You are on page 1of 6

“KABOĞLU & ORAN DAVASI”NDAN ÇARPICI NOTLAR

(“NE MUTLU, TÜRKİYE’LİYİM DİYEBİLENE”)


----------------------

Yrd. Doç. Dr. Abdullah SEZER


Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi - Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi

Kaynak belirtmek kaydıyla yararlanılabilir:


Karşı Hukuk, S. 2., Mayıs-Haziran 2006, İstanbul, ss. 11-16.

----------------------

I - GENEL OLARAK: “TÜRKİYE’LİYİM” DEDİKLERİ İÇİN…


Vak’anın konusu; 4643 Nolu Kanun’la kurularak göreve başlayan ve ilgili
Yönetmelik’le kendisine “insan hakları” alanında “danışma”nlık görevi verilen resmî bir
“Kurul”: Parçaları birleştirdiğimizde, “İnsan Hakları Danışma Kurulu” (İHDK). Kurumsal
anlamda resmî niteliği tartışmasız bulunan Kurul’un Türkiye’de insan haklarına yönelik
olarak hazırladığı raporlardan biri de, “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu”1 idi.
İHDK’nın bir alt-komitesi niteliğindeki ve yine resmî sıfat taşıyan “Azınlık Hakları ve
Kültürel Haklar Çalışma Grubu”nca hazırlanan Rapor, kamuoyuna açıklandığında, bazı
kesimlerin tepkisiyle karşılaştı. Oysa ki, izleyen günlerde AB Komisyonu’nca Türkiye
hakkında hazırlanan ve azınlıklar konusunda çok daha sert cümlelerden oluşan “İlerleme
Raporu”na hiç kimsenin -deyim yerindeyse- “gık”ının dahi çıkmaması ise, oldukça ilginçti.
Kamuoyunda “azınlık davası” ya da “yırtılan rapor” olayı (aslında, söz konusu
Rapor’a ilişkin “Basın açıklaması”2) olarak da anılagelen ve Ankara 28. Asliye Ceza
Mahkemesi’nde görülen dava, Başbakanlığa bağlı resmî bir statüye sahip olan İHDK
tarafından, “İnsan Hakları-2004 Raporu” ile aynı gün kabul edilen “Azınlık Hakları ve
Kültürel Haklar Raporu”nun içeriği dolayısıyla açılmıştı. Basın Savcılığı’nca hazırlanan
İddianame sonucu açılan davada, Kurul’un Başkanı Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU ve “suç
ortağım” diye nitelediği Prof. Dr. Baskın ORAN hakkında, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”
(eski TCK md. 312, yeni TCK md. 216) ve “Anayasal kurumları aşağılama” (eski TCK md. 159,
yeni TCK md. 301) suçlarından yargılandı. Bu kısa yazının izleyen başlığı altında, davanın üç
duruşmasından kısa notlar aktarılacaktır.

II - DAVANIN YOL HARİTASI


Kısaca, davanın her bir duruşmasında edindiğimiz izlenimler aktarılacaktır.

A) 1. DURUŞMA (15 ŞUBAT 2006)

1 Rapor’un ve İHDK’nın tüm belgelerinin tam metni için bkz. KABOĞLU, İbrahim Özden & AKKURT, Kemal
(Yay. haz.), İnsan Hakları Danışma Kurulu Raporları, 1. Bs., İmge Yay., Ankara, Şubat 2006, passim.
2 01.10.2004’te, İHDK Başkanı KABOĞLU tarafından kamuoyuna açıklanması plânlanan metnin, aynı zamanda
Kurul’un üyesi olan (o güne dek hiçbir toplantıya katılmadığı için, Başkan’ın “Kurul üyesi olduğunu ilk kez
öğrendim” dediği) bir şahıs tarafından alınıp kameralar karşısında yırtıldığına tanık olduk. Bu çirkin bir
saldırı ile AB adayı Türkiye, bir “ilk”e daha imza atıyordu. Resmî bir Kurul’un, “kurumsal yanıt hakkı”nı yine
demokratik araç ve yöntemlerle kullanma girişimi, anti-demokratik ve şiddet yanlısı bir müdahale/saldırı ile
önlendi ve karşılığında aldığı ceza ise, sadece ve sadece, saldırı mağduru bilim adamının nezaketi oldu. Bu
traji-komik örnek, Türkiye’de fikrî mücadelenin hâlâ insanların bedenlerine ve kişiliklerine karşı yapıldığını
göstermektedir; yoksa, “farklı düşünme hakkı”nı kullanmak isteyen insanların beyinlerinin ürettiği fikirlere
karşı değil!

[1]
İlginç bir tesadüf: Davanın ilk duruşması 15 Şubat’ta, yani “Valentine’s Day”in
(Sevgililer Günü’nün) ertesi günü gerçekleştirildi.
İlk duruşmada, Sanıklardan Prof. KABOĞLU, sözlü konuşmasında, İHDK’nın kısa
serüvenini aktarmış, davaya gidişi özetlemiş ve 1982 Anayasası md. 90’a eklenen son cümle
karşısında, TCK md. 216 ve 301’in davaya uygulanmasının mümkün olmadığını; bu yüzden,
davanın hemen reddedilerek, “bugün ve burada bitirilmesi”ni talep etmiştir. Ancak, yurt içi
ve yurt dışı ders ve bilimsel etkinliklerinin yanı sıra, İHDK, İnsan Hakları Eğitimi On Yılı
Ulusal Komitesi, TBB İnsan Hakları Merkezi vs. kurumsal görevleri nedeniyle özelikle son 5
yılının çok yoğun geçtiğini anlayan Savcı’nın bir beş yıl dinlenmesi için çaba sarf ettiğini
vurguluyordu.
KABOĞLU’nun “Savunma (Bir Ulusal İnsan Hakları Kurumunun İbret Verici
Tarihine Giriş)” başlığıyla kaleme aldığı yazılı Savunma’dan3:
“Devletin oluşturduğu resmî bir birim yoluyla insan hakları üzerinde çalışmanın
hesabını, yine Devletin bir başka organı önünde vermek zorunda kalmışlardır. … ‘Görevi
neden yapmadın?’ sorusu sorulamadığı için mi acaba, ‘görevi neden yaptın?’ sorgulaması
ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. … Örneğin, Susurluk çetesinin hesabı görülebilmiş
olsaydı, Başbakanlık binasında şiddet kullanmaya cüret edenler çıkacak mıydı? Sayın
Yargıç, eğer kurulu düzeni sorgulayanlar sanık sandalyesine oturtulursa, bunun hizmet
edeceği tek şey, Susurluk ve Şemdinli çeteleri ve benzerleri olacaktır. Oysa, sözü edilen
“derin çeteler”i, ancak düşüncelerle alt edebiliriz. … Eğer İHDK Raporu cezaevi yaptırımına
tabi tutulursa, bundan böyle hiçbir resmî kurum, gerçekleri yazamaz. … Kararınız tarihi
bir önem taşıyacaktır. … Size ‘Türkiye Yargıcı’ payesi verecektir”.
Prof. Dr. Baskın ORAN ise, “Karşı İddianame” başlıklı ironik savunmasında, özetle;
kendilerinin değil, aslında davayı açan Savcı’nın suç işlediğini savunuyordu.
Duruşmaya yaklaşık 9 saat aralıksız biçimde devam edildikten sonra, saat 18:00
sularında, Yargıç, tanıkların dinlenmesinin kaldığı yerden sürdürülebilmesi için, davanın
devamına karar verdi (medyada geçen “erteleme” terimi, bu çerçevede yanlıştır).

B) 2. DURUŞMA (10 NİSAN 2006)


İlk duruşmanın sonunda, Yargıç tarafından davanın ikinci duruşması için saptanan 10
Nisan 2006 tarihi, -ilginç bir tesadüf eseri- “sanık”lardan birinin doğum gününe rastlıyordu:
Hocamız Prof. KABOĞLU’nun bizzat kendi deyimiyle, (kişisel bir diyaloğumuzda özlü bir
biçimde ifade ettiği üzere) bu, bir bakıma, “sanık sandalyesinde yaşlanmak”tı.
Prof. KABOĞLU, “Savunma-II” başlıklı yazılı savunmasını sözlü olarak aktardı.
Anayasa’ya aykırılık iddiasını yinelerken, şunları kaydediyordu: “Davanın sonuçlanma
tarzından bağımsız olarak, işin bu aşamaya gelmiş olması dahi, düşünme-tartışma-
serbestçe önerme özgürlüğüne müdahale olup, başlı başına bir yaptırım teşkil etmektedir.
… Evet, berat talebimi yineliyorum; ama, eğer Türkiye demokrasisine ve ifade özgürlüğüne
katkısı olacaksa, aykırılık iddiasının AYM’ye götürülmesi çerçevesinde bir altı ay daha
beklemeye hazırım. … Sayın Yargıcım, hakkımızda karar verirken, elinizi vicdanınıza
koyun; hatta, aslında hiç kaldırmayın”.
KABOĞLU’nun yazılı olarak kaleme aldığı ve Mahkeme’ye sunduğu Savunma’dan
birkaç çarpıcı kısım şu şekilde:
“Bugün burada iki insan hakları kurumundan biri yargılayan, diğeri ise yargılanan
konumundadır”.
“Bu dava yeryüzünde bir ilki yansıtmaktadır. Herhalde, bir başka yerde benzer
bağlamda tekrarı olmayacaktır. Neden? Çünkü, ‘tavsiye, öneri ve görüş’ oluşturmakla
donatılan bir birimi, ‘neden tavsiye ettin?’, ‘neden önerdin?’, ‘neden görüş bildirdin?’
sorgulamasıyla karşı karşıya bırakmak, ancak totalitarizm zihniyetiyle açıklanabilir”.
“Alfabetik sıralamaya göre Artvin, Edirne, Hakkâri ve Muğla, ülkenin dört
köşesinde yer alan illerdir. Her bir ile mensup yurttaşlar, ‘ben Artvin’liyim’, ‘ben

3 Her iki bilim adamının savunmalarının tam metni için bkz. http://www.univder.org.

[2]
Edirne’liyim’, ‘ben Hakkâri’liyim’, ‘ben Muğla’lıyım’ der, bu onların en doğal haklarıdır.
Hiçbir güç, onları, bu haklarından yoksun kılamaz. Tıpkı diğer bütün illerde, toplam 81 ilde
yaşayan yurttaşlar gibi hepsini buluşturan kavram, ‘Türkiye’dir, “Türkiye
Cumhuriyeti”dir. Hepsinin ortak hedefi, ‘Avrupa’lı’ olmaktır. Özetle, ‘ben Artvin’liyim’, ‘ben
Avrupa’lıyım’ diyebileceğim; hem de, ne il aidiyeti ve ne de Avrupa’lılık Anayasa güvencesi
altında yer almadığı halde. Ancak, Anayasa’nın değişmez ilk 3 maddesinde yer alan
‘Türkiye aidiyeti’nin kullanılarak ‘ben Türkiye’liyim’ denmesi, bunun önerilmesi bile, bir
ceza davasının konusunu oluşturabilmektedir. Bu, anlaşılmaz bir durumdur”.
“Toprağı, ırka yani soya göre biçimlendiren toplumlar, devletin ülke öğesine yabancı
kalmaya mahkûmdur”.
“Sayın Yargıç; aynı Rapor, aynı içerikle ama sadece ‘Kültürel Haklar’ başlığı ile
hazırlanmış olsaydı, belki de bugün burada bu dava görülmeyecekti. İşte, konunun göreceli
olan yönü, ‘azınlık’ sözcüğünü algılama biçimidir”.
“Sayın Yargıç, ‘hukuk devleti’ni onarım amacıyla son yıllarda gerçekleştirilen (ve
kendisinin de katkıda bulunduğu) reformların hedefine tamamen karşıt bir anlam taşıyan
İHDK davası, belki bizi henüz fizikî özgürlüğümüzden alıkoymuş değildir. Ancak, daha
baştan, bizim fikrî özgürlüğümüzü mahkûm etmiştir”.
Diğer taraftan, duruşmada bizzat tanık olduğumuz ve bize çarpıcı gelen
ifade/diyaloglardan birkaçını aktarmak isteriz:
– KABOĞLU: “Anayasa md. 40’ta rücu hakkı var. Sayın Yargıç, bilimsel
üretimimizin engellenmesi dolayısıyla oluşan zararımız zaten tazmin edilemez. Gerçi
amacım maddi bir talep değil; ancak, yarın devlet size rücu edebilir (!)”.
– YARGIÇ: “Umarım bana dönmez”.
KABOĞLU’nun sözlü savunmasından: “Nasıl ki, bir Artvin’li, Hakkâri’li, Edirne’li,
Muğla’lı v.s. (Orta Anadolu’lar alınmasın, size Türkiye’nin dört bir köşesinden örnekler
verdim) ‘Ben Artvinliyim’ v.s. deme hakkına sahipse; aynı şekilde, Türkiye coğrafyası
üzerinde yaşayan beni de, hiç kimse, ‘Türkiye’liyim’ deme hakkından yoksun bırakamaz.
Hatta ömür boyu hapsime sebebiyet verse bile”.
“Bunca gündür şüpheli ve sanık statüsündeyiz. Amaçları arasında düşünce
özgürlüğünü geliştirmek olan bir Kurul’un mensubu olarak bizlerin, düşünce
özgürlüğünden sırf mahkum olmasını sağlamak için bu kadar baskı yapılması, doğrusu
esef verici”.
“Dava ile bu işin geldiği aşama, düşünceyi ifade özgürlüğüne bir müdahaledir ve
Türkiye'de problemlerin üzerinin şalla örtüldüğünün göstergesidir”.
Prof. Baskın Oran ise, 2. duruşma için ayrı bir savunmada bulunmadı. Oran, Ben
tekrar savunma yapmaya gerek duymuyorum, yalnızca şu iki soruyu yönelteceğim” diyerek,
şunları kaydetti:
1) “Sayın Yargıcım; varsayalım ki, tanıkların tümü bizim aleyhimizde ifade verse
dahi, bizi hangi maddeden mahkûm edeceksiniz?”
2) “Sayın Yargıcım; yine varsayalım ki, bizi beraat ettirdiniz; böyle olsa dahi,
kendisinden resmi rapor istenenlerin başına bu gelenlerden sonra; acaba devlet, hangi
uzmanı bulup da bilimsel rapor isteyecek? Ve hangi uzman cesaret edip, rapor yazacak
bundan sonra?”
Duruşma sırasında, ayrıca “dava dosyasında tahrifat” tartışması (kendimize aittir) da
yaşandı. Bu çerçevede, şu diyaloga tanık olduk:
– (Avukat Sezgin TANRIKULU) “Dava dosyasında yer alan bir belge dikkatimi çekti.
Kenarına işaretler konmuş. Bir resmi belge üzerinde ne yargıç ve ne de savcı tahrifat
yapamaz. Ancak ondan kendine notlar alabilir, ya da fotokopi çektirip çizebilir”.
– (SAVCI) “Ben çizdim. Okurken önemli bulduğum kısımların kenarına yıldız
koydum. Kalemle altı çizilerek dikkat çekilen kısımlar bana aittir. Ben yaptım”.
Sanık avukatları, belgede yapılan vurgulamanın yargıcı etkileyebileceği uyarısında
bulundular. Bunun üzerine;
– YARGIÇ: “Ben şu kadar yıllık yargıcım, böyle şeylerden etkilenip sallansaydım,
şimdi burada olmazdım. Etkilenmem öyle şeylerden”.
[3]
– ORAN: “Sayın Yargıcım, siz etkilenmezsiniz ama, Allah korusun siz ölür
mölürsünüz, sizden sonra gelen yargıç görüp etkilenebilir. Benim korkum bundan
dolayıdır efendim”.
Duruşmanın sonlarına doğru,
– KABOĞLU: “Sayın Yargıç, bu davayı bugün burada ve hemen sonlandıralım.
Bugün bir yıl daha yaşlandım (!)”.
– YARGIÇ: “Sizi anlıyorum hocam. Ama inanın hepimiz yorulduk. Belki ara veririz”.
– KABOĞLU: “Benim kastettiğim başka bir şey. Ben bugün ellibeşinci yılımı
bitirdim”.
Sanıkların ve vekillerinin yoğun ısrarına karşın, Savcı da esas hakkındaki mütalâasını
vermemekte kararlı olunca, Yargıç davayı bir kez daha uzatıyor ve üçüncü duruşmanın tam
bir ay sonra aynı gün yapılmasına karar verildiğini ilan ediyordu.

C) 3. DURUŞMA (10 MAYIS 2006)


Üçüncü duruşma, merakla beklendiği üzere, Savcı’nın esas hakkında mütalâasını
bildirmesiyle açıldı. Ancak, Savcı; beraat istemine gerekçe olarak, Rapor’un içeriğinde yer
alan görüşlerin Anayasa ve İHAS’la güvencelenen düşünce özgürlüğü kapsamında yer
aldığını vurgulamasına karşın, Rapor’un kurumsal ve de resmî olmadığı, yalnızca her iki
bilim adamının kişisel görüşleri olarak kaldığı savında ısrar etti. Bunun üzerine, Prof.
KABOĞLU hemen söz alarak, bunun doğru olmadığını çarpıcı örneklerle ortaya koydu. Bu
çerçevede, Rapor’a ilişkin oylamada usulsüzlük yapıldığı savıyla dava açan 4 kişiden 3’ünün
Kurul’la hiçbir ilişkisinin bulunmadığını, bir diğerinin hiçbir Kurul faaliyetine katılmadığını,
bir başkasının ise oylamanın ardından, bizzat kendisine, “demokratik tartışma ortamı
yarattığı için” teşekkür ettiğini aktardı.
Prof. KABOĞLU, “Savunma-III” başlıklı savunmasında, önceki iki duruşmada dile
getirdiği Anayasa’ya aykırılık iddiasını, daha ayrıntılı biçimde ortaya koydu. Bazı önemli
cümleler şunlar:
“12 Ocak 2006 günü, ders vermeye gittiğim R. Descartes (Paris-V) Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nin öğretim üyelerine ilişkin ilân panosunda, Dekan’ın imzasıyla yapılan
duyuruyu okuyunca, yeni bir gerçeklik eşiği ile karşılaştığımı, hem de hüzünlü bir biçimde
fark ettim. ‘Dayanışmaya Çağrı’ başlıklı yazı, uzun yıllardır görev yaptığım Limoges
Hukuk Fakültesi Dekanlığı kaynaklı idi ve davamız hakkında, hem Fakülte’lerinde görev
yapan üyelerine sahip çıkma ve hem de dayanışma anlamında bir kampanya düzenlenmesi
çağrısı vardı. İşte o anda, bobini hızlı bir biçimde geriye sararak, 20 yıldır
üniversitelerinde görev yaptığım Fransa’da verdiğim ders ve konferanslarda ülkem
hakkında yaptığım olumlu değerlendirmeler belleğimden adeta birer şimşek gibi geçti...”.
“… itiraf etmeliyim ki, yurt dışında öğrencilerin sık sık sorduğu, ‘Sayın Profesör, ifade
özgürlüğünüzü burada kullandığınız gibi ülkenizde de kullanıyor musunuz?’, ‘Burada
söyleyip de, orada söyleyemediğiniz şeyler var mı? Nelerdir?’ şeklindeki sorularına karşılık;
‘Orada söyleyemeyip de burada söyleyemediğim hiçbir şey yok. Tam tersine, ülkemde daha
eleştirel bir tavır takınıyorum, çünkü, eleştirinin muhatapları orada. Kaldı ki, orada
söyleyemeyeceğim sözler olsaydı, onları kendi kendime saygı ilkesi gereğince burada da
dile getirmezdim’ şeklinde verdiğim emin yanıtlarda ne derecede derin bir yanılgı içerisinde
olduğumu, 3 Şubat 2005 günü başlayan soruşturma ile anlamaya başladım.
“Bir ‘yurttaş’ olarak çıkardığım derslere gelince; ‘Düşünüyorum da, meğer ne kadar
da çok zamanım varmış. Dakikalarla yarışan bir insan olarak, saatler, günler, haftalar,
aylar ve hatta yıllar... bunu çok acı biçimde öğrendim. Diğer dersler, bende saklı kalsın’.
Ancak, yalnızca şu kadarını belirteyim ki, enayiliği bırakabileceğimi zannetmiyorum.
Çünkü, ‘hukuk devleti’ne inancımı yitirmiş değilim ve hukuk devletinin enayilerin sayısının
artması ölçüsünde kurulabileceğine inanıyorum. Sistem enayileri ayıklayıp, sanık
sandalyesine oturtsa da...”.
Prof. ORAN ise; Savcı’nın beraat talebini kastederek, “Hatırlarsanız, ben ilk
duruşmada ‘Bu davanın neden açıldığını anlayabilmiş değilim’ demişti. Şimdi de, niçin
beraat istendiğini anlayamadım. Ayrıca, sayın Savcı’ya teşekkür ediyorum; zira, ‘Karşı
[4]
İddia’ adıyla ilk duruşmada okuduğum savunmama şimdi de kendisi bir karşı savunma
verdi (!)”.
İddia ve savunma makamlarının yanı sıra sanıkların da “son söz”lerini Mahkeme
huzurunda iletmesinden sonra, sıra karar makamının “ asıl son söz”ünü söylemesine
gelmişti. Saatler yaklaşık 13.45’i gösterdiğinde, Mahkeme yargıcı, davanın konusunu
oluşturan (yeni) TCK md. 301 açısından “düşme”, md. 216 açısından ise “beraat” kararına
hükmediyordu.

III - SONUÇ: NE MUTLU “TÜRKİYE’LİYİM” DİYEBİLENE…


Dava konusu Rapor, ülkede düşünce özgürlüğünün algılanması bakımından siyasal
görüş yelpazesinin farklı kesimlerinin (sağ, sol, demokratik sol, ortanın solu, ortası, ulusal-cı,
vs.), meslek gruplarının (ünversiteler, YÖK, Baro’lar, basın, vs.), her vesileyle karar ve
işlemlerinde İHAM jürisprüdansına yaptığı referansın sayısıyla övünen Yargı mensupları,
kısacası iç siyaset-dış siyaset güçler dengesinde yer alan tüm etkin aktörlerin düzeyini ve
gerçek içtenliğini test etme açısından da önemli bir dönüm noktası oldu. Kişisel gözlemimiz,
bu sonucun oluşmasında, özellikle “milliyetçi” çevrelerce Rapor’da yer alan bilimsel ve
rasyonel görüşlere karşı ortaya konan anti-demokratik tavrın (ve hatta bunun yanında
Rapor’da yer alan görüşlerin sahiplerine karşı beslenen öfkenin), önemli rol oynadığıdır.
Ayrıca, sözkonusu tepkilerin hiçbir zaman bilimsellik ya da demokratik eleştiri biçimine -
maalesef(!)- ulaş(a)madığı, yalnızca şiddetle desteklenen tepkilerle sınırlı kaldığını da
önemle vurgulamak zorunluluğunu hissediyoruz.
Eklemek gerekir ki, davanın “olumsuz” (diğer bir deyişle, karşıt kesimler açısından
“olumlu”) biçimde sonuçlanması olasılığı sonrasında muhtemel bir (Türkiye’li) Kaboğlu &
Oran versus Turkey davasının gündeme gelmesi durumunda, İHAM’ın ne tür bir karar
vereceği de merak edilegeldi.
Zira, İHAM’ın birçok kararında da dile getirildiği üzere, düşünce ve kanaatlerin,
barışçı yollar kullanılmak koşuluyla, şiddete başvurmadan ve her tür platformda, örgütlü ya
da örgütsüz ifade edilebilmesi, “demokratik toplum düzeni”nin vazgeçilmez koşullarından
biridir. Dolayısıyla, hukukça yasaklanan söz konusu araçları kullanmadığı sürece, bu tür
düşüncelere, herhangi bir biçimde sınırlama getirilemez. Velev ki, bu düşünceler,
çoğunluğun hoşa gitmeyen ya da rahatsız ve hatta şoke edici nitelikte olsalar dahi.
Oysa ki, Rapor’da yer alan hususlar, “Türkiye’li” yurttaşların her açıdan eşitliğini
vurgulamaktan başka bir kasıt taşımayan, etnik kimliklerin haklarının insan onuru
ekseninde korunmasına yönelik saptama ve önerilerden ibaretti. Hatta, kaldı ki, sözünü
ettiğimiz düşünceler, ne kişisel bir açıklama, ne de anlık (fevrî) bir tepki idi. Gerçi, hazırlanan
Rapor’lar her ne kadar kamuoyunda “yarı-resmî” olarak nitelense ve dolayısıyla Kurum’un
doğrudan bağlı olduğu Başbakanlık makamını hukuken bağlamayacağı vurgulansa da, en
azından Kurul’un bizzat kendisinin resmî olup olmadığı konusunda herhangi bir kuşku
bulunmamaktadır. Üstelik, doğrudan kendisine özgülenen ilgili Yasa’nın ve Yönetmeliğin söz
konusu Kurul’a yüklediği görev de, başka herhangi bir görev ya da amaç değil, “insan
haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda önerilerde bulunmak”tı. Kusul ise, bundan
başka bir şey yapmış, yazmış, açıklamış ya da önermiş değildir. Üstelik, Kurul’a verilen bu
alanın hukuken kesin bir “görev” olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Dahası, her iki bilim
adamı, görüşlerini zaten yurt içi, yurt dışı ve uluslararası bilimsel etkinlikleri vesilesiyle ifade
etme olanağına sahiptir. Hal böyle iken, önce bir Kurul’da bilimsel bilgi ve birikimlerinden
yararlanmak için herhangi bir ücret vs. talep edilmeksizin görevlendirmek ve sonrasında ise
“Niçin işinizi hakkıyla yaptınız?” dercesine suçlamak, ülkemize özgü bir durum olsa gerek.
Dolayısıyla, özellikle söz konusu Rapor’la ortaya konan düşüncelerin, Kurul’un resmî niteliği
ve milletvekilleri kadar bile (!) ücret almaksızın, tamamen gönüllü olarak, ülke yararına bir
“görevi yerine getirme suçu” işlemesinin yanı sıra, “Atatürk milliyetçiliği”ne bağlı bir “ulus-
devlet” olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine zarar vereceği gibi bir kompleksi
masaya yatırmanın gereksizliği şöyle dursun; hiç değilse en azından, evrensel düzeyde
demokrasinin asgarî unsuru olarak hoşgörü-tahammül meziyeti ekseninde değerlendirilmesi
gerekir(di). Ama olmadı, olamazdı.
[5]
Gerçekten, Atatürk, Temmuz 1923’te hazırladığı “Türkiye Cumhuriyeti İlk Anayasa
Taslağı”nda, md. 12-15’te yer alan hak ve özgürlüklerin öznesi olarak, "Türkiyeli" sıfatını
kullanmaktaydı4.
Sözün özü, kanımızca, davada beraat eden, KABOĞLU ve ORAN değil, “Türkiye’lilik”
anlayışıdır. Madem ki, asıl amaç bireyi üzerinde yaşadığı coğrafyaya bağlamak; şu halde, “Ne
mutlu, Türkiye’liyim diyebilene”.

----------------------------------------
EK

Son yıllarda “Türk”-“Türkiye’li” kavramları üzerine yapılan tartışmaları gözönüne alarak, bu


konudaki tercihimizi belirtme gereksinimi hissediyoruz. Özellikle, İHDK tarafından
hazırlanan ve Başbakanlığa sunulan “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu” vesilesiyle
gündeme gelen kavramsal tartışma, aslında yalnızca bugünün sorunu değildir.
Cumhuriyetimiz’in kurucusu ATATÜRK’ün, daha 1920’li yıllarda hazırladığı “Anayasa
Taslağı”nda ortaya koyduğu “Türkiye halkı” deyimi yanında, hak ve özgürlükler öznesi olarak
kullandığı “Türkiye’li” nitelemesi, günümüzde yeniden alevlenen kavram kargaşasının
giderilmesine de ışık tutabilir. Bu tercih, aslında Cumhuriyet’in ulus-devlet ekseninde
“Türkiye Devleti” adıyla kurulmuş olmasıyla örtüşmektedir. 1920’li yıllardaki “Türkiye”
belirlemesinin ne denli isabetli bir tercihi yansıttığı, XXI. yüzyıl başındaki çağdaş hak ve
özgürlükler anlayışıyla bir kez daha doğrulanmış bulunuyor. Gerçekten, günümüzde hak ve
özgürlükler ile devletin ülke öğesi arasında kurulan bağ, yurttaşlığı sadece devlet ile kurulan
siyasal bağ ilişkisine indirgememekte; ona, aynı zamanda yaşadığı toprak parçasıyla
özdeşleşebilme olanağı tanıyan bir kimlik sunmaktadır. Bu nedenle, resmî ve anayasal
kullanımda, elden geldiğince, daha “kucaklayıcı” bir kavram olarak Türkiye’nin kullanılması,
yerindeliğin ötesinde bir anayasal gerekliliktir de. Zira, Anayasa’mızın “değişmezlik zırhı”na
büründürülen ilk üç md’sinin dokusunu da, “Türkiye” oluşturmaktadır (md. 1’de “Türkiye
Devleti”, md. 2’de “Türkiye Cumhuriyeti”, md. 3’te “Türkiye Devleti”). Kısacası, Anayasa
Hukuku çalışmalarında “Türkiye” sözcüğünün kullanılmasının, yalnızca bir etik “ödev” değil,
aynı zamanda bir “anayasal buyruk” şeklinde anlaşılması gerektiği kanısındayız5.

----------------------------------------------

4 Bkz. Türkiye Cumhuriyeti İlk Anayasa Taslağı, Tıpkı Basım, (C. DÜNDAR’ın önsözü ile), (Kentbank
Tarafından Cumhuriyet’in 75. Yılı vesilesiyle basılmıştır), İstanbul, Ekim 1998.
5 Bkz. SEZER, Abdullah (Yayınlanmamış Doktora Tezi), 1982 Anayasası Ekseninde Türev Kurucu İktidar
Yetkisinin Sınırları ve Yargısal Denetimi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2006, s.
3., dp. 3.

[6]

You might also like