You are on page 1of 192

ZYGMUNT BAUMAN

yaşam
sanatı

versus
Yaşam Sanatı
Zygmunt Bauman

Özgün Künye
The Art of Life
© Polity Press, 2008

VERSUS KİTAP
© Her hakkı mahfuzdur.

Çeviri: Akın Sarı


Yayma Hazırlayan: Akın Terzi
Grafik Tasarım: Cemile Öz

1. Baskı, Aralık 2011


Versus Kitap: 130
ISBN: 978-605-5691-49-3

Baskı
Sertifika No: 22749
Ayhan Matbaası: 0212 445 32 38

VERSUS KİTAP
Sertifika No: 22806
Albay Faik Sözdener Sk.
Benson İş Merkezi No:21/2
Kadıköy / İstanbul 34710
Tel: 0 216 418 27 02 (pbx) Faks: 0 216 414 34 42

www. versuskitap.com
versuskitap@versuskitap.com
YAŞAM SANATI

Zygmunt Bauman
İÇİNDEKİLER

G iriş / M u tlu lu ğ u n N esi K ötü? ...................................................... 9

1. M u tlu lu ğu n Istıra p la rı ................................................................... 39

2. Yaşam S a n a tç ıla rı O larak Biz in sa n la r ................................. 83

3. Seçim ...................................................................................................... 141

Son sö z / O rganize E tm e ve E d ilm e Ü zerin e ............................187


Yalıtılm ış bir varlık değilsin,
Unutm a ki kozm osun b iricik , yeri doldurulam az bir parçasısm .
Sen insanlık bulm acasında köklü bir parçasın.
E p iktetos, Yaşam Sanatı

M utlu bir şekilde yaşam ak ... bütün insanların dileğidir,


A ncak sıra yaşam ı m utlu kılanın ne olduğunu açıkça görmeye
geldiğinde,
ışık el yordam ıyla aranır;
Aslında, m utlu yaşamı elde etm e güçlüğünün bir ölçüsü şudur
şayet insan yolda yanlış bir dönem ece girm işse
onu elde etm ek için ne kadar didinirse ondan o kadar
u zak laşır...
Seneca, “M utlu Yaşam Ü zerine”
Giriş
Mutluluğun Nesi Kötü?

B aşlıktaki soru birçok okuru şaşırtacaktır. Sorudan beklenen


de şaşırtm asıdır zaten -d u rak satıp düşünm eyi teşvik etm esi­
dir. Ne için duraksatacaktır peki? Çoğu zam an kafam ızı m eş­
gul eden m utluluk arayışım ız -b irç o k okurun m uhtem elen
kabul edeceği g ib i- yaşam ım ızın büyük bir kısm ını meşgul
eder ve durm ak şöyle dursun ... en azından (akıp giden, her
zam an akıp giden) bir an için bile hız kesm ez ve k esm eyecek­
tir de.
Peki bu soru neden şaşırtır? Çünkü “m utluluğun nesi
k ö tü ” diye sorm ak buzun nesinin sıcak olduğunu ya da gü­
lün nesinin leş gibi koktuğunu sorm ak gibidir. Buzun sıcak­
la ve gülün leş gibi bir kokuyla bağdaşm am ası gibi, bu tür
sorular da tasavvur ed ilem ez bir birlikte olma halinin m üm ­
kün olduğunu varsayar (sıcaklığın olduğu yerde buz olam az).
G erçekten de m utluluk nasıl kötü olabilir? “M utlu lu k” yanlışın
bulunm ayışının eşanlam lısı değil m idir? Yanlışın m evcudiyeti­
nin im kân sızlığın ın ta kendisi değil midir? H er türlü yanlışın
im kânsızlığı değil midir?
G ene de bu soru, M ichael R ustin’in 1 sorduğu, nitekim daha
önce de kaygılı epeyce insan tarafından sorulm uş ve m u h te­
m elen gelecekte de soru lacak olan bir sorudur. R ustin bunun
nedenini şöyle açıklar: M utluluğun ardından koşan m ilyon­
larca erkek ve kadının devindirdiği bizim kisi gibi toplum lar
daha da zenginleşiyorlar, ancak daha m utlu olup olm adıkları
hiç de kesin değil. Anlaşılan, insanın m utluluk arayışı pekâlâ
kendi kendini baltalam anın göstergesi olabiliyor. Eldeki b ü ­
tün am pirik veriler, varlıklı toplum larm nüfuslarında, m utlu
bir yaşam ın tem el aracı olduğuna inanılan zenginlik artışı ile
m utluluk artışı arasında h içbir bağlantı olm adığını ortaya k o ­
yuyor!
E konom ik büyüm e ile m utluluk artışı arasındaki yakın ba­
ğıntının, en az sorgulanabilir hakikatlerden biri, belki de en
aşikârı olduğuna dair yaygın bir inanış vardır. Bu en azından,
en tanınan ve en çok saygı gösterilen politik liderler, onla­
rın danışm anları ve sözcü lerinin bize söylediği -v e onların
fikirlerine bel bağlam a eğilim inde olan bizlerin de durup dü­
şünm eden tekrarlad ığı- bir şeydir. Hem bu insanlar hem de
bizler, bağıntının sahici olduğu varsayımıyla hareket ederiz.
O nların daha da azim le ve en erjik bir şekilde bu inancı devam
ettirm elerini isteriz -v e başarılarının (yani gelirlerim izi, n ak­
dim izi, toplam tasarruflarım ızı, m ülküm üzü ve servetim izi ar­
tırm anın) yaşam larım ıza nitelik katacağını ve bizi daha m utlu
hissettireceğini um arak onlara şans dileriz.
G erçekte R ustin’in irdeleyip araştırdığı bütün araştır­
ma raporlarına göre, “ABD ve Britanya gibi ülkelerde ya­
şam standartlarında görülen ilerlem eler öznel m utlulukta
ilerlem e olduğunu gösterm iyor.” Robert Lane, savaş sonra­
sı yıllarda A m erika’da gelirlerin m uazzam artışına rağm en,

1) Michael Rustin, “W hat is wrong with happiness?", Soundings (Yaz 200 7 ).


s. 67-84.
Am erikalıların m u tluluklarının azaldığı sonucuna varm ıştır.2
Richard Layard da ulusal verilerin karşılaştırılm asından yola
çıkarak şuna hükm etm iştir: Yaşamdan duyulan tatm inle il­
gili göstergeler gayri safi m illi hasıla düzeyine büyük ölçüde
paralel olarak yükselm esine rağm en, söz konusu göstergeler
yalnızca yoklu k ve yoksulluğun tem el, “yaşam sal” ihtiyaçla­
rın doyum una im kân sağladığı noktaya kadar önem li ölçüde
yükselir -v e zenginlikte daha sonraki artışlarla birlikte tır­
m anış durur ya da sert bir biçim de duraksamaya m eyleder.3
G enellikle, yıllık kişi başına ortalam a geliri 2 0 .0 0 0 ile 3 5 .0 0 0
dolar arasındaki ülkeleri, 1 0 .0 0 0 dolar sınırının altındaki ü l­
kelerden yalnızca birkaç yüzde oranı ayırır. G örünen o ki,
insanları gelirlerini artırarak daha m utlu etm e stratejisi işe
yaram am aktadır. Öte yandan, şim diye kadar zenginlik dü­
zeyiyle harikulade uyum lu olarak artıyor gibi görünen, vaat
edilen ve beklenen , bir toplum sal gösterge de, aslında öznel
m utluluk kadar hızlı artan suç artış oranı (ev soyma ve araba
hırsızlığı, uyuşturucu ticareti, ekonom ik yolsuzluk ve rüşvet)
olm uştur. Sürekli olarak birlikte yaşam ak şöyle dursun, k at­
lanm ası bile güç olan, huzursuz ve tedirgin edici bir belirsizlik
duygusunun, dağınık ve “kuşatan”, her yerde hazır ve nazır,
bununla birlikte görünüşte dayanaksız, belirsiz ve bu nedenle
çok daha fazla can sıkıcı ve çileden çıkarıcı olan bir belirsizlik
duygusunun artışı olmuştur.
Son yirm i otuz yılda devletlerin belirlediği politikaların
yanı sıra uyruklarının, yani bizim , “yaşam politikası” strateji­
lerim izi yönlendiren asıl am acın, “büyük çoğunluğun” genel
m utluluk oranında bir artış -e k o n o m ik büyüm e ve gerekti­
ğinde kullanılabilen n akit ve kredinin teşvik ettiği bir a rtış-

2) Robert E. Lane. The Loss o f H appiness in M arket D em ocracies, Yale


University Press. 2000.
3) Richard Layard, H appiness: Lessons from a New Science, Penguin, 2005.
sağlam ak olduğu düşünüldüğünde, bu tür bulgular büyük bir
hayal kırıklığı yaşatır. Bu, aynı zamanda devlet politikalarının
ve m u tluluk arayışım ızın başarı ve başarısızlığını ölçm ede
asıl kıstas işlevi de görm üştür. Hatta m odern çağın, gerçekten
bü tü n insanların m utluluk aramaya hakkı olduğunun beyan
edilm esiyle ve (daha etkili olm akla beraber, daha az külfetli ve
m üşkül hale getirerek) bu arayışın, yerini aldığı yaşam tarzları
üzerindeki üstünlüğünü kanıtlam a vaadiyle başladığını söyle­
yebiliriz. O halde, bu tür bir kanıtlam ayı (esasen, “gayri safi
m illi h asıla”daki artışla ölçüldüğü şekilde sürekli ekonom ik
büyüm eyi) gerçekleştirdiği varsayılan araçların yanlış bir şe­
kilde seçilip seçilm ediğini sorabiliriz. Eğer öyleyse, bu tercih ­
teki yanlışlık tam olarak neydi?
İnsanların bedensel ya da zihinsel em ekleriyle var ettiği
çeşitli ü rünlerin tek ortak paydası, piyasada onlara biçilen
fiyattır. Bu ü rünlerin piyasada bu lu nabilirliğinin artışı ya da
düşüşüyle ilgilenen “gayri safi m illi h asıla” istatistikleri, alım -
satım işlem leri esnasında el değiştiren para m iktarını kayıt al­
tına alır. GSMH göstergeleri, bariz görevlerini iyi bir şekilde
yerine getirsin ya da getirm esin, m utluluğun artışı ya da aza­
lışının göstergeleri olarak görülüp görülm eyeceklerine ilişkin
soru halen ortadadır. Daha çok para harcandıkça bunun, har­
cayanların m utluluğundaki benzer bir artışla çakışm ası gerek­
tiği varsayılır; fakat bu m uallaktır. Ö rneğin, heyecan verici,
en erji tüketen, risk dolu ve sinir bozucu bir faaliyet olarak
bilinen m utluluk arayışı daha sık zihinsel depresyon vakala­
rına yol açarsa, anti-depresanlara daha fazla para harcanm ası
m uhtem eldir. Eğer, araba m ülkiyetindeki artış yüzünden, ara­
ba kazalarının sıklığı ve kaza kurbanlarının sayısı artarsa, ara­
ba tam irleri ve tıbbi tedavi giderleri de o kadar artacaktır. Eğer
m usluk suyunun kalitesi her yerde düşmeye devam ederse,
ister kısa ister uzun olsun, bütün seyahatlerde çantalarım ızda
taşınm ak üzere su satın almaya giderek daha fazla para harca-
yacağızdır (ne zam an bir havaalanı güvenlik kontrolü n o kta­
sına yaklaşsak şişeyi derhal içip bitirm em iz istenir ve biz de
k on trol n oktasının diğer tarafında bir başka şişe satın alm ak
zorunda k alırız). GSMH rakam larını yükselten bü tü n bu tür
ve pek çok benzer örnekte, daha fazla para el değiştirir. Buna
h iç şüphe yok. A ncak, anti-depresan tü keticilerin in , araba ka­
zası kurbanlarının, su şişesi taşıyanların ve aslında kötü talih­
ten endişe duyan ve acı çekm e sırasının kendilerine gelebile­
ceğinden korkan bütün insanların m utluluğundaki paralel bir
artış ise çok daha az belirgindir.
Bu yeni bir şey değil aslında. Jean -C lau d e M ichea’nm ya­
kın zamanda “m odern p ro je”n in 4 karm aşık tarihini vakitlice
yeniden yazarken hatırlattığı gibi, uzun zaman önce, 18 M art
1 9 6 8 ’de Robert Kennedy başkanlık seçim kam panyasının en
hararetli zam anında, GSM H’ye davalı m utluluk ölçütüne iliş­
kin yalana sert bir saldırıyla yanıt verm işti:

Bizim G SM H 'm iz. hesaplam aların da, hava k irliliğ in i, tütün re k ­


lam ların ı ve oto ban larım ızd an yaralıları toplam ak üzere k u llanılan
am bü lan sları hesaba katar. E vlerim izi k oru m ak için tesis ettiğim iz

güvenlik sistem lerin in ve evlerim ize gizlice girm eyi başaranları

tık tığ ım ız cezaev lerin in m aliy etlerin i kayda geçirir. Sekoya orm an ­

larım ızın y ık ım ın ı ve bu n ların ın y erlerin i, g en işlem en in ve k aotik


k en tleşm en in alm asını içerir. N apalm b o m b aların ın , n ü k leer silah ­
ların ve k en t kargaşasını zapt etm ek için p o lisin kulland ığı silahlı
araçların ü retim ini içerir. Ç o cu k lara oy u ncak satm ak için şiddeti

y ü celten televizyon p ro g ra m la rın ı... kayda geçirir. Ö te \randan,

GSM H ço cu k la rım ızın sağlığından, eğ itim im izin k alitesin d en ya

da o y u nlarım ızın n eşesin d en söz etm ez. Şiirim izin güzelliğini ve

4 ) Jean-Claude Michea. LEm pirc du m oindre mal. Essai sur la civilisation


liberale. Climats, 2 0 0 7 , s. 117.
ev lilik lerim izin k u d retini ölçm ez. P o litik tartışm alarım ızın n iteliğ i­
n i ve tem silcilerim izin g ü ven ilirliğ ini d eğerlend irm ek le ilgilenm ez.
C esaretim izi, ak lım ızı ve k ü ltü rü m ü zü dikkate alm az. Ü lkem ize

duyduğum uz şefkat ve ad an m ışlık hak k ın d a tek b ir söz söylem ez.

K ısacası G SM H , yaşam a cefasın ı değerli k ılan şeyler dışında her şeyi

ölçer.

Robert Kennedy bu ateşli suçlam ayı yayınladıktan ve ya­


şam ı değerli kılan şeylere tekrar önem kazandırm a m aksa­
dını ilan ettikten birkaç hafta sonra öldürüldü; dolayısıyla
eğer ABD başkanı olarak seçilseydi, başarm ak şöyle dursun,
sözlerini gerçekleştirm eyi deneyip denem eyeceğini bile h iç­
bir zaman bilem eyeceğiz. Yine de tek bildiğim iz şey, arada
geçen kırk yılda, verm eye çalıştığı m esajın çok az kişi tarafın­
dan duyulduğu, anlaşıldığı, benim sendiği ve hatırlandığıdır.
Seçtiğim iz tem silcilerin, m eta piyasalarının anlam lı ve mutlu
bir yaşama giden en rahat yol olduğu iddiasının yapm acık­
lığını reddederek tanım am a yönünde en ufak bir girişim de
bulunm am asını, ya da yaşam stratejilerim izi bu doğrultuda
yeniden şekillendirm e konusunda gösterdiğim iz eğilim lerde
pek bir değişiklik belirtisi olm am asını ise bir yana k o y a lım ...
G özlem ciler, insan m utluluğu için önem li şeylerin yakla­
şık yarısının h içbir fiyatı olm adığını ve mağazalardan satın
alınam ayacağını ileri sürüyor. Eldeki nakdiniz ve krediniz
ne olursa olsun, bir alışveriş m erkezinde, sevgi ve dostluğu,
aile hayatının zevklerini, sevdiklerinizle ilgilenm ekten ya da
sıkıntıd aki bir kom şuya yardım etm ekten gelen tatm ini, iyi
yapılan bir işten elde edilen özsaygıyı, hepim izde ortak olan
“zanaatkârlık yeteneğini” tatm in etm eyi, iş arkadaşları ve iliş­
ki kurduğunuz diğer insanların takdir, sem pati ve saygısını
bulam azsınız. Orada kayıtsızlık, küçüm sem e, terslem e ve
aşağılama tehditlerinden azade olam azsınız. Ü stelik, yukarı­
da sayılanlar gibi ticari ve pazarlanabilir olm ay an şeyleri elde
etm ekte kullanılabilir zam an ve enerjiyi, yalnızca mağazalar
yoluyla elde edilebilen bu m etalara y etecek kadar para kazan­
m ak için kullanm ak ağır b ir külfettir. Şu epeyce m uhtem eldir
k i y itirilenler kazanılanları çoğu kez geçer ve m u tluluk ya­
ratm ak üzere artan gelir kapasitesinin yerini, “paranın satın
alam ayacağı” şeylere erişim in azalm asının neden olduğu m u t­
suzluk alır.
Tüketim (tıpkı alışveriş gibi) zam an alır ve satıcılar doğal
olarak tüketim edim inden zevk alınm asına ayrılan zam anı en
aza indirm ek ister. Aynı zamanda, ço k vakit alan ancak çok
az ticari kâr getiren, gerekli etkin likleri m üm kün olduğunca
azaltmaya ya da büsbütün kaldırm aya çalışırlar. Ticari kata­
loglarda yer alm a sıklıklarından dolayı, satılık yeni ü rünlerin
açıklam alarındaki vaatler - “kesinlikle h içbir çaba gerekm ez”,
“h içbir yetenek gerektirm ez”, “dakikalar içerisinde veya yal­
nızca tek dokunuşla [m üziğin, m anzaranın, dam ak tadının,
bluzunuzun eski tem izliğine kavuşm asının vb.] keyfine va­
racaksınız” g ib i- satıcı ve alıcıların çıkarlarında bir çakışm a
varm ış gibi bir görüntü sergiler. Bu tür vaatler, satıcıların,
m ü şterilerin kendi ürünlerini kullanm ak için daha az zaman
harcayarak yeni alışveriş kaçam aklarına vakit bulm alarını is­
tediklerinin gizli/dolam baçlı bir ifadesidir; nedir ki aynı za­
m anda çok da güvenilir bir satış n oktası olm ak zorundadırlar.
M üstakbel m üşterilerin m uhtem elen daha çekici alternatiflere
zam an ayırm ak için hızla sonuca ulaşm ayı ve kendi zihinsel
ve fiziksel becerilerini yalnızca çok kısa bir süre devreye so k ­
mayı diledikleri keşfedilm iş olmalıdır. Eğer konserve kutuları
m ucizevî şekilde m arifetli yeni bir elektronik konserve açaca­
ğı sayesinde daha az “zararlı” türde çabalarla açılabilirse, “ya­
rarlı” bir güç sarf etme um udu veren aletlerle, spor salonunda
egzersiz yapm ak için daha fazla zam an kalacaktır. A ncak, bu
tür bir m übadelede kazanım lar ne olursa olsun, bu kazanım -
larm m utluluğun toplam boyutu üzerindeki etkileri gün gibi
ortadadır.
Laura Potter -o n la rı oraya getiren “acil iş” ne olursa olsun
beklem e zorunluluğuna verip v eriştiren - “her kaybolan sani­
yeye sövüp sayan tez canlı, huysuz, kızgın suratlı in san lar”
bulacağını um arak, her çeşit beklem e salonuna ilişkin yaratıcı
araştırm asına girişm işti.5 “A nlık tatm in tu tkum uz” yüzünden,
birçoğum uzun “beklem e yetisini de kaybettiğini” düşünüyor­
du:

“B e k le m e”n in k irli b ir k elim e halin e geldiği b ir çağda y aşıy o­


ruz. G iderek herhan gi b ir şey iç in beklem e zo ru n lu lu ğ u n u (o la b il­
d iğince) y itird ik ve y eni, favori sıfatım ız “h e m e n ” oldu. A rtık bir
tencere p irin ci k ay natm ak için on ik i d akika bile ayıram ıyoruz, bu

y üzd en zam an kazan d ırıcı, iki dakikada pişiren m ikrodalga m od eli

y aratıldı. Bay veya Bayan D oğru’n u n ortaya çık m asın ı b ekley erek
can ım ızı sıkam ayız, bu yüzden flörtlere hız v e riy o ru z ... G örü n en
o k i, zam anla yarıştığım ız yaşam larım ızda, yirm i b irin ci yüzyıl
In g ilizlerin in artık h içb ir şeyi b eklem ey e vakti yok.

G elgelelim , Laura P otter’m (ve b elki de çoğum uzun) şaş­


kınlığına karşın, Potter çok farklı bir tabloyla karşılaştı. Nereye
giderse gitsin, aynı hissi duyumsadı: “Beklem ek bir k ey ifti...
Beklem ek bir lükse, sıkıca program lanm ış yaşam larım ızda
bir pencereye dönüşm üş gibi görünüyordu. ‘H alihazırdaki’
BlackBerry’ler, dizüstü bilgisayarlar ve cep telefonları kültürü ­
müzde ‘bekleyenler’, beklem e salonunu bir sığm ak yeri olarak
düşünm ekteydi.” Potter çalışm asını, belki de beklem e salonu
bize son derece zevkli, m aalesef unutulm uş gevşem e sanatını
hatırlatır, diye b itiriy o r...
5) Bkz. “English patience”, O bserver M agazine, 21 Ekim 2007.
G evşem enin zevkleri, başka şeylerin peşine düşm ek için
zam an kazanm a uğruna hızlandırılan bir yaşam ın sunağına
serilm iş tek şey değildir. Kendi becerim iz, adanm ışlığım ız ve
zor kazanılan m arifetlerim iz sayesinde bir zam anlar elde edil­
m iş sonuçlar yalnızca havalı bir kredi kartı ve bir tuşa basm ayı
gerektiren bir cihazda “taşeronlaştırıldığm da”, birçok insanı
eskiden m utlu kılan ve m uhtem elen herkesin m utluluğu açı­
sından yaşamsal olan şey ( “başarıyla kotarılm ış iş”, ustalık,
m aharet ve beceri karşısında, yıldırıcı b ir görevin yerine ge­
tirilm esi, inatçı bir engelin üstesinden gelinm esi karşısında
duyulan gurur) zam anla yitirilir. Daha uzun vadede, bir za­
m anlar elde edilen beceriler ve yeni beceriler kazanm a ve uz­
m anlaşm a hüneri de yitip gider ve bunlarla beraber, özsaygı­
n ın açığa çıkardığı m utluluğun yanı sıra, yerine başka bir şey
koym ası çok güç olan izzetinefsin yaşam sal şartı, yani ustalık
yeteneğini tatm in etm e zevki de yitip gider.
Şüphesiz ki piyasalar, zam an ve güç eksikliğinizden ötürü
artık “kendi kendinize yapam ayacağınız” şeyleri, fabrika yapı­
m ı yardım cı m alzem elerle “tek başına yapılabilir” kılarak, or­
taya çıkan zararı giderm ek ister. Piyasanın tavsiyesine uyulup,
(ücretli ve kâr getiren) hizm etler kullanılarak, sözgelim i, bir
iş ortağı, restorana davet edilecek, çocuklara M cD onalds’tan
ham burger ısm arlanacak ya da “sıfırdan başlayarak” m utfakta
yem ek hazırlam ak yerine dışarıdan yem ek sipariş edilecektir;
yahut kişisel ilgi, m erham et ve ilginin sam im i dışavurum ­
larının yokluğu ya da yok d enecek kadar azlığının yanı sıra
birlikte geçirilen zam anın eksikliğini ve birbiriyle konuşm a
fırsatlarının nadirliğini telafi etm ek için sevilen kişilere pahalı
arm ağanlar satın alınacaktır. Yine de restoran yem eğinin hoş
tadı ya da mağazalarda satılan hediyelere iliştirilm iş yüksek
fiyatlı etiketler ve son derece prestijli m arkalar bile, yoklu k­
larını veya az bu lu nu rluklarını telafi etm ek için ü retildikleri
şeylerin vereceği ilave m utluluğun değerine pek de erişem e­
yecektir: Yani hep beraber pişirilen yem eklerle donatılm ış bir
masa etrafında toplanm anın ya da insanın derin düşü nceleri­
ni, um utlarını ve korku larını hesaba katan bir kişi tarafından
dikkatle, uzun bir süre dinlenm enin ve şefkatli bir ilgiye, bağ­
lılığa ve özene delalet eden benzer şeylerin değerine. “Ö znel
m u tlu lu k ” için gerekli olan şeylerin hepsinin, özellikle de
parayla satın alınam ayacak olanların ortak b ir niteliği b u lu n ­
m adığından, bunların dengesini n icelleştirm ek çok zordur;
eldeki bir şeyin nicelik olarak artışı h içbir şekilde başka bir
nitelik teki ve değerdeki şeyin yokluğunu tam anlam ıyla telafi
etmez.
Sunulan her şey, onu sunanın öyle ya da böyle bir özveri­
de bulunm asını gerektirir ve m utluluğu artıran kısım da, bu
özverinin bilincin d e olunm asıdır. H içbir çaba ve özveri gerek­
tirm eyen ve dolayısıyla başka gıpta edilen değerlerden vaz­
geçm eyi gerektirm eyen arm ağanlar bu bakım dan değersizdir.
Büyük hüm anist psikolog Abraham M aslow ile küçük oğlu ç i­
leği ço k severdi. Eşi ve annesi kahvaltıda onları çilekle şımar-
tırdı; M aslow öyküsünü bana şöyle anlatm ıştı: “O ğlum , çoğu
çocu k gibi, sabırsız, tez canlı, keyif çatm aktan ve neşesini
doya doya yaşam aktan acizdi; tabağını hem en b itirir ve son­
ra iştahla, halen neredeyse dolu olan benim kin e bakardı. Ben
de her seferinde çileklerim i ona verirdim .” Ö yküsünü şöyle
bitirm işti Maslow: “O çileklerin onun ağzında benim kind en
daha lezzetli hale geldiğini h atırlıy oru m .. . ” Piyasalar, sevgi ve
dostluğun vefalı yoldaşı özveri dürtüsünü serm ayeye çevirm e
fırsatını m ükem m el bir şekilde fark etmiştir. Özveriye duyu­
lan istek, tıpkı tatm in edilm esi, insan m utluluğu için elzem
olarak kabul edilen birçok başka ihtiyaç ya da arzu gibi tica­
rileştirildi (günüm üzün Kassandra’sı arm ağan getirirken bile
piyasalara dikkat etm em izi ö n e rird i...). Ö zveri şimdilerde
çoğunlukla, bilhassa tercihen, gitgide daha büyük bir m iktar
paradan vazgeçm ek anlam ına geliyor: GSMH istatistiklerinde
layıkıyla kayda geçirilebilen bir edim.
Sonuç olarak, sadece b ir göstergeye -G S M H ’y e - dikkat
kesilerek, insan m utluluğunun kapsam ı ve derinliğine özen
gösterilebileceği ve hizm et edilebileceği iddiasında bulunm ak
bü sbütün yanıltıcıdır. Bu tür bir iddia, am açlanan ve sözüm
ona takip edilen şeylere karşıt sonuçlar yaratarak bir yönetim
ilkesine dönüştürüldüğünde, zararlı da olabilir.
Yaşamın kıym etini artıran şeyler parasal olm ayan alandan
m eta piyasasına geçm eye başladığında, artık bunları h içbir şey
durduramaz; hareket bizatihi m om entum kazanır ve kendi
kendine ilerleyip hızlanır ve doğaları gereği ancak kişisel ola­
rak üretilebilen, yalnızca yoğun ve içten insan ilişkileri k oşu l­
larında gelişebilen şeylerin arzını fazlasıyla azaltır. “Paranın
satın alam ayacağı” söz konusu şeyleri satışa sunm ak ne ka­
dar az olası ise ya da bu nların üretim inde başkalarıyla elbir­
liği etm e konusunda ne kadar az gönüllülük var ise (elbirliği
etm e konusundaki gönüllülük, su nulabilecek en tatm in edici
şey telakki edilir çoğu k ez), su çlu lu k ve m utsuzluk hisleri de
bir o kadar derin olacaktır. Suçluluğu telafi etm e ve günahlar­
dan arın m a arzu su , g ü n a h k â r ı, y aşam ın ı paylaştığı insanlara
artık sunulam ayan şeylerin yerine geçecek daha pahalı, satın
alınabilir şeyler aramaya ve dolayısıyla daha fazla para kazan­
m ak için daha uzun saatler onlardan uzakta vakit geçirm eye
yöneltir. İnsanın ortaya koyam ayacak kadar meşgul ve bitkin
olduğu, fena halde özlem i duyulan şeyleri üretm e ve paylaşma
şansı böylece daha da azalır.
Bu yüzden “milli h a s ıla ”nın artm ası, m utluluk artışın a
ilişkin yetersiz bir ölçüttür. Bu, m utluluk a ra y ışım ız d a ka­
bu llen m ek üzere baskı gördüğümüz, ikna edildiğim iz, kan ­
dırıldığım ız -y a da kabul etm eye sevk ed ildiğim iz- değişken
ve yanıltıcı olabilen stratejilerin hassas bir göstergesi olarak
görülebilir. GSMH istatistiklerinden -m u tlu lu k arayanların
benim sediği stratejiler başka biçim lerde farklılık göstersin
veya gösterm esin (ki farklılık gösterirler) ve önerdikleri yollar
başka biçim lerde farklı olsun veya olm asın (k i farklıdırlar) -
m utluluk arayanlarca izlenen yolların ne kadarının, paranın el
değiştirdiği başlıca alan olan mağazalara yönlendirilm ek üze­
re yeniden tasarlandığını öğrenebiliriz. Bu istatistiklerden h a­
reketle, m u tluluk ile tüketim m iktarı ve niteliği arasında içten
bir bağ olduğu inancının ne kadar güçlü ve yaygın olduğunu
çıkarabiliriz: M ağazaları aracı olarak kullanan bütün stra teji­
lerde üstünde durulan bir varsayım dır bu. Ö ğrenebileceğim iz
bir diğer şey de piyasaların m utluluk-yaratan tüketim i, m ağa­
zalarda satışa sunulan n esnelerin ve hizm etlerin tüketim iyle
özdeşleştirerek, bir kâr-üretm e m akinesi olarak söz konusu
gizli varsayımı nasıl başarılı bir şekilde kullandığıdır. Bu n o k ­
tada, pazarlam a başarısı acı bir durum olarak ve pazarlam anın
en sonunda fayda getireceği varsayılan bizatihi m utluluk ara­
yışının m enfur bir başarısızlığı olarak geri teper.
M utluluğu, m utluluk yaratm ası beklenen m eta alışverişiy­
le özdeşleştirm enin en önem li sonuçlarından biri de, m utlu­
lu k arayışının gün gelip duracağı olasılığına şans tanım am ak­
tır. M utluluk arayışı asla sona erm eyecektir -a ra y ışın sonu b i­
zatihi m utluluğun sonu anlam ına gelecektir. Em niyetli m u t­
luluk durum u erişilebilir olm adığı için , arayışta olanları (bir
dereceye kadar da olsa) m utlu tutabilen tek şey, elden sürekli
kayıp giden bu zor hedefin takibid ir. M utluluğa giden bu yol­
da bitiş çizgisi yoktur. G örünüşte araçlar am açlara dönüşür:
D üşlenen ve gıpta edilen “m utluluk durum u”nun belirsizliği
için tek teselli, am açlanan yolda ilerlem ektir; b itk in likten yere
yığılmayıp ya da kırm ızı kart görm eyip yarışta kalındığı m üd­
d etçe nihai zafer umudu canlı kalır.
Piyasalar m utluluk düşünü, yaşam ın bü sbütün tatm in
edilm esi görüşünden, bu yaşama ulaşm akta gerekli olduğu­
na inanılan zenginlik arayışına çevirerek, m utluluk arayışının
asla bitem eyeceğini varsayar. Arayışın hedefleri inanılm az bir
hızla birbirin in yerini alır. Eğer arayış, ilan edilen am acına
ulaşırsa, m utluluk arayanlar (ve elbette onların ateşli hocaları
ve reh berleri), izlenen hedeflerin hızlı bir şekilde kullanım ­
dan kalkarak, şaşalarım , cazibelerini ve ayartma kud retlerini
kaybedeceğinin ve terk edilip benzer bir talihe m aruz kalmaya
m ahkûm başka “yeni ve g eliştirilm iş” hedeflerle -d e fa la rca -
yer değiştirm esi gerektiğinin tam anlam ıyla farkına varırlar.
M utluluk görüsü, hiç fark edilm eden, beklenen bir satın al-
m a-son rası keyfi olm aktan çıkarak, kendisini önceleyen a lış ­
veriş edim ine -k ey ifli beklentiyle dolup taşan, henüz b ozul­
m am ış, lekelenm em iş, alt üst olm am ış bir um uttan keyif alan
bir ed im e- dönüşür.
R eklam yazarlarının ham aratlığı ve hüneri sayesinde, bu
tür yaşam -ve-anacadde bilgisi bugünlerde çok kü çü k bir yaşta
edinilm ektedir. M utluluğun doğası ve m utlu bir yaşam ın y ol­
ları üzerine in celik li felsefi tefekkürleri incelem ek ve bunların
taşıdığı m esajlar üzerine kafa yorm ak bir yana, bu nları duyma
şansı bile söz konusu olmaz. Ö rneğin, yaygın bir şekilde oku ­
nan ve çok prestijli bir derginin “M oda” bölü m ünü n ilk say­
fasından, on iki yaşında bir kız öğrenci olan L iberty’nin “k en ­
di dolabını düzenlem eyi çoktarı keşfettiğin i” öğrenebiliriz.6
Haklı nedenlerle Topshop “gözde m ağaza”sıdır: Kendi deyi­
şiyle, “G erçekten pahalı olsa bile, oradan elim de modaya uy­
gun bir şeyle çıkacağım ı biliyorum ”. Sık sık yapılan Topshop
ziyaretlerinin onun için anlam ı her şeyden önce rahatlatıcı bir
güvenlik hissidir: Topshop m üşterileri onun adına başarısızlık
riskiyle yüz yüze gelir ve seçim sorum luluğunu kendi adları­
6) Bkz. "Mv favourite outfit”, O bserver M agazine, 22 Nisan 2 007, s. 39.
na üstlenirler. Bu mağazadan alışveriş yaptığında, hata yapma
olasılığı sıfır ya da sıfıra yakındır. Liberty, gözüne çarpıveren
şeyi (herkesin içinde giym ek bir yana) satın alm akta bile k en ­
di zevki ve sağduyusuna yeterince güvenm ez; ancak o m a­
ğazadan satın aldığı şeylerle herkesin içinde güvenle gösteriş
yapabilir -tan ın acağın d an , onaylanacağından ve nihayetinde
beğenileceğinden ve bununla yakından ilişkili olarak yüksek
statü kazanacağından emindir. Sokakta kıyafetleri ve aksesu­
arlarıyla havalı havalı yürüm enin m aksadı, kendini iyi hisset­
tiren bütün bu şeylere ulaşm aktır. Liberty, geçen ocak ayında
aldığı şort hakkında şöyle diyor: “Şorttan nefret ettim . Başta
sevm iştim , ancak daha sonra eve geldiğim de çok kısaym ış
gibi göründü gözüme. Ama sonra Vogue dergisini okurken,
şort giymiş şu kadını gördüm -ü ste lik şort da Topshop’dan al­
dığım benim şortum dandı! O zam andan beri bu şorttan kop a­
m ıyorum .” E tiketin, m arkanın ve alışveriş yerinin m üşterileri
için yapabileceği şey işte budur: Kafa k arıştırıcı ölçüde dolam ­
baçlı, bubi tuzaklı m utluluk yolunda onlara rehberlik etm ek.
K işinin doğru yolda olduğunu, hâlâ yarışta bulunduğunu ve
um ut beslem eye devam edebileceğini (yetkili olarak!) onayla­
yan, herkesçe tanınan ve saygı duyulan bir sertifikayla ortaya
çıkarılan bir m utluluktur bu.
Sorun ise şurada: Bu sertifika ne kadar süreyle geçerli ola­
caktır? Şu iddia edilebilir ki “o zam andan b eri” "kopam am a",
2 0 0 7 N isan ın d a geçerli olsa dahi, Liberty’nin öm ründe çok
da uzun süre geçerli olam ayacaktır. Şort giyen kadın, Vogue
dergisinin birkaç sayısından sonra görülm eyecektir. Kamusal
onay sertifikasının az sayıda basıldığı ve son derece kısa bir
geçerlilik süresi olduğu ifşa olacaktır. Hatta Topshop'a bir
dahaki ziyaretinde Liberty’nin aynı şortu - b ir ihtim al araya­
cak olsa b ile - bulam ayacağı iddia edilebilir. Bununla birlikte
Liberty’nin Topshop’a ziyaretlerinin devam edeceği k on u su n ­
da bahse girerseniz yüzde yüz kazanacağınızdan em in olabi­
lirsiniz. Defalarca oraya gidecektir. Neden mi? Ö n celikle, zi­
yaret gününde raflara ve alışveriş sepetlerine ne konulacağına
o mağazada karar veren her kim se onun akim a güvenm eyi
öğrenm iştir. Şeyleri herkesçe beğenilm e ve toplum ca onaylan­
ma garantisiyle beraber sattıkları konusunda onlara güvenir.
İkin cisi Liberty, raflara ve alışveriş sepetlerine bir gün konan
şeyin birkaç gün sonra bulunm ayacağını ve neyin “(halen)
moda olduğuna” ve neyin “(çoktan ) demode olduğuna” dair
hızla eskiyen bilgilerini güncellem ek ve geçen gün sergilen­
m em iş olsa da bugünlerde neyin daha fazla “moda olduğunu”
öğrenm ek için, giysi dolabının kesintisiz “iyi işlediğinden”
em in olm ak için, m ağazanın sık sık ziyaret edilm esi gerektiği­
ni de kısa ama yoğun deneyim inden zaten biliyordur.
G üvenebileceğiniz bir etiket, m arka ya da mağaza bu ­
lam adığınız m üddetçe, kafanız karışır ve kaybolabilirsiniz.
Etiketler, markalar, m ağazalar sizin güvenliğinizi tehdit eden
korku tu cu ivintiler ortasında arta kalan birkaç güvenli lim an­
dır; can sıkıcı belirsiz bir dünyada kesinlik kazanm ış birkaç
sığm aktır. Bununla birlikte, eğer güveninizi bir etiket, mar­
ka ya da mağazaya yatırm ışsanız, geleceğinizi ipotek altına
alm ışsınız dem ektir. “M oda olm ak” ya da “güncel o lm ak”
konusundaki kısa vadeli sertifikalar, siz yatırım ınıza devam
ettiğiniz m üddetçe piyasaya sürülm eye devam edecektir.
E tiketin , m arkanın ya da m ağazanın arkasındaki insanlar,
yakın zamanda piyasaya sürülen sertifikaların geçerlilik sü­
resinin, eskilerin geçerliliğinden daha kısa olm asa bile, daha
uzun olm am asına dikkat edecektir.
A çıkçası, birisinin geleceğini ipotek altına alm ak ciddi bir
iştir ve alınm ası zor bir karardır. Liberty on iki yaşında ve
önünde uzun bir gelecek var. Fakat birinin geleceği ne ka­
dar uzun veya kısa olursa olsun, etiketler, m arkalar ve ma-
gazalardan meydana gelen tüketim ci bir piyasa toplum unda
m utluluk arayışı, geleceğin ipotek altına alınm asını gerektirir:
Sam sonite şirketin in tam sayfa reklam ında yer alan ünlü ak­
tör, Liberty’den çok daha yaşlı, ancak aktörün geleceği de b en ­
zer şekilde ipotek altına alınm ışa benziyor; gerçi yaşma uygun
olarak, ipotek sözleşm esi epeyce eskiden im zalanm ış (ya da,
en azından, reklam ın im a ettiği şey b u ) . Tanıtım m etninin b aş­
lığı, “Yaşam bir yolcu lu ktu r”, kalın harflerle yazılm ış, kısm en
büyük harfli mesaj da şöyle: “KARAKTER güçlü bir KİM LİĞ İ
muhafaza etm ekle alakalıdır tam am en ( “muhafaza etm e” k ıs­
m ına dikkat edin). Arka planda Notre Dame Kilisesi, Seine
N ehri’nde bir tekne üzerinde görüntülenen ünlü aktör, en son
Sam sonite ürünü “G raviton” bir çanta tutm aktadır (hafifliğiy­
le övünen bir seyahat aksesuarının adındaki “ağırlık” [g ra­
vity] gönderm esine dikkat edin) -b u , reklam m etni yazarları­
nın, tam olarak özüm senem eyecek diye korkup h iç vakit kay­
betm eden açıkladıkları bir im gedir: Ü nlü aktörün “Sam sonite
G raviton ile seyahat ederken bir m esaj verdiğini” söylerler.
Yine de m esajın içeriği hakkında herhangi bir şey söylemezler.
K esinlikle haklı sebeplerle, deneyim li okurlar açısından, içe­
riğin daha fazla açıklam a gerektirm eyeceğini umarlar. M esajın
anlam ı kolayca kavranacaktır: “G raviton’larm henüz satışa çı­
karıldığı Jo h n Lewis m ağazasından dönüyorum . Yanımda cid­
diyet sahibi insanlarla beraber çantadan bir tane de ben satın
aldım ve böylece özgün bir ciddiyet kazandım (ciddiyetim i
k o ru d u m ?).”
Liberty için olduğu kadar ünlü aktör için de, doğru eti­
k et veya m arkayı taşıyan ve doğru mağazadan edinilen şeyle­
re sahip olm ak ve bu nları herkese sergilem ek, esas itibariyle
gözettikleri ya da göz d iktikleri toplu m sal m ev kiy i elde etme
ve m uhafaza etme m eselesidir. Toplum sal olarak tan ın m ad ı­
ğı, yani, söz konusu kişi doğru “toplum ” tipi tarafından (to p ­
lum sal m evkideki her kategorinin kendine özgü yasaları ve
hâkim leri vardır) meşru ve hak sahibi üye olarak - “bizden
b iri” o la ra k - onaylanm adığı sürece toplum sal m evkinin h iç­
bir anlam ı yoktur.
Etiketler, logolar ve m arkalar, tan ınm a dilinin ifadeleridir.
M arka ve logoların yardım ıyla olm ası beklenen ve b ir kural
olarak “onaylanm ası” gereken şey, son yıllarda kim lik adı altın­
da tartışılan şeydir. Tü keticilerin oluşturduğu toplum um uzda
bu tür bir m erkezilik bahşedilm iş olan “k im lik ” kaygısının
ardında, yukarıda betim len en işleyiş yatar. “K arakter” sahibi
olm a ve “k im liğ in ” tanınm asının yanı sıra birbiriyle ilişkili bu
am açları gerçekleştirm e araçlarını bulup elde etm ek, m utlu
bir yaşam arayışında tem el kaygılar haline gelir.
M odernliğin başlarında “isnat” toplum undan “başarı” top-
lum una (yani, insanların k im likleri içerisine “doğdukları” bir
toplum dan, k im lik oluşum unun insanların görevi ve sorum ­
luluğu olduğu bir toplum a) geçişten bu yana, “k im lik ” önem li
bir m esele ve ilgi çekici b ir iş olarak kalm asına rağm en, artık
başka yaşam donanım larının kaderini paylaşıyor: Belirlenm iş
bir yönden kesinlikle m ahrum ; artık arkasında katı ve yok
edilem ez izler bırakm ayan kim liğin bundan böyle kolayca çö ­
zülm esi ve farklı şekillerdeki kalıplara girm eye uygun olm ası
bekleniyor ve tercih ediliyor. Vaktiyle “yaşam ın bü tü n ü n e”
dair bir proje olan kim lik, anın bir özelliğine dönüştürül­
m üştür artık. Vaktiyle tasarlanan kim lik, artık “sonsuza dek
devam etm ek üzere inşa edilm ez”, aksine sürekli olarak bir
a r a y a getirilm esi ve p a r ç a la r a ay rılm a sı gerekir. Ç elişkili görü­
nen bu iki işlem in her biri eşit önem e sahiptir ve eşit ölçüde
ilgi çekicidir.
Avans ödem ek ve fesih m addesi olm adan öm ür boyu üye­
lik talep etm ek yerine, kim liğin m anipülasyonu artık “seyret­
tiğin kadar öde” (veya “konuştuğun kadar öde”) im kânına
benzer bir faaliyet olup çıkm ıştır. K im lik hâlâ süren bir soru n ­
dur. Bununla birlikte bu sorun artık, en geçici ilgi tarafından
bile m assedilebilen, son derece kısa (pazarlam a tekn iklerin d e­
ki ilerlem e sayesinde h iç olm adığı kadar kısa) çeşitli çabalara
bölünm üştür. Bu bölünm e önceden tasarlanm ış ya da öngö­
rülebilir olm ayan fakat hem en ardından gelen ve gereğinden
fazla uzun kalm a tehdidi taşım ayan dolaysız etkilere sahip,
beklenm ed ik ve çılgın ham le silsilesinden oluşur.
K im lik m anipülasyonunun akışkan, m odern bir şekilde
yeniden işlenm esi ve çevrim e sokulm asına meydan okum ak
için gereken beceriler bir jo n g lörü n , hatta daha isabetli ola­
rak, bir hokkabazın hüner ve el çabukluğuna benzer. Bu tür
becerilerin pratiği, sıradan, bayağı tü keticin in erişim alanına
sim u la kr vasıtasıyla taşınm ıştır -(Je a n Baudrillard’m u nu tu l­
maz tanım lam asıyla) sim u lakr, “şeylerin asıl h alleri” ile “şey­
lerin -m ış gibi h alleri” arasındaki, “gerçeklik” ile “yanılsam a”,
ya da olayların “gerçek durum u” ile “sim ulasyonu” arasındaki
ayrımı kaldırm akla m aruf psikosom atik hastalıklara ben ze­
yen bir fenom endir. Bir zamanlar, sonu gelm ez zahm etli bir
iş olarak görülen ve katlanılan, kesintisiz m obilizasyon ve
her “içsel” kaynağın sonuna kadar kullanılm asını gerektiren
şeye, artık az m iktarda para ve zam anın harcanm asıyla, satın
alınabilir ve kullanım a hazır tertibat ve cihazların yardım ıy­
la ulaşılabilir. G elgelelim , satın alınm ış eşyalardan oluşan bir
kim liğin cazibesi, harcanan paranın m iktarına göre artar el­
bette. En prestijli ve seçkin tasarım cı m ağazalarının beklem e
listeleri sunm asıyla birlikte, yakın zamanda bu cazibe b ek ­
lem e süresiyle de artmaya başlam ıştır. A çıktır ki edinilm esi
beklenen k im lik sim gelerinin alıcıya bahşettiği ayrım ı geliş­
tirm ekten başka bir am aç taşımaz bu. Toplum bilim in k u ru ­
cu babalarından biri olan Georg Sim m el’in uzun zam an önce
işaret ettiği gibi, değerler, onları elde etm ek için katlanılm ası
gereken diğer değerlerle ölçülm ektedir; doyum un ertelenm e­
si de akışkan m odern tüketim toplum um uzun karakteristiği
olan hızla devinen ve değişen ortam ları paylaşan insanlar açı­
sından m uhtem elen en eziyetli özverilerdendir.
Geçm işi ortadan kaldırm ak, “tekrar doğm ak”, eski, yıp­
ranm ış ve artık istenm eyen benliği ıskartaya çıkarırken farklı
ve daha çekici bir ben lik edinm ek, “tam am en farklı b iri” gibi
yeniden hayata gelm ek ve “yeni bir başlangıç” y a p m a k ... bu
tür cazip teklifleri elinin tersiyle itm ek güçtür. G erçekten de,
böyle bir didinm enin kaçınılm az olarak gerektirdiği bü tü n bu
yorucu çaba ve zahm etli özveriyi içeren kişisel gelişim üzerin­
de neden uğraşılacaktır ki? Bütün bu çaba, özveri ve zararlı ta­
sarruf, kayıpları yeterince çabuk telafi etm ekte başarısız oldu­
ğunda neden parayı çöpe atalım ki? Zararları telafi edip y en i­
den başlam anın -e s k i derilerden, sivilcelerden, siğillerden vb.
kurtulup yeni, giyilmeye hazır bir deri satın alm a n ın - daha
m asrafsız, daha çabuk, daha m ükem m el ve elverişli olduğu
açık değil midir?
İşler gerçekten sarpa sardığında kurtuluş aram anın bir
yeniliği yoktur; insanlar her zaman bunu denem iş ve çeşitli
ölçülerde de başarılı olm uştur. G erçekten yeni olan şey, k işi­
nin kendi benliğin den ku rtu lm a ve ısm a rla m a b ir ben lik edin m e
düşüdür; ve bu tür bir düşü gerçek kılm aya duyulan inanç
erişilebilir bir şeydir. Bu, erişilebilir b ir tercih olm anın ö tesin ­
de aynı zamanda en k o la y , sıkıntılı bir durumda işe yaraması
pek m uhtem el bir tercihtir; daha az külfetli, daha az zam an ve
en erji isteyen ve dolayısıyla, Sim m el’e göre, vazgeçilm esi veya
kısılm ası gereken diğer değerlerin tutarıyla karşılaştırıldığın­
da neticede d a h a ucuz olan kestirm e bir tercihtir.
Eğer m utluluk, sürekli olarak erişilebilir bir şeyse, eğer
reklam sayfalarına göz atm ak ve cüzdandan bir kredi kartı
çıkarm ak için gereken birkaç dakikada m utluluğa erişilebili-
yorsa, o zam an belli ki m utluluğa ulaşm ayı becerem eyen bir
ben lik , “gerçek” ya da “sah ici” değil, -h e p si olm asa b ile - m is­
k in lik, cah illik ya da aptallık kalın tısı olabilir ancak. Böyle
bir benlik , sahte ya da hilekâr olmalıdır. M utluluk noksanlığı,
yetersiz m utluluk veya y eterince sıkı çalışm ış ve uygun b e­
cerilerle uygun araçları kullanm ış herkesçe erişilebilir türden
bir m utluluğa kıyasla daha az yoğun olan m utluluk, kişinin
sahip olduğu “ben liğ i” kabullenm eyi reddetm e ve b en lik k eş­
fine (daha doğrusu ben lik icadına) yönelik bir yolculuğa çıkıp
bunu sürdürm e ihtiyacının yegâne sebebidir. G erçek benlik
arayışının devam etm esi gerekirken, sahte ya da şişirm e b en ­
likler “sahici olm ayışlarından” ötürü bertaraf edilm elidir. Kısa
bir zamanda yaşanan anın tarih olacağı ve yeni vaatler taşıyan,
yeni potansiyeller barındıran, yeni bir başlangıcın işareti olan
b ir başka anın tam zam anında gelip çatacağından em inseniz,
aram ayı bırakm anın h içbir gerekçesi yoktur.
A lışverişçilerden oluşan bir toplum da ve alışverişten olu ­
şan bir yaşamda, mutlu o lm a umudunu ka y b etm ed iğ im iz m üd­
d etçe m utluyuzdur; bu um udun birazı canlı kaldığı m üddetçe
m utsuzluktan azadeyizdir. Öyleyse m utluluğun anahtarı ve
m utsuzluğun ilacı, m utlu olm a um udunu canlı tutm aktır. Bu
um ut da ancak, hızlı bir “yeni şanslar” ve “yeni başlangıçlar”
silsilesinin ve ileriye dönük son derece uzun yeni başlangıç­
lar zincirinin m evcut olm ası şartıyla canlı kalabilir. Bu şart,
yaşam ı bölüm lere, yani, tercihen her biri kendi tem ası, kendi
karakterleri ve kendi akıbetleriyle m üstakil ve kendine yeterli
zam an dilim lerine ayırarak yerine getirilir. Eğer bölüm sıra­
sında oynayan ya da oynanan karakterlerin, sonraki bölüm e
katılm a taahhüdü olm aksızın, sırf söz konusu bölüm de yer
aldığı farz edildiğinde, son şart - a k ıb e t- yerine getirilm iş olur.
Her bölü m ün kendi tem ası vardır, her bölüm kendi oyu ncu ­
larına ihtiyaç duyar. Her türlü belirsiz, uzadıkça uzayan bağ­
lanm a, birbirini izleyen bölüm ler için m evcut olan tem aları
ciddi olarak sınırlayacaktır. Belirsiz bir bağlanm a ve m utluluk
arayışı, karşıt am açlarm ış gibi görünür. Tüketim toplum unda,
bütün bağlar m üşteri ile satın alm an m etalar arasındaki ilişki
m odelini takip etm elidir: M etalarm haddinden fazla kalıp tadı
kaçırm ası beklenm ez ve yaşamı güzelleştirm ek yerine alt üst
etm eye başladıklarında, yaşam sahnesini terk etm eleri gere­
k ir; halbuki m üşteriler ne eve aldıkları şeylere ebedi bağlılık
yem ini etm eye ya da bunlara sürekli oturm a hakkı vermeye
gönüllüdür ne de onlardan böyle bir şey beklenir. Tüketim e
özgü ilişkiler, başından itibaren, “yeni bir uyarıya kadar”dır.
Stuart Jeffries, eski “ölüm bizi ayırana kadar” tarzının ye­
rini alma eğilim inde olan yeni ilişki tipleri hakkm d aki yakın
dönem bir araştırm ada, “bağlanm a k orku su ”nun yükselişine
işaret eder ve “riske maruz kalm ayı asgariye indiren bağlılık
vaadi olm ayan şe m a la r’m “giderek yaygm laştığı”nı ortaya se­
rer.' Bu şem alar iğneyi sıkıp içind eki zehri çıkarm ayı amaçlar.
B irlikteliğin dikenleri ve tuzakları yavaş yavaş ortaya çıktığ ın ­
dan ve bunların tam döküm leri önceden güç bela oluşturula-
bildiğinden, ilişkiye girm ek her zaman riskli bir iştir. İlişkileri
iyi günde kötü günde, ne olursa olsun idame ettirecek bir
bağlanm anın eşlik ettiği ilişkilere girm ek, boş b ir çek im za­
lam aya benzer. Bu, başvurulacak h içbir özel kurtuluş şartının
olm adığı, henüz bilinm eyen ve tasavvur edilem ez sıkıntılar ve
ıstıraplarla karşılaşm a ihtim alinin habercisidir. “Yeni ve geliş­
m iş” “bağlılık vaadi olm ayan” ilişkiler, öngörülen sürelerini,
beraberinde getirdikleri tatm in süresine indirger: Bağlanma,
tatm in canlılığını kaybedene ya da m akul standardın altına
düşene kadar geçerlidir, bir an bile fazla sürmez.
Birkaç yıl önce, halen yalnızca geçici bir heves olduğu dü­
şünülen yükselen bir eğilim e set çekm e um uduyla, “Köpek
7) Stuart Jeffries, “To have and to hold", G uardian, 20 Ağustos 2 007, s. 7-9.
yalnızca N oellik değil, öm ü rlü ktü r” sloganı altında bir m ü ca­
dele yürütüldü. Bu m ücadele, çocu kların Noel hediyelerinin
haz verici potansiyelinden yorularak, hayvan bakım ının ge­
rektirdiği günlük işlerden usandığı ocak ayının sonunda is­
tenm eyen hayvanların terk edilm esini önlem eye çalışıyordu.
Bununla birlikte Jeffries’in çalışm asından öğrendiğim iz kada­
rıyla, kiralanm ak için beslen en “sevim li ve tam am en eğitim li”
köpeklerden biriyle “m üşterilere birkaç saat ya da birkaç gün
geçirm elerini sağlayacak” son derece başarılı bir Am erikan
firm ası olan Flexp etz’in ekim ayında Londra’da bir şubesi
açıldı. Flexpetz, “m ülkiyet cefası olm aksızın geleneksel haz­
lar konusunda hizm et su nm akta” uzm anlaşm ış, hızla çoğalan
şirketlerden biri. Bir zam anlar sürekliliğin hüküm sürdüğü
yerlere geçiciliği yerleştirm e eğilim i, hayvanlarla sınırlı değil.
Bu eğilim in öteki ucunda da, “beraber yaşayan” ancak evlilik
yem inine yanaşm ayan çiftlerin oluşturduğu ve sayıları hızla
artan haneler var. 2 0 0 1 ’e kadar, İngiltere’deki hanelerin yüzde
k ırk beşi evli çiftlerden oluşuyorken, 2 0 0 5 ’te birlikte yaşayan
çiftlerin sayısı (m uhtem elen hep böyle kalm ayacak) iki m il­
yonun epey ü stüne çıktı.
“Bağlanm a k orku su ”nun, çağdaşlarım ızın m utluluk h al­
leri ve beklentileri üzerindeki etkisini değerlendirm enin en
az iki farklı yolu var. Bunlardan biri, zevk alınacak zam anın
m aliyetinin düşürülm esini hoş karşılam ak ve takdir etm ek.
Sadık birliktelik ler üzerinde her zam an sallanıp duran gelecek
sıkıntısın ın yarattığı kuruntu, ne de olsa, m alum atasözünde
geçen ufak ama mide bulandıran sinekti; bu sineği, zarar ver­
m eye başlam adan önce yok etm ek açıkçası h iç de kötü bir ge­
lişm e değil. Bununla beraber, Stuart Jeffries’in ortaya koyduğu
gibi, en büyük araba kiralam a şirketlerinden biri, m ü şterileri­
ne defalarca kiraladıkları arabalara kişisel isim ler verm elerini
öneriyor. Jeffries şu yorum u yapıyor: “Ö neri dokunaklı. Bu
durum kesinlikle şunu gösteriyor ki, herhangi bir şeye uzun
vadeli bağlanm akta daha önce hiç olm adığım ız kadar isteksiz
olsak da, bağlılığın duygusal, hatta belki de kişiyi kandıran
hazları -e s k i varoluş tarzlarının hayaletleri g ib i- hâlâ içim iz­
de".
Ne kadar da doğru. Sık sık, daha önce birçok defa oldu­
ğu gibi, hem bunu hem onu istem enin m üm kün olm adığını
görüyoruz. Ya da h içbir şeyin bedava olm adığını; her kazanç
karşısında bir bedel ödenm esi gerektiğini görüyoruz. Ara sıra
kullandığınız herhangi bir şeyin zahm etli günlük bakım ından
kurtulabilirsiniz: Bir arabanın sık sık yıkanm ası, lastiklerinin
kon trol edilm esi, anti-frizinin ve yağının değiştirilm esi, ruhsat
ve sigortasının yenilenm esi ve önem li önem siz onlarca başka
şeyin hatırlanm ası ve yapılm ası gerekir; öyle-ki söz konusu
külfetten ve daha zevkli m eşgaleler için k ullanılabilecek de­
ğerli vaktin kaybından ötürü sıkılıp söylenebilirsiniz. Ancak
(bazılarının şaşırdığı, bazılarının da tahm in ettiği üzere) ara­
banızın ihtiyaçlarıyla ilgilenm ek kesinkes tatsız bir edim de­
ğildir. Aynı zamanda işin bizatihi düzgünce yapılm ış olm ası­
nın getirdiği ve sizin -b ecerile rin i kullanan ve adanm ışlığm ı
kanıtlayan bilhassa siz in - bu işi yapm ış olm anızın getirdiği
bir keyif söz konusudur. Böylece yavaşça, belki de farkında o l­
m adan, haz duym anın hazzı ortaya çıkar: Sağlıklı gelişm esini
sizin ilgi nesnenizin n iteliklerin e ve ilginizin niteliğine eşit ö l­
çüde borçlu olan “bağlılığın haz^ı.” “B e n -S e n ’in, “birbirim iz
için yaşıyoruz”un, “birim iz hepim iz iç in ”in, ele geçm ez, ama
fazlasıyla gerçek ve karşı konulm az hazzı. Yalnızca sizin için
önem taşım anın ötesinde olan “bir fark yaratm a”n m hazzı. Bir
etki ve iz bırakm anın hazzı. İhtiyaç duyulan ve yeri dolduru­
lamaz hissin hazzı: Elde etm esi çok güç olsa da kaygının getir­
diği yalnızlıkta ve ilginin kişisel yaratım , kendini ispatlam a ve
kişisel gelişim e sınırlı olarak odaklandığı durumda düpedüz
erişilem ez, ayrıca tasavvur edilem ez son derece zevk veren bir
his. Bu hissi, birlikteliğin ve bağlılığın göz alıcı kum aşlarının
örüldüğü b iricik iplik olan, özenle dolu zam anların tortusu
geri getirebilir ancak.
Friedrich N ietzsche’nin tam anlam ıyla insani, m utlu ya­
şam için ideal reçetesi - k i yaşadığım ız postm odern ya da
“akışkan m od ern” zamanlarda popülerlik kazanan bir ideal­
dir b u - çoğu sıradan ölüm lüye ayak bağı olan h er türlü pran­
gadan kaçm abilen yahut kurtulabilen, kend ini ispatlam a sa­
n atının büyük üstadı olan “Ü stin san” imgesidir. “Ü stin san ”
gerçek bir aristokrattır - “bü tü n alçak, fesat, kaba, avam ”m
büyük hıncının karşı etkisi ve şantajına boyun eğip, köşesine
çekilerek özgüven ve kararlılığım yitirene kadar, “ken d ileri­
n in ve eylem lerinin iyi olduğunu düşünen, kudretli, yüksek
statülü, yüce gönüllü oland ır”.8 Ü stinsan’m , (daha doğrusu
N ietzsche’nin geçm işte b ir zam anlar var olduğunu düşündü­
ğü/tasvir ettiği) ilk, katışıksız ve saf halinde yeniden canlan­
dırılan ya da yaşam verilen, geçm işin aristokratı olduğunu
söyleyebiliriz. Bu Ü stinsan, kendi g eçici talihsizliklerinin ve
aşağılanm ışhklarının geride bıraktığı-bütün ruhsal k alın tıla­
rından kurtulan ve kendi iradesi ve eylem iyle geçm iş günlerin
asıl aristokratlarına doğal ve gerçekçi gelen şeyi yeniden yara­
tan kişidir. (N ietzsche şunu vurgular: “'Soylu’ olanlar k end i­
lerini düpedüz ‘m utlu’ h issediyordu ; m utluluklarını yapay bir
şekilde üretm ek... [ya da] m utlu oldukları konusunda k en d i­
lerini telkin etm ek ve kandırm ak zorunda değildiler... Dört
başı mamur, kuvvetle dolup taşan ve bu nedenle ka çın ılm a z
o la r a k canlı insanlar olsalar da, m utluluğu eylem den ayrı dü­

8 ) Friedrich Nietzsche, The G enealogy o f M orals, çev.: Horace B. Samuel.


Dover, 2 003, s .11. [A hlakın Soykütüğü, çev.: Zeynep Alangoya, Kabalcı
Yayınevi, 2 0 1 1 ],
şünem eyecek kadar akıllıydılar -o n la rın zihinlerinde eylem
m utluluk addediliyordu kaçınılm az o larak.”9)
N ietzsche’n in “Ü stinsan ”ı açısından, güç ve bütün k u ral­
ları ve yüküm lülükleri önem sem em e kararı, uzlaşm aya karşı
can ın ı dişine takarak savunulm ası gereken yüce bir değerdir.
G elgelelim , ço k geçm eden N ietzsche’nin de ortaya çıkaracağı
gibi, Ü stinsan tarzında kendi kendisinin efendisi olmaya gi­
den yolda, çetin bir engel de, zam anın boyun eğmez m antığıy­
dı -H an n a Buczynska-G arew icz’in içgörülü yorum una göre,10
özellikle de can sıkıcı bununla birlikte ehlileştirilem ez “anın
dayanma gü cü ” idi. Kendi kend isinin efendisi olm ak, öz-
yaratım projesine ters düşen dış güçlerin etkisini geçersiz k ıl­
ma ya da en azından nötrleştirm e yeteneği gerektirir. Bununla
birlikte bu tür güçlerin arasında en çetin ve karşı konulm az
olanlar, m üstakbel Ü stinsan’m tam am en kendi kendisinin
efendisi olmaya yönelik ken di dürtüsünün izleri, tortuları ya
da artıklarıdır; kend isinin üstlendiği ve onun uğruna başar­
dığı eylem lerin sonuçlarıdır. M evcut an (nitekim tam am en
kendi kend isinin efendisi olm a yolundaki her adım şöyle ya
da böyle “m evcut and ır”) halihazırda bütün bu olup b iten ­
den m untazam bir şekilde koparılam az. “Yeni bir b aşlangıç”
layıkıvla yerine getirilem eyecek bir fantezidir. Zira aktör m ev­
cu t ana varırken bü tü n ön ceki anların silinm ez izlerini taşır;
“Ü stinsan” olm ak için, geçm iş anların izlerinin kendi geçm iş
eylem lerinin izleri olm ası kaçınılm azdır. Tam am en kendine
yeterli ve bağım sız “b ö lü m ” bir mittir. Edim lerin, ken d ilerin ­
den daha uzun yaşayan sonuçları vardır. Buczynska Garewicz
şu yorum da bulunur: “G eleceği tasarlayan istenç, geçm iş ta­
rafından özgürlüğünden yoksun bırakılm ıştır. Eski hesap lan

9) A.g.e, s. 20.
10) Bkz. Hana Buczynska-Garew icz, M etafizyczn e rozw azan ia o czasie
[Metaphysical Reflections on Tim e], Universitas, 2 003, s. 50 ve devamı.
düzenlem e istenci geçm işe yönlend irir ve bu [N ietzsche’nin
edebi sözcüsü Zerdüşt’ün ifade ettiği gibi] isten cin diş gıcır­
datm ası ve bir başm a çektiği eziyettir.” “Anın dayanma g ü cü ”,
“yeni başlangıç” denem elerinin ölüm çanıdır diyebiliriz.
Yatkın bir kulak açısından bunun sesi, “yeni başlangıca” giri­
şilm eden çok daha önce işitilebilir olacaktır. Kendi kendinin
efendisi olm anın oluştuğu gebelik dönem inde, pek çok em b­
riyonun yaşam ı düşükle sonlanır.
N ietzsche “Ü stin san ”m (kendi geçm iş eylem leri ve soru m ­
lulukları da dahil) geçm işe alayla yaklaşm asını ve kendini
bunlardan kurtulm uş hissetm esini ister. A ncak bir kez daha
tekrarlam am gerekirse: Yaratıcılığın hareketini yavaşlatan ya
da durduran ve geleceğin tasarım cılarının ellerini bağlayan
geçm iş, yitip gitm iş anların tortusundan başka bir şey değil­
dir. Şim diki zayıflıklar, bunların geçm işteki güç gösterilerinin
doğrudan ya da dolaylı sonuçlarıdır. Daha da korku n cu, hırslı
“Ü stin san lar” (yani, N ietzsche’n in çarpışm a çağrısını ciddiye
alan ve onu izlem eye karar veren insanlar) daha b ecerikli ve
azim li hale geldikçe, gücün ve onun görüntü lerinin içerisinde
yuvalanan m utluluğu yenileyip genişletecek m evcut anların
her birine ve her türlüsüne de bir o kadar ustalıkla hükm eder,
m anipüle edip söm ürürler. “B aşarıları”nm etkileri ne kadar
derin ve hatta silinm ez olursa, gelecekte m anevra alanları da
bir o kadar dar olacaktır.
N ietzsche’nin “Ü stin san ”m m akıbeti de, sıradan insanlar
olan çoğum uzun akıbeti gibi olmaya m ahkûm gibi görünm ek­
tedir. Ö rneğin, Douglas K ennedy’nin “kendi hayatını yaşamak
isteyen adam ”m öyküsündeki kahram an g ibi.11 Bu adam, her
daim daha fazla özgürlük düşlerken, aile yaşam ının gitgide
artan kapan ve tuzaklarıyla aralıksız bir şekilde kalınlaşan,
kend isini çevreleyen yüküm lülük duvarları arasına hapsolm a-
11) Bkz. Douglas Kennedy, T he Pursuit o f H appiness, Arrow, 2002.
yı sürdürüyordu. Yüklerden kurtulm uş olarak y olcu lu k etme
karart verm işken, kendisini olduğu yere bağlı tutan yükleri
çoğaltıyor ve böylece de en kü çü k hareketi külfet haline geti­
riyordu. Bu tür çözülm ez çelişkilere bulaştığından (daha doğ­
rusu kendi kendini bulaştırdığından), Kennedy’nin kahram a­
nı yanı başındaki kişiden daha fazla baskıya maruz kalıyor de­
ğildi. Hiç kim senin kurbanı, yahut h iç kim senin kin in in ya da
kötülüğünü n hedefi de değildi. Özgürce ken din i ispatlamaya
dair düşlerini engelleyen, kendisinden ve kendini ispatlamaya
y ön elik çabalarından başka bir şey değildi. Altında ezildiği ve
sızlandığı yük, Kennedy’nin öne sürdüğü gibi, sabah yataktan
çıkm ak için iyi bir neden sunan bü tü n bu takdire şayan ve
gıpta edilen “yaşam ın ü rü n leri” olan çabaların -k a riy erin in ,
evinin, çocu klarının , büyük banka k red isin in - gıpta edilen ve
aslında değer verilen m eyvelerinden oluşuyordu.
Dolayısıyla N ietzsche’n in m aksadı bu olsun ya da olm a­
sın, (k i m uhtem elen onun m aksadına karşıt o larak ....) onun
m esajını bir uyarı olarak yorum layabiliriz: Kendini ispatlam a
bir insanlık kaderi olm asına rağm en ve bu kaderi hayata ge­
çirm ek için h akikaten kendi k endinin efendisi olmaya y ön e­
lik b ir üstinsan gücüne ihtiyaç duyulacak olm asına rağm en,
ayrıca bu kaderi tam am ına erdirm ek ve böylece kendi insa­
ni potansiyelinin hakkını verm ek için gerçekten bir üstinsan
gücünün araştırılm ası, toplanm ası ve harekete geçirilm esine
ihtiyaç duyulacak olm asına rağpıen, “Ü stinsan p ro jesi”, belki
de kaçınılm az biçim de, en başından kendi yenilgisinin nüve­
lerini taşır.
Farkınd a olalım veya olm ayalım , hoşum uza gitsin veya
gitm esin, yaşam larım ız sanat yapıtıdır. Yaşam larım ızı yaşama
sanatının gerektirdiği gibi sürdürm ek için , tıpkı herhangi bir
sanatın ustası gibi, kendim ize (en azından ortaya kondukları
anda) açıkça karşı koym ası güç olan sorunlar belirlem em iz ge­
rekir. Her ne yapıyor veya yapabiliyorsak, onunla aşık atm ak
için, (en azından seçim anında) erişim im izin epeyce ötesinde
olan hedefler ve (en azından çoktan edinilm iş) becerilerim i­
zi can sıkıcı bir şekilde epeyce aşıyorm uş gibi görünen m ü­
kem m ellik standartları seçm eliyiz. İm kâ n sız olan ı d en em em iz
gerekir. K esinlik b ir yana, h içbir güvenilir, yararlı öngörüden
destek alm adan, uzun ve zahm etli b ir çabayla, bu standartları
bazen yakalayabileceğim izi, bu hedeflere varabileceğim izi ve
b öylece sorunlarla başa çıkabileceğim izi olsa olsa um abiliriz.
Belirsizlik insan yaşam ının doğal habitatıdır -b e lirsiz lik ­
ten kaçm a umuduysa insan yaşam ındaki arayışların m otoru ­
dur. Belirsizlikten kaçm ak, yalnızca zım nen varsayılsa bile,
her türlü karm a m u tluluk hayalinin en önem li bileşenidir.
“G erçek, m untazam ve ek siksiz” m utluluğun, h er zaman b e l­
li bir uzaklıktaym ış gibi görünm esinin nedeni de işte budur:
M alum ufuk gibi, ne zam an yakınlaşm aya çalışsanız uzaklaşır.
Mutluluğun Istırapları

Binlerce azam etli k işinin ve onlara katılm anın hayalini kura­


rak koşuşturan bir o kadarının vazgeçilm ez günlük gazetesi
olan F in a n cial T im es, ayda bir kuşe kâğıda basılm ış How to
Spend It (N asıl H a r c a m a k ) isim li bir ek yayınlar. Başlıkta ima
edilen şey paradır. Daha doğrusu, daha fazla n akit vaat eden
bü tü n yatırım ları hesaba kattıktan sonra, ev ve bahçeyle ilgili
faturaları, terzi faturalarını, eski eşlerin nafakalarını ve eğlen­
ce salonlarının ücretlerini ödedikten sonra geriye kalan nakit
paradır. Başka b ir deyişle, azam etli k işilerin boyun eğdikleri
zorunluluk çeşitlerin in ötesindeki (bazen geniş ve hep daha
da geniş olm ası istenen) özgür seçim sınırıdır. Harcanacak
para, sinir bozucu ölçüde rizikolu tercihlerle dolu günlerin ve
atılacak yanlış adım lar ve oynanacak yanlış bahislerden duyu­
lan korku nun m usallat olduğu uykusuz gecelerin karşılığında
um ulan m ükâfattır; bu para, acıları katlanılır kılan keyiftir.
K ısacası, “para” m utluluk anlam ına gelir. Daha doğrusu m u t­
luluk an la m ın a g elen m utluluk umududur. En azından böyle
telakki edilir ve yürekten umulur...
Ann Rippin eld e edilen m utluluğun maddi kaynağı/belirti-
si/kam tı olarak “yıldızı parlayan m odern genç bir in san a” n e­
yin vaat edildiğini bulm ak için N asıl H a rcam alı’n m sayılarını
sırasıyla gözden geçirm işti.1 Beklendiği gibi, m utluluğa gittiği
varsayılan bütün yollar mağazalar, restoranlar, m asaj salonla­
rı ve paranın harcanabileceği diğer yerlere çıkıyordu. E lbette
bu da büyük m iktarda bir para dem ekti: bir şişe konyak için
3 0 .0 0 0 pound ya da diğer şişelerin eşliğinde bunu depolaya­
rak, hayran olm aları için davet edilen arkadaş topluluklarını
büyülem ek (ya da kıskandırm ak, aşağılam ak, m ahcup etm ek,
yıkm ak) için şarap m ahzenine 7 5 .0 0 0 pound verm ek vb.
A ncak, bazı mağaza ve restoranların, neredeyse bütün insan
soyunu dışarıda bırakacağı kesin olan fiyatlarının da ötesinde,
onları kapılarına bile yanaşm aktan alıkoyacak, su n abilecekle­
ri fazladan bir şeyleri vardır: elde etm esi son derece güç olan
ve -sırad an insanların ulaşm ayı hayal bile edem eyecekleri
yüksek seviyelere u laşm ış- “seçilm iş o lm a”nın kutsal hissiyle
bunu elde eden çok k ü çü k bir azınlığa bahşedilen gizli bir ad­
res. Belki de bir zam anlar ilahi lütfü duyuran m eleği dinleyen
m istiklerce deneyim lenen türde bir hissiyattır bu; ancak, cid ­
di, ayakları yere basan, gerçekçi “şim d i-m u tlu lu k-zam an ı!”
diyen çağım ızda, m ağazaların yanından geçm eyen kısa yollar
bulm ak im kânsız olmasa da çok zordur.
N asıl H a rca m a liy a düzenli katkılarda bulunanlardan b i­
rinin ifade ettiği gibi, bazı fahiş fiyatlı parfüm leri “bu kadar
çe k ici” kılan şey, onların “sadık m üşterileri için özel paketler
içinde tutulm alarıdır”. O lağanüstü güzel bir kokunu n yanı
sıra, görkem li olanı üreten şirkete ait olmaya dair görkem li
bir koku sim gesi sağlarlar. Ann Rippin'in ileri sürdüğü gibi,

1) Ann Rippin, “The economy of m agnificence: organization, excess and


legitim acy", Culture and O rganization, 2 (2 0 0 7 ). s. 1 1 5 - 29.
özel bir kategoriye -n ered eyse başka herkese kapıları kapalı
bir şirk e te - ait olan bu ve benzer türde saadetler, (cakalı şey­
ler yapm ak ve başkalarının erişem ediği yerleri ziyaret etm ek­
le dışavurulan) yüce bir zevk, dirayet ve erbaplık sim gesiyle
birleşir. Bu birleşim in özü, ayrıcalıklılığm , seçilm iş azınlığın
arasında olunduğunun bilinm esidir. Dam ak, göz, kulak, bu­
run ve parm akların zevkleri, şayet varsa, bu zevklerin ancak
çok azm in, başka kim selerin dam ak ve diğer duyu organları­
n ın zevkine hitap edebildiğinin bilinm esiyle çoğalır -ü ste lik
çoğu insan bu zevkleri tatm ak için varını yoğunu verecek olsa
b ile... Azam etli insanları m utlu kılan bu ayrıcalık duygusu
m udur? M utluluk yolunda ilerlem enin ölçüsü, bu yoldaki
arkadaş züm resinin gitgide azalm ası m ıdır? Yoksa, ister açık
bir şekilde ifade edilsin, isterse üzeri kapatılsın ve hiç telaf­
fuz edilm esin, N asıl H a rca m a k oku rlarının m utluluk arayışını
yönlendiren en azından bu inanç m ıdır?
M esele ne olursa olsun, Rippin’e göre, m utluluğa bu yol­
dan ulaşm ak olsa olsa kısm en başarılı olabilir: Bunun getirdiği
anlık keyifler dağılır ve hızlıca uzun vadeli endişeye d önü­
şür. Rippin’in vurguladığı üzere, N asıl H a rcam alı’n m editör­
lerinin tasarladığı “fantezi dünyası", “kırılganlık ve geçicilik"
ile belirlenir. “İhtişam ve ifrat yoluyla m eşruluk m ücadelesi,
istikrarsızlık ve kırılganlık dem ektir." Bu “fantezi dünyası”nm
sakinleri, “yeterince güvende ofm ak için asla yeterince şeye
sahip olam ayacaklarının” farkındadırlar. “Tüketim , güvence
ve doym uşluk yerine endişe artışına neden olur. Kâfi olan
asla kâfi gelm ez.” N asıl H arcam alı'n m yazarlarından birinin
uyardığı gibi, “h erkesin ” lüks bir arabaya kesesinin elverdiği
bir dünyada, gerçekten gözü yüksekte olanların “daha iyisine
erişm ekten başka hiçbir seçenekleri y ok tu r”.
Şayet daha yakından baktığınızda çarpıcı olan şey işte bu-
dur. Fakat herkes böyle bakm az, hatta çok az kişi bunu önem ­
ser, ço k daha azı da önem sese bile bunu becerem ez -z ira iyi
m anzaralı yerlerin bedeli olanaklarının çok ötesindedir ve bu
m anzara daha yakm a gelm eye karşı koyar. A ncak, çoğum u­
zun H ello ve diğer paparazzi dergilerinin teveccühüyle göre­
bildiği türde “m utluluk arayışları”na ara sıra göz atm ak, bunu
denem eye karşı bizi uyarm ak yerine örnek almaya davet eder.
Ne de olsa, sizi birin ci sın ıf insanlardan biri yapacak olan bu-
dur... Endişeden doğacak ıstırap ihtim ali, ne kadar rahatsız
edici olursa olsun, zirveye ulaşm ak için ödenm esi gereken
k ü çü k bir bedeldir. M esaj anlaşılır olduğu kadar m antıklı da
görünm ektedir: M utluluğa giden yol, mağazalardan geçer ve
m ağazalar ne kadar seçkin olursa, ulaşılan m utluluk da o ka­
dar büyüktür. M utluluğa ulaşm ak başka insanların edinm e
şansı veya olasılığının bulunm adığı şeyleri elde etm ek d em ek­
tir. M utluluk b ir adım ilerid e olm ay ı gerektirir...
Ara sokaklara gizlenm iş bu tikler ya da seçici (ve tedbirli!)
bir şekilde açığa çıkm ış adresler olm asaydı, anacadde mağaza­
ları gelişm ezdi. Ara sokak bu tikleri anacadde m ağazalarından
farklı ürünler satar, ancak aynı m esajı verir, çarpıcı biçim de
benzer düşleri hayata geçirm eyi vaat ederler. Butiklerin se­
çilm iş azınlık için yaptığı şey, şüphesiz anacaddedeki kitlesel
kopyaların vaatlerine otorite ve güvenilirlik katacaktır. Her iki
örn ekteki vaatler de çarpıcı biçim de benzerdir: Vaat sizi "...
d a h a iyi” yapar ve böylece sizin yaptığınızı yapmayı düşleyip
de başarısız olan diğerlerini ezebilm enizi, aşağılam anızı ve
h or görm enizi sağlar. Kısacası, bir adım ileride olm a şeklind e­
ki evrensel kurala ilişkin vaat sizin için işlem ektedir...
Birçok F in an cial T im es okurunun başvurduğu bilinen
bir başka gazetede, düzenli olarak bilgisayar oyunu piyasa-
sm daki yenilikler İncelenm ektedir. Sayısız bilgisayar oyunu,
popülerliğini sunduğu eğlenceye borçludur: G erçek dünyada
zorunlu ve önüne geçilem ez olduğu kadar riskli ve tehlikeli
de olan, bir adım ileride olm a pratiğinin güvenli ve özgürce
seçilm iş provalarıdır bunlar. Bu oyunlar, yaralanm a korkunuz
veya başkalarını yaralamaya karşı vicdani itirazınızdan ötürü
engellenm em iş olsanız, sizin sürüklendiğiniz, hatta yapm ış
olm ayı dileyebileceğiniz şeyleri yapm anızı sağlar. “Son k atli­
am ”, “ayakta kalan son in san” ve “im ha derbisi” olarak ön eri­
len bu oyunlardan biri, coşkulu bir sese sahip ve pek de ironik
olm ayan bir eleştirm en tarafından şöyle tanım lanıyor:

E n eğ len d irici olan lar [...] pek ço k arena etk in lik lerin d en b i­
rin de, arab anın ön cam ın d an sü rücüyü b ir bez beb ek gibi savurup
havaya fırlatm ak için zam anlam a ve hassasiyetle çarp ışm an ızı ge­
rek tiren olaylardır. Bahtsız b aşk ahram am nızı devasa bovlin g p istle­
rin d en aşağı fırlatm ak tan , ço k geniş su yüzeyleri bo y u n ca b ir çak ıl
taşı gibi kaydırm aya kadar her şey aynı ölçü de tuh af, şiddet yüklü

ve kom iktir.

Bir adım ileride olm ayı bu kadar eğlenceli kılan ve “oy­


nam ayı böylesine k om ik" yapan şey, kahram anınızın
"bahtsızhğı”na (size aynen karşılık verm e acizliğine) karşı si­
zin hünerinizdir (darbe savurm aktaki zam anlam anız ve hassa­
siy etin izd e). Özsaygı, üstün becerilerinizin sergilenm esinden
kaynaklanan egonun şişirilm esi, kahram anın hor görülm esi
pahasına elde edilmiştir. Siz sürücünün koltuğunda güvenle
otururken, ön cam da savrulan bez bebek benzeri kahram an
olm asa, sizin hüneriniz gene aynı olsa da ancak kısm en tat­
m in edici ve bir o kadar da kısm en eğlendirici olabilir.
M ax Scheler uzun zam an önce, ta f 912'd e, sıradan insanın,
değerleri kıyaslam adan önce onları deneyim lem ek yerine, bir
değeri ancak başka bir kişinin m ülkleri, şartlan, vaziyeti ya da
n itelikleriyle “kıyaslam a yoluyla ve bu sü reçte” değerlendirdi­
ği belirtiyordu2. Sorun şu ki bu tür bir kıyaslam anın yan etkisi
çoğunlukla bazı takdir edilen değerlere sahip olunm adığının
keşfidir. Bu keşif ve dahası söz konusu değerin elde edilm esi ve
tasarruf hakk ının kişin in kap asitesin in ötesin d e olduğunun far-
km dalığı, son derece güçlü duygular uyandırır ve b irbirine zıt
ama eşit ölçüde güçlü tepkileri harekete geçirir: Dayanılmaz
bir arzu (tatm in edilm esi im kânsız olabileceği şüphesinden
dolayı daha da fazla eziyetli hale g elir); ve fıınç - s ö z konusu
değeri, sahipleriyle birlikte küçülterek, alaya alarak ve değer-
sizleştirerek, kend ini değersizleştirm e ve hor görm eyi ön le­
m ek için çaresiz bir isteğin neden olduğu kin. Aşağılama de­
neyim i karşılıklı iki çelişkili istekten meydana geldiği için, bu
deneyim in son derece belirsiz bir tavır (prototip bir “bilişsel
uyum suzluk”, irrasyonel davranış kaynağı ve aklın savlarına
karşı geçilem ez bir kale) meydana getirdiğini belirtebiliriz.
Aynı zamanda bu durum , bundan m uzdarip olanlar açısından
daimi bir endişe ve ruhsal rahatsızlık kaynağıdır.
Ancak, M ax Scheler’in öngördüğü gibi, m uzdarip olanlar
çağdaşlarım ızın ço k büyük b ir bölüm ünü oluşturur; hastalık
bulaşıcıdır ve akışkan m odern tüketim toplum unun m üdavi­
m i ço k az insan, bu bulaşm a tehlikesine karşı tam am en bağı­
şık olm akla övünebilir. Scheler, p olitik ve diğer hakların göre­
ce eşitliği ile biçim sel olarak kabul edilen toplum sal eşitliğin,
gerçek iktidar, m ülkiyet ve eğitim e ilişkin muazzam farklarla
beraber el ele gittiği bir toplum da savunm asızlığım ızın k açı­
nılm az olduğunu söyler. G erçekte herkesi eşitlem ekten aciz

2) M ax Scheler, “Das Ressentim ent im Aufbau der M oralen’', G esam m elte


W erke, c.3, Bern, 1955 içinde; burada Lehçe baskısından alıntı yapılmıştır:
Resentym ent i M oralnosc, 1997, s.49.
olan bu toplum , herkesin, kendisini başka herkesle eşit oldu­
ğunu düşünm e “hakkına sahip olduğu” bir toplum dur.3
Bu tür b ir toplum da, savunm asızlık da (en azından potan­
siyel olarak) evrenseldir. Bu toplum un evrenselliği, çok ya­
kından bağlantılı olduğu, bir adım ileride olm anın cezbedici
evrenselliğiyle beraber, bütün üyeleri için bir m u tluluk stan­
dardı (bu “b ü tü n ”ün çoğu da bu standarda ulaşm aktan aciz
ya da alıkonm uştur) belirleyen bir toplum un çözülem ez iç
çelişkisin i yansıtır.
K endini eğiterek Stoik felsefe oku lu nun kurucusu olan
eski Rom alı köle Epiktetos, -k o lay ca anlayacakları bir dilde
söylendiği ve dünya görüşleriyle eşsiz derecede uyuşan m eta­
forlar kullanıldığı iç in - tüketim toplum unun tü keticilerin e de
hitap edebilecek bir nasihatinde şunları öne sürm üştür:

Y aşam ınızın zarif b ir şek ild e d avranabileceğin iz b ir şö len gibi


old uğunu d üşü nü n. Yem ekler size ik ram edild iğind e, elin izi uzatın
ve m aku l b ir parça alm . E ğer y em ek yanın ızd an geçip giderse, taba­
ğınızda olan la y etin in . Veya y em ek henü z size ik ram edilm ediyse,
sabırla sıran ızı bekleyin.
Aynı k ib a r ö lçü lü lü k ve m in n ettarlık tutu m u n u ço cu k la rı­
n ız, eşlerin iz, m eslek yaşam ınız ve m ali işlerin iz için de takın ın .
A rzu nu n, h ased in ve açg özlü lü ğ ü n h iç gereği yok. Vakti geldiğinde

hak ettiğiniz payı alacak sın ız.4

Bununla birlikte, sorun şu ki, tüketim toplum um uz,


E p ik tetos’un güven verici v aadin in gerçekliğine duyulan in an ­
cın, deneyim e ters düştüğünü gösterm ek için akla gelen her
şeyi yapar ve bu nedenle de E pik tetos’un suskunluk, aşırıya
kaçm am a ve ihtiyata dair n asihatin i kabullenm ek güçleşir.

3) A.g.e, s. 41.
4 ) Epictetus, The Art o f Living, çev.: Sharon Lebell, Harper One, 2 0 0 7 , s. 22.
Ayrıca tüketim toplum um uz E piktetos’un nasihatinin h a y a ta
g eçirilm esin i, yıldırıcı bir görev ve zahm etli bir m ücadele k ıl­
m ak için de akla gelen her şeyi yapar. A ncak, bunu im kânsız
kılm az. Toplum, insanlar açısından birtakım tercihleri daha az
seçilebilir k ılabilir (kılar da). A ncak h içbir toplum , insanların
seçim hakkım tüm den elinden alamaz.

İtiraz beklem eksizin güvenle, m u tluluk hakkında söylenebi­


lecek bir şeyler var m ıdır? Elbette vardır: M utluluk, arzula­
nacak ve değer verilecek iyi bir şeydir. Ya da m utlu olm ak,
m utsuz olm aktan daha iyidir. A ncak bu iki ıtnap, m utluluk
hakkında sağlam bir tem ele dayalı olarak özgüvenle söylene­
b ilecek tek şeydir. “M utlu lu k” kelim esini içeren bütün diğer
cü m lelerin m ünakaşa çıkaracağı kesindir. D ışarıdan bir göz­
lem ci açısından, birin in m utluluğunu bir başka k işinin kor­
kusundan ayırt etm ek pekâlâ güç olabilir.
G elgelelim , şiddetli itiraz riski olm adan söylenebilecek
“tek şeyin” bunlar olduğunu söylem ek, çok da fazla anlam
taşımaz. Hiç şüphe yok ki, kelim enin anlam ını zaten im lediği
şeyi tekrar ederek “açan ”, ancak bu süreçte birkaç kelim e daha
kullanan, kelim enin sözlük tanım ından çok da farklı bir şey
değildir bu. Söz konusu kelim e belirli şeyler ya da durum lar
için değil de başkaları için ku llan ıldığın da, tartışm alı yorum lar
ve bakış açıları bolca ortaya çıkm aya başlar. N itekim sözlük
tanım ları, ortaya çıkan ihtilafları engellem eyecek, hızını kes­
m eyecek ve hatta yatıştırm ayacaktır. Bazı insanların kelim eyi
bu durum yerine şu durum için kullanm a kararını şaşkınlıkla
karşılayacak yahut açıkça suçlayacak ya da alay konusu yapa­
cak olan yalnızca b a ş k a la r ı değildir. Karar alıcıların k en d ile­
rinin de tercihlerinin uygunluğu veya hikm etiyle ilgili olarak
kararsız kalm ası kuvvetle m uhtem eldir. Geriye bakıp şaşkın
bir şekilde “Bütün yaygara bunun için miydi? Eğer um ut etti­
ğim m utluluk buysa, ona varm ak için görünüşte gereken b ü ­
tün bu çaba ve çileye değer m iy d i?!” diye sorabilirler.
Im m anuel Kant, her türlü karşı-sava karşı bağışık olan ve
bu yüzden tüm insanların kabul edeceği ve neticede kabul et­
tiği bir tanıma vararak “m eseleyi h alletm ek ” üzere bir tanım
yapm ak um uduyla, bu lanık ve tartışm alı kavram ları açm ak ve
berraklaştırm ak için yaşam ı boyunca m ücadele etm esine (ve
bunu büyük ölçüde başarm asına) rağm en, “m u tlu lu k ” kavra­
m ı söz konusu olduğunda um udunu kesm ek zorunda hisset­
m işti. Kant şöyle der: “M utluluk kavram ı o kadar belirsizdir
ki, herkes m utluluğu elde etm ek istese bile, gerçekte istediği
ve arzuladığı şeyin ne olduğunu kesin ve tutarlı bir şekilde
asla söyleyem ez.”’ Bu yorum a şunu ekleyebiliriz: M esele m u t­
lu lu k olduğunda insan hem kesin hem d e tutarlı olamaz. Kişi
ne kadar kesin olursa, tutarlı kalm a şansı da o kadar azalır.
Bu pek de şaşırtıcı değildir, zira m utluluğun alm ası gereken
biçim hakkında n et olm ak, tercih edilen m odel üzerinde dik­
kati ve enerjiyi yoğunlaştırm ak ve geriye kalan her şeyi dı­
şarıda ya da gölgede bırakm ak anlam ına gelir. Ö te taraftan,
bütün diğerleri pahasına peşinden gidilen her m odel, ölü do­
ğan, başarısızlıkla sonuçlanan ya da ihm al edilen olasılıkların
m ezarlığı büyüdükçe, daha da şüpheli görünm eye m ecbur­
dur. Tatm in, tutarsızlığın -g eriy e gitm enin ya da yan yollara
sap m an ın - cezbediciliğiyle, bir paket teklif içinde gelecektir
m uhtem elen.
P lato n a inanacak olursak, Sokrates’in zaten yaşam ın zalim
bir gerçeği olduğunu belirttiği m utluluk arzusu, insan varolu­

5) Immanuel Kant. Grounding f o r the M etaphysics o f M orals, çev.: Jam es W.


Ellington. Hackett. 1981, s.27 [Ahlak M etafiziğinin T em ellendirilm e si, çev.:
İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu. 200 9 ],
şu nun ebedi bir yoldaşı gibi görünm ektedir. A ncak, eksiksiz,
sorgulanam az, j e ne regrette rien [hiçbir şeyden pişm an deği­
lim ] tarzı kıvancın ve tatm inin im kânsızlığı da aynı derecede
ebedi gibi görünm ektedir. Keza bunun neden olduğu bütün
hüsranlara rağm en, insanların, aslında m utluluğu aram ak,
elde etm ek ve muhafaza etm ek için elinden geleni yaparak,
m utluluğu arzulamayı bırakm alarının im kânsız oluşu da öyle.
Aristoteles R etorik çalışm asında, insanın m üşkül durum u­
nun karm aşıklığından kaynaklanan m eseleleri daha basit b i­
leşenlere ayrıştırarak çözm e konusundaki alışılm ış stratejisini
izleyerek, bir kere kazanıldığında veya elde edildiğinde, mutlu
bir yaşam ın parçası olacak kişisel özellikleri ve başarıları üste­
lem iştir.6 A ristoteles m utluluğun birçok şekilde tanım lanabi­
leceğini kabul ediyordu: “erdem le birleşm iş zenginlik” olarak;
“yaşam ın bağım sızlığı” olarak; “güvenli bir şekilde m aksi­
m um haz alm a” olarak; “k işinin m ülkiyet ve bedenini korum a
gücü ve bunlardan faydalanmayla b irlikte, m ülkiyetin ve b e­
denin durum unun esen liği” olarak. Fakat daha sonra, mutlu
yaşam reçetesi olarak hangisi seçilm iş olursa olsun, m utluluk
için gerekli olan “iç ” ve “d ış” şeylerin bir listesini sunm uştu.
O na göre, listenin, am pirik tem elleri vardı, zira m uhtem elen
Atina’n ın bütün yurttaşlarının dile getireceği arzulardan olu­
şuyordu: iyi bir soydan gelm ek, ço k sayıda yakın dost, zengin­
lik, iyi çocuklar, çok sayıda çocuk, sağlık, güzellik, güç, geniş
endam , atletik güçler, şan, şeref, şans, erdem vs. Bu listede
değerler hiyerarşisi yoktu. M utluluk örselenm eden h içbirin in
diğeri için gözden çıkarılam ayacağı ve herhangi birin in varlığı
ya da bolluğunun, diğerinin eksikliği ya da yokluğunu telafi
edem eyeceği varsayıldığm dan, m utluluğun bütün bileşen le­

6) Bkz. Aristotle, The B asic W orks o j Aristotle, haz. Richard M cKeon. Random
House, 1941.
rine aynı önem veriliyordu. Bu varsayım A ristoteles’in yaşam
felsefesinin geri kalan kısm ıyla çok uyumluydu; bu felsefe her
türlü radikal, tek taraflı tercihler konusunda kuşku duyuyor
ve bu nun yerine çeşitliliği ve bağdaşm azlığıyla m eşhur ger­
çeklik ler ortasında izlenm esi gereken tek doğru ve etkili stra­
teji olarak ılım lılık, dengeli yargı ve “orta y o l” tercihini tavsiye
ediyordu.
Çağdaş okurların A ristoteles’in listesinden ötürü aklı ka­
rışm ış, hatta keyfi kaçm ış olabilir. Çağdaş insanlara m utlu­
lu k hakkm daki fikirleri sorulsa, listenin bazı m addeleri pek
de um ursam ayacakları özellikler arasında kalır. Diğer bazı
m addeler de, en azından, karışık duygularla ele alınacaktır.
G elgelelim görece önem siz bir rahatsız edici noktadır bu:
Çağdaş m utluluk arayışm dakileri en ço k şaşırtm ası m u h te­
m el olan şey, m utluluğun bir kere ulaşıldığında değişm eyen
bir durum , belki de sa ğ lam ve kesin tisiz bir durum olduğu
(olabileceği, olm ası gerektiği) yönündeki zım ni varsayımdır.
Listedeki bütün m addeler bir kere elde edildiğinde ve bir ara­
ya getirildiğinde ve daim i olarak “elde edilm iş” oldukları te­
m in edildiğinde, (A ristoteles’in de im lediği gibi) sahiplerine
istisnasız her gün her saat sonsuza dek m utluluk sağlam aları
beklenir. Bu, çağdaşlarım ızın kesinlikle tuhaf ve gerçekleşm e­
si im kânsız diye değerlendirecekleri bir şeydir. Ü stelik, ger­
çekleşm esi pek de m üm kün olm ayan böylesi daim i bir istik ­
rarın, yaşam daki m utluluk üzerinde gayet sevimsiz etkilere
sahip olacağından kuşkulanacaklardır.
Elbette çoğu çağdaş okur bunu şöyle yorum layacaktır:
M utluluk açısından, daha fazla paraya sahip olm a, paranın az
olm asından iyidir; insanın birçok iyi dosta sahip olm ası, az
sayıda dostu olm ası veya hiç olm am asından iyidir; veya sağ­
lıklı olm ak hasta olm aktan iyidir. A ncak, şayet varsa, yalnızca
48 ! Yasam Sanatı
i

ço k k ü çü k bir okur kitlesi, k end ilerini tek bir gün m utlu kılan
şeylerin kend ilerini büyülem eye ve daima sevinç aşılamaya
devam edeceğini um acaktır. Ç ok az insan m u tluluk halinin
tek seferde elde edilebileceğine ve elde edildiğinde de bu halin
daha fazla çaba gerektirm eden yaşam ın geri kalanı boyunca
sürebileceğine inanacaktır. Başka bir deyişle, “bundan böyle
h içbir şey değişm eyecek ve her şey olduğu gibi kalacak” an ­
layışına rağm en, daha fazla ve daha büyük m utluluk arayışı
sona ererse, m utluluk m ahvolm ayacaktır.
Çağdaşlarım ızın çoğuna göre, “hep aynı” bek len tisi, b aş­
lı başına bir değer değildir; yalnızca fesih yetkisi veren bir
şartla tam am landığında değer olur. “Hep aynı” anlayışı aşırı
sevinç ve coşku anında çekici olabilir; ancak, başka alanlar­
da olduğu gibi, çoğu insan arzunun sonsuza dek sürm esini
beklem eyecek ve arzu nesn esinin süresiz olarak “ay nı” kalm a­
sını istem eyecektir. C hristopher M arlow e’un F au st’unun zor
yoldan öğrendiği gibi, süresiz olarak “aynı” kalacak bir saadet
anı dilem enin, süresiz m utluluktansa sonsuz bir cehennem
m ahkûm iyeti sağlayacağı garantidir...
Çoğu çağdaşım ız için m utluluk daha ziyade, h er ne ka­
dar sabır ve çelik gibi sinirler gerektirse de, “insanın kendi
yolunda gitm esi” (henüz tatm in edilm em iş arzularla dürtü­
len ve hedeften hâlâ belli b ir mesafede bulunan insanın düş
kurm aya ve bu düşlerin gerçekleşm esi için çabalam aya ve
um ut beslem eye devam etm eye zorlanm ası) bir değer olarak
kabul edilir ve şüphesiz ki son derece de kıym etli bir değer­
dir. M uhtem elen, çağdaşlarım ız bu koşulun aksinin, yani din­
ginlik halinin, m utluluktan ziyade can sıkıntısı hali olacağını
(söze dökm eseler de en azından içlerind e) kabul edecektir.
N itekim çoğum uz açısından “sıkılm ak ”, aşırı m utsuzluk­
la eşanlam lıdır ki bu da en ço k korktuğum uz durum un bir
başka adıdır. M utluluk bir “h al” olarak tanım lanabilirse, bu
durum isteklerin henüz tatm in edilm em esinden kaynaklanan
heyecan olarak tarif edilebilir ancak...

M odern çağın başlangıcında, m u tluluk arayanların uygula­


m alarında ve düşlerinde “m u tluluk h ali”n in yerini m utluluk
ara y ışı aldı. Bu çağın başlangıcından itibaren, en büyük m ut­
lu lu k, sü rüncem eli m eydan okum a ve uzun m ücadelenin en
sonunda erişilecek ödüllerden ziyade, talihe m eydan okum ak
ve engellerin ü stesinden gelm ekten kaynaklanan tatm inle iliş-
k ilendirilm iştir ve halen de öyledir. A lexis de Tocqueville’in
görüşlerini d erinleştiren D arrin M cM ahon’u n 7, “B atı” felse­
fesi ve kültüründe m utluluğun uzun öyküsüne ilişk in çok
kapsam lı ve direyetli incelem esinde gözlem lediği üzere, de
Tocqueville’in ziyaret ettiği Am erika’da, eşitlik arzusunun, ev ­
velden ka za n ılm ış eşitlikteki artışla gitgide daha da doyum suz
hale gelm esi gibi, bastırılm am ış arzu ve zorlayıcı m utluluk
arayışı da, maddi belirtiler çoğaldıkça, m utluluk-arayışm da-
kileri daha ziyade m assetm e eğilim indeydi (hâlâ da öyledir).
De Tocqueville’in kendi sözleriyle, “M utluluk gözden kaybol-
m aksızm insanlardan uzaklaşan bir ö zelliktir ve uzaklaştıkça
insanları peşinden sürüklem ek için el eder. O nu yakalayacak­
larım düşündükleri her an, parm aklarının arasından kayıp
gider.”8
insan düşüncesi ve eylem inin asıl m otoru olarak m utluluk
arayışının ortaya çıkm ası, bazıları için kötüye delalet ederken,
bazıları içinse gerçek b ir kültürel, toplum sal ve ekonom ik
devrim in işaretidir. Kültürel b a k ım d a n , sonsuz rutinden daimi

7) Darrin M cM ahon, The Pursuit o f H appiness: A History1from the G reeks to the


Present, Allen Lane, 2 006, s. 3 3 7 ve devamı.
8) Alexis de Tocqueville, D em ocracy in A m erica, çev.: George Lawrence,
Harper, 1988, c. 2, s. 538.
yeniliğe, “her zaman olan ” ya da “her zaman olm uş olan ”m
yeniden üretim i ve m uhafazasından, “asla olm ayan” ya da
“asla olm am ış o lan ın ” oluşum u ve/veya tem ellüküne geçişe;
“itm ek ”ten “çekm e”ye, ihtiyaçtan arzuya, nedenden amaca
geçişe delalet ya da eşlik eder. Toplum sal b ak ım d a n , geleneğin
hükm ünden, “katı olanın buharlaşm ası ve kutsal olana saygı
gösterm em eye” geçişle örtüşür. E k o n o m ik b a k ım d a n , ihtiyaç­
ların tatm ininden arzuların üretim ine geçişi tetikler. Bir dü­
şü nce ve eylem dürtüsü olarak “m utluluk h ali” esas itibariyle
m uhafazakâr ve istikrarlaştırıcı bir öğe olm uşken, “m utluluk
arayışı” etkili bir istikrarsızlaştırıcı güçtür. N itekim hem in ­
sanlar arasındaki bağlar ve toplum sal ortam ları hem de k en d i­
ni tanım ak yolunda harcanan em eğin oluşturduğu ağ için en
güçlü antifriz bu arayıştır. Bu, “k atı” m oderniteden “ak ışk an ”
m odernite evresine geçişten sorum lu olan nedensel karm aşa
bakım ından esas p s ik o lo jik öğe olarak düşünülebilir.
De Tocqueville, aynı anda, hak, görev ve yaşam ın başlıca
am acı m ertebesine yükseltilen “m utluluk arayışı”nm p sikolo­
ji k etkileri hakkında şunları söylüyor:

[A m erikalılar] m u tlu lu ğ u n çek iciliğ in i b ile ce k kadar onu ya­


k ın d an görür, an cak o n u n tadını çık arm ak için y eterin ce y ak ın laş­
m az. M u tlu lu ğ u n zevk lerin e tam am en varm adan ön ce de ölm üş
o lacak lar... B o llu k ortasın d a, d em o krasilerin sak in lerin e ço ğ u n ­
lu k la m usallat olan tu h af m elan k o lin in ve sü k û n et dolu rahat or­
tam larda on ları kim i zam an ele geçiren , yaşam aya duyulan nefretin

ned en i işte bu d u r.9

A ntik çağdaki bilgeler “evrensel m utluluk arayışı” çağının


başlangıcından çok uzun zaman önce bunu tahm in etm iş ya
9) A.g.e.
da sezinlem işlerdi. Bu belirgin paradokstan anlam çıkarm a­
ya ve bunun m utluluk arayışm dakiler için kuracağı tuzaktan
sakınm anın ya da sıyrılm anın yollarını planlam aya heves et­
m işlerdi. Lucius Anneus Seneca “M utlu Yaşam Ü zerin e” m ü­
talaalarında şuna dikkat çekiyordu:

E n yüce iyi, ölü m süz olandır, geçip gitm e eğilim in de değildir,


pişm anlığı olduğu kadar bık k ın lığ ı da dışlar. Asil b ir zihin asla k a­
rarlarında sen delem ez, asla kend ini h o r görm ez, yaşam ınd a k u su r­
suz olan b ir şeyi asla d eğiştirm ez. Tensel hazlar açısınd an ise tam
aksi g eçerlid ir: E n y ü k sek sıcaklığa eriştik leri anda soğuverirler.
Tensel hazzm hacm i b ü y ü k d eğildir ve dolayısıyla h ızlıca dolar, haz
b ık k ın lığ a ve baştak i şevk can sık ın tısı ve m isk in liğ e d ön ü şü r.10

N etlik uğruna, Seneca ilk cüm ledeki akıl yürütm eyi ter­
sine çevirse çok daha iyi olurdu: İyi şeylerin ölüm süz oldu­
ğunu varsaymak yerine, en yüce iyi olarak görülm esi gere­
kenin -zam an ın aşındırıcı etkisine karşı kesinlikle ölüm süz
ve dirençli olm ak say esind e- ölüm süz olan şeyler olduğunu
söyleyebilirdi. Seneca’n m öğüdü ya da uyarısı ne kadar ikna
gücü taşım ış olursa olsun, bu gücü her şeyden önce, zam anın
akışını tuzağa düşürm ek, ehliyetsiz kılm ak, yavaşlatm ak ve
neticede önleyip, aşındırıcı gücünden m ahrum etm ek k on u ­
sunda her yerde karşım ıza çıkan, azim dolu insan düşünden;
ölüm lü insanların varoluşun uzun sürm esine, bitim sizliğine,
hatta ebediliğine duydukları doyurulm am ış ve doyurulam az

10) Zysk i S-ka’m n 1996'da yayımladığı Lehçe baskısından çevrilmiştir. Al­


ternatif bir çeviri için bkz. Jo h n Davie, Seneca: Dialogues and E ssays, Oxford
University Press, 2 0 0 7 , s. 91: "En yüce iyilik ölüm tarafından el sürülmemiş
olandır. Ölüm nedir bilm ez, ne aşırılığa ne de pişmanlığa müsamaha gösterir;
zira iffetli akıl asla yolundan dönmez ya da kendinden tiksinmeye yenik düş­
mez. M ükemm el olan bir şeyi herhangi bir şeyle asla değiştirmez. Ancak keyif
neşe verdiği anda sonlanır; yalnızca küçük bir yer tutar ve bu yüzden hızla iş
görür ve ilk saldırıdan sonra bitkin düşerek enerjisini kaybeder.”
arzudan alıyordu. “Bilgi ağacı”nm m eyvesini daha önce tatm ış
oldukları için, ölüm lü insanlar, ne kadar um utsuzca ve ısrarla
çabalasalar da, faniliklerini unutam az ve unutm ayacaklardır.
Bu yüzden insanların, kend ilerind en acım asızca ve tüm den
esirgenm iş olan büyülü ve büyüleyici diğer meyveyi, yani “ya­
şam ağacı”m n m eyvesini, şehvetle arzulam ayı bırakm ası pek
m üm kün değildir.
Ne “baki olduğu için değerli” ile “geçici olduğu için fay­
dasız” olan arasındaki ayrım , ne de ik isini ayıran kapatıla­
maz boşlu k, insan m utluluğu üzerine düşüncelerden şimdiye
kadar bir an olsun çıkm ıştır. D ünyanın kend isinin fütursuz
ebediliğine kıyasla, bireyin bu dünyadaki bedensel varlığının
kü çü k düşürücü ve aşağılayıcı anlam sızlığı, hiçliği iki bin yılı
aşkın bir süreden beri filozofların (ve felsefi bir ruh haline gi­
rip öyle kaldıkları kısa süreler boyunca filozof-olm ayanlarm )
yakasını bırakm am ıştır. Ortaçağda bu husus, ölü m lü lerin en
yüce am acı ve ulu m eselesi m ertebesine yükseltilm iş ve ahiret
hayatının sonsuz saadetine zorunlu ve dolayısıyla m akbul bir
giriş olarak fani dünyevi varoluşun acısını ve ıstırabını açık ­
lam anın (ve um utla ilzam etm enin) yanı sıra, tinsel değerle­
ri bedensel hazlarm üzerine çıkarm ak için de kullanılm ıştı.
M odern çağın gelm esiyle birlikte, yeni bir kılıkta, “toplum sal
b ü tü n ü n ” -u lu su n , devletin, ü lk ü n ü n ...- çıkarlarıyla yan
yana konduğunda, gayet kısa öm ürlü, fani ve başıboş oldu­
ğu görülen b irey sel çıkar ve kaygıların beyhudeliği kılığında
ortaya çıktı.
Bireysel faniliğe karşı dünyevileştirilm iş yeni ve güçlü bir
cevap, m odern sosyolojinin kurucularından biri olan Em ile
D urkheim tarafından ortaya atılıp d erinlem esine tartışıldı.
D urkheim “toplum ”u Tanrı’dan ve onun yaratım ı ya da c i­
sim leşm esi olarak düşünülen Doğa’dan boşalan yere yerleşti­
rip orada kurm aya çabaladı. Böylece yeni gelişm eye başlayan
ulus-devlet için, ahlaki buyruklar dile getirm e, ileri sürm e
ve dayatma ve uyruklarının en yüksek sadakatini buyurm a
hakkı talep etm eyi am açladı. Bu hak önceden Tanrı ve O ’nun
kutsanm ış dünyevi vekillerinin elindeydi. D urkheim çalışm a­
sın ın m aksadının tam am en farkındaydı: “En tem el ahlaki fi­
k irlerin uzun zam andır aracı hizm eti gören bu dini saiklerin
yerini alacak rasyonel saikler bu lm alıyız.”11 D urkheim ’m in ­
sanların aram asını tavsiye ettiği gerçek m u tluluk Tanrı sevgisi
ve O ’nun K ilisesine itaatten, ulus sevgisi ve ulus-devlete itaa­
te yöneltilm işti. G elgelelim her iki örnekte, ebediliğin fanilik
üzerinde üstünlüğüne dair aynı sav kullanılm ıştı.

Eğer çabalarım ız kalıcı hiçbir şeyle sonuçlanm azsa, içleri boş


dem ektir ve beyhude bir şey için neden uğraşalım ki? ... Son derece
boş ve kısa olan bireysel hazlarım ızm değeri nedir ki? ...
Birey toplum a tabidir ve bu tabiiyet onun özgürlük koşuludur.
İnsan için özgürlük, kör, düşünceden yoksun m addi güçlerden
kurtuluşa dayanır; bunu, k orum ası altına sığındığı toplum un bü­
yük, anlayışlı gücüyle bu m addi güçlere karşı koyarak elde eder.
Kendisini toplum un kanatları altına yerleştirerek, belli bir ölçüde,
kendini toplum a bağımlı kılar. Ancak bu özgürleştirici bir bağım ­
lılıktır.12

Orvvellcı çelişik düşünceye epeyce benzerlik ortaya k o ­


yan b ir uslam lam ada -tıp k ı toplurtıun yerini almaya çalıştığı
Tanrı’nm buyrukları ve Kilise koruyucularına itaat g ib i- top­
lum un ve onun atanm ış ya da kendi kendini atam ış sö zcü le­
rin in katı taleplerine kayıtsız şartsız teslim olm a, bir k u rtu lu ş
edim i olarak sunuluyordu: ebedi olanın fanilikten, tinin b e­
11) Emile Durkheim. Selected Writings, çev.: Anthony Giddens, Cambridge
University Press, 1 972, s. 110.
12) A.g.e, s. 94, 115.
densel hapishaneden kurtuluşu; kısacası gerçek değerin sahte
ikam elerinden kurtuluşu.
Ö te yandan Seneca’nm reçetesi çoğunlukla feendine-yeterli-
lik ve ken d i k e n d in in efendisi olmayla birlikte düşünülüyordu.
Bu reçete aynı zamanda tereddüde yer bırakm ayacak biçim de
tam am en b irey selciy d i. Ne Tanrının kadir-i m utlaklığm a ne de
yüce akla ve toplum un sınırsız kudretine dayanıyordu. Daha
ziyade “asil zih inlere”, sağduyuya, bireylerin irade ve kararlı­
lığına ve bu bireylerin bizzat hükm ettiği güçlere ve kaynak­
lara hitap ediyordu. O nlardan acınası insanlık durum una tek
başlarına karşı çıkm alarını istiyordu; ve bunu, hem insanlık
durum unun karanlık gerçeklerinden gözlerini kaçırm ayı sağ­
layan kötü, aldatıcı, sahte terapiye sığınm adan, hem de geçici
zevkleri kovalam adan yapm alarını istiyordu; gidilen bu yol
söz konusu gerçekleri onlara, bir an bile fazla sürm eyecek şe­
kilde, ancak kovalam a devam ettiği sürece unutturabiliyordu.
Bu, m uhtem elen Seneca’nm tüm kalbiyle onaylayarak aktar­
dığı Epiküros’un düşüncesiyle anlatm ak istediği şeydir: “Eğer
yaşam ınız, doğaya göre şekillendirirseniz, asla fakir olam aya­
caksınız; eğer insanların görüşlerine göre şekillendirirseniz,
asla varlıklı olam ayacaksınız.”13; ya da “Yaygın kabul gören
şeyin en iyi olduğunu düşünerek söylentiye boyun eğmem iz
ve birçoğum uzun izinden gidebileceği pek çok iyi şey b u lu n ­
m asından ötürü akıldan ziyade öykünm e ilkesiyle yaşam amız
kadar başım ıza bela getiren başka bir şey y ok tu r” yorum uy­
la; “Doğal arzular sınırlıdır; yanlış görüşlerden kaynaklanan
arzular dur durak bilm ez. Zira hatanın son durağı yoktur,”
uyarısıyla; son olarak da “ne kadar çok insanla kaynaşırsak
tehlike de o kadar artacağı” için “özellikle kaçınılm ası ge­

13) Bkz. Seneca, E pistulae M orales ad Lucilium , “Letters from a Stoic" olarak
çeviren Robin Campbell, Penguin, 2 0 04. s. 65.
reken en ön em li” şey olarak “kitlesel kalabalıkları” seçm e
kararıyla da anlatm ak istediği budur. “İnsanın kişiliğine en
çok zarar veren şey, bir gösteri izleyerek zaman geçirm ektir.
Çünkü o anlarda, eğlence aracılığıyla, ahlaksızlık büyük bir
kolaylıkla gelip içim ize yerleşiverir.”14 Kısacası: K ab ak lık tan
k açının, kitlesel dinleyici topluluklarından sakının, -felsefeye
ve edinip sahip olabileceğiniz bilgeliğe ait o la n - kendi düşün­
cenize kulak verin. Seneca, insan dünya üzerindeki g eçici y ol­
culuğunda kadim Tanrı’ya eşittir, der. Hatta bir bakım a insan
Tanrıdan üstündür: Tanrı’nın kendisini korkuya karşı k oru ­
yacak Doğası vardır. A ncak insanı korkudan her ne korursa
korusun, insanın bunu kendi aklıyla üretm esi gerekir.
Sorun, ebediliğin insanlara yasaklanm ış olm asıdır ve do­
layısıyla hepsi acılar içinde bunun farkında olan ve kaderin
bu hükm üne karşı gelm ek için pek um ut beslem eyen insan­
lar, trajik h ikm etlerin i kırılgan ve geçici hazlarm hayhuyunda
bastırm aya ve köreltm eye çalışır. Bu, hiç kuşkusuz yanlış bir
hesap olduğundan - k i bunun nedeni yanlış hesaba yol açan
şeyle aynıdır (yani, trajik hikm et asla kovalanam az ya da te­
m elli olarak ortadan k ald ırılam az)- insanlar, maddi zengin­
likleri ne olursa olsun, kendilerini ebedi tinsel yoksulluğa
m ahkûm eder: yani daimi m utsuzluğa ( “İnsan kendini m u t­
suz olduğuna inandırdığı kadar m utsuzdur”1’ ). Zor durum la­
rının sınırları içerisinde, m utluluğa giden yolu aram ak y eri­
ne, yol boyunca bir yerlerde iğrenç ve m enfur kaderlerinden
k u rtulabileceklerini ya da atlatabileceklerini um ut ederek yan
yollara saparlar -a n ca k , onları (içten lik le istenen ama elde
edilem eyen) keşif yolculuğuna çıkm ak üzere harekete g eçi­
ren um arsızlığa varırlar nihayetinde. Bu yolculukta insanların

14) Senaca: D ialogues and E ssays, s.41, 85.


15) A.g.e. s. 134.
yapabileceği tek keşif, kat ettikleri yolun, kend ilerini er geç
başlangıç çizgisine getirecek olan bir yan yol olduğudur.

İster am ansız bir yazgının pençesinde olalım , ister evrenin sahi­


bi olarak Tanrı bütün şeyleri buyurm uş olsun, isterse de insana dair
olaylar tam am en şansa bağlı olsun; bizi k orum a görevi felsefenindir.
Bizi neşeyle Tanrı’ya ve isyankârlıkla talihe boyun eğm em izi teşvik
edecek olan felsefedir; Tanrı’yı nasıl takip edeceğinizi ve onun size
hangi lütfü yollayabileceğini duym anızı size felsefe gösterecek tir.10

Beyhude, beyhude, her şey beyhudedir: Seneca farkında


olm adan E cclesiastes’teki ön celin in m esajın ı tekrar ederek
bunu kafalara sokm ak ister gibidir: K endini beğenm iş kişiye,
hak etm ediği ilgi, saygı ve hayranlık göstererek kend ini küçük
düşürm e. Stoacı filozofların uzun soyunda, Seneca’nm ardılı
olan M arcus Aurelius da bu görüşe katılır ve okurlarına şöyle
bir nasihatte bulunur: “G öreviniz dik durm aktır, b irileri tara­
fından dik tutulm ak d eğil.” Bunu da şöyle açıklar:

H er şey nasıl da hızla yok olup gidiyor, bedenlerim iz maddi


dünyada kayboluyor, anılar zam anla yitip gidiyor; duyularla algı­
lanan bütün nesneler -özellik le de verdiği hazla bizi kendim izden
geçiren, yaşattığı acıyla k orku tan ya da anlam sız şeylerden zevk al­
mam ızı sağlayan şey ler- nasıl da u cuz, aşağılık, adi, geçici ve ru h ­
suzlar. ..
Bedene dair her şey bir nehir gibi sürüklenip gidiyor, zihnin bü­
tün ürünleriyse rüyalar ve sanrılardan ibaret... Peki yolcu luğu m u z­
da bize ne eşlik edebilir? Bir tek şey, yalnızca bir tek şey: felsefe.17

M arcus Aurelius’un nasihati, gündelik koşuşturm acadan,


aşağılık her şeyden uzak durm aktır, çünkü bunlar geçici, ucuz

16) A .g.e, s. 64.


17) Marcus Aurelius, M editations, çev.: Martin Hammond, Penguin, 2 0 06, s.
13, 15, 19 [Düşünceler, çev.: Şadan Karadeniz, YKY, 2 006],
ve adidir: “Dünyevi şeyleri çok yüksek bir noktadan aşağı ba-
kıyorm uşçasm a g örü n .”18 Böyle yaparak, m utluluk vaadini
yerine getirm eyecek, getirem eyecek şeylerin aldatıcı cazibe­
sinden kaçınm ış ve hüsranla son bulacak baştan çıkm alara
karşı direnm iş olursunuz.

Bütün am açsız gezilerinizdeki deneyim inizden biliyorsunuz ki


iyi yaşam ı hiçbir yerde - n e m antıkta, ne zenginlikte, ne şöhrette,
ne de sefah atte- bulam adınız. O zam an nerede bulacaksınız? İnsan
doğasının gerektirdiği şeyi yaparak... D ürtülerinizi ve eylem lerinizi

yönetecek ilkeler edinerek bulacaksın ız.19

Peki bu ilkeler ne olm alıydı? M arcus Aurelius “herhangi


bir yeteneksizlik ya da kabiliyetsizlik m azeretine m ahal ver­
m eden” herkes tarafından uygulanabilecek şekilde b elirlen ­
m iş bazı ilkeleri şöyle sıralar: dürüstlük, şeref, sıkı çalışm a,
özveri, kanaatkârlık, tutum luluk, şefkat, bağım sızlık, sadelik,
sağgörü, yüce gönüllülük. “U nutm a ki seni yönlendiren zih ­
nin kendi kendine yetebildiğinde yenilm ez olur... Tutkulardan
kurtulm uş bir zihin kale gibidir: İnsanların sığınabileceği daha
güçlü bir yer yoktu r.”20 Ç ağım ızın d ilini kullanacak olursak,
M arcus Aurelius’un, m u tluluk arayışında olanların nihai sığı­
nağı olarak kişiliği ve vicdanı saptadığını söyleyebiliriz: Başka
bir yerde ardında varis ya da vasiyet bırakm adan yitip gitm eye
m ahkûm olan m u tluluk düşlerinin hüsrana uğram ayacağı tek
yer. M arcus Aurelius’un ileri sürdüğü m utluluk reçetesi k en ­
di kendine yeterlidir, kendine gönderm e yapar ve hepsinden
önem lisi kendi kendini sınırlayıcıdır. H atalı yolları bilip on ­
lardan sakının, doğanın dayattığı ve k açışın olm adığı sınırları

18) A .g.e, s. 65.


19) A .g.e, s.71.
20) A .g.e, s. 3 6 , 80.
kabul edin. D eğişken olup h içbir sınır tanım asalar da tu tk u la r
sizi yoldan çıkaracaktır, ama neyse ki tutkuları etkisiz ve güç­
süz kılacak güçlü bir silah olan a k la da sahipsiniz. M utlu bir
yaşam ın sırrı tutkularınızı dizginlem ek, aklm ızıysa dörtnala
koşturm aktır.
Yüzyıllar sonra Blaise Pascal, Seneca ve M arcus A urelius’un
m esajlarını harm anladı ve birleşim lerinin ortak özünü dam ıt­
tı:

İnsanlık onurum u aram am gereken yer uzam değil, düşünce


yapımdır. Toprak sahibi olm anın bana faydası olm ayacaktır. Evren
uzam yoluyla beni kavrar ve bir p arçacık gibi içine çeker; bense
düşünce yoluyla evreni kavrarım .21

Bununla birlikte Pascal’m da ekleyiverdiği gibi, asıl so ­


run, birçok insanın çoğu zaman akla yatkın bu nasihate aksi
yönde davranmalarıdır. M utluluğu, bulunam ayacak yerlerde
ararlar. Pascal en unutulm az cüm lelerinden birin i şöyle b iti­
rir: “M utsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl
oturacağını bilem em esidir.” Orada burada koşuşturm ak sade­
ce “zih inlerin i dağıtm anın” bir yoludur.22 K oşuştururken dü­
şünceye çok az yer kalacağından, koşuşturm aya devam edin.
Böylece kendinize daha yakından bakm a görevinin dayanıl­
maz yükünden kaçınabilirsiniz: sürekli olarak, sonsuza dek
ya da en azından bacaklarınızda pistte kalacak kadar derm an
kaldığı sürece. Bildiğim iz gibi, çoğu pist, kapalı daire şek lin ­
dedir: yuvarlak ya da eliptik olup h içbir yere çıkm azlar; tur
atarak koşm aya uygundurlar. İnsanların m utluluk arayışı o l­
duğuna inandıkları (kendi zararlarına, kendilerini acı bir uya­

21) Pascal, Pensées, çev: A. J. Krailsheimer, Penguin, 1968, s. 59.


22) A.g.e, s. 67, 69.
nışa m ahkûm ederek, yanlış bir şekilde inandıkları) oyun için
seçtikleri isim , v a rm a k değil ko şm a k tır.

Birtakım insanlar her gün ufak bir m eblağı kum arda oynayarak
gam sız bir yaşam sürer. H er sabah kendisine, kum ar oynam am ası şar­
tıyla, o gün kazanabileceği parayı verirseniz onu m utsuz edersiniz.
İstediğinin kazanm ak değil de oyun ovm anın keyfi olduğu ileri sü rü ­
lebilir...
H eyecan duym alıdır; k um ar oynam ayı bırakm ası anlam ına gele­
cekse, arm ağan olarak istem eyeceği şeyi kazanm aktan m utlu olacağını

hayal ederek kendini kandırm alıdır.23

Pascal insanların kendi içlerin e bakm aktan kaçınd ıklarını


ve m üşkül durum larıyla yüz yüze gelm ekten kaçm anın nafile
um uduyla koşturduklarını ileri sürer. Bu m üşkül durum da
insanların ne zam an evrenin sonsuzluğunu hatırlasalar k en ­
di m utlak önem sizlikleriyle yüzleşm eleridir. Böyle yaptıkları
için Pascal onları tenkit edip kmar. Bütün m utsuzluklar için
esas suçlanm ası gereken şeyin, sakince oturm ak yerine hasta­
lıklı bir koşuşturm a hevesi olduğunu söyler.
Gelgelelim Pascal’m , üstü kapalı da olsa, bize m utlu ve
m utsuz bir yaşam arasındaki seçim yerine, iki m utsuzluk türü
arasındaki seçim i sunduğu söylenerek itiraz edilebilir: İster
koşuşturm ayı ister sakince oturm ayı seçelim , m utsuz olmaya
m ahkûm uz. H areket halinde olm anın (farazi ve y an ıltıcı!) tek
avantajı (hareket halinde olduğum uz m üddetçe) söz konusu
hakikati bir süreliğine ertelem em izdir. Pek çok k işinin kabul
edeceği üzere, bu da odalarım ızın iç in d e oturm aktansa k end i­
mizi dışa rı atm anın gerçek avantajlarından biridir. Bunun di­
renm esi güç bir ayartma olduğu konusunda hiç şüphe yoktur.
İnsanlar bu ayartmaya kapılm ayı tercih edecek ve cezbedilip
23) A.g.e, s. 70.
baştan çıkarılm aya m üsaade edecektir. Zira baştan çık arıl­
dıkları m üddetçe, kend ilerini koşm aya sevk eden ve “s e ç m e
ö z g ü r l ü ğ ü ” ya da “ k en d in i isp a tla m a ” denen şeyle perdelenen,
z o r u n lu lu k ve d ü ş k ü n lü ğ ü keşfetm e tehlikesini uzaklaştırm ak­
ta başarılı olacaklardır. A ncak kaçınılm az olarak, erdem leri
hayata geçirm enin ve bunun sorum luluğunu alm anın yol açtı­
ğı ıstıraptan kurtulm ak uğruna, bir zam anlar sahip oldukları,
ancak artık, terk ettikleri bu erdem leri nihayetinde arzulaya-
cak lard ır...
Bu yüzden filozofların bu ayartmaya direnm ek ve dolayı­
sıyla boyun eğmeyi reddetm ek için, “soylu zih in ”, bütünlüklü
bilgi ve güçlü karakter gibi ayrıcalıklı, nadiren bahşedilm iş
nitelik lerin gerektiği konusunda ısrar etm elerine şaşm am alı.

Pascal’dan birkaç yüzyıl sonra, M ax Scheler, O rdo A m o ris ’te


“kalbin, tinsel bir varlık olarak insanın özü olarak adlandırıl­
mayı bilm e ve isten çten çok daha fazla hak ettiği”ni vurgu­
luyordu.24 “K alp” burada cazibe ve iğrenm e hisleri -sev g i ve
n e fre t- arasındaki seçim i tem sil eder.

Bir insan yaşam ının seyrindeki iyi şeyler, pratik şeyler, iradesi­
ni dayandırdığı istenç ve eyleyişlere direnişler, adeta insanın ordo
a m o r is’inin [düzen sevgisi] özel seçici m ekanizm ası tarafından her
zam an en önce gözden geçirilen ve “görü len ” şeylerdir.... Bilfiil dik­
kat ettiği, gözlem lediği veya gözden kaçırıp fark etm eden bıraktığı
şey, bu cazibe ve iğrenm eyle belirlenir.

Scheler insanın bir ens co gita n s ya da ens volens (bilen ya


da isteyen varlık) olm adan önce bir ens a m a n s (seven varlık)
24) Bkz. Max Scheler, “Ordo amoris”, Schriften aus de N achlass içinde: Zur
E thik und E rkenntnislehre, Frank Verlag, 1927; buradaki alıntı şu derleme­
dendir: Max Scheler, S elected P hilosophical Essays, çev. David R. Lachterman,
Northwestern Press, 1973, s. 100-1.
olduğunu söyler. “K alp” sadece kendi kurallarıyla, yaşam yo­
lunda belirlediği kurallarıyla yaşar ve diğer bü tü n kurallara
duyarsız ya da kahram anca itaatsizdir. Bu b en lik çilik açısın ­
dan kalp, bütün diğer m antıklardan ödünç alm an şeyleri in at­
la reddettiği b ilinen A k ıla benzer. Scheler, Pascal’a uyarak, her
ne kadar A k ılın “anlayışı h içbir şey bilm ese ve asla h içb ir şeyi
bilem eyecek olsa da” kalbin de “k en d i düsturları olduğunu”
söyler.23 Zira kalbin düsturları, A k ılın kendi yuvası ve aynı
zamanda ayrıcalıklı ve yakından korunan sahası olarak beyan
ettiği “nesnel b elirlen im ler” ve “sahici zoru nlu lu k lar” değil,
“kendinden m enk u l” düsturlar, yani d ü rt ü le r ve istençlerdir.
“Sertlik, m u tlaklık ve dokunulm azlık açısından aşağı kalır
yanları” olmasa da bunlar A k ılın soruşturduğu düsturlara hiç
benzem ez. A klın savları kalbin yolunun m antığını kavramaya
ve daha da önem lisi onun yolunu değiştirm eye çalıştığında
talihsiz ve çaresiz kalır.
K e n d i düsturlarına göre “kalp ”, dünyayı bir d e ğ e r l e r dünya­
sı olarak kurar. D eğer de, doğası gereği, her zam an ö n d e g e le n ,
her zaman olduğundan daha ile rid e dir: Zaten şu anda burada
olan h içbir şey, değeri tam am en barm dıram az. D olayısıyla ön ­
ceden var olan h içbir durum yoktur ki değere doğru uzanan
bir kalple karşılaştığında, bir insanın kişisel tatm inin rahat
koltuğuna göm ülm esini, sessizce oturm asını ya da kıpırdam a­
dan durm asını sağlayabilsin ( “Aşk sever ve severken de her
zam an sahip olduğundan daha fazlasını arar,” der Scheler.26
O nu doğuran dürtü tükenebilir; aşkın kendisiyse tükenm ez).
Bir değer aracılığıyla eyleme geçen aşk, arzu, şehvet henüz
olm ayan bir şeye odaklanır; bunların nesnelerinin hepsi ge­
lecekte yer alır ve gelecek, duygularla yaklaşılam ayan, irde­

25) A.g.e, s. 117.


26) A.g.e, s. 113
lem ekle bulunam ayan, h içbir am pirik testle saptanam ayan ve
bü tü n hesaplam alara m eydan okuyan m u tla k ötek ilik tir. Aklın
bu tür nitelik leri olan nesneler hakkında söyleyecek h içbir
şeyi yoktur. Akıl, değerler ringe çıktığında sevinçle havlu atar;
seçim ler hakkm daki bü tü n savların kendi sahasının dışında
olduğunu ve dolayısıyla itibarını zedelediğini ilan ederek geri
çekildiğini açıklar: d e gu stih u s no n est d isp u ta n d u m -z ev k ler ve
renkler tartışılm az. D eğerlerin ne “m eselenin g erçekleri”nden
çıkarılabileceğini, ne de bu gerçeklerle doğrulanabileceğini ya
da yalanlanabileceğini ikrar ederek elinde h içbir alet olm adı­
ğını itiraf eder. Değerler ringde tek başına kalır. Görünürde
ne bir rakip ne de destek vardır. Her şey kendi elindedir artık.
D olayısıyla aşkın sahiden de tükenm e tehlikesi yoktur. Ama
aynı zamanda dinlenm e um udundan da yoksundur. Fin alin
nasıl olacağından asla em in olm adan ve ilk ham lenin ne kadar
tesadüfi ya da k ritik olabileceği konusunda sonsuza dek şüp­
he içinde kalarak bir ham leden diğerine geçer durur.
Scheler şöyle bir gözlem de bulunur: “Bir insanın bütün
yaşam ını ya da yıllar ve olaylar silsilesini incelediğim izde, as­
lında her tekil olayın tam am en tesadüfi olduğunu görebiliriz.
Bununla birlikte gerçekleşm eden önce bütünün h er parçası
öngörülem ese dahi, bu olayların bağlantıları, ilgili kişinin özü
telakki etm em iz gereken şeyi yansıtır k esin lik le.”27 M esaj ga­
yet açıktır: Sahip olduğum uzu hepim izin bir şekilde bildiği
ancak ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım neye benzediğinden
asla em in olam adığım ız şeye, yani kişinin karakterine indir­
genir m esele (eğer em in olduğum uzu kabul edersek elbette
yan ılırız...). Bir bireyin k a d eri onun talihi değildir. Pontius
Pilatus’un kötü şöhretli jestin e öykünerek, “bizim eylem edi­
ğim iz” bir şeyi yadsım ak am acıyla “talih ” olarak adlandırdığı­

27) A.g.e, s. 102.


mız şey, gerçekte yaşam ım ızın seyri içerisinde, büyük ölçüde
bireyin yaşam ında ama bü tü nsel olarak türlerin yaşam ında
şekillenir. Bilerek veya bilm eyerek sen, ben ve hepim iz kader­
lerim izi tek tek, ayrı ayrı veya hep birlikte şekillendiririz ve
şekillendirm e ya da yeniden şekillendirm e işine devam etm ek
için gerekli kaynaklar ve/veya istencim iz tükendiğinde de, bu
“talih ” olup çıkar.
Uzun lafın kısası, kişisel kaderim izi, gayri şahsi talihin eşi­
ğinde bırakm aya çalışırız ki bunun sebebi de seçim lerim izin,
yaşam larım ızın seyri üzerinde hiçbir etkisi olm am ası değildir;
böyle yaparız çünkü etkide bulunduğum uz anda ne tür bir
etkide bulunduğum uz ya da bulunm ak üzere olduğum uzun
farkında değilizdir (ve ta m a m en farkında olam ayız)’ Başka bir
deyişle, b ir fark yaratırız, ama n e tü r bir fark yarattığım ızdan
em in olamayız. Yaptığımız ya da yapm aktan vazgeçtiğim iz her
şey bir fark y a ra ta c a k tır -b u konuda elim izden h içbir şey gel­
mez. Bununla birlikte, yapabileceğim iz tek şey, ne tür bir fark
yaratabileceğim izi önceden bilm eyi istem ek ve bunun için
çalışm aktır. Çalışm asına çalışırız da -a m a aslında elim izden
geldiği kadar sıkı çalışm ayız. Peki daha fazla çalışm aktan bizi
alıkoyan nedir?
Daha fazla çalışm ayı zorlaştıran unsurlardan biri ordo
a m o r is'in doğasıdır: Sunduğu m utluluk için bir bedel belirler.
Belirlediği bedel çoğunlukla tavizdir, ancak bazen de karşı­
lıksız, tek taraflı bir özveridir. Erich From m 'un özlü ifade­
siyle "Sevgi esas itibariyle alm ak değil verm ektir.”28 Her iki
bedel türü de m utluluğun kapsam ının ve yoğunluğunun sı­
nırlanm a ihtim alini kuvvetlendirebilir -h e rk e sin her zam an
sevinçle karşılam ayacağı bir görüdür bu. Eğer sevgi, tam da

28) Erich Fromm. The Art o f Loving, Thorsons, 1995. s .18. ¡Sevme Sanatı,
çev.: Yurdanur Salman, Payel Yayınları, 1995],
doğası gereği, sevgi nesn elerim (bir kişi, bir grup insan, bir
dava) doyum m ücadelesinde bir araya getirm e, bu kavgada
onlara yardım etm e, bu m ücadeleyi desteklem e ve savaşçıları
kutsam a eğilim i anlam ına geliyorsa, o zam an “sevm ek” sevgi
nesnesi uğruna kişisel kaygıyı terk etm eye hazır olm ak, kendi
m utluluğunu sevilen n esnenin m utluluğunun bir yansım a­
sı, bir yan etkisi kılm ak dem ektir -a y n ı nedenle (iki bin yıl
sonra Lucanus’u tekrarlayacak olursak) “talihe rehin verm ek”
de dem ektir. Severek, talihi kadere dönüştürm eye çalışırız.
A ncak sevginin isteklerini, ordo a m o ris 'in m antığını izleyerek
kaderim izi talihe rehin veririz. G örünüşte ihtilaflı olan bu iki
eğilim gerçekte yapışık ikizler gibidir ve ayrılamazlar.
Sevginin bugünlerde hem arzulanır hem de korkulur o l­
m asının nedeni budur. Bir başka kişiye, bir grup insana, bir
davaya bağlanm a ve özellikle de koşulsuz ve sınırsız bağlanm a
fikrinin popülerliğini kaybetm esinin nedeni de budur. Bu du­
rum bağlanm anın ellerinden kayıp gitm esine izin verenlerin
aleyhinedir; çünkü kader ve talihin girift diyalektiğiyle ciddi
biçim de karşı karşıya gelinebilen tek yeri, sevgiyi meydana
getiren aşk, fedakârlık ve Ö teki’ne bağlanm a yaratır ancak.
U lrich Beck ve Elisabeth Beck-G ernsh eim şöyle bir soru so­
ruyorlar: M utluluk reçeteleri “bir adım ileride olm ayı” tem el
ilke m ertebesine yükselttiğine göre, bireyler “heyecana duyu­
lan iştahla ve başkalarıyla uyuşm a, başkalarına kendini tabi
kılm a ya da onlarsız yapabilm e isteğinin giderek azalm asıyla"
şaşkına döndüğüne göre, “eşit ve özgür olm ak isteyen iki b i­
rey, sevgilerinin yeşerebileceği ortak zem ini nasıl keşfedebi­
lir? Ö teki kişi kendini bir engel, hatta rahatsızlık öğesi gibi
h issetm ekten nasıl k u rtu labilir?”29 Bu sorular apaçık cevaplar

29) Ulrich Beck ve Elisabeth Beck-Gernsheim, T he N orm al C haos o f Love,


çev.: Mark Ritter ve Jane Wiebel, Polity, 1995, s. 3. 13, 53.
ve kaçınılm az n eticelerle peşinen yüklü olduğundan, kulağa
retorik gibi gelen sorulardır. “Bir adım ileride o lm ak” -y a z a r­
ların yorum una göre “Ö nem li olan benim ; Ben ve yardım cım
olarak Sen ve Sen yoksan da o zam an başka bir Sen ”30- anla­
yışı, b irliktelik ve aşkla, özellikle de yalnızlık korkusuna karşı
bir siper ve huzurlu bir lim anı açık denizlerin fırtınasından
koruyan bir dalgakıran olm ası beklenen , özlem i çekilen bir
aşkla kolay kolay bağdaşmaz. Ehrenreich ve E nglish ’m işaret
ettiği gibi:

Eski bağların artık çözüldüğü post-rom antik dünyada önem li


olan tek şey siksiniz: O lm ak isted iğ in iz şey olabilirsiniz; yaşam ını­
zı, çevrenizi, hatta görünüşünüzü ve duygularınızı s e ç e r s in iz ... Eski
korum a ve bağımlılık hiyerarşileri artık yok, yalnızca özgürce son
verilen özgür sözleşm eler var. U zun zam an önce üretim ilişkilerini
içine alarak genişleyen piyasa şimdi bütün ilişkileri içerecek şekilde

genişlem iştir.31

G illes Lipovetsky çağdaş bireyciliğe ilişkin, 1 9 8 3 tarih­


li çığır açıcı çalışm ası için 1 9 9 3 ’te yazdığı ekte açıkça şunu
söylüyor: “Fedakârlık kültürü artık ölm üştür. Kendim izden
başka bir şey uğruna yaşam anın yüküm lülükleriyle kendim izi
belirlem eyi b ıra k tık .”32
Başka insanların talihsizlikleriyle ya da gezegenin üzücü
durum uyla ilgili kaygılarım ıza sağırlaşm ış değiliz. Bu tür en ­
dişeler hakkında sözüm üzü esirgem eyi bırakm ış da değiliz.
Haksızlığa uğram ışların savunm ası için olduğu kadar, paylaş­
tığım ız gezegenin korunm ası için de harekete geçm e arzum u­

30 ) A.g.e., s. 12.
31) B. Ehrenreich ve D. English, F or Her Own G ood, Knopf, 1979, s. 276.
32) Gilles Lipovetsky, İlere du vide. E ssais sur l’individualism e contem porain,
Gallimard, 1993, s.327-8.
zu açıklam aktan da caym ış değiliz. Bu tür açıklam alar üzerine
(en azından ara sıra) harekete geçm eyi de bırakm ış değiliz.
Aslında durum tam tersi gibi görünüyor: Benliğin kendi k en ­
dine gönderm e yapm asının fevkalade yükselişi, paradoksal
bir şekilde, insanların ıstırabına karşı artan bir hassasiyetle,
hatta en uzaktaki yabancıların maruz kaldığı şiddet, acı ve ıs­
tıraba duyulan nefret ve (çare bulm aya yönelik) yoğunlaşm ış
hayırseverlikle omuz om uza gider. A ncak Lipovetsky’nin doğ­
ru bir şekilde gözlem lediği gibi, bu tür ahlaki dürtüler ve yüce
gönü llülük feveranları, zorunlulukları ve uygulamaya y ön e­
lik yaptırım ları elinden alınm ış, “Ego önceliğine uyarlanm ış"
olan “acısız ah lak ” örnekleridir. “İnsanın kendisinden başka
b ir şey uğruna” harekete geçm esine sıra gelince, tutkular,
Ego’nun esenliği ve fiziksel sağlığı her şeyin önüne geçer ve
etm ek istediğim iz yardım ın sınırlarını belirler.
Ç oğunlukla, “kendim izden başka bir şeye (ya da k işiy e )”
bağlılık dışavurum ları h er ne kadar içten, hevesli ve ateşli olsa
da fedakârlık noktasına varm adan durur. Ö rneğin, ek o lo jik
hareketlere adanm ak, ancak çok nadiren, m ünzevi bir yaşam
tarzını, hatta kısm i bir feragati benim sem e noktasına varır.
G erçekten de, tüketim çılgınlığını dayatan bir yaşam tarzından
vazgeçm eye hazır olm ak bir yana, çoğu kez en kü çü k bir k i­
şisel zahm eti bile kabullenm ekte gönülsüz oluruz. Ö fkem izin
itici gücü, daha üstün, daha güvenli ve daha risksiz bir tü ke­
tim arzusudur. Lipovetsky’nin özetlediği üzere, “disiplinci ve
m ilitan, gözüpek ve ahlakçı birey cilik ” yerini, “kişisel başarıyı
varoluşun esas am acı haline getiren hazcı, p sik o lo jik ” “alakart
bir bireyciliğe” bırak m ıştır.55 Gezegende yerine getireceğim iz
bir görev ya da m isyona sahip olduğum uzu artık pek de h is­
setm iyoruz. G örünüşe bakılırsa, korum ak zorunda h issettiği­

3 3 ) A.g.e., s. 316.
miz h içbir m iras kalm adı, zira bu m irasın bek çileri var artık.
D ü n y a n ın yönetilm e biçim iyle ilgili kaygının yerini, k e n ­
di k en d in i yönetm e kaygısı aldı. Bizi üzen ve kaygılandıran
şey, bütün sakinleriyle beraber dünyanın hali değil; dünya­
daki zorbalıkların, saçm alıkların ve adaletsizliklerin, kaygı­
lı bireyin iç huzurunu ve p siko lojik dengesini bozan ruhsal
sıkıntılar ve duygusal sarsılm alar şeklinde yeniden dolaşıma
girm esinin ürünü olan şeylerdir. C hristopher Lasch bunun
“k olek tif hoşnutsuzlukların sağaltıcı m üdahaleye tabi olan
kişisel sorunlara” dönüşm esinin sonucu olduğuna dikkat çe­
ken ilk kişilerden biriydi.34 L asch’in anılmaya değer b ir şek il­
de “p siko lojik insanlar” olarak adlandırdığı “yeni narsistler”,
dünyanın halini yalnızca kişisel sorunlar prizm asından algı­
lar, irdeler ve değer biçer ve bu kişilere “suçlu lu k duygusun­
dan ziyade endişe m usallat olu r.” O nlar “ru h sal” deneyim leri­
ni tescillerken “gerçekliğin tem sili bir örneğine ilişkin nesnel
bir açıklam a sunm aya çalışm ak yerine, başkalarının dikkatini,
beğenisini ya da ilgisini kendilerinde toplam ak için onları al­
datm ayı” ve böylece kararsız ben lik duygularını desteklem eyi
am açlarlar. Kişisel yaşam, piyasanın kendisi kadar savaş ve
stres dolu olur. Kokteyl, “toplum sallığı toplum sal m ücadele­
ye indirger.”3’
Özgüven ve özsaygı olarak geri tepen, k işinin toplum sal
m evkisinin “güvenliğine duyulan iştah ı” dayandıracak - ş a h ­
sen sahip olduğum uz ve elde edeceğim iz kişisel varlıklar dışın­
d a - pek bir şey m evcut olm adığından, kabul görm e isteğinin
“toplum un her yerini sarm ış olm ası” çok doğal, diyor Jean -
Claude Kaufmann. “H erkes um utsuzca başkalarının gözlerin­

34) Christopher Lasch. Culture o f N arcissism , \Varner Books. 1979, s. 43.


[.Yfirsisicm Kültürü, çev.: Suzan Öztürk, Bilim ve Sanat, 2006],
35) A .g.e.. s. 22. 55, 126.
de onay, hayranlık ya da sevgi arıyor gayretle.”36 U nutm ayalım
ki başkalarının “onay ve hayranlığı” ile sağlanan özsaygının
tem ellerinin zayıf olduğunu da bilm eyen yoktur. G özlerin
kaydığı m alum dur ve onların çevrildiği ya da gezindiği şeyler
de tahm in edilm esi im kânsız b ir şekilde eğilip bü külm eleriyle
meşhurdur. D olayısıyla, “gayretle aram a”nm itici gücü ve zo­
runluluğu gerçekte asla sona ermez. G ünüm üzdeki teyakkuz
h alinin ılım lılığı, dünün onayını ve övgülerini yarının su çla­
m ası ve alayına d önüştürebilir pekâlâ. Tanınm ak, bir bahis
oyunundaki karton tavşan gibidir: D evam lı köpekler tarafın­
dan kovalanır, ama asla p ençelerine düşmez.
H erkesin bildiği gibi, gelecek tanım lanam az ve kehanete
karşı koyar. Keza geçm iş de benzer bir yönelim sağlam am a­
sına rağm en, -y a n ıltıcı ve aldatıcı olsa d a - geçm işin bunu
sağladığına inan ılır çoğu zaman. G eçm işin “m irası” geleceğin
b itk ilerini yeniden çevrim e sokm ayı am açlayan bir ham m ad­
deden ibarettir. H annah Arendt’in belirttiği gibi, neyin kim e
ait olduğunu belirleyebilecek h içbir k anıt yoktur. “M iras” ya
da “vasiyet” olarak adlandırdığım ız şey, geçm işi talihin insafı­
na bırakm aktan çok da farklı değildir.37 G eçm iş geleceğe rehin
b ırakılm ıştır ve özgürlüğü ya da kurtuluşu ne sıklıkla gayretle
m üzakere edilm iş olursa olsun, ödenen fidye ne kadar yük­
sek olursa olsun, geçm iş sonsuza kadar rehin kalm aya m ec­
burdur. OrweH’m “G eçm işi kon trol eden geleceği de kontrol
eder; bugünü kon trol eden de geçm işi kontrol eder” şek lin ­
deki ünlü deyişinin asıl ilham kaynağı olan totaliter “H akikat
B akan lıkları”nm em elleri ve pratikleri geçm işe göm üldükten
(ve birçok çağdaşım ıza göre unutulduktan) ço k sonra bile
bü tü n inandırıcılığını ve güncelliğini koruyor. A ncak sorun

36) Jean-Claude Kaufmann, Linvention de soi, Armand Colin, 2 0 0 4 , s .188.


37) Hannah Arendt, L a crise de la culture, Gallimard, 1972, s. 14.
Zygm unt Bauman | 69
I

şu ki, şim dilerde neredeyse hiç kim se içinde bulunduğu anı


kon trol etm ekle inand ırıcı bir şekilde övünem iyor; yapm akla
övündükleri şeyleri gerçekten yaptığına inanılabilenlerin sa­
yısı ise çok daha az.
Yaşadığımız çağ iki yandan -k a b u l gören bir rehberin
otoritesini artık yadsıyan geçm işten ve şim dinin buyruk ve
kurbanlarını zaten yok sayan ve şim dinin geçm işe davrandı­
ğından farklı olm ayan bir özensizlikle onlara davranan ge­
le c e k te n - kopm uş olduğuna göre, dünya ebediyen, in statü
n a s c e n d i, yani bir “doğum halind e” kalacak gibi görünür. Bu
oluşun neticede izleyeceği yol sürekli olarak belirsiz kalır;
yönü, yakın zam ana kadar “tarihin yasaları” adı altında ortaya
atılan türde, belirli -şifre li ama gene de tahm in ed ileb ilir- her
türlü düzene uym aktan ziyade, gelişigüzel yer değiştirm e (ya
da sürüklenm e) eğilim i gösterir.

F ilo zo f M artin Heidegger, ancak bir şeyler yanlış gittiğinde -


iflasın eşiğine gelindiğinde, alışık olm adığım ız şeyler gerçek­
leştiğinde ya da “norm ların dışına çık ılıp ” dünyanın nasıl bir
yer olduğu ve dünyada nelerin olabileceğine dair zım ni var­
sayım larım ıza m eydan okuyan şeylerle k arşılaşıld ığın d a- şey­
leri gördüğüm üzü, onların farkına ve bilin cin e vararak bütün
dikkatim izi onlara yoğunlaştırıp m aksatlı eylem in hedefleri
haline getirdiğim izi söylemiştir.
Heidegger’e eşlik ederek, bilginin kaynağının ve aynı za­
m anda eylem i güdüleyen şeyin hayal k ırık lığ ı olduğunu söy­
leyebiliriz. Tarihçi Barrington M oore J r geçm işte insanların
silahlanıp isyan etm elerinin nedeninin “adaleti” sağlam aktan
ço k “adaletsizliğin” üstesinden gelm ek olduğuna işaret eder.
“A daletsizlik” hem en h iç fark edilm eden kalacak olan, h iç­
bir şekilde zarar verm e ve ( “h aksız” bir acı şöyle dursun) acı
çekm e duygusu yaratm ayan, son derece düzenli ve rutin olan
bir yaşamı bozan olaydı. İnsanlar “adaleti” (şayet isyanlarının
m aksadı dedikleri şey buysa) ancak b ir yadsım a, ret, feshet­
m e, eşit olm a ya da “adaletsizliği” dengelem e ya da giderme
edimi olarak tahayyül edebiliyordu. Adalet talebi, çoğun luk­
la m uhafazakâr bir çağrı olup kaybedilen ya da kaybedildiği
düşünülen bir şeyi yad ediyordu; zorla ( “adaletsizce”, “h ak ­
sızca”) alm an bir şeyi yeniden ele geçirm eye ve böylece (kor­
kunç ama alışılagelm iş, “n orm al”) eski düzene sevinçle geri
dönm eye yön elik itici bir güçtü.
Kısacası, içind e bulunulan durum un sıradanlığı insanları
ille de m utlu etmiyor, ama n o rm a l ve “doğal” olanın ve böy­
lece de “değiştirilem ez” ve “k açınılm az” olanın standartlarını
belirliyordu. Ö fke gibi hissedilen, şoka sokan, silahlanıp dire­
nişe katılm aya sevk eden şey, tanım ı gereği “doğal olm ayan”
ve bu yüzden de m anipülasyona m üsait bir yenilik olan, stan ­
darttan ve norm dan alışılm a m ış bir sapmaydı. A lışılm am ış
olan ortaya çıktığında, “alışılm ış olan ” (geriye dönüp bakıld ı­
ğında da olsa) gerçek m utluluk gibi geliyordu: A lışılm ış olan,
saldırıya uğradığında, bizatihi m utluluk gibi hissediliyordu.
Ö rneğin feodal seriler, derebeyinin tarlalarında haftanın altı
günü çalıştıklarında k end ilerini pek de m utlu hissetm iş ola­
mazdı: A ncak, derebeyinin alışılagelm iş taleplerine bir saat
daha eklenm esi, serilerin tarladaki görevlerinin haftanın yal­
nızca altı günü sürdüğü ve bunu bir saat bile aşmadığı za­
manlarda aslında ne denli m utlu olduklarını “fark etm elerin i”
sağlayabilirdi. O halde onlardan bu m utluluğun esirg en m esi
karşısındaki öfke de isyan etm elerine yol açm ış olabilirdi.
Daha yakın zam anlarda, farklı işçi kategorilerinde alışıldığı
üzere “olm ası b ek len en ” en büyük ücret eşitsizliklerinin bile
genellikle skalanm daha düşük düzeylerindekiler tarafından
uysallıkla kabul edildiği gözlenm iştir büyük ölçüde; ancak, o
ana dek onların eşitleriy m iş gibi m uam ele gören insanlardan
d a h a d ü şü k ücret aldıklarında “yoksun b ırak ılm ış” -m u tlu lu k
hakları da dahil, bütün hakları elinden a lın m ış- gibi h isse­
der ve isyan edip greve yönelirler. Adaletsizlik olarak dene-
yim lenen ve m utluluk adına düzeltilm esi için feryat eden
“y ok su n lu k ”un genellikle g ö reli bir çeşitliliği olagelmiştir.
G ünüm üzde de, daha önce olduğu gibi, yoksunluk m u t­
suzluk dem ektir. G etirebileceği maddi zorluklar bir yana, in ­
san yoksunluğun olum suz sonuçlarına maruz kalarak, k en ­
dini değersizlik ve aşağılanm ışhk duyguları içinde bulur ki
bu da özsaygıya yönelik bir darbe, toplum sal konum a yönelik
bir tehdit dem ektir. Yoksunluk, daha önce olduğu gibi, günü­
m üzde de her zaman görecelidir; yoksunluğu duyum sam ak
için, insanın kendi durum unu ölçebileceği bir nirengi noktası
gerekir. Kişiler yoksun bırakılm ış ve bundan dolayı da m utsuz
hissedebilirler, çünkü geçm işte elde ettikleri standardın geri­
sine düşm üşler ya da daha düne kadar eşit oldukları ama artık
birdenbire ilerlem e kaydetm eye başlayan akranlarının gerisi­
ne düşmüşlerdir. Buraya kadar, yeni bir şey yok. Yeni olan tek
şey, “yoksun kalm ışlık ” deneyim i yaratabilecek ve b öylelik­
le de m utluluk arayışına ivedilik ve şevk katabilecek nirengi
n oktalarının konum udur.
Heidegger ya da Barrington M oore J r tarafından keşfedi­
len kurallar, “norm al olanı” “anorm al olan ”dan ayıran sınır­
ların kesin olarak çizilebildiği bir dünyaya dayanıyordu; bu
dünyada “norm al olan” son derece olağan, m onoton, sürek­
li tekrarlanan, rutin ve değişim e direnen şey anlam ına geli­
yordu. Her şeyin -sırad ışı (yani “düzensiz” ve bu yüzden de
tanım ı gereği tahm in edilem ez olan) ve genellikle dışsal bir
güç tarafından m üdahaleye uğram adığı m ü d d etçe- açıkça
sürüp gideceği beklen en ya da zım nen yerini ve durum unu
koruyacağı varsayılan b ir dünyada bu kurallar yersiz değildi.
K alıcılık ve tekdüzelik bu tür bir dünyanın tem el ilkeleriydi.
Her türlü değişim aşamalı ve fark edilem eyecek kadar yavaş­
tı: Baki şeyler arasında bulunan insanların “uyum sağlam ak”,
“adapte o lm ak”, yavaşça ve bu yüzden de bilin cin e varmadan
yeni alışkanlıklar, ru tinler ve beklentiler edinm ek için bol bol
vakitleri vardı. Hiç zorlanm aksızm “düzenli” olanı “rastlantı­
sal” olandan, “m eşru ” olanı “gayri m eşru ” olandan ayırabili­
yorlardı. D urum ları “dışarıdan bakıldığında” ne kadar kötü ve
sefilce görünürse görünsün, yerlerini ve seçim lerini bildikleri
ve ellerinde neyin hazır bulunduğundan ve gelecekte onları
n elerin beklediğinden haberdar oldukları sürece rahatsızlık
hissetm eyebilirlerdi. “M utlu lu k” düşüncesinin onlar için tek
anlam ı m utsuzluğun yokluğuydu; “m utsu zlu k” ise rutinin
bozulm ası ve beklen tin in gerçekleşm em esinden başka bir şey
değildi büyük ihtim alle.
Hem maddi hem de sim gesel değerlere (prestij, saygı, aşa­
ğılanmaya karşı korunm a) erişim konusunda keskin bir k u ­
tuplaşmayla belirlenen, adam akıllı tabakalaşm ış toplum larda,
m utsuzluk tehdidine karşı en hassas kişiler, tepeyle en dip ara­
sında bulunan “aradaki” insanlardır. Üst sınıflar kendi üstün
konu m larını k o ru m a k için neredeyse h içbir şey yapmaya g e re k
d u y m a z , alt sınıflar da kötü talihlerinden k u rtu lm a k için nere­
deyse h içbir şey y a p a m a z ■Oysa orta sınıflar için , im rend ikle­
ri ancak sahip olam adıkları şeyler ele geçirebilecekleri şeyler
gibi görünürken, sahip oldukları ve keyfini sürdükleri şeyler
- e n ufak bir d ik k atsizlik te- kayıp gidecekm iş gibidir. Diğer
insan kategorilerine kıyasla, onlar sürekli kaygı halinde yaşa­
m ak zorundadır ve m utsuzluk korkusu ile görünürde güven
dolu olan keyifli fasılalar arasında salınır dururlar. Orta sın ıf
ailelerin ço cukları, servetlerini yitirm em ek ve var güçleriyle
ve coşkuyla çalışarak ebeveynlerinin sahip olduğu rahat top­
lum sal m evkiyi yeniden yaratm ak istiyorlarsa, durm adan ça­
lışm aları gerekecektir: “D üşüş”, “toplum sal değersizleşm e” ya
da toplum sal sınıftan dışlanm anın yarattığı acı ve aşağılanm a
duygusu gibi kavram ların icadı, genellikle bu tür durum larla
ilgili riskleri ve yaşanan k o rk u lan anlatm ak içindi. G erçekten
de orta sınıf, sınıflı toplum un daima iki sosyo-kültürel sınırı
arasına sıkışm ış tek sınıftı ve her iki sınır da güvenli ve hu ­
zurlu bir sınır bölgesi olm aktan ziyade birer cepheyi akla ge­
tiriyordu. Ü st sınır, dur durak bilm ez k eşif kolu taarruzlarının
yapıldığı ve birkaç köprü başı m evzinin ölüm üne korunduğu
bir alandı; alt sınırınsa her daim denetim altında tutulm ası
gerekiyordu; zira her an davetsiz m isafirleri içeri alabilir, ama
sım sıkı kapanıp korunm adığı m üddetçe içerid ekilere h içbir
güvence sağlayamazdı.
M odern çağın ortaya çıkışının , çoğunlukla orta sın ıf çı­
karlarınca teşvik edilen bir dönüşüm (ya da Kari M arx’m
deyimiyle m uzaffer bir “burjuva devrim i”) olarak yorum lan­
m asının nedenleri arasında, orta sınıfın toplum sal konum un
kırılganlığı ve güvensizliğiyle ilgili takıntıları ve savunm ası ve
istikrara yönelik aynı ölçüde takıntılı çabalan büyük bir yer
tutar. M odern çağın şafağında hızla çoğalan ütopyacı tasarılar,
m utsuzluk nedir bilm eyen bir toplum un çerçevesini çizerken,
esas olarak orta sın ıfa ait düşleri ve özlem leri yansıtm ış, do­
laşım a sokm uş ve kaydetm işti. R esm ettikleri toplum genel­
likle b elirs iz lik le rd en -h ep sin d en önem lisi to plu m sa l k o n u m u n
m uğlaklıkları ve güvencesizliklerinden, sağladığı haklar ve
talep ettiği görevlerden - arındırılm ıştı. Bu tasarılar birb irin ­
den ne kadar farklı olursa olsun, insan m utluluğunun tem el
ön cü lleri olarak hepsinin tem elinde süreklilik, güvenilirlik ve
değişim sizlik yatıyordu. Ü topyacı kentlerde (hem en hem en
bü tü n ütopyalar kente aitti) birçok farklı konum vardı, ancak
h erkes kendisine tahsis edilen konum da güven ve em niyet­
teydi. Her şey bir yana, ütopyacı tasarılar, belirsizliğin ve gü­
vensizliğin sonunu, yani, sürprizlerin olm adığı ve hiç reform
ve yapı değişikliği gerektirm eyen, tam am en öngörülebilir bir
toplum sal ortam tahayyül ettiler. Ütopyalarda kutsanan “iyi”,
hatta “harikulade iyi” toplum , en tipik orta sın ıf endişelerine
kesinlikle son noktayı koyacak bir toplum du.
Orta sınıfların, m odern yaşam ın neredeyse evrensel karak­
teristiği olmaya yazgılı varoluş koşu lu nun tem el çelişkisini
(m utlu bir yaşam için eşit ölçüde arzulanan ve kaçınılm az
olan, ancak uzlaştırılm ası ve birlikte tadının çıkarılm ası m a­
alesef m üthiş ölçüde güç olan iki değer -g ü v en lik ve özgür­
lü k - arasındaki sonsuz gerilim ), toplum un geri kalanından
ön ce deneyim lem e ve keşfetm ede öncü oldukları söylenebilir.
O rta sınıf, istikrarsız konum undan ötürü ve -to p lu m u n diğer
kesim lerinin, elde tutm ak ya da değiştirm ek için hem en hiç
çaba harcamaya gerek görm ediği kaderin (hoş karşılanan ya
da karşılanm ayan) “karşılıksız arm ağanı” olarak düşünebile­
cekleri şe y i- h içbir zaman tam am lanm ayacak bir iş olarak ele
alm a ihtiyacı duyduğundan, bu gerilim le yüzleşm eye ve karşı
koym aya ço k yatkındı. Bu durum , başlangıçta orta sınıfa özgü
olan m eseleler ve kaygıların m odern toplum larm büyük k e­
sim ine yayılışının, esasen doğru sebeplerle olm asa da doğru
bir şekilde, n için büyük ölçüde “burjuvalaşm a” olarak kay­
dedildiğini kısm en açıklayabilir. G elgelelim toplum un geri
kalanın ın n için orta sınıfın peşinden gittiği konusunda tam
anlam ıyla sınıfsal kökenli olm ayan başka sebepler de vardı.

Jean -C lau d e M ichea, iyi toplum ve iyi yaşam kavram larının


doğum u, gelişim i, içsel çatışm aları ve beklenm ed ik son u ç­
larıyla ilgili zihin açıcı, yakın tarihli çalışm asında, “m odern
p ro je”n in tem elinde “vahşi bir şekilde ölm ekten, güven du­
yulm ayan kom şulardan, id eo lo jik fanatiklikten duyulan kor­
k u ” ile “nihayetinde sessiz ve huzurlu bir yaşam ” arzusunun
yattığını ileri sürüyor;38 her ikisi de m odern zam anların ilk dö­
nem lerindeki korku tu cu icadın - o n altıncı ve on yedinci yüz­
yıllarda “din savaşları” adı altında yapılan id eo lo jik iç savaş­
la r ın - yarattığı kargaşaya ve ıstıraba verilen tepkidir. Avrupa
tarihinin kana bulanm ış bu d önem inin tarihçilerind en olan
Leopold von R anke’nin deyişiyle “D ine dair fanatik kavrayış­
lardan önce, bütün uygarlıkların ve bü tü n toplum larm çekir­
değini oluşturan ahlak değerleri çöktü ... İnsanların zihinleri,
onları kendi kendilerind en korkm aya sevk eden ve her şeyin
dehşet doluym uş gibi görünm esine yol açan vahşi fantezilerle
d old u.”39 “Dağlarda, öldürülen insanların çığlıkları yankılanı­
yordu ve yakılan ücra evlerden yükselen alevler her yeri kor­
kunç bir şekilde aydınlatıyordu.”40 Richard D rake’in yakın bir
zamanda yaptığı yorum ise şöyle: “G ünüm üzde Irak’taki Şiiler
ile Sünniler arasında görülene benzer karşılıklı katliam ve su-
ik astler” 41, (buna daha dün Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar ve
Kosovalı M üslüm anlar arasında yaşananları da ekleyebiliriz),
sonsuza dek süreceğe benzeyen kanlı m isillem eler, Fransa’yı
ve Batı Avrupa’nın çoğunu kana buladı. Kardeşi kardeşe, k om ­
şuyu kom şuya düşüren ve h erkesin karşılıklı bağlılık, acım a

38) Jean-Claude Michéa. L’Empire du m oindre mal. Essai sur la civilasition


libérale. Climats, 2 0 0 7 , s. 27.
3 9 ) Leopold von Ranke. Civil Wars and M onarchy in F ran ce, çev: M. A.
Garvey, Bentley, 1852, c. t. s. 325 ve C. 2, s. 50.
4 0 ) Leopold von Ranke'nin şu yapıtında alıntılanan temel bir kaynaktan
alınmıştır: The History o f the Popes during the Last F ou r Centuries, çev.: G.R.
Dennis, Bell, 1912, C. 2,, s. 219.
4 1 ) Bkz. Richard Drake, ■'Terrorism and consolation of history", H edgehog
Review. 2 (2 0 0 7 ), s. 41-53.
ve şefkat duygularını tek bir zerresi bile kalm aym caya kadar
em ip söm üren sonu gelm eyen savaşların yarattığı dehşet,
Blaise Pascal’m savaşı “kötü lü klerin en büyüğü” diye adlan­
dırm asına ve H obbes’un da “h erkesin herkese karşı olduğu
savaşları” insanlığın doğal durum unun en belirgin özelliği
olarak görm esine yol açm ıştı.
Paul K lee’nin çizdiği ve W alter Ben jam in in üzerinde kafa
yorduğu Tarih M eleği gibi, çağdaş insanlar dehşetten fal taşı
gibi açılm ış gözlerini, geçm işteki ve halihazırdaki gaddarlıkla­
ra ve iğrençliklere dikm işti; gördükleri şeyden -k a n gölü ve se­
fa letten - tiksinerek geleceğe s ığın m ışla rd ı. Oraya çek ilm e k ten
ziyade itilm işlerd i; onları g e le c e ğ e s ığ ın d ıra n bir saadet hayali
değildi; onları g e ç m iş te n k a ç ıra n daha ziyade ıstırap ve sefalet
m anzarasıydı. G eçm işe sabitlenm iş gözleriyle, için e itildikleri
geleceği, ayrıntılı olarak tarif etm ek şöyle dursun, ne göre­
biliyorlar ne de onu hayal etm ek için vakit bulabiliyorlardı.
M ichea’nm ileri sürdüğü üzere, onların istedikleri m ü k em m e l
bir dünyadan ziyade, içind e d a h a a z kö tü lük barındıran bir
dünyaydı. Şayet insanlık, id eolojik tutkulardan kaynaklanan,
yüzyıllar boyu süren husum etlerle için e sürüklendiği karşı­
lıklı nefret, kuşku ve ihanet batağından yakasını sıyırabilirse,
(kim b ilir?) sorum luluğu m alum öteki dünyaya yıkılabilecek
her türlü kusuru ve eksikliği bağışlam aya hazır olacaklardı.
Bütün insanlığı içine alabilecek denli geniş ve düzgün bir
filika bulam adıkları için can yeleklerine yöneldiler: H erkesin
sahip olduğu, geçici olarak, baş düşm anı kör tutkularla b o ­
ğulm uş, ama bu k o lek tif delilikten kurtulur kurtulm az dirilip
eski gücüne kavuşacağı kesin olan o keskin yetiye, yani k i­
şisel çıkara yöneldiler. Jean -C lau d e M ichea “Erdem gururun
m askesiyse, insanlar güvenilm ezse ve kim senin kendinden
başka dostu yoksa, herkesin herkese karşı olduğu bu savaştan
nasıl k açacağız?” diye sorarak, Pascal ve H obbes’un çağdaş­
larına m usallat olan m uam m ayı yem den kuruyor.42 O nların
bu m uam m a için bulduklarına inandıkları çözüm , kişisel ç ı­
k a rd ır. D ohan D ükü’nden esinlenen M archam ont N edham ’m
1 6 5 9 ’da yayım lanm ış b ir kitapta ilan ettiği gibi “Ç ıkar yalan
söylem ez”.43 Savaş, zulüm ve şiddet korkusundan kaçış, ego­
izm in canlanm ası ve özgürleşm esiyle sonuçlan ır; egoizm ,
kuşkusuz h em en her bireyin, fırsatı yakaladığında, kesinlikle
başvuracağı doğal bir yetenektir, insanlara, doğal y atk ın lık ­
larıyla hareket etm e, kendi refahları, rahatlan ve zevkleriyle
ilgilenm e şansı verilse, bunlar bir araya gelip m u tluluk halini
oluşturur ve çok geçm eden insanlar cinayet, zulüm , yağma ve
hırsızlığın aslında kendi çıkarlarına hizm et etm ediğini anlar
elbette. Im m anuel Kant’m “kategorik bu yru k” form ülünde
m eseleyi özetlediği gibi: Akıl insanlara, çıkarları doğrultusun­
da hareket etm eyi, nasıl m uam ele görm ek istiyorlarsa o şek il­
de davranmayı, kendilerine yapılm asını istem edikleri şeyleri
yapmamayı söyleyecektir; yani insanlar başkalarının çıkarları­
na saygı duymalı ve başkalarına ve m ü lkiyetlerine karşı zalim
ve tehditkâr bütün ayartmalara direnmelidir.
Um utları çökeld ikleri gerçeklikler içerisinde çoğu zam an
fark etm ek zordur. G örünen o ki kendi zenginliklerinin ve
hazlarm m peşindeki ben cil bireylerin işlettiği piyasanın “gö­
rünm ez eh ”, insanları karşılıklı zulü m lerin dehşetinden k o ­
rum akta isteksiz ya da aciz kalmıştır. Elbette, ne çoğu insanı
tutkuların bağım lılığından kurtarm ayı ne de özgürleştirm ekte
başarılı olduğu azınlığı tam am en m utlu etm eyi başarm ıştır.
Kişisel çıkara aykırı olduğu iddia edilen ve kişisel kazançla­

4 2 ) Michéa , EEm pire du m oindre mal, s. 197.


4 3 ) Jean-Claude Michéa burada şu çalışmadan bahsediyor: J. A. Gunn,
L’intérêt ne ment ja m a is. Une m axim e politiqu e du X V lle siècle, PUF, 1998, s.
192, 207.
ra ilişk in tem kinli ve m antıklı hesaplam alar sonrasında yüz
çevrilecek ve belki de bastırılacak dürtülerin, m utluluk için,
en az saf kişisel yararların izinden gitm ek kadar vazgeçilm ez
olduğu anlaşılm ıştır. İnsanların yaşam larında tatm in olm a­
ları için , alm aya, m ahrem iyetlerini korum aya ve kendilerini
savunmaya olduğu kadar, verm eye, sevmeye ve paylaşmaya
da ihtiyaç duydukları ortaya çıkm ıştır. Anlaşılan o ki insan­
lık durum u olarak bilinen m uğlak, çelişki dolu çıkm aza basit,
dolaysız, tek ham leli çözüm ler bulm ak m üm kün değildir.
Jean -Jacq u es Rousseau insanların ö z g ü rlü ğ e z o rla n m a sı
gerektiğini ileri sürüyordu; en azından filozofların taslağı­
n ı çizdiği ve aklın am ansız talebi olarak gördüğü özgürlüğe.
“M odern p ro je”nin ortaya çıkardığı dünyanın, teoride değil­
se de pratikte, insanları m u tlu lu k (en azından keram eti k en ­
dinden m enkul danışm anları ve k iralık m üşavirlerinin yanı
sıra reklam m etni yazarlarının da taslağını çizdiği m utluluk)
arayışına zorlam alıym ış gibi hareket ettiğini söyleyebiliriz...
İnsanlar yedi gün yirm i dört saat doğru ve uygun olduğunu
düşündükleri yolları terk etm ek, el üstünde tuttukları ve k en ­
d ilerini m utlu ettiğini düşündükleri şeylere sırtlarını dönm ek
ve gerçekte olduklarından farklı olm ak için çeki düzen veril­
m eye, eğitilm eye, öğüt alm aya, kandırılm aya ve ayartılm aya
eğilim lidirler, insanlar yaşam larının geri kalanını rekabetçi
girişim ya da girişim ci rekabet uğruna kurban etm eye hazır iş­
çilere, sonsuz şekilde çoğaltılabilecek arzu ve isteklerle hare­
k et eden tüketicilere, günüm üz “siyaseten doğruculuğu”nun
“başka alternatif yok ” sürüm ünü kayıtsız şartsız kabullenen
yurttaşlara dönüştürülm eye çalışılıyor; bu da insanları, başka
şeylerin yanı sıra, çıkara dayalı olm ayan cöm ertliğe karşı kör
olmaya ve kendi egolarını şişirm ek için kullanılam am ası ih ti­
m aliyle, ortak refaha kayıtsız kalm aya teşvik ed iy o r...
Tarihsel olarak kanıtlandığı üzere, ö z g ü r o lm a y a z o rla n m a k
ço k nadiren özgürlük sağlar. M odern akışkan tüketim toplu-
mumuzda deneyim lenen biçim iyle m u tlu lu ğ u a ra m a y a z o r la n ­
m a n ın , zorlanan kişiyi m utlu kılıp kılm ayacağı konusundaki
kararı okuyuculara bırakıyorum . Doğruyu söylem ek gerekir­
se, bu soruyu pratikle test ederek yanıtlam ak, biz bireylere
kalm ıştır. Yaşam larım ız, bu önerm enin geçerliliğini kesinlikle
kanıtlam ası ya da çürütm esi beklenen bir dizi sonuçsuz de­
neyler olarak belirlenm iştir. Sanatçılar m aceraya düşkün, de­
ney yapan m ahlûklardır. Kadını erkeği, genci yaşlısı hepim ize
söylenen de şu: Yaşam biçim lend irilm ek üzere sanatçı birey­
lere verilmiş/bırakılmış b ir sanat yapıtıdır. Bizlerin de bu sa­
natın kaçınılm az olarak beraberinde getirdiği riskleri alm amız
gerekir.
Yaşam Sanatçıları Olarak Biz İnsanlar

Kuşaklar arasındaki değişim i ve özellikle de bu değişim sonu ­


cu ortaya çıkan yaşam tarzlarını son derece doğru ve içgörülü
bir biçim de analiz eden Hanna Sw ida-Ziem ba, “E ski kuşaklar
kendilerini gelecek kadar geçm işle de tanım lıyorlard ı,” diyor.
Ama yeni kuşaklar için var olan tek şey şim diki zaman. “19 9 1 -
1993 arasında yürüttüğüm araştırm a sırasında konuştuğum
gençler şunu soruyordu: Dünyada neden bu kadar fazla sal­
dırganlık var? M utluluğu tam anlam ıyla elde etm ek m üm kün
mü? Bu tür soruların artık onlar için önem i y o k .”1
Sw ida-Ziem ba Polonyalı gençlerden söz ediyordu. Ancak,
hızla küreselleşen dünyamızda araştırm asını nerede yoğun­
laştırırsa yoğunlaştırsın çok benzer eğilim lerle karşılaşırdı.
Söz konusu verilerin toplandığı, fıer yerde çoktan geride b ı­
rakılm ış yaşam biçim lerini yapay olarak korum uş ve m utlu­
luğun nasıl aranacağı konusunda sıkı disiplin uygulam ış bir
ülke olan Polonya, dünyadaki eğilim leri yoğunlaştırıp tek bir
yerde toplayarak, daha sarih ve böylece de daha belirgin ve
kolay fark edilir hale getirm işti yalnızca.
1) Bkz. Joanna Sokolinska ile “Wysokie obcasy”, G azeta W yborcza içindeki
mülakat, 6 Kasım 2006.
M uhtem elen size “Saldırganlık nereden kaynaklanıyor?”
sorusunu sorduran şey bu konuda bir şeyler yapm ayı arzula-
m anızdır; saldırganlık konusunda güçlü duygulara sahip o l­
duğunuzdan ve saldırganlığa son verm eyi ya da ona karşı sa­
vaşmayı içten likle arzuladığınızdan k ök en lerin in nerede bu ­
lunduğunu öğrenm ek istiyorsunuzdur. M uhtem elen, saldır­
gan dürtülerin ya da saldırgan tasarıların beslendiği ve çokça
bulunduğu yerlere ulaşmaya ve sonra da bu nları etkisiz hale
getirip yok etm eye çalışm aya heveslisinizdir. Eğer saikleriniz
hakkm daki bu tahm in doğruysa, insan yaşam ı için rahatsız
edici ya da bü sbütün uygunsuz olan saldırganlıkla yüklü ve
bu yüzden de adaletsiz olan bir dünyaya içerliyor, ama aynı
zamanda böyle bir dünyanın başka bir dünyaya, insanlar için
daha barışçıl, huzurlu ve uygun bir yere dönüştürülm esinin
m ü m k ü n olduğuna ve ço k uğraşırsanız - k i uğraşm alısınız d a -
k e n d in iz in bu dönüştürücü gücün bir parçası olabileceğine ve
dünyayı başka b ir dünya haline getirm ek zorunda olduğunuza
da inanıyorsunuz dem ektir. Tam am en m utlu olm ak m üm kün
m ü diye sorduğunuzdaysa, daha güzel, değerli ve tatm in edici
bir yaşama tek başınıza kavuşabileceğinizi düşünüyor, k end i­
nizi değerli her davanın gerektirdiği çabayı, hatta fedakârlığı
gösterm eye ve bu işin, takip çilerinin önüne koyduğu zorlu
görevlere katlanm aya hazır hissediyorsunuz dem ektir. Başka
bir deyişle, bu soruyu sorarak m evcut durumu uysalca kabul­
lenm ek yerine, önünüze koyduğunuz standartlar, görevler ve
hedefler doğrultusunda gücünüzü ve y eteneklerinizi sınama
eğilim inde olduğunuzu, -y o k sa hırslarınızı ve am açlarınızı
elinizdeki ya da o anda toplayabildiğiniz güçle ölçm eye çalış­
m ad ığın ızı- gösterm iş oluyorsunuz demektir.
Şüphesiz, bu tür varsayımlarda bulunm uş ve bunları izin ­
den gitm iş olm alısınız; aksi halde bu tür sorular sorm akla
uğraşm azdınız. Bu soruların aklınıza gelm esi için , öncelikle
etrafınızdaki dünyanın kesin olarak “belirlenm ed iğine”, de­
ğiştirilebileceğine ve dünyayı değiştirm e işine kendinizi has­
rederek kendinizin de değişebileceğine inanm ış olm alısınız.
D ünyanın durum unun şim dikinden farklı olabileceğini ve
bizzat yaptığınız ya da yapm aktan geri durduğunuz şeylerin
dünyanın -g e çm işte k i, şim diki ve g ele ce k tek i- durum una
ne kadar bağlıysa, dünyanın ne kadar farklı olabileceğinin de
bizzat yaptıklarınıza (daha fazla olm asa da) o kadar bağlı o l­
duğunu kabul etm iş olm alısınız. Kendi yaşam seyrinizin yanı
sıra yaşadığınız dünyada da b ir f a r k y a ra tm a yeteneğiniz o l­
duğuna güvenm iş olm alısınız. Velhasıl, kendinizin yaratım ve
şekillendirm enin bir ü r ü n ü olabildiğine inandığınız gibi, şey­
leri yaratıp şekillendirebilen bir sanatçı olduğunuza da in an ­
m ış olm alısınız...

“Yaşam bir sanat yapıtıdır” önerm esi, ( “tıpkı ressam ların re­
sim lerini ya da m üzisyenlerin bestelerini yapmaya çalıştıkları
gibi, yaşam ınızı güzel, ahenkli, duyarlı ve anlam lı yapmaya
çalışm ak” türü) bir varsayım ya da nasihat değil gerçeğin bir
ifadesidir. Eğer yaşam bir insan y a şa m ı ise -y a n i irade ve seç­
me özgürlüğüyle donatılm ış bir varlığın yaşam ıysa- sanat ya­
pıtı ola m a m a sı m üm kün değildir. “Yapacağım ” ifadesinin yeri­
ne “yapm alıyım ”ı dayatan ve dolayısıyla olası tercih boyutunu
daraltan dış güçlerin ezici baskısına nedensel rol atfederek,
irade ve seçim in varlığını yadsımaya ve/veya gücünü gizlem e­
ye yön elik her türlü çabaya rağm en, irade ve seçim yaşam b i­
çim i üzerinde iz bırakır.
Yaşam seçim inizden, seçim ler arasındaki seçim inizden
ve seçim lerinizin sonuçlarından sorum lu olm ak anlam ında,
bir birey olm ak seçim m eselesi değil, talihin b ir b u y r u ğ u d u r .
Yine de çoğu zam an insanın, bu sorum luluğu hem en telek ­
tüel hem de pratik anlayışını tam am en aşan koşullar altında
yerine getirm esi gerekir. İnsan yaşam ı, (failin iradesine doğası
gereği her zam an d irençli ve çoğu zam an da karşı gelen bir
m adde olan “g erçeklik” olarak algılanan) “dışsal koşu llar” ile
“yaratıcılar”m (m üelliflerin/faillerin) tasarıları arasındaki ara­
lıksız çatışm adan meydana gelir: Yaratıcılar, m addenin etkin
ya da edilgen direncinin, m eydan okum asının ve/veya ataleti­
nin üstesinden gelerek, gerçeği kendi ‘iyi yaşam ” anlayışlarına
göre yeniden biçim lendirm eyi am açlar. Paul R icoeur bu an ­
layışın, “ideallerden oluşm uş bir sis ve başarılardan oluşm uş
düşler” olduğunu ve loş ışığı altında yaşam daki başarı ya da
başarısızlık derecesinin izlendiğini ve belirlendiğini söyler.2
Bu ışıkta bazı adım lar ve onların getirdiği sonuçlar m antıklı
ve uygun görülürken, bazıları da sadece araçsal değil aynı za­
m anda “özerekli” (a u to te lic ) oldukları için bir kenara konur:
Yani başka bir yüce am acın yerine getirilm esinin aracı olarak
gerekçelendirilip savunulm aya ihtiyaç duymayan, “başlı b aşı­
na iyi” am açlar olarak bir kenara konur.
Ricoeur iyi yaşama dair görüşleri nebulaya benzetir.
N ebulalar yıldızlarla doludur. Bunların hepsini sayam azsı­
nız ve parlayıp ışıldayan sayısız yıldız insanı hayran bırakır,
im rendirir. Yıldızlar, gezginlerin yabanda kendilerine bir yol
-h erh an g i bir y o l- çizm esini sağlayabilecek ölçüde karanlığı
aydınlatabilir; peki hangi yıldız k işinin adım larını yönlend i­
recektir? Ç ok sayıda yıldızın arasında rehber olarak belli bir
yıldızı seçm enin yerinde ya da talihsiz bir karar olup olm adı­
ğına hangi noktada karar verilm eli? Seçilen yolun h içb ir yere
varmadığı, artık bu yolu terk edip geriye dönerek, daha iyi bir
tercih olacağı um uduyla bir başkasını seçm e vaktinin geldiği

2) Paul Ricoeur, S oi-m êm e com m e un autre, Seuil, 1990, s.210.


sonucunu ne zam an çıkarm alı? Ö nceden seçilm iş yoldan git­
m enin getirdiği sıkıntılara rağm en, böyle bir karar akılsızca
bir adım olabilir: Şimdiye kadar takip ettiğiniz yıldızı terk et­
m enin daha ağır ve nihayetinde daha üzücü bir hata olduğu
ortaya çıkabilir ve alternatif yolların daha da büyük sıkıntılara
yol açtığını anlayabilirsiniz. B ütün bunları kesin olarak b ile­
m ezsiniz, bilm eniz de pek m üm kün değildir zaten. Yazı mı
tura m ı, kazanm a ya da kaybetm e şansınız yarı yarıya.
Bütün bu ikilem lerin doğrudan, kesin bir çözüm ü yoktur.
Ne kadar aksi denenirse denensin, yaşam belirsizlikler eşli­
ğinde yaşanır. Her karar, rastlantısal kalm aya mahkûm dur.
H içbiri riskten m uaf değildir ve başarısızlığa ve sonradan du­
yulacak pişm anlıklara karşı güvence altına alınm am ıştır. Bir
seçim yönündeki her sava karşılık, aynı ağırlıkta olan bir karşı
sav bulunabilir. N ebulanm ışığı ne kadar parlak olsa da, baş­
langıç noktasına geri dönm eyi arzulam a ya da buna zorlanm a
ihtim aline karşı bize garanti verm eyecektir. M azbut, şerefli,
tatm in edici, değerli (ve elbette m u tlu !) bir yaşam yolunda
ilerlerken, bize rehberlik edecek ışığı tem in ettiği için seçilm iş
bir yıldıza güvenerek, hataları önlem eye ve belirsizlikten kur­
tulm aya çalışırız. G elgelelim çok kısa bir süre sonra öğreniriz
ki, rehberlik edecek yıldızı seçen son kertede b iz iz d ir ve bu
seçim de diğer seçim lerim iz kadar risklere gebedir ve böyle de
olm ak zorundadır. Sonuna kadar da b izim seçim im iz, b izim
sorum luluğum uz olarak k a la ca k tır...

M ichel Fou cau lt’nun ileri sürdüğü gibi, “kim lik doğuştan
verilen bir şey değildir” önerm esinden tek bir sonuç çıkıyor:
K im liklerim izin (yani “Ben k im im ?”, “Bu dünyadaki yerim
n e ?”, “Dünyadaki am acım n ed ir?” gibi soruların yanıtlarının)
tıpkı sana t y a p ıtla rı gibi y a ra tılm a la rı gerekiyor. B ütün pra­
tik hedef ve am açlar açısından, “Her bireyin yaşamı bir sanat
yapıtı haline gelebilir m i?” (ya da daha m anidar olarak, “Her
birey kendi yaşam ını yaratan sanatçı olabilir m i?”) sorusu,
kaçınılm az olarak “E vet” ile yanıtlanacak, tam am en retoriğe
dayalı bir sorudur. Bu kadarını Fou cau lt da varsayarak şunu
sorar: Eğer bir lam ba ya da ev sanat yapıtı olabilivorsa, in ­
san yaşam ı neden olm asın k i? 3 Sw ida-Ziem ba’m n karşı kar­
şıya getirdiği hem “genç k uşaklar” hem de “geçm iş k uşaklar”
Fou cau lt’nun varsayım ına tüm kalpleriyle katılırdı sanırım .
Bununla birlikte Sw ida-Ziem ba'nm karşılaştırdığı her iki ke­
sim den insanların “sanat y apıtı”nı düşünürken kafalarında
farklı şeyler olacağını tahm in ediyorum.
G eçm iş kuşaklar m uhtem elen k alıcı değere sahip, ebedi,
zam anın akışına ve kaderin cilvesine karşı direngen olan bir
şeyler düşünecektir. Eski ustaların alışkanlıklarını izleye­
rek, ilk fırça darbelerini uygulam adan önce tuvallerini kılı
k ırk yararak kullanım a hazırlayacak ve boya katm anlarının
kurudukça çatlam ayacağını ve ebediyen olmasa da, yıllarca
renklerindeki canlılığı koruyacağım garantiye alm ak için çö ­
zücüleri de aynı dikkatle seçeceklerdir... Daha genç kuşaklar
ise, şu andaki ünlü sanatçıların pratiklerini “happeningleri”
ve “enstalasyonları” taklit etm elerini sağlayacak hünerler ve
örnekler bulm aya çalışacaktır. H a p p e n in g le r konusunda yal­
nızca şunu biliriz ki bunların sonuçta hangi yolu izleyeceği
konusunda hiç kim se (hatta bu nların tasarım cıları, ü reticile­
ri ve baş aktörleri bile) em in olamaz; bunların izleyeceği yol
( “k ö r”, kontrol edilem ez) talihe rehin bırakılm ıştır; bunların

3) Michel Foucault. “On the genealogy of ethics: an overview of work in


progress” The Foucault R eader içinde, haz. Raul Rabinow, Random Flouse.
1984, s. 350. [Etiğin Soybilimi Özerine: Sürmekte Olan Çalışmaya İlişkin Bir
Değerlendirme, Özne ve ik tid a r içinde, çev: İşık Ergüden ve Osman Akmhay.
Ayrıntı Yayınları, s. 193],
seyirleri sırasında her şey olabilir ama kesin surette ne olacağı
konusunda h içbir şey söylenem ez. E n s ta la sy o n la r ise kırılgan,
dayanıksız, tercihen “kendi kendine parçalanabilir” öğelerle
yam anm ıştır, çünkü herkes bilir ki bunlar serginin bitm esin ­
den sonra öm ürlerini tam am layacaktır. G elecek sergilere yer
açm ak için, galeri eskinin kalıntısı olan (ve artık kullanılm az
durum daki) ufak tefek şeylerden tem izlenm elidir. Gençler,
sanat yapıtlarını, odalarındaki duvar kâğıtlarının üzerine ya­
pıştırdıkları posterlere ve diğer afişlerle ilişkilendiriyor da
olabilir. Afişlerin, tıpkı duvar kâğıtları gibi, sonsuza kadar
odalarını süsleyem eyeceğini bilirler. Er geç yeni idollerin su­
retine yer açm ak için duvardan sökülerek “g üncellenm eleri”
gerekecektir.
“E ski" ve “y en i” her kuşak, sanat yapıtlarını belli bir dün­
yanın suretinde hayal eder ki bu dünyanın hakiki doğası ve
anlam ının da bu yapıtlarca gözler önüne serileceği ve sorgu­
lamaya açık hale getirileceği varsayılır ve umulur. Bu dünya­
nın, sanatçıların em ekleri sayesinde daha anlaşılır, belki de
tam am en anlaşılır kılınm ası beklenir. A ncak bu olm adan çok
önce, söz konusu dünyayı “yaşayan” kuşaklar tabiri caizse,
"o to p si”den -y a n i bu yol yordam ı onlara aktarm ak ve anlam lı
kılm ak üzere yaygın bir şekilde anlatılan kişisel deneyim ler
ve h ik ây elerd en - bu dünyanın yol yordam ını b ilir veya en
azından sezerler. O halde (ön cek i kuşaklarla taban tabana
zıt olarak) gençlerin, insanın yaşam yolculuğunun başlangı­
cından önce tasarlanm ış yollara gerçekten bağlılık andı içe­
m eyeceğine inanm asına şaşm am alı. Zira tesadüfi ve önceden
kestirilem ez talih ve kazalar, bu yolculuğun rotasını pekâlâ
değiştirebilir. Sw ida-Ziem ba, Polonyalı gençlerden bazıları
hakkında şunları söyler: “Bu gençler, bir arkadaşlarının şir­
kette iyice yükseldiğini, ço k defa terfi edip zirveye vardığını,
sonra şirket iflas edince de kazandığı h er şeyi kaybettiğini b e­
lirtiyor. İşte bu nedenle gayet iyi giden eğitim lerini bırakıp bir
inşaatta çalışm ak üzere İngiltere’ye gidebilirler.” Diğerleriyse
geleceği hiç düşünm üyor bile (zam an kaybından başka ne
k i?). Yaşamın, (m uhtem el olan) şansın yüzlerine gülüverm esi
ve (eşit derecede m uhtem el olan) kaldırım da m uz kabuğu­
na basm ak dışında bir m antık sunm asını beklem iyor ve bu
yüzden de “her anlarının zevk içinde geçm esin i” istiyorlar.
G erçekten de: h e r anlarının. Hazsız bir an boşa geçm iş bir an
anlam ına geliyor. Şim diki feragatin gelecekte, şayet getirecek­
se, ne tür yararlar getirebileceğini hesaplam ak im kânsız oldu­
ğu için , insan “halihazırda” çekip alabileceği anlık hazlardan
neden vazgeçsin ki?
“Yaşam sanatı” yaşlı ve genç kuşakların üyelerine fark­
lı şeyler ifade edebilir, ancak hepsi bunu kaçınılm az olarak
deneyimler. Yaşamın “bü tü n am acı” ya da “nihai h ed eh”n in
ve aynı zamanda yaşam ın seyri ve ard arda gelen her yaşam
d önem inin anlam ı, günüm üzde kendin-yap tarzı işler olarak
görülüyor; hatta bunlar IKEA tarzı teçhizatlı uygun m odü­
ler m obilya tipi seçim i ve m ontesinden oluşsa bile böyle bu.
Yaşayan herkesin, tıpkı sanatçılar gibi, işin so n uçların ın so­
rum luluğunu ü stlenm esi ve bu sonuçlar dolayısıyla övülm esi
ya da suçlanm ası bekleniyor. Tekrar edeyim: Bugünlerde her
insan kendi s eç im leri olduğu için değil, deyim yerindeyse, ev­
ren sel talih ö y le b u y u rd u ğ u için birer sanatçıdır.
“Buyruk yoluyla sanatçı olm ak” eylem sizliğin de eylem sa­
yılm ası anlam ına gelir. Yüzmek ve düm en tutm ak kadar, k en ­
dinizi dalgalara bırakm ak da önsel olarak bir yaratıcı sanat
edim i farz edilir ve geçm işe dönüp bakıldığında da genellikle
böyle kaydedilir. Seçim lerinin, kararlarının ve girişim lerinin
m antıksal sırası, sürekliliği ve sonuçları olduğuna ve tasanla-
rinm , şeytanın bacağını kırıp feleği yen ecek ve yaşam ı ö n ce­
den tasarlanm ış ve seçilm iş istikrarlı bir yolda tutacak kadar
uygulanabilir ve akla yakın olduğuna inanm ayı reddeden in ­
sanlar bile aylak aylak oturm az. İçinde bulundukları koşu lla­
rın buyurduğu sayısız k ü çü k işi, bir m ontaj kitine iliştirilm iş
çizim leri takip ederm işçesine yaparak, “talihe yardım ederler.”
Hazzı ertelem enin anlam sız olduğunu düşünerek “günü yaşa­
yanlar” kadar, geleceği önem seyen ve ileride önlerine çık ab i­
lecek talihsizliklerin farkında olan insanlar da yaşam ın vaat­
lerinin gelip g eçiciliğinin farkındadır. G örünen o ki sağlam ve
güvenilir kararlar alm anın, sayısız ardışık adımdan tam olarak
hangisini seçm iş olm anın (geriye dönüp bakıld ığınd a!) daha
doğru olacağını öngörebilm enin im kânsız olduğu k on u su n ­
da m utabıktırlar; ya da yerlere rastgele saçılm ış tohum lardan
hangilerinin bolca lezzetli meyve vereceğini, hangi tom urcu­
ğun aniden esen bir rüzgâr ya da çiçekten çiçeğe gezinen bir
yaban arısı tarafından döllenm e fırsatını yakalayam adan solup
gideceğini k estirm enin im kânsız olduğu konusunda da m u ta­
bıktırlar. D olayısıyla başka neye inanırlarsa inansınlar, insa­
n ın elini çabuk tutm ası gerektiği ve h içbir şey yapm am anın
ya da yavaşça ve uyuşuk bir şekilde yapm anın zararlı olduğu
konusunda hepsi hemfikirdir.
Sw ida-Ziem ba’nm belirttiği gibi, “ne olur ne olm az” an ­
layışıyla deneyim ve referans toplayan özellikle gençlerdir.
G enç Polonyalılar “m o e” [belki]” aynı yaşlardaki İngilizler
“perhaps”, Fransızlar “peut-être”, Alm anlar “v ielleich t”,
Italyanlar “forse”, Ispanyollar “tal vez” derken aslında hepsi
hem en hem en aynı şeyi kastedecektir: Bir dahaki büyük p i­
yango çekilişinde şu ya da bu biletin kazanıp kazanm ayaca­
ğını kim bilebilir? Yalnızca satın alınm am ış biletin kazanm a
şansı yoktur...
Eski ve Şim diki K uşaklar
Başka hiçbir yerde bulunm ayan, bütün birim lerinde ortak olan özel­
liklere sahip bir bütünlük anlam ındaki “kuşak" kategorisinin, sosyal bi­
lim ler ve kamu söylem inde “Büyük Savaş” denen olayın sonrasında or­
taya çıkm ası ve yerleşiklik kazanm ası tesadüf değildi (göreceğim iz gibi,
yirm inci yüzyılda yaşanm ış “dünya savaşları”ndan yalnızca ilkinin “b ü ­
y ü k ” sıfatım kazanm ış olm asına şaşm am alı; halbuki İkinci Dünya Savaşı
etkilediği alan, yarattığı yıkım, şiddetin ölçeği ve sonuçlarının vaham eti
bakım ından ilkini çok geride bırakm ıştı). Ortega y Gasset’in kuşaklara -
rası iletişim ve çatışm a konusunu işleyen ufuk açıcı eseri de o dönem e
rastlar. Ondan kısa bir süre sonra Kari M annheim , yeni keşfedilmiş bu
kategoriyi, başka bir yeni kavram olan “ideoloji” ile birleştirerek, bu kav­
ram ların göz alıcı kariyerlerini başlatır. Denebilir ki Ortega y Gasset’in
ileri sürdüğü ve akabinde M annheim 'm kanonikleştirdigi anlam da (yani
farklı bir dünya görüşüyle belirlenm iş olan, aynı zam anda kendi başına
ve kendi özel çıkarları adına hareket etm eye m uktedir ve meyilli olan
“kolektif özn e” anlam ında) “k uşak ”m keşfi bizatihi bir kuşağın başarı­
sıydı: Büyük Savaş kuşağının.
G erçekten de hiç şaşırtıcı değil... 1 7 5 5 ’te Lizbon’u yerle bir eden dep­
rem , yangın ve selden beri, dünyanın kendini “u ygar” olarak tanım layan
bölüm ü “Büyük Savaş”la kıyaslanabilecek bir ruhsal ve ahlakı şok yaşa­
m am ıştı hiç. Lizbon felaketi, yeşeren “m odern uygarlığı” Doğa ile savaşa
sokm uş, aynı zam anda da İlahi yaratım ın hikm eti, inayeti ve adaletine
duyulan asırlık güveni baltalayıp neticede ortadan kaldırm ıştı. Bu olay,
filozofların D oğa’m n alt edilip insanların denetim i altına alınm ası k on u ­
sundaki ısrarına m uazzam ölçüde ikna edici, hatta adeta perçinlevici bir
argüm an katm ıştı: D oğa’nm gelişigüzelliğinin yerine, aklın güdüm ünde,
titizlikle tasarlanıp gözlenen, kazalara mahal verm eyen, öngörülebilir ve
hepsinden de öte kontrol edilebilir bir düzen getirm ek ve böylece yeni
(insani) yönetim altında, insanların çıkarlarına doğru dürüst hizm et et­
m eye zorlam ak.
“Büyük Savaş" felaketi, hem bilim ve teknolojiye dayalı olan, insanla­
rın kurduğu düzenin hikm eti ve faydasına, yaklaşık iki yüzyıldır duyulan
güveni zayıflattı, hem de böylesi bir düzenin Doğa ntnkinden çok daha
adil ve iyi olduğu inancına dair şüpheler doğurdu. Susan N eim an’ın öne
sürdüğü gibi, “Aydınlanma bizi kendim izi düşünm eye teşvik ettiği ka­
dar, içine doğduğum uz dünyanın sorum luluğunu alm aya da yöneltm iş­
tir." A ncak, “insanlar tarafından üstlenilm esi gereken kötülüğün dozu
arttık ça, bu sorum luluğun gitgide değersizleştiğini kabul etm işlerdir.”4
“Büyük Savaş”m hiçbir kuşkuya yer bırakm ayacak biçim de gösterdiği
(şayet daha fazla teyit gerekirse, kısa bir süre sonra dünyayı silip süpü­
recek soykırım ların da teyit ettiği) şey şuydu: İnsanların yönetim i, en
az, iki yüz yıl önce su çlan an D oğa’m nki kadar kaprisli, öngörülem ez,
kör, düşüncesiz ve erdem lerle günahlara karşı kayıtsız, üstelik de daha
gaddar ve yıkıcı olabilir.
“U ygarlık”m öncü ve sözcülerinin özgüveni, kibri ve gururun un kar­
şı karşıya kaldığı şok gerçekten de çok büyük olm alı. Sonuçta Avrupa
yirm inci yüzyıla eşi benzeri görülm em iş bir iyim serlikle adım atmıştı.
N eredeyse her şey iyi gidiyor ve h er geçen yıl daha da iyileşiyordu. Geniş
topraklar ve denizler Avrupa’nın iradesine tam am en boyun eğmiş ve gö­
ründüğü kadarıyla, önyargının boyunduruğunu kırm aktan ve bir elinde
silah tutup diğer elinde İncil sallayan uygarlık elçileri ve m isyonerlerince
vaaz edilen sonsuz ilerlem eye dair muzaffer am entüleri benim sem ekten
başka bir şey düşlem iyordu. Bilim insanları her gün insan aklı ve kapa­
sitesini sınırladığı iddia edilen bir şeyin daha ortadan kaldırıldığını du­
yuruyordu. H er geçen yıl ( ş im d ilik 1.) henüz herkes olm asa da birçok kişi,
daha rah at ve daha zengin yaşıyordu. M esafeler kısalıyor ve daha az zah­
m etli hale geliyordu. Zam an daha hızlı akıyordu, öyle ki zam anın her
birim inde gitgide daha çok zevk veren lütuflara kavuşulm ası ve bunlar­
dan tat alınması m üm kündü. Akıl krallığı, yasanın ve düzenin m üşterek
üstünlüğü -h e p si şuracıkta bizi bekliyordu. M ükem m elliğe giden yolda
birtakım kötü ve huysuz insanlar dışında hiçbir direnişle karşılaşılm ı­
yordu ve bu tür kötü m aksatları gizlice ¿ü d en ya da besleyen herhangi
biri, şeytani işlerle çirkin düşüncelerin peşine düşm eye çalışırsa başarısız
olm aya m ahkûm du. Toplum -h e v e s ve hız bakım ından, henüz istenen
ve bir gün kesinlikle gerçekleşeceği um ulan ölçüde olm asa d a - tepeden
tırnağa aydınlanıyordu. İnsanın şeytani tutkuları hiç olm adığı kadar gü­
venle evcilleştiriliyor, âdetleri daha kibar ve birliktelikleri daha huzurlu

4) Susan Neiman, EviI in M odern Thought, Princeton University Press, 2002,


s.4-5.
hale geliyor gibi görünüyordu. İnsanlar arasındaki anlaşm azlıkları çö z ­
m ek için savaşm ak yavaş yavaş, am a gözle görülür ölçüde ortadan kalkı­
yor, b unun yerini aklın otoritesinin kabulü ve daha çok insanın daha çok
m utlu olm ası yolundaki dava alıyordu. Tarih, girdiği yolda hiç sekm eden
ilerliyor ya da en azından öyle görünüyordu. Yön değiştirm ek söz k on u ­
su değildi, geri çekilm ek ise aklın almadığı bir şeydi.
Kısacası, uygarlığın geleceği güvendeydi. İnsan idaresi altında dünya
güvenliydi ve daha da güvenli olacağı kesindi, llo n a adlı rom anında Hans
Habe zam anın ruhunu canlı bir şekilde tasvir ediyordu:

İnsanlar 1 8 9 9 yılbaşı gecesi coşkuyla yeni yüzyılın başlangıcını


kutlarken ne yaptıklarının farkında değildiler. N ehirler yatakların­
dan taşana, çayırları göllere çevirene ve “sular dağları on beş arşın
aşana” dek kesilm eyeceğini bilm eksizin, yağm uru kutluyorlardı.
Suların bir günde çekilem eyeceği konusunda şüphe duym uyor,
yıllar içerisinde yavaş yavaş artacağını varsayıyorlardı. Tanrının
yirm inci yüzyıldan bıkacağından hiç şüphelenm em işlerdi. Tufanın
şerefine içiyorlardı.

Tufanın şerefine... G erçekten de, birdenbire, herkesi şaşkına çevire­


rek, nehirler yataklarından taştı ve tufan başladı. İnsanlığın belleğinde­
ki en kitlesel kıyım başlam ıştı. O rtaçağın son karanlık günlerinde son
heretiğin diri diri yakılm asından beri duyulm ayan ıstıraplar içerisinde
m ilyonların ölüm ü. Süngülerle delik deşik edilmiş, şarapnel parçalarıy­
la kesilm iş, tankların paletleri altında ezilm iş ve zehirli gazlarla şişmiş
cesetler. Kendileri bataklık gibi siperlerde aylarca canlı canlı çü rü rk en,
acı çekm eden aniden ölen şanslıları kıskanan, kinin, önyargının ve h u ­
rafenin kurbanları. O rduya yazılan askerlerle beraber, bütün Avrupa’da
Doğu Prusya bataklıklarından Som m e’nin sularına kadar kazılmış siper­
lerde uygarlık, yavaşça, şefkatten yoksun bir şekilde, eziyet çeke çeke
ölüyordu; dünyaya kefil olacağına inanılan dünyanın konforlu rahatlığı
da uygarlıkla beraber yitip gidiyordu. Güvenli dünya hiçbir dirilme ü m i­
di olm adan, düşüncesizce ve am açsızca dökülen insan kanlarının oluş­
turduğu nehirlerde boğulm uştu.
G örünüşe bakılırsa, bütün bu dehşet, bir dizi kazanın (örneğin,
Saraybosna’da Fran z Ferdinand’a sıkılan ikinci kurşun, hüsrana uğram ış
bir öğrenci tarafından sıkılmıştı, çünkü kraliyet aracının şoförü h asta­
neye sürerken yanlış bir yola girm işti; ilk kurşunun asil hedefi bu kur­
şunla kazara vurulan kurbana asil teessürlerini gösterm ek için hastaneye
gitm ek istem işti) ve bir dizi savaş planının bir araya gelm esinden doğ­
m u ştu; bu planların h er biri, gezegenin en gelişkin köşelerinin en ileri,
en m odern ve en donanım lı ordularının üst düzey uzm an lan tarafından
kılı kırk yararak ve bilimsel bir hassaslıkla hesaplanm ıştı - h e r şey düş­
m anlıklara neredeyse kansız bir şekilde hem en son verm ek ve hem hızlı
hem de kesin son uçlar ortaya çıkarm ak üzere son derece rasyoneldi ve
dikkatlice hesaplanm ıştı. Gelgelelim insan planlam asının ve insan ürünü
kazaların bu karışım ından çıkan şey, hiç kim senin planında yoktu. H iç
k im s e karşılıklı katliam larla dört yıl sürecek bu tür bir m ezbaha plan-
lam am ıştı. Belki de bu, Büyük S avaşın en hayret verici ve k orkutucu
tecellilerinin en hayret verici ve korku tucu yanıydı. Bu tüyler ürpertici
olay p rogram lanm am ış, tasarlanm am ış, öngörülm em iş ve hatta tasavvur
edilebilir olduğuna bile inanılm am ıştı. P la n la n m a m ış görevlere hizm et
etm esi için seçilm iş araçların da alakasız ve m uazzam ölçüde etkisiz, h at­
ta işe yaram az olduğu ortaya çıkm ıştı.
Sorun hesapların yanlış çıkm ası değildi. Hatalı hesaplar düzeltilebilir
ve bunları düzeltm ek faydalı, rasyonaliteye hizm et eden bir girişim olabi­
lir. Zira insanlar hatalarından ders almaya eğilim lidir ve böylece gelecek­
lerini kazalara ve m usibetlere karşı daha bağışık kılarlar. Sorun daha zi­
yade tam da şu düşünceydi; Elde yeterli bilgi ve teknoloji bulunduğunda,
başvurulan araçların keskinleştirilm esi sayesinde gelecek hesaplanabilir
t
ve am açlar garanti altına alınabilirdi ki bu araçlar Som m e, Verdun ve
Doğu Prusya'daki ölüm m eydanlarında bulunan m ezarlara sevk edilm iş­
ti. Avrupa’nın özgüveni, uygar insanların aklın tutkular üzerindeki nihai
zaferine olan inancı, tarihin hikm eti ve cöm ertliğine duydukları güven,
güvenli bir şimdi ve garantili bir geleceğe duydukları rahatlatıcı, iyim ser
inanç da katledilip, m ilyonlarca askerle beraber kitlesel m ezarlara gö­
m ülm üştü.
Ortega y Gasset ve M antıheim ’ın hem kendilerinin hem de okurla­
rının dikkatlerini kuşakların tarihte oynadıkları role çevirm elerine yol
açan düşünce zincirlerini tam am en yem den k urm ak kolay değildir. Yine
de Büyük Savaş'm tecellileri ve beraberinde getirdiği “kimlik şoku" ol­
masaydı, onların böyle bir bakış açısına varm alarının çok daha güç ola­
cağı düşünülebilir. Paul R ico eu ru n “kim lik” fenom enini ikiye ayırdığı
( l ’ip seite, yrani diğer insanlardan ayırt edici özelliğinin sürekliliği ve la
m em ete, yani kişinin başkalarıyla benzerliğinin sürekliliği) göz önüne
alındığında, Büyük Savaş'm m uazzam bir soru işareti koyduğu şey, kim ­
liğin bu ikinci kısmıydı. Büyük Savaş’tan önceki “Ben", sonraki “B en” ve
savaşın hem “ön cesin i” hem de “sonrasını” kapsayan “Ben"in her biri
farklı dilden konuşuyordu. H er biri diğer ikisiyle kolay kolay iletişime
geçem iyordu. Katliam dan canlı kurtulm uş olanlar, bir zam anlar m ezba­
haya giderken duydukları coşk uyu , açıklam ak şöyle dursun, tam anla­
mıyla anlayabilirler mi? Eğer anlayabilirlerse, yeni edindikleri bilgileri,
seferberlik gününde m eydanlarda alkış tutan ve dans eden, geçm işteki
benliklerim ize, ifade edebilecekler midir? O zam anlar hayal bile edem e­
yip şimdi bildikleri şeyin nasıl ortaya çıktığını ve ihtim ali düşük olm akla
beraber o zam anlar bu şey onlara teklif edilmiş olsa, bunu doğrudan şey­
tani sözler addedip reddedeceklerini, buna aracılık edenleri de linç ede­
bileceklerini kavrayabilirler mi? Verdun ve Som m e’den s o m a doğan ve
“insanlığın en büyük sınavını”, “en heyecan v erici” ve “karakter oluştu­
ru cu ” m aceralarım kaçırm ış oldukları için görünüşte acı çeken insanlara,
bedeli ağır ödenen bu kavrayışlarını aktarabilirler mi? Eğer aktarm ayı
denerlerse, anlaşılabilirler mi?
Avrupalılık kim liğinin la m e m e te sine vurulan darbe, “kuşak" fikrinin
toplum sal ve siyasi bölünm elerin analizindeki ana kavram sal araçlardan
biri haline gelm esinde belirleyici bir unsurdu m uhtem elen. N esn el an a­
litik kategorinin ham m addesi, dikkat çekecek ölçüde farklı, birbirinden
yalıtık, ikiye b ölünm üş bir yaşam ın ö zn el deneyimiyle karşılanıyordu.
Keza m uhtem elen kuşak kavram ının ilk olarak icat edildiği laboratuar
“şim d ik i biz" ile “b ir z a m a n la r biz” arasında yaşanan karşıtlıktı. Öznel
deneyim den dam ıtılm ış ve daha sonra işlem den geçirilerek dünyayı
“o racık ta” irdeleyecek m ercekler haline getirilm iş bu kavram , “biz”i
“o n la r”dan ayıran sınırın çizilm esinde kullanılabilirdi ve aslında kulla­
nıldı da. Kuşaklararası iletişim kopukluğu ve ayrılığı, parçalanm ış bir ki­
şisel yaşam deneyim ini anlam a, “anlam landırm a” ve m alum L eben sw elt'i
[yaşam dünyası] parçalara ayıran ve yok edip yerine henüz keşfedilm e­
m iş ve bilinm eyişinden ötürü korku tucu bir dünya koyan zam an yarıl­
masını anlaşılır kılma çabalarıyla ortaya çıktı; bu dünya, hem haritaların
bulunm ayışından hem de haritasının çıkarılm asını önceleyebilecek uzun
gelişigüzel yaklaşım lar, riskli teşebbüsler ve potansiyel olarak ölüm cül
hatalardan ötürü daha da korkutucuydu.
Benzer (am a çok daha m ütevazı ve daha az dram atik olduğu kabul
edilen) öznel kopuş deneyim leri, zam anın akışı hızlanıp süratle değişen
insanlık d urum unun birbirini izleyen tecessüm leri arasındaki mesafe
kısaldıkça, artan sıklıkla tekerrür edecekti. Bir kere yeri belirlenip ad­
landırıldıktan sonra, kuşaklararası bölünm e ve iletişim sorunlarının gün­
celliklerinden hiçbir şey kaybetm eden büyük ilgi uyandırm aya devam
ettiğine şüphe yok. Hem akadem ik hem de yaygın söz dağarcığında uzun
süre yer alacakları düşünülebilir.
Bununla birlikte, insan varoluşunun bütün yönlerinin zorunlu ve
saplantılı olarak m odernleşm esiyle ve m odern çağın “akışkan” evresinin
k arakteristiği olan değer hiyerarşisinde geçiciliğe ve sürekliliğe (ya da
dolavım sızlığa ve uzun vadeye) atfedilen m ertebelerin tersine çevrilm e­
siyle harekete geçirilen gerçekten de kesintisiz bir devrim in halihazırdaki
d urum unda, tartışılan fikirlerin bazılarının yararlılıklarını kaybedip kay­
betm ediği ve m evcu t insanlık durum unu tanım lam a ve kavram a işini ye­
rine getirm eyi bırakıp bırakm adığı açık değildir ve büyük ölçüde de ucu
açık bir m esele olarak kalır. Bu m eselelerin dünya görüşüm üzde devam
eden varlıklarının, U lrich Beck’in ‘zombifterim leri”ne (sözcük olarak var
olsa da cism en var olm ayan k avram lar); ya da yalnızca soııs ratu ıv (yani,
anlatının iletişimsel uygunluğu bakım ından kaçınılm az olan, bununla
birlikte bir ihtar/anım satıcı gerektirerek kullanıldığında dünyevi gönder-
geleri varlıkların envanterinden çoktan silinmiş olarak) kullanılabilen,
Jacq u es D errida'nm terim lerine benzer bir örnek olduğu ileri sürülebilir.
Bense bunlara neden olan çarpışm adan çok sonra yankılanm aya devam
eden "yankılanan kelim eler” diyeceğim ...
Aslında, (en azından kültür alanım ızdaki) değişim hızı gün üm üz­
de akıllara durgunluk vericidir. D eğişimler sürekli ve her yerdedir.
K uşaklara dayalı yeni bir sınır çizgisi çizm eyi haklı gösterecek kadar yo­
ğun olan değişim yoğunlaşm aları, ya neredeyse günlük, rutin bir olay ya
da aksine (eğer etkilerini “Büyük Savaş”m şokuyla karşılaştırm ayı tercih
edersek) hiç olm adığı kadar azalıyor gibi görünüyor. G örünürde sayısız
d eğ işim vardır ve bunlar insanlık d urum un un kalıcı özellikleri olarak,
olağanüstü olaylardan ziyade olağan olaylar olarak, anorm allikten ziyade
norm allik olarak, istisnadan ziyade kural olarak görülür. Oysa den ey im in
s ü rek siz liğ i neredeyse evrenseldir ve bütün yaş kategorilerini eşit ölçüde
etkiler. Bu şartlar altında, kuşaklararası sınırları çizm ek yalnızca keyfi
olabilir. Sınır çizm eye yönelik her girişim ihtilaflı ve tartışm alı olacaktır.
Bunların toplum un haritasına yansıtılm ası ise, eğer yanıltıcı değilse, çok
da aydınlatıcı olm ayacaktır. Öne sürülen bölüm lem eler, b etim lenen top­
lum un m orfolojisi hakkında güvenilir bilgiden ziyade, istatistiksel veri
işlem eye ilişkin tercih edilen yöntem in artçı etkileri olm a riski taşır.
Değişim belki de fazlasıyla hızlı ve yeni fenom enlerin kam u bilin­
cinde ortaya çıkm a ve gözden kaybolm a hızı da fazlasıyla baş d ön dü rü ­
cüdür. Bu, “zam anın ru h u "n u n sağlam işaretleri olarak kaydedilm eye ve
bir kuşağın biricik ve kalıcı nitelikleri olarak yeniden biçim lendirilm eye
uygun olan tutum larda, davranış kalıpları, değer sendrom ları ve dün ­
ya görüşlerinde belirginleşm esini, yer etm esini ve pekişm esini engeller.
D ağınık ve görünüşte bağlantısız bir süreksizlik yığınında, “devrim "e
özgü görünürlük ve biçim lendirici güç elde'edebilen değişim ler çok n a­
dirdir. Şayet varsa da çok azı k u ş a k s a l bir kopuş fikri u yandıracak kadar,
kendi kuşağını oluşturm a ve etkin olarak ken d in i isp a tla m a için gerekli
ham m adeyi sağlayacak kadar ön plana çıkar.
Bir değişimin “d evrim ” olarak kabul edilmesi için, “değerlerin [kap­
sam lı ve zam anca sıkıştırılm ış olarak] yeniden değerlendirilm esini" ve
değer hiyerarşinin esaslı olarak yeniden düzenlenm esini harekete geçir­
m esi ya da içerm esi gerekir. Şimdiye kadar uygun, etkili ve takdire layık
olarak algılanan kuralların, norm ların ve m odellerin hatalı, faydasız ve
m ah k ûm edilebilir olarak yeniden biçim lendirilm esi gerekir. Değerlerin
bu şekilde tersine çevrilm esinin son ucu nd a, bir bütün olarak geçm iş ve
halen kamu belleğinde canlı olan geçm iş parçası karalanacak ve sıkı (ve
saldırgan) bir sorguya tabi olacaktır. G eçm işin h er bir öğesi zan altında
kalacak ve m asum iyeti kanıtlanana kadar suçlu addedilecektir (gerçi m a­
sum iyet neredeyse hiçbir zam an kesin surette k anıtlanam ayacak, aklam a
hiçbir zam an tam am lanam ayacaktır -şü p h e de hiçbir zam an büsbütün
ortadan k alk m ayacak tır). Olsa olsa hüküm ertelenecek ve bu, geçm işte
tem yize tabi olm adığı ilan edilmiş kararlara da uygulanacaktır. Öte yan­
dan, geçm işte m ahkûm edilen ya da m ahkûm edilebilir olduğu düşünü­
len şey -b e n z e r bir şekilde topyekûn ve önsel o la ra k - ıslah edilecektir.
G eçm işte esirgenen tanınm aya, şayet varsa birkaç soru yöneltilecek ve
meziyete dair başka hiçbir kanıt gerekm eyecektir.
Sonuçta, gerçek bir “devrim " durum unda, geçm iş değerlendirm ele­
rin tersine çevrilm esinin tek sebebi, ancak halihazırda onaylanm ayan ve
itiraz edilen “geçm iş”te dile getirilmesidir. Erdem ler ahlaksızlık, başarı­
lar kabahat, bağlılıklar da hainlik olarak - y a da tam tersi o la ra k - yeni­
den yazılır. G eçm işin değer ve pratiklerinin değer yitim i, henüz başlayan
gelecek sise büründüğünden, çok daha fazla belirleyici ve uzlaşm az ol­
malıdır. Geleceğin şekli hakkında, geçm işten farklı olacağı ve karanlık­
ta el yordam ıyla hareket etm enin rahatsız edici önsezisini yatıştırm ak
üzere birkaç bildik nirengi noktasının el altında olacağı dışında, kesin
hiçbir söylenem ez. Yolu önceden gösteren yön tabelalarının yokluğunda,
m u h tem elen geçm işten miras alınan yön tabelalarını tersine çevirm ek işe
yarayacak, tam am en olum suz da olsa bir ölçüde yönlendirm e sağlaya­
cak ve ne kadar çü rü k ve güvenilm ez de olsa, gelecekteki olayların nihai
seyrinin k ontrol altında olduğu duygusunu verecektir. Öyleyse şu hiç de
k üçü k bir avantaj değildir: D evrim anında gelecekteki erdem ler ve başa­
rılara ilişkin sınanm ış ve güvenilir hiçbir ö lçü t (yanı gelecek, bugüne dö­
n üşürken hâlâ bağlayıcı olduğuna güvenilçbilen ölçütler) m ev cu t olm asa
da, güvenilir birtakım değer ikam eleri ve böylece de gediği kapatacak bir
m eritokrasi biçim i, geçm işteki erdemsizlikleri erdem diye, erdem leri de
erdem sizlik diye yeniden adlandırm aya dayalı basit bir çareyle halihazır­
da m eydana getirilebilir.
Bu türden “d evrim ler” bizim zam anım ızda anorm alliktir. Daha doğ­
rusu tam tersi: D evrim ler günlük bir diyete dönüştüğünden, ancak bir­
kaç gün boyamca h eyecan verip korkutabilirler; ta ki sonraki “tarihi” ya
da “devrim niteliğindeki” olay, TV’deki ünlü sunu cular tarafından nefes
nefese d uyuruluncaya ve bütün gazetelerin ilk sayfasını kaplaym caya ka­
dar; bunun hem en ardındansa bu olay, başka bir “sansasyonel” ve “eşi
benzeri görü lm em iş” olaylar dizisi tarafından kam unun eğreti dikkatin­
den silinip süpürülecektir. “D evrim ” fikri bugünlerde d eğ e rs iz leş ti. Kuşe
kâğıda basılmış bir derginin her nüshasında devrim hakkında olm asa da
düne kadar hiç duyulm am ış am a illaki “devrim niteliğinde” olan - ve
spot ışığı altındaki kimi bireylerin “yaşam ını ve dolayısıyla da onları iz­
leyen herkesin yaşamını değiştirecek”- birçok şey hakkında bir şeyler
vardır.
Biraz daha ciddi bir açıdan bakarsak, akışkan m odern dünya sürchti
bir devrim halindedir; bu hal “k atı” m odernlik zam anlarından hatırlanan
bir kereye m ahsus “tekil" devrim lere im kân verm ez. E ğer günüm üzde
halen devrim lerden bahsetm ek m üm künse de yalnızca geçm işe bakıla­
rak yapılabilir bu; geçm işe baktığım ızda fark ederiz ki gayet küçük ve
görünüşte önem siz değişim ler üst üste gelm iş ve insanlık durum unda
yalnızca tedrici değil, nitel bir dönüşüm de m eydana getirm iş. Evvelki
göndergelerinden yoksun olan “devrim " fikri değersizleştirilm iştir: H er
türlü “yeni ve gelişm iş” ürünü “devrim ci” şeklinde tanıtan reklam yazar­
larınca her gün kullanılır ve istism ar edilir...
Sürekli ve sık rastlanan değişim lerin ortasında, ta derinlerde olan,
am a gelişmeye de devam eden tam am lanm am ış dönüşüm lerin “devrim ­
ci” doğasını doğru bir şekilde kavram ak güç, belki de imkânsızdır. Bu
tür d önüşüm leri peşinen tasarlam ak ve toplum sal durum üzerindeki et­
kilerini tahm in etm ek ise daha da imkânsızdır. Yine de eğer gerçek bir
devrim olursa, dönüşüm den sonraki yaşam deneyim lerinin daha önce
h atırlananlardan kesinlikle farklı olacağına şüphe yoktur. D önüşüm ün
bir tarafındaki insanlar açısından olsa olsa bir istisna, rutinin ihlali olan
şey, diğer taraftakiler açısından norm al bir d urum olarak görülecektir. O
zam an, ortaya çıkan kuşaklararası bölünm enin ilk sem ptom u “iletişim -
sel kargaşa” olacaktır. Esas m esele, (iletişim sel soruna sonradan eklenen
ideolojik bir cila olan) “çıkar ça tış m a sın d a n ziyade, uygunluk ve ö n ce­
lik m eseleleriyle ve farklı farklı konum lanm ış, birbirileriyle örtüşm eyen
bilgisizlik alanlarından kaynaklanan sorunlarla ilgili bir anlaşm azlıktır.
Bir grup için esas olan deneyim ler bir başka grubun deneyim lerinde ya
çok az göndergeye sahiptir ya da bunlar h iç yoktur. N itekim bir grup
açısından çok önem li olan m eseleler, diğeri için “geçerli değildir”.
Yalnızca iki kam p - “yaşlılar” (ya da yetişkinler) ve “g en çler” (henüz
yetişkin olm ayan ya da yetişkin olm aya y an aşm ay an lar)- oluşturm ak
üzere sık sık iç içe geçen kuşaklar arasındaki karşılıklı şüphenin öyküsü
eskiye dayanır. Çok eski zam anlara kadar uzanan ilk belirtilerinin izi k o­
layca sürülebilir. Ama bu şüphe, dünyanın (en azından insanla ilgili kıs­
m ın ın ), m evcu t halinden farklı olabileceği ve onu farklı hale getirm enin
de insanların elinde olduğunun kabul edilm esiyle, yaşadığım ız m odern
çağda adam akıllı ortaya çıkm ıştır. Ayrıca dünyanın, tek bir insanın yaşa­
m ında “artık devir değişti” ibaresini dile getirtecek kadar, bunun sonu­
cunda da “olan” ile “olm ası gereken” arasında bir gediğin görülm esini
ve “hey gidi gün ler”e karşı “daha iyi bir g elecek ” tarzı kavram ların hem
felsefi düşüncede hem de yaşam a dair popüler algılam alarda ortaya atılıp
yer etm esini sağlayacak kadar hızlı değişm esiyle ortaya çıkm ıştır. Ancak
o zam an, dünyanın aralıksız d ön üşüm ün ün farklı aşam alarında dünya­
ya gelen insanlar, p a y la ş tık la r ı zam anı değerlendirm e bakım ından m u ­
azzam şekilde fa r k lıla ş m a y a başlam ış olabilirler. İyice öğrenilip hâkim
olunm uş becerilerin ve âdetlerin uygulanm asına im kân tanıdığı için bazı
insanlara rahat ve konforlu gibi görünebilen şey, diğerlerine tuhaf ve itici
görü nm üş olabilir. N itekim bazı insanlar, diğerlerini huzursuz edebilen,
b ocalatan ve şaşkına çeviren durum larda, kendilerini çok rah at hissede­
bilir. Bazılarına “dünya hali b u ” ya da “böyle gelm iş böyle gider” şeklinde
görünebilen şey, diğerlerine gayri m eşru , ah m ak ça, hakkaniyetsiz ve büs­
bütün iğrenç görünebilir.
Sonuçta, yaşlı ve genç kitleler birbirilerine yanlış anlam a ve kuruntu
bileşimiyle bakarlar. Yaşlılar, kendi büyüklerinin itinayla koruduğu şeyi,
dünyaya yeni gelenlerin m ahvedip ortadan kaldıracağından korkacaktır;
gençler ise, eskilerin berbat ettiği şeyleri yoluna koym ak için şiddetli bir
arzu duyacaktır. H er iki kitle de olayların m evcu t halinden m em nuniyet­
siz olacak ve bunların kötü hali konusunda diğer kitleyi suçlayacaktır.
Son derece saygın haftalık bir İngiliz dergisinin ard arda iki sayısında,
hırlaşan iki iddia yer aldı; Bir köşe yazarı “gençleri" “durgun, uyuşuk.
zührevi hastalıklı ve hiçbir işe y aram az” olm akla suçluyordu. Buna kar­
şılık bir okur kızgınlıkla sözüm ona m iskin ve kayıtsız gençlerin gerçekte
“akadem ik olarak başarılı” olduklarım ve “yetişkinlerin yarattığı m üşkül
durum dan kaygı duydukları” cevabını v eriyord u.5 Diğer sayısız benzer
anlaşm azlıklarda da olduğu gibi, buradaki fark deneyim in şekillendirdiği
bakış açılarının telkin ettiği değerlendirm elerdir ve ortaya çıkan ihtilaf da
“nesnel bir şekilde” çözüm lenem ez.

Bana gelince, ben de “geçm iş kuşak lar”dan biriyim .


G ençliğim de, çağdaşlarım la beraber, Jean -P au l Sartre’m le
p ro jet d e la vie [yaşam projesi] seçim i hakkm daki açıklam ala­
rını dikkatle okum uştum . “Yaşam p ro jesi” seçim i, “seçim le­
rin seçim i”, ilk ve son kez, baştan aşağı, (ik in cil, türetilm iş,
m ü eccel) seçim leri belirleyecek üst seçim anlam ına geliyordu.
Sartre’tan öğrendiğim iz üzere, her projeye bir yol haritası ve
güzergâhın ayrıntılı bir tarifi eklenecekti. Bir kere varış yeri
seçildiğinde, geriye kalan tek şey, harita, pusula ve yol işaret­
lerinin de yardımıyla en kısa ve en az rizikolu yolu planlam ak
olacaktı...
Sartre’m m esajını anlam akta güçlük çekm iyorduk ve bunu
göründüğü kadarıyla etrafım ızdaki dünyanın ilan ettiği ya
da im lediği şeyle uyum lu buluyorduk. Sartre’m dünyasında
-y a n i benim kuşağım ın paylaştığı dünyada- haritalar, şayet
m üm künse, yavaş yavaş eskim işti (hatta bu nların bazıları “ek ­
siksiz” olm akla övünürdü). Yollar da, bir kere döşendikten
sonra, araçların artan sayısı, ağırlığı ve hızına uyum sağlam ak
üzere zaman zaman tekrar döşenebilirdi. Bununla b irlikte, bu
yollardan gidildiğinde her defasında aynı yerlere varılırdı ve
kavşaktaki tabelalarda ve trafik işaretlerindeki boya defalarca
yenilenm iş olsa da, üzerlerinde yazan şey hiç değişmezdi.

5) Bkz. G uardian W eekend, 4 ve 11 Ağustos 2007.


Keza akranlarım la beraber, başkaldırm ak şöyle dursun tek
kelim e itiraz etm eksizin, aç farelerle yapılan laboratuvar de­
neylerine dayalı sosyal p siko loji derslerini sabırla dinlem iştik;
fareler bir labirentin içinde, tek “doğru” yolu (yani labirentin
içinde ödüle -la b iren tin öbür u cundaki peynir p arçasın a- gi­
den tek rotayı) ararken, bu yolu yaşam larının geri kalanı için
öğrenip ezberlem eyi am açlıyordu. Buna hiç itiraz etm edik,
çünkü Sartre’m tavsiyesinde olduğu kadar, laboratuvar farele­
rin in itişip kakışm asında kendi yaşam deneyim lerim izin yan­
kılandığını duym uştuk...
G ünüm üzde çoğu genç laboratuar farelerinin kaygısına
baktığında kendi deneyim lerini idrak etm ekte k esinlikle ba­
şarısız olacaktır. Keza yolun başında bütün yaşam rotasının
haritasını hem en çıkarm aları tavsiye edilse, omuz silkm ele­
ri m uhtem eldir. G erçekten de şu şekilde itiraz edeceklerdir:
G elecek ay ya da yılın ne getireceğini biliyor muyuz? Tek
bir şeyden em in olabiliriz ki cevabı da kendileri verecekler­
dir: G elecek ay ya da yıl şim di yaşadığım ız zam andan farklı
olacaktır. F arklı olacağı için de şim di sahip olduğum uz bir­
çok bilgiyi ve şu anda kullandığım ız teknik bilginin çoğunu
(hangi kısım olduğu konusunda h içbir tahm in olm asa da)
geçersiz kılacaklardır. G urur duyduğumuz ve bugün y ü celt­
tiğimiz birçok şeyden (hangisinin yitip gitm ek zorunda ola­
cağı konusunda gene h içbir tahm in olm asa da) kurtulm ak
zorunda k alırken, öğrendiğim izin çoğunu kuşkusuz unutm ak
zorunda kalacağızdır. Bugün en çok tavsiye edilen seçim ler,
yarın utanç verici büyük hatalar olarak kötülenebilir. Buradan
çıkan sonuca göre (diye ekleyeceklerdir) en başta gerçekten
edinm em iz gereken beceri esnekliktir (kısırlaştırılm ış ve dola­
yısıyla halihazırda p olitik olarak doğru sayılan korkaklığa ve­
rilen ad). Bu, borca dönüşm üş geçm iş servetleri hızla unutm a
ve hem en elden çıkarm a yetisinin yanı sıra yol ve yöntem leri
h iç pişm anlık duym aksızın kısa sürede değiştirm e k abiliyeti­
dir. G erçekten ilelebet hatırlam am ız gereken şey, herhangi bir
şeye ve herhangi birine öm ür boyu bağlılık konusunda ant
içm ekten kaçınm ak gerektiğidir. Ne de olsa fırsatlar, ansızın
ortaya çıkm a ve aynı derecede aniden yok olma eğilimindedir.
K asten veya olağan olarak, bu fırsatlara sonsuza kadar sahip­
m iş gibi davranan beleşçilerin vay haline...
Öyle görünüyor ki günüm üzde bü tü n bir yaşam ı peşinen
senaryolaştırm a konusunda halen düş kurulabilse ve bu dü­
şün gerçekleşm esi için ter dökülse bile, bugünlerde bir senar­
yoya, hatta in sanın düşlerini süsleyen senaryoya tutunm ak
riskli bir iştir ve intihara eşdeğer olabilir. G eçm işin senaryo­
ları oyunun daha provaları başlam adan, m odası geçip kulla­
nım dan kalkabilir ve açılış gecesine kadar dayanmayı başarır­
larsa, oyunun süresinin yine de fena halde kısa olduğu ortaya
çıkabilir. Yaşamın bütünü bir yana, koca bir yaşam sahnesini,
önceden tasarlanm ış bu tür bir senaryoya adam ak ço k daha
güncel, şim dinin m odasına daha uygun ve dolayısıyla geleceği
daha parlak olan birçok prodüksiyonu (ki bunların kaç tane
olduğu asla b ilin e m e z ...) kaybetm e şansına denktir elbette.
Ne de olsa yeni fırsatlar, kapıyı çalmaya devam eder ve ne
zam an, hangi kapıyı çalacağına dair h içbir şey söylenem ez.
Tom A nderson örneğim ele alalım . Sanat okuduğu için,
m uhtem elen ço k fazla m ühendislik teknik bilgisi edinm e-
m işti ve tek n o lo jik şeylerin çalışm ası konusunda çok az fikre
sahipti. Çoğum uz gibi, m odern elektronik aletleri kullanıyor­
du ve gene çoğum uz gibi, bilgisayar kasasının içinde ne oldu­
ğunu, şu değil de diğer tuşa bastığında ekranda nasıl bunun
değil de şunun belirdiğini tahm in etm ek ve düşünm ek için
çok fazla zam an harcam ış olamazdı. Birdenbire, m uhtem e-
len onu da şaşırtan şekilde, “sosyal ağ”m yaratıcısı, öncüsü
ve “ik in ci internet devrim i” unvanını alıveren şeyin m ucidi
olarak bilgisayar dünyasında alkışlarla karşılandı. Belki de en
başta büyük ölçüde bir hobi olarak düşünülen bloğu, yalnız­
ca birkaç yıl içinde, M ySpace adlı şirkete dönüştü; bu blog
genç intern et k u llanıcılarının akınm a uğradı (daha yaşlı web
k u llan ıcıları ise yeni şirketi ve onun inanılm az popülerliğini
bir şekilde duymuş olsa bile, belki de onu önem sem em iş ya
da ömrü bir kelebeğinki kadar olacak bir başka gelip geçici
heves ya da ahm akça fikir olarak alaya alm ıştı). “Ş irk et” kayda
değer h içbir kâr getirm iyordu ve A nderson’m da m uhtem elen
şirketi m ali açıdan kazançlı duruma nasıl getireceği k on u su n ­
da h içbir fikri yoktu (m uhtem elen böyle bir şeye hiç niyeti de
y oktu ). Ta ki 2 0 0 5 Tem m uz’una k ad ar... Bu tarihte Rupert
M urdoch o zam ana kadar ucu ucuna olan bir parayla ayak­
ta kalm ış şirket için 5 80 m ilyon dolar teklif etti. M urdoch’m
M yspace’i satın alm a kararı, bu dünyanın sihirli kapısını, en
yaratıcı ve karm aşık tılsım ların sihrinden ço k daha uygun bir
şekilde açtı. Servet avcıları hiç vakit kaybetm eden aynı şeyi
yaptı ve işlenm em iş elm as arayışına çıkarak interneti fethetti.
Yahoo “sosyal ağ” kategorisinde bir başka in tern et sitesini bir
m ilyar dolara satın aldı. 2 0 0 6 E kim ’inde G oogle b ir başka si­
teyi (henüz bir bu çu k yıl önce, tam am en ev içi üretim tarzın­
da, bir başka am atör girişim ci çift olan Chad Hurley ve Steve
f

C hene’in başlattığı) Youtube’u satın alm ak için 1.6 m ilyar do­


lar ayırdı. 8 Şubat 2 0 0 7 ’de New York Tim es, G oogle’m , yerinde
fikirlerinden ötürü C hene’e piyasa değeriyle 3 2 6 m ilyon dolar
değerinde, H urley’e de 3 4 5 m ilyon dolar değerinde hisse ver­
diğini yazıyordu.
O ana dek keşfedilm em iş ya da layıkıyla takdir edilm e­
m iş yeteneklerin arayışında olan yüce ve azam etli bir hami
ya da becerik li bir patron kişiliğinde cisim leşm iş olan, Talih
tarafından “keşfedilm ek”, masallar, O rtaçağ’m sonları ve
Rönesans’ın ilk dönem lerinden beri ressam ların, heykeltı­
raşların ve m üzisyenlerin biyografik folkloründe popüler bir
m otif olm uştur (gelgelelim sanatın ilahi yaratının büyüsünü,
itaatkâr ve doğru bir şekilde anlatm a yolu olarak görüldüğü
antik çağda bu böyle değildi: Yunanlılar “ilahi esinin him aye­
sindeki yaratma fikrini, yaratılan eserlerin parasal karşılığıy­
la uzlaştıram azdı.”6 Antik çağda “sanatçı o lm ak”, m ali başarı
şöyle dursun, herhangi bir dünyevi başarıdan ziyade, feragat
ve yoksullukla, “kendinden geçm iş”likle bağdaştırılırdı).
Yüce ve azam etli biri tarafından “keşfedilm e”yle ilgili eti-
y o lo jik m it, ancak m odern çağın eşiğinde icat edilm işti. Bu
m it, bir yandan doğum un h içbir temyiz hakkın ın olm adığı
m üebbet hapis olarak düşünüldüğü ve kendi kendini yetiş­
tirm iş adam (hele hele kendi kendi yetiştirm iş kadın) fikrine
olanak tanım ayan bir toplum da, (ço k nadiren) sanatçıların
birdenbire eşi görülm em iş bir şekilde üne ve zenginliğe ka­
vuşm asına açıklam a getirm ek içindi. Ayrıca bu m it -ik tid ar,
güç, otorite, nüfuz düzeni ve zenginlik ve şaşa hakkı anlam ına
g e le n - “norm u ” baltalam aktansa onu inatla sağlam laştıracak
ve doğrulayacak biçim de, yukarıdaki olağanüstü örnekleri
izah etm ek içindi. Tam am en dışlanm ış olmasa da alt sınıftan
olan, sanatın gelecekteki ustaları, genellikle şu kanıya vardılar
(en azından etiyolojik m it bunu im a ediyordu): Nadir görü­
len büyük b ir azim ve sam im i bir görev aşkıyla birleşm iş, en
yüce yetenekleri kazandıran ilahi lü tu f bile, şanın, servetin
ve takdirin başka yollarla ulaşılam az alanına erişm ek üzere

6) Bkz. Ernst Kris ve Otto Kunz, L eg en d , M yth a n d M ag ic in th e Im a g e o f the


A rtist, çev.: Alistair Lang ve Lottie M. Newman, Yale University Press, 1979,
s. 113.
kend ilerine uzatılan güçlü bir el olm adan, kendi kaderlerini
tam ama erdirm ek için yeterli değildi.
M odernitenin gelişim inden önce, “talihin d önm esi” m iti
neredeyse sırf sanatçılarla sınırlıydı. Buna da şaşm am ak ge­
rek, zira sonradan “güzel sanatlar” olarak adlandırılacak olan
alanın, ressam, heykeltıraş, m im ar ve bestekâr gibi icracıları,
aşağı m evkilerinden yukarı çıkm ayı başaran, krallar ve papa­
larla olmasa da prensler ve kardinallerle akşam yem eğinde
boy gösteren, neredeyse tek gruptu. G elgelelim , m odernite
ilerled ikçe, sın ıf engellerini yıkan tabakaların sayısı artm ıştı.
“Z ıpçıktılar”m sayısı çoğaldıkça, “talihin d önm esi”den
esinlenen öyküler de dem okratikleşti. Bunlar artık her türlü
yaşam sanatçısının, yani gündelik yaşam ın sıradan sanatının
sıradan icracılarının yaşam b ek lentilerine biçim veriyor ve h e­
pim iz ya da çoğum uz da bu tür sanatçılarız. Ne de olsa, bu­
günlerde hepim izin, başarılı ve m utlu bir yaşama yol açacak
olan, “talihin d önm esi” fırsatını ya da talih kuşunu yakalam ası
buyrulm uş. Eğer yaşam larım ızı anlam lı, başarılı ve tam amen
m utlu kılm ak “talihin d önm esi”ne dayanıyorsa, um ut etm ek­
te, bahtım ızın açılm asını beklem ekte haklıyızdır ve hayal gü­
cüm üzü son noktaya kadar genişleterek ve bir araya getirm eyi
başardığım ız bü tü n kaynakları ustalıkla kullanarak (başka bir
deyişle, hiçbir şansı elden kaçırm adan) bahtım ızın açılm asına
yardım cı olm am ız da gereklidir.
G erçekten de, fukaralıktan zenginliğe olağanüstü yükse­
liş m asalları allanıp pullanan ve alenen onaylanıp takdir edi­
lenler çoğunlukla güzel sanat icracılarıdır (daha doğrusu, bir
anda üne kavuşmaya nail olarak, icraları tartışm asız “güzel
sanatlar” olarak sınıflanan şeyleri icra eden sayıları çok da
fazla olm ayan şanslı insanlardır). Ö rneğin, gazetelerin ora­
sından burasından kesilm iş ve alt kısm a üstünkörü yapıştırıl­
m ış, pop id ollerinin fotoğraflarıyla süslü 5 0 peni değerindeki
cam kül tablasının her birini 2 pounda satan kızın hikâyesini
alalım ... Doğu Londra’nın alelade bir sokağındaki alelade bir
dükkânda uygun zam anı bekleyen bir kız; ta ki b ir gün, tıp­
kı Sinderella m asalında balkabağm ı her yeri altın bir faytona
d önüştürm ek üzere sihir kullanan m eşhur büyücü nine gibi,
bu kızın dağınık yatağını paha biçilm ez bir yüksek sanat ya­
pıtına d önüştürecek yüce sanat ham isini taşıyan bir lim uzin
dükkânın önünde duruncaya k a d a r...
Güzel sanatlar üstatlarının (daha doğrusu büyülü bir şe­
kilde üstada dönüştürülen oğlan ve kızların) öyküleri, tarihi
yüzyıllara dayanan öykü anlatım geleneğince hazırlanm ış bir
zem in bulm a avantajına sahiptir. Bunlar, bizim akışkan m o­
d ern zam anlarım ızın tarzına pekâlâ uyar, çünkü m odernliğin
ilk dönem lerindeki öykülerin (örneğin, ayakkabı boyacısı bir
oğlam n m ilyoner olm asına ilişk in ünlü efsane) tersine, ev­
velce yaşamda başarının gerektirdiği düşünülen sabır, sıkı
çalışm a ve özveri gibi garip, cefalı ve oldukça itici m eseleler
hakkında sessiz kalırlar. G ünüm üzde ünlü görsel ya da gös­
teri sanatçılarına dair popüler hikâyeler, k işinin kend ini ada­
dığı etkinlik türü ve bunu yapma tarzı m eselesini önem sizm iş
gibi gösteriyor; ne de olsa, akışkan m odern dünyada, hiçbir
değerli etkinlik değerini çok uzun süre koruyam az. Bilakis
akışkan m odern hikâyelerin genellikle odaklandığı genel ilke
şudur: C öm ert talihin bulunduğu bir bileşim e gelişigüzel
eklenm iş her türlü bileşen, ne kadar yaygın, yalın ve alela­
de olursa olsun, “yaşam ” denilen bu lanık çözeltiden parlak
başarı k ristallerini çökeltebilir. H er tür bileşen: İlle de klasik-
m odern hikâyelerin ortaya attığı angarya, özveri, çilecilik ya
da fedakârlık değil.
Bu koşullarda, bilgisayar ağlarının icadı fevkalade işe ya­
radı. İnternetin birçok faydasından biri şudur: Şim dilerde
içerlenen , eskim iş ve dem ode olan, iş ile boş zaman; efor ile
dinlenm e; am açlı eylem ile tem bellik ya da aslında gayret ile
m iskinlik arasındaki karşıtlıklar konusunda taraf tutm anın
sıkın tılı zorunluluğunu ortadan kaldırm ıştır. Keza in ternetin
akıl almaz süratte büyüm esinin tem el nedenlerinden biri de
budur: 1 9 9 7 ’de halen ihm al edilebilir olan intern et kullanı­
cılarının sayısının 2 0 1 0 ’da 2.5 m ilyarı geçm iştir; yalnızca bir
yıldaki (2 0 0 6 ) elektronik posta trafiği -y a k la şık bir m ilyar gi­
gab y te- “ezelden beri bü tü n insan dilinin nakled eceğinden”
yüzde 2 0 daha fazla enform asyon içeriyor.7 W eb sitelerinde
gezinirken bilgisayarınızın önünde geçirdiğiniz saatler neye
harcanır? İşe mi yoksa eğlenceye mi? Çalışm aya m ı yoksa
zevke mi? Söyleyem ezsiniz, bilem ezsiniz ve açıkçası um uru­
nuzda da değildir. C ehalet ve kayıtsızlığınızın günahlarından
arınm anız gerekiyor. Zira bu ikilem lere güvenilir bir yanıt ve­
rilm eyecek ve kader elini uzatana kadar da yanıt gelm eyecek­
tir.
Bu yüzden 31 Temmuz 2 0 0 6 ’a kadar sayısı 50 m ilyonu
bulan bloglarm dünya çapında internete dahil edilm esinde
ve daha sonraki hesaplam alara göre bu nların sayılarının o
zam andan beri günde ortalam a yüz yetm iş beş b in büyüm e­
sinde şaşılacak bir şey yoktur. Bu bloglar “intern et kam uo­
yun a” ne tür bilgiler verir? Sahiplerinin/yazarlarmın/işletme-
cilerin in akim a gelen her şey hakkında bilgi verirler (Rupert
M urdoch’larm ya da Charles Saatch i’lerin bu dünya hakkında
aniden dikkatini nelerin çekebileceğini kim bilebilir k i...).
“Kişisel bir site”, b ir blog yaratm ak lo to nu n yalnızca b ir başka
çeşididir: Kazanan biletleri önceden bilm enizi (ya da bir baş­
k asının bilm esini) sağlayan kurallar olduğuna dair yanılsam a

7) Richard Wray, “How one year’s digital output would fill 161 bn iPods’',
G u a r d ia n , 6 Mart 2007.
olsun ya da olm asın, “h er ihtim ale k arşı” bilet satın almaya
devam edersiniz. Bu kurallar da kendi uygulam alarınızda işe
yarayacak bir şekilde sadakatle riayet etm ek am acıyla öğre­
nip belleyeceğiniz türde kurallardır en azından. Sayısız b lo ­
ğu incelem iş olan Jo n Lanchester, bir blogcunun kahvaltıda
tükettiği şeyleri m üthiş bir ayrıntıyla aktarırken, diğerinin
ön ceki akşam ki oyununun şakalarını açıkladığını; bir kadın
blogcu nun eşinin m ahrem kusurlarından şikâyet ederken, bir
başkasının kendi evcil köpeğinin çirk in bir fotoğrafını ser­
gilediğini; biri polis yaşam ının sıkın tıların ı düşünürken, bir
başkasının Ç in’de bir A m erikalının cin sel istism arını konu
edindiğiyle k arşılaşm ıştı.8 Her ne kadar içerikleri değişse de,
hem en hem en bütün bloglarm paylaştığı bir nitelik vardı: En
özel deneyim leri ve en m ahrem m aceraları kam uda sergile­
m ek konusunda sınırsız bir açık lık ve doğruluk. Kabaca söy­
lem ek gerekirse, kendini (ya da kişiliğin en azından bazı ta­
raflarını ya da yönlerin i) piyasaya çıkarm a konusunda aşikâr
olan, kendine ket vurma eksikliğidir bu. Belki de bir şeyler,
m ühim bir in tern et gezgininin durup daha yakından bakm a­
sını sağlayabilir; belki de m üstakbel bir m üşterinin, hatta zen ­
gin ve nüfuzlu bir m üşterinin, ya da belki internette gezinen
sıradan bir vatandaşın hayal gücünü ateşleyebilir; ama onlara
yeten tek şey, nüfuzlu birkaç kişinin dikkatini çekm ek ve bu
kişilerin blog yazarlarına reddedem eyecekleri ve piyasadaki
fiyatlarını yukarı fırlatacak bir teklif su nm asını esinlem ektir.
Çoğu kişisel ve gizli olduğu varsayılan ilişkilere dair kam usal
itiraflar (ne kadar ağız sulandırırsa o kadar iyidir), daha “cid ­
d i” (siz bunu daha zengin olarak okuyun) yatırım cıların rutin
bir şekilde kullandığı paraya gücü yetm eyenlerin yararlandığı
bir çeşit “yedek para”dır. Ü rettiği objets d ’art 'm [sanat yapıtı]

8) Bkz. “A Bigger bang’', G u a rd ian W eek en d , 4 Kasım 2006.


Zygm unt Bauman j 109
i

sokaklarda ve kam usal alanlarda ya da birinin özel çalışm a


odasında takdir edileceği konusunda biraz olsun um ut olm a­
dıkça, yaşam sanatının çok fazla anlam ı yoktur...

irfan sahibi çoğu sanat eleştirm eni, güzel sanatların bugün­


lerde bü tü n yaşam dünyasını kuşattığını öne sürer. İlle de
gerçekleşm esini istedikleri ve um dukları biçim de olm asa da,
geçen yüzyılın avangardm m sözüm ona boş düşleri yerine ge­
tirilm iştir. G örünen o ki bir kere m uzaffer olduğunda, güzel
sanatlar artık kendi varoluşunu dışavurucak sanat yapıtlarına
ihtiyaç duym ayabilecektir.
Kısa zam an önce ve hiç şüphesiz avantgardm altın ça­
ğında, güzel sanatlar kendi faydasını dünya ve sakinleri için
belgelem eye çalışarak yaşamda kalm a h akkını kanıtlam aya
çalıştı. Arkalarında başarılarının katı ve k alıcı izlerini, yap­
tıkları faydalı hizm etlerin sağlam kanıtlarını bırakm a ihtiyacı
duym uşlardı; sonsuza dek yaşamayı vaat eden, elle tutulur ve
m uhtem elen silinm ez izlerdi bunlar. Bununla birlikte, artık,
varlıklarının katı izleri olm adan pekâlâ idare etm enin yanı
sıra, çoğunlukla gereğinden fazla kalm a tehdidi taşım am a ve
böylece çabuk ve uygun bir şekilde ortadan kaldırılam ayacak
kadar derin olan herhangi bir iz bırakm am a konusunda dik­
katliler. G örünen o ki günüm üzde güzel sanatlar çoğunlukla
hızlı m ontaj konusunda uzm anlaşm ıştır ve kendi y aratılarının
hem en parçalanm asını teşvik eder. En azından, m ontaja ve
parçalara ayırmaya, sanatsal yaratıcılığın eşit ölçüde geçerli,
değerli ve vazgeçilem ez biçim leri gözüyle bakarlar. A m erikalı
m eşhur bir ressam olan R auschenberg, bir zam anlar bir baş­
ka ünlü Am erikalı ressam ın, de K ooning’in resim yaptığı
kâğıtları satışa çıkarm ıştı; ama bunlardan neredeyse bü tü n ka­
lem izlerini büyük bir gayretle silm işti. K oleksiyoncular için
para edecek şey, Rauschenberg’in kendi yaratıcı katkısı olan,
silm e izleriydi. Dahası, Rauschenberg yıkım ı sanatsal yaratım
m ertebesine yükseltm işti. Yaptığı şeyler aracılığıyla, güzel sa­
natların çağdaşlarına sunduğu değerli hizm etler olarak tem sil
etm eyi am açladığı şey, dünyada izler bırakm ak değil, dünyada
kalm ış izleri ortadan kaldırm aktı. Rauschenberg en seçkin ve
etkili çağdaş sanatçılar arasında böyle bir mesaj gönderen tek
kişi değildi kesinlikle. Ö rneğin “öz-yıkıcı sanatın” öncüsü ve
sanatın yıkıcılığı üzerine 1 9 6 6 tarihli sem pozyum u düzenle­
yen Gustav M etzger’i hatırlayalım . İzleri yok etm e ya da örtm e,
şim diye kadar yalnızca bu izlerin kakılm ası ve işlenm esi ya da
başka yollarla -te rcih e n k alıcı o larak - belirginleştirilm esinin
bulunduğu seviyeye yerleştirilm işti ve halen de bu seviyede­
dir. Bu durum diğer seviyede -y aşam sanatları sev iyesind e- de
vuku bulur: Burada çok acilen ihtiyaç duyulan yaşam araçları
deneye tabi tutulur ve insanın varoluşsal durum unun en ağır
zorlukları tespit edilir, ele alınır ve bunlarla yüzleşilir.
Gerçekten de, yukarıda güzel sanatların yakın zamandaki
dönüşümü hakkında söylenen her şey, sanatın en yaygın olan
ve evrensel olarak icra edilen türüne de, yani yaşam sanat(lar)
ma da atfedilebilir. Aslında, güzel sanatlarda meydana gelen
ve halen de devam eden can alıcı kopuş, sanatçıların yaşam
sanatındaki değişim leri, ya da en azından onun son derece
gösterişli bir şekilde sergilenen türlerini yakalam a çabaların­
dan kaynaklanm akta. Diğer birçok bakım dan olduğu gibi, bu
durum da da güzel sanatlar yaşam ı kopya eder. Çoğu durum ­
da, güzel sanatlardaki yeni akımlar, yaşam tarzındaki değişim ­
leri biraz gecikm eyle de olsa takip eder -g e rç i bu akım ların
yaratıcıları bu değişim leri sezinlem ek için ellerinden geleni
yaparlar ve bazen bir değişim i esinler ya da olanaklı kılar ve
gündelik yaşam ın pratiklerine girm esini kolaylaştırabilirler.
“Yaratıcı y ık ım ”, sanatçılar tarafından keşfedilm eden önce
gündelik yaşam ın zaten en bilinen, hatta rutin bir şekilde uy­
gulanan yollarından biri olarak yaygın bir şekilde uygulanı­
yordu ve yerleşiklik kazanm ıştı. Rauschenberg’in yaptığı şey,
“tem sili resim ”in anlam ını güncelleştirm e çabası olarak yo­
rum lanabilir... İnsan deneyim lerini, (hem E rfa h ru n g en [dene­
yim] hem de E rlebnisse [yaşantı] biçim ind e) ortaya koym ak,
sergilem ek ve anlaşılır kılm ak isteyen azim li her profesyonel
sanatçının, tüm yapıtlarının bu deneyim leri sadakatle tem sil
etm esini isteyen herkesin, yaratm a ile yıkım arasındaki yakın
ilişkiyi belirginleştirm e, irdelem eye uygun hale getirm e ve
m askesini düşürm e konusunda M etzger’in m anifestosunu ve
Rauschenberg’in örneğini izlem esi gerekir...

Yaşam sanatının icra edilm esi ve k işinin yaşam ını bir “sanat
y apıtı” haline getirm esi, akışkan m odern dünyam ızda, kesin ­
tisiz bir dönüşüm durum unda olm ak, k işinin şim diye kadar
olduğundan başka bir kişi olarak (ya da en azından olm aya ça­
lışarak) , sürekli kendi kendini yeniden tanım lam ası anlam ına
gelir. G elgelelim “bir başkası o lm ak ”, şim diye kadar olunan
kişinin son bulm ası; bir yılanın derisinden ya da kabuklu bir
deniz hayvanının kabuğundan sıyrılm ası gibi k işinin eski b i­
çim ind en kurtulm ası ve kopm ası; kullanıla kullanıla eskim iş
ben lik lerin teker teker atılm ası anlam ına gelir ki bu da sü­
rekli sunulan “yeni ve gelişm iş” fırsatların eskim iş, ço k dar
kapsam lı olm ası ya da geçm işte olduğu kadar tatm in edici
olm am asıyla ortaya konur. Alenen yeni bir benliğin sergilen­
m esi ve bir aynada ve diğerlerinin gözünde takdir edilm esi
için , kişinin eski benliğini, kendisinin ve diğer insanların na­
zarından ve m uhtem elen de kend isinin ve diğer insanların
anılarından silm esi gerekir. “K endini tanım lam a” ve “kendini
ispatlam a”ya giriştiğim izde, yaratıcı yıkıcılık uygularız. Hem
de her gün.
B irçok insana, özellikle de geride çoğunlukla sığ ve gizle­
m esi kolay birkaç iz bırakm ış gençlere, bu yeni yaşam sanatı
türü, pekâlâ cazip ve sevim li görünebilir. Kuşkusuz ki bunun
haklı sebepleri de vardır. Bu yeni sanat türü gelecek için , son­
suzm uş gibi görünen uzun bir keyif dizisi vaat eder. Ü stelik
m utlu, tatm in edici bir yaşam arayışm dakilerin asla nihai, k e­
sin, değiştirilem ez bir yenilgi yaşam ayacağını; her aksilikten
sonra ayağa kalkm ak için ik inci bir şans ve olanak tanınaca­
ğını; bunun onlara zararlarını telafi etm e, “yem den başlam a”,
“yeni b ir başlangıç yapm a”, hatta “yeniden doğm a” edim in­
de kaybedilen şeyleri tam am en geri kazandıracağını ve telafi
edeceğini vaat eder (bunu şöyle okuyun: çok daha kullanıcı
dostu ve uğurlu olan bir başka “türünün tek ö rn eği” ekler).
Böylece yaratıcı yıkım ın ardıl edim lerindeki yık ıcı unsurlar
kolayca unu tu labilir ve kaybın acı tadı yeni perspektiflerin ve
henüz sınanm am ış vaatlerinin tatlılığıyla giderilebilir.
Yukarıda andığım ız ve Jean -P au l Sartre’m “yaşam
p ro jesi”nin tutarlı icrasının, yaşam sanatının özü olduğunu
ileri sürdüğü zamanlarda, ardıl yaşam durum ları ve bunların
güçlükleri, insanlara kendini idame ettirm e ve kendine yetm e
epizotları olarak görünm edi. Doğru ya da yanlış bir şekilde,
bunlar birbiri ardına katı, “doğal”, hatta belki de önceden h e­
saplanm ış bir düzenle yerleştirilm iş, önceden tasarlanm ış bir
yolun aşam aları olarak algılanıyordu; kişin in sayarken uym ak
zorunda olduğu, önceden belirlenm iş, tartışılm az ve değiştiri­
lem ez bir sırada dizilm iş tespih taneleri gibi.
Sartre’m öne sürdüğü yola göre, yaşam ın ilk anından sonu ­
na kadar, yaşam ın izleyeceği yol, daha ilk adım atılm adan çok
önce tasarlanm ış bir rota üzerinde ilerleyecekti. Sartre’m y a ­
şam projesi, kurtuluşa giden yolun, ebedi letafet ile ebedi lanet
arasındaki kavşağa doğru yapılan bir hac olarak yaşam ın se­
k liler bir eşdeğeriydi, ne var ki letafetin, günahlardan arınm a­
n ın ve kurtuluşun seküler versiyonları ahret yaşam ı açısından
h içbir işe yaram ıyordu. Seküler yorum da hac yolculuğu, nihai
hedefiyle beraber, baştan aşağı bu dünyanın cism ani yaşam ına
yerleştirilm iş ve dahil edilm işti. A ncak her iki versiyon da,
yani dini aslı kadar seküler eşdeğeri de, yaşam ı kati olarak
belirlenm iş bir varış noktasına yapılan hac yo lcu lu ğu olarak
sunuyordu. Her iki versiyon da varış noktası bir kere seçil­
diğinde, ona nasıl varılacağına dair kesin açıklam aların elde
edilip öğrenilebileceğini varsayıyordu. Yolcuya kalan sorum ­
luluk, güya kestirm e yolların, daha m anzaralı ya da yürüm esi
daha kolay olan yolların cazibesine direnerek, rotayı sadakatle
takip etm ekten ibaretti.
İnatçı, kararlı ve dayanıklı insanlar yine de kalplerini ve
zih in lerini Sartre’m varsayım ının peşinden gitm eye adayabi­
lirler; bununla birlikte bu insanlar kendilerine arka çık ılaca­
ğına ilişkin h içbir güvence ya da gerçekçi bir um ut taşım a­
yan ürkütücü bir görevi tercih ettiklerinin bilinciyle, görevin
gerçekten de göz korku tu cu olduğunun farkında olmalıdırlar.
Karşılaşm aları m uhtem el sınavların sertliğine ve bu sınavla­
rı geçm enin gerektirdiği olası fedakârlığın boyutuna karşı,
kendi adanm ışlıklarm m gücünü ölçüp biçm elidirler. Bu tür
insanlar (tıpkı geri kalanlarım ız g ib i), hac yolculuğu sırasın­
da, y olcu lu k k oşu llarının bugün göründükleri gibi kalmaya
m ahkûm olduğunun farkında olm alıdır: Bu koşullar toplum ­
sal konu m ların ve geçim kaynaklarının onulm az k ırılgan lı­
ğıyla, insanlararası bağların gevşekliğiyle, şiddetle arzulanan
değerler ve kam uoyunun dikkat ve çabaya layık olarak tav­
siye ettiği m eseleler hakkında bukalem un gibi değişebilirlik-
le dam galanm ıştır; sanki etraftaki her şey, adanm ış hacıların
yaşam ını zor ve can sıkıcı hale getirm ek ve alm an karara dair
sebat ve bağlılıklarından ötürü onları cezalandırm ak için do­
lap çeviriyorm uş gibidir.
Sartre’m yaşam deneyim lerini kavradığı ve m esajın ı ilet­
tiği insanlara, benzer şekilde “ezelden ebede kadar” şiddet­
le arzulanan m ükâfatı vaat eden bir labirentteki yegâne yolu
bulm a, öğrenm e, ezberlem e ve “ezelden ebede kadar” izle­
m eye zorlanan laboratuar farelerinin kullanılm asına dayanan
p sik o lojin in öğretildiğini hatırlatayım . Başka bir deyişle, fa­
relerin yaşam görevinin, düzenli, katı ve sakin b ir dünyanın
tartışılam az biçim in e davranışlarını uyarlayarak, uyum sağla­
m ak için öğrenm eye ve yaşam da kalm ak için uyum sağlamaya
dayandığı varsayılıyordu. Bununla b irlik te eğer günüm üzde
öğretilen p siko lojin in h ikm eti bir labirentteki farelerle yapı­
lan deneylere dayandırılıyor olsaydı ve p siko loji öğretm enleri
öğrencilerinin bunu kendi dünyalarının m akul bir yansım ası
ve kendi yaşam deneyim leriyle alakalı bir m odel olarak kabul
ed ebileceğini um uyor olsaydı bile, labirentin için d eki b ö lm e­
lerin tekerlekler üzerine konm ası ve her bir testte taşınm ası,
hedefe varanlara verilecek ödüllerin ise her seferde yeni ve hiç
beklenm ed ik bir yere konm ası gerekecekti. A ncak, o zaman
da, insan yaşam larının m üstakbel uygulayıcılarına öğretm ek
üzere fare deneylerinin kullanılm asını destekleyen, dünyanın
kalıcı, tem elli taleplerine yönelik k alıcı, tem elli bir adaptas­
yon olarak yaşam fikri bizatihi, öğrencilerine olduğu kadar
öğretm enlere de tam am en saçm a ve gülünç olm asa da belirsiz
görünecektir.
Bizim kisi gibi bir dünyada, yani izinden gitm eye değeceği­
ne inanılan bir hedefin, çoğu kez şim diye kadar gezilm eye de­
ğer ve üm it verici olduğu bilinm eyen yerlerde ya da (daha da
kötüsü ) geçm işte başarılı bir şekilde adım lanan ve dolayısıyla
iyice denendiği addedilen yolların artık başka yönlere saptığı
yerlerde yalnızca kısa bir anlığına ortaya çıktığı b ir dünyada,
uzun vadeli girişim lerin planlanm ası çoğunlukla riskli bir iş
olmaya m ahkûm dur. O ldukça alışılm am ış n iteliklerle dona­
nım lı az sayıda insan, riski gönüllü bir şekilde üstlenm eye
ve yüksek olasılıkla yenilgiyi kabullenm eye m eyilli olacaktır.
Tuzaklar ve pusularla dolu bir dünya, kestirm e y ollan , kısa
zamanda tam am lanabilen projeleri ve h em en u laşılabilen h e­
defleri destekleyip ödüllendirir. Böyle bir dünya “bü tü n b u n ­
ların anlam ı n e ” türünden düşünce ve endişelere engel olur­
ken, “şim di eğlen sonra öde” tutum unu da teşvik edecektir.
Sanki tespih tanelerini bir arada tutan ip kesilm iş ve taneler
her yere dağılm ış gibidir; dolayısıyla artık hangisine önce el
sürüldüğünün önem i yoktur; en “rasyonel” hareket tarzı, en
az gayret ve gecikm eyle yakalanabilecek olan en yakın tespih
tanesini yakalamaktır.
“A k ıllı” füzeler örneğinde olduğu gibi, (ön cek i balistik
füzelerin aksine) araçsal rasyonalite stratejisine göre ön celik
verilen hedefler, füzenin fırlatılm asından önce nadiren seçilir­
ler. Bu hedefler (çıksa çıksa), eylem in öbür ucunda, sonradan
akla gelen fikirler olarak, öngörülm em iş sonuçlar olarak or­
taya çıkar. Eylem in “hedefi”, eylem in saiki olarak b içim len ­
dirilip belirlenm eyecek, bunun yerine olaylar zin cirin in en
ucunda geriye dönüp bakılarak araştırılacak, keşfedilecek ya
da yorum lanacaktır.

Paradoksal bir şekilde baskı, bariz zorlam aya başvurm adı­


ğında ve şiddet tehdidinde bulunm adığında direnm esi, kar­
şı koym ası ve püskürtm esi en güç şeydir. “Bunu yapm alısın
(veya yapm am alısın), y o k s a ...” buyruğu, kin uyandırır ve is­
yana neden olur. Ö te yandan, “onu istiyorsun, hak ediyorsun;
o sana ait, onu elde edebilirsin, öyleyse git yakala o n u ” tavsi­
yesi sürekli olarak övgüye aç bir a m our de soi [benlik sevgisi]
teşvik eder. Bu durum, özsaygı konusunda sürekli bir oburluk
besler ve keşfedilm em işin keşfini teşvik eder...
Yaşadığımız tüketim toplum unda, halihazırda en son piya­
sa arzlarınca tavsiye edilen ve ücretli veya gönüllü piyasa söz­
cü lerince övülen yaşam tarzını kopya etm e arzusu (ve bunun
sonucunda da k işinin kim liğini ve kam usal kişiliğini sürekli
olarak onarm a zorunluluğu) artık baskıyla (dışsal ve dolayı­
sıyla özellikle saldırgan ve can sıkıcı bir baskıyla) ilişkilendi-
rilm em ektedir. Bilakis bü tü n bunlar (pohpohlayıcı ve sevindi­
rici) kişisel özgürlü ğün dışavurum ları olarak algılanır. Kişi bu
özgürlüğün ne kadar sınırlı olduğunu, parkuru sahiplenen ya
da yöneten, girişleri tutan ve yarışçıları koşuya sevk eden güç­
lerin ne kadar güçlü olduğunu, ancak elde edilm esi güç, ilele­
bet tam am lanm ayacak b ir kim liği kovalam aktan vazgeçm eye
çalıştığında ya da bu kovalam acadan dışlanıp defedildiğinde
veya buna a priori kabul edilm ediğinde öğrenecektir. Bu kişi
ancak o zaman talihsizliğe ya da itaatsizliğe verilen cezanın ne
kadar ağır olduğunu anlayacaktır. Bu da banka hesabı ve kredi
kartları olm ayan ve giriş ücretini karşılayam ayan insanlarca
gayet iyi bilinen bir durumdur. D iğerleri ise bu tür heyulaları,
yoğun alışveriş günlerinin ardından geceleri kend ilerine m u ­
sallat olan karanlık önsezilerden; ya da, hatta daha som ut ola­
rak, banka hesabı açık verdiğinde veya m evcut kredinin sıfır-
lanm asıyla beliren tehlike durum undan hareketle sezebilirler.
Yaşam rotalarını belirten yol işaretleri pek haber verm eden
belirir ve kaybolur. İleride geçilm esi m uhtem el bölgelere iliş­
kin haritaların neredeyse günlük olarak güncellenm esi gere­
kir ki düzensiz ve habersiz de olsa güncellenir zaten. Haritalar
birçok yayıncı tarafından basılıp satışa çıkarılır ve bayilerde
çokça bulunur. A ncak, hiçbiri güvenilir şekilde geleceği k o n t­
rol ettiği iddiasında bulunan bir m akam tarafından “onaylan­
m am ıştır.” H areketlerinizi hangi haritaya göre y önlend irirse­
niz yönlendirin, risk ve sorum luluk sizdedir. Kısacası, kim lik
arayıcıları/kurucuları/reformcularının yaşamı beladan kurtul­
maz; özgül yaşam sanatları çok para, bitip tükenm eyen bir
gayret ve pek ço k durumda da çelik gibi sinirler gerektirir.
Vaat ettiği ve zam an zam an da verdiği bütün keyif ve neşe
dolu anlara rağm en, pek ço k insanın, gerçek bir seçm e özgür­
lüğü göz önüne alındığında, böyle bir yaşam ı sürdüreceğini
düşünm ekte tereddüt etm esine şaşmamalı.
Bu tür tereddütlü insanların, özgürlüğe açıkça düşm an de­
ğilse de kayıtsız olduğu ya da bunun keyfini çıkaracak kadar
büyüm ediği ve olgunlaşm adığı söylenir çoğunlukla... N itekim
akışkan m odern tüketim toplum unda hâkim olan yaşam tar­
zına katılm am ak, genellikle ya id eolojik olarak özgürlüğe du­
yulan hınçla ya da özgürlüğün armağan ve nim etlerini kullan­
m aktaki acem ilikle açıklanır. Böyle bir açıklam a da olsa olsa
yalnızca kısm en doğrudur.
Her türlü kim liğin geçiciliği, kırılganlığı ve narinliği,
kim lik arayışındaki birini kimlik belirlem enin günlük angar­
yalarına dahil olma göreviyle karşı karşıya bırakır. B ilin çli
bir üstlenm e olarak başlam ış olan şey, zam an içerisind e, ar­
tık üzerinde kafa yorulm ayan bir rutine dönüşebilir. Haliyle
t

de durm adan her yerde tekrarlanan “kendini bir başkasına


dönüştürebilirsin" savı, “kendini başkasına dönüştûrm elisin”
ifadesine dönüşür. “Yapm alısın” ifadesi, vaat edilen ve b ek le­
nen özgürlükle bağdaşm az ve birçok insan da içten özgürlük
arzusundan ötürü buna karşı çıkabilir. “Yapmanız gerekeni
yapm anızın” talep ettiği maddi kaynaklara sahip olsanız da
olm asanız da, bu “yapm alısın” ifadesi, hayal edilebilir h er tür­
lü özgürlük tecessüm ünden ziyade kölelik ve baskı gibi gelir
kulağa. Bazıları için leziz bir yem ek, başkaları (ya da çoğun­
lu k ?) için zehirdir, fakat hepim iz için gıda ve zehir karışım ıdır
bu. Eğer “özgür olm ak” kişinin istekleri adına hareket edebil­
m esi ve seçtiği am açların peşinden gitm esi dem ekse, yaşam
sanatının akışkan m odern tü ketim ci versiyonu hepim ize öz­
gürlük vaat edebilir, ancak bunu tedbirli ve seçici bir şekilde
sağlar. Sürekli risk dolu bir yaşamı yaşanabilir kılm ak adına,
Loic W acquant’m adlandırdığı gibi “prekarya”nm önem li bir
kısm ı, kendi “özn ellikleri”ni, diğerleri tarafından (düşm anca)
nesneleştirm eden (klişeleştirm eden) hareketle şekillend irm e­
ye zorlanır. “İleri m arjin allikleri”:

yalıtılmış ve sınırlandırılm ış bölgelerde yoğunlaşır ve hem dı-


şardakiler hem de içerdekiler tarafından, yalnızca toplum un artık­
larının yaşam ayı kabul edeceği, sanayi sonrası m etropolün m erke­
zindeki toplum sal araflar, hastalıklı verim siz topraklar olarak algı­
lanm aya başlar.11

Yaşam sanatı üzerine felsefi fikirlerden oluşan yetkin


bir incelem ede A lexander Nehamas, Avrupalı filozofların
Sokrates’in şahsından, daha doğrusu K senofon ve P la to n u n
onun sıradışı yaşam tarzına ilişkin ortaya koyduğu renkli
portresinden gizem li bir şekilde büyülenm elerini ortaya k o ­
yup açıklam aya çalışır.10 Bu iki yazarın ölüm süzleştirdiği dü­

*) Yarı zamanlı, güvencesiz (p r e c a r io u s ) çalışanlar için kullanılan bir ifade


-ç.n.
9) Loic Wacquant, ‘'Territorial stigmatization in the age of advanced
marginality", T h esis E lev en , Kasim 2 007, s. 66-77.
10) Alexander Nehamas, T h e A rt o f L iv in g : S o c r a tic R eflectio n s fr o m P lato to
F o u c a u lt, University of California Press, 1998, s. 10 ve devamı. [Y aşam a S an atı
F e ls e fe s i: P lü to n ’d a n F o u c a ıılt’y a S o k r a tik D ü şü n ü m lcr, çev: Cem Soydemir.
Ayrıntı Yayınları, 2 0 0 2 ],
şü ncelerin hiçbirini Sokrates’in kendisi yazmamıştır. Sokrates,
kendisi haline nasıl geldiğinin nedenlerini bild irm ekten ka­
çınm ıştır. N eham as’m dile getirdiği gibi, Sokrates “kendisi
hakkında inatla su sm uştur”.
M odern çağın en güçlü düşünürleri ve onların m üritleri,
hem p olitik bağlılık duygusu ve değerlerine hem de dünyayı
algılayışları ve felsefenin görevine ilişkin keskin ve esaslı fark­
lılıklara rağm en, Platon’un Sokrates’ini anlam lı ve vakur bir
yaşam m odeli olarak seçm ekte m utabıktılar. Ü stelik hepsi de
aynı nedenle onu seçm işti: Sokrates’i (özellikle de Platon’un
ilk diyaloglarındaki Sokrates’i) seçtiler çünkü bu antik bilge
ve m odern d üşüncenin atası, tam am en “kendi kendini yetiş­
tirm iş bir in san”, özyaratım ve kendine güvenin erbabıydı.
A ncak kendi tercih ettiği varoluş biçim ini, diğer bütün insan­
ların öykünm esi gereken yegâne kıym etli bir yaşam tarzı m o­
deli olarak asla sunm adı (Platon, ancak S a vunm a ’dan başlaya­
rak, son diyaloglarında, ani fikir değişim iyle, hem Sokrates'in,
seçtiği yoldan ayrılm am aktaki tutarlılığım hem de seçimin
kendisini evrensel olarak taklit etm eyi salık vermeye başlam ış­
tı. A ncak, Platon araştırm acıları arasında yaygın olan fikirlerle
m utabık olan N eham as’m belirttiği gibi, kendini Sokrates gibi
felsefeye adam anın saygın bir yaşam için tek reçete olduğuna
okuyucularını inandırm ak üzere Platon’un başvurduğu savlar,
hem ikna edici olm aktan uzak hem de yetersiz ya da kusur­
luydu ve karşı konm ası da görece kolay savlardı). Sokrates’i
takip edilecek bir m odel olarak öneren büyük m odern filo­
zoflara göre, “Sokrates'i taklit etm ek” k işinin kendisini, k işili­
ğini ve/veya kim liğini özgürce ve özerk bir şekilde oluşturm a­
sı dem ekti. Bu, Sokrates’in kendisi için yarattığı kişiliği veya
kim oluşturm uş ve icra etm iş olursa olsun bir başka kişiliği
kopya etm em ek dem ekti. K işinin yaşam ını “Sokratik tarzda”
yaşam asının anlam ı, kendi kendini tanım lam ak ve kendini is­
patlam aktı; ayrıca yaşam ın, erdem leri ve kusurlarından (ta­
sarının hem tasarlayanı hem de uygulayanı olan) “m ü e llif’in
tek başına sorum lu olduğu bir sanat yapıtından başka bir şey
olam ayacağını kolayca kabul etm ek dem ekti. Başka bir deyişle
“Sokrates’i taklit etm ek”, sebatla taklidi reddetm ek dem ekti;
ne kadar değerli olursa olsun “Sokrates”in -v ey a bir başkası­
n ın - kişiliğini taklit etm eyi reddetm ek dem ekti. Sokrates’in
tercih ettiği, titizlikle oluşturduğu ve em ek vererek kendisi
için geliştirdiği yaşam m odeli, kendi k işilik tarzına m ü kem ­
m el biçim de uymuş olabilir, ancak bu, Sokrates’in yaptığı gibi
yaşama önem veren herkese ille de uygun düşmez. Sokrates’in
kendisine kurduğu ve tereddütsüz, sebatla sadık kaldığı öz­
gül yaşam tarzını körü körüne taklit etm ek, onun m irasına
ihanet etm ek , m esajını yadsım ak dem ektir. Bu, insanların her
şeyden önce kendi akıllarını d inlem elerine ve bu m ünasebetle
bireysel özerklik ve sorum luluğa çağrıda bulunan bir m esaj­
dır. Böyle bir taklit, bir fotokopi m akinesine ya da tarayıcıya
uyabilir, ancak asla özgün bir sanatsal yaratım la sonuçlanm a-
yacaktır; oysa (Sokrates’in varsaydığı gibi) insan yaşam ının
hedefi özgün bir sanatsal yaratım olm aktır...
Tıpkı ressam lar ya da heykeltıraşlar gibi, biz de -yaşam
sanatını ihtiyari değilse de gayri ihtiyari icra ed en ler- herhan­
gi bir sanatsal yaratım a (herhangi bir yaşam m odeline) razı
gelm eyeceğiz. Hepimiz ya da en azından çoğum uz, özel, b iri­
cik ve görkem li, hatta “m u tlak” bir şeyi, “n ih ai” b ir m odeli,
bü tü n diğerlerinden daha iyi bir m odeli, kusursuz bir m odeli,
çok iyi bir m odeli öyle ki “daha iy i” h içbir şeyin var olam aya­
cağı veya hayal edilem eyeceği için daha fazla geliştirilem eyen
b ir m odeli elde etm eye çalışırız. îyi yaşam ın ihtiyaç duyduğu
ve gerektirebileceği bü tü n iyi şeyleri kapsayan, söz konusu
sebeplerle bütün alternatiflere baskın çıkacak, gölgede bıra­
k acak ve değersizleştirecek bir m odelin ardından koştururuz.
Peşinde olduğum uz m odel m uhtem elen felsefi evrensel geçer­
lilik testini geçem eyecektir -a n c a k onun peşinden giden biz-
ler için bu, mutlak olana varm ayı engellem ez.
Tzvetan Todorov şu uyarıda bulunuyor: “M utlak” peşinde
olanların karşılaşabilecekleri yaygın bü tü n tuzaklar, aşk pe­
şinde olanların sıklıkla yöneldiği dolam baçlı yollara çarpıcı
biçim de benzer.11 Yaygın olsa da y anıltıcı inanç ve b ek len tile­
rin tam aksine, tıpkı aşk gibi, “M utlak” da keşfed icisini kulla­
nım a hazır bir şekilde beklem ez. “M utlak” olanın yaratılm ası
ve hayat verilm esi gerekir ve bu da b ir defaya m ahsus bir ya­
ratım edim iyle yapılm am alıdır. “M utlak” sürekli b ir yaratım
durum unda var olabilir; günbegün, saat saat m ütem adiyen
yeniden yaratılm ası gerekir. M utlaklar bu lu n m a z , yaratılır.
Yalnızca yaratılm a biçim ind e var olurlar. K im lik arayışm daki-
lerin düşlediği M utlak’m değeri ve cazibesi, farkında olsunlar
ya da olm asınlar, özyaratım uğraşında bulunur.
Şurası bir gerçek: İnsan neredeyse m utlak bir m ükem m el­
liğe (ya da neredeyse m utlak bir aşka) tesadüfen rastlayabilir.
M ükem m ellik için didinen diğer sanat yapıtları gibi, düşlenen
M utlak da, çok sık olmasa da, öm rüne bir tür “bulunm uş nes­
n e ” olarak başlayabilir. Bununla birlikte, h er türlü adanma ve
ihtiyat eksikliği, dikkat ve ilgi gevşem esi M utlak’m (benzer
biçim de “kazara”) kaybolm asına neden olabilir. Seçim im iz
konusundaki adanm ışlığım ızda, baki kararlılığım ızda ve ça­
balarım ız konusundaki sebatım ızda ne kadar sü reklilik varsa,
yaşam kılavuzum uz ve yaşam ım ızın ürettiği şeyin yüce yargıcı
olarak hizm et etm ek üzere seçilm iş bir “m utlak değer”de de
(en fazla) o kadar tutma gücü vardır.
11) Tzvetan Todorov, L es A ven tu riers d e l’A bsolu , Robert Laffont, 2006, s. 244-8.
Todorov seçim ini yapmıştır, üstelik de (m eçhul) okurları­
na tavsiye edecek kadar güvenle yapm ıştır bunu. Ona göre,
başarılı bir sanat yapıtının ortaya koyabileceği -v e ondan b ek ­
le n e n - en büyük tatm in türü, Hakikate, Güzelliğe, Erdem e,
Sevgiye erişmiş veya en azından yakınm a yönelm iş bir yaşam ­
dan çıkarılabilir. Başka bir deyişle, evrensel kategorilere yak­
laşan bir yaşam ın, bu kategorilerin araçsal kullanım ından zi­
yade bizatihi kendi doğası sayesinde arzu ve gayretli çabalara
layık olduğu varsayılır. Bununla birlikte paradoksal bir şekilde
ve bizim varsayımlarımıza ve sözlü bildirim lerim ize rağmen
(söz konusu kategorilerin çekici güçlerini kaybedecekleri kor­
kusuyla yapamayacağımız varsayımlar; ve eğer tercihlerim i­
zin toplum sal onay kazanm asını istiyorsak yapm ak zorunda
olduğumuz bildirim ler), bu örnekte peşinde olduğumuz şey,
“bireysel M utlak”tır. “M utlak” olan doğası gereği evrensel , bi-
rey-ıistü ve bu bağlamda gayri şahsi olduğu ölçüde bu, elbette
bir oksim oron" ve m antıksal bir olanaksızlıktır; bu yüzden “b i­
reysel m utlak” m antığa aykırıdır... Todorov’un belirttiği gibi,
m antığın kurallarına göre, kendilerini geçersiz kılm ası gere­
ken içsel bir çelişkiyle dolu olsun veya olm asınlar; büyüleyici,
alım lı, neşeli, hakikaten duygu ve anlam dolu bir yaşam ı, beş
para etmez öteberi ve fani eğlencelerin derlem esi bir yaşamdan
ayırt etm em izi sağlayan şey, (seçenin bireysel sorum luluğuyla,
bireysel olarak seçilm iş ve bireysel olarak yüce değer m ertebe­
sine çıkarılm ış) “bireysel m utlaklardır” kesinlikle.
Nasıl bakarsanız bakın, yaşam sanatına dair düşünceler,
son kertede, ö^-belirlenim ve kendini ispatlam a fikrine ve
böylesi göz korkutucu bir görevi göze alm anın kaçınılm az
olarak gerektirdiği güçlü iradeye varır.
Yaşam filozofluğunda da aşağı kalır yanı olm ayan büyük
rom ancı M ax F risch ’in günlüğünde belirttiği gibi, bütün sa-
*) Zıt anlamlı iki kelimenin bir arada kullanıldığı deyiş -ç.n.
natlarm m uhtem elen en zahm etlisi olan “kendi olm a” sanatı,
başkaları tarafından dayatılan ya da telkin edilen tanım ları ve
“k im lik leri” azim le reddetm e ve defetm eye dayanır; akıntıya
direnm eye, Heidegger’in kalabalığın içinden doğup kalaba­
lıkla güçlenen ve aciz bırakan gayri şahsi das M an’m a ya da
Sartre’m l’on anlayışına dayanır; yani kısacası “başkası olm a­
ya” ve dışsal baskıların herkesi olmaya m ecbur ettiği bir kişi
olm amaya dayanır. F risch ’in zengin edebi eserleri (özellikle
rom anları Hom o Faber, Stiller ya da F or Instance, G antenbein)
bu sav üzerine kapsam lı, kurgulanm ış yorum lar olarak oku­
nabilir.

Fran çois de Singly, bireyselleşm iş toplum um uzdaki en yaygın


yaşam deneyim lerine dair dikkat çekici bir sentezde, her bir
yaşam sanatı icracısını k eskin ve onulm az bir kararsızlık ve
sonsuz b ir tereddüt durum una iten ikilem leri sıralar.12 Yaşam
m eşgaleleri, örneğin, katılm ak ile caym ak, taklit ile icat, rutin
ile kendiliğindenlik gibi, birbiriyle uyum suz, hatta tam am en
zıt hedefler arasında gidip gelm ek zorundadır. Bütün bu kar­
şıtlıklar, bireysel yaşam ın tescil edildiği ve kendini kurtaram a­
dığı üst-karşıtlığm , yüce karşıtlığın örneklerind en ibarettir:
Yani güvenlik ile özgürlük arasındaki karşıtlığın örnekleridir
ki bunların ikisi de şevkle arzulanır, ama uzlaştırılm ası m üt­
hiş ölçüde zor ve aynı anda tam am en tatm in edilm esi de n e­
redeyse im kânsızdır.
Yaşam sanatının ürünü sanatçının “k im liği” olarak ka­
bul edilir. A ncak, özyaratım m boş yere uzlaştırm aya çalıştığı
karşıtlıklar ve sürekli değişen dünya ile benzer bir biçim de
sürekli değişen yaşam şartlarına yetişm ek için didinen birey­

12) François de Singly, L es uns a v e c les au tres. Q u an d in d iv id u a lism e créedu


lien, Armand Colin, 2 0 0 3 , s. 108-9.
lerin istikrarsız öz-tanım lam aları arasındaki etkileşim düşü­
nüldüğünde, k im lik içsel olarak tutarlı olamaz; keza herhangi
b ir noktada, daha fazla ilerlem e için h içbir m ahal kalm adığını
ima eden (ve ilerlem eye yönelik h içbir arzu uyandırm ayan)
bir sona erm işlik havası da yayamaz. K im lik, sürekli doğum
halindedir; kim liğin sırayla büründüğü her b ir biçim az çok
şiddetli bir iç çelişkiden muzdariptir. Her bir biçim , hoşnut
etm ede az çok başarısız olur, her biri reform a can atar ve her
biri ancak rahat ve uzun bir yaşam beklentisiyle elde edilebi­
lecek güvenilirlikten yoksundur.
Claude D ubar’m ileri sürdüğü gibi, “kim lik hem bireyleri
kuran hem de ku ru m lan tanım layan çeşitli toplum sallaşm a
süreçlerinin - e ş zam anlı olarak sabit ve geçici, bireysel ve
kolek tif, öznel ve nesnel, biyografik ve y ap ısal- sonucundan
başka bir şey değildir”.13 Yine de, şunu gözlem leyebiliriz ki
yakın zamana kadar evrensel olarak kabul edilen ve halen sık ­
lıkla dile getirilen fikirlerin aksine, “toplum sallaşm a”nm k en ­
disi tek yönlü bir sürecin ürünü değildir. “Toplum sallaşm a”,
özyaratım m bireysel özgürlüğüne duyulan arzu ile yalnızca
bir referans topluluğunun (ya da topluluklarının) im zasıyla
tasdik edilm iş, toplum sal onay dam gasının su nabileceği gü­
venliğe duyulan eşit ölçüde güçlü bir arzu arasında süregiden
etkileşim in karm aşık ve değişken ürünüdür, ikisi arasındaki
gerilim in yatışm ası nadiren uzun sürer ve gerilim neredeyse
h iç bitm ez.
De Singly, haklı olarak, günüm üz k im liklerin in teorileş-
tirilm esinde, “k ö k ler” ve “kökünd en sö km e” m etaforlarm m
(ya da, ben de şunu ekleyeyim ki, birbiriyle ilişkili “yerli ye­
rine o tu rtm a” ve “yerinden etm e” m ecazlarının) - k i bunlar,

13) Bkz. Claude Dubar, L a S o c ia lis a tio n . C on stru ctio n d es id en tités s o c ia le s et


p r o fe s s io n e lle s , Armand Colin, 1991, s .113.
içine doğulan topluluğun him ayesinden ve son erm işlikten
bir defaya m ahsus bireysel kurtuluşu, bu edim in geri çevrile-
m ezliğini ima e d e r- terk edilerek, yerine d em ir atm a ve alma
m ecazlarının geçm esinin daha iyi olacağını ileri sürer.14
G erçekten de, “kökünden sö km e” ve “yerinden etm e” du­
rum larının tersine, demir alm ada, bırakalım nihai olanı, de­
ğiştirilem ez h içbir şey yoktur. K ökler y etiştikleri topraktan
çekip çıkarıldığında büyük olasılıkla kurur ve besledikleri
bitkiyi öldürerek tekrar canlanm asını neredeyse bir m ucize
haline getirir. D em ir ise ancak yeniden atılm ak üzere alınır
ve benzer bir şekilde, yakın veya uzak b irço k farklı lim ana
dem ir atılabilir. Ayrıca kökler, içlerinden büyüyüp gelişen b it­
k inin alacağı biçim i önceden tasarlar ve belirler; herhangi bir
başka biçim olasılığını bertaraf eder. Bununla birlikte şurası
açık ki demirler, bir yere bağlanm a ya da bir yerden ayrılm a­
ya yarayan araçlardır ve h içbir surette gem inin n iteliklerim
belirlem ezler. D em ir almayı yeniden dem ir atm aktan ayıran
zam an aralıkları, gem inin rotasındaki bir aşamadan ibarettir.
D em irin gelecek sefer atılacağı lim an tercihi, büyük ihtim alle
gem inin o anda ne tür yük taşıdığıyla belirlenir. Bir yük türü
için iyi olan lim an bir diğeri için tam am en uygunsuz olabilir.
Tüm bunlar hesaba katıldığında, dem ir m etaforu, “k ö ­
künden sö km e” m etaforunun gözden kaçırdığı şeyi (yani
bütünüyle ya da artan oranda çağdaş k im liklerin tarihindeki
sü reklilik ve süreksizliğin birbirin e geçm esini) kavrar. Tıpkı
sırayla ya da aralıklarla çeşitli lim anlara dem irleyen gem iler
gibi, (kim liklerin in tanınıp onaylanm ası arayışında yaşam
boyu yaptıkları seyahatler boyunca giriş izni almaya çalış­
tıkları) “referans to p lu lu k la rın d a k i ben lik ler de her durak­
ta kendi itim atnam elerini kontrol ettirip onaylatırlar. Her

14) De Singly, L es uns a v e c les a u tr e s , s. 108.


bir “referans topluluğu”, ibraz edilecek kanıt türü için kendi
şartlarını belirler. G em inin sicili ve/veya kaptanın seyir def­
teri, çoğu zam an, onayın dayandığı ve her lim anda (ön ceki
lim anların kayıtlarıyla sü rekli olarak şişen) geçm işin yeniden
incelenip değerlendirildiği belgeler arasındadır.
Elbette itim atnam elerin kontrolünde çok da detaycı o l­
mayan ve ziyaretçilerinin geçm iş, şim di ve gelecekteki varış
yerlerini pek de önem sem eyen lim anlar olduğu gibi, böyle
topluluklar da vardır. Bunlar, diğer birçok lim anın girişinde
(veya diğer başka toplulukların kontrol noktalarında) m uh­
tem elen geri çevrilecek gem iler de dahil olm ak üzere, hem en
hem en her türlü gem iyi (veya “k im liği”) kabul edecektir. Ama
diğer taraftan böyle lim anları (ve bu tür “to plulukları”) ziya­
ret etm ek çok az “k im lik len d irici” değer taşır ve bunlardan
da k açınm ak gerekir. Zira oraya kıym etli yükler boşaltm ak,
yarardan ziyade günün birinde zarar getirebilir. Paradoksal
bir biçim de, benliğin özgürleşm esi, güçlü, titiz ve iddialı aracı
topluluklara ihtiyaç duyar.
Ö zyaratım bir gerekliliktir ve aslında kaçınılm az bir başa­
rıdır, ancak kendini-olum lam a daha çok düpedüz hayal ürünü
gibidir (ve genellikle bir otizm ya da kend ini aldatma örneği
olarak kötü len ir). Eğer özyaratım için harcanan bü tü n çaba­
ların ardından nihai edim ve am acı olan olum lam a gelm eye­
cekse, bu çabalar bireyin duruşu, kendine güveni ve hareke­
te geçm e yeteneği konusunda ne fark yaratabilir ki? Ancak,
özyaratım işini tam am layabilecek olum lam a yalnızca bir oto­
rite tarafından sağlanabilir: yani kabulü reddetm e gü cü oldu­
ğundan kabul gü cü olan bir topluluk tarafından... En özgün
güzergâhlar bile art arda uğranılacak lim anların listesinden
başka bir şey olamaz.
Jean-C laude K au fm annin öne sürdüğü gibi, “aidi­
yet”, günümüzde “esas itibariyle egonun bir kaynağı olarak
kullanılm aktadır.”13 Kaufmann, “kolektif aidiyetlerin” zorunlu
olarak “bütünleyici topluluklar” olarak düşünülm esine karşı
uyarıda bulunur. Bunları bireyleşm e sürecinin zorunlu refakat­
çileri olarak tasavvur etm ek daha yerindedir; diyebiliriz ki bu n ­
lar, bir dizi istasyonlar ya da yol üzerindeki hanlar olarak, ken­
dini oluşturan ve dönüştüren egonun izleyeceği yolu belirler.
“Bütünleyici topluluk” artık geçip gitm iş “p an optik” bir
çağdan kalm a bir kavramdır. Bu kavram, “b iz i” “o n lar”dan,
“içerisin i” “dışarı”dan ayıran sınırı m untazam an çizm e ve
güçlendirm eye yönelik düzenli çabalara gönderm e yapar;
bu çabalar, yabancıların girişini kısıtlayıp m ensupları içeride
tutmaya ve içeridekilerin norm ları çiğneyip ru tin in k ıskacını
gevşetm elerini engellem eye yöneliktir. N eticede bu, tekbiçim -
liliği teşvik etmeye ve davranış üzerinde katı bir sınırlam a uy­
gulamaya gönderm e yapar. Bu kavram, hareket ve değişim e
yönelik kısıtlam aların olduğunu öne sürer: “Bütünleyici top­
lu lu k" esas itibariyle m uhafazakâr (kollayan, sağlam laştıran,
ru tinleştirici, koruyucu) bir güçtür. Katı bir şekilde yönetilen,
sıkıca gözetlenen ve kollanan bir ortam da rahat hisseder ken ­
dini - s ır f (ya da büyük ölçüde) değişm ek adına hız ve ivme,
yenilik ve değişim kültünü barındıran akışkan m odern dün­
yada ise pek de öyle hissetm ez.
“Katı m od ern” geçm işten m iras alm an geleneksel b içim ­
leriyle panoptik araçlar, günüm üzde, dışlanm ışların, tüketim
toplum unun hakiki üyelerinin içine yeniden girişini önlem ek
ve koyulm uşların taşkınlıklarına engel olm ak am acıyla toplu­
m un periferisinde kullanılıyor. G ünüm üzde O rw ell'in “Büyük

15) Jean-Claude Kaufmann, L’invention de soi. U ne th é o r ie d ’id en tité, Hachette,


2004. s. 214.
B irader”i ya da Jerem y Bentham ’ın “P an op tikon ”unun gün­
cellenm iş versiyonu zannedilen şey, aslında sözde o rijin alle­
rin tam aksidir: “bü tü nleştirm e”, “içeride tutm a” ve “hizada
tutm a”ya değil, dışlama ve “dışarıda tutm a”ya hizm et eden bir
m ekanizm a. Bu, ya bancıların topluluk içinden b irine dönüş­
m e ya da böyle biriym iş gibi davranm asını önlem ek için ha­
reketlerini gözetler. Böylece topluluktan olanlar içeride rahat
hissedebilir ve bu rahatlık hissine dayanarak, içerdeki kural­
lar daha az gözetim ve zorlam ayla uygulanabilir.
“A naakım ” bireylerin yaşam y olcu lu klarının bir aşam a­
sında bağlılıklarını sunduğu, ama gelecek ya da bir sonraki
durakta bu bağlılıktan vazgeçiverdiği bireyüstü varlıklar, geç­
m işin bütünleyici toplulukları değildir kesinlikle: Bu varlıklar
etraflarındaki insan trafiğini izlem ez, her iki yönden de sınırı
geçenleri kaydetm ez, “katılm a” ya da “ayrılm a” konusunda­
ki bireysel kararların neredeyse hiç farkında olm az; ve bütün
bu izlem e, fişlem e ve kayıt tutm a işini yürü tebilecek bürolara
sahip değildirler. Bu varlıklar, halihazırda “ait olan ları” b ü ­
tü nleştirm ek yerine, bireylerin “katılm a” ve “örneği izlem e”
kararlarınca (gevşekçe ve kolayca durdurulabilir ve tersine
çevrilebilir bir tarzda da olsa) oluşturulur ve “bir arada tutu­
lu r”; bu da bu tür kararların alınmaya başlam asından m uaz­
zam sayıda k açışların başlam asına kadar sürer.
Çağdaş “aidiyet” biçim leri ve işaretleri ile ortodoks “bü ­
tünleyici topluluklar” arasında çok önem li başka bir fark
daha vardır. Tekrar Kaufm ann’dan alıntılayacak olursak,
“k im lik edinim i süreci büyük ölçüde Ö teki’ni reddetm ekten
beslenir.”16 Bir gruba girm ek, eş zam anlı olarak, bir başka­
sından ayrılma ya da ricat edimidir. Aidiyet alanı olarak bir

16) A .g .e., s.212-13.


grubu seçm ek, diğer bazı grupları, yabancı ve potansiyel
olarak hasım haline getirir: “Ben P’yim ” dem ek (en azından
üstü kapalı, ancak çoğunlukla açıktan açığa) “Q, R, S, vs. de­
ğilim ” dem ektir. “A idiyet” paranın bir yüzüdür, diğer yüzün­
deyse ayrılık ve/veya karşıtlık bulunur ve bu da çoğu zaman
gruplar arasında h ın cı, husum eti ve aleni çatışm ayı besler.
Söylenenler, “aidiyet”in, erişim in ve bağlılık arzlarının bütün
örnekleri için geçerlidir. A ncak m odern çağda, kim lik-inşa-
sm dan, yaşam boyu süren ve bütün pratik am açlar açısından
tam am lanam az bir süreç olan kim lik edinim ine geçişle birlikte
bu evrensel özellik önem li değişiklikler geçirm iştir. Belki de
en önem li değişiklik “aidiyet varlığı”nm tekelci iddialarının
zayıflamasıdır.
Yukarıda da işaret edildiği gibi, “aidiyet” göndergeleri, or-
todoks “bütünleyici to p lu lu k la rın aksine, “ü yeler”in sadakat
gücünü izleyecek herhangi bir araca sahip değildir: Keza üye­
lerin şaşmaz sadakat ve tam bağlılıklarını isteyip kışkırtm akla
da ilgilenm ezler. Çağdaş akışkan m odern yorum unda, bir var­
lığa “aidiyet”, ille de kınam a yaratm adan ve baskıcı ön lem leri­
ni harekete geçirm eden, başka varlıklara aidiyetlerle neredey­
se her türlü kom binasyonla bir araya gelebilir ve paylaşımda
bulunabilir. Bağlılıklar geçm iş yoğunluklarını büyük ölçüde
kaybetm e eğilim i gösterir. Zira genellikle bağlılığın hiddet
ve en erjisi, tıpkı “bağ lı” olanların partizan ruhu gibi, öteki,
eşzam anlı bağlılıklar tarafından törpülenir. Bugünlerde nere­
deyse h içbir “aidiyet” türü “bütün ben liğ i” m eşgul etmiyor.
Zira herkes yaşam ının herhangi bir anında, deyim yerindeyse,
“çeşitli aidiyetler”ile meşgul. K ısm en sadık olm ak ya da tabiri
caizse “alakart” sadakat artık, bırakalım ihaneti, sadakatsizli­
ğe bile eşit olarak görülm üyor.
D olayısıyla günüm üzde (farklı ve ayrı türlere özgü ve b u n ­
lardan kaynaklanan n itelikleri birleştiren) (kü ltürel) “m elez­
lik ” fenom eni yeniden biçim lendiriliyor: Toplumsal sınıftan
dışlanm anın bir işareti olarak açıkça m ahkûm edilen ya da
uygun görülm eyen bir şey olm aktan çıkıp, bir üstünlük işa­
reti ve erdem i halini alıyor. Kültürel üstünlüğün ve toplum sal
itibarın yeni gelişen skalasm da (ister “h ak ik i” ister keram eti
kendinden m enkul olsun) “m elezler”, en üst sıralarda yer alır
ve “m elezlik ”in dışavurum u, yukarıya doğru olan sosyo-kül-
türel hareketliliğin çokça avantajlı bir aracına dönüşür. Öte
yandan, kendine sınırlar koym ak ya da ebediyen kendi içi­
ne kapalı bir değerler ve davranış kalıpları dizisine m ahkûm
olm ak, giderek sosyokültürel bir bayağılık ya da yoksunluk
işareti olarak değerlendirilir. “Bütünleyici topluluklar”a ço ­
ğunlukla, belki de sadece, sosyokültürel m erdivenin alt basa­
m aklarında rastlanacaktır artık.
Yaşam sanatı bakım ından bu yeni ortam , eşi görülm em iş
p encereler açar. Ö zyaratım özgürlüğü, daha önce asla bu ka­
dar hem heyecan hem de korku veren olağanüstü bir faaliyet
alanı elde etm em iştir. O ryantasyon noktaları ve yararlı kıla­
vuzlar ihtiyacı daha önce asla bu kadar güçlü ve acı verici şe­
kilde hissedilm em iştir. Bununla birlikte sağlam ve güvenilir
oryantasyon noktaları ve m uteber kılavuzlar daha önce asla
bu kadar yetersiz (en azından ihtiyaç m iktarı ve yoğunluğu
karşısında yetersiz) kalm am ıştır.
A çık olm ak gerekirse, sağlam ve gü v en ilir oryantasyon
noktaları ve m uteber kılavuzlar konusunda can sıkıcı bir ek ­
siklik söz konusudur. Bu eksiklik (paradoksal ama hiç de te­
sadüfen olm ayan b ir şekild e), eşi görülm em iş bir oranda artan
baştan çık arıcı fikirler ve cezbedici tekliflerle, sürekli büyü­
yen bir rehber kitap dalgası ve danışm anlar yığınıyla çakışır
-b u n u n la birlikte bu durum , vaat ettiği şeyi yerine getirm esi
m uhtem el bir oryantasyon bulm aya yönelik, yanıltıcı ya da
tam am en düzenbaz teşebbüslerin üstesinden gelm e işini daha
da karm aşık bir hale getirir.

F ransa’n ın yeni seçilm iş başkam N icolas Sarkozy, 2007


H aziran’ında bir televizyon röportajında şu açıklam ada bu ­
lunm uştu: “Ben teorisyen değilim . İdeolog da değilim . Hele
hele entelektü el h iç değilim ! Ben som ut bir k işiy im !”17 Peki
bunu dem ekle m uhtem elen neyi kast etm işti?
“ld eologlar”m tersine, belli inançlara körü körüne bağlı
olm adığını, ama aynı ölçüde diğer inançları kararlılıkla red­
dettiğini kastetm em işti elbette. Her şeyden önce “düşünüp
taşınm aktan daha ziyade eylem eye” kesinkes inanan ve baş­
k anlık kam panyası boyunca Fransızlardan “daha fazla çalışıp
daha fazla kazanm alarını” isteyen güçlü fikirleriyle hafıza­
larda yer etm iş bir kişiydi Sarkozy. Zengin olm ak için daha
fazla ve uzun saatler çalışm anın gerektiğini seçm enlere tekrar
tekrar anlatm ıştı (nedir ki Fransızlar bunu cezbedici bulm uş
gibi görünse de, pragm atik açıdan akla yakın olduğu kon u ­
sunda m utabık olm aktan ço k uzaktılar: TBS-Sofres an keti­
ne göre, çalışarak zengin olunabileceğine inanan yüzde 4 0 ’a
karşılık, Fransızların yüzde 3 9 ’u piyango kazanm akla zengin
olunabileceğine inanıyor). Bu tür açıklam alar, sam im i olduk­
ları m üddetçe, bir id eo lo jin in bü tü n koşu llarını karşılar ve
id eolojilerin sergilem esi bek len en başlıca işlevi yerine getirir:
İnsanların ne yapacaklarına dair talim at verir ve bunu yapm a­
nın faydalı sonuçlar getireceği konusunda onları tem in eder­
ler. Ayrıca alternatif görüşlere dair kavgacı, partizan bir duruş

17) Elaine Sciolino, “New leaders say pensive French think too m uch,” New
York T im es, 22 Temmuz 2 0 0 7 ’den almti.
sergilerler ki bu da norm al olarak id eolojilerin alam eti farikası
olarak düşünülen bir özelliktir.
“Şimdiye dek bildiğim iz kadarıyla id eo lo jiler”in yalnızca
tek bir özelliği, N icolas Sarkozy’n in yaşam felsefesinde yoktur
belki de: O da, Em ile D urkheim ’m ileri sürdüğü gibi, (sözge­
lim i bir çuval patatesin tersine) barındırdığı ayrı öğelerin top­
lam ına indirgenem eyen, “parçaların toplam ından daha büyük”
olan bir “toplum sal bü tü nlük” fikri; kendi özel am açlarının
peşinden giden ve kendi özel arzu ve kuralları tarafından yön­
lendirilen bireyler topluluğuna indirgenem eyen bir toplumsal
bütünlük fikridir. Bilakis, Fransız başkanın m ükerrer basın
açıklam aları, tam da böyle bir indirgemeyi ortaya koymaktadır.
Yaklaşık yirm i yıl ön cesine kadar çokça duyulan ve geniş
ölçüde de kabul gören “id eo lo jin in so n u ” kehanetleri gerçek­
leşm iş ya da gerçekleşecek gibi görünm üyor. Bilakis tanık
olduğum uz şey, “id e o lo ji” fikrinin halihazırda uğradığı tu­
h af çarpıtm adır. U zun bir geleneğe aykırı olarak, şim dilerde
h erkesin kullanm ası için, üst perdeden savunulan id eoloji şu
inanca tekabül ediyor: “B ü tü nlü k ” hakkında kafa yorm ak ve
“iyi toplum ” konusunda görüşler ortaya atm ak zam an kay­
bıdır, zira bu nların bireysel m u tluluk ve başarılı bir yaşamla
alakası yoktur.
Yeni tip id eoloji, özelleştirilm iş bir ideoloji değildir. Bu tür
bir görüş oksim oron olacaktır, zira id eolojilerin üstün başarı­
sın ın ve cazibesinin asli koşulu olan güvenlik ve özgüven te­
dariki, kitlesel kam u desteği olm adan elde edilem ez. Bu daha
ziyade bir özelleştirm e ideolojisidir. Bireylere hitap eden ve yal­
nızca bireysel kullanım a uygun düşen “daha fazla çalış daha
fazla kazan” çağrısı, geçm işin (bir cem aat, ulus, kilise, dava
adına) “toplum u düşün” ve “toplum la ilgilen ” çağrılarının
yerini alıp, onları tasfiye ediyor. Sarkozy bu değişim i tahrik
etm eye veya hızlandırm aya çalışan ilk kişi değil. Bu ön celik
“Toplum diye bir şey yoktur. Ferdi kadınlar ve erkekler ve
onların aileleri vardır,” şeklindeki unutulm az sözüyle daha zi­
yade Margaret T h atch er’a aittir.
Bu, yeni bireyselleşm iş toplum için yeni bir ideolojidir.
U lrich B eck bu konuda şunları yazm ıştır: Ferdi kadın ve er­
kekler toplum sal olarak yaratılm ış sorunlara bireysel çözüm ­
ler arayıp bulm aya ve bu çözüm leri kişisel beceri ve kaynak­
larını kullanarak bireysel bir şekilde uygulamaya itiliyor. Bu
id eoloji, dayanışm anın - “ortak bir dava” uğruna güç birliği
yapm anın ve bireysel eylem leri tabi k ılm a n ın - beyhude (hatta
zarar verici) olduğunu beyan ediyor. Bu id eoloji kendi ü yele­
rinin esenliği için kom ünal sorum luluk ilkesini alaya alarak,
“dadı d evlet”i zayıflatan bir reçete olarak kötülüyor ve ötekini
önem sem enin m enfur bir “bağım lılığa” yol açtığı konusunda
ikazda bulunuyor.
Bu aynı zamanda yeni tüketim toplum unun ölçütü haline
getirilen bir ideolojidir. Bu id eoloji dünyayı potansiyel bir tü­
ketim nesneleri am barı; bireysel yaşam ı sonsuz bir pazarlık
arayışı, bu yaşam ın am acım azam i tü ketici tatm ini; ve yaşam
başarısını da bireyin kendi piyasa değerindeki artış olarak or­
taya koyar. Yaygın bir şekilde kabul gören ve sıkıca ben im se­
nen bu ideoloji rekabet halindeki yaşam felsefelerini kısa ve
sertçe “TIN A ”* sözüyle bertaraf eder. Rakiplerini kü çü k dü­
şürüp susturduktan sonra, Pierre Bourdieu’nun hatırlam aya
değer ifadesiyle, gerçekten le p en sée unique [biricik düşünce]
halini alır.
“Reality T V ” olarak sunulan çok popüler “Biri Bizi
G özetliyor” program ları boşuna değildir. Bu adlandırm a, ekran
dışı yaşam ın, “g erçek lik ”in, ekrandaki “Biri Bizi G özetliyor”
yarışm acılarının destanına benzediğini varsayar. Orada oldu­
*) There is no alternative. (Hiçbir alternatif yok) -ç.n.
ğu gibi burada da, yaşamda kalm a oyununu oynayan kim ­
senin yaşamda kalm ası garanti değildir. Oyunda kalm a izni,
yalnızca bir ertelem edir ve takım bağlılığı yalnızca “ik in ci bir
bildiriye kadar”dır -y a n i, ancak bireysel çıkarın teşvikinde işe
yaradığı m üddetçe varolacaktır. Birisinin eleneceği su götür­
m ez b ir gerçektir; buradaki tek soru bu nun kim olacağıdır ve
dolayısıyla önem li olan, (güç ve eylem birliğinden yana bir
iş olan) elem elerin ortadan kaldırılm ası değil, (dayanışm ayı
ölüm cül değilse de m antıksız gösterirken şahsi kaygıyı teşvik
eden) k işinin elenm e tehdidini kendisinden başkalarına doğru
yöneltm esidir. “Biri Bizi G özetliyor” program ında her hafta b i­
risin in elenm esi gerek ir: Bunun sebebi, tuhaf bir rastlantıyla,
düzenli olarak her hafta bir kişinin uygun bulunm am ası de­
ğil, televizyonda görüldüğü kadarıyla “realite” kuralları, ya­
zılırken bunlara elenm enin dahil edilm iş olmasıdır. Elenm e,
şeylerin doğasında vardır, dünyada var olm anın ayrılmaz bir
parçası, deyim yerindeyse bir “doğa yasası”dır. Bu yüzden de
ona karşı isyan etm enin anlam ı yoktur. Üzerinde yoğun bir
şekilde düşünülm eye değer tek m esele, gelecek haftaki elem e­
ler sırasında elenecek kişi olm a olasılığının nasıl savılacağıdır.
En azından gezegenin varlıklı kısm ında, kıran kırana bi­
reysel rekabetin dayandığı şey, artık fiziksel olarak hayatta
kalm ak ya da hayatta kalm a içgüdüsünün gerektirdiği tem el
b iy o lo jik ihtiyaçların tatm ini değildir. Keza k işinin kendini is­
patlam a, kendi am açlarını belirlem e ve ne tarz bir yaşam süre­
ceğine karar verm e hakkı da değildir. Bilakis bu tür hakları ifa
etm enin her bireyin görevi olduğu varsayılır. Ü stelik bireyin
başına gelen her tür olayın, ya bu tür hakları ifa etm enin ya da
bu nları ifa etm ekteki ço k kötü bir başarısızlığın veya m elun
bir reddin sonucu olduğu düşünülür. D olayısıyla bireyin b aşı­
na gelen her tür olay, geriye dönüp bakıldığında, bireylerin b i­
reysel durum larının -b aşarıları kadar şan ssızlık ların ın - dev­
redilem ez sorum luluğunun yalnızca bireylerde olduğunun bir
başka doğrulam ası olarak yorum lanacaktır.
Bir defa birey kılındığım ızda, bireysel tercihlerim iz olarak
önceden yorum lanan şey bakım ından, başka bir deyişle, (ister
ihtiyari ister gayri ihtiyari) bireyler olarak icra ettiğim iz yaşam
biçim leri bakım ından “toplum sal olarak tanm m a”yı faal şek il­
de aramaya teşvik ediliriz. “Toplum sal tanınm a”, söz konusu
yaşam biçim in i icra eden bireyin değerli ve saygın b ir yaşam
sürdüğünün ve bu nedenle de diğer değerli ve saygın insanla­
ra gösterilen saygıyı hak ettiğinin kabulü anlam ına gelir.
Toplum sal tanınm anın alternatifi saygınlığın yadsınm ası,
yani aşağılanmadır. D ennis Sm ith’in yakın zam andaki tanım ­
lam asıyla, “eğer edim tek tek bireylerin, kend ilerinin kim o l­
dukları ve nereye, nasıl uygun düştükleri konusunda ortaya
a ttık la rı... iddiayı zorla çiğner ya da bununla çelişirse, aşağı­
layıcı olu r.”18 Bir başka deyişle, eğer bireyler, açıkça ya da zım ­
nen, kişi olarak ve/veya sürdükleri yaşam tarzı bakım ından
bekled ikleri tanınm adan yoksun bırakılırlarsa aşağılanm ış
olurlar; keza bu tür bir tanınm anın sonrasında geçerli olacak
ya da olmaya devam edecek yetkilerden yoksun bırakılırlarsa
da aşağılanm ış olurlar. Kişiye “sözlerle, eylem lerle ya da olay­
larla, olduğunu sandığı şey olm adığı acım asızca gösterildiğin­
de” kendini aşağılanm ış hisseder... “Aşağılama haksızca, m an­
tıksızca ve gönülsüzce bastırılm a, zapt edilm e, alıkonulm a ya
da dışlanm a deneyim idir.”19
Bu hissiyat h ın cı besler. Yaşadığımız toplum lar gibi, b i­
reylerden oluşan bir toplum da, bir k işinin hissedebileceği

18) Dennis Smith, G lo b a liz a tio n : T h e H id d en A g en d a, Polity, 2 006, s.38.


19) A.g.e., s. 37.
en kin dolu ve yatıştırılam az olan h ın ç türü ve çatışm a, fikir
ayrılığı, isyan ve intikam tutkusunun m uhtem elen en yaygın
nedeni budur. Bireylerin toplum a karşı ya da (şahsen veya
medya aracılığıyla) doğrudan karşı karşıya bırakıldığı ve ilk
elden deneyim lediği toplum kesim lerine karşı hissedebileceği
k in i açıklam ak ve m azur gösterm ek için kullanılan en yaygın
form üller olarak söm ürü ve ayrım cılığın yerini, tanınm anın
yadsınm ası, saygı gösterilm em esi ve dışlam a tehdidi alm ıştır.
Bu durum , aşağılanm anın m odern toplum un m evcut ta­
rihsel aşam asına özgü, yeni bir fenom en olduğu anlam ına
gelm ez. Aksine, insanın toplum sallığı ve birlikteliği kadar
eskidir. G elgelelim bu, bireyselleşm iş tüketim toplum unda
ortaya çıkan acı ve kin ciliğin en yaygın ve “en çarp ıcı” tanım
ve açıklam alarının halihazırda grupla ya da kategoriyle ilgili
özelliklerden uzaklaşıp, bireysel göndergelere kaydığı, ya da
kayıyor olduğu anlam ına gelir. Bireysel çile, toplumun reform u
için bir çare aranm asını sağlam ak üzere, toplum sal bütünün
adaletsizliği ya da aksaklığına atfedilm ek yerine, kişisel bir ya­
n ıt ya da kişisel bir intikam gerektiren, kişisel in cin m en in bir
sonucu ve kişisel onura ve itibara bir saldırı olarak algılan­
m aktadır gitgide.
Toplum sal olarak ortaya çıkm ış sıkıntılara bireylerden,
bireysel çözüm ler bulm aları ve bu çözüm leri uygulam aları
istend ikçe, onlar da aynen karşılık verm e eğilim i gösterirler.
V erdikleri k arşılık, kişi odaklı bir id eo lo jin in ortaya attığı
b eklentileri alt üst eden beklenm ed ik olaylardır. Söz konusu
beklenm ed ik olaylar, aynı özelleştirm e id eolojisi tarafından
kişisel bir hakaret, (rastgele hedeflense bile) kişiyi hedef alan
bir aşağılama olarak algılanır ve “anlam landırılır.” İlk zayi­
atları da özsaygı, güvenlik ve özgüven duygularıdır. Bundan
etkilenm iş bireyler kü çü k düşmüş hisseder ve özelleştirm e
id eo lo jisi her acı ya da huzursuzluk vakasının arkasında bir
su çlu nun varlığını varsaydığı için , kü çü k düşm e hissi, küçük
düşürm e suçunu işleyen kişilere yönelik hum m alı b ir arayış
olarak yankılanır. Kin ve husum etin, tıpkı suçlandıkları zarar
gibi, kişisel olduğu varsayılır. Suçlular tespit ve teşhir edilm e­
li, alenen m ahkûm edilip cezalandırılm alıdır. Ö zelleştirm e
id eo lo jisin in tayin ettiği “o n lar”, söz konusu id eo lo jin in “b iz ”
olarak tanım ladıkları gibi, bireyselleştirilir.
Daha önce de ortaya konduğu gibi, söz konusu id eoloji,
kim lik m eselesiyle sarmalanır. Ben kim im ? D iğerlerinin ara­
sındaki; tanıdıklarım , bild iklerim ya da henüz hiç duym adık­
larım arasındaki yerim nedir? Durduğum yeri benim için teh­
likeli kılan tehditler nelerdir? Bu tehditlerin arkasında kim ler
vardır? Bu insanları etkisiz hale getirm ek ve böylece bu teh­
ditleri bertaraf etm ek için ne tür karşı önlem ler alm alıyım ?
İd eolojilerin azim li ve am irane bir tavırla evvelce (ve hâlâ)
yanıtladığına inanılan sorular, bireyselleşm iş toplum üyeleri­
n in kullanım ı için işte bu şekilde yeniden ifade edilir.
Bu yeni ideoloji, M annheim ’a göre, (ütopyaların aksine)
ancak id eolojiler kadar muhafazakârdır. İd eoloji, hâlihazırda
yaşadığımız dünyanın gündelik d eneyim lerini evrenin zapt
edilem ez yasaları haline; buyruk-yoluyla-birey-olanlarm b a­
kış açısını dünya halinin kesinkes belirleneceği tek perspektif
durum una getirir. Söz konusu dünyada becerileri ve sahip ol­
dukları kaynaklardan ötürü kendilerini evindeym iş gibi h isse­
denler, özelleştirm e id eolojisinin bütün buyruk-yoluyla-birey-
olanlarda uyandırm ayı hedeflediği beklen tiler ile kaynak ve
beceriden (ki bunlar olm adan hükm en-bireylerin fiilen-birey
statüsüne yükselm esi düşünülem ez) yoksun pek ço k insanın
gerçek talihleri arasında açılan boşluğu fark etm eyebilirler.
G elgelelim bu başarısız bireyler -y etersizlik ten ve başkaları­
nın karşılam akta h içbir güçlü k çekm ediği standartların altına
düşm elerinden ötürü aşağılanm aya, doğuştan bir kusurdan
ötürü olm asa da, m iskinlikle suçlanm a ve yerilm eden kay­
naklanan aşağılanmaya m ahkûm b irey le r- bu boşluğa düş­
tüklerinde ve er geç onun dibinin olm adığını anladıklarında
bu boşluğun farkına varacaklardır.
Bu id eoloji, bilin en bü tü n diğer id eo lo jiler gibi, insanlığı
böler. Ü stelik bazılarına olanak sağlarken geri kalanı m enede­
rek kendi m üm inlerini de böler. Böyle yaparak, bireyselleşti­
rilm iş/özelleştirilm iş toplum un, çatışm ayla m alul karakterini
daha da kötüleştirir. Bu id eoloji, en erjileri azaltarak ve potan­
siyel olarak kendi tem ellerinin altını oyabilecek güçleri etkisiz
kılarak, aynı zamanda toplum u muhafaza eder ve kendisinin
onarılm a olasılığını azaltır.
Seçim

M utluluk arzusunun ortaya çıkardığı enerji, ya m erkezcil ya


da m erkezkaç kuvvet biçim ini alır. Sözlükteki tanım a göre,
“m erkezkaç”, “m erkezden uzaklaşm a" dem ektir. “M erk ezcil”,
“m erkezkaç”m tersidir: “M erkeze d oğru yön elm e” demektir.
Her iki tanım ın da gönderm ede bulunduğu “m erkez”, yani
kuvvetin çıktığı ve yayıldığı -m erk ez k a ç türü kuvvetin “uzak­
laştığı” ve m erkezcil eşinin/alternatifinin çe k ild iğ i- m erkez,
m utluluk-arzulayan öznedir. Bu da m u tluluk arayışını soru nu ­
muz ve görevim iz olarak düşündüğüm üz ve bu arayışı yaşam
stratejim iz yaptığım ız m üddetçe, h er birim iz dem ektir.
H epim izin karşılaştığı alternatifleri özetleyecek olursak:
Kendi m utluluk arayışım kendi esenlik kaygım a ya da başka­
larının esenliği kaygısına odaklanabilir. Russell Jaco b y b irb i­
rini izleyen öğrenci kuşaklarıyla yaşadığı deneyim i özetlerken
ortaya çıkan seçim konusunu m ercek altına alm ıştır: “Bir za­
m anlar öğrenciler toplum un hastalıklarına şifa bulm ayı düş­
lerdi; şim diyse, kendi öğrencilerim e dayanarak şunu söyleye­
bilirim : İyi hukuk okullarına gitm eyi düşlüyorlar.”1

1) Bkz. Russell Jacoby, P ictu re Im p e r fec t: U to p ia n T h o u g h t f o r an A n ti-U to p ia n


A ge, Columbia University Press, 2 0 05, s. 148.
ik i alternatif ille de çelişkili değildir; eş zam anlı olarak
ço k az veya h iç çatışm asız işleyebilirler. G elgelelim , m erkezcil
kuvvet, deyim yerindeyse, “tek başına yol alabilir” iken ve etki
etm ek için alternatifi olan m erkezkaç kuvvete ille de ihtiyaç
duym azken, m erk ezk a ç kuvvetin eş zam anlı olarak m erkezcil
etkiye sahip olm ası gerekir. Û tek i’n in m utluluğunu önem se­
m ek, Ö teki’ne karşı “iyilik etm ek ”, aynı zamanda “kendini iyi
h issetm e” duygusunu uyandırır ve dolayısıyla m u htem elen de
yardım sever öznenin m utluluğunu artırır. Bu durum da, b en ­
cillik ve özgecilik arasındaki k arşıtlık uçup gider. İki tutum
an cak m erkezcil kuvvet perspektifinden bakıldığında, birbir­
lerine karşı taban tabana ve uzlaşmaz bir karşıtlık içerisind ey­
m iş gibi görünür.
G erçekten de, o zam an -a n c a k o zam an - “N eden ona karşı
iyi olayım k i? ”, “Benim için anlam ı ne k i? ”, “Benim ilgim i hak
edecek ne yaptı k i? ” gibi sorular sorulacaktır. A ncak o zaman
kazanılanlara ve kaybedilenlere, girdi-çıktı oranlarına, m ali­
yet ve etkilerine ilişkin hesaplar başlayacaktır. A ncak o zaman
“K azançlarım fedakârlıklarım ı telafi edecek m i?” sorusu so ­
rulacaktır. M erkezcil kaygıların perspektifinden, m erkezkaç
dürtülerin h ikm eti ve faydaları şüpheyle karşılanır, hatta belki
de zarar verici olarak küçüm senir, bertaraf ve m ahkûm edilir.

A hlak filozofları yaşam neh rin in iki kıyısı, yani kişisel çıkar
ve başkalarım önem sem e arasında bir köprü kurm ak için di-
dinm işlerdir. Âdetleri olduğu üzere, filozoflar gözle görülür
çelişkiyi çözebilen, ya da en azından çözebileceği um ulan,
ikna edici savları bir araya getirm eye ve açıkça ifade etmeye,
böylece de ihtilafı su götürm ez bir şekilde -k e s in k e s - gider­
m eye çalışm ışlardır. Filozoflar ahlaki buyruklara itaatin, itaat
edenin “şahsi çık arm a” olduğunu; ahlaklı olm anın bedelinin,
m enfaatlerle telafi edileceğini; kısacası başkalarını önem sem e­
nin ve onlara iyi davranm anın kişinin ben lik kaygısının de­
ğerli, hatta belki de olmazsa olm az bir parçası olduğunu gös­
termeye çalışm ışlardır. Bazı savlar diğerlerinden daha yaratıcı
iken, bazıları daha çok otoriteyle d esteklenm iş ve dolayısıyla
daha fazla ikna gücü taşım ıştır. Fakat hepsi de “Başkalarına iyi
davranırsan, başkaları da sana iyi d avranacaktır” şeklindeki
yarı-am pirik olan, ama am pirik bakım dan sınanm am ış varsa­
yım la sarm alanm ıştır.
Yine de bü tü n çabalara rağm en am pirik kanıtlar elde et­
m ek güç olm uştu -h a tta bilakis bu kanıtlar m uğlak kalm ıştı.
Söz konusu varsayım birçok insanın kişisel deneyim iyle pek
de uyuşm uyordu. Bu insanlar çoğu kez şunu fark etm işti:
D uyarlı, eli açık, m erham etli insanlar, başkaları uğruna kendi
huzur ve rahatlarım feda edip k end ilerini defalarca, aldatılm ış,
h içe sayılm ış, saflıklarından ve (karşılık bulm adığı) yersiz gü­
venlerinden ötürü acım a ya da alayla karşılaşırken, çoğun­
lukla bencil, düşüncesiz ve kin ik insanlar bütün m ükâfatları
topluyordu. Şu şüphe için bolca k anıt toplam ak h içbir zaman
güç olm am ıştı: Başkalarının iyiliğiyle ilgilenenler, çoğunlukla
kendi kayıplarının hesabıyla baş başa kalırken, kazancın çoğu
kendi çıkarını gözetenlere gidiyordu. Ö zellikle de günüm üz­
de, bu tür kanıtları toplam ak belki de h er geçen gün daha da
kolaylaşıyor. Law rence G rossberg’in belirttiği gibi, “Bir şeye
yeterince özen gösterm enin, önem seyecek kadar inanm anın
m üm kün olduğu ve böylece de k işinin bu şeye bağlanıp bütün
benliğini hasredeceği yerleri tespit etm ek gitgide zorlaşıyor.”2
Grossberg, eğer ısrar edilirse, saiklerinin arkasındaki akıl yü­

2) Lawrence Grossberg, "Affect and postmodernity in the struggle over


American modernity”'. P o stm o d ern ism : W h at m o m en t? içinde, haz. Pelagia
Goulimari, Manchester University Press, 2 007, s. 176-201.
rütm eyi aşağıdaki gibi aktarabilecek insanların davranışını
“ironik nih ilizm ” diye adlandırıyor:

Kandırm anın yanlış olduğunu ve kandırdığım ı biliyorum , ancak


işler böyle yürüyor, gerçeklik böyle bir şey. Yaşamın ve h er seçim in bir
dolap olduğu bilinir, ancak bu bilgi o kadar evrensel kabul görü yor ki
artık hiçbir alternatif yok. H erkes herkesin kandırdığını biliyor, dola­
yısıyla herkes kandırıyor ve şayet ben kandırm azsam , aslında dürüst

olm anın ıstırabını çekerim .

G elgelelim filozofların varsayım ına karşı, daha da çarpıcı


başka çekin celer dile getirilm iştir. Ö rneğin, nezaketinizden
ötürü bir m ükâfat beklediğiniz için başkalarına nazik olmaya
karar verdiyseniz, iyi davranışlarınızın ardındaki saik mükâfat
um uduysa, eğer “başkalarına nazik ve iyi davranm ak” m uh­
tem el kazanç ve kayıplarınıza dair hesapların bir sonucuysa,
o zam an davranış tarzınız gerçekten de ahlaki bir duruşun dı­
şavurum u mu yoksa daha ziyade çıkarcı, b en cil b ir davranış
örneği m idir? Hatta bundan daha esaslı, gerçekten de radikal
bir şüphe ise şöyledir: İyilik bir sav, kanı, “hakkında kon u şu ­
lan ”, “telkin edilen”, “akla y atk ın ” olduğuna karar verilen bir
m esele olabilir mi? Başkalarına iyilik yapm ak, rasyonel b ir k a­
rarın sonucu m udur ve dolayısıyla akla m üracaatla harekete
g eçirilebilir mi? İyilik öğretilebilir m i? Bu tür sorulara verilen
hem pozitif hem de negatif yanıtları destekleyen savlar ortaya
atılm ıştır. A ncak henüz h içb iri tartışm asız otorite ortaya k o ­
yamıyor. Jü ri halen kararsız...
N echam a Tec, kilom etre taşı niteliğindeki W hen Light
P ierced the D arkness adlı çalışm asında, Polonyalı Yahudilerin
ortadan kaldırılışına tanıklık eden bazı insanların, k u rb an ­
ların yaşam larını kurtarm ak için kend ilerini riske atm aları­
m belirleyen (ya da en azından yönlendiren) faktörleri sap­
tam ayı am açlayan araştırm asının sonuçlarını aktarm ıştır.3
Avrupa’da Nazi işgalindeki çoğu ü lken in aksine Polonya’da,
Yahudilerin saklanm asına yardım suçunun, hatta böyle bir
suç işleyen kom şuları polise bild irm em enin yasal cezası idam ­
dı. Birçok insan Nazilere ve onların gönüllü yardım cılarına
m eydan okudu ve “yanlış ırk a” ait olm akla suçlanan kadın,
erkek ve çocuklara karşı işlenen tarife sığmaz zalim likleri eli
kolu bağlı izlem ektense kendi yaşam larını riske atm ayı seçti.
Son derece eğitim li ve tecrübeli bir sosyologdan bekleneceği
gibi, Tec, gönüllü yardım etm e ile kolayca özveride bulunm a
arasındaki bağıntıları ve insan davranışını genellikle b elirle­
diği varsayılan bü tü n faktörleri hesaplam ıştı: Bunlar, bireysel
davranışları, değerleri, yaşam felsefesini ve bir davranış tarzı­
nı diğerine tercih etm e ihtim alini şekillendirdiğine inanılan
(sınıf, zenginlik, eğitim , dini inançlar ve politik bağlılık gibi)
faktörlerden oluşuyordu. Tec’i ve m eslektaşlarını şaşırtan şey,
h içbir bağıntının bulunm am asıydı. G örünüşe bakılırsa, ahla­
ki davranışı belirleyen, “istatistiksel yönden ö nem li” hiçbir
faktör yoktu. Sosyolojinin irfan dolu birikim in in belirttiği
kadarıyla, yardım edenlerin davranışının ahlaki değeri ve so­
n u çların ın insani açıdan anlam ı çoğunluğun tepkisinden çok
radikal bir biçim de farklı olsa bile, yardım edenler Polonya
nüfusunun geri kalanından farklı değildi. İyilik ile kötülük
arasındaki insani seçim ler karşısında, sosyolojik akıl söyleye­
cek h içbir şey bulam am ıştı...
Amos O z’un 28 Ağustos 2 0 0 5 ’te G oethe Ö dülü’nü kabu­
lünde acı bir şekilde yorum ladığı gibi, sosyal bilim cilere göre,

3) Nechama Tec, When L ig h t P ierced th e D a rk n e s s. Oxford University Press.


1987.
bütün insan saikleri ve eylem leri çoğunlukla kişisel kontrolün
ötesinde olan koşullardan kaynaklanır... Toplumsal özgeçm işim iz
tarafından kontrol ediliriz. Yaklaşık yüz yıldır, bize sadece ek on o­
m ik kişisel çıkar tarafından güdülendiğim iz, etnik kültü rü m ü zün
ü rününden ibaret olduğum uz, kendi bilinçaltım ızm kuklasından
başka bir şey olm adığım ız söyleniyor.

O z, buna katılm adığım belirtiyordu:

Şahsen ben, kadın olsun erkek olsun, h er insanın, kendi yü ­


reğiyle, iyiyi kötüden ayırabileceğine inan ıyoru m ... Bazen iyiyi ta­
n ım lam ak güç olabilir, ancak kötü nü n açık işareti vardır: H er ço cu k
acının ne olduğunu bilir. Bu yüzden bilerek can acıttığım ız her de­

fasında, bir başkasına ne yaptığım ızı biliriz. K ötülük yapıyoruzdur.4

Bir kere, sosyologlar -y a n i kusursuz ya da neredeyse k u ­


sursuz araştırm a y öntem lerinin keram eti kendinden m enkul
u sta la rı- kavrayış, önsezi ve em patinin esası kabul edilen fik­
re boyun eğmeye m ecburdurlar. G erçekten de m ecburdurlar,
zira m esele ahlaki benliklere ve etik hüküm lere gelip dayan­
dığında, belirleyici etkenlere ilişkin envanterler ve bunların
dağılım ına ilişkin istatistikler neredeyse h içbir işe yaramaz.
Öyleyse, yardım edenler, kapı ve pencerelerini kapatıp
kurbanların ıstıraplarını görm em ektense, neden onların sa­
fına katılm a riskin i aldılar? H olocaust’un tarihinden top­
lanan kanıtlara ilişkin testi geçm ek için verilecek tek cevap
şu: Yardım edenler, aynı toplum sal kategoriye, eğitim e, dini
inanca ve p olitik bağlılığa sahip pek çok insanın tersine, başka
türlü davranam am ıştı. Eğer diğerlerinin yaşam larını savuna-
m asalardı yaşam larını devam ettirem ezlerdi. Kendi maddi gü­
venliklerini ve rahatlarını koruyarak, acı çeken insanları gör­

4) G u a rd ia n Revievv’dan alıntı, 3 Eylül 2005.


m enin neden olduğu ruhsal sıkıntıyı telafi edem ezlerdi. Eğer
kendi rahatlıklarını, kurtarabilecekleri insanların rahatlığının
üzerinde görselerdi, m uhtem elen k endilerini asla bağışlaya­
m ayacaklardı.
Başkaları tarafından affedilm ek, belki de kendi vicdanları­
nı yatıştırm aktan daha kolay olurdu. Başka pek çok insan gibi,
gördükleri in sanlık dışı şeyler karşısında dehşete kapılanlar,
19 4 2 E kim ’inde “Yahudilere yardım ed enler” için çıkarılan
ölüm cezasına ilişk in gaddar yasada, eylemde bulunm aktan
vazgeçm e konusunda (ikna ed ici!) bir m azeret bulm uş olabi­
lirlerdi: “Yardım etm ek için bir şeyler yapabilm eyi içten likle
isterdim , ancak yapam adım . Eğer yapsaydım ya öldürülecek
ya da toplama kam pına g önd erilecektim .” Bunu söyleyerek
dinleyenlerinin çoğunluğunun “sağduyusu”na hitap edecek­
ler, aynı zamanda da kendi vicdanlarının sesine kulaklarını
tıkam aya çalışarak, ahlaki ikilem i çözm ek yerine onun önüne
geçeceklerdi. Bunu söyleyebilm ek için , kendi yaşam larının,
hayatta kalm alarını önem sem eyi reddettikleri diğerlerinin ya­
şam larından daha fazla ilgiye layık olduğuna zaten karar ver­
miş olm aları gerekecekti; bu arada da benzer şekilde kendi
çıkarım düşünen ço k sayıda insan tarafından, kendi seçim le­
rinin alenen ya da en azından zım nen onaylanm ası yoluyla,
kendi dürüstlüklerine duydukları inancın tem in edilip güçle­
n eceğine bel bağlayacaklardı. G elgelelim vicdanın sesi, duy­
mazdan gelinse bile susm ayacaktır.
1 9 8 7 ’de Polonya’da haftalık gazete T ygodnikP ow szechny’n in
sayfalarında Profesör Ja n B lo n sk i’nin girişim iyle yürütülen,
Nazi işgali altında Polonyalılar ile Yahu dilerin ilişkileri üzeri­
ne bir tartışmada, Jerzy Jastrzebow ski ailesinden yaşlı birinin
anlattığı bir hikâyeyi aktarıyordu. Aile eski b ir ahbaplarına,
Polonyalı bir H ıristiyan gibi görünen ve Polonyalı soylu bir ai­
lede doğmuş birisinden bek len ecek zariflikte L ehçe konuşan
bir Yahudi’yi saklam asını önerm işti. A ncak aynısını Yahudi
gibi görünen ve Yidiş aksanıyla konu şan üç kız kardeşi için
yapmayı istem em işti. G elgelelim dostları tek başına kurtarıl­
mayı reddetm işti. Jastrzebow sk i şu yorum u yapıyordu:

Ailemin kararı farklı olsaydı, hepim izin öldürülm e ihtim ali d o­


kuzda birdi. D ostum uz ve kız kardeşlerinin bu koşullarda hayatta
kalm a olasılığı belki daha da azdı. Bana bu aile dram ını anlatan kişi
“N e yapabilirdik ki, yapabileceğim iz hiçb ir şey y oktu ” diye tekrar­
larken gözlerim e bakm ıyordu. Bütün olgular doğru olm asına rağ­
m en, bir yalan hissettiğim i sezm işti.

Rus film i Vrem ia B iedy’d e (kabaca “Zor Zam anlar”) ceb ­


ri kolektivizasyonun acım asızlıklarına ve daha sonra da Nazi
işgaline çaresizce tanık olm uş ve daha fazlasını kabullenem e­
yecek olan yaşlı bir köylü kadın kendini yakar. Yanan baraka­
sından son sözleri duyulur: “Yardım edem ediğim herkes bağış­
lasın b e n i!” Bir Talmud öyküsünde, yiyecek çuvallarıyla yük­
lü b ir eşekle yürüyen m übarek bir bilge, kendisinden yiyecek
isteyen bir dilenciyle karşılaşır. İyi kalpli adam derhal, büyük
b ir telaşla, çuvalları çözm eye başlar, ancak yiyeceklere daha
ulaşam adan, uzun süreli açlık etkisini gösterir ve d ilenci ölür.
Bilge, ü m itsizce dizlerinin üzerine çöker ve “sevgili dostunun
yaşam ını kurtaram adığı”ndan kendisini cezalandırm ası için
Tanrı’ya yalvarır.
Yukarıdaki her iki öykü de elbette im lenen ö lçütler b akı­
m ından okura “aşırı” ya da m antıksız (hatta adaletin, neden­
selliğin m antığıyla uyum lu olarak dağıtılm ası gerektiği varsa-
yıldığı m üddetçe “adaletsiz”) gibi gelebilir. K endisinin suçlu
olduğunu ilan eden bu iki kişi de, suçları olduğuna inandıkla­
rı şeyden dolayı suçlanm ış olsaydılar, sıradan bir m ahkem ede
elbette beraat ederlerdi. A ncak, ahlakın kendi m antığı vardır
ve vicdan m ahkem esinde hikâye kahram anlarının fazla şansı
yoktur.

G örünüşte benzer durum lara insanların neden çok farklı


tepkiler verdiği, eski ve yeni teologların, filozofların, insan
ve doğa bilim lerin d en sayısız araştırm acının yanı sıra eğitim
teorisyeni ve uygulayıcılarının -b o ş y e re - çözm eye çalıştığı
bir gizem di ve hâlâ da öyledir. Hayal k ırıklığı yaratan so n u ç­
lara rağm en (belki de bunlardan ötürü) girişim lerden vazge­
çilm esi m uhtem el değildir. Bunları devam ettirm eye yönelik
saikler değişebilir, bununla birlikte her biri baskın ve karşı
konulm azdır. Hiç kuşkusuz teologlar akıl ermez olanı anla­
maya ihtiyaç duyar: Tanrı yaratım ının ve insani olayların ilahi
yönetim inin hikm eti, (buna nüfuz edildiği tak d ird e)... k an ıt­
lanm ası güç de olsa, ilahi lütuf, buyruklara itaat, dindarlık,
erdem ve m utlu yaşam arasında bulunduğu farz edilen bağı
ve (bu dünyada ya da öbür dünyada) günahkâr bir yaşam ile
sefil bir yaşam arasındaki diğer bağı ortaya serip teyit ede­
cektir. Filozoflar açıklam a getirilem eyen ve m uhakem eye kafa
tutan fenom enlere katlanam az, katlanm ayacaklardır da. Bu
fenom enlerin hayal ürünü olduğunu göstererek çü rü tecek
ya da direngen m evcudiyetlerine anlam verecek bir m antık
bulununcaya kadar rahat etm eyeceklerdir. Bilim insanları,
teşviklerinin baş kaynağı ve uygulayıcı kolları olan tekn oloji
uzm anlarıyla tam am en m utabık kalarak, cansızlar kadar canlı
şeylerin de şekli ve davranışını belirleyen yasaları öğrenm ek
ister ve bu nları bilm enin şeylerin şekli ve davranışını kontrol
etm ek anlam ına geleceğini, tam anlam ıyla bilm enin de n ih a­
yetinde şekil ve davranışı tam am en kontrol etm ek anlam ına
geleceğini umarlar. Belli ki eğitim ciler, iyi akortlu klavyelere
benzeyen öğrenciler düşler, öyle ki bir tuşa basınca, düzenli
olarak, notanın belirttiği sesler çıkacak, akortsuz h içbir nota
duyulmayacaktır.
“Tarihin son u ” ifadesiyle dillere düşm üş olan Francis
Fukuyam a, yakınlarda şunu öne sürm üştür: Aydm lanm a’dan
esin lenen ve bugüne kadar gelen, insanların gerçek potansiye­
lin in ölçüsüne göre (yani, tasarım cıların m odellerinde taslağı
çizilen standarda uygun) “yeni insan lar” üretm eye dair totali­
ter düş ne kötü planlanm ış ne de gerçek dışıydı. Fukuyam a’nm
vurguladığı üzere, bu düşler sırf vaktinden önce, gerçekleş­
m eleri için henüz hazır olm ayan koşullarda düşlendikleri için
başarısız olm uştu. Toplama kam pları, beyin yıkam a ve refleks
şartlandırm ası, doğru hedefler için kullanılan yanlış araçlar­
dı. Etkisiz, utanılacak kadar ilkel ve yapılacak iş açısından
acın acak kadar uygunsuzdu. Ö te yandan, günüm üzde beyin
cerrahisi, biyokim ya ve genetik m ühendisliğindeki gelişm eler
m evcut araçları, halen ortaya konulm ayı bekleyen görevlerin
düzeyine nihayet yükseltm iştir. En sonunda, yeni insanlardan
oluşan yeni bir çağın eşiğine vardık...
Fukum aya’nın bu defa haklı olup olm adığı, en azından,
tartışm alı bir sorudur; gelgelelim su götürm ez olan şey, tek-
nobilim in yeni başarıları ile yeni k orku lar ve yeni distopya-
lar çağının ortaya çıkışı arasındaki bağlantıdır. K orkular ve
distopyalar yeni teknobilim in uygulanabilir kıldığı yeni ih ­
tim allerin düzeyine yükselm iştir şüphesiz. O rw ell’in 1 9 8 4 'ü
ve Fluxley’in C esu r Yeni D ünya ’sının artık m odası geçm iştir ve
H ouellebecq’m La Possibilité d ’une île ’i tarafından kapı dışarı
edilmişlerdir.

Flem ütopyalar hem de distopyalar m evcut gelişm elerin ön ­


ceden belirlenm iş am acını im a etm ekte uzm anlaşm ışlardır:
Ü topyalar yolun sonundaki ülkeyi, bir uyum ve düzen alanı
olarak, dört gözle beklenen ve m üm künse daha da yakınlaş­
tırılacak bir varış yeri olarak sunar. Buna karşılık distopyalar
söz konusu ülkeyi, en iyi ihtim alle bir açık hava hapishane­
si, k orku lacak, m ü m kü n olduğunca uzak tutulacak ve ideal
durumda sonsuza dek yasak bölge yapılacak bir yer olarak
betim ler. Böylesi radikal biçim de karşıt görüşler olm alarına
rağm en, her ikisi de tarihin koşu pistinde sanki bir b itiş çiz­
gisi varm ış ve bu çizgi de önceden çizilebilir ya da tahm in
edilebilirm iş gibi davranırlar. Bu gösteriş, m odern aklın bu iki
zihinsel ürününün sözlüklerde, boş hayallere kapılm ak, h a­
yali ve acayip düşler (ya da kabuslar), kuruntular, hayal m ah­
sulü şeyler ve yanılsam alar gibi yerici sözcü klerle yan yana
kullanılm asının ana sebebidir m uhtem elen. İster başlangıçta
(iyi bir şeyi gösteren) “ü ” önekiyle, ister (kötü bir şeye işaret
eden) “dis” önekiyle donatılm ış olsun, her iki yorum da h iç­
bir yer anlam ına gelen “ya” önekiyle sonlanır...
Üzerinde gittiğim iz yollarda önceden düzenlenm iş h içbir
varış noktası, önceden belirlenm iş h içbir bitiş çizgisi yoktur;
bilgisayar destekli m odelleri ne kadar am irane, hatta kusur­
suz olursa olsun, insana özgü bü tü n belirsizliklerden, öngö-
rülem ezliklerden ve (evet!) özgür irade ve özgür seçim den
azade olursa olsun, “yeni insan lığa” gittiği iddia edilen yol
da bunlara dahildir. Bilim sel olarak oluşturulm uş b elirleyi­
cilerin envanteri ne kadar kapsam lı olursa olsun ve bunları
tertip edecek tekn ik aletler ne kadar bol bulunursa bulunsun,
insanlar, geçerliliğini kaybetm eyen kural ve rutinleri yıkıp
dağıtan seçim lerin m üptelası olmaya inatla devam eder. Bu
yüzden de insanlar tahm inleri boşa çıkarm a alışkanlarıyla,
davranışlarının rastlantısallığı ve kuraldışılığı, d eğişkenlikle­
ri, aşırılıkları ve hoppalıklarıyla ve işinin ehli bir yön eticin in
öfkeli bir şekilde güvenilm ezlik suçu diye tanım layacağı şeyle
nam salm ıştır, insanların kutsandığı ya da lanetlendiği ve kay­
b etm elerinin ya da ellerinden alınm asına ya da bastırılm asına
izin verm elerinin hiç de m uhtem el olm adığı bir özellik varsa
o da özgür iradedir...
D eğişken istekler, -y aln ızca insanların d eğ il- “dışarıda­
k i” dünyanın da alam eti farikalarıdır; insanlar dünyaya fırla­
tılm ıştır ve hem şans yığını arasında kendilerine yol açmaya
çalışır hem de bu yolu keşfetm eye ve azim le takip etm eye zor­
lanırlar (ya da kendilerinden bu bek len ir). İnsanın planlarına
ve öngörülerine karşı asap bozucu şekilde duyarsız ve kayıtsız
olan bu değişken istekler, genellikle “rastlan tılar” adıyla an ı­
lır. Krzysztof Kieslow ski, tam da bu ism i taşıyan bir film inde,
bir genç adam ın yaşayabileceği üç alternatif yaşam ın öykü­
sünü anlatır; h er bir yaşam, kahram anın, istasyondan henüz
ayrılan bir trene atlama girişim iyle başlar. Ö ykülerin birinde,
kahram an treni yakalam ayı başarır. Bir diğerinde treni kaçırır.
Diğerindeyse, trenin peşinden koşarak, hızlanan treni yolcu
platform unun sonuna gelm eden önce yakalamaya çalışır; an ­
cak, silahlı bir bek çi tarafından derhal durdurularak karakola
götürülüp tutuklanır ve girişin yasak olduğu bir yere girm ekle
suçlanır.
Ü ç farklı “rastlan tı”yı izleyen yaşam ların paylaştığı tek or­
tak şey, kahram anın kendisidir. Ü ç yaşam da, m uazzam ölçü ­
de farklılaşan norm ların tesiri altındaki tam am en farklı top­
lum sal ortam larda ve tam am en farklı araçlarla tam am en farklı
am açların peşinden koşan, tam am en farklı insanlar arasında
geçer. Yaygın ve pek sorgulanm ayan irfanla hem fikir olan eği­
tim li bir so syolog, geriye d ö n ü k olarak, h er yaşam ı h em en
h em en h er açıd an d iğerlerin d en -p o litik , k ü ltü rel ve ahlaki
o la ra k - farklı b ir toplum sal kategorid e sınıflan d ıracaktır.
B u nlard an biri, y aln ızca k en d i hastalarıyla m eşgul olan ve
k en d i m esleğ in i ve m eslek i çık arların ı ilgilen d iren m e sele­
ler dışınd a, hastane d u varların ın ö tesin d ek i engin dünyada
olup b ite n h er şeye duyarsız kalan b ir d o k toru n , yani p o litik
olarak kayıtsız b ir u zm an ın yaşam seyridir. D iğeri, tam am en
parti am irleri tarafınd an b elirlen e n görevleri yerin e g etirm e­
ye adanm ış b ir p o litik m ilitan ın , b ir ak tiv istin kariyeridir.
Ü çü n cü sü , görm üş g eçirm iş b ir m u h alifin ve b ir gizli örgüt
sav aşçısın ın şehadetidir. Ç ok kısa b ir an, h areket h alin d ek i
bir treni yakalam aya çalışan g enç b ir adam ın izlediği tam a­
m en farklı bu üç yaşam yolu, b ir daha asla k arşılaşm am ak
üzere, ortak gövdeden k ollara ayrılm ıştır.
R ichard Rorty, G eorge O rw ell’m p o litik biyografisinin
yalnızca tek bir faktörü yansıttığ ını ileri sü ren C hristop h er
H itch en s’a itiraz eder: Bu da, O rw ell’in h er türlü koşuld a doğ­
ru seçim leri (yani, H itch en s’m da, gelecek yüzyılın b ask ın
fikriyle uyum içind e onaylayacağı türden seçim leri) yapm a­
sını m ü m kü n k ılan k arakteri, yani dürüstlüğü ve zekâsıd ır.3
R orty şöyle der: Varsayalım ki O rw ell “Ispanya’da farklı bir
yola sapsaydı, b ir başka cephede savaşsaydı, h içb ir zam an bir
P O U M ' m ilisind e h izm et etm em iş olsaydı, B arcelona so k a k ­
larında olup b iten hakkınd a Stalin ci yorum u kabul etseydi
ve dolayısıyla K a talonya’y a Selam k itab ın ı asla yazm a fırsa­
tı bulam asaydı; o zam an, İk in ci Dünya Savaşı’ndan sonra,
C hu rchill’in söm ürgecilik taraftarlığına şiddetle karşı çıktığı
gibi, K om ünizm düşm anlığına da karşı çıkabilird i.”

5) Bkz. Richard Rorty, “Honest Mistakes'', P hilosophy as Cultural Politics


içinde, Cambridge University Press, 2 0 0 7 , s. 57; Christopher Hitchens, Why
Orwell M atters, Basic Books, 2002.
*) Partido obrero de unificación marxista (Birleşik Marksist İşçi Partisi) -ç.n.
M eteorolog Edward Lorenz büyük bir şaşkın lık içinde,
bir bahar günü P ekin’de kanat çırpan bir kelebeğin M eksika
K örfezi’nde güz fırtınalarının yörüngelerini pekâlâ değiştire­
bildiğini bulm uştur. Ne çıkar ki bundan? Yoksa, insan yaşa­
m ına rastlantılar m ı yön verir? D efetm ek, geriye alm ak, ge­
çersiz kılm ak şöyle dursun, öngörülem eyen rastlantılar mı
yön verir? Neyi seçtiğim izin bir önem i var m ıdır? Kısacası,
yaşam ım ızı şekillendirm e konusunda bizler ıstaka mı, ısta-
kayı tutanlar m ı yoksa bilardo topu muyuz? O yuncu muyuz
yoksa oynanan mı?
F lorian H enckel von D onnersm arck’m Başkalarının Hayatı
film inin başkahram anları, köşe bucağın gözetlendiği ve her
türlü özgür seçim in, sırf özgürce yapıldığı için , devlete karşı
bir suç olarak görülüp buna uygun bir m uam ele gördüğü to­
taliter bir ü lk en in k ü çü cü k ücra bir köşesine sıkışm ışlardır.
Tiyatro sanatçıları -o y u n yazarları, yönetm enler ve oyuncu­
lar, yani sanatlarının m antığı gereği hayal gücü, yaratıcılık,
özgünlük ve özgür seçim fikrini som utlaştıran in sa n la r- bu
ücra köşede yaşar. Yine de yalnız değildirler. En m ahrem ve
özel anlarında bile bir refakatçileri vardır: Büyük Birader asla
uyumaz, Büyük Birader’in gözleri her zam an üzerlerinde, k u ­
lakları da her zam an dinlemededir. Büyük Birader’in şeref ve
u tanç, iltim as ve gözden düşme oyunundaki serbest (düzen­
siz, anlam sız) hareketler, rastlantılar kisvesi altında sanatçıla­
rın stüdyoları, sahneleri ve yatak odalarına kadar ulaşır... O
kadar ço k “rastlantı” vardır ki bunlara maruz kalanlar, bu n­
ların etkilerine karşı direnm ek şöyle dursun, bu rastlantılarla
baş edemez bile. Yumuşak başlı ve gözüpek olanlar ile kariye -
rist ve savaşçı olanların aynı şekilde paylaştığı gerçekten de
güç bir durum. Gizli polis dosyaları arasında oradan oraya
yerleştirilen sanatçıların, bilardo topları gibi, nereye itilirler­
se oraya gitm ek ve tahsis edildikleri kategori için belirlenm iş
yolları izlem ek ve bu nun sonuçlarına katlanm aktan başka bir
şansı yoktur. Yoksa var mıdır?
Von D onnersm arck’m film inin bütün başkahram anları
aynı güç durum u paylaşıyor olabilir, ancak bu noktada ara­
larındaki benzerlikler de sona erer. Başkahram anlardan biri,
kara listeye alınm ış bir yönetm endir. Her şeyden önce temiz
bir vicdanı ve sanatsal im gelem ine bağlılığı seçm iş ve daha
sonra m esleki araçlara erişebilm ek ve film çekm ek için izin
koparabilm ek am acıyla haysiyetsizlik ve ihanet biçim inde
ödem esi gereken bedele karşılık intihar etmiştir. Bir diğeri,
yani Büyük Birader’in gösterm elik gözde aydını olan oyun
yazarı, hakikati, yalnızca ve yalnızca hakikati söylem e m u t­
luluğuna erm e karşılığında, yayım lanıp sahnelenm e iznini,
alkışlanm ayı, hakkında yazılm asını ve devlet ödüllerine b o ­
ğulmayı seçm iştir. Ü çüncü kahram an ise, herkesçe çok sevi­
len ve id olleştirilen bir kadın sanatçıdır. O da sahneye çıkm a
yasağına katlanm ak yerine, bedenini satm aya ve m eslektaşla­
rı hakkında bilgi verm eye hazırdır: “G özden düşm e” tehdidi
karşısında, bir daktilonun saklandığı yeri soruşturm acılara
ifşa eder; bu daktiloda tiran devleti eleştiren bir broşür yazıl­
m ıştır ki bu broşür, şayet bulunursa, gösterm elik bir duruş­
mada k anıt olarak kullanılabilecek ve oyun yazarının -sevd iği
ve kend isini seven e rk e ğ in - m ahkûm edilm esine ve bir k öşe­
de unutulup gitm esine yol açacaktır. A ncak taş yürekli bir sor­
gu uzm anı olarak bilin en soruşturm acı, ortadan kaldırılacak
sevgili için duyduğu m erham etten ötürü suç teşkil eden kanıtı
gizlice yok ederek felaketi önler. Kara listeye alm an yönetm en
asla sahnelenm eyen İyi B ir İnsan İçin Sonat’ı, intihar etm eden
önce, oyun yazarı arkadaşına veda arm ağanı olarak bırakır.
Stasi' destekli rejim in yıkılm asından sonra, bu oyun yazarı
yeni oyununu aynı başlıkla, soruşturm acı olarak geçm iş yaşa­
m ında itaat ve kariyere karşı insanlığı seçen kişiye adar.
Bütün sanatçılar, üzerine görülerini işlem ek istedikleri
m alzem enin direnişine karşı m ücadele eder. Bütün sanat ya­
pıtları bu m ücadelenin izlerini -zaferlerin in , yenilgilerinin,
dayatılan ve bu nedenle de oldukça utanç veren birçok uz­
laşm anın iz le rin i- taşır. Yaşam sanatçıları ve yapıtları da bu
kuralın dışında değildir. Yaşam sanatçılarının (b ilin çli ya da
bilinçsiz ve beceriyle ya da becerik sizce) nakşetm e çalışm ala­
rında kullandığı keskiler, onların karakteridir. Thom as Hardy
“insanın kaderi onun karakterid ir” derken bu ilked en bah se­
diyordu. Talih ve onun gerilla birlikleri olan rastlantılar, yaşam
sanatçılarının karşı karşıya olduğu seçim gruplarını belirler.
A ncak hangi seçim lerin yapılacağını belirleyen karakterdir:
Koşullar bazı seçim leri diğerlerinden daha m uhtem el kılar.
Karakter, bu ihtim allere meydan okur. Karakter, rastlantıları ve
bunların sahne arkasındaki gerçek, farazi ya da şüphelenilen
m anipülatörlerini, bunların sahip olduğuna inanılan ya da id­
dia edilen m utlak kudretinden m ahrum bırakır. Karakter, k o ­
şulların gücüne kayıtsız şartsız boyun eğm ek ile cesaretle m ey­
dan okum ak arasında durur. Olasılık testini başarıyla geçen
seçim leri, çok daha zor olan diğer teste, yani kabul edilebilirlik
testine sokan tam da failin karakteridir. 1 Kasım Yortusu’nun
arifesinde, 31 Ekim 1 5 1 7 ’de M artin L uther’i W ittenberg
Kalesi’ndeki kilisenin kapısına doksan beş heretik tezini ilişti­
rirken “leh kann n ich t anders” [Elim den başka bir şey gelmez]
şeklinde beyanda bulunm aya sevk eden şey onun karakteriydi.

*) Doğu Almanya’nın güvenlikten sorumlu resmi birimiydi. Genellikle dün­


yadaki en etkili ve baskıcı istihbarat ve gizli polis teşkilatlarından biri olarak
kabul edilmiştir -ç .n .
G eçen yüzyılın en dirayetli ahlak filozoflarından biri olan
Knud Logstrup’a göre, ahlak um udu (yani, Ö teki’ni ön em ­
sem ek; ya da daha iddialı, ancak ahlakın esasına daha yakın
olan, Ö teki için var olm ak) ön-düşünüm sel kendiliğindenliğe
(prereflexive spontaneity) tem lik edilm iştir: “M erham et k en ­
diliğindendir; çünkü başka bir şeye hizm et etsin diye ona b i­
raz olsun m üdahalede bulunulduğunda, biraz olsun hesaba
tabi tutulduğunda, biraz olsun seyreltildiğinde tam am en or­
tadan kalkar, hatta m evcut halinin aksine, yani m erham etsiz­
liğe, dönüşür.”6
G eçen yüzyılın bir başka büyük ahlak filozofu olan
Em m anuel Levinas, bilindiği üzere, “N eden ahlaklı olm alı­
y ım ?” sorusunun (yani, “Bana faydası var m ı?”, “Benim ilgim
için gerekçe olarak gösterilebilecek ne yap tı?”, “Eğer büyük
çoğunluk önem sem iyorsa neden ben önem seyeyim k i? ” ya
da “Neden benim yerine bir başkası yapam asın k i? ” türü ar­
güm anlara başvurm anın), ahlaki davranışın başlangıç noktası
değil, eli kulağında çöküşü nün ve ö lüm ünün bir işareti oldu­
ğu vurgulamıştır. Levinas’a göre, bütün ahlaksızlık, kardeşini
önem sem enin gerçekten de kendi görevi olduğuna dair “ka­
n ıt” isteyerek “Ben kardeşim in bak ıcısı m ıyım ?” diye soran
Kabil’le başlam ıştı; bu bakım ın ancak itaatsiz kişiyi cezalan­
dıracak yaptırım larla donanm ış üstün bir gücün em ri üzerine
bir vazife halini alacağını varsayıyordu Kabil. K işinin kendi
kazanç ve kayıplarını hesaplam a eğilim inden ziyade ken d ili­
ğindenliğe, başkalarına güvenm e dürtüsü ve arzusuna itim at
eden Logstrup, Levinas’m fikriyle elbette uyuşacaktı.
G örünen o ki, her iki filozof da ahlak ihtiyacının ya da ah­
lakın tavsiye edilebilirliğinin, kanıtlanm ası bir yana söylemsel
olarak kurulam ayacağını ve kurulm asının da gerekmediğini;

6) Knud Logstrup, A fter the E thical D em and, gev.: Susan Dew ve Kees van
Kooten Niekerk, Aarhus University, 2 002, s. 26.
üstelik “ahlak ihtiyacı” ifadesinin bir oksim oron olarak redde­
dilmesi gerektiğini kabul ediyor. Zira bir “ihtiyacı” karşılayan
şey ne olursa olsun, ahlakın dışında bir şeydir. Her iki filozof
da başka insanların iyiliği am acıyla yapılan davranışın, eğer ta­
rafsız değilse ahlaki olmadığı görüşünü paylaşır: Bir edim, an­
cak hesaplanmayan, doğal ve kendiliğinden olan ve çoğunlukla
üzerinde düşünülm em iş bir insanlık dışavurumu olduğu müd­
detçe ahlakidir. (Lögstrup, bir edimin ancak bir “genel ilk e”yle7
uyuştuğunda “ahlaki” olduğu yönündeki Stephen Toulm in’in
önerm esine itiraz eder ve Toulm in’in tezini anlatm ak için seçti­
ği çokça zikredilen örnekten bahsederek şunu vurgular: “Eğer
söz verilen zamanda Jo h n ’a [ödünç alman] kitabı geri verm e­
m in asıl nedeni Jo h n ’a saygı duymam değil de verilen sözlerin
tutulm ası gerektiği şeklindeki genel ilke uyarınca yaşama ka­
rarım sa, benim edim im ahlaki değil ahlakçıdır.”8) Ahlaki bir
edim, herhangi bir “m aksada” “hizm et etm ez” ve hiç şüphe­
siz kâr, konfor, şöhret, egonun okşanm ası, herkesin takdirini
kazanm a ya da başka bir kişisel çıkar beklentisiyle yönlendi­
rilmez. “Nesnel olarak iyi” -fa y d a lı- eylem lerin failin kazanç
hesabından dolayı -b u n la r ister ilahi inayet, ister kam u itibarı
kazanm ak, isterse de günahtan arınabilm ek ve başka durum ­
larda gerçekleştirilen merham etsiz ya da duygusuz edimler için
Kutsal rahm ete kavuşmak için tövbe dilem ek o lsu n - yeniden
ve yeniden icra edildiği doğru olabilir. Ama böyle olsa bile,
bunlar gerçekte ahlaki edimler olarak sın ıflan d ırılm azlar, çü n­
kü tam da böyle güdülenm işlerdir.
Logstrup, ahlaki edim lerde her türlü “gizli saikin ortadan
kaldırıld ığını” vurgular. Yaşam ın kendiliğinden ifadesi, tam

7) Stephen Toulmin, T he P lace o f R eason in Ethics, Cambridge University


Press, 1953, s. 146.
8) Knud Logstrup, Beyond the E thical D em and, University of Nötre Dame
Press, 2 0 0 7 , s. 105.
da “gizli saiklerin olm am ası” sayesinde radikaldir ki bu nla­
ra b elk i de en başta kazanç saikinin yokluğu ya da cezadan
kaçınm a da dahildir. E tik istem in, yani bizzat var olm a ve ge­
zegeni diğer varlıklarla paylaşma gerçeğinden kaynaklanan,
ahlaklı olm ak yönündeki “n esn el” baskının sessiz olm asının
ve sessiz kalm ası gerekm esinin ardındaki önem li bir neden
de budur. İtaatsizin, başına gelecek cezalandırıcı hüküm lerin
korkusundan ötürü bir em ir doğrultusunda etik istem e itaat
etm esi, bu etik istem in am açladığı ahlaki edim olm ayacaktır.
K onform izm , belli bir iyilik yapmaya yönelik bir buyruğa ce­
vaben olsa bile ahlaklı olm ak anlam ına gelm ez. Ahlakta “zo­
ru n lu lu k ”, emir, baskı yoktur; ahlaki edim ler özünde özgü r
seçim lerdir , k işinin eyleme özgürlüğünün ifadeleridir (özgür
olm ayan insanlar gibi çelişkili bir kavram akla yakın olsaydı,
bu insanlar “ahlaki varlıklar” olm azdı.) Paradoksal bir şekilde
(veya hiç de öyle olm adan) etik istem e uym ak onun b ask ı­
cı gücünü unutm ak dem ektir. E tik istem e uym ak, tam am en
Ö teki’n in iyiliği tarafından yönlendirilm ek demektir.
İnsan ilişkisinin dolayım sızlığı, dolaysız yaşam ifadeleriyle
sağlanır. Başka h içbir desteğe ihtiyacı yoktur, hatta buna ta­
ham m ül de edemez. E tik istem suskundur. Başkalarım önem ­
sem e biçim in in ne olm ası gerektiğini açık açık söylemez.
A ncak etik istem in kudreti, tam am en ketum luğuna ve sus­
kunluğuna dayanır. Bunlar sayesinde etik istem , em ir verm ek­
ten, yaptırım tehdidinde bulunm aktan ve ahlaki edimi, yüce
güçlere riayet etm enin bir başka örneğine indirgem ekten geri
durur. Bu defa da tüm kalbiyle Logstrup’la m utabık kalacak
olan Levinas’tır. Levinas’m defalarca söylediği üzere, Ö teki
bize gücü değil de zayıflığı aracılığıyla kendisini korum am ızı
buyurur; bir başka deyişle, em ir verme ve em redileni yerine
getirm eye zorlam a konusundaki acizliği ve/veya isteksizliği
aracılığıyla buyurur. Ü st b ir güç tarafından ahlaki bir tutum
alm aya zorlanm ayız. Ö teki’nin Yüzü’nün meydan okuyuşuna
boyun eğip eğm eyeceğim iz ve Ö teki’ne karşı sorum luluğu­
m uzun yarattığı şoka nasıl içerik kazandıracağım ız eninde so­
nunda bize, yalnızca bize bağlıdır. Levinas’m Philippe Nemo
ile söyleşisinin çevirm eni Richard A. C ohen’in özetlediği gibi:
“E tik zorunluluk o n to lo jik bir zorunluluk değildir. Öldürm e
yasağı cinayeti im kânsız hale getirm ez. O nu k ötülük kılar.”
E tiktek i ‘“varlık ” yalnızca “varlığın rahatlığını bozm a”ya
dayanır.”9
Pratik açıdan bu durum şu anlam a gelir: İnsanlar her ne
kadar kendi d üşünceleri ve sorum luluklarıyla baş başa k al­
dıkları için içerleseler de, ahlakla aşılanm ış bir birliktelik
um udunu barındıran, tam da bu baş başa kalm ışlıktır. Kesinlik
değil, um uttur bu, hele hele garantili bir kesinlik hiç değildir.
İstatistiksel eğilim lerin kanıtlarıyla tem in edilm iş, peşinde
koşu lan ve düşlenen bir güvence bile pek m uhtem el değildir...
Yaşam ifadelerinin kendiliğindenliği ve bağım sızlığı, so ­
n uçta ortaya çıkan davranışın iyi ile kötü arasında etik olarak
uygun, takdire layık bir seçim olacağını garanti etmez. Hem
yanlış hem de doğru seçim ler, aynı belirsizlikten , belirlenim ,
tanım ve baskı eksikliği durum undan doğar; keza yaptırım lar­
la donatılm ış affedici bir gücün otoriter em irlerinin lütufkâr
b ir şekilde sağladığı paravana korkakça sığınm a dürtüsü de
buradan doğar; ve keza harekete geçm e kararının sorum lulu­
ğunu, bu kararı başka faillere, özellikle de üstün güçlerle do­
nanm ış faillere devretm enin cazibesine rağm en, kendi üzerine
alma cesareti de buradan doğar. Kişi yanlış seçim ler yapabile­
ceğine kendini hazırlam azsa, doğru seçim arayışında m etanet

9) Bkz. Emmanuel Levinas, Ethics and Infinity, C onversations with Philippe


N em o, qev.: Richard A. Cohen, Duquesne University Press, 1985, s. 10-11.
gösterem ez. Ahlakın başlıca tehdidi olm ak şöyle dursun (bir­
çok ahlak filozofu tarafından can sıkıcı m enfur bir şey olarak
g örü len !) belirsizlik, ahlaklı insanın asıl zem ini ve ahlakın filiz ­
lenip serpilebileceği tek topraktır.

G ünüm üzün deregülasyon ve özelleştirm e rejim inde, “so­


rum luluktan k u rtulm a” pratiği ve vaadi, çoğunlukla m odern
tarihin ilk aşam alarında olduğu gibidir: Daha ön ce olduğu
gibi şim di de, tam am en belirsiz bir durum a gerçek ya da fa­
razi bir açık lık ölçütü dayatılır ve bu da eldeki işin akıl almaz
derecedeki karm aşıklığı yerine, “yapılm alı” ve ‘‘yapılm am alı”
şeklinde bir dizi basit kural koyarak (daha doğrusu bu kural­
larla örtbas edilerek) yapılır. Daha önce olduğu gibi şim di de,
bireysel failler şu veya bu durumda, zım ni istem in onlardan
tam olarak ne yapm alarını em rettiğine ve koşulsuz sorum lu­
lu klarının onları (en fazla) ne kadar devam etm eye zorladığı­
na karar verip bunu dile getirm ek üzere otoritelere güvenm e­
ye zorlanır, itilir ve/veya ikna edilirler. O yun epey aynı kalsa
da, bugünlerde onun hizm etine farklı araçlar girmiştir.
Ö teki’nin ihtiyaçlarını önem sem ek üzere evvelce etik göre­
vin sem antik alanında bulunan, sorum luluk ve sorum lu seçim
kavram ları, artık kendini gerçekleştirm e alanına ve kişinin
kendi risklerinin hesaplanm asına kaydırılm ıştır. M erkezcil,
kendine gönderm e yapan kaygıların hizm etine sunulm uştur.
Zamanla, kabul edilen, benim senen ve eylem e sevk eden so­
rum luluğun tetikleyicisi, hedefi ve denektaşı olarak “Ö tek i”,
neredeyse gözden kaybolm uş, failin kendi benliği tarafından
atılm ış ya da gölgede bırakılm ıştır. A rtık “soru m lu lu k”, tam a­
m en kişinin kendisine karşı sorum luluğu anlam ına gelir (tıpkı
günüm üzde “sorum luluktan k urtulm ak” işindeki dobra tüc­
carların tekrarladığı “bunu hak ediyorsun”, “kendine bunu
b orçlu su n ”da olduğu gibi). Buna karşılık “sorum lu seçim ler”,
tam am en failin çıkarlarına hizm et edip arzularını tatm in ede­
cek ve özverinin önüne geçerken uzlaşm a ihtiyacını bertaraf
edecek hareketlerdir.
Ortaya çıkan sonuç, m odern çağın “k atı” evresinde b ü ­
rokrasinin uyguladığı m anevranın “ahlak çerçevesinin dışın­
da tu tm a”ya10 dayalı etkilerinden ço k da farklı değildir. Bu
m anevra, (eylem in kaynağı olan üstün bir kişiye, otoriteye,
“kutsal bir dava”ya) “karşı soru m lu lu k”un yerine, (eylem den
etkilenen tarafta yer alan bir başka insanın refahı, özerkliği
ve itibarı) “-ndan sorum lu o lm a”nm geçm esinden meydana
gelir. G elgelelim “ahlak çerçevesinin dışında tutm a”n m etki­
leri (yani eylem leri etik açıdan n ö tr kılm ak, böylece de etik
değerlendim e ve tenkitlerden k urtarm ak), günüm üzde, “öte­
kilerden sorum lu olm a "n ın yerine “kendine karşı soru m lu lu k”
ile beraber “kendinden sorum lu olm a”n ın geçirilm esiyle elde
edilir büyük ölçüde. M odernliğin “ak ışk an ” evresinde baskın
olan, tüketim ci özgürlük yorum una geçişin tali kurbanı, etik
soru m lu lu k ve ahlaki kaygının asıl nesnesi olan Ö teki’dir.
C olette D ow ling yirm i otuz yıl önce yaygın bir şekilde oku­
nan ve son derece etkili kitabında “halkın h aletiruhiyesi”nin
çapraşık yolunu birebir izleyerek, güvende hissetm e, rahat
olm a ve önem senm e arzusunun “tehlikeli bir h is” olduğunu
açık lam ıştı.11 G elecek çağın Sindirellalarm ı dikkatli olup tu­
zağa düşm em eleri konusunda uyarm ıştı: Başkalarını önem se­
m e dürtüsü ve başkaları tarafından önem senm e arzusunda,

10) Esas itibariyle dini doktrinin meselelerine “kayıtsız’' va da “nötr” kalan


bir inanç anlamında, Ortaçağ Hıristiyan kilisesinin dilinden ödünç alman bir
terim (ad iap h oric). Burada, bizim metaforik kullanımımızda, “ahlak çerçe­
vesinin dışında tutm a” ahlakdışı, hiçbir ahlaki yargıya tabi olmayan, hiçbir
ahlaki önemi olmayan demektir.
11) Colette Dowling, C in derella C om plex, Pocket Book, 1991.
dehşet verici bağım lılık tehlikesi ve sö rf yapm ak için h ali­
hazırda en uygun akıntıyı seçm e, akıntı yön değiştirdiğinde
de b ir dalgadan diğerine çeviklikle geçm e yetisini kaybetm e
tehlikesi kol gezer. Arlie Russell H ochschild ’m yorum ladığı
gibi, “onun bir başka kişiye bağım lı olm a korkusu; tek başına
atıyla özgürce dolaşan bağım sız Am erikan kovboyu im gesini
anım satır... O zam an Sindirella’nın küllerind en postm odern
bir kovboy kız doğar.” Em pati kuran/nasihat eden günümüz
çok satanlarının en popülerleri, “okuyucuya şunu fısıldar:
‘Duygusal yatırım cı tetikte olsu n’... D ow ling kadınların m ü n ­
ferit bir girişim ci olarak ben liklerin e yatırım yapm alarını tem ­
bih eder.”

Özel yaşam ın ticari ru h u, güvensizlik paradigm asının yolunu


döşeyen im gelerden oluşur... ve yaralanm aya karşı iyi k orun an bir
benliği ideal olarak s u n a r... Bir benliğin ortaya koyabileceği cesu r
edim ler... ayrılm ak, uzaklaşm ak ve başkalarına daha az bağımlı ol­
m ak ve ihtiyaç duym aktır... Birçok klas m odern kitapta, yazarlar,
fiziksel ve duygusal desteğim ize ihtiyaç duym ayan ve bakımımızı

üstlenm eyen ya da üstlenem eyecek olan insanlara hazırlarlar bizi.12

Dünyayı daha yardım sever insanlarla doldurm a ve/veya


insanları daha yardım sever olmaya sevk etm e im kânlarının,
tü ketim ci ütopyada resm edilen genel görünüm lerde yeri
yoktur. Tüketim çağı kovboylarının özelleştirilm iş ütopyala­
rı m uazzam ölçüde genişletilm iş bir “özgür uzam ”a (elbette
kendisi için özgür) savrulur. Bu “özgür u zam ” aynı zamanda
“çitlen m iş” olup, davetsiz ve istenm eyen ziyaretçilere kapalı­
dır; yalnızca ve yalnızca solo gösterilere niyetli, akışkan m o ­
dern tü keticin in her zam an daha fazla ihtiyaç duyduğu ve asla

12) Bkz. Arlie Russell Hochschild, The C om m ercialization o f Intim ate Life,
University of California Press, 2 003, s. 21 ve devami.
yetinem ediği bir uzam türüdür. A kışkan m odern tü keticilerin
ihtiyaç duyduğu ve uğruna m ücadele etm eleri için her açıdan
tavsiye aldıkları, dürtüldükleri ve cesaretlendirildikleri uzam ,
yalnızca diğer insanları -a n c a k özellikle de yardım eden ve/
veya yardıma m uhtaç olabilecek in sa n la rı- bertaraf edip k ü ­
çü lterek kazamlabilir.
Bugün tüketim piyasası “ahlak çerçevesinin dışında tu t­
m a” görevini katı m odern bürokrasiden devralm ıştır: Bu görev,
iştah kabartan “birlikte olm a” çorbasından, “için varolm a”nm
m ide bulandıran sineğini çekip çıkarm a görevidir. Em m anuel
Levinas’a göre, “toplum ”, H obbes’un varsaydığı gibi, insanla­
rın ben cil eğilim lerini bastırm ak ya da sınırlandırm ak yoluyla
doğuştan egoistlerin barışçıl ve dost yanlısı insan b irlik telik ­
lerine erişm esini m üm kün kılacak bir m ekanizm a değildir.
Daha ziyade “toplum ”, Ö teki’nin yüzünün -h a tta zorunlu in ­
san birlikteliği g erçeğ in in - kaçınılm az olarak yol açtığı, baş­
kalarına karşı sınırsız sorum luluğu azaltarak, doğuştan ahlaklı
varlıkların “m erkezcil” kaygılara ve benm erkezci, kendi k en ­
dine gönderm e yapan, egoist bir yaşama kavuşm asını m üm ­
k ün kılacak bir m anevra olabilir.

Toplum un, halihazırdaki anlam ı bakım ından, insanların birbirleri­


nin kurdu olduğu yolundaki ilkenin sınırlanm ası son ucu nd a m ı; yoksa
tersine insanların birbirleri için var olduğu yolundaki ilkenin sınırlan­
m ası son ucu nd a m ı ortaya çıkıp çıkm adığını bilm ek son derece ön em ­
lidir. K u ru m lan , evrensel biçim leri ve yasalarıyla, toplum sal olan, in ­
sanlar arasındaki savaşın sonuçlarını sınırlam aktan mı ileri gelir, yoksa
insanlar arasındaki etik ilişkilerde açılan sonsuzu sınırlam aktan m ı?15

M evcut baskılar kendine kapanm a ve dünyadan elini ete­


ğini çekm e yönünde değildir. Aksine, bireyin, m iras alınm ış
13) Levinas, Ethics and lnfinity, s. 80.
ya da yapay olarak oluşturulm uş olsa da pekiştirilm iş bağlılık
ve yüküm lülükler ağından kurtulm ası, özgürleşm iş bireyleri
insanlık tarihinde hiç olm adığı kadar dünyaya açık hale getir­
di. Bu yeni açık lık dış dünyayı, bireyin yeteneklerine, beceri
ve gayretine bağlı olarak; elde edilecek ya da kaçırılacak, zevk
alınacak ya da hayıflanılacak sonsuz şans ve fırsatlar içeren
m uazzam bir hazne haline getirir. Böylece dünya, hem k aran ­
lık, korku tu cu tehlikelerin (m uhtem elen en yüksek payeye
sahip olan ve beraberinde utanm a ve aşağılanm ayı da getiren
başarısızlık teh likesin in) her yerde kol gezdiği, m acera dolu
yaban bir alan hem de yoğun b ir m erak ve arzu nesnesi, deh­
şetin ve kaçm a dürtüsünün kaynağı olup çıkar.
Sonuçta, m erkezkaç itici kuvveti gevşetm ek, hesaplanam a-
yan risklerin habercisidir. A ncak bu kuvveti tam am en bastır­
m ak ve yalnızca m erkezcil kuvvetleri izlem ek de çare değildir.
Elbette iki seçim de tam ı tam ına arzulanır değildir; ikisi de
dehşet verici ve m enfur yan etkilerden azade değildir. U çlar
arasında b ir uzlaşmaya varm ak zordur ve benzer şekilde bez­
dirici olan iki u cun da yakınından geçm eyen bir yol henüz
açılm am ıştır. M etaforik olarak şu söylenebilir ki yaşam yolu,
aynı ölçüde aldatıcı olan, iştahsızlık ve oburluğun ayartısı ile
dehşeti arasında gidip gelm eye m ecburdur...

Yaşamdaki seçimlerin arketipi olarak yemek yemek


Bugünlerde çok satan kitapların kitapçılardaki raf öm rü ne çok uzun
ne de çok kısa. Çok satanlar listesindeki başlıklar her hafta değişiyor.
Gene de h em en her haftalık listede, en azından ABD’de, iki tür kitap
yer alıyor: Yeni diyet kitapları ile değişik yem ek reçeteleri sunan yem ek
kitapları.
A m erikan ruhu (ve diğerleri) yarılmıştır. H er gün yeni vaatlere ve
ayartm alara m aruz kalırken, yeni hazlar aram ak için yetiştirilen, d ü rtü ­
len ve nasihat verilen A m erikalılar (ve d iğerleri), hem o ana dek d enen ­
m em iş dam ak zevklerinden tatm aya hem de rafine zevklere sahip sofisti­
ke gurm e ya da erbap rolüne b ürünüp, dostlar, tarz bekçileri, tarz örgütü
üyeleri ve nüfuzlu diğer insanlar tarafından izlenip beğenilm eye (egoyu
okşayan aşerm eyi u n u tm ay alım !) can atarlar. Yeni tatlar tatm aya devam
etm ek için, geçm işin, şim dinin ve um ulduğu üzere gelecek tatların de­
posu olan bedenlerinin form unu korum ak üzere yetiştirilen, dürtülen
ve nasihat edilen; bununla birlikte, yendiğinde tehlikeli olabilecek ve
form larım korum alarını engelleyebilecek yağlı, toksik ve diğer “içerideki
d üşm anlara” karşı h er gün uyarılan A m erikalılar (ve d iğerleri), ağızla­
rına aldıkları h er lokm aya şüpheyle bakar, bu lokm alar sindirildiğinde
h arcanm ası gereken kalorileri hesaplar ve beklenen faydalar ile m u h te­
mel zararlar arasındaki doğru dengeyi bulm a um uduyla yiyecek paketle­
rindeki tuhaf kim yasal terim leri incelerler. Şayet evvelce bir tane idiyse,
artık çifte bir açm az söz konusudur. Bölünm üş ve çatışm alarla yüklü bir
kişilik için ideal bir ortam d ır bu; (hum m alı bir şekilde tartışılsa da) tıpta­
ki m oda tabirle, şizofreni için ideal bir ortam . Atılan ya da tasarlanan her
adım ölüm cül yan etkileri gideren bir panzehiri gerektirir. Akşamleyin
Viagra, sabaha doğum kontrol hapı...
Bunlar, iştahsızlık ve onun a lt e r eg o su olan oburluğu, tüketici akış­
kan m odern yaşam ın ikiz ço cu ğu kılar. Hiç m i hiç benzeşm eseler de, ikisi
de sonu gelm ez seçim lere m ahkûm bir yaşam a ayak uydurm uşlardır ve
yaşam sanatçısını birbiriyle bağdaşm ayan değerler ve çelişkili dürtüler
arasında yolunu bulm aya zorlarlar. Ne zam an çelişki varlığını sürdürse,
çelişkiyi çözm e çabaları ve bu çabalarda kullanılan bilgi yetersiz görü l­
m eye m ah k ûm du r ve fail de m uhtem elen toyluk ya da özensizlikle s u ç ­
lanır.
A merikalı psikologlar N. E Miller ve J. Dollard, lezzetli bir peynir
ve ağır elektrik şokundan oluşan “paket tek lif’e m aruz kalan farelerle
bir deney yaptı. Fareler rasyonel herhangi bir şey yapm aktan aciz (n i­
tekim yapılacak rasyonel hiçbir şey y o k tu ...), belirsiz m esajın kaynağı
etrafında dolandılar. İki araştırm acı 1 9 4 1 ’de bir teori geliştirdi: “adyans”
ile “abyans” arasında (itm e ile çekm e; çekim ile geri tepm e; açlıkla artan
çekim ile çıplak elektrik kablosuna yakınlıkla artan geri tepm e arasında)
bir dengenin olduğu noktada akli dengesizlik ve irrasyonel davranışlarda
bulunm a en m uhtem el tepkilerdi. K onrad Lorenz ise dikenli balıklarla
deney yaptı; balıklar çok küçük bir akvaryum a kondu, bu yüzden de
balıklar halen kendi bölgelerinde m i (bu durum da içgüdüleri istilacılara
karşı saldırm aya sevk edecekti) yoksa bertaraf edilecekleri bir başka di­
kenli balığın bölgesinde mi (bu d urum da oradan hem en uzaklaşacaklar­
dı) oldukları konusunda kararsız kaldı. Uzlaştırm anın im kânsız olduğu
bu tür çelişkili işaretlerle karşılaşan balıklar, iki “rasyon el” tutum u da
izleyem eden, yani saldırı ile kaçış arasında tercih yapam adan, ortadan
kaybolup kafalarını kum a gömdüler.
H er iki deney de, cazip kazanım lar ve nefret edilen yan etkilerden
oluşan “paket teklifler'in yanı sıra, seçim durum larına atfedilen kuralla­
rın belirsizliğinin yavgm ve kalıcı özellikler teşkil ettiği akışkan m odern
tüketim toplum undaki iştahsızlık ve oburluk fenom enine bir ölçüde
ışık tutar. Hatta şu da söylenebilir ki fareler ya da balıklarda eksik olan
can alıcı bir faktör söz konusu olm asaydı, bu koşullarda iştahsızlık ve
oburluk beklenen tepkiler olurdu: in san tepkilerinin aldığı biçim ler, iç­
güdülerle belirlendiği için kültürel norm ların aşırılıklarına karşı bağışık
olm aktan ziyade, kü ltü rel o la r a k teşvik edilme eğilimi gösterir. Belirsizlik
insanın varoluş koşulunun daimi bileşeni olm asına rağm en, m erkezcil
dürtü ve bunun son ucu nd a le soııci d e soi (özkaygı) ve l ’a m o u r p ro p re’u
(özsaygı), öncelikle h atta yalnızca, b ed en bakımıyla özdeşleştirm e eğili­
mi günüm üzde baskın olm asaydı, insanın tepkileri yem e bozuklukları
biçim ini alm azdı m uhtem elen: Daha doğrusu, bedenin f o r m d a olmasıyla
yrani bedenin hem dünya hem de üzerinde yaşayan diğer insanlar tarafın­
dan sunulabilecek zevkleri üretm e ve m assetm e yeteneğiyle ve potansiyel
zevk vericileri çekm eyi am açlayan bedenin g örü n ü şü y le özdeşleştirilm e­
m iş olsaydı. N eredeyse beden bakım ına indirgenen s oııci d e soi, tüketim
toplum unun insanlarını M iller ve D ollard’m fareleri ile L orenz’in dikenli
balıklarına benzer bir durum a sokar. Beden ile dünyanın geri kalanı ara­
sındaki sınır, yoğun b e lir s iz lik alanı ve dolayısıyla da ağır bir en d işe alanı
olm ak zoru nd a kaldı. “D ışarıdaki d ü n ya,” bedenin bakımını m otive eden
hazları tedarik etm enin yanı sıra, bedenin hayatta kalm ası için gerekli
bütün m addelerin (tek ) kaynağı olarak varlığını sürdürür. Gelgelelim
söz konusu dünya, bedenin hayatta kalm ası ve onun haz üretm e ile haz
tüketm e kapasitesi bakım ından tehlikeler de barındırır. H em de çok
büyük tehlikeler -b u n lar arasında en bilinenleri, yaygın olm akla bir­
likte yeterince tanım lanm adığından, çok dehşet verici ve bu nedenle de
saptanm ası ve sakınm ası çok güç olanlarıdır. Geriye kalanlar ise henüz
karşılaşılm am ış, ifşa edilm em iş ve bu nedenle görü nü r olm adıkları için
daha da k orkunçtur. Gelgelelim bu çıkm aza radikal (rasyon el?) çözüm
getirm ek -sın ırı kapatm ak ve sm ır trafiğini tam am en yasak lam ak - gibi
bir seçeneğim iz yoktur. Toksik m addelerden k orunm ak ancak daha faz­
la hazza teslim olunarak artırılabilir ve ancak H ades tarzında, kusursuz
hale getirilebilir: Hazza ve neşeye tam am en son vererek. Bu yüzden be­
den ile dış dünya arasındaki bütün arayüzeyin yakından izlenm esi gere­
kir; Bedendeki gediklerin yedi gün yirm i d ört saat silahlı m uhafızlara ve
uyanık, katı göçm en bürosu m em urlarına ihtiyacı vardır.
İştahsızlık dış dünyanın belirsizliğine karşı, K uzey Kore ya da
Birm anya tipi tepkiye tekabül eder: Sınırlar tam am en kapatılır ve içe­
ridekileri daimi bir sefalet ve yoksunluk d urum unda bırakm a pahasına
ithalat topyekûn yasaklanır, H atta içeridekiler sefalet dolu yaşam ları­
na alışabilir ve herhangi bir değişim inden korkm aya başlayabilir. Açlık
çektikleri için, tok olm a duygusu güçlerine gider. Tıpkı Fran z Kafka'nm
E in H u n g erkü n stler [Açlık Sanatçısı] öyküsündeki, o ru cu n yalnızca kırk
günle sınırlanm ası karşısında öfkelenen ve ümitsizliğe düşen kahram anı
gibi: “Tam o anda, kırkıncı günden sonra neden o ru ç tutm ayı bırakacaktı
ki? U zun zam an, epeyce uzun bir zam an dayanm ıştı; oru ç açısından en
iyi form u yakalam ışken, daha doğrusu en iyi form u henüz yeterince ya­
kalam am ışken neden şimdi bırakacaktı ki? Daha uzun süre o ru ç tutarak
elde edeceği ünden neden m ahrum kalacaktı k i?... Zira oru ç tutm a kapa­
sitesinin sınırsız olduğunu h issediyordu.” 14
Ö te yandan, oburluk güçlükle doğrudan yüz yüze gelm ek ve onu n ­
la kendi şartlarına göre savaşm aya karar verm ek demektir. Bu, G regory
Bat e s o r i m “ş iz m o g e n e t ik z in c if' in in s im e tr ik bir türü olarak görülebilir;
b urada, çatışm a halindeki iki taraf da (piyasanın neden olduğu ayartm a­
lar ve hedeflenen tüketiciler) aynı oyunda aynı silahlarla ve avnı risklerle

14) Franz Kafka, “A Hunger Artist”, çev.: Willa Main ve Edwin Muir, C o llec­
ted Short Stories, Penguin, 1988, s. 271 [“Açlık Sanatçısı", çev.: Banu İrmak,
Altıkırkbeş Yayınları, 2003].
yarışır ve birinin zaferi diğerinin azm ini ve savaşçı ruhunu güçlendirir.
M eydan okum a ne kadar haşin, küstah ve zorlayıcıysa, yanıt da o kadar
cü retkâr ve kışkırtıcıdır. Zenginliğe daha fazla zenginlikle, aşırılığa daha
fazla aşırılıkla cevap verilir...
E lbette, her iki tepki de kü ltü rel o la r a k teşvik edilir; taklitçi davranış­
lar gibi yayılan bu iki tepkinin, benzer bir tarzda m odalarının geçm esi
m uhtem eldir. Ne de olsa ikisi de gerçek bir soruna verilen hayal ürünü
yanıtlardan ibarettir; irrasyoneldirler de, zira ne soru n u çö zer ne de or­
tadan kaldırm aya teşvik ederler. E r geç, yetersizliklerinden ötürü m u h ­
tem elen popülariteleri tükenip gidecektir -v e ille de daha etkili olm asa
da şimdiye kadar denenm em iş ve henüz gözden düşm em iş yeni yanıtlar
aranıp bulunacaktır. Yine de büyüdükleri kökleri kesm ek bundan daha
fazlasını gerektirecektir. Eler şeyden önce kökler göm ülüdür ve akışkan
m odern tüketim ci zenginliğin verim li toprağında çoğalır.

Bireysel fırsatları ve keyif olasılıklarım artırm asına rağm en,


yeni açılım lar, dünyadaki olasılıklar ve beklentiler konusunda
bireylerin farkına vardıkları sorum luluklara aynı hizm eti sun­
m akta şimdiye dek başarısız olm uştur. Tıpkı evvelce “b ah çı­
van” m etaforunun m odern çağın “k atı” evresinin egem en top­
lum sallaşm a baskılarına ve önerilen yaşam stratejilerin e denk
düşm esi gibi; ve “avlak b ek çisi” m etaforunun m odern öncesi
zam anların yaygın eğilim lerine denk düşm esi gibi, “avcı” m e­
táfora da yukarıda sözü edilen eğilim e son derece uygundur.
Avcılar evlerini süpürm ek, toz alm ak ve tem izlem ek için
çok zam an ayırmaz. Avcılar dışarı çıkm ak için sabırsızlanır.
A çık m ekânlara bayılırlar. Keşfedilm ek üzere beklen en m ut­
lulukla karşılaşm ayı um dukları yer, dışarıda, av ve m acerayla
dolu henüz keşfedilm em iş alanlardadır. M utluluk arama tarz­
ları, onları engin dünyaya yöneltir. O halde m u tluluk arzu­
larının serbest bıraktığı ve bir kere serbest bırakıldığında da
avcıları hareket halinde tutan şey m erkezkaç kuvvet midir?
Evet bir b a k ım a ... ancak tek bir şartla. D okunduğu her şeyi
altına çeviren efsanevi kral M idas gibi, avcının dokunduğu
(ya da gördüğü yahut görm eyi üm it ettiği) her şey avlanmaya
ya da avlanmaya davet eden oyuna dönüşür. Avcıların gezdiği
dünya bir av yeri olup çıkar.
O halde m erkezkaç kuvvetin bir çeşididir bu, ancak dışa
dönük m u tluluk arayışı tarafından serbest b ırakılabilecek
yegâne kuvvet de değildir. M erkezkaç kuvvetin bütün çeşitle­
ri, ister ihtiyari ister gayri ihtiyari, en sonunda “m erkez”den
geri teper. Her biri m utluluk arzusu tarafından harekete geçi­
rilir ve her biri, ister ihtiyari ister gayri ihtiyari, onları uygu­
layan ya da onlarca yönlendirilen k işilerin m utluluğuna h iz­
m et eder. Bütün çeşitlerde, ben cil ile özgeci saikler arasında­
ki karşıtlık bulanıklaşır ve tam am en ortadan kalkm a eğilim i
gösterir. A ncak, m erkezkaç kuvvetin “başkaları için varolm a”
çeşidinde, m erkezcil kuvvet, m erkezkaç kuvvetin b ek len m e­
dik, gayri ihtiyari, belirsiz yan etkisi olarak yorum lanabilir­
ken, avcıları hareket halinde tutan m erkezkaç kuvvet, b ilin çli
olarak seçilen ve azim le izinden gidilen, m erkezcil dürtünün
ana ürünü gibidir; aslına bakılırsa m erkezcil karşıtının bir
uzantısıdır.
M utluluk arayışı dürtüsü şeklindeki ortak gövdeden çatalla-
nan m erkezkaç ve m erkezcil kuvvetler arasındaki karşıtlık “ya­
ya da” türünden bir karşıtlık değildir. Yalnızca soyut m odeller­
de açık açık ayırt edilebilen bu iki kuvvet yaşam pratiklerinde
nadiren ayrı ayrı görünür; burada geçerli olan, daha ziyade bir
“ve-ve” ilişkisidir. Yine de, m utluluk arayan failin karşısına ha­
k iki bir seçim olarak çıkarlar. Seçilm em iş alternatifin ve bunun
varlığının (bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde) aldığı biçim in be­
lirgin ya da neredeyse görünm ez oluşu bu seçim in sonucudur;
her ikisi de failin sorumluluğu alanında kalır.
Bu bölü m ün geri kalanı, söz konusu m u tluluk arayışı stra­
tejileri arasındaki seçim lerin yapılacağı ve bu seçim in so n u ç­
larına dair sorum luluğun, ihtiyari ya da gayri ihtiyari, ortaya
çıkacağı ve (b ilin çli olarak) benim seneceği çerçeveye ayrıl­
mıştır. Seçim lerin tahayyül edildiği ve pratiklerin planlan­
dığı sürekliliğin, sırasıyla m erkezcil ve m erkezkaç kutupları
konusunda sözcü olarak F ried rich N ietzsche ile Em m anuel
Levinas seçilm iştir.

F ried rich N ietzsche’nin E cce H om o’su, -(y a z a rın kendi sözle­


riyle, kendisi hakkında “tanıklık ed en ”) yazarın çalışm asının
anlam ve önem ine ilişkin açık bir itiraf o la n - “akla yakın bir
otobiyografi” m odeline diğer bü tü n yazılarından ço k daha ya­
kın bir kitaptır. N ietzsche bu kitabında okuyucusunun hayal
gücüne yer bırakm az. A çık açık ve h içbir belirsiz ifade k u l­
lanm adan, “kendi görevinin yüceliği ile çağd aşlannınkinin
önem sizliği arasında uyum suzluk olduğunu”, bunun da k en ­
disinin “ne duyulup ne de çok fazla görüldüğü” gerçeğiyle or­
taya serildiğini ifşa edip yakınır.
Bu sözlerin, 1 8 8 8 ’in sonbaharında yazıldığına dikkat ede­
lim. N ietzsche benzer bir yakınm ayı 120 yıl sonra, dinleyecek
ve görecek kadar, dinlediğinde duyduğu, baktığında gördüğü
şeyden hoşlanacak kadar açıkça “olgunlaşm ış” bir toplum da
güçbela yapabilirdi. N itekim böyle bir toplum , N ietzsche’nin
bu toplum daha ortada yokken sağladığı söz dağarcığını kendi
haletiruhiyesi ve am açlarına uygun bulm uştu. N ietzsche’nin
1 8 8 8 ’de ortaya attığı şey gerçek olup çıkm ıştı: “Yalnızca ya­
rından sonraki gün bana aittir. Bazıları ölüm den sonra do­
ğar.” 15 Belli ki çağdaşlarının gözlerini ve kulaklarım k en d isi­

15) Friedrich Nietzsche, T he Antichrist, çev.: Anthony M. Ludovici,


Prometheus Books, 2 0 0 0 , s .l.
n in yüceliğinin keşfedilm eyi beklediği yere y önelteceklerine
güvenm eyen N ietzsche birkaç sayfa sonra şunu ilan etm işti:
Kitapları arasında en göze çarpanı ( “şim diye kadar var olm uş
en yüce k itap”, “aynı zamanda en derin k itap”, “h içb ir k o ­
vanın altınla ve iyilikle dolm adan çıkm adığı bitip tükenm ez
kuyu”) İşte B öyle Dedi Zerdüşt aracılığıyla, insanlığa “şimdiye
kadar verilm iş en büyük arm ağanı” verm işti. Yaşamına ilişkin
geriye dönük genel bir araştırm ayı da aşağıdaki hüküm le so­
nuçlandırıyordu:

Yazgımı biliyorum . Bir gün korkunç bir şeyin anısıyla birlikte an ı­


lacak benim adım -y ery ü zü n d e eşi görülm em iş bir krizin, en derin v ic­
dan çatışm asının, o güne dek inanılm ış, istenm iş, kutsallaştırılm ış ne
varsa, hepsine k a r şı yöneltilecek bir son sözü n anısıyla. İnsan değilim
ben, dinam itim ...
İlk sa y g m insan olm ak benim yazgım ... Hakikati ilk keşfeden

b en d im ...16

Peki N ietzsche’nin keşfettiğini vurguladığı “en büyük h a­


k ik a t” neydi? Neden bunun keşfinin, insanlığın başından geç­
m ek şöyle dursun, daha önce asla karşılaşm adığı bir krizi or­
taya çıkarm ası bekleniyordu? N ietzsche’ye göre, keşfi şuydu:
A hlak, asil, soylu, yüce, kudretli, yaratıcı ve iftihara değer ne
varsa hepsine karşı duran, zayıf ve tem bel olanın k om p losu ­
nun ürünü ve dekadanın bir alam eti olan düzm ece bir şeydir
(m erham et yalnızca d ekadanlar arasında erdem diye adlandırı­
lır). N ietzsche kendisini tanım lam ak için “ahlak k arşıtı” söz­
cüğünü seçm işti: “Beni bü tü n insanlığa karşı harekete geçiren
bu sözcüğe sahip olm aktan gurur duyuyorum .”17

16) Friedrich Nietzsche, E cceH o m o , çev.: R .J. Hollingdale, Penguin, 2 004, s.


5, 9 6 -7 . [Ecce H om o, çev: Can Alkor, İthaki Yayınları, 2 003],
17) A.g.e., s. 13, 101.
Ahlak karşıtı olarak, “Avrupa uygarlığı” diye adlandırılan
oluşum un (daha doğrusu onun özanlayışm ın ve -a sla tam a­
m en ulaşılam asa da durm aksızın iz len e n - idealinin) dayan­
dığı M usevi-H ıristiyan ahlak öğretisine şiddetle karşı gelip
aşağılayarak toptan reddetm işti. Ahlak fikrinin, iyi ile kötü
arasındaki karşıtlığın dayandığı aksiyom ları alt üst etm işti.

iyi nedir? G üç hissini artıran h er şeydir...


K ötü nedir? Zayıflıktan kaynaklanan h er şey... Zayıf ve beceriksiz
olan çürü yecektir: İnsanlığım ızın ilk ilkesi bu. H atta çü rü m elerine yar­
dım etm ek gerekir.
Ahlaksızlıktan daha zararlı ne olabilir? -b ecerik siz ve zayıfa karşı
sem pati d u y m ak ...18

N ietzsche gururla şunu da itiraf etm işti: “Yıkıcılığın key­


fini bilirim . Bu yüzden eşsiz bir y ık ıcıy ım .”19 N ietzsche’nin
görüsünü gerçekliğe d önüştürm ek için çabalam ış, sözlere
vücut verm eye (daha da önem lisi, sözlerin vücudu ö ld ü rm e­
sine) uygun düşen silahlarla donatılm ış, başka “eşsiz y ık ıcı”
kuşaklar, N ietzsche’den ilham alabilirdi. N itekim birçoğu
aldı da. N ietzsche’den öğrenebilecekleri - v e hevesle b en im ­
sey eb ilecek leri- şey, “ru hların eşitliği yalanıyla tam am en
altı oyulm uş o lan ”, “aklın aristokratik tu tu m u ”nun, “uzak­
lık path osu ”n u n 20 övülm esiydi. “Zayıfa ve beceriksize çü rü ­
m elerinde yardım etm e” niyetlerinden ötürü günahlarından
N ietzsche’nin şu hükm ü sayesinde kurtulabilirlerdi: “Kötü
kokan nefesleri” yüzünden “boğulduğunu” hissettiği çağ­
daşlarına H ıristiyanlığın m irası olan ahlak, “yüce olan her

18) Nietzsche, The A ntichrist, s. 4.


19) Nietzsche, E cce H om o, s. 97.
20) Nietzsche, T he A ntichrist, s. 63.
şeye karşı m idelerinde dolanan her şeyin isyanı” id i.21 Bu
Hıristiyan ahlakı “sinsi tırtıllar”m, “ödlek, kadınsı ve yapm a­
cık bir sürü”nün isyanının zehirli artığıydı.
N ietzsche’ye göre, in san lık iki kategoriye ayrılm ıştı: güçlü
ve dolayısıyla kusursuz olan ( “dolayısıyla” çünkü “siyasal üs­
tünlük fikri her zaman p siko lojik ü stü nlük fikrine ayrışır” -
örneğin, “tem iz” ve “k irli”, “ilk defa sın ıf ayrım ının belirtileri
olarak karşı karşıya gelir”22); ve zayıf ve dolayısıyla beceriksiz
olan. Bu tem el ayrım, ona göre, diğer bü tü n ayrım ların üze­
rindedir ve onların nihai açıklam ası olarak iş görür. Güçlüler,

aristokratlar, yüksek m akam dakiler, itibarlılar, kendilerinin iyi,


yani birinci sınıf olduğunu düşünenler, bütün aşağılıkların, itibar­
sızların, ayak takım ının, avam ın k arşısm d ad ır... Soyluluk ve uzak­
lık path osu... aşağılık, bir “alt ırk ” ile ilişki kuran, baskın üstün
ırkın süreğen ve zorba b ir lik ruhu ve temel içgüdüsü; iyi ile kötünün
antitezinin kökeni işte bunlardır.

Peki nasıl oluyor da, “aristokrat ve gü çlü ” olan, iyi ve


asil her şeyin m ihenk taşı, hatta eşanlam lısı olup çıkıyorken,
geri kalanlar “alt ırk ”a, ayak takım ına ve avama dönüşüyor?
Aslında ‘“efendiler’in isim verm e hakkı o kadar ileri gidiyor ki
dilin kendisini efendilerin gücünün bir ifadesi olarak düşün­
m ek hoş görülebiliyor...” G üçlü nün kendi seçtiği “sözcüklere
başkalarını kapatm a” hakkı vardır, çünkü bunu y a p a b ilirler ;
zira ya lnızca onlar, güçlüler yapabilir. Yahudiliğin icat ettiği
ve H ıristiyanlığın devralıp yaygınlaştırdığı ahlakın isyan ettiği
tem el hakikat işte budur -anlayabildiğim iz üzere, “sözcüklere
kapatılm ış” ve iyilik evreninden dışlanm ış olanların isyanıdır

2 1 ) A.g.e., s. 52, 63.


22) Friedrich Nietzsche, The G enealogy o f M orals, çev.: Horace B. Samuel,
Dover, 2 0 0 3 , s. 15.
bu. İsyanın bayraklarında, tersine çevrilm iş bir hakikat n ak­
şedilm iştir:

Yalnızca zavallılar iyidir; yalnızca yoksul, hasta, nefrete layıklar


dindardır, kutsananlar yalnızca onlardır, yalnızca onlar için kurtuluş
vardır - ö t e yandan siz aristokratlar, güçlü insanlar, siz ezel ebed kötü,
korku nç, tam ahkâr, doyum suz, tanrısız olacaksınız; aynı zam anda ebe­
diyken m elun, habis de siz olacak sın ız!23

Bu isyan kısk ançlık, haset ve bilişsel uyum suzluğun özel


karışım ı olan hınç denen hasetten doğm uştu; başka hiçbir
kaynağa ihtiyaç duymuyordu ve dolayısıyla başka h içb ir açık ­
lamaya da gerek yoktu, isyan güçlünün daha üstün ve soylu
niteliğine yönelik bir öç edim iydi ve halen de öyledir; yoksa
isyan sözcü lerinin iddia ettiği gibi, g üçlerinin güçlerini h ak­
sız yere, ben cilce kullanm alarına yönelik değildi. Söz konusu
isyan zorbalığa değil, yüce gönüllülüğe yönelik bir intikam dı
ve halen de öyledir... Aşağı olanlar kendilerinden daha iyileri
görm eye bile katlanam ıyordu; onları görm eyi küçük düşü­
rücü ve iğrenç buluyorlardı, zira gördükleri şey hem istenen
hem ulaşılm az, hem heyecanla arzulanan hem de kendilerine
yasaklanan bir şeydi. Daha iyilerin ihtişam larıyla boy ölçü ş­
meye çalıştıkları takdirde kaçınılm az bir yenilgiye uğrayacak­
larından şüpheleniyorlardı. K endilerinden daha iyilere doğal
olarak, gerçek olarak gelen şey, kendilerine ancak bir yapıntı,
doğaya karşı işlenm iş suç olarak görünecekti; ancak ken d ile­
rinden daha iyi olanlarda haset duydukları, ama gıpta da ettik ­
leri “dünyada var olm a" tarzına, yapıntı -h e r tür yapıntı, tak­
lit, kopya e tm e - yoluyla ulaşm ak kesinlikle im kânsızdı. Üstün
olanların “iyiliği”, bir defa aşağı olanlara geçtiğinde veya onlar
tarafından çalındığında, kaçınılm az olarak kendi zıddına, şer­
re dönüşürdü ancak. N ietzsche’n in vurguladığı üzere, lordla-
rın gasp edilm esi, avamı yüceltm ezdi, yüceltem ezdi de.

“Soylular” kendilerini tüm üyle “m u tlu ” h iss ed iy o r la r d ı; düş­


m anlarına bakarak m utluluklarını yapay bir şekilde imal etm ek
zoru nd a değildiler ya da (bü tü n kindar insanlarda âdet olduğu üze­
re) mutlu olduklarını kendilerine telkin edip yalan söylem ezlerdi;
keza, dört başı m am ur, güçle dolup taşan ve bu nedenle zoru n lu
o la r a k enerjik olan bu insanlar, m utluluğu eylem den ayırm ayacak
kadar akıllıydılar...
Bütün bunlar çü rü yen bir kin ve derin bir düşm anlık besleyen,
zayıf ve bastırılm ışların “m u tlu lu ğu ”na tam am en zıttı; bu insanlar
için, m utluluk esas itibariyle u yu şturucu , sakinleştirici, sükûnet,
huzur, “Sebt gün ü ”, zihnin rahatlam ası ve organların gevşem esi de­

m ekti -k ısa ca sı, tam am en p a s i f bir fenom endi.24

Siyaseten doğru (bunu “riyakâr” diye okuyun) oldukları


için daha ketum olan, eşitsizliğin evrensel faydalarını savu­
nanların aksine, N ietzsche “kom şuda pişer bize de d üşer” so­
nucunu ima ederek/öngörerek/vaat ederek, aristokratik düzen
savunusunun pervasızlığını yum uşatm az: M utluluk üstün
azınlığın ayrıcalıklı alanıdır ve avamın söz konusu ayrıcalık­
tan m akul surette elde etm eyi u m abileceği tek yarar bu doğa
yasasının kabulünden elde edilebilir. Bunu kabul ederek, k en ­
di hınçlarının kaçınılm az olarak uğratacağı çile ve dertlerden,
cefa ve hüsrandan sakınm ış olacaklardır.
N ietzsche’ye göre, aristokratik düzenin hikm eti, herkese
m akul surette kend ilerinin olabilecek şeyleri sunm asında ya­
tar: G üçlüye bolluğun verdiği m utluluğu, zayıfa da uysallığın
sü kû netini ve kaderin yum uşak başlılıkla kabulünü. Bu görü-
şe göre, zayıf ve bahtsız olana acım a ve m erham et etm e etki­
siz olduğu kadar gaddardır da: Bunlar, zayıf olanı daha güçlü
yapm ak b ir yana daha da m utsuz yapacaktır. D üşüncesizce
uyandırılan um utlar aşağılık duygusuna hakaretam iz b ir h ü s­
ran katacaktır. N ietzsche’nin resm i sözcüsü ve tam yetkili el­
çisi Zerdüşt’ün söylediği gibi: “Benim için en büyük tehlike
her zam an boyun eğme ve hoşgörüde bulunur; ve bü tü n in ­
sanlık kendilerine boğun eğilm esini ve hoşgörü ister.”25 Yüce
ve kudretlinin ben cilliği, “sağlıklı ve kutsald ır”, zira onların
yüceliği ve kudreti bütün insanlığa verilm iş bir arm ağandır
(hayal ed ilebilecek en m ükem m el ve en cöm ert biricik arm a­
ğan). M aalesef, diyecektir Zerdüşt, bir başka b en cillik daha
vardır, o da zayıflık ve alçaklıktan başka bir şey sunam ayacak
olanların bencilliği. H astalıklı bir ben cillik tir bu, “h er zam an
çalm ak isteyen fazlasıyla yoksul, aç bir b en cillik... bu b en cil­
lik bütün şatafatlı şeylere bir hırsızın gözüyle bakar; aç birinin
açgözlülüğüyle değerlendirir, bo l yiyeceği olanı; ve bir şeyler
verenlerin m asasına yanaşır her zam an.”26
N ietzsche’nin sözcüsü Zerdüşt’ün m esajı h iç de gizli ya
da m uğlak değildir. H erkes için m u tluluk vardır ancak herkes
için aynı m u tluluk söz konusu değildir. Yüce ve kudretlinin,
soylu ve kararlının “sağlıklı ve k utsal” bencilliği m utluluk
dem ektir. Oysa geri kalanın elde edeceği yegâne “m u tlu lu k ”
(daha doğrusu m utsuzluktan k açın m a), su götürm ez bu h a­
kikati kabullenm ek ve bu hakikatin kendilerine söyledikleri­
ne razı olm aktır. Hepsinden de önem lisi kendi vasatlıklarım
kabullenm ek ve tez elden fantastik düşlerini terk etm eleridir;
böylece de kendilerine zarar getirecek olm asına rağm en, ya-

25) Friedrich Nietzsche, Thus S poke Z arahu stra, çev.: R. J. Hollingdale,


Penguin, 2 0 0 3 , s. 204 [İşte Böyle Dedi Zerdüşt, çev.: Ahmet Cemal, Kabalcı,
2007S.
26) A .g.e., s. 100.
m lgıyla kend ilerind en üstün olanlara benzem eyi um arak bey­
hude çabalara girişm ekten geri durm aktır; üstün olanlardan
d eğildirler ve h içbir zam an olam azlar da.
Bu tabloda m utluluk arayışı için h iç yer yoktur. Tam am en
farklı h er iki “m u tluluk” türü de insanın elde edem eyeceği bir
niteliktir: Kişi buna ya sahiptir ya da değildir -gelg elelim , şa­
yet kişi (yüce ve kudretli örneğinde) m erham etin ya da (avam
ve aşağı tabaka örneğinde) hıncın baştan çıkarıcı ezgilerine
ken d in i kaptırırsa, bu nitelik ten m ahrum kalabilir. Doğanın
hüküm leri kurcalanabilirse de bu ancak kurcalayanların teh­
likeyi göze alm asıyla yapılabilir. Ç öküşten sakınm ak için , in ­
sanların kurtarılm ası gerekir: Yüce ve kudretlinin m erham et­
ten, şefkatten (haksız yere) vicdan azabından ve (gereksiz) te­
reddütlerden; avam ve aşağı olanların da um uttan kurtarılm ası
gerekir.
N ietzsche’n in yüce şeylere çağrılan ve çağrısını izlem eye
hazır bir insan olan Üstinsan tasviri üzerine birçok şey yazılıp
çizildi. Bu insana kolay bir yaşam vaat edilmez: Ö ncelikle öz­
gürlüğünü kazanm alı ve sonra da onu bü tü n gücüyle savun­
malıdır. O, N ietzsche’nin insanlığa dair ortadan ikiye ayrılm ış
panoram asında, “kendi kendini yetiştirm iş in san ” -h a tta ger­
çekte olduğu kişi olması gereken in sa n - olarak adlandırılabile­
cek tek tiptir. Ü stinsanm güçlerini uygular ve Ü stinsan olarak
vazifesini yerine getirm eye ahdeder ve Ü stinsanm kim liğini
edinir. Kendini gerçekleştirm esinin karşısında duran ih tim al­
ler onun üstün güçlerinin ve şaşmaz iradesinin ölçüsüne göre
oluşturulm uştur. Bu ihtim aller de “kü çü k insan lar”dan olu­
şan yığınlardır gene...
Zerdüşt “K üçülten erdem ü zerin e” başlıklı bir bölüm de
dinleyenleriyle Ü stinsanm duygularını paylaşır:
G eziniyorum bu halkın arasında ve açık tutuyoru m gözlerim i...
Diş biliyorlar bana, küçük insanlara küçü k erdem ler gereklidir de­
diğim için - v e k üçü k insanların g er ek li olu şu n u anlam ak zo r geldiği
için b an a!...
G eziniyorum bu halkın arasında ve açık tutuyoru m gözlerim i:
d a h a kü ç ü k olm uşlar ve gitgide daha da küçülüyorlar: Bunun seb eb i
d e o n ların m u tlu lu k ve erd em öğ retisi...
Aslında çoğunlukla tek bir şeyi istiyorlar: kim senin kendileri­
ne acı çektirm em esini. Bu yüzden herkesten erken davranıp, iyilik
yapm ak istiyorlar herkese.
Oysa k o r k a k l ı k t ı r bu: “erd em ” dense de adına...
Akıllıdırlar, erdem lerinin akıllı parm akları vardır. Ama yu m ­
rukları yoktur, parm akları bilmez yum ru k halini alm ayı...
A m a işte bu, s ır a d a n lık tır : ölçülülük dense de adına...
Hep daha da küçüleceksiniz, siz küçü k in san lar! Ufalanacaksınız,
siz huzurlular! Yok olacaksınız -say ısız küçük erdem inizde, sayısız
küçük ihm alinizde, sayısız k üçü k boyun eğm en izd e!27

“K üçük insanlara” duyulan küçüm sem eyle dolup taşan bu


tür sözler, Carol Reed’in T he Third M an film inde, vicdansız
savaş zam anı fırsatçısı Harry Lim e’m , Viyana’daki Prater’in
6 4 .7 5 m etre yüksekliğindeki dönm e d olabının tepesindey-
ken, ağzından dökülürken de duyulabilir. O yükseklikten,
insanlar küçük ve önem siz -in san d an çok karınca ya da ha­
m am böceği g ib i- görünür. Böylece Harry Lim e bu insanların,
yolsuz sim sarlarca daha büyük kâr elde etm ek am acıyla içine
madde karıştırılan penisilinin neden olduğu ıstıraplarım ve
ölüm lerini, çok da fazla değeri olm ayan ve neredeyse hiç h e­
saba katılm ayan “tali zarar”dan ibaretm iş gibi, zaman kaybet­
meye değm eyecek bir “h iç”m iş gibi görür. “K üçük insanlar”,
insanlara gösterilm esi gereken m uam eleyi hak edecek türde
insanlar değildir. Ö zellikle de dönm e dolabın tepesindeki o
diğer insandan bu m uam eleyi h iç göremezler.
K ü çü k olabilirler (ki öyled irler!), ancak onlardan ço k var­
dır; N ietzsche’nin Zerdüşt’ün ağzından açıkladığı gibi, onlar
“acelesi olan herkese ayak bağı olurlar.” “Ne kadar adalet ve
m erham et varsa o kadar da zayıflık” vardır. Adalet ve m erha­
m et zayıflıktır. Adil olm ak ve acım ak zayıf olm ak dem ektir.
G üç, m erham etin ve adaletin yadsınm ası dem ektir. E n azın­
dan “kü çü k insanların” sahip olacağı adaletin yadsınm ası
dem ektir: “Ayak takım ı gözlerini gerçeğe kapar ve şöyle der:
‘Hepimiz eşitiz’ ... ‘Ü stinsanlar yoktur, hepim iz eşitiz, insan
insandır, Tanrı’nm önünde -h ep im iz eşitiz!’ ... A ncak şim di
bu Tanrı öldü. Ve biz de ayak takım ının önünde eşit olm ak
istem iyoruz... Siz Ü stinsanlar, bu Tanrı sizin için en büyük
tehlikeydi... Tanrı öldü: Şim di biz de istiyoruz ki Ü stinsan
y aşasın.”28
Tanrı’yı lüzum suz k ılan Ü stinsanm ortaya çıkışıydı. Boyun
eğme, hoşgörü ve m erham etin ortadan kaldırılm asıyla b irlik ­
te, Ü stinsanm gördüğü (sezinlediği, öngördüğü, tahm in etti­
ği, arzuladığı ve ortaya çıkardığı) haliyle dünyada, Tanrı’ya
- b u eşitlik Tanrısı ve insanın korunm asından sorum lu h am iy e-
yer yoktur... Ü stinsanm ortaya çıkan dünyasında, esas güçlük,
in san ın nasıl korunacağından ço k “insanın nasıl hakkından
gelin eceği”dir.29
N ietzsche’n in en sık tekrarlanan isteği “bü tü n değerle­
rin yeniden değerlendirilm esi”dir. E n ivedi olarak yeniden
değerlendirilm eyi gerektiren değerler arasında da ilk sırayı
zayıfa gösterilen şefkat ve m erham et alır. Zayıflık, günahtır
ve açınm am ası gerekir, bilakis küçüm sem eyle ve acım asızca

28) A .g.e., s. 189, 204, 189, 297.


29) A.g.e., s. 297.
yaklaşılm alıdır. Ö zgürleşm e, m erham et zincirlerim parçala­
m ak dem ektir. Bu yüzden, özgürlük, tanım ı gereği, azınlığın,
(halihazırdaki veya m üstakbel) Ü stinsanlarm bir savıdır ve
özgürlüğün azınlık tarafından elde edilm esi için, geri kalan­
ların - “kü çü k insan lar”m - eşitlik yanılsam asından ve acıma
hakkından kurtarılm ası ( “m ahrum bırakılm ası” diye okuyun)
gerekir.
N ietzsche’nin, “postm odern kadın ve erkek kovboylar”m
uyguladığı haliyle, m utluluk arayışının m erkezcil çeşidini
uygulayanların am entüsünü sam im iyetle yorum lam ası, ken ­
di çağdaşlarına göre yenilip yutulur bir şey değildi; kendisini
“ö n cü ” olarak görm esine şaşm am alı. G elgelelim o zam andan
beri onun sam im iyeti bir taahhüt olm aktan çıkıp en önem ­
li servetine dönüştü. Tüketicilerden oluşan akışkan m odern
zam anın Harry L im e’ları N ietzsche’den alın tı yapabilir ve
böylece siyaseten uygunsuzluk suçlam alarından, altına kendi
adlarını yazm aktan ve kam usal infial uyandırm aktan sakına­
bilir. Bu, belki de N ietzsche’n in günüm üz popülerliğinin, ille
de en ço k ilan edilen olmasa da asıl nedenidir. Bizim zam anı­
m ız N ietzsche’nin dirilm e zamanıdır. Artık putkıran ve/veya
tuhaf tip olarak görülm eyen N ietzsche, günüm üz yorum cu ­
larının çoğu tarafından, giderek artan sayıda çağdaşım ızın ya­
şam felsefesini harekete geçiren ve yönlendiren duyguların en
dirayetli sözcülerinden biri, m uhtem elen en dirayetlisi olarak
değerlendiriliyor.

F ried rich N ietzsche’n in felsefesinin çevresinde döndüğü m er­


kez olarak belirlenebilen kategori şayet Ü berm ensch ( “Yüce
İn san” ya da “Ü stinsan”) ise, o zam an Em m anuel Levinas’m
çalışm alarında odak noktasını sağlayan da sorum luluk kate­
gorisidir. Bu iki kategori, yan yana konduğunda, yaşam fel­
sefesi olarak görülen iki öğreti arasındaki karşıtlığın polari-
tesini im ler ve bildirir. B irincisi egonun bakım ından, egonun
geliştirilm esinden ve tam am en kendi kendine gö n d erm e yapan
kaygılardan oluşan bir program ortaya koyar; ayrıca m u tlu ­
luk arayışım kendi çıkarm a hizm et etm e çabası olarak sunar.
İkincisiyse Ö teki’ne ilgi ve alaka um udunu ve başkası “için var
o lm a”nm m utluluğunu sunar.
Em m anuel Levinas’a göre, kendi öznelliğim in “esas, asıl ve
tem el yapısı” Ö teki’ne karşı sorum luluktur. E tik, ahlaki görev
dürtüsü, kendi sorum luluğum a göre hareket etm e arzusu, ne
varlığım ın cilası, ne varlığım a yapılan ilaveler ne de varoluşu­
m un arzulanabilir ancak zorunlu olm ayan süsleridir. Bilakis
“öznel olanın düğümü tam da sorum luluk olarak yorum lanan
etiğe atılır.”30 B en ötekiler için var olduğum için benim . Bütün
pratik am aç ve gayeler açısından, “varlık ” ile “öteki için var
o lm a” eşanlamlıdır.
Ö teki’n in Yüzü, görüş açım a girdiğinde bana işaret ederek,
“var olm anın y alıtılm ışlığı”ndan kaçış olasılığı sunar ve böyle­
ce b eni varlığa çağırır ki bu da salt “varoluş”un aksine, paylaş­
ma olm aksızın anlaşılam az bir şeydir (Levinas’m bize h atırlat­
tığı üzere, “varoluş iletişim yoluyla aktaram adığım tek şeydir;
ondan bahsedebilirim , ancak varoluşum u paylaşam am ”) .31
“B enliğim ” taşıdığım sorum luluklardan örülm üştür: “Benim
gerçekleştirm ediğim eylem lere ya da benim için önem taşı­
m ayan şeylere” duyduğum sorum luluklardan. “Ö teki bana
baktığı için , ben onun nazarında sorum luluk alm am ış olsam
da ondan sorum luyum .” “Yüz bana buyurur ve hükm eder.”32
Buyurm a yoluyla hükm eder, hükm etm e yoluyla buyurur...

3 0 ) Levinas, Ethics and Infinity, s. 95.


3 1 ) A .g.e., s. 57.
3 2 ) A.g.e., s. 57, 96-7.
Böyle yorum lanan sorum luluğun kendim ize has bütün
am açlılığı öncelediğini söyleyebiliriz. Ayrıca sorum luluğun,
benim ona ya da onun bana bağım lılığı olarak düşünülen iliş­
kilerim izle h içbir alakası yoktur. “Yüz bana bu yu rur” ifadesin­
de, “buyurm ak” fiili m etaforik olarak kullanılm ıştır. Uysalca
izlenecek bir talim at verm ek gibi alışılm ış, yaygın anlam ın­
daki “buyurm a” anlam ına gelm ez. “Yüzü” sorum luluk alm a­
mı buyuran söz konusu öteki benim üstüm değildir, buyruğu
ihm al ettim diye ya da yerine getirm eyi reddettim diye bana
eziyet edebilecek ya da başka şekilde cezalandıracak bir am ir
değildir. Eğer buyruğa itaat edersem , bunun sebebi Ö teki’nin
üstün gücü değil, onun zayıflığı, onun varlığı sayesinde sa­
hip olduğum sorum luluğu almaya beni zorlam a acizliğidir.
Levinas onun “yakınlığı” sayesinde, diyecektir, ancak burada
“y ak ın lık ” sözü, tıpkı “buyurm ak” gibi, m etaforik olarak k u l­
lanılm ıştır - n e fizik sel yakınlık ne de kurum sal yakınlık (örn e­
ğin, akrabalığa özgü yakınlık) anlam ındadır, m ü nhasıran beni
bir sorum luluk du rum una sokm a edim ine işaret eder.
Yukarıda daha önce de belirtildiği gibi, sorum luluk du­
rum una girm ek bir işlem değildir: Sözleşm e değildir, kendi
hak ve görevlerim izi, vaat ve beklentilerim izi, dengelem ek bir
yana, açıklam a edim i de değildir.

Ö znelerarası ilişki sim etrik bir ilişki değildir... Ben, onun yü ­


zünden ölecek olsam bile, Ö teki nden karşılık beklem eden sorum -
luyum dur. Karşılıklılık onun meselemdir. Ben ile Öteki arasındaki
ilişki karşılıklı olm adığı m üddetçe, ben Ö teki'ne tabiyim dir; ve
Ben esas itibariyle bu anlam da “tabiyim '’dir. H er şeyi destekleyen
Ben'dir... Ben, bütün ötekilerden her zam an d a h a f a z l a sorum luluğa
sahiptir...
Ö tek in i destekleyen bendir ve ben ondan soru m lu yu m ...
Benim sorum luluğum devredilem ez, benim yerim i hiç kim se ala­
maz. Aslında bu, insan Ben’in kim liğinin tam da sorum luluktan
doğduğunu söylem ektir... Sorum luluk özellikle benim yüküm lülü­
ğüm de olan ve in san o la r a k reddedem eyeceğim şeydir... Ben, so­
rum lu olduğum ölçüde Ben’im dir ki bu ikam e edilemez bir şeydir.
Ben kendim i herkesin yerine koyabilirim , ancak hiç kim se kendim i
benim yerim e koyam az. Bu tabi olm aya dayalı devredilem ez kimli-

ğim dir.33

Levinas, çeşitli bağlam larda ve çeşitli anlatım lar k u l­


lanarak, “etik bir zorunluluğun o n to lo jik bir zorunluluk
olm adığını”34 çok defa kabul eder ve tem bihler. Bir Ö teki için
sorum luluk, öteki için varolm a, maddi gerçekliklerden ya da
“toplumsal olgular”m gerçekliğinden (Em ile D urkheim ’m
m eşhur tanım ına göre bunlar, am ansız baskıcı güce ve b u n ­
lara karşı koyup ihlal edenleri tehdit etm ek için cezai yaptı­
rım lara sahiptir) farklı ( daha za y ıf da denilebilir) b ir anlamda
“gerçek”tir. Sorum luluğun benim eylem lerim i belirlem e gücü
yoktur. Kişi m ahkem eye getirilm eden ve pek az ya da m a­
kul ölçüde bir toplum dan dışlanm a, kom ünal yaptırım veya
kişinin özsaygısına onarılam az zararlar verm e riskiyle karşı
karşıya kalarak, etik zorunluluğa kör ve sağır kalabilir ya da
kasten ve tam am en b ilin çli olarak ona karşı koyabilir. Ahlaki
sorum lulukla yüz yüze gelm ek, bu sorum luluğu üstlenm ek,
söz konusu sorum luluk için sorum luluk alm ak, bir seçim m e­
selesidir -v icd an ın sesi dışında onun lehine hem en h iç avan­
taj yoktur. Sorum luluk üstlenm e asla garanti altına alınmış
değildir; “insanda Ö teki’nin farkına varmama olasılığı var­
dır; kötü lü k olasılığı vardır... ‘varlıktan başka bir şey’in [bu
Levinas’m -b en -m erk ezli varlığın yalnızlığından çıkış teşkil
e d e n - Ö teki’ne boyun eğm ek dediği şeydir] zaferinin zorunlu
3 3 ) A .g.e., s. 9 8 -1 0 1 .
3 4 ) A.g.e.’de bu ifade yer alıyor, s. 87.
olduğu konusunda kesin h içbir şey yok elim de.”35 En iyi ih­
tim alle, şanslar eşittir ve çoğu zaman da ahlaki duruşa engel
olur. E tik varoluştan daha güçlü ya da “daha gerçek” değildir;
yalnızca daha iyidir. Kendi sorum luluğum un sorum luluğunu
üstlenm ek, bu “daha iyi”yi aram anın -ü stle n ile b ilecek ya da
üstlenilem eyecek bir aray ışın - sonucudur.
Eninde sonunda, hepim izin m utluluk arayışında karşılaş­
tığım ız nihai seçim işte budur. G ünlük olarak yapılm ası gere­
ken ve sonra da her gün yeniden onaylanırken sebatla bağlı
kalm an bir seçimdir.
K itabın başında Seneca’dan alıntılanan “sıra yaşamı mutlu
kılanın ne olduğunu açıkça görmeye geldiğinde, ışık el yor­
damıyla aranır” sözlerini tekrarlayabiliriz ve iki bin yıl sonra
ancak şunu ekleyebiliriz: Söz konusu ışığa Seneca’nm çağdaş­
larından ço k daha yakınm ışız gibi görünm üyor. El yordamıyla
ilerlem eye devam ediyoruz. “Yaşam san atı” dediğimiz şey de
en nihayetinde budur.

35) Emmanuel Levinas, Entre nous. E ssais sur le p en ser-â-l’autre, Bernard


Grasset. 1991, s. 132.
Sonsöz

Organize Etme ve Edilme Üzerine

Öyleyse -b ile lim bilm eyelim , isteyelim istem eyelim , beğene­


lim beğ en m eyelim - hepim iz kendi yaşam larım ızın sanatçı­
larıyız. Sanatçı olm ak, aksi halde biçim siz ve şekilsiz olacak
şeye biçim ve şekil verm ek dem ektir. İhtim alleri m anipüle
etm ek dem ektir. Aksi halde “kaos” olacak şeye bir “düzen”
dayatm ak dem ektir: Belirli olayları diğerlerinden daha olası
hale getirerek, aksi halde kaotik -gelişig ü zel, rastgele ve do­
layısıyla önceden k estirilem ez- olacak bir grup şeyi “organize
etm ek ” demektir.
“Organize etm ek ” (ya da “çekip çevirm ek”: bu iki ifade
yapışık ikizlerdir) aksi halde ayrı v e dağınık olan çeşitli failleri
ve kaynakları bir araya getirip koordine ederek (zım ni varsa­
yım : aksi halde böyle bir b irliktelik ve işbirliği olm ayacaktır)
işleri halletm ek dem ektir. N eyin gerektiğini ifade etm ek için
çoğunlukla “işlerin organize ed ilm esi” gerektiğinden, hatta
“kendini organize etm ek ten ” (ki bu durumda yaşam sanatçı­
lığına gönderm e yapıyoruzdur) bahsederiz -v e zam an zaman
da şunu söyleriz ki (gerçi her zam an doğru kabul ederiz) “iş­
lerin h allolm asın ı” istiyorsak kesinlikle yapm am ız gereken
şey tam da budur.
Kendim iz de dahil, şeyleri organize etm e konusunda en
iyi nasıl hareket ed ileceğini profesyonellere ( “organizasyon­
lar” olarak adlandırılan varlıklardan sorum lu insanlara) değil
de kim e soracağız? Her şeyden önce, profesyoneller, işlerin -
her gün hatasız b ir şek ild e- düzgünce (yani tasarlandığı gibi)
halledilm esini sağlamada uzm anlaşm ış addedilirler. Bütün
çalışm a saatleri boyunca yaptıkları ve yapmayı am açladıkları
şey de budur. Sözlüklerin de doğruladığı gibi, son zam anlara
kadar “(bir şeye) kesin ve düzenli bir yapı verm ek” ile m eş­
guldüler (zım ni varsayım: bu “bir şey” aksi halde biçim siz
ve düzensiz k alacaktır). K esin ve d ü zen li... “O rganizasyon”
kavram ı, gündelik dile girip yerleştiğinden beri ve ço k yakın
zam ana kadar, grafik ve şem aları, em ir zincirlerin i, depart­
m anları, zaman çizelgelerini, talim atnam eleri; düzenin (yani
bazı olayların bü tü n diğer olaylardan ço k daha olası kılındığı
bir d urum u n), kaos (yani her şeyin eşit ya da hesaplanam az
olasılıkla olup bitebileceği bir durum ) üzerindeki zaferini;
sü reklilik, istikrar, tutarlılık ve ahengi; yapının yapılandırılan
ü zerindeki, çerçevenin içerik üzerindeki, bü tü nü n tekil şeyler
ü zerindeki, idari am açların idare edilenlerin davranışı üzerin­
deki önceliğini düşündürüyordu.
“Ç ok yakın zamana kadar” dedim çünkü bugünlerde or­
ganizasyon m erkezlerine girildiğinde değişim rüzgârlarının
estiği hissediliyor. B irkaç yıl önce Jo se p h Pine ve Ja m es H.
G ilm ore T he E xp erien ce E co n o m y 1 [D eneyim Ekonom isi] baş­

1) Joseph Pine ve Jam es H. Gilmore, The E xperien ce Econom y: W ork is Theatre


and E very Business is a Stage, Harvard Business School Press, 1999 [İş H ayatı
B ir Tiyatro Ve d e H er Şirket B ir S ahne, çev.: Levent Cinemre, Boyner Yayınları,
1999],
lıklı bir kitap yayım ladı; bu başlık -şü p h esiz ki kitabı yayım ­
layan Harvard Business Sch oo l’un sağladığı itibar say esind e-
iş yönetim i öğrencilerinin hayal gücünü canlandırıverdi ve
yön eticilerin ve şirket am irlerinin zihniyetinin, organizasyon
in celem elerin in yeni paradigm ası olarak biçim lend irilm esine
önayak oldu. C openhagen Business Sch ool Press’in 2 yayım la­
dığı ilginç incelem elerden oluşan bir ciltte, eserin editörleri
D aniel H jorth ve M onika Kostera, “yön etim ” odaklı, denetim
ve verim liliğe ön celik tanıyan eski organizasyon paradigm a­
sından, girişim cilik odaklı ve “deneyim in en hayati özellik­
lerini -dolayım sızlığı, oyunculuğu, öznelliği ve ed im selliği-
vurgulayan yeni b ir paradigmaya giden yolu ana hatlarıyla
açıklıyor ve son derece ayrıntılı biçim de izini sürüyordu.
M onika K ostera “işletm eciliğ i” (şim dilerde m odası geç­
m iştir ya da zam an zaman dargınca ve gönülsüzce de olsa hız­
la gerilem ektedir) “güç sayesinde gelişm ek ve giderek daha
da fazla güçlen m ek” diye niteliyordu, işletm ecilik , gücü önce
işçilerin ve ofis çalışanlarının, daha sonra da yavaş yavaş üst
m akam lara tırm anarak, en yüksek idari pozisyondakilerin
elinden alıyordu. “Fabrikalar işçilerin yalnızca taşıyıcı kayış­
ların, hata yapabilen eklentileri olarak görüldüğü dev m aki­
nelere dönüştürülm üştü. O fisler de ço k geçm eden benzer bir
yolu izlem işti...” İşletm ecilikten “deneyim ek o n o m isi”ne gi­
den yolda, her ne kadar “girişim ci, arsızca eklektik, çizgisel
olm ayan ve bazen göz göre göre m antıkd ışı” da olsa, yeni tip
organizasyonlar doğar. “Bunlar dolayım sızlık, öznellik, oyun­
cu lu k ve edim sellik üzerinden harekete g eçirilir.”3 Dolayısıyla
istikrar, tu tarlılık ve uyuma elveda dem enin vakti gelm iş g ibi­

2) Daniel Hjorth ve Monika Kostera (haz.), Enterpreneurship and Experience


E conom y, Copenhagen Business School Press, 2007.
3) A.g.e, s. 28 7 , 289.
dir. Sürekliliğe gelince, olsa olsa sonuçlar arasında görünebi­
lir, ancak tasarılarda, ilan edilen am açlarda ve saiklerde artık
görünm ez; ve göründüğünde de (şayet görünürse), patronlar
(ya da bo rsacılar!) tarafından ille de organizasyonun itibar h a­
n esine yazılm ayacaktır...
Halihazırdaki bu tür radikal d önüşüm lerin m u htem el top­
lum sal ve kişisel sonuçlarına gelince, duruşm a devam etm ek­
tedir ve jü ri oybirliğiyle karara varm aktan bir hayli uzaktır.
Bazı gözlem ciler organizasyonların radikal revizyonunu, ça­
lışanların özgürleşm esi ve m uktedir kılınm ası yönünde güçlü
bir adım olarak tam m layabiliyorken (ve tan ım lark en !); diğer­
leri bunu, işten kaynaklanan bağım lılıklardan oluşan bir ağda,
hem patronların hem de m adunların gitgide daha fazla kapana
kısılm aları yönünde bir hareket olarak tanımlar. Bazıları dik­
kate değer bir başka özgürlük kazanım m dan, bazıları da yeni,
daha açgözlü, acım asız ve yaygın bir tahakküm den bahseder.
Bazıları insanlık dışı tasnif ve ru tinin hızla gerilem esinden,
bazıları da geri kalan birkaç özerklik ve m ahrem iyet alanının
istilası ve fethinden bahseder. Bazıları çalışanların özyönetim
ve kendini savunm a h akların ın m uhtem el restorasyonu ve
kuruluşundan, bazıları da çalışanların kişisel ve özel n itelik ­
lerine, servetlerine ve ilgilerine el konulm ası konusunda bir
başka gelişm eden bahseder. Sürecin büsbütün çelişkili ve gö­
rünüşte bağdaşm ayan bü tü n bu özellikleri en azından kısm en
doğru gibi gelebilir. Her biri gözden çıkarılm aya direnm ek
am acıyla kendi lehine yeterli k anıtı bir araya toplayabilir.
Ortaya çıkan “deneyim ek onom isi” aslında so n u çla n b a­
kım ından belirsizdir ve bu belirsizlik ortadan kalkm aya ada­
m akıllı direnir. N eticede, “işletm eci” ekonom id en “deneyim ”
ekonom isine geçişin görünüşte önlenem eyişinin etkisinin en
önem li nedenlerinden biri, bir zam anlar kendine yeterli ve
özerk yaşam ve değer alanlarım m untazam bir şekilde bölen
sın ırların gitgide bulanıklaşm ası, gevşem esi ya da silinm esin­
den ötürü her türlü kararlı hükm ün kısm en geçersizleşm esi­
dir. Söz konusu sınırlar da iş yerini evden, çalışm a zam anını
boş zam andan, işi dinlenceden ve aslında işi ev idaresinden
ayıran sınırlardır (hatırlanacağı gibi, M ax W eber bu sonuncu
ayrım ın, m odernliğin doğumu ve onun organizasyonun am aç­
larıyla alakasız ve gayri şahsi m antığına tabi kılınam ayacak
olan h er şeye karşı savaş ilan etm esi olduğunu b ild irm işti).
Cep telefonları, dizüstü ve avuçiçi bilgisayarlar çağında,
gerek işyerinden gerekse evden geçici olarak ulaşılam am a -
işle ilgili vazifeler ya da ailevi y ü k ü m lü lü k ler- konusunda
h içbir m azeret olamaz. İş ortaklarının ve patronların yanı sıra
aile üyeleri ve arkadaşların da her an em rine amade olm ak, bir
im kândan da öte hem b ir itki hem de bir görev haline gelir.
İn sanın evi gibisi yok denebilir hâlâ, ancak evin duvarları gö­
zeneklidir ve seslere karşı kesinlikle yalıtılm ış değildir. Çoğu
zam an evde çalışıp işyerinde eğlenen insanlar, bir şeyin doğal
habitanım n neresi olduğu konusunda artık hiç de em in olm a­
m alarından dolayı mazur görülebilirler; ne um acakları, bunu
nerede ve ne zam an um acakları ve -u m u tla rın suya düştüğü
sonucuna (şayet olacaksa) nerede ve ne zam an varacakları
konusunda em in olm am alarından dolayı da m azur görülebi­
lirler.
Şim diye dek, tam am en (işletilen) işyerine ait olduğu dü­
şünülen pek çok işlev, artık “iş o rtakları”na “ihale edilm iş”
ve böylece yerine ( “şayet tam am en m em nun değilsen, m alı
mağazaya iade et” tarzında) piyasa-tipi ilişkiler geçirilm iştir,
ya da sorum luluğu her b ir çalışana “devredilm iş”, böylece de
perform ans sorum luluğu ve sonuçlarına katlanm a yüküm lü­
lüğü patronların üstünden alınıp çalışanların üstüne geçiril-
iniştir. Bugünlerde gerçek tahakküm ün belirtisi, hiyerarşide
bir yana konm uş ya da tüm den terk edilm iş ortodoks işletm e­
ci işlerden kaçınılm asını sağlayan olanaklardır.
“Yetki verilen” çalışanlar kendi kend ilerini yönetm eye baş­
ladığı zam an, (dolaysız ya da dolaylı b ir şekilde) ü cretle çalış­
tırılan insanların ben lik lerin in ya da kişilik lerin in epeyce b ü ­
yük bir alanı - “em ek satm alan” işverenlerce sağlanan toplu
pazarlıklarda şim diye dek dışarıda bırakılm ış olan ala n la r- da
artık söm ürüye açık hale gelir. K endi kendini yöneten işçile­
rin, geleneksel iş sözleşm eleri yapan yöneticilere kapalı olan
b en lik alanlarına başvuracaklarına, böylece de yön eticilerin in
ulaşam adığı kaynaklara u laşabileceklerine bel bağlanabilir.
Ayrıca henüz “yetki verilm iş” çalışanlardan ( “taşeron” olarak
adlandırılabilir de adlandırılm ayabilir de), hem işveren şirke­
tin am açlarına hizm et ederken harcadıkları saatleri hesapla­
m am aları hem de -y ö n eticilerin in kontrolü ve doğrudan so­
rum luluğu altında olsalard ı- potansiyel olarak verim siz ya da
yıkıcı, ya da en azından ehlileştirm esi ve etkisiz kılınm ası güç
olacak ben lik alanlarım k on trol edip nötrleştirm eleri beklenir.
Yeni tip organizasyonun um utlarını bağladığı, doğal habi-
tat ve “ö znellik” ya da “oyunculuğa” dayalı seralar önceden
evlerde, arkadaş çevrelerinde ve m ahallelerde bulunuyordu ki
bunlar da organizasyonların, çalışanlarının zaman, en erji ve
duygularına duyduğu yeni açgözlülüğün -v e buna ilaveten ya­
pay olarak takviye edilm iş bir teyakkuz ve aciliyet durum uyla
tem in edilm iş “ihtiraslı adanm ışlık” isteğ in in - m arjinalleştir­
m e, verim sizleştirm e ve değerini düşürm e eğilim inde olduğu
alanlardır. O rganizasyonların söz konusu geleneksel alanlarda
kendi başına büyüm üş “toplanm aya hazır” m ahsulü toplam ak
yerine, üyelerinin “edim selliğini” arttırm ak için, harekete ge­
çirm eyi am açladıkları nitelik leri ekip bin bir em ekle yetiştir­
me görevini artık kend ilerinin ü stlenm esi gerekiyordur.
Sonu ç pekâlâ am açlam lanm tersi çıkabilir. Esas amaç,
organizasyonları “hafifleterek” hızla değişen, akışkan bir
ortam ın koşullarına göre düzenlem ekti; ancak yeni güçlük­
lere karşı koym ak için , aksine daha da “ağırlaşabilirler” idi.
Sürekli y enilenen bir dünyada, tıpkı peri m asallarındaki yaşlı
cadıların yaptığı gibi, bu organizasyonlar da gitgide daha faz­
la bakir kana ihtiyaç duyabilir (gü ncelleştirilm iş versiyonda
bu durum , dostane ya da hasm ane ancak her zam an zorla­
yarak yapılan, örtm eceli b ir tarzda “şirket birleşm eleri” diye
adlandırılan devralm alar ve akabinde ak tif varlıkların satılıp
paraya çevrilm esi şeklindedir). O rganizasyonların ilerlem esi
oburluğa özgü özellikler kazanabilir: Aralara kusm a spazm la­
rı ve yağ aldırm aların serpiştirildiği oburluk krizleri, çılgınca
yapılan rejim ler ve sağlık m erkezlerinde hafta sonu kaçam ak­
ları. M asraf ve verim lerin tam dengesi henüz hesaplanm am ış-
tır; ancak öyle görünüyor ki yeni ihtiyaçları karşılam akla ilgili
olan m asraflardaki artış, eski usulde çalışan seleflerce gerçek­
leştirilen işlevlerin bazılarını ihale etm e ve devretm e yoluyla
elde edilecek tasarruflardan pekâlâ daha fazla olabilir.
Copenhagen Business Sch ool profesörü Niels Âkerstrom ,
b ir organizasyonda çalışanların m evcut durum unu, çağdaş
b ir evlilikte b ir eşin ya da beraber yaşayan bir çiftin duru­
muyla karşılaştırır. Her iki bağlamda da, acil durum (hem
rasyonel hem duygusal bü tü n kaynakların seferberliğini ge­
rektiren bir durum ) istisna değil normdur. Her iki bağlamda
da, kişi “ne kadar sevilip sevilm ediği konusunda h er zam an
şüphe içerisindedir... evlilikte yaptığı gibi, onaylanm ak ve
tanınm ak için can atar... Bir şeyin parçası olup olm adıkları
sorusu bireysel çalışanların davranışını belirler.”4 Â kerstrom ’a

4 ) Sophie Bjerg Kirketerp, “The Loving organization”, Fo, 3 (2 0 0 7 ) ( “The


virtual living” sayısı), s. 58-9.
göre, “aşk kod u ”, “yeni tip” organizasyonun stratejisin i gü­
düler. D olayısıyla (âşıklar arasında birlikte yaşamaya ilişkin
sözel h içbir anlaşm a olm am ası gibi) “iyi günde kötü günde”,
“m ezara kadar”, daim i olarak belirlenm iş yazılı bir iş sözleş­
m esi de yoktur. Partnerler, gelecek konusunda karasız halde,
sürekli olarak doğum durum unda, patronun ya da eşin sem ­
pati ve sadakatini “kazandıklarını” ve “hak ettiklerin i” gitgide
daha ikna edici bir şekilde devam lı kanıtlam a ihtiyacı duyar.
“Sevilm ek” asla “y eterin ce” hak edilip teyit edilm ez; sonsuza
dek koşulludur. Bu koşul da kişinin iş yapma, başarı göster­
m e, m evcut ya da potansiyel rakiplerinin tekrar tekrar “önüne
geçm e” konusundaki yeteneğine dair hep daha yeni kanıtlar
sağlamasıdır. Tıpkı aşkın ve tanınm anın şartlarının h içbir za­
m an kayıtsız şartsız tam olarak karşılanm am ası gibi, iş de asla
bitm ez. K işinin başarılarıyla kazandığı şöhretle yetinm esi için
zam an yoktur. Şöhret, göz açıp kapayıncaya kadar uçar gider,
başarılar elde edilir edilm ez unutulm aya yüz tutar, b ir ortak­
lıktaki yaşam sonsuz bir aciliyet silsilesi oluverir. Bu heyecan
verici ve yorucu b ir yaşam dır; m aceraperest için heyecan veri­
ci, yüreksiz içinse yorucudur.
Son olarak aynı derecede önem li bir husus da şudur:
“D eneyim ek o n o m isi”nin teşvik ettiği “m uktedir k ılm a”m n
bireyselci yorum undaki m antık, iş arkadaşları arasındaki işbir­
liğini, karşılıklı bağlılıkları ve dayanışm ayı yalnızca atıl değil,
açıkça zararlı hale de getirir. D ayanışm acı bir tutum gösteril­
diğinde ve sonuç olarak duygusal bağlar ve karşılıklı adanma
güçlendiğinde ço k şey kaybedilebilirken çok az şey kazanıla-
bilir. D urum un bütün yönleri (V incent de G au lejac’m 5 oluş­
turduğu listeden hareketle yalnızca birkaçını belirtm ek gere­
kirse; ücretlerin tekilleşm esi, ortak taleplerin dağılm ası, k o ­

5) Bkz. Vincent de Gaulejac, L a société m alad e de la gestion, Seuil, 2 0 0 5 , s. 34.


le k tif anlaşm alardan vazgeçilm esi ve “özgün dayanışm alar”m
zayıflam ası) kom ünal dayanışmaya engel oluyor gibi görün­
mektedir. A rtık herkes kendi başm adır; yön eticiler de “b irlik ”
sözcüğünü “tek lik ” anlam ında yorum lam aya tekabül eden
şeyden kaynaklanan kazanım larm kaym ağını yer...

Niels  kerstrom ’un, organizasyonları aşk ilişkilerine benzer


bir m odele göre yeniden şekillendirm e eğilim ine dair gözle­
m i, bizi m uhtelem en “paradigma d eğişim i”n in tem elinde bu ­
lunan, daha da geniş bir dönüşüm e y ön eltm iş olsa gerektir:
yani akışkan m odern ortam da, insan ilişkilerinin , özel olarak
aşk, genel olarak da arkadaşlık ilişkilerinin oynadığı roldeki
büyük dönüşüm e. D enilenlere bakılırsa, halihazırda bunların
cazibesi eşi benzeri görülm em iş şekilde artıyor, ama um uldu­
ğu üzere oynayacakları rolü -ca z ib ele rin in esas nedeni ola­
gelen ro lü - yerine getirm e yetenekleriyle ters orantılı olarak
a rtıy o r...
Tam da “yakın dostluklar kurm ayı” arzuladığım ız ve hiç
olm adığı kadar güçlü ve çılgınca istediğim iz içind ir ki ilişk i­
lerim iz gürültü patırtı dolu, endişe ve aralıksız teyakkuz du­
rum unda. A rzulu yo ru z, zira arkadaşlık ilişkileri (Ray Pahl’m
yerinde ve anılm aya değer ifad esiyle), akışkan m odern dünya­
n ın “girdaplı sularında bizi koruyan” yegâne (toplum sal) şey­
dir. Göğüs germ ek için korunm aya gereksinim duyduğumuz
“girdaplı su lar”, karşılıklı kuşkuyla dolu, zehirlenm iş ve çoğu
zam an da kıyasıya rekabet tarafından parça parça edilm iş, is­
tikrarsız ve narin işyerleridir. Sem tlerim iz k ent planlam acıla­
rının sürekli tehdidi altındadır. Sayıca çok olan yollarım ızın,
saygın bir yaşama giden yolu gösteren işaretleri belirsiz ve ye­
tersizdir, başarıya giden yolu gösteren işaretleri de h içb ir uya­
rıda bu lu nm aksızın bir görünüp bir kaybolur. Bedenlerim izin
ve sahip olduğum uz şeylerin güvenliğine yön elik tehditler,
karşı koym ak bir yana, tespit edilem eyecek kadar belirsizdir.
Bu tür zor bir işin gerektireceği kaynakları toplam akta pek de
destek verilm eksizin hevesim izi gösterm em iz ve “kendim izi
k anıtlam am ız” yönünde sürekli baskı yapılır. Geride kalm a
ya da pistten tam am en dışarı atılm a tehdidim savuşturm ak
am acıyla yakalanam ayacak kadar hızlı olan yaşam tarzlarına
dair tavsiyeler sıralanır. Güvenilir, sadık, vefakâr, “mezara ka­
dar” ayrılm ayan bir dostun yardım eli, ihtiyaç duyulduğu her
an m em nuniyetle uzatılıveren, güvenilebilecek b ir yardım eli
(tıpkı adaların potansiyel gemi kazazedelerine ya da vahaların
çölde yolunu kaybedenlere sunduğu şey gibi); işte böyle ellere
m uhtacız, böyle eller olsun istiyoruz -b u ellerden ne kadar
ço k varsa etrafım ızda o kadar iy i...
Ama... evet aması var! A kışkan m odern ortam ım ızda öm ür
boyu bağlılık, birçok m u sibeti içind e barındıran bir nim ettir.
Ya dalgalar yön değiştirirse, ya yeni fırsatlar dünün güven
veren değerli kazançlarını bugünün baş belası yüküm lülük­
lerine, sahip olunan değerli şeyleri ayak bağı olan şeylere;
can yeleklerini kurşun ağırlıklara haline getireceklerini işaret
ederse? Ya yakınım ızdaki değerli insanlar, bizim için artık de­
ğerli olmasa da rahatsız edecek kadar yakınım ızdaysa hâlâ?
işte endişe de buradan kaynaklanıyor: arkadaşları ya da eşle­
ri kaybetm e korkusuyla karışık, bu insanlar arasından artık
istenm eyenlerden kurtulunam ayacak olm a korkusu -b u n a
ilaveten de k işinin, arkadaş ya da eşin “Daha ço k m ahrem iye­
te ihtiyacım var” arzusu ve k ararının nesnesi olm a korkusu.
Bugünlerde insan ilişkileri “ağı”, ( “ağ”: bağlanm a ve bağlan­
tıyı kesm eye ilişkin asla sonlanm ayan oyun), günüm üzde en
asap bozucu m üphem liğin bulunduğu yerdir ki bu da yaşam
sanatçılarını, yol gösterm ekten ziyade daha da kafa karıştıran
bir kördüğüm le karşı karşıya bırakır.
Ivan Klima şöyle soruyor: “Bir yanda kişisel m utluluk ile
yeni aşk hakkı, öte yanda aileyi parçalayacak ve m uhtem e­
len çocuklara zarar verecek kayıtsız bencillik arasındaki sınır
nerededir?”6 Bu sınırı tam olarak çizm ek asap bozucu bir iş
olabilir, ancak bir şeyden em in olabiliriz: Bu sınır nerede olursa
olsun, insanlar arasında bağların oluşm asının ve kopm asının
ahlakla ilgisinin olmadığı, nötr edimler olduğu ilan edilir edil­
mez ihlal edilmiş olur; öyle ki failler eylem lerinin, birbirleri
için doğurduğu sonuçların sorum luluğundan önsel olarak kur­
tulur: Tam da aşkın, iyi günde kötü günde, oluşturup korum a­
ya çalıştığı koşulsuz sorum luluktan kurtulur. “İyi ve kalıcı bir
ilişkinin yaratılm ası”, tüketim nesneleri aracılığıyla zevk peşin­
de koşm anın tam aksine, “büyük çaba gerektirir”. Gelgelelim ,
Klim a’nm öne sürdüğü üzere, aşkın kıyaslanm ası gereken şey,

bir sanat yapıtının y aratılm asıd ır... Aşk da hayal gücün ü, tam
yoğunlaşm ayı, insan kişiliğinin bütün yönlerini bir araya getirm eyi,
sanatçının özverisini ve m utlak özgürlüğü gerektirir. A ncak hep­
sinden çok, sanatsal yaratım da olduğu gibi, aşk hem eylem i, yani,
rutin olm ayan etkinlik ve davranışı hem de kişinin partnerinin tabi­
atına sürekli özen gösterm eyi, onun bireyselliğini anlam a çabasını
ve saygıyı gerektirir. N ihayetinde de h oşgörü, yani kişinin kendi
dünya görüşünü ya da ideallerini karşısındaki insana dayatm am ası
yahut o insanın m utluluğuna engel olm am ası konusundaki farkm -

dalığı gerektirir.

Sonuç olarak, aşk, m utluluk ve anlam a giden kolay bir yol


vaat etm ekten geri durur. Tüketici pratiklerinden esinlenen
“kusursuz ilişk i”, bu tür kolay bir yaşam ı vaat eder; ancak
aynı nedenle m utluluk ve anlam ı kadere rehin verir.

6) İvan Klima, B etw een Security and Insecurity, Thames and Hudson, 1999,
s. 60-2.
U zun lafın kısası: Aşk, bulunabilen bir şey değildir; objet
trouve (buluntu nesne) ya da “hazır” bir şey de değildir. Her
gün, her saat sürekli olarak yeniden yapılm ası gereken, da­
im a diriltilm esi, teyit edilm esi, özen gösterilip ilgilenilm e-
si gereken bir şeydir. İnsan ilişkilerinin gitgide kırılgan hale
gelm esi, uzun vadeli bağlanm aların popülerliğini yitirm esi,
“görevler”in “haklar”dan çekilip alınm ası ve “kendine karşı
y ü k ü m lü lü k le rin ( “Bunu kendim e borçluyum ”, “Bunu hak
ediyorum ” vb.) dışındaki yüküm lülüklerden sakm ılm asıyla
uyum lu olarak, aşk ya en baştan kusursuz bir şey ya da hüsran
olarak görülür -iy isi m i, aşktan vazgeçilm eli ve gerçekten de
kusursuz olacağı um ulan “yeni ve gelişm iş” bir m odelle ikam e
edilmelidir. Böyle bir aşkın, ilk ciddi anlaşm azlık ve yüzleşm e
şöyle dursun, en küçük hırgüre katlanm ası bile beklenem ez...
Kant’m teşhisini anım sarsak, m utluluk, aklın değil hayal
gücünün bir idealidir. Ayrıca Kant şu uyanda da bu lu nm uş­
tu: İnsanlık denen çarpık çurpuk m alzem eden dümdüz bir
şey yapılamaz. G örünen o ki, Jo h n Stuart M ili uyarısında, bu
iki hikm eti birleştirm işti: Kendinize m utlu olup olm adığınızı
sorduğunuz anda, artık m utsuzsunuzdur... M uhtem elen antik
bilgeler de bu kadarından şüphe etm işti, ancak dum spiro, spe-
ro (nefes aldığım m üddetçe um udum u yitirm eyeceğim ) ilk e­
sinin kılavuzluğunda, sıkı çalışm a olm adan, yaşam ın yaşam a­
ya değecek h içb ir şey ortaya koym ayacağını ileri sürm üşlerdi.
Anlaşılan o ki iki bin yıl sonra bile, bu önerm e güncelliğinden
h içbir şey kaybetm em iştir.
YAŞAM SANATI
Dünya üzerindeki m ilyarlarca insanın farklı beklen­
tileri ve am açları olsa da tek bir ortak hayali var:
Mutlu olmak. Hepimiz mutlu olm ak için çabalıyor,
bunun için yaşam larım ızda bazı seçim ler yapıyor,
bazı şeylerden vazgeçiyor, kısacası yaşam larım ıza
yön verm eye çalışıyoruz. Peki nedir bu m utluluk de­
nen muam m a? Gerçekten aranıp bulunabilecek bir
şey mi, yoksa beyhude yere peşinden koşulan, as­
lında tam am en rastlantılara bağlı olan bir şey midir?
Mutluluğu ararken, kader dediğim iz şeyin ağlarında
debelenen bir piyondan mı ibaretiz, yoksa seçim le­
rim iz sayesinde kendi yaşam larım ızı "yaratan" sa­
natçılar m ıyız?

Zygm unt Bauman, mutluluğu hazır reçetelerle ula­


şılabilecek bir şey, yaşam ı da adeta metaya indirge­
yen yaşadığım ız akışkan modern çağın açm azlarını
ve ikilem lerini bir bir önüm üze seriyor ve yaşam la­
rımıza vurulan prangaların, dayatılan yaşam tasa­
rılarının, sözde bizim adım ıza yapılan seçim lerin iç
yüzünü ortaya koyuyor.

Yüzyılım ızın en büyük düşünürlerinden Bauman'ın


"Yaşam Sanatı" yaşam, m utluluk, başarı gibi konu­
lar üzerine felsefeyle yoğrulm uş bir düşünce şöleni...

ISBN 978-605-5691-49-3

versus

You might also like