz
jargon ödünç alarak yapacağımız bir tanıma göre, mik­
ro-işletme etiği, ticari işletmelerin doğru ("adil " ) bir şe­
kilde yönetilmesine ve organize edilmesine bakar: İş uy­
gulamaları, istihdam konuları, yönetim "tarzları", mali
muhasebe ve benzerlerinin yanında bunların işletmelerin
tedarikçiler ve çevreyle ilgili olarak verdikleri kararlar
üzerindeki etkileri de kapsam dahilindedir. Böyleyse,
"makro-iş etiği" olarak adlandırabileceğimiz disiplin de
özgür irade, rasyonalite ve insan haklarının gerekleri gibi
mefhumları, faydacılığın bir türü olup dünyayı mümkün
olduğunca çok kişiyi "tatmin edecek" şekilde düzenleme
girişimi anlamına gelen Pareto dengesi ile kıyaslayarak
ele almalıdır.

İkincil zarar ve Çift Etki Doktrini: Yakınlarda "orta­


dan kaybolan" ABD'li siyaset bilimi profesörü Robert
Elias'a göre, 20. yüzyılın ikinci yarısında ABD'nin mü­
dahil olduğu özgürlük savaşları, çoğunluğu sivil olmak
üzere çok sayıda ölüme neden olmuştur.

Nikaragua: 30.000 ölü


Brezilya: 100.000 ölü
Kore: 4 milyon ölü
Guatemala: 200.000 ölü
Honduras: 20.000 ölü
El Salvador: 63.000 ölü
Arjantin: 40.000 ölü
Bolivya: 10.000 ölü
Uruguay: 1 0.000 ölü
Ekvator: 10.000 ölü
Peru: 10.000 ölü
473
Irak: 1,3 milyon ölü
İran: 30.000 ölü
Sudan: 8-10.000 ölü
Kolombiya: 50.000 ölü
Panama: 5.000 ölü
Japonya: 140.000 ölü
Afganistan: 10.000 ölü
Somali: 5.000 ölü
Filipinler: 150.000 ölü
Haiti: 1 00.000 ölü
Dominik Cumhuriyeti: 10.000 ölü
Libya: 500 ölü
Makedonya: 1.000 ölü
Güney Afrika: 1 0.000 ölü
Pakistan: 10.000 ölü
Filistin: 40.000 ölü
Endonezya: 1 milyon ölü
Yunanistan: 10.000 ölü
Kamboçya: 1 milyon ölü
Angola: 300.000 ölü
Grenada: 500 ölü
Kongo: 2 milyon ölü
Mısır: 1 0.000 ölü
Vietnam: 1 ,5 milyon ölü
Şili: 50.000 ölü

Yakınlarda Irak'ın işgaliyle (2002) bu listeye yaklaşık


500.000 kişi daha eklenmiştir.
474
Çevre etiği veya en azından geleneksel çevre etiği an­
layışı, insanların "çevrede" meydana getirdikleri değişik­
liklere ve bunların insanların yararına olup olmadığına
bakar. "İklim değişikliği", "ozon tabakasının delinmesi",
nehirlerin, denizlerin ve havanın kirlenmesine ilişkin kay­
gılar esasen insan-merkezcidir. Yaşam alanlarıyla birlikte
hayvanları ve bitki türlerini yok etme eğilimimiz çoğun­
lukla insanın yaşayacağı kayıplar cinsinden ifade edilir:
Ya şu veya bu bitki kansere çare olacaksa? Artık kafes­
lerde dahi hiç panda göremeyeceğimizi bilseydik nasıl
hissederdik? Diğer etikçiler ise, tam olarak kavrandığı
takdirde bencilliğin yalnızca diğer insanlara değil, tüm
yaradılışa saygı duymaya yönelteceğini belirtiyorlar. Her
iki durumda da, çevre etiği aynı insan bencilliğini en az
diğer etik türleri kadar ilgilendiriyor.

"Derin Ekolojistler", doğanın ehlileştirilmesini "iyi"


gören ve vahşi doğanın tehlikeli veya basitçe rahatsız edici
faaliyetlerinin "kötü" olduğunu düşünen insan perspek­
tifini terk etmemiz ve bizim için iyi olanın doğa için iyi
olmayabileceğini, "özgürlük ve otonomi" gibi kavramları
ırmaklara ve hayvanlara, "diğerlerine saygı" ilkesini de
ağaçlara ve ormanlara uygulamaya başlamamız gerekti­
ğini savunuyorlar.

Endişe çemberimizi çevreyi de içine alacak şekilde ge­


nişletmenin ilk adımı hayvanların menfaatlerini düşün­
mek olacaktır ve buradaki pek çok sorunun hayvan hak­
larıyla ilgili olmasının nedeni de budur. Yaşam alanlarının
kirlenmesi; nehirlerin kanalizasyon atıklarıyla dolması,
havanın sanayi kaynaklı zehirli parçacıklarla kirlenmesi
ve denizlerin tarım atıkları yüzünden ölmeye başlaması
ile fark edilmesi daha zor olan diğer değişikliklerin hep­
sinden, önce hayvanlar etkilenecektir. İkincisi, yedikleri­
miz çok önemli, yakıcı ve temel bir konudur. Tavırlarımız

475
ve yaşama yaklaşımımız bu temel ihtiyacın karşılanma­
sıyla belirlenir. "Koyu Yeşillerden" Paul Callicott'un de­
diği gibi, " Yemekten daha candan, yaşama bağlılığı daha
çok simgeleyen ve daha gizemli bir şey yoktur."

Descartes ( 1596-1650), geleneksel düşüncenin yanlış­


larına işaret ederek, bunun yerine ahlak düşünürleri için
çok önemli olan " şüphe yöntemini" önerdi. Tanrı'nın
yokluğunu düşünmenin saçmalığı ve "Düşünüyorum
öyleyse varım." dediği ünlü kavrayışı kendi şüphelerini
hafifletmişti. Rene Descartes, bu mütevazı başlangıcın ar­
dından çok kısa sürede dünyada yalnızca iki şeyin - zihin
ve madde - var olduğuna ikna olmakla kalmadı, zihnin
rasyonel tümdengelim yoluyla maddeyi incelemesi gerek­
tiği sonucuna ulaştı. Fakat bu, aynı zamanda burada ele
aldığımız pek çok ahlak ikileminin de kaynağı oldu.

Faydacılık, en çok mutluluk (veya haz) getiren eyle­


min doğru eylem olarak görüldüğü doktrindir. Genellik­
le 1 8. yüzyılda yaşayan Jeremy Bentham'a atfedilse de,
Platon'un Protagoras diyaloğunda da izini sürmek müm­
kündür. Burada, acı karşısında hazzı ölçüp tartabilmeye
ihtiyaç olduğu öne sürülür; "hedonik hesabın" ilk örnek­
lerinden biri olduğu söylenebilir (Hedone, Yunancada
haz anlamına gelir. Davranışlarını hazzın yönlendirdiği
kişilere "hedonist" deriz. ). Bunun karşısında, Speusip­
pus'a göre, haz (ve acı) aynı madalyonun iki yüzüdür ve
bu madalyon özünde kötüdür.

G. E. Moore (1873-1 958) diğer filozofları "natüralist


mantık hatasına" düşmekle, yani doğru ve yanlışın doğa­
da var olduğunu düşünmekle suçlamıştır. Moore'a göre
ahlaki değerler ancak mantıkla veya sezgi yoluyla türeti­
lebilir. Doğada "doğru" veya "yanlışa" yer yoktur. Bun­
ların hepsini "sanatın" ve "aşkın'', doğa-dışı dünyanın

476
belirleyici değerleri olması gerektiğini ilan ettiği Principia
Ethica ( 1 903) adlı büyük eserinde ortaya koymuştur.

Haklar: Bugünlerde hayvan hakları, insan hakları, ka­


dın hakları, ağaç hakları (bkz. İkilem 94) gibi pek çok
hak vardır. Fakat hiçbirinin pek değeri yoktur. Kimse bu
değerler üzerinde anlaşamıyor. Filozoflar, yalnızca "ger­
çek" hakların ne olduklarını saptamak için binlerce yıldır
uğraş veriyorlar. Fakat belki de sadece tek bir temel hak­
kın, kendini karnına hakkının olduğunu söyleyen Tho­
mas Hobbes bunu başarmaya en çok yaklaşan kişiydi. Bu
haktan "sessiz kalma hakkı" ve hatta savaşta firar hakkı
gibi çeşitli haklar da türetmiştir; ancak ikincisi zaten yete­
rince problemlidir.

Hippokrates (yak. M. Ö. 450) oldukça erken bir dö­


nemde, epilepsi ve diğer hastalıkların kötü ruhlar veya
kızgın tanrıların işi olmayıp doğal nedenlerden kaynak­
landığını savunan bir hekimdi. "Tıbbın babası" ve " sa­
natının en bilge ve en usta kişisi" olarak anılagelmiştir.
Kos Adası'nda doğan Hippokrates, yaşamın kutsallığı­
nı öğreterek diğer hekimleri en yüksek etik standartla­
ra bağlı kalmaya çağırmıştır. Tedavi etmek ve öldürmek
arasında ilk kez tam bir ayrım yaptığından dolayı, Hi­
pokrat yemini bir dönüm noktası olmuştur. Yeminde
şöyle denir:

Hekim Apollon, Asklepius, üzerine yemin ederim


ki . . . Yeteneğim ve hakimiyetim ölçüsünde hastalarımın
iyiliği için tedaviler uygulayacağım ve asla kimseye za­
rar vermeyeceğim. İsteyen hiç kimseye zehir vermeyece­
ğim ve bunu tavsiye etmeyeceğim.

Burada ötenaziye destek yoktur. Benzer bir tonda şöy­


le devam ediyor: " Bir gebe kadına çocuk düşürmesi için

477
ilaç vermeyeceğim." Tıp, Hippokrates ile uzmanlık ge­
rektiren işlerin ilk örneği olarak ortaya çıkmıştır.

Hume ( 17 1 1-76) etik konusunda tam bir dümenciydi.


"Bu bir duygu nesnesidir, aklın nesnesi değil! " diye alay
eder. insan Doğası Üzerine Bir İnceleme ( 1 740 ) eserinde
şu uyarıda bulunmuştu: "Bir eylemin veya kişinin kötü
olduğunu söylediğinizde, bunu düşünmenin doğanız iti­
bariyle sizde bir suçlama hissi veya duygusu uyandırdı­
ğından başka bir şey söylemiş olmazsınız." Kötülük ve
erdem, şeylere atfettiğimiz özelliklerden ibarettir; bu an­
lamda tıpkı renkler gibidirler. Hume şöyle devam eder:

Bu akıl yürütmelere önemli olabilecek bir gözlemimi


eklemeden geçemeyeceğim. Bugüne kadar karşılaştığım
her ahlak sisteminde şunu görüyorum: Yazar, bir süre sı­
radan bir akıl yürütmeyle ilerleyerek Tanrı'nın varlığını
temellendirir veya insana dair konular hakkında bazı göz­
lemlerde bulunur; ne var ki, bir anda, neyin olup olmadı­
ğına dair sıradan önermeler ve bunlar arasındaki ilişkiler
yerine, hemen her önermenin neyin yapılması gerektiği ve
gerekmediğiyle ilgili hale geldiğini görüp şaşıyorum. Bu de­
ğişim ne kadar belli belirsiz olsa da, yol hep buraya çıkar.

(III. Kitap, "Ahlak Üzerine," 1. Kısım)

I Ching ya da Değişimler Kitabı (yak. M. Ö. 3000),


dünyanın en eski felsefi metnidir ve derinlemesine etik
içerir. Özünde bir yaşam rehberidir. Orijinali, bozuk para
veya civanperçemi sapları havaya atılarak rastgele oluştu­
rulan sekiz (daha sonra altmış dört) "altı köşeli yıldızdan"
oluşuyordu. 3.000 yıl kadar önce yazıya geçirildiği düşü­
nülen bu metin, o zamandan beri Çin imparatorları, Çinli
generaller ve "devlet adamları" için bir başvuru kayna­
ğıdır. Konfüçyüs, Değişimler Kitabı'nı " Beş Klasik" ara­
sında saymıştır ve kitap bu övgü sayesinde M. Ö. 3. yüz-
478
yılda yaşanan büyük çaplı kitap yakma faaliyetlerinden
kurtulmayı başarmıştır. Çin felsefesinin diğer örnekleri bu
olaylarda büyük ölçüde yok olmuşsa da Antik Yunanlılar
arasında (kılık değiştirerek) tekrar ortaya çıkmışlardır.

İslam (M.S. 700 ve sonrası) küresel bir dindir. Nere­


deyse her yedi kişiden biri - yetmiş beş ülkede 800 milyon
kadar insan - Müslümandır ve İslam günümüzde dünya­
da en hızlı büyüyen dinlerden biridir. 7. yüzyılda Arap­
lar arasında ortaya çıktıktan sonra, bir yüzyıl içerisinde
Roma İmparatorluğu veya Aristoteles'in maceraperest
öğrencisi Büyük İskender'in imparatorluğundan daha bü­
yük bir alanı yönetir ve düzenler hale gelmiştir. "İslam"
Allah'a "teslim olmak" anlamına gelir; Allah'tan başka
tanrı yoktur ve Muhammed onun elçisidir. İsa da öyledir.
Her Müslüman, günde beş kez yüzünü Mekke'ye döne­
rek inancını ifade eder.

Müslümanlar Kuran'a büyük saygı gösterir çünkü


Kuran Tanrı'nın sözüdür, değiştirilmemiştir ve İncil gibi
önceki vahiylerin yerine gönderilmiştir. Kumar oyna­
mayı, hayvan kanı içmeyi, pagan tanrılarına ve putlara
kurban sunmayı, alkolü, domuz ve leş yemeyi yasaklar.
Cehennemdeki cezayı ve cennetteki ödülü uzun uzun an­
latır. "Şeriat" ya da "İslam hukuku" acımasızdır ve kula­
ğa barbarca gelir. Müzmin hırsızların eli kesilebilir; evlilik
öncesi seks yapanlara alenen 1 00 kırbaç vurulur ve zina
yapanlar ölümle yüz yüze gelebilir. Ne var ki tüm bunlar,
Peygamber'in hayatıyla uyuşmuyor. Anlatılana göre, ken­
disi bir öğleden sonra uyanıp hırkasının üzerinde küçük,
hasta bir kedinin uyuduğunu görür. Kediyi rahatsız etmek
istemediği için hırkasının köşesini kesmiştir.

İslam ahlakı, yaşama oldukça kapsamlı bir yaklaşım


getirir; bireysel ve toplumsal hayatın tüm yönlerini içine

479
alır. Maddi ve manevi, fiziksel ve zihinsel, dinsel ve politik
ayrımı yoktur. En küçük eylemler dahi tanım gereği dini
liderler olan etik uzmanların rehberliğine tabi görülür.
Neyse ki, böyle totaliter bir doktrinin pratikliğini sağla­
mak için İyi (Hasan) ve Kötü (Qibih) şeyler zorunlu, öne­
rilen, izin verilen, yasaklanmış veya onaylanmayan gibi
kategorilere ayrılmıştır ama pek çok kararda belirsizlik
söz konusudur. Yoksullara, yaşlılara, yetim ve öksüzle­
re sadaka vermek farzdır; toplam mal varlığınızın yıllık
%2,5 oranında zekat vermek de farzdır. Kadınlara nasıl
davranılacağı ise Kuran'da muğlak bir konudur.

Muhammed, takipçilerinden "onları karınlarında ta­


şıyanlara" karşı saygılı olmalarını istemiş ve Müslüman
kadınlara medeni haklar ve mülkiyet hakları vermiştir.
Arap dünyasında halen devrim niteliğinde bir adımdır bu.
"Kara çarşaf" veya türban, Kuran'ın zorunlu kıldığı bir
uygulama değildir; Muhammed'in ölümünden yüzlerce
yıl sonra ortaya çıkmıştır (İronik bir şekilde, bazı akade­
misyenler eşarpların 5.000 yıl önce doğurganlık ritüelleri
kapsamında gerçekleştirilen cinsel münasebetten sorum­
lu rahibeler tarafından takıldığını düşünüyor.). Kadınla­
ra yalnızca giyimlerinde "mütevazı" olmaları emredilir.
Batılıların kadınlara verilen bu rolü baskıcı ve pek arzu
edilmeyen bir rol olarak görmemeleri zorsa da, İslam'ın
kadınlara üstün ve saygıdeğer bir rol biçtiğini savunan
kadınlar da vardır.

Kölelik: Günümüzde kiliselerin insan haklarının ve


doğmamış çocukların korunması, başka ülkelerdeki in­
san hakkı ihlallerinin sona erdirilmesi gibi konularda
çağrı yaparak toplumsal değişimin öncüsü gibi hareket
ettiğini görüyoruz. Fakat bu her zaman böyle değildi.
Kadın hakları ve kölelik gibi konularda din, toplumsal
ilerlemenin önüne taş koymuştur. Eski günlerde Kilise,
480
köleliği hiçbir zaman ahlaki bir kötülük olarak görme­
miştir. Virginia, Güney Carolina ve diğer güney eyaletleri
bilhassa köleliği destekleyen kararlar almışlardır. İnsanla­
rın köleleştirilmesi "kutsal atama" yoluyla gerçekleşen, "
"kutsal" bir kurumdu ve "ahlakdışı değildi", " haklı bir
temele dayanıyordu". Yeni Ahit'in pek çok pasajında kö­
lelere itaat ve hizmet etmeleri için mesaj verilir. İsa'yı an­
latan mesellerin çoğu kölelere atıfta bulunur ve Paulus'un
Philemon'a yazdığı ünlü mektupta ise, hiç yanlış anlaşıl­
maya yer bırakmayacak şekilde, firar eden bir kölenin sa­
hibine geri götürülmesi gerektiği söylenir. "Sana sığınan
köleyi efendisine teslim etmeyeceksin." diyen Tevrat'ın
Beşinci Kitabı'nı ayrı tutarsak, köleliğin kaldırılmasını sa­
vunanlar köleliğin ahlakdışı olduğunu ortaya koyarken
İncil'den başka kaynaklara başvurmak zorundadır. Bu,
referansını dinden alanlar için bir uyarıdır.

Gerçekte, Avrupalılar yalnızca köle tüccarı olmamış­


lardır; belki milyonlarcası köleliği yaşamıştır. Ortaçağ'da
Akdeniz'de cirit atan Müslüman korsanlar, özellikle İtalya
ve Yunanistan kıyılarını yağmalayıp "Hıristiyanları" ya­
kalayarak onları daha sonra Kuzey Afrika'da satıyordu.
Yine de, Avrupa'daki kölelikten farklı olarak bu köleler
"tam insan" gibi görülüyordu ve bu tutsakların yeni efen­
dilerine yeterince ödeme yapıldıktan sonra özgür bırakıl­
ması hem mümkün, hem de arzu edilen bir durumdu.

Bununla birlikte, kölelik asla tarihte kalmış bir olgu


değildir. Örneğin, yeni binyılın başında yalnızca Nijer'de
resmi rakamlara göre 43.000 köle bulunuyordu. Bunlar
savaş tutsaklarının torunlarıydı ve bu statüyü bildiren bi­
lezikler takmak zorundaydılar. Elbette karşılığında hiçbir
şey almadan efendileri için çalışmanın yanında sıklıkla
hadım ediliyor veya zorla evlendiriliyor, aileleri efendilerin

481
keyfine göre parçalanıyordu. Yalnızca "artıkları" yiyebili­
yorlardı. Doğal olarak çocukları da köle doğuyordu.

Bu uygulama 7. yüzyıldan beri Sahra Altı Afrika'da ol­


dukça yaygındır ve birkaç örnek vermek gerekirse, Mori­
tanya, Mali ve Çad'da halen devam etmektedir. Ne mutlu
ki, 2004 yılında Nijer'de "İslam'a uygun olmadığı" ilan
edilerek yasadışı ilan edilmiştir ve ağır cezalara tabidir.

Mitler: Yunan kültürünün mitlere dayalı bir geleneği


sözüm ona rasyonel bir gelenekle değiştirdiği söylenir.
Fakat Against Method eserinin yazarı Paul Feyerabend'e
göre durum hiç de öyle değildir. Geleneksel olarak, Platon
ve diğer filozofların mitlere yalnızca bir şeyleri betimle­
mek için döndükleri, argüman geliştirme amacı gütme­
dikleri düşünülür. Ne var ki mitlerin temaları zaman­
sızdır; insanlar ve tanrılar, doğa ve doğaüstü arasındaki
sınırlarla ilgilidir. Sınırlar ise filozofları bulacağımız yer­
lerdir, bazıları onları "duvarda otururken" bulacağımızı
da ekleyebilir.

Mülteciler: BM Mülteciler Anlaşması kapsamında,


baskılardan kaçan insanlar 1 9 51 yılından beri bu anlaş­
maya taraf olan herhangi bir ülkeye "iltica" başvurusun­
da bulunabiliyor. Fakat önce oraya gitmeleri gerekiyor.
İmzacı ülkelerin "yasadışı" yollardan ülkelerine girenle­
ri durdurmak için bu kadar ayrıntılı savunma mekaniz­
maları geliştirmekle meşgul olmalarının nedeni de bu­
dur. Yine de, pek çok insan anlaşmanın öngördüğü gibi
baskılardan kaçıyor olsa da, doğrudan yoksulluk veya
işsizlikten dolayı bu yola girenler de vardır. Anlaşma gel­
dikleri ülkelere sınırdışı edilebilen ekonomik mültecilerin
alınmasını şart koşmadığından, bir tür göç oyunu ortaya
çıkmıştır. Mülteci statüsü bu oyunda hem cazip görülür,
hem de kıskanç bir şekilde korunur.

482
2001 yılı BM rakamlarına göre mülteci olduğu kay­
dedilen 22 milyon kişinin büyük çoğunluğu, mültecilerin
kaçtığı Irak ve Afganistan gibi ülkelerin komşusu olan
Pakistan ve İran gibi görece yoksul ülkelerde bulunuyor­
du. Aynı yıl, dünyanın en zengin dokuz ülkesi ise bin bir
zahmetle toplamda 100.000 kadar mülteciye kapı açtı.

Nietzsche ( 1844-1900) ahlak karşıtıydı; ahlakı daha


çok zararlı bir eğilim, bir tür zayıflık olarak görüyor­
du. Bunun yerine, büyük adamların (erkek olmalıydı)
"iyi olmak" (her şeyi kapsayacak şekilde) şöyle dursun,
"sorumluluk", "ödev", "acıma" gibi kasvetli nosyonlar
tarafından engellenmeden gücünü sonuna kadar kullan­
dıkları "anti-ahlakı" savunuyordu. Ecce Homo eserinin
sonunda şöyle yazar:

İyi insan konsepti genel olarak zayıf, hasta, kötü bün­


yeli, kendinden mustarip, yok olması gereken her şey
kullanılarak inşa edilmiştir. Seçilim yasası ihlal edilmiş;
kendiyle gurur duyan, iyi bünyeli, yaşamı olumlayan ve
gelecekten emin olmanın yanında geleceğin garantisi olan
insana karşı bir ideal oluşturulmuştur.

Fakat Nietzsche o kadar da orijinal değildi. Kuramı


Hıristiyan ahlakına bir saldırıdan ibarettir ve ondan
önce başkaları da (özellikle Thomas Hobbes) gücün bir
anlamda hak olduğunu gözlemlemişti. Tüm diğer değer­
leri "aştığını" borazan çalarak ilan eden garip düzyazı
tarzı, radikalliğini abartmaktadır çünkü geleneksel de­
ğerleri tersine çevirmekten öteye gidememiştir. Benzer
şekilde, kendi hayatının da katliam ve yıkımla dolu,
Dionysos'a yaraşır bir cümbüş olacağına ant içmişse de
biraz daha kasvetli ve dinamizmi düşük bir hayatla ye­
tinmek zorunda kalmıştır. Her şeye rağmen Nietzsche,
etiğe mutaassıp ve "gülücüklerle" yaklaşan diğer anla-

483
yışa bir alternatif getirmesi açısından felsefeciler için ya­
rarlı bir kaynaktır.

Platon (M.Ö. 427-347): Platon'un Sokrates ve başka


Atinalılar arasındaki tarihi konuşmaları kaydeden diya­
logları, "etiğin" normal şartlarda girebileceği alanlardan
çok daha geniş bir yelpazede yer alır. Fakat "İyi ideasını"
ne kadar yücelttiği ve mağara metaforu (Her ikisi de Dev­
let eserinde yer alır.) göz önüne alındığında, etiğin Platon
için merkezi bir konu olduğu görülebilir. Nitekim her
zaman etiğe geri döner. Zincirlenmiş tutsaklar yalnızca
perişan, sefil yaşamlarına iyinin bilgisinden yayılan ışıkla
aydınlanma fırsatı verdiklerinde "özgür kalabilirler".

Psikoloji: Psikologlara göre ahlaki davranışlar (böy­


le adlandırırlar) dört nedenden kaynaklanır: 1 ) Sosyal
grubun diğer üyelerini memnun etmek (veya gücendir­
mekten kaçınmak), 2) Vicdanımızın telkinleri, 3) İyi
davranışların ödüllendirildiği ve kötü davranışların ceza­
landırıldığı iyi bir yetiştirme sürecinden geçmek ve son
olarak 4) Rasyonel (Sokratik) bireyin iyi davranışların
dünyada yaşamanın en iyi 'yolu olduğunu düşünmesi­
dir. Yapılan çalışmalar görevlerini ihmal etme eğiliminde
olanlarla olmayanların ifade ettikleri ahlaki düşünceler
arasında pek bir fark bulamamıştır. Bir fark varsa, ihmal
etmeye eğilimli olanlar "kötü " davranış olduğunu dü­
şündükleri şeylere karşı daha tahammülsüz olmalarıdır
belki ( Bazı psikologlar "kötü davranışların" güçlü vicda­
nın bir sonucu olduğunu söylüyor.) . Böyle bir uyumsuz­
luk en uç noktada bir sinir krizi ile sonuçlanabilir; Sok­
rates'in yanlış şeyler yapanlar için bu denli üzülmesinin
sebebi de buydu.

Pythagoras (M.Ö. 570-470): Pythagoras, Samos ada­


sında doğmuştu. Yalnızca müzik, astronomi, metafizik,

484
doğa felsefesi, politika ve teolojiye önemli katkılar yap­
makla kalmadı; Batı dünyasına reenkarnasyon, cennet
ve cehennem kavramlarını getiren ilk kişiydi ve bu öğ­
retilerin kendisine Tanrı'dan geldiğini söylüyordu. Tiran
Polikrates tarafından yıkıcı faaliyetlerle suçlandıktan
sonra İtalya'ya giderek vejetaryenlik, yoksulluk ve iffeti
temel alan bir felsefe okulu ile manastır hayatı yaşayan
bir topluluk kurdu. Pythagorasçıların menüsü tatlı gev­
rekler, darı veya arpa ekmeği ile sebzelerden oluşuyor­
du. Pythagoras, yakaladıklarını denize bırakmaları için
balıkçılara para veriyordu ve hatta bir keresinde vahşi
bir ayıya arpa ve meşe palamudu yemesini, insanlara sal­
dırmaktan vazgeçmesini salık vermişti. Hayvanların yanı
sıra ağaçlara da saygı gösteriyordu ve zorunlu olmadıkça
ağaçların kesilmesine karşıydı. Daha küçük bitkileri de
gözetirdi: Bir gün fasulye tarlasından geçmemesi için bir
öküzü uyarmıştı.

Pythagoras'tan önce uzun bir süredir bilinen ünlü


"Pythagoras teoreminin" asıl önemi çıkarım yönteminde
yatar. Pythagoras (Menon ile Sokrates arasındaki konuş­
mada Platon'un meşhur ettiği şekilde), dünyanın insan
aklına dayanarak incelenebileceği ve açıklanabileceğini,
doğa yasalarının yalnızca düşünce yoluyla çıkarsanabile­
ceğini göstermiştir. Pythagorasçıların matematik sayesin­
de kusursuz gerçekliğe, tanrılar alemine adeta bir anahtar
deliğinden bakabileceğimizi düşünüyorlardı. Onlara göre
bizim dünyamız bu gerçek dünyanın kusurlu bir yansı­
masıydı ve bu saf, bozulmaz ve kutsal alemin karşısında
bozulmaya meyilli, maddi alem bulunuyordu. Ne yazık
ki insan ruhu bu maddi alemde "mezara" konulmuş gibi
sıkışıp kalmıştı.

Smith Adam (1723-90), bilinenden çok daha radikal


bir filozoftur. Platon ve John Locke gibi daha önceki dü-
485
şünürler toplumun özgecilik veya en azından bencilliğin
bastırılması temeline dayanması gerektiğini düşünürken
(Niccolô Machiavelli ve Thomas Hobbes da bu düşünceyi
paylaşır), Smith toplumun daha büyük ve insanı aşan bir
kuvvet olan ekonomi tarafından belirlendiğini savunur.
Sağcı politikacılar arasında hala popüler olan Ulusların
Zenginliği ( 1 766) ve Ahlaki Duygular iki büyük eseridir.
Etiği toplumsal gelenek olarak gören yaklaşımıyla, Ahla­
ki Duygular eserinde bayrağını dostu ve İskoç hemşerisi
David Hume'un diktiği göndere çekmiştir. Smith'e göre
ahlaki kimlik ve hatta tüm ahlaki davranışlar toplumsal
etkileşime dayanır ve ötekilerin gözlemlenmesinden kay­
naklanır. Bununla birlikte, ekonomik kuvvetler kontrol
edilmese de, "adalet" hükümetlerin kilit görevi olarak
düşünülür.

Voltairc ( 1694-1778): François-Marie Arouet Volta­


ire, felsefi hayatı boyunca çeşitli aşamalardan geçmiştir.
Bir noktada, Isaac Newton'ın yolundan giderek dün­
yanın mümkün dünyaların en iyisi olarak, tanrısal bir
düzene sahip olabileceğini varsaymıştır. Dr. Pangloss da
böyle söylerdi. Fakat yaşlı Voltaire daha karamsardı ve
Newton'ın evren görüşü üzerinde çalışarak evrenin dev
bir makine olduğunu ve içindekilerin hapı yuttuklarını
düşündü. Bu görüşe "pesimist fatalizm" de denir (ve ke­
sinlikle öyledir). Ne mutlu ki bu geçici bir dönemdi ve
hayatının sonuna doğru küçük ve aydınlık bir açıklık
keşfederek hasmane ve tanrısız bir evrende dahi küçük
pozitif eylemlerde bulunabileceğimizi söyledi.

Yalan söylemek (hilebaz aşıklar için birkaç yalan


daha): Yalan söyleme ve sözünden dönme felsefesinde en
büyük ilerleme, Jacques Derrida ve "post-modernist" diye
adlandırılan diğerlerinin "dile" uyguladığı yapıbozum sa­
yesinde kat edilmiştir. Derrida'ya göre "aşkın logos" yok-

486
tur; bu da "doğru ve yanlış" şöyle dursun, "hakikat" diye
bir şeyin de olmadığını söylemenin dolambaçlı bir yolu­
dur. Bu post-modern, "değerlerden arınmış" bir etiktir ve
bu yüzden etik değildir.

Fakat değerlerden arınmış yaklaşım pek çok yerde


yankı buldu. Örneğin, edebiyat ve tarih alanlarında çalı­
şan akademisyenler bu teoriye aç kurt gibi saldırarak bir
çırpıda yutuverdiler. Mesela "gerçekten olan" olayların
tarihiyle olaylar devam ederken yazarın uydurduğu tarih
arasında bir ayrımın söz konusu olup olmadığı tartışması
halen hararetle devam ediyor.

"Politika'', "medya" ve benzerlerine yönelik genel


kayıtsızlığın da etkisiyle, ABD'de lise öğrencileri arasın­
da yapılan anketler öğrencilerin üçte birinin sınavlarda
kopya çekmenin doğru olduğunu düşündüklerini ve ya­
rısının son bir yıl içinde bir şey çaldığını ortaya koymak­
tadır. Öğrenciler, bu davranışları için "egemen" değer
sisteminin reddini de içeren çeşitli gerekçeler buluyor ve
genellikle sistemin hoşa gitmeyen yönlerine dikkat çeki­
yorlar. Post-modern tarihçiler gibi, bir "anlatının" kendi
anlatıları üzerinde tahakküm kurmasını ve onun yerini
almasını kabul etmiyorlar. Elbette tam olarak bu ifadeleri
kullandıkları söylenemez.

487
NOTLAR VE YOLLAR

Alıntılarla ilgili notlar

Tırnak işaretleriyle filozoflara atfedilen veya blok alın­


tı halinde verilen ifadeler doğrudan yayınlanan eserlerden
alıntılanmıştır. Fakat Descartes'ın "derslerinde" olduğu
gibi, birinci tekil şahıs bağlamında da verilmiş olabilirler.
Benzer şekilde, italik ve hatta büyük harf kullanımların­
da kaynağa sadık kalmayarak istediğim gibi davrandım.
Utanç verici. Neyse, aşağıda alıntıları, referansları ve kay­
nakları izlemek için temel notlarla birlikte birkaç ipucu
daha bulacaksınız.

ileri!

ilk nükleer savaşla ilgili daha fazla ayrıntı şu kaynakta


bulunabilir: Robert Lifton ve Greg Mitchell, Hiroshima
in America: Fifty Years of Denial (New York, 1 995) ve
William Laurence, Dawn Over Zero: The Story of the
Atomic Bomb (New York, 1 946).

1 ve 2, Filika

Garret Hardin'in teorisi, BioScience dergisinin 24. Sa­


yısında yayınlanan "Living on a Lifeboat" (Filikada Yaşa­
mak) ( 1974, s. 5 61-68) adlı makalede ortaya konmuştur.
Fakat "The Economics of Wilderness" (Natura/ History,

489
78 ( 1 969)) makalesinde şunu da yazar: "Bir kişinin haya­
tını kurtarmak için sergilenen büyük ve olağanüstü çaba­
lar, yalnızca insan sayısı azaldığında anlamlıdır."

3, Psikoloğun öyküsü

İkilemin tartışma kısmında bahsedilen parça, "Strange


fruit" adlı parçadır ve Billie Holiday tarafından seslendi­
rilmesi, Amerika'daki Medeni Haklar Hareketi'nin geli­
şiminde önemli bir an olmuştur. Şarkı şöyle başlar: "Gü­
neydeki ağaçlar garip bir meyve veriyor / Yapraklarında
kan, köklerinde kan var / Siyah beden güney melteminde
sallanıyor / Garip meyve çam ağaçlarından sarkıyor."
Bahsedilen resimler - pek çoğu kartpostaldır - "doğru
şeyi yapmaya koyulan sıradan insanlardan" ikisi, James
Ailen ve John Littlefield tarafından "Without Sanctuary:
Lynching Photography in America" sergisi için toplan­
mıştır.

Derek Wright tarafından kaleme alınan The Psycho­


logy of Moral Behaviour (Pelican, 1 871 ) eserinde bu tür­
den psiko-bilimsel düşünceye dair kısa bir özet yer alır.

4, Gelenek kraldır

Bu tür "kültürel rölativizm" koleksiyonlarının en kap­


samlı örneklerinden biri, 1 9. yüzyılın sonunda Harvard
Üniversitesinde görev yapan ilginç Profesör William Gra­
ham Sumner'a aittir. Bu türden öykülerle dolu olan ilk
kitabı Folkways (ilk basım 1906) bir klasiktir.

Roger Sandell tarafından kaleme alınan The Culture


Cult, Designer Tribalism and Other Essays "kültürel rö­
lativizm" üzerine çocuk kölelerle ilgili bir tartışmayı da
içeren yeni bir çalışmadır (Westview, 2002). Günümüzde
kölelik ne boyutlardadır? Uluslararası Çalışma Örgütü-

490
nün yayınladığı tahmini rakamlara göre 2002 yılında 8,4
milyon çocuk köle vardı.

5 ve 6, İnternet işlemi ve tost makinesi

Thomas Nagel'in "Ahlaki Çatışma ve Politik Meş­


ruiyet" üzerine görüşleri, Philosophy and Public Affairs
adlı derginin 1 6. sayısında ( 1987, s. 2 15-40) bir makale
şeklinde yayınlanmıştır. Mortal Questions [sic] adlı kita­
bında bu görüşleri bulmak mümkündür (Cambridge Uni­
versity Press, 1 979). Judith Wagner ise Nagel'in ahlaki ça­
tışmayla ilgili olarak ortaya attığı sorunu Ethics (Yerinde
bir isim!) dergisinin 1 0 1 . sayısında "Moral Conflicts and
Ethical Relativism" (Ahlaki Çatışmalar ve Etik Rölati­
vizm) adlı makalede (Ekim 1 990, s. 27-4 1 ) bir adım ileri
götürmüştür. "Nihai standart" üzerine Mill'den yapılan
alıntı Faydacılık eserinde bulunan "Ahlaki Çatışma­
ların Çözümü" bölümünden alınmıştır. Bertrand Rus­
sell'ın "Şüpheci Makalesi" ise "Conquest of Happiness"
(Mutluluğun Fethi) ( 1 930) adlı makaledir ve diğer alın­
tı da Eastern and Western Ideals of Happiness (Doğulu
ve Batılı Mutluluk İdealleri) ( 1 928) adlı eserde yer alır.
Phillippa Foot'un "Ahlaki Rölativizm" üzerine verdiği
dersler Relativism Cognitive and Moral (Bilişsel ve Ah­
laki Rölativizm) (University of Notre Dame Press, 1 982,
s. 1 52-66) kitabında toplanmıştır ve Bernard Williams'ın
görüşleri Proceedings of the Aristotelian Society nin 75.
'

Sayısında ( 1974-75, s. 2 15-2 8 ) okunabilir.

İkilemlerin "foyasını ortaya çıkarma" stratejisinin izi,


1 936'da yayınladığı Dil, Hakikat ve Mantık kitabı Viya­
na çevresinin zirveye ulaştığı nokta olarak görülen A. ].
Ayer'e kadar sürülebilir. Adını toplantılarına ev sahipliği
yapan şehirden alan ve Wittgenstein'ı dışarıdan katılan
bir üye olarak gören topluluk, en çok tüm felsefi tartışma-

491
ların gereksizliğini tartışmayı seviyordu. Fakat 1936 yılı,
merkezi figür Moritz Schlick'in kıskanç bir öğrenci tara­
fından vurulduğu ve başka bir Avusturyalı filozofun, Kari
Popper'ın (kutsal çevreye hiç davet edilmemiştir) özellikle
"bilime" çok fazla güvenmenin ortaya çıkardığı zayıflık­
ları ve kusurları ortaya koyduğu yıldı. Son olarak, Moritz
Schlick yine aynı yılda neyin "söylenip" neyin "söylene­
meyeceğine" dair The Philosopher dergisinde yayınlanan
çok ilginç bir makale kaleme almıştır (bkz. www.the-phi­
losopher.co. uk).

7, Yalancı

Maria'nın Kant ile yazışmaları, Kant'ın Prusya Bilim­


ler Akademisi tarafından yayınlanan çalışmalarının 1 1 .
cildinde yer almaktadır (Walter de Gruyter, Bedin, 1 922).

1 1-14, Descartes

Descartes alıntıları doğrudan Discourse on Method,


Bölüm V, s. 1 16-17' den alınmıştır. Özgür irade ile ilgili
olarak, "Determinism and the Illusion of Moral Respon­
sibility" (Determinizm ve Ahlaki Sorumluluk İllüzyonu)
adlı, Paul Ree tarafından yazılan ilginç bir makale şu ad­
reste bulunmaktadır: www.zeroaltitude.org

15-2 1 , Birkaç müzelik ikilem

St. Augustinus'tan aktarılan neşeli alıntılar The Con­


fessions, Kitap VII, böl. xxi'de bulunmaktadır. Kederli
olanlar ise Kitap il, i, iv, vi ve x sayılı bölümlerde yer alır.
Fragmanlar Epikuros'un Yaşamın Sonu ve Etik Üzerine
adlı kitaplarından alınmıştır. Seneca'nın moral verici öy­
küsü 9 numaralı Mektup'ta bulunur ve Aristoteles kötü­
lüğü Etik eserinde Kitap il, 1 107'de dışarıda bırakır.

492
22-26, e-Ville'e karşı

Bentham'ın en büyük mutluluğu The Commonplace


Book ( Works, x. 142) eserinde, Hutcheson'unki Inqu ­
iry into the Original of our Ideas of Beauty and Virtue
( 1 725), Treatise il, Concerning Moral Good and Evil,
Bölüm 3, 8'de yer alır. Sloganı "Güç namlunun ucundan
gelir" olan Başkan Mao "kuduz" hastalığına yakalan­
mış olabilir; Kırmızı Kitap'ta bulunan pek çok makale
ve konuşmasında daha incelikli bir iktidar teorisi orta­
ya koyar. Anarşizm hakkında daha fazla bilgi için bkz.
Anarchism, George Woodcock (Penguin, 1 962). Jean
Rostand Pensees d'un biologiste (Bir Biyoloğun Düşün­
celeri, 1 939) eserini kaleme almıştı. Şöyle yazar: "Herkesi
öldüren Tanrı olur! "

27, Yeriştirme deneyleri

Platon'un "yetiştirme programı" Devlet eserinde, Ki­


tap V, Bölüm 468'de yer alır. Dr. Uri, Medical Tribune
adlı gazetede (24 Ağustos 1 9 77), sterilizasyonun bu hızla
devam etmesi halinde safkan yerli ırkların 2000 yılı itiba­
riyle yok olacağını yazmıştır. Ne mutlu ki böyle olmadı.

35-3 9, Sansür notları

Deniz kabuğundaki kadın elbette Botticelli'nin Ve­


nüs'ün Doğumu tablosundaki kadındır (yak. 1480). Bah­
sedilen "akıllı", John Springhall'ın yazdığı ve 1998 yılın­
da ABD'de St. Martins Press tarafından basılan Youth,
Popular Culture and Moral Panics eserinin 6 1 . sayfasın­
da alıntılanan E. S. Turner'dır. John Springhall bahsedilen
sorgulamayı da aynı kitapta alıntılar. Kendisi sosyolojik
eğilimlere sahip bir tarihçidir, bu hoş kokulu potpuriden
başka hikayeler de çıkmıştır. "Ucuz Romanlar" ile ilgili
genel ve akademik bir inceleme için bkz. A. E. Waite, The
Quest far Blood ( 1 997, özel basım). Waite şöyle der:
493
(Bu alanın) yerini şimdilerde modern laf kalabalığı al­
mıştır, bayağılığın sesi sansasyonel olanın sesini bastırmış­
tır. Eskinin zengin baldıran ve adamotu köklerinin yerin­
de şimdi solgun burçaklar ve saplar bitiyor.

40-43, İş haftası

Yüksek Sesli Radyo ve "soğuk duş" etiğiyle ilgili daha


fazla tartışma için bkz. ]. D. Mabbott, An Introducti­
on to Ethics (Hutchinson, Londra, 1 966, s. 89). www.
hivdev.org.uk adresinde AIDS ile ilgili BM makaleleri ve
başka yazılar bulunmaktadır, www.duesberg.com adlı
bir komplo teorisi sitesi ise AIDS'in doğrudan enjeksiyon
dışında başka bir yolla bulaşmadığını öne sürmektedir.
George Soros, Tanık'ta bahsedilen şüpheci tavır hakkın­
da bir kitap yazmıştır. Finansın Simyası ( 1 987) eserinde
"Smith'in para teorisine karşı" tezini ortaya koyarak pa­
ranın her zaman iyi olmadığını ve özellikle finans piyasa­
larının insani ihtiyaçlara ve değerlere zıt amaçlar güttük­
lerini yazmıştır.

44, Şeytanın kimyagerleri

Daha fazla ayrıntı için Joseph Borkin tarafından kaleme


alınan The Crime and Punishment of /. G. Farben (Free
Press, New York, 1978; Glover, 1 977) eserine bakınız. Sa­
vaş esnasında IBM de her zamanki gibi iş yapmaya devam
ediyordu, (başka işlerin yanında) toplama kamplarındaki
tutsakların akıbetini altı kategori altında kaydeden bilgi­
sayar sistemleri tedarik ediyor ve bu sistemlerin bakımını
yapıyordu. "İmha edildi" kategorisinin kodu "6" idi.

45-49, Beş kıssadan hisse

Mili, borçlar konusunu Faydacılık (Everyman bas.


Bölüm V, s. 45-47) kitabında tartışır. Bu konuya özel ilgi

494
duyanlar için, Kant'ın "maddi" ve "ahlaki" ödevler ara­
sında bir ayrım yaptığını söyleyelim. Borç aldığınız parayı
geri ödemek birinci kategoriye, yoksullara yardım etmek
ise ikinci kategoriye girer. Wittgenstein ise etik hakkın­
daki görüşlerini Cambridge Felsefe Bölümünde Kasım
1 929'da verdiği bir derste açıklamıştır ve daha sonra bir
metin olarak Philosophical Review dergisinin 74/1 sayı­
sında (Ocak 1 965) yayınlanmıştır. Sokrates ve Euthyphro
arasındaki tartışma Sokrates'in Son Günleri diyalogunda
geçer. Son olarak, bahsedilen İslami görüş de Usool-e Ka­
fi'nin "Anecdotes of the Pious Ones" metninin "The ri­
ghts of neighbors" (komşu hakları) bölümünde aktarılır.

50 ve 5 1, Maymun vakası

Ayrıca bkz. M. Bekoff ve D. Jamieson (ed.) Readings


in Animal Cognition (MiT Press, 1 995) ve hatta Theodo­
re Barber, The Human Nature of Birds ( 1993).

52 ve 53, Hayat adil değil ve çocukların etik bencilliği

Jean-Jacques Rousseau, Emile kitabında "alternatif"


bir çocuk gelişim teorisini ileri sürer. Çocukların tasta­
mam doğduklarını ve daha sonra çevre tarafından iyi veya
kötüye yönlendirildikleri savunan Rousseau, Jean Piaget
ve "ilerlemeci" eğitim savunucularını da etkilemiştir.

5 5, Güzellik tuzağı

Buradaki tartışma, Nancy Etcoff'un aynı adı taşıyan


kitabını değerlendiren kişilerin ifade ettikleri noktaları,
özellikle Simon Ings'i takip etmektedir.

60-63, Panoptikon

Örneğin, bkz. Miran Bozoviç (ed.), The Panopticon


Writings (Verso, 1 995).
495
64-68, Hayvanlar da var: vejetaryenin ikilemi

Platon'un vejetaryen cenneti Devlet eserinin 372c pa­


ragrafında tarif edilir. Bertolt Brecht ( 1 898-1 956) aynı
düşünceyi Die Dreigroschenoper ( " Üç Kuruşluk Ope­
ra" ) eserinin il. Perde'sinin sonunda işler. Nietzsche Na­
zizm'i değil, avcı-katil idealini desteklemek için başını
sallıyor; "Cesaret Anne" adlı karakteri "Barış sünepe­
likten başka bir şey değildir, yalnızca savaş düzeni tesis
eder. " ve " En iyi planlar her zaman onu uygulayacak
kişilerin çapsızlığı yüzünden mahvolur." gibi şüpheli tav­
siyeler veriyor olsa da Brecht'in de aynı şeyi yapacağını
düşünmüyorum: Fred Brown, 1 9 Haziran 2002 tarihli
gazete haberlerinde alıntılanmıştır. Ayrıca, şüpheci Pau­
lus'un ihtiyat telkin eden ahlaki rehberliğinin örnekleri
de Kitabı Mukaddes'in şu bölümlerinde bulunabilir: Ro­
malılar 1 :29-30, Romalılar 1 3 : 1 3 , Galatyalılar 5: 1 9-2 1 ,
Efesliler 4 : 1 9, Efesliler 4:29-32, Koloseliler 3 : 1 3, 1 . Ti­
moteos 6:6- 1 1 , il. Timoteos 3:2-4.

69-72, Peri masalları

"Kurbağa Kral" ve "Ardıç Ağacı" masalları, Jacob


ve Wilhelm Grimm kardeşler tarafından kaleme alınan
Household Ta/es (Grimm Masalları) eserinin 1 8 1 2 ba­
sımından serbestçe uyarlanmıştır. J. R. R. Tolkien'in Fa­
erie kavramı üzerine düşünceleri Tree and Leaf (Allen
ve Unwin, 1 964, s. 15-16) kitabında yer alır. Chengde
Chen'in felsefi şiirlerdeki imgeleme dair ilginç ince­
lemesi için bkz. The Philosopher, cilt LXXXIX, no. 2
( www.the-philosopher.co.uk). Chen'e göre, "uygun bir
imgenin soyut bir teori için taşıdığı önem asla azımsa­
namaz. " Charles Dickens'ın görüşleri de New York'ta
yayınlanan Household Works ( 1 854) dergisinde çıkan
"Frauds on the Fairies" makalesinde bulunabilir. Maria

496
Tatar ise Off With Their Heads ve The Hard Facts of
the Grimm ,s Fairy Tales kitaplarında peri masallarının
tüm alt metinlerini eğlenceli ve bilgili çözümlemelerle
belgelemiştir.

"Pauline ve Kibritlerin Korkunç Hikayesi" Heinrich


Hoffmann'ın Struwwelpeter eserinden (çok az farkla)
uyarlanmıştır. Benzer şekilde, buradaki resimler de gele­
neksel resimlerin yeniden yorumlanmasıdır.

72, Kanunsuzlar

2002 yılında Avustralya Senatosunun açtığı bir soruş­


turmada, gayet epik bir şekilde "SIEV X" adı verilmiş ve
400 kişiyi taşıyan bir teknenin 2001 yılı Ekim ayında bat­
tığı ve 353 kişinin hayatını kaybettiği olay inceleniyordu.
Endonezya'da yola çıktığından beri Avustralya Savunma
Kuvvetleri tarafından izlenmesine rağmen ortaya çıkan
tablo buydu. Soruşturma, aşırı kalabalık tekne battıktan
sonra birkaç gün geçmesine rağmen neden hiçbir kurtar­
ma girişiminde bulunulmadığı sorusuna yanıt arıyordu
(Hayatta kalan birkaç kişiyi Endonezyalı balıkçılar kur­
tarmıştı.).

73-76, Görecistan hikayeleri

Zaman zaman, kültürel rölativizmin ortaya çıkışı 1 8 .


yüzyılda yaşamış Alman antropolog Johann Gottfried
von Herder, Amerikalı antropolog Franz Boas ve İngiliz
filozof Isaiah Berlin'e atfedilir (Bu üç kültür o zamanlar
birbiriyle anlaşıyordu.).

77-82, Savaş etiği

Sven Lingvist, bombalama olaylarının pek hoş ol­


mayan öyküsünü A Brief History of Bombing (Granta,

497
2002) eserinde ana hatlarıyla anlatır. Savaşların "ada­
leti" ise Michael Howard'ın War and the Liberal Cons­
cience (Oxford, 1 978) kitabında tartışılır. Einstein ve
Brodie'nin "bomba" üzerine görüşleri, ABD'li siyaset
bilimi profesörü Roman Kolkowicz'in (ed.) Dilemmas
of Nuclear Strategy (Cassell, 1 987) eserinde ortaya
konmaktadır. Atıfta bulunulan Brodie makalesinin adı
"War in the Atomic Age" olup The Absolute Weapon,
Atomic Power and the World Order adlı kitapta der­
lenmiştir.

83-86, Çevre etiği

Darwin'in yorumları, Türlerin Kökeni nin 2 . Bölü­


'

mü'nden alıntılanmıştır. Harvard'ın Edward Wilson'u


ise, The Future of Life (2002) çalışmasında var olan tüm
türlerin yarısının bu yüzyılın sonu itibariyle yok olabile­
ceğine dair uyarıyor. Dodoları öldürmek veya "tümsek
problemi" veya daha resmi adıyla "Sorites" paradoksun­
daki gibi kum tepecikleri (kum tanelerini teker teker ko­
yarak) yapmak olsun, felsefeciler probleme çizginin ne­
reden çekilmesi gerektiği açısından yaklaşıyor. "Kurtları
öldürmek" alıntıları Aldo Leopold'ün A Sand County
Almanac: Sketches Here and There ( 1 948) ( Oxford
University press, New York, s. 1 29-32) ve Round River
( Oxford University Press, New York, 1 993, s. 1 53) eser­
lerinden alınmıştır. Acıyı savunan alıntı Joel Feinberg'in
Rights, ]ustice and the Bounds of Liberty (Princeton
University Press, 1980) kitabındaki "Human Duties and
Animal Rights" (İnsanın Ödevleri ve Hayvan Hakları)
adlı makalede bulunur. Feinberg'e göre, diş ağrısı yalnız­
ca "sonuçları" açısından değil, kendiliğinden kötü bir ol­
guysa, bir kadının diş ağrısı çekmesiyle erkeğin çekmesi
arasında veya bir hayvan ile insanın çekmesi arasında bir
fark olmamalı.

498
87-88, Parasal konular

İlk iki alıntı, Smith'in Ahlaki Duygular Teorisi, Kitap


I, iii ile ADT III, ii numaralı bölümlerinden alınmıştır.
Sonraki alıntılar: Aristoteles, Nikomakhos'a Etik, Kitap
ıv, c. 1 120-35 ve Smith, Ulusların Zenginliği, Kitap IV,
ii ile nihayet Ahlaki Duygular'a geri döneriz. "Daha çok
para" alıntılarının bağlamını görmek için bkz. Ahlaki
Duygular Teorisi, özellikle I, iii ve III, ii numaralı bölüm­
ler ile Ulusların Zenginliği. Aristoteles'in görüşü için de
yine Nikomakhos'a Etik, Kitap ıv, c. 1 120-35'e bakabi­
lirsiniz.

Ölüm ve Vergiler kısmında bahsedilen Hindistan'daki


tuz vergisi konusu, Roy Moxham'ın garip fakat büyüleyi­
ci kitabı The Great Hedge of India'da (Constable, 2001 )
tüm yönleriyle anlatılmaktadır.

89, Sert adalet

Spigott'un tüyler ürpertici resmi, 1 9. yüzyılda Lond­


ra'da yayınlanan ve adını kötü şöhretli hapishaneden
alan Newgate Calendar'da basılan pek çok "ıslah" gö­
rüntüsünden biridir ( Cilt 1 , 1824, 1 3-133). Calendar,
19. yüzyılın büyük bir kısmında sıradan İngiliz evlerinde
bulunan İncil veya Pilgrim's Progress gibi kitaplardan
biriydi. Eşkıyaya ve diğer canilere verilen cezaları anla­
tan öykülerin amacı, çocuklara dürüst yaşam ilkelerini
aşılamaktı. Hatta bir basımda (kapak resmi olarak) iyi
bir anne çocuğuna kitabın bir kopyasını verirken pence­
rede darağacında ürkütücü bir şekilde sallanan bir ceset
görülür.

Okuyucu meşhur Clarence Darrow ile birkaç şık res­


mini (belki dava tutanakları ile birlikte) şu adreste bulabi­
lir: www.crimelibrary.com
499
94-96, Korunaklı Ada

Çevrenin yasal statüsü, William Bishin ve Christopher


Stone tarafından yayına hazırlanan Law, Language and
Ethics: An Introduction to Law and Legal Method ( 1 972,
Mineola, NY: Foundation Press) ile Stone tarafından ka­
leme alınan Where the Law Ends: The Social Control of
Corporate Behaviour ( 1 975, New York, Evanston, San
Fransisco ve Londra: Harper & Row) eserlerinde akade­
mik olarak tartışılmaktadır. Ağaç hakları, Stone'un 1 974
tarihli makalesi "Should Trees Have Standing?" (Ağaç­
ların Yasal Statüsü Olmalı Mı? ) ile birlikte, Matthew
Alan Cahn ve Rory O'Brien tarafından yayına hazırlanan
Thinking About the Environment: Readings on Politics,
Property and the Physical World ( 1 996, Armonk, NY:
M. E. Sharpe) kitabında yer alır.

Korunaklı Ada bölümünde bulunan diğer alıntılar şu


kaynaklardan alınmıştır: John Rawls, A Theory of]usti­
ce ( 1 972, Oxford, s. 5 1 2 ) ; Robert Elliot tarafından yayı­
na hazırlanan Environmental Ethics (Oxford University
Press, 1 995, s. 75) kitabında tekrar basılan "Animal Ri­
ghts: A Triangular Affair" (önce Environmental Ethics,
2, 1 980 s. 3 1 1-38) adlı makale. Aldo Leopold'un görü­
şü için de yukarıda bahsedilen Sand Country Almanac' a
başvurulabilir.

97 ve 98, Film notları

Alıntılar, Zev Barbu ve Thomas Elsaesser'in, "Screen


Violence" (Ekrandaki Şiddet) üzerine çalışmasından alın­
mıştır. Her ikisi de C. W. E. Bigsby'nin (ed.), Approaches
to Popular Culture'ünde (Edward Arnold, 1 976) bulun­
maktadır. Bir de, Eden ve Cedar Paul ( 1 95 1 ) tarafından
tercüme edilen Man in the Modern Age ile Matthew Ar-

500
nold'un Culture and Anarchy eserleri (1 882) vardır. Karl
Jaspers, General Psychopathology (1928) eserinde yazı­
yordu.

99, Yüz Kişilik Köy

David Hume'un ünlü sözü, İnsan Doğası Üzerine Bir


İnceleme, Kitap II, Kısım iii, Bölüm iii'te bulunur. Susan
George'un küresel yoksulluk konusu hakkında sunduğu
gereksiz ölçüde tartışmalı, taraflı ve partizan inceleme,
How the Other Hald Dies: The Real Reasons for Wor­
ld Hunger, Penguin Books tarafından 1 976 yılında ya­
yınlanmış ve o zamandan beri pek çok kez yeniden ba­
sılmıştır. Wat Tyler'a gelirsek, Belçika kralı dahil olmak
üzere Belçikalı ticaret ve siyaset çevrelerinin oynadığı rolü
ayrıntılarıyla ortaya koyan ve Kongo'nun ilk halk lide­
ri Lumumba'nın yakın bir geçmişte başına gelen paralel
"gizemi" anlatan yeni ve ilginç bir kitap çıkmıştır. The
Assasination of Lumumda adlı bu kitabın yazarı Flaman
tarihçi Ludo de Witte'dir (2000).

100 ve 101

C. S. Lewis alıntıları, Walter Hooper tarafından ya­


yına hazırlanan God in the Dock eserinin "Vivisection"
bölümü (Grand Rapids, MI: William B. Eerdmans, 1 970,
s. 224, 225, 228 ) ile The Abolition of Man (New York:
MacMillan, 1 947, s. 81, 82) çalışmasından alınmıştır. Bi­
raz Bertrand Russell'ın "Sceptical Essays" : "Dreams and
Facts" (1928) eserlerindeki sinek sürüsü gibidir.

501
DİGER KAYNAKLAR

Etiğin en garip yanlarından biri, ilham verdiği onca


kitabın içinde pek azının gerçekten fark yaratabilmesidir.
Yayıncıların depolarında veya kütüphanelerin bodrum
katlarındaki raflarda keşfedilmeyi bekleyen pek çok mü­
cevher olduğuna şüphe yoktur. Bu yüzden herhangi bir
alanda giriş niteliğinde birkaç kitap bulmak için okurların
"kamuoyunun" kolektif bilgeliğini musluk gibi açmala­
rı mümkün değildir; bunun yerine ya tesadüfe (kitapçıda
veya kütüphanede ne varsa) ya da - elbette daha kötüsü
- klasik okuma listelerine güvenecektiı: "Daha kötüsü" di­
yorum çünkü bu rehberi hazırlarken pek çok okuma listesi
inceledim ve "önerilen okumaların" en az yirmi yıl öncesi­
ne ait olduklarını, bugünün edebi pasta süsleriyle süslenip
ısıtılarak yeniden servis edildiklerini gördüm. Diğer taraf­
tan, etik literatürün her yeri kaplayan büyük okyanusu da
adeta keşfedilmeyi bekliyor. Olsun, işte size birkaç öneri.

Etiğe giriş

Brenda Almong'un Exploring Ethics (Blackwell,


1998) kitabı temel etik kuram ve perspektifleri inceleyen
sürükleyici bir eserdir. Bunlar kayıp bir kabileyle karşıla­
şan bir kaşifin keşifleri gibi sunulur. T ümüyle yeni olma­
sa da bunun, bir edebi araç olduğu söylenebilir ve kitabı
daha sürükleyici kıldığı kesindir.

503
Peter Singer'ın How Are We to Live? (Nasıl Yaşama­
lı?) adlı eseri, etiğe bir yaşam rehberi gibi yaklaşan hoş
ve açık bir denemedir. Bu kitapta ben de aynı yaklaşımı
paylaşıyorum, dolayısıyla önermemem için hiçbir neden
yok. Singer, Thomas Nagel'in "ölüm", David Hume'un
intihar, James Rachels'in ötenazi, Judith Jarvis Thom­
son'un kürtaj ve John Stuart Mill'in idam cezası üzerine
yazılarını içeren, Oxford University Press tarafından ya­
yınlanan Applied Ethics ( 1 986) gibi eserleri düzenlemeyi
seviyor gibidir. Bunların yanında kitapta, "Oyun Teorisi"
ve nükleer savaş, nüfus etiği üzerine yazılar ve editörün
bizzat kaleme aldığı "All Animals Are Equal" (Tüm Hay­
vanlar Eşittir) adlı bir makale de bulunur.

Richard Wasserstrom'un yazdığı Today's Moral Prob­


lems (ikinci basım, Macmillan, 1 979), ünlü Roe vs. Wade
davası, gizlilik ve pornografi dahil olmak üzere "cinsel
ahlak" ve John Rawls'ın "Two Concepts of Rules" adlı
popüler makalesini de içeren başka bir faydalı kaynak­
tır. Sonuncusu, ceza gibi bir uygulamayı haklı kılmak
ve belirli bir cezayı haklı kılmak arasındaki farkı ortaya
koymaya çalışır (Şahsen pek takip edemesem de iyi bir
noktaya parmak basmış gibi görünüyor, belki başkaları
daha iyi yararlanabilir. ) .

James White'ın Contemporary Moral Problems adlı


eseri de başka bir kapsamlı derlemedir. Savaştan refaha,
AIDS'ten hayvanlara, intihar, idam cezası ve ötenazi de
dahil olmak üzere pek çok konuyu ele alır. Fakat aynı sı­
rayı takip etmeyebilir. Hugh LaFollette tarafından yayına
hazırlanan, Jane English imzalı "What Do Grown Child­
ren Owe Their Parents" (Yetişkin Çocuklar Ebeveynle­
rine Ne Borçludur) ile Ronald Dworkin'in "The Rights
of Alan Bakke" (Alan Bakke'nin Hakları) adlı makalesi
gibi çeşitli deneme ve makaleleri içeren Ethics in Practice
504
ise ödülü gerçekten hak ediyor. Burada bahsedilen Alan,
öğrenci olacakken Kaliforniya'da bir olumlayıcı eylem
programıyla karşılaşan ve bundan pek hoşlanmayan be­
yaz bir gençtir.

Etik teorisi

Paul Moser ve Thomas Carson'un ( ed.) Moral Relati­


vism: A Reader (Oxford, 2001 ) adlı eseri, bu çok tartışıl­
mış konuya dair akademik söylemlerin faydalı bir özetini
sunar. Martha Nussbaum'un "Non-Relative Virtues"
( Göreceli Olmayan Erdemler) gibi beklenmedik bir başlı­
ğa sahip olan makalesi özellikle ilginçtir, Aristoteles'in eti­
ğe yaklaşımına ve etik teorisinin doğru eyleme karar ver­
mede oynadığı role - her karar kategorisi için bir eylem
- dair samimi bir inceleme sunar. Bir de "Female Circum­
cision/Genital Mutilation and Ethical Relativism" (Kadın
Sünneti/Genital Mutilasyon ve Etik Rölativizm) üzerine
Loretta Kopelman tarafından kaleme alınan bir makale
vardır. Bu makalede söz konusu uygulamanın "meşru ve
evrensel insan haklarını ihlal ettiğini" ve bu "uygulama­
yı durdurmak için çalışanlara uluslararası manevi destek
sağlanması" gerektiğini söyleyebilmek için argümanlar
geliştirilir.

Umberto Eco'nun Five Moral Pieces ( Secker & War­


burg, 2001 ) adlı eseri, savaş ( "suçtan daha kötüdür" )
ve medya yönetimi gibi çok tartışılan ahlaki konuları
inceler.

İnsan doğası

Emile Durkheim'ın meşhur İntihar eseri, her ikisi de


çetin konular olan ölüm ve toplumsal hayat (ve toplum)
ile ilgilidir ve hatta ikincisiyle daha çok ilgili olduğu söyle­
nebilir. Durkheim bu eserde oldukça kişisel bir olgu olan
505
intihar olgusuna dair kolektif istatistikler sunmaktadır ve
diğer eserleri de beklenmedik etik kavrayışlar sunabilir.

Mary Midgley tarafından kaleme alınan Beast and


Man: The Roots of Human Nature (Methuen, 1 978), in­
sanlığı hayvanların, daha doğrusu hayvan davranışlarının
bakış açısından yeniden değerlendirmeye çalışan bir giri­
şimdir. Midgley, dogmatizme ve cehalete boğulmuş olan,
doğanın geri kalanını yanlış anlamaktan ve çarpıtmaktan
başka bir işe yaramayan geleneksel felsefeyi suçlamakta­
dır. En son "sosyo-biyolojik" teorilere kadar bu hatanın
izini sürer.

Bruce Chatwin'in The Songlines (Vintage, 1 998) kita­


bı insan doğası, çevre, ırkçılık ve savaş hakkında pek çok
incelikli ve bazen derinlikli gözlem içerir. Vikram Seth'in
bazı geleneksel masallar üzerinde yaptığı illüstrasyonlar
(Beastly Ta/es for Here to There, Orion Books, 200 1 ) da
önemli kavrayışlar sunar. Özellikle, kibirli kartalın böce­
ğin dostu tavşana yaptığı eziyetten pişman olduğu, insanı
düşünmeye sevk eden "Kartal ve Böcek" karşılaştırması
önemlidir. Burada ana fikir şudur: Güçlü kartal dahi sü­
rekli istismar ettiği kişilerin intikamından kaçamayabilir.
Günümüzle bağlantısı? Eh, buna da okur karar versin.

Toplumsal adalet

Susan George'un daha önce bahsettiğimiz kitabının


yanı sıra, Onora O'Neill tarafından kaleme alınan Faces
ofHunger: An Essay on Poverty, ]ustice and Development
(Allen & Unwing, 1 986) ile Roma Kulübünün "devamlı
küresel büyümenin etkileri ve sınırları" üzerine çalışması
The Limits to Growth (Meadows ve ark. Pan, 1 972) da
vardır. O dönemden beri, John Pilger'ın "siyah bantlı" ki­
tabı The New Rulers of the World (Verso, 2002) gibi tica-

506
ret politikası ve kültürel emperyalizmi yerden yere vuran
çok sayıda ve farklı kitap basılmıştır; fakat diğer iddiaları
ve nitelikleri ne olursa olsun, felsefi olmaktan ziyade son
derece Protestanca oldukları söylenebilir.

"Alternatif seyahat" rehberim No Holiday (Disinfor­


mation Company, 2006) kitabımda Che, insan hakları ve
bunun yanında birçok şey hakkında başka "jeopolitik"
öyküler de anlatıyorum. Şu an okumakta olduğunuz ki­
tabın eşi, 1 01 Philosophy Problems ( üçüncü basım, Rout­
ledge, 2007) John Rawls'ın adalet teorisine oyuncul bir
yaklaşım getiren " Marionların Kayıp Krallığı" gibi senar­
yolar sunuyor.

Adam Smith ve paranın rakipsiz niteliğini (İkilem 87


ve 88) savunan teorisi, toplumsal adalet kavramına baş­
ka bir bakış açısı getirir. Smith'in Ulusların Zenginliği
eseri kimilerinin sandığı kadar yavan değildir. Hatta za­
manında ortalığı epey karıştırdığı söylenebilir. En önemli
kısımlar Kitap I ve II'de yer alır fakat eserin kendisi on kat
daha uzundur. Bu iki bölümü içeren herhangi bir basım
Smith'in tarzını, yöntemini ve temel argümanlarını anla­
mak için yeterlidir. Bununla birlikte, Kathryn Sutherland
tarafından yayına hazırlanan An Inquiry into the Nature
and Causes of the Wealth of Nations: A Selected Editi­
on (Oxford Dünya Klasikleri) eserin kendisine yönelik de
kapsamlı bir genel bakış sunar. Bu aksi İskoçyalıyı çok
sevdiyseniz R. H. Campbell ve A. S. Skinner ( Croom
Helm, 1982) tarafından kaleme alınan Adam Smith ki­
tabında hayatı ve yaşadığı dönem hakkında bilgi edinebi­
lirsiniz. Smith üzerine yazılan onca makaleyi ve Smith'in
çeşitli uzmanlık dergilerinde teoriye yaptığı katkıları da
belirtmeden geçmemek gerekir; örneğin Paul Samuelson
tarafından yazılan ve 1938 yılında Economica dergisinde
yayınlanan "A Note on the Pure Theory of Consumer's

507
Behaviour" adlı kısa makale, Smith'in Ulusların Zengin­
liği eserinin başlattığı büyük tartışmanın yalnızca bir par­
çasıdır.

Tarihsel öneme sahip olup da Smith'in etkilendiği di­


ğer kitaplar şunlardır: François Quesnay, Tableau Eco­
nomique ( 1 758; ayrıca Kuczynski ve Meek tarafından
yayına hazırlanan Macmillan 1972 basımına da bakınız);
Jean-Jacques Rousseau ( 1 782) Eşitsizliğin Kökeni ( 1 782);
Smith'in eski arkadaşı David Hume'un kaleme aldığı İn­
sanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma ( 1 748) ve
İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme ( 1 740).

Smith'ten etkilenen kitaplar arasında ise Kari Marks'ın


Kapital ( 1 867) ve John Stuart Mill'in Some Unsettled
Questions of Political Economy (Politik Ekonominin Ya­
nıtlanmamış Soruları) ( 1 844) bulunuyor.

Okurlar, bahsedilen eserlerle sosyal bilimlere yöne­


lik özel bir beğeni geliştirdikten sonra, Ronald Meek'in
Smith, Marx and A(ter (Chapman and Hall, 1 977), Ant­
hony Giddens'ın Capitalism and Modern Social Theory
(Cambridge University Press, 1 971) ve hatta C. B. Ma­
cpherson'ın The Political Theory of Possessive Individu­
alism (Cambridge University Press, 1 962) kitaplarında da
bazı ipuçları yakalayabilirler. Robert Nozick'in Anarşi,
Devlet ve Ütopya (Basic Books, 1957) ve Jeffrey Rei­
mann'ın (Wiley, 1984) eserleri ise karşı argümanı savu­
nan biraz daha hırçın kaynaklardır.

Smith ve diğer ünlü düşünürleri bağlamlarına oturtan


genel bir siyaset bilimi tartışması için Political Philosop­
hy: From Plato to Chairman Mao ( Pluto Press, 2001 )
adlı kitabımı edinmeniz bir kategorik buyruk gibi görül­
melidir.

508
Cinsel politika

Feminizm Antik Yunan'da, hatta daha da öncesinde


Çin, Hindistan ve Afrika'da varlık göstermişse bile buna
dair kanıtlar azdır. Bu yüzden, cinsiyet ve cinsel politikayı
tartışmak için klasik kaynaklardan ziyade güncel kaynak­
lara başvurmak durumundayız. John Stuart Mill'in (Har­
riet Taylor Mill ile birlikte yazdığı) etkili metni The Subje­
ction of Women (Kadınların Tahakküm Altına Alınması
Üzerine) bunlardan biridir. Alice Roosi tarafından yayına
hazırlanan Essays on Sex Equality (University of Chicago
Press, 1 970) adlı derleme her iki konu üzerine yazılmış
en önemli eserleri içerir. Bertrand Russell'ın Marriage and
Morals ( 1 929) adlı eseri de başka bir "klasik" olarak gö­
rülebilir. Russell, bu eserde "aile yaşamında sevginin ye­
rini" de tartışır. Carol Gilligan tarafından daha yakın bir
zamanda kaleme alınan In a Different Voice: Psychologi­
cal Theory and Women's Development (Harvard, 1 982)
kitabında "insan ilişkilerinin dinamiklerine dair farkında­
lığın" "ahlaki anlayışın merkezinde yer aldığı" belirtilir.

Cinsel politika, Kate Millett'ın ünlü Sexual Politics


(Virago, 1 979) eserinde teori, tarihsel arka plan ve edebi
vaka çalışması olmak üzere üç bölüme ayırarak eğlence­
li bir şekilde inceler. Sonuncu bölümde D. H. Lawrence,
Henry Miller, Jean Genet ve Narman Mailer gibi iyi bi­
linen kadın düşmanlarının eserleri ayrıntılarıyla masaya
yatırılır.

Janet Radcliffe Richard imzalı The Sceptical Feminist:


A Philosophical Enquiry (Routledge, 1 980) adlı eserde
kadınlara ve topluma yönelik açıkça "analitik" bir yo­
rum getirilir. Örneğin, kürtaja yönelik mevcut yaklaşım­

ların erkeklerin kadınların cinsel faaliyetini cezalandırma


girişiminin bir parçası olduğu, "kadın emeğinin" "haklı

509
gerekçelerle" değerli görülmediği, fuhuş, süslenme ve hat­
ta mantığın dahi "makbul" olduğu anlatılır.

Genetik

Richard Dawkins tarafından kaleme alınan The Blind


Watchmaker (Kör Saatçi) (Penguin, 1986), yeni "popüler
bilim" kitaplarına bir örnektir. Evrimi ve "tartışma yara­
tacak şekilde" "hayatın anlamını" açıklamak üzere doğal
seçilimin gücü vurgulanır. The Selfish Gene (Bencil gen)
( 1 976) de benzer bir hattı takip eder.

British Medical Association, Our Genetic Future (alt


başlık: The Science and Ethics of Genetic Technology)
(Oxford University Press, 1 992) ile genetik geleceğimize
dair daha geleneksel bir çalışma sunmuştur. Kağıt kapaklı
çalışmada hem temel araştırma alanlarına dair derinlik­
li bir analiz hem de "destekleyen ve karşı çıkan" başlıca
argümanlar bulunur. Tarama, telif hakkı sorunları, hay­
vanlar üzerinde uygulanan genetik değişiklikler konuları
da yer alır. Bryan Appleyard'ın "filozoflardan alıntılar"
ve vaka çalışmalarını gazetecilere özgü bir tonla bir araya
getirdiği Brave New Worlds: Genetics and the Human
Experience eserinin bu konu için daha makul bir giriş ça­
lışması olduğu söylenebilir.

Yasal konular

Philip Devine tarafından kaleme alınan The Ethics of


Homicide (Cornell University Press, 1 978 ) "kürtaj, idam
cezası, ötenazi, intihar, cinayet ve savaş dahil olmak üzere
her türlü öldürme şeklini hedef alan, doğru zamanda gelen
ve meydan okuyan bir çalışmadır", aydınlatıcı olmaktan
ziyade kapsamlıdır ve en önemli kısmı da "Örneğin kimse
başkalarının seyahat edeceği bir uçağa bomba koymama­
lıdır." gibi dirayetli savlardır. Ted Honderich'in müstak-
510
bel e-Ville faillerimizin ortaya attığı sorunlarla uğraşan
Political Violence (Cornell, 1 977) adlı eseri belki de daha
değerli bir kaynaktır; Honderich en azından, burada da
gördüğümüz gibi, "demokrasi davasında" tek tük şiddet
vakalarını kabul edilebilir bulmaktadır. Bir de Jonathan
Glover'ın kağıt kapaklı küçük kitabı Causing Death and
Saving Lives (Penguin, 1 977) vardır. Glover da yaşam
destek makinelerinin ne zaman kapatılacağı, mahkumla­
rın ne zaman idam edileceği veya bebeklerin ne zaman
kürtajla alınacağı gibi soruları dikkate alır. Aynı şekilde,
şiddet kullanarak baskı uygulama tehdidi "toplumların
varlığının en derininde" yer aldığı için devletlerin ("ege­
menlerin" ) öldürme hakkına sahip olduklarını söyleyen
G. E. M. Anscombe'yi hiç onaylamadan alıntılayarak
devletin öldürme otoritesi sorununu ele alır. Daha yakın
bir dönemde çıkan Five Moral Pieces (Secker & Warburg,
200 1 ) adlı eserde ise, Umberto Eco savaş ("suçtan daha
kötüdür" ) ve "medya yönetimi" dahil olmak üzere çok
tartışılan çeşitli konuları inceler.

Honderich ve Glover, kanlı canlı insanları öldürme


hakkının peşine düşer. "Gerçek anlamda" canlı olmaya­
bilecek kişilerin öldürülmesi sorusu için, Ronald Dwor­
kin'in kürtaj ve ötenazinin kabul edilebilirliğiyle (veya
edilemezliği) ilgili etik konuları konu alan Life's Domi­
nion (HarperCollins, 1 995) eserine bakılabilir. Dworkin
konuya bir hukukçu gözüyle yaklaşır ve kitabın büyük
bir bölümünde Roe vs. Wade (kürtaj hakkı) ve Griswold
vs. Connecticut ( doğum kontrolü hakkı) gibi ünlü dava­
ları inceler.

John Harris'in The Value of Life (Routledge, 1985)


adlı eseri de benzer bir alanı ele alır ve tıp etiğini " iki­
lemler" şeklinde ele almak isteyenler için Michael
Lockwood tarafından yayına hazırlanan Moral Dilem-

511
mas in Modern Medicine kitabı, "vaka çalışması" tadın­
da bir derleme sunar. Warnock, Raanan Gillon ve hatta
Michael Lockwood gibi popüler tıp etiği düşünürleri de
kitapta yer alır. Alan Soble (Yale, 1 968) tarafından ka­
leme alınan ve çeşitli yaklaşımlara farklı ipuçları sunan
kapsamlı bir giriş çalışması niteliğindeki Pornography:
Marxism, Feminism and the Future of Sexuality (Yale,
1 986) eserini de anmadan geçmeyelim.

Yalan söylemek

Daha önce de gördüğümüz gibi, yalan söylemek Kant


ve yakın dönem takipçileri için önemli bir mesele olmuş­
tur. Sissela Bok'un Lying: Moral Choice in Public and Pri­
vate Life (Harvester Press, 1 978) eseri meslek etiğini bu
meseleden yola çıkarak tartışır ve St. Augustinus, Thomas
Aquinas ve Francis Bacon gibi düşünürlerin konuyla ilgi­
li yazılarından faydalı bir seçkiye yer verir. Daha sonra
kaleme aldığı Secrets: Concealment and Revelation (Ox­
ford, 1 982) kitabı da bizleri iş etiği ve "ihbar" gibi konu­
lara götürür.

Hayvan haklan

Peter Singer, hayvanlar alemini savunanlar arasında


sesi en güçlü çıkan kişilerden biridir ve birkaç etkili ve
kolay erişilebilen eser yazmıştır: Practical Ethics (ikinci
basım, Cambridge, 1 993) tüm alana yönelik giriş nite­
liğinde bir çalışmadır; "aktivistler ve stratejilerine" dair
birkaç makale ile Tom Regan, Stephen Clark ve Mary
Midgley'in yanı sıra Alex Pacheco, Donald Barnes, Philip
Windeatt ve başkalarının makalelerini de içeren In De­
fence of Animals (Blackwell, 1 985) ise özet niteliğinde bir
derlemedir. Daha zor okunmakla birlikte daha "derslikle­
re yönelik" bir derleme de Rosalind Hursthouse tarafın-

512
dan tanıtılan Ethics, Humans and Other Animals'dır Bu .

eserde "Midgley on Speciesism " , "Singer on Killing" gibi


çeşitli alıştırma ve özetler de yer alır.

Çevre etiği

Bilim insanı James Lovelock tarafından kaleme alı­


nan Gaia: A New Look at Life on Earth (Oxford, 1 979)
Dünya'ya karşı sorumluluklarımız hakkında düşünmeye
başlamak için çok güzel bir kaynaktır. Fakat ağaç hak­
larına dair felsefi teoriler geliştirmek isteyenler için o ka­
dar faydalı olmayabilir. Christopher Stones'un Earth and
Other Ethics: The Case far Moral Pluralism (Harper &
Row, 1987) veya Richard Sylvan ile David Bennett'ın The
Greening of Ethics (White Horse Press, 1 994) eserleri bu
konuda daha uygun olabilir.

513
DİZİN

1984, Orwell 369 Ardıç Ağacı öyküsü, peri masalı


153-1 57, 3 8 6
ABD Hastalık Kontrol Merkezi 330 Ardrey, Robert 442
ABD Yüksek Mahkemesi 322 arete 283
Abolition of Man, Lewis C.S. 466 Aristoteles 269, 270, 272, 284, 285,
acı ("iyidir") 426 348, 362, 387, 471, 472, 479,
açgözlülük 205, 206, 249, 280, 281, 505
427 asil ruhlu insan 248, 281, 282,
adalet 469, 486 283
hapishanede işkence 2 1 0, 211 kölelik 252
Hobbes'ın görüşü 290 para 428, 499
ilahi adalet 95-103 sansür 3 1 2
Armstrong, Robert 261
Adalet Teorisi, Rawls 429, 430
Asi Gençlik, film 461
adiaphora 362
asil ruhlu insan
Ahlak Metafiziğinin Değerlendiril­
aristo 281
mesi, Kant 282
felsefi bakış 282, 283
Ahlak ve Yasamanın İlkeleri, Bent-
öykü 40
ham 472
Asilili Françesko 449
Ahlaki Duygular Kuramı, Smith 205
atom bombası bkz bombardıman
Ahlaki Duygular, Smith 258
Aurelius, Marcus 362
ahlaki paradokslar 470, 471
Avustralya yerlileri 375, 451, 453
AIDS ve HIV 329, 330, 331
Avustralyalı yerliler 375
irrasyonel davranış 127
Ayer, A. ]. 456,491
işyerinde 89 Aylak Sınıfın Teorisi, Veblen 352
Akrabalığın Temel Yapıları, Le- ayrımcılık 283
vi-Stauss 404 Aziz Augustinus 272, 492, 512
albayın mantık hatası 414 armut ağacı 32, 34
Alexander IV., Papa 252 günah işleme 273, 275
Algının Önceliği, Merleau-Ponty yalan 260
359 Aziz Paulus ve vejetaryenlik 379
altın oran 283, 284
Amaya, Rufina 1 87 Baise-Moi, film 3 1 9
Amerikan yerlileri 297, 375, 395 Barbaro (Venedik elçisi) 252
An Inquiry into the Nature and Ca­ Barbue, Zev 457
uses of the Wealth of Nations, Barlow, Wilfred 278
Smith 507 Bayan Chatterley'in Aşığı, (adli
anarşizm 287, 493 vaka) 3 1 6
Antik Delphoi 247 bebek öldürme 253
Aquinas, Thomas 260, 272 bencillik (etik, çocuklarda) 1 13, 349

515
bencillik ve kişisel çıkar 427-433 Churchill, Winston 1 77, 1 78, 259
Augustinus'un görüşü 273, 274 CIA 49, 4 1 7
caydırıcılık teorisi 414-4 1 7 Clausewitz, Cari von 4 1 3 , 4 1 5
Hobbes'ın teorisi 288, 299 Coolidge, Calvin 298
Benedict, Ruth 395, 399 Coward, Noel 3 1 3
Bentham, Jeremy 286, 368, 369, Crick, Francis 288,299
371, 372, 409, 465, 472, 476, Cruickshank, George 388
493 Cuvier, Baron 374
Berkowitz vakası, "Sam'in Oğlu" Cyprian, Kartaca Piskoposu 406
2 1 2, 213, 439, 440, 441
Biggles öyküleri 3 9 1 , 392, 393 çevre etiği 4 73
bilgi, gerekçesiz yanlış inanç olarak Aldo Leopold'un korumayla il-
413 gili bakış açısı 423
Birleşmiş Milletler organizasyonu 407 avlanma 421
Blair, Tony 4 1 1 , 4 1 3 ekonomik nedenler 376
bombardıman ormanların yok edilmesi 421
atom bombası 4 1 5 çevre-merkezciler 424
Dresden 405 çift etki doktrini 264, 291, 365, 473
il. Dünya Savaşı 1 77, 1 78, 1 79 çocuklar
Border, William 4 1 6 ahlak gelişimi 35 1
Brccht, Bertolt 496 ceza 389, 390
Brodie, Bemard 4 1 4, 415, 498 geleceğin teröristleri 12 9
Brown, Fred 382, 496 kural 351
Budizm 360, 361, 362
Gautama Siddhartha, hayatı Dao-in 275
1 22 Darius, Kral 398, 399
Burakumin 395 Darrow, Clarence 2 1 4, 2 1 5, 2 1 6,
2 1 8, 2 1 9, 22 1 , 441, 444, 499
Callicott, J. Baird 203 Darwin, Charles 346, 347, 4 1 9,
Calvin, çocukların cezalandırılması 420, 426, 442, 498
üzerine 389 Darwinizm (sosyal) 442
cankurtaran filikası ikilemi 3, 246 De Beneficiis iV, Seneca 261
Carroll, Lewis 394 denetim prensibi, Bentham 371
Carter, Jimmy 4 1 6 Denetim Yetkilerinin Düzenlenmesi
caydırıcılık teorisi 4 1 4, 4 1 5 Kanunu 370
Meanie'ler ve lngrate'lerin öy­ denge 273, 274, 275, 279
küsü 1 84, 1 85, 186 Derrida, Jacques 486
tehdit 128, 1 29 Descartes, Rene 266, 267, 269, 271,
Cesur Yeni Dünya, Huxley 296, 301 476, 492
ceza dirikesim 1 9, 20
Fransız holiganlar örneği 446 hayvanlar, dil 270
infaz 438 hayvanlar, "makine" görüşü 270
orantılılılık 35 1 determinizm 268, 44 1
Chatwin, Bruce 407, 506 Dickens, Charles 386, 388, 389, 496
Che Guavara 49 dikkat eksikliği hiperaktivite bozuk-
Chrysippus, Stoacı 277, 279 luğu (DEHB) 275

516
Dil, Hakikat ve Mantık, Ayer 456 Freud'un açıklamaları 431
din (kölelik ile ilgili) 485 gelişim teorileri 350, 351, 352
Diotima 320, 321, 360 hepbanacılık 350
dirikesim 465, 466 Lewis'in düşünceleri 467
Descartes'ın deneyleri 27 sosyal yaşam 382
Fontaine ve Show'un bakış açısı etik teorileri
243 evrenselciler 3 9 8
dodolar 4 1 9, 447 mutlakçılar 397
doğa durumu, Hobbes 289 öznelciler 397
Doğru Olanı Yap, film 461 şüpheciler 398
doğurganlık hizmeti 59, 60 etnik temizlik 1 8 1 , 298
doğurganlık hizmetleri 59 Eudoksos 259
doku tipleme 305, 306 Euthydemos, Platon diyaloğu 328,
doku verme 64-68 329
Down sendromu 300 e-Ville şirketi öyküsü 44, 45, 56
dört hak 406 Evrensel ve Kalıcı Barış Planı, Bent­
Dört Soylu Hakikat (Budist felsefe­ ham 409
de) 360 Eythyphron ikilemi 339
Dresden 1 79, 405 Eyüp'ün öyküsü (Kıtab-ı Mukad­
Harabeye dönmüş Dresden'in des'ten) 97, 337, 338
fotoğrafı 1 76
Driller Killer, film 3 1 8 Faces of Death, film 3 1 8
duyarlı 271 faydacılık 328, 430, 476
düalizm 267 Feinberg, Joel 426, 427
Dyson, Freeman 179 film etiği 236, 457, 458, 460, 461,
462
Echelon sistemi 370 Forbes, dolar milyarderleri listesi
eğitici öyküler 389 356
El Mozote, katliam 1 87, 1 8 9 Fort Benning 4 1 7
El-Kaide 4 1 8 Frankenstein, Mary Shelly 275
empati 342 Franklin, Benjamin 297
engizisyon (Katolik Kilisesi) 251, 252 Franklin, Rosalind 299
ensest tabusu 404 Fraser Adası 448
Epiktetos 279 Freud, Sigmund 404, 408, 431, 442
Epikuros 280, 492
Erasmus 1 80, 1 8 1, 407 Galbraith, J. K. 335
erdem 279, 28 1 , 282, 283, 337 Gandi, Mahatına 207, 288
erdem etiği 360, 361, 362 gelenek 5, 1 1 O
Budist kavram olarak 123 Amerikan yerlileri 3 75
Platon, Menon diyaloğu 1 1 1 Antik Babil 400
Erdemin Peşinde (After Virtue) 385 Herodot tarafından anlatılan
Etcoff, Nancy 357, 358, 359 398, 399, 400
etik oyunu 325, 332 Massagetler 401
namus cinayetleri 403, 404
etik tartışmalar 39 1 Padaea 401
dil faktörü 394 Persler 399, 400

517
Tauriler 402 ifade özgürlüğü 321, 322
Trausiler 402 itibar hakları 34 7
yamyamlık 255 kadın hakları 251, 485
genetiği değiştirilmiş organizmalar kendini koruma hakkı 485
202, 425 mahremiyet 367-374
genetik miras 346 yaşam hakkı 402
Georgc, Susan 425, 462, 464, 501, Haldane, J. B. S. 301
506 Hammurabi'nin yasaları 404
Gilbert, G.M. 342 Hardin, Garrett 245
gizli el, Smith'in teorisinde 205 Harmsworth, Alfred (Northcliffe
gizlilik (resmi) 370, 371 lordu) 314
Global AIDS: Myths and Facts, Harris, Arthur " Bombacı" 1 78
lrwin ve Miller 330 Harris, John 307
gnostikler 340 Hayes, Will 3 1 5
Godwin, William 287 hayvan hakları 27 1 , 346
Goehbcls, Bayan 250 Bentham'a göre 465
Goodall, Jane 346, 442 Lewis'e göre 465, 466
görev Maymun Yakası 105-108
çevre 451 Shaw'a göre 466
hayvanlar 449 hayvanlar
kilit görev 487 avlanma 375, 452, 453
mecburiyet 355 dil 1 05, 347
merhamet 294 dirikesim 243, 271 , 465-468
gözetim ve Demokratya öyküsü dünya gıda endüstrisi 463
1 3 1 - 1 38, 367-372 Kitab-ı Mukaddes'te 272
Gray Matters (Gri Konular), oyun otomasyon 21
325, 326 Papa Pius'a göre 147
Greenwood, james 82, 31 1 , 312 saldırganlık 408
Grimm kardeşler 386, 496 sosyal davranış 34 7
Grotius 450 yokoluş 420, 421, 447
Gundersheimer, Herbert 467 haz 259
günah 281 sosyal inşa 423
güzellik 357, 358, 359 tatmin 37
toplum tarafından inşa edilmesi utanç 31, 282
120 hedone (Yunanca kavram) 259
Güzellik Miti, Wolf 359 hedonik hesap 259
Gyges'in Yüzüğü 29, 30, 31, 272, Hegel, G. W. F. 407
273 Herbert, Maria von 262
Herodot 7, 254, 255, 398-402
Haidt, Jonathan 264 Herodot'tan hikayeler 399-402
haklar 505, 507 hesap ve tıbbi etik 306
ağaç hakları 451 Hıristiyan Kilisesi
aile kurma hakkı 303 günah 278
BM İnsan Hakları Bildirgesi 1 70 hayvanlar 272
dört özgürlük 406 Nietzsche'nin bakış açısı 483
fikri mülkiyet hakları 391 hikayeler 386, 387

518
Hipokrat 263, 477 nağı, Rousseau 467
Hitler, Adolf 129, 177, 178, 1 79, 250 intihar saldırıları (ABD) 4 1 8
Hobbes, Thomas 269, 288, 299, İslam 479, 4 8 0 , 482
290, 342, 408, 430, 472, 477, İslam ahlakı 479,
483, 486 istek ve arzu, Hobbes 289, 290
Hogarth, William 1 8 , 266 istekler, Hobbes'e göre 289
Homeros ve öldürme davranışı 408 İş etiği 472, 5 1 2
Homby, Nick 324 iş etiği, protestan 433
Hrisostomos, vejetaryenlik üzerine işkence 435, 436, 437
146, 380, 3 8 1 alışılmış bir durum olarak 251,
Human Fertilisation and Embryo 252
Authority 306 İyi'nin Formu 283
Hume, David 342, 343, 383, 462, iyilik yapmak (Çin felsefesinin pren­
478, 486 sibi olarak) 249
Hutcheson, Frances 286
Huxley, Aldous 296, 301, 302 James, William 268
Jefferson, Thomas 297
I Ching (Değişimler Kitabı) 478 Joad, Profesör 257
I Spit on Your Grave, film 3 1 8 John Paul II.,Papa 299
lise: She-Wolf of the SS, film 317 Johns, "Kaptan" W.E. 393
In Vitro Fertilisation (IVF) 299, 303,
305, 306 Kafası Karışıklara Öğütler, Maimo-
In Vitro Fertilisation (IVF) 62, 305 nides 249
Inge, William Ralph 449 Kahneman, Daniel 365
Innocentius IV., Papa 251 Kalıcı Barış, Kant 408
ırk ıslahı 296, 299 Kant, Immanuel 469
ırkçılık 392, 506 etik ikilemler 255, 256
Irwin, Alec 330 irade 268
IVF bkz. In Vitro Fertilisation iyi niyet 282
sözünü tutma 382
İbrahim, İncil'in hikayesi 98, 99, yalan 261
102, 103, 1 92, 260, 340, 341 , karar alma 339
344, 437 karşılıklılık, Konfüçyüs ilkesi 249
ihbarcılar 327, 328 Keller, Helen 342
ilaç testleri 304 Keynes, John Maynard 464
Naziler 92, 93 KGİ (karşılıklı garantili imha) 4 1 6
İlyada, Homeros 408 Kierkegaard, Smen 332, 340
İncil Hristiyan Kilisesi 3 8 1 kirlilik (endüstiyel) 376
İnkalar 255 Kistik fibrozis 300
insan doğası 267 Kitab-ı Mukaddes
bencillik 427-433 İbrahim'in öyküsü 98, 99, 260
öldürme içgüdüsü 406-409 Lazarus'un öyküsü 102, 344
ölüm içgüdüsü 262 meyve vermeyen ağacın öyküsü
yozlaşma süreci 122 336
insan hakları 7, 406, 473, 477, 480 şeytan işi 194
İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kay- vejetaryenlik 380

519
Kohlberg, Lawrence 351, 352 Marx, Cari 432
Komünist Manifesto, Marx ve En­ Medeni Haklar 248, 480, 490
gels 435 Melbourne, polis grevi 273
Konfüçyüs 248, 249, 478 Mellor, David 3 1 7
Konuşma Mencius 249
hayvanlar 23, 271 , 347 Menon, Platon diya loğu 1 1 1
mahkeme öncesi 2 1 7, 3 1 6 menos 408
maymun vakası 1 05- 1 1 0 Merleau-Ponty, M aurice 359
nefret dili 1 90 Metthew, Arnold 459
koruma ( doğal yaşamı) ve ekonomik Meyve Vermeyen Ağaç öyk üsü (Ki­
değerler 200 tab-ı Mukaddes'ten) 95, 96,
Koyu Yeşiller 424 336, 337
kölelik 252, 297, 480, 48 1 , 486, 490 Michelangelo 3 1 9
kötüye kullanım (ma h k umlar) 5 Midgley, Mary 449, 450
Kubrick, Stanley 236 Milgram, Stanley 248
kumarbaz yanılgısı 465 Mili, John Stuart 86, 256, 354, 355,
kutsal savaş 1 90, 1 9 1, 192 434, 494, 504
Kültür ve Anarşi, Arnold, Matthew Miller, Joyce 330
459 Mirasyedi Oğul ( Kitah-ı M ukad­
küreselleşme 409 des'ten) 336
e-Ville şirketi (hayali bir örnek) 44 Mischel, Walter 276
küresel köy (dünya) 330 Misyonerlik Seyahatleri, Dr. Livings­
küna j 300, 307, 509 tone 373
mitler 482
Landscr, pop grubu 321 Modern Zamanların Merhametlisi
Lawrence, D. H. 3 1 6 öyküsü (Kitab-ı Mukaddes'ten)
Lazarus ö yküsü (Kitab-ı Mukad­ 1 00, 1 0 1 , 341
des'ten) 1 02, 344 Moore, G. E. 294, 476
Leopold, Aldo 200, 422, 423, 424, More, Henry 267, 268
447, 452, 471, 498, 500 Muhammed
Leviathan, Hobbes 269, 430 kölelik 252
Uvi-Straus s, Claude 404 velayet-i fakih 249
Lewis, C .S . 465, 467, 501 mutluluk 258
Lockheed Manin 325, 326 mülteciler 345, 3 9 1 -394, 482
Loeb vakası 2 1 4, 2 1 5, 221 My Religion, Keller 342
lokum deneyi 276 Nagel, Thomas 255, 491
Lorenz, Konrad 442
Love's Knowledge (Sevginin Bilgisi), Naziler 1 8 1 , 296, 364
Nussbaum 387 iş etiği 92, 93
Nefret Vaizi öyküsü 1 90
Mabbott, J. D. 293, 294, 329 Network, film 462
Maclntryre, Alasdair 385 Newgate Calender 436, 438, 499
Macon Meclisi 272 Nietzsche, Friedrich 1 2, 2 1 9, 220,
Maimonides, Moses 249 2 8 1 , 355, 483
mantıkçı pozitivistler 456 Nikhomakhos'a Etik, Aristo 499
Marnie, film 4 6 1 Nirvana 3 6 1

520
niyetler 264, 283 Pareto dengesi 473
Kant'ın görüşü 282 Pauline ile kibrit çöpleri, eğitici hika­
Moore'un görüşü 294 ye 159- 1 62
nomos 25 1 peri masalları 384, 385, 496, 497
numenal dünya (Kant) 269 Ardıç Ağacı 153-157
Nursery and Houshold Tales, Kurbağa Kral 149-152
Grimm kardeşler 386 Tolkien'in bakış açısı 384
Nussbaum, Martha 387, 460, 505 Phaedo, Platon diyaloğu 284
Nürnberg Mahkemeleri 92, 333, physis 251
335, 342 Piaget, Jean 350
Platon 469, 484, 485
oikeiosis 279 "Çılgın Bıçakçı" 260
Origin and Development of Moral "koruyucular" 248
Ideas, Westermarck 343 adalet 328
Orwell, George 369, 370 bilgelik 349
otomasyon 21 çoğunluğun düşüncesi 257
Hobbes'un "yapay hayvanlar" devlet ( organizma benzetmesi)
kavramı 289 423
Otomatik Portakal, film 236, 459 erdem 362
eşitlik 295
öldürme Gyges'in yüzüğü 272
davranış 408 hikaye anlatımı 272
yaşlıları 254 kölelik 252
özgecilik 245 seks 278
özgür irade 21, 22, 268, 278, 473, 492 üreme deneyleri 55
özgürlük vejetaryenlik 377
bilgi alışverişi 409 Plutarkos 140, 467
gözetim 369, 370 Politik Ekonominin İlkeleri, Mili
ifade özgürlüğü 322 409
pop müzik 324
Padualı Anthony 380 Porphyry 271
Panoptikon 369-373 pragmatist ekol 270
Bentham'ın illüstrasyonu 130 Pritchard, H. A. 294
Paolo Cavalieri 346 Protagoras diyaloğu 487
Papalık otoritesi Proudhon, Pierre-Joseph 287, 340,
Alexander IV. ( işkence) 252 435
Innocentius IV. ( işkence) 251 psikoloji 484
John Paul II. (ırk ıslahı) 299 ahlak gelişimi 25 1 , 252, 351,
Pius Xll. (hayvanlar) 147 352
para 205, 206, 334 davranışçılık 441
ekonomik değer 454 insan doğasına bakış 408
savaş ekonomisi 415 lokum deneyi 276
vergiler 207, 208 sorumluluğu azaltma 444
yeşil ekonomi 422, 423, 424 şizofreni 439
zengin adam ikilemi 1 16, 11 7 Zimbardo'nun "mahkum" de­
zenginler listesi 3 5 6 neyi 5,6

521
Pythagoras 143, 272, 361, 374, 484, Savaş Üzerine, Clausewitz 4 1
485 Sceptical Essays, Russell 501
Schlesinger, James 4 1 6
Qi 275 Schopenhauer, Arthur 278
Qi Bo 35, 275 Scruples, oyun 325
Seneca
Rachels, James 350 çocuk öldürme 253
rasyonellik 281, 350, 467 tutkulardan kurtulma 279, 280
Rawls, John 418, 429, 449, 500 yalan 261
Reagan, Ronald 416 Seçmeler(Analects), Konfüçyüs 249
Ressler, Robert 440 seks 277-280
Rolston, Holmes 420, 455 sansür 74, 75, 3 1 9, 320
Roma hukuku, impossibilium nulla sempati 342
est obl igatio ilkesi 246 Sevgililer Günü, direktif 178
Romance, film 3 1 9 sezgi ve ahlaki akıl yürütme 264
Roosevelt, Franklin D . 1 1 7, 406 Shaw, Bernard 1 44, 243, 466, 467
Round River, Leopold 422 Shelley, Mary 384
Rousseau, Jcan-.Jacques 248, 284, Siddhartha, Buddha 122, 123, 360,
342, 396, 467, 495 361
rölativizm 256, 391, 396 Skinner, Burrhus Frederick 44 1
Görecistan Hikayeleri 1 67- 1 75 Smith, Adam 205, 206, 258, 342,
kültürel rölativizm 397, 490, 409, 427, 428-432, 434, 472,
497 485, 486
ruhlar Snuff, film 3 1 8
Descartes'ın görüşü 26, 267 sofistler 2 5 1
hayvanlar 267 Sokrates 2 5 8 , 2 5 9 , 260, 272, 273,
Russell, Bertrand 277, 278, 28 1 -285, 484, 485
agnostizm 339 Soros, George 333, 352
ırk ıslahı 301 sorumluluk 256, 268
müstehcenlik 324 sorumluluğu azaltma 444
tiranlık ve kamuoyu hakkında soykırım, Ruanda 247
257 Spencer, Herbcrt 442
Speusippus 487
Saki ve Bayan Eggleby 328 Spiggot, William 2 1 0, 435
sanat ve zulüm 459 Spinoza, Baruch 340
Sangharakshita 361 Spix ve Martius, antropologlar 255
sansür Stilbo hikayesi 280
film etiği 3 1 7, 3 1 8 Stoacılar 277-280, 362
gazete v e dergiler 74, 78, 3 1 7 Stone, Christopher 45 1, 452
pop müzik 324 suç, ve medyada gördüğü destek 77,
seks 82, 83 78
toplumsal hayat 323 Survival of the Prettiest, Etcoff 357
Sarı imparator 35, 274, 275, 276
Sartre, Jean-Paul 332 şeytan
savaş 1 80 Augustine'in görüşü 32, 33, 34
savaş etiği 1 77, 1 78, 179 Bayan Goebbels örneği 250

522
şeytanın kimyagerleri 93, 333, 335, vagon ikilemleri 14, 15, 16, 125-
494 129, 263, 264, 265, 363-367
şiddet 236, 268 Veblen, Thorsten 352
şiddet karşıtlığı 46, 47, 49, 288 vejetaryenlik 140-14 7
doğrudan eylemler 51, 202, 424 Aziz Paulus'un bakış açısı 379
GMfood mağazaları 45 Brecht'in bakış açısı 496
şiir ve hakikatler 387 Hrisostomos'un bakıç açısı 380,
381
Tales of Highwaymen, ucuz roman­ Kitab-ı Mukaddes'te 380

lar 78 Platon'un bakış açısı 377

Tao 35, 249 Plutarkhos'un bakış açısı 373


Spengler'in bakış açısı 142
tasarımcı elinden çıkan bebekler 57,
vergiler 433, 434, 435
299
vergiler, Mill'in bakış açısı 434
Tatar, Maria 386, 497
veri koruma 133
techne 328
Vida!, Gore 324
terör okulu 1 87, 188, 1 89, 417, 4 1 8
Voltaire 241 , 242, 487
Texas Chainsaw Massacre, film 3 1 7
Thanatos 442
Wallace, Russell 421
Thatcher, Margaret 392
Watson, ]. B . 441
The Alexander Principle, Barlow W.
Watson, James 298, 299
278
Weber, Max 337
The Land Ethic, Leopold 423
Wells, H . G. 313
tıbbi etik
Westermarck, Edward 343
ilaç deneyleri 9 1 , 92, 93, 333-
Wise, Stephen 346
336 Wittgenstein, Ludwig 343, 344
şüpheli bağışçı kliniği 14 Wolf, Naomi 359
tasarımcı elinden çıkan bebekler
57, 58 yalan 12, 1 80, 1 83, 512
üreme deneyleri 56 Aquinas 260
Tabalar (Paraguay) 255 Temelsiz ve yanlış inanç 410
Tolkien, ]. R. R. 384, 386 Yalan Söylemek Üzerine, Aquinas 260
Tupiler (Brezilya) 255 yamyamlık 255
tuz vergisi 207, 288 yasal ikilemler ve vakalar
Türlerin Kökeni, Darwin 4 1 9 Bayan Chatterley'in Aşığı (san­
Tversky, Amos 365 sür) 316, 3 1 7
Twinkies (abur cubur) 443 Berkowitz (ruhsal hastalık) 212,
Twinkies vakası 441 -444 2 1 3 , 439, 440, 441
Fraser Adası (ekolojik barınak)
ucuz roman 221 446, 447, 448
Uluslararası Mahkeme 292 Spiggott vakası (işkence) 210,
Uri, Constancy Redbird 298 2 1 1 , 435
Şeytanın kimyagerleri (ticari)

üreme deneyleri 294, 296 333-336


Platon'un bakış açısı 27 Twinkies vakası (hukuki sorum­

üstgeçit ikilemi 15, 1 6, 263, 264, 265 luluk) 214-222

523
yazılım korsanlığı 327 Yüzüklerin Efendisi, Tolkien 384
Yedi Samuray, film 460
yeşil ekonomi 201, 422, 423, 424 Zimbardo, Philip 5
Yeşu, Kitab-ı Mukaddes 1 9 1 Zulmün İlk Aşaması, Hogarth'ın
Yıldız Savaşları, film 461 gravürü 1 8
Yıldız Savaşları, savunma planı 4 1 6 zulüm, hayvanlara 1 8 , 266

524
"Ahlak. önemli seçimler hakkındadır ve önemli seçimler
ikilemlerdir. Kelime Eski Yunancada 'iki boynuz'
anlamına gelir. İkilemin boynuzları ... Sadece iki seçenek
vardır: Var ya da yok, olmak ya da olmamak, doğru ya da
yanlış. Hatta belki de yalnızca tek bir seçenek, ikilemin
boynuzları arasında yolunu bulmak seçeneği vardır.

Doğru ile yanlış arasında tamamen tarafsız kalınması


gerektiğinde diretecek çok insan vardır. Ahlakı
kavramların teknik analizine indirgemeye hazır pek çok
felsefeci... Ancak, 'doğru ve yanlış' sorularını dünyadan
soyutlamaya çalışmak nihayetinde boşuna bir çaba�ır.
Çünkü hayatta gerçek ikilemler söz konusudur; alınması
gereken gerçek kararlar vardır."

Martin Cohen, (d. 1964) İngiliz felsefeci ve editör.


İngiltere ve Avustralya'da çeşitli üniversitelerde
ders verdikten sonra tam zamanlı yazarlığa yöneldi.
101 Ahlak İkilemi, yine yayınevimizden çıkmış
101 Felsefe Problemi'yle birlikte yirmiye yakın
dile çevrilmiştir.

LJ11L1 KOVdahil fiyatı


28TL

You might also like