You are on page 1of 4

ROMANTİK DÖNEMDE MÜZİK

Romantizm, Klasik döneme tepki olarak 18. yüzyılın sonlarında doğan, insanın
yaratma özgürlüğü önündeki her şeye karşı duran bir akımdır. "En iyi kural,
kuralsızlıktır" diyen romantikler, insanın duygularını, düş gücünü hayata
geçirmesini ve insanı düzeltmenin toplumu düzeltmekle olabileceğini
savunurlar. Romantizm sırasıyla, İngiltere’de estetik, Fransa’da sosyal ve
Almanya’da felsefi boyutlarda yaşanırken giderek bütünselleşerek
kendisinden önceki dönemlere karşı neredeyse tüm alanlarda genel bir tavır
halini alır. Doğanın gerçek anlamını kavrama uğraşının önünde birer engel
olarak görülen kural ve normlar yıkılarak yerine ancak özne ile birlikte var
olup onunla açıklanabilen sezgiler konur. Bu değişim ilk olarak şiir ardından
da resim ve müzikte yaşanır.
19. yüzyılla birlikte besteciler eserlerini yazarken romantik romanlar ve
dramalardan etkilenmeye başlamışlardı. Bu özellikle opera ve senfonik
şiirlerde göze çarpıyordu.
Senfonik şiir, müzikte bir konu, olay ya da şiirsel içerikli metinden
kaynaklanan ve bu temel üzerine yazılmış orkestral bir formudur.
Beethoven’ın Egmont, Cariolan ve 3. Leonore uvertürleri ile bunların daha çok
ya da az dramatik ardılları senfonik şiirin ilk örnekleri sayılabilir. Mendelssohn
ve Berlioz'un konser uvertürleri de Liszt ’in senfonik şiirlerine ön ayak
olmuştur. Bunlardan biri Hugo’nun “Ce qu'on entend sur la montagne”
satırları üzerine yaratılmıştır ve Liszt’in 12 senfonik şiirinin ilkidir.
Senfonik şiir, Rusya’da ulusalcı fikirler için bir araç olmuştur. Smetana
1857’de, edebi konular üzerine birkaç senfonik şiir yazdı. Altı eseri kapsayan
ve bölümlerinden birisi de “The Moldau” olan “My country” adlı eseri Çek
tarihi ve kültürü üzerine yazılmış bir eserdir. Bu eserin başarısı bir yana,
ondan sonraki kuşak genç besteciler için büyük bir kaynak olmuştur, özellikle
Dvorak ve Mily Balakirev’in senfonik şiirleri için bir ön ayak görevini görür.
Borodin ve Mussorgsky ulusal konular, Tschaikowsky ise tersine “Romeo &
Juliette”, "Hamlet” ve “Francesca da Rimini” için edebi bir dile başvurdu.
Senfonik şiir için en iyi örneklerden biri kabul edilen “Francesca da Rimini”
büyük İtalyan yazar Dante’nin en önemli eseri “La Divinia Comedia” dan alıntı
bir konudan bir bölümü işler.
Caesar Franck, Liszt’ten önce Hugo’nun “Ce qu'on entend sur la montagne”
adlı yapıtı üzerine orkestra için bir eser yazmıştı, fakat bu eser 1870’lerde
gündeme geldi. Camille Saint-Seans'ı ise “Le rouet d'Omphale” ve “Danse
macabre” ile V. d'Indy ve Duparc takip etti ve 1876’da C. Frank senfonik şiir
yazmaya tekrar başladı, önce “Les Eolides” sonra da “Le chasseur maudit” ile
“Les Djinns” adlı eserlerini yazdı. Fransız senfonik şiirleri arasında Ducas’ın
“L'apprenti-sorcier” adlı eseri parlak bir öyküsel yapıya sahiptir.
Richard Strauß, senfonik şiir (Symphonic poem) yerine “Tonepoem” terimini
yeğledi. İlk senfonik şiirleri onun erken kariyeri için repertuarına büyük
katkıda bulundu. Bunlar “Don Juan," “Till Eulenspiege”l, “Also sprach
Zarathustra” ve “Don Quixote” adlı eserleridir. Bu eserlerinde orkestrasyon
açısından bütün kabiliyetini kullandı ve eserlerini detaylı bir kontrapuan içinde
ördü, kromatizm ve armoniyi kullanışı ve temaları geliştirimi nasıl becerikli bir
besteci olduğunun kanıtıdır. Bu akımın pek tanınmayan kahramanlarından
birisi de şüphesiz Polonyalı Mieczysław Karłowicz’dir. Son 6 eseri olan
senfonik şiirleri onun Polonya’nın en büyük sanatçılarından biri olmasını
sağladı. 1906-8 yılları arasında yazdığı “Stanisław i Anna Oswiecimowie” adlı
en büyük eseri onun ne kadar parlak bir sanatçı kimliği olduğunun
göstergesidir.
Senfonik şiir için en son katkıda bulunan önemli besteci Sibelius'tu. Senfonik
şiirin 20. yüzyıldaki düşüşü, romantik fikirlerin reddedilmesinden ve onun
yerini alan müziğin dayandığı fikirlerin soyut ve bağımsız olmasından
kaynaklandı.

Bu dönemdeki sanatın sosyolojik yapısına baktığımızda bunun tüm sanat


dallarını etkiledğini görüyoruz. Örneğin, Scott'ın ünlü romanı The Bride of
Lammermoor(1819), 1821 yılında Fransız ressam Delacroix'nın bir tablosuna
konu olurken, 1836'da Donizetti tarafından opera eseri haline getirilmiştir.
Genel anlamıyla sanattaki romantizm akımının birçok teması müzikte de
yerini almıştı (natüralizm, idealizm, nasyonalizm gibi).
Müziğin öncelikle insanın duyum ve duygularına seslenmesi ölçüsünde, aklın
önceliğini tartışma konusu yapan romantizmle müzik arasında doğal bir
yakınılık ortaya çıkar. Romantizmle birlikte iç dünyayı yansıtan yapıtlar,
yoğun bir duygusal içerik kazandı (lied); büyük çaplı yapıtlar, yeni bir gerilim
ve dokunaklılığa ulaştı (programlı müzik). Orkestra zenginleşti, çeşitlendi ve
çalgıların tınısı ve rengi üzernde titizlikle duruldu. Bu hareket, kaynağını
Almanyadaki "Sturm und Drang" ve Fransız Devrimi'nin ideolojisinde buldu.
Romantik dönemde uzun ve açıklayıcı melodiler, renkli armoni, çalgıların
çeşitliliği, ritmlerdeki özgürlük ve esneklik en önemli değişimlerdi. Ancak
müzikal formda çok fazla bir yenilenme söz konusu değildir. Bu dönemde eser
veren bestecilerin en önemli özellikleri; önceki dönem müziğine duydukları
saygı ve geçmişten beri süregelen katı müzik kurallarına sıkı sıkıya
bağlılıklarıdır.
L.V. Beethoven dünyanın ilk romantiği olarak kabul edilir ve hem klasik, hem
romantik dönem bestecisidir. Beethoven' ın klasik ve romantik akımları
birbirine bağlayan müziğinin ardından, çağdaşları sayılan Schubert, Weber,
Çaykovski, Brahms, Rossini ve şeytan kemancı Paganini ilk katıksız
Romantikler kuşağı olarak bilinir ve Romantik dönemi gerçek anlamıyla
başlatan da onlar olmuşlardır. Bu bestecilerin 1830'larda ölmesiyle ikinci
kuşak Romantikler döneme ağırlıklarını koymuşlardır.
1803–1813 yılları arasında doğan Berlioz, Chopin, Glinka, Liszt, Mendelssohn,
Schumann, Verdi ve Wagner gibi besteciler ise ikinci jenerasyon
romantiklerdir.
Oda müziği klasik dönemin ürünüyse, senfoni de romantik dönemin ürünüdür.
Bu dönemde birbiri ardına olağanüstü senfoniler, liedler, koral müzikler,
operalar, uvertürler, konçertolar yazılmış ve yorumlanmıştır.
Özellikle Verdi'nin operaları bugün bile hayranlıkla dinlenmektedir. Dönemin
sonlarına doğru atağa geçen bale türü ise klasik müziğe dansın eşsiz
güzelliğini getirmiştir. Liszt ve Wagner'in müziği; formunun genişlemesi,
armonik yapıları ve ilginç çalış teknikleriyle gelecekteki müziğin ilk sinyallerini
verirken, Schumann gibi bazı besteciler de klasik formlardan vazgeçmemiştir.
Romantikler'in yorumculuğu Bach veya Mozart zamanının yorumculuğuna
benzemez. Chopin, Liszt, Paganini gibi harikalar yaratan yorumcuların çalış
tekniği, Romantik dönemin ölçütü sayılmıştır. Bu dönemin bestecileri
çalgılarının olanaklarını çok iyi tanıdıklarından kendi parlak yetenekleriyle
çalgının tüm sınırlarını zorlamışlardır.
Romantik dönemin en gözde çalgısı piyano olmuştur, bu dönemin
sanatçılarının tüm fırtınalı, hırçın ve inişli çıkışlı duygularını en güzel anlatan
çalgı olmakla nam salmıştır. En küçük sesten en büyük sese dek ses
gürlüğüne karşı duyarlılığı, bestecilerin ruh halindeki değişiklikler için son
derece elverişlidir. Ancak tarihe adını gerçekten bileğinin hakkıyla yazdıran
bir keman virtüözü vardır ki hem baş döndürücü çevikliği ve hızı, hem de son
derece duygusal yorumuyla inanılmaz bir müzisyendir. Paganini'nin yeteneği
öylesine olağanüstüdür ki şeytanla işbirliği yaptığı inancı almış yürümüştür.
Çağının çok ilerisinde olan bu keman ustasının yazdığı ve yorumladığı eserleri
aynı ustalıkta seslendirebilecek kemancı bugün bile yok denecek kadar azdır.
Chopin ve Schumann’ın piyanist olarak verdikleri eserler dönemin ruhunu en
iyi yansıtan örneklerdir. Örneğin, bir müzik eserinin bütünsel harmonik
uyumuna katkısı olmayan –dışarıdan/eklektik– nota grupları bile yazma
girişiminde bulunabiliyorlardı. Benzer olarak, eğer bir çalgının sesi, senfoninin
akışı içinde çekici geldiyse, bu çalgı için senfoninin şeklini bozabilecek bir solo
pasaj yazabiliyorlardı. Romantik müziğe ait asıl estetik yanlar ise, özellikle
Almanya ve Orta Avrupa’da gelişti. Bu müziği şekillendiren besteciler,
çoğunlukla edebiyat ve resim gibi sanatlar ile müzikle ilgili olmayan diğer
kaynaklardan etkilenmişlerdir.
Romantik dönem bestecileri ile verdikleri eserlere baktığımızda kendi
içlerinde çok büyük farklılık ve karşıtlıklar görüyoruz. Kronolojik olarak Weber
ve Schubert, Mendelssohn ve Berlioz, Chopin ve Schumann, Liszt, Wagner ve
Brahms gibi romantikleri karşılaştırdığımızda bu bestecilerin tamamı romantik
olduğu halde romantizm çerçevesi içinde bile ne büyük karşıtlıkları içlerinde
barındırdıklarını görebiliriz ki aslen romantik dönem sanatı da budur: kendi
içinde arayış farklı yönleri, derinlikleri barındırır. Bununla birlikte bu
karşıtlıklar Bach ve Haendel arasındaki karşıtlık gibi olmaktan çok bu
bestecilerin ait oldukları farklı dünyalar ve bakış açılarından kaynaklanır.
Romantik döneme gelinceye kadar müzisyenler tamamen işverenlerine bağlı
olarak çalışıyor kendilerine verilen sınırların dışına çıkamıyordu. Besteciler
genellikle saray veya malikanelerde çalışıyor, patronları tarafından verilen
görevleri yapıyordu. Çalıştıkları yerlerde diğer hizmetçilerle eşit koşullarda
çalışıp yaşıyorlardı. Romantik dönemle birlikte bu durum da değişti. Artık
besteciler soylular, aristokratlar veya kilise için değil kendileri için çalışmaya
başlıyordu. Bu açıdan Beethoven romantik dönemi hazırlayan en önemli
figürlerden biriydi. Kontrol altında bulunmaktan hoşlanmayan bağımsız ve
özgür kişiliği ile Beethoven kendisini aristokrasinin hizmetinden çıkartarak
aristokrasiyi kendi hizmetine alan ilk besteciydi ve benzeri daha önce
görülmemiş bu hareketi ile kendisinden sonra gelen bestecilere izlemeleri
gereken yolu gösteriyordu.
Romantik dönemin en büyük özelliklerinden biri olan virtüözler de işte bu
yoldan geçerek yetişen sanatçılardır. Beethoven’la birlikte sanatçı kitleleri
etkisi altına alarak onlara hükmetmeye, kültürel açıdan yükseltmeye, onları
değiştirmeye ve bir araya getirmeye başlar. Zaten romantizmin olgunluk
süreci içerisinde doğal olarak ortaya çıkan ulusal akımlar da bunun bir
göstergesi veya sonucudur.

You might also like