Professional Documents
Culture Documents
Ömer Faruk - Bayezit O Aldanmamıştı
Ömer Faruk - Bayezit O Aldanmamıştı
I
Sabah oluyordu...Gün, doğu ufuklarından yavaş yavaş yüzünü gösteriyor, dünyâ bir
defa daha karanlığa veda ediyordu.İnatçı birkaç yıldız son demlerinde idiler.
Serçeler bu yeni güne "merhaba"der gibi cıvıldaşıyorlar, kimbilir neler
görüyorlar, neler işitiyorlar, neler anlatıyorlardı?..
Uyanık sinelere inşirah veren bir sabahtı bu...Göze ve ruha hitab eden her ne
varsa kİtab olmuş,okumasını bilenle-re"gel beni oku"diyorlardı.
Yusuf nihayet daldığı düşünce âleminden uyandı. Hâlâ yerde oturduğunu farketti.
Kalktı, seccadesini kalıpladı, pencereye doğru yürüdü. Dışarıya bakınca kendi
kendine mırıldandı:
"-Vakit epeyce geçmiş..."
Pencere güneydoğuya bakıyordu. Bir müddet ufku seyre daldı. Güneş binaların
üzerinden henüz görünmüştü. Bir şeyler İlham etmiş olmalı ki büyülenmiş gibi
dakikalarca baktı baktı... Yine kendi kendine söylendi:
"-Her şey bir mucize; mucize aramak budalalık değil de ne!"
Seccadeyi hâlâ elinde tuttuğunu farketti. Odanın köşesindeki sandalyenin üzerine
bıraktı. Döndü, "yatak" adını verdiği şilteye bağdaş kurup oturdu. Zemin tahta
döşemeydi. Bir hasır üzerine ince bir şilte atmış, orada yatıp kalkıyordu.
"Artık ben de güne başlamalıyım" diye düşündü.*Ayağa kalktı, kapıya doğru
yürüdü. Açtı, salona çıktı.
Arkadaşları evden ayrılalı üç gün olmuştu. Ne de zor olmuştu onlardan
ayrılmak... Her biri, kaşla göz arasında kaybolmuşlardı sanki. Daha birkaç gece
evvel, eve gelen misafirlerle geç vakte kadar oturmuşlardı. İlerde neler yapmak
istediklerinden, insanlara nasıl hizmet edeceklerinden bahsetmiş-
lerdi.
"Kardeşlerim!" diye alev gibi bir söz çıktı dudaklarından. İçine bir kor düşmüş
gibi ürperdi. Gözleri doldu...
Bir an seslerini duyar gibi oldu. Sonra hayâlleri belirdi. Gülümsüyorlardı.
Binlerce defa edilmiş bir duayı tekrarlıyorlar "Allah (c.c.) seni de bizi de
kendine hizmetkâr eylesin" diyorlardı. Sonra donuklaştılar, birer birer
kayboldular.
Antreye geçti. Ayakkabılarını giydi. Kapıyı açtı çıktı. Merdivenlerden ağır ağır
inmeye başladı. Bir an durdu, etrafı dinledi. Apartmanda ses seda yoktu. Sabahm
altısı ve insanlar uykudaydılar.
Son basamağı da indi. Yürüdü çıkış kapısını açtı. Derin bir nefes aldı. Caddeye
çıktı. Ağır adımlarla yürümeye başladı. "Saat yediye kadar ancak giderim" diye
düşündü. Sokaklarda tek tük insanlar vardı. Birkaç arabaya rastladı.
Büroya geldiğinde Nûreddin Efendi kapının önünü sü-pürüyordu. Selâm verdi:
"-Ve aleyküm selâm Yusuf! Hosgeldİn...
-Hayırdır, bu sabah erkencisin?
-Biliyorsun İstanbul'da son günlerim Nûreddin Amca, Eee sonra yalnızım. Bu
saatte de nereye gidilir? Nûreddin Amcamın yanma. Öyle değil mi?..
-Öyle oğlum öyle... Lâkin senden Synlmak bana çok ağır gelecek. Nasıl da
alışmıştım sana. Nasıl da sevmiştim seni. Çok zor gelecek çook!...
Yusuf'un sesi buruklaştı;
-Ben de sizleri, burada çalışan herkesi çok sevmiştim. Ama ne çâre...
-Belli olmaz, ömrümüz varsa daha çok görüşürüz. Hem, birbirimizi kendimiz için
sevmedik ki biz. Allah (c.c.) kalbimize imân nimetini yerleştirdi. İnanan herkes
diğer inananları kardeş bildi. Muhabbet bu değil miydi zaten! Dünyânın bir
ucunda olsak da birbirimizi sevmeye devam edeceğiz. Kardeşlerimizin kederini,
neş'esini yüreğimizde hissedeceğiz. Rabbim bize o muhabbeti bahşettikten sonra
mesafelerin ne ehemmiyeti var! Bakarsın bir gün beraber hizmet ederiz...
-ti
Son cümle Nûreddin Efendi'nin beyninde, kulaklarında
defalarca çınladı...
-Ne güzel konuşuyorsun Yusuf. İnsanın içine öyle bir işliyor ki sözlerin. Şimdi
daha bir üzülüyorum ayrılacağımıza. Senin şeker-şerbet sözlerinden ayrı kalmak
ne kadar acı bİl-sen!...
Yusuf başını önüne eğdi. Yüzü kızarmıştı. Karşısındakinin sözlerini Övgü telâkki
etmiş, ağırına gitmişti. Kendini yokladı. Evet evet, nefsi bundan hoşlanıyor,
haz duyuyordu.
-Hayır, dedi. Hayır, ben kimseye bir şeyler anlatamam. Sen söyletene bak
Nûreddin Amca. Şu zavallının kendine hayrı yok ki başkasına faydası dokunsun!
Öyle bir devrin insanıyız ki, saksağanlar bülbül olmuş. Beni de o saksağanlardan
say.
-Bilirim oğlum, bilirim. Câhil biriyim ama, ben... Sözünün sonunu getiremedi,
sustu. • Yerinden kalktı, dışarıya çıktı. Birkaç dakika sonra elinde iki
simitle içeri girdi. Mutfak tarafına geçti, çay tepsisiyle geri döndü. Çaylar
bardaklara döküldü. Bu mütevazı kahvaltı bitene kadar hiç konuşmadılar.
Yusuf defalarca gördüğü Nûreddin Efendi'nin yüzüne bir ara yan gözle baktı.
Hayret etti kendi kendine. Şimdiye kadar hiç dikkat etmemiş miydi?.. "Ne kadar
nurlu bir yüzü var," . diye geçirdi içinden.
Nûreddin Efendi süzüldüğünden habersiz sandalyesinde şöyle bir kımıldandı. Vecd
içinde: -Elhamdülillah, dedi. Gözlerini Yusuf'a dikti:
-Eee Yusuf, bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun? -Sana hiç anlatmadım galiba.
Askerliğimi liseden sonra yapmıştım ben. Bunun için başlamak istediğim bir işi
askerlik sekteye uğratmayacak.
-Sahi, askere neden liseden sonra gittin? Pekâlâ ünİversi-t teden sonra da
gidebilirdin.
-Liseden sonra bir tercih hatasıyla istemediğim bir fakülteyi kazandım, kayıt
yaptırmadım. Ertesi sene de müracaat ederek askere gittim." Terhisime yakın
tekrar imtihana girdim.
Bu sene mezun olduğum "Astronomi" bölümünü işte o zaman kazandım. Çok şükür
Rabbime, bana böyle bir ilmin tahsilini nasib etti. Konya'ya bir gideyim, ondan
sonra düşünürüm hele...
-Çok şükür dedi Nûreddin Efendi. Ne mutlu hem ilim sahibi olup hem de O'na isyan
etmeyenlere. Ne kadar yazık etmişlerdir, ilim yoluyla O'na âsi olanlar!...
Yusuf Nûreddin Amca'nm yine coşmak üzere olduğunu farketmişti. Ama pek vakti de
yoktu. Müsaade istemek üzere.
-Neyse, dedi. Benim daha uğrayacağım yerler var. Şimdi • arkadaşlar da
gelirler; bir de onlarla vakit kaybetmeyeyim. Sonra hepinizle vedalaşmaya
gelirim inşaallah.
-Evet oğlum; vakit, hele senin vaktin pek kıymetli. Haydi oyalanma, selâmetle
evladım...
Saat sekize yaklaşıyordu. Şimdi iki günden beri düşündüklerini
gerçekleştirecekti. Bedenleri artık dünyâdan göçmüş; açtıkları çığırlarla,
yaşadıkları hayatla, eserleriyle gönüllere sultan olmuş birkaç büyük insanı
ziyaret edecekti.
Akşama kadar Eyyûb Sultan Hazretlerinin, Sultan Fâtih'in, Mimar Sinan'ın
türbelerini ziyaret etti. önceleri, daha birçok yere gitmek istiyordu. Fakat bir
türlü ayrılamamıştı onlardan. Geziniyor, dolanıyor, fâtihalaj; hediye ediyor;
çıkıyor, tekrar <:İrivor, tekrar fatihalar ikram edivordu.
Çok tuhaf hisler içindeydi. Kimi zaman ağlamaklı oluyor, kimi zaman sebebi
bilinmez bir korkuya kapılıyor, kimi zaman utanç hisleri içinde vücudunu ateşler
basıyor, kimi zaman ferahlıyor, kimi zaman da bu büyük insanları sevmenin
hazzını yaşıyordu.
Eve döndüğünde akşam ezanı henüz okunmuştu. Hemen abdestinî tazeledi, namaza
durdu. Sonra kuru bir şeyler yedi. Çalışma masasına yanaştı, sandalyeye oturdu.
Dirseklerini masaya dayadı, daldı gitti. Düşünceler dur durak bilmiyor, biri
bitmeden diğer bir mes'ele kafasını kurcalıyordu. (
"Neden başkalarını değil de onları ziyaret ettim? Hayret! Halbuki daha kimlere
gitmek istemiştim!...
Cevab arıyor, bulamıyordu. "Sanki beni çeken bir şeyler
var" dedi kendi kendine. Ö\ le ya, bir türlü bırakmak istememişti onları.
"Onlar mı beni bırakmadılar, yoksa ben mi bırakamadım? Hayır hayır; sen kim,
onları bırakamamak kim!..."
Yatsı ezanının sesiyle daldığı düşünce âleminden uyandı. Hemen davrandı, dışarı
çıktı. Yakındaki mescidde yatsı namazını edâ etti. Namazdan sonra bir müddet
caddelerde dolaştı.
Gökte huzur veren bir mehtab, havada ferahlık veren bir esinti vardı. Yanından
insanlar geçiyordu. Havaya karışan parfüm kokulan, egzos dumanlan, yüzüne
savrulan sigara dumanları, arada bir serseri gençlerin çirkin haykırışları
birbirini ta'kib ediyordu. O, bütün bunların farkında bile değildi... Gözleri
bakıyor da görmüyordu sanki. Burnu, kulakları dış dünyâya kapalı gibiydi.
Yürüyor; yakınlarını düşünüyor, insanları düşünüyor, dünyânın hâlini düşünüyor,
kendi vaziyetini, vazifesini, bulunduğu mevkii idrake çalışıyordu...
* * *
Aradan iki gün geçmiş, Yusuf dönüş hazırlıklarını tamamlamıştı. O gün Konya'dan,
amcasının fabrikasına ait bir kamyon geldi. Yükünü depoya boşalttıktan sonra,
Yusuf'un birkaç mütevazi eşyası ve kitablan kamyona yüklendi. Amcasına şoförle
selâm yollayıp, ertesi gün de yola çıkacağını söyledi. Kamyon o akşam geri
döndü.
O gece Yusuf Nûreddin Amcaya misafir oldu. Geç saatlere kadar konuştular. Ertesi
sabah büroya beraberce gittiler. Çalışanlarla, müdürle, çok sevdiği Nûreddin
amcasıyla vedâlaştı.
Bindiği otobüs, ertesi sabahın ilk saatlerinde Konya'daydı. Vakit geçirmeden,
koşarcasına eve gitti. Tek katlı müstakil evlerinin bahçe kapısını aceleyle
açtı. Hızla yürüdü. Durdu, bahçeyi seyretti, evi seyretti. Tekrar yürüdü. Kapıya
doğru yükselen birkaç merdiven basamağını çıktı. Elini zile uzattı. Vazgeçti,
kapıya nazikçe dört defa vurdu. Sanki bekleyen birisi varmış gibi üç beş
saniyede açıldı kapı.
7
Karşısında annesi duruyordu. Selâma bile fırsat verrru^ den "yavrum" diyerek
öyle bir sarıldı ki!.. İkisinin de gözleri dolu doluydu. Ancak kollar
gevşediğinde selâm verebildi.
Beraberce salona geçerken, kapıda kardeşi İsa göründü. Aynı sahne bir daha
yaşandı. Bir farkla ki, bu defa küçük kardeşten arz-ı ihtiram da vardı. Kardeşi
öpmek kastıyla ağabeyinin eline sarılmaya yeltendi. Fakat ağabeyin elini
öptürmeme gayreti üstün geldi.
İçeriye hep birlikte geçip, karşılıklı, somyalara oturdular. Yusuf biraderinin,
annesinin gözlerine şöyle bir baktı. İkisinin de gözlerinde sevgi, şükür
pırıltıları vardı. İşte, seneler süren hasret bitmişti...
Annesi oğluna doya doya bakıyor, gözleriyle konuşuyordu âdeta. Evlâdım biraz
nrfeslensin diye bir zaman hiç konuşmadı. Yusuf, bu arada her ikisini de süzmeye
devam ediyordu.
İsa'nın hafifçe şişmanlamış olduğunu farketti. Uzunca boylu bu delikanlıda gene
de onyedİ yaşın inceliği vardı. Saçları aynı ağabeyininki gibi hafif dalgalı,
parlak siyahtı. Beyaz teni ve mavi gözleri, gür kaslarıyla ağabeyine çok
benziyordu. Yusuf'un yüzü biraz daha dolgun, çenesi biraz daha yuvarlakça idi.
Anneleri Nesibe Hanım, ne kaçtır ihtiyarlarsa ihtiyarlasın nurundan bir şey
kaybetmeyen tipik bir Anadolu kadınıydı. Her zamanki gibi, şimdi de bembeyaz
örtüler içinde nurdan bir heykeli andırıyordu.
Yusuf yerinde şöyle bir kımıldandı. Gözlerini annesinin gözlerine dikti:
-Şükür Rabbime! İşte dört sene nasıl da geçti. Fakülteyi birincilikle bitirdim,
anacığıma geldim.
-Hiç de haber vermemiştin, dedi İsa, sitemli sitemli...
-Bilmez değilsin ya İsa! Sâdece size söylüyorum birinci olduğumu. Hem, bizim
elimizde pek bir şey yok. Rabbim çalışma arzusunu, ilim aşkını verdi; bana da
gayret etmek düştü. Bilirsin, bizim için dünyalık mükâfatlar mühim değildir.
İlmi de her şeyin sahibi olan Allah (c.c.) için ister, O'nun rızası dairesindeki
hedeflere yürürüz. Belki, ehl-i dünyâ birisi de bi-
rinci olabilirdi. O hâlde pek mühim değil, öyle değil mı?..
-Benim mütevazı oğlum, diye mırıldandı nnnosi. Tıpkı babası gibi...
Gözleri dolu doluydu Nesibe Hanım'ın.
-Babanız da görseydi bu günleri. Kimbilir nasıl se\ inirdü
-Görmediğini nerden bilebiliriz? Nûr içinde yatsın, makamı âli olsun. Ona lâyık
evlâd olabilirsek ne mutlu bizlere...
Son sözünü söylerken kardeşine ma'nâlı ma'nâlı baktı Yusuf.
-Sen gene de şanslısın ağabey, derken gözleri doİu, sesi titrekti İsa'nın.
-Ben, bir yaşımdaymışım o zamanlar. Tanıyamadım bile babamı.
Anneleri tath-sert bir edayla konuştu. Sesinde kendini de teselli eder bir hava
vardı sanki:
-Yetmiyor mu birer şehid evlâdı olmanız? Rabbime sonsuz şükürler olsun ki ben de
bir şehid hanımıyım. Madem ki hepimiz ebed yolcusuyuz; tnşaallah cennette, aslî
vatanda yollarımız birleşecek.
"Şükürler olsun, sonsuz şükürler olsun" derken, İki kardeş duaya gözyaşlarıyla
icabet ediyorlardı.
Az sonra, üçünün de dudakları kıpırdıyordu. Yoüanan fatihalardan sonra Nesibe
Hanım ayağa kalktı. Kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa geçti.
Yusuf kalktı kardeşinin yanına oturdu.
-Eee, telefonla hayırladık ama bir daha "hayırlı olsun" diyelim. Sonunda sen de
mezun oldun. Allah (c.c.1 hayırlı etsin...
4
babamın... Bilsen, bütün bunlar daha da canımı sıkıyor Yusuf. Beni biraz da
kendi hâlime bıraksalar ya!.. Neden üstüme bu kadar geliyorlar? Senelerdir bir
cenderede gibiyim Yusuf!...
-Hatırlar mısın? Daha lise çağlarında babamın baskılarından, ters
hareketlerinden söz ederdim. Şikâyet edecek, derdimi açacak kimsem yoktu.
Etrafımdaki en olgun, en anlayışlı, bana en kestirme yardımı yapacak olanın sen
olduğunu gördüğüm için sana açılırdım.
Sesi biraz yumuşamıştı şimdi. Yusuf fırsatı kaçırmak istemedi:
-Maziyi bırakalım Yavuz. Peki günlerdir odana kapanman, en yakınlarına nefretle
bakman, asabî tavırların neyle te'vil edilebilir?...
Zamansız bulduğu bu soru Yavuz'u önce şaşırttı. Dura-ladı birden... Belki
söylenecek çok sözü vardı...
-Lütfen, defalarca duyduğum bu sorulan bir de sen sorma! Sen olsun rahat bırak,
beni benimle bırak!... Hiçbir şeyim yok!..
-Lütfen çık artık Yusuf! Kusura bakma. Yorgunum, uyumak istiyorum.
Yusuf kibarca kovulmuştu. Gelecek için ümitliydi gene de. Ayağa kalktı.
-Beni ararsan her zaman gelmeye hazırım. Bize de beklerim, kardeşim Yavuz!..
Oturduğu yerde Yavuz'un; yarı mahcub, yarı sinirli bir hâlde, başı öne eğili,
derin derin nefes aldığını gördü en son. Kapıyı açtı, dışardan kapattı ve
aşağıya indi.
Salona geçti. Biraz evvel oturduğu koltuğa gitti oturdu. Aşağıya inerken İzzet
Efendi görmüş olacak ki vakit geçirmeden salona girdi.
-Bir arzunuz var mı Yusuf Bey?
-Hayır sağolasın...
-Amcanız siz yukarıdayken telefon ettiler. Şu dakikalarda gelmeleri lâzım. Sizin
de burada olduğunuzu söyledim kendilerine. Biraz beklerseniz...
-Tabiî tabiî, görüşmeden gider miyim hiç...
15
-Râbia Hanım'a haber verelim mi?
-Lüzum yok. Amcam geldikten sonra, hep birlikte oturur
konuşuruz.
Hizmetkâr çekildi gitti. Yusuf koca salona şöyle bir göz gezdirdi tekrar tekrar.
Yüzünü buruşturarak acımaklı:
"Koca evde üç yalnız" diye mırıldandı. "Ne yapabilirim, nasıl yardım edebilirim"
diye düşünürken, birden kapıdan bir gölge gibi Râbia süzülüverdi. -Hoşgeldin
Yusuf ağbi.
Yusuf şaşaladı birden. Yerinde toparlanmaya çalıştı. Acele ayağa kalktı. Râbia
yürüdü, tam karşısında durdu. Gözlerinin içi gülüyordu. Sevinç bütün yüzüne
yayılmıştı.
Kendisine bir can simidine bakılır gibi bakıldığını hissetti Yusuf. Gülümsemeye
çalıştı. -Hoşbulduk Râbia.
-Ne zaman geldin diye sormayacağım. Geldiğinden haberim vardı.
Sitem kokan bu söz dikkatten kaçacak gibi değildi. Geri döndü. Yusuf'un
karşısında bir koltuğa oturdu. Yusuf'un tokaiaşmadığmı bildiği için elini hiç
uzatmamıştı.
Günlük kıyafetlerinden birini giymişti. Mavi üzerine beyaz puantiyenli bir
entari. Maksiyi andırıyordu nerdeyse... Oldum olası kısa kollu, kısa etekli
elbiseleri giymezdi. Etekleri her zaman diz kapaklarının çok altındandı.
Kıyafeti ondokuz yaşında bir genç kız değil de, karşısındakine olgun bir kadın
intibaı veriyordu.
Saçlarını hiç örtmezdi. Yirminci asır son çeyreği Anado-lusunun tezat teşkil
eden bir kıyafet anlayışı vardı. Hem uzun ve bol elbiseler, hem de hiçbir zaman
örtülmeyen bir baş... Devrin, insanı getirdiği nokta... İslâm'dan vazgeçememe,
Avrupalı da olamama... Hüviyetini kaybetmişlik...
O gün saçlarını itinayla taramış, arkada at kuyruğu bağ yapmıştı. Uzunca boyuyla
çok ahenkli duran düz siyah saçları
vardı.
Gülen bal rengi gözleri az önceki hâlini hiç kaybetmemişti.
-Ağbimle konuştuğunu biliyordum. Ayşe Teyze sen ge-
16
lir gelmez söyledi. Aşağıya indiğini de duydum...
Yusuf açıklama yapma ihtiyacını hissetti:
-Babanın gelmesini bekliyordum. Ağabeyin hakkında konuşacaklarım var. Hizmetkâra
da tenbih etmiştim. Baban gelir gelmez seni de çağıracaktı.
Râbia hiç ses çıkarmadı- Yusuf'un yüzünü İse ateş basmıştı. Bir taraftan bir
emrivaki ile karşı karşıya kalıp; Râbia'nın içeri girip oturması, diğer taraftan
hesab sorar bir ta-
vır...
"Nasıl etsem de şurada onunla yalnız kalmaktan kurtul-sam" diye düşünüyordu. Hiç
olmazsa amcam gelene kadar... En iyisi sıcağı bahane etmek, elini yüzünü yıkamak
üzere izin istemekti. Ama böyle zeki bir kıza inandırıcı gelecek miydi bu?
Aldığı kültür, yapılacak hareketin hikmetini idrâke kâfi değildi ki!...
Bir an boş boş bakındı etrafa... "Olsun" dedi. "Gün olur inşaallah anlar".
Birden:
-Hava çok sıcak, dedi. -Vantilatörü çalıştırayım.
-Yoo sağol. Ben en iyisi lavaboya gidip biraz serinleyeyim.
O sırada bahçenin yan giriş kapısı tarafından bir otomobil sesi işitildi. Yusuf
biraz ferahlamışti. Râbia: -Babam geldi, diye konuştu.
-Neyse ben dışarı çıkayım. Amcam içeri girene kadar dönerim.
Râbia zilin çalmasını beklemeden gidip kapıyı açtı. Babası Selâmi Bey az sonra
geldi, İçeri girdi. Baba kız, doğru salona geçtiler. Selâmi Bey ortalığa bir göz
attı; yürüdü, her zaman oturduğu baş köşedeki koltuğuna oturdu. Biraz
nefeslendi:
-Yusuf gitti mi? Yoksa Yavuz'un odasında mı?
Eliyle dışarıyı işaret etti.
-Şimdi gelir... Fabrikadan mı geliyorsun baba?
-Evet kızım. Saat altıdan sonra gene gideceğim. Ayşe Hanım'a söylesen de çay
yapsa.
Babasının isteğini yerine getirmek üzere Râbia dışarı çıktı.
17
Selâmı Bey ilerlemiş, yaşma rağmen hâlâ hızlı bir çalışma temposu içindeydi.
Yaşı elliyi geçmişti. Buna rağmen çok zaman on üç-on beş saat işlerinin
başındaydı. Çok çalışıyor; kendisine, ailesine az vakit ayırıyor, az
dinleniyordu.
Orta boyluydu. Onun yaşındaki birçok kimsenin ortak derdi olan şişmanlıkla bir
alıp veremediği yoktu. Kırlaşmış düz saçları çok az dökülmüş, aim kısmı hafifçe
açıktı. Bir kuyu gibi derin bakan koyu kahverengi gözleri, hafif dolgun yüzü,
kalın dudakları, çatıldığmda bile yüze sert ifade vermeyen düz kaslarıyla, ilk
karşılaşan bir insana hürmetle karışık güven hissi telkin ediyordu.
Yusuf içeri girdiğinde baba-kızı karşı karşıya oturmuş buldu. Selâm verirken
gözlerinin İçi gülüyordu.
-Ve aleyküm selâm, hoşgeldin yiğenim.
Çok sevdiği yiğenini kucaklamak üzere ayağa kalktı. Kollarını açtı, hasretle
kucakladı. Omuzlarından tuttu, sevgiyle gözlerine baktı, parmakları ucunda
yükselerek birazcık eğilen Yusuf'un alnından öptü. Sonra yiğenini bırakmadan:
-Gel, şöyle yanıma otur, dedi.
-Nasılsın evlâdım? Ne zaman geldin Konya'ya?
-Çok şükür amcacığım... Bugün sabah geldim. Öğleden sonra da size geleyim dedim.
-Hoşgeldin, sefalar getirdin yavjum...
Selâmı Bey bir an sustu. Bir iç geçirdi. Sonra:
-Yavuz'la görüştün mü, diye sordu.
-Gelir gelmez odasına çıktım. Zâten bu kadar acele gelmemin sebebi de Yavuz idi.
Annemden Öğrendim, hemen geldim. Beş-on dakika kadar konuştuk.
-Doğru söyle Yusuf! Sâdece sen mi konuştun, yoksa ikiniz de mi?...
Bunu söylerken oldukça ciddî idi. Yusuf ise önce şaşkın şaşkın baktı amcasına.
Sonra anlar gibi oldu.
-Karşılıklı konuştuk işte... Ama pek fazla sürmedi. Has-tfea olduğunu duyduğumu
söyleyince birden sinirlendi. Hasta tehaata. denildiğini, çok üâtüne gi- ettrve
%,Üeirıiiı hâline bıratelinaik İfc- soyledİi.
Selâmi Bey, kızına döndü:
-Biz farklı bir şey mi yapıyoruz? Evet Yusuf, başka?...
-Buna benzer şeyler işte..; Yalnız, beni kırmamak için azami gayret
sarfediyordu. Bazı sözler dilinin ucuna kadar geldi; ama söylemedi veya
söyleyemedi. Velhâsıl bana da pek bir şey anlatmadı.
Selâmi Bey tekrar kızma baktı:
-Görüyorsun değil mi?! Yusuf'a muamelesinde de pek fark yok.
-Her şey düzelir inşaaîlah. Bunlar gelip geçicidir amca.
-Peki oğlum senin yorumun nedir? Doktor da istemiyor. Ne yapacağımızı
şaşırdık!...
-Hasta olmadığına inanan birinin doktor istememesi, gayet normal amca... Ama bir
doktorun, hiç olmazsa hâdiseyi görüp Yavuz'dan ziyâde size rehberlik İmkânı
vardı. Sözümü lütfen yanlış anlamayın...
Her ikisine de bir göz attı. Hak verir gibi başlarını sallıyorlardı. Amcasının
yüz hatları gerilmişti.
-Şimdilik en iyisi beklemek. Sabırla beklemek... Odasına mı kapanıyor? Sizinle
zaruret haricinde konuşmuyor mu? Üstüne varıldığında kırıcı-dökücü mü oluyor?
Bırakın, şu sıralar hiçbir işine karışmayın. Günü gelince eski hâline dönecektir
İnşaaîlah.
Bir ara Râbia'nın koltuğunda kıpırdadığını gördü. Kendisine bakıyor, sinirli
sinirli gözlerini kırpıştırıyordu. Hattâ bir an konuşmak için ağzını açtı. Sonra
vazgeçti.
-Yavuz'un vaziyeti hakkında yorum yapmak bana düşmez. Bu; size karşı, doktorlara
karşı, zamana karşı haddimi aşmak olur...
-Seni her zaman takdir eder, sana güvenirim. Söyleyeceklerin de şübhesiz bizler
için kıymetlidir oğlum.
Râbia artık mes'eleyi kapatmak ister gibiydi:
-Ağbimle Yusuf ağbi doğru dürüst konuşmadı bile.
-Evet amca, konuşmak için hakikaten erken. Sonra belki...
Selâmi Bey'in sesi endişeliydi:
-Aman yavrum Yusuf! Senden ricam, hiç olmazsa bu
19
günlerde sık sık bize gelmen. Çocukluğunu*. Yavuz'la beraber geçti. Birbirinizi
seversiniz. İnşaallah bugünleri senin de yardımlarınla atlatacağız. Beni, bizi
kırmazsın değil mi?!.. Onun dilinden ancak sen anlarsın.
-Tabiî amca, inşaallah elimden geleni yapacağım. Bir .faydam olursa ne mutlu...
İzzet Efendi çay tepsisi elinde, içeri girdi. Servisi yaptı, çekildi... Çaylar
yudumlanmaya başlandı.
Yusuf ihmal etmiş de hatasını telâfi etmek istermiş gibi sordu:
-İşleriniz nasıl amca?
Cevab verip vermeme arasında bocaladı Selâmi Bey. Daha da huzursuz, sıkıntılı
bir havaya büründü. Konuşmak iste-mezmiş gibiydi. Deminki yaranın üzerine,
ikinci bir yaraya tuz basılmıştı sanki...
Bu hâl Yusuf'un da, Râbia'nın da dikkatinden kaçacak gibi değildi.
-Evlâdım, fabrika işlerini sonra geniş bir zamanda konuşsak. Sabahtan akşama
kadar zâten...
Râbİa gözlerini kısarak:
-Baba, bir şey mi var, diye sordu.
-Hayır kızım; her zamanki gibi İdare edip gidiyoruz işte. Hem Yusuf'u şimdi
yormayalım bunlafla. Bugün-yarın fabrikaya gelir, uzun uzun dertleşiriz amca
yiğen... Bazı hususlarda tavsiyelerini de almak isterim.
Yusuf, gururunun üstüste okşanmasından rahatsız olmuştu. Son sözlerde de bir
başkalık sezmişti.
Râbia tatmin olmamıştı:
-Babacığım, biz bir aileyiz değil mi? Benim de bazı şeyleri bilmek hakkımdır
zannederim. Belki sizce lâkayd birisiyim. Ama büyüdüm artık baba!.. Ondokuz
yaşında, aklı başında, üniversite tahsili yapan bir kızım.
Bir an fazla ileri gittim diye duraladı. Babasının gözlerine baktı. Hayır,
herhangi bir kızgınlık emaresi yoktu.
Babasını severdi Râbia. Onu kızdırmaya da üzmeye de gönlü elvermezdi. Yumuşak
bakışlarından cesaret alarak devam etti:
20
-Bir tarafta ağbim, bir tarafta sen!... İki meçhul arasında bırakmayın beni. Ne
olur söyle baba! Yusuf ağbiye ifşa edeceğin şeyleri benden mi saklayacaksın?..
Sesi titriyordu Râbia'nın. Yoksa biraz da kıskançlık ma'nâsı mı vardı
sözlerinde?
-Bak kızım, son günlerde yaşadıklarımız malûm. Sen de haliyle, biraz fazla
endişelisin. Buluttan nem kapıyorsun âdeta. Ortada büyütecek bir mes'ele yok.
-Pekâlâ babacığım... O büyütmeye değmeyecek küçük mes'ele nedir? Onu öğrensem
bari...
Bu kararlı tavır karşısında saklayacak bir şey kalmamıştı anlaşılan. Selâmi Bey
koltuğunda şöyle bir yerleşti. Anlatmaya başladı:
-Fabrikada işler son aylarda bozulmaya başladı. Körfez Harbi'nden sonra en büyük
pazarımızı kaybettik. Biliyorsunuz, halılarımızın büyük kısmı dış pazarlarda
satılıyordu. Dış pazarın da hemen hemen yarısı Irak'a aitti. Savaş bitti, ama
bizim pazarımız açılmadı. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'mn Irak'a ambargosu hâlâ
devam ediyor. Hoş, ambargo kalksa da mal satabileceğimiz şübheli ya... Malûm,
adamların ekonomileri alt üst oldu.
-İmalâtı azaltarak, aylardır kendimizi ayarlamıştık. "Ne yapalım, kârımız daha
az olsun" dedik- Fakat toplu sözleşme vakti yaklaştıkça bir tedirginlik, işçiler
arasında dedikodular başladı. İki aydır bunu yaşıyoruz...
-İşçilerle münâsebetlerim eskiden beri iyiydi. Kahir ekseriyet hâlâ bana cephe
almış değil. Fakat, sendikanın istediği ücret artışı yüzde yüz yirmi... Bu rakam
bazılarını kışkırtıyor.
-Ben aylardır normal ücretleri vermede zorlanırken bir de bu çıktı karşıma!
İstenen ücretin verilmemesi hâlinde, greve gidileceği şayiaları gitgide
yaygınlaşıyor. İçinde bulunduğumuz şartları öne sürerek bazılarının işine son
verebilirdim. Ama iyi niyetim hâlâ devam ediyor. "Zararı yok; onlar zarar
göreceğine ben zarar göreyim" diyorum.
-Maalesef İyi niyet karşılıklı değil. Aynı niyeti bazı işçilerde göremiyorum...
-Peki amca, işin siyasî cephesi de var mı?
21
-Şübhesiz... Çok küçük bir azınlık var. Dışardan da destek gördükleri İçin
küstahça davranıyorlar. Velhasıl; çok şaşkın bir vaziyetteyim çocuklar. Ne
yapacağımı bilemiyorum. Müdürler, şefler, ustabaşlanndan yana da pek ümidim yok.
"Ne şiş yansın ne kebab", politikası güdüyorlar. Bana d^, sendikaya da, işçilere
de şirin görünmeye çalışıyorlar.
-En kötüsü de bu ya, dedi Yusuf. Karşındakinin dost mu düşman mı olduğunu;
düşman ise ne zaman hamle yapacağını bilememek.
-İşler işte böyle çocuklar...
İnsan; ümitsiz, endişeli anlarında en umulmadık kişilerden meded bekler ya...
İşte o nazarla baktı kızıyla yi genine. Ezici bir yükten kurtulmuşların
rahatlığı vardı sanki...
Selâmi Bey, birden gözlerini yiğenine dikti. Bir şeyi yeni hatırlamış gibi
baktı. Çok mühim bir vazifeyi ihmalin \ erdiği telâş ve eziklikle konuştu:
-Oğlum, kusura bakma. Bir an için hayıriamak bile aklıma gelmedi. Okulunu
bitirdin. Allah hayırlı etsin.
-Sağdasın amca.
-Hayırlı olsun Yusuf ağbi-
Râbİa'ya döndü Yusuf:
-Teşekkür ederim Râbİa. Yavuz'un dertlerini konuşmaktan ben de doğru dürüst hâl
hatır soraınadım. Okul ne âlemde gidiyor? Zayıf dersin yoktur inşaallah?
-Derslerim iyi. İkinci sınıfa geçtim. Senin, alâka duyduğun Astronomi tahsilini
gördüğün gibi, ben de sevdiğim Sosyoloji tahsiline devam ediyorum işte... Bizler
şanslıyız çok şü-kür.Ne yazık ki birçokları; taleb ettikleri ilmin,muvaffak
olacakları mesleğin tahsilini görme imkânından mahrum kalıyorlar.
-Ne yazık ki, diye teyid etti Yusuf.
Mevzu değişmişti. Selâmi Bey bahsi toparlayıp bir neticeye varma ihtiyacını
hissetti:
-Yusuf yavrum, yarın fabrikaya kadar gelebilir misin? Hem fabrikanın son hâlini
görürsün, hem de uzun uzun neler yapabileceğimizi konuşuruz.
Yusuf sıkılıyordu. Koskoca, tecrübeli,yaşlı-başlı bir ada-
22
ma akıl vermenin düşüncesi bile eziyordu onu. Mahcub mah-cub cevab verdi;
-înşaallah amca, gelmeye çalışırım.
Râbia müsaade isteyen gözlerle babasına baktı. Ağzını açtı, tekrar kapattı.
Tekrar konuşacakmıs gibi açtı.
Babası vaziyeti anlamıştı. Kızının gözlerine baktı.
-Babacığım, işlerinize karışmak istemem ama.. Nenimde fikirlerime itibar edilir
herhalde!
İnce bir bilgiçlik, daha da ötesinde örtülü bir kıskançlık havası vardı ses
tonunda.
Sabır ve müsamaha kokan bir sesle cevab verdi bahamı;
-Gayet tabii... Seninle istişare edeceğime sübhon olmasın. Ağbinle de konuşmak
isterdim, ama durumu malûm. Konuşulmuyor bile onunla...
Bu sözlerin bir avutmaca mı, yoksa hakikat mi olduğu o an için kolay
kestirilemezdi. Râbia tatmin olmuş görumiu..
Vakit ikindiye \ aklaşmıştı. Yusuf müsaade isteyerek kalktı. Kendisini kapıya
kadar uğurladılar. Selâmi Bey, diş bahçe kapıcına kadar yi gen i no eslik etti.
Yu>uf \ı\lâlaMiıak üzere elini uzatmıştı ki:
-Bir soy soracağım oğlum, dedi. Yavuz bugünlerdi' hı/c karşı çok kırıcı.
Odasında vına karşı herhangi bir kaba hareketi oldu mu?
-Hayır amca, nerden çıktı hu?!
-Bak evlâdım, ben oğlumu a/ çok tanırım, tie I ki sana karşı da tersliği
tutmuştur diye düşündüm de...
-Yoo, kat'iyyen olmadı öy'e bir şey..
-Bak; eğer en ufak bir kusuru olduysa, onun nâmına ben özür dilerim senden.
Kusuruna bakma onun. Sende gördün ki...
Tatmin olup olmadığını tam kestiremedi, ama önceki cevabını ısrarla tekrarladı
Yusuf.
Vedâlaştı, yola çıktı. Bir dolmuşa atladı; kafası allak bullak, eve döndü. İçeri
girdiğinde ikindi ezanı henüz okunmuştu. Hemen abdestini tazeledi, namazını edâ
etti.
Bir lezzet alamadı namazdan. Zihnindeki karışıklık bir türlü sükûn bulmuyordu.
Kâh amcasını, kâh Yavuz'u, kâh fab-
23
rikayı düşünüyordu.
O gün, o akşam; annesiyle, kardeşiyle çok şeyler konuştu. Fakat sorulanlara ne
cevab verdiğinin, neler dinlediğinin, neler anlattığının pek şuurunda değildi.
Annesi neler olup bittiğini sorduğunda kestirme cevablar verdi. Ertesi gün de
fabrikaya gidip amcasıyla görüşeceğini söyledi.
Erkenden yattı. Uzun müddet uyuyamadı. Yatağında sağa sola döndü durdu. Uykuya
daldığında, salondaki duvar saati gecenin iki'sini vuruyordu.
24
11
Sıcak bir Temmuz günüydü. Ayın ilk günieri. Güneş epeyce yükselmiş, saat on'a
yaklaşmıştı. Havanın sıcaklığı, günün bu saatinde bile insanları evlere,
dükkânlara, gölgelik yerlere hapsediyordu. Sokaklar, caddeler tenhaydı.
Günlerden Cumartesiydi.
Bu tenha saatte; elli-elli beş yaşlarında iriyari bir adam eski Konya
sokaklarında yürüyordu. Yaşma rağmen dimdik bir yürüyüşü vardı. Gözlen, sanki
üç-beş adım ilerisindeki bir nesneyi ta'kib ediyor gibi sabit bakıyordu. Sağa
sola hiç takılmıyordu nazarları.
Onun sokaktan geçişini seyreden biri; "top atılsa duymaz derecede dalgın bîr
adam" hükmünü rahatlıkla verebilirdi.
Adam yürüdü yürüdü; kendinden emin bir hâİde iki kattı taş bir evin kanatlı
ahşap kapısı önünde durdu. Elini uzattı; bu eski binanın eskiliğini lekeleyen
zile parmağını dokundurdu. Biraz bekledi, zile tekrar bastı. Merdivenlerden inen
inerken öksüren bir adamın ayak seslerini işitti- Aynı ses taşlıkta devam etti,
yaklaştı ve kapı açıldı.
-Selâmün aleyküm, dedi gülen gözlerle kapıdaki adam. Kapıyı açan karşısındakine
bir an dikkatlice baktı. Güneşten pek seçememişti. Baktı, baktı... Nihayet
tanıdı:
-Ve aleyküm selâm Ferhat Bey. Birden tanıyamadım inanın! Buyrun, içeri buyrun...
Buyur edilen adam içeri girdi. Kapı gürültüyle kapandı. Ev sahibi misafirinin
omzuna elini attı. Taşlıkta birkaç adım attılar:
-Efendim içerde mi oturursunuz, burada mı? Avlumuz bu saatlerde serindir.
İsterseniz...
Hemen kararını verdi misafir:
-Burada o tursak daha iyi.
-Öyleyse sizi şu vişne ağacının altındaki masaya alayım. Yürüdüler, sandalyelere
oturdular. Ev sahibi musafaha için eli-
27
ni uzattı.
-Kusura bakmayın. Ferhat Bey!. Hiç beklemiyordum. Aklımın ucundan bile geçmezdi
geleceğiniz, Şaşkınlık işte, Adam gibi bir "hoşgeldinîz" bile diyemedim.
-Hiç ehemmiyeti yok Ahmed Bey, dedi beriki. Ben kapıda hazırlıklıydım. Sizin
durumunuzda olsam, belki aynı şeyleri ben de yaşardım. Hem, görüşmeyelİ de çok
oldu. Dur bakayım, iki... üç seneyi geçmiş.
-Yaa, oldu mu o kadar?
Hâl hatır sorma faslından sonra ev sahibi ayağa kalktı.
-Yukarıya çıkıp kahveleri söyleyeyim. Orta şekerliydi değil mi?
-Evet orta şekerli, cevabını aldı.
Adının Ferhat Bey olduğunu öğrendiğimiz adam etrafa göz gezdirmeye başladı,
evsahibi ayrılınca. Sert bakışlarını yüksek duvarlara dikti. Sonra etrafı
taramaya başladı. Aitında bulunduğu ağaçtan ba^ka avluda iki ağaç daha vardı.
Bulunduğu yerin hizasında, göğe ser çekmiş iki dev dut ağacı... Bu geniş
avludaki üç ağaç, beşer metre mesafeyle dikilmişlerdi. En uçtaki dut ağacının
dalları, komşu e\ in avlusuna da uzanıyordu. Avlunun ortasında içi su dolu,
fıskiyesi o anda çalışmayan yuvarlak küçük bir havuz...Basını yukarı
kaldırdı.Tek tük kararmış kurumuş vişneler gördü dallarda.Tam sağ tarafına iki
katlı ev düşüyordu.Alt katın kapısı aşağıdaydı.İkinci kata; düz, u/un bir
merdhenle dışarıdan çıkılıyordu.Sokak kapısının hemen sağındaki iı/ıım asmasının
sarıp sarmaladığı sundurma, ikindi vaktinde gölgelik ve serinlik için birebir
olmalıydı.Pencerelere baktı. Dar, dikdörtgen şeklinde idiler.Birbirini kesen
demir parmaklıklar vardı önlerinde.
Masanın üzerine o sırada düşen bir vişne yaprağına iri elini uzattı.Aldı,evirip
çevirmeye başladı.Bir an gözünün önünde bir şeyler bel i rip kny boldu. Dikkat
ini çekip de hafızasına resmolunanın ne olduğunu hatırlamaya çalıştı.Gözleri,
hâlâ avucundaki yaprakta idi.Başını yukarı kaldırdı.Evin köşe taşlarına baktı.
Havuza, merdivene baktı.Sonra hayran hayran tabana döşenmiş kesme taşlara
baktı.Siyah, koca koca,
28
sert taşlar...Binanın köşe taşlarına tekrar baktı.Yine itinay-la,sabırla
düzeltilmiş dikdörtgen şeklinde sarı taşlar...
Hayran hayran bakmaya devam etti. "Burada her şey taş!"diye geçirdi içinden.
Ahmed Bey o sırada elinde küçük bir tepsi, iki köpüklü kahveyle ağır ağır
merdivenlerden indi geldi. Elindekini masaya bıraktı,oturdu.
Bir yandan kahveleri yudumlarlarken,misafir ara ara ev sahibini süzüyordu.
Altmış yaşlarında gösteriyordu.Lâkin tam elli yaşındaydı.Avurtları çökmüş,
senelerin yorgunluğu alnına silinmez izler bırakmıştı.Gozleri,ilk bakışta insana
korku veren dipsiz bir kuyu gibi derin bakışlara sâhibdi.Bir çift siyah göz...
Takkesinin Örtmediği yerlerden, hemen hemen siyahı kalmamış düz beyaz saçları
görünüyordu. . . :
Merdivenlerden inerken misafir dikkat etmişti.İnce, orta boylu bu adamın sırtı
hafifçe kamburlaşmış gibiydi.
Bu yüz, bu alın, bu gözler; dikkatle bakılınca ürkütücü intibaın yerini
sıcaklığa ve İtimada bırakıyordu.Zira; seneler öncesinden onu tanıyan misafirin
daha İlk tanışma ânında far-kettiği gibi, aksi görünüşüne rağmen İstese de kin
ve nefretle bakmayı beceremiyordu Ahmed Bey.
Misafir, kahvesini bitirdikten sonra teşekkür etti.
Ev sahibi:
-Kusura bakmayın, hatun kahveyi taşırmış; ikinci defa yaptırdım, geciktim diye
özür beyan etti.
-Evinizin, avlunuzun güzelliğini seyrederken vaktin nasıl geçtiğini farketmedim
bile.
- Burası bizim sefâletsaray işte.İçerisi daha bîr köhnedir.
Ahmed Bey, soğuk bir insanım, hattâ yabani birisiyim derdi kendisine. Fakat
evine misafir geldi mi hürmette, hizmette kusur etmemek için son derece samimî
olur, elinden geldiği kadar nezâket göstermeye çalışırdı. Hele ilk defa gelen
birisi olursa...
Yalmz,dikkatini çekmişti.İki defa kusur ettiğini düşünerek özür dilemişti
misafirinden. Ferhat Bey birincisinde kayıtsız bir tavırla geçiştirmişti,
ikincisinde alâkasız sayılabilecek
29
nâzik bir İfâde kullanmıştı. Zihni çok meşgul ; etrafındaki teferruata dikkat
ekmeyen bir hâl vardı üzerinde.Öyleyse dü-şündükleriyle konuşacakları aynı
şeylerdi.Sebebsiz yere gelmiş olamazdı. " Ziyaret sebebiniz nedir " diye sormak
da abes olurdu. Kendisi nasıl olsa açacaktı mes'eleyi. Kayıtsız görünmekte karar
kıldı.
- Siz gelin bir de bizim gibilere sorun diye konuştu misafir. Ruhsuz, insanı
kendisi gibi betonlaştıran apartman hayatı nedir, hiç düşündünüz mü? Hiç
yaşadınız mı o hayatı? İçiyle olduğu gibi dışıyla da bizim değerlerimize her
zaman ters düşen, insanların bir havanda ezilmek üzere toplandığı çerezler
gibi... Hepsinin ötesinde, hiçbir ruhî ihtiyaca, gönül huzuruna hitab etmiyor.
İnsanları hayvan olarak gören bir medeniyetin mimarîsi... Göze hitâbetmemesi de
cabası. Naylonla-şan ruhların bedenini de naylonlaştıran, her türlü hastalığa
davetiye çıkaran beton kalabalığı!...
Bam teline basılmış gibi konuşuyordu. Bakışları bulanmıştı. Eskileri mi
düşünüyordu acaba?... Devam etti:
- Çocukken, yaz günlerinde Karaman'a dedemin evine giderdik. Annemin babası...
Evin taşlığında oynarken, geceleri terastaki sedirde annemin dizlerine başım
yaslı yıldızlan seyrederken duyduğum haz, sonra gecenin ilerlemiş saatlerinde
içeriye geçip deliksiz bir uykuya darmam,«dilİe anlatılacak şeyler değil Ahmed
Bey!
- Dedem sabah namazlarını bazen evde kılardı.Biz de kalkar, birkaç torun,
arkasına geçerdik. Büyük dayımın Osman adında bir oğlu vardı. Diğer çocuklarla
akran İdik. Osman ağabeyimizdi, bizden üç-dört yaş büyüktü. O müezzin, dedem
imam olurdu. Beraberce kılardık namazı.Dedem namazdan sonra bugün bile kimileri
hatırımda kalmış kıssalar anlatırdı."Siz de böyle olacaksınız değil mi
yavrularım" derdi sonra.Başımızı evet ma'nâsında sallardık.
Birden lâfını değiştirdi:
- Ben de nelerle kafanızı şişiriyorum. Bir an dalıp gittim işte! Oysa biz naylon
medeniyette yaşıyoruz. Şartlarına da katlanmalıyız...
30
- Ama mazinin güzel hâtıralarına dalmak güzel şey" dedi beriki soğuk bir sesle.
Bu evin bende çok hâtırası var.
İkisi de sustular. Ortalığı seyre koyuldular. Çocukluklarına mı dömüşlerdi
yoksa?... Sessizliği misafir bozdu :
- Neyse Ahmed Bey, sadede gelelim. Benim ziyaret sebebim...
Ev sahibi sandalyesinde şöyle bir toparlandı. Misafir boğazını temizledi.
- Evet ....Ziyaret sebebim yiğeniniz. Sizinle fazla bir tanışıklığım yok.
Şimdiye kadar orda burda karşılaştık, kısa sohbetlerimiz oldu. Birbirimizi pek
yakından tanıyamadık. Hatırlarsınız, rahmetli kayınbiraderiniz Yakub Bey bizi
seneler evvel tanıştırmıştı. O günden sonra pek seyrek görüştük.Hele rahmetli
sehid olduktan sonra karşılaşmamız sayılıdır.
- Evet, dedi ev sahibi. Aslında birbirimizi arayıp sormalıydık.Hoş, siz
arasanız da ben arayamazdım ya...
-Niçin?
- Bu hususta bir şey anlatmak istemiyorum. Lütfen beni mazur görün.Bir gün
gelir belki...
Cevab vermedi misafir. Kendi kendine düşündü. Yüzünde hayret ve merakla karışık
bir ifâde vardı.Tuhaf bir adamdı şu Ahmed Bey. Şu derin gözleri gibi bir ruhu
vardı anlaşılan.
Mevzuu değiştirmek İstedi ev sahibi:
- Sahi, evi nasıl bulabildiniz?
- Haa... Çok yakınınızda oturan bir akrabam var. Eskiden beri sık sık
ziyaretine gelirim.Yakub Bey'den onlara da birkaç defa bahsetmiştim. Sonra bir
tevafuk eseri, bir defasında sizden bahsettim. Bu sokakta oturduğunuzu
söylediler. Evi de gösterdiler.
- Emekli olmadan önce de, emekli olup Konya'ya yerleştikten sonra da
ziyaretlerine sık sık geldim. Bu tarafa bakan pencerelerden sizin ev
görünüyor.Evinizi uzaktan her görüşümde, kardeşten öte sevdiğim Yakub Bey'i
hatırlardım.
- Velhâsıl adresinizi öğrenmek gibi bir derdim olmadı. Sizinle görüşmek imkânı
olmasa, amcası Selâmi Bey'Ie görüşecektim. Yalnız, o çok meşgul bir insan.
Sonra...Neyse mevzua
31
dönelim..
Hem iştiyakla anlatmak isteyen, hem de hiçbir şey söylemeye dili varmayan bir
hava vardı üzerinde. Sesi heyecanhy-dı.Geniş alnında ince ter taneleri
birikmişti.
- Efendim, sizin de malûmunuz, Kıbrıs Harekâtında Ya-kııb Bey'Ie beraberdik.
Dostluğumuz, taa Harbiyedeki talebelik yıllarına dayanırdı.Takdir-i ilâhî bizi
Kıbrıs'ta da yan yana getirdi. Cephede yanımda yaralandı. Bir kaç saat sonra da
şehid oldu. Tafsilatını bir defa anlatmıştım o sahnelerin... Tekrarlamaya hacet
yok.Yalnız şimdiye kadar bende kalmış, içinde ne olduğunu bilmediğim bir emâneti
var bende.Bir zarf,bir mek-tub zarfı...Kabarıkça bir zarf!...
Ahmed Bey, o kolay kolay şaşırmayan, her zaman soğukkanlı görünen adam
heyecanlanmıştı."Bu emânet herhalde bana " diye geçirdi içinden.
Beriki o kadar zorlamadan sonra kelimeleri bir çırpıda sıralayıvermişti.
Mutahabıpı heyecanlandırmıştı tabiî olarak. Devam etti: .
- Yakub Bey'in bir oğlu vardı. Adını bile hatırlamıyorum. Çocukken, babası
hayattayken bir defa görmüştüm.
- İsmi Yusuf. Bendeniz de malûmunuz dayısı oluyorum.
- Bugün gibi hatırlıyorum. Çıkarmadan bir gece önceydi. Mersin Tasucu
Limanı'ndan biraz sonra yola çıkacaktık.Yakub Bey yanıma geldi. Telâşla karışık
bir Sevinç okunuyordu yüzünde. Şapkasının siperliği gölge yapıyordu, ama
gözlerinin o zamana kadar hiç görmediğim pırıltısına mâni olamıyordu. Alnında
acaib bir nûr vardı. Bir çocuğun şenliği vardı üzerinde. Yerinde duramıyordu.
Bana dedi ki:
- "Kardeşim Ferhat ! Allah'ın tevfik ve inâyetiyle zafere kavuştuktan sonra,
yerine teslim etmen için sana bir emânet vereceğim"
- Soran gözlerle baktım kendisine. Aptallaşmiştım birden.Ben mi yanlış
duymuştum acaba?... Konuşmama fırsat bırakmadı.
-" Verirsin değil mi, değil mi?"
-Tabiî veririm. Vermesine veririm de, "ne demek bütün bunlar?" dedim aptal
aptal!
32
"- Kardeşim, dedi. Şehâdet şerbetini içeceğim. Sen gazi olarak döneceksin."
- İyice şaşkına dönmüştüm." İyi de kimin kalıp kimin döneceği belli değil ki"
dedim.
-" Dün gece müjdeyi aldım" dedi.
- Bakışları bir tuhaftı. Bambaşka âlemleri seyre dalmıştı sanki.
Ferhat Bey, o günü tekrar yaşıyor gibiydi. O kadar canlı anlatıyordu ki, yerinde
duramıyor, hâlden hâle giriyordu.
- Dehşetle sarsıldım. Yüzüne baktım baktım...Aklıma geldikçe düşünüyorum da,
asırlar gibi gelmişti o saniyeler bana. Beni de sürükleyip götürmüştü o huzur
âlemine. O anın hazzını hiçbir zaman unutamam.
-Diyecek bir şeyim kalmamıştı artık. Bütün benliğimle teslim olmuştum.Sonra
cebinden bir mektub zarfı çıkardı, elime tutuşturdu :
- "Bu mektubu büyük oğlum Yusuf'a vereceksin. Ama hemen değil.Üniversite
tahsilini bitirdikten sonra" diye tenbih etti.
- Bir defa daha şaşırmıştım.
- Yani saklayacaktım mektubu. Senelerce...1974'ten 1994 yılına kadar. Tam yirmi
sene.
- Geçenlerde amcası Selâmi Bey'le bir ikindi namazı çıkışında Kapu Camii'de
karşılaştık. Ayaküstü konuştuk.Bir aksilik olmazsa bu sene mezun olacağını
biliyordum Yusuf Bey'in. Gene de hakkında sorular sordum. Bu yıl inşaailah
mektebini bitireceğini söyledi. Temmuz ayının başlarında da gelecek dedi.
- Velhâsıl emâneti teslim etmenin zamanı geldi artık. Şimdi size sorayım Ahmed
Bey, yiğeniniz geldi mi acaba?
İnsanı iliklerine kadar titreten bu hikâye bitmişti. Ev sahibi, soğukkanlı
olmaya kendisini zorlayarak sandalyesinde birkaç defa kıpırdandı.
- Yusuf, her Konya'ya geldiğinde bize de gelir mutlaka. Yaz tatillerinde sık sık
uğrar. Sizin hesabınıza göre gelmiştir veya gelmek üzeredir.
- Onunla görüşüp zarfı vermem lâzım. Bu sene okulunu
33
bitirdiğine göre vasiyet de yerine gelmeli. Yalnız merak ettiğim bir-şey var.
Neden üniversite tahsilini bitirdikten sonra vermemi istemişti? Aklıma geldikçe
hep bunu düşündüm.
Ahmed Bey'in hikâyeyi dinlediği andaki heyecanı kalmamıştı. Yine soğukkanlı;
gayet normal bir soruya cevab verir gibiydi.
- Vardır bir hikmeti. Ona şehidlik müjdesini veren kudret, dilerse geleceğe
matuf bâzı müjdeleri de vermiş olamaz mı?!..
- Doğru...Onları ben de düşündüm. Fakat sır perdelerini aralayacak bir izah
bulamıyorum. Sonra, üzerime vazife değil ya. Bilmem şart mı deyip
geçiştiriyorum.
- Sizden ricam Ahmed Bey, onunla irtibat kurmama yardımcı olmanız. Kendisiyle
görüşüp tanışmak isterim. ¦
- İnşaallah. Bugün-yarın bekliyorum. Gelince size hemen haber ederim.
Gömleğinin sol göğüs cebinden mektubu çıkardı. Eli tit-reye fitreye uzattı.
- Buyrun emâneti!
Sağ cebinden bir küçük defter çıkarıp sayfaları karıştırdı.
- Bu dj kartım. Bundaki numaradan kendisi de beni telefonla arayabilir.
Müsaade istedi, kalktı. Ev sahibi misafirini kapıya kadar uğurladı.
Tenha sokakta bir taraftan yürüyor, bir taraftan hayretle mırıldanıyordu:
"Şu Ahmed Bey tuhaf bir adam..."
• • •
Ahmed Bey misafirini yolladıktan sonra hemen yukarı çıktı.Ayak seslerini işiten
karısı onu mutfak kapısında karşıladı.
- Misafir gitti mi efendi?
- Gitti..
Hemen kütübhâne olarak kullandığı odaya geçti. Raflardan rastgele bir kitab
çıkardı. Sayfalan karıştırarak göz gezdir-
34
meye koyuldu...
Kendisi bir işçi emeklisiydi.Çeşitli işlere girip çıkmıştı. Hiç çocukları
olmamıştı. Emekli olduğu son üç yıldan beri, zaruret hâricinde pek dışarı
çıkmazdı. İnsanlarla pek ülfet etmez, kendi hâlinde yaşayıp giderdi. Karısı
Âdile Hanım, onun bu kendi hâlindeliğine yıllar öncesinden alışmıştı. Kocası
konuşmasını pek sevmezdi. Hele son zamanlarda aynı oda içinde saatlerce hiç
konuşmadan oturdukları olurdu. Ya birilerini tenkid etmek veya Öfkesini
göstermek için ağzını açardı. Karısıyla konuşurken, en kısa cümleleri, sorulan,
cevabları seçerdi. Onu bu haliyle dışardan gözleyen birisi "işte hayatından
bez- miş bir adam" hükmünü rahatlıkla verirdi. Konuşurken, yüz ifadeleri, son
derece lâkayd biri"intibaını verirdi. Hele bir gülümsemesi vardı; onda hiciv,
alay, tehdit, cesaret, gurur ifadelerinin hepsi görülebilirdi. Çok zaman kaşları
çatık, ciddî idi.
Kitabın sayfalarını çevirmeye devam etti. Lâkin, zihni biraz evvel
anlatılanlardaydı.Elindeki zarfı kitabın arasına koydu. Kapattığı kitabı raftaki
yerine yerleştirdi. Elleri arkasında ; odada birkaç sefer gitti geldi. Kendi
kendine :
-Adam sen de!Bir çocuk, dünün çocuğu işte. Öyle ciddi- ye alacak bir şey yok...
35
HI
Yusuf ertesi sabah erken saatlerde amcasının fabrikasına gitti. Nerdeyse bir
yıldır hiç gelmemişti. Amcasının bürosuna gidene kadar sağa sola göz attı. Fazla
bir değişiklik yoktu.
Fabrika üç bin metrekare kapalı sahaya kurulmuş bir binadan ibaretti. İki bin
metrekaı^si imâlat tezgâhları, depo, tahmil-tahliye kısmına aitti. Kalan kısımda
ise bürolar, temizlik yerleri, soyunma odaları, yemekhane, mescid vardı.
İki vardiyeli çalışılıyordu. İşçilerin, memurların sayısı altı yüzü buluyordu.
Yusuf bina içine girdikten sonra sağ tarafa, imalathane kısmına yürüdü. Geçtiği
koridorda rastladığı birkaç kişiyle selâmlaştı. Gürültüye doğru devam etti.
İmalât kısmına açılan geniş kanatlı demir kapıya varınca durdu. Ayakta dikildi,
etrafı seyretti. Gürül gürül çakşan tezgâhların başında herkes işiyle
meşguldü... İşçilere muhabbetle baktı baktı... "Özlemişim bu sesi" diye geçirdi
içinden.
Geldiği yoldan geri döndü. Çıkış kısmına yaklaşınca bu defa sola saptı. Büroya
geldi, kapıyı çaldı. "Buyurun" sesiyle içeri girdi, selâm verdi.
-Ve aleykümselam, gel yiğenim, erkencisin maşaallah.
-Erkenden geleyim dedim amcacığım. Sizi fazla bekletmek...
-Sağol yavrum. Bugünlerde pek mühim işim çıkmadıkça buradan ayrılmıyorum
zâten... Biliyorsun, sıcak günler yaşıyoruz. Buyur, şöyle tam karşıma otur.
Yusuf amcasının karşısında bir koltuğa oturdu. Etrafa göz gezdirmeye başladı.
Tedirgin tedirgin, sağ ayak ucunu hafif hafif yere vuruyordu.
Amcası iki çay söyledi. Hemen gelen çaylar yudumlanmaya başlanırken Selâmı Bey
söze başladı. Yüzünde, söze nereden başlayacağını bilemeyen tereddütlü bir hâl
vardı.
-Bak yavrum Yusuf. Bilirsin seni çok severim . Uzak-ya-
37
kın akrabalarım içinde, eşim- dostum arasında senin apayrı bir yerin var.
Evlâdım gibisin bana... Böyle bir fitne, isyan, günâh çağında senin gibi gençler
günbegün çoğalıyor. İftihar ediyorum sizlerle. Fakat... Fakat sende; bilemediğim
ama far-kettiğim, anlayamadığım ama sezdiğim meziyetler var. Ben câhil bir
insanım. Belki insanları değerlendirmede hata edebilirim. Yalnız; bir insan
hakkında umûmun kanaati ne ise, o in-san"odur. Ne demek istediğimi anlıyorsun
değil mi?
Yusuf şimdi başka yönden de tedirgindi. Bir insanın bir başkasını yüzüne karşı
övmesi. Övülenin ağırlığının artması...
-Estağfurullah amca! O saydıklarınız ancak benim hayâlimde yaşayanlar.
Fazilette; ihlasta, takvada, aşkta bütün mü'minlerin en gerisindeyim ben. Size
gelince amca;elinizde "diploma" dedikleri o kâğıt parçası olmayabilir. Ne yazık
ki o kâğıda sâhib olup insanlıkta bir basamak dahi çıkamayan niceleri var.
Aksine alçaldıkça alçalanlar... Bizim asrımız böyle-lerini görmekten bıktı
artık... Sonra benim gibilere dönüp bakalım: Acaba liyâkatimden mi aldım bu
diplomayı; yoksa ilmin ayağa düştüğü bu devirde vicdanımı avutmak için bir
oyuncak mı aldığım...
Yusuf böylesi sözlere kendisini kaptırmıştı ki amcası durdurdu:
•
-Hayır Yusuf hayır!.. Diplomalı câhilleri de tanırım ben. Senin aldığına
gelince; hakkınla aldığına eminim. Yalnız, aldığın vesikanın Türkiye'de bir
faydası olacak mı, mes'ele bi-. raz da bu. İnsana bu ızdırab veriyor.
Ayağa kalktı. Yüzünü pencereye döndürdü. Bahçeyi seyretti bir müddet.
Düşündüklerinin anlaşılmasından kor-kuyormuş gibi sırtını Yusuf'a dönmüştü. Sağ
eliyle ensesini kaşıyordu. Zihni çok karışık olduğunda, düşünceler kafasında
çatışmaya başladığında, hep böyle yapardı.
Bu itiyadı Yusuf eskiden beri biliyordu. Acaba hangi kararın arefesîndeydi?
Neyin ızdırabmı yaşıyordu? Yoksa kararsızlığın ızdırabı mı?.. "En iyisi
beklemek" diye düşündü. Sehpânın üzerindeki gazeteyi alıp manşetlere bakmaya
başladı.
38
"ti
Birkaç dakika geçmemişti ki Selâmi Bey dönüp koltuğuna oturdu. Gözlerini
yİğenine dikti.
-Mesleğinin dışında çalışmayı, başka işler yapmayı düşündün mü hiç?
Yusuf için çok mühim mes'eleydi bu...
-Daha orta okul siralarındayken, hayâlimde yaşattığım hedefler vardı. Ama
okudukça gördüm ki, içinde yaşadığımız şartlarda hepsi beyhude İmiş. Hele
fakültenin son sınıfına geldiğimde memleketime meslecim yoluyla hizmetin pek
mümkün olamayacağını gördüm. Ya bir devlet teşekkülünde araştırmacı olmak, veya
okulumda yüksek lisans yapmak... İkisinden birini seçecektim. Çocukluğumda
hatırlarım; liselerin fen kollarında Astronomi dersi vardı. Biz lisedeyken o da
yoktu. Geriye ihtisas yapmak veya iş bulabilirsem memur olarak yerimde saymak
kalıyor.
-Yurt dışına, ihtisasa gidebilirsin.
-O da olabilir amca. Devlet bursuyla gidebilirim. Çok şükür, tahsil yıllaıımda
ingilizce ve Arabça gibi dünyânın en muteber iki lisânını öğrendim. Fakat geriye
döndüğümde, bana verilecek ne gibi İlmî imkânlar var? Hiç desek yeridir. Yâni
ihtisas neticesinde gene yabancılara hizmet edeceğim. Yazık değil mi?!
-Doğru, çok doğru. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükür sen bıyık.
Yusuf devam etti:
-Beyin göçü denilen felâketi milletçe yaşıyoruz. En seçme ilim adamlarımız
dışarıda kalıyorlar. Hani tam manâsıyla haksız da değiller. İmkân vermemişiz
onlara... Kol gücüyle çalışan bir işçi; bir san'at, bir ilim adamından daha
yüksek refah seviyesinde. Târih hep şuna şâhid olmuştur: İlim ve san'at rağbet
görmediği yerden göçer gider. Ne güzel söylemiş eskiler :" Marifet iltifata
tâbidir / Müşterİsiz meta zâyidir..."
- Benim gibi, iltifatın madde kısmına itibar etmeyen nice vatan evlâtları var.
Bize imkân bahşetsinler yeter. Yoksa ; para pul, şöhret, mansıb... Hiçbirisini
istemiyoruz. Yeter ki milletimize, milletimizin şahsında insanlığa hizmet
edelim.
39
-Öyleyse şimdilik beklemeyi tercih ediyorsun. Bir yol görününceye kadar...
- Hepsi bu kadarla bitmiyor. Yüzümüzü tamamen Ba-tı'ya döndürmek hatalı. Doğu'da
bu işlere ciddiyetle sarılmaya başlamış Pakistan var. Yeni hürriyetine kavuşmuş
Kazakistan var. Kazakistan bu sahada dünyânm en ileri memleketlerinde birisi.
Selâmi Bey'in birden yüreği hop etti. Hayalindeki en büyük desteğini, kazanmadan
yitirecek miydi yoksa?! Bu ihtimâli düşünmek bile ağır geldi. Geçici de olsa
ihtiyacı vardı ona. Nedendir, cevab bulamıyordu. Ama bu çocuğa çok güveniyordu.
Hem oğlu Yavuz'a, hem de ters gitmeye başlayan işlerine çok faydası olacaktı.
İçinde korkuyla ümit hisleri çarpışıyordu şimdi. Onun yardımını alarak feraha
kavuşmanın ümidi, kaybederek buhranlara yakalanmanın korkusu... Hiç olmazsa
birkaç ay, bir sene yardımcı olsaydı!...
İyi de nasıl anlatmalıydı bunu ona? Ürkütmek, gücendirmek, geleceğe matuf
plânlarının alt üst olmasına sebeb olmak da vardı. Yiğenini rencide etmeden, ona
zarar vermeden nasıl açabilirdi mes'eleyi?...Daha baştan reddederse, hiçbir açık
kapı bırakmazsa ne yapardı ?....
Sonra sâdece kendisini düşündü. Aylardır hayâlinde yaşattıklarını sûkût-ı
hayâlle bitirirse..•Şimdiye kadar yalnız-çahşmış, yalnız mücâdele etmiş, yalnız
sevinmiş, yalnız üzülmüştü. "Bunların ötesinde bir yalnızlığa güçsüzlüğe
tahammül edemem" diye düşündü.
¦ Birden ürperdi. Hiç aklına gelmemişti o dakikaya kadar. " Yoksa hodgamca
duygulara mı kapıldım? Sâdece kendimi mi düşünüyorum? Aman Allahım! Böyle bir
şey yaparsam kötülük yapmış olmaz mıyım? "
" Yazıklar olsun bana!...Kendi selâmetimi düşünürken başkalarmı hiç kaale
almıyorum. Sanki onların her bir şeyleri tamam. Sâdece incitmemeyi düşünmek,
mes'eleyi ne kadar da hafife almak oluyor. Yoo, en iyisi kendi yağımdan kavrulu-
i\
rum...
Yusuf, amcasının yaşadığını tahmin ettiği iç mücâdelesinin
neticesini gene sabırla beklemeye koyuldu.
Önündeki gazeteyle meşgûlmüş gibi göründü.
İmâ yoluyla, yavaş yavaş mevzua girmek... Karşısındaki zeki insandı. Anlamayacak
değildi ya. Ama kendini acın-dırmamalıydı.Bunu hayatı boyunca yapmamıştı.
Aileden gelen gurur saikiyleydi bu. Kimsenin Önünde eğilmemişti. Çı-cukluğundan
beri çok zor günler görmüştü. Sefaleti tatmış, ihanetlere maruz kalmış, hattâ
iftiralara uğramış ; asla boynunu eğmemiş, gururunu hep muhafaza etmişti.
Evlenirken; kız tarafının "kız evi naz evi " âdeti mucibinde bir mes'elede
diretmesini soğukkanlılıkla dinlemiş,düğünden bir gün önce âmirâne bir tavırla
resti çekmiş, nişanı bozmayı dahi göze almıştı. Son sözünü söyleyince, tavizi
veren karşı taraf olmuştu.
Selâmi Bey dobra dobra bir insandı. Kurnazlık nedir bilmez, lâfı eğip bükmeden
söylerdi. Lâkin, sonraları kendisinin de şaşacağı şu sözlerle mes'eleye girdi:
- Yusuf, hiç tanımadığın, zor durumdaki birisi senden yardım isterse ne
yaparsın?
- Elimden ne gelirse...
- Güzel.... Peki bu insan kötü birisiyse?
- Tanımadığım bir insanın iyiliğini de kötülüğünü de bilemem. Yalnız, bizim
kitabımızda bir kanun var : "Sana uzanan eli boş çevirmemek. " Ümitle bakan
gözleri, hayâl kt-rıklığıyla ıslatmamak."
- Peki sana kötülük yapan birine ne yaparsın?
- iyilik yaparım.
- Bir daha yaparsa?
- Yine iyilik yaparım. -Pekibir daha?..
Yusuf acaib bir imtihandan geçtiği hissine kapıldı. Daha fazla uzatmadı. Bütün
samimiyetiyle :
- Ben kötülük yapmasını bilmem amca, dedi. Ben de herkes gibi kızarım,
öfkelenirim. Ama bu ; kinimi takke, nefretimi cübbe yapmak demek değildir. Bana
göre hiçbir insan, mutlak ma'nâda kötü değildir. Ancak, kötülük yapan insan
vardır. Canavarlaşmış, yüreği nasır bağlamış insanlar bile iyilik cevheri
taşırlar. Onlara yumuşak yaklaşılırsa, nasırlı
40
41
yüreklerinde cilâlı, tertemiz duygular ortaya çıkacaktır. Avlarına karşı son
derece merhametsiz bir dişi kaplanın, yavrularına şefkatini siz de bilirsiniz.
Mes'ele uzayacak, genişledikçe genişleyecekti. Selâmİ Bey bundan endişe etti.
Mevzuu toparlayıp, İnsiyatifi elinde tu mı ak istedi:
-Pek tabiî. İyilikle yoğrulanlar da kötülük nedir bilmezler. Onları zorlasak da
şerre âlet edemeyiz. Yalnız ben daha değişik ma'nâda sormuştum ilk soruyu.
Cevabımı da aldım. Senden de böyle bir ruh yüceliği beklerdim oğlum!
Havadan sudan konuşmaya devam ettiler. Sonra kalkıp fabrikanın her tarafını
gezdiler. İdarecilerin bürolarına da tek tek uğradılar. Tekrar büroya döndüler.
Selâmi Bey süklüm püklümdü:
-Yavrum, evvelâ kendim bazı kararlar almam lâzım. Yarın bir daha gelebilirsen,
inşaallah her şeyi aydınlığa kavuştururuz.
-Yusuf yarı şaşkın:
-Tabiî, neden olmasın cevâbını verdi.
Yusuf'u uğurlayan Selâmi Bey hâlâ düşünüyordu. Koltuğuna çakılmış kalmış,
kafasındaki karmaşa sükûn bulmuyordu. Öfkeyle yumruğunu masaya indirdi.
-"Neden her şeyi apaçık anlatmadım? Neden?.. Kendimi açık kalbli diye bilirdim.
Olmadı işte! Kıyıdan köşeden güzelce girdim. Ne budalayım ki devamını
getiremedim. İmâ benim neyime? İz'ansız biri değil ki karşımdaki ! Her şeyi
olduğu gibi anlatabilirdim. Feraset sahibidir. Yaşının çok çok üstünde
olgundur."
Düşünceler bir noktaya geldi, tıkandı kaldı. Durulmuştu beyni. Kararını verdi:
"Amaan, ben de neler düşünüyorum! Nihayet amcası-yım onun. Hiç mi hukukum yok
üzerinde! Bugüne kadar hep himaye etmeye çalıştım. İsa'yı da onu da kardeşimin
emâneti bildim. Onların huzuru benim huzurum, dedim. Kötülüklerini
düşünmeyeceğimi onlar da bilirler..."
İyice rahatlamıştı. Cevab red de olsa, ucunda ölüm yok-
42
tu ya...
• • •
Yusuf'un şaşkınlığı gün boyu devam etti. Aklı fikri am-casmdaydı. Ne için
çağırmıştı, neler olmuştu. Acaib sualler sormuş,dilinin altındaki baklayı bir
türlü çıkarmamıştı. O gece takatsiz düşüp uykuya mağlûb oluncaya kadar hep
düşündü...
Sondan başa gitmenin ipuçları vereceğine kanaat getirdi.
Mevzu nereden ç.kmıştı? Evdeki konuşmaları hatırlamaya çalıştı. Bulmak hiç de
zor değildi. Fabrikaya çağrılma sebebi de zâten aynı şey içindi. Yâni amcasının
iş hayatı...
•Kendi kendine konuştu durdu:
"Beni ne için çağırdı? Ortada bir hastalık var. Tam teşhis ve tedavi lâzım.
Pekâlâ bu kadar sualin ma'nâsi ne? Mes'ele dallanıp budaklandı, o kadar...
Uzaması sebebsi/ olamaz. Bir kaç ihtimal var: Ya bana itimadı tam değil, ya
mes'ele bana aksedecek kadar mühim değil veya bîr şeylerden çekiniyor."
İhtimalleri teker teker gözden geçirdi. İkisini eleyecek, kala kala bir tanesi
kalacaktı
"Bana itimadı olmasa yarın da gitmemi istemezdi. Son sözünü söylemek için değil,
konuşmay devam etmek için çağırdı. Mes'ele mühim olmasa gene çagırmazdı.
Çekiniyorsa, neden çekinecek ki?"
Diğer ihtimaller olmayacağına göre; mantıklı olan, bir tek sonuncusuydu. O
zaman, "kimlerden, nelerden, niçin" sorularına cevab aramak gerekiyordu. Sorulan
sorulan, geçen konuşmaları tekrar düyundu. Kendisine mesleği üzerinde çalışıp
çalışmayacağı sorulmuştu. O da cevabım vermiş, ihtimâlleri sıralamıştı.
"Neden böyle bir sev sordu bana? Nüfuzunu kullanıp, iş sahibi olmamda \ .ırdınuı
mı olmak istiyor? Öyle olsa mevzu kapanmazdı ki. Ayrıca; tekrar fabrikaya
çağırıp konuşma maksadına da ters düşüyor."
İyilik yapma ile alâkah sorul.ırU beraber, zihninde bir
' 43
şimşek çaktı.
"Hah şimdi buldum!" dedi seslice." O zaman nasıl da düşünememişim. Benden yardım
bekliyor amcam!"
Onu dinlerken hiç dikkat etmemişti. Kendisine muhtaç olan, ihtiyacım arz
edemeyen insan... Neden çekindiğini şimdi anlıyordu:
"Benim istikbâlimle oynama, plânlarımı bazma korkusunu taşıyor demek ki! Ne
yücelik!.. Büyük nezâket.. Halbuki bıkmadan usanmadan, senelerdir kahrımızı
çekti. Tahsilimizde yardımcı oldu. Kardeşime yardımı hâlâ devam ediyor. Onu bir
baba gibi bildik. Bize asla kırıcı olmadı. İyiliklerini başımıza kakmadı.
Hepsinden Öte, bunu imâ bile etmedi.
Mizacını az çok tanımasına rağmen, amcasının gündüz-kü gururla dolu endîşelerini
hayâl bile edemezdi Yusuf, Belki de minnet hisleriyle dolu olmasındandı bu.
Kalbi mutmain, rahat bir uykuya daldı.
Ertesi sabah fabrikaya gitmek üzere erkenden evden çıktı. Bİr dolmuşa bindi.
Artık bir teklifle karşılaşacağını biliyordu.
Fabrikaya vardığında, amcasını neş'eli bir yüzle kendisini bekler buldu. Gergin
yüz hatları gevşemiş, tedirgin hâlinden eser kalmamıştı.
Bir yandan gelen çayları yualumlarlarken, Selâmı Bey birkaç evrakla meşgul oldu.
İşi bittikten sonra yiğenine döndü:
-Yusuf burada benimle birlikte çalışır mısın?
Sözün devamı gelmedi. Yusuf afallamıştı. Hiç bu kadar âni bir hamle
beklemiyordu. Boş gözlerle baktı amcasına.
-Efendim! Anlayamadım...
Aynı soru tekrarlandı. "Yusuf yanlış işitmemişim" diye geçirdi içinden. Bir
teklif bekliyordu fakat böylesini hiç tahmin etmemişti. Sâdece akıl verme,
tavsiyelerde bulunma, bir takım ıslahat hareketlerinde yardımcı olma, yeni
pazarlar bulma gibi şeyleri düşünmüştü.
-Evet oğlum. Yardımını rica ediyorum. Fabrikada çalışarak...
-Nasıl bir yardım amca? Ne yapabilirim ki sizin için?
44
-Sosyal hizmetler müdürü olaca* im o^lum.
-Cevab vermiyorsun!.. -Peki sebeb ne amca?
-Aslında uzun hikâye. Sana mümkün mertebe kısaltarak anlatacağım:
-Hâlihazırdaki müdürden memnun değilim. Beş yıldır buıada lışıyor. Bir ahbabımın
tavassutu ile gelmişti. O târihlp eski müdür de ayrılmak üzereydi. Yaşlandığını
yorulduğunu beyan ediyordu.
-Bizimki geldiğinde perişan hâldeydi. İşinden atılmış, manen çökmüştü. Aylardır
işsiz gezdiğini söyledi. Ben de üsteleyip geçmişini hiç tetkik ettirmedim. İlk
zamanlar dişini göstermedi. Ortamın faaliyet için müsait olduğunu görünce
zehirini akıtmaya başladı. Bir ateisttir kendisi... Köstebeklere taş çıkartan
sinsiliği, fillere benzer bir kini vardı. Çok sabırlıdır. Bir Örümcek gibi
tuzağını itinayla kurar. Sabırla avını bekler. Yalnız bir farkla ki; örümcekler
meçhul avlara tuzak kurarlar. O ise intikam alacağı kimselere...
-İflas etmiş komünist fikirlerin tellallığını yapıyor. Yapsın; ona da bir şey
demiyorum. Lâkin insanları birbirine düşürüyor. Bunlar/şahsıma düşmanlığından
değil tabiî. Mülkiyet anlayışında yollarımız ayrı. Sermâye düşmanı. Tıyneti
müsait birkaç yandaş da edindi. Son zamanlarda işçileri kışkırtıp duruyorlar.
Birçok misâl sayabilirim sana. İşte sâdece bir tanesi:
-Geçenlerde isteği üzerine bir işçinin vardiyası değiştirilmiş. İşçi, çocuğunun
hastalığı için, üstüste birkaç gün hastaneye gitmeliymiş. Yani akşam
vardiyasında bir hafta değil, ardarda iki hafta çalışacak...
-Tezgâhının başında harıl harıl çalışmaya başlıyor. Ya-nıbaşındaki tezgâhta bir
başkası da başlamak üzere. Adamın oyalanması bizimkinin dikkatini çekiyor. Takib
etmeye başlıyor yan gözle. Bir ara eğildiğini, bir şeyler kurcaladığını görüyor.
Beriki bir tel bağlantısını asılıp koparıyor. Sonra güya çalıştırmak istiyor.
Tabii çalışmıyor. Hemen arıza var diye ustabaşlarından birine koşuyor.Ustabaşınm
biri geliyor; ha-
45
kikaten arıza var. Mühendislere haber veriyor. Arandıktan sonra arıza bulunup
tezgâh tamir ediliyor. İki saatlik gecikmeyle çalıştırılıyor.
-Peki şâhid olan İşçi müdahale etmiyor mu amca?
-Personel müdürüne sonradan anlatmış. Beraberce gelip bana da anlattılar. O
sırada müdahale etmemiş. Bana, "çünkü tezgâhı ârızalandıranın o olduğundan, o
zaman emin değildim" dedi. Sonradan; adamın çalışırken keyifli keyifli
sırıtmasından şübheleniyor. Aldığı zevkin tarifi İmkânsız bizim keyiflinin... İş
paydosunda şâhid işçi, arkadaşının yanma yaklaşıyor, soruyor: "Neden yaptın
bunu?.." Evvelâ inkâr ediyor. Hattâ saçmaladığını söyleyerek, öfkeyle başından
savuşturmaya çalışıyor. Bizimki peşini bırakmıyor adamın. Olanları gördüğünü,
şikâyet edeceğini söylüyor. Beriki telâşlanıyor. "Senden başka şâhid yok, hiçbir
şey isbatlaya-mazsın. Sonra sen, ahmak bir kölesin! Patronların, sermayedarların
dostusun. Enayi enayi çalışmaya devam et. Bana gelince; bu adamlara ne kadar
zarar verirsem, işi ne kadar savsaklarsam kârdır. Sen; enayi patronsever!
Yıkılıncaya kadar çalış!.."
-Bizim işçi gayet sakin karşısındakine soruyor: Senin evin var mı?" "Var." Başka
gayri menkulün?" "Bir de hanımın babasından miras bir dâire." "Peki araban var
mı?" Eski model bir arabam var. Yakında satıp daha penisini alacağım." "Ne
için?' "Eskisi çok eski. Yenisini bir şoföre verip çalıştıracağım. "Ooo çok
güzel! Hayır yapmayı seviyorsun. Sayende bir boş adam iş sahibi olacak." "Ne
hayrından bahsediyorsun be! Bu devirde kim kime karşılıksız bir şey veriyor?
Araba ticarî maksatla taksi olarak çalışacak. Boş zamanlarımda da ben
çalıştırırım." "Hanımın evinde kim oturuyor?" "Kiraya verdik. Miras kaldığından
beri kirada." "Pek: o evi bir ihtiyaç sahibine verseniz de bedava otursa..."
"Sen benimle dalga geçiyorsun galiba!" Bizimki ciddi ciddi cevab veriyor:
"-Sen ne biçim komünistsin be ! Zalim kapitalist!..." Sonra da çekip
uzaklaşıyor.
Bu son söz güldürmüştü Yusuf'u. O kolay kolay gülmeyen, yüzünde her zaman hüzün
bulutları dolaşan Yusuf'u...
46
-İşte böyle yavrum. Yalnız, perde arkasında müdürün olduğu açık. Yüzlerce
delille isbâtı mümkün.
Yusuf bugüne kadar bu adamın neden kovulmadığını sormadı. Zira biliyordu ki,
amcası kimsenin ekmeğiyle kolay kolay oynamaz.
Selâmi Bey, yiğeninin aklından geçenleri okumuş gibi konuştu:
-İşçilere bir şey düşünmüyorum.Lâkin bu adamı sorarsan, " artık bıçak kemiğe
dayandı" derim. Bütün fabrikanın huzuru için, bir kişinin işine son vermek vâcib
oldu. Yalnız, iş bununla da bitmiyor. Hemen arkasından boşluğu dolduracak,
geride kalan birkaç kişinin fitne çıkarmasına mâni olacak birisi lâzım. O da
sensin Yusuf! ...
- İyi de bu işte hiç tecrübem yok ki...
- Senin talebelik yıllarındaki teşkilatçılığını, idareciliğini
biliyorum. Sonra, Konya'da yaptığın Önceki hizmetleri ... Ne yapacağını iyi
bilirsin sen. Sana güveniyorum.
Yusuf'un kafasında bir kıvılcım parladı. Amcası kendisine çok güveniyordu, kabul
... Acaba kendi tekliflerini kabul edecek miydi? Gerçi "çalışmayı kabul
ettim"dememişti daha.
- Mevzu basit gibi görünüyor, ama değil oğlum. Sana hakikaten ihtiyacım var-
Hiç olmazsa işleri rayına oturtana kadar yardımını istiyorum. Kabul ediyorsun
değil mi?
Yusuf daha fazla düşünmedi. O güne kadar birçok şeye karşıdan gelen istek
üzerine tâlib olmuştu. İstediğinin hiçbir zaman üstüne üstüne gitmez, teşebbüste
bulunur, sonra tevekkül ederdi. "Allah nasib ettiyse olur " derdi. Olmayınca da
üzülmezdi. Onda maddî nimetleri elde etmede ihtirasın zerresi yoktu. Koltuğu,
kasası, şöhreti, işkembesi ve şehveti altında kalıp ezilenlere acımıştı hep.
Kurtulmaları için dua etmişti. Onları her zaman en zavallı mahlûklar olarak
görürdü.
Tasarladığı teklifleri bir an için kenara koyuverdi:
- Kabul etmek ne kelime amca ! Benim için hizmet fırsatı bu... Kendi hesabıma
konuşursam; " her şeyde bir hayır aramak lâzım" derim. Yarm kimbilir ne
hikmetlere gebe!.. İnşaa1-lah bu iş hayırlara vesile olacaktır. Şu anda
içimden bir ses "haydi yürü" diyor.Tarifi imkânsız hisler İçindeyim. Bir güneş
47
doğdu içimde sanki!...
Parlayan gözleri tekrar donuklaştı. Yüzü "nasıl söylesem" diyen düşünceli bir
hâl aldı. Amcasına fırsat bırakmadan :
- Yalnız bir mes'ele var. dedi. öteden beri hayâlimde olan projeler var.
Nefsinize çok ağır gelebilecek tekliflerim var amca. Dayanabilir misiniz onlara?
Selâmi Bey yiğenine ne kadar güvenirse güvensin, he-sabda olmayan tekliflere
gelince iş değişiyordu.Kendisi meçhul, insanı meçhule götürecek teklifler...
- Peki nedir onlar? diye temkinli temkinli sordu.
- Şimdi söylemesem iyi olur. Ruhen hazırlık yapmanızda fayda var.
Amcasının yüreğini serinletmek için devam etti:
- İlk bakışta sizin zararınıza gibi görünüyor. İnaran hiç de zannedildiği gibi
olmayacak. Zararınıza gibi göründüğü İçin zorunuza gidebilir.
- İşin mâhiyetini öğrenmek için sabırsızlanıyorum aslında. Madem öyle, akşam
bize gel. Ben de erkenden giderim. Ne olduğunu orada anlatırsın inşaallah...
Yusuf müsaade isteyip ayrıldı. Evine gitti. İşi, daha doğrusu yardımı kabul
etmişti. Şimdi sıra amcasmdaydı. O da teklifleri, öncelikle ilk teklifi kabul
ederse, inşaallah çok hayırh olacaktı. Amcası için, işçiler içîn, Konya için,
Türkiye için, bütün müslümanlar için, bütün insanlık için hayırlara vesile
olacaktı. Bursa'da bir işadamında numunesini duymuştu bunun. Sonra da gidip
tetkik etmişti. Her yangın bir kıvılcımla olmaz mıydı?! Her sel damlalardan
meydana gelmez miydi?!
Yapılacak iş belki küçük çaplıydı, ama etrafa sirayet ettiğinde çok büyüyecekti.
Kimbilir, belki de bütün insanlığı şefkatli şemsiyesi altında himaye edecekti.
Bir ahtapot gibi insanlığın başına tebelleş olan kapitalist sistemi sarsmaya
başlayacaktı.
Fakat amcası ikna olmazsa ; yirminci asrın en büyük birkaç putundan olan " para"
karşısında şeytanın vesveselerine kapılır da kabul etmezse!... O zaman hayâller
suya düşe-
48
çekti. En başta Konya , çok şey kaybedecekti. Bu duygularla akşama kadar duâ
etti...
• • •
Selâmi Bey, Yusuf'u yolladıktan sonra merakla düşünmeye başlamıştı. Ne olacağını
değil, nasıl olacağını merak ediyordu. Zira güvenmişti yiğenine bir kere ...
Sebebini kendisi de bilmiyordu. Fakat bu çocuk ne yaparsa iyisini, doğrusunu
yapar diye şartlanmıştı sanki. Defalarca sormuştu kendi kendine. Tatminkâr bir
cevab da bulamamıştı. Hem ne ehemmiyeti vardı ki! Ona güveniyordu ; o kadar...
İçinden bir kuvvet, eskiden beri yiğenine meyi ettirmişti kendisini.
Şimdiki meyli ise bambaşkaydı. Çölde susuz kalmış bîr yolcunun, ne olduğu
bilinmez bir kuyuya seksiz şübhesiz koşması gibi. Su var mı yok mu, zehirli mi
hastalıklı mı, temiz mi pis mi bilmeden...
Onun tavsiyesiyle, önayak olmasıyla birkaç kişi birleşmişler, dört sene evvel
"muhtaç talebelere yardım vakfı " kurmuşlardı. Bilahare vakfa âzâ olanlar
çoğalmış, senelerdir nereye hayır yapacağını kestiremeyen hayırsever Konya halkı
da cömertçe bağışlarda bulunmuştu. Vakıf ilk kurulduğunda; Knnya'da aynı gayeye
matuf iki vakıf vardı. Kendiierin-den sonra da birkaç vakıf faaliyete geçmişti.
Eski vakıfların ferdî yardımlar hâricinde ; orta öğretime, yüksek öğretime
hitabeden küçük çapta talebe yurtları da vardı.
Kurdukları vakıf daha bir yılını doldurmadan, 1989 senesinde dev bir talebe
yurdu inşaatını başlatmış, ertesi sene yaz sonlarında inşaat bitirilmişti.
Kendisi vakfın mütevelli hey'eti başkanlığına getirilmişti. Yurt; yansı orta
öğretim, yarısı yüksek öğretim olmak üzere bin talebeye hizmet veriyordu.
Talebelerin masrafları için hiçbir ücret taleb edilmiyor, İhtiyaç sâhiblerine
harçlık dahî veriliyor, isteyen talebe velileri gönüllerince bağışta
bulunabiliyorlardı. Konya halkının, kazaların, köylerin teberruları ile hiç mâlî
sıkıntı çekilmiyordu.
Ne kadar güzel olmuştu. Aklına geldikçe duâ ediyordu Yusuf'a. Talebelerin,
velilerin duaları da yiğenine ulaşıyordu
49
ne güzel!... Böyle büyük bir hayra vesile olmuştu. Eğer o öna-
vak olmasavdı... ,. , , ..
Akşama kadar merakla bekledi. Pek nadir yaptığı üzere, o gün hava kararmadan
evine gitti. Yiğenı gelene kadar kızıyla çene çaldı.
. ,.
Nihayet yatsı ezanına yarım saat kala yıgenı çıktı geldi.
50
IV
Bundan senelerce önceydi. Yirmi bir sene evvel... Her
şey o zaman başlamıştı. Altı yaşında bir erkek çocuğu... Birçok çocuk gibi
gülüyor, oynuyor, zarurî ihtiyaçları karşılanıyordu. Sıcak bir yuvası, rahat bir
yatağı, üzerine titreyen annesi babası vardı. Daha okula başlamamıştı. Dünyâ
nedir, hayat nedir, ölüm nedir, açlık nedir, çaresizlik nedir, ümitsizlik nedir,
rûhlardaki karanlık nedir; bilmiyordu bunları. Arada bir ağlamak, kızmak,
sevinmek, ufacık şeylerle mes'ud olmak her çocuk gibi onun da tabiî
hâllerindendi. Diğerleri gibi arada bir yaramazlık da yapardı. Onun küçük
dünyâsında oyun, annesinin sevgi ve muhabbetle açılan kollan, babasının şefkat
dolu sözleri, okşamaları, âferinlerle-taltiflerle yavrusunu seneler sonrasına
hazırlaması vardı.
Konuşmayı yeni yeni öğrenen pek sevgili yavrularına bir çokları "mama, anne,
baba, banka" kelimelerini öğretirken, ona ilk "ALLAH" lafzı öğretilmişti. Çat
pat cümlecikler kurmaya başlaymca da "Lâ İlahe illallah Muhammedün Resûlûllah"
kelime-i tevhidi öğretilmişti.
Akranları sâhib olamadıkları oyuncaklar-, karşılanmayan ihtiyaçları, yerine
getirilmeyen istekleri için ağlarken, bir gün onu ağlatan bambaşka bir hâdise
oldu!..
Bir yaz günü, vakit öğle sonrası... Her günkü gibi evlerinin önünde oynuyordu.
Oturdukları sokağın başından, gittikçe yaklaşan yanık bir ses duyulmaya başladı.
Az sonra, peşinde birkaç haşarı çocukla, sesin sahibi göründü. Destan söyleyen;
kolunda sekiz-on yaşlarında bir çocuğun yardımıyla yürüyen, orta yaşlı bir âmâ
idi bu.
Adam, sağ elinde baston, ağır adımlarla yürüyor, arada bir görülmek için
duruyor, yolun ortasında bekliyordu. Onunla birlikte meraklı çocuklar da
duruyor, arkadan önden yenileri katılıyor, adama ucube görmüş gibi bakıyorlardı.
Çocuklardan kimi hayret, kimi alay, kimi korku nazarlanyla sü-
51
olurdu! Gözlen dolu doluydu. "Ah anneciğim, ne kadar muhtacım sana!" diye iç
geçirdi. "O kadar çok oldu ki aramızdan ayrıldığın .. Yüzünü bile tam olarak
hatırlıyamıyorum artık..
Babasını düşündü... "Şimdi ne yapıyordur kimbilir? Gene işlerinin başında bir
oraya bir buraya koşuşturuyordun Son günlerde ne kadar da uzağız birbirimizden!
Ah, şu kibir!...Babayla evlâdının arasına bile ne mesafeler koyuyorsun! Hattâ
düşmanlıklar... Ağbimin ona düşmanlığından sonra, şimdi de bizim aramızda
soğukluk var."
Aklı ağabeyine takıldı... "Şimdilik kimseye zarar vermeden, kendi hâlinde
yaşayıp gidiyor. Çok şükür asabiyetinden eser kalmadı. Aman Allahım, ya
nüksederse eski hastalığı!.. Ah, aklıma bile getirmek istemiyorum!"
"Hep kendi dünyâmda yaşadım bugüne kadar. Evin en küçüğü olduğum için her şeyi
ağabeyimle babamdan bekledim. Beni her zaman lâkayd birisi diye itham ederlerdi.
Onlara göre dünyâ umurumda değil.. Beni tanıdıklarını zannediyorlar, ama
Öylesine farklıyım ki! Bİr insana kırk gün deli derlerse deli olurmuş ya, beni
vurdumduymaz bildikleri için, öyle görünmeyi uygun buldum herhalde..."
"Peki ben onlar için bir şeyler yapamaz mıydım? Hep onlardan beklemekle ne geçti
elimize? Küçüksem,aptal değilim ya... Vakit geçmiş değil. Şu saatten sonra ben
de bir şeyler yapabilirim.."
"Ahlâkın en sağlam mikyası, kendimizi her dâim başkalarının yerine koymaktır. O
zaman yapacağımız haksızlıkların Önüne geçebiliriz."
Yusuf'un sözüydü gene bu...
"Hafızama çivi gibi nasıl da çakılmış" diye hayret etti. Okulda kızlara okuduğu
âyet mealleri yazılı kâğıt da onun di-lindendi.
Okulda kızlarla konuşurken, az önce Leylâ ile konuşurken beyan ettiği
fikirlerin, tesbitlerin kimisini Yusuf'tan duymuştu.
Bir defa daha hayret etti. "Demek bu zamana kadar farkına varamamışım! Ne kadar
tepki göstersem de, şuuraltımda bir yerlere depolamışım."
268
269
"Her biri vakti gelince ortaya çıkıyor. Böyle devam ederse, kimbilir daha neler
ortaya çıkacak?"
Tekrar o sözü düşündü... "Kaçımız karşılıklı münâsebetlerde kendimizi
başkalarının yerine koyabiliyoruz?"
"Bu büyük bir fazilet.. Fazilet nisbetinde de aşılmaz engeller var. Herhalde ilk
ve en büyük şart Allah korkusuna sâhib olmak.. O zaman insan baba, ağbi hakkını,
bütün kulların hakkını görüp gözetir. Kimseyi incitmeyecek hassasiyete kavuşur."
Bir an, son günlerdeki hâlet-i rûhiyesini değerlendirdi...
"Hep dertlerden bahsediyorum- Leylâ da aynı hâlde... Fakat mes'ele devaya
gelince ortada bir şey yok.."
Ardarda "neden yok" sorusunu kendine sordu.
"Bilemiyorum... İşte burada tıkanıp kalıyorum. Ne yapmak lâzım? Nereye gitmek
lâzım? Kimlere müracaat etmeli lâzım? Tek başıma aradıklarımı bulabilir miyim?
Belki... Fakat o kadar zor ki!.."
Bu cevabsız sorulardan sonra ansızın irkildi:
"Aman Allahım! Benim derdimin devası bir fâsid dâire mi yoksa? Bir girdaba
kapılıp dönüp durmak, binbir hafakanla ömrümü tüketmek mi?"
Bir sürü karmaşayı ardarda yaşarken telefon çaldı. Fırladı yerinden, ahizeye
uzandı. Arayan* babasıydı... "Bir iş bağlantısı için acele Ankara'ya gideceğini,
Pazartesi günü akşamı döneceğini" söylüyordu.
Telefonu kapattıktan sonra tekrar gezinmeye başladı... İşte babası gene bir işin
peşinden koşturuyordu. Evin-den,evlâtlarından uzakta...
Tekrar tasalarına döndü... Düşünceler, tezadlar, devasız dertler, dur- durak
bilmeden kafasında resmi geçit yaptı âdeta... Nihayet tekrar babasına geldi
durdu..
"Evet baba, birçok noktada haklıydın! Noksanların olsa da, sana câhil demeye
kimsenin hakkı olamaz. Yusuf'un dediği gibi; senin gibiler ümmî olabilir, fakat
câhil asla!..Câhil benim gibilere denir. Bir türlü karanlıktan kurtulamayanlara,
birkaç naylon ders kitabıyla allâme olduğunu zannedenlere
270
denir."
"Demek ki fukaralık değilmiş bazı kötülüklere yol açan... Zenginlik çok daha
alçaltabiliyormuş..."
" İnsan zenginlikle öyle bir benlik sahibi oluyor ki, yaratıcısına karşı nasıl
da küstahlaşıyor!.."
XXI
Selâmi Bey; sevinçle dolu, yaptığı iş bağlantısından, imzaladığı mukaveleden
memnun, Ankara'dan dönüyordu. İlgili birkaç kişiyi de alarak özel arabasıyla
gitmişler, şimdi geri dönüyorlardı. Vakit ikindiyi çoktan geçmiş, akşama
yaklaşıyordu. Gökte birkaç pamuk yığını bulut vardı. Hava sakindi..
Bir taraftan dışarıyı seyrediyor, tek tük gördüğü, sararmaya yüz tutmuş ağaçlara
gözleri takılıyor, bir taraftan da olan bitenlerin muhakemesini yapıyordu:
"İyi dayattım adamlara ha... Ölmüş eşek arıyorlar canım! Ne yaparlarsa yapsınlar
bizden ucuzunu da bulamazlardı ya.. Bir de şu Balkan ülkelerinden gelenlerle
anlaşsaydık..."
Şoför bütün dikkatini yola vermişti. Arkada oturanlara baktı. Muhasebe müdürü,
pazarlama müdürü, hissedar işçi temsilcisi derin uykulara dalmışlar, iki günlük
koşuşturmanın yorgunluğunu gidermeye çalışıyorlardı.
"Dışarda yemek yemeye mecbur kalmak hiç de iyi değil! Şöyle evime gitsem, gönül
rahatlığıyla yemek yesem... Lokantalar şu katı yağlan kullanmasalar ya .. Ne
idüğü belirsiz... Ne iyi oldu; işyerinde de sıvı yağ kullanılıyor artık Yusuf'un
sayesinde."
Çocukları geldi aklına. "Kİmbilir ikisi de eve gelmişlerdir. Akşam karşılıklı
yemek yiyecekler, biraz sohbet ve çay faslından sonra yalnızlık köşelerine
çekilecekler. Ben ise akşamın ilerleyen saatlerinde eve varacağım, yorgun argın
ertesi güne hazırlanacağım.."
"Yavuz düzeldi çok şükür! Eski hâlinden eser yok.. Hafif bir depresyondu
geçirdiği.. 'Şefkate, yardıma ihtiyacı var' demişti doktor."
"Hep böyle kalsa dünden razıyım ben. Yeter ki bir daha tekrarlamasın.."
273
"Yârabbim! Sen evlâtlarımı musibetlere karşı koru. Onları Sana ve babalarına
karşı itaatkâr eyle. Takılıp kaldıkları hevâ ve heveslerden, gafletten kurtar.
Buhranlarla ebeden yolunu kaybedenlerden eyleme!"
"Allahım! Şu dünyâ şartlarında ne olacağımız meçhul.. Rızkımı bol ve bereketli
eyle. Evlâtlarımı ben öldükten sonra sefîl, perîşan etme! Onlara parlak bir
istikbâl hazırlamamda yardımcı ol... Âhir ömrümde kimselere muhtaç etme beni!"
Bu duayı her zaman etmişti. Şu yaşında şu haliyle aynı duaya devam ettiğini
hayretle müşahede etti.
" Evlâtlarımın mürüvvetlerini görmeyi nasib eyle.."
"Râbia daha düne kadar küçücük bir çocuktu. Bugün koca bir genç kız oldu. Lâkin
artık onun da ruhunda mikroplar var. Cemiyetten, bünyesine düşman kültürlerden
hastalık kapmış. Kimi zaman babasıyla çatışıyor, ona isyan ediyor."
"Yavuz'un dünyâsı kendi içine kapanık.. Râbia'nın dışa dönük isyanları belki çok
daha tehlikeli..."
"Yârabbim! Kızımın iffetini, imânını koru.. Zenginlikle azdırıp saptırma. Küfre
düşürme onu... Yavuz'u da kötülerin kancasından kurtar!"
"Benim gücüm yetmiyor, sözüm geçmiyor evlâtlarıma.. Sen onlara doğruyu görecek
fe^set ve basireti ver Allahım! Sen onları kötü arkadaşlarının, zararlı
hocalarının, dünyânın şerlerinden koru!.." •
•••
Ertesi gün, yorgunluğunu atamamış olmasına rağmen erkenden fabrikaya gitti
Selâmi Bey...
Herkes işinin başında, hummalı çalışma devam ediyordu. Bir ara Nûreddin
Efendi'yi hissedar işçilerin arasında gezinirken gördü. Aradan bir saat geçmişti
ki, memurlar, idareciler de gelip işlerine koyuldular.
Bir çay söyledi kendine.. İçini tarifsiz bir huzurun kapladığını hissetti..
"Ne güzel, herkes canla başla çalışıyor! Arkadaşlığın da ötesinde bir münâsebet
var aramızda.."
Birkaç ay önceki kara günleri hatırladı. İçi titredi. Şük-
274
retti Rabbİne...
"Huzurumuzu bozma, bizi diğer müslümanlara nümûne eyle AHahım! Yayılsın, bütün
cihanı sarsın şu mesâi vasatı..."
"Randıman da kat kat arttı. Herkes hayâtından memnun. Dün bizi vazgeçirmeye
çalışanlar, bugün sırrımızı öğrenmeye çabalıyorlar. Yaptıklarımız Konya'yı aştı,
bütün Türkiye'de duyulmaya başladı. Dostların yüzü gülüyor."
"Sana sonsuz şükürler olsun Allahım! Bizi utandırmadın. Akıbetimizi de
hayreyle.."
" Her şey rayına oturmak üzere. Allah'ın izniyle bundan sonra top yıkamaz bizi.
Yeter ki aramıza kötü niyetliler girmesin.."
"Yârabbim, Nûreddin Efendi ile yiğenim Yusuf'tan sen razı ol! Şu iki mübarek
insan Sen'in büyük bir lütfundu..."
"Birisi manâda, diğeri hem madde hem ma'nâda büyük hizmetler gördüler, görmeye
devam ediyorlar."
Pencereden dışarıya baktı. Yusuf'la Nûreddin Efen-di'nin ağır adımlarla
yürüdüklerini gördü. Birbirlerine hararetli hararetli bir şeyler anlatıyorlardı.
Memnun ve mes'ud başını çevirdi. Yiğenini düşünmeye başladı...
"Yusuf'la şu mes'eleyi konuşmamakla acaba hata mı ediyorum?Üzerinden haftalar
geçti. Sıcağı sıcağına müdahale etmem daha mı iyi olurdu? Mevzuu bir de
Yusuf'tan dinleseydim; fikirlerini hislerini öğrenseydim.Hepsini ihmal ettim.."
"Kızıma karşı hissî alâkası var mı yoksa? Şayet öyle bir şey varsa, kızımdan da
malûm cevabı aldığına göre acı çekecektir. Yazık olacak yiğenime!"
"Ah yârabbim! Yusuf'un damadım olmasını ne kadar isterdim! Ona kayınpeder olmak
benim için ne büyük şeref olacaktı..."
Bir an Yusuf'un son günlerdeki hâlet-i rûhiyesini zihninden geçirdi...
"Hayır hayır hâlinr'^ bir anormallik yok.. Her zamanki mahzun çehreli Yusuf..
Auna onun hüznü ümitsiz bir aşkın hüznünden tamamen farklı.. Her zamanki
hüzün..."
"İyi de Yusuf kızımla neden evlenmek istesin? Kendi
275
dünyâ görüşüne yakın o kadar kız dururken neden onu istesin?"
"Demek ki karşılıksız bir aşk yok ortada.. Mantıkla sınırlan çizilmiş bir
evlenme teklifi..."
"İyi de mantık bunun neresinde? Ne tuhaf mantıktır ki Râbia'yı seçiyor. İslâm'ı
yaşamaya çalışan onca güzel, kültürlü, faziletli, kabiliyetli kız var. Üstelik
ona "evet" demeye can atacak kişiler...
"Of kafam karıştı! Bir cevab bulamıyorum. Çok tuhaf bir iş bu! Belki... Belki
zamana bırakmak en iyisi..."
"Velhâsıl benim budala kızım bulunmaz bir fırsatı, kendisini yola getirecek
birini kaçırmış.."
Masanın sağındaki en üst çekmeceyi çekti. Birkaç evrak çıkardı. Bir saat sonraki
toplantı için son hazırlıklarına başladı.
276
XXII
Günlerden Cum'a idi.Yusuf'un tatil günü...
O haftaki Cum'a namazını Aziziye Camii'nde kılmaya niyet etti. Kuşluk vaktine
kadar evde oyalandı, annesiyle bir ara sohbet etti.
Annesi bir punduna getirip gene bulduğu bir kızdan iz açtı. Yusuf gene
tebessümle yetindi.. " Peki ne zaman yavrum?" sorusuna, "yakında inşaallah"
cevâbını verdi. Nesibe Hanım suratını astı, oğlunun yanından ayrıldı.
Yusuf son sınıfta okurken, Konya'ya her geldiğinde buna benzer teklifleri
almıştı. Şimdi daha da sıklaşmıştı teklifler...
O gün de annesi yanından ayrıldıktan sonra "oh şimdilik kurtuldum, birkaç gün,
belki bir-iki hafta idare ederim bununla!" demekten kendini alamadı.
Kalktı Cum'a namazı için bir gusüi abdesti aldı. Odasına girdi. Sakinleşmek,
saçını kurutmak için bir-müddet oyalandı. Az sonra dışardaydı. Namazdan sonra
Üçler Mezarlı-ğı'na oradan da Mevlâna Türbesi'ne gitmeyi plânladı.
En son kardeşi İsa ile gitmişti. Nedense bir haz duyamamıştı ziyaretten...
Çocukluğundaki, ilk gençlik yıllarındaki lezzeti çok aramıştı. Heyhat yoktu
aradığı lezzet! Üstelik içerisi daha bir ruhsuz, türbeler birer taş yığınından
ibaretmiş gibiydi.
Sonra kardeşinden ayrılmış, Üçler Meezarliğı'na gitmişti. Bir mezarı ziyaret
etmiş, uzun uzun çömelmişti başında. Bir ara gözleri dolup boşalmıştı.
Kalkmış, koca mezarlığın derinliklerine yürümüştü. Bir kuvvet sanki arkadan
itiyor, içine ilham veren bir ses gideceği yeri fısıldıyor gibiydi.
Nihayet gelmiş, bir mezarın başına çökmüştü. O vakit,
277
kendisini bir nûr hâlesinin içine girmiş gibi hissetmişti. Hiç tammadığı-
bilmediği, taşı kaybolmuş bir mezar... İşte aradığı lezzetin kat kat fazlası
vardı burada...
Bütün yol boyunca kardeşine takıldı aklı... Tahsil için İstanbul'a gideli iki
hafta olmuştu.
Nöbeti kardeşine devretmişti. Şimdi tahsil sırası ondaydı. Evini-ocağını, gözü
yaşlı anasını bırakmış, ilim tahsiline gitmişti.
Mektebin verdiklerinin hâricinde gayret edecek, bir gün boşalmak üzere
dolacaktı...
Hasret kokan bir fısıltıyla "Allah muvaffak etsin, seni kendine hizmetkâr
eylesin kardeşim!" dedi.
Camie gelmişti artık. Kalabalığın arasına karıştı. Ortalarda bir yere oturdu.
Osmanlının son devirlerinden yadigâr bu camii iliklerine kadar titreyerek
seyretti.
Vaaz henüz başlamıştı. Sonuna kadar, sanki her bir sözün muhatabı kendisiymiş
gibi haşyet dolu bir haletle dinledi.
Kimi zaman derinden ürperdi, vecd ile doldu taştı. Kimi zaman korku ile kendini
hesaba çekti. Kimi zaman muhabbe-tullah ile gözleri yaşardı. Kimi zaman
mes'uliyetinin ağırlığından iki büklüm kıvrandı.
Vaizin mealini verdiği, sonra d» açıkladığı bir hadisi ilk defa duyuyordu.
Günlerce zihnini meşgul edecek, manevî dünyâsına yepyeni bir buud kazandıracak
ma'nâları hâvi idi hadis:
"Mü'minin yumuşaklığı o kadar ziyâde olur ki, kendisini görünce ahmak
sanırsınız."
Bütün samimîyetiyle ardarda, " o mü'minlerden şu kulunu da eyle yârabbi!" diye
dua etti."
"Zulüm, şiddet ve kandan başka bir şey tanımamış yirminci asır insanlığı ne
kadar da muhtaç mü'minin yumuşaklığına" diye düşündü.
Caddeye taşan muazzam kalabalıkla Cum'a namazı tamamlandı. Namaz güzeldi, fakat
camiden çıkışı çok zamanki gibi buruktu.
Camide tek vücud olmuş saflar... Camiden ayrılırken,
278
tanışık olanlar dışında birbirinin yüzüne bakmayan müslü-manlar...Üstüne üstlük
Cum'a, mü'minlerin bayram günü iken.,.
Burukluğu gönlünü yaka yaka, başı önde yürüdü yürüdü... Nihayet kendini Üçler
Mezarlığı'mn kapısında buldu.
Konya'da olduğu müddetçe her hafta ifa etmeye çalıştığı bir vazifeyi yerine
getirecekti şimdi.
Bu ziyaretlerle, dirilerin dünyâsından ölüler diyarına seyahat etmiş oluyordu.
Dünyâ hayâtının binbir meşgalesi insana çok zaman asıl gayesini
unutturuyordu.Mezarlıkları ziyaret ise Yusuf için bir nevi boşalmak demekti.
Unutma tehlikesini yaşadığı değerleri ruhuna tekrar tekrar ilkah ediyordu bu
ziyaretler... Peygamberi ölçünün kıymetini daha bir derinlikle idrak ediyordu:
"Ölüm en büyük nasihattir!.."
Babasının mektubunda da aynı ifâdeye rastladığından beri daha bir bağlanmıştı bu
itiyadına...
Bu ziyaretler her vakit değişik dersler veriyordu Yusuf'a. Ölüler öyle
hakikatleri haykırıyorlardı ki, mezarlıklardan her çıkışında yeni bir üniversite
bitirmiş gibi olduğunu hissediyordu.
Üçler mezarlığı ise onun için bambaşka ma'nâlar taşıyordu. Haftalık
ziyaretleriyle; bir ömür boyu kurtulamayacağı vicdan azabını hafifletiyordu.
Bu ziyaret, umumî değil hususî bir maksada müteveccihti. Rastgele mezarlıklara
gidip ziyaret etmeyi zâten sürdürüyordu.
Bir suçlu gibi süklüm püklüm, büyük demir kapıyı aralayarak içeriye girdi. Selâm
verdi... Adımları, onu ezberlediği mezara kadar götürdü.
Mahzun çehresiyle bir müddet etraftaki mezar taşlarını seyretti. Gözlerini
Önündeki mezara dikti. Taş kesilmiş gibi kımıldamadan baktı baktı... Kimbilir
neler düşünüyor, içinde hangi volkanlar kaynıyordu?..
Eğilip çömeldi. Ellerini açtı. Dudakları kımıldıyordu. Gözlerini yumdu. Ötelerde
bir şeyleri seyrediyordu sanki.
İçinde çok değişik hislerin ortaya çıktığını keşfetti...
O güne kadar görmediklerini mi görmüştü? Birtakım
279
sırlar, önündeki perdeler sıyrılıp da ortaya mı çıkmıştı?..
Ellerini yüzüne sürerken gözlerini açtı. "înşaallah bunlar şeytanın vesvesesi
değildir" dedi.
Senelerdir taşıdığı azab yükünün bir nebze hafiflediğini, içinin inşiraha
kavuştuğunu hissetti.
Kendisine hayret etti. Bu defa gözyaşları yerine sürür ve rahatlık vardı.
"Hayırdır inşaallah! İki defa gördüğüm rü'yâ hakikat miydi yoksa?"
Ağır ağır ayağa kalktı. Kimseyi uyandırmamak ister gibiydi. Tebessüm ederek
vedâlaştı mezardakiyle. Parmaklarının ucuna basa basa uzaklaştı, mezarlıktan
çıktı.
O hâlet-i rûhiyeyle önünde uzayıp giden geniş caddenin karşısına geçti. Birkaç
dakika sonra Mevlâna Hazretlerinin türbesine varmıştı.
Turizm mevsiminin sona ermesine rağmen avluda birkaç turist de vardı. Cum'a günü
olması sebebiyle, ziyarete gelenlerden geçilmiyordu ortalık. Yerli, yabancı,
misafir, her yaştan insan vardı.
"Daha sakin bir zamanda mı gelsem" diye düşündü.
"Bu kalabalıkta da vardır bir hayır, niyetimi değiştirmeyeyim" kararını verdi.
Kalabalığı İncitmeden yardı,«girdi içeriye. Girişte, hemen sağda duran heybetli,
bir o kadar da mütevazi sandukalara nazarlarını atfetti önce... Karşılarına
geçti, uzun uzun baktı baktı... Kimbilir içinden neler geçiriyordu?
Aşk sultanı Hazreti Mevlâna'nın sandukasının tam karşısına geçti. Dakikalarca
karşısında dikildi durdu.
Hayır, gene o hisler!.. İçerde gezinenlerin çorap kokuları, vücûdunun yarısı
kapalı birkaç kadınm-kızm parfüm kokuları...
Yusuf kendinden şübhe etti: "Acaba ben mi yanıhyo-rum? Şu mezarlarda sanki hiç
kimse yok... Her gün gelen şu kadar insan!.."
Geriye döndü hemen. Âdeta ezberlediği diğer kısımlara hiç gitmeden, içerideki
kalabalığı yararak kendisini dışarı attı.
280
Avluda boş bulduğu bir yerde sırtını duvara yasladı, Başını önüne eğdi,
gözlerini yumdu. "Acaba tekrar Üçler Me-zarlığı'na mı gitsem" diye düşündü.
Hayır; geçen sefer onu sürükleyen ses de yoktu şimdi içinde...
Açtı gözlerini, ürkek ürkek insanları seyretti.
Gözleri kalabalıkta bir dâire çizdikten sonra önüne indi. Tanıdık kimse yoktu.
Tekrar başını kaldırdı. Tam karşısında bir turist, bir cep defterine ayaküstü
bir şeyler yazıyordu. Bir müddet adamı seyretti. Beriki bütün dikkatini
elindekine vermiş, etrafıyla hiç ilgilenmiyordu.Bir ara durdu, kalemi şakağına
dayadı. / Tekrar yazmaya başladı. Başını yeniden kaldırdığında Yusuf'la göz göze
geldi. Bakıştılar... Adam tekrar işine koyuldu. Yusuf birkaç adım attı, turiste
yaklaştı. Karşısındaki de kendisine doğru yürümüştü. Tereddütlü bir hâli vardı.
Yanı-başında bir müddet dikildi Yusuf.. Yazdıklarını bitirmesini bekledi.
Nihayet defteri kapattı yabancı. Başını kaldırdı, az Önceki adama tekrar bakayım
derken Yusuf'la âdeta burun buruna geldi.
Fırsatı kaçırmadı Yusuf-. İngilizce selâm verdi. Turist gülümseyerek selâmına
karşılık verdi.
Gene İngilizce, tâbiiyetini, milletini sordu.
- îngilizim.. Fakat ailemle birlikte yıllardır İtalya'dayız..
- Türkiye'ye ve Konya'ya hoşgeldiniz.. Bunu söylerken tokalaşmak üzere elini
uzattı.
Yirmi üç- yirmi beş yaşlarında gösteren turist gayet memnun, elini uzattı.
- Hoşbulduk, teşekkür ederim..
- Münâsib görürseniz size yardımcı olmak istiyorum. Genç adam Yusuf'u tepeden
tırnağa süzdü... Hüzün dolu masum çehresine dikkatle baktı.
İçinden bir ses, "bu adamdan sana zarar gelmez" demiş gibi gayet rahat:
- Tabiî, çok memnun olurum! Hakikaten bana rehberlik edecek birine ihtiyacım
var. Geldiğimden beri biraz buruk, yabancılığımın acısını yaşıyordum.
281
- Konya'dan başka yerlere gittiniz mi?
- Benim asıl maksadım Konya'ya gelmekti.. Bir hafta İstanbul'da kaldım. Son bir
haftadır da Konya'dayım.
- Türkçe biliyor musunuz?
- Biliyorum, fakat sizin İngilizceniz kadar iyi değil..
- O halde İngilizce konuşalım..
- Tabiî, iyi olur...
- Hâlen Roma Üniversitesi Türkoloji Bölümü'nde okuyorum. Son sınıftayım.
Bitirme tezi mevzuu Me\iâna Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevîlik...
Üniversitenin bursuyla Konya'ya geldim. Beş haftalığına yolladılar beni..
Aslında kısa bir zaman ama...
- İstanbul'da birkaç gün araştırma yaptım. Buraya gelir gelmez Selçuk
Üniversitesi ile irtibat kurdum. Kitabî olmasına rağmen o bilgilere de ihtiyaç
var şübhesiz. Ele geçirdiğim kaynakların fotokopisini çektirdim. Kaynak aramaya
devam ediyorum. Asıl çalışmama döndükten sonra başlayacağım..
- Yalnız bana asıl lâzım olan mevzuun ruhu.. İşte onun için gidebileceğim her
yere gitmek istiyorum. En ufak bir teferruatı bile not etmeye çalışıyorum..
Yusuf hayran kalmıştı bu zihniyete. Senelerdir madde boyutlarını aşamamış, son
derece donuk ve soğuk kalmış, ruhsuz yerli ilim adamlarıyla mukaye^ etti..."
Böylesi tek kanatlı ilim kuşu başkalarına fayda temini bir tarafa, kendini
kurtaramazdı ki!"
- Peki aradığınızı bulabildiniz mi?
- Maalesef henüz bulamadım. İşte böyle yerlerdeki kırıntılarla avunup
duruyorum. Ve merak ediyorum; acaba ki-tablarda okuduklarımdan hiç eser kalmamış
mı?..
- Artık bulacağımı da zannetmiyorum. Bir karamsarlık çöktü içime.. Anhyamıyorum
bir türlü; bu kadar teferruatlı ve sağlam bir yolun takibçİleri bugün nasıl
tükenebilir?!
- Bu kanaatte olduğunuza göre, olması gerekenleri de biliyorsunuz demek ki!
- Ben zannetmiştim ki sokakta dahi bu kişilere rastlayabilirim. Hayret ettim;
müslüman bir memlekette adım başı meyhane, kumarhane var. Su gibi içki
tüketiliyor. Bakkalları-
282
nızda dahi içki satılır olmuş. Lüks otelleriniz fuhuş yuvası Sokaklarınızın
bizimkilerden farkı yok. Konya biraz daha farklı, o kadar..
- Asıl olması gerekenler yok!..
- Öyle bir hayâl kırıklığına uğradım ki! Bizdeki her türlü menfi hâl sizde de
mevcud. Ben ise ise tersini ümid ediyordum. Benim ve birçok Hıristiyan'ın
kurtulmaya çalıştığı kötülükler var sizde!
- Belki menfi evsâfınız bizden kat kat geri. Azıtıp şirâzeden çıkanlarınız çok
az belki.. Fakat bizim yaşadığımız hayâta gıpta edip, bize benzemeye çalışanlar
haddinden fazla... Birçok yönünüz bizim aynımız...
Adam birden durakladı. Aşırıya gittiğine kanaat getirmiş olacak ki:
- Özür dilerim... Böyle ayaküstü, sakatlıklardan bahsetmek istemezdim. Fakat...
- Anlıyorum sizi.. Hayır, hiç çekinmeyin. Yerden göğe kadar haklısınız. Acı da
olsa bunlar hakikat..
Turist rahatlamıştı. Öyle ya, damdan düşer gibi anlattıklarıyla muhatabını
kızdırmak da vardı.
Yusuf'un hayranlığı daha da artmıştı. Câhil birisi değildi karşısındaki. Demek
ki incelemiş-araştırmış akıl yoluyla bir takım hakikat kırıntılarına kavuşmuştu.
Anlatılanlar, bir ismi tedai ettirdi Yusuf'a..
- Profesör Anna Masala hiç dersinize geldi mi? Bu ismi duyunca berikinin gözleri
parladı..
- Tabiî tabiî.. Geçen sene geldi, bu sene de geliyor. Tanıyor musunuz kendisini?
- Belki bilirsiniz.. Her sene Aralık ayında Konya'da Mevlâna'yı anma
ihtifalleri olur. Kendisi de kimi seneler teşrif eder. Bundan dört sene evvel
bir konferansını takib etmek na-sib olmuştu.
- Hoş, ben de deminden beri düşünüyordum. Bunca bilgiyi ve basireti nerden
kazanmışsınız diye.. Öyle saygıdeğer bir hanımefendinin size kazandırdığı şeyler
olmalı...
- Evet, dedi sevinçle.. Hem de çok... Dersler hâricinde de
283
Çok istifâde ettim kendisinden.
Artık havaya girmişlerdi. Nihayet adını sormayı akıl etti Yusuf:
- Adım Charles Carpenter..
- Benimki de Yusuf Serdengeçti.
- Yahudi bir tanıdığım vardı. İsmi Jozef'ti. Dikkat ettim de sesler nasıl da
yakm birbirine...
- İsimlerin ses olarak benzeşmesi her iki dinin aynı kaynağa, yakın lisanlara
dayandığını gösteriyor. Böyle birçok isim var. Bilhassa peygamber isimieri...
-Ne yazık ki Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi hevâ ve heveslerine göre birçok
şeyi tahrif etmişler...
- Ben koyu bir Katolik ailenin çocuğuyum. Babam ve annem dindar insanlardır.
Daha rahat yaşayacaklarını umdukları için vaktinde İtalya'ya gitmeye karar
vermişler. Lâkin aradıklarını hâlâ bulmuş değiller..
- Nasıl bulsunlar ki; tahrif edilmiş dinimizde akla, mantığa, vicdana ters gelen
bir sürü saçmalık var...
- Sizin aydınlarınızdan birçoğu Müslümanlıktan utanıyor. Nedendir bilmiyorum...
Sâdece tahmin ettiğim bîr şey var: Bizim câzibedâr hayâtımız gözlerini
kamaştırmış onların.. Ve aşağılık kompleksi içindeler..
- Ben ise her zaman Hıristiyanlığımdan utanıyorum. İsyan ediyorum bazen..
"Böyle olmamalı" diyorum "Benim hayatım daha değişik olmalı, insanlar bunca boş
işlerle uğraşmamalı" diyorum.
- Ne yazık ki bugün Batı, büyük ölçüde, tahrif edilmiş dinlerini de bırakmış,
çeşit çeşit "-izm" lerle avunuyor..
Senelerdir bu eksikliği içimde yaşadım. Ailem donmuş kalıplar içinde yaşadığı
için olsa gerek, mutsuzluklarından, cemiyetin korkunç gidişatından pek haberdâr
değildi..
-Araştırdıkça, akıl yoluyla bazı doğruları buldukça, yaşadığımız hayatın, dünyâ
görüşümüzün birçok noktada herzelerle, ma'nâsızlıklarla, tenakuzlarla dolu
olduğunu gördüm.
Sözün burasında Yusuf bütün yumuşaklığını dilinde toplayarak sordu:
284
- Peki İslâm'ı ne kadar araştırdınız? İslâm hakkında ne gibi malûmatınız var?
Biraz düşündü Charles... Geçmiş hayatını, okuduğu ki-tabları, tecrübelerini
zihninden şöyle bir geçirdi...
Birkaç kitab okudum. Onlar da Avrupalı müsteşriklerin eserleri.. Ne kadar
seviyelidirler bilemem. Belki de tarafgir yazmışlardır. Bence maksatlarını da
öğrenmek lâzım. Fakat bunu hususî olarak araştıracak bilgi seviyesine sâhib
değilim..
- Uzaktan tanıdığım birkaç müslüman var.. Yalnız, onlarla oturup konuşmuşluğum
yok.. Okuduklarım da İslâm'ı sâdece birkaç yönüyle inceliyordu. Haliyle çok
eksik kalacaktır böylesi...
- Velhâsıl; bir bütün hâlinde, sizden tercüme edilmiş eserlere ulaşamadım.
.Yâni kaynakların berraklığından çok uzağım.
- Kur'an'ı hiç okudunuz mu?
- Hayır... Duyduklarım da bir kaç âyet mealinden öteye geçmez...
Bunu söylerken ümitsiz bir ifâde vardı çehresinde..
- Sizin anlryacağıniz; hiçbir şey tatmin etmiyor beni..
- Anadolu'nun, topyekûn İslâm dünyâsının manzarası da anlattıklarınızdan pek
farklı değil. Onlar da senelerdir, hattâ iki üç asırdır köklerinden
uzaklaştıkları için sizin hâlinizin benzerini yaşıyorlar. Öz kaynaklara
ulaşamadıkları için, ulaştırılmadıkları için, boyunlarını büküp zelil hâllerine
razı oluyorlar.
-İslâm'ı unutan müslümanlar ve onun nurundan mahrum bütün insanlık ferden ve
içtimâen zillet halinde yaşayıp kıvranıyor.. Tâ ki aradığı İslâm nuruna
kavuşuncaya kadar bu böyle devam edecek.
Bu son sözlerle Charles'in yüzü aydınlandı. Gözlerinin içi gülüyordu:
- Ben de her zaman; "faziletlerin bitmesi, ilâhî reçetenin özünün kaybolması
mümkün olamaz, muhakkak bir çıkar yol olmalı" diye düşünürdüm.
- Hiçbir zaman, insanların sunduğu reçetelerin fayda vereceğine inanmadım. Zira
onlar da fânî, âciz ve güç itibariyle
285
sınırlı... Bu reçeteyi hangi şahıs veya hangi zümre arzediyor-sa, an gelecek
nalıncı keseri gibi kendine yontacak.. Huzur diye sundukları, insanları kaostan
kaosa sürükleyecek...
- İşte şu asırda görüyoruz; her türlü sapıklık cereyanı zirvede.. Batı'da
insanlar, reçete diye öyle acaib şeylere sarılıyor ki...
- Elimde öyle istatistikler var ki!.. Vakit olsa da ibret için anlatabilsem...
Duyduğunuzda hayrete düşeceğiniz, dudaklarınızı uçuklatacak, sizi iğrendirecek
nice şeyler...
- Evet... Muhakkak çıkar bir yol olmalı diyorum. Eğer yok ise, şu dünyânın da
bir manâsı olamaz.
- Ne güzel, yüreğime su serptiniz.. Ümit bahşettiniz. Çok teşekkür ederim size
çok!..
Yusuf'un yüzü kızarmıştı. Charles çözemediği bu hâle bir ma'nâ veremedi.
Bir müddet etrafı seyretti. Nihayet ayrılmak üzere müsaade istedi:
- Sizi tanımaktan bahtiyarım. Değişik bir müslümansı-nız. Şu kadarcık
sohbetimiz bir fikir verdi bana." Nerden çıktı bu kanaatiniz" diye sormayın.
Kelimelere sığmıyor hissettiklerim... Anlıyamıyorum ama bir şeyler seziyorum, o
kadar...
- Ne yazık ki şimdi ayrılmam gerekiyor. Otelime dönmem lâzım.. Bir telefon
görüşmesi ^tapacağım. Sizinle başka zamanlarda da görüşme imkânımız olursa çok
memnun olurum!
Gizli bir yalvarış vardı sanki sesinde..
- Buna hiç lüzum yok, dedi Yusuf gülerek..
Beriki anlıyamadı,şaşaladı. Karşısındaki hem gülüyor hem de "lüzum yok" diyordu.
- Doğru ya. Sizin de işiniz gücünüz var. Zamanınızı bana ayıramazsınız ki!
- Hayır, dedi Yusuf. Durum iz"ah edeyim..
- Sizi evime davet ediyorum. Misafirim olacaksınız. Memleketinize dönene kadar,
misafirim olmanızı istirham ediyorum.
Charles şaşkındı, "Acaba benimle alay mı ediyor" diye
286
düşünmeden edemedi. Bütün ciddiyetiyle sordu:
- Ama nasıl olur? Size zahmet vereceğim, bir sürü yük
olacağım.
Sesi yumuşacık, fakat âmirâneydi Yusuf'un:
- Başımın üstünde yeriniz var. Geleceksiniz, misafirim olacaksınız, o kadar...
- Şimdi lütfen gidin, işlerinizi halledin. Ne zaman müsait olurum derseniz, o
zaman gelip otelinizden sizi alırım..
Charles biraz düşündükten sonra:
- Pekâlâ akşam yedi sularında hazır olurum... Tokalaşıp ayrıldı. Kalabalığın
arasına karışıp gözden
kayboldu...
Yusuf, içi sevinç dolu, geriye döndü. Az Önceki yerine yürüdü. Yerinde sırtını
duvara dayamış biri vardı. Duvarın biraz sağında boşluk buldu.
îçeriye girdiğinde tereddüde düştüğü ânı hatırladı. Şimdi işin akışı değişmişti.
Yaslanıp, şu turiste tevâfuk etmesinin hikmetini çözmeye çalıştı.
Ona göre; en basit hâdiselerde dahi hikmet aramak basiretli mü'minlerin şiarı
olmalıydı.
Zira, hikmet arayışı yepyeni hakikatlere kapı aralıyordu. İnsana hiç
bilmediklerini öğretiyor, kütübhâneler devirse alamıyacağı dersleri veriyordu.
Ve akıl sahibi, irâde sahibi, idrak sahibi insan bir noktaya kadar geliyor; aynı
hatalara düşmeme ferasetini kazanıyor, kâinatın dilini anlamaya başlıyor, eşya
ve hâdiselere bambaşka bir gözle bakıyor, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin
veciz ifadeleriyle hislerini âbideleştiriyordu:
Hakk serleri hayreyler Zannetme ki gayreyler Arif anı seyreyler Mevlâ görelim
neyler Neyîerse güzel eyler
"Beni de o ariflerden eyle Allahım! Sen bu tanışmayı hayırlara vesile eyle..."
Bu duayı ardarda ardarda tekrarladı...
287
Başını önüne eğdi. Kimbüir daha neler geçiriyordu gönlünden...
- Daldığı âlem, pek fazla meşgul edemedi kendisini..Bir sesle İrkildi. Boş
gözlerle etrafına bakındı. Kendisine seslenmişler gibiydi. Dikkatini toplayıp
kalabalığı taradı tekrar... İki üç adım sağında tekrar aynı sesi duydu. "Yusuf
ağbi!" diyen bir kız sesiydi bu. Âni bir hareketle başını çevirdi. Gülümseyerek
bir kız bakıyordu kendisine. Bir tanıdık mı diye bakarken yanma yaklaştı, tam
karşısında durdu.
Birbirlerinin yüzüne utana sıkıla baktılar...
Kız, basma şöyle böyle bir örtü geçirmiş, saçları alnına taşmıştı. Yusuf,başını
örtmeye çalışmış bu kızı gözlerinden tanımakta gecikmedi.
- Azra!.. Sensin ha.. Ne geziyorsun buralarda?
- Evet benim Yusuf ağbi.. Burayı bir ziyaret edeyim dedim. Şaşırdın galiba..
Beni...
- Evet ya, seni İstanbul'da zannediyordum. Dur bakayım.. Bu sene üçüncü sınıfta
olman lâzımdı, öyle değil mi? Hayırdır Azra, okullar açık... Kendi kendine izin
mi verdin yoksa?
- Hayır Yusuf ağbi, okulu bıraktım. Artık gitmeyeceğim..
- Ne demek bu? Bunca senelik emeğini...
- Emeğimi hiç düşünmüyorum. Me icab ediyorsa onu yaptım.
- Peki sebeb ne?..
- Sana vaktinde bir iki defa çıtlatmıştım ya.. Aile mes'e-leleri işte! Annem,
hele babam, liseyi bitirmemi kâfi sayıyorlardı. Beni ta İstanbul'a tek başıma
yollamaya gönülleri razı olmuyordu. Sen de biliyorsun; üvey ağbilerim var..
Eskiden beri hiç yoktan vara yoğa müdahale ederler. Her şeye muhalefet ederler.
Bilmiyorum; belki de tabiî şeyler bunlar..
- Her ne ise.. Ben de artık kuru gürültüye pabuç bırakmıyorum ya! Eskiden her
şeye sabreder, boyun eğerdim. Artık sâdece evde değil, iş hayâtında da hakkımı
yedirmiyorum kimseye...
Yusuf, bir taraftan dinliyor, bir taraftan da tedirgin tedir-
288
gin etrafına bakmıyordu. Olur ya, bir tanıdık görür de, şu ayaküstü konuşmayı
bile yanlış yorumlayabilirdi. Belki de fesat bir kalble her türlü sû-i zanda
bulunurdu.
"Mü'min" kelimesi bünyesinde de taşıdığı gibi bütün mü'minlere "emin" ma'nâsını
hamletmeliydi. Her tarafa öyle bir anlayış hâkim olmalıydı ki; mü'min ve
müslüman denilince, dost-düşman herkesin aklma "emin, doğru, dürüst" insan
gelmeliydi.
Ve müslüman, diğer insanların sû-i zannına sebebiyet verecek her türlü
hareketten kaçınmalıydı.
Yusuf'un tedirgin hâlini farkeden Azra konuşmasını kesti. Dikkati muhatabının
ara ara etrafa göz atışma takıldı.
Yusuf mahcub bakışlarını tekrar çevirdiğinde, Azra'nın ma'nâlı bakışlarıyla
karşılaştı. İkisi de aynı şeyleri düşünüyorlardı...
Hayâtında tanıdığı açık kalbli birkaç kişiden birisiydi Azra.. Ona "keşke
hepimiz onun kadar açık yürekli olabilsey-dik" diye gıpta etmişti her zaman..
Azra, açık konuşmasıyla, Yusuf'u yanıltmadı.
- Yusuf ağbi, seni rahatsız ettiğimi biliyorum. İstersen şu ayaküstü konuşmayı
keselim hemen... Kusura bakma, bunu düşünmeliydim!. Benim yüzümden...
- Hayır hayır... Şimdilik öyle birileri yok.
- Yoo ben gene de...
- Bak samimî söylüyorum. Tehlikeli bir ortam yok. Sonra yalnız kalmış, başbaşa
değiliz ki!
Birden aklına geldi Yusuf'un.. "Tüh, nasıl da düşünemedim!" diye hayıflandı.
"Aynı hâlden o da tedirgin olabilir."
- Fakat senin için mahzuru alabilir! Kızcağız acı acı tebessüm etti:
- Sana ve sevdâlısı olduğunr dâvaya bir zarar gelmesin de gerisi mühim değil..
Benim için...
- Evet, benim için hiç mühim değil! Yapmadığım şeylerin yapmışım gibi dillerde
dolaşmasına Öylesine alıştım ki! Hem ne olacak?.. Senin gibi biriyle konuşmam
benim için ancak şeref olur! Bırakalım zavallı böcekleri, başkalarıyla uğ-
289
raşsmlar!..
Azra durdu durdu:
- Yusuf ağbi, içeri girdin mi? Yoksa dönüyor muydun?
- Geri dönüyordum. Bir turistle tanıştım, biraz sohbet ettik. Sen bana
seslendiğinde hâlâ sohbetin havasındaydım.
- Yâni bir turist belki de karşılaşmamıza vesile oldu.
- Evet, hayırdır inşaallah!
- Bu günlerde ne yapıyorsun Azra?
- Yaz başında okulumu bırakıp çalışmaya karar verdim. Karapınar'a döndükten
sonra, sâdece iki hafta boş kalıp dinlenebildim. Şimdiki işime de o zaman
başladım.
- Dün patrondan izin almıştım. İki gündür izinliyim. "İyi olmadığımı, kafamı
dinlemeye ihtiyacım olduğunu" söyledim. Sağolsun anlayış gösterdi.
- Dün evden hiç çıkmadım. Bu gün de içimdeki kasveti belki biraz atarım diye
buralara geldim.
- Buraya gelince kendimi daha güçlü hissediyorum, Rahatlıyorum.
- Şu yığın yığın insanları gördükçe bambaşka bir huzura garkoluyorum. Belki
tuhaf gelecek ama şu avlu kapısından girince, kendimi emniyette hissediyorum.
Dışarıdaki iğrençliklerden, aşağının aşağısı insanlardan kurtulduğumu
hissediyorum. Canım hiç ayrılmak istemiyor. Dışarıya çıkar-sam, sanki şu şehir
beni yutacak, değirmen taşı gibi öğütecek zannediyorum. Burada çirkinliklerden
uzak, kimseden zarar görmeyeceğim hissini yaşıyorum hep...
"Demek her şey o kadar kötü görünüyor ha!" diye düşünmeden edemedi Yusuf..
- Ne diyeyim bilmiyorum. Bazen kendimden şübhe ediyorum. "Hakikaten her şey
karanlık mı, yoksa bana mı öyle geliyor" diye... Sonra tekrar tekrar bakıyorum
etrafıma. Her şey dehşet veriyor insana.. Her şey iğrenç. Çıkar bir yol var mı
diye bakıyorum. Hayır... Her şey kaostan ibaret!
Azra'yı Yusuf'un müdahalesi susturdu.
- Gönül arzu ederdi ki geçen zaman zarfında daha bir iyimser olasın. Bilakis
daha bir karamsar olmuşsun Azra. İn-
290
şaallah mücâdele gücünü de kaybetmemişsindir. Zira, seni hâdiselerin üstüne
üstüne giden birisi olarak taımiştım. Daha da güçlenmeni, hayatın şartlan
karşısında eğilip bükülüp kı-rılmamamı isterdim.
Gözleri boş boş bir noktaya takıldı Azra'nın.. Sesi titrek, hıçkırıklarını
tutamıyacak gibiydi:
- Heyhat, geçen zaman bende birçok şeyi öldürdü, bir çoğunu da diriltti! İnsaf
merhamet hislerim öyle bir törpülendi ki!..
- Ama çok şükür.. Senin temennin gibi mücâdele ruhum daha bir güçlendi.
Mağlûbiyeti kabul etmedim. Fakat...
!!!
- Fakat ne kadar dayanabileceğim, bilemiyorum. Tek başıma o kadar zor ki!...
Yardımcılar değil, bir tek yardımcı olsaydı çok şey değişirdi.
- Dünyâda iyiler de var şübhesiz.. Senin gibi fazilet yüklü, muhterem insanlar
da var,, Bazen kendi kendime şöyle diyorum: "Kötüler hep benim başıma mı
tebelleş oluyor?"
- Beni hâriçte tut lütfen, dedi Yusuf..
- Evet Yusuf ağbi .. Zaman çok şeyi değiştirdi. Eski Azra yok artık! Bir sene
oldu ki görüşmüyoruz..
- Bir sene Öncesinin gülen, dünyâdan kâm almaya çalışan, hiçbir şeyi umursamayan
Azra'sı yok artık!
- Senden birkar defa işittiğim bir tesbiti hiç unutmuyorum Yusuf ağbi! "Izdırab
çekmemiş olmak büyük ızdırabdır.' Izdırab; insanı yücelten, çok büyük mesafeler
kat'ettiren, kemâle erdiren en büyük âmildir. Gülmeyi, rahatı, menfaati kıble
edinenlerin kendilerine dahi faydaları, insanlığa verebilecekleri hiçbir şey
yoktur."
- O zaman gülüp geçmiştim böylesi bir felsefeye... Zira saçma ve budalaca
gelmişti bana. Fakut geçen şu kadarcık zaman seni haklı çıkardı. O zaman
ızdırabdan neyi kasdettiğini bile anlryamamıştım. Ve artık ben de diyorum ki;
"acı çekmeyen insan bir hiçtir!" Bu noktada peygamberler zirveyi tutuyorlar.
- Bilmem yanılıyor muyum? '
291
- Haklısın Azra! Yerden göğe kadar haklısın...
- Zaman hakikaten çok şeyi değiştirmiş. Başka bir hüviyete bürünmüşsün.
Hayattan kopmaman ise...
- Evet... Çektiğim acılar, yaşadığım tecrübeler, beni içtimaî hayata daha bir
bağladı. İnanır mısın, kendimi vahşi hayvanlar gibi hissediyorum. Başladığım bir
mücâdeleyi, ölümüne devam ettirme gücünü kazanıyorum.
- İnsanlar arasında büyüyüp de dağa salınmış bir kurdun acizliği, uyuşukluğu,
acemiliği bende hızla kayboluyor. Mücâdele, inatla mukavemet etme, günbegün
pişiriyor beni...
- Şahsıma, bilhassa başkalarına yapılan haksızlıklara ânında müdahale ediyorum.
Elimden gelirse elimle, dilimden gelirse dilimle bertaraf etmeye çalışıyorum
gördüğüm menfi hâlleri..
Yusuf sevinç doluydu:
- Şartlar ne olursa olsun, yıkılrnamana çok sevindim Azra.. Bir köşeye çekilip
pasif bir hayat yaşamak, her şeye boyun eğmek, sâdece biyolojik bir hayattan
öteye götüremez bizi., înşaallah bütün arzularına kavuşursun!
Tekrar yüzüne gölgeler çöktü. Bakışları değişti Az-ra'nın :
- İşte o noktaya gelince duraklıyorum.. Bir türlü ümitvar olamıyorum. Hani
bahsederdin ya; "ferden ve içtimâen İslâm'ı hayâtımızın her safhasına hâkim
kılmadıkça, Kur'an ve imân kalblerde habse mahkûm edildikçe, aradığımız huzuru
asla bulamayacağız.."
- Ben daha kendimle mücâdelemi kazanamamışım, her dâim tenakuzları yaşıyorum..
İçimle dışım bir değil.. Olmak istediğim gibi değilim ve olamıyorum...
- Üstelik çevrem beni ıslah edecekken, beni baştan çıkarmaya çabalıyorsa,
dalalete sevketmeyi kendisine vazife addediyorsa nasıl başaracağım bunu?..
- Bana göre; fertlerin tek tek ıslahı ve terbiyesi, devlet diye bel
bağladığımız, mukaddes bildiğimiz müessesenin işi...
~ O devlet ki; canı, malı, namusu, aklı, nesli korumak baş vazifesiyken, bazı
melanetleri âdeta teşvik ediyor. Neticede kudsiyet vasfmı kaybediyor.. Üstüne
üstlük, yapılan
292
saldırıya karşı kendini savunmaya kalktığında sanık sandalyesine sen
oturtuluyorsun. Bunların neler olduğunu sen benden çok daha iyi bilirsin Yusuf
ağbi.. Tek tek bahsetmeye lüzum yok. Hem hangi birini anlatayım ki!
Biraz durdu, nefeslendi. Konuşup konuşmamakta kararsızdı. İçindekileri boşaltma
arzusu bu kararsızlığa son verdi:
- Hele bir mes'ele var; kanuna öyle dokunuyor ki!..
- Mukaddes bildiğimiz devlet, bir Ermeni patroniçeyi senenin vergi rekortmeni
olarak mükâfatlandırıyor. Hatırlarsın, geçen sene de aynı şey olmuştu.
- Bir genç kız olaraK şunu söylerken bile hicab duyuyorum! Ama yediremiyorum
insanlığıma, müslümanlığıma... Bir hiç bile olsam gene de müslümamm ben!
- Müslüman kızların namuslarını pazarlayarak kazandığı paralardan verdiği
vergiyle devlet tarafından taltif edilme hâdisesi yeryüzünde görülmüş şey midir
acaba?
- Bu ne acaib "devlet" anlayışıdır ki; tebaasının namusunu
koruyacakken, her zerresi pislik olan bu vergiyi güle oynaya alıyor, vereni de
baştâcı ediyor.
- O patroniçe ki; sermâye olup da çalışmak isteyen Romen, Polonyalı, Rus vesair
kızları-kadmları reddediyor, "sâdece müslümanlan çalıştırırım" diyor. "Çıkar yol
istiyorsanız, müslüman olun, öyle gelin..."
- Ahhî.. Çıldırmamak mümkün değil!. Durdu durdu:
- Mes'elenin başka buudları da var ama onlar mevzuu-muz değil..
- Nasıl isyankâr olmazsın Yusuf ağbi? Zombileşmiş fertlerden, kokuşmuş
cemiyetten ziyâde, benim isyanım, insanımıza hiçbir yönüyle istikbâl vaad
edemeyen devlete...
- Yalnız zannetme ki ben devletime düşmanım.. Benim düşmanlığım devleti işleten
çarka, onu bugünkü âciz hâle getiren sisteme, idarecilere! Hiç kimseyi, hiç bir
müesseseeyi mel'unlukla, hainlikle tavsif etmiyorum!. Her şeye rağmen bu cemiyet
bizim, bu insanlar bizim, bu devlet bizim...
293
Yusuf gayet memnun:
- Evet Azra! Bu topraklar, bu vatan toprağının altındakiler ve üstündekiler hep
bizim. Ve bu devlet tehlikeye düşerse, İlk imdada koşacak olanlar gene bizleriz.
Anadolu'nun temiz kalmış insanları...
- Biz gaflete ve hıyanete düşenleri de kucaklamalıyız. Bir gün bütün insanlığı
kucaklayacağımız gibi...Bunu unutma ve o günlere hazırlan... Hepimiz
hazırlanalım ve sapasağlam kalalım.
- Unutma AzraiBiz ıslah için varız.. Öldürmeye değil, diriltmeye talibiz. Nefret
değil bizim harcımız. Şiarımız düşmanlarımıza dahi muhabbet ve şefkat!.. Târihin
milyonlarca defa şâhid olduğu gibi...
- Sen başındaki şu örtüyle..
Azra'nın yüzü ızdırabla gerildi. Ne diyeceğini kestire-medi önce. Yüzünün hâli
bir utanç, bir bezginlik hâli değildi yalnız.
Yusuf'u deminden beri kandırıyordu. Öyleyse, ayrılırken söyleyeceği sözü şimdi
söylemeliydi. Tam yeriydi ve söyleyince rahatlayacaktı.
- Yarım yamalak başıma geçirdiğim şu örtüden bahsediyorsun. Onu buraya geldim
diye örtündüm. Böyle bir yere başı açık gelmemeliyim diye düşündüm. Maalesef
Yusuf ağ-bi; zaman zaman çok istesem de o noktaya gelemedim henüz. Geçen sene
okulun kapanmasına iki ay kala örtünmeye başlamıştım. Buraya dönünce maalesef
devam ettiremedim.
- Senelerdir edindiğim bozuk alışkanlıklar, okul çevresi, mahalle çevresi,
arkadaş ve akraba çevresi, en nihayet iş çevresi örtünmeme set üstüne set
çekiyordu. Biraz önce de söyledim ya... Beni ıslah edecekken, büsbütün yoldan
çıkmam için herkes ve her şey söz birliği etmiş sanki!
- Evet Yusuf ağbi! Seni hayâl kırıklığına uğratmak istemezdim ama maalesef
vaziyet bu... Biliyorum; kıyafetimle basımdaki örtü birbirine hiç uymuyor.
Yüzümde çok hafif de olsa makyaj var. Saçlarım boyalı.. Tırnaklarım da ojeli
idi. Onları da birkaç gün evvel mecburiyetten kazıdım.
- Azra! İnşaallah en kısa zamanda hepsinden kurtulursun. Bunun izdırabını
yaşaman bile büyük bir şey. Niceleri
294
var ki; sefillerin sefili bir hayatı yaşarken zerre miktar noksanlık
hissetmiyorlar. Üstelik yaşadıkları hayattan memnun görünüyorlar.
- Hepsinden kötüsü; yaşadıkları hayâtın hayat olduğu zehabındalar...
- Bir köstebek için toprağın altı onun dünyasıdır. Bir lağım faresi için de
yaşadığı yerler evidir. Pislik böceğinin yaptığı iş, onun için vazgeçilmez bir
iştir. Yaşanılan mekânlar ve sürülen hayat onlar için gayet tabiîdir. Ne için
yaratılmışlarsa onun için yaşıyorlar...
- Sen Azra!.. Zaman zaman tökezleyebilirsin. Hata edebilir, hattâ bazı
hatâlarını tekrar edebilirsin. Bütün bunları yapsan bile içinde devamlı bir
pişmanlık, istediğin gibi olamamanın burukluğu var. Ruhun ve vicdanın,
hatâlarına hep isyan ediyor.
- İnsan yaratılış gayesine ne kadar uygun yaşıyorsa, o kadar yükseliyor. Bu
gayeyi sen çok iyi biliyorsun! Tekrar etmeme lüzum yok..
- Yeter ki güçlü ol. İçindeki ve dışındaki zelzeleler, fırtınalar seni
parçalayıp yok etmesin!
•••
Yusuf o akşam hava kararmadan eve gitti. İsa'nın odasını misafir edeceği Charles
için hazırladı.
Akşam yemeğini annesi ile birlikte yedi. Yemekte gelecek misafirden bahsettikten
sonra annesinin gözlerine baktı. Nesibe Hanım şaşkın ve memnundu. Heyecanlıydı
da.. Uzun zamandır evlerine misafir gelmemişti. Hem böylesi bir misafir ilk defa
geliyordu.
Bir yandan da düşündü durdu. Oğlu alelade olmayan bu misafire çok ehemmiyet
vermişti. Kimbilir niyeti neydi, neler plânlıyordu?- Bir şeyler seziyordu ama
anlayamıyordu.
Yemekten sonra oyalanmadan evden çıktı Yusuf.. Çarşıda bir üniversiteye hazırlık
dershanesine ziyarette bulundu. Buluşma vaktine beş dakika kala otele gitti.
Charles lobideydi. Uzun zamandır ayrı imişler gibi ayağa fırladı, tokalaşmak
üzere Yusuf'a elini uzattı.
Az sonra bir taksiye binmişler, eve gidiyorlardı...
295
XXIII
Mevsim Orta Anadolu'da adım adım kışa yaklaşıyordu. Ekim ayının son günleriydi.
Akdeniz, Ege ve Güneydoğu bölgelerinde havalar henüz yumuşaktır. Orta Anadolu
ise akşamları üşütür insanı. Dışarısı, kaim bir şeyler giyinmeyi icab ettirir.
Sobalar, kaloriferler bazen gündüzleri dahi yakılır.
Böyle akşamlardan birinde; gündüzden beri yağmurun çiselediği, üşüten bir Ekim
sonu akşamında, bir ma'nâlı toplantı vardı Konya'da.;.
Bir aile, bir akraba toplantısı değildi bu.. Üç-beş dostun bir araya geldiği bir
toplantı değildi. Bir düğün değildi, vur patlasın çal oynasın cinsinden bir âlem
değildi. Bir politik toplantı değildi. Bir yeraltı dünyası toplantısı da
değildi.
Alışılmışın dışında idi her. şey.. Bir zikir halkası yoktu. Bir ilim meclisine
benzemiyordu. Bir sohbet cemaatine de benzemiyordu. Bunların hepsinin terkibi
bir şeydi belki...
Gelenler de alışılmışın dışında idi. Koca yüksek Öğrenim talebe yurdunun koca
misafir salonu tamamen dolmuştu. İhtiyarlar ve orta yaşlılar, duvar kenarlarına
çepeçevre yerleştirilmiş kanepelere oturmuşlar, gençler ise yerdeki halıların
üzerine kimi bağdaş, kimi diz çökerek oturmuşlardı.
Gelenler arasında çeşit çeşit, tip tip insanlar vardı. Sakallılar, sarıklılar,
takım elbiseliler, kravatlılar, bıyıksızlar, spor kıyafetliler, sâde giyinenler,
cicili bicililer, yetmişlik ihtiyarlar, lise çağındaki tazecik gençler...
Genç-yaşlı iki yüze yakın kişi vardı salonda..
Davetlilerin hepsi seçilmiş kişilerdi. Kendi mesleklerinde, meşreblerinde
sivrilmiş, ön saftaki kişilerdi hepsi.
Dikdörtgen biçimindeki salonun ön kısmına büyükçe bir sehpâ yerleştirilmiş,
üzerine de bir mikrofon konmuştu. Geride bir koltuk vardı.
297
Bu kadar değişik insan arasında, birbirini yakından tanıyan pek az kişi vardı.
Bu tanışanların fısıltılarından başka ses yoktu salonda..
Bu fısıltılar da mikrofona gelen bir gencin Kur'an tilâvetine başlamasıyla
kesildi. Kalblerin en hassas tellerini titretecek bir sesle okunuyordu. Başlar
önde, bitene kadar dinlendi.
Sonra orta yaşlı birisi geldi. Yurdun müdürlüğünü yapıyordu bu zat. Teferruata
girmeden, yurdun hâli hazırdaki durumundan, plânladıkları işlerden bahsetti.
Ardarda iki kişi daha çıktı. Birkaç dakikalık kısa konuşmalar yaptılar.
Ehemmiyetsiz, alelade gibi görünen bu konuşmaları pür dikkat dinliyordu herkes.
Demek ki tek bir kelimeyi kaçırmak kayıptı onlar için..
Yusuf, yanında Charles ile birlikte mikrofona yakın bir yerlerdeydi. Gelenler
arasımda, kendisinin bilhassa davet ettiği kişiler de vardı: Nûreddin Amca,
dayısı Ahmed Bey, baba dostu Ferhat Bey, amcasının oğlu Yavuz.. Amcası Selâmi
Bey gene işlerinin çokluğundan gelememişti.
Yavuz'u getirtmek biraz zor olmuştu. Önce birkaç bahane ileri sürmüş, sonra
"gelmeye çalışacağım" demişti.
Dayısının gelmesi ise upuzu/ı bir hikâyeydi. Nasıl olmuşsa olmuş, "bir defaya
mahsus geleceğim bakalım.. Neler yapıyormuşsunuz görelim" diye cevab vermişti.
Yarı alaylı bir cevab idi bu...
Yusuf, Charles'da yanında, dayısının evine kadar taksiyle gitmiş, yurda beraber
gelmişlerdi.
Sunucu son defa mikrofona geldi. Önce Konya'da yapılan hizmetleri anlattı.
Talebe hizmetlerinden, ticarî ve sınaî sahadaki yeniliklerden bahsetti.
Yusuf'un önayak olmasıyla; Selâmi Bey'in halı fabrikasının aldığı son vaziyeti,
yeni kurulan şirketin, yeni açılan fabrikanın geldiği son noktayı anlattı.
Sözlerini "şimdi bu hizmetin mimarı Yusuf Serdengeçti kardeşimizi huzurlarınıza
davet ediyorum. Kendileri bu gece-
298
ki toplantımızın gayesi hakkında konuşacaklardır" diyerek tamamladı.
Yusuf'un rengi atmış, beyaz teni kıpkırmızı kesilmişti. Hüzünlü çehresi
mahcubiyetten daha derin bir ma'nâ almış, halini uzak-yakın kimseden
gizliyemiyordu.
Yanma döndü. Charles'tan müsaade isteyerek kalktı. Birkaç adımda sehpâya ulaştı.
Hemen koltuğa oturdu. Bir müddet başını kaldırıp cemaata bakamadı.
Nihayet başını kaldırdı. Mikrofonu düzeltti:
-Hamd âlemlerin Rabbi'ne salât ve selâm O'nun Rasü-lü'ne ve O nebi'yi zîşanın
âli ashabına..
-Allah (c.c.)'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun kardeşlerim...
-Muhterem kardeşlerim!
-İnsanımızın hasret kaldığı birtakım hizmetler vardı. Devamlı ezilen, devamlı
hakkı yenen, insan gibi yaşama hakkı bile tanınmayan insanımıza yepyeni ufuklar
göstermek icab ediyordu. Senelerdir debelendikleri bataklığın dışında;
ferahlığın, huzurun da olduğunu göstermek gerekiyordu.
-Şayet ortada bir hizmet mevcut ise kimin önayak olduğunun ne ehemmiyeti var!
-Sonra, bu işe gönül bağlayanlar olmasaydı, omuz omuza vermeseydik ne
yapabilirdik?
-Bu büyük işte bir şerare olabildiysem ne mutlu bana! Kervanın devam etmesi,
yenilerinin katılarak her tarafa dal-budak salması gene bizlerin elinde...
-Esasen hiçbirimizin elinde bir şey yoktu.. Rabbim o iz'anı ve basireti bizlere
verdi, ardından şimdiye kadar becerdiklerimizi nasib etti. O basirete
kavuşmadıktan sonra işçi olarak çekilen meşakkatlerin bir işe yaramadığını bütün
dünyâ senelerdir görüyor..
-Rabbim, anlattıklarıma inanmayı önce bana nasib etti. Sonra beni
dinleyenlere... Nihayet çok kısa zamanda bugünkü noktaya gelindi.
-Daha samimi olsaydık; şübhesiz, şimdi çok daha ilerilerde olacaktık...
299
-Lâfı fazla uzatmadan, bu kervanda yer alan ve ilerde alacak olan herkese dua
ediyor, asıl mevzua geçiyorum:
-Şu salona herkes geldiğinden beri göz gezdiriyordur. Şunca değişik sımaların,
değişik grupların bir araya toplandığını belki de şaşkınlıkla gördünüz.
-Nazarî plânda; hepimizin, her zaman görmeyi arzu ettiği bir manzaraydı bu..
Amelî plânda düşünülünce, ancak boş hayâl diyebileceğimiz bir manzara olarak
görür, acı acı tebessüm ederdik.
-Çok şükür, bu hayâlin sûretâ gerçekleştiğini gördük hepimiz. İnşaallah
ruhlarımız da aynı şekilde birleşecek!..
-Son asırda Türkiye ve dünyâda, ferden fikir ayrılıkları var. İçtimaen muhtelif
gruplaşmalar, ittifaklar, cemaatleşmeler, bloklaşmalar var.. Bunlar basitten
mürekkebe doğru gidiyor.
- 'Birbirleriyle uyuşan tabiatler kendi aralarında grup kurarlar. Bu bir noktaya
kadar normaldir. Zira insanlarda his-ler,görgüler, hoşlanılan şeyler,
anlayışlar, fikirler, alışkanlıklar, kültürler hep değişiktirler.
- İşte bu değişik mefhumlarda birleşenler birbirlerine muhabbet duyarlar.
- Gayet normal olan bu birleştirici hassaları anormalmiş gibi dıştan müdahaleyle
değiştirmece, hattâ ortadan kaldırmaya çalışmak hiç de doğru değildir!
- Şu hakikati hatırlatmakta büyük fayda var: Bütün farklılıkları kabul ederiz
de, bize benzemeyenlere bir türlü tahammül etme manhklılığım gösteremeyiz. O
noktaya gelince nalıncı keseri olur çıkarız. Üstelik müsamahayı, o da yetmez
tavizi, karşımızdakilerden bekleriz!
- Başta şu fakir olmak üzere, baş belâmız "ben"in tasallutundan bir
kurtulabilseydik neler değişmezdi ki!..
- Başkalarına da hak vermeyi, âdil olmayı, hodgamlık-tan kurtulup diğergam
olmayı, fedâkârlığı, feragati, affetmeyi, hizmetin ma'nâsını idrak ederdik değil
mi?
- Tabiî, ufacık mes'eleleri büyüten benim gibi ahmaklar; iş lisanların, ırklarm
ayrımına gelince kimbilir ne galiz hatalar yapacaktır!
300
- İşin encamı da gördüğünüz gibi bellidir. Son bir buçuk asırdaki târihimize,
hele son çeyrek asra bakalım, her şey ortadadır.
- Fitne kazanı insanların içinde kaynamaya başlayınca, muhitindeki diğerleri de
insana dem tutunca her şey çığırından çıkıyor.
- Bir insana ırkından, doğduğu yerden ötürü buğzet-mek, onu tırpanlayıp biçmeye
çalışmak ne kadar câhilce ne kadar vahşicedir değil mi?
- Her halükârda kendi ırkını sevmek, diğer ırklara soğuk bakmayı, kendi ırkını
üstün görmeyi netîce verir. Sonrası; başka ırkları hakir görüp, üzerlerinde
hâkimiyet kurarak köleleştirmek emelidir. Daha da ötesi; düşmanı olduğu ırkın
veya ırklarm neslini yok etme anlayışıdır. Bugün dünyâdaki bir çok harbin
kaynağında da bu sebeb yatıyor.
- Osmanlı nasıl yıkıldı? Müslüman memleketler şimdi neden bu hâlde? Ve
Türkiye'nin Güneydoğusu neden kanayan bir yara hâlâ?..
- İnsanlara doğuştan getirdikleri fizikî vasıflarla değer vermek ne büyük
ahmaklıktır!
- Halbuki insan, sonradan kazandığı değerlerle insan mevkiine oturur. Allah
Zülcelâl Hazretleri bizim kalblerimize bakıyor, kaşımıza gözümüze değil!
- Kardeşlerim! İçinizden bazıları belki kendi kendine soruyor: "Acaba bizde bu
bozuk ahlâk mı var da böyle konuşuyor karşımızdaki?.."
- Hayır hayır... Son bahsettiğim mes'eleden hepiniz berisiniz. Irk taassubundan
fersah fersah uzaktasınız...
- Ben, âcizane mes'eleyi hepimizin mustarib olduğu bir noktaya getirmek
istiyorum. Acı da olsa bunu haykıracağım sizlere...
- Biraz önce kardeşimizin okuduğu âyetler arasında konuşmayı plânladığım mevzu
ile doğrudan alâkalı bir âyet geçti-
- Bu can alıcı mevzua dilimin döndüğü kadar temas etmeden evvel lütfen muhtemel
kusurlarımı mazur görün! Sizler gibi nezih insanlara, sizler gibi mümtaz bir
cemaate çok da-
301
ha ehil bir hatib hitab etmeliyken, İş bu sefile kaldı. Hakkınızı şimdiden helâl
edin!..
Alnında biriken terleri, cebinden çıkardığı mendille utana sıkıla sildi.
Vazifesinin, mesuliyetinin, mahcubiyetin altında eziliyordu.
Bu selis, veciz, beyinlere burgu gibi işleyen tok sesli hitabın ardından
cemaatin kalbindeki şübheler de silinmişti. Karşılarındaki genç adam boncuk
boncuk terliyordu işte! Çehresindeki allık da geçmemişti. Konuşması samimiyet
kokuyordu ..
- Âyette "mü'minler ancak kardeştir" buyuruluyor. Buraya çok dikkat edelim!
- Birtakım benzerlikler, benzer meşrebdeki insanları bir araya getiriyor
demiştik.
- Bu gruplar arasında 1980 öncesinde nerdeyse husûmet vardı. 1990'ları idrak
ettiğimiz şu senelerde soğukluğa dönüşerek iyileşme emaresi gösteren
münâsebetler var.
- Ne yazık ki gelişmeler gönlümüzün arzu ettiği seviyede değil..
- Hepiniz değişik meşreblere mensub insanlarsınız. Öyle zannediyorum ki aranızda
İslâm ile hakikî ma'nâda yeni yeni tanışanlar da var..
- Bütün kalbimizle duâ edelim hepimiz.. Bu gece hayırlı başlangıçlara vesile
olsun! Rabbimhepimizi az önce zikrolu-nan âyetin şuuruna erdirsin. Kardeşliğin
şuuruna erdirsin bizi! Ve kardeşlik şuuru bütün Anadolu'ya, İslâm âlemine
yayılsın!..
- Sizlere, hangi şartlardan bugünlere geldiğimizden, bugünkü vaziyetimizden
bahsetmeyeceğim. Bilhassa aranızdaki ihtiyarlar bunu çok iyi bilirler. Sâdece
birkaç sual soracağım ve vicdanlarınızda bunlara cevab aramanızı istirham
edeceğim.
Bundan Önce iki büyük hastalıktan bahsetmek istiyorum: Kibir ve haset...
Malûmunuz, ikisi de şeytanî ahlâktandır. Lütfen mes'eleleri bu iki hastalık
muvacehesinde değerlendirin. Ve isim zikretmeden, hep "başkaları" ifâdesini
kullanacağım. Siz en dar çerçeveden en genişine kadar bunla-
302
rı istediğiniz şablona sığdırmaya çalışın. Fert, cemaat, politik anlayış, kavim,
devlet, imân, küfür...
- Ve unutmayın; ruhumuza musallat olan nefs düşmanı, bizi kendilerine benzetmek
isteyen kötü insanlar hiç boş durmuyorlar! Her iki düşman da bu iki hastalığı
müzminleştirmek için uğraşıyor...
- Şimdi suallere geçiyorum.. Bendeniz başta olmak üzere hepimize tevcih edeceğim
bu sualleri..
Başkalarının elindeki maddî-manevî nimetler dikkatimizi çekiyor mu? Başkalarının
sahib oldukları bakışlarımızı bulandırıyor mu? Zaman zaman iç dünyâmızda,
yaşadığımız hayatta zikzaklar çiziyor muyuz?
- Bir kardeşimizin Allah'a kul olma yolunda yaptıklarına gıpta ile mi yoksa
hasetle mi bakıyoruz? Hiç vakit kaybetmeden elimize tırpanı alıp onu biçmeye mi
kalkıyoruz? Ve onun düştüğü kötü bir durum, zaafları bizi keyiflendiriyor da
"işte ben vaktinde dememiş miydim, bunun gibiler hep böy-ledirler" mi diyoruz?
Yoksa hataları onun şahsına mı hamlediyor, kurtulması için duâ mı ediyoruz?
- Hepimiz mükâfatını yalnızca Allah (c.c)'tan bekleyerek, çeşitli usûllerle
hizmet yoluna çıkmışız. Değişik yollardan dâirenin merkezine varmayı gaye
edinmişiz...
- Çıktığımız yolda "yalnız benim meşrebim mi haktır, yoksa benim meşrebim
haktır, onlarınki de haktır" mı diyoruz? Onlara takdir ve hayranlık hisleri
duymak yerine çok zaman buğz mu ediyoruz? Ve küçümsüyor muyuz başkalarını?
- Hepsinden mühimi; ben olmazsam bu hizmet yürümez nev'inden bir şeytanî ahlâka
mı sahibiz? Bugün kavuştuğumuz nimetleri Rabbimizin lûtfu olarak mı görüyoruz;
yoksa "ben yaptım, ben çalıştım da oldu" vehmine mi kapılıyoruz?
- Unutmayalım; ömrü boyunca çalışıp da çok az ümmeti olmuş peygamberler, sâdece
ailesine hidâyet nasib olmuş olanlar, hiç ümmeti olmayan nebîler var! Öyleyse
biz kimiz, neyiz, kaç para ederiz, muhasebesini yapıyor muyuz bunun?..
Bir an sesini, kesti Yusuf.. Salondakilere göz gezdirdi. Başlar önde, kimse
kimsenin yüzüne bakmıyordu. Beyinlere tokmak gibi inen bu suallerle, müthiş bir
muhasebe yaşıyor-
303
lardı.
Sesini alçalttı. Bu defa kırbaç gibi sırtlarda saklayan şu sözlerle devam etti:
- Hiç soruyor muyuz kendimize! Milyonlarca şehid verip yenilmez denilen kızıl
orduyu dize getiren Afganlı kardeşlerimiz neden birbirleriyle boğuşuyor bugün?
- Anadolu'da müslümanlar birbirine buğzediyor. Cemaatler didişiyorlar .. Bazuarı
birbirine selâmı bile çok görüyor, birbirini küçümsüyor, dar kalıplarını kırıp
bir türlü etraflarına açılamıyorlar..
- İş ayak takımma düşünce, "benim babam senin babanı döver" diyen çocuğun
derekesine düşülüyor kimi zaman! Sanki dâvalar liderlerle kaim imiş gibi...
-Biraz evvel Afganlı kardeşlerimizden bahsettik. Aynı şeyler Türkiye'nin
güneydoğusunda değişik bir surette yaşanıyor. Ve dünyânın birçok yerinde;
efendimiz (s.a.v)'in ayaklarının altına aldığı ırk taassubuyla, müslümanlar
birbirlerinin kanına giriyor!..
-Şimdi hepimiz Allah (c.c) için düşünelim; bütün bunlar neden oluyor?.. Kinimiz,
düşmanlığımız Allah düşmanlarına olmalıyken; enerjimizi, paramızı, vaktimizi
kimlere karşı harcıyoruz?..
-Bu son suale müsaadenizle bir cevab da ben vereyim diyorum. Makul karşılarsmız-
karşılaijıazsınız bilemem. Benim bakış tarzım belki bir tek nokta-i nazardan
olacak. Mes'elenin sair buudlarına bakmayı sizlere bırakıyorum.
-Ben diyorum ki, baş sebeb zayıflık psikolojisi... İmânının k. vvetini
göremeyen, zayıf olduğuna inanan insanlar, büyük e uzun vadeli mücâdelelere
hazır olamıyorlar. Mes'elelere oır de dar zaviyeden baktılar mı, bütünü bırakıp
parçayı asıl hedef hâline getiriyorlar. Halbuki parça bütün için sâdece bir
vasıtadır. Hedef unutulunca, dar bir çerçevede, bir fasid dâire içinde kıvranıp
duruyorlar.
- Şimdi iki mes'eleyi birleştireyim..
- Zayıf olduğuna inananlara sesleniyorum! Gaye ile vasıtayı birbirine
karıştıranlara sesleniyorum! Ümitsizlik girdabında çırpınanlara, karamsarlık
batağına saplananlara
304
sesleniyorum!
- Bir defa vazifemiz nedir, onu iyi bilmek lâzım!.. Vazifemiz anlatmak, tebliğ
etmektir. Bizi kendilerine düşman görenlerin zahirde güçlü görünmeleri sakın ha
bizleri aldatmasın!
- Bütün âlem karşımızda olsa bile Allah (c.c)' in yanımızda olduğunu bilmek en
büyük güç değil midir?
- Bizi kimseler dinlemese bile, göklerde sayısız meleklerin dinlemesi ve
alkışlaması yetmez mi?
- Bütün insanların dostluğuna mukabil imandan nasib almamak, Allah (c.c)' m
rızâsından ve rahmetinden uzak olmak ne hazindir, değil mi?
- Başta şu fakir olmak üzere; buna hakkıyla inanabilsey-dik, ne kadar güçlü
olduğumuzu anlardık!
- Rabbimiz "gevşemeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz!"
buyuruyor Kitâb-i azîmüşşânrnda...
Geçici bir müddet için inanmayanlar ve nifak içinde yaşayanlar üstün gibi
görünseler de, akıbet inananların hayrına olacaktır. Bu hayırlı akıbeti belki
bir insan Ömrü, belki birkaç nesil göremeyecektir.
- Lâkin inanan insanın hedefi akıbeti görmek değildir ki! Onun hedefi; zafer
için çalışma olamaz!
- Bu dâvanın erleri; geri hizmetteki en basit fertten başkumandanına, çobanından
profesörüne, ümmîsinden âlimine kadar birer sancakdârdırlar. Onların dertleri
sâdece ve sâdece hizmettir. Rabblerinin rızâsını kazanmaktır niyetleri.
Zaferi verecek olan Allah'tır. Kula sâdece ihlâs ile gayret etmek düşer. Ve
onlar ye'se kapılmaz, azme sımsıkı sarılırlar.
-Onların hedefi Allah (c.c.)"m gönderdiği nizamı yaşayıp yaşatmak... O'ndan
geldikleri gibi O'na tertemiz dönebilmek...
-Onların hedefi O'nu bütün insanlığa tanıtmak... Onlar ebedî saadet menziline
ilerleyen kervanlarının dışındaki herkesi kervanlarında görmek eterler. Zira
kalblerindeki imân, şefkat, merhamet ummanı bunu telkin eder onlara...
-Onların birbirleriyle uğraşmaya, didişmeye, birbirlerine buğzetmeye vakitleri
yoktur. Kendilerinde böyle bir hakkı da görmezler.
305
Biraz durdu nefeslendi Yusuf. Dudakları kurumuştu. Bir-iki yutkundu. Dilinin
ucuyla dudaklarını ıslattı.. Etrafına bakındı.. Herkes başı önünde, bazılarının
yüzü acıyla gerilmiş hâlde dinliyorlardı.
- İşte birbiriyle uğraşmayan, sert tavrı sâdece Allah düşmanlarına karşı
sergileyen bu insanlar, verilen imân nimetinin de her vakit şuurundadırlar. Bir
insana verilen en büyük nimetin tahkiki imân olduğunu idrak etmişlerdir.
- Şunu da hiçbir zaman hatırlarından çıkarmazlar; "İmân çarşıda pazarda satılan,
devredilen bir meta değildir. Nasib ve hidâyet mes'elesidir. Bunun için de ne
kadar şükredilse azdır.. Bu şuura erenleri; imânları yalancı sevdaların peşinde
koşturmaz, şeytanî bir tekebbüre götürmez.
- Onlar muttakîdirler... Kendi yaptıklarını herkesin aynı seviyede yapmasını
isteme gibi bir nadanlığa kapılmazlar. Zira ölçü bellidir: Kur'an, sünnet,
ashabın hayatı ve o istikamette yaşayan büyüklerin hayatı...
- Hiçbirimiz, başkalarının kendi ayarımızda olmasını istemeyiz. Ölçü biz
olamayız, ölçü bellidir! Mevcud Ölçünün müsbet ma'nâda dışına çıkmak da kişinin
takva derecesini gösterir. Herkesten kendi takva derecemizde olmasını
bekleyemeyiz.
- Ve son bir suali gelin hepimiz vicdanlarımıza soralım:
- Bugün taşıdığımız imânı bir yerlerden satın mı aldık? Bu imân bize miras mı
kaldı?
- Hiç düşündünüz mü? Bir lağım faresi olarak yaratılabilirdik! Bir domuz
olabilirdik! Ama insan olarak yaratılmışız. Ve elhamdülillah müslümanız!.
- Bir Ömür boyu islâm'ı tanımadan yaşayabilirdik! Veya-hud müslüman bir
memlekette doğmamıza rağmen münafık olabilir, küfür içinde, şirk içinde
yaşayabilirdik!
- Öyleyse gelin hep beraber bir muhasebe yapalım. Tes-bit ettiğimiz nefsânî
hastalıklarımıza çâre bulmaya çalışalım. Allah (c.c.) için en makbul amelin
"O'nun için sevmek, O'nun için buğzetmek" olduğunu hatırlayalım.. Hepimiz
hepimizin hatalarını görmezlikten gelsin. Herkes herkesi affetsin!..
- O zaman göreceğiz; nefsimiz için değil, Allah için yapı-
306
lan en ufak iş katbekat fazlasıyla semeresini verecektir...
Yeniden doğruldu, ayağa kalktı. Birkaç saniye oturanlara göz gezdirdi. Tekrar
oturdu. Gördüklerini zihninde canlandırdı...
Birinin yüzü ızdirabla gerilmiş, birinin bakışları bulanmış, sabit bir noktaya
bakıyor, birisi başını iki eli arasına "ne olacak benim hâlim" dercesine almış,
yakınındaki birkaç kişinin yanaklarında bir-iki damla yaş asılı kalmış, birinin
yüzü şaşkınlık ve dehşet çizgileriyle allak bullak, birinin yüzü pişmanlığını
haykırıyor, birkaç kişi oturdukları yerde birbirlerine sarılmışlar...
Yusuf son sözünü söylemeye hazırlanıyordu ki, misafirler arasından birisi
kalktı, etrafına bakındı, Hazarlarını Yusuf'a çevirdi. Yüzü ızdırabla gerilmiş,
heyecandan gözleri iri iri açılmıştı. Yüzünde bir o kadar da söyleyeceği
şeylerin aydınlığı vardı. Onsekiz yirmi yaşlarında, ihtimal üniversite talebesi
bir gençti bu..
- Müsaade ederseniz bir şey arzetmek istiyorum. Yusuf utana sıkıla cemaate baktı
. "Evet" ma'nâsında
başını salladı.
- Muhterem kardeşlerim, ağbilerim, amcalarım, dedelerim. Biliyorum; sizler gibi
güzide insanların arasında çıkıp fikir beyan etmek haddim değil! Allah İçin
heyecanımı bağışlayın. Mazur görün beni...
-Mikrofondaki ağabeyimin sıraladığı dertler, hepimizin mustarib olduğu
dertler... Lâkin o bahsedilen çelikten çemberleri bir türlü parçalayamadığımız
için iyileşemiyoruz. Atalarımızın yaptığı hamleleri yapamıyoruz.
- Bütün anlatılanlar,bana Resulullah ( S.A.V.) efendimizin bütün ashabı kardeş
ilân ettiği, herkesin bir başkasıyla kardeş olduğu günü hatırlattı ve şunu ilham
etti:
- Gelin, biz de şuracıkta böyle bir hayırlı işi başlatalım! İkişer ikişer herkes
kardeş olsun,, Tek bir beden tek bir rûh gibi bir ömür boyu kardeşlik ruhuyla
yaşasınlar. Böyle bir hareket inşaalah birçok hayrın kapısını da
aralayacaktır...
Konuşan genç yerine oturdu. Yusuf'un gözlerinin içi gülüyordu.
307
- Şu genç kardeşimin şuuru ve samimiyeti karşısında başka söze hacet var mı?
İtiraz edenler var mı diye bütün cemaati gözleriyle taradı. Hayır, herkesin
gözleri pırıl pırıldı!
Buyrun kardeşlerim meydan sizin!..
Sözünün sonu titrek çıkmıştı. Son kelime fısıltı gibiydi. Danasını getiremedi.
Dikkatle bakan yakınındaki gözler ya-naklarındaki boncuk boncuk olmuş
gözyaşlarını görebilirlerdi.
Aradan geçen on dakika İçinde ; herkes yakınındaki biriyle kardeş oluvermişti.
Kardeş olan her çift birbirini kucaklıyor, ortalıkta tarifi imkânsız bir bayram
havası yaşanıyordu. Kimbilir hangi hislerle; kimi sevinçten ağlıyor, kiminin
yüzüne hayâtında çok az göreceği bir sevinç hâlesi vuruyor, kimi uyanmak
istemediği bir rü'yâdaymış gibi, kimi asla ümit etmediği bir şeyin olmasıyla
mes'ud ve memnun idi...
Herkes ölene kadar kardeşlik vazifelerini ifa edeceklerine dair söz verdi...
Yalnız bu bayram havasında, herkesin herkese derin muhabbet duyduğu bu vasatta
mahzun kalan, başı önde birisi vardı...
Yusuf herkesin heyecanla sarmaş dolaş olduğu bu demde gözlerini Charles'a dikti.
Boynu büküktü. Hüzünlü bir çehreyle, kimbilir hangi hislerle, gözlerini âdeta
dizlerine mıhla-mıştı.
Ayağa kalktı Yusuf:
¦- Kardeşlerim bir dakika müsaade eder misiniz?
Salondaki uğultu bir anda sessizliğe dönüştü. Başlar tekrar Yusuf'a çevrildi...
Yusuf tebessüm etmeye çabaladı:
-Bu arada ben ve bir kişi heyecandan unutuldu..
Hemen Charles'm yanma yürüdü. Elini uzatarak onu ayağa kaldırdı. Daha da
yaklaştı, elini omzuna attı.
-Bu akşamki davetliler arasında apayrı yeri olan birisi var! Kendisi dört
haftadır Türkiye'de... Charles Carpenter isminde bir İngiliz...
Charles biraz önceki hüznünü zoraki bir tebessümle da-
308
ğıtmaya çalışarak, salondakilere başıyla selâm verdi.
-Sizlere onu başta tanıştırmalıydim!
-Beraberce katıldığımız birkaç sohbetten tanıyanlar olabilir kendisini... Lâkin
şimdi hepinize tanıştırmak şart oldu..
-Hepiniz kardeşinizi seçtiniz. O ve ben yalnız kaldık.
-Charles ile bugün kardeş değiliz. Zira ancak mü'minler kardeştir. Kendisi kabul
ederse onu kendime "dost" kabul etmek İstiyorum. Rabbim bir gün nasib eder,
inşaallah kardeş de oluruz!
"Ne dersin" der gibi muhabbetle Charles'ın yüzüne baktı. Aydınlanmış bir yüzle,
şükran ve muhabbet dolu bakışlarla karşılaştı.
Davetlilere döndü Charles. Bütün gücüyle Türkçe bağırdı:
-Çok teşekkür ederim! Çok memnun oldum.. O muhabbetle; birkaç yerden çıkan
"bârekallah" ve "tekbir" sedalarının iştirakiyle Yusuf'a sarıldı.
309
XXIV
5 Kasım 1994 Yusuf ağabey,
Bu mektubu aldığında belki çok şaşıracaksın. Neden telefon dururken mektubu
seçiyor diye... Doğru... Birçok şeyi telefonla uzun uzun anlatabilirdim. Fakat
yapamadım işte.. Cesaret edemedim buna.. Yüzyüze konuşmasak da telefonun diğer
ucunda olman cesaretimi kırıyordu. Onun için mektubu seçtim. Ne bileyim işte!
Böyle daha serbest oluyorum...
Mevlânâ türbesinde görüştükten sonraki iki telefon konuşmamızda gene başını
ağrıttım. Ne yapayım; ikisi de akıl danışmak, içinde dönüp durduğum girdabdan
kurtulmak içindi.
Her defasında başını ağrıttım. O kadar meşguliyetinin arasında bir de bana
yardımcı olmaya çalıştın. Sana çok güveniyordum. Tutunacak bir dalım da yoktu.
Bana sen yardım edebilirdin ancak..
Bana çok yardımcı oldun Yusuf ağabey. Birçok şey değişmedi ama beni dinlemen
bile dünyâlara değerdi.
Daha üniversitede iken, İlk dinlemede teşhisimi koymuştum.. Ne olurdu herkes
Yusuf ağabey gibi olsa da âlem huzur içinde, mes'ud yaşasa!..
Belki hatırlarsın; ilk defa o zaman akü danışmıştım sana. Aklımla ve kalbimle
tatmin olmuştum. Belki hislerime ve nefsime mağlub olmamdan, belki irâdemin
zayıflığından, belki bozuk çevremle mücâdeleye güç yetirememekten, ne yazık ki
elimden pek bir şey gelmedi.
Kendimle ve başkalarıyla mücâdele edemiyorum işte! Zayıfım âcizim, ne yapayım!
Daha önce de söylemiştim ya; etrafımda çelikten çemberler var, birini parçalasam
bir başkası çıkıyor karşıma.
Ne kadar imreniyorum o çemberleri kırıp da esaretten kurtulanlara! Senin
tabirinle "kulluğum sultanlığımdır"diyenlere ne ka-
311
dar İmreniyorum bir bilsen!..
Evet Yusuf ağabey! Ne yapayım, gene dert yanacağım sana...
Saygıdeğer ağabeyciğiml Sana İstanbul'da iken "bazı mes'etelerde cirmime
bakmadan teselli vermeye çalışırdım ya... Biliyor musun, aynı şeyi bugün kendime
yapamıyorum. Sen insanların hâline acıyorsun; ben ise kendime acıyorum..
Sen diyordun ki; "insanların bayağılığı, kendi cirimlerine bakmadan başkalarıyla
uğraşmaları, zavallılıkları, hasetleri, kendilerini Kof Dağı'nda görmeleri beni
üzüyor, sinirlendiriyor.." Bunlar beni deli ediyor ağabey, anlıyor musun?
Her şeyden bıktım...
Gözümü açtığım şu mahallem, senelerce yaşadığım müstakil evlerle süslü şu sokak,
şimdilerde bana dayanılmaz bir işkence menbaı!
Şu mahallem beni canımdan bezdirdi ağabey! Karapınar'a her hafta sonu gidip
dönerken, otobüste mahalleden birini görecek miyim diye korkmaktan bıktım! Bu
hafta hakkımda neler konuşacaklar, ne iftiralar atacaklar diye düşünmekten
bıktım! Yapmadığım şeyleri yapıyormuş gibi yakıştıranlardan bıktım! Yüzüme gülüp
de arkamdan lâfımı edenleri görmekten bıktım! Kısacası canımdan bezdim1.
Allahım bu insanlardan iğreniyorum!
Mevlânâ türbesinde de söz etmiştim sana: Bütün bu olanlardan sonra durgunum,
mahzunum, isyankârım, hırçınım, bir o kadar da hazır cevabım...
Neden Yusuf ağabey, neden?., insanlar neden hep başkalarıyla uğraşıyorlar? Neden
yardım etmek varken, acıları, sevinçleri, her şeyi paylaşmak varken, kurt gibi
başkalarını kemirmeye kalkıyorlar? Yoksa "başkalarının rezaleti benim
fazîletimdir" mi diyorlar lisân-ı hâl ile?
Başkalarının elemleri onların saadeti mi oluyor? Muhakkak birileriyle
uğraşmasalar olmaz mı?..
Hakikaten bu onlara mutluluk veriyorsa, varsın yapsınlar..
Yusuf ağabey, dayanacak gücüm kalmadı artık! Bu mahalleyi, Konya'yı terketmek
istiyorum. Senelerdir yaşadığım bu yerler-: den, herkesten, her şeyden kaçmak
istiyorum.
Beni asıl üzen; yapılan dedikodulara zaman zaman ailemin de
312
inanması... Konuşuyorum, İkna ediyorum. Ne yazık ki bir başkası çıkıyor karşıma.
Tekrar bir başka dedikoduyu savuşturma, bir başka iftiradan kendimi temize
çıkarma mücâdelesi veriyorum.
Dayanılacak gibi değilYusuf ağabeyi Anneme "öyleyse işimden çıkayım evime
kapanayım, herkes rahat etsin" diyorum. "Hayır" diyor. "Bu kadar sene boşuna mı
okudun? Çalışman lâzım.. Nasıl söylersin böyle bir şeyi?"
Benim çalışmama ailemin ihtiyacı da yok. Gel gör ki benim çalışmam onlar İçin
iftihar vesilesi demek ki! Yakın akraba çevremizde, mahalle çevremizde, benim
gibi okuyup da çalışan bîr başka kız yok.
Gelsin dedikodular, içimi karartan iğrençlikler... Bunlara inanıp da bana kötü
gözle bakan üvey ağabeylerim...
Evet Yusuf ağabey... Bir defa daha dertlerimle başını ağrıttım. Beni kimse
anlamıyor diye hayıflanmıyanm artık.. O kadar meşguliyetine rağmen beni
dinleyen, beni anlayan birisi var! Sana binlerce defa minnetdârım, binlerce
teşekkür ediyorum.
Hakkım helâl et diyor, hürmetlerimi sunuyorum.
Allah (c.c.)'a emânet ol...
Azra Erdoğan
"Demek Öyle" diye söylendi Yusuf..
Mektuba tekrar tekrar baktı. Dert yüklü, isyan dolu imdat diye feryat eden,
inkisarlarla, nefretle fokur fokur kaynayan bu mektubun sayfalarını evirdi
çevirdi...
Hani insanda kimi zaman bir kıvılcım çakar da; bir anda bir mucidin ilhamı gibi
yerinden sıçratır...
Hani insan feragat ve fedakârlığın zirvelerini tutmak ister de önündeki kapılar
kapalıdır... Fert plânında açılır; insan cemiyet plânında bir şeyler yapmak
ister. Cemiyet plânında yapabileceğinin azamîsini yapmıştır, fert plânında
istediği fırsatı yakalayamaz. Ve bunların boşluğunu zaman zaman şiddetle
hisseder...
Yusuf, mektuba nazarları takılı hâlde, o vakit işte böyle anlardan birini
yaşadı..
"Neden olmasın!" dedi ve somyasından fırladı..Mektub elinden düşmüştü.
313
"Bana böyle birisi lâzım işte! Şimdiye kadar karşıma çıkanlarda göremediklerim
var onda..."
"Esaretinin farkında ve kurtulamamanın ızdırabrnı yaşıyor. Yaşadığı hayattan
kurtulmak için kendi kendisiyle, etrafıyla devamlı mücâdele içinde..."
"Zeki ve akıllı sonra. Nice zekiler var ki akıllı değiller." , "Uyuşuk değil!.
İlerde lokomotifim olacak, en sağlam desteğim olacak birisi... Birazcık elinden
tutulsa, büyük mesafeler kat'edecek, bu dâvaya faal hizmet veren bir mücâhide
olacak inşaallah!.."
"İnanıyorum ki; ümitsizliğe düştüğümde, nefsimin hevâ ve heveslerine kapılmak
üzereyken, tembelliğe ve tenperverli-ğe meylettiğimde, beni yolumdan alıkoyacak
bir tenbihçi, bir mürebbiye olacak!.. Nihayet ikimiz el ele verip büyük
hizmetler göreceğiz inşaallah!"
"Sülâlesi ile yakınlık kurup, yeni yeni insanlara İslâm'ı tebliğ fırsatı
bulacağım.."
Tekrar yerine oturdu. Yüzü aydınlanmıştı. Her zaman mahzun duran çehresi,
geleceğe matuf bu hayâllerin verdiği neş'eyle bütün hüzün bulutlarını
dağıtmıştı.
Yalnız bu; uhrevî yüklerin ağırlığını bir anda omuzlarından kaldıran, rahata
kavuşturan bir neş'e değildi. Böylesi bir rahat,yaşarken hiç olmayacaktı z|ten.
•••
Çok uzun bir destan bu! Her destanın başı-sonu vardır. Lâkin bu öyle bir destan
ki ne başı ne sonu belli. Hâlâ devam ediyor. Kıyametle de bitmeyecek!
Cennet ehli; o ebedî hayatta bu destanı vird edinecekler. Ebed iklîminde,
birbirlerine dünyâdan destanlar terennüm edecekler. Ve bu destanın milyonlarla
kahramanı, ebedler boyu yazdıkları destanla anılacaklar.
Mazide yaşayıp unutulmuşlar, hâlen yaşayıp bilinmeyenler, âtide yaşayacak olup
hafızalardan silinecekler, hep bu destanda yer alacaklar.
Düşünüyorum da kimler yok ki!..
Ashabı düşünüyorum... Vahşî bedeviler iken, ubudi-
314
yette ve fazilette zirveyi tutan, yirmi üç senede süper güç hâline gelen
ashabı...
Hazreti Ebûbekir'i düşünüyorum... İhtiyaç hâsıl olup himmete müracaat
edildiğinde; bütün varını Allah yolunda sarfedip, Allah Resûlü'nün " evinde ne
bıraktın yâ Ebûbekir?" sualine "Allah ve Resûlü'nün sevgisinden başka hiçbir şey
yâ Resûlullah" diye cevab veren, Ebûbekir
Hazreti Ömer'i düşünüyorum... İhtiyar bir papazı görüp ağlamaya başlayan halife
Ömer'i... "Neden ağlıyorsun" diye sorduklarında, " yazık, çok yazık; bu yaşına
gelmiş, beli bükülmüş, saçı sakalı ağarmış, hâlâ imân nasib olmamış; buna yürek
nasıl dayanır?" diyen Ömer(R.A.)'i,..
Hubeyb'i düşünüyorum... Esir edilen, Hıristiyan olması için işkence edilen, âlim
diye vasıflandırılan papazların din telkinine İslâm'ı tebliğle karşılık veren,
darağacında dahi İslâm'ı anlatan Hubeyb'i ... Şehâdete giderken Resûlullah'a son
selâmını yollayan, binlerce kilometre uzaktaki nebiler nebisinin, bir mecliste
sohbet ederken susup selâmına mukabele ettiği Hubeyb (R.A.) i...
Mus'ab bin Umeyr'i düşünüyorum... Mekke'nin en yakışıklı en zengin
delikanlılarından iken, İslâm'la müşerref olduktan sonra yaşadığı hayâtı...
Şehid olup nurdan naaşı yere uzandığında, başından ayak uçlarına kadar üzerini
kaplayacak bir Örtü bulunamayan Mus'ab (R.A.)ı...
Ve bugünün kahramanlarını düşünüyorum.. Güpegündüz elinde fener; "insan
arıyorum" diye yollarda ümitsiz, şaşkın, bedbin, garib gezinen bugünün
insanlarına sesleniyorum:
Aradığınız fazilet sâdece târihin sayfalarında zannetmeyin! Siz yeter ki
arayın... Eğer fazilete, ahlâka, halife makamındaki insana meftun iseniz; onlar
sâdece toprağın altında değiller! Çok yakınınızdalar... Yeter ki sîz samimiyetle
arayın. Onlar kollarını açmış; size ulaşmak için, hizmet için fırsat
kolluyorlar.
İçlerinde Öyleleri var ki!.. Sahabenin hassasiyeti var
315
gönüllerinde..
Belki içine haram bulaşmıştır korkusuyla, camideki namazlarında seccadesini
yanında götürenler... Gözlerine yabancı hayâl girdi diye, yol parasını, kefaret
olması için sadaka verip mektebinden evine yayan dönenler... Himmete müracaat
edildiğinde; "duydum ki himmete müracaat etmişsiniz; kusura bakmayın, lütfen
evimin tapusuyla anahtarını kabul buyurun" diyen fukara emekliler... Bir
arkadaşından emaneten ayakkabısını alıp, bir başka şehirdeki kardeşini ziyarete
gidenler...
Ve daha nice nice destanlar; destanı kahramanlıklar, nice kahramanlar...
Âtiyi düşünüyorum...Her şeyin pek yakında tersine döneceği, Allah (c.c.)'ın
nizâmının yeryüzünü tekrar huzura ve saadete garkedeceği âtiyi düşünüyorum...
Aynı destan bütün ihtişamiyle o vakit de sürecek!
Asırların hasretle beklediği Hazreti Mehdi ve Hazreti İsa (A.S.)'yı
düşünüyorum... İnsanlığı aradıklarına tekrar kavuşturacak olan Hazreti Mehdi ve
Hazreti İsa (A.S.)'yı...
Her sabah kalktığımda o günlere biraz daha yaklaştığımı hissediyor; "ömrüm
varsa, ben de çok şeylerin değiştiğini göreceğim" diyorum. Ve duâ ediyorum:
"YârabbÜ... Beni de onların ordusunun en basit bir ferdi eylemez misin!.."
316
XXV
Yavuz büroya girdiğinde, Aydın Bey'i kendisini ayakta bekler buldu. Profesör
kollarını açtı; her zamankinden daha sempatik bir tavırla:
- Hoşgeldin Yavuz... Kendini özletiyorsun biliyor musun dedi ve sarıldı.
Bu harekete biraz resmiyetle mukabele etti Yavuz..
- Hoşbulduk hocam..
Oturdular. Aydın Bey, ara ara Yavuz'a kaçamak bakışlarla baktı.
Az sonra gelen çaylar içilirken, profesör ürkek ve kaçamak bakışlarına devam
etti. Lâfa nasıl gireceğini de kestire-miyordu.
Yerinde şöyle bir kımıldandı. Gözlerini Yavuz'a dikti..
- Ocak ayındaki yüksek lisans imtihanına şimdiden hazırlanacaksın Yavuz!
Nasıl âmirâne bir tonla konuştuğuna kendisi de şaştı. öyle ya, ürkütmek de vardı
işin içinde..
- Önünde parlak bir gelecek var oğlum. Senin zekâna, kabiliyetine güvenimi daha
evvel de söylemiştim!..
- Aslında boş boş oturmaktan ben de sıkılıyorum hocam. Okul biteli nerdeyse üç
sene oluyor. Ne yapayım, öyle bir hâldeyim ki içimden hiçbir iş yapmak
gelmiyor! Malûmunuz; uzunca bir zamandır rahatsızdım.
- Hele babamın yanında çalışmayı hiç istemiyorum.
- İyi ya işte! Kendini değişik bir meşgale içine bırakıve-rirsen, huzuru da,
çalışacağın enerjiyi de bulursun..
- Sonra; sana her zaman yardımcı olacağımı söylemiştim. Fakat hâlâ açık açık
bir şey anlatmadın.
- Hâlâ çalışmadan yaşamaya devam ediyorsun!
317
Yavuz'un yüzünün şekli değişti birden...
- Sözümü yanlış anlama, gücenme ama artık bir yol tut-turmalısın.
- Yoo, size kızmaya hakkım yok, diyerek toparlandı.
- Haklısınız.. Ben de zaman zaman kendime çok kızıyorum, ama ne yapayım!..
İçimden gelmiyor. Her şey o kadar gayesiz geliyor ki; çalışsam ne için
çalışacağım?- Hayattan beklediğim pek bir şey yok ki! Sonra hiçbir hedefim yok.
Sâdece bugünü yaşıyorum, yarın beni hiç alâkadar etmiyor.
- Çok şeye sâhib imişim gibi görünebilirim. Fakat babamın bütün varlığını yok
telâkki ediyorum.
- Yâni her şeyini bir kalemde silip atıyorsun. Ne yapalım haklısın.. Olmayan bir
hedefe götürecek vâsıtaların da lüzumu olmaz.
Biraz durdu Aydın Bey. Zihni darmadağınık olmuş bu genci her ne pahasına olursa
olsun, ikna etmeliydi.
- Son günlerdeki durumundan bahseder misin Yavuz?
- Ne gibi?
- Yâni sen seni nasıl görüyorsun? Kendini nasıl değerlendiriyorsun?
- Çok zaman yalnız kalıyorum son günlerde. Yalnızlığı da benimsedim desem
yeridir. Bu sebebden kendimi rahatlıkla dinleyebiliyorum.
- Suali neden sorduğunuzu altlıyorum hocam. Bu günlerde geçmişe göre çok iyiyim.
İsterseniz mazideki günleri anlatayım..
Profesör biraz da bozulmuş hâlde:
- Tabiî tabiî, isabet olur..
- Nasıl söylesem; yaşamaktan zevk almıyordum. Çevremdeki her şeye ilgisizdim.
Hiçbir şeye ilgi ve istek duymuyordum.
- Kendimi bazı sabahlar son derece yorgun, cansız, bitkin hissederek
kalkıyordum.
- Dikkatimi bir şeye top lay amıy ordum. İyice dalgmlaş-mıştım. Karar vermekte
güçlük çekiyordum. En basit şeylerde bile kararsızlık vardı üzerimde..
Hafiflemekle birlikte, hâlen devam eden mes'eleler de
318
var... Bir tanesi var ki hepsinden mühim...
- Hangisi o?
- Hayâta, geleceğe karşı karamsar ve ümitsiz bakıyorum.
- Bazen içimde bir güç hissediyorum. Kendime en zor şeylerin bile rahatlıkla
üstesinden geleceğimi kabul ettiriyorum. İçimde çok büyük işler yapma azmi
doğuyor. Fakat bazen de öyle oluyorum ki, gündelik en basit işleri yapmak bile
çok zor geliyor.
- Peki geçmişte yaşadıkların müessir mi bunda?
- Tabiî tabiî.. Başkalarının hiç umursamadığı bir şey beni günlerce meşgul ve
rahatsız ediyor bir de..
- Seni tam tanıdığımı iddia edemem Yavuz. Yalnız hassas bîr insan olduğunu
biliyorum.
"Şu insanoğlu ne çözülmez bir muamma!" diye düşündü. Aklına tanıdığı bir-iki
doktoru tavsiye etmek geldi. Söz dilinin ucuna gelmişti ki her şeyi mahvetme
korkusuyla vazgeçti^
Gururlu bir genç olan Yavuz'un imâ yüklü, yardım isteyen sözleri de yabana
atılamazdı. Profesör bu değişik hava ile daha da cesaretlendi. Zira önceki
görüşmelerinde aynı havanın zerresi yoktu. Doktor kelimesinin lâfını bile
etmeden onu deşelemeye çalışmalı, bu arada pohpohlamalıydı:
- Sen birçokları gibi değilsin. Hassasiyetin, hâdiselere tepkinin çok daha
büyük olmasına yol açıyor. Fakat bu senin üstün tarafın..
Yavuz şaşaladı bir anda.. Profesörün daha Önce söylediklerini hatırladı. Ne
maksatla böyle konuşuyordu? Aklı, mantığı ve irâdeyi o zaman göklere çıkaran bu
adam, şimdi kendisinin hassasiyetine değer veriyordu. Hoşuna da gitmişti.. Olur
ya; şu yaşma rağmen fikirleri değişmiş olamaz mıydı?
- Bu bir üstünlük mü bilemem. Bu vasfımı ben de yeni yeni keşfediyorum. Bundan
bir sene evveline kadar farkında bile değildim. Keşfetmeme de, benden farklı
gördüğüm İnsanlar sebeb oldu. Öyle şeyler oluyor ki, kütük gibi duygusuz
kalanlara hayret ediyorum...
319
- Neyse hocam!.. En mühim mes'ele, şu hâlimden kurtulmak... Gönül huzuruna
kavuşmam lâzım. Yoksa vazifelerimi yerine getiremem!.
- Oğlum, biz ne kadar uğraşsak da iş biraz da olacağına varır.
İkinci bir şaşkınlık geçirdi Yavuz. Aydın Bey'in devamına fırsat bırakmadı:
- Hah,işte ben de zaman zaman öyle diyorum. Akıntının tersine kürek çekmekle
neyi halledebilirim? Lâkin zaman geliyor, ben de bir şeyler yapmalıyım, eli kolu
bağlı duramam, diyorum.
Gülümsedi profesör:
- Seninki biraz da gençlikten... Yakın bir gelecekte, bazı şeylerin sende de
törpülendiğini göreceksin- Deminki sözlerimle tenakuza düştüğümü de zannetme
sakın!.. Sâdece hislerinin biraz daha kıvama geleceğini söylemek istiyorum.
Gayet temkinli ve kurnazca bu sözler Yavuz'u iknaya yetti.
- Okulunu bitirmeden önce de böyle miydin Yavuz?
- Ne üniversitede ne de lisedeyken pek farklı değildim. Demek ki o zamanlar
henüz ümitlerim varmış. Daha bir aydınlık görüyormuşum dünyâyı.. Şimdilerde an
geliyor; en ufak bir şey beni yaralıyor. Neticede bir çıkmaza girdiğimi görüyor,
bunalıyorum. Çıkış yolu da bulamıyorum.
- İşte işin püf noktasına geldik oğlum. Bir meşgalen olmayınca, ziyadesiyle
kendini dinliyorsun. Zihnin bir işle meşgul olmadığı için aklını küçük şeylere
takıyorsun.
- Bilmem, belki...
Bunu söylerken kendisini sorgular bir tavrı vardı.
- İşte tekrar başa döndük.. Surda iki-üç ay bir zaman var. Bu meyanda
bilgilerini biraz tazelersin. Kendini ruhen hazırlarsın. İmtihana da zâten lâf
olsun diye gireceksin. Kendini şimdiden kazanmış bil. Orasını bana bırak!
- Hocam iyi hoş da, bu işi benimseyeceğimden emin değilim.
- Sen hele işin içine bir giriver. Bak nasıl seveceksin!.. Yavuz bütün
tereddüdüne rağmen, bu kendinden emin
320
sese daha fazla mukavemet edemedi.
"Belki dediği gibi olacak her şey. Belki hayâtımın akışı değişecek. Yeni bîr
dünyâya girmek beni belki yepyeni bir insan yapacak."
- Ben de üniversite çağlanndayken;zaman zaman akıbetimin meçhuliyetine bakıp
esef duyardım...
- Bir devlet memuru olan babamın yolladığı parayla, kıt kanaat üniversiteyi
okudum. Tahsil müddetince, her zaman parasızlığın ezikliğini duydum. Babamdan
başka kimseden de en ufak bir yardım görmedim. Bu, içimde bir ukde olarak
kaldı...
Sözünün burasında ayağa kalktı. Pencereyi açtı. Parmağıyla Yavuz'a işaret ederek
devam etti. Sesi sertleşmiş, insanlara, cemiyete yılların nefretini
haykırıyordu:
-Anadolu'nun bir kasabasından İstanbul'a gidip kıt imkânlarla okumak nasıldır,
bilir misin?..
Sustu, tekrar yerine oturdu. Nefeslendi...
- Evet Yavuz.. Bazı akranlarım yağ-bal içinde yüzerken benim sefalete talim
etmem!..
- Bütün bunlara rağmen okulumu senin gibi başarıyla bitirdim. Fakat boşluk
içindeydim.. Geleceğimi düşünüyor, bir taşralı olarak sönüp gideceğimden,
sıradan bir memur olarak yaşayıp, öldükten hemen sonra unutulacağımdan endîşe
ediyordum..
- Güç olmalıydı elimde.. Silik bir insan değil, insanların parmakla gösterdiği,
bana her yerde saygı duyduğu, şöhreti yakalamış, maddî gücüyle konfor içinde
yaşayacak biri olmak istiyordum.
- Hattâ şu hayâllerimi belki sen de yaşamışsındır: Dünyânın tek hâkimi olmak,
en güçlü adamı olmak...
- Bugün hayâllerimin hiç olmazsa bir kısmına kavuştum. Saygı duyulan,
çekinilen, zengin biriyim. Bir ailem var İstikbâlleri parlak iki çocuğum var.
Burada durakladı. Bakışları değişti. Yüzü Öyle acaib bir hâl aldı ki, ne
düşündüğünü kestirmek mümkün olamazdı.
- Oğlumla kızımdan daha önce bahsetmişimdir. Oğlum yurt dışına yerleşti sayılır.
Kızım da burada tıbbiyede oku-
321
yor. Üçüncü sınıfta...
- İkisi de birbirinden zekîdir. Ha, tanışmışmıydın onlarla?
- Hayır hocam.
- Oğlumla ne zaman tanışırsın bilemem. Ama kızımla en kısa zamanda
tanıştıracağım seni. Hele kızım; dünyâ tatlı-sidir. Ah güzeller güzeli kızım!
Sözünün burasında yüzünü buruk bir ifâde kapladı.
- Ne yazık ki çocuklarım benden çok uzaktalar! Bir baba olarak beklediklerimi
göremiyorum onlardan.
-Ne gibi hocam?..
- Beni katıksız sevmelerini, hiç olmazsa sâdece sevmelerini istiyorum.
Sinirlendiğini belli etmemeye çalıştı:
- Neyse bunlar şahsi mes'elelerim. Pek mühimsemiyo rum zâten. Gençlik işte...
Zamanla aramızd-aki uçurum kapanır gider. Zamana bırakmak lâzım bazı şeyleri..
O buruk ifâdenin ardından gelen umursamaz, buz gibi bir tavır Yavuz'u çok
şaşırttı. İçinden "hayret" deyip dudak bükmeden edemedi. Nasıl oluyor da birden
değişebiliyordu?
- Tanışmanızda muhakkak fayda var. İlerde birbirinizden istifâde edersiniz.
Umarım sağlam dostluklar kurarsınız.
Bir şeyi unutmuş da hatırlamış gibi:
- Neyse asıl mes'eleye dönelim... Fakirlik korkusu hâriç, kimbilir sen de benim
yaşadıklarımı yaşıyorsun..
- Benim elimden birileri tuttu. Ben de sana yardımcı olmak isterim. Ama silik
bir insan, sünepe birisi olma niyetin-deysen var git yoluna derim!.
- İhtiraslarım, azmim, sebatım beni bu noktaya getirdi. Nasıl geldiğimi
sorarsan, ne ehemmiyeti var!.. Mühim olan bugün geldiğim nokta..
- Bir aksilik olmazsa seneye dekan olacağım!.
- İnşaallah hocam.
- Evet oğlum, kararını ver. Akıllı bir gençsin! Doğru karar vereceğine eminim..
Artık rahatlamıştı. İşte aylardan beri söylemek istediği
322
birçok şeyi söylemişti. Hem de Yavuz'u istediği kıvama getirmişti. Bundan
sonrası kolaydı. Artık son hamlesini yapmalıydı.
- Olur ya; gün gelir yepyeni fikirlerinle insanımızı çağdaşlığa götürecek
çığırlar açarsın. Maddî gücünle de birçok büyük işe muktedir olabilirsin.
Milletvekili olursun, bakan olursun...
Yavuz, biraz da koltukları kabarmış hâlde güldü:
- O kadar da değil hocam.. Haddimize mi düşmüş!..
- Neden olmasın? Sende o kapasite var. Fakat gücünü kullanmıyorsun.
- On gün sonra, Pazartesi günü öğleden sonra okula gelmeni istiyorum. Seni
tanıyan eski hocaların var. Bazılarıyla da ben tanıştıracağım.
- Peki hocam gelmeye çalışacağım.
- Hayır, mutlaka geleceksin!
•**
Eve gittiğinde Yavuz uzun zamandır yaşamadığı bir neş'e İçindeydi. Akşamın geç
vakitlerine kadar kız kardeşine takılmadan edemedi. Sık sık "bugün keyfimi kimse
bozamaz" diyordu
Nihayet, herkes yatmak için odalarına çekildi. O zaman gündüz olanların
muhakemesini yapmaya çalıştı.
Uykusu geldiği hâlde; içindeki ferahlık ve neş'e uykusuna gaüb geliyordu.
Geleceğini düşündü... Sonra gözlerini yumdu, çocukluğuna döndü...
İlk okulu bitireceği günlerdi. Annesi hayattaydı o zamanlar..
Bir akşam başını annesinin dizlerine yaslamış, uzanmıştı. Annesine yakında
okulların kapanacağından bahsetmiş, gene pekiyi ile geçeceğini söylemişti.
Annesi: "Ah güzel yavrum, bir de büyük adam olduğunu görebilsem! Sâdece
zenginlikle büyük olunmuyor.. Sonra, bu zenginliğin her zaman süreceğine dâir
bir teminatımız da yok ki!" demişti.
Yavuz düşünmüş düşünmüş, kafasında bir büyük adam canlandırmıştı. Çocuk aklıyla
zihninde canlandırdığı
323
bu büyük adam hayâli sonraları ona çok noksan ve gülünç gelmişti.
Annesi o günden sonra da; zaman zaman tekrarlar olmuştu bu sözü: "Büyük adam
olacak benim oğlum!"
İlk gençlik çağlarında; zihnini sık sık şu mes'ele kurcalamıştı: "Büyük adam mı
olunur, büyük adam mı doğulur?" Çevresindekilere bakıyor, birinci fikre
meylediyor; târihe ve günün tek tük rastlanan büyüklerine bakıyor, ikincisine
meylediyordu.
Yaşadığı teecrübeler, uğradığı hayâl kırıklıkları, duyup da görmediği bazı
insanların hayatları, bu zikzaklı anlayışının yanlış olduğunu öğretti.
Özünden kopmuş, hayâtın gayesini kaybetmiş, ölçüleri tepetaklak olmuş Anadolu ve
dünyâ insanları "önemli insan ile değerli insan"ı birbirine karıştırır olmuştu.
Önemli insanlar değerli zannedilip takdir görüyor, hürmete lâyık bulunuyordu.
Hâlâ düşündüğü, bir türlü halledemediği bu mes'ele gene aklını meşgul etti...
"İyi de; önemli insanlar her bir köşeyi tutmuşken, neden değerli insanlar kıyıda
köşede duruyorlar?.."
"Belki de hiç cevab bulamayacağım" diye düşündü tek-
rar...
324
XXVI
Ahmed Bey, o toplantı gecesinde kardeş ilân ettiği Ferhat Bey'i o gün evine
davet etmişti. Toplantı gecesinin üzerinden bir hafta geçmişti.
Sanki misafiri rahat değilmiş gibi,Ahmed Bey eline bir yastık daha aldı, "lütfen
şunu da arkanıza yerleştirin" dercesi-ne uzattı. Misafir "peki" dercesine aldı,
sırtı ile dayandığı yastık arasına koydu.
İkisi de heyecanlıydılar. Hangi sebeble bir araya geldiklerini bilmemekle
beraber aynı heyecanı duyuyorlardı. Birbirlerine bakarlarken; şübhesiz, ikisi de
aynı şeyleri düşünüyordu.
- Ferhat Bey... Görüşmeyeli uzun zaman oldu.. Lâkin o gece tekrar karşılaşmamız
mukadderini^. Belki o gece, buradaki ortamı hazırladı. Kardeş olduk ve görüşmeye
kendimizi mecbur hissettik.
- Sizi bilmem ama, ben kendimi seneler süren bir uykuya kapılmış gibi görüyorum.
O gece; her şeyi değiştiren o gece, beni uykudan uyandıran geceydi. Meğer
seneler boyu kendi dünyâmda, tek kişilik karamsar bir dünyâda yaşamış durmuşum.
Hep itilip kakılmışhk, beni daha binbaşı iken emekli olmaya mecbur etti.
Güçsüzdüm, kendimi yalnız görüyordum. Yardımsız ve sâhibsizdim...
- Öyle zamanlar oldu ki, imân sahibi insanların tamamen toprak altmda kaldığına
inandım. Ortalıkta iyi insan kalmamış zehabına kapıldım.
Ağır ağır kafasını salladı Ahmed Bey.. Gözlerini yere dikmişti. Sesi soluk
gibiydi:
- Evet... Ben de senelerdir aynı şeyleri yaşadım. Bir fark-
325
la; benimki uykunun da ötesinde bir nefretti!.. Senelerdir değişen birçok şeyi
görememişim. Gözlerimi kapayan da bu uykudan ziyâde nefret...
- İnanır mısınız, bir haftadır doğru dürüst uyuyamıyorum Ferhat Bey.. Aklımda
hep o geceki toplantı, orada gördüklerim...
- O günden beri kendimi sorguluyorum... Yiğenim Yusuf'u, o gecede konuşmasmı,
kısa zamanda yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Sonra kendime
dönüyorum; bu güne kadarki hayâtımın muhasebesini yapıyorum. Tutturduğum yol
beni nereye kadar getirmiş; hatâlarımı, se-vablarımı gözden geçiriyorum. Ve hep
şurada tıkanıp kalıyorum: Acaba hatalı olan ben miydim?.. Hep doğru yaptığımı
zannetsem de tamamen hatâ içinde olamaz mıyım?
O ortamda Yusuf'un zikrettiği "gevşemeyin, üzülmeyin; inanıyorsanız üstün olan
sizlersiniz..." âyet meali öyle bir sarstı ki beni!..
- Aynen Ahmed Bey, aynen... Ben de iliklerime kadar titrediğimi, beynime
yıldırım çarpmış gibi sarsıldığımı hissettim. Belki samimî bir ağızdan çıkması
da te'siri katbekat artırmıştı..
- Onun bahsettiği hastalıkların bir kısmından uzağız belki... Fakat yiğeniniz,
her sözü sanki benim için söylüyordu. Her bir cümlede kendimi gördüm, kendimi
hesaba çektim. Ve o anda sordum hep kendi kendime: "Şu bahsettiği hasta acaba
ben miyim? Şu belâya ben de mi duçarım? Şu zaaf bende de var mı?"
- Ve hâlâ soruyorum...
- Ben İse onlardan maada kendimi şu noktada sorguluyorum:
Yerinde kımıldandı. Rahat edemedi. Ayaklarını toplayıp sedirde bağdaş kurdu.,
- Mektubu Yusuf'a verdiğim gün, başladığı iş hakkında da biraz konuşmuştuk.
Birtakım yeniliklere leşebbüs ettiklerinden bahsetmişti. Sonradan duydum ki;
bana bahsetmediği yeni kurulan bir şirket ve fabrika işi de varmış.
- O gün içinde bulunduğu hassas ortamı hiç hesaba kat-
326
madan ikaz etmiş, acımasızca tenkid etmiştim. Belki ümitlerine, samimî
heyecanlarına gem vurmuştum. Benden destek almalıyken tam tersini görmüştü.
- O gün iyi niyetli idim. Fakat iyi niyet yetmiyor ki! Neyi ne zaman yapacağını
da iyi bilmek lâzım.. En çok desteğe muhtaç olduğu bir zamanda hiç olmazsa
sussaydım. Yazık ki yapamadım!
Ferhat Bey ses çıkarmadı buna.. Bir aile mes'elesi olarak görmüştü mes'eleyi.
Yorum yapacak kadar da samimiyeti yoktu henüz.
Ahmed Bey'in eski hâlini bilseydi, değişmiş hâlini bilseydi, ortak hislerinin ne
kadar çok olduğunu bilseydi belki çok şey söylerdi.
Gene de kırıcı olmamak kaydıyla bir şeyler söylemeliydi...
-Yiğeniniz Öncü olduğu hamlelerle Konya'da çığırlar açtı. Daha iki gün evvel,
hissedar işçilerden biriyle konuştum. Öyle memnundu ki hâlinden!..
-Düşünsenize, fabrikada hem işçi hem ortak... "îşler çok iyi, herkes huzurlu,
istihsal kat kat arttı" diyor. Yeni kurulan şirketin gördüğü teveccühten de
sitayişle bahsetti.
-Fabrikada bir ihtiyar adam varmış. Yusuf Bey istanbul'dan getirtmiş kendisini.
Fabrikada herkes öyle sevmiş ki mübareği... Konuştuğum adam ihtiyar için, "bize
Allah'ın bir lûtfu" diyor. Hızla ilerleyen bir cami inşaatından da bahsetti.
-Ve hepsinin sonunda, yiğeninize duâ üstüne duâ ediyor. "Allah başımızdan eksik
etmesin" diyor.
-Yalnız temennim; menfaat muslukları kesilecek diye korkanların, güçlü
sermâyeleriyle bu işe set çekmeye kalkmamaları...
-înşaallah, dedi Ahmed Bey.. Benim de endîşelerimden biri... Yalnız;
samimiyetsizlere dikkat edilirse bir tehlike olacağını zannetmiyorum. Zira
herkesin faydasına bu... İşin faydasına inananlar, bu yelpazeyi her geçen gün
genişleteceklerdir.
Müsaade isteyerek kalktı, dışarı çıktı. Az sonra, elinde çay tepsisiyle geldi.
Çaylar içilirken, ara ara yerinde kıpırdandı Ahmed Bey.
327
Bir şeyi anlatmak istedi, vazgeçti. Nihayet çaylar bittikten sonra, günlerdir
kafasını kurcalayan mevzuu açtı.
- O gecedeki gençleri gördünüz Ferhat Bey!.. Çeşit çeşit insanlar vardı. Her
biri bir şeyler umarak gelmişlerdi. Zannediyorum; benim gibi olanlar da
umduklarını fazlasıyla buldular. Hattâ ben, nerdeyse zorla gitmiştim.
- Şimdi bu zamana kadar gelen geçenleri neden kaçırmışım diye hayıflanıyorum...
- Hele o gençler, hele o gençler!.. Nurlu nâsiyeleriyle, dı-rahşan çehreleriyle,
gözlerimin Önünden gitmiyorlar bir türlü! Senelerdir kararmış dünyâmı bir anda
aydınlattılar,
- Cum'a namazlarını, senelerdir hep küçük camilerde kıldım. Etrafıma da pek
dikkat etmem zâten. Camide, arada kaybolup giderdi bu gençler... Veya onları
sâdece Cum'aları kılan gençler zannederdim.
- Ama o geceki hava öyle bir sarstı ki beni!..
- Demek ki son yirmi-yirmi beş sene çok şeyi değiştir-, miş Ahmed Bey!. Benim
de sizden pek farkım yoktu. Hiç düşündünüz mü; senelerdir dünyâya neden Öyle
baktık? Neden her şey mahvolmuş gibi geldi bize?
- Hayır, enine boyuna düşünmedim hiç! Yalnız tesbit ettiğim bir şey var:
"Ölümden sonra diriliş" yaşıyor gibiyiz...
Bu sözlerle gözleri parladı Ferhat Bey'in... "Mükemmel bir tesbit" diye geçirdi
içinden..
- Ben ise iki gündür şuna kafa yoruyorum... Belki yanılı-yorurn, ama âcizane
vardığım netice şu:
- Yusuf Bey'in konuşması esnasında kafamda bir şimşek çakmıştı... Kendimi o
zayıflık psikolojisi içinde değerlendirdim:
- Ben, her şeyden el etek çekip uzlet köşesine çekildim. Yaptığım; mevcud
cebhelerde harbi kaybeden bir kumandanın ricat hareketine benziyordu. Senelerce
dışa kapalı, sâdece kendisini ve ailesini kurtarmayı hedef edinen, pasif, ucuz
yolu seçen bir hayat... Aklımsıra, cebhe gerisini kurtarma!..
- Eminim bu hâlet-i rûhiyeyi siz de yaşamışsınızdır..
- Evet, dedi Ahmet Bey.. Sesi; yılların kahrını, çilesini, işkencesini bu tek
kelimede teksif etmişti.
328
- Evet, hem de şiddetle...
Kara gözlerini kısarak sabit bir noktaya dikti. Sırtına yavaş yavaş bir mızrak
girer gibi omuzlarını oynattı, dişlerini birbirine kenetledi, gerilen yüz
hatları çehresini kırışıklıklarla doldurdu, şekilden sekile soktu. Boyun
damarları daha bir belirginleşti.
Bağdaş kurmuş vaziyette bir öne bir arkaya birkaç defa salıncak gibi gitti
geldi.
Nihayet gevşedi. Bakışlarını misafirine çevirdi. Büyük bir İç mücâdelesi
geçirdiği rahatlıkla anlaşılabilirdi. Senelerdir içinde taşıdığı bir şeyler,
anlatılmak ve anlaşılmak için, işte gene irâdesini zorluyordu.
"Senelerdir, dünyâma uzak olanlarla yaşamak.. Benimle hemhal olacak kimselere
rastlamamak! Bana bigâne olanlara içimi şerh edememek... Ne büyük bir azab! Ne
çetin bir yol!..."
"Belki bana benzeyenlerden birine ilk defa rastlıyorum. İşte iki mazlum karşı
karşıya..."
"Fakat ona da anlatamam kü Bu güne kadar kimseye anlatmadım. Karımın bile
bilmesini istemedim. Birbirimizi ne kadar anlasak da Ferhat Bey'e anlatamam!.."
Ferhat Bey; her tipte, subay, astsubay, er ve siville çalışmış, nice insanlar
tanımış Ferhat Bey, bu esrarlı insanın yaşadığı iç mücâdelesini teşhise
çalıştı...
İçinde kaynayıp kaynayıp taşmaya çalışan bir sır olmalıydı bu..
- Ne o rahatsız mısınız Ahmed Bey?
- Yoo hayır.. İyiyim iyiyim. Sâdece maziyi hatırladım da..Bazı şeyleri tekrar
yaşar gibi oldum.
Ferhat Bey, sezdikleri üzerine kapalı konuşmayı tercih etti:
- Biliyor musunuz; küçük acılar insanı bir kurt gibi kemirir bitirir, büyük
acılar ise teselli eder. İnsan, çileyi çektikçe daha bir beslenir, kuvvetlenir.
Her türlü azım ve sebatını çektiklerinden alır,.
Ahmed Bey bu sözlerle irkildi. Yoksa misafiri, mazisini biliyor muydu?! Sanki
içini okumuş da konuşmuştu. Dikkatle Ferhat Bey'in yüzüne baktı, gözlerini
kırpıştırdı.
329
Ferhat Bey, bu tedirginliği anlamakta gecikmedi. Sükûnetle devam etti:
- Dünyâlarımız, zannettiğinizden daha yakın... "İnsan yer içer, kendinden pay
biçer" demiş eskiler..
- Belki yaşadıklarınız tahminlerimin çok üstünde. Yalnız, bilmiş olun ki;
bugüne kadar her ikimiz de aynı kaderi yaşadık. Buna; insanlara küskünlük deyin,
bezginlik deyin, yeis deyin, mahvolmuşluk psikolojisi deyin, dâvaya ihanet
deyin, korkaklık deyin, her ne derseniz deyin... Mühim olan netice...
- Senelerce, şâirin " iyiler beyaz atlara binip gittiler" mıs-raıyla avundum
durdum. Şimdi... Şimdi düşünüyorum da; kaybettiğim bir imtihanın ikmalinin aref
esindeyim. Bu ikmâli kazanmak, benim için mazimin kefareti olacak!..
Bu sözler karşısında gözleri doldu Ahmed Bey'in .
- Ne güzel tercüman oldunuz hislerime! Şu memlekette bize benzer kaç ihtiyar,
kaç orta yaşlı var kimbilir!.. Yalnız, şu anda beni sâdece "ben" alâkadar
ediyor...
- Kendimi bir firari gibi hissediyorum.. İçimdeki kendime isyan dalgaları öyle
bir kabardı ki!.. "Yeter artık " diyorum. Yaşadığım zillet!.. Kendime gelmeliyim
artık!
- Artık karanlığa küfretmeye paydos!.. Ben de kötülüğe karşı savaş açmalıyım.
Kötülüğe k^rşı iyilikle...
- Ferhat Bey, az önce bir kelime sarfetmiştiniz..
- Hangisiydi o?..
- Korkaklık.. Kendimi o ölçüye vurdum da şimdi.. Acaba ben de korkak mıyım
diye... "Hayır" dedim. Belki diğerlerinin tamamı vardı, ama korkaklık yoktu
bende.. Bizi ne kadar korkutmak, sindirmek isteseler de, korktuğum için
çekilmedim köşeme!..
- Ben korkaklıkla cesaret noksanlığını kastettim. İtiraf edeyim ki, kâfi
miktarda cesaret yoktu bende. İmânım zayıf-mış demek ki. İlmim beni bile idare
edemezmiş. Yoksa ben de kendi çapımda kâinata meydan okuyabilirdim. Hakikî imânı
elde edenlerin yaptığı gibi; zamanın şartları içinde gerekli silahlarla teçhiz
olup, dünyâ ile yaka-paça olurdum.
- Devrin şartlan içinde bu meydan okumayı Yusuf Bey
330
gibiler yapıyor. Ne mutlu öylesi kahramanlara!..
Ahmed Bey başını eğdi. Gözlerini kısarak halıya baktı. İçinde kabaran pişmanlık
dalgasını bastırmaya çalıştı:
- Ne mutlu o ve onun gibilere!.. Yanıldığıma ne kadar da sevmiyorum! Allah
(c.c.) hizmetlerini dâim eylesin, akibetini hayrey leşin L
Misafirin ağzından; nefes gibi, samimî bir icabet sözü düküldü:
- Amin!.. Binlerce âmin...
Bir yandan da Ahmet Bey'in kendi kendine isyanının derecesini, ruhundaki ihtilâl
ve inkılâbın şiddetini kestirmeye çalışıyordu.
331
XXVII
" Nasıl olur, nasıl olur?!" diye habire tepiniyordu Aydın Bey.."
" Nasıl böyle aldanabilir? Nerdeyse yolundan çıkmak üzere!"
"Tam avucumun içine almak üzereyim ki; kalkıyor, bir kendini bilmezin, beğendiği
fikirlerinden bahsediyor. Konya'ya getirdiği yeniliklerden, attığı sözde dev
adımlardan dem vuruyor. Her işinden sitayişle söz ediyor."
Biraz sâkinleşeyim diye koltuğuna oturdu. Sakin olmalıydı. Evet evet, Yavuz'la
Yusuf içeriye girdiklerinde gayet soğukkanlı görünmeliydi. Sinirlenmemek, her
şeye sükûnetle tepki göstermeliydi.
Bir an düşündü.. "Acaba Yusuf'la tanışmak için acele mi ettim? Biraz daha
beklesem de her şey rayına otursa daha iyi olmaz mıydı?.."
"Yoo, her şeyi sıcağı sıcağına halletmek lâzım!.. Yavuz'un kafasındaki
istifhamları bir bir ortadan kaldırmak lâzım. Bunun da en kestirme yolu Yusuf'u
rezîl kepaze edip Yavuz'un gözünde beş paralık etmek! İşte o zaman anlayacak
hatâ yaptığını!.. O Yusuf denilen çocuk da haddini bilecek... Bir daha boyundan
büyük işlere kalkışmayacak. En azından, Yavuz'un yakasını bırakacak..."
Oturup beklemeliydi o hâlde. On-on beş dakikaya kadar büroda olurlardı.. Neler
yapacağının hayalleriyle, keyifli keyifli beklemeye koyuldu...
Tahmin ettiği gibi, çocuklar vaktinde geldiler.. Tebes-
333
sümlerle içeri girdiler..
Aydın Bey kalktı, önce Yavuz'a yöneldi, hareketlerine samimî bir hava süsü
vererek kucakladı. Ardından; geride duran Yusuf'a elini uzattı. Gözlerinin içine
bakıp "hoşgeldiniz" diyecekti..
Fakat o yüz, o koyu mavi gözler, gözlerdeki derîn ve ma'nâlı bakışlar... Hüznü
bir tablo gibi yüzünde resmetmiş bu genç adamın gözlerine daha fazla bakamadı.
Acaib bir hâl vardı bu yüzde. Lâhutî bir hava, kendinden gayet emin bakışlar,
adetâ "gel, benim iklimimde seyahate davet ediyorum" diyen bakışlar... Bir
mü'mine Allah'ı hatırlatan bakışlar... Becerebilen için, bir kitab gibi okunacak
bakışlar... Bir imansızın dizlerinin bağmı çözecek bakışlar...
İçinin titrediğini, bu genç adamın karşısında küçüldüğünü, bir fare kadar
ufaldığını, tarifsiz bir korkuya kapıldığını hissetti.
Nihayet:
-Hoşgeldiniz, diyebildi.
Çocuklar gösterilen yerlere oturdular.
•••
Bürodan çıkar çıkmaz, iki yiğen acele adımlarla yürüdüler. Park yerine varıp
arabaya bininceye kadar hiç konuşmadılar.
Yusuf, hareket edinceye kadar yar» gözle hep amca oğlunu gö-zetlemişti. Yavuz'un
hareketleri acelesiz, hamleleri sert idi. Yüz hatları gergindi. Sağa sola
bakmıyordu.
İlk konuşan Yusuf oldu. Sesine, görüşmenin üzerinden günler geçmiş gibi
heyecansız, kuru bir hava vermeye çalıştı.
- Yavuz, son söylediğim sözle fazla mı ileri gittim diye düşünüyorsun belki..
Hafifçe sinirli bir sesle, bilmezmiş gibi sordu Yavuz:
-Hangisiydi o?..
-"Sizin aklınız, sizi helaya kadar götürür, orada bırakır çıkarsınız..."
-Bilmem, dedi yüzü yan dönük... Şimdi hiç yorum yapacak durumda değilim. Zihnim
karmakarışık...
Sesi gayet soğuk geldi Yusufa.. Kırgın ve lâkayd görünüyor-
334
du.
Ana caddeye çıkıp, trafiğin akışına kapıldılar...
-Eve mi gidiyorsun Yusuf?
-Farketmez, vakit henüz erken.. Ama sen istersen..
Anlamıştı Yavuz... Bir müddet.cevab vermedi.
-Demin söylediğim gibi zihnim karmakarışık.. Keşke hiç go-rüşmeseydiniz diyorum
şimdi. Halbuki ben neler ümit etmiştim!..
-Ben de öyle ama...
-Sana ayıb etti profesör.. İş bu noktaya gelmemeliydi. Yazık; niyetinin ne
olduğunu geç öğrendim!
-Biliyor musun Yusuf; onu senelerdir tanırım, fakat hiç böyle görmemiştim. Sık
sık dili dolaşıyordu, tedirgin, korkmuş bir hâli vardı. Birkaç yerde saçmaladı.
Bu kadar da açık konuştu ilk defa...
-Senin son sözüne de gelince; tartışmayı bitiren, muhatabını susturan bir
sözdü... Görünüşte çok ağır gibi..
-Şimdi düşünüyorum da; senin içinde bulunduğun şartlar... Dahası; bir tuzakla
karşı karşıya olduğunu düşündün belki!
Birden araba ağırlaştı, sağda durdu. Yusuf'un gözlerine bir suçlu edasıyla
baktı...
-Evet Yusuf... Belki bu tuzakta benim de payım olduğunu zannediyorsun. Seni
temin ederim, yemin ederim ki böyle bir şey aklımın ucundan dahi geçmedi!
Yusuf güldü bu sözlere.. Elini Yavuz'un omzuna attı:
-Sen müsterih ol Yavuz.. Sakın kendini suçlayıp üzme! Emin ol, benim de aklıma
gelmedi öyle bir şey!.. İnşaallah böylesi daha hayırlı olacak..
-Yapılan saldırılar, edilen iftiralar şahsıma olsaydı sineye çekerdim.. Sen de
gördün ki; şahsımda her türlü iğrenç saldırı İslâm'a idi. Orada İslâm'ın izzeti
bahis mevzuu idi.. Onun için; en kestirmeden adamın sırtını yere yapıştıracak
bir söz lâzımdı. Zannediyorum zayıf tarafından vuruldu adamcağız!. Hem aklı
putlaştıran bir akılperest, hem de zehirli iğnesi an gibi bağırsaklarına bağlı
bir şehvetperest...
Araba tekrar hareket ettiğinde, Yavuz içinin rahatladığını, zihnini alt üst eden
evhamın yok olduğunu hissetti. Yan
335
gözle Yusuf'a sıcak bir nazar atfetti..
Devam etti Yusuf. Zira en mühim kısım açıklığa kavuşmalıydı:
- Yirminci asrın en büyük putunun ne olduğunu sen de anlamış olmalısın Yavuz..
Profesörle, iyileştikten sonraki ilk görüşmesi aklına geldi Yavuz'un..
- Evet, anlar gibiyim..
- Aydın Bey'in şahsında; o koca putun tecessüm etmiş hâlini dehşetle gördüm.
Asrın; hele Batı âleminin en büyük putu "akıl..." Daha doğrusu "insan." İnsanın
kendisi...
- Batı âlemi bugün Hıristiyan değildir; yazık ki başka bir şey de değildir. İki
üç asırdır peşinden sürüklendiği "-izm" lerin te'siriyle, bâtıl da olsa eski
inancından kopmuş, kendisine tapar olmuştur. Aydın Bey gibiler; bu vetirenin
serencâmını pek iyi bilirler de, insanların bir aşırılıktan kurtulup bir başka
aşırılığın, yâni "akıl putu" nun ağlarına yakalandığını göremezler...
-Müsbet ilimlerde alınan akıl almaz mesafe; insanı yersiz, herzekâr bir kibir
illetine mübtelâ etmiştir. O noktada Allah (c.c.) ve her nevî kudsî değer yok
sayılmıştır.Akıl ve onun buldukları, insanı yücelerin yücesine çıkaracak
zannedilmiş-tir.Heyhât, işte görüyoruz aklı put edinenleri!.. Onların ferdî
hayatlarının acınacak hâlini, içtimaî bayatlarının vahşî hayvanlara rahmet
okutacak manzarasını...
Beynine tokmak gibi inen şu birkaç cümle Yavuz'u öyle bir sarsmıştı ki!..
- Evet Yusuf, şimdi daha iyi anlıyorum. Şu üstü kapalı birkaç söz her şeyi
anlatmaya yetiyor!
Bunları söylerken, içinden Yusuf'u eve davet etmeyi geçirdi. Bir kuvvet alıkoydu
bu arzusundan... "Hayır hayır, bu kadarı çok bile, ona daha yakın olamazsın"
diyordu.
Bu iki kuvvetin çarpışmasını anlamış gibi, aynı teklifi ikinci sesin adetâ
inadına Yusuf yaptı:
- Herhangi bir plânın yoksa, istersen bize gidelim... Bunca olanlardan sonra
hayır diyemezdi. Demek ki amca oğlunda inkisarın zerresi yoktu. Sevincini belli
etmemeye
336
çalıştı.
- Tabiî, neden olmasın!..
Eve vardıklarında vakit öğleyi bulmuştu.. Yer sofrasında yenilen yemekten sonra
müsaade isteyip namaz kılmak üzere kalktı Yusuf.,
Bu manzara karşısında içinden bir şeylerin koptuğunu hissetti Yavuz.. Amca oğlu
dönene kadar salonda süklüm püklüm oturdu.
İçeriye gözleri parlayarak girdi Yusuf:
- İstersen benim odama geçelim, daha rahat ederiz orada?.
Cevab vermeden kalktı Yavuz.. Bahsedilen odaya geçtiler.
Adımını odaya atan Yavuz'un ilk işi, merakını belli etmeden ortalığı seyretmek
oldu. On-on iki metrekarelik bu küçük odaya dört senedir ilk defa giriyordu.
İlk dikkatini çekenler; köşede bir somya, somyanm karşısında bir masa,masaya
bitişik bir sandalye, duvarın bir kenarını boydan boya kaplayan koca bir
kitablık, pencere ile somya araşma yerleştirilmiş bir dolap oldu. Yerde eskimeye
yüz tutmuş küçük-bir el halısı vardı.
Somyanın üzerine oturunca kuru bir yere oturduğunu anladı. Bu tahta somyanın
üzerinde ince bir şilte vardı. Kendi yumuşacık yatağıyla kıyaslamadan edemedi..
Yusuf da sandalyeyi çekti oturdu. O zaman masaya bir daha bakan Yavuz bir masa
lâmbası ve hemen yanında hiç ummadığı, bu odada bulunmasına asla ihtimâl
veremeyeceği bir şeyi gördü. Hayret, odaya ilk girdiğinde görmemişti!.
- Bu kurukafa hakikî mi?Demin nasıl da görmemişim? Bunu söylerken, yüzünü hafif
bir alay ifâdesi sarmıştı..
- Evet hakikî.. Sun'î falan değil..
- Peki nerden ele geçirdin?
- Üniversitede iken Tıp Fakültesinde okuyan bir arkadaşımdan temin ettim. Dört
senedir bende.. İstanbul'dan döndüğümden beri bu masanın üzerinde... Sandalyeye
oturduğumda tam karşımda duruyor. Yatağa uzandığımda gene kar-
337
şımda...
Yavuz dinlerken habire bu işin sırrını çözmeye çalıştı. "Düşünüp durmaktansa en
iyisi sormak" dedi.
- İnsanlar bir kurukafayı gayet soğuk karşılarken, h^le geceleri ürkütücü
bulurken, kimileri alaya alırken nedir hikmeti bunun? Hem de odanda
bulundurmak?..
Yusuf sandalyesini biraz döndürdü. Şimdi Yavuz'u yandan görüyor, sağ tarafı da
kurukafaya bakıyordu. Birden aklına geldi, ayağa kalktı.
- Ha, odaya girdik gireli akıl etmedim. Şu perdeleri açsam iyi olacak. Belki
hoşlanmazsın; içeriye loş bir hava veriyor..Kapalı durduğu zaman, kendimi
dünyâdan başka bir yerlere gitmiş gibi hissediyorum. Şu küçücük odam, apayrı bir
âlem, bir huzur iklimi oluyor benim için...
- Hayır hayır, böylesi daha iyi Yusuf.. Nedendir bilmem, benim de hoşuma
gidiyor.
Vazgeçti bunun üzerine, oturdu. Gözlerini bir an kurukafaya dikti. Sonra
yiğenine döndü:
-Şu uzlet köşemde bu kurukafa; benim hocamdır, mür-şidimdir. Kimi zaman uzun
uzun konuşurum onunla. Benim sohbet arkadaşımdır. Lisân-ı hâl ile bana neler
anlatır, neler öğretir bir bilsen!..
Yusuf odada misafiri olduğunu unutmuştu sanki.. Aca-ib bir vecde bürünmüştü.
Sesi kâl\nasihat eder gibi yumuşuyor, kâh bir kuyunun dibinden gelir gibi
kısılıp boğuklaşıyor, kâh bir kalabalığa hitab eder gibi yükseliyor, heyecanı
artıyordu.
- Baksana şuna!.. Bir zamanlar gören gözlerin yerlerinde karanlık iki çukur var.
Konuşan dili şimdi söylemez olmuş! O güzelim saçların yerinde yeller esiyor
şimdi. Hangi birini anlatayım ki!.. Rabbimin özene bezene yarattığı tenin
yerinde şimdi kupkuru bir kafa var!
- Kimbilir kimdi? Bir erkek mi yoksa kadın mıydı? Zengin miydi fakir miydi?
Sultan mıydı dilenci miydi? Kaç sene yaşadı? Neler gördü geçirdi?
- Kimbilir ne arzular duydu, ne emeller besledi içinde? Hangi hayâllerin
peşinden koştu kimbilir? Sevindi,
338
üzüldü, korktu, endîşe çekti, hırslandı, huzur buldu, huzursuz oldu, hasta
oldu... Belki aç kaldı, belki servetinin hesabını bile bilmiyordu, belki
günahkârdı, belki sâlih bir kul du, belki âlimdi, belki câhildi...
- Her ne olursa olsun; ruhu şimdi kimbilir nelerle karşı karşıya?.. Ve
bedeninden arta kalan şu kurukafa senelerdir bende, bana hocalık yapıyor... Her
hasbihalimde yeni yeni hisseler kapıyorum kendime!.
Alıp buraya getirdiğim için o da Allah'da affetsin. Ne yapayım çok korkuyorum!
İmânımı kaybetmekten, son nefesimde imansız gitmekten!..
Şu kurukafaya her bakışımda derinden sarsılıyor, Yunus Emre Hazretleri'nin
tabiriyle; "ölüm vardır bilirsin, niçin gafil olursun" diyorum kendime..
Sözün başında Yavuz; "acaba deli mi ş1 Yusuf" diye düşünmeden edememişti.
Anlattıkları bittikten sonra amca oğluna utanarak baktı...
"Hayır, neden deli olsun! Hassasiyette bir uç nokta onunki.. Ne kadar da uzağım
onun ikliminden! Utanıyorum yârabbim, utanıyorum!.. .
Yüzü kızarmıştı. Sırtını ter bastığını hissetti. Kulaklarına kadar ateş
içindeydi...
Yusuf, havayı değiştirmek ister gibi ayağa kalktı.
-Sana ellerimle bir çay demleyeyim. Müsaade edersen, bir de manava gideceğim.
Sen oturursun olmaz mı? Çeyrek saate kadar dönerim inşaallah...
-Benim için hiçbir şey..
-Yoo olmaz Yavuz!.. Ne zamandır evimize gelmedin. Unutma, misafirsin sen!
Ses çıkarmadı. Kapanan kapının ardından bakakaldı...
Ayağa kalktı. Bu küçük odada birkaç adım attı, geri döndü. Birkaç defa
tekrarladı bunu. Sonra kitablıktaki kitabla-ra takıldı gözü. Bakışlarını
çevirdi, tekrar masaya baktı. Gene kurukafa... İçinin bir an ürperdiğini
hissetti. Yaklaştı, ellerini masaya dayadı, tepeden baktı bu defa.. Gözlerini
elleri hizasına getirdi. İki parmak aralık duran çekmecede ciltli bir kitab
339
ilişti gözüne. Merak etti, elini uzatır gibi yaptı, geri çekti. "Ayıb olur, hiç
dokunmamalıyım" diye düşündü.
Bir yandan da merakını yenemiyordu. Acaba ne kitabıydı? "Alır, içine bir göz
gezdirir, bırakırım" dedi.
Tekrar, gizli bir şeyi kurcalar gibi "yapamam, ayıb olur" dedi. Nihayet merakı
galib geldi. Alıp şöyle bir bakacak, hemen bırakacaktı.
Çekmeceyi çekti, kitabı aldı, ayakta dikilmiş vaziyette açtı. Hayır hayır, bu
bir defterdi. Siyah mürekkeble yazılmış çizgisiz bir defter... Bu defa içindeki
merak daha bir depreşti.
Arasında bir şey vardı. Hemen o sayfayı buldu, açtı. Bir mektub zarfı idi bu..
Üzerinde bir şey yazmayan, kalınca, sararmaya yüz tutmuş bir zarf...
"Hayır bunu açamam" dedi. Defteri şöyle bir karıştırdı. Bu kalınca defterin
yandan fazlası doluydu. Mektubun olduğu sayfadaki yazıyı okumaya karar verdi.
"Bu yol kimine bir an, kimine kırk gün, kimine kırk yıl" demişler. Bir ömür boyu
gidip menzile varamayanlar da var. Bir adımda varanlar, bir Ömür ha vardım ha
varacağım diye yürüyenler...
Kâinatın mayası "muhabbet" demişler. Bir ateşin çevresindeki pervaneler, güneşin
etrafında mest olmuş dönen seyyareler, "hu" deyip dem çeken Kumrular ve
kumrulara eş dervişler, damarlarda dolaşan kan, geldiğimiz yere götüren ölüm ve
hepsinin ötesinde gerçek "dönüş" olan tevbe...
Hepsi; şuurlu veya şuursuz, aşkın cazibe merkezine
seyahati değil mi?
Ben de o aşka sâhib olayım, aşk ile Rabbime döneyim istedim yolun başında...
O zaman başladı işte her şey... Beni her zaman bir yerlere sevkeden kudret dedi
ki: "Nasıl düşünürsün pişmeden olgunlaşmayı, bu ne acele?"
Meğer çok ucuz zannetmişim aşkı. Bir anda başımın göklere değmesini istemişim.
Olmazların bir anda olacağını zannetmişim.
"Gel" dedi o kudret... "Evvelâ mecazı gör, sonra hakikî
340
olanını yaşa." Ve tam altı sene kalbimi yakıp beni pişirecek olan güzele meftun
oldum.
Tatlı bir rü'yâ ile başladı mecaz. Beni senelerce peşinden koşturdu. Her ahım
alev olur göklere yükselirdi. Her figanım "vuslat" derdi. Her sessiz feryadım
içimdeki volkanı daha bir beslerdi.
Ne acıdır ki maşukam, ona olan aşkımı hiç bilmedi. Rü'yâlarda bile benden çok
uzaktaydı, ona yabancıydım.
Bir an olsun ona şehvet hissi duymadım. Bedenden tamamen sıyrılmış ruhun
itminanına yönelmiş bir aşktı yaşadığım...
İlk zamanlar "vuslat" deyip inleyen ruhum, gün geldi, vuslatın adını bile anmaz
oldu. Hicran yarasının çektirdiği acı o kadar tatlı idi ki!..
Artık biliyordum ki, vuslat, bu aşkı ânında öldürecek zehirli bir oktur. Onun
aşkının âşıkı olmuştum, aşkın âşıki olmuştum şimdi...
Hepsinden tuhafı, bir başka güzel bana meftundu. Burada birkaç cümleyle
anlatması ne kadar da kolay! Benim senelerce yandığım gibi, her saniye benim
için eriyip tükenen bir ömür yardı karşımda.
Ben maşukam için ölürüm zannetmiştim. Altı senenin sonunda; artık aşkımın
küllendiği gün, ikinci güzel son çâreyi ölmekte buldu. Bitmez zannettiğim aşk
bitmişti. Diğeri de Ölümü seçmiş, benim beceremediğimi becermişti.
Bİr tarafta benden başkasına meçhul aşkım, bir tarafta aşkla cevab veremediğim,
aşkımın sâdık bir kurbanı...
Artık bu defter kapandı dediğim gün yeni bir defter açılmıştı. Her bitiş yeni
bir başlangıç değil miydi zâten! Yalnız, benimki ömür boyu vicdanıma azab
çektirecek bir başlangıçtı.
Şimdi şunu öğrendim: Her fâninin bir başı bir de sonu var. Öyleyse fâni olanı
istemek ne kadar da abes!.. Neden ömürler abesler peşinde heba olup gitsin?..
Ne kadar da zavallıyız karşında ey bakî dost!
Şayet mecazdan hakikate yol bulup geçemiyorsam, vay benim hâlime!... Değer mi
fâni bir mahlûkun fânilerle
341
oyalanmasına fâni hayat?..
Neticede; aklın ve kalbin imtizaciyle ideal hedefi öğrendim. Bakî olan hakikî
güzeli sevmeye çalıştım. Zira, şu dünyâda herkese,her nesneye lâyıkı vtchile
kıymet verilmeliydi. Çağlar boyunce nice güzeller ve güzellikler yaratan "Hakikî
Güzel" her çileye değmez miydi? O'nun yarattığı bir fâni güzel, insana bunca
hissi yaşatıyorsa, kendisi kim-bilir neler yaşatacaktı!? Mecaz bütün
basitliğiyle insanı bu kadar pişiriyorsa, hakikat kimbilir hangi menzile kadar
götürecekti!?
O günden sonra insanlara bakarken, surete değil sîrete bakar oldum. Yâni
güzeldeki güzeli aramaya başladım.
Her insanın suretinde ayrı bir güzellik vardı. Fakat hepsi toprak olmayacak
mıydı? Mühim olan sîretteki güzellik idi öyleyse...
Şimdi "hakikî güzel"e vuslat yolunda her şeyimi feda etmeye hazırım. Derviş
Yûnus'un tabiriyle: "ballar balını bulmak" karşılığında her şeyimi vermek
istiyorum.
Ey dost! Bu yolda her türlü çileye hazırım şimdi. Kapının tokmağına uzanan
ellerimi boş çevirme!... "Dost dost" diye inleyen gönlümü hasrette, hüsranda
bırakma!
Sen'den başka her türlü yalancı sevdaya "elveda" diyorum. Yalnız Sen'İ
istiyorum. Ruhum yalnız Sen'İnle huzura erecek. İçimdeki acıyı yalnız vuslatın
dindirecek!..
Gözlerime senden başka hayâl girmesin Allahım! Beni benimle, şeytanla,
şeytanlaşmış insanlarla, masiva ile başbaşa bırakma! Beni yolda takılıp
kalanlardan eyleme Allahım!..
Âmin!..
Defteri kapattı Yavuz. Aldığı şekliyle çekmeceye yerleştirdi. Gitti somyaya
oturdu. Başını önüne salladı:
"Şimdi bir nebze daha anlıyorum dünyânı Yusuf! Şu yaşına kadar kimbilir neler
yaşadın! Belki bin yıllık ömre sığmayan tecrübelerin var. Ve Allah her yolla
seni terbiye ediyor.."
Ayağa kalktı kitablığa yaklaştı, kitabları seyre koyul-
342
du..
Yusuf'un odaya nasıl girdiğini farketmedi bile.. îkinci selâmdan sonra
farkedebildi.
- Çay birazdan hazır olur, ardından da meyve yeriz in-şaallah.. Sıkılmadın ya
ben yokken?
- Yoo yoo, senin anlattıklarını düşündüm. Kitablan seyrettim biraz..
- Dışurda rüzgâr çıkmış. Allah aç-açıkta olanlara yardım etsin! Ceketle
dolaşılmıyor.
- Amin!.. Eh ne de olsa kışa girdik sayılır. Kasım'ın sonlarına geldik.
- Cekedinİn düğmeleri de yok Yusuf.. Ceket sözü geçti de... Merakımı bağışla!..
"Farkındayım" der gibi gülümsedi Yusuf.
- Palto, pardesü gibi giyecekler için aynı şeyi söyleyemem ama cekette düğme
kullanmıyorum. Bu soruya da alıştım art k! İlk soran sen değilsin..
- Hani tek düğme eksik olsa ..
- Anlıyorum, ikisi de yok.. Sen sormadan anlatayım sebebini:
Yusuf sıkılmıştı, lâkin ne yapsın, anlatmaya mecbur hissetti kendisini..
Sandalyesine yerleşti:
- Putları bilirsin Yavuz!. İnsanı insanlığından eden, olmadık şeylerin kölesi
yapan putları...
Ma'nâsız ma'nâsız baktı Yavuz..
- Dünyânın bazı yerlerinde hâlen tapınılan, taştan, tahtadan totemleri
kastetmiyorum. Para, kadın, zevk, mide şehveti, eğlence, mansıb, koltuk, şöhret,
menfaat.. Bu putlar da değil benim kastım!..
Gene anlamamış gibi baktı...
- Bir de insanın içinde gizli gizli yaşayan, farkında olmadığı süflî şeyler
vardır. İnsanlar iç dünyâlarına döndükleri nisbette tanırlar onları.. İç
hesablaşmaya başladıkları, kendileriyle yaka-paça olduklarında tehlikeyi
sezerler. Ne büyük birer put olduklarını idrak ederler.
- Bundan tam üç sene önceydi. Fakültenin ikinci sınıfın-dayçhm. Talebe
temsilcisiydim. Arkadaşlarınım bir mes'elesi-
343
ni beyan etmek üzere rektörle görüşmem icab etti. Dekanla birkaç defa
görüşmüştüm ama rektörle ilk defa görüşecektim.
-Rektörü tanıyan arkadaşlardan birisi; "sakın ha düğmeni iliklemeden içeri
girme!" diye ihtarda bulundu. Beynim matkapla deliniyor zannettim!.. Yârabbim ne
demekti bu?! Defalarca şâhid olduğum bu iğrençliği bizzat tekrarlamam
isteniyordu..
- Bu fiil nezâketen icra edilir âmenna ... Fakat sırf rektör olduğu için böyle
bir şey...
- Girdim içeriye. Rektör bey koltuğuna kaykılmış, kabarmış bir hindi
gibiydi."Alçak dağları ben yarattım" der gibi mağrur bir edası vardı.
- Hürmete lâyık, Allah'a itaatkâr olsa, seve seve yapardım böyle bir şeyi...
- Yaklaştım, masasının karşısında dikildim. Mağrur edasına devam ederek "evet
ne var?" dedi. Birkaç cümleyle arzettim mevzuu.. Bitirir bitirmez hiç
düşünmedi bile. Menfi olan cevabı verdi.
- Şaşırmamıştım, beklediğim cevab idi bu.. "Ne yapalım, olmadı" ma'nâsında
ellerimi iki yanıma açarak; "teşekkür ederim" dedim.
-Geriye döndüm, çıkmak üz*ere iki adım attım."Bana baksana sen!" diye seslendi.
Döndüm, yüzü değişmişti. Sinirinden konuşamadı bir müddet. Anlamıştım
sebebini... "Eksik kalan bir şey mi vardı?" diye sordum.. "Evet, eksik bir
değil, çook.. Bir defa karşımda duruşunu beğenmedim. Son derece lâkayd idin.
Sonra...
- Devam etmesine mâni oldum.. "Ben askerliğimi yaptım da geldim fakülteye..
Yazık; beklerdim ki oturacak bir yer gÖsteresiniz! Fotoğrafçı gibi karşınızda
dikildim!
- Tekrar yürüdüm. Ciyak ciyak bağırmasıyla mecburen durdum döndüm.
-"Bana bak, kimin karşısındasın sen?! Adam müsaade ister, huzurdan öyle
ayrılır,tamam mı!.."
- Ben de altta kalmıyan bir sesle devam ettim: "Acıyorum; üstünüzdekilere
gösterdiğiniz tabasbusunuza, tekapu-
344
nuzaL. Ve acıyorum; aynı tavrı size takınan altınızdaki herkese!.. Ne yapalım,
eğilenler oldukça dik duranlar da olacaktır!.."
- Kapıyı sert bir hareketle açtım ve çıktım.
- Zihnimi günlerce meşgul etti bu hâdise.. Ruhumu yokluyordum; içimden bir ses
devamlı isyan ediyordu; "Bu ne biçim kulluktur ki; Allah'tan başkasının önünde,
istemesen de arz-ı ihtiramda bulunuyorsun!"
- Evet, benim için eğilmek idi bu! O anda kararımı verdim. Bir gün kullanırım
korkusuyla; cekedimin iki düğmesini de avuçladım, parçalar gibi kopardım.
- Bir tüy gibi hafiftim artık! Zincirlerinden kurtulmuş, hürriyetine kavuşmuş
bir esir gibi hissediyordum kendimi.
- O günden sonra da cekedimi iliklemeye lüzum kalmadı. Benim için en büyük putu
devirmiştim. Çok şükür, Rabbi-min inâyetiyle yerle bir etmiştim.
*••
Yavuz, o akşam Râbia'ya gündüz olanları heyecanla anlattı. Bir yandan da yorum
yapıyor, kardeşinin müsbet tepkisini görmeye çalışıyordu.
Râbia umursamaz bir tavırla dinliyor veya Öyle görünüyordu. Arada bir ağabeyinin
yorumlarını tasdik eder gibi başını sallıyordu.
Yavuz'un normal karşıladığı bir tepki idi bu. Kardeşi bir kız olarak içinden
geçirdiklerini dışa aksettirmemeye çalışıyordu. Bir Anadolu kızının vakarı vardı
üzerinde.
Tepkilerini sözle veya hareketle dışa belli etmeyen Anadolu insanının aynasıydı
âdeta...
Fakat gözünden kaçan bir şey vardı Yavuz'un .. Râbia kadar dikkatli olsa pekâlâ
farkedebilirdi. O Râbia'ya dikkatten ziyâde gündüz olanlara kaptırmıştı kendini-
Akşamın ilerleyen saatlerinde herkes odasına çekildi. İçindeki heyecanı,
hocasına kızgınlığı, Yusuf'u takdir hisleri hâlâ devam eden Yavuz kanepesine
oturdu. Sabahtan beri olanları, gözlerinin önünden bir daha geçirdi.- DÖnüyor-
dola-
345
5r
O
X"
o
3
a a
S- H O CD
a 3
p
ET
p
7 t1
P >-. P X
re 2 a 3 n 2
3 >
¦ ?L 03 ; re N
a 3
3 5
a. a E* o
a fi
§ >
5'
3" P
en P
cr p
ir-, cl «¦ 2; a
P fD C: 3 O r^.
a
O P N
$ §¦*
n fi»
3-
fD
3
jr
o
w»
N
fD
§
a
"E
o.
S.0 g
a c .
E £•' 3
tf. a p ffi
3
^3 n §•
k: » „. _
¦^ 3 3- c
P S P N
CT fC P 3
5.
O cr^;
3
C: »cn
3 2. la
o &:,
p > S-g-c
O d. E
P P P ^, N 3
Cd
t
B. x- 3: g*
ft » * B
¦ 3
¦An
P
a g-S
s.
P >-¦
2 3
p x-
»w 5
5. i^
p »"
3^-
£L a g «
n> 3 O-
p cr >-<
?r p
rt
<
B] cr
fD X1
fD 3
B'
^ § 0. ?
fD N N Ul
¦t*
CT1
C
sr P
&
O.
s-r o
a- e
0) S
O:
p O &¦
>1
ûj r.
a
&J p
O_ a'
P*
n
hacet içinde geçecek. Belki zaman zaman; uzun müddet birbirimizden uzak
kalacağız. Günlerce, haftalarca evime hiç uğra-yamayacağım. Gün olacak
zindanlarda sana kavuşmayı bekleyeceğim. Gün olacak yaban ellerde esir
düşeceğim...
- Ben Haziran'ın zehir zemberek korukları değil,Ağus-tos'un balları
kıskandıracak üzümleri olmak istiyorum.!
- Ömrüm hep mücâdele içinde geçecek belki. Taşıdığım sancağı, son nefesime kadar
bir yerlere götürmeye çalışacağım.
- Bu yol dertlilerin yolu.. Bu yol aşılmazları aşmaya azmetmişlerin yolu..
Kandan irinden deryaları aşmaya hazır-san, taşlı dikenli yollan yürümeye
hazırsan gel benimle!..
- Sende, başkalarmda olmayan neler bulduğumu daha önce anlatmıştım. Tekrar
etmeyeceğim burada..
Hep dinliyordu Azra.. Söze hiç müdahale etmedi. Son cümleye de cevab vermedi.
Karşı tarafta bir duvar saatinin gongu çaldı. Sonra tik taklar devam etti..
- Dinliyorsun değil mi Azra?
- Evet evet, dinliyorum.
Yusuf, son defa bazı şeyleri tekrarlama ihtiyacı hissetti:
- Azra, tekrar ediyorum!.. Sana küçük ve sahte mutluluklar vaad edemem! En büyük
tzdırablar, mukabilinde en büyük saadetlere talibim ben!.. Mumdan gemiyle ateş
denizini geçmek zorundayım..
- Sana, sabun köpüğü misâli şeyleri vaad edemem!
- Yanmak ve yakmak istiyorum ben! Bir mum gibi ağır ağır erirken etrafımı
aydınlatmak istiyorum!
- Sefil "kolay" in elinde çürüyüp kokuşmanı istemiyorum. Şerefli "zor" a tâlib
isen, (ki öyle olduğuna inanıyorum) gel benimle!..
Her iki tarafta da ses yoktu şimdi... Yusuf ahizeden duyulan tik takları dinledi
bir müddet...
- Her şeye hazırım dedi Azra.. Ben kararımı çoktan verdim. Hem biliyor musun,
artık Örtüneceğim! tik işim o olacak inşaallah! Bütün şartlar aleyhime olsa bile
bu yolu beraber yürümeye azmettim.
348
- Yalnız... -Evet Azra?..
- Neyse boşver, lüzumsuz bir şey..
Bu endişeli ifâde Yusuf'u telâşlandırmaya yetti:
- Söyle lütfen! Her şeyi anlat! Bu çekingen ses ısrarlıydı..
- Hayır hayır, mühim bir şey değil.
- Azra, bak çekinmeden söyle! Bütün tereddütlerin ortadan kalkmalı.
- Hayatta bir şeyi çok isteyip de arzuma kavuştuğum vâki değil..Korkuyorum...
Sonu. hep hüsran oldu arzularımın. Bunun da sonu aynı olursa diye...
- Hiç endîşen olmasın. Her şey yolunda gidecek Azra!
- Peki Yusuf, hakkımda anlatılanları sen de duyduktan sonra aynı şeyleri
söyleyebilecek misin?
- Hiçbiri umurumda değil! Ne yapalım elin ağzı torba değil ki büzesin. Bilirsin;
zamanı da ruhu da boş insanların işi,hep birilerini çekiştirmektir. Tekrara
lüzum yok. İnanmadığımı daha evvel de söylemiştim.
- Nice güzide insanlar, bütün müsbet hâllerine rağmen insanların dilinden
kurtulamamışlardır...
- Cömert olursun "müsrif" derler, tutumlu olursun "cimri" derler, mahzun
durursun "somurtkan" derler, güleryüzlü olursun "riyakâr" derler. Velhâsıl neler
neler söylerler..
- Doğru Yusuf.. Ne yapsın zavallı insancıklar; o kadar meşgaleleri arasında bir
de insan olmaya vakit ayıramazlar ki!
Güldü Yusuf.. "Ne kadar zekîce bir söz" diye geçirdi içinden..
- Evet Azra... Sen müsterih ol, canını hiç sıkma- Alışacağız her şeye.
- Sonra beni de tertemiz birisi zannetme! Belki de dünyânın en günahkâr
insanıyım... Hadi hayırlı akşamlar...
Telefon kapandı. Bir müddet donmuş gibi öylece kalakaldı. Sonra bir rüyadan
uyanır gibi silkindi, odasma yürüdü. Sabah konuşulan ilk mevzu Azra'mn işten
ayrılmasıy-
349
di. Yusuf, içi burkularak, isyan ederek dinlemişti- Evli olan yaşlı başlı
patronu kızcağıza çirkin bir teklifte bulunmuştu. Netîcede işten ayrılmıştı
Azra.
Ardından, Yusuf'un yaptığı âni evlenme teklifi karşısında evvelâ afallamış,,
sonra da sür'atle toparlanmıştı. Yusuf, düşünmesi için kendisine mühlet
vermişti. Hayâl bile edemiyeceği bu teklif karşısında; "çok iyi düşünmemi
tavsiye ediyorsun. Asıl düşünmesi gereken sensin! Seninle evlenmek, senin karın
olmak benim için çok büyük bir şereftir" deyip kestirip atmıştı.
Yusuf burkuntularla haşır neşir düşünüyordu...
"Evet, onu takdir ediyorum...Ona karşı kalbimde eskiden beri bir sıcaklık
var..Vaktinde güvenemediğim için hislerimi bastırmaya çalıştım. Artık
güvenilecek kadar olgunlaşmış..."
350
XXIX
Nesibe Hanım, havanın kararmasından az evvel Âdile Hanım'la birlikte eve döndü.
İkisi de yorgundular. Oturup biraz dinlendiler.
Yusuf, onlar gelmeden sofrayı hazır etmişti. Kadınlar namazı kılıp hemen sofraya
oturdular.
Onlar yemek yerken Yusuf işleriyle meşgul oldu. Gözleri parlayarak içeri
girdiğinde sofradan kalkmış >.ırdı.
Sofra kaldırıldı, kadınlar içeri geldiler tekrar. Âdile Hanım, gösterilen yere
otururken kısaca fikrini de söyledi:
-Güzel kız Allah için... Kaşı gözü yerinde. Ama ailesi biraz karışık gibi geldi
bana... Odaya giren çıkan belli değildi..
-Üvey kardeşleri olduğunu söylemişti, dedi Yusuf. Belki kardeşleri, yakın
akrabaları..
Annesi sitemkâr konuşurken:
-Yusufum, 'Konya dururken uzaklara tâ Karapınarlara kız görmeye gitmek de neyin
nesi?.. Şuracıkta, dibimizde bir sürü kız dururken...
Annesinin, kendisini hiç hesaba katmadan konuşmasına alınmıştı. Kırmamaya
çalıştı anacığını:
-Kimileri gidiyor dünyânın bir ucundan evleniyor. Sen kalkmış, bir iki saatlik
mesafeden bahsediyorsun anne!..
Yengesi dayanamadı:
-Araştırıp - soruşturacağız bakalım. Ama bana sorarsan, bu tuhaf aileye içim
ısınmadı. Ne bileyim; üvey kardeşler, çok yaşlı bir baba... Annesi, babasının
kaçıncı karısı bilmem!
-Çok mu mühim bütün bunlar yenge?
351
hm...
-Neyse, dedi annesi... Tanıyanlara bir soracağız baka-
•••
Ertesi gün akşamı, Yusuf'un heyecanı zirveye çıkmıştı. Kendi kendine telkinde
bulunarak, vehimlerini bastırmaya çalışıyordu...
"Ne olacak ki birazdan dönecekler, en kısa zamanda da Azra'yı istemeye
gideceğiz. Evlenmemi bu kadar isteyen annem, "olmaz" diyecek değil ya!.. Mevzuu
açtığımda ne kadar sevinmişti! Dün koştura koştura gitti âdeta.. Dönüşünde pek
gönüllü değildi ama hadi hayırlısı..."
Gene aynı saatte Nesibe Hanım çıkageldi. Nefes nefe-seydi. Bu defa yalnızdı.
Yengesi Âdile Hamm'la, Konya'ya döndükten sonra ayrılmışlardı.
Mantosunu çıkardı, biraz nefeslenmek üzere oturdu. Yusuf sofrayı hazır edene
kadar namazını edâ etti.
Yemekte, soran gözlerle birkaç defa annesinin gözlerine bakacak oldu. Hayret;
Nesibe Hanım oğlu sofrada yokmuş gibi hareket ediyordu. Sanki gidip de az önce
dönen o değildi. Son defasında annesinin kaçamak bir bakışını yakaladı.
Gayri ihtiyarî işkillenmişti Yusuf... Neler olup bitiyor, öğrenmeliydi...
-Eee anacığım... Anlat bakalım, bugün neler yaptınız?
-Şöyle bir yarım saat gittik görüştük... Sonra çıktık...
Son cümlenin devamını getiremedi. Ne diyeceğini bilemedi. Durdu durdu...
Sesi çok soğuk ve tehditkâr idi.
-Sen bu işten vazgeç oğlum... O kız sana göre değil!
Alık alık baktı annesine... Yanlış mı duyuyordu acaba?
-Ne demek bu anne? Şaka yapmıyorsun ya?
Aynı soğuk ses devam etti:
-Bizim tanıdıklara sormadan önce birkaç komşuya soralım dedik. Aldığımız
cevablar hiç de iç açıcı değildi Yusu-fum. Sana söyleyemem oğlum; ah neler
anlattılar neler!..
-Yusufum vazgeç yol yakın iken!
- Neler dediklerini tahmin ediyorum anne! Ahlâksız de-
352
diler, çok kurnaz dediler, dili uzun dediler, ev hanımı olamaz dediler,
erkeklerle hayâli maceralarını anlattılar...
O soğuk ses, tekrar tehditkâr havaya büründü:
- İşte sen de biliyorsun! Bütün bunlara rağmen ısrar mı edeceksin? Öyle şeyler
söylediler ki nerdeyse küçük dilimi yutacaktım! Bu kız senin hayâtını yakar
oğlum... Bütün ömrünü zindan eder.. Gel vazgeç!...
- Görünen o ki, bu kız senin aklını çelmiş!..
- Anne, dedim ya ben her şeyi biliyorum. Bütün bu lâfları başkalarından duymaya
hazırdım. Ama senden duyunca...
Yüzüne tokat yemiş gibi sarsıldı Nesibe Hanım..
- Yazık; sen de inanıyorsun.. Duyduğun her şeye inanmak istiyorsun!.
Bu sitemkâr, bu kahır dolu sözlere bir şey diyemedi annesi.. Dışan çıkmayı
tercih etti.
Yalnız kalan Yusuf olduğu yerde taş kesilmişti sanki.. Hiçbir şey düşünemiyordu.
Sabit bir noktaya takıldı gözleri. Derin derin soluyordu...
Üzgündü, çok üzgündü. Büyük bir sükût-i hayâl içindeydi. Neye üzüldüğünü de tam
bilmiyordu.
Bir müddet sonra kalktı, yalpalıya yalpalıya odasına gitti. Annesinin son
sözleri güm güm beyninde yankılanıyordu.
"Kendimle ilgili mes'elelerde inatçı ve mücadeleci olmadığımı acaba annem de
biliyor mu? Aptal değil ki; bunca senedir bu huyumu anlamıştır herhalde!"
"Ben kırılayım, ben yanayım, benim hakkım çiğnensin, ben acı çekeyim, ben
öleyim.. Ama başkalarına zararım olmasın, herkes rahat etsin dedim hep.. Ne
yapayım değişemem ki!.."
"Bugüne kadar etrafımdakileri incitmekten hep korktum. Başkalarına bilmeden dahi
zulmetmek korkunç bir şey benim için!."
"Şiddetimi de sâdece Allah düşmanlarına sakladım..." Kalkmaya niyetlendi. O
zaman; nasıl olup da sandalyesine oturup, dirsekleri masada, başını elleri
arasına almış ol-
353
duğuna hayret etti. Kurukafa karşısında, habire ona bakıyordu...
Kalktı, abdest almak üzere dışarı çıktı
•••
Yusuf, iki gün sonrası akşamı eve geldiğinde, daha bir yıkılmıştı.. Nasıl olmuş
da bu mes'ele fabrikaya kadar gitmiş; amcası kendisiyle görüşerek işin
mâhiyetini Öğrenmek istemişti. Kimden duymuştu acaba?. Yoksa Ahmed dayısından
mı?
Telâşlı telâşlı sorular sormuş, hatta fazlasını öğrenmek istemiş, müsbet veya
menfî hiçbir tepki de gostermemişti.Bu tuhaflığa bir türlü akıl erdiremedi
Yusuf...
Kafası allak bullak, eve gelir gelmez dışarıya çıktı. Bakkala kadar gitti. Yol
boyunca amcasının hâlini çözmeye çalıştı..
Bakkaldan çıkarken omzuna bir el dokundu. Döndü, Şaban'la yüzyüze geldi.
Tanıştığından beri, defalarca başına gelmişti bu.. Mahallede, hiç ummadığı bii
zamanda, onunla sık sık karşılaşıyordu.
- Hoca nasılsın görmoyeliden beri?
- Çok şükür Şaban, seni sormalı?
- Eh bildiğin gibi.. Çok şükür, aç değilim-açıkta değilim!
*
Birlikte yürümeye başladılar. Şaban yan gözle meraklı meraklı bakıyordu..
Nihayet dayanamadı, sordu:
- Hoca nİşanlamyormuşsun, hayırlı olsun!
Afalladı Yusuf birden.. Amcasından sonra, daha beteri çıkmıştı şimdi!..
- Nerden çıkardın bunu Şaban? Yok öyle bir şey!
- Saklama benden hoca şimdi!..
-Şaban, ortada fol yok yumurta yok! Nereden öğreniyorsun bunları?
-Demiştim ya, benim kulağım deliktir hoca... İki ihtiyar kadın konuşurlarken
dinledim..
' -Hey Allahım!.. Peki onlar nerden öğrenmişler?..
Onu bilmem. Yalnız, sen o kızla evlenmesen iyi olur!..
354
-Fesübhanallah!.. Yahu Şaban, çatlatma şimdi beni!
-Ne bileyim işte hoca.. Kadınlar öyle konuşuyorlardı. Ben de duyduklarıma
göre...
-Hadi hayırlı akşamlar hoca...
Yusuf hayatında bu kadar aptallaştiğıni hatırlamıyordu. Şaşkın, boş gözlerle
baktı arkasından.. Bir ara sokağa girip gözden kaybolana kadar oracıkta
mıhlanmış gibi kalakaldı.
Neden sonra başını iki yana sallayarak yürüdü. Evi elli metre kadar geçtiğini
farkedince geriye döndü, adımlarını hızlandırdı, eve girdi.
Mutfağa yürüdü. Annesi yemek için son hazırlıklarını yapıyordu. Hiç konuşmadan
elindekileri bıraktı. Doğru odasına gitti.
"Hadi amcamın duymasının sebebini bulduk diyelim. Ya Şaban'ın söylediklerine ne
demeli?"
"Koskoca Konya'da oenim mahallemdekiler nasıl duyuyor bunu? Evet evet, başka
îzahı yok. Olsa olsa, mahalleden birileri Azra ile akraba..."
"Anlayamadığım; neden herkes cebhe alıyor bu evliliğe?.. Yoksa... Yoksa benim
bilmediklerimi mi biliyorlar? Vaziyet anlattıkları gibi kötü mü yoksa?"
Birden kendini sû-i zanna kapılmış hissetti. Utandı bu hâlinden...
"Şeytan nasıl da vesvese veriyor!...
Saatine baktı. Yatsı namazının vakti yaklaşıyordu. Camiye gitmeye niyetlendi.
Cekedini giydi. Dışarı çıkarken, annesinin "yemek yemiyor musun?" sualine
"hayır" dedi ve çıktı.
Hava üşütüyordu. Hafif de bir rüzgâr vardı. Tekrar eve girdi, atkısını alıp
boynuna sardı... Yolu yarılamıştı ki ezanlar okunmaya başladı...
İki yüz kişi kadar alan camide, üç saf ancak vardı. Onların da çoğu kendini
emekliye ayırmış ihtiyarlardı.
İçinde binbir vesvese, namazın nasıl bittiğini bilemedi. Camiden çıkarken
tanıdık birkaç kişiyle selâmlaştı, biriyle ayaküstü sohbet etti...
355
Boynunu-boğazını sıkı sıkıya sardı. Rüzgâra aldırış etmeden, cekedi yelken gibi
açıla açıla ağır ağır yürümeye başladı...
Evlerine koşuşturan cemaatten eser kalmamıştı ortalıkta. Belki üç yüz metre
yürüdüğü halde kimseye rastlamadı. Herkes evlerine kapanmıştı...
Evlerden yollara ışıklar sızıyor, kâh televizyon sesi, kâh karıştırılan bir çay
bardağının sesi, kâh çocuk bağrışmaları duyuluyordu.
Bunları duyan Yusuf; içine çökmüş hüznü bir nebze dağıtan bir beyti tekrarladı.
Yahya Kemal'in "Kocamustâfapaşa" şiirinden bir beyti:
"Bir afif aile sessizliği var evlerde,
Gizliyor fakrı asaletle çekilmiş perde"
Bu beytin verdiği ilhamla bir müddet durdu, etrafı dinledi. "Dışardan ne kadar
huzur verici" diye düşündü.
"Hafif dalgalı saçları savrulurken, yürümeye devam etti. Karşıdan iki kişi
geliyordu. Kendisine hızla yaklaştılar.. Aralarında hararetle bir şeyler
konuşuyorlar biri devamlı küfür ediyordu. Geriye birkaç defa baktılar..
Yanından geçerlerken, Yusuf bakmadı bile adamlara. Sâdece bir iki küfür
duydu.Aldırış etmedi, kendi hâlinde yürümeye devam etti.
Yüz metre yürümemişti ki, aî evvel kulağına çalman küfürlerin sebebini anlar
gibi oldu. Geldiği bu mıntıka -'a sokak lâmbasının ışığı yanmıyordu. Sokağın sol
tarafında tek katlı basit bir ev vardı. Önünde küçük bir bahçesi olan bu evin
sağ tarafı ara sokağa bakıyor, önden ve arkadan uzanan ihata duvarı evin sağ
cebhesiyle birleşiyor, ev ara sokağın başlangıcında yola bitişik duruyordu.
Bu yan cebheden dışarı vuran pencere ışığı karanlığı bir parça dağıtıyor,
pencere önünde üç kişi görülüyordu.
Bu manzara Yusuf'un dikkatini celbetti. Gelirken o iki adamı görmese, bir de
evden vuran ışık dışarda bekleşenleri göstermese dalgın dalgın yürüyüp gidecekti
belki..
Hareket eden gölgelere baktı. O anda kendisini göremeyen bu üç kişiden biri
elindeki cismi pencereye fırlattı. Bir
356
şangırtı koptu.
Etraftaki evlerde bir hareket yoktu. Kimbilir belki de rüzgârdan zannedilmişti.
- Açın kapıyı! Kapıyı kırdırmayın bize... Bizi reddedecek kızlar!...
Perde sıyrıldı. Bir kızın başı, sonra ikincisi, aralarında üçüncüsü göründü.
Dışarıya sarkan en Öndeki:
- Allah belânızı versin! Sizde hiç utanına, hiç vicdan yok mu? Şimdi polis
çağıracağım!
Polis sözünü duyan adam, iyice zıvanadan çıkmış olacak ki eline eğilip bir taş
aldı, sağlam olan ikinci cama fırlattı. Bir şangırtı daha koptu.
Hemen arkasından, dışarı sarkan kızın "İmdat!" çığlıklarına diğer ikisi de
iştirak ettiler- "İmdat" çığlıkları arka arkaya birkaç defa çınladı.
Bütün olanları, eve çapraz konumda gören Yusuf daha fazla duramadı. Koşmaya
başlayacaktı. Birden aklına geldi. Hemen boynundaki atkıyı çıkardı. Sâdece
gözleri görünecek şekilde sarındı.
Kızlardan biri yaralanmış yanağını tutarak kayboldu pencereden.. Üç adam
kahkahalarla gülmeye başladılar.
Civar evlerde bazı ışıklar söndü. Birtakım başlar, pencerelerden merakla sokağı
seyre başladılar. Daha cesur birkaç kişi, pencereleri açıp, ne olup bittiğini
öğrenmeye çabaladılar.
Yusuf var gücüyle koştu. Hâdise mahalline on beş saniyede vardı..
Yirmi-yirmi iki yaşlarında gençlerdi bunlar. Nefes nefese:
-Utanmıyor musunuz bir aileyi rahatsız etmeye?! Sizin bu yaptığınıza..
Sarhoş sesli en Öndeki:
- Ooo, kurtarıcı bu rnu? diye alaylı alaylı söylendi. İrikıyırn bir diğeri aynen
sarhoş:
- Ne ailesi be!.. Bunlar üniversiteli o..........., anladın mı
şimdi?. Biz içeri giriyoruz.. Hadi sen de gel istersen...
Hayâtında sâdece birkaç defa bu kadar hiddetlenmiş olan Yusuf dayanamadı,
patladı:
357
- Bakın pislik herifler! Zararı hemen tazmin edeceksiniz.. Özür dileyerek çekip
gideceksiniz. Bir daha da!...
Lâfın gerisine lüzum kalmadı. İrikiyımın elinde bir sustalı bıçak parlıyordu
şimdi.
- Demek öyle...Buradan defolup gidecek olan sensin! Ardından ağır bir küfür
salladı.
- Hadi bas git! Karnını deşmiyeyim şimdi!
Hiç konuşmayan üçüncüsü, mağrur bir edayla peltek peltek:
- Ulan Apo! Tek kişi var karşında, utanmıyor musun onu çekmeye!
Sırıtarak bıçağı kapattı, cebine soktu.. -* - Benden günâh gitti! Millet
camlardan seyrederken, sen kaşındın sâdece..
Birkaç dakika sonra üç sarhoş delikanlı yerlerde kıvranırken polis sirenini
duyan Yusuf ara sokaklara dalmıştı bile..
Gelen ekip arabası, bir yandan kızlarla ilgilenirken, gelecek cankurtaranı
bekledi...
*••
Yusuf eve geldiğinde kan-ter içindeydi. Hâdiseden hemen sonra, ora senin bura
benim ara sokaklarda koşturmuş, takib edilmediğinden emin olmak istemişti.
Atkısını da çıkarıp beline sararak gizlemeyi ihmal etmemişti.
Gürültü yapmamaya itina göstererek kapıyı açtı.. Annesinin oda kapısı kapalıydı.
Ayaklarının ucuna basa basa odasına gitti. Kendisini somyanın üzerine attı.Derin
derin nefes aldı...
"Vay canına! Ne günlere kaldık yârabbi!" diye mırıldandı.
O sırada antreden telefonun sesi duyuldu. Aceleyle gitti ahizeyi kaldrdı.
- Alo buyrun...
Ses seda yoktu karşıda. Birkaç saniye bekledi, konuşan yoktu. Konuşan sâdece
karşı taraftaki duvar saati idi. Ardı arkası kesilmeyen tik taklar...
358
İşte o anda hayatının ikinci şokunu yaşadı. Birincisini yaşatan, kendisinden
ümidini kesen Saliha Mutlu'nun intihar haberiydi. Sık sık mezarını ziyaret
ettiği Saliha Mutlu...
Tek kelime konuşamadı Yusuf. Ne özür dileyen, ne teselli veren, ne ümit
bahşeden, ne her şeyin bittiğini anlatan tekbir kelime...
O ızdırab içinde daha fazla bekleyemedi. Eli ağır ağır indi ve "trak" diye
duyulan bir sesten sonra telefon kapandı.
Taş gibi donup kalmıştı Yusuf... Yaşadığı o dakika; belki de ömür boyu çekeceği
vicdan azabını sokmuştu ruhuna !
Neden sonra odasına yürüdü..
Ruhunun feveranlarını, sessiz feryatlarla odasının duvarlarına bir bir
haykırmaya başladı:
"Kimbilir ne hâldesin şimdi A. ra? Biliyorum; son bir umutla ettin telefonu..
Ama daha fazla devam ettiremezdim ki! Seninle konuşacak yüzüm mü vardı!?
Anacığım da "bir daha gelmeyeceğiz" diye ailene haber bile yollamadı. Nihayet
neticeyi öğrenmek için sen aradın.."
"Azra!.. Hayâtının en büyük zelzelesini yaşadın belki... Zira güvenmiştin bana!
Senin için can simidiydim ben.. Ne yazık ki ümitlerin hep boş çıktı. En
güvendiğin İnsan, sana en büyük darbeyi vurdu. En büyük ihaneti yaşadın!.."
Nefesinin tıkandığını hissediyordu. Vücûdu titriyor, yüzünü, kulaklarını ateşler
basıyor, beyni uğulduyordu..
Doluydu,dopdoluydu... Boğazına bir şeyler tıkandı. Boğulacakmış gibi hissetti
kendini..
Ağlamak istiyordu... İhanetinin kirlerini, sahtekârlığının kalbine vurduğu
kapkara mühürlen ancak böyle yıkayıp dağıtabilirdi.
Azra'nın görmediği bu gözyaşları kendisini affettirebi-lecek miydi acaba?
Suçluluk hissinden kurtulabilecek miydi?
Vücûdu bir zemberek gibi boşandı. Daha fazla dayanamamıştı.. Sarsıla sarsıla
ağlıyordu...
"Affet beni Azra!.. Affet beni Azra!.."
Ne kadar zaman geçti, bilmiyordu.. Sakinleşmişti artık Lâkin içine öyle bir sızı
yayılmıştı ki!.. Göğsü daralıyordu.
359
İçine kasvet çökmüştü.
Bu sızı, bu suçluluk hissi kimbilir ne zamana kadar devam edecekti?
Yatağına boylu boyunca uzandı. "Belki biraz kestiririm, sinirlerim de yatışır"
diye düşündü.
Lâkin Azra'nın hâlini gözünün önüne getiriyor, kendisini her türlü bedduaya,
cezaya müstehak görüyordu. Sağa sola döndü durdu. Uyuyamadı.
Her güzelliğe teşne bir gönül; artık, düştüğü karamsarlık batağında debelenip
duracak, belki de sırf inat sâikiyle is-nad edilen kabahatleri işlemeye hak
görecekti kendinde. Bütün bunlar olurken de Azra'nır. gözünde en büyük bahane
Yusuf'un ihaneti olacaktı..
"Benim niyetimi biliyor muydu acaba?.."
"Bir kişinin; cemiyetin pisliklerinden arınmasına çalışmak, fazilet yolunda
yürümesine , insanlığa hizmet etmesine vesile olmaya niyetlenmek çok mu kötü?
Yaratılış gayeme müteveccih yaşamaya çalışırken, bir kişiyi de yanıma almayı
düşünmek çok mu kötü?.."
" Neyleyim, en yakınlarım karşı çıktılar bana!.. Demek ki büyük bir kabahat
işlemişim!"
"Ne kadar niyetimi bilmediğini söylesem de, anlamıştır herhalde.. Aptal değil
ki! O kadar kız dururken, neden onu seçtiğimden bir netice çıkarmış olmalı.."
Ayağa kalktı. Biraz açılırım belki diye pencereyi açtı. Buz gibi bir hava esti
yüzüne.. Rüzgâr kuvvetlenmiş, ıslıklarla devam ediyordu.
Başını dışarı çıkardı. Sokak lâmbasından ışık alan bahçeyi bir müddet
seyretti...
Yoldan ağır ağır bir devriye arabası geçti. Tepesindeki ışıldağın ışığı gözden
kaybolana kadar takib etti. Odaya ilk girdiği andaki sözünü gözleri ızdırabla
kısılmış vaziyette tekrarladı.
- "Ne günlere kaldık yârabbi!.."
Başını içeri çekti, pencereyi kapattı. Odanın içinde dört adım yukarı dört adım
aşağı gidip gelmeye başladı... Hâdise öncesini, hâdise ânını tekrar tekrar
yaşadı..
360
"İnsanı hayvandan beter yapan içki ve her kadını fahişe olarak görmek isteyen
gençler güruhu... Kendi anaları, bacıları dâhil mi acaba?!."
"Kimbilir nerden kalkıp okumaya gelmiş, gariban genç kızlar... Kimselerin sâhib
çıkmadığı, üstüne üstlük bazılarının kötü gözle baktığı zavallı genç kızlar!.."
"Aralarında, tek tük ahlâksızlık girdabında dönüp duran varsa bütün suç o
zavallılara mı âit?.. " Velev ki öyle olsun; kurtanlamaz-lar mıydı onlar?'
"Siz ey mahalle halkı! O zavallılar imdat isterken nerelerdeydiniz? Bütün evler
lâl kesilmişti öyle değil mi? Yazık; meraklı gözlerle perde arkalarından şu
dramı temaşaya daldınız!"
"Her taraf pür-sükût idi! Adamlar namus, hâne kudsi-yeti tanımazken; sizler
kilitli kapılarınızın ardında "bana dokunmayan yılan" mavalını okumaya devam
ediyordunuz. Ve daha nice vahşet, süfliyet manzaralarını kılınız kıpırdamadan
seyrediyorsunuz!"
"Doğru ya; henüz tehlike ailenize kadar uzanmadı. Cinayetler, soygunlar,
vurgunlar, sû-i istimaller, namusa tecâvüzler, kadını ve erkeği şehvetperest
yapan şartlar, yalanlar, hileler, velhâsıl bütün şe'niyetler henüz hanenizden
uzakta... Veya Öyle bir kuruntuya sahihsiniz!"
"Evlâdınız, karınız, kocanız, o mukaddes hanenizin dışında nelerle meşgul, hiç
merak ettiniz mi?"
"Ve hepsinden kötüsü; yabancılar girmesin diye kapılarınıza kilit üstüne kilit
vuruyorsunuz, sonra da keyifle televizyonunuzun düğmesine basıyorsunuz!.. Bir
gecede; ahlâkını levmettiğiniz yüzlerce yabancı evinize doluşuyor!"
"Evet evet, şimdi seni daha iyi anlıyorum Azra!" "Doğrudan doğruya" ben iyiyim"
diyemiyenler; başkalarının kötülüklerini sayıp dökmekle faziletlerini
kendilerine ve etrafa isbâta çalışıyorlar.."
"Birçoğunuz, cemiyet denen kokuşmuş güruhun mağdurları değil misiniz?
Tökezleyene bir tekme de bizden olsun! "Bırak sarhoşu yıkıldığı yere kadar
gitsin!" Zavallıların
361
felsefesi heyhat!.."
"Şayet samimî iseniz, etrafınızda da hastalıklar ve hastalar varsa, neden çâre
bulma yoluna gitmiyorsunuz?"
"Doğru ya; hâdiselere seyirci kalmak, 'ben iyiyim ya' deyip avunmak çok kolay!"
"Bugün en yalanındakilere yardım etmeyenler, hattâ gadredenler, yarın en
yakınlarını pençesine alacak, kendi iliklerine kadar işleyecek hastalıklara
karşı ne yapabilirler!?"
"Evet Azra, sen de bir mağdursun!.. Kadınıyla-erkeğiy-le, niceleri ve
nicelerimiz gibi..."
Haykırışları dur durak bilmiyordu. Bu gidişle uyuyacağı da yoktu.. "En iyisi
kalkmak" diye düşündü. Çevik bir hareketle fırladı ayağa kalktı.
Yürüdü, kapıyı açıp araladı. Aralıktan annesinin odasına baktı. Hâlâ ışık
sönmemişti. Annesi demek uyumamıştı. Başını çekti, usulca kapıyı kapattı.
Somyasına oturdu. En yakınından; annesinden darbe yemesinin acısı tekrar
yüreğine oturdu ..
"Ne yapsın ki, o da haklı! Ne kadar şuurlu olursa olsun; benim dünyâmı, benim
niyetimi anlayamaz ki!.."
"Onun hesabına hayıflanacak fazla bir şey yok aslında...Lâkin dayanamıyorum,
isyankâr oluyorum. Nihayet o da bedbaht neslin bir ferdi. Çorak topraklarda
yetişmiş bir ga-rib.. Hepsi yardıma muhtaç onların.."
Tekrar kalktı. Birazcık rahatlamıştı. Ne kadar kırılırsa kırılsın; annesine ve
etrafındakilere kızmak değil, duâ etmek, yardım etmek lâzım fikri Yusuf'u bir
parça rahatlatmıştı.
Masasına yürüdü. Sandalyeye oturdu, çekmeceyi açtı. Defterini çıkardı. Sabit
bakışları, bir müddet deftere çakılı kaldı. Kİmbilir neler düşünüyor, içinde
hangi hisler feveran ediyordu?..
Bir an bütün kâinatı kucaklamış gibi oldu. Bakışları yumuşadıkça yumuşadı, engin
bir merhamet havasına büründü...
Defteri açtı, yazmaya başladı. İçinden ne geliyorsa dur durak bilmeden yazdı
yazdı...
İşi bittiğinde bir parça daha rahatladığını hissetti. İçin-
362
deki kasvet bir parça hafiflemişti. Duyduğu azab biraz daha dinmişti.
Her zaman yaptığı gibi, yazdıklarını mırıldanarak okumaya başladı:
Ey insanlar! Birçoğunuz beni anlamasa da kızamam sizlere... Asıl suçlu sizler
değilsiniz. Suçlu; sizi hodbin yapan, başkalarıyla uğraşmaya iten, işinize
geldiğinde suskun, işinize geldiğinde yaygaracı yapan mevcud dünyâ düzeni!..
Sonra; ben kimim ki kızma hakkına sâhib olayım! Her şeyin sahibi olan âlemlerin
Uabbi, onların da sâhibi...O neylemişse güzel eylemiştir.. Şer zannettiklerim
belki de hayırdır..
Ey Amerika'daki homoseksüeller, İtalya'daki uyuşturucu kaçakçıları, Lübnan'daki
kalpazanlar, Danimarka'daki fahişeler, İspanya'daki futbol delileri,
İngiltere'deki üçkâğıtçılar, Rusya'daki ayyaşlar, Hindistan'daki câhiller,
İsrail'deki güleç yüzlü caniler, Avustralya'daki her türlü değeri rafa kaldırmış
sapıklar!..
Ve ey Türkiye'deki kimlikM/ler!.. Ne deveye ne deve kuşuna benzeyen...
Somali'de açlıktan Ölenler, Bosna'da kanda boğulan kardeşIerimLFilistin'de,
Keşmir'de, Moro'da, Cezayir'de, Doğu Türkistan'da, Yunanistan'da, ve dünyânın
her yerinde, başta müslümanlar olmak üzere zulüm görenler!..
Benim derdim, benim iddiam dünyâyı değiştirmek değil.. Kalbleri, kafaları,
dünyâyı değiştirecek olan yalnız /e yalnız Allah- (c.c.)'tır. İnsanlara yardımcı
olabiürsem, bu rahmet deryasının bir katresi olup da hizmet edebilirsem, İslâm
adına bir -iki hayra vesîle olabilirsem ne mutlu bana!..
Müslümanı, Hıristiyanı, Yahudisi, Budisti... Bilcümle ideolojilerle insanlıktan
uzaklaştırılanlar... Kendilerine zulmedenler, başkalarından zulüm görenler!...
Biliyorum ızdırabınızı ve nelerden kurtulmak istediğinizi!..
Ahh, şimdi öyle bir hâldeyim ki!.. Düştüğünüz vazi-
363
yetin tek suçlusıTbenim" diyor içimden bir ses.. Dünyânın öteki ucunda bir
cinayet işlense "acaba benim de payım var mı?" Bir mazlum feryad etse "benim
suskunluğum ve uyuşukluğum mu sebeb oldu buna?" diyorum.
Neden ulaşamadım sizlere? Neden siz imdat dilerken ben rahatımı bozmadım? Hasta
olduğunuzu bile bile, muhtaç olduğunuz reçeteyi sizlere ulaştıramadım?..
Ey Rabbim, sen şâhidsin!.. Niyetimi, içimde kaynayan volkanları biliyorsun..
Samimiyetime de şâhidsin Allahım!. Ama bir de dilimle ikrar etmek istiyorum:
Günâhlarla kendilerine zulmedenlere acı, onları kurtar Allahım! Zâlimin zulmüyle
hayâtından bezenlere imdat yolla!
Ve bana güç ver Allahım! İnsanların taarruzları, kınamaları, zulümleri,
tehditleri yolumdan döndürmesin beni..
Sana isyan, Seni nisyan bataklığında debelenenleri hidâyete erdir, onları affet
Allahım!
Sen her şeysin,her şey senin kudret elindedir! Ben ve niceleri hizmet
ettiklerini zannetseler de, imân edip kulluk ettiklerini zannetseler de, hiç
kimsenin böyle bir kudreti yok Allahım! Her şey senin rahmetinin ve ihsanının
eseri... Rahmetin ve ihsanın olmazsa bizler birer hiçiz!.
Beni hiçliğe mahkûm etme Allahım! Sende kaybolarak "hiç"likten kurtulmak,
seninle her şey olmak istiyorum..
Ve ey Rabbim!.. Kardeşlerimi cehenneminde yakma! Eğer şu günâh dolu bedenim
zerre miktar kıymet ifâde ediyorsa, cehenneminde beni yak Allahım! Onlara
azabını tattırma! Cehennemi benimle doldur, onlara yer kalmasın!..
Bitmişti yazı.. Gözlerinde yaşlar kürre kürre; mırıldanarak tekrarladı:
"Beni yak Allahım!.."
•*•
O gece rü'yâsında Sâliha'yı gördü Yusuf. Adetâ süzülür gibi, etrafında nurdan
bir hâleyle yaklaştı yaklaştı, üç adım
364
önünde durdu.
- Unuttun mu her ânın imtihanla dolu senin.. Allah sabrını deniyor!.."
- Sâliha; benim hazmedemediğim, kendimi bir yalancı, bir hâin olarak görmem..
Azra'nın yüzüne bakacak durumda değilim!..
- Hayatta her verdiğim sözü yerine getirmeye çeliştim. Ama bu defa... Kendi
hesabıma değil, onun dünyâsını kararttığıma, benim şahsımda bir dâvaya bakışının
değişme ihtimâline tahammül edemiyorum.
- Artık üzülme! Hepsinin sonuna yaklaştın.. Nûreddin Amca'yı gördün mü?
Kayboldu gözden... Yusuf nereye kayboldu diye bakarken aralık duran perdeden
içeri sızan sokak lâmbasının ışığını gördü. Gelen sese doğrulup kulak kabarttı.
Derinden derine sabah ezanının sesi duyuluyordu.
Kalktı elbiselerini giydi, dışarı çıktı geldi. Biraz oyalanıp vücudu
sakinleştikten sonra tekrar çıkıp abdest aldı. Namazı edâ etti.
Annesinin odasında ışık vardı. Gene uzun uzun duâ ediyor olmalıydı.
Somyasına oturdu. Gördüğü rü'yâyı düşündü. Sâliha'nın son sözü takıldı aklına..
"Nureddin Amca'yı gördün mü?.."
"Hayret" dedi kendi kendine.. Böyle bir suâl ve ardından kaybolup giden
Sâliha..."
"Rü'yâ ile amel edilmez ama gitmem lâzım. Bir işaret idi sanki bunlar. Doğru...
Beni ancak o teselli edebilir. Doğruyu ancak o gösterebilir."
Evet evet, gitmeliydi..
Kalktı, mutfağa geçti. Çayın suyunu koydu. İdman yapmak üzere dışarı çıkmaya
niyetlendi. Sonra içindeki isteksizliğe mağlûb olarak vazgeçti. Hiçbir iş
yapmadan boş boş bekledi..
Sofrada annesiyle hiç konuşmadı. Kahvaltıdan sonra hemen hazırlanıp fabrikaya
gitmek üzere çıktı. Sefere ilk çıkan minibüslerden biriyle fabrikaya gitti.
365
Nûreddin Efendi, yarım saat sonra servis otobüsüyle geldi. Geldiğini pencereden
gören Yusuf, hemen odasına koşturdu.
Olan biteni uzun uzun anlattı. Bittiğinde gözlerini Nûreddin Efendi'nin
gözlerine dikti. Yorum yapmasını, akıl vermesini, yol göstermesini bekler hâlde
baktı.
Nûreddin Efendi dirseklerini dizlerine yasladı. Ellerini çenesine dayadı. Bir
müddet öylece kaldı. Sonra, başını kaldırdı:
- Yusufum.. Sen her şeyin yorumunu yapmışsın. Anlattıklarından bu çıkıyor.
Hepsinde haklısın.. Yalnız bir nokta var ki...
Biraz durakladı. Nasıl söyleyeceğini düşünüyor olmalıydı. Çok tatlı bir sesle,
karşısındakini rencide etmekten korkar gibi konuştu:
- Her şey Allah (cc.)'ın elindedir. Sebebler dâiresinde her fiil O'nun eliyle
işlenir. Yaptığını zanneden kullar sâdece sebebdir, vâsıtadır.
"- Emr-i Bârî " olmayınca bir çöp bile yerinden kımıldamaz. Yâni bizim
anlıyacağımız; sebebleri halkederek vâsıtaları kullanarak bütün fiiliyatı O
işler!
- İnsan fiilin hakikî sahibini unutur da gaflete düşerse; sebeblere, vâsıtalara
takılır kalır. Gaflet devam ederse, sebeb lıer ne İse, her şeyin onda
başlayıp«onda biteceğini zanneder. Beklediği olmayınca da müthiş bir hüsrana
uğrar.
- Aslında bu; ehl-i imân için bir şefkat tokadıdır. Feraset, basiret sahibi
insan, bundan alacağı dersi ahr. Tevbe eder. Girdiği yeni istikamette de nefsin
oyunlarına gelmeden yürümeye devam eder.
Sözlerinin te'sirini anlamak istermiş gibi Yusuf'un yüzüne baktı.
- Evet Yusufum.. Sen yapacağın yorumları yapmışsın. Çekeceğin kadar ızdırab
çekmişsin. Bana sorarsan meselenin can alıcı noktası bu.
"Evet" der gibi ağır ağır başını salladı Yusuf. Kimbilir, beJVi kendi yorumunun
te'yidinden idi bu.. Belki aldığı dersin büyüklüğünden.. Belki de Nûreddin
Efendi'ye hayranlık ve
366
muhabbetinin katmerleşmesinden...
Odadan ayrılıp koridora çıktığında mırıldanıyordu: "Onu bir defa unutmak ve
netice...Diğerleri lâf-i
güzâf..."
XXX
Aydın Bey, bir yandan arabayı kullanıyor, bir yandan da ara sıra dönerek Yavuz'a
bir şeyler anlatıyordu.
Yalnız; o dinlerken bütün dikkatini veren gencin yerinde; şimdi biraz lâkayd,
biraz tedirgin, biraz isteksiz, hattâ saygısız bir Yavuz'un olduğu dikkatinden
kaçmadı.
- Şimdi eve varırız Yavuz.. Nasıl oldu da unuttum! O evrakları bu gün mutlaka
teslim etmemiz lâzım. Ama yetiştiririz, merak etme!
- Hem bu vesileyle; karımla, kızımla tanışmış olursun. Yeni evimi de öğrenmiş
olursun.. Geçenlerde kızıma senden uzun uzun bahsettim. Seninle tanışmayı çok
istiyor.
Yavuz kafasını sallamakla yetiniyor, hiç ses çıkarmıyordu. Yusuf'la
hocasının'görüşmeleri, ardından Yusuf'un evinde duyduklan-gördükleri, karmaşık
şübheler ve derin tereddütler yaşamıştı kendisine.
Profesör, Yavuz'un aklından geçenleri okumuş gibi konuştu:
- Şunu unutma ki Yusuf'da bir genç ve toy.. Zaman zaman hislerine, heyecanlarına
kapılabilir.
Bunun üzerine Yavuz'un yüzü daha da değişti. Bir şey söylemek istedi, vazgeçti.
Yüzündeki öfke emaresi en dikkatsiz gözden bile kaçmazdı.
Profesör dönüp baktığında hemen anladı mevcut değişmeyi... Eve de gelmişlerdi.
Arabayı durdurdu, birkaç manevrayla parketti, indiler..
Burası, NaJçacı Caddesi'ndeki gökdelen bloklardan birisiydi.
Acele adımlarla yan yana yürüdüler. Dış kapıdan içeri girip asansöre bindiler.
Altıncı katta durdular. Birkaç adım sonra dâire kapışandaydılar.
369
Aydın Bey, gözleri fıldır fıldır dönerek:
- Aklıma bir şey geldi. Dur şunlara bir sürpriz yapalım. Paltosunun dış cebinden
anahtarlığı çıkardı, kapıyı açta..
İçeri girdi, ayakkabılarını çıkardı. Yavuz'u unutmuş gibi antrede üç-beş adım
yürüdü. Hatırlamış gibi geri döndü. Yavuz kapıda dikilmiş hâlâ bekliyordu. Biraz
da çekingen bir bekleyişti bu.
- Girsene yavrum içeri! Kendi evin gibi.. Zâten fazla kalmayacağız.
Bunun üzerine apar topar içeri daldı Yavuz...Çizmeleri-' ni çıkarmak üzere
eğildi.
Kapalı salon kapısının arkasından, derinlerden belli belirsiz sesler gelirken
Profesör de beklemedi:
- Sen onları çıkarırken ben bir içeriye göz atayım. Hemen dönerim.
Kapıyı açtı ve kapatıp kayboldu. Yavuz çizmelerini tam çıkarmıştı ki içerden bir
gürültü koptu. Aydın Bey'in "Ne yapıyorsunuz böyle burada hayvanlar,
hayvanlar!.." diye bağırdığını duydu.
Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki kapı gümbürtüyle açıldı. Korkunç bir
surat, yuvalarından fırlayacakmış gibi bakan gözlerle Aydın Bey göründü.
Nefes alışının sesi Yavuz'a katlar ulaşıyordu. Sendele-ye sendeleye yaklaştı.
Medet bekler vaziyette kollarını uzattı. Âdeta dayanır gibi omuzlarından tuttu.
Kısık, fısıltı gibi bir sesle:
- Kızım!.. Kızım bir erkekle...
- Ne yapacağım şimdi ben Yavuz?! Ne yapacağım?..
Yüz hatları gerildi. Gözlerini kıstı. Ağlıyacak gibi üç-beş saniye öylece durdu.
Birden silkindi, Yavuz'u bıraktı. Gözleri faltaşı gibi:
- Karım...Karım nerede? Evde yok!. Nerede karım?..
Hızla geriye döndü, antreden yana açılan bir oda kapısını açtı, hemen kapattı.
Tekrar yıldırım gibi salon kapısını açtı.
370
Yavuz, tuhaf bir insiyakla hemen çizmelerini ayağına geçirdi. Fermuarını
çekmeden, bağcıklarını bağlamadan, açık duran kapıdan kendini dışarı attı.
Merdivenleri deli gibi inmeye başladı. Birkaç defa yuvarlanma tehlikesi geçirdi.
Nihayet karşısında çıkış kapısını gördü. Firar eden bir mahkûm gibi iştiyakla
koştu, açtı..
Artık dışardaydı. Yön tayin etmek ister gibi, şaşkın şaşkın sağa sola bakındı.
Kararını verdi, koşmaya devam etti. Gücünün yettiği kadar hızlı koşuyor,
ileriye, çok ileriye sabit bir noktaya bakı-yor,çozülü bağcıklarının arada bir
pantolonuna şırak şırak inmesine aldırmadan devam ediyordu.
Belki bir kilometre hiç durmadan koştu koştu... Birden nefes nefese durdu.
Şaşkın şaşkın geldiği yere baktı.. Bir sürü taksi, minibüsler, daha ilerde
kalkmaya hazır bekleyen iki otobüs...
Şehirler arası otobüs terminaline gelmişti. Tayin ettiği istikametin tam
tersiydi burası.. Koştuğu geniş kaldırımın ortasından kenara çekildi. Eğildi
çizmelerini sıkı sıkı bağladı, fermuarları çekti. Doğruldu biraz bekledi.. Nefes
alış verişleri normale dönmeye başlamıştı Takib edilenlerin korkusuyla arkasına
baktı..
Yürüdü, taksi durağına gitti.Eve gitmek üzere bir taksiye bindi. Eve vardığında
vakit ikindiyi geçmişti. Kimseyle konuşmadan hemen odasına çıktı.
İlk işi aynaya bakmak oldu. Gözleri kanlanmış, yüzü hâlâ al al, saçları
karmakarışık idi. Üstündekileri çıkardı. Tekrar aynaya baktı. Biraz evvel dikkat
etmediği bir acaiblik vardı bakışlarında... Baktı baktı, hiçbir ma'nâ veremedi.
Fazla üstelemedi. Şimdi bir tek şey yapmalıydı. Banyoya girmek, ılık bir suyla
yıkanıp kendine gelmek.
Banyodan sonra alelacele odasını toparladı. İçerdeki loş hava kendisini sıkmış
olmalı ki perdeleri açma ihtiyacını duydu.
Ayakta dikildi, dışarıya baktı baktı... Parçalı bulutlu bu Aralık günü sona
ermek üzereydi.
Bahçedeki dalları kuru ağaçlara boş gözlerle baktı.
371
Nihayet döndü, sert bir hareketle yattığı kanepeye oturdu. Sinirli sinirli
duvarlara, odadaki eşyalara bakındı.
İçinden ağlamak geliyordu. Fakat yapamadı. Gözyaşları; içindeki asabiyeti,
Öfkeyi, pişmanlığı, isyanı dışa vuracak olan gözyaşları bir türlü akmak
istemiyordu.
Yumruğunu birkaç defa şiddetle oturduğu yere vurdu.. " Ne yapacağım şimdi?!
Hepsi bu kadar mıydı?..Koskoca bir fiyasko!.. Ne kadar da aptalmışım!"
"Bu kadar zamandır oyalandım durdum. Yazık!.. Kendine, ailesine hayrı olmayan
birinden kalkmış da medet beklemişim. Halbuki ne kadar kofmuş! Ne kadar
zavallıymış! Ne kadar iğrenç bir mahlûkmuşL"
"Ah Yusuf !!! Sen haklıydın.. Hem de yerden göğe ka-dar.Şimdi ne olurdu yanında
olsaydım!.. Beni irşad ederdin.."
"Ne olurdu çok önceleri senin eteklerine yapışsaydım!.. Bu hâllere düşer
miydim?!."
Birden dehşetle gözlerini açtı.. Senelerin mahcubiyetinin verdiği ümitsizlik
omuzlarını çökertmişti. Halsiz halsiz mırıldandı:
" Ama ben... Ama ben kendimi, onun yanıbaşında bulunacak kadar temiz hissetmedim
ki! Murdar biriydim, onun ve onun gibilerin yanında . Onun yanımda küçüldüğümü,
bir fare kadar ufak ve iğrenç olduğumu hissediyordum. Sanki... Sanki onu
kirletecek mülevves bir nesneydim..."
"Hayır hayır , bir köpekten daha aşağıydım. Hattâ bir d.......'dan!.."
"Öyle ki; tokalaşmak için uzanan pis ellerim bile seni kirletmeye yeter de artar
gibi geliyor.."
"Evet Yusuf... Kendime defalarca itiraf ettiğim, lâkin sana ve başkalarına şerh
edemediğim zavallı hâlim!.."
"Senden utanıyorum!. Senin yanında kendimi tepeden tırnağa bir pislik olarak
görüyorum.. Benim gibi bir pisliğin, senin gibi tertemiz bir insanın yanında
bulunmaya ne yüzü ne de hakkı, var!"
Kanepeye uzandı. Ağzından alev gibi bir "of" çıktı. Sesi titrek, ağlamaklı idi.
"Sen sâhibsizlerin sahibisin! Kimsesizlerin kimsesisin.
372
"Aklımı koru Allahım!
373
XXXI
Yusuf fabrikadan ayrılmış, bir minibüse binmiş eve dönüyordu. Günlerden Cum'a
idi. Fabrikadaki inşası biten cami Cum'a namazıyla birlikte ibâdete açılmıştı.
Aralık ayının bu son günlerinde bahardan kalma bir gün, sanki bu mes'ud güne, bu
açılışa icabet etmişti.
Yusuf, gülenlerle gülmüş, sevinenlerle sevinmiş,lâkin kafasını kurt gibi kemiren
düşüncelerden bir türlü uzak kala-mamıştı.
îlk hutbeyi Nûreddin Efendi irad etmiş, ilk namazı kıl-dırmıştı. Gelen ısrarlı
tekliflerle, belki fırsat buldukça imamlığı hep o yürütecekti..
Cemaatte hep bunun tartışması olmuş, herkes "muvafıktır, muvafıktır" deyip fikir
birliğine varmıştı.
Minibüs bir yandan yoluna devam ederken,Yusuf olan bitenleri hatırlamaya
çalıştı.
Cemaat arasında davetliler de vardı. Dayısının, Ferhat Bey'in de geldiğini
hatırlıyordu.Her şey o kadar bulanıktı ki, bir ara "acaba rü'yâda mıyım" diye
şübhe bile etti.
Bütün olanlar zihnini sâdece gel- gitler hâlinde meşgul ediyordu. Tabiî asıl
düşüncelerinden sıyrılabildiği müddetçe.
Nûreddin Efendi'yle görüştükten sonra, her şeyi daha bir berrak görmüş,
tereddütleri ortadan İyice kalkmış, hatâsını daha açıkça görmüş, mes'elenin
hikmet ve şefkat tokadı buudunu uzun uzun değerlendirmiş, tevbekâr olmuş,
vicdanen rahatlamıştı. Lâkin bir mes'ele vardı ki onu devamlı mustarib
kılıyordu. İçi bir türlü müsterih olmuyor, kendisini daimî bir cendere içinde
hissediyordu.
Nihayet şu neticeye varmıştı. "Elimden hiçbir şey gel-
375
miyor, hiç olmazsa gideyim buralardan.. Mekân değiştirmek hem benim için iyi
olur, hem de gittiğimi duyan Azra için.. Böylece suçluluk ızdırabım belki biraz
olsun hafifler!"
Minibüste hâlâ bunun muhasebesini yapıyordu..
Faydasıyla-zaranyla, netîceieriyle ihtimâl hesabları yapıyordu... İşin
fabrikadaki, Konya'daki hizmetleriyle münâsebetini üşünüyor, hepsine bir mazeret
buluyor-du.Lâkin iş mes'eleyi annesine açmaya gelince çıkar yol bulamıyordu.
Ne yapmalı, nasıl yapmalıydı? İsa'da yoktu. Kendisi de giderse annesi belki de
senelerce yalnız kalacaktı.
Cevab veremediği bu suallerle kafası dopdolu, şoförün "hemşehrim son durak!"
sesiyle kendine geldi. Hemen indi, hareket etmek üzere bir başka minibüsle
gerisin geriye döndü.
Eve geldiğinde vakit ikindiye yaklaşıyordu. Annesi mutfakta akşam için hazırlık
yapıyordu. Selâm vererek girdi mutfağa..Selâmını alan annesi bir taraftan işiyle
meşgul:
- Sana bir mektub var Yusuf.. Öğleye doğru geldi. Odana, masanın üzerine
bıraktım.
Hemen odasına koştu, zarfı aldı, çevirip baktı.
"İyi "dedi. "Korktuğum gibi Azra'dan değil..."
Mektub, evinde günlerce misafir ettiği îngilîz dostu Charles Carpenter'dan
geliyordu. Yırtar gibi açtı. İngilizce yazılmış bu mektubun daha hitab
cümlesinde irkildi.
5 Aralık 1994
Kardeşim Yusuf,
Allah (c.c.)'tn selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun! Mektubumu belki
iştiyakla bekliyordun. Belki de hiç beklemediğin için şaşıracaksın...
Senden ve Türkiye'den ayrılah neredeyse iki ay oluyor. Bu uzun zaman zarfında
hiç boş durmadım. Buraya döner dönmez, evvelâ hediye ettiğin islâm muhtevalı
ingilizce'ye tercüme edilmiş kitablan okudum
Okudukça yepyeni ufuklar açıldı önümde. Anladım ki yu-
376
murta içindeki bir civcivden farkım yokmuş. Kabuğumu kırınca uçsuz bucaksız bir
âlem çıktı karşıma...
Bunlarla da yetinmedim. Roma'daki daha Önceden olmuşlarla tanıştım.
Üniversitedeki bütün işlerimi bırakıp günler geceler boyu onların
sohbetlerine,ilim meclislerine devam ettim. Böylece; zihnimi kurcalayan son
birkaç şübheden de kurtulmuş oldum.
iki hafta oldu ki artık ben de müslümanım Yusuf! O kadar mes'ud, o kadar
huzurluyum ki bir bilsen!.. Yeniden doğmuş gibiyim. Kendimi tüy gibi hafif
hissediyorum.
Ve sana ne kadar minnetdârım kardeşim'.Allah (c.c.) senden razı olsun oe strât-ı
müstakim üzre seni dâim kılsın...
Kendime kızmadan edemiyorum. "Neden daha Önce Türkiye'ye gitmedim,seninle daha
önce karşılaşmadım " diye... Bunca seneyi gafletle geçirdiğime, bomboş geçen
ömrüme nasıl da yanıyorum!
Nihayet bugün, dosttan öte seninle kardeşiz. O geceki toplantıyı hatırlarsın...
Sâdece dost idik. Şimdi setinle kardeş olmanın fıadsiz pâyânsız bahtiyarlığı var
içimde,. Rabbime sonsuz hamd-ü senalar olsun!
Buradaki İslâm; senin de, benim de bildiğini zannedenlerin de tahminlerinin çok
ötesinde... Bilhassa Batı Avrupa'mda hızla yayılıyor islâm. Papazlar,
profesörler, tıp doktorları, mühendisler... Aklına her ne gelirse artık.. Benim
de hâlâ Hıristiyan olarak bildiğim nice müslümanlar var kimbîlir! Sayıları her
türlü tahminin üzerinde.. Öyle ümit ediyorum ki, pek yakın bir gelecekte devâsâ
bir patlama olacak!
Hani bir sohbetimizde, bir islâm büyüğünün bir sözünden bahsetmiştin., ismini
şimdi hatırlayamıyorum, ama o büyük zâtın bahsettiği gibi; "Avrupa hakikaten Mâm
'a gebe..."
Kardeşim, senden bir istirhamım var... Beni mahrum etmezsen çok memnun olurum!..
Gözlerimin açılmasına sen vesîle oldun!. Kaybolmuş zannettiğim islâm'ın
güzelliklerini sende ve tanıştırdığın müslüman-larda gördüm. Öyleyse, bana bir
müslüman ismi verme hakkının da
377
sende olduğunu düşünüyorum. Bana vereceğin isim, her ne olursa olsun kabûlümdür.
Şimdiden teşekkür ederim...
Allah (c.c)'a emânet ol kardeşim...
Eski Charles Carpenter
Roma
Başını mektubdan kaldırdı. Yü/ü aydınlanmıştı. İçindeki kasvetten eser
kalmamıştı şimdi.
"Yârabbim, sana sonsuz hamd-ü senalar olsun!" "Hidâyet sâdece senin elinde."
"Bunca elem ve ızdırabın üstüne bu sürür her şeye değer doğrusu!"
"Ne mutlu, artık sen de ebedî saadet menziline yürüyen bir yolcusun Abdullah!"
îkindi ezanı okunuyordu. Ayağa kalktı, huşu içinde mırıldanarak ezana icabet
etti.
Namazı edâ eder etmez hemen oturdu, cevabî mektubu yazmaya başladı. Bir saat
kadar yazdı.
Bitirdiği mektubu bir zarfa koydu, alelacele hazırlanıp dışarı çıktı, en yakın
postaneden postaladı.
Sevinç içinde; ruhuna azab veren vesveselerden uzak, bir dolmuşla Konak'a gitti.
Akşam namazını İplikçi Câmii'nde kıldı. Henüz dükkânın^ kapatmamış bir iki
esnafa ayaküstü uğradı. Sonra bir dolmuşa binip eve döndü.
Akşam yemeğinden hemen sonra, beklemeden vakti henüz girmiş olan yatsıyı kıldı.
Namazdan sonra annesinin odasına gitti. Uzun uzun sohbet etti.
Nesibe Hanım şaşırmıştı bu işe... Son iki haftadır oğlunda gördüğü hâlin üstüne
bu sevinçli hâl tuhaftı doğrusu. Sebebini sormadan edemedi. Yusuf hiçbir kısmını
atlamadan mevzuu anlattı.
"Demek olanların te'siri hâlâ geçmiş değil. Onu değiştiren sâdece bu dış saik..
Korkarım geçicidir, diye endîşeye düşmeden edemedi.
Gene de "olsun, bu bile az şey değil" diyerek teselli buldu.
378
Yusuf ta ise o an için; annesinin kendisini inceleyen bu hâline dikkat edecek
göz yoktu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde odasına çekildi, hemen yattı. Uyuyamadı...
Abdullah'ı, Avrupa'yı düşündü. Her zaman duyduğu burukluk içinde; yetmiş sene
Komünist-Ateist cereyanın sellerine kapılmış Türkistan'ı düşündü... Nihayet göz
kapakları uykuya teslim oldu.
Sabah namazına kalktığında, o gece gördüğü rü'yânın sermest eden hazzı
içindeydi. Sevinci kat kat fazlaydı şimdi.
O gün gezdiği, oturduğu, çalıştığı her yerde rü'yâyı tekrar tekrar görüyordu
sanki. Hattâ öyle bir an geldi ki, rü'yâ ile dünyâyı nerdeyse birbirine
karıştırır oldu.
Akşam eve gittiğinde "bu akşam erken yatayım" diye niyet etti.
Yatsı namazı için mahalle camiine gitti. Derin bir haşyet ve huşu içinde edâ
etti namazını...
Tesbihatta İken, içinde volkanlar kaynıyor adetâ...
Sıra duaya gelmişti. Ellerini kaldırdı. O anda, şaşkınlık içinde gözleri önünde
Azra tecessüm etti...
Kalbi bir defa daha merhamet hisleriyle doldu:
"Yârabbi sen onu koru! Onu Sana emânet ediyorum. Kalbini imân nuru İle doldur ve
imânında dâim kıl!"
İçi huzurla doluydu. İnşiraha kavuşmuştu. Göğsünün genişlediğini, tüy gibi
hafiflediğini hissetti. Sanki "duan kabul oldu" işaretiydi bu..
Hulûs-ı kalb ile duaya devam etti. Şimdi dünyânın dört bir köşesinde zulüm gören
kardeşleri İçin duâ ediyordu...
Birden nasıl olduğunu anlayamadı. Işıklar içindeki cami, elektriklerin
kesilmesiyle karanlığa gömüldü.
Gözlerini yumdu. Resûlullah (S.A.V.)'a salât-ü selâm yolladı ardarda...
*
O an nur karanlık ile yer değiştirdi. Bir huzur meltemi esti içerde..
O da ne?!.. Resûlullah (S.A.V.) camideydi. Hem de Yusuf'un yaiubaşında...Bir
fısıltı hâlinde "ve aWkum selâm rah-metullahi ve berekâtüh" dedi. Müşfiklerden
müşfik elleriyle Yusuf'un sırtını, başını sıvazladı. Sonra bütün cemaati aynı
379
şekilde tek tek dolaştı.
"Allahım bu ne saadet! Ebeden sürsün şu hâl, hiç bitmesin!..."
Ağlıyordu Yusuf, vücûdu sarsıla sarsıla... Doğrusu bu kadar saadet!...
Nihayet gözden kayboldu nebiler nebîsi. Bir anda ortalığı nura garkettiği
gibi...
Gözlerini açtı Y'usuf. Işıklar gelmişti. Cemaat ayak-ta,kapıya yönelmişlerdi.
Gözlerini kuruladı, çıkanların peşine takıldı.
Eve gitti, oyalanmadan yattı. Öyle bir hâlde idi ki, sanki bedenden tamamen
mücerred, rûh kesilmişti.
Gene aynı rü'yâyı gördü. Ertesi gün de aynı hâli devam etti. O gün defalarca
sordu kendine: "Bu kadar saadete lâyık mıyım ben?!"
Hani insanda sırlar vardır; dışa vurulursa rahatlatır, yoksa azab olur.. Hani
sevinç duyar, mes'ud olur, bunları paylaşmak ister. Hani başka iklimlere seyahat
eder, öğrendiklerini anlatıp başkalarmı müstefid edeyim der...
Yusuf'da kimbilir hangi sâikle, rü'yâsuiı anlatmak istiyordu. Birilerine
anlatmalıydı. Rüyalarını pek nâdir anlatırdı, ama bunu anlatmalıydı. İki defa
götmesi de kör tesadüf olamazdı.
O gün akşama kadar gene zahirde insanlarla, aslında onlardan çok uzakta idi.
Birkaç defa, Nûreddin Efendi'yi bulup anlatmaya niyetlendi, kısmet olmadı. Akşam
eve döndüğünde annesine anlatmak istedi. Gene kısmet olmadı.
Yatsı namazın' kılıp hemen yatmak niyetindeydi gene...
Namazını kıldı, tesbihattan sonra duaya durdu. Ruhunu günlerdir aşırı derecede
saran yumuşaklık, böyle zamanlarda zirveye çıkıyordu.
İşte gene kalbi burkuntularla dolu, son senelerde dayanılmaz olmuş müslümanlara
zulüm derdiyle dağlanmış, duâ ediyordu...
380
Yalvarıyordu Rabbine... İçinde yaşadığı ferdî ve içtimaî zilletten kurtulmak
için!... 1994 dünyâsında, asıl düşmanlarını bırakıp birbirlerini yiyen
müslümanlar için!... Fakrın ve cehlin bataklığında debelenen müslümanlar için!..
Ve İslâm'm izzet ve şerefini temsile "mü'min ve müslü-manım" diyen herkesin
liyâkat kesbetmesi için!..
"Yârabbü... Bunlar Sen'in takdirine nzâsızlık değil... Tamamen razıyım
takdirine... Yapabileceğimi yaptıktan sonra hikmete râm oluyorum."
"Hepimiz için istediğim, Sana muti kul, habîbine lâyık ümmet olabilmek!."
Bildiği mazlum müslüman memleketleri tek tek sıralayarak imdat istedi. En son,
en büyük mazlum Türkiye için imdat istedi..
Duasını öz Önce ettiği duanın tekrarıyla bitirdi:
"Ferden ve içtimâen yaşadığımız zillet ve meskenet dolu hayattan kurtar bizi
Allahım!"
"Âmin, âmin, âmin!..."
Gözlerini kapattı. Kimbilir kim ile nerelerde rabıtalı idi. Bir müddet üzerine
nûr yağmasının lezzetini yaşadı. Ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Bildiği tek
şey;o ânı sanki asırlarca yaşamış olduğuydu..
Açtı gözlerini, başını hafifçe sağa çevirdi. Çevirmesiyle irkilmesi bir oldu.
Birisi duruyordu yanında .. Başını korkuyla ağır ağır yukarı kaldırdı.
Simsiyah bir cübbe içindeydi gördüğü.. Başını göremedi. Sanki bulutlara değiyor
gibi muazzam bir heybeti vardı. Cübbesinin etekleri ayak bileklerine kadar
uzanıyordu.
Hayret!.. Bu kadar büyük ayaklar.. Ayağa kalkmak istedi. İşte o anda yüzünü
gördü. Heybetli, nurdan bakılamıya-cak kadar aydınlık, sakalının çevrelediği
sımsıcak bir yüz ve bakışlar...
- Esselâmün aleyküm ve rahmetullah... -Ve aleyküm selâm rahmetullah...
Heyecandan kekeliyordu Yusuf.. Gözlerini iri iri açtı:
- Siz?! dedi, tahmin eder gibi...
- Evet, ben Ömer'im Yusuf...
381
Yârabbi bu ne şeref!..
Gelen, hak ve adalet güneşi, ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) idi.
Zemberekten boşanır gibi atıldı. Öpmek üzere ellerini ellerine uzattı. Bu
mübarek elleri doya doya öptü...
Omuzlarından tutularak kaldırıldığını, alnından öpül-düğünü, kendisine geleceğe
matuf birçok müjdeli haberin verildiğini sonraları bütün teferruatıyla
hatırlayacaktı...
Hele bütün içtimaî dertlerini yok edecek müjdeler!..Kader ekranından bir bir
geleceği seyretti Yusuf. İkinci dirilişi, gül devrinin başlangıcını, gül
devrini...
Gönlü ferah, Rabbine şükür hisleriyle dopdoluydu.
Hazreti Ömerü'l- Faruk (R.A.) ayrıldığında Yusuf'u önce bir hüzün kapladı. Sonra
tekrarladı:
"Yârabbi bu kadar saadete lâyık mıyım ben?!.."
Mest olmuş vaziyette hazırlandı. Yatağına uzandı, çok geçmeden de uyudu.
Gene aynı rü'yâ... Üçüncü defa tekrarlanıyor..
Rü'yâsında şehid babası Yakub Yüzbaşı ile Şâh-ı Nak-şibend Hazretleri bir
arada..
Buhara'dalar.. Şâh-ı Nakşibend (K.S.) hazretleri türbesinden kalkmış. Yanında
asker kıyafetiyle babası...
Yusuf, koşar adımlarla gidiyor yanlarına.
Şâh-ı Nakşibend (K.S.) Hazretleri, sağ elini Yakub Yüzbaşının omzuna atıyor.
İkisi de tebessüm ediyorlar:
- Buralar seni bekliyor evlâdım. Hâlâ gelmeyecek misin?
- Babası aynı soruyla:
- Evet evlâdım, seni bekliyoruz.. Gelmeyecek misin? Şah Hazretleri elini.koynuna
uzatıyor, koca bir harita
çıkarıyor. Yusuf'a eliyle yaklaşmasını işaret ediyor.
Beraberce çömelip yerde haritayı açıyorlar. Bu bir Türkistan haritası...
Şah Hazretleri parmağıyla bazı yerleri işaret ediyor.
Bilhassa parmağın son temas ettiği yere dikkat ediyor Yusuf. Burası Rusların
"Kazakistan" deyip böldükleri memleketin başşehri Almaata...
382
Sabah namazını kıldığında , mest olmuş hâli aynen devam ediyordu.
Namazdan sonra havanın soğukluğuna aldırmadan son günlerde aksattığı idman için
bahçeye çıktı.
Yarım saat sonra içeriye döndüğünde kahvaltı hazır olmak üzereydi. Mutfağa geçip
sofranın hazır olmasına yardım etti.
Odada, annesinin hayret dolu bakışları arasında, sohbet ede ede kahvaltısını
yaptı.
Kahvaltı esnasında birkaç defa rü'yâsını anlatmayı dü> şündü. Henüz erken deyip
gene vazgeçti. Bir taraftan da "artık yol göründü" diye söylendi içinden.
Hazırlandı, fabrikaya gitmek üzere çıktı. Yol boyunca düşündü. Her şey ayan
beyan olmasına rağmen Nûreddin Efendi'ye anlatacaktı. Yapacağı yorumun
hâricir .' e, tavsiyeleri de olabilirdi..
Fabrikaya gider gitmez Nûreddin Efendi'yi buldu. Yusuf'un odasında çaylarını
içerlerken rü'yâyı bütün tafsilatıyla anlattı. Bitirdikten sonra meraklı meraklı
baktı yüzüne ihtiyarın..
"Bârekallah!" demekten kendini alamadı Nûreddin Efendi..
- Ne güzel, ne âlâ, hayırdır inşaallah!..
Dilinin ucuna gelen iltifat-âmiz sözler vardı, ama vazgeçti.
- Her şey apaçık oğlum.. Tabire ihtiyaç yok ki! -Nûreddin Amca, beni asıl
düşündüren anneme ve amcama mes'eleyi nasıl anlatacağım... Zor bir hâldeyim..
- Amcanı hiç düşünme. Uygun bir lisânla anlatırım ben ona.. İcab ederse rü'yâm
da anlatırım.
- - Annene gelince... Açık açık rü'yâm anlatırsın. Zira işin içinde baban da
var. Üç gecedir gördüğünü de söylemeyi unutmazsın İnşaallah hiç mes'ele
çıkarmayacaktır. İsa'dan sonra senin de ayrılman annene çok zor gelecektir, ama
dedim ya, baban var işin İçinde..
- Zâten annem-Şâh-ı Nakşibend (K.S.) Hazretlerini de biraz bilir. Evliyanın
büyüklerine hürmeti çoktur..
383
- Yaa, baksana boşuna dert ediyorsun! İnşaallah hiçbir pürüz çıkmayacaktır.
Rahatlamıştı Yusuf..
Nûreddin Efendi hafif hüzünle devam etti:
- YusufumL Demek ayrılacağız yakında. Bu seferki ayrılık...
- En kısa zamanda gitmeye çalışacağım. Emir büyük yerden...
- Önce pasaport işlerini halletmem lâzım. İstanbul'a gider, îsa ile oradaki
dostlarla görüşür vedâlaşırım. Sonra Kon-ya'dakilerle...
- Ankara'dan da doğru Semerkand'a, Taşkent'e giderim. Buhara'da Şah
Hazretleri'ni diğer büyükleri ziyaret ederim. Başka yerlere uğrar mıyım
bilmiyorum.
- Anlaşılan o ki, son durağım Kazakistan olacak. Orada hem hizmet etmeye
çalışacağım hem de Astronomi ve Uzay Bilimleri Enstitüsü'nde ilmimi
derinleştirmeye gayret edeceğim...
- İnşaallah oğlum.. Rabbim muvaffak etsin..
- Âmin...
- Düşünüyorum da Yusuf; târih kum saati gibi tersine akıyor şimdi. Bir
zamanlar Anadolu'yu İslâmlaştırma sevdasıyla tutuşan Ahmed Yesevî'nin
müridleri... Şimdi de bazı gençler, aynı vazifeyi, yetmiş sene dinsizleştirme
programı yürütülen Türkistan'da yapıyorlar. Oraları yeniden aydınlatmak için
gidiyorlar. Yeniden yeşertmek için...
- Ne mutlu bu kervanda yer alanlara!.. Dayanamadı, kalktı Yusuf'u kucakladı:
- Seni evlâdım gibi seviyorum Yusufum! Kolları gevşedi, gitti yerine oturdu.
- O yiğitler Anadolu'yu îslâmlaştırdilar. Hem maddede hem ma'nâda Anadolu
topraklarına dantel dantel İslâm'ı işlediler.
- Ve İstanbul, canım İstanbul, bu ameliyenin kalbi oldu asırlarca. Dünyâya her
türlü güzellik oradan yayıldı. O güzellikleri yayanlar, bugün o topraklarda
mahzun fakat şerefle yatıyorlar.
384
- Karadeniz girişini bilirsin.. Boğaz'ın Anadolu yakasında Yûşa (A.S.) Rumeli
yakasında Telli Baba asırlardır İstanbul'u bekliyorlar..
- Ebâ Eyyûb el- Ensârî Hazretleri asırlardır sürecek fetih akınlarının ilk
sancakdârı... O ihtiyar yaşına rağmen, sonraki nesillere "işte cihad budur"
demiş, gerili bir yay gibi... Işık olmuş ardından gelenlere..
- Sultan II. Mehmed o gencecik yaşında peygamberi müjdeye mazhar olmak istemiş.
Kilitli kapıları açmış, Fâtih olmuş...
- Bu iki insan arasındaki yaş farkı bize tezad gibi görünüyor. Ama Yusufum;
anlayanlara ne mesajlar ne mesajlar veriyor!
- Fethin her şeyiyle perçinlenmesi lâzım.. Bunda da koca Sinan zirve isim olmuş!
Sâdece İstanbul'a değil, fethedilen her yere silinmemecesine İslâm'ın mührünü
basmış...
- Bu üç isim çook mühim Yusufum!
Yusuf'un, kafasında o an bir şimşek çaktı. Maziye döndü.. Altı ay kadar
öncesine...
Bu mübarek insanları, İstanbul'dan ayrılırken niçin ziyaret ettiğini, niçin
onlardan ayrılamadığını o zaman anladı.
Nûreddin Efendi'nin yüzüne hayretle bakakaldı. Düşünüp düşünüp de cevab
bulamadığı suallere şimdi cevab bulmuştu.
"Allah senden razı olsun" diye duâ etti içinden... Nûreddin Efendi ise her şeyin
farkındaymış gibi bakıyordu Yusuf'a...
385
XXXII
Günlerden Cumartesiydi. Telefon ısrarla çalıp da bakan olmayınca, Râbia kalktı
yattığı yerden, ahizeye uzandı. Ariyan Leylâ idi..
- Ne o Leylâ hayrola?
-Seninle mutlaka konuşmam lâzım Râbia! Müsaitsen... Uyku sersemliğiyle saatine
baktı Râbia.. Saat on'a geliyordu.
- Tabiî Leylâ, hadi bekliyorum.
- Hayır, bir yerde buluşalım. Evde olmaz..
- Neden olmaz?
- Sonra anlatırım, tamam mı?
- Peki, benim için farketmez.
Buluşacakları yeri ve saati kararlaştırdılar. Telefon kapandı.
Bir saat sonra Râbia hazırlanmış, arabasına binip buluşacakları kafeye varmıştı.
Leylâ daha önceden gelmiş, tedirgin bir yüzle bekliyordu.
Oturdu Râbia.. Leylâ'nın yüzündeki İfâde hiç de hoşuna gitmemişti. Hemen sordu:
- Hayrola Leylâ, seni hiç iyi görmüyorum! Bir müddet korkulu gözlerle baktı
Leylâ...
-Ne söyleyeceğimi, nereden başlıyacağımı bilemiyorum. İstersen önce bir şeyler
içelim. Maksadını sezmişti Leylâ' nın..
- Olur, farketmez..
Gelen meyve sularını ağır ağır içerlerken hiç konuşma-
387
dılar. Bitirdikten sonra, Leylâ yerinde tedirgin tedirgin kımıldandı.
- Râbia, beni affedebilecek misin?
- Ne oldu kızım? Neyi affedeceğim? Neden bahsediyorsun sen?
- Nasıl desem bilmem ki! Ben çok büyük bir hatâ ettim..
- Lütfen açık konuş Leylâ! Hiçbir şey anlamıyorum. Lâfı geveleyip durma da..
Leylâ'nın sesi yalvarır tondaydı:
- Söyle Râbia, affedecek misin?
- Bak Leylâ!.. Önce evde konuşamayız diyorsun. Şimdi de "af" lâfını diline
pelesenk etmişsin.. Sen bana bir kötülük yapmadın ki, neyi affedeyim?
Leylâ bütün cesaretini topladı:
- Sen affetmesen de, arkadaşlığımız burada sona erse de, beni ömrün boyunca
hâin olarak hatırlasan da, anlattıktan sonra hiç olmazsa vicdanım
rahatlıyacak!..
-Râbia, ben kötü bir insan değilim... Kötü olarak da hatırlanmak istemem. Ama
bütün bunların üzerine... Râbia yumuşak bir tavır takınmaya çalıştı:
- İyi kötü günlerimiz oldu şimdiye kadar. Birçok şeye beraber sevindik beraber
üzüldük. Hele sen anlat bakalım da...
Bir parça rahatlamıştı Leylâ. *
- Geçende size gelen mektub vardı ya.. Babanın ismine...
- Ha, şu resim mes'eîesi.. Sana da anlatmıştım ya; mektub benim elime geçti,
imha ettim onu..
- Mes'ele o kadar basit değil Râbia! Devamının geleceğinden eminim.. İşte bunun
için görüşmek istedim. Bunun için af diliyorum senden..
- Leylâ bana bak! Her şeyi baştan anlatır mısın lütfen!
Ben sana ihanet ettim Râbia!
Buz gibi bir hava esti ortalıkta. Râbia kızcağıza donmuş gözlerle bakakaldı. -
İhanet mi?
388
- Evet, yanlış duymadın..
- Seninle her ne kadar dost olsak da seni kıskanıyordum Râbia! Seni sevdim ama
haset etmekten de geri kalmadım. Benden güzelsin, benden başarılısın, benden
zenginsin, benim gibi silik değilsin... Daha sayayım mı?
Râbia'nın çakmak çakmak olmuş gözlerine baktı:
- Ama ne olur, benden nefret etme! Şuracıkta söv bana, döv beni!.. Ama nefret
etme! Çünkü nefreti hak etmedim ben. Kabahatimin büyüklüğünü şimdi şimdi
anlıyorum. Ve vicdanım çok rahatsız!..
- Bunun için buradayım zâten.. Hatâmı anlamasam, kötü bir insan olsam, sana
itiraf eder miydim hiç?..
Râbia hak verir gibi başını Önüne eğdi. Gözlerini yumdu. Elini alnına dayadı.
Bir müddet öylece kalakaldı..Başım kaldırınca, Leylâ'ya "anlat" der gibi baktı.
- Hani fotoğraftaki uzun boylu, kıvırcık saçlı genç vardı ya.. Hani sana
asılan... Fotoğrafı eve postalayan o!..
- Vay canına! Günlerdir düşünüyordum.. Peki sen nereden biliyorsun?
- Eh ne de olsa uzaktan akrabam.. Senin de malûmun.. Sana asılıp asılıp da bir
şey tutturamamıştı. İntikamını şimdi böyle alıyor.
- Nerden bildiğime gelince... Geçenlerde bir akşam bize gelmişti. Zil zurna
sarhoştu. Sarhoş kafayla her şeyi anlattı bana..
- Adam kendi hesabına da yapmıyor bunu! Hiç ummadığın birinin hesabına...
-Allah Allah!.. Kimmiş o?
- Hani Yusuf'tan önce sizin fabrikada Sosyal Hizmetler Müdürü olarak çalışan
yaşlıca bir adam vardı ya.. Neydi onun adı?
- Nerden bileyim ben! İyi de onu nerden tanıyorsun?
- Bir defasında birlikte rastlamıştım onlara. Bizimki tanıştırıp mazisinden
kısaca bahsetmişti.
- Yâni eski müdürün intikamını alıyor Öyle rni?
- Tam üstüne bastın! Adam daha yeni iş bulmuş. Ay lar-dır boş geziyormuş.
Anlaşılan işine son verilmesini hiç haz-
389
medememiş.
- Böylece kabak benim başıma patlıyor... Aman Allattım! Ne büyük bir tehlike
atlatmışım! Ya o hayvan herife kamp da ... Ne korkunç şey yârabbim!..
Durdu durdu:
- Ve benim arkadaşım, böyle büyük bir tehlikeye karşı ikaz etmedi beni. Üstelik
çöpçatanlık yapmaya kalktı!
- Ne desen haklısın Râbia! İşin entrikalarla dolu olduğunu nerden bilebilirdim?
Ben basit bir oyun, bir gönül oyunu zannettim. Neticede bu çirkin oyunun baş
âleti oldum...
Gözlerini faltaşı gibi açtı:
- Beni istersen affetme! Ama ne olur nefret etme! Her şeye rağmen, en iyi
arkadaşımsın sen.. Çok pişmanım Râbia!..
Râbia söylenenleri duymamıştı bile..
- Tehlike geçmiş değil! Fotoğrafın devamı mutlaka gelecektir. Öyleyse... Öyleyse
hemen gitmeliyim!
- Evet doğru ... Tehlike geçmiş değil.. Takib edilmekten korktuğum için de
burada buluştuk işte! O eski müdürün, o şirret akrabamın şerlerinden
korkuyorum!..
- Hadi bana yapacaklarını yaptılar. Sen neden korkuyorsun?
- Bilmiyorum Râbia! Ama korkuyorum işte! Onlardan her şey beklenir!. Evinize
geldiğimi görselerdi benden şüb-heleneceklerdi. Beni kullandıkları yetmiyormuş
gibi ikili oynadığımı iddia edeceklerdi.
Râbia kalkmak üzere davrandı. Leylâ ise "affettin mi" der gibi baktı..
- Şu anda eve gitmekten başka bir şey düşünmüyorum. İkinci bir mektub gelecekse
hemen ele geçirmeliyim. Hadi bugün Cumartesi! Ya hafta içinde postacıyı nasıl
takib edeceğim? Bir müddet okula gitmemem lâzım öyleyse...
- Bu nereye kadar sürer bilmem.. Belki başka yollar da deneyecekler.
Maksatlarını da tam bilmiyorum ya..
Ayağa kalktı. Çantasını omzuna astı.
- Sana gelince Leylâ!..Şu anda kafamda davullar çalıyor.
390
Kötü bir şey yapmaktan korkuyorum. Sen en iyisi bir müddet gözüme görünme .. Bu
kadar!..
Allahaısmarladık bile demeden hızla yürüdü çıktı..
Arabada kafası karmakarışıktı. "Ne iyi arkadaşlar seçmişim" diye ardarda
söylendi.
Kendini kaptırmış gidiyorken bir de kaza tehlikesi atlattı. Az daha bisiklet
süren bir çocuğa çarpıyordu.
39i
XXXIII
Yusuf'un endîşe ettiği işler umduğundan kolay yürümüştü.
Annesine rü'yasını, ardından mes'eleyi de anlatmış, kadıncağızın Önce gözleri
parlamış, sonra boynunu büküp: "Dediklerim çıktı Yusufum! Biliyordum bir gün
uzaklara gideceğini.. Bir de davet söz konusu... Madem bu bir hizmet, gideceksin
oğlum!.." demişti. "Üzülüyor musun anne?" diye sorduğunda bu çilekeş Anadolu
anası: "Üzülmek ne kelime oğlum, seviniyorum aksine! Gideceksin, hizmet
edeceksin, ilmini derinleştireceksin! Ne mutlu bana, evlâdım böyle bir yolun
yolcusu!.. Gözün sakın arkada kalmasın yavrum! Dualarım her dâim seninle
beraber" cevâbını vermişti.
Yusuf anacığına sarılmış: " Sağol varol anacığım! Şimdi daha bir rahat
gidiyorum. Hem merak etme! İsa'da dört-beş aya kalmaz yatay geçişle kaydını
Konya'ya aldırır. İstanbul'da okuması şart değil ya.." diye teselli vermişti.
Bu defa sevinen annesi olmuştu..
Sonra tekrar boynunu bükmüş: "Bârı evlenseydin de öyle gitseydin" demişti. Bunu
söylerken suçlu bir edayla bakmıştı evlâdına .. Çok değil, daha bir ay kadar
evvel oğlunun kalbini kırdığını unutamıyordu. Yusuf, yarasına dokunulduğunu
hissettirmemeye çalışmış: "Hayırlısı, dursun bakalım şimdilik" deyip
geçiştirmişti.
Sonra amcasına anlatmak istemiş, amcası "bir saat önce Nûreddin Efendi'den
dinlediğini söylemiş, ardından da ilâve etmişti: " Senin hesabına seviniyorum.
Hani bir zamanlar Kazakistan'dan bahsetmiştin" deyip bu mevzudaki sohbetlerini
hatırlatmıştı. Sonra minnetdârlığını bildirmiş; " inşaallah bu düzeni, azimle,
tökezlemeden devam ettireceğiz" demişti. En sonunda; "paraya ihtiyacın olduğu
her vakit bir haber vermen
393
yeter" demeyi de ihmâl etmemişti..
Yusuf,^u iki mes'eleyi halletmişti ya, artık rahattı.
Şimdi iş teferruatı halletmeye kalıyordu.
İstanbul'a gidip İsa ile tanıdıkları ile helâlleşti. İsa'ya, okullar kapanır
kapanmaz kaydını Konya'ya aldırmasını ten-bih etti. Hiçbir itirazla
karşılaşmadı.
Sonra pasaport işlerini halletti. Konya'dakilerle tek tek vedâlaştı.
En çok üzülenler hissedar işçiler olmuştu. Yusuf'un yaptıklarını
unutamamışlardı.
Bunlar içinde birisi vardı ki Yusuf'u çok hislendirmişti. Bu, mahalleden dostu
Şaban idi.
Özbekistan'a gitmeden iki gün evvel Yusuf'un evine gelmiş, yalvarmıştı...
"Hoca, ne olursun beni de götür oralara! Sana hiç yük olmam. Ben de çalışır; bir
şeyler kazanırım. Odanı temizlerim, çamaşırlarını yıkarım, ayakkabılarını
parlatırım! Ne istersen yaparım.. Bütün hizmetini görürüm. Yeter ki ayrılmayayım
senden!.."
Yusuf'un: "Sağol, eksik olma! Yalnız gitmem lâzım.." demesi karşısında boynu
bükülmüştü.
394
XXXIV
Artık gidiyordu Yusuf... Yer Ankara Esenboğa Havaalanı, takvimler 10 Ocak 1995'i
gösteriyordu.
Bilmediği yerler, tanımadığı iklimler... Orada her yer ve herkes yabancı!
Kendisinden önce gidenler de olmasa yapayalnız kalacak.. Elinde birkaç adres
var.. İlk gideceği yerler o adresler...
Gönlü rahat, içi huzur dolu...
Bekleme salonunda yapayalnızdı. Arkadaş olarak iki bavulu vardı sâdece..Etrafına
baktı; hemen herkes grup grup, ayrılık öncesi sohbeti yapıyordu. Kendisinden
başka yalnız göremedi. İçini bir burukluk kapladı.
Saatine baktı.. Uçağın kalkmasına bir saate yakın zaman vardı. Etrafına bakmak
kastıyla tekrar başını kaldırdı..
O da ne!.. Tam karşısında kendisine gülerek bakan Şaban ile Hüseyin!..
Selâm verdiler.
-Ve aleyküm selâm.. Hiç beklemiyordum sizleri! Vedâlaşmıştık ya..
Bunları derken, şaşkınlığını da sevincim de gizleyemi-yordu. Gözleri pırıl
pırıl, yüz İfâdeleri şükran hisleriyle doluydu.
Kucaklaştılar, oturdular. Muhabbet dolu gözlerle bakıştılar...
- Yusuf ağbimizi bu uzun yolculukta uğurlayalım istedik, dedi Hüseyin.. İzin
aldık geldik. Kötü etmemişizdir inşa-allah!
- Yoo, ne kötüsü .. Sizi yormuş oldum! Benim için buralara kadar...
- Ağbi,senin yaptıklarının yanında bizimkinin lâfı mı olur!? Allah senden
ebeden razı olsun! Aldın beni ta Eğirdir
395
Kemik Hastanesi'ne götürdün, tedavi ettirdin.Parasız kalmıştım, aç-sefil
bırakmadın beni. Anam gibi üzerime titredin..
- Hepsinden öte; daimî bir işim var şimdi. Şaban da ben de amcanın fabrikasında
gül gibi birer işe sahibiz. Sana ne kadar duâ etsek azdır!..
- Sonra insan olduğumu hatırlattın bana.. İnsaniyeti sende gördüm, sende
öğrendim Yusuf ağbi-.
-Yeter artık Hüseyin!.. Bahsetme bunlardan...
- Ne iyi bir amcan var ağbi!.. Sağolsun hiçbir karşılık beklemeden bütün tedavi
masraflarımı çekti. Çok şükür, şimdi bacağım eskisi gibi.. Hiçbir sıkıntım yok..
- Ben de parasız kaldım, soğukta kaldım.. Sefîl bırakmadın, evime kadar odun-
kömür getirdin hoca, diye devam etti Şaban..
- Dağ gibi yığılmış çamaşırlarımı defalarca aldın, evinizdeki makinada yıkadın.
Hangi birini sayalım ki.!..
Yusuf kabahat işlemiş gibi mahcub:
- Kim olsa yapardı onları, dedi.
Bu söz üzerine ikisi de yapılan iyilikleri sayıp dökmeyi kestiler.
Biraz önce Yusuf'un içini burkan ayrılık öncesi sohbetine onlar da başladılar...
Ayrılık vaktinin nasıl gelip çattığını üçü de anlayamadılar. Zaman çok çabuk
geçmişti.
Vedalaşırken sesi titrekti Hüseyin'in.. Kendisini zor tutuyordu. Buğulu gözleri,
akmak isteyen yaşlan zaptetmek için direniyordu.
O her zaman gülen Şaban'ı, normal hâli bile mütebes-sirn olan Şaban'ı ilk defa
ağlarken görüyordu Yusuf.. Titrek bir sesle son sözü: "Hoca mektub göndermeyi
ihmâl etme, Şaban Keskin'i unutma!.." oldu.
396
XXXV
Yavuz o sabah odasının kapısının vurulmasiyla uyandı. Sallana sallana kalktı,
kapıyı açtı. Mahmur gözlerle baktı.. Karşısında İzzet Efendi duruyordu.
- Yavuz Bey, uyuyordunuz herhalde. Ah çok özür dilerim! Uyanmış olmalı diye
gelmiştim.
Yavuz saatline baktı. Vakit on ikiye gelmişti.
- Ne o, bir şey mi vardı?
Yaptığı hatâyı tamir etmek ister gibi baktı. Hayır, Yavuz gayet lâkayd
duruyordu. Biraz cesaretlendi. Elindeki mektub zarfını uzattı.
- Size bir mektub vardı da. Bir saat Önce geldi. Râbia evde mi?
- Hayır, dönmedi okuldan daha..
Mektubu aldı, bir şey demeden kapıyı kapattı.
İzzet Efendi aşağıya inerken kızgın kızgın mırıldandı:
-Pes yâni, bu saate kadar da yatılmaz ki!..
Yavuz, mektuba hiç bakmadan yatağının üzerine fırlattı. Dışarıya çıktı, elini
yüzünü yıkadı. Bir taraftan da düşünüyordu... "Bana pek mektub gelmez ama..
Ariyan telefonla arar.."
Sallana sallana odasına döndü. Aynaya baktı.. "Hayret, lavaboda hiç dikkat
etmemişim! Bakışlarım, yüzüm değişmiş sanki." Bir haftadır tıraş edilmemiş
yüzünü eliyle ovuşturdu.
Son bir-iki haftadır aileye belli etmiyordu ama, eski günlerine benzer hâller
yaşıyordu yine...
Maneviyatı, Aydın Bey'in evindeki hâdiseden beri alt üst olmuştu.. O günden beri
hocasını, kendisini, evdekileri, cemiyeti sorguluyor, bir fâsid dâire içinde
dönüp duruyordu.
397
Odasına saatlerce kapanıyor; kardeşiyle, babasıyla zaruret hâricinde
konuşmuyordu. Konuşurken de büyük bir isteksizlik duyuyor, herhalde bu
isteksizliğinden olsa gerek bazen dili dolaşıyor, kekeliyordu. Gene de
gülümsemeye çalışıyor, hâlini belli etmemek için büyük gayret
gösteriyordu.Açıkçası rol yapıyordu.
Odada kara kara düşünerek geçirdiği zamanların hâricinde dışarıya çıkıyor,
arabasıyla uzun turlar atıyor, sonra bıkıyor, arabayı bir yere park edip avare
avare geziyordu.
Eve geç vakitlerde dönüyor, odasında ikilere üçlere kadar oturuyor, gözleri
artık uykuya mağlûb olunca yatıyor, ertesi gün de nerdeyse öğleye kadar
uyanmıyordu...
Yatağına oturdu, mektubu aldı, üzerine baktı. İsim yazmıyordu. Hayretle dudak
büktü, açtı.
Hayır, bu bir mektub değil, bir karttı. Kartı çıkarırken, "elime sert gelmişti
nasıl da düşünemedim" diye mırıldandı.
Aldı çevirip baktı. Gayri ihtiyarî güldü evvelâ ..
Plajda çekilmiş bir fotoğraftı bu.."Bizim muzip arkadaşlardan birisi olmalı"
diye düşündü.
Fotoğrafa dikkatle bakınca elinde olmadan ayağa fırladı. "Olamaz!" diye
bağırdı.. İkinci defa "olamaz"derken sesi fısıltı hâlinde çıktı. Yatağına
yığılır gibi oturdu.
Fotoğrafta beş kişi vardı. Üç erkek, iki kız ve bu kızlardan biri Râbia... Kız
bikinili, Râbia rrlayolu...
"Aman yârabbim!.. Nedir bu başıma gelen?! Aydın Bey denen herifin darbesi
yetmiyormuş gibi bir de bu ha?.."
Ayağa fırladı. Hemen Râbia'yı bulmalıydı. Bir iki adım attı. Aklına geldi..
Râbia evde yoktu ki!
Öfke, korku,ümitsizlik, kararsızlık, acizlik, ihanet et-mişlik, ihanete
uğramışlık... Hepsini bir arada yaşıyordu şimdi..
Gitti yatağına uzandı.
"Demek öyle Râbia! Hiç ummadığım anda vurdun beni. Bana nasıl ihanet edersin!?
Sana izin verdiysem, bunları mı yapmalıydın!? Bir de babamın haberi olursa!.."
Kartı tekrar aldı eline . "Gözüm görmesin,şunu hemen yakayım" diye düşündü.
398
Çakmak almak üzere kalktı. Elindeki kart uçtu, yatağının baş ucundaki koca
saksıya düştü. Almak için eğildi..
O anda kafasında bir şimşek çaktı. Hafızası maziye döndü. Saç kurutma
makinasının bozulduğu günü hatırladı..
Râbia'nin odasına makinasmı almaya girdiğinde saksıdaki yanmış kartı hatırladı.
Bir kenarı nemli toprakla temas ettiği için tam yanmamıştı.
Nasıl olmuşsa olmuş, makinayı ararken yanmış kart gözüne ilişmiş, o zaman pek
mühimsememişti.
"Aynı kart, mutlaka aynı kart olmalı!" diye fikir yürüttü.
"Veya benzer bir poz.. Yoksa daha başkaları mı var? " "Ne önemi var ki! Pisliğin
azı da çoğu da bir.." Saatine baktı.
"Of kimbilir ne zaman gelir?" Yumruğunu dizine vurdu..
"Bana bunu nasıl yaparmış görecek!. Ailemizin şerefini, kendi şerefini..."
Elbiselerini giydi. Pencereyi açıp biraz havalansın diye açık bıraktı. Mutfağa
indi, bir bardak süt içti, tekrar çıktı..
Kaç gündür düzeltmediği yatağının üzerine oturdu. Odası karmakarışıktı. Kafası
da karmakarışıktı.
Zihni tekrar maziye döndü... Kardeşine izin verdikten sonra yaşadığı
tereddütleri hatırladı. İşte o zaman, kendine kızdı köpürdü:
"Bütün kabahat onun öyle mi? Ne güzel de sıyrılıveri-yorsun
mes'uliyetten!..Senin hiç kabahatin yok sanki! Bir de sorgusuz sualsiz hesab
sormaya kalkacaksın! Hiç dinlemeden infaza yelteniyorsun!"
"Hayır Yavuz hesab sormak senin neyine !? Gelince dinleyeceksin, sonra da..."
O sırada aşağıda konuşma sesleri duydu. Hemen fırladı kapıyı açtı.
Korkuluklardan aşağıya sarktı, gelen seslere kulak kabarttı. Râbia ile İzzet
Efendi konuşuyorlardı. Bekledi, az sonra ayaklarının ucuna basa basa salonu
geçip merdivenlere yürüyen Râbia göründü.. Başını yukarı kaldırıp kendisine
bakan ağabeyini görünce kızcağız irkilmeden edemedi...
399
Bir an bir tereddüt geçirdi.. Geri dönmenin faydasızlığını anlamış olacak ki
basamakları tırmanmaya başladı.
Ağabeyinin yanına gelince ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini kaçırmaya
çalıştı.Yavuz ma'nâlı ma'nâlı:
- Hoşgeldin Râbia, dedi.
- Hoşbulduk ağbi...
İzzet Efendi'den mi öğrendin?
- Neyi?
- Anlamamış gibi konuşma şimdi. Ne olduğunu biliyorsun!
"Ah şans! .. Bir haftadır peşini kovaladığım mektub,so-nunda ağbimin eline
düşüyor!"
Zeki kız, bütün ümitsizliğine rağmen ağabeyini yumuşatmak ümidiyle konuştu:
- İçeri girdim... İzzet Efendi'ye arayan soran olup olmadığını sordum. "Sâdece
postacının geldiğini, sana bir mektub olduğunu söyledi.. Hepsi bu!..
- Hadi odana gir de biraz konuşalım..
- Ağbi canım çok sıkkın zâten! Bugünkü imtihanım kötü geçti.. Başka bir zaman
olsa olmaz mı?..
Yavuz'un sesi son derece soğuktu:
- Ben senden yüz kat daha beterim!..
Daha fazla mukavemet edemedi. Kendisi önde,ağabeyi arkasmda odasına girdiler.
•
Râbia süklüm püklüm ilk bulduğu yere oturdu. Ağabeyi birkaç defa yukarı-aşağı
gitti geldi.. Nasıl başlıyacağmı kestiremiyordu.
Kızcağız ilk konuşan olmanın faydalı olacağını düşündü.
- Ağbi!. Suçluyum, biliyorum.. Fakat bir tuzağa düşü-rüldüm. Onu da geçen hafta
öğrendim. Leylâ her şeyi anlattı bana..
Beklemeye, işi uzatmaya tahammülü yoktu Yavuz'un.. Dâvayı hemen neticeye
bağlamak isteyen bir hâkim gibiydi..
Râbia konuşurken; "Bu kadar derdin arasında nereden bulaştın bu işe?!" diye bir
ses devamlı konuştu içinde. Hayâtında yaşadığı isteksizliklerin belki en
şiddetlisini yaşı-
400
yordu şimdi... Yalnız bu isteksizlik, "bana ne" anlayışından tamamen uzaktı.
Biricik kardeşi için böyle bir şeyi düşünemezdi zâten..
- Nasıl bir tuzak bu?
Râbia kurulmuş bir saat gibi, olanları teklemeden anlattı.
Yavuz bunları dinlerken, bir yukarı bir aşağı gidip gelmeye devam ediyordu.
Tekrar ediyorum ağbi!.. Suçluyum ama bir tuzakla karşı karşıyayım. Hem bu tuzak
hepimize, bütün ailemize...
Hemen kapıya yürüdü Yavuz. Çıktı, elinde fotoğrafla geldi. Kardeşinin gözünün
içine sokar gibi uzattı.
-Kim bu resimdekiler?
-Şu kız Leylâ... Diğer iki erkeği hiç tanımıyorum. Şu en sağdaki kıvırcık saçlı
uzun boylu olanı da Leylâ'nın uzaktan akrabasıynuş. Aslen buralıymış... Bunu da
geçen hafta Leylâ'dan öğrendim.
Bunu söylerken, kafasında bir şimşek çaktı..
-Ağbi, kartı kesip bu adamı İzzet Efendi'ye göstermem lâzım...
-Nedenmiş o? Şimdi anlarız ağbi!
Kalktı, bir makas çıkardı getirdi. Resmi düzgünce kesti. -Hadi inelim aşağıya...
Bu söze kuzu kuzu itaat etti Yavuz... Aşağıya indiler. İzzet Efendi mutfakta
yalnız, sofranın son hazırlıklarını yapıyoidu.
-Sofrayı hemen hazır ediyorum Yavuz Bey... -Yoo, onun için gelmedik, dedi
Râbia.. Elindeki resmi gösterdi...
-İyi bak İzzet Amca!.. Bu adamı tanıyabilecek misin? İzzet Efendi bütün
dikkatini verdi baktı.. Olmadı pencereye doğru tuttu..
- Elbiseli olsa.. Ama gene de gözüm bir yerden ısırıyor.
- Resimde yüzü tıraşlı. Bir de şu kıvrık saçlarına dikkat et.
Yabancı gelmedi ama nerden tanıyorum bunu? 401
Bir yandan da çocuklara soru dolu gözlerle tuhaf tuhaf baktı..
- Bizi üç-dört ay önce arayan bir arkadaşımız vardı ya.. Hani adamı garib
bulmuş, şübhelendiğini imâ etmiştin!
- Tamam o adam... Ta kendisi!..
Hayretle Râbia'ya baktı. Soru sormak için ağzını açtı, cesaret edemedi.
Hayretin asıl büyüğü Yavuz'daydı.
- Hadi gidelim ağbi...
Gene itaat etti Yavuz.. Merdivenlerden çıkarken:
- Râbia, nasıl tahmin ettin bunu? Ben unutmuştum bile...
- Hatırlıyor musun ağbi, o zaman da pirelenmiştİm!.. Duâ edelim ki İzzet Efendi
aptal biri değil...Fazla zorlanmadan tanıdı adamı.
- Tertibin de böylesi!..
- Bir şey mi dedin ağbi?
- Yoo, kendi kendime mırıldandım işte.. Odaya tekrar girer girmez:
- Ağbi inan seni üzmek, kızdırmak... Söyledim ya.. Yavuz,ölgün bir sesle:
- Mühim değil, dedi. Her şey olup bitmiş..Geriye dönüşü yok bunun. Hem çok daha
çirkin bir tuzağa sen de ben de düşebilirdik... *
Son cümlesi âdet? fısıltı hâlinde çıkmıştı.
Son bir haftadır, içinden bir sesin "suçlusun" diye bas bas bağırdığı Râbia,
ağabeyinin gözünde temize çıkmak ümidiyle son birkaç söz söylemek üzere ağzını
açtı..
Ağabeyi, az öncekinden daha cansız bir sesle:
- Yeter Râbia.. Hiçbir şey duymak, dinlemek istemiyorum..
Sallana sallana çıktı odadan. Başı önde, kardeşine hiç bakmadı.
Yüzünün son hâli, Râbia'mn Ömür boyu hafızasından silinmeyecekti. Mumya gibi
renksiz bir yüz, insanı korkutan bakışlar...
Odasına girdiğinde, yıkılacak gibi olduğunu hissetti
402
m
Yavuz.. Gözleri kararmıştı. Sırtını bir müddet kapattığı kapıya yasladı.
Sersemliğinin geçmesini bekledi. Kulakları uğul-duyordu. Sendeleyerek birkaç
adımda yatağına ulaştı. Yığılır gibi yüzükoyun uzandı. Alnı, ensesi, sırtı alev
alev yandı önce. Sonra ter boşandı.
Biraz rahatladığını hissetti. Gözü açılmıştı biraz. Döndü, sırtüstü boylu
boyunca uzandı.
"Asıl suçlu benim Râbia! Sana ağabeylik yapamadım! Benim gibi bir âcizden başka
ne beklenirdi ki zâten!.."
Ağlamak istiyordu. Hayır, yapamadı. Bir damla gözyaşı bile yoktu. Aynı hâli
Aydın Bey'in evinden kaçıp odasına kapandığında da yaşamıştı.
Kalktı, duvara cansız darbelerle birkaç yumruk salladı.
Birileriyle konuşmalıydı. Birilerinden yardım istemeliydi. Ama kimi vardı ki?
Onu anlayacak, ona yol gösterecek?..
Vardı bir kişi. Sâdece bir kişi.. Yusuf idi bu...Evet, ona ancak Yusuf yardım-
edebilirdi! Donuk gözlerinde bir kıvılcım çaktı.
Kalktı ayağa.. Telefon etmek üzere yeni aldığı cep telefonuna yürüdü.
'"Bu gün Cum'a.. Tatil günü.." Saatine baktı. Bir buçuğu geçmişti." Cum'a
namazından çoktan dönmüştür- En iyisi evi ariyayım.."
Telefonu aldı, tuşlara bastı..
- Alo yenge ben Yavuz.. Yusuf evde miydi acaba?
- Yusuf yok artık yavrum! Yurt dışına gideli nerdeyse on gün oluyor. Haberin
yok muydu yoksa?
- Doğru ya, unutmuşum! Geçenlerde vedalaşmaya gelmişti.
Zıpkın yemiş gibi sarsıldı. Kolu yere inerken telefon yere düştü. Olduğu yerde
dondu kaldı..
Hiçbir şey düşünemiyordu. Zihnî faaliyetleri tamamen durmuştu sanki.
O vaziyette ne kadar durduğunu bilmiyordu. Bir robot gibi ağır ağır döndü.
Yatağına yığılır gibi oturdu.
"Yazık!.. Bütün kirliliğime rağmen onunla görüşmeye cesaret etmiştim. Son
ümidimdin sen Yusuf! Ben kir idim,sen
403
ise su... Kir, sudan korkar mı hiç?"
"Bu güne kadar korkmuş, şimdi ise bütün cesaretimi toplamıştım ama..."
Başını elleri arasına aldı. İki eliyle saçlarını yolar gibi karıştırdı...
"Yârabbim ne kadar da yalnızım! Ne kadar güçsüzüm! Ne kadar suçluyum! Ne kadar
zavallıyım!..."
"Ah anneciğim!... Affet beni!.. Râbia'ya sâhib çıkamadım. Emânetini koruyamadim.
Yaşamayı bile hak etmiyecek kadar bayağıyım ben!.."
" Yaşamamalıyım öyleyse!.11
Gözlerini faîtaşı gibi açtı..
"İntihar!...Aman Allahım!... Yapamam bunu. Eğer bu karanlık dehlizde bir İğne
ucu kadar ışık varsa, belki âhiretimi o kurtarabilir! Hayır hayır, ebedî azabı
göze alamam..."
"Affet Allahım! Böyle bir şeyi aklımdan geçirmek bile..."
"Ne yapacağım ben şimdi?! Kendime bile hayrım yok ki! Ah zavallı Yavuz!.."
"Suçluyum... Allah'a karşı, anneme karşı, Râbia'ya karşı, babama karşı ve
cemiyete karşı..."
"Ne biçim insanım ben!?. Allahım affet, Sana kul olamadım! Kendime karşı dürüst
olamadım. Anneme ihanet ettim. Ne aileme, ne cemiyete bir faydam oldu. Affet
Aİlahim!..
Hayır... Rahatlayacak, vicdanının sesini susturacak gibi değildi. Son bir defa
alev gibi;
"Suçluyum" sözü çıktı ağzından .
404
XXXVI
Râbia sabah uyandığında, ilk işi hemen doğrulup aynaya bakmak oldu.
"Oh yârabbim! Ne kâbustu o öyle!" Ayağa kalktı, kendisini tepeden tırnağa görmek
istedi. İyice yaklaştı, saçlarına baktı. Ellerini yüzüne sürdü. "Yok, çok şükür
bir şey yok!"
Dışarıya çıktı geldi. Kıyafetini değiştirdi. Kahvaltı etmek üzere aşağıya indi.
Saat on bire geliyordu. Tek basma kahvaltı masasır.a oturdu. İzzet Efendi'ye
ağabeyinin evde olup olmadığını soı-du. "Dışarı çıktığını görmedim" cevabını
aldı.
Demek hâlâ uyuyordu. "Son günlerde amma da u- u-yor" diye geçirdi içinden...
Geçirdiği son yirmi dört saati düşündü... İçi t:. odi. Rü'yâsını hatırladı,
iliklerine kadar ürperdiğini hissetti.
"Bu bir ikaz, hem de müthiş bir ikaz" diye söylendi. Bana te'sir eden çok rü'yâ
gördüm ama böylesini hiç..."
"Ağbime bugünlerde hiç görünmesem... Ama nasıl yapacağım ki? Her an aynı çatı
altındayız.."
Masadan kalktı. O sırada telefon çaldı. Yürüdü, açtı... Arayan yengesi Nesibe
Hanım'dı. Sesi telâşlıydı... -Râbia kızım... Bak iyi dinle!.. -Ne var, hayırdır
yenge?
-Dün Yavuz bizim evi aramıştı. Yusuf'u sordu. Dalgınlıkla gittiğini unutmuş
olacak... Bu gün sabahtan beri Yavuz'u düşünüyorum... Dün nasıl da akıl
edememişim... Birden işkillendim işte! Yavuz Yusuf'u boşa aramaz. Senelerdir hiç
aramayan Yavuz ihtiyacı var ki aradı diye düşündüm...
-Ağbin evde mi yavrum?
405
-Zannederim odasında...
- Bir bakıversen yavrum !. Hastalık günlerini düşünüyorum sabahtan beri...
Anlıyorsun değil mi?
- Tabiî yenge.. Çok sağolasın. Hemen bakarım. Telefon kapandı.
"Aman yârabbim, ya endîşeleri doğruysa!"
Heyecandan bacakları titriyordu.
"- Şimdi nasıl gideceğim onun yanına?! Ben ondan kaçmaya çalışırken..."
Başka yolu yok. Mecburen gideceğim. Şöyle bir hâlini hatırını sorarım. Bir şeye
ihtiyacı olup olmadığını..."
"Ya uyuyorsa hâlâ. Uyuyorsa uyandırırım canım!. Düşündüğün şeye bak!"
Acele acele tırmandı merdivenleri. Ağabeyinin kapısı önüne gelince durdu.
Yakklaştı, içeriye kulak verdi. Hayır, ses seda yoktu.
Usulca kapıyı tıklattı. Sonra daha kuvvetle bir daha.. Hayır ses yoktu. Son defa
cama vurdu. Hiç ses yoktu..
Yavaşça açtı kapıyı.. Hayret!.. Ağabeyi içerde ve hiç ses vermemişti. Yerde,
halının üzerinde bağdaş kurmuş, sırtı kapıya dönük vaziyette oturuyordu. Yanına
yürüdü, omzuna dokundu.
- Ağbi!.. •. Hiç tınmadı Yavuz..
İki eliyle omuzlarını hafifçe sarstı.
Yavuz adetâ santim santim başmı çevirdi. Hiç tanımı-yormuş gibi baktı.
Bir çığlık attı RâbiaL
- Ağbi, ne oldu sana?!
Hemen önüne geçti, bu korkunç yüze bir daha baktı.. Gözler kan çanağına dönmüş,
göz kapakları şişmiş, yüzü kireç gibi, bakışları son derece ma'nâsız ve
korkunç... Sabaha kadar uyumamış mıydı acaba? Kuvvetlice sarstı Yavuz'u,
- Ağbi neyin var?
Sesi gayet donuk, adetâ heceleyerek konuştu:
- Yu su fu bu lun ba na...
406
- Ağbi ne olur konuş! Ne oldu?
- Günâh kâ rım... Suç lu yum..
- Ağbi bir şeyler söyle, ne olur!..
Hayır, duvar gibiydi. Hiç tepki yoktu.. Başını önüne indirdi, öylece kaldı..
Râbia daha fazla sabredemedi. Ağabeyini bıraktı. Çıktı odadan..
Doğru telefona gitti. Fabrikayı aradı.
Babasının sesini duyunca, içinden bir "oh" çekti.
- Baba, ağbim hastalandı gene. Bu sefer çok kötü.. Hemen gelmen lâzım.
- O ne öyle kızım!? Kıyamet mi kopuyor? Biraz sakin ol bakalım!.
- Baba bildiğin gibi değil! Görünce bana hak vereceksin. Boşuna
telâşlanmıyorum.
- Peki hemen geliyorum. Aman sakin ol!.
Râbia salonda bir aşağı bir yukarı gezinerek, sabırsızlıkla bekledi babamı.
Selâmi Bey, yarım saat sonra evdeydi. Yalnız değildi. Yanında, Râbia'nm o güne
kadar hiç görmediği bir ihtiyarla, aile doktorları vardı.
Gelen ihtiyar, Nûreddin Efendi'den başkası değildi. Râbıa telefon ettiği sırada,
Selâmi Bey'in odasındaydı. Bir faydam olur belki diyerek o da gelmişti.
Dördü birlikte Yavuz'un odasına çıktılar.
Yavuz, kız kardeşi nasıl bırakmışsa o vaziyette duruyordu.
Önünde çömelen babasının "nasılsın yavrum?" suâline önce boş gözlerle baktı.
Sonra Râbia'dan istediğini tekrarladı:
-Yu su fu bu lun ba na...
•••
Ertesi gün, baba kız salonda oturmuşlar dertleşiyorlar-dı. Belki aylardır, belki
senelerdir böyle sıcak bir yakınlık olmamıştı aralarında... Şübhesiz,
felâketlerin birleştiriciliği bu yakınlaşmada baş rolü oynamıştı.
Yavuz'u, derhal özel bir hastanenin psikiyatri kliniğine
407
kaldırmışlardı. Nûreddin Efendi, önceki gece Yavuz'un yanında refakatçi olarak
kalmıştı. İcab ederse o gece de daha sonra da kalacaktı.
-Ne mübarek insan şu Nûreddin Efendi! Benim yapacağım işi o yapıyor. Bu yaşmda
hiç yüksünmeden...
- Bilmem , dedi Râbia.. O telâşede kendisine hiç dikkat edemedim.
- Tanısaydın; tanısaydık, onu ve onun gibileri örnek alsaydık çok şey değişirdi
kızım! Biliyor musun, ahlâkı Yusuf'a çok benziyor.
İçi cız etti Râbia'nın.. Çok büyük bir pişmanlığı yaşıyor gibi yüzü ekşidi,
başını hafifçe sağa-sola salladı. Babası dikkat etmedi bu hâle..
- Dün doktor neler söyledi baba? Ağbim gerçekten çok mu kötü?
Yüzü acıyla gerildi Selâmi Bey'in. Bütün soğukkanlılı-ğıyla:
- Kaçıncı defa sorduğunun farkında mısın Râbia? Dünden beri beş oldu belki!..
- Ne yapayım babacığım, çok endîşe ediyorum! Ondan, senden başka kimim var
benim?! Ona bir şey olursa!..
Son sözü hangi maksatla söylediğini anlayamadı babası..
- Söyledim ya; ağır bir depresyon geçiriyor. Öncekinden çok daha şiddetli..
Allah korusun çok daha kötü olabilir!..
- Sana dün söyledim mi bilmiyorum. Doktor "daha ötesini düşünmek bile
istemediğini" bizim anlıyacağımız tabir-le,"çıldırma çizgisi üzerinde olduğunu"
söyledi. Diğer yandan; "onunla rezonansa geçebilecek, diyalog kurabilecek
birinin doktorlardan çok daha faydalı olacağını, çok hızlı ve mucizevî bir
iyileşme görüleceğini" söyledi.
-Nûreddin Efendi inşaallah faydalı olur. Zâten doktorlardan çok ona güveniyorum.
-Ne hikmettir bilmiyorum, Yusuf'da tam zamanında gitti. Gördün işte, kaç defa
"Yusuf'u bulun bana" dedi...
-Bir de "günahkârım, suçluyum nakaratı..." diye ilâve
408
etti Râbia...
Bunları söylerken, içini bir korun yaktığmı hissetti. Ama hayır, babasının
olanlardan haberi olmamalıydı. Allah korusun, bir de o hasta olursa!..
Rü'yâsını hatırladı gene...
"Günahkâr da benim, suçlu da.. İki gündür neler yaşadığımı bir ben bilirim bir
de Allah!.."
"Hayret doğrusu, bütün bu olanlara rağmen hâlâ soğukkanlı olabiliyorum!."
"Ne yapabilirim ki? Ortalığı velveleye mi vereyim, intihar mı edeyim?..""Hayır
hayır, böyle bir zamanda en soğukkanlı olması gereken benim!.."
Babasının sesiyle uyandı:
- Ne o kızım, çok düşüncelisin.. Biliyorum çok üzülüyorsun ama...
- Metin olmak lâzım yavrum.. Hem akşam, misafirlerimiz gelecek!..
Ahmed Bey'le rahmetli Yakub'un bir arkadaşı. Onlara ve herkese güçlü olduğumuzu
hissettirmeliyiz. İzzet Efendiyle karısına da bir şey belli etmemeye çalış...
Koltuğundan kalktı, gitti kanepeye oturdu.
- Yavrum gel yanıma şöyle.. Yanyana oturalım. Râbia, gözlerinde pırıltılarla
kalktı, babasının yanına
oturdu. " Ne zamandan beri böyle oturmadıklarını" düşündü...
- Selâmi Bey yüzünü döndü. Elini kızının omzuna attı.
- Râbia, ben de suçluyum!.. Gözlerini iri iri açtı kızı..
- Evet ben de suçluyum!..
- Annenizin genç yaşta ölümü beni yıkmıştı. Çâreyi kendimi işime vermekte
bulmuştum.
-Annenizin yerini asla tutamaz diye, size annelik yapamaz diye başkasıyla
evlenmedim. Size hem annelik hem babalık yapmaya çalıştım. Ama olmadı kızım!
Annelik bir tarafa, size babalık da yapamadım...
-Yavuz'un hırçınlıklarım, senin bazı âsi davranışlarını anlıyamadım. Belki
anlamak istemedim. İşlerimle haşır-ne-şir, nihayet bu noktaya geldik.
409
-Yalnız şunu bil ki; suçun tamâmı bende değil... Biz câhil yetiştik, çorak
toprakların insanlarıydık. Bizim nesille evlâtları arasında bu dertler sık sık
yaşanıyor. Zira biz öyle bir devirde yaşadık ki; müslüman olmak suç, fazilet
ahmaklık idi o devirde...
-Bugün de çok şey değişmiş değil... Ama sizin önünüzde her kapı açık..Bizim
devrimizde sâdece şer kapısı açıktı.
- Fabrikaya telefon ettiğin sırada, Nûreddin Efendi'ye Yavuz'dan su/ ediyordum.
Beni dinledi dinledi... Sonra da âdeta bütün noksanlarımı hülâsa eden bir
tesbitte bulundu. İşte o zaman düştüğüm büyük hatayı anladım. Aynen şöyle dedi:
"Basit, zayıf, câhil, riyakâr baba ve anneler evlâtlarına muallim ve mürebbi
olamazlar. Sözlerini dinletemezler, evlâtları onları bir aziz olarak göremez.
Râbia kıpırdandı:
- İyi de baba, bunların hepsi sende yok ki!
-Ben var olduğunu görüyorum ya.. Sen istediğin kadar "yok" de!
- Bundan sonra değişeceğim kızım. Sizden daha kıymetli neyim var ki benim!?
İçinden babasına sarılmak geleli Râbia'nın Birden, bunu hafiflik telâkki ederek
vazgeçti..
- Hayır baba, asıl suçlu bizlerdik. Çocukluğumuzdan beri, arkadaşlarımızı bile
sen seçmeye çalıştın. Ama biz "olmaz" dedik.
Kendi arkadaşlarımızı seçeceğiz, kendi yolumuzu çizeceğiz diye inat ettik.
- Sen haklıymışsın baba!
- İlk okula başladığımız günden itibaren bize hep maddeyi öğrettiler.
Hocalarımız ve ders kitablarımız; dindar insanlara "yobaz" dedi "mürteci" dedi,
"cani" dedi. Daha ufacık çocuklar iken dini öcü olarak gösterdiler bize...
- O yaşlar çok mühim baba! O zehirler şuur altında öyle bir depolanıyor ki,
ileriki yaşlarda bir bir açığa çıkıyor.
-Belki bu yüzden, Yusuf ağbiye de çok haksızlık ettim.
410
Dikkat ediyor musun, onun için "ağbi" lâfını gıyabında ilk defa kullanıyorum.
Ona saygısızlık sanki senelerdir üzerime vazife idi..
-Neyse kızım, onları sonra konuşuruz. Şimdi öncelikle ağbini düşünelim...
-Hayır baba! Bu mevzu açılmışken konuşmam lâzım. Hem sâdece Yusuf ağbi değil
mevzu... Başka şeyler de var...
"Sen bilirsin" ma'nâsında kızma baktı babası..
-Baba, çok açık konuşacağım... Madem sen yüreğini ortaya koydun, ben de
yapmalıyım aynısını.. Temennim, bundan sonra da böyle açık olmamız...
-Bundan emin olabilirsin kızım...
-Hani birkaç ay önce, gene burada, üçümüz bir aradayken, Yusuf ağbinin evlenme
teklifinden söz etmiştim ya...
-Evet... Reddetmiştin o teklifi...
- Reddetme falan yok baba.. Hepsi yalandı. Benim koskoca bir yalanım,,
Selâmı Bey ir kildi..
- Ne? Nasıl yâni?
- Basbayağı bir yalan işte.. Yusuf ağbiye çocukluğumdan beri hayrandım ben ..
Ama seneler bizi yakınlaştıracağına uzaklaştırdı.. Zira onun yakın münasebete
set çeken bir dünyâsı vardı. Yalnız; son günlerde yaşadıklarımdan sonra iyice
hak verdim ona..
- O gece bir sürü bühtanda bulundum kendisine. Hatırlarsın, seni de çok
kızdırmıştım.
- Hep birilerine yaranmak, hep birilerinden korkmak nedir, bilir misin baba?
Bugüne kadar hep böyle yaşadım. Birçoğumuzun derdi bu.. İğrenç bir hayat
felsefesi!..
- Çevremde hep takdir gördüm, parmajda gösterildim bugüne kadar. Ama beni takdir
etmeyen bir gün olsun iltifat etmeyen, bir tek kişi vardı.. O da Yusuf ağbiydi!
-İşte bu beni çileden çıkarıyordu.
- Evet, ona hayrandım!.. Ve onu erişilmez bir insan olarak görüyordum. Karşılık
göremeyince de "kedi ulaşamadığı ciğere murdar dermiş" hesabı ver- ansın
ediyordum.
411
- Gittiği günden beri de perişanım diyebilirim. Babası, kızına acıyan gözlerle
baktı...
- Hayır baba, acınacak bir şey yok!. Herşey benim eşekliğimden... Hem, sâdece
bir hayranlık bu... Aşk falan olduğunu hiç sanmıyorum...
Sevgi, hayranlık ve nefreti hep bir arada yaşadım... Ama kimselere doğrudan
açamazdım ki içimi.
Selâmi Bey, kendinden gayet emin "sen öyle zannet" diye geçirdi içinden...
-Biliyorum ki benim en iyi ilâcım, "ona asla lâyık olamı-yacağımı" bilmek...
Şayet mes'ele evlilik ise o benden çok çok üstün birilerine lâyık..
-Onun için, kısa zamanda kendimi toparlayacağıma emin olabilirsin baba...
Biliyorum, bu kadar üzüntün arasında...
Kızının bu kadar içten konuşması, bu kadar açık ve yakın olması, bir o kadar da
tutarsızlığı hayrete düşürmüştü Selâmi Bey'i...
-Hayır kızım, çok iyi oldu anlattığın..
Babasına daha bir sıcak baktı Râbia... Rahatlamıştı... Aylardır sırtında kambur
olan bir vicdanî yükten kurtulmuştu...
-Şimdi benim için daha mühim bir mes'ele var baba!..
-Nedir o?
-Evvelki gece bir rü'yâ görmüştüm. Korkunç mu desem, müjdeli mi desem
bilemiyorum. Ama beni çok derinden sarstığı muhakkak... Ömrüm boyunca
unutamayacağım. Ve dünden beri içimde tufanlar kopuyor...
-Hayırdır inşaallahlAnlat bakalım...
-Rü'yâda bir anda altmış yaşına girdiğimi görüyorum. Düşünsene; yumi yaşına
gireli daha üç hafta oluyor. Bir anda altmış yaşına girmek ne demek!?...
-Hayâtımda hiç yaşamadığım derecede bir pişmanlık yaşıyorum. O güne kadar bomboş
yaşamışım. Âhirete götürecek azığımın olmaması o kadar korkutuyor ki beni!..
-O pişmanlıkla, o korkuyla hüngür hüngür ağlıyorum. Öyle bir ağlayış ki, seller
gibi yaş boşanıyor. Bir yandan da
412
içim yanıyor, çok müthiş bir azab yaşıyorum...
-Af diliyor ve duâ ediyorum: "Allahım affet beni, affet beni!.. Beni livaü'1-
hamd altında toplananlardan eyle.."
-Çok enteresan... "Livaü'1-hamd" diye bir tabiri hayâtımda duymuş değilim.
Uyandıktan sonra kelimeyi unutmamak için defalarca tekrarladım...
-Ne demek bu baba?
-Bildiğim kadarıyla; mü'minlerin mahşer günü altmda toplanacağı Peygamber
(s.a.v.) efendimizin sancağının ismi...
-Yaa, deyip hayretle gözlerini açtı Râbia. Yüzünde memnuniyetin aydınlığı vardı.
-Hayırdır inşaallah... Seni bu yolla ikaz etmişler...
-Evet baba, hem de ne ikaz!.. Şimdi bile titriyorum...
Ayağa kalktı Râbia... "Şimdi geliyorum" diyerek dışarı çıktı...
Beş dakika geçmemişti ki tekrar geldi.
Babası baktı baktı, hayretler içinde ayağa kalktı.
Kızı bembeyaz bir başörtüsü içinde nurdan bir heykel gibi duruyordu.
-"Yeter artık" dedim baba... Şu andan itibaren örtüneceğim... Kollarını açtı
Selâmi Bey:
-Yavrum benim!... Ne kadar sevindirdin babanı bilemezsin.. Sarıldı, alnından,
yanaklarından öptü.
-Hayırlı, mübarek olsun!..
O sırada, dışarda ikindi ezanının sesi gelmeye başladı.
Yanyana tekrar oturdular.
-Ve bu vakitten itibaren namaza başlayacağım.
-İki gündür kaç defa tövbe ettiğimi hatırlamıyorum... Bugüne kadar şu açık
başımla neler yaşadım, neler gördüm!.. Hele son zamanlarda...
-Artık şunu anladım: Tesettürsüzlük; kıyafetin sâde bi-" le olsa nâmahremin
iştihasını açıyor ve tecâvüzüne meydan veriyor. Kadının zayıf hilkati bunu
emrediyor, bunu ihtar ediyor. Ve anladım ki; tesettür bir siperdir, bir
kaledir...
Misafirleri gittikten sonra koltuğunda bir müddet
413
memnun memnun oturdu Selâmı Bey..
On dakika geçmemişti ki dışarda bir araba durdu. Az sonra da zil çaldı.
Gelen Nûreddin Efendi idi. Salonda onu ayakta karşılayan Selâmi Bey endişeli
endişeli bakmaktan kendini alamadı.
Oturdular... Sorar gözlerle bakınıyor,sormaya cesaret edemiyordu. Nûreddin
Efendi anlamıştı vaziyeti.
-Endîşe edecek bir şey yok... Sâdece bir şey almaya geldim. Yavuz Bey'in bir
Kur'an'ı varmış, onu istedi. İlk okulda, orta okulda okuduğu el yazma bir
Kur'an... Odasındaki kitab-lığın en üst rafının en başında...
İçinden bir "oh" çekti Selâmi Bey...
-Oğlum nasıl oldu? Müsbet bir gelişme var mı?
-İlâçları kullanmaya devam ediyor. Değişen pek bir şey yok. Yalnız, bu gün dili
biraz çözüldü. Sorduklarıma kısa ce-vablar vermeye başladı. Şübhesiz bu da iyi
bir gelişme..
-Çok şükür... Peki iki günde bu noktaya nasıl geldi?
-En büyük âmil Yusuf... Yusuf'un en iyi dostu olduğumu, sırdaşı olduğumu,
birbirimizi çok iyi anladığımızı söyledim.
-Yalnız, ben emâneti alıp hemen gideyim. Yavuz Bey'e hemen döneceğimi söyledim.
-Kahve içeriz, öyle gidersiniz. Bir on dakikadan bir şey çıkmaz değil mi?
Dışarıya çıktı. Râbia'ya Kur'an'ı getirmesini, iki de kahve içeceklerini
söyledi.
İçeri girerken:
-Biliyor musun Nûreddin ağbi, bu gün üçüncü sevinci yaşıyorum.
Yerine oturdu.
-İlki; kızımın örtünmeye ve namaza başlaması.,
-İkincisi, Ahmed Bey ile Ferhat Bey'in gelmeleri...
-Az önce gittiler onlar da.. Beni fabrikada bulamayınca buraya gelmeye karar
vermişler...
-Önce uzun uzun sitayişle Yusuf'tan bahsettiler. Gafletlerini, gözlerinin nasıl
açıldığını anlattılar. Ardından da Ah-
414
med Bey evini, Ferhat Bey'de arsasını vakfa hibe etti. İşte tapular sehpânın
üzerinde...
Zarfların yanında biri büyük diğeri küçük iki de anahtar duruyordu.
-Hele Ahmed Bey'e itiraz edecek oldum... Öyle bir susturdu ki beni!.. Zira varı
yoğu oturduğu eviydi sâdece...
-Duyulmasını da hiç istemiyorlardı.
-Allah indinde kabul buyursun, dedi Nûreddin Efendi...
-Amin...
-Sonra da, vakfın vereceği her vazifenin onlar için emir olacağını söylediler..
-Üçüncü haberi de sağolasın senden aldım...
-Sahi, başka bir şey söylemedi mi Yavuz?
-Hayır... Yalnız, anladığım kadarıyla sizlerden çok utanıyor...
"Ben de nefret ediyor zannediyordum. Hayret!.."
-Kur'an'ı onun için senin götürmeni istedi demek ki. Yoksa bir telefonla...
-Bilmiyorum artık..
-İki gündür anlıyabildiğim kadarıyla çok hassas bir insan... Bu hassasiyetine
hayran oldum!
-"Günahkârlık ve suçluluk" sözlerini bu kadar tekrarlıyorsa, bu kadar derinden
sarsılmışsa, çıldırma noktasına geliyorsa alelade birisi değil demektir. Onu
Yusuf kadar yakından tamsaydım, daha kafi hüküm verebilirdim. Lâkin bu kadarı
bile ipucu veriyor.
Selâmi Bey, Yavuz bir timsâl... Kokuşmuş cemiyetin kokuşmuş fertlerinin lisân-ı
hâl ile kurtuluş yolunu gösteriyor bize. Nasıl olmamız lâzım geldiğini
anlatıyor.
-Bizim gibi ruhsuzlara, kalbi nasır bağlamışlara, kütük-
leşmişlere lisân-ı hâl ile hassas olmamızı haykırıyor.
-Ah hepimiz öyle hassas olabilseydik!
-Cemiyet, sanki onda tek vücûd hâlinde teksif olmuş...
-Sanki o haliyle; ağlanacak hâline gülenlere, yaşadıkları hayvanca hayattan
memnun olanlara haykırıyor: "Yürüdüğünüz bu yol sizi çıkmaza götürüyor!..
Yaşadığınız hayat, ancak
415
Çıldırmışların hayâtı..."
-Ve netice olarak; "ya yaratıldığınız gaye için yaşayın, veyahud benim gibi
dürüst olun, hassas olun, yaşamıyor iseniz çıldırın" diyor.
Selâmi Bey önüne bakıyor, hak verir gibi arada bir başını sallıyordu.
İzzet Efendi kahveleri getirdi. Ardından, kılıfıyla birlikte Kur'an'ı...
İçli bir sesle konuştu Selâmi Bey:
-Yusuf'da olsaydı şimdi! On günde özledim kendisini...
Nûreddin Efendi kahvesinden bir yudum aldı. Koltuğunda kıpırdadı...
-Demin aklımdaydı, unutmuşum. Dün gece rü'yâda onunla ilgili şeyler gördüm. Ne
güzel bir rü'yâ idi!..
-Hayırdır inşaallah, nasıl bir rü'yâydı?
-Kusura bakma Selâmi Bey, anlatamam. Mezun değilim buna.. Çok güzel bir rü'yâ
olduğunu bil, yeter...
-Fabrikada, son zamanlarda işe alınan bir genç var... Adı Şaban... Yusuf'un
mahalle arkadaşı... Beni Yusuf'la sık sık bir arada gördüğünden olsa gerek üç-
dört gün önce yanıma geldi. "Yusuf Hoca" diyor Yusuf'a... "Yusuf Hoca'dan haber
var mı?" diye sordu. "Yok bir haber" dedim. "O gitti gideli mahallemizin
fakirleri yeti n kaldı" dedi. Ardından da meseleyi anlattı...
•
-Meğer bazı geceler, bazı evlerin kapısı Önüne yiyecek torbaları konuiuyormuş.
Tabiî kimin koyduğu belli değil.. Yusuf gittikten sonra bu yardımlar kesiliyor.
İşin sırrı ondan sonra anlaşılıyor.
Son cümleyi söylerken sesi titriyordu..
Dolu gözlerle birbirlerine baktılar..
-O aldanmamıştı Selâmi Bey! O aldanmamıştı!..
-Kendim söylemiyorum bunu... Dün gece gördüğüm rü'yâda söyleyen söyledi..
-Onun hayâtı, Asr sûresinde buyrulan hüsrana uğramayanların hayâtı.
Soğumuş olan kahvesinden son yudumu içti. Ayağa 416
kalktı.
-Müsaadenizle ben kalkayım artık Selâmi Bey...
Dışarda kar yağıyordu. Bu kış gecesi havasını doya doya ciğerlerine çekti.
Bahçe kapısını açtı. Yol kenarına parkettiği Yavuz'un arabasına yürüdü.
Arabayı çalıştırdı. Bir yandan gidiyor, bir yandan Yusuf'u düşünüyordu.
"Sen ey Yusuf!.. Neler yaptığını görmek istiyorsan dön de arkana bak.."
"Biliyorum; hizmette en önlerdesin. Ücrette ise ortalıkta yoksun. Sessiz geldin,
hizmetini gördün ve sessizce ayrıldın gittin."
"Ama dön bak! O her zamanki tevazuunla dön bak!.."
"Bir meş'ale yaktın sen! Karanlıkta kalmış gönülleri yeni baştan aydınlattın.
Çorak toprakları yeşerttin de gittin!.."
"Ölçü odur ki; yapılan hizmet hizmetkâr ile kaim değildir."
"Hizmet ve icraat hizmet sahibinden sonra büyüyerek devam eder.."
"İşte sen bunu yaptın Yusuf!"
SON
417
Ömer Faruk _ Bayezit O Aldanmamıştı
Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.
UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...
Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak
gördüğümüz sitemizdeki
tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine
istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla
ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma
ekran
vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi
formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik
karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için,
hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki
e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç
gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük
esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği
sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin
istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya
kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.
Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin
amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.
www.kitapsevenler.com
web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek
ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.
Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi,
bilginin de paylaşıldıkça
pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap
okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve
yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.
Bilgi paylaşmakla çoğalır.
Yaşar MUTLU
İLGİLİ KANUN:
5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK
MADDE 11" : "ders
kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat
eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa
hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya
üçüncü bir kişi tek nüsha olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri
formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi
bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir
şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve
kullandırılamaz.
Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin
bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."
bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir.
Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne
mutlu ki, bir görme
engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu
sevinci paylaşabilmek
tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı
tarayıp,
kitapsevenler@gmail.com
Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.
Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen
bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan
ediniz...
Teşekkürler.
Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.
Tarayan: Yaşar Mutlu
www.yasarmutlu.com
www.kitapsevenler.com
e-posta kitapsevenler@gmail.com
Ömer Faruk _ Bayezit O Aldanmamıştı