You are on page 1of 191

Ömer Faruk _ Bayezit O Aldanmamıştı

Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.


UYARI:
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...
Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak
gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma
ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi
formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç
gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği
sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya
kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin
amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.
Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi,
bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap
okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.
Yaşar MUTLU
İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" : "ders
kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat
eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya
üçüncü bir kişi tek nüsha olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri
formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir
şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."
bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir.
Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne
mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu
sevinci paylaşabilmek
tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı
tarayıp,
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen
bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan
ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
Tarayan: Yaşar Mutlu
www.yasarmutlu.com
www.kitapsevenler.com
e-posta kitapsevenler@gmail.com
Ömer Faruk _ Bayezit O Aldanmamıştı
ÖMER FARUK _ BAYEZİT O ALDANMAMIŞTI

Birinci Baskı: Ekim, 1996


Dizgi ve Baskı: Dilek Ofset Matbaacılık Telf.: 221 19 63, Sivas

Tarayan: Yaşar Mutlu


www.yasarmutlu.com
www.kitapsevenler.com
e-posta kitapsevenler@gmail.com

I
Sabah oluyordu...Gün, doğu ufuklarından yavaş yavaş yüzünü gösteriyor, dünyâ bir
defa daha karanlığa veda ediyordu.İnatçı birkaç yıldız son demlerinde idiler.
Serçeler bu yeni güne "merhaba"der gibi cıvıldaşıyorlar, kimbilir neler
görüyorlar, neler işitiyorlar, neler anlatıyorlardı?..
Uyanık sinelere inşirah veren bir sabahtı bu...Göze ve ruha hitab eden her ne
varsa kİtab olmuş,okumasını bilenle-re"gel beni oku"diyorlardı.
Yusuf nihayet daldığı düşünce âleminden uyandı. Hâlâ yerde oturduğunu farketti.
Kalktı, seccadesini kalıpladı, pencereye doğru yürüdü. Dışarıya bakınca kendi
kendine mırıldandı:
"-Vakit epeyce geçmiş..."
Pencere güneydoğuya bakıyordu. Bir müddet ufku seyre daldı. Güneş binaların
üzerinden henüz görünmüştü. Bir şeyler İlham etmiş olmalı ki büyülenmiş gibi
dakikalarca baktı baktı... Yine kendi kendine söylendi:
"-Her şey bir mucize; mucize aramak budalalık değil de ne!"
Seccadeyi hâlâ elinde tuttuğunu farketti. Odanın köşesindeki sandalyenin üzerine
bıraktı. Döndü, "yatak" adını verdiği şilteye bağdaş kurup oturdu. Zemin tahta
döşemeydi. Bir hasır üzerine ince bir şilte atmış, orada yatıp kalkıyordu.
"Artık ben de güne başlamalıyım" diye düşündü.*Ayağa kalktı, kapıya doğru
yürüdü. Açtı, salona çıktı.
Arkadaşları evden ayrılalı üç gün olmuştu. Ne de zor olmuştu onlardan
ayrılmak... Her biri, kaşla göz arasında kaybolmuşlardı sanki. Daha birkaç gece
evvel, eve gelen misafirlerle geç vakte kadar oturmuşlardı. İlerde neler yapmak
istediklerinden, insanlara nasıl hizmet edeceklerinden bahsetmiş-
lerdi.
"Kardeşlerim!" diye alev gibi bir söz çıktı dudaklarından. İçine bir kor düşmüş
gibi ürperdi. Gözleri doldu...
Bir an seslerini duyar gibi oldu. Sonra hayâlleri belirdi. Gülümsüyorlardı.
Binlerce defa edilmiş bir duayı tekrarlıyorlar "Allah (c.c.) seni de bizi de
kendine hizmetkâr eylesin" diyorlardı. Sonra donuklaştılar, birer birer
kayboldular.
Antreye geçti. Ayakkabılarını giydi. Kapıyı açtı çıktı. Merdivenlerden ağır ağır
inmeye başladı. Bir an durdu, etrafı dinledi. Apartmanda ses seda yoktu. Sabahm
altısı ve insanlar uykudaydılar.
Son basamağı da indi. Yürüdü çıkış kapısını açtı. Derin bir nefes aldı. Caddeye
çıktı. Ağır adımlarla yürümeye başladı. "Saat yediye kadar ancak giderim" diye
düşündü. Sokaklarda tek tük insanlar vardı. Birkaç arabaya rastladı.
Büroya geldiğinde Nûreddin Efendi kapının önünü sü-pürüyordu. Selâm verdi:
"-Ve aleyküm selâm Yusuf! Hosgeldİn...
-Hayırdır, bu sabah erkencisin?
-Biliyorsun İstanbul'da son günlerim Nûreddin Amca, Eee sonra yalnızım. Bu
saatte de nereye gidilir? Nûreddin Amcamın yanma. Öyle değil mi?..
-Öyle oğlum öyle... Lâkin senden Synlmak bana çok ağır gelecek. Nasıl da
alışmıştım sana. Nasıl da sevmiştim seni. Çok zor gelecek çook!...
Yusuf'un sesi buruklaştı;
-Ben de sizleri, burada çalışan herkesi çok sevmiştim. Ama ne çâre...
-Belli olmaz, ömrümüz varsa daha çok görüşürüz. Hem, birbirimizi kendimiz için
sevmedik ki biz. Allah (c.c.) kalbimize imân nimetini yerleştirdi. İnanan herkes
diğer inananları kardeş bildi. Muhabbet bu değil miydi zaten! Dünyânın bir
ucunda olsak da birbirimizi sevmeye devam edeceğiz. Kardeşlerimizin kederini,
neş'esini yüreğimizde hissedeceğiz. Rabbim bize o muhabbeti bahşettikten sonra
mesafelerin ne ehemmiyeti var! Bakarsın bir gün beraber hizmet ederiz...
-ti
Son cümle Nûreddin Efendi'nin beyninde, kulaklarında
defalarca çınladı...
-Ne güzel konuşuyorsun Yusuf. İnsanın içine öyle bir işliyor ki sözlerin. Şimdi
daha bir üzülüyorum ayrılacağımıza. Senin şeker-şerbet sözlerinden ayrı kalmak
ne kadar acı bİl-sen!...
Yusuf başını önüne eğdi. Yüzü kızarmıştı. Karşısındakinin sözlerini Övgü telâkki
etmiş, ağırına gitmişti. Kendini yokladı. Evet evet, nefsi bundan hoşlanıyor,
haz duyuyordu.
-Hayır, dedi. Hayır, ben kimseye bir şeyler anlatamam. Sen söyletene bak
Nûreddin Amca. Şu zavallının kendine hayrı yok ki başkasına faydası dokunsun!
Öyle bir devrin insanıyız ki, saksağanlar bülbül olmuş. Beni de o saksağanlardan
say.
-Bilirim oğlum, bilirim. Câhil biriyim ama, ben... Sözünün sonunu getiremedi,
sustu. • Yerinden kalktı, dışarıya çıktı. Birkaç dakika sonra elinde iki
simitle içeri girdi. Mutfak tarafına geçti, çay tepsisiyle geri döndü. Çaylar
bardaklara döküldü. Bu mütevazı kahvaltı bitene kadar hiç konuşmadılar.
Yusuf defalarca gördüğü Nûreddin Efendi'nin yüzüne bir ara yan gözle baktı.
Hayret etti kendi kendine. Şimdiye kadar hiç dikkat etmemiş miydi?.. "Ne kadar
nurlu bir yüzü var," . diye geçirdi içinden.
Nûreddin Efendi süzüldüğünden habersiz sandalyesinde şöyle bir kımıldandı. Vecd
içinde: -Elhamdülillah, dedi. Gözlerini Yusuf'a dikti:
-Eee Yusuf, bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun? -Sana hiç anlatmadım galiba.
Askerliğimi liseden sonra yapmıştım ben. Bunun için başlamak istediğim bir işi
askerlik sekteye uğratmayacak.
-Sahi, askere neden liseden sonra gittin? Pekâlâ ünİversi-t teden sonra da
gidebilirdin.
-Liseden sonra bir tercih hatasıyla istemediğim bir fakülteyi kazandım, kayıt
yaptırmadım. Ertesi sene de müracaat ederek askere gittim." Terhisime yakın
tekrar imtihana girdim.
Bu sene mezun olduğum "Astronomi" bölümünü işte o zaman kazandım. Çok şükür
Rabbime, bana böyle bir ilmin tahsilini nasib etti. Konya'ya bir gideyim, ondan
sonra düşünürüm hele...
-Çok şükür dedi Nûreddin Efendi. Ne mutlu hem ilim sahibi olup hem de O'na isyan
etmeyenlere. Ne kadar yazık etmişlerdir, ilim yoluyla O'na âsi olanlar!...
Yusuf Nûreddin Amca'nm yine coşmak üzere olduğunu farketmişti. Ama pek vakti de
yoktu. Müsaade istemek üzere.
-Neyse, dedi. Benim daha uğrayacağım yerler var. Şimdi • arkadaşlar da
gelirler; bir de onlarla vakit kaybetmeyeyim. Sonra hepinizle vedalaşmaya
gelirim inşaallah.
-Evet oğlum; vakit, hele senin vaktin pek kıymetli. Haydi oyalanma, selâmetle
evladım...
Saat sekize yaklaşıyordu. Şimdi iki günden beri düşündüklerini
gerçekleştirecekti. Bedenleri artık dünyâdan göçmüş; açtıkları çığırlarla,
yaşadıkları hayatla, eserleriyle gönüllere sultan olmuş birkaç büyük insanı
ziyaret edecekti.
Akşama kadar Eyyûb Sultan Hazretlerinin, Sultan Fâtih'in, Mimar Sinan'ın
türbelerini ziyaret etti. önceleri, daha birçok yere gitmek istiyordu. Fakat bir
türlü ayrılamamıştı onlardan. Geziniyor, dolanıyor, fâtihalaj; hediye ediyor;
çıkıyor, tekrar <:İrivor, tekrar fatihalar ikram edivordu.
Çok tuhaf hisler içindeydi. Kimi zaman ağlamaklı oluyor, kimi zaman sebebi
bilinmez bir korkuya kapılıyor, kimi zaman utanç hisleri içinde vücudunu ateşler
basıyor, kimi zaman ferahlıyor, kimi zaman da bu büyük insanları sevmenin
hazzını yaşıyordu.
Eve döndüğünde akşam ezanı henüz okunmuştu. Hemen abdestinî tazeledi, namaza
durdu. Sonra kuru bir şeyler yedi. Çalışma masasına yanaştı, sandalyeye oturdu.
Dirseklerini masaya dayadı, daldı gitti. Düşünceler dur durak bilmiyor, biri
bitmeden diğer bir mes'ele kafasını kurcalıyordu. (
"Neden başkalarını değil de onları ziyaret ettim? Hayret! Halbuki daha kimlere
gitmek istemiştim!...
Cevab arıyor, bulamıyordu. "Sanki beni çeken bir şeyler
var" dedi kendi kendine. Ö\ le ya, bir türlü bırakmak istememişti onları.
"Onlar mı beni bırakmadılar, yoksa ben mi bırakamadım? Hayır hayır; sen kim,
onları bırakamamak kim!..."
Yatsı ezanının sesiyle daldığı düşünce âleminden uyandı. Hemen davrandı, dışarı
çıktı. Yakındaki mescidde yatsı namazını edâ etti. Namazdan sonra bir müddet
caddelerde dolaştı.
Gökte huzur veren bir mehtab, havada ferahlık veren bir esinti vardı. Yanından
insanlar geçiyordu. Havaya karışan parfüm kokulan, egzos dumanlan, yüzüne
savrulan sigara dumanları, arada bir serseri gençlerin çirkin haykırışları
birbirini ta'kib ediyordu. O, bütün bunların farkında bile değildi... Gözleri
bakıyor da görmüyordu sanki. Burnu, kulakları dış dünyâya kapalı gibiydi.
Yürüyor; yakınlarını düşünüyor, insanları düşünüyor, dünyânın hâlini düşünüyor,
kendi vaziyetini, vazifesini, bulunduğu mevkii idrake çalışıyordu...
* * *
Aradan iki gün geçmiş, Yusuf dönüş hazırlıklarını tamamlamıştı. O gün Konya'dan,
amcasının fabrikasına ait bir kamyon geldi. Yükünü depoya boşalttıktan sonra,
Yusuf'un birkaç mütevazi eşyası ve kitablan kamyona yüklendi. Amcasına şoförle
selâm yollayıp, ertesi gün de yola çıkacağını söyledi. Kamyon o akşam geri
döndü.
O gece Yusuf Nûreddin Amcaya misafir oldu. Geç saatlere kadar konuştular. Ertesi
sabah büroya beraberce gittiler. Çalışanlarla, müdürle, çok sevdiği Nûreddin
amcasıyla vedâlaştı.
Bindiği otobüs, ertesi sabahın ilk saatlerinde Konya'daydı. Vakit geçirmeden,
koşarcasına eve gitti. Tek katlı müstakil evlerinin bahçe kapısını aceleyle
açtı. Hızla yürüdü. Durdu, bahçeyi seyretti, evi seyretti. Tekrar yürüdü. Kapıya
doğru yükselen birkaç merdiven basamağını çıktı. Elini zile uzattı. Vazgeçti,
kapıya nazikçe dört defa vurdu. Sanki bekleyen birisi varmış gibi üç beş
saniyede açıldı kapı.
7
Karşısında annesi duruyordu. Selâma bile fırsat verrru^ den "yavrum" diyerek
öyle bir sarıldı ki!.. İkisinin de gözleri dolu doluydu. Ancak kollar
gevşediğinde selâm verebildi.
Beraberce salona geçerken, kapıda kardeşi İsa göründü. Aynı sahne bir daha
yaşandı. Bir farkla ki, bu defa küçük kardeşten arz-ı ihtiram da vardı. Kardeşi
öpmek kastıyla ağabeyinin eline sarılmaya yeltendi. Fakat ağabeyin elini
öptürmeme gayreti üstün geldi.
İçeriye hep birlikte geçip, karşılıklı, somyalara oturdular. Yusuf biraderinin,
annesinin gözlerine şöyle bir baktı. İkisinin de gözlerinde sevgi, şükür
pırıltıları vardı. İşte, seneler süren hasret bitmişti...
Annesi oğluna doya doya bakıyor, gözleriyle konuşuyordu âdeta. Evlâdım biraz
nrfeslensin diye bir zaman hiç konuşmadı. Yusuf, bu arada her ikisini de süzmeye
devam ediyordu.
İsa'nın hafifçe şişmanlamış olduğunu farketti. Uzunca boylu bu delikanlıda gene
de onyedİ yaşın inceliği vardı. Saçları aynı ağabeyininki gibi hafif dalgalı,
parlak siyahtı. Beyaz teni ve mavi gözleri, gür kaslarıyla ağabeyine çok
benziyordu. Yusuf'un yüzü biraz daha dolgun, çenesi biraz daha yuvarlakça idi.
Anneleri Nesibe Hanım, ne kaçtır ihtiyarlarsa ihtiyarlasın nurundan bir şey
kaybetmeyen tipik bir Anadolu kadınıydı. Her zamanki gibi, şimdi de bembeyaz
örtüler içinde nurdan bir heykeli andırıyordu.
Yusuf yerinde şöyle bir kımıldandı. Gözlerini annesinin gözlerine dikti:
-Şükür Rabbime! İşte dört sene nasıl da geçti. Fakülteyi birincilikle bitirdim,
anacığıma geldim.
-Hiç de haber vermemiştin, dedi İsa, sitemli sitemli...
-Bilmez değilsin ya İsa! Sâdece size söylüyorum birinci olduğumu. Hem, bizim
elimizde pek bir şey yok. Rabbim çalışma arzusunu, ilim aşkını verdi; bana da
gayret etmek düştü. Bilirsin, bizim için dünyalık mükâfatlar mühim değildir.
İlmi de her şeyin sahibi olan Allah (c.c.) için ister, O'nun rızası dairesindeki
hedeflere yürürüz. Belki, ehl-i dünyâ birisi de bi-
rinci olabilirdi. O hâlde pek mühim değil, öyle değil mı?..
-Benim mütevazı oğlum, diye mırıldandı nnnosi. Tıpkı babası gibi...
Gözleri dolu doluydu Nesibe Hanım'ın.
-Babanız da görseydi bu günleri. Kimbilir nasıl se\ inirdü
-Görmediğini nerden bilebiliriz? Nûr içinde yatsın, makamı âli olsun. Ona lâyık
evlâd olabilirsek ne mutlu bizlere...
Son sözünü söylerken kardeşine ma'nâlı ma'nâlı baktı Yusuf.
-Sen gene de şanslısın ağabey, derken gözleri doİu, sesi titrekti İsa'nın.
-Ben, bir yaşımdaymışım o zamanlar. Tanıyamadım bile babamı.
Anneleri tath-sert bir edayla konuştu. Sesinde kendini de teselli eder bir hava
vardı sanki:
-Yetmiyor mu birer şehid evlâdı olmanız? Rabbime sonsuz şükürler olsun ki ben de
bir şehid hanımıyım. Madem ki hepimiz ebed yolcusuyuz; tnşaallah cennette, aslî
vatanda yollarımız birleşecek.
"Şükürler olsun, sonsuz şükürler olsun" derken, İki kardeş duaya gözyaşlarıyla
icabet ediyorlardı.
Az sonra, üçünün de dudakları kıpırdıyordu. Yoüanan fatihalardan sonra Nesibe
Hanım ayağa kalktı. Kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa geçti.
Yusuf kalktı kardeşinin yanına oturdu.
-Eee, telefonla hayırladık ama bir daha "hayırlı olsun" diyelim. Sonunda sen de
mezun oldun. Allah (c.c.1 hayırlı etsin...

-Sağolasm ağabey, âmin!... Okulu bitirdim bitirmesine de, az daha sınıfta


kalıyordum. Hem de çok iyi olduğum edebiyat dersinden...
-Yaa, niçin?
-Niçini, imanlı olmak! Bu sene yeni bir hoca geldi. Eskilerine hiç benzemiyor.
Hattâ benimle beraber sınıfta kalacak birkaç arkadaş daha vardı. Son imtihan
test olunca sular tersine döndü. Sınıfta bırakmaya imkân bulamadı, Malûm ya,
test olunca soru da cevab da yoruma mahal bırakmıyor. Tabiî ben de, diğer
arkadaşlar da hocayla sınıfta fikir mücâdelesi yapan
kişilerdik. Sınıfta sıkıştırır dururduk adamı. Çok zaman ya kızar, veya kaçamak
yollara sapardı.
Yusuf kardeşine sımsıkı sarıldı:
-Kardeşim benim!.. Şimdiden mücâdelenin içindesin. Gazan mübarek olsun...
A/ sonra anneleri hazırladığı kahvaltı tepsisiyle içeriye girdi. Yere sofra
kuruldu. Oturup yemeye koyuldular.
Kahvaltıdan sonra İsa odasına çekildi. Sofrayı kaldırıp bulaşıkları yıkayan
Nesibe Hanım, salonda somyaya uzanmış dinlenmekte olan oğlunun yanına geldi.
Hemen toparlanıp kalktı Yusuf. Annesine yer açtı,yan yana oturdular. Başını
annesinin omzuna yasladı.
-Konya'dakiler nasıllar anne?
-Hepsi iyiler yavrum. Amcanlar, dayınlar, komşular... Yalnız amcanın oğlu Yavuz
son günlerde hasta mı desem, başka bir şey mi desem, bir tuhafmış. Geçenlerde
Râbia gelmişti. Çok değiştiğini söyledi. Hattâ "korkuyorum, ağabeyimin sinir
hastası olmasından endişe ediyorum" dedi.
-Hayret, peki neler yapıyormuş?
-Bilirsin, Yavuz çocukluğundan beri hırçın, sert tabiatlı birisidir. Son
günlerde evdekilere, hele babasına çok ters davranıp -ırmuş. Olur olmaz şeylere
kızıyor, en ufak bir ikaza misliyle cevab veriyormuş. Zaman zaman gözleri
dakikalarca sabit bir noktaya takılı kalıyor, sanki etrafında olup bitenleri hiç
farketmiyor gibiymiş. Bazen odasına saatlerce kapanıyor, hiç dışarı çıkmıyormuş.
Geçenlerde evin salonundaki vitrinde ne varsa kırıp dökmüş. Cam, çerçeve,
bardak, çanak ne varsa hepsi... Babası hemen koşup birkaç tokat atmaya kalkmış.
Babasının ellerinden yakalamış. Sonra bağırıp çağırmış. Çarpmış kapıyı çıkmış
dışarı. O akşam da eve gelmemiş.
-Peki bütün bunların sebebi?..
-Sebebini kimse bilmiyor ki! Zavallı Râbia!.. Son kısımları anlatırken gözleri
dolmuştu. Sebebini bilmek bir tarafa, tahmin bile yürütemiyor.
-Sebebsiz hiçbir şey olmaz anne. Hayırlısı bakalım. Allah (c.c.) sonlarını hayır
etsin.
10
-İnşaallah yavrum!.. İstersen bir git ziyaretlerine. Odasına kapanıp kaldığına
göre, ihtimal evdedir. Görüşür konuşursun. Bilirsin, seni eskiden beri sever.
Ümid ederim sözünü de
dinler. Belki hir şeyler öğrenirsin, faydan dokunur.
-Gideyim inşaallah. Yalnız yıkanıp temizleneyim de öğleden sonra giderim...
• • •
Yusuf'un amcası Seiâmi Bey "in evi Konya'nın mutena semtlerinden birinde;
müstakil, büyük bir evdi. İki katlı taş bir binaydı. İçinde envai çeşit
çiçeklerin olduğu koca bir bahçesi vardı. Bazı meyve ağaçlarının yanısıra birkaç
salkım söğüdü ve akasya ağaçlan da vardı. Evi, taştan örülmüş yüksek bir ihata
dinarı çevreliyordu. Duvarın üzerine yüksek parmaklıklar konduruSmuştu.
Zenginliği uzaktan anlaşılan bu evi komşu evlerden ayıran bir yönü, kullanılan
ahşap malzemeleriyle, pencere ve pervazîarıyla, avlusuvla, merdivenleriyim, son
devir1 Osmanlı mimarisini andirmasıydı. Sayıları tükenmeye yüz tutan, her biri
târihe gömülen bu evlerin Konya'da ki en genç nü-munesİvdi. Adeta küçük bir
saraydı...
Büyük demir kapıdan girip ön bahçeden yürüdü Yusuf. Yirmi metre tutan bu yolun
iki tarafında gül fidanları vardı. Yerler kesme taş döşeliydi. Merdivenlere
ulaştı. On kadar basamağı çıkıp kapıya vardı, zili çaldı. Kapıyı hizmetkâr İzzet
Efendi açtı. Yası elliye yaklaşmış bu enıekdâr hizmetkâr her zamanki soğukkanlı
haliyle :
-Buyurun Yusuf Bey, diyerek içen buyur etti. Yusuf selâm vererek hemen içerde
kimler olduğunu sordu.
-Yavuz Bey odasında, Râbia Hanım var. Beyefendi de birazdan gelecekler. Ben sizi
salona alayım.
İzzet Efendi önde, Yusuf arkada yürüdüler. İçeri geçince pencere tarafındaki bir
koltuğu gösterdi:
-Siz buyurun oturun. Ben...
Birden hatırlamış gibi durdu:
-Yavuz Bey'in hastalığından haberiniz vardır herhalde?
-Evet. Bugün sabah geldim; gelir gelmez öğrendim. Pek ciddi değildir
inşaallah?..
11
-Vallahi ne söylesem yalan olur Yusuf Bey. Ben de hanımdan duyduğum kadarını
biliyorum. O da Râbia Hanım'm birkaç kelimeyle anlattıklarını söyledi bana. Bir
şey diyemem-Hâdiseleri yorumlamak da haddime düşmez. Zâten eskiden beri Yavuz
Bey pek muhatab olmaz benimle.
-Günlerdir odasından hiç çıkmıyor. Aile doktoru, uzun müddet istirahatinin
münasib olacağını söylemiş. Tabiî bu sözü, Yavuz Bey'i hiç muayene edemeden
babasına söylüyor. Yavuz Bey eve gelenlerin yanma çıkmıyor. Odasına kadar çıkmak
isteyenlerin çoğunu reddediyor. Kısacası, ne yapar ne eder bilmiyorum.
-Sağolasın İzzet Efendi. Anlattıkların faydalı oldu.
-Râbia Hanım'İa görüşmek ister miydiniz?
-Hayır. Amcam geldikten sonra hep beraber konuşuruz. Şimdi sen Yavuz'a geldiğimi
haber ver, görüşeyim bakalım.
Hizmetkâr haber vermek üzere çıktı.
Yusuf beklerken, kendi evlerinin sadeliğiyle amcasının evinin şatafatını
mukayese etti.
Geniş bir ev... Dışarıdan ziyâde, içerisinin zenginliği ve gösterişi... Amcası
oldum olası pahalı şeyleri almayı, kullanmayı severdi. Hattâ kullanmasa da, bir
köşede bulunsun isterdi. İşte yerdeki ipek halılar, şu tam karşısındaki vitrinde
kim-bilir kaç liralık incik boncuk, şu tavanda belki yılda birkaç defa
kullanılan üç büyük avize birden... Evin bütünü hesablanırsa; iç döşemesi,
tezyinatı, dış mimariye yapılan masraftan kat kat fazla tutuyordu.
"Acaba bütün bunlar gerekli mi? Saadet için yeter mi? "diye düşündü." Huzuru bu
debdebe mi verecek insana?..."
Birden aklına geldi... Yavuz'la konuşacaklarını o dakikaya kadar hiç
düşünmemişti. Yoksa en doğrusu konuşmanın akısına kapılıp gitmek miydi?
O sırada İzzet Efendi kapıda göründü.
-Yavuz Bey hazır olduklarını söylediler. Sizi bekliyorlar.
Yusuf ayağa kalktı. Beraberce antreye geçtiler. Merdivenlerden ikinci kata
çıktılar. Birkaç adım sonra Yavuz'un oda kapısı önündeydiler.
Kapıyı çaldı. İçerden "buyurun" sesiyle birlikte buzlu
12
camda bir gölge belirdi. Yusuf'un kapıyı açmasına fırsat kalmadan Yavuz
tarafından açıldı.
Ardına kadar açılan kapıda, bir an Yavuz'un solgun ve perişan yüzüne takıldı
kaldı gözleri... Cansız bir sesi vardı:
-Gel, içeri gir.
İçeri girdi, kapı kapandı. Yavuz kollarını açtı.
-Hoşgeldin, dedi ve sarıldılar. Yusuf'un dikkatini çekmişti: Amca oğlunun
sarılışında bir korku, meded bekleyen bir insanın hâli vardı.
Bir ara Yavuz'un kollan gevşemiş, Yusuf sarılma faslı bitti zannetmiş, fakat
karşısındaki daha bir sıkı sarılmıştı. Bir an donakalmış, ne yapacağını
bilememişti. Neden sonra kollar gevşemiş, birbirlerinden Öylece ayrılmışlardı.
Yavuz, yattığı kanepenin karşısındaki koltuğu eliyle işaret ederek yer gösterdi.
İkisi de yerlerine oturunca, odanın loşluğunu Yusuf o zaman farketti. Dağınık
odaya, duvarlara tedirgin tedirgin göz gezdirirken Yavuz'un:
-İstersen perdeleri açayım, sözünü duydu.
-Fark etmez, sen nasıl rahat edersen...
-Son günlerde ben pek açmıyorum, ama sen belki sıkılırsın...
-Nasılsın bakalım Yavuz? Görüşmeyeli bîr seneye yaklaşıyor nerdeyse.
-Nasıl olmalıyım sence?! "İyiyim" desem, hâlimi sen de görüyorsun. "Kötüyüm"
desem, benden kötü daha niceleri var. Nasıl olduğuma sen karar ver artık...
Yusuf zoraki gülümsedi. Ağzı temkinliydi:
-Ben de bugün sabah geldim. Annemden, biraz rahatsız olduğunu duydum. Hiç vakit
geçirmeden sana gelmeye çalıştım. Bilirsin, seni eskiden beri...
-Evet Yusuf, bilirim; beni eskiden beri seversin. Ben de severdim seni.
Çocukluğumuz birlikte geçti desek yeridir. Sık sık gider gelirdik birbirimize.
Senin babanın, arkasından benim de annemin ölümünden sonra bir şeyler değişti.
Şartlar mı değişti, zaman mı değişti, bizler mi değiştik, bilemiyorum.
13
Aramıza aşılmaz dağlar girdi sanki. Sizin aileyi bilmem. Fakat biz, eski biz
değiliz artık.
-Biraz evvel dikkat ettiysen, "ben de severdim seni" dedim. Şimdi düşünüyorum
da; acaba çok sevdiğim seni bugün de seviyor muyum?.. Yoo hayır... Belki
çocukça, safça bir sevgiydi geçmişteki. Dünyâ çok zâlim! İnsanlar gaddar! Hayat
son derece iğrenç Yusuf! Bugün benim için insanların hepsi aynı... İyi insan,
kötü insan, hayırlı, şerli insan yok benim için... Zira her şeyden nefret
ediyorum. Kardeşimden, arkadaşlarımdan, bütün insanlardan ve.... Ve babamdan!...
"Babamdan" derken sesi ıslık gibi çıkmıştı. -Peki ya benden?..
Bası önce öne indi Yavuz'un. Bir müddet bekledi. Sonra hızla başını kaldırdı.
Yusuf unkilere benzeyen mavi gözlerinde tuhaf bir parıltı vardı. Kumral düz
saçları dikilmiş gibiydi. Ayağa kalktı, pencereye doğru sinirli iki adım attı.
Geriye döndü, kanepeye yığılır gibi oturdu. Tekrar Yusuf'a baktı. O parıltı
kaybolmuştu. Yalvarır bir tarzda: -Bunu şimdi sorma bana, dedi.
"Beni kırmak istemiyor. Geçmiş günlerin hatırına mı .ıca li" diye duşundu
Yusuf.
H.ıkkımc!.-, kimbilir neler duydun?...
Bu umulmadık soru karşısında bir an için afalladı Yusuf. Ama çabuk toparlandı.
-Biraz evvel de söyledim ya. Sâdece biraz rahatsız olduğunu duydum. İşin
mâhiyeti nedir? Müsaade edersen, senden öğrenmek isterim.
Yavuz hışımla kıpırdandı:
-Hastaymışim ha! Herkes öyle söylüyor. Hastaymışım öyle mi? Tabiî herkese
duyuran da bizimkiler!..
Bakışları yerdeki halı motiflerini delecek gibiydi. Devam etti:
-Hayır, bin defa hayır!... Hasta falan değilim ben! İnsanlar bilmedikleri,
anlayamadıkları her şeye bir kulp takıyorlar. Benimkine de "hastalık"
diyorlar... Neden hasta dediklerinin farkındayım. Kendilerini öyle avutuyorlar.
Veya dostlarına, ahbablarına "oğlum hasta" demek, çok kolayına geliyor sevgili
14

4
babamın... Bilsen, bütün bunlar daha da canımı sıkıyor Yusuf. Beni biraz da
kendi hâlime bıraksalar ya!.. Neden üstüme bu kadar geliyorlar? Senelerdir bir
cenderede gibiyim Yusuf!...
-Hatırlar mısın? Daha lise çağlarında babamın baskılarından, ters
hareketlerinden söz ederdim. Şikâyet edecek, derdimi açacak kimsem yoktu.
Etrafımdaki en olgun, en anlayışlı, bana en kestirme yardımı yapacak olanın sen
olduğunu gördüğüm için sana açılırdım.
Sesi biraz yumuşamıştı şimdi. Yusuf fırsatı kaçırmak istemedi:
-Maziyi bırakalım Yavuz. Peki günlerdir odana kapanman, en yakınlarına nefretle
bakman, asabî tavırların neyle te'vil edilebilir?...
Zamansız bulduğu bu soru Yavuz'u önce şaşırttı. Dura-ladı birden... Belki
söylenecek çok sözü vardı...
-Lütfen, defalarca duyduğum bu sorulan bir de sen sorma! Sen olsun rahat bırak,
beni benimle bırak!... Hiçbir şeyim yok!..
-Lütfen çık artık Yusuf! Kusura bakma. Yorgunum, uyumak istiyorum.
Yusuf kibarca kovulmuştu. Gelecek için ümitliydi gene de. Ayağa kalktı.
-Beni ararsan her zaman gelmeye hazırım. Bize de beklerim, kardeşim Yavuz!..
Oturduğu yerde Yavuz'un; yarı mahcub, yarı sinirli bir hâlde, başı öne eğili,
derin derin nefes aldığını gördü en son. Kapıyı açtı, dışardan kapattı ve
aşağıya indi.
Salona geçti. Biraz evvel oturduğu koltuğa gitti oturdu. Aşağıya inerken İzzet
Efendi görmüş olacak ki vakit geçirmeden salona girdi.
-Bir arzunuz var mı Yusuf Bey?
-Hayır sağolasın...
-Amcanız siz yukarıdayken telefon ettiler. Şu dakikalarda gelmeleri lâzım. Sizin
de burada olduğunuzu söyledim kendilerine. Biraz beklerseniz...
-Tabiî tabiî, görüşmeden gider miyim hiç...
15
-Râbia Hanım'a haber verelim mi?
-Lüzum yok. Amcam geldikten sonra, hep birlikte oturur
konuşuruz.
Hizmetkâr çekildi gitti. Yusuf koca salona şöyle bir göz gezdirdi tekrar tekrar.
Yüzünü buruşturarak acımaklı:
"Koca evde üç yalnız" diye mırıldandı. "Ne yapabilirim, nasıl yardım edebilirim"
diye düşünürken, birden kapıdan bir gölge gibi Râbia süzülüverdi. -Hoşgeldin
Yusuf ağbi.
Yusuf şaşaladı birden. Yerinde toparlanmaya çalıştı. Acele ayağa kalktı. Râbia
yürüdü, tam karşısında durdu. Gözlerinin içi gülüyordu. Sevinç bütün yüzüne
yayılmıştı.
Kendisine bir can simidine bakılır gibi bakıldığını hissetti Yusuf. Gülümsemeye
çalıştı. -Hoşbulduk Râbia.
-Ne zaman geldin diye sormayacağım. Geldiğinden haberim vardı.
Sitem kokan bu söz dikkatten kaçacak gibi değildi. Geri döndü. Yusuf'un
karşısında bir koltuğa oturdu. Yusuf'un tokaiaşmadığmı bildiği için elini hiç
uzatmamıştı.
Günlük kıyafetlerinden birini giymişti. Mavi üzerine beyaz puantiyenli bir
entari. Maksiyi andırıyordu nerdeyse... Oldum olası kısa kollu, kısa etekli
elbiseleri giymezdi. Etekleri her zaman diz kapaklarının çok altındandı.
Kıyafeti ondokuz yaşında bir genç kız değil de, karşısındakine olgun bir kadın
intibaı veriyordu.
Saçlarını hiç örtmezdi. Yirminci asır son çeyreği Anado-lusunun tezat teşkil
eden bir kıyafet anlayışı vardı. Hem uzun ve bol elbiseler, hem de hiçbir zaman
örtülmeyen bir baş... Devrin, insanı getirdiği nokta... İslâm'dan vazgeçememe,
Avrupalı da olamama... Hüviyetini kaybetmişlik...
O gün saçlarını itinayla taramış, arkada at kuyruğu bağ yapmıştı. Uzunca boyuyla
çok ahenkli duran düz siyah saçları
vardı.
Gülen bal rengi gözleri az önceki hâlini hiç kaybetmemişti.
-Ağbimle konuştuğunu biliyordum. Ayşe Teyze sen ge-
16
lir gelmez söyledi. Aşağıya indiğini de duydum...
Yusuf açıklama yapma ihtiyacını hissetti:
-Babanın gelmesini bekliyordum. Ağabeyin hakkında konuşacaklarım var. Hizmetkâra
da tenbih etmiştim. Baban gelir gelmez seni de çağıracaktı.
Râbia hiç ses çıkarmadı- Yusuf'un yüzünü İse ateş basmıştı. Bir taraftan bir
emrivaki ile karşı karşıya kalıp; Râbia'nın içeri girip oturması, diğer taraftan
hesab sorar bir ta-
vır...
"Nasıl etsem de şurada onunla yalnız kalmaktan kurtul-sam" diye düşünüyordu. Hiç
olmazsa amcam gelene kadar... En iyisi sıcağı bahane etmek, elini yüzünü yıkamak
üzere izin istemekti. Ama böyle zeki bir kıza inandırıcı gelecek miydi bu?
Aldığı kültür, yapılacak hareketin hikmetini idrâke kâfi değildi ki!...
Bir an boş boş bakındı etrafa... "Olsun" dedi. "Gün olur inşaallah anlar".
Birden:
-Hava çok sıcak, dedi. -Vantilatörü çalıştırayım.
-Yoo sağol. Ben en iyisi lavaboya gidip biraz serinleyeyim.
O sırada bahçenin yan giriş kapısı tarafından bir otomobil sesi işitildi. Yusuf
biraz ferahlamışti. Râbia: -Babam geldi, diye konuştu.
-Neyse ben dışarı çıkayım. Amcam içeri girene kadar dönerim.
Râbia zilin çalmasını beklemeden gidip kapıyı açtı. Babası Selâmi Bey az sonra
geldi, İçeri girdi. Baba kız, doğru salona geçtiler. Selâmi Bey ortalığa bir göz
attı; yürüdü, her zaman oturduğu baş köşedeki koltuğuna oturdu. Biraz
nefeslendi:
-Yusuf gitti mi? Yoksa Yavuz'un odasında mı?
Eliyle dışarıyı işaret etti.
-Şimdi gelir... Fabrikadan mı geliyorsun baba?
-Evet kızım. Saat altıdan sonra gene gideceğim. Ayşe Hanım'a söylesen de çay
yapsa.
Babasının isteğini yerine getirmek üzere Râbia dışarı çıktı.
17
Selâmı Bey ilerlemiş, yaşma rağmen hâlâ hızlı bir çalışma temposu içindeydi.
Yaşı elliyi geçmişti. Buna rağmen çok zaman on üç-on beş saat işlerinin
başındaydı. Çok çalışıyor; kendisine, ailesine az vakit ayırıyor, az
dinleniyordu.
Orta boyluydu. Onun yaşındaki birçok kimsenin ortak derdi olan şişmanlıkla bir
alıp veremediği yoktu. Kırlaşmış düz saçları çok az dökülmüş, aim kısmı hafifçe
açıktı. Bir kuyu gibi derin bakan koyu kahverengi gözleri, hafif dolgun yüzü,
kalın dudakları, çatıldığmda bile yüze sert ifade vermeyen düz kaslarıyla, ilk
karşılaşan bir insana hürmetle karışık güven hissi telkin ediyordu.
Yusuf içeri girdiğinde baba-kızı karşı karşıya oturmuş buldu. Selâm verirken
gözlerinin İçi gülüyordu.
-Ve aleyküm selâm, hoşgeldin yiğenim.
Çok sevdiği yiğenini kucaklamak üzere ayağa kalktı. Kollarını açtı, hasretle
kucakladı. Omuzlarından tuttu, sevgiyle gözlerine baktı, parmakları ucunda
yükselerek birazcık eğilen Yusuf'un alnından öptü. Sonra yiğenini bırakmadan:
-Gel, şöyle yanıma otur, dedi.
-Nasılsın evlâdım? Ne zaman geldin Konya'ya?
-Çok şükür amcacığım... Bugün sabah geldim. Öğleden sonra da size geleyim dedim.
-Hoşgeldin, sefalar getirdin yavjum...
Selâmı Bey bir an sustu. Bir iç geçirdi. Sonra:
-Yavuz'la görüştün mü, diye sordu.
-Gelir gelmez odasına çıktım. Zâten bu kadar acele gelmemin sebebi de Yavuz idi.
Annemden Öğrendim, hemen geldim. Beş-on dakika kadar konuştuk.
-Doğru söyle Yusuf! Sâdece sen mi konuştun, yoksa ikiniz de mi?...
Bunu söylerken oldukça ciddî idi. Yusuf ise önce şaşkın şaşkın baktı amcasına.
Sonra anlar gibi oldu.
-Karşılıklı konuştuk işte... Ama pek fazla sürmedi. Has-tfea olduğunu duyduğumu
söyleyince birden sinirlendi. Hasta tehaata. denildiğini, çok üâtüne gi- ettrve
%,Üeirıiiı hâline bıratelinaik İfc- soyledİi.
Selâmi Bey, kızına döndü:
-Biz farklı bir şey mi yapıyoruz? Evet Yusuf, başka?...
-Buna benzer şeyler işte..; Yalnız, beni kırmamak için azami gayret
sarfediyordu. Bazı sözler dilinin ucuna kadar geldi; ama söylemedi veya
söyleyemedi. Velhâsıl bana da pek bir şey anlatmadı.
Selâmi Bey tekrar kızma baktı:
-Görüyorsun değil mi?! Yusuf'a muamelesinde de pek fark yok.
-Her şey düzelir inşaaîlah. Bunlar gelip geçicidir amca.
-Peki oğlum senin yorumun nedir? Doktor da istemiyor. Ne yapacağımızı
şaşırdık!...
-Hasta olmadığına inanan birinin doktor istememesi, gayet normal amca... Ama bir
doktorun, hiç olmazsa hâdiseyi görüp Yavuz'dan ziyâde size rehberlik İmkânı
vardı. Sözümü lütfen yanlış anlamayın...
Her ikisine de bir göz attı. Hak verir gibi başlarını sallıyorlardı. Amcasının
yüz hatları gerilmişti.
-Şimdilik en iyisi beklemek. Sabırla beklemek... Odasına mı kapanıyor? Sizinle
zaruret haricinde konuşmuyor mu? Üstüne varıldığında kırıcı-dökücü mü oluyor?
Bırakın, şu sıralar hiçbir işine karışmayın. Günü gelince eski hâline dönecektir
İnşaaîlah.
Bir ara Râbia'nın koltuğunda kıpırdadığını gördü. Kendisine bakıyor, sinirli
sinirli gözlerini kırpıştırıyordu. Hattâ bir an konuşmak için ağzını açtı. Sonra
vazgeçti.
-Yavuz'un vaziyeti hakkında yorum yapmak bana düşmez. Bu; size karşı, doktorlara
karşı, zamana karşı haddimi aşmak olur...
-Seni her zaman takdir eder, sana güvenirim. Söyleyeceklerin de şübhesiz bizler
için kıymetlidir oğlum.
Râbia artık mes'eleyi kapatmak ister gibiydi:
-Ağbimle Yusuf ağbi doğru dürüst konuşmadı bile.
-Evet amca, konuşmak için hakikaten erken. Sonra belki...
Selâmi Bey'in sesi endişeliydi:
-Aman yavrum Yusuf! Senden ricam, hiç olmazsa bu
19
günlerde sık sık bize gelmen. Çocukluğunu*. Yavuz'la beraber geçti. Birbirinizi
seversiniz. İnşaallah bugünleri senin de yardımlarınla atlatacağız. Beni, bizi
kırmazsın değil mi?!.. Onun dilinden ancak sen anlarsın.
-Tabiî amca, inşaallah elimden geleni yapacağım. Bir .faydam olursa ne mutlu...
İzzet Efendi çay tepsisi elinde, içeri girdi. Servisi yaptı, çekildi... Çaylar
yudumlanmaya başlandı.
Yusuf ihmal etmiş de hatasını telâfi etmek istermiş gibi sordu:
-İşleriniz nasıl amca?
Cevab verip vermeme arasında bocaladı Selâmi Bey. Daha da huzursuz, sıkıntılı
bir havaya büründü. Konuşmak iste-mezmiş gibiydi. Deminki yaranın üzerine,
ikinci bir yaraya tuz basılmıştı sanki...
Bu hâl Yusuf'un da, Râbia'nın da dikkatinden kaçacak gibi değildi.
-Evlâdım, fabrika işlerini sonra geniş bir zamanda konuşsak. Sabahtan akşama
kadar zâten...
Râbİa gözlerini kısarak:
-Baba, bir şey mi var, diye sordu.
-Hayır kızım; her zamanki gibi İdare edip gidiyoruz işte. Hem Yusuf'u şimdi
yormayalım bunlafla. Bugün-yarın fabrikaya gelir, uzun uzun dertleşiriz amca
yiğen... Bazı hususlarda tavsiyelerini de almak isterim.
Yusuf, gururunun üstüste okşanmasından rahatsız olmuştu. Son sözlerde de bir
başkalık sezmişti.
Râbia tatmin olmamıştı:
-Babacığım, biz bir aileyiz değil mi? Benim de bazı şeyleri bilmek hakkımdır
zannederim. Belki sizce lâkayd birisiyim. Ama büyüdüm artık baba!.. Ondokuz
yaşında, aklı başında, üniversite tahsili yapan bir kızım.
Bir an fazla ileri gittim diye duraladı. Babasının gözlerine baktı. Hayır,
herhangi bir kızgınlık emaresi yoktu.
Babasını severdi Râbia. Onu kızdırmaya da üzmeye de gönlü elvermezdi. Yumuşak
bakışlarından cesaret alarak devam etti:
20
-Bir tarafta ağbim, bir tarafta sen!... İki meçhul arasında bırakmayın beni. Ne
olur söyle baba! Yusuf ağbiye ifşa edeceğin şeyleri benden mi saklayacaksın?..
Sesi titriyordu Râbia'nın. Yoksa biraz da kıskançlık ma'nâsı mı vardı
sözlerinde?
-Bak kızım, son günlerde yaşadıklarımız malûm. Sen de haliyle, biraz fazla
endişelisin. Buluttan nem kapıyorsun âdeta. Ortada büyütecek bir mes'ele yok.
-Pekâlâ babacığım... O büyütmeye değmeyecek küçük mes'ele nedir? Onu öğrensem
bari...
Bu kararlı tavır karşısında saklayacak bir şey kalmamıştı anlaşılan. Selâmi Bey
koltuğunda şöyle bir yerleşti. Anlatmaya başladı:
-Fabrikada işler son aylarda bozulmaya başladı. Körfez Harbi'nden sonra en büyük
pazarımızı kaybettik. Biliyorsunuz, halılarımızın büyük kısmı dış pazarlarda
satılıyordu. Dış pazarın da hemen hemen yarısı Irak'a aitti. Savaş bitti, ama
bizim pazarımız açılmadı. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'mn Irak'a ambargosu hâlâ
devam ediyor. Hoş, ambargo kalksa da mal satabileceğimiz şübheli ya... Malûm,
adamların ekonomileri alt üst oldu.
-İmalâtı azaltarak, aylardır kendimizi ayarlamıştık. "Ne yapalım, kârımız daha
az olsun" dedik- Fakat toplu sözleşme vakti yaklaştıkça bir tedirginlik, işçiler
arasında dedikodular başladı. İki aydır bunu yaşıyoruz...
-İşçilerle münâsebetlerim eskiden beri iyiydi. Kahir ekseriyet hâlâ bana cephe
almış değil. Fakat, sendikanın istediği ücret artışı yüzde yüz yirmi... Bu rakam
bazılarını kışkırtıyor.
-Ben aylardır normal ücretleri vermede zorlanırken bir de bu çıktı karşıma!
İstenen ücretin verilmemesi hâlinde, greve gidileceği şayiaları gitgide
yaygınlaşıyor. İçinde bulunduğumuz şartları öne sürerek bazılarının işine son
verebilirdim. Ama iyi niyetim hâlâ devam ediyor. "Zararı yok; onlar zarar
göreceğine ben zarar göreyim" diyorum.
-Maalesef İyi niyet karşılıklı değil. Aynı niyeti bazı işçilerde göremiyorum...
-Peki amca, işin siyasî cephesi de var mı?
21
-Şübhesiz... Çok küçük bir azınlık var. Dışardan da destek gördükleri İçin
küstahça davranıyorlar. Velhasıl; çok şaşkın bir vaziyetteyim çocuklar. Ne
yapacağımı bilemiyorum. Müdürler, şefler, ustabaşlanndan yana da pek ümidim yok.
"Ne şiş yansın ne kebab", politikası güdüyorlar. Bana d^, sendikaya da, işçilere
de şirin görünmeye çalışıyorlar.
-En kötüsü de bu ya, dedi Yusuf. Karşındakinin dost mu düşman mı olduğunu;
düşman ise ne zaman hamle yapacağını bilememek.
-İşler işte böyle çocuklar...
İnsan; ümitsiz, endişeli anlarında en umulmadık kişilerden meded bekler ya...
İşte o nazarla baktı kızıyla yi genine. Ezici bir yükten kurtulmuşların
rahatlığı vardı sanki...
Selâmi Bey, birden gözlerini yiğenine dikti. Bir şeyi yeni hatırlamış gibi
baktı. Çok mühim bir vazifeyi ihmalin \ erdiği telâş ve eziklikle konuştu:
-Oğlum, kusura bakma. Bir an için hayıriamak bile aklıma gelmedi. Okulunu
bitirdin. Allah hayırlı etsin.
-Sağdasın amca.
-Hayırlı olsun Yusuf ağbi-
Râbİa'ya döndü Yusuf:
-Teşekkür ederim Râbİa. Yavuz'un dertlerini konuşmaktan ben de doğru dürüst hâl
hatır soraınadım. Okul ne âlemde gidiyor? Zayıf dersin yoktur inşaallah?
-Derslerim iyi. İkinci sınıfa geçtim. Senin, alâka duyduğun Astronomi tahsilini
gördüğün gibi, ben de sevdiğim Sosyoloji tahsiline devam ediyorum işte... Bizler
şanslıyız çok şü-kür.Ne yazık ki birçokları; taleb ettikleri ilmin,muvaffak
olacakları mesleğin tahsilini görme imkânından mahrum kalıyorlar.
-Ne yazık ki, diye teyid etti Yusuf.
Mevzu değişmişti. Selâmi Bey bahsi toparlayıp bir neticeye varma ihtiyacını
hissetti:
-Yusuf yavrum, yarın fabrikaya kadar gelebilir misin? Hem fabrikanın son hâlini
görürsün, hem de uzun uzun neler yapabileceğimizi konuşuruz.
Yusuf sıkılıyordu. Koskoca, tecrübeli,yaşlı-başlı bir ada-
22
ma akıl vermenin düşüncesi bile eziyordu onu. Mahcub mah-cub cevab verdi;
-înşaallah amca, gelmeye çalışırım.
Râbia müsaade isteyen gözlerle babasına baktı. Ağzını açtı, tekrar kapattı.
Tekrar konuşacakmıs gibi açtı.
Babası vaziyeti anlamıştı. Kızının gözlerine baktı.
-Babacığım, işlerinize karışmak istemem ama.. Nenimde fikirlerime itibar edilir
herhalde!
İnce bir bilgiçlik, daha da ötesinde örtülü bir kıskançlık havası vardı ses
tonunda.
Sabır ve müsamaha kokan bir sesle cevab verdi bahamı;
-Gayet tabii... Seninle istişare edeceğime sübhon olmasın. Ağbinle de konuşmak
isterdim, ama durumu malûm. Konuşulmuyor bile onunla...
Bu sözlerin bir avutmaca mı, yoksa hakikat mi olduğu o an için kolay
kestirilemezdi. Râbia tatmin olmuş görumiu..
Vakit ikindiye \ aklaşmıştı. Yusuf müsaade isteyerek kalktı. Kendisini kapıya
kadar uğurladılar. Selâmi Bey, diş bahçe kapıcına kadar yi gen i no eslik etti.
Yu>uf \ı\lâlaMiıak üzere elini uzatmıştı ki:
-Bir soy soracağım oğlum, dedi. Yavuz bugünlerdi' hı/c karşı çok kırıcı.
Odasında vına karşı herhangi bir kaba hareketi oldu mu?
-Hayır amca, nerden çıktı hu?!
-Bak evlâdım, ben oğlumu a/ çok tanırım, tie I ki sana karşı da tersliği
tutmuştur diye düşündüm de...
-Yoo, kat'iyyen olmadı öy'e bir şey..
-Bak; eğer en ufak bir kusuru olduysa, onun nâmına ben özür dilerim senden.
Kusuruna bakma onun. Sende gördün ki...
Tatmin olup olmadığını tam kestiremedi, ama önceki cevabını ısrarla tekrarladı
Yusuf.
Vedâlaştı, yola çıktı. Bir dolmuşa atladı; kafası allak bullak, eve döndü. İçeri
girdiğinde ikindi ezanı henüz okunmuştu. Hemen abdestini tazeledi, namazını edâ
etti.
Bir lezzet alamadı namazdan. Zihnindeki karışıklık bir türlü sükûn bulmuyordu.
Kâh amcasını, kâh Yavuz'u, kâh fab-
23
rikayı düşünüyordu.
O gün, o akşam; annesiyle, kardeşiyle çok şeyler konuştu. Fakat sorulanlara ne
cevab verdiğinin, neler dinlediğinin, neler anlattığının pek şuurunda değildi.
Annesi neler olup bittiğini sorduğunda kestirme cevablar verdi. Ertesi gün de
fabrikaya gidip amcasıyla görüşeceğini söyledi.
Erkenden yattı. Uzun müddet uyuyamadı. Yatağında sağa sola döndü durdu. Uykuya
daldığında, salondaki duvar saati gecenin iki'sini vuruyordu.
24
11
Sıcak bir Temmuz günüydü. Ayın ilk günieri. Güneş epeyce yükselmiş, saat on'a
yaklaşmıştı. Havanın sıcaklığı, günün bu saatinde bile insanları evlere,
dükkânlara, gölgelik yerlere hapsediyordu. Sokaklar, caddeler tenhaydı.
Günlerden Cumartesiydi.
Bu tenha saatte; elli-elli beş yaşlarında iriyari bir adam eski Konya
sokaklarında yürüyordu. Yaşma rağmen dimdik bir yürüyüşü vardı. Gözlen, sanki
üç-beş adım ilerisindeki bir nesneyi ta'kib ediyor gibi sabit bakıyordu. Sağa
sola hiç takılmıyordu nazarları.
Onun sokaktan geçişini seyreden biri; "top atılsa duymaz derecede dalgın bîr
adam" hükmünü rahatlıkla verebilirdi.
Adam yürüdü yürüdü; kendinden emin bir hâİde iki kattı taş bir evin kanatlı
ahşap kapısı önünde durdu. Elini uzattı; bu eski binanın eskiliğini lekeleyen
zile parmağını dokundurdu. Biraz bekledi, zile tekrar bastı. Merdivenlerden inen
inerken öksüren bir adamın ayak seslerini işitti- Aynı ses taşlıkta devam etti,
yaklaştı ve kapı açıldı.
-Selâmün aleyküm, dedi gülen gözlerle kapıdaki adam. Kapıyı açan karşısındakine
bir an dikkatlice baktı. Güneşten pek seçememişti. Baktı, baktı... Nihayet
tanıdı:
-Ve aleyküm selâm Ferhat Bey. Birden tanıyamadım inanın! Buyrun, içeri buyrun...
Buyur edilen adam içeri girdi. Kapı gürültüyle kapandı. Ev sahibi misafirinin
omzuna elini attı. Taşlıkta birkaç adım attılar:
-Efendim içerde mi oturursunuz, burada mı? Avlumuz bu saatlerde serindir.
İsterseniz...
Hemen kararını verdi misafir:
-Burada o tursak daha iyi.
-Öyleyse sizi şu vişne ağacının altındaki masaya alayım. Yürüdüler, sandalyelere
oturdular. Ev sahibi musafaha için eli-
27
ni uzattı.
-Kusura bakmayın. Ferhat Bey!. Hiç beklemiyordum. Aklımın ucundan bile geçmezdi
geleceğiniz, Şaşkınlık işte, Adam gibi bir "hoşgeldinîz" bile diyemedim.
-Hiç ehemmiyeti yok Ahmed Bey, dedi beriki. Ben kapıda hazırlıklıydım. Sizin
durumunuzda olsam, belki aynı şeyleri ben de yaşardım. Hem, görüşmeyelİ de çok
oldu. Dur bakayım, iki... üç seneyi geçmiş.
-Yaa, oldu mu o kadar?
Hâl hatır sorma faslından sonra ev sahibi ayağa kalktı.
-Yukarıya çıkıp kahveleri söyleyeyim. Orta şekerliydi değil mi?
-Evet orta şekerli, cevabını aldı.
Adının Ferhat Bey olduğunu öğrendiğimiz adam etrafa göz gezdirmeye başladı,
evsahibi ayrılınca. Sert bakışlarını yüksek duvarlara dikti. Sonra etrafı
taramaya başladı. Aitında bulunduğu ağaçtan ba^ka avluda iki ağaç daha vardı.
Bulunduğu yerin hizasında, göğe ser çekmiş iki dev dut ağacı... Bu geniş
avludaki üç ağaç, beşer metre mesafeyle dikilmişlerdi. En uçtaki dut ağacının
dalları, komşu e\ in avlusuna da uzanıyordu. Avlunun ortasında içi su dolu,
fıskiyesi o anda çalışmayan yuvarlak küçük bir havuz...Basını yukarı
kaldırdı.Tek tük kararmış kurumuş vişneler gördü dallarda.Tam sağ tarafına iki
katlı ev düşüyordu.Alt katın kapısı aşağıdaydı.İkinci kata; düz, u/un bir
merdhenle dışarıdan çıkılıyordu.Sokak kapısının hemen sağındaki iı/ıım asmasının
sarıp sarmaladığı sundurma, ikindi vaktinde gölgelik ve serinlik için birebir
olmalıydı.Pencerelere baktı. Dar, dikdörtgen şeklinde idiler.Birbirini kesen
demir parmaklıklar vardı önlerinde.
Masanın üzerine o sırada düşen bir vişne yaprağına iri elini uzattı.Aldı,evirip
çevirmeye başladı.Bir an gözünün önünde bir şeyler bel i rip kny boldu. Dikkat
ini çekip de hafızasına resmolunanın ne olduğunu hatırlamaya çalıştı.Gözleri,
hâlâ avucundaki yaprakta idi.Başını yukarı kaldırdı.Evin köşe taşlarına baktı.
Havuza, merdivene baktı.Sonra hayran hayran tabana döşenmiş kesme taşlara
baktı.Siyah, koca koca,
28
sert taşlar...Binanın köşe taşlarına tekrar baktı.Yine itinay-la,sabırla
düzeltilmiş dikdörtgen şeklinde sarı taşlar...
Hayran hayran bakmaya devam etti. "Burada her şey taş!"diye geçirdi içinden.
Ahmed Bey o sırada elinde küçük bir tepsi, iki köpüklü kahveyle ağır ağır
merdivenlerden indi geldi. Elindekini masaya bıraktı,oturdu.
Bir yandan kahveleri yudumlarlarken,misafir ara ara ev sahibini süzüyordu.
Altmış yaşlarında gösteriyordu.Lâkin tam elli yaşındaydı.Avurtları çökmüş,
senelerin yorgunluğu alnına silinmez izler bırakmıştı.Gozleri,ilk bakışta insana
korku veren dipsiz bir kuyu gibi derin bakışlara sâhibdi.Bir çift siyah göz...
Takkesinin Örtmediği yerlerden, hemen hemen siyahı kalmamış düz beyaz saçları
görünüyordu. . . :
Merdivenlerden inerken misafir dikkat etmişti.İnce, orta boylu bu adamın sırtı
hafifçe kamburlaşmış gibiydi.
Bu yüz, bu alın, bu gözler; dikkatle bakılınca ürkütücü intibaın yerini
sıcaklığa ve İtimada bırakıyordu.Zira; seneler öncesinden onu tanıyan misafirin
daha İlk tanışma ânında far-kettiği gibi, aksi görünüşüne rağmen İstese de kin
ve nefretle bakmayı beceremiyordu Ahmed Bey.
Misafir, kahvesini bitirdikten sonra teşekkür etti.
Ev sahibi:
-Kusura bakmayın, hatun kahveyi taşırmış; ikinci defa yaptırdım, geciktim diye
özür beyan etti.
-Evinizin, avlunuzun güzelliğini seyrederken vaktin nasıl geçtiğini farketmedim
bile.
- Burası bizim sefâletsaray işte.İçerisi daha bîr köhnedir.
Ahmed Bey, soğuk bir insanım, hattâ yabani birisiyim derdi kendisine. Fakat
evine misafir geldi mi hürmette, hizmette kusur etmemek için son derece samimî
olur, elinden geldiği kadar nezâket göstermeye çalışırdı. Hele ilk defa gelen
birisi olursa...
Yalmz,dikkatini çekmişti.İki defa kusur ettiğini düşünerek özür dilemişti
misafirinden. Ferhat Bey birincisinde kayıtsız bir tavırla geçiştirmişti,
ikincisinde alâkasız sayılabilecek
29
nâzik bir İfâde kullanmıştı. Zihni çok meşgul ; etrafındaki teferruata dikkat
ekmeyen bir hâl vardı üzerinde.Öyleyse dü-şündükleriyle konuşacakları aynı
şeylerdi.Sebebsiz yere gelmiş olamazdı. " Ziyaret sebebiniz nedir " diye sormak
da abes olurdu. Kendisi nasıl olsa açacaktı mes'eleyi. Kayıtsız görünmekte karar
kıldı.
- Siz gelin bir de bizim gibilere sorun diye konuştu misafir. Ruhsuz, insanı
kendisi gibi betonlaştıran apartman hayatı nedir, hiç düşündünüz mü? Hiç
yaşadınız mı o hayatı? İçiyle olduğu gibi dışıyla da bizim değerlerimize her
zaman ters düşen, insanların bir havanda ezilmek üzere toplandığı çerezler
gibi... Hepsinin ötesinde, hiçbir ruhî ihtiyaca, gönül huzuruna hitab etmiyor.
İnsanları hayvan olarak gören bir medeniyetin mimarîsi... Göze hitâbetmemesi de
cabası. Naylonla-şan ruhların bedenini de naylonlaştıran, her türlü hastalığa
davetiye çıkaran beton kalabalığı!...
Bam teline basılmış gibi konuşuyordu. Bakışları bulanmıştı. Eskileri mi
düşünüyordu acaba?... Devam etti:
- Çocukken, yaz günlerinde Karaman'a dedemin evine giderdik. Annemin babası...
Evin taşlığında oynarken, geceleri terastaki sedirde annemin dizlerine başım
yaslı yıldızlan seyrederken duyduğum haz, sonra gecenin ilerlemiş saatlerinde
içeriye geçip deliksiz bir uykuya darmam,«dilİe anlatılacak şeyler değil Ahmed
Bey!
- Dedem sabah namazlarını bazen evde kılardı.Biz de kalkar, birkaç torun,
arkasına geçerdik. Büyük dayımın Osman adında bir oğlu vardı. Diğer çocuklarla
akran İdik. Osman ağabeyimizdi, bizden üç-dört yaş büyüktü. O müezzin, dedem
imam olurdu. Beraberce kılardık namazı.Dedem namazdan sonra bugün bile kimileri
hatırımda kalmış kıssalar anlatırdı."Siz de böyle olacaksınız değil mi
yavrularım" derdi sonra.Başımızı evet ma'nâsında sallardık.
Birden lâfını değiştirdi:
- Ben de nelerle kafanızı şişiriyorum. Bir an dalıp gittim işte! Oysa biz naylon
medeniyette yaşıyoruz. Şartlarına da katlanmalıyız...
30
- Ama mazinin güzel hâtıralarına dalmak güzel şey" dedi beriki soğuk bir sesle.
Bu evin bende çok hâtırası var.
İkisi de sustular. Ortalığı seyre koyuldular. Çocukluklarına mı dömüşlerdi
yoksa?... Sessizliği misafir bozdu :
- Neyse Ahmed Bey, sadede gelelim. Benim ziyaret sebebim...
Ev sahibi sandalyesinde şöyle bir toparlandı. Misafir boğazını temizledi.
- Evet ....Ziyaret sebebim yiğeniniz. Sizinle fazla bir tanışıklığım yok.
Şimdiye kadar orda burda karşılaştık, kısa sohbetlerimiz oldu. Birbirimizi pek
yakından tanıyamadık. Hatırlarsınız, rahmetli kayınbiraderiniz Yakub Bey bizi
seneler evvel tanıştırmıştı. O günden sonra pek seyrek görüştük.Hele rahmetli
sehid olduktan sonra karşılaşmamız sayılıdır.
- Evet, dedi ev sahibi. Aslında birbirimizi arayıp sormalıydık.Hoş, siz
arasanız da ben arayamazdım ya...
-Niçin?
- Bu hususta bir şey anlatmak istemiyorum. Lütfen beni mazur görün.Bir gün
gelir belki...
Cevab vermedi misafir. Kendi kendine düşündü. Yüzünde hayret ve merakla karışık
bir ifâde vardı.Tuhaf bir adamdı şu Ahmed Bey. Şu derin gözleri gibi bir ruhu
vardı anlaşılan.
Mevzuu değiştirmek İstedi ev sahibi:
- Sahi, evi nasıl bulabildiniz?
- Haa... Çok yakınınızda oturan bir akrabam var. Eskiden beri sık sık
ziyaretine gelirim.Yakub Bey'den onlara da birkaç defa bahsetmiştim. Sonra bir
tevafuk eseri, bir defasında sizden bahsettim. Bu sokakta oturduğunuzu
söylediler. Evi de gösterdiler.
- Emekli olmadan önce de, emekli olup Konya'ya yerleştikten sonra da
ziyaretlerine sık sık geldim. Bu tarafa bakan pencerelerden sizin ev
görünüyor.Evinizi uzaktan her görüşümde, kardeşten öte sevdiğim Yakub Bey'i
hatırlardım.
- Velhâsıl adresinizi öğrenmek gibi bir derdim olmadı. Sizinle görüşmek imkânı
olmasa, amcası Selâmi Bey'Ie görüşecektim. Yalnız, o çok meşgul bir insan.
Sonra...Neyse mevzua
31
dönelim..
Hem iştiyakla anlatmak isteyen, hem de hiçbir şey söylemeye dili varmayan bir
hava vardı üzerinde. Sesi heyecanhy-dı.Geniş alnında ince ter taneleri
birikmişti.
- Efendim, sizin de malûmunuz, Kıbrıs Harekâtında Ya-kııb Bey'Ie beraberdik.
Dostluğumuz, taa Harbiyedeki talebelik yıllarına dayanırdı.Takdir-i ilâhî bizi
Kıbrıs'ta da yan yana getirdi. Cephede yanımda yaralandı. Bir kaç saat sonra da
şehid oldu. Tafsilatını bir defa anlatmıştım o sahnelerin... Tekrarlamaya hacet
yok.Yalnız şimdiye kadar bende kalmış, içinde ne olduğunu bilmediğim bir emâneti
var bende.Bir zarf,bir mek-tub zarfı...Kabarıkça bir zarf!...
Ahmed Bey, o kolay kolay şaşırmayan, her zaman soğukkanlı görünen adam
heyecanlanmıştı."Bu emânet herhalde bana " diye geçirdi içinden.
Beriki o kadar zorlamadan sonra kelimeleri bir çırpıda sıralayıvermişti.
Mutahabıpı heyecanlandırmıştı tabiî olarak. Devam etti: .
- Yakub Bey'in bir oğlu vardı. Adını bile hatırlamıyorum. Çocukken, babası
hayattayken bir defa görmüştüm.
- İsmi Yusuf. Bendeniz de malûmunuz dayısı oluyorum.
- Bugün gibi hatırlıyorum. Çıkarmadan bir gece önceydi. Mersin Tasucu
Limanı'ndan biraz sonra yola çıkacaktık.Yakub Bey yanıma geldi. Telâşla karışık
bir Sevinç okunuyordu yüzünde. Şapkasının siperliği gölge yapıyordu, ama
gözlerinin o zamana kadar hiç görmediğim pırıltısına mâni olamıyordu. Alnında
acaib bir nûr vardı. Bir çocuğun şenliği vardı üzerinde. Yerinde duramıyordu.
Bana dedi ki:
- "Kardeşim Ferhat ! Allah'ın tevfik ve inâyetiyle zafere kavuştuktan sonra,
yerine teslim etmen için sana bir emânet vereceğim"
- Soran gözlerle baktım kendisine. Aptallaşmiştım birden.Ben mi yanlış
duymuştum acaba?... Konuşmama fırsat bırakmadı.
-" Verirsin değil mi, değil mi?"
-Tabiî veririm. Vermesine veririm de, "ne demek bütün bunlar?" dedim aptal
aptal!
32
"- Kardeşim, dedi. Şehâdet şerbetini içeceğim. Sen gazi olarak döneceksin."
- İyice şaşkına dönmüştüm." İyi de kimin kalıp kimin döneceği belli değil ki"
dedim.
-" Dün gece müjdeyi aldım" dedi.
- Bakışları bir tuhaftı. Bambaşka âlemleri seyre dalmıştı sanki.
Ferhat Bey, o günü tekrar yaşıyor gibiydi. O kadar canlı anlatıyordu ki, yerinde
duramıyor, hâlden hâle giriyordu.
- Dehşetle sarsıldım. Yüzüne baktım baktım...Aklıma geldikçe düşünüyorum da,
asırlar gibi gelmişti o saniyeler bana. Beni de sürükleyip götürmüştü o huzur
âlemine. O anın hazzını hiçbir zaman unutamam.
-Diyecek bir şeyim kalmamıştı artık. Bütün benliğimle teslim olmuştum.Sonra
cebinden bir mektub zarfı çıkardı, elime tutuşturdu :
- "Bu mektubu büyük oğlum Yusuf'a vereceksin. Ama hemen değil.Üniversite
tahsilini bitirdikten sonra" diye tenbih etti.
- Bir defa daha şaşırmıştım.
- Yani saklayacaktım mektubu. Senelerce...1974'ten 1994 yılına kadar. Tam yirmi
sene.
- Geçenlerde amcası Selâmi Bey'le bir ikindi namazı çıkışında Kapu Camii'de
karşılaştık. Ayaküstü konuştuk.Bir aksilik olmazsa bu sene mezun olacağını
biliyordum Yusuf Bey'in. Gene de hakkında sorular sordum. Bu yıl inşaailah
mektebini bitireceğini söyledi. Temmuz ayının başlarında da gelecek dedi.
- Velhâsıl emâneti teslim etmenin zamanı geldi artık. Şimdi size sorayım Ahmed
Bey, yiğeniniz geldi mi acaba?
İnsanı iliklerine kadar titreten bu hikâye bitmişti. Ev sahibi, soğukkanlı
olmaya kendisini zorlayarak sandalyesinde birkaç defa kıpırdandı.
- Yusuf, her Konya'ya geldiğinde bize de gelir mutlaka. Yaz tatillerinde sık sık
uğrar. Sizin hesabınıza göre gelmiştir veya gelmek üzeredir.
- Onunla görüşüp zarfı vermem lâzım. Bu sene okulunu
33
bitirdiğine göre vasiyet de yerine gelmeli. Yalnız merak ettiğim bir-şey var.
Neden üniversite tahsilini bitirdikten sonra vermemi istemişti? Aklıma geldikçe
hep bunu düşündüm.
Ahmed Bey'in hikâyeyi dinlediği andaki heyecanı kalmamıştı. Yine soğukkanlı;
gayet normal bir soruya cevab verir gibiydi.
- Vardır bir hikmeti. Ona şehidlik müjdesini veren kudret, dilerse geleceğe
matuf bâzı müjdeleri de vermiş olamaz mı?!..
- Doğru...Onları ben de düşündüm. Fakat sır perdelerini aralayacak bir izah
bulamıyorum. Sonra, üzerime vazife değil ya. Bilmem şart mı deyip
geçiştiriyorum.
- Sizden ricam Ahmed Bey, onunla irtibat kurmama yardımcı olmanız. Kendisiyle
görüşüp tanışmak isterim. ¦
- İnşaallah. Bugün-yarın bekliyorum. Gelince size hemen haber ederim.
Gömleğinin sol göğüs cebinden mektubu çıkardı. Eli tit-reye fitreye uzattı.
- Buyrun emâneti!
Sağ cebinden bir küçük defter çıkarıp sayfaları karıştırdı.
- Bu dj kartım. Bundaki numaradan kendisi de beni telefonla arayabilir.
Müsaade istedi, kalktı. Ev sahibi misafirini kapıya kadar uğurladı.
Tenha sokakta bir taraftan yürüyor, bir taraftan hayretle mırıldanıyordu:
"Şu Ahmed Bey tuhaf bir adam..."
• • •
Ahmed Bey misafirini yolladıktan sonra hemen yukarı çıktı.Ayak seslerini işiten
karısı onu mutfak kapısında karşıladı.
- Misafir gitti mi efendi?
- Gitti..
Hemen kütübhâne olarak kullandığı odaya geçti. Raflardan rastgele bir kitab
çıkardı. Sayfalan karıştırarak göz gezdir-
34

meye koyuldu...
Kendisi bir işçi emeklisiydi.Çeşitli işlere girip çıkmıştı. Hiç çocukları
olmamıştı. Emekli olduğu son üç yıldan beri, zaruret hâricinde pek dışarı
çıkmazdı. İnsanlarla pek ülfet etmez, kendi hâlinde yaşayıp giderdi. Karısı
Âdile Hanım, onun bu kendi hâlindeliğine yıllar öncesinden alışmıştı. Kocası
konuşmasını pek sevmezdi. Hele son zamanlarda aynı oda içinde saatlerce hiç
konuşmadan oturdukları olurdu. Ya birilerini tenkid etmek veya Öfkesini
göstermek için ağzını açardı. Karısıyla konuşurken, en kısa cümleleri, sorulan,
cevabları seçerdi. Onu bu haliyle dışardan gözleyen birisi "işte hayatından
bez- miş bir adam" hükmünü rahatlıkla verirdi. Konuşurken, yüz ifadeleri, son
derece lâkayd biri"intibaını verirdi. Hele bir gülümsemesi vardı; onda hiciv,
alay, tehdit, cesaret, gurur ifadelerinin hepsi görülebilirdi. Çok zaman kaşları
çatık, ciddî idi.
Kitabın sayfalarını çevirmeye devam etti. Lâkin, zihni biraz evvel
anlatılanlardaydı.Elindeki zarfı kitabın arasına koydu. Kapattığı kitabı raftaki
yerine yerleştirdi. Elleri arkasında ; odada birkaç sefer gitti geldi. Kendi
kendine :
-Adam sen de!Bir çocuk, dünün çocuğu işte. Öyle ciddi- ye alacak bir şey yok...
35
HI
Yusuf ertesi sabah erken saatlerde amcasının fabrikasına gitti. Nerdeyse bir
yıldır hiç gelmemişti. Amcasının bürosuna gidene kadar sağa sola göz attı. Fazla
bir değişiklik yoktu.
Fabrika üç bin metrekare kapalı sahaya kurulmuş bir binadan ibaretti. İki bin
metrekaı^si imâlat tezgâhları, depo, tahmil-tahliye kısmına aitti. Kalan kısımda
ise bürolar, temizlik yerleri, soyunma odaları, yemekhane, mescid vardı.
İki vardiyeli çalışılıyordu. İşçilerin, memurların sayısı altı yüzü buluyordu.
Yusuf bina içine girdikten sonra sağ tarafa, imalathane kısmına yürüdü. Geçtiği
koridorda rastladığı birkaç kişiyle selâmlaştı. Gürültüye doğru devam etti.
İmalât kısmına açılan geniş kanatlı demir kapıya varınca durdu. Ayakta dikildi,
etrafı seyretti. Gürül gürül çakşan tezgâhların başında herkes işiyle
meşguldü... İşçilere muhabbetle baktı baktı... "Özlemişim bu sesi" diye geçirdi
içinden.
Geldiği yoldan geri döndü. Çıkış kısmına yaklaşınca bu defa sola saptı. Büroya
geldi, kapıyı çaldı. "Buyurun" sesiyle içeri girdi, selâm verdi.
-Ve aleykümselam, gel yiğenim, erkencisin maşaallah.
-Erkenden geleyim dedim amcacığım. Sizi fazla bekletmek...
-Sağol yavrum. Bugünlerde pek mühim işim çıkmadıkça buradan ayrılmıyorum
zâten... Biliyorsun, sıcak günler yaşıyoruz. Buyur, şöyle tam karşıma otur.
Yusuf amcasının karşısında bir koltuğa oturdu. Etrafa göz gezdirmeye başladı.
Tedirgin tedirgin, sağ ayak ucunu hafif hafif yere vuruyordu.
Amcası iki çay söyledi. Hemen gelen çaylar yudumlanmaya başlanırken Selâmı Bey
söze başladı. Yüzünde, söze nereden başlayacağını bilemeyen tereddütlü bir hâl
vardı.
-Bak yavrum Yusuf. Bilirsin seni çok severim . Uzak-ya-
37
kın akrabalarım içinde, eşim- dostum arasında senin apayrı bir yerin var.
Evlâdım gibisin bana... Böyle bir fitne, isyan, günâh çağında senin gibi gençler
günbegün çoğalıyor. İftihar ediyorum sizlerle. Fakat... Fakat sende; bilemediğim
ama far-kettiğim, anlayamadığım ama sezdiğim meziyetler var. Ben câhil bir
insanım. Belki insanları değerlendirmede hata edebilirim. Yalnız; bir insan
hakkında umûmun kanaati ne ise, o in-san"odur. Ne demek istediğimi anlıyorsun
değil mi?
Yusuf şimdi başka yönden de tedirgindi. Bir insanın bir başkasını yüzüne karşı
övmesi. Övülenin ağırlığının artması...
-Estağfurullah amca! O saydıklarınız ancak benim hayâlimde yaşayanlar.
Fazilette; ihlasta, takvada, aşkta bütün mü'minlerin en gerisindeyim ben. Size
gelince amca;elinizde "diploma" dedikleri o kâğıt parçası olmayabilir. Ne yazık
ki o kâğıda sâhib olup insanlıkta bir basamak dahi çıkamayan niceleri var.
Aksine alçaldıkça alçalanlar... Bizim asrımız böyle-lerini görmekten bıktı
artık... Sonra benim gibilere dönüp bakalım: Acaba liyâkatimden mi aldım bu
diplomayı; yoksa ilmin ayağa düştüğü bu devirde vicdanımı avutmak için bir
oyuncak mı aldığım...
Yusuf böylesi sözlere kendisini kaptırmıştı ki amcası durdurdu:

-Hayır Yusuf hayır!.. Diplomalı câhilleri de tanırım ben. Senin aldığına
gelince; hakkınla aldığına eminim. Yalnız, aldığın vesikanın Türkiye'de bir
faydası olacak mı, mes'ele bi-. raz da bu. İnsana bu ızdırab veriyor.
Ayağa kalktı. Yüzünü pencereye döndürdü. Bahçeyi seyretti bir müddet.
Düşündüklerinin anlaşılmasından kor-kuyormuş gibi sırtını Yusuf'a dönmüştü. Sağ
eliyle ensesini kaşıyordu. Zihni çok karışık olduğunda, düşünceler kafasında
çatışmaya başladığında, hep böyle yapardı.
Bu itiyadı Yusuf eskiden beri biliyordu. Acaba hangi kararın arefesîndeydi?
Neyin ızdırabmı yaşıyordu? Yoksa kararsızlığın ızdırabı mı?.. "En iyisi
beklemek" diye düşündü. Sehpânın üzerindeki gazeteyi alıp manşetlere bakmaya
başladı.
38
"ti
Birkaç dakika geçmemişti ki Selâmi Bey dönüp koltuğuna oturdu. Gözlerini
yİğenine dikti.
-Mesleğinin dışında çalışmayı, başka işler yapmayı düşündün mü hiç?
Yusuf için çok mühim mes'eleydi bu...
-Daha orta okul siralarındayken, hayâlimde yaşattığım hedefler vardı. Ama
okudukça gördüm ki, içinde yaşadığımız şartlarda hepsi beyhude İmiş. Hele
fakültenin son sınıfına geldiğimde memleketime meslecim yoluyla hizmetin pek
mümkün olamayacağını gördüm. Ya bir devlet teşekkülünde araştırmacı olmak, veya
okulumda yüksek lisans yapmak... İkisinden birini seçecektim. Çocukluğumda
hatırlarım; liselerin fen kollarında Astronomi dersi vardı. Biz lisedeyken o da
yoktu. Geriye ihtisas yapmak veya iş bulabilirsem memur olarak yerimde saymak
kalıyor.
-Yurt dışına, ihtisasa gidebilirsin.
-O da olabilir amca. Devlet bursuyla gidebilirim. Çok şükür, tahsil yıllaıımda
ingilizce ve Arabça gibi dünyânın en muteber iki lisânını öğrendim. Fakat geriye
döndüğümde, bana verilecek ne gibi İlmî imkânlar var? Hiç desek yeridir. Yâni
ihtisas neticesinde gene yabancılara hizmet edeceğim. Yazık değil mi?!
-Doğru, çok doğru. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükür sen bıyık.
Yusuf devam etti:
-Beyin göçü denilen felâketi milletçe yaşıyoruz. En seçme ilim adamlarımız
dışarıda kalıyorlar. Hani tam manâsıyla haksız da değiller. İmkân vermemişiz
onlara... Kol gücüyle çalışan bir işçi; bir san'at, bir ilim adamından daha
yüksek refah seviyesinde. Târih hep şuna şâhid olmuştur: İlim ve san'at rağbet
görmediği yerden göçer gider. Ne güzel söylemiş eskiler :" Marifet iltifata
tâbidir / Müşterİsiz meta zâyidir..."
- Benim gibi, iltifatın madde kısmına itibar etmeyen nice vatan evlâtları var.
Bize imkân bahşetsinler yeter. Yoksa ; para pul, şöhret, mansıb... Hiçbirisini
istemiyoruz. Yeter ki milletimize, milletimizin şahsında insanlığa hizmet
edelim.
39
-Öyleyse şimdilik beklemeyi tercih ediyorsun. Bir yol görününceye kadar...
- Hepsi bu kadarla bitmiyor. Yüzümüzü tamamen Ba-tı'ya döndürmek hatalı. Doğu'da
bu işlere ciddiyetle sarılmaya başlamış Pakistan var. Yeni hürriyetine kavuşmuş
Kazakistan var. Kazakistan bu sahada dünyânm en ileri memleketlerinde birisi.
Selâmi Bey'in birden yüreği hop etti. Hayalindeki en büyük desteğini, kazanmadan
yitirecek miydi yoksa?! Bu ihtimâli düşünmek bile ağır geldi. Geçici de olsa
ihtiyacı vardı ona. Nedendir, cevab bulamıyordu. Ama bu çocuğa çok güveniyordu.
Hem oğlu Yavuz'a, hem de ters gitmeye başlayan işlerine çok faydası olacaktı.
İçinde korkuyla ümit hisleri çarpışıyordu şimdi. Onun yardımını alarak feraha
kavuşmanın ümidi, kaybederek buhranlara yakalanmanın korkusu... Hiç olmazsa
birkaç ay, bir sene yardımcı olsaydı!...
İyi de nasıl anlatmalıydı bunu ona? Ürkütmek, gücendirmek, geleceğe matuf
plânlarının alt üst olmasına sebeb olmak da vardı. Yiğenini rencide etmeden, ona
zarar vermeden nasıl açabilirdi mes'eleyi?...Daha baştan reddederse, hiçbir açık
kapı bırakmazsa ne yapardı ?....
Sonra sâdece kendisini düşündü. Aylardır hayâlinde yaşattıklarını sûkût-ı
hayâlle bitirirse..•Şimdiye kadar yalnız-çahşmış, yalnız mücâdele etmiş, yalnız
sevinmiş, yalnız üzülmüştü. "Bunların ötesinde bir yalnızlığa güçsüzlüğe
tahammül edemem" diye düşündü.
¦ Birden ürperdi. Hiç aklına gelmemişti o dakikaya kadar. " Yoksa hodgamca
duygulara mı kapıldım? Sâdece kendimi mi düşünüyorum? Aman Allahım! Böyle bir
şey yaparsam kötülük yapmış olmaz mıyım? "
" Yazıklar olsun bana!...Kendi selâmetimi düşünürken başkalarmı hiç kaale
almıyorum. Sanki onların her bir şeyleri tamam. Sâdece incitmemeyi düşünmek,
mes'eleyi ne kadar da hafife almak oluyor. Yoo, en iyisi kendi yağımdan kavrulu-
i\
rum...
Yusuf, amcasının yaşadığını tahmin ettiği iç mücâdelesinin
neticesini gene sabırla beklemeye koyuldu.
Önündeki gazeteyle meşgûlmüş gibi göründü.
İmâ yoluyla, yavaş yavaş mevzua girmek... Karşısındaki zeki insandı. Anlamayacak
değildi ya. Ama kendini acın-dırmamalıydı.Bunu hayatı boyunca yapmamıştı.
Aileden gelen gurur saikiyleydi bu. Kimsenin Önünde eğilmemişti. Çı-cukluğundan
beri çok zor günler görmüştü. Sefaleti tatmış, ihanetlere maruz kalmış, hattâ
iftiralara uğramış ; asla boynunu eğmemiş, gururunu hep muhafaza etmişti.
Evlenirken; kız tarafının "kız evi naz evi " âdeti mucibinde bir mes'elede
diretmesini soğukkanlılıkla dinlemiş,düğünden bir gün önce âmirâne bir tavırla
resti çekmiş, nişanı bozmayı dahi göze almıştı. Son sözünü söyleyince, tavizi
veren karşı taraf olmuştu.
Selâmi Bey dobra dobra bir insandı. Kurnazlık nedir bilmez, lâfı eğip bükmeden
söylerdi. Lâkin, sonraları kendisinin de şaşacağı şu sözlerle mes'eleye girdi:
- Yusuf, hiç tanımadığın, zor durumdaki birisi senden yardım isterse ne
yaparsın?
- Elimden ne gelirse...
- Güzel.... Peki bu insan kötü birisiyse?
- Tanımadığım bir insanın iyiliğini de kötülüğünü de bilemem. Yalnız, bizim
kitabımızda bir kanun var : "Sana uzanan eli boş çevirmemek. " Ümitle bakan
gözleri, hayâl kt-rıklığıyla ıslatmamak."
- Peki sana kötülük yapan birine ne yaparsın?
- iyilik yaparım.
- Bir daha yaparsa?
- Yine iyilik yaparım. -Pekibir daha?..
Yusuf acaib bir imtihandan geçtiği hissine kapıldı. Daha fazla uzatmadı. Bütün
samimiyetiyle :
- Ben kötülük yapmasını bilmem amca, dedi. Ben de herkes gibi kızarım,
öfkelenirim. Ama bu ; kinimi takke, nefretimi cübbe yapmak demek değildir. Bana
göre hiçbir insan, mutlak ma'nâda kötü değildir. Ancak, kötülük yapan insan
vardır. Canavarlaşmış, yüreği nasır bağlamış insanlar bile iyilik cevheri
taşırlar. Onlara yumuşak yaklaşılırsa, nasırlı
40
41
yüreklerinde cilâlı, tertemiz duygular ortaya çıkacaktır. Avlarına karşı son
derece merhametsiz bir dişi kaplanın, yavrularına şefkatini siz de bilirsiniz.
Mes'ele uzayacak, genişledikçe genişleyecekti. Selâmİ Bey bundan endişe etti.
Mevzuu toparlayıp, İnsiyatifi elinde tu mı ak istedi:
-Pek tabiî. İyilikle yoğrulanlar da kötülük nedir bilmezler. Onları zorlasak da
şerre âlet edemeyiz. Yalnız ben daha değişik ma'nâda sormuştum ilk soruyu.
Cevabımı da aldım. Senden de böyle bir ruh yüceliği beklerdim oğlum!
Havadan sudan konuşmaya devam ettiler. Sonra kalkıp fabrikanın her tarafını
gezdiler. İdarecilerin bürolarına da tek tek uğradılar. Tekrar büroya döndüler.
Selâmi Bey süklüm püklümdü:
-Yavrum, evvelâ kendim bazı kararlar almam lâzım. Yarın bir daha gelebilirsen,
inşaallah her şeyi aydınlığa kavuştururuz.
-Yusuf yarı şaşkın:
-Tabiî, neden olmasın cevâbını verdi.
Yusuf'u uğurlayan Selâmi Bey hâlâ düşünüyordu. Koltuğuna çakılmış kalmış,
kafasındaki karmaşa sükûn bulmuyordu. Öfkeyle yumruğunu masaya indirdi.
-"Neden her şeyi apaçık anlatmadım? Neden?.. Kendimi açık kalbli diye bilirdim.
Olmadı işte! Kıyıdan köşeden güzelce girdim. Ne budalayım ki devamını
getiremedim. İmâ benim neyime? İz'ansız biri değil ki karşımdaki ! Her şeyi
olduğu gibi anlatabilirdim. Feraset sahibidir. Yaşının çok çok üstünde
olgundur."
Düşünceler bir noktaya geldi, tıkandı kaldı. Durulmuştu beyni. Kararını verdi:
"Amaan, ben de neler düşünüyorum! Nihayet amcası-yım onun. Hiç mi hukukum yok
üzerinde! Bugüne kadar hep himaye etmeye çalıştım. İsa'yı da onu da kardeşimin
emâneti bildim. Onların huzuru benim huzurum, dedim. Kötülüklerini
düşünmeyeceğimi onlar da bilirler..."
İyice rahatlamıştı. Cevab red de olsa, ucunda ölüm yok-
42
tu ya...
• • •

Yusuf'un şaşkınlığı gün boyu devam etti. Aklı fikri am-casmdaydı. Ne için
çağırmıştı, neler olmuştu. Acaib sualler sormuş,dilinin altındaki baklayı bir
türlü çıkarmamıştı. O gece takatsiz düşüp uykuya mağlûb oluncaya kadar hep
düşündü...
Sondan başa gitmenin ipuçları vereceğine kanaat getirdi.
Mevzu nereden ç.kmıştı? Evdeki konuşmaları hatırlamaya çalıştı. Bulmak hiç de
zor değildi. Fabrikaya çağrılma sebebi de zâten aynı şey içindi. Yâni amcasının
iş hayatı...
•Kendi kendine konuştu durdu:
"Beni ne için çağırdı? Ortada bir hastalık var. Tam teşhis ve tedavi lâzım.
Pekâlâ bu kadar sualin ma'nâsi ne? Mes'ele dallanıp budaklandı, o kadar...
Uzaması sebebsi/ olamaz. Bir kaç ihtimal var: Ya bana itimadı tam değil, ya
mes'ele bana aksedecek kadar mühim değil veya bîr şeylerden çekiniyor."
İhtimalleri teker teker gözden geçirdi. İkisini eleyecek, kala kala bir tanesi
kalacaktı
"Bana itimadı olmasa yarın da gitmemi istemezdi. Son sözünü söylemek için değil,
konuşmay devam etmek için çağırdı. Mes'ele mühim olmasa gene çagırmazdı.
Çekiniyorsa, neden çekinecek ki?"
Diğer ihtimaller olmayacağına göre; mantıklı olan, bir tek sonuncusuydu. O
zaman, "kimlerden, nelerden, niçin" sorularına cevab aramak gerekiyordu. Sorulan
sorulan, geçen konuşmaları tekrar düyundu. Kendisine mesleği üzerinde çalışıp
çalışmayacağı sorulmuştu. O da cevabım vermiş, ihtimâlleri sıralamıştı.
"Neden böyle bir sev sordu bana? Nüfuzunu kullanıp, iş sahibi olmamda \ .ırdınuı
mı olmak istiyor? Öyle olsa mevzu kapanmazdı ki. Ayrıca; tekrar fabrikaya
çağırıp konuşma maksadına da ters düşüyor."
İyilik yapma ile alâkah sorul.ırU beraber, zihninde bir
' 43
şimşek çaktı.
"Hah şimdi buldum!" dedi seslice." O zaman nasıl da düşünememişim. Benden yardım
bekliyor amcam!"
Onu dinlerken hiç dikkat etmemişti. Kendisine muhtaç olan, ihtiyacım arz
edemeyen insan... Neden çekindiğini şimdi anlıyordu:
"Benim istikbâlimle oynama, plânlarımı bazma korkusunu taşıyor demek ki! Ne
yücelik!.. Büyük nezâket.. Halbuki bıkmadan usanmadan, senelerdir kahrımızı
çekti. Tahsilimizde yardımcı oldu. Kardeşime yardımı hâlâ devam ediyor. Onu bir
baba gibi bildik. Bize asla kırıcı olmadı. İyiliklerini başımıza kakmadı.
Hepsinden Öte, bunu imâ bile etmedi.
Mizacını az çok tanımasına rağmen, amcasının gündüz-kü gururla dolu endîşelerini
hayâl bile edemezdi Yusuf, Belki de minnet hisleriyle dolu olmasındandı bu.
Kalbi mutmain, rahat bir uykuya daldı.
Ertesi sabah fabrikaya gitmek üzere erkenden evden çıktı. Bİr dolmuşa bindi.
Artık bir teklifle karşılaşacağını biliyordu.
Fabrikaya vardığında, amcasını neş'eli bir yüzle kendisini bekler buldu. Gergin
yüz hatları gevşemiş, tedirgin hâlinden eser kalmamıştı.
Bir yandan gelen çayları yualumlarlarken, Selâmı Bey birkaç evrakla meşgul oldu.
İşi bittikten sonra yiğenine döndü:
-Yusuf burada benimle birlikte çalışır mısın?
Sözün devamı gelmedi. Yusuf afallamıştı. Hiç bu kadar âni bir hamle
beklemiyordu. Boş gözlerle baktı amcasına.
-Efendim! Anlayamadım...
Aynı soru tekrarlandı. "Yusuf yanlış işitmemişim" diye geçirdi içinden. Bir
teklif bekliyordu fakat böylesini hiç tahmin etmemişti. Sâdece akıl verme,
tavsiyelerde bulunma, bir takım ıslahat hareketlerinde yardımcı olma, yeni
pazarlar bulma gibi şeyleri düşünmüştü.
-Evet oğlum. Yardımını rica ediyorum. Fabrikada çalışarak...
-Nasıl bir yardım amca? Ne yapabilirim ki sizin için?
44
-Sosyal hizmetler müdürü olaca* im o^lum.
-Cevab vermiyorsun!.. -Peki sebeb ne amca?
-Aslında uzun hikâye. Sana mümkün mertebe kısaltarak anlatacağım:
-Hâlihazırdaki müdürden memnun değilim. Beş yıldır buıada lışıyor. Bir ahbabımın
tavassutu ile gelmişti. O târihlp eski müdür de ayrılmak üzereydi. Yaşlandığını
yorulduğunu beyan ediyordu.
-Bizimki geldiğinde perişan hâldeydi. İşinden atılmış, manen çökmüştü. Aylardır
işsiz gezdiğini söyledi. Ben de üsteleyip geçmişini hiç tetkik ettirmedim. İlk
zamanlar dişini göstermedi. Ortamın faaliyet için müsait olduğunu görünce
zehirini akıtmaya başladı. Bir ateisttir kendisi... Köstebeklere taş çıkartan
sinsiliği, fillere benzer bir kini vardı. Çok sabırlıdır. Bir Örümcek gibi
tuzağını itinayla kurar. Sabırla avını bekler. Yalnız bir farkla ki; örümcekler
meçhul avlara tuzak kurarlar. O ise intikam alacağı kimselere...
-İflas etmiş komünist fikirlerin tellallığını yapıyor. Yapsın; ona da bir şey
demiyorum. Lâkin insanları birbirine düşürüyor. Bunlar/şahsıma düşmanlığından
değil tabiî. Mülkiyet anlayışında yollarımız ayrı. Sermâye düşmanı. Tıyneti
müsait birkaç yandaş da edindi. Son zamanlarda işçileri kışkırtıp duruyorlar.
Birçok misâl sayabilirim sana. İşte sâdece bir tanesi:
-Geçenlerde isteği üzerine bir işçinin vardiyası değiştirilmiş. İşçi, çocuğunun
hastalığı için, üstüste birkaç gün hastaneye gitmeliymiş. Yani akşam
vardiyasında bir hafta değil, ardarda iki hafta çalışacak...
-Tezgâhının başında harıl harıl çalışmaya başlıyor. Ya-nıbaşındaki tezgâhta bir
başkası da başlamak üzere. Adamın oyalanması bizimkinin dikkatini çekiyor. Takib
etmeye başlıyor yan gözle. Bir ara eğildiğini, bir şeyler kurcaladığını görüyor.
Beriki bir tel bağlantısını asılıp koparıyor. Sonra güya çalıştırmak istiyor.
Tabii çalışmıyor. Hemen arıza var diye ustabaşlarından birine koşuyor.Ustabaşınm
biri geliyor; ha-
45
kikaten arıza var. Mühendislere haber veriyor. Arandıktan sonra arıza bulunup
tezgâh tamir ediliyor. İki saatlik gecikmeyle çalıştırılıyor.
-Peki şâhid olan İşçi müdahale etmiyor mu amca?
-Personel müdürüne sonradan anlatmış. Beraberce gelip bana da anlattılar. O
sırada müdahale etmemiş. Bana, "çünkü tezgâhı ârızalandıranın o olduğundan, o
zaman emin değildim" dedi. Sonradan; adamın çalışırken keyifli keyifli
sırıtmasından şübheleniyor. Aldığı zevkin tarifi İmkânsız bizim keyiflinin... İş
paydosunda şâhid işçi, arkadaşının yanma yaklaşıyor, soruyor: "Neden yaptın
bunu?.." Evvelâ inkâr ediyor. Hattâ saçmaladığını söyleyerek, öfkeyle başından
savuşturmaya çalışıyor. Bizimki peşini bırakmıyor adamın. Olanları gördüğünü,
şikâyet edeceğini söylüyor. Beriki telâşlanıyor. "Senden başka şâhid yok, hiçbir
şey isbatlaya-mazsın. Sonra sen, ahmak bir kölesin! Patronların, sermayedarların
dostusun. Enayi enayi çalışmaya devam et. Bana gelince; bu adamlara ne kadar
zarar verirsem, işi ne kadar savsaklarsam kârdır. Sen; enayi patronsever!
Yıkılıncaya kadar çalış!.."
-Bizim işçi gayet sakin karşısındakine soruyor: Senin evin var mı?" "Var." Başka
gayri menkulün?" "Bir de hanımın babasından miras bir dâire." "Peki araban var
mı?" Eski model bir arabam var. Yakında satıp daha penisini alacağım." "Ne
için?' "Eskisi çok eski. Yenisini bir şoföre verip çalıştıracağım. "Ooo çok
güzel! Hayır yapmayı seviyorsun. Sayende bir boş adam iş sahibi olacak." "Ne
hayrından bahsediyorsun be! Bu devirde kim kime karşılıksız bir şey veriyor?
Araba ticarî maksatla taksi olarak çalışacak. Boş zamanlarımda da ben
çalıştırırım." "Hanımın evinde kim oturuyor?" "Kiraya verdik. Miras kaldığından
beri kirada." "Pek: o evi bir ihtiyaç sahibine verseniz de bedava otursa..."
"Sen benimle dalga geçiyorsun galiba!" Bizimki ciddi ciddi cevab veriyor:
"-Sen ne biçim komünistsin be ! Zalim kapitalist!..." Sonra da çekip
uzaklaşıyor.
Bu son söz güldürmüştü Yusuf'u. O kolay kolay gülmeyen, yüzünde her zaman hüzün
bulutları dolaşan Yusuf'u...
46
-İşte böyle yavrum. Yalnız, perde arkasında müdürün olduğu açık. Yüzlerce
delille isbâtı mümkün.
Yusuf bugüne kadar bu adamın neden kovulmadığını sormadı. Zira biliyordu ki,
amcası kimsenin ekmeğiyle kolay kolay oynamaz.
Selâmi Bey, yiğeninin aklından geçenleri okumuş gibi konuştu:
-İşçilere bir şey düşünmüyorum.Lâkin bu adamı sorarsan, " artık bıçak kemiğe
dayandı" derim. Bütün fabrikanın huzuru için, bir kişinin işine son vermek vâcib
oldu. Yalnız, iş bununla da bitmiyor. Hemen arkasından boşluğu dolduracak,
geride kalan birkaç kişinin fitne çıkarmasına mâni olacak birisi lâzım. O da
sensin Yusuf! ...
- İyi de bu işte hiç tecrübem yok ki...
- Senin talebelik yıllarındaki teşkilatçılığını, idareciliğini
biliyorum. Sonra, Konya'da yaptığın Önceki hizmetleri ... Ne yapacağını iyi
bilirsin sen. Sana güveniyorum.
Yusuf'un kafasında bir kıvılcım parladı. Amcası kendisine çok güveniyordu, kabul
... Acaba kendi tekliflerini kabul edecek miydi? Gerçi "çalışmayı kabul
ettim"dememişti daha.
- Mevzu basit gibi görünüyor, ama değil oğlum. Sana hakikaten ihtiyacım var-
Hiç olmazsa işleri rayına oturtana kadar yardımını istiyorum. Kabul ediyorsun
değil mi?
Yusuf daha fazla düşünmedi. O güne kadar birçok şeye karşıdan gelen istek
üzerine tâlib olmuştu. İstediğinin hiçbir zaman üstüne üstüne gitmez, teşebbüste
bulunur, sonra tevekkül ederdi. "Allah nasib ettiyse olur " derdi. Olmayınca da
üzülmezdi. Onda maddî nimetleri elde etmede ihtirasın zerresi yoktu. Koltuğu,
kasası, şöhreti, işkembesi ve şehveti altında kalıp ezilenlere acımıştı hep.
Kurtulmaları için dua etmişti. Onları her zaman en zavallı mahlûklar olarak
görürdü.
Tasarladığı teklifleri bir an için kenara koyuverdi:
- Kabul etmek ne kelime amca ! Benim için hizmet fırsatı bu... Kendi hesabıma
konuşursam; " her şeyde bir hayır aramak lâzım" derim. Yarm kimbilir ne
hikmetlere gebe!.. İnşaa1-lah bu iş hayırlara vesile olacaktır. Şu anda
içimden bir ses "haydi yürü" diyor.Tarifi imkânsız hisler İçindeyim. Bir güneş
47
doğdu içimde sanki!...
Parlayan gözleri tekrar donuklaştı. Yüzü "nasıl söylesem" diyen düşünceli bir
hâl aldı. Amcasına fırsat bırakmadan :
- Yalnız bir mes'ele var. dedi. öteden beri hayâlimde olan projeler var.
Nefsinize çok ağır gelebilecek tekliflerim var amca. Dayanabilir misiniz onlara?
Selâmi Bey yiğenine ne kadar güvenirse güvensin, he-sabda olmayan tekliflere
gelince iş değişiyordu.Kendisi meçhul, insanı meçhule götürecek teklifler...
- Peki nedir onlar? diye temkinli temkinli sordu.
- Şimdi söylemesem iyi olur. Ruhen hazırlık yapmanızda fayda var.
Amcasının yüreğini serinletmek için devam etti:
- İlk bakışta sizin zararınıza gibi görünüyor. İnaran hiç de zannedildiği gibi
olmayacak. Zararınıza gibi göründüğü İçin zorunuza gidebilir.
- İşin mâhiyetini öğrenmek için sabırsızlanıyorum aslında. Madem öyle, akşam
bize gel. Ben de erkenden giderim. Ne olduğunu orada anlatırsın inşaallah...
Yusuf müsaade isteyip ayrıldı. Evine gitti. İşi, daha doğrusu yardımı kabul
etmişti. Şimdi sıra amcasmdaydı. O da teklifleri, öncelikle ilk teklifi kabul
ederse, inşaallah çok hayırh olacaktı. Amcası için, işçiler içîn, Konya için,
Türkiye için, bütün müslümanlar için, bütün insanlık için hayırlara vesile
olacaktı. Bursa'da bir işadamında numunesini duymuştu bunun. Sonra da gidip
tetkik etmişti. Her yangın bir kıvılcımla olmaz mıydı?! Her sel damlalardan
meydana gelmez miydi?!
Yapılacak iş belki küçük çaplıydı, ama etrafa sirayet ettiğinde çok büyüyecekti.
Kimbilir, belki de bütün insanlığı şefkatli şemsiyesi altında himaye edecekti.
Bir ahtapot gibi insanlığın başına tebelleş olan kapitalist sistemi sarsmaya
başlayacaktı.
Fakat amcası ikna olmazsa ; yirminci asrın en büyük birkaç putundan olan " para"
karşısında şeytanın vesveselerine kapılır da kabul etmezse!... O zaman hayâller
suya düşe-
48
çekti. En başta Konya , çok şey kaybedecekti. Bu duygularla akşama kadar duâ
etti...
• • •
Selâmi Bey, Yusuf'u yolladıktan sonra merakla düşünmeye başlamıştı. Ne olacağını
değil, nasıl olacağını merak ediyordu. Zira güvenmişti yiğenine bir kere ...
Sebebini kendisi de bilmiyordu. Fakat bu çocuk ne yaparsa iyisini, doğrusunu
yapar diye şartlanmıştı sanki. Defalarca sormuştu kendi kendine. Tatminkâr bir
cevab da bulamamıştı. Hem ne ehemmiyeti vardı ki! Ona güveniyordu ; o kadar...
İçinden bir kuvvet, eskiden beri yiğenine meyi ettirmişti kendisini.
Şimdiki meyli ise bambaşkaydı. Çölde susuz kalmış bîr yolcunun, ne olduğu
bilinmez bir kuyuya seksiz şübhesiz koşması gibi. Su var mı yok mu, zehirli mi
hastalıklı mı, temiz mi pis mi bilmeden...
Onun tavsiyesiyle, önayak olmasıyla birkaç kişi birleşmişler, dört sene evvel
"muhtaç talebelere yardım vakfı " kurmuşlardı. Bilahare vakfa âzâ olanlar
çoğalmış, senelerdir nereye hayır yapacağını kestiremeyen hayırsever Konya halkı
da cömertçe bağışlarda bulunmuştu. Vakıf ilk kurulduğunda; Knnya'da aynı gayeye
matuf iki vakıf vardı. Kendiierin-den sonra da birkaç vakıf faaliyete geçmişti.
Eski vakıfların ferdî yardımlar hâricinde ; orta öğretime, yüksek öğretime
hitabeden küçük çapta talebe yurtları da vardı.
Kurdukları vakıf daha bir yılını doldurmadan, 1989 senesinde dev bir talebe
yurdu inşaatını başlatmış, ertesi sene yaz sonlarında inşaat bitirilmişti.
Kendisi vakfın mütevelli hey'eti başkanlığına getirilmişti. Yurt; yansı orta
öğretim, yarısı yüksek öğretim olmak üzere bin talebeye hizmet veriyordu.
Talebelerin masrafları için hiçbir ücret taleb edilmiyor, İhtiyaç sâhiblerine
harçlık dahî veriliyor, isteyen talebe velileri gönüllerince bağışta
bulunabiliyorlardı. Konya halkının, kazaların, köylerin teberruları ile hiç mâlî
sıkıntı çekilmiyordu.
Ne kadar güzel olmuştu. Aklına geldikçe duâ ediyordu Yusuf'a. Talebelerin,
velilerin duaları da yiğenine ulaşıyordu
49
ne güzel!... Böyle büyük bir hayra vesile olmuştu. Eğer o öna-
vak olmasavdı... ,. , , ..
Akşama kadar merakla bekledi. Pek nadir yaptığı üzere, o gün hava kararmadan
evine gitti. Yiğenı gelene kadar kızıyla çene çaldı.
. ,.
Nihayet yatsı ezanına yarım saat kala yıgenı çıktı geldi.
50
IV
Bundan senelerce önceydi. Yirmi bir sene evvel... Her
şey o zaman başlamıştı. Altı yaşında bir erkek çocuğu... Birçok çocuk gibi
gülüyor, oynuyor, zarurî ihtiyaçları karşılanıyordu. Sıcak bir yuvası, rahat bir
yatağı, üzerine titreyen annesi babası vardı. Daha okula başlamamıştı. Dünyâ
nedir, hayat nedir, ölüm nedir, açlık nedir, çaresizlik nedir, ümitsizlik nedir,
rûhlardaki karanlık nedir; bilmiyordu bunları. Arada bir ağlamak, kızmak,
sevinmek, ufacık şeylerle mes'ud olmak her çocuk gibi onun da tabiî
hâllerindendi. Diğerleri gibi arada bir yaramazlık da yapardı. Onun küçük
dünyâsında oyun, annesinin sevgi ve muhabbetle açılan kollan, babasının şefkat
dolu sözleri, okşamaları, âferinlerle-taltiflerle yavrusunu seneler sonrasına
hazırlaması vardı.
Konuşmayı yeni yeni öğrenen pek sevgili yavrularına bir çokları "mama, anne,
baba, banka" kelimelerini öğretirken, ona ilk "ALLAH" lafzı öğretilmişti. Çat
pat cümlecikler kurmaya başlaymca da "Lâ İlahe illallah Muhammedün Resûlûllah"
kelime-i tevhidi öğretilmişti.
Akranları sâhib olamadıkları oyuncaklar-, karşılanmayan ihtiyaçları, yerine
getirilmeyen istekleri için ağlarken, bir gün onu ağlatan bambaşka bir hâdise
oldu!..
Bir yaz günü, vakit öğle sonrası... Her günkü gibi evlerinin önünde oynuyordu.
Oturdukları sokağın başından, gittikçe yaklaşan yanık bir ses duyulmaya başladı.
Az sonra, peşinde birkaç haşarı çocukla, sesin sahibi göründü. Destan söyleyen;
kolunda sekiz-on yaşlarında bir çocuğun yardımıyla yürüyen, orta yaşlı bir âmâ
idi bu.
Adam, sağ elinde baston, ağır adımlarla yürüyor, arada bir görülmek için
duruyor, yolun ortasında bekliyordu. Onunla birlikte meraklı çocuklar da
duruyor, arkadan önden yenileri katılıyor, adama ucube görmüş gibi bakıyorlardı.
Çocuklardan kimi hayret, kimi alay, kimi korku nazarlanyla sü-
51

züyorlardı adamı. Kimi de yanındaki çocuğa lâf atıyordu.


Sesi kesildi bir ara. Yanındaki çocuğa bir şeyler mırıldandı. Bir evin bahçe
duvarına yanaştılar. Sıcakta yorulmuş olmalıydılar. Çömelip sırtlarını duvara
yasladılar. Bir kaç dakika eğlendiler.
Pencere gerilerinden sokağı seyreden birkaç baş hareketlendi, kayboldu. Açılan
kapılardan birkaç kadın geldi. Adama bozuk paralar verdiler. Saçı sakalına
karışmış pejmürde kılıklı bu dilenciyle yanındaki perişan çocuk az sonra
kalktılar. Destan tekrar başladı. Solunda koluna girmiş çocuk, sağ elinde baston
yoluna devam etti. Çocuklar da peşlerinde... Az ilerde tekrar durdular. Destan
devam ediyor, sağlı sollu bahçeli evlere ses dalga dalga yayılıyordu. İşte o
anda, bir ikinci kat penceresi açıldı. Bir kadm başı uzandı :
" Yeter be! İki saattir çocuğu uyutamıyorum. Ne böğü-rüp duruyorsun!." diye
hışımla bağırdı.
Pencere gürültüyle kapandı.
Bizim küçük yerinden kımıldamadan, dehşetten gözleri iri iri açılmış hâlde olup
bitenleri seyretti. Ne mahallenin çocuklarına katılmış, ne de olanlara ma'nâ
verebilmişti.
Hani ilk tecrübeler insanda silinmez izler bırakır ya. O izi bırakacak yarayla,
koşa koşa eve gitti. Annesinin boynuna sarıldı.
O gün öylece geçip gitti. Hâdfce, yatma vakti gelene kadar birkaç defa gözünün
önünde canlandı. Nihayet evde herkes yattı. Bizim küçüğün aklına tekrar pejmürde
adam, tekrar olanlar geldi. Hele o gözleri, boş boş bakan âmâ gözleri unu-
tamıyordu. Destandan akhnda'kalan bir nakarat da kulakların da çın çın ötüyordu.
"Mezarımı derin kazın..."
Cevâbını belki yıllarca sonra bulacağı bir yığın soru sordu kendi kendine.
Defalarca sağa sola döndü. Artık dayanamayacaktı. Yorganını başına çekti. Sessiz
hıçkırıklarla bir yığın "niçin" sorusu arasında, uzun uzun ağladı.
Bu onun başkaları için ilk ağlamasıydı.
Neler hissetmişti, neler yaşamıştı o an? O küçücük beyninde hangi fırtınalar
kopmuş, tertemiz kalbinde hangi volkanlar kaynamıştı? Merhamet miydi, isyan
mıydı, şefkat
52
mıydı, çaresizlik miydi, öfke miydi onu galeyana getiren?...
Kimbilir!?..
Birkaç ay sonraydı. Bir erkek kardeşi dünyâya gelmişti. Annesinin kardeşine
şefkatine şâhid oldu defalarca. Onu gözü gibi kollamasına, üzerine titremesine,
fedâkârlıklarına şâhid oldu.
Ona göre, kardeşi âciz bir mahlûktu. Her türlü yardıma ihtiyacı vardı. Birçok
çocukta görülen kıskançlık hislerini hiç yaşamadı. Annesiyle şefkat yarışına
girdi âdeta...
Bazen annesiyle, bebeğe bakmak için çok hoş kavgaları oluyordu. Mahalle
bakkalından kendisine bir şey aldığında kardeşine de almak istiyordu. Bir gün
bebeğe leblebi yedirmeye kalkmış, babasını günlerce güldürmüştü...
Bir gün annesinin dişi ağrıdı. Kendisine söylenmemişti. Annesi, babasına
bahsederken duydu. Ağrı şiddetlenerek birkaç gün devam etti. Babası, ev
işlerinde annesine her zaman yardım ederdi. Ama dişi ağrıdığından beri yardıma
daha bir sarılmıştı.
O akşam hep birlikte oturma odasındaydilar. Diş ağrısı birden çok şiddetlendi.
Babasıyla annesi karşılıklı oturmuşlardı.Çocuk, çaresiz bir ona bir ona
bakmıyordu. Bir ara babasına dikkat etti. Yanaklarında yaşlarla şöyle
mırıldandığını duydu :
"Ne olurdu, senin çektiğin acıyı ben çekseydim!.." Günlef günleri kovaladı.
Çocuk büyüdü, lise çağlarına geldi. Sevmeyi, sevilmeyi, nefreti, düşmanlığı,
hasedi, münâkaşayı, mücâdeleyi, yardımlaşmayı, İhaneti, fedakârlığı, imânı,
küfrü, her şeyi gördü. Görmekle kalmadı, bunların hepsini ruhunun
derinliklerinde bir yerlerde sakladı. Aileden aldığı faziletle yaşadığı dünyânın
rezaleti arasında mekik dokudu. O yaşa kadar tertemiz geldi. Öyle kî ;mahalle-
deki, okuldaki arkadaşları, anlaşmazlıklarında onun hakem olmasını isterlerdi.
Zira o, arkadaşları nazarında âdildi, vicdanlıydı, yalan söylemezdi. Mahallenin
kadınları, kabahat işleyen çocuklarına onu gösterirler " neden filan Hanım'ın
oğlu falan gibi olmuyorsun!" derler, ona gıpta ile bakarlardı.
Dışardan içine kapanık görünürdü. İç dünyâsında ne
53
ummanlar coşuyor, ne zelzeleler oluyor, kimse kestiremezdi. Oysa çok zengin bir
dünyâsı vardı. Kâh mazinin altın devirlerinde dolaşır, kâh destanlarındaki bir
kahraman olur, kâh atîye dâir hayâllerle keyiflenir, kâh hâlin kupkuru
realitesinde yaşardı. Sevincini de kederini de pek belli etmezdi. Zâten ne kadar
sevinç yaşamıştı ki!...
Sekiz yaşındayken babası şehid düştüğünden beri, tam yedi yıldır, yetimlere has
bir boyun büküklüğü vardı.Bazen çocuk ruhuyla onu çok özlüyor, tenha köşelerde,
gözyaşlarıyla babasına haberler yolluyordu.
54
V
Tatlı bir Ağustos sonu sabahıydı. Güneş henüz doğmuştu.İnsana huzur veren bir
serinlik, durgunluk vardı havada. Sokaklarda sabah namazından çıkmış tek tük
insanlar vardı. Evlerine ve işyerlerine gidenler; sessiz, sakin , vakur, huzur
dolu idiler. Bir sabah namazını daha camide edâ etmenin saadetini yaşıyorlardı.
Yalnız yürüyenler olduğu gibi, iki-üç kişi bir arada, sohbet ede ede yürüyenler
de vardı.
Bir genç adam Şerafeddin Camii'nde çıktı. Aİâeddin Caddesinden yukarı doğru
Hazretİ Mcvlânâ türbesi istikametinde ağır adımlarla yürüdü.Türbeye ayrılan ara
yola gelince durdu; orada medfun olanlara fatiha okudu. Selimiye Camii ve Yusuf
Ağa Kütübhanesi'ni geçti. Karşı kaldırıma yürüdü. Biraz gitti, Üçler
Mezarlığı'nın giriş kapısına ulaştı. Aralık duran büyük demir kapıyı gıcırtıyla
açtı.
Yürümeye devam etti. Metrelerce yürüdü yürüdü... Mevkiini uzaktan tesbit edip
çakılmış nazarlarla baka baka geldiği bir mezarın başında durdu. Sabit bakışları
bir müddet devam etti. Sonra, bir hayâl âleminden silkinerek uyanır gibi oldu.
Mezarı karşısına alarak çömeldİ. Gözlerini yumdu, başını iki eli arasına aldı,
bir zaman öylece kalakaldı.
Dışardan seyreden birisi çok ızdırab çektiğini hemen anlardı. Bir ara vücudu
sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Zaman zaman için için, zaman zaman
hıçkırıklarla, belki on dakika sürdü bu hâli...
Onu yakınına kadar gelip dinleyen biri ıslık gibi bir fısıltıyla şu sözleri
tekrarladığını duyardı:
"Değer miydi hiç? Neden yaptın bunu? Neden burayı seçtin? Sabretmek çok mu
zordu? Neden? Neden?..
Az sonra sakinleşmişti. Gözlerini yumdu. Uzun bir müddet kaldı öyle. Kimbilır
neler düşündü!?... Nerelerde gezindi kimbilir?...
55
Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Neden sonra ellerini açtı, açtığı
gözlerini mezar taşma dikti. Duâ etti, fatiha okudu. Ayağa kalktı. Kendisini
hafiflemiş, rahatlamış hissetti. Hâlâ nemli duran kızarmış gözlerini etrafta
gezdirdi. İliklerine kadar titredi. Yoksa mezarlığın pürhaşmet; lisân-ı hâl ile
haykırması, her ziyaretçiye son adresini göstermesi miydi onu titreten?
Yürümeye başladı. Başını arkaya çevirdi. Son bir defa mezara, mezar taşına
baktı. Şunlar yazıyordu mezar taşında: "Ruhuna fatiha. Sâliha Mutlu. Doğumu 1968
- Ölümü 1987.
56
VI
Aradan iki ay geçmişti. Yaz günleri geride kalmış, takvimler Eylül'ün ortalarını
gösteriyordu. Artık gündüzler insanı bunaltmıyordu. Geceler ise kimi zaman
İnsanı üşütecek kadar serindi. Devran kışa dönüyordu.
Konya'da tipik bozkır iklimi vardır. Fakat, göz alabildiğine dümdüz uzanan bu
memlekette rahatsız edecek, geceleri titretecek rüzgârlara pek rastlanmaz. Ancak
rüzgârlı gecelerde kalın bir şeyler giyinmek icab eder.
Eylül geceleri Orta Anadolu'da, bilhassa Konya'mı insanın ruhuna ferahlık verir.
Güneyin bunaltıcı sıcağı, jzeyin nemli ve üşütücü havasının rahatsız ediciliği
yoktur.
Böyle bir Eylül gecesinin geç saatlerinde Yeni Meram yolundaki bir evin önünde
sert bir frenle lüks bir otomobil durdu. Arabanın içinden bağrış-çağnşlar,
sarhoş naraları dışarıya yayılıyordu. Bağnşmalar bir müddet devam etti. Kapı
açıldı. Genç bir adam tutunmaya çalışarak indi. İçerdekİlere eliyle bir selâm
işareti yaptı. Araba hiç beklemeden çığlık çığlığa hareket etti. Kaşla göz
arasında kayboldu.
Genç adam montunu omzuna atmış vaziyette yalpalayarak yürüdü; demir kapıyı açtı,
çiçeklerle çevrili yoldan giderek giriş kapısına ulaştı. Biraz arandıktan sonra
zile parmağını dokundurdu. Salondan başka bir yerinden ışık sızmayan binanın,
çok geçmeden antre ışığı yandı, kapı açıldı. Hizmetkâr İzzet Efendi kapıyı
ardına kadar açtı:
-Hoşgeldiniz Yavuz Bey...
-Eeee hoşbulduk!
Hizmetçiyi yavaşça kenara itip kendisine yol açtı. Ayakkabılarını çıkarıp salona
kadar yürüdü. Babası sigara duman-
57
lan arasında yüzü zor seçilir bir vaziyetteydi. Başı yerde, oğluna bakmamaya
dikkat ederek:
-Geldin mi? dedi.
-Evet...
Merdiven korkuluklarına sıkı sık tutunarak, arkasına hiç bakmadan odasına çıktı.
Kapıyı arkadan kapadıktan sonra ayakta bir müddet etrafı dinledi. Yavaşça kapıyı
araladı. Başını uzattı, aşağıya baktı. Işık sönmüştü.
"İyi" dedi kendi kendine. Kanepeye oturdu. Düşündü düşündü... Birden ağlamaya
başladı. Gözyaşları kesilince kalktı, odaya göz gezdirdi. Hâlâ elinde duran
montunu bir köşeye attı. Dışarıya çıkıp lavaboya gitti. Yüzünü uzun uzun yıkadı,
odasına döndü.
Biraz ferahlamış, başındaki ağırlık hafiflemişti. Tekrar oturdu.
"Zavallı Yavuz! Utanıyorsun değil mi! Babandan korkulması gerektiği gibi
korkmuyorsun da, sâdece utanıyorsun... Nasıl da başını eğdin! Yüzyüze gelmemek
için nasıl da kaçar gibi tırmandın merdivenleri!..."
Asİ. da Yavuz'un içkiyle arası iyi değildi. Hem aileden aldığı terbiye, hem de
onu i^ aç bir içecek olarak görmesi müessirdi bunda... İçki içenleri, hele fnüb
tela olanları aptallıkla tavsif ederdi. Faydalı ve lezzetli o kadar helâl içecek
dururken; insanların pis şeyleri hem de zevkle içmeleri çok saçma idi. Hele aklı
ifsad etmesi, zihni faaliyetleri riît üst etmesi ne kadar kötüydü!
Yavuz az içmişti. Yine de zihninin pek sıhhatli çalıştığı söylenemezdi.
İçki kimi zavallıları kütükleştirirken, kimilerini coşturur, çocuklaştırır.
Çeşitli tatminsizliklerini açığa çıkarır. İnsan bunları kendi kendine duvarlara
itiraf eder. Fısıldar, haykırır... Karşısında dinleyecek birisi varsa ona açar
İçini.
"Arkadaş hatırı ha!.. Sevmediğim, hattâ iğrendiğim bir fiili arkadaş hatırı için
işliyorum. Az veya çok olmasının ne ehemmiyeti var!... Sağda solda gördüğüm
sarhoşlara içi parçalanan ben değil miyim!? Onlara acıyan, yardım etmek İste-
58
yen ben değil miyim!? Ve şimdi aynı duruma ben düşüyorum. Zavallı ben! Nereye
gidiyorum?.."
"Hayır, böyle olmamalıydı. Daha önce de yapmıştım bunu. Ama Öyle bir tövbe
etmiştim ki! Ne kadar oldu dur bakayım.. İki seneye yaklaşıyor. O kadar zaman
olmuş ha!... Bu kadar sabret; sonra solucan kadar değer vermediğin insanlarla
hemhal ol, düşebildiğin kadar düş!.."
"Reva mıydı Yavuz? İğrendiğin bir fiili İşlemen revü mıydı?"
"Arkadaşım dediğin kişiler, o acınacak mahlûklar... Ne köy olur onlardan ne
kasaba... Bir hiç onlar! Sen de hiçliğe kalkıştın. Gel gör ki basardın da. Sen
nesin kuzum, söylesene?"
"Sen boylu poslu koskoca bir hiçsin. Doğruyu da yanlışı da hakkı da bâtılı da
bildiğin hâlde sapıtıyorsun. O kahrolası-ca nefsinin kölesi oluyorsun!"
"Ne kadar aşağılıksın şu hâlinle! Her zaman sen söylemez miydin, 'en acınacak
insanlar sarhoşlardır' diye."
"Verilmiş en büyük nimet olan aklını kadehlerle seyahate çıkarıyorsun. Sonra
insan olma da'vasma kalk'şıyorsun. Hayvanlardan aklınla ayrıldığını iddia
ediyordun. Hocaların, hele Aydın Bey sık sık tekrarlamaz mıydı: İnsan düşünen
bir hayvandır' diye. Sarhoş olan bir insan düşünemiyeceğine göre, cümledeki
'düşünen' kelimesinin bir hükmü kalmıyor. İnsan bir hayvandır' oluyor."
"Bu iş böyle gitmez Yavuz! önce kendine karşı dürü-1 olmalısın. Kendine karşı
dürüst değilsen, başkalarına söz söylemeye hakkın olur mu? Sen, daha İnsan olma
yolunda tenakuz yaşıyorsun. Sonrasını nasıl getireceksin?.."
Daha devam edecekti belki. Ne kadar da az içmiş olsa, başındaki ağırlık
artmıştı. Geçirdiği iç mücâdelesi, yorgun zihnini daha da yormuş olmalıydı.
Kalktı, yatmaya hazırlandı. Yatar yatmaz uykuya daldı. Onu dışardan seyreden
birisi, uykusunda hiç de huzursuz görünmüyor hükmünü verirdi.
Sabah geç vakitte kalktığında zinde olduğunu hissetti. Başındaki ağırlık hemen
hemen geçmişti.
Aklına ilk gelen, akşamki yaşadıklarıydı. Zihnini biraz
59
toparladıktan sonra, akşam vardığı neticeyi yatağında ölçtü
tarttı.
Kalbinde bir burukluk hissetti. Birden; işin hep mantık yönünü sorguladığı
hatırına geldi. O zaman daha büyük bir vicdan sarsıntısı geçirdi. Kendi kendine:
"Aman yârabbim! Mes'elenin inanç yönünü, imân buu-dunu hiç düşünmedim. Şimdi
zavallılığımın sancısını daha bir şiddetle duyuyorum içimde!.. Ne kadar isyankâr
olursam olayım, ne kadar câhil olursam olayım, nihayet ben de bir müslümanım."
Ayağa fırladı. Odasında kıble ne tarafa bakıyor, bilmiyordu. Olduğu yerde
rastgele diz çöktü. Ellerini açtı:
"Yârabbi çok pişmanım! Sana olan şu isyanımdan..'. în-şaallah bir daha
kat'iyyetle yapmayacağım. Tövbe ediyorum Allahım! Tövbe ediyorum Allahım! Sen
tövbemi kabul et. Şu I iirıâhkâr kulunu affet Allahım!.."
Yetmiyormuş gibi geldi kendisine. Secdeye kapandı. Secdede neler söylediğini,
neler hissettiğini kimseler hiçbir zaman bilemedi.
Doğrulduğunda, içinde kendisinin de hayret ettiği bir huzur meltemi esiyordu.
"Şükürler olsun Allahım! Bana tövbeyi nasib ettin. Tövbe nasib olmadan bu
bataklıkta yü/*:n nice insan var. Yaptığı çirkinlikler hoşuna gidenler var.
İsteyip de kurtulamayanlar var. Ne mutlu bana şu kadarı olsun nasib oluyor.
Rabbim, sana sonsuz şükürler olsun!..."
İyice rahatlamıştı. Kendisini uzun zamandır böylesine mes'ud hissetmemişti.
Dışarı çıktı. Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Döndü, giyindi. Aşağıya indi,
yemek odasına girdi.
Babası erkenden kahvaltı edip gitmişti. Yavuz'un ayak seslerini duyan İzzet
Efendi sessizce kapıda belirdi. Bir an kapı ağzında dikildi. Evin küçükbeyi
sırtı dönük, yemek masasına bakmıyordu. Bir şey söylemeye çekindi. İçeri girdi.
Yavuz geriye dönünce çekine çekine:
-İsterseniz taze çay demleyeyim Yavuz Bey, dedi.
-Yoo İzzet Efendi istemez. Bu gün süt içmek istiyorum.
60
Sıcak olursa daha iyi olur.
-Hemen ısıtıp getiririm. Bir sandalye çekti oturdu.
İzzet Efendi işiyle meşgul olmaya giderken; Yavuz'un aylardır kendisine ismiyle
hitab etmediğini düşündü. Yüzüne dikkat etseydi, bir şeyler sezerdi şübhesiz...
Mutfakta karısı sütü kaynatırken; hayret sözleriyle bu davranıştan bahsetti.
Sütü yemek odasına götürürken de; yine aylardır Yavuz'un doğru dürüst kahvaltı
bile yapmadığını, hele hiç süt İçmediğini düşündü.
Masaya süt sürahisini yerleştirdi, servisi yaptı.
Yavuz sordu;
-Râbia evde mi?
^*. -Hayır,okula gitti. Malûm, yakında açılıyor. "Okula"di-yerek çıktı.
-Doğru ya, dedi Yavuz.
Edası, dünyâyı terkedip de yeniden dönmüş birini andırıyordu.
-Ne zaman döneceğini söyledi mi?
-Söylemedi.
İzzet Efendi; sıradan bir insan, basit biri gibi görünmesine rağmen aptal
değildi. Hele biraz önceki hâdiseden sonra, dikkatini Yavuz üzerinde daha bir
yoğunlaştırmıştı. Bu yüzden Yavuz'un gözlerindeki pırıltıyı, son sorusundaki
sıcakhğ; hemen sezdi.
İçten içe bir sevinç duydu. "Bunlar iyiye alâmet,, diye düşündü. Müsaade
isteyerek çıktı.
Yavuz sütle birlikte bir şeyler atıştırırken o gün ne yapacağını düşünmeye
başladı. Akşam babasıyla karşılaşması aklına geldi. Nasıl utandığını hatırladı.
"Ondan özür dilemeliyim" diye mırıldandı. "Münâsebetlerimiz ne kadar zayıflamış
olursa olsun, bu fiile onun şâhid olmaması lâzımdı, Neyse, nasıl hallederim
bunu? Off, zor bir sual!.."
"Evet evet, ondan af dilemeliyim. Onu sevmesem bile... Ben bir Anadolu
insanıyım. Bir müslürnan çocuğuyum. Yaptığım bu terbiyesizliği telâfi etmeliyim.
Bir punduna getirip
61
söyleyeceklerimi söylemeliyim."
Derken, çocukluğuna döndü. O güne kadarki hiçbir hatasında; kimseden, babasından
bile af dilemediğini düşündü.
"İyi de nasıl yapacağım bunu? Ban* çok zor gelecek. Hayatta kimsenin önünde
eğilmedim ki ben!.. Yoksa kupkuru bir inat içinde miyim?"
"Babam daha az üstüme varsaydı böyle olur muydum? Olmazdım herhalde. Şefkat
kurbanıyım ben. Aradığım şefkati bir türlü bulamadım..."
"Hayır hayır! Bilemiyorum... Benim derdim İnat mı, şefkat noksanlığı mı? Yoksa
hata tamamen bende mi? Off, hayır hiçbir şeye cevab bulamıyorum!.."
Yavuz hakikaten tezatları yaşıyordu. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, kimin
nerede hatalı olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Tekrar eskilere daldı gitti...
"Annem Öldü Öleli ne kadar boşluk içindeyim. Şu anda yirmi yedi yaşındayım. Tam
on üç sene olmuş. Ah anacığım, seni ne kadar özlüyorum! Başımı dizlerine
yaslayıp, senin tatlı sözlerini dinlerdim. Ne güzel şeyler anlatırdın bana!
Hiçbir zaman kırmadın beni. Şimdi senin yumuşaklığına ne kadar muhtacım!..
Yaşasaydın bu hâllere düşer miydim? Kimbi-lir!.?"
"Babamı çok sevmemi istemiştin hastalığının son zamanlarında. Sanki sezmiştin
bizler* bırakacağını. Ama yapamadım. Senin hatırın için bile olsa yapamadım.
İstediğin gibi sevemedim babamı. 'Râbia'ya dikkat et, onu evleninceye kadar
koru, evlenirken de ağabeyliğini ihmal etme' demiştin. Onu da hakkıyla
yapamadım. Hele son aylarda ne yapıyor, ne ediyor hiç haberim olmuyor. Kendi
dünyâma öyle kapılmışım ki ..-11
"Hayır, artık kendime gelmeliyim. İçim kan ağlasa da dışarıya izhar etmemeliyim.
Hem beni kim anlayabilir ki?. Beni benden olmayan nasıl anlasın!.. Boş yere
didinmenin; imâ yoluyla veya doğrudan kendini anlatmaya, yardım istemeye
çalışmanın ne ma'nâsı yar!"
"Madem ki şu dünyâya gelmişim. Her türlü derdimi bir tarafa bırakıp ben de bir
şeyler yapmalıyım. Hiç kimseye fay-
62
dam olmasa bile, hiç olmazsa zararım olmasın. İnsan olmalıyım, insan olmanın
şerefini duymalıyım. İnsanca yaşamak yetmez mi bana!.."
"İnsanca yaşamak, diyorum, ama elimde bir kıstas yok ki! Şimdiye kadarki
tahsilim, cemiyetten aldıklarım yetecek mi acaba? Sonra; doğru bildiklerim
yanlış, yanlış bildiklerim doğru olamaz mı?"
"Şübheyle yola çıkmak! Bir bir şübhe bulutlarından kurtulmak. Hakikati bulmak.
Ne çetin bir iş!.. Bunu şu irâdemle becerebilir miyim? Bilgim, görgüm, kültürüm
yeter mi buna?" "Emin değilim. Tek başıma becereceğimden emin değilim. Peki kime
güvenebilirim?"
Sabah sabah içinde bir ihtilâl yaşıyordu âdeta. Fakat ihtilâli yapmak
yetmiyordu. Mühim olan sonrasıydı.
Bir fasit dâire içinde dönüp duruyordu. Çıkar • ' prıvor, gittikçe çıkmaza
düşüyordu. Zihni allak bullak olmuştu. Yine de ısrarla bir yol bulmaya çalıştı.
Zira daha başlan pes etmek ölüm demekti onun için.
"Uzlet köşesine çekilmek... Başaramayacağım hâlde, yalnızlıkla kendi kendime
derman olabilir miyim ? Yalnızlığı dost edinmekle kurtulabilir miyim?"
Birden bu cümle takıldı aklına. 'Yalnızlığı dost edinmek." Kime aitti acaba bu?
Bir âlime, bir filozofa, bir şâire?.. "Hayır hayır tanıdığım birisiydi bu" diye
söylendi. Hafızasını yokladı. Kimdi, kimdi?.. "Yusuf olmasın sakın? Evet ya...
Yusuf!..." Hatırlamıştı. Amcasının oğlu Yusuf'tu sözün sahibi. Okulunu
bitirdikten sonraki ilk gelişinden sonra; Yusuf bütün iticiliğine, istemez
tavrına rağmen amca oğlunu birkaç defa ziyarete gelmişti. Ama hep hakaret-âmiz
sözler işitmişti Yavuz'dan. Yüz bulmamasına rağmen son olarak on gün önce
gelmişti.
Düşündü, bir türlü çıkaramadı. Acaba neye binâen sar-fedilmişti bu söz? Öncesini
de devamını da hatırlamıyordu. Demek o. an için dikkatini çekmiş, aklında
kalmıştı. "Ah bir hatırlayabilsem!" dedi. Söz, tek başına ne ma'nâya geliyordu?
Veya Yusuf neyi
63
kastetmişti?
"Her şey o kadar bulanık ki! Son zamanlar hâriç hep kalabalıklarla, insanlarla
iç içe oldum ben. Tenha yerlerden hoşlanmadım."
^
"Ha, dur bakayım. Ben şöyle anlamıştım: Yalnızlığı dost edinmeyi yoksa o da
nefret ettiği sahteliklerden bir kurtuluş yolu olarak mı görmüştü?"
Zihni o kadar yorulmuştu ki şakaklarının zonkladığını hissetti. Ayağa kalktı,
ellerini arkasında kavuşturdu; odada bir aşağı bir yukarı gezindi. Bir taraftan
da mırıldanıyordu;
"Aman sen de!... Neticede bu benim için mümkün olmayacak şey. Ne anladığımı da
tam anlamadım ya. Hem ne malûm bu sözün doğru olduğu? Belki de çok saçma...
Hayır, düşünmeye bile değmez. Yusuf'da beni ilgilendirmiyor zâten."
Kararını vermişti. Çıktı, telefona doğru yürüdü. Bir yeri aradı. Bir müddet
konuştu. "Tamam ziyaretinize geliyorum" diyerek kapattı.
Odasına çıktı. Elbise dolabını açtı. Biraz tereddütten sonra yepyeni beyaz bir
gömlekle, lâcivert bir takım elbise çıkardı. Uygun bir kravat hazırladı.
Giyinirken ; yeni olmasına rağmen üstündeki takımı altı aydır hiç kullanmadığını
düşündü. Kıyafetine son zamanlarda hiç dikkat etmemiş, üzerine ne burfursa
geçirmişti.
İtinayla saçlarını taradı. Çıktı, aceleyle merdivenlerden indi. Antredeki boy
aynasında bir an kendisini seyretti. Boyalı bir çift ayakkabı seçti giydi.
Kapıyı açarken İzzet Efendi'ye "dışarı çıkıyorum ben " diye seslendi. İçerden, "
gülegüle Yavuz Bey" cevâbını alınca da çıktı.
Çiçekli yoldan dış kapıya yürürken sola sapıp garajdan arabasını almayı düşündü.
Sonra " yoo dolmuşla gitsem daha iyi olur " diye geçirdi içinden. Büyük demir
kapıya kadar gitti, caddeye çıktı.En yakındaki dolmuş durağına yürüdü. Biraz
bekledikten sonra gelen bir dolmuşa bindi.
Arabanın ancak yarısı doluydu. Sabah, işine, gidenler gitmiş, kalabalık
kalmamıştı. Başıboş birkaç kişi, belki işgüç sahibi birkaç telâşsız adamdı
arabadakiler. Şoför de dâhil,
64
hepsi dikkatini çekmişti Yavuz'un. Asık suratlar, yorgun gözler, solgun yüzler,
hayattan bezmiş tavırlar.... İnsanların yüzlerinden, yaşadıklarının emaresi
okunuyordu. Suskun ağızlar, donuk, bedbin bakışlar...
"İşte hayattan zevk almayan insanlar. Benim düne ka-darki hayâtıma denk
tablolar" diye düşündü.
Çarşıya gidinceye kadar, bütün dikkatini vasıtanın içindekilere çevirmişti.
Dışardaki manzara, gürültü, yayalar, arabalar, velhâsıl hiçbir şey onun
alâkasını çekmemişti. Kimbilir belki de kendisinden bir şeyler arıyordu onlarda.
Belki onları kendisinde görmüştü!
Konak'a geldiklerinde, kalan üç yolcunun inmek üzere harekete geçmesiyle
silkindi, ineceği hatırına geldi. Yolcuların arkasından o da indi. Kalabalığa
karışıp bir müddet yürüdü. Sonra ara yollara saptı. Gideceği yerden emin bir
edayla adımlarını sıklaştırdı. Dar bir ara sokağa girdi. Girdiği yer iki üç
katlı binalarla çevrili idi. Konya'nın yıkılmayan eski çarşı binalarıydı bunlar.
Bir çoğu işhanı olarak kullanılıyordu.
Bîr işhanınm giriş kapısına gelince durdu. Aralık duran kapıyı açtı, dar uzun
merdivenlerden yukarıya çıktı. Sonra ikinci kata... Nihayet gelmişti. Tam
karşısında duran kapıya iki adım attı. Kapının üstündeki tabelada iri harflerle
"Seçkin Muhasebe ve Malî Müşavirlik" yazıyordu. Açtı, içeriye girdi. ' Bulunduğu
sahanlıkta; sağlı sollu camekânlarda sırtları dönük çalışan kadınlı erkekli
başlar görünüyordu. Büroya açılan yekpare camdan kapıya birkaç adım attı, açtı.
İçeriye girince işlerine dalmış olan başlar hep ona döndü. Hepsine ayrı ayrı
baktı, gülümsedi:
-Günaydın arkadaşlar, merhaba. Hep bir ağızdan mırıltıyla: -"Günaydın" cevâbını
aldı. -Aydın Bey içerdeler herhalde?
Bunu sorarken husûsî olarak âşinâ olduğu orta yaşlı bir beye bakmıştı. Ayağa
kalkan beyden cevab geldi:
-Hoşgeldiniz, evet içerdeler. Zannediyorum beklediği siz olmalısınız. Biraz Önce
söylemişti.
-Evet, telefonla görüşmüştük, Müsaitse hemen gireyim.
65
-Tabiî buyrun... Gelir gelmez odama yollayın diye tcn-
bih etmişti.
Yavuz, adı geçen yazıhaneye kısa bir koridorun sonunda ulaştı.Kapıyı çaldı,
girdi. Tam karşısındaki masada oturan yaşlıca bir bey ağır ağır ayağa kalktı:
-Vay hayırsız Yavuz, gel bakalım!
Yavuz'a doğru yürüdü. Kollarını sarılmak kastiyle açtı:
-Hoşgeldin...
-Hoşbulduk hocam.
Sarıldılar. "Hocam" dediği ihtiyar adam yer gösterdi.
Oturdular. Bir müddet konuşmadan bakıştılar.
Görüşmeyeli altı ayı geçmişti. Yavuz; saçları az dökülmüş, kırlaşmış, uzun
boylu, iriyarı, koyu tenli bu beyi hafifçe çökmüş zayıflamış buldu.
Kıvırcık saçlarıyla mütenâsib duran kıvrık dudakları; her zamanki gibi, yüzüne
alaylı bir tebessüm havası veriyordu.
Kendisi fakülteden hocası oluyordu. İktisat profesörü,
Profesör Aydın Seçkin...
-Uzun zamandır hiç görüşmedik. Hayırsız, hiç arayıp sormadın! Anlat bakalım,
nasılsın?
-Teşekkür ederim hocam, iyiyim. Normal şartlarda sizi aramamazlık etmezdim. Siz
de bilirsiniz beni...Ama aylardır, daha düne kadar hiç de iyi değfldim. Dün gece
içimde bir ihtilâl oldu âdeta.. Bu gün sabahtan beri yepyeni bir insan olarak
görüyorum kendimi. Bir rü'yâdan uyanmış, bir kâbustan kurtulmuş gibiyim.
-Ne o hayrola? Hasta miydin yoksa? Başına bir iş mi
geldi?
Yavuz'u hasta kelimesi bir defa daha titretmişti. Ama kendisini hemen toparladı.
Tedirginliğini belli etmemeye çalıştı. İçinden şöyle geçirdi: "Okul
arkadaşlarımdan haberimi hiç mi almadı?"
-Yoo hasta falan değildim. Son zamanlarda galiba sinirlerim bozuktu. Hem siz de
biliyorsunuz; babamla aramda bazı mes'eleler vardı. Zaman zaman depreşiyor.
-Haa, şu meşhur kuşak çatışması!..
66
di:
Aydın Bey kestirip atmıştı. Yavuz aynı üslûbla cevabla-
-Bilmem artık neyin nesidir!..
Aydın Bey karşısındakinin bam teline bastığının farkındaydı. Ama aldırmadı.
Yavuz'u iyi tanıyordu çünkü. Üniversitede dört yıl hocalık yapmıştı ona. Daha
ötesi, onunla yakından İlgilenmişti.
Zengin bir babası vardı. Annesini yıllar önce kaybetmişti. İşadamı olan babası,
işinden gücünden vakit bulup doğru dürüst ilgilenmemişti oğluyla. Yavuz ilk
gençlik yıllarından beri şefkat fukarasıydı. Babasında da aradığını bulamamış,
gitgide hırçınlaşmıştı. Zaman zaman okulunda da hırçınlığının su yüzüne çıktığı
günler olurdu. Kendisi bütün bunları fırsat bilir, talebesiyle daha
yakınlaşmanın yollarını arardı. Zira daha ilk günlerde şu kanaate varmıştı;
"Dürüst, hassas ve enerji dolu..." Kendi kendine defalarca mırıldan-mıştı; "işte
tam aradığım gibi birisi" diye.
Senelerdir elinden çok talebe gelip geçmişti. Bunların bazıları dikkatini
çekmiş, husûsî olarak onlarla alâkadar olmuştu. Ama hiçbirinde Yavuz'da gördüğü
kapasiteyi göre-memisti.Her türlü menfiliğe rağmen onda bambaşka bir cevher
vardı. İşte tam da'vasına hizmet edecek bir değer... Asla kaybolmaması,
erimemesi lâzım gelen bîr kaynak!..
Onu kazanmak ondan maddî- manevî istifade etmek İcab ediyordu. İhtimamla üzerine
eğilecek, gerekli kişilerle tanıştıracak, gerekli ortamlara sokacaktı. Bunun
için belki çok uğraşacak, çok şeyden feragat edecekti.
Dördüncü sınıfın başlarında asistan olarak okulda kalması için Yavuz'a teklifte
bulundu. Fakat aldığı, hiç ummadığı bir cevabdı. Çok talebenin rü'yâsında olan
bir nimete red cevabı vermişti. Sebebini sormuş karşılık alamamıştı. Sâdece
"belki bir gün söylerim" demişti. Aydın Bey çok şaşırmış, sükût-ı hayâle
uğramıştı. Nasıl uğramasın; kıvama getirmek için o kadar uğraştığı, yaptığı
telkinlerle belli bir noktaya getirdiği talebesi her şeyi itiyordu. Bu defa
ortadan kaldırılacak mâniler olup olmadığını sordu. Gene cevab alamadı. Halbuki
ona göre hiçbir sebeb yoktu. Belli bir çalışma di-
67
siplini, sebatı yoktu. Lâkin zeki idi ve kendine her zaman güveniyordu. Öyleyse
ne olabilirdi ki? .. Bu soru hiçbir zaman cevab bulmadı.
Aydın Bey günlerce karamsar bir hapçıya büründü. Yavuz için. Ama ümidini de
kaybetmedi. Neticede; "hiç olmazsa bağları koparmamak gerektiğini, bir gün
mutlaka yola gelece-ğini"düşündü. Er veya geç onu elde edecekti. Bu işte
gücenmek, yeis yoktu. Sabır lâzımdı. Temkinli ve muhatabını ürkütmeden hareket
etmek şarttı.
Yavuz iktisat tahsili görmüştü. Resmî bir müessesede çalışması şart
değildi.Başka yerlerde de faydalı olabilirdi. Öyleyse Konya'dan uzaklaşmaması
gerekiyordu. Babasından, Konya'dan ayrılması bütün plânların suya düşmesi
demekti. Onun için çâreyi babasıyla ne kadar problemli olursa olsun vakti
gelince onun mirasını paylaşacağını, bu büyük servetle çok rahat bir hayat
süreceğini defalarca telkinde buldu. Sonunda Yavuz ikna olmuştu. Okulunu
bitirdikten sonra askere gitti geldi. Babasıyla bağları kopuncaya kadar da
işinde ona yardımcı oldu. Ne bir başka işte çalıştı, ne de ticâretle meşgul
oldu.
Son yedi-sekiz aydır hiçbir şeyle İlgilenmez oldu. Hazırdan yedi içti. Adeta tek
kişilik bir dünyâda yaşamaya başladı. Kendisini belki bilmeden yalnızlığa mahkûm
etti. Bir kaçıştı bu ama neden kaçış?..
Yavuz'un tahmin ettiği gibi; Aydın Bey talebesinin son zamanlarda ne hâlde
olduğundan gayet iyi haberdardı. Yavuz'u tanıyan mezun talebeleri vasıtasıyla
her şeyin haberini almıştı.
Okuldaki otoriter hoca havasını bir tarafa bırakarak devam etti. Şefkatli bir
baba tavrıyla konuştu:
- Evet evlâdım, keyfin yerinde herhalde?
- Çok şükür bu günüme hocam. Demin de söyledim ya. Bir rü'yâdan uyanmış gibiyim.
- Şu rü'yâ dediğin nasıl bir şey acaba?
- Bazı şeyler kelimelere sığmıyor hocam. Anlatmakla size neyi isbat edeceğim?
Benim yaşadıklarımı siz de yaşasay-
dmız, belki birçok zorluk aşılacaktı. Şundan da emin değilim: Hayâller içinde mi
yüzüyordum, yoksa yaşadıklarım realitenin kendisi miydi! Hayâtı, hakikatleri
anlamaya başlamak bu mu yoksa? Hiçbir şeyden emin değilim...
- Öyle zamanlarım oldu ki, bana benden başkasının yardım edeceğine asla ihtimâl
vermedim. Hattâ size gelirken de tereddüt içindeydim. Bir taraftan da diyordum
ki; "sana bu kadar emeği geçmiş, bu kadar iyiliği dokunmuş, seni bu kadar
yakından tanıyan hocandan başka kim yardım edebilir ki!" '
- Sizin çok iyiliğinizi gördüm hocam. Yüküm hafifler ümidiyle kalktım geldim.
Dün geceyi yaşamasaydım...
Profesör memnun memnun gülümsedi. Hangi niyetle yapılırsa yapılsın, işte "insan
iyiliğin kölesidir" sözü bir defa daha teyid olunuyordu.
- Sana her zaman yardıma hazırım, dedi. Öyle anlıyorum ki buhranlarla dolu bir
çıkmazdan kurtulmuşsun. Belki zaman zaman damarına basacağım. Ama ilâcın acılığı
nisbe-tinde şifalı olduğunu da unutma. Bazı sözlerim yaralayıcı gelebilir. Bana
güvenmelisin. Neticeyi de sabırla beklemelisin.
Yavuz tereddütlü bir ağızla:
- Başka da çârem yok gibi, dedi.
Bu cevâba pek memnun olmadı profesör. Yine de bu müsbet bir merhaleydi. İşlerin
yoluna gireceğinin İşaretiydi. Kıvırcık saçlarını parmaklarıyla şöyle bir
karıştırdı.
- Tereddüdü bırakmalısın Yavuz. Benim yardımım bir tarafa; sen de zaman zaman
bana yardım, edeceksin belki. Sana her zaman güvendim, güvenmeye de devam
ediyorum. Beni hiçbir zaman yanıltmadın. Yalnız her şeyini anlatmalısın. Gizli
kapaklı bir mevzu kalmamalı. Esrar perdesi aradan kalkmalı. Beni anlıyorsun
değil mi?
Hocasının bilmediği bir mesele vardı yalnız. Yavuz hep kendi kendine sormuş, bir
türlü cevabını bulamamıştı: "Kendimi tanıyor muyum acaba? Ben nasıl biriyim?
İçimde kopan fırtınaların tahlilini yapamıyorum."
Bir insan kendini tanıyamamışsa başkalarına anlatması nasıl mümkün olacaktı?
Hocasına bunu belirtmenin faydalı
69
olacağına İnandı.
- Siz, ne varsa anlat diyorsunuz hocam. Ben beni bana anlatabiîseydim ah! Size
veya başkasına zaten ihtiyacım olmayacaktı. Bazılarını belki; ama her şeyi
anlatmaktan âcizim. Beni anlayın lütfen!
- Zâten bunun için burada değil miyiz oğlum! Birtakım ipuçları verebilirsin.
Sonrasını beraberce hallederiz herhalde.
- Bana zaman tanıyın hocam. Kendimi biraz toparlayayım. Geçen uzun zaman
zarfında kendimi çok dinledim. Ne yazık ki yalnız başıma hiçbir şeyi
başaramadım. Demek ki bana rehber olacak birileri lazımmış. Kendi dar aklımla,
zayıf irâdemle zorlukların üstesinden gelemedim.
Bu tezat dolu ifâdeler profesörü şaşırtmıştı. Ne için gelmiş, nelerden
bahsediyordu hâlâ! Eski talebesini şoka uğratıp kendine getirmek maksadıyla sert
bir tavır takındı:
- Daha neyi başaracaksın oğlum?" Bir anda bir ihtilâli yaşadım" diyorsun ya!
Daha da öte, belki bir inkılab yaptın içinde. Sonra da "dar aklımla hiçbir şeyin
üstesinden geleme-dim"diyorsun.
- Yanılıyorsun oğlum! Akıl her şeyin üstesinden gelir. Çocuk değilsin artık.
Toy günlerin çok gerilerde kaldı. Sana çok şeyi veren bir yüksek tahsil yaptın.
Km.uk mü görüyorsun bunları?
- Akıl her zorluğu yenecek silâh... Hele onu bir de ..âdeyle beslemişsen deme
gitsin! İnsanoğlu bu güne aklıyla, zekâsıyla gelmedi mi? Târih nice insanların
nice acılarına, nice cemiyetlerin nice çilelerine şâhid oldu. İnsanlık bütün
bunlara rağmen bu günkü çağdaş seviyeye geldi.
-Hayır Yavuz hayır! Akıl bizim baştâcımızdır. Hâlâ Ba-tı'ya yetişeceğiz deyip de
beceremiyorsak aklımızı kullanma-dığımızdandır. İnsanlar akıllarıyla kıymet
kazanırlar. Medeniyetler de akılla kurulurlar, akılla kaim olurlar. İnsanlar
düştükleri vartalardan akıllarıyla kurtulur. Fransız ihtilâlini
gerçekleştirenler aklın bulduğu doğruların peşinden gitmişlerdi. Halka tasallut
ve tahakkümde bulunan kiliseden, kan emici papazlardan kurtulmuşlardı. Yâni
dinin duygu sömürüsü, romantizmin de iflâsını getirdi. Artık insanlar kuruntula-
70
rın,hayâllerin, neticede açlık ve sefaletin potasında erimiye-ceklerdi.
Akıllarıyla insanlık şeref ve haysiyetini kazanacaklardı. Realitenin nimetlerini
devşireceklerdi.
Yavuz bir an aklından "ya duygular bu kadar boş şeyler mi?" diye sormayı;
konuşmayı başka yöne çekmeyi geçirdi. Lâkin şu anda tartışmaya girmek abesti.
Çırak ustasına neyi isbat edebilirdi ki?...
Halbuki Yavuz'un hayâtında, şimdiye kadar duyguların da mühim yeri olmuştu.
Hocası sanki talebesinin aklından geçenleri okuyormuş gibi devam etti:
-Hiç düşündün mü, duygular insanlığa neler kaybettirdi?.. Çok şey... Bir defa,
insanlar duygularını sömürenlerin her an ağına düştüler. Duygularla hareket eden
fert aynı hassasiyeti çevresindekilerden de bekledi. Bulamayınca karamsarlığa
kapıldı. Kalbindeki ümidin yerini yeis, sevginin yerini nefret aldı. İyiliklerin
yerini vurdumduymazlıklar, hattâ kötülükler...
-Bazıları da çaresizliğe kapılınca, kendi içlerine kapandılar. Yalnızlığa, o
kahrolası yalnızlığa mahkûm ettiler kendilerini. İnsanlığa faydalı olacak
gayretlerini, içlerinde âtıl, işe yaramaz bir hâlde bıraktılar. Çünkü duygular
ortaklık ister.
- Sonra; duygular insanı hayâllerin seline kaptırdı. Hayâller gerçeklerin
acılığıyla karşılaşınca, insanı yine çıkmaza götürdü. Bu da olmayınca hayâlinde
birtakım değerleri mefkure edindi. Olmayacak şeylerle avundu. Gün geldi, gördü
ki beyhude yorulmuş... Hayâller güzeldi, ama gerçekleşmesi mümkün değildi.
Sonra, her şeye boşverdi. "Bana ne, böyle gelmiş böyle gider!" demeye başladı.
Ne yazık ; gün geldi, kendine bile yetmez hâle düştü.
- İnsanlar böylece miskinleştiler. Her şeye boyun büker oldular. Cemiyet iken
yığın hâline geldiler.
- Evet, Fransız ihtilâli çok önceden temelleri atılmış fikirlerin olgunlaşarak
fiiliyata geçirilmesi demekti. Akıl ile İrâdenin zaferi idi.
- Sen de biliyorsun; hayâllerle, hislerle, hurafelerle mücâdele gerçek bilime
yol açtı. İnsanlık bugünkü seviyesine
71
bilimsel gerçeklerin rehberliğinde geldi.
- İşte böyle Yavuz... Akıl ve irâde baştâcımız olmalı. Bizi gerçeklerin dünyâsı
ilgilendirmeli. Adımlarımızı da ona göre atmalıyız. Hayır ; çizdiğimiz
zikzaklarla bir yere varamayız!
Yavuz allak bullak olmuştu. Hocası geçmişte de böyle yapardı. Derslerde olsun,
sohbetlerde olsun insanı hallaç pamuğuna çevirirdi. Lâfı ortaya söyler, kimseye
bir şey dokundurmaz, anlayan anlardı.
İşte yine hayretler içindeydi. Geçmişte değişik hislerle dolup taştığını
unutuverdî. Kafasındaki itiraz fikri de silini-verdi. Anlatılanları olduğu gibi
kabul etti. Kendi mantık süzgecinden geçirmeden ... Niçin geçirsin ki !? Hocası
Yavuz'un yaşadıklarını birkaç sözle özetlemişti.
Güvenmişti hocasına bir defa... Onu her zaman ciddî bîr ilim adamı olarak
görmüştü. Söyledikleri yanlış olamazdı, "belki de ben haksızım, ben yanlış
düşünüyorum." dedi kendi kendine. " Hisler insanı hakikaten yanlış yollara
sürükleyebilir..."
Profesör önceki sözlerini tekrarladı:
- Evet Yavuz ; senden sana yardım için yardım bekliyorum. Yardımın olmazsa ben
de bir şey yapamam.
Aydm Bey son sözlerini kaza«ıdığı zaferden ileri gelen bir kendine güvenle,
tereddütsüz sarfetmişti. Zira talebesinde soğuk su şoku meydana getirdiğini daha
başta görmüştü.
- Anlıyorum hocam... İlerdeki görüşmelerimizde inşaal-lah daha tafsilatlı
konuşuruz. Zor olsa da yardımcı olmaya çalışacağım size.
Gelen çayları içtikten sonra fazla oyalanmadı Ya-vuz.Müsaade isteyip çıktı.
Başında bir ağırlık hissediyordu. "Açık havada biraz dolaşırsam açılırım" diye
düşündü. Ağır adımlarla kalabalığa karıştı. Yürüyor, bir taraftan da
düşünüyordu...
Hocası arada bir az önceki muhasebe bürosuna giderdi. Biraderine aitti büro.
Biraderinin muhasebecilik haricindeki asıl işi antika halı- kilim ticâretiydi.
Avrupa'ya da hah-kilim ihracı yapıyordu. İşi icabı sık sık İstanbul'a, bazen
Avrupa'ya
72
gidiyordu. Ağabeyi Aydın Bey müsait olduğu zamanlar geliyor; işlerin sevk ve
idaresini üstleniyor, gerekli iş irtibatları kurarak kardeşine yardımcı
oluyordu. Üniversiteden aldığı maaşın çok daha fazlasını bu işten kazanıyordu.
Yaptığı iş bağlantılarından aldığı yüzde de cabası...
Velhâsıl geçim standardı kat kat yükselmişti.
73
VII
Mahşeri bir kalabalık...Kırk- elli haneli bir köy... Burada birkaç yüz insan
yaşıyor. Lâkin köy nüfusunu devede kulak bırakacak bir kaİabalık var her zaman.
Hele hafta sonları...Anadolu'nun dört bir tarafından gelmiş binler, onbin-ler...
Anadolu dışından, yakın ülkelerden, uzak diyarlardan gelen, gelmeye devam edecek
oian insanlar...
Bir Güneydoğu Anadolu köyü burası. Birçok Anadolu köyü gibi buğday eken buğday
biçen; toprakla devamlı cebei-leşen insanların köyü.
Buraya gelenler boş kursaklarını doldurmak; aç midelerini susturmak, -bir iş
bulup çalışmak, para kazanmak, velhâsıl dünyalık şeyîer için gelmiyorlar.
Onların derdi bambaşka! Asırlık dertlerine derman arıyorlar. Üç asırdır bütün
İslâm âlemini'zulmete boğan iman zaafiyetinden, cehaletten Allah'ı nisyan ve
O'na isyandan kurtulmak istiyorlar.
Asırlardır yığılmış dertler, müzminleşmiş hastalıklar şifâ bulur mu bilinmez ama
onlar yangından mal kurtarmanın telâşı içindeler. "Ne kurtarırsak kâr" diyorlar.
Kendilerini ve etraflarındaki her hastayı kurtarma sevdâsındalar. Nisyan
ettikleri Rabblerini yeniden bulma arzusu içindeler. O'na yeniden-kul olma
iştiyakıyla kavruluyorlar. Zira birçoğu şunu anlamış; birçoğu da anlama yolunda:
O güne kadar peşinde koşturdukları, visale erme arzusuyla tutuştukları dünyâ;
onları sükût-ı hayâle, hüsrana, hicrana mahkûm eden vefasız bir maşuka..-Dünyâ
onlara bir şey vermemiş. Aksine hep almış.Aldıkça da insanlıklarından,
faziletten, samimiyetten, ihlâstan, dünyâya geliş gayesinden bir şeyler
kaybettirmiş ve bir gün bakmışlar; geriye hayvanla arasında pek az fark olan
"insan" denen et, kemik, sinir yığını bir mahlûk kalmış. Bir ebed yolcusunun
ebede meftun olması, şuursuz da olsa ebed
75
arzusuyla yanıp yakılması ne kadarda tabiî! İnsandaki bu en büyük arzuyu yok
etmek mümkün mü?
Ruhu inkara yeltenenler ne kadar d^ zavallılar! Ebedî olan, ebed arzusunu içinde
barındıran ruhu inkârla; insanı, kendilerini inkâr ettiklerinin farkındalar mı?
Değillerse ya ebed arzusunu yok etsinler veya âb-ı hayatı bulup içsinler ve-
yahud insan haricindeki bir hüviyetle yaşamaya başlasınlar.
Heyhat, onlar için insanlık iddiası en büyük iddia! Üç çeyrek asırlık bivolojik,
hedonist bir hayat...
Saçlarında ilk düşen akı görmek, bir hastalığa yakalanmak, hur gelen doğum günü
kutlaması onlar için tarifi imkânsız acılar manzumesi... Ama bir yandan da
ebeden dünyâda kalmak istiyorlar. İhtiyarlığa, ölüme çâre arıyorlar.
Asıl korkuları "Ölmek" değil. Zira ölmek her canlı için biyolojik bir hâdise...
Onları kâbuslara sürükleyen, hafakanlara abone yapan biyolojik hayatın sona
ermesi, çürüyüş ve bitiş değil. "Olum" dedikleri esrarlı, muammalı yok oluş...Ne
olurdu ölüm olmasaydılNe olurdu dünyâ ebedî olsaydı!
Evet, ebed arzusunun neşvü nema bulduğu rûh, İnsana ebedî olduğunu haykırıyor.
Âhiretteki huzura gidecek kapıyı emin hamU'ierle açacak anahtarı ilham ediyor;
insana, müslü-nıana. Ve müsiüman geçmişte daha sık rastlanan insan-ı kâmilleri,
mürşîd-ı kâmilleri arıyor. Manevî hastalıklarını tedavi edecek hazık tabibler
arıyor. Zira anlamış ki bu dünyâ hayatı çok zorlu bir yol. Önünde kandan,
irinden deryalar, taşlar-dikenler, binbir hile ve tuzak var. O yoldan daha evvel
geçmiş, kimbilir ne badireler atlatmış rehberlere ihtiyaç var.Arayan, nihayet
muradına eriyor. Bu kâmil mürşidlerden birinin eteğine yapışıyor...
Bu millet Anadolu'yu vatan edinirken, mânevi fetihler yapan velîler vardı. Bu
kutub insanlar; millî birliği te'siste ve muhafazada çok büyük vazifeler ifâ
ettiler. Birkaç defa göçme tehlikesi geçiren rûh sarayımızın köşe taşları ve
temeli mesabesinde idiler. Binayı dimdik ayakta tuttular.
Cengiz Hân'ın istilâsında, Timur Hân'ın Anadolu'ya gelişinde, fetret devrinde,
nihayet millî mücâdelemizde; en az bu binayı kurdukları zamanki kadar
kahramandılar.
76
İslâm'ın bin sene sancakdârhğını yapmış bu çilekeş millet, son bir buçuk asırdır
serâb peşinde koştu. İnkıtalar silsilesi şırak şırak sırtına indi. Manevî
bünyesi, Batı dünyâsından medet ummakla onulmaz hastalıklara giriftar oldu.
Batı'dan hiçbir zaman hüsn ü kabul görmedi. Zira Ba-tı'nın muhatabı, Osmanlı'nın
torunlarıydı...
Suratına yediği şamarlar, itilip kakılmalar, hor hakir görülmeler bu milletin
sözde aydınlarını, avam tabakasını yolundan alıkoymadı. Bu millet hiçbir ma'şerî
mantığın kabul edemeyeceği bir gaflet batağına saplandı: Can düşmanına meftun
olmak!...
Önce aydınlarlafl) başlayan düşmanına hayranlık hezeyanı kısa zamanda halka
sirayet etti. Bu arada, evvelâ hükümetler, Osmanlı'nın yıkılışından sonra da
devlet eliyle, düşmanı gibi yaşama sevdası desteklenir oldu.
En büyük zulmü milletin din âlimleri, velîler gördü. Millî mücâdelenin manevî
hamalları, liderleri olan; icabında en ön safta yer alan hocalar, âlimler, Allah
dostları, yeni devlet kurulduktan sonra her fırsatta idam edildiler, hapislere
tıkıldılar, sürgünlere gönderildiler, münzevî yaşamaya mahkûm edildiler...
Millet kabuğunu değiştirmeliydi. Yalnız kabukla kalın-saydı ya! Çekirdeğe kadar
indiJer. Milletin ruhunu, yine milletin içinden çıkanlar kemirdi. Kemirirken de
var güçleriyle geride kalanları kötüleme, karalama faaliyetine giriştiler. Bunun
için her fırsatı değerlendirdiler. Her imkândan istifâde ettiler. Her vâsıtayı
kullandılar. Nihayet bugünlere kadar geldiler.
.Fakat içimizdekiler bir şeyi unutmuşlardı. Hangi inanç olursa olsun; inanmak,
inandığı gibi yaşamak insanların en tabiî hâliydi. Hele bu; fıtrata en uygunu ve
ilâhi kaynaklı ise zarurî ihtiyaç hâlini alıyordu. İnsan kendinden üstün mutlak
bir varlığa inanma onun emirleri istikametinde yaşama fitra-tındaydı. Başta
Osmanlı'nın vârisleri olan Anadolu insanı olmak üzere, bütün bir İslâm âlemi
artık düşmanlarının hayâtını yaşamak istemiyordu. Nefsine ve insanlara kul olmak
istemiyordu.
77
Ne kadar tırpanlanırsa tırpanlasınlar, "ufuk insanlar" diye gördükleri
mürşidleri kendine rehber edinmek istedi Anadolu insanı...
O, insanların sığ akıllarının imâli olan ideolojilerin esiri, nefsin ve şeytanın
zebûnu olmak istemivordu. Öteden beri inandığı- güvendiği âlimler, velîler,
mücâhidler, mütefekkirler "ışık insanlar" idiler. Sayılarının çok azalmış
olması, sahtelerinin de bulunması kıymetlerini daha da artırıyordu.
1990İ1 yıllara geldiğimizde, beşeriyet hiç ummadığı, hayâl dahi edemediği
ateizmin, Marksizm'in, komünizmin yerle bir oluşuna şâhid oldu. Gerçekten,
insanlığın çoğu için sürprizdi bu. Sistem inanç ve ideoloji bazında çöktüğü
gibi, ekonomik sahada da tamamen iflâs etmişti!
Sene 1980... Belki geleceğin tarihçisi bu seneyi beşeriyet tarihinin gizli
kapaklı, lâkin en mühim dönüm noktalarından ikincisi olarak anlatacaktır. Belki
de 1980 kimselerin dikkatini çekmeyecek. Sâdece dikkati milimetrik hesabîara
dalmış bazılarının hafızasında yer edecek.
Bu sene küfrün ve nifakın kaie burçlarının bir bir düşmeye başladığı bir sene
olarak hafızalara kazınacaktır.
Evet, sene 1980!... Mevsim yazın en sıcak zamanları. Temmuz ayı ve Ramazan ayı.
Biraz evvel bahsettiğimiz Güneydoğu Anadolu köyündeyiz. Bir şeyh var bu köyde.
Bir mürşîd-i kâmil ... Bir Nakşibendi Şeyhi... Hepsinden öte bir Peygamber
torunu, bir seyyid. Hazreti Hasan soyundan gelen bir ulu kişi.
Diğer şeyhler gibi, kendisine gelenleri durmadan aydınlatıyor. Her gelen,
niyetine göre aradığını bulup dönüyor. İhlâslı olanlar, bu kapıya sımsıkı
bağlananlar, bu yüce mürşidin rehberliğinde az zamanda çok mesafeler kat'ediyor-
lar. Maneviyatta yükseldikçe yükseliyorlar. Nasıl yükselme-sinler ki,
rehberlerinin halleriyle hâllenmİşler. Alev alev yanan bir ocağa atılmış demir
parçası gibi, az bir zaman sonra ocağın hâlini, rengini almışlar. Kaybolmuşlar
bu ocağın içinde!
İşte yine oruç ayının bereketli günlerinden bir gün... Bir
78
Cum'a sabahı... Köye gelen bir sürü husûsî otomobil var. Minibüsler, otobüsler
var.
Gelen otobüslerden birinden, diğer yolcularla beraber bir genç iniyor. Taze bir
genç. On yedi yaşlarında görünüyor.
Evvelâ etrafındaki araba ve insan kalabalığını şaşkınlıkla seyrediyor. Sonra
kafile başkanı olan kır sakallı, orta yaşlı, nûr yüzlü bir adamın yanına
gidiyor. Ona utana sıkıla bir şeyler soruyor. Biraz ayaküstü beklemiyorlar.
Sonra beraberce, gelen ziyaretçiler için yapılmış kıraathanelerden birine
giriyorlar, Kafile topluca çay içerken, bir yandan da gencin sonradan Şeyh
Hazretleri'nin vekili olduğunu öğrendiği, her haliyle insanı cezbeden birisinin
sohbetini dinliyorlar. Bu adam Molla İbrahim Efendi.
Genç,sohbet esnasında zaman zaman cezbeye kapılanların harikulade hâllerine
şâhid oluyor. Hele sohbet eden zât "Allah" "Muhammed" dedikçe .halkadaki hareket
bir başka oluyor. Anlıyor ki gelenlerin çoğu oraya daha önceden bağlanmış,
mesafe kat'etmiş kişiler. Tarikat silsilesinden meşâyihin isimleri geçtikçe,
onların menkıbeleri anlatıldıkça, bazıları cereyana yakalanmış gibi tarifi
imkânsız hâller yaşıyorlar. Feryâd edenler var, anlaşılmaz bir lisânla acaİb
sözler söyleyenler var...
Sohbet sona erdiğinde; genç, üzerlerinde, çevrelerinde âdeta bir nûr halesinin
dolaştığını hissediyor. Tuhaf b;r hava var ortalıkta. Sanki bambaşka bir âlem,
dünyâdan ayrı bir yer zannına kapılıyor bir an.
Aradan epeyce zaman geçmiştir. Köyün büyük camiinde Cum'a namazını kılmak üzere
hazırlanıyorlar. Vakit gelince 'Camie giriyorlar. Henüz ezan okunmuş değil. Bir
hafız Kur'an okuyor. İçerisi tıklım tıklım. Herkes huşu içinde Kur'an kıraatini
dinliyor. Bütün bunlar olurken; genç, bir radar gibi uzak-yakm her yanı tarıyor.
Gözleriyle Şeyh Hazretlerini arıyor. Ama kalabalıkta görmek mümkün değil.
Ezanın okunmasıyla birlikte namazı eda etmeye başlıyorlar. Okunan iç ezandan
sonra; sohbetiyle genci bambaşka lezzetlere garkeden Molla İbrahim Efendi Cum'a
hutbesini
79
İrad ediyor. Farzı topluca edâ ederken, böylesine huşu içinde bir namaz
kılmadığını anlıyor. Sanki bütün kardeşler tek bir ruh tek bir vücûd olmuş gibi
ihlâs ile Rabblerine secdeye varıyorlar. "Allahüekber" denilirken alınan maşeri
haz bile bambaşka.
Namazın kalan kısmı da kılındıktan, tesbihat ve duadan sonra kimse dağılmıyor.
Bir Cum'a namazı daha bittikten sonra bütün başlar tek bir yöne, mihrab tarafına
yöneliyor. Cemaat oturduğu yerde şöyle bir dalgalanıyor. "Tövbe alacaklar ön
tarafa doğru yaklaşsın" mırıltısı en sona kadar yayılıyor. Bazılarının dışarı
çıkmasından sonra Öne doğru yürüyenler tövbe almaya başlıyorlar. İlk defa tövbe
alacaklara öncelik tanınmış. Diğerleri, tövbe tâzeliyecekler gerilerde... Bu
sıcak günde izdihamı önlemek için, tövbe alanlar hemen camiden çıkıyorlar. Bizim
genç de ilklerden... Eskilerin tabiriyle "el" alıyor. Bu, tevbe-i nasuh...
Büyük-küçük bütün günâhlardan, isyanlardan geriye dönüş. Bir daha kat'iyetle
işlememe azmi...
Genç, kendisiyle arasında ancak üç-beş metre mesafede kalan Şeyh Hazretlerini
görünce bir an için küçük dilini yutacak gibi oluyor. Hayret, dehşet,
sevinç,hepsini bir arada yaşıyor. O anda ilâhî takdirin tecellîsini görüyor.
Hayretler içinde Rabb'ine şükrediyor. Oraya lâf olsun diye gelmediğini, hiçbir
sevin tesadüf olmadığını, her şeyin ilahî irâde dâhilinde olduğunu bir defa daha
idrak edİyor.Bu zât, rüyasında gördüğü zâttır!
Kendisini sanki bir direksiyon gibi sağa sola yönlendiren bir güç var.
Arkasındaki bir varlık, onu hayatının mühim merhalelerinde sanki devamlı
yönlendiriyor. Bu hisler belki gelecekte de var olacak.
Şeyh Hazretleri sağ elini uzatmış, gözleri yumuk, tövbe vermeye devam ediyor.
Sıra kendisine yaklaştıkça, genç daha bir heyecanlanıyor. Şeyh Hazretleri'ni göz
ucuyla, merakla süzüyor.
Orta boylu, elli-ellibeş yaşlarında gösteriyor- Başında siyah bir sarık var.
Uzun sayılabilecek kır bir sakal... Geniş,
80
ay gibi parlak bir alın... Devamlı bir yerlerle rabıtada olduğu besbelli. Bedeni
oturduğu yerde süzülür gibi. Bambaşka âlemlerde geziyor intibaı uyandırıyor
insanda. Yüzü öylesine bîr nura sâhib ki, devamlı bakmak mümkün değil, İnsanı
tutuşturacak gibi. Nurlu dolgun yüzü, geniş omuzlarına oturmuş siyah cübbesiyle
çok heybetli görünüyor. Öyle bir heybet ki bu, insan karşısında konuşmaya bile
korkar!
Az sonra sıra bizim gence geliyor. Diz üstü oturmuş vaziyette ellerini uzatıyor.
İki eli karşısındakinin elleriyle muşa-faha durumunu alıyor. O anda göğsünde bir
yerlerde bir şeylerin fokurdadığıni hissediyor. Sonra tamamen rûh kesiliyor
âdeta. Çok acaib hisler bunlar...
Şeyh Hazretleri'nin söylediklerini mırıltı hâlinde tekrarlıyor. O kadar tatlı,
içe işleyen bir ses ki bu!..
"Yârabbi, ben pişmanım. Bütün işlemiş olduğum günâhlardan ...İnşaallah bir daha
yapmayacağım. Abdülkadir Efendi'yİ kendime mürşîd kabul ettim."
Bu tekrardan sonra Şeyh Hazretleri'nin aralık duran gözleri açılıyor. Gözlerini
açıp mürşidine bakan genç bu gözlerle karşılaşıyor. Fakat hayret! Biraz evvelki
korku hâlinden eser yok şimdi. Derin bir muhabbet var içinde. Şeyhi'nin nazarı
karşısında, genç, iliklerine kadar titrediğini hissediyor. Orada ebediyen kalmak
olsa! Hiç ayrılmasa!.. Abdülkadir Efendi, gözlerini bu yeni sofinin gözlerine
şefkatle dikmiş, âdeta manevî kirlerden arındırıyor onu. Sonra aynı bakışlar
gencin kalbine yöneliyor. Yine aynı tatlı ses:
'Allah (c.c.)hayırlı, mübarek etsin, diyor. İki çift gö/ birbiriyle tekrar
buluşuyor. Bu nazarlar insanın içini öylesine ılıtıyor ki!.. Huzura
garkediyor...
Genç, elleri şeyhinden ayrılırken o güne kadar hiç tatmadığı hislere kapılıyor.
Dünyâda ondan daha huzurlusu
yok sanki. Her türlü yükünden kurtulmuş, kuş gibi hafiflemiş...
Mescidden ayrılırken hayretler içinde düşünüyor: " Bir insan bu kadar mes'ud
olabilir mi? Bütün dertlerinden, kaygılarından, vesveselerinden bir anda
sıyrılabilir mi?
Dünyâdaki cennet yoksa bu mu? Bir lâhza bile bu cennette yaşamak, bu cenneti
soluklamak ne büyük nimet! Hiç yaşamadan dünyâyı terketmek ne büyük talihsizlik!
W'
O gün akşama kadar hep benzer hislerle dolup taşıyor. Kardeşleriyle sohbet
ediyor, büyüklerin sohbetini dinliyor. Kafiledekilerle birlikte köyün çevresini
geziyorlar. Tarikat silsilesinden bir büyüğün merkaddi var köyde. Şeyh Abdülha-
kim Medenî Hazretleri'nin merkaddi. Onu ziyaret ediyorlar. Köyün dışına çıkıyor,
doğu tarafındaki tepelere tırmanıyorlar."
Hayret ediyor genç. Rakımın bin yüz metreyi geçtiği bu köyde, kupkuru tepelerde,
yalçın kayaların arasından sular kaynıyor. Yapılmış arklarla bir sulama ağı
kurulmuş.Tepelere tırmanırken hikâyesini dinlemiş olması, hâdisenin cazibesini
daha da artırıyor.
Anlattıklarına göre Şeyh Hazretleri'nin babası buralara gelmeden önce, sulama
bir tarafa içme suyu bile köyün iki kilometre uzağından getiriliyormuş.
Abdülhakim Medenî Hazretleri köye akrabalarıyla birlikte yerleşir yerleşmez,
oğlu Abdulkadir Efendiyle konuşuyor. Oğlu o zaman on beş yaşlarında. Suyun çok
kıt olduğunu söyleyip ne düşündüğünü soruyor. Önce "Siz daha iyi bilirsiniz"
diye cevab veriyor. Fikri tekrar sorulunca gayet sakin ve mütevekkil; "inşaallah
buluruz" diyor. Müsaade isteyip babasının yanından ayrılıyor. Yanma kazmalı
kürekli birkaç kişi alıyor. Bizim delikanlının şimdi bulunduğu yerin biraz
aşağılarına geliyor. Bir müddet bekliyor. Tepenin yamacına doğru iniyorlar.
Arazi burada taşlı kayalı... Kazmalarını söylüyor. Nasıl iştir bilinmez,
kazdıkları yerde hiç kayaya rastlamıyorlar. Bir metre bile kazmıyorlar ki, gürül
gürül su... Sonra yakınlarda birkaç yeri daha gösteriyor. Aynı şekilde gürül
gürül su...
Herkes bayram ediyor. Günlerce bu mevzu konuşuluyor köyde. Gencecik Abdulkadir
Efendi'ye muhabbetleri, minnet hisleri, sadakatleri daha bir artıyor.
Böylece Şeyh Hazretleri sanki" benden sonra yerime geçecek olan oğlumdur" demek
istiyor. O zamanlar, belki bu liyâkat işaretini pek az kimse anlıyor.
82
İnsanın duyduklarıyla gördükleri birbirini tamamlar olunca, uyandırdığı te'sir
bambaşka oluyor. Delikanlının yaşadıkları da aynen öyle. Ortalığı gezip görünce
diğer ziyaretçilerle hemhal olunca, ruhunda ziyadesiyle çalkalanmalar oluyor.
Mutmain oluyor delikanlı!..
Nasıl mutmain olmasın! Böylesine ihlâs dolu insanları, binlerle nûr dolu
nâsiyeyi bir arada ilk defa görüyor. Öyle ki; zaman zaman başka âlemde miyim,
zaman zaman geçmişte miyim, zaman zaman gelecekte miyim diye düşünüyor.
Vakit ikindiye yaklaşırken köye iniyorlar. Okunan ikindi ezanı ile birlikte
mescide giriyorlar. Yine evvelki gibi muazzam bir cemaat, ruhlara inşirah salan
bir namaz... Namazda ağlıyor delikanlı. Başkaları ne derse desin, ne düşünürse
düşünsün ağlıyor.
Hayır! Bunda riya yok, süm'a yok. öyle içten ağlıyor ki...
Gözyaşları,kirpiklerinde ayrı ayrı kürreler, ayrı ayrı dünyâlar gibi geliyor
kendisine. Sanki kâinat gözyaşı damlalarında bir araya gelmiş... Hele secdeye
vardığında, bütün vücudunun sessiz hıçkırıklarla sarsıldığını hissediyor.
Keşke ömür boyu şu namazı devam ettirebilse! Keşke hiç bİtmese şu an... Ve ah
ruhunu Rabb'ine bir secde ânında !.. Namaz bittiğinde; cemaatin, yüzüne bakıp da
ıslak yanaklarını, kirpiklerini görmesinden öyle korkuyor ki... Yavaşça
mendilini çıkarıyor, kimseye farkettirmeden gözlerini kurulamaya çalışıyor.
Oturduğu yerde oyalanıyor. Gözlerindeki kızarıklığın geçmesini bekliyor. Bu
kutlu mekânı terketmek istemiyor. Kendisi mescidden en son çıkanlar arasında...
Güneş alçalmaya başlarken, kafiledekilerle beraber köyün güney tarafındaki
düzlük yerlerde bulunan tarlalara gidiyorlar. Burada toprak rengârenk . Kimi
yerde koyu yeşil, kimi yerde maviye çalan bir yeşil, kimi yerde saman rengi,
kimi yerde nadasa bırakılmış tarlalarda kendi rengi.
Seneler önce çavdardan başka bir şey yetişmeyen bu topraklar, Abdulkadir
Efendi'nin babasıyla birlikte yeni bir can bulmuş. Bir şey bitmez denilen bu
topraklarda hububatın her türlüsü, köyün ihtiyacının kat kat fazlası
bostan
83
mahsûlleri yetişiyor. Köyün kuzey tarafında meyve bahçeleri kurulmuş. Batıdaki
topraklar mer'a olarak ayrılmış. Tiftik keçileri parlayan tüyîeriyle, bir
parıltı bulutu halindeler hafif meyilli arazide.
*
Bu köyde "olmaz" kelimesi işitilmez olmuş. Abdulkadir Efendi'nin önderliğinde
öyle şeyler yapmışlar ki civar köylere parmak ısırtmışlar.Meselâ asırlardır
yeşili tanımayan şu çıplak kuzey tepeleri, dikilen fidanlarla yeşili de tanımaya
başlamış. Her hanede traktör ve gerekli ziraî makinalar var.İhtiyacının çok
fazlası kümes hayvanı besleyenler, arıcılıkla uğraşanlar az değil. İklim ve
toprak hangi mahsûllere müsait ise her birinin zİraati yapılıyor. Sun'î gübre
asla kullanmıyorlar. Kullandıkları tabiî gübre. Hububat tarlalarında münavebeli
ekim yapıyorlar. Meselâ buğday tarlasına ertesi sene yonca ekiyorlar. Son
biçimden sonra kalan yonca sapları toprağa karışınca tabiî azot vazifesi
görüyor. Böylece ne toprak zehirleniyor, ne de tabiatın dengesi yavaş yavaş
bozulmuş oluyor. Velhâsıl bu çalışkan insanlar; Batı Anadolu'da dahi emsali
görülmeyecek tarzda, modern usûllerle ziraat ve hayvancılık yapıyorlar.
Delikanlı, hizmet etmenin, bir İşe yaramanın verdiği huzurla akşama doğru köye
dönüyor. Herkes elleri dolu dolu...
Nihayet akşam ezanı ve iftAr...Sıcak bir Temmuz gününde tutulan uzun ve zahmetli
oruç neticesinde, iftar eden mü'mirilerin yüzlerinde okunan huzur, sükûn ve
sürür... Yoldan yeni gelip de aç-susıız olanlar düşünülerek dilden dile yayılan
bir nida:
"İsteyenler namaza, isteyenler yemeğini bitirip de kılsın! Mis gibi bir çavdar
çorbasıyla yenen iftar yemeği. Delikanlı hayâtında ilk defa içiyor böyle bir
çorbayı. Tadına da doyamıyor.
Akşam namazını müteakib, insana lezzet üstüne lezzet bahşeden bir teravih
namazı. Sonra dinlenen kısa bir sohbet...
Delikanlı kendisi gibi yeni tövbe alanlarla birlikte köyün hamamına gidiyor.
Tarikata intisab için gerekli şartlardan birini yerine getirmek üzere gusüi
abdesti alıyor.
84
Diğer şartları da yerine getirdikten sonra fazla oyalanmıyor. Yatmak üzere camie
gidiyor. Zira bu kadar kalabalığı tekkenin odalarına sığdırmak mümkün değil.
Sabah, ezanla uyanıncaya kadar dizlerini karnına çekmiş vaziyette iki büklüm
uyuyor. Bir rü'yâ görüyor sahura doğru. Sahuru yapıp tekrar uyumak üzere
yatıyor, lâkin heyecandan defalarca uyuyup uyanıyor. Bir tavşan uykusu âdeta...
Rü'yâda gördüğü, ilk halife Hz. Ebûbekir'dir. Onunla arasında neler geçiyor
neler bitiyor, bilemiyoruz. Şübhesiz bir hikmet var onu görmesinde. Belki de
Nakşibendi yolunun ona kadar uzanmasıdır bu hikmet...
Rü'yâsınm mâhiyetinden kimseye bir şey bahsetmiyor. Yalnız öğle namazından
sonra, hâlini mescidde şeyhine arz ediyor. Abdulkadir Efendi gencin yüzüne yine
o sevgi ve şefkat nazarıyla bakıyor. Sâdece: "Hoştur, hayırlıdır" diyor.
Delikanlı, belki uzun bir ta'bir beklemiştir şeyhinden. Kestirme bir ta'bir
evvelâ şaşırtıyor onu. Zeki genç, biraz düşününce anlıyor sebeb-i hikmetini:
Kendisini şimdiden terbiye etmeye başlamışlar. Kendisini olduğundan büyük
görmesine mâni olmak istiyorlar. Şımarmasına mâni oluyorlar. Zira nefs, insanı
kandırmak için her vakit hazır!...
Nihayet kafile başkanı, kafile adına Şeyh Hazretlerinden müsaade istiyor. Öğle
ezanından iki saat sonra, otobüsleri geriye dönmek üzere yola koyuluyor.Köydeki
hava arabada da devam ediyor. Herkes o kadar müteva/i ki burada! Birbirlerine
hizmet için yarışıyorlar. Öyle bir muhabbet var ki!.. Bir çoğu yeni tanışan bu
insanları dışardan görenler, "bunlar kırk yıllık ahbab" derler.Birçok insanın öz
kardeşine dahi duymadığı bir muhabbet var aralarında..
Fakat delikanlı çevresinde olanlardan ziyâde zihninden geçenlerle meşgul. Bazı
sorular soruyor kendi kendisine. Belki cevabJarıni çok sonra bulacağı sorular...
85
VIII
Yavuz o akşam evde pek neş'eliydi. Farkettirmemeye çalışıyordu, ama babası da
kız kardeşi de onun bu değişik hâlini sezmişlerdi. Genç adam soğuk
davranışlarını yavaş yavaş bırakmak, her şeyi tabiî seyir içinde yürütmek, eski
münâsebeti alıştıra alıştıra kurmak istiyordu. Kız kardeşinin ise olan bitenden
haberi yoktu..
Peki babasıyla arasındaki buzlu havayı nasıl yumuşatacaktı? O kadar ağırına
gidiyordu kü Ne yapmalı, nasıl af dilemeliydi? Kardeşi durumu bilmediğine göre
babasıyla yalnız konuşabilirdi. İyi de yalnız konuşsa ne söylecekti? Düşünürken
bile sırtını ter bastığını hissetti.
"Hayır" dedi kendi kendine. Bu iş böyle kapanır, unutulur gider. Geçmişte de
defalarca öyle olmadı mı zâten!..
Yemeğin sonuna gelmişlerdi. Yavuz önündeki peçeteyi aldı, ağzını sildi. Başını
kaldırdı:
-Bu gün Aydın Bey'in yanma gittim, dedi.
Babası hiç ses etmedi, Râbİa hayret etmiş bir tavır takındı:
- Yaa öyle mi! Nerede görüştünüz ağbi?
- Hocanın ağabeyinin Konak'ta bir bürosu vardı ya. Muhasebe ve malî müşavirlik
üzerine. Eskiden de birkaç defa orada görüşmüştük. Ağabeyi olmadığı zamanlar,
mühim bîr işi yoksa muhakkak oraya gider. Sabah telefonla evini aradım.
Yavuz geri kalanını teferruatıyla anlattı. Bunu biraz da havayı yumuşatmak için
yapıyordu. Eline fırsat geçmişken konuşmalıydı. Hattâ işi gevezeliğe kadar
vardırdı. Bir sürü lüzumsuz şeylerden bahsetti.
Selâmi Bey bir yandan ciddî ciddî dinliyor, bir yandan da düşünüyordu:
87
"Hayırdır inşaallah! Bu ne hâldir? Acaba normal mi bu çocuk? Aklı yerindedir
herhalde."
Bir an dikkatle oğlunun yüzüne baktı. Ü^rindeki normal bir canlılık gibiydi. Yüz
hatlarındaki gerginlik kaybolmuştu.
Aydın Bey'i pek sevmezdi Selâmı Bey. Onda güvenilmez, şeytânı, hilekâr bir insan
intibaı uyandırmıştı daha başta. Geçen zaman içinde bu intibadan kurtaramamıştı
kendisini. Hoş, kurtarsa bile neden sevemediğinin cevabını ne aramış ne de merak
etmişti. Belki oğluna kendisinden fazla babalık tasladığı içindi. Ama bu ilk
intibaın sebebi olamazdı ki! Belki her zaman gülümser gibi gösteren ince
dudakları itimat telkin etmemiş, içi ısınmamıştı. Belki de bir iş adamı olmanın
verdiği avantajla insanları çok iyi tanıması onu bu anlayışa yöneltmişti.
Baba şefkati; dün gece yaptığı son densizlikten sonra oğlunun serbest
davranışlarını, şen şakrak konuşmalarını ters anlamamasına sebebiyet verdi.
Böyle bir fikir, Selâmi Bey'in aklına bile gelmedi. Yalnız, önceki gece hatırına
geldikçe, bu kadar değişmenin sebebini bir türlü kavrryarruyordu.
"Olacak şey değil! Son derece içine kapanık, küskün, bezgin bir hayattan
birdenbire bu hâle geçiş... Sabahın erken vakitlerinde kalkıp hocası Aydın Btw'i
ziyaret..."
Fazla üstelemedi. Ne olursa olsun, hangi sebebe dayanırsa dayansın, oğlu işte
eskisi gibiydi. Bir baba için daha iyisi düşünülür müydü hiç!.
Râbia daha az şaşkındı. Akşamki hâdiseden haberi olmaması, olanları biraz normal
karşılamasına sebeb oluyordu. Baba-kız İkisi de Yavuz'un Aydın Bey'e niçin
gittiğini sormadılar. Çekindiler sormaya.
Yavuz, sofrada babasıyla göz göze gelmemeye çalışmıştı. Yemekten sonra ailece
salonda otururlarken de babasının yüzüne bakmamaya dikkat etti.
Babası, oğlunun tedirginliğinin farkındaydı.Oğluna o da mümkün mertebe bakmadı
başlarda. Sonra yumuşak, gülümser bir yüzle rahatlatmaya çalıştı onu. Yavuz'da
farket-mekte gecikmedi bu hâli. Gururu engellemese nerdeyse kal-
kıp babasının ellerine sarılacak, hattâ ayaklarına kapanacak-tı.Fakat şeytan, ah
şeytan! "Neden o kadar küçüleceksin' fi-sılhsıyla bir defa daha durdurdu
Yavuz'u.
Selâmi Bey, karşısındakini ürkütmeden mevzua dolaylı yoldan girmek istedi:
-Eee Aydın Bey ne yapıyor, nelerle meşgul bugünlerde?
-Ağabeyine yardım ediyor her zamanki gibi. Sonra, okulların açılmasını bekliyor.
Malûm, yakında üniversiteler açılıyor.
Bunu söylerken Râbia'ya baktı. Kardeşi bir derginin sayfalarını çeviriyordu.
Dinlemez görünüyordu. Yavuz devam etti:
-Görüşmeydi nerdeyse altı ayı geçiyor. Hem iyi de oldu. Memnun etmişimdir
herhalde.
-Yakınlarda hiç görüşmediniz demek.
-Dedim ya, altı ayı geçiyor ki...
Sonra bir iç geçirdi. Pİsmanmış gibi:
-Görüşseydim daha mı iyi olurdu acaba?
Bu sözler Selâmi Bey'in babalık damarına dokundu. "Ben dururken ona ne ihtiyacın
olacakmış" der gibi, hısımla bir an bakmak istedi. Hayır, sabırlı olmalıydı.
Vazgeçti. En ufak bir sert söz Yavuz'u rencide edebilirdi. Şu profesörü sevmese
de, oğlunun rûh sağlığı için bazı şeylere katlanmalıydı. Son sözlere karşılık
vermeyip bir müddet sustu. Kızına da bakarak:
-Onu sevdiğini, hayranlık duyduğunu bilirdim, ama galiba güveniyorsun da...
Güzel bir sev. İlk ikisinin yanında bîr de itimat duyabilmen...
Yavuz bu son sözlerle babasının asıl maksadını anlamadı. Fazla da üstelemedi.
Zira övle bir hâldeydi ki, muhatabında bir art niyet olabileceğini düşünmüyordu
bile. İyi niyet ve sevgiden gözleri kamaşmıştı.
Kız kardeşi derginin savfalarını karıştırıyor görünmeye devam ediyordu. Şimdilik
lâfa karışmaya niyeti yoktu.
-Güveniyorum. Hele hu günkü görüşmemizden sonra daha çok güveniyorum. Çok
kültürlü bir insan. İyi niyetli, şu yaşında bile gençlerden fazla çalışıyor.
Yardımsever biri.
89
-Bugüne kadar ailesinden, husûsî hayâtından uzun uza-diya hiç bahsetmedi.
Konya'da üniversite tahsili gören bir kızı varmış. Amerika'da bilgisayar
mühendisi bir oğlu varmış. Karısı ev kadınıymış. Herhangi bir mesleği vaT mı
bilmem. Veya daha Önceden çalışıyor muydu?..
Bütün bunları üstünkörü anlatmıştı bir zamanlar. Fazlasını da bilmiyorum.
Fırsatı sonuna kadar değerlendirmek İstiyordu Yavuz. Lâfı değiştirip kardeşine
sordu:
-Sen de erkenden okuluna gitmişsin ha Râbia?
Râbia nihayet elindekini yanındaki sehpâya bıraktı:
-Öyle oldu ağbi. Dün bir arkadaşımla telefonda konuşmuştuk. Okulda buluşup bir
hocamızla görüşecektik. Görüşüp konuştuk.
-Arkadaşımın alt sınıftan dersi vardı. "Senin hocayla samimiyetin iyidir, gel
birlikte görüşelim. Kaldığım ders bu yıl ne olacak, bir akıl versin" diyordu.
-Aslında, kızın korkuları boşunaymış. Hoca "bkr üst sınıfın dersiyle bir alt
sınıfın dersi programda mümkün olduğu kadar çakışmaz" dedi. Bizimkinin derdi
devamsızlıktan bir daha kalmak. Velhâsıl içimiz serinledi.
-Senin öyle bir derdin yok tabiî.
-Yok çok şükür ağbi. İnşaall^h olmaz da...
-Biliyor musun, insan bir sezon boyu alışınca tatil o kadar sıkıcı geliyor kü Şu
yaz tatilinde sıkılmadım desem yalan olur. Birkaç arkadaşım da olmasa... İnsan
hem yalnızlıktan sıkılıyor, hem tembel tembel oturmaktan. Arkadaşlarımın çoğu
tatillerini geçirmek için sayfiye yerlerine, Akdeniz'e, Ege'ye gidiyorlar. Hattâ
döndükten sonra benimle alay edenler bile oluyor. "Hem bir fabrikatör kızı ol,
hem de böyle monoton, sıkıntıdan patlatın bir hayat yaşa. Ah sendeki para bizde
olacak, gör nasıl yaşanırmış" diyorlar.
Râbia bu sözlerinde babasına lâf dokunduruyordu. Fakat yalnızhk ve tembellik
sözlerini kullanmakla ağabeyinin yarasına parmak bastığının farkında değildi.
Aklınca; ortalık yumuşamış iken babasına bazı vazifelerini hatırlatıyordu.
Selâmi Bey kızına döndü. Kendinden gayet emindi:
90
-Kızım, sen o arkadaşlarının tatilden ne anladıklarını biliyorsun herhalde.
Seyahat mi, yeni yerler görüp bilgilerini görgülerini artırmak mı, ibret almak
mı, dinlenerek vücutlarına zindelik kazandırmak mı, yeni bir çalışma mevsimine
maneviyatı yüksek girmek mi, tebdil-i mekânda ferahlık vardır "felsefesi mi?...
Hangisi? Hepsi! Hiçbiri! Yoksa bir kısmı! Hangisi?...
Râbia buna benzer sözlere hazırlıklıydı. Kendine göre cevab da hazırlamıştı:
-Bir deta; başta şunu belirteyim babacığım: Bizim gibi değilseler de hiçbirisi
fakir aile çocuğu değil. Birkaçı hâriç tatilden ne kastettiklerini de iyi
biliyorum. Ama benim dediğim..
-Evet!..
-Demek istediğim, başımızı dinleyeceğimiz, ailece gezip göreceğimiz bir yerler
olmalı. Sen, ben ve ağbim. Değil mi baba?..
Selâmi Bey tebessümle baktı kızına:
-Ah benim güzel kızım! Babanın ne kadar meşgul olduğunu sen de biliyorsun.
Sonra, benim hayatımda hiç tatil yapmadan, devamlı çalıştığımı biliyor musun?
Sabah kaçta evden çıktığımı, akşam ne zaman geldiğimi, zaman zaman akşamları
dahi sağa sola gittiğimi, zaman zaman Konya dışına çıktığımı görüyorsun.
Yavuz'un gözleri parlamıştı. Babasının bu yumuşaklığından faydalanmak lâzımdı.
-Zannediyorum baba, Râbia çok sıkılıyor. Değişiklik arıyor. Yeni yerler görmek,
yeni insanlarla tanışmak İstiyor. Ne yazık ki bugüne kadar bu mümkün olmadı. Ben
de unuttum Konya'nın dışına kaç senedir çıkmadığını. Bilirsin baba, insan
değişiklik arar. Yeknesak bir hayat patlatır insanı. Yerinde duran her şey nasıl
kokuşmaya mahkûmsa, hep aynı yerde yaşayan, aynı şeylerle meşgul olan insan da
donuklaş-maz mı?
Oğlu bunları söylerken "gene saçmalıyor" diye geçirdi içinden Selâmi Bey.
"Şunlara bazı iğrençlikleri, hele kızıma nasıl anlatabilirim? Buna aldığım
terbiye müsait değil ki!
91
Anadolu insanıyız, İslâm kültürüne sahibiz biz. Bir kadın, hattâ bir arkadaşı
bile çok zor anlatır bunları. Aklımdan geçirirken bile yüzümü kızartan
kötülükleri, bayağılıkları nasıl anlatabilirim?
Çocuklarına baktı. İşaret ederek daha yakına gelmelerini istedi. Çocuklar
babalarına en yakın koltuklara oturdular.
-Bakın yavrularım! Sizleri en iyi şartlarda büyütüp okutmaya çalıştım. Çok
şükür, bir evlâdını iktisat tahsili yapıp bitirdi okulunu. Bir diğer evlâdım
sosyoloji tahsili görüyor. Üç sene sonra bitirecek inşaallah.
-Sizleri en sıhhatli şartlarda yaşatmaya çalıştım. İyi insanlarla, fazilet
sâhibleriyle tanışmanızı, kaynaşmanızı istedim. Dünyâdan, şeytanlaşmış
İnsanlardan, sapık ideolojilerden korumak istedim sizi. Rezaletlerin; rezillerin
kol gezdiği yirminci asırdan korumak istedim sizi.
-İkiniz de kocaman İnsanlarsınız. Söyleyeceklerimi anlarsınız. Şimdi
kulaklarınızı açın, çok iyi dinleyin:
-Atalarımız, "boynuz kulağı geçer" demişler. Siz de tahsil yönünden beni kat kat
geçtiniz. Ben, zamanın imkânsızlıkları içinde orta okulu bile zor bitirdim.
Sonrasını da okuyamadım.
-Babam rahmetli olduğu zaman ben on dört vasımdav-dim. Kardeşim rahmetli
Yakub'da benden iki yaş küçüktü. Küçük kardeşimiz Hatice İlk okula o sene
başlamıştı. Birkaç senede bir gördüğünüz Almanya'daki Hatice halanız...
-Evet, babam Ölmüştü. Belki de ona en çok muhtaç olduğumuz zamanda. Bizim için
didinir, çırpmır, hepimizi okutmak isterdi. Hele Yakub'un asker olmasını çok
isterdi.
- Öldü ve bize hiçbir şey bırakmadı. "Bir parça miras bı-raksaydı, bizi
sefalette başbaşa bırakmasaydfdemek istemiyorum. Zâten olmayan bir şeyi inatla
istemek lüzumsuzdur, mantıksızdır. Asla gerçekleşmeyecek hayâllere kapılmak
budalalıktır.
- Evin en büyüğü olarak çalışmaya mecbur kaldığımı anlatmak istiyorum. Babamdan
kalan cüz'i miktar dul ve ye* tim maaşı... Bir tarafta sık sık hastalanan
anacığım... Evimizin kirası, benim ve kardeşlerimin okul masrafları, diğer
masraf-
92
lar... Hepsi yüklüce bir yekûn tutuyordu.
- Bir buçuk sene borçlana borçlana sabrettik. Orta okulu bitirmiştim. O
günlerde, çoktan beri İçimi kemiren mes'eleyi anneme açtım. Artık okumayacağımı,
çalışmak istediğimi söyledim. Zavallı anam; sıkıntıların büyüğünü o çekiyordu.
Düşünmedi bile: "Sen bilirsin oğlum" dedi. Annemin tasdiki üzerine, çocuk yaşta
mesleksiz bîr genç ne yaparsa onu yaptım. Sizin de bildiğiniz gibi çaycı
garsonluğu yapmaya başladım. Birkaç ay çok düşük bir ücretle çalıştım. Bir gün,
müşterilerimizden biri olan rahmetli Mehmed Amca mağazasında tezgâhdar olarak
çalışmamı teklif etti. Hemen kabul ettim.
- Belli ki ahlâkım, karakterim hoşuna gitmişti.Şunu da çok sonraları anladım :
Asıl maksadı bana yardım etmek-miş!..
-. Sert, fakat temiz kalbli, cömert bir insandı. Halı tüccarıydı. Yanında
senelerce çalıştım. Askere gittiğimde hem bana para yolladı, hem de annemin,
kardeşlerimin maişetini temin etti.
- Dini bütün bir insandı. Öğrendiklerimin birçoğunu da ondan öğrenmişimçİir.
- Mağazada ilk zamanlar ayak işlerine baktım. Mehmed Amca dikkatimi,
çalışkanlığımı, İsimdeki ciddiyetimi farket-mişti. İşi de kısa zamanda
Öğrenmiştim. Elimizden nice nice el dokuması halılar, kilimler geçti...
- Mesleğin inceliklerini öğrenmek için azamî gayret sar-fediyordum. Çok da
faydasını gördüm.
- Gün oldu, mağazada duramaz olduk. Benim gayretli çalışmam onu da harekete
geçiriyordu. Elimize mal gelmesini beklemiyorduk. Beraberce Konya'nın, civar
şehirlerin köylerine, hattâ ücra köylerine kadar uzanmaya başladık. Oralardan
antika mal da almaya başladık. Bilhassa antika mallar çok kâr getiriyordu.Kat
kat fazlasına satabiliyorduk. Mehmed Amca bu işten ziyadesiyle memnundu.
- İş büyüyüp kapasitemizi aşınca, eldeki malların büyük bir kısmını İstanbul'a,
aynı işi yapan damadına yollamaya başladık.
- Gelen yabancı turistler halılara kilimlere hayran kah-
93
yorlar, hele küçük inallara çok rağbet ediyorlardı. Hiç unutmam, bir heybeyi
maliyetinin otuz misline satmıştık bir defasında. İstenilen fiatı çok zaman
pazarlıksız veriyorlardı.
- Velhâsıl Mehmed Amca beni çok sevmişti. £ık sık yüzüme söylerdi, " senden
sonra dükkânıma daha bir bereket geldi" diye...
- Kardeşim askerî okula devam ediyordu. İlk günlerden beri zâten sigortalıydım.
Ücretim bol idi. Gül gibi geçinip gidiyorduk...
- Askerden döndükten sonra, hiç ummadığım, her zaman minnetle anacağım bir
teklifte bulundu : "Elime sermâye verip bana bir dükkân açmak istediğini"
söyledi- Belli etmek istemedim, am? sevinçle kabul ettim teklifini.
- Açtık dükkânı... Kısa zamanda borcum da kalmadı. Üç sene içinde, tahminlerimin
ötesinde büyüdü işler. Koca bîr mağaza sahibi olmuştum artık. Yurt dışına
ihracata başladım.
- Otuz yaşına geldiğimde, ki o zaman Yavuz iki yaşındaydı; makina halıları
üretip satmak üzere küçük bir fabrika açtım. On yıl geçmemişti ki o fabrikayı da
büyüttüm. Nihayet'
bugünlere geldim. Son zamanlarda sizin de bildiğiniz bir sınaî yatırıma daha
kalkıştık. Allah razı olsun,Yusuf'un sayesinde bir dişli fabrikasını faaliyete
geçirmek üzereyiz. Artık tek çalışmanın devri değil, şirkefcleşiyoruz.
Çocuklar anlatılanları kâh merak, kâh umursamazlıkla dinlemişlerdi.
Anlatılanların bir kısmını üstünkörü biliyorlardı. Yalnız, bu kadar tafsilattan
haberleri yoktu. Hoş, babaları da pek bahsetmemişti ya. Zâten böyle şeylerden
pek bahsetmezdi. Evlâtlarına da sirayet eden gururdan mıydı yoksa bu?
- Çocuklar, mazim hakkında pek az şey biliyorsunuz. Bunları neden anlattığım1,
biliyor musunuz peki?
- Tabiî, dedi Râbia ağabeyine de bakarak. Neler çektiğini, bugünlere hangi
şartlardan geçerek geldiğini anlatmak istiyorsun babacığım.
Yavuz cevab vermemeyi tercih etti. Önüne indirdi başı-
nı.
- Yalnız bir şeyi unutuyorsunuz yavrularım. Sâdece o
94
değil anlatmak istediğim. Bu mevzuu geçenlerde Yusuf'la da konuşmuştuk. Size
Mehmed Amca'nm büyüklüğünü de anlatmak istedim. Düşünsenize; kardeşin kardeşe,
babayla oğulun birbirlerine güvenmediği bu devirde kalkıp bana sermâye veriyor.
Menfaatin putlaştırıldığı, bütün karz-ı ha-sen alışkanlıklarının dumura uğradığı
şu zamanda böyle insanlar ne kadar azalmış...Dikkatinizi çekerim; rahmetlinin
benden beklediği hiçbir karşılık yok!
- Bir diğer mes'ele; onu örnek alıp, paramı zevk- sefa için çarçur etmemek.
Kazandığım helâl parayı haram yollarda harcamamak...
Yavuz dayanamadı:
- Baba, biz haram yollara harcayalım demiyoruz ki! Sesi çatallaşmıştı. öfkesini,
heyecanını yenmeye çalışıyor, sakin görünmeye çabalıyordu.
- Kendi ailemiz içinde veya yakın akrabalarımızı da dâhil ederek pekâlâ tatil
yapabiliriz. Sen de yanımızda, başımızda olmak üzere... Meselâ güney
sahillerinde, kendi hâlimizde...
Acı acı güldü Selâmi Bey.
- Mâkûl bir yer söylesen neyse. İşte kendi ağzınla düşü yorsun ya oğlum. Orada
ahlâkı bozukların seni kendi hâlinde bırakacağını mı zannediyorsun? Hele Râbia
için tehlike çok daha büyük. İkiniz de koca koca insanlarsınız, çocuk gibi
konuşmayın lütfen! Dünyânın iyilerle dolu olduğunu iddia edebilir misiniz bana?
Bir gün o bataklığın içine düşmeyeceğinize dâir teminat verebilir misiniz
çocuklar?
- Ha şunu da ilâve edeyim : " Biz kötü müyüz ki" diye düşünebilirsiniz. Hayır,
mes'ele o değil.Kötülük sâri bir hastalık gibidir çocuklar. Tedbir almazsanız
bir yangın gibi her yanı sarar. Ortalığı yakar, yıkar, harabeye çevirir. Çok
uza-ğındayım zannetseniz de bir bakmışsımz,ahtapot gibi sizleri de sarmış...
Devam edecekti. Fakat kızı bırakmadı.
- Demin söylediğin gerçekten aklımdan geçti baba. Kendimi yokluyorum da, ben o
kadar hafif biri miyim? Teessüf ederim baba! Ne diyeyim; " kızını, ağbim
hesabına konuşursam, oğlunu tanıyamamışsın" derim.
95
- İnsanda akıl, mantık, irâde, fazîlet, ahlâk gibi şeyler vardır değil mi?
Başkalarının kötülüğünden bize ne! İrâdesini kullandıktan sonra kim ne yapabilir
insana? Büyük insanlarız
. dedik biraz önce. Ben sosyoloji tahsili yapıyorum baba. Yâni bu işlerin ilmini
görüyorum. Yoldan çıkmış genç kızların, kadınların ezici çoğunlukla hangi
tabakadan, hangi ailelerden, hangi şartlardan geldiklerini iyi biliyorum. Daha
açık konuşayım baba: çocuklarına güvenmiyorsun sen. Oğlun bir zampara, bir
esrarkeş, bir ayyaş, kızın bir...
-Yeterr!..
Kızının söyleyeceğini duymak istememişti bir baba olarak. Vücudunu ince bir
terin bastığını, yüzünün utançtan kızardığını hissetti.
- Yeter, diye hafiflemiş bir sesle devam etti.
- Ben evlâtlarımı hiçbir zaman zaaf sahibi olarak görmedim.
-Şunu unutmayın: Her şeyi akılla, irâdeyle halledeceği -nizi sanıyorsunuz. Akıl
ve irâde sanki koruyucu melek.. İkincisi; fakirlerin bu yola tevessül ettiğini
söylüyorsun, yine hatalısın, ilmini tahsil ettiğini iddia etsen de ...Benim de
elli beş yıllık hayat tecrübem var. Hem de çirkinlikleri her an duymuş,görmüş,
yaşamış bir hayat!...
- Ben câhil bir adamım. Sizin gibi yüksek tahsilim yok. Onun için siz her şeyi
benden iyi bilirsiniz. Çok değerli hocalarınız; size sizi, size hayâtı, size
dünyâyı, size hayâtın ötesini hep belletmişlerdir. Hocalarınızdan, okuduğunuz
ciltler dolusu kitablardan doğruyu- yanlışı, iyiyi- kötüyü, hakkı- bâtılı
öğrenmişsinizdir.
Çocuklar hiciv kokan bu son sözlere dayanamayıp •karşılık vermek istediler önce.
Birbirlerine baktılar. Yavuz "sakın ha! " dercesine işaret etti kardeşine.
- Hepimiz müslümanız elhamdülillah. Lâkin kendi hesabıma düşünüyorum da
çok câhilim. Kafamdaki malûmatın çoğunu da kulaktan dolma öğrenmişim.
Yüzünü yumuşattı. Tatlı, mülayim bir tavır takınmaya çalıştı. Adeta fısıltıyla
devam etti. Kendisini sorgular gibiydi:
- Müslümaruz biz. Bize yakışan bu mu? Yoksa Allah'ı
96
razı edecek bir hayat mı? Cevab istemiyorum sizden.. Sâdece
sözlerimi dinleyin..." Evet" diyeceğinizi biliyorum. Neden kendimize mağlûb
olalım? Huzurlu yaşamak dururken neden bu nimeti tepelim? Yakalayabildiğimiz bir
parça huzur, var kep onu da mı kaybedelim çocuklar?
- Belki huzurlu olduğunuzu iddia edeceksiniz. " Ne malûm huzuru kaybedeceğimiz"
diyeceksiniz belki. İnsan gerçek saadet; hayâtta saatlerle, hattâ dakikalarla
sınırlı olarak yakalıyor. Huzuru yakalamak belki daha da sınırlı oluyor.
- İnsan çoğu zaman huzura kavuştuğunu zannediyor. Sonradan aldandığını anlıyor.
Kuruntularla avunduğunu görüyor. Dünyâdaki her bir hâdisenin, günlük dertlerin,
Ömür törpüsü olduğunu görüyor. . .. ¦
. .
- İşte ben... İyi veya kötü bu yaşıma gelmişim. Orta yaşı da geride
bıraktım. Geçmişe dönüp bakıyorum d,a' çocukluğumda ağladığım,
gençliğimde hayıflandığım, hırsından yanıp tutuştuğum şeyler ne kadar da
boş!... Belki ilerde bugünlere dönüp bakacağım, şimdi noksanlığını,
yokluğunu duyduğum fâni lezzetlerin nasıl da boş olduğunu bir defa daha
göreceğim? Zira zaman benî ne kadar olgunlaştirsa da gene çok
noksanlarım olacak, yeni >|eni hatalar işleyeceğim:
., ,r,.,,
- Hepsinden daha çok dehşet veren nedir, biliyor rrıusu-nuz? Olum döşeğinde bir
ömrü gözden geçirmek! Ne yazık ki son pişmanlıklar fayda vermeyecek. Bunları,
.bildiğim hâlde aynı hataları inatla tekrar ediyorum. Pişman oluyorum, tekrar
yapıyorum.
Yavuz sözün burasında pür- dikkat kesilmişti. Sanki kendisinden bahsediyordu
babası. /¦ l: ,, ,
- Belki sizleri sıktım. "Uzun zamandır babamızdan bö,yle bir nutuk
dinlememiştik" diyeceksiniz. Unutmayın; ben.b'ir babayım. Biliyorum, size karşı
bazı vazifelerimi yapamadım. Ama tekrar ediyorum : Ben bir babayım!...
..,. ,
- Şimdi işin can alıcı noktasına geldik yavrularım : Malûmunuz, Yusuf'la her
gün teşrik-i mesâideyiz. Sık sık iş haricindeki mevzulardan da bahsederiz. O
kadar kültürlü,
97
iz'an sahibi, basiretli bir insan ki!... Bazı sözleri de insanın kalbine ok gibi
işliyor...
- Şöyle bir denk gelip de Yusuf'la uzun zamandır karşılıklı yemek yememiştik.
Öğle yemeğini arada b^ işçilerle beraber yerim. O gün Yusuf'u da alarak amca-
yiğen karşılıklı yiyelim istedim. Karşı karşıya oturduğumuz için üzerindeki
elbiseyi ister istemez gözden geçirdim.
- Birkaç aydır beraber çalışıyoruz. İkinci bir takım elbisesi yok, değişik
gömlekleri yok, sadece iki tane pantolonu var.
-Yemeği ağzıma götürürken, cekedinin kol ağızlarının yenilmiş olduğunu gördüm.
Dirsekleri de iyice incelmişti, ner-deyse delinmek üzereydi. Yalnız, kollarına
bakışımla, hayâtımın en büyük utançlarından birini yaşadığımı da itiraf
etmeliyim. "Nerden baktım da görmemem gerekeni gördüm" diye hâlâ hayıflanıyorum.
-Çocuklar, insan öyle anlar yaşar ki asırlara bedeldir. Öyle şeylerle irşâd olur
ki, kütübhâneleri devirerek öğrenemeyeceklerini bir anda öğrenir. Yusuf, o
fazilet timsâli yiğenim sık sık yaptığı gibi bir ders verdi ki sormayın gitsin!
Hayâtımın en büyük derslerindendi bu:
-Elbisesine gözümün iliştiğini anlamıştı şübhesiz. Ben ise onu mahcûb ettiğimi
zannediyordum. Asıl mahcûb olacak benmişim meğer... Yüzüme heyecanla baktı:
"Anıca, geçenlerde İsa'nın bir arkadaşı gelmişti. Okullar tatil olduktan sonra,
yaz tatilinde bir işte çalışmak üzere Konya'da kalmış. Aslen Karamanlı imişler.
Beş sene önce Konya'ya gelmişler. Babası sebze halinde hamallık yapıyormuş.
Baba-oğul birlikte gelmişlerdi. Adam yaşını başını almış, lâkin sıhhatli
görünüyordu. Maalesef üstü başı da perişandı. Üzerine dar gelen eski püskü bir
ceketle, kimbilir alındığından beri ütü yüzü görmemiş, çula dönmüş bir
pantolon... Tanıştık, epeyce sohbet ettik. Konuşmalarından evlâtları üzerine
titrediği, yanındaki oğluna ise daha bir ihtimam gösterdiği anlaşılıyordu. "Onu
ne pahasına olursa olsun okutmak, nasib olursa İlahiyat Fakültesine yollamak
istediğini" söyledi. Sohbet esnasında, oğlunun da olmadığı bir sırada şöyle
dedi: "İcab ederse ceketimi satacağım, bu çocuğu okutacağım".
Kıyafetinin berbathğmı biliyordu. Ama samîmi bir insanın sözleriydi bunlar...
Oğlunun kıyafetinin de babasından altta kalır bir yanı yoktu.
Selâmı Bey anlatmaya devam etti. Kendini kaptırmıştı iyice:
-Yusuf biraz sustu. Ben devam edecek sandım. Besbelli yorum yapmayı bana
bırakmıştı. Belki mes'elenin devamı da vardı. Ben saf saf, biraz da inatla gene
de sordum. " Daha fazlasına hacet var mı amca" dedi, kestirdi attı.
- Sonradan, düşündükçe daha iyi anladım. Anladıkça da utandım.
înşaallah siz de alacağınız ibreti almışsınızdır. Çocuklar ses çıkarmadılar.
Birbirlerine bakmakla yetindiler. Beyinler, ruhlar arasında o anda kimbilir ne
türlü bir alışveriş oldu? Nihayet Yavuz konuştu :
- Bu bir karakter mes'elesi baba. Bir İnsanın parası olduğu halde güzel
giyinmemesi... Görgü, alışkanlık mevzuu bunlar. Bence insan kazandığının eserini
hayat standardıyla gösterir. Şaşılacak fazla bir şey yok ki bunda. Onun
hareketini bir fazilet gibi göstermek de yersiz.
Meded umar gibi kardeşine baktı:
- Bilmem Râbia ne düşünüyor?
Râbia babasından ne zaman fırsat kalacak diye sabırsızlıkla bekliyordu zâten.
- Evet, ağbimin fikirlerine aynen iştirak ediyorum baba. Mes'eleyi haddinden
fazla büyütüyorsun. Hem, ben işin içinde art niyetler seziyorum.
Bîrden irkildi Selâmi Bey. Sert bir sesle :
- Ne demek yâni bu, dedi.
-Yânisi şu :Bir insanın pasif mukavemeti.Bir çeşit savunma mekanizması... Ruhunu
tatmin.. Bundan zevk alıyor. İçine attığı, su yüzüne çıkması muhtemel bazı
duygularını böyle bastırıyor. Bunların neler olduğunu bilemem. Ama bildiğim bir
şey var ki...
Sustu. Babasının Yusuf'u çok sevdiğini, hattâ ona hayranlığı, aşırı bağlılığı
olduğunu iyi biliyordu. Son cümlesine pişman olmuş gibi:
99
e",' boşverin, dedi.'Hiç lüzumu yok:' ' _;'['" - Söyle söyle,' dedi babası.
Neymiş biz de ftlleİirrV. Sinirli sesi değişmemişti. Bir şeyler sezmiş' gi&i
ıdi.Üe-
rin derin soluyordu.' ' '' ' ' M i':-r>;-)^
Râbia ise gayet soğukkanlı idi: '-''¦
¦'"
-Yoo... Şahsî kanaatim bıt.'Sâdece berıi bağlar.
-Olsun,, sen gene de söyle.1'Belki bizim de öğrehrnerHîz
icab ediyofdur. ' '.'''.' ! '
' '"' ¦'•¦''"'¦' '
-Kibir, tek.kelimeyle kibirt;.' ; " ' ¦¦':;*r-Kf'i
Bunları söylerken' hem ternkinli;: "hem de iddiasından
emin bir tavrı olduğu rahatlıkla seziliyordu. Ok yaydHri ç'ık;
mıştı artık.'Mecburen'devam etti. İddiasını îsbata dal'kararlı
görünüyordu. ' ' "'! .;.:¦¦. :,
.¦ ,-.,.,:!_¦ . .-<
-Evet, sön'derece kibirli birisi. KeIr[&ismİJhei'zanneidiyöf bilmem. Her şeyi o
biliyor. Her derdiri'^a'bibı b^sanki^Bizler câhiliz. Ot gibi bi'ı1 hayâtımız
var. Hej3âinden 6'te; biz sanki müslüman değiiiz! Hiçbir manevî değere inanmayan
niceleri var. Onlara insanlığı bile yakıştırmıyor öyleyse...' ;;':
'Yavuz mal bulmuş mağribi gibiydi. Belli etmedisevinci-ni:
'-¦ !'
-Yaşadığın bir tecrübe mivâr? Yoksa... '';r
-Hayır.. Sâdece tavırları, imâli1 sözleri'bti kanâati veriyor bana. Konya'ya
geldi geleli evimizde sık sık'görür1 olduk onu. Ayaküstü, kıs.a konuşmalarımız
dldu.* Ne bileyim,'6'lıep değişik bir insandı. Çocukluğunu da biliriz.!
Heîe1'seli baba; küçüklüğünü de bilirsin...' ' '
'"'¦' ''¦-"'¦'•'¦¦-i-'l'i- i
-Hoşlanmıyorum onun kibirli'Kaİir\'deri:J'^aîiıiah oluyor, midemi bulandırıyor
hattâ. Biz'de'irika'rıız'ıcîe'ğilf:riıii'? Biz de müslümanız!..
! ' 1; ;t-' ''İİ! ]['*''-'"' '"¦'''""'
-Sâdece bir kanaat. Öyle mi kızirrı?^,1 '
-Dedim y'a baba: İmâ, kinaye/akıl'verif mâhiyetteki-sözler... Tepkimi çekiyor
bütün bunlar. O kim oluyor ki! Bizim de aklımız, mantığımız var değil mi?
Sorarım baba: Bir başkası tarafından hor görülmek sana ağır gelmez mi? Hem de
karşındaki ahım şahım birisi değilse.. Bu/inşani çileden çıkartır öyle değil mi?
''¦¦"' ¦ !' '¦ ' -,ı! :--. ¦''
¦ ¦¦¦¦İM,-, v¦¦.;!.
Tecrübeli baba; kızının hangr zaafİahn te'siriyle IS^ûnılrş-
100
ğp^ hemen, an]a,rn,ıştı. Hoş, böyle şeyler kadın için de erkek için de pek
farketmezdi ya.. "İste nefs bu" dedi kendi ken-dine..,"insan, her şeyi nasıl da
nalıncı keseri gibi kendine yontuyor. 'Ben! nasıl da Öne çıkıyor/' " '
,"'
. ..-Q, adarnma, bulunduğun ortama göre değişir kızım!... ... . .( "Peş
4'oğruşu,! bu kadar da rolmaz!" diye^üşünmeder) edemedi Râbia. Artık daha açık
konuşmalıydı: ''"." . , ,. Meselâ geçenlerde öyle bir şey
söylecŞİKi/şipirdeh içim içimi yedi. Gayet nâzikçe soyİedT'Geİgelelim sinirime
dokundu., .', . ,,.; ,;. :t ..__.,., _.... ir......., ¦'"¦-
-Örtünmek hususunda.ne;aüşünduğürnü ş.oi'du. Maksa-_dmı açıklamama lüzum yok,
anJıvorsunuz siz de'.! Ben:asla açİ-lıp saçılmaktan yana değilim. jNe,çeşit
kıyafetler giydiğimi herkes biliyor...Mümkün olduğu kadar sâde bol ve kapâlu.
.Ama,b.aşıny.her..zaman acık! Zaman zaman kendimi sorguladığım olmuştur. "Neden,
gitgide yaygınlaşan örtülülere ben de katılmıyorum?'1 Onlara gıpta ile bakıyorum
çok zaman. Ama ben böyle de namusluyum. Örtünmemek namussuzluk mu ¦OjU^yor.?,
Sorarım ikinize de!
¦'î'A-S'irQn£ı ^a a.ynı sö'zü söyledim: "Ben böyle de.İffetliyim, namusluyum"
.diye.
,ı./t, ,;,Şelâmi Bey "senelerdir anlatamadığımı şimdi mi anlata-,çfiğ|rrı"-:diye
geçirdi aklından. Müdahale etmenin faydası yoktu. Lâkin bazı ihtarlarda
bulunmanın şart olduğunu düşününce mukabelede bulunmaya karar
verdi: .. ".. . - , : ,-Bak kızım, Yusuf'u çok iyi tanırım. Hiç de
zannettiğin gibi kibirli değildir. Ne kadar müteyazİ olduğunu bir bilseniz!..
Biraz evvel anlattıklarından anlamadınız mı tevazuunü. Hatta kızım, bir de ters
yorum yaptın! Yojk ."kendim tatmin." dedin, "kibirli" diye bühtanda bulundun.
_."' , y
, -Acaba o kibir, bazı hakikatlere b'.övun eğmemek suretiyle .sende mi tezahür
ediyor diye merak ediyorum. Hele şu "kendini tatmin" lâfını birilerinden Öğrenip
de sattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Eminim, .böylesi bir tatminin
maliiyetmden bîhabersindir. Sana bunu Öğretenleri &e çok iyi tanıypfjırn..
Her .şeye..madde gözüyle bakan,.basiretsizlerdir onlar. Yapılacak, amellerin
Allah katmcİafcı ecrinden/hayâtın
101
dünyâ ve âhiret diye iki buudlu olduğundan gafildirler. Fazilete inanmazlar.
Dünyâdaki her bir şeyi çirkinliklerden, beşerî münâsebetleri karşılıklı
menfaatlerden ibaret sayarlar.
Râbia tahsilsiz babasının tecrübelerine, kendinden emin tavrına karşı, kendisini
köşeye sıkışmış hissetti. Babasının Yusuf'a bu kadar bağlı olması, bu kadar
itimat etmesi tahammülünü zorluyordu artık. "Nasıl olur da bir baba yiğenini
evlâdına tercih eder, aklını almıyor" diye düşünmeden edemedi.
İşte yine babasının karşısında haksız, hatalı duruma düşmüştü. Deli olmak işten
değildi!..
Selâmı Bey susmadı. Kafaları allak bullak edeceğini düşündüğü asıl bombasını
patlattı:
-Fabrikada çalışmaya başladığından beri dikkatimi çeken bir nokta daha var:
Ceketini iliklemek için düğmeleri yok Yusuf'un. Koparıp atmış herhalde...
Yavuz merakla kıpırdandı, gözlerini iri iri açtı;
-Peki sebeb ne?
-Bilmiyorum. Sormadım. Soramazdım da zâten. Ama çok merakımı çekti. Sebeb-i
hikmeti nedir, anlamak mümkün olmadı.
-Yine delice bir şey olsa gerek, dedi Râbia. Demek öyle tuhaf huyları da var.
Hiç dügmesiz <?bket olur mu? Yelken gibi açmak için herhalde.
Sinirli bir sesle gülüyordu. Ağabeyi meraklı bir tebessümle iştirak etti
kardeşine... Babaları gayet ciddî, kaşları çatıktı bu defa. Kızdığını belli
etmemeye çabaladı:
-Hayır! Yusuf hiçbir fiili sebebsiz yere işlemez. Bunda bir acaiblik olduğunu
zannetmiyorum. Delice hiç değil!..
Meraklı bakışları devam ediyordu Yavuz'un. Besbelli hoşuna gitmişti bu hâl.
Kendi serbest yaşama arzusuna, her türlü kayıtlardan âzâde olmaya çalışan ruhuna
çok tatlı gelmiş olmalıydı.
"Başkalarına benzememek çok hoş" diye düşündü. Fakat şu düğme mes'elesinin
sebebi belli değildi ki! Ya kız kardeşinin dediği gibi delice, tuhaf bir huyun
eseri ise... İçindeki sesin "hoş bir şey" olduğunu ilham etmesini bir türlü
bastırama-
102
di gene de...
Babaları başını iki yana salladı önce. Pişmanlığını göstermek İstemedi.
Oturuşunu değiştirdi, saçlarını eliyle karıştırdı. Hata etmişti. Şu çocuklara
anlatmamalıydı bunu. Öyle ya ona da tuhaf gelmişti. Mes'eleyi kendisi
çözememişti ki... Yazık ki söz bir defa çıkmıştı ağzından. Yiğenini gene de
müdafaaya devam etti:
-Muhakkak bir sebebi vardır! -Öyleyse sorsana baba!...
-Hayır soramam. Sorulur mu böyle şeyler. Belki bir gün kendisi anlatır. Hem,
büyütecek ne var ki bunda! Hür iradesiyle yapmış yapacağını. Biz sebebini belki
düşünebiliriz, ama sormaya da dedikodusunu yapmaya da hiç mi hiç hakkımız yok!
-Öyleyse hiç bahsetmemeliydin, dedi Râbia. Gerçi şu yaz günlerinde ceketli
olarak hiç gcfrmedim kendisini. Bahsetme-seydin, nasıl olsa görüp öğrenecektik.
Selâmı Bey'in pişmanlığı daha da artmıştı. İşte kızı silâhını hem Yusuf'a hem
kendisine doğrultmuştu. Neyin hıncını almayı düşünüyordu acaba? Yoksa birtakım
isteklerini kabul ettirmenin, zeminini mi hazırlıyordu? Veya Yusuf'a olan
bağlılığının pamuk ipliğine bağlı olduğunu mu isbat etmek istiyordu? Ağabeyiyle
ortak bir cephe kurmanın temellerini mi atıyordu?
Artık dayanamadı:
- Fazla ileri gidiyorsun Râbia! diye bağırdı. Mevzu nereden çıkmıştı, ikiniz de
biliyorsunuz. Yusuf'a kadar geldi sonra. Mcs'ele " rahatını terketmek,
başkaları için yaşamak ." Bir takım dünyâ zevklerinden başkalarının saadeti için
vazgeçmek . Sefalet içinde yaşayanlar varken zevk-sefâ sürmemek. Yusuf da,
gördüğüm kadarıyla böyle bir hayâtı yaşayanlardan. Belki bunu mübalağa kabul
edersiniz. O zaman hiç olmazsa yaşamaya çalışanlardan " diyeyim. O kadar...
Yavuz temkinini bozmadan söze karıştı. Sesi titrek ve sinirliydi. Babasının son
sözlerini gene iğneleyici bulmuştu :
- Hepimiz aynı zamanda başkaları için yaşıyoruz, değil mi? Her insan başkaları
için de yaşamaz mı? Cemiyette herkes
103
birbirine muhtaç değil mi? Neden öyle söylüyorsun baba?! Evlâtlarını bir hiç
yerine koyuyorsun..
¦ - Hâlâ bazı şeyleri anlayamıyorsunuz çocuklar.Yusuf hakkında hissettiklerimi
ah kelimelere sığdırabilseydi^ı! Hayır, anlıyaımyorsunuz. Ma'nâya ne kadar
kıymet verdiğinizi söyleseniz de, belli bîr noktadan sonra maddeden başka bir
şeyi göremiyorsunuz. Yazık, çok yazık!..
Râbia yerinde şöyle bir kımıldandı, yerleşti. Olmadı, ayağa kalktı. Ellerini
önce arkasında kavuşturdu. Sonra iki yanma sarkıttı. Gözleri iri iri açılmıştı.
Son kozunu oynamaya hazırlandı. Sinirli bir gülümseme vardı yüzünde. Sonra bu,
yerini şeytanî bir gülümsemeye bıraktı:
- Baba, bir şey söyleyeceğim. Ama şaşırmayacaksın..Yusuf var ya Yusuf...
- Eee...
- Geçenlerde bana evlenme teklifinde bulundu. . Baba oğul ikisi de
şaşaladılar.
-YaaL
- Evet, hem de bu evde. Ağbimi son görmeye geldiğinde.. Evlenmeyi düşünmediğimi,
tahsilimi tamamlayacağımı, sonra da yüksek lisans yapacağımı anlattım. Bu sözler
üzerine: "Alt tarafı üç yıl değil mi! Beklerim, acelem yok beninV'diye karşılık
verdi. Tabiî; çok şaşırdım bu» karşılığa..
- Ben cevab verirken çok soğuktum. Evlenmeyi, hele onunİa evlenmeyi asla
düşünmediğimi hissettirmeye çalıştım. Ne yapayım, inatla, ısrarla aynı karşılığı
verdi. Bunun üzerine sert bir dille; onu ancak ağabeyim olarak görmeye devam
edeceğimi, asla evlenemeyeceğimi söyledim. Yüzünün rengi değişti.. "
Allahaısmarladık" diyerek evden çıktı gitti.
- Peki ne zaman oldu bu?
- İki hafta kadar oluyor baba!
- Bütün bu anlattıklar m aynen oldu ha?! -Mübalağasız, noksansız aynen oldu.
Babayla oğulun ağzı açık kalmıştı. Yavuz, şaşmanın yanında bir tehlike kokusu da
almıştı. Ağabeylik damarı da kabarmıştı bir taraftan. Kardeşinin söze devamı
şübhesini te'yid etti.
104
- Belki neden daha Önce söylemediğimi soracaksmız. Benden evet cevabı
alamayınca, bele ortada bir umut ışığı da göremeyince, beni istemeye yüzü
¦olmayacağını biliyordum. Bu bende bir sır olarak kalmalıydı. Dallandırıp
budaklandırmanın bir âlemi yoktu. Sonra, eğer istemekte jsrarü ise, bir büyüğünü
araya koyarak zâten istetir diye düşündüm. Gerçi cevabım aynı olacaktı ya..
Selam i Bey kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek böyle bir şey karşısında o kadar
afallamısri ki zihnî melekelerinin bir anda durduğunu hissetti. Hiçbir şey
düşünemiyor, yorum yapamıyordu. Onun için yersiz bir sevince kapıldı bir an.. "
Neden kızı vaziyeti anlatmamıştı da bir anda'kendi kararını kendisi vermişti.
Budala çocuk, nasıl bir fırsatî kaçırdığının farkında mıydı?.."
"Yusuf da demek ki ince düşünmüş, ailenin gevşek bağlarını hesaba katmıştı.
Râbİa'nm tasdikini almadan babasından kızını istemenin, o şartlarda abes
olacağını düşünmüş olmalıydı."
Babası bunlara dalmışken, Râbia asıl bombasını patlattı;
- Bir genç kız düşünün... Hayâlleri, emelleri, hayattan bekledikleri var.
Üniversite tahsili yapıyor. İlerisi için büyük plânları var. Karşısına birisi
çıkıyor: Herşeyden vazgeçmesini imâ yollu telkin ediyor defalarca.., Gün
geliyor, üstüne üstlük bir de evlenme teklif ediyor. Yâni demek istiyor ki," gel
benimle evlen, eve kapatayım seni. Bir de tepeden tırnağa örtünürsün, dört duvar
arasında bir ömrü tatlı tatlı geçirirsin. " Oh ne âiâ memleket...
- Haa daha beteri de var : Ömrü sefaletle; hadi sefalet demeyelim, kıt kanaat
geçmiş bu genç, kızın babasının malına da göz dikiyor. Çalışmadan büyük bir
servete konmanın hayâllerini kuruyor ne güzel!.
- Her şeyi bu kadar basit değerlendiriyorsun ha! Hadi ilk sebebin senin kuş
beynine göre mantıklı diyelim, İkincisi apaçık bir iftiradan Öteye hiç kıymet
taşımıyor. Yazık, yazıklar olsun sana! Yazıklar olsun ikinize dei.
- Ama baba, dedi Yavuz süklüm püklüm.
Ortaklık yeni düzelmişken, her şey alt üst olmuştu. Alt-
• 105
tan alması kâr etmedi Yavuz'un.
-Fesat kazanı sîzin kalbleriniz.Yeter, şeytan görsün yüzünüzü! Defolun
odalarınıza!.
Bütün bu şimşekli havaya rağmen Râbia sakin ^e pişkindi:
- Sen gene de düşün baba. Belki söylediklerimin hepsi doğrudur.
Kalktı ağabeyine baktı. Sert hareketlerle salondan çıktı. Onu, yıkılacak gibi
yürüyen Yavuz takib etti.
Selâmi bey ise oturduğu koltuğa çakılıp kalmıştı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu.
Yüzünü ateş basmış, şakakları zonklu-yordu. Beyninde âdeta davullar çalıyordu.
Karın nahiyesinde bir sıkıntı vardı.
Derin derin nefes almaya çalıştı. Fakat boğazını birileri sıkıyordu sanki.
Oturduğu yerden kalktı. îşte, midesine bir ağrı yayılmıştı. Sinir hemen
neticesini vermişti. O kadar perhizle, ilâçla tedaviye çalıştığı ülser ağrısı
anında ortaya çıkmıştı. Tekrar oturdu.
" Biraz oturayım " diye mırıldandı. " Öldürecek şu çocuklar beni. Hele Râbia ne
kadar pervasız, ne kadar küstah konuşuyor. Ah Selâmi, kalkıp da şu zamane
gençlerine bir şeyler anlatmaya çabalıyorsun! Sende de hiç kafa yok ki!.."
Bir taraftan da içine kurt düşr»üştü. " Yusuf, neden böyle bir teklifte bulundu"
diye düşünmeye başladı. Olmadı; işin içinden çıkamadı.
" Bu sinirle zamanı değil. Yarın zinde kafayla daha sağlıklı düşünürüm."
Kalktı, ecza dolabının olduğu yere yürüdü. Dolabı açtı, biraz göz gezdirdikten
sonra bir kutuyu aldı. Çıkardığı iki tableti ağzına attı. Odasına yürüdü.
Hemen hazırlanıp yattı. Geç vakitlere kadar ağrıdan uyuyamadı. Yatağında sağa
sola dönüp durdu.
106
IX
Yusuf gündüzden anlaştıkları gibi o günün akşamında amcasının evine gitmiş,
başbaşa uzun uzun görüşmüştü. Amcası anlattıklarını ağzı açık dinlemiş, zaman
zaman hayretini gizliyememişti. Hayâtında ilk defa duyuyordu yiğenin-den
dinlediklerini. Zaman zaman yiğeninin konuşmasını kesip,1' hayret, böylesi de
mümkün mü?" diye sormadan edememişti. Yusuf, Türkiye'de bir iki numunenin de
varlığından bahsetmişti. Birkaç saatlik hararetli bir sohbetten sonra Selâmi Bey
her hususta ikna olmuştu. Öyleyse tereddüde mahal yoktu. Yalnız bunda, yiğenine
olan sağlam itimadının mühim yeri vardı.
Öyle ya; elli yaşını geçip de bütün görüşleri kalıplaşmış bir insanın ilk defa
duyduğu şeylerle hayâtının düzenini değiştirmeye kalkması hiç de kolay değildi.
Eski düzen, şartları günbegün kotüleştirse de, işler kör-topal gitse de; yeni
düzen her şeyi çok daha beter yapabilirdi. Doğrusu bu iş cesaret işiydi.
Yusuf'un iki teklifi vardı: Birincisi, isteyen bütün işçileri fabrikaya ortak
etmek.. Günün bozuk iktisadî şartlarında en makûl, en sağlam ortaklık modelini
bulmak suretiyle tabiî... İkincisi, halka açık bir şirket kurarak, toplanacak
sermâye ile bir dişli- motor fabrikası kurmak ...Seneler sonrasında sermâye
büyüdüğünde de otomotiv sanayiine yönelmek...
Önlerine çıkan mes'elelerde izahat verirken Yusuf hep "neden olmasın!" sözlerini
kullanıyordu. Bu da ardarda gelen bir telkin gibi Selâmi Bey'e rahatlık veriyor,
birtakım korkularını ortadan kaldırıyordu.
O akşam alınan kararlardan sonra Yusuf amcasının fabrikasında " Sosyal Hizmetler
Müdürü " olarak vazife yapmaya
107
karar verdi.
İşine aniden son verilen eski müdür böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. O âna
kndar, " Selâmi Bey'in eli mahkûm" diye düşünmüştü. Büyük bir şoktu yaşadığı.
Hele çömez İtrisinin iş başına gelmesi...
Selâmi Bey'e hemen, işine son verilme sebebini sormuş, kestirmeden " sen daha
iyi bilirsin" cevâbını almıştı. Bu cevab daha fazîa konuşmasına fırsat ve imkân
bırakmamıştı. Kinle dolu. bir insanın yüzü, bakışları nasıl bir,
hâl.alırsa,öylece hışımla, Önce Yusuf'a sonra amcasına bakmış; "bunu hiç,:unut-
mayacağım" demişti. Selâmi Bey yaptığı iyilikieri bir b.ir.sıra-İamayı aklına
bile getirmemişti.Gayet;sâkm^tane tane şif.spz-lerle defteri kapatmıştı.:."
Çıkabilirsin................^...^.Bey,','.,t-,
Yusuf ilk günden,itibaren faaliyetlerine hemen başladı. İlk gün işçilerle,
memurlarla, diğer müdürlerle tanıştı. Ertesi gün, hepsiyle bîr toplantı yaptı,,
Herkesi, ikna edecek, tereddütleri ortadan kaldıracak üzün bir konuşma yaptı.,
Ortaya k.oy-duğu misâller, deliller, birçok kimsenin gözlerini faltaşı gibi
açtı.
Konuşmasının sonunu şöyie getirdi : ,
- Kıymetli işçi kardeşlerim! Hepinize, bu fabrikaya orlak olmanız
tavsiyesinde/bulunuyorum. Hattâ.hararetle istiyorum bunu!-Böylelikle, kendinizi
İşçi psikolojisinden kurtaracak, .çalıştığınız yerin sahihi .olmanın psikolojik
rahatlığına kavuşacaksınız.
. .
- Bu müesseseye böyle bir. sistemi getirmek istememizin gayesi; sizleri
haysiyetinize yakışır yere oturtmak, sizleri kö!e olarak değil, insan olarak
görmek, bu sistemin tatbikiyle sizlere işten atılma korkusu yaşatmamak.
Neticede; iş sizin.olduğu için ona sâhib çıkacak ve elinizden gelen gayreti
göstereceksiniz. .
. .,.
- Hepinizin bu ortaklığa ciddiyetle sarılacağına inanıyorum. Hele bir
başlayalım, bakın Allah'ın inâyetiyle. neler olacak! İstihsal artacak,
ücretleriniz en az üç kat yükselecek.Bunlara ilâveten, yaptığınız istihsal
fazlası için,prim alacaksınız. Her sene sonund,a:,,da, sermâyeniz nisbetinde
kâr payı alacaksınız.
108
- Bunların hepsinden daha mühim birşey ('a*1 :-' ğunuız bu sistemle Konya'ya
sonra da yakın vilâyetlere Veb&-türi Türkiye'ye nümûne-i imtisal teşkil
edeceğiz. Topyekûn bîr* milletin refah seviyesini artırmada, iktisadî
hayarımjzakatkıdEP çekirdek rolünü üstleneceğiz. Belki ümitlerimizin'Ötesinde
ma'kes bulacak yaptıklarımız. Modelimi^ müslüman ve sâi memleketlerde taklid
edilecek. Birkaç asırdır dünyânın na belâ olan kapitalist sistem ya kendisini"
ıslah edecek yayılan bu güç karşısında eriyecek, yok ölacak!:
- Sırtımıza kene gibi yapışan sendikaların tasallutundan da ilk etapta
kurtulacağınızı müjdelerim size. Zira sendikalar bÖ3'le bir sistemin,
Kapitalizm'in vazgeçilmez icablarındandir.
- Bu konuşmayı, aslında sabık işvereniniz Selâmi Bey'in yapiiıâsı icab ederdi:
Onun ısrarı karşısında,'sizinle bu toplantıda ben muhatab oldum. Huzurlarınızda,
bu sistemin oturtulması için birçok şeyden feragat eden amcama -'minnet;Ve
şükranlarımı'arz ederim. 'Allah ondan ebeden razı olsun! !r'
Salon alkıştan yıkılacak gibiydi- Alkışlamayan bıVkaç kişi vardı sâdece.
Yusuf'un mahcub olmasına yetti bunca alkış. Ezildi^ büzüldü/kızardı,; birkaç1
söz daha sarfedip konuşmasına son verdi.
Bunlar ölürken, gözler Selâmi Bey'i arıyordu habire.. Sarılmak, öpmek, elini
öpmek içindi bu arayışlar... Fakat o, sanki sezmiş gibi bir anda ortadan
kayboluverrnişti.
¦ ('i(' ' •• •
¦¦¦:' - ' ¦ ¦¦
TakiB 'e^den günlerde, mahallî basına kurulacak şirketin ilânını veren Selâmi
Bey, yakından tanıdığı İŞ çevresinden arkadaşlarıyla da temasa geçti. Ârü
durumda bekleyen veya gayrînieşru yatırımlara giden paraların randımanlı ve
faydalı mecralara akacağı hususunda görüşmelerde bulundu. Sonraki günlerde
İstanbul gazetelerine de ilân verdi.
Verilen cevabîar daha ziyâde menfi mâhiyetteydi. Hattâ bir ara derin bir
karamsarlığa kapıldı. Nasıl kapılmasın ki; telefonla/ faksla kendisine gelen
cevabîarın çoğunda ters türs, akıl1 veren; bugünkü sistemde böyle bir teşebbüsün
hüsranla1 netice bulacağını anlatan mesajlar vardı. Hattâ bazıları alay
109
ifadeleriyle doluydu. Sermâyeyi, patronluğu işçilere kaptırdığından, daha
nelerden bahsedilmiyor ki!.. Durumu hemen Yusuf'a anlattı. Yiğeni tecrübeli biri
gibi dinledi. Hiç de tuhaf gelmemişti duydukları. Cevâbı amcasına bir soruyla
verdi:
- Anne karnındaki bir yavruya desek ki" pis kanjfl beslendiğin bu karanlık,
daracık dünyânın dışında çok geniş, aydınlık, her türlü nimetin bulunduğu bir
dünyâ var. Hadi gel, seni çıkarıp oraya götürelim." İnanır mı buna?
Cevab vermeye gerek duymadan güldü Selâmİ Bey. Yiğeni devam etti:
- Bu insanların da, yaşadıkları çirkef ortamının dışında bir ortam bulunacağına
ihtimal vermemelerini yadırgamamak lâzım öyleyse.
Mes'ele hallolmuştu. Müsbet gelen tek tuk cevabları de-ğerlerdirmek, sabırla
beklemek lâzımdı. Öyle ya, hiç de kolay değildi böylesi inkılâblar!.
Amca- yiğen sonraki günlerde defalarca fikir teatisinde-bulundular. Neticede şu
iki kararı aldılar :
Birincisi; sermâye iştirak limitini epeyce indirdiler. Kü-Çük çapta nakdi
olanlara da ortaklık imkânı vermeyi kararlaştırdılar.
Ortaklık altın ile olacaktı. En küçük hisse on Cumhuriyet altım olacaktı.
İkincisi; Selâmi Bey'in yakın»ve uzak çevresinden iş adamlarını, esnafları davet
ederek bir konferans tertiplediler.
Yusuf mevcut dünyâ sisteminde ekonomik gücü elinde bulunduranlarla rekabetin
ancak güçlerin birleştirilmesiyle, yâni çok ortaklı dev şirketlerle mümkün
olacağını üstüne basa basa anlattı. Yalnız bu yola samimi olanların, mevcut
sistemden hakikaten ızdırab çekenlerin çıkmasını, zira işin çok ciddî olduğunu
söyledi. Bir saat kadar süren konferansında çarpıcı bir sürü misal gösterdi,
istatİstikî rakamları sayıp döktü.
Geriye beklemek kalıyordu. Yapacakları her şeyi yapmışlardı.
Netîce iç açıcıydı. Mutmain olan Konyalı sermâye sâhibleri, diğer şehirlerin
mustaribleri üç hafta zarfında ortak olmak üzere müracaat etmişler, ortak sayısı
iki bine ulaşmıştı.
110
Beş yüz milyar liraya tekabül eden altınla işe başladılar. Fabrika olmaya müsait
bir binayı kiraladılar.
Halı fabrikasına sermâye katkısı daha da iyiydi. En küçük hisse iştiraki beş
Cumhuriyet altını olarak kararlaştırılmıştı. Altı yüz kişiyi aşan işçilerin
hemen hepsi az veya çok hissedar oldular.
Bütün bunlara rağmen daha ilk günlerden itibaren hüsran bekleyişi içinde olanlar
da az değildi.
Onlar da kendilerine göre haklı idiler. Meydanda henüz bir eser yoktu. Ortaya
çıkacak eserleri gördükçe, yapılmak istenenlerin boş hayâller olmadığını
göreceklerdi. Bilhassa işçilerin fabrikaya ortaklığını tenkid curcunası
yaşıyordu. Lâkin samimî olup da parası olmadığı için iştirak edemeyen az
sayıdaki işçi, icraatı takdirle karşılıyor, tebrikler yağdırıyorlardı. Devamlı,
" Allah utandırmasın " diyorlardı.
Böylece her iki hayırlı işe, ağır- aksak değil sür'atle başlanmış oldu.
Yusuf , konuştuğu şartlar icabı; amcasından işçileri irfâmyîa her dem
aydınlatacak kişiyi de getirtmesini istedi. Böyle bir insanın gelmesi herkes
için pek lüzumluydu.
Birçok fazileti üzerinde toplamış, temiz ahlâk sahibi, dünyâ âhirefmuvazenesini
mantıkla kurmuş, zühd, takva, verâ sahibi, hâllerinde muhlis birisi olmalıydı
bu.
Yusuf üniversite yıllarında böyle birisiyle tanışmış, Konya'ya geldiğinden beri
de bu mümtaz insanı unutamamış-tı.
İstanbul'da görüşürler- ayrılırlar, biraz sonra hasretini çekmeye başlardı. Bu
hâle kendisi de hayret ederdi. " Nasıl oluyor da bu insanın cazibesi beni hep
çekiyor, onun yanın-dayken tarif edilmez bir huzur âlemine giriyorum? Kendimi
onun yanında emniyette hissediyorum. Hiçbir kötü kuvvet, hiçbir muzır insan bana
zarar veremez hissini yaşıyorum."
Konya'ya geldiğinden beri hasret çektiği bu mübarek insanı getirtmeliydi. Evet
getirtmeliydi...
Amcasının ilk iş teklifinden beri düşünmüştü bunu. Ge-lîp fabrikada çalışması ne
kadar iyi olurdu.
Yiğeninin bu fikrini dinleyen Selâmi Bey hiç düşünme-
111
deıı müsbet cevab verdi. Yalnız, şunu sormadan da edemedi:
- Acaba kendisi kabul edecek mi? Kabul edip gelse bile yeni bir memleket, yeni
bir mekân rahatını, kaçırmaz mı?
- Ona mes'eleyi izah edersem, hizmet için dünyânın öteki ucuna bile gider. Ama
gene de emin değilim. Orada belkilbı-rakmak istemediği, belki bıraktırılmayan
vazifeleri vardır. Konuşmam lâzım...
Ertesi gün İstanbul'la bir telefon görüşmesi yaptı. Yirmi dakikayı bulan, bir
konuşmaydı bu. Karşısındaki, pek yakında geleceğini haber veriyordu.
öyleyse, Yusuf'a bir ev ayarlamak düşüyordu. Bunu da amcasına anlattı. Selâmİ
Bey gözleri parlayarak :
- Kolay, dedi. Sen orasını düşünme. Ona güzel bir ev bulmak boynuma borç olsun!
Devam etti :
- Allah hepimize hayırlı eylesin. Kendisiyle birkaç defa görüştüm. Doğru dürüst
konuşmuşluğumuz bile yok. Lâkin o kadarı bile sevmeme yetti. Muhterem bir
İnsan...
Aradan iki hafta geçmişti ki bekledikleri şahıs geldi. Gelen, Yusuf'un
İstanbul'dan dönmeden evvel uğrayıp sohbet ettiği, pek sevdiği Nûreddin Amca
idi..
112
Yusuf, günler kısalmasına, havalar serinlemesine rağmen, o günkü sabah idmanını
yapmayı ihmal etmemişti. Di-şarda insanı üşütecek bir Eylül sabahı vardı. Hava
gündüzleri nisbeten ısınsa da; gece-gündüz arasındaki sıcaklık farkı bozkırda
fazladır. Sabahın ilk saatleri serindir. Hele Eylül ayının sonlarıysa...
Sabah namazından sonra yatmazdı Yusuf. Üniversiteye başladığı sene kurs gördüğü
karateye mümkün olduğunca her sabah çalışırdı. " Her sabah yarım saat idman
yapmasam paslanırım " derdi.
O gün de idmanını yaptı. Evlerinin bahçe duvarı yüksekti. Sokaktan ve hepsi tek
katlı komşu evlerinden bahçe görülmüyordu. Bu da müsait havalarda bahçede idman
yapmasını mümkün kılıyordu.
İdmanını bitirdikten sonra içeriye geçti. Annesi mutfakta kahvaltı hazırlamakla
meşguldü. Mutfağa gitti, annesine selâm verdi.
- Ve aleyküm selâm yavrum. Sabah-ı şeriflerin hayrol-sun..
- Senin de anne...
- Bitirdin mi işini? -Bitti bitti..
- Ne anlarsın evlâdım şundan bilmem ki! Kendini yormaktan başka...
- Yoo öyle deme anne, derken boynuna sarıldı annesinin. Sonra oturdu bir
sandalyeye.
- Gene kavga etmeyelim anacığım..Kaç defa izah ettim,
113
biliyorsun. Bu bir heves değil, merak değil. Senelerdir çalışıyorum karateye.
- Yaa, dedi annesi burun kıvırarak. İsmi bile bir acaib. Rahmetli baban gibi
güreşle uğrassan hadi neyse!
- Ah anacığım, dedi gülerek. Sanki bilmezmiş gibi inat ediyorsun. Damarıma
damarıma basıyorsun.Hem daha Önce de söylemedim mi, güreşte zaman zaman karsıma
birisi lâzım diye... Ama karate öyle değil. Birkaç âlet-cdevatla, tek başıma
idare ediyorum.
- Bilirim yavrum. Kimseye zararın dokunmaz. Karıncayı bile incitmezsin sen. Ama
gene de daha yumuşak bir şeylerle...
- Neyse, boşver anne. Kahvaltı hazır mı?
- Hemen hemen hazır. İçerde mi, burada mı yersin? -Burada yeriz. Topu topu
ikimiz değil miyiz zâten!..
- Kardeşin ne yaptı kimbilir? Mektebine kaydını yaptırmıştır herhalde.
- Yarın dönmesi lâzım anne. Hayırlı olur inşaallah..
İsa, o sene girdiği üniversite imtihanlarında İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi'ni kazanmıştı. Aynı okula kayıt yaptıracak iki arkadaşıyla birlikte
İstanbul'a gitmişti. Kayıt işleri biter bitmez döneceklerdi.
Annesi derin bir iç geçirdi. Ağzından soluk gibi sessiz bir mırıltı çıktı :
#
- Hayırlısı... Allah hayırlısını versin.
- Neden öyle kahırlısın anne?
- Hayır evlâdım. Kahır benim neyime. Hâşâ Allah'a isyan mı edeceğim! Böyie bir
şey aklıma bile gelmez. Nasıl düşünürüm kahırlanmayı!.
- Peki neye üzülüyorsun? Birdenbire değiştin.
- Boşver yavrum. Hiçbir şeye üzülmüyorum. Neyim noksan ki? Çok şükür aç
değiliz, açıkta değiliz.Kendi hesabıma konuşursam; câhilim ama, çok şükür
yapabildiğim kadar kulluğumu yapmaya çalışıyorum. Sonra; arslanlar gibi,
tertemiz, hayırlı iki evlâdım var. Daha ne isteyeyim ki?
- Hayır anne hayır! Söylediğin öyle bir işledi ki ciğerime. Hiç alışık değilim
böylesine. Hadi söyle evlâdına. Yoksa ben miyim seni üzen?
114
Nesİbe Hanım, her ana gibi yavrusunu üzmek istemezdi. Hele çilekeş Anadolu
analarına mahsus haliyle , en ufak derdini belli etmek istemezdi. Lâkin, kahır
yollu söz ağzından çıkmıştı bir kere. Oğlunun olgunluğuna güvenerek konuştu :
- Hiç... Biliyorum, bugünün hayat şartlan böyle. Gelgele-lim ana kalbi, ne
yapayım! Senelerce sen gurbet ellerde okudun. Senin hasretinle yaşadım. Şimdi
sıra İsa'da. Eğer ömrüm vefa ederse, bir o kadar da onun hasretini çekeceğim.
-Yanında ben varım ya anne! Neleri dert ediyorsun! Herkesin çocukları okuyor
gurbet ellerde. Hani yalnız sen olsan...
Nesibe Hanım'in gözleri dolu doluydu. Oturduğu sandalyede, yüzünü saklamak için
basını önüne eğdi. Suçlu çocuklar gibi, dizlerinde birleştirdiği ellerini
ovuşturuyordu.
- Bilmem, galiba sinirlerim bozuk son günlerde. Yaşlandım artık oğlum. Ne
yapayım, dayanmak zor geliyor!
- Yoksa onun için mi yaptığım idmanın najma-rmhına vuruyordun?
- Belki ...Evet evet sinirlerim bozuk. Sen yanımdasm ama ne zamana kadar? Hizmet
için, bir gün dünyânın bir ucuna gitmeyeceğin ne malûm!?
- Susuyorsun, cevab vermiyorsun. Demek, gitmeyeceğinden emin değilsin.
Yalanlarla avutmak istemiyordun beni. Hoş, asla gitmeyeceğim desen de, içimden
bir ses tersini .söylüyor bana.
-Ama anne!...
Yusuf'un devam etmesine fırsat vermedi : - Bak yavrum!Sen de biliyorsun. Ama
şöyle böyio... Ben bir şehid torunuyum. Babanım babası Balkan Harbi'nde, şehid
düşmüş. Babam ise Birinci Cihan Harbi'nde, Filistin Cephe-si'nde İngilizlerin
elinde bir sene esir kalmış. Harb bitip de geri döndüğünde, annem zor tanımış
babamı. Esaretteyken çok zulüm görmüş, zatürreye yakalanmış. Birçok
arkadaşının öiü-müne şâhid olmuş.
Biraz durdu, nefestendi. Oğlunun gözlerinin içine bakarak devam etti:
- Sağlam bünyesiyle, hastalığa karşı çok mücâdele ver-115
miş.îzi de kalmış lâkin.. En ufak bir çalışmada, yol yürümede vücudunu ter
basardı. Sigara içmediği hâlde her zaman kuru kuru öksürürdü.
-Sonra malûm, Balkanlardan Türkiye'ye geliyorlar. Hani şu mübadele mes'elesi...
- Ben doğduğumda babam kırk beş yaşında imiş. Daha devam edecekti. Birden
sustu...
- Sonra anne?
- Fazlasına hacet yok oğlum. Ömrüm fakr içinde, acılarla, ayrılıklarla geçti. En
son da rahmetli babanı şehid verdim. Babamı hatırlamazsın; annemin kaç yaşında
öldüğünü sen de biliyorsun.
-Birçok Anadolu kadını, Anadolu insanı gibi sen de çilekeşsin anne! Rahmetli
babamın hikâyesinin de seninkinden altta kalır yanı yok. Babamın dedesi de 93
Harbi'nden sonra İstanbul'a, sonra Konya'ya geliyor. Sonra dedemin çektiği
sefaletler...
- Neticede; bütün müslümanların hâmisi muhteşem Osmanlı'nın yıkılışına şâhid
olmuş dedelerim. Sonra da asırlardır vatan tuttukları toprakları bırakıp
gelmişler. Size de neticeleri, maddî-mânevî çöküntüyü yaşamak düşmüş. Hattâ bize
de... Selanik'te beş bin dönüm tarlayı bırakıp Anadolu'ya aç-sefîl gelmişler!..
4
-Yaa anne! Milyonlarca müslüman zilletin zilletini yaşamışlar. Hâlâ bütün
dünyâda yaşamaya devam ediyorlar. Zillete de çileye de öylesine alışmışlar ki!
- Sen de ö çilekeşlerden sâdece birisisin anne. Eminim ki sen de o güçlü analar
içinde güçlülerden birisin. Daha beterlerine duçar olsan da, Allah'ın inâyetiyle
altından kalkacaksın.
- Bizden öncekiler, binlerce senedir neler çekmiş. Bizim çektiğimiz ne ki! Değil
mi anne.?
- Gelelim İsa'ya.. İlim zahmetsiz olmaz. Zahmetsiz olursa kıymeti bilinmez.
Bizden evvelkilerin çektiği tahsil imkânsızlıkları kat kat fazla idi. İsa'nın
şartları ise çok daha iyi. Bunu bilesin anne!
116
-Aaa lâfa daldık, çayı unuttuk. Soğumuştur kimbilir. Dur şunun altını yakayım da
ısınsın bari.
Ocağı yaktı. Döndü, oğlunun yüzüne sımsıcak bir nazarla baktı:
- Allah razı olsun yavrum! Ne güzel teselli veriyorsun! Dayanacağım inşaallah
İsa'nın hasretine. Allah için, din için, millet için, ümmet için!..
Yusuf, gözlen buğulu, annesine duyurmadan mırıldandı:
"İşte Fâtihleri büyüten analar!.."
Kahvaltı bittikten sonra Yusuf ayağa kalktı. Annesine döndü :
- Banyoya girip bir gusül abdesti alayım. Cum'a namazından sonra da dayıma
giderim. Biliyorsun, geldiğim ilk günlerde gitmiştim. Yengemin bir sürü misafiri
vardı. İkincisinde de beraber gitmiştik, hastaydı hani. Son günlerde işlerin
çokluğundan fırsat bulup gidemedim. Şöyle oturup adamakıllı bir sohbet ederiz
dayımla. Nasıl olsa bu gün tatil..
- Ne iyi oldu yavrum Cum'a gününün tatil olması!
- Sâdece bana değil, memurlara da tatil. İşçiler zâten vardiyalı. Sağolşun amcam
kırmadı, kabul etti.
Birden aklına gelmiş gibi Nesibe Hanım:
- Sen ne yapacağını iyi bilirsin ama gene de benden tavsiye... Aman dikkatli ol!
Dayını sinirlendirecek bir şey yapma sakın, dedi.
- Sen merak etme.. Hem durup dururken neden kızıp kö-pürsün ki?
- Ağbimi tanımaz mıyım ben! Ah yavrum, ne zaman ne yapacağı belli olmaz.Eskiden
böyle değildi. Hele son zamanlarda öyle asabı oldu ki!
-İyi bir insan. Kalbinde kötülük yok.. Fakat son senelerde iyice değişti. Evine
kapanıp, günlerce kimseyle görüşmüyor. Zaruri ihtiyaçları için, alışveriş için,
bir de Cum'a namazları için dışarı çıkıyor. Bir karı bir koca, evde ömür
törpülüyorlar. Senelerdir tuhaf itiyadları var. Son zamanlarda daha bir
tuhaflaştı.
- Ben de çocukluğumdan beri farkediyorurn bir şeyler. 117
Lâkin gözle görülür pek bir sivri huyuna rastlamadım. Gerçi kendisiyle pek bir
yakın münâsebetim olmadı ya...Meselâ ne gibi huyları var?
- Ne diyeyim oğlum. Hangi birini söyleyeyim ki.gHem benim bildiklerim,
çoğumuzun bildikleri...
- Geçenlerde ziyaretine gittiğimizde yengem dert yanmıştı gene. Gerçi
kızkardeşi olmam da kadının açık konuşmasına mâni oluyordu. Ne yapsın
kadıncağız! Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık. Kendi dertleriyle yanıp
kavruluyor. Kimseye de bir şey anlatamıyor. Yazık! Ağabeyime mi yanayını, yoksa
zavallı kadıncağıza mı?..
- Korkuyorum ağabeyim için! İyice hasta olacak diye!Ya içine kapanıklık, her
şeye boşvermişlik veya olmadık yerde öfke ... Sonra biliyor musun, yengem şunu
da söyledi: " Hiç kimseyi beğenmiyor, kimselere güvenmiyor, başkalarını az-çok
takdir ettiğini sükûtundan anlarsınız."
-Yâni dünyâya, hayâta, insanlara, her şeye ümitsiz göz-İLTİtv kapkara
gözlüklerle bakıyor, Öyle mi?
- Hah, tanı dediğin gibi! Sen de hatırlarsın; geçmişte dayının başına gelenleri.
Kader işte!.. Bize neler hazırlamıştır, bilemeyiz ki! Allah korusun, herkesin
başına gelebilir!.
- Kolay değil anne. O zaman küçük bir çocuktum. Babam hayattaydı. Hapse girip
çıktığım ha^âl- mey âl hatırlıyorum, o kadar ... Hattâ yengem, arada bir
gündüzleri gelir, dertli dertii sızianırdı. Bazen ağladığını da hatırlarım. O
ağlamaya başla-yıca, korkudan mıdır nedir, ben de başlardım ağlamaya...
- Yaa yavrum, bak nasıl da unutmamışsın. Ben de telâşlanır, seni hemen başka
odaya götürürdüm.
- Rahmetli babana sormuştum birkaç defa. " Ne de olsa askerdir, haber alır"
diye düşünürdüm. " Siyasî suçlu diye mahkûm oldu" diye cevab verdi her
defasında.. Ben câhil biriyim yavrum.. Ne diyeyim, fazla üstelemez, " Allah
kurtarsın" derdim. Bir yandan da akıbeti için endîşe ederdim.
- Birkaç defa yengeme soracak oldum,. " bilmiyorum" diye cevab verdi. Bir gün
kafama koydum öğrenmeyi. Ne olursa olsun öğrenecektim. Sıkıştırınca ağlamaya
başladı. Çok içli, bir o kadar da sabırlıdır kadıncağız. " Söyleyemem" dedi."
Ne-
118
den " diye üsteledim. " Efendi bana yemin ettirdi " dedi. " Kimseye bir şey
söylemeyeceğime dâir...
- Babam da bir şey anlatmadı, öylemi?
- Hayır anlatmadı. Söyledim ya, "Jsiyasî suçlu' deyip geciktirirdi. Neydi suçu
bilmiyorum.
- Hayırlısı inşaaİlah.. Bundan sonra kendisiyle daha sık görüşmeye çalışırım.
Bir şeyler öğrenirsem, inşaaİlah faydam da dokunur.
- İnşaaİlah yavrum. Gene de sen; dikkatli, sakin oi, Olmaz mı?..
Kalktı, banyoya yürüdü. Cum'a günü ve namazı için gu-sül abdesti aldı.
Banyodan çıktıktan sonra biraz uzandı. Sonra kaikü,ça-lışma masasına oturdu. Bir
saat kadar kitab okudu. Kalktı, dışarı çıkmak üzere hazırlandı.
Az sonra dışarda, dolmuş durağındaydı. Çarşıya vardığında namaz vaktine bir
saatten fazla vardı. Birkaç esnafa uğradı, hâl-hatır sordu. Oyalanmadı, " vaaz
da dinlerim" diyerek büyük camilerden birine yollandı. Gide gide kendisini
Aziziye Câmii'nin Önünde buldu.
Caminin geniş, yüksek kapısından içeriye girdiğinde, bambaşka bir âleme
geçtiğini zannetti. " Ne olurdu, camilerimiz sokaklarımıza, sokaklarımız da
camilerimize benzese" diye iç geçirdi. Cevab babından " İnşaaİlah o da olacak"
dedi kendi kendine.
Yürüdü, caminin ortalarında bir yere oturdu. İlk saflarda oturmak âdeti değildi.
Vaaz henüz başlamış, gelenler kırk- elli kişiyi ancak bulmuştu.
Cami doldukça Yusuf daha bir sevinçle doldu. Cemaatin <;oğu gençti.
Her şey bitip camiden çıkarken, kuş kadar hafiflediğini, içinin ferahlık içinde
olduğunu hissetti.
Sel hâlinde kapılara yönelen cemaate baktı baktı... " Kardeşlerim, sizi çok
seviyorum" dedi kendi kendine. Evet, müs-lümanian, insanları çok seviyordu.
Te'sirinden kurtulamadığı bu hâlet-i ruhiye içinde dayı-
119
sının evine yürüdü. On beş dakika sonra evin bulunduğu sokağa gelmişti.
Birkaç dakika sonra eve vardı. Zile dokundu. Az sonra merdivenlerden bir ayak
sesi duyuldu. Sürgüsü çekilen kapı aralandı. Açan dayısıydı.
*
-Selâmün aleyküm dayı.
- Ve aleyküm selâm yavrum. Gel, buyur...
Dayısı önde, yiğeni arkada taşlıkta yürüdüler, merdivenlere ulaştılar. Arka
arkaya çıktılar. Sofadan geçip, misafirin pek az geldiği bu evde, misafir
odasına girdiler.
Odanın iki kenarına dirsek yaparak yerleştirilmiş sedirlere karşılıklı
oturdular. Yusuf hemen kalktı, elini öpmek üzere dayısına iki adım attı. Ahmed
Bey direndi, tokalaşmakla yetindi. Oturmadan dışarı çıktı, oyalanmadan hemen
geldi.
Az sonra yengesi Âdile Hanım kapıda göründü.
" Hoşgeldin" deyip hâl hatır soran yengesine mukabele etti.Âdile Hanım
beklemedi, hemen ayrıldı.
Odada yalnız ikisi kalınca, Yusuf dayısının yüzüne, vücûduna dikkatle baktı. Göz
çukurları içine göçmüş, göz kapaklarında yorgunluk eseri bir şişkinlik ve morluk
vardı. Vücudu görmeyeliden beri biraz zayıflamış, sırtı hafifça karribur-laşrmş
gibi geldi.
Nihayet dayısı sessizliği bozdu :
- Eee Yusuf haftalardır gelmedın?. Sesinde hiciv, sitem ma'nâsı yoktu.
-Biliyorsun dayı, amcamın fabrikasında çalışıyorum. Bazı düzen değişiklikleri de
yaptık. Sâdece sana değil... Kimselere gidemedim dayı. Kusuruma bakma! Gönül çok
şeyler istiyor ama...
-Yoo evlâdım, ne kusuru! Yiğenim hayata atılmış. Ekmek parası kazanmaya
başlamış. Bugünlerde işleri fazla diye kusur, aranır mı hiç !
Yusuf'un içi serinlemişti. Gelir gelmez dayısını öfkelendirmekten korkmuştu.
Halbuki dayısı, herşeyi olgunlukla karşılamıştı.
- İki defa ancak gelebildim. İkincisinde malûm, annemle beraberdik. Ha sahi,
hastalığın nasıl oldu dayı?
120
- Benim için gayet tabiî bunlar oğlum.. Alıştım artık. Zaman zaman olurum böyle
işte! Üç-beş gün sürer, tekrar düzelirim. Benim de hayâtım böyle.. Aslında
hastalık bile sayılmaz. Kör-topal idare ediyorum bakalım.
Yusuf bir an ne söyleyeceğini şaşırdı. Öyle ya, bir tek söz aksi te'sir
yapabilirdi. Çok dikkatli konuşmak, her ne olursa olsun alttan almak en
iyisiydi. Her vakit mütevazı olmasına rağmen gene de hatalı konuşmaktan ödü
kopuyordu.
"Şu üç günlük hayatta dünyâlara sığmamak ne bayağılık!..
Karşısındaki dayısı, bir büyüğü, hepsinin ötesinde ehl-i iman birisi. İsterse
hakarette bulunsun, hiç mühim değil-di.Onun asabiyetine verir, geçer giderdi.
" Ortak noktalarımızı bulsaydık, daha rahat anlaşırdık" diye düşündü. Ardı
arkası kesilmeyen bu tereddütler, korkular yakasını bırakmayacaktı belki.
Dayısının konuşması kesti bu düşünce akışını :
- Yusuf, sana bir mektub vardı.
Önce irkildi Yusuf. Alay mı ediyor diye, dikkatle dayısının yüzüne baktı. Hayır,
adam. gayet ciddiîidi.
Ev adresi, iş adresi belli iken, dayısında kendisine yazılmış bir mektub nasıl
olurdu? Birden aklına, elden verilmiş bir mektub olabileceği geldi. İyi de
1990'h yıllarda telefon, faks, posta varken neden böyle bir yol seçilmişti?
- Bir mektub mu?
- Evet yanlış duymadın, bir mektub...
- Peki kimdenmiş?
- Önce sakin ol bakalım oğlum. Duyunca da şaşırma. Zira mektub bana verilince
ben de çok şaşırmıştım.
- Mektub babandan Yusuf!
- Nee? Nasıl?...
Yusuf farkında olmadan ayağa fırlamıştı. Gözlen iri iri açılmış, bel bel
bakıyordu. O anda şimşek gibi şunlar geçti aklından : "Acaba deli mi şu dayım?
Yoksa alay mı ediyor benimle? Hadi onları da bırak, nabzımı mı yokluyor?"
Otoriter bir sesle :
121
- Otur, dedi Ahmed Bey. Sonra da dinle! Bu sese gayri ihtiyarî itaat etti.
- Mektubu, rahmetlinin Kıbrıs çıkarmasındaki bir subay arkadaşı getirdi.
Temmuz'un başlarıydı. Geldi ; avluda, duvar kenarındaki vişne ağacının altında
oturduk. Konuştu konuştu, sonunda bahsettiğim mektubu verdi bana. Şaşırdım senin
gibi.. Belki seninle aynı hisleri yaşadım.
- Adı Ferhat Şahin. Harbe beraber katılmışlar. Baban yazdığı mektubu
şahadetinden bir gece evvel, pek sevdiği arkadaşı Ferhat Bey'e vermiş. Kendisi
aslen Karamanlı.Emekli binbaşı... Emekii olduktan sonra Konya'ya yerleşmiş.
Yusuf'un heyecandan sesi titriyordu :
- Onu tanımak isterdim..
- Haa, o da seninle tanışmak istiyor. Hem de en kısa zaman içinde..
Yusuf, içinde bir öfke dalgasının kabardığını hissetti. Dayısının şu
umursamazlığı!..
Yirmi senelik bir mektubun ele geçtikten iki ay kadar sonra yerine teslimi
affedilemezdi doğrusu. Ama karşısındaki herhangi biri değildi ki! Sudan
bahaneleri olsa bile mâkûl karşılanabilirdi.
- Ferhat Bey'in adresini biliyor musun dayı?
- Ayrılırken bırakmıştı bana. %
- Peki benim okulumu bitirdiğimi nasıl haber almış?
- Amcanla tanışıklığı var. Sağda solda arada bir görüşüyor !arm ıs. Ondan haber
almış.
- Amcanı da hiç bahsetmedi. Böyle bir şey olacağını ner-den akı! etsin?
Adamcağızın bunları düşünmeye vakti mi var?.. ¦
Yusuf'un şaşkınlığı hâlâ geçmemişti. "Acaba rü'yâ mı bütün bunlar" diye birkaç
defa şübheye kapıldı. Hayır, neden rü'yâ olsun ki, her şey her zamanki
hâlinde.Eşyalar, karşısında oturan dayısı, esen rüzgârla sararmaya yüz tutmuş
yapraklan hışırdayan avludaki vişne ağacı, sokaktan geçen bir arabanın
gürültüsü... Bunları doğrudan görüyor, hissediyor.Rûhuna fısıldayan bir güç yok-
Ahmed Bey ayağa kalktı :
122
- Dur getireyim şu emâneti.
Çıktı, kitablığm bulunduğu yandaki odaya geçti. Elinde ciltli, kalın bir kitabla
tekrar geldi. Oturmadan, kitabm sayfalarını araladı, şişkince, sararmaya yüz
tutmuş bir zarfı çıkardı, yiğenine uzattı.
Yusuf, heyecanla ayağa fırladı. Uzatılan zarfı kapar gibi aldı.
- Day i, kusuruma bakma, çok heyecanlıyım Öyle bir hâdise ile karşı karşıyaymı
ki!..
Sesi titriyordu. Mukaddes bir emâneti tutar gibi son derece heyecan, helecan,
vecd içinde dudaklarına götürdü iki eliyle.. Öptü öptü, bir daha öptü.. Nihayet
kolları iki yanma inip başını kaldırdığında, dayısının ayakta dikilip kalmış,
kendisini seyrettiğini gördü. Ahmed Bey bu erkek güzeli yüze kimbilir hangi
hislerle bir müddet bakakaüdı. Bu manzara karşısında daha fazîa gözyaşlarına
mâni olamadı. Dolan gözlerinden iki damla ya: ..klarmdan aşağı süzüldü.Neden
sonra gayet yumuşak:
- Otur yavrum, dedi.
Yiğenini omuzlarından tutarak arkasındaki sedire nâzikçe oturttu.
- Ağla... Ağlıyabildiğin kadar, rahatlıyana kadar... Yusuf isterik bir krize
tutulmuş gibi vücudu sarsıla sar-
sila ağlıyordu. Belki on dakika öylece ağladı. Bu arada dayısı dışarı çıktı,
geldi bir iki defa... Yusuf bunun farkında bile olmadı.
Ahmed Bey odaya son girdiğinde, yiğenini içini çeker hâlde, başını elleri
arasına almış, dirseklerini dizlerine yaslamış buldu.
Geçti yerine oturdu.
- Seni çok üzdüm. Mektubun gecikmesi mi üzdü seni? -Hayır, dedi başını
kaldırarak. Üzüldüğüm falan yok.
- Sevinçten mi yoksa?
- Bilemiyorum. Her şey o kadar karışık ki...
- Ama şundan emmini dayı: Doğru dürüst tanımadığım babama çocukluğumdan beri
gizli gizli, köşelerde ağlar, göz-yaşlarımla haberler yollardım. Bazen öylesine
özlerdim ki onu!
123
Hele arkadaşlarımı babalarının ellerinden sıkı sıkı tutmuş; çarşıda, pazarda,
parkta, mahallede gezerken görünce içim burkulur, " ah babacığım sen de şu anda
benimle olsaydın!" derdim. İçime bir kor düşmüş gibi olurdu o zaman, fcjiç vakit
geçirmeden eve gider, annemin boynuna sarılır, kardeşim İsa'yı o benden daha
yetim diyerek bir baba gibi öper, okşar-dım.
Seneler geçti, orta okula başladım. Her gelen hoca ilk dersinde bizi tanımak
için sorular sorar, bu arada babamızın ismini ve mesleğini öğrenmek isterdi.
Matematik dersine giren hocamız da ilk dersinde benzer şeyler sordu. Aynı
sorulardan, utana sıkıla verdiğim aynı ce-vablardan bıkmıştım artık. Yalan
söylüyormuşum gibi geliyordu bana. Neticede o hocanın sorusuna " benim babam
yok" dedim. Sıraya kapanıp ağlamaya başladım. Mes'ele öylece kapanmadı tabiî.
Hocam beni aldı, sınıftan çıkardı. Beraberce aşağıya indik.
- Asıl mes'eleyi anlattım ona..
- "Bak Yusuf" dedi bana. Şimdi çocuksun. Hâlâ yetim olmanın acısını yaşıyorsun.
Gün gelecek; bu yaraların kabuk bağlayacak, sâdece hafif bir izi kalacak. Hassas
bir çocuksun. Ama kendini öyle kapıp koyvermemelisin. Güçlü olmalısın. Bak annen
var, kardeşin var. Sıhhatin* bozulursa onlara da yazık olmaz mı? Onlar senden
çok şey bekliyorlar. Kardeşin daha küçük, aklı ermez, ama annenin ümitlerini
boşa çıkarmamalısın. Bazı dertlerini içine atacaksın. Acıyla yoğrulacaksm. Bugün
bu acıları tadıyorsun. Yarın belki çok daha büyüklerini yaşayacak, bugünkülere
"ne kadar basitmiş" diyeceksin. Çünkü sende parlak bir istikbâl görüyorum. Neden
mi diyeceksin? Zira hassas olmayan bir kalb büyük işler yapmaya muktedir
olamaz..."
- Benimle büyük bir insan gibi konuşuyordu. Dinledim dinledim...
- İyi de hocam, dayanamıyorum, dedim. Benimki bir isyan değil! " Neden?"
sorusunu hiç sormadım, soramam da. Bu hususta şübhesiz annemin de te'siri var. O
terbiyeyi, o itikadı verdi bana. Her vakit şunu söylerdi annem : "Kader sorguya
124
i
çekilemez. Hâşâ Allah'ı sorgulamış olursun!" Hocam, bazen kendimi o kadar
güçsüz, müdafaasız görüyorum ki;" ah babacığım, sen yanımda olsan, ne kadar
güçlü olurdum" diye hayıf-. lanıyorum.
- Bunun üzerine hocam şunu sordu :" Sana kötü söz söyleyen, zulmeden, hırpalayan
arkadaşların mı var?"
- Hayır dedim, hiçbiri değil. Amcam var, dayım var, fakat onlar evimizden
uzaktalar... Ben istiyorum ki her an yanımda bulunacak babam olsun..
- Bugün gibi hatırlıyorum. Omuzlarımdan iki eliyle kavradı. Karşımda çömeldi. "
Bak gözlerime" dedi.
- Sıcacık, itimat telkin eden bakışları vardı. " Yavrum, ben de bir yetimim. On
iki yaşında babamı kaybettim. Bugünlere çok ağır, çok kötü şartlarda geldim.
Bak, bir şey daha söyleyeceğim. Senin de bildiğine eminim : Unutma, Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'de yetim idi."
- Bu söz bana iksir gibi gelmişti. Hocamın yüzüne baktım, gülümsemeye başladım.
- Geçmişte benim yaşadıklarımı yaşamıştı anlaşılan. Son cümlesiyle de hayat
bahşediyordu.
- En sonunda kulaklarımda her an çın çm ötecek şu sözleri söyledi:" Sen şehîd
oğlusun, unutma! Yermez mi bu?.."
- Ne yazık ki babalık yapamadı bana. Bir ay içinde ayrıldı gitti okuldan.
Sonradan öğrendim ki önceki senenin son aylarında yapılan bir şikâyet üzerine
sürgün edilmiş. Sebebi de talebelere dinî telkinde bulunması imiş.
- Allah selâmet versin. Ölmüşse nûr içinde yatsın.. Yusuf bunları anlatırken
Ahmed Bey iki defa irkilmiş
lâkin yiğenine sezdirmemişti. Birincisinde, sitem ma'nası çıkarmıştı
anlatılanlardan., İkincisinde, hocanın sürgün sebebi şimşek çarpmışa döndürmüştü
kendisini.
- Dayı, asıl anlatmak istediğim şu: Çocuk ruhumda kafama yer eden sabit bir
fikir vardı: Düşünürdüm; " babamdan arada bir haber gelir mi" diye. " Gelse ne
kadar sevinirim" derdim.Hep duâ ederdim. Babamdan mektub geleceğini, o mektubu
doya doya okuyacağımı, koynumda saklayacağımı hayâl ederdim. Biraz büyüyünce,
bunun nasıl sâfiyâne hayâller
125
olduğunu gördüm. Daha mâkûl şeyler düşünmeye başladım. Meselâ onu rü'yâlarda
görüp konuşmak ister, cennette beraber gezmeyi düşlerdim. Artık nıektub
beklemiyordum. Rü'yâlarımda görmek yetecekti bana. O zamandan bu zamana
defalarca da gördüm. Onu pek fazla tanıyamamıştım. Sadece iyi, fazilet sahibi
biri olduğunu biliyordum. Onun yolundan yürümek, onun gibi olmak, ona lâyık bir
evlât olmak en büyük emelim olmuştu. Bu emelim hâlâ değişmedi.
-İşte beni ağlatan buydu. Saadetten, Allah'a sonsuz şükran nişlerimden neş'et
eden; çocukluğumdaki arzu, niyaz ve dualarımın kabul olunmasının eseriydi bu
gözyaşları. Yâni mektubdan ziyâde seneler sonra bir dileğin kabulüne, çocukluk
dualarımın müstecab olmasına, tertemiz çocukluk hayâllerimin gerçek olmasına
şaşırdım. Ve "Allahım ne büyüksün!" dedim. Şu gözyaşları ruhumun secdeye
kapanışıydı. Hepsi bu işte...
O dışarıya gayet soğukkanlı görünen, herhangi bir hâdiseye şaşırmam ayı itiyad
edinmiş Ahmed Bey, yüz hatlarından ve bakışlarından büyük acılar çektiği
dikkatli ve irfan sahibi gözlerden gizlenemeyen Ahmed Bey, hepsinden öte lâkayd
bir tavrı kendine huy edinmiş Ahmed Bey ağzı açık-dinlemişti bu hikâyeyi.
Yiğenine fısıltıyla mukabele etti:
-" Allahım ne büyüksün!"
Devam etti. Yüzünde çocukların safiyeti, memnuniyetin aydınlığı vardı :
- Biliyor musun Yusuf! Senelerdir gözyaşını unutmuş oian şu dayına
gözyaşlarının tükenmediğini gösterdin!
- İstersen ben çıkayım. Çayımızı getirene kadar rahat rahat mektubunu okursun.
Kimbilir içindekileri merak ediyor-sundur..
- Hay^r hayır dayı, açıp okuyacak mecalim yok şimdi. Evt1 gidince okurum.
- Sıradan bir mektub olmasa gerek. Ferhat Bey'le konuşurken de merakımı mûcib
mes'ele buydu. Baban alelade bir insan değil Yusuf. Belki sağlığında kıymetini
bilemedik. Ama Ferhat Bey'in anlattıklarına bakılırsa boş insan harcı değil
yaşadığı hayat, yaptıkları...
126
- Ben de neler yazdığını düşünüyorum, merak ediyorum. Şimdiye kadar
beklenmesinin sebebini de bir türlü anlı-yamıyorum.
- Ha onu söylemedim sana. Baban, sen üniversite tahsilini bitirdikten sonra
teslim edilmek kaydıyla Ferhat Bey'e vermiş mektubu. Burada akla şu geliyor :
Baban arkadaşının da senin de bu zamana kadar yasayacağını biliyordu demek. Ona
gösterilmiş bunlar..
Evet dayı, başka izahı yok...
Bunu söylerken sedir üzerinde duran zarfı aldı, cekedi-nin koyun cebine itinayla
yerleştirdi.
Dayısı dışarıya çıktı. Az sonra çay tepsisi ve demlikle döndü. Karşılıklı çay
içerken hiç konuşmadılar.
Ahmed Bey bu arada farkettirmeden yiğenine nazarlar gönderiyordu. Onu keşfetmek
istiyordu. Ruhunu bir radar gibi taramak,sanki onda aradığı bir şeyleri bulmak
istiyordu. Acaba bu, üç-beş dakikalık bir ruhî tarassutla mümkün olacak mıydı ?
Çay faslı bitmiş, Yusuf biraz sakinleşmişti. Ahmed Bey unuttuğu bir soruyu sorma
gereğini hissetti:
- Okulunu bitirdin oğlum. Askerliğini zâten yapmıştın. Şimdi ne düşünüyorsun?
Amcanla birlikte çalışmaya devam edecek misin?
- Şimdilik devam edeceğim. Çünkü...
- Evet...
"Amcamın şimdilik bana ihtiyacı var" diyecekti. Bu söz kendisine bir pay
çıkarmak gibi geldi.
- Amcam bana ihtiyacı olduğunu söylüyor.
- Selâmı Bey senelerdir bu işin İçinde. Sen ki feza ilimleri tahsili yapmış
birisin. Nasıl bir yardım isteyebilir ki senden? Veya senin nasıl bir faydan
olur?
Yusuf sıkıldı bundan. Hiç konuşmak istemediği mevzu-lardı bunlar. Kendinden
bahsetmek demekti. Ne yapsın; mecburdu cevab vermeye:
- Amcamla birkaç defa görüştük bunları. Bana, fabrikada randımanın düştüğünden
bahsetti...
Geri kalanını da mümkün mertebe dallandırıp budak-
127
landırmadan, kendine pay çıkarmamaya çalışarak anlattı.
- Peki netîce ne oldu?
- Netîce almak için çok erken. Zamanla hep birlikte göreceğiz. Hayırlı olacak
inşaallah. Sizin gibilerin de duâlarıyla^in-şaallah müsbet neticeler alacağız.
Bir işçi emeklisi olması; dünyâdan kendisini tecrid etmiş bu münzevî insana,
anlatılanları câzib ve enteresan göstermişti. Yiğenini dikkatle dinlemişti.
Fakat, senelerin üst üste yığdığı paslar birkaç zımpara darbesiyle silinecek
gibi değildi.Evinde televizyonu olmayan, mevcut eski radyosunu da kırk yılda bir
dinleyen Ahmed Bey dışarı çıktığında güvendiği gazetelerden birini veya mecmuayı
aklına eserse alırdı. Yalnız, çok kitab okurdu. Evindeki koca kitablıkta
okumadığı kitab yoktu.Hattâ kimi kitablarını baştan sona dört-beş defa okumuştu.
Âdile Hanım'ın arada bir radyoyu açması canmı sıkar, kan- koca kavgasına
başlarlardı. Defalarca söylediği sözü tekrarlar; " onlara güvenmiyorum,
güvenmediğim kimselerin neşriyatını dinlemem, seyretmem, okumam! " derdi.
- İşçilerin fabrikaya ortak olmasını anlattın. Acaba sonu ne olacak? Hüsran
olmasın sakın!
- Dayı, yanlış anlama ama; iki aydır onun çok dedikodusu yapıldı. İnsanın bir
meçhulden çekinmesi hiç de anormal değil.
-Hep birlikte çok çalıştık. Amcam da olanlarla zaman zaman sarsılmadı değil..
Çok badireler atlatmış bir insan olması, tecrübesi, atılganlığı, cesareti,
hepsinden mühimi samimiyeti ve iyi niyeti ile çıkan zorlukları bir bir aştı.
Şükürler olsun! Başlangıç beklediğimizin de ötesinde iç açıcı idi. İnşaallah
günbegün genişleyecek.
Ahmed Bey ayağa kalktı. Biraz sinirli görünüyordu. " Yârabbi, işte gene bir
saçmalıkla karşı karşıyayım! Ne tuhaf hayalperestlik bunlar! Ne acâib idealler!
Olmayacak şeylerle ömrü tüketme.. Lüzumsuzluklarla avunma.. Bu ne düşkünce
romantizm! Bu ne hayâl çorbası!"
Oturmadan yiğenine döndü. Öfkesine hâkim olmaya çalışırken oldukça zorlanıyordu.
128
- Bak oğlum, ben de bir zamanlar bazı ideallere sâhibdîm. O zaman
gençtim, güçlüydüm. Veya Öyle sanıyordum. Fakat yeni yeni hâdiselerle yüz yüze
gelince hiçbir işin göründüğü kadar kolay olmadığını gördüm. İdeallerimin kimisi
törpülendi,kimisi silindi gitti. Öyle acı bir realite var ki dünyâda! Çelikten
çemberlerle sarılmış etrafımız. Birini parçalıyorsun daha sağlam bir başkası,
bir başkası çıkıyor. Sonunda bir bakıyorsun; her köşe başını bir ifrit tutmuş..
Evet oğlum! Tecrübeli bir büyüğün olarak sana şu tavsiyede bulunacağım:
Gerçekleşmesi mümkün hayâllerin peşinden koş! Büyük oynama! Zira ilerde
yaşıyacağın sükût-ı hayâl seni yerle bir edebilir. O zaman yapmaya muktedir
olacağın şeyleri de yapamazsın. Yapacak gücü bulamazsın. Belki geri adım
atarsın. Hattâ Allah korusun; sana düşman olanların bugün beğenmediğin hayâtını
yaşamaya başlarsın.
- O nasıl olacak? diyerek irkildi Yusuf,.
Birden dehşete kapılmıştı. Dayısının ne demek istediğini tam anlamak istiyordu.
- Yâni şeytanî güçlere, şey tanlasın iş insanların kurduğu sisteme karşı
mücâdele etmek için güçlü olmak lâzım.Vazifeni yaparken bir tıkanma olursa geri
adım atıp taviz vermeye başlarsın. Taviz tavizi getirir. Gün gelir, bir
bakmışsın verdiğin tavizlerle hem maddî hem manevî hayatın kalbura dönmüş.
- Dayanacak gücün kalmayınca da; terkettiğin farzların, vaciblerin yerini
mekruhlar, haramlar doldurmaya başlar.
- Bunların birçoğu gerçi manâ plânında. Ama unutma; madde planındaki
yıkılışınız ma'nâdaki yıkılışınızı hazırlayacaktır. Sen, Selâmı Bey, daha kötüsü
bütün işçiler, onların yakınları...
- Biliyor musun, muvaffak olamazsanız bütün fatura ikinizin, bilhassa senin
üzerine yıkılacak!
Burada sesi sertleşmişti. Yiğenini uyandırmak ister gibiydi. Dünyevî ve uhrevî
bir zarara uğramasını istemiyordu.
- Hepsinden kötüsü sana ve İslâm'a bel bağlamış yüzlerce işçinin ve ailelerinin
yıkılışlarını bir düşün!.. Senin şahsında İslâm'a bağlılıkları sarsılmayacak mı?
Bazıları ortaya çıkıp "iyi- kötü eski bir düzen vardı, bari onunla kıt kanaat
geçinsek"
129
demeyecekler mi ?
- Dayı, bunların hepsini düşündüm. Mes'eleleri bütün buudlarıyla mütalaa etmek
şiarımdır zâten..Bir anda ortaya çıkmadı ki bu plânlar.. Senelerdir
düşünüyorum...
- Sorarım sana dayı: Bu kadar riski göze almadan filftya-ta geçilebilir mi?
Şübhesiz sen de haklısın; ama bazı şeyier değişiyor, dünyâ değişiyor, değişmesi
lâzım'.Ve hiçbir şey kendi kendine değişmiyor.
- Benden söylemesi yavrum. Aslında bu saatten sonra konuşmam da boş. Her şey
olup bitmiş zâten..
İçine durup dururken bir sıkıntı çökmüştü Yusuf'un. Hiç sesini çıkarmadı.
Fazlasını konuşmak lüzumsuzdu. Fayda getirmeyecek tartışmalardan, hele
karşısındaki ikna olmayacaksa her zaman kaçınmıştı. İnat etmeyi, hele
sâbitleşmiş fikirlere karşı inat etmeyi hiç düşünmezdi.
Bütün bu olanlardan sonra, kurdukları şirketten hiç söz etmedi dayısına. Ona
kimbilir ne kulplar takacaktı.
Yalnız bir hususu hatırlatmayı faydalı buldu :
- Biz bundan yedi sene evvel fakir talebelere yardım vakfı kurmuştuk. İlk
zamanlarda hakikaten zorluklar çekildi.Sonra samimiyeti görenler, o pırıl pırıl
talebeleri görenler, ummadığımız teveccühte bulundular. Bir de baktık ki
kapasite çığ gibi büyümüş. Talebelere evler tutuldu. Kiralan ödendi, erzakları
temin edildi. Gün geldi bu da yrtmez oldu. Talebeler için yurt açıldı. Yurt dar
gelince çok daha büyük bir başkası yaptırıldı. Yeni yurdun mülkiyeti de vakfa
aitti. Şimdi, zeki fakat fakir talebeleri en iyi şartlarda okutmak için vakfın
kolej açma teşebbüsleri var. Azlardan çok oldu Allah'ın inâyetiyle.. İnşa-allah
daha da gelişecek ..
- Bütün bunlara başlanırken, çeşitli tenkidlere muhatab olundu. Her şeye rağmen
çok şükür bugünlere gelindi.
- Bu iki iş arasında ne alâka var oğlum? Biri hayır- hasenat işi. Allah rızâsı
için yapılıyor. Öleki ticarî bir is..
" Hayır, tamamen ticari değil" diyecekti. Ki kat bazı şeyler zamana
bırakılmalıydı. Dayısı okuduklarıyla belli bir noktaya gelmişse de bazı
hakikatlerin şuurunda değildi demek ki. Edindiği tecrübeler de kâfi gelmiyordu.
Bu da anormal değildi.
130
Bazı kalıpların kırılması için acı tecrübelere, musibetlere, zamana ihtiyaç
oluyordu. Bir de; insan numune göremeyince, müsbet neticelere şâhid olmayınca
ikna olmuyordu. Öyleyse iddialaşmanın bir ma'nâsı yoktu.
Dayısında fazla kalmadı Yusuf. Az sonra müsaade isteyip, bu târih kokan taş
evden ayrıldı.
Yiğenini kapıya kadar uğurlayan Ahmed Bey, merdivenlerden öfkeli adımlarla
çıktı. Doğru kitabhğın bulunduğu odaya yürüdü.Çok düşünceliydi. Zihni
anlatılanlarla, yapılanlarla karışmıştı.
" Bu gün çok konuştum" diye söylendi." Bir faydası olsa, hadi neyse !.. Anlat
anlat boş..."
İçinde sessiz haykırışlar vardı.Kimbilir; az evvelki hassas ortamda söylemekten
çekindikleriydi bunlar :
" Yazık! İyi çocuk ama hayatı anlayamamış. Dünyâ denen çirkefin pisliğine
bulaşmamış. Vah yavrum vah! Vakit geç olmadan uyansan bari..Her an yüz yüze olup
da gerçeklerin farkında olmamak.. Burnunun ucunu görmemek ne gaflet!.. Kendi
dünyâsında yaşarken başına bir iş gelmez inşaalah...
Yusuf dayısından ayrıldıktan sonra, bir zaman caddelerde ne yapacağını bilmeden
gezindi. Mes'eleleri her zaman de-rinliğiyle ölçüp, tartan Yusuf'un aklına şu
sual takılmadan edemiyordu : " Acaba yanılan ben miyim, dayım doğru düşünüyor
olamaz mı?"
" Hepsini anladık diyelim. Bunca işçinin de aklı yok olamaz ki! Bu adamların
hepsi hayâl denizinde yüzmüyor ya.."
" Dünyâyla, insanlarla irtibatını bu derece koparmış bir insan kalıplaşmış bir
zihniyetle hükümler veriyor.Realist olmaktan bahsediyor. Acaba,o ve benzeri
insanların nazarında nedir realizm? Ben romantik miyim ona gore?Romantik isem
eğer; Avrupai tarzda mı, yoksa nev'i şahsına münhasır bir romantik miyim? Belki
de realistim, ama onun anladığı ma'nâda değil... Belki her şeye pragmatik açıdan
bakıyorum. Belki de tersi..." Şayet pragmatik isem o da Avrupai ma'nâda değil."
" Aşılmazları aşmış atalarımın yolundan yürümekse hedefim, arzum onlar gibi
yaşamaksa ben romantiğim.."
" Kalbi mükemmel çalışan birine hiçbir doktorun kalbin
131
anormal çalışıyor dediğini duymadım ben.. Mükemmele yürümeye çalışmak
hayâlcilikse, ben romantiğim. Öyleyse bizim târihimiz romantiklerle dolu.."
" Dünyâyı, suni gayretlerle bir lâğıma çevirip de, ardından; "İşte gerçekler
böyle çirkin, bayağı ve acıdır" diyen^arla-tanlara sözüm yok."
" Bir çiçek, insan için, çiçek açtığında değerlidir. Ben,bir senede bir aylık,
bir günlük çiçek açma zamanını bekliyorsam realistim öyleyse. Zira çiçek, o
zaman çiçektir. Şâir zamanlarda ottur. Neden çiçeği değil de otu görüyorlar
hep!"
" Demek ki her dâim gemisini yürütmek isteyen birtakım kuvvetler var dünyâda!."
" Hayır hayır! Ben onun düşündüğü insan değilim. Yanlış tanıyor, yanlış hüküm
veriyor."
Yusuf'un zihnini asıl meşgul eden koyun cebindeki mek-tub idi. Mukaddes bir
emâneti taşır gibi gösterdiği itina ve ihtimam, yerini tuhaf bir korkuya
bırakmıştı. Sanki çok kıymetli bir hazîne tasıvordu üzerinde. Yolda kendisine
bakan herkes onu çalmaya kalkacakmış, hattâ durdurup gasb edeceklermiş hissine
kapıldı. Bu tedirginlikle uzun müddet yürüdü.
Ayakları yorulmuştu. Alâeddin Tepesi'ne kadar geldiğini gördü. " En iyisi şuraya
çıkayım; hem bir çay içerim, biraz da sakinleşirim" diye düşündü. Merdivenleri
tırmanırken, mektub yerinde mi diye birkaç defe elini koyun cebine götürdü.
Çay bahçelerinden birine, bekârlara mahsus kısma yürüdü. Alçalmakta olan güneşe
siper olsun diye ağaç gölgesi altında bir masayı seçti. Etrafına bakındı; memnun
bir tavırla "iyi, sakin bir köşe seçmişim"dedi.'
Mektubu açıp okumayı düşündü.İşte o zaman; içindeki korkunun bambaşka bir
korkuyla yer değiştirdiğini farketti.
" Ya benim yolumu yeniden çizecek tavsiyeler varsa? Ya beni yerden yere vuracak
şeyler yazılıysa?"
Daha nice kuruntulara kaptırdı zihnini.Gelen çayını içerken, " Yarabbim ne tuhaf
insanım ben! Duam kabul olunuyor, seneler sonra bir haber geliyor. Şimdi de şu
zarfı açmaya korkuyorum.."
132
Zihnindeki bu keşmekeşi gidermek için etrafına bakınmayı denedi. O da tat
vermedi.
" Acaba mektubu okumadan evvel Ferhat Bey'le görüş-sem?.. Babamı bana
anlatmasını istescm,.nasıl olur?"
Birden akhna geldi: " Eyvah, Ferhat Bey'in adresini almayı unutmuşum!"
Tekrar dayısına gitmek icab edecekti. Nasıl olmuşsa olmuş, ikisi de unutmuşlardı
adresi.
" Ne yapsam" diye düşündü." Bu saatten sonra gidilmez. Yarın işten çıktıktan
sonra uğrar alırım. Dayımın evinde telefon olsaydı..."
Hesabı ödeyip kalktı. Hızlı adımlarla aşağıya indi. Bir dolmuşa binip eve gitti.
Yolda iken ikindi vakti girmişti. Hemen abdestini tazeledi. Namazı edâ etti.
Somyasına biraz uzandı. Tavanı seyrederek düşünmeye devam etti. " Mektubdan
şimdilik annemi haberdâr etmesem iyi olur. Belki de hiç haberi olmayacak..."
" Bir an evvel şu Ferhat Bey'le tanışıp görüşmeliyim.."
Hâlâ heyecanlıydı. Mektubu açmaya bir türlü cesaret edemiyordu.
Birden doğruldu. " Neden düşünüyorum ki! Akşam gider Nûreddin Amca ile
konuşurum, bana yol gösterir."
O gün akşamı iple çekti. Evde bazı işlerle meşgul oldu. Bir ara bakkala gitti,
alışveriş yaptı. Aklına düştükçe cebini yokluyor, zarf yerinde mi diye
bakıyordu.
Akşam namazını edâ ettikten sonra, annesiyle acele birkaç lokma yemek yedi,
vakit kaybetmeden çıktı.
Güneşin henüz batmış olmasından, dışarda üşütecek bir soğuk yoktu. Hava
durgundu..
Nûreddin Efendi fabrikaya da yakın olması hasebiyle Aydınlık semtinde tutulan
bir eve yerleşmişti. Fazla bir eşyası yoktu. Fabrikanın İstanbul'a giden
kamyonlarından birine dönüşte atmışlardı eşyaları.
Üç erkek iki kız çocuğu olmuştu. Takdîr-i ilâhî; en küçük iki erkek çocuğunu bir
trafik kazasında almıştı.Kızları İstanbul'da evli, büyük oğlu ingiltere'de
makina mühendisi İdi. İhtiyarlık çağlarında, ihtiyar karısıyla birlikte yaşayıp
gidiyorlar-
133
di.
Nûreddin Efendi'nin babası 1924 senesinde Selanik'ten gelen mübadillerden idi.
Anadolu'dan Balkanlara giden Rumlara mukabil Balkanlardan resmî kanalla
gelenlerdendi. Geldikten birkaç sene sonra, kendisi gibi muhacir olan bir
ailenin kızıyla evlenmişti. Nûreddin Efendi 1930 senesinde dünyâya gelmişti.
Diğer Türk aileleri gibi bütün gayrimenkû ilerin i Rumeli'de bırakan ailesi
Türkiye'ye sefil bir vaziyette gelmiş/ îznik'e iskân edilmişler, bir sene bile
durmadan, iş imkânları fazladır diye İstanbul'a taşınmışlardı.
Nûreddin Efendi, çocukluğunu İstanbul Fatih'te yaşamıştı. Ailenin hoca
sülâlesinden gelmesi, çocuklara dinî terbiye verilmesine, bilhassa erkek
çocuklara hafızlık tahsili gor-dürtmeye vesile olmuştu hep...
Fakat insanlık târihinde eşi benzeri görülmemiş devletin halkını dinsizleştirme
operasyonunun ahtapot kolları herkese oiduğu gibi küçük Nûreddin'e de uzanmış,
hafızlık tahsili yarını kalmıştı.
Çocukluğu ve gençliği; Kur'an öğretmenin, Öğrenmenin, okumanın yasak olduğu,
ezanın Arabça okunmasının yasaklandığı, her türlü küfür ve nifak cereyanının
İslâm dünyâsına iç ve dış mihraklar vasıtasıyla akın akın girdiği devirlere
rastlamıştı. Çocukken gizlice ders görrrîek için gittiği hoca efendinin evi
polis tarafından basılmış, küçük yaşma rağmen o da dövülmüş, tartaklanmış, sonra
salıverilmişti. Bu şartlarda, kendisini yarım yamalak yetiştirebiimişti.
Fakat yılmamış, gençliğinde de âlimlerin meclislerinden uzak kalmamaya gayret
etmiş, hem aklını hem ruhunu doyurmaya çalışmıştı.
Ailesinin kendisini okutmaya gücü yetmiyordu. Ailesine de katkıda bulunmak için
orta okulu bıraktı, okumayı bırakmadı.
Sonraki hayâtı sağda solda çalışmakla geçti.Son on yıldır da fabrikanın
İstanbul'daki irtibat bürosunda hademelik yapıyordu.
Yusuf, Nûreddin Efendi'nin evine vardığında ev
134
sâhibleri akşam yemeğinden henüz kalkmışlardı.
Daha Önce kısa iki ziyareti olmuştu. Bu üçüncü gelişiydi.
Yusuf'u evinde gören Nûreddin Efendi'nin yüzü aydınlanmıştı. Şu çocuğu görmek...
-Bu defa oturmaya gelmedim, diyerek hemen söze başladı Yusuf. Maalesef kendim
için geldim.Bir mes'ele var da...
- Hayrola Yusuf, nedir mes'ele?
Gündüz olanları bir bir anlattı. O anlattıkça beriki heyecandan heyecana
kapılıyor, ağzından sık sık hayret ifâde eden sözler çıkıyordu. Anlatılanlar
bittiğinde " Ailahüekber! Ne müthiş şey ! " demekten kendini alamadı.
Sonra asıl mes'eleyi sordu :
- Şimdi bunda dert edilecek ne var oğlum, onu anlayamadım!
- Tarifi imkânsız bir korku içindeyim Nûreddin Amca. Gökte aradığımı bu gün
yerde bulduğum hâlde, hâlâ içimd garib bir korku var. Kötü, hayırsız şeyler
olamaz babamın yazdıkları..Gene de sebebini kestiremediğim bir korku yaşıyorum.
-Bak Yusuf bir ma'nâ veremiyorum bu kadar heyecana, korkuya... Mektub yanında
mı?
- Olmaz olur mu?
Göğsünün sol tarafını göstererek :
- İşte burada, koyun cebimde. Onu gözüm gibi koruyorum. Başına bir iş
gelmesinden de endîşe ediyorum.
- Bir şeyler seziyorum sanki... Ama hiçbir şey net değil. Bir bulanıklık var. Ne
olduğunu anlayamıyorum.
- Yâni emin değilsin...
Yusuf'a işte o emin olmadığını keşfettirmek lâzımdı..
Yirmi sene sonra, bir iki ay da gecikmeyle ele geçmiş bir mektub...Böyle
vasiyetle emânet edilen bir mektub herhalde havadan sudan şeylerden bahsedecek
değildi.
Yusuf'un gözlerinin içine tatlı,sıcacık bir nazarla baktı.
- Seziyorum, diyorsun. Belki anlıyorsun, kelimelere siğ-dıramiyorsun. Belki
anlatmak istemiyorsun. Belki anladığını
135
anlatmaktan korkuyorsun. Belki senin sana anlatılmasından
korkuyorsun.
Son söylenen şok te'siri yaptı. " Hayır, böyle bir korkum yok, ameliyata
hazırım" der gibi : •
- Ben sana itimat ediyorum. Seni her zaman... Yusuf'un ağzından kaçıracağını
anlamış olacak ki sözün
devamına mâni oldu.
- Mcs'ele mes'uliyet Yusufum! Babanın çok ağır yükler yüklenmesinden mi
korkuyorsun yoksa?
- Biraz öyle belki. Ama emin değilim. Bazı mes'uliyetler yüklenecekse, onlardan
mı kaçmak istiyorum? Ve bunlar nefsin oyunları mı, şeytanın vesveseleri mi cevab
bulamıyorum..
- İşte burada haklısın...İkisi de hiç boş durmuyor..
- Yusuf?.
- Evet Nûreddin Amca?
- Babanı tanısaydım, seni çok önceleri tanısaydım.. Çocukluğunu, çocuk dünyânı
tanısaydım...
Yusuf'un kafasında bir şimşek çaktı :
- Babama karşı olan hislerimi de bilmek isterdin herhalde..
- Tabiî oğlum tabiî! Öyle bir insan, öyle bir baba tanımaya değmez miydi!
- Bütün küçük çocuklar babalarına hayrandır. Birçoklarında zamanla bu hayranlık
aşınır gider. Hattâ bazılarında nefrete döner bu hisler..
- Ben... Evet ben, bugün hayâl meyâl hatırladığım babama o zaman hayrandım.
Şehâdetinden sonra bugüne kadar hayranlık hisleriyle yaşadım. Bugün de
hayranım!..
Bu defa çakan şimşek daha bir şiddetliydi. Rezonansa geçmişler gibi Yusuf:
- Ben... Ben ona...
Nûreddin Efendi tamamladı onun söyleyeceklerini:
- Evet Yusuf, sen ona lâyık olamamaktan korkuyorsun. Bütün endîşen bu. Senin
gözünde büyük insan o. Ona lâyık olamama endîşesi eziyor seni. Yanılıyor muyum?
- Çok doğru Nûreddin Amca. Bunun ağırlığını zaman zaman omuzlarımda
hissetmiştim. Aniden elime geçen şu
136
mektub, beni rahatsız eden yüklerimi tonlarca ağırlaştırdı.
- Daha ne istiyorsun Yusuf? Ne mutlu sana! Ne mutlu sana ki mes'uliyetini
müdriksin. Hiçbir dış saikın seni yerinden kımılda tamayacağı hissizliğe sâhib
olabilirdin. Ne mutlu sana ki izdırabmı çekiyorsun bunun! Kütük gibi olsaydın,
daha mı iyiydi?
Yusuf'un içi ferahlamıştı. Yaİnız bir taraftan da gururu okşanmıştı.Utandı, yüzü
kızardı. Nûreddin Efendi'nin bu hareketi, o şartlar içinde bile bile yaptığını
nerden bilebilirdi ki! Durmadı, devam etti Nûreddin Efendi: - Ne kadar asil
duygular bunlar! Kılı kırk yaran bir incelik! Her müslümanda muhakkak bulunması
lâzım. Her fırsatta hasebiyet dâvası güden; babaların gölgesinde hayat süren,
onların maddî-mânevî mirasını kendine sâdece övünme vesilesi yapan ham ve sefîl
ruhlar nerde; böyle asalet kok.ın hassas feveranlar nerde!
Ellerini açtı Nûreddin Efendi. Yusuf'un o güne kadar hiç tevafuk etmediği acaib
bir hâl içindeydi. Kalbe tokmak gibi işliyordu sesi:
- Yârabbi!.. Ham ruhlarımızı sen olgunlaştır.Bizlere habibinin getirdiğini
anlamak,yaşamak ferasetini ver. Bizlere gündelik oyunlarla Ömür tüketmemeyi
nasib et. Hakkı görme basiretini ver. Tembellikle uyuşmuş
beyinlerimize, ecdadımıza lâyık olacak iz'ani ver...
- Âmin, dedi tâ kalbini titreten bir sesle Yusuf. Nûreddin Efendi'ye baktı.
Alnı, ismine yakışır hâlde nurlar içindeydi. Yüzünde öyle yumuşak bir hava vardı
ki!..
-Doğru, mes'ele sâdece fertler cihetinden değil, dedi Yusuf. Cemiyet, millet
cihetinden de aynı..
.- Bugünün zâlim nesli; bir taraftan ecdadının her türlü mirasını har vurup
harman savururken, ona sıkılmadan, arlanmadan küfürnâmeler düzdü. İnsanlık
târihinin hiçbir devrinde emsali görülmemiş küfürler, lanetler yağdırdı. Ceddine
lâyık bir hayatı yaşamak şöyle dursun, onu en iğrenç unvanlarla andı. Onun
yaşadığı hayattan uzaklaşmak için elinden geleni yaptı. Redd-i miras eyleyecek
kadar hakperest, namuslu, şerefli olsalardı ya. Onu da yapamayacak kadar
alçaldılar. Zira yap
137
tıklarının mantığı ancak onu icab ettirirdi.
-Hepsinden acısı; ezelî düşmanlarına teslîm-i rûh eyledi, diye ilâve etti
Nûreddin Efendi.
-Ey zavallı Anadolu insanı! Senin değil kabahatirrtamamı... İçerdeki ve dardaki
düşmanlarını safderun kalbinle kendin gibi zannettin. Sana, senden görünenlerin
altın tasta uzattığı zehri hiç tereddütsüz içtin. Ulemasıyla, cühelasıyla,
müncvveriyle, matbuatıyla, muaİiimiyle, fabrikatörüyle, çoba-nıyla... Üstüne
üstlük bir de cehalet, ülfet, ünsiyet belâsına duçar oldun. Rehavet içinde,
üstüste verilen zehrin sarhoşluğu içinde senden istenilenleri bir bir verdin...
Nûreddin Efendi öyle bir hâl içindeydi ki, bıraksalar, kimbiİir sabaha kadar
konuşacaktı.
Sakin bir Eylül akşamında dört bir yana çağrı yapan yatsı ezanı onu susturdu.
Huşu içinde bitene kadar ezanı dinlediler.
-Abdestin var mı Yusuf?
-Evet...
Onsekiz yaşından beri âdet edinmiş, hu .ıbdestsiz gez-memişti Yusuf.
-Kalk öyleyse namazı edâ edelim. Çay hazır olana kadar kılarız.
Üzerlerinde devam eden o fcâl üzre, kalktılar, derin bir vecd içinde namaza
durdular. Farzında, Nûreddin Efendi ısrarına rağmen Yusuf'u İmamlığa geçiremedi.
O öne geçti...
Mevcut havadan ayrılınca havadan sudan konuşmaya başladılar. Yusuf fabrika
bahçesine yapılan camiin en kısa zamanda bitirilmeye çalışılacağından, Aralık
ayına kadar bitirmeyi plânladıklarından bahsetti.
Cami fabrikadaki herkesin ibâdet ve şâir İhtiyaçlarını karşılayacaktı. Nûreddin
Efendi'nin vazifesi de asıl o zaman başlayacaktı.
Görülen aksaklıkları düzeltmek yetmiyordu. Herkesin iş ahlâkını mükemmelen
kazanması şarttı. İşler ibâdet şuuruyla yapılmalıydı.
Nûreddin Efendi geleli bir buçuk ay kadar olmuş, çalışanlarla daha çok tezgâh
başında, dinlenme anlarında ilgile-
138
nebilmişti.
Zaman zaman iki vardiyada da bulunuyor; çalışanlarla ilgileniyor, sonra çıkıp
gidiyor, bilahare, rnütenkib vardiyada-kilerle meşgul oluyordu.
Bu gidip-gelmeler kendisi için yorucu olmuştu.Fakat personelle ülfet ve ünsiyet
peyda etmesi cihetinden çok faydalı olmuştu.
Sâdece boş boş gezinmiyor, yeri geldiğinde ufak tefek işlere yardım da ediyordu.
İlk günlerde hayli yadırganmış, kıyıda köşede fısılülı konuşmalara mevzu olmuştu
:
" Kimin nesiymiş bu ihtiyar?" "Bilmem."
" Hakkında hiçbir şey duymadın mı?" " Yoo hiçbir şey..."
" Ben de Öyle.. Yaptığı iş de belli değil. Hangi kısımda acaba?"
" Yusuf Bey İstanbul'dan getirtmiş diyorlar." " İşçi desen değil, memur desen o
da değil..." Bu konuşmalar uzayıp gidiyor, kulaktan kulağa değişik rivayetler
dolaşıyordu. Bunda fabrikaya ortak olacak olmanın doğurduğu sâhiblik hissi de
şübhesiz müessirdi.
Nihayet Yusuf mevzuu birkaç kişiye kısaca anlattı da şayialar kesildi.
Bir taraftan Anadolu insanına has çekingenlikleri, bir taraftan hâlâ işçilik
psikolojisini devam ettirmeleri sebebiyle Nûreddin Efendiye soramamışlardı.
Gelen çaylar içilirken Nûreddin Efendi Konya'yı çok sevdiğini, fabrikaya da
hemen hemen alıştığını anlattı.
Fazla oyalanmadı Yusuf. Müsaade isteyerek kalktı:
- Allah razı olsun Nûreddin Amca! Sen olmasaydın...
- Yoo Öyle konuşma oğlum. Ben bir şey yapmadım. Ben olmasam neticeye gene
varacaktın. Belki biraz geç, o kadar...
Yusuf hiç ayrılmak istemezmiş gibi sarıldı berikine. Selâm verdi, çıktı..
Yarım saat sonra evdeydi. Annesine, odasına geçeceğini biraz çalışıp yatacağını
söyledi.
139
Heyecanla girdi odasına. Kapıyı kapattı. Evvelâ içerden kilitlemeyi düşündü.
Sonra vazgeçti.
Somyasına oturdu. Elini cekedinin cebine uzattı. Titriyordu elleri. Kalbi gümbür
gümbür çarpıyordu. Aldı »ektu-bu..
Vücudunu ateş basmıştı. Cekedini çıkardı. Çalışma masasına yürüdü, sandalyesine
oturdu. Kalktı ışığı söndürdü, masa lâmbasını yaktı.
Babasını odadaymış gibi tevehhüm ediyordu. Sanki gelmiş bir köşeye gizlenmiş,
oğlunun ne yapacağını takib ediyordu.
Titreyen elleriyle, zarfı itinayla açmaya çalıştı. Zarf açılınca üç yaprak
çıktı.
İlk yaprağı buldu, başladı okumaya : Bismillâhirrahıımniırahîm Sevgili oğlum
Yusuf,
Allah ( C.O'ın selâmı, rahmeti ve bereketi ebeden üzerine olsun...
Böyle bir mektubun haberini bile almak seni çok şaşırtacak, biliyorum. Belki
onbeş-yirmi sene sonra açıp okumak nasib olacak. " Benim elime seneler sonra
geçeceğinden nasıl emin olabildin" diye sorabilirsin. Öyle emrettiler, ben de
itaat ediyorum. Bîr bildikleri var demek ki! •
Ciğerparem, dün gece şehâdet müjdesi aldım. Mâhiyetini sonra anlatmak istiyorum.
Başa döneyim..
Senin dünyâya geleceğini öğrenmemizden bir kaç gün önce bîr rii'ı/â gönnüstüm.
Beni derinden sarsan bir rü'yâ...
Sabah namazım kılmış, ertesi gün vazife var diye yatmıştım. Her şeyi bugün gibi
hatırlıyorum, ayan beyan ortadaydı gördüklerim.
Gördüğüm bir dolunay... Koynumdan dolunayın çıktığını görüyorum. Tutmak,
kucaklamak istiyorum onu. Göğe yükseliyor, ben arkasından bakakahyorum.
Yükselmek, onu tutup zaptetmek İstiyorum. Yükseldikçe yükseliyor ve gökte sabit
hâlde kalıyor. Üzülüyorum buna... "Keşke mümkün olsaydı da hiç bırakmasaydım"
dîye hayıflanıyorum.
O hâl üzre uyandım. Böyle acaib bir rü'yâ ta'bire muhtaçtı.
140
Hem de acilen...
O hâl üzre uyandım. Böyle acaib bir rü'yâ ta'bire muhtaçtı. Hem de acilen... Bir
taraftan da endîşe duyuyordum :" Acaba kötü şeylere mi delâlet ediyor" diye...
içimden bir başka ses de hayırlı bir rü'yâ olduğunu fısıldıyordu.
O gün akşamı iple çektim. Mesâi biter bilmez eve gittim. Sivil elbiselerimi
giydim. Rü'yâmı tabir etsin diye, bu işin ehli olarak bildiğim muhterem bir zâta
gittim.
Rü'yâmı dinleyince yüzünü bir aydınlık kapladı: " Doğrusunu Allah bilir, ama çok
güzel, müjdeli bir rü 'yâ görmüşsün." " Nedir ta 'biri" diye heyecanla sordum. "
Koynundan bir ay çıkması; bir erkek, hem de hayırlı bîr erkek evlâda sâhîb
olacağına delâlet ediyor. Ayın yükselmesi, göğe doğru çıkması ise; oğlunun din-i
islâm'a hayırlı .insanlara fay da-lı,fâzıl, muttaki bir insan olacağına, madden
ve manen yükseleceğine işaret ediyor.
"Senin üzülmene gelince; bir baba olarak dünyânın bugünkü
şartları, fitne ortamı, evlâdının üzerine acaba sapıtır mı diyerek
titremene, korku içinde olmana sebeb olacak. Sana ne kadar korkma
desem de; imanlı bir babanın asîl korkusu bunlar. İnsan her zaman
¦ kendisi için de, evlâd i't lyâli için de bu korkuyu yaşamalıdır..."
Dualar ederek, büyük bir sevinçle ayrıldım ordan. Eve geldim. Annene :"
Inşaallah bir hayırlı erkek evlâdımız olacak" diye müjdeyi verdim.
Annen çok merak etmişti. Beni sevinçli hâlde pek seyrek gördüğü için şaşırmıştı.
Sebebiııİ sordu, birtakım sorular sordu, söylemedim. Rü 'yayı da anlatmadım.
Hâlâ ne o, ne de bir başkası bu rü'yâyı bilmiyor. Öğrenen ikinci kişi sen
olacaksın. Kimsenin bilmediği bu sırrı nasıl saklayacağını sana öğretecek
değilim. Ne yapacağını bilirsin sen..
işte böyle evlâdım!..
Mektubun başında da zikrettiğim gibi, böyle bir mektıtbıt-yazmam emir
üzerineydi. Hattâ neler yazacağımı da sorduğumda " sen bilirsin " dediler,
itiraz etmek, daha fazla açıklama istemek haddini değildi!. Mektubun, sana ne
vakit ulaştırılacağını bile söylediler yavrum.
Sana bunları yazdıkça, hatırıma Lokman Aleyhisselâm'ın 141
oğluna nasihatlerini getiriyorum...
Sen yazacaklarımı; sırf bir babanın ciğerparesine tavsiye ve nasihatleri olarak
değil, bir mü'mine Asr Sûre-i Celîlesi'nde bınj-rulduğu gibi " hakkı tavsiye "
şeklinde kabul et.
Sevgili oğlum! Bu mektubu okuduğun senelerde; hangi sene^ lere tekabül eder tam
bilemem ama Komünizm ve Ateizm demlen insanlığın baş belâsı anlayışlar yerle bir
olacak inşaallah!
Biz yaş itibariyle kışın sonlarında hayat sürdük. İnşaallah sen ve sonrakiler
baharın başlangıcı ve tam içinde ı/aşaı/acaksınız. inşaallah Komünizm'den daha
sinsi bir belâ olan Kapitalist nizâmuı da tepetaklak oluşuna şâhid olacaksınız.
Kimbilir nice zaferler göreceksiniz, insanlığın topyekûn Allah'ın İpine sarılma
yoluna girişini şükürlerle seyredeceksiniz...
Doğrusunu Allah bilir, ama bana Öyle geliyor ki Efendimiz (S.A.V.)'İn
müjdelediği ikincigariblerden olacaksınız..
Ah ne kadar isterdim yavrum; gene Efendimiz (S.A.V.)'in sahabelerine dönüp de
târih ekranından zamanınız! seyredip " kardeşlerim!" diye müjdeli atıfta
bulunduğu kıtdsİIer kervanına dâhil olmanı! Bütün kalbimle duâ ediyorum : Rabbim
o kervana seni de ilhak eylesin!..
Biliyorum ; mektubu okuyacağın ı/aşlara kadar birçok merhaleden geçeceksin .
Hâdiseler seni öyle yoğuracak ki her gün biraz daha sınırlandığını göreceksin.
Bu, " iki günü eşit olan ziyandadır" peygamber buyruğuna muvafık bir lıgyat
olacak inşaallah...
ilk olarak " kelime-i tevhîd"in ma'nâsını idrak etmeye çalış oğlum.
Anlayabildiğin kadar anlamaya çalış.
Sonra, hiçbir şeyin muhabbet ve aşk olmadan olmayacağını unutma. Bütün
noksanlıklar ve nefret, bu ikisinin olmadığı yerde filizlenmeye başlar.
Izdirab ve çileye tâlib ol. Zira ızdırab tanımamış olmak en büyük ızdırabdır. Bu
ikisinin üzerine git ki pişip olgunlaşasın...
Unutma, her şeyin bir rüknü vardır. Çilenin de bir rüknü vardır; onu ifşa
etmemek.. Tâ ki bir yanardağ gibi günü geldiğinde patlayana kadar!..
Merhamet ve şefkat muhabbet ve aşkın çocuklarıdır. Izdırab ve çileyle de takviye
olununca birer iksir olur, ölülere hayat bahsederler. Yalnız unutma ; muhabbet
ve aşkta mukabele aranır. Mer-
142
hamet ve şefkat ise karşılıksızdır. Yâni hiç almadan vermek, hiç is-
tememek,isteyenleri boş çevirmemek...
Her an nefs muhasebesi altında tut kendini. " Ölmeden evvel ölünüz" kaidesine
binâen en küçük mes'elelerde dahi kendini her dâim hesaba çek.
Nefs muhasebesi dürüstlüğü tevlid eder. Kendine karşı, insanlara karşı, Allah'a
karşı...
Nihayet en mükemmel ahlâkî ölçü olan peygamberi Ölçüyü bulur, yaşarsın.. Bu,
"sana yapılmasını istemediğini sen de başkalarına yapma" kaidesidır. Her
hareketinde, kendini karşındakilerin yerine koyma mecburiyetinde görürsün. Ve
vicdan duruluğuna erersin..
Dürüstlük ve yukarda saydıklarım adaleti getirir. Kendine ve başkalarına
zulmetmezsin. Kendine zulmetmenin ne demek olduğunu bilirsin ama, bir de ben
söyleyeyim : iman ettikten sonra küfre, şirke düşmek...
Görüyorsun ; her şey birbiriyle nasıl da irtibatlı... Bütün bunlardan sonra,
dışarıya fethe çıkmaya niyet edeceksin. Ama dışın fâtihi olmak için, için fethi
şart. Birincisini bitirmeden ikincisine başlayamazsın. Iç-dış ayrılığına
düşmemen, söylediklerinle yaptıklarının bir olması lâzım. Yoksa topal bir
küheylaih la fethe çıkmış olur, yarı yolda kalırsın. Kimseleri inandıramaz,
kimselerin irşadına vesile olamazsın..
Evlâdım... Sakın ha ülfet ve ünsiyet hastalığına yakalanma! Bu hastalık ; nice
heyccanla-şevkle başlanan işleri âtıl bırakmış, nice yiğitleri uyuşuk bir hâlde
yalda koymuştur. Sonu ya maziye yönelen avuntu türküleri, ya uzlet köşesi, veya
dalâlet olmuştur.
Onun için, çatîıyana kadar koşan, hedefe varmadan bir yerlerde düşüp ölen
küheylanlar gibi olacaksın. Arkana bakmadan, gözün hep ilerde olacak. Hiç
durmayacak, gerilimini muhafaza etmeye gayret edeceksin...
Öyle yaşıyacaksnı ki; rü'yaların bile ötelerin aşkıyla renklenmiş, derdinin
türküleriyle nağmelenmiş olacak! Rü'yâlartnda bile; mevki, mansıb, mide, kasa,
kese, şöhret, şehvet belâlarından âzâde olmaya say edeceksin.
Ahlâkın "korku" üzerine bina edilmeyecek. " Ümit ahlâkı"da senin rııhmıda yer
etmeyecek, ikisinin halitası olan " desinler"
143
ahlâkı da senin semtine uğramayacak.
Unutma! Dun ümitlerle menfaatimize ve kendilerine kul köle ettirenler bugün
korktuğumuz için menfaat beklediklerimiz, boyun emdiklerimiz yarın toprak
olacaklar.. " Desinler - Demesinler" deyip de hareketlerimizi ayarladığımız
insanlar ; önce alkışlayanlar sonra ayakları altına alanlar yarın toprak
olacaklar..
Yusuf um, iki gözüm! Sana en büyük iki hastalıktan söz edeceğim. Bu iki nefs
hastalığına asla yakalanmamaksın. Bunlar kibir ve haset... Biliyorsun, şeytan
bunlarla şeytan oldu. Yeryüzündeki ferdî ve içtimaî kavgaların sebebi de şu üç
şey değil mi zâten : "Ben yiyeyim sen yeme, ben konuşayım sen konuşma, ben
yaşıya-yım sen yaşama..."
Ben ...ben ...ben... Kibrin ve hasedin çocukları!..
Unutma ; kibir dedikleri şey nicelerini helak eyledUSen sen ol; cismin servi
olsa da kendini bir bostan misâli ayaklar altında gör!
Bu şedid düşmanlara karşı sana iki silâh tavsiye ediyorum : Tevazu ve kanaat..
Üstadım bu mevzuda şöyle buyuruyor:
" Gübre olmadıkça su üstünde kalınmaz.."
Evlâdım ; en son, nasihatlerin en büyüğünden bahsedeceğim. Efendimiz (S.A.V)'in
diliyle ; "lezzetleri acılaştıran ölüm" den.. Ne buyurmuşlardı : " Lezzetleri
acılaştıran ölümü çok hatırlayın..."

Bu faslı, sana anlattıklarımın âdeta özü mâhiyetinde olan "Asr Sûresi"ni tavsiye
etmekle kapatıyorum. Ki beni her okuyuşumda derinden sarsmış, tefekkür
ufuklarına kanat açtırmıştır.
Mektubun başında bana verilen bir müjdeden söz etmiş, bunu sona saklamıştım :
Inşaallah pek yakında Rabbime kavuşacağım...
Kavuşma müjdesini dün gece gördüğüm bir rü'yâ ile. aldım. Ta'bire ihtiyacı
olmayan apaçık bir rü'yâ...
Evvelâ cebhedeyiz.. Kulakları sağır eden top, tüfek, bomba gürültüleri var. Her
taraf kan, dııman içinde..Rumlar benim bölüğümü muhasaraya almışlar. Gözlerimin
önünde askerlerim tek tek düşüyor. Öyle bir bunalmışız ki " Yârabbi imdat!"
diyorum habi-
re...
144
Birden bütün gürültü kesiliyor. Bambaşka bir yerdeyim artık. Her taraf göz
alabildiğine yemyeşil..Az ilerde bir otağ kurulmuş, insanı huzura garkeden kuş
cıvıltıları arasında ilerliyorum. Yirmi adım kalmıyor ki otağdan dev kametiyle
birisi çıkıyor. Sevinçten deliye dönüyorum. Şehidler sultanı Hazreti HamzaiR.A.)
bu..
" Gel Yakub Yüzbaşı" diyor. " Biz de senden bahsediyor, seni bekliyorduk."
O şaşkınlıkla, arkasından çıkanlara bakıyorum, ismen tanı-mıyorum onları ; ama
bir ses, başta Uhud olmak üzere çeşitli gazalarda şehid düşen sahabeler olduğunu
fısıldıyor.
Hemen koşup elini öpüyorum. Öyle bir saadet içindeyim ki,ondan ve yamndakilerden
hiç ayrılmak istemiyorum.
Ayakta, elimi tutmaya devam ediyor ve şunları söylüyor : "Seni yanımıza almak
istiyoruz. Aramızda onu görüşüyorduk. Bir de sana soralım : Yanımıza gelmek
ister misin?..." Sevinç içinde: " Tabii gelmek isterim, tabiî" diyorum. "
Öyleyse git, hazırlığını yap ve gel! " karşılığını veriyor, işte bu kadar
yavrum...
Rabbim seni her türlü tehlikeden korusun. Küfrün ve nifakın ¦ karşısında
hiçbir zaman zelil bırakmasın. Bileğini bükülmez eylesin. Ömrünün sonuna kadar
seni islâm 'a hizmetkâr eylesin!.. Habîbİne lâyık ümmet, her dâim kendine muti
kul eylesin.. Seni Allah (C.C)'a emânet ediyorum. Sana güveniyorum., sevgili
oğlum!
Mektub tekrar Allah'ın selâmı ile bitiyordu. Bu kısımda mürekkebin üzerine su
damlayıp da dağılmış gibiydi.
Hayır, bu su damlası değil, bir damla gözyaşı olmalıydı.
Vecd içinde, titrek bir sesle bunca senelik selâmı aldı. Boğazına bir düğümün
yumruk gibi oturduğunu, dudaklarının kasılıp kıvrıldığını, kalbinin en hassas
tellerinin titrediğini hissetti.
Buğulanmış koyu mavi gözlen okuduğu bu son kâğıttaki bulanık noktaya takılıp
kalırken ; içinden coşup gelen gözyaşı seline artık set çekemedi. Hızla kalkıp
somyasına atladı, başını yastığına gömdü, her türlü hissi yaşayarak da-
145
kikalarca ağladı.
Kalktı, yaşlı gözlerle saatine baktı. On ikiyi geçmişti. Kapıya yürüdü, gürültü
etmeden aralayıp başını uzattı. Odasında ışık sönmüştü annesinin.. Usulca
kapattı kapıyı..
Masasına gitti, dağınık vaziyetteki mektub yapraklarını topladı, düzgünce zarfa
yerleştirdi. Gözleriyle, zarfı içine koyabileceği bir şey aradı...
Sonunda çok zaman kilitli tuttuğu masanın çekmecesin-deki defterin arasına
koymaya karar kıldı.
Bu, bir günlük defteriydi. Kendisi günlük defteri diyordu. Ama sır defteri demek
daha doğru olurdu. Kimsenin bilmediği sırlan,rûhunun medd ü cezirleri, çile
imbiğinden süzülmüş fikirleri, his çağlayanları bu deftere dökülmüştü. Yaşadıkça
da dökülmeye devam edecekti.
Açtı, zarfı defterin ortalarında bir yere itinayla yerleştirdi. Dünyânın en
kıymetli hazînesini gizliyor gibiydi.
"İşte, artık sâdece bir ceset değilsin. Bu zarfın içindekiler senin ruhun!"
dedi.
Vakit geçirmeden hazırlanıp yattı. Huzur içinde, derin
bir uykuya daldı.
O gece rü'yâsında babasını gördü. Bir an gülümsedi uzaktan, o kadar... Üstünde,
Yusuf'un çocukluk hafızasında kalmış asker üniforması vardı.
146
XI
1989 yılının Kasım ayı.. İstanbul'da ve bütün Anadolu'da kışın yüzünü yavaş
yavaş göstermeye başladığı günler.. Bir Pazar günü..
Sabah namazı için karanlıkta yola düşüp camilere gelenler var.Câmiler içinde bir
cami var ki, o sabah bambaşka bir cemaati bağrına basıyor.
İlk vakitlerden itibaren cami dolmaya başlıyor. Tamamına yakını dolmak
üzereyken, muazzam bir cemaatle farzı edâ ediliyor. İstanbul'un incilerinden
Süleymaniye Camii burası..
Yalnız, cemaatte bir farklılık var. Otobüslerle ve şâir vâsıtalarla Anadolu'nun
dört bir tarafından gelenler ekseriyette..
Sırf namaz değil geliş sebebleri. Bilhassa uzaklardan gelenler, bir gün
öncesinden veya geceden yola çıkmışlar. " Din nasihattir" peygamber fermanına
kendilerini muhatab görmüşler ve öğle namazından evvel verilecek vaazda yer
bulmak ümidiyle, o mânevi havanın içine kendilerini koyvermek niyetiyle yollara
düşmüşler.Bunlarm içinde bîr genç var ki, birkaç kardeşiyle birlikte,
İstanbul'da olmasına rağmen erkenden gelmiş. Zâten cemaatin çoğu gepegenç
kişiler.. Birbirlerinin nurlu nâsiyelerine bakarak nûr alışverişi yapıyorlar
sanki.. Herkes birbirine muhabbetle bakıyor. Melekler de iştirak ediyor bu
alışverişe besbelli!.. Muazzam kubbeden salkım salkım nûr yağıyor cemaatin
üzerine. Genç, meleklerin iştirakini ve alkışını görür gibi...
Saat yedi bile olmadan cami hıncahınç doluyor. Geç gelenler, sıkışan onbinlerin
arasında yer bulmaya çahşıyor-lar.Daha sonrakiler ise, vaazın sâdece sesini
duymaya razı olarak geniş avluyu doldurmaya başlıyorlar.
147
İçerdeki lâhutî hava, okunan Kur'an, arada bir okunan kitab parçalan, kalbleri
vaaz vaktine kadar yumuşattıkça yumuşatıyor. Tam bir manevî sofra oluyor
bunlar...
Beklenen hatib, nihayet kürsüye yakın olanların ayağa kalkıp yol açmasıyla
görünüyor.
Gencin, sesini seneler öncesinden teyp kasetlerinden ta-nıdığı,sîmâsma bir iki
senedir video kasetlerinden aşina olduğu bu vaiz, Mü'min Efendi ismiyle maruf
âlim ve fâzıl bir kişi..
Daha kürsüye çıkıp otururken tevazuu bir mıknatıs gibi çekiyor, bağlıyor
herkesi.
Bütün gözler pür-dikkat onda.. Ağzından çıkacak tek bir kelimeyi, tek bir
hareketini kaçırmak cemaat için büyük kayıp şimdi..
Bizim genç onu pek fazla dinlememiştir o güne kadar. Yakından da ilk defa
görüyor. Daha ilk dinlediği zaman da "İşte hatib bu" kararını vermiştir.
Yârabbi, o nasıl hitabettir ki ardarda teklemeden bunca pırlanta cümleyi
sıralıyor! O nasıl ifâdelerdir ki ruhlara silinmemecesine nakşolunuyor! Ve
sözden çok hâl te'sir ediyor insana...
İçinde asla riya, süm'a bulunmayan hareketler. Belagat, fesahat, selâset,hepsi
terkib olmuş.^
Öyle bir feveran var ki sözlerinde ; tâ kalbden çıkıp kalblere zıpkın gibi
işliyor. Cemaat, dakikalar ilerledikçe maşerî bir rûh hâlinde dünyâyı bırakıp
bambaşka âlemlere kanat açıyor.
Hatib; kâh Hazreti Peygamber (S.A.V.), kâh sahabeyle hemdem ediyor cemaati. Kâh
Hâlid bin Velid'le, kâh Selçuklu ile, kâh Osmanlı ile kolkola, zaferden zafere
koşturuyor.Kâh bugünün inkisarlarını, tezellülünü en acı ifâdelerle asrın uyuyan
müslümanlannın yüzüne çarpıyor.Kâh korku salıyor yü-reklere,kâh ümit bahşediyor.
Bütün bunları yaparken ölçüyü asla kaçırmıyor. Ne altın sayfalarda gezinirken
lüzumsuz ninniler, avuntular var; ne de günün ferdî-içtimaî zilletini anlatırken
ye'se, bedbinliğe kapı aralama var. Her şey mantık-his imtizacı içinde...
148
Gencin daha önce rastladığı, şübhesiz çok te'sirinde kaldığı manzaralar şimdi
çok daha canlı ve müessir. Hatibin ve cemaatin her bir feveranı tek bir dalga
halinde, mele-i âlânın sakinlerine kadar uzanıyor.
O havayı aynı mekânda müştereken teneffüs etmek bambaşka!..
Fert fert ve kitle halinde dualar, tekbirler, feryadlar ve gözyaşları birbiriyle
yarış hâlinde..
Evet... Genç adam hatibin bülbül misal ağlayıp İnlemesine, cemaatin ona
iştirakine şâhid oluyor. O da iştirak ediyor.
Daha evvel tereddütlerle verdiği hüküm vardır:Hati-be"devrin âşıklar sultanı"
demiştir. Şimdi tereddüdü silindiği gibi, seksiz şübhesiz bir ilâvede bulunuyor:
"Gözyaşı sultanı..."
Yirminci asır, İslâm âleminin ve bütün dünyânın hislerini kaybettiği, süflî
arzuların cenderesi altında kalblerin nasır bağladığı, gözlerin yaş akıtmayı bir
utanç, gülünç bir fiil kabul ettiği asır!..
Genç adam hatibi dinledikçe, onun haliyle hâllendikçe gözyaşının kıymet ve
ehemmiyetini idrak ediyor. Gözyaşı, bir damlası bütün kâinata değecek bir
hazîne...
Şunu anlıyor delikanlı: Hayâtında sâdece birkaç defa başkaları için ağlamış. O
güne kadar; kendi gafletine, isyanlarına, günâhlarına ağladığını düşünüyor.Çok
büyük ideallere sâhib olmuş çocukluğundan beri... Bunlar kimi zaman nefsanî,
"ben" belâsını öne çıkaran idealler.. Sonra kendini ve Rabbini tanıdıkça, kendi
çapındaki marifeti günbegün mesafeler kat'ettikçe, idealleri ilâhî Ölçülere
bürünüyor. Her şey, her amel Allah (C.C) içindir.
Fakat nefsini terbiye, ruhunu tertemiz kılma ameliyesinde; feragat, diğergamlık
gibi faziletlere kalbinde kâfi derecede yer vermediğini anlıyor; hatibi
dinledikçe, cemaatin hâlini gördükçe...
Evet... Başkaları için yaşama. Varıyla-yoğuyla himmetini millete, ümmete ve
insanlığa vakfetme. İslâm'ı sahabenin anladığı gibi anlamaya çalışma. Bunları
ifa ederken de her vakit mahzun bir çehre, buğulu gözlerle mes'uliyetin ağırlı-
149
ğından iki büklüm yaşama...
En kıymetli hazîneyi keşfediyor genç adam. Hz. Âdem'in Hz. Eyyûb'un, Hz.
Yakub'un, Hz. Muhammed'in tuttukları yolu keşfediyor.
İnsanı kirlerinden arındıracak, bir anda arşı- ferşi atlatıp maverada neler
olduğunu gösterecek tılsımı keşfediyor. Gözlerden akıtılanlarla, birkaç asırdır
karaya oturmuş gemimizi yüzdürmenin çâresini keşfediyor. Gözyaşını keşfediyor!..
Kendine ve başkalarına merhametin sessiz çağıltısı olan, dört bir tarafı sarmış
yangını söndürecek gözyaşını...
Vaaz bittiğinde herkes dağarcığına yüklemiştir bir şeyler... Yüzlerde hüzünle
karışık bir sürür var. Bazı gözler hâlâ ıslak..
Cemaatin hemen hemen yarısı abdest tazelemek için dışarı çıkıyor. Bu kadar
kişinin avluya varması için yarım saat az bile geliyor. İçerde kılman öğle
namazı ve yer olmadığından dışarda kılanlar... Avlu namaz kılanlar, şadırvan
abdest alaıılarla dolu...
Genç adam az sonra evine gitmek üzere geri dönerken şunları düşünüyor:
" Bir zamanlar arifler sultanını tanımıştım. Bu da âşıklar sultanı.. Gözyaşı
sultanı.. Anadolu insanına ağlamayı yeniden öğreten kişi...
150
XII
Yusuf ertesi gün fabrikadan çıktıktan sonra doğru dayısına gitti. Ferhat Beyin
adresini, telefon numarasını alıp eve döndü. Akşam Ferhat Bey'i telefonla arayıp
ertesi gün geleceğini söyledi. Nerde oturduğunu da iyice öğrendi.
Kardeşi İsa o sabah İstanbul'dan dönmüştü. Okuluna kaydını yaptırmıştı. Anne,
iki oğul akşam yemeğinden sonra bir müddet sohbet ettiler.
Yusuf dışarıya çıkacağını söyleyerek kalktı. İlk geldiği günlerdeki boş zamanı
bile kalmamıştı artık. Evde kaldığı zamanlarda dahi yaptığı işlerin çoğu şahsına
âit değildi.
O akşam da programında olan bir sohbet toplantısına katıldı.
Birbirinden farklı meşrebdeki cemaatlerin toplantılarına iştirak ediyordu. İki
buçuk aya yaklaşan zaman zarfında eski çevresi hâricinde bir hayli âşinâ
çevresine de sâhib olmuştu. Burda; şübhesiz her cemaatten ve zihniyetten, her
meşrebden insanlarla samimiyet kurması büyük rol oynamıştı.
Bu yakınlığı ve samimiyeti kurdurtan; onun ihlâsı, tevazuu, cana yakın tavırla^
idi.
Kendi cemaatinden arkadaşları olsun, gittiği değişik yerlerdeki insanlar olsun,
ilk günlerde bu durumu yadırga-mışlardı. Hattâ bazıları ileri gitmişler: "Olmaz
böyle şey! Hâricimizdekilerle nasıl bu kadar içli - dışlı olabilir? Bu,
prensiplerimize mugayir, onların metodlarından bize ne! Hem onlar bize düşman
gözüyle bakıyorlar... Hiç olmazsa bu kadar samimî olup içlerinde bulunmasın!"
gibi lâflar etmişlerdi.
Yusuf, yine o tevazuuyla gülümsemiş, "alışacaklar, "herkes bir gün kardeş olup
birbirini kucaklayacak" demişti. Kırılmamış, doğru bildiğinde devam etmişti...
1980 öncesinde bilhassa ayak takımlarında hâkim olan düşmanlıklar faslı
kapanmış, 1980 sonrasında düşmanlıklar
151
sâdece soğukluğa dönüşerek ıslah olmuş, pek büyük bir mesafe kat'edilmemişti.
Mes'ele, politik platformda ise korkunç boyutlarda idi.
Yusuf'un en çok ızdırabmı çektiği dertlerdendir bu... Elinden bir şey
gelmeyeceğini biliyor aslmda. Tek basma bu dertlere deva bulmak nasıl mümkün
olsun?...
Düşünüyor devamlı: " Zaman bir çok mes'eleyi halledecek, insanların doğruları
yavaş yavaş görmelerine vesile olacak. Gönül ister ki bunlar nasihatle olsun..
Yoksa başımıza yağacak musibetler çok pahalıya mal olacak.
Bunları düşündükçe duâ ederdi Yusuf, "Yârabbi bizi musibetlerle terbiye etme!
Kardeşliğin hakikatini anlama, birbirimizi sevme şuuru ver!"
Yusuf toplantılara ısrarla devam etti. Lise çağlarında, üniversite çağlarında
olduğu gibi ısrarla devam etti...
Onun dünyâsında ümitsizlik yoktu. Ve her mü'minde olması lâzım gelen
"hâdiselerde hikmet arama" ufku açıktı onda. Her şeyin bir takım hikmetlere
mebni sürüp gittiğine, akıbetin hayır da şer de olsa gene bir hikmete
dayandığına inanmıştı. Böyle düşünürken şu ilâhî tenbihe bağlı kalıyordu:
"Sizin şer zannettikleriniz hayır, hayır zannettikleriniz şer olabilir"

Onun için, bu keşmekeş, bu fitne ortamı Yusuf'u her ne kadar üzse de bedbin
etmiyor, ye'sin bataklığına düşürmü-yordu.
Halbuki nice yiğitler bu yolda yaya kalmışlardı. Kimisi düşmanlığı, hattâ bütün
insanlara düşmanlığı baştâcı etmişti. Kimisi, artık kurtarılacak hiçbir şey
kalmadığına kani olmuş; kimisi, elinden geleni yapıp da tek bir aksaklığı
düzelte-meyenlerinn pasif bir mukavemeti olarak hiciv yoluna sapmış; kimisi,
ümitleri tamamen kırılmış olarak inzivayı, cemiyetten kaçmayı seçmiş; kimisi
yılgm-bezgin bir rûh hâletiyle sürünürcesine yaşamayı seçmiş; kimisi de imânını
korusa dahi metafizik gerilimini kaybettiği ve "ya hep ya hiç" felsefesine sâhib
olduğu için amel noktasında sefil düşmüştü.
O günkü sohbet toplantısı biter bitmez dağılanlarla bir-
152
likte Yujufda evine döndü.
Kardeşiyle oturup konuşmak istiyordu. Fakat İsa, günlerin yorgunluğunu üzerinden
atmak için yatsıdan sonra hemen yatmıştı.
Odasına çekildi. Babasını düşünmeye başladı. Onu hep çocukluk gözüyle tahayyül
ediyordu. Bir taraftan da Ferhat Bey'le görüşme heyecanı kaplamıştı içini.
Onca fikir keşmekeşi içinde, uzandığı somyada uyuya-kaldı. Bir ara uyandı,; saat
sabahın üçüne yaklaşmış, odanın ışığı yanık kalmıştı. Vücudunun üşümekten
uyuştuğunu hissetti.
Kalktı, dışarıya çıkıp geldi. Vücudu biraz sakinleştikten sonra abdest tazeledi.
Her zaman kılmaya çalıştığı üzere teheccüt namazına durdu. Namazın sonunda
ellerini açtı, ruhunda derin dalgalanmalarla uzun uzun duâ etti. Duâ bittiğinde,
içinde bir ferahlık vardı.
153
XIII
Kapı çalındığında Ferhat Bey akşam yemeğini bitirmiş, sofradan henüz kalkmıştı.
Sofradaki karısı ve oğluna bakarak:
- Gelen odur herhalde, dedi. Ben onu misafir odasına alayım.
Gitti, kapıyı açtı. Gelen evvelâ selâm verdi. Selâmı alan ev sahibinin
konuşmasına fırsat bırakmadan; kendinden emin sordu:
- Efendim herhalde Ferhat Bey?...
- Evet, Ferhat Şahin... Ben de seni bekliyordum. Buyur içeri..
Ev sahibi Önde, Yusuf arkada misafir odasına geçtiler. Hâl-hahr faslından sonra
Yusuf hemen mes'eleye girmek istedi. Konuşmak üzere gözlerini Ferhat Bey'in
gözlerine dikince, o sert asker çehresinde, kendisine bakan bir çift buğulu göz
buldu. ' ¦
- Bir şey mi oldu efendim? Ters bir zamanda gelmiş olmayayım!
- Yoo evlâdım, hiçbir şey yok! Sâdece rahmetli babanla yaşadığımız günleri
hatırladım. Seni görmek, hâtıralarımı öyle bir canlandırdı ki!..
Yusuf da hislenmişti bu manzaradan... Bir müddet konuşmadı ev sahibi. Birden
hatasını telâfi etmek ister gibi:
-Evlâdım, senli-benli...
- Tabiî efendim? Böyle daha samimî oluyor. Hem babamın bir dostu...
Ferhat Bey yerinden kalktı. Daha yakın bir yere, tam karşısına oturdu.
- Babanla Harbiye'den tanışıyoruz..Dört senelik bir ayrılıktan sonra aynı tayin
devresinde ikimiz de Kayseri'ye tayin olduk. Kayseri'de üç sene beraber
çalıştık. Neticede Kıbrıs
155
Harekâtı'nda beraber çarpıştık. Ona şehâdet nasib oldu. Ben ise işte hâlâ
hayattayım. Eğer yaşadığıma hayat denirse?.. -Nasıl yâni, memnun değil misiniz
hayâtınızdan?
- Zillet içinde, binbir mihnetle, itilip kakılmayla geçirilen bir hayattan ne
kadar memnun olunursa, ben de o kadar memnunum işte!
- Zillet diyorsunuz. Hepimiz aynı şartlarla yaşamıyor muyuz? Dünyânın dört bir
tarafmda ferden ve kitle hâlinde her türlü zulme lâyık görülen biz değil
miyiz?..
- Dediklerinin hepsi doğru evlâdım. Asker emeklisi olduğum için de söylemiyorum
bunları. Meslekte iken çektiklerim, sivil hayattan sâdece bir gömlek yukarda
İdi. Pek bir fark yok ikisi arasında. İktisadî, içtimaî, kültürel, ahlâkî
dertler hepimizin ortak dertleri... Ama öyle zamanlar oluyor ki, "artık
dayanamıyacağım Allahım" diyorum. "Sen bize bir imdat gönder!" Sonra
düşünüyorum: Târihin hiçbir devrinde biz böyle olduk mu? İsyanlar, küfür,
ahlâksızlıklar bu kadar sarıp sarmaladı mı insanlığı?"
- Sonra dönüp kendime bakıyorum: İnsanlığın, bir tek insanın, ailemin imdadına
koşmak nerde, ben nerde! Benim kendime bile hayrım yok!..
Yusuf çok iyi anlıyordu Ferhat Bey'i. Ama ne yapsın elinden bir şey gelmiyordu!.

Ferhat Bey sanki anlaşıldığını sezmiş gibiydi. Kalbinde senelerdir birikmiş dert
yüklerinden kurtulmak ister gibi döktü içini:
-Seninle çok önceleri, daha ilk okul çağlarında iken tanışmak isterdim. Her
hususta yardımcı olmak isterdim. Maalesef bazı şeyler buna hep mâni oldu.
- Ne gibi efendim?
- En başta; şehidliği belki baban kadar ben de arzuluyordum.
Durakladı Ferhat Bey. Gözleri daldı. Neden sonra:
- Öyle çok istiyordum ki! Kelimelerle anlatmak mümkün değil bunları.Ailem,
babam, yakınlarım, sevdiklerim, bütün dünyâ silinip gitmişti gözümden..
- Şehâdet ve şehâdetle Allah'a kavuşmak!..
156
Sâdece bu mu diye soracaksın kimbilir.. Hayır, hayır ... Ben bir Allah dostu
değilim.. İsyanlarımı itaate çevirebilmiş değilim ki.. Hele hele O'nun aşkına
sâhib olduğumu hiç iddia edemem. O gün de aynıydım bugün de...
-Günâhlarımdan, hesab verememekten korkuyordum herhalde.
- Bir de nefsimi kurtarma derdi bir tarafa, Allah için, İslâm için hiçbir
hizmet yapamamak beni deli ediyordu. Hesab gününde Rabbim; "ey kulum, din-i
İslâm için ne yaptın?" diye sorduğunda cevab vermeye yüzüm olurdu hiç olmazsa.
Müslüman olmanın mes'uliyeti altında o kadar eziliyordum ki, çaresizlikten
yapacak tek şey kalıyordu. Hiçbir şey yapa-
.. mıyorsun! En kıymetli varlığını, canını da mı veremezsin? diyordum.
- Böylece verdiğim canım, isyanlarıma, günâhlarıma, yaşadığım faydasız hayata
kefaret olacaktı.
- Yusuf Bey oğlum! Maalesef nasib olmadı. Çok üzüldüm buna. Kıbrıs Harbi benim
için bir fırsattı!
-Çok düşündüm sonra... "O kadar duâ ettim nasib olmadı" diye. Önceleri "ben bu
duamda samimî değilim" fikrine kapıldım.
- İyi biliyordum; bu bir nasib mes'elesiydi, ama gene de kendime sormadan
edemiyordum. Sonunda bu işin hikmetini âcizane şöyle buldum: "Ben lâyık
değilim... Şehâdet gibi yüksek bir makama lâyık değilim..."
Gözleri deminki gibi buğulanmıştı. Yüz hatlarında ızdı-rabın gerginliği vardı.
Hayır, bu sözlerde riya olamazdı. Gözler, ses tonu, yüzün hâli hep samimîyetini
haykırıyordu Ferhat Bey'in...
-Kendimi liyâkat içinde görmemem, "tertemiz bir insanın tertemiz evlâdına nasıl
yaklaşırım" anlayışına şevketti beni. Kendimi çok küçük görüyordum karşında...
-Yoo, o kadar da değil, diye müdahale etti Yusuf.
-Babam hesabına konuşamam. Lâkin kendi hesabıma asla emin değilim! Kendinizi bu
kadar küçük, günahkâr görmeniz de...
-Hayır, hayır oğlum! Ben kendimi tanıyorum ve işte sa-157
na itiraflarda bulunuyorum. Sana karşı kendimi suçlu hissediyorum. Seni
bugünlerde bizzat aramayıp ayağıma getirtmemde bile...
-Hayır! Siz büyüğümsünüz. Ayağınıza gelecek olan benim... Hem benim hâlimi
bilmiyor, beni tanımıyorsunuz bile...
-Öyle bir insanın evlâdı kötü olamaz Yusuf Bey oğlum. Bu bir peşin hüküm de
değil...
-Yalnız unutmayın ki peygamber olmalarına rağmen Hz. Âdem'in iki oğlundan biri,
Hz. Nuh'un oğlu hakkı görememişlerdi. Nice sâlih kulların ehl-i dalâlet evlâdı
olmuştur. Tabiî tersi de vârid...
-Hayır hayır! Hâlin herşeyi anlatıyor. Böyle temiz bir yüz... Bakıldığında
Allah'ı hatırlatan nurlu bir sîmâ... Şeytanî bir yüzü tanımaz mıyım ben!
Yusuf bu son sözlerden sıkılmıştı. Önce cevab vermek istedi. Sonra, susmanın en
iyi cevab olacağını düşündü, konuşmadı. Yerinde tedirgin tedirgin kımıldandı.
-Seni gördükçe; dünyâ meşgalesiyle küllenen eski dertlerim depreşecek diye
korktum. Bana hep Yakub Bey'İ ve mazimi hatırlatacaktın!..
- Mektubu senelerdir taşımanın manevî ağırlığı da çok büyüktü. Bazen kendi
kendime sorduğum olmuştur; "ya emâneti teslim edemeden ölürsem" diye. Sonra,
"emânetin er geç yerine ulaşacağını biliyordu" diyf düşünür, içimi serinle-
tirdim.
Ferhat Bey, yıllardır açılacak kimse bulamamış, konuşmaya hasret biri gibi
lâfları ardarda sıralamış, Yusuf'un konuşmasına fırsat bırakmamıştı.
- Kusuruma bakma Yusuf Bey oğlum... Senelerdir öyle bir dolmuşum ki... Daha
anlatacak çok şeyim vardı, ama başını daha fazla ağrıtmak istemiyorunı. Nasib
olursa daha çok konuşuruz ilerde.
Hafifçe gülümsedi. Şaka yollu:
- Kimbilir," amma da geveze adammış" dersin sonra.
- Estağfurullah, dedi Yusuf. Sizi anladığımı söyleyemem, Lâkin anlamaya
çalışıyorum. Hoş, sizi tamı tamına anlamam için yaşadıklarınızı yaşamam lâzım.
Hani ne demiş-
158
ler, "cevizden düşenin hâlini cevizden düşen bilir.'
- Mektubu okumuşsundur herhalde?
- Evet, evvelki gece okudum. Yaa, epeyce gecikmiş!
- Evet öyle... Neyse mühim değil... Elime geçti ya.. Ferhat Bey fazla
üstelemedi.
- Sayfalar dolusu mesajlar yüklü bir mektub. Okudum, okudukça şükrettim Rabbime.
Okudukça daha bir sevdim ba-
¦ bamı. Okudukça daha bir hayran oldum ona.
Yusuf bir şey daha kaçıracaktı ağzından. Sanki sezmiş gibi o sözü Ferhat Bey
söyledi:
- Ne büyük insandı!.. Ve ilâve etti:
- Ne mutlu sana Yusuf Bey oğlum! Böyle bir babanın evlâdı olmak ne büyük
bahtiyarlık!
Önce başını salladı Yusuf, sonra Önüne eğdi.
- Hiç bir şey tereddüde mahal bırakmıyor! Gözlerimle şâhid oldum babanın
şehâdetine.
- Yaralanmıştı. Yaralandıktan sonra iki saat kadar yaşadı.Ruhunu teslim edene
kadar baş acundaydım. Bir ara seke-rata girdi. Bir, zaman sonra kendine geldi,
gözlerini açtı. Boşlukta birilerini seyrediyor gibiydi. Sesi zayıf çıkıyordu:
"Kim bu çocuklar? Ne de güzel cıvıl cıvıllar. Bak, bana el ediyorlar, 'gel'
diyorlar..."
- Bir ara tekrar kendinden geçti, sonra ayıldı. Yüzüme dikkatli dikkatli baktı.
Gülümseyerek şunları söyledi: "Birtakım nûrefşan çehreler gördüm. Baharı
yaşayacak gençler bunlar... İkinci dirilişin talihli yiğitleri ..
Yürüyorlardı... Âlemin bahtına tebessüm ediyorlardı.. İnsanlığı kurtarmaya
azimet etmişler. Ferhat, kardeşim! Gitgide çoğaldılar, bütün cihanı kapladılar!"
-Gözünü bir an yumdu. Tekrar açtı. Sesi bu defa yorgun, bitkindi. Fısıltıya
dönüşmüştü âdeta: "Baharı göremedim ben! Ama üzülmüyorum. Rabbime kavuşmama çok
az kaldı. O günleri inşaallah gittiğim yerden seyredeceğim. Ömrü olanlar, belki
sen de o günleri göreceksiniz. Ne mutlu o baharı
159
yaşayacak,insanlığın imdadına koşacak o kutlular ordusuna!"
Yüzündeki o unutulmaz tebessümle, takatinin yettiği kadarıyla sağ elini
kaldırdı, şehâdet parmağını semâya uzattı, kelime-i şehâdet getirdi. Yine o
tebessümle ruhunu teslim etti.
Yusuf anlatılanlardan mest olmuştu âdeta:
- Rabbim son nefesimizde imânı hepimize nasib etsin. Şehidlİkle bizim aramızda
çok mesafe var. Lâkin Rabbimize imânla dönmek hepimizin en büyük arzusu değil
mi? Yoksa yaşadığınız hayâtın ne kıymeti kalır!
- Yârabbi, sen bizi son nefesimizde en büyük korkumuzdan emin kıl! İmân veya
imân, işte bütün mes'ele bu!
Evet, imansız gitmek Yusuf'un en büyük korkusuydu. Sonsuz bir hayâtın
mahvolmasından, imânını şeytana teslim edip de ebedî bir hayâtta ebedî azaba
duçar olmaktan daha kötüsü düşünülebilir miydi?
Doğru, dedi Ferhat Bey. Bütün mes'ele bu... Gerisi bomboş! İmânla gidenler azaba
da uğfasalar kurtuldular. Ama gerisi?... Ne korkunç şey Allahım! Sen sonumuzu
hayreyle! ..
"Âmin" diye içli bir ses yükseldi Yusuf'tan.
Yusuf Bey oğlum! Bir de şehid olarak gittiyse insan... Bundan büyük saadet olur
mu bizim gibiler için!
Biraz önce söylediğini unuttuğundan mıdır, tekrarına lüzum görüp, Yusuf'un
maneviyatını yükseltmek istediğinden midir, yoksa gıpta ettiğinden midir nedir:
- Ne mutlu, bir şehid evlâdısın!
• *•
Yusuf Ferhat Bey'den çıktıktan sonra oyalanmadan eve gitti. Kardeşi ve annesiyle
biraz sohbetten sonra odasına çekildi.
Ferhat Bey'e bahsettiği gibi, mektubunu okuduktan sonra babasına daha bir
bağlanmıştı. Ona hayranlığı kat kat artmıştı. Ferhat Bey'in görüşmenin sonunda
anlattıkları da hâlden hâle sokmuştu Yusuf'u...
Somyasına oturmuş; kâh babasını, kâh mektubu, kâh
160
Ferhat Bey'i düşünüyordu. Döndü dolaştı, tekrar mektuba takıldı aklı...
Mektubdaki o pırlanta tavsiyeler yok mu! Her biri Ölmüş gönüllere hayat
bahşediyordu. Belki Yusuf şimdilik farkında değildi. Belki ilerde farkına
varacaktı. Belki hiç bilmeden ölecekti. En hayırlısı da buydu herhalde . Yakub
Bey, sanki oğlunun yapması gerekenleri değil de, zâten yaptıklarını, işlediği
amelleri serdediyordu.
Daha fazla dayanamadı Yusuf. Bu kadar dolmuşken bo~ şalmalıydı. Kalktı, masanın
çekmecesini açtı. Mektubu arasına yerleştirdiği defteri çıkardı. Yansı dolmuş bu
deftere en dalgalı feyezanlarla şu satırları yazdı:
"Ben!" Bendeki "ben" e esir olmuş ben... Senelerce koşturdum "ben" in peşinden.
Fakat Öyle derinde ki!.. Ne o bana bende oldu, ne ben onun bendeliğinden
kurtuldum. Ne zorlu düşmanmışsın sen ey "ben!" Bir lokma ekmekte, bir sakat
koltukta, bir yumuşak yatakta, iki arşın paçavrada, şöhretin Everest'inde hep
seni duydum, seni yaşadım..
Beyinler çatlatan bir sual : Nasıl kurtulurum senin elinden?..
Birden aklıma şu sihirli söz geldi : "Açıl 'ben' im açıl!"Mağaranm kapısı
aralandı. Ama azıcık... Girdim içeriye. Derinlere indim. Buldum "ben" i zincire
vurdum. Ama tek ayağından!..
Sonra, kendimle barışmayı diledim. İç-dış ayrılığına düşmeyeyim, iki türlü
yaşamıyayım, riyadan iz kalmasın dîye..Çünkü "ben" den biraz ayrılmak ;
"biz"i,"siz"i, "onlar"ı davet ederdi bana. Ve başkaları için yaşamaya
başlardım..
En sonunda "ölüm"ü diktim "ben" İn karşısına... Her an hatırlatır oldum ;
lezzetleri acıJaştıran "öliim"ü...
Hepimiz Ölmeyecek miyiz? Ölümlünün ölümlüye düşmanlığı nedir ki? Dünyâda iyi bir
isim bırakmaktan daha güzel ne var?
Ne garibdir insanoğlu! Sevgide değil de nefrette birleşir. Gül yetiştirmeye
kolay kolay kimse bulamazsınız. Diken tohumlan serpmede yarışanları görürsünüz.
161
Öyleyse, gül yetiştirmeye önce ben başlamalıyım! Evvelâ ; içimdeki kibir, haset,
cimrilik burçlarını yerle bir etmeliyim. Kendimi aşmalıyım..Gül yetiştirmem
mümkün olsun diye...
Ve ben; hoşgörü havuzundan, sevgi suyuyla, adına "kardeş"dediğim fidanları
yetiştirmeliyim. Güller... Gülen güller...
Sonra şehrin meydanına çıkıp, susamışlara bir saka gibi tas tas sevgi
dağıtmalıyım.
Sevginin sarayını taş taş örmeli; elmas elmas işlemeliyim.
Yûnusça sevdalara tutulup, " Yaradan"dan ötürü yara-dılam sevmeliyim. Hoş
görmeliyim her şeyi, herkesi...
Sevgi yolunda yürüyenler karanlıkta kalmasın diye çıkıp semâya yıldızları
toplamalıyım!
İnsanlar gülsün! Dünyânın hazîneleri evime akşınıma torunum yırtık entariyle
dolaşsın! Yastığım kumdan, döşeğim hasır olsun. Ama insanlar gülsün!..
Ağlamalıyım ben, güldürmek için ağlamayanlara..Ve ben gülmeliyim, gülenleri
gördükçe.. Ağlamalıyım, ağlamasını bilmeyenlere...
Madem sevmek vermektir. Sevmek ölmekle başlar madem..Madem sevenler ölmez.
Ömürler boyu yaşamak için sevmek gerek öyleyse! •
İşte, dinleyin kalbimin sesini : Erimek, tükenmek, kaybolmak istiyor. " Sevgi
şöyle olur" diyor. " Hoşgörü şudur " diyor. " Kardeşlik şöyle kurulur " diyor.
Ben öleyim, sen yaşa!
Ben yok ; sen var, siz var, onlar var...
Öyle değil mi?
Sandalyesinden kalktığında çok rahattı Yusuf. O güne kadar günâh batağına
saplanmış, İnandığı dâvaya hiç hizmet edememiş gördü kendisini.. "Bugünüm
dünden, yarınım bugünden çok daha bereketli olmalı " diye düşündü. Yalnız bu,
kafasına her dâim yer etmiş bir fikirdi. O anda yanıp sönen bir şimşek şeraresi
değil...
Kendisini her zaman büyük noksanlarla dolu görmüş,
162
yapabileceği hâlde yapmadığı amellere, hele hizmetlere hep hayıflanmıştı.
Öyle ya; gücünün yettiği kadar değil, gücünün üstünde çalışmalıydı. Yoksa
yaşadığı ve yaşayacağı Ömrün ne kıymeti olacaktı! Yoksa asırlık dertler nasıl
ortadan kalkacaktı!
Ömür sermâyesi günbegün tükeniyordu. Her geçen zaman, Ölüme yaklaştırıyordu
insanı..
Pişmanlıklar diyarına gitmeden, her fırsatı değerlendirmeliydi, imdadına
koşulacak, bataklığa saplanmış nice insan vardı Anadolu'da ve dünyâda.. O
çalışacak, çabaliyacak, neticeye karışmayacaktı. Zira hidâyet Allah'tandı. Kula
sâdece tebliğ vazifesi düşüyordu. Târih boyunca ataları bütün dünyâya bunun için
yayılmamışlar mıydı!.
Babasının yazdıklanyia kendi yazdıkları işte şimdi bütünleşmişti.
" Yârabbim, bundan sonra faziletli, dolu dolu bir hayâtı nasîb et" diye duâ
etti...
163
m
XIV
Yazın çok canlı olan Alâeddin Tepesi, takvimler Eylül ayının ortalarını
göstermesine rağmen, gelen yerli-yabancı misafirlere hizmeti sürdürüyordu.
Asırların yükünü sırtında taşımış bu târihî tepe bazı gariblere de geçim kaynağı
oluyordu. Fotoğrafçılar, çekirdekçiler, meyve satıcıları, ayakkabı boyacıları...
Zayıf vücudlu, üzerinde emânet duran kimbilir kimden kalma bir eski gömlek;
kaybolmuş ütüsü, solmuş rengi, yıkaya yıkaya kısalmış boyuyla, boya-cilâ
renkleriyle lekelenmiş, solmuş bir pantolon giymiş, yirmi beş yaşlarında bir
ayakkabı boyacısı... Omuzdan askıyla asılmış basit bir boyacı sandığı var.. Bu
zayıf, bir yetmişe yakın boylu genç adanı, müşteri bulurum umuduyla sabit bir
yerde durmaz, gezer... Arada bir de Alâeddin Tepesi'nin çay bahçelerine uğrar.
Gene bir gün, " müşteri bulurum" diye gezerken yoruldu.. Yol üstünde bir ağaç
gölgesinde, kaldırımın bordur taşı üzerine dinlenmek üzere oturdu. Sandığını da
yanına bıraktı.
Bir taraftan etrafı tararken, bir taraftan da yorgunluğunu atmaya çalışıyordu.
Güneşli bir Eylül gününde, açık havada çalışmanın da verdiği sıkıntı terletmişti
kendisini. Lâkayd bir tavırla sağı solu seyretmeye devam etti. Karşıdan, yolun
başından yaklaşan birisi gözüne ilişti. Yaklaştı yaklaştı... Önüne bakarak hızlı
adımlarla yürüyordu. Oturanın hizasına yaklaşınca boyacı kıpırdandı, yorgun
gözleri parladı:
-Yusuf Hoca, dîye seslendi.
Adam hiç duymamış gibi yürümeye devam etti. Boyacıyı geçmişti artık.Daha yüksek
bir sesle çağrı tekrarlandı :
- Yusuf Hoca!
Hayır, adam yürümeye devam ediyordu. Aynı adımlar-
165
la uzaklaşmaya başlamıştı.
Boyacı bunun üzerine ayağa kalktı. Adamın peşine düştü.Bir taraftan da kafasını
iki yana sallayarak tebessüm ediyordu. Belli ki muhatabının duymamasına hayret
etmişti. Adımlarını sıklaştırıp yetişti arkasından..
Aynı şekilde çağırırken, bir taraftan da elini omzuna dokundurdu.
Geriye döndü adam, durdu. Omzuna dokunanın yüzüne dikkatle baktı. Bakışları,
tanımıyormuş gibi ma'nâsızdı önce.. Sonra yüz hatları gevşedi, hafifçe tebessüm
etti.
-Yusuf Hoca diye bana seslendiniz herhalde!
- Evet ya sana seslendim. Deminden beri sesleniyorum ama duyuramadım. Hoca
nereiere dalmışsın Öyle? Top atılsa duymayacaksın..
Beriki bunları dinlerken ; bir yandan bu adamı nerden tanıdığını, bir yandan da
neden hoca diye hitab ettiğini düşünüyordu.
- Biraz dalmışım işte, diye cevab verdi ve devam etti :
- Peki, benim hoca olduğumu nerden biliyorsunuz? Neden hoca diyorsunuz bana?
- Ne bileyim işte! Mahallede öyle diyorlar, ben de öyle dedim.
Yusuf şimdi anlıyordu mes'elçnin içyüzünü... Kendisi mahallede tamdığı-
tanımadığı herkese selâm verirdi. Hayâl-meyâl hatırladığı bu adam da belli ki
onlardan biriydi. Şurda-burda birkaç defa selâmlaşmış olmalıydılar.
Bunları hafızasında bir bir sıralarken, gözü boya sandığına takıldı. Demek
boyacılık yapıyordu. Ayakkabılarına baktı, "boyatsam iyi olur" diye düşündü.
-Adınız neydi sizin?
- Şaban... Şaban Keskin..
- Benimki de Yusuf..Yusuf Hoca değil. Sâdece Yusuf Ser-dengeçti..
- Hoca değilsen, neden hoca dediklerini de biliyorum aslında. Geçende birkaç
ihtiyar konuşurlarken duydum. "Dindar bir genç" diyorlardı.
- Demek dindar olmak için hoca olmak lâzım... İmamlar,
166
müezzinler ve mecazen hocalar...
- Yusuf Hoca, ne dedin pek anlamadım ama... -Hiç!.. Mühim değil... Kendi kendime
konuştum işte.. Anlatsan da anlamam zâten.. İlk okulu zar zor bitirdim.
Câhil biriyim ben. Sen seneler boyu okudun. Bir değilim ki seninle!.
Bir yandan yolu ağır ağır adımlarken, bütün merakını bir anda gidermek ister
gibi konuşmaya devam etti Şaban :
- Ha; bir de senin için iyi adam diyorlar. Sonra biliyor musun, çok
yakışıklısın..
- Benim kulağım deliktir. Kocakarılardan tut; mahalledeki kızların sözleri,
sana âit fikirleri benden kurtulmaz haa!..
- Gerçi ben çok İyi adam gördüm ama...
Yusuf ma'nâh ma'nâlı baktı Şaban'ın yüzüne...Fakat sözlerinde herhangi bir
şeytanhk,imâ yoktu..
Dobra dobra konuşuyordu Şaban. Saf gönlü içindekileri gizlemiyor, ne varsa
dışarı döküyordu. Karşısındakinin de ne anlayacağını, alınıp alınmayacağını
düşünmüyordu.
Yusuf'un hoşuna gitti bu sözler.." İşte temiz bir kalb! Saf kalmış bir insan..."
diye geçirdi içinden.
Gözlerinin içi saf saf gülüyordu Şaban'ın.. - Hoca, kızların, kocakarıların
senin için ne dediklerini hiç merak etmiyor musun?
Senelerdir alıştığı şeylerdi bunlar Yusuf'un. Lise çağlarından beri peşinden
kimler koşmamıştı ki!.. Bir çoğu temiz niyetliydi. Bazıları kötü niyetliydi. Bir
kısmı delice âşık olduğunu söylemişti. Gizli hayranlarının sayısını da hiçbir
zaman bilmedi.
Hele üniversitede iken, kendisini korumak için ne mücâdeleler verdiğini, üstüne
üstüne gelen bozuk niyetlilere karşı iffetini muhafaza için neler yaptığını
anlatmaya kalksa, birçoğuna kimseleri inandıramazdı.
Temiz niyetlilere, âşıklarına kibarca red cevablan göndermek için neler neler
çekmişti!
Hepsinden öte; annesinin aklını zaman zaman çelenlerin tavsiye ettiği kızlara
red cevâbı vermek zorun zoru olmuştu. Zorluklar hâlâ devam ediyordu.
167
IIP
Yusuf bütün bunlara öyle alışmıştı ki; artık tebessüm etmekten başka bir şey
yapmıyordu. Şaban'a döndü :
- Merak etmiyorum. Tahmin ediyorum zâten.. Hep birbirine benzer şeyler... Beni
de hiç ilgilendirmiyor!
- Öyle deme hoca.. Hepsi de iyi, güzel kızlar. Hattâ geçende iki kız anası senin
için ağız kavgası yapıyorlardı. Görünmeden yaklaştım, dinledim : İkisi de
kızlarının sana daha lâyık olduğunu iddia ediyorlardı. Bilsen hoca, güle güle
bayıldım..
- Sonra zenginler... Benim gibi züğürt değiller. Bazıları yüksek tahsilli
değil, o kadar...
Bu ayaküstü konuşmadan sıkılmıştı Yusuf. Hem de bıktığı, midesini bulandıran
mevzular...
- Ayakkabıların boyanası gelmiş. Şöyle müsait bir yere gecelini de boya, diyerek
lâfı değiştirdi.
Zâten müşteri için gezinen Şaban " olur" ma'nâsında başını salladı.
Yürüdüler, iç taraflarda bir kanepeye oturdu Yusuf. İskemlesine oturan Şaban
işine başladı. Boyama esnasında hiç konuşmadı.
Yusuf yeni tanıştığı bu garib genç adamın bir yandan saf yüzünü seyrederken, bir
yandaı^da kendini işine verişine dikkat etti.Adam, çalışırken konuşmak bir yana,
kendinden geçiyor, dünyâyı unutuyordu.
İtinayla yaptığı işini tamamladıktan sonra, eserine son rötuşlarını yapmak üzere
muayene eden usta bir ressam gibi baktı baktı... Hiçbir noksan bulamamış olmalı
ki, memnun bir tavırla:
- İşte hoca bu kadar, dedi.
Yusuf elini cebine attı. Ücreti ödedi.
Şaban başmı kaldırıp oturduğu yerden Yusuf'a baktı.
- Hoca bu kadarla olmaz. Eve de beklerim. Tanıştık artık; birbirimize gelip
gidelim. İyi olur değil mi?
Yusuf şaşkın:
-İnşaallah, dedi.
Ağzı açık kalmıştı. Bu kadar açık kalblilik/saflık.. Bu ka-
168
W
dar işinde ciddiyet... Ve son söyledikleri..."Benim söylemem gerekenleri o
söyledi" diye biraz da utanarak düşündü.
Boyacı Şaban kaşla göz arasında âletlerini toplayıp sandığını omuzladı. Hiçbir
söz söylemeden, arkasına bakmadan hızla uzaklaştı. Yusuf, gözden kaybolana kadar
arkasından bakakaldı.
Neden sonra kalktı. Hem yürüyor hem de olanların yorumunu yapıyordu. "Acaba
zannettiği gibi dikkate değer bir gariban mıydı? Yoksa saf numarası mı yapmıştı?
Birden kıpkırmızı oldu utancından. Sırtını ter bastı. Tövbe etti, içinde
bulunduğu sû-i zan için.
" Ne istedim elin garibinden? Kendi hâlinde bir zavallı işte! Görmüyorum sanki,
sîreti suretine, aksetmiş.. Böyle saf görünüşlü birinin geleceğe matuf üç
kuruşluk menfaat için rol yapması mümkün mü?"
"Bugüne kadar önüme çıkan herkesten bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Hiç ummadığım
insanlarda, rezîlete batmışlarda bile bana da faydalı olacak iyi yönler buldum.
Eşyaya ve hâdiselere hep ibret nazarıyla bakmaya çalıştım."
"Şu kadarcık zamanda Şaban'dan öğrendiğim ilk şey, yapılan işe kendini verip tam
yapmak... Kat'iyyen hileye sapmamak .."
"İnşaallah daha öğreneceklerim olur "diye mırıldanarak devam etti. Eve gidene
kadar Şaban'ı düşündü.
169
XV
Râbia ve Yavuz'un o sabah uyanır uyanmaz ilk işleri birbirlerinin odasına
uğramak oldu. İki oda arasında boş bir oda vardı. İki kardeş arasındaki mesafe
sekiz metre kadardı. Tevâfuk bu ya; aynı zamanda kapıları açmışlar, iki oda
arasında karşılaşmışlardı.
Yavuz merakla sordu:
- Nereye Râbia? Ben de sana geliyordum..
- Aaa ben de sana geliyordum ağbi... Babam gitmiştir herhalde?
- Saat sekizi geçiyor, çoktan gitmiş olması lâzım.
- Neyse ağbi aşağıya gel. Kahvaltıda konuşuruz olmaz mı?
-Tamam, hemen iniyorum.
Az sonra salondaydılar. Kahvaltıları hazır olunca da yemek odasına geçtiler.
Masada Yavuz bir müddet tedirgin bakışlarla kardeşini süzdü. Râbia ise
süzüldüğünün farkında; önündeki ekmek dilimleri, kâseler, çatal-bıçakla meşgul
oluyor, süzülmenin rahatsızlığını bertaraf etmeye çalışıyordu.
Bir taraftan önündekilerden atıştırırken, söze girdi Yavuz:
- Akşam fazla mı ileri gittik yoksa?
Râbia kendinden emin, biraz da küstahtı sesi:
- Yoo ne münasebet! Ortada bir anormallik varsa o da bize ait değil. Görmedin
mi babamın tavrını? Bunca masum isteklere böylesine bir tepki!.. Ya gerçekten
ahlâksızca olsaydı isteklerim? Belki yaşatmazdı ikimizi de!
- O kadar da değil canım! Sâdece ikimizi de sürgün ederdi.
- Ağbi şakayı bırak da ne yapacağımıza karar verelim!
171
Bak, son birkaç gündür iyi görüyorum seni. Maneviyatın yüksek... Hepimiz
biliyoruz uzun zamandır bulunduğun hâli.. Ama çeken bilir; bize sâdece üzülerek
seyirci kalmak düştü. Daha fazlasını...
- Evet Râbia, daha fazlasını söyleme. Olmayacak inşaal-lah bir daha... Biliyor
musun, dün gece olanlara rağmen kendimi neş'eli, zinde hissediyorum. Ama
düşünüyorum da...
- Neyi?
- Sen ne dersen de, biraz fazla ileri gittik gibi geliyor bana.
- Yâni benim ileri gittiğimi kasdediyorsun. Yoksa sen, doğru dürüst söze
karışmadın bile...
- Her ne ise! Mühim olan netice, kimin ne yaptığı değil.. Sonra seninle ayrımız
gayrımız mı var?
Râbia gururlandı bundan. Bu, ağabeyinden uzun zamandır görmediği bir yakınlıktı.
Bir büyüğü, hem de sevdiği bir büyüğü tarafından şefkat dolu, samimî muamele
görmek...
Gözlerinin İçi mes'ud bir tebessümle parladı. Sevgiyle baktı ağabeyine..
Sitemliydi sözleri:
- Peki beni neden müdafaa etmedin öyleyse?
- Aaa, sanki bilmiyormuş gibi konuşuyorsun! Aramız yeni düzelmişken, ortalık
süt liman iken bir de ben mi girey-dim tartışmanın İçine? İşte o zaman sürgün
hâdisesi olurdu!
- Hayır ağbi! Ne haddimi aştım ben, ne de o dediğin olurdu. Benim bildiğim
babam, asla yapmaz Öyle! Kızar, bağırır, çağırır ama birkaç gün sonra da hiçbir
şey olmamış gibi davranır.
- Onu ben de biliyorum. Fakat şimdiki şartiar başka. İşin içinde bir de Yusuf
var. Babamın toz kondurmadığı Yusuf... Onun hor görülmesi, ona iftira edilmesi
söz konusu...
- Hayır ağbi hayır! Akşamki anlattıklarımın hepsi de doğru. Eksiği var fazlası
yok! Kalkıp şimdi babamı mı haklı çıkaracaksın? Söylesene kimden yanaşın sen?
Râbia'nm birden hırçınlaşması, kızıp köpürmesi Yavuz'u daha temkinli olmaya
mecbur etti. Kardeşinin bu dere-
172
ce asabîleşmesi pek az vâki idi. Hem, akşamki gibi, durumu idare etme
vazifesinin devamına inanıyordu.
- Hayır kardeşim öyle değil! Ben doğruyu-yanlışı, hak-lıyı-haksızı bulmaya
çalışıyorum. Unutma, haklı olduğun müddetçe hep senden yanayım.
Râbia ses çıkarmadı bu sözlere.. Önündekilerden yemeye devam etti.
- Bir şey söyleyeceğim ama kızmayacaksın!
- Söyle ağbi, söz, kızmam..
- Bak söz verdin ona göre... -Tamam ağbi!.Biraz güvensene bana..
Sesini sorguya çeker gibi değil de merak etmiş gibi bir tona soktu:
- Akşam ne gereği vardı Yusuf'un evlenme teklifinin? Daha uygun bir zamanda
söyleyemez miydin?
Râbia beklemiyordu bunu. Bir müddet ağzındakini evirip çevirerek, yutmaya
uğraşıyormuş görünerek zaman kazanmaya çalıştı. Sonra; elindeki çatalla bir
müddet kâsedeki zeytini yakalamaya çabaladı. Cevâbını hazırlamıştı nihayet:
- Hayır, o zaman söylemeliydim onu. Benim için kıymet ifade etmese de özel bir
mes'ele... Sonra, babama gözündeki saman çöpünü göstermek gerekiyordu.
Bu zekice, diplomatça cevâbı Yavuz yutmuş göründü. Vaziyetin nezâketine binâen
fazla da üstelemedi.
- Babamı asıl kızdıran son söylediklerindi. Seninle evlenmek suretiyle kalacak
büyük mirasa konması...
Bu defa temkinli konuşan Râbia oldu. Babasından sonra ikinci bir cephe açmak
istemiyordu.
- Benimki sâdece bir tahmindi. Kuvvetli bir his diyeyim daha iyi. Tahminler de
göz ardı edilemez değil mi?
- Peki nerden vardın bu tahmine? Yoksa fabrikada Sosyal Hizmetler Müdürü olması
mı?..
- Pek zannetmiyorum. Sen o konuşmaları bilmezsin. Evimizde bile saatlerce
tartıştılar o mevzuları.. İşi isteyen Yusuf değil. İşi ısrarla çabalayıp, ikna
edip veren babam...
- Gene de bir münâsebet kurulamaz mı Râbia?
- Yâni işe başladıktan sonra iştahının kabarmasını mı
173
kastediyorsun?
- Evet, nasıl da anlıyorsun!
- Bu dediğin aklıma gelmedi değil. Fakat açıkça söylemem babamın daha çok
tepkisini çekerdi.
- Veya Önce kendisini naza çekti Yusuf! Yerini, işinin devamını teminat altına
almak için...
- Ah ağbi! bir de bana şeytan dersin.. Bak ne hinlikler geliyor aklına!..
Keyifle gülüştüler bir müddet.. Yavuz ciddileşti birden:
- Gene de insafın hudutlarını zorlamamak lâzım! O veya bîr başkası; bir gün
evleneceksin. Mes'ele eğer mîras ise gene birine kalacak.
- Sen kararını vermişsin. Ama Allah var! Çocukluğumdan beri tanırım onu. Nev'i
şahsına münhasır bir insandır. Kötü biri de değildir. Günâhını almayalım artık!
Râbia başını öne eğdi. İçinde karmakarışık hisler vardı. Bir yandan da istediği
olmuş, mevzuun kapanmasına âdeta yardım etmişti ağabeyi.
Ağabeyi, dürüstlüğünü, hakperestliğini bir defa daha is-bat etmişti. Her
halükârda "yiğidi öldürüp hakkım teslim edenlerden" diye düşündü. Halbuki
birçokları öfkelendiklerinde veya menfaatleri icabı, sevmediklerine dahi
katıksız düşman kesilirlerdi. Sanki muhatablalının hiç iyi tarafı yokmuş gibi...
Aslında en güzeli hiç konuşmamaktı; ama böyle-lerinin yaptıkları, zayıflık
emarelerini izhar etmekten başka bir şey değildi.
"Bu hastalığa yakalanmayan kaç kişi var ki içimizde?" diye sordu kendi kendine.
" İşin kötü tarafı hiçbir hasta da şifâ bulmak istemiyor benim gibi. O hâlimizle
yaşamaya devam ediyoruz. Ne kadar bayağı bir huy!.. Âcizlerin, basit insanların
harcı.."
Ağabeyim hiç olmazsa bu hastalıktan kurtulmak isteyenlerden.. Ne mutlu, bu da
bir seviye! Bizimki ise seviyesizliğin âlâsı!..
İçindeki bu melekî ses, şeytanî bir sesin taarruzuyla aniden geriledi, kayboldu.
174
"İyi de, o da bu kadar işimize karışmasın canım! Neymiş efendim, 'örtünme
hususunda neler düşünüyorsun?'..."
Yavuz'un konuşması Râbia'yı bulunduğu hâlden uyandırdı:
- Doydun mu yoksa? Önündekİleri bitirsene... Bardağında kalan çayı bitirdi:
- Hayır ağbi başka yemeyeceğim. Kapıdan söyle bir başını uzatan İzzet Efendi:
- Yavuz Bey, kaldırayım mı sofrayı?
- Şu son bardağı doldur, sonra kaldırabilirsin. Bardağa çayı doldurduktan sonra
İzzet Efendi:
- Yavuz Bey, Râbia Hanım da burada iken söyleyeyim. Dün birisi aradı sizleri..
İkisi birden:
- Hangimizi?
Bu arada ayağa kalkmışlardı. Hemen yandaki salona geçtiler.
- Hele şöyle otur da anlat İzzet Efendi..
- Dün akşam söyleyecektim ama..
- Neyse mühim değil, kimmiş arayan?
- Bir tuhaflık var gibi geldi baha.. Babanızı değil de sizleri sordu. Babanızın
ismini de verdi. Fakat ikinizle görüşmek istediğini söyledi. Kim olduğunu
sorduğumda da pişkin pişkin gülerek "sizlerin arkadaşı olduğunu, sürpriz yapmak
üzere ziyarete habersiz geldiğini anlattı.Adını da söylemedi. Mümkün olursa bir
daha uğrayacağını söyledi.
- Nasıl birisiydi?
- Sizin yaşlarda, uzun boylu, siyah kıvırcık saçlı, siyah gözlü, atletik yapılı,
esmer birisiydi. Tıraşlı değildi. Birkaç günlük sakalı vardı.
Yavuz hiç oralı değildi:
- Boşuna telâşlanmışsın İzzet Efendi! Benim soytarı arkadaşlardan birisidir.
İsmini Öğrenseydin iyi olurdu. Neyse mühim değil...
- Belki ciddîye alınacak bir şeydir ağbi. Neden Öyle söylüyorsun?
İzzet Efendi'nin yüzüne baktı Yavuz:
175
- Bilmez misin Râbia? Vesveseli adamdır İzzet Efendi. İnsan cemiyet hayatından
uzaklaşınca, kendisiyle başbaşa kalır ve başlar buluttan nem kapmaya.. En ufak
mes'eleleri büyütür de büyütür. Kendini dinler; böyle böyle habbeyi kubbe yapar.
Olur olmaz şeylerden işkillenir.
İzzet Efendi söylediğine söyleyeceğine pişman, hayli bozulmuştu. "Hiç olmazsa
yorum katmadan anlatsaydım ya, neme gerek" diye hayıflandı içinden.. Süklüm
püklüm odadan çıktı gitti...
- Niçin bozuyorsun adamı durup dururken ağbi?
- Çok meraklı birisi. Üstüne vazife olmayan işleri kurca-lamamayı öğrensin
artık. Sanki kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde oturuyoruz da, bir kişi kapımızı
çalınca hâdise oluyor.
-Ağzından bir şey kaçıracaktı, farkında mısın? Sıcağı sıcağına engelledim.
Aslında iyilik yapmış oldum, kıymetimi bilsin.
- "Dün akşam söyleyecektim ama..." diyordu herhalde onu kastediyorsun?
- Aferin sana! Hiçbir şey kurtulmuyor dikkatinden...
- Yâni kapıya kadar gelip bizi mi dinledi? Aman ağbi, o saatte evine çekilmiş
olması lâzım.. Sahi, olabilir mi böyle bir Şey?
- Hem şübheme ortak oluyorsun, hem de "olabilir mi" diyorsun. Durumda bir
fevkalâdelik bezince ruhumuz bile duymadan geldi, bizi dinledi. Hizmetkâr
kısmına güven olmaz Râbia!..
- Bizi ısıracak kadar da ileri gitmez ya..
- İşte ona teminat veremem.
- Aman neyse bırakalım bütün bunları! Duyan da kıyamet kopuyor zannedecek.
Ciddiye alacak bir yığın meşgalemiz varken nelere kafa yoruyoruz!
- Gene de dikkatli olmalıyız bu adamm yanında. Benimki kadınlara mahsus bir his
işte!.. Ne yapayım, birdenbire pirelendim.
- Neyse ağbi, asıl mes'eleye gelelim: Dün akşam anlatmak istediğim, çıkmayı
plânladığım bir seyahatti. Ne yazık ki
176
konuşmanın seyri umduğum gibi gitmedi. Babama, çıkacağım seyahatten
bahsedecektim-
- Demek öyle... Her şey kararlaştırılmış. Dur da evvelâ ondan Önceki mevzuyu
konuşalım: Babam Yusuf'a evlenme bahsini ya sorarsa? Deli kız hiç düşündün mü
bunu?
Ağabeyi bunları sorarken Râbia kıs kıs gülüyordu. Bilgiç bir tavır takındı:
- Aman ağbi! Babamı hiç tanımıyormuş gibi konuşuyorsun. Bizim, soydan gelen,
hepimizde var olan bir vasfımız var.
- Neymiş o, öğrenelim bakalım?
- Gurur ağbi gurur... Sende, bende, babamda baba taraf sülâlemizin birçok
ferdinde... Babamın ne kadar gururlu olduğunu tasavvur etsene! Yusuf'a ömür
billah böyle bir hususun mâhiyetini sormaz. İlk adımı ondan bekler. Zâten benden
de red cevabı alındığına göre mes'ele çoktan kapanmış demektir.
- İşin gücün şeytanlık diyorum da kızıyorsun bana!
- Biraz da mesleğim bu ağbi! İnsanları tanımak... Gerçi ben cemiyetle
uğraşıyorum, ama biliyorsun, cemiyete giden yol fertten geçiyor. Bunun için
biraz dikkat yeter. Ben hiç tedbirimi almadan-adım atar mıyım?
Bunu söylerken ağabeyinin yanma geldi. Karşısında çocuklar gibi bir o yana bir
bu yana sallandı. Kendisini çocukça bir neş'e İçinde hissediyordu. O hâlde devam
etti:
- Ağbi bu akşam Antalya'ya gidiyorum. Side'de üç-beş gün tatil yapmayı
düşünüyorum. Ne dersin?
- Akşam bir alay kavga ettin. Demek Side'ye gitmek içindi hepsi...Peki kimlerle
gidiyorsun?
-Sâdece bir kişi.. Dün okula beraber gitmiştik ya, işte o arkadaşla... Sen
tanımazsın. Leylâ diye biri. Haa sormadan söyleyeyim: Leylâ ile okula lâf olsun
diye gittik. "Hocaya danışma mes'elesi" işin bahanesi...
- Okulların açılmasına surda on-on iki gün var. Bu tatili arkadaşım teklif etti.
Side'de yazlıkları var. Bu yaz, birkaç dersinden ikmâli var diye gidememiş.
"İkmal imtihanları bitti, hiç olmazsa şimdi gidip biraz dinleneyim" diyor.
177
- Sizinle birlikte kimler var başka?.
- Yalnız ikimiziz. Ama sakın merak etme! Leylâ'nın dayısı da hâlâ orada.
Dayısının da kendilerine yakın bir yerde yazlığı varmış.
- Kendi ailesi neredeymiş?
- Bir ay kadar kalmışlar bu sene.. Babası Devlet Hasta-nesi'nde dahiliye
mütehassısı. Yıllık izni bittiği için dönmüşler.
- Bak Râbia! Aklı başında bir kızsın. Yaşını başını da aldın, çocuk değilsin.
Nasıl hareket edeceğini bilirsin. Ağbin olarak sana güvenirim.. Gönül
rahatlığıyla izin veririm, iyi de babam ne olacak? Onun tepkisini hiç düşündün
mü?
- Dün akşam olanlardan sonra göstereceği tepkiyi de biliyorum. O kızgınlıkla,
bir müddet hiçbir işimize karışmayacaktır.
- Peki ya sonra?
- Sonra da unutulur gider.Bilirsin, kinci değildir babam. Düşünsene, bizden
başka kimi var ki? Günü gelip fırsatını bulunca bizden intikam alacak değil
ya!..
- Çok emin konuşuyorsun. İnşaallah dediğin gibi olur.
- Benimki tahmin işte.Olacakları bir gün görürüz birlikte. Temennim hayâl
kırıklığma uğramamak. Daha önceleri de aile içinde bundan beter nice hâdiseler
oldu..
- Yâni senin anlıyacağın, babamı tanıdığım kadarıyla hüküm veriyorum. Bir iddia
yok ortada!..
- Hayırlısı bakalım. Akşam mes'eleyi babama açayım. Senin konuşman hiç uygun
olmaz.
- Sağol ağbi, ne iyi bir ağbisin sen!
Gidip ağabeyinin boynuna sarılmak istedi. Yavuz bir yandan gülerken, bir yandan
da geri geri kaçtı.
- Seni yağcı seni! Adam tavlamayı nasıl da beceriyor-sun!...
Bir müddet salonda kovalamaca oynaya oynaya gülüştüler. Neden sonra
oturduklarında nefes nefeseydiler.. Yavuz durdu durdu, ciddileşti.
- Denize girip girmeyeceğini sormama lüzum yok herhalde?
178
Râbia gülmeye devam ederek:
- Aaa, ne işim var benîm denizle! Arkadaşım isterse girer bana ne! Benim
istediğim biraz değişik yerler görmek. Deniz havası, güneş, değişik bir ortam..
Zâten yüzmeyi de bilmiyorum ya!...
- Girmeyeceğini biliyordum zâten, kardeşim benim!. Gülüştüler gene:
Yavuz ayağa kalktı, Biraz gezindi odada. Pencereye yaklaştı; bahçeyi, yolu
seyretti. Kardeşine döndü:
- Ben bir telefon edeyim, sonra da dışarı çıkayım.
- Ben de akşama kadar bardayım.Ufak tefek hazırlıklar yaparım. İnşaallah akşam
işler umduğumuz gibi gider.
Yavuz'un telefonla aradığı, hocası Aydın Bey'di. Yerinde olduğunu Öğrenince
oraya gitmeye karar verdi. Hazırlanıp dışarıya çıktı. Garajdan arabasını
çıkardı. Uzun zamandır binmediği arabası kapalı yerde durmasına rağmen toz
içindeydi. Yolunun üzerinde bir benzin istasyonuna uğradı. Benzin aldı, arabayı
yıkattırdı.
Yolda giderken, benzin istasyonunda oyalanırken kafası hep bir düşünceye
saplandı kaldı. Bu hâl Aydın Bey'in bürosuna gidene kadar devam etti...
Kardeşini düşünüyordu. Acaba hiç tereddütsüz "olur" demekle iyi mi etmişti? Bu
güne kadar yalnız başına Konya dışına çıkmamış Râbia'nm, ne kadar emniyetli
olursa olsun, böyle bir seyahate çıkması doğru muydu?
Babası kimi noktalarda haklıydı. Şu şartlarda bir genç kıza sâhib çıkmak ne
dereceye kadar mümkündü? Bu devirde baba olmanın mes'uliyeti kimbilİr ne kadar
ağır" diye tasavvur etmeye çalıştı. Hele hem annelik hem babalık yapmak!.
"Saldım çayıra mevlâm kayıra" felsefesiyle; evlâdını dünyâya getirip gerisine
karışmayan nice ana babalar var-dı.Evlâdının yeme içmesi, giyinmesini karşılamak
birçokları İçin vazifeyi yapmak demek oluyordu.
Babasını düşündü... "Acaba haksız olan ben miyim?" diye Önceleri de zihnini
kurcalayan suâle cevab aradı.
Net bir cevab yoktu gene."Ben de hatalıyım kimi yerler-
179
de; lâkin çok zaman hatalı olan oydu" hükmünü verdi. "Bize gerekli ihtimamı
hiçbir zaman göstermedi."
Bir şeylerin eksikliğim her zaman duymuştu. "Ah bir bilebilseydim derdimin ne
olduğunu, dermanının nerede olduğunu!..." Ne yazık ki cevabı senelerdir
aramasına rağmen henüz bulmuş değildi.
Aydın Bey'de de aradığını tam bulabilmiş değildi. "Hiç olmazsa mantığımı tatmin
ediyor, beni rahatlatıyor" diye düşündü, "içinde dönüp durduğum girdabdan geçici
de olsa çekip akyor beni. Yaralarıma pansuman oluyor. Şimdilik başka çârem de
yok zâten!.."
Annesi geldi aklına. Kendisi mes'elenin şuurunda olsa da, annesinin emânetini
hatırladı tekrar. Râbia'yı düşündü. "Şayet Râbia'ya benim yüzümden, benim
ihmâlimden bir şey olursa hiç affetmem kendimi" diye alev saçan sözler çıktı
ağzından.
"İnşaaîlah yanlış bir karar vermemişimdir" diye diye kendini Aydın Bey'in
bürosunda buldu.
180
XVI
Selâmi Bey, o gün eve biraz geç dönmüştü. Eve geldiğinde sofranın hazırlanmış,
çocukların da beklemekte olduklarını gördü. Babalarını beklemişler, yemeği
yememişlerdi.
Gördüğü manzaradan hayrete düştü. Uzun zamandır tek tek yemek yediklerini
düşündü.
Yemekte hiç konuşmadılar. Herkes önüne bakıyor, birbiriyle göz göze gelmemeye
dikkat ediyordu.
Kalktıktan sonra Râbia hemen odasına çekildi. Selâmi Bey kahvesini getirtti.
Salonda içmeye koyuldu. Yavuz birkaç defa bir şey arıyormuş gibi salona girdi
çıktı. Nihayet son girişinde, babasına uzak bir koltuğa oturdu. Tedirgin bir
bekleyişten sonra mes'eleyi açtı babasına..
Netice Râbia'mn gündüz tahmin ettiği gibi olmuştu. Yüzü asık olan Selâmi Bey
oğluna baktı. Soğuk bir ifâdeyle:
- Ne hâliniz'varsa görün! Nereye isterse gitsin, cevâbını verdi.
Yavuz mes'eleyi teferruatıyla aniatmak istedi. Niyeti babasının muhtemel
tereddütlerini ortadan kaldırmaktı. Buna da kestirme cevab verdi babası:
Hiçbir şey dinlemek istemiyorum. İstediğinizi yapabilirsiniz!..
Yavuz sustu bunun üzerine. Bir müddet oyalandı. Râbia'mn odasına gitmek kastıyla
ayağa kalktı, yürüdü..
Babası seslendi arkasından:
- Az sonra fabrikaya gideceğim. Belki geç dönerim!
Oğlu uzaklaşırken saatine baktı: "Yatsıya daha vakit var, fabrikada kılarım
yatsıyı..." diye mırıldandı.
"Aslında zihnim ne kadar da yorgun. Bir taraftan fabrika, bir taraftan vakıf
işleri, bir de şirket çıktı şimdi, üstüne üstlük şu çocuklar var bir
de!..Hepsinin üzerine tuz biber olu-
181
yorlar. Hangi biriyle adamakıllı ilgileneyim bilmem ki!"
"Şu çocuklar hâricinde, çok şükür bütün işler yolunda gidiyor. Önceleri
korkmadım değil, ama şu Yusuf'un hakikaten kafası çalışıyor, Her şey yerli
yerinde, ortalık güllük gülistanlık..."
Eski işçiler, işe ortak olduktan sonra Yusuf'un tahmin ve temennilerini'boşa
çıkarmamışlar, sehâbet hissiyle canla başla çalışmaya başlamışlardı. Kimse işini
savsaklamıyor, bitirene kadar çalışıyor,zaman yetmeyecek gibi olursa vereceği
molalardan dahi kısıyor, işini yetiştiriyordu. Ücretler ilk andan itibaren iki
misli artmıştı. İstihsal de iki hafta içinde iki misline çıkmıştı. İşler tam
rayına girdikten, bazı birimlerde modernizasyona gidildikten sonra daha da
artacağı şübhesiz-di. Herkes hayâtından memnun; birbirlerine kardeş, fabrikaya
da yuva diyorlardı. Kendilerine dünyânın en kalabalık âîlesİ gözüyle
bakıyorlardı.
Vakit namazlarını, hep birlikte işi bırakarak cemaatle kılıyorlardı. Namaz
kılmayanlar azdı. Bu azınlıktan birkaç kişi de namaza başlamışlardı.
Mevsim de müsait olduğu İçin cami inşaatının avlu kısmı namazgah olarak
kullanılıyordu. Yalnız herkeste; yağmurlar ya başlarsa,- kış ya bastırırsa...
endîşesi vardı..
Hissedar işçiler bu endîşe ve snbırsızlık neticesinde şöyle bir karar aldılar:
İnşaatın hızlanması için; gündüz vardiyasından çıkanlar birer saat amelelik
yapacaklardı. Buna ilâveten; Selâmı Bey kabul etmese bile karınca kararınca
maddî katkıda bulunacaklardı.
Bu karar Selâmi Bey'e ulaştırıldığında gözleri yaşardı adamcağızın.
"Bu fikir hanginizden çıktı?" diye bir soru sordu. Fakat cevab alamadı. Kabul
etmekten başka yolu yoktu. Zira "çorbada tuzumuz bulunsun" diyenlere mâni olmuş
olacaktı.
Alamadığı cevabı birkaç gün sonra kendisi buldu. Pencereden Yusuf'la Nûreddin
Efendi'yi diğerleriyle birlikte çalışır hâlde gördü. Hem de canla başla
çalışıyorlar, diğerlerini arkalarından sürükleyip götürüyorlardı.
Birkaç gün bu hâli fasılasız görünce dayanamadı. "Şu
N
Nûreddin Efendi belki benden on yaş daha büyük, hiç durmak olur mu?" dedi.
Üzerine bir tulum geçirip çalışanların arasına daldı. Hissedar işçiler eski
patronlarını bu hâlde görünce daha bir gayretle işe sarıldılar....
Ortalıkta bayram havası vardı. Bu manzara karşısında hislerine gem vuramayıp
ağlayanlar vardı. Nasıl hislenmesinler ki; koskoca işadamı Selâmi Serdengeçti
aralarına girmiş amelelik yapıyordu.
Amelelik yaptığı o gün, bürosunda yapacağı işleri aksatmıştı. Kimi zaman yaptığı
gibi o gece de çalışacak, ertesi güne yığılmaması için kalan işlerini
bitirecekti.
182
183
XVII
Aydın Bey keyifliydi. Yavuz'u uğurladıktan sonra zevkinden yerinde duramadı.
Bürosunda bir o yana bir bu yana gezindi durdu.
"Tamam" diyordu, "bu iş tamam!" Kafasındaki son tereddütleri de yok edersem, kuş
kafeste demektir. Bu gün teklifi yapacaktım ama neyse biraz daha kıvama gelsin!
Aceleye hiç lüzum yok.. Pek az kaldı zaten.. Birazcık daha sabır, gerisi
tamam... Bundan sonraki görüşmemizde teklifimi yaparım..."
Saatine baktı.. Bir saat sonra ziyaretine bir doçent gelecekti. "Öğle yemeğini
burada yesem iyi olur, dışarıya çıkmaya lüzum yok" diye düşündü.
Zile bastı; büronun hizmet işlerine bakan adam girdi içeri.. Etli ekmek ve ayran
ısmarlamasını söyledi.
Adam çekildikten sonra yiyeceği etli ekmeğe takıldı aklı.. " Bu yaşta ağır
oluyor ama ne yapayım, günde beş öğün yiyesim geliyor! Bir daha dünyâya gelecek
değilim ya.. Yiyebildiğim kadar yemeliyim. Ah şimdi canım viski çekti! İki duble
yeterdi.. Ne yazık ki işyerindeyiz..."
"Hem birazcık içsem sapıtıyorum.. Şimdi Kaya Bey'de gelecek. Olur mu canım!
Yanında olmadık potlar kırarım... Ne de olsa onun hocası mesâbesindeyim, bir
itibarım var ortada. En iyisi bu hevesimi akşama saklayayım.. Tabiî canım,
akşamlar ne güne duruyor!"
Önündeki evraklara göz gezdirdi. "Kaya Bey gittikten sonra hallederim" deyip
masanın bir köşesine kaldırdı.
Gene içmeye takıldı kafası... " Akşamlan bir iki duble
185
atmak kafamı yerine getiriyor. Ah yemek-içmek; hayat bu işte!..."
Gençliğini düşündü... Lise, üniversite senelerini gözünün önüne getirdi.
Üniversiteden sonraki bekârlık yularını düşündü...
"Ah şimdi otuz yıl geriye dönsem!. Yirmi beş yaşında çakı gibi bir genç!.. Neler
yapardım neler!.. Kadmlar-kızlar, seyahatler, eğlenceler, sağlam bir mide,
yiyecekler, içecekler..."
Birden neş'esi kaçtı "Orta yaşın da sonlarmdayım artık!. İhtiyarlığa merdiven
dayadım. Evet evet dünyâdan alabildiğim kadar kâm almalıyım. Ah şu uyku
olmasaydı! Biraz daha uzun yaşamak... İnsan hayatı da teknoloji sâyesindf. hi-
raz uzadı ama, üç beş seneden ne çıkar ki! Şöyle bir beş yu/ sene ömrüm olsaydı
neler yapardım neler!..."
Sağında, duvardaki aynaya ilişti gözü.. Kırışmış yüzü , sarkmış gerdanı, altında
torbacıklar hâsıl olmuş gözleri şu üç-beş metrelik mesafeden dahi açıkça
görülüyordu. Saçları... Bir zamanlar gür, siyah, kıvırcık saçları şimdi epeyce
dökülmüş, başı kır bir renge bürünmüştü. Hâline bakıp dehşetle irkildi bir an!..
"Şimdi boyleysem, on beş sene sonra kimbilir nasıl olurum?"

Nihayet aklına ölüm geldi. Tepeden tırnağa titredi... "Kaçilamayan akıbet!.. Bir
ananın doğurduğu canlı; altmış yetmiş senelik bir Ömür ve sonunda yok oluş...
Bir müddet sonra o canimin gömüldüğü çukur açılsa, görülecek manzara birkaç
kemik parçası..."
"Hayat çok kısa! Ölüm denen heyulayı kafiyen aklıma getirmeden, geçmişte nasıl
yaşamışsam, geleceği de aynen dolu dolu yaşamalıyım."
"Öyleyse başkalarının düşkünlüklerinden, sefaletinden bana ne! Kendime asırlarca
yetecek param var. İnsanlar arasında itibârım var. Bir şanım-şöhretim var..."
"Bugüne kadar elimdekileri çoğaltmak, daha iyiye gitmek için yaşadım."
"Karım, iki çocuğum var. Belki, ölsem de bir an evvel
186
paramı yeseler diye bekliyorlar. Karımın bana saygı duy*.. ¦ ğunu, hele
sevdiğini hiç zannetmiyorum. Çocuklarım ise; her biri kendi sevdasında.. En
azından; kudretimin gölgesinde yaşamak istiyorlar.."
"İnsanların kimi sahtekârlığın, kimi sefaletin, kimi her türlü ahlâksızlığın
pençesine düşmüşse bana ne! Benim hedefim belli: Şu üç güniük dünyâda
olabildiğince mes'ud yaşamak... Başkaları için, neden benim rahatım kaçsın ki?
Madem öleceğim, madem her canlı gibi yokluğa mahkûmum; rahat yaşamak birinci
gayem olmalı öyleyse ."
Yüzü korkunç bir hâl almıştı. Ardı arkası kesilmeyen düşünceler, yüzünü
karmakarışık manzaralara buruyordu. Bakışları kâh bir vahşî Ortaçağ Avrupası
derebeyinin mağrur bakışlarına benziyor, gözleri kâh hayatını şehvetine adamış
Don Juan'ın şeytanî pınlhlarıyla doluyor, kâh altın arayan vahşî bir kovboyun
heyecaniyle yüzünü kan basıyor, çehresi kâh bir Yahudi tüccarın iyi niyet
maskeli, güler yüzlü fakat aldatıcı çehresine bürünüyordu.
Birden aklına şu sual takıldı: "Biraz Önce param asırlarca yeter" diyordun. "
Öyleyse hâlâ ne diye çalışıyorsun?.." Durakladı, gözlerini duvarda sabit bir
noktaya dikti.
"Sahi, dedi neden hâlâ çalışıyorum?" Bu soru şimdiye kadar hiç karşıma
çıkmamıştı."
"Neden çıksın ki, şimdiye kadar ihtiyarlamaya başladığımı kabul etmedim. İnsan
bu korkuya hep birdenbire mi kapılır? Halbuki gençlikten orta yaşa geçtiğim
vakitlerde böyle şeyler hissetmemiştim."
Bir başka ses cevab verdi:
"Hayır budala! Elin ayağın tutana, kafan işleyene kadar çalışacaksın. Ya fakir
düşersen bir gün? Ya hiç ummadığın kişilere avuç açarsan?.. Bir gün düşer de
'evlâdım' dediklerin elinden tutmazsa ne yaparsın? Düşersen eğer; dostlarını,
yakınlarını, itibarını, saadetini, her şeyini kaybedersin... Öyleyse güçlü
olmalısın. Güçlü olmak için de çalışmalı, kimselere güvenmemelisin!"
İçindeki bu sesi teyid ederek iç huzuruna kavuşmak istedi. Her zaman müdafaa
ettiği şu felsefeyi sessizce haykırdı
187
kendine: "Dünyâda iki grup insan var; ezenler ve ezilenler.-Ezilenlerden olmamak
için güçlü olmalısın! Ve güçlü olmak için gerekirse ezmelisin! 'Ezenler' e dâhil
olmalısın.. Hedefine ulaşmak için de, icabında en yakınlarının omuzlarına basıp
yükselmelisin!.."
Şimdi de itirafları oynuyordu. Gözlerini iri iri açarak devam etti:
"Meselâ şu Kaya Bey.. İlerde birbirimize muhtaç olmayacağımızı bilsek neden bir
araya gelelim ki! Bugün ona bir iyilik yapacaksam, gelecekte karşılığını
beklediğim içindir. O da benim gibi aynı konumda.."
"Biz bir insanı konuşmalarından, hâl ve hareketlerinden, tepkilerinden
tamyamayız. İnsanın gerçek dünyâsı; içinde yaşattığı gizli âlemdir, iç
dünyasıdır."
"Kimindi bu veciz ifâde" diye düşündü... Durdu durdu:
"Aman, kimin olduğunun ne önemi var? Mühim o]an taşıdığı ma'nâ.
Derin bir iç çekti. "Bir ömür boyu benim gibi nice entel-lektüeller, nice aydın
insanlar baskı altında yaşadılar. Bırak fiiliyata geçirmeyi, fikirlerimizi
söylememiz bile engellendi! Bu günün gençleri bu zincirleri bir nebze
parçaladılar, yaşadıkları hayatla... Mukaddes aile anlayışı birtakım dinî
tabular çatırdıyor. Bazıları yıkıldı bile. Ama»kâfi değil... Kıracak çok zincir
var daha.."
"Ah şu halk! Ah câhil halk! Sen böyle kaldıkça, kahir ekseriyeti meydana
getirdikçe benim gibilerin daha çok çekecekleri var!... Seni aydınlatmak
isteyenlere hiçbir zaman iltifat etmedin!"
"Meselâ ben... Âhİret denen şu saçmalığa, Allah dedikleri varlığa, daha
nicelerine inanmıyorum, inanmam da! Çocukluğumda nasıl da saf saf kanmışım o
masallara!"
"Ama kimseye anlatamıyorum! Ailemden başkası bilmiyor. Neden?.. Çekiniyorum,
korkuyorum. Evet evet, insanlardan korkuyorum!"
"Ne biçim hürriyet bu? Senelerdir şu Konya'dayım; hal-km baskısı Demokles'in
kılıcı gibi her an başımın üstünde..."
Kendi kendine bu içini döküşten sonra yüzünü ateş
basmıştı profesörün.. Sinirlenmiş, yüreği hızlı hızlı çarpıyordu.
Tam o sırada kapı çalındı, lokantanın garsonu elinde paketle kapıda göründü.
Eliyle boş sehpayı işaret etti:
- Bırak şöyle oğlum..
Garson çekilip gittikten sonra da, büyük bir iştahla hırsını yemeğinden alır
gibi yedi gelenleri.
Yemek bitince, çay içmek üzere bürosundan çıktı. Büroda çalışanlar günde birkaç
defa çay demlerlerdi. Bu çay saatlerinin biri de öğle vaktine rastlardı.
Çalışanlar, Aydın Bey'in aralarına geldiğini görünce kendilerine biraz çekidüzen
verdiler. Ona saygı duyarlar, biraz da çekinirlerdi. Yanıııda pot kırmamak,
küçük düşmemek için azamî dikkat gösterirlerdi.
Aslında hiçbirisi patronlarının şu biraderini sevmezdi. Fakat ne yapsınlar; işin
aslanın midesinde olduğu günün şartlarında her kaprise katlanmak, her fikre
aynen "doğru efendim", "çok haklısınız efendim", "isabet buyurdunuz efendim"
demek zorundaydılar.
Profesör selâm verip kendisine gösterilen koltuğa oturdu. Çalışanların yanma pek
sık uğramazdı. Uğradığı zaman da hâsıl ettiği sıkıcı ortamda kendisi konuşur-
kendisi dinler, arada bir tasdik ma'nâsmda sallanan başlar görür, konuştuklarına
gülmeye başlayınca, etrafında zoraki, sahte tebessümler başlardı.
O gün gene konuştu, havadan sudan bahsetti. Muhatab-ları gene dinler göründüler,
gülümsemesine arada bir tebessümlerle iştirak ettiler.
Çayını bitirince de ayağa kalktı:
- Ben odama geçiyorum. Bir bey gelecek az sonra. İsmi Kaya Yalçın. Üniversiteden
meslekdaşım.. Odamı gösterirsiniz..
Odasına geçince masanın köşesine bıraktığı evrakları aldı, baktı baktı...
"Neden aldım bunları elime, misafirim gittikten sonra çalışacaktım!.."
189
Kalktı, ellerini arkasında kavuşturdu, odada gitti geldi. Sıkıldı; pencereye
yöneldi, bir müddet dışarıyı seyretti...
O bunlarla meşgulken, beklediği misafir, önde, çalışanlardan yaşlı birisiyle
içeri girdi. Kapının çalındığını duymamıştı bile...
İhtiyar adam misafiri takdim edip hemen çekildi.
Tokalaşma, kucaklaşma, hâl-hatır faslından sonra hemen mevzua girmek istedi
Aydın Bey... Beriki dünden hazırdı buna..
- İyi olur hocam.. Zâten çok mühim bir işim çıkmıştı. Size de söz verdiğim için
geldim. Küçük kızım ufak bir kaza geçirdi de!.
- Hayrola ne oldu?
- Efendim merdivenlerden inerken ayağı kaymış, birkaç basamak yuvarlanmış..
- Vah vah! Geçmiş olsun...Kırık-çıkık yoktur umarım.
- Zannediyorum sağ kolunda kırık var. Kolunun üzerine düşmüş de...
- Canım gelmeseydiniz buraya kadar! Bir telefon ederdiniz...
- Olsun efendim.. Eşimle büyük kızım hemen hastaneye götürdüler.
Profesör karşısındakine iğrenerek baktı. Sonra düşündü: "Ben olsam nasıl hareket
ederdim^ıcaba?."
- Neyse, tekrar geçmiş olsun.
- Sağolun efendim..
- Pekâlâ sadede gelelim... Bakın Kaya Bey, birbirimizi az çok tanıyoruz. Siz
üniversiteye yeni geldiğinizde ben doktordum. İlerledim, yükseldim bu noktaya
kadar geldim. Siz de bir takım merhalelerden geçip geldiniz buralara.
Sevindiniz, üzüldünüz, badireler atlattınız. Ama vermeden de bir şey almadınız.
Nice tavizler verdiniz, ilerisi için de kimbilir nicelerini vereceksiniz...
- Evet hocam şuurundayım bunun. Her şeye hazırım..
- Aynı zamanda, paylaştığımız ortak değerler var.Zih-niyet farklılığı yok
aramızda. Birçok noktada anlaşıyoruz. Çağdaş Türkiye'yi daha da ileri
götürecek fikirlere
190
sahibiz.Hocalarımızın ömür boyu süren Türkiye'yi aydınlatma, aydın fikirli
gençler yetiştirme vazifesini halihazırda üstlenenler bizleriz. Çok ağır, o
nisbette şerefli bir vazifemiz var.
- Tabiî hocam... Aynı zamanda çok hassas bir görevdeyiz. Bizim dalacağımız
gaflet, gelecek nesillere pahalıya mal olabilir!
- Evet, çok güzel... Senelerdir kökünü kazımaya çalıştığımız köhne dinî
değerler; cemiyeti uyutmaya, sömürmeye, süründürmeye devam edecektir o zaman..
Bu başlangıçtan sonra, sıkılgan bir tavırla Kaya Bey meramını anlattı:
- Efendim daha önce söz etmiştim ya; profesörlük tezimi tamamladım.. Şimdi
vermek üzereyim. Tabiî tezim yeterli görülmeyebilir.
- Bunlara pek sık rastlanmaz ama, gene de kurul geri çevirebilir.
- Mâhiyetini de biliyorsunuz hocam.. Şimdi... Şimdi yüksek himmetlerinizi
bekliyorum.
- Siz merak etmeyin. Bir çevrem, nüfuzum var...
- Yalnız Kaya Bey, bizim pasif arkadaşlara ihtiyacımız yok.Sözümü yanlış
anlamayın, ama bazı arkadaşlarımızın belli bir merhaleyi geçtikten sonra eyyamcı
bir hayata kapıldıklarını görüyorum. Bu da dâvamıza büyük darbe vuruyor. Neme
lâzımcılığa, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" hastalığına tutuluyorlar.
Nasıl bir te'sir uyandırdığını görmek için dikkatle muhatabına baktı. Önünde
duran sehpadaki vazoya gözlerini dikmiş, nasihat dinleyen bir ilk okul çocuğu
gibi duruyordu. Oturduğu yerde dahi cekedinin ilikli olduğunu o zaman gördü.
- Geçen sene tesettürlü talebelere karşı birçok arkadaşımız çok pasif kaldılar.
Birkaç ferdî tavır vardı, o kadar.. Bu sene hepimiz toplu tavır koyacağız!
Otoriter bir sesle İlâve etti:
- Bu hususta hiç taviz istemiyorum!.. Misafir başını kaldırdı:
- Bu mevzuda takındığım tavrı birazcık siz de bilirsiniz
191
efendim. Bu sene daha da katı olacağımdan şübheniz olmasın!..
Aydın Bey memnundu:
- Teşekkür ederim, şübhem yoktu zâten..
- İkinci mes'ele; burada ilk defa açıyorum size.. Camiadan bazı
arkadaşlarm teşvikiyle dekan olmak İstiyorum. Malûm, dekanlık koltuğu şu anda
boş. Vekâleten Cemil Bey yürütüyor işleri. Bizim kafamızda birisi de değil.
Koltuğu ona kaptırmamak gerek. Bizim için pek bir şey değişmez ama gerici
talebeler daha rahat hareket ederler. Arkadaşlar, en münâsib kişinin ben
olduğumu düşünmüşler. Bu yaştan sonra, bir de buradaki işim olunca zor olacak,
ama ne yapalım vazife... Zorluklara katlanmak gerek.
- İsabet buyurdunuz hocam.. Hakikaten en münâsib aday sizsiniz.
- Sizin de kendi çapınızda bir gücünüz var elbette. An-kara'daki, buradaki
nüfuzuma rağmen sizlerin desteği, kulis faaliyetleri faydalı olacaktır. Bütün
tedbirleri almak; sonra da suçu kadere,başkalarına atmamak lâzım, öyle değil mi?
- Efendim, üzerime düşecek bîr iş olursa seve seve yapacağımdan emin
olabilirsiniz. Sizin yaptığınız bunca iyilikten sonra...
- Yok canım, bu da iyilik mi sayılır! Hak ettiğiniz bir şeyde benden yardım
istiyorsunuz,*) kadar...
- Sağolun, eksik olmayın hocam! Ben de üzerime düşeni ifa etmekten şeref
duyacağım.
Aydın Bey memnun memnun güldü...
- Haa bir de şu var Kaya Bey: Benim eski talebelerimden birisi var; adı Yavuz..
İşadamı Selâmi Serdengeçti'nin oğlu. Dersine hiç girdiniz mi bilmem. Tanıyor
musunuz?
- Hayır, hiç dersine girmedim, tanımıyorum. Babasını duymuştum yalnız..
- Onun hakkında istikbâle matuf bazı plânlarım vardı. Neyse uzun mes'ele.-
Müsâit bir zamanda konuşuruz bunları.
•••
İhtiras ...Senelerce beni serâbdan seraba koşturan; belki daha nicelerini bir
ömür boyu koşturacak olan efendi!.
192
Kimler köle olmadı ki onun emrinde! Kimler sürünmüyor ki onun yolunda! Ve kimler
ram olmayacak ki Önünde!..
Çocukluğumda dünyânın en zengin insanı olmak isterdim. Zenginlik için nelere
tevessül edeceğimin hesabları-nı yapardım. Hayâl dünyâmın köşklerinde-
saraylarında, köle misali çalıştırdığım insanlarla, sahibi olduğum mülklerin
cazibesinde, sıcaklığında yaşardım.
Birkaç yaş büyüyünce, okuduğum kitabların da te'si-rîyle, dünyânın en güçlü
insanı olma sevdasına kapıldım. Gücüm iki taraflı olmalıydı: Asla yenilmeyecek
pazu gücü ve herkese her şeye söz geçirecek kudret...
Zaman geldi gençliğe adım attım. Kendimi, etrafımı yeni yeni tanımaya
başlamıştım.
Ah ihtiras! Beni gene benimle başbaşa bırakmadın... Bu defa; insanlar arasında
sivrilme, parmakla gösterilme, her vasfımla "en büyük" olma belâsına duçar ettin
beni. Evet.. Beğenilme, şöhretle hemdem olma belâsı...
Bununla kalmadın, yakamı bırakmadın. Yaşım az daha ilerlemesine, "olgunlaştım"
dememe rağmen ancak biraz daha mâkûl, biraz daha törpülenmişti hayâllerim.
Büyük bir masa, rahat bir koltuk, koca bir kese idi artık istediklerim. Fakat
öyle bir tuzak kurdun ki bu sefer:
Ne yapıyorsam "ne cömert insanmış, ne âlim adammış, ne yiğit-ne cesurmuş"
desinler diye yapmaya başladım.
Nihayet günün birinde; bir mezarlığın kenarından geçiyordum. Duvara yakın bir
mezarda devrilmiş bir taş gördüm. Girdim içeriye, yanına vardım. Ne kadar da
mahzun duruyordu! Lâkin o hüznün benim yolumu aydınlatacağını nerden
bilebilirdim!
Yan yatmış taşta beni iliklerime kadar titreten bir nasihat vardı. Yazı
Osmanlıca idî:
"Dün sizin gibi idim, yarın benim gibi olacaksınız!"
Ayak ucundaki henüz devrilmemiş taşa gözüm ilişince bir defa daha sarsıldım:
"Ey yolcu! Unutma; dünyâda gördüğün her şey bir Qv)fA

Dünyânın bütün hazînelerini bağişlasalar, bu kadar mes'ud edemezlerdi beni! Zira


benimki Ölüler arasında bir dirilişti.
Kabristanda hayat bahşeden ölüler; dışarda benim gibi milyarlarca hayat süren
leş... Ne tezad değil mi?
O günden sonra hep aradım, hep aradım... Üstadım, velînimetim, hocam, mürşidim,
efendim... Seni buldum sonunda! İçimdeki "ben"i tanıdıkça "RabbinV'i tanımaya
başladım. İrfan ufuklarında gücüm yettiğince kanat çırptım...
İhtiras!.. Eski düşmanım; kimi vakit yalancı dostum. Sendek kurtuldum mu peki?
Hayır; ancak bendesi olmaya çalıştığım Mevlâ'mın rızâsı yolunda en sâdık
kölemsin şimdi!
Arzularım, ihtiraslarım âhirete müteallik...
Ey ihtiras! Karşımdaki şedid düşmanım iken, şimdi yanımda bana kanat çırptıran
rüzgârımsın sen!..
XVIII
Yusuf o akşam biraz erken yattı. Uykuya henüz dalmıştı ki antrede duran
telefonun ziliyle uyandı. Annesi ve kardeşinden önce kalkıp açtı telefonu.
Telâşlı, ihtiyar bir kadın sesi:
i'. -Yusuf Serdengeçti mi?
¦ * - Evet hanımteyze benim, buyrun.
Yalvarır, çaresiz bir sesti karşıdaki:
- Ah evlâdım! Ben Nûreddin Bjlen'in hanırmyım. Efendi aniden hastalandı.
Herhalde hastaneye kaldırmamız icab edecek. Seni aramamı istedi efendi evlâdım!
Bir zahmet atlayıp gelemez misin?
- Derhal geliyorum hanımteyze.. Peki cankurtaran lâzım gelir mi?
- Ha onu da söyledi. Bir taksiyle gelirsen, beraberce gi---¦ - -¦. dersiniz
hastaneye..
- Kendisi su anda nasıl?
- KÖtü görünüyor oğlum! Kıvranıp duruyor yattığı yerde...
- Hemen yola çıkıyorum, siz telâşlanmayın.. Telefonu kapattığında, annesiyle
kardeşini yanibaşında
dikilmiş buldu. Soran gözlerle bakıyorlardı. Olanları kısaca anlattı. İsa:
- Ben de geleyim mi ağbi?
- Hadi hazırlan, belki sana da ihtiyacımız olur. Telefonla en yakın taksi
durağını aradı...
Az sonra hazır olup kapıya gelen taksiye binmişlerdi. İsa arkaya oturmuş, önünde
oturan ağabeyini yan gözle süzüyordu. Ağabeyi gözle'rini yummuş, yandan
göründüğü kadarıyla yüz kasları son derece gergin, kimbilir nerelerle rabıta
halindeydi.
194
195
Yusuf İsa'ya bir-iki defa bahsetmişti Nûreddin Efen-di'den. Konya'ya gelmesi iki
aya yaklaşmasına rağmen İsa'ya onu tanımak kısmet olmamıştı. Mübarek bir ihtiyar
diye duymuştu, o kadar...
Ne yazık ki bu kıymetli insanı ağır hasta haliyle tanıyacaktı. Belki son
anlarını yaşıyordu. Belki de eve ulaştıklarında ruhunu teslim etmiş olacaktı!.
Araba hızla yol alıyor, menzile bir an evvel varmak isteyen bir ok gibi
karanlıkları yırtıyordu.
Yusuf'ta değişiklik yoktu. Aynı hâli devam ediyordu. Şimdi de dudakları belii
belirsiz kıpırdamaya başlamıştı.
Bunu gören İsa'da tanımadığı bu insan için dua etmeye başladı.
İkisi de şoförün "hangi sokağa" sorusuyla uyandılar..
Yusuf sokağı ve evi tarif etti...
Arabadan inerlerken şoföre biraz beklemesini tenbih etti.Koştura koştura bahçe
kapısını geçtiler, kapıya vardılar. Daha ilk zilde kapı açıldı. Kadıncağız
sevinçliydi:
- Hoşgeldiniz, ne güzel,çabuk geldiniz ama...
- Kardeşimi de getirdim hammteyze, derken telâşlı bakışları endîşeyle çevrildi
kadına...
- Ah yavrularım, endîşe edecek bir şey yok! İkinci defa telefon ettim, ama evden
çıkmışsınız. Anneniz çıktı telefona. Buraya gelmek üzere çıktığınızı söyledi.
Şaşkın şaşkın baktılar ikisi de.Birdenbire ne olmuştu?
- Nûreddin amcanız iyi oldu evlâtlarını. İkinci telefonda onu haber vermek
istedim. Olanları kısaca annenize anlattım.
- Yazık, geç kaldım! Sizi de gecenin bu vaktinde buraya kadar getirip yordum.
Hakkınızı helâl edin yavrularım.
Yusuf şaşkın şaşkın bakmaya devam etti.. İsa ise aptal-laşmışh âdeta...
- Çocuklar, Nûreddin amcanız o kadar tuhaflaşıyor ki zaman zaman! Tanıyamıyorum
bazen... Rahatsızlandığında "komşuları ariyayım " dedim, istemedi. "Bana Yusuf'u
çağır, yeter" dedi. Çıktım odasından size telefon ettim. Tekrar yanına gittim.
Alnı boncuk boncuk terlemiş, inlemeye devam ediyordu. Mutfağa gittim; bir bez
ıslatıp getireyim, alnmı-boynu-
196
nu şileyim diye... Dönerken beni çağıran sesini duydum. Acele gittim yanma..
"Lüzum kalmadı, kimseye lüzum kalmadı, çağırma Yusuf'u" dedi. Çoktan çağırdığımı
söyledim. Bir daha telefon etmemi, gelmemenizi söylememi istedi. Sizi aradım
ama...
İhtiyar kadın, bunları heyecandan tekleyerek, nefes nefese anlatıvermişti.
Anlatması bittiğinde içerden boğuk bir ses geldi. Nûreddin Efendi idi bij:
-Geldiler mi yoksa hatun, kim onlar?
Sesle birlikte kapıda göründü. Bir eliyle kapıya tutunuyor, sararmış yüzüyle dış
kapıda dikilenlere bakıyordu.
- Ooo gelmişsiniz! Buyur et içeri hatun! Ne bekliyorsunuz kapıda!.
Yusuf İsa'nın kulağına parasını ödeyip taksiyi yollamasını fısıldadı.
İsa hemen dışarı koştu, az sonra da geldi.
Nûreddin Efendi'nin arkasından yattığı odaya girdiler. Gösterilen yerlere
oturdular. Adamcağız olan bitenin şokunu hâlâ atlatamamıştı. Oturduğu yerde bir
müddet boş boş duvarlara bakındı, sonra gözlerini gelenlere çevirdi.
Kapı arkasından ses geldi:
- Efendi, bir şeye ihtiyacınız olursa çağırırsın. Ben salondayım.
Salonda bir sedire oturdu. Başını elleri arasına aldı, olanları düşündü:
"Önce hasta oluyor, şu kadar acı çekiyor. Telefon ediyorum, çocukları
çağırıyorum, birden karar değiştiriyor."Gel-melerine lüzum yok" diyor. İşin
tuhafı; bunları söyledikten sonra odadan çıkmamı, çağırmadan da girmememi
istiyor. Bir müddet sonra çağırıyor "Tamam, her şey bitti, çok şükür artık iyi
oldum"diyor...
Nûreddin Efendi nihayet gelenlere "hoşgeldiniz" diyebildi.
- Kusura bakmazsanız şöyle biraz uzanacağım. Oda da biraz dağınık ya, hastalık
hâli işte...
Ayaklarını toplayarak yatakta uzandı..
197
İki kardeş söylenenleri hiç işitmiyorlardı bile. Habire olan bitenleri çözmeye
uğraşıyorlardı.
- Bahsettiğin biraderin bu delikanlı demek... Yusuf silkindi:
- Ha evet, kardeşim İsa..
İsa ise Yusuf'tan daha şaşkın, boyuna süzüyordu ihtiyar adamı.
- Gecenin bu vaktinde de sizi rahatsız ettik çocuklar! İkinci telefonu
duysaydım/, da buralara kadar kalkıp gelme-scydiniz.
Yusuf:
- Olsun, dedi gülerek.. Biz gene de gelirdik. Hem sana hizmet etmenin
rahatsızlığı mı olurmuş!
- Estağfurullah! Biz kim, hizmete lâyık olmak kim! Haddimize mi düşmüş...
- Mutlak ma'nâda söyledim Nûreddin Amca! Mü'min mü'minin hizmetkârı değil midir
aynı zamanda?
- Allah razı olsun. Gene de zahmete soktuğum için hakkınızı helâl edin! Bilmem
işte; büyüklerimiz hep böyle yapmışlar. Kimselere yük olmak istememişler. Bize
de böyle öğrettiler.
İsa ilk defa konuştu:
- Ama ortada bir zaruret var. Hacet içindesiniz, öyle değil mi? Malûm; hacet
gidermenin ecri Hakk katında çok büyüktür..
Bütün yumuşaklığıyla İsa'nın gözlerine baktı. İsa,içine bir sıcaklık
yayıldığını, bu ihtiyara kalbinde tarifsiz bir muhabbet uyandığını hissetti.
- Allah razı olsun yavrum!..
Hafızası maziye kaydı gitti.. Çocukluğunu, gençliğini hatırladı. Dinini
Öğrenmeye, yaratıcısını tanımaya, O'nun ha-bibini sevmeye çalışırken gördüğü
zulümleri; Kur'an öğrenmek, ilim tahsil etmek için çektiği meşakkatleri
hatırladı. Hepsi bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden bir bir geçti.
"Filan yerde mütedeyyin bir adam varmış" diye konuşulduğunu, feşmekân yerde bir
muallim varmış, Cum'a namazlarını kılıyormuş, bir doktor varmış teravih
namazında
U
görmüşler" diye anlatıldığını dün gibi hatırlıyordu.
Daha şundan yirmi-yirmi beş sene evvel, İstanbul'da günlerce cami cami gezmiş,
"namaz kılan bir lise talebesi bulur muyum" diye beyhude dolaşmıştı.
Nûreddin Efendi'yi Yusuf'un sesi çekti hâtıralarından:
- Nûreddin Amca iyi misin?
Cevab verirken çocuk gibi saftı sıması:
- İyiyim Yusuf'um merak etme! Çok iyiyim.. Birden daldım da maziye...
Tekrar İsa'ya baktı:
- Bir maziye baktım, bir de yüzbinlerle, milyonlarla numunesi gibi İsa'ya...
Köprünün altından çok sular akmış! Bir zamanlar arayipta bulamadığımız
gençlerden şimdi adım başı var...
- Şükürler olsun Allahım! Sonsuz şükürler olsun!.. Bunları söylerken; tavana
bakan gözlerinde kaynayan
gözyaşları göz pınarlarına sığmamış, birkaç damlası yanaklarına doğru
süzülmüştü.
Yusuf artık "nasıl olup da iyileştiğini sormanın zamanıdır" diye düşündü. Yoksa
kendisinin anlatmasını mı beklemeliydi? "En iyisi sormak" diye karar verdi.
Nasıl soracağını da biliyordu..
- Çok enteresan Nûreddin Amca. Birdenbire şiddetli bir sancı tutuyor. Gene
birdenbire sancıdan eser kalmıyor? Belki geçici bir iyileşmedir bu.. Tekrar
rahatsız edebilir. Olur ya, nöbet nöbet gelebilir!
- Hayır Yusuf bir daha gelmez.
- Bu kadar emin konuşma. İstersen yol yakınken hastaneye, âcil servise gidelim.
Şikâyetini anlatırsın , bir çâresine bakarlar. Sonra çok geç olabilir.
- Yoo hakikaten lüzum yok. Her şey bitti çok şükür! . İki kardeş bu sözde
tuhaf bir ma'nâ sezdiler..
Hafif sitem kokan bir sesle:
- Bak Nûreddin Amca! Seni ne kadar sevdiğimizi bilirsin. Eğer imalı konuşmayı
bırakıp bize net bir cevab vermezsen, sabaha kadar şuradan şuraya adım
atmayacağız! Nöbet tutacağız başında...
198
199
Başından beri zor durumdaydı Nûreddin Efendi. Mes'eİeyi yuvarlak cümlelerle
kapatmayı istemişti.
- Fakat gitmemizi istersen...
- Hayır hayır gitmenizi isteyen kim! Her şey bitti diyorum sîze!..
- Yalnız bundan şu ma'nâ çıkar: Ölüm pek yakın! Dünyalık İhtiyacım kalmadı.
Umutsuz bir vak'a,çâre yok...Öyie mi?
Nûreddin Efcndi'nin yüzü; odaya ilk girdiği andakine benzer hâle girdi. Yusuf'un
son sözlerini belki de hiç işitmeni iş ti.
- Her şey bitti, diye tekrarladı.
Yatağında ağır ağır doğruldu. Yastığını kaldırdı, sırtını yasladı. Olduğu yerde
bağdaş kurdu.
Geçmişte olan hâdiseyi yeniden yaşıyor gibiydi. Gözleri iri iri açılmış, bütün
dikkatini olanları seyre vermişti âdeta...
Bakışlarını diktiği noktadan ayırdı, çocuklara çevirdi:
- Yusuf, tedavi ettiler beni. Hastalık diye bir şey kalmadı!
Fevkalâde birtakım işler olduğunu hemen anlamıştı Yusuf. Zira onun dünyâsına
yakın bir dünyâda yaşıyordu.
- Anlatır mısın neler oldu?
İsa'ya baktı, sonra Yusuf'a sorar gözlerle baktı..
Yusuf tereddüdün sebebini anlamıştı. Büyük bir iç mücâdelesi geçirdiği belliydi,
içinde kimbilir kaçı gibi coşup coşup kabaran sırlardan sonuncusu idi bu.
Aslında hiç anlatmak istemiyordu. Hele odada İsa'nın olması vaziyeti daha da
güçleştiriyordu.
- Nûreddin Amca, eğer anlatmanda bir mahzur yoksa, İsa'nın varlığından da
çekinme.. Emin olabilirsin, her şey bu odada kalacaktır.
İsa şimdiye kadar nazariyatta çok duyduğu, ameliyatta ilk defa karşılaştığı bu
hâdise karşısında çok heyecanlanmıştı. Mes'eİeyi anmda idrak etmişti. Boynunu
büktü .. "İsterseniz çıkar giderim, diyordu sanki..Nûreddin Efendi Yusuf'un
sözleri üzerine daha bir sükûn bulmuştu. İsa'nın son hâli, bel-
200
ki bir yerlerden aldığı işaret onu konuşturmaya ba>
- Hastalığım böbreklerimden.. Bundan on ay kjdar evvel şikâyetlerim başlamıştı.
Doktora gittim, röntgen filmi çektirdim. Doktor baktı baktı: "Sol böbrekte çok
hafif bir şey var, henüz başlangıç safhasında ... Fakat sağ böbrekte iltihap
tahriş etmiş böbreği... Şimdilik ilâçla, iğneyle tedavi edeceğiz. Netice
vermezse sağ böbreğe cerrahî müdahale gerekecek" dedi. Bir ay devamlı iğne
vurdurdum, ilâçları kullandım. Bitince tazeledim. Tekrar tekrar derken, bir
şeyciğim kalmamıştı.
- Artık biraz daha dikkat ediyordum kendime... Ayaklarımı, vücudumu sıcak
tutmaya çalışıyor, soğuktan ve rutubetli ortamlardan sakınıyordum...
- Bu gece sağ tarafımda şiddetli bir sancı başladı. Evvelkilerden çok daha
şiddetliydi.Bizim hatuna seni çağırsın diye telefon ettirdim. O telefon etmeye
gitti, geldi...Tekrar dışarı çıktı. O sırada içimden bir ses öyle bir kükredi
ki!.. "Bu vakitte neden Yusuf'u getirteceksin?" diyor; görünmez eller boğazıma
sarılmışlar nefesimi kesiyorlardı sanki!
- Şimdi şimdi yorumunu yapıyorum da;kimseden bir şey istememe, sâdece Allah
(C.C)'tan isteme mes'elesi etrafında düğümleniyor her şey...
- Sancının da ızdırabıyla bir an düşünemedim... Halbuki bu zamana kadar kimseden
bir şey istemeden yaşamıştım..
- Bir de hüzün karıştı işin içine.. İçimde Öyle bir burukluk vardı ki, sessiz
bir feryatla "Yârabbim sen imdad gönder! Senden başkasına muhtaç etme beni! Bir
defa daha haykırdım; "medet yâ Hakk!" bir daha, bir daha...
-İşte o zaman olan oldu. Gaibden bir ses; "bekle, kimseyi çağırma, biz
geliyoruz!..." Yanlış mı duydum diye etrafıma bakındım. Hayır kimse yoktu odada.
Anladım mes'eleyi.
- Odaya gelip; getirdiği ıslak bezle alnımı, boynumu silen hatuna tekrar telefon
etmesini, sonra da çekilip bir odaya kapanmasını, çağınncaya kadar da
gelmemesini söyledim.
- Şaşkın şaşkın baktı yüzüme. Hiç itiraz etmeden odanın ışığını söndürdü,
çekildi gitti.
201
- Ortadan el ayak çekilince, hayret; sancım da şıp diye kesiliverdi!
- Oh, şükür Allahım, dedim. Bir saattir çektiğim neydi öyle!
- Yatağımda doğrulmaya çalışırken, birden karşımdaki duvar yarıldı. Üç heybetli
insan, süzülür gibi içeri girdi. Üçü de sakallı, sarıklı, cübbeliydiler..
- Selâm verdiler.. Bir yandan selâmlarını alırken, hürme-ten toparlanıp kalkmak
İstedim. "Uzan"dedi içlerinden en yaşlısı. "Şimdi seni ameİiyat edip bu dertten
kurtaracağız."
- Boylu boyunca uzattılar yatağımda beni. Ondan sonra ne yaptılar hiç
bilmiyorum, öyle hafiflemiştim ki, kendimi boşlukta uzanmış yatıyor
zannediyordum.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, içlerinden biri "tamam" dedi. Şurup şişesi gibi
ufak bir şişeyi gösterdi. Kan ve bilemediğim başka şeylerle doluydu içi. Şişeyi
uzatarak "derdin işte buymuş" dedi. "Allah'ın inâyetiyle şifâ buldun.."
- Selâm verip geldikleri yerden çıkıp gittiler... Yusuf'la İsa bitti
zannederlerken aynı heyecanla
Nûreddin Efendi devam etti:
- Ortalıktan kayboldular. Çocukça bir saflıkla, dışarıda bir yerlere gidiyorlar
gibi bir zehaba kapıldım. Doğruldum, sağımdaki şu pencerenin perdesini ayırayım
dedim. Sokakta ne yürüyenler, ne ayak sesi, ne de başka bir ses vardı. Sâdece
kulaklarımda sessizliğin sesi çınlıyordu.
- Bir ara derinden derine bir ses duydum. Odadan mı geliyor diye etrafa
bakındım. Diğer odalardan mı geliyor diye ortalığı dinledim. Hayır hayır;
dışardan, bahçeden geliyordu ses... Neydi biliyor musunuz? Birileri sanki zikir
halkası kurmuşlar, Allah'ı zikrediyorlardı. Arka arkaya "Allah" diyorlardı. *
- Hemen atıldım pencereye.. Kimdi bu saatte bunlar? Perdeyi sıyırdım.. Aman
Yârabbim!...
Sakallarından yaşlar süzülüyordu.. Yaşlı gözlerini evvelâ çocukların gözlerinde
gezdirdi. Sonra hâlinden utanıyor, kendinden tiksiniyor hâlde:
- Aman Allahım! Ne büyük gaflet içindeyim! Gördüğüm
202
manzara Öyle müthişti ki! Nasıl anlatsam bilmiyorum!
Bahçedeki ağaçlar secdeye kapanmışlar, evet evet secdeye kapanmışlar, boyuna
"Allah" diyorlardı.
Başını kaldırdı, iki kardeşe baktı. İkisinin de gözleri dolu doluydu.
Yanaklarından birer ikişer damla taşmış, aşağı yuvarlanıyordu.
Öyle acaib bir hâldeydim ki, neden sonra gömleğimi sıyırmayı akıl ettim.
Karanlıkta bir şey belli olmuyordu. Kalktım ışığı yaktım,baktım. Böbrek
nahiyemde, yara-bere, hiçbir şey yoktu. Sâdece sivrisinek ısırığına benzer bir
şişlik ve kızarıklık vardı.
Ayağa kalktı, gömleğini sıyırdı:
- İsterseniz siz dt; bakın...
Çocuklarla beraber ameliyat yerine kendisi de baktı. Bakarken şaşkınlığını
gizleyemedi:
- Aaa! Kızarıklık şimdi daha da azalmış. Hakikaten ameliyat gören yerde; hafif
bir kızarıklık görülüyordu.
Bu harikulade hâllerin hikâyesini ardarda dinleyen Yusuf:
- Allahüekber, demekten kendini alamadı..
Her zaman hassas çalışan kalbi, sanki dışardan duyulacak kadar şiddetle bu
tekbire dem tutuyordu. Her kalb atışıy-la bir Allah sedasının göğsünde şelâle
gibi güınbürdediğini hissediyordu. Kalbinin dört parmak kadar altında şu anda
volkanlasan bu kaynamanın te'siriyle göğüs kafesinin sol tarafı genişledikçe
genişliyor, bir inşirah duyuyor, kalbi göğsünü zorlayıp dışarı fırlayacakmış
gibi oluyordu.
İsa başını önüne eğmiş, dudakları belli belirsiz kıpırdıyordu.
Yusuf heyecanla, biraz da çekinerek sordu:
- Nûreddin Amca, peki tanıyabildin mi gelenleri?
Bir defa daha sıkıştırıldığını görünce, bu sefer kararlı bir tavırla cevab
verdi:
- Sâdece birini tanıdım. Ama onun İsmi de bende sır olarak kalsın...
Söyleyemem!.
Az sonra Yusuf'la kardeşi dışardaydılar. Saat gecenin
203
bir'ine yaklaşıyordu. Ara sokaklardan ağır ağır ana caddeye çıktılar. Havada
insanı üşütmeyen tatlı bir serinlik vardı. Hafif bir esinti bile yoktu.
Yıldızlar salkım salkım kandiller gibiydi. Gökte tek bir bulut görülmüyordu.
Ay arkalarında, yolun soluna geçtiler. İkisi de birbirinin niyetini anlamıştı
sanki..
- Ne dersin eve yayan gidelim mi İsa?
- Ben de aynı şeyi teklif edecektim ağbi. Yaşadığımız asırlara bedel şu
dakikalardan sonra, bir de insana huzur veren şu yıldızlı gecede en güzeli
böyle...
- Ağbi biliyor musun, dört senedir İmam-Hatib'de Öğre-nemediklerimi bu gece bir
saat içinde öğrendim. "İrfan" dedikleri şey bu olsa gerek!
- Evet İsa, aynen öyle... Hâlâ o atmosferden çıkmış değilim.
- Ben de öyle ağbi.. Ciltlere, kütübhânelere sığmayacak
şeyler bunlar..
- Onların bir izahını yapmaya da lüzum yok. Sen tahsilini gördün bunların. Bazı
şeyleri benden iyi bilirsin İsa..
- Aslında o kadar çok şeyin izahına ihtiyacım var ki! Ama ben alacağımı aldım
bu gece.. Mes'elenin diğer yönleri bir tarafa, içimdeki bazı şübhe ve
tereddütler yok oldu. Şimdiye kadar kitablardan, hocalarda*!, arkadaşlarımdan
çok şeyler duydum. "Keramet" i sâdece bunlardan öğrendim. Tabiî buna öğrenmek
denirse!.. Yalnız, içimde hep bir şübhe kırıntısı vardı. "Acaba" sorusunu
zihnimden söküp atamadım bugüne kadar.. Her şey gözümün Önünde olmamasına rağmen
şu kadarı da yetti bana! Artık seksiz şübhesiz inanıyorum.
- Bu büyük insanın rûh dünyâsı hakkında hiçbir fikre sahib değilim. Sen
kimbilir daha nelerini görmüşsündür?
Yusuf, cevabsız bıraktı bu suali.. Tebessüm etmekle yetindi.
- İhlâs nedir, işte orada gördüm. İhlâsla yapılan dua, bir de tertemiz
kaîblerden çıkarsa asla boş çevrilmiyor. Bütün ha-, yata yayılmış bir ihlâsm bir
anlık tezahürüydü ordaki. Bilmem yanılıyor muyum?
Yusuf memnun, evet ma'nâsmda başını salladı.
- Deminden beri kafamı kurcalayan mes'ele şu ağbi; işin püf noktası: Neden Öyle
davrandı? Evvelâ bir şey söylemek istemedi. Sonra ağzından bir-iki sır kaçırdı.
Gerisini getirmeye mecbur kaldı.
- Hâdiseyi bir başka zaman sâdece sana anlatabilirdi. Hattâ sana da hiç
anlatmayabilirdi.
- İşte onu bilemem!..
- Ağbi, belki hepsini bilerek yaptı. Belki aldığı emir öyleydi. Belki
programlamış bir makina gibi hareket etti. Belki Ij konuşmaların
tabiî seyri bizi o noktaya getirdi.
* - Şimdi püf noktasına geliyorum. Her ne ortamda olursa
olsun; neticede Allah (C.C) bir kulunu vesile kılarak bazı şüb-helerimi yok
etti! Çok şükür hakikati fazla geç olmadan öğrendim. Yoksa maazallah, birtakım
mes'elelerde ömür boyu boşuna kürek çekebilirdim. Şükürler olsun Allahım,
fitneye açılabilecek bir kapıyı daha kapattın! Şükürler olsun sana!
Yusuf'un gözleri parladı bu sözlerden... Şefkatle elini kardeşinin omzuna attı.
Bir müddet konuşmadan öylece yürüdüler. Nihayet gülümseyerek kardeşine baktı: ¦
-¦¦ -Sen öyle diyorsan öyledir...
O sırada karşıdan gelen bir otomobilin farları; ağabeyine bakan İsa'ya her
şeyiyle göstermişti bu mes'ud tebessümü. Devam etti Yusuf:
- İşte vicdan duruluğuna ermiş bir insan... Her türlü hasislikten ruhunu
arındırmış biri. Samimiyet ise bu vicdan duruluğunun sâdece bir buudu. Neticede
Allah (C.C) istenileni veriyor.
Beş kilometre kadar tutan yolu; bu hislerle sohbet ede ede kat'ettiler. İki
kardeşin, ne zamandan beri böyle tatlı, böyle bereketli sohbetleri olmamıştı.
Eve vardıklarında saat iki buçuğa yaklaşıyordu. Vaziyetin kötü olmadığını
telefondan öğrenmesine rağmen, anneleri gene de yatmamıştı. Yusuf, annesi bir
şey sormadan birkaç cümleyle hülâsa etti her şeyi...
İsa ve Nesibe Hanım vakit geçirmeden yattılar. Yusuf odasına geçti, somyasında
biraz oturdu. Olanların te'sirinden
204
205
hâlâ kurtulamamıştı. Masanın önünden sandalyeyi çekti. Sık sık yaptığı gibi
dirseklerini masanın kenarına yaslayıp, başını ellerinin arasına aldı. Zâten bu
sebebden cekedinin, gömleklerinin ilk eskiyen yeri dirsekleri oluyordu..
Aklına dışardaki yıldızlı gece geldi. Semânın bütün ihtişamıyla insana
haykırdığı hakikatleri düşündü. Ve kararını verdi:
"Bu gece uyumayacağım. Çoktan beri sabahiamamıştım zâten. Yazık,sık sık yapmam
gerekeni ihmal ediyorum! Bundan sonra, hiç olmazsa haftada bir gece benim olsun.
Kalktı, masanın solunda, köşede duran dolabın kapısını açtı. İçte, derinlerde el
yordamıyla arandı arandı... Nihayet yakaladı. Uzun bir karton kutuydu çıkardığı.
Bir yerini incitmeden, usul usul açtı, içindekini naylon kılıfından çıkardı,
elleriyle kavradı, evirip çevirdi. Kırk yıllık bir dosta sarılır gibi göğsüne
bastırdı, kucakladı.
Bu bir gök dürbünüydü. Tahsilini gördüğünü ilmin ufak çaptaki âletlerinden
biri...
Amcası hediye etmişti bu dürbünü. Üniversitenin ilk senesinde iş icabı
İstanbul'a geldiğinde almışts.
Yiğenine giyecek bir şeyler almak istemiş "hayır" cevabını almıştı. Başka şeyler
almak istemiş, Yusuf gönderdiğin para bol bol yetiyor hiçbir şeye ihtiyatım yok.
" demişti. Amcası "öyleyse söyle ne lâzım?" deyince* utana sıkıla, elinde şimdi
tuttuğu gök dürbününe ihtiyacı olduğunu söylemişti.
Odasının ışığını söndürdü. Gürültü yapmamaya çalışarak bahçeye çıktı. Dışarda
derin bir sessizlik vardı. Biraz gezindikten sonra, kimbilir hangi devirden
kalma, kendisini bildi bileli bahçede duran yassı bir mermer kayanın üzerine
oturdu.
Sessizliği dinledi. Uzaklardan gecenin sessizliğini yırtan köpek havlamaları
duydu. Sokak lâmbasının önünden ardar-da birkaç defa bir yarasa geldi geçti.
Yakınlarda bir yerde bir baykuş öttü..
"Her şey yerli yerinde ve zamanında. Her şey ayrı bir güzel... Ve her şeyin
sahibi O! O kimseye muhtaç değil, her mahlûk O'na muhtaç.. Köpekler, yarasalar,
baykuşlar..."
"Hepimiz yaşamak için havaya, suya, ekmeğe muhtaç... En çok havaya muhtacız,
tabiatta en bol olan da o!"
"Rabbim, her nimet seni rahmetinin eseri! Bir an rahmet nazarlarını üzerimizden
çeksen bizim hâlimiz ne olur?! Bu kadar isyanımıza karşı, vermeye devam
ediyorsun! Bize tövbe kapılarını açık tutup mühlet veriyorsun."
Bu duygularla dürbünü kaldırdı. Gökyüzüne daldı gitti. Biraz Önceki yıldızlı
semâda öncekilere eş nice yıldızlar doğdu bir anda! Öncekiler de ziyalarını
artırmışlar kendilerini . , seyre dalan bu insanoğluna tebessüm
ediyorlardı.
IJ' Hayranlıktan mest olup; dünyâyı, kendini unuttu.
Defalarca seyrettiği semâdan her seyrinde ayrı lezzetler almıştı. Gene
ürpertilerle bütün bedeni titriyor, kaîbi hızlı hızlı çarpıyordu. Kalbinden
gelen "Allah" nidalarını olduğu gibi işitiyordu. Bir fısıltı, bir inilti gibi
değil gümbür gümbürdü sesler!..
Her zaman düşündüklerini gene düşünmeye başladı.. . Sâdece Samanyolu
galaksisinde iki yüz milyar yıldız.. Onun gibi yüz milyar galaksi daha.. Bizim
güneşimiz gibi nice güneşler.. Ve o güneşler etrafında kimbilir ne kadar
seyyare, peyk...Bunlar kıt ilmimizle bildiklerimiz.. Bilmediğimiz neler var
daha!?
' . Gökyüzünü dürbünüyle tararken bir meteorun düşüş
ânını yakaladı. Gökten binlerce meteorun yağdığı, zavallı insanların kaçacak
delik aradığı bir rü'yâsını hatırladı, dehşetle ürperdi..
İçi Rabbine kulluk duygularıyla bir tuhaf oldu. Gözleri dolu dolu, kalbinin
telleri bir kemanın telleri gibi gergin, içten içe acizliğini, Rabbinin
rahmetinin büyüklüğünü haykırdı:
"Ey Allahım! Bütün şu âlemleri sen yaratmasaydm; her şeyi kör tesadüfe
bağlayanların iddia ettiği gibi olsaydı, şu düşen meteorun kat kat büyükleri
belki üzerimize düşecekti. Senin ilmin her şeyi kuşatmıştır Allahım! Mikro
âlemden makro âleme, atomlardan kürrelere kadar bütün mahlûkat senin irâden
dâhilinde hareket ediyor, senin irâdenle hayat sürüyor. Kâinattaki her mahlûk ne
için yaratılmışsa onun için çalışıyor. Ve bütün yarattıkların, yeryüzünde halife
olarak ta-
206
207
yin ettiğin "insan" makamındaki insan için..."
"Bütün mahlûkat vaz'ettiğin fizik kanunlarına sımsıkı bağlı!"
"İnsanlık, fıtratına en müsait huzur kanunlarına ise ne kadar da bigâne!.."
"Sen Kitab-ı Azîmüşşân'mda buyurdun ki: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahihlerine şübhesiz deliller
vardır."
"Buna benzer nice âyetlerinle bizi imâna çağırdın. Bununla bitmedi; sonra
itaati; isyandan, şirkten kaçınmayı, farz kıldıklarına uymayı emrettin. Sana
'kul1 olmamızı istedin."
"Habib'in; âlemlere rahmet olarak gönderdiğin son elçin Hazreti Muhammed Mustafa
(S.A.V) ile, son din, son nizam İslâm'ı bütün insanlığa rahmetinle gönderdin.Âl-
i İmrân Sûresi'nde bütün imân edenlerin ruhuna nakşettin bunu!"
" Şübhesiz Allah katında din, İslâm'dır. Ancak kitab verilenler, kendilerine
ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim
Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şübhesiz ki Allah hesabı çabuk görendir."
"Bu âyetle kitab ehlinin encamını anlatırken, aynı sûrenin bir başka âyetinde;
kitab ehlini, kuruntularına tapanları, çağlar boyunca ortaya çıkmış ve çıkmakta
olan beşerî sistemlerin tehlikesini ikaz için, bu yollara tevessül edenleri ikaz
için şu âyeti indirdin:" •
"Kim İslâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O
âhirette de kaybedenlerdendir."
"Bizleri hidâyete erdir ve hidâyet üzre dâim kıl Allahım! Sen inayet etmezsen
biz halifen değil, sefillerin sefili oluruz. Hayvanlardan aşağı bir hayat
süreriz.Kaybedenlerden eyleme bizi Allahım!.."
Zavallı insanları düşündü:
"Şu dünyâda insanların en büyük arzusu huzurlu ve mes'ud olmak . Nasıl iştir
anlamıyorum? Hem saadetten bahsediyorlar, hem de kendi saadetlerini kendi
elleriyle mahvediyorlar! Yanlış adreslerde huzur reçeteleri arıyorlar. Yazık,
teşebbüslerinin sonu hep hüsran oluyor! Gözü bağlı kurbanlık koyun misâli bir
sağa bir sola tosluyorlar. Ne yazık ki bu tos-
208
lamalar da kendine getirmiyor şaşkınları!...
"Ruhları melale Öylesine açık ki! Yıllarca yaşasalar da ömür onlar için gene
kısa.. Hayatları stresler, hafakanlar, bitmeyen eyvahlarla geçiyor. Yaşarken acı
çekiyorlar, giderken de binbir hasretle inleyip ağlıyorlar. Gönüllerinde her
vakit ümitsizlik, dimağlarında tasa ile cehenneme çeviriyorlar hayatlarını!.."
"İnsan içine çıktıklarında etrafa sahte gülücükler dağıtı-¦<; yorlar. Mutluluk
şarkıları, sevgi nağmeleri, doğruluk nutukları taşıyor dışarıya dillerinden...
Heyhat, hiçbiri lâftan öteye geçmiyor! Boş teselliler hepsi..."
"Bazıları hakikaten mutlu oldukları zehabındalar. Ah, gerçek mutluluğu bir an
yakalasalar, yaşadıkları hayata hayat derler miydi acaba?... Ama onlara
yaptıkları kötülükler, yaptıkları çirkinlikler güzel gösterilmiştir. Gübre
böceğinin işini zevkle yapması gibi..."
Öyle engin bir merhametle doluydu ki içi: "Onları dalâletten kurtar, doğru yola
şevket Allahım! Kurtar onları, kurtar onları Allahım! Beni, benim gibileri
düşman zannediyorlar kendilerine. Bir bilselerdi içimizdekileri.. ¦Ah bir
bilselerdi!.. Bir mü'minin gönlünde kaynayan şefkat, merhamet pınarım
bilselerdi! Bir tek insanın kurtuluşu için ömürler feda etmeye hazır olduğunu
bilselerdi! Sonra da o mü'minle senin merhametini mukayese etselerdi!.."
Dürbünü indirdi, dizlerine yasladı. Nemli gözlerini bir müddet parmaklarıyla
ovuşturdu.
Dürbünü tekrar kaldırdı, yukarı baktı. Eşsiz nizamı hayran hayran tekrar seyre
daldı. Kum taneleri gibi uzayıp giden Samanyolu'na baktı baktı... Ve Öteler
iştiyakıyle yanıp tutuşan şâirler sultânı Necib Fazıl'ı hatırladı. Bu büyük
insanın bedeni senelerce zindanlara mahkûm edilmiş, fakat ruhu her an ötelere
pervaz etmişti.
Merhum üstad bir mısraında "Gökte Samanyolu benim olmalı!" diyordu.
Yusuf'ta bu mısraı ardarda tekrarladı... Sağ elini semâya uzattı. Yıldızları
rengârenk bilyeler gibi avucuna aldı. Küçüldükçe küçülen bu bilyelerle oynadı
oynadı...
209
Bu da yetmedi. Ruhu haykırıyordu: "Ebedlere ulaşmak istiyorum. Fâni olan hiçbir
şey tatmin edemez beni! Sonsuzu istiyorum... O'nu istiyorum. Sana gelmek
istiyorum!"
Şimdi uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Yıldızlar ayaklarının altında çakıl taşları
olmuş, onlara basa basa gidiyordu. Ayaklarının altı ışıl ışıl; her adımda
üzerlerine basıp geçen bu yolcuya selâm duruyordu yıldızlar!
Böylece kimbilir ne kadar yürüdü yürüdü... Allahüekber sedâlarıyla irkildi
birden.. Sabah ezanı okunmaya başlamıştı. Dürbünü otların üzerine bıraktı. Derin
bir huşu içinde, davetlerin en güzelini dinlemeye başladı. Sabâ makamında okunan
bu ezana bir taraftan da mırıldanarak icabet etti...
Bütün kâinat kendi hâlince ezanı dinliyordu. Biraz önceki canlılar kendi
lisanlarıyla ezana eşlik ediyorlardı. Ezan dört bir tarafa dalga dalga
yayılıyor, uyanık sinelere diriltici aşısını yapıyordu.
"Allahüekber!.." "Ne kadar seviyorum bu kelimeyi ey Rabbim! Kelimelerin en
muhteşemi, kullara kulluğunu bildireni..."
Tekbir ile ne kadar zavallı olduğumuzu idrak ediyoruz. Nefsimize, şeytana ve
bütün cihâna senin büyüklüğünü hay-kırıyoruz. Sana sığmıyor, sana köje olmakla
en büyük şerefi kazanıyor, bin türlü esaretten kurtuluyoruz. Sen'den yine Sana
sığınıyor, hürriyetimize kavuşuyoruz.."
Müezzin "şahadet ederim, ki Muhammed O'nun Resûlü'dür" derken ardarda salât ve
selâm yolladı Efendimiz (S.A.V.)'e. Kalbi ânında selâmın cevabını aldı. Bu
selâmla derinden ürperdi, gerildi gerildi...
Birden yerinden boşalan bir yay gibi fırladı ayağa kalktı. O gelmişti... Evet
evet nebiler nebisi gelmişti. Bahçedeydi, yanındaydı hattâ!.. Aşkla, hasretle
eğildi, efendisinin ellerine ellerini uzattı. Doya doya öptü...
Omuzlarından tutulup kaldırıldığını, alnından Öpüldü-ğünü, sırtının
sıvazlandığını hissetti. Her şey bir anda bitti nihayet.. "Yârabbim ne büyük
saadet!.." Hıçkıra hıçkıra ağlıyor-
210
du.
Neden sonra sâkinleşti. Başını kaldırdı, şark ufuklarına baktı. Ufuk ağarmaya
başlamıştı. Görülen hafif kızıllık, gecenin sona ermek üzere olduğunu, ziyanın
zulmeti boğmasının pek yakın olduğunu müjdeliyordu.
Bıraktığı yerden gök dürbününü aldı. Yürüdü içeri girdi. Annesi ve kardeşini
uyandırdı. Ab.destini tazeledi. Hazır olmaları için onları bekledi. İsa imamlığa
geçti. Üçü birlikte namazı edâ ettiler...
Namazdan sonra uyumadı Yusuf. Çok yorgun ve hasta olmadıkça kerahat vaktinde
zâten yatmazdı.
Odadan odaya biraz gezindi. İsa, odasına çekilmişti. Annesinin odası hizasına
geldi. Seccadesinin üzerinde bembeyaz örtüler içinde dua ediyordu.Odaya ve
annesinin üzerine nurlar yağıyor gibi geldi. Sessizce ayrıldı, bahçeye çıktı.
Seherin diriltici serinliği evvelâ titretti vücudunu, sonra tatlı bir zindelik
kapladı.
Güneş doğmak üzereydi.
Serçeler cıvıldaşıyorlar, güvercinlerin-kumrularm "mırıltı" ve "hu" lan bu
cıvıltılara karışıyor, bütün tabiat muhtaç oldukları güneşin doğmasını iştiyakla
bekliyorlardı. Gökte birkaç parlak yıldız, son defa dünyâya tebessümlerini
yollu-yorlardı.
Yusuf, içi dolu dolu, mest olmuş hâlde gezindi gezindi... Yanına yaklaşıp
yakından bakan biri dudaklarının hafif hafif kıpırdadığını görürdü.
Güneş dünyâya yüzünü gösterip ufku ışığa garkedene kadar gezindi. Bir ara
gözlerini şark ufuklarına dikti. Baktı baktı; kimbilir içinde hangi okyanuslar
dalgalandı:
"Ne zaman aslına rücû edeceksin hey koca şark!" Ufka gözleri takıldı kaldı.. An
geldi mazinin zümrüt tepelerinde dolaştı. An geldi hâlin
hicranlarım,hüsranlarını tekrar tekrar duydu içinde. An geldi âtiye müjde dolu
tebessümler yolladı.
Senelerin hasretiyle gözleri buğu buğu; güneşin doğduğu yerde atını şaha
kaldırmış, kılıcı elinde beyaz atlı kahramanı seyretti... Öyle muhteşemdi ki
dağlar kadar kametiyle!..
211
Ruhunun derinliklerinden kopan sessiz feryatlarla haykırdı haykırdı...
"Gel artık ne olursun! Yıllardır gözlerimiz yollarda. ..Dağ-taş,ova-oba, kurt-
kuş, herkes gözü yollarda seni bekliyor. Sahte kahramanlara "acaba bu mu
beklediğimiz" dedirtmeden, hüsran üstüne hüsran yaşamadan, hicran ateşiyle
canlarımızın gırtlağa dayandığı şu demde ne olursun gel artık!"
"Ey on dört asır öncesinden müjdelenen kahraman! İtilip kakılmaktan, yollarda
takılmaktan, çektiğimiz zillet dolu şu dayanılmaz hayattan, günâhın ve isyanın
her tarafta lağım lağım aktığı yaşanılmaz dünyâdan bıktık artık! Ne olur, şu
yetimleri daha fazla sâhibsiz bırakma!"
Her gece hayâllerimizdesin. Sözlerde, dillerde sen varsın. Gel de bir buçuk
milyarlık yetim ümmete gülümse artık! Hayâtın gayesini unutmuş isyankâr ve
nisyankâr dünyâyı mesih soluklarınla ihya et!"
"Biliyorum, gelmen yakındır... Ama sabredecek güç kal-¦ madı hiçbirimizde.. Ne
olur acele et de bir an evvel gel!"
Ufuktaki dev kametli kahraman tüllenip silindi gözlerinin önünden. Sonra daha
bir heybetle belirdi! Bu defa arkasında onu takib eden, bütün ufuk çemberini
nokta nokta kaplamış kudsîler ordusunu gördü. Tekbir sedaları, nal sesleri,
kılıç şakırtıları yeri-gÖğü inletiyordu!..
Gözleri buğu buğu, her zaman yaptığı duayı tekrarladı o anda:"Yârabbel âlemin!
Hasretle beklediğimiz kahramanın ordusuna şu garib kulunu da ilhak eyle ..Şu
anda gözlerimin önünde ufku dolduran kudsîler ordusunun neferlerinden biri eyle
beni! Biliyorum onlara lâyık değilim. Onların en küçüğünden kat kat aşağıdayım.
Ama seviyorum onları! Hiç olmazsa kapılarında hizmetkâr eylemez misin beni
Allahım! Onların çamaşırlarını yıkarım, helalarını temizlerim, ayaklarının
altında paspas olurum!.. Yeter ki beni onlara ilhak eyle Allahım! Benim için en
büyük bahtiyarlık bu olacak. Onlarm en basit bir ferdi olmak kâfi benim, için!"
Gönülden tekrarlanan bu duanın ardından; önce ufuktaki ordu, sonra beklenen
kahraman önce beyaz birer gölge
212
hâline geldiler, ardından silinip gittiler.Her zaman yaşadığı hüzünle neş'eyi,
karamsarlıkla ümidi gene bir arada yaşıyordu. Bir farkla; bazen olduğu gibi,
şimdi şiddeti daha fazla idi. Yüzündeki çizgilerle, gözlerinde buğu ve
gölgelerle hüzün daha bir bariz hâldeydi...
On beş yaşlarında başlayan fikirlerin tekevvünü ve tekâmülü, hassas kalbiyle
imtizaç ederek onu her hususta derin bir tefekküre sevketmişti. En basit görünen
mes'elelerde bile saatlerce, günlerce kafa yorduğu olmuştu.
Yusuf'un her zaman etrafında bulunanlar, çehresindeki bulutları onun
tabiatından, mizacından gelen bir hâl bilirlerdi. Seneler öncesini iyi bilenler,
onu bugün tekrar görseler, aradaki farkı hemen anlarlardı. Veya bir insan
sarrafı, arif bir insan, yüzündeki çekilmez hüzün bulutlarını hemen görür,
yorumunu da yapardı..
Çocukluğunda efendimiz (S.A.V.)'in hayatını didik didik okumuş ,sonra O'nun
yıldızlar mesâbesindeki ashabının yaşadıklarına bakmış, her zaman gülen yüzüne
daha o vakit ince bulutlar çökmeye başlamıştı.
"Bu kadar günâhla, bu kadar âhiret endişesiyle nasıl gülerim!" diye kendisini
defalarca hesaba çekmişti.
Öyle ya; insan olmanın, müslüman olmanın mes'uliyeti çok büyüktü. Dağların
üzerlerine almaktan çekindikleri emâneti insan üstlenmişti. Hele müslüman olmak,
bahşettiği şeref kadar yük bindiriyordu insana...
On sekiz yaşına henüz girmişti ki; kendisine günlerce haftalarca sual sorup şu
cevabı buldu:
" Kendi hâlime, dünyânın haline bakıp ağlıyamiyorum, hiç olmazsa gülmekten
utanmalıyım!"
Gün geldi; şahsına âit korkular, endîşeler, hüzünler; millette, ümmette,
insanlıkta fena buldu. Asıl yük işte o zaman bindi omuzlarına...
Artık kendisini unutmuş, başkalarının dertleriyle dertlenir
olmuştu.Müslümanların ve bütün insanlığın dertleriyle dertlenmişti.
Bütün bunlar üstüne vazife miydi? Her geçen gün kemâle eren imânı buna
sevkediyordu Yusuf'u...
213
Bütün derdi; hayatlarını kendi elleriyle cehenneme çeviren insanlığa, çıktıkları
yolda karanlıkta kalanlara bir fener tutmaktı. Kaç kişinin ebedî saadetine
vesile olabilirse ebedî hayatta o kadar bahtiyar addedecekti kendisini...
Fener tutanlardan biri olmak, insanların topyekûn kurtuluşuna vesile olmak...
Yalnız her dâim büyük bir korkusu vardı:
"Ey Rabbim! Hayâtım boyunca bir tek kişinin hidâyetine vesîle olacaksam, onu
dahi bildirme bana! Olur ya; nefsime bir pay çıkarırım da bütün sâlih
âmellerimi, âhiret hayatımı mahvederim!"
Sahabelerin hayâtını, destanı kahramanlıklarını, kendilerini aşmalarını
okudukça, onlara duyduğu hayranlık kat kat artıyor, "nasıl olur da bir insan bu
kadar yükselebilir" diyor. Aklı almıyor bunu! Sonra düşünüyor: "Onlar da insan
biz de insanız. Kendilerini ve dünyayı onlar değiştirmişse biz de
değiştirebiliriz."
"Fazilette ve derecede onların tırnağı bile olamayız. Fakat yaşadıkları hayâtı
kendimize rehber edinebiliriz. Neler yapmışlarsa taklide gidebiliriz..."
Lise çağlarında, gençliğinin baharında iken; dünyâ müs-lümanları sen-ben
kavgasına devam edip birbirleriyle uğraşırlarken bir gün mukaddes şehir î^ıdüs
Yahudiler tarafından işgal edildi. Bu işgal bütün dünyâ tarafından suskun suskun
seyredildi. O vakit Yusuf; diğer dertlerine ilâveten bu dayanılmaz acıyı da
içinde yaşadı. Hâlâ yaşamaya devam ediyor!.
İşgalin ilk günlerinde, hep büyük mücâhid Selâhaddin Eyyûbî'yi düşündü...
Kudüs Haçlı orduları tarafından ele geçirilince; sâdece dışını değil, içini de
fethetmiş o büyük fâtihin yüzünün güldüğünü gören olmamıştı. Tâ ki Kudüs ve
Mescid-i Aksa esaretten kurtarılana kadar... Ve her şeyini terketmiş, fetih
gerçekleşene kadar rahat bir döşek yüzü görmemiş, seneler boyu çadırda yatıp
kalkmıştı.
Yusuf'un hüznü işte o zaman yeni bir buud kazanmıştı. "Kudüs işgal altmda,
Mescid-i Aksa mahzun iken, ben nasıl
214
gülerim!."
Yalnız, yüzündeki mahzunluk, içindeki fırtınalar hep örtülü kaldı. Dışa mümkün
mertebe bir şey aksettirmemeye çalıştı. Ağladıysa, gizli gizli köşelerde ağladı.
Feryat ettiyse, sessiz feryatları için tenhaları seçti. Kendisini anhyamıyacak
kişilere derdini, sırrını hiç ifşa etmedi. Dışarıya karşı hiçbir vakit
somurtkan, çatık kaşlı görünmedi. İçi kan ağlarken, dışarıya güler yüzlü
görünmeye çalıştı.
Bu yaptıkları kendisi için zorun zoru olmuştu ama ne yapsın; dâvası için
katlanmaya mecburdu...
İçini yakan satvet dolu günlere hasret, âtinin talihine tebessümü devam edecekti
belki. Fakat yükselen güneşi görünce gecikmemesi gerektiğini düşündü.
İçeriye girdi, kıyafetini değiştirdi. Tekrar bahçeye çıktı. Mutad idmanına
başladı. Yarım saat kadar çalıştı. Kâfi geleceğini düşünmüş olacak ki son verip
içeriye geçti.
Hep birlikte kahvaltı yaptıktan sonra kalktı. Hazırlanmak üzere odasına yürürken
annesi sordu:
-Ne o evlâdım? Yüzünde bir solgunluk var . Göz kapakların da kızarık duruyor.
Hasta mısın yoksa?
Geriye döndü. Kardeşine, sonra annesine baktı. İstemeye istemeye cevab verdi.
-Hayır anne, gayet iyiyim... Bir şeyciğim yok. Belki biraz yorgun düştüm son
günlerde...
Karşılık vermedi annesi. Ağabeyini her zaman bir baba gibi saymış olan, "ne
yaparsa haklıdır, ne derse doğrudur" inancına sâhib olan İsa hiç aldırış etmedi
verilen cevaba... Ağabeyi için dün gecenin hâlâ devam ettiğini anlamıştı.
"Kimbilir nasıl ihya etti bu geceyi" diye düşündü. Kendisini büyük bir gaflette
hissetti.
İsa, babasını hatırlayamayacak yaşta kaybetmenin te'si-riyle de olsa gerek,
ağabeyini evin direği olarak görmüştü. Küçük kardeşlerin birçoğunun ağabeylerini
taklidi, yetimliğin de te'siriyle daha bir değişik hâl almıştı onda...
Küçüklüğünden beri Yusuf'u taklid etmiş, o ne yapmışsa aynısını yapmaya
çalışmıştı.
Bu hâli çocukluğuyla kalmamıştı. Hâlâ hayrandı ağabe-
215
yine... Onun da kusurları olabilirdi... Ama mükemmel bir insan olduğuna katıksız
bir inancı vardı.
Öyle oturup iki dost gibi sıkı fıkı konuşmamalardı bugüne kadar... Yusuf az
konuşur, boş lâf konuşmamaya itina gösterirdi. İsa'ya, İsa tıynetindeki
insanlara da sözden ziyâde sükûtî ders verirdi. Gözleri, yüz ifâdeleri, anlayana
çok şeyler anlatırdı. Hele hareketleri, yaşadığı hayat, etrâfındakileri bir
cazibe merkezi gibi çekerdi, thlâsla yaptığı bir hareket İsa'yı hemen sarıp
sarmalayıverir, onu "ben de aynısını yapmak istiyorum" his ve düşüncesine sâhib
kılardı.
Hele çevrelerinde her an kötü numuneler görenler; ender rastladıkları böyle bir
insana şayet kalb gözleriyle bakarlarsa, bir de vicdanları paslanmarnışsa, hemen
takdir ve hayranlık dolu bakışlarını çevirirlerdi...
Yusuf odasma girdi, hemen hazırlandı. Kafasında o günün kısa bir plânını yaptı.
Evdekilere haber vererek işine gitmek üzere dışarı çıktı...
Dalgın dalgın dolmuş durağına doğru yürüdü. Ara sokaklardan, her zamanki
kestirme yoldan ana caddeye çıkmak istedi. Başı önde, etrafına hiç bakmadan, her
zaman yaptığı gibi yoluna devam etti. Alışveriş yaptığı bakkalın hizasına
gelince, selâm vermek kastıyla başını o tarafa çevirdi. Sabahm alışveriş
kalabalığıyla meşgul bakkalı gözleriyle ararken kapıdan çıkmakta olan Şaban'ı
gördü.
Verilen selâma karşılık veren Şaban, her zamanki müte-bessim haliyle, âdeta
koşar gibi Yusuf'un yanına geldi.
- Nasılsın hoca?
- Çok şükür Şaban iyiyim.. Sen de iyisindir inşaallah!
- Eh, idare ediyoruz işte! Nasıl olalım ki sürünmeye devam ediyoruz!
Şaban gideceği yolu değiştirmiş, Yusuf'la beraber sokağı adımlıyordu. Bir
taraftan da yakınmaya devam etti:
- İnsanlar çok kötü, Yusuf Hoca! Zalim, hâin.. Her şey var işte, ne desem bilmem
ki?
-Nedir bu hâl Şaban, hayrola!? Sabah sabah birilerine kızmış gibisin. Şu gülen
yüzünün altında bir kahır,bir öfke var.. Bir şey mi oldu?
216
- Yahu hoca beni bırak!. Ben zaten mahvolmuşum! Bir arkadaşım var da...
Soran gözlerle baktı Yusuf. Şaban konuşmaya, anlatmaya çekinir gibiydi.
- Gel istersen seninle fabrikaya gidelim. Orada uzun uzun dertleşiriz.
Anlatacakların olmalı...
- Hoca, birazdan sandığımı sırtlayıp işe çıkacağım ben. Konuşacaklarımızı da
sonra konuşuruz. Yalnız...Yalnız, birazcık vaktin varsa, seni bir eve
götüreceğim. Hemen şöyle yakınlarda bir ev... Orada birisi vaF ki görmeni
isterim. Başkasından isteyemedim bunu. Ama sen de "gelmem" dersen bir şey
diyemem.
- O kadar âcil mi Şaban? Sonra gelsem olmaz mı?
- Hem de çok âcil, hoca! Ama sen bilirsin, zorlamış olmayayım seni..
Saf görünüşüyle birlikte bu sözler Yusuf'a öyle dokunmuştu ki "söyleyene^ değil,
söyletene bak" meselini düşündü. Son sözde "muhakkak gelmelisin" gibi bir imâ
vardı sanki! Mecbur hissetti kendisini.. Bir taraftan ne olduğunu da merak
etmişti.
- Peki seninle geleceğim. Yalnız iki dakika bekle, bakkala gideyim, fabrikaya
bir telefon edip gecikeceğimi söyleyeyim.
Koşar adımlarla geriye döndü, üç-beş dakika sonra da döndü.
Şaban o saf gülüşüyle Yusuf'a baktı:
- Sabah sabah sana rastladığım ne iyi oldu, dedi.
Bir ara sokağı geçtiler. Sonra bir ana caddenin karşısında bir ara sokağa
girdiler. Yusuf'ların evine benzer bahçeli, tek katlı- iki katlı evler devam
ediyordu. Sokağın sonunda tek katlı büyükçe bir kerpiç evin yanına gelince
durdular.
- Burası mı?
- Bu evin arka bahçesinde geniş bir meydanlık var. Ev sahibi oraya tren gibi
sıra sıra odalar kondurmuş. Biraz sonra göreceksin.
Şaban önde Yusuf arkada yürüdüler. Bitişik evin yük-
217
sek bahçe duvarıyla kerpiç evin sağ yan cephesi arasındaki on beş metre kadar
gelen dar yoldan geçtiler. Nihayet az Önce bahsedilen meydanlığa geldiler.
Yusuf etrafa bir göz gezdirdi. Üç tarafın demin bahsedilen odalarla çevrili
olduğunu gördü. Orta yerde birkaç ağaç, oda yapılmamış kısımda eşit aralıklarla
dikilmiş hela olduğu anlaşılan üç kulübe göze çarpıyordu. Meydanın üç köşesinde,
boruyla yerden birer metre kadar yükseltilmiş üç musluk görülüyordu. Arsa,
odalarla birlikte şöyle yedi-sekiz yüz metrekare kadar gelirdi.
Şaban'ın omzuna dokunup Önden yürümesiyle devam ettiler. Soldan yirmi adım kadar
yürüdüler. Bu üstleri kiremit duvarları kerpiç, dış sıvası kerpiç çamuruyla
yapılmış odalardan birinin kapısı önünde durdular. Şaban, boyası yarı yarıya
dökülmüş kapıyı çaldı. Ses veren olmadı. İçerden, derinden bir ses duyuldu.
Kapıyı açtı.. Yusuf, hemen soran gözlerle Şaban'ın kolundan tuttu.
- Bir aile oturmuyor mu bu evde? Pervasızca kapıyı açıp giriyorsun da!
- Yok hoca, görürsün şimdi kimin oturduğunu! Aile olsa, girer miyim hiç böyle?
Az evvel araladığı kapıyı ardına kadar açtı. İçeri girdi, arkasından Yusuf takib
etti. Ayakkabılarını bir köşede çıkardılar. İnsanı rahatsız eden küf ve rutubet
kokusunu teneffüs ede ede solda açık duran kapıdan içeri girdiler.
İçeri girerken ortalığa göz atan Yusuf, yaşanan sefaleti hemen farketmişti.
Mutfak yerine kullanılan darmadağınık girişten sonra girdikleri odanın manzarası
az önce verdiği sefalet hükmünü gölgede bıraktı.
Odanın büyük bir kısmını kaplayan sağı solu paralanmış bir kilim, tahta zeminde
yere konulmuş bir yatak, öteye beriye atılıp kimbilir kaç gündür kaldırılmayı
bekleyen birkaç paçavra ve hepsinden öte, yerdeki yatakta boylu boyunca uzanmış
bir hasta...
Yusuf bir taraftan bunlara şâhid olurken, yataktakine de selâm verdi. Selâmı
alan yataktaki, üstündeki yorganı sıyırıp bir taraftan doğrulmaya çalışırken bir
taraftan da Şaban'a so-
218
ru dolu gözlerle baktı.
-Gelen yabancı birisi değil, rahatına bak, dedi Şaban...
Beriki inatla doğrulmaya çalışırken nihayet "hoşgeldin" diyebildi...
Tanışalı henüz bir hafta olduğu hâlde kırk yıllık ahbab gibi gösterilmek Yusuf'u
şaşırttı evvelâ... "Saflığı, hareketlerini nasıl da tabiî gösteriyor" diye
düşündü sonra.
Hastaya çevirdi bakışlarını. Yüz hatlarını mümkün mertebe yumuşatmaya, gözlerine
sıcak bir hava vermeye çalıştı:
-Şaban'la arkadaşız. Yeni tanıştık ama sanki kırk yıllık dost gibi bir yakınlık
var aramızda. Bu sabah işe giderken 'yolda karşılaştık. Sanki sürpriz yapmak
ister gibi beni bir yere götürmek istediğini söyledi.
Bu sırada Şaban bütün saflığıyla gülümsüyor, bir yataktakine, bir Yusuf'a
bakıyordu.
Yusuf yatağa yanaştı; önce çömeldi, sonra olduğu yerde bağdaş kurarak oturdu.
- Geçmiş olsun!..
O sırada zorla yerinden doğrulmuş olan genç hastanın sırtına yastığı alıp
yasladı Şaban.
Yorgan vücudunu beline kadar Örtüyordu. Hiçbir karşılık vermedi önce. Sonra
ağlamaklı bir sesle konuştu:
- Sağol ağbi! Biliyordum zâten Şaban'ın doktoru getireceğini.. Doktorsun değil
mi? Ah şu Şaban'ı bilsen doktor ağbi! O olmasaydı!... Ne iyi arkadaştır ağbi,
bir bilsen!
O sırada yorganı üzerinden tamamen sıyırdı. Sırtını arkasındaki yastığa iyice
yasladı. Şaban'a "otur" diye işaret etti. Minnet dolu bakışlarını Yusuf'a
çevirdi.
Yusuf, manzaranın vehâmetini işte o zaman gördü: Gencin sağ bacağı nerdeyse
boydan boya alçıya alınmıştı. Kütük gibi görünüyordu. Demek ki hasta değildi,
bir kaza geçirmişti.
Bütün âcizliğiyle yerde yatan karayağız genç adam, Yusuf'u çok sarstı... Bir
gece Önceki hâdiseler ve ardından şu genç adamın hâli!..
Odaya tekrar göz gezdirdi... "Acaba şu perişaniyet mi
219
adamm bu hâline yol açmış, yoksa adamın devam edegelen hâli mi perişaniyete
sebeb olmuş" diye düşündü. Cevab bulmaya çalıştı, içinden çıkamadı.
- İsminiz neydi?
- Hüseyin, Hüseyin Avcı...
- Ben de Yusuf Serden geçti...
- Doktor ağbi! İyileşeceğim değil mi? Sakat kalmayacağım değil mi? Gene ekmek
parası kazanacağım, kimseye muhtaç olmayacağım değil mi?
Bu sözleri söyleyen Hüseyin'in yüz ifâdeleri, ömrü boyunca Yusuf'un hafızasından
silinmeyecekti.
Çaresiz bir insanın son çâreyi umutla beklemesi... En umutsuz ânında dahi umudun
yaşaması...
Kendisinin de şu yaşına kadar, defalarca umutsuzluk içinde umudu yaşadığını
hatırladı. Ve anladı ki; kendisi Hüseyin için son mercidir!
Onun bekleyişi; idam mangasının önüne çıkarılmış bir masumun son âna kadar
umutla bekleyişine mi, kötülük göre göre her şeye lanet etmiş, insanlardan yüz
çevirmiş hassas insanların "acaba bir iyi, bir iyilik görür müyüm" diye
insanlara tekrar dönmesine mi, her gün babasından istediği oyuncağı dört gözle
bekleyen çocuğun, akşam vaktini iple çekip, kapı çalındığında yıldırım gibi
kapıya koşmasına mı, insanların vücûdunu satmaya mahkûm ettikleri bir kadının
karamsarlık içinde; acaba bir gün beni bu bataktan çıkaracak insaflı bir erkeğe
rastlar mıyım ümidiyle bekleyişine mi daha çok benziyordu acaba?
Bunları düşünen Yusuf şakaklarının zonkladığmı hissetti.
Karşısındakini heyecanlandırmış, üstelik umutlandır-mıştı. Kendisinden birkaç
yaş genç görünen şu zavallı, evine gelenin kim olduğunu bilse acaba nasıl tepki
gösterirdi? Bütün dünyâsı basma mı yıkılırdı? Yoksa, "zâten senden de bir şey
beklemiyorum" der, kendi karamsar dünyâsma mı gömülürdü? Veyahut aldatılmaya,
sükût-ı hayâle alışmış bir insanın umursamaz tepkisini mi gösterirdi?
Muhatabını tanımıyordu da.. Bütün tahminlerinin öte-
220
sinde bir tepki gösterebilirdi. Ne yapacağı belli olmazdı.
- Başınıza bir kaza gelmiş.. Kusura bakmayın, odaya girdiğimde sizi hasta
zannetmiştim. Şimdi görüyorum ki...
- Evet, gördüğün gibiyim. Hasta, yaralı, sakat, talihsiz, zavallı... Ne dersen
ben oyum işte!
- O kadar da değil canım, dedi Şaban..
- Hoca şu Hüseyin var ya, bazen beni çok kızdırıyor! Baksana hâline... Dünyâ
basma yıkılmış her şeyin sonu gelmiş sanki!
Sesi hırçmlaştı Hüseyin'in:
- Yalan mı? Yalan mı söylediklerim?
İkisinden de ses çıkmadı. Nasıl bir cevab verilirdi ki buna? Yusuf ne diyeceğini
düşünürken, Şaban'm sözleri Hüseyin'in yüzünde kırbaç gibi sakladı.
- Yalnız senin başına geliyor bunlar.. Dünyâda senden başka kaza geçiren yok.
Bütün belâlar senin üstüne.. Başkalarına güllük gülistanlık bir hayat.. Senden
başka herkes rahat!..
Gizli gizli Hüseyin'e baktı Yusuf. Az önceki söylediklerinden utanmış bir hâli
vardı. Yüzünün rengi değişmişti. Gözlerini önüne indirmiş, alçılı bacağının ayak
kısmına bakıyordu.
Yusuf'un şimdi şaştığı Şaban'm şaşırtıcı sözleriydi. Böyle birinin böyle sözler
sarfetmesi hakikaten şaşılacak şeydi. "Ne irfan" diye parmak ısırdı. Belki fikir
yürütmeye devam edecekti. Hüseyin'in konuşması, düşünce akışına mâni oldu.
- Kusura bakmayın! Bazen öyle oluyorum ki, isyan hisleriyle doluyorum.Haklısın
Şaban, yerden göğe kadar haklısın ! Ama elimden gelen bir şey yok ki! Ne
yapayım?.. Hele bir de bütün ümitleri kaybetmişim! Zaman geliyor "her şey bitti"
diyorum.
Bu yumuşama Yusuf'u memnun etti. "Nasıl olur da şu adamla konuşabilirim" diye
düşünürken fırsat kendiliğinden doğmuştu.
Yatağa iyice yanaştı..
- Kontrol edeceksin herhalde. Ama yeter mi bu bilmem?
- Hayır, kontrol etmeyeceğim. Sâdece.. Münâsib görürseniz biraz konuşmak
istiyorum.
221
Acı acı tebessüm etti Hüseyin:
- Yâni sözlerinle tedavi edeceksin. Diğerlerinin yaptığı gibi...
- Hayır yanlış anlamayın. Lütfen konuşmama müsaade edin. Anlatayım size!..
Evet ma'nâsında başını eğdi, sükût etti. Şaban da ortalıktaki birkaç fazlalığı
kaldırıp, Yusuf'un sağına geldi oturdu.
- Evvelâ şunu söyleyeyim. Ben de üniversite tahsili yaptım ama doktor değilim.
Belki evinize benim gibi bir yabancı ilk defa giriyor. Sabah sabah beni Şabanla
birlikte evinizde görmek başka türlü yorumlanamazdı. Beni doktor zannetmeniz pek
anormal değil..
Hüseyin, ağzı açık tuhaf tuhaf bir Yusuf'a bir Şaban'a baktı. Sonra bakışları
daha bir acaibleşti. Nazarları "Öyleyse ne işin var evimde" der gibiydi sanki..
Tuhaf duran bu manzara Şaban'ı ürküttü birden. İşte ev sahibinin kaprislerine
dayanamayan misafir az sonra kalkıp gidecekti! Veya iyice zıvanadan çıkan ev
sahibi ikisini birden kovacaktı.
Yusuf ise olan bitene aldırış etmeden, insiyatifi ele geçirmiş olmanın
rahatlığıyla devam etti:
- Üniversiteyi bitirdim ama mesleğim üzerine çalışmıyorum. Bir fabrikadayım..
Şaban ile tanışıklığımız da aynı mahallede, birbirimize yakın oturmalruzdan
ileri geliyor. Yakın zamanlara kadar birbirimizi şahsen tanıyorduk. Artık ismen
de tanışıyoruz. Arkadaş olduk işin doğrusu.
Her zamanki saf tebessümüyle Şaban sözün devamını getirdi:
- Bunca zamandır neler çektiğin malûm .Yusuf Hoca'yı görünce beraber geldik
buraya..
Biraz önceki "hoca" hitabı kaçmıştı dikkatinden Hüseyin'in. Bu defa iri iri
gözlerini açtı:
- Hoca mı?.. Hoca mısın yoksa?
- Yoo, Şaban öyle diyor bana. Hoca falan değilim. Ama doktor da değilim. Olan
biteni de gördükten sonra...
Gerisini getirecekti. Fakat karşısındakini minnet altında bırakıp ezecek
kelimeyi, "yardım" kelimesini kullanmaktan
222
korktu. "Eğer kullanırsam büyük kötülük yapmış olacağım" diye düşündü.
Lâfın gerisini tahmin etmiş gibi konuştu Hüseyin:
- Daha ne gördün ki! Geçmişte olanların encamı... Geçmişimi bilsen, bir de
geleceğimi tahmin etsen, neler düşünürdün kimbilir!
- Ben de sizden olanları dinlemek istiyorum zâten.. Haklısınız, her şeyi
bilmeliyim! Şayet mahzur yoksa, sizin ağzınızdan hayat hikâyenizi duymak
isterdim. Ama isterseniz bir şey anlatmazsınız.
"Ona güvenebilirsin" der gibi baktı Şaban.
- Benim anlatmak için çok sebebim var. Yalnız, anlatmamak için de sebebim çok.
Bunu söylerken Şaban'a "neler saçmalıyorsun" der gibi baktı.
- Ona güvenebilirsin Hüseyin! Bak,beni ne kadar zamandır tanıyorsun.. Beni nasıl
biliyorsan onu da Öyle bil!
- Beni güldürme Şaban! Sen bile tanıdığını iddia edemezken "iyidir" deyip
geçiyorsun. Misafir yanlış anlamasın da; başkaları "iyi" dedi diye sana göre de
iyi olması mı gerekiyor? Hayatta yediğim kazıkların, darbelerin birçoğunu sen de
bilmiyor musun? Seninle zaman zaman kader birliği yapmadık mı? Beraber ezildik,
beraber üzüldük, beraber hakir görüldük! Hattâ bir defasında beraber polis
karakolunda sabahlamadık mı?
- Bütün bunlar olurken, elimizden kim tuttu bugüne kadar? Yardım görmek bir
tarafa, hep itilip kakılmadık mı? Gün geldi; bir tavuğa, bir akvaryum balığına
tercih edilmedik mi?
- Hangisini sayayım. Söylesene, söyle!..
- Biz zengin beylerin olsa olsa üzerine basıp geçtiği bir paspas,
fabrikatörlerin boğaz tokluğuna çalıştırdığı zoraki amele, işe yaramaz hâle
geldiğinde, patronu tarafından bir paçavra gibi kenara atılan bir hamal değil
miyiz?
- "Devlet" dersen.. Ben doğduğum günden beri devlet arıyorum!..
- Kendini bir düşünsene! Hasta olsan, benim gibi başına
223
bir iş gelse de çıkıp boyacılık yapamasan; aç kalsan, hâlini kim sorar senin?
Açlıktan ölsen, hastane kapılarında geberip gitsen kim kaale alır seni?
Hüseyin coşmuş, içinde biriken bütün kini-nefreti dışarı atmak ister gibi
bağırıyordu.
îkisi de endîşeyle fırtınanın geçmesini beklediler. Yusuf "gelmekle kötü mü
ettim" diye düşünmeden edemedi. Sonra; "hayır dönüşü yok bu yolun, mutlaka bir
şeyler yapmalıyım" kararını verdi. "Her ne pahasına olursa olsun boş donmemeli-
yim."
Ev sahibinin bir an duraklamasından istifâde etti:
- Hüseyin Bey, siz Şaban'a bakmayın. Haklısınız... Birkaç kişiden duyduğu "iyi"
sözüyle beni tanımadığı hâlde size de aynı telkinde bulunuyor.Üstelik ben de
burada olduğum hâlde...
- Söyleyeceklerime ister riya deyin; isterse işi tersinden almak suretiyle
aslında kendini yüceltiyor deyin, ne derseniz deyin; beni bana sorarsanız
vereceğim cevab şudur:"Müslü-manlar içinde, hattâ insanlar içinde en günahkâr,
en aşağı insan benim! Bırakın kendime "iyi", "sâlih" bir kul demeyi, zaman zaman
acaba insan mıyım, insanlıktan nasibim var mı diye soruyorum. İçimi bazen
öyle korkular sarıyor ki; "Yârabbim ne olacak benim hâlim! Kurtar beni!
Beni benimle başbaşa bırakma, yalnız koyma beni diye1 yalvarıyorum!..
- Ve siz, Hüseyin Bey kardeşim! Haftalardır, belki aylardır yatağa mahkûm olmuş
şu hâlinizle; kimbilir hangi günâhlardan arınıyor, hangi ecirlere
kavuşuyorsunuz! Kaza ve kadere boyun eğmekle; Hakk katında, kimbilir hangi
dereceleri kazanıyorsunuz.
Yusuf sözünün burasında başını eğdi. Gözlerini her ikisinden de kaçırmaya
çalıştı. Sesini alçalttı. Islık gibi, alev saçan bir sesle:
- Bir tarafta siz; bir tarafta alın teriyle, helâl yoldan rızkını kazanmaya
çalışan Şaban kardeşim... Sizlerin karşısında ne kadar küçülüyorum! Ve sizler şu
temizliğinizle gözümde o kadar büyüyorsunuz ki!..
Gözleri dolu doluydu Hüseyin'in.. Yüzünde ciddî bir
224
havanın pek az göründüğü Şaban, o ciddiyetiyle Yusuf'a sonra Hüseyin'e bakınca,
Hüseyin'in yanaklarından süzülen yaşları gördü. Yusuf'da görmüştü aynı şeyi.
- Üstüne üstlük bir de üzdüm sizi.. İşte her zaman böyle berbat ederim her şeyi!
Özür dilerim! İnanın niyetim...
Sözü bıçak gibi kesildi:
- Hayır hayır üzüldüğümden değil, bu defa saadetten ağlıyorum. Söylediklerin
sahte bile olsa bir kıymet taşıyor. Şu hâlimde daha da fazla kıymet taşıyor.
Şaban'a döndü:
- Neden ağlıyorum biliyor musun Şaban? Ömrümde ilk defa birisi beni adam yerine
koyuyor. "Siz" diyor bana! Düşünsene, üstelik "bey" diyor. "Ulan" sözüne alışmış
birine sahte de olsa "bey" diye hitab edilmesi ne demektir
anlaşana!..Samimiyetine inanmasam da "Hüseyin Bey" sözü ne kadar okşayıcıydı bir
bilsen!.. Arkadaşın iyi rol yapıyor doğrusu...
Bana inanıp inanmamakta serbestsiniz. İnansaydınız size yardımcı olmaya
çalışırdım. Gene de vazgeçmeyeceğim...
Nezâket rolü üstlenen muhatabının belki de alay ettiğine inanan Hüseyin, kendini
zorladı zorladı... Nihayet ters bir cevab vermeme kararını aldı. Kendisine böyle
davranan, alışın \iığı muameleyi yapan misafire sert davranmamalıydı.
- Söylediklerine, Şaban'a bir inanabilseydim, belki işler değişirdi.
- Kuşu- . jakma ağbi! Bugüne kadar hiç görmediğim, varlığına ihtimal
veremeyeceğim şeylere inanmamı bekleme." "Fazilet" mi derler, ne derler çoktan
göç edip gitmiş buralardan, hattâ dünyâdan... Fazîlet iddiasına kalkışmak, son
derece gülünç geliyor bana... İsmi var cismi yok gibi bir şey işte!..
Şaban anlamamış gibi boş boş baktı. İşlerin yolunda gitmediği belliydi.
0
İçinden gelen sesler, kendine çıkmaları gerektiğini fısıl-dadı.-Yusufa baktı
ayağa kalktı:
- Bir ihtiyacın var mı Hüseyin? Biz çıkacağız, işlerimizin başına gideceğiz.
- Yok... İstediğim bir şey yok! Ne istemeye hakkım var
225
ki benim? Gördüğün gibi sürünmeye mahkûm olmuşum. Köpeklerin bir şey istemeye
hakkı yoktur!..
İkisi de cevab vermediler. Şaban alelacele çıktı; bir küçük tepsi içinde bir
parça ekmek ve zeytinle döndü..
- Mutfakta bir şey kalmamış. Bunlarla idare edersin artık.. Ben işten dönerken
gene uğrarım...
- Ben de en yakın zamanda geleceğim, dedi Yusuf.
- Sesinde otorite, yumuşak bir .teselli, af dileme vardı. Hüseyin kapıya
yönelenlere önce ters ters baktı. Sonra
pencereye başını çevirdi. Duyulur duyulmaz bir sesle, her ma'nâya gelecek:
- Güle güle kelimesi çıktı ağzından.
•••
Dışarda yükselen güneşin altında, ana yola yürüyen Yusuf'la Şaban bir müddet
konuşmadılar.
Şaban'ın zâten konuşmaya yüzü yoktu. Ara ara yan gözle Yusuf'a kaçamak
bakışlarla bakıyor, öfke derecesini Ölçmeye çalışıyordu. Ne kadar ısrarla
baktıysa da Öfke gibi bir hâl göremedi.
Yusuf ise Şaban'ın rûh hâlini tahmin ediyordu. Onu yaşadığı mahcubiyetten,
eziklikten hemen kurtarmak lâzımdı.
Güleryüzlü bir tavır takınarak yüzünü Şaban'a çevirdi. Elini omzuna attı:

- Canının neye sıkıldığını biliyorum. Ama takma kafanı.. Arkadaşına da hak ver.
- Keşke...
Sözünün devamını Yusuf'un müdahalesi engellendi:
- Hiç hayıflanmana lüzum yok. Beni o eve götürdüğüne de pişman olma! Hem yolun
başındayız bakalım. Öyle hemen pes etmek olur mu?
- İyi de hoca; sana karşı bu utançtan nasıl kurtulacağım. Hüseyin o lâfları
söylerken "yer yarılsa da içine girsem" dedim.
. - Biliyorum, bütün kabahat bendeydi. Ona evvelâ senden bahsetmeliydim, sonra
gitmeliydik...
- Ah şu kafasızlık! Ah şu aptallık! Ah, ben dünyânın en
226
budala insanıyım. Rahmetli anam sık sık söylerdi bunu. Her şeyi berbat
ediyorum!..
Yusuf'un elinin omzunda olmasından da cesaret alarak devam edecekti. Belki çok
şey söylemeye niyetliydi. Fakat Yusuf işi daha fazla dallandırıp
budaklandırmadan kapatmaya kararlıydı. Şu temiz kalbli insana böyle bir azabı
çektirmenin hiç faydası yoktu. Aksine, bir işe yaradığını hissettirmeliydi.
- Bak Şaban! Ben şimdiye kadar neler gördüm, nice insanlar tanıdım, nice
hakaretlere maruz kaldım bir bilsen! Hüseyin'in muamelesi çok hafif kalıyor..
Sonra; o durumdaki birisinin öyle davranması da normal. Biz onun yerinde olsak
kimbilir neler yapardık? Bu hâllere düşüp de intihar eden nice insanlar
duyuyoruz!
- Böyle darbe üstüne darbe yemiş, kimsesiz, her şeye muhtaç birinin daha sert
davranması da muhtemeldi. Ama sabretmeye devam ediyor. Belki biz çok daha
zavallı bir hâle düşerdik.!
Sana gelince... Olan bitenlerden beni haberdâr ettin! Meğer ne büyük uykuda
imişim... Etrafımda ona benzer niceleri var kimbilir? Yazıklar olsun bize ki;
kendimizle uğraşmaktan, rahatımızı düşünmekten, muhtaç kardeşlerimiz aklımıza
bile gelmez olmuş!
-Allah razı olsun Şaban! Boylelerinden hiç olmazsa birini gösterdin. Hayırlı
işlere vesile olman ne güzel, biliyor musun? Şu kadar imkânsızlık içinde bir de
ona yardım ediyorsun. Ne mutlu sana!..
- Hoca, ben içimden geldiği gibi hareket ettim. İnşaallah doğrusunu yapmışımdır.
Ama ne yalan söyleyeyim..Seni kızdırdım, üzdüm diye çok korkmuştum.
- Yoo yoo! Hiç de öyle değil... Kızacak biri varsa ken-dimdir. Üzülecek bir hâl
varsa, kendi halimdir ancak! Sana kızmak ne kelime! Sağol, varol...
Artık ağzı kulaklarına varıyordu Şaban'ın... Her yaptığı işte etrafındakilerin
terslediği, yaptığı doğru bile olsa insanların burun kıvırdığı garib Şaban belki
de senelerdir ilk defa birinden azar işitmiyor; fikirleri-hisleri dinleniyor,
üstelik takdir görüyor, muhatabı samimiyetle minnetini dile getiriyordu.
227
Gözünde büyüttüğü birinden bu sözleri işitmek, başını bulutlara değdirmeye
yetmişti...
- Neyse hoca, senin de bir sürü vaktini aldım. İşinden alıkoydum. Sandığımı
sırtlanayım, yavaş yavaş çarşıya yollanayım.
•••
Yusuf, zihni iki gündür olanlarla allak bullak, akşam etti. Konak'a fabrikanın
servis otobüsüyle geldi.Kalabalığın arasına karışıp bir müddet dalgm dalgın
yürüdü. Vasıtaların gürültüsü, telâşla evlerine dönen insanların aksi
istikametlerde sel gibi akışı otobüs ve minibüs duraklarında bekleşenler, son
müşterilerini bekleyen esnaf onu hiç alâkadar etmiyor; iki gündür olan
bitenlerin tahlilini yapmaya çalışıyor, kendisine dersler çıkarıyordu.
Kalabalıklar içindeydi, lâkin onun için etrafında kimseler yoktu.
"Hoşlanmıyorum, hiç hoşlanmıyorum! Etrafımdakiler, hele câhiller, çok zaman
yüzüme karşı övdüler beni. Nefsim bur ¦ al ne kadar hoşlandıysa, ruhum hep isyan
etti."
"Hâlâ devam ediyorlar... Kimi "çok yakışıklısın" diyor, kimi"çok kültürlüsün"
kimi "çok akıllısın" kimi "çok kabiliyetlisin..."
"İnsanların takdirlerinden o kadar kaçtığım, böyle yapanları ikaz ettiğim halde
hâlâ devam edenler var."
"Halbuki bir insanı yüzüne karşı övmek ne kadar da ters! Bugün belki doğruları
söyleyenler; gün geliyor olmayan vasıfları da ilâve edip, muhatablarının
kendisini bir şey zannetmesine sebeb oluyorlar. Haddini aşan o zavallı da
boyundan büyük işlere kalkışıyor. Kimi zaman dünyâsını, kimi zaman âhiretini,
kimi zaman her ikisini mahvediyor. Kimi zaman da insanlığın baş belâsı zalimler
türüyor."
"Çok şükür Yârabbim!.. Beni kibarca kovalayan şu Hüseyin ne de güzel yaptı!.."
"Ah insanlar!.. Ne olurdu hepiniz hepinizi olduğu gibi değerlendirseydiniz!
Onları yüzlerine karşı övmeseydiniz... Ne olurdu binbir türlü sahte iltifatlarla
birbirinizi şımartma-
228
saydınız? O zararsız mahlûkları kendi kendilerini yeyip bitiren birer kurt,
etrafrndakileri ezen birer zorba, parçalayan bi-
c rer canavar hâline getirmeseydiniz!. Ne olurdu?! Ne olurdu?! Ne olurdu
Hüseyin gibi dobra dobra olsaydınız?!"
"Ey Rabbimi Kibirle kendi kuyumu kazmaktan, kendimi dev aynasında görmekten,
haddimi aşmaktan, nihayet kullarına zulmetmekten sana sığınırım!"
"Hüseyin bir felâketzede... Ve yapayalnız... Eu • ak ihtiyacını karşılayacak
kimsesi yok. Nasıl yaşar, ne yer, ne içer, hayatta kalmayı nasıl becerir? Bir
bardak su getirecek kimsesi yok!.."
"Öyle sitemle, nefretle konuşurken ne kadar da haklı!" "Ey birkaç sene evveline
kadar çöp]üğünde bol bol komünist yetiştiren kapitalizm! 1980 öncesinde bunu bol
bol yapmıştın... Ve sen ey bitmiş komünizm! Sen de bütün dünyâda ve Anadolu'nun
unutulmuş insanlarında aradığın cevheri rahatça buldun. Hüseyin gibilerini
kolayca ağlarına alıverdin."
"Bugün ise... Bugün komünizm; vicdan sâhiblerinin beyninde teşrih masasına
yatırılmış -bir kadavra... Kapitalizm ise, ölmek üzere olan bir hastanın ölüm
öncesindeki zindeliğini yaşıyor."
"Sen ölmek üzere olan kapitalizm! Bir taraftan iştahları kabartan cazibedâr
hayat felsefenle bazılarını Karunlaştırıp çılgınca bir hayata sürüklüyor, geride
kalan milyonları ise sefalet batağmda debelenen, debelenirken de o bazılarının
hayâtına gıpta eden cîfe kurtlarına döndürüyorsun!"
"Hüseyin, sen henüz debelenme merhalesindesin. Fakat kabaran iştahınla bir
eşkiya, bir canavar, bir vampir olmayacağını kim taahhüd edebilir!"
"Ve sen Hüseyin! İslâmm yaşandığı şartlarda da öyle konuşabilir miydin? İslâm
cemiyeti olsaydı ve İslâm'ın bütün güzellikleri bu cemiyete dantel dantel
işlenseydi, sen ve senin gibiler olur muydu? Olsa bile bu hâllere düşer miydi?
Düşse bile tepkisini böyle mi gösterirdi?"
"Hayır Hüseyin hayır! İslâm hayatımıza hâkim olsaydı bunların esamisi bile
okunmayacaktı. Hep birlikte dünyâda
229
cenneti yaşayacaktık."
"Cennet cennet dedik, cenneti hep âhirette zannettik. Âhiretteki cenneti
yaratanın vaz'ettiği kanunlara uyanlara, dünyada mecazî cenneti vaad etmiş
olduğunu hep kulak ardı ettik. İnsanların bir kısmı, bir zamanlar dünyâdaki
cennette yaşamıştı. Öyle bir cennetti ki o, o cennete inanmayanları da içinde
yaşatmıştı."
"Sahabe devriydi o! Ah onları ve onların liderini hakkıyla tanıyabilseydik!"
"Bir Osmanlı vardı! Sahabe devrinden sonra İslâm'ı en mükemmel yaşayan, insanlık
târihinin asla emsalini görmediği saAdet müesseselerini te'sis eden, medeniyetin
şahikası, Allah düşmanlarının korkulu rü'yâsı, dostların ve mazlumların hâmisi
bir devletti o! Altı asır yaşadı..."
"Yaşadığı cenneti beğenmez mi oldu ne? Gün geldi güzelliklerden sıkıldı
kimbilir!... İyiler, iyi olmaktan nasıl sıkılır aklım ermiyor!"
"Demek ki suyun akışını değiştiren kendileri değil... Daldıkları gaflet öylesine
derin ki; içlerindeki birkaç kötünün düşmanlarla anlaşacaklarını hiç
hesablamamışlar."
"Kötüler bıkmadan usanmadan çalışmışlar. Cemiyeti if-sad edecek mikropları
saçmışlar ortalığa. Sonra hastalık vücûda hızla yayılmış.Gün gelmiş* içerdeki ve
dışardaki düşmanlar çoğalmışlar, güçlenmişler. Var güçleriyle faaliyetlerine
devam etmişler..."
"İyiler ise, 'iyi olmanın ma'nâsmı öyle tuhaflaştırmışlar ki; kötülüğü, kötüleri
bertaraf etmeyi kötülük zannetmişler. Yazık; gün gelmiş kötüler ahtapot gibi
iyileri sarıp sarmalamışlar. Ve nihâî taarruzlarını yapmışlar. Mazlumların
hâmisi, zalimlerin baş belâsı koca çınarı hep birlikte devirmişler."
"İşte o zamandan beri caniler dipdiri gezerken masumlar ezilmede, can vermede.
Başta o cihan devletinin mirasçıları olmak üzere kan ağlamada tekmil
müslümanlar. Ezilenlerin bile ezdiği yine onlar..."
"Târihi unutturulduğu için bir türlü hafızasını toparla-yanıayan nesil onlar!
Faziletten uzaklaştırılan, dinini öğren-
230
mesi ve yaşaması engellenen nesil onlar! Duyduğu bii'kaç ilâhî hakikate masal
kadar değer vermiyen nesil onlar!"
"Ey insanlık! Sen ilk insandan bu yana, fıtratın gereği güzele, hayırlıya
meftunsun... Fakat aradıklarını her zaman bulamadın ki! Bulduğunda da kıymetini
bilip, uzun müddet elinde tutamadın."
"Hiç düşündün mü ey insanlık? Şayet peygamberler ol-f masaydı hâlimiz nice
olurdu? Çağlar boyunca; doğruyu, güzel ahlâkı, muhabbeti, ilmi, san'atı kimden
öğrenecektik? Allah (c.c.)'ı kim beyân edecekti bize?"
"Ve hiç düşündün mü, peygamberler bizim için ne büyük nimet imiş?"
"Ey garib Anadolu insanı! Sen dedelerin gibi Hazreti Peygamberin yolundan
gidersen, yeryüzündeki cenneti tekrar yasayacaksın. Fakat birkaç nesildir
yaşanan isyan ve nisyân dolu hayatı yaşamaya devam edersen, şikâyet etmeye
hakkın olacak mı?! Belki bugünden daha rezîl bir hayat seni bekleyecek. Belki
düşmanlarının kahredici elleri sana hayat hakkı tanımayarak; mâsumâne-mazlûmâne
şikâyetine de fırsat bırakmayacak. Bosna'da ve dünyânın dört bir tarafında
olduğu gibi..."
"Sen ey Hüseyin! İslâm'ı ferden yaşayan az sayıdaki kahramanları görmediğinle
için, İslâmî bir cemiyetin içinde yaşamadığın, böyle güzel numuneleri duymadığın
için ne desen haklısın! Ne zaman ki sana şefkat kanatlarını gerecek insanlar el
uzatacak, o vakte kadar lanet yağdırmaya devam edeceksin. Ve senin durumundaki
hemen herkes gibi böyle bir cemiyetin hayâlini bile kuramıyacaksm... Nice
insanların serâb peşinde koşarak heba ettikleri gibi koca bir ömrü ye's ile
heder edeceksin."
"Benim gibi bir günahkâra gelince... Parlak nutuklardan başka, kendimi
kurtaracak amellerden başka ne yaptım ki?!. Yaptıklarımın da Allah indinde
yüzüme çarpılmayacağı ne malûm?.."
"Hepsinden korkuncu; Hüseyin beni sakat bir cemiyetin aynası olarak gördü. Evet,
cemiyetin aynasıydım onun için..." "Komşusu aç iken rahat uyuyanlar gibi ben de
rahat
231
n
uyudum. Yakındaki-uzaktaki kardeşlerimin, bütün insanların ızdırabını içimde
yaşadığımı zannettim. Hep kendimi kandırdım ve kandırmaya devam ediyorum!..
Nasıl da avutuyorum kendimi ve vicdanımın sesini susturuyorum. Hayır, hayır...
Ben en büyük riyakârım. Münafıkların hâli var üzerimde.."
"Yârabbim! Ne kadar günahkârım! Ne kadar perişanım! Dünyânın en aşağılık mahlûku
ben olmalıyım. Benden daha günahkârı, benden daha zavallısı var mıdır acaba?
"Affet AUahım, affet! Yakınında oturanlar her türlü ızdı-rab içindeyken rahat
bir hayat yaşayan şu gafil kulunu affet! Ve onu uyandır! Acı çekenlerin
acılarını kalbinde duyanlardan eyle!"
Gözleri dolmuş, yürümeye devam eden Yusuf ortalığı velveleye veren korna
sesleriyle kendine geldi. O anda anladı ki; caddenin ortasında dikilmiş duruyor.
Bağırıp çağıran şoförler ve cadde ortasındaki bu adama garib garib bakan
insanlar...
232
XIX
- Hava biraz sonra iyice kararacak, dedi Şaban Hüseyin'e dönerek.
Ağzını şapırdatan Hüseyin, bir taraftan yediği balığın lezzetini ağzında devam
ettirmeye çahşırken,bir taraftan da yarı dolu ağızla karşılık verdi:
- Yaa, biraz sonra hava kararacak, her zaman içimi kararttığı gibi...
- Sen hiç iyimser olamaz mısın be kardeşim? Bir ömür boyu böyle mi devam
edeceksin?.
- Her gördüğüm akşam ümitlerimi biraz daha suya düşürüyor. Ömür boyu sakat
kalacağıma göre böyle devam edeceğim... Sana da mı bangır bangır bağırayım? Her
şeyi biliyorsun işte! Sayın Şaban Efendi; ben bir sakat olarak hiçbir zaman
çalışamam, karnımı doyuramam, başımı sokacak bir izbem olamaz....Devam edeyim
mi?
Yemek bitmişti. Bağdaş kurduğu sofranın başında şöyle bir kımıldandı Şaban:
-Allah'tan ümit kesilmez. Devam etmen de gerekmez. Her zamankinin tekrarını
yapacaksın!
Devamını getiremeedi Şaban.. Hüseyin önce alıngan alıngan baktı:
- Açık açık söyle Şaban! Benden bıktıysan eğer...
- Bak şimdi öteki bacağını da ben kıracağım! Yahu senden bıksam,şu akşam
vaktinde ne işim var burda? Şu sofrada...
Bu defa gerçekten kırılacağını düşünerek sözünün devamını getiremedi.
Hüseyin başını önüne eğdi:
- Sağolasin kardeşim! Hâkim olamıyorum sinirlerime... Kusuruma bakma! Allah razı
olsun, uzun zamandır hasretini
233
çektiğim bir balık ziyafeti yedim ellerinden..
- Afiyet olsun.. Sayende ben de ne lezzetle yedim bilemezsin! Yalnız olsaydım
hazırlamaya bile elim varmazdı.
- Şaban biliyor musun; ilk gecelerde ıztırapla kıvranırken, sabahı nasıl iple
çekerdim! Gecenin sessizliği yalnızlığımı kat kat artırırdı. Arada bir
koğuşlardan birinden bir hasta iniltisi gelirdi. Hem korkar, tarifsiz bir
ürperti çökerdi içime; hem de "oh bir insan iniltisi, demek ki birileri var şu
koca hastane içinde" derdim. Yaşayan birisi, benim hâlimde bir arkadaş... Sonra
o iniltiyi tekrar beklerdim. Aradan dakikalar geçer, "hadi hadi ne olur, yalnız
olmadığımı söyle bana" der, iştiyakla beklerdim.
- Kardeşim şimdi de aynı değil misin?
- İnsan her şeye alışıyor Şaban.. O kadar gayesizlik, dehşet, acziyyet,
za'fiyet hisleri vermesine rağmen yalnızlığa da alışıyor. Bacağımdaki alçıya da
alıştım desem inanır mısın bana?
- Nasıl inanmam Hüseyin! Ben de bir yalnızım... Hem senin gibi de değil...
Babam, kardeşlerim, karım var iken yalnızım. Bir seneyi geçti ki karımdan
uzaktayım!
- İyi kötü bir kulübemiz vardı. Babam olacak adam kendi elleriyle evlendirdi,
elleriyle kaçırttı gelinini. Sonra beni de kovdu. Kardeşlerim ise köpek kadaj
kıymet vermiyorlar bana!..
- Neyse, sen de biliyorsun bunları. Tekrar etmenin âlemi yok..
İkisi de yalmzmışlar gibi bir zaman etrafı dinlediler. İki kişilik bir
yalnızlığı doya doya teneffüs ettiler.
- Ben gideyim artık, dedi Şaban. Bu gün fazla koşturdum, yatsam iyi olacak.
Kalktı sofrayı toparladı, dışarı çıkardı. Hüseyin, dışar-da bulaşık yıkayan
Şaban'm kâh gölgesini kâh kendisini gördü.
İşini tamamlayan Şaban veda ederek çıkınca, oda derin bir sessizliğe gömüldü.
Hüseyin, kendi acılarına, endîşelerine dalıp gitti.
Aradan on dakika geçmemişti ki bahçeden gelen ayak
234
seslerinin ardından kapıya vurulduğunu duydu. Doğrulmaya çalıştı:
-Kapı açık, gir diye bağırdı.
Bir taraftan da "gene ne unuttu Şaban" diye düşündü.
Açılan kapının ardından birisi seslendi:
- Hüseyin Bey, misafir kabul eder misiniz?
Kapıdaki sese kulak kabarttı. Hayır Şaban'ın sesi değildi bu.. Tanıdık bir sese
benziyordu ama...Daha fazla düşünmedi: Zira sorudaki usîûb da dikkatinden
kaçmıştı.
-Gel!
Önce yanan lâmbanın ışığı, ardından ayakkabılarını çıkaran bîr gölge, sonra da
kapıda Yusuf göründü.
Hüseyin hiç beklemediği, gelmeyeceğinden emin olduğu misafire bir an tuhaf tuhaf
baktı. Ne diyeceğini önce kesti-remedi. Gündüzden şuuraltına yer etmiş birtakım
şeyler ve nereden kaynaklandığını kestiremediği bir insiyakla nihayet konuştu:
-Trloşgeldin! Buyur içeri Yusuf Hoca... Yusuf bir taraftan "hoşbulduk" derken
bir taraftan da başıyla iki elindeki koca koca poşetlere işaret etti:
- Bunları mutfağa mı bırakayım?
Yusuf'a bakmaktan elindekileri görmemişti Hüseyin. Elindekilere baktı. Kaşlarmı
sorguya çeker gibi hafifçe çattı:
- Nedir onlar?..
-Karınca kararınca bir şeyler işte.. Yiyecek-içecek.. Düşündüm de...
Yusuf'un hâli kabahat işlemiş de af dileyen bir çocuğu ¦ andırıyordu. Bu süklüm
püklüm hâl Hüseyin'in çatık kaşlarını gevşetti bir anda.. Arkasına yaslandı.
- Mutfağa bırak, ama hiç lüzum yoktu. Benim gibi birine böyle şeyler ha!..
Başını iki yana salladı. Yusuf'un duyamıyacağı bir sesle acı acı güldü.
Yusuf mutfaktan seslendi:
- Yemek yemiş miydiniz?
- Yedim yedim...
- Öyleyse meyve yıkayıp getireyim.
235
-Sen bilirsin...
Az sonra, bulabildiği bir tabağa doldurup yıkadığı meyveleri içeri getirdi.
Etrafa bakındı. Gördüğü kullanılmış bir ambalaj kâğıdını aldı eline. Açıp
Hüseyin'in yatağı dibine serdi. Tabağı üzerine koydu. Hüseyin'in karşısına
oturdu.
- Çarşıda biraz oyalandım, daha erken gelemedim. Sıcak bir şeyler getirmek
isterdim. Neyse, bundan sonra o da olur inşaallah!
Hüseyin'in sesi yalvarır bir tonda idi:
- Neden yapıyorsun bunları? Mes'ele "ben bunlara lâyık mıyım" mes'elesi değil.
Ama hiç alışkın olmadığım şeyler bunlar!
Gözlerini alçak tavana dikti. Duyulur duyulmaz bir sesle mırıldandı:
- Yârabbim, hayâtımda ilk defa birinden hediye geliyor. Beni hiç tanımayan bir
yabancıdan... İşin garibi, benden hiçbir menfaati yok! Anlamıyorum, nedir bütün
bunlar?..
- Bunların hiç ehemmiyeti yok.."İnsanlara bir faydam yok, hiç olmazsa zararım
olmasın" diyorum, ne yapayım!..
Böyle bir cevâba aptallaşmış bir yüzle baktı Hüseyin. Sonra "aman bana ne, benim
gibi bir câhil ne anlar şunun sözlerinden" deyip geçiştirdi
- Şaban da biraz evvel buradaydı. Sağolsun balık kızarttı bana, beraber yedik.
- Afiyet olsun.. Şaban, anladığım kadarıyla temiz kalbli birisi..
- Açıkça şuna saf deyiver Hoca!. Tebessümle yetindi, cevab vermedi Yusuf.
- Çevrede hep yüklenirler, şamar oğlanı gibi kullanırlar zavallıyı.. Hele
gençler yapmadıklarını bırakmazlar! Nerede boğaz tokluğuna bir ayak İşi var;
kandırıp çalıştırmak için garibi o vakit ararlar. Şâir zamanlarda hor-hakir
görmenin, alaya almanın bini bir para! Şimdi söylerken utanıyorum; ama onu ilk
tanıdığım zamanlar ben de öyle davranırdım. Bir gün düşündüm taşındım; herkesin
ezdiği şu garibe böyle yapmanın zulüm olduğuna karar verdim. Sonra bir iki defa
yardımım oldu. Borç para da aldı benden. Öyle dürüst bir insan ki;
236
söz verdiği gün, söz verdiği saatte borcunu vermeye kalktı. Çalışamadığı günler
oldu. Bu defa verdiğim son parayı geri almadım. Aslında küçük bir borçtu. Ne
yapsın ki onu bile ödeyecek durumu yoktu. İşte ondan sonra öyle bir bağlandı ki
bana!..
- Nihayet iki dost olduk onunla.. Şu kara günlerimde o da olmasaydı "ne
yapardım!" diye düşünüyorum da hâlime şükrediyorum...
-Gün geldi şu dört duvar arasında ikinci ayağım oldu. Yemeğimi hazırladı,
çamaşırlarımı yıkadı, beni helaya götü-İJ' rüp getirdi. Hangi birini
anlatayım ki! Yusuf Hoca onun hak-
kını ödeyemem.
- Sen de Şaban gibi hoca diyorsun..
- İlk alışkanlık işte! Gündüz öyle alıştık, devam edip gidecek herhalde... Sen
ne dersen de, ben gene de "hoca" diyeceğim. Hoşuma da gidiyor haa..
- Siz bilirsiniz ama çok şeref yüklü bir kelime. Benim haddime düşen bir unvan
değil.. Yusuf ağbi veya Yusuf desen yeter.
Cevab vermedi Hüseyin. Önündekilerden yemeye de-¦ " ¦ vam etti. Birden
başını kaldırdı. Gülüyordu gözleri...
- İyi söylemeyeceğim, yalnız bir şartım var. Kabul mü? Yusuf havanın iyice
yumuşamasından, samimî ortamdan memnun:
- Neymiş bakalım o? Belki...
- Bana "siz" diye hitab etme. Biliyorum çok kibar birisisin. Benim gibi bir
amele parçasına değer veriyorsun. Ben alışkın değilim bunlara.
Yusuf önce karşısındakinin hislerini tartmaya çalıştı. Yüzüne baktı. Samimî
görünüyordu. Kırılmasından da korktu:
- Peki olur, dedi.
Bu Hüseyin'in bir nevi sulh anlaşmasıydı. Anlaşılan gündüzkü sertlik, yerini
mülayim bir havaya bırakmıştı.
Fırsattan istifâde mevzua hemen girmek istedi Yusuf. Zira kaybedecek zaman
yoktu. Geçen her gün Hüseyin'in aleyhine olabilirdi.
237
- Hüseyin, kaza nasıl oldu anlatır mısın?
Hüseyin gülümseyerek baktı. İlk defa "sen" demişti misafiri..
- Hah şöyle, dedi gülerek..
Aslında beklediği,beklemez gibi göründüğü bir sualdi bu...
Lâkayd bir tavırla konuşmak istemezmiş gibi sağa sola bakındı. Derin bir iç
geçirdi. Yusuf'a baktı...
- Evet dinliyorum...
- Ben seneler Öncesi ekmeğini kazanmaya başlayan birisiyim. Aslen Erzurumluyum.
Köyümüz kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeydi. Gözümü orada açtım, dünyâyı orada
tanıdım. Elli haneli bir köydü o zamanlar.. İlk okulu vardı.
- Gürül gürül akan sulan, doyumsuz bir tabiatı vardı. Durakladı Hüseyin birden:
- Yusuf ağbi ne yapıyorum ben! Kazayı anlatacak-tım,hayâtımı anlatıyorum.
- Yoo yoo, seni sabaha kadar dinlerim. İstediğini anlat bana!
Nerede kaldığını düşündü biraz...
İlk okulu köyümde okudum. Ailem onların çektiklerini çekmiyeyim diye ilçeye,
Aşkale'ye yolladı beni. Orada orta o-kulu okuyacaktım. Ama fakir idiler. Bana
yollayacak paraları yoktu. Yolladıkları para da hemen bitiyor, yarı aç yarı tok
okula gidip geliyordum.
Köyümüzden iki ağabeyle aynı evde kalıyordum. Hâlimi görüp arada bir para
veriyorlardı. Almak istemesem de zorla veriyorlardı. Fakat her türlü angarya
işlerine de koşturuyorlardı beni. Bir taraftan yaptıkları iyilik, diğer taraftan
yaptırdıkları işler öyle gururuma dokunuyordu ki! O imkânsızlıklar içinde seneyi
zar zor bitirdim. Muntazaman çalışmamama rağmen karneme zayıf da getirmemiştim.
- Köyüme gittim, evdekilere karnemi verdim. "Artık okumayacağımı, para
kazanmak, onlara da yardım etmek istediğimi" söyledim. Önce itiraz eder gibi
oldular."Evin en büyük çocuğu olduğumu, beni okutmak istediklerini" söylediler.
Ben de: "İyi ya, kardeşlerime de bakmak, okuyabildikleri yere
238
kadar onları okutmak istiyorum. Beni bırakın da onları okutun" dedim. "İyi, sen
bilirsin" dediler.
- O yaz ilçede bir berberde çırak olarak çalışmaya başladım.Aldığım cüz'i para
bana ancak yetiyordu. Üç-beş kuruş bahşişi de' biriktirip, arada bir gittiğim
köye götürüyordum. Güz mevsimi geldi, kış bastırdı... Bahara kadar köye
gidemedim.
- Üstelik çalıştığım işten, ustamdan memnun değildim. Ücretim hiç değişmediği
gibi aldığım bahşişe de göz dikmişti. Paramı verirken sadaka verir gibi veriyor,
"ulan ücretten fazla bahşiş alıyorsun!" diyordu.
- İşe gireli nerdeyse on ay olmuştu ki ; "aldığım paranın, yaptığım işe göre
çok az olduğunu" söyledim. Bir işe yaramadığımdan tutup, bol bol bahşiş almama
kadar her şeyi sayıp döktü. Nihayet ayrıldım işten, köye döndüm.
- O yazı kendi hayvanlarımızı mer'ada otlatarak geçirdim. Güz gelince;
köyümüzden ağabeylerin okuduğu Erzurum'a gittim. Onların yanında kaldım. Lisede
okuyorlardı. İki sene boyunca simit sattım Erzurum'da. Nihayet baktım ki bu
yaptığım iş ömür boyu devam edemez. On altı yaşına gelmiştim ve bir mesleğe
kanca atamamıştım. Yaşım geçmeden iyi bir zenaatı öğrenmeliydim.
Fakat Erzurum ve havalisi diğer Doğu Anadolu memleketleri gibi dışarıya devamlı
göç veriyordu. Malûm, bugün daha çok göç veriyorlar, iş güç yok.
Önce İstanbul'a gitmeye karar verdim. Ramazan Bayra-mı'nda iki çocukluk
arkadaşım köye gelmişlerdi. "Kendilerinin Konya'da inşaatlarda çalıştıklarını,
istersem beni de götürebileceklerini" söylediler. Düşündüm taşındım,"hiç olmazsa
ileride bir inşaat ustası olurum" dedim, onlarla beraber gitmeye karar verdim.O
gün bu gündür Konya'dayım.
-Bir ara askere gittim geldim. Bir aktığım yerden, bu kaza başıma gelene kadar
devam ettim. Bir ay sonra yirmi dört yaşma gireceğim.
- Yusuf ağbi, buraya kadar her bir şeyi kısaca anlattım. Çektiğim yokluklardan,
ailem için bir şeyler yapamamanın ızdırabmdan, yediğim darbelerden, gördüğüm
kalleşlikler-
239
den, yaşadığım zulümlerden hiç bahsetmedim. Bunlarla başını ağrıtmak
istemiyorum. Anlatmaya kalksam günler sürer zâten...
Biraz nefeslendi Hüseyin. Buraya kadar mütemadiyen konuşmuş, hüzün ve öfke
bulutları yüzünü kaplamıştı.
Yeniden anlatmaya hazırlandı. Feci hâdiseleri yeniden yaşıyormuş gibi acaib bir
hâl aldı yüzü. Gözleri iri L açıldı, önce sabit bir noktaya takıldı, sonra
Yusuf'un üzerinde ırıh-landı.
- Bundan iki buçuk ay öncesine kadar her sabah çalıştığım inşaata gidip
geliyordum. Duvar ustasıyım ben.
- O gün, çalıştığımız apartmanın ikinci katındaydım. Nasıl oldu bilemiyorum,
bir anda dengemi kaybettim aşağıya düştüm...
Düştüğüm yer o kadar yüksek değildi. Şayet mes'ele ölüm ise; beşinci kattan
düşüp ölmeyenler, sandalyeden yuvarlanıp ölenler var.
- Belki sizin de başınıza gelmiştir. Tehlike ânmda insanın zihni çok hızlı
çalışır. Aslında benimki bir düşmeden ziyâde şuurlu bir atlama idi. O anda, bir
iki sendelemeden sonra muhakkak düşeceğimi anlamıştım. Zihnim şuursuzca
düşmektense aşağıya atlamamı emretmişti. Ben de atladım aşağıya. Önce sağ
ayağımın sonra sol ayağımın yere temas ettiğini hatırlıyorum.

- Dengem bozuldu; önce bacağımın üzerine, sonra yüzükoyun kapaklandım. O hızla
birkaç defa yuvarlanmışım...
- Her şeyi ayan beyan hatırlıyorum. Durduğumda etrafıma şöyk oir bakındım.
Sırtüstü idim. Sonra bağrışmalar, ardından bana doğru koşuşanlar... Hiçbir şey
olmamış gibi ellerimden kuvvet alarak doğrulmaya çalıştım. Ama nafile.. Sağ
uyluk kemiğimde müthiş bir sızı vardı. Yere basmam mümkün değildi.
- Yanıma gelenler hemen içeriye taşıdılar beni... Kuru gürültü yapıyorlar, "bir
şeyin var mı?" "verilmiş sadakası varmış" gibi lâflar ediyorlardı. Nihayet
içlerinden biri "iç kanama olabilir" diye ikaz etti toplananları... Hastaneye
götürmeyi akıl ettiler. Hastaneye gidene kadar bacağım iyice şişmiş, nerdey-
240
se üzerimdeki tulumu zorlayıp patlatacak hâle gelmişti.
-Velhâsıl uyluk kemiğim kırılmıştı.. İç kanama yoktu çok şükür!.. Ameliyat,
yaranın kapanması, askı, alçı derken bu güne kadar geldim. Yirmi güne yaklaştı
ki taburcu oldum. On gün sonra da alçıyı sökecekler.
-înşaallah eskisi gibi sapasağlam olacaksın! İşine dönüp çalışacaksın.
İşte o vakit Hüseyin'in yüzü acıyla gerildi gerildi... Derin bir of çekti.
Gözlerini yere dikti. Islık gibi bir sesle;
-Ben de oraya geleceğim işte, dedi. Asıl mes'eleye, beni kahreden mes'eleye...
Yusuf'a döndü, gözlerine baktı:
- Yusuf ağbi, başını ağrıtmıyayım, İstersen burada keseyim.
- Hayır hayır, dedi Yusuf başını iki yana sallayarak. Çâre olamasam da iyi bir
dinleyici olduğumu söyleyebilirim.. Anlatmaya devam et...
- Doktorlar eski hâlime dönme ihtimalinin yüzde elli olduğunu söylediler. Yani
sakat kalabilirmişim.
Yusuf daldı gitti.. Dirseklerini bağdaş vaziyetindeki diz-. lerine yasladı.
Bir müddet ikisi de konuşmadılar. Neden sonra Hüseyin:
- Benim asıl yandığım nedir biliyor musun Yusuf ağbi? "Paran olsaydı; en iyi
hastanelerde, en iyi İmkânlarda, en usta hekimler elinde tedavi görürdün"
diyeceksin. Doktorlar defalarca "hâlâ vakit geçmiş değil" dediler.. Fakat beni
kahreden parasızlık da, sakatlık da değil!.
- Beni asıl yıkan, defalarca işini gördüğüm müteahhid beyefendi oldu. Benden,
benim gibi nicelerinin sırtından milyarları kazanan şu beyefendi bozması
kahretti beni...
- Bugüne kadar çalıştım, sigortalı değilim. Üstüne üstlük hem de hemşehrim olan
o hâin adam, yanında çalıştırdığı adam ben değilmişim, hayâtında Hüseyin adında
bir ustayı hiç tanımamış gibi tavır takındı. Bir defa olsun hâlin nicedir diye
sormadı. Aylarca hastanede yattım bir kerecik ziyarete bile gelmedi.!..
- Çok şükür, kıyıda köşede biraz param vardı da rezîl 241
kepaze olmadım. En son, evimdeki elektronik eşyaları sattım...
Velhâsıl Yusuf ağbi; bu adam beni eski bir paçavra gibi bir kalemde sildi attı.
Beni hem madden ham manen yerle bir etti.
- Şimdi sorarım sana: Yaşanılan böylesi bir hayattan sonra; bir parçacık olsun
kalmış olan insanlara güvenini, sevgisini kaç kişi devam ettirebilir? Kaç
kişinin kalbinde kin ve nefret tohumları yeşerip boy atmaz?..
Hüseyin, artık kalbini ortaya koymuş, içindekileri çekinmeden açığa vuruyordu...
- Bütün samimiyetimle; senin de sezdiğini çok iyi bildiğim şu kanaatimi
açıklamakta bir beis görmüyorum artık: Elinde poşetlerle şu fakirhaneme
gelinceye kadar, içimden kopan nefret dalgalan boğmak istercesine seni de İçine
alıyordu. Ama sen boğulmadın veya boğamadım. Zira sabahtan beri inatla üstüme
üstüme geldin. Beni zayıf yerimden vurdun Yusuf ağbi!
Yusuf tahmin ettiklerini şimdi apaçık anlıyordu.
~ Bak Hüseyin öyle anlıyorum ki; ekseriyetle , belki de her zaman ahlâki bozuk,
içi fesat dolu insanlarla muhatab ol-. muşsun. Hattâ onların bazılarını kendine
dost edinmişsin. Herkesi kendin gibi zannedip, onların hâl ve tavırlarını kendi
temiz ölçülerinle değerlendirmişsin. Neticede; çok zaman sükût-ı hayâle
uğramışsın. Bu da sendeki muhabbeti nefrete çevirmiş. Her tuttuğun dal elinde
kalınca, elinde kalan son silâhın nefret olmuş.
- Bak kardeşim! Şu son sözüme kulak ver ve bana inan!
- Unutma ki etrafımızda kötülük zaafı olanların yanında iyiler de var. Hele şu
Anadolumuzda, faziletler menbaı vatanımızda nice insanlar var!..
- Ben şu kadarcık hayâtımda öyle insanlar tanıdım ki!.. Sevdiği bir insan için
gözünü kırpmadan ölüme gidenleri, bir yere başkan olunacaksa birçoklarının
yaptığı gibi olmak için değil olmamak için kavga edenleri, iffetini korumak,
Allah'a verdiği sözü tutmak için kendisini dördüncü kat penceresinden aşağı
atanları, talebelerinin çamaşırlarını dahi yıkayacak
242
kadar tevazu sahibi olan muallimleri, çalıştığı devlet dâiresinde; mesai
saatleri dışında birkaç defa elektriğini-su-yunu kullandı diye , parasını kat
kat fazlasıyla verenleri, kazancının yarısını ihtiyaç sahihlerine dağıtanları,
kul hakkı ve günâhlarının korkusundan benzi sapsarı, gözü yaşlı, mahzun
gezenleri gördüm. Daha saymaya kalksam saatlerce anlatmam lâzım... Ve Hüseyin,
daha nicelerini de duydum!..
Yüzü aydınlanmıştı Hüseyin'in şimdi...Biraz önceki gölgeler mucizevî bir şekilde
bir anda dağılmıştı. Gülümsü-yordu ilk defa.. Bakışlarında hayret ma'nâsı
vardı.. Sesinde kuş gibi hafiflemiş bir insanın edası vardı:
- Anlattıkların her ne kadar masal gibi geliyorsa da, sana inanmak İstiyorum
Yusuf ağbi.. Belki de inanmaya çok ihtiyacım var! Ah ne olurdu öylelerini ben de
tanısaydım! Ve senin gibi...
- Sus, dedi hafifçe Yusuf.. Beni hiç karıştırma! Bu âmirâne söz Hüseyin'in
devamına mâni oldu.
- Yeter ki samimiyetle ara Hüseyin.. Ben şuna inanmışım: Dualar sâdece dil ile
olmaz, sâdece kalb ile olmaz. Hem dil, hem kalb,hem de her an sürüp gelen hâl
ile olur. Onun İçindir ki; insan şu dünyâda samimiyetle neyi arıyor, neyi
istiyorsa muhakkak bulur. Sen de iyilerle hemdem olmak istiyor-
¦ san, bir gün bulacaksm kardeşim!..
Son kelime Hüseyin'i mest etmeye yetmişti. Yusuf'a dolu dolu gözlerle baktı.
- Bana "kardeşim" diyorsun!..
Gerisini getiremedi. O ana kadar içinde sakladığı şükran ve minnet gözyaşlarını
sarsıla sarsıla dışarı sızdırmaya başladı.
243
XX
• Râbia uyandığında öğle ezanı okunuyordu. Yatağından
zorlukla doğruldu. Bedeninde \ âlâ bir eziklik vardı. Tekrar Jv yatsa
saatlerce uyuyacaktı. Ezana kulak kabarttı. Yattığı yer-
d,en konsola doğru başını çevirdi. Kol saatini alıp bakmak üzere kalkmaya
davrandı. Sonra duvar saati aklına geldi. Bir taraftan da "ne çabuk unuttum
odamı" diye hâline güldü.
"Off, saat Öğleyi bulmuş. O kadar uyudum, hâlâ bitkinlik var üzerimde.."
Günlerden Cumartesi idi. Pazartesi günü Ekim ayının 6'sı idi ve okulu
açılıyordu.
Doğruldu, kalktı. Yaz tatilinin son on gününü evinin dışında geçirmiş olmanın da
verdiği hislerle, mahmur mahmur odasının her yanına baktı.
Gece gelir gelmez yatmış, ortalığı darmadağın bırakmıştı.
Biraz sonra elini yüzünü yıkamış, giyinmiş hâlde aşağıdaydı. Mutfağa yürüdü.
İzzet Efendi'nin hanımı Ayşe Hanım öğle yemeğinin son hazırlıklarım yapmakta
idi. Evin hanımına baktı baktı...
- Hoşgeldiniz Râbia Hanım... Yeni kalktınız galiba?
- Hoşbulduk. Öyle oldu. Uykumu ancak alabildim. Ama yatsam yarın sabaha kadar
uyuyabilirim. Öyle yorgunum ki!..
Ayşe Hanım şaşkın:
- Dinlenemediniz mi yoksa? Bu kadar yorgunluk...
- Vallahi ne olduğunu ben de anlayamadım. Yoruldum mu yoksa dinlendim mi?,
Sırtı dönük Ayşe Hanım dudak büktü, sonra kıs kıs güldü bu hâle..
- Yemek birazdan hazır olur. Ağbinizle babanızı bekleyecek misiniz, yoksa?..
245
- Hayır kahvaltı yapacağım. Sen bana bir limonata hazırla..
- Hemen hazırlarım..
-Yalnız biraz çabuk ol, hemen dışarı çıkacağım.
Aslında dışarı çıkmaya hiç niyeti yoktu. Ama ağabeyiy-le karşılaşacak, bir sürü
soru soracak, işi yoksa hepsine cevab verecekti. Her şeyi öğrenmek isteyecek,
lüzumsuz lâflarla canını sıkacaktı. En iyisi, akşam birkaç cevabla işi
geçiştirmekti.
Hemen gitti, telefon açtı. Birkaç cümle konuştu. "Geliyorum" dedi, kapattı.
Hazırlanan kahvaltı masasına oturdu. Alelacele bir şeyler atıştırdı, kalktı.
Kıyafetine baktı. Değiştirmeye lüzum görmedi. Yukarıya çıkıp çantasını aldı,
ayakkabılarını giyip kendini dışarı attı. Garajdan arabasını çıkardı, yola
koyuldu.
Onbeş dakika sonra telefon ettiği evdeydi. Arkadaşı Leylâ'nın eviydi burası...
Bulunduğu odada etrafı incelerken arkadaşı içeriye girdi.
- Tekrar hoşgeldin Râbia.. Biraz beklettim, kusura bakma. Mutfaktaki işleri
bitireyim dedim de...
- Hoşbulduk Leylâ... Hiç mühim değil...
- Eee ne yapıyorsun dünden beri?
- Hep istirahatle geçirdim. Akşam erkenden yattım. Saat on'a kadar uyumuşum.
- Al benden de o kadar! Akşam eve gittim, birkaç kelime ya konuştum ya
konuşmadım bizimkilerle...Erkenden yattım. Uyanalı bir saat oluyor. Hemen
kalktım sana geldim..
Leylâ'ya tuhaf gelmişti bu. "On gündür beraberdik neden geldi ki acaba?
Evdekilerle kavga etti de söylemiyor mu yoksa? Yok canım Râbia dobra dobradır;
öyle bir şey olsa daha kapıda söylerdi. Konuşacağı mühim bir şey mi var? Yoo o
da değildir. Uykudan uyanıp hemen buraya gelmek?.. Ama belki de olabilir! Yalan
mı söylüyor yoksa? Hadi benimle kavga etmeye geldi diyelim. Böyle güle oynaya
olmaz ki canım! Kavga edecekse evimde değil başka bir yerde ederdi. Bir defa
246
mayo giyip resim de çektirmeyi hâlâ kafas^nu mı takıyor yoksa?.."
- Daldın gittin, ne oldu Leylâ?
- Yok bir şey... Tatil çok kısaydı değil mi? Ah, bir ömür boyu orada yaşamak
isterdim! Sen de isterdin değil mi?
- Bilmem, dedi donuk donuk.. İnsanın bazı mes'uliyetle-rİ var. Her zaman orada
olmamız mümkün değil zâten! Biraz
v da geç mi gittik ne?..
, - Yok canım, kavurucu sıcaklarda ne yapacaktık? Asıl
ı.' tam zamanıydı. Deniz birkaç derece serinlemışti, insana cinnet
m getirtecek havalar yoktu... Gerçi sen de denize bile girmedin
ya!.. Bir defa dizlerine kadar suya girdin o kadar.. Ah, sulara kendini bırakmak
ne zevk!
- Bikiniyle herkesin önünde, öyle mi?
Rabiâ aşağılandığını hissetmişti. Fakat, ne söyleyeceğini de bilemiyordu.
Aklından geçen çok şey vardı ama hangisini önce söyleyecekti. Zihni karışmıştı..
O, kafasındaki bu keşmekeşle meşgulken, Leylâ alaylı bir ifâdeyle devam etti:
...... .. _.. - Hâlâ aynı inat! Kuzum, bırak artık şu kafayı. Şu güzel-
liğinle var ya..
- Neyse, lütfen bırakalım bu bahisleri! Kafn 11 karmakarışık zâten..
- Ah Râbia sende bir şeyler var ya anlıyamıyorum bir türlü! Bak, senin en yakın
arkadaşlarındanım. Çocukluktan beri birbirimizi tanıyoruz. Birçok sırrımızı
verdik birbirimize.. Neden anlatmıyorsun?..
Kafi bir tavırla konuştu Râbia.. Sesi her şeyiyle ikna eder hâldeydi:
- İnan hiçbir şey olmadı! Sâdece; mantığımla nişlerim, inançlarım devamlı
çarpışıyor. İki ses kıyasıya mücâdele ediyorlar, îşin garibi içimde olanlardan
emin de değilim..
Leylâ kaşlarını çattı. Güneşten yanmış kolunu kaşıdı. Bir hekim edasıyla sordu:
- Neler oluyor meselâ?
- Dedim ya, karmaşa üstüne karmaşa...
- Side'deyken eğlendiğini, çok mutlu olduğunu söylü-
247
yordun ya kızım!.. Hani hâlinle de mutlu olduğunu gösterme-seydin...
- Belki mutluydum. Belki mutlu olduğumu zannediyordum. Belki kendimi mutluluk
masallarıyla avutuyordum...
- Farkında mısın Râbia? Bazen çok karamsar oluyorsun. Bırak canım şu filozofça
düşünceleri! Anliyamıyorum seni, inan! Bazen her şeyi o kadar ciddiye alıyorsun
ki! Hayat Nas-reddin Hoca'nın hindisi gibi düşünmekle geçer mi kızım? Bak
gençsin,çok güzelsin, zenginsin, derslerinde başarılısın... Ah Râbia ah, senin
imkânların benim elimde olacak!..
- Ne yapardın?
Bunu söylerken acı acı tebessüm etti..
- Ne mi yapardım: Gençliğimi, hayâtımı yaşardım!..
- Peki sonra?
- Sonrasını hiç düşünmüyorum. Mühim olan gençliğimi değerlendirmek değil mi?
Yirmi-yirmi beş sene sonra ne yüzüme bakan olur, ne de dünyâdan zevk alacak
takatim, sağlığım kalır!. Şu kısacık gençlik günlerini dolu dolu yaşamalıyım
öyleyse!.
-Daha sonra?
Sinirli bir kahkaha attı Leylâ..
- Sen insanı deli edersin, dedi.
Bir müddet soğuk bir hava aeti. Leylâ mevcut havayı değiştirmek istedi:
- Ne içersin?
- Çok sağol, bir şey içmeyeceğim.
Yanına geldi Râbia'nın. Ellerinden tuttu. Gülerek gözlerine baktı.
- Hassas Rabiâcığımın damarına bastım galiba! İkramımı reddediyor.
Râbia gülümsemeye çalıştı:
-Emin ol öyle birşey yok! Benim derdim kendimle...Sen istersen kendine
hazırla,iç.
- Öyleyse ben de içmeyeceğim. Anca beraber, kanca beraber!..
- Sıkıldıysan gel çıkalım, bir kafede otururuz. Değişiklik olur. Hem bakarsın,
arkadaşlardan da gördüklerimiz olur.
248
- Öyle yerlerden oldum olası pek hoşlanmam, biliyorsun.. Ama gidelim bakalım.
- Hem birazdan annem de yanımıza gelir oturur. Sen gidene kadar ayrılmaz bir
yere ..Rahat edemeyiz.
**•
Râbia akşam eve geldiğinde, gündüzkü tahminlerinde yanılm.ıdığmı gördü. Babası
sâdece bir "hoşgeldin" demiş, ağabeyi ise odasına kadar gelip bazı sorular
sormuş, kestirme cevablarla geçiştirmişti. Yavuz'da fazla üstelememiş, odadan
hemen ayrılmıştı.
Ağabeyi ayrıldıktan sonra gene de bir "oh" çekti. Olur ya; inadı tutar, her şeyi
didik didik araştırıp Öğrenmek isterdi. Neyse ki böylesi bir zayıf ihtimalden
kurtulmuştu. Aıadan birkaç gün geçince de pek ehemmiyet verilmezdi zâten..
Unutulur giderdi... Babasından yana çekinmiyordu. Tamamen yakasını bırakmış,
kendi meşgalelerine dalıp gitmişti. Ağabeyine takıldı aklı...
"Neden korkuyorum ondan acaba? Bir kötülüğü mü dokunacak? Dayak mı atacak?
Zincirlere mi vuracak? Birçok şeyden men mi edecek?"
O güne kadar defalarca düşünmüştü. Bazı neticelere varmıştı.. Şimdi ise daha bir
ayan beyandı kanaati..
Bir sırrı çözmüştü işte.. Buruk bir sevinçle içinden haykırdı:
"Buldum!... Evet evet, benimki saygıdan neş'et eden bir korku.. Onu aynı zamanda
seviyorum, saygı duyuyorum. Şahsiyetine saygı duyuyorum!"
"Daha mühimi, mahrumiyet korkusu... Evet evet, mes'ele burada düğümleniyor..
Küçüklüğümden beri hep bir koruyucu olarak gördüm onu. Sevgisinden, şefkatinden
uzak kalmamak istedim.."
"Biliyorum, o da beni çok sever, üzerime titrer. Zâten birbirimizden başka
kimimiz var ki!.."
"Onun sevgisinden, himayesinden mahrum olmak... O vakit kimbilir ne kadar zayıf,
âciz hissederim kendimi!"
"Yârabbi, ne korkunç şey! Yapayalnız kalmak, dayana-
249
cağın bir daim olmaması... İşte o zaman kendime güvenim de kalmaz. Güvenimin
kaybolması, benim felâketim demek tir. Kolu kanadı kırılmış bir kuş gibi
zavallı!.. Ne korkunç şey AllahımL"
"Hepsinden öte, ona karşı mahcub olmak var. Bana güveniyor. Güvendiği için de;
hiç tanımadığı-bilmediği yerlere yolladı."
"Hayâl kırıklığına uğratırsam, yüzüne nasıl bakarım onun! Nasıl "ben senin
biricik kardeşinim" derim. İtimadını bir kaybederse, benden bir nefret ederse..
Aman Allahım, gerisini düşünmek bile istemiyorum!"
Bîr an kanepesinde geriye yaslandı. Düşündü düşündü.. Nihayet kalktı.
"Evet, önce şu baş belâsı resimden kurtulmalıyım! Onu yok etmeliyim.."
Çantasını aldı. Daha albümüne yerleştirmediği, plajda çektirdiği fotoğrafı
aradı, çıkardı. Tekrar kanepeye oturdu. Avuçları arasına kartı aldı. Önce
kayıtsız, sonra iğrenerek baktı baktı... Kendisi mayo ile arkadaşı Leylâ
bikiniyle yanlarında da üç erkek, ellerini kızların omuzlarına atmış hâlde poz
vermişlerdi.
Yüzü pişmanlık ve tiksinti hisleriyle dolu, son defa baktı.. Dolabından bir
kibrit kutusu çılferdı. Yaktı, kartın altına çöpü tuttu. Aklına geldi, "iyi de
bunun külünü ne yapacağım!" Kart bir taraftan yanıyor, alevler kartı dilim dilim
kaplıyordu. Kül tablasını aradı. "Sigara içmiyorum ki ne gezer bu odada!" diye
kendi kendine kızdı.
"Hah" dedi sonunda... "Kocaman çiçek saksıları var, ne budalayım hiç de akıl
edemiyorum!"
Alevler kartın yarısını kaplamıştı şimdi. Hemen iki-üç adım attı. Konsolun
yanındaki kocaman kauçuk saksısına bıraktı. Yürürken, rüzgâr alevleri önce
durdurmuş, nemli toprak üzerine konan kart tekrar yanmaya başlamıştı.
Tekrar kanepesine geçti. Son kıvılcımları da uzaktan seyretti.. Şimdi görünen,
kıvrılmış bir karbon kütlesiydi.
"Toprağa karışır gider. Böyle pis bir şey de ancak gübre olmaya yaraşır." Oh,
tedirgin tedirgin yaşayacağıma içim ra-
250
hat eder hiç olmazsa..."
Düşünceli zamanlarında yaptığı gibi boylu boyunca uzandı. Başını hafifçe
kaldırdı, tekrar saksıya baktı. Kömür- leşmiş kartın ucunu görebildi.
Side'yi düşünmeye başladı. Olan bitenleri hafızasında canlandırmaya başladı.
Ruhunda derin izler bırakmış iki hâdiseyi ardı ardına hatırladı birden...
Birincisi kendisini tiksindirmiş; ikincisi şefkat merhamet ve kendinden nefret
hislerini galeyana getirmişti.
Onu tiksindiren; resimde yer alan erkeklerden biriydi. Biraz önce resme
bakarken, içinden ağız dolusu tükürmek geldiğini hatırladı.
Günlerce peşinden koşmuş, ona kur yapmış, kalbini kazanmak için, sonra da elde
etmek için türlü yollar denemiş-ti. İğrenç emellerine âlet edememişti..
Defalarca düşündüğünü tekrar düşünmeden edemedi: "Acaba samimî olsaydı, niyeti
bir yuva kurmak olsaydı 'evet' der miydim?"
Defalarca verdiği cevabı tekrarladı.
"Hayır hayır, asla!.."
Hattâ bir gün Leylâ, içini okurcasına aynı soruyu sormuştu.. Ona da "hayır"
dedikten sonra "bütün sebebleri ben de saymaktan âcizim, ama en mühim olanlarını
söylememi istersen; onunla birçok noktada hayat felsefemiz uyuşmuyor, derim. Bir
defa o; her şeye menfaat nazarıyla, madde gözüyle bakan bir hayvan." Evet evet
bir hayvan o! Kültür yok, eşya ve hâdiselere dikkat yok, hassasiyet yok, görgü
sahte, incelik sahte, vicdanı pas içinde ve kadın denince aklına gelen, elli-
altmış kiloluk et-but yığını... Kadınlara saygısı, sırf elde etmek için
takınılmış bir maskeyle örtülü.. Hepsinden öte, insana kıymet kazandıran kaç
fazileti var? Aksine sahtekâr ve riyakâr..."
Leylâ bir karşılık verememişti bu uzun cevaba.
İkincisi, gelmelerine iki gün kala olmuştu. Akşamın ilerlemiş saatleriydi ve
Leylâ evde yoktu. Oturmuş televizyon seyrediyordu. Bir özel televizyon kanalı
Bosna-Hersek'teki mazlum müslümanların trajedisini, akşam haberlerinde, vic-
251
danlara balyoz indirircesine vermişti.
Yaralıları, hasta ihtiyarları, perişan çocukları, kan gölüne dönmüş sokakları,
belki de târih boyunca misli görülmemiş bir sefaleti yaşayan, terkedilmiş bir
akıl hastanesindeki hastalan göstermişti. Bir deri bir kemik kalmış olan akıl
hastaları artık yiyecek bulamaz olmuşlar; içlerinden ikisi beton zemin üzerinden
kendi pisliklerini avuçlayıp yiyorlardı.
Daha fazlasına dayanamayıp başını çevirmişti. Gördüğü bu manzara yüreğini
paraladı.. Sonra; üç senedir vahşetin her türlüsüne seyirci kalan, feryatlara
kulağını tıkayan insan-cıl(!), modern{!), Avrupa'ya lanetler yağdırdı. Bize ve
bizim sözde aydınlarımıza kendisini insaniyet havarisi olarak tanı-' tan,
aydınlarımıza kendilerini inkâr ettirecek kadar kompleks aşılayan Avrupa'ya
lanetler yağdırdı. İçinden tükürmek geldi ekrana! Sonra insanım diye gezen,
çağdaşlık teranesine kendini kaptırmışlara... Ve tükürdü!..
O vakit mazide kimi tüller aralandı. Bir şiiri hatırladı. Bu uzun şiirin son
kısımlarına doğru "tükürün!" kelimesiyle tekrir yapılıyordu. Bu şaheseri, lise
yıllarında, dev şâir Meh-med Âkif'İ anma gününde okumuştu.
Bu hâtırayla derinden sarsıldı. Bütün vücûdu sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu.
"Ne kadar da canlısın!" demişti şiire... "O gün de aynı şeyler yaşanmış, ama
sanki bu günü anlatıyorsun. Ne büyük insanmışsın sen ey Akif!"
Kalbi buruktu, kırıktı..
Gözleri dolu dolu, çaresizliğin bütün ızdırabını kalbinde taşıyarak bir müddet
taş gibi donup kaldı... "Nasıl olabilir? İnsanlık nasıl bu kadar suskun
olabilir?" diye bütün isyanlarını sessiz feryatlarla haykırırken, onu asıl
donduracak manzara çıktı karşısına.. Gördükleri, biraz evvelki vahşete
suskunluğu gölgede bırakıyordu.
Araya bir reklâm koymuştu televizyon.. Yarım dakika süren bir reklâmdı
bu..Ekrandaki,beynelmilel bir dondurma firmasının reklâmıydı..
İnsanın mide şehvetini feveran ettiren, tıka basa dolu midelere, keyifle sırıtan
dişlere, sıcaktan bunalmış plaj çıplaklarına hitab eden manzaralarla doluydu.
252
"Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" demekten kendini alamadı.
Artık dayanacak gücü kalmadı. Kumanda cihazının düğmesine sert bir hareketle
bastı, kapattı televizyonu. Cihazı kaldırdı, karşısındaki kanepeye fırlattı.
Hışımla baktı cihaza. Sonra sinirleri boşalmış bir hâlde, içinden coşup coşup
gelen öfke dolu gözyaşlarına mâni olamadı. Yumruklarını sıkıyor, arada bir
cansız cansız dizlerine indiriyordu.
Neden sonra sâkinleşti. Odadaki sessizliği dinledi biraz. Uzaktan uzağa gelmeye
başlayan, gazinodaki müziğe benzer seslere kulak kabarttı. Çılgınca eğlenen (!)
insanları gözünde canlandırdı. Caddeden korna çalarak geçen birkaç vasıtanın
sesini duydu.
Bir an ortalıkta her şey Iâl kesildi. Araba sesleri, müzik sesi, sessizliğin
sesİ,hepsi yok oldu. O zaman tekrar kendi içine döndü. İnsanlığı, kendisini
sorgulamaya başladı...
Şimdi bütün insanlık; kimbilir kaçıncı kabahatini işleyip de huzurda nasihat
dinleyen arsız çocuk misâli, karşısında sandalyeye oturtulmuştu. Kendisi de bir
hâkim; hem sorguluyor, hem nasihat ediyordu:
"Neden bütün bunlar, neden?.. Düşen kaçıncı maskeniz bu! Bir gün bir kahramanın,
kahramanlar ordusunun başında, size insanlığı öğretmesini mî bekliyorsunuz?."
"Güç, belki bugün sizin elinizde! Zahirde öyle görünüyor belki... Peki, o gücün
elinizden alınmayacağına dâir bir teminatınız mı var?"
"Hayır hayır, akıllan artık ey insanlık! Yapılan zulümlere, akıtılan kanlara
gösterdiğin rızâ seni helak etmeden evvel uyan!"
"Hayır, bütün bunların devam edeceğine inanmıyorum. İnsanlık bir gün, tek bir
çizgide buluşup birleşecek. Rezalet yarışı bitecek, tekrar fazilet yarışı
başlayacak!"
"Eğer hak-adâlet mefhumları varsa, bir gün mutlaka hükmünü icra edecek. Belki
ben göremiyeceğim. Ama kâinatın sahibi, sâhibsiz bırakmayacak yarattığı
insanları.."
"İnsanlık ne kadar şeytanlaşsa da, ne kadar hayvanlaş-
253
sa da, hayrın şefkatli kollarında kurtuluşu arayacak."
Bir an silkindi Râbia.. "Yoksa fazla mı iyimserim" dedi. "İnsan yer içer,
kendinden pay biçermiş ya. Herkes benim gibi mi düşünüyor acaba?"
Şakaklarını zonklatırcasına düşündü.. Mevzua vermeye çalıştı kendisini. Nihayet;
fazla iyimser olsa da, gönlü öyle arzu etse de, tarafsız olduğuna inandığı şu
hükme vardı:
"İstisnalar çıkabilir. Fakat hepimiz huzurun, saadetin meftunu değil miyiz! Kimi
zaman şeytanlaşsak, kimi zaman hayvanlaşsak da hepimizin içinde melekî yön yok
mu!"
Evet inanıyorum... İnsanlık aradığı dünyâ cennetini bir gün bulacak.
Yalnız, ekranda son gördüklerini bir türlü hazmedemi-yordu:
"Hadi onlar düşman! Zulüm ve vahşetin her türlüsünü, her zamanki gibi
kendilerine caiz görüyorlar. Peki bunların yaptıkları ne?. Ne biçim samimiyet
bu?! Bir tarafta kanımı donduran manzaralar; diğer tarafta, riyakârlığı bu kadar
ucuzlatan, hepimizin hamiyet hislerini hiçe sayan, senelerdir dost görünen
düşmanlar!.. Bizden olup da bizim iklimimizden çok uzakta olan satılmışlar!.."
"İstisnalar bunlar mı yoksa?" diye düşündü..
"Hayır hayır, bunlar istisnadan da öte.. Bugün istisna dediklerimizin kahir
ekseriyeti hakikati bjır gün görecekler. Ama şu solucanlar!.."
Öylesine öfkeyle doluydu ki içi... Kimsenin olmadığı şu evde bağırıp çağırmak,
hırsını duvarlardan almak istedi.
Fakat bundan vazgeçiren bir sesle irkildi. Dışardan değil, içinden, tâ
derinlerden gelen bir sesti bu.. Vicdanının sesiydi. Soru üstüne soru vardı
gelen seste:
"Sen de o istisnalardan değil misin? Söylesene, bugüne kadar mazlumlar için ne
yaptın? Nasıl bir hayat yaşıyorsun? Şu günlerde ne için buradasın?"
Yüzünden, gözlerinden, kulaklarından alevler fışkırı-yordu sanki... Sırtını ateş
basmıştı...
Şimdi bütün insanlık hâkim olmuş, onu sanık sandalyesine oturtmuşlar gibi geldi.
Her kafadan bir ses çıkıyor, her-
254
kes şu İki yüzlüyü mahkûm etmek istiyordu...
Vicdan, bütün dürüstlüğüyle, en samîmi cevabları vermekten de geri kalmadı:
"Bütün bunlar olurken; sıcacık yatağında en derin uykulara daldın, en pahalı
elbiseleri giydin, en leziz nimetlerden yedin. Hep gülmek istedin, her şeyde
zevk ve neş'e aradın, keyfin için tuttun tâ buralara geldin..."
Hatırına bir söz geldi: "Rahatını düşünenler yüzünden rahatsızdır bu dünyâ!'
Yusuf'tan işitmişti bu sözü. Çok manidar bulmuş, sahibini de sormuştu. Yusuf
sâdece büyük bir zâta âit olduğunu söylemişti.
"Ben, sen, o...Hepimiz rahatımızı düşünürsek, sonra ne olur hâlimiz? Ve ben
riyakâr Râbia! Ne kadar da alçağım şu hâlimle!.."
İçinden bir başka ses müdahale etti: "Senin değiştireceğin bir şey yok. Tek
başına neyi düzeltebilirsin ki? Bugüne kadar kimseye bir kötülüğün de dokunmadı.
Bırak kötülüğe gömülenler hesablaşsınlar kendi kendileriyle!
İlk ses tekrar öne çıktı: "Buraya dinlenmek için geldiğini söylesen de
inandırabilir misin kendini? Maksadın dinlen-mekse,iki aydır zâten
dinleniyordun. Şayet maksadın başka şeyler ise..." .
"Hayır hayır" dedi Râbia.. "Suçluyum, kendimi sahte mazeretlerle temize
çıkaramam! Vicdanımı nasıl susturabilir, huzur aradığımı iddia ederken, nasıl
kavuşabilirim ona?"
"Sonra malihulyalarla kendini avutup yalancı saadetlerle aldananlardan, son
günlerini de eyvahlarla geçirenlerden olurum."
"Hayır, hayır Allahım! Ben dünyâda da âhirette de huzuru istiyorum. Bana yolumu
göster, Önümü aydınlat Allahım!"
Yattığı yerde kolundaki saate baktı.
"Of nasıl da vakit geçmiş.."
Doğruldu, oturdu. Yüzü ateşten yanıyordu. Sırtı ter içindeydi. Olanları tekrar
yaşamak, aynı hisleri tekrar duymak öfke ve utanç hislerini ayağa kaldırmıştı.
Öfkeleniyordu, masum maskeli canilere... Öfkeleniyordu
255
koyun postu giymiş tilkilere... Öfkeleniyordu, içimizdeki bin-bir suratlara...
Utanıyordu, insanlık adma insan olmaktan ... Utanıyordu, elinden bir şey
gelmemesinden... Ve utanıyordu, içiyle yaşadığı hayatın tezad teşkil etmesinden.
Ayağa kalktı. "Artık yatayım" dedi. Yapacak başka ne işim var ki zâten! Hayâtım;
yemek-içmek, uyumaktan başka bir şey değil... Böyle bir hayâtın, hayvanların
hayâtından da farkı yok!..."
•••
Râbia, Pazartesi günü erkenden kalktı. Akşamdan hazırlığını yapmış, sabaha pek
işi kalmamıştı.
İçinde garib bir heyecan vardı. Sanki ilk okula başlayan bir çocuğun sevinç ve
korkusuna benziyordu hisleri... Hiç tanımadığı insanlarla karşılaşacağı, meçhul
bir yere gideceği zehabindaydı. Şöyle bir kendini yokladı...
"Bu sene neden böyle acaibim?.. Hem büyük bir istek var, hem de hiç gitmek
istemiyorum..." Çok tuhaf, hadi hayırlısı bakalım..."
"Dersler daha bir hafta başlamaz, ama gitmem lâzım. Arkadaşlarımı da özledim..."
Akşam aklına gelen mevzu, zihnini gene meşgul etti...
Kendisi ikinci smıfa başlayacaktı ve okula yeni talebeler gelecekti. Kendi
bölümüne, diğer bölüjnlere, yeni kızlar, yeni erkekler..
En güzel elbiselerinden birini giydi. "Hafif de bir makyaj yapayım" diye
düşündü. Sonra güldü kendi kendine... "Hayâtımda kaç defa makyaj yaptım ki!
Böyle daha tabiî oluyor. Bırak budalalığı, kendini çirkin buluyorsan yap! Hem bu
hâlimle daha sevimli göründüğümden eminim..."
Yürüdü, koridordaki boy aynasında yüzüne, kıyafetine baktı. "Çok güzel, güzele
ne yakışmaz ki" diye mırıldandı.
Odaya döndü, mücevher kutusunu açtı. Hayran hayran bakakaldı. Anİ bir kararla
"boşver, sâde olmalıyım" dedi.
Merdivenlerden ağır ağır indi. Tam salona girerken ağabey iyle karşılaştı.
-Ooo Râbia Hanım, bu ne şıklık! Okula gidiyorsun ha!..
256

- Evet ağbi başlıyor bu gün.


-Hadi hayırlı olsun bakalım.. Haa ben de sana geliyordum. Sabah sabah saç
kurutma makinam bozuldu. Seninkini...
- Yerini biliyorsun ağbi. İstersen ben getireyim.
- Tamam tamam, ben alırım.
Râbia salondan antreye çıktı. Oradaki boy aynasına tekrar baktı. Hafif loşluk
vardı. Işığı açtı, tepeden tırnağa dikkatle süzdü kendisini...
"İlk gün intibaı çok mühim. Yeni gelenlerin hayranlıklarını üzerime çekmeliyim.
Eskilerin hayranlığını da perçinle-meliyim. Birçok yönümle olduğu gibi;
kıyafetimle, güzelliğimle göz doldurmak ne hoş! Parmakla gösterilmek ne tatlı!"
Son bir defa aynaya baktı. Kendi ekseninde döndü. Işığı söndürüp salona geçti.
Mutfaktan gelen çatal-kaşık seslerine daldı. Ayşe Hanım kahvaltıya hazırlık
yapıyordu.
Ağabeyiyle, babasıyla kahvaltı etti.Uzun süren bu kahvaltıda birkaç şaka yaptı,
sofradakileri güldürdü.
Kahvaltı bitince topluca kalktılar. Râbia fazla oyalanmadı. Az sonra babasının,
ağabeyinin ellerim Öptü, vedâlaştı.
Yolda arabayı bir taraftan kullanırken, bir taraftan da . tekrarlıyordu: "Bu
gün tam tokmıl olmalıyım. Her şeyimle mükemmel..."
Yirmi dakika sonra okulundaydı. Arabayı nizamiyeden içeriye soktu. Müsait bir
yer bulup park etti.
*••
Aradan iki gün geçmişti. Açılış merasimi sâde olmuş, okula ısınmaya çalışıyordu
herkes..
Güneşli bir Ekim günü... Talebeler Öğle tatilindeler... Kimi kendi halinde sağda
solda geziniyor, kimi güneşleniyor, kimileri gruplaşmış konuşup şakalaşıyorlar,
kimileri yemekhanede, kantinde öğle Öğününü geçiştirmeye çalışıyor, kimileri
basketbol sahasında maç yapıyor, kimileri kütübhânede şimdiden hızlı bir çalışma
temposuna girmiş, kimileri tahsis edilmiş bodrum katı veya merdiven altında
namazlarını edâ ediyordu.
Râbia'da birkaç arkadaşıyla karşılıklı iki kanepeye otur-
257
muş, hararetle konuşup duruyorlardı. Bu bir konuşmadan ziyâde tartışmayı
andırıyordu. Sona erecek derken, bir iki kişinin müdahalesiyle, aksine
alevlendi...
-Biz senin gibi zengin değiliz kızım, dedi söze ilk karışan... Öyle atıp tutmak
senin için kolay... Biz de güzel giyinmek, güzel görünmek isteriz ama babamızdan
gelen para, devletin verdiği kredi belli.. Sonra kalk, her türlü lüks, bolluk
içinde bize namus dersi ver..
-Peki, bu kadar kişi içinde bir tek gocunan sen misin? Neden kendini müdafaa
ihtiyacı hissediyorsun?
Bunu söyleyen Leylâ idi. Dayanamamıştı..
Kızın yerine, ona yapışık gibi oturan yanındaki cevab verdi:
- Yanlış anlamıyorsam," ortaklık malı" demeye vardırıyorsun lâfı. Onun hangi
şartlarda tahsil gördüğünü çok iyi biliyorum ben!.
Devam edecekti, fakat Leylâ mâni oldu :
- Hayır hayır, ne münâsebet ! O yakıştırmayı sen yapıyorsun. Farkında mısın çok
ağır bir itham bu.. Benim söylemek istediğim, erkeklerle bu kadar içli dışlı
olmak... Hem sık sık değişik erkeklerle, değişik arabalarda gezdiğini hepimiz
biliyoruz.
Beriki cevab verdi: %
- Yâni lüks f.......diyorsun öyle mi? Veya ona buna kısa
süreli metres?..
Sözün muhatabı kız hiç oralı değildi. Lâflar, gıyabında bir başkasına
atfediliyordu sanki..
- Anlaşılan benim erkek arkadaşlarım kıskanılıyor. Kuzum, zenginin malı züğürdün
çenesini yorarmış, boşversene onları!..
Ortaklıkta buz gibi bir hava esti.. Beyinler allak bullak, bakışlar şaşkın,
kimse nasıl tepkide bulanacağına karar veremedi.
Râbia, " böyle bir cevâba gülmek mi, kızmak mı, acımak mı lâzım geldiğini"
düşündü.
"Ne kadar da zavallısın!" der gibi baktı arkadaşına.. Bu ma'nâlı bakış,
karşılıksız kalmadı tabiî.. Yalnız; konuşan, kı-
258
ztn avukatlığını üstlenen arkadaşı idi:
-Ne kötülük var bunda! Dürüstçe birbirlerinden faydalanıyorlar işte.. Alan razı
satan razı, kime ne bunlardan!
- Hem para, elbise, makyaj malzemesi, konfor için arkadaşımın yaptıkları neden
kötü görülsün ki! Herkesin refah içinde yaşamaya hakkı var değil mi? Ve herkesin
hürriyeti var. Hayâtını yaşamaya hakkı var!,, Nihayet patladı Râbia:
- " Hayâtını yaşamak" dediğin şey, hayvanca bir başıboşluk içinde yaşamak mı?
Benim bildiğim; şu hayâtı emânet olarak veren biri var. Emâneti veren alacağı
güne kadar tertemiz saklanmasını istiyor. Bir kadının en kıymetli metâı, iffeti
değil midir? Erkek için de aynı tabiî.. Sen, namusunu şerefini ayaklar altına
alacaksın, hayvanlaşmış erkeklerin süflî arzularının oyuncağı olacaksın, sonra
da hürriyetten bahsedeceksin. Sorarım size: Bu hürriyet midir, yoksa esaret
mi?.. Elini vicdanına koy, öyle cevab ver!
Avukat vazifeli kız aynı sertlikle cevab yetiştirdi. Her ikisinde de en ufak bir
yüz kızarması görülmüyordu:
O emânet hikâyelerini bir tarafa bırakalım lütfen! Bu hayat benim hayahmsa,
kimseye hesab vermeye mecbur değilim!
-Peki sen ilerde bir yuva kurmayacak mısın? Anne olmayacak mısıı 9
-Bir gün o da olur elbet...
-Peki, bir ömür boyu kocanın yüzüne vicdan rahatlığıyla nasıl bakacaksın?
Evlâtlarına ahlâk, fazilet aşılarken, bugünleri hatırlayıp da azab çekmeyecek
misin? Evlâdındaki kötü bir huyu düzeltmeye çabalarken, kendine; "vay alçak vay!
Sen de bir zamanlar bunun kırk beterini yapardın" deyip de rahat edebilecek
misin?..
Leylâ, sözün muhatabı kız ve dördüncü kız hep dinliyorlardı...
Avukat kız, Râbia'nın suallerine cevab yetiştirmekte gecikmedi:
-Kocamın da geçmişinde en az benim kadar tecrübe yaşamaya hakkı var. Çocuklarıma
gelince... Onları da çağlarının
259
kıymet hükümleri terbiye edecektir.
Bunları söylerken çok soğukkanlı, kendinden emindi kız... Fikirlerini çok
mantıklı bulur bir edâ ile söylemişti.
-Tecrübeler ha!.. Her biri derin yara izleri bırakan, rûh sağlığına daıbe \ ran,
duru vicdanları bulandıran tecrübeler.. Ömür boyu birbirine dürüstlük maskesiyle
bakan iğrenç yüzler!..
-Artık son noktaya gelindiğini, böylelerine söylenecek söz kalmadığı..: düşündü
Râbi;ı... Belki de sonradan pişman olacağı şu sözleri söyledi:
- Bak arkadaşım! İstersen okulunu bitirene kadar bütün masraflarını ben
üstleneyim. Gel, gittiğin bu yoldan vazgeç!..
Beriki önce yanlış duymuş (;;bi baktı. Sonra dik dik...Ve içindekini döktü:
- Bana sadaka teklif ediyorsun öyle mi? Sen kendine sakla onları... Yaşamayı
öğrendiğin zaman, bakarsın lâzım olur!
Avukat kızla birlikte gülüştüler.
İş artık ciddî tartışma ortamından çıkmış, alaya dönüşmüştü.
Râbia susmayı tercih ederken, avukat kız "fırsat bu fırsattır" deyip
içindekileri kusmayı sürdürdü:
- Seninki kadar değilse de benim babam da zengin.. Kimseye muhtaç olmadan,
bolluk içinde geçinip gidiyoruz. Mes'ele para olsaydı, en samimî arkadaşıma ben
teklif ederdim. İki saattir lâfmı ediyoruz ya; "hayatını yaşamak", "dünyadan
zevk olmak" onun da benim de hepimizin de hakkı...
- Ha şunu da söyleyeyim... Çekinecek de değilim. Onu kendi erkek
arkadaşlarımdan birkaçıyla tanıştırarak başladı bu işler.. Ama ben ihtiyaç
içinde olduğum için değil, dünyâ nimetlerinden faydalanmak için yapıyorum.
Yaşamak, zevk almak, macera, heyecan, eğlence... Eğer çevrem müsaade etseydi
öyle çılgınlıklar yapardım ki!...
Sana gelince Râbia! Bir fabrikatör çocuğusun. Lâkin zenginliğinin emarelerini
umumiyetle göremiyoruz.. Hele şu tatil hikâyen öyle gülünç ki!.. Kızım sen
kutuplara mı gittin yoksa? Peynir gibi bembeyaz gitmişsin, aynen geri
dönüyorsun!..
Bunları söylerken öyle bir tavır takınmıştı ki, karşısın-
260
dakini ezilecek bir böcek gibi değersiz görüyordu.
- Sizin gibiler eğlenmeyi, para harcamayı nerden bilecekler! Evinizin balkonuna
bile çıkmak utanılacak bir hâldir. Sana baktıkça ninemi hatırlıyorum...
İçi cız etti Râbia'nın.. "Keşke ninen gibilere ben de ben-zeseydim! Ne istersin
o iffet timsâli insanlardan!" diye geçirdi içinden..
Yorulmuştu avukat kız.. Nefes nefeseydi... İçindekileri döktüğü için de zevkten
dört köşe idi. İşte eline şu bulunmaz fırsat geçmiş, uzun zamandır ağzının
payını vermek için fırsat kolladığı okulun en göze batan birkaç kızından birini
kıs-tırmıştı. Ne yapacaktı şimdi, çok merak ediyordu...
İşte yüzünün rengi değişmiş, dudaklarını habire ısırı-yordu. Şu grup içinde
küçük düşecek, mağlûb olacak, rezîl olacak, kendisi de haklı olduğunu isbat
etmiş olacaktı. Sonra da olanları bütün arkadaşlarına bobürlene böbürlene
anlatacaktı.
Râbia çantasını omuz askısından tutup indirdi. Yoksa ağlayacak mıydı? Bütün
gözler ondaydı. Aceleyle çantasını açtı. Düşündü..." Karıştırdı bir müddet
çantayı. Bir küçük defteri çekti aldı. Sayfalarını karıştırdı. Yerinde
kımıldandı, bir defa öksürdü. Gözlerini muhatabına dikti:
- Allah'a inanıyor musun?
- Ne münâsebet, tabiî!..
- O'nun gönderdiği son kitab Kur'an'i Kerîm'e?..
- Ona da inanırım. Nihayet biz de müslümanız değil mi? Bunları söylerken şeytanî
bir tebessüm vardı yüzünde..
- Öyleyse dinle... Arkadaşlar, lütfen siz de can kulağıyla dinleyin!
Kâğıdı sımsıkı tuttu elinde. Hecelerin üstüne bastıra basura konuştu.
Torunlarına nasihat eden bir ihtiyar havasındaydı:
- Ne güzel bir tevafuk. Geçenlerde bir akrabam bize gelmişti. Kur'an mealinden
okuduklarını babam bu kâğıda yazmış. Alıp bu defterin arasına koymuştum. Beni
derin te'sir altına almıştı bu âyetler.. Ne güzel, isabet oldu. Necm
sûresinden bazı âyetler bunlar:
261
"Ey Muhammedi Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünyâ hayâtından başka bir şey
istemeyenlere aldırma."
"Bu onların ulaştıkları bilginin seviyesini gösterir. Doğrusu Rabbin, yolundan
sapmış olanı pek iyi bilir, doğru yolda olanı da çok iyi bilir."
"Gülüyorsunuz... Ağlamıyorsunuz.."
'^Habersiz oyalanmaktasınız."
" Artık secdeye varın, Allah'a kulluk edin."
Ortalığı bir anda mezar sessizliği kaplayıverdi. Hepsi başlarını önlerine
eğmişler, bu ebedî davet ve emirlerden kimbilir ne ma'nâlar çıkarıyorlardı.
Şübhesiz, en çok müteessir ve mütehassis olan Râbia idi. Kendisi de dâhil olmak
üzere, hazır bulunanların hepsini mu-hatab alarak okuması te'siri artırmıştı.
Sâdece o iki kızı muha-tab alarak okusaydı, münakaşa belki kavgaya
dönüşecekti...
Râbia devam eden umumî manzarada, bir ara yan gözle yanındaki Leylâ'ya baktı.
Çehresi allak bullak olmuş, kara kara düşünüyordu.
Şartlar bu noktaya gelmişken faydalanmayı düşündü:
- Müsaadenizle ben kalkayım. Yukarda biraz hazırlık yapıp sonra derse
gireceğim.
Hiç kimseden ses çıkmadı. Yalnız o ana kadar konuş-mayıp hep dinleyen beşinci
kız konuştu:
- Yusuf Serdengeçti ile akrabalığın var mı? Düşündü, ne cevab vereceğini
kestiremedi önce. Gayet
lâkayd bir hâlde:
- Evet, dedi. Amca çocuklarıyız. Peki neden sordun? Sorusu, kızın sorusunda bir
kasıt arar gibiydi.
- Hiç ,merak ettim sâdece.. Geçenlerde kendisini tanıma fırsatım oldu da...
Bunu söylerken son derece gevşemiş hâldeydi. Aynı havayla devam etti:
- Tahmin etmeliydim. Sizin sülâle hep güzellerle dolu galiba?..
Râbia, nasıl karşılık vereceğinde gene kararsızdı. Kızdığını belli etmemeye
çalışarak, sâdece tuhaf tuhaf bakmakla yetindi.Sırtını döndü, âdeta koşar gibi
uzaklaştı.
262
•*•
O hafta sonunda, Pazar günü öğleden sonra Leylâ Rabiaların evindeydi. Sanki onun
için bir araya gelmişler gibi, hemen hafta içinde olan bitenin muhasebesine
başlamışlardı..
Evde aileden kimse yoktu. İzzet Efendi karısıyla birlikte işlerinin başındaydı.
Koca salonda sâdece ikisiydiler..
- O günden beri kafam öyle karışık ki Râbia! Devamlı okuduğun âyetleri
düşünüyorum... Alıyorum oradaki ölçüleri, kendime vuruyorum. Görüyorum ki bir
hiçim ben! Öylesine boş bir ömür ki bugüne kadar geçirdiğim...
- Korkuyorum Râbia şu hâlimle ölmekten! Daha doğrusu ölümden korkuyorum.. Ölümün
sonrasındaki hayat öylesine meçhul ve karanlık ki!.. Şu hâlimle beni kurtaracak
neyim var? Öyle bir boşluktayım ki!..
- Düşünsene; ebedî bir hayat varsa, dünyâdaki hakların alınacağı, hesablarin
görüleceği bir mahkeme mutlaka olmalı.. Orada her şey tam tekmilse; ceza da
mükâfat da var olmalı.
- Çok düşündüm o günden beri. Dünyâ ile âhiret o kadar irtibatlı ki, biri
olmazsa diğerinin hiçbir ma'nâsı yok!
- Sen, ben, hepimiz adım adım,saniye saniye oraya gidiyoruz. Benimse elim boş..
Günâhla haşır neşir bir hayat azı-ğıyla gidiyorum. Deli olmak lâzım Râbia
deli!.. Böyle sonsuz bir yolculuğa azıksız çıkmak için deli olmak lâzım...
-Soruyorum kendi kendime: Ortalıkta başıboş gezen, tımarhanede tedavi görenler
mi yoksa ben mi deliyim?..
- Sonsuzluğu, ebed mefhumunun mâhiyetini hiç düşündün mü, diye beklenmedik bir
sual sordu Râbia..
Leylâ'nın ciddiyeti aniden kayboldu. İsterik bir gülme krizine tutuldu. Neden
sonra sâkinleşti.
- Neden gülüyorsun Leylâ? Ben gayet ciddîyim! Râbia'nın yanına geldi. Alaylı bir
tebessüm vardı yüzünde:
- Bir o eksikti! Bu kadarcık şey beynimi zonklatmaya yetiyor. Yenilerini ilâve
et olmaz mı!
- Deminden beri söylediklerin öyle bir cezbetti ki beni...
263
Ne güzel anlatıyordun. Ama birden...
- Ne yapayım Râbia? Öyle zayıfım ki!.. İnsan olmaya çalışmanın, düşünmenin
faturası çok yüksek.. Benim küçücük beynim, bu yükü nasıl çeker? Korkuyorum
Râbia!..
- Sebebini istersen ben söyleyeyim: Cehalet!.. Senin, benim gibi herkeste bol
bol mevcut... Kopkoyu bir cehalet içindeyiz.
- Neyse mevzu dağılmasın.. Sonsuzluğa dönmek İstiyorum:
~ Çocukluğumdan beri zaman zaman düşünürdüm. Son zamanlarda daha sık
düşünüyorum. Sonsuzluk... Evet sonsuzluk!..
- Hiç düşündün mü; zamanda, mekânda, sayıda, güzellikte, hazda, lezzette, azabda
ve ismini dahi duymadığımız nice mefhumlarda sonsuzluğu!.. Düşünsene; bir
rakamın yanına milyarlarca sıfır koyuyoruz; çok büyük bir sayı ortaya çıkar
değil mi? Sonra, bu büyük sayıyı sonsuzun yanına getiriyoruz. Bir de bakıyoruz
ki...
- Evet bir de bakıyoruz ki sonsuzun yanında hiçe yakın bir sayı var, diye
tamamladı Leylâ.
Râbia evet dercesine başını salladı, devam etti:
- Benim asıl gelmek istediğim nokta şu: Aklımla, beynimle kavramaya, ihata
etmeye çabelıyorum sonsuzu... Gidiyorum gidiyorum bir yere geliyorum, nihayet
bezgin ve yorgun duraklıyorum. Artık öteye geçemiyorum. Yâni sonlu olan akıl
sosuzluğu kavramada âciz kalıyor. Bir noktaya gelip duruyor.
- Sonra; bilip bilmediğimiz her isim ve sıfatıyla sonsuz olan Allah'ın azametini
düşünüyorum. Ve şu cehaletimle; sonsuz bir kudretin,kullarının dünyâ ve âhiret
saadeti için gönderdiği kitabı, kanunları düşünüyorum. Bizim fersah fersah
uzakta yaşadığımız, hattâ kimilerimizin külliyen reddettiği saadet bahşeden
kanunları...
- Yâni engin merhamet sahibi bir yaratıcı, kulları için kanunlar yolluyor,
"bunlara uyun, saadeti yakalayın" diye emrediyor..
- Benim aklım almıyor Leylâ! Düşünsene; hâşâ bu yara-
264
tıcı kullarının kötülüğünü mü istiyor da, insanlar, "hayır, ben senin
hâkimiyetini istemiyorum, akhrrun mahsûlü kanunlar yeter bana!.." diyor.
-Bütün bu hakikatler kendilerini dört bir yana ilân ederlerken bir çoğumuz
öylesine bigâne kalıyoruz ki! Dünyâ ve âhiretin saadet anahtarları önümüzde
dururken,.neden benliğimize kul-köle oluyoruz? O anahtarları elimizin tersiyle
itiyor, "bana yalancı mutluluklar, geçici hayvanı lezzetler daha tatlı geliyor"
diyoruz.. Neden her iki hayâtı da kendimize zindan ediyoruz? Hayat boyunca her
birimiz bin türlü endîşe yaşıyor, hafakanlarla ömrümüzü törpülüyoruz? Neden
aklımızı kullanmak, gerçeğe koşmak dururken aynı aptallıkları defalarca
tekrarlıyoruz?
Durakladı Râbia... "Neden" leri devam ettirecekti belki... Sözünü kesti Leylâ:
- Velhâsıl, bir körebe oyunu oynuyoruz. Sağa sola tosla-dıkça, anlık sevinçlerle
"işte bu aradığım!" diyoruz. Ne yazık ki er veya geç aklandığımızı anlıyoruz. Ve
ızdıraba talim etmeye devam ediyoruz.
- O toslamalarla kaç tanemiz akıllanıyor Leylâ? Gözündeki bağı çıkarıp atacaksın
o kadar!
- Leylâ, itiraf edeyim: "Hadi bazı genç kızlardan çok daha temiz bir hayat
yaşıyorum" diyeyim. İyi de ne kadar farkım var onlardan!? Çok şükür, birçok
değere inanıyorum. Ama fiiliyata geçmeyen sözün, amele aksetmeyen imânın ne
kıymeti var!
- Râbia! însan sonra da huzursuzluk ve suçluluk girdabına kapılıp gidiyor.
Son birkaç gündür bu hisleri Öyle şiddetle yaşıyorum ki!..
- İnsan önce "mücâdele edeyim" diyor. Sonra her şeyiyle teslim oluyor. Zira
"kurtulma imkân ve ihtimâli yok; zâten batmışım zehabına kapılıyor.
- Bak Leylâ! Bir akrabam bir zamanlar çok güzel bir tes-bitte bulunmuştu. O
vakitler hem tasvib etmiş, hem de içimden o akrabama isyan etmiştim. Hattâ
içimden: "Şuna bak şuna! Kendisi birkaç şey yapıyor ya, bizim gibilere nerdeyse
kâfir diyecek" demiştim. Söze kendisini de dâhil ettiğini şim-
265
di şimdi anlıyorum. Şu anda o müthiş ifâdelerin içimde gümbür gümbür
yankılandığını hissediyorum...
- Şöyle demişti akrabam:
"-îmân bir iddiadır. Her iddianın da bir isbatı vardır. Eğer isbat olmazsa,
iddianın iddialık vasfı ortadan kalkar. İmân iddiasının isbatı da her cihetten
dışa akseden ameller iledir. Yoksa hâlimiz; "ben Halep'te ik*.n yirmi arşın
atlardım" diyen adamın gülünç hâline benzer."
"-Hepimiz iddiamızı isbata çalıştığımız nisbette dürüstüz, takdire şayanız. Gene
hepimiz isbatta zaaf gösterdiğimiz, yan çizdiğimiz nisbette yalancıyız;
sürünmeye, azaba lâyıkız..."
- Şimdi tekrar kendime döneyim Leylâ.. Sen sırdaşımsm diye anlatıyorum. İç
dünyâm her ne kadar gizli olsa da, yaşadığım hayâtı az çok sen de bilirsin..
- Ben de birtakım ölçülere vurunca görüyorum ki; yaşadığım, hayvanca bir hayat..
Bu söz üzerine irkildi Leylâ.. Karşısındakini kendine getirmek ister gibiydi:
- Râbia, sen bunları söylersen ben kendime ne diyeyim? Senden kat kat câhilim,
kat kat günahkârım. Lütfen o kadar tevazu gösterme! Hele benim gibi birinin
karşısında...
- Seni takdir etmişimdir hep.. Hiç çekinmeden itiraf edeyim; seni zaman zaman
örnek almışımdır.
Râbia acı acı gülümsedi..
- Tam da örnek alacak adamı buldun ha! Bizim en büyük dertlerimizden biri de bu
değil mi zâten!..
- Yani örnek insan kıtlığı, öyle mi?
- Evet... Hakikî örnekler meydanda görülmeyince biz de sahtelerine bel
bağlıyoruz. Belki "hiç mi yok?" diye soracaksın..¦ Bizzat tanıdığım birkaç kişi
var. Örnek alınacak has insanlar onlar!..
Meraklandı Leylâ:
- Kimlermiş onlar?
- Boşver.. Şimdilik isim vermeye lüzum yok. Hemıonlar-dan o kadar uzaktayım
ki!.. Hele bir tanesi var; ondan çok çok aşağılardayım.
266
- Aşkolsun Rabiâ! Demek söylemiyeceksin..
- Bu, ifşa etmek istemediğin bir sır m: yoksa? Yoksa okuldaki tesettürlü
kızlardan mı bunlar?..
- Boşver diyorum ya.. Belki ilerde söylerim. Belki de hiçbir zaman...
- Baksana Râbia! Kendini bu kadar küçük, aşağılık görmen...
Bütün samimiyeti yüzünden okunuyordu Râbia'nın. Boynunu bükmüş, sesini
alçaltmış, senelerin biriktirdiği kalb ¦ kirlerinden, en içten itiraflarla
arınmak istiyordu. Bir tövbekarın teslimiyeti, mahcubiyeti vardı hâlinde..
- Hayır Leylâ hayır! Tezellül değil bu... Kendime isyanımın haykırışları
bunlar! Birinci Râbia ile ikinci Râbia'nm hesablaşmasi...
- Her insanda vardır ya: Nefs ve rûh... Hep nefsimizin oyuncağı olmuyor muyuz?
Arada bir ruhumuzun feveranları nefsin yaptıklarını çirkin gösteriyor bize.
Fakat benim gibi vicdanı nasır bağlamışlar, hayatta kaç defa yaşarlar böylesi
bir hesablaşmayı!?
- Öyle demler oluyor ki, yalnızken bile muhasebe yapmaktan korkuyorum. Böylesi
itirafları kendi kendime bile yapamıyorum.
- îşte, dostluğumuza güvenerek ilk defa bir başkasına, sana açılıyorum. Tekrar
ediyorum; tezellül değil, doğruları anlatıyorum. Hem, zannetme ki senden üstün
biriyim. Bu sabit fikri de lütfen kafandan sil at.
Hiç ses etmedi Leylâ. Sükûtun herhangi bir karşılıktan daha iyi olacağını
düşünmüştü. Zira ne dersp desin tasvib görmeyeceğini biliyordu artık.
- Yalnız, senin böyle olduğunu bilmezdim Leylâ... Kendini anlatırken, aslında ne
de güzel beni anlatıyordun. Hep kendimi buldum sende... Hiç de boş bir İnsan
değilmişsin.
- Ben de öyle .. Seni tanıdığımı zannederdim. Hisli bir insan olduğunu bilirdim
ama...
- Yazık yazık! Birbirimizi tanıyamamışız. Birbirimizin değişik yönlerini
biliyoruz. Fakat şu yönlerimiz sanki utanılacak şeylermiş gibi hep gizli
kalmış...
267
Kendi hâline acır bir sesle devam etti:
- Bizi bugünkü dünyâ şartlarının getirdiği nokta... Milletimizin içler acısı
ortak hâli... Hayır hayır, bütün insanlığın...
- Düşünüyorum da; ne kadar basit şeylerin endîşesini taşıyoruz içimizde! Asıl
endîşe edilmesi icab edenler hep ihmâl ediliyor. Hattâ ne korkunçtur, kaale
alınmıyor bile! Eski bir şâirin dediği gibi: "Güleriz ağlanacak hâlimize!.."
*••
Öğle yemeğini beraber yedikten sonra Leylâ fazla kalmamış, Râbialardan
ayrılmıştı.
Misafiri gittikten sonra Râbia odasına çıktı. İçinde tuhaf bir kasvet vardı.
Hani insanda sebebsiz kasvetler olur; günlerce te'sirinden kurtulamaz ya, o
cinsten bir kasvet de değildi. Bu hâl tatilden dönüş sabahmdaki nefs
muhasebesinden sonra başlamış, okuldaki o tartışmadan sonra da artmış, içine
çöreklenip kalmıştı.
Zaman zaman içinin daraldığını hissediyordu. Binlerce metre yukarıya çıkmış da
boğulacakmış gibi oluyordu. Hattâ birkaç defa sokakta, evde, okulda öyle bir
halet - ruhiye yaşadı ki; sanki herkes ona bakıyor, bakasken lanetliyor,
birbirlerine göstererek fısıltıyla; "işte bu, işte bu, her kötülüğe sebeb olan
suçlu bu!" dİyorlaı gibi geldi. Herkes onu iç dünyasıyla, niyetleriyle,
fikirleriyle, yaşadığı hayatla tanıyordu sanki!.. O zaman; yürüyorsa,
bakışlarını ayak uçlarına indirip adımlarını sıklaştırıyor, bir yerde
oturuyorsa, önündeki bir işle meşgul görünüp kimsenin yüzüne bakmamaya
çalışıyordu.
"Ne yapsam" diye kararsız kararsız bir müddet gezindi odada.. "En iyisi şöyle
bir öğle uykusuna yatmak" diye düşündü..
Güldü düşündüğü şeye.. "Unuttun mu bugün Pazar.. Saat o'na kadar zâten uyudun.
Amma uyku meraklısısın ha!.."
Kanepeye oturdu, sırtını yasladı. Sonra döndü, boylu boyunca uzandı. Mâzîye
daldı...
Annesi aklına geldi. Şimdi sağ olsa ne kadar yardımcı

olurdu! Gözlen dolu doluydu. "Ah anneciğim, ne kadar muhtacım sana!" diye iç
geçirdi. "O kadar çok oldu ki aramızdan ayrıldığın .. Yüzünü bile tam olarak
hatırlıyamıyorum artık..
Babasını düşündü... "Şimdi ne yapıyordur kimbilir? Gene işlerinin başında bir
oraya bir buraya koşuşturuyordun Son günlerde ne kadar da uzağız birbirimizden!
Ah, şu kibir!...Babayla evlâdının arasına bile ne mesafeler koyuyorsun! Hattâ
düşmanlıklar... Ağbimin ona düşmanlığından sonra, şimdi de bizim aramızda
soğukluk var."
Aklı ağabeyine takıldı... "Şimdilik kimseye zarar vermeden, kendi hâlinde
yaşayıp gidiyor. Çok şükür asabiyetinden eser kalmadı. Aman Allahım, ya
nüksederse eski hastalığı!.. Ah, aklıma bile getirmek istemiyorum!"
"Hep kendi dünyâmda yaşadım bugüne kadar. Evin en küçüğü olduğum için her şeyi
ağabeyimle babamdan bekledim. Beni her zaman lâkayd birisi diye itham ederlerdi.
Onlara göre dünyâ umurumda değil.. Beni tanıdıklarını zannediyorlar, ama
Öylesine farklıyım ki! Bİr insana kırk gün deli derlerse deli olurmuş ya, beni
vurdumduymaz bildikleri için, öyle görünmeyi uygun buldum herhalde..."
"Peki ben onlar için bir şeyler yapamaz mıydım? Hep onlardan beklemekle ne geçti
elimize? Küçüksem,aptal değilim ya... Vakit geçmiş değil. Şu saatten sonra ben
de bir şeyler yapabilirim.."
"Ahlâkın en sağlam mikyası, kendimizi her dâim başkalarının yerine koymaktır. O
zaman yapacağımız haksızlıkların Önüne geçebiliriz."
Yusuf'un sözüydü gene bu...
"Hafızama çivi gibi nasıl da çakılmış" diye hayret etti. Okulda kızlara okuduğu
âyet mealleri yazılı kâğıt da onun di-lindendi.
Okulda kızlarla konuşurken, az önce Leylâ ile konuşurken beyan ettiği
fikirlerin, tesbitlerin kimisini Yusuf'tan duymuştu.
Bir defa daha hayret etti. "Demek bu zamana kadar farkına varamamışım! Ne kadar
tepki göstersem de, şuuraltımda bir yerlere depolamışım."
268
269
"Her biri vakti gelince ortaya çıkıyor. Böyle devam ederse, kimbilir daha neler
ortaya çıkacak?"
Tekrar o sözü düşündü... "Kaçımız karşılıklı münâsebetlerde kendimizi
başkalarının yerine koyabiliyoruz?"
"Bu büyük bir fazilet.. Fazilet nisbetinde de aşılmaz engeller var. Herhalde ilk
ve en büyük şart Allah korkusuna sâhib olmak.. O zaman insan baba, ağbi hakkını,
bütün kulların hakkını görüp gözetir. Kimseyi incitmeyecek hassasiyete kavuşur."
Bir an, son günlerdeki hâlet-i rûhiyesini değerlendirdi...
"Hep dertlerden bahsediyorum- Leylâ da aynı hâlde... Fakat mes'ele devaya
gelince ortada bir şey yok.."
Ardarda "neden yok" sorusunu kendine sordu.
"Bilemiyorum... İşte burada tıkanıp kalıyorum. Ne yapmak lâzım? Nereye gitmek
lâzım? Kimlere müracaat etmeli lâzım? Tek başıma aradıklarımı bulabilir miyim?
Belki... Fakat o kadar zor ki!.."
Bu cevabsız sorulardan sonra ansızın irkildi:
"Aman Allahım! Benim derdimin devası bir fâsid dâire mi yoksa? Bir girdaba
kapılıp dönüp durmak, binbir hafakanla ömrümü tüketmek mi?"
Bir sürü karmaşayı ardarda yaşarken telefon çaldı. Fırladı yerinden, ahizeye
uzandı. Arayan* babasıydı... "Bir iş bağlantısı için acele Ankara'ya gideceğini,
Pazartesi günü akşamı döneceğini" söylüyordu.
Telefonu kapattıktan sonra tekrar gezinmeye başladı... İşte babası gene bir işin
peşinden koşturuyordu. Evin-den,evlâtlarından uzakta...
Tekrar tasalarına döndü... Düşünceler, tezadlar, devasız dertler, dur- durak
bilmeden kafasında resmi geçit yaptı âdeta... Nihayet tekrar babasına geldi
durdu..
"Evet baba, birçok noktada haklıydın! Noksanların olsa da, sana câhil demeye
kimsenin hakkı olamaz. Yusuf'un dediği gibi; senin gibiler ümmî olabilir, fakat
câhil asla!..Câhil benim gibilere denir. Bir türlü karanlıktan kurtulamayanlara,
birkaç naylon ders kitabıyla allâme olduğunu zannedenlere
270
denir."
"Demek ki fukaralık değilmiş bazı kötülüklere yol açan... Zenginlik çok daha
alçaltabiliyormuş..."
" İnsan zenginlikle öyle bir benlik sahibi oluyor ki, yaratıcısına karşı nasıl
da küstahlaşıyor!.."
XXI
Selâmi Bey; sevinçle dolu, yaptığı iş bağlantısından, imzaladığı mukaveleden
memnun, Ankara'dan dönüyordu. İlgili birkaç kişiyi de alarak özel arabasıyla
gitmişler, şimdi geri dönüyorlardı. Vakit ikindiyi çoktan geçmiş, akşama
yaklaşıyordu. Gökte birkaç pamuk yığını bulut vardı. Hava sakindi..
Bir taraftan dışarıyı seyrediyor, tek tük gördüğü, sararmaya yüz tutmuş ağaçlara
gözleri takılıyor, bir taraftan da olan bitenlerin muhakemesini yapıyordu:
"İyi dayattım adamlara ha... Ölmüş eşek arıyorlar canım! Ne yaparlarsa yapsınlar
bizden ucuzunu da bulamazlardı ya.. Bir de şu Balkan ülkelerinden gelenlerle
anlaşsaydık..."
Şoför bütün dikkatini yola vermişti. Arkada oturanlara baktı. Muhasebe müdürü,
pazarlama müdürü, hissedar işçi temsilcisi derin uykulara dalmışlar, iki günlük
koşuşturmanın yorgunluğunu gidermeye çalışıyorlardı.
"Dışarda yemek yemeye mecbur kalmak hiç de iyi değil! Şöyle evime gitsem, gönül
rahatlığıyla yemek yesem... Lokantalar şu katı yağlan kullanmasalar ya .. Ne
idüğü belirsiz... Ne iyi oldu; işyerinde de sıvı yağ kullanılıyor artık Yusuf'un
sayesinde."
Çocukları geldi aklına. "Kİmbilir ikisi de eve gelmişlerdir. Akşam karşılıklı
yemek yiyecekler, biraz sohbet ve çay faslından sonra yalnızlık köşelerine
çekilecekler. Ben ise akşamın ilerleyen saatlerinde eve varacağım, yorgun argın
ertesi güne hazırlanacağım.."
"Yavuz düzeldi çok şükür! Eski hâlinden eser yok.. Hafif bir depresyondu
geçirdiği.. 'Şefkate, yardıma ihtiyacı var' demişti doktor."
"Hep böyle kalsa dünden razıyım ben. Yeter ki bir daha tekrarlamasın.."
273
"Yârabbim! Sen evlâtlarımı musibetlere karşı koru. Onları Sana ve babalarına
karşı itaatkâr eyle. Takılıp kaldıkları hevâ ve heveslerden, gafletten kurtar.
Buhranlarla ebeden yolunu kaybedenlerden eyleme!"
"Allahım! Şu dünyâ şartlarında ne olacağımız meçhul.. Rızkımı bol ve bereketli
eyle. Evlâtlarımı ben öldükten sonra sefîl, perîşan etme! Onlara parlak bir
istikbâl hazırlamamda yardımcı ol... Âhir ömrümde kimselere muhtaç etme beni!"
Bu duayı her zaman etmişti. Şu yaşında şu haliyle aynı duaya devam ettiğini
hayretle müşahede etti.
" Evlâtlarımın mürüvvetlerini görmeyi nasib eyle.."
"Râbia daha düne kadar küçücük bir çocuktu. Bugün koca bir genç kız oldu. Lâkin
artık onun da ruhunda mikroplar var. Cemiyetten, bünyesine düşman kültürlerden
hastalık kapmış. Kimi zaman babasıyla çatışıyor, ona isyan ediyor."
"Yavuz'un dünyâsı kendi içine kapanık.. Râbia'nın dışa dönük isyanları belki çok
daha tehlikeli..."
"Yârabbim! Kızımın iffetini, imânını koru.. Zenginlikle azdırıp saptırma. Küfre
düşürme onu... Yavuz'u da kötülerin kancasından kurtar!"
"Benim gücüm yetmiyor, sözüm geçmiyor evlâtlarıma.. Sen onlara doğruyu görecek
fe^set ve basireti ver Allahım! Sen onları kötü arkadaşlarının, zararlı
hocalarının, dünyânın şerlerinden koru!.." •
•••
Ertesi gün, yorgunluğunu atamamış olmasına rağmen erkenden fabrikaya gitti
Selâmi Bey...
Herkes işinin başında, hummalı çalışma devam ediyordu. Bir ara Nûreddin
Efendi'yi hissedar işçilerin arasında gezinirken gördü. Aradan bir saat geçmişti
ki, memurlar, idareciler de gelip işlerine koyuldular.
Bir çay söyledi kendine.. İçini tarifsiz bir huzurun kapladığını hissetti..
"Ne güzel, herkes canla başla çalışıyor! Arkadaşlığın da ötesinde bir münâsebet
var aramızda.."
Birkaç ay önceki kara günleri hatırladı. İçi titredi. Şük-
274
retti Rabbİne...
"Huzurumuzu bozma, bizi diğer müslümanlara nümûne eyle AHahım! Yayılsın, bütün
cihanı sarsın şu mesâi vasatı..."
"Randıman da kat kat arttı. Herkes hayâtından memnun. Dün bizi vazgeçirmeye
çalışanlar, bugün sırrımızı öğrenmeye çabalıyorlar. Yaptıklarımız Konya'yı aştı,
bütün Türkiye'de duyulmaya başladı. Dostların yüzü gülüyor."
"Sana sonsuz şükürler olsun Allahım! Bizi utandırmadın. Akıbetimizi de
hayreyle.."
" Her şey rayına oturmak üzere. Allah'ın izniyle bundan sonra top yıkamaz bizi.
Yeter ki aramıza kötü niyetliler girmesin.."
"Yârabbim, Nûreddin Efendi ile yiğenim Yusuf'tan sen razı ol! Şu iki mübarek
insan Sen'in büyük bir lütfundu..."
"Birisi manâda, diğeri hem madde hem ma'nâda büyük hizmetler gördüler, görmeye
devam ediyorlar."
Pencereden dışarıya baktı. Yusuf'la Nûreddin Efen-di'nin ağır adımlarla
yürüdüklerini gördü. Birbirlerine hararetli hararetli bir şeyler anlatıyorlardı.
Memnun ve mes'ud başını çevirdi. Yiğenini düşünmeye başladı...
"Yusuf'la şu mes'eleyi konuşmamakla acaba hata mı ediyorum?Üzerinden haftalar
geçti. Sıcağı sıcağına müdahale etmem daha mı iyi olurdu? Mevzuu bir de
Yusuf'tan dinleseydim; fikirlerini hislerini öğrenseydim.Hepsini ihmal ettim.."
"Kızıma karşı hissî alâkası var mı yoksa? Şayet öyle bir şey varsa, kızımdan da
malûm cevabı aldığına göre acı çekecektir. Yazık olacak yiğenime!"
"Ah yârabbim! Yusuf'un damadım olmasını ne kadar isterdim! Ona kayınpeder olmak
benim için ne büyük şeref olacaktı..."
Bir an Yusuf'un son günlerdeki hâlet-i rûhiyesini zihninden geçirdi...
"Hayır hayır hâlinr'^ bir anormallik yok.. Her zamanki mahzun çehreli Yusuf..
Auna onun hüznü ümitsiz bir aşkın hüznünden tamamen farklı.. Her zamanki
hüzün..."
"İyi de Yusuf kızımla neden evlenmek istesin? Kendi
275
dünyâ görüşüne yakın o kadar kız dururken neden onu istesin?"
"Demek ki karşılıksız bir aşk yok ortada.. Mantıkla sınırlan çizilmiş bir
evlenme teklifi..."
"İyi de mantık bunun neresinde? Ne tuhaf mantıktır ki Râbia'yı seçiyor. İslâm'ı
yaşamaya çalışan onca güzel, kültürlü, faziletli, kabiliyetli kız var. Üstelik
ona "evet" demeye can atacak kişiler...
"Of kafam karıştı! Bir cevab bulamıyorum. Çok tuhaf bir iş bu! Belki... Belki
zamana bırakmak en iyisi..."
"Velhâsıl benim budala kızım bulunmaz bir fırsatı, kendisini yola getirecek
birini kaçırmış.."
Masanın sağındaki en üst çekmeceyi çekti. Birkaç evrak çıkardı. Bir saat sonraki
toplantı için son hazırlıklarına başladı.
276
XXII
Günlerden Cum'a idi.Yusuf'un tatil günü...
O haftaki Cum'a namazını Aziziye Camii'nde kılmaya niyet etti. Kuşluk vaktine
kadar evde oyalandı, annesiyle bir ara sohbet etti.
Annesi bir punduna getirip gene bulduğu bir kızdan iz açtı. Yusuf gene
tebessümle yetindi.. " Peki ne zaman yavrum?" sorusuna, "yakında inşaallah"
cevâbını verdi. Nesibe Hanım suratını astı, oğlunun yanından ayrıldı.
Yusuf son sınıfta okurken, Konya'ya her geldiğinde buna benzer teklifleri
almıştı. Şimdi daha da sıklaşmıştı teklifler...
O gün de annesi yanından ayrıldıktan sonra "oh şimdilik kurtuldum, birkaç gün,
belki bir-iki hafta idare ederim bununla!" demekten kendini alamadı.
Kalktı Cum'a namazı için bir gusüi abdesti aldı. Odasına girdi. Sakinleşmek,
saçını kurutmak için bir-müddet oyalandı. Az sonra dışardaydı. Namazdan sonra
Üçler Mezarlı-ğı'na oradan da Mevlâna Türbesi'ne gitmeyi plânladı.
En son kardeşi İsa ile gitmişti. Nedense bir haz duyamamıştı ziyaretten...
Çocukluğundaki, ilk gençlik yıllarındaki lezzeti çok aramıştı. Heyhat yoktu
aradığı lezzet! Üstelik içerisi daha bir ruhsuz, türbeler birer taş yığınından
ibaretmiş gibiydi.
Sonra kardeşinden ayrılmış, Üçler Meezarliğı'na gitmişti. Bir mezarı ziyaret
etmiş, uzun uzun çömelmişti başında. Bir ara gözleri dolup boşalmıştı.
Kalkmış, koca mezarlığın derinliklerine yürümüştü. Bir kuvvet sanki arkadan
itiyor, içine ilham veren bir ses gideceği yeri fısıldıyor gibiydi.
Nihayet gelmiş, bir mezarın başına çökmüştü. O vakit,
277
kendisini bir nûr hâlesinin içine girmiş gibi hissetmişti. Hiç tammadığı-
bilmediği, taşı kaybolmuş bir mezar... İşte aradığı lezzetin kat kat fazlası
vardı burada...
Bütün yol boyunca kardeşine takıldı aklı... Tahsil için İstanbul'a gideli iki
hafta olmuştu.
Nöbeti kardeşine devretmişti. Şimdi tahsil sırası ondaydı. Evini-ocağını, gözü
yaşlı anasını bırakmış, ilim tahsiline gitmişti.
Mektebin verdiklerinin hâricinde gayret edecek, bir gün boşalmak üzere
dolacaktı...
Hasret kokan bir fısıltıyla "Allah muvaffak etsin, seni kendine hizmetkâr
eylesin kardeşim!" dedi.
Camie gelmişti artık. Kalabalığın arasına karıştı. Ortalarda bir yere oturdu.
Osmanlının son devirlerinden yadigâr bu camii iliklerine kadar titreyerek
seyretti.
Vaaz henüz başlamıştı. Sonuna kadar, sanki her bir sözün muhatabı kendisiymiş
gibi haşyet dolu bir haletle dinledi.
Kimi zaman derinden ürperdi, vecd ile doldu taştı. Kimi zaman korku ile kendini
hesaba çekti. Kimi zaman muhabbe-tullah ile gözleri yaşardı. Kimi zaman
mes'uliyetinin ağırlığından iki büklüm kıvrandı.
Vaizin mealini verdiği, sonra d» açıkladığı bir hadisi ilk defa duyuyordu.
Günlerce zihnini meşgul edecek, manevî dünyâsına yepyeni bir buud kazandıracak
ma'nâları hâvi idi hadis:
"Mü'minin yumuşaklığı o kadar ziyâde olur ki, kendisini görünce ahmak
sanırsınız."
Bütün samimîyetiyle ardarda, " o mü'minlerden şu kulunu da eyle yârabbi!" diye
dua etti."
"Zulüm, şiddet ve kandan başka bir şey tanımamış yirminci asır insanlığı ne
kadar da muhtaç mü'minin yumuşaklığına" diye düşündü.
Caddeye taşan muazzam kalabalıkla Cum'a namazı tamamlandı. Namaz güzeldi, fakat
camiden çıkışı çok zamanki gibi buruktu.
Camide tek vücud olmuş saflar... Camiden ayrılırken,
278
tanışık olanlar dışında birbirinin yüzüne bakmayan müslü-manlar...Üstüne üstlük
Cum'a, mü'minlerin bayram günü iken.,.
Burukluğu gönlünü yaka yaka, başı önde yürüdü yürüdü... Nihayet kendini Üçler
Mezarlığı'mn kapısında buldu.
Konya'da olduğu müddetçe her hafta ifa etmeye çalıştığı bir vazifeyi yerine
getirecekti şimdi.
Bu ziyaretlerle, dirilerin dünyâsından ölüler diyarına seyahat etmiş oluyordu.
Dünyâ hayâtının binbir meşgalesi insana çok zaman asıl gayesini
unutturuyordu.Mezarlıkları ziyaret ise Yusuf için bir nevi boşalmak demekti.
Unutma tehlikesini yaşadığı değerleri ruhuna tekrar tekrar ilkah ediyordu bu
ziyaretler... Peygamberi ölçünün kıymetini daha bir derinlikle idrak ediyordu:
"Ölüm en büyük nasihattir!.."
Babasının mektubunda da aynı ifâdeye rastladığından beri daha bir bağlanmıştı bu
itiyadına...
Bu ziyaretler her vakit değişik dersler veriyordu Yusuf'a. Ölüler öyle
hakikatleri haykırıyorlardı ki, mezarlıklardan her çıkışında yeni bir üniversite
bitirmiş gibi olduğunu hissediyordu.
Üçler mezarlığı ise onun için bambaşka ma'nâlar taşıyordu. Haftalık
ziyaretleriyle; bir ömür boyu kurtulamayacağı vicdan azabını hafifletiyordu.
Bu ziyaret, umumî değil hususî bir maksada müteveccihti. Rastgele mezarlıklara
gidip ziyaret etmeyi zâten sürdürüyordu.
Bir suçlu gibi süklüm püklüm, büyük demir kapıyı aralayarak içeriye girdi. Selâm
verdi... Adımları, onu ezberlediği mezara kadar götürdü.
Mahzun çehresiyle bir müddet etraftaki mezar taşlarını seyretti. Gözlerini
Önündeki mezara dikti. Taş kesilmiş gibi kımıldamadan baktı baktı... Kimbilir
neler düşünüyor, içinde hangi volkanlar kaynıyordu?..
Eğilip çömeldi. Ellerini açtı. Dudakları kımıldıyordu. Gözlerini yumdu. Ötelerde
bir şeyleri seyrediyordu sanki.
İçinde çok değişik hislerin ortaya çıktığını keşfetti...
O güne kadar görmediklerini mi görmüştü? Birtakım
279
sırlar, önündeki perdeler sıyrılıp da ortaya mı çıkmıştı?..
Ellerini yüzüne sürerken gözlerini açtı. "înşaallah bunlar şeytanın vesvesesi
değildir" dedi.
Senelerdir taşıdığı azab yükünün bir nebze hafiflediğini, içinin inşiraha
kavuştuğunu hissetti.
Kendisine hayret etti. Bu defa gözyaşları yerine sürür ve rahatlık vardı.
"Hayırdır inşaallah! İki defa gördüğüm rü'yâ hakikat miydi yoksa?"
Ağır ağır ayağa kalktı. Kimseyi uyandırmamak ister gibiydi. Tebessüm ederek
vedâlaştı mezardakiyle. Parmaklarının ucuna basa basa uzaklaştı, mezarlıktan
çıktı.
O hâlet-i rûhiyeyle önünde uzayıp giden geniş caddenin karşısına geçti. Birkaç
dakika sonra Mevlâna Hazretlerinin türbesine varmıştı.
Turizm mevsiminin sona ermesine rağmen avluda birkaç turist de vardı. Cum'a günü
olması sebebiyle, ziyarete gelenlerden geçilmiyordu ortalık. Yerli, yabancı,
misafir, her yaştan insan vardı.
"Daha sakin bir zamanda mı gelsem" diye düşündü.
"Bu kalabalıkta da vardır bir hayır, niyetimi değiştirmeyeyim" kararını verdi.
Kalabalığı İncitmeden yardı,«girdi içeriye. Girişte, hemen sağda duran heybetli,
bir o kadar da mütevazi sandukalara nazarlarını atfetti önce... Karşılarına
geçti, uzun uzun baktı baktı... Kimbilir içinden neler geçiriyordu?
Aşk sultanı Hazreti Mevlâna'nın sandukasının tam karşısına geçti. Dakikalarca
karşısında dikildi durdu.
Hayır, gene o hisler!.. İçerde gezinenlerin çorap kokuları, vücûdunun yarısı
kapalı birkaç kadınm-kızm parfüm kokuları...
Yusuf kendinden şübhe etti: "Acaba ben mi yanıhyo-rum? Şu mezarlarda sanki hiç
kimse yok... Her gün gelen şu kadar insan!.."
Geriye döndü hemen. Âdeta ezberlediği diğer kısımlara hiç gitmeden, içerideki
kalabalığı yararak kendisini dışarı attı.
280
Avluda boş bulduğu bir yerde sırtını duvara yasladı, Başını önüne eğdi,
gözlerini yumdu. "Acaba tekrar Üçler Me-zarlığı'na mı gitsem" diye düşündü.
Hayır; geçen sefer onu sürükleyen ses de yoktu şimdi içinde...
Açtı gözlerini, ürkek ürkek insanları seyretti.
Gözleri kalabalıkta bir dâire çizdikten sonra önüne indi. Tanıdık kimse yoktu.
Tekrar başını kaldırdı. Tam karşısında bir turist, bir cep defterine ayaküstü
bir şeyler yazıyordu. Bir müddet adamı seyretti. Beriki bütün dikkatini
elindekine vermiş, etrafıyla hiç ilgilenmiyordu.Bir ara durdu, kalemi şakağına
dayadı. / Tekrar yazmaya başladı. Başını yeniden kaldırdığında Yusuf'la göz göze
geldi. Bakıştılar... Adam tekrar işine koyuldu. Yusuf birkaç adım attı, turiste
yaklaştı. Karşısındaki de kendisine doğru yürümüştü. Tereddütlü bir hâli vardı.
Yanı-başında bir müddet dikildi Yusuf.. Yazdıklarını bitirmesini bekledi.
Nihayet defteri kapattı yabancı. Başını kaldırdı, az Önceki adama tekrar bakayım
derken Yusuf'la âdeta burun buruna geldi.
Fırsatı kaçırmadı Yusuf-. İngilizce selâm verdi. Turist gülümseyerek selâmına
karşılık verdi.
Gene İngilizce, tâbiiyetini, milletini sordu.
- îngilizim.. Fakat ailemle birlikte yıllardır İtalya'dayız..
- Türkiye'ye ve Konya'ya hoşgeldiniz.. Bunu söylerken tokalaşmak üzere elini
uzattı.
Yirmi üç- yirmi beş yaşlarında gösteren turist gayet memnun, elini uzattı.
- Hoşbulduk, teşekkür ederim..
- Münâsib görürseniz size yardımcı olmak istiyorum. Genç adam Yusuf'u tepeden
tırnağa süzdü... Hüzün dolu masum çehresine dikkatle baktı.
İçinden bir ses, "bu adamdan sana zarar gelmez" demiş gibi gayet rahat:
- Tabiî, çok memnun olurum! Hakikaten bana rehberlik edecek birine ihtiyacım
var. Geldiğimden beri biraz buruk, yabancılığımın acısını yaşıyordum.
281
- Konya'dan başka yerlere gittiniz mi?
- Benim asıl maksadım Konya'ya gelmekti.. Bir hafta İstanbul'da kaldım. Son bir
haftadır da Konya'dayım.
- Türkçe biliyor musunuz?
- Biliyorum, fakat sizin İngilizceniz kadar iyi değil..
- O halde İngilizce konuşalım..
- Tabiî, iyi olur...
- Hâlen Roma Üniversitesi Türkoloji Bölümü'nde okuyorum. Son sınıftayım.
Bitirme tezi mevzuu Me\iâna Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevîlik...
Üniversitenin bursuyla Konya'ya geldim. Beş haftalığına yolladılar beni..
Aslında kısa bir zaman ama...
- İstanbul'da birkaç gün araştırma yaptım. Buraya gelir gelmez Selçuk
Üniversitesi ile irtibat kurdum. Kitabî olmasına rağmen o bilgilere de ihtiyaç
var şübhesiz. Ele geçirdiğim kaynakların fotokopisini çektirdim. Kaynak aramaya
devam ediyorum. Asıl çalışmama döndükten sonra başlayacağım..
- Yalnız bana asıl lâzım olan mevzuun ruhu.. İşte onun için gidebileceğim her
yere gitmek istiyorum. En ufak bir teferruatı bile not etmeye çalışıyorum..
Yusuf hayran kalmıştı bu zihniyete. Senelerdir madde boyutlarını aşamamış, son
derece donuk ve soğuk kalmış, ruhsuz yerli ilim adamlarıyla mukaye^ etti..."
Böylesi tek kanatlı ilim kuşu başkalarına fayda temini bir tarafa, kendini
kurtaramazdı ki!"
- Peki aradığınızı bulabildiniz mi?
- Maalesef henüz bulamadım. İşte böyle yerlerdeki kırıntılarla avunup
duruyorum. Ve merak ediyorum; acaba ki-tablarda okuduklarımdan hiç eser kalmamış
mı?..
- Artık bulacağımı da zannetmiyorum. Bir karamsarlık çöktü içime.. Anhyamıyorum
bir türlü; bu kadar teferruatlı ve sağlam bir yolun takibçİleri bugün nasıl
tükenebilir?!
- Bu kanaatte olduğunuza göre, olması gerekenleri de biliyorsunuz demek ki!
- Ben zannetmiştim ki sokakta dahi bu kişilere rastlayabilirim. Hayret ettim;
müslüman bir memlekette adım başı meyhane, kumarhane var. Su gibi içki
tüketiliyor. Bakkalları-
282
nızda dahi içki satılır olmuş. Lüks otelleriniz fuhuş yuvası Sokaklarınızın
bizimkilerden farkı yok. Konya biraz daha farklı, o kadar..
- Asıl olması gerekenler yok!..
- Öyle bir hayâl kırıklığına uğradım ki! Bizdeki her türlü menfi hâl sizde de
mevcud. Ben ise ise tersini ümid ediyordum. Benim ve birçok Hıristiyan'ın
kurtulmaya çalıştığı kötülükler var sizde!
- Belki menfi evsâfınız bizden kat kat geri. Azıtıp şirâzeden çıkanlarınız çok
az belki.. Fakat bizim yaşadığımız hayâta gıpta edip, bize benzemeye çalışanlar
haddinden fazla... Birçok yönünüz bizim aynımız...
Adam birden durakladı. Aşırıya gittiğine kanaat getirmiş olacak ki:
- Özür dilerim... Böyle ayaküstü, sakatlıklardan bahsetmek istemezdim. Fakat...
- Anlıyorum sizi.. Hayır, hiç çekinmeyin. Yerden göğe kadar haklısınız. Acı da
olsa bunlar hakikat..
Turist rahatlamıştı. Öyle ya, damdan düşer gibi anlattıklarıyla muhatabını
kızdırmak da vardı.
Yusuf'un hayranlığı daha da artmıştı. Câhil birisi değildi karşısındaki. Demek
ki incelemiş-araştırmış akıl yoluyla bir takım hakikat kırıntılarına kavuşmuştu.
Anlatılanlar, bir ismi tedai ettirdi Yusuf'a..
- Profesör Anna Masala hiç dersinize geldi mi? Bu ismi duyunca berikinin gözleri
parladı..
- Tabiî tabiî.. Geçen sene geldi, bu sene de geliyor. Tanıyor musunuz kendisini?
- Belki bilirsiniz.. Her sene Aralık ayında Konya'da Mevlâna'yı anma
ihtifalleri olur. Kendisi de kimi seneler teşrif eder. Bundan dört sene evvel
bir konferansını takib etmek na-sib olmuştu.
- Hoş, ben de deminden beri düşünüyordum. Bunca bilgiyi ve basireti nerden
kazanmışsınız diye.. Öyle saygıdeğer bir hanımefendinin size kazandırdığı şeyler
olmalı...
- Evet, dedi sevinçle.. Hem de çok... Dersler hâricinde de
283
Çok istifâde ettim kendisinden.
Artık havaya girmişlerdi. Nihayet adını sormayı akıl etti Yusuf:
- Adım Charles Carpenter..
- Benimki de Yusuf Serdengeçti.
- Yahudi bir tanıdığım vardı. İsmi Jozef'ti. Dikkat ettim de sesler nasıl da
yakm birbirine...
- İsimlerin ses olarak benzeşmesi her iki dinin aynı kaynağa, yakın lisanlara
dayandığını gösteriyor. Böyle birçok isim var. Bilhassa peygamber isimieri...
-Ne yazık ki Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi hevâ ve heveslerine göre birçok
şeyi tahrif etmişler...
- Ben koyu bir Katolik ailenin çocuğuyum. Babam ve annem dindar insanlardır.
Daha rahat yaşayacaklarını umdukları için vaktinde İtalya'ya gitmeye karar
vermişler. Lâkin aradıklarını hâlâ bulmuş değiller..
- Nasıl bulsunlar ki; tahrif edilmiş dinimizde akla, mantığa, vicdana ters gelen
bir sürü saçmalık var...
- Sizin aydınlarınızdan birçoğu Müslümanlıktan utanıyor. Nedendir bilmiyorum...
Sâdece tahmin ettiğim bîr şey var: Bizim câzibedâr hayâtımız gözlerini
kamaştırmış onların.. Ve aşağılık kompleksi içindeler..
- Ben ise her zaman Hıristiyanlığımdan utanıyorum. İsyan ediyorum bazen..
"Böyle olmamalı" diyorum "Benim hayatım daha değişik olmalı, insanlar bunca boş
işlerle uğraşmamalı" diyorum.
- Ne yazık ki bugün Batı, büyük ölçüde, tahrif edilmiş dinlerini de bırakmış,
çeşit çeşit "-izm" lerle avunuyor..
Senelerdir bu eksikliği içimde yaşadım. Ailem donmuş kalıplar içinde yaşadığı
için olsa gerek, mutsuzluklarından, cemiyetin korkunç gidişatından pek haberdâr
değildi..
-Araştırdıkça, akıl yoluyla bazı doğruları buldukça, yaşadığımız hayatın, dünyâ
görüşümüzün birçok noktada herzelerle, ma'nâsızlıklarla, tenakuzlarla dolu
olduğunu gördüm.
Sözün burasında Yusuf bütün yumuşaklığını dilinde toplayarak sordu:
284
- Peki İslâm'ı ne kadar araştırdınız? İslâm hakkında ne gibi malûmatınız var?
Biraz düşündü Charles... Geçmiş hayatını, okuduğu ki-tabları, tecrübelerini
zihninden şöyle bir geçirdi...
Birkaç kitab okudum. Onlar da Avrupalı müsteşriklerin eserleri.. Ne kadar
seviyelidirler bilemem. Belki de tarafgir yazmışlardır. Bence maksatlarını da
öğrenmek lâzım. Fakat bunu hususî olarak araştıracak bilgi seviyesine sâhib
değilim..
- Uzaktan tanıdığım birkaç müslüman var.. Yalnız, onlarla oturup konuşmuşluğum
yok.. Okuduklarım da İslâm'ı sâdece birkaç yönüyle inceliyordu. Haliyle çok
eksik kalacaktır böylesi...
- Velhâsıl; bir bütün hâlinde, sizden tercüme edilmiş eserlere ulaşamadım.
.Yâni kaynakların berraklığından çok uzağım.
- Kur'an'ı hiç okudunuz mu?
- Hayır... Duyduklarım da bir kaç âyet mealinden öteye geçmez...
Bunu söylerken ümitsiz bir ifâde vardı çehresinde..
- Sizin anlryacağıniz; hiçbir şey tatmin etmiyor beni..
- Anadolu'nun, topyekûn İslâm dünyâsının manzarası da anlattıklarınızdan pek
farklı değil. Onlar da senelerdir, hattâ iki üç asırdır köklerinden
uzaklaştıkları için sizin hâlinizin benzerini yaşıyorlar. Öz kaynaklara
ulaşamadıkları için, ulaştırılmadıkları için, boyunlarını büküp zelil hâllerine
razı oluyorlar.
-İslâm'ı unutan müslümanlar ve onun nurundan mahrum bütün insanlık ferden ve
içtimâen zillet halinde yaşayıp kıvranıyor.. Tâ ki aradığı İslâm nuruna
kavuşuncaya kadar bu böyle devam edecek.
Bu son sözlerle Charles'in yüzü aydınlandı. Gözlerinin içi gülüyordu:
- Ben de her zaman; "faziletlerin bitmesi, ilâhî reçetenin özünün kaybolması
mümkün olamaz, muhakkak bir çıkar yol olmalı" diye düşünürdüm.
- Hiçbir zaman, insanların sunduğu reçetelerin fayda vereceğine inanmadım. Zira
onlar da fânî, âciz ve güç itibariyle
285
sınırlı... Bu reçeteyi hangi şahıs veya hangi zümre arzediyor-sa, an gelecek
nalıncı keseri gibi kendine yontacak.. Huzur diye sundukları, insanları kaostan
kaosa sürükleyecek...
- İşte şu asırda görüyoruz; her türlü sapıklık cereyanı zirvede.. Batı'da
insanlar, reçete diye öyle acaib şeylere sarılıyor ki...
- Elimde öyle istatistikler var ki!.. Vakit olsa da ibret için anlatabilsem...
Duyduğunuzda hayrete düşeceğiniz, dudaklarınızı uçuklatacak, sizi iğrendirecek
nice şeyler...
- Evet... Muhakkak çıkar bir yol olmalı diyorum. Eğer yok ise, şu dünyânın da
bir manâsı olamaz.
- Ne güzel, yüreğime su serptiniz.. Ümit bahşettiniz. Çok teşekkür ederim size
çok!..
Yusuf'un yüzü kızarmıştı. Charles çözemediği bu hâle bir ma'nâ veremedi.
Bir müddet etrafı seyretti. Nihayet ayrılmak üzere müsaade istedi:
- Sizi tanımaktan bahtiyarım. Değişik bir müslümansı-nız. Şu kadarcık
sohbetimiz bir fikir verdi bana." Nerden çıktı bu kanaatiniz" diye sormayın.
Kelimelere sığmıyor hissettiklerim... Anlıyamıyorum ama bir şeyler seziyorum, o
kadar...
- Ne yazık ki şimdi ayrılmam gerekiyor. Otelime dönmem lâzım.. Bir telefon
görüşmesi ^tapacağım. Sizinle başka zamanlarda da görüşme imkânımız olursa çok
memnun olurum!
Gizli bir yalvarış vardı sanki sesinde..
- Buna hiç lüzum yok, dedi Yusuf gülerek..
Beriki anlıyamadı,şaşaladı. Karşısındaki hem gülüyor hem de "lüzum yok" diyordu.
- Doğru ya. Sizin de işiniz gücünüz var. Zamanınızı bana ayıramazsınız ki!
- Hayır, dedi Yusuf. Durum iz"ah edeyim..
- Sizi evime davet ediyorum. Misafirim olacaksınız. Memleketinize dönene kadar,
misafirim olmanızı istirham ediyorum.
Charles şaşkındı, "Acaba benimle alay mı ediyor" diye
286
düşünmeden edemedi. Bütün ciddiyetiyle sordu:
- Ama nasıl olur? Size zahmet vereceğim, bir sürü yük
olacağım.
Sesi yumuşacık, fakat âmirâneydi Yusuf'un:
- Başımın üstünde yeriniz var. Geleceksiniz, misafirim olacaksınız, o kadar...
- Şimdi lütfen gidin, işlerinizi halledin. Ne zaman müsait olurum derseniz, o
zaman gelip otelinizden sizi alırım..
Charles biraz düşündükten sonra:
- Pekâlâ akşam yedi sularında hazır olurum... Tokalaşıp ayrıldı. Kalabalığın
arasına karışıp gözden
kayboldu...
Yusuf, içi sevinç dolu, geriye döndü. Az Önceki yerine yürüdü. Yerinde sırtını
duvara dayamış biri vardı. Duvarın biraz sağında boşluk buldu.
îçeriye girdiğinde tereddüde düştüğü ânı hatırladı. Şimdi işin akışı değişmişti.
Yaslanıp, şu turiste tevâfuk etmesinin hikmetini çözmeye çalıştı.
Ona göre; en basit hâdiselerde dahi hikmet aramak basiretli mü'minlerin şiarı
olmalıydı.
Zira, hikmet arayışı yepyeni hakikatlere kapı aralıyordu. İnsana hiç
bilmediklerini öğretiyor, kütübhâneler devirse alamıyacağı dersleri veriyordu.
Ve akıl sahibi, irâde sahibi, idrak sahibi insan bir noktaya kadar geliyor; aynı
hatalara düşmeme ferasetini kazanıyor, kâinatın dilini anlamaya başlıyor, eşya
ve hâdiselere bambaşka bir gözle bakıyor, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin
veciz ifadeleriyle hislerini âbideleştiriyordu:
Hakk serleri hayreyler Zannetme ki gayreyler Arif anı seyreyler Mevlâ görelim
neyler Neyîerse güzel eyler
"Beni de o ariflerden eyle Allahım! Sen bu tanışmayı hayırlara vesile eyle..."
Bu duayı ardarda ardarda tekrarladı...
287
Başını önüne eğdi. Kimbüir daha neler geçiriyordu gönlünden...
- Daldığı âlem, pek fazla meşgul edemedi kendisini..Bir sesle İrkildi. Boş
gözlerle etrafına bakındı. Kendisine seslenmişler gibiydi. Dikkatini toplayıp
kalabalığı taradı tekrar... İki üç adım sağında tekrar aynı sesi duydu. "Yusuf
ağbi!" diyen bir kız sesiydi bu. Âni bir hareketle başını çevirdi. Gülümseyerek
bir kız bakıyordu kendisine. Bir tanıdık mı diye bakarken yanma yaklaştı, tam
karşısında durdu.
Birbirlerinin yüzüne utana sıkıla baktılar...
Kız, basma şöyle böyle bir örtü geçirmiş, saçları alnına taşmıştı. Yusuf,başını
örtmeye çalışmış bu kızı gözlerinden tanımakta gecikmedi.
- Azra!.. Sensin ha.. Ne geziyorsun buralarda?
- Evet benim Yusuf ağbi.. Burayı bir ziyaret edeyim dedim. Şaşırdın galiba..
Beni...
- Evet ya, seni İstanbul'da zannediyordum. Dur bakayım.. Bu sene üçüncü sınıfta
olman lâzımdı, öyle değil mi? Hayırdır Azra, okullar açık... Kendi kendine izin
mi verdin yoksa?
- Hayır Yusuf ağbi, okulu bıraktım. Artık gitmeyeceğim..
- Ne demek bu? Bunca senelik emeğini...
- Emeğimi hiç düşünmüyorum. Me icab ediyorsa onu yaptım.
- Peki sebeb ne?..
- Sana vaktinde bir iki defa çıtlatmıştım ya.. Aile mes'e-leleri işte! Annem,
hele babam, liseyi bitirmemi kâfi sayıyorlardı. Beni ta İstanbul'a tek başıma
yollamaya gönülleri razı olmuyordu. Sen de biliyorsun; üvey ağbilerim var..
Eskiden beri hiç yoktan vara yoğa müdahale ederler. Her şeye muhalefet ederler.
Bilmiyorum; belki de tabiî şeyler bunlar..
- Her ne ise.. Ben de artık kuru gürültüye pabuç bırakmıyorum ya! Eskiden her
şeye sabreder, boyun eğerdim. Artık sâdece evde değil, iş hayâtında da hakkımı
yedirmiyorum kimseye...
Yusuf, bir taraftan dinliyor, bir taraftan da tedirgin tedir-
288
gin etrafına bakmıyordu. Olur ya, bir tanıdık görür de, şu ayaküstü konuşmayı
bile yanlış yorumlayabilirdi. Belki de fesat bir kalble her türlü sû-i zanda
bulunurdu.
"Mü'min" kelimesi bünyesinde de taşıdığı gibi bütün mü'minlere "emin" ma'nâsını
hamletmeliydi. Her tarafa öyle bir anlayış hâkim olmalıydı ki; mü'min ve
müslüman denilince, dost-düşman herkesin aklma "emin, doğru, dürüst" insan
gelmeliydi.
Ve müslüman, diğer insanların sû-i zannına sebebiyet verecek her türlü
hareketten kaçınmalıydı.
Yusuf'un tedirgin hâlini farkeden Azra konuşmasını kesti. Dikkati muhatabının
ara ara etrafa göz atışma takıldı.
Yusuf mahcub bakışlarını tekrar çevirdiğinde, Azra'nın ma'nâlı bakışlarıyla
karşılaştı. İkisi de aynı şeyleri düşünüyorlardı...
Hayâtında tanıdığı açık kalbli birkaç kişiden birisiydi Azra.. Ona "keşke
hepimiz onun kadar açık yürekli olabilsey-dik" diye gıpta etmişti her zaman..
Azra, açık konuşmasıyla, Yusuf'u yanıltmadı.
- Yusuf ağbi, seni rahatsız ettiğimi biliyorum. İstersen şu ayaküstü konuşmayı
keselim hemen... Kusura bakma, bunu düşünmeliydim!. Benim yüzümden...
- Hayır hayır... Şimdilik öyle birileri yok.
- Yoo ben gene de...
- Bak samimî söylüyorum. Tehlikeli bir ortam yok. Sonra yalnız kalmış, başbaşa
değiliz ki!
Birden aklına geldi Yusuf'un.. "Tüh, nasıl da düşünemedim!" diye hayıflandı.
"Aynı hâlden o da tedirgin olabilir."
- Fakat senin için mahzuru alabilir! Kızcağız acı acı tebessüm etti:
- Sana ve sevdâlısı olduğunr dâvaya bir zarar gelmesin de gerisi mühim değil..
Benim için...
- Evet, benim için hiç mühim değil! Yapmadığım şeylerin yapmışım gibi dillerde
dolaşmasına Öylesine alıştım ki! Hem ne olacak?.. Senin gibi biriyle konuşmam
benim için ancak şeref olur! Bırakalım zavallı böcekleri, başkalarıyla uğ-
289
raşsmlar!..
Azra durdu durdu:
- Yusuf ağbi, içeri girdin mi? Yoksa dönüyor muydun?
- Geri dönüyordum. Bir turistle tanıştım, biraz sohbet ettik. Sen bana
seslendiğinde hâlâ sohbetin havasındaydım.
- Yâni bir turist belki de karşılaşmamıza vesile oldu.
- Evet, hayırdır inşaallah!
- Bu günlerde ne yapıyorsun Azra?
- Yaz başında okulumu bırakıp çalışmaya karar verdim. Karapınar'a döndükten
sonra, sâdece iki hafta boş kalıp dinlenebildim. Şimdiki işime de o zaman
başladım.
- Dün patrondan izin almıştım. İki gündür izinliyim. "İyi olmadığımı, kafamı
dinlemeye ihtiyacım olduğunu" söyledim. Sağolsun anlayış gösterdi.
- Dün evden hiç çıkmadım. Bu gün de içimdeki kasveti belki biraz atarım diye
buralara geldim.
- Buraya gelince kendimi daha güçlü hissediyorum, Rahatlıyorum.
- Şu yığın yığın insanları gördükçe bambaşka bir huzura garkoluyorum. Belki
tuhaf gelecek ama şu avlu kapısından girince, kendimi emniyette hissediyorum.
Dışarıdaki iğrençliklerden, aşağının aşağısı insanlardan kurtulduğumu
hissediyorum. Canım hiç ayrılmak istemiyor. Dışarıya çıkar-sam, sanki şu şehir
beni yutacak, değirmen taşı gibi öğütecek zannediyorum. Burada çirkinliklerden
uzak, kimseden zarar görmeyeceğim hissini yaşıyorum hep...
"Demek her şey o kadar kötü görünüyor ha!" diye düşünmeden edemedi Yusuf..
- Ne diyeyim bilmiyorum. Bazen kendimden şübhe ediyorum. "Hakikaten her şey
karanlık mı, yoksa bana mı öyle geliyor" diye... Sonra tekrar tekrar bakıyorum
etrafıma. Her şey dehşet veriyor insana.. Her şey iğrenç. Çıkar bir yol var mı
diye bakıyorum. Hayır... Her şey kaostan ibaret!
Azra'yı Yusuf'un müdahalesi susturdu.
- Gönül arzu ederdi ki geçen zaman zarfında daha bir iyimser olasın. Bilakis
daha bir karamsar olmuşsun Azra. İn-
290
şaallah mücâdele gücünü de kaybetmemişsindir. Zira, seni hâdiselerin üstüne
üstüne giden birisi olarak taımiştım. Daha da güçlenmeni, hayatın şartlan
karşısında eğilip bükülüp kı-rılmamamı isterdim.
Gözleri boş boş bir noktaya takıldı Azra'nın.. Sesi titrek, hıçkırıklarını
tutamıyacak gibiydi:
- Heyhat, geçen zaman bende birçok şeyi öldürdü, bir çoğunu da diriltti! İnsaf
merhamet hislerim öyle bir törpülendi ki!..
- Ama çok şükür.. Senin temennin gibi mücâdele ruhum daha bir güçlendi.
Mağlûbiyeti kabul etmedim. Fakat...
!!!
- Fakat ne kadar dayanabileceğim, bilemiyorum. Tek başıma o kadar zor ki!...
Yardımcılar değil, bir tek yardımcı olsaydı çok şey değişirdi.
- Dünyâda iyiler de var şübhesiz.. Senin gibi fazilet yüklü, muhterem insanlar
da var,, Bazen kendi kendime şöyle diyorum: "Kötüler hep benim başıma mı
tebelleş oluyor?"
- Beni hâriçte tut lütfen, dedi Yusuf..
- Evet Yusuf ağbi .. Zaman çok şeyi değiştirdi. Eski Azra yok artık! Bir sene
oldu ki görüşmüyoruz..
- Bir sene Öncesinin gülen, dünyâdan kâm almaya çalışan, hiçbir şeyi umursamayan
Azra'sı yok artık!
- Senden birkar defa işittiğim bir tesbiti hiç unutmuyorum Yusuf ağbi! "Izdırab
çekmemiş olmak büyük ızdırabdır.' Izdırab; insanı yücelten, çok büyük mesafeler
kat'ettiren, kemâle erdiren en büyük âmildir. Gülmeyi, rahatı, menfaati kıble
edinenlerin kendilerine dahi faydaları, insanlığa verebilecekleri hiçbir şey
yoktur."
- O zaman gülüp geçmiştim böylesi bir felsefeye... Zira saçma ve budalaca
gelmişti bana. Fakut geçen şu kadarcık zaman seni haklı çıkardı. O zaman
ızdırabdan neyi kasdettiğini bile anlryamamıştım. Ve artık ben de diyorum ki;
"acı çekmeyen insan bir hiçtir!" Bu noktada peygamberler zirveyi tutuyorlar.
- Bilmem yanılıyor muyum? '
291
- Haklısın Azra! Yerden göğe kadar haklısın...
- Zaman hakikaten çok şeyi değiştirmiş. Başka bir hüviyete bürünmüşsün.
Hayattan kopmaman ise...
- Evet... Çektiğim acılar, yaşadığım tecrübeler, beni içtimaî hayata daha bir
bağladı. İnanır mısın, kendimi vahşi hayvanlar gibi hissediyorum. Başladığım bir
mücâdeleyi, ölümüne devam ettirme gücünü kazanıyorum.
- İnsanlar arasında büyüyüp de dağa salınmış bir kurdun acizliği, uyuşukluğu,
acemiliği bende hızla kayboluyor. Mücâdele, inatla mukavemet etme, günbegün
pişiriyor beni...
- Şahsıma, bilhassa başkalarına yapılan haksızlıklara ânında müdahale ediyorum.
Elimden gelirse elimle, dilimden gelirse dilimle bertaraf etmeye çalışıyorum
gördüğüm menfi hâlleri..
Yusuf sevinç doluydu:
- Şartlar ne olursa olsun, yıkılrnamana çok sevindim Azra.. Bir köşeye çekilip
pasif bir hayat yaşamak, her şeye boyun eğmek, sâdece biyolojik bir hayattan
öteye götüremez bizi., înşaallah bütün arzularına kavuşursun!
Tekrar yüzüne gölgeler çöktü. Bakışları değişti Az-ra'nın :
- İşte o noktaya gelince duraklıyorum.. Bir türlü ümitvar olamıyorum. Hani
bahsederdin ya; "ferden ve içtimâen İslâm'ı hayâtımızın her safhasına hâkim
kılmadıkça, Kur'an ve imân kalblerde habse mahkûm edildikçe, aradığımız huzuru
asla bulamayacağız.."
- Ben daha kendimle mücâdelemi kazanamamışım, her dâim tenakuzları yaşıyorum..
İçimle dışım bir değil.. Olmak istediğim gibi değilim ve olamıyorum...
- Üstelik çevrem beni ıslah edecekken, beni baştan çıkarmaya çabalıyorsa,
dalalete sevketmeyi kendisine vazife addediyorsa nasıl başaracağım bunu?..
- Bana göre; fertlerin tek tek ıslahı ve terbiyesi, devlet diye bel
bağladığımız, mukaddes bildiğimiz müessesenin işi...
~ O devlet ki; canı, malı, namusu, aklı, nesli korumak baş vazifesiyken, bazı
melanetleri âdeta teşvik ediyor. Neticede kudsiyet vasfmı kaybediyor.. Üstüne
üstlük, yapılan
292
saldırıya karşı kendini savunmaya kalktığında sanık sandalyesine sen
oturtuluyorsun. Bunların neler olduğunu sen benden çok daha iyi bilirsin Yusuf
ağbi.. Tek tek bahsetmeye lüzum yok. Hem hangi birini anlatayım ki!
Biraz durdu, nefeslendi. Konuşup konuşmamakta kararsızdı. İçindekileri boşaltma
arzusu bu kararsızlığa son verdi:
- Hele bir mes'ele var; kanuna öyle dokunuyor ki!..
- Mukaddes bildiğimiz devlet, bir Ermeni patroniçeyi senenin vergi rekortmeni
olarak mükâfatlandırıyor. Hatırlarsın, geçen sene de aynı şey olmuştu.
- Bir genç kız olaraK şunu söylerken bile hicab duyuyorum! Ama yediremiyorum
insanlığıma, müslümanlığıma... Bir hiç bile olsam gene de müslümamm ben!
- Müslüman kızların namuslarını pazarlayarak kazandığı paralardan verdiği
vergiyle devlet tarafından taltif edilme hâdisesi yeryüzünde görülmüş şey midir
acaba?
- Bu ne acaib "devlet" anlayışıdır ki; tebaasının namusunu
koruyacakken, her zerresi pislik olan bu vergiyi güle oynaya alıyor, vereni de
baştâcı ediyor.
- O patroniçe ki; sermâye olup da çalışmak isteyen Romen, Polonyalı, Rus vesair
kızları-kadmları reddediyor, "sâdece müslümanlan çalıştırırım" diyor. "Çıkar yol
istiyorsanız, müslüman olun, öyle gelin..."
- Ahhî.. Çıldırmamak mümkün değil!. Durdu durdu:
- Mes'elenin başka buudları da var ama onlar mevzuu-muz değil..
- Nasıl isyankâr olmazsın Yusuf ağbi? Zombileşmiş fertlerden, kokuşmuş
cemiyetten ziyâde, benim isyanım, insanımıza hiçbir yönüyle istikbâl vaad
edemeyen devlete...
- Yalnız zannetme ki ben devletime düşmanım.. Benim düşmanlığım devleti işleten
çarka, onu bugünkü âciz hâle getiren sisteme, idarecilere! Hiç kimseyi, hiç bir
müesseseeyi mel'unlukla, hainlikle tavsif etmiyorum!. Her şeye rağmen bu cemiyet
bizim, bu insanlar bizim, bu devlet bizim...
293
Yusuf gayet memnun:
- Evet Azra! Bu topraklar, bu vatan toprağının altındakiler ve üstündekiler hep
bizim. Ve bu devlet tehlikeye düşerse, İlk imdada koşacak olanlar gene bizleriz.
Anadolu'nun temiz kalmış insanları...
- Biz gaflete ve hıyanete düşenleri de kucaklamalıyız. Bir gün bütün insanlığı
kucaklayacağımız gibi...Bunu unutma ve o günlere hazırlan... Hepimiz
hazırlanalım ve sapasağlam kalalım.
- Unutma AzraiBiz ıslah için varız.. Öldürmeye değil, diriltmeye talibiz. Nefret
değil bizim harcımız. Şiarımız düşmanlarımıza dahi muhabbet ve şefkat!.. Târihin
milyonlarca defa şâhid olduğu gibi...
- Sen başındaki şu örtüyle..
Azra'nın yüzü ızdırabla gerildi. Ne diyeceğini kestire-medi önce. Yüzünün hâli
bir utanç, bir bezginlik hâli değildi yalnız.
Yusuf'u deminden beri kandırıyordu. Öyleyse, ayrılırken söyleyeceği sözü şimdi
söylemeliydi. Tam yeriydi ve söyleyince rahatlayacaktı.
- Yarım yamalak başıma geçirdiğim şu örtüden bahsediyorsun. Onu buraya geldim
diye örtündüm. Böyle bir yere başı açık gelmemeliyim diye düşündüm. Maalesef
Yusuf ağ-bi; zaman zaman çok istesem de o noktaya gelemedim henüz. Geçen sene
okulun kapanmasına iki ay kala örtünmeye başlamıştım. Buraya dönünce maalesef
devam ettiremedim.
- Senelerdir edindiğim bozuk alışkanlıklar, okul çevresi, mahalle çevresi,
arkadaş ve akraba çevresi, en nihayet iş çevresi örtünmeme set üstüne set
çekiyordu. Biraz önce de söyledim ya... Beni ıslah edecekken, büsbütün yoldan
çıkmam için herkes ve her şey söz birliği etmiş sanki!
- Evet Yusuf ağbi! Seni hayâl kırıklığına uğratmak istemezdim ama maalesef
vaziyet bu... Biliyorum; kıyafetimle basımdaki örtü birbirine hiç uymuyor.
Yüzümde çok hafif de olsa makyaj var. Saçlarım boyalı.. Tırnaklarım da ojeli
idi. Onları da birkaç gün evvel mecburiyetten kazıdım.
- Azra! İnşaallah en kısa zamanda hepsinden kurtulursun. Bunun izdırabını
yaşaman bile büyük bir şey. Niceleri
294
var ki; sefillerin sefili bir hayatı yaşarken zerre miktar noksanlık
hissetmiyorlar. Üstelik yaşadıkları hayattan memnun görünüyorlar.
- Hepsinden kötüsü; yaşadıkları hayâtın hayat olduğu zehabındalar...
- Bir köstebek için toprağın altı onun dünyasıdır. Bir lağım faresi için de
yaşadığı yerler evidir. Pislik böceğinin yaptığı iş, onun için vazgeçilmez bir
iştir. Yaşanılan mekânlar ve sürülen hayat onlar için gayet tabiîdir. Ne için
yaratılmışlarsa onun için yaşıyorlar...
- Sen Azra!.. Zaman zaman tökezleyebilirsin. Hata edebilir, hattâ bazı
hatâlarını tekrar edebilirsin. Bütün bunları yapsan bile içinde devamlı bir
pişmanlık, istediğin gibi olamamanın burukluğu var. Ruhun ve vicdanın,
hatâlarına hep isyan ediyor.
- İnsan yaratılış gayesine ne kadar uygun yaşıyorsa, o kadar yükseliyor. Bu
gayeyi sen çok iyi biliyorsun! Tekrar etmeme lüzum yok..
- Yeter ki güçlü ol. İçindeki ve dışındaki zelzeleler, fırtınalar seni
parçalayıp yok etmesin!
•••
Yusuf o akşam hava kararmadan eve gitti. İsa'nın odasını misafir edeceği Charles
için hazırladı.
Akşam yemeğini annesi ile birlikte yedi. Yemekte gelecek misafirden bahsettikten
sonra annesinin gözlerine baktı. Nesibe Hanım şaşkın ve memnundu. Heyecanlıydı
da.. Uzun zamandır evlerine misafir gelmemişti. Hem böylesi bir misafir ilk defa
geliyordu.
Bir yandan da düşündü durdu. Oğlu alelade olmayan bu misafire çok ehemmiyet
vermişti. Kimbilir niyeti neydi, neler plânlıyordu?- Bir şeyler seziyordu ama
anlayamıyordu.
Yemekten sonra oyalanmadan evden çıktı Yusuf.. Çarşıda bir üniversiteye hazırlık
dershanesine ziyarette bulundu. Buluşma vaktine beş dakika kala otele gitti.
Charles lobideydi. Uzun zamandır ayrı imişler gibi ayağa fırladı, tokalaşmak
üzere Yusuf'a elini uzattı.
Az sonra bir taksiye binmişler, eve gidiyorlardı...
295
XXIII
Mevsim Orta Anadolu'da adım adım kışa yaklaşıyordu. Ekim ayının son günleriydi.
Akdeniz, Ege ve Güneydoğu bölgelerinde havalar henüz yumuşaktır. Orta Anadolu
ise akşamları üşütür insanı. Dışarısı, kaim bir şeyler giyinmeyi icab ettirir.
Sobalar, kaloriferler bazen gündüzleri dahi yakılır.
Böyle akşamlardan birinde; gündüzden beri yağmurun çiselediği, üşüten bir Ekim
sonu akşamında, bir ma'nâlı toplantı vardı Konya'da.;.
Bir aile, bir akraba toplantısı değildi bu.. Üç-beş dostun bir araya geldiği bir
toplantı değildi. Bir düğün değildi, vur patlasın çal oynasın cinsinden bir âlem
değildi. Bir politik toplantı değildi. Bir yeraltı dünyası toplantısı da
değildi.
Alışılmışın dışında idi her. şey.. Bir zikir halkası yoktu. Bir ilim meclisine
benzemiyordu. Bir sohbet cemaatine de benzemiyordu. Bunların hepsinin terkibi
bir şeydi belki...
Gelenler de alışılmışın dışında idi. Koca yüksek Öğrenim talebe yurdunun koca
misafir salonu tamamen dolmuştu. İhtiyarlar ve orta yaşlılar, duvar kenarlarına
çepeçevre yerleştirilmiş kanepelere oturmuşlar, gençler ise yerdeki halıların
üzerine kimi bağdaş, kimi diz çökerek oturmuşlardı.
Gelenler arasında çeşit çeşit, tip tip insanlar vardı. Sakallılar, sarıklılar,
takım elbiseliler, kravatlılar, bıyıksızlar, spor kıyafetliler, sâde giyinenler,
cicili bicililer, yetmişlik ihtiyarlar, lise çağındaki tazecik gençler...
Genç-yaşlı iki yüze yakın kişi vardı salonda..
Davetlilerin hepsi seçilmiş kişilerdi. Kendi mesleklerinde, meşreblerinde
sivrilmiş, ön saftaki kişilerdi hepsi.
Dikdörtgen biçimindeki salonun ön kısmına büyükçe bir sehpâ yerleştirilmiş,
üzerine de bir mikrofon konmuştu. Geride bir koltuk vardı.
297
Bu kadar değişik insan arasında, birbirini yakından tanıyan pek az kişi vardı.
Bu tanışanların fısıltılarından başka ses yoktu salonda..
Bu fısıltılar da mikrofona gelen bir gencin Kur'an tilâvetine başlamasıyla
kesildi. Kalblerin en hassas tellerini titretecek bir sesle okunuyordu. Başlar
önde, bitene kadar dinlendi.
Sonra orta yaşlı birisi geldi. Yurdun müdürlüğünü yapıyordu bu zat. Teferruata
girmeden, yurdun hâli hazırdaki durumundan, plânladıkları işlerden bahsetti.
Ardarda iki kişi daha çıktı. Birkaç dakikalık kısa konuşmalar yaptılar.
Ehemmiyetsiz, alelade gibi görünen bu konuşmaları pür dikkat dinliyordu herkes.
Demek ki tek bir kelimeyi kaçırmak kayıptı onlar için..
Yusuf, yanında Charles ile birlikte mikrofona yakın bir yerlerdeydi. Gelenler
arasımda, kendisinin bilhassa davet ettiği kişiler de vardı: Nûreddin Amca,
dayısı Ahmed Bey, baba dostu Ferhat Bey, amcasının oğlu Yavuz.. Amcası Selâmi
Bey gene işlerinin çokluğundan gelememişti.
Yavuz'u getirtmek biraz zor olmuştu. Önce birkaç bahane ileri sürmüş, sonra
"gelmeye çalışacağım" demişti.
Dayısının gelmesi ise upuzu/ı bir hikâyeydi. Nasıl olmuşsa olmuş, "bir defaya
mahsus geleceğim bakalım.. Neler yapıyormuşsunuz görelim" diye cevab vermişti.
Yarı alaylı bir cevab idi bu...
Yusuf, Charles'da yanında, dayısının evine kadar taksiyle gitmiş, yurda beraber
gelmişlerdi.
Sunucu son defa mikrofona geldi. Önce Konya'da yapılan hizmetleri anlattı.
Talebe hizmetlerinden, ticarî ve sınaî sahadaki yeniliklerden bahsetti.
Yusuf'un önayak olmasıyla; Selâmi Bey'in halı fabrikasının aldığı son vaziyeti,
yeni kurulan şirketin, yeni açılan fabrikanın geldiği son noktayı anlattı.
Sözlerini "şimdi bu hizmetin mimarı Yusuf Serdengeçti kardeşimizi huzurlarınıza
davet ediyorum. Kendileri bu gece-
298
ki toplantımızın gayesi hakkında konuşacaklardır" diyerek tamamladı.
Yusuf'un rengi atmış, beyaz teni kıpkırmızı kesilmişti. Hüzünlü çehresi
mahcubiyetten daha derin bir ma'nâ almış, halini uzak-yakın kimseden
gizliyemiyordu.
Yanma döndü. Charles'tan müsaade isteyerek kalktı. Birkaç adımda sehpâya ulaştı.
Hemen koltuğa oturdu. Bir müddet başını kaldırıp cemaata bakamadı.
Nihayet başını kaldırdı. Mikrofonu düzeltti:
-Hamd âlemlerin Rabbi'ne salât ve selâm O'nun Rasü-lü'ne ve O nebi'yi zîşanın
âli ashabına..
-Allah (c.c.)'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun kardeşlerim...
-Muhterem kardeşlerim!
-İnsanımızın hasret kaldığı birtakım hizmetler vardı. Devamlı ezilen, devamlı
hakkı yenen, insan gibi yaşama hakkı bile tanınmayan insanımıza yepyeni ufuklar
göstermek icab ediyordu. Senelerdir debelendikleri bataklığın dışında;
ferahlığın, huzurun da olduğunu göstermek gerekiyordu.
-Şayet ortada bir hizmet mevcut ise kimin önayak olduğunun ne ehemmiyeti var!
-Sonra, bu işe gönül bağlayanlar olmasaydı, omuz omuza vermeseydik ne
yapabilirdik?
-Bu büyük işte bir şerare olabildiysem ne mutlu bana! Kervanın devam etmesi,
yenilerinin katılarak her tarafa dal-budak salması gene bizlerin elinde...
-Esasen hiçbirimizin elinde bir şey yoktu.. Rabbim o iz'anı ve basireti bizlere
verdi, ardından şimdiye kadar becerdiklerimizi nasib etti. O basirete
kavuşmadıktan sonra işçi olarak çekilen meşakkatlerin bir işe yaramadığını bütün
dünyâ senelerdir görüyor..
-Rabbim, anlattıklarıma inanmayı önce bana nasib etti. Sonra beni
dinleyenlere... Nihayet çok kısa zamanda bugünkü noktaya gelindi.
-Daha samimi olsaydık; şübhesiz, şimdi çok daha ilerilerde olacaktık...
299
-Lâfı fazla uzatmadan, bu kervanda yer alan ve ilerde alacak olan herkese dua
ediyor, asıl mevzua geçiyorum:
-Şu salona herkes geldiğinden beri göz gezdiriyordur. Şunca değişik sımaların,
değişik grupların bir araya toplandığını belki de şaşkınlıkla gördünüz.
-Nazarî plânda; hepimizin, her zaman görmeyi arzu ettiği bir manzaraydı bu..
Amelî plânda düşünülünce, ancak boş hayâl diyebileceğimiz bir manzara olarak
görür, acı acı tebessüm ederdik.
-Çok şükür, bu hayâlin sûretâ gerçekleştiğini gördük hepimiz. İnşaallah
ruhlarımız da aynı şekilde birleşecek!..
-Son asırda Türkiye ve dünyâda, ferden fikir ayrılıkları var. İçtimaen muhtelif
gruplaşmalar, ittifaklar, cemaatleşmeler, bloklaşmalar var.. Bunlar basitten
mürekkebe doğru gidiyor.
- 'Birbirleriyle uyuşan tabiatler kendi aralarında grup kurarlar. Bu bir noktaya
kadar normaldir. Zira insanlarda his-ler,görgüler, hoşlanılan şeyler,
anlayışlar, fikirler, alışkanlıklar, kültürler hep değişiktirler.
- İşte bu değişik mefhumlarda birleşenler birbirlerine muhabbet duyarlar.
- Gayet normal olan bu birleştirici hassaları anormalmiş gibi dıştan müdahaleyle
değiştirmece, hattâ ortadan kaldırmaya çalışmak hiç de doğru değildir!
- Şu hakikati hatırlatmakta büyük fayda var: Bütün farklılıkları kabul ederiz
de, bize benzemeyenlere bir türlü tahammül etme manhklılığım gösteremeyiz. O
noktaya gelince nalıncı keseri olur çıkarız. Üstelik müsamahayı, o da yetmez
tavizi, karşımızdakilerden bekleriz!
- Başta şu fakir olmak üzere, baş belâmız "ben"in tasallutundan bir
kurtulabilseydik neler değişmezdi ki!..
- Başkalarına da hak vermeyi, âdil olmayı, hodgamlık-tan kurtulup diğergam
olmayı, fedâkârlığı, feragati, affetmeyi, hizmetin ma'nâsını idrak ederdik değil
mi?
- Tabiî, ufacık mes'eleleri büyüten benim gibi ahmaklar; iş lisanların, ırklarm
ayrımına gelince kimbilir ne galiz hatalar yapacaktır!
300
- İşin encamı da gördüğünüz gibi bellidir. Son bir buçuk asırdaki târihimize,
hele son çeyrek asra bakalım, her şey ortadadır.
- Fitne kazanı insanların içinde kaynamaya başlayınca, muhitindeki diğerleri de
insana dem tutunca her şey çığırından çıkıyor.
- Bir insana ırkından, doğduğu yerden ötürü buğzet-mek, onu tırpanlayıp biçmeye
çalışmak ne kadar câhilce ne kadar vahşicedir değil mi?
- Her halükârda kendi ırkını sevmek, diğer ırklara soğuk bakmayı, kendi ırkını
üstün görmeyi netîce verir. Sonrası; başka ırkları hakir görüp, üzerlerinde
hâkimiyet kurarak köleleştirmek emelidir. Daha da ötesi; düşmanı olduğu ırkın
veya ırklarm neslini yok etme anlayışıdır. Bugün dünyâdaki bir çok harbin
kaynağında da bu sebeb yatıyor.
- Osmanlı nasıl yıkıldı? Müslüman memleketler şimdi neden bu hâlde? Ve
Türkiye'nin Güneydoğusu neden kanayan bir yara hâlâ?..
- İnsanlara doğuştan getirdikleri fizikî vasıflarla değer vermek ne büyük
ahmaklıktır!
- Halbuki insan, sonradan kazandığı değerlerle insan mevkiine oturur. Allah
Zülcelâl Hazretleri bizim kalblerimize bakıyor, kaşımıza gözümüze değil!
- Kardeşlerim! İçinizden bazıları belki kendi kendine soruyor: "Acaba bizde bu
bozuk ahlâk mı var da böyle konuşuyor karşımızdaki?.."
- Hayır hayır... Son bahsettiğim mes'eleden hepiniz berisiniz. Irk taassubundan
fersah fersah uzaktasınız...
- Ben, âcizane mes'eleyi hepimizin mustarib olduğu bir noktaya getirmek
istiyorum. Acı da olsa bunu haykıracağım sizlere...
- Biraz önce kardeşimizin okuduğu âyetler arasında konuşmayı plânladığım mevzu
ile doğrudan alâkalı bir âyet geçti-
- Bu can alıcı mevzua dilimin döndüğü kadar temas etmeden evvel lütfen muhtemel
kusurlarımı mazur görün! Sizler gibi nezih insanlara, sizler gibi mümtaz bir
cemaate çok da-
301
ha ehil bir hatib hitab etmeliyken, İş bu sefile kaldı. Hakkınızı şimdiden helâl
edin!..
Alnında biriken terleri, cebinden çıkardığı mendille utana sıkıla sildi.
Vazifesinin, mesuliyetinin, mahcubiyetin altında eziliyordu.
Bu selis, veciz, beyinlere burgu gibi işleyen tok sesli hitabın ardından
cemaatin kalbindeki şübheler de silinmişti. Karşılarındaki genç adam boncuk
boncuk terliyordu işte! Çehresindeki allık da geçmemişti. Konuşması samimiyet
kokuyordu ..
- Âyette "mü'minler ancak kardeştir" buyuruluyor. Buraya çok dikkat edelim!
- Birtakım benzerlikler, benzer meşrebdeki insanları bir araya getiriyor
demiştik.
- Bu gruplar arasında 1980 öncesinde nerdeyse husûmet vardı. 1990'ları idrak
ettiğimiz şu senelerde soğukluğa dönüşerek iyileşme emaresi gösteren
münâsebetler var.
- Ne yazık ki gelişmeler gönlümüzün arzu ettiği seviyede değil..
- Hepiniz değişik meşreblere mensub insanlarsınız. Öyle zannediyorum ki aranızda
İslâm ile hakikî ma'nâda yeni yeni tanışanlar da var..
- Bütün kalbimizle duâ edelim hepimiz.. Bu gece hayırlı başlangıçlara vesile
olsun! Rabbimhepimizi az önce zikrolu-nan âyetin şuuruna erdirsin. Kardeşliğin
şuuruna erdirsin bizi! Ve kardeşlik şuuru bütün Anadolu'ya, İslâm âlemine
yayılsın!..
- Sizlere, hangi şartlardan bugünlere geldiğimizden, bugünkü vaziyetimizden
bahsetmeyeceğim. Bilhassa aranızdaki ihtiyarlar bunu çok iyi bilirler. Sâdece
birkaç sual soracağım ve vicdanlarınızda bunlara cevab aramanızı istirham
edeceğim.
Bundan Önce iki büyük hastalıktan bahsetmek istiyorum: Kibir ve haset...
Malûmunuz, ikisi de şeytanî ahlâktandır. Lütfen mes'eleleri bu iki hastalık
muvacehesinde değerlendirin. Ve isim zikretmeden, hep "başkaları" ifâdesini
kullanacağım. Siz en dar çerçeveden en genişine kadar bunla-
302
rı istediğiniz şablona sığdırmaya çalışın. Fert, cemaat, politik anlayış, kavim,
devlet, imân, küfür...
- Ve unutmayın; ruhumuza musallat olan nefs düşmanı, bizi kendilerine benzetmek
isteyen kötü insanlar hiç boş durmuyorlar! Her iki düşman da bu iki hastalığı
müzminleştirmek için uğraşıyor...
- Şimdi suallere geçiyorum.. Bendeniz başta olmak üzere hepimize tevcih edeceğim
bu sualleri..
Başkalarının elindeki maddî-manevî nimetler dikkatimizi çekiyor mu? Başkalarının
sahib oldukları bakışlarımızı bulandırıyor mu? Zaman zaman iç dünyâmızda,
yaşadığımız hayatta zikzaklar çiziyor muyuz?
- Bir kardeşimizin Allah'a kul olma yolunda yaptıklarına gıpta ile mi yoksa
hasetle mi bakıyoruz? Hiç vakit kaybetmeden elimize tırpanı alıp onu biçmeye mi
kalkıyoruz? Ve onun düştüğü kötü bir durum, zaafları bizi keyiflendiriyor da
"işte ben vaktinde dememiş miydim, bunun gibiler hep böy-ledirler" mi diyoruz?
Yoksa hataları onun şahsına mı hamlediyor, kurtulması için duâ mı ediyoruz?
- Hepimiz mükâfatını yalnızca Allah (c.c)'tan bekleyerek, çeşitli usûllerle
hizmet yoluna çıkmışız. Değişik yollardan dâirenin merkezine varmayı gaye
edinmişiz...
- Çıktığımız yolda "yalnız benim meşrebim mi haktır, yoksa benim meşrebim
haktır, onlarınki de haktır" mı diyoruz? Onlara takdir ve hayranlık hisleri
duymak yerine çok zaman buğz mu ediyoruz? Ve küçümsüyor muyuz başkalarını?
- Hepsinden mühimi; ben olmazsam bu hizmet yürümez nev'inden bir şeytanî ahlâka
mı sahibiz? Bugün kavuştuğumuz nimetleri Rabbimizin lûtfu olarak mı görüyoruz;
yoksa "ben yaptım, ben çalıştım da oldu" vehmine mi kapılıyoruz?
- Unutmayalım; ömrü boyunca çalışıp da çok az ümmeti olmuş peygamberler, sâdece
ailesine hidâyet nasib olmuş olanlar, hiç ümmeti olmayan nebîler var! Öyleyse
biz kimiz, neyiz, kaç para ederiz, muhasebesini yapıyor muyuz bunun?..
Bir an sesini, kesti Yusuf.. Salondakilere göz gezdirdi. Başlar önde, kimse
kimsenin yüzüne bakmıyordu. Beyinlere tokmak gibi inen bu suallerle, müthiş bir
muhasebe yaşıyor-
303
lardı.
Sesini alçalttı. Bu defa kırbaç gibi sırtlarda saklayan şu sözlerle devam etti:
- Hiç soruyor muyuz kendimize! Milyonlarca şehid verip yenilmez denilen kızıl
orduyu dize getiren Afganlı kardeşlerimiz neden birbirleriyle boğuşuyor bugün?
- Anadolu'da müslümanlar birbirine buğzediyor. Cemaatler didişiyorlar .. Bazuarı
birbirine selâmı bile çok görüyor, birbirini küçümsüyor, dar kalıplarını kırıp
bir türlü etraflarına açılamıyorlar..
- İş ayak takımma düşünce, "benim babam senin babanı döver" diyen çocuğun
derekesine düşülüyor kimi zaman! Sanki dâvalar liderlerle kaim imiş gibi...
-Biraz evvel Afganlı kardeşlerimizden bahsettik. Aynı şeyler Türkiye'nin
güneydoğusunda değişik bir surette yaşanıyor. Ve dünyânın birçok yerinde;
efendimiz (s.a.v)'in ayaklarının altına aldığı ırk taassubuyla, müslümanlar
birbirlerinin kanına giriyor!..
-Şimdi hepimiz Allah (c.c) için düşünelim; bütün bunlar neden oluyor?.. Kinimiz,
düşmanlığımız Allah düşmanlarına olmalıyken; enerjimizi, paramızı, vaktimizi
kimlere karşı harcıyoruz?..
-Bu son suale müsaadenizle bir cevab da ben vereyim diyorum. Makul karşılarsmız-
karşılaijıazsınız bilemem. Benim bakış tarzım belki bir tek nokta-i nazardan
olacak. Mes'elenin sair buudlarına bakmayı sizlere bırakıyorum.
-Ben diyorum ki, baş sebeb zayıflık psikolojisi... İmânının k. vvetini
göremeyen, zayıf olduğuna inanan insanlar, büyük e uzun vadeli mücâdelelere
hazır olamıyorlar. Mes'elelere oır de dar zaviyeden baktılar mı, bütünü bırakıp
parçayı asıl hedef hâline getiriyorlar. Halbuki parça bütün için sâdece bir
vasıtadır. Hedef unutulunca, dar bir çerçevede, bir fasid dâire içinde kıvranıp
duruyorlar.
- Şimdi iki mes'eleyi birleştireyim..
- Zayıf olduğuna inananlara sesleniyorum! Gaye ile vasıtayı birbirine
karıştıranlara sesleniyorum! Ümitsizlik girdabında çırpınanlara, karamsarlık
batağına saplananlara
304
sesleniyorum!
- Bir defa vazifemiz nedir, onu iyi bilmek lâzım!.. Vazifemiz anlatmak, tebliğ
etmektir. Bizi kendilerine düşman görenlerin zahirde güçlü görünmeleri sakın ha
bizleri aldatmasın!
- Bütün âlem karşımızda olsa bile Allah (c.c)' in yanımızda olduğunu bilmek en
büyük güç değil midir?
- Bizi kimseler dinlemese bile, göklerde sayısız meleklerin dinlemesi ve
alkışlaması yetmez mi?
- Bütün insanların dostluğuna mukabil imandan nasib almamak, Allah (c.c)' m
rızâsından ve rahmetinden uzak olmak ne hazindir, değil mi?
- Başta şu fakir olmak üzere; buna hakkıyla inanabilsey-dik, ne kadar güçlü
olduğumuzu anlardık!
- Rabbimiz "gevşemeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz!"
buyuruyor Kitâb-i azîmüşşânrnda...
Geçici bir müddet için inanmayanlar ve nifak içinde yaşayanlar üstün gibi
görünseler de, akıbet inananların hayrına olacaktır. Bu hayırlı akıbeti belki
bir insan Ömrü, belki birkaç nesil göremeyecektir.
- Lâkin inanan insanın hedefi akıbeti görmek değildir ki! Onun hedefi; zafer
için çalışma olamaz!
- Bu dâvanın erleri; geri hizmetteki en basit fertten başkumandanına, çobanından
profesörüne, ümmîsinden âlimine kadar birer sancakdârdırlar. Onların dertleri
sâdece ve sâdece hizmettir. Rabblerinin rızâsını kazanmaktır niyetleri.
Zaferi verecek olan Allah'tır. Kula sâdece ihlâs ile gayret etmek düşer. Ve
onlar ye'se kapılmaz, azme sımsıkı sarılırlar.
-Onların hedefi Allah (c.c.)"m gönderdiği nizamı yaşayıp yaşatmak... O'ndan
geldikleri gibi O'na tertemiz dönebilmek...
-Onların hedefi O'nu bütün insanlığa tanıtmak... Onlar ebedî saadet menziline
ilerleyen kervanlarının dışındaki herkesi kervanlarında görmek eterler. Zira
kalblerindeki imân, şefkat, merhamet ummanı bunu telkin eder onlara...
-Onların birbirleriyle uğraşmaya, didişmeye, birbirlerine buğzetmeye vakitleri
yoktur. Kendilerinde böyle bir hakkı da görmezler.
305
Biraz durdu nefeslendi Yusuf. Dudakları kurumuştu. Bir-iki yutkundu. Dilinin
ucuyla dudaklarını ıslattı.. Etrafına bakındı.. Herkes başı önünde, bazılarının
yüzü acıyla gerilmiş hâlde dinliyorlardı.
- İşte birbiriyle uğraşmayan, sert tavrı sâdece Allah düşmanlarına karşı
sergileyen bu insanlar, verilen imân nimetinin de her vakit şuurundadırlar. Bir
insana verilen en büyük nimetin tahkiki imân olduğunu idrak etmişlerdir.
- Şunu da hiçbir zaman hatırlarından çıkarmazlar; "İmân çarşıda pazarda satılan,
devredilen bir meta değildir. Nasib ve hidâyet mes'elesidir. Bunun için de ne
kadar şükredilse azdır.. Bu şuura erenleri; imânları yalancı sevdaların peşinde
koşturmaz, şeytanî bir tekebbüre götürmez.
- Onlar muttakîdirler... Kendi yaptıklarını herkesin aynı seviyede yapmasını
isteme gibi bir nadanlığa kapılmazlar. Zira ölçü bellidir: Kur'an, sünnet,
ashabın hayatı ve o istikamette yaşayan büyüklerin hayatı...
- Hiçbirimiz, başkalarının kendi ayarımızda olmasını istemeyiz. Ölçü biz
olamayız, ölçü bellidir! Mevcud Ölçünün müsbet ma'nâda dışına çıkmak da kişinin
takva derecesini gösterir. Herkesten kendi takva derecemizde olmasını
bekleyemeyiz.
- Ve son bir suali gelin hepimiz vicdanlarımıza soralım:
- Bugün taşıdığımız imânı bir yerlerden satın mı aldık? Bu imân bize miras mı
kaldı?
- Hiç düşündünüz mü? Bir lağım faresi olarak yaratılabilirdik! Bir domuz
olabilirdik! Ama insan olarak yaratılmışız. Ve elhamdülillah müslümanız!.
- Bir Ömür boyu islâm'ı tanımadan yaşayabilirdik! Veya-hud müslüman bir
memlekette doğmamıza rağmen münafık olabilir, küfür içinde, şirk içinde
yaşayabilirdik!
- Öyleyse gelin hep beraber bir muhasebe yapalım. Tes-bit ettiğimiz nefsânî
hastalıklarımıza çâre bulmaya çalışalım. Allah (c.c.) için en makbul amelin
"O'nun için sevmek, O'nun için buğzetmek" olduğunu hatırlayalım.. Hepimiz
hepimizin hatalarını görmezlikten gelsin. Herkes herkesi affetsin!..
- O zaman göreceğiz; nefsimiz için değil, Allah için yapı-
306
lan en ufak iş katbekat fazlasıyla semeresini verecektir...
Yeniden doğruldu, ayağa kalktı. Birkaç saniye oturanlara göz gezdirdi. Tekrar
oturdu. Gördüklerini zihninde canlandırdı...
Birinin yüzü ızdirabla gerilmiş, birinin bakışları bulanmış, sabit bir noktaya
bakıyor, birisi başını iki eli arasına "ne olacak benim hâlim" dercesine almış,
yakınındaki birkaç kişinin yanaklarında bir-iki damla yaş asılı kalmış, birinin
yüzü şaşkınlık ve dehşet çizgileriyle allak bullak, birinin yüzü pişmanlığını
haykırıyor, birkaç kişi oturdukları yerde birbirlerine sarılmışlar...
Yusuf son sözünü söylemeye hazırlanıyordu ki, misafirler arasından birisi
kalktı, etrafına bakındı, Hazarlarını Yusuf'a çevirdi. Yüzü ızdırabla gerilmiş,
heyecandan gözleri iri iri açılmıştı. Yüzünde bir o kadar da söyleyeceği
şeylerin aydınlığı vardı. Onsekiz yirmi yaşlarında, ihtimal üniversite talebesi
bir gençti bu..
- Müsaade ederseniz bir şey arzetmek istiyorum. Yusuf utana sıkıla cemaate baktı
. "Evet" ma'nâsında
başını salladı.
- Muhterem kardeşlerim, ağbilerim, amcalarım, dedelerim. Biliyorum; sizler gibi
güzide insanların arasında çıkıp fikir beyan etmek haddim değil! Allah İçin
heyecanımı bağışlayın. Mazur görün beni...
-Mikrofondaki ağabeyimin sıraladığı dertler, hepimizin mustarib olduğu
dertler... Lâkin o bahsedilen çelikten çemberleri bir türlü parçalayamadığımız
için iyileşemiyoruz. Atalarımızın yaptığı hamleleri yapamıyoruz.
- Bütün anlatılanlar,bana Resulullah ( S.A.V.) efendimizin bütün ashabı kardeş
ilân ettiği, herkesin bir başkasıyla kardeş olduğu günü hatırlattı ve şunu ilham
etti:
- Gelin, biz de şuracıkta böyle bir hayırlı işi başlatalım! İkişer ikişer herkes
kardeş olsun,, Tek bir beden tek bir rûh gibi bir ömür boyu kardeşlik ruhuyla
yaşasınlar. Böyle bir hareket inşaalah birçok hayrın kapısını da
aralayacaktır...
Konuşan genç yerine oturdu. Yusuf'un gözlerinin içi gülüyordu.
307
- Şu genç kardeşimin şuuru ve samimiyeti karşısında başka söze hacet var mı?
İtiraz edenler var mı diye bütün cemaati gözleriyle taradı. Hayır, herkesin
gözleri pırıl pırıldı!
Buyrun kardeşlerim meydan sizin!..
Sözünün sonu titrek çıkmıştı. Son kelime fısıltı gibiydi. Danasını getiremedi.
Dikkatle bakan yakınındaki gözler ya-naklarındaki boncuk boncuk olmuş
gözyaşlarını görebilirlerdi.
Aradan geçen on dakika İçinde ; herkes yakınındaki biriyle kardeş oluvermişti.
Kardeş olan her çift birbirini kucaklıyor, ortalıkta tarifi imkânsız bir bayram
havası yaşanıyordu. Kimbilir hangi hislerle; kimi sevinçten ağlıyor, kiminin
yüzüne hayâtında çok az göreceği bir sevinç hâlesi vuruyor, kimi uyanmak
istemediği bir rü'yâdaymış gibi, kimi asla ümit etmediği bir şeyin olmasıyla
mes'ud ve memnun idi...
Herkes ölene kadar kardeşlik vazifelerini ifa edeceklerine dair söz verdi...
Yalnız bu bayram havasında, herkesin herkese derin muhabbet duyduğu bu vasatta
mahzun kalan, başı önde birisi vardı...
Yusuf herkesin heyecanla sarmaş dolaş olduğu bu demde gözlerini Charles'a dikti.
Boynu büküktü. Hüzünlü bir çehreyle, kimbilir hangi hislerle, gözlerini âdeta
dizlerine mıhla-mıştı.
Ayağa kalktı Yusuf:
¦- Kardeşlerim bir dakika müsaade eder misiniz?
Salondaki uğultu bir anda sessizliğe dönüştü. Başlar tekrar Yusuf'a çevrildi...
Yusuf tebessüm etmeye çabaladı:
-Bu arada ben ve bir kişi heyecandan unutuldu..
Hemen Charles'm yanma yürüdü. Elini uzatarak onu ayağa kaldırdı. Daha da
yaklaştı, elini omzuna attı.
-Bu akşamki davetliler arasında apayrı yeri olan birisi var! Kendisi dört
haftadır Türkiye'de... Charles Carpenter isminde bir İngiliz...
Charles biraz önceki hüznünü zoraki bir tebessümle da-
308
ğıtmaya çalışarak, salondakilere başıyla selâm verdi.
-Sizlere onu başta tanıştırmalıydim!
-Beraberce katıldığımız birkaç sohbetten tanıyanlar olabilir kendisini... Lâkin
şimdi hepinize tanıştırmak şart oldu..
-Hepiniz kardeşinizi seçtiniz. O ve ben yalnız kaldık.
-Charles ile bugün kardeş değiliz. Zira ancak mü'minler kardeştir. Kendisi kabul
ederse onu kendime "dost" kabul etmek İstiyorum. Rabbim bir gün nasib eder,
inşaallah kardeş de oluruz!
"Ne dersin" der gibi muhabbetle Charles'ın yüzüne baktı. Aydınlanmış bir yüzle,
şükran ve muhabbet dolu bakışlarla karşılaştı.
Davetlilere döndü Charles. Bütün gücüyle Türkçe bağırdı:
-Çok teşekkür ederim! Çok memnun oldum.. O muhabbetle; birkaç yerden çıkan
"bârekallah" ve "tekbir" sedalarının iştirakiyle Yusuf'a sarıldı.
309
XXIV
5 Kasım 1994 Yusuf ağabey,
Bu mektubu aldığında belki çok şaşıracaksın. Neden telefon dururken mektubu
seçiyor diye... Doğru... Birçok şeyi telefonla uzun uzun anlatabilirdim. Fakat
yapamadım işte.. Cesaret edemedim buna.. Yüzyüze konuşmasak da telefonun diğer
ucunda olman cesaretimi kırıyordu. Onun için mektubu seçtim. Ne bileyim işte!
Böyle daha serbest oluyorum...
Mevlânâ türbesinde görüştükten sonraki iki telefon konuşmamızda gene başını
ağrıttım. Ne yapayım; ikisi de akıl danışmak, içinde dönüp durduğum girdabdan
kurtulmak içindi.
Her defasında başını ağrıttım. O kadar meşguliyetinin arasında bir de bana
yardımcı olmaya çalıştın. Sana çok güveniyordum. Tutunacak bir dalım da yoktu.
Bana sen yardım edebilirdin ancak..
Bana çok yardımcı oldun Yusuf ağabey. Birçok şey değişmedi ama beni dinlemen
bile dünyâlara değerdi.
Daha üniversitede iken, İlk dinlemede teşhisimi koymuştum.. Ne olurdu herkes
Yusuf ağabey gibi olsa da âlem huzur içinde, mes'ud yaşasa!..
Belki hatırlarsın; ilk defa o zaman akü danışmıştım sana. Aklımla ve kalbimle
tatmin olmuştum. Belki hislerime ve nefsime mağlub olmamdan, belki irâdemin
zayıflığından, belki bozuk çevremle mücâdeleye güç yetirememekten, ne yazık ki
elimden pek bir şey gelmedi.
Kendimle ve başkalarıyla mücâdele edemiyorum işte! Zayıfım âcizim, ne yapayım!
Daha önce de söylemiştim ya; etrafımda çelikten çemberler var, birini parçalasam
bir başkası çıkıyor karşıma.
Ne kadar imreniyorum o çemberleri kırıp da esaretten kurtulanlara! Senin
tabirinle "kulluğum sultanlığımdır"diyenlere ne ka-
311
dar İmreniyorum bir bilsen!..
Evet Yusuf ağabey! Ne yapayım, gene dert yanacağım sana...
Saygıdeğer ağabeyciğiml Sana İstanbul'da iken "bazı mes'etelerde cirmime
bakmadan teselli vermeye çalışırdım ya... Biliyor musun, aynı şeyi bugün kendime
yapamıyorum. Sen insanların hâline acıyorsun; ben ise kendime acıyorum..
Sen diyordun ki; "insanların bayağılığı, kendi cirimlerine bakmadan başkalarıyla
uğraşmaları, zavallılıkları, hasetleri, kendilerini Kof Dağı'nda görmeleri beni
üzüyor, sinirlendiriyor.." Bunlar beni deli ediyor ağabey, anlıyor musun?
Her şeyden bıktım...
Gözümü açtığım şu mahallem, senelerce yaşadığım müstakil evlerle süslü şu sokak,
şimdilerde bana dayanılmaz bir işkence menbaı!
Şu mahallem beni canımdan bezdirdi ağabey! Karapınar'a her hafta sonu gidip
dönerken, otobüste mahalleden birini görecek miyim diye korkmaktan bıktım! Bu
hafta hakkımda neler konuşacaklar, ne iftiralar atacaklar diye düşünmekten
bıktım! Yapmadığım şeyleri yapıyormuş gibi yakıştıranlardan bıktım! Yüzüme gülüp
de arkamdan lâfımı edenleri görmekten bıktım! Kısacası canımdan bezdim1.
Allahım bu insanlardan iğreniyorum!
Mevlânâ türbesinde de söz etmiştim sana: Bütün bu olanlardan sonra durgunum,
mahzunum, isyankârım, hırçınım, bir o kadar da hazır cevabım...
Neden Yusuf ağabey, neden?., insanlar neden hep başkalarıyla uğraşıyorlar? Neden
yardım etmek varken, acıları, sevinçleri, her şeyi paylaşmak varken, kurt gibi
başkalarını kemirmeye kalkıyorlar? Yoksa "başkalarının rezaleti benim
fazîletimdir" mi diyorlar lisân-ı hâl ile?
Başkalarının elemleri onların saadeti mi oluyor? Muhakkak birileriyle
uğraşmasalar olmaz mı?..
Hakikaten bu onlara mutluluk veriyorsa, varsın yapsınlar..
Yusuf ağabey, dayanacak gücüm kalmadı artık! Bu mahalleyi, Konya'yı terketmek
istiyorum. Senelerdir yaşadığım bu yerler-: den, herkesten, her şeyden kaçmak
istiyorum.
Beni asıl üzen; yapılan dedikodulara zaman zaman ailemin de
312
inanması... Konuşuyorum, İkna ediyorum. Ne yazık ki bir başkası çıkıyor karşıma.
Tekrar bir başka dedikoduyu savuşturma, bir başka iftiradan kendimi temize
çıkarma mücâdelesi veriyorum.
Dayanılacak gibi değilYusuf ağabeyi Anneme "öyleyse işimden çıkayım evime
kapanayım, herkes rahat etsin" diyorum. "Hayır" diyor. "Bu kadar sene boşuna mı
okudun? Çalışman lâzım.. Nasıl söylersin böyle bir şeyi?"
Benim çalışmama ailemin ihtiyacı da yok. Gel gör ki benim çalışmam onlar İçin
iftihar vesilesi demek ki! Yakın akraba çevremizde, mahalle çevremizde, benim
gibi okuyup da çalışan bîr başka kız yok.
Gelsin dedikodular, içimi karartan iğrençlikler... Bunlara inanıp da bana kötü
gözle bakan üvey ağabeylerim...
Evet Yusuf ağabey... Bir defa daha dertlerimle başını ağrıttım. Beni kimse
anlamıyor diye hayıflanmıyanm artık.. O kadar meşguliyetine rağmen beni
dinleyen, beni anlayan birisi var! Sana binlerce defa minnetdârım, binlerce
teşekkür ediyorum.
Hakkım helâl et diyor, hürmetlerimi sunuyorum.
Allah (c.c.)'a emânet ol...
Azra Erdoğan
"Demek Öyle" diye söylendi Yusuf..
Mektuba tekrar tekrar baktı. Dert yüklü, isyan dolu imdat diye feryat eden,
inkisarlarla, nefretle fokur fokur kaynayan bu mektubun sayfalarını evirdi
çevirdi...
Hani insanda kimi zaman bir kıvılcım çakar da; bir anda bir mucidin ilhamı gibi
yerinden sıçratır...
Hani insan feragat ve fedakârlığın zirvelerini tutmak ister de önündeki kapılar
kapalıdır... Fert plânında açılır; insan cemiyet plânında bir şeyler yapmak
ister. Cemiyet plânında yapabileceğinin azamîsini yapmıştır, fert plânında
istediği fırsatı yakalayamaz. Ve bunların boşluğunu zaman zaman şiddetle
hisseder...
Yusuf, mektuba nazarları takılı hâlde, o vakit işte böyle anlardan birini
yaşadı..
"Neden olmasın!" dedi ve somyasından fırladı..Mektub elinden düşmüştü.
313
"Bana böyle birisi lâzım işte! Şimdiye kadar karşıma çıkanlarda göremediklerim
var onda..."
"Esaretinin farkında ve kurtulamamanın ızdırabrnı yaşıyor. Yaşadığı hayattan
kurtulmak için kendi kendisiyle, etrafıyla devamlı mücâdele içinde..."
"Zeki ve akıllı sonra. Nice zekiler var ki akıllı değiller." , "Uyuşuk değil!.
İlerde lokomotifim olacak, en sağlam desteğim olacak birisi... Birazcık elinden
tutulsa, büyük mesafeler kat'edecek, bu dâvaya faal hizmet veren bir mücâhide
olacak inşaallah!.."
"İnanıyorum ki; ümitsizliğe düştüğümde, nefsimin hevâ ve heveslerine kapılmak
üzereyken, tembelliğe ve tenperverli-ğe meylettiğimde, beni yolumdan alıkoyacak
bir tenbihçi, bir mürebbiye olacak!.. Nihayet ikimiz el ele verip büyük
hizmetler göreceğiz inşaallah!"
"Sülâlesi ile yakınlık kurup, yeni yeni insanlara İslâm'ı tebliğ fırsatı
bulacağım.."
Tekrar yerine oturdu. Yüzü aydınlanmıştı. Her zaman mahzun duran çehresi,
geleceğe matuf bu hayâllerin verdiği neş'eyle bütün hüzün bulutlarını
dağıtmıştı.
Yalnız bu; uhrevî yüklerin ağırlığını bir anda omuzlarından kaldıran, rahata
kavuşturan bir neş'e değildi. Böylesi bir rahat,yaşarken hiç olmayacaktı z|ten.
•••
Çok uzun bir destan bu! Her destanın başı-sonu vardır. Lâkin bu öyle bir destan
ki ne başı ne sonu belli. Hâlâ devam ediyor. Kıyametle de bitmeyecek!
Cennet ehli; o ebedî hayatta bu destanı vird edinecekler. Ebed iklîminde,
birbirlerine dünyâdan destanlar terennüm edecekler. Ve bu destanın milyonlarla
kahramanı, ebedler boyu yazdıkları destanla anılacaklar.
Mazide yaşayıp unutulmuşlar, hâlen yaşayıp bilinmeyenler, âtide yaşayacak olup
hafızalardan silinecekler, hep bu destanda yer alacaklar.
Düşünüyorum da kimler yok ki!..
Ashabı düşünüyorum... Vahşî bedeviler iken, ubudi-
314
yette ve fazilette zirveyi tutan, yirmi üç senede süper güç hâline gelen
ashabı...
Hazreti Ebûbekir'i düşünüyorum... İhtiyaç hâsıl olup himmete müracaat
edildiğinde; bütün varını Allah yolunda sarfedip, Allah Resûlü'nün " evinde ne
bıraktın yâ Ebûbekir?" sualine "Allah ve Resûlü'nün sevgisinden başka hiçbir şey
yâ Resûlullah" diye cevab veren, Ebûbekir
Hazreti Ömer'i düşünüyorum... İhtiyar bir papazı görüp ağlamaya başlayan halife
Ömer'i... "Neden ağlıyorsun" diye sorduklarında, " yazık, çok yazık; bu yaşına
gelmiş, beli bükülmüş, saçı sakalı ağarmış, hâlâ imân nasib olmamış; buna yürek
nasıl dayanır?" diyen Ömer(R.A.)'i,..
Hubeyb'i düşünüyorum... Esir edilen, Hıristiyan olması için işkence edilen, âlim
diye vasıflandırılan papazların din telkinine İslâm'ı tebliğle karşılık veren,
darağacında dahi İslâm'ı anlatan Hubeyb'i ... Şehâdete giderken Resûlullah'a son
selâmını yollayan, binlerce kilometre uzaktaki nebiler nebisinin, bir mecliste
sohbet ederken susup selâmına mukabele ettiği Hubeyb (R.A.) i...
Mus'ab bin Umeyr'i düşünüyorum... Mekke'nin en yakışıklı en zengin
delikanlılarından iken, İslâm'la müşerref olduktan sonra yaşadığı hayâtı...
Şehid olup nurdan naaşı yere uzandığında, başından ayak uçlarına kadar üzerini
kaplayacak bir Örtü bulunamayan Mus'ab (R.A.)ı...
Ve bugünün kahramanlarını düşünüyorum.. Güpegündüz elinde fener; "insan
arıyorum" diye yollarda ümitsiz, şaşkın, bedbin, garib gezinen bugünün
insanlarına sesleniyorum:
Aradığınız fazilet sâdece târihin sayfalarında zannetmeyin! Siz yeter ki
arayın... Eğer fazilete, ahlâka, halife makamındaki insana meftun iseniz; onlar
sâdece toprağın altında değiller! Çok yakınınızdalar... Yeter ki sîz samimiyetle
arayın. Onlar kollarını açmış; size ulaşmak için, hizmet için fırsat
kolluyorlar.
İçlerinde Öyleleri var ki!.. Sahabenin hassasiyeti var
315
gönüllerinde..
Belki içine haram bulaşmıştır korkusuyla, camideki namazlarında seccadesini
yanında götürenler... Gözlerine yabancı hayâl girdi diye, yol parasını, kefaret
olması için sadaka verip mektebinden evine yayan dönenler... Himmete müracaat
edildiğinde; "duydum ki himmete müracaat etmişsiniz; kusura bakmayın, lütfen
evimin tapusuyla anahtarını kabul buyurun" diyen fukara emekliler... Bir
arkadaşından emaneten ayakkabısını alıp, bir başka şehirdeki kardeşini ziyarete
gidenler...
Ve daha nice nice destanlar; destanı kahramanlıklar, nice kahramanlar...
Âtiyi düşünüyorum...Her şeyin pek yakında tersine döneceği, Allah (c.c.)'ın
nizâmının yeryüzünü tekrar huzura ve saadete garkedeceği âtiyi düşünüyorum...
Aynı destan bütün ihtişamiyle o vakit de sürecek!
Asırların hasretle beklediği Hazreti Mehdi ve Hazreti İsa (A.S.)'yı
düşünüyorum... İnsanlığı aradıklarına tekrar kavuşturacak olan Hazreti Mehdi ve
Hazreti İsa (A.S.)'yı...
Her sabah kalktığımda o günlere biraz daha yaklaştığımı hissediyor; "ömrüm
varsa, ben de çok şeylerin değiştiğini göreceğim" diyorum. Ve duâ ediyorum:
"YârabbÜ... Beni de onların ordusunun en basit bir ferdi eylemez misin!.."
316
XXV
Yavuz büroya girdiğinde, Aydın Bey'i kendisini ayakta bekler buldu. Profesör
kollarını açtı; her zamankinden daha sempatik bir tavırla:
- Hoşgeldin Yavuz... Kendini özletiyorsun biliyor musun dedi ve sarıldı.
Bu harekete biraz resmiyetle mukabele etti Yavuz..
- Hoşbulduk hocam..
Oturdular. Aydın Bey, ara ara Yavuz'a kaçamak bakışlarla baktı.
Az sonra gelen çaylar içilirken, profesör ürkek ve kaçamak bakışlarına devam
etti. Lâfa nasıl gireceğini de kestire-miyordu.
Yerinde şöyle bir kımıldandı. Gözlerini Yavuz'a dikti..
- Ocak ayındaki yüksek lisans imtihanına şimdiden hazırlanacaksın Yavuz!
Nasıl âmirâne bir tonla konuştuğuna kendisi de şaştı. öyle ya, ürkütmek de vardı
işin içinde..
- Önünde parlak bir gelecek var oğlum. Senin zekâna, kabiliyetine güvenimi daha
evvel de söylemiştim!..
- Aslında boş boş oturmaktan ben de sıkılıyorum hocam. Okul biteli nerdeyse üç
sene oluyor. Ne yapayım, öyle bir hâldeyim ki içimden hiçbir iş yapmak
gelmiyor! Malûmunuz; uzunca bir zamandır rahatsızdım.
- Hele babamın yanında çalışmayı hiç istemiyorum.
- İyi ya işte! Kendini değişik bir meşgale içine bırakıve-rirsen, huzuru da,
çalışacağın enerjiyi de bulursun..
- Sonra; sana her zaman yardımcı olacağımı söylemiştim. Fakat hâlâ açık açık
bir şey anlatmadın.
- Hâlâ çalışmadan yaşamaya devam ediyorsun!
317
Yavuz'un yüzünün şekli değişti birden...
- Sözümü yanlış anlama, gücenme ama artık bir yol tut-turmalısın.
- Yoo, size kızmaya hakkım yok, diyerek toparlandı.
- Haklısınız.. Ben de zaman zaman kendime çok kızıyorum, ama ne yapayım!..
İçimden gelmiyor. Her şey o kadar gayesiz geliyor ki; çalışsam ne için
çalışacağım?- Hayattan beklediğim pek bir şey yok ki! Sonra hiçbir hedefim yok.
Sâdece bugünü yaşıyorum, yarın beni hiç alâkadar etmiyor.
- Çok şeye sâhib imişim gibi görünebilirim. Fakat babamın bütün varlığını yok
telâkki ediyorum.
- Yâni her şeyini bir kalemde silip atıyorsun. Ne yapalım haklısın.. Olmayan bir
hedefe götürecek vâsıtaların da lüzumu olmaz.
Biraz durdu Aydın Bey. Zihni darmadağınık olmuş bu genci her ne pahasına olursa
olsun, ikna etmeliydi.
- Son günlerdeki durumundan bahseder misin Yavuz?
- Ne gibi?
- Yâni sen seni nasıl görüyorsun? Kendini nasıl değerlendiriyorsun?
- Çok zaman yalnız kalıyorum son günlerde. Yalnızlığı da benimsedim desem
yeridir. Bu sebebden kendimi rahatlıkla dinleyebiliyorum.
- Suali neden sorduğunuzu altlıyorum hocam. Bu günlerde geçmişe göre çok iyiyim.
İsterseniz mazideki günleri anlatayım..
Profesör biraz da bozulmuş hâlde:
- Tabiî tabiî, isabet olur..
- Nasıl söylesem; yaşamaktan zevk almıyordum. Çevremdeki her şeye ilgisizdim.
Hiçbir şeye ilgi ve istek duymuyordum.
- Kendimi bazı sabahlar son derece yorgun, cansız, bitkin hissederek
kalkıyordum.
- Dikkatimi bir şeye top lay amıy ordum. İyice dalgmlaş-mıştım. Karar vermekte
güçlük çekiyordum. En basit şeylerde bile kararsızlık vardı üzerimde..
Hafiflemekle birlikte, hâlen devam eden mes'eleler de
318
var... Bir tanesi var ki hepsinden mühim...
- Hangisi o?
- Hayâta, geleceğe karşı karamsar ve ümitsiz bakıyorum.
- Bazen içimde bir güç hissediyorum. Kendime en zor şeylerin bile rahatlıkla
üstesinden geleceğimi kabul ettiriyorum. İçimde çok büyük işler yapma azmi
doğuyor. Fakat bazen de öyle oluyorum ki, gündelik en basit işleri yapmak bile
çok zor geliyor.
- Peki geçmişte yaşadıkların müessir mi bunda?
- Tabiî tabiî.. Başkalarının hiç umursamadığı bir şey beni günlerce meşgul ve
rahatsız ediyor bir de..
- Seni tam tanıdığımı iddia edemem Yavuz. Yalnız hassas bîr insan olduğunu
biliyorum.
"Şu insanoğlu ne çözülmez bir muamma!" diye düşündü. Aklına tanıdığı bir-iki
doktoru tavsiye etmek geldi. Söz dilinin ucuna gelmişti ki her şeyi mahvetme
korkusuyla vazgeçti^
Gururlu bir genç olan Yavuz'un imâ yüklü, yardım isteyen sözleri de yabana
atılamazdı. Profesör bu değişik hava ile daha da cesaretlendi. Zira önceki
görüşmelerinde aynı havanın zerresi yoktu. Doktor kelimesinin lâfını bile
etmeden onu deşelemeye çalışmalı, bu arada pohpohlamalıydı:
- Sen birçokları gibi değilsin. Hassasiyetin, hâdiselere tepkinin çok daha
büyük olmasına yol açıyor. Fakat bu senin üstün tarafın..
Yavuz şaşaladı bir anda.. Profesörün daha Önce söylediklerini hatırladı. Ne
maksatla böyle konuşuyordu? Aklı, mantığı ve irâdeyi o zaman göklere çıkaran bu
adam, şimdi kendisinin hassasiyetine değer veriyordu. Hoşuna da gitmişti.. Olur
ya; şu yaşma rağmen fikirleri değişmiş olamaz mıydı?
- Bu bir üstünlük mü bilemem. Bu vasfımı ben de yeni yeni keşfediyorum. Bundan
bir sene evveline kadar farkında bile değildim. Keşfetmeme de, benden farklı
gördüğüm İnsanlar sebeb oldu. Öyle şeyler oluyor ki, kütük gibi duygusuz
kalanlara hayret ediyorum...
319
- Neyse hocam!.. En mühim mes'ele, şu hâlimden kurtulmak... Gönül huzuruna
kavuşmam lâzım. Yoksa vazifelerimi yerine getiremem!.
- Oğlum, biz ne kadar uğraşsak da iş biraz da olacağına varır.
İkinci bir şaşkınlık geçirdi Yavuz. Aydın Bey'in devamına fırsat bırakmadı:
- Hah,işte ben de zaman zaman öyle diyorum. Akıntının tersine kürek çekmekle
neyi halledebilirim? Lâkin zaman geliyor, ben de bir şeyler yapmalıyım, eli kolu
bağlı duramam, diyorum.
Gülümsedi profesör:
- Seninki biraz da gençlikten... Yakın bir gelecekte, bazı şeylerin sende de
törpülendiğini göreceksin- Deminki sözlerimle tenakuza düştüğümü de zannetme
sakın!.. Sâdece hislerinin biraz daha kıvama geleceğini söylemek istiyorum.
Gayet temkinli ve kurnazca bu sözler Yavuz'u iknaya yetti.
- Okulunu bitirmeden önce de böyle miydin Yavuz?
- Ne üniversitede ne de lisedeyken pek farklı değildim. Demek ki o zamanlar
henüz ümitlerim varmış. Daha bir aydınlık görüyormuşum dünyâyı.. Şimdilerde an
geliyor; en ufak bir şey beni yaralıyor. Neticede bir çıkmaza girdiğimi görüyor,
bunalıyorum. Çıkış yolu da bulamıyorum.
- İşte işin püf noktasına geldik oğlum. Bir meşgalen olmayınca, ziyadesiyle
kendini dinliyorsun. Zihnin bir işle meşgul olmadığı için aklını küçük şeylere
takıyorsun.
- Bilmem, belki...
Bunu söylerken kendisini sorgular bir tavrı vardı.
- İşte tekrar başa döndük.. Surda iki-üç ay bir zaman var. Bu meyanda
bilgilerini biraz tazelersin. Kendini ruhen hazırlarsın. İmtihana da zâten lâf
olsun diye gireceksin. Kendini şimdiden kazanmış bil. Orasını bana bırak!
- Hocam iyi hoş da, bu işi benimseyeceğimden emin değilim.
- Sen hele işin içine bir giriver. Bak nasıl seveceksin!.. Yavuz bütün
tereddüdüne rağmen, bu kendinden emin
320
sese daha fazla mukavemet edemedi.
"Belki dediği gibi olacak her şey. Belki hayâtımın akışı değişecek. Yeni bîr
dünyâya girmek beni belki yepyeni bir insan yapacak."
- Ben de üniversite çağlanndayken;zaman zaman akıbetimin meçhuliyetine bakıp
esef duyardım...
- Bir devlet memuru olan babamın yolladığı parayla, kıt kanaat üniversiteyi
okudum. Tahsil müddetince, her zaman parasızlığın ezikliğini duydum. Babamdan
başka kimseden de en ufak bir yardım görmedim. Bu, içimde bir ukde olarak
kaldı...
Sözünün burasında ayağa kalktı. Pencereyi açtı. Parmağıyla Yavuz'a işaret ederek
devam etti. Sesi sertleşmiş, insanlara, cemiyete yılların nefretini
haykırıyordu:
-Anadolu'nun bir kasabasından İstanbul'a gidip kıt imkânlarla okumak nasıldır,
bilir misin?..
Sustu, tekrar yerine oturdu. Nefeslendi...
- Evet Yavuz.. Bazı akranlarım yağ-bal içinde yüzerken benim sefalete talim
etmem!..
- Bütün bunlara rağmen okulumu senin gibi başarıyla bitirdim. Fakat boşluk
içindeydim.. Geleceğimi düşünüyor, bir taşralı olarak sönüp gideceğimden,
sıradan bir memur olarak yaşayıp, öldükten hemen sonra unutulacağımdan endîşe
ediyordum..
- Güç olmalıydı elimde.. Silik bir insan değil, insanların parmakla gösterdiği,
bana her yerde saygı duyduğu, şöhreti yakalamış, maddî gücüyle konfor içinde
yaşayacak biri olmak istiyordum.
- Hattâ şu hayâllerimi belki sen de yaşamışsındır: Dünyânın tek hâkimi olmak,
en güçlü adamı olmak...
- Bugün hayâllerimin hiç olmazsa bir kısmına kavuştum. Saygı duyulan,
çekinilen, zengin biriyim. Bir ailem var İstikbâlleri parlak iki çocuğum var.
Burada durakladı. Bakışları değişti. Yüzü Öyle acaib bir hâl aldı ki, ne
düşündüğünü kestirmek mümkün olamazdı.
- Oğlumla kızımdan daha önce bahsetmişimdir. Oğlum yurt dışına yerleşti sayılır.
Kızım da burada tıbbiyede oku-
321
yor. Üçüncü sınıfta...
- İkisi de birbirinden zekîdir. Ha, tanışmışmıydın onlarla?
- Hayır hocam.
- Oğlumla ne zaman tanışırsın bilemem. Ama kızımla en kısa zamanda
tanıştıracağım seni. Hele kızım; dünyâ tatlı-sidir. Ah güzeller güzeli kızım!
Sözünün burasında yüzünü buruk bir ifâde kapladı.
- Ne yazık ki çocuklarım benden çok uzaktalar! Bir baba olarak beklediklerimi
göremiyorum onlardan.
-Ne gibi hocam?..
- Beni katıksız sevmelerini, hiç olmazsa sâdece sevmelerini istiyorum.
Sinirlendiğini belli etmemeye çalıştı:
- Neyse bunlar şahsi mes'elelerim. Pek mühimsemiyo rum zâten. Gençlik işte...
Zamanla aramızd-aki uçurum kapanır gider. Zamana bırakmak lâzım bazı şeyleri..
O buruk ifâdenin ardından gelen umursamaz, buz gibi bir tavır Yavuz'u çok
şaşırttı. İçinden "hayret" deyip dudak bükmeden edemedi. Nasıl oluyor da birden
değişebiliyordu?
- Tanışmanızda muhakkak fayda var. İlerde birbirinizden istifâde edersiniz.
Umarım sağlam dostluklar kurarsınız.
Bir şeyi unutmuş da hatırlamış gibi:
- Neyse asıl mes'eleye dönelim... Fakirlik korkusu hâriç, kimbilir sen de benim
yaşadıklarımı yaşıyorsun..
- Benim elimden birileri tuttu. Ben de sana yardımcı olmak isterim. Ama silik
bir insan, sünepe birisi olma niyetin-deysen var git yoluna derim!.
- İhtiraslarım, azmim, sebatım beni bu noktaya getirdi. Nasıl geldiğimi
sorarsan, ne ehemmiyeti var!.. Mühim olan bugün geldiğim nokta..
- Bir aksilik olmazsa seneye dekan olacağım!.
- İnşaallah hocam.
- Evet oğlum, kararını ver. Akıllı bir gençsin! Doğru karar vereceğine eminim..
Artık rahatlamıştı. İşte aylardan beri söylemek istediği
322
birçok şeyi söylemişti. Hem de Yavuz'u istediği kıvama getirmişti. Bundan
sonrası kolaydı. Artık son hamlesini yapmalıydı.
- Olur ya; gün gelir yepyeni fikirlerinle insanımızı çağdaşlığa götürecek
çığırlar açarsın. Maddî gücünle de birçok büyük işe muktedir olabilirsin.
Milletvekili olursun, bakan olursun...
Yavuz, biraz da koltukları kabarmış hâlde güldü:
- O kadar da değil hocam.. Haddimize mi düşmüş!..
- Neden olmasın? Sende o kapasite var. Fakat gücünü kullanmıyorsun.
- On gün sonra, Pazartesi günü öğleden sonra okula gelmeni istiyorum. Seni
tanıyan eski hocaların var. Bazılarıyla da ben tanıştıracağım.
- Peki hocam gelmeye çalışacağım.
- Hayır, mutlaka geleceksin!
•**
Eve gittiğinde Yavuz uzun zamandır yaşamadığı bir neş'e İçindeydi. Akşamın geç
vakitlerine kadar kız kardeşine takılmadan edemedi. Sık sık "bugün keyfimi kimse
bozamaz" diyordu
Nihayet, herkes yatmak için odalarına çekildi. O zaman gündüz olanların
muhakemesini yapmaya çalıştı.
Uykusu geldiği hâlde; içindeki ferahlık ve neş'e uykusuna gaüb geliyordu.
Geleceğini düşündü... Sonra gözlerini yumdu, çocukluğuna döndü...
İlk okulu bitireceği günlerdi. Annesi hayattaydı o zamanlar..
Bir akşam başını annesinin dizlerine yaslamış, uzanmıştı. Annesine yakında
okulların kapanacağından bahsetmiş, gene pekiyi ile geçeceğini söylemişti.
Annesi: "Ah güzel yavrum, bir de büyük adam olduğunu görebilsem! Sâdece
zenginlikle büyük olunmuyor.. Sonra, bu zenginliğin her zaman süreceğine dâir
bir teminatımız da yok ki!" demişti.
Yavuz düşünmüş düşünmüş, kafasında bir büyük adam canlandırmıştı. Çocuk aklıyla
zihninde canlandırdığı
323
bu büyük adam hayâli sonraları ona çok noksan ve gülünç gelmişti.
Annesi o günden sonra da; zaman zaman tekrarlar olmuştu bu sözü: "Büyük adam
olacak benim oğlum!"
İlk gençlik çağlarında; zihnini sık sık şu mes'ele kurcalamıştı: "Büyük adam mı
olunur, büyük adam mı doğulur?" Çevresindekilere bakıyor, birinci fikre
meylediyor; târihe ve günün tek tük rastlanan büyüklerine bakıyor, ikincisine
meylediyordu.
Yaşadığı teecrübeler, uğradığı hayâl kırıklıkları, duyup da görmediği bazı
insanların hayatları, bu zikzaklı anlayışının yanlış olduğunu öğretti.
Özünden kopmuş, hayâtın gayesini kaybetmiş, ölçüleri tepetaklak olmuş Anadolu ve
dünyâ insanları "önemli insan ile değerli insan"ı birbirine karıştırır olmuştu.
Önemli insanlar değerli zannedilip takdir görüyor, hürmete lâyık bulunuyordu.
Hâlâ düşündüğü, bir türlü halledemediği bu mes'ele gene aklını meşgul etti...
"İyi de; önemli insanlar her bir köşeyi tutmuşken, neden değerli insanlar kıyıda
köşede duruyorlar?.."
"Belki de hiç cevab bulamayacağım" diye düşündü tek-
rar...
324
XXVI
Ahmed Bey, o toplantı gecesinde kardeş ilân ettiği Ferhat Bey'i o gün evine
davet etmişti. Toplantı gecesinin üzerinden bir hafta geçmişti.
Sanki misafiri rahat değilmiş gibi,Ahmed Bey eline bir yastık daha aldı, "lütfen
şunu da arkanıza yerleştirin" dercesi-ne uzattı. Misafir "peki" dercesine aldı,
sırtı ile dayandığı yastık arasına koydu.
İkisi de heyecanlıydılar. Hangi sebeble bir araya geldiklerini bilmemekle
beraber aynı heyecanı duyuyorlardı. Birbirlerine bakarlarken; şübhesiz, ikisi de
aynı şeyleri düşünüyordu.
- Ferhat Bey... Görüşmeyeli uzun zaman oldu.. Lâkin o gece tekrar karşılaşmamız
mukadderini^. Belki o gece, buradaki ortamı hazırladı. Kardeş olduk ve görüşmeye
kendimizi mecbur hissettik.
- Sizi bilmem ama, ben kendimi seneler süren bir uykuya kapılmış gibi görüyorum.
O gece; her şeyi değiştiren o gece, beni uykudan uyandıran geceydi. Meğer
seneler boyu kendi dünyâmda, tek kişilik karamsar bir dünyâda yaşamış durmuşum.
Hep itilip kakılmışhk, beni daha binbaşı iken emekli olmaya mecbur etti.
Güçsüzdüm, kendimi yalnız görüyordum. Yardımsız ve sâhibsizdim...
- Öyle zamanlar oldu ki, imân sahibi insanların tamamen toprak altmda kaldığına
inandım. Ortalıkta iyi insan kalmamış zehabına kapıldım.
Ağır ağır kafasını salladı Ahmed Bey.. Gözlerini yere dikmişti. Sesi soluk
gibiydi:
- Evet... Ben de senelerdir aynı şeyleri yaşadım. Bir fark-
325
la; benimki uykunun da ötesinde bir nefretti!.. Senelerdir değişen birçok şeyi
görememişim. Gözlerimi kapayan da bu uykudan ziyâde nefret...
- İnanır mısınız, bir haftadır doğru dürüst uyuyamıyorum Ferhat Bey.. Aklımda
hep o geceki toplantı, orada gördüklerim...
- O günden beri kendimi sorguluyorum... Yiğenim Yusuf'u, o gecede konuşmasmı,
kısa zamanda yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Sonra kendime
dönüyorum; bu güne kadarki hayâtımın muhasebesini yapıyorum. Tutturduğum yol
beni nereye kadar getirmiş; hatâlarımı, se-vablarımı gözden geçiriyorum. Ve hep
şurada tıkanıp kalıyorum: Acaba hatalı olan ben miydim?.. Hep doğru yaptığımı
zannetsem de tamamen hatâ içinde olamaz mıyım?
O ortamda Yusuf'un zikrettiği "gevşemeyin, üzülmeyin; inanıyorsanız üstün olan
sizlersiniz..." âyet meali öyle bir sarstı ki beni!..
- Aynen Ahmed Bey, aynen... Ben de iliklerime kadar titrediğimi, beynime
yıldırım çarpmış gibi sarsıldığımı hissettim. Belki samimî bir ağızdan çıkması
da te'siri katbekat artırmıştı..
- Onun bahsettiği hastalıkların bir kısmından uzağız belki... Fakat yiğeniniz,
her sözü sanki benim için söylüyordu. Her bir cümlede kendimi gördüm, kendimi
hesaba çektim. Ve o anda sordum hep kendi kendime: "Şu bahsettiği hasta acaba
ben miyim? Şu belâya ben de mi duçarım? Şu zaaf bende de var mı?"
- Ve hâlâ soruyorum...
- Ben İse onlardan maada kendimi şu noktada sorguluyorum:
Yerinde kımıldandı. Rahat edemedi. Ayaklarını toplayıp sedirde bağdaş kurdu.,
- Mektubu Yusuf'a verdiğim gün, başladığı iş hakkında da biraz konuşmuştuk.
Birtakım yeniliklere leşebbüs ettiklerinden bahsetmişti. Sonradan duydum ki;
bana bahsetmediği yeni kurulan bir şirket ve fabrika işi de varmış.
- O gün içinde bulunduğu hassas ortamı hiç hesaba kat-
326
madan ikaz etmiş, acımasızca tenkid etmiştim. Belki ümitlerine, samimî
heyecanlarına gem vurmuştum. Benden destek almalıyken tam tersini görmüştü.
- O gün iyi niyetli idim. Fakat iyi niyet yetmiyor ki! Neyi ne zaman yapacağını
da iyi bilmek lâzım.. En çok desteğe muhtaç olduğu bir zamanda hiç olmazsa
sussaydım. Yazık ki yapamadım!
Ferhat Bey ses çıkarmadı buna.. Bir aile mes'elesi olarak görmüştü mes'eleyi.
Yorum yapacak kadar da samimiyeti yoktu henüz.
Ahmed Bey'in eski hâlini bilseydi, değişmiş hâlini bilseydi, ortak hislerinin ne
kadar çok olduğunu bilseydi belki çok şey söylerdi.
Gene de kırıcı olmamak kaydıyla bir şeyler söylemeliydi...
-Yiğeniniz Öncü olduğu hamlelerle Konya'da çığırlar açtı. Daha iki gün evvel,
hissedar işçilerden biriyle konuştum. Öyle memnundu ki hâlinden!..
-Düşünsenize, fabrikada hem işçi hem ortak... "îşler çok iyi, herkes huzurlu,
istihsal kat kat arttı" diyor. Yeni kurulan şirketin gördüğü teveccühten de
sitayişle bahsetti.
-Fabrikada bir ihtiyar adam varmış. Yusuf Bey istanbul'dan getirtmiş kendisini.
Fabrikada herkes öyle sevmiş ki mübareği... Konuştuğum adam ihtiyar için, "bize
Allah'ın bir lûtfu" diyor. Hızla ilerleyen bir cami inşaatından da bahsetti.
-Ve hepsinin sonunda, yiğeninize duâ üstüne duâ ediyor. "Allah başımızdan eksik
etmesin" diyor.
-Yalnız temennim; menfaat muslukları kesilecek diye korkanların, güçlü
sermâyeleriyle bu işe set çekmeye kalkmamaları...
-înşaallah, dedi Ahmed Bey.. Benim de endîşelerimden biri... Yalnız;
samimiyetsizlere dikkat edilirse bir tehlike olacağını zannetmiyorum. Zira
herkesin faydasına bu... İşin faydasına inananlar, bu yelpazeyi her geçen gün
genişleteceklerdir.
Müsaade isteyerek kalktı, dışarı çıktı. Az sonra, elinde çay tepsisiyle geldi.
Çaylar içilirken, ara ara yerinde kıpırdandı Ahmed Bey.
327
Bir şeyi anlatmak istedi, vazgeçti. Nihayet çaylar bittikten sonra, günlerdir
kafasını kurcalayan mevzuu açtı.
- O gecedeki gençleri gördünüz Ferhat Bey!.. Çeşit çeşit insanlar vardı. Her
biri bir şeyler umarak gelmişlerdi. Zannediyorum; benim gibi olanlar da
umduklarını fazlasıyla buldular. Hattâ ben, nerdeyse zorla gitmiştim.
- Şimdi bu zamana kadar gelen geçenleri neden kaçırmışım diye hayıflanıyorum...
- Hele o gençler, hele o gençler!.. Nurlu nâsiyeleriyle, dı-rahşan çehreleriyle,
gözlerimin Önünden gitmiyorlar bir türlü! Senelerdir kararmış dünyâmı bir anda
aydınlattılar,
- Cum'a namazlarını, senelerdir hep küçük camilerde kıldım. Etrafıma da pek
dikkat etmem zâten. Camide, arada kaybolup giderdi bu gençler... Veya onları
sâdece Cum'aları kılan gençler zannederdim.
- Ama o geceki hava öyle bir sarstı ki beni!..
- Demek ki son yirmi-yirmi beş sene çok şeyi değiştir-, miş Ahmed Bey!. Benim
de sizden pek farkım yoktu. Hiç düşündünüz mü; senelerdir dünyâya neden Öyle
baktık? Neden her şey mahvolmuş gibi geldi bize?
- Hayır, enine boyuna düşünmedim hiç! Yalnız tesbit ettiğim bir şey var:
"Ölümden sonra diriliş" yaşıyor gibiyiz...
Bu sözlerle gözleri parladı Ferhat Bey'in... "Mükemmel bir tesbit" diye geçirdi
içinden..
- Ben ise iki gündür şuna kafa yoruyorum... Belki yanılı-yorurn, ama âcizane
vardığım netice şu:
- Yusuf Bey'in konuşması esnasında kafamda bir şimşek çakmıştı... Kendimi o
zayıflık psikolojisi içinde değerlendirdim:
- Ben, her şeyden el etek çekip uzlet köşesine çekildim. Yaptığım; mevcud
cebhelerde harbi kaybeden bir kumandanın ricat hareketine benziyordu. Senelerce
dışa kapalı, sâdece kendisini ve ailesini kurtarmayı hedef edinen, pasif, ucuz
yolu seçen bir hayat... Aklımsıra, cebhe gerisini kurtarma!..
- Eminim bu hâlet-i rûhiyeyi siz de yaşamışsınızdır..
- Evet, dedi Ahmet Bey.. Sesi; yılların kahrını, çilesini, işkencesini bu tek
kelimede teksif etmişti.
328
- Evet, hem de şiddetle...
Kara gözlerini kısarak sabit bir noktaya dikti. Sırtına yavaş yavaş bir mızrak
girer gibi omuzlarını oynattı, dişlerini birbirine kenetledi, gerilen yüz
hatları çehresini kırışıklıklarla doldurdu, şekilden sekile soktu. Boyun
damarları daha bir belirginleşti.
Bağdaş kurmuş vaziyette bir öne bir arkaya birkaç defa salıncak gibi gitti
geldi.
Nihayet gevşedi. Bakışlarını misafirine çevirdi. Büyük bir İç mücâdelesi
geçirdiği rahatlıkla anlaşılabilirdi. Senelerdir içinde taşıdığı bir şeyler,
anlatılmak ve anlaşılmak için, işte gene irâdesini zorluyordu.
"Senelerdir, dünyâma uzak olanlarla yaşamak.. Benimle hemhal olacak kimselere
rastlamamak! Bana bigâne olanlara içimi şerh edememek... Ne büyük bir azab! Ne
çetin bir yol!..."
"Belki bana benzeyenlerden birine ilk defa rastlıyorum. İşte iki mazlum karşı
karşıya..."
"Fakat ona da anlatamam kü Bu güne kadar kimseye anlatmadım. Karımın bile
bilmesini istemedim. Birbirimizi ne kadar anlasak da Ferhat Bey'e anlatamam!.."
Ferhat Bey; her tipte, subay, astsubay, er ve siville çalışmış, nice insanlar
tanımış Ferhat Bey, bu esrarlı insanın yaşadığı iç mücâdelesini teşhise
çalıştı...
İçinde kaynayıp kaynayıp taşmaya çalışan bir sır olmalıydı bu..
- Ne o rahatsız mısınız Ahmed Bey?
- Yoo hayır.. İyiyim iyiyim. Sâdece maziyi hatırladım da..Bazı şeyleri tekrar
yaşar gibi oldum.
Ferhat Bey, sezdikleri üzerine kapalı konuşmayı tercih etti:
- Biliyor musunuz; küçük acılar insanı bir kurt gibi kemirir bitirir, büyük
acılar ise teselli eder. İnsan, çileyi çektikçe daha bir beslenir, kuvvetlenir.
Her türlü azım ve sebatını çektiklerinden alır,.
Ahmed Bey bu sözlerle irkildi. Yoksa misafiri, mazisini biliyor muydu?! Sanki
içini okumuş da konuşmuştu. Dikkatle Ferhat Bey'in yüzüne baktı, gözlerini
kırpıştırdı.
329
Ferhat Bey, bu tedirginliği anlamakta gecikmedi. Sükûnetle devam etti:
- Dünyâlarımız, zannettiğinizden daha yakın... "İnsan yer içer, kendinden pay
biçer" demiş eskiler..
- Belki yaşadıklarınız tahminlerimin çok üstünde. Yalnız, bilmiş olun ki;
bugüne kadar her ikimiz de aynı kaderi yaşadık. Buna; insanlara küskünlük deyin,
bezginlik deyin, yeis deyin, mahvolmuşluk psikolojisi deyin, dâvaya ihanet
deyin, korkaklık deyin, her ne derseniz deyin... Mühim olan netice...
- Senelerce, şâirin " iyiler beyaz atlara binip gittiler" mıs-raıyla avundum
durdum. Şimdi... Şimdi düşünüyorum da; kaybettiğim bir imtihanın ikmalinin aref
esindeyim. Bu ikmâli kazanmak, benim için mazimin kefareti olacak!..
Bu sözler karşısında gözleri doldu Ahmed Bey'in .
- Ne güzel tercüman oldunuz hislerime! Şu memlekette bize benzer kaç ihtiyar,
kaç orta yaşlı var kimbilir!.. Yalnız, şu anda beni sâdece "ben" alâkadar
ediyor...
- Kendimi bir firari gibi hissediyorum.. İçimdeki kendime isyan dalgaları öyle
bir kabardı ki!.. "Yeter artık " diyorum. Yaşadığım zillet!.. Kendime gelmeliyim
artık!
- Artık karanlığa küfretmeye paydos!.. Ben de kötülüğe karşı savaş açmalıyım.
Kötülüğe k^rşı iyilikle...
- Ferhat Bey, az önce bir kelime sarfetmiştiniz..
- Hangisiydi o?..
- Korkaklık.. Kendimi o ölçüye vurdum da şimdi.. Acaba ben de korkak mıyım
diye... "Hayır" dedim. Belki diğerlerinin tamamı vardı, ama korkaklık yoktu
bende.. Bizi ne kadar korkutmak, sindirmek isteseler de, korktuğum için
çekilmedim köşeme!..
- Ben korkaklıkla cesaret noksanlığını kastettim. İtiraf edeyim ki, kâfi
miktarda cesaret yoktu bende. İmânım zayıf-mış demek ki. İlmim beni bile idare
edemezmiş. Yoksa ben de kendi çapımda kâinata meydan okuyabilirdim. Hakikî imânı
elde edenlerin yaptığı gibi; zamanın şartları içinde gerekli silahlarla teçhiz
olup, dünyâ ile yaka-paça olurdum.
- Devrin şartlan içinde bu meydan okumayı Yusuf Bey
330
gibiler yapıyor. Ne mutlu öylesi kahramanlara!..
Ahmed Bey başını eğdi. Gözlerini kısarak halıya baktı. İçinde kabaran pişmanlık
dalgasını bastırmaya çalıştı:
- Ne mutlu o ve onun gibilere!.. Yanıldığıma ne kadar da sevmiyorum! Allah
(c.c.) hizmetlerini dâim eylesin, akibetini hayrey leşin L
Misafirin ağzından; nefes gibi, samimî bir icabet sözü düküldü:
- Amin!.. Binlerce âmin...
Bir yandan da Ahmet Bey'in kendi kendine isyanının derecesini, ruhundaki ihtilâl
ve inkılâbın şiddetini kestirmeye çalışıyordu.
331
XXVII
" Nasıl olur, nasıl olur?!" diye habire tepiniyordu Aydın Bey.."
" Nasıl böyle aldanabilir? Nerdeyse yolundan çıkmak üzere!"
"Tam avucumun içine almak üzereyim ki; kalkıyor, bir kendini bilmezin, beğendiği
fikirlerinden bahsediyor. Konya'ya getirdiği yeniliklerden, attığı sözde dev
adımlardan dem vuruyor. Her işinden sitayişle söz ediyor."
Biraz sâkinleşeyim diye koltuğuna oturdu. Sakin olmalıydı. Evet evet, Yavuz'la
Yusuf içeriye girdiklerinde gayet soğukkanlı görünmeliydi. Sinirlenmemek, her
şeye sükûnetle tepki göstermeliydi.
Bir an düşündü.. "Acaba Yusuf'la tanışmak için acele mi ettim? Biraz daha
beklesem de her şey rayına otursa daha iyi olmaz mıydı?.."
"Yoo, her şeyi sıcağı sıcağına halletmek lâzım!.. Yavuz'un kafasındaki
istifhamları bir bir ortadan kaldırmak lâzım. Bunun da en kestirme yolu Yusuf'u
rezîl kepaze edip Yavuz'un gözünde beş paralık etmek! İşte o zaman anlayacak
hatâ yaptığını!.. O Yusuf denilen çocuk da haddini bilecek... Bir daha boyundan
büyük işlere kalkışmayacak. En azından, Yavuz'un yakasını bırakacak..."
Oturup beklemeliydi o hâlde. On-on beş dakikaya kadar büroda olurlardı.. Neler
yapacağının hayalleriyle, keyifli keyifli beklemeye koyuldu...
Tahmin ettiği gibi, çocuklar vaktinde geldiler.. Tebes-
333
sümlerle içeri girdiler..
Aydın Bey kalktı, önce Yavuz'a yöneldi, hareketlerine samimî bir hava süsü
vererek kucakladı. Ardından; geride duran Yusuf'a elini uzattı. Gözlerinin içine
bakıp "hoşgeldiniz" diyecekti..
Fakat o yüz, o koyu mavi gözler, gözlerdeki derîn ve ma'nâlı bakışlar... Hüznü
bir tablo gibi yüzünde resmetmiş bu genç adamın gözlerine daha fazla bakamadı.
Acaib bir hâl vardı bu yüzde. Lâhutî bir hava, kendinden gayet emin bakışlar,
adetâ "gel, benim iklimimde seyahate davet ediyorum" diyen bakışlar... Bir
mü'mine Allah'ı hatırlatan bakışlar... Becerebilen için, bir kitab gibi okunacak
bakışlar... Bir imansızın dizlerinin bağmı çözecek bakışlar...
İçinin titrediğini, bu genç adamın karşısında küçüldüğünü, bir fare kadar
ufaldığını, tarifsiz bir korkuya kapıldığını hissetti.
Nihayet:
-Hoşgeldiniz, diyebildi.
Çocuklar gösterilen yerlere oturdular.
•••
Bürodan çıkar çıkmaz, iki yiğen acele adımlarla yürüdüler. Park yerine varıp
arabaya bininceye kadar hiç konuşmadılar.
Yusuf, hareket edinceye kadar yar» gözle hep amca oğlunu gö-zetlemişti. Yavuz'un
hareketleri acelesiz, hamleleri sert idi. Yüz hatları gergindi. Sağa sola
bakmıyordu.
İlk konuşan Yusuf oldu. Sesine, görüşmenin üzerinden günler geçmiş gibi
heyecansız, kuru bir hava vermeye çalıştı.
- Yavuz, son söylediğim sözle fazla mı ileri gittim diye düşünüyorsun belki..
Hafifçe sinirli bir sesle, bilmezmiş gibi sordu Yavuz:
-Hangisiydi o?..
-"Sizin aklınız, sizi helaya kadar götürür, orada bırakır çıkarsınız..."
-Bilmem, dedi yüzü yan dönük... Şimdi hiç yorum yapacak durumda değilim. Zihnim
karmakarışık...
Sesi gayet soğuk geldi Yusufa.. Kırgın ve lâkayd görünüyor-
334
du.
Ana caddeye çıkıp, trafiğin akışına kapıldılar...
-Eve mi gidiyorsun Yusuf?
-Farketmez, vakit henüz erken.. Ama sen istersen..
Anlamıştı Yavuz... Bir müddet.cevab vermedi.
-Demin söylediğim gibi zihnim karmakarışık.. Keşke hiç go-rüşmeseydiniz diyorum
şimdi. Halbuki ben neler ümit etmiştim!..
-Ben de öyle ama...
-Sana ayıb etti profesör.. İş bu noktaya gelmemeliydi. Yazık; niyetinin ne
olduğunu geç öğrendim!
-Biliyor musun Yusuf; onu senelerdir tanırım, fakat hiç böyle görmemiştim. Sık
sık dili dolaşıyordu, tedirgin, korkmuş bir hâli vardı. Birkaç yerde saçmaladı.
Bu kadar da açık konuştu ilk defa...
-Senin son sözüne de gelince; tartışmayı bitiren, muhatabını susturan bir
sözdü... Görünüşte çok ağır gibi..
-Şimdi düşünüyorum da; senin içinde bulunduğun şartlar... Dahası; bir tuzakla
karşı karşıya olduğunu düşündün belki!
Birden araba ağırlaştı, sağda durdu. Yusuf'un gözlerine bir suçlu edasıyla
baktı...
-Evet Yusuf... Belki bu tuzakta benim de payım olduğunu zannediyorsun. Seni
temin ederim, yemin ederim ki böyle bir şey aklımın ucundan dahi geçmedi!
Yusuf güldü bu sözlere.. Elini Yavuz'un omzuna attı:
-Sen müsterih ol Yavuz.. Sakın kendini suçlayıp üzme! Emin ol, benim de aklıma
gelmedi öyle bir şey!.. İnşaallah böylesi daha hayırlı olacak..
-Yapılan saldırılar, edilen iftiralar şahsıma olsaydı sineye çekerdim.. Sen de
gördün ki; şahsımda her türlü iğrenç saldırı İslâm'a idi. Orada İslâm'ın izzeti
bahis mevzuu idi.. Onun için; en kestirmeden adamın sırtını yere yapıştıracak
bir söz lâzımdı. Zannediyorum zayıf tarafından vuruldu adamcağız!. Hem aklı
putlaştıran bir akılperest, hem de zehirli iğnesi an gibi bağırsaklarına bağlı
bir şehvetperest...
Araba tekrar hareket ettiğinde, Yavuz içinin rahatladığını, zihnini alt üst eden
evhamın yok olduğunu hissetti. Yan
335
gözle Yusuf'a sıcak bir nazar atfetti..
Devam etti Yusuf. Zira en mühim kısım açıklığa kavuşmalıydı:
- Yirminci asrın en büyük putunun ne olduğunu sen de anlamış olmalısın Yavuz..
Profesörle, iyileştikten sonraki ilk görüşmesi aklına geldi Yavuz'un..
- Evet, anlar gibiyim..
- Aydın Bey'in şahsında; o koca putun tecessüm etmiş hâlini dehşetle gördüm.
Asrın; hele Batı âleminin en büyük putu "akıl..." Daha doğrusu "insan." İnsanın
kendisi...
- Batı âlemi bugün Hıristiyan değildir; yazık ki başka bir şey de değildir. İki
üç asırdır peşinden sürüklendiği "-izm" lerin te'siriyle, bâtıl da olsa eski
inancından kopmuş, kendisine tapar olmuştur. Aydın Bey gibiler; bu vetirenin
serencâmını pek iyi bilirler de, insanların bir aşırılıktan kurtulup bir başka
aşırılığın, yâni "akıl putu" nun ağlarına yakalandığını göremezler...
-Müsbet ilimlerde alınan akıl almaz mesafe; insanı yersiz, herzekâr bir kibir
illetine mübtelâ etmiştir. O noktada Allah (c.c.) ve her nevî kudsî değer yok
sayılmıştır.Akıl ve onun buldukları, insanı yücelerin yücesine çıkaracak
zannedilmiş-tir.Heyhât, işte görüyoruz aklı put edinenleri!.. Onların ferdî
hayatlarının acınacak hâlini, içtimaî bayatlarının vahşî hayvanlara rahmet
okutacak manzarasını...
Beynine tokmak gibi inen şu birkaç cümle Yavuz'u öyle bir sarsmıştı ki!..
- Evet Yusuf, şimdi daha iyi anlıyorum. Şu üstü kapalı birkaç söz her şeyi
anlatmaya yetiyor!
Bunları söylerken, içinden Yusuf'u eve davet etmeyi geçirdi. Bir kuvvet alıkoydu
bu arzusundan... "Hayır hayır, bu kadarı çok bile, ona daha yakın olamazsın"
diyordu.
Bu iki kuvvetin çarpışmasını anlamış gibi, aynı teklifi ikinci sesin adetâ
inadına Yusuf yaptı:
- Herhangi bir plânın yoksa, istersen bize gidelim... Bunca olanlardan sonra
hayır diyemezdi. Demek ki amca oğlunda inkisarın zerresi yoktu. Sevincini belli
etmemeye
336
çalıştı.
- Tabiî, neden olmasın!..
Eve vardıklarında vakit öğleyi bulmuştu.. Yer sofrasında yenilen yemekten sonra
müsaade isteyip namaz kılmak üzere kalktı Yusuf.,
Bu manzara karşısında içinden bir şeylerin koptuğunu hissetti Yavuz.. Amca oğlu
dönene kadar salonda süklüm püklüm oturdu.
İçeriye gözleri parlayarak girdi Yusuf:
- İstersen benim odama geçelim, daha rahat ederiz orada?.
Cevab vermeden kalktı Yavuz.. Bahsedilen odaya geçtiler.
Adımını odaya atan Yavuz'un ilk işi, merakını belli etmeden ortalığı seyretmek
oldu. On-on iki metrekarelik bu küçük odaya dört senedir ilk defa giriyordu.
İlk dikkatini çekenler; köşede bir somya, somyanm karşısında bir masa,masaya
bitişik bir sandalye, duvarın bir kenarını boydan boya kaplayan koca bir
kitablık, pencere ile somya araşma yerleştirilmiş bir dolap oldu. Yerde eskimeye
yüz tutmuş küçük-bir el halısı vardı.
Somyanın üzerine oturunca kuru bir yere oturduğunu anladı. Bu tahta somyanın
üzerinde ince bir şilte vardı. Kendi yumuşacık yatağıyla kıyaslamadan edemedi..
Yusuf da sandalyeyi çekti oturdu. O zaman masaya bir daha bakan Yavuz bir masa
lâmbası ve hemen yanında hiç ummadığı, bu odada bulunmasına asla ihtimâl
veremeyeceği bir şeyi gördü. Hayret, odaya ilk girdiğinde görmemişti!.
- Bu kurukafa hakikî mi?Demin nasıl da görmemişim? Bunu söylerken, yüzünü hafif
bir alay ifâdesi sarmıştı..
- Evet hakikî.. Sun'î falan değil..
- Peki nerden ele geçirdin?
- Üniversitede iken Tıp Fakültesinde okuyan bir arkadaşımdan temin ettim. Dört
senedir bende.. İstanbul'dan döndüğümden beri bu masanın üzerinde... Sandalyeye
oturduğumda tam karşımda duruyor. Yatağa uzandığımda gene kar-
337
şımda...
Yavuz dinlerken habire bu işin sırrını çözmeye çalıştı. "Düşünüp durmaktansa en
iyisi sormak" dedi.
- İnsanlar bir kurukafayı gayet soğuk karşılarken, h^le geceleri ürkütücü
bulurken, kimileri alaya alırken nedir hikmeti bunun? Hem de odanda
bulundurmak?..
Yusuf sandalyesini biraz döndürdü. Şimdi Yavuz'u yandan görüyor, sağ tarafı da
kurukafaya bakıyordu. Birden aklına geldi, ayağa kalktı.
- Ha, odaya girdik gireli akıl etmedim. Şu perdeleri açsam iyi olacak. Belki
hoşlanmazsın; içeriye loş bir hava veriyor..Kapalı durduğu zaman, kendimi
dünyâdan başka bir yerlere gitmiş gibi hissediyorum. Şu küçücük odam, apayrı bir
âlem, bir huzur iklimi oluyor benim için...
- Hayır hayır, böylesi daha iyi Yusuf.. Nedendir bilmem, benim de hoşuma
gidiyor.
Vazgeçti bunun üzerine, oturdu. Gözlerini bir an kurukafaya dikti. Sonra
yiğenine döndü:
-Şu uzlet köşemde bu kurukafa; benim hocamdır, mür-şidimdir. Kimi zaman uzun
uzun konuşurum onunla. Benim sohbet arkadaşımdır. Lisân-ı hâl ile bana neler
anlatır, neler öğretir bir bilsen!..
Yusuf odada misafiri olduğunu unutmuştu sanki.. Aca-ib bir vecde bürünmüştü.
Sesi kâl\nasihat eder gibi yumuşuyor, kâh bir kuyunun dibinden gelir gibi
kısılıp boğuklaşıyor, kâh bir kalabalığa hitab eder gibi yükseliyor, heyecanı
artıyordu.
- Baksana şuna!.. Bir zamanlar gören gözlerin yerlerinde karanlık iki çukur var.
Konuşan dili şimdi söylemez olmuş! O güzelim saçların yerinde yeller esiyor
şimdi. Hangi birini anlatayım ki!.. Rabbimin özene bezene yarattığı tenin
yerinde şimdi kupkuru bir kafa var!
- Kimbilir kimdi? Bir erkek mi yoksa kadın mıydı? Zengin miydi fakir miydi?
Sultan mıydı dilenci miydi? Kaç sene yaşadı? Neler gördü geçirdi?
- Kimbilir ne arzular duydu, ne emeller besledi içinde? Hangi hayâllerin
peşinden koştu kimbilir? Sevindi,
338
üzüldü, korktu, endîşe çekti, hırslandı, huzur buldu, huzursuz oldu, hasta
oldu... Belki aç kaldı, belki servetinin hesabını bile bilmiyordu, belki
günahkârdı, belki sâlih bir kul du, belki âlimdi, belki câhildi...
- Her ne olursa olsun; ruhu şimdi kimbilir nelerle karşı karşıya?.. Ve
bedeninden arta kalan şu kurukafa senelerdir bende, bana hocalık yapıyor... Her
hasbihalimde yeni yeni hisseler kapıyorum kendime!.
Alıp buraya getirdiğim için o da Allah'da affetsin. Ne yapayım çok korkuyorum!
İmânımı kaybetmekten, son nefesimde imansız gitmekten!..
Şu kurukafaya her bakışımda derinden sarsılıyor, Yunus Emre Hazretleri'nin
tabiriyle; "ölüm vardır bilirsin, niçin gafil olursun" diyorum kendime..
Sözün başında Yavuz; "acaba deli mi ş1 Yusuf" diye düşünmeden edememişti.
Anlattıkları bittikten sonra amca oğluna utanarak baktı...
"Hayır, neden deli olsun! Hassasiyette bir uç nokta onunki.. Ne kadar da uzağım
onun ikliminden! Utanıyorum yârabbim, utanıyorum!.. .
Yüzü kızarmıştı. Sırtını ter bastığını hissetti. Kulaklarına kadar ateş
içindeydi...
Yusuf, havayı değiştirmek ister gibi ayağa kalktı.
-Sana ellerimle bir çay demleyeyim. Müsaade edersen, bir de manava gideceğim.
Sen oturursun olmaz mı? Çeyrek saate kadar dönerim inşaallah...
-Benim için hiçbir şey..
-Yoo olmaz Yavuz!.. Ne zamandır evimize gelmedin. Unutma, misafirsin sen!
Ses çıkarmadı. Kapanan kapının ardından bakakaldı...
Ayağa kalktı. Bu küçük odada birkaç adım attı, geri döndü. Birkaç defa
tekrarladı bunu. Sonra kitablıktaki kitabla-ra takıldı gözü. Bakışlarını
çevirdi, tekrar masaya baktı. Gene kurukafa... İçinin bir an ürperdiğini
hissetti. Yaklaştı, ellerini masaya dayadı, tepeden baktı bu defa.. Gözlerini
elleri hizasına getirdi. İki parmak aralık duran çekmecede ciltli bir kitab
339
ilişti gözüne. Merak etti, elini uzatır gibi yaptı, geri çekti. "Ayıb olur, hiç
dokunmamalıyım" diye düşündü.
Bir yandan da merakını yenemiyordu. Acaba ne kitabıydı? "Alır, içine bir göz
gezdirir, bırakırım" dedi.
Tekrar, gizli bir şeyi kurcalar gibi "yapamam, ayıb olur" dedi. Nihayet merakı
galib geldi. Alıp şöyle bir bakacak, hemen bırakacaktı.
Çekmeceyi çekti, kitabı aldı, ayakta dikilmiş vaziyette açtı. Hayır hayır, bu
bir defterdi. Siyah mürekkeble yazılmış çizgisiz bir defter... Bu defa içindeki
merak daha bir depreşti.
Arasında bir şey vardı. Hemen o sayfayı buldu, açtı. Bir mektub zarfı idi bu..
Üzerinde bir şey yazmayan, kalınca, sararmaya yüz tutmuş bir zarf...
"Hayır bunu açamam" dedi. Defteri şöyle bir karıştırdı. Bu kalınca defterin
yandan fazlası doluydu. Mektubun olduğu sayfadaki yazıyı okumaya karar verdi.
"Bu yol kimine bir an, kimine kırk gün, kimine kırk yıl" demişler. Bir ömür boyu
gidip menzile varamayanlar da var. Bir adımda varanlar, bir Ömür ha vardım ha
varacağım diye yürüyenler...
Kâinatın mayası "muhabbet" demişler. Bir ateşin çevresindeki pervaneler, güneşin
etrafında mest olmuş dönen seyyareler, "hu" deyip dem çeken Kumrular ve
kumrulara eş dervişler, damarlarda dolaşan kan, geldiğimiz yere götüren ölüm ve
hepsinin ötesinde gerçek "dönüş" olan tevbe...
Hepsi; şuurlu veya şuursuz, aşkın cazibe merkezine
seyahati değil mi?
Ben de o aşka sâhib olayım, aşk ile Rabbime döneyim istedim yolun başında...
O zaman başladı işte her şey... Beni her zaman bir yerlere sevkeden kudret dedi
ki: "Nasıl düşünürsün pişmeden olgunlaşmayı, bu ne acele?"
Meğer çok ucuz zannetmişim aşkı. Bir anda başımın göklere değmesini istemişim.
Olmazların bir anda olacağını zannetmişim.
"Gel" dedi o kudret... "Evvelâ mecazı gör, sonra hakikî
340
olanını yaşa." Ve tam altı sene kalbimi yakıp beni pişirecek olan güzele meftun
oldum.
Tatlı bir rü'yâ ile başladı mecaz. Beni senelerce peşinden koşturdu. Her ahım
alev olur göklere yükselirdi. Her figanım "vuslat" derdi. Her sessiz feryadım
içimdeki volkanı daha bir beslerdi.
Ne acıdır ki maşukam, ona olan aşkımı hiç bilmedi. Rü'yâlarda bile benden çok
uzaktaydı, ona yabancıydım.
Bir an olsun ona şehvet hissi duymadım. Bedenden tamamen sıyrılmış ruhun
itminanına yönelmiş bir aşktı yaşadığım...
İlk zamanlar "vuslat" deyip inleyen ruhum, gün geldi, vuslatın adını bile anmaz
oldu. Hicran yarasının çektirdiği acı o kadar tatlı idi ki!..
Artık biliyordum ki, vuslat, bu aşkı ânında öldürecek zehirli bir oktur. Onun
aşkının âşıkı olmuştum, aşkın âşıki olmuştum şimdi...
Hepsinden tuhafı, bir başka güzel bana meftundu. Burada birkaç cümleyle
anlatması ne kadar da kolay! Benim senelerce yandığım gibi, her saniye benim
için eriyip tükenen bir ömür yardı karşımda.
Ben maşukam için ölürüm zannetmiştim. Altı senenin sonunda; artık aşkımın
küllendiği gün, ikinci güzel son çâreyi ölmekte buldu. Bitmez zannettiğim aşk
bitmişti. Diğeri de Ölümü seçmiş, benim beceremediğimi becermişti.
Bİr tarafta benden başkasına meçhul aşkım, bir tarafta aşkla cevab veremediğim,
aşkımın sâdık bir kurbanı...
Artık bu defter kapandı dediğim gün yeni bir defter açılmıştı. Her bitiş yeni
bir başlangıç değil miydi zâten! Yalnız, benimki ömür boyu vicdanıma azab
çektirecek bir başlangıçtı.
Şimdi şunu öğrendim: Her fâninin bir başı bir de sonu var. Öyleyse fâni olanı
istemek ne kadar da abes!.. Neden ömürler abesler peşinde heba olup gitsin?..
Ne kadar da zavallıyız karşında ey bakî dost!
Şayet mecazdan hakikate yol bulup geçemiyorsam, vay benim hâlime!... Değer mi
fâni bir mahlûkun fânilerle
341
oyalanmasına fâni hayat?..
Neticede; aklın ve kalbin imtizaciyle ideal hedefi öğrendim. Bakî olan hakikî
güzeli sevmeye çalıştım. Zira, şu dünyâda herkese,her nesneye lâyıkı vtchile
kıymet verilmeliydi. Çağlar boyunce nice güzeller ve güzellikler yaratan "Hakikî
Güzel" her çileye değmez miydi? O'nun yarattığı bir fâni güzel, insana bunca
hissi yaşatıyorsa, kendisi kim-bilir neler yaşatacaktı!? Mecaz bütün
basitliğiyle insanı bu kadar pişiriyorsa, hakikat kimbilir hangi menzile kadar
götürecekti!?
O günden sonra insanlara bakarken, surete değil sîrete bakar oldum. Yâni
güzeldeki güzeli aramaya başladım.
Her insanın suretinde ayrı bir güzellik vardı. Fakat hepsi toprak olmayacak
mıydı? Mühim olan sîretteki güzellik idi öyleyse...
Şimdi "hakikî güzel"e vuslat yolunda her şeyimi feda etmeye hazırım. Derviş
Yûnus'un tabiriyle: "ballar balını bulmak" karşılığında her şeyimi vermek
istiyorum.
Ey dost! Bu yolda her türlü çileye hazırım şimdi. Kapının tokmağına uzanan
ellerimi boş çevirme!... "Dost dost" diye inleyen gönlümü hasrette, hüsranda
bırakma!
Sen'den başka her türlü yalancı sevdaya "elveda" diyorum. Yalnız Sen'İ
istiyorum. Ruhum yalnız Sen'İnle huzura erecek. İçimdeki acıyı yalnız vuslatın
dindirecek!..
Gözlerime senden başka hayâl girmesin Allahım! Beni benimle, şeytanla,
şeytanlaşmış insanlarla, masiva ile başbaşa bırakma! Beni yolda takılıp
kalanlardan eyleme Allahım!..
Âmin!..
Defteri kapattı Yavuz. Aldığı şekliyle çekmeceye yerleştirdi. Gitti somyaya
oturdu. Başını önüne salladı:
"Şimdi bir nebze daha anlıyorum dünyânı Yusuf! Şu yaşına kadar kimbilir neler
yaşadın! Belki bin yıllık ömre sığmayan tecrübelerin var. Ve Allah her yolla
seni terbiye ediyor.."
Ayağa kalktı kitablığa yaklaştı, kitabları seyre koyul-
342
du..
Yusuf'un odaya nasıl girdiğini farketmedi bile.. îkinci selâmdan sonra
farkedebildi.
- Çay birazdan hazır olur, ardından da meyve yeriz in-şaallah.. Sıkılmadın ya
ben yokken?
- Yoo yoo, senin anlattıklarını düşündüm. Kitablan seyrettim biraz..
- Dışurda rüzgâr çıkmış. Allah aç-açıkta olanlara yardım etsin! Ceketle
dolaşılmıyor.
- Amin!.. Eh ne de olsa kışa girdik sayılır. Kasım'ın sonlarına geldik.
- Cekedinİn düğmeleri de yok Yusuf.. Ceket sözü geçti de... Merakımı bağışla!..
"Farkındayım" der gibi gülümsedi Yusuf.
- Palto, pardesü gibi giyecekler için aynı şeyi söyleyemem ama cekette düğme
kullanmıyorum. Bu soruya da alıştım art k! İlk soran sen değilsin..
- Hani tek düğme eksik olsa ..
- Anlıyorum, ikisi de yok.. Sen sormadan anlatayım sebebini:
Yusuf sıkılmıştı, lâkin ne yapsın, anlatmaya mecbur hissetti kendisini..
Sandalyesine yerleşti:
- Putları bilirsin Yavuz!. İnsanı insanlığından eden, olmadık şeylerin kölesi
yapan putları...
Ma'nâsız ma'nâsız baktı Yavuz..
- Dünyânın bazı yerlerinde hâlen tapınılan, taştan, tahtadan totemleri
kastetmiyorum. Para, kadın, zevk, mide şehveti, eğlence, mansıb, koltuk, şöhret,
menfaat.. Bu putlar da değil benim kastım!..
Gene anlamamış gibi baktı...
- Bir de insanın içinde gizli gizli yaşayan, farkında olmadığı süflî şeyler
vardır. İnsanlar iç dünyâlarına döndükleri nisbette tanırlar onları.. İç
hesablaşmaya başladıkları, kendileriyle yaka-paça olduklarında tehlikeyi
sezerler. Ne büyük birer put olduklarını idrak ederler.
- Bundan tam üç sene önceydi. Fakültenin ikinci sınıfın-dayçhm. Talebe
temsilcisiydim. Arkadaşlarınım bir mes'elesi-
343
ni beyan etmek üzere rektörle görüşmem icab etti. Dekanla birkaç defa
görüşmüştüm ama rektörle ilk defa görüşecektim.
-Rektörü tanıyan arkadaşlardan birisi; "sakın ha düğmeni iliklemeden içeri
girme!" diye ihtarda bulundu. Beynim matkapla deliniyor zannettim!.. Yârabbim ne
demekti bu?! Defalarca şâhid olduğum bu iğrençliği bizzat tekrarlamam
isteniyordu..
- Bu fiil nezâketen icra edilir âmenna ... Fakat sırf rektör olduğu için böyle
bir şey...
- Girdim içeriye. Rektör bey koltuğuna kaykılmış, kabarmış bir hindi
gibiydi."Alçak dağları ben yarattım" der gibi mağrur bir edası vardı.
- Hürmete lâyık, Allah'a itaatkâr olsa, seve seve yapardım böyle bir şeyi...
- Yaklaştım, masasının karşısında dikildim. Mağrur edasına devam ederek "evet
ne var?" dedi. Birkaç cümleyle arzettim mevzuu.. Bitirir bitirmez hiç
düşünmedi bile. Menfi olan cevabı verdi.
- Şaşırmamıştım, beklediğim cevab idi bu.. "Ne yapalım, olmadı" ma'nâsında
ellerimi iki yanıma açarak; "teşekkür ederim" dedim.
-Geriye döndüm, çıkmak üz*ere iki adım attım."Bana baksana sen!" diye seslendi.
Döndüm, yüzü değişmişti. Sinirinden konuşamadı bir müddet. Anlamıştım
sebebini... "Eksik kalan bir şey mi vardı?" diye sordum.. "Evet, eksik bir
değil, çook.. Bir defa karşımda duruşunu beğenmedim. Son derece lâkayd idin.
Sonra...
- Devam etmesine mâni oldum.. "Ben askerliğimi yaptım da geldim fakülteye..
Yazık; beklerdim ki oturacak bir yer gÖsteresiniz! Fotoğrafçı gibi karşınızda
dikildim!
- Tekrar yürüdüm. Ciyak ciyak bağırmasıyla mecburen durdum döndüm.
-"Bana bak, kimin karşısındasın sen?! Adam müsaade ister, huzurdan öyle
ayrılır,tamam mı!.."
- Ben de altta kalmıyan bir sesle devam ettim: "Acıyorum; üstünüzdekilere
gösterdiğiniz tabasbusunuza, tekapu-
344
nuzaL. Ve acıyorum; aynı tavrı size takınan altınızdaki herkese!.. Ne yapalım,
eğilenler oldukça dik duranlar da olacaktır!.."
- Kapıyı sert bir hareketle açtım ve çıktım.
- Zihnimi günlerce meşgul etti bu hâdise.. Ruhumu yokluyordum; içimden bir ses
devamlı isyan ediyordu; "Bu ne biçim kulluktur ki; Allah'tan başkasının önünde,
istemesen de arz-ı ihtiramda bulunuyorsun!"
- Evet, benim için eğilmek idi bu! O anda kararımı verdim. Bir gün kullanırım
korkusuyla; cekedimin iki düğmesini de avuçladım, parçalar gibi kopardım.
- Bir tüy gibi hafiftim artık! Zincirlerinden kurtulmuş, hürriyetine kavuşmuş
bir esir gibi hissediyordum kendimi.
- O günden sonra da cekedimi iliklemeye lüzum kalmadı. Benim için en büyük putu
devirmiştim. Çok şükür, Rabbi-min inâyetiyle yerle bir etmiştim.
*••
Yavuz, o akşam Râbia'ya gündüz olanları heyecanla anlattı. Bir yandan da yorum
yapıyor, kardeşinin müsbet tepkisini görmeye çalışıyordu.
Râbia umursamaz bir tavırla dinliyor veya Öyle görünüyordu. Arada bir ağabeyinin
yorumlarını tasdik eder gibi başını sallıyordu.
Yavuz'un normal karşıladığı bir tepki idi bu. Kardeşi bir kız olarak içinden
geçirdiklerini dışa aksettirmemeye çalışıyordu. Bir Anadolu kızının vakarı vardı
üzerinde.
Tepkilerini sözle veya hareketle dışa belli etmeyen Anadolu insanının aynasıydı
âdeta...
Fakat gözünden kaçan bir şey vardı Yavuz'un .. Râbia kadar dikkatli olsa pekâlâ
farkedebilirdi. O Râbia'ya dikkatten ziyâde gündüz olanlara kaptırmıştı kendini-
Akşamın ilerleyen saatlerinde herkes odasına çekildi. İçindeki heyecanı,
hocasına kızgınlığı, Yusuf'u takdir hisleri hâlâ devam eden Yavuz kanepesine
oturdu. Sabahtan beri olanları, gözlerinin önünden bir daha geçirdi.- DÖnüyor-
dola-
345
5r
O
X"
o
3
a a
S- H O CD
a 3
p
ET
p
7 t1
P >-. P X
re 2 a 3 n 2
3 >
¦ ?L 03 ; re N
a 3
3 5
a. a E* o
a fi
§ >
5'
3" P
en P
cr p

ir-, cl «¦ 2; a
P fD C: 3 O r^.
a
O P N
$ §¦*
n fi»
3-
fD
3
jr
o

N
fD
§
a
"E
o.
S.0 g
a c .
E £•' 3
tf. a p ffi
3
^3 n §•
k: » „. _
¦^ 3 3- c
P S P N
CT fC P 3
5.
O cr^;
3
C: »cn
3 2. la
o &:,
p > S-g-c
O d. E
P P P ^, N 3
Cd
t
B. x- 3: g*
ft » * B
¦ 3
¦An
P
a g-S
s.
P >-¦
2 3
p x-
»w 5
5. i^
p »"
3^-
£L a g «
n> 3 O-
p cr >-<
?r p
rt
<
B] cr
fD X1
fD 3
B'
^ § 0. ?
fD N N Ul

¦t*
CT1
C
sr P
&
O.
s-r o
a- e
0) S
O:
p O &¦
>1
ûj r.
a
&J p
O_ a'
P*
n
hacet içinde geçecek. Belki zaman zaman; uzun müddet birbirimizden uzak
kalacağız. Günlerce, haftalarca evime hiç uğra-yamayacağım. Gün olacak
zindanlarda sana kavuşmayı bekleyeceğim. Gün olacak yaban ellerde esir
düşeceğim...
- Ben Haziran'ın zehir zemberek korukları değil,Ağus-tos'un balları
kıskandıracak üzümleri olmak istiyorum.!
- Ömrüm hep mücâdele içinde geçecek belki. Taşıdığım sancağı, son nefesime kadar
bir yerlere götürmeye çalışacağım.
- Bu yol dertlilerin yolu.. Bu yol aşılmazları aşmaya azmetmişlerin yolu..
Kandan irinden deryaları aşmaya hazır-san, taşlı dikenli yollan yürümeye
hazırsan gel benimle!..
- Sende, başkalarmda olmayan neler bulduğumu daha önce anlatmıştım. Tekrar
etmeyeceğim burada..
Hep dinliyordu Azra.. Söze hiç müdahale etmedi. Son cümleye de cevab vermedi.
Karşı tarafta bir duvar saatinin gongu çaldı. Sonra tik taklar devam etti..
- Dinliyorsun değil mi Azra?
- Evet evet, dinliyorum.
Yusuf, son defa bazı şeyleri tekrarlama ihtiyacı hissetti:
- Azra, tekrar ediyorum!.. Sana küçük ve sahte mutluluklar vaad edemem! En büyük
tzdırablar, mukabilinde en büyük saadetlere talibim ben!.. Mumdan gemiyle ateş
denizini geçmek zorundayım..
- Sana, sabun köpüğü misâli şeyleri vaad edemem!
- Yanmak ve yakmak istiyorum ben! Bir mum gibi ağır ağır erirken etrafımı
aydınlatmak istiyorum!
- Sefil "kolay" in elinde çürüyüp kokuşmanı istemiyorum. Şerefli "zor" a tâlib
isen, (ki öyle olduğuna inanıyorum) gel benimle!..
Her iki tarafta da ses yoktu şimdi... Yusuf ahizeden duyulan tik takları dinledi
bir müddet...
- Her şeye hazırım dedi Azra.. Ben kararımı çoktan verdim. Hem biliyor musun,
artık Örtüneceğim! tik işim o olacak inşaallah! Bütün şartlar aleyhime olsa bile
bu yolu beraber yürümeye azmettim.
348
- Yalnız... -Evet Azra?..
- Neyse boşver, lüzumsuz bir şey..
Bu endişeli ifâde Yusuf'u telâşlandırmaya yetti:
- Söyle lütfen! Her şeyi anlat! Bu çekingen ses ısrarlıydı..
- Hayır hayır, mühim bir şey değil.
- Azra, bak çekinmeden söyle! Bütün tereddütlerin ortadan kalkmalı.
- Hayatta bir şeyi çok isteyip de arzuma kavuştuğum vâki değil..Korkuyorum...
Sonu. hep hüsran oldu arzularımın. Bunun da sonu aynı olursa diye...
- Hiç endîşen olmasın. Her şey yolunda gidecek Azra!
- Peki Yusuf, hakkımda anlatılanları sen de duyduktan sonra aynı şeyleri
söyleyebilecek misin?
- Hiçbiri umurumda değil! Ne yapalım elin ağzı torba değil ki büzesin. Bilirsin;
zamanı da ruhu da boş insanların işi,hep birilerini çekiştirmektir. Tekrara
lüzum yok. İnanmadığımı daha evvel de söylemiştim.
- Nice güzide insanlar, bütün müsbet hâllerine rağmen insanların dilinden
kurtulamamışlardır...
- Cömert olursun "müsrif" derler, tutumlu olursun "cimri" derler, mahzun
durursun "somurtkan" derler, güleryüzlü olursun "riyakâr" derler. Velhâsıl neler
neler söylerler..
- Doğru Yusuf.. Ne yapsın zavallı insancıklar; o kadar meşgaleleri arasında bir
de insan olmaya vakit ayıramazlar ki!
Güldü Yusuf.. "Ne kadar zekîce bir söz" diye geçirdi içinden..
- Evet Azra... Sen müsterih ol, canını hiç sıkma- Alışacağız her şeye.
- Sonra beni de tertemiz birisi zannetme! Belki de dünyânın en günahkâr
insanıyım... Hadi hayırlı akşamlar...
Telefon kapandı. Bir müddet donmuş gibi öylece kalakaldı. Sonra bir rüyadan
uyanır gibi silkindi, odasma yürüdü. Sabah konuşulan ilk mevzu Azra'mn işten
ayrılmasıy-
349
di. Yusuf, içi burkularak, isyan ederek dinlemişti- Evli olan yaşlı başlı
patronu kızcağıza çirkin bir teklifte bulunmuştu. Netîcede işten ayrılmıştı
Azra.
Ardından, Yusuf'un yaptığı âni evlenme teklifi karşısında evvelâ afallamış,,
sonra da sür'atle toparlanmıştı. Yusuf, düşünmesi için kendisine mühlet
vermişti. Hayâl bile edemiyeceği bu teklif karşısında; "çok iyi düşünmemi
tavsiye ediyorsun. Asıl düşünmesi gereken sensin! Seninle evlenmek, senin karın
olmak benim için çok büyük bir şereftir" deyip kestirip atmıştı.
Yusuf burkuntularla haşır neşir düşünüyordu...
"Evet, onu takdir ediyorum...Ona karşı kalbimde eskiden beri bir sıcaklık
var..Vaktinde güvenemediğim için hislerimi bastırmaya çalıştım. Artık
güvenilecek kadar olgunlaşmış..."
350
XXIX
Nesibe Hanım, havanın kararmasından az evvel Âdile Hanım'la birlikte eve döndü.
İkisi de yorgundular. Oturup biraz dinlendiler.
Yusuf, onlar gelmeden sofrayı hazır etmişti. Kadınlar namazı kılıp hemen sofraya
oturdular.
Onlar yemek yerken Yusuf işleriyle meşgul oldu. Gözleri parlayarak içeri
girdiğinde sofradan kalkmış >.ırdı.
Sofra kaldırıldı, kadınlar içeri geldiler tekrar. Âdile Hanım, gösterilen yere
otururken kısaca fikrini de söyledi:
-Güzel kız Allah için... Kaşı gözü yerinde. Ama ailesi biraz karışık gibi geldi
bana... Odaya giren çıkan belli değildi..
-Üvey kardeşleri olduğunu söylemişti, dedi Yusuf. Belki kardeşleri, yakın
akrabaları..
Annesi sitemkâr konuşurken:
-Yusufum, 'Konya dururken uzaklara tâ Karapınarlara kız görmeye gitmek de neyin
nesi?.. Şuracıkta, dibimizde bir sürü kız dururken...
Annesinin, kendisini hiç hesaba katmadan konuşmasına alınmıştı. Kırmamaya
çalıştı anacığını:
-Kimileri gidiyor dünyânın bir ucundan evleniyor. Sen kalkmış, bir iki saatlik
mesafeden bahsediyorsun anne!..
Yengesi dayanamadı:
-Araştırıp - soruşturacağız bakalım. Ama bana sorarsan, bu tuhaf aileye içim
ısınmadı. Ne bileyim; üvey kardeşler, çok yaşlı bir baba... Annesi, babasının
kaçıncı karısı bilmem!
-Çok mu mühim bütün bunlar yenge?
351
hm...
-Neyse, dedi annesi... Tanıyanlara bir soracağız baka-
•••
Ertesi gün akşamı, Yusuf'un heyecanı zirveye çıkmıştı. Kendi kendine telkinde
bulunarak, vehimlerini bastırmaya çalışıyordu...
"Ne olacak ki birazdan dönecekler, en kısa zamanda da Azra'yı istemeye
gideceğiz. Evlenmemi bu kadar isteyen annem, "olmaz" diyecek değil ya!.. Mevzuu
açtığımda ne kadar sevinmişti! Dün koştura koştura gitti âdeta.. Dönüşünde pek
gönüllü değildi ama hadi hayırlısı..."
Gene aynı saatte Nesibe Hanım çıkageldi. Nefes nefe-seydi. Bu defa yalnızdı.
Yengesi Âdile Hamm'la, Konya'ya döndükten sonra ayrılmışlardı.
Mantosunu çıkardı, biraz nefeslenmek üzere oturdu. Yusuf sofrayı hazır edene
kadar namazını edâ etti.
Yemekte, soran gözlerle birkaç defa annesinin gözlerine bakacak oldu. Hayret;
Nesibe Hanım oğlu sofrada yokmuş gibi hareket ediyordu. Sanki gidip de az önce
dönen o değildi. Son defasında annesinin kaçamak bir bakışını yakaladı.
Gayri ihtiyarî işkillenmişti Yusuf... Neler olup bitiyor, öğrenmeliydi...
-Eee anacığım... Anlat bakalım, bugün neler yaptınız?
-Şöyle bir yarım saat gittik görüştük... Sonra çıktık...
Son cümlenin devamını getiremedi. Ne diyeceğini bilemedi. Durdu durdu...
Sesi çok soğuk ve tehditkâr idi.
-Sen bu işten vazgeç oğlum... O kız sana göre değil!
Alık alık baktı annesine... Yanlış mı duyuyordu acaba?
-Ne demek bu anne? Şaka yapmıyorsun ya?
Aynı soğuk ses devam etti:
-Bizim tanıdıklara sormadan önce birkaç komşuya soralım dedik. Aldığımız
cevablar hiç de iç açıcı değildi Yusu-fum. Sana söyleyemem oğlum; ah neler
anlattılar neler!..
-Yusufum vazgeç yol yakın iken!
- Neler dediklerini tahmin ediyorum anne! Ahlâksız de-
352
diler, çok kurnaz dediler, dili uzun dediler, ev hanımı olamaz dediler,
erkeklerle hayâli maceralarını anlattılar...
O soğuk ses, tekrar tehditkâr havaya büründü:
- İşte sen de biliyorsun! Bütün bunlara rağmen ısrar mı edeceksin? Öyle şeyler
söylediler ki nerdeyse küçük dilimi yutacaktım! Bu kız senin hayâtını yakar
oğlum... Bütün ömrünü zindan eder.. Gel vazgeç!...
- Görünen o ki, bu kız senin aklını çelmiş!..
- Anne, dedim ya ben her şeyi biliyorum. Bütün bu lâfları başkalarından duymaya
hazırdım. Ama senden duyunca...
Yüzüne tokat yemiş gibi sarsıldı Nesibe Hanım..
- Yazık; sen de inanıyorsun.. Duyduğun her şeye inanmak istiyorsun!.
Bu sitemkâr, bu kahır dolu sözlere bir şey diyemedi annesi.. Dışan çıkmayı
tercih etti.
Yalnız kalan Yusuf olduğu yerde taş kesilmişti sanki.. Hiçbir şey düşünemiyordu.
Sabit bir noktaya takıldı gözleri. Derin derin soluyordu...
Üzgündü, çok üzgündü. Büyük bir sükût-i hayâl içindeydi. Neye üzüldüğünü de tam
bilmiyordu.
Bir müddet sonra kalktı, yalpalıya yalpalıya odasına gitti. Annesinin son
sözleri güm güm beyninde yankılanıyordu.
"Kendimle ilgili mes'elelerde inatçı ve mücadeleci olmadığımı acaba annem de
biliyor mu? Aptal değil ki; bunca senedir bu huyumu anlamıştır herhalde!"
"Ben kırılayım, ben yanayım, benim hakkım çiğnensin, ben acı çekeyim, ben
öleyim.. Ama başkalarına zararım olmasın, herkes rahat etsin dedim hep.. Ne
yapayım değişemem ki!.."
"Bugüne kadar etrafımdakileri incitmekten hep korktum. Başkalarına bilmeden dahi
zulmetmek korkunç bir şey benim için!."
"Şiddetimi de sâdece Allah düşmanlarına sakladım..." Kalkmaya niyetlendi. O
zaman; nasıl olup da sandalyesine oturup, dirsekleri masada, başını elleri
arasına almış ol-
353
duğuna hayret etti. Kurukafa karşısında, habire ona bakıyordu...
Kalktı, abdest almak üzere dışarı çıktı
•••
Yusuf, iki gün sonrası akşamı eve geldiğinde, daha bir yıkılmıştı.. Nasıl olmuş
da bu mes'ele fabrikaya kadar gitmiş; amcası kendisiyle görüşerek işin
mâhiyetini Öğrenmek istemişti. Kimden duymuştu acaba?. Yoksa Ahmed dayısından
mı?
Telâşlı telâşlı sorular sormuş, hatta fazlasını öğrenmek istemiş, müsbet veya
menfî hiçbir tepki de gostermemişti.Bu tuhaflığa bir türlü akıl erdiremedi
Yusuf...
Kafası allak bullak, eve gelir gelmez dışarıya çıktı. Bakkala kadar gitti. Yol
boyunca amcasının hâlini çözmeye çalıştı..
Bakkaldan çıkarken omzuna bir el dokundu. Döndü, Şaban'la yüzyüze geldi.
Tanıştığından beri, defalarca başına gelmişti bu.. Mahallede, hiç ummadığı bii
zamanda, onunla sık sık karşılaşıyordu.
- Hoca nasılsın görmoyeliden beri?
- Çok şükür Şaban, seni sormalı?
- Eh bildiğin gibi.. Çok şükür, aç değilim-açıkta değilim!
*
Birlikte yürümeye başladılar. Şaban yan gözle meraklı meraklı bakıyordu..
Nihayet dayanamadı, sordu:
- Hoca nİşanlamyormuşsun, hayırlı olsun!
Afalladı Yusuf birden.. Amcasından sonra, daha beteri çıkmıştı şimdi!..
- Nerden çıkardın bunu Şaban? Yok öyle bir şey!
- Saklama benden hoca şimdi!..
-Şaban, ortada fol yok yumurta yok! Nereden öğreniyorsun bunları?
-Demiştim ya, benim kulağım deliktir hoca... İki ihtiyar kadın konuşurlarken
dinledim..
' -Hey Allahım!.. Peki onlar nerden öğrenmişler?..
Onu bilmem. Yalnız, sen o kızla evlenmesen iyi olur!..
354
-Fesübhanallah!.. Yahu Şaban, çatlatma şimdi beni!
-Ne bileyim işte hoca.. Kadınlar öyle konuşuyorlardı. Ben de duyduklarıma
göre...
-Hadi hayırlı akşamlar hoca...
Yusuf hayatında bu kadar aptallaştiğıni hatırlamıyordu. Şaşkın, boş gözlerle
baktı arkasından.. Bir ara sokağa girip gözden kaybolana kadar oracıkta
mıhlanmış gibi kalakaldı.
Neden sonra başını iki yana sallayarak yürüdü. Evi elli metre kadar geçtiğini
farkedince geriye döndü, adımlarını hızlandırdı, eve girdi.
Mutfağa yürüdü. Annesi yemek için son hazırlıklarını yapıyordu. Hiç konuşmadan
elindekileri bıraktı. Doğru odasına gitti.
"Hadi amcamın duymasının sebebini bulduk diyelim. Ya Şaban'ın söylediklerine ne
demeli?"
"Koskoca Konya'da oenim mahallemdekiler nasıl duyuyor bunu? Evet evet, başka
îzahı yok. Olsa olsa, mahalleden birileri Azra ile akraba..."
"Anlayamadığım; neden herkes cebhe alıyor bu evliliğe?.. Yoksa... Yoksa benim
bilmediklerimi mi biliyorlar? Vaziyet anlattıkları gibi kötü mü yoksa?"
Birden kendini sû-i zanna kapılmış hissetti. Utandı bu hâlinden...
"Şeytan nasıl da vesvese veriyor!...
Saatine baktı. Yatsı namazının vakti yaklaşıyordu. Camiye gitmeye niyetlendi.
Cekedini giydi. Dışarı çıkarken, annesinin "yemek yemiyor musun?" sualine
"hayır" dedi ve çıktı.
Hava üşütüyordu. Hafif de bir rüzgâr vardı. Tekrar eve girdi, atkısını alıp
boynuna sardı... Yolu yarılamıştı ki ezanlar okunmaya başladı...
İki yüz kişi kadar alan camide, üç saf ancak vardı. Onların da çoğu kendini
emekliye ayırmış ihtiyarlardı.
İçinde binbir vesvese, namazın nasıl bittiğini bilemedi. Camiden çıkarken
tanıdık birkaç kişiyle selâmlaştı, biriyle ayaküstü sohbet etti...
355
Boynunu-boğazını sıkı sıkıya sardı. Rüzgâra aldırış etmeden, cekedi yelken gibi
açıla açıla ağır ağır yürümeye başladı...
Evlerine koşuşturan cemaatten eser kalmamıştı ortalıkta. Belki üç yüz metre
yürüdüğü halde kimseye rastlamadı. Herkes evlerine kapanmıştı...
Evlerden yollara ışıklar sızıyor, kâh televizyon sesi, kâh karıştırılan bir çay
bardağının sesi, kâh çocuk bağrışmaları duyuluyordu.
Bunları duyan Yusuf; içine çökmüş hüznü bir nebze dağıtan bir beyti tekrarladı.
Yahya Kemal'in "Kocamustâfapaşa" şiirinden bir beyti:
"Bir afif aile sessizliği var evlerde,
Gizliyor fakrı asaletle çekilmiş perde"
Bu beytin verdiği ilhamla bir müddet durdu, etrafı dinledi. "Dışardan ne kadar
huzur verici" diye düşündü.
"Hafif dalgalı saçları savrulurken, yürümeye devam etti. Karşıdan iki kişi
geliyordu. Kendisine hızla yaklaştılar.. Aralarında hararetle bir şeyler
konuşuyorlar biri devamlı küfür ediyordu. Geriye birkaç defa baktılar..
Yanından geçerlerken, Yusuf bakmadı bile adamlara. Sâdece bir iki küfür
duydu.Aldırış etmedi, kendi hâlinde yürümeye devam etti.
Yüz metre yürümemişti ki, aî evvel kulağına çalman küfürlerin sebebini anlar
gibi oldu. Geldiği bu mıntıka -'a sokak lâmbasının ışığı yanmıyordu. Sokağın sol
tarafında tek katlı basit bir ev vardı. Önünde küçük bir bahçesi olan bu evin
sağ tarafı ara sokağa bakıyor, önden ve arkadan uzanan ihata duvarı evin sağ
cebhesiyle birleşiyor, ev ara sokağın başlangıcında yola bitişik duruyordu.
Bu yan cebheden dışarı vuran pencere ışığı karanlığı bir parça dağıtıyor,
pencere önünde üç kişi görülüyordu.
Bu manzara Yusuf'un dikkatini celbetti. Gelirken o iki adamı görmese, bir de
evden vuran ışık dışarda bekleşenleri göstermese dalgın dalgın yürüyüp gidecekti
belki..
Hareket eden gölgelere baktı. O anda kendisini göremeyen bu üç kişiden biri
elindeki cismi pencereye fırlattı. Bir
356
şangırtı koptu.
Etraftaki evlerde bir hareket yoktu. Kimbilir belki de rüzgârdan zannedilmişti.
- Açın kapıyı! Kapıyı kırdırmayın bize... Bizi reddedecek kızlar!...
Perde sıyrıldı. Bir kızın başı, sonra ikincisi, aralarında üçüncüsü göründü.
Dışarıya sarkan en Öndeki:
- Allah belânızı versin! Sizde hiç utanına, hiç vicdan yok mu? Şimdi polis
çağıracağım!
Polis sözünü duyan adam, iyice zıvanadan çıkmış olacak ki eline eğilip bir taş
aldı, sağlam olan ikinci cama fırlattı. Bir şangırtı daha koptu.
Hemen arkasından, dışarı sarkan kızın "İmdat!" çığlıklarına diğer ikisi de
iştirak ettiler- "İmdat" çığlıkları arka arkaya birkaç defa çınladı.
Bütün olanları, eve çapraz konumda gören Yusuf daha fazla duramadı. Koşmaya
başlayacaktı. Birden aklına geldi. Hemen boynundaki atkıyı çıkardı. Sâdece
gözleri görünecek şekilde sarındı.
Kızlardan biri yaralanmış yanağını tutarak kayboldu pencereden.. Üç adam
kahkahalarla gülmeye başladılar.
Civar evlerde bazı ışıklar söndü. Birtakım başlar, pencerelerden merakla sokağı
seyre başladılar. Daha cesur birkaç kişi, pencereleri açıp, ne olup bittiğini
öğrenmeye çabaladılar.
Yusuf var gücüyle koştu. Hâdise mahalline on beş saniyede vardı..
Yirmi-yirmi iki yaşlarında gençlerdi bunlar. Nefes nefese:
-Utanmıyor musunuz bir aileyi rahatsız etmeye?! Sizin bu yaptığınıza..
Sarhoş sesli en Öndeki:
- Ooo, kurtarıcı bu rnu? diye alaylı alaylı söylendi. İrikıyırn bir diğeri aynen
sarhoş:
- Ne ailesi be!.. Bunlar üniversiteli o..........., anladın mı
şimdi?. Biz içeri giriyoruz.. Hadi sen de gel istersen...
Hayâtında sâdece birkaç defa bu kadar hiddetlenmiş olan Yusuf dayanamadı,
patladı:
357
- Bakın pislik herifler! Zararı hemen tazmin edeceksiniz.. Özür dileyerek çekip
gideceksiniz. Bir daha da!...
Lâfın gerisine lüzum kalmadı. İrikiyımın elinde bir sustalı bıçak parlıyordu
şimdi.
- Demek öyle...Buradan defolup gidecek olan sensin! Ardından ağır bir küfür
salladı.
- Hadi bas git! Karnını deşmiyeyim şimdi!
Hiç konuşmayan üçüncüsü, mağrur bir edayla peltek peltek:
- Ulan Apo! Tek kişi var karşında, utanmıyor musun onu çekmeye!
Sırıtarak bıçağı kapattı, cebine soktu.. -* - Benden günâh gitti! Millet
camlardan seyrederken, sen kaşındın sâdece..
Birkaç dakika sonra üç sarhoş delikanlı yerlerde kıvranırken polis sirenini
duyan Yusuf ara sokaklara dalmıştı bile..
Gelen ekip arabası, bir yandan kızlarla ilgilenirken, gelecek cankurtaranı
bekledi...
*••
Yusuf eve geldiğinde kan-ter içindeydi. Hâdiseden hemen sonra, ora senin bura
benim ara sokaklarda koşturmuş, takib edilmediğinden emin olmak istemişti.
Atkısını da çıkarıp beline sararak gizlemeyi ihmal etmemişti.
Gürültü yapmamaya itina göstererek kapıyı açtı.. Annesinin oda kapısı kapalıydı.
Ayaklarının ucuna basa basa odasına gitti. Kendisini somyanın üzerine attı.Derin
derin nefes aldı...
"Vay canına! Ne günlere kaldık yârabbi!" diye mırıldandı.
O sırada antreden telefonun sesi duyuldu. Aceleyle gitti ahizeyi kaldrdı.
- Alo buyrun...
Ses seda yoktu karşıda. Birkaç saniye bekledi, konuşan yoktu. Konuşan sâdece
karşı taraftaki duvar saati idi. Ardı arkası kesilmeyen tik taklar...
358
İşte o anda hayatının ikinci şokunu yaşadı. Birincisini yaşatan, kendisinden
ümidini kesen Saliha Mutlu'nun intihar haberiydi. Sık sık mezarını ziyaret
ettiği Saliha Mutlu...
Tek kelime konuşamadı Yusuf. Ne özür dileyen, ne teselli veren, ne ümit
bahşeden, ne her şeyin bittiğini anlatan tekbir kelime...
O ızdırab içinde daha fazla bekleyemedi. Eli ağır ağır indi ve "trak" diye
duyulan bir sesten sonra telefon kapandı.
Taş gibi donup kalmıştı Yusuf... Yaşadığı o dakika; belki de ömür boyu çekeceği
vicdan azabını sokmuştu ruhuna !
Neden sonra odasına yürüdü..
Ruhunun feveranlarını, sessiz feryatlarla odasının duvarlarına bir bir
haykırmaya başladı:
"Kimbilir ne hâldesin şimdi A. ra? Biliyorum; son bir umutla ettin telefonu..
Ama daha fazla devam ettiremezdim ki! Seninle konuşacak yüzüm mü vardı!?
Anacığım da "bir daha gelmeyeceğiz" diye ailene haber bile yollamadı. Nihayet
neticeyi öğrenmek için sen aradın.."
"Azra!.. Hayâtının en büyük zelzelesini yaşadın belki... Zira güvenmiştin bana!
Senin için can simidiydim ben.. Ne yazık ki ümitlerin hep boş çıktı. En
güvendiğin İnsan, sana en büyük darbeyi vurdu. En büyük ihaneti yaşadın!.."
Nefesinin tıkandığını hissediyordu. Vücûdu titriyor, yüzünü, kulaklarını ateşler
basıyor, beyni uğulduyordu..
Doluydu,dopdoluydu... Boğazına bir şeyler tıkandı. Boğulacakmış gibi hissetti
kendini..
Ağlamak istiyordu... İhanetinin kirlerini, sahtekârlığının kalbine vurduğu
kapkara mühürlen ancak böyle yıkayıp dağıtabilirdi.
Azra'nın görmediği bu gözyaşları kendisini affettirebi-lecek miydi acaba?
Suçluluk hissinden kurtulabilecek miydi?
Vücûdu bir zemberek gibi boşandı. Daha fazla dayanamamıştı.. Sarsıla sarsıla
ağlıyordu...
"Affet beni Azra!.. Affet beni Azra!.."
Ne kadar zaman geçti, bilmiyordu.. Sakinleşmişti artık Lâkin içine öyle bir sızı
yayılmıştı ki!.. Göğsü daralıyordu.
359
İçine kasvet çökmüştü.
Bu sızı, bu suçluluk hissi kimbilir ne zamana kadar devam edecekti?
Yatağına boylu boyunca uzandı. "Belki biraz kestiririm, sinirlerim de yatışır"
diye düşündü.
Lâkin Azra'nın hâlini gözünün önüne getiriyor, kendisini her türlü bedduaya,
cezaya müstehak görüyordu. Sağa sola döndü durdu. Uyuyamadı.
Her güzelliğe teşne bir gönül; artık, düştüğü karamsarlık batağında debelenip
duracak, belki de sırf inat sâikiyle is-nad edilen kabahatleri işlemeye hak
görecekti kendinde. Bütün bunlar olurken de Azra'nır. gözünde en büyük bahane
Yusuf'un ihaneti olacaktı..
"Benim niyetimi biliyor muydu acaba?.."
"Bir kişinin; cemiyetin pisliklerinden arınmasına çalışmak, fazilet yolunda
yürümesine , insanlığa hizmet etmesine vesile olmaya niyetlenmek çok mu kötü?
Yaratılış gayeme müteveccih yaşamaya çalışırken, bir kişiyi de yanıma almayı
düşünmek çok mu kötü?.."
" Neyleyim, en yakınlarım karşı çıktılar bana!.. Demek ki büyük bir kabahat
işlemişim!"
"Ne kadar niyetimi bilmediğini söylesem de, anlamıştır herhalde.. Aptal değil
ki! O kadar kız dururken, neden onu seçtiğimden bir netice çıkarmış olmalı.."
Ayağa kalktı. Biraz açılırım belki diye pencereyi açtı. Buz gibi bir hava esti
yüzüne.. Rüzgâr kuvvetlenmiş, ıslıklarla devam ediyordu.
Başını dışarı çıkardı. Sokak lâmbasından ışık alan bahçeyi bir müddet
seyretti...
Yoldan ağır ağır bir devriye arabası geçti. Tepesindeki ışıldağın ışığı gözden
kaybolana kadar takib etti. Odaya ilk girdiği andaki sözünü gözleri ızdırabla
kısılmış vaziyette tekrarladı.
- "Ne günlere kaldık yârabbi!.."
Başını içeri çekti, pencereyi kapattı. Odanın içinde dört adım yukarı dört adım
aşağı gidip gelmeye başladı... Hâdise öncesini, hâdise ânını tekrar tekrar
yaşadı..
360
"İnsanı hayvandan beter yapan içki ve her kadını fahişe olarak görmek isteyen
gençler güruhu... Kendi anaları, bacıları dâhil mi acaba?!."
"Kimbilir nerden kalkıp okumaya gelmiş, gariban genç kızlar... Kimselerin sâhib
çıkmadığı, üstüne üstlük bazılarının kötü gözle baktığı zavallı genç kızlar!.."
"Aralarında, tek tük ahlâksızlık girdabında dönüp duran varsa bütün suç o
zavallılara mı âit?.. " Velev ki öyle olsun; kurtanlamaz-lar mıydı onlar?'
"Siz ey mahalle halkı! O zavallılar imdat isterken nerelerdeydiniz? Bütün evler
lâl kesilmişti öyle değil mi? Yazık; meraklı gözlerle perde arkalarından şu
dramı temaşaya daldınız!"
"Her taraf pür-sükût idi! Adamlar namus, hâne kudsi-yeti tanımazken; sizler
kilitli kapılarınızın ardında "bana dokunmayan yılan" mavalını okumaya devam
ediyordunuz. Ve daha nice vahşet, süfliyet manzaralarını kılınız kıpırdamadan
seyrediyorsunuz!"
"Doğru ya; henüz tehlike ailenize kadar uzanmadı. Cinayetler, soygunlar,
vurgunlar, sû-i istimaller, namusa tecâvüzler, kadını ve erkeği şehvetperest
yapan şartlar, yalanlar, hileler, velhâsıl bütün şe'niyetler henüz hanenizden
uzakta... Veya Öyle bir kuruntuya sahihsiniz!"
"Evlâdınız, karınız, kocanız, o mukaddes hanenizin dışında nelerle meşgul, hiç
merak ettiniz mi?"
"Ve hepsinden kötüsü; yabancılar girmesin diye kapılarınıza kilit üstüne kilit
vuruyorsunuz, sonra da keyifle televizyonunuzun düğmesine basıyorsunuz!.. Bir
gecede; ahlâkını levmettiğiniz yüzlerce yabancı evinize doluşuyor!"
"Evet evet, şimdi seni daha iyi anlıyorum Azra!" "Doğrudan doğruya" ben iyiyim"
diyemiyenler; başkalarının kötülüklerini sayıp dökmekle faziletlerini
kendilerine ve etrafa isbâta çalışıyorlar.."
"Birçoğunuz, cemiyet denen kokuşmuş güruhun mağdurları değil misiniz?
Tökezleyene bir tekme de bizden olsun! "Bırak sarhoşu yıkıldığı yere kadar
gitsin!" Zavallıların
361
felsefesi heyhat!.."
"Şayet samimî iseniz, etrafınızda da hastalıklar ve hastalar varsa, neden çâre
bulma yoluna gitmiyorsunuz?"
"Doğru ya; hâdiselere seyirci kalmak, 'ben iyiyim ya' deyip avunmak çok kolay!"
"Bugün en yalanındakilere yardım etmeyenler, hattâ gadredenler, yarın en
yakınlarını pençesine alacak, kendi iliklerine kadar işleyecek hastalıklara
karşı ne yapabilirler!?"
"Evet Azra, sen de bir mağdursun!.. Kadınıyla-erkeğiy-le, niceleri ve
nicelerimiz gibi..."
Haykırışları dur durak bilmiyordu. Bu gidişle uyuyacağı da yoktu.. "En iyisi
kalkmak" diye düşündü. Çevik bir hareketle fırladı ayağa kalktı.
Yürüdü, kapıyı açıp araladı. Aralıktan annesinin odasına baktı. Hâlâ ışık
sönmemişti. Annesi demek uyumamıştı. Başını çekti, usulca kapıyı kapattı.
Somyasına oturdu. En yakınından; annesinden darbe yemesinin acısı tekrar
yüreğine oturdu ..
"Ne yapsın ki, o da haklı! Ne kadar şuurlu olursa olsun; benim dünyâmı, benim
niyetimi anlayamaz ki!.."
"Onun hesabına hayıflanacak fazla bir şey yok aslında...Lâkin dayanamıyorum,
isyankâr oluyorum. Nihayet o da bedbaht neslin bir ferdi. Çorak topraklarda
yetişmiş bir ga-rib.. Hepsi yardıma muhtaç onların.."
Tekrar kalktı. Birazcık rahatlamıştı. Ne kadar kırılırsa kırılsın; annesine ve
etrafındakilere kızmak değil, duâ etmek, yardım etmek lâzım fikri Yusuf'u bir
parça rahatlatmıştı.
Masasına yürüdü. Sandalyeye oturdu, çekmeceyi açtı. Defterini çıkardı. Sabit
bakışları, bir müddet deftere çakılı kaldı. Kİmbilir neler düşünüyor, içinde
hangi hisler feveran ediyordu?..
Bir an bütün kâinatı kucaklamış gibi oldu. Bakışları yumuşadıkça yumuşadı, engin
bir merhamet havasına büründü...
Defteri açtı, yazmaya başladı. İçinden ne geliyorsa dur durak bilmeden yazdı
yazdı...
İşi bittiğinde bir parça daha rahatladığını hissetti. İçin-
362
deki kasvet bir parça hafiflemişti. Duyduğu azab biraz daha dinmişti.
Her zaman yaptığı gibi, yazdıklarını mırıldanarak okumaya başladı:
Ey insanlar! Birçoğunuz beni anlamasa da kızamam sizlere... Asıl suçlu sizler
değilsiniz. Suçlu; sizi hodbin yapan, başkalarıyla uğraşmaya iten, işinize
geldiğinde suskun, işinize geldiğinde yaygaracı yapan mevcud dünyâ düzeni!..
Sonra; ben kimim ki kızma hakkına sâhib olayım! Her şeyin sahibi olan âlemlerin
Uabbi, onların da sâhibi...O neylemişse güzel eylemiştir.. Şer zannettiklerim
belki de hayırdır..
Ey Amerika'daki homoseksüeller, İtalya'daki uyuşturucu kaçakçıları, Lübnan'daki
kalpazanlar, Danimarka'daki fahişeler, İspanya'daki futbol delileri,
İngiltere'deki üçkâğıtçılar, Rusya'daki ayyaşlar, Hindistan'daki câhiller,
İsrail'deki güleç yüzlü caniler, Avustralya'daki her türlü değeri rafa kaldırmış
sapıklar!..
Ve ey Türkiye'deki kimlikM/ler!.. Ne deveye ne deve kuşuna benzeyen...
Somali'de açlıktan Ölenler, Bosna'da kanda boğulan kardeşIerimLFilistin'de,
Keşmir'de, Moro'da, Cezayir'de, Doğu Türkistan'da, Yunanistan'da, ve dünyânın
her yerinde, başta müslümanlar olmak üzere zulüm görenler!..
Benim derdim, benim iddiam dünyâyı değiştirmek değil.. Kalbleri, kafaları,
dünyâyı değiştirecek olan yalnız /e yalnız Allah- (c.c.)'tır. İnsanlara yardımcı
olabiürsem, bu rahmet deryasının bir katresi olup da hizmet edebilirsem, İslâm
adına bir -iki hayra vesîle olabilirsem ne mutlu bana!..
Müslümanı, Hıristiyanı, Yahudisi, Budisti... Bilcümle ideolojilerle insanlıktan
uzaklaştırılanlar... Kendilerine zulmedenler, başkalarından zulüm görenler!...
Biliyorum ızdırabınızı ve nelerden kurtulmak istediğinizi!..
Ahh, şimdi öyle bir hâldeyim ki!.. Düştüğünüz vazi-
363
yetin tek suçlusıTbenim" diyor içimden bir ses.. Dünyânın öteki ucunda bir
cinayet işlense "acaba benim de payım var mı?" Bir mazlum feryad etse "benim
suskunluğum ve uyuşukluğum mu sebeb oldu buna?" diyorum.
Neden ulaşamadım sizlere? Neden siz imdat dilerken ben rahatımı bozmadım? Hasta
olduğunuzu bile bile, muhtaç olduğunuz reçeteyi sizlere ulaştıramadım?..
Ey Rabbim, sen şâhidsin!.. Niyetimi, içimde kaynayan volkanları biliyorsun..
Samimiyetime de şâhidsin Allahım!. Ama bir de dilimle ikrar etmek istiyorum:
Günâhlarla kendilerine zulmedenlere acı, onları kurtar Allahım! Zâlimin zulmüyle
hayâtından bezenlere imdat yolla!
Ve bana güç ver Allahım! İnsanların taarruzları, kınamaları, zulümleri,
tehditleri yolumdan döndürmesin beni..
Sana isyan, Seni nisyan bataklığında debelenenleri hidâyete erdir, onları affet
Allahım!
Sen her şeysin,her şey senin kudret elindedir! Ben ve niceleri hizmet
ettiklerini zannetseler de, imân edip kulluk ettiklerini zannetseler de, hiç
kimsenin böyle bir kudreti yok Allahım! Her şey senin rahmetinin ve ihsanının
eseri... Rahmetin ve ihsanın olmazsa bizler birer hiçiz!.
Beni hiçliğe mahkûm etme Allahım! Sende kaybolarak "hiç"likten kurtulmak,
seninle her şey olmak istiyorum..
Ve ey Rabbim!.. Kardeşlerimi cehenneminde yakma! Eğer şu günâh dolu bedenim
zerre miktar kıymet ifâde ediyorsa, cehenneminde beni yak Allahım! Onlara
azabını tattırma! Cehennemi benimle doldur, onlara yer kalmasın!..
Bitmişti yazı.. Gözlerinde yaşlar kürre kürre; mırıldanarak tekrarladı:
"Beni yak Allahım!.."
•*•
O gece rü'yâsında Sâliha'yı gördü Yusuf. Adetâ süzülür gibi, etrafında nurdan
bir hâleyle yaklaştı yaklaştı, üç adım
364
önünde durdu.
- Unuttun mu her ânın imtihanla dolu senin.. Allah sabrını deniyor!.."
- Sâliha; benim hazmedemediğim, kendimi bir yalancı, bir hâin olarak görmem..
Azra'nın yüzüne bakacak durumda değilim!..
- Hayatta her verdiğim sözü yerine getirmeye çeliştim. Ama bu defa... Kendi
hesabıma değil, onun dünyâsını kararttığıma, benim şahsımda bir dâvaya bakışının
değişme ihtimâline tahammül edemiyorum.
- Artık üzülme! Hepsinin sonuna yaklaştın.. Nûreddin Amca'yı gördün mü?
Kayboldu gözden... Yusuf nereye kayboldu diye bakarken aralık duran perdeden
içeri sızan sokak lâmbasının ışığını gördü. Gelen sese doğrulup kulak kabarttı.
Derinden derine sabah ezanının sesi duyuluyordu.
Kalktı elbiselerini giydi, dışarı çıktı geldi. Biraz oyalanıp vücudu
sakinleştikten sonra tekrar çıkıp abdest aldı. Namazı edâ etti.
Annesinin odasında ışık vardı. Gene uzun uzun duâ ediyor olmalıydı.
Somyasına oturdu. Gördüğü rü'yâyı düşündü. Sâliha'nın son sözü takıldı aklına..
"Nureddin Amca'yı gördün mü?.."
"Hayret" dedi kendi kendine.. Böyle bir suâl ve ardından kaybolup giden
Sâliha..."
"Rü'yâ ile amel edilmez ama gitmem lâzım. Bir işaret idi sanki bunlar. Doğru...
Beni ancak o teselli edebilir. Doğruyu ancak o gösterebilir."
Evet evet, gitmeliydi..
Kalktı, mutfağa geçti. Çayın suyunu koydu. İdman yapmak üzere dışarı çıkmaya
niyetlendi. Sonra içindeki isteksizliğe mağlûb olarak vazgeçti. Hiçbir iş
yapmadan boş boş bekledi..
Sofrada annesiyle hiç konuşmadı. Kahvaltıdan sonra hemen hazırlanıp fabrikaya
gitmek üzere çıktı. Sefere ilk çıkan minibüslerden biriyle fabrikaya gitti.
365
Nûreddin Efendi, yarım saat sonra servis otobüsüyle geldi. Geldiğini pencereden
gören Yusuf, hemen odasına koşturdu.
Olan biteni uzun uzun anlattı. Bittiğinde gözlerini Nûreddin Efendi'nin
gözlerine dikti. Yorum yapmasını, akıl vermesini, yol göstermesini bekler hâlde
baktı.
Nûreddin Efendi dirseklerini dizlerine yasladı. Ellerini çenesine dayadı. Bir
müddet öylece kaldı. Sonra, başını kaldırdı:
- Yusufum.. Sen her şeyin yorumunu yapmışsın. Anlattıklarından bu çıkıyor.
Hepsinde haklısın.. Yalnız bir nokta var ki...
Biraz durakladı. Nasıl söyleyeceğini düşünüyor olmalıydı. Çok tatlı bir sesle,
karşısındakini rencide etmekten korkar gibi konuştu:
- Her şey Allah (cc.)'ın elindedir. Sebebler dâiresinde her fiil O'nun eliyle
işlenir. Yaptığını zanneden kullar sâdece sebebdir, vâsıtadır.
"- Emr-i Bârî " olmayınca bir çöp bile yerinden kımıldamaz. Yâni bizim
anlıyacağımız; sebebleri halkederek vâsıtaları kullanarak bütün fiiliyatı O
işler!
- İnsan fiilin hakikî sahibini unutur da gaflete düşerse; sebeblere, vâsıtalara
takılır kalır. Gaflet devam ederse, sebeb lıer ne İse, her şeyin onda
başlayıp«onda biteceğini zanneder. Beklediği olmayınca da müthiş bir hüsrana
uğrar.
- Aslında bu; ehl-i imân için bir şefkat tokadıdır. Feraset, basiret sahibi
insan, bundan alacağı dersi ahr. Tevbe eder. Girdiği yeni istikamette de nefsin
oyunlarına gelmeden yürümeye devam eder.
Sözlerinin te'sirini anlamak istermiş gibi Yusuf'un yüzüne baktı.
- Evet Yusufum.. Sen yapacağın yorumları yapmışsın. Çekeceğin kadar ızdırab
çekmişsin. Bana sorarsan meselenin can alıcı noktası bu.
"Evet" der gibi ağır ağır başını salladı Yusuf. Kimbilir, beJVi kendi yorumunun
te'yidinden idi bu.. Belki aldığı dersin büyüklüğünden.. Belki de Nûreddin
Efendi'ye hayranlık ve
366
muhabbetinin katmerleşmesinden...
Odadan ayrılıp koridora çıktığında mırıldanıyordu: "Onu bir defa unutmak ve
netice...Diğerleri lâf-i
güzâf..."
XXX
Aydın Bey, bir yandan arabayı kullanıyor, bir yandan da ara sıra dönerek Yavuz'a
bir şeyler anlatıyordu.
Yalnız; o dinlerken bütün dikkatini veren gencin yerinde; şimdi biraz lâkayd,
biraz tedirgin, biraz isteksiz, hattâ saygısız bir Yavuz'un olduğu dikkatinden
kaçmadı.
- Şimdi eve varırız Yavuz.. Nasıl oldu da unuttum! O evrakları bu gün mutlaka
teslim etmemiz lâzım. Ama yetiştiririz, merak etme!
- Hem bu vesileyle; karımla, kızımla tanışmış olursun. Yeni evimi de öğrenmiş
olursun.. Geçenlerde kızıma senden uzun uzun bahsettim. Seninle tanışmayı çok
istiyor.
Yavuz kafasını sallamakla yetiniyor, hiç ses çıkarmıyordu. Yusuf'la
hocasının'görüşmeleri, ardından Yusuf'un evinde duyduklan-gördükleri, karmaşık
şübheler ve derin tereddütler yaşamıştı kendisine.
Profesör, Yavuz'un aklından geçenleri okumuş gibi konuştu:
- Şunu unutma ki Yusuf'da bir genç ve toy.. Zaman zaman hislerine, heyecanlarına
kapılabilir.
Bunun üzerine Yavuz'un yüzü daha da değişti. Bir şey söylemek istedi, vazgeçti.
Yüzündeki öfke emaresi en dikkatsiz gözden bile kaçmazdı.
Profesör dönüp baktığında hemen anladı mevcut değişmeyi... Eve de gelmişlerdi.
Arabayı durdurdu, birkaç manevrayla parketti, indiler..
Burası, NaJçacı Caddesi'ndeki gökdelen bloklardan birisiydi.
Acele adımlarla yan yana yürüdüler. Dış kapıdan içeri girip asansöre bindiler.
Altıncı katta durdular. Birkaç adım sonra dâire kapışandaydılar.
369
Aydın Bey, gözleri fıldır fıldır dönerek:
- Aklıma bir şey geldi. Dur şunlara bir sürpriz yapalım. Paltosunun dış cebinden
anahtarlığı çıkardı, kapıyı açta..
İçeri girdi, ayakkabılarını çıkardı. Yavuz'u unutmuş gibi antrede üç-beş adım
yürüdü. Hatırlamış gibi geri döndü. Yavuz kapıda dikilmiş hâlâ bekliyordu. Biraz
da çekingen bir bekleyişti bu.
- Girsene yavrum içeri! Kendi evin gibi.. Zâten fazla kalmayacağız.
Bunun üzerine apar topar içeri daldı Yavuz...Çizmeleri-' ni çıkarmak üzere
eğildi.
Kapalı salon kapısının arkasından, derinlerden belli belirsiz sesler gelirken
Profesör de beklemedi:
- Sen onları çıkarırken ben bir içeriye göz atayım. Hemen dönerim.
Kapıyı açtı ve kapatıp kayboldu. Yavuz çizmelerini tam çıkarmıştı ki içerden bir
gürültü koptu. Aydın Bey'in "Ne yapıyorsunuz böyle burada hayvanlar,
hayvanlar!.." diye bağırdığını duydu.
Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki kapı gümbürtüyle açıldı. Korkunç bir
surat, yuvalarından fırlayacakmış gibi bakan gözlerle Aydın Bey göründü.
Nefes alışının sesi Yavuz'a katlar ulaşıyordu. Sendele-ye sendeleye yaklaştı.
Medet bekler vaziyette kollarını uzattı. Âdeta dayanır gibi omuzlarından tuttu.
Kısık, fısıltı gibi bir sesle:
- Kızım!.. Kızım bir erkekle...
- Ne yapacağım şimdi ben Yavuz?! Ne yapacağım?..
Yüz hatları gerildi. Gözlerini kıstı. Ağlıyacak gibi üç-beş saniye öylece durdu.
Birden silkindi, Yavuz'u bıraktı. Gözleri faltaşı gibi:
- Karım...Karım nerede? Evde yok!. Nerede karım?..
Hızla geriye döndü, antreden yana açılan bir oda kapısını açtı, hemen kapattı.
Tekrar yıldırım gibi salon kapısını açtı.
370
Yavuz, tuhaf bir insiyakla hemen çizmelerini ayağına geçirdi. Fermuarını
çekmeden, bağcıklarını bağlamadan, açık duran kapıdan kendini dışarı attı.
Merdivenleri deli gibi inmeye başladı. Birkaç defa yuvarlanma tehlikesi geçirdi.
Nihayet karşısında çıkış kapısını gördü. Firar eden bir mahkûm gibi iştiyakla
koştu, açtı..
Artık dışardaydı. Yön tayin etmek ister gibi, şaşkın şaşkın sağa sola bakındı.
Kararını verdi, koşmaya devam etti. Gücünün yettiği kadar hızlı koşuyor,
ileriye, çok ileriye sabit bir noktaya bakı-yor,çozülü bağcıklarının arada bir
pantolonuna şırak şırak inmesine aldırmadan devam ediyordu.
Belki bir kilometre hiç durmadan koştu koştu... Birden nefes nefese durdu.
Şaşkın şaşkın geldiği yere baktı.. Bir sürü taksi, minibüsler, daha ilerde
kalkmaya hazır bekleyen iki otobüs...
Şehirler arası otobüs terminaline gelmişti. Tayin ettiği istikametin tam
tersiydi burası.. Koştuğu geniş kaldırımın ortasından kenara çekildi. Eğildi
çizmelerini sıkı sıkı bağladı, fermuarları çekti. Doğruldu biraz bekledi.. Nefes
alış verişleri normale dönmeye başlamıştı Takib edilenlerin korkusuyla arkasına
baktı..
Yürüdü, taksi durağına gitti.Eve gitmek üzere bir taksiye bindi. Eve vardığında
vakit ikindiyi geçmişti. Kimseyle konuşmadan hemen odasına çıktı.
İlk işi aynaya bakmak oldu. Gözleri kanlanmış, yüzü hâlâ al al, saçları
karmakarışık idi. Üstündekileri çıkardı. Tekrar aynaya baktı. Biraz evvel dikkat
etmediği bir acaiblik vardı bakışlarında... Baktı baktı, hiçbir ma'nâ veremedi.
Fazla üstelemedi. Şimdi bir tek şey yapmalıydı. Banyoya girmek, ılık bir suyla
yıkanıp kendine gelmek.
Banyodan sonra alelacele odasını toparladı. İçerdeki loş hava kendisini sıkmış
olmalı ki perdeleri açma ihtiyacını duydu.
Ayakta dikildi, dışarıya baktı baktı... Parçalı bulutlu bu Aralık günü sona
ermek üzereydi.
Bahçedeki dalları kuru ağaçlara boş gözlerle baktı.
371
Nihayet döndü, sert bir hareketle yattığı kanepeye oturdu. Sinirli sinirli
duvarlara, odadaki eşyalara bakındı.
İçinden ağlamak geliyordu. Fakat yapamadı. Gözyaşları; içindeki asabiyeti,
Öfkeyi, pişmanlığı, isyanı dışa vuracak olan gözyaşları bir türlü akmak
istemiyordu.
Yumruğunu birkaç defa şiddetle oturduğu yere vurdu.. " Ne yapacağım şimdi?!
Hepsi bu kadar mıydı?..Koskoca bir fiyasko!.. Ne kadar da aptalmışım!"
"Bu kadar zamandır oyalandım durdum. Yazık!.. Kendine, ailesine hayrı olmayan
birinden kalkmış da medet beklemişim. Halbuki ne kadar kofmuş! Ne kadar
zavallıymış! Ne kadar iğrenç bir mahlûkmuşL"
"Ah Yusuf !!! Sen haklıydın.. Hem de yerden göğe ka-dar.Şimdi ne olurdu yanında
olsaydım!.. Beni irşad ederdin.."
"Ne olurdu çok önceleri senin eteklerine yapışsaydım!.. Bu hâllere düşer
miydim?!."
Birden dehşetle gözlerini açtı.. Senelerin mahcubiyetinin verdiği ümitsizlik
omuzlarını çökertmişti. Halsiz halsiz mırıldandı:
" Ama ben... Ama ben kendimi, onun yanıbaşında bulunacak kadar temiz hissetmedim
ki! Murdar biriydim, onun ve onun gibilerin yanında . Onun yanımda küçüldüğümü,
bir fare kadar ufak ve iğrenç olduğumu hissediyordum. Sanki... Sanki onu
kirletecek mülevves bir nesneydim..."
"Hayır hayır , bir köpekten daha aşağıydım. Hattâ bir d.......'dan!.."
"Öyle ki; tokalaşmak için uzanan pis ellerim bile seni kirletmeye yeter de artar
gibi geliyor.."
"Evet Yusuf... Kendime defalarca itiraf ettiğim, lâkin sana ve başkalarına şerh
edemediğim zavallı hâlim!.."
"Senden utanıyorum!. Senin yanında kendimi tepeden tırnağa bir pislik olarak
görüyorum.. Benim gibi bir pisliğin, senin gibi tertemiz bir insanın yanında
bulunmaya ne yüzü ne de hakkı, var!"
Kanepeye uzandı. Ağzından alev gibi bir "of" çıktı. Sesi titrek, ağlamaklı idi.
"Sen sâhibsizlerin sahibisin! Kimsesizlerin kimsesisin.
372
"Aklımı koru Allahım!
373
XXXI
Yusuf fabrikadan ayrılmış, bir minibüse binmiş eve dönüyordu. Günlerden Cum'a
idi. Fabrikadaki inşası biten cami Cum'a namazıyla birlikte ibâdete açılmıştı.
Aralık ayının bu son günlerinde bahardan kalma bir gün, sanki bu mes'ud güne, bu
açılışa icabet etmişti.
Yusuf, gülenlerle gülmüş, sevinenlerle sevinmiş,lâkin kafasını kurt gibi kemiren
düşüncelerden bir türlü uzak kala-mamıştı.
îlk hutbeyi Nûreddin Efendi irad etmiş, ilk namazı kıl-dırmıştı. Gelen ısrarlı
tekliflerle, belki fırsat buldukça imamlığı hep o yürütecekti..
Cemaatte hep bunun tartışması olmuş, herkes "muvafıktır, muvafıktır" deyip fikir
birliğine varmıştı.
Minibüs bir yandan yoluna devam ederken,Yusuf olan bitenleri hatırlamaya
çalıştı.
Cemaat arasında davetliler de vardı. Dayısının, Ferhat Bey'in de geldiğini
hatırlıyordu.Her şey o kadar bulanıktı ki, bir ara "acaba rü'yâda mıyım" diye
şübhe bile etti.
Bütün olanlar zihnini sâdece gel- gitler hâlinde meşgul ediyordu. Tabiî asıl
düşüncelerinden sıyrılabildiği müddetçe.
Nûreddin Efendi'yle görüştükten sonra, her şeyi daha bir berrak görmüş,
tereddütleri ortadan İyice kalkmış, hatâsını daha açıkça görmüş, mes'elenin
hikmet ve şefkat tokadı buudunu uzun uzun değerlendirmiş, tevbekâr olmuş,
vicdanen rahatlamıştı. Lâkin bir mes'ele vardı ki onu devamlı mustarib
kılıyordu. İçi bir türlü müsterih olmuyor, kendisini daimî bir cendere içinde
hissediyordu.
Nihayet şu neticeye varmıştı. "Elimden hiçbir şey gel-
375
miyor, hiç olmazsa gideyim buralardan.. Mekân değiştirmek hem benim için iyi
olur, hem de gittiğimi duyan Azra için.. Böylece suçluluk ızdırabım belki biraz
olsun hafifler!"
Minibüste hâlâ bunun muhasebesini yapıyordu..
Faydasıyla-zaranyla, netîceieriyle ihtimâl hesabları yapıyordu... İşin
fabrikadaki, Konya'daki hizmetleriyle münâsebetini üşünüyor, hepsine bir mazeret
buluyor-du.Lâkin iş mes'eleyi annesine açmaya gelince çıkar yol bulamıyordu.
Ne yapmalı, nasıl yapmalıydı? İsa'da yoktu. Kendisi de giderse annesi belki de
senelerce yalnız kalacaktı.
Cevab veremediği bu suallerle kafası dopdolu, şoförün "hemşehrim son durak!"
sesiyle kendine geldi. Hemen indi, hareket etmek üzere bir başka minibüsle
gerisin geriye döndü.
Eve geldiğinde vakit ikindiye yaklaşıyordu. Annesi mutfakta akşam için hazırlık
yapıyordu. Selâm vererek girdi mutfağa..Selâmını alan annesi bir taraftan işiyle
meşgul:
- Sana bir mektub var Yusuf.. Öğleye doğru geldi. Odana, masanın üzerine
bıraktım.
Hemen odasına koştu, zarfı aldı, çevirip baktı.
"İyi "dedi. "Korktuğum gibi Azra'dan değil..."
Mektub, evinde günlerce misafir ettiği îngilîz dostu Charles Carpenter'dan
geliyordu. Yırtar gibi açtı. İngilizce yazılmış bu mektubun daha hitab
cümlesinde irkildi.
5 Aralık 1994
Kardeşim Yusuf,
Allah (c.c.)'tn selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun! Mektubumu belki
iştiyakla bekliyordun. Belki de hiç beklemediğin için şaşıracaksın...
Senden ve Türkiye'den ayrılah neredeyse iki ay oluyor. Bu uzun zaman zarfında
hiç boş durmadım. Buraya döner dönmez, evvelâ hediye ettiğin islâm muhtevalı
ingilizce'ye tercüme edilmiş kitablan okudum
Okudukça yepyeni ufuklar açıldı önümde. Anladım ki yu-
376
murta içindeki bir civcivden farkım yokmuş. Kabuğumu kırınca uçsuz bucaksız bir
âlem çıktı karşıma...
Bunlarla da yetinmedim. Roma'daki daha Önceden olmuşlarla tanıştım.
Üniversitedeki bütün işlerimi bırakıp günler geceler boyu onların
sohbetlerine,ilim meclislerine devam ettim. Böylece; zihnimi kurcalayan son
birkaç şübheden de kurtulmuş oldum.
iki hafta oldu ki artık ben de müslümanım Yusuf! O kadar mes'ud, o kadar
huzurluyum ki bir bilsen!.. Yeniden doğmuş gibiyim. Kendimi tüy gibi hafif
hissediyorum.
Ve sana ne kadar minnetdârım kardeşim'.Allah (c.c.) senden razı olsun oe strât-ı
müstakim üzre seni dâim kılsın...
Kendime kızmadan edemiyorum. "Neden daha Önce Türkiye'ye gitmedim,seninle daha
önce karşılaşmadım " diye... Bunca seneyi gafletle geçirdiğime, bomboş geçen
ömrüme nasıl da yanıyorum!
Nihayet bugün, dosttan öte seninle kardeşiz. O geceki toplantıyı hatırlarsın...
Sâdece dost idik. Şimdi setinle kardeş olmanın fıadsiz pâyânsız bahtiyarlığı var
içimde,. Rabbime sonsuz hamd-ü senalar olsun!
Buradaki İslâm; senin de, benim de bildiğini zannedenlerin de tahminlerinin çok
ötesinde... Bilhassa Batı Avrupa'mda hızla yayılıyor islâm. Papazlar,
profesörler, tıp doktorları, mühendisler... Aklına her ne gelirse artık.. Benim
de hâlâ Hıristiyan olarak bildiğim nice müslümanlar var kimbîlir! Sayıları her
türlü tahminin üzerinde.. Öyle ümit ediyorum ki, pek yakın bir gelecekte devâsâ
bir patlama olacak!
Hani bir sohbetimizde, bir islâm büyüğünün bir sözünden bahsetmiştin., ismini
şimdi hatırlayamıyorum, ama o büyük zâtın bahsettiği gibi; "Avrupa hakikaten Mâm
'a gebe..."
Kardeşim, senden bir istirhamım var... Beni mahrum etmezsen çok memnun olurum!..
Gözlerimin açılmasına sen vesîle oldun!. Kaybolmuş zannettiğim islâm'ın
güzelliklerini sende ve tanıştırdığın müslüman-larda gördüm. Öyleyse, bana bir
müslüman ismi verme hakkının da
377
sende olduğunu düşünüyorum. Bana vereceğin isim, her ne olursa olsun kabûlümdür.
Şimdiden teşekkür ederim...
Allah (c.c)'a emânet ol kardeşim...
Eski Charles Carpenter
Roma
Başını mektubdan kaldırdı. Yü/ü aydınlanmıştı. İçindeki kasvetten eser
kalmamıştı şimdi.
"Yârabbim, sana sonsuz hamd-ü senalar olsun!" "Hidâyet sâdece senin elinde."
"Bunca elem ve ızdırabın üstüne bu sürür her şeye değer doğrusu!"
"Ne mutlu, artık sen de ebedî saadet menziline yürüyen bir yolcusun Abdullah!"
îkindi ezanı okunuyordu. Ayağa kalktı, huşu içinde mırıldanarak ezana icabet
etti.
Namazı edâ eder etmez hemen oturdu, cevabî mektubu yazmaya başladı. Bir saat
kadar yazdı.
Bitirdiği mektubu bir zarfa koydu, alelacele hazırlanıp dışarı çıktı, en yakın
postaneden postaladı.
Sevinç içinde; ruhuna azab veren vesveselerden uzak, bir dolmuşla Konak'a gitti.
Akşam namazını İplikçi Câmii'nde kıldı. Henüz dükkânın^ kapatmamış bir iki
esnafa ayaküstü uğradı. Sonra bir dolmuşa binip eve döndü.
Akşam yemeğinden hemen sonra, beklemeden vakti henüz girmiş olan yatsıyı kıldı.
Namazdan sonra annesinin odasına gitti. Uzun uzun sohbet etti.
Nesibe Hanım şaşırmıştı bu işe... Son iki haftadır oğlunda gördüğü hâlin üstüne
bu sevinçli hâl tuhaftı doğrusu. Sebebini sormadan edemedi. Yusuf hiçbir kısmını
atlamadan mevzuu anlattı.
"Demek olanların te'siri hâlâ geçmiş değil. Onu değiştiren sâdece bu dış saik..
Korkarım geçicidir, diye endîşeye düşmeden edemedi.
Gene de "olsun, bu bile az şey değil" diyerek teselli buldu.
378
Yusuf ta ise o an için; annesinin kendisini inceleyen bu hâline dikkat edecek
göz yoktu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde odasına çekildi, hemen yattı. Uyuyamadı...
Abdullah'ı, Avrupa'yı düşündü. Her zaman duyduğu burukluk içinde; yetmiş sene
Komünist-Ateist cereyanın sellerine kapılmış Türkistan'ı düşündü... Nihayet göz
kapakları uykuya teslim oldu.
Sabah namazına kalktığında, o gece gördüğü rü'yânın sermest eden hazzı
içindeydi. Sevinci kat kat fazlaydı şimdi.
O gün gezdiği, oturduğu, çalıştığı her yerde rü'yâyı tekrar tekrar görüyordu
sanki. Hattâ öyle bir an geldi ki, rü'yâ ile dünyâyı nerdeyse birbirine
karıştırır oldu.
Akşam eve gittiğinde "bu akşam erken yatayım" diye niyet etti.
Yatsı namazı için mahalle camiine gitti. Derin bir haşyet ve huşu içinde edâ
etti namazını...
Tesbihatta İken, içinde volkanlar kaynıyor adetâ...
Sıra duaya gelmişti. Ellerini kaldırdı. O anda, şaşkınlık içinde gözleri önünde
Azra tecessüm etti...
Kalbi bir defa daha merhamet hisleriyle doldu:
"Yârabbi sen onu koru! Onu Sana emânet ediyorum. Kalbini imân nuru İle doldur ve
imânında dâim kıl!"
İçi huzurla doluydu. İnşiraha kavuşmuştu. Göğsünün genişlediğini, tüy gibi
hafiflediğini hissetti. Sanki "duan kabul oldu" işaretiydi bu..
Hulûs-ı kalb ile duaya devam etti. Şimdi dünyânın dört bir köşesinde zulüm gören
kardeşleri İçin duâ ediyordu...
Birden nasıl olduğunu anlayamadı. Işıklar içindeki cami, elektriklerin
kesilmesiyle karanlığa gömüldü.
Gözlerini yumdu. Resûlullah (S.A.V.)'a salât-ü selâm yolladı ardarda...
*
O an nur karanlık ile yer değiştirdi. Bir huzur meltemi esti içerde..
O da ne?!.. Resûlullah (S.A.V.) camideydi. Hem de Yusuf'un yaiubaşında...Bir
fısıltı hâlinde "ve aWkum selâm rah-metullahi ve berekâtüh" dedi. Müşfiklerden
müşfik elleriyle Yusuf'un sırtını, başını sıvazladı. Sonra bütün cemaati aynı
379
şekilde tek tek dolaştı.
"Allahım bu ne saadet! Ebeden sürsün şu hâl, hiç bitmesin!..."
Ağlıyordu Yusuf, vücûdu sarsıla sarsıla... Doğrusu bu kadar saadet!...
Nihayet gözden kayboldu nebiler nebîsi. Bir anda ortalığı nura garkettiği
gibi...
Gözlerini açtı Y'usuf. Işıklar gelmişti. Cemaat ayak-ta,kapıya yönelmişlerdi.
Gözlerini kuruladı, çıkanların peşine takıldı.
Eve gitti, oyalanmadan yattı. Öyle bir hâlde idi ki, sanki bedenden tamamen
mücerred, rûh kesilmişti.
Gene aynı rü'yâyı gördü. Ertesi gün de aynı hâli devam etti. O gün defalarca
sordu kendine: "Bu kadar saadete lâyık mıyım ben?!"
Hani insanda sırlar vardır; dışa vurulursa rahatlatır, yoksa azab olur.. Hani
sevinç duyar, mes'ud olur, bunları paylaşmak ister. Hani başka iklimlere seyahat
eder, öğrendiklerini anlatıp başkalarmı müstefid edeyim der...
Yusuf'da kimbilir hangi sâikle, rü'yâsuiı anlatmak istiyordu. Birilerine
anlatmalıydı. Rüyalarını pek nâdir anlatırdı, ama bunu anlatmalıydı. İki defa
götmesi de kör tesadüf olamazdı.
O gün akşama kadar gene zahirde insanlarla, aslında onlardan çok uzakta idi.
Birkaç defa, Nûreddin Efendi'yi bulup anlatmaya niyetlendi, kısmet olmadı. Akşam
eve döndüğünde annesine anlatmak istedi. Gene kısmet olmadı.
Yatsı namazın' kılıp hemen yatmak niyetindeydi gene...
Namazını kıldı, tesbihattan sonra duaya durdu. Ruhunu günlerdir aşırı derecede
saran yumuşaklık, böyle zamanlarda zirveye çıkıyordu.
İşte gene kalbi burkuntularla dolu, son senelerde dayanılmaz olmuş müslümanlara
zulüm derdiyle dağlanmış, duâ ediyordu...
380
Yalvarıyordu Rabbine... İçinde yaşadığı ferdî ve içtimaî zilletten kurtulmak
için!... 1994 dünyâsında, asıl düşmanlarını bırakıp birbirlerini yiyen
müslümanlar için!... Fakrın ve cehlin bataklığında debelenen müslümanlar için!..
Ve İslâm'm izzet ve şerefini temsile "mü'min ve müslü-manım" diyen herkesin
liyâkat kesbetmesi için!..
"Yârabbü... Bunlar Sen'in takdirine nzâsızlık değil... Tamamen razıyım
takdirine... Yapabileceğimi yaptıktan sonra hikmete râm oluyorum."
"Hepimiz için istediğim, Sana muti kul, habîbine lâyık ümmet olabilmek!."
Bildiği mazlum müslüman memleketleri tek tek sıralayarak imdat istedi. En son,
en büyük mazlum Türkiye için imdat istedi..
Duasını öz Önce ettiği duanın tekrarıyla bitirdi:
"Ferden ve içtimâen yaşadığımız zillet ve meskenet dolu hayattan kurtar bizi
Allahım!"
"Âmin, âmin, âmin!..."
Gözlerini kapattı. Kimbilir kim ile nerelerde rabıtalı idi. Bir müddet üzerine
nûr yağmasının lezzetini yaşadı. Ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Bildiği tek
şey;o ânı sanki asırlarca yaşamış olduğuydu..
Açtı gözlerini, başını hafifçe sağa çevirdi. Çevirmesiyle irkilmesi bir oldu.
Birisi duruyordu yanında .. Başını korkuyla ağır ağır yukarı kaldırdı.
Simsiyah bir cübbe içindeydi gördüğü.. Başını göremedi. Sanki bulutlara değiyor
gibi muazzam bir heybeti vardı. Cübbesinin etekleri ayak bileklerine kadar
uzanıyordu.
Hayret!.. Bu kadar büyük ayaklar.. Ayağa kalkmak istedi. İşte o anda yüzünü
gördü. Heybetli, nurdan bakılamıya-cak kadar aydınlık, sakalının çevrelediği
sımsıcak bir yüz ve bakışlar...
- Esselâmün aleyküm ve rahmetullah... -Ve aleyküm selâm rahmetullah...
Heyecandan kekeliyordu Yusuf.. Gözlerini iri iri açtı:
- Siz?! dedi, tahmin eder gibi...
- Evet, ben Ömer'im Yusuf...
381
Yârabbi bu ne şeref!..
Gelen, hak ve adalet güneşi, ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) idi.
Zemberekten boşanır gibi atıldı. Öpmek üzere ellerini ellerine uzattı. Bu
mübarek elleri doya doya öptü...
Omuzlarından tutularak kaldırıldığını, alnından öpül-düğünü, kendisine geleceğe
matuf birçok müjdeli haberin verildiğini sonraları bütün teferruatıyla
hatırlayacaktı...
Hele bütün içtimaî dertlerini yok edecek müjdeler!..Kader ekranından bir bir
geleceği seyretti Yusuf. İkinci dirilişi, gül devrinin başlangıcını, gül
devrini...
Gönlü ferah, Rabbine şükür hisleriyle dopdoluydu.
Hazreti Ömerü'l- Faruk (R.A.) ayrıldığında Yusuf'u önce bir hüzün kapladı. Sonra
tekrarladı:
"Yârabbi bu kadar saadete lâyık mıyım ben?!.."
Mest olmuş vaziyette hazırlandı. Yatağına uzandı, çok geçmeden de uyudu.
Gene aynı rü'yâ... Üçüncü defa tekrarlanıyor..
Rü'yâsında şehid babası Yakub Yüzbaşı ile Şâh-ı Nak-şibend Hazretleri bir
arada..
Buhara'dalar.. Şâh-ı Nakşibend (K.S.) hazretleri türbesinden kalkmış. Yanında
asker kıyafetiyle babası...
Yusuf, koşar adımlarla gidiyor yanlarına.
Şâh-ı Nakşibend (K.S.) Hazretleri, sağ elini Yakub Yüzbaşının omzuna atıyor.
İkisi de tebessüm ediyorlar:
- Buralar seni bekliyor evlâdım. Hâlâ gelmeyecek misin?
- Babası aynı soruyla:
- Evet evlâdım, seni bekliyoruz.. Gelmeyecek misin? Şah Hazretleri elini.koynuna
uzatıyor, koca bir harita
çıkarıyor. Yusuf'a eliyle yaklaşmasını işaret ediyor.
Beraberce çömelip yerde haritayı açıyorlar. Bu bir Türkistan haritası...
Şah Hazretleri parmağıyla bazı yerleri işaret ediyor.
Bilhassa parmağın son temas ettiği yere dikkat ediyor Yusuf. Burası Rusların
"Kazakistan" deyip böldükleri memleketin başşehri Almaata...
382
Sabah namazını kıldığında , mest olmuş hâli aynen devam ediyordu.
Namazdan sonra havanın soğukluğuna aldırmadan son günlerde aksattığı idman için
bahçeye çıktı.
Yarım saat sonra içeriye döndüğünde kahvaltı hazır olmak üzereydi. Mutfağa geçip
sofranın hazır olmasına yardım etti.
Odada, annesinin hayret dolu bakışları arasında, sohbet ede ede kahvaltısını
yaptı.
Kahvaltı esnasında birkaç defa rü'yâsını anlatmayı dü> şündü. Henüz erken deyip
gene vazgeçti. Bir taraftan da "artık yol göründü" diye söylendi içinden.
Hazırlandı, fabrikaya gitmek üzere çıktı. Yol boyunca düşündü. Her şey ayan
beyan olmasına rağmen Nûreddin Efendi'ye anlatacaktı. Yapacağı yorumun
hâricir .' e, tavsiyeleri de olabilirdi..
Fabrikaya gider gitmez Nûreddin Efendi'yi buldu. Yusuf'un odasında çaylarını
içerlerken rü'yâyı bütün tafsilatıyla anlattı. Bitirdikten sonra meraklı meraklı
baktı yüzüne ihtiyarın..
"Bârekallah!" demekten kendini alamadı Nûreddin Efendi..
- Ne güzel, ne âlâ, hayırdır inşaallah!..
Dilinin ucuna gelen iltifat-âmiz sözler vardı, ama vazgeçti.
- Her şey apaçık oğlum.. Tabire ihtiyaç yok ki! -Nûreddin Amca, beni asıl
düşündüren anneme ve amcama mes'eleyi nasıl anlatacağım... Zor bir hâldeyim..
- Amcanı hiç düşünme. Uygun bir lisânla anlatırım ben ona.. İcab ederse rü'yâm
da anlatırım.
- - Annene gelince... Açık açık rü'yâm anlatırsın. Zira işin içinde baban da
var. Üç gecedir gördüğünü de söylemeyi unutmazsın İnşaallah hiç mes'ele
çıkarmayacaktır. İsa'dan sonra senin de ayrılman annene çok zor gelecektir, ama
dedim ya, baban var işin İçinde..
- Zâten annem-Şâh-ı Nakşibend (K.S.) Hazretlerini de biraz bilir. Evliyanın
büyüklerine hürmeti çoktur..
383
- Yaa, baksana boşuna dert ediyorsun! İnşaallah hiçbir pürüz çıkmayacaktır.
Rahatlamıştı Yusuf..
Nûreddin Efendi hafif hüzünle devam etti:
- YusufumL Demek ayrılacağız yakında. Bu seferki ayrılık...
- En kısa zamanda gitmeye çalışacağım. Emir büyük yerden...
- Önce pasaport işlerini halletmem lâzım. İstanbul'a gider, îsa ile oradaki
dostlarla görüşür vedâlaşırım. Sonra Kon-ya'dakilerle...
- Ankara'dan da doğru Semerkand'a, Taşkent'e giderim. Buhara'da Şah
Hazretleri'ni diğer büyükleri ziyaret ederim. Başka yerlere uğrar mıyım
bilmiyorum.
- Anlaşılan o ki, son durağım Kazakistan olacak. Orada hem hizmet etmeye
çalışacağım hem de Astronomi ve Uzay Bilimleri Enstitüsü'nde ilmimi
derinleştirmeye gayret edeceğim...
- İnşaallah oğlum.. Rabbim muvaffak etsin..
- Âmin...
- Düşünüyorum da Yusuf; târih kum saati gibi tersine akıyor şimdi. Bir
zamanlar Anadolu'yu İslâmlaştırma sevdasıyla tutuşan Ahmed Yesevî'nin
müridleri... Şimdi de bazı gençler, aynı vazifeyi, yetmiş sene dinsizleştirme
programı yürütülen Türkistan'da yapıyorlar. Oraları yeniden aydınlatmak için
gidiyorlar. Yeniden yeşertmek için...
- Ne mutlu bu kervanda yer alanlara!.. Dayanamadı, kalktı Yusuf'u kucakladı:
- Seni evlâdım gibi seviyorum Yusufum! Kolları gevşedi, gitti yerine oturdu.
- O yiğitler Anadolu'yu îslâmlaştırdilar. Hem maddede hem ma'nâda Anadolu
topraklarına dantel dantel İslâm'ı işlediler.
- Ve İstanbul, canım İstanbul, bu ameliyenin kalbi oldu asırlarca. Dünyâya her
türlü güzellik oradan yayıldı. O güzellikleri yayanlar, bugün o topraklarda
mahzun fakat şerefle yatıyorlar.
384
- Karadeniz girişini bilirsin.. Boğaz'ın Anadolu yakasında Yûşa (A.S.) Rumeli
yakasında Telli Baba asırlardır İstanbul'u bekliyorlar..
- Ebâ Eyyûb el- Ensârî Hazretleri asırlardır sürecek fetih akınlarının ilk
sancakdârı... O ihtiyar yaşına rağmen, sonraki nesillere "işte cihad budur"
demiş, gerili bir yay gibi... Işık olmuş ardından gelenlere..
- Sultan II. Mehmed o gencecik yaşında peygamberi müjdeye mazhar olmak istemiş.
Kilitli kapıları açmış, Fâtih olmuş...
- Bu iki insan arasındaki yaş farkı bize tezad gibi görünüyor. Ama Yusufum;
anlayanlara ne mesajlar ne mesajlar veriyor!
- Fethin her şeyiyle perçinlenmesi lâzım.. Bunda da koca Sinan zirve isim olmuş!
Sâdece İstanbul'a değil, fethedilen her yere silinmemecesine İslâm'ın mührünü
basmış...
- Bu üç isim çook mühim Yusufum!
Yusuf'un, kafasında o an bir şimşek çaktı. Maziye döndü.. Altı ay kadar
öncesine...
Bu mübarek insanları, İstanbul'dan ayrılırken niçin ziyaret ettiğini, niçin
onlardan ayrılamadığını o zaman anladı.
Nûreddin Efendi'nin yüzüne hayretle bakakaldı. Düşünüp düşünüp de cevab
bulamadığı suallere şimdi cevab bulmuştu.
"Allah senden razı olsun" diye duâ etti içinden... Nûreddin Efendi ise her şeyin
farkındaymış gibi bakıyordu Yusuf'a...
385
XXXII
Günlerden Cumartesiydi. Telefon ısrarla çalıp da bakan olmayınca, Râbia kalktı
yattığı yerden, ahizeye uzandı. Ariyan Leylâ idi..
- Ne o Leylâ hayrola?
-Seninle mutlaka konuşmam lâzım Râbia! Müsaitsen... Uyku sersemliğiyle saatine
baktı Râbia.. Saat on'a geliyordu.
- Tabiî Leylâ, hadi bekliyorum.
- Hayır, bir yerde buluşalım. Evde olmaz..
- Neden olmaz?
- Sonra anlatırım, tamam mı?
- Peki, benim için farketmez.
Buluşacakları yeri ve saati kararlaştırdılar. Telefon kapandı.
Bir saat sonra Râbia hazırlanmış, arabasına binip buluşacakları kafeye varmıştı.
Leylâ daha önceden gelmiş, tedirgin bir yüzle bekliyordu.
Oturdu Râbia.. Leylâ'nın yüzündeki İfâde hiç de hoşuna gitmemişti. Hemen sordu:
- Hayrola Leylâ, seni hiç iyi görmüyorum! Bir müddet korkulu gözlerle baktı
Leylâ...
-Ne söyleyeceğimi, nereden başlıyacağımı bilemiyorum. İstersen önce bir şeyler
içelim. Maksadını sezmişti Leylâ' nın..
- Olur, farketmez..
Gelen meyve sularını ağır ağır içerlerken hiç konuşma-
387
dılar. Bitirdikten sonra, Leylâ yerinde tedirgin tedirgin kımıldandı.
- Râbia, beni affedebilecek misin?
- Ne oldu kızım? Neyi affedeceğim? Neden bahsediyorsun sen?
- Nasıl desem bilmem ki! Ben çok büyük bir hatâ ettim..
- Lütfen açık konuş Leylâ! Hiçbir şey anlamıyorum. Lâfı geveleyip durma da..
Leylâ'nın sesi yalvarır tondaydı:
- Söyle Râbia, affedecek misin?
- Bak Leylâ!.. Önce evde konuşamayız diyorsun. Şimdi de "af" lâfını diline
pelesenk etmişsin.. Sen bana bir kötülük yapmadın ki, neyi affedeyim?
Leylâ bütün cesaretini topladı:
- Sen affetmesen de, arkadaşlığımız burada sona erse de, beni ömrün boyunca
hâin olarak hatırlasan da, anlattıktan sonra hiç olmazsa vicdanım
rahatlıyacak!..
-Râbia, ben kötü bir insan değilim... Kötü olarak da hatırlanmak istemem. Ama
bütün bunların üzerine... Râbia yumuşak bir tavır takınmaya çalıştı:
- İyi kötü günlerimiz oldu şimdiye kadar. Birçok şeye beraber sevindik beraber
üzüldük. Hele sen anlat bakalım da...
Bir parça rahatlamıştı Leylâ. *
- Geçende size gelen mektub vardı ya.. Babanın ismine...
- Ha, şu resim mes'eîesi.. Sana da anlatmıştım ya; mektub benim elime geçti,
imha ettim onu..
- Mes'ele o kadar basit değil Râbia! Devamının geleceğinden eminim.. İşte bunun
için görüşmek istedim. Bunun için af diliyorum senden..
- Leylâ bana bak! Her şeyi baştan anlatır mısın lütfen!
Ben sana ihanet ettim Râbia!
Buz gibi bir hava esti ortalıkta. Râbia kızcağıza donmuş gözlerle bakakaldı. -
İhanet mi?
388
- Evet, yanlış duymadın..
- Seninle her ne kadar dost olsak da seni kıskanıyordum Râbia! Seni sevdim ama
haset etmekten de geri kalmadım. Benden güzelsin, benden başarılısın, benden
zenginsin, benim gibi silik değilsin... Daha sayayım mı?
Râbia'nın çakmak çakmak olmuş gözlerine baktı:
- Ama ne olur, benden nefret etme! Şuracıkta söv bana, döv beni!.. Ama nefret
etme! Çünkü nefreti hak etmedim ben. Kabahatimin büyüklüğünü şimdi şimdi
anlıyorum. Ve vicdanım çok rahatsız!..
- Bunun için buradayım zâten.. Hatâmı anlamasam, kötü bir insan olsam, sana
itiraf eder miydim hiç?..
Râbia hak verir gibi başını Önüne eğdi. Gözlerini yumdu. Elini alnına dayadı.
Bir müddet öylece kalakaldı..Başım kaldırınca, Leylâ'ya "anlat" der gibi baktı.
- Hani fotoğraftaki uzun boylu, kıvırcık saçlı genç vardı ya.. Hani sana
asılan... Fotoğrafı eve postalayan o!..
- Vay canına! Günlerdir düşünüyordum.. Peki sen nereden biliyorsun?
- Eh ne de olsa uzaktan akrabam.. Senin de malûmun.. Sana asılıp asılıp da bir
şey tutturamamıştı. İntikamını şimdi böyle alıyor.
- Nerden bildiğime gelince... Geçenlerde bir akşam bize gelmişti. Zil zurna
sarhoştu. Sarhoş kafayla her şeyi anlattı bana..
- Adam kendi hesabına da yapmıyor bunu! Hiç ummadığın birinin hesabına...
-Allah Allah!.. Kimmiş o?
- Hani Yusuf'tan önce sizin fabrikada Sosyal Hizmetler Müdürü olarak çalışan
yaşlıca bir adam vardı ya.. Neydi onun adı?
- Nerden bileyim ben! İyi de onu nerden tanıyorsun?
- Bir defasında birlikte rastlamıştım onlara. Bizimki tanıştırıp mazisinden
kısaca bahsetmişti.
- Yâni eski müdürün intikamını alıyor Öyle rni?
- Tam üstüne bastın! Adam daha yeni iş bulmuş. Ay lar-dır boş geziyormuş.
Anlaşılan işine son verilmesini hiç haz-
389
medememiş.
- Böylece kabak benim başıma patlıyor... Aman Allattım! Ne büyük bir tehlike
atlatmışım! Ya o hayvan herife kamp da ... Ne korkunç şey yârabbim!..
Durdu durdu:
- Ve benim arkadaşım, böyle büyük bir tehlikeye karşı ikaz etmedi beni. Üstelik
çöpçatanlık yapmaya kalktı!
- Ne desen haklısın Râbia! İşin entrikalarla dolu olduğunu nerden bilebilirdim?
Ben basit bir oyun, bir gönül oyunu zannettim. Neticede bu çirkin oyunun baş
âleti oldum...
Gözlerini faltaşı gibi açtı:
- Beni istersen affetme! Ama ne olur nefret etme! Her şeye rağmen, en iyi
arkadaşımsın sen.. Çok pişmanım Râbia!..
Râbia söylenenleri duymamıştı bile..
- Tehlike geçmiş değil! Fotoğrafın devamı mutlaka gelecektir. Öyleyse... Öyleyse
hemen gitmeliyim!
- Evet doğru ... Tehlike geçmiş değil.. Takib edilmekten korktuğum için de
burada buluştuk işte! O eski müdürün, o şirret akrabamın şerlerinden
korkuyorum!..
- Hadi bana yapacaklarını yaptılar. Sen neden korkuyorsun?
- Bilmiyorum Râbia! Ama korkuyorum işte! Onlardan her şey beklenir!. Evinize
geldiğimi görselerdi benden şüb-heleneceklerdi. Beni kullandıkları yetmiyormuş
gibi ikili oynadığımı iddia edeceklerdi.
Râbia kalkmak üzere davrandı. Leylâ ise "affettin mi" der gibi baktı..
- Şu anda eve gitmekten başka bir şey düşünmüyorum. İkinci bir mektub gelecekse
hemen ele geçirmeliyim. Hadi bugün Cumartesi! Ya hafta içinde postacıyı nasıl
takib edeceğim? Bir müddet okula gitmemem lâzım öyleyse...
- Bu nereye kadar sürer bilmem.. Belki başka yollar da deneyecekler.
Maksatlarını da tam bilmiyorum ya..
Ayağa kalktı. Çantasını omzuna astı.
- Sana gelince Leylâ!..Şu anda kafamda davullar çalıyor.
390
Kötü bir şey yapmaktan korkuyorum. Sen en iyisi bir müddet gözüme görünme .. Bu
kadar!..
Allahaısmarladık bile demeden hızla yürüdü çıktı..
Arabada kafası karmakarışıktı. "Ne iyi arkadaşlar seçmişim" diye ardarda
söylendi.
Kendini kaptırmış gidiyorken bir de kaza tehlikesi atlattı. Az daha bisiklet
süren bir çocuğa çarpıyordu.
39i
XXXIII
Yusuf'un endîşe ettiği işler umduğundan kolay yürümüştü.
Annesine rü'yasını, ardından mes'eleyi de anlatmış, kadıncağızın Önce gözleri
parlamış, sonra boynunu büküp: "Dediklerim çıktı Yusufum! Biliyordum bir gün
uzaklara gideceğini.. Bir de davet söz konusu... Madem bu bir hizmet, gideceksin
oğlum!.." demişti. "Üzülüyor musun anne?" diye sorduğunda bu çilekeş Anadolu
anası: "Üzülmek ne kelime oğlum, seviniyorum aksine! Gideceksin, hizmet
edeceksin, ilmini derinleştireceksin! Ne mutlu bana, evlâdım böyle bir yolun
yolcusu!.. Gözün sakın arkada kalmasın yavrum! Dualarım her dâim seninle
beraber" cevâbını vermişti.
Yusuf anacığına sarılmış: " Sağol varol anacığım! Şimdi daha bir rahat
gidiyorum. Hem merak etme! İsa'da dört-beş aya kalmaz yatay geçişle kaydını
Konya'ya aldırır. İstanbul'da okuması şart değil ya.." diye teselli vermişti.
Bu defa sevinen annesi olmuştu..
Sonra tekrar boynunu bükmüş: "Bârı evlenseydin de öyle gitseydin" demişti. Bunu
söylerken suçlu bir edayla bakmıştı evlâdına .. Çok değil, daha bir ay kadar
evvel oğlunun kalbini kırdığını unutamıyordu. Yusuf, yarasına dokunulduğunu
hissettirmemeye çalışmış: "Hayırlısı, dursun bakalım şimdilik" deyip
geçiştirmişti.
Sonra amcasına anlatmak istemiş, amcası "bir saat önce Nûreddin Efendi'den
dinlediğini söylemiş, ardından da ilâve etmişti: " Senin hesabına seviniyorum.
Hani bir zamanlar Kazakistan'dan bahsetmiştin" deyip bu mevzudaki sohbetlerini
hatırlatmıştı. Sonra minnetdârlığını bildirmiş; " inşaallah bu düzeni, azimle,
tökezlemeden devam ettireceğiz" demişti. En sonunda; "paraya ihtiyacın olduğu
her vakit bir haber vermen
393
yeter" demeyi de ihmâl etmemişti..
Yusuf,^u iki mes'eleyi halletmişti ya, artık rahattı.
Şimdi iş teferruatı halletmeye kalıyordu.
İstanbul'a gidip İsa ile tanıdıkları ile helâlleşti. İsa'ya, okullar kapanır
kapanmaz kaydını Konya'ya aldırmasını ten-bih etti. Hiçbir itirazla
karşılaşmadı.
Sonra pasaport işlerini halletti. Konya'dakilerle tek tek vedâlaştı.
En çok üzülenler hissedar işçiler olmuştu. Yusuf'un yaptıklarını
unutamamışlardı.
Bunlar içinde birisi vardı ki Yusuf'u çok hislendirmişti. Bu, mahalleden dostu
Şaban idi.
Özbekistan'a gitmeden iki gün evvel Yusuf'un evine gelmiş, yalvarmıştı...
"Hoca, ne olursun beni de götür oralara! Sana hiç yük olmam. Ben de çalışır; bir
şeyler kazanırım. Odanı temizlerim, çamaşırlarını yıkarım, ayakkabılarını
parlatırım! Ne istersen yaparım.. Bütün hizmetini görürüm. Yeter ki ayrılmayayım
senden!.."
Yusuf'un: "Sağol, eksik olma! Yalnız gitmem lâzım.." demesi karşısında boynu
bükülmüştü.
394
XXXIV
Artık gidiyordu Yusuf... Yer Ankara Esenboğa Havaalanı, takvimler 10 Ocak 1995'i
gösteriyordu.
Bilmediği yerler, tanımadığı iklimler... Orada her yer ve herkes yabancı!
Kendisinden önce gidenler de olmasa yapayalnız kalacak.. Elinde birkaç adres
var.. İlk gideceği yerler o adresler...
Gönlü rahat, içi huzur dolu...
Bekleme salonunda yapayalnızdı. Arkadaş olarak iki bavulu vardı sâdece..Etrafına
baktı; hemen herkes grup grup, ayrılık öncesi sohbeti yapıyordu. Kendisinden
başka yalnız göremedi. İçini bir burukluk kapladı.
Saatine baktı.. Uçağın kalkmasına bir saate yakın zaman vardı. Etrafına bakmak
kastıyla tekrar başını kaldırdı..
O da ne!.. Tam karşısında kendisine gülerek bakan Şaban ile Hüseyin!..
Selâm verdiler.
-Ve aleyküm selâm.. Hiç beklemiyordum sizleri! Vedâlaşmıştık ya..
Bunları derken, şaşkınlığını da sevincim de gizleyemi-yordu. Gözleri pırıl
pırıl, yüz İfâdeleri şükran hisleriyle doluydu.
Kucaklaştılar, oturdular. Muhabbet dolu gözlerle bakıştılar...
- Yusuf ağbimizi bu uzun yolculukta uğurlayalım istedik, dedi Hüseyin.. İzin
aldık geldik. Kötü etmemişizdir inşa-allah!
- Yoo, ne kötüsü .. Sizi yormuş oldum! Benim için buralara kadar...
- Ağbi,senin yaptıklarının yanında bizimkinin lâfı mı olur!? Allah senden
ebeden razı olsun! Aldın beni ta Eğirdir
395
Kemik Hastanesi'ne götürdün, tedavi ettirdin.Parasız kalmıştım, aç-sefil
bırakmadın beni. Anam gibi üzerime titredin..
- Hepsinden öte; daimî bir işim var şimdi. Şaban da ben de amcanın fabrikasında
gül gibi birer işe sahibiz. Sana ne kadar duâ etsek azdır!..
- Sonra insan olduğumu hatırlattın bana.. İnsaniyeti sende gördüm, sende
öğrendim Yusuf ağbi-.
-Yeter artık Hüseyin!.. Bahsetme bunlardan...
- Ne iyi bir amcan var ağbi!.. Sağolsun hiçbir karşılık beklemeden bütün tedavi
masraflarımı çekti. Çok şükür, şimdi bacağım eskisi gibi.. Hiçbir sıkıntım yok..
- Ben de parasız kaldım, soğukta kaldım.. Sefîl bırakmadın, evime kadar odun-
kömür getirdin hoca, diye devam etti Şaban..
- Dağ gibi yığılmış çamaşırlarımı defalarca aldın, evinizdeki makinada yıkadın.
Hangi birini sayalım ki.!..
Yusuf kabahat işlemiş gibi mahcub:
- Kim olsa yapardı onları, dedi.
Bu söz üzerine ikisi de yapılan iyilikleri sayıp dökmeyi kestiler.
Biraz önce Yusuf'un içini burkan ayrılık öncesi sohbetine onlar da başladılar...
Ayrılık vaktinin nasıl gelip çattığını üçü de anlayamadılar. Zaman çok çabuk
geçmişti.
Vedalaşırken sesi titrekti Hüseyin'in.. Kendisini zor tutuyordu. Buğulu gözleri,
akmak isteyen yaşlan zaptetmek için direniyordu.
O her zaman gülen Şaban'ı, normal hâli bile mütebes-sirn olan Şaban'ı ilk defa
ağlarken görüyordu Yusuf.. Titrek bir sesle son sözü: "Hoca mektub göndermeyi
ihmâl etme, Şaban Keskin'i unutma!.." oldu.
396
XXXV
Yavuz o sabah odasının kapısının vurulmasiyla uyandı. Sallana sallana kalktı,
kapıyı açtı. Mahmur gözlerle baktı.. Karşısında İzzet Efendi duruyordu.
- Yavuz Bey, uyuyordunuz herhalde. Ah çok özür dilerim! Uyanmış olmalı diye
gelmiştim.
Yavuz saatline baktı. Vakit on ikiye gelmişti.
- Ne o, bir şey mi vardı?
Yaptığı hatâyı tamir etmek ister gibi baktı. Hayır, Yavuz gayet lâkayd
duruyordu. Biraz cesaretlendi. Elindeki mektub zarfını uzattı.
- Size bir mektub vardı da. Bir saat Önce geldi. Râbia evde mi?
- Hayır, dönmedi okuldan daha..
Mektubu aldı, bir şey demeden kapıyı kapattı.
İzzet Efendi aşağıya inerken kızgın kızgın mırıldandı:
-Pes yâni, bu saate kadar da yatılmaz ki!..
Yavuz, mektuba hiç bakmadan yatağının üzerine fırlattı. Dışarıya çıktı, elini
yüzünü yıkadı. Bir taraftan da düşünüyordu... "Bana pek mektub gelmez ama..
Ariyan telefonla arar.."
Sallana sallana odasına döndü. Aynaya baktı.. "Hayret, lavaboda hiç dikkat
etmemişim! Bakışlarım, yüzüm değişmiş sanki." Bir haftadır tıraş edilmemiş
yüzünü eliyle ovuşturdu.
Son bir-iki haftadır aileye belli etmiyordu ama, eski günlerine benzer hâller
yaşıyordu yine...
Maneviyatı, Aydın Bey'in evindeki hâdiseden beri alt üst olmuştu.. O günden beri
hocasını, kendisini, evdekileri, cemiyeti sorguluyor, bir fâsid dâire içinde
dönüp duruyordu.
397
Odasına saatlerce kapanıyor; kardeşiyle, babasıyla zaruret hâricinde
konuşmuyordu. Konuşurken de büyük bir isteksizlik duyuyor, herhalde bu
isteksizliğinden olsa gerek bazen dili dolaşıyor, kekeliyordu. Gene de
gülümsemeye çalışıyor, hâlini belli etmemek için büyük gayret
gösteriyordu.Açıkçası rol yapıyordu.
Odada kara kara düşünerek geçirdiği zamanların hâricinde dışarıya çıkıyor,
arabasıyla uzun turlar atıyor, sonra bıkıyor, arabayı bir yere park edip avare
avare geziyordu.
Eve geç vakitlerde dönüyor, odasında ikilere üçlere kadar oturuyor, gözleri
artık uykuya mağlûb olunca yatıyor, ertesi gün de nerdeyse öğleye kadar
uyanmıyordu...
Yatağına oturdu, mektubu aldı, üzerine baktı. İsim yazmıyordu. Hayretle dudak
büktü, açtı.
Hayır, bu bir mektub değil, bir karttı. Kartı çıkarırken, "elime sert gelmişti
nasıl da düşünemedim" diye mırıldandı.
Aldı çevirip baktı. Gayri ihtiyarî güldü evvelâ ..
Plajda çekilmiş bir fotoğraftı bu.."Bizim muzip arkadaşlardan birisi olmalı"
diye düşündü.
Fotoğrafa dikkatle bakınca elinde olmadan ayağa fırladı. "Olamaz!" diye
bağırdı.. İkinci defa "olamaz"derken sesi fısıltı hâlinde çıktı. Yatağına
yığılır gibi oturdu.
Fotoğrafta beş kişi vardı. Üç erkek, iki kız ve bu kızlardan biri Râbia... Kız
bikinili, Râbia rrlayolu...
"Aman yârabbim!.. Nedir bu başıma gelen?! Aydın Bey denen herifin darbesi
yetmiyormuş gibi bir de bu ha?.."
Ayağa fırladı. Hemen Râbia'yı bulmalıydı. Bir iki adım attı. Aklına geldi..
Râbia evde yoktu ki!
Öfke, korku,ümitsizlik, kararsızlık, acizlik, ihanet et-mişlik, ihanete
uğramışlık... Hepsini bir arada yaşıyordu şimdi..
Gitti yatağına uzandı.
"Demek öyle Râbia! Hiç ummadığım anda vurdun beni. Bana nasıl ihanet edersin!?
Sana izin verdiysem, bunları mı yapmalıydın!? Bir de babamın haberi olursa!.."
Kartı tekrar aldı eline . "Gözüm görmesin,şunu hemen yakayım" diye düşündü.
398
Çakmak almak üzere kalktı. Elindeki kart uçtu, yatağının baş ucundaki koca
saksıya düştü. Almak için eğildi..
O anda kafasında bir şimşek çaktı. Hafızası maziye döndü. Saç kurutma
makinasının bozulduğu günü hatırladı..
Râbia'nin odasına makinasmı almaya girdiğinde saksıdaki yanmış kartı hatırladı.
Bir kenarı nemli toprakla temas ettiği için tam yanmamıştı.
Nasıl olmuşsa olmuş, makinayı ararken yanmış kart gözüne ilişmiş, o zaman pek
mühimsememişti.
"Aynı kart, mutlaka aynı kart olmalı!" diye fikir yürüttü.
"Veya benzer bir poz.. Yoksa daha başkaları mı var? " "Ne önemi var ki! Pisliğin
azı da çoğu da bir.." Saatine baktı.
"Of kimbilir ne zaman gelir?" Yumruğunu dizine vurdu..
"Bana bunu nasıl yaparmış görecek!. Ailemizin şerefini, kendi şerefini..."
Elbiselerini giydi. Pencereyi açıp biraz havalansın diye açık bıraktı. Mutfağa
indi, bir bardak süt içti, tekrar çıktı..
Kaç gündür düzeltmediği yatağının üzerine oturdu. Odası karmakarışıktı. Kafası
da karmakarışıktı.
Zihni tekrar maziye döndü... Kardeşine izin verdikten sonra yaşadığı
tereddütleri hatırladı. İşte o zaman, kendine kızdı köpürdü:
"Bütün kabahat onun öyle mi? Ne güzel de sıyrılıveri-yorsun
mes'uliyetten!..Senin hiç kabahatin yok sanki! Bir de sorgusuz sualsiz hesab
sormaya kalkacaksın! Hiç dinlemeden infaza yelteniyorsun!"
"Hayır Yavuz hesab sormak senin neyine !? Gelince dinleyeceksin, sonra da..."
O sırada aşağıda konuşma sesleri duydu. Hemen fırladı kapıyı açtı.
Korkuluklardan aşağıya sarktı, gelen seslere kulak kabarttı. Râbia ile İzzet
Efendi konuşuyorlardı. Bekledi, az sonra ayaklarının ucuna basa basa salonu
geçip merdivenlere yürüyen Râbia göründü.. Başını yukarı kaldırıp kendisine
bakan ağabeyini görünce kızcağız irkilmeden edemedi...
399
Bir an bir tereddüt geçirdi.. Geri dönmenin faydasızlığını anlamış olacak ki
basamakları tırmanmaya başladı.
Ağabeyinin yanına gelince ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini kaçırmaya
çalıştı.Yavuz ma'nâlı ma'nâlı:
- Hoşgeldin Râbia, dedi.
- Hoşbulduk ağbi...
İzzet Efendi'den mi öğrendin?
- Neyi?
- Anlamamış gibi konuşma şimdi. Ne olduğunu biliyorsun!
"Ah şans! .. Bir haftadır peşini kovaladığım mektub,so-nunda ağbimin eline
düşüyor!"
Zeki kız, bütün ümitsizliğine rağmen ağabeyini yumuşatmak ümidiyle konuştu:
- İçeri girdim... İzzet Efendi'ye arayan soran olup olmadığını sordum. "Sâdece
postacının geldiğini, sana bir mektub olduğunu söyledi.. Hepsi bu!..
- Hadi odana gir de biraz konuşalım..
- Ağbi canım çok sıkkın zâten! Bugünkü imtihanım kötü geçti.. Başka bir zaman
olsa olmaz mı?..
Yavuz'un sesi son derece soğuktu:
- Ben senden yüz kat daha beterim!..
Daha fazla mukavemet edemedi. Kendisi önde,ağabeyi arkasmda odasına girdiler.

Râbia süklüm püklüm ilk bulduğu yere oturdu. Ağabeyi birkaç defa yukarı-aşağı
gitti geldi.. Nasıl başlıyacağmı kestiremiyordu.
Kızcağız ilk konuşan olmanın faydalı olacağını düşündü.
- Ağbi!. Suçluyum, biliyorum.. Fakat bir tuzağa düşü-rüldüm. Onu da geçen hafta
öğrendim. Leylâ her şeyi anlattı bana..
Beklemeye, işi uzatmaya tahammülü yoktu Yavuz'un.. Dâvayı hemen neticeye
bağlamak isteyen bir hâkim gibiydi..
Râbia konuşurken; "Bu kadar derdin arasında nereden bulaştın bu işe?!" diye bir
ses devamlı konuştu içinde. Hayâtında yaşadığı isteksizliklerin belki en
şiddetlisini yaşı-
400
yordu şimdi... Yalnız bu isteksizlik, "bana ne" anlayışından tamamen uzaktı.
Biricik kardeşi için böyle bir şeyi düşünemezdi zâten..
- Nasıl bir tuzak bu?
Râbia kurulmuş bir saat gibi, olanları teklemeden anlattı.
Yavuz bunları dinlerken, bir yukarı bir aşağı gidip gelmeye devam ediyordu.
Tekrar ediyorum ağbi!.. Suçluyum ama bir tuzakla karşı karşıyayım. Hem bu tuzak
hepimize, bütün ailemize...
Hemen kapıya yürüdü Yavuz. Çıktı, elinde fotoğrafla geldi. Kardeşinin gözünün
içine sokar gibi uzattı.
-Kim bu resimdekiler?
-Şu kız Leylâ... Diğer iki erkeği hiç tanımıyorum. Şu en sağdaki kıvırcık saçlı
uzun boylu olanı da Leylâ'nın uzaktan akrabasıynuş. Aslen buralıymış... Bunu da
geçen hafta Leylâ'dan öğrendim.
Bunu söylerken, kafasında bir şimşek çaktı..
-Ağbi, kartı kesip bu adamı İzzet Efendi'ye göstermem lâzım...
-Nedenmiş o? Şimdi anlarız ağbi!
Kalktı, bir makas çıkardı getirdi. Resmi düzgünce kesti. -Hadi inelim aşağıya...
Bu söze kuzu kuzu itaat etti Yavuz... Aşağıya indiler. İzzet Efendi mutfakta
yalnız, sofranın son hazırlıklarını yapıyoidu.
-Sofrayı hemen hazır ediyorum Yavuz Bey... -Yoo, onun için gelmedik, dedi
Râbia.. Elindeki resmi gösterdi...
-İyi bak İzzet Amca!.. Bu adamı tanıyabilecek misin? İzzet Efendi bütün
dikkatini verdi baktı.. Olmadı pencereye doğru tuttu..
- Elbiseli olsa.. Ama gene de gözüm bir yerden ısırıyor.
- Resimde yüzü tıraşlı. Bir de şu kıvrık saçlarına dikkat et.
Yabancı gelmedi ama nerden tanıyorum bunu? 401
Bir yandan da çocuklara soru dolu gözlerle tuhaf tuhaf baktı..
- Bizi üç-dört ay önce arayan bir arkadaşımız vardı ya.. Hani adamı garib
bulmuş, şübhelendiğini imâ etmiştin!
- Tamam o adam... Ta kendisi!..
Hayretle Râbia'ya baktı. Soru sormak için ağzını açtı, cesaret edemedi.
Hayretin asıl büyüğü Yavuz'daydı.
- Hadi gidelim ağbi...
Gene itaat etti Yavuz.. Merdivenlerden çıkarken:
- Râbia, nasıl tahmin ettin bunu? Ben unutmuştum bile...
- Hatırlıyor musun ağbi, o zaman da pirelenmiştİm!.. Duâ edelim ki İzzet Efendi
aptal biri değil...Fazla zorlanmadan tanıdı adamı.
- Tertibin de böylesi!..
- Bir şey mi dedin ağbi?
- Yoo, kendi kendime mırıldandım işte.. Odaya tekrar girer girmez:
- Ağbi inan seni üzmek, kızdırmak... Söyledim ya.. Yavuz,ölgün bir sesle:
- Mühim değil, dedi. Her şey olup bitmiş..Geriye dönüşü yok bunun. Hem çok daha
çirkin bir tuzağa sen de ben de düşebilirdik... *
Son cümlesi âdet? fısıltı hâlinde çıkmıştı.
Son bir haftadır, içinden bir sesin "suçlusun" diye bas bas bağırdığı Râbia,
ağabeyinin gözünde temize çıkmak ümidiyle son birkaç söz söylemek üzere ağzını
açtı..
Ağabeyi, az öncekinden daha cansız bir sesle:
- Yeter Râbia.. Hiçbir şey duymak, dinlemek istemiyorum..
Sallana sallana çıktı odadan. Başı önde, kardeşine hiç bakmadı.
Yüzünün son hâli, Râbia'mn Ömür boyu hafızasından silinmeyecekti. Mumya gibi
renksiz bir yüz, insanı korkutan bakışlar...
Odasına girdiğinde, yıkılacak gibi olduğunu hissetti
402
m
Yavuz.. Gözleri kararmıştı. Sırtını bir müddet kapattığı kapıya yasladı.
Sersemliğinin geçmesini bekledi. Kulakları uğul-duyordu. Sendeleyerek birkaç
adımda yatağına ulaştı. Yığılır gibi yüzükoyun uzandı. Alnı, ensesi, sırtı alev
alev yandı önce. Sonra ter boşandı.
Biraz rahatladığını hissetti. Gözü açılmıştı biraz. Döndü, sırtüstü boylu
boyunca uzandı.
"Asıl suçlu benim Râbia! Sana ağabeylik yapamadım! Benim gibi bir âcizden başka
ne beklenirdi ki zâten!.."
Ağlamak istiyordu. Hayır, yapamadı. Bir damla gözyaşı bile yoktu. Aynı hâli
Aydın Bey'in evinden kaçıp odasına kapandığında da yaşamıştı.
Kalktı, duvara cansız darbelerle birkaç yumruk salladı.
Birileriyle konuşmalıydı. Birilerinden yardım istemeliydi. Ama kimi vardı ki?
Onu anlayacak, ona yol gösterecek?..
Vardı bir kişi. Sâdece bir kişi.. Yusuf idi bu...Evet, ona ancak Yusuf yardım-
edebilirdi! Donuk gözlerinde bir kıvılcım çaktı.
Kalktı ayağa.. Telefon etmek üzere yeni aldığı cep telefonuna yürüdü.
'"Bu gün Cum'a.. Tatil günü.." Saatine baktı. Bir buçuğu geçmişti." Cum'a
namazından çoktan dönmüştür- En iyisi evi ariyayım.."
Telefonu aldı, tuşlara bastı..
- Alo yenge ben Yavuz.. Yusuf evde miydi acaba?
- Yusuf yok artık yavrum! Yurt dışına gideli nerdeyse on gün oluyor. Haberin
yok muydu yoksa?
- Doğru ya, unutmuşum! Geçenlerde vedalaşmaya gelmişti.
Zıpkın yemiş gibi sarsıldı. Kolu yere inerken telefon yere düştü. Olduğu yerde
dondu kaldı..
Hiçbir şey düşünemiyordu. Zihnî faaliyetleri tamamen durmuştu sanki.
O vaziyette ne kadar durduğunu bilmiyordu. Bir robot gibi ağır ağır döndü.
Yatağına yığılır gibi oturdu.
"Yazık!.. Bütün kirliliğime rağmen onunla görüşmeye cesaret etmiştim. Son
ümidimdin sen Yusuf! Ben kir idim,sen
403
ise su... Kir, sudan korkar mı hiç?"
"Bu güne kadar korkmuş, şimdi ise bütün cesaretimi toplamıştım ama..."
Başını elleri arasına aldı. İki eliyle saçlarını yolar gibi karıştırdı...
"Yârabbim ne kadar da yalnızım! Ne kadar güçsüzüm! Ne kadar suçluyum! Ne kadar
zavallıyım!..."
"Ah anneciğim!... Affet beni!.. Râbia'ya sâhib çıkamadım. Emânetini koruyamadim.
Yaşamayı bile hak etmiyecek kadar bayağıyım ben!.."
" Yaşamamalıyım öyleyse!.11
Gözlerini faîtaşı gibi açtı..
"İntihar!...Aman Allahım!... Yapamam bunu. Eğer bu karanlık dehlizde bir İğne
ucu kadar ışık varsa, belki âhiretimi o kurtarabilir! Hayır hayır, ebedî azabı
göze alamam..."
"Affet Allahım! Böyle bir şeyi aklımdan geçirmek bile..."
"Ne yapacağım ben şimdi?! Kendime bile hayrım yok ki! Ah zavallı Yavuz!.."
"Suçluyum... Allah'a karşı, anneme karşı, Râbia'ya karşı, babama karşı ve
cemiyete karşı..."
"Ne biçim insanım ben!?. Allahım affet, Sana kul olamadım! Kendime karşı dürüst
olamadım. Anneme ihanet ettim. Ne aileme, ne cemiyete bir faydam oldu. Affet
Aİlahim!..
Hayır... Rahatlayacak, vicdanının sesini susturacak gibi değildi. Son bir defa
alev gibi;
"Suçluyum" sözü çıktı ağzından .
404
XXXVI
Râbia sabah uyandığında, ilk işi hemen doğrulup aynaya bakmak oldu.
"Oh yârabbim! Ne kâbustu o öyle!" Ayağa kalktı, kendisini tepeden tırnağa görmek
istedi. İyice yaklaştı, saçlarına baktı. Ellerini yüzüne sürdü. "Yok, çok şükür
bir şey yok!"
Dışarıya çıktı geldi. Kıyafetini değiştirdi. Kahvaltı etmek üzere aşağıya indi.
Saat on bire geliyordu. Tek basma kahvaltı masasır.a oturdu. İzzet Efendi'ye
ağabeyinin evde olup olmadığını soı-du. "Dışarı çıktığını görmedim" cevabını
aldı.
Demek hâlâ uyuyordu. "Son günlerde amma da u- u-yor" diye geçirdi içinden...
Geçirdiği son yirmi dört saati düşündü... İçi t:. odi. Rü'yâsını hatırladı,
iliklerine kadar ürperdiğini hissetti.
"Bu bir ikaz, hem de müthiş bir ikaz" diye söylendi. Bana te'sir eden çok rü'yâ
gördüm ama böylesini hiç..."
"Ağbime bugünlerde hiç görünmesem... Ama nasıl yapacağım ki? Her an aynı çatı
altındayız.."
Masadan kalktı. O sırada telefon çaldı. Yürüdü, açtı... Arayan yengesi Nesibe
Hanım'dı. Sesi telâşlıydı... -Râbia kızım... Bak iyi dinle!.. -Ne var, hayırdır
yenge?
-Dün Yavuz bizim evi aramıştı. Yusuf'u sordu. Dalgınlıkla gittiğini unutmuş
olacak... Bu gün sabahtan beri Yavuz'u düşünüyorum... Dün nasıl da akıl
edememişim... Birden işkillendim işte! Yavuz Yusuf'u boşa aramaz. Senelerdir hiç
aramayan Yavuz ihtiyacı var ki aradı diye düşündüm...
-Ağbin evde mi yavrum?
405
-Zannederim odasında...
- Bir bakıversen yavrum !. Hastalık günlerini düşünüyorum sabahtan beri...
Anlıyorsun değil mi?
- Tabiî yenge.. Çok sağolasın. Hemen bakarım. Telefon kapandı.
"Aman yârabbim, ya endîşeleri doğruysa!"
Heyecandan bacakları titriyordu.
"- Şimdi nasıl gideceğim onun yanına?! Ben ondan kaçmaya çalışırken..."
Başka yolu yok. Mecburen gideceğim. Şöyle bir hâlini hatırını sorarım. Bir şeye
ihtiyacı olup olmadığını..."
"Ya uyuyorsa hâlâ. Uyuyorsa uyandırırım canım!. Düşündüğün şeye bak!"
Acele acele tırmandı merdivenleri. Ağabeyinin kapısı önüne gelince durdu.
Yakklaştı, içeriye kulak verdi. Hayır, ses seda yoktu.
Usulca kapıyı tıklattı. Sonra daha kuvvetle bir daha.. Hayır ses yoktu. Son defa
cama vurdu. Hiç ses yoktu..
Yavaşça açtı kapıyı.. Hayret!.. Ağabeyi içerde ve hiç ses vermemişti. Yerde,
halının üzerinde bağdaş kurmuş, sırtı kapıya dönük vaziyette oturuyordu. Yanına
yürüdü, omzuna dokundu.
- Ağbi!.. •. Hiç tınmadı Yavuz..
İki eliyle omuzlarını hafifçe sarstı.
Yavuz adetâ santim santim başmı çevirdi. Hiç tanımı-yormuş gibi baktı.
Bir çığlık attı RâbiaL
- Ağbi, ne oldu sana?!
Hemen önüne geçti, bu korkunç yüze bir daha baktı.. Gözler kan çanağına dönmüş,
göz kapakları şişmiş, yüzü kireç gibi, bakışları son derece ma'nâsız ve
korkunç... Sabaha kadar uyumamış mıydı acaba? Kuvvetlice sarstı Yavuz'u,
- Ağbi neyin var?
Sesi gayet donuk, adetâ heceleyerek konuştu:
- Yu su fu bu lun ba na...
406
- Ağbi ne olur konuş! Ne oldu?
- Günâh kâ rım... Suç lu yum..
- Ağbi bir şeyler söyle, ne olur!..
Hayır, duvar gibiydi. Hiç tepki yoktu.. Başını önüne indirdi, öylece kaldı..
Râbia daha fazla sabredemedi. Ağabeyini bıraktı. Çıktı odadan..
Doğru telefona gitti. Fabrikayı aradı.
Babasının sesini duyunca, içinden bir "oh" çekti.
- Baba, ağbim hastalandı gene. Bu sefer çok kötü.. Hemen gelmen lâzım.
- O ne öyle kızım!? Kıyamet mi kopuyor? Biraz sakin ol bakalım!.
- Baba bildiğin gibi değil! Görünce bana hak vereceksin. Boşuna
telâşlanmıyorum.
- Peki hemen geliyorum. Aman sakin ol!.
Râbia salonda bir aşağı bir yukarı gezinerek, sabırsızlıkla bekledi babamı.
Selâmi Bey, yarım saat sonra evdeydi. Yalnız değildi. Yanında, Râbia'nm o güne
kadar hiç görmediği bir ihtiyarla, aile doktorları vardı.
Gelen ihtiyar, Nûreddin Efendi'den başkası değildi. Râbıa telefon ettiği sırada,
Selâmi Bey'in odasındaydı. Bir faydam olur belki diyerek o da gelmişti.
Dördü birlikte Yavuz'un odasına çıktılar.
Yavuz, kız kardeşi nasıl bırakmışsa o vaziyette duruyordu.
Önünde çömelen babasının "nasılsın yavrum?" suâline önce boş gözlerle baktı.
Sonra Râbia'dan istediğini tekrarladı:
-Yu su fu bu lun ba na...
•••
Ertesi gün, baba kız salonda oturmuşlar dertleşiyorlar-dı. Belki aylardır, belki
senelerdir böyle sıcak bir yakınlık olmamıştı aralarında... Şübhesiz,
felâketlerin birleştiriciliği bu yakınlaşmada baş rolü oynamıştı.
Yavuz'u, derhal özel bir hastanenin psikiyatri kliniğine
407
kaldırmışlardı. Nûreddin Efendi, önceki gece Yavuz'un yanında refakatçi olarak
kalmıştı. İcab ederse o gece de daha sonra da kalacaktı.
-Ne mübarek insan şu Nûreddin Efendi! Benim yapacağım işi o yapıyor. Bu yaşmda
hiç yüksünmeden...
- Bilmem , dedi Râbia.. O telâşede kendisine hiç dikkat edemedim.
- Tanısaydın; tanısaydık, onu ve onun gibileri örnek alsaydık çok şey değişirdi
kızım! Biliyor musun, ahlâkı Yusuf'a çok benziyor.
İçi cız etti Râbia'nın.. Çok büyük bir pişmanlığı yaşıyor gibi yüzü ekşidi,
başını hafifçe sağa-sola salladı. Babası dikkat etmedi bu hâle..
- Dün doktor neler söyledi baba? Ağbim gerçekten çok mu kötü?
Yüzü acıyla gerildi Selâmi Bey'in. Bütün soğukkanlılı-ğıyla:
- Kaçıncı defa sorduğunun farkında mısın Râbia? Dünden beri beş oldu belki!..
- Ne yapayım babacığım, çok endîşe ediyorum! Ondan, senden başka kimim var
benim?! Ona bir şey olursa!..
Son sözü hangi maksatla söylediğini anlayamadı babası..
- Söyledim ya; ağır bir depresyon geçiriyor. Öncekinden çok daha şiddetli..
Allah korusun çok daha kötü olabilir!..
- Sana dün söyledim mi bilmiyorum. Doktor "daha ötesini düşünmek bile
istemediğini" bizim anlıyacağımız tabir-le,"çıldırma çizgisi üzerinde olduğunu"
söyledi. Diğer yandan; "onunla rezonansa geçebilecek, diyalog kurabilecek
birinin doktorlardan çok daha faydalı olacağını, çok hızlı ve mucizevî bir
iyileşme görüleceğini" söyledi.
-Nûreddin Efendi inşaallah faydalı olur. Zâten doktorlardan çok ona güveniyorum.
-Ne hikmettir bilmiyorum, Yusuf'da tam zamanında gitti. Gördün işte, kaç defa
"Yusuf'u bulun bana" dedi...
-Bir de "günahkârım, suçluyum nakaratı..." diye ilâve
408
etti Râbia...
Bunları söylerken, içini bir korun yaktığmı hissetti. Ama hayır, babasının
olanlardan haberi olmamalıydı. Allah korusun, bir de o hasta olursa!..
Rü'yâsını hatırladı gene...
"Günahkâr da benim, suçlu da.. İki gündür neler yaşadığımı bir ben bilirim bir
de Allah!.."
"Hayret doğrusu, bütün bu olanlara rağmen hâlâ soğukkanlı olabiliyorum!."
"Ne yapabilirim ki? Ortalığı velveleye mi vereyim, intihar mı edeyim?..""Hayır
hayır, böyle bir zamanda en soğukkanlı olması gereken benim!.."
Babasının sesiyle uyandı:
- Ne o kızım, çok düşüncelisin.. Biliyorum çok üzülüyorsun ama...
- Metin olmak lâzım yavrum.. Hem akşam, misafirlerimiz gelecek!..
Ahmed Bey'le rahmetli Yakub'un bir arkadaşı. Onlara ve herkese güçlü olduğumuzu
hissettirmeliyiz. İzzet Efendiyle karısına da bir şey belli etmemeye çalış...
Koltuğundan kalktı, gitti kanepeye oturdu.
- Yavrum gel yanıma şöyle.. Yanyana oturalım. Râbia, gözlerinde pırıltılarla
kalktı, babasının yanına
oturdu. " Ne zamandan beri böyle oturmadıklarını" düşündü...
- Selâmi Bey yüzünü döndü. Elini kızının omzuna attı.
- Râbia, ben de suçluyum!.. Gözlerini iri iri açtı kızı..
- Evet ben de suçluyum!..
- Annenizin genç yaşta ölümü beni yıkmıştı. Çâreyi kendimi işime vermekte
bulmuştum.
-Annenizin yerini asla tutamaz diye, size annelik yapamaz diye başkasıyla
evlenmedim. Size hem annelik hem babalık yapmaya çalıştım. Ama olmadı kızım!
Annelik bir tarafa, size babalık da yapamadım...
-Yavuz'un hırçınlıklarım, senin bazı âsi davranışlarını anlıyamadım. Belki
anlamak istemedim. İşlerimle haşır-ne-şir, nihayet bu noktaya geldik.
409
-Yalnız şunu bil ki; suçun tamâmı bende değil... Biz câhil yetiştik, çorak
toprakların insanlarıydık. Bizim nesille evlâtları arasında bu dertler sık sık
yaşanıyor. Zira biz öyle bir devirde yaşadık ki; müslüman olmak suç, fazilet
ahmaklık idi o devirde...
-Bugün de çok şey değişmiş değil... Ama sizin önünüzde her kapı açık..Bizim
devrimizde sâdece şer kapısı açıktı.
- Fabrikaya telefon ettiğin sırada, Nûreddin Efendi'ye Yavuz'dan su/ ediyordum.
Beni dinledi dinledi... Sonra da âdeta bütün noksanlarımı hülâsa eden bir
tesbitte bulundu. İşte o zaman düştüğüm büyük hatayı anladım. Aynen şöyle dedi:
"Basit, zayıf, câhil, riyakâr baba ve anneler evlâtlarına muallim ve mürebbi
olamazlar. Sözlerini dinletemezler, evlâtları onları bir aziz olarak göremez.
Râbia kıpırdandı:
- İyi de baba, bunların hepsi sende yok ki!
-Ben var olduğunu görüyorum ya.. Sen istediğin kadar "yok" de!
- Bundan sonra değişeceğim kızım. Sizden daha kıymetli neyim var ki benim!?
İçinden babasına sarılmak geleli Râbia'nın Birden, bunu hafiflik telâkki ederek
vazgeçti..
- Hayır baba, asıl suçlu bizlerdik. Çocukluğumuzdan beri, arkadaşlarımızı bile
sen seçmeye çalıştın. Ama biz "olmaz" dedik.
Kendi arkadaşlarımızı seçeceğiz, kendi yolumuzu çizeceğiz diye inat ettik.
- Sen haklıymışsın baba!
- İlk okula başladığımız günden itibaren bize hep maddeyi öğrettiler.
Hocalarımız ve ders kitablarımız; dindar insanlara "yobaz" dedi "mürteci" dedi,
"cani" dedi. Daha ufacık çocuklar iken dini öcü olarak gösterdiler bize...
- O yaşlar çok mühim baba! O zehirler şuur altında öyle bir depolanıyor ki,
ileriki yaşlarda bir bir açığa çıkıyor.
-Belki bu yüzden, Yusuf ağbiye de çok haksızlık ettim.
410
Dikkat ediyor musun, onun için "ağbi" lâfını gıyabında ilk defa kullanıyorum.
Ona saygısızlık sanki senelerdir üzerime vazife idi..
-Neyse kızım, onları sonra konuşuruz. Şimdi öncelikle ağbini düşünelim...
-Hayır baba! Bu mevzu açılmışken konuşmam lâzım. Hem sâdece Yusuf ağbi değil
mevzu... Başka şeyler de var...
"Sen bilirsin" ma'nâsında kızma baktı babası..
-Baba, çok açık konuşacağım... Madem sen yüreğini ortaya koydun, ben de
yapmalıyım aynısını.. Temennim, bundan sonra da böyle açık olmamız...
-Bundan emin olabilirsin kızım...
-Hani birkaç ay önce, gene burada, üçümüz bir aradayken, Yusuf ağbinin evlenme
teklifinden söz etmiştim ya...
-Evet... Reddetmiştin o teklifi...
- Reddetme falan yok baba.. Hepsi yalandı. Benim koskoca bir yalanım,,
Selâmı Bey ir kildi..
- Ne? Nasıl yâni?
- Basbayağı bir yalan işte.. Yusuf ağbiye çocukluğumdan beri hayrandım ben ..
Ama seneler bizi yakınlaştıracağına uzaklaştırdı.. Zira onun yakın münasebete
set çeken bir dünyâsı vardı. Yalnız; son günlerde yaşadıklarımdan sonra iyice
hak verdim ona..
- O gece bir sürü bühtanda bulundum kendisine. Hatırlarsın, seni de çok
kızdırmıştım.
- Hep birilerine yaranmak, hep birilerinden korkmak nedir, bilir misin baba?
Bugüne kadar hep böyle yaşadım. Birçoğumuzun derdi bu.. İğrenç bir hayat
felsefesi!..
- Çevremde hep takdir gördüm, parmajda gösterildim bugüne kadar. Ama beni takdir
etmeyen bir gün olsun iltifat etmeyen, bir tek kişi vardı.. O da Yusuf ağbiydi!
-İşte bu beni çileden çıkarıyordu.
- Evet, ona hayrandım!.. Ve onu erişilmez bir insan olarak görüyordum. Karşılık
göremeyince de "kedi ulaşamadığı ciğere murdar dermiş" hesabı ver- ansın
ediyordum.
411
- Gittiği günden beri de perişanım diyebilirim. Babası, kızına acıyan gözlerle
baktı...
- Hayır baba, acınacak bir şey yok!. Herşey benim eşekliğimden... Hem, sâdece
bir hayranlık bu... Aşk falan olduğunu hiç sanmıyorum...
Sevgi, hayranlık ve nefreti hep bir arada yaşadım... Ama kimselere doğrudan
açamazdım ki içimi.
Selâmi Bey, kendinden gayet emin "sen öyle zannet" diye geçirdi içinden...
-Biliyorum ki benim en iyi ilâcım, "ona asla lâyık olamı-yacağımı" bilmek...
Şayet mes'ele evlilik ise o benden çok çok üstün birilerine lâyık..
-Onun için, kısa zamanda kendimi toparlayacağıma emin olabilirsin baba...
Biliyorum, bu kadar üzüntün arasında...
Kızının bu kadar içten konuşması, bu kadar açık ve yakın olması, bir o kadar da
tutarsızlığı hayrete düşürmüştü Selâmi Bey'i...
-Hayır kızım, çok iyi oldu anlattığın..
Babasına daha bir sıcak baktı Râbia... Rahatlamıştı... Aylardır sırtında kambur
olan bir vicdanî yükten kurtulmuştu...
-Şimdi benim için daha mühim bir mes'ele var baba!..
-Nedir o?
-Evvelki gece bir rü'yâ görmüştüm. Korkunç mu desem, müjdeli mi desem
bilemiyorum. Ama beni çok derinden sarstığı muhakkak... Ömrüm boyunca
unutamayacağım. Ve dünden beri içimde tufanlar kopuyor...
-Hayırdır inşaallahlAnlat bakalım...
-Rü'yâda bir anda altmış yaşına girdiğimi görüyorum. Düşünsene; yumi yaşına
gireli daha üç hafta oluyor. Bir anda altmış yaşına girmek ne demek!?...
-Hayâtımda hiç yaşamadığım derecede bir pişmanlık yaşıyorum. O güne kadar bomboş
yaşamışım. Âhirete götürecek azığımın olmaması o kadar korkutuyor ki beni!..
-O pişmanlıkla, o korkuyla hüngür hüngür ağlıyorum. Öyle bir ağlayış ki, seller
gibi yaş boşanıyor. Bir yandan da
412
içim yanıyor, çok müthiş bir azab yaşıyorum...
-Af diliyor ve duâ ediyorum: "Allahım affet beni, affet beni!.. Beni livaü'1-
hamd altında toplananlardan eyle.."
-Çok enteresan... "Livaü'1-hamd" diye bir tabiri hayâtımda duymuş değilim.
Uyandıktan sonra kelimeyi unutmamak için defalarca tekrarladım...
-Ne demek bu baba?
-Bildiğim kadarıyla; mü'minlerin mahşer günü altmda toplanacağı Peygamber
(s.a.v.) efendimizin sancağının ismi...
-Yaa, deyip hayretle gözlerini açtı Râbia. Yüzünde memnuniyetin aydınlığı vardı.
-Hayırdır inşaallah... Seni bu yolla ikaz etmişler...
-Evet baba, hem de ne ikaz!.. Şimdi bile titriyorum...
Ayağa kalktı Râbia... "Şimdi geliyorum" diyerek dışarı çıktı...
Beş dakika geçmemişti ki tekrar geldi.
Babası baktı baktı, hayretler içinde ayağa kalktı.
Kızı bembeyaz bir başörtüsü içinde nurdan bir heykel gibi duruyordu.
-"Yeter artık" dedim baba... Şu andan itibaren örtüneceğim... Kollarını açtı
Selâmi Bey:
-Yavrum benim!... Ne kadar sevindirdin babanı bilemezsin.. Sarıldı, alnından,
yanaklarından öptü.
-Hayırlı, mübarek olsun!..
O sırada, dışarda ikindi ezanının sesi gelmeye başladı.
Yanyana tekrar oturdular.
-Ve bu vakitten itibaren namaza başlayacağım.
-İki gündür kaç defa tövbe ettiğimi hatırlamıyorum... Bugüne kadar şu açık
başımla neler yaşadım, neler gördüm!.. Hele son zamanlarda...
-Artık şunu anladım: Tesettürsüzlük; kıyafetin sâde bi-" le olsa nâmahremin
iştihasını açıyor ve tecâvüzüne meydan veriyor. Kadının zayıf hilkati bunu
emrediyor, bunu ihtar ediyor. Ve anladım ki; tesettür bir siperdir, bir
kaledir...
Misafirleri gittikten sonra koltuğunda bir müddet
413
memnun memnun oturdu Selâmı Bey..
On dakika geçmemişti ki dışarda bir araba durdu. Az sonra da zil çaldı.
Gelen Nûreddin Efendi idi. Salonda onu ayakta karşılayan Selâmi Bey endişeli
endişeli bakmaktan kendini alamadı.
Oturdular... Sorar gözlerle bakınıyor,sormaya cesaret edemiyordu. Nûreddin
Efendi anlamıştı vaziyeti.
-Endîşe edecek bir şey yok... Sâdece bir şey almaya geldim. Yavuz Bey'in bir
Kur'an'ı varmış, onu istedi. İlk okulda, orta okulda okuduğu el yazma bir
Kur'an... Odasındaki kitab-lığın en üst rafının en başında...
İçinden bir "oh" çekti Selâmi Bey...
-Oğlum nasıl oldu? Müsbet bir gelişme var mı?
-İlâçları kullanmaya devam ediyor. Değişen pek bir şey yok. Yalnız, bu gün dili
biraz çözüldü. Sorduklarıma kısa ce-vablar vermeye başladı. Şübhesiz bu da iyi
bir gelişme..
-Çok şükür... Peki iki günde bu noktaya nasıl geldi?
-En büyük âmil Yusuf... Yusuf'un en iyi dostu olduğumu, sırdaşı olduğumu,
birbirimizi çok iyi anladığımızı söyledim.
-Yalnız, ben emâneti alıp hemen gideyim. Yavuz Bey'e hemen döneceğimi söyledim.
-Kahve içeriz, öyle gidersiniz. Bir on dakikadan bir şey çıkmaz değil mi?
Dışarıya çıktı. Râbia'ya Kur'an'ı getirmesini, iki de kahve içeceklerini
söyledi.
İçeri girerken:
-Biliyor musun Nûreddin ağbi, bu gün üçüncü sevinci yaşıyorum.
Yerine oturdu.
-İlki; kızımın örtünmeye ve namaza başlaması.,
-İkincisi, Ahmed Bey ile Ferhat Bey'in gelmeleri...
-Az önce gittiler onlar da.. Beni fabrikada bulamayınca buraya gelmeye karar
vermişler...
-Önce uzun uzun sitayişle Yusuf'tan bahsettiler. Gafletlerini, gözlerinin nasıl
açıldığını anlattılar. Ardından da Ah-
414
med Bey evini, Ferhat Bey'de arsasını vakfa hibe etti. İşte tapular sehpânın
üzerinde...
Zarfların yanında biri büyük diğeri küçük iki de anahtar duruyordu.
-Hele Ahmed Bey'e itiraz edecek oldum... Öyle bir susturdu ki beni!.. Zira varı
yoğu oturduğu eviydi sâdece...
-Duyulmasını da hiç istemiyorlardı.
-Allah indinde kabul buyursun, dedi Nûreddin Efendi...
-Amin...
-Sonra da, vakfın vereceği her vazifenin onlar için emir olacağını söylediler..
-Üçüncü haberi de sağolasın senden aldım...
-Sahi, başka bir şey söylemedi mi Yavuz?
-Hayır... Yalnız, anladığım kadarıyla sizlerden çok utanıyor...
"Ben de nefret ediyor zannediyordum. Hayret!.."
-Kur'an'ı onun için senin götürmeni istedi demek ki. Yoksa bir telefonla...
-Bilmiyorum artık..
-İki gündür anlıyabildiğim kadarıyla çok hassas bir insan... Bu hassasiyetine
hayran oldum!
-"Günahkârlık ve suçluluk" sözlerini bu kadar tekrarlıyorsa, bu kadar derinden
sarsılmışsa, çıldırma noktasına geliyorsa alelade birisi değil demektir. Onu
Yusuf kadar yakından tamsaydım, daha kafi hüküm verebilirdim. Lâkin bu kadarı
bile ipucu veriyor.
Selâmi Bey, Yavuz bir timsâl... Kokuşmuş cemiyetin kokuşmuş fertlerinin lisân-ı
hâl ile kurtuluş yolunu gösteriyor bize. Nasıl olmamız lâzım geldiğini
anlatıyor.
-Bizim gibi ruhsuzlara, kalbi nasır bağlamışlara, kütük-
leşmişlere lisân-ı hâl ile hassas olmamızı haykırıyor.
-Ah hepimiz öyle hassas olabilseydik!
-Cemiyet, sanki onda tek vücûd hâlinde teksif olmuş...
-Sanki o haliyle; ağlanacak hâline gülenlere, yaşadıkları hayvanca hayattan
memnun olanlara haykırıyor: "Yürüdüğünüz bu yol sizi çıkmaza götürüyor!..
Yaşadığınız hayat, ancak
415
Çıldırmışların hayâtı..."
-Ve netice olarak; "ya yaratıldığınız gaye için yaşayın, veyahud benim gibi
dürüst olun, hassas olun, yaşamıyor iseniz çıldırın" diyor.
Selâmi Bey önüne bakıyor, hak verir gibi arada bir başını sallıyordu.
İzzet Efendi kahveleri getirdi. Ardından, kılıfıyla birlikte Kur'an'ı...
İçli bir sesle konuştu Selâmi Bey:
-Yusuf'da olsaydı şimdi! On günde özledim kendisini...
Nûreddin Efendi kahvesinden bir yudum aldı. Koltuğunda kıpırdadı...
-Demin aklımdaydı, unutmuşum. Dün gece rü'yâda onunla ilgili şeyler gördüm. Ne
güzel bir rü'yâ idi!..
-Hayırdır inşaallah, nasıl bir rü'yâydı?
-Kusura bakma Selâmi Bey, anlatamam. Mezun değilim buna.. Çok güzel bir rü'yâ
olduğunu bil, yeter...
-Fabrikada, son zamanlarda işe alınan bir genç var... Adı Şaban... Yusuf'un
mahalle arkadaşı... Beni Yusuf'la sık sık bir arada gördüğünden olsa gerek üç-
dört gün önce yanıma geldi. "Yusuf Hoca" diyor Yusuf'a... "Yusuf Hoca'dan haber
var mı?" diye sordu. "Yok bir haber" dedim. "O gitti gideli mahallemizin
fakirleri yeti n kaldı" dedi. Ardından da meseleyi anlattı...

-Meğer bazı geceler, bazı evlerin kapısı Önüne yiyecek torbaları konuiuyormuş.
Tabiî kimin koyduğu belli değil.. Yusuf gittikten sonra bu yardımlar kesiliyor.
İşin sırrı ondan sonra anlaşılıyor.
Son cümleyi söylerken sesi titriyordu..
Dolu gözlerle birbirlerine baktılar..
-O aldanmamıştı Selâmi Bey! O aldanmamıştı!..
-Kendim söylemiyorum bunu... Dün gece gördüğüm rü'yâda söyleyen söyledi..
-Onun hayâtı, Asr sûresinde buyrulan hüsrana uğramayanların hayâtı.
Soğumuş olan kahvesinden son yudumu içti. Ayağa 416
kalktı.
-Müsaadenizle ben kalkayım artık Selâmi Bey...
Dışarda kar yağıyordu. Bu kış gecesi havasını doya doya ciğerlerine çekti.
Bahçe kapısını açtı. Yol kenarına parkettiği Yavuz'un arabasına yürüdü.
Arabayı çalıştırdı. Bir yandan gidiyor, bir yandan Yusuf'u düşünüyordu.
"Sen ey Yusuf!.. Neler yaptığını görmek istiyorsan dön de arkana bak.."
"Biliyorum; hizmette en önlerdesin. Ücrette ise ortalıkta yoksun. Sessiz geldin,
hizmetini gördün ve sessizce ayrıldın gittin."
"Ama dön bak! O her zamanki tevazuunla dön bak!.."
"Bir meş'ale yaktın sen! Karanlıkta kalmış gönülleri yeni baştan aydınlattın.
Çorak toprakları yeşerttin de gittin!.."
"Ölçü odur ki; yapılan hizmet hizmetkâr ile kaim değildir."
"Hizmet ve icraat hizmet sahibinden sonra büyüyerek devam eder.."
"İşte sen bunu yaptın Yusuf!"
SON
417
Ömer Faruk _ Bayezit O Aldanmamıştı
Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.
UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...
Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak
gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma
ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi
formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç
gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği
sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya
kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin
amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.
Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi,
bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap
okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.
Yaşar MUTLU
İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" : "ders
kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat
eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya
üçüncü bir kişi tek nüsha olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri
formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir
şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."
bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir.
Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne
mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu
sevinci paylaşabilmek
tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı
tarayıp,
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen
bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan
ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
Tarayan: Yaşar Mutlu
www.yasarmutlu.com
www.kitapsevenler.com
e-posta kitapsevenler@gmail.com
Ömer Faruk _ Bayezit O Aldanmamıştı

You might also like