Professional Documents
Culture Documents
Derleyen:
JOHN T. McNEILL
Auburn Union Đlahiyat Fakültesi
Kilise Tarihi
Emekli Profesörü
New York
BĐRĐNCĐ KĐTAP
1
ĐÇĐNDEKĐLER
KISALTMALAR 5
2
XIII. Bölüm Kutsal Yazı’da Yaratılış’tan Bu Yana Bize, Tanrı’nın,
Üç Kişiyi Đçeren Tek Özü Öğretilir 53
3
KISALTMALAR
4
LCL – The Loeb Classical Library (Loeb Klasik Kütüphanesi)
LF – A Library of the Fathers of the Holy Catholic Church (Kutsal Katolik
Kilisesi Babaları Kütüphanesi)
Lombard, Sentences – (Hükümler) – Peter Lombard, Libri quatuor sententiarum
(Hükümlerin dört kitabı)
Luther, Werke (Eserler) WA – Martin Luthers Werke. Kritische
Gesammtausgabe (Martin Luther’in Eserleri. Toplu Eleştiriler) Weimer.
LXX – Septuaginta: Eski Antlaşma’nın Grekçe çevirisi.
m. – madde. Özellikle Hıristiyan Dininin Temelleri’nde rakamla belirtilen
maddeler.
Mansi – Mansi J: D., Sacrorum conciliorum nova et amplissima collectio
(Kutsal birlik yeni ve genişletilmiş derleme).
MGH – Monumenta Germaniae Historica (Anıtsal Almanya Tarihi).
MPG – Migne J. P., Patrologiae cursus completus, series Greace (Bütün
yönleriyle babalar, Grekçe seri)
MPL – Migne J. P., Patrologiae cursus completus, series Latina (Bütün
yönleriyle babalar, Latince seri)
NPNF – A Select Library of the Nicene and Post-Nicene Fathers (Đznik ve Đznik Sonrası
Babalardan Seçilmiş Kütüphane)
OS – Barth P. ve Niesel W., Calvini Opera Selecta (Calvin’in Seçilmiş Eserleri)
Pannier, Institution (Temeller) – Pannier J. ve d., Oœuvres complètes de Calvin: Institution de
la Religion Christienne (Calvin’in bütün eserleri: Hıristiyan Dininin Temelleri).
Schaff, Creeds (Đnanç Açıklamaları) – Schaff P., The Creeds of Christendom
(Hıristiyanlıkta Đnanç Açıklamaları)
Smiths – Smiths L., Augustine dans l’oœuvre de Jean Calvin (John Calvin’in
eserinde Augustinus).
Vg. – Kutsal Kitap’ın Vulgata çevirisi.
VG – Versio Gallica. Hiristiyan Dininin Temelleri’nin Fransızca metni.
Wendel, Calvin – Wendel F., Calvin: Sources et évolution de se pensée
Religieuse (Calvin: Dinsel düşüncesinin kaynakları ve evrimi)
5
BĐRĐNCĐ KĐTAP
1. BÖLÜM
1
Başlıktaki Tanrı’nın “varlığı” ya da “mevcudiyeti” yerine tercih edilen “bilgi” sözcüğü,
Calvin’in teolojisinin hem yapısında hem de içeriğinde vahyin önemini vurgular. Aynı şekilde
Üçlü Birlik, Yaratılış ve Sağlayış öğretilerini kapsayan “Yaratan” da, Tanrı’nın Kendisinden
çok, O’nun işini ya da eylemlerini vurgular. Buradaki “bilgi” sözcüğünün Latincesi
cognito’dur. Daha sonra ise notitia sözcüğünü kullanır. Calvin, bu iki sözcüğü eşanlamlı
kullanmaktadır.
2
Calvin, alçakgönüllülükle kendini bilme arasındaki yakın ilişkiyi sürekli tekrarlar.
Alçakgönüllülük yoksa kendini bilmek gurura hizmet eder ve bu da felsefedeki bütün
yanlışların kaynağıdır.
6
Yine, insan önce Tanrı’nın yüzüne bakmazsa, sonra da kendisini irdelemek için O’nu
düşünürken ayrıntıya girmezse, kendisi hakkında net bir bilgiye3 kesinlikle ulaşamayacağı
kuşkusuzdur. Haksızlığımıza, bozulmuşluğumuza, akılsızlığımıza ve pak olmayışımıza net
kanıtlarla inanmazsak, kendimizi her zaman doğru, dürüst, bilge ve kutsal görürüz –bu gurur
hepimizde yaratılıştan vardır. Üstelik bu yargıyı ölçerken gerekli tek standart olan RAB’be
bakmadan sadece kendimize bakarsak buna inanmayız. Hepimiz yaratılışımız gereği
ikiyüzlülüğe yatkın olduğumuz için, gerçek doğruluğun yerine doğruluğun boş bir sureti bizi
bol bol tatmin eder. Đçimizde ya da çevremizde büyük ahlaksızlıkla kirlenmemiş hiçbir şey
görünmediği için, -zihnimizi insanın bozulmuşluğunun sınırları içine hapsettiğimiz sürece-
daha az iğrenç olan şey, çok pak bir şey diye hoşumuza gider. Böyle olduğu için, siyah
nesnelerden başka bir şeyi görmeyen bir göz, kirli beyaz ya da koyu renk benekli bir şeyin
bile beyaz olduğuna hükmeder. Aslında canın gücünü tahmin ederken ne kadar
yanılabildiğimizin, bedensel duyularımızla çok net olarak farkına varabiliriz. Hudutsuz gün
ışığında yere ya da çevremizde gözümüze ilişen bir şeye baktığımızda en güçlü ve en keskin
görme gücünün bize bahşedildiğini sanırız; ama güneşe bakıp gözümüzü doğrudan ona
diktiğimizde, özellikle yeryüzünde güçlü olan görme gücümüz birdenbire körleşir ve büyük
bir parlaklıkla bozulur. Bu durumda, yeryüzüne baktığımız zamanki gözümüzün
keskinliğinin, sıra güneşe gelince bütünüyle körleştiğini kabul etmek zorunda kalırız. Ruhsal
iyiliklerimizi tahmin ederken de böyle olmaktadır. Yeryüzünün ötesine bakmadığımız, kendi
doğruluğumuzla, bilgeliğimizle ve erdemliliğimizle yetindiğimiz sürece, kendimizle çok tatlı
bir biçimde gururlanırız ve yarı tanrılar olduğumuzu hayal ederiz. Düşüncelerimizi Tanrı’ya
kaldırdığımızı, O’nun doğasının, doğruluğunun, bilgeliğinin, gücünün – bizim buna göre
biçimlenmemiz gereken cetvelin- tümüyle ne kadar yetkin olduğunu düşündüğümüzü
varsayalım. Bu durumda, daha önce hoşa giden doğruluk maskemiz, dört dörtlük
kötülüğünün içinde kısa süre sonra murdar olacaktır. Bilgelik adı altında bizi olağanüstü
etkileyen şey, akılsızlığıyla bize iğrenç kokacaktır. Güç maskesini takan şey, en acınası
güçsüzlük olduğunu bize kanıtlayacaktır. Yani, içimizdeki yetkinlik olarak görünen şey
Tanrı’nın paklığı karşısında kötülüğe tekabül etmektedir.
3
“Sui notitiam”. Kendimiz hakkındaki bilgimizin hem insanlığı hem de (insanın bir
mikrokozmos olduğu) bütün yaratılışı kapsadığı yorumu yapılabilir.
4
“Horror ille et stupor”
7
6:2], çürük [Eyü. 13:28] bir kurt [Eyü. 7:5; Mez. 22:6] olan insan ne yapabilir? Peygamber
Yeşaya aslında bunu anlatmaktadır: “Ayın yüzü kızaracak, güneş utanacak. Çünkü Her Şeye
Egemen Rab…krallık edecek” [Yşa. 24:23]; yani Rab görkemini ortaya koyduğunda ve
görkeminin yaklaşmasını sağladığında en parlak şey bile onun önünde karanlık kalacaktır
[Yşa. 2:10, 19].
Yine de, Tanrı bilgisiyle kendimiz hakkındaki bilgimiz birbiriyle bağlantılı olsa bile,
doğru öğretiş sırasına göre, önce birinciyi tartışmamız, sonra da ikinciyi ele almaya
başlamamız gerekmektedir.
II. BÖLÜM
1
Calvin’in severek vurguladığı pietas yani dine bağlılıkta, Tanrı’ya saygı ve sevgi birliktedir.
Bu da, gerçek Tanrı bilgisinin ön koşuludur. Pietas’ın burada yapılan tanımı onun 1537’de
yazdığı şu sözlerle karşılaştırılabilir: “Gerçek dine bağlılığın asıl anlamı, Tanrı’nın
yargısından mutlulukla kaçınılan bir korku değil…daha çok, Tanrı’yı Baba olarak sevme, Rab
olarak O’na gerçekten saygı duyma, O’nun adaletini benimseme ve ölümden çok O’nu
gücendirmekten korkma yolunda gösterilen pak ve gerçek bir çabadır.”
2
Calvin için, Tanrı’nın yaratılıştaki açıklaması, “şayet Âdem dürüst kalsaydı” sağlıklı bir
doğa teolojisinin temeli olurdu. Bu tip bir teoloji günah nedeniyle mümkün değildir. Tanrı’yı
bilmenin ve O’nun yaratılış konusundaki açıklamasını anlamanın tek yolu Kutsal Yazı’dır.
8
nedenle, bütün bunları O’ndan beklemeyi ve istemeyi ve aldığımızda da şükrederek bunları
O’na yormayı öğrenmeliyiz. Çünkü bu anlamda Tanrı’nın gücü, bizim için uygun bir dine
bağlılık öğretmeni olmaktadır. Din, buradan doğar. Tanrı’nın iyiliklerine dair bilgiyi ortaya
koyan Tanrı sevgisiyle birleşen saygıya ben, “dine bağlılık” diyorum. Đnsanlar her şeyi
Tanrı’ya borçlu olduklarını, O’nun babaca ilgisiyle beslendiklerini, iyiliklerinin Yazarı’nın O
olduğunu, O’nun dışında başka bir şey aramamaları gerektiğini anlayıncaya kadar –O’nun
isteyerek yaptığı hizmeti asla kabul etmeyeceklerdir. Hayır, mutluluklarını tümüyle O’nda
kurmazlarsa, kendilerini O’na asla gerçekten ve içtenlikle vermeyeceklerdir.
3
“Bizim için istediğinin ne olduğunu bilmek”. Calvin, Tanrı öğretişinin veçhelerinin
değerlendirilmesinde kurgusal düzeltmeleri eleştirir. Buradaki gönderme Skolastik
yazarlaradır ama Ocak 1552’de Bullinger’a gönderdiği “familiariter inter nos” mektubunda
Zwingli’yi “karmakarışık paradoksları” nedeniyle suçlar.
9
olduğunu anlar. Ayrıca bu akıl, sadece cezalandırılma korkusuyla değil, Tanrı’yı Baba olarak
sevdiği ve saydığı, O’na RAB olarak taptığı için, günah işlemeyi kendisine yasaklar.
Cehennem olmasaydı bile bu akıl, sadece O’nu gücendirmekten bile ürperirdi.
Đşte, aslında pak ve gerçek bir din: Đman içten gelen Tanrı korkusuyla o kadar
birleşmiştir ki, bu korku gönülden saygıyı da kapsar ve yasada emredilen yasal tapınmayı da
beraberinde getirir. Şu gerçeğin de daha çok gayret ederek farkına varalım: Genelde herkes
Tanrı’ya belli belirsiz saygı duyar ama çok az kişi O’nu gerçekten sayar ve törenlerde, büyük
bir gösterişin olduğu yerde samimî bir yürek aslında enderdir.
III. BÖLÜM
5
Tanrı’nın insanın “içindeki” vahyini günah yok etmiştir. Tanrı’nın işaretleri ve belirtileri
“olmadan” insanın dış dünyada gördükleri için de aynısı geçerlidir. Bu nedenle bu iii-v.
bölümler Calvin’in, insanla ilgili bütün öğretişini çok iyi anlamayı gerektirir: Đnsan yaratılmış
ve günahla mahvolmuştur.
6
“Divinitatus sensum”. Biraz aşağıda kullanılan “dinin tohumu” terimiyle genelde aklın
almadığı Tanrı bilincinden söz edilmekte ve bu, Tanrı’ya manevi bir yanıt olan vicdanla
yakından ilişkilendirilmektedir. Calvin şunları yazmaktadır: “Bozulmuş doğada hâlâ kalmış
olan ışık başlıca iki bölümdür: Birincisi, din tohumu bütün insanlara ekilmiştir; ikincisi ise
iyiyle kötü arasındaki ayırım insanların vicdanlarına kazılmıştır.”
7
Buradaki putperest Cicero’dur.
10
çok derinlere battığında gerçekten değiştiği gibi, doğal mayasının da kolayca değişeceğini
insanın zihninden silmek imkânsızdır!
8
Roma imparatoru, Đ. S. 37-41; Suetonius, bu ahlaksız imparatorun tanrıları küçümsediğini
ama gökgürültüsünde çok korkarak yatağının altına girip saklandığını anlatır.
9
Cicero; “ateist” denen Melos’lu Diagoras’ı (Sokrates’in çağdaşı), Cyrene’li Theodore’u ve
Sofist Protagoras’ı ateist imansızlığa örnek diye verir. (Bu nedenle üçü de Atina’dan ayrılmak
zorunda kalmıştır)
10
Siraküza’nın zalim yöneticisi Dionysus, Đ.Ö. 405-367.
11
akılsızca düşüncelerin sertliğinin aşınmasına rağmen, yok olmasını çok istedikleri
tanrısallık duygusunun serpilip filizlendiğini söylüyorum ben sadece. Buradan vardığımız
sonuç şu ki, bu önce okulda öğretilmesi gereken bir öğretiş değil, her birimizin ana
rahminde iyice öğrendiğimiz ve birçok kişi büyük bir cesaretle unutmaya gayret etse de,
doğanın kimseye unutma izni vermediği bir öğretiştir.
Ayrıca bütün insanlar Tanrı’yı öğrenebilmek için doğsalar ve sonuna kadar bunun için
yaşasalar bile, Tanrı bilgisi bu dereceye gelmeden istikrarsızlık gösteriyor ve uçup
gidiyorsa, yaşamlarındaki her düşünceyi ve davranışı bu amaca yöneltmeyen herkes
yaratıldığı yasayı yozlaştırmaktadır. Filozoflar için bu, bilinmeyen bir şey değildir. Platon,
canın en büyük hayrının Tanrı’ya benzemek olduğunu, can nerede ve ne zaman bu Tanrı
bilgisini edindiğinde, O’na benzemeye başlayarak tümüyle değiştiğini sık sık öğretirken
bundan başka bir şey demek istemiyordu. Plutarkhos’ın yazılarında Gryllus da aynı
şekilde, din yaşamları olmazsa insanların vahşî hayvanlardan daha üstün olmayacağını
ama birçok bakımdan çok daha acıklı durumda olacaklarını kabul ederek, ustaca akıl
yürütmektedir. Bu durumda, kötülüğün birçok şekline boyun eğerler, yaşamları bitip
tükenmeyen kargaşa ve endişeyle doludur.11 Bu nedenle, sadece Tanrı’ya tapma insanları
canavarlardan daha üstün kılmakta ve sadece Tanrı’ya taparak insanlar ölümsüzlüğü
istemektedirler.
IV. BÖLÜM
1. Batıl inanç
Deneyimin gösterdiği üzere, Tanrı bütün insanlara din tohumu ekmiştir. Ama yüz
kişiden birinin, bunu aldıktan sonra yüreğinde beslediği ender görülür ve hiçbirinde bu tohum
olgunlaşmaz – çok azı meyvesini mevsiminde verir [Krş. Mez. 1:3]. Ayrıca bazıları batıl
inançlarının içinde buharlaşıp giderken, diğerleri bile bile ve günahkârca Tanrı’yı terk ederler
ama hepsi O’nun gerçek bilgisini yozlaştırırlar. Ve bu durumda dünyada gerçek dine bağlılık
kalmaz. Ama bazılarının yanılgıya düşerek batıl inanca kaydığı yolundaki ifademe gelince,
bununla ben, onların saf oldukları için suçlanmaktan uzak tutulmaları gerektiğini söylemek
istemiyorum. Çünkü içinde bulunarak gayret gösterdikleri körlük, neredeyse her zaman boş
gururla inatçılığın karışımı. Aslında gururla birleşen batıldan şu gerçek ortaya çıkmaktadır.
Acınacak durumda olan insanlar, Tanrı’yı ararken, izin vermemeleri gerektiği şekilde,
içlerindeki kötülükten etkilenmeye izin veriyorlar. Tanrı’yı, kendi dünyasal akılsızlıklarının
ölçütüne göre ölçüyorlar ve sağlıklı sorgulamayı göz ardı ediyorlar; meraklarından boş
kurgulara kapılıp gidiyorlar. Bu nedenle, Tanrı’yı, Kendini sunduğu şekliyle anlamıyorlar
ama O’nu kendi varsayımlarında oluşturdukları gibi hayal ediyorlar. Bu uçurum açıldığında,
ayaklarını hangi yöne atarlarsa atsınlar tepe üstü yere çakılıyorlar. Aslında bundan sonra
Tanrı’ya taparak ya da hizmet ederek gayret gösterseler bile, O’na yücelik vermiyorlar, çünkü
Tanrı’ya değil, yüreklerindeki hayale ve rüyaya tapıyorlar. Pavlus, bu günahı açıkça
belirtmektedir: “Akıllı olduklarını ileri sürerken akılsız olup çıktılar” [Rom. 1:22]. Bundan
önce de “Düşüncelerinde budalalığa düştüler” demişti [Rom. 1:21]. Yine de hiç kimse suçuna
mazeret bulmasın diye, onların kör olduklarını söylemektedir. Ayık olmakla yetinmeyip,
11
Plutarkhos’un Bruta animalia ratione uti diyaloğuna gönderme. Burada Kirke’nin hayvana
dönüştürdüğü Gryllus, hayvan davranışının sapkın insanların davranışından daha üstün
olduğuna dair örneklere işaret eder.
12
kendileri için doğru olandan fazlasını iddia ederek, gereksiz yere karanlığı üzerlerine
çekiyorlar –aslında boş ve sapkınca kendini beğenmişlikleri yüzünden akılsızlık ediyorlar.
Bundan, akılsızlıklarının bağışlanabilir olmadığı, çünkü bu akılsızlığın sadece boş bir meraka
değil, uygun olandan fazlasını bilmek için, sahte özgüvenle birleşmiş ölçüsüz bir isteğe yol
açtığı sonucu çıkmaktadır.
12
Calvin’in, insanların ibadet konusundaki icatlarını reddetmesi, hem putperestliğe hem de
Roma Kilisesi’ne karşı sürekli tekrarladığı bir ana fikirdir.
13
belirtir. “Tanrı’yı tanımadığınız zamanlarda, gerçek olmayan tanrılara kölelik ettiniz” der
[Gal. 4:8]. Başka bir yerde de, Efeslilerin tek Tanrı’ya dair doğru bilgiden saptıkları
zamanlarda “tanrısız” oldukları söylemektedir [Ef. 2:12]. En azından bu koşullarda tek bir
Tanrı’ya ya da birçok Tanrı’ya inanmanız önemli değildir; çünkü gerçek Tanrı’dan sürekli
ayrılmakta ve O’nu terk etmektesiniz. O’nu terk ettiğiniz için de, lanetli bir puttan başka
elinizde bir şey yoktur. Bu nedenle bize kalan, Lactantius’la birlikte, dinin, doğruyla
birleşmezse gerçek olmadığını iddia etmektir.
4 . Đkiyüzlülük
Đkinci bir günah daha ortaya çıkar, yani zorunlu kalmadıkça Tanrı’yı hiç göz önünde
tutmazlar ve direnişlerine rağmen buraya sürükleninceye kadar Tanrı’yla yakınlaşmazlar.
Bundan sonra bile, tanrısal görkemden kaynaklanan istemli korku değil, ancak Tanrı’nın
yargısının onlardan kopardığı kölece, zorlamalı bir korku onları etkiler. Bundan
kaçamadıkları için, tiksinti verecek kadar korkarlar. Statius’un, dünyada önce korkunun
tanrıları yarattığı sözü dinsizliğe ama sadece bu tür dinsizliğe çok uygun düşer. Tanrı’nın
doğruluğuna zihnen yabancı olanlar, O’nun yargı kürsüsünün, Kendisine karşı işlenen bu
günahı cezalandırmak için hazır beklediğini bilirler ama bu kürsünün alaşağı edilmesini de
çok isterler. Böyle hissederek, yargısız kalamayan RAB’be savaş açarlar. Ama ne O’nun
gücünü yok edebildikleri ne de ondan kaçabildikleri için, O’nun kaçılmayan gücünün
başlarının üzerinde asılı durduğunu bilerek, korkuyla geri kaçarlar. Yüceliğinin ağırlığıyla
üzerlerine binen Tanrı’yı küçümsüyor görünmemek için, dini andıran bir şeyler yaparlar. Bu
arada kendilerini her tür günahla kirletmekten ve RAB’bin kutsal yasasını her açıdan çiğneyip
O’nun bütün doğruluğunu boş yere harcayıncaya kadar günahtan günaha koşmaktan
vazgeçmezler. Ya da en azından, bu sahte Tanrı korkusuyla kendi günahlarının içinde
kaygısızca yuvarlanıp övünmelerine ve bedensel taşkınlıklarını Kutsal Ruh’un dizginiyle
dizginleyecekleri yerde bunun içine batmayı tercih etmelerine gem vurulamaz.
Ne var ki bu, dinin boş ve sahte bir gölgesidir, hatta gölge demeye bile pek layık
değildir. Birbirine karıştırılan Tanrı bilgisiyle dinin kaynağını oluşturan ve sadece imanlıların
yüreğine yavaş yavaş aşılanan dine bağlılığın ne kadar farklı olduğu sonucu buradan yine
kolayca çıkar. Yine de ikiyüzlüler, kaçtıkları Tanrı’ya yakın görünsünler diye bu yılankavi
yolları arşınlarlar. Çünkü yaşamları boyunca sürekli itaat etmeleri gereken yerde, neredeyse
yaptıkları her işte O’na cesurca isyan ederler ve ufak tefek birkaç özveriyle O’nun gönlünü
almaya gayret ederler. O’na kutsal bir yaşamla ve dürüst bir yürekle hizmet edecekleri yerde,
O’nun sevgisini kazanmak için, anlamsız boş konuşmalar ve değersiz ufak tefek töreler
uydururlar. Yok, üstelik murdarlıklarının içinde daha da özgür, tembel tembel yatarlar, çünkü
gülünç kefaret eylemleriyle O’na karşı görevlerini yerine getirdiklerinden emindirler. O’na
güvenecekleri yerde, O’nu ihmal ederler ve O’nun tarafından yaratılmalarına rağmen
kendilerine güvenirler. Sonuçta, öylesine bir yığın büyük hataya bulaşırlar ki, bu kör edici
günahlılık boğucu olur ve en sonunda da, bir zamanlar Tanrı’nın yüceliğini göstermek için
yanan kıvılcımları söndürür. Hiçbir şekilde kök salamayan o tohum yine de kalır; bir tür
tanrısallık vardır; ama bu tohum o kadar bozulmuştur ki, sadece kötü meyveler verir.
Şu anda öne sürdüğüm, burada daha kesin olarak ortaya çıkmaktadır. Tanrısallık
duygusunu doğa insanların yüreklerine kazır. Günahlıların zorunlu buldukları güçler bunu
doğrulamaktadır. Sakin zamanlarda Tanrı hakkında esprili şakalar yaparlar, aslında bunlar
O’nun gücünü küçümseyen patavatsızca, gevezelikle yapılan şakalardır. Umutsuz bir
durumun baskısıyla karşılaştıklarında bu, onları Tanrı’yı aramaya iter ve baştan savma dualar
etmek için harekete geçirir. Tanrı konusunda çok bilgisiz olmadıkları ama kısa süre sonra
olacak olanla tekrar inatçılıklarına döndükleri buradan çok net anlaşılır.
14
V. BÖLÜM
13
Böyle cümlelerin Calvin’in estetiğinde temel bir anlamı vardır ve teolojisini de bütünler.
Doğal insan, “bu görkemli tiyatroya” kör kalarak doğadaki kanıtlardan doğru bir Tanrı bilgisi
edinemese de, Hıristiyanlar, Mez. 145’deki gibi Tanrı’yı, yaptığı işlerde derin derin
düşünmekten hoşlanırlar.
14
Calvin’e göre, temel bilimler Kutsal Yazı’da bildirilen tanrısal bilgeliği anlamaya yardımcı
olur.
15
duymasına rehberlik edecek olan, Tanrı’nın yaratmadaki işçiliğinin yeterinden daha çoğunu
görmesini engellemez. Yıldızların hareketini incelemek, onlara verilen yerleri belirlemek,
aralarını ölçmek, özelliklerini fark etmek için, tabii ki, sanata ve daha ayrıntılı bir çalışmaya
gerek vardır. Bunlar gözlendiğinde Tanrı’nın sağlayışı daha açıkça görüldüğünden, O’nun
muhteşemliğini görmek için zihin daha yüksek bir seviyeye çıkmalıdır. Sadece gözlerinin
yardımıyla öğrenmiş olan sıradan halk ve hiç eğitim görmemiş kişiler, tanrısal sanatın
yetkinliğini fark etmeden duramazlar, çünkü bu sanat kendisini, göklerdeki ordulardan oluşan
iyi düzenlenmiş ama birbirinden değişik bu sayısız karışımda ortaya koyar. Bu durumda
RAB’bin, bilgeliğini bol bol göstermediği hiç kimse yoktur. Aynı şekilde, insan bedeninin
yapısına15 bakıldığında, kişi, bu bedenin kendisini dile getirmesini, simetrisini, güzelliğini ve
kullanılışını Galen16 gibi ustaca tartmak için, çok gayret etmelidir. Ama bütün bilgilerde
olduğu gibi, insan bedeninde de o kadar usta işi bir kompozisyon görülür ki, Sanatçısının
mucizeler yarattığına haklı olarak hükmedilir.
15
Calvin, Tanrı’nın bilgeliğinin insan bedeninde görüldüğünden birçok kez söz eder:
“Parmaklarımızdaki tırnaklara kadar” hiçbir şeyin sorun yaratmadan değiştirilemediği “insan
bedeninin oluşumunda akıl almaz bir ustalık görülür.”
16
Bergamalı Claudius Galenus (yak. 131-200), Antik Grek tıp bilgisini zirveye ulaştırmıştır.
Hekim, anatomi uzmanı ve filozoftur.
17
“In se descendere”, Tanrı’nın ve aynı zamanda da günahlılığımızın bizi yüzleştirdiği
kendimizi, dikkatle gözden geçirmemizle ilgili olarak Calvin’in sık sık kullandığı bir ifade.
18
Kilikya’nın Soli kentinde yaşayan Aratus, Grek şairidir ve astronomi konusunda da yazılar
yazmıştır. Pavlus, Elç. 17:28’de onun Phaenomena şiirinden alıntı yapmaktadır.
16
edilemeyecek zenginliklerin dolup taştığı bir depo vardır. O zaman insanlar O’na övgüler
sunmalıdır ama aslında gururlanarak daha çok böbürlenirler. Tanrı’nın, içlerinde çeşitli
olağanüstü yollarla çalıştığını hissederler; bunlardan yararlandıklarında, O’nun cömertliğiyle
çeşitli armağanlara sahip olduklarını da öğrenirler. Bunların, tanrısallığın işaretleri olduğunu –
öğrenseler de, öğrenmeseler de- öğrenmeye zorlanırlar; yine de bunları içlerinde saklarlar.
Aslında, gökten kendilerine verilen şeyin kendileri için olduğunu öne sürerek, Tanrı’yı net
olarak görmeleri için zihinlerini aydınlatan şeyi toprağa gömmedikleri takdirde, kendilerinin
dışına çıkmalarına gerek yoktur.
Bugün bile yeryüzü, Tanrı’nın adını mahvetmek için insan doğasına saçılmış bütün
Tanrısal tohumları yanlış yönlendirmekte duraksamayan birçok canavar ruhu
desteklemektedir. Size soruyorum, bu delilik yani bedeninde ve canında Tanrı’yı yüzlerce kez
bulan insanın, bu yetkinlik kisvesinin altında Tanrı’nın olduğunu yadsıması ne kadar
iğrençtir? Şans eseri vahşî hayvanlardan farklı olduklarını söylemeyeceklerdir. Yine de,
Tanrı’yı bir kenara bırakırlar, aynı zamanda da onlar için her şeyin sanatçısı olan “doğayı”
paravan olarak kullanırlar. Ağızlarından, gözlerinden ayak tırnaklarına kadar tek tek her
üyelerinde bu mükemmel işçiliği görürler. Burada da doğayı Tanrı’nın yerine koyarlar. Ama
canın bu kıvrak hareketleri, bu olağanüstü yetiler, bu ender armağanlar, –Epikouros’cular,
Kikloplar19 gibi, bu yükseklikten bütün utanmazlıklarıyla Tanrı’ya savaş açmazlarsa-
özellikle, kolayca gizlenmeye izin vermeyen tanrısallıkla onlara cepheden ateş açacaktır.
Bütün evren bu ayrıcalıktan yoksun kalırken, göksel bilgeliğin bütün hazineleri beş ayak
büyüklüğündeki bir kurdu yönetmekte aynı görüşte değil midir? Önce, canda evrendeki çeşitli
parçalara tekabül eden organik bir şey olduğunu saptamak, Tanrı’nın görkemini karanlığa
gömmez, tam tersine onu aydınlatır. Yiyeceği ve içeceği pişirmek, bir bölümünü dışkıya, bir
bölümünü kana döndürmek için hangi atomların bir araya geldiğini ve birçok canı ortak bir
kararla tek bir beden yönetiyormuş gibi, birçok üyenin görevini yerine getirmesi için böyle bir
işleyişi neyin oluşturduğunu bırakın Epikouros yanıtlasın!
19
Fransızca metinde Kikloplar yerine “devler ya da vahşîler” denmektedir. Grek mitolojisinde
Titanlara karşı açtığı savaşta Zeus’e, sağladıkları silahlarla Kikloplar yardım etmişlerdir.
17
söylemeliyiz? Đnsanın tanrısal olduğuna inanmanın ve Yaratan’ını kabul etmemenin nedeni ne
olabilir ki? Aslında bize verilen bu yargı gücüyle doğruyu ve yanlışı ayırmalı mıyız? Ama
gökte de yargıç olmayacak mı? Uyurken bile bizde bir zekâ kalıntısı kalmayacak mı? Ama
dünyayı yönetirken bekçilik eden Tanrı olmayacak mı? Deneyim, başka bir kaynaktan bize
eşitsiz şekilde dağıtılan bir şey olduğunu yeterince öğretse bile, Tanrı’nın övülerek
kandırılabileceği bu kadar çok sanatı ve bu kadar çok yararlı şeyi bizim bulduğumuzu mu
düşüneceğiz?
Üstelik bazıları bütün evrene can veren gizli soluklar diye boş şeylerden söz ediyorlar
ama söyledikleri sadece akılsızca değil, tümüyle dindışıdır. Vergilius’un ünlü sözleri onların
hoşlarına gider:
“Her şeyden önce, göğü, yeri ve sulak alanları,
Ayın parlayan çevresini, Titan yıldızını içteki ruh besler;
Akıl onun üyelerine siner, bütün karmaşayı silip süpürür,
Büyük çerçevesiyle onu bütünleştirir. Đnsan ve
Hayvan ırkı, kanatlıların yaşamı, okyanusun
Cam gibi tabanında beslediği
Tuhaf şekiller buradan gelir.
Bu yaşam tohumlarının
Ateşi güçlü, kaynağı tanrısaldır.”20
Sanki Tanrı’nın görkeminin görünüşü olarak kurulan evren, kendi kendisini yaratmış
gibi! Böylece aynı yazar başka bir yerde de, Greklerde ve Latinlerde ortak olan görüşün
peşinden gider:
“Arıların akıldan pay aldıklarını öğretiyor, bazıları,
Tanrısal, göksel bir çekim… Çünkü Tanrı, diyor insanlar,
Her şeye, yeryüzüne, engin denizlere
Ve göğün derinliklerine egemendir. Büyük ve küçükbaş hayvan Sürüleri,
insanlar ve her tür hayvan doğduğunda
Bu kısa yaşamı tanrıdan alır; evet, sonra her şey
Ona döner; bozulmuşlardır, sonra düzeltilirler;
Ölümün yeri yoktur; ama hâlâ canlı olarak yıldızlı
Saflara, göğün yüksekliklerine uçarlar.”21
Đnsanların yüreklerinde dine bağlılığı oluşturan ve besleyen değerin, dünyaya hayat
veren ve harekete geçiren evrensel zihinle ilgili nasıl bir kurgu olduğuna bakın! Murdar köpek
Lucretius’un, bu ilkeyi edindiği, Tanrı’ya saygısızca sözlerinde bu, çok daha net görülür.
Aslında bu korkmamız ve tapmamız gereken gerçek Tanrı’yı kovmak için, sığ bir ilah
yaratıyor. Saygılı bir düşünceden gelmek koşuluyla, doğanın Tanrı olduğunun saygıyla
söylenebileceğini kuşkusuz kabul ediyorum; ama bu kaba ve uygun olmayan bir söz olduğu,
tam tersine doğa Tanrı tarafından emredilmiş bir düzen olduğu için, Tanrı’yı şaşkınlıkla alt
sıradaki işleriyle karıştırmak, özel bir içten bağlılık gerektiren böyle önemli konularda
tehlikelidir.22
20
Vergil, Aeneid VI. 724-730 (çev. LCL Vergil I. 556 vd.)’dan H. R. Fairclough’dan uyarlama
21
Vergil, Georgias IV. 219-227 (çev. LCL Vergil I. 210 vd.)’dan H. R. Fairclough’dan
uyarlama
22
Bu cümleler, Seneca’yı, “doğanın Tanrı’dan başka bir şey olmadığını” gördüğü için,
Stoacıların en iyisi olarak öven Lactantius’un ifadelerini yansıtmaktadır. Ama Lactanius, bu
bir tutmanın yol açtığı şaşkınlığa da değinir.
18
Her birimiz ne zaman O’nun doğasını düşünsek, Kendisine güveneceğimiz şekilde
bütün doğalara egemen olan, imanımızı, tapınmamızı ve isteklerimizi Kendisine yönlendiren
tek Tanrı’nın olduğunu hatırlayalım. Đçimizdeki tanrısal doğaya tanıklık eden çok dikkat
çekici armağanlara sahip olmak ama istediğimizde bize bunları veren Yazara tepeden bakmak
kadar hiçbir şey akıl almaz değildir. Onun gücünün net tezahürleri bizi O’nu düşünmeye iter!
Sözüyle bu sonsuz gökyüzü ve yeryüzü kütlesini desteklemenin; kimi kez sadece başını
sallayarak şimşeklerle onu sarsmanın, yıldırımlarla her şeyi yakmanın, havayı ani bir
parıltıyla tutuşturmanın; kimi kez de çeşitli fırtınalarla bozmanın, sonra da Kendi zevki için
bunları bir anda durdurmanın; yüksekliğiyle, yeryüzünü sürekli yıkmakla tehdit eder gibi
görünen denizi zorlamanın, denizi sanki havaya asmanın23; kimi kez rüzgârların coşkun
gücüyle korkunç bir şekilde denizi harekete geçirmenin; kimi kez dingin dalgalarla onu
yeniden sakinleştirmenin O’nun gücünde yattığı bizim için yeter ki, bilinmez olmasın! Doğa
hakkında şurada burada, aslında özellikle de Eyüp Kitap’ında ve Yeşaya’da rastlanan
tanıklıklarda Tanrı’nın gücünü övmek de bu temaya dâhildir. Bunları şimdi isteyerek
geçiyorum, çünkü Kutsal Yazı’daki evrenin yaratılışı konusunu tartışacağım daha uygun bir
yer olacak. Şimdi bu yolla Tanrı’yı aramanın hem yabancıların hem de O’nun ev halkının
arasında yaygın olduğuna değinmek istiyorum. Yeter ki, bu şemanın altında ve üstünde
O’nunla diri bir benzerliğin ana çizgilerinin izinden gitsinler. Büyük olasılıkla bu, bizi O’nun
sonsuzluğunu düşünmeye sevk ediyor; çünkü her şeyin kökeni Kendisinden çıkan, sonsuz
olmalı ve O’ndan gelen bir başlangıç olmalıdır. Üstelik bir zamanlar bütün bunları yaratmaya
ve şimdi korumaya yönelmesinin nedeni aranırsa, bunun, sadece O’nun iyiliği olduğunu
görürüz. Ama bu tek neden bile, bizi O’nun sevgisine çekmek için yeterinden de fazladır.
Peygamberin duyurduğu gibi, Tanrı’nın, bütün yapıtları arasında sevecenliğinin kapsamadığı
hiçbir varlık yoktur [Mez. 145:9; Krş. Sirak 18:11; 18:9].
23
Calvin’in geleneksel kozmolojisine göre, deniz “çevrimli olmalı ve havadan daha ağır ama
yeryüzünden daha hafif bir unsur olarak, yeryüzünün bütün çevresini kaplamalıydı”.
Yaratılışta, kuru toprakların ortaya çıkması için denizi ayıran Tanrı, artık şimdi kumdan
engellerin ötesinde denizi “sürekli emir vererek” dizginlemektedir. “Bu nedenle, denizin
bütün yeryüzünü kaplamasını, itaat ettiği Tanrı’nın emrinden başka bir şeyin engellemediğini
öğreniyoruz.”
19
8 . Tanrı’nın hükümranlığı insanların yaşamlarını etkileyerek yönlendirir
Bu amaçla peygamber, umutsuz darboğazlarda Tanrı’nın aniden hiç umulmadık harika
bir biçimde yoksulların ve neredeyse kaybolanların imdadına koştuğunu unutmaz; çölde
dolaşanları vahşî hayvanlardan korur, sonunda yollarını yeniden buluncaya kadar onlara
öncülük eder [Mez. 107:4-7]; yoksullara ve açlara yiyecek sağlar [9. a.]; mahkûmları iğrenç
zindanlardan ve demir bağlarından kurtarır [10-16. a.]; gemi kazası geçirenleri zarar
görmeden yeniden limana götürür [23-30 a.]; neredeyse ölmüş birinin hastalığını iyileştirir
[17:20. a.]; yeryüzünü sıcaklık ve kurulukla yakar ya da lütfuyla esrarlı biçimde sulayarak onu
bereketli kılar [33-38. a]; kalabalığın içinden en alçakgönüllüyü kaldırır ya da çalımlıları üst
düzeydeki saygınlıklarından aşağı atar [39-41. a.]. Peygamber bu tür örnekler vererek, bizim
şans eseri meydana geldiğini düşündüğümüz böyle şeylerin göksel sağlayışın, özellikle de
babaca sevecenliğin çok sayıda kanıtı olduğunu belirtir. Tanrı adamına sevineceği bir dayanak
verilir. Günahlılara ve kötülere gelince, ağızları kapatılır [42. a.]. Ama hatalarının içine
gömülmüş birçok kişi bu göz kamaştıran tiyatroda24 körleştiği için, Tanrı’nın bu işlerini
bilgece tartmanın bambaşka ender bir bilgelik olduğunu haykırır [43. a.]. Aksi takdirde
onların, hiçbir şekilde yarar elde edemeyeceklerini görür. Kuşkusuz Tanrı’nın görkemi ne
kadar çok parıldarsa da, yüz kişiden biri ender olarak bunu görür!
O’nun gücü ve bilgeliği hiçbir şekilde karanlıkta gizlenmez. Herkesin fikrince
yenilmez olan imansızların gaddarlığı bir anda yenildiğinde, kibirlerinin hakkından
gelindiğinde, en güçlü savunmaları yıkıldığında, mızrakları ve zırhları paramparça
edildiğinde, güçleri kırıldığında, entrikaları tersine döndürüldüğünde, önemlerini
kaybettiklerinde; onları göklere çıkaran küstahlıkları yeryüzünün merkezine kadar
indirildiğinde; tam tersine, alçakgönüllü tozların içinden kaldırıldığında ve düşkün pislik
yığınının içinden çıkarıldığında [Mez. 113:7]; eziyet edilen ve bağrı yanan büyük
sıkıntılardan kurtarıldığında; umutsuzlara yeniden iyi umutlar verildiğinde; silahsız ve güçsüz
birkaç kişi zaferi silahlı ve güçlü çok sayıda kişinin elinden kaptığında O’nun gücü açıkça
görülür. Aslında her şeyi en iyi fırsatlarda bahşettiğinde; dünyadaki bütün bilgeliği
utandırdığında [Krş. 1Ko. 1:20]; “bilgeleri kurnazlıklarında yakaladığında” (1Ko. 3:19; Krş.
Eyü. 5:13] bilgeliğinin yetkinliği ortaya çıkar. Kısacası, O’nun en iyi şekilde düzenlemediği
hiçbir şey yoktur.
24
Birçok yerde Calvin göklerden ve yeryüzünden Yaratan’ın görkemini görebileceğimiz bir
tiyatro (theatrum) diye söz eder.
25
Burada Calvin, Tanrı bilgisiyle bağlantılı olarak beyinle (cerebrum) yürek (cor) arasındaki
farkı belirtmektedir. Karakteristik olarak yüreğe önem vermektedir.
20
araştırmaya cesurca bir merakla girişmek değil, bize yakınlaştığı ve bizimle dost olduğu, bir
şekilde Kendisini anlattığı işlerinde O’nu derin derin düşünmektir. Elçi, Tanrı bütün gücüyle
bizim içimizde olduğu için, O’nu uzaklarda aramamız gerekmediğini söylerken bundan söz
ediyordu [Elç. 17:27-28]. Bu nedenle Davut, önce O’nun kelimelerle anlatılamayan
büyüklüğünü söyledikten [Mez. 145:3] sonra işlerinden söz etmeye başlamakta ve
büyüklüğünü duyuracağını açıklamaktadır [Mez. 145:5-6; Krş. Mez. 40:5]. Bu nedenle, bizi
çok heyecanlandırırken, aynı zamanda zihinsel gücümüzü de sürekli şaşkınlık içinde
bırakabilen, Tanrı’yı böyle ayrıntılı araştırmak da bizim için uygundur. Ve Augustinus başka
bir yerde, O’nun büyüklüğünden umutsuzluğa kapılarak O’nu kavrayamayacağımızı
öğretirken, biz O’nun iyiliğiyle yenilenebilelim diye işlerine bakmalıyız.
(Ne var ki, O’nu tanımayı ve O’na tapmayı başaramayan insan batıl inanca ve
kargaşaya düşer, 11-12)
11 . Tanrı’nın yaratılıştaki tanıklığı bize yarar sağlamaz
Ama RAB, hem Kendisini hem sonsuza dek sürecek olan Krallığını işlerinin
aynasında açıklasa da, biz o kadar aptalız ki, böylesine apaçık tanıklıklar karşısında
anlayışsızlığımız giderek artmakta ve bu tanıklıklar, bize yarar sağlamadan akıp gitmektedir.
Evrenin bu çok güzel yapısı ve düzeniyle ilgili olarak, gözlerimizi gökyüzüne kaldırdığımızda
ya da yeryüzünün çeşitli bölgelerine baktığımızda kaçımızın aklına Yaratan’ı hatırlamak gelir
ve kaçımız aylak aylak oturup O’nun işlerini, Yazarlarını göz ardı etmeden düşünürüz?
Aslında doğanın sıradan işleyişinin dışında her gün meydana gelen bu olaylarla ilgili olarak,
insanların, Tanrı’nın sağlayışıyla yönetilmelerinden çok, ayrım gözetmeyen kör talihin
anaforuna kapılarak eğilip büküldüklerini kaçımız sanmayız? Kimi kez bunların yol
21
göstermesi ve yönlendirmesiyle Tanrı’yı düşünmeye yöneliriz; bu, zorunlu olarak herkesin
başına gelir. Gelişigüzel bir Tanrısallık kavramı edindiğimizle, hemen bedenimizin
çılgınlıklarına ya da kötü hayallerine geri döneriz ve boş gururumuzla gerçek Tanrı’yı
yozlaştırırız. Bir açıdan aslında birbirimize benzemeyiz, çünkü her birimiz kendine özgü
hatasını kendince yapar; yine de hepimiz tek gerçek Tanrı’yı olağanüstü önemsemeyerek terk
etmekte birbirimize çok benzeriz. Sadece sıradan halk ve kıt zekâlı insanlar değil, en
yetkinlere ve olağanüstü farkındalık bahşedilmiş olanlara da bu hastalık bulaşır.
Bu açıdan, bütün felsefeciler kabilesi akılsızlıklarını ve ahmaklıklarını ne kadar net
konuşarak gösterirler! Başkalarını (son derece akılsızca davrananları) bağışlayabilsek de, dine
hepsiden daha çok bağlı ve basiretli olan Platon bile, yuvarlak dünyasının içinde
kaybolmaktadır. Görevleri, başkalarının yolunu aydınlatmak olan öncü zihinler yolunu şaşırıp
tökezlediğinde diğerlerine ne olmaz! Đnsanın yaptığı işlerin denetlenmesi, sağlayışı o kadar
açıkça gösterir ki, bunu yadsıyamayız; yine de bundan, talihin pervasız isteminin her şeyi
altüst ettiğine inandığımızdan daha çok yarar sağlamayız – boş gurura ve hataya yatkınlığımız
ne kadar büyüktür! Tanrı gerçeğine ölçüsüz saygısızlık eden çılgın kaba saba halktan değil, en
yetkinlerden söz ediyorum her zaman.
12
Calvin, resimsel labirent figürünü, insanın düş kırıklığının ve içindeki kargaşanın simgesi
olarak yazılarında sık sık kullanır.
13
Kuşkusuz burada Calvin’in aklında, Cicero’nun Epikouros’cuları pratik ateizmle suçladığı
Nature of the Gods’ından birçok bölüm vardır; ama Rabelais gibi çağdaşlarını da örtük
şekilde eleştirmektedir.
22
yapacaklarını düşünüyorlar, çünkü Tanrı’nın varlığını açıkça inkâr etmeyi tanrılar
oluşturmaya ve bitmez tükenmez kavgaları kışkırtmaya tercih ediyorlar. Ama bu insanlar çok
akılsızca bir hükme varıyor ya da kendi imansızlıklarını gizlemek için insanların
bilgisizliklerinin yol açtığı bir bulut oluşturuyorlar; bu cahillik Tanrı’dan ayrılmak için en
küçük bir gerekçe değildir. Ama bilgili ve bilgisiz insanların aynı zamanda bu kadar görüş
ayrılığında olacakları bir şey olmadığını hepsi kabul ettiği için, insanların Tanrı’yı ararken
böyle yoldan çıkan zihinlerinin, göksel gizemler konusunda aptaldan ve körden daha fazlası
olduğu sonucuna varılabilir. Bazıları Simonides’in verdiği yanıtı övüyorlar. Despot yönetici
Hiero, Tanrı’nın ne olduğunu ona sorduğunda düşünmek için bir gün istemişti. Ertesi günü
despot ona aynı soruyu sorduğunda iki gün daha istemişti. Günlerin sayısı sık sık ikiye
katlandıktan sonra en sonunda “Ne kadar düşünsem bana o kadar içinden çıkılmaz geliyor”
yanıtını vermişti. Kendisine bu kadar içinden çıkılmaz gelen bir konudaki kararı aslında
akıllıca ertelemişti. Ortaya çıkan şu ki, eğer insanlar sadece doğadan öğrenselerdi, kesin,
güvenilir ya da net olmayan bir şeye inanmayacaklardı ama bilinmeyen bir tanrıya taparken
yanıltıcı ilkelere çok bağlı olacaklardı [Elç. 17:23].14
14
Doğal teoloji (özel vahyin yardımı olmadan, günahın koşulları altındaki insanların Tanrı
konusunda akıl yürütmesi) 12. madde dâhil bu bölümün konusudur. Calvin’in bu konudaki
görüşünü belirten yukarıdaki sözlerin onun bütün yazılarında yer aldığı konusunda bütün
bilginler aynı görüştedir. Yine de bu doğal teolojinin Hıristiyanlara, özellikle de Hıristiyan’ın
doğaya bakışındaki rolüne ne yararı olduğuyla ilgili Calvin’in görüşü konusunda yorumcular
arasında kesin görüş ayrılıkları vardır.
23
suçludur [Yu. 4:22]. Ve kuşkusuz en iyi yasa uzmanları bile, dinin halkın genel görüşü
üzerine kurulduğunu kabul etmekten daha öteye gitmemişlerdir. Dahası Ksenofon’a göre,
Sokrates, herkesin tanrılara kendi atalarının tarzında ve kentinin töresine göre tapınmasını
emreden Apollon kahinini över. Ama sıra ölümlülerin kendi yetkileriyle yorumlayabildikleri
bu yasaya geldiğinde, dünyayı çok aşan nedir? Ya da kendisine insan şeklinde öğretilen bir
tanrıya tereddüt etmeden kabul etmek için kim atalarının buyruklarına veya halkın istemine
boyun eğebilirdi? Herkes başka birinin kararına boyun eğmektense kendi kararında
diretecekti. Bu durumda, kentin töresi ya da gelenek antlaşması dine bağlı kişiler zincirinin
Tanrı’ya taparken izlemeleri için çok güçsüz ve çok çelimsiz olduğu için, Tanrı’ya kalan,
gökyüzünden Kendisi hakkında tanıklık etmektir.
15
Tanrı’nın yarattıklarının O’nun görkemini duyurması Calvin’in sevdiği bir düşüncedir.
24
bilgilik, iyilik ve güç kaynağından başka bir şeye bağlıyoruz. Üstelik O’nun gündelik
eylemlerini günahkârca yargılarımızla öyle gizliyoruz, öyle alaşağı ediyoruz ki, onların ve
övgüye layık Yazarlarının görkemlerini ellerinden kapıyoruz.
VI. BÖLÜM
KUTSAL YAZI, YARATAN TANRI’YA GELECEK HERKES ĐÇĐN
REHBER VE ÖĞRETMEN OLARAK GEREKLĐDĐR
1. Tanrı, Kendisi hakkındaki gerçek bilgiyi bize sadece Kutsal Yazı’larda bahşeder
Bütün insanların gözlerinin önünde, hem gökte hem yeryüzünde doğan bu parlaklık
insanların nankörlüğüne verilen desteğin geri çekilmesi için yeterinden fazladır –tıpkı
Tanrı’nın, insan ırkının aynı suçluluk duygusunu duyması için, yarattıklarında resmettiği
varlığını ayrıcalıksız herkesin önüne koyması gibi. Buna rağmen, evreni Yaratan’a daha
doğrudan yönlenmemiz için daha iyi başka bir yardımın da olması gereklidir. Kurtuluşu
öğreten Söz’ünün ışığını eklemesi boşuna değildir; bir araya getirmekten hoşlandığı,
Kendisine daha yakın ve daha içten olanları bu ayrıcalığa değer bulur. Bütün insanların
zihinlerinin karıştığını ve altüst olduğunu gördüğü için, Yahudileri Kendi sürüsü olarak
seçtikten sonra, diğerleri gibi onlar da unutup gitmesinler diye, onları korumaya almıştır.
Yoksa diğer herkesin önünde sağlam durdukları görülenler bile, kısa sürede eriyip gittikleri
için, Kendisi hakkındaki pak bilgide bizi geçerli bir nedenden dolayı aynı yolla korumaktadır.
Önlerine en güzel kitabı bile koysanız, tıpkı yaşlı ya da gözleri kızarmış ve iyi göremeyen
insanlar gibi, bunun bir tür yazı olduğunu anlasalar da, ender olarak iki kelimeye anlam
verecekler ama gözlük yardımıyla26 açıkça okumaya başlayacaklardır. Zihinlerimizde çok
karmakarışık, anlayışsızlığımız nedeniyle dağınık olan Tanrı bilgisini toplayan Kutsal Yazı
bize gerçek Tanrı’yı net olarak göstermektedir. Bu nedenle, Tanrı’nın, sadece dilsiz
öğretmenleri kullanmadığı, Kendi kutsal dudaklarını da açarak kilisesine bilgi verdiği yerde,
bu özel bir armağandır. Sadece seçilmişlere bir tanrıyı aramayı öğretmez, arayacakları
Tanrı’nın Kendisi olduğunu da gösterir. Kilisesi için bu planı O, başlangıçtan beri
sürdürmektedir, bu nedenle bu sıradan kanıtların dışında, Kendisini tanıtacak çok daha
doğrudan ve çok daha kesin bir işaret olan Sözü’nü de ortaya koymaktadır.
26
Olasılıkla bu benzetme Calvin’in, yaratılışta Tanrı’nın vahyiyle ilgili olarak, Kutsal Kitap’ın
rolünü belirten bir ifadesidir. Calvin konusunda yapılan modern çalışmalarda bu ifade ve neyi
belirttiği konusunda çeşitli tartışmalar vardır.
25
tartışmayacağımı hatırlayacaklardır. Ama burada sadece, evreni Yaratan Tanrı’yı, sahte
tanrılar kalabalığından ayıran kesin işaretleri Kutsal Yazı’dan nasıl öğreneceğimizi
tartışacağım. Sonra sırasıyla bu dizi bizi kurtuluşa götürecektir.27 Mesih’ten açıklamalı olarak
söz edilen Yeni Antlaşma’yla Yasa’dan ve Peygamberlerden de birçok tanıklık elde edeceğiz.
Buna rağmen her şey şu sonuca varma eğilimi göstermektedir, evrenin Sanatçısı Tanrı bize
Kendisini Kutsal Yazı’da göstermekte ve bilinmeyen bir tanrıyı yanlış yollarda aramayalım
diye, Kendisi hakkında ne düşüneceğimizi Kutsal Yazı’da ortaya koymaktadır.
27
Krş. II. v. 7; II. xvi. 20.
28
Calvin burada Kutsal Yazı’nın orijinalindeki esinlenme tarzını açıklamz. Yine de anlatım
tarzıyla, bunun mekanik bir sözlü dikte olmadığını, Kutsal Kitap yazarlarının yüreklerine
giren Tanrısal gerçeğin bildirildiğini öne sürmektedir.
29
Krş. II. vii ve viii.
26
açıktır. Tanrı’yı ciddi olarak pak bir şekilde düşünmek istiyorsak, bu doğru yolda ilerlemeye
gayret etmeliyiz. Tanrı’nın işlerinde gerçek ve canlı olarak anlatıldığı yere, Söz’e gelmeliyiz,
diyorum. Bu işler bizim bozuk yargımızla değil, sonsuz gerçeğin kuralıyla
değerlendirilmelidir. Az önce dediğim gibi, yorucu bir hızda gayret etsek bile, Söz’den
saparsak, yoldan çıktığımız için yine de hedefe ulaşamayız. Şöyle akıl yürütebiliriz, elçinin
bile, “yaklaşılmaz” dediği [1.Ti.6:16] Tanrısal desteğin görkemi, Söz’ün ipliği bize kılavuzluk
etmedikçe bizim için esrarlı bir labirent gibidir; bu nedenle, bütün hızla bunun dışında
koşmaktansa bu yolda toparlayarak gitmek daha iyidir. Bu nedenle Davut sık sık pak din
gelişsin diye yeryüzünden batıl inancı uzaklaştırmamız gerektiğini öğretirken Tanrı’dan
egemen diye söz eder [Mez. 93:1; 96:10; 97:1; 99:1 ve diğerleri]. “Egemen” sözüyle O’na
bahşedilen ve bütün doğayı yönetirken uyguladığı gücü değil, yasal hükümranlığında belirttiği
öğretişten söz eder. Çünkü gerçek Tanrı bilgisi insanın yüreğine ekilinceye kadar orada
hatalar kök salmadan durmayacaktır.
VII. BÖLÜM
27
gibi, ancak insanlar bunların gökten geldiğini kabul ettiklerinde, imanlılar Kutsal Yazı’lara
tam yetki verirler. Bu konu çok daha ayrıntılı ele alınmaya ve üzerinde daha dikkatle düşünüp
taşınmaya değer. Ancak bu konunun öneminin gerektirdiğinden çok bu çalışmanın planının ne
gerektirdiğini göz önünde tutarsam okurlarım beni bağışlayacaklardır.
Ne var ki, çok zararlı bir hata geniş ölçüde yaygındır. Bu da, Kutsal Yazı’nın ancak
kilise onay verirse çok önemli olduğudur. Tanrı’nın sonsuz ve çiğnenemeyen gerçeği
insanların kararına bağlıymış gibi! Şunu sorarak Kutsal Ruh’la alay ediyorlar: Bu yazıların
Tanrı’dan geldiğine bizi kim inandırabilir? Kutsal Yazı’nın bugüne kadar tam ve el değmeden
geldiği güvencesini bize kim verebilir? Kilise bu konularda kesin bir kural belirlemezse bir
kitabı saygıyla kabul etmemize, başka birini dışlamamıza bizi kim ikna edebilir? Kilisenin
kararına bağlı olarak, Kutsal Yazı’ya nasıl saygı gösterilmeli ve hangi kitaplar kilisenin
kanonları sayılmalıdır, diyorlar. Bu durumda bu saygısız insanlar, basit düşünen insanlara
kilise her şeye yetkilidir düşüncesini dayatabilmek için, kilise kisvesi altında ölçüsüz bir
despotluk yapmak isteyerek, kendilerini ve başkalarını nasıl bir saçmalıklar ağına
düşürdüklerine aldırmıyorlar. Böyle olsa bile, şayet bütün sonsuz yaşam vaatleri insanların
kararlarına dayanıyorsa ve sadece buna bağlıysa, sağlam bir sonsuz yaşam güvencesi arayan
zavallı vicdanlara ne olacak? Böyle bir yanıt aldıklarında bocalamaları bitip, titremeleri
geçecek mi? Ayrıca bunun sadece insanların keyfine bağlı istikrarsız bir yetkisi olduğuna
inanırsak, imanımız dinsizlerin alaylarıyla karşı karşıya gelecek, insanlar kuşkuya
düşeceklerdir!
28
tutulmasaydı Tanrı’nın kesin gerçeği olarak Müjde’yi kucaklamazdı, anlamındadır. Mesih’i
henüz tanımayan birinin, insanlara saygı duyması nasıl bir mucize olurdu! Bu durumda
Augustinus, Tanrı insanlarının imanının kilisenin yetkisi üzerine kurulduğunu öğretmiyor;
Müjde’nin kesinliğinin buna bağlı olduğu görüşünü de savunmuyor. Kilisedeki görüş birliği
imansızları zorlamazsa onları Mesih’e kazanmak için, Müjde’nin kesinliğinin olmayacağını
öğretiyor sadece. Biraz sonra şunları söyleyerek bunu onaylıyor: “Kendi inandığımı överken
ve sizin inandığınıza gülerken bizim yargılanacağımızı ya da bize bir şey yapılacağını nasıl
düşünüyorsunuz? Bizi kesin şeyleri öğrenmeye çağıran ve kesin olmayan şeylere inanmayı
yasaklayan insanları yüzüstü bırakmamalı mıyız? Bu imanla güçlenerek, önce inandığımızı
anlamaya layık olabildiğimizi görecek kadar yeterince güçlü olmadığımıza inanmamız için
bizi davet edenlerin izin gitmeli miyiz? – insanlarla değil, bizi içten güçlendiren ve zihnimizi
aydınlatan Tanrı’yla birlikte.”
Bunlar Augustinus’un kendi sözleri. Bunlardan, kutsal birinin niyetinin, Kutsal
Yazı’dan inandığımız imanı kilisenin onayına ya da hükmüne bağlamak olmadığı sonucuna
varmak herkes için kolaydır. O, sadece bizim de doğruluğunu kabul ettiğimiz şeye işaret
ediyor: Tanrı’nın Ruh’uyla henüz aydınlanmamış olanlar, kiliseye duydukları saygıyla
öğrenebilir duruma gelirler, öyle ki, Müjde’den öğrendikleri Mesih’e imanı sürdürebilsinler.
Bu nedenle Augustinus, kilisenin yetkisinin, bizi Müjde’ye iman etmeye hazırlayan bir
başlangıç olduğunu öne sürer. Çünkü gördüğümüz gibi, Augustinus, Tanrı insanının
kesinliğinin çok farklı bir temele dayanmasını ister. Başka yerde Augustinus’un, Manicilerin
yalanladıkları Kutsal Yazı’yı savunmak isteğinde, çoğunlukla bütün kilisenin oybirliğiyle
onlara baskı yaptığını yadsımıyorum. Bu nedenle, Faustus’u – çok sağlam, çok istikrarlı olan,
bu kadar muhteşem bir biçimde övülen ve elçilerin döneminden başlayarak birbirini izleyen
kuşaklara devredilen- Müjde’nin gerçeğine boyun eğmemekle suçlar. Ama bizim Kutsal
Yazı’ya verdiğimiz yetkiyi insanların belirlemesine ya da bu yetkinin insanların kararına bağlı
olduğunu öğretmek Augustinus’un aklına gelmez. Sadece kilisenin evrensel kararını belirtir,
çünkü bu durumda bunun büyük önemi vardır. Bu konuda Augustinus karşıtlarından
üstündür. Şayet biri daha iyi bir kanıt isterse, (s. 78) Augustinus’un küçük kitabı Đnancın
Yararı’nı okusun. Burada okur, onun, inanmamız için tek bir neden önerdiğini görecektir. Bu
da, yazarın da söylediği gibi, irdeleyici bir yaklaşım sağlayan uygun bir başlangıçtır; yine de
tek bir görüşü kabul etmemeliyiz, kesin ve sağlam gerçeğe güvenmeliyiz.
30
I. vii. 1
29
çıkan işaretlerini gördüklerine dair zorla bir açıklamada bulunuyorlar. Kutsal Yazı’nın
öğretişinin gökten geldiği buradan bellidir. Kutsal Yazı’daki bütün kitapların diğer bütün
yazılardan üstün olduğunu biraz sonra göreceğiz. Evet, gözlerimizi saf ve duygularımızı
dürüst olarak Kutsal Yazı’ya çevirirsek, Tanrı’nın büyüklüğü hemen ortaya çıkacak, cesur
itirazımızı hizaya getirecek ve bizi itaat etmek zorunda bırakacaktır.
Ne var ki, tartışmayla Kutsal Yazı’da sağlam bir iman inşa etmeye çalışanlar olayları
geriye götürüyorlar. Bence, büyük bir beceri ya da güzel konuşma üstünlüğüm olmasa da,
Kutsal Kitap’ın aleyhinde konuşurken dirayetli ve hazırcevap görünmek isteyen, Tanrı’dan
en kurnaz şekilde nefret edenlerle mücadele etseydim, yaygaracılıklarını bastırmanın benim
için güç olmayacağına inanıyorum. Tartışmalarını çürütmek yararlı bir uğraş olsaydı pusuya
yattıkları yerlerde homurdandıkları övünmelerini yerle bir etmekte büyük zorluk çekmezdim.
Ama biri, Tanrı’nın Kutsal Sözü’nü insanın kötü sözlerinden arındırırsa, dine bağlılığın
gerektirdiği bu kesinliğin damgasını onların yüreklerine hemen vurmayacaktır. Đnanmayan
insanlara göre, din sadece bir fikir olarak ayakta kaldığından, hiçbir şeye akılsızca ya da
düşünmeden inanmamak için, Musa’nın ve peygamberlerin konuşmalarının Tanrı’dan
geldiğinin mantıklı bir kanıtını isterler ve bunu sorarlar. Ama yanıtlıyorum: Ruh’un tanıklığı
başka her nedenden daha yetkindir. Tanrı tek başına Sözü’nde Kendisine uygun şekilde
tanıklık ettiği gibi, Söz de Ruh’un içteki tanıklığıyla mühürlenmeden önce insanların
yüreklerinde kabul görmeyecektir. Bu nedenle, peygamberlerin ağızları aracılığıyla konuşmuş
olan aynı Ruh, peygamberlerin, Tanrı’nın emirlerini sadık şekilde duyurduklarına ikna etmek
için yüreklerimize işlemelidir. Yeşaya, bu bağlantıyı şu sözlerle çok yerinde olarak ifade eder:
“Üzerindeki Ruhum, ağzına koyduğum sözler şimdiden sonsuza dek senin, çocuklarının,
torunlarının ağzından düşmeyecek” [Yşa. 59:21]. Đmansızlar, cezaya çarptırılmamış olanlar
Tanrı’nın Sözü’nün aleyhinde homurdandıklarında, bazı iyi insanlar elde hazır net bir kanıt
olmadığı için endişe ederler. Sanki Tanrı insanının imanını onaylayan Ruh’a hem “mühür”
hem de “güvence” denmiyormuş gibi [2Ko. 1:22]; çünkü Kutsal Ruh yüreklerini
aydınlatıncaya kadar insanlar kuşkuların içinde sendeleyip dururlar!
30
olarak buna dayanır; son olarak da, öyleyse bu, sadece göksel açıklamadan doğabilen bir
duygudur. Her imanlının kendi içinde yaşadığından başka bir şeyden söz etmiyorum ben -yine
de sözlerim konuyu tam olarak açıklamanın çok gerisinde kalıyor.
Şimdi daha fazlasını söylememek için kendimi tutuyorum, çünkü bu konuyu başka
yerde tartışma fırsatım olacak.31 O zaman, tek gerçek imanın, Tanrı’nın Ruhu’nun yüreğimize
vurduğu mühür olduğunu bilelim. Aslında en alçakgönüllü ve öğrenmeye en açık okur, bu tek
nedenle yetinecektir: Yeşaya, yenilenen kilisenin bütün çocuklarına “Tanrı’nın öğrencileri
olma” sözü vermiştir [Yşa. 54:13]. Tanrı, insan ırkından tümüyle ayırdığı seçilmişlerini bu
eşsiz ayrıcalığa değer bulmaktadır. Aslında gerçek öğretişin başlangıcı, Tanrı’nın sesine kulak
vermeyi hemen istemekten başka nedir? Ama yazılmış olduğu gibi, Tanrı, Musa’nın ağzından
duyurmak istemektedir: “O göklerde değil ki, ‘Kim bizim için göğe çıkacak? Kim yerine
getirmeniz için onu alıp yayacak?’ diyesiniz. Tanrı sözü size çok yakındır” [Yas. 30:12, 14;
Mez. 107:26]. Şayet Tanrı, bu anlayış hazinesinin çocuklarından gizlenmesini istiyorsa, bu
insan kalabalığının bu kadar bilgisiz ve akılsız olmasında şaşılacak bir şey ya da bir
anlamsızlık yoktur! Bu “kalabalığa”, kilisenin gövdesine aşılanıncaya kadar, bazı önde gelen
insanları da dâhil ediyorum. Ayrıca Yeşaya, sadece yabancılara değil, RAB’bin ev halkının
üyeleri diye sayılmak isteyen Yahudilere de peygamberlik öğretisinin inancın dışında olacağı
yolunda uyarıda bulunur, aynı zamanda da nedenini ekler: “RAB’bin gücü” herkese
“açıklanmayacaktır” [Yşa. 53:1]. O zaman imanlıların sayısının azlığı bizi huzursuz ettiğinde,
sadece bu açıklamanın yapıldığı kişilerin Tanrı’nın gizemlerini anlayabildiği sözünü
hatırlayın.
VIII. BÖLÜM
KUTSAL YAZI’NIN GÜVENĐLĐRLĐĞĐNĐ KANITLAMAK ĐÇĐN, ĐNSAN
AKLININ ERDĐĞĐ KADARIYLA ELĐMĐZDE YETERLĐ SAĞLAM
KANITLAR VARDIR
(Kutsal Yazı’nın eşsiz görkemi, etkileyiciliği ve çok eskiliği, 1-4)
1 . Kutsal Yazı insanın bütün bilgeliğinden üstündür
Đnsan hükmünden daha yüce ve daha güçlü olan bu kesinlik yoksa Kutsal Yazı’yı
kilisenin ortak görüş birliğiyle kanıtlamak ya da başka yardımlarla onaylamak için
tartışmalarla Kutsal Yazı’nın yetkisini pekiştirmek boşuna olacaktır. Bu temel atılmazsa onun
yetkisine her zaman kuşkuyla bakılacaktır. Tam tersine, saygınlığının layık olduğu tarzda onu
bir kez yürekten benimsediğimizde ve onun sıradan şeylerin üzerinde olduğunu kabul
ettiğimizde –Kutsal Yazı’nın kesinliği zihinlerimize aşılanmadan ve yerleşmeden önce
yeterince güçlü olmayan- tartışmaların yardımı çok yararlı olur. Doymak bilmez bir
çalışmayla – yazıların yücelik kazanabilen diğer niteliklerinin yası sıra- tanrısal bilgeliğin
tasarrufunun çok iyi düzenlenmiş ve çok iyi yerleştirilmiş olduğunu; öğretisinin, dünyasal
hiçbir şeyi andırmayan tümüyle göksel karakterini; her bir parçasının birbiriyle o güzel
uyumunu düşündüğümüzde ardından ne kadar harika bir onaylama gelir. Ama Kutsal
Kitap’ın, dilinin güzelliğinden çok konularının muhteşemliğine hayran bırakarak bizi
büyülediğini düşündüğümüzde, yüreğimiz daha sağlam bir temele oturur. Göksel Krallığın
yüce gizemlerinin basit ve mütevazı kelimelerle açıklanması da Tanrı’nın olağanüstü
sağlayışıydı. Yoksa daha parlak bir konuşma sanatıyla bezenmiş olsaydı, dinsizler onun
sadece güzel konuşma sanatı alanında güçlü olduğunu küçümseyerek iddia edeceklerdi. Bu
ham ve neredeyse ilkel basitlik herhangi bir güzel konuşma sanatından daha çok saygı
31
Üçüncü Kitap’ın konusu olan “Mesih’in lütfunu alma tarzımızın” ele alınmasına giriş
olarak, Ruh’un gizli çalışması ve tanıklığı III. i.ı’de özetlenmektedir.
31
esinlediği için, insan Kutsal Yazı’nın gerçeğinin gücünün söz sanatından açıkça çok daha
fazla olması gerektiğinden başka ne sonuca varmalıdır? Bu nedenle elçi, Korintlilerin
imanının, “insan bilgeliğine değil, Tanrı gücüne” dayandığını öne sürer [1Ko. 2:5], çünkü
onlara verdiği vaazı “insan bilgeliğinin ikna edici sözlerine değil, Ruh’un kanıtlayıcı gücüne
dayanmaya” emanet eder [1Ko. 2:4]. Gerçek, dış dayanaklarla desteklenmediğinde bütün
kuşkulardan arındığı için, kendi kendini desteklemektedir.
Kutsal Yazı’ya özgü olan bu güç, insan yazılarıyla karşılaştırıldığında, bu yazılar her
ne kadar sanatla parlatılsa da hiçbirinin bizi etkileyememesinden bellidir. Demostenes’i ya da
Cicero’yu okuyun; Platon’u ya da Aristoteles’i ve bu sınıftan başkalarını okuyun. Sizi
büyüleyeceklerini, hoşunuza gideceklerini, etkileyeceklerini, olağanüstü derecede aklınızı
başınızdan alacaklarını kabul ediyorum. Ama bunları bırakıp bu kutsal okumaya geçin. O
zaman kendinize rağmen bu sizi o kadar derinden etkileyecek, o kadar yüreğinizde yer
edecek, o kadar iliklerinize işleyecektir ki, bunun derinden etkisiyle karşılaştırıldığında
hatiplerin ve filozofların gayretleri neredeyse sıfır olur. Sonuç olarak, insan çabasındaki bütün
armağanları ve lütufları çok aşan Kutsal Yazıların tanrısallık soluduğunu görmek kolaydır.32
2 . Belirleyici olan biçim değil, içeriktir
Aslında bazı peygamberlerin hoş, net, hatta parlak bir konuşma tarzının olduğunu
kabul ediyorum. Öyle ki, konuşma sanatları seküler yazarlara hiçbir şey bırakmaz; bu
örneklerle Kutsal Ruh, başka yerde kaba ve incelikten yoksun bir biçim kullansa bile,
konuşma sanatından yoksun olmadığını göstermek istemiştir. Ama tatlı ve hoşa giden akıcı
konuşmalarıyla Davut’u, Yeşaya’yı ve benzerlerini ya da daha sert olan biçimlerinin köylülük
çeşnisi verdiği çoban Amos’u, Yeremya’yı ve Zekeriya’yı okuyun, söz ettiğim Ruh’un
görkemi her yerde bellidir. Đblis’in sahte bir benzerlikle basit halkın zihnine sızmak için,
birçok şekilde Tanrı’yı taklit ettiğinin farkındayım. Kültürsüz, hatta barbar bir dille, dinsiz
hataların tohumlarını akıllıca ekmekte ve bunlarla acınacak durumda olan insanları
kandırmaktadır. Çoğunlukla artık kullanılmayan bir dil kullanır ve sahtekârlıklarını bu
maskenin altında saklar. Ama makul bir duygu bahşedilmiş olan herkes bu etkilemenin ne
kadar boş ve iğrenç olduğunu görür. Yine de, Kutsal Yazı söz konusu olduğunda, ne kadar
çok inatçı insan onu kemirmeye çalışsa da, onun, insanların kavrayamadığı düşüncelerle dolu
olduğu bellidir. Her peygambere şöyle bakılsın: Đnsan ölçülerini aşan hiç kimse
bulunmayacaktır. Sonuçta, peygamberlerin öğretilerinin yavan geldiği kişilerin
tomurcuklardan zevk almaktan yoksun oldukları düşünülmelidir.
32
Calvin’in buradaki dili, klasiklere daldıktan sonra Kutsal Yazı’yı içtenlikle çalışmaya
girdiğini, edebi hoşluğun yerini yürekten inanmanın aldığını yansıtmaktadır.
32
değişiminin izlerini çok uzak bir kaynağa kadar sürdüyse Kutsal Yazı’nın eskilikte diğer
yazıları ne kadar geride bıraktığını düşünmeliyiz.
33
kadar özgür oldukları konusu çok açık olduğu için, yalanların babası iftira ederek bunları
büyü sanatlarına bağlar [Krş. Çık. 7:11 ya da 9:11]. Musa, büyücülere ve falcılara
başvuranların taşlanarak öldürülmelerini emredecek kadar bu batıl inanca karşı çıktı [Lev.
20:6]. Bu durumda onun neden büyücü olduğunu tahmin ediyorlar? Tabii ki, bir sahtekâr ün
kazansın diye kalabalıkların zihinlerini etkileme çabasıyla hokkabazlığını kullanır. Ama ya
Musa? Kendisi ve erkek kardeşi Harun’un, Tanrı’nın emirlerinden başka bir şey
yapmadıklarını duyurarak [Çık. 16:7], her türlü iftira izini yeterince silmektedir. Olaylar göz
önünde tutulursa halka yeterince yiyecek sağlamak için ne tür bir büyü her gün gökten man
yağdırabilir? Şayet biri, hakkından fazlasını alıp saklarsa ne tür bir büyü manın kurtlanıp
kokmasıyla ona, imansızlığını Tanrı’nın cezalandıracağını öğretir [Çık. 16:19-20]? Ayrıca
Tanrı, kulunu birçok ciddi kanıtla öyle bir dener ki, günahlı O’na karşı gürültü koparmakta
artık başarılı olamaz. Kimi kez bütün halk gururları ve küstahlıklarıyla ayaklanır; kimi kez
aralarından bazıları Tanrı’nın kutsal kulunu devirmek için suikast yapar. O zaman Musa,
onların öfkelerinden hokkabazlıkla nasıl kurtulabildi? Sonuç, onun öğretisinin her zaman bu
yolla kutsandığını desteklemektedir.
34
Yeremya esirliğin süresini yetmiş yıl olarak belirlediğinde ve geri dönüp özgür kalacaklarına
işaret ettiğinde [Yer. 25 11-12; 29:10], dilinin Tanrı’nın Ruhu’nun yönetiminde olması
gerekmiyor muydu? Peygamberlerin yetkisinin böyle kanıtlarla onaylanmadığını söylemek ve
kendi sözleri için saygınlık iddiasında bulunmak için, bunların şimdiye kadar
gerçekleşmediğiyle övünmek ne kadar utanç vericidir! “Bakın, önceden bildirdiklerim
gerçekleşti. Şimdi de yenilerini bildiriyorum; bunlar ortaya çıkmadan önce size
duyuruyorum” [Yşa. 42:9]. Yeramya’yla Hezekiel’in, aralarında dağlar kadar fark olduğu ama
aynı zamanda da sanki birbirlerine sözleri dikte ettiriyorlarmış gibi, bütün ifadelerinde aynı
görüşte oldukları gerçeğini geçiyorum. Ya Daniel? Sanki genelde bilinen geçmiş olayların
tarihini yazıyormuş gibi, neredeyse altı yüz yıl sonraki olaylar hakkındaki peygamberliklerini
güzel bir dille anlatmadı mı? Şayet Tanrı insanları bunları yüreklerine alırsa, tanrısız
insanların havlamalarını engellemek için iyi donanmış olacaklardır; çünkü bu kanıtın,
kurnazca itirazlara açık olacağı çok bellidir.
33
Suriye’yi yöneten IV. Antiokhos Epiphanes (Đ.Ö. 176-164), Yahudilere eziyet etti, acımasız
yönetimini Makabelerin ayaklanmasına yol açtı.
35
köpekten de fazla utanmazlıklarıyla neye ihanet ediyorlar? Ama böyle kötü iftiraları
yalanlamak için boş yere daha çok çaba harcamadan, RAB, herkesin beklentisinin tersine,
büyük bir yangından kaçırıyormuş gibi Sözü’nü en acımasız ve en vahşî despotun elinden
kaptığında, onu korumaya ne kadar dikkat ettiğini düşünelim burada. Kendi kahinlerini ve
başkalarını, bedeli ödenmiş bu hazineyi kendilerinden sonraki kuşaklara gerektiğinde
hayatları pahasına aktarmakta tereddüt etmesinler diye, böyle büyük bir istikrarla nasıl
silahlandırdığını; yöneticilerle dalkavuklarını vahşî kitap avlarında nasıl düş kırıklığına
uğrattığını düşünelim. Günahlıların, tamamen yok olduğuna kendilerini kandırdıkları bu
kutsal anıtların kısa süre sonra geri geldiği ve yerini bir kez daha hatta daha büyük bir
saygınlıkla aldığı gerçeği, Tanrı’nın dikkate değer ve olağanüstü bir işi diye neden kabul
edilmesin? Çünkü bunu, Kutsal Yazı’yı bütün dünyaya yayın Grekçe çevirisi izlemiştir.34
Mucize, sadece Tanrı’nın, antlaşma Tabletlerini Antiyokus’un kanlı fermanından
kurtarmasında değil, eziyet edilen ve böyle talihsizliklerle tükenen Yahudi halkının
öldürülmesi ama yazıların güvende ve el değmeden kalmasında da görülmektedir. Yahudi
diline sadece değer verilmiyor değildi, neredeyse bilinmiyordu da; elbette onların dinlerine
dikkat etmek Tanrı’nın hoşuna gitmeseydi, bu din tümüyle yok olup giderdi. Yahudiler
sürgünden geri getirildikten sonra ana dillerini doğru kullanmaktan ne kadar saptıkları o
dönemin peygamberlerinde görülmektedir. Bu, dikkate değer bir gerçektir, çünkü bu
karşılaştırmadan, Yasa’nın ve Peygamberin eskiliği çok daha net algılanmaktadır. Ve Tanrı,
Mesih’in kendi döneminde tezahür ettirebildiği Yasa’daki ve Peygamberlerdeki kurtuluş
öğretişini, kimin aracılığıyla bizim için korumuştur [Mat. 22:37-40]? Mesih’in en zorlu
düşmanları olan Yahudiler aracılığıyla. Augustinus, haklı olarak, Yahudilere Hristiyan
kilisesinin “kitapçıları” der, çünkü kendilerinin kullanmadığı okuma malzemesini bize onlar
sağlamışlardır.
34
Đ. Ö. 150 yılında bitirilen, Tevrat’ın en eski Grekçe çevirisi.
36
aniden göksel gizemlerden böyle görkemle söz etmeye başlamaları için, Kutsal Ruh
tarafından yönlendirilmiş olmaları gerçeği açıkça haykırmaktadır.
37
IX. BÖLÜM
FANATĐKLER KUTSAL YAZI’YI BIRAKIP VAHYE UÇARAK TANRI
ĐNSANLARININ BÜTÜN ĐLKELERĐNĐ YERLE BĐR EDERLER
38
verdiği” [1Ko. 11:14] için, çok belli bir işaretle farkına varılmazsa Ruh’un bizdeki yetkisi ne
olacaktır? Ruh, Kendisini RAB’den çok kendilerinde ararken, kaçınılmaz sonlarında
gezinmeyi isteyerek seçen bu zavallı halkın dışındaki bizlere RAB’bin sesiyle çok net işaret
eder. Aslında yine de, her şeyin boyun eğdiği Tanrı’nın Ruhu’nun, Kutsal Yazı’ya boyun
eğmesinin değmez olduğunu öne sürerler. Aslında sanki aynı şekilde her yerde ve Kendisiyle
uyum içinde olmak, her şeyde Kendisiyle aynı görüşte olmak ve hiçbir şeyde değişmemek
Kutsal Ruh için kepazelikmiş gibi! Şayet Ruh’a insanların, meleklerin ya da başka bir şeyin
egemenliği karar veriyorsa o zaman O’na gerilemiş ya da isterseniz, köleliğe indirgenmiş diye
bakılacaktır; ama Kendisiyle karşılaştırıldığında, Kendi içinde düşünüldüğünde, bu durumda
kim O’na haksızlık yapıldığını söyleyecektir? Ne var ki, O’nun böyle sınandığını kabul
ediyorum ama bu sınama, görkemini bize göstermek için O’nun hoşuna giden bir sınamadır.
Đçimize işler işlemez bizim için yeterli olmalıdır bu. Ama Đblis’in ruhu O’nun işaretiyle
içimize gizlice girmesin diye, Kutsal Yazı’lara damgasını vurduğu tasviriyle bize Kendisini
tanıtacaktır. Kutsal Yazı’ların Yazarı O’dur; O, değişemez ve farklılaşamaz. Bu nedenle,
burada Kendisini açıkladığı şekilde kalmalıdır. Kendisinden sapmanın ya da yozlaşmanın
O’na onur getirdiğini düşünmezsek, bu O’nu gücendirmez.
39
işittiklerinde kehanetlerini sürekli hatırladıkları Ruh’un O’ndan başka bir ruh olmadığını
bilirler.
X. BÖLÜM
KUTSAL YAZI, HER BATIL ĐNANCI DÜZELTMEK ĐÇĐN,
PUTPERESTLERĐN BÜTÜN TANRILARININ KARŞISINA TEK BĐR
TANRI ÇIKARMAKTADIR
40
tamamıyla olmasa da aynı sonuca varan apaçık tek bir tanımlamayla Kendisini ortaya koyar.
“Dünyada iyilik yapanın, adaleti, doğruluğu sağlayanın ben RAB olduğumu anlamakla ve
beni tanımakla övünen övünsün” [Yer. 9:24; 1Ko. 1:31]. Özellikle şu üç şeyi bilmemiz elbette
gereklidir: Kurtuluşumuzun tek dayanağı olan merhamet; yanlış yapanları her gün yargılama
ve sonsuza kadar sürecek yıkımlarında onları bekleyen şiddet; imanlıları koruyan ve büyük
bir şefkatle besleyen adalet. Bunlar anlaşıldığında peygamber, Tanrı’yı övmek için bol bol
neden olduğuna tanıklık etmektedir. Ama O’nun ne gerçeğine, ne gücüne, ne kutsallığına, ne
iyiliğine öyle tepeden bakılır. Bu bilgi O’nun ödün vermeyen doğruluğuna dayanmazsa
adaleti, merhameti ve yargısı hakkında gerekli olan bu bilgiyi nasıl edinebiliriz? O’nun
gücünü anlamazsak yeryüzünü yargılama ve adaletle yönettiğine nasıl inanabiliriz? Đyiliğinin
dışında merhameti nereden gelir? Sonuç olarak eğer, “RAB’bin bütün yolları sevgiye”, [Mez.
25:10], yargıya ve adalete [Krş. Mez. 25:8-9] dayanıyorsa burada da kutsallığı görülmektedir.
Aslında Kutsal Yazı’da bize açıklanan Tanrı bilgisi, yarattıklarında damgasının
parıldadığı bilgiyle aynı amaca yönelir. Bizi önce Tanrı’dan korkmaya, sonra da O’na
güvenmeye davet eder. Böylece O’na hem yetkin, masum bir yaşamla ve samimî bir itaatle
tapmayı, sonra da O’nun iyiliğine tümüyle güvenmeyi öğrenebiliriz.
XI. BÖLÜM
TANRI’YA GÖRÜLEN BĐR BĐÇĐM VERMEK YASAYA UYGUN
DEĞĐLDĐR VE GENELDE KĐM PUT DĐKERSE GERÇEK TANRI’YA
ĐSYAN ETMĐŞ OLUR
41
Ama insanların ilkel ve aptalca zekâlarını gördükten sonra, halkın alıştığı sıradan
tarzda konuşan Kutsal Yazı, gerçek Tanrı’yı sahtesinden ayırırken, özellikle O’nunla putlar
arasındaki zıtlığı ortaya koyar. Bunu, filozofların daha zarif ve hassas biçimde öğrettiklerini
onaylamak için değil, herkes kendi kurgusuna sarılırken, dünyanın Tanrı’yı akılsızca, hayır
çılgınca aradığını daha iyi ortaya koymak için yapar. Bu nedenle, her yerde rastlanan bu bariz
tanım, insanların kendi görüşleriyle kendileri için oluşturdukları tanrısallığı bütünüyle yok
eder: Tanrı’nın, tek ve gerçek tanıdığı Kendisidir.
Bu arada, bu vahşî akılsızlık– Tanrı’nın görülen figürleri için yanıp tutuşmak ve
böylece tahta, taş, altın, gümüş ya da diğer ölü ve bozulabilen maddelerden tanrılar yapmak –
bütün dünyayı ele geçirdiği için, şu ilkeye sarılmalıyız: Tanrı’nın yüceliği, bir biçim
atfedildiğinde dinsiz bir sahtecilikle bozulmaktadır. Bu nedenle Tanrı, tanrısallığın yüceliğini
sadece Kendisi için istedikten sonra, hangi tapınmayı kabul ettiğini ya da kabul etmediğini
öğretirken, Yasa’da hemen şunları ekler: “Herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın”
[Çık. 20:4]. Bu sözlerle Tanrı, Kendisini görülen bir tasvirle temsil etmeye çalıştığımız
inatçılığımızı dizginlemekte ve uzun zaman önce batılın O’nun doğrusunu yanlışa
dönüştürmeye başladığı bütün bu formları kısaca sıralamaktadır. Perslerin güneşe taptıklarını
biliyoruz; akılsız putperestler gökte gördükleri bütün yıldızları da kendileri için birer tanrı
yapmıştır. Mısırlılarda tanrı figürü olmayan bir hayvan yoktur. Aslında Grekler diğerlerinden
daha akıllı görünürler, çünkü insan şeklindeki Tanrı’ya tapmışlardır. Ama Tanrı, bu tasvirleri
sanki biri daha çok, diğeri daha az uygunmuş gibi birbiriyle karşılaştırmaz; ama bütün
benzerlikleri, resimleri ve batılın O’na yakın olduğunu düşündüğü diğer bütün işaretleri
reddeder.
42
Aslında Tanrı, zaman zaman varlığını kesin işaretlerle göstermiştir. Öyle ki, O’nunla
yüz yüze gelindiği söylenebilir. Ama gösterdiği bütün işaretler O’nun öğretiş planına uygun
olmuş ve aynı zamanda da insanlara, kavranılmayan özünü açıkça anlatmıştır. Bulutlar,
duman ve ateş [Yas. 4:11] göksel görkemin işaretleri olsa da, insanların, Kendisinin iç yüzünü
çok derinlemesine anlamalarını dizgin vurmuş gibi dizginlemiştir. Tanrı’nın, Kendisini
diğerlerinden çok daha yakından açıkladığı Musa dua etse bile [Çık. 33:11] O’nun yüzünü
görmeyi başaramamıştır; ama insanın böyle büyük bir parlaklığa dayanamayacağı yanıtını
almıştır [Çık. 33:20]. Kutsal Ruh, güvercin benzerliğinde görünmüştür [Mat. 3:16]. O, bir
anda gözden kaybolsa da, bu bir anlık simge, imanlıları, O’nun gücüyle ve lütfuyla
yetinmeleri için, Ruh’un görülmezliği konusunda uyardığından, imanlıların gözle görülen bir
tasvir isteyemediklerini kim anlamaz? Tanrı’nın zaman zaman insan biçiminde görünmesi
gelecekte Mesih’te yapacağı açıklamanın giriş müziğiydi. Bu nedenle, Yahudilerin
kendilerine insan biçiminde tanrı simgeleri yaparak bu bahaneyi kötüye kullanmaları
kesinlikle yasaktı.
Yasa altındayken, Tanrı’nın, gücünün var olduğunu gösterdiği merhamet kürsüsü,
O’nu düşünecek en iyi yerin, düşüncelerin hayranlıkla birlikte yüceltildiği yer olduğunu akla
getirecek şekilde yapılmıştı. Aslında keruv açık kanatlarıyla burayı örtüyordu; örtü onu
gizliyordu; gözlerden yeterince saklanan yer onu saklıyordu [Çık. 25:17-21]. Bu keruvlar
örneğini vererek, Tanrı’nın ve azizlerin tasvirlerini savunmaya çalışanların gözü dönmüş birer
deli olduğu buradan mükemmelce bellidir. Aslında size soruyorum, bu küçük saçma
tasvirlerin ne anlamı var? Tek anlamı, bu tasvirlerin Tanrı’nın gizeminin tasvir edilmesine
uygun olmadığıdır. Bu tasvirler bu amaçla yapılmış olduğu için, kanatlarıyla merhamet
kürsüsünü perdeleyerek, insanların sadece gözleriyle değil, bütün duyularıyla da Tanrı’yı
görmesine engel olmak ve böylece insanların ataklıklarını düzeltmektir. Buna ek olarak,
peygamberler görümlerindeki serafları bize anlatırlar, bize dönük olan yüzleri örtülüdür [Yşa.
6:2]. Bununla, tanrısal görkemin parıltısının meleklerin bile doğrudan bakmalarını
engelleyecek kadar büyük olduğuna ve bu parlaklığın küçük ışıltılarının bile bizim
gözümüzden uzaklaştırıldığına işaret ederler. Doğru hüküm veren herkes, şu an ilgilendiğimiz
keruvların eskiden yasanın korunmasında görevli olduklarını kabul eder. Onları, bizim
çağımızda yararlı bir örnek haline getirmek saçmadır. Deyim yerindeyse, bu tür ilkelerin
istendiği bu çocukluk çağı [Gal. 4:3] geçmiştir. Dindışı yazarların Tanrı’nın yasasını
papacılardan daha ustaca yorumlamaları çok ayıptır. Iuvenalis, sadece bulutlara ve gök
tanrısına taptıkları için Yahudileri azarlamıştır. Onlarda Tanrı’nın herhangi bir tasvirinin
bulunmasını kabul etmediğinde, aslında sapkınca ve imansızca ama Tanrı’nın gözle görülür
benzerlerine dair boş laflar eden papacılardan daha doğru konuşur. Bu insanlar, tıpkı büyük
bir kaynaktan suların şiddetli bir güçle fışkırması gibi, ateşli bir hızla kendilerine put aramak
için tekrar tekrar koşarlar. Bu gerçekten, Yahudileri yaygın bir kusurla suçlamaktan çok,
doğamızın putperestliğe ne kadar çok yatkın olduğunu, günahın anlamsız çekiciliği altında
ölüm uykusuna yattığımızı öğrenelim.
43
varlık olduğunu ve tanrısallığı kendinden menkul bir metal parçasıyla Tanrı diye görülmek
istediğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Çünkü bu putların başlangıcı insan düşüncesinden
başka nereden gelmektedir? Birçoğu bu dindışı şairin alay konusu ettiği gibidir: “Bir zamanlar
küçük bir incir ağacının gövdesi, yararsız bir tahta parçasıydım. Bir oturak yapıp yapmamakta
tereddüt eden işçi, benim tanrı olmamı tercih etti”36 vb. Öyleyse bu durumda, neredeyse her
an yaşam soluğu veren bu dünyasal insancık, kendi zekâsıyla Tanrı’nın adını ve onurunu ölü
bir ağaç gövdesine veriyor! Ama akıllı bir espri yapan bu Epikouros’cunun, dine bakışı
olmadığı için, onun ve ona benzeyenlerin espri anlayışını geçelim. Daha çok, peygamberin
eleştirisi içimize otursun, aslında bizi afallatsın; ısındıkları, ekmek pişirmek için ateş
yaktıkları, et kızarttıkları ya da haşladıkları, aynı tahtadan dua ederken yakarmak için
önlerinde secde ettikleri bir tanrı yapmaları son derece akılsızlıktır [Yşa. 44:12-17]. Bu
nedenle, başka bir yerde onları sadece yasanın önünde suçlamaz, dünyanın temelleri atılalı
beri öğrenmedikleri için de azarlar [Yşa. 40:21]. Tabii ki, ölçülemeyecek kadar büyük ve
kavranılmaz olan Tanrı’yı beş ayaklık bir ölçüye indirmek istemekten daha az uygunsuz bir
şey yoktur! Ne var ki, doğanın düzenine, doğal insana apaçık düşman olan bu canavarca şey
törede görülmektedir.
Kutsal Yazı’nın batılı tekrar tekrar şu dille anlattığını aklımızdan çıkarmamalıyız:
Bunlar, Tanrı’nın yetkisinden yoksun, “insanların elleriyle yapılan” şeylerdir [Yşa. 2:8; 31:7;
37:19; Hoş. 14:3; Mik. 5:13]; bu, insanların uydurdukları bütün kültlerin iğrençliğini
göstermek için yapılmaktadır. Peygamber bir Mezmur’da öfke yağdırır, çünkü her şeyin
sadece Tanrı’nın gücünden geldiğini öğrenmek için zekâ bahşedilmiş insanlar, yardım için
ölülere ve anlamsız nesnelere başvurmaktadırlar. Ama doğanın yozlaşması tek tek herkesi
olduğu kadar bütün halkı da böyle bir çılgınlığa sürüklediği için, Ruh şiddetli bir tehditle ateş
püskürür: “Onları yapan, onlara güvenen herkes onlar gibi olacak!” [Mez. 115:8]. Ama
“benzerliğin”, “puttan” daha az yasak olmadığına dikkat etmeliyiz. Yunan Hristiyanların
yalanladıkları akılsızca vicdan budur. Resimlere diğer uluslardan gereksiz yere daha çok
düşkün oldukları için, Tanrı’nın heykellerini yapmazlarsa güzelce temize çıkmış olacaklarını
düşünürler.37 Ama Tanrı, sadece heykel yapan biri tarafından dikilen bu benzetmeyi değil,
herhangi bir sanatçı tarafından yapılan benzetmeyi de yasaklamaktadır, çünkü bu şekilde
yanlış ve görkemine hakaret ederek tasvir edilmektedir.
36
Horace, Satires I. viii. 1-3
37
Burada söz konusu olan, Batı’dakilerin tersine Doğu Ortodoks Kiliselerinin tapınmada tanrı
heykelleri kullanmamalarıdır.
44
tapmaya alıştıkları tek bir gerçek Tanrı olduğu için, görülen figürler Tanrı’yı tasvir etmek
amacıyla günahkârca ve sahtekârca yapılmıştır; Tanrı hakkında bunlardan bilgi edinmek
isteyen herkes acıklı şekilde yanıltılmaktadır. Kısaca, Tanrı hakkındaki bilgiyi tasvirlerde
aramanın safsata ve yanlış olduğu doğru olmasaydı, peygamberler bunu genelinde
suçlamazlardı. En azından şuna inanıyorum: Đnsanların Tanrı’nın tasvirlerini yapmaya
çalışmalarının boş ve yanlış olduğunu öğretirken, peygamberlerin öğrettiklerini kelimesi
kelimesine tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyoruz.
38
Elvira Konsili, yak. 303 yılı
45
açıklanmasını emretmiştir. Ama putlardan şikâyet ederek gözleri orada burada dolaşanlar,
zihinlerinin özenle ve sebatla bu öğretiyi istemediğini belli ediyorlar.
Bu durumda, papacılar kimlere bilgisiz diyorlar? Onların bilgisizlikleri sadece
tasvirlerle öğrenmelerine mi olanak tanıyor? Aslında onlar, Rab’bin öğrencileri diye kabul
ettiği, göksel felsefeyi açıklayarak onurlandırdığı, Krallığının esirgeyen gizemlerini
öğrenmelerini istediği kişilerdir. Bu konu sürdükçe, bugün böyle “kitaplar” olmadan
yapamayacakların sayısının az olmadığını kabul ediyorum. Ama sizden rica ediyorum, bu
akılsızlığın nedeni, öğretmelerine uygun olan bu öğretide sahtekârlık yapmak değil de nedir?
Aslında kilise yetkilileri, putlara, dilsiz olmalarının dışında başka bir neden olmadan öğretim
görevi vermişlerdir. Pavlus, Müjde’nin gerçek vaazında buna tanıklık eder, “Mesih çarmıha
gerilmiş olarak gözlerinizin önünde tasvir edilmedi mi?” [Gal. 3:1] Mesih’in, bizim için
lanetlenmek [Gal. 3:13], bedenini kurban diye sunarak günahlarımıza kefaret etmek [Đbr.
10:10], kanıyla günahlarımızı temizlemek [Va. 1:4-6], kısacası bizi Baba Tanrı’yla
barıştırmak [Rom. 5:10] için çarmıhta öldüğü gerçeği gerektiği gibi ve sadakatle öğretilseydi,
kilisenin şurasına burasına dikilen bu kadar çok sayıda –tahta, taş, gümüş ve altın- çarmıh ne
işe yarardı? Belki de, Tanrı’nın Sözü’nden çok, altın ve gümüşe duydukları inatçı açgözlülük
zihinlerini ve gözlerini bürümüştür.
4
Süleyman’ın Özdeyişleri 14:15-16
46
önlerinde giden bir tasvirle anlamak istiyorlardı. Her gün yaşananlar, bedenin, kendisine
benzeyen hayal ürünü bir şey elde edinceye kadar her zaman huzursuz olduğunu
öğretmektedir. Tanrı tasvirindeki gibi, benlik bunda da şefkatli bir teselli bulmaktadır.
Dünyanın başlangıcından beri hemen her çağda insanlar, bu kör arzularına itaat edebilsinler
diye, bedensel gözlerinin önünde Tanrı’nın belirdiğine inandıkları simgeler oluşturmuşlardır.
47
bunların önünde secde ediyorlar? Dua etmeden önce Tanrı’nın kulaklarıymış gibi neden
onlara dönüyorlar? Aslında Augustinus’un söyledikleri doğrudur. Bir tasvire gözünü dikip
bakan biri, tasvirin kendisini işittiğini düşünerek ya da isteğinin kendisine bahşedileceğini
umarak etkilenmeden dua ya da ibadet etmez. Birinin aldırmadığı ya da genelde
onurlandırmadığı, başkasınınsa her tür dinsel saygıyı gösterdiği aynı Tanrı’nın tasvirleri
arasında neden bu kadar çok fark vardır? Benzerleri kendi evlerinde bulunan tasvirleri görmek
için neden adak haccıyla kendilerini yoruyorlar? Bunlar sunak ve ocak ateşiymiş gibi, bugün
bu tasvirleri savunmak için, neden katliam ve kıyım noktasına varıncaya kadar kılıca
sarılıyorlar ve putlarından yoksun kalmaktansa tek Tanrı’dan yoksun kalmaya neden daha
kolayca dayanabiliyorlar? Yine de, kalabalıkların ahmak hatalarını tek tek saymıyorum.
Bunların hemen hemen sonu yok ve neredeyse her insanın yüreğinde yer alıyor; ben, özellikle
kendilerini putperestlikten temize çıkarmak istediklerinde ne ikrar ettiklerini belirtiyorum
sadece. “Biz, onlara tanrı demiyoruz” diyorlar. Ne eski Yahudiler ne de putperestler onlara
böyle demiyorlardı, yine de peygamberler onları tahta ve taşla zina yapmakla tekrar tekrar
suçlamakta tereddüt etmezler [Yer. 2:27; Hez. 6:4. vdd; Krş. Yşa. 40:19-20; Hab. 2:18-19;
Yas. 32:37]. Ancak Hıristiyan diye kabul edilmek isteyenler, yani Tanrı’ya beden vererek
tahta ve taşta saygı gösterenler de her gün aynı şeyleri yapmaktadırlar.
48
yapılacak başka şeyler ancak gözle görülebilenlerdir; gözün algılayabilmesinin çok üzerinde
olan Tanrı’nın yüceliği yakışıksız tasvirlerle alçaltılmasın. Bazı tarihlerle bazı olaylar ve
geçmişteki olayların anlatılmadığı bazı tasvirlerle bedenin bazı formları bu sınıfa girer.
Birincisi eğitimde ve uyarmada kullanılmaktadır; ikincisine gelince, zevkten başka ne
verebildiğini anlamıyorum. Yine de, şimdiye kadar kiliselerde duran neredeyse bütün
tasvirlerin bu türden olduğu bellidir. Bundan, bu tasvirlerin karar vererek ya da seçerek değil,
akılsızca ve düşüncesizce isteklerle ortaya çıktığına hükmedilebilir. Bunların büyük
bölümünün ne kadar günahkârca ve ne kadar açık saçık yapıldığını, burada ressamların ve
heykeltıraşların aklına eseni yapan rolünü ne kadar ahlaksızca oynadığını söylemiyorum –bu
konuya biraz önce değindim.4 Sadece, bu tasvirlerin kullanılmasında kötü bir şey olmasa da,
eğitimde hiçbir değerinin olmadığını söylüyorum.
4
I. xi. 7
5
Burada Calvin, daha sonra, Hıristiyan birliğinin ve reformunun temeli olarak, “ilk beş yüz
yıldaki görüş birliğini” savunan Vincent of Lérins’nin öğretisine dönen “sinkretistlerin”
öğretişine destek verir gibidir. Latince Đlmihal’inde Calvin, Hıristiyanlar arasında birlik ve
esenliği savunarak, şeytanın oklarının bizi sinkretizm –birbiriyle uzlaşmaz şekilde farklı olan
tarafları ve ilkeleri birleştirme görüşü- arayışına yöneltmesi gerektiğini açıklar.
49
başka tasvirler aramayacak kadar derinden etkilemesi gereken diğer törenlerle birlikte vaftiz
ve Rab’bin Sofrası insan becerisiyle kalpazanlığa dönüşüyor.
Bakın! Papacılara inanırsak, yerine koyulacak başka bir şeyin olmadığı tasvirlerin
nimeti karşılaştırma kabul etmez.
50
Şimdi korkunç küfürlere geliyorum. Bunları kusmaya cesaret etmeleri harikadır.
Herkesin büyük bir gönülsüzlükle onlara bağırmamasıysa iki misli harikadır. Ama papacıların
öne sürdükleri antik çağ en azından tasvirlere tapmaktan ayrı tutulabilsin diye, bu günahkâr
çılgınlığın halkın önüne serilmesi uygundur. Amorium Piskoposu Theodosius tasvirlere
tapılmasını istemeyen herkesin aforoz edilmesini telaffuz etmektedir. Başka biri,
Yunanistan’daki ve Doğu’daki bütün talihsizliklerini tasvirlere tapmama suçuna
atfetmektedir. Hiçbir tasvirin olmadığı o günlerde peygamber, elçiler, şehitler hangi cezayı
hak etmişlerdir? Bundan sonra da ekliyorlar: Şayet imparatorun tasvirine parfüm ve buhurla
yaklaşılıyorsa bu saygının daha fazlasını azizlerin tasvirlerine borçluyuz. Kıbrıs’ın Constance
Piskoposu Constantius tasvirlere saygıyla kucak açmayı kabul eder ve yaşam veren Üçlü
Birlik’e borçlu olduğu aynı tapınmayı ve saygıyı onlara göstereceğini onaylar. Aynı şeyi
yapmayı kabul etmeyeni, aforoz eder, Manicilerin ve Markion yanlıların yanına gönderir.
Bunun tek bir adamın kendi görüşü olduğunu düşünmeyin, diğerleri de aynı görüştedir.
Aslında Doğuluların elçisi John, daha büyük bir baskıdan etkilenerek, tasvirlere tapmayı
reddetmektense bütün genelevleri kentin içine almayı kabul etmenin daha iyi olacağı yolunda
uyarır. En sonunda, Samiriyelilerin bütün sapkınlardan daha kötü olduklarına ama tasvirlerle
mücadele edenlerin Samiriyelilerden de daha kötü olduklarına görüş birliğiyle karar
verilmiştir. Ayrıca, oyun alkışlanmadan devam etmesin diye, bir madde eklenmiştir: Mesih’in
tasvirine sahip olanlar tasvire kurban sundukları için sevinsinler, övünsünler. Tanrı’nın ve
insanların gözlerini bağlamayı alışkanlık haline getirdikleri latria’yla dulia arasındaki fark
nerede? Konsil, ayrıcalıksız olarak, diri Tanrı kadar tasvirleri de kabul etmektedir.
XII. BÖLÜM
YEKTĐN SAYGI SADECE O’NA GÖSTERĐLEBĐLSĐN DĐYE TANRI,
PUTLARDAN NASIL AYIRT EDĐLĐR?
39
Krş. I. ii. 2; I. v. 6, 9, 10
40
II. viii. 17-19; IV. x. 8-31.
*
Relegere: Latince, bir araya getirmek, toplamak (çev. n.)
51
Ama tartışma bir yana, sahtecilik ve hatanın dini bozduğu ve saptırdığı konusunda her
çağda her zaman görüş birliği edinilmiştir. Bundan, kendimizi kaygısız bir coşkunluğuna
bıraktığımızda batıla inananların başvurdukları bahanenin aptalca olduğu sonucuna varıyoruz.
Yine de bütün insanların dudakları bu itirafı haykırsa da, çirkin bir bilgisizlik ortaya
çıkmaktadır; daha önce öğrendiğimiz üzere,41 ne tek Tanrı’ya bağlanıyorlar ne de O’na saygı
göstermekten zevk aldıklarını gösteriyorler. Ama Tanrı, şayet bir kurgusal tanrıyla
karıştırılırsa hakkını almak için Kendisinin kıskanç ve şiddetle öç alan bir Tanrı olduğunu
duyurur [Krş. Çık. 20:5]. Sonra insanları itaat altında tutmak için yasaya uygun tapınmayı
tanımlar. Önce, tek yasa koyucu olarak imanlıları Kendisine bağladığında, sonra da Kendi
istemine göre gereğince onurlandırılmak için bir kural emrettiğinde bu ikisini yasa altında
toplamaktadır. Yasaya gelince, kullanılması ve amacı birden çok olduğu için, bunu yeri
geldiğinde tartışacağım.42 Şimdi sadece bu konuya, yani insanların ahlaksız törenlere
saplanmalarını önlemek için, dizginlenmelerine değiniyorum. Ama daha önceki maddede öne
sürdüğüm unutulmamalıdır. Bu da, O’nun tanrısallığına uygun olan her şey tek Tanrı’ya
verilmiyorsa, onurunun O’ndan alındığı ve O’na tapınmanın kirletildiğidir.
Burada batılın ortaya koyduğu kurnazlıklara daha dikkatle bakmalıyız. Aslında yüceler
yücesi Tanrı’yı terk etmekle ya da O’nu diğerlerinin düzeyine indirmekle diğer tanrılar
görünüşte olduğu gibi elin tersiyle itilmez. Ama en yüce yer O’na verilirken O’nun çevresini
daha önemsiz tanrılar kalabalığı sarar. Bu tanrılar O’nun işlevlerini parseller. Tanrısallığının
görkemi, (sinsince ve kurnazca bile olsa) öyle parçalanır ki, bütün görkem sadece O’na
bırakılmaz. Bu durumda geçmişte insanlar, putperestler kadar Yahudiler de, tanrıların
yöneticisinin ve babanın altına geniş bir tanrı kalabalığı koymuşlardır. Bu tanrıların her
birinin kendi mevkiine göre, en yüce tanrı olduğu ve yerin göğün hükümranıyla ortak bir yanı
bulunduğu kabul edilmiştir. Bu nedenle, bu yaşamdan ayrılan azizler birkaç yüzyıl önce
Tanrı’yla ortaklığa yükseltilmiş, O’nun yerine onurlandırılmış, övülmüş ve onlara
yakarılmıştır. Aslında O’nun üstün gücü hakkında semeresiz bir görüşü sürdürmemizin
dışında bu, büyük ölçüde bastırılıp yok olup gitse de, böyle bir iğrençliğin Tanrı’nın
yüceliğini gölgede bile bırakmadığını sanıyoruz; bu arada tuzaklara düşüp kanarak, çeşitli
tanrılara sürükleniyoruz.
41
I. iv. 1; I. v. 8
42
Özellikle bk. II. viii.
52
kullanmıştır. O zaman herkes bunun sadece anlamsız değil, bütünüyle değersiz olduğunu
anladığında ne olacaktır?
XIII. BÖLÜM
KUTSAL YAZI’DA YARATILIŞ’TAN BU YANA BĐZE, TANRI’NIN, ÜÇ
KĐŞĐYĐ ĐÇEREN TEK ÖZÜ ÖĞRETĐLĐR44
43
II. vii, viii
44
Üçlü Birlik öğretisi bütün basımlarda, öncelikle Elçilerin Đnanç Açıklaması’nın ilk
maddesinin (Yaradan) analizine dayanır ama 1559 yılına kadar bunun ardından hemen tek
iman nesnesi (scopus) olarak Mesih tartışması gelir. Burada, Ruh’un kurtarma çalışmasının
altında III.ii’ye bırakılan imanla, öğretiş tam bir epistemolojik hazırlık olmadan
sunulmaktadır. Calvin’in yazılarında okur Tanrı için “hükümran” kelimesinin kullanıldığını
53
(Geleneksel imana sahip babaların Üçlü Birlik öğretisinde kullandıkları terimler, 1-6)
1 . Tanrı’nın doğası ölçülemez ve ruhsaldır
Tanrı’nın sonsuz ve ruhsal özüyle ilgili Kutsal Yazı’daki öğretiş, sadece popüler
yanılgıları kafamızdan atmak için değil, seküler felsefenin anlaşılmaz yanlarının aksini
kanıtlamak için de yeterli olmalıdır. Eskilerden biri45 yerinde olarak şunu belirtmiştir:
“Gördüğümüz ve görmediğimiz her şey Tanrı’dır.” Buna göre, tanrısallığın dünyanın çeşitli
yerlerine yağdığını düşünmüştür. Ama Tanrı bizi ayık tutmak için, özünden tedbirli şekilde
söz etse de, kullandığım bu iki adla hem akılsızca hayalleri kovar hem de insan zihninin
cesaretini dizginler. Tabii ki, O’nu kendi duygularımızla ölçmeye çalışırken sonsuzluğu bizi
korkutur. Aslında Tanrı’nın ruhsal doğası O’nu dünyasal ya da bedensel diye tasavvur
etmemizi yasaklar. Bu nedenle Tanrı sık sık gökyüzündeki konutundan söz eder. Ve
anlaşılmaz bir şekilde yeryüzünü de doldurur. Ama geç kavrayan zihnimizin yeryüzüne
saplandığını gördüğünde uyuşukluğumuzu ve durgunluğumuzu sarsmak için, haklı olarak,
bizi yeryüzünden yukarıya kaldırır. Bunun sonucu olarak, şeytanı neredeyse Tanrı’ya eşit
kılan iki ilke ortaya atan Manicilerin yanlışını yere serer.46 Kuşkusuz bu yanlış, Tanrı’nın
birliğini baltalıyor ve sonsuzluğunu kısıtlıyordu. Aslında Manicilerin Kutsal Yazı’daki bazı
tanıklıkları kötüye kullanma cesaretleri temeldeki bilgisizliklerinden ileri geliyordu; hatta
iğrenç bir çılgınlıktan kaynaklanıyordu. Kutsal Yazı’da sık sık ağzı, kulakları, gözleri, elleri
ve ayakları olduğu belirtildiği gerçeğine dayanarak, bedeni olan bir Tanrı tasavvur eden
Antropomorfitler47 de kolayca yalanlanır. Dadıların çocuklarla genellikle yaptıkları gibi,
Tanrı’nın bizimle “çocuk diliyle konuşmasının” bir ölçüde alışkanlık haline getirildiğini biraz
aklı olan kim anlamaz? Bu durumda bu konuşma tarzı, O’nun hakkındaki bilgiyi kıt
yeteneğimizle kolayca anlamamız için, Tanrı’nın ne olduğunu çok net olarak açıklamaz. Tanrı
bunu yapmak için, yüceliğinin çok altına inmelidir.
2 . Tanrı’nın üç “Kişiliği”
Ancak Tanrı, Kendisini putlardan çok daha kesin bir biçimde ayırmak için, Kendisini
başka bir özel işaretle de belirtir. Üç kişiliğinin olduğu net olarak düşünülebilecek bir biçimde
tek Tanrı olduğunu duyurur. Bunları kavramazsak, gerçek Tanrı’yı dışlarız, Tanrı sadece
çıplak ve boş bir ad olarak beynimizde uçuşur. Ayrıca hiç kimse Tanrı’nın üç parçadan
oluştuğunu tasavvur etmesin ya da yalın tek özünün üç kişiye bölündüğünü düşünmesin diye,
burada bizi her türlü hatadan uzak tutacak kısa ve kolay bir tanım aramalıyız.
Ama bazıları “kişi” kelimesini sanki insanlar uydurmuşlar gibi nefretle eleştirdikleri
için, önce bunu hangi adalete dayanarak yaptıklarını görmeliyiz. Tanrı’nın Oğluna, “Baba’nın
hypostasis’inin* mührü” diyen elçi [Đbr. 1:3], kuşkusuz Baba’ya Oğul’dan farklı bir öz48
boş boşuna arayacaktır. Yine de ana fikir burada, geleneksel “her şeye gücü yeten” terimi
kullanılarak genelde Sağlayış öğretişinde anlatılmaktadır.
45
Seneca, Natural Questions, Giriş I, 13 (çev. J. Clarke, Physical Science in the Time of Nero, s. 7)
46
Pens Manichaeus’un ya da Mani’nin (ölm. 277) kurduğu, birbirine zıt iki ilkeye dayalı mezhep.
47
Audius (ölm. 372) tarafından Mezopotamya’da kurulan bu mezhepte, insan Tanrı suretinde yaratıldığı için
(Yar. 1:26) Tanrı’nın insan formunda olduğu öğretilmiştir.
*
Hypostasis: Baba’nın ve Oğul’un tanrısal doğasının, onları farklı iki kişi haline getiren
belirgin ve farklı formu. (çev. n.)
48
Bu cümlelerde Calvin’in aklından Đbr. 1:3 geçmektedir. Vulgata’da figura substantiae eius,
KJV’de “kişiliğinin suretinin belirtisi”, RSV’de, “doğasının mührü” diye çevirilen “χαρακτήρ
τής ύποστάσεως αύτού”. 6. yüzyıl yazarları Boethius ve Cassiodorus ύποστάσεως’in Latince
çevrisinde substantia karşılığında subsistentia’yı benimsemişler ve Ortaçağ’da da böyle
kullanılmıştır. Bu dili kullanarak Calvin, Üçlü Birliğin kişilerinin birbirinden farklı olduğunu
kabul etmektedir.
54
atfeder. Hypostasis’in özle aynı olduğunu düşünmek sadece çirkin değil, saçma da olacaktır
(bazı yorumcular sanki Mesih, mührün bastığın balmumuymuş gibi, onun, Baba’nın özünü
Kendi içinde barındırdığı yorumunu getirmişlerdir). Tanrı’nın özü tek ve bölünmez olduğu
için, parçalara ayrılmadan ve türemeden ama yetkin bir bütünlükle her şeyi içermektedir ve
Oğul’a O’nun “mührü” demek uygun olmayacak, hatta akılsızlık olacaktır. Ama Baba, asıl
doğası farklı olsa da, Kendisini bütünüyle Oğul’da açıklamaktadır. Bunun çok iyi bir
nedeninin, Kendi hypostasis’ini Oğul’da görünür kılması olduğu söylenebilir. Oğul’un
“Tanrı’nın yüceliğinin parıltısı” [Đbr. 1:3] olduğu sözünün hemen ardından gelen sözler
bununla yakından uyumludur. Elçinin sözlerinden kuşkusuz, Oğul’da parlayan hypostasis’in
Baba’da olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Buradan, Oğul’un hypostasis’inin Baba’dan farklı
olduğunu da kolayca anlıyoruz.
Aynı akıl yürütme Kutsal Ruh için de geçerlidir: Birazdan O’nun Tanrı olduğunu
kanıtlayacağız ama O’nun, Baba’dan farklı olduğunu düşünmek gerekir. Yine de bu, özde
farklılık değildir, özün sayısını artırmak yasal değildir. Bu nedenle, elçinin tanıklığının
inanılırlığı varsa, Tanrı’da üç hypostasis’in bulunduğu sonucu çıkar. Latinler aynı kavramı
“kişi” sözcüğüyle açıklayabildikleri için, bu apaçık olan konuda kavga etmek gereksiz
alınganlık, hatta inatçılıktır. Şayet biri kelime kelime çevirmek isterse, “varlık” kelimesini
kullansın. “Varlık” kelimesini birçok kişi aynı anlamda kullanmaktadır. “Kişilik” sözcüğünü
sadece Latinler değil, Tanrı’da üç prosopa49 olduğu öğretilen Grekler de, belki bunu kabul
ettiklerine tanıklık etmek için kullanmışlardır. Gerek Grekler gerek Latinler olsun, bu
sözcükte ayrılsalar bile, konunun temelinde tümüyle aynı görüştedirler.
49
“πρόσωπα “, tekil: “πρόσωπον “ , Latince persona’nın karşılığıdır. “Yüz”, “görünüş”,
“maske”den “kişilik”e kadar değişen anlamlara gelir. Özellikle Üçlü Birlik’teki üç görünüm,
yani “Kişilik” için kullanılır.
55
kullanılan Kutsal Yazı’daki bu konuları daha net kelimelerle açıklamaktan bizi kim alıkoyar?
Bunun yeterince çok örneği vardır. Üstelik kilise “Üçlü Birlik” ve “Kişiler” sözlerini
kullanmak zorunda bırakıldığında söylenecek ne vardır? O zaman biri, bu kelimelerin
yeniliğine kusur bulursa, gerçeği sadece basit ve net anlatan bir şeye kusur bulduğundan,
gerçeğin ışığını taşımaya layık olmadığı için yargılanmayı hak etmez mi?
50
Homoousios: Aynı özden. Arius’çuluğun reddedildiği Đznik Konseyi’nde (325) vurgulanan
kelime.
51
Buradaki sıra kronolojik değildir. Arius 337 yılında ölmüştür; Sabellius 250 yılı civarında
ortaya çıkmıştır. Onun πρόσωπα öğretişi Schleiermacher’ın savunduğu Üçlü Birlik görüşle
karşılaştırılabilir.
56
olsalardı bunların gömülmüş olmasını isterdim: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh tek Tanrı’dır. Yine
de Oğul Baba, Ruh da Oğul değildir ama kendilerine özgü niteliklerle birbirlerinden
farklıdırlar.
Aslında, sadece kelimelerin üzerinde inatla mücadele edecek kadar titiz değilim. Bu
konulardan büyük saygıyla söz eden eski insanların kendi aralarında, hatta birey olarak her
zaman birbirleriyle de aynı görüşte olmadıklarının farkındayım. O zaman konsillerin
yararlandıkları ve Hilary’nin52 haklı gördüğü kurallar nedir? Hangi büyük özgürlüğe
dayanarak Augustinus kimi zaman öne atılmaktadır? Onlar Greklere ve Latinlere ne açıdan
benzemezler? Ama bu farkla ilgili tek bir örnek yeterlidir. Latinler homoousios kelimesini
çevirmek istediklerinde “aynı cevherden” dediler. Bu, Baba’yla Oğul’un özünün bir olduğunu
belirtiyordu. Böylece, “öz” yerine “cevher” kelimesini kullandılar. Aynı şekilde Jerome da,
Damasus’a bir mektubunda Tanrı’nın üç cevheri bulunduğunu belirtmeye saygısızlık
demektedir. Ne var ki, Hilary’nin yazılarında Tanrı’nın üç “cevheri” olduğunu yüzlerce kez
bulursunuz. Ama “hypostasis” kelimesi Jerome’un kafasını nasıl da karıştırır! Tek Tanrı’daki
üç hypostasis’ten söz edildiğinde zehrin pusuya yattığından kuşkulanır! Şayet biri, bu sözcüğü
dine bağlı bir anlamda bile kullansa, yine de Jerome bunun uygun olmayan bir ifade olduğunu
saklamaz. Haksız karalamaları nedeniyle nefret ettiği Doğu’daki piskoposları isteyerek ve
bilerek suçlamaktan çok, içtenlikle konuştuğunda bile bu doğrudur! Bütün dindışı okullarda
ousia’nın* hypostasis’ten başka bir şey olmadığını öne sürerken fazla dürüstlük göstermez.
Kelimenin yaygın ve sık kullanılmasıyla bu, tekrar tekrar çürütülmüş bir görüştür. Augustinus
daha ılımlı ve daha saygılıdır, çünkü hypostasis sözcüğünü bu anlamıyla Latinlerin
kulaklarının yeni duyduğunu söylese de, Greklerin konuşma tarzlarını kendilerine o kadar
bırakır ki, Grekçe ifadeyi örnek alan Latinlere sabır gösterir. Sokrates, Üç Bölümlük
Tarih’inin 6. Kitap’ında hypostasis’le ilgili yazarken, bilgisiz insanların bu kelimeyi bu
konuda yanlış kullandıklarını öne sürer. Ama aynı Hilary, sapkınlara büyük bir suç yükler.
Onların günahlılığı yüzünden, insanın, düşüncesinin kutsallığında kilitli kalması gereken
konuşmasının yarattığı tehlikeye boyun eğmek zorunda kalmaktadır; bunun yasaya uygun
olmayan şeyler yapmak, ifade edilemeyen şeyler söylemek, kabul edilmiş şeylere ihtimal
vermemek olduğu gerçeğini saklamaz. Biraz sonra da yeni terimler ortaya atmaya cesaret
ettiği için uzun uzun özür diler; doğal adları–Baba, Oğul ve Ruh- sıraladığında bunların
dışında ne aranırsa aransın dilin anlamının dışında, duyguların ulaşamayacağı yerde, anlama
yetisinin üzerinde olduğunu ekler. Başka bir yerde de Galya piskoposunun mutlu olduğunu,
çünkü elçilerin çağından beri bütün kiliselerin kabul ettiği eski ve çok yalın olandan başka bir
ikrarı ne anlamaya çalıştıklarını, ne kabul ettiklerini, ne de bildiklerini söyler. Augustinus’un
gerekçesi de buna benzer: bu kadar önemli bir konuda insanın konuşma yeteneğinin
yetersizliği yüzünden, “hypostasis” sözcüğü, ne olduğunu açıklamak için değil, sadece Baba,
Oğul ve Ruh’un nasıl üç kişi olduğu konusunda suskun kalmamak için bize dayatılmıştır.
Ve kutsal insanların bu alçakgönüllülüğü, aklımızın erdiği kelimelerin üzerine yemin
etmek istemeyen denetçiler gibi, çok ciddi şekilde görev almamız için bizi hemen
uyarmalıdır. Yeter ki, bu kibirli, sert ya da kötülük getiren bir kurnazlıkla yapılmasın. Ama
aynı kişiler sonunda yararlı bir konuşma tarzına giderek alışabilsinler diye, bizi böyle
konuşmak zorunda bırakan gerekliliği tartsınlar. Bir yanda Arius’çulara, öte yanda
Sabellius’çulara direnmeleri gerektiğinde, konuyu geçiştirme fırsatının kaçmasına
içerlerlerken Arius’un ya da Sabellius’un öğrencileri olduğu kuşkusunu yaratmasınlar diye,
çok dikkatli olmayı öğrensinler. Arius, Mesih’in Tanrı olduğunu söylemektedir ama O’nun
yaratıldığını ve bir başlangıcının olduğunu da mırıldanmaktadır. Mesih’in Baba’yla bir
52
Poitiers Piskoposu Hilary
*
Ousia: Tanrı’nın tek doğası, varlığı ya da özü. Baba ve Oğul bunu tamamıyla ve eşit olarak
paylaşırlar. Onları, Tanrı yapan budur (çev. n.)
57
olduğunu söyler ama kendi taraftarlarının kulaklarına, tek bir ayrıcalığı bile olsa, O’nun diğer
imanlılar gibi Baba’yla birleştiğini fısıldar. “Aynı özden” deyin ve bu döneklik maskesini
sıyırın ve Kutsal Kitap’a hiçbir şey eklemeyin. Sabellius Baba, Oğul ve Ruh’un Tanrı’da
farklı anlama gelmediğini söylemektedir. Onların üç kişi olduğunu söyleyin, üç Tanrı
olduğunu söylüyorsunuz diye feryat edecektir. Tanrı’nın tek bir özündeki kişilerin üçlü birlik
olduğunu söyleyin; tek kelimeyle Kutsal Yazı’nın bildirdiğini söyleyin ve boş konuşmayı
kesin. Aslında, tedirgin batıl inanç birine, bu terimlere dayanamayacağı kadar baskı
yapıyorsa, “tek” kelimesini duyduğumuzda “cevherlerin birliğini” anlamamız gerektiğini;
“tek özdeki üçlüyü” duyduğumuzda bu üçlü birlikteki kişilerden söz edildiğini hiç kimse
çatlasa da artık inkâr edemez. Kurnazlığa girmeden bu ikrar edildiğinde kelimelerle vakit
öldürmemiz gerekmez. Ama kelimelerin üzerinde kavga çıkaranların gizli bir zehri tedavi
ettiklerini uzun zamandan beri ve tekrar tekrar görüyorum. Sonuç olarak, onları hoşnut etmek
için anlaşılmaz şekilde konuşmaktan çok, onlara inadına karşı koymak daha uygundur.
58
ve O’nun, her şeyi güçlü sözüyle sürdürdüğünü [Đbr. 1:2-3] öğreten elçiler daha iyi birer
yorumcudur. Burada Söz’ün, Oğul’un emri ve direktifi olduğunu görüyoruz. Oğul, Baba’nın
sonsuz ve esas Sözü’dür. Aslında aklı başında ve alçakgönüllü insanlar Süleyman’ın ifadesini
anlaşılmaz bulmazlar. Süleyman, bilgeliği öncesizlikte Baba tarafından oğulluğa alınma
[Sirak 24:14] ve yaratılışı ve Tanrı’nın işlerini yönetme [Özd. 8:22 vdd] diye tanımlar. Tanrı
değişmez ve sonsuz planını ve daha gizli şeyleri belirlediğinde Tanrı’nın isteminin geçici
olduğunu düşünmek akılsızlık ve aptallık olacaktır. Mesih’in şu deyişi burada da geçerlidir:
“Babam hâlâ çalışmaktadır, ben de çalışıyorum” [Yu. 5:17]. Dünyanın ilk başından beri
Baba’yla birlikte çalıştığını onaylayarak Mesih, Musa’nın kısaca değindiği şeyi daha net
olarak anlatmaktadır. Bu nedenle, Tanrı’nın, Söz’ün bu işte payı olduğunu ve bu işin ikisinin
ortak işi olduğunu söylediği sonucunu çıkarıyoruz. Ama Yuhanna, Tanrı olan, başlangıçtan
beri Tanrı’yla birlikte olan Söz’ün aynı zamanda Baba Tanrı’yla birlikte her şeyin nedeni
olduğunu duyururken daha net konuşmuştur [Yu. 1:1-3]. Yuhanna, anlattıklarıyla, Söz’e
hemen sağlam ve sonsuz bir öz atfedip, O’nu Kendisine özgü eşsiz bir özellikle bağdaştırarak,
Tanrı’nın evrenin Yaratan’ı olduğunu apaçık göstermektedir. Bu nedenle, Tanrı’nın yaptığı
bütün açıklamalar doğru olarak, “Tanrı’nın Sözü” terimiyle adlandırıldığına göre, bu
doyurucu Söz, bütün kehanetlerin kaynağı olarak en yüksek düzeye güzelce yerleştirilir. Söz,
sonsuza kadar değişmez olarak Tanrı’yla bir ve aynıdır ve Tanrı’dır.
8 . Söz’ün sonsuzluğu
Bazı köpekler burada havlarlar. O’nun tanrısallığını açıkça elinden almaya cesaret
edemeseler de, sonsuzluğunu çalarlar. Tanrı, evrenin yaratılışında kutsal ağzını açtığında
Söz’ün ilk kez oluşmaya başladığını söylerler. Ama Tanrı’nın özünde bir tür yenilik
keşfederken çok düşüncesizler. Çünkü Tanrı’nın (yerin ve göğün Yaratanı dendiğindeki gibi)
dışsal etkinlikleriyle ilgili olan adları, O’nun işinin var olmasından sonra O’na verilmeye
başlanmıştır. Bu durumda dine bağlılık, Tanrı’nın yeni bir şey bulduğunu anlatan hiçbir adı
kabul etmez ya da izin vermez. Eğer beklenmedik bir şey olmuşsa, Yakup’un ifadesi tam
yerine oturmaktadır: “Her mükemmel armağan yukarıdan, kendisinde değişkenlik gölgesi
olmayan Işıklar Babası’ndan gelir” [Yak. 1:17]. Bu nedenle, hem her zaman Tanrı olan, hem
de sonra evrenin sanatçısı olan Söz’ün başlangıcını tasavvur etmemizden daha hoş
görülmeyecek bir şey yoktur. Ama Musa’nın, o zaman Tanrı’nın ilk kez konuştuğunu
anlatarak, O’nda daha önce Söz’ün olmadığına ima ettiğini öne sürdüklerinde kurnazca akıl
yürütüyorlar. Hiçbir şey bundan daha saçma değildir! Bir şey belli bir zamanda görünmeye
başladığı için, onun, daha önce asla var olmadığı sonucunu çıkarmamalıyız. Ben, çok daha
başka bir sonucu varıyorum: Söz, Tanrı, “Işık olsun” [Yar. 1:3] demeden önce de vardı ve
Söz’ün gücü meydana çıkmıştı, devam ediyordu. Şayet biri, ne kadar zaman önce diye sorarsa
başlangıcının olmadığını görecektir. O, “Baba, dünya var olmadan önce ben senin
yanındayken sahip olduğum yücelikle şimdi beni yanında yücelt” [Yu. 17:5] dediğinde, belirli
bir zaman aralığı sınırı koymamaktadır. Yuhanna da, şunu görmezlikten gelmez: Mesih,
evrenin yaratılışına geçmeden önce [Yu. 1:3], “Başlangıçta… Söz Tanrı’yla birlikteydi” [Yu.
1:1] der. Bu nedenle, Tanrı’nın zamanı başlatmasının dışında algılanan Söz’ün her zaman
O’nunla birlikte olduğunu bir kez daha belirtiyoruz. Bu, O’nun sonsuzluğunu, gerçek özünü
ve tanrısallığını kanıtlamaktadır.
9
Bu konu II. xii-xvii’de tartışılmaktadır.
59
edilmektedir. Mez. 45’de, “Ey Tanrı, tahtın sonsuzluklar boyunca kalıcıdır” denir [Mez.
45:6]. Yahudiler10 buna arkalarını dönmekte ve Elohim adını meleklerle en yüce güçlere
uygun görmektedirler. Ama Kutsal Yazı’nın hiçbir yerinde yaratılan biri için sonsuz tahtın
yüceltildiğini görmüyoruz; aslında O’na sadece Tanrı değil, sonsuz yönetici de deniyor.
Ayrıca bu ad, Musa’nın firavuna karşı Tanrı gibi yapıldığı söylendiğinde [Çık. 7:1], bir
ekleme yapılmaksızın kimseye bahşedilmemektedir. Başkalarının bunu firavunun Tanrı’sı
diye okumaları son derece aptalcadır. Aslında, tek yetkinlik olarak dikkat çeken şeye,
çoğunlukla “tanrısal” dendiğini kabul ediyorum ama burada böyle bir yorumun güç, zoraki ve
aslında anlamsız olduğu bağlamdan kolayca anlaşılmaktadır.
Ama inatçılıklarından vazgeçmezlerse Yeşaya’nın, Mesih’i, hem Tanrı hem de tapılan
en yüce güç olarak belirttiği çok nettir. Bu da, Tanrı’nın karakteristik işaretidir. Yeşaya, “Ona
Güçlü Tanrı, gelecek çağın Babası diyecekler” vb demektedir [Yşa. 9:6, mealen]. Yahudiler
burada ağızlarına geleni söylerler ve böylece okumayı tersine çevirirler. “Güçlü Tanrı’nın,
gelecek çağın Baba’sının O’na vereceği ad bu olacak” diyerek Oğul’a sadece Esenlik Prensi
adını bırakırlar. Ama peygamberin niyeti, imanımızı Mesih’te inşa edelim diye, O’nu apaçık
işaretlerle donatmak olduğu için, burada Baba Tanrı’nın üzerine ne amaçla bu kadar ad
yığılır? Bu yüzden, O’na “Đmmanuel” demeden az önce aynı nedenden dolayı, “Güçlü Tanrı”
dendiğinden hiç kuşku yoktur. Yeremya’nın, “Đşte Davut için doğru bir dal…O, ‘Yahve
doğruluğumuzdur’ adıyla anılacak” [Yer. 23:5-6; Krş. 33:15-16] ifadesinden daha net
anlaşılan nedir? Ayrıca Yahudiler, Tanrı’nın diğer adlarının birer unvandan başka bir şey
olmadığını, ağza alınmaz olduğunu söyledikleri sadece bu adın [Yahve], O’nun özünü
açıklayan bir ad olduğunu öğrettikleri için, başka bir yerde [Yşa. 42:8] görkemini başka
birine bırakmayacağını duyuran tek Oğul’un sonsuz Tanrı olduğu sonucunu çıkarıyoruz.
Aslında Yahudiler buraya sığınıyorlar. Musa’nın yaptığı sunağa bu adı koyduğunu ve
Hezekiel’in de yeni Yeruşalim kentinde böyle yaptığını belirtiyorlar. Ama sunağın,
“Musa’nın övdüğünün” Tanrı olduğunu hatırlatmak için yapıldığını ve sadece Tanrı’nın
varlığına tanıklık etmek için, Yeruşalim’e O’nun adının damgasının vurulmadığını kim
görmez? Peygamber de şöyle der: “O günden başlayarak kentin adı ‘Yahve orada’ olacak”
[Hez. 48:35]. Aslında Musa, şu açıklamayı yapar: “Musa bir sunak yaptı ve adını ‘Yahve
sancağımdır’ koydu” [Çık. 17:15]. Ama Yeremya’nın başka bir ifadesi daha çok tartışılmaya
devam edilir. Burada şu sözlerle Yeruşalim arasında aynı bağlantı kurulur: “O, ‘Yahve
doğruluğumuzdur’ adıyla anılacak” [Yer. 33:16] Yine de bu tanıklık, destek vermekten çok
savunduğumuz gerçeği gölgelemekten çok uzaktır. Yeremya, daha önce Mesih’in, doğruluğun
kaynağı gerçek Yahve olduğuna tanıklık ederken, şimdi Tanrı’nın kilisesinin, aynı adı
yüceltecek kadar bunun apaçık farkında olduğunu duyurmaktadır. Bu durumda önceki ifadede
doğruluğun kaynağı ve nedeni ortaya koyulmaktadır; ikincisineyse etki eklenmektedir.
10
Burada söz edilen görüşler Ortaçağdaki Yahudi yorumcuları Rashi (ölm. 1105), Abraham
Đbn Ezra (ölm. 1167) , Rashi (ölm. 1105) ve David Kimchi’nin (ölm. 1235) görüşleridir.
60
öleceğiz…Çünkü Tanrı’yı gördük” diye bağırmalarının nedeni budur [13:22]. Karısı, “Rab
bizi öldürmek isteseydi, yakmalık sunuyu ve tahıl sunusunu kabul etmezdi” [13:23] yanıtını
verdiğinde, daha önce melek dediklerinin aslında Tanrı olduğunu itiraf etmektedir. Ayrıca
meleğin yanıtı bütün kuşkuları dağıtmaktadır: “Adımı niçin soruyorsun?... Adım
tanımlanamaz” [13:18].
Servetus’un dinsizliği, RAB’in Kendisini Đbrahim’e ve diğer atalara açıklamadığını
ama O’nun yerine bir meleğe tapıldığını öne sürdüğünde daha da iğrençti. Ancak kilisenin
geleneklere bağlı ilahiyatçıları, o zaman önceden alınan bir tat gibi, Tanrı’nın Sözü olacak
başmeleğin, Aracılık görevini yerine getirmeye başladığı yorumunu doğru ve sağgörülü bir
şekilde yapmışlardır. Henüz bedene bürünmemiş olsa bile, imanlılara daha yakından
yaklaşmak için, deyim yerindeyse aracı olarak yere inmiştir. Bu nedenle, bu yakın ilişkiyle
O’na melek adını verilmiştir. Bu sırada Tanrı olarak, kelimelerle ifade edilemeyen yüceliğini
korumuştur. Hoşea da aynı şeyi söyler. Yakup’un melekle güreşmesini anlattıktan sonra, “Adı
Yahve, Orduların Tanrı’sı Yahve diye anılır” [Hoş. 12:4-5] der. Yine Servetus, Tanrı’nın
melek kişiliğini aldığını acı acı havlamaktadır. Sanki peygamber, Musa’nın, “Neden adımı
soruyorsun?” [Yar. 32:29] demesini aslında onaylamıyormuş gibi! Yakup, “Tanrı’yla yüzyüze
görüştüm” [30. a.] dediğinde, kutsal ata bu itirafıyla, O’nun yaratılmış bir melek olmadığını,
içinde bütünüyle tanrısallığın bulunduğunu yeterince duyurmaktadır. Pavlus’un, Mesih’in
çöldeki insanların önderi olduğu sözü de böyledir [1Ko. 10:4]; alçakgönüllülüğün zamanı
henüz gelmemiş olsa da, sonsuz Söz, geleceği önceden bildirilen bir görevliyi açıklamaktadır.
Zekeriya’nın ikinci bölümünü tarafsızca gözden geçirirsek, diğer meleği gönderen meleğin
[Zek. 2:3], hemen Orduların Tanrı’sı olduğu duyurulur ve en yüce güç O’na atfedilir [9. a.].
Đmanımıza güvenle uyan sayısız tanıklığı, bunlar Yahudileri bir nebze etkilemese bile,
geçiyorum. Yeşaya’da, “Đşte Tanrımız budur; O’na umut bağlamıştık, bizi kurtardı” [Yşa.
25:9] dendiğinde, burada halkını kurtarmak için tekrar ayağa kalkan Tanrı’dan söz edildiğini
herkes gözleriyle görebilir. Đki kez tekrarlanarak vurgulanan kanıtlar burada Mesih’ten
başkasından söz edilmesine olanak sağlamaz. Malaki’de daha net ve daha dolu dolu bir ifade
vardır. Bir zamanlar beklenen yöneticinin tapınağına geleceğini vaat eder [Mal. 3:1]. Elbette
bu tapınak tek yüce Tanrı’dan başkasına ait olmayan bir kutsal mekandı ama peygamber
onun, Mesih’in olduğunu öne sürer. Buradan, O’nun Yahudilerin her zaman tapmış oldukları
aynı Tanrı olduğunu sonucuna varılır.
61
önceden bildirildiğini anlayan Pavlus, bunun tam olarak Mesih’te göründüğünü
duyurmaktadır. Böylece Yuhanna, Yeşaya’nın, Tanrı’nın yüceliğini gördüğünü yazsa da,
peygamberin görümü aracılığıyla açıklananın Oğul’un görkemi olduğuna tanıklık etmektedir
[Yu. 12:41; Yşa. 6:1]. Đbranilere Mektup’ta elçinin Oğul’la bağdaştırdığı Tanrı’nın unvanları
açıkça hepsinden daha görkemlidir: “Ya Rab, başlangıçta dünyanın temellerini sen attın” [Đbr.
1:10; Mez. 102:25]. Aynı şekilde, “Rab’be tapın, ey bütün melekleri” [Mez. 97:7; Krş. Đbr.
1:6]. Yine de bunları Mesih’e yorduğunda elçi yanlış kullanmış olmaz. Aslında Mezmurlar’da
söylediklerini, ancak O yerine getirir. Çünkü yükseğe çıkan, Siyon’a sevecenlik gösteren
[Mez. 102:13]; bütün ulusları ve bütün adaların üzerinde hüküm süreceğini söyleyen [Mez.
97:1] O’dur. Yuhanna, Söz’ün Tanrı olduğunu duyururken, Tanrı’nın yüceliğini Mesih’e
atfetmekte neden tereddüt edecekti [Yu. 1:1, 14]? Pavlus, daha öne, O’nun “sonsuza dek
övülecek Tanrı” [Rom. 9:5] olduğunu söyleyerek, Mesih’in Tanrı olduğunu bu kadar açık
bildirdiğinde O’nu Tanrı’nın yargı kürsüsüne oturtmaktan [2Ko. 5:10] neden korkacaktı? Bu
açıdan ne kadar tutarlı olduğunu belirmek için, başka bir ifadesinde, “O, bedende göründü”
diye yazar [1Ti. 3:16]. Pavlus’un başka bir yerde onayladığı gibi [1Ti. 1:17], Tanrı, sonsuza
kadar övülecekse, bütün yüceliği ve saygıyı hak eden O’dur. Pavlus bunu saklamaz, açıkça
duyurur: “Mesih, Tanrı özüne sahip olduğu halde, Tanrı’ya eşitliği sımsıkı sarılacak bir hak
saymadı” [Flp. 2:6]. Đmansızlar sahte bir tanrı için mızmızlanmasınlar diye, Yuhanna “O,
gerçek Tanrı ve sonsuz yaşamdır” diyerek daha da ileri gitmiştir. Yine de, özellikle birçok
değil, tek bir Tanrı olduğunu uygun şekilde bize duyuran tanıklıkla [Yas. 6:4] O’na Tanrı
denmesi bizim için yeterince fazladır. Üstelik, “Yerde ya da gökte ilah diye adlandırılanlar
varsa da…bizim için tek bir Tanrı vardır” [1Ko. 8:5-6] diyen de aynı Pavlus’tur. Aynı
ağızdan, “O, bedende göründü” [1Ti. 3:16], “Rab, kiliseye kendi kanı pahasına sahip oldu”
[Elç. 20:28] diye duyduğumuzda, Pavlus’un asla kabul etmediği ikinci bir tanrıyı neden
düşünelim? Bütün Tanrı insanlarının görüşü kuşkusuz aynıdır. Aynı şekilde Tomas da, O’nun,
Rab’bi ve Tanrı’sı olduğunu açıkça belirtmekte [Yu. 20:28] ve her zaman taptığı tek Tanrı
olduğunu böylece ikrar etmektedir.
62
O’nun tanrılığı mucizelerinde ne kadar apaçık ve net görülür! Hem peygamberlerin
hem de elçilerin O’nunkiyle eşit ve benzer mucizeler yaptıklarını kabul etsem bile, yine de şu
açıdan çok büyük bir fark vardır: Onlar yaptıkları hizmetlerde Tanrı’nın armağanlarını
saçarlar ama O, Kendi gücünü ortaya koyar. Aslında kimi kez Baba’yı yüceltmek için duadan
yararlanır [Yu. 11:41]. Ama çoğunlukla bize Kendi gücünü gösterdiğini görüyoruz. Kendi
yetkisiyle başkalarına mucizeler dağıtan Mesih, neden mucizelerin yazarı olmayacaktı?
Müjdeci, O’nun, elçilerine ölüleri diriltme, cüzamlıları iyileştirme, cinleri çıkarma vb gücü
verdiğini anlatmaktadır [Mat. 10:8; Krş. Mar. 3:15; 6:7]. Ayrıca onlar da, bu gücün Mesih’ten
başkasından gelmediğini yeterince gösterecek şekilde bu hizmeti yapmışlardır. Petrus, “Đsa
Mesih’in adıyla yürü” demektedir [Elç. 3:6]. Mesih, Yahudilerin inançsızlığını yıkmak için bu
mucizeleri yaptıysa, o zaman bunların O’nun gücüyle gerçekleşmesi ve O’nun tanrılığına tam
olarak tanıklık etmesi çok doğaldır [Yu. 5:36; 10:37; 14:11].
Ayrıca Tanrı’nın dışında kurtuluş, doğruluk, yaşam yoksa ama Mesih bütün bunları
Kendisinde barındırıyorsa Tanrı gerçekten açıklanmaktadır. Mesih’in kurtuluşu almadığı ama
Kendisinin kurtuluş olduğu söylendiği için, yaşamın ve kurtuluşun Tanrı tarafından Mesih’e
aşılandığını söyleyerek kimse bana karşı çıkmasın. Tanrı’dan başka kimse iyi değilse [Mat.
19:17] sıradan bir insan nasıl kendi başına –iyi ve adil demiyorum- iyilik ve adalet olabilir?
Müjdecinin tanıklığıyla nasıl olur da yaşam, ta Yaratılış’ın başından beri O’nda olabilir ve O,
insanların ışığı olarak nasıl yaşam olabilir [Yu. 1:4]? Bu durumda bu kanıtlara dayanarak,
yaratılanlara güvenmenin Tanrı’ya karşı saygısızca bir dinsizlik olduğunu bilmemize rağmen,
O’na iman etmeye ve O’ndan ümit etmeye cesaretimiz vardır. “Tanrı’ya iman edin, bana da
iman edin” [Yu. 14:1]. Ve bu nedenle Pavlus, Yeşaya’daki iki parçayı, “O’na iman eden
utandırılmayacak” [Rom. 10:11; Yşa. 28:16] ve “Bir başkasının attığı temel üzerine inşa
etmemek için Müjde’yi Mesih’in adının duyulmadığı yerlerde yaymayı amaç edindim” [Rom.
15:12; Yşa. 11:10] şeklinde yorumlamaktadır. “Bana iman edenin sonsuz yaşamı vardır”
[örn.Yu. 6:47] cümlesine bu kadar sık rastladığımızda neden bu konuda Kutsal
Yazı’lardakinden daha çok tanıklık arayalım? Şimdi imana dayanan dua da Mesih’in hakkıdır.
Başka her şey gibi, bu dua da özellikle tanrısal görkeme aittir. Çünkü peygamber, “O zaman
RAB’bi adıyla çağıran herkes kurtulacak” demektedir [Yoe. 2:32]. Başka bir yerde, “Yahve
adı güçlü bir kuledir: doğru kişi ona uçacak ve kurtulacaktır” demektedir [Mez. 18:10] * Ama
kurtuluş için Mesih’in adına yakarılıyor; bu nedenle O’nun Yahve olduğu sonucu çıkıyor.
Ayrıca, “Rab Đsa, ruhumu al” diyen Đstefanos’un bu yakarışı bizim için iyi bir örnektir [Elç.
7:59]. Daha sonra da aynı kitapta Hananya, “Rab, senin adını anan bütün kutsallarına bu
adamın nice kötülük yaptığını biliyorsun” diyerek bütün kiliseye tanıklık etmektedir [Elç.
9:13-14]. “Tanrılığın bütün doluluğunun bedence Mesih’te bulunduğunun” [Kol. 2:9] daha iyi
anlaşılması için elçi, Korintlilere O’nu tanıtmaktan başka öğretişte bulunmadığını ve bundan
başka bir şey vaaz etmediğini kabul eder [1Ko. 2:2].
Soruyorum, Tanrı sadece Kendisini tanımakla övünmemizi emrettiğinde [Yer. 9:24]
sadece Oğul’un adının bize duyurulması ne kadar olağanüstü ve önemli? Bizim tek övünme
nedenimiz olan O’nun hakkında bilgi sahisi olduğumuzda kim O’ndan sadece yaratılan diye
söz etmeye cesaret etmiştir? Bunun dışında Pavlus, mektuplarının başına eklediği selamlarda
aynı bereketler için Baba’ya olduğu kadar Oğul’a da dua eder [Rom. 1:7; 1Ko. 1:3; 2Ko. 1:2;
Gal. 1:3 vb]. Bu bize, Oğul’un sadece Göklerdeki Baba’mızın bahşettiklerinin bize
ulaşmasına aracılık etmediğini, güce ortak olarak katılan Oğul’un bunların yazarı olduğunu da
öğretmektedir. Bu pratik bilgi, dayanaksız bir görüşten kuşkusuz daha kesin ve sağlamdır.
Aslında burada Tanrı’ya bağlı bir zihin, kendisini canlanmış, aydınlanmış, korunmuş,
aklanmış ve kutsanmış hissettiğinde Tanrı’nın varlığını kavramakta ve O’na neredeyse
dokunmaktadır.
*
Bir Keruv’a binip uçtu, rüzgâr kanatlar takarak hızla geldi” 2003³; 1995 (çev. n.)
63
(Ruh’un öncesi ve sonrası olmayan tanrılığı, 14-15)
14 . Ruh’un tanrılığı yaptığı işte görülmektedir
Bu durumda Ruh’un tanrılığının kanıtını aynı kaynakta aramalıyız. Aslında Yaratılış
tarihinde Musa’nın tanıklığı çok nettir: “Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde” yani şekilsiz
maddenin üstünde “dalgalanıyordu” (Yar. 1:12]. Bu (şimdi algıladığımız) evrenin
güzelliğinin sadece gücünü ve korunmasını Ruh’un kudretine borçlu olduğunu değil, Ruh’un,
bu güzelleştirmeyi yapmadan önce bile, bu karmakarışık kütleyle ilgilendiğini de
göstermektedir. Đnsanlar Yeşaya’nın, “Egemen Rab şimdi beni ve Ruh’unu gönderiyor” [Yşa.
48:16] ifadesini tam olarak anlayıp açıklayamıyorlar. O, peygamberleri göndererek, Kutsal
Ruh’la en yüce gücü paylaşmaktadır. O’nun tanrısal görkemi burada Kendini gösteriyor. Ama
dediğim gibi, bizim için en iyi kanıt, bilinen bereket olacaktır. Çünkü Kutsal Yazı’nın O’na
atfettiği ve bizim Tanrı’ya bağlılıktan edindiğimiz kesin deneyimle öğrendiğimiz,
yaratılanlardan çok uzaktadır. Her şeyi sürdüren, her şeyin gelişmesine neden olan,
gökyüzünde yeryüzünde her şeye ivme kazandıran, her yere yayılmış olan Ruh’tur. Hiçbir
sınırla kısıtlanmamış olduğu için, yaratılmışlar kategorisinin dışındadır; ama enerjisini her
şeye aktarır ve onlara öz, yaşam ve hareket solur. Aslında O, apaçık tanrısaldır.
Ayrıca bozulmayan bir yaşama yeniden doğuş, şimdiki gelişmeden daha yüce ve çok
daha olağanüstüyse O’nun, gücünü kimden aldığını düşünmemiz gerekiyor? Kutsal Kitap
O’nun yeniden doğuşun yazarı olduğunu birçok yerde öğretiyor. O, alıntı yapmıyor, kendi
enerjisiyle yazıyor ve sadece bunu değil, gelecekteki ölümsüzlüğü de yazıyor. Kısacası,
Oğul’a verildiği gibi, O’na da özellikle Tanrı’ya ait olan işlevler veriliyor. “Çünkü Ruh…
Tanrı’nın derin düşüncelerini bile araştırır” [1Ko. 2:10]. Yaratılanların arasında O’nun
öğütçüsü yoktur [Rom. 11:34]; O, bilgelik ve konuşma yetisi verir [1Ko. 12:8-10] ama RAB,
Musa’ya bunun sadece Kendisinin işi olduğunu duyurur [Çık. 4:11]. Böylece O’nun
aracılığıyla Tanrı’yla paydaşlığımız olur. Öyle ki, bize yönelttiği yaşam veren gücünü bir
şekilde hissederiz. Aklanmamız O’nun işidir; güç, kutsal kılma (Krş. 1Ko. 6:11], gerçek, lütuf
ve algılanabilen her iyi iş O’ndan gelir, çünkü her tür armağanın aktığı tek bir Ruh vardır
[1Ko. 12:11]. Özellikle Pavlus’un, “Çeşitli ruhsal armağanlar vardır” sözü dikkate değer
[1Ko. 12:4]. Bunlar çok yönlüdür ve çeşitli şekillerde dağıtılır [Krş. Đbr. 2:4], “ama Ruh
birdir” [1Ko. 12:4]. Bu O’nu sadece başlangıç ya da kaynak değil, yazar durumuna da getirir.
Pavlus az sonra şu sözlerle daha da net ifade eder: “Ruh, bunları herkese dilediği gibi ayrı ayrı
dağıtır” [1Ko. 12:11]. Ruh, Tanrı’da bulunan bir varlık olmasaydı seçim ve istem hiçbir
şekilde O’na bırakılmazdı. Bu nedenle Pavlus, Ruh’a tanrısal gücü apaçık atfeder ve O’nun
varlık olarak Tanrı’da bulunduğunu belirtir.
11
Augustine, Letters, clxx, 2 (MPL.33.749; çev. FC 30.62).
64
belirtiyor [Elç. 5:3-4]. Yeşaya’nın, Her Şeye Egemen Rab’bin konuştuğunu söylediği yerde
Pavlus da konuşanın Kutsal Ruh olduğunu öğretiyor [Yşa. 6:9; Elç. 28:23-26]. Aslında
genellikle peygamberler telaffuz ettikleri sözlerin Orduların Rab’binin sözleri olduğunu
söylediklerinde Mesih ve elçiler bu sözlerin Kutsal Ruh’un sözleri olduğunu söylerler [Krş.
2Pe. 1:21]. Buradan, peygamberliklerin rakipsiz yazarının aslında Yahve olduğu sonucu
çıkmaktadır. Ayrıca Tanrı, halkının inatçılığının Kendisini öfkelendirdiğinden şikâyet
ettiğinde, Yeşaya, “O’nun Kutsal Ruhu’nu incittiler” diye yazar [Yşa. 63:10]. Sonuçta, Oğul’a
küfür eden bağışlanabilse bile, Ruh’a küfür etmek ne bu çağda ne de gelecek çağda bağışlanır
[Mat. 12:31; Mar.3:29; Luk. 12:10]. O’nun bu tanrısal yüceliği, Kutsal Ruh’u
kederlendirmenin ya da küçümsemenin bağışlanamayan bir suç olduğunu açıkça
duyurmaktadır. Kilise babalarının yararlandıkları pek çok tanıklığı bilerek atlıyorum. Evrende
Kutsal Ruh’un işinin Oğul’unkinden daha az olmadığını kanıtlamak için, Davut’un, “Gökler
RAB’bin sözüyle, gök cisimleri ağzından çıkan solukla yaratıldı” [Mez. 33:6] sözünden alıntı
yapmanın bir gerekçe olduğunu düşünmüşlerdir. Mezmurlar’da aynı şeyi iki kez tekrarlamak
yaygın bir uygulama olduğu için ve Yeşaya’da “soluk”la “söz” aynı anlama geldiği [Yşa.
11:4] için bu yetersiz bir nedendir. Bu nedenle, Tanrı adamlarının düşüncelerinin güvenle
yaslanabileceği sadece birkaç noktaya değinmeyi tercih ediyorum.
12
Kutsal Ruh’un tanrılığı öğretisini reddeden, yarı Arius’çu Đstanbul piskoposu Makedonius’u
(ölm. yakl. 360) destekleyenler.
65
Ruhu’dur [Krş. Yşa. 11:2]. Ve armağanlar ne kadar farklı bölüşülebilse de O, armağanların
dağıtılmasına göre bölünmez; buna rağmen elçi O’nun, “tek ve aynı” kaldığını söylemektedir
[1Ko. 12:11].
17 . Üçlü Birlik
Ayrıca Kutsal Yazı’larda Baba’nın Söz’den, Söz’ün Ruh’tan farklı olduğu ortaya
koyulmaktadır. Ama gizemin büyüklüğü, bunu soruştururken ne kadar saygılı ve ciddi
olmamız gerektiği konusunda bizi uyarıyor. Nazianzus Piskoposu Gregorius’un şu cümlesi
benim çok hoşuma gider:
“Üçünün olağanüstülüğü beni hemen sarmadan birini tek olarak düşünemiyorum;
hemen tek birine yönelmeden üçünü anlamıyorum.” O zaman düşüncelerimizi dağıtan ve bu
tekliğe yeniden yönlendirmeyen üç kişiliği düşünmeyelim. Aslında “Baba”, “Oğul” ve “Ruh”
kelimeleri gerçek bir fark belirtmektedir - Tanrı’ya, yaptığı işlere bakarak çeşitli adlar
verilirken bu adların anlamsız olduğunu kimse düşünmesin- ama bu, bölünme değil, farktır.
Daha önce alıntı yaptığımız ayetler (örn. Zek. 13:7) Oğul’un Baba’dan farklı bir karakterinin
olduğunu göstermektedir, çünkü Söz, Baba’dan başka biri olmasaydı Tanrı’yla birlikte
olmazdı. Baba’dan farklı olmasaydı Baba’yla birlikte yüceliğe sahip olmazdı. Aynı şekilde,
Kendisine tanıklık edecek başka biri olduğunu söylediğinde [Yu. 5:32; 8:16; ve başka
yerlerde] Baba’yı Kendisinden farklı tutmaktadır. Ve bu, başka yerde söylenen şeye, Baba’nın
her şeyi Söz aracılığıyla yaratmasına uygundur [Yu. 1:3; Đbr. 11:3]. Bunu, Söz’den bir şekilde
farklı olmadan yapamazdı. Üstelik yeryüzüne inen de Baba değildir, Baba’dan çıkandır. Baba
ölmemiştir, dirilmemiştir de ama Baba’nın gönderdiği ölmüş ve dirilmiştir. Bu farkın
başlangıcı O’nun beden aldığı zaman değildir. Bundan da önce O’nun, Baba’nın bağrında
bulunan tek Oğul olduğu görülmektedir [Yu. 1:18]. Oğul’un, insan tutumu edinmek için
göklerden ininceye kadar Baba’nın bağrında olmadığını iddia etmeyi kim üstlenebilir? Bu
durumda O, daha önce Baba’nın bağrındaydı ve Baba’nın huzurunda yüceliğe sahipti [Yu.
17:5]. Mesih, Kutsal Ruh’un Baba’dan çıktığını söylediğinde [Yu. 15:26; Krş. 14:26] Kutsal
Ruh’un Baba’dan farklı olduğunu belirmektedir. Baba’nın başka bir Yardımcı göndereceğini
söylerken olduğu gibi [Yu. 14:16-17] sık sık başka yerlerde de Ruh’a “başka” dediğinde
Kutsal Ruh’u Kendisinden ayrı tutar.
66
Ruhu’yla peygamberlik ettiklerine tanıklık etmektedir [2Pe. 1:21; Krş. 1Pe. 1:11]. Hatta
Kutsal Yazı bunun Baba Tanrı’nın Ruh’u olduğunu sık sık öğretir.
67
Rab’be, Petrus’un Yoel’den alıntı yaptığı “O zaman Rab’bi adıyla çağıran herkes kurtulacak”
ayetindekinden başka bir anlamda dua etmemiştir [Elç. 2:21; Yoe. 2:32]. Bu ad özellikle
Oğul’a verildiğinde, farklı bir nedenle doğru bir yere verildiğini göreceğiz. Şimdilik
Pavlus’un mutlak anlamda Tanrı’ya seslendiğinde hemen Mesih’in adını eklediğini
anlamamız yeterlidir. Böyle bile olsa, Mesih Kendisine, tüm “Ruh’uyla” Tanrı demektedir
[Yu. 4:24]. Tanrı’nın, Baba, Oğul ve Ruh’u kapsayan özünün tümüyle ruhsal olduğu
görüşünü hiçbir şey dışlayamaz. Kutsal Kitap’ta bu açıklanır. Orada Tanrı’ya Ruh dendiğini
işittiğimizde, Kutsal Ruh’u da işitiriz. Çünkü Ruh, özün bütünündeki bir varlıktır. Tanrı
olduğundan ve Tanrı’dan geldiğinden söz edilmektedir.
13
Farklılıktan yana olanlar, kelimenin de çağrıştırdığı gibi, Baba’yla Oğul’un birbirine
benzemediğini öğretiyorlardı.
68
kimseleri telaşa düşürmenin ve kafalarını karıştırmanın yeterli olacağını düşünmüşlerdi.
Aslında günümüzde de birkaç kişinin karışıklık yarattığı birçok tarikat vardır. Bunlar kısmen
Tanrı’nın özünü parçalamakta, kısmen de kişiler arasında var olan ayırımı birbirine
karıştırmaktadır. Aslında yukarıda belirttiğimiz Kutsal Yazı’ya –yani tek Tanrı’nın özünün
sade ve bölünmez olduğuna; bu özün Baba’ya, Oğul’a ve Ruh’a ait olduğuna; öte yandan
Baba’nın bazı özelliklerinin Oğul’dan, Oğul’un bazı özelliklerinin de Ruh’tan farklı
olduğuna- yeterince sıkı sarılırsak, kapı sadece Arius ve Sabellius’a değil, hataya düşen diğer
eski yazarlara da kapanacaktır.
Ama günümüzde her şeyi yeni aldatmacalarla karmakarışık eden Servetus ve
benzerleri gibi bazı çılgınlar ortaya çıktığı için, onların yanlış düşüncelerinden birkaç
kelimeyle söz etmek önemlidir. Servetus için “Üçlü Birlik” kelimesi o kadar çok nefret verici
ve iğrençtir ki, Üçlü Birlikçiler dediği herkese ortak bir ateist yaftası yapıştırmaktadır.14
Onlara ağzına geleni söylemek için düşündüğü anlamsız kelimeleri geçiyorum. Aslında onun
dayanaksız görüşlerinin özeti şuydu: Tanrı’nın özünde üç kişiliğin bulunduğu söylendiğinde
Tanrı’nın üçe ayrıldığı öne sürülüyordu. Bu hayale dayanan bir üçlüydü, çünkü Tanrı’nın
tekliğiyle çatışıyordu. Bu arada, üç kişi fikrinin kesinlikle dışarıdan gelen bazı fikirler
olduğuna inanıyordu. Bunlar aslında Tanrı’nın özünde yoktu ama Tanrı’yı bize şu ya da bu
görünüşte gösteriyordu. Başlangıçta Tanrı’da ayırım yoktu, çünkü Söz ve Ruh vaktiyle bir ve
aynıydı: Ama Mesih, Tanrı’dan gelen Tanrı olarak ortaya çıktığında Ruh da başka bir Tanrı
olarak O’ndan çıktı. Ama Servetus, Tanrı’nın sonsuz Sözü’nün, Tanrı’yla ve Tanrı’nın
fikrinin parlaklığıyla beraber Mesih’in Ruhu olduğunu söylediğinde ve Ruh’un Tanrı’nın
gölgesi olduğunu öne sürdüğünde olduğu gibi, bu saçmalıklarını kimi kez alegorilerle
renklendirse de, sonradan ikisinin de tanrılığını iptal etti. Tanrı, Kendi ilahi takdirine göre
paylaştırdığı için, hem Oğul’da, hem Ruh’ta Tanrı’nın bir parçasının bulunduğunu duyurdu.
Büyük oranda bizde bulunduğu kadar tahtada ve taşta da bulunan aynı Ruh, Tanrı’nın bir
parçasıydı. Aracı’nın kişiliği konusunda ne kadar boş laf ettiğini yeri geldiğinde göreceğiz.
Aslında “kişinin”, Tanrı’nın görkeminin görülebilen tezahüründen başka bir yel olmadığına
dair bu canavarca uydurmanın artık çürütülmesi gerekmiyor. Yuhanna, evren henüz
yaratılmadığında Söz’ün Tanrı olduğunu kabul etse de, Söz’le fikri bütünüyle birbirinden
ayırır [Yu. 1:1]. O zaman öncesizliğin en başından beri Tanrı olan Söz, hem Baba’yla
birlikteyse hem de Baba’yla birlikte kendi yüceliğine sahipse [Yu. 17:5], tabii ki, görünürde
ya da simgesel bir olağanüstülüğü olamazdı ama zorunlu olarak bundan O’nun Tanrı’da
bulunan bir varlık olduğu sonucu çıkmaktadır.
Üstelik evrenin yaratılış tarihinin dışında Ruh’tan hiç söz edilmemesine rağmen yine
de Ruh burada bir gölge olarak değil, Tanrı’nın esas gücü olarak öğretilir. Musa, evren henüz
biçimsiz bir kütleyken Ruh’un ona destek olduğunu anlatır [Yar. 1:2]. Bu nedenle sonsuz
Ruh’un her zaman Tanrı’yla beraber olduğu bellidir. Güzellik ve düzen ekleninceye kadar
göklerin ve yeryüzünün karmakarışık maddesini duyarlı bir sevecenlikle desteklemiştir.
Servetus’un hayal ettiği gibi, bu, Tanrı’nın benzerliği ya da temsili olamazdı. Aslında
Servetus başka bir yerde, Tanrı’nın, sonsuz aklıyla, Kendisi için görülür olan bir Oğul’a karar
verdiğine ve bu şekilde Kendisini görülür kıldığına dair dinsiz görüşünü daha açıkça
belirtmek zorunda kalmaktadır. Şayet bu doğruysa Mesih’e, Tanrı’nın sonsuz kararıyla
atanmasının dışında başka bir tanrılık kalmamaktadır. Ayrıca Servetus varlıkların yerine
koyduğu bu hayaletlerin biçimini o kadar değiştirir ki, Tanrı’ya rasgele yeni nitelikler
eklemekte tereddüt etmez. Aslında genelde Tanrı’nın Oğlu’yla Ruh’unu yaratılmış olan
varlıklarla ayrım gözetmeden birbirine karıştırması bütün hepsinden daha iğrençtir. Tanrı’nın
özünde parçaların ve bölünmelerin olduğunu, bu kısımlardan her birinin Tanrı olduğunu
14
Calvin, Servetus’un kendisine ve kabul edilen Üçlü Birlik öğretisini savunan diğerlerine
“Üçlü Birlikçi” demesine şaşırmış gibidir.
69
herkesin önünde duyurur: Başka bir yerde özellikle, sadece insanın canı için değil, diğer
yaratılanlar için de doyurucu bir tanrı olduğunu söylese de, imanlıların ruhlarının Tanrı’yla
birlikte sonsuz ve aynı özden olduğunu ifade eder.
15
Valentine Gentile’yi kast ediyor.
16
“Essentiator”
70
durumda Oğul’un tanrılığı Tanrı’nın özünden soyutlanmakta ya da bütünden türeyen bir şey
olmaktadır.
Kendi tahminleri nedeniyle Ruh’un sadece Baba’dan geldiğini kabul etmek zorunda
kalıyorlar. Çünkü Kutsal Ruh, Sadece Baba’ya ait olan asıl özden türüyorsa Oğul’un Ruhu
diye düşünülmesi doğru olmayacaktır. Ne var ki, Pavlus’un, Ruh’u Mesih’te ve Baba’da ortak
kıldığı tanıklığı bunu kabul etmez [Rom. 8:9]. Üstelik Baba’nın kişiliği Üçlü Birlik’ten
çıkarılırsa, sadece Kendisinin Tanrı olmasının dışında Oğul’dan ve Ruh’tan hangi açıdan
farklılaşır? Mesih’in Tanrı olduğunu kabul ediyorlar ve O’nu Baba’dan farklılaştırıyorlar.
Tam tersine, Baba’nın Oğul olmaması için farklı bir belirtisi olmalıdır. Bu belirtiyi öze
yerleştirenler Mesih’in gerçek tanrılığını apaçık yok ediyorlar. Bu öz ve aslında bütünüyle öz
olmazsa tanrılık olamaz. Baba, Kendisinde Oğul’la paylaşmadığı benzersiz bir şey yoksa
kuşkusuz Oğul’dan farklı olmayacaktır. Onları birbirlerinden farklı kılmak için ne
bulabilirler? Şayet bu farklılık özdeyse Baba’nın bunu Oğul’la paylaşıp paylaşmadığının
yanıtını versinler. Nitekim kısmen bu yapılamaz, çünkü bir yarı Tanrı kurgulamak günahtır.
Ayrıca bu şekilde Tanrı’nın özünü sefilce parçalayacaklardır. Burada geriye kalan, özün
tümüyle ve mükemmelce Baba’yla Oğul’da ortak olduğudur. Bu doğruysa, aslında birinin özü
diğerininkinden farklı değildir. Eğer Baba’nın Kendisinde bulunan özü bahşederken yine de
Tanrı olarak kaldığı karşılığını veriyorlarsa o zaman Mesih, Kendisinde gerçeği barındıran
değil, simgesel bir Tanrı, sadece ad olarak, görünüşte bir Tanrı’dır. “Beni size Ben Ben’im
diyen gönderdi” [Çık. 3:14] sözüne göre, Tanrı’ya bundan daha uygun bir şey yoktur.
17
II. xii. vdd.
71
Kendisi doğruluk Olan doğru olmayacak mı? Dahası Mesih’e tapılıp tapılmayacağını da
soruyorum. Her dizin önünde çökeceğini haklı olarak iddia ediyorsa [Flp. 2:10], buradan
O’nun, yasada Kendisinden başka kimseye tapılmasını yasaklayan Tanrı olduğu sonucu çıkar
[Çık. 20:3]. Yeşaya’ya “Benden başka Tanrı yoktur” [Yşa. 44:6] diyenin sadece Baba
olduğunu anladıklarını söylüyorlarsa, Tanrı’dan olan her şeyin Mesih’e atfedildiğini
gördüğümüzde bu tanıklığı onlara gösteririm. Mesih’in aşağılandığı bedeninde
yüceltilmesiyle gökteki ve yerdeki bütün gücün, henüz bedenindeyken O’na verilmesi
arasında yaptıkları ince ayırımın da yeri yoktur. Kralın ve Yargıcın yüceliği Aracı’nın bütün
kişiliğine yayılsa da, beden alarak görünen Tanrı O, olmasaydı, Tanrı Kendisiyle mücadele
etmeden O’nu bu kadar yüceltmezdi. Bu çelişkiyi Pavlus en iyi şekilde çözümler. Kul
şeklinde Kendini alçaltmadan önce O’nun, Tanrı’yla eşit olduğunu öğretir [Flp. 2:6-7]. Adı
Yah ve Yahve olan, Keruva binen [Krş. Mez. 17:10; 79:2; 98:1], bütün yeryüzünün [Mez.
46:8], ve her çağın Kralı olan O, aslında Tanrı olmasaydı bu eşitlik nasıl olurdu? Ne
söyledikleri önemli değil. Yeşaya’nın başka bir yerde, “Đşte Tanrımız budur, O’na umut
bağlamıştık” [Yşa 25:9] dediği şeyi Mesih’ten alamazlar. Bu sözlerle Yeşaya halka sadece
Babil’deki sürgünden dönmesi için yol gösteren değil, kiliseyi tüm halkıyla baştan başa
yenileyen Kurtarıcı Tanrı’nın gelişini anlatır.
Başka bir bahaneden de yararlanamazlar. Bu da Mesih’in Baba’sındaki Tanrı
olmasıdır. Düzen ve mevki açısından tanrılığının başlangıcının Baba’da olduğunu kabul etsek
bile, Baba Oğul’u tanrılaştırmış gibi, özün sadece Baba’ya ait olduğunu uydurmanın iğrenç
olduğunu söylüyoruz. Bu şekilde öz ya çoğalır ya da Mesih’e sadece bir ad ve hayal ürünü
olarak “Tanrı” derler. Oğul’un Tanrı olduğunu ama Baba’dan sonra geldiğini kabul ederlerse
Baba’da var olmamış ve biçimlenmemiş olan öz Baba’dan var olacak ve biçimlenecektir.
Kişiler arasındaki ayırımı Musa’nın sözlerinden çıkardığımız için eleştirmeyi seven birçok
kişinin bize güldüğünü biliyorum. Musa, Tanrı’nın,“Đnsanı kendi suretimizde yaratalım” [Yar.
1:26] dediğini öğretmektedir. Ama dinine bağlı okurlar, adeta tek olan Tanrı’da birden çok
kişi yokmuş gibi, Musa’nın bu konuşmayı ne kadar gereksiz ve saçma şekilde öğrettiğini
görüyorlar. Baba’nın konuştuğu kişilerin yaratılmamış oldukları kesindir; ama Tanrı’nın
Kendisinden başka yaratılmamış olan yoktur ve O, tektir. Bu durumda, bu yaratma gücünün
Baba’ya, Oğul’a ve Ruh’a, emir verme yetkisine özgü olduğunu kabul etmiyorlarsa bundan,
Tanrı’nın Kendisiyle değil, dışarıdaki başka yaratıcılarla konuştuğu sonucu çıkmaktadır.
Sonunda bir ayet bizi itirazlarının ikisinden kolayca kurtarıyor. Mesih, “Tanrı Ruh’tur” diye
duyurmuştur [Yu. 4:24]. Söz’ün doğası ruhsal değilmiş gibi, bunu sadece Baba’yla sınırlı
tutmak doğru değildir. Ama “Ruh” sözcüğü Baba’yla aynı şekilde Oğul için de uygunsa,
Oğul’un, ayrıca belirtilmediğinde “Tanrı” adı altında anlaşılması gerektiği sonucunu
çıkarıyorum. Yine de Mesih bunun ardından hemen, başkalarının değil, Baba’ya ruhta ve
gerçekte tapınanların Baba’ya gerçekten tapındıklarını kanıtladıklarını ekler [Yu. 4:23].
Bundan başka bir sonuç çıkar: Mesih, Baş’ın [Baba’nın] yönetimi altında Öğretmenlik görevi
yaptığından, kendi tanrılığını geçersiz kılmak için değil, bizi adım adım buraya getirmek için,
Tanrı adını Baba’ya atfetmektedir.
72
yalan söyleyerek ve iftira ederek bize atfediyorlar. Tam tersine, bizim üç kişiyi özden
ayırmadığımız ama onlar aynı özün içinde kalırken aralarında ayırım yaptığımız
yazdıklarımızdan bellidir. Bu kişiler özden ayrı olsalardı bu insanların çıkarsamaları bir
olasılıkla olabilirdi; ama bu durumda tek olan Tanrı’nın Kendinde barındırdığı kişiler değil,
üç tanrı olurdu.
Gereksiz sorularına şöyle yanıt verilir: Özden üç tanrı çıktığını düşündüğümüzü
varsayalım, Üçlü Birlik’in oluşumunda öz işbirliğine giriyor mu, girmiyor mu? Girmediği
karşılığını veriyorlarsa, bu durumda Üçlü Birlik’te Tanrı olmayacaktır. Bu da aynı
akılsızlıktan doğuyor. Üçlü Birlik’in bir parçası ya da üyesi olarak öz farklılığa dâhil olmasa
da, kişilerde öz yok değildir ya da kişiler özün dışında değildir. Çünkü Baba, Tanrı olmasaydı
Baba olamazdı; Oğul, Tanrı olmasaydı Oğul olamazdı. Bu durumda tanrısallığın kesin
anlamda kendinden var olduğunu söylüyoruz. Aynı şekilde Tanrı olduğu için Oğul’un, Kişilik
olarak değil ama Kendinden var olduğunu kabul ediyoruz. Aslında Oğul olduğu için O’nun
Baba’dan var olduğunu söylüyoruz. Bu nedenle özünün başlangıcı yoktur. Kişiliğinin
başlangıcı Tanrı’dır. Daha önce Üçlü Birlik hakkında konuşan bu ortodoks yazarlar, bu adı
sadece kişiler için kullandılar, çünkü bu, sadece saçma bir yanlış değil, bu ayırımdaki özü
kabul etmek için hiç katıksız bir imansızlık da olacaktı. Bu üçünden –Öz, Oğul, Ruh- bir Üçlü
Birlik oluşturmak isteyenler Oğul’la Ruh’un özünü açıkça yok etmektedirler. Yoksa bir araya
getirilmiş parçalar ayrılır ve bu, farklılaşmada hataya yol açar. Sonuçta, Baba’yla Tanrı eş
anlamlı olsaydı bu durumda Baba, tanrılaştıran olurdu. Oğul’a gölgeden başka bir şey
kalmazdı. Üçlü Birlik, tek olan Tanrı’nın yaratılmış iki şeyle birleşmesinden başka bir şey
olmazdı.
18
I. xiii. 20, 23
73
zamanda da Baba’yla bir olduğu için, Kendisiyle yakınlaştırmak için gelmiştir. Bu nedenle
“Tanrı” adını Baba’yla sınırlamak ve Oğul’u dışlamak ne yasaya uygun ne de doğrudur. Bu
nedenle Yuhanna da, kimse O’nun tanrılığını Baba’nın altına, ikinci sıraya koymasın diye,
O’nun gerçek Tanrı olduğunu duyurmaktadır [Yu. 1:1; 1Yu. 5:20]. Ayrıca bu yeni tanrıları
yapanların Mesih’in gerçek Tanrı olduğunu kabul ettiklerinde, O’nu hemen Baba’nın
tanrılığının dışında tutmakla ne demek istediklerini de merak ediyorum. Sanki O, gerçek
Tanrı olabilirmiş ve tek olan Tanrı olamazmış gibi, aşılanmış bir tanrılık yeni model bir
kurgudan başka bir şey değilmiş gibi!
19
Irenaeus, Against Heresies III. vi. 4 (MPG 7. 863; çev. ANF I. 419).
74
vardır. Aslında Oğul’u Baba’nın altına koyduğunu ama üstünlüğün dışında O’nu farklı
anlamadığını söylemektedir. Başka bir yerde Oğul’un görülebilirliğinden söz eder. Ama
sorunun iki yanını da tartıştıktan sonra O’nun, Söz olmasının dışında görülmez olduğuna
karar verir. En sonunda Baba’yı Kendi kişiliğinin belirlediğini kabul eder. Tertullianus,
çürüttüğümüz bu uydurmacanın çok uzağında olduğunu kanıtlıyor. Baba’dan başka Tanrı
kabul etmese bile, bir sonraki metinde açıkladığı üzere, özellikle Oğul’dan söz etmediğini,
çünkü Baba’dan başka bir Tanrı olduğunu kabul etmediğini ve böylece O’nun krallığının
kişilerin arasındaki ayırımla yıkılmadığını belirtiyor. Sözlerinin ne anlama geldiği onun bu
şaşmayan hedefinden kolayca çıkarılabilir. Praxeas’a karşı mücadele eder. Tanrı üç kişide
belirse bile bu, birden çok Tanrı’nın olduğu ya da bu tekliğin bölündüğü anlamına gelmez.
Prexaes’ın uydurmasına göre, Mesih, Baba’yla aynı olmadan Tanrı olamayacağı için,
Tertullianus bu ayırım konusunda bütün gücüyle çaba gösterir. Aslında Söz’e ve Ruh’a
bütünün bir parçası der. Bu, aşırı ama mazur görülebilir bir ifadedir, çünkü öz için
denmemektedir ama Tertullianus’un tanıklıkta bulunduğu üzere, sadece kişilerle ilgili bir ilahi
takdire ve tasarrufa işaret etmektedir. Şu ifade de buna dayanmaktadır: “Ey günahkârların ey
büyüğü Praxeas, bu kadar çok isim olmasaydı, kaç kişi olduğunu düşünürdün?” Biraz sonra
da: “Ki, Baba’nın ve Oğul’un her birinin kendi isimleri ve kişilikleri olduğuna inanabilsinler”
demektedir. Sanıyorum, Tertullianus’dan aldıkları yetkiyle basit insanları kandırmaya
çalışanların küstahlıklarını bu referanslarla yeterince çürütebildim.
75
başlangıç O’ndan gelmeseydi Tanrı’nın saf birliğinin anlaşılamayacağını bilgece göz önüne
alır20.
Şimdi umuyorum, Tanrı’ya bağlı okur, Şeytan’ın, şimdiye kadar bu öğretinin saf imanı
saptırmaya ya da karartmaya çalıştığı bütün hilelerini bu sözlerin çürüttüğünü kabul edecektir.
Sonunda bu öğretinin bütünüyle imanlı şekilde açıklandığına güveniyorum. Yeter ki,
okurlarım meraklarına sınır tanısınlar, gerçek bir baş belası olan ve kafa karıştıran
tartışmalardan daha çok isteyerek uzak dursunlar. Çünkü dayanaksız görüşlerden ölçüsüzce
zevk alanların asla doyuma ulaşamayacaklarından kuşkulanıyorum. Elbette bana karşı
olduğunu düşünebildiğim hiçbir şeyi kurnazlıkla atlamıyorum. Ama kilisenin bina edilmesi
için gayret ederken, yararı çok az olan pek çok şeye değinmemem ve okurlarımı gereksiz
zahmete sokmamam için bana tavsiyede bulunulurdu diye düşünüyorum. Baba’nın her zaman
baba olup olmadığını tartışmanın ne yararı var? Aslında babalık eyleminin sürekliliğini
düşünmek akılsızlık, çünkü öncesizlikten beri Tanrı’da üç kişinin bulunduğu belli.
XIV. BÖLÜM
20
“Her üçünde de aynı sonsuzluk…aynı güç vardır. Baba’da birlik, Oğul’da eşitlik, Kutsal
Ruh’ta birliğin ve eşitliğin uyumu vardır.” Augustine, On Christian Doctrine I, v. (MPL 34.
21; çev. NPNF II. 524). Ayrıca, Mesih’in, “Baba’nın göndereceği” değil, “Baba’dan size
göndereceğim” (Yu. 15:26) dediğine dikkati çeken Augustinus, Üçlü Birlik’teki Kişiler eşit
olsa da, Baba’nın principium totius deitatis, bütün tanrısallığın başlangıcı olduğunu belirtir.
53
Krş. I. v. 5 ve Cicero, Nature of the Gods, I. xiii. 33 (LCL basımı, s. 34-35).
76
imanımızın ölçülülüğünü sınamak için isteyerek gizlediği şeyi bilmenin de bizim için yararı
yoktur. Utanmaz bir adam dinine bağlı yaşlı birine dünyanın yaratılışından önce Tanrı’nın ne
yaptığını alay ederek sorduğunda, uygun bir şekilde yaşlı adam O’nun, meraklılar için
cehennem inşa ettiği yanıtını vermiştir.54
Sertten daha ciddi olmayan bu uyarı, birçoğuna eğlenceli gelen hatta onları günahlı ve
zararlı görüşlere sürükleyen kayıtsızlığı dizginlesin. Kısaca bilgeliği, gücü ve doğruluğu
kavranılamaz olan bu görülmez Tanrı’nın, Musa’nın tarihini, Kendi diri suretinin parladığı bir
ayna gibi önümüze koyduğunu unutmayalım. Gözlerin gücü yaş ilerledikçe, zayıfladıkça ya
da başka bir kusurla azaldığında gözlüğün yardımı olmadan hiçbir şeyi seçemez; bizim
güçsüzlüğümüz de böyledir. Kutsal Yazı, Tanrı arayışımızda bize yol göstermezse hemen
şaşırırız. Nitekim kayıtsızlıklarına gömülenler, Tanrı’nın gizli amaçlarını saygıyla kabul
etmenin, cenneti karanlığa gömen küfürler etmekten çok daha iyi olduğunu çok geç, ancak
korkunç bir yıkımla anlayacaklardır ama bu kişileri uyarmak artık boşunadır. Augustinus,
Tanrı’nın iradesinden daha yüce bir neden arandığında O’na karşı hata yapıldığından şikâyet
etmektedir. Aynı kişi başka bir yerde, uzayın genişliğinden çok, zamanın ölçülemeyen
genişliğiyle ilgili sorular sormanın daha küçük bir hata olmadığına dair bilgece uyarıda
bulunmaktadır. Aslında gökkubbenin yayıldığı genişlik ne olursa olsun yine de bir sınırı
vardır. Şayet biri, boşluğun gökyüzünün yüz katı olduğunu söyleyerek Tanrı’ya karşı çıkarsa
bu küstahlık Tanrı’ya bağlı herkese iğrenç gelmez mi? Tanrı’nın tembelliğine kusur bulanlar
böyle çılgınlaşıyorlar, çünkü Tanrı, onların evrenin hesaplanamayacak kadar çok yıl önce
yaratılması görüşlerine uymamıştır. Meraklarını gidermek için, dünyanın dışına çıkmaya
gayret ediyorlar. Sanki gökkubbede ve yeryüzünde akıl almaz parlaklıklarıyla duygularımıza
hitap edecek yeterince şey yokmuş gibi! Bu nedenle, bu sınırların içinde isteyerek kalalım.
Tanrı bizi bu sınırların içinde tutmak ve adeta abuk sabuk konuşma özgürlüğüyle yoldan
çıkmayalım diye zihinlerimizi bu sınırların içine hapsetmek istemiştir.
54
Augustine, Confessions XI. xii (MPL 32. 815; çev. LCC VII. 253).
55
I. xiii. 22-24
77
(Melekler, 3-12)
3 . Tanrı her şeyin Rab’bidir!
Ama insan doğasını daha ayrıntılı ele almadan önce araya meleklerle ilgili bir şeyler
eklemeliyim. Elbette sıradan halkın ilkelliğine ayak uyduran Musa, Yaratılış tarihinde
Tanrı’nın, gözümüze görünenlerden başka işlerinden söz etmez. Yine de daha sonra melekleri
Tanrı’nın hizmetlileri olarak tanıttığında, meleklerin, çabalarını ve hizmetlerini adadıkları
Tanrı’nın onların Yaratan’ları olduğu sonucu kolayca çıkarılabilir. Musa, sıradan halk gibi
konuşsa bile, meleklerin Tanrı’nın yarattıkları arasında sayılmasına dair temel ilkeleri hemen
koymaz. Ne var ki, Kutsal Yazı’nın başka yerlerinde onlarla ilgili olarak tekrar tekrar
öğrettiklerini açıkça aktarmamıza hiçbir şey engel değildir. Şayet Tanrı’yı işlerinden tanımak
istiyorsak şu açıklayıcı ve muhteşem örneği hiçbir şekilde küçümsememeliyiz. Ayrıca
öğretişin bu bölümü pek çok yanlışı çürütmek için çok gereklidir. Meleklerin doğasının
üstünlüğü birçok kişinin zihnini o kadar kaplamıştır ki, tek Tanrı’nın otoritesine boyun eğen
melekler hata yaptıklarında adeta grup olarak baskı göreceklerdir. Bu nedenle yanlış olarak
onlara tanrısallık verilmektedir.
Cemaatiyle birlikte Mani56 de iki ilke şekillendirerek ortaya çıkmıştır: Tanrı ve şeytan.
Đyi şeylerin kökenini Tanrı’ya atfetmiştir ama kötü nitelikleri şeytanla bağdaştırır. Bunların
yazarı şeytandır. Bu çılgınlık aklımızı tuzağa düşürürse, Tanrı’nın evrenin yaratılışındaki
yüceliği artık Tanrı’da barınmaz. Sonsuzluktan ve Kendini var etmekten – yani deyim
yerindeyse, Kendinden var olmaktan- başka hiçbir şey Tanrı için daha karakteristik
olmadığından, bunu şeytana atfedenler bir anlamda ona tanrısal bir sıfat vererek tapmıyorlar
mı? Tanrı’nın isteğine ve karşı koymasına rağmen her istediğini yapan şeytanın böyle bir
egemenliğinin olduğu kabul edilirse Tanrı’nın her şeye egemenliği nerede? Manicilerin tek bir
temeli vardır: Kötü şeyin yaratılmasını iyi Tanrı’ya atfetmemek. Bu, bütün evrende kötü bir
nitelik olduğunu kabul etmeyen ortodoks imana en küçük bir zarar vermez. Hem insanın hem
de şeytanın bozulmuşluğu ve kötülüğü ya da bunların yol açtığı günahlar doğadan değil,
doğanın bozulmasından kaynaklanır.57 Başlangıçtan beri Tanrı’nın, bilgeliğine ve
doğruluğuna örnek oluşturmayan hiçbir şey var olmamıştır. Bu nedenle, bu sapkın yanlışlığın
gereğini yapmak için zihinlerimizi, gözlerimizin erişebildiğinden daha yükseğe kaldırmamız
gerekir. Tanrı’ya her şeyin Yaratan’ı denen Đznik Đnanç Açıklaması’nda görülemeyen
şeylerden açıkça söz edilmesinin amacı olasılıkla budur. Bununla beraber, Tanrı’ya bağlılık
kuralının emrettiği ölçüyü korumaya dikkat etmeliyiz ki, okurlarımız uygun olandan daha
fazlasını düşünüp imanın yalınlığından uzaklaşmasınlar. Aslında Ruh, yararımızı bize
öğretirken aydınlanmamız için çok az değeri olan bu konularda ya kesinlikle sessiz kalmakta
ya da bunlara sadece hafifçe ve aceleyle dokunmaktadır. Yararı olmayan bu konuları isteyerek
bir yana bırakmak da bizim görevimizdir.
56
Krş. I. xiii. ı. dn.3
57
Augustinus, Manicilere karşı, “natura, in qua nullum bonum est, non potest”, City of God
XIX. xiii (MPL 41. 641; çev. NPNF II. 408) ve insandaki kötülüğün doğadan değil, doğanın
bozulmasından geldiğini iddia eder, Against Julian I. v. 16, 17 (MPL 44. 650 vd; çev. FC 35.
16 vdd).
78
gezegenlerin dışında, daha uzaktaki göksel öğelerin hangi gün oluşmaya başladığını da
endişeyle sorgulamanın ne anlamı var? Bütün dinsel doktrinlerde olduğu gibi, burada da
alçakgönüllülüğün ve ayıklığın tek kuralına daha fazla yol almadan sarılmayı unutmayalım:
Tanrı’nın Sözü’nde bize açıklananların dışında kalan, bilinmeyen konuları konuşmayalım,
tahminde bulunmayalım, hatta öğrenmeye çalışmayalım. Ayrıca Kutsal Yazı’yı okurken, bu
eğitici konuları araştırmaya ve düşünmeye aralıksız gayret etmeliyiz. Meraka kapılmayalım
ya da yararsız şeyleri araştırmayalım. Rab bizi, semeresiz sorularla değil, Tanrı’ya sıkıca
bağlılık göstererek, O’nun adından korkarak, gerçek bir güvenle ve kutsallık görevlerinde
eğitmek istediği için, bu bilgiyle yetinelim. Bu nedenle, gerektiğince bilge olacaksak bu boş
tahminlerden vazgeçmeliyiz. Tanrı’nın doğayı, düzeni, meleklerin sayısını anlattığı Sözü’nün
dışında kalan bu konuları işe yaramayan insanlar öğretmişlerdir. Birçok kişinin bunlara, her
gün yararlanılan şeylerden daha açgözlülükle saldırdığını ve bunlardan daha çok zevk aldığını
biliyorum. Ama Mesih’in öğrencileri olmaktan utanmıyorsak, emrettiği yöntemi izlemekten
de utanmayalım. O’nun öğretişiyle yetindiğimizde bizi vazgeçmeye çağırdığı bu son derece
boş düşünceleri bırakmakla kalmayacağız, bunlardan tiksineceğiz de.
Bu Dionysius her kimse58 Gökteki Hiyerarşi’sinde birçok konuyu incelikle ve ustaca
ele aldığını hiç kimse inkâr etmeyecektir. Ne var ki, biri bunu daha yakından incelediğinde
büyük bölümünün sadece boş konuşma olduğunu görecektir. Đlahiyatçının görevi, kulakları
geveze konuşmalarla avutmak değil, gerçek, kesin ve yararlı şeyler öğreterek vicdanları
güçlendirmektir. Bu kitabı okuduğunuzda onun, öğrendiklerini değil, kendi gözleriyle
gördüklerini anlatan gökten düşmüş bir adam olduğunu düşünürsünüz. Ancak, üçüncü göğe
götürülen Pavlus [2Ko. 12:2] bu konuda hiçbir şey söylememekle kalmaz, insanın, gördüğü
gizli şeylerden söz etmesinin de yasaya uygun olmadığını belirtir [2Ko. 12:4]. Bu nedenle bu
akılsızca bilgeliğe elveda diyerek, RAB’bin meleklerle ilgili olarak bize öğrettiği Kutsal
Yazı’daki yalın öğretişi inceleyelim.
58
“Dionysium illum, quicunque fuerit”. Burada Sözde-Dionysius’un De coelesti
hierarchia’sından söz edilmektedir. Olasılıkla Calvin’in aklından Luther’in Babylonish
Captivity’nin Atanma konulu bölümü geçiyordu. “Ama bence…her kimse (quisquis fuerit)
bu Dionysius’a fazla güvenmek benim için hoşuma gitmiyor, çünkü aslında bilgisi sağlıklı
değil”. Luther’in 15 Nisan 1521’de Sorbonne’da mahkûm edilmesi kısmen bu metne
dayanıyordu. 15. yüzyılın son yarısında Elç. 17:34’deki Ares Tepesi Kurulu üyesi
Dionisios’a atfedilen birçok isimsiz karakterin eseri, 17. yüzyıla kadar evrensel kabul
görmemiştir.
79
1:21; 1Ko. 15:24]. Son olarak da, Tanrı’nın yüceliği bir anlamda onlarda da bulunduğu için,
bu nedenle onlara “tahtlar” da denir [Kol. 1:16]. Yine de bu sonuncusu için bir şey
söylememeyi tercih ediyorum; çünkü farklı bir yorum da aynı şekilde hatta daha da uygun
olur. Ama bu adı geçelim. Kutsal Ruh, meleklerin hizmetinin yüceliğini övmek için bundan
önceki adları sık sık kullanmaktadır. Tanrı’nın, ilahi yüceliğinin varlığını özellikle ortaya
koyduğu bu araçları Kutsal Ruh’un onurlandırmadan geçmemesi akla yatkın değil mi? Aynı
şekilde bir kez de onlara ilahlar denmektedir (Mez. 138:1], çünkü bir ayna olarak yaptıkları
görevlerinde O’nun ilahiliğini bir ölçüde bize sergilemektedirler. Kutsal Yazı’da Tanrı’nın
meleğinin Đbrahim’e [Yar. 18:1], Yakup’a [Yar. 32:2, 28], Musa’ya ve diğerlerine [Yşu. 5:14;
Hak. 6:14; 13:10, 22] göründüğü anlatıldığında, eski yazarların bu meleğin Mesih olduğu
yorumunu getirmelerinden hoşlanmasam da, bütün meleklerden söz edildiğinde bunlara daha
çok “ilahlar” adı verilmektedir [Krş. örn.Yar. 22:11-12]. Bu tuhaf gelmemelidir; prenslere ve
yöneticilere, en yüce Kral ve Yargıç olan Tanrı’nın vekilleri oldukları için onur veriliyorsa
[Mez. 82:6], tanrısal yüceliğin parlaklığını çok daha zengin ortaya koyan meleklerin
onurlandırılmasında çok daha iyi bir neden vardır.
7 . Koruyucu melekler
Ama imanlıların tek tek korunması için her biri için bir meleğin atanıp atanmadığı
konusunu güven içinde onaylamaya cesaret edemem. Kuşkusuz Daniel, Perslerin meleğinden
ve Greklerin meleğinden söz ettiğinde [Dan. 10:13, 20; 12:1] krallıklara ve valiliklere belli
meleklerin atandığına işaret etmektedir. Mesih de, çocukların meleklerinin Baba’nın yüzünü
her zaman gördüklerini söylediğinde [Mat. 18:10-11], onların güvenliğinin emanet edildiği
bazı melekler olduğuna işaret eder. Ama bundan, her bireyin kendi koruyucu meleğinin
olduğu sonucunu çıkarıp çıkarmamak gerektiğini bilmiyorum. Her birimizi gözetmenin
sadece tek bir meleğin değil, kurtuluşumuzu ittifak halinde gözeten tümünün görevi olduğunu
kabul etmeliyiz. Çünkü bir günahlının tövbe ederek dönmesinin, doğruluğu elinden
80
bırakmayan doksan dokuz kişiye duyulandan daha büyük sevinç yarattığı söyleniyor [Luk.
15:7]. Ve çok sayıda meleğin Lazar’ın canını Đbrahim’in sinesine götürdüğü de
söylenmektedir [Luk. 16:22]. Elişa kendisi için gelen ateşten savaş arabalarını uşağına boşuna
göstermez [2Kr. 6:17].
Bunu, diğerlerinden daha net biçimde doğrulayan bir ayet vardır. Petrus hapisten
çıkarıldığında kardeşlerinin toplandığı evin kapılarını çaldı, gelenin o olduğunu
düşünemiyorlardı. “‘Onun meleği olmalı’ dediler” [Elç. 12:15]. Her imanlıya bir koruyucu
melek atandığına dair yaygın görüş nedeniyle bu, akıllarına gelmişti. Burada da bunun
Petrus’u koruması için RAB’bin verdiği bir melek olduğunu anlamaktan hiçbir şeyin bizi
alıkoyamayacağı yanıtı verilebilir. Yine de o melek, Petrus’un sürekli koruyucusu
olmayabilir. Aynı şekilde sıradan halk, her kişinin iyi ve kötü birer meleğinin olduğunu –
sanki farklı ruhlarmış gibi- düşünür. Ne var ki, öğrenmekle fazla ilgilenmediğimiz bir şey
hevesle sorgulamamıza değmez. Gökteki bütün orduların insanın güvenliğine göz kulak
olması kişiyi tatmin etmeyecekse, kendisine özel bir koruyucu melek verildiğini bilmesinde
yarar görmüyorum. Aslında Tanrı’nın hepimize gösterdiği özeni tek melekle sınırlayanlar
hem kendilerine hem de kilisenin bütün üyelerine büyük haksızlık yapıyorlar; sanki bizi
destekleyen ve koruyan etrafımızdaki bu ordulardan biz daha mertçe savaşırmışız da bu, boş
bir vaatmiş gibi.
59
Origenes, başmelekler olan Rafael, Cebrail ve Mikail’e bazı özel görevler atfetmektedir: De
principiis I. viii. 1 (GCS 22. 228; MPG 11. 176; çev. ANF IV. 264 vd.; Butterworth, Origen
On First Principles, s. 193 vd.) Ortaçağ ilahiyatı, meleklerin rütbelerini ve çeşitli görevlerini
anlatırken Calvin’in kabul etmediği bir otorite olan Sözde Dionysius’un etkisi altındadır.
Yukarıdaki 4. maddede olduğu gibi, bu maddenin başlangıç ve bitiş cümlelerinde Calvin,
Aquinas’ın açıkladığı melekler konusunun özenle spekülatif tarzda ele alınmasını kabul
etmemektedir.
81
9 . Melekler sadece bir fikir değil, gerçektir.
Ne var ki, bazı huzursuz insanların60 doğruluğundan kuşku duyduğu bu konunun kesin
olduğu kabul edilmelidir: Melekler, “hizmet eden ruhlardır” [Đbr. 1:14]. Tanrı, Kendi halkını
korumak için meleklerin hizmetinden yararlanmaktadır. Tanrı, gönenci hem meleklerin
aracılığıyla insanlara dağıtır, hem de diğer işlerini yapar. Meleklerin, Tanrı’nın insana verdiği
esini harekete geçirmekten ya da Tanrı’nın ortaya koyduğu gücüne örnek olmaktan başka
hiçbir anlamının olmadığı aslında eski Sadukilerin görüşüydü [Elç. 23:8]. Ama Kutsal
Yazı’da çok sayıda tanıklık bu saçmalığa karşı öylesine haykırıyor ki, bu insanların kaba
cahilliğine nasıl dayanıldığı merak ediliyor. Yukarıda binlerce [Va. 5:11], tümenlerce [Mat.
26:53] melekten söz edildiğini söyledim. Onlara sevinç atfediliyordu [Luk. 15:10]. Đmanlıları,
Baba’nın yüzünü görmeleri için [Mat. 18:10]ellerinde taşıyarak [Mez. 91:11; Mat. 4:6; Luk.
4:10-11], canları dinlensin diye götürdükleri [Luk. 16:22] ve benzeri şeyler söyleniyordu. Bu
metinleri bir kenara bırakırsak, aslında meleklerin gerçekten var olan ruhlar olduğunu açıkça
anlatan metinler de vardır. Her ne kadar çok çarpıtılsa da, Đstefanos’un ve Pavlus’un
söylediklerinden, yasanın meleklerin eliyle verildiğini anlamalıyız [Elç. 7:53; Gal. 3:19].
Mesih’in, dirilişten sonra seçilmişlerin melekler gibi olacağı [Mat. 22:30], Yargı Günü’nü
meleklerin bile bilmediği [Mat. 24:36], o zaman O’nun kutsal meleklerle geleceği [Mat.
25:31; Luk. 9:26] ifadelerini de böyle anlamalıyız. Aynı şekilde Pavlus, Timoteos’u Mesih
Đsa’nın ve O’nun seçilmiş meleklerinin önünde buyruklarını tutması için uyardığında [1Ti.
5:21] özü olmayan niteliklerden ya da esinlerden değil, gerçek ruhlardan söz etmektedir. Ve
biri, Đbraniler’e Mektup’u şundan başka türlü okursa anlamı olmaz: Şayet meleklerin bu
karşılaştırmaların yapılabildiği kutsanmış ruhlar olduğunu kast etmiyorsak, Mesih,
meleklerden çok daha yetkin yaratılmıştır [Đbr. 1:4], dünya meleklere bağlı kılınmamıştır [Đbr.
2:5] ve Mesih’in doğası melek değil, insan doğasıdır [2:16]. Ve mektubun yazarı, imanlıların
canlarıyla kutsal melekleri Tanrı’nın Krallığı’nda aynı zamanda bir araya getirdiğinde ne
demek istediğini açıklamaktadır [Đbr. 12:22-24].
Daha önce söz ettiklerimizi, çocukların meleklerinin Tanrı’yı her zaman gördüklerini
[Mat. 18:10), onların gözetimleriyle korunduğumuzu (Luk. 4:10-11], bizim kurtuluşumuza
sevindiklerini [Luk. 15:10], Tanrı’nın kilisedeki çok yönlü lütfuna şaşırdıklarını ve Baş olan
Mesih’in altında olduklarını buna ekleyelim. Kutsal atalara sayısız kez insan bedeninde
görünmeleri, konuşmaları ve konuk olmaları buna dâhildir [Yar. 18:2]. Aracı kimliğinde sahip
olduğu üstünlük nedeniyle Mesih’e melek denmektedir [Mal. 3:1]. Đblis’in çağlar öncesi
ortaya attığı, zaman zaman yeniden patlak veren bu akılsız ve saçma görüşlere karşı, yalın
olanı pekiştirmek için yeri geldiğinde buna değinmek gözüme iyi gözüküyor.
60
Calvin, Libertin’lerin melekler konusundaki “putperest” görüşlerini aktarıyor.
82
yüceliğin olağanüstülüğü meleklerde parladığı için, onlara tapmak için yere kapanmamız,
şaşkınlığa kapılmamız ve sadece Tanrı’ya borçlu olunan her şeyi onlarla bağdaştırmamız
bizim için daha kolaydır. Vahiy’de Yuhanna bile bunun başına geldiğini itiraf etmekte ama
aynı zamanda bunun yanıtını aldığını da eklemektedir [19:10; 22:8-9]. “Sakın yapma! Ben de
senin… gibi bir Tanrı kuluyum. Tanrı’ya tap.”
83
dualar yağdırır ve Đbrahim’e merhametini göstermesi için O’na yalvarır [Yar. 24:12]. Tanrı,
yüceliğini meleklerle paylaşmak için onları Kendi gücünün ve iyiliğinin hizmetlileri
yapmadığı gibi, güvenimiz onlarla Kendisi arasında bölünmesin diye, bize onların hizmetleri
aracılığıyla yardım etme sözü de vermez. O zaman Tanrı’ya melekler aracılığıyla yaklaşmak
ve bizi Tanrı’ya daha çok yaklaştırmaları amacıyla meleklere tapmak isteyen Platon
felsefesine elveda. Batıla inananların ve meraklı insanların baştan beri dinimizi sürüklemeye
çalıştıkları yer burasıdır. Bugün de bu çabayı göstermekte direniyorlar.
14 . Günahkârlık âlemi
Üstelik daha çok başarmamız için uyanıp teşvik bulalım diye Kutsal Yazı bir, iki ya da
birkaç düşmanımızın olmadığını, bize savaş açan büyük orduların olduğunu bildirmektedir.
Mecdelli Meryem’in kendisini ele geçiren yedi cinden kurtulduğu söyleniyor [Mar. 16:9; Luk.
8:2] ve Mesih, bir cin çıkarıldıktan sonra, ona yeniden yer verirseniz, yanına kendisinden
daha kötü yedi ruh daha alarak çıktığı boş yere döneceğine tanıklık ediyor [Mat. 12:43-45].
Aslında bir kişiye bütün bir tümenin saldırdığı anlatılıyor [Luk. 8:30]. Bu örneklerde bize,
sayılarının birkaç tane olmasını azımsayarak savaşta çok gafil avlanmayalım ya da kimi
zaman biraz soluk almayı düşünerek tembelliğe kapılmayalım diye sonsuz sayıdaki
düşmanımıza savaş açmamız öğretilmektedir.
Ama Đblis’ten ya da şeytandan genellikle tekil söz edilmesi kötülüğün
imparatorluğunun Doğruluğun Krallığına karşı olduğunu gösteriyor. Kilisenin ve kutsalların
paydaşlığının Baş’ının Mesih olduğu anlatıldığı gibi, imansız ve dinsiz grubu da, üzerlerinde
çok büyük etkisi olan prensleriyle birlikte bize anlatılmaktadır. Bu nedenle, “Ey lanetliler…
Đblis’le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe gidin” denmiştir [Mat. 25:41].
84
Şeytana her yerde Tanrı’nın ve bizim düşmanımız denmesi, bize ona karşı sonu
gelmez bir mücadeleye girme heyecanı da vermelidir. Şayet yüreğimizde olması gereken
Tanrı’nın yüceliği varsa, bunu bastırmaya çalışan şeytana karşı bütün gücümüzle mücadele
etmeliyiz. Mesih’in Krallığını kabul etmemiz gerektiği gibi kabul etmeye dikkat ediyorsak
onu yıkmak için dolap çeviren şeytana karşı uzlaşılmaz bir savaş açmalıyız. Ayrıca
kurtulmayı önemsiyorsak kurtuluşumuzu mahvetmek için sürekli tuzaklar kuran şeytanla ne
barış ne de ateşkes yapmalıyız. Aslında o, Yaradılış 3. Bölüm’de anlatılmaktadır. Burada
insanı Tanrı’ya borçlu olduğu itaati göstermesin diye ayartır. Aynı anda da Tanrı’yı layık
olduğu saygıdan yoksun bırakır ve insan kendi kendini yıkıma sürükler [1-5. a. ]. Müjdeciler
de ona “düşman” derler [Mat. 13:28, 39] ve sonsuz yaşamın tohumunu bozmak için deliceler
ektiğini söylerler [Mat. 13:25]. Özetle, onunla ilgili olarak Mesih’in, “O başlangıçtan beri
katil…ve yalancıdır” [Yu. 8:44] diye tanıklıkta bulduğu şeytanın işlerini bütünüyle yaşarız.
Tanrı gerçeğine yalanlarla karşı çıkar, ışığı karanlıkla gizler, insanların kafalarını hatalarla
karmakarışık eder, nefret duygusu uyandırır, mücadeleleri ve kavgaları ateşler. Tanrı’nın
Krallığını yıkmak ve kendisiyle beraber insanları da sonsuz ölüme atmak amacıyla her şeyi
yapar. Doğasının bozulmuşluğu, kötülüğü ve hainliği bundan bellidir. Kendini Tanrı’nın
yüceliğine ve insanın kurtuluşuna saldırmaya atayan bu mayada tam bir bozulmuşluk
olmalıdır. Yuhanna, mektubunda “Đblis başlangıçtan beri günah işlemektedir” diye yazdığında
söylemek istediği budur [1Yu. 3:8]. Aslında Pavlus onun bütün kötülüğün ve günahın yazarı,
önderi ve mimarı olduğunu düşünmektedir.
85
değişmez kesinliği kabul etmeliyiz. Eyüp’ün tarihinde şeytanın, Tanrı’nın emirlerini almak
için O’nun önüne çıktığını [Eyü. 1:6; 2:1] ve emir almadan önce hiçbir kötü iş yapmaya
cesaret edemediğini [1:12; 2:6] okuyoruz. Ahav kandırılacağı zaman şeytan bütün
peygamberlerin ağzındaki aldatıcı ruh olmayı üstlenmişti; Tanrı, ona bu görevi vermişti [1Kr.
22:20-22]. Bu nedenle Saul’e sıkıntı çektiren RAB’bin ruhuna “kötü” deniyor, çünkü imansız
kralın günahları böyle cezaya çarptırılıyordu [1Sa. 16:14; 18:10]. Başka bir yerde de
Tanrı’nın, “bir alay kötülük meleğiyle” Mısırlıları felaketlere uğrattığı yazılmıştır [Mez.
78:49]. Bu örneklere göre, Pavlus, iman etmeyenlerin gözlerinin görmemesine daha önce
Şeytan’ın etkinliği dese bile [2Se. 2:9; Krş. 2Ko. 4:4; Ef. 2:2], genelde Tanrı’nın işi olduğuna
tanıklık eder [2Se. 2:11]. Bu durumda Đblis, açıkça Tanrı’nın gücü altındadır ve O’na hizmet
etmek zorunda kalması için, O’nun buyruklarıyla yönetilmektedir. Nitekim Đblis’in Tanrı’ya
direnç gösterdiğini ve işlerinin Tanrı’nın işlerine ters düştüğünü söylediğimizde, aynı
zamanda bu direnişin ve muhalefetin Tanrı’nın göz yummasına bağlı olduğunu da öne
sürüyoruz. Đblis’in isteğinden ya da çabasından değil, sadece etkisinden söz ediyorum. Şeytan
doğası gereği kötü olduğu için, tanrısal isteme asla itaat etmeye değil, inatçılığa ve
ayaklanmaya son derece eğilimlidir. Tutkusu ve Tanrı’ya bile bile muhalefeti kendisinden ve
kötülüğünden kaynaklanmaktadır. Bu kötülüğü nedeniyle Tanrı’ya karşı çok düşmanca
olduğuna inandığı bir eylem rotasına girişmek zorundadır. Ama Tanrı, Kendi gücünün
dizginiyle onu bağlayıp alıkoyduğu için, şeytan sadece Tanrı’nın izin verdiklerini yapar.
Đstesin ya da istemesin Yaratan’ına itaat eder, çünkü Tanrı onu harekete geçirdiğinde O’na
hizmet etmeye boyun eğmek zorundadır.
18 . Zaferin güvencesi!
Tanrı, Kendi istemine göre, kötü ruhları şurada burada bağladığı için, onların
faaliyetlerini öyle yönetir ki, imanlıları savaşa sokarlar, onlara pusu kurarlar, esenliklerine
tecavüz ederler, savaşta onlara sıkıntı verirler ve çok sık olarak onları bezdirirler, bozguna
uğratırlar, dehşete düşürürler, kimi kez de yaralarlar; ama imanlıları asla yenemezler ya da
ezemezler. Ne var ki, imanlılar kötülere boyun eğip sürüklenirler; kötüler onların akılları ve
bedenleri üzerinde güçlerini uygularlar ve utanç verici her davranışta köle gibi onları kötüye
kullanırlar. Đmanlılar söz konusu olduğunda, bu tür düşmanlardan huzursuz oldukları için, şu
teşviklere kulak verirler: “Đblise fırsat vermeyin” [Ef. 4:27]. “Düşmanınız Đblis kükreyen aslan
gibi yutacak birini arayarak dolaşıyor…Đmanda sarsılmadan ona karşı direnin” [1Pet. 5:8-9]
ve benzerleri. Pavlus, gururunu terbiye etmenin bir çaresi olarak, alçakgönüllü olması için
kendisine Đblis’in bir meleğinin verildiğini yazdığında böyle bir iç kargaşadan uzak
olmadığını kabul ediyor [2Ko. 12:7]. Bu durumda bu, Tanrı’nın bütün çocukları için genel bir
uygulamadır. Ama Đblis’in başını ezme vaadi [Yar. 3:15] Mesih’e ve genelde O’nun bütün
üyelerine ait olduğu için, şeytanın, imanlıları ele geçireceğini ya da yeneceğini kabul
etmiyorum. Aslında çoğunlukla imanlılar sıkıntı çekerler ama iyileşmeyecek kadar yaşamdan
yoksun kalmazlar; şiddetli darbelere maruz kalırlar ama sonra ayağa kalkarlar; yaralanırlar
ama yaraları öldürücü değildir; kısacası, ömürleri boyunca o kadar didinirler ki, sonunda zafer
kazanırlar.
Yine de bunu bireysel faaliyetlerle kısıtlamıyorum. Tanrı’nın adil öcüyle Davut’un bir
süre Đblis’e verildiğini, Davut’u kışkırtarak halkı saydırdığını biliyoruz [2Sa. 24:1]. Pavlus,
insanlar şeytanın ağına düşseler bile bağışlanma umudundan imkânsız diye vazgeçmez [2Ti.
2:25-26]. Başka bir yerde Pavlus, yukarıda sözü edilen vaadin etkisini, mücadele etmemiz
gereken bu yaşamda göstermeye başladığını, mücadeleden sonra vaadin yerine getirileceğini
belirtiyor. Şöyle diyor: “Esenlik veren Tanrı çok geçmeden Şeytan’ı ayaklarınızın altında
ezecektir” [Rom. 16:20]. Aslında bu zaferi Baş’ımız tümüyle kazanmıştır, bu dünyanın
egemenin onun üzerinde hiçbir etkisi yoktur [Yu. 14:30]. Üstelik O’nun üyeleri olan bizde de
86
kısmen böyledir. Aczimize boyun eğdiğimiz bedenimizi çıkardığımızda bu tamamlanacak ve
Kutsal Ruh’un gücüyle dolacağız.
Mesih Krallığı’nın inşa edildiği ölçüde O’nun gücüyle Đblis düşer; Rab, “Şeytan’ın
gökten yıldırım gibi düştüğünü gördüm” diyor [Luk. 10:18]. Bu yanıtıyla Rab, elçilerin
vaazlarının gücüne dair anlattıklarını onaylıyor, Aynı şekilde, “Bir prens kendi sarayında
oturduğu sürece bütün malları zarar görmez. Ama ondan daha güçlü biri prensi yenerse, onu
dışarı atar” [Luk. 11-21-22 mealen] Mesih, “ölüm gücüne sahip olan” Đblis’i [Đbr. 2:14]
ölümüyle yendi ve şeytanın gücü artık kiliseye zarar veremesin diye zafer kazandı. Yoksa
onun gücü şu anda bu işi yüz kez bitirmiş olurdu. Biz bu kadar güçsüz ve şeytanın öfkesi bu
kadar güçlüyken, önderimizin kazandığı zafere güvenmezsek şeytanın çok yönlü ve sürekli
saldırılarına en küçük bir şekilde nasıl karşı durabiliriz? Bu nedenle Tanrı, Đblis’in, imanlıların
canlarına hükmetmesine izin vermez. Sadece Kendi sürüsünün üyeleri diye bakmama
tenezzülünde bulunduğu dinsizleri ve imansızları yönetmesine izin verir. Şeytanın, Mesih
tarafından dışarı atılıncaya kadar bu dünyada tartışmasız şekilde çalışacağı söyleniyor [Krş.
Luk. 11:21]. Aynı şekilde Müjde’ye inanmayanları kör ettiği söyleniyor [2Ko. 4:4]. Ayrıca
“söz dinlemeyen insanlarda etkin olan” işini yürütüyor [Ef. 2:2] ve bütün imansızlar için,
gerektiği üzere, gazap tasları var. Bu durumda imansızlar tanrısal öce hizmet edenden başka
kime itaat edecekler? Son olarak, onların babalarının şeytan olduğu söyleniyor [Yu. 8:44];
imanlıların, Tanrı’nın suretini taşıdıkları için, O’nun çocukları diye kabul edildiği gibi,
imansızlar da Đblis’in yozlaştıkları suretinde haklı olarak onun çocukları diye kabul ediliyorlar
[1Yu. 3:8-10].
61
I. xiv. 9
87
istediğim işi, yani Tanrı’ya bağlı kişilerin zihinlerini bu yanılsamalara karşı donatmayı
bitirdim. Bu yanılsamalarla endişeli insanların kafaları karışıyor ve diğerleri de olduklarından
daha çok saflaşıyor. Bir düşmanı olmadığını düşünerek direnirken, ağır ya da dikkatsiz
davranarak hiç kimse bu yanlışın tuzağına düşmesin diye, şu konuya da değinmeye değer.
62
I. v. 1-4
88
öğrensinler. Bu kuralın ilk bölümünün örneğini Sanatçının büyüklüğünü dile getirirken
verdik. O, gökyüzündeki yıldızlar ordusunu öyle yerleştirdi, öyle düzenledi, öyle harika bir
düzenlemeyle birbirine uydurdu ki, bu görünümden daha güzel hiçbir şey düşünülemez.
Bazılarını hareket edemesin diye ayarlayıp yerlerini sabitledi. Diğerlerine daha özgür bir rota
çizdi ama belirlenmiş rotalarının dışına çıkacak kadar değil. Günlerin, gecelerin, ayların,
yılların, yılın mevsimlerinin hareketlerini düzen içinde ayarladı. Her gün izlediğimiz gün
değişimini öyle bir oranladı ki, hiçbir karışıklık çıkmadı. Böyle bir kütleye destek olduğunu,
böylesine hızla dönen gök sistemini yönettiğini ve benzerlerini gördüğümüzde de bu böyledir.
Evrenin yaratılışında Tanrı’nın gücünü kabul etmek için bu birkaç örnek yeterince nettir.
Yoksa dediğim gibi, bütün bu konuyu yazmaya karar verseydim, sonu gelmezdi. Çünkü
tanrısal gücün mucizeleri, iyiliğinin belirtileri, bilgeliğinin kanıtları aslında evrendeki büyük
küçük her şey kadar çoktur.
63
I. xiv. 2
89
XV. BÖLÜM
(Đnsan doğası çirkinleşmiştir; yine de canında, belli belirsiz olsa bile Tanrı’nın sureti
vardır, 1-4)
1. Đnsan, Tanrı’nın elinden lekesiz çıkmıştır; bu nedenle günahlarının suçunu
Yaratan’a yükleyemez
Şimdi insanın yaratılışından söz etmeliyiz; Tanrı’nın bütün işleri içinde en soylusu ve
adaletinin, bilgeliğinin, iyiliğinin en çok dikkate değer örneği olduğu için değil, başlangıçta
söylediğimiz gibi65, şayet kendimizi tanımıyorsak Tanrı hakkında net ve eksiksiz bilgimiz
olamayacağı için, kendimiz hakkında iki çeşit bilgimiz vardır: Yani ilk yaratıldığımızdaki ve
Âdem’in düşüşünden sonraki durumumuzun ne olduğunu bilmek. Bu acıklı yıkılmışlıkta
doğamızın nasıl çirkinleştiğini ve bozulduğunu kabul etmezsek yaratılışımızı anlamanın yararı
pek olmayacaktır. Başlangıçta temiz bir doğamız olduğunun anlatılması bize yeterli
gelecektir. Đnsanın şimdi karşı karşıya kaldığı acıklı duruma gelmeden önce, ilk yaratıldığında
ne olduğunu bilmenin elbette yararı vardır. Đnsanın bu doğal kötülüklerini doğanın Yazarına
atfetmeyelim diye, şimdi bunları tek tek seçip ayırmaya dikkat etmeliyiz. Dinsiz kişi, her ne
kusuru varsa Tanrı’dan geldiğini iddia ederse bu bahaneyle kendini yeterince savunduğunu
düşünür. Azarlandığında Tanrı’yla mücadele etmekte ve suçlanmayı hak ettiği şeyin kusurunu
Tanrı’ya yüklemekte tereddüt etmez. Tanrı’dan çok daha saygıyla söz etmek ister gibi
görünenler, daha belirsiz şekilde de olsa, Tanrı’ya hakaret ettiklerini anlamadan,
bozulmuşluklarını suçunu hâlâ bile bile doğaya yüklerler. Doğanın özünde bir kusur olduğu
kanıtlanmış olsaydı, bu O’nun suçu olurdu.
Bedenin, kendi kötülüğünün suçunu başka birinin üzerine atılabileceğini düşünerek
her bahaneye can attığını gördüğümüz için, bu kötü niyete gayretle karşı çıkmalıyız. Bu
nedenle, insanlığın düştüğü felaketi öyle ele almalıyız ki, her bahaneyi yok etmeliyiz ve her
suçlama karşısında Tanrı’nın adaletini savunabilmeliyiz. Sonra yeri geldiğinde insanların,
Âdem’e bahşedilen paklıktan ne kadar uzaklaştıklarını göreceğiz.66 Önce Âdem’in topraktan
ve çamurdan yaratıldığında [Yar. 2:7; 18:27] gururunun dizginlendiğini anlamalıyız. Sadece
“çamur evlerde oturanlar” [Eyü. 4:19] için değil, topraktan ve tozdan meydana gelenler için
de kendi yetkinlikleriyle övünmekten daha saçma bir şey yoktur. Ne var ki, Tanrı, sadece
toprak kaba yaşam verme tenezzülünde bulunmadığı, bu toprak kabın ölümsüz bir ruhun
konutu olmasını da istediği için, Âdem, Yaratıcı’sının büyük liberalliğiyle haklı olarak
övünebilmiştir.
64
Calvin’in, Institutes’de insanla ilgili öğretişi başlıca iki bölüme ayrılır. Burada insanı,
yaratıldığı durumuyla ele almaktadır. II, iv’deyse düşmüş insanı tartışır.
65
Krş. I, i, 1; I. v. 2-3; I. xv. 1; II. viii. 1.
66
II. i. 3
90
ve Đstefanos ise Mesih’e [Elç. 7:59] teslim ettiğinde, söylemek istedikleri sadece, can
bedendeki hapsinden kurtulduğunda, onun sürekli gözeticisinin Tanrı olduğuydu. Bazıları
cana “ruh” demek gerektiğini, çünkü onun bir nefes ya da bedenlere Tanrı tarafından akıtılmış
bir güç olduğunu ama özü olmadığını düşünüyorlar. Hem gerçek hem de bütünüyle Kutsal
Yazı onlara, bu görüşte akılsızca bir gaf yaptıklarını göstermektedir. Đnsanlar olmaları
gerekenden daha çok toprağa bağlı olduklarında körelecekleri tabii ki, doğrudur. Işıklar
Baba’sından [Yak. 1:17] uzaklaşmış oldukları için, karanlıkta kör olurlar. Öyle ki, ölümün
üstesinden geleceklerini düşünmezler ama bu arada, karanlık, ışığı bastıramadığı için,
ölümsüzlüklerini algılayarak etkilenmezler. Tabii ki, iyiyle kötü arasında ayırım yapan
vicdanın, Tanrı’nın yargısına karşılık vermesi ölümsüz ruhun kuşku duyulmayan bir işaretidir.
Özü olmayan bir güdü Tanrı’nın yargı kürsüsüne nasıl gelir ve kendi suçundan nasıl dehşete
kapılır? Beden sadece cana gelen ruhsal ceza korkusundan etkilenmez. Bundan çıkan sonuca
göre, cana bir öz bahşedilmiştir. Tanrı bilgisi, dünyadan üstün olan canların ölümsüz
olduğunu, hiçbir ölümlü enerjinin yaşam çeşmesine giremediğini yeterince kanıtlamaktadır.
Kısacası, insan aklına bahşedilen birçok seçkin armağan, bunun üzerine tanrısal bir
şeyin yazıldığını duyurmaktadır; bütün bunlar ölümsüz bir özün tanıklarıdır. Vahşî
hayvanların doğasında bulunan algı duyusu bedenin ötesine geçemez ya da en azından
bedende verilmiş olan maddesel şeylerden daha ileri gitmez. Ne var ki, göğü, yeri ve doğanın
sırlarını araştıran insan aklının uyanıklılığı, insanda bedenden ayrı bir şeyin gizlenmiş
olduğunu açıkça göstermektedir. Đnsanın anlayışı ve belleği her çağda geçerli olmuş, her şeyi
yerli yerinde düzenlemiş ve gelecekteki olayları geçmiştekinden ayırmıştır. Görülmeyen
Tanrı’yı ve melekleri zekâmızla anlarız. Beden bunu asla yapamaz. Doğru, adil ve saygın
şeyleri kavrarız. Bunlar, bedensel duyularımızda gizlenmiştir. Aslında insanı uyuşturan, hatta
insanı yaşamdan yoksun bırakırmış gibi görünen uyku, ölümsüzlüğün bilinmeyen bir tanığı
değildir, çünkü hiç olmamış şeylerle ilişkili düşünceleri değil, gelecekle ilişkili önsezileri de
ortaya koymaktadır. Seküler yazarların göklere çıkardıkları ve çok daha parlak bir dille
anlatıları bu konulara kısaca değindim; bu basit hatırlatma Tanrı’ya bağlı okurlar için yeterli
olacaktır.
Can, bedenden ayrı, gerekli bir şey olmasaydı, Kutsal Yazı çamur evlerde
oturduğumuzu [Eyü. 4:19] ve ölünce her birimizin bedenimizdeyken yaptıklarımıza göre, Son
Gün en sonunda ödülümüzü alalım diye bedendeki bozulabilen şeyleri soyunarak
bedenimizdeki tapınağı bırakacağımızı bize öğretmezdi. Sadece canı bedenden açıkça
ayırmakla kalmayan, ona “insan” adı da vererek tekrar tekrar karşımıza çıkan bu ve benzeri
metinler asıl yerin bu olduğunu belirtiyor. Pavlus, imanlıları, bedenlerini ve ruhlarını her
kirden arındırmak için teşvik ederken günahın kirliliğinin barındığı iki yere işaret ediyor
[2Ko. 7:1]. Petrus, Mesih’e, “canların Çobanı ve Gözetmeni” der [1Pe. 2:25]. O’nun,
uğurlarına bu görevleri yaptığı canlar olmasaydı, Petrus hatalı konuşmuş olurdu. Canların
kendi özleri olmasıydı, Petrus’un, sonsuza kadar “canların kurtulması” ifadesinin [1Pe. 19] ya
da canlarımızı arındırma ve “cana karşı savaşın benliğin tutkularını” [1Pe. 2:11] saptama
uyarısının bir anlamı olmazdı. Aynısı, Đbraniler yazarının, “Önderleriniz… canlarınız için
hesap verecek kişiler olarak sizi kollarlar” ifadesi için de geçerlidir [Đbr. 13:17].Pavlus’un,
ruhuna tanıklık etmesi için Tanrı’ya seslenmesi [2Ko. 1:23] aynı sonuca işaret ediyor, çünkü
ruhu cezadan sorumlu olmasaydı, Tanrı’nın önünde suçlu olmayacaktı. Mesih’in sözlerinde
bu, daha açıkça ifade edilmektedir. Bedeni öldürdükten sonra canı Cehennem ateşine
gönderenden korkmamızı bize buyurmaktadır [Mat. 10:28; Luk. 12:5]. Đbraniler’e Mektup’un
yazarı, dünyasal babalarımızı, “Ruhların Babası” olan Tanrı’dan ayırırken [Đbr. 12:9] canların
özünü daha net ortaya koyamazdı. Ayrıca canlar bedendeki hapisten kurtulduğunda
yaşamıyorsa Mesih’ih, Lazar’ın canının Đbrahim’in sinesinde mutluluğu elde ettiğine, ayrıca
da, zengin adamın ruhunun korkunç ıstıraplar çektiğine işaret etmesi saçma olurdu [Luk.
16:22-23]. Pavlus da bunu doğrulamaktadır. Bu bedende yaşadıkça Tanrı’dan uzaklaştığımızı
91
ama bu bedenin dışındayken O’nun yanında olacağımızı bize öğretmektedir [2Ko. 5:6, 8].
Çok güç olmayan bir konuda daha çok yol almayayım diye, sadece Luka’nın, Sadukilerin
hatalarından birinin ruhlara ve meleklere inanmamak olduğunu belirttiği sözlerini
ekleyeceğim [Elç. 23:8].
67
Ovidus, Metamorphoses I. 84 vdd (LCL basımı, s. 8); Krş. Cicero, Nature of the Gods II.
lvi. 140 (LCL basımı, s. 256 vdd)
68
Andreas Osiander (1498-1552) Nurnberg’de seçkin bir Lutheran pastörüydü. 1549’da
Köningsber’de profesör oldu. 1550 yılında aklanma konusunda bağımsız ve şaşırtıcı bir
öğretiş ortaya attı. Osiander’in, Kopernik’in çığır açan çalışmasıyla ilgili yazısıyla bilimin
ilerlemesine katkıda bulunduğu da dikkate değer.
69
Metinde “eos” olarak çoğuldur; Krş. Institutes’un Fransızca metninde, “selon leur reverie”
(Onların hayallerine göre).
92
yaratacağını söylüyormuş gibi, bunun açıklamasını “Kendimize benzer” ifadesinde
tekrarlamaktadır. Bu nedenle Musa, az sonra aynı konuyu anlatırken, “benzerlikten” söz
etmeden “Tanrı’nın suretini” iki kez tekrarlıyor. Osiander’ın, insanın bir organına –diyelim ki
kendisine bahşedilenlerle birlikte canına- değil, adını meydana getirildiği topraktan alan
Âdem’in bütününe Tanrı sureti dendiğini söyleyerek itiraz etmesi saçmadır. Sağlıklı düşünen
bütün okurlar neden saçma dediğimi anlayacaklardır. Đnsana bütünüyle ölümlü denirken can
ölüme tabi değildir; insana “düşünen hayvan” denilse de, akıl ya da zekâ bedene ait değildir.
Bu durumda, can, insan olmamasına rağmen, canı nedeniyle insana Tanrı’nın sureti denmesi
saçma değildir; yine de Tanrı’ya benzerliğin, insanın doğasını bütün canlı yaratıkların
üzerinde yükselten yetkinliği tümüyle kapsadığına dair az önce belirttiğim ilkeyi aklımda
tutuyorum. Anlayışı tümüyle doğru olduğunda, düşkünlüklerini akıl sınırları içinde
tutulduğunda, bütün duyuları doğru bir düzen içinde ölçülü olduğunda ve yetkinliğini
Yaratan’ının kendisine verdiği olağanüstü armağanlara içtenlikle atfettiğinde Âdem’e
bahşedilen dürüstlük bu sözcükle ifade edilir. Tanrısal suretin asıl yeri düşüncede ve yürekte
ya da canda ve canın güçlerinde olsa da, bazı kıvılcımlar insanın bazı organlarında hatta
bedeninde parıldamaktadır. Dünyanın birçok yerinde de Tanrı’nın yüceliğinin bazı izlerinin
parladığı kesindir. Đnsana O’nun sureti verildiğinde örtülü bir antitezin ortaya atıldığını
buradan anlayabiliriz. Bu, insanı bütün diğer yaratıklardan üstün kılar ve adeta onu sıradan
çoğunluktan ayırır. Aslında meleklerin Tanrı’ya benzer olarak yaratıldığını reddetmemeliyiz.
Mesih’in tanıklık ettiği gibi, bizim en büyük yetkinliğimiz onlar gibi olmaktır [Mat. 22:30].
Bu kendine özgü unvanla Musa, yerinde olarak Tanrı’nın bize olan lütfunu över, özellikle de
görülen yaratıkları insanla karşılaştırdığında.
93
Bu kanıtlandığında, Osiander’ın bedenin biçimiyle ilgili hayali kolayca uçup gidiyor.
Ama Pavlus’un, sadece erkeğe “Tanrı’nın benzeri ve yüceliği” dediği [1Ko. 11:7] ve kadını
bu saygın konumun dışında tuttuğu ifadesi, metnin belirttiği üzere, apaçık siyasal düzenle
sınırlı tutulmalıdır. Ruhsal ve sonsuz yaşamla ilgisi olan bir şeyin sözü edilen “surete” dâhil
edilmesi gerektiğinin yeterince kanıtlandığını düşünüyorum Yuhanna, başlangıçtan beri
Tanrı’nın sonsuza kadar kalacak olan Sözü olan “yaşamın… insanların ışığı” olduğunu
duyurarak aynı konuyu başka sözlerle onaylıyor [Yu. 1:4]. Onun niyeti, Tanrı’nın eşsiz
lütfunu övmekti. Bu eşsiz lütufta insan, kalabalıktan ayrı tutulmak için diğer canlı
yaratıklardan üstün kılınmaktadır, çünkü sıradan bir yaşama değil, anlayış ışığının yer aldığı
bir yaşama kavuşmuştur. Bu durumda Pavlus, aynı zamanda da insanın Tanrı’nın suretinde
nasıl yaratıldığını gösteriyor. Tanrı’nın sureti, kusurundan önce Âdem’de parıldayan insan
doğasının yetkin üstünlüğüdür ama sonunda çok bozulmuş, adeta ortadan silinmiştir.
Yıkımdan geriye, karmakarışıklığın, bozulmuşluğun ve hastalıklı olmanın dışında bir şey
kalmamıştır. Seçilmişler, ruhta yeniden doğduklarında, kısmen kendini ortaya koymaktadır
bu; ama tüm olağanüstülüğüne göklerde erişecektir.
Ama bu suretin hangi parçalardan oluştuğunu bilelim diye canın yetilerini ele almanın
yararı vardır. Augustinus’un, can, içinde anlayışı, istemi ve belleği barındırdığı için, Üçlü
Birlik’in yansıması olduğu tahmini hiçbir şekilde sağlıklı değildir. Tanrı’nın benzerliğini,
insan her şeyin mirasçısı ve sahibi olarak belirlendiği için, ona verilen egemenliğe oturtanların
görüşü de hiç mümkün değildir. Sanki insan sadece bu belirtiyle Tanrı’ya benziyormuş gibi…
Oysa Tanrı’nın sureti insanın dışında değil, içinde aranmalıdır. Aslında bu, canın içsel
iyiliğidir.
70
Calvin tradusianizme, yani bütün insanların canının, başlangıçta Âdem’e aktarılan (tradux)
tanrısal özden türediği öğretişine karşı su götürmez biçimde tavır alıyor. Tam karşıtı olan
yaratılışçılık öğretişini, yani her bir çocuğa yaşam verildiğinde, hiçlikten (ex nihilo)
meydana gelen tanrısal yaratma eyleminde bulunulduğunu savunuyor.
71
Krş. I. v. 3. dn. 6
94
sürüklenirken bir imansızlık hatasına düşmüştür. Mesih’in Kendi özünü bize dökmesi bir
yana, Tanrı, Ruhu’nun tahmin edilemeyen gücüyle bizi Kendisine uyduramazmış gibi,
Osiander esas doğruluğun dışında insanda Tanrı’nın suretinin olduğunu kabul etmemektedir!
Bazıları bu aldatmacaları kamufle etmeye çalışsalar da, dengeli okurların Manicilerin bu
hatasının kokusunu almalarını önleyemezler. Pavlus suretin iyileştirilmesini ele aldığında
sözlerinden, insanın, özün akıtılmasıyla değil, Ruh’un lütfu ve gücüyle Tanrı’ya uydurulması
için yaratıldığı sonucunu çıkarmamız apaçıktır. Pavlus, “Rab’bin yüceliğini görerek… O’na
benzer olmak üzere değiştiriliyoruz. Bu da Ruh olan Rab sayesindedir” demektedir [2Ko.
3:18]. Rab, bize Tanrı’yla aynı özü vermeden kuşkusuz içimizde çalışmaktadır.
95
Anlayış, akıl ve hayal gücü (canın üç bilişsel yetisi) benzer şekilde üç dürtü yetisine tekabül
ediyor: işlevleri, anlayış ve aklın sunduğu şeylere gayret etmeyi kapsayan istem; aklın ve
hayal gücünün kendisine sunduklarını benimseyen öfke kapasitesi; hayal gücü ve duyu
tarafından önüne koyulan şeyleri kavrayan ölçüsüz istek kapasitesi.
Bunlar doğru ya da en azından mümkün olsa bile, bize yardım etmekten çok belirsizlik
bulaştırabilmelerinden korktuğum için, önemsenmemeleri gerektiğini düşünüyorum. Canın
gücünü başka şekilde sınıflandırmak isteyen bir kimseye, hiç de bütün gücümle karşı çıkmam:
O, başka bir yere yönlendirildiğinde nedeni olmasa bile, akla itaat edene iştah der; kendi
yolunca akla katılan bir diğerine ise zihinsel der. Hareketin duyu, anlayış ve güdü diye üç
ilkesi olduğu görüşünü de çürütecek değilim.
Ama daha çok, hepsinin kapasitesini ayırmayı tercih edelim ki, filozoflardan bunda
başarılı olmaları beklenemez. Filozoflar son derece basit konuşmak isterlerken canı dürtü ve
anlayış diye ayırırlar ama ikisini de birer ikili yaparlar. Kimi kez anlayışın düşünmeye
dayandığı, çünkü sadece bilgiyle yetinirse aktif bir hareketinin olmadığını (Cicero’nun “deha”
sözüyle adlandırdığı şey); kimi kez de pratik olduğunu, çünkü iyi ve kötüyü anlayarak istemi
çeşitli şekillerde harekete geçirdiğini söylerler. Nasıl iyi ve adil yaşanacağına dair bilgi de bu
ayırıma dâhildir. Birinci bölümü de (güdüden söz ediyorum) istem ve şehvet diye ayırırlar;
βούλησις dedikleri güdü akla ne kadar çok itaat ederse όρµή olur; ama aklın boyunduruğunu
atarak aşırılığa kaçtığında παθος olur. Bu durumda her zaman insan aklını, insanın kendisini
doğru yönetebildiği bir yeti diye düşünürler.
72
Krş. II. ii. 12-16
96
yönetmesi için yeterli olmakla kalmıyor, insan bunlarla Tanrı’ya ve sonsuz mutluluğa
erişiyordu. Sonra güdülerini yönetmesi ve bütün organik hareketlerini kontrol etmesi için
seçim eklendi. Böylece istem bütünüyle aklın rehberliğinin sorumluluğuna bırakıldı.
Bu dürüstlüğü içinde insanın, özgür istemi sayesinde, isteseydi sonsuz yaşama
erişecek kadar gücü vardı. Tanrı’nın bir sır olan önceden belirlemesi konusunda soru sormak
burada yersiz kaçacaktır, çünkü şu andaki konumuz bunun ne olup olmadığı değil, insanın
doğasının ne olduğudur. Âdem kendi istemiyle düştüğünü görerek, isteseydi ayağa
kalkabilirdi. Ama istemi şu ya da bu yana eğilebildiği ve dayanmak için tutarlı olmadığı için,
bu kadar kolay düştü. Ne var ki, iyiyi ya da kötüyü seçmekte özgürdü. Sadece bu da değil,
zihninde ve isteminde en büyük dürüstlük de vardı. Kutsanmışlığını bozarak kendini
mahvedinceye kadar bütün organik kısımları itaat etmesi için doğru yaratılmıştı.
Filozoflar büyük bir belirsizlikle karşılaşıyorlar, çünkü binayı yıkıntıların içinde ve
sağlam yapılmış bir yapıyı da çevreye saçılmış parçaların arasında arıyorlar. Đnsan, iyiyle kötü
arasında özgür seçim yapmasaydı düşünen hayvan olmazdı ilkesine bağlı kalıyorlar. Şayet
insan kendi planıyla yaşamını düzeltmeseydi erdemlerle günahlar arasındaki ayırımın yok
olup gideceği de akıllarına geliyor. Buraya kadar iyi akıl yürütülüyor –eğer insan hiç
değişmemiş olsaydı. Ama bu onlardan gizlendiği için, gökle yeryüzünü birbirine
karıştırmalarında şaşılacak bir şey yok! Mesih’in imanını ikrar etmiş öğrencileri olarak,
aptalca davranıyorlar. Filozofların görüşleriyle göksel öğretiş arasında uzlaşma sağlayarak ne
göğe ne de yere değindiklerinde –ruhsal mahvolmuşluğa batmış ve kaybolmuş- insanda hâlâ
özgür seçim arıyorlar. Ama bu konuları uygun bir yerde73 ele almak daha iyi. Şimdi sadece
şunu akılda tutmamız gerekiyor: ilk yaratılıştaki insan bütün gelecek kuşaklarından çok
farklıydı. Onların kökeni onun bozulmuş durumundan geliyordu. Ondan kalıtsal bir leke
almışlardı. Đlk insanın canının tek tek parçaları doğruluk için biçimlendirilmişti, zihin sağlığı
iyice yerindeydi ve iyiyi seçmek için özgür istemi vardı. Şayet biri, gücü zayıf olduğu için,
isteminin güvensiz bir durumda olduğunu söyleyerek karşı çıkarsa, durumunun herhangi bir
bahaneyi ortadan kaldırmaya yararı olurdu. Günah işleyemeyen ya da hiç işlemeyecek olan
bir insan yaratma gerekliliğiyle kısıtlanmak Tanrı için de mantıklı değildi. Aslında böyle bir
insan doğası çok daha yetkin olurdu. Ama bunu insana vermesi gerekiyormuş gibi, bu kesin
konuda Tanrı’yla kavga etmek haksızlıktan da ötedir, çünkü gözüne ne hoş görünürse onu
vermek O’nun seçimidir. Ama dayanma erdemiyle insanı desteklememesinin nedeni, O’nun
planında gizlidir; bizim için uyanıklık bilgeliğin bir parçasıdır. Aslında insan istemini
kullanabilme yeteneğini almıştır; ama bu yeteneği kullanma istemi yoktur, çünkü istemi
kullanmanın ardından dayanma gelmiş olacaktı. Yine de, kendi yıkımına isteyerek yol açacak
kadar çok şey aldığı için mazur görülemez. Aslında insanın düşmesiyle Kendi yüceliğini
ortaya koyabilme fırsatı bulduğu için, insana vasat hatta geçici bir istemden başka bir şey
vermesi gerektiği Tanrı’ya dayatılmamıştır.
XVI. BÖLÜM
73
II. ii. 2-4
97
başlangıçtaki durumu kadar sürüp giden durumunda da parladığını gördüğümüzde dinle ilgisi
olmayan insanlardan farklı olmalıyız. Dinsiz insanların zihinleri bile sadece yere ve göğe
bakarak Tanrı’ya yönelmek zorunda kalıyorsa, imanın, Yaratılış konusunda bütün saygıyı
Tanrı’ya göstermek için kendine özgü bir yolu vardır. Elçi’nin daha önce göndermede
bulunduğumuz74, “Evrenin Tanrı’nın buyruğuyla yaratıldığını… iman sayesinde anlıyoruz”
[Đbr. 11:3] sözü bununla ilgilidir. Tanrı’nın sağlayışına geçmezsek – her ne kadar hem
zihnimizle kavramış hem de dilimizle itiraf etmiş görünebilsek de- “Tanrı yaratandır”
demenin ne anlama geldiğini doğru düzgün kavrayamayız. Yaratılışta dünyasal duyu
Tanrı’nın gücüyle karşılaştığında orada durur ve olsa olsa böyle bir yapıtı tamamlayan yazarın
sadece bilgeliğini, gücünü, iyiliğini tartıp düşünür. (Bu konular kanıt gerektirmez ve isteksiz
olanlara da kendilerini dayatırlar.) Üstelik dünyasal duyu hareket gücünün kaynağı olan,
koruyan ve yöneten genel bir faaliyeti düşünür. Kısacası, dünyasal duyu başlangıçtan bu yana
bahşedilen tanrısal enerjinin her şeyi desteklemeye yettiğini düşünür.
Ama iman daha derine inmelidir, yani O’nun her şeyin yaratıcısı olduğunu görerek,
sonsuza kadar sürecek olan Yönetici ve Koruyucu olduğu sonucunu da hemen çıkarmalıdır –
evrenin hareketiyle göğün çeşitli parçaları kadar arka planını da yönetmekle kalmaz, en küçük
serçeye kadar yarattığı her şeyi destekler, besler ve bakar [Krş. Mat. 10:29]. Bu durumda
Davut, Tanrı’nın yarattığı evrene şöyle bir bakıp, sağlayışının kesintisiniz şekilde akışına
gelir: “Gökler Rab’bin sözüyle, gök cisimleri ağzından çıkan solukla yaratıldı” [Mez. 33:6].
Kısa süre sonra da hemen, “Rab göklerden bakar, bütün insanları görür” [Mez. 33:13] diye
ekler ve bundan sonra gelen sözleri de aynı tarzdadır. Herkes bu kadar net akıl yürütmez.
Ama evrenin Yaratanı Tanrı olmasaydı ve hiç kimse, Tanrı’nın, işlerine özen gösterdiğine
ikna olmadan, evreni O’nun yarattığına ciddi şekilde inanmasaydı Tanrı’nın, insanın işlerine
özen gösterdiğine de inanılmazdı. Bu durumda, Davut’un en iyi sıralamayla bizi birinden
diğerine yönlendirmesi yersiz değildir. Genellikle evrenin bütün parçalarının Tanrı’nın gizli
esiniyle canlandırıldığını filozoflar öğretiyorlar ve insan zihni de kavrıyor. Ama Davut,
Tanrı’ya bağlı herkesi peşi sıra sürükleyip, “Hepsi seni bekliyor, yiyeceklerini zamanında
veresin diye. Sen verince onlar toplar, sen elini açınca onlar iyiliğe doyar. Yüzünü gizleyince
dehşete kapılırlar, soluklarını kesince ölüp toprak olurlar. Ruhun’u gönderince var olurlar,
yeryüzüne yeni yaşam verirsin” [Mez. 104:27-30] dediğinde onun kadar büyülenmiyorlar.
Aslında Pavlus’un, O’nda yaşadığımız ve O’nda hareket ettiğimiz ifadesini [Elç. 17:28]
paylaşsalar bile onun övdüğü samimî lütuf duygusundan uzaktırlar, çünkü Tanrı’nın, babaca
sevgisinin öğrenildiği tek yol olan özel ilgisini hepsi tatmaz.
74
I. v. 14
98
olsa bile, Tanrı’nın her zaman var olan eliyle yönetilinceye kadar kendi güçlerini
uygulayamazlar. Bu durumda bunlar, Tanrı’nın, isteminin çok etkin olduğunu sürekli belirttiği
araçlarından başka bir şey değildir ve bunları kendi amacı doğrultusunda şu ya da bu hareketi
yapması için eğip büker.
Yarattığı hiçbir şey güneşten daha mucizevî ya da görkemli değildir. Işığıyla bütün
dünyayı aydınlatmasının dışında sıcaklığıyla bütün canlıları beslemesi ve canlandırması ne
kadar büyük bir şeydir! Işınlarıyla yeryüzüne bereket solur! Toprağın sinesindeki tohumları
ısıtır ve tomurcuklanan yeşillikler sağlar, onları geliştirip güçlendirir, saplarında uzayıncaya
kadar yeniden besler! Bitki çiçek verinceye, çiçek de meyve verinceye kadar sürekli ısısıyla
onu besler! Sonra kızgın ısısıyla meyveyi olgunlaştırır! Güneşin ısıttığı ağaçlar ve asmalar da
aynı şekilde önce gonca ve yaprak verir, sonra da çiçeklenir, çiçekten de meyveler oluşur!
Ama Rab, bütün bunlar için saygınlık iddiasında bulunmak üzere, güneşi yaratmadan önce
ışığın olmasını ve yeryüzünün her türlü ot ve meyveyle dolup taşmasını istemiştir [Yar. 1:3,
11, 14]. Bu nedenle bir Tanrı adamı güneşi bütün bunların başlıca ya da gerekli nedeni haline
getirmeyecektir. Bunlar güneşin yaratılmasından önce de vardı. Güneş, Tanrı’nın istediği için
kullandığı bir araçtı. Güneşi, güçlük çekmeden kaldırıp atabilir ve Kendi başına hareket
edebilirdi. Yeşu’nun dualarıyla güneşin iki gün boyunca kımıldamadan durduğunu [Yşu.
10:13] ve gölgesinin, Kral Hizkiya’nın uğruna on basamak kısaldığını [2Kr. 20:11 ya da Yşa.
38:8] okuduğumuzda Tanrı bu birkaç mucizeyle güneşin, her gün doğanın kör bir içgüdüsüyle
doğup batmadığına, bize beslediği baba sevgisini hatırlamamızı tazelemek için, güneşin
rotasını Kendisinin yönettiğine tanıklık etmektedir. Kışın ardından ilkbaharın, ilkbaharın
ardından yazın, yazın ardından sonbaharın gelmesinden – her biri sırayla- daha doğal hiçbir
şey yoktur. Yine de bu zincirlemede insan öylesine büyük ve öylesine farklı bir çeşitlilik
görür. Her yılın, ayın ve günün Tanrı’nın yeni ve özel sağlayışıyla yönetildiği hemen görülür.
75
“Sofistler.” Calvin, diğer Reformcularla ve birçok Hümanistle birlikte bu sözcüğü, bu
konuları aksi yönde ele alan Skolastik yazarları tanımlamak için kullanmaktadır.
76
Andreas Hyperius, bu konuyu ölümünden sonra yayınlanan Methodus Theologiae’de aksine
bir görüşle ele alır. Hyperius (1511-1564) Reformcu bir bilgin ve Marburg’da profesördü.
99
bundan daha acıklı bir şey olmazdı. Ayrıca Tanrı’nın herkese karşı özel iyiliği de böylece
değeri olmayacak şekilde azalırdı. Davut, annelerinin emzirdiği çocukların bile yeterince açık
tarzda Tanrı’nın yüceliğini övdüklerini haykırır [Mez. 8:2], çünkü ana rahminden çıkar
çıkmaz O’nun göksel özeniyle kendileri için hazırlanmış yiyecek bulurlar. Yaşananların
açıkça gösterdiğinin gözümüzden ve duyularımızdan kaçmaması koşuluyla, aslında bu, genel
bir gerçektir. Bazı annelerin göğüsleri bol ve bereketli, diğerlerininkiyse neredeyse kurudur,
çünkü Tanrı birini daha cömertlikçe ama bir başkasını daha az beslemek istemektedir.
Böyle bir övgüyü Tanrı’nın her şeye yeten gücüne yoranlar iki şekilde yararlanırlar.
Birincisi, Tanrı’nın iyilik yapmak için yeterince bol gücü vardır. Gök ve yer O’nun
mülkiyetindedir. Bütün yaratıklar O’nun itaatinin altına girmek için başının bir işaretine
dikkat eder. Đkincisi, Tanrı’nın koruması altında güvenle dinlenirler. Kaynakları ne olursa
olsun korkabildiğimiz bütün zararlı şeyler O’nun istemine boyun eğer. O’nun yetkisi
Şeytan’ın bütün öfkesini ve donanımını dizginler. O’nun başının işareti bir şeyin bizim
gönencimize karşı olmasına bağlıdır. Yoksa tehlikelerin başlangıcında tekrar tekrar
algıladığımız bu kontrolsüz ve batıl korkularımızı gideremeyiz ya da azaltamayız. Batıl
inançlarımız yüzünden cesaretsiz olduğumuzu söylüyorum, yaratılanlar bizi tehdit ettiğinde
ya da bizi çok korkuttuğunda bize zarar verecek içsel bir güçleri varmış, yanlışlıkla ve kaza
eseri bizi incitebilirlermiş ya da Tanrı onların zararlı davranışlarına karşı bize yeterince
yardım etmezmiş gibi korkuyoruz.
Örneğin; peygamber, Tanrı’nın çocuklarının, “imansızların genelde yaptıkları gibi,
yıldızlardan ve gökteki belirtilerden korkmalarını” yasaklamaktadır [Yer. 10:2 mealen
aktarma]. Tabii ki, her korkuyu suçlamıyor. Ama imansızlar evrenin yönetimini Tanrı’dan
yıldızlara aktardıklarında mutluluklarının ya da mutsuzluklarının Tanrı’nın istemine değil,
yıldızların kararına ve belirtilerine bağlı olduğunu hayal ediyorlar. Bu durumda, sadece O’na
yöneltmeleri gereken korkularını O’nu bırakıp yıldızlara ve kuyrukluyıldızlara aktarıyorlar.
Bu durumda, bu imansızlığın farkında olan biri, yaratılanların hiçbir değişken gücünün,
davranışının ya da hareketinin olmadığını ama Tanrı’nın bilerek ve isteyerek hüküm
vermesinin dışında, hiçbir şey olmayacak şekilde bunların Tanrı’nın gizli planıyla
yönetildiğini hiçbir zaman unutmasın.
4. Sağlayışın doğası
O zaman daha başlangıçta sağlayışın Tanrı’nın, yeryüzünde olup biteni gökten tembel
tembel izlediği anlamına gelmediğini, anahtarların sorumlusu olarak bu sağlayışıyla her şeyi
yönettiğini anlasınlar. Bunun O’nun gözleriyle olan ilişkisi elleriyle olan ilişkisinden daha az
değildir. Nitekim Đbrahim oğluna, “Tanrı kendisi sağlayacak” dediğinde [Yar. 22:8] sadece,
Tanrı’nın gelecekteki bir olayı önceden bildiğini söylemek istemiyordu, kendisinin bilmediği
bir konuyu, kafa karışıklığına ve şaşkınlığa çare bulma alışkanlığında olan Tanrı’ya
bıraktığını söylemek istiyordu. Buradan, sağlayışın davranışta yattığı sonucu çıkmaktadır;
birçok kişi çok cahilce, sadece önceden bilmeyi geveleyip duruyor. Yönetimi Tanrı’ya
atfedenlerin yanlışı bu kadar aptalca değildir ama daha önce söylediğim gibi, O’nun, genel bir
hareketiyle, evren sistemini birçok parçasıyla birlikte döndürmesi ve hareket ettirmesi ama tek
tek yaratılanların hareketlerini özel olarak yönetmemesi, kolay anlaşılamayan karmakarışık
bir yanlıştır. Ama bu yanlışa göz yumulamaz; evrensel dedikleri bu sağlayışla bütün
yaratılanların şans eseri hareket etmelerini ya da insanın özgür istemiyle şuraya buraya
dönmesini hiçbir şeyin engellemeyeceğini öğretiyorlar. Tanrı’yla insan arasındaki şeyleri öyle
bölüştürüyorlar ki, gücü sayesinde Tanrı, insana, kendisine aşıladığı doğaya göre
davranabileceği bir hareket esinliyor ama Kendi hareketlerini Kendi isteminin planına göre
ayarlıyor. Kısacası, evren, insanların işleri ve insanlar, Tanrı’nın belirlemesiyle değil, gücüyle
yönetiliyor. Tanrı’nın tembel ve uyuşuk olduğunu düşünen, (dünyayı her zaman saran
öldürücü bir hastalık olan) Epikouros’cular için hiçbir şey söylemiyorum. Tanrı’nın havanın
100
orta bölgesinin üzerini yönettiğini, alt bölgeleri kendi kaderine terk ettiğini hayal eden eski
insanlar içinse sadece akılsız diyorum. Sanki aptal yaratıklar böylesine bir apaçık bir deliliğe
karşı yeterince çığlık atamıyorlarmış gibi!
77
Calvin’in Đbraniler’e Mektup’un yazarını Pavlus’tan ayırdığına dikkat edin. Calvin,
“Öğretiş tarzı ve üslubu, yazarın Pavlus olmadığını yeterince göstermektedir” der.
101
şeylerle yok olduğunda [Yas. 28:22], tarlaları dolu ve fırtına vurduğunda [Krş. Yşa. 28:2;
Hag. 2:18] bunlar O’nun kesin ve özel öcünün belirtileridir. Bunları kabul edersek, tek bir
yağmur damlasının bile Tanrı’nın kesin buyruğu olmadan düşmeyeceği bellidir.
Nitekim Davut, Kendisine başvuran kuzgun yavrularına yiyecek veren Tanrı’nın genel
sağlayışını övmektedir [Mez. 147:9; Krş. 146:9]. Ama hayvanları açlıkla tehdit ettiğinde kimi
kez bütün canlıları kıtlıkta, kimi kez de tıka basa en iyi yemekle doyurduğunu yeterince
duyurmuyor mu? Daha önce dediğim gibi, bu belirli işlere sınırlama koymak çocukçadır,
çünkü Mesih, ayrıcalık gütmeden minik ve önemsiz bir serçenin bile Baba’nın istemi olmadan
yere düşmeyeceğini söylüyor [Mat. 10:29]. Kuşların uçuşunu Tanrı’nın kesin planı
yönetiyorsa O’nun yücelerde oturduğunu, gökte ve yerde ne olduğunu görmek için
alçakgönüllülük gösterdiğini peygamberle birlikte itiraf etmeliyiz [Mez. 113:5-6].
102
Say. 11:31]. Yunus’u denize atacağı zaman da, hava çevrintisi çıkararak şiddetli bir rüzgâr
göndermiştir [Yun. 1:4]. Tanrı’nın evrenin yönetimini kontrol ettiğini düşünmeyenler bunun,
sıradan gidişatın dışında olduğunu söyleyeceklerdir. Yine de ben bundan, Tanrı’nın açıkça
buyruğu olmadan hiçbir rüzgârın esmeyeceği sonucunu çıkarıyorum. Tanrı verdiği kararla
hem bulutları hem de rüzgârları yönetmeseydi ve bunlarda gücünün eşsiz varlığını
göstermeseydi, rüzgârları Kendine haberci, yıldırımları hizmetkârı, bulutları savaş arabaları
yaptığı ve rüzgârın kanatlarına bindiği [Mez. 104:3-4] doğru olmazdı. Başka bir yerde de ne
zaman deniz aniden çıkan rüzgârlarla köpürse bu güçlerin Tanrı’nın eşsiz varlığına tanıklık
ettiğini öğreniyoruz. “O buyurunca şiddetli bir fırtına koptu, dalgalar şaha kalktı” [Mez.
107:25]; sonra da “Fırtınayı limanlığa çevirdi, yatıştı dalgalar” [Mez. 107:29]; başka bir
yerdeyse halkını yakıcı rüzgârlarla cezalandırdığını duyurur [Amo. 4:9].
Đnsana doğal olarak üreme gücü verilmesine rağmen Tanrı, bazılarını kısır bırakarak,
bazılarına döl lütfunda bulunarak özel sevgisini açıklamaktadır [Krş. Mez. 113:9]; “Çünkü
rahmin ürünü O’nun ödülüdür” [127: 3, mealen aktarma]. Bu nedenle Yakup karısına, “Ben
Tanrı mıyım ki, sana çocuklar verebileyim?” der [Yar. 30:2, mealen aktarma]. Bunu hemen
bitirelim: Bizim için doğada ekmekle beslenmek kadar doğal bir şey yoktur. Ama Ruh,
Tanrı’nın özel armağanının sadece yeryüzünü yaratmak olmadığını, “insanın yalnız ekmekle
yaşamadığını” da duyuruyor [Yas. 8:3; Mat. 4:4]; çünkü insanları besleyen bunun çokluğu
değil, Tanrı’nın gizli kutsamasıdır78; tam tersine, ekmek desteğini çekip almakla tehdit etmesi
gibi [Yşa. 3:1]. Aslında gündelik ekmek için edilen samimî dua [Mat. 6:11], Tanrı’nın babaca
sevgisiyle bizi yiyecekle donattığı şeklinde anlaşılabilir sadece. Bu nedenle, peygamber
imanlıları, Tanrı’nın onları beslerken en iyi aile babası görevini yerine yetirdiğine ikna etmek
için, bütün canlara yiyecek verdiğini belirtir [Mez. 136: 25]. Bir tarafta, “Rab’bin gözleri
doğru kişilerin üzerindedir, kulakları onların yakarışına açıktır” [Mez. 34:15], diğer tarafta da,
“Rab’bin gözü dinsizlerin üzerindedir, topraktan onların anılarını silmek için” [Mez. 34:16,
mealen aktarma] diye duyduğumuzda, yukarıdaki ve aşağıdaki bütün yaratıkların, Tanrı’nın
hoşnut olduğu şekilde kendilerini kullanması için, itaat etmeye hazır olduklarını bilelim.
Buradan, doğanın düzenini sürdürmek için O’nun, sadece genel sağlayışıyla yarattıklarını
geliştirmediği, olağanüstü planıyla da kesin ve uygun bir amacı benimsediği sonucunu
çıkarıyoruz.
78
Krş. III. xx. 4
103
lanetiyse insanların işlerinde kadere ve şansa yer kalmamaktadır. Augustinus’un şu sözü de
bizi etkilemelidir: Akademisyenlere Karşı kitaplarımda kaderden bu kadar sık söz etmem beni
üzüyor; ama bu isimle şu ya da bu tanrıçanın değil, sadece dışsal iyilik ya da kötülükte
rastlantı eseri bir sonucun anlaşılmasını istiyordum.” Kullanmakta tereddüt etmememiz
gereken forte, forsan, forsitan, fortasse, furtuito [rastlantı eseri, şans eseri, belki, olasılıkla,
tesadüfen] kelimeleri de fortuna’dan gelir; yine de bunların tümü tanrısal sağlayışa
göndermede bulunur. Şunu sessizce geçiştirmeden söyledim, genellikle ‘kader’ denen şey de
belki gizli bir buyrukla yönetiliyordur. Mantığı ve nedeni sır olduğu için biz buna ‘şanslı
olma’ diyoruz. Aslında şunu söyledim: ama burada ‘kader’ sözcüğünü böyle kullandığıma
pişmanım, çünkü insanların çok kötü bir alışkanlıkları olduğunu gördüm. ‘Tanrı böyle istedi’
demeleri gereken yerde, ‘kader böyle istedi’ diyorlar.” Sözün kısası, genelde Augustinus bize
eğer bir şey kadere bırakılırsa dünyanın amaçsızca dönüp duracağını öğretiyor. Başka bir
yerde her şeyin biraz insanın özgür seçimiyle, biraz Tanrı’nın sağlayışıyla yürüdüğünü
belirtse de, az sonra insanların sağlayış altında bulunduklarına ve sağlayışla yönetildiklerine
yeterince işaret ediyor. Tanrı’nın buyruğu olmadan bir şeyin meydana gelmesinden daha
saçma bir şey olmadığını kendisine ilke ediniyor, çünkü o zaman bu, nedensiz meydana
gelecekti. Bu nedenle, beklenmedik durumların insanın istemine bağlı olmasını da hariç
tutuyor; kısa süre sonra bunu daha da netleştiriyor. Nedenini Tanrı’nın isteminde aramamız
gerektiğini kabul etmiyor. “Đzin” sözcüğünü bu kadar sık kullanmasının nedeni bu sözcük bir
yerde karşımıza çıktığında çok iyi anlaşılıyor. Burada Augustinus, her şeyin en yüce ve ilk
nedeninin Tanrı’nın istemi olduğunu, çünkü O’nun buyruğu ya da izni olmadan hiçbir şeyin
olmadığını kanıtlıyor. Elbette gözcü kulesinde boş boş yatan, şuna ya da buna izin verme
zamanını bekleyen, bir istek gerçekten Kendi isteği değilse, deyim yerindeyse, aksi takdirde
neden sayılamayacak olan bir müdahalede bulunan bir Tanrı hayalini kurmuyor.
79
Calvin bütün beklenmedik olayları Tanrı’nın sağlayışının sınırları içinde tutar.
104
Bu anlamıyla “kader” sözcüğü Vaiz’de sık sık tekrarlanmaktadır [Vai. 2:14-15; 3:19;
9: 2-3; 11)80, çünkü insanlar derinlere gizlenmiş olan nedeni ilk bakışta anlamıyorlar. Ne var
ki, Kutsal Yazı’da, Tanrı’nın bir sır olan sağlayışının her zaman karanlıkta parıldayan bazı
kıvılcımlar olmadan insanların yüreklerinden hiç böyle sönmemiş olduğu belirtilmektedir. Bu
nedenle Filistinli kâhinler, kuşku içinde bocalamalarına rağmen, kötü alınyazılarını kısmen
Tanrı’ya kısmen de kadere bağlamışlardır. Şayet Antlaşma Sandığı bu yoldan giderse bize
Tanrı’nın darbe indirdiğini ama öbür yoldan giderse bunun şans eseri olduğunu bileceğiz,
diyorlar [2Sa. 6:9] Kehanetleri onları aldattığında kadere sığınmaları aslında akılsızlıktır. Bu
arada başlarına gelen tersliğin sadece rastlantı eseri olduğunu düşünmekle kendilerini
kısıtlamadıklarını da görüyoruz. Ama Tanrı’nın, sağladığı dizginle her olayı istediği gibi
değiştirmesi bu dikkate değer örnekten anlaşılmaktadır. Davut’un tam da Maon Çölü’nde
tuzağa düştüğü anda Filistinliler ülkeyi işgal etmişler, Saul gitmek zorunda kalmıştı [1Sa.
23:26-27]. Tanrı, kulunun güvenliğini sağlamak isteyerek bu engeli Saul’un yoluna
çıkarıyorsa, Filistinlilerin insanın beklentisinin de üstünde aniden silahlarına sarılmalarına
rağmen bunun şans eseri olduğunu söylemeyeceğiz; ama bize beklenmedik bir olay gibi
gelenin, Tanrı’dan gelen gizli bir itici güç olduğunu iman bilir.
Böyle bir neden her zaman ortaya çıkmaz ama dünyada fark edilen değişikliklerin
Tanrı’nın elinin gizlice harekete geçirmesiyle meydana geldiğini kuşkusuz anlamalıyız. Ama
Tanrı’nın karar verdiği şeyin, koşulsuz ve alışılmadık bir durumda olsa da, kesinlikle
meydana gelmesi gerekir. Bilinen bir örnek Mesih’in kemiklerinde görülmektedir. Mesih,
bizim gibi bir beden aldığında, aklı başında hiç kimse O’nun kemiklerinin kırılabildiğini inkâr
etmeyecektir. Ama bu kemikleri kırmak mümkün olmadı [Yu. 19:33, 36]. Birbirini izlemeyle
sonuç arasında olduğu gibi, göreli gereklilikle kesin gereklilik arasındaki farkın okullarda boş
yere ortaya atılmadığını bir kez daha görüyoruz. Tanrı, Oğlu’nun kemiklerine kırılabilirlik
vermişti ama kırılmadı ve bu, doğal olarak meydana gelebilen planının gerekliliğinin sınırları
içindedir.
XVII. BÖLÜM
80
“Eventus”
105
Tanrı’nın planında her zaman için çok iyi bir nedenin olduğunun görüleceği doğrudur:
Halkını sabırla eğitir, kötü eğilimlerini düzeltir ve şehvetlerini terbiye eder, kendilerini inkâr
etmeye boyun eğdirir, tembellikten kurtarır; ayrıca gururu alçaltır, dinsizin hinliğine karşı
çıkar, oyunlarını bozar. Nedenler gözümüzden kaçacak kadar gizli ve kısa ömürlü olsa da
kesinlikle Kendisine sakladığını kabul etmeliyiz ve Davut’la birlikte haykırmalıyız: “Ya Rab,
Tanrım, harikaların, düşüncelerin ne çoktur bizim için… Duyurmak anlatmaz istesem
yaptıklarını, saymakla bitmez” [Mez. 40:5]. Acıklı durumumuzda günahlarımızın her zaman
aklıma gelmesi gerekse de, ceza bizi tövbe etmeye teşvik edebilse de, Mesih’in, Baba’nın
gizli planının herkesi hak ettiği şekilde cezalandırmaktan çok daha adil olduğunu iddia ettiğini
görüyoruz. Kör doğmuş adam için şeyle demektedir: “Ne kendisi ne de annesi babası günah
işledi. Tanrı’nın işleri onun yaşamında görülsün diye kör doğdu” [Yu. 9:3]. Tanrı, layık
olmayanı böyle çok az merhamet göstererek cezalandırıyormuş gibi, felaket doğmadan önce
geldiğinde doğamız feryat eder. Ne var ki, Mesih, gözlerimizin pak olması koşuluyla, bu
mucizede Baba’sının yüceliğinin ortaya çıktığına tanıklık eder.
Ama Tanrı’nın bize açıklamada bulunması için gayret etmeyecek, her şeyin gerçek
nedeninin O’nun istemi olduğunu düşünerek O’nun gizli yargılarına saygı gösterecek kadar
ölçülülüğü benimsemeliyiz. Yoğun bulutlar göğü kararttığında ve şiddetli bir fırtına
çıktığında, kasvetli bir pus görüşümüzü karattığı, gök gürültüleri kulaklarımıza çarpığı ve
bütün duyularımız korkudan hissizleştiği için, her şey bize şaşırtıcı ve karmakarışık gelir.
Ama bu süre içinde gökte sürekli bir sessizlik ve dinginlik vardır. Buradan, dünyadaki
sıkıntılar bizi karar veremeyecek duruma getirse de Tanrı’nın, adaletinin ve bilgeliğinin saf
ışığında, bütün bu hareketlerin etkisini en iyi anlaşılacak şekilde azalttığı ve doğru bir sonuca
gidecek şekilde yönlendirdiği sonucu çıkmaktadır. Ve kuşkusuz bu noktada birçok kişinin,
Tanrı’nın işlerini büyük bir yetkiyle anlatmaya, gizli planını araştırmaya ve ölümlülerin
işlerinde yaptıkları gibi, bilinmeyen konularda acele karar vermeye büyük bir yetkiyle cesaret
etmeleri tam bir çılgınlıktır. Düşüncesizlikle suçlanmaktan çok kararı askıya almayı tercih
etmemiz, yine de Tanrı’nın saygı göstermemiz gereken gizli kararlarını mağrurca yermemiz
bu ölçülülüğü eşitlerimize göstermekten daha saçma değil mi?
81
Calvin için, herkesin her koşulda Tanrı’yla işi [negotium cum Deo] vardır. Krş. III. iii. 6; III.
iii. 16; III. vii. 2. Buna çok kişisel anlamda inanmaktadır. Örneğin; Cenevre’ye dönüşü
konusunda karar verme stresi yaşarken Farel’e yazdığı mektupta, “Bunu Tanrı’yla birlikte
yapmam gerektiğinin [mihi esse negotium cum Deo] farkındayım” diye yazar. Bu mektubun
tarihi Bonnet’in tahmin ettiği gibi Ağustos 1541 değil, 24 Ekim 1540’dır.
82
Burada Sebastian Castellio’nun ya da onun davasını savunanların Calvin’i eleştirmelerine
göndermede bulunulduğu bellidir.
106
Evrende olup biteni Tanrı’nın akıl almaz planlarının yönettiğini kabul etmiyorlarsa
Kutsal Yazı’nın ne amaçla O’nun yargılarının dipsiz bir kuyu olduğunu söylediğine cevap
versinler [Mez. 36:6]. Musa, Tanrı’nın isteminin uzaklarda, bulutlarda ya da dipsiz kuyularda
aranmamasını, çünkü bilinen şekliyle yasada ortaya çıktığını söylediğinde [Yas. 30:11-14]
bundan Tanrı’nın dipsiz derinlikle karşılaştırılabilecek başka bir gizli istemi83 olduğu sonucu
çıkıyor; bununla ilgili olarak Pavlus da, “Tanrı’nın zenginliği ne büyük, bilgeliği ve bilgisi ne
derindir! O’nun yargıları ne denli akıl ermez, yolları ne denli anlaşılmazdır! ‘Rab’bin
düşüncesini kim bilebildi? Ya da kim O’nun öğütçüsü oldu?’” demektedir [Rom. 11:33; Krş.
40:14-14]. Nitekim yasada ve Müjde’de duyularımızın ulaşabileceği yerin çok gizemler
olduğu anlaşılmaktadır. Ama Tanrı, sözüyle açıklamaya tenezzül ettiği bu gizemler anlaşılsın
diye, halkının zihnini farkındalık ruhuyla aydınlattığı için [Eyü. 20:3 ya da Yşa 11:2], artık
burada hiçbir dipsiz derinlik değil, tam tersine, güvenle yürümemiz gereken bir yol,
adımlarımıza rehberlik eden bir çıra [Mez. 118:105], yaşam ışığı [Krş. Yu. 1:4; 8:12],
güvenilir ve kesin gerçeğin okulu vardır. Yine de, evreni yönettiği olağanüstü yönteme haklı
olarak dipsiz derinlik denmektedir, çünkü bizden gizli olsa da biz ona saygıyla tapmalıyız.
Musa, her iki düşünceyi de çok güzel açıklamıştır: “Gizlilik Tanrımız Rab’be özgüdür
ama burada yazanlar sizin ve çocuklarınız içindir” [Yas. 29:29, mealen aktarma]. Musa’nın
bize, gayretimizi sadece yasayı düşünmeye yönlendirmekle kalmamayı, Tanrı’nın gizli
sağlayışına korkuyla bakmayı da söylediğini görüyoruz. Eyüp Kitabı’nda da
alçakgönüllülükle düşünelim diye böyle bir yücelik duyurulmaktadır. Yazar, evrenin
çerçevesinin altını ve üstünü inceleyip Tanrı’nın işlerini olağanüstü anlattıktan sonra “Bunlar
yaptıklarının küçücük parçaları, O’ndan duyduğumuz hafif bir fısıltıdır” diye eklemektedir
[Eyü. 26:14]. Başka bir yerde Tanrı’nın bilgeliğiyle Tanrı’nın bu bilgeliğinden insanlara
verdiği payın ayrımına varır. Doğanın sırlarından söz ederken bilgeliği sadece Tanrı’nın
bildiğini ama onun, “bütün canlıların gözünden uzak” olduğunu söyler [Eyü. 28:21]. Ama
biraz sonra, insanlara “Đşte Rab korkusu, bilgelik budur” [Eyü. 28:28] dendiği için, O’nun
bilgeliğinin araştırılmasının gerektiğini duyurmaktadır. Augustinus’un sözleri bu konuya
uygun düşmektedir: “Tanrı’nın en iyi düzenlemeyle bizimle ilişkilendirdiği her şeyi
bilmediğimiz için, biz sadece iyi niyete göre davranıyoruz ama başka şeylerde yasaya uygun
olan şeyleri yapıyoruz, çünkü O’nun sağlayışı değişmeyen bir yasadır.” Bu durumda, Tanrı,
evrenin yönetimini (bizim bilmediğimiz) bir hakla üstlendiği için, ayıklık ve ölçülülük
yasamız O’nun yüce yetkisini kabul etsin, O’nun istemi bizim tek doğruluk kuralımız ve
aslında her şeyin adil nedeni olsun. Aslında nedenler bizden gizli bile olsa, doğruluktan başka
bir şeyin akmadığı her şeyi belirleyen ilke, Sofistlerin, O’nun adaletini gücünden ayırıp
dinsiz ve kutsallıktan yoksun bir farklılık getirerek geveledikleri bu kesin istem değil –
sağlayıştır.
83
“Alliam voluntatem absconditam.” Calvin, Tanrı’nın iki istemi olduğunu anlatmıyor,
Tanrı’nın iç varlığındaki ulaşılmaz dipsiz derinliği (Krş. I. xiii. 1-2) ve açıklamasındaki
gizemleri düşünüyor. Krş. I. xviii. 2-3: “Ama istemi tek ve basit olsa da, bize birçok gelir” (m.
3). Ayrıca bk. I. xviii, 1, 4 (istemle kural arasındaki fark); III. xx. 43.
84
Homer, Iliad, xix, 86 vdd
107
başkalarını örnek almayacaklar ve yaptıkları kötü işleri “Tanrı” adıyla örtmeyeceklerdir.
Başka bir komedide Lykonides, “Tanrı kışkırtıyor; Bunu tanrıların istediğine inanıyorum.
Bunu istemeselerdi, böyle olmazdı, biliyorum” demektedir85. Ama tam tersine onlar, Tanrı’yı
neyin hoşnut ettiğini Kutsal Kitap’ı inceleyip öğrensinler, böylece Ruh’un rehberliğinde
Tanrı’yı hoşnut eden şey için gayret göstersinler. Aynı zamanda da, Tanrı’nın çağırdığı her
yere gitmeye hazır olarak, bu öğretişi bilmekten daha yararlı hiçbir şey olmadığı gerçeğini
göstereceklerdir.
Kutsallıktan yoksun insanlar86 kendi saçmalıklarıyla akılsızca gürültü koparıyorlar,
böylece atasözünde denildiği gibi yeri göğü birbirine katıyorlar neredeyse. Eğer Rab,
öleceğimizi söylediyse, bundan kaçış olmadığını söylüyorlar. Bu nedenle, önlem almaya
çalışmak boşunadır. Bir adam, tehlikeli olduğunu duyduğu yoldan gitmeye hırsızlar onu
öldürmesin diye cesaret edemez; diğeri hekimleri çağırıyor, sağ kalmak için ilaçlar alıyor; bir
başkası zayıf sağlığı bozulmasın diye, ham yiyeceklerden kaçınıyor; diğeri yıkılmak üzere
olan evlerde oturmaktan korkuyor. Kısacası, hepsi istedikleri şeye ulaşmanın yolunu buluyor
ve bunu akıllarındaki önemli bir amaca uyduruyor. Ya Tanrı’nın istemini düzeltmeye çalışan
bütün bu çareler boş ya da Tanrı’nın yaşamı ve ölümü, sağlığı ve hastalığı, esenliği ve savaşı
ve diğer olayları belirlediği kesin bir kararı yok. Đnsanlar arzularına ve nefretlerine göre bu
olayları kendi çabalarıyla elde etmeye ya da önlemeye büyük bir ciddiyetle gayret ediyorlar.
Rab’bin, öncesizlikten beri zaten karar vermiş olduğu şeyleri sağlamak için istediği
imanlıların duaların gereksiz demeseler de sapkın olduğu sonucunu çıkarıyorlar. Özetlersek,
gelecekle ilişkili bütün bu planları, Tanrı’nın sağlayışının aleyhine hükümsüz kılıyorlar. Tanrı
ise onların başvurmadıkları bu planları yürürlüğe koymaya karar vermiştir. Her ne olursa
olsun Tanrı’nın sağlayışıyla o kadar bağdaştırıyorlar ki, bunu yapan insana karşı gözleri
kapalı. Kasten cinayet işleyen katil doğru biri mi? Onun, Tanrı’nın planını uyguladığını
söylüyorlar. Çünkü o, Rab’bin önceden görüp buyurduğu işi yapmıştır. O, Tanrı’nın
sağlayışının hizmetkârıdır. Ana babasının ilaçlarını ihmal eden, onlara hiç bakmayan bir oğul
ölümlerini mi beklemiştir? Öncesizlikten beri bunu belirlemiş olan Tanrı’ya direnememiştir.
Bu durumda, Tanrı’nın buyruğuna bağlı olduğu için bütün suçlara erdem demektedirler.
85
Plautus, Aulularia 737, 742’de Lykonides’in konuşmasından. Daha önce sözü edilen genç,
Plautus’un Bacchides’indeki Pistoklerus’tur.
86
Bu “kutsallıktan yoksun insanlar” Libertinlerdir.
108
uyduğuna bakın. Hiçbir tehlikenin farkında olmamız gerekmediği, çünkü ölümcül olmadığı,
hiç önlem almasak bile kendimizi kurtaracağımız sonucuna varırız. Ama Rab, farkında
olmanızdan hoşlanır, çünkü onu sizin için ölümcül duruma getirmeyecektir. Bu akılsızlar,
gözlerinin önünde olanı düşünmezler. Rab, insanlara önlem alma ve dikkat etme sanatını
esinlemiştir. Bu da, yaşamı korunma sağlayışına uygundur. Tam tersine, O’nun gelecek için
sakladığı hastalıkları ihmal ve tembellikle üzerlerine çekerler. Her durumda delilik ve sağgörü
ilahi takdirin birer aracı değilse nasıl oluyor da sağgörülü bir adam, kendine bakarken
kendisini tehdit eden kötülüklerden kurtuluyor ama akılsız bir adam kendi düşüncesizce
ataklığı nedeniyle yok oluyor? Bu nedenle, gelecekteki bütün olayların üstesinden gelinceye
kadar ya da bu olaylar hiç dikkat etmeden geride kalıncaya kadar bunlara kuşkulu ve hazır
reçetelerle direnmeyi kesmeyelim diye, Tanrı bunları bizden saklamaktan hoşnut olur.
Tanrı’nın sağlayışının her zaman çıplak şekliyle karşımıza çıkmadığını, Tanrı’nın bir anlamda
onu, kullandığı yöntemlerle giydirdiğini daha önce belirtmiştim.
109
(Tanrı’nın sağlayış yollarını düşünmek: sağlayış işlerini anlamanın mutluluğu, 6-11)
6. Đmanlıların tesellisi olarak Tanrı’nın sağlayışı
Bu iftiralar ya da daha çok aklı başından gitmiş insanların abuk sabuk sözlerinin
arkası, sağlayış konusu, en iyi ve en tatlı meyveyi alalım diye, Tanrı’ya saygı kuralının
gerektirdiği dine bağlılıkla ve kutsallıkla düşünüldüğünde kolayca kesilir. Bu durumda
Hristiyanın yüreği, her şeyin Tanrı’nın planıyla meydana geldiğine ve hiçbir şeyin şans eseri
olmadığına iyice inandığı için, olayların asıl nedeni diye O’na güvenecek ama yeri geldiğinde
de ikincil nedenlere dikkat edecektir. O zaman yürek, Tanrı’nın eşsiz sağlayışının kendisini
korumak için bekçilik ettiğinden kuşku duymayacaktır. Meydana gelen ama kendisinin
iyiliğine ve kurtuluşuna dönüşebilecek olan hiçbir şeyden acı çekmeyecektir. Ama Tanrı’nın
işleri önce insanla, sonra da diğer yaratılanlarla olduğu için, yürek Tanrı’nın sağlayışının, bu
ikisini de yönettiğine güvenecektir. Đyi ya da kötü insanlar söz konusu olduğunda, Hristiyanın
yüreği insanların planlarının, isteklerinin, çabalarının ve yeteneklerinin Tanrı’nın elinde
olduğunu; hoşuna gittiği yerde onları bağlamının ve istediği zaman onları kısıtlamanın O’nun
seçimi olduğunu bilecektir.
Tanrı’nın eşsiz sağlayışının imanlıların gönencine gözetmenlik yaptığına tanıklık eden
çok sayıda ve çok açık vaatler vardır: “Yükünü Rab’be bırak, O sana destek olur. Asla izin
vermez doğru insanın sarsılmasına” [Mez. 55:22]. Çünkü O, bizi kayırır [1Pet. 5:7]. “Yüceler
yücesinin barınağında oturan, Her Şeye Gücü Yeten’in gölgesinde barınır” [Mez. 91:1]. “Size
dokunan gözbebeğime dokunmuş olur” [Zek. 2:8]. “Senin kalkanın benim” [Yar. 15:1],
“Seni… tunç bir duvar kıldım” [Yer. 1:18; 15:20]; “Seninle çekişenle ben çekişeceğim” [Yşa.
49:25]. “Bir anne çocuklarını unutabilirse de, ben seni unutmayacağım” [Yşa. 49:15, mealen
aktarım]. Kutsal Kitap tarihinin başlıca amacı, Rab’bin, kutsalların, ayaklarını taşa bile
çarpmayacakları tarzda yollarını büyük bir gayretle gözettiğini öğretmektir [Krş. 91:12].
Bu nedenle, Tanrı’nın evrensel sağlayışının, belli bir yaratığa özel ilgi göstermeye
tenezzül etmek olmadığını hayal edenlerin biraz yukarıdaki düşüncesine haklı olarak karşı
çıkıyoruz. Her şeyden önce bize özel ilgi gösterdiğini kabul etmemiz önemlidir. Mesih,
Baba’sının istemi olmadan değersiz minik bir serçenin bile yere düşmeyeceğini
duyurduğunda [Mat. 10:29] hemen şu açıklamada bulunur: biz serçelerden daha değerli
olduğumuz için, Tanrı bizi daha büyük bir ilgiyle gözetmektedir [Mat. 10:31]. Başımızdaki
saçların sayılı olduğuna güveneceğimiz kadar bunu geniş tutar [Mat. 10:30]. O’nun istemi
olmadan başımızdan tek bir saç bile düşemiyorsa kendimiz için başka ne isteyebiliriz? Sadece
insanlardan söz etmiyorum; Tanrı, Kendisine konut olarak kiliseyi seçtiği için, onu yönetirken
gösterdiği babaca sevgiyi eşsiz kanıtlarla göstereceğinden hiç şüphe yoktur.
110
Bütün yaratılanları hatta O’nun izni olmadan Eyüp’e hiçbir şey yapmaya cesaret edemediğini
gördüğümüz [Eyü.1:12] Şeytan’ı bile kendi iyilikleri ve güvenlikleri için yönetmeye dikkat
etmektedir.
Đster istemez bu bilginin ardından, olayların lütufkâr sonucu için şükran duymak,
sıkıntılara sabretmek ve gelecekle ilgili kaygılardan inanılmaz şekilde özgür olmak gelir. Bu
nedenle Tanrı’nın kulu, ister insanların hizmetiyle Tanrı’nın cömertliğini hissetsin, ister
cansız varlıklar ona yardım etsin, yüreğinin arzusuna göre gönençli bir şey olduğunda, her
şeyi Tanrı’ya atfedecektir. Bu durumda şöyle akıl yürütecektir: onların yüreklerini bana
meylettiren, O’nun bana duyduğu şefkate araç olsunlar diye onları bana bu kadar çok
bağlayan Rab’dir. Meyvelerin bolluğunda şöyle düşünecektir: “Gökler yeryüzünü ‘işitebilsin’,
yeryüzü de ürünlerini ‘işitebilsin’ diye gökleri ‘işiten’ Rab’dir” [Krş. Hoş. 2:21-22]. Başka
şeylerde de, her şeyi bollaştıranın sadece Rab’bin kutsaması olduğundan kuşku
duymayacaktır. Bu kadar kanıtla uyarıldığında, nankör olmaya devam edemeyecektir.
111
itici güç olur. Yahudiler hem iyinin hem de kötünün Tanrı’nın buyruğu olmadan meydana
geldiğini düşündükleri için, Yeremya ve Amos onları eleştirmişlerdir [Ağı. 3:38; Amo. 3:6].
Yeşaya’nın duyurusu da aynı tarzdadır: “Işığı biçimlendiren, karanlığı yapan, esenliği ve
felaketi yaratan, bütün bunları yapan Rab benim” [Yşa. 45:7].
112
kendi içinde barındırdığı ve beslediği- için, insan kendi yıkımının çeşitli şekillerdeki yükünü
taşımadan ve adeta ölümle kuşatılmış bir yaşamı çekmeden edemez. Tehlike olmadan ne
donmasına ne de terlemesine başka ne dersiniz? Nereye dönerseniz dönün çevrenizdeki her
şey sadece güçlükle güvenilebilir değil, açıkça birer tehdittir ve anında ölümle tehdit eder
gibidir. Gemiye binin, ölümün bir adım uzağındasınız. At binin, ayağınız kayarsa yaşamınız
tehlikeye girer. Kentin sokaklarında dolaşın, çatılardaki kiremitler kadar çok tehlikeye
maruzsunuz. Sizin ya da arkadaşınızın elinde bir silah varsa, kötülük kapıdadır. Gördüğünüz
bütün vahşî hayvanlar sizi mahvetmek için silahlanmıştır. Ama duvarların arasındaki bir
bahçeye kapanırsanız görünüşte hoş gelse de kimi kez gizlenip yatan bir yılan vardır. Sürekli
yangın tehlikesi olan eviniz gündüzleri sizi yoksul kalmakla, geceleri de üzerinize çökmekle
tehdit eder. Tarlanız doluya, dona, kuraklığa ve başka felaketlere maruz olduğu için, sizi
kıtlıkla ve böylece de açlıkla tehdit eder. Bizi kısmen evde kuşatan, kısmen de dışarıda
peşimizi bırakmayan zehirlenmeleri, pusuları, soygunları ve açık şiddeti geçiyorum. Bu büyük
sıkıntılar içinde insan, boynunda sürekli bir kılıç asılıymış gibi, yarı canlı olarak yaşamında
endişeyle ve isteksizce güçlükle soluk aldığı için çok acıklı durumda olması gerekmez mi?
Bu olayların ender olduğunu ya da en azından her zaman, herkesin aynı anda başına
gelmediğini söyleyeceksiniz. Kabul ediyorum; ama bunların bizim başımıza da gelebileceğine
ve yaşamımızın onlarınkinden farklı olmadığına dair başkalarının örnekleri bizim için birer
uyarı olduğu için, bu olaylar bizim başımıza gelmek üzereymiş gibi, korkmaktan ve dehşete
kapılmaktan başka bir şey yapamayız. O zaman böyle bir dehşetten neyin daha korkunç
olduğunu düşünebilirsiniz? Ayrıca Tanrı’nın yaratıkların en soylusu olan insanı kaderin her
tür kör ve düşüncesiz darbelerine maruz bıraktığını söylüyorsak Tanrı’ya sitem ederken
suçsuz değiliz. Ama burada, insanın, kaderin çizdiği yoldan giderse hissedeceği bu acıklı
durumdan söz etmeyi tasarlıyorum.
11. Tanrı’nın sağlayışının kesinliği yüreklerimizde Tanrı’ya karşı sevinçli bir güven
oluşturur
Tanrısal sağlayışın ışığı Tanrı adamına parladığında, sadece bir zamanlar kendisine
baskı yapan büyük endişeden ve korkudan değil, sıkıntıdan da kurtulup özgür olur. Haklı
olarak kaderden korktuğu için, kendini korkusuzca Tanrı’ya bırakır. Tesellisi Göklerdeki
Baba’nın her şeyi onun gücü dâhilinde tuttuğunu, yetkisini ve istemini yönettiğini, kendi karar
vermezse başına hiçbir şeyin gelmeyeceğini bilmesidir. Ayrıca Tanrı’nın koruması altında
alındığını ve meleklerin gözetimine emanet edildiğini, ne suyun, ne ateşin, ne demirin,
yönetici olan Tanrı’nın bunlara fırsat vermek hoşuna gitmezse kendisine zarar vereceğini
bilmek de onu rahatlatır. Nitekim Mezmur’da şöyle denilmektedir: “Çünkü O seni avcı
tuzağından, ölümcül hastalıktan kurtarır. Seni kanatlarının altına alır, onların altına sığınırsın,
O’nun sadakati senin kalkanın, siperin olur. Ne gecenin dehşetinden korkarsın, ne gündüz
uçan oktan, ne karanlıkta dolaşan hastalıktan. Ne de öğleyin yok eden kırgından” [Mez. 91:3-
6].
Kutsalların övünebildikleri güvence buradan gelmektedir. “Rab, benden yana” [Mez.
118:6]; “Korkmam. Đnsan bana ne yapabilir ki?” [Mez. 56:4]. “Rab yaşamımın kalesidir.
Kimseden korkmam” [Mez. 27:1]. “Karşımda bir ordu konaklasa” [Mez. 27:3], “karanlık
ölüm vadisinden geçsem bile” [Mez. 23:4] “ben her zaman umutluyum” [Mez. 71:4]. Size
yalvarıyorum, dünya amaçsızca karışmış göründüğünde Rab’bin her yerde çalıştığını
bilmenin ve bu çalışmanın kendi gönençleri için olduğuna güvenmenin dışında bu asla yok
olmayan güvenceden başka neleri var? Şeytan ya da kötü insan, gönençlerine saldırırsa,
sağlayışı hatırlayıp güç kazanmazlarsa duydukları ihtiyaçlar için güvenlerini hemen
yitireceklerdir. Ne var ki, şeytanı ve kötülerin bütün destekçilerini Rab’bin tümüyle
dizginlediğini unutmasınlar. Öyle ki, Rab’bin izin vermesinin, aslında buyurmasının dışında
bize karşı kumpas kuramazlar, kursalar bile plan yapamazlar, planlasalar bile yürürlüğe
113
koymak için parmaklarını kıpırdatamazlar. Şeytanın ve mürettebatının sadece zincire
vurulmadığını, engellendiğini ve hizmet etmeye zorlandığını da hatırlasınlar. Bu düşünceler
onları çok rahatlatacaktır. Çünkü onların öfkelerini kabartmak, bu öfkeyi hoşlandığı yere
çevirip yönlendirmek Rab’be aittir; kendi şehvetleriyle ahlaksızca övünmesinler diye, bir ölçü
ve sınır getirecek olan O’dur.
Bir yerde Pavlus, bu inançtan destek alarak yolculuğunu Đblis’in engellediğini
söyledikten [1Se. 2:18] sonra başka bir yerde Tanrı’nın izniyle yola çıkmakta kararlı
olduğunu belirtmektedir [1Ko. 16:7]. Şayet bu engelin Đblis’ten geldiğini söyleseydi,
Tanrı’nın planlarını boşa çıkarmak Đblis’in gücü dâhilindeymiş gibi, ona çok büyük güç
atfediyor olurdu. Ama bütün yolculuklarının Egemen Tanrı’nın iznine bağlı olduğunu
duyurduğunda, aynı zamanda da Đblis’in, Tanrı’nın onayı olmadan hiçbir şey yapamayacağını
belirtmektedir. Aynı nedenden dolayı Davut, insanların yaşamlarını adeta bir girdap gibi
sürekli döndüren olaylar karşısında şuna sığınmaktadır: “Vakitlerim senin elindedir” [Mez.
31:15]*. Burada “yaşamın akışı” ya da tekil olarak “vakit” diyebilirdi ama insanların durumu
istikrarsız olsa da, zaman zaman değişiklikler meydana gelse de bunların Tanrı tarafından
yönetildiğini ifade etmek için, çoğul olarak “vakitler” demeyi seçmektedir. Bu nedenle,
Yahuda’yı yıkmak için güçlerini birleştiren Resin’le Đsrail Kralı, ülkeyi yakıp yıkmak için,
yanık odun parçalarını tutuştursalar da, peygamber bunlara “tüten yanık odun parçası”
demektedir. Bunlar tütmekten başka bir şey yapamaz [Yşa. 7:4]. Firavun hem zenginliği ve
gücü hem de ordularının büyüklüğü nedeniyle korku saçsa da, kendisi bir deniz canavarı,
ordusu da balıkla karşılaştırılmaktadır [Hez. 29:4]. Tanrı, önderi ve orduyu çengelle
yakalayacağını ve onları hoşuna giden yere kadar sürükleyeceğini duyuruyor. Kısacası, dikkat
ederseniz sağlayışı bilmemenin bütün ıstırapların en büyüğü olduğunu çok geçmeden kolayca
algılarsınız; en büyük bereket bunu bilmekte yatar.
*
Mez. 31:15 “Hayatım senin elinde”, 2003³; “Vakitlerim senin elindedir” 1995 (çev. n.)
114
Ruh, pişmanlığa göndermede bulunurken, Tanrı’nın vicdan azabından etkilenmediğini, çünkü
insan olmadığı için pişmanlık duyamayacağını söylemektedir [1Sa. 15:29]. Aynı bölümde,
karşılaştırmanın, görünürdeki çelişkiyle çok bağdaşacak kadar ikisinin de birbiriyle çok
karıştırıldığına dikkat etmeliyiz. Tanrı Saul’u kral yaptığında pişman olduğunda kararını
değiştirmesi mecaz anlamında anlaşılmalıdır. Az sonra şu eklenmektedir: “Đsrail’in yüce
Tanrı’sı yalan söylemez, pişman olduğu için vazgeçmez; çünkü O, insan değil ki, pişman
olsun” [1Sa. 15:29, mealen aktarma]. Tanrı’nın değişmezliği bu sözlerle açıkça ve mecazsız
duyuruluyor. Bu durumda, Tanrı’nın insanın işlerinin yönetimine dair verdiği buyruk hem
sonsuza kadardır hem de her tövbenin üzerindedir. O’nun değişmezliğinden kuşku
duyulmasın diye, düşmanları bile buna tanıklık etmek zorunda kalmıştır. Balam bile, kendi
istemine karşı çıkarak şu sözleri söylemiştir: “Tanrı insan değil ki, yalan söylesin; insan
soyundan değil ki, düşüncesini değiştirsin. O söyler de yapmaz mı?” [Say. 23:19].
13. Kutsal Yazı, bizim anlayabilmemiz için Tanrı’nın “pişmanlığından” söz etmektedir
O zaman “pişmanlık” sözcüğü ne anlama geliyor? Kuşkusuz Tanrı’yı insanı terimlerle
bize tanıtan diğer anlatım tarzları gibi bir anlamı vardır. O’nun yüce konumuna ulaşmaktan
aciz olduğumuz için, anlayabilelim diye bu, kapasitemize uygun şekilde anlatılmalıdır. O’nu
için uygun olan tarz, bize Kendisini olduğu gibi değil, bize göründüğü tarzda anlatmaktır.
Tanrı, bütün zihinsel kargaşaların dışında bile olsa, yine de günahlılara öfke duyduğuna tanık
etmektedir. Bu nedenle, ne zaman Tanrı’nın öfkelendiğini duysak O’nun duyguları olduğunu
hayal etmemeliyiz, tersine, bu ifadenin bizim insan olarak tecrübelerimize dayandığını
düşünmeliyiz; çünkü Tanrı her ne zaman hükmünü uygulasa yakıcı ve öfkeli birinin
görünüşünü sergiler. Bu nedenle, “pişmanlık” sözcüğünden, davranış değişikliğinden başka
bir şey anlamamalıyız, çünkü insanlar kendilerinden hoşnut olmadıklarını kanıtlamak için
davranışlarını değiştirme alışkanlığındadırlar. Bu nedenle, insanlardaki her değişim, hoşlarına
gitmeyen bir şeyi düzeltmektir ama bu düzeltmenin kaynağı pişmanlıktır. O zaman
“pişmanlık” sözcüğü, Tanrı’nın davranışlarını değiştirmesi demektir. Bu arada Tanrı’nın ne
planı bozulmuş ne de isteği ve istemi değişmiştir. Ama öncesizlikten beri öngördüğü,
onayladığı ve hüküm verdiği şeyi, değişiklik insanların gözüne çok ani görünse bile, kesintisiz
bir akış içinde uygulamıştır.
115
konuşmuştur: “Şimdi kadını kocasına geri ver. Çünkü o bir peygamberdir. Senin için dua
eder, ölmezsin. Ama o kadını geri vermezsen, sen de sana ait olan herkes de ölecek, bilesin”
[Yar. 20:7]. Đlk ifadede Avimelek inansın diye Kendi niyetini söyleyerek zihnine çok daha
şiddetli bir darbe indirdiğini ama ikinci konuşmada istemini açıkça belirttiğini görüyor
musunuz? Diğer parçalar da aynı anlama geldiğinden, Rab’bin, duyurmuş olduğu şeyi
yürürlükten kaldırdığı için, ilk amacından saptığı sonucunu çıkarmayın. Rab ceza uyarısında
bulunduğunda, anlaşılması kolay olmayan bir şeyi hece hece açıklamasa da, istemindeki ya da
Sözü’ndeki bir şeyi değiştirmekten çok, esirgemek istediklerine pişman olmalarını ihtar
ediyor, sonsuza kadar sürecek olan buyruğunun yolunu hazırlıyor. Yeşaya’nın bu sözü aslında
geçerliliğini korumalıdır: “Her şeye egemen Rab’bin tasarısını kim boşa çıkarabilir? Kalkmış
durumdaki elini kim indirebilir?” [Yşa. 14:27].
XVIII. BÖLÜM
116
çalarlar. Eyüp, bütün mal varlığının Tanrı tarafından elinden alındığını ve yoksul bir adam
haline getirildiğini anlar, çünkü bu durum Tanrı’yı çok hoşnut etmiştir. Bu nedenle, insanları
ya da Şeytanı her ne ayartıyorsa, yine de anahtar, Kendi kararlarını uygulatmak üzere onların
gayretlerini yönetmek için Tanrı’nın elindedir. Tanrı, sahte kral Ahav’ın aldatılmasını ister;
şeytan bu amaca hizmet eder; bütün peygamberlerin ağzından yalan söyleyen bir ruh olması
için kesin bir buyrukla gönderilir [1Kr. 22:20]. Ahav’ın körleşmesi ve deliliği Tanrı’nın
yargısıysa sadece izin uydurması ortadan kalkar: çünkü Yargıcın, sadece isteğinin
yapılmasına izin vermesi ama buna karar vermemesi, hizmetlileri tarafından yerine
getirilmesini buyurmaması saçma olurdu.
Yahudiler Mesih’i mahvetmek istemişlerdir; Pilatus’la askerleri onların delice
isteklerine boyun eğmişlerdir; yine de öğrenciler muhteşem bir duada bütün imansızların,
Tanrı’nın “Kendi eli ve planıyla” karar verdiğinin dışında başka bir şey yapmadıklarını kabul
ediyorlar [Elç. 4:27-28]. Daha önce de Petrus, “Tanrı’nın belirlenmiş amacı ve öngörüsü
uyarınca elinize teslim edilen [Mesih’in]” öldürüldüğünü vaaz etmişti [Elç. 2:23]. Sanki
başlangıçtan bu yana Kendisinden hiçbir şeyin gizlenmediği Tanrı’nın, Yahudilerin ne
yapacaklarına bilerek ve isteyerek karar verdiğini söylemiştir. Başka bir yerde de, “Bütün
peygamberlerin ağzından Mesih’in acı çekeceğini önceden bildiren Tanrı, sözünü bu şekilde
yerine getirmiştir” [Elç. 3:18]. Babasının yatağını ensest bir birliktelikle kirleten Avşalom
iğrenç bir suç işler [2Sa. 16:22]; ama Tanrı onun bu işi yapacağını duyurur; şöyle der: “Sen o
işi gizlice yaptın ama ben bunu … güpegündüz yapacağım” [2Sa. 12:12]. Yeremya,
Kildanilerin Yahuda’ya yaptıkları her zumlun Tanrı’nın işi olduğunu duyurmuştur [Yer. 1:15;
7:14; 50:25 vb]. Bu nedenle Nebukadnessar’a Tanrı’nın kulu denir [Yer. 25:9; Krş. 27:6].
Birçok yerde Tanrı, ıslığıyla [Yşa. 7:18 ya da 5:26], borazan sesiyle [Hoş. 8:1], yetkisiyle ve
buyruğuyla dinsizlerin savaşa kalkışacağını duyurmaktadır [Krş. Sef. 2:1-2]. Asurluların,
öfkesinin değneği [Yşa. 10:5] ve elinde tuttuğu balta [Krş. Mat. 3:10] olduğunu söylüyor.
Kutsal Kentin yıkımına ve Tapınağın yıkıntılarına Kendi işi diyor [Yşa. 28:21]. Tanrı’ya
söylenmeyen ama O’nu adil bir yargıç olarak kabul eden Davut, Şimi’nin lanetlerinin O’nun
buyruğundan kaynaklandığını kabul ediyor [2Sa. 16:10]. “Ona böyle yapmasını Rab
buyurmuştur” [2Sa. 16:11]. On oymağın ayrılması [1Kr. 11:31], Eli’nin oğullarının ölümü
[1Sa. 2:34] ve bu tür birçok örnekteki gibi, her ne olursa olsun Rab’den geldiğini Din
Tarihi’nde sık sık görüyoruz. Kutsal Yazılarda ılımlı olarak yazılan birçok tanıklıktan, kısa
tutmak adına ancak birkaçını belirttiğime dikkat edin. Tanrı’nın sağlayışının yerine –Tanrı,
gözcü kulesinde oturup fırsat bekliyormuş ve kararları insanın istemine bağlıymış gibi-
sadece izni koyanların geveleyip saçmaladıkları bunlardan bellidir.
117
göndermede bulunmaktadır. Sanki kötüleri yüzüstü bırakarak, Şeytan’ın onları kör etmesini
istemektedir. Ama Ruh, Tanrı’nın adil yargısının körlüğe ve cinnete çarptırdığını açıkça ifade
ettiği için [Rom. 1:20-24], böyle bir çözüm yolu da saçmadır. Firavun’un yüreğini
nasırlaştırdığı [Çık. 9:12], onu inatçı yaptığı [10:1] ve katılaştırdığı [10:20, 27; 11:10; 14:8]
söylenmektedir. Bu akılsızca itirazla bazıları bu ifadelerin etrafında geziniyorlar. Oysa başka
bir yerde Firavun’un inatçılık ettiği söylenmektedir [Çık. 8:15, 32; 9:34]. Đnatçılığın nedenin
Tanrı’nın istemi olduğu belirtilmektedir. Bu iki ifade birbiriyle mükemmelce uyum içinde
değilmiş gibi, farklı şekillerde bile olsa insan Tanrı’nın isteğiyle davranırken, aynı zamanda
da kendi isteğiyle davranıyor! Ayrıca itirazlarını da onlara iade ediyorum: Eğer “katılaşmak”
sadece izin demekse Firavun inatçılığa doğru dürüst kışkırtılmayacaktı. Aslında bunu, Firavun
inat etmek için cefa çekmiş şeklinde yorumlamak ne kadar eksik ve akılsızcadır! Ayrıca
Kutsal Yazı böyle itiraz etmeye fırsat vermemektedir. Tanrı, “Ben onu inatçı yapacağım” der
[Çık. 4:21]. Kenan ülkesinde yaşayanlarla ilgili olarak Musa, savaşmak için ortaya
atıldıklarını, çünkü Tanrı’nın yüreklerini katılaştırdığını söylemiştir [Yşu. 11:20; Krş. Yas.
2:30]. Aynı şeyi başka bir peygamber de tekrarlamaktadır: “[Tanrı] tutumunu değiştirdi
düşmanlarının, halkından tiksindiler” [Mez. 105:25] Aynı şekilde Yeşaya’da da Tanrı, hile
yapan ulusa karşı Asurluları göndereceğini ve onları “soyup yağma etmeyi” buyuracağını
duyuruyor –dinsiz ve inatçı insanlara Kendisine isteyerek itaat etmeyi öğretmek için değil,
O’nun yüreklerine yazılmış buyruklarını taşıyorlarmış gibi, kararlarını uygulamaya yöneltmek
için; bundan, Tanrı’nın kesin kararının onları harekete geçirdiği ortaya çıkmaktadır.
Aslında, çoğunlukla Şeytan’ın müdahalesiyle Tanrı’nın kötülerde çalıştığını kabul
ediyorum. Ama bunu öyle bir tarzda yapar ki, Şeytan, Tanrı’nın harekete geçirmesiyle rolünü
oynar ve O’nun izin verdiği yere kadar gidebilir. Kötü bir ruh Saul’e sıkıntı verir; ama
Saul’un deliliğne Tanrı’nın adil öcünün yol açtığını bilelim diye, bunun Tanrı’dan geldiği
[1Sa. 16:14] söylenir. Aynı Şeytan’ın, “imansızların… zihinlerini kör ettiği” söylenmektedir
[2Ko. 4:4]; ama yanıltma çabası Tanrı’dan gelmiyorsa [2Se. 2:11] insanları yalana inandırmak
için bu yapıldığında gerçeğe itaat etmeyi kim reddeder? Đlk nedenden dolayı, “Bir peygamber
ayartılır da bir söz söylerse, onu ayartan benim” denmektedir [Hez. 14:9] . Đkinci nedenden
dolayı da Tanrı’nın onları “yararsız düşüncelere” [Rom. 1:28] ve yakışıksız davranışlara
teslim ettiği [Krş. Rom. 1:29] söylenmektedir, çünkü O, adil öcünün tek yazarıdır, Şeytan’sa
buna sadece hizmet eder. Ama Đkinci Kitap’ta insanın özgür ya da özgür olmayan seçiminden
söz ederken87 bu konuyu tekrar irdelememiz gerektiği için, bana öyle geliyor ki, fırsatın
gerektirdiği kadarıyla şimdi kısaca anlattım. Özetlersek, her şeyin nedeninin Tanrı’nın istemi
olduğu söylendiği için, O’nun sağlayışını, belirleyici bir ilke haline getirdim. Bu, gücünü
sadece Kutsal Ruh tarafından yönetilen seçilmişlerde gösteren ve kötüleri de itaate zorlayan
değil, bütün insanların planlarını ve işlerini de belirleyici bir ilkedir.
87
II. iv. 1-4
118
kötülükleri yüzünden insanlar sadece Tanrı’ya karşı gelmekle kalmazlar, O’nu mahkûm
edecek güç iddiasında da bulunurlar. Bu arada Davut, göğe tükürdükleri sövgülerin Tanrı’ya
ulaşmadığı konusunda kısaca uyarıda bulunur ama onların iftira bulutlarını dağıtarak O’nun
haklılığını ortaya koyar. Đmanımız bile yüceliğiyle bu bulutları dağıtır (Tanrı’nın Kutsal
Sözü’nün üzerine kurulduğu için, bütün dünyanın üzerindedir [Krş. 1Yu. 5:4]).
Tanrı’nın isteğinin dışında hiçbir şey olmuyorsa O’nun birbirine zıt iki istemi olduğu,
çünkü yasasında açıkça yasakladığı şeye gizemli planında karar verdiğine dair ilk itirazlarını
yok etmek kolaydır. Ama cevap vermeden önce okurlarımı, bu itirazın bana değil, kutsal biri
olan Eyüp’e, “Tanrı’nın gözüne iyi göründüğü için böyle oldu” [Eyü. 1:21]* açıklamasını
yaptıran Kutsal Ruh’a karşı yapıldığı konusunda uyarmalıyım. Hırsızlar onu soyduklarında
onların bu adaletsiz davranışını ve yaptıkları kötülüğü Tanrı’nın adil cezası olarak kabul etti.
Kutsal Yazı’nın başka yerlerinde ne denir? Eli’nin oğulları babalarına itaat etmiyordu, çünkü
Tanrı onları öldürmek istiyordu [1Sa. 2:25]. Başka bir peygamber de, “Bizim Tanrımız
göklerdedir, ne isterse yapar” diye duyurmaktadır [Mez. 115:3]. Hata bulan bu kişilerin,
sadece O’nun ağırkanlılıkla verdiği izne bağladıkları bütün bu olayların Yazarı’nın Tanrı
olduğunu daha önce yeterince açık şekilde belirtmiştim. Tanrı, ışığı ve karanlığı yarattığını,
iyiyi ve kötüyü biçimlendirdiğini [Yşa. 45:7], Kendisinin yapmadığı hiçbir kötülük
olmadığını [Amo. 3:6] duyurmaktadır. Rica ediyorum, Tanrı’nın, yargılarını isteyerek mi
yoksa istemeden mi uyguladığını bana söylesinler. Ama Musa’nın öğrettiği gibi, baltanın
kayıvermesiyle ölen birini Tanrı, baltacının eline bırakmıştır [Yas. 19:5; Krş. 21:13].
Luka’ya göre bu durumda bütün kilise, Hirodes’in ve Pilatus’un, Tanrı’nın gücüyle ve
planıyla karar verdiğini yapmak için birlik olduklarını söylemektedir [Elç. 4:28]. Aslında
Mesih, Tanrı’nın istemiyle çarmıha gerilmemiş olsaydı, nasıl kurtulacaktık? Bu nedenle
Tanrı’nın istemiyle kendisiyle ne savaş halindedir, ne değişir, ne de istediği şeyi istemiyor
görünür. Đstemi tek ve basit olsa bile bize çok yönlü gelir, çünkü zihinsel kapasitemiz yetersiz
olduğu için, bir şeyin olmasını ya da olmamasını çeşitli şekillerde istediğini kavrayamayız.
Pavlus, öteki ulusların çağırısının “gizli tutulan bir sır” olduğunu söyledikten [Ef. 3:8-9], kısa
süre sonra, “Tanrı’nın çok yönlü bilgeliğinin” ortaya konduğunu eklemektedir [Ef. 3:10].
Tanrı’nın bilgeliği çok yönlü (ya da eski çevirmenlerin çevirdikleri gibi, “çok biçimli”)
göründüğü için, Tanrı planını değiştirebilirmiş ya da kendisiyle görüş ayrılığına düşermiş gibi,
anlayışımızın yavaşlığı88 nedeniyle, Tanrı’da bir değişiklik olduğunu mu düşünmeliyiz?
Tersine, Tanrı’nın yapılmasını yasakladığı şeyin meydana gelmisini nasıl istediğini
anlamadığımızda zihinsel kapasitemizin yetersiz olduğunu hatırlayalım ve aynı zamanda da
Tanrı’nın konutu olan ışığa nedensiz yere yaklaşılmaz denmediğini düşünelim [1Ti. 6:15-16],
çünkü o, karanlıkla birlikte yayılmaktadır. Bu durumda Tanrı’ya bağlı ve alçakgönüllü herkes
Augustinus’un şu sözleriyle aynı görüşte olmaya hazırdır: “Kimi zaman iyi niyetli biri,
Tanrı’nın istemediği bir şey ister… Örneğin; iyi bir evlat, Tanrı’nın ölmesini istediği
babasının yaşamasını ister. Aynı şekilde aynı adam, Tanrı’nın iyi niyetle istediği bir şeyi kötü
niyetle isteyebilir. Örneğin; kötü bir evlat babasının ölmesini ister; Tanrı da bunu ister. Yani
birincisi, Tanrı’nın istemediği bir şeyi ister; ama ikincisi Tanrı’nın da istediği bir şeyi ister.
Birinci evlat, Tanrı’nın istediğinden başka bir şey istese bile Tanrı’ya saygısı, Tanrı’nın
*
Calvin’in alıntı yaptığı bu ayet Đ.S. 5. yüzyılın başında Hieronymus’un çabalarıyla
hazırlanan Kutsal Kitap’ın Latince versiyonunda (Vulgate) yer almaktadır (çev. n).
88
Đman ve insanın kapasitesinin yetersiz olması (imbecillitus) ya da yavaşlık (hebetudo), Calvin’in. 3.
ve 4. maddelerde “yasakladığı” şeyi “isteyen” ama isteyerek “tek ve basit” kalan Tanrı’yla ilgili
ifadelerini bilinçli olarak çelişkili kılmasının temelidir. Bu durumda mantık, Kutsal Yazı’ya boyun
eğer ve açıklanan gizemlerin sınırlarının dışında kalan şeyi anlamanın bir yolu olarak kabul edilmez.
Krş. I. xiii. 1-3; III. ii. 14; III. xxiv. 17; ve III. XVĐĐ. 10’da aynı nedene dayanarak mantıksal bir sonuç
çıkarmanın reddi.
119
istediği şeyi isteyen ikincisinin dinsizliğinden çok daha Tanrı’nın iyi niyetiyle uyum içindedir.
Đnsanın istemesi için uygun olanla Tanrı için uygun olan arasında fark vardır. Her birinin
isteğinin amacı da farklıdır. Öyle ki, birinden biri kabul edilsin ya da edilmesin. Kötü
insanların kötü istekleri aracılığıyla Tanrı istediği doğru şeyi yerine getirir.” Az önce de kendi
kusurları nedeniyle düşmüş meleklerin ve kötü insanların, kendi bakış açılarından, Tanrı’nın
istemediği bir şeyi yaptıklarını ama Tanrı’nın her şeye kadir olduğu bakış açısındansa bunu
hiçbir şekilde yapamadıklarını, çünkü onların, Tanrı’nın istemine karşı gelirken, Tanrı’nın
istemini yaptıklarını söylemişti. Bu nedenle Augustinus haykırır: “Rab’bin işleri büyüktür.
Onlardan zevk alanlar hep onları düşünür” [Mez. 111:2]; öyle ki, olağanüstü ve sözle
anlatılamaz bir şekilde, Tanrı’nın istemi olmadan hiçbir şey yapılmaz, istemine ters olan bir
şey bile. Çünkü izin vermeseydi yapılmazdı; ne var ki buna istemeyerek değil, isteyerek izin
vermektedir; her şeye kadir olduğu için, kötülüğü iyiliğe çevirmeseydi, iyi olduğu için
kötülük yapılmasına izin vermezdi.
120
Yarovam’da krallık beklentisi heyecanı uyandırdığında bu, bunun yapılmasını buyuran
Tanrı’dan habersiz ya da O’nun istemine karşı yapılmamıştır. Yine de halkın isyanını
suçlamak doğrudur, çünkü Tanrı’nın istemine karşı Davut’un soyuna asilik etmişlerdir. Bu
nedenle, daha sonra Rehavam’ın halkın yakarmasını kibirle küçümsemesi ve Tanrı’nın, kulu
Ahiya’nın gücüyle duyurduğu Sözü yerine getirmek için yaptığı bu iş de buna eklenmiştir
[1Kr. 12:15]. Kutsal birliğin bozulmasının Tanrı’nın istemine karşı olmasına rağmen, on
oymağın aynı istem doğrultusunda Süleyman’ın oğlundan uzaklaştığına dikkat edin. Ayrıca
benzer bir örnek daha vardır. Kral Ahav’ın oğulları halkın –aslında onlara elini uzatanın-
rızasıyla öldürülür ve bütün soyu yok edilir [2Kr. 10:7]. Nitekim Yehu haklı olarak, “Rab’bin
Ahav’ın ailesine ilişkin söylediği hiçbir söz boşa çıkmamıştır. Rab, kulu Đlyas aracılığıyla
verdiği sözü yerine getirdi” diye bildirmektedir [2Kr. 10:10]. Samiriye halkını, yardım
ettikleri için azarlaması da nedensiz değildir. “Efendime düzen kurup onu öldüren benim.
Sizin suçunuz yok. Ama bunları kim öldürdü?” [2Kr. 10:9]. Yanılmıyorsam, aynı eylemde
insanın kötü işleri ortaya çıkarken, Tanrı’nın adaletinin aydınlandığını da daha önce net olarak
açıklamıştım.
Alçakgönüllü düşünenler için Augustinus’un şu yanıtı her zaman yeterli olacaktır:
“Baba Oğlu’nu, Mesih bedenini, Yahuda Efendisini verdi. Bir şey yapıldığında, bunun
yapılmasının nedeni aynı değilse, bu verişte neden Tanrı adil, insan suçlu olsun?” Ama bazı
insanlar şimdi söylediğimiz şeyde–yani insan yapmaması gereken şeyi, Tanrı’nın itici gücüyle
yaptığında, Tanrı’yla insanın arasında bir anlaşma olmadığı- güçlük çekiyorsa aynı
Augustinus’un başka bir parçada işaret ettiklerini unutmasınlar: “Tanrı’nın istediği her şeyi
kötü insanların bile yüreklerine işleyip yine de onlara hak ettiklerini verdiğinde, bu yargılar
karşısında kim ürpermez?” Oğlu’nu hem vermeyi hem de ölüme teslim etmeyi Tanrı istemiş
olduğu için, kuşkusuz, Yahuda’nın ihanet günahının suçunu Tanrı’ya yüklemek, kurtuluşun
saygınlığını Yahuda’ya aktarmaktan daha doğru değildir. Aynı yazar başka bir yerde
Tanrı’nın, bu sınavda insanlara ne yapabildiklerini ya da ne yaptıklarını değil, amaçlarını ve
isteklerini hesaba katmak için, ne yapmak istemiş olduklarını sorduğunu doğru bir biçimde
belirtmektedir.
Bunu acımasız bulan kişiler, Kutsal Yazı’da apaçık kanıtlarla açıklanan bir şeyi
reddederlerken titizliklerinin ne kadar çekilebilir olduğunu biraz düşünsünler. Çünkü bu
onların zihinsel kapasitelerini aşmakta ve apaçık ortaya koyulan şeyleri hatalı bulmaktadırlar.
Şayet Tanrı, insanların öğrenmesinin yararlı olduğu hükmüne varmasaydı peygamberlerine ve
elçilerine öğretme buyruğu vermezdi. Bilgeliğimiz, Kutsal Yazı’da öğretilenleri
alçakgönüllülükle öğrenerek kucaklamaktan ve en azından hata bulmamaktan başka bir şey
olmamalıdır. Küstahça küçümseyenler, Tanrı’nın aleyhine gevezelik ettikleri besbelli olsa
bile, daha fazla yalanlanmaya değmezler.
121
CALVIN
HIRĐSTĐYAN DĐNĐNĐN TEMELLERĐ
Derleyen:
JOHN T. McNEILL
Auburn Union Đlahiyat Fakültesi
Kilise Tarihi
Emekli Profesörü
New York
ĐKĐNCĐ KĐTAP
122
ĐÇĐNDEKĐLER
III. Bölüm Đnsanın Bozulmuş Doğasından Ancak Lanetli Đşler Çıkar 151
123
XIV. Bölüm Aracının Đki Doğası Nasıl Tek Kişi Oldu
124
ĐKĐNCĐ KĐTAP
Mesih’te Kurtaran Tanrı’yla Đlgili Bilgi Önce Yasa Altındaki Atalara, Sonra da
Müjde’de Bize Açıklandı
1. BÖLÜM
Eski atasözünde insana kendini tanımasının şiddetle önerilmesinin geçerli bir nedeni
vardır. Đnsan yaşamına dair konularda her şeyi bilmememizin yüz kızartıcı olduğu
düşünülüyorsa kendimizi tanımamamız daha da iğrençtir, çünkü gerekli konularda karar
verirken kendimizi acınacak şekilde kandırırız, hatta kör ederiz.
Ama bu ilke çok önemli olduğu için, bunu sapkınca yapmaktan kaçınmaya da daha
çok gayret etmeliyiz. Đnsanı kendini tanımaya teşvik ederken, kendi değerini ve
yetkinliğini bilmeyi bir amaç diye öneren bazı felsefecilerin bunu yaptığını görüyoruz.
Đnsana, boş bir güvenceyle şişinmekten ve gururla kabarmaktan başka bir işe yaramayan
şeyler düşündürüyorlar [Yar. 1:27]. Ama doğal yetkinliğimizin, lekelenmeden kalsaydı ne
kadar güzel olacağını bilmemiz için, kendimizi bilmemiz, önce yaratılışta bize ne
verildiğini ve Tanrı’nın bize olan lütfunu ne kadar cömertçe sürdürdüğünü
düşünmemizde; aynı zamanda da içimizdeki hiçbir şeyin bize ait olmadığını unutmayalım
diye, Tanrı’nın bize bahşetmiş olduğu her şeye dayanmayı sürdürmemizde yatmaktadır.
Bu durumda her zaman O’na bağımlıyız. Đkincisi, Âdem’in düşüşünden sonra acınacak
durumda olduğumuzu hatırlamaktır. Bu bilinç, bütün övünmemizi ve özgüvenimizi yere
serdiğinde, bizi gerçekten alçakgönüllü yapar ve utanca boğar. Başlangıçta Tanrı, hem
erdemli olalım hem de sonsuz yaşamı düşünelim diye, zihnimizi harekete geçirmeye
gayret edebilmemiz için bizi Kendi suretinde biçimlendirmiştir [Yar. 1:27]. Bu durumda,
(bizi vahşi hayvanlardan farklı kılan) ırkımızın büyük soyluluğu zekâmızın durgunluğuna
gömülmesin diye, bize anlayış ve akıl bağışlandığını kabul etmeye bizi zorlar. Öyle ki,
kutsal ve dürüst bir yaşam sürdürerek, kutsanmış ölümsüzlüğün belirlenen amacını devam
ettiririz.
Ne var ki, karşılaştırıldığında ortaya çıkan başlangıçtaki bu değerlilik,
bozulmuşluğumuzun ve lekelenmişliğimizin acıklı görüntüsü olmadan akla gelemez,
çünkü biz, ilk insanın kişiliğinde başlangıçtaki durumumuzdan düştük. Gerçek
alçakgönüllülük kadar iğrençliğin ve hoşnutsuzluğun da kaynağı budur; bu nedenle
Tanrı’yı aramak için yeni bir gayret ateşi içimizde tutuşur. Her birimiz kesin olarak
tümüyle kaybettiğimiz bu iyi şeyleri O’nda eski durumuna getirebiliriz.
125
özelliklerimizi tartmaya davet eden bu ilkenin çok daha hoş olduğunun bilincindeyim.
Aslında insan doğasında övgüyü hevesle isteyecek bir şey yoktur. Đnsan doğası, kendisine
verilen armağanların oldukça saygın olduğunu fark ettiğinde, onlara gereğinden fazla
inanır. Bu nedenle, insanların büyük çoğunun bu açıdan bu kadar tehlikeli hatalar işlemesi
tuhaf değildir. Bütün ölümlülerin içinde sağduyudan yoksun özsevgi olduğu için,
doğalarında nefrete değer olarak düşünülecek hiçbir şeyin olmadığına çok rahatça
inanırlar. Dıştan destek görmese de, son derece boş olan bu görüş genelde, insanın iyi ve
kutsal bir yaşam sürdürmesi için kendisine bol bol yettiği inancına yol açar. Ama insan,
her şeyi kendi adına iddia ediyor görünmemek için, daha alçakgönüllü bir tutum benimser
ve bir şeyleri Tanrı’ya bırakırsa, bu saygınlığı öylesine ikiye ayırır ki, övünmesinin ve
özgüveninin başlıca temeli kendisinde kalır.
Đnsanın, aklını çeken bir sohbetten daha çok hoşuna giden bir şey yoktur. Bu, iliklerine
kadar kaşınan gururunun gıdıklar. Đnsan doğasını en hoşa giden kelimelerle yücelten biri,
hemen her çağda alkışlanarak dinlenmiştir. Ama insanın kendisinden hoşnut olması
sonucunu doğuran, yetkinliğine dair bu övgü ne kadar büyük olsa da, kendi tatlılığı içinde
bir zevkten başka bir şey değildir; aslında bunu kabul edenleri yıkıma sürükleyecek kadar
aldatır. Her boş güvenceye güvenerek uygun olduğunu düşündüğümüz işi göz önüne
aldığımızda, planladığımızda, denediğimizde ve üstlendiğimizde, sonra da –gerçek erdem
kadar sağlıklı anlayış da bizi ilk çabalarımızda fiilen yüzüstü bırakarak boynumuzu
bükerken- hızla yıkıma yuvarlanıncaya kadar devam ettiğimizde neyi başarmış oluruz?
Ama bu kendine güvenenler, kendi güçleriyle hiçbir şey yapamazlar, olaylar başka türlü
yürümez. O zaman sadece iyi özelliklerimizi düşünmemizi sağlayarak bizi gerileten böyle
öğretmenlere dikkatlerini verenler kendilerini tanımada ilerleme kaydetmeyecekler ama
en kötü cahilliğe batacaklar.
89
Pannier, burada Calvin’in özgür olmayan irade öğretişinin dinamizmini açıkladığını
belirtiyor: Ahlak zayıflığımızla birlikte yaratılış amacımızı anladığımızda Tanrı’nın gücünü
ve kurtuluşunu aramaya yöneliriz. (Pannier, Institution I. 311, s. 84’deki dn. a).
126
Bu nedenle, insanın kendisi hakkında edinmesi gereken bilgiyi dilerseniz ikiye
ayıralım. Birincisi, ne amaçla yaratıldığını ve kendisine hiç de bayağı olmayan armağanlar
verildiğini göz önünde tutmalıdır.90 Bu bilgi onu Tanrı’ya ibadet etmesi ve gelecekteki
yaşamı düşünmesi için harekete geçirir. Đkincisi, yeteneklerini –ya da daha çok
yeteneksizliklerini- tartmalıdır. Bu eksikliğini algıladığında büyük bir şaşkınlıkla güçsüz
düşer, deyim yerindeyse sıfıra indirgenir. Đlk düşüncesi onu, görevinin doğasını, ikincisi
de bunu yerine getirme yeteneğinin boyutunu öğrenmeye iter. Bunu, öğretişin
sıralamasının gerektirdiği şekilde tartışacağız.
(Adem’in günahı insana yapılan ilk bağışın yitirilmesine ve bütün insan ırkının
mahvına yol açmıştır, 4-7)
4 . Düşüş tarihi bize günahın ne olduğunu göstermektedir [Yar. Böl. 3]: sadakatsizlik
Tanrı’nın bu kadar ağır bir ceza verdiği suç hafif bir suç değil, nefret edilecek ağır bir
suç olduğu için, Âdem’in bütün insanlığa karşı Tanrı’nın korkunç gazabını tutuşturan
sırtını dönüşünün nasıl bir günah olduğunu göz önüne almalıyız. Âdem’in günahına
açgözlü bir taşkınlık diye bakmak (yaygın bir düşünce) çocukçadır. Arzu edilebilir her
türlü tat her yerde bol bol bulunurken ve sadece bol da değil, yeryüzünün bu kutsanmış
bereketliliğinde mükemmel çeşitler de el altındayken, sanki bütün erdemlerin toplamı ve
en önemlisi tek bir meyveden uzak durmakmış gibi!
Bu nedenle daha derinliğine bakmalıyız. Âdem’in itaatini sınamak ve isteyerek
Tanrı’nın buyruğu altında olduğunu kanıtlamak için, iyiliği ve kötülüğü bilme ağacı ondan
esirgeniyordu. Ağacın adı bile, bu kuralın tek amacının, onun, payına düşenden hoşnut
olmaya devam etmesi ve kötü tutkularla şişinmesini önlemek olduğunu göstermektedir.
Ama yaşam ağacından yediği sürece sonsuz yaşamı ümit etmesi için ona verilen vaat ve
tam tersine, iyiyi ve kötüyü bilme ağacının tadını bir kez tadarsa korkunç bir şekilde tehdit
edilmesi, onun imanını kanıtlamasına ve yaşama geçirmesine yarıyordu. Bu nedenle
Âdem’in, Tanrı’nın gazabını hangi yolla kışkırttığını kestirmek güç değildir. Augustinus,
bütün kötülüklerin başlangıcının gurur olduğunu duyurduğunda haklı konuşuyordu.
Tutku, insanı uygun ve doğru olandan daha fazlasına yüceltmiyorsa, insan ilk durumunda
kalmalıydı.
Ama Musa’nın anlattığı ayartılmanın doğasından daha tam bir tanım çıkarmalıyız.
Kadın, yılanın kandırmasıyla sadakatsizlik ederek Tanrı’nın Sözü’nden saptığı için,
Düşüş’ün başlangıcının itaatsizlik olduğu zaten bellidir. Pavlus da, tek bir adamın
itaatsizliği nedeniyle herkesin kaybolduğunu öğretirken bunu onaylamaktadır [Rom.
5:19]. Ama aynı zamanda da, ilk insanın sadece Đblis’in kandırmak için söylediği tatlı
sözlere kandığı için değil, gerçeği küçümseyerek gerçek olmayana saptığı için de
Tanrı’nın yetkisine başkaldırdığına dikkat edilmelidir. Tabii ki, Tanrı’nın sözünü bir kez
küçümsediğimizde O’na olan bütün saygımız sarsılır. O’nu dikkatle dinlemezsek yüceliği
içimizde konut kurmaz, ne de O’na tapınmamız yetkinliğini sürdürür. Bu durumda,
Düşüş’ün asıl nedeni sadakatsizlikti. Ama daha sonra nankörlükle beraber tutku ve gurur
de baş gösterdi, çünkü Âdem kendisine verilenden daha fazlasını isteyerek Tanrı’nın, ona
bol bol gösterdiği büyük cömertliği utanmazca geri çevirdi. Yeryüzündeki oğul, Tanrı’yla
denk olmazsa Tanrı’ya benzer olmak önemli bir konu gibi gelmiyordu –korkunç bir
günah! Đnsanın, Yaratıcısının yetkisinden vazgeçerek–aslında boyunduruğunu küstahça
sarsarak- inancından dönmesi çirkin ve iğrenç bir suçtur. Âdem’in günahını ciddiye
almamaktır. Yine de bu, basit bir inançtan dönme değildi, Tanrı’ya karşı bayağı
suçlamalar da buna dâhildi. Bu kişiler Đblis’in, Tanrı’yı sahtecilikle, kıskanmakla ve kötü
niyetle suçlayan bu iftiralarını kabul ediyorlardı. Sonunda sadakatsizlik tutkuya kapı
90
Krş. I. xv. 1-4
127
açıyordu, aslında tutku inatçı itaatsizliğin anasıydı; sonuçta Tanrı korkusunu bir yana
bırakan insanlar, tutku onları nereye götürürse oraya gidiyorlardı. Bernard, bugün kendi
kulaklarımızla Müjde’yi duyup kabul ettiğimizde kurtuluşun kapısının bize açıldığını, bu
pencereler Đblis’e açıldığındaysa ölümün de aynı pencerelerden girdiğini haklı olarak
öğretiyor [Krş. Yer. 9:21] Âdem, Tanrı’nın Sözü’ne inanmamış olmasaydı Tanrı’nın
yetkisine karşı çıkmaya asla cesaret edemezdi. Aslında bütün tutkuları denetim altına
alacak en iyi dizgin şudur: Tanrı’nın buyruklarına itaat ederek doğruluğu yaşama
geçirmekten daha iyi bir şeyin olmadığı, sonra da mutlu bir yaşamın nihai amacının O’nun
tarafından sevilmek olduğu düşüncesi. Bu durumda Âdem, şeytanın küfürleriyle
olabildiğince sürüklenerek Tanrı’nın bütün görkemini yok edebilmiştir.
128
6. Doğuştan günahlılık taklide dayanmaz
Ana babaların kirliliği çocuklara öyle aktarılıyor ki, daha vücuda geldikleri anda hiç
ayrıcalıksız hepsi kirleniyor, diye duyuyoruz. Ancak kaynak olarak hepsinin ilk ana
babasına kadar geriye gitmezsek bu kirlenmenin başlangıcını bulamayacağız. Âdem’in
sadece ata değil, bir yerde insanlığın kökeni olduğunu; bu nedenle de onun
bozulmuşluğunda insanoğlunun kirlendiğini kabul ediyoruz. Elçi, Âdem’le Mesih’i
karşılaştırarak bunu açıklamaktadır: “Günah bir insan aracılığıyla, ölüm de günah
aracılığıyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı” [Rom 5:12]. Mesih’in
lütfuyla da doğruluk ve yaşam bize geri verilmiştir [Rom. 5:17]. Pelagius’çular burada ne
saçmalıklar söyleyecekler? Âdem’in günahının taklitle yayıldığını mı? O zaman Mesih’in
doğruluğu sadece, taklit etmemiz için önümüze koyulan bir örnek olduğu için mi yararlı?
Bu saygısızlığa kim dayanabilir ki! Ama Mesih’in doğruluğunun ve bu durumda
yaşamının bağlantı yoluyla bizim olduğu tartışma götürmüyorsa, bundan hemen,
doğruluğun ve yaşamın Âdem’de kayba uğradığı ancak Mesih’te eski durumuna geldiği
ve günahla ölümün de Âdem’le yayıldığı ama Mesih aracılığıyla hükümsüz kılındığı
sonucu çıkmaktadır. Şunlar anlaşılmaz sözler değildir: “Bir adamın söz dinlemezliği
yüzünden nasıl birçoğu günahkâr kılındıysa, bir adamın söz dinlemesiyle birçoğu da
doğru kılınacaktır” [Rom. 5:19]. Bu durumda ikisi arasında bir ilişki vardır: Bizi kendi
yıkımına bulaştıran Âdem kendisiyle beraber bizi de mahvetmiştir; ama Mesih,
kurtulmamız için lütfuyla bizi doğru kılmaktadır.
Gerçeğin bu kadar net olan ışığında daha uzun ya da daha çok çaba isteyen kanıta
gerek yoktur. Pavlus, Korintlilere birinci mektubunda Tanrı’ya bağlı kişinin dirilişe
imanını pekiştirmek ister. Bu durumda Âdem’de kaybolan yaşamın Mesih’te yeniden
kazanılacağını belirtir [1Ko. 15:22]. Hepimizin Âdem’de öldüğümüzü duyuran Pavlus,
aynı zamanda da günah hastalığının bize bulaştığına açıkça tanıklık eder. Günah suçunun
dokunmadıklarına mahkûmiyet verilemez. Pavlus’un ne demek istediğinin en net
açıklaması anlatımın ikinci bölümündedir. Burada yaşam umudunun Mesih’te eski
durumuna getirildiğini duyurmaktadır. Ama bunun tek yolunun, Mesih’in, Kendi
doğruluğunun gücünü bize aktardığı bu harika ilişki olduğu iyi bilinmektedir. Başka bir
yerde yazıldığı üzere, “Doğruluk nedeniyle Ruh bizim için yaşamdır” [Rom. 8:10, mealen
aktarma]. Sonuçta, “Âdem’de öldük” ifadesini yorumlamamızın tek bir yolu vardır: Âdem
günah işleyerek sadece kendisini talihsizliğe ve mahva sürüklemedi, bizim doğamazı da
benzer bir yıkıma götürdü. Bunun nedeni, sadece bizimle hiç ilgisi olmayan suçu değildi
ama içine düştüğü bu bozulmuşluğu soyuna da bulaştırmıştı.
Pavlus’un, “Doğal olarak biz de gazap çocuklarıyız” [Ef. 2:2] ifadesi, ana rahminde
lanete uğramış olmasalardı geçerli olamazdı. Açıkçası Pavlus, “doğal” sözcüğüyle, bunun
Tanrı tarafından başlatıldığını değil, Âdem tarafından bozulduğunu söylemek istiyor.
Tanrı’nın, ölümün yazarı durumuna getirilmesi O’na hiç uymazdı. Âdem o kadar
bozulmuştu ki, bu bulaşıcılık bütün soyuna yayılmıştı. Bizim göksel yargıcımız Mesih,
“Bedenden doğan bedendir” [Yu. 3:6] dediğinde, bütün insanların kötü ve bozulmuş
olduğunu ve yeniden doğuncaya kadar yaşamın kapısının hepsine kapalı olduğunu [Yu.
3:5] yeterince net duyuruyordu.
129
ve bunların tek bir kişiye değil, bütün insan ırkına verilmiş olduğunu duyduğunda kim
canın kaynağı için kaygılanır? Âdem bozulduğunda insan doğasının çıplak ve yoksun
kaldığını ya da günaha bulaştığında, bu bulaşmanın bütün insan doğasına yayıldığını öne
sürmekte hiçbir saçmalık yoktur. Bu durumda çürük bir kökten çürük dallar çıkmıştır. Bu
dallar da kendilerinden süren diğer dallara kendi çürümüşlüklerini geçirmiştir. Ana
babalarında bozulan çocuklar da böyleydi. Öyle ki, hastalığı çocuklarının çocuklarına
geçiriyorlardı. Yani başlangıçtaki Âdem’in bozulmuşluğu atalardan soylara sürekli olarak
geçiyordu. Bulaşmanın kökeni bedenden ya da candan değil, Tanrı’nın, ilk insana verdiği
armağanlara hem onun hem de soyunun bir ve aynı zamanda sahip olması ve kaybetmesi
emrinden gelmektedir.
Ne var ki, Pelagius’çuların kelime oyunlarını çürütmek kolaydır. Onlar, Tanrı’ya bağlı
ana babaların çocuklarının, bozulmuşluğu devralmalarının mümkün olmadığına, çünkü
soyların, ana babalarının paklığıyla kutsanmaları gerektiğine [Krş. 1Ko. 7:14] inanırlar.
Çocukların soyu, ana babalarının ruhsal yeniden doğuşlarından değil, bedensel
doğuşlarından gelir. Augustinus’un dediği gibi, insan suçlu bir imansız ya da masum bir
imanlı olsun, masum değil suçlu bir çocuk olarak vücut bulur, çünkü bozulmuş bir
doğayla dünyaya gelir. Çocukların bir ölçüde ana babalarının kutsallıklarını paylaşmaları
Tanrı halkı için özel bir kutsamadır. Bu, insan ırkının evrensel lanetinin önce geldiği
gerçeğini inkâr etmek değildir. Suç doğadan gelir ama kutsanma doğaüstü lütuftan
gelmektedir.
(Cezayı hak eden ama yaratılmış olan doğadan gelmeyen doğuştan günahlılık,
doğanın doğru yoldan ayrılması olarak tanımlanmıştır, 8-11)
8 . Doğuştan günahlılığın doğası
Bu açıklamalar belirsiz ve bilinmeyen bir konuyla ilişkilendirilmesin diye, doğuştan
günahı tanımlayalım. Niyetim, çeşitli yazarların öne sürdüğü birçok tanımı irdelemek
değil, sadece bana gerçeğe en uygun gelen tanımı sunmak. Doğuştan günahlılık,
doğamızın kalıtsal ahlaksızlığı ve bozulmuşluğudur. Canın her yanına yayılmıştır. Bizi
önce Tanrı’nın öfkesine maruz bırakır. Sonra da içimizde Kutsal Yazı’da “benliğin işleri”
[Gal. 5:19] denen işleri ortaya çıkarır. Pavlus’un genellikle günah adını verdiği tam olarak
budur. Bu durumda Pavlus, bunun yol açtığı işlere –zina, fuhuş, hırsızlık, nefret, adam
öldürme, çılgın eğlence- “günahın ürünleri” demektedir [Gal. 5:19-21] ama Kutsal Yazı,
hatta Pavlus bunların hepsine birden “günah” adı vermektedir.
Şu iki konuya özellikle dikkat etmeliyiz. Birincisi, biz doğamızın her yanıyla öyle
kirlenmiş ve sapmış durumdayız ki, doğruluk, masumluk ve paklıktan başka hiçbir şeyi
kabul etmeyen Tanrı’nın önünde bu bozulmuşluğumuzla haklı olarak mahkûm ediliriz,
suçlu bulunuruz. Bu, başka birinin suçundan sorumlu olmak değildir. Âdem’in günahı
nedeniyle Tanrı’nın yargısına maruz kaldığımız söylendiği için bundan, suçsuz
olduğumuz ve hak etmediğimiz halde onun suçunun ceremesini çektiğimizi
anlamamalıyız. Burada Âdem’in günahı nedeniyle lanete bulaştığımız için, onun bizi
suçlu duruma getirdiği söylenmektedir. Ne var ki, sadece Âdem’in cezasını çekmiyoruz.
Âdem’den gelen bir bulaşıcılık da içimizde konut kurmuştur. Cezayı hak eden de budur.
Augustinus, günahın yayılarak aramıza dağıldığını daha açıkça göstermek için ona
genellikle “başkasınınki” demesine rağmen, aynı zamanda bunun herkese özgü olduğunu
da duyurmaktadır. Elçi de, en kolay anlaşılır şekilde, “Günah bir insan aracılığıyla, ölüm
de günah aracılığıyla dünyaya girdi” [Rom. 5:12] diye tanıklık etmektedir. Yani insanlar
doğuştan günahlılığa sarınmışlar ve onun lekeleriyle kirlenmişlerdir. Bu nedenle çocuklar
bile, ana rahminden başlayarak mahkûmiyetlerini taşırlarken başka birinin kusurundan
değil, kendi kusurlarından ötürü suçludurlar. Günahlarının ürünü henüz ortaya çıkmasa
bile, içlerinde saklı bir tohum vardır. Aslında bütünüyle doğaları bir günah tohumudur; bu
130
nedenle Tanrı’ya sadece iğrenç ve tiksindirici gelebilmektedir. Budan çıkan sonuç şudur:
Günah Tanrı’nın gözüyle doğru olarak düşünülmelidir, çünkü suç olmazsa suçlama da
olmayacaktır.
Sonra ikinci düşünce gelmektedir: Đçimizdeki bu sapkınlık asla sona ermez, sürekli
olarak yeni ürünler – daha önce anlattığımız benliğin işlerini- verir. Bu tıpkı, yanan bir
ocaktan güçlü alevlerin ve kıvılcımların çıkmasına ya da kaynağından çıkarken durmadan
köpüren suya benzer. Doğuştan günahlılığı, “içimizde konut kurması gereken doğuştan
doğruluğun olmaması” diye tanımlayanlar, bu tanımda kelimenin anlamını tam olarak
kavrasalar bile, gücünü ve enerjisini yeterince etkili biçimde açıklamamaktadırlar.
Doğamız sadece iyilikten yoksun değildir, her kötülük öyle bereketli, öyle semerelidir ki,
asla boş duramaz. Doğuştan günahın, “şehvet” olduğunu söyleyenler91 doğru bir kelime
kullanmışlardır. Keşke anlayıştan iradeye, candan bedene kadar insanda olan her ne varsa
bu şehvetle kirlendiğini ve tıka basa dolduğunu da ekleselerdi –çoğunluk bunu asla kabul
etmeyecektir. Ya da daha kısaca söylersek, bütün olarak insan şehvetten başka bir şey
değildir.
91
Augustinus “şehvet” sözcüğünü çok kullanır ve en geniş anlamıyla bu sözcük, “günahlı
bedenimizdeki günahın yasası” anlamına gelir. Peter Lombard, Âdem’in günahının soyuna
geçmesini irdelerken, doğuştan günahı “şehvet” olarak tanımlar. Ayrıca, “Âdem aracılığıyla
şehvete doğan bütün insanları kirleten doğanın kötülüğü” der.
131
10. Günah bizim doğamız değildir ama doğamızın dengesizliğidir
Kusurlarının üzerine Tanrı’nın adını yazmaya cesaret eden bu kişiler92 bizden uzak
olsunlar, çünkü biz insanların doğaları gereği kötü olduklarını ilan ediyoruz! Kendi
kirlenmişliklerini Âdem’in kirlenmemiş ve bozulmamış doğasında aramaları gerektiği
yerde sapkınca Tanrı’nın işinde arıyorlar. Bizim mahvolmamız Tanrı’dan değil,
bedenimizin suçundan gelmektedir. Bunun tek nedeni, ilk durumumuzdan itibaren
bozulmuş olmamızdır.
Tanrı, Âdem’in düşüşünü önlemiş olsaydı bize daha iyi bir kurutuluş sağlardı, diye
kimse söylenmesin. Dinine bağlı insanların akılları bu itirazdan iğrenmelidir, çünkü aşırı
bir merakı ortaya koymaktadır. Üstelik konunun, yeri geldiğinde daha sonra irdelenecek
olan önceden belirleme sırrıyla ilgisi vardır.93 Doğanın yazarı olan Tanrı’yı suçlamamak
için, bozulmuşluğumuzu doğanın bozulmuşluğuna bağlamayı unutmayalım. Doğrudur, bu
öldürücü yara doğaya sıkıca sarılır ama yaranın dışarıdan mı meydana geldiğini yoksa
başından beri mi var olduğunu sormak çok önemli bir sorudur. Evet, yaranın suç
yüzünden meydana geldiği bellidir. Bu nedenle, kendimizden başka bir şeyden şikâyet
etmemize neden yoktur. Kutsal Yazı’da bu gerçek gayretle belirtilmektedir. Vaiz, “Tanrı
insanları doğru yarattı, oysa onlar hâlâ karmaşık çözümler arıyorlar” der [7:29]. Açıkçası,
insanın bozulmuşluğu sadece kendisine atfedilmelidir; Tanrı’nın şefkatiyle doğruluğu
aldıktan sonra kendi akılsızlığıyla batıla batmıştır.
II. BÖLÜM
92
Calvin’in Contre la secte phantastique des Libertins (1545) ve Epistre contre un certain
Cordelier (1547) çalışmalarında Libertin’lere getirdiği suçlamalardan biri budur.
93
III. xxi-xxiv; Krş. I. xv. 8.
132
Günah, ilk insanı kendine köle yaptığından bu yana, onun egemenliğinin sadece bütün
insanlara yayılmadığını, bireylerin canlarını tümüyle işgal ettiğini de gördük. Şimdi bize
kalan, köleye dönüştürüldüğümüz için bütün özgürlüklerden yoksun kalıp kalmadığımızı ve
eğer en küçük bir günah kırıntısı hala içimizde yaşıyorsa gücünün nereye kadar gittiğini
irdelemektir. Ama bu konudaki gerçeği kolayca görebilelim diye, birazdan, konuyu bütünüyle
yönelteceğim bir hedef belirleyeceğim. Yanlışı önlemenin en iyi yolu, insanı iki yandan tehdit
eden tehlikeleri göz önüne almaktır. (1) Đnsanın bütün doğruluğu inkâr edildiğinde, hemen bu
gerçekten hoşnut olma fırsatını yakalar; kendi başına doğruluğun peşinden koşamayacağı
söylendiği için, kendisiyle ilgisi yokmuş gibi, böyle bir koşmanın hiçbir sonuca
varmayacağına tümüyle inanır. (2) Đnsan, Tanrı’yı onurundan yoksun bırakmadan ve
utanmazca bir güvenle bozulmuşluğa düşmeden, ne kadar önemsiz olsa da hiçbir şeyden
dolayı insana paye verilemez. Augustinus bu iki ilkeye işaret etmektedir.
Şayet bu kayalara çarpmayı önleyeceksek izlememiz gereken yol şudur: Đnsana, kendi
gücü dâhilinde iyi olan hiçbir şeyin kalmadığı ve dört bir yanının çok kötü şekilde
zorunlulukla çevrildiği öğretildiğinde, yine de yoksun kaldığı iyiliği, elinden alınan özgürlüğü
arzu etmesi için ona yol gösterilmelidir. Aslında bu durumda, en yüce erdemlerin kendisine
bahşedildiğini düşünmektense, hareketsizlikten çok daha çabuk sıyrılabilir. Bu ikinci noktanın
ne kadar gerekli olduğunu herkes anlamaktadır. Birinci noktayla ilgili olarak pek çok kişinin
şüphesi olduğunu görüyorum. Kendisine ait olan hiçbir şeyin elinden alınmaması gerektiği
kuşku götürmez bir gerçek olduğu için, sahte kibrine engel olmanın onun için ne kadar önemli
olduğu yeterince açıklanmalıdır. Aynı zamanda insan, Tanrı’nın cömertliği sayesinde en soylu
onur simgelerinin ayrımına vardığında bile kendisiyle övünmesine izin verilmemiştir. En yüce
görkemi – nankörlüğünden ötürü- büyük bir rezilliğe dönüştürdüğünde artık kendini ne kadar
çok alçaltmalıdır! O zaman en yüksek onur payesine doğru yol aldığında, Kutsal Yazı’nın
ona, Tanrı’nın suretinde yaratılmış olmasından başka bir şey atfetmediğini [Yar. 1:27], bunun
da, insanın kendi iyi işleri nedeniyle değil, Tanrı’ya katıldığı için kutsandığını belirttiğini
söylüyorum. Artık çıplak ve bütün yücelikten yoksun olan insana, Tanrı, lütfunun
zenginliklerini bol bol verdiğinde, O’nun şükretmediği cömertliğini tanımaktan ve en azından
kendi yoksulluğunu itiraf edip, kutsamalarını kabul ederek daha önce yüceltmediği Tanrı’yı
yüceltmekten başka kalıyor?
Bilgeliğimizin ve erdemimizin bütün payesinden yoksun olmamız, bunun Tanrı’nın
yüceliğine ait olmasından daha az yararımıza değildir. Bu gerçeğin dışında bize bir şey
bahşedenler, kutsallığa saygısızlık etmeyi de bozulmuşluğumuza dâhil etmektedirler. Bize
savaş açmak öğretildiğinde kamıştan bir direğin üzerinde dururuz, kırılır kırılmaz da yere
düşeriz! Ama kamıştan direğinkiyle karşılaştırdığımızda bile kendi gücümüzü boş yere
göklere çıkarırız! Gururlu insanın bu konulara bulduğu karmaşık çözüm ve boş laflar sadece
bir dumandır. Augustinus da, savunucularının özgür iradeyi pekiştirecekleri yerde ayak
altında çiğnediklerine dair ünlü ifadesini iyi bir nedenden ötürü sık sık tekrarlamaktadır. Bir
başlangıç yaparak bunu söylemek gerekmiştir, çünkü bazıları, Tanrı’nın gücü insanda inşa
edilsin diye, insanın gücünün temelinden söküldüğünü duyduklarında, gereksiz denmese de
tehlikeli bularak bu tartışmadan hiç hoşlanmamışlardır.94 Yine de öyle görünüyor ki, bunun
hem dinsel bir temeli vardır hem de çok yararlıdır.
94
Erasmus’un özgür irade konusunda Luther’e karşı tezindeki durumu.
133
Canın yetilerinin düşüncede ve yürekte bulunduğunu biraz yukarıda söylediğimiz
için95, şimdi bu ikisinin neler yapabildiğini inceleyelim. Filozoflar (açıkçası öze dair görüş
birliği içinde) aklın yerinin zihin olduğunu düşünüyorlar. Aklı, sağgörüyü bütünüyle
aydınlatan bir lambaya ve iradeyi yöneten bir kraliçeye benzetiyorlar. En etkili sağgörüyü
edinmek için aklın kutsal ışıkla birlikte yayıldığını ve gücünün, en etkili buyruğa boyun
eğdirecek kadar üstün olduğunu öne sürüyorlar. Öte yandan, uyuşuk ve donuk görme gücünün
duyu algısını ele geçirdiğini, öyle ki, her zaman bunun yerde sürünerek gittiğini, bayağı
olgularla karıştığını ve gerçek farkındalığa asla erişmediğini düşünüyorlar. Arzunun akla itaat
etme sorumluluğunu alıp kendine, duyulara boyun eğme izni vermezse erdemlerin peşi sıra
koştuğunu, doğru yolda gittiğini, iradenin onu biçimlendirdiğini düşünüyorlar. Ama
duyuların kölesi olmaya boyun eğerse duyular onu o kadar bozup saptırıyor ki, şehvetin
içinde yozlaşıyor.96 Onların görüşlerine göre, yukarıda söz ettiğim97 bu yetilerin – anlayışın,
duyunun, arzunun ya da (son tanımı artık daha genelde kullanılacak şekilde kabul edilen)
iradenin – yeri candır. Sonuçta bu filozoflar, anlayışın akılla birlikte verildiğini ilan ediyorlar.
Đyi ve kutsal bir yaşam sürdürmenin başlıca ilkesi budur. Yeter ki, bu yaşam yetkinliğini
korusun ve doğanın bize verdiği gücü sergilesin. Đnsanı yanlışa ve yanılsamaya sürükleyen,
“duyu” dedikleri daha alt itici gücün terbiye edilebileceğini ve aklın sopasının giderek onu
yeneceğini belirtiyorlar. Ayrıca iradeyi akılla duyunun tam arasına yerleştiriyorlar. Yani kendi
başına onun, akla itaat etme ya da duygunun tecavüzüne uğrayarak fahişelik yapma hakkı ve
istemi vardır –hangisi hoşuna giderse.
95
I. xv. 7
96
Plato, Republic IV. 14 vdd., 439 vdd; Aristo, De Anima III. x. 433.
97
I. xv. 6
98
Plato, Laws, I. 644 E
99
Cicero, Tusculan Disputations III. i. 2.
100
Krş. Plato, Phaedrus 74 vdd., 253 D-254 E
101
Aristo, Nicomachean Ethics III. 5. 1113b. “Erdemin bizim gücümüz dâhilinde olması gibi,
ahlaksızlık da gücümüz dâhilindedir. Eyleme geçmenin gücümüz dâhilinde olduğu yerde
eyleme geçmemek de gücümüz dâhilindedir.”; Seneca, Moral Epistles xc.1.
134
Cicero’nun Cotta kişiliğine söylettiği, “Her insan kendi erdemini kendi kazandığı için, bugüne
kadar hiçbir bilge bunun için Tanrı’ya şükretmemiştir. Erdemimizle ve erdemimizin
yüceliğiyle övünürüz. Eğer bu bizden gelmeseydi, Tanrı’nın armağanı olsaydı böyle olmazdı”
sözü buradan çıkmaktadır. Biraz ileride, “Bütün ölümlülerin kararı, bahtın Tanrı’dan istendiği
ama bilgeliği kişinin kendi başına kazanabildiğidir” demektedir.102
Bütün filozofların görüşünün özeti şudur: Đnsanın anlayışında konut kuran akıl, doğru
davranmak için yeterli bir yol göstericidir; duyular ise akla boyun eğen istemi kötü işler
yapsın diye ayartır; ama iradenin özgür seçimi olduğu için, aklın iradeye her şeyde önderlik
etmesi, aşağıdaki nedenden dolayı engellenemez.
4. Kilise babaları genelde iradenin özgürlüğünü kabul etmekte pek net olmamışlar
ama yatkınlık göstermişlerdir. Özgür irade nedir?
Bütün kilise yazarları, hem günahın insanın akıl sağlığında ciddi bir yara açtığını hem
de kötü arzuların iradeyi büyük ölçüde köleleştirdiğini kabul etmişlerdir. Buna rağmen,
birçoğu filozoflara çok yaklaşmıştır. Đlk kilise babaları bana, aşağıdaki nedenlerden dolayı
insanın gücünü iki niyete dayanarak yüceltiyorlar gibi görünmektedir. Birincisi, insanın
güçsüzlüğünü açıkça itiraf etmek, onları, çekiştikleri filozofların alaylarına maruz
bırakabilirdi. Đkincisi, iyiliğe karşı zaten kayıtsız olan benliğin tembelleşmesine yeni bir fırsat
vermekten kaçınmak istiyorlardı.103 Đnsanlarının geneldeki yargılarına saçma gelecek bir şey
öğretmemek için, Kutsal Yazı’nın öğretişiyle filozofların inançları arasında yarı yarıya uyum
sağlamaya çalışıyorlardı. Đkinci noktaya, tembellik fırsatı yaratmamaya özellikle dikkat
ediyorlardı. Sözlerinden bu anlaşılmaktadır. Chrysostomos bir yerde bunu şöyle
açıklamaktadır: “Tanrı, iyiliğe ve kötülüğe gücümüz dâhilinde yer verdiği için, özgür seçim
kararı da bahşetmiş ve istememeye kısıtlama getirmemiştir ama istemeyi benimsemiştir.”
Yine şöyle demektedir: “Kötü olan kişi, eğer isterse genellikle iyi birine dönüşür; iyi olan da
tembelliğe kapılarak kötü olur. RAB, doğamızı seçim yapmakta özgür bırakmıştır. Bize
zorunluluk dayatmaz ama uygun çarelerle donatır ve her şeyin hasta insanın kararına bağlı
olmasına izin verir.” Ayrıca, “Tanrı’nın lütfu bize yardım etmezse hiçbir şeyi doğru
yapamadığımız gibi, kendi payımızı ortaya koymazsak göksel iyiliği kazanamayız.” Daha
önce de şöyle demişti: “Her şey Tanrı’nın yardımına bağlı olmasın diye, aynı zamanda
kendimizden de bir şeyler koymalıyız.” Đyi bilinen ifadelerinden biri de şudur: “Bize ait olanı
ortaya koyalım; geriye kalanı Tanrı sağlar.” Jerome’un (Hieronymus) söylediği de buna
uygundur: “Bizim işimiz başlamak, Tanrı’nın işi tamamlamaktır; bizim işimiz ne
yapabileceğimizi sunmak, O’nun işi bizim yapamadığımızı sağlamaktır.”
Bu ifadelerde insanın hak ettiğinden daha çok erdem istediğine inandıklarını tabii ki,
görüyorsunuz, çünkü bizim sadece tembellik ederek günah işlediğimizi tartışmazlarsa bizi,
doğuştan tembelliğimizi bırakıp harekete geçiremeyeceklerini düşünmüşlerdir. Ama bunu ne
kadar beceriyle yaptıklarını sonuçta görüyoruz. Söz ettikleri bu görüşlerin son derece yanlış
olduğu biraz sonra çok iyi ortaya çıkacaktır.
Ayrıca herkesten daha çok Greklerin –özellikle Chrysostomos da onların arasındaydı-
insanın irade yeteneğini yüceltmelerine rağmen, Augustinus dışında bütün eskiler bu konuda
çok farklı, çok tereddütlüdür ya da kafa karıştıracak şekilde konuşurlar. Öyle ki, yazılarından
neredeyse hiçbir kesinlik elde edilemez. Bu nedenle, tek tek yazarların görüşlerini daha kesin
şekilde sıralamaya son vermeyeceğiz; ama bu tezin açıklamasının gerektirdiği şekilde zaman
zaman birini ya da diğerini seçeceğiz.
102
Cicero, Nature of the Gods III. xxxvi. 86 vd.
103
Calvin, kilise babalarından söz etse de, bu görüşünde Erasmus dâhil, çağdaş Hümanistleri
hedef almaktadır.
135
Onlardan sonra gelen diğer yazarların her biri, insan doğasını savunurken kendi
zekâsını överek, giderek kötüden de kötü oldular. Sonunda öyle bir noktaya gelindi ki,
genelde insanın sadece duyusal yanının bozulduğu, aklının hiç kusursuz ve iradesinin de
büyük ölçüde bozulmamış olduğu düşünülüyordu. Bu arada iyi bilinen bir anlatım ağızdan
ağza dolaşıyordu: Đnsanın doğal armağanları bozulmuştu ama doğaüstü armağanları elinden
alınmıştı. Ne var ki, yüz kişiden biri ender olarak bunun önemini seziyordu. Benim açımdan,
doğanın bozulmasının ne olduğunu açıkça öğretmek isteseydim, bu sözlerle kolayca
yetinirdim. Ama doğasının her yanı bozulan ve doğaüstü armağanlardan yoksun kalan insanın
ne yapabildiğini dikkatle ölçüp biçmek daha önemlidir. Mesih’in öğrencileri olmakla
övünenler bu konudan daha çok filozoflar gibi söz ediyorlardı. Latinler, “özgür irade”
terimini, sanki insan hâlâ dürüstmüş gibi, her zaman kullanıyorlardı. Grekler, daha küstahça
bir kelime kullanmaktan utanmıyorlardı. Her insanın kendi gücü kendi elindeymiş gibi,
“özgüç” diyorlardı.104 Herkesin –sıradan halkın bile- kafasına insana özgür irade bahşedildiği
ilkesi sokulmuştu. Yine de seçkin görünmek isteyen bunlardan bazısı bunun nereye kadar
gittiğini bilmiyordu. Bu nedenle önce bu kelimenin etkisini irdeleyelim; sonra da insanın
doğasının iyi ve kötü olarak ne vaat ettiğine dair Kutsal Yazı’nın yalın tanıklığını
belirleyelim.
Özgür irade hepsinin yazısında tekrar tekrar yer alsa da, çok azı onun ne olduğunu
tanımlamıştır. Origenes özgür iradenin, aklın iyinin ve kötünün ayırımına varma yetisi,
iradenin birini ya da diğeri seçme yetisi olduğunu söylemiştir. Kilise yazarları da genelde
onun öne sürdüğü bu tanımda görüş birliğine varmışlardır. Augustinus bu konuda görüş
ayrılığına düşmemiştir. Bunun, aklın ve iradenin lütfun yardımıyla iyiyi, lütuf yoksa kötüyü
seçme yetisi olduğunu öğretmiştir. Bernard, “iradenin yok olmaması ve aklın güvenilirliği
nedeniyle” zarif bir biçimde konuşmak isteyerek, bunun “onay” olduğunu daha da anlaşılmaz
şekilde ifade etmektedir. Anselm’in iyi bilinen tanımı da yeterince açık değildir: Bu,
dürüstlüğü kendi adına koruma gücüdür. Sonuçta Peter Lombard ve Skolastikler,
Augustinus’un tanımını kabul etmeyi tercih etmişlerdir, çünkü daha nettir ve Tanrı’nın
lütfunu dışlamaz. Lütuf olmadan iradenin kendine yetemediğini anlamışlardır. Yine de daha
iyi olduğunu ya da bunu daha net açıkladığını düşündükleri kendi fikirlerini de ortaya
koymuşlardır. Birincisi, arbitrium adının daha çok, görevi iyiyle kötüyü birbirinden ayırmak
olan akla atıfta bulunması gerektiğinde; liberum sıfatının da şuna ya da buna dönebilen
iradeyle esaslı şekilde ilişkili olduğunda görüş birliği içindedirler. Thomas [Aquinas],
özgürlük esasında iradeye ait olduğu için, anlayışla arzunun karışımından türeyen, yine de
arzuya daha yatkın olan özgür iradeye “seçme gücü” demenin çok uygun olacağını
söylemektedir. Özgür karar verme gücünün bulunduğu yerin, akıl ve irade olduğunu
öğrettiklerini görüyoruz. Şimdi bize, her birine ne kadar atıfta bulunduklarına kısaca bakmak
kalıyor.
104
“αύτεξούσιος.” Bu kelimeyi ilk kullanan kilise babalarından Đskenderiyeli Clemens’tir.
Pavlus’un “Yetişkin biri olunca” (1Ko. 13:11) sözünü yorumlarken, “Söze itaat eden ve
kendimizin efendileri [αύτεξούσιος] olan bizlere” demiştir.
105
“Rex medias”, Grekçe άδιάφορα sözcüğünün çevrisi, aradaki ya da ortadaki şeyler.
136
olduğunu öğretmektedir.106 Bunun doğru olup olmadığını yeri gelince ele alacağız. Şimdi
kısaca diğerlerinin anlatımlarını çürütmek değil, zihnimde tartmak istiyorum. Olan şu ki,
kilise babaları özgür iradeyi tartışırken, önce sivil ya da dışsal davranışlar için önemini değil,
tanrısal yasaya boyun eğmeyi neyin harekete geçirdiğini irdeliyorlar. Bu ikinci sorunun
önemini kabul etsem de, birincisinin de tümüyle göz ardı edilmesi gerektiğini düşünmüyorum.
Kendi görüşümü çok iyi açıklayacağımı umarım.107
Şimdi okullarda üç özgürlük türü arasında birincisi ihtiyaç, ikincisi günah, üçüncüsü
de mutsuzluk diye ayrım yapılıyor. Bunlardan ilki, doğası gereği insanın özünde öyle yer
alıyor ki, olasılıkla yok etmek mümkün olmuyor ama diğer ikisi günah sayesinde kayboluyor.
Đhtiyacın bir dereceye kadar yanlışlıkla zorlamayla karıştırılmasının dışında ben, bu ayrımı
seve seve kabul ediyorum. Bunlarla akılda tutulacak ihtiyacın arasındaki farkın boyutunun
yeri daha sonra gelecektir.108
106
Akitanyalı Prosper.
107
II. xii-xviii.
108
II.iii.5
109
Calvin, (olasılıkla burada ima ettiği) Laelius Socinus’un sorduğu soruya yanıtında (5
Haziran 1555), lütfun seçilmişlere etkin şekilde verilmesiyle, yoldan çıkmışlarda “Ruh’un alt
düzeyde çalışması” arasında ayrım yapmaktadır.
*
Sentences (Hükümler) kitabının yazarı Peter Lombard (çev. n.)
110
Lombard, Sentences II. xxvi. 1 (MPL 192. 710)
111
Akitanyalı Prosper, The Call of All Nations II. iv.
112
Daha eski ve daha “sağlıklı” Skolastiklerle recentiores sophistae (yakın zamanlardaki
Sofistler) arasındaki farka dikkat edin. Yakın zamanlardaki Sofistler derken, Calvin’in
137
düşünüyorum, çünkü onlar Eskiçağ’dan çok uzaklaştılar. Yine de en azından bu ayırımdan
insanın özgür iradesini ne şekilde kabul ettiklerini anlıyoruz. En sonunda Lombard, iyiyi ve
kötüyü aynı ölçüde yapabilmek ve düşünebilmek için değil, sadece zorlanmadan özgür olalım
diye, özgür irademizin olduğunu duyuruyor. Lombard’a göre, kötü ve günahın tutsağı olsak
da, günah işlemekten başka bir şey yapamasak da, bu özgürlük engellenmiyor.
7. Hiçbir zorluk çekmeden ister istemez günahlı olan insan özgür irade öğretisini
belirleyemez
Đnsanın, iyiyi ve kötüyü aynı derecede özgürce seçtiği için değil, hiçbir zorluk
çekmeden iradesiyle kötü davrandığı için, böyle özgürce bir karar verebildiği söylenebilir.
Aslında iyice belirtelim, böyle önemsiz bir şeyi görkemli bir adla etiketlemek hangi amaca
hizmet etmektedir? Aslında soylu bir özgürlük –çünkü insanın günaha hizmet etmeye
zorlanmaması ama bu kadar isteyerek köle olması, iradesinin, günahın prangasına
vurulmasıdır! Aslında amaçsız yere kiliseyi tedirgin eden sözlerle mücadele etmekten
iğreniyorum. Ne var ki, özellikle de ölümcül bir yanılgı söz konusu olduğunda saçma bir
anlama gelen bu sözlerden kaçınmaya özenle karar verdim. Ama soruyorum, insana özgür
irade atfedildiğini duyduğunda, onun hem düşüncesinin hem de iradesinin efendisi olduğu,
iyiye ya da kötüye yönelmenin kendi gücü dâhilde olduğu hemen aklına gelmeyen insan
sayısı az mı? Yine de sıradan halk bunun anlamı konusunda uyarılırsa bu tehlike ortadan
kalkar (diyorlar). Đnsan yaradılışı gerçek dışılığa çok isteyerek yatkındır. Öyle ki, uzun bir
söylevdeki gerçekten daha çok, tek bir kelimeyle hemen yanılgıya düşüyor. Bu konuda bu tek
kelimeyle ilgili olarak istediğimizden de çok kesin deneyimlerimiz var. Neredeyse hepsi
Eskiçağ yazarlarının halefleri olanlar, onların yorumlarını küçümseyerek kelimenin etimolojik
anlamına yapışırken yıkıcı bir özgüvene sürüklenmişlerdir.
aklından açıkça Ockham, kendisi hakkında daha sonra yorum yapan Gabriel Biel (ölm. 1495)
ve dönemindeki Sorbon teologları geçmektedir.
138
bırakıldılarsa kendi çabalarıyla bunu başarmışlar gibi neden övünüyorlar? Ya da ‘Bensiz
hiçbir şey yapamazsınız’ [Yu. 15:5] diyenin kölesi olmak istemeyecek kadar özgürler mi?”
Başka bir yerde ise iradenin aslında özgür olduğunu ama özgür bırakılmadığını
söylediğinde bu sözün kullanılmasıyla alay eder gibidir: Doğrulukta özgür ama günahın
kölesi! Bu ifadeyi başka bir yerde tekrarlayıp açıklamaktadır. Đnsanın, iradesinin kararı
dışında doğruluktan, ayrıca Kurtarıcının lütfu dışında da günahtan özgür olmadığını
öğretmektedir. Đnsanın özgürlüğünün doğruluktan kurtulmaktan ya da azat edilmekten başka
bir şey olmadığını iddia ederken, bunun adının anlamsızlığıyla uygun şekilde alay etmektedir.
Biri, bu sözü kötü anlamını anlamadan kullanırsa onu üzmeyeceğim. Ama şuna inanıyorum
ki, bu büyük bir tehlike olmadan durdurulamayacağı için, hükümsüz kılındığında kilise için
tam tersine, büyük bir rahatlık olacaktır. Ben, kendi adıma kullanmamayı tercih ediyorum ve
başkaları da benden öğüt istiyorlarsa bundan sakınmalarını öneriyorum.
139
onurunu gasp etmeden, böylece de korkunç bir saygısızlık suçu işlemeden kendi hakkı olanın
dışında çok az bir şey bile iddia edemez. Aslında bir şeyin Tanrı’nın yerine bizde bulunması
istememiz için bu tutku ne zaman zihnimizi işgal ederse, ilk ana babamızı, “Đyiyi kötüyü
bilerek Tanrı gibi olacaksınız” [Yar. 3:5] diye kandırandan başka bir akıl hocasının bu
düşünceyi bize önermediğini bilelim. Đnsanı yücelten iblisin sözüyse, düşmanımızdan öğüt
almak istemiyorsak ona yer vermeyelim. Aslında kendinize güvenmek için gücünüzün olması
sizin için ne tatlıdır! Ne var ki, bu boş özgüvene aldanmayalım diye Kutsal Kitap’taki bizi son
derece alçakgönüllü duruma getiren çok sayıdaki önemli parça bizi engellesin. Bunlar
şöyledir: “Đnsana güvenen, insanın gücüne dayanan… kişi lanetlidir” [Yer. 17:5]. Ayrıca “Ne
atın gücünden zevk alır, ne de insanın yiğitliğinden hoşlanır. Rab kendisinden korkanlardan,
sevgisine umut bağlayanlardan hoşlanır!” [Mez. 147:10-11]. “Yorulanı güçlendirir, takati
olmayanın kudretini artırır. Gençler bile yorulup zayıf düşer, yiğitler tökezleyip düşerler.
Rab’be umut bağlayanlarsa taze güce kavuşur” [Yşa. 49:29-31]. Bütün bu parçaların amacı
şudur: “Kibirlilere karşı olan ama alçakgönüllülere lütfeden” [Yak. 4:6; 1Pe. 5:5; Özd. 3:38]
Tanrı’nın bize iyi davranmasını istiyorsak, kendi gücümüz olduğunu öne süren hiçbir görüşe
güvenmemeliyiz. O zaman şu vaatler akla gelsin: “Susamış toprağı sulayacak, kurumuş
toprakta dereler akıtacağım” [Yşa. 44:3]. Ayrıca, “Ey susamış olanlar, sulara gelin” [Yşa
55:1]. Bütün bunlar, yoksulluğunun bilinciyle yanıp yok olmazsa hiç kimsenin Tanrı’nın
bereketini almasına izin verilmediğine tanıklık etmektedir. Yeşaya’nın şu ifadesi gibi bunlara
benzeyen diğer ifadeleri de atlamamalıyız: “Gündüz ışığın güneş olmayacak artık, ay da
aydınlatmayacak seni; çünkü Rab sonsuz ışığın… olacak” [Yşa. 60:19]. RAB tabii ki,
güneşinin ya da ayının ışığını kullarından almayacak; ama sadece içlerindeki görkemin ortaya
çıkmasını istediği için, onları, en yetkin dedikleri şeylere bile güvenmekten uzak durmaya
çağıracak.
140
olmamış kişinin gönüllü olarak boyun eğmesi ve herhangi bir gücü varsa, gerçek
alçakgönüllülüğe boyun eğmek için bunu düşünmemesi gerektiğini iddia etmiyorum. Ne var
ki, ben sadece, insanın, kendini kör eden ve gerektiğinden daha çok kendini düşündüğü [Krş.
Gal. 6:3] özsevgi ve tutku hastalığını bir kenara bırakarak, Kutsal Yazı’nın sadık aynasında
kendini doğru tanımasını istiyorum [Krş. Yak. 1:22-25].
141
yazarlar bu sapkınlıktan şikâyet etmeyi alışkanlık edinmiştir, yine de hemen hepsi kendini
bunun içinde bulmuştur. Bu nedenle Süleyman, Vaiz’inin bütününde insanların kendilerini
çok bilge gördükleri bu işleri anlattıktan sonra bunların boş ve değersiz olduğunu
duyurmaktadır [1:2, 14; 1:11 vb].
13. Dünyasal işlerle ve insan toplumunun biçimiyle ilgili olarak anlayışın gücü
Yine de özellikle aşağıdaki konulara dikkat ettiğinde gösterdiği çabalar hiçbir zaman
hiçbir etkisi olmayacak kadar değersiz değildir113. Tam tersine, yukarıdaki konuların tadına
varacak kadar zekidir ama bunları araştıracak kadar dikkatli değildir. Söz edilen bu ikinci
eylemi aynı beceriyle yürütemez. Zihin şimdi yaşam düzeyinin üzerine çıktığında
güçsüzlüğüne özellikle inanır. Zihnin, herhangi bir konuda yeteneğinin derecesine göre ne
kadar ilerleme kaydettiğini daha net algılamak için, burada bir ayırımı ortaya koymalıyız.
Ayırım şudur: Dünyasal işleri anlamak başka, göksel işleri anlamak daha başkadır. Tanrı’ya
ve Krallığına, gerçek adalete ya da gelecek yaşamın kutsallığına ait olmayan ama şimdiki
yaşamda önemi ve onunla ilişkili olan, bir anlamda kendi sınırlarının içine hapsolmuş işlere,
“dünyasal işler” diyorum. Tanrı’ya dair pak bilgiye, gerçek doğruluğun doğasına ve Göksel
Krallığın sırlarına, “göksel işler” diyorum. Devlet yönetimi, ev idaresi, bütün mekanik
beceriler ve temel bilimler bu birinci kategoriye girer. Đkinci kategoride ise Tanrı bilgisi,
Tanrı’nın iradesi ve yaşamımızda uyduğumuz kurallar vardır.
Birinci kategori hakkında şunlar söylenmelidir: Doğası gereği insan bir toplumsal
hayvan olduğu için, doğal içgüdüsüyle toplumu teşvik etmeye ve korumaya yatkındır.
Sonuçta, bütün insanların zihninde adil ve düzgün işler yapan bir yurttaşla ilgili evrensel bir
izlenim vardır. Her tür insani örgütün yasalarla düzenlenmesi gerektiğini anlamayan ve bu
yasaların ilkelerini kavramayan tek kişi bile bulunmamaktadır. Her ulusun ve ölümlü bireyin
yasalar konusundaki değişmeyen görüş birliği buradan çıkmaktadır. Öğretmen ya da yasa
koyucu olmadan bunların tohumları bütün insanlara ekilmiştir.
Aniden ortaya çıkan çekişmelerin ve görüş ayrılıklarının üzerinde durmuyorum.
Hırsızlar ve soyguncular gibi bazıları yasayı ve düzeni yıkmayı, bütün meşru kısıtlamaları
çiğnemeyi, sadece kendi tutkularını yasa kılıfına sokmayı isterler. Bazılarının adil bulduğunu
bazıları adaletsiz (hatta sıradan bir kusur) bulur. Bazıları da yasaklanan şeyin övgüye değer
olduğunu öne sürer. Bu kişilerin yasalardan nefret etmesinin nedeni, yasaların iyi ve kutsal
olduğunu bilmemeleri değildir; ama pervasız tutkularıyla öfkeye kapılıp aklın göz önüne
serilmesine karşı mücadele ediyorlar. Anlayış olarak kabul ettikleri şeyden tutkuları nedeniyle
nefret ediyorlar. Söz edilen bu ikinci türdeki kavgalar başlangıçtaki eşitlik kavramını
hükümsüz kılmamaktadır. Đnsanlar yasanın tek tek bölümlerini aralarında tartışırken, genelde
bir eşitlik kavramı konusunda görüş birliğine varırlar. Đnsan zihninin bu konudaki güçsüzlüğü
kesinlikle kanıtlanmıştır: Zihin, doğru yoldan gidiyor görünse bile aksayarak sürçer. Yine de
geriye, herkese bir siyasal düzen tohumu ekildiği gerçeği kalır. Hiç kimsenin bu yaşamını
düzene sokarken aklın ışığından yoksun kalmadığının kapsamlı bir kanıtıdır bu.
113
Aşağıdaki açıklamasında Calvin, hayran olduğu güzel sanatlardan söz etmemektedir. Krş.
I. xi. 12.
142
olmadığını yanlış olarak öğretmesine bu yol açmıştır. Bunun başlangıcının insan doğasında
doğuştan var olduğunu kabul etmek zorunda olmamızın iyi bir nedeni vardır. Bu kanıt aklın
evrensel kavrayışına ve doğası gereği anlayışın insana aşılandığına apaçık tanıklık etmektedir.
Bunun yararı o kadar evrenseldir ki, herkes bunun kendisi için, Tanrı’nın özel bir lütfu
olduğunu kabul etmelidir. Doğanın Yaratanı, geri zekâlıları yaratırken bize bu lütfu bol bol
vermiştir. Bunların aracılığıyla Tanrı, insan canının O’nun ışığıyla bu yeteneklerin keyfini
çıkarması gerektiğini belirtmektedir. Bu ışık herkes için o kadar doğaldır ki, kuşkusuz O’nun
herkese cömertçe verdiği karşılıksız bir armağandır! Sanatların bulunuşu veya sistematik
aktarımı ya da birkaç kişiye özgü olan içsel ve daha yetkin sanat bilgisi ortak bir sezginin
yeterli kanıtı değildir. Dinine bağlı olan ve olmayan herkese ayırım gözetmeden bahşedildiği
için bu, haklı olarak doğal armağan sayılmaktadır.
114
“Gerçek, her nerede ortaya çıkarsa çıksın” onun kökeninde tanrısallığın ve gerçekliğinin
kanıtlanmasının bulunduğuna dair bu iddia daha çok vurgulanamazdı. Đnsan zihninin doğal
kapasitelerini burada daha çok geçici ve “bayağı” alanlarla bağdaştırırken, başka yerlerde
Calvin, putperest filozofların dinsel gerçeğin temel ilkeleri konusunda yaptıkları ayırımı
çoğunlukla kabul etmektedir. Krş. I. iii. 1; 1:v.3. Kutsal Yazı’nın dışındaki kaynaklarda ve
doğal insanda bulunan gerçeğe sıcak bakarken, birbiriyle uyum içinde olmayan (en iyi
temsilcisinin Duns Scotus olduğu) iki kavrama dair hiçbir düşüncemizin olmadığı
belirtilmelidir. Daha çok onun, Tanrı vergisi gerçek konusuna bakışı iki zeminde ortaya
çıkmaktadır. Birincisi, sadece geçici ve dünyasal işlerin değeridir. Calvin filozoflar, “olayların
bütününü” yani insan Tanrı’ya tapsın diye dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığını, yine de her
birinin gerçeğin birazını görebildiğini söyleyen Lactantius’la aynı görüştedir. Đskenderiyeli
Clemens’in açıklamasına göre, felsefe olguların doğasını araştırırken, felsefenin gerçeği,
“Rab’bin söylediği gerçektir: ‘Gerçek benim.’” Calvin, Comm. Titus 1:12’de, gerçeği günahlı
insanlar bile söylese Tanrı’dan geldiğini söylemektedir.
143
16. Đnsanın sanatta ve bilimde yetkinliğini de Tanrı’nın Ruh’u sağlar
Bu arada Tanrı’nın Ruhu’nun en mükemmel yararlarını unutmamalıyız. O, insanlığın
ortak iyiliği için bunları istediği herkese dağıtır. Buluşma Çadırını inşası için gereken anlayış
ve bilgiyi Tanrı’nın Ruhu, Besalel’le Oholiav’a damla damla akıtmalıydı [Çık. 31:2-11;
35:30-35]. Đnsan yaşamında her şeye dair en mükemmel bilginin bize Tanrı’nın Ruhu
aracılığıyla iletildiğinin söylenmesi tuhaf değildir. Tanrı’dan tümüyle uzaklaşmış olan
dinsizlerin Ruh’la ne işi olur, diye sormanın mantığı yoktur. Bizi, Tanrı’nın tapınağı unvanını
vererek kutsayan Ruh’tan söz edilirken [1Ko. 3:16] Tanrı’nın Ruhu’nun sadece imanlılarda
konut kurduğu [Rom. 8:9] ifadesini anlamalıyız. Yine de insan aynı ruhun gücüyle dolmakta,
hareket etmekte ve her şeye ivme kazandırmaktadır. Yaratılış yasasıyla herkese bahşettiği
karaktere göre bunu yapmaktadır. Ama tanrısızların çalışmasının ve hizmetinin fizik,
diyalektik, matematik ve benzeri disiplinlerde bize yardımcı olmasını Rab istiyorsa bu
yardımdan yararlanalım. Tanrı’nın bu sanatlarda karşılıksız sunduğu armağanı görmezden
gelirsek, tembelliğimiz yüzünden adil bir cezanın acısını çekmeliyiz. Đnsanın gerçekten
kutsandığını kimse düşünmesin diye [Krş. Kol. 2:8], bu dünyanın temel ilkelerindeki gerçeği
anlaması için birinin önemli bir güce sahip olduğuna inanıldığında, ardından gelen anlayışla
birlikte bütün bu anlama kapasitesinin altında gerçeğin sağlam bir temeli yoksa Tanrı’nın
gözünde istikrarsız ve geçici bir şey olduğunu hemen eklemeliyiz. Augustinus en büyük
gerçekle ilgili olarak, Düşüş’ten sonra insanın elinden karşılıksız armağanları alındığı gibi,
geriye kalan doğal armağanların da bozulduğunu öğretmektedir. Söylediğimiz gibi,
Hükümlerin Efendisi ve Skolastikler115 bu konuda onun görüşünü kabul etmek zorunda
kalmaktadırlar. Tanrı’dan geldiği için, armağanlar kendi başına kirlenemezdi. Ama kirlenmiş
insan için bu armağanlar artık pak değildi ve armağanlarından ötürü asla övgü alamazdı.
144
tabii ki gösteriyor. Öyle ki, Tanrı onları her an yönlendiriyor. Bu nedenle, “Güvenilir
danışmanları susturur [Krş. Eyü. 12:20], yolu izi belirsiz bir çölde dolaştırır onları” [Eyü.
12:24; Krş. Mez. 107:40] denir. Bu çeşitliliğin içinde, bütün insan ırkını diğer yaratıklardan
farklı kılan Tanrı’nın suretinin arta kalan izlerini hala görmekteyiz.
(Ama biz yeniden doğuncaya kadar hiç ruhsal farkındalık yoktur, 18-21)
18. Anlayışımızın sınırları
Artık insan aklının Tanrı’nın Krallığı ve ruhsal kavrayış konusunda neyin ayırımına
vardığını analiz edebiliriz. Bu ruhsal kavrayış başlıca üç unsur içermektedir: (1) Tanrı’yı
bilme; (2), kurtuluşumuzu kapsayan, bize duyduğu babaca şefkatini bilme; (3) yasasındaki
kurala göre yaşamımızı nasıl bir çerçeveye oturtacağımızı bilme. Đlk iki noktada –özellikle de
ikincisinde- en büyük dehalar kör sıçanlardan daha da kördür! Felsefecilerin şurada burada
yazdıkları Tanrı hakkındaki uzmanca ve yerinde anlatımlarının okunabildiğini kuşkusuz
yadsıyamam ama her zaman burada, baş döndürücü bir hayal gücü görülmektedir. Yukarıda
belirtildiği üzere, dinsizliklerini bilgisizlik kisvesi altında saklamasınlar diye RAB gerçekten
de onlara tanrısallığını biraz tattırmıştır.116 Kimi zaman da onları, düzelecekleri bazı itirafları
telaffuz etmeye zorlamıştır. Ama onlar olaylara öyle bakmışlardı ki, bu bakışları onları
gerçeğe yönlendirmemişti, gerçeğe pek ulaşamayacak duruma gelmişlerdi! Gece tarladan
geçerken şimşek çaktığında bir an her yeri gören ama görüntü hızla yok olduğu için, - onun
yardımıyla yolunu bulmak şöyle dursun- tek bir adım bile atamadan gecenin karanlığına
gömülen yolcuya benzerler. Ayrıca, kitaplarına şans eseri gerçeğin damlacıkları serpilmiş olsa
bile, ne kadar korkunç yalanlarla kirlenmişlerdir! Kısacası, Tanrı’nın bize yardımının
güvencesini hiç hissetmemişlerdir (bu yardım olmazsa insan anlayışını sadece sınırsız
şaşkınlık doldurabilir). Đnsan aklı, gerçek Tanrı’nın kim olduğu ya da bize karşı nasıl bir Tanrı
olmak istediği gerçeğine ne yaklaşır, ne onun için çaba gösterir, ne de dosdoğru onu hedefler.
116
I. iii. 1, 3.
117
I. xvii. 2
145
yaşam kaynağı sensin, senin ışığınla aydınlanırız” [Mez. 39:9]. Elçi, “Kutsal Ruh’un aracılığı
olmaksızın kimse ‘Đsa Rab’dir’ diyemez” dediğinde aynı şekilde tanıklık etmektedir [1Ko.
12:3]. Vaftizci Yahya, öğrencilerinin şaşkınlığını görünce, “Đnsan kendisine gökten
verilmedikçe hiçbir şey alamaz” diye haykırmıştır [Yu. 3:27]. Onun “armağan”dan, doğanın
sıradan bir bağışını değil, özel bir aydınlanmayı anladığı, kendisinden yararlanmayan
öğrencilerine Mesih’i övdüğü aynı sözlerle şikâyet etmesinden bellidir. “Rab, Ruhu
aracılığıyla anlayış vermezse benim sözlerimin Tanrısal konuları insanların zihnine aşılama
gücü olmadığını görüyorum” der. Musa bile unutkanlıkları için halkı azarlarken, aynı
zamanda da Tanrı’nın sırları konusunda hiç kimsenin O armağan etmezse bilge olamayacağını
belirtiyor. “Büyük denemeleri, belirtileri, o büyük ve şaşılası işleri gözlerinizle gördünüz. Ne
var ki, RAB bugüne dek size kavrayan yürek, gören göz, duyan kulak vermedi” diyor [Yas.
29:3-4] Tanrı’nın işlerini düşünme tarzımızda “taş” olduğumuzu söylediyse daha fazla ne
diyebilirdi? Bu nedenle RAB, eşsiz bir lütufta bulunarak, peygamber aracılığıyla
Đsrailoğullarına, Kendisinin RAB olduğunu anlayacak bir yürek vermeyi vaat ediyor.
Kuşkusuz bu, Tanrı aydınlattığı sürece insan zihninin ruhsal bir bilge olacağı anlamına
geliyor.
Mesih, “Beni gönderen Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez”
[Yu. 6:44] dediğinde bunu Kendi sözleriyle daha net onaylamıştır. Neden? O, Baba’nın
yüceliğinin tüm görkemiyle açıklandığı [Krş. Đbr. 1:3] yaşayan görünümü değil mi [Krş.
1:15]? Tanrı’yı tanıma kapasitemizi Mesih, görünümü açıkça önümüzde sergilendiğinde bile
görecek gözümüz olduğunu kabul etmemekten daha iyi açıklayamazdı. Neden? Mesih,
Baba’sının insanlardan istediğini açıklamak için yeryüzüne inmedi mi [Krş. Yu. 1:18]?
Görevini bağlılıkla yerine getirmedi mi? Böyle olduğu apaçıktır. Ruh, içimizdeki öğretmen
olarak zihnimize yol göstermezse O’nu vaaz etmekle hiçbir şey başarılmaz. Ancak O’nu işiten
ve Baba’nın öğrettiği insanlar O’na gelir. Bu nasıl bir işitme, nasıl bir öğretmedir? Tabii ki,
Ruh’un harika ve eşsiz gücüyle, duyalım diye kulaklarımızı ve anlayalım diye yüreklerimizi
geliştirdiğinde. Mesih, bunun yeni bir şey olmadığını belirtmek için Yeşaya’nın
peygamberliğinden alıntı yapmaktadır. Kilisenin yenilenmesini vaat ettiğinde sadece
kurtulmak için bir araya gelecek olanlar [Yşa. 54:7] Tanrı’nın öğrencileri olacaktır [Yu. 6:45;
Yşa. 54:13]. Şayet Tanrı seçilmişleriyle ilgili özel sözler söylüyorsa, dinsizlerin ve
kutsallıktan yoksun olanların da paylaşabileceği türde açıklama yapmadığı bellidir.
Bu durumda bize Tanrı’nın Krallığı’nın yolunun sadece, O’nun Kutsal Ruhu’yla
aydınlanarak zihni yenilenen kişiye açık olduğunu anlamak kalıyor. Yine de Pavlus bu
tartışmaya açıkça girerek hepsinden daha çok anlaşılır şekilde konuşuyor [1Ko. 1:18 vdd].
Đnsan aklının aptallığına ve boşluğuna hüküm vererek, sonunda da sıfıra indirgedikten sonra
[Krş. 1Ko. 1:13 vdd] şu sonuca varıyor: “Doğal kişi, Tanrı’nın Ruhu’yla ilgili gerçekleri
kabul etmez. Çünkü bunlar ona saçma gelir, ruhça değerlendirildikleri için bunları
anlayamaz” [1Ko. 2:14]. Pavlus, kime “doğal” diyor? Doğanın ışığına bağlı olan adama. Ben,
onun, Tanrı’nın ruhsal sırlarından hiçbir şey anlamadığını söylüyorum. Neden böyledir?
Tembelliğinden ötürü bunları ihmal ettiği için mi? Hayır, çaba gösterse bile, bunlar “ruhça
değerlendirildikleri için” hiçbir şey yapamaz. Bu ne demektir? Bu sırlar insanın kavrayışından
daha derinlere saklandığı için, sadece Ruh açıklığında göz önüne serilir. Tanrı’nın Ruhu
bunları aydınlatmadığında aptalca oldukları düşünülür. Yine de daha önce Pavlus, gözün,
kulağın ve zihnin kapasitesini “Tanrı’nın kendisini sevenler için hazırladıklarının” üzerine
çıkarmıştır [1Ko. 2:9]. Aslında insanın bilgeliğini zihnin Tanrı’yı görmesini engelleyen bir
örtüye benzetir. Öyleyse ne? Elçi, “Tanrı dünya bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi?”
diye duyurur [1Ko. 1:20]. Bunu, insanın Tanrı’yı ve Göklerdeki Krallığın sırlarının iç yüzünü
anlayabildiği keskin anlayışına mı bağlayacağız? Böyle bir delilik uzak olsun!
146
Burada Pavlus insanları yoksun bıraktığı şeyi başka bir yerde dua ederken sadece
Tanrı’ya atfeder. “Tanrı…ve Yücelikler Babası size bilgelik ve esin Ruhu versin” [Ef. 1:17,
Vg.]. Şimdi bilgeliğin ve esinin Tanrı’nın armağanı olduğunu duyuyorsunuz. Pavlus başka ne
diyor? “Zihninizin gözleri aydınlansın” [Ef. 1:18, Vg.]. Tabii ki, yeni bir esine ihtiyaçları
varsa, kendilerini görmezler. Sonra şöyle der: “ki, O’nun çağrısından doğan umudu öğrenin”
[Ef. 1:18]. Đnsanların zihninin, çağrıldıklarını bilecek kadar yeterince anlayışlı olmadığını
kabul eder.
Hiçbir Pelagius’çu burada, Tanrı, rehbersiz ulaşılamayan Sözü’nü öğreterek, insanın
anlayışını yönlendirdiğinde bu aptallığın ya da isterseniz, bilgisizliğin deyin, çaresini bulur
diye gevelemesin. Davut’un, istediği bütün bilgeliği içeren Yasası vardı; yine de bundan
hoşnut değildi. “Tanrı’nın yasasının sırlarını düşünmek” için gözlerinin açılmasını istiyordu
[Mez. 119:18, mealen aktarma]. Bu ifadeyle Davut, Tanrı’nın Sözü insanların üzerinde
parlayınca yeryüzünün üzerine güneş doğar ama “Işıklar Babası” denen [Yak. 1:17], onlara
gözler vermezse ya da gözlerini açmazsa insanların bundan yararlanmadığını açıkça
söylemektedir. Ruh’un aydınlatmadığı yerde her şey karanlıktır. Aynı şekilde, öğretmenlerin
en iyisi, elçileri gerektiği gibi dolu dolu eğitmiştir. Yine de, daha önce duymuş oldukları bu
öğretiş konusunda zihinlerini açması için Ruh’a ihtiyaçları olmasaydı [Yu. 14:26], Mesih
O’nu beklemelerini buyurmazdı [Elç. 1:4]. Bizim Tanrı’da aradığımız şeyden yoksun
olduğumuzu kabul ediyorsak ve O, vaatte bulunarak bundan yoksun olduğumuzu kanıtlıyorsa,
hiç kimse, ancak Tanrı’nın lütfu kendisini aydınlattığı için O’nun sırlarını anlayabildiğini
itiraf etmekte tereddüt etmesin. Kendine daha çok anlayış atfeden kişi daha çok kördür, çünkü
kendi körlüğünü bilmemektedir.
(Günah bilgisizlikten farklıdır [Platon’a karşı] ama yanılma günaha yol açabilir, 22-
25)
22. Đnsanın elinde bulunan Tanrı’nın iradesinin kanıtı insanı bağışlatmaz ama doğru
bilgi de vermez
Geriye ruhsal kavrayışın üçüncü yanı kalıyor. Bu, doğru bir yaşam sürdürme kuralını
bilmektir. Buna biz doğru olarak, “doğruluğun işlerinin bilgisi” diyoruz. Kimi kez insan zihni
bunda, yüce şeylerdekinden daha ileri görünür. Elçi şu tanıklıkta bulunmaktadır: “Yasaları
olmayan öteki uluslar yasadaki işleri yaptıklarında kendi yasalarını koymuş olurlar…ve
yasadaki işin yüreklerinde yazılı olduğunu gösterirler. Vicdanları da buna tanıklık eder.
Düşünceleriyse onları ya kendi aralarında suçlar ya da Tanrı’nın yargısı önünde onları
savunur” [Rom. 2:14-14, mealen aktarma]. Doğaları gereği öteki ulusların, doğruluğu
zihinlerine yazan bir yasası varsa, yaşam konusunda son derece kör olduklarını elbette
söyleyemeyiz. Doğal yasanın bir insanı doğru davranma standardında yeterince eğitmesinden
daha yaygın bir şey yoktur (elçi burada bundan söz etmektedir). Yine de insanlara hangi
amaçla bu yasa bilgisinin bahşedildiğini düşünelim. Yasa, aklın hedefine doğru onlara ne
kadar öncülük edebilirse gerçek hemen ortaya çıkacaktır. Eğer bağlamına dikkat edersek,
Pavlus’un sözlerinden de bu bellidir. Az önce yasada suç işleyenlerin yasayla yargılanacağını,
yasa olmadan suç işleyenlerin yasa olmadan mahvolacağını söylemişti. Daha önce hüküm
verilmeden öteki ulusların mahvolması saçma geleceği için Pavlus, onlar için vicdanın,
yasanın yerini aldığını hemen eklemektedir; doğal yasanın amacı insanı bağışlanmaz
kılmaktır. Şu, kötü bir tanım olmayacaktır: Doğal yasa, vicdanın haklıyla haksızı yeterince
ayırma algısıdır ve bu algı, insanlara kendi tanıklıklarıyla suçlu olduklarını kanıtladığında
bilgisizliği bahane edemezler. Đnsan kendine o kadar hoşgörülüdür ki, kötülük yaptığında
günah duygusundan başka bir şeyi, elinden geldiğince çabuk düşünebilir. Platon’un
(Protagoras’ta) sadece bilgisizliğimizden günah işlediğimizi düşünmek zorunda kalmasının
nedeni budur. Đnsanın ikiyüzlülüğü, zihnin Tanrı’nın gözündeki kötüyü anlamasını önlemek
için, günahların üzerini yeterince beceriyle örtebilseydi bu, yerinde bir anlatım olabilirdi.
147
Günahlı iyiyle kötü arasında yargıda bulunmak için içsel gücünden kaçınmaya çalışır. Yine de
sürekli olarak bu güce doğru çekilir. Zaman zaman gözlerini açmak istesin ya da istemesin
zorluk çekmeden günaha göz kırpmasına fazla izin verilmez. Bu nedenle insanın sadece
cahilliğinden ötürü günah işlediğini söylemek yanlıştır.
23. Đyi ve kötü yargısı, keyfe bağlı olduğu sürece net değildir
Çok daha doğru olarak Themistius, genel tanım ya da olayın özü konusunda anlama
yeteneğinin çok ender yanıldığını öğretmektedir; ama daha ileriye gittiğinde yani bu ilkeyi
özel durumlara uyguladığında bu, yanıltıcıdır. Genel soruya yanıt olarak, herkes adam
öldürmenin kötü olduğunu kabul edecektir. Ama düşmanını öldürmek için komplo kuran biri,
adam öldürmenin iyi olduğunu düşünür. Zina yapan biri genelde zinayı mahkûm edecektir
ama kendi yaptığı zinadan gizlice gururlanacaktır. Đnsanın bilgisizliği buradadır: iş özel bir
duruma geldiğinde, kendi koyduğu genel ilkeyi unutmaktadır. Bu konuda Augustinus, Mez.
57’nin ilk ayetini açıklarken ne demek istediğini güzelce ifade etmektedir.
Yine de Themistius’un kuralı sıra dışı değildir. Kimi zaman kötülük yapmanın
utanmazlığı vicdana baskı yapar. Öyle ki, insan, iyiliğin sahte olmayan görüntüsünden
etkilenerek, bilerek ve isteyerek hiç düşünmeden kötülüğe koşar. Zihnin buna yatkınlığı
nedeniyle, “Neyin iyi olduğunu görüyorum ve kabul ediyorum ama daha kötüsünün peşinden
gidiyorum” ifadesi ortaya çıkmıştır.118 Benim düşünceme göre, Aristoteles, kendini
tutamamayla ölçüsüzlük arasında çok akıllıca bir ayırım yapmıştır: “Kendini tutamamanın
hüküm sürdüğü yerde” der, “dengesiz zihinsel durum ya da tutku, zihni belli bir konudaki
bilgiden o kadar yoksun bırakır ki, benzer durumlarda genellikle ayrımına vardığı suçun
kötülüğünü fark edemez; kafa karışıklığı hafiflediğinde tekrar hemen tövbe eder. Yine de
günahın bilincinde olmak ölçüsüzlüğü bastırmaz ya da yok etmez. Tam tersine alışkanlık
edindiği kötülüğü tercih etmekte inatla direnir.”
24. Đnsan bilgisi Yasa’nın birinci levhası konusunda tümüyle, ikinci levhadaysa kritik
durumlarda başarısız olur
Evrensel bir yasanın iyiyle kötü arasında ayırım yaptığını duyduğunuzda her açıdan
sağlıklı olduğunu düşünmeyin. Đnsanların, bilgisizliği bahane etmesinler diye, yüreğine
haklıyla haksızı ayırma yeteneği aşılandıysa bunun gerekli sonucu tek tek örneklerde gerçeğin
ayrımına varmak değildir. Anlayışları, kaçmayı imkânsız duruma getirecek kadar artarsa,
hatta vicdanlarının tanıklığında kendilerini suçlu bularak Tanrı’nın yargı kürsüsü önünde
titremeye başlarlarsa bu yeter de artar bile. Aklımızı Tanrı’nın yasasıyla, yetkin doğruluk
örneğiyle ölçmek istersek, ne kadar kör olduğunu görürüz! Birinci Levha’nın, Tanrı’ya iman
etmek, O’nun yetkinliğini ve doğruluğunu övmek, adını çağırmak, Şabat’a gerçekten uymak
gibi [Çık. 20:3-17] belli başlı noktalarına elbette tamamıyla itaat etmez. Hangi can doğal
algıya dayanarak, Tanrı’ya yasaya uygun tapınmanın bunları ve benzer konuları içerdiğinden
kuşkulanmıştır? Kutsal olmayan insanlar Tanrı’ya tapınmak istediklerinde, boş
konuşmalarından yüz kez vazgeçseler de bir kez daha bunlara kayarlar. Đçten bir niyet eşlik
etmedikçe Tanrı’nın kurbanlardan hoşnut olmadığını tabii ki, kabul ederler. Bununla, Tanrı’ya
ruhsal tapınma konusunda bir kanı sahibi olduklarını, yine de asılsız düşüncelerle bunu hemen
saptırdıklarını kanıtlamaktalar. Yasanın, tapınmayla ilgili buyruğunun gerçek olduğuna hiç
inanamamışlardır. O zaman ne kendi başına bilge olabilen ne de uyarılara dikkat edebilen
zihnin farkındalıkta üstün olduğunu mu söyleyeceğim?
Đnsanlar Đkinci Levha’daki kuralları [Çık. 20:12 vdd] bir şekilde daha iyi anlıyorlar,
çünkü bu sivil toplumlarının korunmasıyla daha yakından ilgili. Ne var ki, burada bile insan
118
“Video meliora proboque, deteriora sequor” Ovid, Metamorphoses VII. 20, Medea’nın
konuşmasından.
148
kimi kez dayanamadığını keşfediyor. En yetkin yaratılıştaki insan, giderek zorbalığa dönüşen
adaletsiz bir egemenliğe dayanmayı son derece anlamsız buluyor, keşke bir şekilde ondan
kurtulabilse. Đnsan aklının genelde yargısı şudur: Onurdan yoksun, köle olan insanın özelliği
sabırla buna katlanmaktır; onurlu ve özgür doğmuş insan bunu sarsmalıdır. Filozoflar da
yaraların acısını çıkarmanın suç olduğunu düşünmüyorlar. Ama RAB giderek artan bu kibri
mahkûm ediyor ve halkına, insanların gözünde utanç verici olan sabrı emrediyor. Ama yasaya
itaatimizde şehvetimizi hiç hesaba katmıyoruz. Doğal insan tutku hastalığını kabul etmeye
yönelmeyi kabul etmiyor. Doğanın ışığı, doğal insan dipsiz kuyuya daha inmeden önce
sönüyor. Filozoflar, zihnin aşırı kışkırtmalarına “ahlaksızlık” yaftası yapıştırırken, dışsal olan
ve daha kötü belirtilerle dışa vurulanlardan söz ediyorlar. Zihni tatlı tatlı gıdıklayan kötü
arzuları hesaba katmıyorlar.
25. Yolumuzu şaşırmayalım diye Kutsal Ruh’a her gün ihtiyacımız vardır
Platon’u, bütün günahları bilgisizliğe bağladığı için hak ettiği şekilde yukarıda
eleştirdiğimiz gibi, bütün günahlarda kasıtlı bir kötülük ve ahlaksızlık bulunduğunu öne
sürenlerin görüşlerini de çürütmeliyiz. Đyi niyetimize rağmen ne kadar sık düştüğümüzü
hepimiz tecrübelerimizle biliyoruz. Çeşitli aldanmaların karşısında aklımızın yenilmesi, bu
kadar engelin karşısında birçok yanılgıya ve düş kırıklığına boyun eğmesi, bu kadar çok
zorluk çekmesi bizi doğruya götürmekten uzaktır. Nitekim Pavlus, “herhangi bir şeyi kendi
başarımız olarak saymaya yeterli” olduğumuzu kabul etmediğinde [2Ko. 3:5], Rab’bin
gözünde aklın, yaşamın her yönünde boş olduğunu göstermektedir. Pavlus, iradeden ya da
duygulardan söz etmiyor; ama bir şeyi doğru yapmanın aklımıza nasıl geldiğini düşünebilme
yeteneğini bile elimizden alıyor. Gayretimiz, kavrayışımız, anlayışımız ve dikkatimiz o kadar
mı bozuldu da biz Tanrı’nın gözünde doğru olan hiçbir şeyi tasarlayamıyoruz ya da
hazırlayamıyoruz? Bunun bize çok güç gelmesi tuhaf değil. Biz, hepsinden daha değerli bir
armağan saydığımız aklın algılamasından yoksun kalmak için kendimize isteyerek eziyet
çektiriyoruz. Ama “bilgelerin düşüncelerinin boş olduğunu bilen” [1Ko. 3:20; Krş. Mez.
94:11] ve “insanın aklının, fikrinin hep kötülükte” [Yar. 6:5] olduğunu açıkça duyuran Kutsal
Ruh’a böylesi en uygun geliyor. Doğamızın algıladığı, harekete geçtiği, üstlendiği ve çaba
gösterdiği şey her zaman kötüyse sadece kutsallığı ve doğruluğu kabul eden Tanrı’yı hoşnut
eden bir iş nasıl oluyor da aklımıza gelebiliyor?
Bu durumda aklımızdaki nedenin, ne olursa olsun acıklı şekilde batıla boyun eğdiğini
görebiliyoruz. Davut, Tanrı’nın buyruklarını doğru öğrensin diye kendisine anlayış verilmesi
için dua ederken bu güçsüzlüğün farkındaydı [Mez. 119:34]. Yeni bir anlayış edinmeyi
isterken doğasının bunun için yeterli olmadığını söylüyor. Tek bir mezmurda bir kez değil,
neredeyse on kez aynı duayı tekrarlıyor [Mez. 119:12, 18, 19, 26, 33, 64, 68, 73, 124, 125,
135, 169]. Bu tekrarlamayla, onu böyle dua etmeye zorlayan gerekliliğin ne kadar büyük
olduğu izlenimini uyandırıyor. Davut’un sadece kendi için istediğini Pavlus, genelde kilise
için yakarmayı alışkanlık edinmişti. “Sizler için dua etmekten, tam bir bilgelik ve ruhsal
anlayışla Tanrı’nın isteğini bütünüyle bilmenizi dilemekten geri kalmadık” [Kol. 1:9; Krş.
Flp. 1:9]. Yine de bunun Tanrı’dan gelen bir iyilik olduğunu her açıklayışında, aynı zamanda
da insanın yeteneği dâhilinde yer almadığına tanıklık ettiğini unutmayalım. Ne var ki,
Augustinus, aklın Tanrı’nın işlerini anlamadaki bu yeteneksizliğini kabul eder. Aklımız için
aydınlanma lütfunun, gözlerimiz için güneş ışığından daha az gerekli olmadığına inanır.
Bununla da yetinmeyerek şu düzeltmeyi ekler. Işığı görmek için gözlerimizi biz açmalıyız
ama aklın gözleri Rab açmazsa kapalı kalır. Kutsal Yazı da bize, ancak bir gün aklımızın
aydınlanacağını ve bundan sonra kendini görebileceğini öğretmemektedir. Pavlus’tan az önce
yaptığım alıntıda sürekli ilerlemeden ve bunun sürekli artmasından söz ediliyor. Davut bunu
uygun şekilde şu sözlerle anlatıyor: “Bütün yüreğimle sana yöneliyorum, izin verme
buyruklarından sapmama” [Mez. 119:10]. Davut yeniden doğmuş ve gerçek Tanrı’ya
149
bağlılıkta hiç de azımsanmayacak bir yol kat etmiş olsa da, kendisine bahşedilmiş olan bilgide
gerilemesin diye, her an sürekli yönlendirilmeye ihtiyacı olduğunu kabul ediyor. Bu nedenle
başka bir yerde, kendi suçu nedeniyle kaybolan doğru ruhun yeniden verilmesi için dua ediyor
[Mez. 51:10]. Çünkü başlangıçta verdiği ama bir süre sonra bizden aldığı şeyi yeniden vermek
Tanrı’nın işidir.
119
II. ii. 4
150
sürekli yaşadıkları Hıristiyan’ın mücadelesini ele alıyor. Ama Ruh doğadan değil, yeniden
doğuştan gelmektedir. Üstelik elçinin yeniden doğanlardan söz ettiği açıktır, çünkü insanın
içinde iyi olan hiçbir şeyin bulunmadığını söylediğinde benliğinden söz ettiği açıklamasını
ekliyor [Rom. 7:18]. Kötülük yapanın kendisi değil, içinde yaşayan günah olduğunu ilan
ediyor [Rom. 7:20]. Şu düzeltmeyle ne demek istiyor? “Đçimde, yani benliğimde” [Rom.
7:18]? Sanki şöyle diyor: “Đyilik bende yaşamaz, çünkü benliğimde iyi olan hiçbir şey yok.”
Bunun ardından şu mazeret geliyor: “Bunu yapan artık ben değil, içimde yaşayan günahtır”
[Rom. 7:20]. Bu mazeret ancak canının büyük bölümüyle iyiliğe yatkın olan yeniden doğan
kişiler için geçerlidir. Şimdi eklenen sonuç bütün konuyu çok iyi açıklamaktadır: “Đç
varlığımda Tanrı’nın Yasası’ndan zevk alıyorum. Ama bedenimin üyelerinde bambaşka bir
yasa görüyorum. Bu da aklımın onayladığı yasaya karşı savaşıyor” [Rom. 7:22-23]. Tanrı’nın
Ruhu’yla yeniden doğmuş ama içinde bedeninin kalıntılarını taşıyan insandan başka kim
kendisiyle bu kadar çekişirdi? Augustinus, bir zamanlar bu parçanın insan doğasıyla ilgili
olduğunu düşünse de, daha sonra yorumunu yanlış ve yersiz diye geri almıştır. Ancak
insanların lütuftan ayrı olarak içlerinde (az da olsa) iyiliği harekete geçiren güçler olduğu
görüşünü kabul edersek, kavrama yeteneğimizin olduğunu bile kabul etmeyen elçiye [2Ko.
3:5] ne yanıt vereceğiz? Musa aracılığıyla insanın aklının fikrinin hep kötülükte olduğunu ilan
eden RAB’be [Yar. 8:21] ne yanıt vereceğiz? Tek bir parçayı bile yanlış yorumlayarak
sürçtükleri için, görüşlerinin üzerinde durmamız için bir neden yoktur. Tam tersine, Mesih’in
söylediğine değer verelim: “Günah işleyen herkes günahın kölesidir” [Yu. 8:34]. Doğal olarak
hepimiz günahlıyız; bu nedenle günahın boyunduruğu altındayız. Ama bütün insanlar günahın
gücünün altındaysa, günahın başlıca yeri olan iradenin elbette en kalın iplerle bağlanması
gerekmektedir. Şayet irade Ruh’un lütfundan üstün olsaydı, Pavlus’un “Kendisini hoşnut
edeni hem istemeniz hem de yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13] sözünün
anlamı olmazdı. Birçoğunun gevelediği bütün bu “hazırlık” uzak olsun! Davut’un birçok
parçada yaptığı gibi, zaman zaman imanlılar yüreklerinin Tanrı’nın yasasına itaate uygun
olmasını isteseler bile, dua etme arzusunun Tanrı’dan geldiğine de dikkat etmeliyiz. Davut’un
sözlerinden bunu çıkarabiliriz. Kendisine temiz bir yürek verilmesini istediğinde [Mez.
51:10], bunun yaratılmasının başlangıcının payesini kendisine elbette vermemektedir. Bu
nedenle biz daha çok Augustinus’un sözlerine değer vermeliyiz: “Tanrı sendeki her şeyi
önceden gördü; şimdi sen onun gazabını –görebilecekken- önceden görüyor musun? Nasıl?
Bütün bunları Tanrı’dan aldığını kabul et; içinde iyi olan ne varsa O’ndandır; kötü olan ne
varsa sendendir.” Biraz sonra da, “Günahtan başka hiçbir şey bizim değildir” demektedir.
III. BÖLÜM
ĐNSANIN BOZULMUŞ DOĞASINDAN ANCAK LANETLĐ ĐŞLER ÇIKAR
151
ait olduğunu söyleyeceksiniz. Mesih’in ve elçilerin sözleri bunu tümüyle çürütüyor. Rab,
şöyle akıl yürütüyor: Đnsan, “beden” olduğu için [Yu. 3:6] yeniden doğmalıdır [Yu. 3:3]. Rab,
bize bedenin yeniden doğuşunu öğretmiyor. Can, sadece bir parçası yeniden biçimlenirse
değil, tamamıyla yenilendiğinde yeniden doğar. Đki ayette de ortaya koyulan antitez bunu
doğruluyor. Ruh, cana öylesine ters düşüyor ki, geriye, ikisinin ortasında bir şey kalmıyor. Bu
hesaba göre, insanda ruhsal olmayan şeye “bedensel” deniyor. Yine de, yenilenmenin dışında
Ruh’tan bir şey elde etmiyoruz. Doğadan elde ettiğimizse bedendir.
Ama Pavlus bu konuda bizi olası bir kuşkudan kurtarıyor. “Aldatıcı tutkularla
yozlaştığını” söylediği eski insanı tanımlayarak, “düşüncede ve ruhta yenilenmemizi” bize
buyuruyor [Ef. 4:22-23] Onun, yasaya uymayan kötü tutkuları sadece canın duyusal yanına
değil, zihne de yerleştirdiğini, bu nedenle düşüncenin yenilenmesini de istediğini
görüyorsunuz. Tabii ki, bir süre önce insan doğasının her yanının bozulmuşluğunu ve
sapmışlığını bize gösterdiği bir resim de çizmişti. Şöyle yazmaktadır: “Artık öteki uluslar gibi
boş düşüncelerle yaşamayın. Onların zihinleri karardı. Bilgisizlikleri ve yüreklerinin
duygusuzluğu yüzünden Tanrı’nın yaşamına duygusuzlaştılar” [Ef. 417-18]. Bu ifadenin,
Rab’bin, Kendi bilgeliğinin ve adaletinin doğruluğunu henüz yeniden biçimlendirmemiş
olduğu herkes için geçerli olduğundan en küçük bir kuşku yoktur. Đmanlılara, “Siz Mesih’i
böyle öğrenmediniz” öğüdünü vererek hemen eklediği karşılaştırmadan da bu bellidir.
Nitekim bu sözlerden, bizi bu körlükten ve bunun sonucundaki kötülüklerden kurtaracak tek
çarenin Mesih’in lütfu olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Yeşaya da, “Dünyayı karanlık, halkları
koyu karanlık örttüğünde” [Yşa. 60:2] kilisesi için “RAB, sonsuz ışık olacak” [Yşa. 60:19]
diye vaat ettiğinde, Mesih’in Krallığı konusunda peygamberlik etmişti. Burada kilisenin
üzerinde sadece Tanrı’nın ışığının doğacağına, gölgelerin ve körlüğün kilisenin dışında
kalacağına tanıklık etmektedir. Her yerde, özellikle Mezmurlar’da ve Peygamberlerde insanın
batıllığı konusunda anlatılanları tek tek anlatmayacağım. Davut’un, “Sıradan insan ancak bir
soluk, soylu insansa bir yalandır. Tartıya konduğunda ikisi birlikte soluktan hafiftir” [Mez.
62:9] sözü önemlidir. Đnsandan gelen bütün düşüncelerle akılsız, anlamsız, delice ve sapkın
diye alay edildiğinde şiddetli bir mızrak insanın anlayışını delip geçmektedir.
152
ifadelerde ilk bulunan Pavlus’muş, onları Peygamberlerden almamış gibi devam edeceğim.
Her şeyden önce elçi, insanın doğruluğunu yani dürüstlüğünü ve paklığını, sonra da anlayışını
elinden almaktadır [Rom. 3:10-11]. Aslında Tanrı’dan dönmek, bir anlayış kusurunun
kanıtıdır, çünkü bilgeliğin ilk adımı O’nu aramaktır. Bu kusur, Tanrı’dan ayrılmış olan
herkeste ister istemez görülmektedir. Elçi, herkesin gerilediğini ve adeta kötü olduğunu, iyilik
yapan kimsenin olmadığını eklemektedir. Sonra da –kötülüğün içinde gevşemelerine bir kez
izin verildiğinde- çok sayıda üyelerini kötüye kullandıkları utanmazca davranışlarını
eklemektedir. En sonunda da Tanrı korkusundan yoksun olduklarını duyurmaktadır.
Adımlarımız, O’nun egemenliğine yönelmelidir. Bunlar insan ırkının kalıtsal bağışlarıysa
doğamızda iyi bir şey aramak boşunadır. Aslında, her insanda bu kötü özelliklerin hepsinin
görüldüğünü kabul etmiyorum; yine de bu çok başlı yılanın herkesin sinesinde pusu
kurduğunu kimse inkâr edemez. Đçindeki hastalığın nedenini ve özünü beslediği sürece (acı
henüz yayılmamış olsa bile), bedene sağlıklı denemeyeceği gibi, canın da günah ateşiyle
yanarken sağlıklı olduğu düşünülmez. Yine de bu karşılaştırma her ayrıntısıyla uygun
değildir. Hasta bedende yine de biraz yaşama gücü kalır; ama ölümün bu dipsiz kuyusuna
atlayan can, sadece günah yüklü değildir, bütün iyiliklerden de tamamıyla yoksundur.
153
Bu durumda Tanrı, eyleme dökülmesin diye sağlayışı aracılığıyla doğanın sapkınlığına gem
vurur; ama onu içsel olarak paklamaz.
120
Sallust, Catiline’in kötü doğasını anlatır, The War with Catiline iii. 5: LCL yayını, s. 8 vdd.
Cicero ona saldırır ve kınanması gerektiğine inanılır. Soylu ama ödüllendirilmeyen yurttaş
Camillus’u ise Horace, Vergil ve Juvenal överek kutlar.
154
onlardan, “kendilerinden güçlü olanın elinden özgür kılınanlar” [ 11. a.] diye söz etmektedir.
Kuşkusuz bununla, RAB’bin yüzüstü bıraktığı günahlının, sıkıca prangalara bağladığı sürece
şeytanın boyunduruğu altında yaşadığını söylemek istemektedir. Yine de irade, günaha hazır
ve günahı çabuklaştıran eğilimini çok isteyerek sürdürür. Đnsan kendini bu zorunluluğa
bıraktığında, iradeden değil, sağlıklı iradeden yoksundur. Bernard’ın hepimizin içinde istek
olduğu ama iyiliği istemenin kazanç, kötülüğü isteminin kayıp olduğunu öğretmesi yersiz
değildir. Basitçe, istek insandan gelir; kötülüğü istemek bozuk bir doğadan, iyiliği istemek
lütuftan gelmektedir.
Özgürlükten yoksun iradenin zorunlu olarak kötülüğe itildiğini ya da yöneldiğini
söylediğimde buna sert bir söz diye bakılması tuhaftır, çünkü kutsalların yararlanacağı tutarsız
ya da yabancı olan bir yanı yoktur. Ama bu, zorunlu olmakla zorlanmak arasındaki farkı
bilmeyenlere itici gelir.121 Birinin onlara sorduğunu düşünün: Tanrı zorunlu olduğu için mi
iyidir? Đblis zorunlu olduğu için mi kötüdür? Ne yanıt verecekler? Tanrı’nın iyiliği
tanrısallığına o kadar çok bağlıdır ki, iyi olmaya Tanrı olmaktan daha çok zorunlu değildir.
Ama iblis düştüğünde iyilikten pay almaktan o kadar kopmuştur ki, kötülükten başka bir şey
yapamaz. Ama bir küfürbazın küçümseyerek, Tanrı’nın iyi olduğu için pek övülmeyi hak
etmediğini, bunu korumakla yükümlü olduğunu söylediğini düşünün.122 Şu, ona hazır bir
cevap olmayacak mı? Tanrı’nın kötülük yapamaması şiddetli bir itici güçten değil, sınırsız
iyiliğinden gelmektedir. Tanrı’nın iyilik yapma zorunluluğu O’nun iyilik yapmak için özgür
iradesini engellemiyorsa; sadece kötülük yapabilen iblis kendi iradesiyle günah işliyorsa –
insanın, günah işleme zorunluluğuna boyun eğdiği için, daha az isteyerek günah işlediğini
kim söyleyecek? Augustinus bu zorunluluktan her yerde söz etmektedir; hatta Caelestius ona
haksız yere karşı çıktığında bunu şu sözlerle onaylamakta tereddüt etmemektedir: “Đnsan
özgür olarak günah işler ama ceza olarak ardından gelen bozulma, özgürlüğü zorunluluğa
dönüştürür.” Ve bu konudan her ne zaman söz etse günaha kölelikten bu tarzda söz etmekte
tereddüt etmez.
Bu ayrımın asıl konusu, insanın, Düşüş’le bozulmuş olduğundan, istemeyerek ya da
zorlandığı için değil, isteyerek günah işlediğidir. Đnsan zorlandığı için değil, yüreğinin en
ateşli eğilimiyle; dışarıdan gelen bir zorlamayla değil, kendi tutkusunun teşvikiyle günah işler.
Yine de doğası o kadar ahlak dışıdır ki, sadece kötülüğe itilir ya da yönelir. Ne var ki, bu
doğruysa insanın günah işleme zorunluluğuna elbette boyun eğdiği açıkça ifade
edilmektedir.123
Augustinus’la aynı görüşte olan Bernard şöyle yazıyor: “Bütün canlı varlıkların
arasında sadece insan özgürdür; yine de günah müdahale ettiği için, doğadan değil,
iradesinden gelen bir tür şiddete maruz kalmaktadır. Bu durumda bile içsel özgürlüğünden
yoksun değildir. Çünkü gönüllülük özgürlüktür de.” Biraz sonra şöyle demektedir: “Günahla
daha da kötüye giden irade kendisi için tuhaf ve aşağılık bir zorunluluk yaratmaktadır.
Zorunluluğun iradeden kaynaklanması ne irade için mazerettir, ne de iradenin yoldan çıkması
121
Luther bu ayırımı Erasmus’la tartışmasında yapmıştır: “Zorunluluk derken zorlanmaktan
değil, değişmezliğin zorunluluğundan söz ediyorum.” Kötü bir insanın kendiliğinden kötülük
yaptığını ama kendi başına kötülük yapmaktan vazgeçemediğini açıklamaktadır. De
Castro’ysa ikisini neredeyse bir tutmaktadır.
122
Calvin bu düşüncesi için Pighius’e şiddetle karşı çıkmaktadır. Albert Pighius, Roma’da VI.
Adrian’a ve daha sonraki papalara hizmet eden Louvain’li bir bilgindi. Çok sayıda Reform
karşıtı kitap yayını yapmıştır. Calvin’in tezi, onun De libero hominis arbitrio et divina
gratia’sına (Köln, 1542) cevaptır.
123
Reinhold Niebuhr, insanın “kaçınılmaz” ama “sorumlu” olarak günah işlediği görüşünde
bu ayırımı benzer şekilde ama farklı bir terminolojiyle yapmaktadır. The Nature and Destiny
of Man, ilk dizi, s. 251-264.
155
zorunluluğu dışlar. Bu zorunluluk bir bakıma gönüllüdür.” Daha sonra gönüllü köleliğin
boyunduruğundan başka bir boyunduruğun bize baskı yapmadığını söylüyor. Bu durumda
kölelik açısından zavallıyız ve irade açısından da bağışlanmaz durumdayız, çünkü irade
özgürken kendisini günahın kölesi yapmaktadır. Yine de Bernard şu sonuca varıyor: “Can,
tuhaf ve kötü bir biçimde, gönüllü ve yanlış bir özgürlüğün zorunluluğu altında aynı zamanda
hem köle hem de özgürdür: zorunluluk nedeniyle köledir; irade nedeniyle özgürdür. Özgür
olduğu için suçlu ve suçlu olduğu için de köle olması birden tuhaf ve daha acıklı gelir.
Sonuçta, özgür olduğu için köledir.” Tabii ki, okurlarım yeni bir şey ortaya atmadığımı kabul
edecekler. Bu, Tanrı’ya bağlı herkesin kabul ettiği, Augustinus’un eski bir öğretişi. Neredeyse
bin yıl sonra hala manastırların dehlizlerinde devam ettiriliyor. Ama Lombard zorunlulukla
zorlanmayı birbirinden ayırmayı bilmediği için, çok tehlikeli bir hataya fırsat veriyor.
(Đradenin Tanrı’ya dönmesi, içsel olarak bahşedilen Tanrısal lütfun etkisidir, 6-14)
6. Đnsanların iyi bir iş yapamadığı her şeyden önce, Tanrı’nın tamamıyla tek başına
yaptığı kurtarma işinde görülür
Öte yandan bu, doğanın bozukluğunu düzelten ve tedavi eden tanrısal lütfu bir tür çare
diye düşünmemizi gerektirir. Rab, yardımımıza geldiğinde bize eksiğimizi bahşettiği için,
işinin doğası içimizde meydana çıktığında yoksunluğumuz hemen görülecektir. Elçi
Filipililere, “Sizde iyi bir işe başlamış olan Tanrı’nın bunu Mesih Đsa’nın gününe dek
bitireceğine güvenim var” dediğinde, “başlanan iyi işle” iradede Tanrı’ya dönüşün başladığına
işaret etmektedir. Tanrı yüreğimizde doğruluk sevgisi, arzusu ve gayreti uyandırarak ya da
daha doğrusu yüreğimizi doğruluğa boyun eğdirerek, biçimlendirerek ve yönelterek içimizde
iyi bir iş başlatmaktadır. Üstelik dayanmamızı sağlayarak bu işi tamamlamaktadır. Başka bir
yerde Ruh, RAB’bin, kendi başına güçsüz olan iradeye yardım etmek üzere iyi bir iş
başlattığını kimse bahane etmesin diye, kendi başına bırakılan iradenin ne yapabildiğini
duyurur: “Size yeni bir yürek verecek, içinize yeni bir ruh koyacağım. Đçinizdeki taştan yüreği
çıkaracak, size etten bir yürek vereceğim. Ruhumu içinize koyacağım; kurallarımı izlemenizi,
buyruklarıma uyup onları uygulamanızı sağlayacağım” [Hez. 36:26-27]. Đnsan iradesinin
tümüyle değişmesi ve yenilenmesi gerektiğinde etkin şekilde iyiyi seçmek isteyebilsin diye
güçsüzlüğünün O’nun yardımıyla güçlendiğini kim söyleyecek?
Taşı bir yolla yumuşatan bir esneklik varsa taş bir şekilde eğrilir. Đnsanın yüreğin
doğruya itaat etmek için biçimlendirilebildiğini inkâr etmiyorum. Yeter ki, içindeki
mükemmel olmayan yan Tanrı’nın lütfuyla giderilsin. Ama bu karşılaştırmayla RAB,
yüreğimiz tümüyle başkalaşmazsa, iyi olan hiçbir şeyin yüreğimizden asla sökülüp
alınamayacağını göstermek istediyse, sadece Kendi adına iddia ettiği şeyi O’nunla bizim
aramızda bölüştürmeyelim. Tanrı bizi doğruluk için gayret etmeye yönlendirdiğinde taş ete
dönüşüyorsa kendi irademizden gelen herhangi bir şey silinip yok edilmektedir. Yerini,
tümüyle Tanrı’dan gelenler almaktadır. Đradenin silinip yok edildiğini söylüyorum; ama irade
olduğundan ötürü değil124. Đnsan Tanrı’ya döndüğünde ilk doğasına ait olan, bütünüyle
kalmaktadır. Đradenin yeniden yaratıldığını da söylüyorum; bu, iradenin şimdi var olmaya
başlaması değil, kötü bir iradeden iyi bir iradeye dönüşmesi demektir. Bunu bütünüyle
Tanrı’nın yaptığını kabul ediyorum, çünkü aynı elçinin tanıklığına göre, “Bizim düşünme
yeteneğimiz bile yoktur” [2Ko. 3:5, mealen aktarma]. Başka bir yerde de Tanrı’nın sadece
güçsüz iradeye yardım etmediğini ya da onu düzeltmediğini, irade sahibi olmamız için
içimizde çalıştığını da belirtiyor [Flp. 2:13]. Söylediğim gibi, bundan kolayca iradede iyi olan
her şeyin sadece lütfun işi olduğu sonucu çıkarılabilir. Başka bir yerde elçi, bu anlamda şöyle
demektedir: “Çeşitli etkinlikler vardır ama herkeste hepsini etkin kılan aynı Tanrı’dır” [1Ko.
124
Calvin’in irade terminolojisi konusunda krş. aş.bk. m. 7, 10, 12, 13, 14: irade ya yok edilip
yerine başka bir şey getirilir ya da aynı “doğal armağan” yenilenir.
156
12:6]. Burada evrensel yönetimden söz etmiyor, imanlıların üstün oldukları bütün iyi işler için
tek Tanrı’yı övüyor. “Hepsi” diyerek başından sonuna kadar ruhsal yaşamın yazarının
kuşkusuz Tanrı olduğunu belirtiyor. Aynı şeyi daha önce de başka sözlerle öğretmişti:
Mesih’teki imanlılar Tanrı’dandır [Ef. 1:1; 1Ko. 8:6]. Burada bayağı doğamızdaki her şeyi
silip götüren yeni doğamızı açıkça övüyor. Burada Adem’le Mesih arasındaki antitezi
anlamalıyız. Başka bir yerde, “Biz Tanrı’nın yapıtıyız, O’nun önceden hazırladığı iyi işleri
yapmak üzere Mesih Đsa’da yaratıldık” [Ef. 2:10] diye öğrettiğinde bunu daha net açıklıyor.
Her iyiliğin başlangıcı Mesih’te eriştiğimiz ikinci yaratılış olduğu için, kurtuluşumuzun
karşılıksız bir armağan olduğunu kanıtlıyor [Krş. Ef. 2:5]. Ama en küçük bir yetenek bizden
gelseydi, hak etmeyi de paylaşırdık. Ne var ki, Pavlus bizi asıl konuya getirerek, “Tanrı’nın
önceden hazırladığı iyi işleri yapmak üzere Mesih Đsa’da yaratıldığımız” [Ef. 2:10] için, hiçbir
şey hak etmediğimizi öne sürmektedir. Bu sözlerle, iyi işlerin her parçasının ilk ortaya
çıktığından bu yana Tanrı’ya ait olduğunu söylemektedir. Peygamber, mezmurda bizi
Tanrı’nın yarattığını söyledikten sonra yaratmayı O’nunla paylaşmayalım diye, “Bunu yapan
biz değiliz” demektedir [Mez. 100:3, mealen aktarma]. Ruhsal yaşamın başlangıcı olan
yeniden doğuştan söz ettiği bağlamdan bellidir; “O’nun halkı, otlağının koyunlarıyız” diyerek
devam eder [Mez. 100:3]. Üstelik kurtuluşumuz için Tanrı’yı övmekle yetinmeyerek, buna
herhangi bir şekilde katılmamızı da açıkça dışlamaktadır. Kurtuluş bütünüyle Tanrı’dan
geldiği için, insanın içinde yüceltilecek bir şeyin kalmadığını söylemek ister gibidir.
7. Bu, imanlının “lütufla” işbirliği yaptığı bir durum değildir; önce lütuf iradeyi
harekete geçirir
Ama belki de bazıları, iradenin kendi doğası gereği iyilikten uzaklaştığını, ne var ki,
hazır olduktan sonra eyleme katılacak tarzda sadece Tanrı’nın gücüyle değiştirildiğini kabul
edeceklerdir. Augustinus’un öğrettiği gibi her iyi işten önce lütuf gelmektedir; irade lider
olarak önden gitmez ama hizmetli olarak arkadan gelir. Bu azizin hiçbir kötü niyeti olmadan
yaptığı bu açıklamayı Lombard, inanılmaz bir düşünce tarzına dönüştürmüştür. Ama
peygamberin alıntı yaptığım sözlerinin diğer parçalarda da olduğu üzere, iki noktaya açıkça
işaret ettiğini öne sürüyorum: (1) RAB kötü istemimizi düzeltir ya da daha çok, bastırır; (2)
yerine, kendi iyi istemini koyar. Lütuftan bu, bu dereceye kadar beklendiği için, iradenize
“hizmetli” diyebileceğinizi kabul ediyorum. Ama iradenin yeniden biçimlenmesi RAB’bin işi
olduğu için, hizmetli olan iradesiyle beklenen lütfa itaat etmeyi insana atfetmek hatadır. Bu
durumda, Chrysostomos’un yazdığı yanlıştır: “Ne irade olmadan lütuf, ne de lütuf olmadan
irade bir şey yapabilir.” Az önce Pavlus’ta gördüğümüz gibi, iradeyi etkin kılan sanki lütuf
değilmiş gibi [Krş. Flp. 2:13]! Đnsanın iradesine lütfun hizmetlisi derken, Augustinuse’un
niyeti, iradeye iyi işlerde lütuftan sonra gelen bir görev biçmek değildi. Onun tek isteği, daha
çok, Pelagius’un, kurtuluşun ilk nedenini insanın hak etmesine bağlayan çok kötü öğretişini
çürütmekti.
Augustinus, lütfun hak etmeden önce geldiği konusundaki yakın zamandaki
tartışmaların yeterli olduğunu öne sürüyor. Bu arada diğer soruya, yine de başka bir yerde
açıkça tartışmadığı lütfun sürekli etkisi sorusuna geçiyor. Augustine birçok kez, Rab’bin
isteksiz bir insanın isteyebilmesini bekleyip, isteyen bir insanın da boşuna istememesini
izlerken, Kendisini iyi işlerin yazarı durumuna getirdiğini söylüyor. Yine de bu konudaki
ifadesi uzun uzadıya gözden geçirmeyi gerektirmeyecek kadar açık. “Đnsan, irademizde
Tanrı’ya değil, bize ait bir şey bulmaya gayret etmektedir” diyor, “Bunu nasıl bulabileceğini
bilmiyorum.” Üstelik Pelagius’a ve Caelestius’a Karşı’nın Birinci Kitap’ında Mesih’in,
“Baba’yı işiten herkes bana gelir” [Yu. 6:45] sözünü böyle yorumluyor. “Đnsanın seçim
yapmasına o kadar çok yardım edilir ki, sadece ne yapması gerektiğini bilmekle kalmaz,
bildiğini yapar da. Tanrı, yasada harflerle değil, Ruh’un lütfuyla öğrettiğinde, o kadar iyi
157
öğretir ki, insan öğrenmiş olduğu şeyi sadece bilerek anlamaz, isteyerek de arar ve başarıyla
yapar.”
125
John Fisher, Assertionis Lutheranae confutatio, s. 565 vd.
158
çürütülür: Davut bir yanıyla tövbe etse bile, yaşadığı bu acıklı yıkımla eski durumunu
karşılaştırmıştır. Tanrı’dan uzaklaşmış bir adam rolünde, Tanrı’nın, yeniden doğuşta
seçilmişine bahşettiği şeyin kendisine verilmesi için haklı olarak dua etmektedir. Đblis’in
sahipliğinden kurtularak Kutsal Ruh’un aracı olabilmek için, ölümden ayağa kalkıyormuş gibi
yeniden yaratılmayı istemektedir.
Gururumuzun sefahati gerçekten tuhaf ve korkunç! RAB bizden, Şabat’ına çok sıkı
uymamızdan yani işimizi bırakıp dinlenmemizden daha kesin başka bir şey istemez [Çık. 20:8
vdd.; Yas. 5:12 vdd.]. Yine de işlerimize veda edip Tanrı’nın işlerine hak ettiği yeri
vermekten daha isteksiz yaptığımız başka bir iş yoktur. Mantıksızlığımız bize engel
olmasaydı, Mesih, sağladığı yararlar haince bastırılmasın diye, bunlara yeterince açık tanıklık
etmişti. “Ben asmayım siz çubuklarsınız” demektedir [Yu. 15:5], “Babam da bağcıdır [15:1].
Çubuk asmada kalmazsa kendiliğinden meyve veremez. Bunun gibi, siz de bende kalmazsanız
meyve veremezsiniz [15:4]. Bensiz hiçbir şey yapamazsınız” [15:5]. Kendi başımıza,
topraktan koparılıp nemsiz bırakılan dalın filizlendiğinden daha çok meyve veremiyorsak,
doğamızda daha fazla iyilik potansiyeli aramamalıyız. Şu sonuçtan hiç şüphe yoktur: “Bensiz
hiçbir şey yapamazsınız” [15:5]. Mesih, kendimize yetemeyecek kadar zayıf olduğumuzu
söylemiyor, bizi sıfıra indirgeyerek en küçük bir yeteneğimiz olduğu konusunda bile bütün
kanıları dışlıyor. Mesih’te aşılanırsak –büyümek için toprağın neminden, gökyüzünün
çiğinden ve güneşin yaşam veren sıcaklığından enerji alan- asma gibi meyve veririz.
Tanrı’nın olanda bozulmadan kalırsak, iyi işlerden bize hiç pay kalmadığını görüyorum. Şu
aptalca kurnazlık boşu boşuna öne sürülüyor: Dalın özsu ve meyve verme gücü zaten vardır;
her şeyi topraktan ya da ana kökünden almaz, çünkü o, kendinden bir şey sağlamaktadır.126
Şimdi Mesih basitçe şunu demek istiyor: O’ndan ayrıldığımızda biz kuru ve değersiz bir
tahtayız, O’nsuz iyilik yapma yeteneğimiz yoktur. Başka bir yerde şöyle demektedir: “Göksel
Baba’mın dikmediği her fidan kökünden sökülecektir” [Mat. 15:13]. Bu nedenle daha önce
alıntı yapılan parçada elçi, bütün toplamı O’na atfetmektedir. “Hem istemeniz hem de
yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13].
Đyi bir işin ilk bölümü istemektir; diğer bölümü de bunu yapmak için güçlü bir çabadır;
ikisinin de yazarı Tanrı’dır. Şayet isterken ya da yaparken kendi adımıza hak iddia edersek
Rab’den çalmış oluruz. Tanrı’nın bizim zayıf irademize yardım ettiği söylenseydi, o zaman
bize bir şey kalmış olurdu. Ama iradeyi O’nun yarattığı söylendiğinde, bu iradede ne iyilik
olursa olsun, bizim dışımızdadır. Ne var ki, benliğimizin yükü, iyi bir isteği bile tartının
kefesini yukarı kaldıramayacak kadar aşağıya çektiği için, bu mücadelenin zorluklarının
üstesinden gelelim diye elçi, bunu başarmamız için bize yeterli çabanın sürekli sağlandığını
eklemektedir. Nitekim başka bir parçada öğrettiği aksi takdirde gerçek olamazdı: “Herkeste
hepsini kılan sadece Tanrı’dır” [1Ko. 12:6]. Daha önce gördüğümüz üzere, bu ifade ruhsal
yaşamın bütün akışını kapsamaktadır. Davut da Tanrı’nın gerçeğinde yürüyebilsin diye O’nun
yollarının kendisine bildirilmesi için dua ettikten hemen sonra, “Yalnız senin adından
korkayım” diye eklemektedir [Mez. 86:11; Krş. 119:33]. Bu sözlerle, iyi niyetli insanların
bile, dayanma güçleri pekiştirilmezse rahatça kaybolacak ya da düşecek kadar çok çılgınlığa
maruz kaldıklarını söylemek ister. Başka bir yerde, adımlarının Tanrı’nın sözünü tutmaya
yönlendirilmesi için dua ettikten sonra kendisine mücadele gücü verilmesi için de
yakarmaktadır: “Hiçbir suç bana egemen olmasın” [Mez. 119:133]. Böylece Tanrı içimizdeki
iyi işini başlatır ve bitirir. Đradenin doğru olanı sevmeyi algılaması, ona gayretle eğilmesi,
onun ardı sıra gitmek için canlanıp harekete geçmesi Rab’bin işidir. Seçmek, gayret etmek,
sürçmemek için çaba göstermek ama yapmaya da koyulmak kadar insanın bu gibi şeylerde
tutarlılıkla ilerlemesi ve sonuna kadar dayanması da Tanrı’nın işidir.
126
A. Pighius’un öne sürdüğü gibi, De libero hominis arbitro et divina gratia (1542). Fo. 97.
159
10. Tanrı’nın çalışması bitkin düşebilmemiz için olasılık yaratmaz ama bu, bizim
katkıda bulunamayacağımız bir çalışmadır
Tanrı, iradeyi, çağlardan beri öğretildiği ve inanıldığı tarzda değil –yani daha sonraki
seçimimiz ya itaat etmek ya da harekete geçmeye direnmektir- amaca hizmet edecek şekilde
isteklendirerek teşvik eder. Bu nedenle Crysostomos’un sık tekrarlanan ifadesi kabul
edilmemelidir: “Kim sürüklenirse isteyerek sürüklenir”. Bununla o, Rab’bin, sadece yardımını
almaktan hoşnut olup olmayacağımızı görmek için elini uzattığını söylemek istiyor. Đnsanın
hâlâ dimdik dururken de öte yana sapacak durumda olduğunu kabul ediyoruz. Ama Tanrı hem
istemezse hem de içimizde çalışmazsa, özgür iradenin ne kadar zavallı olduğunu
Chrysostomos bu örnekte gösterdiği için, Tanrı, bize böyle küçük ölçekte lütufta bulunmazsa
ne olur? Ama bunu karartan ve nankörlüğümüzle zayıflatan biziz. Elçi biz kabul edersek iyi
bir istek için lütuf bahşedildiğini değil, Tanrı’nın bizde çalışmak istediğini öğretiyor. Bu,
Rab’bin, Ruhu aracılığıyla yüreğimizi yönlendirdiği, itaat ettirdiği, yönettiği ve kendi
mülküymüş gibi ona hükmettiğinden başka bir anlama gelmiyor. Nitekim seçilmişler sadece
O’nun ilkeleri doğrultusunda yürüyebilsinler diye değil, fiilen de böyle yürüyebilsinler diye
Hezekiel aracılığıyla onlara yeni bir Ruh vermeyi vaat ediyor [Hez. 11:19-20; 36:27].
Şimdi Mesih’in, “Baba’yı işiten… herkes bana gelir” [Yu. 6:45] sözü, Tanrı’nın
lütfunun kendi başına etkili olmasından daha başka şekilde anlaşılabilir mi? Augustinus da
bunu öne sürüyor. Rab, ayrım gözetmeden herkesin, lütfuna değer olduğunu kabul etmiyor.
Ockham (yanılmıyorsam) bilinen sözünde bununla övünüyor: Đçinden geçeni yapan hiç
kimseden lütuf esirgenmiyor.127 Aslında insanlara, Tanrı’nın sevgi dolu şefkatini isteyen
herkese ayrım gözetmeden gösterdiği öğretilmektedir. Ama üstlerine göksel lütuf solunanlar
bunu enine boyuna aramaya başladıkları için, O’nun övülmesinin en ufak bir parçasında bile
hak iddia etmiyorlar. Tanrı’nın Ruhu’yla yeniden doğan seçilmişin ayrıcalığının, O’nun
önderliğinde hareket emek ve yönetilmek olduğu açıktır. Bu nedende Augustinus, özgür
seçime özel olarak tanıklık etmenin fark gözetmeden herkese verildiğini düşünen diğerlerini
şiddetle eleştirdiği gibi, isteme eylemini kendine mal edenlerle de alay etmektedir. “Lütuf
değil, doğa herkes için ortaktır” demektedir. Tanrı’nın, istediği herkese bağışta bulunmasının
genelde herkesi kapsadığı görüşüne Augustinus, sadece batılda parıldayan kurnaz bir zekânın
cam gibi kırılganlığı der. Başka bir yerde de şöyle demektedir: “Nasıl geldiniz? Đnanarak.
Doğru yolu bulduğunuzu kendi adınıza iddia etmeyin diye, doğru yolda can vermekten
korkun. Benim, kendi özgür seçimimle geldiğimi söylüyorsunuz; ben, kendi irademle geldim.
Neyle övünüyorsunuz? Bunun size de verildiğini bilmek mi istiyorsunuz? O’nun çağrısını
dinleyin: ‘Hayır, Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez’ [Yu. 6:44]”.
Yuhanna’nın sözlerinden, şu yadsınmayacak sonuç çıkarılabilir: Dinine bağlı insanların
yüreklerini Tanrı o kadar etkin bir şekilde yönetir ki, sarsılmayan bir niyetle O’nun peşinden
giderler. Yuhanna, “Tanrı’dan doğmuş olan, günah işlemez. Çünkü Tanrı’nın tohumu onda
yaşar” demektedir [1Yu. 3:9]. Dayanmakta tutarlı olmanın istenen sonucu verdiği öne
sürüldüğünde, insanların kabul etmekte ya da etmemekte özgür oldukları, Sofistlerin
düşündükleri aracılık eden hareketin dışlandığını açıkça görmekteyiz.
127
Calvin, Gabriel Biel’in, Lombard’ın Sentences: Epythoma pariter et collectorium circa
quator sententiarum libros II. xxvii. 2 kitabı üzerine yorumundaki bir ifadeyi Ockham’a
kuşku duyarak atfetmektedir. Nicolas (Ferber’li) Herborn’un, “insan içindeki şeyi (quod in se
est) gerçekleştirirse, yeterince iş yapmış kabul edilir ve iş birliğine giren lütuf ona yardım
eder” ifadesiyle karşılaştırın.
160
Her insan, ilk lütfu alacak durumda olduğunu gösterdiğinde, dayanmanın insanlara hak
ettikleri ölçüde dağıtıldığına dair en kötü yanlış geçerli olmasaydı, dayanma hiç kuşkusuz
Tanrı’nın karşılıksız armağanı sayılacaktı. Ama bu yanlış, insanların Tanrı’nın sunduğu lütfu
geri çevirme ya da kabul etme gücünün kendi ellerinde olduğunu düşünmelerinden
kaynaklandığı için, ikinci görüş silinip gittiğinde birinci görüş de kendiliğinden ortadan
kalkıyor. Yine de burada iki yanlış vardır. Đlk lütuf ve bunu yasaya uygun kullandığımız için
duyduğumuz şükranın, daha sonra armağanlarla ödüllendirildiğini öğretmelerinin dışında,
lütfun içimizde kendi başına çalışmadığını, ancak bizimle işbirliğine girdiğini de ekliyorlar.128
Birinci konuya gelince: Rab, -kullarını her gün güçlendirip lütfunun yeni
armağanlarıyla doldururken- içlerinde başlattığı işi hoş ve kabul edilebilir bulduğu için,
onlarda, daha büyük lütuflarını devam ettirebileceği bir şey bulduğuna inanmalıyız. “Ona
verilecek” [Mat. 25:29; Luk. 19:26] ifadesinin anlamı budur. Aynı şekilde, “Aferin, iyi köle…
Sen küçük işlerde güvenilir olduğunu gösterdin, ben de seni büyük işlerin başına
geçireceğim” [Mat. 25:21, 23; Luk. 19:17]. Ama burada iki noktaya dikkat etmeliyiz: (1)
insan kendi çabasıyla Tanrı’nın lütfuna etkinlik kazandırıyormuş gibi, ilk lütfun yasaya uygun
kullanılmasının daha sonraki lütuflarla ödüllendirildiği söylememek; ya da (2) ödüle,
Tanrı’nın karşılıksız lütfu olarak bakmaktan vazgeçmeyi düşünmek. Đmanlıların, Tanrı’dan şu
bereketi bekleyeceklerini kabul ediyorum: Đlk lütuflarından ne kadar iyi yararlanırlarsa,
bundan sonraki lütuflar o kadar artabilecektir. Ama bu yararın da Rab’den geldiğini ve O’nun
karşılıksız cömertliğiyle arttığını söylüyorum. Çalışan ve işbirliği yapan lütuf arasındaki bu
köhne ayrımı yersiz olduğu kadar sapkınca da kullanıyorlar. Augustinus bunu gerçekten
kullanıyor ama uygun bir tanımla da ılımlı duruma getiriyor: Tanrı, çalışarak başladığı işi
işbirliğine girerek mükemmelleştiriyor. Lütuf aynı lütuftur ama farklı bir etki şekline
uyarlamak için adı değiştirilmiştir. Buradan çıkan sonuç şudur: Augustinus, tek tek her
hareketten karşılıklı bir yakınlaşma meydana geliyormuş gibi, bunu Tanrı’yla bizim aramızda
bölüştürmüyor, daha çok, lütfun arttığına işaret ediyor. Başka bir yerdeki sözlerinde şuna
dayanıyor: Tanrı’nın birçok armağanı, insanın iyi bir şey istemesinden önce gelmektedir ki,
bu da O’nun armağanıdır. Buradan, isteme kendi adına iddiada bulunacak hiçbir şey
kalmadığı sonucu çıkıyor. Pavlus, bunu açıkça duyuruyor. “Kendisini hoşnut edeni hem
istemeniz hem de yapmanız için sizde etkin olan Tanrı’dır” [Flp. 2:13] demektedir. Bu
ifadesiyle, Tanrı’nın sevgi dolu şefkatinin karşılıksız olduğunu söylemektedir. Bu konuda
karşıtlarımız genellikle, ilk lütfu aldıktan sonra bundan sonraki lütuf için kendi çabalarımızla
işbirliğine girdiğimizi söylüyorlar.129 Buna cevap veriyorum: Tanrı’nın gücü en sonunda bizi
dürüstlüğe itaat etmeye getirdikten sonra, kendi gücümüzle ilerleme kaydedip lütuf eyleminin
ardı sıra gitmeye yatkınlık duyduğumuzu söylemek istiyorlarsa, bunu inkâr etmiyorum.
Tanrı’nın lütfunun egemen olduğu yerde lütfa itaat etmeye hazır olmak da çok kesindir. Bu
hazır olma nereden gelir? Her yerde tutarlı olan Tanrı’nın Ruhu, önce meydana getirdiği,
dayanmadaki tutarlılığını pekiştirdiği itaat eğilimini beslemez mi? Ne var ki, insanda
Tanrı’nın lütfuyla ortaklaşa çalışma gücü olduğunu söylemek istiyorlarsa, çok acınacak
şekilde kendilerini kandırıyorlar.
12. Tanrı’nın lütfu olmadan insan, tek bir iyi işi bile kendine atfedemez
Elçinin şu sözünün anlamını cahilliklerinden yanlış şekilde çarpıtıyorlar: “Hepsinden
çok emek verdim. Aslında ben değil, Tanrı’nın bende olan lütfu emek verdi” [1Ko. 15:10].
Şöyle anlıyorlar: Pavlus’un kendisini diğer hepsine tercih etmesi biraz fazla kibirli
görünebildiği için, Tanrı’nın lütfuna paye çıkararak ifadesini düzeltmiştir; yine de bunu,
128
Lombard, Sentences II. xxvi. 8, 9; xxvii. 5 (MPL 192. 713. 715).
129
Erasmus, Luk. 15: 11-24, 1Ko. 5:10, Rom. 8:26’dan yaptığı yorumlara dayanan De libro
arbitrio (der. J. Von Walter), s. 75 vd.,
161
kendisine lütufta paydaş bir emekçi diyecek şekilde yapmıştır. Aksi takdirde iyi olan çok
sayıda insanın bu saman çöpünde tökezlemesi şaşırtıcıdır. Elçi, Rab’bin lütfunun, kendisini
emek vermekte paydaş duruma getirmesi için kendisiyle birlikte çalıştığını yazmıyor. Tersine,
bu düzeltmeyle, emeğin bütün payesini sadece lutfa veriyor. “Ben değil, Tanrı’nın bende olan
lütfu emek verdi” diyor [1Ko. 15:10]. Đfadenin belirsizliği ama özellikle de, Grekçe
tanımlamanın gücünün gözden kaçtığı saçma Latince çeviri onları aldatıyor.130 Şayet kelimesi
kelimesine çevirirseniz, lütfun kendisiyle birlikte paydaş bir çalışan olduğunu değil, her şeyin
nedeninin kendisindeki lütuf olduğunu söylüyor. Augustinus bunu kısaca ama net olarak
öğretiyor. Şöyle diyor: “Đnsanın iyiyi istemesi Tanrı’nın birçok armağanından önce gelir ama
hepsinden önce değil. Önce gelen bu istem başlı başına bu armağanların arasındadır. O zaman
şu sonuç çıkar: ‘Tanrım sevgiyle karşılar beni’ [Mez. 59:10] ve ‘Sevgi izleyecek beni’ [Mez.
23:6] diye yazılmıştır. Lütuf, isteksiz insanı isteyebilsin diye karşılar; boşu boşuna istemesin
diye onu isteyerek izler.” Bernard, Augustinus’la aynı görüştedir. Kiliseye şöyle dedirtir:
“Beni istekli kılmak için, istemeseniz de beni çekin; ayağına yavaş olan beni koşturmak için
beni çekin.”
130
Burada Erasmus’un, De libero arbitrio (der. J. Von Wayter) s. 72’deki yorumuna
göndermede bulunulduğu bellidir. Modern editörler, “ή χάρις ή είς έµέ” diye okuyorlar. Söz
konusu edilen ikinci ή tanımlamadır.
162
14. Augustinus, insanın iradesini elemez ama onu bütünüyle lütfa bağımlı kılar
Başka bir yerde lütfun iradeyi insanın elinden almadığını ama kötüden iyiye
dönüştürdüğünü, irade iyi olduğunda da yardım ettiğini söylemektedir. Bununla sadece,
insanın yüreğinde bir kıpırtı olmadan, bir dış güçle davranmadığını, daha çok, yürekten itaat
edecek kadar içinden etkilendiğini söylemek ister. Augustinus, Bonifacius’a, lütfun
seçilmişlere şu tarzda özel olarak karşılıksız verildiğini yazmaktadır: “Tanrı’nın lütfunun
herkese verilmediğini biliyoruz. Verildiği kişilere ne yaptıkları işlerin karşılığını hak ettikleri
için ne de iradelerinin karşılığını hak ettikleri için değil, karşılıksız lütufla verilmektedir.
Verilmediği kişilere Tanrı’nın adil yargısı nedeniyle verilmediğini biliyoruz.” Aynı mektupta,
insanlar ilk lütfu reddetmeyerek kendilerine değer verdikleri için, daha sonraki lütfun hak
ettikleri için verildiği görüşüne şiddetle karşı çıkıyor. Pelasgius’a, bunun gerçekten lütuf
olması için, her davranışımız için lütfun gerekli olduğunu ve işlerimizin karşılığında bir
ödeme olmadığını kabul ettirecekti. Ama konu, Valentinus’a Sitem ve Lütuf Üzerine kitabının
sekizinci bölümündekinden daha kısa özetlenemez. Burada Augustinus önce şunu
öğretmektedir: Đnsan iradesi özgürlükle lütuf kazanamaz, özgürlüğü lütufla kazanır. Aynı
lütufla gönenç duygusu verildiğinde, insan iradesi dayanmak üzere biçimlendirilir. Galip
gelinemeyen bir cesaretle pekiştirilir. Lütufla denetlenir, asla yok olmaz ama lütuf ona yüz
çevirirse irade hemen geriler. Rab’bin karşılıksız merhametiyle irade iyiye doğru yüzünü
döner, bir kez yüzünü döndüğünde iyiyi sürdürür. Đnsanın iradesinin iyiye yönelmesi ve
yöneldikten sonra iyiyi devam ettirmesi insanın herhangi bir şekilde hak etmesine değil,
sadece Tanrı’nın istemine bağlıdır. Bu durumda insana, böyle demek hoşunuza gidiyorsa,
böyle bir özgür irade kalmaktadır. Başka bir yerde Augustinus bunu şöyle tanımlamaktadır:
Lütuf dışında irade ne Tanrı’ya dönebilir ne de Tanrı’da yaşar ve her ne yapabilirse yapsın
sadece lütuf aracılığıyla yapabilir.
IV. BÖLÜM
(Đblis’in denetimi altındaki insan: Ama Kutsal Yazı yoldan çıkmışların yüreklerini
katılaştırmakta Tanrı’nın Đblis’ten yararlandığını göstermektedir, 1-5)
1. Đnsan, gerçekten de isteyerek şeytanın gücü altındadır
Yanılmıyorsam, yaradılışı gereği insanın, ne kararlılıkla iyiyi arzu edebilecek ne de
çaba göstererek iyinin uğrunda mücadele edebilecek kadar günahın boyunduruğunun kölesi
olduğunu yeterince kanıtladık. Ayrıca zorlanmayla zorunluluk arasında bir ayırım da önerdik.
Bundan, insan zorunluluktan günah işlerken pek de gönülsüzce günah işlemediği ortaya
çıkmakta. Ama şeytana köle olarak bağımlı olduğu için, kendi iradesinden çok şeytanın
iradesiyle eyleme geçiyor. Sonuçta bize, eylemde bulunurken şeytanın ve insanın rolünü
belirlemek kalıyor. O zaman, kötü işlerde Tanrı’ya herhangi bir rol atfetmemiz gerekip
gerekmediği sorusuna cevap vermeliyiz. Kutsal Yazı, aynı eyleme O’nun müdahalede
bulunduğuna işaret ediyor.
Bir yerde Augustinus insan iradesini, binicisinin emrini bekleyen bir atla
karşılaştırıyor. Biniciler Tanrı ve şeytan. “Tanrı ata bindiğinde, ılımlı ve usta bir binici olarak,
onu düzgün yönetir, yavaşladığında mahmuzlar, çok hızlandığında denetim altına alır, çok
haşin ya da çok vahşiyse onu dizginler, inat edip yürümediğinde ona boyun eğdirir, doğru
yola götürür. Ama semeri şeytan vurursa akılsız ve düşüncesiz bir binici olarak şiddet
uygular, atı yolun dışına çıkarır, hendekleri aşmaya zorlar, uçurumdan düşürür, onu inat
etmeye ve öfkelenmeye kışkırtır.” Akla daha iyi bir karşılaştırma gelmediği için, şimdilik
bununla yetinelim. Doğal insanın iradesinin şeytanın gücüne boyun eğdiği ve şeytanın
163
gücünün onu harekete geçirdiği söylenir. Bu, efendileri tarafından haklı olarak itaate zorlanan
isteksiz köleler gibi, irademizin, gönülsüz olsa ve karşı koysa da, şeytandan emir almak
zorunda kaldığı anlamına gelir. Bu daha çok, Đblis’in hileleriyle tutsak ettiği irademizin, onun
bütün yönlendirmelerine zorunlu itaatle boyun eğmesi demektir. Rab, Ruh’unun yönetmesine
değer bulmadığı kişileri adil yargısıyla Đblis’in eylemlerine terk etmektedir. Bu nedenle elçi,
“Bu çağın ilahı imansızların zihinlerini kör etmiştir” demektedir [2Ko. 4:4]. Onlar, müjdenin
ışığını görmesinler diye yıkıma mahkûm edilmişlerdir. Başka bir yerde de, Đblis’in, itaatsiz
oğullarda çalıştığını söylemektedir [Ef. 2:2]. Đmansızların kör edilmesine ve bunun ardından
gelen bütün günahlara, “Đblis’in işleri” denir. Yine de bunların nedeni insanın iradesinin
dışında aranmamalıdır. Kötülüğün kaynağı iradeden çıkar ve Đblis’in krallığının yani günahın
temelleri ona dayanır.
3. “Katılaşmak” ne demektir?
Kimi kez kilise babaları gerçeği basitçe söylemekten titizlikle çekinmektedirler, çünkü
imansızların Tanrı’nın işlerinden saygısızca söz etmelerine yol açmaktan korkmaktadırlar. Bu
ayıklığı yürekten onaylasam da, Kutsal Yazı’nın öğrettiklerine sıkıca sarılırsak bunu hiçbir
şekilde tehlikeli bulmuyorum. Zaman zaman Augustinus bile bu batıldan kurtulamıyordu.
Örneğin; katılaşmanın ve kör olmanın, Tanrı’nın etkinliğine değil, onun önceden bilmesine
göndermede bulunduğunu söylemektedir. Ne var ki, Kutsal Yazı’daki birçok ifade bu
kurnazlıkları kabul etmiyor ama Tanrı’nın önceden bilmesinden çok daha başka şeylerin işe
dâhil olduğunu açıkça gösteriyor. Augustinus, Julian’a Karşı’nın beşinci kitabında günahın
sadece Tanrı’nın izniyle ve hoşgörüsüyle değil, daha önce işlenen günahların bir tür cezası
olarak O’nun kudretiyle işlendiğini öne sürmektedir. Aynı şekilde, izin konusunda
164
söyledikleri dayanılmayacak kadar güçsüzdür. Başka bir yerde daha ayrıntılı olarak öğrettiğim
gibi131, Tanrı’nın yoldan sapmışı döndürmek, itaat ettirmek ve harekete geçirmek için kör
ettiği, katılaştırdığı çok sık söylenmiyor mu [örn.; Yşa. 6:10]? Biz önceden bilmeye ya da izne
sığınırsak bu etkinliğin doğası hiçbir şekilde açıklanmaz. Bunun iki şekilde olduğu yanıtını
veriyoruz. Tanrı’nın ışığı uzaklaştıktan sonra geriye karanlıktan ve körlükten başka bir şey
kalmaz. Ruh’u bizden alındığında yüreklerimiz taş gibi katılaşır. Yol göstermesinin arkası
kesildiğinde hileye saparlar. Görme, itaat etme ve doğru şekilde izleme gücünden yoksun
bıraktıklarını körleştirdiğini, katılaştırdığını, eğdiğini söylemek yerindedir.
Kelimelerin doğru anlamlarına yakın olan ikinci yol, Tanrı’nın, öfkesinin hizmetlisi
olan Đblis aracılığıyla yargılarını yürütmeye koymasıdır. Tanrı, hoşuna giderse insanlara
istediklerini verir. Đradelerini harekete geçirir, çabalarını güçlendirir. Musa, Kral Sihon’un,
Tanrı ruhunu katılaştırdığı ve yüreğini inatçılaştırdığı için, halkın geçmesine izin vermediğini
anlatırken, hemen O’nun planının amacını eklemektedir: “Onu elimize teslim edebilmek için”
[Yas. 2:30]. Tanrı, Sihon’un mahvolmasını istediği için, onun yıkımını yüreğinin inatçılığıyla
hazırlamıştı.
131
I. xviii.
165
Samuel’de “RAB’bin gönderdiği kötü bir ruhun” Saul’u “yakaladığı” ya da “ondan gittiği”
sık sık anlatılmıştır [1Sa. 14:14; 18:10; 19:9]. Bunu Kutsal Ruh’a atfetmek yasaya uygun
değildir. Bu nedenle, pak olmayan ruha “Tanrı’nın ruhu” denmiştir, çünkü O’nun isteğine ve
gücüne yanıt vermektedir. Yazar olarak kendi başına değil, daha çok Tanrı’nın aracı olarak
eylemde bulunmaktadır. Aynı zamanda Pavlus’un öğrettiğini de buna eklemeliyiz: “Gerçeğe
itaat etmeyip yalana inanabilenlere” Tanrı yanıltıcı belirtiler gönderir, onları aldatır (2Se. 2:9-
10, 11]. Ama aynı işte RAB’bin ve Đblis’in yaptığıyla günahlının yapmaya çalıştığı arasında
her zaman büyük bir fark vardır. Bu kötü araçları Tanrı yaratmaktadır. Bunları elinin altında
tutmakta ve gözüne iyi göründüğünde adaletine hizmet edecek şekle dönüştürmektedir.
Bunlar kötü olduğu için, eylemlerle, ahlaksız doğalarla algılanabilen günahı doğurmaktadır.
Tanrı’nın görkemini suçtan arındıran ya da günahlının özrüne son veren diğer görüşler
sağlayış konulu bölümde ele alınmıştı.132 Buradaki tek niyetim, yoldan sapmış kişiye Đblis’in
nasıl egemen olduğunu ve RAB’bin ikisinde de nasıl çalıştığını kısaca göstermektir.
132
I. xvi-xviii
133
II.ii.13-17
134
Augsburg Đnanç Açıklaması’nda Luther’in açıkladığı bildiriden söz ediliyor I. xviii:
“Đnsanın iradesi sivil doğrulukla ilgili çalışma yapmak özgürlüğüne sahiptir…Tanrı’nın
doğruluğu konusunda çalışacak gücü yoktur…Krş. Melanchton, Loci communes, 1535.
Burada insanın “görünürdeki sivil çalışmalar” konusunda belli bir seçim gücü olduğu
belirtilmektedir. Bu durumda, insanın iradesi yenilenmeden [suis viribus sine renovatione],
yasanın görünürdeki bazı işlerini yapacak gücü vardır. Bu, filozofların haklı olarak insanın
isteğine atfettikleri irade özgürlüğüdür.” (CR Melanchton XXI. 374). Calvin insanın bu tür
seçiminin ve eyleminin tanrısal sağlayışın çalışmasına dâhil olduğunu size göstermektedir.
166
için kılıç kuşanacak kadar öfkelenmesinin nedeninin, Tanrı’nın Ruhu’nun onu harekete
geçirmesi olduğu belirtilir. Avşalom’un aklını ne çelmişti ki, genellikle kehanet diye bakılan
Ahitofel’in öğüdünü benimsememişti [2Sa. 17:14]? Rehavam’ın gençlerin öğüdüne
inanmasına ne yol açmıştı [1Kr. 12:10, 14]? Fahişe Rahav’ın Tanrı’nın yaptığını kabul etse
de, önceden çok cesur olan ulusların Đsrail’in gelmesiyle titremesine kim yol açmıştı [Yeş. 2:9
vdd.]? Ayrıca yasada Đsraillileri, “titreyen yürekler” vermekle tehdit edenden başka kim
onların yüreklerine korku ve dehşetle umutsuzluk vermişti [Yas. 28:6; Krş. Lev. 26:26]?
8. “Özgür irade” sorunu istediğimizi elde edip etmemize değil, özgürce isteyip
istememize bağladır
Bazı bilgisiz halkın anlamsızca kabul ettiği gibi, insanın özgürce seçme yeteneğine
sonuçlara bakarak karar vermemek gerektiğini okurlarım hatırlasınlar. En yüce kralların bile
her şeyi kendi isteklerine göre yapmadıklarına bakıldığında, bunlar insanların isteminin
tutsaklığını düzenli ve zekice kanıtlamaktadır. Yine de söz ettiğimiz bu yeteneği insanların
içindeki haliyle göz önüne almalıyız, dışsal başarıyla ölçmemeliyiz. Özgür iradeyi ele alırken,
insanın yapmaya karar vermiş olduğu işi dışsal engellere rağmen yapıp yapmadığını ve bitirip
bitirmediğini değil, hem kararlı seçiminin hem de isteminin eğiliminin özgür olup olmadığını
soruyoruz. Đnsanlarda ikisi de yeterince varsa, şarap fıçısının içine çivi çakılarak kapatılan
Atilius Regulus’un özgür iradesi, emri altındaki dünyanın büyük bölümüne hükmeden
Augustus Sezar’ın özgür iradesinden daha az değildi.
135
Erasmus, De libero arbitrio, der. J. Van Walter, s. 60.
167
168