You are on page 1of 224

Dizgi, iç düzen, Montaj: Girişim 532 51 79

Kapak Hazırlık: Dönüş Grafik: 513 15 20


Baskı: Yıldızlar
Haziran 1991 İstanbul
Ali Şeriati

MEKTUPLAR

Çeviren: Muhammed Said

şura yayınları
Beyazsaray Zemin Kat No:lO
Beyazıt/İstanbul
Tel: 518 26 85
İçindekiler

Hanımına Mektubu 7
Oğluna Mektubll 10
Amcasına Mektubu 20
Amcasının Oğluna Mektubu 24
Kayınbiraderine Mektubu 26
Hutnayun'a Mesaj 29
Kazım -Muttehidin'e Mektubu 34
Bir Dosta Mektup 40
Dosta Mektup 44
Dosta Mektup 55
. . . Bey'e Mektubu 61
Dosta Mektup 64
. . .'e Mektupu 67
Dosta Mektup 71
Dosta Mektup 75
Dostlara Mektup 80
Dosta Mektup 81
Hayır Fonuna Mektup 83
Hüseyniye-i İ rşad'la ilgili Değerlendirme 85
Mekteb-i İslam Dergisi İdare Heyetine Mektup 99
.. .'e Mektup 105
Ayetullahi'l Uzma Milani'ye Mektup 115
İbrahim Milani'ye Mektup 122
"Eleştiri ve İnceleme" Kitabının Yazarına Mektup 141
Edebiyat Fakültesi Başkanına Mektup 156
Edebiyat Fakültesi Başkanına Başka Bir Mektup 158
Sir Seyyid Ahmed Han 162
Görmediğim ve Tanımadığım Akrabam 194
Hanımına mektubu (x)

Aziz Puran'ım

Canım, nasılsın? Omuzundaki iki ağır yüke tahammül


edebilmen için, Allah'tan sana kudret taleb ediyorum.

Biri: Ben.

Ve ikincisi: Benimle yaşamak.

Şu anda Eğitim Bakanlığının serbest bir araştırmacı­


sıyım ve modern sosyal bilimler dalında araştırma ( ! ) yap­
mam isteniyor, elbette kendi adıma, yani "program dı­
şı"( ! )

Yer konusuna gelince , henüz b i r y e r bulmuş değilim,


bazen kızımın yanında, bazen de aynı apartmandayım;
bağımsız olmama izin vermiyorlar; bununla birlikte ben
_
de yer bulacak kadar becerikli değilim .

... . . . . ile yaşama konusunda ise, eğer sen onlara yazar­


san daha iyi olur; ama kitaplar ve panellerle ilgili olarak

(x) Bu mektup muhtemelen 1973'te yazılmıştır; aynca lü-


zumlu olmayan yerler ...... şeklinde geçmektedir.

7
...beyin yardımıyla gerekeni yapabilirsin. Doktor ...hanım
ve doktor ...beyin yardımcı olacaklarını sanıyorum. İ kisi
de şerefli ve muhterem dostlardır. Üniversitenin kitapla­
rını geri verdim, bir kaç tanesini ise vermedim, od. a da du­
ruyor. Bunların fişleri doktor . . ..bey ve hanımın ismine
göre değiştirilmeli. Evde bulunan bir kaç tanesini de .. . be­
ye geri vereceğim . ... beye sor bakalım ; benim ismime ya­
zılı başka kitap varsa araştırıp geri vereyim. Şimdilik, es­
ki mektup, yazı ve konferanslarımı basıma hazırlıyorum;
devamlı olarak basmamı istediğin yazılan.

... Bender Lenge'ye ulaştı. gelecek hafta yola çıkıyor.


Ramazan'da daha çok doktorun evindeyim.

Hayatımın ümidi, aziz İ hsan'ımı öperim! Ne durumda


olduğumuzu nasıl bir zaman diliminde bulunduğumuzu
ve ne yapması gerektiğini anlayacak seviyeye gelmiş ol­
masını temenni ederim. O bir çok sınıf arkadaşından ve
yaşıtlarından farklıdır. O 'nun herkesten üstün olduğunu
söylemek istemiyorum, gurura kapılmasını ve benliğinde
boğulmasını da istemiyorum, sadece istisnai bir durumda
olduğunu ve istisnai düşünüp farklı davranmasını bekli­
yorum.

Susen ve Sara canlarımı , iki gözümü de öperim! Her-


gün yalnızlıklar içerisinde feryad ediyorum.

Bu gece!

Ama feryadıma cevap gelmiyor.

l nşaallah bu zorluklar geçer ve gelecek daha iyi olur,


kötülük ve yokluklara tam manasıyla tahammül etmek
şartıyla.

C anım Muna'yı bütün benliğimle öperim. Kucağımda

8
olmasını ne kadar isterdim.

Bütün akraba ve yakınlara selam gönderiyorum . . .. bey


ve . . . hanıma da selam ve saygılarımı ilet. Ne yazık ki on­
larla vedalaşamadım, daha doğrusu mümkün olmadı.

Annemin de ellerini öperim . Eşkiya ve küffarın şerri­


nin kendilerine dönmesi için pak kalbiyle dua etmesini
söyle. B ütün bu müşkülatın içinde en ağır yük senin
omuzlarında ve ben, benim veya b aşkalarının tasavvur
ettiğinden daha fazla olarak bu ağır yükü kaldırma me­
suliyetinin bilincinde olmandan dolayı Rabbime şükredi­
yorum.

Kocan Ali

9
,

Oğluna mektubu (x)

Oğlum, İhsan!

'Büluğa' erdiğini duyuran ikinci mektubunu aldım.

Mektubunda anlayamayacağın bir kelimeyi yazmıştın,


onu okudum; şimdi, bulup anlamaya muvaffak olamıya­
cağın, anlaşılmayan ve hatta söylenemeyecek bir şeyi
mektubunla P<?Stalamıştın. Mektubunu beş altı dakika
içerisinde iki-üç kez okudum, yine de beş-altı günden be­
ridir onunla meşgulüm ve henüz bile okumaktan el çek­
miş değilim. Ne kadar okusam, daha fazlası kalıyor. Ne
kadar anlasam, anlamadıklarım çoğalıyor. Sanki -Mevla�
na'nın güzel tabiriyle- peşime gönderdiğin bu anlam bir
haftadan bu yana ardıma düşmüş, belki bir ömür boyu
kaçsam yine bir gölge gibi beni takip edecek ve bu siyah,
kör çukura atlayıncaya kadar beni izlemekten vazgeçme­
yecek.

Ne kadar uygunsuz bir tabir! Niçin kaçayım? Ben de­


ğil miyim ondört sene önce dünyamıza ayak basan senin

(x) Mektubun 1975'te yazıldığı tahmin ediliyor.

10
bana ulaşman için yolunu gözleyen; evet bana, otuzdokuz
yaşına ulaşmış, bu köşede, -hayır- bu yolun ortasında du­
ran yalnız ve garip bana. Kavrulmuş göğsüyle bu koca
"kevir" (çöl) ve ağır bir acı yükü, ateşten kavrulmuş du­
daklar, taşlardan yara almış ayaklar, hem de boş eller ;
silahsız, sipersiz ve hatta dayanacak bir asasız, bazı za­
manlar beliren ümit kıvılcımlarından da yoksun, bunun
da üstüne, yol bulacak bir ışıktan da uzak, en uzak ufuk­
larla karşı karşıyayım!

Ve sen bu "kevir"i tanıyorsun, coğrafya şeklinde mü­


cessemleşen bu tarihi de anlıyorsun; hepsi benim tari­
himdir, kültürümdür; "benim milletimin ve dinimin ba­
şından geçendir".

Yürüyordum, bazen duruyor ve ağlıyordum ve uzakla­


ra dalan hasret dolu gözler, yol boyunca seni görme ümi­
diyle uzanıp gidiyordu; ta uzaklarda seni görebilmek, şu
koskoca çölün ortasında şüphe dolu küçücük bir nokta gi­
bi... Geliyorsun, tıpkı Ebuzer gibi. Tebük'te Rur lara kar­
şı verilen savaşın ahenk içerisindeki gürültüleri arasın­
dan, peygamberin bakışlarının içinde Ebuzer'in gelişi; çö­
lün kalbinde, derinliklerinde büyük bir gürültüyle süzü­
lüşü gibi. "Güçlü bir ordu"ya karşı sürdürülen mücadele­
de, "koyu leke", her adımda "daha aydınlık nokta" oluyor
ve aydınlanıyor�u, uzak görünen bu nokta, en yakında
yer alıyordu.

... Ebuzer!

Ve o benim "hayalim", sen oluyorsun "İhsanım"!

Ve İhsan, Allah'ın tecellisine bak ki, senir� geldiğini


görüyorum!

11
Aniden! Ve beklediğimden daha erken.

Hayret! Geldiğini ve yanında su taşıdığını görÜyo-


rum ...

Çünkü babanın, -yok hayır- dostunun, dostlarıriın, ya­


ni Rum'dan gelen asker ve onların uşaklarına karşı şid­
detli bir çarpışma içerisinde olan Tebük'teki "Asrın Ordu­
su"nun müşkül içerisinde olduğunu biliyordun. Bu ateş
yağdıran çöle "nüfuz" ediyor, çölün cehennemi sıcağında
güneş yağmuru altında ilerliyorlardı; cehennemi andıran .
sahra!

Sen bizim sevincimizi anlayamıyorsun; zira bu sevinci


anlamak için bilmek yetmiyor, baba olmak gerek. Mu­
hammed'in, Ebuzer'in Allah'ından; mustazafların, benim
ve senin Allah'ından, bu rahim ve rahman olan -ihsanı,
bütün din ve küfür, iyilik ve kötülük ve hatta dostluk ve
düşmanlık sınırlarını aşan- "dost"tan, bütün benliğimle,
inatçı ve borcunu isteyen küstah birinin borçlunun eteği.­
ne yapışması ve bırakmaması -tıpkı kör birisinin yolda
· İsa'nın eteğine yapışıp, bırakmayışı- gibi kanat çırpıyo­
rum ve vazgeçmeden, seni ihsan edişi gibi, senin hakkın­
da bana da bir ihsanda bulunmasını ve sana da bir gün
benim yaşadığım sevinci yaşatmasını diliyorum. Ta ki
sen de bir gün bu sevincin lezzetini anlayabÜesin!.Benim
ve senin aranda takdir olunan fasılayı aşıp geldiğinde,
her konuşma ve işten önce, seni oturtup bu "işin" (raporu­
nu sana sunmaya karar vermiştim. Böylece bana emanet
edilen bu emanete ne yaptığımı öğrenmeni istiyordum.
Ne yaptım ve bu yolu nereye kadar aştım. Ve yarın senin
eline ulaştığında ne yapacağını ve yolu nereden sürdür­
men gerektiğini bilmen gerek.

12
Şimdi ilk olarak seni görüyorum ve sen ilk kez benim
sözlerimi dinliyorsun, sana bir müj de veremediğimden
dolayı üzgünüm, bütün haberlerim kara ve kızıl, hayatı­
mın akışı da o kadar başanlı ve müsbet değil!

B u konuşmada -ki ben seninle konuşuyorum, hem de


dünya konusunda değil- kelimeler maslahat oyununun si­
yasetin veya takiyye oyununun oyuncağı değil; mesaj ge­
tiren resuller mas umdurlar ve gerçekleri anlatıyorlar;
"ruh" taşıyorlar, ama feylesofların, sofilerin, zahidlerin
veya kabirler üzerinde Kur'an okuyanların bahsettiği,
alimlerin, derslerinde varlığından- yokluğundan veya na­
sıl olduğundan söz ettiği nesne değil. Ve ben onun ne ol­
duğunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum; Allah'tan
sert bir cevab alacağım için de sormak istemiyorum, yani
"fazla gevezelik etme" veya "sana ne?" gibi.

Sana ruhun ne oldugunu soruyorlar. De ki, ruh rabbi­


min işlerindendir.
"Ruh"tan maksadım Allah'ın bütün melek lerden ayrı
olarak zikrettiği.dir, meleklerle birlikte yere inen. Kim?
"Kadir gecesi"nde! sürekli bir karanlığa boğulmuş dünya­
nın bir gecesinde. Yeryüz ünün, zulmetin siyah devinin
ağzında olduğu gece.

Bütün mahiyetlerin, keyfiyetlerin, renklerin, varlık


planlarının, olgulann, ihtilafl ann, tezatların, çeşitlerin,
derecelerin, değerlerin, ölçülerin ve bunlardaki bütün
mevcudatın etit olduğu bir gecede. Ve O, bir. Diğer herbi­
ri birbirinin benzeri ve hepsi bir hiç! Ve bu zulmetin haki­
miyetinde borcu istemektir. Onda her sınır iptal edilmiş,
kaldınlmıştır. İyiyi kötü, kötüyü ise iyi haline getiriyor;
uzaklıkları yakın ve yakınlıkları uzak yapıyor. Kırmızı,

13
yeşil ve beyaz renksizleşiyor, hepsi siyah oluyor. Kötülük
çukuru ve yükseklikler bir seviyede. Mücevher -eşek tas­
ması, inci- bataklık, mabed-küllük, mihrab-mağaza, tev­
hid-şirk, takva-takvasızlık, hakikat-yalan, şehidccellat,
temiz-iğrenç, ru;haniyet-sihirbazlık, hokkabazlık-vahiy,
Hüseyn-Yezid, hepsi birbirine karışmış, alt-üst olmuş
halde, içiçe, üstte ve altta, aşağıda-yukarıda ve devrilmiş
halde. Sanki devrim olmuş, kara bir devrim, yani her şe­
yin birbirine karışması. Herşeyin, herkesin; insan, hay­
van ve cansız eşyanın birbirine karışması. Zira gecedir,
siyahlar yeryüzüne hakim; karışmış olması, yani karışık­
lık, kara, yani siyah! Siyahın üstünde de bir renk yoktur.
Buna göre, siyahların hükümetinde, hiçbir şey bir şey ifa­
de etmiyor. Hiç kimse hesaba katılmaz. Sınır, derece, ki­
şilik, ünvan, değer, sıfat, durum, hak ve batıl ve saf... ol­
gu değildir. Her şey-kayıptır.

İşte buna göre hepsi bir ve O, bir? Hiç! Siyah olan bir
hiç, yani gecede, sadece gecedir. Her yanı kaplayan siyah­
lık, bütün dünyayı. Dünyalılar "eşit"tirler, dünyadaki
"vahdet" ölüler misali, kabristanlarda olduğu gibi.

Gece gidince "her şey aydınlanır", yani "ihtilaf'. Ve sa­


bah doğrulunca, düşmüş olanlar kalkar ve saflar ayrılır,
cepheler keşfedilir, yani "tezad"!

Ve bu, Allah'ın "aydınlık bir ayeti"dir. Allah'ın kitabı­


nın bu ayetini neden karanlık gördüklerini bilmiyorum:

. insanlar birlik içerisinde bir kitleydiler.


Hepsi birlikte ve aynı safta, aynı ahenk içerisinde, tek
bir kalp halinde, birbirine benzer, eşit, aynı değerde, aynı
ölçüde, aynı durumda. Bir yolda, bir duyguda, tek tipte.
Bir fikirde, kültürde, tarih, sanat ve edebiyatta. Hepsi

14
birbirinin benzeri, bütün ferdler bir topluluk, birbirleri­
nin kopyası. Hepsi bir toplumun soyundan, arka arkaya,
birbirinin fotokopisi, bir "öz", bir "asıl", "kabilenin büyük
soyu"!

Ve bundan dolayı insanları ölçmek için hiç bir şey yok­


tu:. Ayırım yapılamıyordu. Bu nedenle insanların farklı­
lıkları ve öz benlikleriyle irtibatı olmayan isimler, sıfat­
lar, sınırlar, dereceler, değerler, durumlar ve saflar zo­
runlu olarak seçilmekteydi. Beşerin fertlerine veya toplu­
luklarına böyle bir yolla hitap edilebiliyordu. Bununla sı­
nıflandırılıyor ve birbirinden ayırt edilebiliyordu, toprak
gibi. Bir parça topraktan dolayı: Doğulu, batılı, güneyli,
Çinli, Rumlu, Mısırlı, Yunanlı, İranlı, Türkistanlı ... (va­
tan). Veya derisinin renginden dolayı: Kızılderili, san be­
nizli veya siyah! (soy). Ya da kandan dolayı: Yahudi,
Arab.. ! (Millet). Veya büyük baba nedeniyle: İsrail, Ben-i
.

Gatvan, Heğamenişiyan, Eşkaniyan, Sasaniyan... (kavim,


kabile). Veya sadece bir topluluk olma sebebiyle: Avrupalı
topluluk, İranlı topluluk, Amerikalı topluluk ... Veya hü­
kümet şekli itibariyle: Rum impar�torluğu, İran Şehin­
şahlığı, Ortaçağ Avrupa Kralları. Ya da doğum şekliyle:
Sürü sahipleri, çiftçi, sanatkar, feodallar, burjuvaziler...
Ve hatta yaşantı veya topluluk durumuna göre: Şehirli,
köylü, göçebe. Hatta sahip oldukları servet ve güce göre:
Patron, hizmetkar, orta halli. Veya çalışma şekillerine gö­
re: Molla, asker, tüccar, işçi, ziraatçı. Veya cinsiyeti yö­
nünden: Kadın, erkek, hünsa. Veya yaşına göre:IGenç, ol­
gun, yaşlı...

Bunların hiç biri insanın hususiyetlerinden değildir;


insanın farklılığını, insanların muhtelif değerlerini, safla­
rı, yönleri, mesuliyetleri, hedefleri, sıfatları, iyilikleri, kö-

15
tülüğü, değer ve güzellikleri, hak ile batılı, dereceyi, var­
lığı, insanın değerini, fıtratın çeşidini, yaratılışın keyfiye­
tini, nasıl rol alması gerektiğini, tesir, iş, keramet, dü­
şünce, irade, bilinç, özgürlük, seçme, kısacası insanların,
insani varlık ve hakikatinin boyutunu göstermez.

Bir okulun öğrencilerini şöyle kategorilemeye benzer


bu: Çizgili ceket ve pantolonu olan öğrenciler bir safa, sa­
de giyinenler bir safa, saçlı olanlar bir safa, keller bir baş­
ka sınıfa, şişmanlar ilk "sıraya, zayıflar ikinciye, evleri
cadde üzerinde olan öğrenciler nöbetçi ve sokağın sonun­
da olan öğrenciler normal safa, otomobille gelen öğrenci­
lerin notu yirmi, bisikletle gelenlerin ise oniki, otobüsle
gelen öğrenciler sınıfta kaldı, yüı:üyerek gelenler geçtiler,
ceblerinde para olmayan öğrenciler de okuldan atıldı!
Okumaktan mahrum bırakıldılar, çünkü okula kayıt ol­
mak içi� ceplerinde para olmadığı açıktır.

Para sahibi liyakatsizler bile tahsil için Amerika veya


Avrupa'ya gittikleri takdirde dönüşte reis, üstad, makam
sahibi, halk üzerinde egemenlik sahibi olabilirler; paralı
ailede doğanlar en modern okullarda öğretim görür, ar­
dından da yüksek okula girebilirler; orta halli kesimde
doğanlar ise orta tahsili yarıdan terk etmek zorunda ka­
lırlar, parasızlar cahildir, ilim ve tahsilin kapılan onlara
kapalıdır, öyleyse işçiliğe gitsinler! nitekim Enoşirvan
Dadger ve "adalet ile hikmete" dayandığını iddia eden
Buzurgmehr Hekim hükümetinin tarihi geleneğidir bu.
Bundan bindörtyüz yıl önce, bu saltanatın başındakiler
bir yasa çıkardılar ve ayakkabıcı çocuklarının, babaları­
nın bütün servetlerini vermeleri pahasına da olsa okuya­
mayacaklarını ilan ettiler. Çünkü tahsil görürlerse entel­
lektüeller, okumuşlar ve aydınlar sınıfına katılacaklar! ..

16
Okumuşlar tabakası.. Düşünce ve ilim, devamlı olarak
alim ve soyluların tekelinde olması gereken bir olguymuş.
Alçak işçilerin, şehirli esnafın veya köylü çiftçinin eline
düşmemeli. İlim bu şerefsiz, maneviyatsız, ruhsuz kesi­
min eline geçtiğinde, hem hükümet ve hem de din bu
"soylu ailenin" elinden çıkacaktır ve böylece nasırlı, top­
rağa bulanmış ve kaba ellere sahip soysuzlar, bu ilahi ve
yüce makama ulaşmış olacaklar...

Bu şekildeki bir ayrımın insani olmadığını görüyor­


sun, yani gerçekten de insanların varlığını göstermiyor,
bunun neticesinde bütün bu sınıflaşmaların, sınır çekme­
lerin hepsi sahte, farazi, yalancıdır ve aslında karanlıkta,
hakim olan siyahların içinde -zira gözler görmüyor, hiç
kimse kendisini veya başkasını teşhis edemiyor, çünkü ne
bir ışık var, ne de bir belirti- hepsi birdir, hepsi zulmet ve
zulüm içerisinde birbirine karışmış, görünmeyen, belli ol­
mayan "bir tek ümmet"tirler.

"Kıyamet terazisi"!

"Her kim bir 'zerre' ağırlığında hizmet etmişse onu gö­


recektir ve her kim bir 'zerre' ihanet etmişse onun da he­
sabını görecektir".

O zaman mükafat ve ceza.; cennet ve ateş!

Ve o zaman insanların taksimi, ayrımı toprak, kan, iş,


sınıf, deris.inin rengine, cebindeki parasına göre değil...
Bilakis, "amel"ine, "insani amel"ine, yani "bilerek yaptığı­
na", yaratılışına (insanın üç özel yeteneğidir) dayanarak
yapılır. İnsanların safları:

Bir saf: Melun, sapık, cehennemlik; adaletin dakik ve


doğru ölçüsüne göre.

17
Bizzat insanların kalp, göz ve kulağının şehadeti; zira
İslam'da hiçbir birey yalnız başına değil, insanın her uz­
vu kendi başına mesuldür:

Kulak, göz ve kalbin hepsi ondan sorumludur


Bir saf: Kurtulmuş, başı dik, cennetlik;

"Terazi"den geçtikten sonra, "amelin mahşeri" sahra­


sında, "adalet kıyameti", insanların değerlendirilmesi,
hesap ve kitaba ulaşma.

İki saf.

Terazide tartılmış -adalet karargahı- takdire kadar -


hayatın başlangıcı- herkesin bilinçli bir şekilde parmak
larıyla kendisine yazdığı alınyazı.
Bir saf .. .
Bir saf .. .
Bu "davet", bu "ruh", bu "biset", bu "haşr", bu "kıya­
met", bu "hayata yeniden dönüş", bu "doğumun yenileni­
şi"} bu "mead", bu "adalet", bu "mizan'', bu "hesab günü",
bu "ceza ve mükafat" ve bu taksim edişin her biri birer
"ilahi sünnet"tir. Ölümden sonrası özelliğini taşımaz,
ölümden önce de vardır.

"Kıyamet" ve "mead" (ahiret) bir "sünnet"tir; Allah'ın


mevcudat üzerindeki bir kanunu, hayat ve insanı kuşatıcı
bir kanun.

Kıyamet ve mead bu dünyad a her ferdin hayatında


vardır, her topluluğun hayatında, her asırda, her tarihte
vardır.

Vahiy, peygamberlerin biseti ve onların bütün zaman­


larda adaleti ikame etme yolunda kıyama davetleri, her

18
sahadan lsrafil'in suru gibidir. "Bir asnn suskun ve so­
ğuk kabristanı"nda üfürülen İsrafil suru gibidir. Ölü ce­
sedlere bir ruhtur. Felç olmuş faziletler, gömülmüş şuur­
lar, ölüm çarpmış insanlar, zindanlarda yalnızlığa mah­
kum edilenler, karanlık, çürümüşlük ve ölüm ayaklanır
ve "mizan" kurulur, insanlar onunla ölçülür, saflar bu­
nunla birbirinden ayırdedilir, cepheler birbirinin karşı­
sında yeralır, o zaman hak ve batıl, hizmet ve hiyanet,
çirkin ve güzellik birbiriyle çatışır; cihad başlar; hesap ve
kitap; cennet ve cehennem.
Solmuş siyah alınlar eğik,
Beyaz alınlılann başı dik.
Siyah amellerin defteri; beyaz amel defteri. ( 1)

1. Mektub buraya kadar. Mektubun aslının tamamlanmamış


veya kalan kısmının kaybolmuş olması muhtemeldir.

19
Amcasına mektubu(x)

Aziz ve değerli üstadım, amcam;

Selam ederim. Hepimiz için bir lütuf ve iftihar kayna­


ğı olan aziz varlığınızı korumasını ve bize bağışlamasını
Allah'tan diliyorum. Kötü hadiselerin, gaddar ve acımasız
feleğin başıma açtığı belalardan, hayatımın sapanla fırla­
tıldığı, hergün yeni bir helak olmaya atıldığım, bendeki
güneş ve gökyüzünü görme ümidinin öldürüldüğü bir za­
manda, bir kez daha sizi görme ve ziyaret etme nasibime
ulaştım. Her ne kadar kısa da olsa, benim için lezzetli ve
bulunmaz bir fırsattı. Memleketi, memleketlileri, dostları
ve tanıdıkları gördüm, hatıraların yenilenmesi ve geçmi­
şin yeniden hatırlanması için iyi bir fırsat oldu; Allah'a
şükürler olsun.

Ama bu mektubu bana acilen yazdıran sebepler ara­


sında, duyduğum derin vicdan azabı ve ruhi sıkıntının
öncelikli yeri var. Sizin tavsiyeniz üzerine yanıma gelmiş

(x) Bu mektup zindandan yazılmıştır. Şahıs isimleri olan


yerler ... şeklinde geçmektedir.

20
olan ve tedavisi için gerekli olanı yapmak üzere Meşhe �'e
�elmesini söylediğim hasta genç buraya ulaştı. Fakat
... bey bir kez efendinin evine müracaat etmiş, belirsiz bir
haber vermiş, ben de yoktum, ondan sonra ne haber ver­
di, ne de her hangi bir karar aldı; daha sonra ise ne be­
nimle ve ne de ... ile herhangi bir ilişkiye geçti. Bu olma­
yınca kendisi için bir şey yapamadım, benim tavsiye mek-·
tubum da ...'in yanında kaldı. Zavallı da ümitsiz bir şekil­
de dönmüş. Bugün olayı duyduğumda tarif edilmez bir şe­
kilde üzüldüm; baktım ki, kendisine bir fayda sağlayaca­
ğıma zarar vermişim, bu da benim için tahammül edilir
gibi değil.

Sizden, bir lütufta bulunup, beni bu azaptan kurtar­


manızı istiyorum. Ev\rela daha önce yolculuğu için harca­
dığını, ikinci yolculuğunun masraflanyla birlikte kendisi­
ne verin, aynca ... beye verdiğim tavsiye mektubunu ken­
disine verin ve muayeneden sonra tedavi olsun: Kendisi­
ni, tedavi olmasının mümkün olması durumunda hiç bir
sıkıntının onu engelleyemeyeceği yolunda ikna edin. Ama
doktorlar ve ilaç fayda vermezse o zaman tek ümid Allah
olur. Her halukarda eğer tedaviden ümidini kesmişse,
yaptığı harcamalar kendisine verilmeli. Ama o parselle­
rin satışa çıkarılması meselesine gelince, arz etmek iste­
rim ki bu parsel, o beş para etmeyen parseller gibi ve bu­
nun yansı ...'e ait, ben O'ndan satın aldnn. Esasen o top­
raklar para etmiyor. Bu değersiz toprak parçası büyük
bir gürültü ve dedikoduya sebep oldu. Değer kazansa bile
fazla para etmeyecek olan bozkırdaki toprak parçası iti­
razlara sebep olmuş, benim başkalarının toprağını gasp
etmek istediğim, kendi adıma geçirdiğim iddialan gülünç
bir tarzla söylenmekte. Oysa ben hayatımda mülkiyete
aid bir tek belgeye bile sahip olmuş değilim. Bunun yanı-

21
sıra halkın hakkını gasp etmediğim gibi, üstelik hakları­
nı kazanmaları için kendi haklarımı bile feda ettim. Bu­
nu her yerdeki şuurlu ve şerefli halk iyi biliyor. Ama şu­
ursuz ve şerefsiz kesimde ve fitne gömleğini dikip bayrak­
laştıran zalim, fasık ve ardniyetliler arasında çokca düş­
manım var. Takva ve zühd sahibi Ali b. Ebi Talib'i (keiıdi
hükümeti döneminde) bir Yahudi'den bir zerre toprak
parçasını gasp etmekle suçlayıp ( ! ) muhakeme ettikten
sonra, ayağını basacak kadar bir toprağı olmayan bu
Ali'yi, hem de evinde oturmaya mahkum edildiği böyle bir
zaman ve ortamda eski bir domuz sıfatlı Yahudi'nin top­
rağını gasp etmekle suçlayıp, muhakeme etmeyeceklerini
düşünebilir miyim? Bu yü.zden ona ödenmesi gerekeni
fazlasıyla verip o araziden uzaklaştırın, aynca rızasını al­
mak veya satınalmak i �in hiç bir şey yapmayın. Çünkü o
arazinin tamamı beş pa. ·a etmez. Ben oraya bir kuyu kaz­
mayı kabul edene, o araziyi parasız vermeye hazınm. Ko­
hek hamamına da birkaç saat su verin. Su kaynakları ku­
ruyan, bütün ahalisi dağılan veya fakirlik ve yokluk içeri­
sinde sürünen halka su temin etmekten başka bir mak­
sadım yok. Böyle bir niyet de bu adiler tarafından bula­
nık hale getirilmemeli. Arkadaşlar, tapu d�iresinin (uzun
süren tapu işlemlerinden önce) bir sened vermesi halinde
kuyunun kazılmasına dair ruhsatın alınabileceğini ve bu­
nunla kuyunun kazılıp, Kohek ve Mahlud Abad'ın susuz­
luğunun giderileceğini, susuz topraklan olan halkın zira­
at yapabileceğini, kuyudan elde edecekleri suyu saata
bağlayıp bir yan gelir kazanabileceklerini söylediler. Ay­
rıca kuyuya masraf edilen paranın çıkarılmasından son­
ra, istifadenin halka kalacağını belirtmişlerdi. Bunun be­
nim menfaatime değil de köyün muhtaç halkının yararı­
na olmasından dolayı arkadaşlar bu işle ilgilenmeye ka-

22
rar verdiler; bu doğrultuda ben sadece işin vasıtası ve ga­
rantisiyim. Ne sermayem var, ne yatırımım. Her ikisin­
den de rahatsızım ve her ikisi de benden kaçıyor! Bunlara
sahip olsam da işi bilmiyorum. Bilsem de o ıssız ve uzak
çölde yaşayan köye ve halkına böyle yapamazdım. Her
halukarda eğer tapu dairesinden böyle bir sened alabilir­
sen sevaba ortak olursun. Elbette bunun yanında belirli
bir masraf da olacaktır. Bildirirseniz öderim. Ayrıca ben­
de bulunan parsellerle ilgili senetleri, tapudan alacağın
sened için gerekli olup olmadığını da bildirirsen memnun
olurum.

Sizin bağın motoru için de konuştum, fazlasıyla mev­


cut, ama iki şeyin belli olması gerek: Evvela kuyunun de­
rinliği, kuyudaki su seviyesi. İkincisi, motorun elektrikli
mi olması gerekiyor? Eğer elektrikli olursa montajını ya­
pabilecek misiniz? Yoksa benzinli motor mu olsun? Eğer
elektrikli olursa ucuz, sade ve müşkülsüz olur. Bu sualle­
rin cevabını bekliyorum.

Cevabını şu adrese yazabilirsin:

Hanımınıza da selamımı iletin, durumunun "iyileşmiş"


olmasını dilerim. Hasta haline rağmen beni ağırlamak
için gösterdiği zahmetten dolayı sonsuz teşekkürlerimi
bildirin. Beni utandırdı.:.

Saygılarımla

Ali.

23
................<x>

.. .İnsanın en büyük düşmanının kendi düşüncesi oldu­


ğunu bilmiyor musun? Hoşça vakit geçirmek için elinden
geldiği kadar eşek ol. Araştırma, kitap ve ilim yolunda
gençlik, arzu ve hayatını telef eden benim elime pişman­
lık ve perişan olmaktan başka ne geçti? Bazıları beni kıs­
kanıyor, beni mutlu bir adam olarak görüyorlar. Dost
olanlar, benim şöhret ve ilerleyişimden dolayı memnun­
lar, düşman olanlar ise kin ve hased güdüyorlar. Bu şöh­
ret ve ilerleme, bana acı, ümitsizlik ve mutsuzluktan baş­
ka ne ikram etti? Ne şöhret? Ne ilerleyiş? Şimdi artık ne
para, ne şöhret, ne yer ve ne de makam, hiç biri beni mut­
lu edemez. Bir çok kimse, resminin bir gazetede yayınlan­
ması veya isminin bir yerde övgüyle anılması, bir çoğu­
nun onu tanıması ve ondan bahsetmesi gibi durumlarda
şişinmektedirler. Ama anladım ki bütün bunlar boş ha­
yal, rüya ve kof sözlerdir. Hiç biri içime ısınmıyor; diğer
yandan dünyada gerçekleşmesi imkansız olan mutluluk-

(x) Şeriati'nin, amcaoğluna gönderdiği mektub. Mektubun


\!k sahifesi mevcut değil. 1960'ta yazıldığı sanılıyor.

24
lar peşinde dolaşıyorum. Ben şimdi akıl ve şuurdan o ka­
dar bizarım ki, haddi hesabı yok. Mutsuzluğumun tüm
sebebini kitap, ilim, bilinç ve şuurumun boynuna yıkıyo­
rum! Eğer kendi yaşıtımdaki gençler gibi olsaydım, isim
ve ünvan sahibi olarak, diploma doktora sahibi muhte­
rem bir bilgin veya bir şair, cesur bir siyasetçi olur bu
saçmalıklardan lezzet alırdım, sessiz ve mutlu bir haya­
tım olurdu. Ama artık hiçbir şey beni mutlu edemez. Hal­
kın beni şuursuz, mankafa ve boş biri olarak görmesin­
den memnun olacağımı anlamış olman lazım. Bilinçli
olan kesimin işi zor, cahil olanları kandırmaksa çok ko­
lay. İşte ben bundan dolayı imkan dahilinde yapmacık da
olsa kendimi eşekliğe vurmak ve şeytan sıfatlıları bu ha­
lime güldürmek istiyorum; bunun beni ne kadar mutlu
ettiğini bilemezsin. Bunun için ben de, pamuğu iyi giden,
sabun ve şekerinin fiyatı artan veya kuyusunun suyu bir
kaç misli artmış esnaf veya ziraatçi olmayı ne kadar ar­
zuluyorum. Böyle olsaydı bunlara sevinir, mutlu olur-
dum. H�yat bana mutluluk verirdi. Mütefekkir, ...... ve
...... olmak yerine, bazılannın bana yakıştıramadıklan bir
eşek veya eşek seviyesinde düşüncesiz biri olsaydım ne
güzel olurdu, hey yaşasın eşek.

Bağışlamanı dilerim, elimde olmadan bunlan yazdım,


_ r dert vardı ki maksadıni°dan uzak düştüm.
içimde o kada

................ ·(!)

Ali

1- Mektubun diğer bölümü ailevi mevzuları ihtiva ettiğinden


ve hususi olduğundan dolayı çıkarılmıştır.

25
Aziz kardeşim Ahmed, (x)

Sana ve aziz hanımına -ki kısa bir görüşmede samimi­


yet ve iyiliğiyle takdir edilmeye layık bir insan olduğunu
göstermişti- selamdan sonra, yeni yılını tebrik eder, sağ­
lık temennisi, haşan ve mutluluk dileklerimle 50 bin kilo­
metre uzaktan, aramıza giren dağlar, çöller ve denizlerin
ötesinden, birkaç dakika da olsa bu kağıtta bir araya top­
lanıp sohbet etmek, dertlerimizi, ahvalimizi, müşkülleri,
isteklerimizi ve istemediklerimizi birlikte konuşmak dile­
ğimi belirtirim.

Burada kelamın candamarı ve bütün konuşmaların


aslı şudur: Allah Teala'dan bu yılın sana ve aziz eşin Ruz­
ta'ya mutluluk, dostluk ve ümit dolu günler nasip etmesi­
ni ve bunun gün geçtikçe muhabbet ahengi içerisinde art­
masını dilerim. Aynca 197 1 yılının haşan ve yeniliğe, ay­
dın ve güzel görüşmelere vesile olmasını temenni ederim.

1- Mektubun muhatabı, Şeriati'nin hanımının kardeşidir ve


yazılış tarihi 1971 yılıdır.

26
Burada her türlü resmi protokoldan, yQ.pmacık tavırdan
ve benden uzak olduğunu bildiğin nazikleşme geleneğin­
den uzak bir şekilde hepimiz. adına, hususen benim adı­
ma Ruzta'ya deyin ki, sizin Avrupalı olduğunuz, bizim
Doğulu olduğumuz, sizin sermaye ve ilminizin olduğu ve
bizim olmadığı doğrudur; bir insanın cebinin boş olması,
elbiselerinin eski, evindeki yaşantısının fakirane, vasıta­
sız ve hatta yalmayak olması da mümkündür, ama anla­
mak, hissetmek ve ruhun zerafeti noktasında Goldwater
ve Onassis'ten daha yüksek, daha güçlü ve daha güzel ol­
ması da ihtimal dışı değildir. Biz gerçekten sermaye ve
sanatta geri kalmışız, ama bu, şuur ve duygu yönünden
de geri kaldığımız anlamına gelmiyor ki. Hayattaki ilerle­
me ve düşüş, manadaki ilerleme ve düşüşle paralel sayıl­
mamalı. Buraya kadar anlattıklarım onun şunları bilme­
si içindi:

1- Birisi Amerikalı veya Avrupalı diye ve onlar Batılı,


biz de Doğulu, aynca bizden daha "medeni" oldukların­
dan dolayı onları kendimizden "üstün", bizden daha insan
ve yüce görmeyiz ve batılı olmalarından dolayı karşıların­
da aşağılık kompleksine kapılmayız.

2- (Normal halkın ve bugünün halkının aksine) bütün


Avrupalı ve Amerikalılara aynı gözle bakmıyoruz, herbi­
rini ayn görüyoruz. Düşünüyor ve ölçüyoruz. Herbirine
ayn not v�riyoruz; zira John Paul Sartre'ın söylediği gibi:
Fransalı, Almanyalı, Avrupalı, İranlı, Afrikalı ... demiyo­
ruz, bu coğrafya sınırlan taşıyan kelimeler mana taşımı­
yor. İlk önce "kim" olduğunu görmek gerek. Ve sonra "ne"
olduğuna bakmalı.

3- Biz makineleşme, sermaye, güç, refah ve tabiat üze­


rinde hakimiyet kurma yönünden geri kalmış olmakla

27
(daha doğrusu geri bırakılmak.la) birlikte hümanizm dedi­
ğiniz; insanı sevme, sevgi, ruhun güzellikleri "benlik üze­
rinde hakimiyet" ve buna benzer sahalarda, makineleş­
miş, sermaye sahibi ve atomlara sahip toplumlardan da­
ha ilerdeyiz. Zira yemek, çalışmak ve lezzet almak içeri­
sinde kaybolmuş değiliz ki, bu kavgada çok şeyi unutmuş
veya kurban etmiş olalım. Karl, Her �an Ete ve Parta
Hemvelayti gibileriniz meseleye şöyle bakıyor: "Onlar
(yani biz, şarklılar) bizim yabancılaştığımız güzellik, ruhi
incelik ve sevgi gibi konularda, hassas vicdanlarını uya­
nık tutabilmiş ve güçlü biçimde koruyabilmişlerdir. Biz
ise bunlara karşı hassasiyet göstermiyoruz."

4- Netice olarak bilmiş olun ki, sizinle olduğumuz o kı­


sa müddet içerisinde sizde gördüğüm güzel insanlık, ma­
nevi değerleriniz, ahlakınız, samimiyetiniz, sadeliğiniz
vefakarlığınız, affedişiniz ve dostluğunuz, tasavvur edebi­
leceğiniz seviyenin çok üstündeydi, bunu yeterince anla­
yabildim. Bu da üzerimizde büyük bir tesir oluşturdu.
Kendi adıma özellikle şunu söylüyorum: Siz büyük fazilet
ve değerlere sahipsiniz, Avrupa gençlerinde tamamen za­
yıflamış bir terbiyeye sahipsiniz. Hususen doğulularla ya­
kın ilişki içerisinde olanlarda bu terbiyeye ship olanlar
parmakla sayılacak kadar azdır, bundan dolayı bu konu­
da önemli bir hassasiyete ve düşünceye sahip olan benim
gibi biri için, bu, büyük bir sevinç ve iftihar vesilesidir.
Şüphesiz, halihazırdaki müşküllere rağmen, sizin yaşan­
tınız, aşk ve gerçek insanlık üzerine kurulmuş olduğun­
dan, köklü, güzel ve mutluluk dolu olacaktır. Ve böyle bir
ağaç, yabancı bir muhitin kötü hava ve suyuna rağmen,
yaprak gül ve meyvesini verecek, hayatı tatlı, şen ve gü­
zel kılacaktır.

28
Humayun ' a mesaj (x)

.. . İnsan, hayatında devamlı olarak kendisini örter, sü­


rekli olarak göze değişik görünen bir görünüşün arkasına
gizlenir; sadece iki yer bir ömür boyu çehrede yeralan pe­
çeyi kenara iter: Zindan hücresi ve ölüm yatağı. Bu iki
yerde herkesin gerçek çehresini görmek için iyi bir fırsat
ele geçmiş olur; özellikle de ölüm. Ölümün kokusunu du­
yan insan samimi olur; çağrılma yatağında herkes "ken­
disi"dir. Ölümün dehşeti onu öyle çarpar ki, kendisini
göstermeye fırsat vermez. Hadise o kadar büyüktür ki,
büyükler küçülür. Bir ömür boyu maslahat gereği gizlen­
diği yerden olduğu gibi, çıplak bir şekilde çıkar. Ölüm bu
bekleme yerinin kapısını çalmıştır. Ölmenin kendisi de
bir sanattır, bilmeyi ve öğrenmeyi gerektirir. Hayret veri­
ci bir oyundur. Engin bir derinlik ve hayatın görülmesi
gereken sahnesidir. Güzel ölebilenler azdır. Uzun bir sü-

(x) Yukarıdaki metin doğrudan kasetten çözülmüştür. Başta­


ki pragrafın ilk cümlesi az bir ihtilafla "Muhammed ölecektir"
şeklinde olsa gerek. Bu mesaj, Huseyniye-i lrşad'ın kurucuların­
dan biri olan Muhammed Humayun'a hitaben yazılmıştır.

29
redir tarihte güzel ölmüş olanları bulmaya çalışıyorum.
Korkunç derecede güzel ve büyük ölümler gördüm. Kuş­
kusuz nasıl ölmesi gerektiğini bilenler, nasıl yaşanması
gerektiğini de biliyorlardı. Çünkü yaşamak sadece zama­
nı doldurmak olmadığı gibi, can vermek de zamandan
kaçmak değildir. Kendisi, başlıbaşına bir iştir. Hayat gibi
büyük bir iş. Tarihte görkemli ölümlerin sayısı çoktur,
ama büyüteçlerin bile göremeyeceği, büyük ve derin gü­
zellikleri görebilen gözler vardır. Enteresan savaş alanla­
rını, kılıcın güzelliğini ve bulutun berraklığını hisseder­
ler, ancak bir ruhun güzelliğini, bir fikrin berraklığını ve
bir arzunun zarifliğini idrak edemezler. Muhammed'in
ölümü böyledir işte. Kılıç kıvılcımları, kan dalgaları, kız­
gın atların kişnemesi ve kahramanca bağırmalar onun
kötülüklerini sergilememektedir, bundan dolayı kısa gö­
rüşlüler hiç bir zaman onun güzellik ve derinliğini göre­
mezler. Muhammed'in ölümle görüşmesi nasıl basit olma­
sın ki?

Defalarca kendi kendime söylemişimdir; bu şahıs, İs­


lam nurunun yeniden doğması ve bu neslin gönül ve bey­
ninde Muhammed ateşinin yanması için, bu asırda ne
yaptığını biliyor mu? Ülkede, gurbette, evde, sürgünlerde
ve zindan köşelerinde onlarca, yüzlerce ve binlerce kadın
ve erkeğin kalbi Allah'a kul olma, Kur'an ateşini yakma,
Muhammed'e yeniden iman etme, onun pak sülalesini
sevme, fazilet ve şehadet için çarpıyor. Her an ve her çar­
pışta senin varlığını hissediyorlar. Allah ve halkı şahiddir
ki, asrımızda bu sahada atılan her adımda, bu gayeyle ye­
re dökülen her damla kanda ve her gencin kalbindeki
iman meşalesinden yükselen kıvılcımda senin de payın
vardır.

30
Seyyid Cemal'in arzuladığı ve arzusuna ulaşamadan
öldüğü pak İslam, İkbal'in kurmak isteyip kuramadığı
pak ülke, İrşad, bu yapının temel taşlarını koydu, bugün­
se duvarlarının yükselmesi için cihadın giderek kızıştığı­
nı görüyoruz .. Nişansız ve isimsiz mücahidler hergün da­
ha büyük fedakarlıklar gösteriyorlar, binaya bir kerpiç
�oymak ve bu yapıyı Kuba mescidi gibi bir an önce yük­
seltmek istiyorlar. Diğer mücahid ve şehidler bu mescidi
tamamlamak ve mükemmel hale getirmek için gayret
göstereceklerdir. Ama şehrin dışındaki bu uzak, kör ve
ücra köşede, küfrün tasallutunda olan bu topraklarda sır­
tında taş taşıyarak binanın temeline koyan, Ammar'dı.

Defalarca kendime söyledim.. O'na haber vereyim.


Bundan on sene önceki zayıf inlemelerin, şimdi, nerelerde
yankılanmakta olduğunu ve yankısının nasıl şimşek gibi
yayıldığını, ateş dolu ruhların bu küfür zulmeti, şom ca­
hiliyyet, sessizlik ve yas kışında nasıl filizlendiğini haber
vermek istedim, ama devamlı olarak; "neden ben haber
vereyim?" sorusu beni meşgul ediyordu. Aşura günü, ima­
nın yeni filizlendirdiği İslam aşıklarından biri size gözle­
rini dikmiş şekilde bana dönerek: "Sen O'na, İslam için
yaptığı küçük işlerin asrımızda ne büyük inkılablara ve­
sile olduğunu söyledin mi? Candan ihlas ve berrak iman­
la suladığı küçük filizin, Allah'ın lütuf nuru altında, şim­
di gözalıcı bir şekilde büyüdüğünü, onun kalbi okşayan
tatlı semeresinin aç canlara ruh vermiş olduğunu haber
verdin mi?" dedi. Ona: "Neden ben söyleyeyim?" dedim. O
şimdi perdenin arkasında huzur ve güven içerisinde otur­
muş, elleri ile onu kenara itmektedir, Fatıma'nın kapısı­
na asılı olan o perdeyi. Kenara çekilinceye kadar ev ahali­
si bekleyecek,' muhabbet ve sevinç içerisinde sevgili misa­
firlerini yanlarında bulacaklar, O'na can bağışlayacak bir

31
tebessümle ilerleyecekler, ellerini büyük bir samimiyetle;
kötülük diyanndan gelmiş, yorgun, ayaklan yaralı, yüre­
ği yanmış ve ateşten dudakları çatlamış bedeni kucakla­
mak için uzatacakl. ar, yanlanna getirip oturtacaklar, hep­
si O'nun fedakarlık, ihlas ve sabrını takdirle anacak ve
güzel imtihan verdiği, hayatın iğrenç bataklığından tuza­
ğından alnı açik ve başanlı çıktığı için öveceklerdir. O'na,
bu Din ve Kitap için ne yaptığını söyleyecekler ve bu aile­
nin en küçük çocuğu, o yaşlı ve vefakar hizmetçiye, şu ke­
narda üstüste bıraktığı birkaç kerpicin değerini ve kaça
satın alındığını izah edecektir.

İmanın berrak kaynağından beslenen ruhlar, manayı


arayan ve aşık olan gönüller her zaman paradan nefret
ederler; bu san sihir, dünyayı siyahlaştınyor, gönlü ihti­
rasa ve insanı da kötülüklere sürüklüyor . Allah ismiyle
yapılan hileye ve bu şeytani dayanakla Allah aşkı üreten,
fırsatçı, kurnaz tüccarlara bak. Verdikleri kavganın hede­
finin tersine, dinlerinden dünya yaptılar ve dünyadan da
dinar. Bu uyanık şanslılar, her dinar için de her gönüle
bir din armağan ettiler ve bu yolla, elbirliğiyle, gönül bir­
liğiyle, Hakka inanan aşıklar ve savaşçılar olup halkın
şehadet, cihad, hedef, biset ve uyanışlannın öncüleri olu­
yorlar.

Hatice'nin, cahiliyyetin kalbinde ve iki süpergücün


karşısında doğan lslam'ın ilk yıllarında aldığı dersi, şim­
di bu "kadir gecesi"nde, lslam'ın ikinci kez doğuşu olan,
fecrin doğuşunun başlangıcı olan gecede tekrar ettin.
Tüccarlık ve altın toplama pazarında, bu ihlas ve feda­
karlığın karşısında, hangi tüccar bu kadar kar etmiştir.
Ve bu ilahi sarraflıkta, kim sahte sikkeleri, aşkla değişti­
rir.? "Ey iman edenler, sizi acı bir azabtan k urtaracak bir
ticareti size haber vereyim mi? Allah'a ve O'n u n Resu -

32
lü 'ne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah
yolunda cihad edersiniz. Bu sizin için daha hayırlıdır,·
elJer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı balJışlar, sizi
altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetle­
rindeki güzel konaklara yerleştirir. işte büyük mutluluk
ve kurtuluş budur." (Saf 10-12)
Sana Allah'ın "mağfiret"ini ve cenneti armağan eden,
bizim neslimize "Allah'ın nusret"ini ve "zaferin yakın"lığı­
nı müjdeleyen ticaret. Ve şimdi büyük bir imtihanın kal­
binde huzur içinde, tertemiz bir şekilde, varlığınla, bir in­
sanın ruhunun güzellik,"ihlas, temizlik ve sabır içerisin­
de, muhteşem bir güç ve gözleri kama Ştıran bir-güzelliğe
sahip olduğunu göstermiş oldun. Hayatın alçaltıcı sıkıntı
ve dertleriyle figaiı edenlere ve bu kışın soğuk suskunlu­
ğunda, işkencelerin bu sağnak yağmurunda, kanatlan kı­
rılmış ve ümitsizlik içinde boyun bükmüş bizlere, İbra­
him'in ateşteki gönül rahatlığı ve güçlülüğüyle iman ve
ümidin ilham kaynağı oldun ve saf maddiyatın kalbinde,
şimdi, saf bir ruhani atmosfer oluşturdun, saf ruhani at­
mosferde, saf maddiyat olanları utandırdın.

Ey öncü kafilemiz! Ey fedakarlığın büyük aşığı! Eğer


sen bizden önce ulaştıysan ve anlan gördüysen, bizim için
de bir şeyler yap; oranın sevinç heyecan ve aşkı sana bizi
unutturmasın. Ne çektiğimizi, ne acı gece ve günler geçir­
diğimizi anlat orada. Henüz yolumuz uzun ve işimiz zor.
Önümüzde de tehlikeler, tuzaklar ve zorluklar var.

Onlardan ısrarla iste, himmet istemek için yüz suyunu


bize rehin bırak.

Vesselam

33
Aziz Kardeşim Kazım, (x)
Mtıhabbet ve sevgi dolu bakışına feda olayım.
Onlar hayatımın derinliklerinde aydınlık
O iki siyah göz , iki güzel gökyüzü
Ondaki aşk meleği, bulutlar gibi dalgalı .
Onlarda vefa aramak gerçi bir efsane
Ama gözlerimle gördüm, bakışlar gözlerinde vatan
tlahi güzelliğin nüzulunu gönül gözüyle gördüm
O da senin okşayıcı bakışlarına benziyor.
Bize senin hayalin ey dost, can yoldaşıdır.
Bize sana kavuşmak ey can, bedenin yoldaşıdır.
Ne kadar senin ve benim başımda anka tüyüyse de
Lakin senin zülfün, kanat kıran dostun zülfü gibi
Benim eski dostum, her an aklıma getir
İki dudak arasında, karpuz ağızdadır.

(x) Mektubun fotokopisinde bir veya iki satır düşmüş olduğu


için, onların yerine nokta konulmuştur. Bu mektup Kazım Mut­
tehidin'e yazılmıştır.

34
Bu beden bir misafirhanedir ey genç,
Her sabah senin misafirin gelir ona,
H ayır yanlış söyledim, gelmek değil her an seninle be-
raberdir
Yeni misafir; fikrin, sevincin ve gamın
Yeni ev sahibi ol ey dost
Kapatma kapıyı ve kapıyı açık tut bekle
Her ne gelirse onun gayb dünyasından
Senin gönlünde misafirdir, ona hoşça.davran
Her zaman fikir aziz bir misafir gibi
Göğse aziz bir can gibi gelir.
D üşünceyi ey can, şahıs gibi bil
Ç ünkü şahsın, kudretin düşüncesinden gelir.
D üşünce sevincin yollarını açar.
Hem de sevince varan hazırlığı yapar.
Girer evlere. hızlıca girer yalnız başına
Çıkıncaya kadar sevinç hayırlar doğurur
Gönlüm dalındaki sararmış yapraklan sıkar
Dönünceye kadar yaprak dalında yeşerir
Gamlan, çürümüş dallan kökten söker
D allan tamamen örtülü göstermek için.
Gam gönülden ne kadar dökülür veya giderse
Bunun yerine hak daha iyi nüfuz eder
H ususen bunun inanca dönüşmesi lazım
Ki bendeki gam, tamamen imana dönüştü
B ulut ve yıldırımlar yağmur getirmezlerse
Ç abuk yanar Doğunun tebessümleri
İyilikle kötülük bazen gönlüne misafir olur
Yıldızlar gibi ev ev dolaşıyorlar
O senin yıldızının rehinesi oldukça
Sen de seher yıldızının doğuşu gibi tatlı ol
Ta ki o da bizimle birleşinceye kadar

35
Senden gönül sultanına, şükürler etsin.
Eyyüb yedi sene Allah'ın misafiriyle
Bela içinde sabır ve razılıkla mutluydu_
Ta ki zor bel!ilar yüz çevirinceye kadar
Yüzlerce şükürle hak söylerdi
Bana sevgiden başka sevgi nerededir.
Eyyüb'ün yüzü bir an bile ekşimedi.
Allah'ın hükmüne bağlılık ve utancından
Aslan kesildi ve emirlere cevabı evetdi
Düşünce göğüste yenilenerek doğar
Sevinme, sevinç ondadır sen yüzünü dön
Bulut görünüşte ne kadar ekşi yüzlüyse de
Mutluluk getiricidir, bulut ve onun yankısı
Gam düşüncesini bu 'ut gibi bilmiş ol
Kendi ekşiliğini, yüzt nden azaltmayı bil
O cevher nasıl olsa c. .un elindedir
Onun senden razı olmR.sına gpyret et
Cevher ve zengin yokluğu alma
Kendi tatlı adetini çoğaltmaya çalış
Başka yerde adetinin faydası var
Aniden bir gün hacetini yerine getirir
İki kere ikinin dört ettiğini okuma ey gen-.
Onun hesabı yıldızlarladır, Kur'an sahibi
Sen ayrıntıdır deme onu asil gör
Ta ki giderek asıl maksadına ulaşasın
Eğer sen onu zararlı ve ayrıntı görürsen
Senin gözlerin temelde bekliyor olacak
Zehir geldi, haşhaş beklemekte
Devamlı ölümle olmak, bil ki yöntemdir
Asıl kabul et, yanında tut onu·
Yine de devamlı yol ölümü beklemektir.
Meclislerde onca meşgalesi bulunan senin gibi biri

36
için, kinaye dolu bunca sözü okumaya mecal bulunmaya­
bilir, ama hasta biri bir başkasını dinlerken inlemez. Faz­
laca ısrar etmiyorum, hayır tam tersine ısrarla söylüyo­
rum, rica ediyorum. Ot-obüste, masanın gerisinde, kuy­
ruklarda, hamam kabininin boşalması için sıra beklerken
ve buna benzer kaybolmaya mahkum olan zamanlarında
onu okuma. Çünkü Mevlana'mn söylediklerinin zihninde
yer etmemesinden korkuyorum. Böyle olursa üzerinde
durmayabilirsin. Oysa bu, seni her türlü gamdan koruya­
cak bir aşı gibidir ve bu, muhtaç olan kalbin için kesinlik­
le zaruridir.

Keşke İran'da olsaydım ve gecelerim Mesnevi ile geç­


seydi. Ne yazık ki oradayken bile senden uzaktım, yüzle­
rimiz birbirinden uzak. Tanıştığımız dönemler, içsel ola­
rak çok derin ise de, dış görünüş birkaç görüşmeden baş­
ka bir şey değildi. Farsça bilenlerin, Mesnevi gibi bir ki­
tap varken alınyazılarına üzülmelerine, hayatın acı ve
zorluk, dert, gam ve bunun benzerlerinden korkmalarına
şaşıyorum.

Ne söylemek istedim? Hiç. Burada konuşmaktan mak­


sat bir mevzuyu anlatmak değildir, maksad bizzat konuş­
maktır. İhtiyacın olmadığını hissettiğim kimselerin ya­
nında; hem de insanın kendisini gizlemesi ve diğer gös­
termelik hallere tahammül ederek. Her ne kadar insan
dışı ve içiyle kendisini ortaya koysa ve kendisini olduğu
gibi gösterse de, yine bir çok kişinin yanında kendi dü­
şünce, sevgi ve hedefini güven içerisinde anlatamaz. Bun­
dan dolayı herkes önünde kendimizi bir miktar gizlemeye
zahmet çekerek katlanırız ve bu, toplumda yaşamanın
önemli bir şartıdır. İnsanın kendisini gizleme zahmetine
katlanması. Hususen, edebiyat çevrelerinin de tabiriyle,
tipik biri olmayan benim gibileri için. Yani karakter ve

37
özellikler açısından belirgin ve müşahhas bir tipe sahip
değilim. Ben ülkeler arasın a çekilen sınırlara inanmadı­
ğım gibi, insanlar arasına çekilen sınırlara da inanmıyo­
rum. Millet benim görüşümde, müşterek dertlere sahip
halk topluluklarından ibarettir. İnandığım tip ş ekli de ,
ahlaki ve insani yönden -bir özel din mensubu olup olma­
m alarından ayrı olarak- mükemmel seviyede olmaktır.
B una göre s adece iki millet mevcuttur: Biri, müşterek
dertlere sahip olanlar ve diğeri , uyanık olanlar. Ayrıca iki
tip ·mevcuttur. Biri insanlık, irfani ihsan ve ahlaki sınır­
lar içerisinde yaşayan; diğeri de, bu sınırların dışında bu­
lunan. Bu yüzden, bugün, Peygamber'in sahabesi Ebuzer­
i Gıfari'ye inancım olduğu ve O'nun hayat tablolarından
lezzet aldığım .kadar, bu sınırlar içerisinde sanat ve ko- ·

mediyle kendisini ortaya koyan Charlie Chaplin'e de sev­


gi beslemekteyim. O da beşerin içi yanık bir dostudur, ha­
yatın gürültüsü arasında insani değerlere bağlı şekilde
insan topluluğuna ve insanın alınyazısına vefalı kalmış­
tır. Ben uzun müddet kendi ruhumda b u durumun tabii
olarak kalması için provalar yaptım . Bu yolla çevremde
bulunan sınırlı ve seviyesiz sert duvarları yıkabileceğimi,
bu tünelden o yeraltı tüneline sürünerek gitme düşünce­
sinden kurtulup, yüksek bir balkona çıkarak dünyayı gö­
rebileceğimi sanıyordum.

iyilik, doiJuya veya batıya yönelmenizde deiJildir. iyi­


lik, Allah 'a ve ahiret gününe inanan .. .
Çok özür dilerim, minbere çıkışım hedefinin dışına
taştı galiba ! Ama kardeşim sen de benim için minbere
çıkmış , "böyle olmasın , kendini m utlu hisset ! " şeklinde
nasihatlarda bulunmuştun . Ne mutluluk? Keşke buraya
gelip özgürlüğün manasını tatmamış ve onu sadece kitap­
larda okumuş olsaydım. Şairin dediği gibi , seher vaktinde

38
rüzgarın nefesiyle kanat çırp� kuş, meyhanenin kokuş­
muş köşelerinde yaşayan bir kediyle aynı bakışı paylaşa­
rak dünyaya bakmaz .

Meşhed'de geçmişin çoban sofrası bize yetiyordu, onla­


rı ilim adına çiğnemeden yutar ve lezzet alırdım.

S ahi sigaralarla aran nasıl? Uzun müddettir uzaklı­


ğından dolayı inliyorum, buradaki sigaralara da yakınlık
hissedemiyorum.

M ühendis . . . beye yazmış olduğum mektubun cevabı­


nın gelmeyişinden dolayı endişeliyim , ya cevap yazmadı
veya mektup kayboldu! Burada bir kaç dostla bazen top-
lanıyor ve laklak ediyoruz . . . . . . beyin bana Amerika ve Av-
rupa' dan tanıttığı isimlerden resmi kesimden olanlarının
bulunup b ulunmadığını bilmiyorum ! B u doğrultuda bağı­
mız sadece dostluk ve fikir birliğine dayanıyor. Çünkü bu
ikisi, teşebbüsle farklı manalar ifade ediyor. Kitabın ön-
- sözü konusunda da, hazı rlamaya fırsatımın olmadığını
hatırlatayım. Hususen Fransızlar nazi, hain kabul ettik­
lerinden dolayı O'na çok düşmandırlar. Böyle olunca da
özgeçmişini temin etmek çok zorlaşıyor. Uzun süredir
derslerden geri kaldığımdan, dışarıdaki işlerle ilgilenme­
ye zaman bulamadım. E ğer basılmışsa, birkaç kitabı ba­
na göndermeni bekliyorum . . . . 'den hiç bir haber alama­
dım. Çok özlemişim . Aziz Mehdi .. . 'mi öperim . Bir düzen
kurmuş mu, yoksa hala ev bulma peşinde mi? B eylere ,
dostlara, hepsine selam gönderirim. Benim adıma hanı­
mına selam söyle. Çocuklarını öper ve rahman Rabbim­
den saadet, başarı ve yeniden görüşme dilerim.

Allahaısmarladık

Ati

39
Bir dosta mektup
Hicran gecesinin dostundan utanayım
Ki garibanca bizi çaldı, ben canı parçalayayım.
Aziz dostum ve kardeşim sayın . . . .

Mektubunu, şiirini ve kitabını görmekten dolayı bende


oluşan duyguyu anlatamadığım için üzgünüm. Çünkü her
yerde yalan yanlış ve yersiz olarak kullanılan kelimeden
başkasını bulamadım; bundan dolayı çaresiz olarak aynı
boyutta şöyle diyebiliyorum : Uzun bir müddet habersiz­
likten sonra gurbet ellerinde, do stların ve arkadaşların
aziz ve muhabbet dünyasından bir seher yeli esti ve bize
can kazandırdı . Yıllardan beridir unuttuğum gönlüm hal
buldu. Dostların tatlı hatırası, aziz yaranların insanlık,
şeref ve muhabbet dolu çehresi yeniden canlandı. Zira
dünyada onlardan başka ümid ve sermayem de yoktur.
Bütün bunlar zihnimde mücessemleşti. nitekim uzun za­
mandır onların hatırasıyla oyalanıyor, bununla da şehir­
lilerin vahşi dunyasında yaşamanın ızdırabından kendi­
mi kurtarmaya çalışıyordum.

Üzülerek söylemeliyim ki, ben artık şiir ve şair hak-

40
kında görüş belirtecek durumda değilim. Çünkü kaç sene­
den bu yanadır artık güzelliklerden zevk almıyorum;
edebi, şairce dertleri hissetmiyorum, hassas bir hal ehli
yerine, kuru bir aydın olma yolunda antreman yapıyorum
· (elbette sözlük ve sınırlı manasıyla aydın). Zira ben artık
kendi insanım değilim, kaç senedir, burada halkın ekme­
ğini yiyiyorum, bu yüzden kendi derdimi çekemem. Bu­
nun içindir ki şiire eğilemiyorum. İran'a döndüğüm za­
man uğraşabilirim.

"Nereden başlayayım?"

Esasen nasihat etmek boş bir iş. Hususen şiir yoluyla


"böyle söyle, bu şekilde söyle" metodu tamamen saçma.
Böyle düşünen şair, bunu yapamaz da. Ama şair, duygu­
larını terbiye edebilir, değiştirebilir ve yönlendirebilir.
İradeyle, insan kendisini geliştirebilir. Eğer şair, başka
şairlerle diyaloğun, şiir toplantılarına gidip gelmenin ve
bu edebiyat toplumunun dar kalıplarının yerine, kendi
toplumunun halkına yakınlık gösterir, çayhanelere, hayır
kurumlarına, mersiye okunan mekanlara, toplantılara,
fab_rikalara, harmanlara ve bu benzeri yerlere gider ve
onların dillerini, duygularını ve dertlerini tanırsa, kendi­
liğinden ıslah olur, yeni duygular kazanır. İşte o zaman
menfi bir etki bırakmayacağı gibi, manevi ve içtimai sa­
hada müsbet bir güce de vesile olur. Bu tür güzel şiirlerin
kendine has derin ve ince özellikleri var. Desino'nun Ce­
zayir mücahidlerine hitaben yazdığı şu şiir:
Ey demiryollartnı götürenler, ateşe verenler
Seher vaktinde eylemlerinden yorgun dönenler
Size selam olsun!
Veya Bavero'nun şu şiiri:
Tozu dumana katan caddenin kenarında

41
Müslüman çocuk
Taranmamış saçları ve yırtık elbiseleriyle
Toprakların içinde oynuyor
Babasını ve annesini öldürmüşler
Okuma ve yazması olmadıgı için
Elindeki çöple şekiller yapıyor
Bir silahın resmini. . .
Veya Ümid'in şu yiğit şiiri :
Taştan çıkma hoşgeldi
Başını, taşın başına vurmak
Çölleri aşmak gibi görünse de
Dereden yokuşaşagı inmek gibidir.
Kuşkusuz hareketlerdeki , inkılablardaki, özgürlükler­
deki adaleti , halkı , intikamı, imanı, başkaları nı sevmeyi ,
insanlığı , cihadı ve fedakarlığı en az aşkta, yaşta, nazda,
hicranda, rekabette ve kaşların keman oluşunda bulunan
zari ;· ve ince duygular kadar görmek mümkündür!

B undan dolayı, bazılarının içtimai meseleler üzerine


yazılan şiirlerin kuru ve duygusuz olacağından korkması .
boşunadır. Zira onlar bu doğrultuda devamlı olarak siyasi
şiirler yazılmasının gerektiğine inanıyorlar. B unun için
de her zaman siyasi sloganları ve günün sözlerini bir par­
tinin veya gazetenin doğrultusunda yazmalarının mecbu­
ri olduğunu sanmaktadırlar. B öyle bir yolu takip eden şa­
irin sürekli olarak nasihat ve irşatta bulunması düşünce­
si onlarda pekişmiştir. Halbuki tamamen bunun aksine­
dir; her şair bu yolla halkına yeni bir bakış ve ülke sun­
maktadır . Bunun için şair, insanlığı kendi benliğinin sey­
ri içerisinde kemale, ruh ve düşüncenin büyüklüğüne ve
gerçek manadaki duyguya ulaştırmaya gayret gösterir.
Mevlana, Sanei, Nasır Husro, Ettar, E şref, ayrıca inkıla­
bın sözcüsü (Kuzey nesim rüzgarı) . . . B ahar ve Pervin bu
gruptandırlar. Söz söyleme gücüne sahip olan sizin gibile-

42
rinin, kendilerinden, aşklarından, dertlerinden ve hayal­
lerinden bahsetmesi çok insafsızca ve namertçe bir teşeb­
büs olur. Halkın imanının, _bir tümenlik ( İran p ara biri­
mi-çev. ) mersiye okuyanların, devlete bağlı vaizlerin elin­
de bulunduğu ; "siyah-beyaz" filmler oynatan sinemaların
ve Tahran radyosunun bir toplumun medeniyetini değiş­
tirdiği bir şehirde, sizin omuzlarınızda büyük bir mesuli­
yet vardır. E ğer bu zavallı nesli kurtarmak için bir şey
yapmazsanız, en büyük ihaneti işlemiş olursunuz. İran'da
kapı ve penecere, insanları uyutmak için ninni söylerken,
siz neden homurdanıyor, mırıldanıyor veya inliyorsunuz.
Uyanmaları için feryad edin.

Bütün dostlara selam ve sevgilerimi iletin.


Ali Şeriati
Not: Gerçekten muhteşem bir eser olan Cezayir şiirini
burada bastırdık; ancak şimdi öyle bir durum var ki, ne
sana gönderebiliyor ve ne de hakkında açıklama yapabili­
yoruz . Her halükarda buradaki ateşli dostlarımın selam­
larını, henüz tanışmadığımız o şiirin sahibine iletin ve o
şiiri okuyup takdirle anan yüzlercesinin adına kendisine
başarılar dilediğimi söyleyin.

Ali Şeriati

43
Dosta mektub
Aziz Kardeşim Abdullali Bazergan,

Tahran' a düzenlediğim yeniliklerle dolu olan hayırlı


yolculuğumda, özellikle her zaman istediğimin ve kendim
için tahmin edebileceğimin aksine, vaaz , minber ve hü­
seyniye (mersiye okunan, vaaz edilen yer, özellikle Şeria­
ti' nin konuşmalarını yaptığı salon -çev . ) ehli oldum. Bu,
sadece görmüş olduğum olumsuz atmosfer ve hususen
kendisine güvendiğim üstad Mutaharri'nin Ben-i Ümeyye
ve Hariciler konusunda çıkmaza girmiş olması nedeniyle
ortaya çıkan neticeden dolayı katılmayı şer'i bir mesuli­
yet kabul etmeme dayanıyordu!
Hüseyniye'nin içinde bulunduğu böyle bir atmosferde,
benim ve babamın gelmesiyle istediğimiz şeklin yerleş­
mesine yardımcı olabileceğimiz inancındaydım . . Ve Ben-i
Ü meyye ile Hariciler arasında kesin bir tercih yapması
gerektiğine, onlara katlanılmasının zaruri olduğuna ve
başka yolun bulunmadığına inanan gurubun, bu büyük
müesseseyi taçirlerin elinden kurtararak, sıcak toplantı
ve toplulukları burayı yığmak yerine, derdi olan ve yeni
bir yiyecek gibi konuşmaya ihtiyacı olan yeni nesli unut-

44
mamaya çalışmalarının gerektiğini bilmeleri gerek.

Her halükarda, kalsın, bu sahada söylenecek çok söz


var. Ramazan ayında İrşad'a katılabileceğini sanmıyo­
rum. Çünkü ortaya bir vaiz olarak çıkmak istemiyorum.
Hususen Hüseyniye bugün modern ve mükemmel bir va­
izhaneye dönüşüyor: Mikrofon arkasında "sine dövmek"
modern bir hedef olarak kendisini yeni bir mezheb gibi
sergilemektedir. Ruhu, beyni ve pisikolojisi bomboş olan
İranlı tipinin modern kültüre sahip olduğu edası takın­
ması ne kadar gülünç!

Henüz gelip gelmeme konusunda tereddütteyim, ama


galiba gelmeme kararındaydım. Sonra Hüseyniye'nin da­
ğıtılan ilanını gördüm . Allah, din ve halka tebliğ işinde
yaptıklan cahilce ve çirkin hizipçilik, hokkabazlık. Bunla­
rı da kendilerini sattıkları dükkanlarının ve kendilerini
göstermelerinin bir aracı olarak yapmaktalar; dindeki re­
kabet, mücadele, muhalefet ve gönül birliğini, piyasadaki
kazanç ve menfaat rekabeti şeklinden ve sathından daha
büyük boyutlu iğrenç bir noktaya getirdiler. Öyle ki, gu­
ruplaşmaları saraydaki haremlere dönüşmüş durumda.
Evet, o hokkabazca gülünç oyunlarda ben suçsuzum, o
vadilerde ben yokum. A�a beni oralarda gösterdiler ve
yaptıkları programda bir insana reva görülecek hiçbir i­
haneti benden esirgemediler!

Hayret ettim ve hatta inanmadım. Kendi kendime, an­


lamamış olduğum veya maksadın başka bir şey olduğu
ihtimali üzerinde durdum. Daha sonra Mutahari bey bir
mektupla durumu izah etti. Yanlışlığın, programı yazan­
dan kaynaklandığını ve hazırlanmasından sonra da ken­
dilerine gösterilmediğini söylediler.

Hadise tamamen bunun aksineydi; altı konuşmacı


ayarlamışlardı. Her biri beş gecede konuşacaktı ve ben
hiç birinde yoktum. 5 ve 4 numaraya da bir not düşmüş-

45
lerdi: "Programın başında falanın da, konuşacağını hatır­
latalım" ! Kısacası buradakiler benim elde etmiş olduğum
makama karşılık böyle bir yola başvurulmasın a ş aşırdı­
lar. Tıpkı bir tekkede asıl konuşmacının gelmesine kadar
halkı toplamak için minbere çıkıp mersiye okumaya ben­
ziyordu durumum !
Mutahhari bey, Hüseniye şurasının almış olduğu ka­
rar neticesinde ilk önce kendisinin ve sonra da benim ko­
nuşmamın kabul edildiğini yazıyordu. (Kısacası karpuz­
l ar benim koltuğumda ! ) Herhalükarda hassas gecelerden
olan Ramazan'ın 19'undan, ta 24' üne kadar iki konuşma­
cının minbere çıkması kararlaştırıldı : Ben ve üstad Mu­
tahhari , hatta ben O'ndan sonra. Her haliyle önde veya
sonra -fark etmiyor-. Her gecede iki asıl konuşmacı . Prog­
ramın konuşması veya programın başında mukaddime
olarak yapılacak konuşma sözkonusu değildi. Ancak daha
sonra çok mahirce ve manalı bir şekilde hazırlanan ilan­
da benim konuşmacıların sırasından düşmeme neyin se­
·bep olduğu ve ardından nasıl olup da programın açılışının
bana devredildiği ve Hüseyniye'nin programının başında
yer alabildiğim belli değil; bellidir aslında! Her şekliyle,
hadisede bir maksadın olduğu açıktır. Hem de çok küçük,
basit ve insani olmayan bir hesap. Nitekim başkasının
işine burnunu sokmamış, onların cinsinden olmayan, ne
. . . . müridlerinin ne de onların makam vermediği ve zatın­
da da makam düşkünü olmayan biri hakkında bu şekilde
hareket etmeleri çok çirkin. Ben misafirdim, binlerce ıs­
rar, dilek ve temenniyle . . . . bir defa geldim ve bir-iki kez
konuştum. Onlar, kendi işlerini engelleyemeyeceğimi,
dükkanlarına ben ve benim gibilerinin zarar veremeyece­
ğini bildiklerinden, kendi aralarında hesaplarını yapmış,
dost ve düşman karşısında maslahata uygun olduğuna
karar vererek kendi menfaatleri doğrultusunda kullan­
mış ve bunun yanında da bana şöyle bir tekme vurmuş­
lardır! Allah ş ahittir, bu hadisede ismimin lekelenmesin-

46
den dolayı sinirlenmiş değilim, elbette bundan dolayı ra­
hatsız olmadığımı söylemiyorum. B ir gazetede , hiç ilgili
olmadığı bir şahsın bir kimseye küfretmesi veya hakaret
etmesi, hakaret edileni rahatsız edecektir, hatta bu haka­
ret edilen İmam bile olsa. Bunun yanında sıradan bir in­
san olan ben ne yapabilirim. Ancak bunun ötesinde asıl
rahatsızlığım, ahlak yönünden nereye kadar çökmüş ol­
duğumuzdandı, hem de nerede hem de hangi yolda, hangi
hedef uğruna ve nasıl bir durumda!
İnsanın hayatı , serveti ve � akamı bir kenara itmesi­
nin, herşeye gözünü yummasının, reddetmesinin ve Al­
lah, ahlak, düşünce uğruna değişik bir hal almasının ;
kendini beğenmişlik, benlik, ahlaki zillet, daha fazla elde
etme rekabeti, hiyanet ve iftira bataklığında boğazına ka­
dar batması karşısında bir anlamı yoktur. Eğer ben bun­
ların ehli olsaydım, bunu, günahı az, faydası fazla olan
bizim üniversitede yapardım. Hem şöhreti, hem makamı
ve hem de serveti var. Bunun yerine, neden sadece şöhre­
ti olan bir yerde bu yola başvurayım! Hem de . . . . ile aynı
safa düştüğüm şöhret . . . . Minber, tekke , mersiye , " sine
dövme" (ellerle göğüse vurma-çev. ) ve buna benzer yerle­
rin ehli olanlarla aynı çizgideki bir şöhret!
Evet eğer reddetseydim , Mutahhari , kesinlikle bana
Keyhan gazetesinde yapılan ihanetten ve Hüseyniye'nin
imzasıyla yayınlanan ilanda beni minber ve mersiye eh­
liyle aynı safta yazdıklarından dolayı H üseyniye'ye git­
mediğimi zannedecekti . Halbuki doğru bildiğim bir işi, bu
sebeplerden dolayı geri tepecek kadar fı r�cil biri değilim.
Ben, "eğer Hüseyniye'de konuşmama, dini tebliğ etmeme
izin vermezseniz, ruhiyem , moralim zayıflar" diyerek t�h­
ditlerde bulunan minber mollası kadar da şöhretli deği­
lim! Yaratıcının tecellisi işte! Ancak dindeki sapmalar ko­
nusunda, halkı bu sapmalar yolunda uyaracak birisini ça­
ğırdıklarını duymadık! B ununla birlikte güzel söylemiş;

47
onun gibileri için, konuşmakla minber ayn-ayrı manalar
taşır!

Özür dilerim, bu sözlerimle size . sıkıntı verdim, yeri


değildi ama Ali'nin de söylediği gibi, şıkşıke .. .

Aslında ben toplantı, oturum, gürültü ve hatta ilişki


kurma ehli değilim. Gerçi sürekli olarak siyasi ve sosyal
işlerde bulundum, ama benim ruhum daha çok sessizlik
ve inzivayla uyuşabiliyor. Ne de olsa ben bir köylüyüm iş­
te. Özelliklerini kendisiyle birlikte taşıyan bir köylü.
Bundan dolayı toplumdan ve gürültülerden, vicdanımı ik­
na edebilecek bir bahaneyle kaçıyorum.

Mektubunuzu okudum, öğrenci arkadaşların benim


konuşmamı beğ�ndiğini, belirtmenizden dolayı teşekkür
ederim. Bizim söylediğimizi öğrenciler anlamalı ve tanı­
malıdır. Bu kaçınılmazdır. Nitekim tekke erbabı benim
müşterim değil. Ben anlan kendime, sözümüzü anlamaya
müsaid dinsizlerden daha uzak görüyorum.

Ama şu makale meselesine gelince; O'nun diğer maka­


leleri gibi, ilginç uyanıklığa hayret etmekten dolayı yara­
tılış gücüne, buluş, telif, hususen netice çıkarmak ve bü­
tün öğrencilerin ustaca bir şekilde hedefe ulaşmaları ve
ulaştırmaları noktasında her hangi bir görüş belirtecek
durumda değilim. Esasen kendime böyle bir tahmin yü­
rütme izni de vermem. Bununla birlikte iki noktada kuş­
kum var, Onlardan biri; acaba insani ve hususen insani
meselelerin karışık yanlarından ·oluşan, toplum psikoloji­
si ve toplum bilimi bütünleyici (Fact dominant) olabilir
mi? Eğer bunun cevabı "evet!" ise, bu unsuru maişet sis­
temi ve nzıklanma yoluna dayandırabilir miyiz? Ben şah­
sen, toplum biliminde Gorwich metoduyla, karşılıklı etki­
lenmede bir çok sebep üzerinde düşünmeyi tercih ederim.
Ve O'nun tabiriyle, Sociologie differentielle; gerçekte ise
bu sebepler arasında, tevhidi toplum bilimi ve İran top-

48
lum psikolojisine dayanan unsurlar yatmaktadır. "Maişet
sistemi ve rızıklanma yolu" nun sözkonusu edildiği yerde,
sebebin hedefini veya temel amacı bulmaya çalışmak.
Ama mevzuda takınılan tavır ve yapılan açıklamadan çı­
karılan neticeye bakılırsa, ana sebep coğrafi unsurlara
dayandırılıyor. Maişet sistemi ve rızıklanma yolu öyle
açıklanmış ki, doğrudan ve " sınırlarla sınırlandırılmış "
b i r şekilde coğrafi sebeplere dayandırılmış. V e bu kendi
başına, adına "toplumun coğrafi muhiti" denilen bir ideo­
lojinin, mektebin ismidir. Düşüncelerini bu sebepler üze­
rine yoğunlaştıranla:rdan İbni H aldun'dan çağımızın Eyil­
lekust gibilerine kadar bir grup bu görüştedir.
B urada söz konusu olan şudur: Eğer Afrika'nın kuze­
yinde yaşayan barbarlar İran'da yaşasaydılar, bizim sa­
hip olduğumuz bu durum ve hale onlar da sahip olacaklar
mıydı? Acaba coğrafi şartlar ve kaynaklar açısından bi­
zim memleketimize benzeyen ülkeler sosyal ve psikolojik
yönden yine aynı benzerliklere sahip midirler? Bunların
da ötesinde İran'da bulunan değişik kavimlerin taşımış
olduğu karakter ve hususiyetlere ne demek gerek! ?
İran'ın kuzey kesimindeki halk ile güney bölgelerindeki
halk arasında fazlaca bir fark olmamalıdır bu görüşe gö­
re.
Başka bir mesele de : İran'da kavmi hassasiyet, devam­
lı olarak bölge , toprak ve yerleşim bölgeleri üzerinde bir
tefrika unsuru oluşturmuş ve irtibatı engelleyici bir işle­
ve sahip olmuştur. Halbuki ben başka bir sebebi daha te­
sirli görmekteyim; biri İslam'dır. Hem de ( İran halkı yö­
nünden) yabancı bir din olarak bilinmektE;!dir. Öyle ki ev­
rensel ve cihanşumul bir psikoloj iye sahip olup özellikle
milliyetçilik mefhumuna karşıdır; bu ideolojiyle, İran hal­
kının da içinde olduğu büyük bir milliyet teşekkül etti.
Diğeri; güç, tesir ve İran kavminin hükümetlerinden da­
ha uzun zamanlı, varlık yönünden üstünlüğe sahip ya-

49
hancı unsurların adım adım bu ülke üzerinde tasallut sa­
hibi olmasıdır. İkinci önemli sebep: Komşu kavimlerin sü­
rekli hücumları , onların topluma girişi ve nüfuzu, özellik­
le siyasi feodalizm. Bu bizim tarihimizin önemli kesitleri­
nin şekli olmuştur. Bu ulus melikleri, İran'ın bir bölümü­
nü, belirli bir araziyi ve İran'ın dışındaki bir bölgeyle bir­
likte İran'ın bir kısmım hegemonyaları altında tutuyor­
lardı ve bunun neticesinde o kesimde yaşayanları kendi
varlıklarında eritiyorlardı. Diğer biri de özel coğrafi ve
milli duygularla bir araya gelmeyi ve aynı duygularla ha­
reket etmeyi en gelleyen dağınık yapıdır. Bu durum daha
çok İslam'dan sonraki döneme rastlamaktadır. Tarih, İs­
lam'dan Ö nce İran'da milli duyguların çok güçlü olduğuna
şahittir, bu duygu dinden bile daha ileri bir güç duru­
mundaydı.

Başka bir mesele de şu; konunun açıklanması ve husu­


sen konunun anlatım tarzının planlanışı fazlasıyla yer­
sizdi. D aha çok R. Grousset'in, La Face de I'Asie'de İran
konusunda yazdıklarına dayanmaktaydı . (Bu kitap tıpkı
" porno" kitaplar gibi, bu önemli meseleyi, risaleti anlat­
maya kaynak olamayacak bir eserdir. ) O, dünyada "tari­
hin dört yolu" şeklinde adlandı rdığı İran coğrafyasını de­
ğişik kavimlerin, düşüncelerin ve muhtelif dinlerin geçiti
olarak anmaktadır; İran, dünyanın bütün kavim ve dinle­
rine komşuymuş ve bunların hepsinin güzergahı ve mer­
kezi dl.\rumundaymış gibi. Acaba geçit ve dört yol olma
esası gözönünde bulundurularak, üstadın sadece İran'ın
köylü ve çiftçi kesimini istisna tuttuğu pek çok hususiyet,
unsur bu sebebi oluşturmuyor mu? Bu sebep , diğer sebe­
bin yerini alsın demiyorum, ama en azından onun yanın­
da sayılsın. Tarih boyunca süren bu coğrafi unsur, başka­
larının geçtiği bir güzergahtaki halkın, değişik ve renga­
renk insan ve dinlerin varlığıyla kutsal şehirlerin, turis­
tik yerlerin ve yol üzerindeki kahvehanelerin davranış,
karakter, ahlak ve psikolojisine sahip olmasına yolaçmaz

50
mı? Olaylara ilgisizlik, taassupsuzluk, hissizlik, her ne
olursa uyum göstermek, uzlaşmak, renk değiştirmek, ek­
meği müşterinin fiyatına göre yemek, yalan, yağcılı k, zil­
let, gurur ve asalet sahibi olmamak, başkalarının istek ve
mizaçlarına göre davranmak ve kendi şahsiyetinin tama­
men yokolması, erimesi gibi unsurlar ve . . . Nitekim bütün
bu unsurlar, başka ırklardan, uluslardan olanları n geç­
m ekte olduğu "güzergah"ta olan halkların taşıdığı hususi­
yetlerdir. Onlarda daha çok görülür. Ama diğerlerine göre
yoksul olan, mustazaf, köylü ve tamamen bağımsız yaşa­
yan halklarda bu özellik nasıl aranabilir mi?
Mevzunun sonunda, bu bozuk toplum ve ruhi eksikli­
ğin ortadan kaldırılması için plan ve teşebbüsler serisi
önerilmiş; her ne kadar kabul edilir doğrular ise de, be­
nim kanaatimce şiddet ve tesir yönünden mevzunun ka­
rakter ve söylenişine uygun değildir. Yazı metnini oku­
yan, bizde bulunan ahlaki zaafların ve karakter bozuklu­
ğunun sathi bir sıfat, geçici ve sürekli olmayan bir bozuk­
luk olmadığını , bilakis toplumda köklü ve muhkem, sağ­
lam temellere dayanan zorlayıcı bir unsur olduğunu ari­
lar ve buna inanır. Buna binaen, sathi bir yara olmadı­
ğından hem tedavi ve hem de ameliyat edilemez. B u da
tamamen bu toplumun kendi yapısından kaynaklanan bir
unsurdur. Bu kadar derin sapma ve zayıflık, köklü ve
ciddi bir şekilde anlayış haline geldiği ve yorumlandığı
bir zamanda, telafi veya tedavi edilmesinden söz edildi­
ğinde, okuyucu kesin, yapıcı, çok tesirli, güçlü, çözüm ge­
tirici ve inandırıcı bir yolla, metodla karşı karşıya gelme­
lidir. Ta ki tanımış olduğu kötülük ve sapmaları ortadan
kaldıracak çözüm yoluna güvenebilsin. Ama ben bir oku­
yucu olarak; dertlerin, eksikliklerin açıklanması ve yo­
rumlanmasının beyanında, yazarın kesin ve güven içeri­
sindeki dilinin yanısıra, dakik, derin, kararlı bir görüşe
de sahip olduğunu görüyorum, ancak sıra sapmalara kar­
şı mücadele ve çözüm yoluna gelince, yazarın· kesinlik, ,

51
kuv'vet, şiddet ve güven içerisindeki tavrının kaybolduğu
ve daha zayıf bir dille meseleyi beyana çalıştığı da dik­
katten kaçmıyor.

İran'ın sosyal, p sikolojik, coğrafi, iktisadi ve toplumbi­


limsel yönlerini değerlendirmeye karar verdiğimizde, bu
halk arasında tarih boyunca devam eden güçlü müşterek
duygu, uyumluluk, ortak hareket, işbirliği içinde hareket,
silahlanma, şiddet ve kararlılık gibi unsurları da gözardı
edemeyiz. (Pek çok İslami mezhebi akım, Ebu Müslim ha­
reketi, yani İran'lıların Ben-i Unieyye aleyhindeki hare-
keti, şii hareketi, İsmailiye, . . . . Nadir, . . . . son dönemlerde-
ki babailik, meşrutiyet ve . . . . ) B ununla birlikte halkımı-
zın kabiliyet kazandığını , yeni bir iman , yeni ortak bir
hedef, genel bir hareket ve silahlanma, sosyal bir hare­
ket, hem de siyasi, dini veya içtimai hedeflere sahip oldu­
ğunu söylemek zordur. Bundan da öte, yeni ve güçlü bir
iman ve müşterek bir hedefe sahip olmak, bir çok zaafla­
rı , ahlaki ve ruhi hastalıkları mucize türünde bir yöntem­
le tedavi edip toplumu güçlü, doğru, sağlam temeller üze­
rinde değiştirebilir mi?

B urada yapmış olduğum yanlışlıktan dolayı cidden


özür dilemeliyim; öğretmenlik ve kitap tashihlerinden ka­
lan kötü adet neticesinde , dikkatsizlik göstererek, bu iki
defteri okurken ·imla eksiklikleri gördüğümde veya değiş­
mesinin gerektiğine inandığım yerlere müdahale edip
üzerini yazdım ve daha sonra yaptığımın farkına v:ardım;
fazlasıyla mahçubum. Rica ederim benim yaptığım müda­
haleleri görmezlikten gelin ! Ve metni olduğu gibi koru­
yun. Ancak imla ve kelimelerde yaptığım düzeltmeler
yardımcı olabilir.
Burada, bir aydan bu yana beni meşgul eden ve bir an
bile bırakmayan bir meseleye değinmek istiyorum ; o da
Kur'an'ın mucizevi işlerinin şaheser programıdır. Ben
O 'nun Kur' an konusundaki buluşunu mübalağasız bir şe-

52
kilde Galilleo'nin dünya hakkındaki buluşuna, New­
ton'un yerçekimi, Pasteur'ün hastalık ve... buluşlarına
benzetiyorum. Onlar, tabii vahiy ilminin anahtarını ele
geçirdiler, kelam ilminin anahtarını... O bunun programı­
nı beyan ettiği gün, daha önce raslamadığım bir sersem­
lik ve hayrete kapılmıştım. Beni daha çok hayrete sevk
eden, "nasıl?" sorusuydu. Neden mühendis bey, bu sözü
bu kadar basit ve normal bir tavırla beyan ediyor? Nasıl
oluyor da, bu işin yanında başka işlerle de meşgul olabili­
yordu? Neden onu diğer işler seviyesinde görüyordu? Ben,
bana o gün açıkladıkları kadarıyla, harikulade bir şekil­
de, aniden Kur'an'a ilmi yönden de iman ettiğimi hisset­
tim. İlmi iman; tıpkı güneş manzumesine, suyun bileşimi­
ne rüzgarın hareketine ilmen inandığım gibi ilmi imana
sahip oldum. Yani "vahiy" olduğunu gördüm! Evet, gör-
.. '
dum.

O, bu teze ulaştıktan sonra, tabii olarak düşünme kud­


retinden başka şeylerle uğraşmaktan, yani fikri ve ilmi
işlerden uzaklaşacağı düşüncesindeyim. Onda o kadar de­
rine inecek ki, onun yanında diğer meseleleri; beyin, ruh,
hayat ve işini programlamaktan aciz kalacaktır. Zira ben
başka hiç bir meseleyi, sadece Kur'an değil din, Allah ve
tabiatın ispatlanması ve .... bunun benzerlerini yanyana
götürebileceğine ihtimal veremiyorum. Bu, dinin ilminde
olan bir hadisedir. Bu sadece Kur'an ve vahyi ispatlamaz,
bunun yanında Allah'ın varlığını ve gaybı da ispatlar;
hem de Allah'ın ispatını, irfan, ahlak, felsefe, akıl yoluyla
değil ilim yoluyla yapar. Hem de dakik bir ilimle; en daki­
ki olan matematikle!

Yine de mühendis beyin o meseleyi o gün o kadar nor­


mal bir dille anlatmasını anlamış değilim! O büyük iş,
bütün sözleri, delilleri, mantıkları değersiz kılmış veya en
azından değerini az�ltmıştır. Ben bu az bilgi v� kabiliye- .
timle, öğrencilerle olan ders ve sohbetlerimde, "Kur'an'ın

53
vahiy olmadığına dair ne kadar inkar gücü ve inatçılık
varsa kullanmaları ve benim bu delilime karşı gelmeleri"
şartıyla tartışmalara girdim. Her yerde öne sürdüğüm
güçlü delillerle mutlak ve istisnai bir başarı elde ett_i m.
İman ve hayretler içerisinde harikulade ve ilginç bir mu­
cizeye şahit oldum. Sadece ikna edici değil, bunun ötesin­
de iman ve hayret dolu.

Ben, bu neslin öğrencilerinin bir muallimi ve onun bir


talebesi olarak rica ve temenniyle bir an önce bu çalışma­
sını bitirmesini istiyorum, zaman geçirmeden. D ünyada
hiç bir iş bundan daha acil ve hayati olamaz . Siz de teşvik
edin, şartları ve çalışma zeminini temin edin. Keşke bu
çalışma daha baştan, Arapça, Fransızca veya İ ngilizce
olarak yayınlansaydı !

Ali Şeriati

54
Dosta mektup

Değerli ve aziz dostum . . . . . . . . . . . . . . ,

Selamlar

Resul-i Ekrem'in pak yaranının kıssalarını halkın her


kesiminin anlayabileceği sade bir dille Astane dergisinde
yayınlamanızın mutluluk verici olduğunu söylemek ge­
rek.

Bu kıssaların yayınlanması, sadece, halkın dünyada


böyle bir inkJlabı meydana getiren ve faaliyet, davranış ve
düşüncelerinin bugünkü düşünce ve fikri yapılanmaya te­
mel kaynak olduğu büyüklerin yaşayışını öğrenmeleriyle
sınırlı kalmayacak, bunun gibi hikayelerin yayınlanması,
fazlasıyla ölüme terkedilmiş olan halkın ruh, iman, heye­
can, yiğitlik, şeref, şehadete aşık olma gibi üstün duygu­
larının yeniden canlanmasına vesile olacaktır. Mevla­
na'nın da dediği gibi :
Baharın bu çiçekli a n ı iptal olucudur
Can ve gönülde yeşillikler filizlenmeli
Evliyanın nutkunda ab-ı hayat olur

55
içeriz ey gafil susuz gel beri
Nefsini postunun derininde öldür
Dosta sırtını dönmekten geri dön.
B elki de Peygamberimizin sırlarla dolu ve güzel olan,
"kötülükler zamanında, tatlı bir rüzgar eser . . . " şeklindeki
sözleri de toplumun bu ihtiyaç ve zaruretine işaret etmek­
tedir. Toplumun bu ihtiyaç ve zaruretinden dolayı bu
acizlik ve sınırlılığımla bütün bu . mücahidlerin yaşantısı­
nı yazmaya karar vermiştim, ancak Akılani'nin el-lsabe
fi Temeyy u� u 's Sahabe 'si veya Kuleyni'nin ve merhum
Şeyh Abbasi'nin bu sahadaki tarihi kitaplarının tarzıyla
değil. Bilakis Farsça'ya roman veya hikaye olarak tercü­
·
me edilebilecek bir özellik ve tarzda , son teŞebbüs gibi.
Her ne kadar derin bir araştırmaya dayanmıyorsa da, te­
sir, düşünceye yansıması ve yazarın inandığı akidenin
nüfuz etmesi yönünden çok önemli . Ebuzer-i Gıfari ' den
sonra devamının gelmediğini üzülerek söylemem gerek.
Ammar, Yasir ve Sümeyye konusunda notlar almama ve
kitabın programını çizmiş olmama rağmen hayatımın yö­
nü değişmiş olduğundan tamamen yarım kaldı . B u arzu­
mun sizin gibi bir araştırmacı eliyle gerçekleşmiş olması
beni fazlasıyla sevindirdi, hususen bunun üstesinden da­
ha iyi gelebilirsiniz. Hem bu ameliyeyi gerçekleştirmeye
uygun yapınız var ve hem de daha fazla kaynağa ulaşma
imkanınız var. (Elbette, eğer büyük rehberimiz Cemaled­
din Afgani'nin, oğluna, "Nasuhu 'l Tevarih 'i kesinlikle
okuma" şeklindeki vasiyetine uyarak onu bir kenara iter
ve aslında tarihi tekzip etmekte olan bu eseri elinizin al­
tından kaldırırsanız okuyucuya daha fazla güven verebi­
lirsini z . )

Ama hatırlatmak istediğim noktalardan biri d e dergi-


nin 50 ile 60. sahifelerinde yazdığınız : " . . . . . . . . Halili Bey,

56
Sultanın Vaizi tercümesinde . . . . şöyle yazıyor (. . . ) Ebuzer
kollektif olmaya çağırmıyor . . O, müslümanlar arasında
.

eşitliğin sağlanmasına çağırıyor. ( 1 ) . Bu kelimelerin lü­


..

gat karşılığından, her ikisi arasındaki fark rahatlıkla an­


laşılıyor. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in hiç bir ayetini de kol­
lektif anlayışa (iştirake) delil olarak göstermek mümkün
değil. Ebuzer'in de, davetinde bu sınırı aştığını ve halkı
'özel sektörü' yokedici bir eyleme davet ettiği söylene­
mez . . . Kur' an bu servetlerin (birikmiş olan servetin) , Al­
lah yolunda harcanmasını buyuruyor; Allah yolunda har­
camak, o gün fakirlerin elinden tutmaktı ve bu yol İslami
eşitlik yönüydü . . . Hedef buydu. Ebuzer, Allah'ın bu emri­
nin uygulanmasının taraftarıydı, sermayenin yok edilme­
si şeklindeki kollektif anlayışı yayma taraftarı değil"
cümleleri .

H atırladığım kadarıyla Doktor Ali E lverdi, Sultanla­


rın Vaizi isimli kitabında zayıflık ve kuvvetten oluşan
.

iki yöne sahiptir . İslam metinlerini zevkle, uyanık bir ba­


kış ve radikal bir görüşle incelediği zaman güçlü yanı or­
, taya çıkıyor ve kitabının tanzimi için yeterli kaynağı bu­
labiliyor. Zayıflığı da, asrımızın toplumsal meselelerini,
hususen B atılıların düşüncelerini yansıttığı zaman ortaya
çıkmaktadır. (Bazı kesimlerde yaygın olan livata mesele­
sini, Aristo'nun, hareketin varlığı konusundaki cehaletini,
toplumun olgunlaşması, mehdi, mehdilik ve buna benzer
birkaç yerde gösteriyor. Kitabı bundan birkaç yıl önce
okuduğum ve şimdi elimde bulunmadığından, net bir şe-

1- Eşitlik, bazılarının harman başlarında daha fazla vadet­


tikleri bir kelimedir. Bu kelime, adalet, hüküm ve Allah konu­
sunda doğrudur, ama eşitlik iktisat açısından bir anlam taşır
mı?

57
kilde aktaramadım.) Bunlardan biri yukarıdaki metindir .
. Siz doktorun iktisadi ve sosyal ekollerde, kelimenin lügat
manası sınırlan içerisinde düşünebildiğini buyurmaktası­
nız . Hem de Avrupa'daki ıstılahlara eş bir açıklama getir­
meyen Arabça lügat.

Bu ş ahıs, Eb uzer-i Gıfari kitabında O ' nu iştirakçi


(kollektifçi düşünce) olarak gösterdiğinden, burada kendi­
sini savunmayı bir borç biliyorum . İştirak, lügat yönün­
den "communist"e benzemekteyse de, asıl itibariyle "müş­
terek" veya "ortak mülkiyet"e daha yakındır. Arapçada
"komüni z m " , "iştirak" olarak tercüme edilmiş değildir.
Komünizme " şuyui" ve komüniste de "şuyuiyye" denmek­
tedir. İştirak, sosyalizmin (Socialisme) tercümesidir. Bu­
na göre , "Ebuzer bu tarzd a ki içtimai ve iktisadi yapıyla,
ıstılahtaki sosyalizme daha yakındır" mı diyeceğiz? Ben­
zetilse bile , temelde hiç bir yakınlığı yoktur. Ancak bu
benzerlik, nazi hareketinden komünizmin ilk merhalesine
ve bazı ülkelerde bir kısım dindar hristiyanların "Sosya­
list Hıristiyan Partisi"ne üye olmasından çıkarılacak or­
tak müsbet noktaların benzerlerini savunmak gibidir . . .

Ama "müştere.k "in v e b u kelimenin genel manası şöy­


ledir: " Sosyal özgünlük. Ö zel kanun ve namusa sahip
olan, inkar edilmez bir gerçek. Burada fert, bedeni hürri­
yete sahip değildir, üye durumundadır ve ismine toplum
denen bir bedene bağlıdır."

Bu açıklamanın bir çok ahlaki, ilmi ve iktisadi mese­


leyle irtibatlı olduğu açıktır. Onsekizinci asırdan bu güne
kadar, hususen iktisadi yönde, sosyalizm (iştirakiyet) ta­
raftarlarınca ekonomiye, özellikle mülkiyet meselesine çö­
züm bulmak için değişik görüşler ortaya atılmıştır. Bir
grub ( Marks gibi), bireysel mülkiyetin tamamen lağvedil-

58
mesini, başka bir grub, mülk ve servetin kanun yoluyla
yapılacak ıslahatla tedrici bir şekilde düzeltilmesini ve
başka bir grub da, geniş boyutlu üretim ve dağıtım yoluy­
la bireysel mülkiyetin lağvedilmesini savunmaktaydılar.

Her halükarda burada zaman ve tarihi gözönünde bu­


lundurmak gerekir. Misal olarak, İbn-i Haldun toplumbi­
limciydi , Mazdek komünist görüşe s ahipti veya Levasib
Epicuriste görüşlüydü dendiği zaman , bu ıstılahların za­
man ve tarih unsuru taşıdığı açıkca görülmektedir. Yoksa
İbn-i Haldun nerede , Durkheim ve Gorwich nerede, Epi­
cure nerede, Max Plang nerede, Mazdek nerede ve Mao
Tze Tung nerede? B unun da ötesinde, "Ebuzer'in faaliye­
tinin sınırlanması, yakalanmasına karşı mücadele, fakir­
lere yardım, zenginlerin fakirlere mallarından bağışta bu­
lunmalarını teşvik etmek, servet biriktirilmesini eleştir­
mek" ve buna benzer teşebbüsleri böyle bir görüşe benzet­
mek, tıpkı İslam döneminde mücahidlerin cizye almak
için savaştıklarını, ganimet için cihada katıldıklarını veya
İmam Huseyn'in yoksulların yas merasimlerinde karınla­
rını doyurmaları için öldürüldüğünü söylemeye benzer.

Tavır, konuşma ve delillerden ortaya çıkan, Ebuzer'in,


zekat vermeyi her müslümanın boynuna borç bir iktisadi
hak olarak gördüğü gerçeğidir. Bu, bugün ve o gün hakim
olan sınıfta makbul ve bilinen bir haktır. O , bunu içtimai
adaletin sağlanması ve servetin dengelenmesi için yeterli
görmemektedir. Bundan dolayı İslam kanunlarından yap­
tığı istinbatla "fakirlere mal infakı , miskinlere yardım ve
servet birikiminin önlenmesi" görüşünü savunmuştur. B u
yüzden d e Ezher uleması, Ebuzer'in İslam'ın fıkıh v e ka­
nunlarını yeterince bilmediği yolunda oy kullanmıştır. Bu
ulema, Peygamber'in ve zamanımızın bir çok büyüğünün

59
O'nunla aynı görüşte olmadığını savunarak şöyle demiş­
tir: "Açıktır ki Ebuzer, mülkiyet ve iktisad konusunda ra­
dikal bir görüşe sahiptir. O'nun keskin görüşünün tesirin­
den dolayı, üzerimizde , hususen de muhakeme edilmesi
esnasında, 'Allah tarafından gönderilmiş veya Peygambe­
rin halifesi' olarak adlandırılacak kadar tesirli olmuştur. "
Yaklaşım yeterince açık değildir.

Son olarak, affını diledikten sonra içtimai sahada gös­


terdiğin çabanın başarıyla. sonuçlanmasını ve toplumun
uyanmasına vesile olmanı dilerim . Selamımı bütün dost­
lara iletin.

Saygılarımla

Ali Şeriati
Sayın . . . . . . . . . . . . . . . . Bey,

Size ve Kerimferd Bey'e, bana hususi mektubunuzu


okumam için verme inceliğini gösterdiğinizden dolayı te­
şekkür ederim. Her şeyden önce O 'nun benim kitabım ko­
nusunda yapmış olduğu basit değerlendirme ve çıkardığı
genel sonucun, sizin mektubunuzda yazmış olduğunuz
bana yönelik iltifatlara .karşı duygusal bir tepki olduğunu
söylemek gerek. Tamamen duygusal bir tepki. Hususen,
birisine ilgi duyan tabii bir ruh . Ama ilgi duyduğu halde
onu tanımayan kimse!

Ama benim taassup ve kuruluk doğurucu bir şekilde


şiiliğe dayandığım meselesine gelince, gerçekten de çok il­
ginçtir; çünkü bu iddianın burada ·sahip olduğum şöhretle
ne kadar çatıştığı açıkça ortadadır. Yaptığı açıklamada,
"değeri sadece batılı olmasından kaynaklanıyor" demesi
bir meseleye açıklık getirmiyor. Bir toplumu tanımak için
bazı temel unsurlar gerekmiyor mu?

"Her fikir daha sonraları tefrikaya yol açacaktır" dü­


şüncesiyle hiçbir düşünceye sahip olmamak mı gerekiyor? .

Saf İslam d a mı? Saflık niteliği. soylulara ait olduğunu


mu gösterir? Asil dendiğinde Ali'yi anladılar ve onu da pi-

61
yasa ıstılahlarına uydurdular! Asil, yani saf, yani İslam,
başka hiç bir şey değil; bunun soylulukla ne ilgisi var ki?
O 'nun kültürel ıstılahlara ilgisi olduğundan burada açık­
lıyorum ; asil " pür" ( halis ve sade) demektir. Lenin, "Bolşe­
vikliğin asil sosyalizm" olduğunu söylemektedir! ü" da mı
soyluluk hastalığına kapılmış? Anlayamadım!

Yine sözlerimin "paradoxal" ( ! ) temellere dayandığı id­


dia ediliyor! Bunun sayısız örneklerinden biri olarak da,
"Will Durant'ın hıri stiyanlığın kadın ahlakına sahip oldu­
ğunu söyleme si"ni gösteriyor. Biraz ilginç oldu! Sizin gö­
rüşünüz karşısında duygusal tepkiyle tevil etme yoluna
gitmekten başka yol var mı . Hususen yağmurlu zaman­
larda yahudilere muhalif olan seviyesiz cahiller gibi! Ko­
nuştuğu zaman bana leke sürmek için benden "halis müs­
lüman" olarak söz etmektedir! Bu bile tek başına, O'nun
eleştirisinin tamamen duygusal oluşuna ve ilgi neticesine
dayanmaktadır. Yoksa benim, bazı şeyler eklenen Safevi
şialığı karşısında kastettiğim şiilik, sadece İslam'dır, bun­
dan başka bir şey deği l . Bir tür ilerici ve İslam'a dayanan
bir görüş. E ğer görüşüm doğru değilse de , Tahran yahudi­
leri ile yağmurlu günlerdeki mutaasıp ve cahil yahudiler
arasında bir ili şki yoktur! Ancak buna rağmen Amerika
yahudilerinin, İran yahudileri konusunda duydukları
üz üntü , biraz Amerikan kokusunun geldiği hissini doğur­
maktadır!

Özellikle , Arap hükümetlerinden daha iyi davrandığı­


nı söylediği İsrail'in Arap topraklarını işgal etmesinin bü­
yük bir fazilet olduğu yolundaki ilginç tespitleri. Bu tespit
tıpkı Amerika ve Avrupa'da yenen sandoviç gibidir. E m­
peryalizm için de aynı ağı zla konuşuyorlardı . Misal ola­
rak B atı sömürgeciliği_ döneminde, İngilizlerin Hindistan

62
üzerindeki hakimiyetinin, müslüman Hintlilerin hakimi­
yetinden daha iyi olduğunu söylüyorlardı !

Ve ben -bunun yanında- yazılarının satır aralarından


ilmi ve içtimai ruh ve düşünce çıkarabi ldiğimden kendisi­
ne saygı gösteriyorum , meseleye ümitle bakıyorum ve
kendisiyle ortak görüşlere sahip olan biri olarak, Ameri­
ka'lılara benzeyen aydın olmanın tehlikeli olduğunu ha­
tırlatmam gerekiyor! İnsan hangi halde olursa olsun, bu
büyük faciadan daha iyidir. Ancak, göründüğü kadarıyla
uyanmayacağa da benziyor. Bunu üzülerek belirteyim . . .

Burada yine de, edepsizce bir edayla takındığım tavır­


dan d olayı , kendi kendinii bağışlayabİleceğim konusunda
kuşkuya düştüm.

63
Dosta Mektup

Aziz Düşünce Arkadaşım ( * )

Derin manalar taşıyan ve ruh taşan yazınızı okudum .


Bende meydana gelen duyguyu " sevindim" veya, "korkunç
bir şekilde tesir altında kaldım" gibi cümlelerle anlatmak
mümkün değil. Mananın ağır yükünü bu kelimelere yük­
lediğimde onları yere düşürdüm. Bunun için, birisinin ıs­
sız çölden dönmesini bekliyor gözlerim . "Bµ gözler sadece
hacim, renk ve hadiseleri görebilir. Çölde gözle görülecek
kimse yok ki ne görecek?"

B aktım ki kötümserim. Realite fazlaca uzak değildi,


gerçekler burada da görülebilirdi! Düşmanlardan ve nu­
maraları fazla olan -esasta ise değeri olmayan- görevlile­
rin dışında, sadık halkın hepsi burada kalıbına oturmuş
_
durumda: S aht dinciler ve dinci olmayan sahtekarlar,
sahte gericiler ve sahte aydınlar . . . İhtilaf da sadece sahte
markalılar üzerine . İslamcılar, dini tanımada zayıf kal­
mış olduklarını anladıklarında, karşılarına çıkacak ıssız

( * ) Mektup 1972'de yazılmıştır.

64
çölden dolayı ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Ni­
tekim otellerde oturan bu 6x4 kalıbındaki ruhlar asfalt
yollarda yürüyorlar, ayrıca daha önce tayin edilmiş prog­
ram doğrultusunda hava yolu ve motorlu araçlarla yolcu­
luk yapıyorlar; her adımda da meyva suları veya kola iç­
meleri gerek. Şehirlerin kaldırımlarında yürüdüklerinden
ağızlarının kurumuşluğunu, yorgunluklarını gidermek ve
gönüllerini ferahlatmak için soğuk bir şeyler içmeyi adet
edinenler, yerlerin ateş olduğu, alev tufanının her yanı
kavurduğu kızgın çölde nasıl yürüyebilir ve hatta güneşin
vurduğunu nasıl anlayabilirler!?

Ve şimdi . . . H ayretler içerisinde ! Ta uz aklardaki bir


meçhul gibi. Kaybolmuş başıboş bir ruh gibi . . . Kevir (çöl­
çev . ) esiyor, tufanlar doğuruyor, her kelimenin sırtındaki
yükü düşürüyor ve diğer bir kelimenin peşine düşüyor . . .
Hayret! N e olmuş acaba?

Ruhumun düzenli mersiyesi ' ni bu yazına eklediğini


düşünüyordum. Ama, baktım ki beni tanımış olmanın ak­
sine ilk önce izin istiyor sonra gönderiyorsun . . . Yani edeb
ve . . . . . . . . . . . . . . üstada hürmet, büyük şahsiyetler önünde ge-
leneksel mertebe! Nasıl oldu da omuzlarımı bütün bunlar­
dan silkelediğimi unuttun . Muhterem bir şahsiye� ve
manevi bir üstad yerine, kevirde büyümüş bir köylüyüm,
bu memleketin amelesiyim! B u da bugün "biz halkın için­
den çıktık, köylüler arasında büyüdük ve kendimizi yetiş­
tirdik" şeklinde moda olmuş manası ile değil! Hayır ben
çıkmadım, aralarında büyümedim ve kendi kendimi yetiş­
tirmedim . Bunların hiçbiri benim yanıma yaklaşmadı; sa­
de bir insanım, bütün kavgam ve gürültüm de bu koca
gökyüzünün altında kimin anlayıp kimin anlayamadığına
bakmaktır? Her mana arayıcı gönül, bu kuru kevirde (çöl- ..

65
de-çev. ) bütün olumsuzluklara rağmen yürürse ve cehen­
nemine baş vurursa, bizi geri kalmaktan kurtarır, birkaç
adım daha atmam ve düşmemem için ayaklarıma ve elle­
rime yeni bir güç verir.

Yazınızın tesiri böyle oldu.

Ruhun Düzenli Mersiyesi 'ni büyük bir zevkle oku­


dum. Ama eğer daha büyük eleştiriye gitmeden önce bana
izin verirsen, bu iki manalı ve güzel kelime arasındaki
"düzenli" sıfat ve bağını kaldırın derim. Sizin ruhunuz
hangi bağ ve düzenin gem ve bağını kş.bul edebilir ki? Bu
mersiyeniz sınırlı ve bağımlı bir "düzen"de düzenlenmiş
olandan daha samimi ve şereflicedir. Benim inancıma gö­
re, ruhun kurtuluşu ve ruhun laubaliğini en derin mana­
sıyla anlamaktan daha ileridesin. Ruh, tanzim edilmiş
bağ ve sınırlanmaya tahammül edemez , sıkılır. Veya gün­
lük hayatta tamamen monotonlaşır. İman, dert, heyecan
ve hedef ruha yetmektedir. Muhacir ruh , yolunu, sistemi­
ni ve kendi maksadını bulur ve gönlünün istediği gibi şe­
kil alır. İşte siz bu nimetlere fazlasıyla sahipsiniz. Bunun
yanında, diğer az bulunur nimetlere de s ahipsiniz. O da,
ruh ve manayla yoğrulmuş değerli eşinizdir. Ç oğunlukla
insanın ruhunda meydana gelen inkılapla insanlar yakın­
larından uzaklaşırlar ve çevrelerine yabancılaşırlar. Her
zaman yalnızdırlar, ama siz bunun tam aksinesiniz. Her
ne kadar günlük hayattan ve bomboş yaşama tarzından
dertsizce uzaklaşsanız da ona daha fazla yakınlaşıyor ve
onu daha fazla tanıyorsunuz !

Adamın biri aniden cennetten usanmış gibi, kevire dü­


şer. Kevirin yalnızlık ve gurbetine. Birini yanında görmek
kendi başına bir hadisedir, hiçbir zaman gerçekleşmesi
mümkün olmayan bir hadise.

66
Takva ve İman Sembolü Kardeşim!

Kaç gün ve geceden beridir sürekli olarak sizi düşünü­


yorum; vücudum titrerken size karşı ümit, sevgi ve ihlas
doluyorum. Elbette, b u siyah isyanlarda, hiçbir karargah
ve sığınağa, kurtuluş gemisine ve yol gösterici bir ışığa
sahip olmayan bu halkın, kendisine doğru yönelince Allah
tarafından korunması bekleniyordu. Biz güçsüz, sefil, dar
görüşlülere yol göstermesi, teselli vermesi, "bizi düzeltme­
si" ve "şeytani hilekarlara" , "ilahi hileyle" karşılık verme­
si, hatta büyük bir sahra caddenin üzerine düştüğünde ,
yolu kapattığında, çevreyi korkunç bir ağırlık ve kasvet
kapladığında ve böyle bir kabus aleminde ellerimizi bile
hareket ettirme gücüne sahip olmadığımızda bize yardım­
cı olması ve en azından elimizden tutup bizi bu kargaş a­
nın içinden alarak bir kenara çekmesi ümit edilirdi . Al­
lah'ın böyle davranmakla neyi murad ettiği , neden bunu
engellediği ve bilinmeyen nasıl bir geleceği düşündüğü bi­
ze tamamen meçhuldür. Sen de bunun belirtilerini görü­
yorsun. Aniden, hiçbir eksiklik ve sebep olmadan, kızıyor,
alevleniyor, hummalı bir ateş , titreme, nara atma, heye­
can, baygınlık, acı , hastalığa kapılmışa benzeyen dertler,

67
ızdırap , şiddetli bir hormon değişikliği sonucu meydana
gelen sarsıntı ve bilahare meçhul bir yerde otlarken ze­
hirli otlar yemiş necip atlar gibi bir hal alabiliyoru z . At,
dizginlerini koparıyor, eyerini atıyor ve elinde olmadan
şahlanıyor, hayali gölgelerden ürküyor, kendisinden kaçı­
yor, ahırdan, sıcak ve yumuşak yatağından kaçmak için
ahırın kapısını kırıyor ve feryadların yayıldığı sahralara
kaçıyor. Etrafında dönüyor, havaya sıçrıyor, toprakta yu­
varlanıyor, ayaklarını açıp, nallarını yere vuruyor. Sudan
ve kaldığı bölgeden , onu muhabbetle okşayanlardan, yo­
lun başında gördüklerinde bakmak için onu durduranlar­
dan kaçtığında kendisini kanlara, toprağa bulaştırıyor ne
pahasına ol ursa olsun kendisini kurtarmaya çalışıyor ve
sahraya ulaşıyor. Birkaç saat geçtikten sonra sakinleşi­
yor, yorgun düşüyor, ardından bir köşeye yığılıyor ve ölü­
me teslim oluyor . . . Bu ·eddedilme engelini aklımızdan ge­
çirmezdik. Allah'ın, onu . 1 başına neler getirdiğini görüyor­
sun. Aniden kendi kendisini hallediyor. Tıpkı çürük mev­
ya gibi; vakti geldiğinde kendiliğinden ağaçtan düşüyor
tam zamanında. Kuşku yok; hazır, nazır, rahmet sahibi,
diri ve meseleleri gören Allah, kendi işimizde bile bir rol
sahibi olmamıza fırsat vermeden, işleri yoluna koyar. Dü­
zene girmesini sağlar. Tıpkı arzulağımız gibi, bir-iki tane
değil; bundan dolayı ben rahmet ellerini omuz larımda
hissediyorum. Lütuf ve rahmetle temizleyici, bahar getiri­
ci ve susuzluğu giderici bu ilahi yağmurun bir damlasına
bile layık olmadığımı bilmeme rağmen durmadan yağıyor;
bunun karşısında duyduğum heyecandan yüreğim bir ya­
nardağ gibi patlayacak oluyor.

Ama bu düşünce ve hayallerle, devamlı olarak bu çok


boyutlu yalnızlık içerisinde ne bir işle meşgulüm, ne de
bir yaşantım var. Bundan dolayı bu düşünce v� hayaller

68
bana arkadaşlık ediyorlar. Kapılmamın sebebi, görüyor
olmamdır. İşte hakkında kon u ştuğumuz bu merhametli
Allah, layık olduğunuz şekilde ve halkın ihtiyacı olan tür­
de sizi hayır ve bereket kaynağı yapmıştır. Bunun da ö"te­
sinde toplumun en hassas yerinde, başka bir tabirle en
zor çalışma sahasında, özellikle de yabancıların sömürü
arenası haline gelen bir ülkede ilim, şuur ve tanıma zor­
balık surları arasında muhasara altına alındı. Üstü kapa­
lı, nemli ve karanlık bir hamama dönüştürülen atmosfe­
re, küçük bir ışığın, güneş ışınlarının ve hatta bir mumun
girmesi haram sayıldığından , bu loş ve pörsümüş atmos­
ferde yol bulmak mümkün olamazdı. Ancak ilahi bir mu­
cizeyle, burada çalışabilecek iman, bilinç ve tanımanın en
layık vesilesiyle en büyük iş, feth ediliş . Belki de siz, bu
bir kaç sabah boyunca işin genişliğini, tesirinin boyutunu,
özellikle hızlı bir şekilde ilerleyişini ve hangi sınırlara da­
yandığını bilmiyorsunuz?

İrşad'ın bir kısmı felçti . Düzelebileceği yolunda hiçbir


ümidim yoktu . Sizin de ümidinizin olduğunu sanmıyo­
rum. Ve şimdi, dua zoruyla şifa buldu ve istikametini dü­
zeltti. İki yansı tek bir beden oldu. Kuşkusuz hala zayıf­
lık, cerahat veya çirkinlikler varsa, bu, geçmişteki hasta­
lığın tabii ve yokolmaya mahkum eserinin .kalıntılarıdır,
sağlık bulucudur. Genç nesilden aydın , tahsil görmüş ve
mantıklı tiplerin gelip geleneksel ve çürümüş düşünce sa­
hiplerinin yerine geçmesi beni büyük hayretlere düşür­
müyor. Bu tabiidir, o kadar mühim de değil. Bu yıl ben de
aynısını yapabilirim. Ama mühim olan ve anormal olma­
yan, büyücülerin sihirlerinden oluşan hayaletlerdir. Bü­
yücülük anı dışında da onları hiç bir ayet etkilemez.
"Dalga dalga Allah 'ın dinine girerler.. . "

69
Bu ilginçtir, ümit vericidir, eyvallah!

Eğer eşkiyalann eşekleştirdiği ve yağmalanmış bu top­


raklarda uyanma ve bilinç rüzgarı esmeye başlarsa, top-
1 um um uz ta temelinden s arsılacak ve İslam' a , bilinçli
iman ve aksiyon odaklarına hızlı bir akın olacaktır. Bu
odakların kapılan devamlı olarak akla kapalı olmuştur.
Ve şimdi bu bilinç rüzgarı oradan esmeye başlamıştır bi­
le.
Dosta mektup

Kardeşim!

İnsan ahmak oldukça cennette yaşar, ama o yasak


olan bilinç meyvesini tattığı zaman düşüş başlar, otlar ve
hayvanlar arasındaki rahat yaşantısı , "cihad ve gayret"e
dönüşür , yeryüzünde sürgün ve dertler arasında boğul­
mak.

Şimdi, insan bugün kendisinin sırlarla dolu alın yazısı­


nı -ki hakikatlerle doludur- yeryüzündeki yaşantısının
gerçeklerinde sembolleştirmektedir. Geçici ve çok devrele­
rin ardından, cehaletin karanlık ve sessiz topraklarından,
tabiattaki fakirlik, sessiz esaret ve koyu kasvetten sonra
şimdi aklın aydın zirvesine, biliçlenmeye, tabiat üzerinde­
ki saltanata ulaşarak kendisini bulmuştur. ilim, sanat ve
serveti kendi evriminde bulmuştur. Artık her zamandan
daha iyi yaşaması gerektiğini biliyor. Her dönemden daha
fazla mutlu olabilir. Hayatın boş, mutluluğun da gülünç
ve manasız olduğunu anlamıştır .. . Her şeyin zirvesinde
boşluk, hiçlik!

" Gülünç"lük (Absurdite) felsefesi, düşüncenin en son

71
buluşu. Kültürün zirvesinde, felsefe ve dehanın olgunlu­
ğunda böyle bir buluş. Biz doğulu aydınlar eğer bu düşün­
ceyi eleştiriyorsak, "maslahat"tan dolayıdır, gerçekten de­
ğil . Şundan dolayı; herşeyi yağmalanan, açlık çeken bir
ulus için felsefi hiçlik, sofıce hiçliğe yönelme, yokluk dü­
şüncesi veya ahlaki nihilizm bir toplumsal felaket olur.
Bu da emperyalizmin yararına ve sömürülenlerin zararı­
nadır. Bundan dolayı ben kendi asrımda ve neslimde top­
lumsal maslahatı gözeten bir aydın olmaya çalıştım ve ça­
lışmaktayim. E sasen, emperyalizm ve yağmalama döne­
minin son bulması ve toplumun muradına ermesiyle bir­
likte, sanayileşmiş burjuvazi ve iktisadi refah içerisinde­
kiler olarak, bugün eleştirdiğimiz , saldırdığımız felsefeyi
savunacağımızdan kuşkum yok. D oğrus u Avrupa ona
hakkıyla ulaşmıştır!

Aslında insan ruhunun hareketinde -ister ferdi ve ister


toplumsal ruh olsun- cebri ve tabii seyrin insanın değiş­
mesinin yolu olduğuna inanıyorum. Bunu Adem'in manalı
kıssasında görmek mümkün. Bu, dünyanın en büyük, mo­
dernleşmiş tarihi ülkeleri için de geçerli ; Ç i n , Hind,
Rum ... Ve şimdi Batı!

Aynca soylulardan olan ailelerde büyümüşlerin kendi­


lerinde gördükleri büyük ruhi değişiklik: Leo Tezo, Buda,
Zerdüşt, Mani, Mazdek Sokrat, Eflatun , İbrahim Ethem
ve bizim Sanei ile Nasr Hüsrev.

İhtiyaç-refah-boşlµk-isyan-manaya yönelme.

Geçmişten ve bugünden yüzlerce örnek vardır. Bu


merhaleyi , ruhuİı seyir ve seferini -bütün merhaleleri
aşan ruh, bir merhalede yolun ortasında yok olmuş veya
henüz yolun yarısında olan ruh değil- göstermesi için ve

72
görüşümüzü ispat etmesi için zikrettim . Ama böyle bir
açıklama. ve irdelemeye baş vurmaya gerek olmadığı
inancındayım.

Onun yerine, zaman geçirmeden bir noktaya değine­


lim . B enim sözlerimin temel hedefi, siz burada bulunan­
lardır. Benim şu sözlerimin muhatabısınız:

Şimdi tahmin edebiliriz, muvaffak olsak, hem de bir


ferd olarak hayatın bütün merhalelerini aşsak, B uda'nın
doğduğu şehre veya Batı'nın burj uvazisine veyahut Sart­
re'ın bilinç noktasına ulaşsak, yani ilmi ve fikri cehalet­
ten çıkmış olsak, fakirlik ve yoksulluktan kurtulsak, bü­
tün cismi ve ruhi ihtiyaç, ateş ve vesveselerine cevap ver­
miş olsak bilP- yine de bir boşluğa, hiçliğe vardığımızı an­
layacağız. O zaman bütün bunların beyhude ve gülünç ol­
duğunu yakından görmüş olacağız. Bütün b unlar fakir ve­
ya bir deliyi doyurmaktan ve sakinleştirmekten başka hiç
bir şeye yaramaz. İşte bu merhalede hepsini olumsuzlaş­
tırırız. Bizim için bir cazibe taşımayan masraf ve lezzet­
ten oluşan hayattan bıkar ve nefret ederiz. Ona karşı is­
yan ederiz. Yeni bir heyecan, sır, yeni bir nida bulmaya
çalışır, ötelere imanla ayaklanırız, ama artık zaman geç­
miştir. Veya hayattaki canavarca masraflarımızdan olu­
şan yeni dine alışır, adet ediniriz . Yolun yarısında bir
gayret başlar; gelir-masraf ve masraf-gelir, yemek için ça­
lışmak ve çalışabilmek için yemek, nihayet ölürüz . Ve bu
kapkara kasvetten hiç uyanmayız veya uyansak da kor­
kunç nihilizm, katıksız olumsuzluk veya Schopenauer'de,
kötümserlik şüpheciliğinde veya neticesiz kalan bu dal­
dan o dala sıçramalarla noktalanan ekollerde, oryanta­
lizmde veyahut bugünkü Amerikalılarda görülen bir nevi
hindizm felsefesinde ya da dinde görülen bir nevi sofilik
dininde takılıp kalırız. Bütün doğruları bulmuş gibi.

73
Öyl e ise, daha şimdiden kendimizi devrimci bir gayret
ve atılımla yolun sonuna fırlatmamız daha doğru olmaz
mı? Aziz ve değerli zamanımızı ; gayret, endişe, korku, çe­
kişme, heyecan, ümit, koşuşturma, komplo, yatınn;ı., dü­
şünceler, hakkobazlıklar, gam, sevinç, mest olmalar, kö­
tülükler, teves süller, ürkmeler, dayanmalar ve . . . Ve buna
benzer işlerle heder edelim, harcayalım, satalım ve fakat
bunun neticesinde elimize geçenler, özünde boş şeyler ol­
sun . . . Ele geçirelim, sahip olunca veya gözümüzü açtığı­
mızda da onlar için harcadığımız zaniana ağlayalım , ha­
yıflanalım. ( 1 )

1- Mektup burada yarım bırakılmıştır.

74
Dosta mektup

Aziz dostum,

B eklenmedik bir hadise iç ve dış dünyamı altüst etti­


ğinden Tahran'a gelmem ve dersleri yürütmem oldukça
zor ve hatta imkansıza yakın hale geldi . Bununla birlikte
gelmek veya gelmemek konusunda kendimle hep çatışma
halindeyim . Zira bu kez beni başka bir şey Tahran'a çeki­
yor, o da evliliğiniz. Denize akışa, o gürültüler koparan
nehrin sessizce denize akışına şahid olmak isterdim. Ama
Tahran'a ulaşmadan önce benim için programlar hazırla­
mışlardı. B undan kaçmak benim için ahlaken, hatta fiilen
mümkün değildi. ·

B undan dolayı çaresiz olarak bu yolla tebrik gönder­


meye çalışmaktayım. Sonsuz şevk, ihlas ve orada buluna­
mayışımın özlemiyle göndereceğim şu kelimelerle -ki
Schandell'in de dediği gibi, "bedenimin parçalarıdır" - tela­
fi etmek istiyorum. Bildiğin gibi bu kelime, yazılı işaret­
lerde, toplumsal merasimlerde , sözlü iletişimde, maslahat
veya geleneğin beyan edilmesinde yürürlükte değildir. Zi­
ra sözlerin en samimice olandır ve bu sadıkça sözü söyle-

75
mek hiçbir maslahat da doğurmaz .

B aşlamış olduğumuz bu yeni mevsimin ilk gününde,


yani bir ömrün başlangıcında, başarılı ve uyum içindeki
bir hayat için bütün dua ve arzularımı iletiyorum . Bir
dostun adına bir noktayı hatırlatmak isterim; -gerçek ve
en yüce manasıyla- dosttan başka hiç kimsenin ona mu­
hatap olma üstünlüğünün bulunmadığı , onun büyüklüğü­
nü, sonsuz büyüklüğünü kendisinde toplayamayacağı şey
şudur: Ben aşka inanmıyorum, neden böyle olduğunu ve
ne dediğimi biliyorum. Aşk, genç erkek ve kadını birbirine
çeker. Öyle güçlüdür ki , ferdin herşeyle ve herkesle olan
bütün eski bağlarını bir tek bağın kalması içil! kopartır.
Bütün dalları kesen bir bahçıvan gibidir. Hepsini keser ve
bütün köklerin ve hayat damarlarının güç vermesi için
bir dalı bırakır. Bütün duygulan öldürür, tatil eder. Veya
sadece bu duygunun can bulması için diğerlerini gölgede
bırakır, bütün vücudu baştan ayağa kadar sarması için.
Ya da ruhun bütün meziyetlerini felç eder, insanın bütün­
lüğünü oluşturan bütün olguları emer. İşte bu, aşk değil­
dir, bir sarmaşıktır. İnsan onu seçmemiştir. O insanı se­
çer, o tabiatın görevlisidir. Tabiatın istediği yaş haddi,
mizaç ve diğer belirtiler, ikisi için hazırladığı komploya
yetmektedir. Bu komplonun kötü olduğunu söylemiyo­
rum, asla! Tabiatın işi ve Allah'ın isteğidir. Vakit geçir­
mek, içmek ve yemek, çalışmak, uyumak, bilahare doğ­
mak, gelişmek, genç olmak, kemale ermek v e ihtiyarla­
mak, kısacası bu sujesi olduğumuz hayatı yaşamak. Ve
onda bir hiç olduğumuz ruh ve bedenimizin durumu! Hep­
si bir kanun.

Buna göre, " aşk bir kızamık gibidir, her genç hayatın­
da bir kez ona yakalanmalıdır! " Öyle ise, herkesin bu ka­
dar üzerinde konuştuğu aşk, bizden çok bizim kimliğimiz-

76
le ilgilidir. Böyle olunca buna aşk demezsek daha doğru
olur. Kanın kaynaması, duygu devrimi, tabiatın bir göste­
risi veya başka bir şey �iyelim! O zaman aşk yoktur.

Evet, aşk yoktur; buna inanın. Nitekim buna inanmak


istemeyenler yokoluc u bir küfre düştüler. Aşk yoktur, aşk
adına bir varlık yoktur; insanın , hayatın güzergahında
bulabileceği bir varlık . . . E le de geçmez. Aşkı ortaya çıkar­
mak gerekiyor. Elbirliğiyle , becerikli dostun yardımıyla
yuva "yapılmalı" . Aşk yoktur, ama aşk vücuda getirilebi­
lir. Evlenmeye yolaçan aşk daha başlangıçta sönmeye
başlıyan bii- kaynamadır. Ama aşka dönüşen evlilik! Bu,
ölümsüz ve gerçek aşktır. Bizzat insanın "kendisi"nin işi­
dir. Hangi evlilik? İki yakın el birbirine bağlandığında, bi­
linçli bir bağlılık ve andlaşmayla hayret verici yaratılış
mucizesinin en berrak örneğini ortaya koyarlar. İsmi de
aşktır. İki karşı cins arasında aniden veya yavaş yavaş
göstermelik olarak başlayan ve evlilikle neticelenen yap­
m acık eylem değil. D ünyadaki bu ders , ciddi gayret, birbi­
rini tanımış iki ruhun arasındaki latif bir oyundan ve bir­
birlerine ve aşka inananların meydana getirmiş olduğu
tablodan oluşuyor. Bu ders öğreniliyor ve ondan sonra do­
ğuyor, bu da evlenmeni.n en güzel evladıdır. Bu bahiste
bir beyaz kitap sözkonusudur, iki de öğrenci, ama öğret­
mensiz. Her biri diğerinin öğretmenidir. Her biri diğeri­
nin bahçıvanı ve diğerinin kendisine "muhabbet tohumla­
rı"nı ektiği bir bağ; okşayıcı ellerin altında. Muhabbet
mehtabının ve anlama güneşinin parıltısı altında ve ken­
disinden bir isim ve eser olmayan latif t r rüzgarın esinti­
sinde. Bu rüzgarın nereden yükseldiğini ve ne mesaj ge­
tirdi�ni de bilmiyoruz . Filizleniyor, başını uzatıyor, dal­
'
larını ve yaprakları etrafa saçıyor, güllere ve goncalara
konuyor, ağırlık veriyor.

77
E şlerden her biri bir hiç olmasına rağmen, biri nutfesi­
ni diğerininin varlık ceninine bırakır, o da bir yük yükle­
nir: Aşk gebeliği. İşte o zaman yeni doğmuş varlık yavru­
larını kucaklarına alırlar. Ve bütün ömürlerini lahzalara,
anlara bölerler, onu yedirirler, bütün varlıklarını parça­
larlar ve onun dudaklarına dökerler; bütün ruhlarını
damla damla yapıp ona içirirler. Yavrularının her geçen
gün daha iyi gelişmesi, anne ve ·babayı her geçen gün em­
mesi, her saat ikisini bir lokma ekmek, bir yudum şerbet
yapıp iç içe çiğnemesi, yutması ve içmesi için. Onları tü­
ketmek için. İkisinin onda son bulması, iki hiç olmaları ve
bir varlığa dönüşmeleri için . . "Ben" ve "sen"in, "o" olması
için. İşte o zaman onların sevgisi onda bütünleşir, ikisi
onda nefes alırlar, onun gözleriyle görürler, onun boğazıy­
la ağlarlar, gülerler, onun dudaklarıyla konuşurlar, onun
· ayaklarıyla yürürler, onun göğsünde çarparlar, onun da­
marlarında akarlar, sadece o olur, başka hiç kimse yok­
tur! İşte onun ismi aşktır ve aşk böyle doğar, yaratılır. Ve
ancak bununla aşkın var olduğu söylenebilir, ona inanıla­
bilir.

Evet dostlarım, aşk yoktur, aşkı oluşturmak gerekir.


Aşk bulunabilir bir varlık değildir, aşk başlı başına bir sa­
nattır. Onu öğrenmek ve yaratmak gerekir. İki yakının
parmaklarının eseri olan bir e zgidir, bestelenmesi gere­
kir. Aşk iki yaba.ncıyı saran ve onları birbirine çeken bir
olgu değildir. Birbirini tanıyan iki şairin her birinin bir
m�srasını yazdığı bir gazeldir.

Ve ben bir dost olarak, sizi bugünden, Nevruz' unuz


olan bugünden, bu gaybi saza yapışmaya ve bugün birbi­
rine bağlanmış tanıdık parmaklan aşkın ezgisi . için sazın
üzerinde oynatmaya davet ediyorum.

78
Nasıl?

f'utuculuk ve ihlas ile, her birinin kendisini muhatabı­


nın duygu ve bakış güzergahına yerleştirmesi için gayret
göstermesi. Bu dünyada her şeyi onuQ. gibi görmek, anla­
mak, hissetmek için. Sadece bu yolla, birbirlerini kendili­
ğinden tanırlar, hissederler, görebilirler. Birbirine bağ­
lanmış iki el, o kanada yapışabilir ve o ezgiyi besteleyebi­
lir.

Ve ben, dostlarınızın safında, her yeni gün sanatkarca


ellerin eseri olarak ruhu okşayıcı bir şekilde yükselen ez­
gileri dinleyebilmeyi ümit ediyorum.

Tahran, geceyarısı Temmuz 1972

Ali Şeriati

79
Dostlara mektup

Aziz Dostlar,

Ricalarınız başım üstüne , ne varsa göndermeleri için


şimdi ricada bulundum. Bu gürültülü sürgün aleminde
beni hatırladığınız için mutluyum. Çünkü ben şu anda bi- _
le Meşhed'in eski dönemlerinde yaşıyorum. B urada her­
kesten fazla çalıştığımdan, daha fazla saygı gördüğümden
ve sözlerim daha fazla tesirli - olduğundan dolayı zahiren
başarılı olmam gerek, ama ruhum burnundan soluyor ve
duyguların kargaşasında, toplum.un gürültüsü arasında
yalnı zlık ve gurbetin acısını çekiyor. Alışkanlık olduğu
için mi, yoksa gerçekten mi bilmiyorum, ama buradaki
aydınların ders ve konuşmalarıma gösterdiği büyük ilgi
heyecan verici , benzersiz ve hatta hayret ettirici, ama bu­
nunla birlikte şehrimin parmakla hesap yapa-. ılarının ve
benim özel çevremin daha iyi anladığını hissediyorum!
Hesap sözünü değil, beni!

Her h alükarda , devamlı olarak sizi düşünüyorum .


Haftada iki dersim var. Bunlardan biri özel ve katılan sa-
yısı az . . . . . . "i sadece sohbet veya selamla görüyorum. O'nu
görmek, kendisi kadar ·t atlı olan hatıraları canlandırdığı
ve dersleri kolay kıldığı için, mutluluk verici.

80
Dosta Mektup

Aziz ve değerli dostum,

Selam ederim. Meşhed'de bulunduğum müddet içeri­


sinde daktiloya çekemediğim için bir kaç yazım bende
kaldı ve daha sonra, kaybolması endişesiyle -diğer bir çok
yazım gibi- bir kaç nüsha yazmaları için dostlara verdim.

B undan dolayı , nasıl yapabilirsen her birinden birer


kopya al ve bana gönder ki , en azından bir nüshası bende
kalsın veya buradaki dostlara bir kaç kopya almaları için
verebileyim. Göndermeni rica ettiğim yazılar şunlar:
· 1- Sir Seyyid Ahmed Han'.a Mektup
2- Şehadet Şehri Allahaısmarladık
3- Kur'an ve Bilgisayar
4- Hace
5- Haccın Mukaddimesi
· 6- Soru ve Cevap
İkinci ve üçüncü makaleyi Felsefi Bey'e verdim . Kendi­
si -Havza'da (dini ilimler me rkezi -çev . ) müderris olan
Felsefi'nin oğlu ve meşhur Felsefinin kardeşidir- . Bu iki

81
nüshadan birini de Hüseyni B ey'e vermelerini söyledim.
Bununla birlikte beş makale de ilimlerdeki dostlardan
alınabilir. Eğer Hacc'ın metninden bulmak zorsa ve foto­
kopisi pahalıya malolacaksa gerek yok. Diğer dört maka­
leyi alabilirsiniz. Özellikle şu anda lazım olan, Sir. Seyyid
Ahmed Han, Allahaısmarladık Şehadet Şehri ve Soru ve
Cevap 'tan oluşan üç makaleyi gönderin.O nların burada
yazılması, teksir edilmesi ve hatta basılması oldukça ko­
lay.

Elde bulunan konuşmalarımı yazılarımı ve gelecekteki


·
çalışmalarımı bazı sorunlar nedeniyle, yeni bir yöntemle,
daha dikkatli, ucuz ve yüksek tirajla basmak için bir ya­
yınevi programını hazırlamış bulunuyorum. Ç ünkü bu ta­
mamen bağımsız bir iş, ayrıca İrşad'a bağımlı. da değil.
Bunun yanında on-onbeş işi bir arada yürütmeyi düşünü­
yorum . Hepsini birlikte yayınlayacağım. Bunun için büt­
çeye ihtiyacım var. Elbette bulması zor değil . Çünkü dost­
ların bu sahadaki himmetleri artmış durumda. Benim is­
tememe veya teklif etmeme gerek kalmadan dostlardan,
fikirdaşlardan bazıları konuşmalarımı veya derslerimi
halkın istifadesine sundular, bu yolda yardımcı oldular.
Diğer dostlar eğer bunda fayda mülahaza eder, bu tür iş­
lere din ve halkın yaran açısından inanırlarsa, halihazır­
da çok az, çok zor ve çabuk geçici olan -hatta yokolan ve
fedakarlık, gayret ve acıyla oluşturulmasına çalışılması
gereken- bu teşebbüs için harekete geçmeliler.

Başarı temennisiyle,

Ali

82
Hayır Fonuna mektup

Fatımatu'l Zehra Hayır Fonu İdare Heyeti'ne, Kahe

Selam eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Benim için bir yolculuk hadisesi ( 1 ) doğduğundan, ida­


re heyetindeki vazifeyi sürdürmem engellendi . Bundan
dolayı bir kaç naktayı hatırlatmak isterim:

1- Kahe'deki parsellerimi Kahe halkına devrediyorum .


. . . . . Bey' den, elde olan imkanlardan istifade etmelerini ve
bu toprak parçasının Kahe için bir h ayır ve hizmet nokta­
sı olmasına çalışmalarını istedim. H ayır Fonu İdare He­
yeti ' nin de bu konuda ellerinden geleni yapacaklarını
ümid ederim.

B ununla birlikte parsellerin imarı ve medrese karşı­


sında bir bahçenin yapılması ayrı bir iş konumundadır ve
bu çaba, köy ahalisine hizmetten başka bir şey değildir.
Şimdiye kadar bu işler için bir miktar para ödedim, onun
iki bin Tümen'ini de . . . . . Bey'e verdim . Geriye kalanın ı

1- Yolculuktan kasdı, 1978'de lran'dan hicret etmesidir.

83
Hayır Fonu karşılasın. Her iki toprak parçası da Fon'un
emrindedir.

2- Fon'daki aidatım bundan böyle eşim· vasıtasıyla öde­


necektir.

3- Yok sayılacağımdan, benim oy hakkım için başka bi­


rini seçin.

4- Eğer kabul ederseniz, Kahe'nin muhtaç on yoksulu­


na her ay yardım eden dükkanın hesabını ödemeyi fon
üstlensin, bize düşen payı da üye aidatı olarak öderiz.

Fon'un faaliyetinin, özellikle de bir düzene girmiş olan


üyelerden aidat alınmasının aynı düzen içerisinde sürme­
sini ve bu değerli hizmetin tatil edilmeme.sini temenni
ederim. Ben orada bulunmasam bile, sürekli olarak çalış­
malarınızın düşüncesiyle birlikte olacak ve yapılması ge­
reken her yardımı eşim vasıtasıyla yapacağım. B aşarılı
olmanızı Allah'tan dilerim.

Mayıs , ( 1 978-çev. )

Ali Şeriati

84
Hüseyniye-i İrşad, ( * ) bir yönden toplumun en büyük
fikri karargahı olarak tanındığı , muhtelif itikadi ve içti­
mai tüm kesimlerin -muhalif veya muvafık- bu gerçeği
paylaştığı "V e bu merkezin çağımızın aydın ve genç nesli
arasında, dindar ve gelenekçi halk çevresinde geniş bo­
yutlu şekilde İslam'ı yayma ve düşünceler üzerinde etkili
olma misyonunu üstlendiği bir yöne döndürüldükten son­
ra, bu son birkaç sene içerisinde olağanüstü bir hızla İran
toplumunda çağımıza uygun yöntemlerle İslami hareke­
tin büyük dalgalar halinde büyümesine vesile olmuştur.
Sadece bununla sınıı-lı kalmamış , bu doğrultuda müşah­
has, belirgin "fikri bir mekteb" e , belirlenmiş "içtimai he­
defler"e sahip olmuştur. Manevi başarı, toplumun şiddetli
ilgisi ve tahsil görmüş kesimin beklenmeyen bir tarzda
heyecanla dönüş yapması şeklinde olmuştur. Gelişme ru­
huyla kaynayan bu gençlik, dini duygularla İslami ideolo­
jiye yönel�iştir. Bunun yanısıra, komplocuları, iftira yağ­
murunu sürdürenleri, kinaye bombardımanı başlatanları

( * ) Bu metin, ·mektup değildi. Ancak İrşad ile ilgili olduğun­


dan mektuplar arasına alınmasına karar verildi.
\

85
tanımış ve onlan şaşkınlığa düşüren ani bir tavırla karşı­
larına dikilmiştir. Oıılan -ki şiddetle etkilenip hassaslaş­
tılar- halk toplulukları önünde, rezil ve rüsvay etmiştir.
Bütün bu komploları etkisiz hale getirmek için tüm ted­
birleri almıştır.

Bu komplo ve iftiracılarııı bir kısmı aşikardır, bir kıs­


mı ise gizli. Buna rağmen halk bunları az çok tanımakta­
dı,r. Bizim okumamış halkımız, her ne kadar toplumsal
meseleleri dikkatli bir şekilde ele alamıyor ve bu gürültü
ve dedikoduların asıl sebebini teker teker izah etmekten
aciz kalıyorsa da, en azından bütün bu çeşit ani başkaldı­
rışların, gürültülerin, işbirliği içinde olmaların ve tekel­
deri hareket etmelerin; imandan, ihlastan, din derdinden
ve ilmi bir mantıktan ı �aynaklanmadığını kesinlikle bil­
mekt.adlr. Evvela, ilim v � dinin mantığı bu değildir . İkinci
olarak, bütün ömürleri boyunca kendi şahsi menfaatleri­
nin kabuğunda, özel ve sınırlı olan hayatlarında bir nevi
sürüngen hayatı yaşamış ve dinin yok edilmesi, İslam'ın
kökten sökülmesi ve dünya müslümanlarına ölüm getiren
musibetler karşısında seyirci kalmış olanlar, sadece mec­
lislerini sıcak tutmak ve toplantıyı düzenleyeni avlamak
düşüncesi içinde bulunmuşlardır. İngiltere, Fransa, Belçi­
ka, Hollanda:, Rusya, Amerika ... ve benzer isimlerdeki
emperyalist güçler sanki kendi ülkelerinde hareket edi­
yormuşçasına, Asya ve Afrika'daki müslümanları katlet··
tikleri asrımızda, siyonistler, müslümanların kalbini ya­
rarak varlıklarının bayrağını yükseltmektedirler. Ayrıca
İslam'ın tamamen yokedilmesi için binlerce siyasi, kültü­
rel, iktisadi ve ahlaki komplo, desise hazırlanmaktadır.
İslam toplumunu bozmak, tahsil görmüş genç nesli İs­
lam'dan tamamen uzaklaştırmak, yaşlı nesli ve halk kit­
lelerini hurafe, donukluk, cehalet -hatta din adına ve bir

86
nevi kendi yapıları olan İslam yöntemiyle- ve saptırma­
larla yoldan çıkarmak ve onları tam anlamıyla felçli hale
getirmek için bütün yöntemlere başvurdular. Avamı, yoz­
luğun içinde boğdular, seçkin kesimi de fesadın içinde .
Avam olmayan sınıfı, emperyalizmin cinsel ve ahlaki fe­
sadında boğan bu güçler, İslam'ın dünya sathındaki varlı­
ğını yüzlerce siyasi plan, fikri, kültürel, toplumsal desi­
seyle yok etmeye , zayıflatmaya çalışırken, müslümanla­
rın varlığı da binlerce komplo, vahşice saldırı, ateş ve be­
lanın eşliğindeki muhasara, fakirlik, bölücülük, katliam,
parçalama, yağmalama, ve hatta ulusların toplu katliamı,
ülkelerin tamamen imhası, ölüm ve kan parolası, toplu
kıyı mları ve korkunç vahşiliklerle ortadan kaldırılmaya
çalışılıyor. Bunların en büyük dertleri güçsüz olduklarını
hissetmeleri oldu . En büyük İslami mesuliyetleri de, es­
naf arasındaki birkaç müridleri nezdinde "itibar"larını ,
mevkilerini korumak ve çevrelerindeki halkı, taharette
vesvese, kıraat ve el öpme meseleleriyle ayakta tutmaya
çalışmak, böyle bir ruha sahip olan kitleyi dağıtmamaktı!
Hiç kuşkusuz, bunların çevresindeki müridler bile bu me­
suliyetsizlerin şu iki sene içerisinde nasıl bir biliçlenme
dönemi geçirdiklerine, hep birlikte ve aynı ses tonuyla
benzer bir tavır göstererek İrşad'ın karşısında dikilmiş ol­
malarına hayretle ve soru soran bakışlarla bakmaktadır­
lar. Halkın geleceği konusunda bu kadar kı_zgınlık, kükre­
me ve yürek yanıklığı, İslam konusunda sergiledikleri gü­
lünç traj edi tablosu, yüzlerce, hatta binlerce senelik tav­
şan uykusundan aniden uyanmaları , İslami bir müessese­
nin önüne dikilmeleri ve bizzat kendi itiraflarına göre , bir
dini vazifeye karşı Nebi'nin rivayeti esas alınarak saldırı­
ya geçmek için yalan söylemeleri , sahtekarlık yapmaları ,
İrşad'a iftira ve .bühtan yamamaları, mesullerinin liya-

87
katsız olduklarını ileri sürmeleri, diğer bütün farzların,
ayet ve hadislerden oluşan hükümlerin arasından sadece
bu işi kendilerine vazife bilmeleri, bu şekilde ciddi ve ta­
assubla harekete geçmeleri kendisiyle birlikte yüzlerce
soruyu da gündeme getiriyor . Öte yandan , hayatında
minbere çıkmamış, tek kelime konuşmamış , hayatlarında
bir kez olsun kalemi alıp da bir kağıda yazı yazmamış
olanlar, sadece İrşad'ı eleştirmek ve reddetmek için min­
bere çıktılar. Bir sene içerisinde bir çok eser yayınladılar,
bir ay içinde defalarca minbere çıktılar. İrşad'ın sohbet
halindeki derslerine veya otuz sayfalık broşürlerine karşı­
lık üçyüz sayfalık reddiyeler yazdılar. Müslümanların zi­
hinlerini, ülke sathında her geçen gün yazılan siyonizm,
emperyalizm, maddeperestlik, dinsizlik ve fesaddan ve ls­
lam'ın, müslümanların geleceğinden saptırıp sadece Hü­
seyniye-i İrşad'm İslam'ı tanıma dersleriyle meşgul etti­
ler. Bu teksir kağıtlarını, asrımızda İslam'ı tehdit eden en
büyük tehlike olarak tanıttılar?

Ne oldu da bunlar birden değiştiler? Aniden mesuliyet


.hissine kapıldılar? Aniden ağızlarını açtılar, kaleme sarıl­
dılar ve bu kadar duygusal oldular? Ne oldu da toplumsal
sahada "kötülükten sakındırma, iyiliği emretme" esasını
bu kadar yıldır unutmalarına, "gaybet dönemi"nde iyiliği
emretmenin bir fayda sağlamayacağını söylemelerine, her
kötülüğün Mehdi'nin zuhurunun belirtisi olduğunu, bu­
nun kaçınılmaz , tabii ve hatta ümit verici olduğunu ileri
sürmelerine rağmen birden bire uykularından uyandılar
ve bu esası hatırlayabildiler? Bu esası yeniden hatırladı­
lar ve faaliyetlerini de İslami bir müesseseye karşı başlat­
tılar. E lbette bu vazife görme dönemleri son bulunca söz­
konusu esası yeniden unutacaklar, hararetle savunmaya
başladıkları bu esası tatil edecek ve sürünerek benlik ka-

88
buklarının içine gireceklerdir.

Bu sualler halk arasındaki en bilgisiz kişilerin bile zih­


nini meşgul etmektedir. Toplum her ne karar teşhis ede­
miyorsa da, o sesin çıktığı gırtlağı tanıyor, her halükarda
olan bitenin doğal olmadığını görüyor.

Ancak memnunlukla söylemek gerekir ki , bugünkü


halk özellikle Nasreddin Şah döneminde uygulanan, hak­
kı öldürme ve kirletme yoluyla -nitekim bir kaç tekfir fet­
vası satın alma, fasıklığın ilanı ve �şılanması maksadıyla
bir kaç minber merasimi , bir kaç meçhul iftira ve ithamla
Seyyid Cemal'i kilise uşağı, B atılı İslam düşmanı kafirle­
rin memuru, dinsiz ve sünnet olmamış birisi olarak tanıt­
mışlardı- bir düşüncenin, mües sesenin veya bir eserin ka­
muoyunda lekelenmeye çalışılması konusunda daha uya­
nıktır. Hakkın yapısını mahkum edip çirkin bir tablo hali­
ne getirmeye uğraşıyorlar. Ancak bütün bu fetva satıcıla­
rı ve sipariş üzerine minber merasimi düzenleyen acemi
ve beceriksizler bugün bir hakkın nasıl öldürüleceği, bir
gerçeğin çehresinin kamuoyunda nasıl kirletileceği ve ba­
tıl · mührünün nasıl vurulacağı hesabını yapıyorlarsa ya­
nıldıklarını iyi bilmeliler. Bu çağın bu şart ve atmosferin­
de , mevcut meseleler, hareket, toplum ve kitle p sikolojisi
önünde ve bunca bilinçlenme, uyanıklık, düşünce gücü
karşısında varlıklarını sergileyemeyecek kadar basit ve
dar görüşlü olduklarını anlamalılar. Bu seviye karşısında,
her zamanki geleneksel yapılan ve her zaman konuştuk­
ları sözlerin toplamından oluşan seviyesizlikleriy.le gele­
nekçi görevlerini ifa edebileceklerini düşünüyorlarsa açık­
ca yanılıyorlar. En açık örneği, İrşad'ı kamuoyu gözünde
kötülemek içi n: başlattıkları tahripkar saldırılarıdır. E n
açık örneği -işleri riya v e aldatmayı aşmış olan zillet için-

89
deki isimsiz uşaklardan ayrı olarak- Kerbela'dan dönmüş
ordu misali, bu hadiseye katıldıklarını inkar etmeye ve
karıştıkları her facianın veya günahın vebalini başkaları­
nın boynuna atmaya çalışmalarıdır. " H aşa" duvarının ar­
kasına gizleniyor veya çaresiz kalınca orduya katılmış ol­
malarını tevil etme yoluna gidiyorlar. Şöyle:

-Biz meselenin nereden kaynaklandığını nasıl bilebilir­


dik ki?

-Biz meselenin bu noktaya gelebi leceğini bilmiyorduk?

-Bizim ne suçumuz var? Ümmetin büyük ve saygın fa-


kihi ve şer'i hakimi geçmişte de Hazreti Ali'nin, şiilerin ve
hakperestlerin teyid ettiği bir şahıs olan Kadı Şureyh fet­
va vermişti!

-Şiilerin işini Ali'nin kendisi bozdu, kendisi için bir tek


kişi bile bırakmadı, hepsi Ben-i Ümeyye'ye yöneldiler.
Mukaddesatçılar ve yıllardan beri onunla aynı safta aynı
hedef doğrultusunda hareket eden, geçmişi ve ismi olan
sahabeler O 'ndan uzaklaştı, adsı z , ünvansız halktan ko­
puk ve düzensiz bir Irak ordusundan başka kimse kalma­
dı. Sen kiminle birlikte Ben-i Ümeyye'ye karşı geleceksin.
E n azından Talha ve Zübeyr gibi tanınmış büyük şahsi­
yetleri yanında tutsaydın. Kendilerini düşünüyorlar veya
makam ve görev istiyorlarsa ver ! Ver ve gönüllerini hoş
et! Sen h em Emevi gücüne karşı savaşıyorsun ve hem de
tanınmış büyük şahsiyetlere, nüfus sahibi sahabeye, ls­
lam'da güzel geçmişi olanlara karşı. En azından bir siya­
setle, o büyük mukaddesatçıları kendi aleyhinde tahrik
etmeseydin! Safından ayrılmamaları için bir yolunu bu­
lup onlarla anlaş. Böyle yap ki, Nehrevan savaşını başlat­
masınlar. Zorbaların gücünün her üç cephesinde ( Sıffın),
riyakarların çehrelerinin nüfuzuyla ( C emel) ve mukadde-

90
satçı avamın taassubuyla (Nehrevan) savaştı ve üç cephe­
de de mağlup oldu, ardından da yalnız kaldı. Avamın mu­
kades kılıcı; Şam'ın iğrenç kılıcı ve güzel isim yapmış sa­
habelerin kılıçları birleşti ve onu yokettiler. Kendisinin
böyl� bir durumu oğlu için önceden hazırladığı açıktır. Biz
katılmasaydık bile yine de netice buraya ulaşacaktı, ama
· konumumuzu , e_mniyetimizi ve hayatımızı tehlikeye at­
mış olacaktık. Müslümanların cumhuruna muhalefet et­
mekle suçlanacaktık. Müslümanl arın birliğini parçala­
mak isteyen ve İslam ulemasının da kafirliğine fetva ver­
diği bir yabancıyı desteklemek ne fayda sağlayabilir?

- Eğer işinde yanlışlık yoktuysa neden Abdullah b. Zü­


beyr de O 'na biat etmedi. O'nunla Medine'den çıktı, ama
yol arkadaşılıklarına ve müşterek düşünceye s ahip olma­
larına rağmen O 'ndan ayrıldı? Neden en yakınlarından
bacısının kocası Abdullah b. C afer, amcası oğlu Abbas b .
Abdullah, Ali'nin yaranından, ş i a rehberlerinden, ehl-i
beytin büyük alim ve şahsiyetleri, velayete inananlar,
Ben-i Umeyye'ye muhalefetleriyle tanınanlar, hatta kar­
d:şi Muhammed b. Hanife bile O'ndan ayrıldılar ve O'na
nasihat ettiler: "Azizim gitme! Yapma! B u yolun akibeti
iyi görünmüyor! Kendinden büyük birkaç olgun insanın
sözünü dinle! Biz senin kötülüğünü istemeyiz ki . Vefadar
olanlar nerede, bu halkı boş ver, sana ne halktan, hadise
gününde seni yalnız bırakırlar. Seni davet edenler, sana
duygularını bildirenler, Ben-i Ümeyye' den şikayetçi olup,
seni kıyama zorlayanlar, durumun kötü olduğunu gör­
düklerinde senin etrafından dağılmakla kalmayacak, biz-
. zat Abdullah'ın bayrağı altında sana kılıç çekeceklerdir.
Biz bu halkı iyi tanıyoruz . Burada kal. C eddinin kabri ha�
şında, Allah'ın haremenin yanında kal. Eğer izin verirler­
se ceddin resulullah'tan dört hadis naklet, eğer bırakmaz-

91
larsa evinde, ailenin içinde kal, ta ki Allah bir kapı açın­
caya ya da şia, ehl-i beyt ve Alioğulları için Peygamber'in
bizzat kendisi bir çare buluncaya kadar. "

Duymadı bile, "kuşun b i r ayağı var" dedi . M aslahat


emreden onca mantıki delil ve ayete, kendi kavim ve ka­
bilesinin samimi düşünceli büyüklerine cevap vermedi.
Sadece duygusal sözler sarfetti. "Rüyada ceddim Resulul­
lah'ın 'ayaklan' dediğini gördüm . . . ", "ben ceddimin sünne­
tini ihya etmek için hareket edeceğim" , "halk benden,
Ben-i Ümeyye'nin zalimce sistem ve varlığını ortadan kal­
dırmak ve kurtuluş için cihada başlamak için kıyama ve
cihada hazır olduğumu ilan etmemi istedi . B enim için va­
kit tamamlanmıştır . . . " . . Hatta müphem ve gayba dayanan
cevaplar: "Ben bu seyahat için görevlendirildim . . .
" ·

Kendisinin ve dostlarının katledildiği yere kendi ayak­


larıyla gitti. Kimsenin suçu değil.

-Babası, o geçmişe, güce ve · o dönemin halkı ve nesli


arasındaki nüfuzuna rağmen mağlup oldu . Ordusu ve ma­
kamı olan kardeşi yenilgiye uğradı, barış yaptı . O ise, eli
boş kadın ve çocuklardan oluşan yetmiş iki kişiyle, hem
de Ben-i Ümeyye'nin en güçlü olduğu bir dönemde kıyam
etti ! Böyle yapanın istikbali bellidir. Birisi birileri kendi
ölümünü seçtiği zaman, başka biri ya da birileri onun ölü­
münde parmağı bulunmaktan dolayı kınanmamalı. E sa­
sen davranışı daha baştan yanlıştı. Eğer doğru olsaydı,
onca sahabe arasından, ulema, fukaha, muhaddisin; bü­
yük zahid ve mücahid şahsiyet, Ali şiası, Resulullah'ın ve
alevilerin evinden neden muteber ve tanınmış bir ferd
O'nun hareketine katılmadı? Yaş, ilim ve toplum açısın­
dan Abbas mı önemlidir, yoksa kardeşi Muhammed Ha­
nefiyye mi? Şu büyük müfessir, ümmetin tanınmış ve ehli

92
beytin büyük siması olan Abbas mı meselelere daha iyi
yorum getirir, yoksa onsekiz yaşındaki genç Ali Ekber
mi? Abdullah b . C afer b . Ehi Talip neden gelmiyor da ka­
rısı . ve küçük çocuğu O 'nunla yola koyuluyorlar? Hü­
seyn'in Kerbela'ya doğru harekete geçirdiği kervana bak­
mak bile herkesin O 'nun bu çıkışına muhalif olduğunu
göstermeye yetiyor, sadece Ben-i Ümeyye'nin değil!

-Efendi, olan olmuş ve bitmiştir1 herşey O 'nunla Al­


lah'ın arasındadır. Kerbela'da da meselenin maslahata
uygun bir şekilde tamamlanması için elimizden bir şey
gelmedi. Hatta Abdullah'ın kendisi ve Ö mer b. Sa'd, bu
,
durumun meydana gelmesini istemiyorlardı. Meseleyi ya­
tıştırmak için çok gayret gösterdiler. "Bir şeyler yap ki,
senin için birşey yapabileli m ! " dediler. Mühlet istedi ver­
dik, saygıyla davrandık, hatta arkasında nam�z kıldık,
kaç kez O'nunla saatlerce müzakereye oturduk, olmadı ,
duymadı. Yanındaki 60-70 kişiyle karşımıza dikildi , çok
ciddi bir şekilde ! Sağ ve sol cepheler kurdu, ön ve geri
cephe tanzim etti, ateş hattı açtı ve durdu, bayrak açıp kı­
lıcını çekti. Elimizde olan Fırat'tan bir kaç kez su almak
istedi, aldı da. Daha sonraları bizim propaganda kaynak­
larımız -sizin mersiye okuyan mevlüthanlarınız- su almak
için gelip yalvardığını, ağladığını, su vermediğimizi, kal­
bimize merhamet düşürmek için gidip süt çocuğunu getir­
diğini, "ben günah işlediysem de bu küçük çocuğun ne gü­
nahı var, ona biraz su veri n . " dediğini, daha sonra da ge­
lip ağladığını ve "ciğerim susuzlktan kebap oldu" dediğini
yaydılar. Ama hangi beyinsiz, Ali'nin oğlunu tanıyabilir,
İbn-i Sa'd'ın uydurduğu bu iftiralara inanabilir? Çoğunlu­
ğu yaşh, kadın, hasta, genç, çocuk olan ve savaşacak in­
san sayısı çok az olan yetmiş iki ki şi bizim otuz veya yüz
küsur bin kişilik resmi ordumuz karşısında durdu, cephe

93
aldı, savaştı , mücadele edenleri saflara çağırdı. Tek başı­
na kaldığında bile savaşmaya davet ediyor, savaşı sürdü­
recek kimseler arıyor ve zaferden söz ediyordu.

Böyle bir adama karşı ne yapılabilir? Kimsenin suçu


değildi!

-Ben elbette katıldım. Çünkü, doğrusunu söylemek ge­


rekirse, O 'nu. savunabileceğimiz şekilde hareket etmedi .
Hatta her taraftan O'na yapılan saldırılar karşısında sus­
mak bile mümkün değildi, derhal suçlanırdınız. Bir fay­
dası da yoktu. Çaresiz olarak, itibar, konum, mal, can, na­
mus ve ırzın korunması için takiyye yoluna gittim ve üm­
metin icmasına (ortak görüşüne-çev. ) din, devlet sahabe
ve büyük şahsiyetin isteğine uyarak hadiseye katıldım .
Zahiren, ümmetin görüşüne ters düşmemek, küfür ve is­
yanla suçlanmamak maksadıyla böyle yaptım , ama Allah
da şahiddir, bunu yaparken son derece iyi niyetliydim. Bu
hadiseye katılmakla bir yandan ırz, mal ve konumumu
korumaya çalışırken, gidip gitmememin hiç bir fayda sağ­
lamayacağını da düşündüm. Her haliyle hadise olacaktı .
Hem gitmekle hiç olmazsa benden daha kötü birinin yeri­
ni işgal etmiş oldum. Aynca bu hadisede benim varlığımı
hayırlara vesile kılabilecek beklenmedik bir gelişme de
olabilirdi. Allah Teala, benim elimle müslümanlara hiz­
met, kötülüğün önlenmesi ve kavganın yokedilmesi için
bir hizmeti takdir edebilirdi . Ve nitekim böyle de oldu.
Devriye birliğindeki bir kaç rezil, ayaktakımı ve taş kalp­
liler defalarca iğrenç olaylara teşebbüs etmek istediler.
Ben Hazret-i Hakk'ın lütfu , ilahi başarı, Allah Resulünün
ruhunun inayeti ve ilahi bir tec e lliyle bu teşebbüsleri ön­
leyebildim . Duyulması gereken ilginç bir olaydır. Fırsat
bulunca inşaallah anlatırım. İnsaflı olmak lazım. Benim
gibileri o orduda hiç de az değildi. Hepsini bir çırpıda at-

94
mamak lazım. Benim gibileri her ne kadar takıyye, mas­
lahat, iyilik ve hizmet düş üncesiyle görünüşte Abdul­
lah'ın safında bulundularsa da, -defalarca da olsa söyle­
mek isterim!- bizim orada olmamamız halinde daha kötü
hadiselerin olacağını da unutmamak gerek!

- Şahsen beni kandırdılar. Şam ve Irak'ta bulunan bü­


tün cami, minber, fakih ve şahsiyetler O'nun yabancı ol­
duğunu söylediler: "İnkılab yapmak, müslümanlann saf­
larını parçalamak, Resulullah' ın ümmeti arasına tefrika
sokmak ve hükümeti ele geçirmek için baş kaldırdı , baba­
sı da böyleydi. Kur'an'a kılıç çekti, asrın raşid halifelerine
karşıydı , büyük sahabelerle savaştı , hükümeti boyunca
devamlı olarak müslümanlara karşı savaştı . Kafirlerin
değil, binlerce müslümanın kanını akıttı. Ü mmü'l Mümi­
nin'e kılıç çekti, dinden çıktı . " Ben ibadet ve diğer işlerle
meşgul olduğumdan, hadiselerden ve siyasi gelişmelerden
gerçekten de uzaktım. Baktım ki, bu baba ve oğulun küf­
rü tevatür derecesine ulaşmış , ·güvenilir ve inanılır şahıs­
lar da bunu teyid ediyor. Bana kesin ve yakini ilimle ispat
oldu. Bundan dolayı, bunu şer'i bir vazife bilip hareket et­
tim. Orada tam bir iman ve ihlas ile Allah'a ve Resulüne
yakın olmak maksadıyla, bir kaç sahabe ve sözde bir kaç
Peygamber evladının kanının dökülmesine ortak oldum.
Ama daha sonra bu amelinin yanlış olduğunu ve kandırıl­
dığımı anladım. Bu hareketimden dolayı tövbe etmem ge­
rekiyor. O hadiseye Allah rızası için katılmış olmama, kı­
lıç sallamama, hayırlı bir niyete sahip olmama, "amelle­
rin niyete göre olduğu"nu bilmeme rağmen samimi bir
kalble bağışlanmayı dilemeliyim. Nitekim Nebi'nin: "mü­
minler hayırlı amellidirler!" hadis-i şerifine uyarak tövbe
etmeliyim.

Müslüman halkın beklenilenin üstünde gösterdiği ilgi ,

95
aydınların ve dinden giderek uzaklaşan okumuş kesimin
meseleye yakınlık göstermesi, isim yazdırmak için yakla­
şık beş bin okumuş kız ve erkek öğrencinin sıraya girme­
si, İslam'ı tanıma, Kur'an'ı tanıma, Arap dili ve edebiyatı,
tebligat yöntemi ve konuşma metodu, sosyal ekoller, tef­
sir, İslam tarihi, akide, İslam kültürü, çağdaş dünyada
sanat ve felsefe derslerine girmek için müracaat etmesi,
bunuJ?. yanısıra İrşad'ın İslam kültürünün tebliğini ihya
etmenin modern yöntemi, tarihin yüce değerleri , İslam
düşüncesinin yayılması i Ç in yeni bir dönem s ayılan şia
mezhebi konulan, ayrıca İran'da mezhebi sahada tiraj re­
koru kırarcasına mezhebin harekete geçirici bir fonksiyon
ifa etmesi yolunda kitapların basılması gibi konulara eğil­
mesi, gayret göstermesi zamanımızın en büyük sosyal ha­
disesinin gerçeğini oluşturmaktadır . İrşad, aydın ve genç
nesli batılılaşma eğiliminden kurtarıp İslam'a yöneltmek
için başlattığı hareketiyle, halk kitlelerni hurafelerden ,
sınırlı gelenekçi dinden ve yobazlıktan kurtarmak ve ger­
çek İslami toplum ve insani mektebe götürmek istiyor. Bu
yolda cehalet perdelerini yırtarak aklı, donukluk ve esa­
retten kurtarmayı hedeflemektedir. İlk nurlu İslam yuva­
sına, hak ve adalet s avunucusu Ali şiasının yorumuyla
ulaşmak için, bütün müşkülat, engel ve hatta bu iki esa­
sın toplumumuzda hakim kılınmasından korkan odakla­
rın düşmanlıklarına rağmen kesin ve hızlı bir başarı sağ­
layabilmiştir.

Bu s ahada önemli olan bir mesele, Hüseyniye-i İr­


şad'ın halihazırdaki durumu ve konumunun İslam düş­
manlarının komplolarına, "şuur bahşeden şia ve Ali taraf­
tarlığından kaynaklanan mesuliyet" adı altın � a İrşad'ın
maneviyatını kırmak için yapılan yoğun propaganda bom­
bardımanına, bilinen geleneksel yöntemlerle töhmet, ifti-

96
ra, tekfir gibi ve yapmacık tavırlarla protestolara ve her
türlü saldırıyla kamuoyunda etkisini azaltma faaliyetleri­
ne rağmen bunların tamamının fiyaskoyla sonuçlandığı­
nın ve onların rezil rüsvaylıklarına vesile olduğunun deli­
li olmasıdır. Bu metodu sürdürmekten ümitsizliğe kapıl­
mışlar ve neticesizliğini açıkça görmüşlerdir. Tahrik edici
ve üc_retli piyonları, bu tecrübeyle, çürümüş araçların ve
bilinen propaganda yönteminin neticesini açıkca gördüler.
Bir kaç sabıkalı molla müsveddesinden, zayıf nefis sahi p­
lerinin ve kendi pak olmayan evlatlarının bile oyuncağı
olan halihazırdaki uşakların devreye sokulduğuna şahit
olmaktayız . Normal halk arasında bile herhangi bir itiba­
ra sahip olmayan bir kaç uşak sıfatlı sarıklının görevlen­
dirilmesi , kamuoyunu aldatma ve İrşadı toplumda yalnız
bırakma yolunda bir şey yapamamasının yanısıra bu gru­
bun mertçe olmayan uygunsuz mücadeleleri, İrşad'ın güç­
lenmesi ve daha iyi tanınması yolunda iyi bir vesile de ol­
muştur. Bizzat bunlar, kamuoyunun dikkatinin çekilme­
si, zamanımızda İslam ve mezhep için yeni bir iş ve yeni
bir yol araştırmakta olan halkın uyanması, bilinçlenmesi
ve inanması yolunda, İrşad'ın hedeflerine bilmeyerek hiz­
met ettiler.· Bu, düşünce ve itikadda bir e sastır. Bir "ger­
çeğin" beyanı ve zafer için sadece dostların fedakarlık, ih­
las, liyakat ve samimiyeti yetmiyor, bunun yanında bu
boyutta ve bazen daha fazla olarak düşmanların ihanet,
düşıp.anlık, saldın ve ropagandalan da etkili olmaktadır.
Öyle ki bugün eğer Ali'nin gerçek şahsiyeti, içtimai ger­
çekleri , Ali'nin mektebi (ekolü-çev. ) halk arasında bu ka­
dar aşikarsa ve biliniyorsa bunun nedeni, bu mektebi
Peygamber, Fatıma, Hüseyn, Zeyneb, Ebuzer ve Selman . . .
gibi büyük şahsiyetlerin ruhları arasında görmüş olmala­
rındandır. Aynca başka bir sebebi de. onu Muaviye, cina­
yetkar A's , aynca kuru mukaddesçi, s1nırsuz, tahriklere

97
kapılmış mutaasıp Hariciler gibi düşük ruhlar arasında
görmemiş olmalarıdır. Karanlık, bir lambanın makamını
ve değerini tanımak ve teşhis etmek için en az aydınlık
kadar_ yardımcı oluyor.

İrşad'ı savunmayı kolaylaştıranlardan biri şudur: Ev­


vela, dindar halk arasında senelerden beridir, bir fikri de­
ğişikliğin gerçekleşmesi ve mezhebin ışığında yeni top­
lumsal bir tebliğ hareketinin oluşturulması, İslam'ın gele­
nekleşmiş ve tesirsiz yöntemlerle tebliğ edilmesi yöntemi
karşısında bir ihtiyaç olarak kendisini ortaya koymuştur.
Hatta şimdiye kadar dini ve şer'i vecibelerini geleneksel
bir şekilde yerine getiren müminlerden bir çoğu, dini me­
selelerin bu şekilde devam etmesi halinde gelecek nesil­
lerde dinden bir eser kalmayacağının farkına varmıştır. ..

98
Mekteb-i İslam dergisi idare heyetine mektup

Değerli Mekteb-i lslam dergisi sorumluları,

Onüçüncü yılın ilk sayısı, "aziz okuyucu, aziz temsilci ,


yeniden hatırlatmakta fayda var; bu yıl, Allah'ın yardı­
mıyla Mekteb-i lslam dergisini n tarihinde dönüm noktası
ve değişme yılı olacaktır. Bu nedenle hem 'muhteva' ve
hem de 'tiraj ' yönünden gözle görülür bir gelişme sağla­
malıdır . . . " .( 1 ) şeklindeki ümit verici haberle yayınlandı.

Dergi'nin " değişim yılı" olarak ilan edilen onüçüncü


yıldaki "dönüm noktası"nda şu kararın alınması değerli
ve yerinde olmuştur: " Bundan böyle dergide 'kitap ve
matbuat'a yönelik eleştiri ve i ncelemeyi konu alan yeni
bir mevsim başlıyor. Yayınlanan kitap ve matbuatı İslami
açıdan değerlendirmeye tabi tutacağız. Ama bu değerlen-­
dirmeler ilmi ve genel olacak ve hiç bir surette şahsi yönü
bulunmayacaktır" . (2)

( 1) "... Bize yardımcı olun ki, saptırıcı ve zehirli yazılar karşı­


sında, bu ilmi ve dini dergiyi daha fazla dağıtabilelim. "
( 2 ) sh. 7 6
·

99
Bu asırda, hususen bu toplumda kitap ve matbuat -
özellikle de bu zamanın kitap ve matbuatı ve sorunlarımı­
zın olduğu bu saha- meselesiyle ilgilenenlerin, bu karışık
pazarda nelerin döndüğünü bildikleri aşikardır . kalemle
ve kaleme neler yapıyorlar. Bunun için büyük bir müjde­
dir. Bizirtı kitap okuyan toplumumuzda kitapları tanıyan­
ların bulunmayışı ne büyük faciadır. Kitap okumak isti­
yorlar, ama ne okuyacaklarını bilmiyorlar. Kitap seçimi,
to.plumumuzda "seçimin" nerelere kadar uzandığını gös­
termektedir. Gelişmiş toplumlarda matbuatın birikimleri
o toplumlarda bütün dallard.a ilerleme sağlamanın zengin
bel irtisidir. Okuyucu için " seçme" sözkonusu değildir.
Herkesin, mesela aile doktorunun, avukatın veya bir spor
takımının taraftarları nasıl belliyse yazar ve yazarların
taraftarları da, dostları da bellidir. Zira modern toplum­
larda yazarlar tanınmıştır. Ama sınırlı toplumlarda, kırık
kalemlerin bulunduğu, düşüncenin öldürüldüğü, itikadın
kaçak sayıldığı · yerleı de, ihtiyaç duyan ciddi ve doğru
okuyucular, bir eseri v.� onun doğru ve asil yazarını bul­
mak için tiryaki bir arayıcı gibi bu kara piyasada, yüzler­
ce s'öz ve yüzlerce müşkül içerisinde gayret ve takip içeri­
sinde olmalıdırlar. Sahte markalar, kalpazanca hazırlan­
mış maskeler, propagandalı şöhretleri , suni şahsiyetler,
taklit cinsler, zehirli maddeler, bayıltıcı sular, ithal edil­
miş donmuş cesetler, çürüdüklerine dair iptal damgası
yemiş kokmuş yiyecekler, yeninin büyüttüğü çehreler, es­
ki inandırıcı gelenekler, bin türlü bencil ve şeytan huylu
bencilleri bir araya toplayan kargaşa mozaiğinde süslü
vitrinlerin arkasında tanınmış el ve eller, sistem ve sis­
temler, güzel şöhretli satıcılar, kötü şöhretliler, tellaların
aşikar ve gizlileri karşısında kandırılıp zarara uğratıla­
cak, ezilecek, satın alıp yiyecek, zehirlenmesine rağmen

100
çiğnemeye devam edecektir . B u n a rağmen ciddilik , gay­
ret, infak, gaybi imdat ve şansının yardımı ile "onu" keş­
fetmeye çalışacaktır.

-Sanki gizlenen bir fi rariymi ş gibi- asil yazarı ve -ka­


çak uyuşturucu mesabesinde olan ! - onun " tabii" yazıları­
nı, s ahte malların satışının gelenekleştiği ve sadece sahte
sikkelerin satımının revaçta olduğu bu ticaret sistemi içe­
risinde bulmaya çalışacaktır.

Gelişmiş ülkelerdeki kitap okurla rı kalem kahraman­


l a rı n ı rahatlıkla tanıyabilirle r . Kendi lerinin s evgi duy­
dukları ve m uhabbet besledikleri düşünce çehrelerini zor­
lanmadan b u l abilirler, spor k ahramanlarını tanıma ko­
laylığı kadar basit bir şeki l d e . Sinema s anatkarları n ı ,
d i n i ve siyasi palyaçolarını d a aynı rahatlıkla bulabilirler.

B aş langıçta anne-baba, aile çocuğa yardım eder. Daha


sonra öğretmen okul, propaganda araçl arı, kendi tabirle­
riyle kitle iletişim araçları ve bilahare kilise, üniversite,
p a rti yardımcı olur. Ö zellikle üç önemli unsur, önceden
tanıma, tahlil e tme ve kendi istediğini seçme konusunda
yardımcı olmakta oldukça etkilidir. Biri, yazarı n ismi ve­
. ya mütercim, diğeri her fikri , itikadi ve kültürel grup için
güven kaynağı olan yayınevinin simgesi ve üçüncüsü eleş­
tiridir. Nitekim edebi, felsefi ve s anatsal dallardaki eleş­
tirmen, bir s a rraf rolünü oynar. Ve toplumda bir eserin ve
hatta eserin s ahibinin geleceğini tayin eden bir makamdır
o.

E d ebiyat d ünyasında, sanat ve kültür sahasında eleş­


tirmenler fıkıh ve mezhep dünyasındaki büyük şeyh ülis­
lamlar ve taklit merciileri mesabesinde görülürler . Has­
s a s i ş lerinde kuşku, vesvese ve di kkat gösterirler. Din
ulemasının veya adil bir hakimin tarafs ı z bir şekilde hü-

101
küm vermede gôsterdikleri dikkate sahiptirler. Yapımın­
da milyarlarca doların sermaye olarak konduğu, ve dün­
yanın tanınmış yıldızlarının oynadığı, dünyanın en meş- .
hur yazarının eserinden veya dünyanın en büyük tarihi
hadiselerinden uyarlanmış bir film için en ilginç olaylar,
haberler, maceralar, psikolojik hakkabazlıklar ve propa­
gandalar uzun bir süre öncesinden yapılır. Rejisörün is­
mini duyurmaya, yıldızlarının özel ve umumi ilişkilerini,
yaşantısını yansıtmaya çalışırlar. Dünyada zihinlere yer­
leştirirler. Ariıa film beyazperdeye geldiğinde eleştirme­
nin kaleminden çıkan bir iğne, bütün perdeleri kaldırma- ·
ya ve onların bütün propaganda ve planlarını fiyaskoya!
neticelendirmeye yeter! Uyanık, pratik zekalı, kahraman,
ayrıca inanç ve sanattan başka hiçbir şey tanımayan eleş­
tirmenin; gürültülü hileler, büyük boyutlu yalanlar, güç
odaklarının tehlikeleri , doğruların katledilmesi veya faz­
l asıyla akan p araların vesvesesine kapılma endişeleri
karşısında sadece imanından kaynaklanan güçle hareket
etmesi çok şeyi değiştirmektedir. Taşlamalar, ömrünün
sonuna kadar inzivaya itilmeler, para, hem de kendi ağır­
lığında veya ailesinin, hatta bütün "dost" ve "arkadaşla­
rı"nın ağırlığında altın onu sürekli tehdit edecektir.

Eleştirmenler -düşünce ve kültür müftileri- herkes için


ve herkesin yerine kitapları okurlar, · kıymetini biçerler,
eksiklik ve sanatını beyan ederler. Pak ve zahidçe "eleşti­
ri"lerini, bir nevi cerrahi operasyon neticesi olan görüşle­
rini, manalı, seçilmiş ve tanınmış sözlerini bütün sanat­
kar ve yazarları tashih etmek için beyan ederler. Yetişti­
rirler ve onun kemale ermesine yardımcı olurlar. Ayrıca
kitap okuyan kitleye -muttaki bir müçtehid, kitap fakihi,
sanat ve kalem uzmanı gözüyle- yardımcı olur. Kötüyü
iyiden rahatça ayırdedebilmesi, aradığı halde bulamadığı-

102
nı bulması ve yutması gerektiği halde neyi seçeceğini bil­
meyene, aradığını sunmak için yardımcı olurlar.

B urada eleştirmenin itikadi, fikri ve sanat yönündeki


mesuliyetlerinin etkisinin bir yazarın yazmış olduğu ese­
rin oluşmasından daha hassas, ağır ve tesirli olduğunu
görmekteyiz.

Toplumumuzda " eleştiri" işi daha yeni başlamıştır.


Ama tıpkı diğer bazı şeylerin de taklidi ve özenti olarak
başlaması gibi, bir "moda" boyutunda! "Avrupa'da eleştiri
var, bizim de sahip olmamız şarttır" mantığıyla!

Ama eleştiri meselesi, taklit edilebilineceklerden daha


ağır ve ciddi bir mesuliyet gerektirir. Ceket, pantolon pa­
çasının geniş olması, eteğin darlığı, papyon bağlama, saç
ve yüzün makyaj ı , yemek masasının hazırlanması, gece
toplantıları, partiler Avrupai stil ve etiketlLtebessüml�r . . .
Nitekim sadece hiçlik, para, biraz prova ve bir seri mas­
karalıkla aynı eda takınılabilir, fiziki yapının düzeltilme­
si , lise dönemlerindeki fo rmun sağlanması için yapılan ·
perhiz, oruçla karıştırılabilir. Genel kültür kitapları , dışa­
rıdan imtihana girenler ve ekabir (soylular) kesiminden
talebeler için bir minber sermayesi olur . Batının büyük
.
bilginlerinden Gustaw Le Bonr� veya başkasından nakille­
re başlar. Takdir edilir açıklık, hassasiyetsizce taklid edil­
di . Haberler, gazeteler ve dergilerimizdeki makalelerde
Apollo gibi ıstılahlar "elektronik mikroplar" olarak yazıl­
maya başlandı. Ödünç almak, yersiz, seviyesiz ve irtibat­
sız nakillerde bulunmak, bir sarıklı mollanın papyon bağ­
laması ve meşhur olmak için sokağa çıkması veya İs­
lam'ın görüşlerini Freud'tinkiyle mukayese etmesi ve "gök
yarıldığında" ayetini Nickson'ın Apolla 1 3 'ünün gökyüzü­
ne çıkmasıyla tevil etmesi .. Ve bilahare İslam'ın meşhur
1 şahsiyetlerinden Abrrahman b . · Avf, Mütevekil ve Sahih

103
b.İbad gibilerinin isimlerini latince yazması ve gözleri ve
kulakları kapalı saf müşterilerine yut�urması ne gülünç­
tür . . .

Bir şahsın, mektebin, ideolojinin veya eserin eleştiril­


mesi, evvela bir teknik usulü ve belirli ve gerekli şartlan
icab ettirmektedir. İlk eğitim gibidir, ama zaruridir. Bu
işe başlamak i steyenin onu muhakkak öğrenmesi gerekir.
Bu ilk usulü bilmeden eleştiri yapmak o kadar gülünç bir
cehalettir ki tıpkı otomobil yanşlanna katılan birinin, ha­
yatında direksiyon, vite s , gaz , fren ve arabanın diğer
önemli noktalannı görmediği ve bilmediği halde arabayı
kuÜamnaya kalkışması, dağların arkasındaki göçebe ya­
şantısı sırasında ve eşeklerin sırtında iken "batılılar ara­
ba yanşına çok önem verirler ve bu yanşlar Frengistan'da
çok yaygındır" şeklinde duyduğu sözlere dayanarak hare­
ket etmesi gibi gülünç bir durumdur!

104
. . . ( *)

Saldırılara karşı cevap vermemeye ve belli gırtlaklar­


dan yükselen bağırtı çağırtı konusunda sadece susmaya
ve görüş sahibi halkın kararını beklemeye karar vermiş
olmama rağmen, Mekteb -i lslam isimli dini derginin onü­
çüncü yılının ilk sayısında yayınlanan "İslamı Tanıma'ya
Eleştiri" isimli yazının bir çok zihni karıştırabileceğini
düşünerek bir uyarıda bulunmayı gerekli gördüm . Bu ya­
zıda ilmi ve toplumsal açıdan yapılan eleştirinin, derginin
bilgin yazarlarının eserlerine ters düştüğü inancındayım .
Bu ele Ş tiri, bazılarınca ilmi bir eleştiri ve dergi yazarları­
nın görüşü olarak değerlendirilebilir. Bunun neticesinde
bir kısmı " İslam'ı Tanıma" ve diğer bir kısmı da Mekteb-i
lslam 'dan şüphelenebilir. O eleştiriyi d�rleyen Mekarim
Bey'e bir mektup yazdım. Ancak ahlaki ilkelere ve basın
geleneğine rağmen mektubumu dergisinde sözkonusu et­
medi. Ayrıca bir çok kişi eleştiriye cevap yazmış olmasına

( * ) Bu mektub 1972'de yazılmıştır.

105
rağmen sadece hususi cevap vermekle yetindi. ( 1 ) B unun­
la birlikte, her zaman rahatsız olduğum durumdan kaçın­
mak için sustum. Sert bir dille yazılan mektup meselesiy­
se iki sene öncenin hadisesidir -İsrail ve Filistin meselesi
gündeminden, siyoni s tler karşısında safların birliği mese­
lesinden sonra-. Mektup olayı, özel yerlerde, onun karşı­
sında, ünvan, dar görüşlülük, şahsi ihtiraslar, kendisini
öne çıkarmalar ve halkı aldatmalarla yaygınlık kazandı.
Ama bütün bu dedikoduları yayanlar bu ateşi alevlendi­
renler, ciddi insanlar değildi. Ciddi yerlerde de sözkonusu ·
edilmemişti. Bilmem hangi gazeteden bu derginin ismiyle
ve yine bu derginin yazı işleri heyetinin haberi olmadan
bir ilan yayınl;mdı. Bunun bir çok dindar ailede -nitekim
bu ailelerin büyük bir bölümü sözkonusu dergiye itikadi
bilgi noktasından bakmaktaydı- tesirli oldu. Ama yine de
bu derginin ismine duyduğum saygıdan dolayı, bu davra­
nışı içime attım. Nitekim Hüseyniye-i İrşad'daki "İslam'ı
Tanıma" derslerimin başında açıkca şöyle dedim: "E ğer
mukaddes ulema cemaatında hastalık veya düşmanlık
baş gösterirse ve orada aleyhimizde sürekli suçlama, ya­
lan yanlış saldırı ve tahrik yöntemiyle hücumlar da baş­
larsa, biz ulemaya saygıdan dolayı ve düşmanın istifade
etmesini engellemek maksadıyla karşılık vermeyeceği z .

1 - Yazdığı b u mektuplarda, çoğunlukla kendisini haklı çıkar­


mak için -bana ilmi münazarada bulunmak için edepli bir mek­
tub yazdığını, ama benim cevap olarak baştan sona . küfür dolu
bir mektup yazdığımı (münafıkların ağzına düşen ve sürekli
tekrar ettikleri yalan) söylemekte. Öncelikle benim mektubum
Mek teb ' in makalesi üzerineydi ve muhabbet dolu mektubunu
benim yazdığım mektuptan çok sonraları yazdı. Bu da ulemanın
yöntemi olmayan bir siyasettir. ..

106
Hatta şerefimizi, imanımızı, aşkımızı ve hatta temel mu­
kaddes esaslarımızı hedef de alsalar, kendimizi savunma­
ya teşebbüs etmeyecek, buna tahammül edeceği z . Çünkü
ulemaya saygıyı kendimizden daha önce görmekteyiz . Zi­
ra onların korunması bütün din bağlılarının yanısıra em­
peryalizmin kültürel saldırısı karşısında direnen ve me­
suliyetlerinin idrakinde olan aydınların da görevidir. Ni­
tekim halk kitleleri arasında güçlü bir yere sahip olan ve
bu güne kadar emperyalizmin sarsmaya muvaffak olama­
dığı bu sınıfın korunması , içtimai ve fikri bir mesuliyet­
tir."

Bundan dolayı boşverdim, h e r türlü tepkiden sakındım


ve başkalarına da engel üldum. Bu makaleyi -her ne ka­
dar Mekteb-i lslam benim için muteber ise de- geçmişte­
ki iftira ve düşmanlıklara bağlıyorum . Ve onların yağmu­
ru altında hiçbir şemsiye olmadan, çamurda, gecelerde ve
ağır korku atmosferinde yürüyorum . Bu zor yolda sadece
"Ali'nin acılan" bana sabır veriyor. Bu dersle kendi acıla­
rımın basitliğini daha iyi anladım. D aha sonra mektubun
metnini gizlediklerini gördüm . Ama onun bazı bölümleri­
ni kendileri "maslahat" gördükleri şekilde yaymaya başla­
dılar. Yine de sustum, ancak daha sonra bu suskunluğu, o
eleştiriye atılan imza oiarak değerlendirdiklerini gördüm.
Hatta susmam konusunda devamlı olarak beni destekle­
yen bilinçli arkadaşlar bile bu suskunluğa fazlaca devam
edemediler ve bir çok kesimin, bu suskunluğu cevap ver­
mekten aciz olmak veya kibirden dolayı böyle bir yola
başvurmakla değerlendirdiklerini söylemeye başladılar.

Buna rağmen yine de sustum. Ve hatta bu derginin ya­


zarlarından ve yazıişleri heyeti üyelerinden olan uyanık
ve bilinçli, ayrıca güvendiğim bir dostum, bu konuda beni
uyardı ve "bu makale , yazı heyetinden habersiz olarak

107
dergide basılmış olduğundan bizim veya senin tarafından
gösterilecek hiçbir tepki maslahata uygun olmayacaktır.

Belirli kesimin kötü yolda istifade etmemesi, aydınla­


rın da derginin yeni yöntemine şüpheyle bakmamaları
için dergide yayınlanan ve ferdi bir görüş olan eleştiriye
cevap vermek yerine, dergide basılması sayesinde düşün­
_
ce birliğine sahip olanlar arasına rahatlıkla tefrika soku­
lamayacağını göstermek maksadıyla herhangi bir mevzu­
da bir makale yaz . . . " dedi.

Ben hayır kokan bu teklifi kabul ettim. Hususen dergi­


den ulaşan bu mektup , yazarın ve yazarların iyi niyet ve
lütfunun göstergesiydi . Makaleyi yazmaya başladım, bi­
tjrmek üzereyken baktım ki yeniden benim derslerimle il­
gili bir yeni soruyu gündeme getirmişler -bu konu dinler
tarihi ve şia bahsi dersinde bir itiraz olarak söylediğim,
yasak meyvenin "bilinç" olduğuna işaret etmemdi-. Ve bu­
nun ardından iftiralar, gürültüler, bütün İslam ve şii tef­
sirlerine hakaret ettiğim, İslam ve şia alimlerinin vermiş
oldukları fetvalarla ortaçağ keşişlerinden aldığım tabirle
alay ettiğim yolunda bir seri töhmet! Görünüşümün İs­
lam'a zıt olduğu, İslam tefsirlerine, ulemaya neden müra­
caat etmediği m , hiç bir tefsirde yasaklanan ağaç konu­
sunda böyle bir yorum yapılmadığı ve hatta İslam'ın yap­
tığı açıklamanın tamamen bunun zıddına olduğu, eğer İs­
lam'ı öğrenmeye çalışan öğrencilere Kur'an'ı bu şekilde
öğretiyormuşsam . . . ve daha nice lafl

Baktım ki mesele benim ve sözkonusu dergide yazan


aydın dostumun tahmin ettiği kadar basit değil. D aha
sonraki sayıda da, yine o "klasik" kurnazlık yoluna baş­
vurduklarını gördüm.

iti raz Mezhebinin Bekleyişi adlı kitapta, mev'ud (va-

108
ad edilmiş) İmam' a ( a . ) inanç hakkında dipnotta sadece
bir soruyu sözkonusu ettim ve Nedbe duası konusunda
sorduğum bu basit soru hakkında araştırması olan ule­
manın bana yol göstermesini istedim . Zaman geçirilme­
den dergide Nedbe duası üzerinde söz söylenmeye başlan­
dı. Orada, başka bir yazarın Nedbe duasına olan itiraz ve
sorularıyla, benim basit sorum birbirine karıştırılmış şe­
kilde, hiç bir sınır ve ayrım konmadan, bütün o sözler
sanki- benimmiş gibi yayınladılar, dolayısıyla derginin ya­
yınlandığı ce vapların muhatabı da ben olmuş oldum!

Ve yine daha sonraki sayıda, biri, sual veya itiraz içe­


risinde, "yasaklanmış ağaç konusunda imamların rivayet­
leri bulunduğu ve açıklamasında da ilim ve bilinç olarak
sıfatlandırıldığı, hatta Safi'nin tefsirine müracaat edilebi­
leceğini" söylemiş. Derginin cevabı tahminlerin de ötesin­
de oldu. Hem sahte ve yalandı, hem de şia ve şia olmayan
müfesirlere ve bütün İslam ravilerine iftiraydı.

Bu açıkça gösteriyor ki, yazar kendisini savunmak, İs­


lam'ı ve bütün

İslam müfessirlerini temsilen , yasaklanmış meyva ko­


nusundaki görüşünü ispat _etmek için her yanlışı yapma­
ya hazırdır. İslam, İslam'ın Kitab'ı ve imamların rivayet­
lerinden her türlü sözü söyleyebilirler ve bir yanlışı dü­
zeltmeye çalışırken yüzlerce yanlış yapabilirler. Bu da ka­
bul edileme z . Neredeyse " İ s l am i ilimler Havzası"nın
resmi bir yayın organı ve müslüman ve şii olan bir ülke­
nin alimlerine ait olan, bununla birlikte yazı kadrosu adı­
na o kadar çirkin yalan, iftira ve sahtekarlığı yayınlayabi­
len bir dergi -hatta imamlar adına, şia kitaplarından ve
herkesin elinde bulunan tefsirlerden iğrenç yalanlar uy­
durmak, hem de cevap verenin kendi şahsı adına değil,

109
bilakis İslam İslam ulem�sı ve şia ulemasının resmi görü­
şü olarak yayınlanmaktadır-. Bunu da halka aşılamakta,
kamuoyunda bir yazarı yerin dibine batırarak, kitap ve
mütalaa çevrelerinin zihinlerini bulandırmaktadırlar. Bu­
nu yapan da şia ulema topluluğuun tek yayın organı olan
dergidir!

B unun da ötesinde, ahlaki yönden de düşüklüğün be­


lirtisi ve insani değerleri tanıyamamanın açık bir numu­
nesidir. B ütün bu şaheserler arasında cahillik, edepsizlik
ve yalana teşebbüs etmek, üstelik bunu din adına yap­
mak da sayılabilir. Bunun yanında, daha az tepki göster­
diğimi bilmelerine rağmen bana karşı giriştikleri rezillik,
ihanet, feryat ve dedikodulara ne demeli ! Kimsenin bu­
nun üzerine planlar yapmasına izin vermedim ve hatta
bu doğrultuda kimseye yardımcı olmaya yanaşmadım .
Her insan bundan dolayı en azından utanç duymalıdır.
Ama -eleştiriyi yazan, utanç verici yalanlarla -nitekim on­
.
d an beklenen de buydu- kendisine yönelik " şia tefsirl�rin­
de yasak meyva 'ilim' manasında yorumlanmıştır" şeklin­
deki okuyucu eleştirisine verdiği cevapta bize iftira ve ha­
karetlerde bulunuyor, utanç verici ve iğrenç ihanetler.
Okuyucu sizi eleştirip sual sorarken, neden bizi meseleye
karıştırıyorsunuz, neden yalana tevessül ediyor ve iha­
netten kaçınmıyorsunuz?

Derginizin birkaç sayısında zamanın maslahatından


dolayı bana saldırdınız ve akidemi tevil edip saptırdınız ,
hakaret ettiniz, iftira attınız . Bense bu davranışlarınız
karşısında saygı içerisinde sadece sustum. Suçum sadece
bu olmasına rağmen, dokuzuncu s ayınızda yine bir oku­
yucuya verdiğiniz cevapta bana o kadar çirkin ve iğrenç
yalanlar yamamaya çalışıyorsunuz ki . Neden? Benim le­
kelenmem size ne kazandıracak ki her yola rahatlıkla

1 10
başvuruyorsunuz? ( 13. yıl, 9. s ayı)

Gerçekten de yüreğiIJl. bu mukaddes dini toplum, ule­


ma için tutuşuyor. Dertler, zahmetler ve büyük hizmetle­
rin bağnndan doğmuş büyük ulema, pak ruhlu talebeler,
faziletli müderrisler, zahidler, şia kültürü ve İmam Sa­
dık'ın ( a . ) ilim mektebi, saygı duyulması ve değeri bilin­
mesi gerekli olan makamlardır .. Ama bozuk tipler unsur­
lar nasıl da karıncalar gibi içten kemirmeye ve dışardan
:la ilim ve dini rezil ve rüsvay edici yollara başvurmakta­
dırlar!

Bundan dolayı yayınlamaya karar verdim , hem kendi


mektubumu ve hem de Hüseyniye-i İrşad'ın araştırma
grubunun o eleştiriye cevabını! Dergi şimdi hiç bir cevabı
yayınlamayacak durumda olduğu ve hatta " Zen-i Ruz"
( "Günün Kadınıf' dergisi -çev. ) kadar bile ahlaki erdemlili­
ğe ve basın kanunlarına uyacak bir mertlik gösteremeye­
ceği için (baktım ki bu dergi Mutahhari'nin kendileri
aleyhindeki uzun ve delilli yazısını basmış) ve bunun da
ötesinde ikimizin de aynı dinin mensubu olmamız gibi
üzücü bir durumdan dolayı aramıza ihtilaf girmesini iste­
mediğimden, bunu dinsiz basında yayınlamaya razı olma­
dım . E limizde de herhangi bir araç yok. B undan dolayı,
araştırma ve inceleme ehlinin meseleden haberdar olması
için o yazıyı buraya almayı uygun gördüm . B a şkalan ne
düşünürlerse, benim için nasıl bir hüküm verirlerse vı;ı­
rinler.

Daha önceki düşünceme, her zamanki yöntemime rağ­


men, onun aleyhimdeki saldın ve saptırmalanna karşılık
bu mektubu genele hitabeden bir yayında yayınlatmak
üzere özel olarak yazdım . Kelami tartışmalardan uzak
\almak istedi m . Şu sebeplerden do�ayı beni bu cevabı

111
yazmaya mecbur bıraktı:

1 - " İslam'ı Tanıma'ya Eleştiri" adı altında seçtikleri


mesele, o bilinen grubun benim aleyhimde uydurduğu ifti­
rayı teyid etmek hedefini taşıyor.

2- O bilinen grup devamlı olarak büyük kitaplar yayın­


ladılar ve benim aleyhimde önceden tayin edilmiş düzenli
programlan uyguladılar. Hem onların şahsı, hem mantık,
kalem ve düşünceleri itibariyle bana olan düşmanlıkların­
dan dolayı yüce Rabbime şükretmem gerekir. Ben , kamu­
oyunu bilinçlendirme, eserlerimi yayınlama, hususen ger­
çeklerin ölçüsünün belirlenmesi , bir düşüncedeki özgün­
lük ve değer belirleme yöntemi gibi başarılarımın üçte
ikisini bunlara borçluyum. Allah yardım etti de onların
tahrik, iftira, "eleştiri"( ! ) ve saldırıları düşüncemin tanın­
masına vesile oldu. Onf a rın tekfir etmesi, kitaplarımın
daha fazla yayılmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı,
eğer bu ücretsiz ve beklentisiz mübelliğlerin bereketli ha­
karetlerine cevap verirsem nankörlük olur. Ama s aygı
duyduğum bir dergide bu iftiralardan birinin yayınlanma­
sı, onu, şüpheli ve propaganda amaçlı hakaret mektuplan
yayınlayanlar arasında görmeme sebep olmaktadır. Düş­
manların faydası doğrultusunda bir çok dindar ailenin
zihnini b ulandırmasından korktuğumdan bu cevabı ya­
yınlamaya karar verdim.

4- " İslam'ı Tanıma"ya saldırı 1 3 . yılın ilk sayısından


sonra devam etmedi, ama bana değişik bahanelerle sal­
·
dırma ve hususen de gelenek olduğu üzere cevap vermek
için sorular uydurmak yöntemi daha sonraki sayılarda
devam etti . Benim konuşmamın ve görüşümün aslı sözko­
nusu edilmeden, okuyucunun ne söylediğimi anlamasına
meydan verilmeden benim adıma müphem, eksik, saptın-

1 12
cı sorular uydurdular ve yine kendileri cevap verdiler.

5- Bu geniş topraklarda ne gazete ve ne de dergim ol­


madığından ve insanın saldırı karşısında kendisini sa­
vunması gibi tabii bir hak için ne minberim, ne dersim,
sınıfım, radyom, televizyonum ve ne de başka bir vesilem
bulunmadığından dolayı bu yolla kendimi savunabilirim.
Mek teb de , ne yazık ki, ne benim mektubumu ve ne de o
iki eleştirmeni eleştiren çeşitli okuyucuların gönderdiği
mektuplan yayınlamadı ve iftira atmak, buna karşılık sa­
vunma hakkı tanımamak gibi bir çirkin yöntemi sürdür­
meye devam etti. Bundan dolayı, çaresiz olarak en az im­
kanla -ki onun fotokopisidir- ve en sade şekliyle cevap
verme zorunluğu doğmuş oldu.

6- O, okuyucuların ithamlara cevaben yazdıkları mek­


tupları yayınlamadığı gibi, her birine cevaben birer özel
mektup yazdı. Bu mektupların her biri nde de, kendisini
haklı çıkarmak için yeni ithamlar öne sürülmüştü. Bir
büyük ve uydurma yalan buyurmuşlardı . Şöyle ki ; güya
beni saygılı bir şekilde ilmi münazara, görüş birliği ve an­
laşmaya davet etmişler, ama ben baştan sona küfürlerle
dolu olan bir mektupla bu hayrın önünü kesmişim, say­
gıyla yazılan mektuba karşı tavrım böyle olmuş! Böyle bir
davranış , onun sadakatine olan ümit ve inancımı rüzgara
savurdu. Bundan dolayı ilk önce kendisine yazdığım mek­
tubun metnini -ki o mektubun aslını kimseye göstermi­
yorlardı, ama yine de kendi uydurdukları tabir ve açıkla­
malarla onu eleştirmekten geri kalmıyorlardı -yayınlıyo­
rum . İkincisi �mektubun metninden de anlaşılacağı üzere­
mektubun aslı. O 'nun " İslam'ı Tanıma"ya yönelik iftirala­
rına cevap mahiyetindedir. B ahsettiği mektubu da, ne
saygı dolu, ne anlaşma ve uyum içerisinde yaşamaya da-

1 13
vet niteliğindedir. Aynca bu mektubu derginin idare mü­
dürünün yazdığını da eklemeliyim. O da, dergide " İslam'ı
Tanıma"ya saldın ve ona cevaben yazılan mektuptan son­
raydı ! İşte bu sebep ve unsurlardan dolayı, O 'na' hitaben
yazmış olduğum mektup ve İrşad'ın araştırma grubunun
O'nun eleştirisine cevaben yazdığı -ben ihtilaf ve çekişme­
l_ep önlemek gayesiyle onu yayınlatmadım- yazıyı bir sene
sonra yayınlamaya mecbur kaldım. B u tür yollara başvu­
runlara engel olsa bile, bunun bu sahada yayınlanan en
son yazı olmasını dilerim.

1 14
Ayetullah'il Uzma Milani' ye Mektup

Hazret-i Ayetullahi'l Uzma Milani B ey

Benim, babamın ve bizim gibi düşünenlerin size duy­


duğu saygıyı hatırlatmaya gerek yok herhalde. Zira bu­
nun ifade edilmesinin üzerinden fazlaca bir zaman geçmiş
değil.

Biz, yani toplumda geleneksel ve mirasçı dindarlar ile


dini kesimden � lmayan modern aydınlar arasında belirli
bir konuma sahip olanlar, bu zamanda dinin geleceği ko­
nusunda kayıtsız kalamayacağımızdan ve kalmadığımız­
dan -nitekim bütün duygu ve itikadımızın temeli dindir­
sizin İran'a gelişinizi - ve hususen meşhed'e yerleşmenizi
halkın arzularının gerçekleşmesi yolunda, ayrıca İslam
toplumu ve İslam uleması için büyük bir müj de olarak de­
ğerlendirdik . Zor inanan ve geç iman eden gençlerin sizin
gelişinizi nasıl ilgiyle karşıladıklarını ve makamınıza
ulaşmak için heyecanlı beklediklerini gördünüz.

İslam için bir şeyler yapmasına gözümüzü dikmiş ol­


duğumuz ulema topluluğunun aracılığıyla İslam'ın bu
mazlum halk _için bir şeyler yapmasını beklemek tabii

1 15
hakkımız olsa gerektir. B undan dolayı sizin şahsiyetiniz
bizim ümit ve inancımızın dayanağı olmuştu. Hususen,
ömrünün bir bölümünü dışarıda geçiren siz, gençlerin ba­
şıboşluğunun sığınağı , müminlerin ü mitlerini yenileme
kaynağı ve aydınların kötümserliğini telafi eden bir ma­
kam · haline dönüşen ulemaya büyük ihtiyaç duyulduğu
bir zamanda aramıza katıldınız. Bunlara ilave olarak; İs­
lam'a, Dini ilimler Havzası'na ve İslam ulemasına umut
bağlayan herkesin sizin başarılı olmanızı istediği biriyle
rekabetiniz sözkonusuydu.

Bütün bu şartlar, sizin şahsiyetinizin, herkesten çok


bizim için önem taşımasına sebep oldu ve size karşı inanç
ve saygımız fazlasıyla artış gösterdi. Nitekim çevrenizde
neler döndüğüne gözlerimizle şahit olduğumuz kara ve
zor günlerde nasıl da planlı, olgun, güçlü ve ustaca bir ta­
vırla meselenin üstesinden gelmeye doğru gidiyordunuz .
Biz gaflet dişlerimizi sıkıyor, en azından sizin takvanıza
gönül bağlamak ahlaki bağımsızlığınızla sevinmek ve size
saygı duymakla yetiniyorduk.

Hazreti Ayetullahi'l Uzma Milani,

Biz size, muhasara çemberi .çevrenizde daraldığı dö­


nemlerde büyük saygı besliyorduk. Bu muhasarayı, dış
dünyayla ilişkinizi kesinceya kadar daralttılar. Özel da­
nışmanınızdan, sisteminizin tek resmi sözcüsünden mah­
rum bırakıldınız . . . Bununla birlikte biz sizi bataklığa düş­
müş bir mücevher veya şeytan ruhluların zindanına düş­
müş zahid bir önder olarak görüyorduk! Gözlerimiz dolu
dolu ve boğazımız düğümlenmiş bir halde sabrettik, acı
çektik, ama yine de size inanç duyduk.

Şimdi böyle bir inancı kaybetmenin bize acı vermediği­


ni ve üzüntü kaynağı olmadığını sanmayınız . Kalbimizin

1 16
yaralı olmadığını söylersek yanılırız.

Kuşkusuz bizim gibi bir grubun -size sadece inanç ve


ihlasımızı sunabilirdik- sevgisini kaybetmiş olmaktan do­
layı üzülmüyorsunuzdur. Zira bugün makamınıza doğru
yol tutan ve yakınlaşan kişiler halkın saygısına ihtiyacı­
nızın kalmamasını sağlıyor. Nitekim yaklaşık bir asır bo­
yunca, şimdiki toplum ve zamanda izzet, riyaset, kudret
ve rahat içerisinde :y:aşayan Hazret-i Ayetullah Kefai ve
Hazret-i Ayetullah Behbehani gibilerini gördük, halkın
itikadına ihtiyaçları yoktu. Zira büyük bir taklit mercii­
nin -dini veya ulusal merci- kapısı umuma kapanınca bu
evin hemen arkasında başka bir kapı bu kez seçkinlere
açılıyordu. Bu kaçınılmaz hadisenin tekrarı da bir kaide
haline dönüştü. Bu bakımdan, tabii olarak bir umutsuz­
luk ve sizden ayrılışın hüznünü yaşıyor olsak da, bu, bü­
yük hatıranız üzerinde bir kırgınlığa yolaçmadı. Bugün
halkın sizin hakkınızda neler düşündüğünü araştırma
zahmetine kalkışmadığınızı pratikte açıkça gösterdiniz .
Ayrıca son senelerde attığınız her adımın veya kalemini­
zin halkın imanına nasıl yansıdığı sizi pek ilgilendirmedi.

Ama halk ümit kapılarının kapandığını, iman ve iti­


kad sembollerinin gözlerinin önünde kırıldığını, dökülme­
ye başladığını ve amel ile hedef kıblelerinin elden kaçtığı­
nı gördüklerinde, basit bir şekilde yönlerini ve mahiyetle­
rini değiştiremezler. İçlerindeki duygulara engel olama­
dıklarından, bunun karşısında üzülmeyip bu büyük musi­
betin kalplerine dert doldurmamasına çare bulamazlar.

İşte bundan dolayı, bizi şimdi -nitekim yaklaşık yirmi


yıl boyunca size duyduğumuz sevgi ve ihlasla büyüdük ve
Avrupa'da, İran'da, üniversitelerde ve pazarda devamlı
olarak sizin içtimai ve ilmi şahsiyetinizi büyük bir gurur-

1 17
la anlattık- size saygı duyanların safında görmediğiniz­
den dolayı mutlu da olabilirsiniz. Buna ilave olarak Savaş
Bakanlığı'na bağlı resmi yetkiliye, "zersiz ve zorsuz" (var­
lıksız ve güç sahibi olmayan �çev.) bir öğretmen ve bir ko­
nuşmacı hakkında başının ezilmesi için fetva yayınlattı­
nız. Ama bütün bunlara rağmen size hitaben yazmış oldu­
ğum bu mektubun bana büyük bir acı verdiğini söylemeli­
yim. Elim, kalbimdeki sıkıntıdan dolayı titriyor. Zira sizi
kaybetmek benim için telafisi mümkün olmayan bir facia.
Hayatım ve alınyazım başka bir yere dayanamadığımın
şahididir. Bundan dolayı başka bir yola da adım atamıyo­
rum.

Hazret-i Ayetullah,

Bugün halk arhk "kalın kafalı avam" değil; hem


içtimai sahada bilin.,, lendi, hem de genel manada kitapla
haşır�neşir olmaya bb.şladı. "lrşad'a gitmeyin .. ." şeklinde
cümleler bulunan mektubunuz ulaştığında herkes birbiri­
ne, "artık bu sözler eskidi" diyordu. Bugün, hatta anaoku­
lu öğretmenine ve üç-dört yaşındaki bir çocuğun annesine
"çocuğa fetva verme, ona emir ve yasaklamada bulunma,
izah et, sebebini anlamasına çalış, şuurlandır, bırak soru
sorsun, eleştirsin; her emrin veya yasağın sebebini kendi­
si idrak etsin. Ben, baban, annen, öğretmenin ve büyüğün
olarak söylüyorum, dinle amel et ve lüzumsuz işlerle uğ­
raşma! dem_e" diyorlar . Böyle olunca, büyük bir alim, bir
ilmi müessese, bir ilmi eser konusunda nasıl olur da fetva
verir, fakat fetvasının delil, kaynak, sebep ve hedefini
mantıklı bir şekilde izah etmez. Bu fetvayı veren Bey'in,
bu müesseseyi ve eseri görmediği anlaşılınca hayretleri­
nin daha fazla artacağından kuşku yok .

Herkes kendi kendine soruyor, "nasıl olur da büyük

1 18
taklit mercii ve büyük bir ilmi şahsiyet kendi söyledikle­
riyle amel etmez . Kaçınılmaz bir esas olmasına rağmen,
bu özel durumda amel etmekten kaçınır. Bunun yanında
bir durumu belirlemek bir fakihe yakışmaz. Fakih sadece
hükmü ilan eder, şeriatin genel kanunlarını beyan eder.
Falan yerin, falan şahs_iyetçe benimsenip benimsenmedi­
ğine halk karar verir. Hükmü fakihten öğrendikten sonra
meseleye kendileri müdahale eder. Ç ünkü o meseleyle
kendilerinin daha yakın ilgisi vardır ve en do!P"u araştır­
mayı da yine kendileri yapabilir. " Belirli bazı gırtlaklar­
dan , bu şahıs ve İrşad konusunda yoğun bir saldın ve ifti­
ra kampanyası başlatıldığı bir zamanda ne oldu da Haz­
ret-i Ayetullah destek olma yerine aniden bilinen unsur­
ların yanında yeralmayı tercih etti ve bu değersiz grubla
aynı sesi yükseltti , hatta müessesenin ezilmesi için -bazı­
ları neden ezilmesi gerektiğini ve nereden başlanılacağını
iyi biliyor- tavır aldı ve bir fakihe yakışmayacak duruma
düştü?

Herkes hayretle kendisine soruyor, ben de devamlı ola­


rak kendime bu soruyu soruyor olmama rağmen size duy­
duğum derin saygıdan dolayı inanmadığım halde izah et­
me, cevap verme yoluna gidiyordum. İkna edici olmayan
cevaplarımda diyordum ki İmam-ı Zaman'ın niyabet ma­
kamına oturmuştur, ümmetin sorumluluk altındaki
merciidir. Gerçek ise şu; yediyüzbin Fransız askeri yedi
sene boyunc � Cezayir müslümanlarının başına ateş yağ­
dırdılar, işkenceler, katliamlar yaptılar, müslümanlar ise
cihad ve kahramanlık örnekleri sergilediler. Hatta hıristi­
yanların aydın ve insani değerlere sahip ı:ahipleri ta
Fransa'da onlarla gönülbirliği ve hatta işbirliği yaptılar.
Materyalist Sartre ve din karşıtı Simon De Bouvier onları
savund ular ve bu davranışları ile canlarını tehlikeye attı-

1 19
lar. Fransız komünistlerinden Henry Alec onlara katıldı
ve müslüman mücahidlere bağlılığından dolayı işkenceler
gördü. Öyle ki onun hayatını konu alan bir film de yapıl­
dı. Şii rehber ve müslümanlann öncüsü s ayılan ulema, bu
insanların dertlerini yansıtan kuru bir bildiri bile yayın­
lamadı !

Yirmi küsur yıldan beridir müslümanlar Filistin'de ya­


hudi ve hıristiyanlardaİı neler çekiyor? İşlenen cinayet,
Japon bir gencin efsanevi bir kahramanlık göstereceği ka­
dar korkunç , ama müslümanlann lideri, bize s aldırma
duyarlılığının binde biri kadarını onlara karşı göstermedi.
Bize karşı olan davranışının yarısını İsrail'e karşı göster­
medi, göstermez de!

Nasıl oluyor �a din adına, şia, cami, minber, vaaz , teb­


liğ, velayet, ulema adına, asılsız dayanaklardan kaynak­
lanan bunca konuşmalar, yazılar ve işler yapılabiliyor. Bu
kadar yanlışa rağmen, Hazret-i Ayetullah, bir kez bile "bu
yanlıştır, bu amel şia'nın özüne uygun değildir" demedi .
Nasıl oluyor da, bu asırda, hem de şahsıp.ızın gözleri
önünde , hatta ahlakın aleyhine bunca maceralar, planlar,
senaryolar, komplolar cereyan ederken hiç kimse şimdiye
kadar Hazret-i Ayetullah'ın bir tepki gösterdiğine şahit
olmadı.

Ama buna rağmen, bu müessesenin saldırıya hedef ol­


masına ve bir yazarın lekelenmesine karar verildiği an,
Ayetullah'ın fetvaları ardarda yayınlanmaya başladı .
Hatta bu fetvanın yayınlanması ve her tarafta bu mües­
sese aleyhinde programlı bir şekilde uygulanmaya konul­
ması yolunda kimilerine vazife de veriliyor.

Nasıl oluyor da evvelki gün beni çağırıyorlar ve " sen

120
istenmeyen kişi olarak tanındın" diyorlar. Dün verdikleri
bir hükümle bana "senin ders verme yetkin yoktur" deni­
yor ve bugün de Hazret-i Ayetullah'ın fetvası Meşhed'ten
ulaşıyor: "Ey halk O'nu dinlemeyin , kitaplarını okuma­
yın " , çünkü senin "velayetin" yoktur!

Hazreti Ayetullah,

� llah'a yeminle söyleyebilirim ki, beni bu mektubu


yazmaya, fetvanızdan bir korku veya bana yönelik her­
hangi bir tehlike ve zarar görme ihtimalinden endişe et­
me zorlamamıştır. Bu mektubu yazmamın asıl sebebi, si­
zin, · menfaatlerinizin zindanına hapsolmanız ve sizi dar
bir kalıp içerisinde tutmalarından duyduğum derin endi­
şelere dayanıyor. Sizin dışarıyla ilişkiniz , sadece bir iki
kişi yoluyla sağlanıyor. Sizinle sadece belirii sebepten do­
layı ilişki içerisindeler ve sizi kendi istedikleri herkes ve
herşey için fetva üreten bir makina haline getirmek isti­
yorlar.

B üyük dini ve ilmi taklid mercıımızın, "Peygamber,


karpuz yiyenin cennete gireceğini söyledi ! " şeklinde riva­
yetleri olan "Cennet yolu" ve "İnsan Soyu" isimli kitaplara
medhiyeler yazması ve müslümanların okuması için tav­
siyelerde bulunması utanç vericidir. Buna rağmen, Mehdi
B azergan'ın "Bi'set ve İdeoloji" kitabını veya benim " İs­
lam'ı Tanıma" kitabımı haram olarak ilan ve tekfir edebi­
liyorsunuz ! ! ?

121
İbrahim Milani'ye Mektup (*)

Ey "Ali "!
- "Allah " dostu, "insanlık " sembolü, "iman ve hürriyet"
ruhu- senin adına ne ihanetler işlenmiyor ki!
-Özeldir-

E ski dost, fikirdaşım ve Milli Şura Meclisi eski millet­


vekillerinden Sefl'id İbrahim Milani Bey !

Yalan uydurmanın arttığı , dedikoduların had safhaya


ulaştığı , iftira atmaların hız kazandığı , ayrıca ulemanın
ismini lekelemek maksadıyla tekfir, fısk ve haram fetva­
ları üreten makinanın çalıştığı; bütün hedeflerin müslü­
man halkın uyanma hareketini imha etmek, aydın kesi­
min dinine bağlı halka katılmasını önlemek ve gençlerin
bilinçli bir şekilde şiaya yönelmesini engellemek olduğu,
zorbalık savaşının başlatıldığı, yapmacık hassasiyetlerin,
saptırıcı sloganların, hayali korkuların, tehlikelerin ger­
çeklerden ve mesuliyetlerden uzaklaştırmak için uydurul-

( * ) Bu mektub 1972'de yazılmıştır.

122
duğu, dünyada İslam'ı ve müslümanlan tehdit edici tehli­
kelere rağmen müslüman h alkın bu gerçeklerden uzak­
laştırıldığı bir sıcak atmosferde avamın taassubunu tah­
rik etmek için "velayet tehlikede" sloganı uyduruldu ve
başını kaldıran herkesin kafasına indirmek üzere velayet
isimli bir sopa yapıldı. B ütün eserleri Ali'ye ve ailesine
aşkın aynası olan, ömrü, fikri ve kalemi Ali'nin velayeti­
nin emrinde olan bana da bu sopayla vurmaya karar ver­
dil e r. Çünkü tahrik edilmesi gerekli olanlar, kitap okuma,
konuşma, dinleme , teşhi s , istinbat (sonuç çıkarma) ve
araştırma ehli değillerdi. Sadece, "böyle diyorlar" , "efendi
hazretleri böyle buyurdu" ve "gitmeyin, okumayın, dinle­
meyin ! " gibi sözlerin insanlarıydı. B undan dolayı tahrik
olmaları da kolay olurdu.

Beklenmedik bir zamanda, dörtte üçü mübarek z atını­


zı ilgilendiren ve geriye kalan kısmı, resmin altında yazıl­
mış "Ayetullahi'l Uzma" , "asrımızın alimi" , "asrımızın bu­
lunmaz dahisi", "ehlibeyt fakihi" ve buna benzer ünvan­
larla dolu bir bildiri gördüm . . . !

Ve haberi! Böyle bir makamın, son dönemde İran' a sal­


dırmış bulunan velayet'e muhalif olanlara s avaş açmak
üzere savunma bayrağını yükselttiğini ilim ve fıkıhtan
oluşan bir deniz ve akıl, nakil, hadis, mantık ve kelam si­
lahlarından oluşan bir dağla o n gece boyunca minbere
çıkmaya "velayet sancağını" yükseltmeye ve velayet lev­
hasını asmaya karar vermiş bulunduğunu gördüm !

Kendi kendime, "hayret! " dedim. Onlar n e kurnaz hok­


kabazlar. Görüyorsunuz, bu mücadelede beni ve sizi nasıl
da olduğumuzdan fazla büyük gösterdiler!
'
Ben, basit bir öğretmen, bütün sermayesi, beş riyal et­
meyen bir tükenmez kalem olan bir adam. B ütün gücü,

123
derslerin'e gittiğim bir kaç öğrenci olan ben, aniden kor­
kunç bir tehlike oldum . Batıda yirmi yıl boyunca garip
"Valyans " okulunda eğitim görüp gelmişim. Komünist ·
dünyası, kapitalizm, kiliseler ve vahhabi mollaları , işbirli­
ği - içinde yatırım yapıp beni seçmişler ve ben böyle bir ci­
hanşümul güçfo, doğu-batı, küfür-din, İslam-hıristiyanlık
ve materyalizm gibi zıt kutupların yardımıyla İran'da ve­
layeti kökten sökmek, şia'yı imha etmek ve onun yerine
matery_a lizm, komünizm, emperyalizm, kilise, vahhabilik
ve batı kapitalizminden oluşan bir din kurmak istiyormu­
şum. -Mevcut bütün tehlikelere rağmen- ellerini bağlaya­
rak namaz kılmayacak kadar şiddetli bir dini bağlılığı bu­
lunan genç nesli , komünist materyalistler olarak yetiştfr­
mek istiyormuşum!

İslam açısından iyi bir insan ve seyyid; ilim yönünden


Hazr�t-i Ayetullah Milani'nin amcasının oğlu ve faaliyet
yönünden de s adece bir dönem milletvekili olaiı siz, ani­
den "allame", "deha" , "Ayetullahi'l Uzma" , "ehl-i beyt faki­
hi" , " şia mercii" ve buna benzer ünvanlann sahibi oldu­
nuz .

Görüyorsunuz aziz büyüğüm, her ikimizle nasıl oynu­


yorlar? Tehlikeyi büyük göstermek için bizi büyütüyorlar.
Kitapçığımın fotokopilerini, İslam dünyası için Amerika
ve İsrail'in birliğinden daha tehlikeli ve acil tanıtıyorlar.
Bununla da müminleri, -dini savunma adı altında- o yön­
den bu yöne çekmek istiyorlar!

Sizi büyütüyorlar ki, aleyhimdeki iftiranın fetvasını


"Ayetullahi'l Uzma, şia'nın büyük fakihinin fetvası adı al­
tında" almak istiyorlar. Saf kalbli halk arasında "Doktor
Şeriati'nin tekfir edilmesi" şeklinde yayınlamak ve husu­
sen sizin isminizin Hazret-i Ayetullah Seyyid Muhamm �d

124
H adi Milani'ye benzemesinden istifade etmek istiyorlar.
(1) Ve hayatında bir kelime konuşmay a n , tek satır yaz­
mayan ve ömrünün kavi slerinde sadece bir kez milletve­
kili olan sizin sözünüzü , "bir merciin fetvası ! " olarak yay­
maktalar.

Onların, bizi bir "tehlike" ve sizi de bir rehber ! olarak


b üyütmeye hakları vardır ; Ve hiçbirimizde b ulunmayan
tuhaf lakap ve sıfatlar t akabilirler, a m a benim ve sizin
bunları kabul etmeye ve onun ardından, m üslümanların
rehberi büyük taklid mercii ve şia uleması ünvanlarıyla
" m e s aj " y ayınlamaya ve m e s ajımız muhatap bulmadığı
için de ona kitabımızda yer vermeye hakkımız yoktur! !

Her h alükarda , daha sonra b aktım ki , sizin mübarek


zatınız tarafından bir seri fetva yayınlanmış ! Taklid mer­
ciilerinin fetva yayınlama yöntem ve metodunun aynısıy­
l a ! Yani bir grup mümin soru yöneltiyor ve daha sonra siz
Hazret-i Ayetullah cevaben bir fetva veriyorsunuz. Ardın­
dan umumun ve mukallidlerin amel etmesi için soru ve
cevaplar yayınlanıyor.

Ama " Ayetullahi ' l Uzma" lakabının , "insanın kendi et­


rafı ndaki kişiler" -hem de gerçek lakabın hiçbir mana ifa­
de etmediği ve halkın 'lakab'dan çok şahsa baktığı böyle
bir ortamda- tarafından söylenmiş olması bile "bir siya­
set" örneği olarak, bu siyasi yolda asalet ve bağlılığı olma-·
yan bir gerçektir. Ancak yine de bir taklid makamının ta­
. bii rolüyle oynamayı gerektirme z . Siz bu " fetva"nın yayın-

1- Nitekim defalarca bu isim benzerliğinden yararlandılar ve


birçok dindar insanı aldattılar. Ama ben eski dostluğumuzun ha­
tırına sizin bu çirkin hareketinizi, Hazret-i Ayetullah'ı rahatsız
ederek bildirme yoluna gitmedim .

125
!anmasında acemilik yaptınız. Bunların hatırlatılması,
daha sonraki ısmarlama fetvalarda size tecrübe olması
yönünden beyan etmeye değer:

1- E sase.n gerçek bir taklid makamı, bir fakihtir. Fıkıh


ilmi de ahkama dayanır. Yani fakih, usulde görüş belirt­
mez. Namaz, zekat ve hac gibi füru (teferruat) meseleler­
de de görüş belirtmez. Ayrıntının ayrıntısında, yani ame­
lin şeklinde görüş ünü söyler. Bunlar da ilmi ahkama gi­
rerler. B unda n dolayı benim yazılarımın bunlarla hiçbir
ilişkisi yoktur. Ben fıkhın ayrıntılarında bir mukallidim,
benim saham fikri meselelerdir. B unun için bilinçli ve
ciddi bir fakih hiç bir surette fikri konularda fıkhi fetva
verme z . E ğer ben İslami bir düşüncenin araştırmasını
yanlış yapmışsam, onun cevabı fıkhi bir fetvayla olmaz.
Araştırmacılar, muhaddisler, tarihçiler, müfessirler, iti­
kadi, akli kelam ve felsefe ilminin uzmanları onu inceler­
ler ve araştırma mantığı , ilmi istidlal , ayet · hadis ve
itikadi kaynaklara göre değerlendirir, bir makale, kitap
veya ilmi bir konuşmayla reddederler.

Şöyle ki, İslam ve hususen şia kültürünün tarihinde


İslam araştırmacılarının itikadi veya fikri meselelerde
birbiriyle ihtilafa düştüğü görülmüştür. Bu ihtilaflar gö­
rüş sahiplerinin ilmi ve mantıki çekişmelerine yolaçmış­
tır. Nitekim bir çok ciddi itikadi meselede bu çekişmeye
rastlamak mümkündür. Misal olarak, şia uleması Pey­
gamber'in masum olduğuna inanır -muteahhir ulemanın
çoğunluğu- . Diğer şia aliml�ri ise bu görüşü reddeder ve
kendi görüşleri olan "basit ve normal sarsılmalar risalete ·
zarar vermediğinden hata yapmak peygamber için de
mümkündür" hükmünü savunurlar, hatta bu yolda " Seh­
vu'l Nebi" adı altında büyük bir de kitap yayınlamışlar-

126
dır. Öte yandan masumiyete inanan ulema da _ bu mesele
aleyhinde şöyle bir fetva yayınlamıştır:

"Ey halk, kendisini şia alimi ve şiilerin rehberi olarak


tanıtan Şeyh şöyle diyor: İlk masum olan, Allah'ın beşerin
hidayeti için gönderdiği, Resul-i emin olan ve hata işle­
yenlerin hatasını engellemek için ilahi bir vazifeyle gön­
derilen Hazret-i Risaletin bizzat kendisi, basit bir hatacı
ve günahkardır. Yani yalan da söyler, kötü işler de yapar,
unutur, yanlış konuşur, bazen ağzından çıkan söz yanlış­
tır, bazen de yaptığı iş doğru değildir. Böyle olunca İs­
lam'a ne kalır? Sünnet, hadis? Hiç biri ! H atta bunlar
Kur' an'ın da güvenilir olmadığını söylemek i stiyorlar.
Çünkü unutkan ve hata işleyebilen birinin ağzından alın­
mıştır . . ! Bu kavlin sahibi kafir ve mürteddir. İslam ,
Kur'an ve İslam Peygamberi'niiı bir numaralı düşmanı­
dır. Müminler harekete geçiniz ! "

Ama, "yeni Hazret-i Ayetullahi'l Uzma ! " , şianın büyük


uleması İslam'ı böyle savunmuyorlardı. Ve ne de bu usul,
yöntem ve tavırla muhalifin görüşünü reddetmiyor ve
fikri-ilmi bir görüş hakkında fıkhi bir fetva yayınlamıyor­
lardı . Şia ulemasının büyük çoğunluğu mutlak manadaki
masumiyete inanırlar. B ununla birlikte " Sehvu'l Nebi"
görüşüne sahip olanı, şianın büyük ilim makamı ve büyük
ilim kutbu olarak anmaktadırlar. O'nun aleyhinde kitab
yazmak isteyenler, onun büyük ilmi makamını övgüyle
anıp O ' nun hizmet ve faziletlerinin tanıtımından ve bü­
yük bir edep ve ilmi özür beyanından sonra, "Peygambe­
rin Sehv'i" görüşünü reddetmeye ve i smetin (masumiye­
tin) ilmi yönden savunulmasına başlıyorlardı. İman, ilim,
mantık ve fikir ehlinin özel bilgince tabiriyle açıklama ya­
pılıyor ve özür dilenerek şöyle deniyordu: "Ben iki yolun

127
kavşağında buldum kendimi. Bu noktada ya ' Peygambe­
rin Sehvi 'ni veya ' . . . . . 'nin Sehvi'ni kabul etmem gerekiyor­
du, ikincisini kabul ettim." ! !

2 - İkinci olarak fakih mezhebin genel hükümlerini


açıklar ve hiçbir zaman bir şahsı, kitabı veya müesseseyi
kendi fetvasının veya içtihadının hedefi haline geti r mez .
Bundan dolayı eski v e yeni bütün fakihler ş_u nu tekrarla­
maktadırlar: " Delil ve sened tayin etmek fakihin şanına
uygun değildir . " . Yani fakih, mezhebi görüşü ilmi temele
dayanarak genel manasıyla beyan etmelidir. Misal ola­
rak, "E şhedu enne Aliyyen Veliyullah" cümlesini ezan ve
kamette okumak, şia mezhebinin vaciplerindendir! E n
s o n Ayefollahi'l Uzma Kazimini Burucerdi Efendi laka­
bıyla fetva vermeye başlayan (ben ve o müessese yine de
inatla bizi " Safevi Velayeti" isminde yeni bir fırka icad et­
mekle suçlamalarına bakmayıp O 'na Ayetullahi'l Uzma
İftihari lakabını takmayı uygun gördük) bu zatın da ko­
num belirlemeye hakkı yoktur. Misal olarak fetvasında
şöyle diyor: "Hüseyniye-i lrşad'ın ezanlarında 'eşhedu en­
ne Aliyyen veliyullah denmediği duyulmuştur . " Ve istidlal
etmeye başlıyor: " Selman bunu okuyunca Ebuzer hayret
etti ve Peygamber'e sordu. Peygamber de hayret etti. Sel­
man'ı çağırdı ve bunu okumasının sebebini sordu , anla­
tınca kabullendi ! " Ve buna dayanarak " kim bunu söylemi­
yorsa haram işliyor demektir" şeklindeki fetvasını yayın­
lıyor! ( * )

Halbuki daha önC"e d e söylendiği gibi, fakih genel hü-

( * ) Ayetullahi'l Uzma Hazret-i . . . . . Kazimini Burucerdi'nin


"Mukaddes Velayet Fermanı ve lmam'ı Tanıma" adlı kitabına
bakınız!

128
k ü m l e ri beyan eder. Halk da araştırı r . l rşad'ın hergün
Tahran'da güçlü hoperlörlerle yayınladığı e z anı dinler ve
söyleyip söylemediğine bakar!?

S i z şu Ayetullahi ' l Uzma İ ftiharı: gibi , hemen tavı r al­


dınız ve i s m i m i z i , resmimizi ve kitap ları mızı fetvalarınıza
hedef yaptı n ı z ! D ers okum u ş gerçek fakih -iftiharı: fakih
değil- hiç bir zaman belirli bir hedefe karşı tavır belirleyip
onu delillendirmeye kalkmaz .

3 - Üçüncü olarak, fetva yayınlayacak faki h , fetva mev­


zusunu daha önce şahsen araştırır, inceler. B ü tün yönle­
ri ni , sebe plerini, ayrı ntıları n ı , a s l ı nı ve diğer delillerini
dikkatli b i r şekilde araştırı r . Hepsini top l a d ı ktan sonra
değe rlendirip yorumlar. B unlardan istinbat edip , hüküm
çıkarı r . Ki t a p , s i,i. n net, akıl ve top lumun değerleriyle de­
ğe rlendirir ve neticesinde kendi görüşünü açıklar. Sizin
i l k fetvanız olduğundan , kendinizi fetvanın içinde ele ver­
d i ni z . Ke n d i n i z itiraf e d iyor sunuz ; hem b e n i m "bütün
eserlerimi okumadığınızı " ve hem de " b aktığı n ı z b i rkaç
sayfayı , yo rgunl u k , hastalık; isteksizlik ve halsizlik zama­
n ı n d a i ncelediğini z i " söylüyorsunuz . M i z a c ı n , fikri sela­
meti altüst ettiğini biliyorsunuz . Halsizlik, yorgunluk ve
h astalık z amanında yayınlanan fetva hastaca olacağı için,
doğal olarak böyle bir fetva, normal insanların zihnini bu­
l andırmakta n , b i r grubu kötülemekten , bazılarının bana
ve d ü ş ünce arkadaşlarıma kötü gözle b a k m a s ı n d a n , en
büyük rütbesini kendinize yakıştırdığınız ulema kesimine
haksızl ıktan başka bir netice vermeyecektir . Ç ün k ü bizim
bölgemizde b u re smi elbisenin giyilmesi ve bu büyük dini
ve ilmi rütbeyi kullanmak için herhangi bir şart ve kura­
l ı n b u l u n m a dığıni çoğu ki m s e n i n b i l m e d i ğini üzülerek
söyle mek ge rekir. Nitekim b i r bakıyorsunuz İran lngiliz
petrol şirketi nin falan eski memuru aniden ulema kıyafe-

129
ti giymekte, en büyük ilmi ve ulema sıfatını da kendisine
lakab olarak kullanmaktadır, ama hiç kimse ona itiraz et­
memektedir. Bu elbise ve lakabla meydana atılıyor, hal­
kın imanı , toplumun mukaddesatı, İslam, Kur' an, ima­
met, velayet ve şianın herşeyi ile rahatlıkla oynayabili­
yor! Veya bir karpuzcu, kebapçı çırağı veya sandoviççi,
aniden karpuzu, kebabı ve sandovici bir kenara bırakıp
Ali'ye, Fatıma'ya ve Hüseyin'e sarılıyor; ulema kıyafeti ve
resmi dini ünvanla ayakların altından sıyrılıyor ve Pey­
gamber'in minberine çıkıyor! Din adına halka vazetmeye
başlıyor, Ali'nin mektebinin ve Hüseyin'in kıyamının söz­
cüsü kesiliveriyor, hatta " İslam ve ulemayı savunma" adı
altında tavır almaya ve imamın ( mehdi-çev. ) parasıyla ar­
ka arkaya kitab yayınlamaya başlıyor. Ulema adına her
iftirayı, sahtekarlığı, yalanı, saptırmayı, her saldırıyı, her
türlü tabiri, düşmanlığı, töhmeti ve tahriki binlerce sayfa­
lar halinde bilinçli düşman ve dostun eHne veriyor. Bu­
nun da ötesinde, son olarak, büyük taklid makamı, fetva
sahibi ve büyük fakih Ayetullahi'l Uzma ismiyle fetva ya­
yınlanmaktadır!

Bu rezilliklerdir şianın ismini kötüye çıkaran. Ulemayı


savunma adına, şia ilimler havzasının ilmi haysiyetini,
içtimai itibarını ve gerçek ilmi ahlak faziletini ortadan
kaldırmaya çalışan bu şahsiyetlerdir ulemanın asıl düş­
manları. İslam devamlı olarak en büyük darbeyi "müna­
fık"tan yemiştir, "kafir" den değil!

Ali (a), Peygamber'in büyük ashabının komplosunun


ve mutaassıp avam tabakasının kurbanı oldu; Kureyş'in
açıkca saldırısının , Mekke müşriklerinin yükselen kılıçla­
rının, Hayber yahudilerinin, Ben-i Kurayza'nın değil. . .

Daha sonra baktım ki böyle bir ilmi ve ulemaca laka-

130
bın takılması, ardından bazı neticeler doğurmuş . Nitekim
iki kitab yayınlattınız ; biri "Velayet Fermanı" ismiyle si­
zin adınız a yayınlandı, diğeri de başka birinin ismiyle ya­
yınlanan " E şek içinde E şek" isimli eseriniz! ( * )

"Velayet Fermanı'', sizin konuşmanızdan önce başkası­


nın kalemiyle hazırlanan bir metindir! Her ne kadar açık­
lamamışsanız da başka bir ferd veya ferdlerin reddi için
yazılmıştı . Siz de okudunuz, ama o ferdin ben olmadığı
açıktır. Çünkü evvela benim konu şmalarımla onlar ara­
sında hiç bir benzerlik yoktur. Ama sizin de son olarak
saflarına katıldığınız grubun yaygın adetidir bu. Benim
yazılarımı uydurdukları manalarla veya aynı cümleyi ke­
limelerin yerini değiştirerek naklediyor ve hatta aynen
alıntı yaptıkları kelimeleri saptırıyorlar. B unun en bariz
ve açık örneği sizin "E ş�k içinde E şek" kitabınızdır. Ben
Abdulmuttalib ve Ebu Talib'in dini mevzusunu Peygam­
ber'in çocukluğunu anlatırken işledim, am.a siz beniII] sö­
zümü, Peygamber'in bi' setinden sonra Ebu Talib'in de
iman etmiş olduğunu kabul etmeyen ehl-i sünnet kesi­
miyle bir tuttunuz ve onun ardından, Üstad E mini'nin ki­
tabından ve Hanizi Bey'in "Kureyş Mü'mini Ebu Talib"
isimli kitabından alıntıları kendi adınıza yayınlattınız .
Bunu, benim itikadımı reddetmek ve Ebu Talib'in müslü­
man olduğunu ispatlamak için yapmaktasınız !

( * ) Nitekim Enformasyon Bakanlığı, İran basınında konuşma


iffetini korumak( ! ) maksadıyla Hazret-i Ayetullahi'luzma, büyük
fakih, allame, İslam, iman, ahlak ve ulemanın taklid makamı,
ehl-i beyt mektebinin temsilcisi, İmam Sadık'ın insaniyet, ahlak,
ilim ve takva medresesinin sözcüsü olan sizden, kitabın İS\Jlini
"Karmakarışıklık" olarak değiştirmenizi istemişlerdi. Siz de ki­
tabınızı bu isimle yayınladınız, ama " Eşek içinde Eşek" tabirini
kitabınızın önsözünde olduğu gibi yayınlattınız.

131
Yani mevzuyu tam kırk yıl öncesine çekiyor ve benim
Ebu Talib h a k k ı n d a İ s l a m ' dan önce söyl e m i ş o l duğum
sözleri İ s l a m ' d a n so nra naklediyo r s u n u z . B un un l a a v a m
tabakasına, s ü n nilerle aynı inançta olµuğu m u v e Ebu Ta­
l i b ' i n m ü s l ü m a n o l madığına inandığımı i s p atla m ak i sti ··
yorsunuz ! ! H a l b uki beni m eserim hakkı n d a fe t v a veren
siz bile b e n i m " F atıma Fatıma d ı r " adlı k i t a b ı m d a oku­
muşsunuzdur; tekrar etmek ve b üyüklerin sözlerini ke ndi
adıma yayı n l amak yoluyla deği l , delille, ya ş antıy l a , Ebu
Talib ' i n şahsiyet, a m e l ve h a s s a s mesuliyetiyle , tayin edi­
ci tavırlarıyla, Ebu Talib'in iman etmiş o l m asının da öte­
sinde i s p at l ayıcı deliller sundum . Siz ya bu yazı ları oku­
duğu n u z halde aksini b a n a y a m a m aya kalkıştınız veya
okumadan aleyhimde fe �va yayı n lamaya başladınız . Her
haliyle bu iki teşebbüse ,. erilmesi gerekli o l an is m i kendi­
niz seçi n .

Arzetmeliyim ki, büyük b i r makamdan son dönemler­


de tek hedef ve yöntemle birbirine benzer şekilde çıkan
yazılar, benim sözlerimi saptırarak ve eksik yayın l ayarak
öyle bir hale getiriyor ki, ben bile ta nıyamıyo ru m . Böyle
bir yöntemle benim ve düşüncem hakkında konuşabiliyor­
l a r . B u n u n l a birl ikte "Ferman" kitabı , benim tanımadı ­
ğım ve hiçbir ilişkimin olmadığı bir grup hakkında yayı n­
lanmıştır. Hususen onları reddetmek ve şianın i m amet ve ·
v e layetini i s patlamak için " Kur'an ve Sünne t Açısından
Velayet ve Hi lafet" �simli kitabtan kaynak gösterdiğinize
defalarca şahid oldum, bu kitab b abamın eseridir ve İrşad
tarafından yayın lanmıştır. " E b u Süfyancı " o grub , onların
velayetin i tehdit eden tehl i key i büyük göstermek için, bu
memlekette herkesten daha çok "Ali'nin ve �ayeti " n i savu­
nan ve kanıtlayan yaklaşık ikiyüz ilmi kon u ş m a ve beş yıl
yıl z arfında ş i a konusunda yirmiye yakın yayını olan İr-

132
ş a d mües sesesini ve b ütün temel dayanağı , fel sefesi , tari­
hi, toplum bilim i , antropoloj is i , dünya görü ş ü , ilmi bakı-·
şaçısı sadece Ali ' n i n m ektebinden kaynaklanan , her yerde
Ali ( a ) v e l ayeti ve Peygam b er a i l e s i n i n savunucusu olan
b e n i hedef göstermektedir. Halb uki benim eserlerimden
bir sayfa okuyan veya bir toplantıda beni din leyen herkes
bunu h i s s e d i p duyabi lir. ( S i z bunların h e p s i n i okudunuz
ve uzun s e n e l e rden b e ridir beni tanıyorsunu z ) . Her alim
ve hatib i n İrşad ' l a işbirliği yapmasının yanısıra, yaklaşık
elli senelik ö m rünce bütün varlığı y l a şia fıkhıy l a içiçe ol­
muş, ehl-i beyt mektebine, ö z e l likle de Kur' a n , Ali ve Hü­
seyin çevresi ndeki büyük h i z m e t l e ri eski ve yeni bütün
ulema tarafından teyid edilen babam gibiler bile saldırıla­
rınızın hedefi olmuştur. Hem de s o n olarak sipariş üzere
yontul m u ş çomaklarla. Bir ömürlük aşk, ahl a k , fedakar­
lık, seçkin i l i m ve tebliğ hizmetlerinden sonra; sarık tak­
ma rütbesi k a z a n a n , zahire n hayatl arı i m a n , i l i m ve tak­
v a n ı n s e m b o l ü o l arak gör ü n e n bir gru p m o l l a yaftalılac
tarafı n d a n saldırıya uğramakta , yalanlar, b ü h tanlar ve
çirkin tabirlerin yan ı s ı r a , s a dece b u grup tarafından ya­
pılma s ı , uydurul m a s ı m ü m k ü n o l a n " ve l ayeti i nkar et­
mek ! " suçundan dolayı yargı !anm aktadırlar.

O kitabın benim düşünceleri mi reddetmek için yazıl­


m adığını buradan anladım. Ç ünkü verilen emir doğrultu­
sunda beni m için yontu l a n çomakla babam d a s a l dırıya
uğramalıyd ı . Ancak bir çok yerde velayeti i n kar edenlerin
görüşünü ç ü rütmek için onun kitabından y a rarlanıyor ve
onun yazdıklarını velayeti n i s p atı için n akl ediyorsun u z .
Başka ları anlamasın diye kitabın i s m i ni bazen anıyors u­
nuz, a m a yazarından veya yayı ncısı ndan -çünkü ikisi n i n
i s m i , karşı s ı n daki l i s tede fa s ı klar hareke t i n i n bağlıları ,
soysuzlar ve alçaklar olarak geçiyor- söz etmiyo rsunuz !

133
Bununla birlikte bu yeni cephenin gönlünü hoş etmek
için, zaman z aman yeri olmamasına ve hiçbir ilgisi bulun­
mamasına rağmen, bana saldırıyor, "hain kalem" ve ben­
zeri kelimeierle beni meseleye karıştınyors�nuz .

Ama istemediğiniz halde "Karmakarışıklık" adı altın­


da zorunlu olarak yayınlanan "E şek içinde eşek" isimli ki­
tabınız ve "Şia İtikadını Yağmalayanlar" isimli ikinci ya­
zınız, Ali Şeriati'nin okyanusta bir damla sayılan hatala­
rıyla irtibatlıdır. Tıpkı daha önceki kitabınız gibi övgüler
ve isim size aittir. Ama eser, Mukimi ismindeki bir kitab­
çınındır. Mütalaasını, kaynaklardan çıkardığı neticeleri
ve kendi yorumundan oluşan notlarını hazretlerinizin is­
tifadesine sundular. Ömründe hiçbir zaman yüce ulema
makamınızı, celaletinizi, gücünüzün mukaddesliğini ayak
altına düşürmediği nizden tebligat, araştırma, ilmi müta­
laa ve fikri meselelere bulaşmadınız . E sasen bu şekildeki
İlmi dertten uzak ve rahatsınız . Buna rağmen dostların
da yardımıyla fetva sahibi bir "Ayetullah'! Uzma" ve "ehl-i
beyt'in büyük alleme ve fakihi" ! üretildi , zamanımızdaki
özel şartlarda, buna benzer durumlarda kullanmak üzere.
Bu cümleden olmak üzere, uydurma bir hassasiyet oluş­
turmak, hakkın imha edilmesi , saptırma, düşünce ve şah­
sa hakaret ve tekfir, başkaldırmış genç nesilde bulunan
güçlü imana saldırmak, din ve velayet adına ona çamur
atmak ve bütün bunları büyük dini şahsiyetler ve ulema
topluluğu adıyla yapmak! Şia'nın gerçek uleması ve asıl
taklid merciileri bu meydana çekilemeyeceğinden, mecbu­
ren birisine İftihari lakab verilmeli , ona Allah'ın büyük
ayeti (Ayetullahi' l Uzma-çev. ) ve velayetin büyük alimi
damgası vurulmalıdır! Kim kimledir? Kimin eli kimin ce­
bindedir? B izzat hazretlerinizin tabiriyle, "Karmakarı­
şık"tır"ve üstüne üstlük "Eşek içinde eşek"tir! !

134
Gerçek ulema meseleden uzak kalsın, asıl taklid ma­
kamları fetva vermesinler, susmaları için ağızlarına mü­
hür vurulmuş olsun ve onların yerine hazret-i siz, Ayetul­
lahi'l Uzma Kazimini Burucerdi Efendi sahnede olsunlar.
Muhammed Ali Ensari Bezzaz ve İbrahim Ensari Zencani
gibi küfürbaz efendiler, bugünlerde Avrupa'ya gitmek ye­
rine , Allah'ın evini ziyarete giden, gazino ve gece partileri
yerine İslam'ı dinleyen, dini toplantılara katıla.n, Rama­
zan'ı ihya eden veya Muharrem ve Aşura yası münasebe­
tiyle İrşad'a giden bu toplumun namusuna, binlerce ana
ve bacıya, ben Meşhed Edebiyat Fakültesi'nde " İslam'ı
Tanıma" derslerinde hata yaptım diye küfretmekte ve cin­
si s apıklık gibi iftiralarda bul unmaktadırlar! Bir " alim"
adına! Yine "velay�t" i savunmak uğrunda! Bir fahişenin
vicdanının bile kabullenemeyeceği küfürler. Bir şahsı kö­
tülemek adına, isimlerini bile bilmediği binlerce aileye ağ­
za alınamayacak küfürler savurmak! ( * )

Seyyid İbrahim Milani B e y ! Siz , beni v e bizi yirmi se­


nedir tanıyorsunuz ve rüzgarların bizim çadırımıza doğru
estiği dönemlerde, bizimle fikir birliği içinde olduğunuzu
söylüyordunuz . Bizi ve fikri yapımızı , yeni bulmuş oldu­
ğunuz çalışma arkadaşlarınızdan daha iyi tanıyorsunuz .
B ana doğru aniden ateşe başlayan makinelilerin hangi el
ve bilekte olduğunu da iyice biliyorsunuz? Mermilerinin
nereden geldiğini, kimlerin bununla görevlendirildiğini ,
ayrı c a b a n a ve benim gibilere yaman mak i stenen
sünnicilik, ulema ve velayete muhalefet yaftalarının ne
kadar namertçe olduğunu da iyi biliyorsunuz !

( * )- "lslam 'ı Tanıma " ilim ve Dinin Terazisinde adlı


kitabın okunmasını, çok şeyin aydınlığa kavuşması ve bir
çok kişinin tanınması için gerekli görmektedir.

135
Sizden, bu tehlikeli siyasi övgüleri ve bu hokkabaz til­
kilerin tazim ve saygılarını kabullenmemeni z i , büyük dini
makamların hakkına tecavüz etmemenizi , alleme, dahi ve
eh l -i beyt fa kihi gibi kelimeleri l ügat ve ı s tı l a�i yön d e n
basitleştirmemenizi i stirham ediyorum . Ş i a i l m i n i n b ü ­
yük iftiharı olan Şeyh T u s i -İ s lami i l i m lerin b ü t ü n saha­
l arında görüş sahibidir- gibileri kendilerine " S i kketu' l İs­
lam" derke n , siz nasıl oluyor da "Ayetullahi' l Uzma" laka­
bını kabul edebiliyorsunuz . Bu n u n l a birlikte sizin şahsı­
nızı, b u sözler, telkinler ve benzeri yo llarla V P. s veseye dü­
şen b i r şahıstan daha üst seviyede gö rüyor ve i n s ve cin­
nin s i z i kolay kolay h u kadar çirkin b i r p l atforma rahat­
lıkla sürükleyebileceğini sanmıyordum. Bugün o rtada bu­
lunan rezi llik, kimseye gizli kalmış değil ve b u karıştırıcı­
lığı n nereden k aynaklandığını b i l meyen de yo k ! ? Nere­
den? Neden? N asıl? Hangi plan veya programlar için ge -·
liştirildi ve sahnelendi?

E l bette siz, fetva makamına oturmaktan çok daha dü­


şük seviyedesini z . E vet, Ayetullahi'l Uzma olarak adlan­
dırılmaktan, büyük İsla m ulemasının seviyesine ve mez­
hebin b üyük taklid merciiliğine yükselmekten kilometre­
lerce uz akta ve b u makamlara l ayık o l m anın derecelerce
a ş a ğı s ı n d a s ı n ı z . Bununla birlikte, Şeyh Kas ı m , Seyyid
Kas ı m , Ali E n s ari ve b unlardan daha kötüsü İbrah i m E n ­
sar Zencani - k i n tohumları n ı n zuhur ettiği k i ş i , kötü dilin
sembolü, çirkin ve hırsız bir ruhun heykeli- gibile riyle el­
birliği , gö n ü l b i rliği yapman ı z , b a s i t b i r ş e k i l d e , ekmek
yer, s u içer gibi yalan söylemen i z , küfür etmeniz , dediko­
d u yaymanı z , uy durmanız, iğrenç iftiralar atmanız nasıl
bir şahsiyet o lduğunuzu göstermeye yetmektedir. C ehale­
te uşaklık yapan, onda eriyen , dini ucuza satan, hakkı öl­
düre n , hakikatı ayaklar altı na alan şahsiyetle r , ş ö h ret ve-

136
ya ekmek için ve hatta bazen hased u kdelerini ( kı skançlık
kompleksleri ni ) gidermek, ş ahsiyet eksikliklerini telafi et­
mek için hiçbir teşebbüsten geri kal m a z l ar; halkın imanı­
n ı , dinin mukaddesatı n ı , avamın ehl-i beyte olan aşk ve
ihlasını, velayet ve ulemayı heva ve hevesleri n i n oyuncağı
yapar ve onları makamları için birer ve s i l e haline getirir­
ler!

O n l a rı n arasından, halkın iman, d ü ş ü n c e , h ayat ve


hürriyetle ri nin üzerine örtülen siyah perdelerin yırtı lma­
ması için, velinimetlerinin tahrikiyle "Ebu Süfyancı Vela­
yet"in çomağı n ı kaldıranlar, "Ali'nin anladığı vel ayet"i sa­
vunan her dile, her kaleme ve her kültüre s aldırm akta­
dırlar. B unca saldırıya m a ru z kalan b i z i m "Ali' nin Vela­
yeti " n e bağlılıktan başka s u ç u m u z u n b u l u n m adığı nı hiç
kimse sizin gibi bileme z .

B u doğrultuda, b u şom v e iğrenç komplonun k urbanı


olmuş kişiler, din adı altında dünya sopası yiyor ve bir
ömür boyu Ali yolunda fedakarlık gö s t e r me n i n , hizmet
vermenin ve halkın bilinçlendirmenin cezasını ödüyorlar.
Tıpkı Ali gi bi; Hendek, Hayber darbe lerinin ki n i n i , Sıffin
ve C e m e l ' de Kur'an'ı mızraklarının u c u n a takan şirkin
eliyle din kılıcı olarak yemektedirler. Hiç kimse, bana ve
diğer eski dostlarınıza -Meşhed'te ikamet ettiğiniz dönem­
de- bugün bayraklaştırdığını z , bize saldırı vesilesi yaptığı ­
n ı z v e b i z i düşmanı ol arak i l a n e d i p u l e m a adı altında fet­
valar yayı n l attığın ı z velayetin ne m a n ay a gel d i ği ni öğre­
teme z . Ne mana taşıdığını? Hedefinin ne o l duğunu? Ve
esasen köklerinin nereye dayandığını?

Bundan dol ayı çare s i z o l a rak itiraf e d i yoru m ; bugün


bir kesimin ilan ettiği , onu savunmak adıyl a ayaklandığı ,
o n u tehlikede gördüklerini i l a n ederek karı ş ık l ı k çıkar-

137
dıklan ve bu sene bizi ondan sapmak, hatta onu inkar et­
mekle itham ettikleri "velayet" mektebinin Aye tullahi'l
Uzma'sı, alleme fakihi ve fetva yetkilisisiniz . Zira, belki
bir çoğu bilmiyordur. Siz tevazu ve büyüklüğün ifşa olma­
sından çekindiğiniz için İslam tarihi boyunca şia'da "vela­
yet" i ilk defa ilan eden, manalandıran, tefsir ve tahlil
eden, ayet ve rivayetlerle istidlal eden, hüküm çıkaran ilk
kişinin zatınız olduğunu söylemediniz. İnsaf ehli olanlar,
sizin velayet mevzusundaki öncelik hakkınızı resmen ta­
nımalıdırlar. Nitekim bu beyler, velayet uzmanlarına -altı
günlük savaştan, müslümanların siyonistler karşısındaki
vahde tlerinin kuvvet bulmasından, İ rş ad hareketinin
başlamasından, İslam'ın büyük fikri akımından ve genç
nesil arasında Ali Şiası' nın yayılmasından sonra- "onlar,
yeni velayet düşüncesini bulan kimselerdir" dediler. Yani
1 969 ve 1970'lerde ! Halbuki bundan 10- 15 sene önce, bu
mesele daha gündeme gelmeden önce ilk olarak siz "vela­
yet-i cedid" (Yeni Velayet) görüşünü Tahran radyosundan
ulema adına beyan eden ilk şahıs oldunuz, hem de ayetle :
"Allah'a, Resulüne ve sizden olan ulu'l emr'e itaat ediniz."

" Ululemr"e yeni bir mana getirdiniz ve bugün büyük


taraftar toplamış "yeni velayet"in temelini daha o zaman­
dan attınız . Ke ndi velayetinizi savunma adına bu şahıs
aleyhinde yayınladığınız , bizi, velayetinizi inkar eden kişi
olarak andığınız fetvayı bundan onaltı yı l önce yayınladı­
nız . Yeni velayet ekolonüzü ilandan sonraki muhasebede,
o inanca sahi olmayan herkesi şiddetle lanetlediniz ve
beddua ettiniz.

İşte bundan dolayı , ben de bugün aleyhimizde ayak­


lanmış "Yeni Velayet"te, sizi sadece "Ayetullahi'l Uzma'' ,
"büyük allame bilgin", "yüce fakih " ve "fetva ve mesaj ma-

1 38
kamı" ünvanlanyla anmakla yetinmiyor, buna ilave ola­
rak sizi bu fırkanın reisi, bu mezhebin imamı ve bu vela­
yetin ilk kurucusu olarak görüyorum. O gün her ne kadar
tek başınıza ve bu velayeti yalnız şia ve şiiler arasında
ilan ettinizse de teziniz bugün birçok taraftar bulmuştur.
Teşkilat, güç, makam, itibar ve sistem var artık arkanız­
da. Öyle ki bu iki sene içerisinde, sizin velayetinizi savun­
mak ve velayet muhaliflerine saldırmak maksadıyla yak­
laşık yirmi cild kitap yayınlandı . İran tarihinde bunun
benzeri yoktur. Aynca sanatkarlar, şarkıcılar, müzisyen­
ler, reklam dolu sahife sahipleri ve radyo programlan si­
zinle uyum içerisinde, sizin bu düşüncenizin yayılmasına
yardımcı oldular. B u velayet hakkında, en az onbeş sayfa­
yı değişik zamanlarda yayınladılar. Ebu Süfyan zamanın­
dan ( nitekim ilk olarak tefrika, kanşıklık, kardeşin kar­
deşi öldürmesi yolunda Kureyş'in şirk ve fırsat sembolü
olarak, İslam düşmanlarının sultasını sağlamak maksa­
dıyla "Yalancıların Velayeti" şiannı i lan �tti ve ilk gerçek
velayet sahibi Ali'ye saldırıp O'nu uzaklaştırdı) bugüne
kadar siyaset, sanat ve dinin içindeki nifak örneklerinde
bunun benzerine raslanmış deği l. B u yolda Allah'ın size
yardım etmesinden, ilerlemiş olmanızdan dolayı çok mut­
luyum . Ve ben -velayetinizde, hedefteki. bir numaralı suç­
lu olarak- "Yeni Velayet"in öncüs ü ve kurucusu olmanız­
dan dolayı tebriklerimi bildirir, böyle bir düşüncenin şia
toplumunda yayılmasının çok zor olduğunu da itiraf ede­
rim. Gaybi destekle bütün bu zorlukların üstesinden gelip
onu hatta " şia velayeti " ! ismi altında planlamış ve o yay­
mış olmanızın sevindirici olduğunu söylemek gerek. Zatı­
nıza, zatınızın "hemşerileri " olan diğer çalışma arkadaşla­
rınıza tebriklerimi yeniden bildirir, sizin ve yaranınızın
zeka ve liyakatınıza "aferin! " dememenin mümkün olma-

139
<lığını belirtir i m .

A m a buna karşılı k; i m a n İslam, h akika t v e h akk adı­


,

na -bi.r i n s anın insaf ve mertl i ğinin değil- e n azından bun­


dan böyle b i z i " s ünnici olmak ve E hl-i beyt imam larının
v e l ayetini i nkar etmekl e" i tham etmeyini z , s i z den bunu
bekliyoru m .

V e b a ş k a b i r beklentim :

En azından s i z , " ş i a itikadı yağmacıl arı " n a ve " e h libeyt


velayeti ni inkar eden emp eryal i zm uşağı d ü n y a ve mide­
p e re s tlere " dilinizle s aldı rmayı n .

V e s o n beklenti:

H i ç o l m a z s a , "ben şu sünni özentilerine , b u kadar d a


eşek içinde eşek değil ki, c a n ı n ı z ı n i st e di ği ni söyleyi p y a ­
,

zabilesiniz d e m e k istiyordum" demeyi n .

Ç ü nkü şahsınız herkesten daha iyi biliyor.

Öyledir!

E s ki bir seveniniz . . .

140
''Eleştiri ve İnceleme" Kitabının Yazarına
Mektup

Son ol arak aleyhimde "E leştiri ve İ nceleme" isimli bir


kitab yay ı nlandı
ve verdiği bilgiye göre b u kitab, yayınla­
'
n acak olan kitab serisinin ilki olacak. B undan sonra ya­
yınlanacak ki tablarda ise dersleri m , konuşmalarım, yazı
ve mesaj l arımdan oluşan eserlerim taranıp e leştiri lecek­
miş.

B u kitab, şifahi yolla veya bazen de yazılı olarak yapı­


l an eleştiriler -ki son ol arak aynı anda, birbirleriyle uyum
içinde ve birbirine benzer yöntemlerle başlamı ş tır- ara­
sında, ilk defa ol arak bir eleştirmenin eserlerimi okuyup
da eleştirdiği bir kitabtı r . Kitabımdan alıntı yaparken,
adet olduğu üzere, konunun başının ve sonunun oluştur­
duğu bütünlüğü zikretmemiş olmasına r ağmen aktardık­
ları yalana dayanmıyor, tahrif edilmemiş halde. Ö te yan­
dan " d i n adına eleştiri" yapanların aksine bu yazarın
yapmış olduğu hakaret ve s a ldırılar keyfiyet ve kemmiyet
yönünden de az sayılır.Dinin mukaddes kıyafetine bürün­
müş ve peygamber minberine çıkmış olan -Allah'ın evin-

141
de imam ların meclis inde ve mukad des ehl-i beyt mekte­
bi �i savunma k adına- molla markalı meslekd aşları gibi
namusa küfretmiyor. Veya benim görüşümü reddetmek,
kitabımı eleştirmek için en büyük bilimsel delil ve akli çı­
karım yöntemi olarak ağza alınmayacak küfürler· savur­
muyor. Kitabı umumun gözleri önüne serip eleştirmeye
çalışıyor! Bu sahadaki tabirleri "cahil" veya "kötü huylu"
gibi kelimelerden öteye gitmiyor. Bundan dolayı ne kadar
teşekkür etsek azdır.

Değerli yazar, diğer kalem arkadaşlarının aksine, bir


görüşün açıklanması için kitaba ve delile müracaat edile­
rek nakil yapılmasının kesin zorunluluk taşıdığını belirt­
mektedir. (* )

Bu dört hasletten dolayı o n a kalben saygı ve yakınlık


duymaktayım . Buna ilave olarak, bir konferansımda bü­
tün araştırmacı arkadaşların bu kitabı toplu halde ve

( * ) Çünkü toplumumuzda şöyle bir inanç yaygınlaşmıştır:


Bir kitabı öncelikle eleştirmek gerek, daha sonra fırsat bulunur­
sa kitab bu gözle okunur. Öyle ki, vaizin biri minberde birkaç
konuşması boyunca "İslam'ı Tanıma" kitabını eleştirmiş. Dost­
lardan biri, vaizin değindiği. meselelerin kitabtaki mevzulardan
hiçbirine benzemediğini görünce, "yoksa kitabı okumadınız mı?"
demiş. Kitabtan değil de kitabın çevresinde oluşan muhalefet­
ten alıntılar yapıp·bu görüşleri reddeden ve halkı şiddetle tah­
rik eden vaiz anlamlı anlamlı tebessüm ederek şöyle demiş: "Fi­
lan kişiye Muharrem Ay'ında 'İslam'ı Tanıma' üzerine konuşup
ondaki din ve mezhep mevzulannı reddedeceği.mi, bundan dr.l a­
yı kitabı bana getirmesini söyledim. Muharrem'in ilk gecesinde
getirmeye söz verdi. İlk gece getirdi ve kitabtaki kötü Y<'•deri bi­
rine göstermek üzere götüreceğini ve minbere çıkmadan önce
getireceğini söyledi. Kitabı götürdü, ama şu ana kadar da getir­
medi, insafsız! "

142
ders şeklinde okumalarını tavsiye etmeyi düşünüyorum.

Kitabın yazan Ruşeni Bey, kitabın birçok yerinde ken­


disini öğrenci olarak tanıtıyor; yani özel bir ilmi ve sosyal
kesime mensup bir şahıs . Ama son olarak aldığım bilgiye
göre kendileri Tahran'da bir camide imamlık yapmakta­
dır. Ayetullah, hüccetulislam veya benzeri kelimelerin ye­
rine böyle bir ünvanı seçmiş olması, bir üniversite öğren­
cisinin benim düşünce ve eserlerime, özellikle de İslami
konulardaki fikirlerime karşı çıkmasının halk tarafından
daha ilginç karşılanacağını düşünmüş olmalı. Bununla
birlikte bazılarının, öyle olmadığı halde insanın kendisini
öğrenci olarak tanıtmasının " şer'an" ve " ahlaken" doğru
olup olmadığı yolundaki sorularına gelince ! ? Onun bu is­
mi seçmiş olması, bu sıfatın daha çok özel bir ilmi kesim
için kullanılıyor olmasından kaynaklanıyor. İsim, lügat
anlamıyla ve genel manada kullanılmıştır. Misal olarak
yün satıcısı bir hacı efendi de kendi sahasında lügat anla­
mıyla üniversitelidir. Ç ünkü kendi alanında yünün son fi­
yatını, pazarın durumunu, yün pazarının son gelişmeleri­
ni, ih racaat, döviz işleri ve buna benzer konulan gayet iyi
bilmektedir. Tıpkı benim de bir resmi dairede, toplantıda
veya bir kitabımda ' ayetullah' sıfatını kullanabilecek ol­
mam gibi. Ç ünkü hayvan, bitki ve diğer cansızların her
biri Allah'ın ayetlerindendir. Nitekim Kur'an'daki kimi
ayetler de bu manayı - ifade etmektedirler. 'Ayetullah'
kavramının halihazırdaki ıstılahi manası çok yenidir ve
hiçbir İslami ve şia kaynaklarında bu manayı ifade eden
ıstılaha rastlanmamaktadır. Üstelik bir kütüphanesi olan
kişi, kendi evini üniversite ve kendisini de İslami üniver­
site hocası olarak görebilir. Bunun hiçbir sakıncası da
yoktur, elbette eğer maslahata da uygun olursa. Ç ünkü
şer'i açıdan maslahat icabı yalan caiz, hatta gereklidir!

143
.
Giymiş oldu ğu elbiseye ve makamına duyduğum say­
gı , kitabım konusunda yaptığı " İ nceleme ve eleştiri"ye
verdiğim değer ve yazılan eleştiriye dolaylı olarak cevap
i stemiş olduklarından dolayı bir mektub yazdım. İ lk ola­
rak kendisinden kj tabın ismini istemeyi ve meseleyi dost­
ç a bir mihver üzere konuşup tartışmayı düşünüyordum .
Ancak bu mektubun yayınlanmasının, b e n i m kitabımı
okuyan veya okuyacak olanlar için faydasız olm ayacağına
karar verdi m . Çünkü onun kitabı alenen yayın l anmıştı.
B undan dolayı b e ni m bu kitab konusundaki mektubu­
mun yayınlanması caiz ve hatta gerekliydi :

" İ nceleme ve E le ş t i r i " kitabının m u h t e r e m y a z arı


Ruşeni Bey!

Selam arz ettikten sonra,

Saygıdeğe r zatınızın komş u s u olan bir akrabam, ki­


tabçılarda benim bir kitabımı a radığınızı, bulamayı nca
d a benim bulmamı istediği nizi haber verdi.

Ancak burada beni h ayrete düşüren ilginç nokta, ha­


beri getirene, kitabın sizin tarafınızdan istendiğini söyle­
memesini tenbihlemeni z d i . Z i r a bunu söyle m e s i duru­
munda ben kitabı vermezmişim !

Hayret verici ve üzücü olan, düşmanın gizli ellerinin


gönüllere vesvese veren şeytan gib i , tek iman etrafında
birleşen, kardeşlik ve birlik esası üzerinde tek düşünce
s ahibi olanlar arasında b u derece nefret ve düş manlık to­
humlarını ekmeye muvaffak olmasıdır. İ şte bu " neffasati
fi ' l ukad" (şeytani fıtratlılar) bizim İ slami ve İ tikadi bağ­
l arımıza öylesine sihirli bir yöntemle musallat olmaya ça­
lışıyor ki , düşmüş olduğumuz " hendek"te düşmanların bi­
z e her yönden saldırması neredeyse tamamen gölgelene-

144
cek hale geliyor. B u muhasarada Ben-i Kurayza da hen­
değin içinde ; kudurmuş ve silahlı halde. Kurşunlara he­
def olanları, bir ihanete kurban gidenleri ve müşterek bir
derde sahip olanları birbirlerine karşı o kadar kötümser
ve düşman hale getiriyorlar ki, birbirlerini göremeyecek,
tanıyamayacak halde kurşunlarına hedef yapıyorlar. Öy­
le ki, birbirlerine karşı dedikodu ve yersiz yargılarla sal­
dırmakta, gizli ve dağınık haldeki şeytani sıfatlıların
emellerine alet olmaktadırlar.

Ben sizi, aleyhimde yazmış olduğu i mz bir dizi yayının


ilkinden okudum. Dikkatli bir şekilde de okudum. Çünkü
bu yazı, aleyhimde yazılanlar arasında yazarının küfret­
me, sahtekarlık, töhmet, yalan, benden yapılan alıntıla­
rın saptırılması ve kasıtlı yanıltmalar yöntemine başvur­
madığı tek yazıydı . Bu kitabta ilk önce benden alıntı ya­
pılıyor ve arkasından görüşüm reddediliyordu. E ğer bu
kitab için basında yapılan yoğun propaganda, kitabın ar­
ka kapağındaki ve içindeki düşmanca saldırılar olmasay­
dı kitabın yazılması ile güttüğünüz hedefe daha fazla ula­
şab ilirdiniz sanırım. Zira okuyucu, kitaptaki satırlardan
kitabın yazarının eleştirilen kişiye karşı duygusal bir
düşmanlık beslediği kanaatine varıyor. Yazar, eseri eleş­
tireceğine, eserin yazarına saldırma konumuna düşüyor.
Ö zellikle yöntemde, eleştiride, görüşün çürütülmesinde,
ilmi mese.�lerde, dini veya tarihi konularda fazlasıyla
mübalağa edildiği görülmektedir. Eleştirmen, her kelime
ve ıstılah konusunda büyük bir hassasiyet göstermekte­
dir. Bu tabii değildir. Tıpkı birisine küsmüş olan birinin
" selamun aleykum" şeklindeki selamına, "gebersin sela­
mun aleykumun! " diye cevap vermesi gibi!

Örneğin Kabe'den sözettiğimde, imanımızda ve duygu-

145
Ianmızda varolan büyüklük, fazilet ve derin manadan sö­
zettiğimde ve " namazımızın kıblegahı olan bu mukaddes
ev, arzularımızın kıblesi. Ona yönelerek yaşarız ve yine
ona yönelerek ölürüz . . . . " dediğimde, eksiklik arayan biri
olarak bu sözlerimi bile reddettiniz, muteber fıkhi deliller
öne sürdünüz ve benim yeterli ilmi bilgiye sahip olmadı­
ğımı ispatladınız . Zira benim Kabe'nin sıfatlarını anlat­
mamı eksik bulmuştunuz. Bu anlatımda, " . . . . şu devamlı
yöneldiğimiz Kabe'ye karşı oturmamalı ve sırt dönmeme­
lidir . . ! ! " demeliymişim.

Veya "Allah lbrahim 'e hitabla, 'insanların her dönem­


de tavaf etmeleri için evimi kur! ' emrini verdi. Nerede ?
Hacer 'in. evinin yanında!" şeklindeki sözüm. Saygıdeğer
zatınız bu ibareme takılıyorlar özellikle de "yanında, ke­
narında" sözünü kurcalayarak. Hacer'i n evinin veya me­
zarının hangi noktasındaymış ; acaba evinin kenarın da
mı, içinde mi veya ona kaç santimetre uzaklıkta vs.

Siz de biliyorsunuz , bir edebi ibare kelimenin zahiri


manasıyla ifade edilmeye çalışıldığında büyük bir facia
meydana gelir, dahası söz söylemek ·i mkansızlaşır. Örne­
ğin taksi şoförüne, "beni Huseyni Mescidi'ne götür" dendi­
ği zaman, şoför sizi mescidin yakınlarında veya önünde
indirir.

E ğer benim kitaplarım konusunda yaptığınız eleştiri


ve incelemeyi bu konuda da yapmaya ve onunla bu mev­
zudan dolayı tartışmaya kalkarsanız protesto edilirsiniz .
Z i r a o n a , " çirkin mahluk, cahil herif, maksadımın
Hüseyni Mescidi olduğunu söylemişti m , sen beni İran
Mehr Caddesi'nde (Tahran'da Hüseyni Mescidi'nin bulun­
duğu cadde-çev. ) indirdin! İlim , akıl , mantık ve basiret
sahibi olan beyler, burası mescid midir, yoksa cadde mi?

146
Bu bey mescid ile cadde arasındaki farkı bilmiyor! " diye­
bilirsiniz.

Siz, "Ali (a) çocukluğundan büyüklüğüne kadar Pey­


gamber'in gözleri önünde gelişti, büyüdü ve Ali oldu" de­
diğinizde bu doğru ve inkar edilmez bir gerçektir. Ama
benim yanlışlarımı buluşunuzun mantığıyla bu meseleye
iki itiraz bulmak mümkündür. İlki , Ali'nin ismi Hazret-i
Resul'ün evine gelmeden önce de Ali'ydi . Ebu Talib'in
evinde doğduktan sonra Kabe'de ismini Ali koydular!
İkinci olarak, Ali devamlı olarak Resul'ün gözü önünde
değildi; Hazret bazen başkalarına, başka eşyaya veya yö­
ne bakardı . Bu esnada onlar Nebi'nin gözleri önündeydi ,
Ali değil. Bunun da ötesinde Resulullah geceleri yatıyor­
du; bu durumda Ali'nin devamlı olarak Hazret'in gözleri­
nin önünde olduğunu söylemek çok gülünç olur. Ali ; Haz­
ret uyuduğu, gözlerini kapadığı zaman da evin dışında
gelişmesine devam ediyor, büyüyordu. Öyleyse " bu tür bir
ibare kullanmak gülünçtür, akla da nakle de ters düş­
mektedir ! " denebilir. Nitekim doğrudur da!

Mücessime, m üşabihe, hurufiye , ahbariyyun,hululi­


ye . . . ve benzerlerinin ayet ve rivayetlerin tefsirinde ger­
çek manaya uzak düştüklerini iyi biliyorsunuz . .. Kelime­
nin zahiri manasını aldılar, edebi ve insanlar arasında
yaygın olan kelimeyi -Kur'an ve hadisler de bunun üze­
rinde duruyor- zahiri ve lügat manasına göre yorum ladı­
lar. Böyle bir yöntemle her metin, ister Allah'm kitabı, is­
terse de Allah'ın kulunun kitabı olsun, kabul veya reddet­
mek açısından, üstelik çıkarım veya ictihatla bile olsa yo­
rumcuyu metinde ortaya konanların çok uzağına düşü­
rür . .

Öte yandan söylediklerimi reddetme konusundaki mü-

1 47
balağalı duru m unuz , sizi, kitabımda yeralan konuları
eleştirme çevresinde yanlışa sürüklemekte, mana ve lafız
açısından itiraz etmediğiniz bir mevzuda sadece baskı ha­
tasından kaynaklanan bir yanlış nedeniyle kitabı bütün
olarak, kesin bir tavırla saldınnıza hedef yapmanıza, o
görüşü küçük düşürmek için elinizden geleni ardına koy­
mamanıza yolaçmaktadır! Hacer'in hikayesinden sonra,
Habeşli bir kadın kölenin bu ilahi mektebte yükselmiş ol­
duğu makamı överken, kinayeli bir şekilde (kadınların
özgürlüğü ve kadının ilahi makama ulaşması yolunda bu­
gün söylenen sözlerin ne manaya geldiğini; kadın, özgür­
lük ve insanlık adına neler yapıldığını görüyoruz) şöyle
diyorum:

"Evet, b u mektebte kadına işte böyle hürriyet veriliyor;


bu dinde, kadın böyle yüceltiliyor ".
Kuşkusuz siz de İslam'ın kadını gerçek manasıyla yü­
celttiğine, ona asıl hürriyet ve insanlığı bağışladığına ina­
nıyorsunuz ; b ugün kadına verilen sahte hürriyet ve yü­
celtmeye muhalif olduğunuzdan da şüphe'm yok. Yanlı ş­
lıkla kelimelerin arka arkaya gelmediği , cümlelerin altal­
ta yazıldığı bir metnin yeni şiir türünden olmadığını anlı­
yacak kadar uyanık olduğunuz kanaatindeyim. Ardarda
yazılmamış veya dizgide meydana gelen hatadan dolayı
altalta dizilmiş cümleleri şiir zannedecek kadar bilgisiz
olduğunuzu da sanmıyorum ! Ama benim bu ibaremi "yeni
şiir" türü olarak değerlendirip eleştiriyorsunuz ! Acaba bu
iki cümle ardarda gelmiş olsaydı , yine de eleştirilerinize
hedef olacak mıydı? Bu iki cümlenin yeni şiire benzerliği
dizgi hatasından başka bir şey mi?

Bu meseleyi � ektubta sözkonusu ettiği mden dolayı


özür dilerim. J3unu sözkonusu etmemin sebebi, şahsıma

148
karşı takınmış olduğunuz düşmanca ve sert duygusallığı­
nızı kontrol etmenizi istememdir. Duygularınızı değişti­
rin demiyorum, ama onu kontrol edin ve eserimi eleşti­
rirken, okuyucuya, şahsıma karşı aşırı mutaasıp ve ön­
yargılı olduğunuzu göstermeyin. Bu risalelerin yayınlan­
masından kasdınızın o "özel grup"la hiç bir ilişkisinin bu­
lunmadığını ispatlayın (çünkü onlara çok az bir bağlılığı­
nızın bulunduğunu ve hatta benzer yanlarınızın olabile­
ceğini sanmıyorum. Özellikle itikadi ve sosyal yönden be­
nim gibi şahıslara olan yakınlığınız, onlardan daha fazla­
dır. Ayrıca o tek tempo halindeki seslerin nereden kay­
naklandığını da biliyor olmalısını z ) . Şahsi maslahat, iş
sahasındaki menfaat (bu şahıs aleyhindeki saldırılar bir
"moda" halini almış ve "fayda" sağlar olmuştur), ferdi ha­
sasiyet, kasıt, ilini olmayan ve dinden kaynaklanmayan
hastalık ve garazlardan tamamen uzak olduğunuzu ve
bütün üzüntünüzün, derdinizin sadece dinden kaynak­
landığını, inceleme ve eleştirinizde dayanağınızın İslam ,
akıl ve ilme dayandığını gösterin. Ama anlaşılan o ki,
üniversiteliler, aydınlar ve bu asrın gençleri arasında sal­
dırgan kültür ve mübelliğlere karşı yoğun bir gayret gös­
teren birini zayıflatmaktır hedefiniz. Bu neslin dine, İs­
lam'a ve Şia'ya yönelmesi "maslahata uygun" değil mi?
Dini koruma mesuliyeti altında bulunanların O'na karşı
mücadele vermesi, okumuşlar arasında yeşeren bu dü �
şünceyi parçalaması ve bu fidanı kökten sökmesi hangi
dinin maslahatına uygun olabilir?

Bu hedef, -ilmi, tarafsız bir gözle yapılır ve şahsi taas­


sup , hissi davranı ş ve sınıf gözlüğünün kalıplarına sorul­
maz da- daha derin araştırmaya dayanırsa okuyucul ara
güven verir ve okuyucu sayısını artırmaya vesile olur.

Ama şahsım bu hedefe ulaşma noktasında başarı elde

149
edememiş olabilir. Buna rağmen O 'nu takib etmenize hak
veriyorum. Bunu da ahlaki bir edepten dolayı söylemiyo­
rum. İlmi bir esas, zaruri ve hatta hayati bir mesele ola­
rak buna inanıyorum. Zira bir düşünce, ancak eleştiri, in­
celeme, devşirme, tahkik, reddetme, inkar edilme, saldırı­
ya hedef olm�, itham ve töhmetlerle asıl gelişmesini gös­
terebilir, kendisini tashih edebilir, zaaf noktalarını görür,
gafletlerinin farkına varır, kendisini besler, toplumun an­
layışını ve çevrenin tepkisini ölçer; tehlikeleri, komplola­
rı, gruplaşmaları, hassasiyetleri, gizlice dönen oyunları,
perde gerisindeki planları, güçleri, çelişkileri, maslahat­
ları ve ondan zarar gören menfaatleri, ihtiyaçları, dertle­
ri, kendisinde cevabını bulan istekleri, hergün somutla­
şan ve ağırlaşan sorı ımlulukları ve nihayet kendisini,
komşularını , dostlaru,' ve düşmanlarını yakından tanı­
maya fırsat bulur . . . "Durum"u hergün daha iyi, derin ve
dikkatlice tanır ve bu yolla eksikliklerini gidermeye çalı­
şır; konuşma dilini bulur, daha doğru ve müstakim yolu
tespit edip toplumun bünyesinde ve zamanın doğrultu­
sunda bir konuma oturtur, konuşma dilini belirler. E n
doğru ve beğenilir yolu belirleyerek zaman ve topluma
uyum sağlayan bir konuma ulaşır. Eğer kalma değerine
sahip değilse -veya bu çekişmelerde boğulur, ölürse- ve
belirli bir özgünlüğü yoksa kendi yokoluşunu hazırlamış
olur. Zira bir "fikir", (vahiy yoluyla gelen veya masum bir
kafanın düşüncesi olandan ayn olarak) canlı bir varlık gi­
bi -bir ağaç veya herhangi bir canlı gibi- beslenme, hare­
ket, budamayla (tashih) ve bilinçli bir şekilde hastalık ,
zorluk, kıtlık, darbeler, kış, güneş, rüzgar, tufan, iklim
şartlarının sürekli değişmesi karşısında direnişle büyür
ve . . . . . . . toprağa kök saldıktan sonra meyve vermeye baş-
lar.

150
Size arzetmek istediğimin, o yayında saygıdeğer zatı­
nızın bulduğu hatalara cevap vermek olmadığını belirt­
mek isterim. Zira ben, insafsızca ve merhaırletsizce bile
olabilen bu "inceleme ve eleştiri"lere, sosyal tesiri , halkın
bilinçlenmesi yönünde düşünce vermesi ve bağlı bulundu­
ğum itikadi hareketin kuvvet bulması açısından b üyük
önem vermekteyim. Bundan dolayı böyle bir gayeyle yapı­
lan eleştiriye tepki göstermek, "cevap vermek" ve "karşı­
lık olarak saldırmak" gibi yöntemlerin gerekliliğine inan­
mıyorum. Ç ünku bildiğimiz, bildiğiniz ve bildikleri gibi,
bizim toplumumuzda eleştiri tamamen " red" manasında­
dır. Böyle olunca da bu eleştirilerin büyük bir bölümü
ilimden uzaktır ve doğal değildir. Veya b u hataların bulu­
nuşuna başka şeyler sebep olmaktadır. Öyle ki , mevcut
bazı şahsiyetlerin, ulemanın ve benzerlerinin bundan beş
yıl önce henüz yeni yayınlanmış olan lslam 'ı Tanıma ki­
tabına büyük övgüler yağdırmalarına ya da susmalarına
rağmen aleyhimde saldırı başlatılmasına ve Hüseyniye-i
İrşad'ın kapatılmasına karar verildikten sonra topluca
saldırıya geçtiklerini görd ü m . (Yazılı ve sözlü övgüler
yağdıran bu şahsiyetlerin , altı günlük İ srail-Arap sava­
şından sonra saldırıya geçmeleri ilginçtir. Müslümanların
siyonizm meselesi ve müşterek düşman karşısında birleş­
mesinin ve Müslüman Filistin halkının derdine ortak ol­
manın sözkonusu olduğu bir zamanda, hem de dindar bir
atmosferde , dinle ilgili özel durumların böyle bir dini
platformda günde getirilmesi karşısında aniden takınılan
tavır! Bu saldırılardan hedefleri de ; yaygın dedikodu, ifti­
ra ve yapmacık bir duygusal tahrikle, asıl meseleyi gölge­
leyecek tabii olmayan bir hissi tep ki atmosferi oluştur­
maktı. Yalancı bir cephe oluşturularak düşüncelerin sap­
tırılması ve gerçek cephe üzerinde odaklaşan düşüncele-

151
rin yörüngesini değiştirmek ve aynca ben ve benim gibi­
lerin, "Moşe Dayan'ın sol kaşının altında göz yoktur! " di­
yememesi için bütün yollar denendi . Ve öyle bir hissi at­
mosfer oluşturuldu ki böyle dememiz halinde " ulemaya"
ihanet etmiş ve "velayet"sizlikle suçlanmış olacaktık! . . . )

Evet, b u şahıslar övgülerden sonra işbirliği ve uyum


içerisinde muhalefet ve ilmi eleştiri için beslenmeye baş­
landılar! Bununla birlikte reddiye cevabı; karışıklık, hal­
kın zihninin bulandınlması ve boygösterisinden başka bir
şeye yaramıyacaktır. Bundan dolayı , oluşturulan bu mu­
halefet ve red platformunda Ali gibi susmanın gerektiğini
açıkladım ve hakkın öldürülüşüne seyirci kalmakta� baş­
ka hiçbir çaremin olmadığını söyledim. Bu yöntemle ol­
mayan eleştirilere , buğz ve ihanet dolu olsa bile, yanlış
anlaşılmadan kaynaklanan ve "dedikodu ve mütevatir
nakil" neticesinde meydana gelen tepkilerden dolayı yapı­
lan eleştiriler olduğundan -perde gerisindeki plan , komp­
lo ve bunların icra edilmesi için alınan görev olmadığın­
dan- aynı tavrımı korumaya devam ettim. Öte yandan
kalem ve kelamla yapılan tartışmaların halka bir şey ka­
zandırmayacağı düşüncesindeyim de. Bugün eğer İslam
için bir şey yapılacaksa, bu, kesinlikle tartışma, mücade­
le, red, ispat etmek, ken disini savunmak, tekfir, yücelt­
me, küçültme hareketi değildir. Bunların hiçbiri fayda
sağlamaz � Bu hareket; ciddi, asil ve sadıkane bir şekilde
halk arası ndan hurafeleri kaldırmaya çalışmakla müm­
kün olabilir. İslam veya Şia'nın bilinmeyen ya da saptı rıl­
mış gerçeklerini aydınlığa kavuşturmak gerekir. Böyle
bir yöntemle kısırla ştırılmı ş , kalıplaşmış fikri unsurlar
ve halkın zihninin sürekli bulandırılması ortadan kaldı­
rılmalı, avamdan oluşan halk kitleleri bilinçlendirilmeli
veya en azından İslam aleyhindeki bunca düşünce ve pro-

152
paganday� karşı durulmalıdır. Öte yandan donmuş, bit­
miş, imana yabancı kalmış nesil arasında büyük bir dine
yönelme hareketi başlatılmalıdır. Bütün gayretlerin he­
defi budur. Yoksa böyle bir zaman ve böyle bir dünyada
benim gibi birinin karalanması veya aklanmasının halkın
kötü geleceği, Müslüman toplumumuz ve İslam üzerinde
nasıl etkisi olabilir ki?

Bu mektubu yazmamın tek sebebi ahlaki meseleydi.


Şöyle ki: " İnceleme ve Eleştiri" adlı kitabınızda, beni gör­
mek için Hüseyniye-i İrşad'a geldiğinizi ve birinin size
'benim yatmış olduğumu s Öylediğini' yazmışsınız!

Elbette benim her zaman ve gece.-gündüz İrşad'da uya­


nık ve hazır bekliyor olamayacağımı onaylıyorsunuz . As­
lında benden böyle bir şey beklemek de yanlış olur. Be­
nimle görüşmek isteyen birinin önceden haber vermeden,
canının istediği bir zamanda İrşad'a geldiği için beni gö­
rememesi ve bundan dolayı da " İnceleme ve Eleştiri" kita­
bında beni protesto etmesinin İslam, şia ve ulemayla ilgili
meselelerle ne alakası var? Böyle bir eserde uykumun
gündeme getirilmesi; böyle bir zamanda, üstelik ilmi bir
kitapta Müslüman İran halkına bilgisine halkın uyudu­
ğunun değil , benim uykumun ulaştırılması gereği ne fay­
da sağlayacak?

Şu anda işim olmadığından ve evde kalmak durumun­


da bulunduğumdan, mütalaa ve fikir ihtiyacımı gidermek
için geceleri sabah sekiz ve bazen dokuza kadar çalışmak
durumundayım. Gündüzleri de faydasız görüşmeler, neti­
cesiz ilişkiler, merasimler, hu şahsiyet veya cemiyetle
maslahat gereği yakınlaşma vs. yeı ine uyumayı . tercih
ediyorum. Şimdi böyle bir d ı..ı rum, bir alim tarafından ha­
karet dolu eleştiri ve i ncelemeye hedef mi olmalıd ı r? Da-

153
ha sonra, cevap vermem için bir mektup yazdığınızı, ama
ona cevap yazmadığımı buyuruyorsunu z . Hem de bunu,
"eğer bir eleştiri olursa ona memnunlukla cevap veririm"
demiş olmama rağmen yapmışım.

Evvela ben İrşad'da dersten sonra her türlü eleştiriye


cevap vermek için saatlerce mikrofonun başından ayrıl­
m ıyorum. Herkes topluluğun karşısında istediği tarzda
açık bir şekilde eleştiri yapabiliyor. Ama mektub unuza
cevap vermeme gelince , bürosu ve sekreteri olmayan be­
nim gibi birinin "fırsat dahilinde" şartını koymasının ta­
bii olduğunu hatırlatmak gerek. Ç ünkü gece-gündüz bü­
tün vaktimi gelen mektuplara cevap vermeye ayırsam bi­
le vakit yine de yeterli gelmeyecektir. Bununla birlikte
Allah'a yemin ederim ki sizin adınızla gelen bir mektubu
hatırlamıyorum. Ancak şimdi sözkonusu olan, saygıdeğer
z atınızın " ahlaki ve tatlı" bir edebi latifeyle ve "iyilerin
binlerce · sözünün biri yerine gelm iyor" şiirine dayanarak
benim iyiler sınıfından olmadığımı ilan ediyorsunuz .
Onun ardından da iyiler kelimesini yorumlamaya çalışı­
yor . ve iyiden maksadın güzel yüzlü ve güzel suratlı olan­
ların olmadığını söylüyorsunuz . Yani iyilerden kasıt, gü­
zel fıtratlı olanlardır; ben de · sizin mektubunuza cevap
yazmadığım için "kötü fıtratlı"yı m !

Öte yandan b i r Müslümanın, . özellikle d e Peygamber


ve şia imamlarının, ulemasının ve büyüklerinin ahlak,
edep ve basiretine sahip olan alim bir şahsın, -İslam'da
b aşkalarını yargılamanın mesuliyet ve ağır ş artlarını bil­
mesi de gözönünde bulundurularak- tanımadığı bir insanı
yargılaması büyük bir hatadır. Şia'da, bir cami imamının
taşıması gereken en önemli şart adalettir. Bu şarta sahip
olduğu söylenen birinin tanımadığı bir Müslüman hak-

154
kında hüküm yayınlanması ve mektubunun cevabını al­
madığından dolayı halka "kötü fıtratlı" olarak ilan etmesi
adaletten tamamen uzaktır.

Lakin istemiş olduğunuz kitabın hangi kitab olduğunu


bilmiyorum. İ smini hatırlamadığınızı söylemişsiniz , kita­
bın hangisi olduğunu anlamam için içeriğinden biraz bah­
sederseni z memnun olurum. Sevinerek temin eder ve hiz­
m etinize gönderirim . Bütün safların somutlaşacağı aydın
günlerin doğması, karanlık ve k arışık gÜ nlerin batması ;
aynı şekilde düşünenlerin aynı duyguya sahip olmaları ve
aynı doğrultuda hareket etmeleri ümidiyle. Gizli güçlerin,
dostu, dedikodu ve saldırı propagandalarını kullanarak
düşmanın eliyle dostu Ö ldürmeye vesile kılmamaları ; ay­
nı şekilde düşünmeyenlerin aynı duygularla hareket et­
memeleri ve aynı doğrultuda eylem birliği yapmamaları
temennisiyle . Ayrıca kimin �imin yanında ve kimin kar­
şısında yer aldığının anlaşılması için havanın aydınlığa
kavuşması arzusuyla!

155
Edebiyat Fakültesi Başkanına Mektup

Edebiyat Fakültesi başkanı Muhterem Doktor Metini !

Sonsuz hürmetlerimle ,

Giriş, çıkı ş , var ve yok olma durumumun saat, dakika


ve saniye halinde yazılı olduğu fakülte mektubunu aldığı­
mı belirtmek isterim. Burada resmi bir mektub a cevap
vermek istemiyorum . Nitekim böyle bir yöntemi ve mas­
lahatı da bilmiyorum. E sasen başka bir hava ve hal içeri­
sinde yaşıyorum. Öyle ki -kendimi affettirmeye çalışmak
ve aleyhimdeki eleştirilere cevap vermek yerine- saygı
duyan biri olarak arz edeyim: "Zaman" habercileri işlerin­
de o kadar gevşek, daha doğru bir tabirle çiğ, pişmemiş
bir halde hareket etmişler ki, fakültede dersim olduğu ve
bundan dolayı derslerde eksiksiz hazır bulunduğum gün­
leri bile "gelmemiş" olarak kaydetmişler. Bu bile tek başı­
na onların raporlarının doğruluğunu tehlikeye düşürmek­
tedir. Saygıdeğer zatınızın bir mes uliyeti icra etmekten
başka bir hedefinin olmadığı düşüncesindeyim. Kuşkusuz
bu doğrultuda benim çalışmamda bir boş luğun meydana
gelmesini istemezdiniz. Bütün öğretim üyelerininkinden

156
daha fazla olarak bu çalışmanın sıhh atine dikkat ettiği­
nizden şüphe yok. Bunu hatırlatmayı gerekli gördüm, zi­
ra beni iyi tanıdığınızı biliyorum. En azından kendi çıka­
rım için her türlü yola başvurabilecek kadar maddiyatçı ,
zayıf ve korkak olmadığımı biliyorsunuz . Her yolu caiz
görecek ve rahatlıkla yalan söyleyecek biri olmadığımı
bildiğiniz inancındayım. Söylediklerimi, o raporu sunan­
lar kadar muteber kabul edeceğinize inanıyorum. Husu­
sen maksadım , idari bir yolsuzluk yapmışsam bu yolla
onu affettirmek ve bunu da sadece sizin bilmenizi iste­
mek değil. Size yazdığım bu mektubu bu meseleyle sınır­
lamanızı, daha sonra da basit bir idari mektup gibi bir
kenara atmanızı istemiyorum. Şunu da ilave edeyim ki,
fakültenin, başkalaFının da tasdik etmiş olduğu bendeki
kuvvet noktalarını inkar ettiği ölçüde , ben kendimde bu­
lunan birtakım zaaf noktalarından rahatsız olmaktayım.
Öyle ki , fakültenin benim hakkımda alacağı her türlü ka­
rar karşısında şimdiden teslim olduğumu bildirmek iste­
rim . Hatta herkesin kaçınılmaz hakkı olan noktalardan
da herhangi bir beklentim yok . . .

157
Edebiyat Fakültesi Başkanına Başka Bir Mektup

Muhterem Edebiyat Fakültesi Başkanı ,

Selamlar . . .

Tahran'da yapmış olduğum bir konuşmanın yanlış an­


laşıldığını ve yoklama defterimde bir öğrencinin gelmeyi­
şinin kaydedilmemesinin bu yanlış anl amayı artırdığını
işitmem üzerine bir açıklama yapmaya ihtiyaç duydum.
E vvela, öğrenci yoklaması i le ilgili normal uyarıdan ve
bunu benden istemenizden sonra emrinizi yerine getir­
dim . Her şeyden önce -ki ben bu sahada dikkatli değildim
ve bunun öğrencinin derse katılmasını sağlamak yolunda
bir vesile olabileceğine de inanmıyordum- bu konuda her­
hangi bir ihmal olmuşsa, geçmiş ve değersiz bir mesele
olarak değerlendirilmelidir. Yine de verilecek her karara
razıyım. Bununla birlikte , sözü edilen öğrencinin yaşlı ve
hasta olduğunu, ameliyat için benden izin istediğini de
eklem � m lazım . Dersine giren bir öğretmen olarak bana,
neden derse gelemediğini haber verdi . Ö te yandan bir öğ­
re nci nin benim dersime katılmadan, başka metinleri oku­
yarak (başka bir metin yoktur) veya başka. konuları mü-

158
talaa ederek (derste sözkonusu edilen mevzulardan hiçbi­
ri yazılı olarak basılmış değildir) imtihanlarda başarılı
olamayacağına inandığımdan (örnekleri imtihan kağıtları
ve sorularıdır) , herkesin derste verilen konuyu eksiksiz
öğrenmesinin ve diğer öğrencilerin seviyesine ulaşması­
nın gerektiğini söyledim . Zira not, dersi dinledikleri veya
derse katılmak için çektikleri zahmete değil, verilen dersi
öğrenmelerine göre verilir. Kanaatimce, derse katılmış
öğrencilerin seviyesine ulaşmak için kişisel gayret göste­
ren öğrenciye yeterince not vermemek yanlış olacaktır.
Böyle bir gayret gösteren öğrencinin, öğrenmenin en ko­
lay yolunu tercih edeceğinden kuşku yok . Diğerlerinin
müşterek yolla öğrendiği ve öğretmenin ders verdiği bir
ortam yerine daha zor bir metodu seçmeyi kimse istemez .
Öyle k i , öğrencinin derse katılmasına ihtiyaç ol madığı ,
onun buna muhtaç olduğu gerçeği ortaya konabilirse da­
ha verimli bir iş yapılmış olur. Zira bu öğrendi klerini da­
ha basit bir yolla öğrenecekse onu zorlamanı n bir manası
yoktur. Böyle bir şeyi ona yüklemek de faydasız bir iş ola­
caktır.

Her halükarda, fakültenin idari maslahatından dolayı ,


ayrıca benim buna itaat etme 'll i istediğinizden, yoklama
yapmaya dikkatli bir şekilde riayet ediyorum. Hasta öğ­
rencinin meselesi de daha öncelere dayanmaktadır. Bun­
dan sonra isteğimin tersine ve fikri prensiplerime rağmen
yoklama yapan arkadaşlarımın zorluk çekmemesi için bu
yöntemi uygulamaya başladım .

Açıklamak istediğim diğer bir mesele de, yanlış anla­


şılmalara sebep olan Tahran' daki konferan sımdır. Yan l ı ş
anlaşılmış derken, mecazi veya ahlaki tabiri kasdetm iyo­
rum . Kelimenin tam anlamıyla yanlış anlaşıl mıştır. Şöyle
ki , ben fakültedeki konferans hakkı nda bilgi sahibi ol ma-

159
mama ve onu bir � hlaki mesele olarak değerlendirmeme
rağmen, siz tamamen bunun tersine, ahlak dışı veya en
azından idari olmayan bir mesele olarak değerlendirmek­
tesiniz .

H e r şeyden önce şunu açıklamalıyım ki, üyes i bulun­


duğu fakültede; noksanlıkları olan ve kötü bir unsur, hat­
ta tehlike l i , kötülük dolu ve üstünlüklerden yoksun biri
olarak tanınan b u şahıs, İ ran'ın diğer yüksek okullarında
ortalama öğrencinin değil , öğretim üyelerinin, üniversite
yetki lilerinin gözünde bilgi n , faziletli ve fikir sahibi bir
insan olarak bilinmektedir. B unun sebebi de açıktı r ! On­
l arın benden almış oldukları nottan, ilimlerinin düşük ol­
masından ve cehaletlerinden veya diğerlerine yapılan
dalkavukluk hoşuma gittiği için beni seçiyorlar!

Her halükarda, ş i mdiye kadar İ ran'ın bütün yüksek


okulları ( H u z i stan hariç) tarafından -bu yıl içinde- ilmi
konferanslar vermek üzere davet edildim. D avetler de
ünive rsite b aşkanları tarafından y a p ı lmaktadır. Buna
i lave olarak yolculuk ve diğer masraflarım da üniversite
bütçesinden ödendi, genellikle de Meşhed E debiyat Fa­
kültesi öğretim üyes i ünvanıyla davet edildim. Ş imdiye
kadar bu davetlerde Abadan Petrol Fakülte s i ' n de iki ,
Milli Ü niversite ve Aryamehr Ü niversitesi'nde birer kon­
ferans verdim ve bunların her birinde büyük övgü ve say­
gıya layık görüldüm. Bunların hiç birinin Meşhed E debi­
yat Fakültes i ' ne uğursuz bir gölge düşürmüş olacağını
sanmıyorum . Her yıl konferans vermek için davet edilen
Doktor Heştrudi, D oktor Şafak, Minevi , Hikmet ve Tah­
ran'ın diğer bilgi nlerinin yerine bu fakültenin bir asistanı
konumundaki öğretim görevlisini çağırmış olm alarından
dolayı duyulan bu büyük rahatsızlığın sebebi açıktır. Ger­
çi bu faziletten dolayı devamlı olarak bazı büyükler tara-

160
fından serzenişlere muhatap oluyor, ithamlara maruz ka­
lıyor, ancak bu itirazlara cevap vermiyordum. Verilecek
'
cevap da yoktu aslında . Bununla birlikte bütün yüksek
öğretim platformunda, bağlı bulunduğum fakülte için
ilmi bir şöhret kazanmış olmaktan gurur duyuyordum.
Ama ben saygıdeğer zatınızın düşüncesinin bu unsurlara
dayanmadığını, tabii olan bu tür meselelerden kaynak­
lan madığını ve aynca bütün düşüncenizin idari maslaha­
tı gözetmek olduğunu bildiğimden fazla bir açıklamaya
ihtiyaç duymamaktayım. B unu gözönünde bulundurarak
idari yönetmelikler mevzusu üzerinde durmaktan çok,
ahlaki yön üzerinde durmaya çalıştım. Bunun yanısıra
benim doğru veya yanlış düşündüğüm şeyle sizin düşün­
düğünüzün tezad içerisinde olduğunu göstermeye çalış­
tım.

161
Sir Seyyid Ahmed Han

Sir Seyyid Ahmed Han, çağdaş Hindistan'ın en meş­


hur İ slami çehrelerindendir. Hindistan'ın bölünmesinden
önce belirli bir konumu vardı. Ö yle ki Hindistan Müslü­
manlarının en önemli öncüleri arasında sayılıyordu.

0 , - İ ngiliz emperyaliz minin hakimiyeti döneminde


Müslümanlara karşı sürdürülen yoğun baskıdan ve geri
kalmışlıktan dolayı büyük acı duyan Hindistan aydınları­
nın ve Müslümanların büyük kesimi arasında kayda de­
ğer bir saygı ve nüfuz elde edebilmiş, pek çok Müslüman
genç ve şahsiy�t için ümid kaynağı olmuştu . .

Fazlasıyla hµ:..- afeye bulaşmış Hindistan itikadi yapı­


sında, ıslahatçı bL:· hareketin başlatılması, ayrıca bir seri
propaganda kuru uıunun oluşturulması ve İ slam'ın öğre­
tilmeye başlanmasının zarureti , B atı emperyalizminin
saldırıları karşısında İ slam'ın korunması için kaçınılmaz
olmuştu. Yine s ayısızca alim , fikri donukluk ve geri kal­
mışlıktan dolayı zamanın hareketinden, empe;yalizmin
boyutlarından ve Müslümanların muhasara edilişinden
habersiz olduklarından, bir seri geleneksel merasime,

162
zahiri bazı emirlere saygıya, fakir ve cahil halkın saygısı­
nın ve azınlıktaki zengin kesimin ikramlarının korunma­
sına gönül bağlamaktaydılar. Herbirinin kendi sahasında
taşıdığı önemden dolayı, yaşanacak her türlü gelişme ve
değişiklikten büyük bir korku duyuyorlardı. Bu tür geliş­
melere şiddetli bir taassubla karşı çıkıyorlardı . Ö yle bir
atmosfer oluşturmuşlardı ki, Müslümanların sömürülme­
sine karşı olan mücadeleci, ı slahat ve il erleme taraftan
'
aydınları ke ndi taassuplannda eritmeye çalışıyorlardı.
"Seyyid Ahmed Han" gibi aydın görünümlüleri heyecanlı
bir gibi kahraman gösterip birçok Müslüman, mücahid ve
ıslahatçıları onun etrafında toparlamaya çalışıyor, O'nu
güçlü, nüfuz sahibi, kabul edilmiş şahsiyetli bi;r lider ola­
rak kısa zaman içerisinde mücadele sahnesinde sergileme
çabası içerisinde oluyorlardı . Bunun neticesinde " İ ngilte­
re emperyalizmi" ve Hindistan'ı elinde bulunduran "Doğu
Hindistan Şirketi" , "özel bir hesap" açmış bulunuyordu.
Bunun yanında onun "yetişmesi ve pişmesi" için har� kete
_
geçiyorlardı.

Yürürlükte olan yöntem gereğince , ilk başta çevresine


bir hisar çekmeye gayret gösterip O'nu kontrol edilmi ş bir
atmosfel' ve özel bir karantina altında tutmaya çalışıyor­
lardı . Bu yöntemle zihinlere de hitap ederek, muhasara·
ları altında tuttuklarının kendi gözlüğünden bakmasını
ve ardından, önce "bilmeyerek'' , daha sonra da "yarı bile­
rek" ve neticede bilinçli bir şekilde verilen direktifleri ye­
rine getirmel e rini sağl amaya çalışıyorlardı.
Ö te yandan Şirket'in gizli görevlileri , Müslümanlar ve­
ya yeni taraftarlar olarak çevresini sarmakta, dini borcun
ödenmesi , İ slami çalışmalara yardım, ilmi teşkilat ve dini
medreselerin devamı için ödenen aidatlar yoluyla söz sa-

163
hibi olmaktaydıiar. Bu yolla O'nu takviye ediyor, bunun
ardından emperyalizmin gizli memurları; danışman, öğ­
retim üyesi, teknik eleman ve dini medreseye yardımcı ol­
mak adıyla ortaya çıkıyorlardı. Bütün bu yöntemlerin ar­
dından çehrelerindeki maskeyi kaldırıp İngiliz e m perya­
l izminin Hindistan Müslümanlarını koruması, Müslü­
manların kültür ve sosyal yönden gelişmesini destekle­
mek ve onları Hindular karşısında korumak bahanesiyle
maharetlerini açıkca sergileme yoluna gidiyorlardı. B u
çok yönlü muhasara ile O 'nu kendi kontrolleri altında tu­
tarak gizli ve aşikar ilişkiyle, ayrıca bir hayırsever eda­
sıyla yapılan yardımlarla çevresini sarmaya başladılar . . .
Zaman geçtikçe herşey daha fazla aydınlanmaya başladı
ve Seyyid Ahmed Han, "j slam binası" ve Müslümanların
dini ilimler havzasının ko.·unması için kraliyetin destek­
l�nmesinin gerekli olduğunu resmen ilan etti . Şöyle di­
yord u : "Biz lngiliz kraliyetine vekillik eden h ükümeti ve
sömürü sisteminin devamını desteklemeliyiz. Zira onla­
rın itimadını kazanmakla, Hindular karşısı nda vaaz,
tebliiJ, dini merasimlerin düzenlenmesi hürriyetine· sahip
olabilir, dini medreselerimizin varlıiJını da koruyabiliriz.
Öyle ki ei]er Hindular bai]ımsızlık kazanıp Hıristiyanla ­
r ı n. sömürgeci sultası kaldırılırsa Müslümanlar büyük
zarar göreceklerdir. Çünkü Hindular çojJunluktadırlar.
Bundan dolayı azınlıkta kalan biz Müslümanların lngi­
lizlerin Hindistcı.n 'daki güvenilir karargahı haline gelme­
m iz gerekir. Yani daha açıkcası imparatorluiJun gücün­
den istifade etmemiz lazımdır"!
"Seyyid Ahmed Han"ın hızlı bir değişim gösterdiği
böyle bir zamanda, " Hind Müslümanlarının kurtuluş ha­
reketi" yoluna devam ediyor, şöhret yapmış ve şüpheli
şahsiyetlerin veya İslam'ı donduran, taassub, taklid, geri

164
k almışlık ve gericiliği yayan, emperyalizmi öven ve bu
b üyük güç karşısında teslimiyetlerini. Han eden kimseler
hareketten uzaklaştırıJ ıyorlardı . B unun neticesinde de
hareket güçlendi. Hareket, resmi yetkili ve ulema sıfatlı­
ların yerine, sade, samimi, rnücahid, bilinçli halk, rnesuli­
yetlerinin bilincinde olan aydın, mütefekir, yazar, alim ve
kişilik sahibi kimselerin çehresinde temsil edilmeye baş­
landı. Hiçbir iddiaları olmayan, fedakar, İslam'ın kendile­
ri için iman ve aşk ifade ettiği , nanı ve kazancın hesaba
katılmadığı , gelenek veya laf ge tirmediği şahsiyetlerin
eline geçiyordu. Böylece h areketin kontrolü, uzlaşmacı
"Seyyid Ahmed Han" ile başıboş ve donuk " Seyyid Al i
Muhammed" gibilerinin elinden çıktı. "Muh ammed İkbal"
gibilerinin kalem , dil ve düşüncesiyle şekil aldı . Bilahare
hareketin rehberliği şu ya da bu evden , filan ulema ma­
kamından alınarak, bir hareket kadrosuna devredildi. Za­
man geçmeden "Allame İkbal" liderliğinde "Muslim Lea­
gue" kuruldu. Bu kuruluşun tek hedefi, Hind Yarımada­
sında örnek ve pak bir İslam toplumunun teşkil edilmesi,
Müslüman Hind halkının İngiliz e mperyali zminin sulta­
sından kurtarılması, halkın da gericilik düşüncesinden,
hurafelere tapmaktan, donukluktan, geri kalmışlıktan,
fakirlik ve cehaletten kurtarılmasıydı . Öyle ki, İkbal ki­
taplarından birinin ismini "Müslümanların Dini Anlayış­
larına Yeniden Bakış" koyuyordu. Devrimci bir aksiyon
olarak halkın dikkatlerini üzerinde toplayan Muslim Lea­
gue, Müslümanları uyandırdı, toplumun derinliklerindeki
sessiz ve meçhul güçleri tespit etti ve harekete geçirdi. Bu
seyir içerisinde hem İngiliz emperyaliz mini tehlikeye dü­
şürdü, hem de Müslümanların maslahatı adı altında oy­
nanan oyunları su yüzüne çıkardı. Halkın uyanık gözleri ·
önünde rezil etti. Öte yandan h alka dayanan yoz kafalı

165
alim markalı pek çok din görevlisinin maddi kaynaklarını
ve " Hind" Müslümanlarının cehalet ve taassubundan bes­
lenmelerini tehlikeye düşürdü. B unun yanında Hindu
dini liderlerini de, l slam'ın yeniden can bulması ve kitle­
leri harekete geçirmesi noktasında dehşete düşürmektey­
di. İ şte bundan dolayı Şirket'in gizli elleri ve emperyaliz­
min resmi kuruluşu; kafir-Müslüman, müşrik-muvahhid
ve zahid-fasid demeden büyük bir kitleyi "Muslim Lea­
gue" aleyhinde seferber etmeye çalıştı. H atta birbirine
karşı olan kanatları , "Muslim League"e darbe vurmak
maksadıyla birleştirdi. Amaç , bu kuruluşla başlatılan
devrimci hareketin ilerlemesini felç etmek, Müslüman
kitleler nezdinde lekelemek, inzivaya itmek, savunmasız
bırakmak ve bilahare imha. edilmesi için bütün imkanları
hazırlamaktı .

Kı s kançlık, bencillik, · taassub , genel cehalet, fe rdi


menfaatçilik, sınıf maslahatçılığı, dini düşmanlıklar, sı­
nıfsal veya tarihi kin ve düşmanlıklar, siyasi görevler gibi
unsurlar İ ngiliz emperyaliz minin başl a ngıçta muvaffak
olmasına sebep oldu. Dedikodu, tahrik ve yönlendirmeler­
le " Muslim League"in dört yandan muhasara edilmesini,
iftira, töhmet, saldırı, tekfir ve eleştiri bombardımanı al­
tındı;ı. tutulmasını, kuruluşa şüphe ile bakılmasını sağla­
yabildi. Bununla bir çok Müslüman şahsiyeti töhmet ve
şüphe altında tutabildi . Anc � k gerçek İ slam ulemasının
uyanıklığı, Müslüman aydınların şuurluluğu, Müslüman
halkın esaretten kurtulmaya duyduğu ateşli hasret ve
bunun yanında cehalet, taassub, bilgisizlik, fakirlik ve
hurafelerin hayatı sarmasının bıktı rıcılığı ve bu yolla de­
nenen yöntemlerin tesirsiz kalması gerekli neticeyi sağla­
yamamalarına vesile oldu. "Muslim League" zorluk, şayia
bombardımanı, saldırı , düşmanlık homurtuları, tehlike-

166
ler, ihanet ve saptırmalar arasından Hind Müslümanları­
nın kurtuluşu ve bilinçlenmesi yolunda ilerlemesine de­
vam ·etti.

B u dönemin incelenip değerlendirilmesi bütün Müslü­


man aydın ve devrimciler için son derece eğitici olacaktır.
"Ç ağdaş İslam"ın ve özellikle emperyalizm aleyhindeki
hareketlerin, Osmanlının ilk döneminden sömürgeci güç­
lerin Müslümanlar üzerinde sulta kurmasına kadar olan
zaman diliminde bütün yönleri ile değerlendirilmesi, me­
suliyetlerinin idrakinde olan Müslüman aydınların dü­
şünce ve ilmi faraziyelerinin gelişmesi açısından büyük
önem taşımaktadır. B ununla birlikte, mühim olmasına
rağmen henüz bile bilinmeyenlerle dolu bir hareket varsa
o da Hind hareketidir. İslam dünyasında pek çok yönü
kapalı kalan hareketlerden biri, Hindistan'daki ıslahatçı ,
dini ve emperyalizm aleyhindeki harekettir. Bundan do­
layı bugün yapılan değerlendirmelerin büyük bir bölümü
gerçeklerin tersini göstermektedir. Özellikle de iki dünya
savaşı sırasında. Bundan dolayı "Hindistan'ın Özgürlüğü"
adlı kitabı öğrencilere tavsiye ederim. İlerici ve bilinçli
çağdaş araştırmacı .H amenei Bey bu kitabta, Müslüman­
ların bilinmeyen ve kötü tanınmış güçlü rolünü belgelerle
ve gerçek tarihi gelişmelerle değerlendirme konusu yap­
maktadır. "Müslümanların kurtuluşu ve uyanış hareketi"
konusundaki hassas, eğitici ve uyandırıcı bu kayıp belge,
bizi, toplumsal bağımsızlığın sağlanması ve içteki sömü­
rüye son verip fikri gelişmeyi sağlamak için verilen müca­
deleyle tanıştırmaktadır. Bu sahada yol göstermekte, bü­
yük zahmetlerle elde edilen tecrübeyi sunmaktadır. Bu
belge , herkes�n "Allame İkbal" olarak hitab ettiği Hind
Müslümanlarının düşünce rehberi ve İslam'ın büyük
çağdaş ıslahçısının, İngiliz İslam Üniversitesi'nin kurucu-

167
su ve Hind Müslümanları arasında büyük bir nüfuz ve
güce sahip olan " Seyyid Ahmed Han''.a yazmış olduğu
mektuptan oluşmaktadır.

Bu mektup, "Muslim League"in, İ kbal'in fikrinin ve


M üslümanların sömrülmesine karşı çıkan çağdaş şahsi­
yetlerin öncülüğünde bir kurtuluş hareketi karargahı ha�
line dönüştüğünü göstermektedir. Buna ilave olarak bu
hareket, düşünce sahasında gericiliğe, şirke , İ slam dışı
yönelişlere, genç neslin batılılaşmasına, sömürülme ahla­
kına, ayrıca Şirket'in gücüne ve İ ngiliz empetyalizmine
karşı verilen mücadele cephesinin öncüsü olduğunu ispat­
lamaktadır. Elbette bütün bunları yaparken; Ş irket gü­
cüyle çatışmanın, aleyhteki propagandaların, komplola­
rın, töhmetlerin, şayiaların, yabancı sömürge güçlerinin
bilinen yöntemlerle saldırmasının, Hind yetkililerinin İ s­
lam aleyhindeki düşmanlıklarının, gerici mutaasıb kana­
dın, Müslümanlar arasındaki cehalet ve donukluk muha­
fızlarının desiselerinin hedefi haline geliyordu. Ancak bü­
tün bu gelişmeler arasında en ilginci, o döneme kadar
kurtarıcı ve ıslahatçı ünvanıyla meşhur olmuş " S eyyid
Ahmed Han"ın, tanınmış bütün şahsiyet, maslahatçı ule- .
ma ve uzlaşma içerisindeki aydınlardan daha çok, hem de
"Muslim League" ondan yardım beklerken bütün çalışma­
ları görmezlikten gelerek İ ngiliz görevlilerinden daha şid­
detli bir şekilde "Muslim League"e saldırmasıydı .

"Urduca" yazılan bu mektubun İ ngilizce ve Fransızca­


ya tercüme edilmiş metni Pari s ' te " G . D . N . F . "de bulun­
maktadır. Ben onu İ ngilizce'den tercüme ettim.

Fedai Ali
Isfahan, 1 9 72

168
Hazret-i Sir Seyyid Ahmed Han ! !

D aha önceki yıll arda bilinen yöntemlerle etrı;ıfınıza


örülen hisar gün geçtikçe daraltılıyor ve eriyişiniz kabul
edilmez hale dönüşüyor. Bugün tıpkı bir nifak zindanın­
daki esir gibi, hür dünya ile irtibatınız giderek daralıp
karanlıklaşıyor. Belirli kesimlerce dikkatli bir şekilde ko­
runuyorsunuz ve mübarek huzurunuz a ulaşan dışarıyla
ilgili bütün haberler belirli filitrelerden geçiyor. Bizim, -
geçmişte size saygı duyan bir grup- sizinle direkt ilişkiye
geçmek istememize rağmen bütün çabalarımız boşa çıktı .
Bu yüzden Allah'ın dini, halkın geleceği ve hususen İslam
ulemasının durumu konusunda duyduğumuz mesuliyet­
ten dolayı düşüncelerimizi muhterem huzurunuza ilet­
mek ve dikkatlerinizi acı gerçeklere çekmek istedik. Nite­
kim "batıl"ın gizli ve aşikar şefleri, sizin gözlerinizi o ger­
çeklere kapatm ış, sizinle gerçekler arasına siyah ve çir­
kin bir duvar çekmiş bulunuyor! !

Gerçeklerin hürmetine ve mesuliyetin acı olmasından


dolayı ; soyluları taklid geleneğinin, uşaklık adetinin, kö­
lel ik döneminden kalan bir huy ve ahlakın ayrıca Hind
Yarımadasındaki sömürü ve sınıf kargaşasının kalıntısı
olan dilin edebini, saygıya uymayı ve çeşitli lakablar kul­
lanmayı bu mektupta bir kenara bırakmama izin veriniz.
Öyle ki, bu huy İslam toplumunda, hatta halk ile ulema
arasında itikadi ve manevi konulardaki ilişkilerde bile gi­
derek yayılmaktadır. Çoğunlukla gerçeklerin çehresini le­
keleyen siyah perdeler gibi, hakkın parlamasını, doğrulu­
ğu ve seraheti gölgeleyen lafız merasimleri nden ve zahiri
bağlardan muaf olalım. Büyük makamınıza duyduğumuz
saygı ve muhabet lafızlarının tekrarının bulunduğunuz
yere ve başınıza getirmiş olduğu musibettten sizi haber­
dar kılalım; her türlü övgü, maslahatçılık ve göstermelik

169
oyunlardan uzak, açık, samimice, dert çekenin yüreğinin
derinliklerinôen ve iman ateşiyle yükselen bir feryadla si­
ze ilan edelim , sizi uyaralım: Siz ulema mercii ve Müslü­
man toplumun ilim makamı ünvanıyla şiddetli, hızlı ve
tabii olmayan bir şekilde yokolm aya doğru gidiyorsunuz !

Hazret-i Sir Seyyid Ahmed Han ! !

B üyük bir iman v e ümit day anağımızı kaybediyor ol­


m aktan dolayı üzülmediğimizi s anmayı n . Zira halkın bü­
yük bir mercii makam kapısını halka kapatınca , gizli bir
arka kapı açılır halkın talihsizliğini rah atlıkla telafi ede­
bilecek aydınlık geleceğe sahip olanların yüzüne . Ama sı­
ğınaksız halk, iman ve ümid kapılarının kendilerine ka­
pandığını görünce sahipsiz kalırlar, ancak kolay kolay
yollarını değişti �emezler, bundan dolayı başka kapıya yö­
nelirler.

Sevilen şahsiyetlerin bir bölümünün dünyayı dine ter­


cih ettikleri çokça görülmüştür. Allah adına kazandıkları
m akam v e konumu, müşterilere sattılar. Halkın iman ve
ihlas merdivenini kulanarak, iktidar damına çıktı l a r .
Mihrabın zı:nginliğinde , hazinelere g ö z diktiler v e kendi­
lerini kralların sarayları nda buldular, halka karşı ayak­
l anırken, halk düşmanlarının önünde diz çöktüler. Başla­
rını Allah ' a secdeden kaldırıp tanrılara secde ettiler. On­
l a rın önünde menfaatlerinden dolayı rükuya vardılar.
Ama bununla birlikte, takva sahibi, meşhur, ilim v e din
mensubu pek çok kimse zaman geçtikçe kendi i radesiyle ,
oynanan oyun , desise, saptırma ve komploları n farkın a
varıp yollarnı değiştirebiliyor. A m a b u n u n yanısıra , oyna­
nan oyunlar karşısında teslip olup yollarını, kıblelerini
değiştiren, halka rahatlıkla sırt çevirenler de vardır! B u ­
n u n pek ç o k örneği anlatılır!

170
Ama tarih "halkın" ihanet ettiğini ispatlayamaz , halk
hiçbir zaman inandıklarına sırt çevirmemiştir. Bir millet
yalan söylemez, bir şeyin "hak" olduğunu bildiği halde
onu "batıl" veya "batıl" olduğunu gördüğü halde "hak"
olarak göstermeye kalkışmaz.

Hiçbir ümmet, kendi çıkarı için gerçeği bilinçli olarak


katletmemiştir, kabilesine sırt çevirmemişti r . Halklar ye­
nilir, susturulurla, zayıf düşerler . . . Ama hiç bir zaman
mukaddesatlarını çiğnetmezler, kendilerini bilinçli olarak
düşmanın emrine sunmazlar, kendilerine hizmet edenle­
ri, kendilerine ihanet edenlere satmazlar.
Ö yle ki hiçbir toprak parçasında ve hiçbir dönemde bir
ulus riyakarlık maskesi takmamıştır. Hiçbir ulus göster­
melik olarak bir din veya mesleğe sarılmamıştır. Hiçbir
z aman göstermelik olarak iman, takva, mukaddesat, kur­
tuluş taraftarı şahsiyet görünümüne bürünüp başkaları­
nın iman ve ihlasından istifade et mey e kalkışmamış, öz­
gürlük taraftarlarını , aydınları, kurtuluşa susamışları ve
adalet yolunun mücahidlerini .aldatmamıştır. Halk, küfür
ve dinlerinde , cehalet ve bilinç dönemlerinde . . . devamlı
olarak samimi ve sadık olmuşlard ı r . Genel manasıyla
inandıklarına bağlı kalmışlardır.

Hazret-i Sir Seyyid Ahmed Han ! !

Siz , yaşlı v e nüfuz s ahibi bir görevlinin Müslümanla­


rın yönetimini ele geçirdiği , halk arasında cahilliğin, seç­
kin sınıf arasında da uzlaşmanın sürdüğü, onun siyasi
yönden desteklenmesinin resmi İ slam ulemasınca üstle­
nildiği, cahil ve bilinçsiz kitleleri din gücü adına yönetti­
ği, muhafazakar ve maslahatçıların onu des teklediği bir
zamanda her şeyi altüst ettiniz . Müslümanların varlığı­
nın korunması , İ slami tesislerin kurulması, ayrıca em-

171
peryalist güçlerin Hind Müslümanlarının teşkilatını des­
teklemesini sağlamak için onu resmen alim ve İ slami bir
mercii olarak tanıdılar ve hatta. bir elini biat etmek üzere
İ ngiliz imparatorluğuna uzatmış olduğunun bilinmesine
rağmen diğer elini Müslüman ümmetin imamı ol a rak sık ­
tılar. İ şte bundan dolayı hür düşünceliler ve Müslüman
kurtuluşçular, onu bir dini lider olarak kabullenemiyor­
lardı. B ununla birlikte ulema konusunda tarafsız kalma­
ları da mümkün değildi. Netice olarak, çehresinde iktidar
ve siyaset ihtirası yerine ilim ve takva taşıyan bir lideri
arzular oldular. Bu liderin, hakim mekanizmaya dayan­
ması yerine Hind halkının geleceğini düşünmesi, paraya
ve zorbalığa dayanan şeytanlara dayanmanın yerine sa­
dece İ slam'dan ilham alıp halka dayanması, azınlıkta bu­
lunan Müslümanlar, cehaletten kurtulmaya muhtaç olan­
lar ve yabancı sömürgecilerin esaret bağlarından ve yerli
uşakların sultasından kurtulmanı n yollarını arayanlar
için iman ve ümid k aynağı olması. İ şte böyle bir rehber
aranırken siz geldiniz.

Aydın ve dertli Müslümanlar, sizin çehrenizde uyanık


bir kurtarıcı, cesaretli ve hatta arzuladıkları ıslahatçı bir
alim sıfatını göremediler. Ancak ahlaki yönden takva sa­
hibi ve sosyal açıdan yetenekli olmanız, aynca bir müca­
hid olmasanız bile en azından güçlere ve hakim sisteme
bağlı olmayışınız onların sonsuz saygı ve fedakarlık ör­
nekleri göstermelerine sebep oldu.

Bu kesimden olanların en "becerikli"si ve "maslahatı"


hakikattan önce teşhis edebilen şahsiyeti olarak, en kes­
kin siyasi koku alma kabiliyeti ile karşı karşıya kaldınız .
Bu atmosferde hangi sınıfa yaklaşmanız , hangi cepheye
dayanmanız ve hangi kesime karşı çıkmanız gerektiği

172
meselesi gündeme geliyo rdu. Bize böyle bir zamanda sa­
dece sizin takvanız yeterliydi . Müslümanların uleması
arasında hakim olan fesad ve İngiliz e mperyaliz m: inin
uşakları haline gelmelerinden dolayı sizi omuzlarımızda
yükselttik. Sizi Müslümanların alimi, büyük bir ilmi şah­
siyet, ulemanın büyük taklid mercii ve Müslümanların
dini rehberi olarak gördük. Bir "cami imamı" olan sizden,
bir "toplum imamı" çıkarmaya çalıştık. Ama siz sadece
takvayla yetinmediniz, pratikte de kendinizi göstermeye
ba şladınız ve İngiliz emperyalizmi ile uyum içerisinde ol­
manıza rağmen mücahidlerle, salihlerle ve Müslüman
kurtuluşçularla birlik oldunuz!

Hind Müslümanları iki faciadan dolayı acı çekmekte­


dirler: Biri Müslümanların sınırlandırılmaları. Bu Müslü­
manlar, tarih boyunca medeniyetin ve Hind Yarımada­
sında .da siyasetin, kültürün, ilerlemenin öncüleri olmuş­
. lardı. Ancak şimdi İngiliz emperyalizmi Hind Yarımada­
sına hakim oltnuş, Müslümanları yönetimden uzaklaştı­
rarak kençii hükümetini kurmuştur. Müslümanlara karşı
aynı düşmanlığa sahip olan Hindularla işbirliği içine gir­
miş ve ülkenin bütün kültürel, siyasi ve idari kurumları­
nın yönetimini Hinduların eline vermiştir. Bunun netice­
sinde Müslümanlar İslami kültürden, geleneksel medeni­
yetten, eğitim kurumlarından ve ilmi kaynaklardan yete­
rince istifade edemediler. Buna ilave olarak B atı kültü­
ründen, B atı'nın gelişmiş okul ve üniversitelerdeki eği­
timden ve modern eğitimden yoksun kaldıkları gibi,
Hind'deki gelişmiş eğitimden de yararlanamadılar. Bun­
dan. dolayı, geçmişte Hind Yarımadasında ilim, kültür ve
gücün sembolü olan Müslümanlar, şimdi kısır bir fikri sı­
nırlılık ve geri kamışlığın içine yuvarlandılar. Buna kar­
şılık Hindular ve Zerdüştiler bütün yönlerden kendilerini

173
geliştirmeye ve ilerlemeye başlamışlardır. Hızlı bir şekil­
de Avrupa'nın medeniyet, eğitim ve siyasetiyle öğrenim
görüyor, çağdaş bir insan olmaya çalışıyorlar. Yann İ ngi­
liz emperyalizmi ülkeden kovulduğunda ve ülkenin yöne­
timi Hindistanlılara devredildiğinde bunun ne denli tehli­
keli bir gelişme olduğu daha iyi anlaşılacaktır. B öyle de­
vam ederse gelecekte Hindular, Zerdüş Üler ve Sihler ül­
kenin siyaset, eğitim ve iktisadi yapısını ele geçirecekler­
dir. Böyle bir ortamda Müslümanlar ne geçmişteki İ slami
kültürlerine s ahip olacaklar ve ne de yeni kültüre. Tabii
olarak :yarın Hindistan kurtulduğu zaman, biz her türlü
kaynaktan yoksun mahkum edilmiş bir sınıf olarak ülke­
nin yönetiminden mahrum kalacağız.

İ şte bundan dolayı İ slam tarihinden haberdaı: olan ve


bugünkü durumdan dolayı üzüntü duyan ve bu sınırlılık­
tan dolayı geleceğe karamsar bakan Müslümanlar, sene­
lerden beri acil ve hayati iki hedefi � raştırmaktadırlar: 11�
ki " İ slami hareket" ; düşüncenin felç edilmesini, cehaleti
ve hurafelere tapmayı toplumdan söküp atmak. Köklü bir
fikri yeniiikle, dine bakışı düzeltmek, kabiliyetleri ortaya
çıkarmak, bütün yeten�klerden istifade ederek İ slam'ın
ilerlemesini sağlama düşüncesini yenilemek, Hind Müs­
lüman gençleri arasında ilk mücahidlerin ahlakını · hakim
kılmak, iman, ümid, hayat, hareket ve öncülük esaslannı
yeniden canlandırmak. E ski dini medreseleri ıslah edip
ders kitaplannı yeniden gözden geçirmek, dini eğitimi ye­
niden düzene sokmak, yeni ilim ve teknolojinin öğrenil­
mesini sağlamak yoluyla, Hind ya rimadasında geliştiril:
miş yeni İ slami okul, eğitim ve üniversite temellerini at­
mak gerekiyor. ikinci hedef: Hind halkının ulusal bir ci­
hada iştirak etmesi. Bütün. kurtluşçuların aynı saflarda
ve birlik içerisinde, uyumlu bir şekilde olması. Ve bütün

1 74
güçlerin İ ngiliz emperyalizmine karşı mücadele vermesi
ve yabancı emperyalistlerin sultasından ve yerli uşakları­
nın hakimiyetinden kurtuluncaya ve ülkeyi tamamen ba­
ğımsızlığına kavuşturuncaya kadar mücadelenin sürdü­
rülmesi. Ve siz, bu iki hedefe varışta kendinizi kurtuluş­
çu ve ilerici güçlerle aynı safta gösterdiniz . Bir tarafta
İ slami medreseler kurarken, diğer yandan da Bengaldeş
Müslümanlarının kıyamına katılarak, kendinizi salih bir
alim, öncü mücahid, hürriyetçilerin mercii ve Müslüman­
ların ıslahatçısı çehresiyle ortaya attınız. Hatta üniversi­
telerdeki Müslüman öğrenciler ve Müs lüman olmayan
mücadeleci aydınlar, si�i ilerici, bağımlı olmayan, emper­
yalizm karşıtı ve hak taraftan bir şahsiyet olarak övgüyle
anıyorlardı.

Aniden ne oldu ki, yıllarca halkla içiçe ol manıza, hak


yanlısı Müslüman halkın büyük iman ve saygısına, em­
peryalizme karşı olan bütün hürriyetçi , emperyalizme
karşı olan bütün hürriyetçi, mücahid, aydın ve kurtuluş­
çulann ümid ve beklentilerine, bütün ulemanın hürmeti­
ne, toplumun izzetine, ilmi değerlere , manevi öneme,

İ slami haysiyete, Müslümanların sonsuz ihlasına, halkın


bu yolda katlandığı bunca zahmete, şahsiyetinizin büyü­
mesi için gösterdikleri fedakarlığa rağmen bütün bunları
sattınız ve buna karşılık İ ngiliz te m silcilerinden sadece
"sir" lakabını aldınız!?

Hazret-i Sir Seyyid Ahmed Han ! !

Hind Müslümanlarının senelerce sürdürdükleri e m ­


peryalizm karşıtı, ilerici, ıslahatçı v e şuurluca hareketin
neticesinde "Muı;ılim League" doğdu. Müslüman aydınlar
bu teşkilatın çatısı altında, büyük bir iman, fedakarlık ve
gayretle, güç sahiplerine tapmaya, gericiliğe, yoksulluk

175
ve emperyalizme karşı baş l atılan mücadelede İ slam inkı­
labı hareketine güç ve yön verdiler. Jeopolitik zorluklara
rağmen, çok kısa zaman içerisinde, Müslüman olmayan
Hind halkı arasında Moğolların ve diğer yağmacıların ah­
lakı gibi ve M üslüman Hind toplumunun zihninde de
edebi, gelenekçi, bilinçsizce bir merasim ve ferdi bir me­
suliyet olarak görülen İ slam aniden hareketli bir ruh ve
ilerici bir düşünceyle can kazandı. Muhacir ve ensarın
imanından, Resul'ün ve yaranının sünnetinden, bin yıllık
geleneksel hurafelerin yerine Kur'an'ı kendisine kaynak
yapan mektepten kaynaklanan iman ve heyecan bütün
Hindistan'ı baştanbaşa sardı . Ö lü duygu ve düşüncede
devrime, cehalet ve gericiliğin kurbanı olan gençliği hare­
kete geçirmeye vesile oldu. Ö te yandan İ ngiliz emperya­
lizminin getirdiği gözkamaştırıcı ve yeni gelişmelerin aşı­
ğı olan genç nesli Allah'a yeniden yönlendirdi . Aydın ve
ilericilerin gözlerini Londra'dan Medine 'ye doğrultmanın
yanısıra, İ slam itikadı; biliçlenme, ilim ve insani mantık
karşısında ilahi bir aydınlık kazandı . İ slam ahkamı , in­
san kitlelerinin mesuliyeti konusunda yeniden gündeme
geldi ve İ slami davet , hedeflerin, dertlerin , ümidlerin,
toplumların hedeflerinin önünde, zamanın hareketi gü­
zargahında harekete geçti . Sayunma ve izah edici durum­
dan kurtulup hareketli ve yönlendirici bir hal aldı . Kuru
bir ormanda yayılan ateş gibi hızla yayıldı. Müslüman
Hind halkının karanlık ve kış soğuğu gibi dondurucu gi­
dişatına aydınlık, yenilik ve sıcaklık bağışladı. Dini inan­
cı uyuşturucu halden hareketli ha l e, kulluk yap m aktan,
düşünerek amel etmeye dönüştürdü. İ slam'ı kabristanlar­
dan şehirlere, ölümden hayata, toplumun dışından toplu­
ma geri getirdi. Ayrıca Hindistanlı Müslüman, aydin ve
kurtuluşçuların zihninde ilmin saldırı hedefi, medeniyet,

176
ilerleme, yeniden düşünme, hürriyet taleb etme, ekono­
mik eşitlik ve beşerin asaleti olarak görülen Kur'an, ilk
gerçek anlamıyla yeni bir mana kazandı. Ve bütün yönle­
riyle aydınların vicdanlarına hitab etti. " Mukaddes bir
şey" ve "esrarengiz bir sihir" yerine , zamana hitab eden
bir kitab , vahyin kaynayan kaynağı, hayat bağışlayan bir
mucize, şifa, nur, ölmüş beden ve cesetler için bir ruh,
medeniyeti. kuşatıcı, doğruluk ve hakikata yönlendirici ci­
had ve ictihad, Müslümanları izzet, adalet ve ilme yön­
lendiren bir hayat olarak görüldü. Müslümanların ve mü­
cahidlerin ruh ve imanından, dertlerinden, şuurlarından
ve ihtiyaçlarından kaynaklanan "Muslim League"in risa­
leti, devrimci bir aksiyon ve fırtınalı bir atılganlıkla Hind
Yarımadasının donmuş ve durgun toplumunda tecelli et­
ti. İlerl� meyi isteyen ve emperya�izme karşı olan İslam'ın
daveti, gericilik ve sömürü cephelerinde bu karargahtan
ilerledi ve hızlı bir şekilde bütün kurtuluşçu, ilerici ve
mücahid Müslümanları seferber ederek, zamandan ve ha­
yattan uzak bir şekilde, zahiri merasim ve ruhsuz dini tö­
renlerle, ayrıca faydasız mantıki oyunlarla oyalanan, in­
sanın yapıcı yeteneklerini körelten yöntemlerle meşgul
olan dini güçleri, hayata ve yapıcı rol oynamaya sürükle­
di. Mücadele sahasında teşkilatlanmayı ve cihad etmeyi
sağladı . Hind Yarımadasında en uç noktada olan hurafe
ve cehaletle mücadele eden aydınlara, ayrıca Hindis­
tan'da bunca kurban alan fakirlik ve sınıf çatışmalarına
karşı savaşan adalet taraftarlarına ve bunca büyük facia­
lara sebep olan emperyalizme karşı savaş açmış kurtu­
luşçulara iman, bilinç ve güç kazandırdı.

Tabii olarak "Muslim League" de, cehalet ve zorbalık


sisteminde aydınlık ve hürriyet mücahidlerine yönelik
saldırılardan müstesna kalamazdı.

177
Bundan dolayı lngiliz emperyalizminin yerli uşakları­
nın ona yönelik saldırılan doğaldır. Aynca Zerdüştiliğin,
Hinduluğun, Sihliğin, putperestlik ve şirkin öncü alim ve
muhafızlarının -nitekim l slam'ın Hindistan'da yeniden
canlanmasından korkarlar- İ slam'ı hedef almalı;ın ve bü­
tün kinlerini ku s maları normaldir. Ama Sadık Dekni, Ca­
fer Bengali gibi hainlerin din kisvesi altında ve İ slam'ı
savunma hilesiyle İ ngiliz saltanatının tellalları ve İ ngiliz
·
istihbaratının casusları olarak gece ve gündüz "Muslim
League"i töhmet, iğrenç iftira ve mertçe olmayan saldırı­
'
larına hedef yapmaları acı vericidir. Bu çevrede yoğun bir
gürültü çıkarmaktadırlar. Şayialar yaymakta, bir yandan
İ ngilizlerin uşaklığını yaparken, diğer yand'an hüküm,
velayet ve rehberlik makamına sarılarak, "Muslim Lea­
gue 'in lslam 'ı isyan ve ayaklanma lslam 'ıdır. Muslim Le­
ague, imparatorlugun varlık temelini sarsıyor ve eger
böyle devam ederse Müslümanlar suskunluktan kurtula­
cak ve lngilizlere topyek ün karşı çıkmış olacaktır. . . Bu­
nun neticesine bakın. . " demekteydiler. B i r yandan da
.

mutaassıp halkı tahrik ederek, "Muslim League 'in ls­


lam 'ı Ehl-i S ünnet ve 'l Cemaat lslam 'ı degil. Muslim Le­
ague neticede sizin iman ve itikadınızın temellerini yıka­
cak ashabın sevgisini yüreklerinizden alacak ve eger bu
haliyle devam ederse, bütün mukadesatınızı rüzgara sa­
v u racak, itikadınız fesada ugrayacak . . . B u n u görün!"
ş eklinde prop aganda yapıyorlardı. Din adına hareket
eden, halkın imanıyla ekmek ve şöhret kazanan, din adı­
n a dünyayı kazanan; hırs, hased, fesad, aldatma, cahillik
ve düşüncesizliklerini; zühd, manevi ruh, ibadet ve din
maskesi altında sinsice gizleyen cehalet ve hurafe muha­
fızları , halkın zihinlerini uyutarak ceplerini boş altıyor,
gözlerini boyuyor, iğrençliklerini ve çirkin desiselerini

1 78
gizliyorlardı. Müslümanların beyinlerini felç ederek, l s­
lam'ı gülünç bir hale getiriyor ve insan iradesini, şuur, şe­
ref ve bütün üstün değerlerini küçük düşürerek, halkı
maymunca kendi mukallidleri haline getiriyor ve arkala­
rından sürüklüyorlardı.

Zati üstünlük ve ilahi temsilcilik iddiasıyla halk üze­


rinde özel imtiyazlar sağlayarak, kitleleri düşiinmekten
alıkoyuyor, teşhis ve protesto etmelerini engelleyip ibadet
taklid konusunda bağımlı tutuyor ve din ve dünyadan ha­
bersiz bir şekilde kalmalarına çalışıyorlardı . Ö te yandan
Allah'ın kendi halifesi olarak tayin ettiği insanları, hatta
dost ve akrabalarını bile sütlerini sağmak için canlı ro­
botlar haline getirdiler. Yünleri, etleri vs. alınmasına rağ­
men ses çıkarmayacak halde yetiştirdikleri bu insanları,
semavi Allah'a ibadet etme adına yeryüzündeki tanrılara
kul yaptılar.

Allah'ın dininin temsilcileri olarak ortaya çıkan ve Al­


lah'ın yoluna sed çeken bu şahıslar, Allah'ın kitabını ken­
di istedikleri şekilde yorumladılar. Kendi efsane ve sihir­
lerini; inen vahiy, mutlak hak, Allah'ın sözü, Peygambe­
rin hadisi şeklindeki düşüncelere dönüştürdüler.

B unlar Kur'an'ın tabiriyle kitab yüklü eşeklerdir veya


üzerine yürüsen de, bıraksan da havlayan köpek gibidir-

ler.

Evet, eğer bugün bunlar , "hayat ve hareket İ slam'ın­


dan" , "bilinçlenme ve uyanma İ slamı"ndan korkarlarsa,,
senelerdir halkın akıl ve kalbine musalat edilen örü m cek
ağlarının tehlikeli bir gelecekle karşı karşıya olduklarını
görürlerse, çaresiz olarak ele geçirdikleri her vesile ve

güçle Muslim League'i yoketmeye çalışacaklardır. Onun

179
aleyhinde en adice iftiraları uydurmaktan ve onunla iş­
birliği yapan tanıdıkları veya tanımadıkları herkese en
alçakça yalanlarla saldırmaktan geri kalmayacaklardır.
Kendi m akam ve konumlarını muhafaza etmek ve halkı
cehalet, donukluk, körükörüne taklid, taassub ve hurafe
içerisinde tutarak menfaatlerini sürdürmek maksadıyla
bütün yollara başvuracaklardır. Nitekim milyonlarca in­
sanın kalbini İ slam'a ısındıran, Muhammed ve ailesinin
aşkıyla onları bu nur semasının altında yönlendiren Mus­
lim League'i, Hind ateşperest hükümdarları -ki asırlarca
Müslümanlar üzerinde tasallut kurma hayalleri peşinde
koşmuşlardır- ve İ slam'ı kökten sökmek üzere kiliseler
tarafından görevlendirilip Doğu'ya gönderilen Hıristiyan
misyonerler, Müslümanların Hind Yarımadasındaki ha­
kimiyetini kırmak için bu hakkı gaspetmiş İ ngiliz emper­
yalizminin ordusu ile aynı hedef doğrultusunda harekete
geçeceklerdir. League'in bu saldırılarla zayıflaması veya
yokolması da normaldir.

Ö te yandan İ slam'ın Hind Yarımadasında yeniden di­


rilmesi ve yeniden can bulmasının, sahte öncülerin uzlaş­
macı ve hurafelerle dolu varlıklarının farkına varılmasını
sağlayacağını, bu sayede de halkın hayatının yağmalan­
masına ve Hindistan'ın can damarlarının emilmesine as­
la izin verilmeyeceğini ; Müslümanların izzet ve şerefi sa­
dece Allah, Peygamber ve kendileri için kabullendikleri­
ni; aralarında merhametli, düşmanlara karşı ise sert ol­
maya çağıran Kur'an'ın Yahudi ve Hıristiyanları veli ola­
rak seçmemelerini ve hatta dost edinmemelerini buyur­
duğun un bilincinde -olan Doğu Hind Şirketi'nin gizli ve
aşikar görevlileri ile, kafir propagandacı misyonerler veya
sözde Müslüman uşaklar, Hindistan'ın bütün kesimlerin­
de aynı zaman içerisinde uyumlu bir şekilde Muslim Lea-

180
gue aleyhinde yalan şayialar yaymaya ve halk kitlelerini
onun aleyhinde yönlendirmeye karar aldılar. Bilinçsiz
halk kitleleri arasında, Muslim League'in aydııılık yolu
ve risaleti üzerinde kötümser bir hava estirmeye ve bu
yolla onu Hind toplumunda yalnız bırakmaya çalıştılar.

Kısacası amaçları düşmanın saldırısı için onu savun­


masız ve silahsız bırakmaktı. Ö te yandan bütün gücü ve
imkanı bir grup Müslüman aydının iman ve ihlasına ve
böyle bir zamanda mesuliyetini hissedenlere dayanan
Muslim League'i, her şeyden habersiz Müslüman Hind
halkının gözünde kötü göstermek için büyük bir propa­
ganda gücü, toplumsal imkan !, siyasi odaklan ve sınırsız
iktisadi varlığı seferber ettiler.

Emperyalizmin esaretinde olan halkı bu şekilde yön­


lendirerek, düşman-dost, M ü slüman-kafir kesimden her­
kesin bu feryadı susturmak için tek ses ve işbirliği içeri­
sinde eylem birliği yapmalarını sağlamaya çalıştılar . . . Bu
da tabiidir.

Hatta, dünyaları İ ngiliz emperyalizminin oyuncağı ve


dinleri Hind gericiliğinin elinde bir m enfaat vesilesi olan
Dekn, Bengal, Haydarabad ve Keşmir'in avam Müslü­
manlarının fakirlik, cahillik, bilgisizlik ve kısıtlanmalarla
öldürülmüş cesetleri hareketlendirilmişse de, okuma yaz­
maları olmadığından Muslim League'in yayınladığı kitap­
ları okuma imkanına sahip değillerdi. Bundan dolayı da
yazılanlardan maksadın ne olduğunu anlamaları müm­
kün olamazdı.

Bu yüzden din kisvesine bürünmüş olanların hokka­


bazlıklarının o derece esiri oldular ki, ilmi ve akli imkan­
lardan tamamen yoksun oldukları, resmi yetkililerin, reh-

181
berlerin (*) ve benzerlerinin sihirbazlık türündeki yalan­
larını, hokkabazca töhmetlerini anlama kabiliyetlerini
kaybettikleri gibi beyan ve duyma hisleri d� tamamen kö­
relmişti.

Öyle ki, onlar, Muslim League'in İ s lami felsefesi, dü­


şünce çizgisi, il�i ve dini görüşü düzmece yalanlarla pro­
testo edildiğinde bunun manasını düşünüp anlayacak du­
rumda değildiler. Zira bunu anlamaya ilim, akıl ve kabili­
yet gerekir. Buna da sahip değillerdi. Onlar, Muslim Lea­
gue'in bir kitabını eleştiri konusu yapıp töhmetler yağdır­
dıklarında, bir metni tahrip ettiklerinde, bir cümlesini
yanlış aktardıklarında, bir kelimeyi , değiştirdiklerinde
veya ona yamadıklarında, hatta orada açık bir şekilde ya­
zılmış olanın tersine değişik bir şekilde halka naklettikle­
rinde, gerçeği asıl kaynağından incelemek için kitabı alıp
okuyamazlardı. Çünki.. bu iş okuma ve yazma gerektirir.
Bu işi o kadar komikle�tiriyorlardı ki, Muslim League'in
binasına yönelik bile yalanlar uyduruyorlar, bu teşkilatın
konferans salonunda oturuş şekliyle utanmadan alay edi­
yorl a rdı. Veya hergün ve gece minarelerden yükselen

(*) Müslüman bir aydın şöyle demektedir: "Pakistan caddele­


rinden geçerken birkaç yerde kaldırım kenarında tamamen çıp­
lak bir kaç kişinin yattıgını ve kendi aleminin cazibesine dalmış
oldug ,;, n u gördüm. Öte yandan onun yanındrı n geçen Müslü ­
manlar v e saf insanlar ona saygıyla bakıp sadaka veya nezr ola ­
rak para atmaktaydılar. Bu yetmiyoı·muş gibi ellerini teberrüken
onun eline büyük bir muhabbetle sürü:,or, dillerinin ucu ile bir
şeyler r.ıınldanırken de, teberrüken sürmüş oldukları ellerini bü­
yük bir saygıyla öpüyorlar, başlanna koyuyor ve yüzlerine gözle­
rine sürdükten sonra geçip gidiyorlardı! Bunun kim oldugunu

sordum, bana "veli " olduitunu söylediler!

182
Muslim League'in şiarını saptırıyorl�rdı. Bu insanı öldü­
ren , kör eden ve ölü hale getiren mektepte yetişen taas­
sub sahibi mustazaflar o derece felç olmuşlar ve o derece
aciz ve zelil duruma düşmüşlerdi ki, meseleyi araştırmak
için felsefe, fıkıh, usül, tarih, hadi s ilmi, tefsir, kelam, dü­
şünce, akıl ve bilinç gerekmediğini, sadece bir göz ile bir
kulağın yeterli olacağını, Muslim League'e gidip binayı
görmelerinin ve minarelerde bu şiarı duymalarının yeter­
li olduğunu bilmiyorlardı. Oysa o zaman kendilerinin,
Muslim League'in, İ slam'ın ve hem de Hindistan'ın bu
gizli veya aşikar şeytan sıfatlıların kurbanı olduklarını
daha iyi anlayacaklardı . Kendi menfaatleri sözkonusu ol­
duğundan, hakkı öldürmede sınır tanımıyorlar ve şehirle­
rinde bulunan bir bina için bunca yalan uydurabiliyorlar.
Şehrin semalarında yankılan bir şiar konusunda da bun­
ca yalanı küstahca uydurabiliyorlar. Asılsız nakiller yapı­
yorlar . Bundan bindörtyüz yıl önce Mekke ve Medine'de
uygulanan Kur'an'ın müteşabih ayetlerinden ve dağınık
rivayetlerde gizli olan gerçekleri halka nasıl ulaştırıyor­
lar ve Allah'ın dininin ve aklının başına neler getiriyor­
lar? Bununla birlikte bunların hepsi tabiidir. Muslim Le­
ague, senelerden beri bütün yönlerden saldırı , -töhm�t, if­
tira, şayia, tahrik, yalan bombardımanı ve bühtanların
hedefi olmasına rağmen hiçbir zaman halkın Allah yolu­
na davet edilmesinden geri durmamış, bu hedefini kendi­
sini savunma adına bile ihmal etmemiştir. Ö yle ki, bu yo­
lun sağında solunda çeşitli komplo ve desiseler ha._zırla­
mış bu kesimle olan çatışma sırasınd�, taş yağm �runa,
tek me tokat saldırılara, taşlamalara rağmen yoldan bir
adım bile sapmamıştır. Allah'ın emanetini om�zladıklan
günden beri Kur'an ve Sünnet doğrultusunda Allah'ın re­
sulünün, ehl-i beytinin, pak ve mücahid ashabının izinde

183
büyük bir azimle, aşk ve hidayet nuruna doğni ilerlemiş­
tir. Hiçbir menfaat aldatması ve hiçbir tehdit korkusuyla
yoluna devam etmekten geri kalmadı . Bütün bu töhmet
ve saldırılar karşısında kendisini savunmayı, bu · kavgaya
karışmayı " mesuliyet"ten geri kalmak olarak değerlendir­
di. Güçler karşısında z aaf göstermeyi tevekkül ve daya­
nağa ters olarak görüyor, aynca yakınlaşma, tevessül ko­
nusunda da ona buna dayanmayı bir kötülüğü ortadan
kaldırmak veya tehlikeyi atlatmak için bile olsa "tevhid"
aleyhinde bir eylem ol arak değerlendiriyordu!

Nitekim Allah halk için gayret gösteren insanlar için


kafidir, "o ne güzel mevla ve ne güzel vekildir " . Bunun da
ötesinde Hindistan geri kalmış ve sömürülmüş bir ülke­
dir. Toplumun bilinçlenmesi için mücadele veren her ay­
dıri ve ülkenin kurtuluşu için silahlı müca dele veren her
mücahid, geri bırakılmışlıktan ve sömürünün toplum
üzerindeki tesirinden kaynaklanan to p lumdaki çirkin ge­
lişmeleri toplumsal bir gerçeklik olarak kabullen melidir.
Bu olumsuzluklar karşısında kin ve nefretle hareket et­
memeli, kötümserliğe kapılmamalı, korkmamalı, sahne­
den kaçmamalı, ümidsizliğe kapılmamalı ve bütün bun-·
lardan da önemlisi güç ve vaktini bunlara karşı mücadele
vermede harcamamalıdır. Onlara karşı saldırı ve karga­
şanın içine sürüklenmemelidir. Zira bütün bu çirkin
olumsuzluklar, ahlaksızlıklar, düşünce, ruh, kültür, din,
siyaset ve buna benzer olumsuzlukların kaynağı, sömürü
ve geri bırakılmışhktır. Bir "temiz fıtratlı mücahid" veya
"te miz amelli ve muttaki bir mümin" insani ahlaki değer
ve İ slami esaslara göre hareket edeceğinden, bir " aydın"
gibi hareket etmediği müddetçe bu iğrenç olumsuzluklar,
karşısında fazla dayanamayıp, mücadeleye kalkışacaktır.
Misal olarak, tanınmış bir İ ngiliz ca s usu olan, Hindistan

184
Müslümanlarının sömrülmesine karşı mücadele veren
Sultan Ahmed'e yaptığı ihanetlerle ve emperyalist impa­
ratorluğa sunduğu hizmetlerle tanınan C afer Bengali'nin .
kaçakçılık, servet, şöh ret ve güç sahasında desteklendiği­
ni, buna ilave olarak dinin resmi sözcüsü, aynca bazı dini
yetkililerin söz sahibi temsilci olduklarını gördüklerinde
tahammül etmeleri mümkün olmayacaktır . Ö te yandan
öğrencilik dönemlerinde Avrupa'da, Hindistan'ın emper­
yalizmin pençesinden kurtulması feryadını yükselten İ k­
bal Lahori'nin İ slam'ın olağanüstü düşüncesini yeniden
canlı hale getirmesi Avrupa üniversitelerinde iftihar vesi­
lesi oldu. Bütün ilmi sermayesi, yazma gücü, konuşma
cazibesi ve muhteşem akli kabiliyetiyle , saldırgan Hıristi­
yanlık ve düşman oryantalistler karşısında savunmasız
İ slam'ı en güçlü şekilde sav11 nmaya muvaffak oldu. Filo­
zof, arif, yazar, şair, konuşmacı, araştırmacı, İ slam'ı tanı­
yan, siyasetçi, mücadeleci, yapıcı, aksiyo � er, toplumsal
rehberlik gücüne sahip, eski ve yeni kültürel sermayesi
bulunan, din ve medeniyetçe terbiye edilmiş, keskin ba­
kışlı şahin, doğu ve batı kanatlarına sahip güçlü bir avcı
olarak bütün varlığını İ slam'a feda etti. En şiddetli gerici­
lik ve yozlukla geri bırakılmış Hind Yarımadasındaki İ s­
lam'ı çağdaş kargaşanın gürültüleri arasında gerçek ma­
kamına oturtmayı başardı . Ö te yandan batinın göz ka­
maştıran yaldızlı medeniyetine ve İ ngiliz emperyalizmi­
nin Hindistan'daki yalancı ve aldatıcı parlak modernizm
ateşine, aynca Hindistan Müslümanlan arasında donuk­
luk, sapma; sınırlama ve saptırmadan kaynaklanan ka­
ranlık geceye rağmen iman aşkının nurunu yeniden canlı
hale getirdi. Bütün bunlara rağmen Cafer Bengali ve Sa­
dık Dekni gibi şahsiyetleri İ slami çehreler olarak teyid
eden ve hatta kendilerinin tam yetkili ve resmi temsilci-

185
leri olarak ilan eden malum ulema makamları, bu uşak­
ların ellerini halkı aldattıklarından dolayı sıkarken, İ k­
bal'i ya tekfir ediyorlardı ya da fasıklıkla suçluyor, z ayıf­
latmaya çalışıyor ve O'nun Hindistan Müslümanl arı ara­
sında tesirsiz hale gelmesini sağlamak için İ slam düş­
manlarınca başlatılan iftira ve bühtan selinin, kampan­
yasının karşısında su s uyorlardı. Sessizli kleriyle düşma­
nın saldırısını teyid ediyorlardı. Bu durumda, dindar ve­
ya hürriyetçi olan takvalı ve doğru düşünceli bir insan,
Müslümanların bu toplumunda casus Cafer Bengali'nin
İ slami ve dini bir şahsiyet olarak görüldüğünü, İ kbal
Lahori'nin ise tekfir edilip suçlandığını görürse meseleyi
nasıl yorumlayacaktır? Şu vaiz, Allah'ın mescidin de ve
Peygamber'in minberinde İ ngi li � imparatorluğunun varlı­
ğına, İ slam ve Müslümanları himaye etmesi adına dua
eder ve dinin tebliğ edildiği makamda İ kbal hakkında
açıkça iftiralar yağdırır, O'nun "Dinin E s aslarına Yeni­
den Bakış" adlı kitabının İ slam aleyhinde yazılan bir ki­
tap olduğunu söylerse ve o kitaptan nakil adına kendi uy­
durduklarını orada okll.rsa veya bildiri olarak dağıtılmış
şayia ve uydurma nakilleri yüzbirinci kez tekrar ederse
elbette bir netice verecektir. Bunun neticesinde, bu ko­
nuşmaları duyan Müslümanlar büyük bir iman ve ihlasla
İ kbal'e beddua edecekler ve O'nu İ slam düşmanı olarak
göreceklerdir. Bu durumda bir grup Müslümanın; casus­
luk, fitne, desise ve saptırma yuvası olan evin aldatmala­
rı yüzünden orayı mukaddes bildiğini, orada şifa aradığı­
nı, bütün dertlerin dermanını orada aradığını, din ilmini
oradan öğrendiğini, ahlakın nümunelerini orada aradığı­
nı düşünmeye başlayacaktır. O rada en büyük hokkabaz
sinsice pusuya yatmış ve göbek şişirenlerin, tellalların,
stokçul a rın işleri de büyük bir güç ve kabiliyete dönüş-

186
müştür. Kalblerini de kin, t aassub , yalan, hurafe ve it­
hamlarla doldurmuşlardır. Bu evde Sir Seyyid Ahmed
Han İ slam'ın büyük taklid mercii ve C afer Bengali Müs­
lümanların büyük hizmetçisi olarak görülürken, İ kbal bir
din düşmanı olarak tanıtılmaktadır. Bütün yalanların, if­
tiraların, şom hilelerin ve İ ngiliz emperyalizminin bütün
gizli ve aşikar oyunl;;ın n ın odağı ve merkezi olan evi tak­
va ve iman kıblesi olarak görürken , Muslim League'i,
gençlerin dinden uzaklaştırıldığı ve müminlerin saptırıl­
dığı ve bir an önce yıkılması gerekli olan bir karargah
olarak görmektedirler!

Böyle bir ortamda bu hür düşünceli ve pak adam fer­


'
yad ediyor, çünkü bütün bu kötülüklere tahammül ede­
miyor.

Bu kadar utanmazca yalan, gaflet, iğrenç düşünce, ha­


yasızlık ve hakkın ayaklar altına alınmasına hayret edi­
yordu. H alka şöyle bağırıyordu: "Muslim League binası,
nın kapısına, Rafızilere ait olan bir tabela asıldıj/ını söy­
lüyorlar. Bu asılan tabelanın Resul 'ün ashabına ihanet
ettigini iddia ediyorlar. Bir defa gidip, görün! ik bal
Lahori 'nin kitaplarında nübuvvet iddiasında bulundu­
(/unu, hatemiyeti inkar ettilJini, Osmanlı 'yı övdüi/ünü, ls­
lama ve . . . ihanet ettilJini söylüyorlar, bir kez gidip okusa­
nıza!"
İkbal'in böyle olduğunu tekrarlayıp duruyorlar, Cafer
e
B ngali'ye övgüler yağdırıyorlar, bir kez gidip araştırın,
kendiniz gerçeği bulun . , Ebuzer gibi yalnız başına hareket
eden, yalnız yaşayan, aşktan beslenen ve ihlas şarabını
içen bir adam ile, Müslümanlara yaptığı ihanetten dolayı
İ ngiliz emperyalizminin uşaklarından milyonlarca Rupi
alan, İ ngilizler aleyhindeki. kıyamda Müslümanları mağ-

187
lup ettiğinden dolayı aldığı ücretle malını mülkünü artı­
ran, müminlerin parasından ve beytulmaldan gizlice aldı­
ğı paralarla, Nemrud'un bağları gibi bağlar ve H arun'un
zevk haneleri gibi zevkhaneler kuran Cafer Bengali'yi kı­
yaslayın. Falanın, hırkası altında yüzlerce put sakladığı­
nı görüyorsunuz . Halkın görmesi için "mukaddes" hırka­
sını kenara çekmeye atılıyor. V aiz , minberinde Müslü­
manlara yalanlarla saldırdığını · görünce aşağıdan böyle
olmadığını bağırıyor. Bir grubun, din adına "ezilmesi"
emri verilen bir şahsı ve kitabı iftiralarla saldırılara he­
def yaptığını görüyor, onları tanıtıyor; yalanın kimliğini,
yalanı aktaranın naklini, sahte ibareyi, uydurma değer­
lendirmeyi , bühtanın delilini ve hatta kitabın ismini anı­
yor, s ayfa numarasını zikrediyor ve kitabın ibaresini tır­
nak içine alıyor, yine de ihanet devam ediyor. Yazar, düş­
manın görüşünü nakledip reddetmesine rağmen, o inancı
kendisine malediyorlar.

Artı � s abredemiyor, göze batıyor; saldırıya· geçiyor.


Hiçbir zaman eksiklikleri sebep yerine koymuyor. Kaçı­
nılmaz bir hastalığın olumsuzluklarına karşı mücadeleye
kalkışmıyor. Kötülüklerden, ihanetlerden , aldatmalar­
dan, uyutmalardan komplolardan, hakkı öldürmelerden,
şayia yaymalardan, hatta dost ve düşmanın işbirliğinden,
İ slam ve küfrün elbirliği etmesinden dolayı şaşkınlığa ka­
pılmıyor. Hatta din siperinin imha edilmesinde , dostun
sırttan vurulan hançerinin daha derine batmasının ve bu­
nun acısının karşı karşıya savaşan düşmanın kılıç yara­
sından ağır olmasının beklentisi içerisindedir!

Onun için bütün bu olumsuzluklar ve çirkinlikler tabi­


idir; tahmin edilebilir, hepsini bekliyor. Hepsini zor da ol­
sa sabırla atlatmaya hazırdır. O'nun açısından hiçbir şey

188
1
sarsıcı ve inanılmaz değildir. Nitekim bütün bunların
hepsinin doğal iki temel kaynağının olduğu kesindir: Geri
kalmışlık (bırakılmışlık) ve sömürü!

Yüzde doksanı okuma yazmadan mahrum olan bir


halk, yoksulluk ve cehaletin kara zulmetinde yaşayan bir
kitle ve senelerce uyutucu sihirli ninnilerle -Musa'nın
asasına sahiptirler, Firavun'un sihridirler, Karun'un da
ortağı- uyutulan, sihir yapılan , irfanları mihraceler, şah
çocukları ve soylular tarafından tebliğ edilen , İ slami an­
layışları yağmacı Gazneliler ve zorba Moğollara dayanan
bir toplumun istenilen şartları taşıması elbette beklene­
mez. Budist hür düşünceli arifler devamlı olarak uzlette,
inzivada yaşıyorlardı. Müslümanların hür düşünceli mü­
cahid uleması da devamlı olarak zorbaların, cehaletin ko­
vulmuş muhafızlarının baskısı altında olmuş , çaresiz ola­
rak halka ulaşmaktan uzak kalmış ve kendi zamanların­
da meçhul kalmışlardı. Şimdi imp aratorluğun zorba hü­
kümetinde, Şirket'e dayanan hakimiyetinde, İ ngilizlerin
sömürü, siyasi, askeri, ekonomik ve bunlardan da önemli­
si fik ri, ahlaki ve kültürel planları bütün toplumu kuşa­
tacak hale gelmiştir. Bunların tamamı insanı gerçek
muhtevasından uzaklaştırıyor, dini, akıl ve topluma hi­
tap etmekten alıkoyarak, muhtevasız bir dini, bir ulusu
kendi merkebi yapmak ve yükünü yüklemek için bir yu­
lar haline getiriyor . . . !

-E ski gerikalmışlığın ve yeni sömürgeciliğin Hind top­


lumunun geleceğini tayin ettiği bir ortamda, bir yandan
halkı büyük bir hokkabazlıkla uyutan yerli cephede sa­
vaşmaları ve diğer yandan halkın kanını emen yabancı
yağmacılara karşı mücadele vermeleri kaçınılmaz olan
aydın ve mücahid Müslümanlar itikadi haz 1rlığa sahip ol­
madan ilerleyemezler. Eğer ta baştan bütün zorluklara

189
katlanmaya, bütün ihanetlere sabretmeye, bütün çirkin­
liklere, aynca zorba ve batıl hükümetlerin tasallutu al­
tındaki bir yerde Allah'a inanan bütün müminlerin, zul­
met ve yağmacı hükümetlerin egemenliği altındaki yerle­
re mesaj getirenlerin başına gelen geleceğe hazırlıklı ol­
mazlarsa ilerleyemezler.
İ şte böyledir, hazret-i Sir Seyyid Ahmed Han! "Muslim
League" büyük şairin de dediği gibi:

Her bagdan kurtulm uş, rüzgar gibi


Suya hiç bulaşmamış, nilüfer gibi
Her bulaşıktan uzak, güneş gibi
Bütün seslerden korkmayan, aslan gibi
Bahtının yükünü omuzlasın
Ve gergedan gibi, yalnız yolculuk yapsın!
Biz ağır ilahi emaneti omuzlarımızda taşıyoruz. İyiliğe
davet e den bir ümmetin risaletini taşıyan, kötülüklerle
mücadele eden, kalbinde tevhide iman taşıyan, halkın
kurtuluşunun ve doğru yola girmesinin aşk ateşini taşı­
yan, Allah elçisinin, ehl-i beytinin ve şehidlerin imamlı­
ğında ilerleyen, b ütün hür düşüncelilerin, Müslümanla­
rın, mücahidlerin, İ slam'ın aydın ulemasının yol arkadaşı
olduğu, iftihar, tarihi izzet ve güzelliklerle ; hürrriyet,
adalet, fedakarlık, şehadet, İ sl ami cihad dolu kültürel mi­
rasa sahip olan bir ümmetin mesuliyeti. . . Sefer için doğ­
muş, elinde sadece Kur'an ve sünnet olan bir nesil olarak,
halkın arasından geçen Allah'ın yolunu surdürüyoruz.
Bütün bilgi ve şuurumuzla yolumuzun üzerinde b ? lunan
bütün zorluk, tehlike, eşkiya, yol kesicilere , düşman tu­
zaklarına, düşmelere, nifak pusularına, ihanet komplola­
rına, yabancıların işbirliği, yerli i şbirlikçilerin elbirliği

190
yapmalarına, acılara, dertlere, yaralara, tufanlara, yük­
sek dağlara, korkulara, sonsuz çöllere, insan yutan ba­
taklıklara rağmen yolumuza devam ediyoruz ve başımıza
gelen her şeye sabrediyoruz. Bütün bunları Allah yolunda
çekilen meşakkatler olarak görüyoruz . Aldatıcı yolun ke­
narında hokkabazlık yapar, gürültü çıkarırsa gözlerimiz
ve kulaklarımızla oyalanmayacak, onu seyretmeye koyul­
İnayacağız . . .

Bize düzenlenecek saldırıda elimizle kendimizi müda­


fa etmeyecek, Allah için olmayan ve halkın kurtuluşunu
hedeflemeyen hiçbir kelimeyi dilimize almayacak, İ ngiliz
emperyalizminin ve Hind Yarımadasının tamamen son
bulmasına veya ölünceye kadar mücadeleden geri kalma­
yacak, sonuna kadar bu yolu sürdüreceğiz. Bu yolda mu­
zaffer olacağımızı biliyoruz , düşmana galebe çalmayı de­
ğil. Biz şimdiden muzafferiz . Ne büyük zafer. Yüzlerce
zulmet yolu arasından, çirkin sapmalar, ahır ve çöplük
arasında -nitekim dünya yaşantısıdır ve körükörüne ve
bencilce bir hayattır- bu yolu bulan, gücünü elde eden bir
insan. Bu yolda ilk adımı bilinçli olarak atan taraf muzaf­
fer olacaktır. Bundan dolayı , Allah'a giden bu yolun nere­
sinde ölürsek şehidiz. Burada niyet, yol, yolculuk, ve he­
defe varmak aynıdır. İ nsan hedefine giderken bir hiç ve
hakirdir, mutlak olana tevekkülle hedefe ulaşır ve sonsuz
aşkta sonsuzluğa ulaşır . . .

Evet işte bunlardır, Hazreti Sir Seyyid Ahmed Han!


B aşlattığımız bu yoldaki güç ve kudretimiz ve dayandığı­
mız sonsuz güçten dolayı, aynı anda iki cephede savaşa­
cak cesaret ve küstahlığı kendimizde buluyoruz. Sayıca
ne kadar az olursak olalım ve karşımızda da İ ngiliz em­
peryalizmi bile olsa,bunların hepsi tabiidir. Nitekim İ ngi-

191
liz emperyalizminin gücü bütün dünyayı sarmakta ve
Hindistan'daki emperyalizmin kökleri tarihe dayanmak­
tadır! Ancak, bu sahada, bu zaman ve atmosferde. her şe­
yin olabileceğini bekleyen bizler için tabii olmayan, kendi
işinizde yapmış olduğunuz muhasebedir. Şimdi Ben­
gal ' deki isyan ba:şansızlıkla sonuçlandı. Kongre Partisi
çatısı altındaki Hind kurtuluşçuların birliği dağıldı, Hay­
darabad, Dekn ve Delhi'deki katliamlar halkın gücünü
zayıflattı, İ ngiliz emperyalizmi ve Doğu Hind Şirketi'nin
Hind yarımadasındaki hükümeti, varlığını daha da güç­
lendirdi. Bundan dolayı Hindistan'da kurtuluş hareketle­
rine dayanmak, rüzgara dayanmak gibi olacaktır. Hind
Müslümanlarının İ slami mücadelesine ümid bağlamak,
suya çizilen plan gibidir. Bu yüzden, emperyalizm aley­
hinde mücadele veren kurtuluşçuların ve gericiliğe savaş
açmış Müslümanların iman ve ihlasından kazandıkları­
nızla yükselmeniz gerekiyordu. Şehidlerin kanları , mü � a­
hidlerin çektikleri işkence, Müslümanların göğüsledikl e ri
zorluk, hürriyetçilerin kahramanlığı ve Hind Müslüman­
larının uzlaşmasızca mücadelesinden dolayı katledilmele­
ri üzerine bina edilen " İ slam" ve " İ stiklal"den elde edilen
itibar ve güç sebebiyle İ ngiliz emperyalizminin nezdinde
önem kazandınız . Siz şimdi İ slami Hareketin bir öncüsü
ve kurtuluşçu hareketin düzenleyicisi olarak tanıtılmış
bulunuyorsunuz . Yavaş yavaş hendeğin bu yanından
öbür yana sürünüyorsunuz . Halihazırda bütün yönlerden
muhasara edilmiş ve Ben-i Kurayza ihanetiyle tehlikeye
düşmüş Muslim League' in kurtuluşuna destek olun ve gi­
derek aşikar hale gelen gizli grupla ilişkiye geçin. Her ha­
lükarda, dayanağınızı değiştirin ve sağlam ye re ayak ba­
sın! Bu " siyasetin" ilk ve asıl düzenleyicilerinin sizin ya­
kınlarınız , özel danışmanlarınız ve akrabalarınız oldu-

192
ğundan kuşku yok . Cehalet ve nifak dolu inlerde yanlışa
bağımlı hale gelmişler. Ama Sir Seyyid Ahmed Han, çöl­
lerdeki şu köpekler uykuda olmalarına rağmen, havlıyor­
lar . . . Ve siz uykuyu iyi tanıyorsunuz.

193
Görmediğim ve tanımadığım akrabam, kardeşim ( * )

Bu mektup bana hayatımın b i r bölümünü yeniden ha­


tırlatmaktadır, bundan dolayı büyük bir lezzetle okudum.
1 94 7 ve 195 1 yıllarını kastediyorum . Kendisiyle kitap
okumaya başladığım ilk kitap, büyük bir araştırmacı olan
Metrling'in kitabıydı . Zihnimin yetmediği felsefe ve ta­
savvufun derinliklerine dalmak; mizacım bunları hazmet­
meye yeterli değildi . Ayrıca gençliği n getirdiği buhran,
hedefsizlik ve h areket yönünün tespit edilemeyişi bu
olumsuzlukları fazlasıyla artırıyordu. Sessizliği seçmek,
soyut düşünmek, mesuliyetsizlik, yaşanan gerçeklerden
uzaklık, bilimsel bağımlılıklar ve bütün bunların netice­
sinde bir köşede oturmak ve durmadan "boş düşünceler"
peşinde koşturmak. Kendi yerinde durmadan boşa çalı­
şan bir motor gibi. Zihni buhran, fikri tezatlar, şüphelere

* Bu mektub, kendi görüşünü, notlarını makale halinde ya­


zıp mütalaa ve görüş belirtmesi için Şeriati'ye gönderen şahsa
aittir. Şeriati, bu mektubu okurken bazı tashihler yaparak
mektubu kendi yazarına hitaben yeniden düzenledi.

194
düşmek ve felsefi çıkmazlar. B ilahare S choupenauer'in
kötümserliği ve budistvari iç alemdeki sofice ayaklanış­
l ar. İşte bütün bunları canıma musallat etti ve önümd e
"intihar" veya "delirme"den başka bir yol bırakmazcasına
bütün ufukl anmı fazlasıyla kararttı.

" H uzur içerisinde " , dinin doğruluğu veya felsefenin


berraklığı konusundaki formülün sihirli esaslarını açıkl a­
mak riyakarca olmasa da ahmakça bir tavır olacaktır.
Mollalar veya marksistler gibi, zahiren birbirlerine ya­
bancı ve tezat içinde olsalar bile, temelde birbirlerine ya­
kındırlar ve akrabalık bağlarına sahiptirler! Bu formülün
anahtarını venp "bütün dertlerinizi ve felsefi problemleri­
nizi bununla çözün, kainat\n bütün sırlarının kilidini,
alem ve beşerin esrarının gerçeklerini elinize geçirin" di­
yemem. Kalplerde bulunan "itikadi esaslar " , "dini beş ke­
lam esası" ve "maddi diyalektiğin dört temel esası" gibi
ideolojileri mağlup etmiş, şüphelerde uğraşan felsefenin
üstünde gerçekleri araştırmaya koyulmaktadır. Her ne
kadar fırtınası dinmemiş, yön-kıble tayin edememiş ve
bir Kabe'nin damına konm amışsa da, hiçbir düşüncenin
tuzağına düşmemiş ve hiçbir formül ve fetvayla yetinme­
miştir. Sizi görmeden ve tanımadan yüksek bir fikri sevi­
yeye ulaştığınızı söyleyebilirim. Öyle ki sunduğunuz yo­
lun dışında bulunan bütün l!lürşid ve mercilerden nefret
edecek seviyedesini z . İnsanlığın asalet ve hürriyetinin
pak sınırlarını koruyan bu s apmalardan nefret edişinizi
hiçbir zaman kendinizde n uzaklaştırmayı n . E ğer kandı­
nlmamak ve mürid olmamak istiyorsanız bunu kesinlikle
yapmalısınız.

E lbette, bu başkaldırı -bazen insanı Allah'ın karşısın­


da bile en aşağılık hale getiren başkaldırışlar gibi- büyük
bir taasubla hiçbir sözü ve nasihatı dinlememek; duyma­
dan, okumadan, tanımadan ve anlamadan, söyleyecek sö­
zü olan herkesi daha baştan protesto etmek manasına
gelmemeli. Andre Gidd'in: "Ben bütün kapalı kap ıları aç­
tım ve bu zah idane uzletlerin zindanlarına esir· düşmüş
gençlerin elinden tutup onları buradan çekip aldım. Dış
dünya nın geniş ufuklarında, bu kapalı kap ıların arka­
sındak i b üyük dünyaya sevkettim. Bütün heveslerini ser­
bestçe yaşamaları içi n " şeklindeki sözünü eleştiren hür­
riyetçi şöyle diyordu : "Gidd bey, siz onları b u evin dışın­
daki dünyada tutsak hale getirdiniz !"
Evet, anlamadan her şeyi inkar etmek, toplumdaki bir
kısım avam kesimin anlamadan bazı şeylere inanmasına
benzer. Hem de nasıl biı hararetle ! Bunların avamı ço­
ğunlukla " mukaddes eşek'' ve kendilerini de aydın laka­
bıyla sıfatlandırdıkları doğrudur. Evet ama onlar da " ay­
dın eşekler"dirler! Görü � düğü gibi eşeklikte müşterektir­
ler. Aynı yoldaki kardeşlik gibi. E şeklikten daha büyük
sıfat da yoktur. Bunun mümin, kafir, faşist, sosyalist, şia
veya sünni olması farketmez.

Bununla birlikte, sizin bu fikri kargaşadan ve felsefi


tezatlardan kurtulmanız için bilmişlik taslayıp bir formül
sunacak kadar kendisini beğenmiş ve riyakar biri olmadı­
ğımı ve. bunun da ötesinde sizin bunlara inanacak kadar
saf biri olmadığınıza emin olmalısınız. Ancak, bu merha­
leyi nasıl aştığımı anlatmam sizin için faydasız bir şey ol­
mayabilir. Tanıdığım bir yola nasıl adım atmaya başladı­
ğım, size yo-1 gösterici bir ış�k haline dönüşebilir de. Her
halükarda, ona inansanız veya inanmasanız ve esasen
doğru olsa veya olmasa da ben bu yolda büyük bir iman
ve güvenle ilerliyorum .J)evamlı olarak taassubtan rahat-

196
sız olmama, keşf, keramet, ayne'l yakin ve hakke'l yakine
ulaştığım iddiasında bulunmamama rağmen hiçbir za­
man, araştırmaktan, bulmaktan, doğruyu ortaya çıkar­
maktan, yaptığım işte yanlışa ihtimal- vermekten ve baş­
kalarının sözlerinde de doğrunun bulunabileceğinin hesa­
bını yapmaktan geri kalmadım. Neticede, gayret göster­
meyi ve talep etmeyi prensip haline getirdim . Bununla
birlikte, seçip ona doğru yürüdüğüm yola o derece iman
etmişim ki , onun için yaşayabilir ve onun için hayatımı
verebilirim.

İş aret ettiğim git'>i , ben düşünmeyi felsefe ile başlat­


tım . Ne kadar ham ve başlangıç sayılsa bile. Elbette felse­
fenin ilk başlangıç dersleriyle değil. En sarsicı uçurumlar,
eritiei şüpheler, ezici sualler, şüpheler ve felsefi çıkmaz­
lar. Meter Ling, Schoupenauer ve Meri'nin kuşkularıyla . . .

Ruhi buhran, fi kri kuşkularla birlikte, acı verici tezat­


lar ve felsefi kuşkular beni i.n tihara fazlasıyla yaklaştırdı .
Mesnevi'ye duyduğum ilgi beni son anda ölümün ucun­
dan -yani Meşhed'in Kuhseng havuzunun kenarından­
kurtarmaya vesile oldu. O büyük tufan gecesinden kur­
tardı. Hayata geri döndüm, sadece Mesnevi'nin aşkıyla.

Mesnevi, beni etrafımı sarmış ve dişlerini ruh ve dü­


şüncemin derinliklerine batırmış kurtların pençesinden
kurtardı ve kendisiyle yeni bir dünyaya, ufka, gökyüzüne
ve güneşe götürdü .
Canın benliginde gökyüzleri var,
Gökyüzünün yöneticisi dünya,
Ruh 'un yolu nda yok uş ve inişler var,
Yüksek daglar ve düz ovalar var!
Mesnevi, o " s orular"dan hiçbirini cevaplandırmadı,

197
felsefi bilmecelerin hiç birini çözmedi , akli tezatları hal­
letmedi; gözlerime yeni bir bakış kazandırdı . Bu açıdan
dünyaya baktım. Geçmişteki kuşku ve hayretlerin oluş­
turduğu karanlıklardan hiçbirini görmedim.

Felsefenin kuşku pençesinden ve dişlerinden kurtul­


manın yolu bundan başkası değildir. Oturmak ve soyut
felsefi mantıkla bu alemin hakikatını düşünmek, insanı
kendisinden uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramaz.
İnsanı halktan uzaklaştırır. Hiçbir z aman gerçeklere- dfl
ulaştırmaz. Hakikatın insanı kendiliğinden bulması için
son derece pak, sıcak olmak ve aydınlanmak gerek. Seni
avlasın, bu sonsuz çöldeki küçük bir bulut gibi, güneş se­
ni yutsun!

"Hakikat'' , gerçeklerin sebep ve ilişkisinden oluşan bir


sıfat değildir ki insan bir buluş aracıyla, alıcı bir aletle,
dürbün, büyüteç, mikroskop , pusula, dedektör veya hesap
makinası, fotoğraf makinası, radar ekranı, elektronik ci­
hazlarla, uzaklardaki varlıkları , toprağın derinliklerinde­
ki maden ve zenginlikleri bulmaya yarıyan (x) ışınlarıyla
bulunabilsin. Fizikçi, coğrafyacı , astronomi uzmanı , ma­
tematikçi, kimyacı, tarihçi, sosyolog, cerrah, tabib . . . gibi­
leri de bunlardandır. Tabiat, tarih, toplum , ekonomi, can­
lı, cansız ve mahlukatı bütün boyutlarıyla tanıyabilen be­
yin ve araçlar vardır. Onların dakik resimlerini çekebilir,
resimleri birbiriyle kıyaslayabilir, onları düzenleyerek,
aralarındaki ilişkileri bularak, farklılıkları , müşterekleri
tespit edebilir. Oluşum, ilişki , liar:eket ve aralarındaki ir­
tibat hakkında açıklama ve yorumlar yapabilir. Ve neti­
cede bilgimizi oluşturan gerçeklerin ilmi delillerini ilan
edebilir. İnsan, gerçekler karşısında " düşünen bir maki­
na" gibidir. Buna göre, dikkat, sıhhat, işin değeri, hareke-

198
tin hızı ve ilmi boyutları, beyin ismini taşıyan .bu makina­
nın güç, zerafet ve yapısının mükemmel oluşuna bağlı
olacaktır.

Hakikat ise başka bir şeydir. Hakikat bir "olgu " , bir
"irtibat" , "enerj i " , ya " madde" ya " unsur" ya "fail" ya
"uzak bir manzume" ya "bir meçhul uydu" yahut " bir (x)
ışını" değildir. Bunlardan biri değildir ki bu araçlarla ele
alınabilinsin. Onun özel mekaniğini, ölçüsünü, kanşımı­
nı, ayırımını, boyutlarını, benzerini bulup kıyaslasın,
ilimdeki yöntem ve esaslarla onu bulabilsin ve onunla di­
rekt bir ilişkiye geçebilsin . B u , birinin Mevlana'nın
Mesnevi' sini kompütere ve.r mesi ve ondan olağanüstü bir
zekayla anlayıp yorumlamasını beklemeye; astronominin,
aya ve merihe gitmeyi gerçekleştiren modern teknoloji­
nin, yani "Apollo" projesini başarıyla neticelendiren Yon
Buraun'un beyninin, Peygamberin Mirac'a gidişini ilimle
açıklamasını, ispatlamasını ya da inkar etmesini bekle­
meye ; Fransa devrimi , Cezayir, Filistin ve benzeri dev­
rimlerdeki iman, gayret, komplo, taassub, aşk, c ihad,
duygu, nefret, kızgınlık, gam, sevinç, heyecan mozayiğin­
den oluşan olguları, ilmi sebe p , dayanak, arkeoloji ka­
nunları, açısından değerlendirmek ve bunlan oluşturan
kalorinin ölçüsünü ilmi bir şekilde net olarak değerlen­
dirmeye kalkışmaya benzer!

Bütün bunlar tesadüfi olamaz. İnsanın bütün sahalar­


da sebepsiz olarak ilerlemesi, evrim güzergahını aşması
ve sadece felsefeye dayanarak senelerce yerinde sayması
ve bunca hayret verici varlıklar arasında, felsefi bilmee­
celeri çözmeye çalışarak, küçük bir haşan elde etmiş ol­
masın . Nitekim bugün de görüldüğü gibi, felsefenin fırtı­
nalarına dalan ve felsefenin gizliliklerinden acı çeken her

199
insan, binlerce yıl içerisinde hayretler içerisinde kalan in­
sanların karşıl aştığı " sorularla " karşılaşırlar. Me!� �­
Ling'in ş"{ip!ı.�l�ri., t_�mı tanıı�!l _Ş:ayyam'ı bağırtan şüphe­
. -
__

i�r di � . Albert C amus'nun itirazla �� . L�Ü- Öours'un ikf l:füi


yıl önceki kızgınlık ve nefret dolu itfrazlarinın aynısıdır.
Doğrusu insan Gılgamış efsanesini dinlediği zaman, bel ki
de Sümerler'den önce yaşamış bu efsaneler kahramanının
yeryüzünde yürüdüğünde veya topraklar üzerinde hiddet­
lendiği , gökyüzüne doğru haykırdığında, ölümden , hayat­
tan, ins anlıktan, yaşamaktan, insanın geleceğinden, bi­
linmeyen varlığın sırrından, esrarengiz kainattan, dudak­
lara vurulan suskunluk mührüne rağmen sorular soru­
yor. Hiçbir ses onun sorusunu cevaplamıyor. Sorul arının
feryadı ve itirazı bu sonsuz gökyüzünde ve dünyada sa­
hipsiz bir şekilde dolaşıyor ve en sonunda yokoluyor; bun­
ların hepsi bütün boyutlarıyla hayatımız gibi geliyor ve
halimizin sözcülüğünü yapıyor. Onun soruları , felsefenin
bütün gerçekleri ortaya çıkarmasını ve varlığın sırrını
açıklamasını bekleyen bugünkü insan için de geçerlidir.
Gılgamış'tan, Sartre'a kadar geçmiş olan 7-8 bin yıl zar­
fında sanki varlığın sırrını çözmeye çalışan felsefede bir
adım bile ilerlenmemiştir. � u �il meceyi çözme yohı ��ak_i
-
başarısızlık o noktaya gelmiştir ld, Hafız gibileri _kendile­
rini ümitsizliğe terketmiş, bu. avı ta�ipten vazgeçiJ> ça �� ­
sizlik içerisinde kemendlerini indirmiş ve z:üzgara otu!­
muşlardır:
Behram 'ın av kemendini at, kadeh kaldır,
Zira ben bu sahrayı dolaştım
Ne Behram var, ne de mezarı "!
Bununla birlikte felsefenin yetersiz olduğunu anladı­
lar. İlerledikçe cehalet ve acayipliklerin karanlığım artı­
ran bir bilimdir felsefe:

200
Rekkaseden haber veriyorsun,
Kainatın esrarını daha az bulursun
Hiç k imse bu binanın yapısının sırrını
"Hikmet " ile açmadı, açamaz da . . .
Bu gerçeğe inanması fazlasıyla acı vericidir, Zati sıfat­
ları ve vücud yetenekleri hayvandan daha çok gelişmiş
insanın, en temel meselenin anlaşılması yolunda, ayakliı­
rına serilmiş felsefeyle bir adım bile atılmamış olmasına
inanması zordur. Asrımız insanının felsefi muammaları­
nın, sorularının aynısı olması ve hemen o ilk saatlerde -
insanın biliçlenmenin güneşi eşliğinde düşünmeye, bak­
maya başladığı , dünyanın boyutları, yapısı ve oluş�mu
üzerine yorum yapmaya başladığı, hakikatı bulmaya ça­
lıştığı, bütün gizlilikleri , sırları ve bilmeceleri ortaya çı­
karmak için gayret gösterdiği, kainatın gi zliliklerine
ulaşmaya vakit ayırdığı, olguların üzerindeki perdeleri ve
sırların önünü kapayan engelleri kaldırmak için hiçbir fe­
_
dakarlıktan kaçınmadığı bir zamanda böyle bir atmosfer­
le karşılaşması tahammül edilir gibi değilir!

Evet, insana felsefeye rağmen yerinde sayması zor ge­


liyor. İnsanın en büyük ve ilginç bir düş ünce ürünü olan
felsefe de buna yeterli gelmemektedir. Ama "gerçekler"
aklın böyle bir çaresizliği itiraf etmesini zorunlu kılıyor.
Hatta hazan tarihi bilgiye sahip olan, kültür, medeniye­
tin ayrıntılardan, ruhun özünden, dinin düşünce, sanat
ve zengin fikri yapısından haberdar olan sayısızca bilinçli
aydın, bundan da ileri giderek, felsefi ufukların bugünkü ·
insanların gözleri önünde daha karanlık, daha meçhul,
daha dar ve hayret verici olduğunu, bu durumun dünden
daha fazla olduğunu savunmaktadırlar. Karanlık, meçhul
dar ve hayret edici felsefi ufuklar?

201
Evet:

"Ben" kimim? " İnsan" kimdir? " H ayat"ın ne manası


var? Acaba " alınyazısı" var mıdır? " İnsan tabiat v� eşya­
dan bağımsız , kurulu nizama bağımlı olmayan hür bir
irade" sahibi midir? "Mesuliyet" nedir? Görünen bu per­
denin, bu en büyük sanatkar tarafından nakışlanmış ve
süslenmiş perdenin arkasında ne var? Bu büyük ve deh­
şet verici kainatın yapısında biri var mı? " Olmak" neden?
"Yaşamak" nasıl? Ölüm nasıl bir bilmecedir? " Hareket"
nereyedir? "Tekamül" hangi yönde? Bu "tabiat", cansız ve
şuursuz bir leş midir, yoksa canlı ve bilinçli bir ceset mi?
Alemin tamamı hiç içinde hiç ve insanoğlu abes ve boş
mu? "Hayır" ve "şer" , "kötülük" , "güzellik'' , "aşk", "hayat'' ,
"değerler' ', " hakikat'' , " sebep '', "yön'', "Allah' ' , "ben'' , "ma­
na" , "yalnızlık'', "hürriyet" , "kemal' ' , ·:kurtuluş'', " mutlu­
luk", "varlık", "sonsuzluk" , " O ", . . .

Bütün bu " terimler'' , geçmişteki "hikmet'' , " irfan'' ,


"din " , kültürlerinde, düşünce, ahlak mekt'eplerinde; İbra­
him'in, Musa'nın, İsa'nın, Muhammed'in, Ali'nin, Konfüç­
yüs , Sokrat, Eflatun, Aristo, Leutzu, Buda, Hallaç Man­
sur Suhreverd i , Gazali, Şems ve Mevlana'nın itikadi,
ahlaki ve fikri ekollerinde daha aydın bir mana mı taşı­
yordu? Yok s a " m akin a ve m asraf' , egzistansiyalizm,
pragmatizm, ekonomizm, teknoloj izm, Freudizm, Epiku­
rizm, biyolij i z m , teknolojinin ideoloj iye galebe çalması,
üretimin kalitesi, masrafa tapma, " altın-beton-seks " is­
mindeki yeni teslise tapınma! Çölünde kaybolmaya mah­
kum olmuş asrımız insanının fikri ve ruhi felsefi düşünce
yapısı mı daha aydın manaya kavuşturmuş? B ilahare ,
abes , boş, yoksayma ! düşüncesi mi bu muammanın ce­
. . .

vabının gerçek manasına kavuşmasına yard�mcı olacak?

202
E ski insanın daha bilinçli bir bakış ve aydın bir gönül­
le bu dünyaya baktıklarından kuşku yok. Geçmişin insa­
nı daha güçlü bir iman ve 'istikrarlı adımlarla hayat cad­
desinde yürüyorlardı . Yeni insana oranla kendi insanlık­
ları konusunda daha derin bilgiye sahiptiler. Heideger'in
de dediği gibi asrımızın insanı kendisini bu alemin uçuru­
muna atılmış olarak buluyor, "yalnız lık" , "kendisine ve
dünyaya yabancılık" , " ruhi bunalım" , " fikri kargaşa" ve
"bütün ahlaki değerlerin s arsıntısı" onu bir nevi "insani
sefaletin" en korkunç uçurumundan aş ağıya fırlatıyor.
Bundan dolayı bunca bilgi ve güç , onun fel sefi ukdeleri ni
karşılamaya ve insanın fikri bilinmezlerini cevaplandır­
m aya yetmediği gibi, onlara çözüm getirmekten tamamen
ümitsizliğe düşmüş, ezelden heri gösterdiği gayretten el
çekmiş, derinliğindeki hakka tapma, hakikata aşık olma
heyecan ve hislerini, hakikatı bulma ateşi; gaybi düşünce
ve heveslerini öldürmüş , netice olarak "en aşağılık sevi­
ye"ye kadar düşmüştür! Allah'ın büyük bir sanatını yan­
sıtan çehresini materyalist felsefede erişmiş, materyalist
ekonominin içinde kaybolmuştur.

Her halükarda, gerçek mustazaf ile s ahtesi arasında


kalmıştır. Orada ruhun bütün vasıfları üretim makinala­
rınaı-zincirle bağlanmıştır. Varlık felsefesi, insani ruhu,
zatının aydınlığı, siyasi bürolarda yaşayan bir köpüğe dö-
- nüşmüştür. Siyasi bir müzikle hareket kazanan bir an­
lamsız köpük. Veya burjivazinin kokuşmuş ve pörsümüş
salonlarında " p ara ve seks" esprisinde tecelli eden yaşa­
yan bir cesede dönüşmüştür. "Var olmak" ve "yaşama•
sı"nın bütün anlamı bunda özetlenmektedir. Elbette "zor
veya zor" sisteml e rinde böyle �ınırlı bir hayat için şekil­
lendirilmiş , kalıba dökülmüştür. B undan dolayı da kendi-

203
si için bütün felsefi meseleler çözüme kavuşturulmuştur.
M ateryali z m (*), insanı e n aşağılık bir seviyeye indirmek­
tedir. En aş ağılık ol an bu seviyede "cinsel hürriyet" ve
" ekono m i k refah" yeterli görülmektedi r . Materyalizmle,
kendisini manevi hazlardan, ahlaki değerlerden ve dini
bağlılıklardan kurtaran b i r medeniyet, m akineleşmeyle
üreti :ılıi artırıp hızlandırmaktadır. Ayrıca temel esas hali ­
ne getirilen bu iki ihtiyacın karşılanması için b ütün im­
kanları seferber etmektedir.

Senelerce kız liselerinde . öğretmenlik yapmış olmam­


dan ve hususen mes leğim gereği sürekli olarak genç ne­
s ille ilişki içinde bulunduğumdan dolayı , evlenmek üzere
olan ve büluğa ermiş genç kızların hayal d ünyasında ya­
şadık i arına şahit olmuşumdur. Felsefi umutsuzluk derya­
l arı, kendinden bezme, kendisinden ve b ütün dünyadan
bıkma, romantik ince d uygular, ş a irane latif h ayaller,
m addeye karşı sert tepkiler, günlük hadise lerden kaçı ş ,
E flatunvari soyu t düşünceler, paradan, cinsiyetten, mas­
lahatan, maddiyattan v e şiddetli ihtiyaçtan nefret, nur,
ruh, ilham , aşk semasında uçmaya i syan, meleklerle bir­
likte aynı ahengle uçmak, bulutların üzerinde yürüme � ,
sabahın ı şıkları arasında, mehtab lı gecelerde, saman yol­
l a rında, yıldızları n arasında, dolaşmak, tabiatın bütün
sırlarını, varlık muammasını, h ayatın manasını, yaratılı­
şın b a ş langıcını ve Allah'ın sırlar hazinesini keşfetmek.

(*) Burada materyalizmin (felsefi, ahlaki, iktisadi, içtimai . . . )


bilimsel-pratik b i r i deolocya olduğunu açıklamaya gerek yok.
N itekim iki nizamın gerçek ve müşte rek temelleri , zahiren kapi­
talizm ve m arksizmi birbiriyle çelişki içerisinde gösterir. Asrı­
mızın sosyoloj i , hayatın felsefesi, medeniyet ve toplumlararası
ilişkilerini yorumlayıp açıklama getirir.

204
Ruhlarının berrak belirtileri olan duygular, lise iki ve
üçüncü sınıfta doruk noktaya ulaşıyor. Bu toz pembe duy­
gular son sınıflarda daha fazla koyulaşıyor. Sözleri daha
çok şu meselede noktalanıyor: Allah'ım, sen kimsin? Ne­
den bana görünmüyorsun, ben bu dünyaya gelmeden önce
nasıl bir günah işledim ki? Neden beni hayat denen iş­
kenceye mahkum ettin k? Ah, hiç kimse kalbimin dilini
bilmiyor, ey ölüm neyi bekliyorsun? Neden beni almaya
gelmiyorsun? Beni bu iğrenç hayattan, bütün düşünceleri
para ve şehvet ol an insanlardan kıirtarmıyorsun? Bu şe­
�irleri , duvarları , evleri, kıyafetleri, toprakları ve haşere­
lerin üzerinde yuvalandığı dünyayı görmeyeceğim bir ye­
re firar etmek istiyorum , ah ! Yalnızlık, sükut, gözyaşı,
aşk . . . . ne güzel kelimeler! B u hayatın faydası nedir? Bu
kadar çaba neden? Ne kadar aşağılık sevinçleri var? Aca­
ba o yukarıda ki mse var mı? Bütün bu dünya, insanlar,
hayali arzular boş mudur?"

B ütün bu duygular, isyanlar, hedefler, ihtiyaÇla_r , he­


yecan ve hayaller evlilikten sonra ortadan kalkar- : Heye­
canlı ve acayip bir rüya gören gibi. B ütün bu duygular
arasından, küçük bir gıdıklanmayla uyanır. Bütün Qu· ro­
mantik sözleri sarfeden genci bir sene sonra gördüğtlnde
sözleri değişmiştir, borç, kocasının fazla mesai yapması,
otomobil, buzdolabı , renkli televizyon, "Günün Kad{� i"nın
(İran' da yayınlanan bir kadın dergisi-çev. ) günde oiL- ser­
vet, televizyon filmleri ve . . . . Tıpkı düne kadar gördüğün­
de nefretini belirtenler gibi olmuştur. Artık eski dertler­
den, kızgınlıklardan, imandan, hedeflerden ve duygular­
dan eser kalmamıştır. Bundan böyle, "cinsiyet değiştir­
me" cinnetini kendisinde his setmeyecektir.

Bu alınyazıyı bugünlerde yanımıza gelen pek çok ay-

205
dm genç de kendisi için benimsemiştir. B ugünün gençle­
rinden kasdımız, batı mukallidi, masrafçı ve burj uva ha­
yatı yaşayan gençlerdir. Sosyete hayatını ve doları ; pa­
zarlarda ve sokaklarda kültüre, imana, hayatımıza, tarihi
şahsiyetimize, ahlaki değerlerimize , milliyet, din, hedef,
ümid, bütün köklü insanlığa ve bütün güzelliğimize ter­
cih ettiler. B ütün bu değerlerin yerine bunların zıtlarını
yerleştirdiler. Onları aniden kudurttular, bağımlı hale ge­
tirdiler; irtibatları, aç kurt ve köpeklerin ölmüş leş üze­
rindeki ittifakı haline dönüştürdüler! Faiz yeme hastalı­
ğını, artırma, biriktirme hırsını, "para sayma" lezzetini,
mal stokunu ve aşırı refahı onlara musallat etti .
Kur'an'ın da tabiriyle hepsini bu ihtiraslar deli etti. Ve
" sarı şeytan" hepsinin canına hülul etti . Akıllan karıştır­
dı ve fıtratları yuttu.

"Faiz yiyenler, a ncak şeyta n ı n ça rptıgı k imselerin kal­


kışı gibi kalkarlar"

Öte yandan, baştan ayağa kadar hakka bağlılıktan,


adalet taraftarlığından, halka aşktan , mesuliyet a teşin­
den, cihaddan, ictihaddan, yüce isteklerden, insani: değer­
lerden dem vuran , bundan dolayı huzur yüzü görmeyen
aydın genç ler "yemek doktorası" aldıktan ve sınıftan ha­
yatın pazarına döndükten sonra ·rahatlamaya, sakinleş­
meye, akıllanmaya, uyanmaya, gerçekçi olmaya, hesap­
kitap sahibi olmaya, hayat, maslahat, masraf, aile mesu­
liyeti kelimelerine yeni anlamlar kazandırmaya başladı­
lar ve bunun yanında hayır işleri de . . . Dünya ehli ve "gü­
nün erkeği" olduğunu, söylemesinler diye ! Bir iki sene ge­
çince bu delikanlı, sabırsız, kucağı kitap dolu, her şeyi
eleştiren, itirazcı araştırmacı, idealist genç, bir otomobile,
beyefendiye, hanımefendiye, bir koltuk hastasına, yükü-

206
nü başında taşıyan bir eşeğe, heva-heves ve dünyası pe­
şinden koşan, eşyaya, türlü düzenlerle dolu bir makinaya
dönüşür . . . Bu kadarı, en son netice olur!

Bütün heva ve heveslerin tamamı da standart hale dö­


nüşmüştür. Zorla yüklenmiş, telkin edilmiş , düzenlerin,
oyunların hepsi tekrarlanmış, senaryolar, tamamı taklid
edilmiştir. Fazlasıyla aşağılanmıştık, iğrençlik. Dünyala­
rı budur. Bunların sizin mevzunuzla ne ilişkisi var? Sizin
söz konusu ettiğiniz .şey felsefi şüpheler değil miydi? İma­
nı sarsan en önemli meseleye cevap bulmak değil miydi,
hedef?

Şeytani bir resmi yürüyüşün neden aniden zihnimde


harekete geçtiğini bilmiyorum. Bu ömrüm boyunca gözle­
rimin önünden saflar halinde geçmiş olan şom yürüyüş­
ler. Doğunun nurundan, sıcaklığından ve temizliğinden
batıya, güneşin battığı yere doğru giden çehreler. Ve ya­
vaş yavaş, siyah gecenin derinliklerinde, ufkunun gafle­
tinde kaybolup , yokoldular. , Şimdi gece, canların derinlik­
lerine ve kemiklerinin iliklerine kadar işlemiş'tir, karanlı­
ğın bir parçası haline gelmişlerdir. Dışardan hareketli ve
heyecanlı, içeriden ise iltihap tutmuş, siyahlaşmış ve so­
ğuk bir cesedi

Dışardan hilal dolu kafir mezarları gibi ve içten Al­


lah'a düşmanlık! Bundan dolayı b u rahatsızlığımı izhar
etmemi kabullenmelisin. B unları öyle başıboş hale getir­
diler ki, bir yandan hasta bir ceset oluştururlarken, cese­
din içini de sarsmaya muvaffak oldular. Bütün aşk, iman,
sabır, sebat ve bağlılığı oluşturan ilahi gücü, tahlillerle ,
yorumlarla yokettiler. Sosyologlara ve iç alemi yorumla­
yanlara göre bu, "şüphe kanseri"ydi. Kan ve beyinlerinde
kök saldı, giderek bedenlerindeki hayati ve savunma gü-

207
cünü zayıflattı. Onun ayakta durmasına ve korunmasına
vesile olan bütün bağ ve dayanaklarını ortadan kaldırdı
ve hayatı, dünyayı, bencilliği ve lezzeti kanına karıştırdı.
İçlerinde bunlar canlandılar ve onu mutluluk içerisinde
yutup, erittiler. Dünya sevgisi mizacıyla yoğruldular. Bu­
nun ardından da hayat ve ebedilik güzergahından saptı­
lar!

Firavun gücünü ve Karun menfaatperestliğini taleb


eden bir mutluluk. İnsanlığın bütün değerlerini rüzgara
savuran bir "hazine" ve beşeriyetin şerefinin altında gö­
müldüğü bir "masa " . Bugün burjuvazinin daha büyük bir
maharetle süslediği Şeddad'ın aldatıcı bağı, ilk, içme, ra­
hat ve mutluluk yolu zillete bulaşmış. Ama şehre , bağa
ve imar edilen yere doğru!

Sizin, manevi ve kültürel " sığınak" ve "korkutma" ve­


sileniz , felsefi şüphelere yer verenlerin ayakları önüne
korkunç uçurum ve karanlık tuzaklar kuranlardan daha
azdır. Sonuna kadar saldırmayı önceden planlıyorlar. Bu­
nunla birlikte sizin beni, ham düşünceli mutaasıp biri
olarak değerlendirmeyecek kadar kültür ve uyanıklık sa­
hasinda önemli bir seviyede gördüğünüze de inanıyorum.
Doğmatizm düşüncelerinden, hurafelerden, dini saptıran­
lardan, gericilik bağ ve kurallarından, empoze edilen ah­
kamdan, taklitçilikten, gelenekçi prensiplerden ve bunla­
rın oluşturduğu mirastan etkilenmemiş olduğumdan
;' şüphe" duymadığınızı zannediyorum .

Küfürden geçmiş imanlara istisnai bir değer verdiğimi


de eklemeliyim . En yüce, en mükemmel, en derin ve en.
güven içerisindeki iman. D aha önceleri din isminde bir
şeye sahip olan şahısta şüphe ateşi içerisinde doğmuş bir
iman. Bir geleneğin varisi ve bulunduğu bölgenin şartla-

208
rına göre yetişmiş bir insanın şüpheler içinde pişerek ka-
zandığı iman. - --- - -

� · ... --�� - - - . - ··

Geleneksel din, bilinçlenme merhalesine insanın giri­


şi, aklın gelişmesi, ifmi rengin koyulaşması ve bunun ne­
ticesinde, eğitim görmüş bir aydın doğmaktadır. Pek çoğu
bu merhalede donuklaşmakta, yerinde saymaktadır. Ama
bir grubu da evrimlerini sürdürüyorlar. "Din kurallarını
tanımama" yolunda rahat durmamalarına rağmen, basit
bir aydın olmakla yetiniyorlar. Sıcak bir araştırma, hak
savunuculuğu, onların ruhundaki ateşi alevlendirip onla­
rı yüce ve aydın bir ufka kavuşturur. Hesapçı akıl, Des­
cartes mantığı ve suri ilimden oluşan bir ufuk. Onun kal­
binde dinden boşalan yerde yavaş yavaş yeni bir marifet
doğmaya ve kaynamaya başlar. Fıtratının derinliklerin­
den bir kaynak açılır ve kaynamaya başlar. O zaman bu
bomboş , soğuk, abes iç alem dolar, kaynar ve aydınlan­
maya başlar. Bu adam artık miras devralmış mukaddes
eşeklerden. değildir. Basit bir aydın e şek de değil. Bir nevi
"ilk ensar ve muhacir"dir. Cahiliyetin kıılbinden ve donuk
nesillerinden doğanlardır. Mukaddes çehreleri bir kenara
iterek, mukaddes sayılan putları kırarak, tarihi mabed,
din ve kendi milletlerinden uzaklaşarak yeni bir imanı
" seçtiler" ve bununla nasıl olmalarının gerektiğinin örne­
ğini ortaya koydular.

Evet_L <li!ı boşluğundan geçmiş , şüphe fırinında pişmjş


ye hl!kika_t kokusu ve rmeye -baŞ1amış b i r im �n he_r t� �li­
keden rahatlıkla kurtulabilir. Fikri komplolar, kültürel
saidırılar, propaganda dalgaları ve sihirli telkinler . . . Bi­
linçlenmekten, istikrardan, maneviyat bolluğundan, sa­
bırdan, ihlastan , eğitimden, güzellikten , tezkiyeden baş­
ka hiçbir unsur onun imanını berraklaştırıp billurlaştıra-

209
maz. B undan dolayı bütün bu şüphelerin, dertlerin, ızdı­
rapların, buhran ve heyacanlardan kaynaklanan acıların
bir "doğum" sancısı olmasını temenni ederim -bunun ör­
neklerini kelimelerinizin arasından hisseder gibiyim-. Ye­
ni yılın değişmesi maksadıyla evinin temizliği ve size mi­
safirliğe gelecek olan Nevruz ve baharın ayak sesleri "yü­
ce ufuk"un ortasından görünmeye başladı bile. Bunun se­
vinci gönlünüzün hücresine oturacak. Bu kabına sığma­
yan huzursuzluklar, ağır adımların oluşturduğu büyük
sarsıntı ve suskunluklar onun gücünün eseridir. Senin
vücudunun bütün organlarına deprem musallat etmiştir

Ama bütün bu şüphelerin pençe ve dişlerinden kurtul­


ma yolunun hangisi olduğunu sormaya hakkın var .. Bu
soruların cevçı.bını nereden bulmak mümkündür?

Yeniden tekrar ediyorum: Bu bilmeceleri çözeceğini ve


bu mesele lere cevap vereceğini iddia eden herkes , ya
avami bir taassub içerisindedir veya halkı aldatan bir ri­
yakarca tavır sergilemektedir. Burada ne ben avamım ve
ne de siz . Bütün bu felsefi şüpheler karşısında tek bir ce­
vabım var. O da, bütün- bu şüphelerin hiçbir cevabının ol­
madığıdır. Tek bir yolu da insanın bilinçli ve samimi bir
şekilde kendisini onların pençesinden kurtarmasıdır.

Ama nasıl?

Bu yollardan biri , evlenme çağına gelen kız çocukları­


nın evlenerek sağlıklı bir düşünceye kavuşmalarıdır. Baş­
tan aşağıya mutluluk içerisinde kaybolacaklarından, geç­
mişteki şüphelerden uzak kalırlar. Devamlı bir şekilde
büyüklüğü kendisine kurban eden bir saadet. " Hakaret"
ve "ahmaklık" ayakları üzerinde insanı yürüten bir saa­
det. Dünya ile evlenen, "burj uvazi" ile vuslata eren, Fira-

2 10
vun veya Karun kıblesiyle anlaşma imzalayan, siyah, kır­
mızı ve sarı şeytanın himayesine giren o gençlerin bütün
dertlerini, düğümlerini ve bütün sorularını para sağlığa
kavuşturur, çözer ve cevaplar.

Geçmiş zamanlarda . birine sordular: "Aşkın derdi da­


ha zordur, ama ya açlıiJın ? " şöyle cevap verdi : "Yolun or­
tasında daralmamış ve şaşı bir adam sakalına yapışma­
m ış k i her ikisini de unutasın! "
Kısra'i'nin b i r mıs raına dayan arak n e güzel bir şiir
yazmışlar:
Adama dedim ki:
"Hayat güzeldir"
Hayat
Dedi ki:
"Hanımım ölmüş ve gencimi zorla götürm üşler!"
Bu bir nevi uyuşturmadır. Dertten kaçmak için sinir­
leri öldürmek çare değildir. · Kötülükler ve kabalıkları
kendi doğrultumuzda görüyor ve bundan rahatsız oluyo­
ruz . E lbette kendimizi kör edersek bu acıyı azaltabiliriz.
Ama bu rahatlama ölüm getirici olacaktır.

İnsanın ve yapıcılığının yolu nedir?

Tek kelimeyle , felsefi s uallerimizin cevabının bulun­


m adığına ve binlerce senedir felsefe dahilerinin çıkarım
esasına dayanarak bu yold� bir adım bile atmadıklarına
inanırsak çare bulmak daha bir kolay olacaktır. Aşırı git­
mek, şüphelerle dolu akla soyut olarak meydan vermek
ve soyut felsefi mantığa dayanmak; şahsi sarsıntı , büyük
bir fikri kargaşa ve insanda değerlerin tamamen çökme­
sinden başka bir şeye yaramayacaktır. İn sanı buhranlar­
la dolu bir çıkmaza sürükleyecekti r. Buradan öteye bir

211
yol yoktur. Yunan şüphecilerinin, l bn-i Sina, Hayyam,
Schoupenauer ve Meter Ling'in huylarıyla başlarına ge­
lenler, bu acı gerçeğin ve çıkmazın açık örnekleridir. Ha­
raretli, araştırıcı, aydınların yolunu açıcı ve halka yol
gösterici çehreler değildir bunlar. Ancak, bu mesele üze­
rinde en fazla kafa yoranlar arasında sayılabilirler. Bu­
nunla birlikte, seçilecek en ahmakça yol, bu yoldan geri
dönmek olacaktır bunlara göre. Yıkıntıdan, yağmadan,
felç olmadan, perişan olmaktan, hezeyan etmekten , boş
düşüncelerle uğraşmaktan ve zihinleri bulandırmaktan
başka bir işe yaramayan yol. Enerjinin harcandığı ve zi­
hinlerin verimsizleştiği yol.

Evet, ümit kıvılcımlan, çağıran nida, mana cazibesi ve


hakikat kokusundan dolayı bu yoldan geri dönmek gere­
kir, µzak durmak ve yeni bir yolda yürümek için işaretler
aramalıdır. Kesin, mükemmel ve açık olmasa bile . . . Birbi­
rine kanşmış bu düğümün ucu nerededir? Nereden başla­
malı?

Bu soruya cevap olarak, yol gösterici bir formül sun­


mak istemiyorum. Sadece kendi tecrübemden sözediyo­
rum. Herkesin kendiliğinden bulması gereken yol için
yolgösterici bir unsur olmasını ümit ediyorum.

Kafam felsefi çıkmazlara çarptıktan, korkunç darbeler


aldıktan ve her defasında her zamandan daha büyük şüp­
helere kapıldıktan sonra, vücudumun tamamen etkisiz
hale getirildiğini gördüm. Ö yle ki, intihar etmekten baş­
ka bir yol olmadığına inanıyordum. Hatta bir gece intiha­
rın eşiğine kadar ilerledim . Bu dünyada tek bir bağım
olan Mes nevi beni yeniden hayata döndürdü . Bir ömür
boyu durmak, kafayı faydasız ve boş olan bu kapıların
eşiğine koymak neticede başın ağrımasından ve en so-

2 12
nunda sersemlik, manyaklık ve hatta cinnet getirmeye
götürmekten, hezeyan etm ekten, hayatın en değerli fır­
satlarını, çdışmayı, gelişmeyi, eğitimi, vücudun geliştiril­
mesi, manevi beslenmeyi durdurmaktan, hürriyet, adalet
ve halkın kurtuluşu yolunda çalışmayı engellemekten ve
bir ömrü boşuna heder etmekten başka neye yarayabilir?
Onu, beşeriyetin en büyük dahileri sayılan Konfüçyüs ,
Buda, Lukers, H ayyam v e bugünün Schoupenauer, Nitz­
che ve Sartre gibi çehreleri bile açamadılar, ben nasıl ce­
vaplayabilirim. Bu muammalar ya belirli insanlar içindir
ya da gaybın esrarlı perdesini kaldırmak için akıl ve il­
min yeterli yorumu yapma gücüne sahip olması gerektir.
İ lim ve bilginin bu seviyeye ulaşması için asırların geç­
mesi gerekiyor. Bu merhaleye ulaşıldıktan sonra kainat­
taki gizli sırların üzerinden esrar perdeleri kaldırılabilir.
Bu iki yolun dışında muamnıalara cevap bulmak için
kaybedilen vakit ve boşuna harcanan enerji, ömrü heder
etmek ve boşuna uğraşmaktan başka bir şey değildir.

Marksist görüşe göre insan ve Kur'an açısından insan


arasında yapmış olduğunuz güzel ve köklü mukayesede
pek çok gerçeği izah ediyorsunuz. Ö te yandan, felsefi şüp­
helerime galebe çalmadan, mantıki ilim ve ilmi araştır­
malar yoluyla ilim, ideoloji, din ve felsefe arasındaki kı­
yaslamada bir yere ulaşmadan, meşhur felsefecilerle, fel­
sefe dahilerinin eliyle, peygamberlerin, havarilerin, saha­
benin, mücahidlerin, şehidlerin, sıddıkların , gerçek mü­
minlerin, ariflerin , aşıkların, biset tarafından terbiye edi­
lenlerin ve ilahi risaletin yetiştirdiklerinin eliyle karşı
karşıya getirdiğimde doğruyu teşhis etmede zerre kadar
şüpheye düşmüyordum . Şahsi adalet, insanlık değeri, bü­
yüklük, güzellik, iyilik, manevi hak taraftarı olma ve in­
_
sanlığın en güzel örneğini sergilemek açısından Leotzo ve

2 13
İ brahim, Buda ve Musa, İsa, Zekeriya, Zerdüşt, Mazdek,
Muhammed, Ali, Ebuzer, H üseyn, Zeyneb, Zeyd, Hallaç,
Şems, Paskal, Seyyid Cemal, Mirza Küçükhan, İkbal, Ta­
gore, Gandi gibilerinin, Konfüçyüs , Sisrun, Eflatu:p., Aris­
to, Flutin , Batlamyus , İbn-i Sina, Mir Damad, Kant, Des­
cartes , Hegel, Spengel ve . . . . gibilerinden üstündürler. Da­
ha parlak ve güven içerisindedirler. Ve eğer bu dünyada
bir hakikat varsa,. bunlar herkesten daha çok ona yaklaş­
mışl ardır. Hayatın namusu, hareket, tekammüle erme
noktasında daha büyük bir uyum içerisindedirler. Ahlaki
değerler, insani mesuliyetler, bi llurlaşma, ihlas ve en
yüksek şahsiyet açısu dan, daha önemli bir makama sa­
hiptirler.

B ununla birlikte bana çok şey müpheni kalmaya de­


vam ediyor. Sizin yerinde ve güzel tabi rinizle: "Sadece
b i r hakikatı anlıyordum ve biliyord u m . O da iman ve v ü ­
cudu m u n b üyük b i r ihtiyaç duyduğu, b üyük b i lgin in ara·
sından h içbir şey b ilmediğim i b ilmemdi. "

B ununla birl ikte, bana hiçbir şey aşikar değildi. Her-


şey birer bilmeceydi . Ama Hafız'ın da demiş olduğu gibi :
Mak sadın s o n durağının neresi olduğun u
k imse b ilmedi.
Sadece çan sesleri geliyor!

Bu çan sesleri nedir? Bu dünyanın ne için olduğunu


gerçekten de bilmiyorum. Varl ığı ne mana ifade ediyor?
Allah, yann , hayat, alınyazısı, yaratılışın sırrı , kainatın
en son varış noktası ne mana ifade ediyor? Ama, bir ma­
nayı açık bir şekilde, yakin ve sağlam bir imanla hisset­
mek mümkündür. O da, dünylOlnın sadece bu kadar olma­
d ı ğıdır. Bu büyük tabiat, boşuboşuna, oyuncak, tesadüfi
ve manasız değildir. Boş; ölü, manasız, şuursuz ve hesap-

2 14
sız değildir. İlmi, dakik ve b üyük bir mizana dayalı binası
tesadüfi olamaz. Bu hayret verici yapı bilinçsizce olamaz.
Bunca nizam ve düzen hedefsiz olamaz. Bir şeyler var.
Nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum? Nasıl olduğunu bil­
miyorum, ama bütün bunların boşu boşuna olmadığı bir
gerçektir . .

Dünyaya hakim olan bunca mantık, şuur, hesab, ka­


nun ve bunların hepsinin ilmi olması ve b u kainatın en
küçük zerresinin bu nizama tabi olması karşısında bu ni­
zamın şuursuz luğu, cehalet ve kendiliğinden olması
mümkün değil. p ünyada "bilinçli bir adalet"i yansıtmak­
tan uzak kalamaz_. Herhalükarda, bu kainatta birinin ol­
duğuna, bir hedefin bulunduğuna, bir hesabın , şuurun,
duygunun bulunduğuna iman çok şeyi çözmeye yetmekte­
dir. "O nerede" bilmiyorum? "O ' nun kim olduğunu" bilmi­
yorum? O "bu" değil. Ve tek kelimeyle: "Gayb " !

Ama başka bir bakışaçısından: İnsan! Ölümden sonra


ne olacağını bilmiyorum? Yarın var mı, yok mu; ruh var
mı, yok mu; bizden bir şey is.tenmiş mi veya esasen biz­
den bir şey isteyecek bir kimse var mı'! Yaratılışı, mesuli­
yeti, yaşayış felsefe si, varlığının manası . . . hepsi bize meç­
huldür. Ve bu sahadaki her söz şüpheli! Hatta ahlak, za­
tının hakikat, hayır, şer, güzellik, çirkinlik yönleri bize
gizlenmiştir. Ama ilmi ve ayni bir gerçek inkar edilemez .
Yeşermeye elverişli bir toprağa düşen tohum, nurun al­
tında, havanın teneffüsü, toprağın beslemesi ve suyuri do­
yurmasıyla toprağı yarar, başını kaldırır, yeşerir, belirli
bir merhaley � aşar, yaprak ve meyve tutar. Onun toprak,
güneş ve suya olan ihtiyacı inkar edilemez .

Bu gerçekleri itiraf etmek için alemin en nihai hakika­


tını anlamaya, yaratılış sırrını keşfetmeye , tabiat ve ha-

21 5
yatın en son maksadının ne olduğunu ortaya çıkarmaya
ihtiyaç yoktur. Onda, felsefi şüphelere yol verilmez. Bu­
nunla birlikte, dünyada hakikat güzergahını ve doğru hi­
dayet yolunu ve onun hayat üzerindeki etkisini tanıma­
makla birlikte , ağacın yeşermesi güzergahının doğrulu­
ğundan şüphe edilmez. Bu doğru güzergahı kabullenmek­
ten başka çare yoktur.

Buna göre; yaratılışın en temel muammasını, varlığın


esrarını araştırmak ve felsefenin cevaplamaya çalıştığı
hayret verici suallere karşılık aramak yerine, "doğru ya­
şamanın yolunu" seçmek ve onlar karşısındaki "gerçek ih­
tiyaçları ve asıl mesuliyetleri" belirlemek, hidayet yolunu
ve hakikat güzergahının yönünü ve hareketini keşfetmek
en doğru seçim olacaktır.

Verilen misalden de anlaşıldığı gibi, bu temel, güveni­


lir ve değerli tanımayı , soyut felsefi akıl, mantıki keramet
ve keşf gibi yollara tercih etmek cinnetten başka bir şey
değildir. B ütün bunlar tabiat kanunlarına ve yaratılışın
çizgisine uyum sağlasa bile durum değişmez. Açıktır ki,
felsefi nasihatların ve soyut akli yapının aksine, gerçek­
lerden doğan "hakikat" iman etmeye ve tapmaya layıktır.
Kuşkusuz, baştan aşağıya yakin, hakke'l yakinden geçen
ilme'l yakin ve neticede "ayne'l yakin" budur işte.

Felsefeci idealistlerin tersine, bizim sınırlı olan daya­


nağımız, tabiatın zahiri gerçekleridir. Ancak nietaryalist­
ler gibi, zahiri gerçekleri Newton'un fizik terimleriyle ba­
sit bir maddi kalıba da sokmuyoruz. Bunu taklid etmedi­
ğimiz gibi, kupkuru geometrik kalıplarla veya atomun üç
boyutlu yapısıyla özetlemiyoruz. Zira hakikatın anlaşıl­
masında ve bu yapıdaki marifetin ortaya çıkarılmasında
akla dayanıyoruz . Ancak aklı, Descartes'ın soyut mantı-

2 16
ğıyla veya Aristo'nun suri mantığıyla sınırlı bırakmıyo­
ruz . Bilinçli ve tabiattak i gerçeklere dayanan bir akılla.
Bu, Kur'an'ın öğrettiği bir yöntemdir. Hatta en son nokta­
sı Allah'ı tanıma olan düşüncenin doruğunda dayanak
" ayet" ve sünnettir. Bu da hilkatın kanunu ve tabiata
mahsus özel olgulardır.

İ nsan bu kaniatta yaşayan bir fidan gibidir. Tarihin


ömrüyle büyür. Sağlam bir hayatın temini ve fıtratının
gelişmesi için ihtiyaç olan zahiri unsurları tanımak müm­
kündür. Onda b üyüme gösterdiği hava, gqneş ve su. Bun­
larda büyür, gelişir ve sağlıklı olma yolunda ilerler. Bun­
ları tanımak mümkündür. Aynca onu hasta kılan, sarar­
tan, pejmürde hale getiren, çürüten ve kurutan unsurlar
da tanınabilir.

Bunu bulmak için felsefe yollarına başvurmanın bir


faydası olmaz. Akılla yola çıkılırsa; yeni fikri, kargaşalar,
muammalar, acayiplikler ve şüphelerle zihin yorulmuş
olur. Gerçek esaslara, insani şahsiyetlere dayanılarak
hasta bir toplum; sağlık verici hareket, yeniden canlandı­
rıcı bir girişim, güç bağışlayan iman, aşklar, insanın vü­
cud ve hayatına gelişme, doğruluk, güzellik, büyüme, de­
ğer, aydınlık, hedef, hayat ve istikamet bağışlayan değer·
lerle kurtarılır. İ stekler, h ayaller, zararlı sular, zehirli
havalar, soğuk mevsimler, fırtına ve buzlar, karanlık ge­
celer, onlan yokolmaya götüren dehşetli güneş tutulmala­
rı, onlan pejmürde ve hasta kılan afetler, hayatın gelenek
ve yolunun keşfi ve bir netice çıkarılması, hidayete erme­
nin temel esaslan ve bunlar çevresindeki gerçekler rahat­
lıkla tanınabilir. Bütün bu unsurları, dünya ve insanın
varış maksadını anlamadan da ortaya çıkarabiliriz. Eğer
doğru yolu -düşünce gücü ve hür bilgiyle- tespit eder ve o

217
yolu -hakka tapma ve takva gücüyle- doğru bir şekilde
bulursak, kendiliğinden hidayet güzergahı ve hakikat çiz­
gisine girmiş oluruz . En sonunda da ulaşmamız gerekli
olan yere ulaşırız. Tıpkı akarsu taşları arasında ' doğan,
denizleri tanımayan balıklar gibi. Bu balıklar akarsu taş­
larının arasında toplanıp kendileri ile birlikte doğmuş
olanlarla; denizlerden, denizlerin gerçeklerinden, denizle­
re ulaşmanın yollarından, kendi alın-yazılarından, bunun
manasından , b alığın yaratılma hikmetinden , felsefi me­
suliyetteİı, akarsunun ve balığın ilk başlangıcından sözet­
mesi ve akarsulardan denize hicretin yolunu düşünmek
hiçbir şey halletmeyecektir. Buna ilave olarak, denizlere
ulaşmayı hayal etmesi, onun üzerine teoriler ve faydasız
felsefi ekoller düzenlenmesi onun hiçbir derdine çare ol­
mayacaktır. Siyah ve küçük balık gibi, soğuk ve kapka­
ranlık inziva ve uzletten çıkması, tabiatın kanunlarına
uyum içerisi nde tabii bir hicret gerçekleştirmesi, balıkla­
rın fıtrat ve hislerini keşfetmesi, bunlarin da ötesinde
akarsunun denize aktığı yönü tespit etmesi ve kendisini
fıtri ve tabii olan bu güzergaha bırakması gerekir. Baş­
langıçta güven içerisinde, herhangi bir tehlike ihtimali ol­
madan , sapma ve karanlıkla,rda kaybolma hadiseleriyle
,k arşilaşmadan rahat bir şekilde denize ulaşabilir. Bunun
neticesinde , o denizin sıcak ve muhabbetli kucağına ula­
şırken, diğer yandan denizin gerçeklerini, nasıllığını ken­
diliğinden öğrenir. Öte yandan akarsu taşları arasında
hareketini dondurmuş , gerçekleri felsefi açıdan araştır­
maya koyulmuş, soyut mantıki deliller!� denizlerin haki­
katını, başlangıcını, yolunu, güzerg� hını felsefi yorumlar­
la çözmeye çalışa� balıklar, henüz donuk düşüncelerle
uğraştıklarından bu gerçekler önünde yüzlerce engel
oluşturuyorlar. B unun neticesi ortaya çıkınca başlarına

218
vuruyorlardı . Bu düşünce üreticileri, geri kalmaktan, çü­
rümekten, boş ve manasız felsefi sözlerle bir ömrü heder
etmekten, sisli, kirli ve boğuk havada çürümekten, insanı
bitiren hastalıklı duygulann içerisinde erimekten öte bir
iş yapamaz ve bir yere ulaşamazlar.

B u , Lotz'ın "teo" dediği güzergahtır. O 'nun inancına


göre , kendisini tabii bir şekilde tabiatın akışına bırakan
bir kimse kesin olarak hedefine ulaşacaktır. Hatta daha
önce eksik, cüz'1 ve sınırlı mantığıyl a gerçekleri araştı rıp,
tanımamış bil e olsa . .

B i z de, fıtri hidayeti , hikmeti, insanın yaratılışının hil­


katmı pratik mantıkla tanıyor ve ona inanıyoruz . Nite­
kim : " Kendisini söylemeli gidecek olan ! " Konuşmanızı
kendisiyle noktaladığınız ayet , hakkı bulma ve ilmi araş­
tırmanın yönteminin üslubunu hi kaye etmektedir: "Yolu­
muzda çaba harcayanlara yollarımızı gösteririz."

Öyle ki, müslümanların Allah yolunda pratik cihadı


terkedip hakkı bulmak için felsefe ve kelama yöneldiği,
Al i'nin, Ebuzer'in, Selman'ın ve Hiıseyn'in yerini Zey d b.
Ebu Ali Sina, Fahri Razi, Sahip b . Abbas, lbn-i Teymiye,
lbn-i Cezm ve İbn-i Rüşd gibileri aldığı zaman, "pratik ve
;
hayata yön veren İslam'' , , l af lslam'ı"na dönüştü. Şimdi
artık senelerce felsefi gerçekler, ilahi ilimler ve başlangı­
cın hikmeti konusunda en iyi sözleri söylemek ve felsefi
yorumlar yapmak mümkündür. Ancak bunu yapanlar
doğruluk yolunda bir adım bile atmaktan acizdirler!

Kari da, "hayatın kanunlarına uymak, vücudumuzun


yapısında yerleştirilmiş en derin fıtri ihtiyaca cevap ver­
menin, insanın hayatını, gelişmesini ve tekamülünü sağ­
lay_an gelişmeye yönelmenin hakikata ve Allah'ın emirle­
rine uymanın ta kendisidir" demektedir.

2 19
Size, geniş bir şekilde açıklama ve yorum yapmaya ge­
rek yok. Ö zetlemek gerekirse , dünyanın yaratılışından
kaynaklanan kargaşayı tek kelimeyle şöyle izah edeyim
"gayb". Bütün bQyutlanyla. İ nsanla ilgili olan yönüne çö­
züm de "takva".

İ nsanın kendisini muhafaza etmesinin adı yüce fıtra­


tın filizi takva. İ nsanın gerçek nefesi korunma, eğitme,
bilinçli bir çiftçi gibi mesuliyetinin sınırlan içerisinde onu
güzel bir şekilde sulamak, uygun toprağı vermek, güneş,
temiz, katıksız ve istenilen havayı vermek. Bütün ihtiyaç­
larını gidermek.

Evet, hayır, şer ve güzelliği, fıtri gelişme ve insanın


hayatı için faydalı veya· zararlı olan unsurları tanıdım ve
bütün boyutlarıyla birbirinden ayırd ettim. " Gelişme" ve­
ya " donuklaşma"nın sınırlarını teşhis ettim. Ama hayır
ve şerrin etrafındaki tanımak, insanın kendisini yüce de­
ğerlerle yetiştirmesi için kafi gelir mi? Ü stelik değerleri
tap;ımaya yönelik takva , onlarla amel etmektedir. Ö te
yandan alıkoyucu "Ve engelleyici ilim de geçerlidir. l lim
hiçbir zaman mesuliyete zorlamaz, sadece mesuliyeti ye­
rine getirmesinin yolunu gösterir. Bu kadar . . .

İ şte bundan dolayı 1 8 . yüzyılda "Allahsız bir ahlak"


devri başlatan radikallerin aksine, bilim · otları tanıdığı
gibi, tam anlamıyla insanı da tanımalı, ahlak bilimi, psi­
koloji, sosyoloji ve buna benzer diğer bilim dallarını da ta­
nımalı, insanın hayat, tekamül ve gelişmesi için gerekli
olan ihtiyaçları , değerleri ve kaynaklan ortaya koymalı­
dır. Bununla birlikte takva sahibi birini yönlendirmekten
aciz kalacaktır. Ö yle ki il m iyle amel edenin de bir güce
ihtiyacı vardır. Onu yönlendirip mesuliyet duygusuna sa­
hip olması için.

220
"Gayb " , ona böyle bir iman kudreti ve mesuliyet duy­
gusu veren kaynaktır.

Takva ve gayb arasındaki sebep ve unsur işte bura4._an


doğmaktadır.

Ama bu dünyada "gayba" -her ne kadar müphem ve


tanınmamış olsa da- inanan bir insan, onun karşısında
sessiz ve etkisiz kalamaz. B öyle bir ilişkiden doğan ateş,
kararsızlık, bekleyiş ve huzursuzluk onun bütün benliğini
kaplar. Onu devamlı olarak bağlanmaya, irtibat kurma­
ya ve ümitlenmeye yönlendirir. Bu onun vücudunun en
önemli ve fıtri ihtiyacıdır.

O, neticede takvayla kemalinin zirvesine ulaşır. İnsan­


daki bir çok belirti bunun en b ariz örneğidir. O gerçek
takyayla kemal ve olgunluğun zirvesine ulaşır. Ancak bü­
tün alanlardaki takvayla.

İnsanlığın en güzel meziyetlerinden, manevi kemalin


en yüce belirtisi , ihlasın en sadıkça, ayetini feda etmektir.
İlmi ve akli zihniyetten kaynaklanan ahlaki değerlerin,
fıtri ve pratik bir hal almasıdır bu. Kendisinden halka
vermesi. Bizim kültür ve inancımızdaki ismiyle: İnfak!

B una göre, elimizde dört terim bulunuyor:

Takva, gayb, gayb ile irtibat kurmak ve infak!

Bu kelimeler, yapay, mantıki, felsefi ve soyut düşünce­


nin eseri değildir. Fıtratın, mantığın ve vicdanın derinli­
ğinden kaynaklanmaktadır. Ben bu kelimeleri bulunca,
içimde hidayet, hakikat, imanı bulma, güven ve ümit kı­
vılcımlarının çaktığını hissettim. O zaman başka bir ihti-
/
yaç , başka bir bakışaçısıyla Kur'an'ın yanına yaklaştım.
Gücüm nisbetinde bu kitabın ihtiyaçlarımı cevapladığını

221
ve bana yol gösterdiğini anladım ; boş, abes ve şüpheler­
den . başka bir işe yaramayan tahta bacaklı felsefenin
adım atmaktan aciz olduğu yolu.

İlginçtir! Kur'an'ın kendisi bunu söylüyor ve net. bir şe­


kilde şöyle diyor: İnkar daha başlangıçt a vardır. Şöyle
buyuruyor, kulak verelim !
"E lif,
Lam,
Mim!
İçinde ş üphe b ulunmaya n, mu ttakUer için de yolgöste­
rici olan bu Kitab . . . O m utakUer k i gayba inanı rlar, na­
maz k ı larlar (na m az, b af!lılık irt i b a t ı k u rm aya vesile
olur) ve kendilerine rızk olarak verdikleri m izden i nfak
ederler. . . "

Ben sizin takva sahibi insanlar olduğunuzdan kuşku


duymuyorum.

Allah hu Kitab'ın, böyle insanlara yol gösterdiğinden


şüphe duymuyor.

222

You might also like