You are on page 1of 128

Emperyalizme Yardımcı Olmalıyız

"Ve Gazeteci Hüsnü Mahalli birkaç ay önce anti-Amerikancı yazıları yüzünden Yeni
Şafak gazetesinden kovuldu... Amerika'ya emperyalist, işgalci demek bütün dünyada
yasaklandı...

Hatta, ülkemizde sosyalist denen dergiler dahi bir kez olsun Amerika'ya 'emperyalist'
diyemiyor demedi... Kürtçü dostları üzülmesin diye 90 yıldır iman ettikleri Lenin'in
emperyalizm kapitalizmin son aşamasıdır lafını büyük sosyalist dergilerinde
yazmadılar. Ya da zariflik gösterip işgalci, emperyalist gibi laflar söyleyip medyadaki
işlerinden olmak istemiyorlar. Ama Amerikalı siyasetçiler bütün konuşma, yazı ve
vakıflarında bütün dünyaya 'emparyalist' olduklarını göğüslerini gere gere bağıra çağıra
anlatıyor, yazıyor, tartışıyorlar..."

"Anti-Amerikancı olmak, özelleştirmeye karşı çıkmak, Amerikalılar aleyhinde tek


cümle söylemek, artık, insanlık dışı ilan edildi, hepimiz vahşiler olarak
damgalanıyoruz..."

"Allahım, Allahım, insan denen şey, onurunu, şerefini, insan olmanın gururunu, gücünü,
kudretini nasıl kaybedebilir? Bu kadar şerefsizliği tarih yazdı mı? "

***

Felluce'de iki saat içinde yetmiş bin insan öldürüldü. Bunu söylemenin anlamı kalmadı.
Şimdi Felluce önünde Amerikan askeri çadırları stadyumdan büyük. Ki, içlerinde
onbinlerce insan yiyor, içiyor, oynuyor, uyuyor. Çadırların yanında apartman
büyüklüğünde gökdelenler gibi yığılmış yemek kolileri. Her askerin damak tadı
düşünülmüş, zenci, Meksikalı, memleket hasretine uygun tabldotlar. Hepsi para, hepsi
şirket. Yeni Zelanda'dan özel bir kabileden seçilmiş öncü, hazır manga, zenci kelleciler.
Nerden ateş edilse o mıntıkayı anında tarihten siliyor. Amerikan askerine yanlışlıkla elli
metre yaklaşan anında öldürülüyor. Amerikalılar kahvenin önünden geçerken elindeki
çay bardağı yanlışlıkla yere düşse kahve uçuruluyor. Canlı bomba korkusundan kimse
kahveye dahi çıkmıyor. Bizim İncirlik Üssü etrafındaki halıcılar, hediyelik eşyacılar.
Amerikan askeri nerede, peşlerinde. Telefar'da, Felluce'de Amerikan askerlerine mal
satıyor. Yüzlerce Adanalı hizmetçi işçi. Tuvalet temizliyor. Tuvaletler portatif, poşet
gibi bir şey. Binbeşyüz, ikibin dolar alıyorlar. Ama Amerika'ya maliyetleri onbin-
onbeşbin dolar. Askerlerin sırtlarında pis suları arıtıp temizleyen, artık, uzaylı matarası
mı desek. Amerika'nın şimdiki yönetimi Amerika'yı soyuyormuş gibi. Hepsinin şirketi
orada iş yapıyor. Amerika'nın şarkıcıları, siyasileri, dizi sanatçıları Felluce önündeki
çadırlara gelip moral veriyor. Amerika çöle yüzmilyarlarca dolar döküyor, belki
kapitalizm böyle çalışıyor. Ne kadar çok yağmur yağsa çölün kumu suyu emmiyor, taşıp
sel olup gidiyor. Amerikan askerleri içinde elli yaşında dahi olanlar var, muhtemel ki,
sokaktaki şarapçıları dahi toplayıp getirmişler.

Hemen sınırımızda Zaho'da, Barzani lokantasında, İngiliz, Hollandalı, Yahudi, Çinli,


Japon, Amerikalı kadın subaylar ve Kürtler akşama kadar iç içe, yan yana oturuyor.
Nerde bir Kürt kahvesi, sokağı, mutlaka birkaç Yahudi orada. Kimi yardım için geldim
diyor, kimi misyoner, dinine leş arıyor, kimi gazeteci.

Manzara karmakarışık, neler oluyor bilen yok. Anadolu'da bir laf vardır, 'Okuyamadığın
yazıyı kör kadı gibi süzme' diye. Yine de anlamak istiyor insan dünyamızda neler
oluyor?

Felluce'de evinden çıkamayan Arap, öldürülmüş yetmişbin hemşerisinden çok, bu


Amerikalılar ne zaman fabrika açacak, bulvarlar ne zaman döşenecek, o Batılı
kafelerimiz ne zaman olacak diye hayallerle ütopyalı bekleyiş içinde.

Süleymaniye'de Kürt gençler Yahudilerle kol kola. Bu İsrailliler ne zaman dolarları


dökecek, ne zaman İsviçre olacağız, ne zaman bizim çamurlu sokaklarımız Tel-Aviv'e
benzeyecek, diye, iş, dolar, dükkan, fabrika, kadın, kafe bekliyor...

Ölen, öldürülen, canlı bombalar, nükleer bombalar, petrol, katledilenler, hatta vatan,
hatta din, her şey hızla unutuluyor.

Herkes doların, işin, Yahudi'nin, Amerikalı kadın askerlerin peşinde.

Filistin'de cezaevinden yeni çıkmış Hamaslı, dahi. İsrailli ne zaman fabrika açacak, ne
zaman işe gireceğiz telaşında.

İsrail, zırnık toprak vermem, yine tilkilikle, sizin toprağınız Ürdün, oraya gidin diyor...
Düşmüşler Ürdün'ün peşine. Batı'nın çocuğu Hasan'ın Filistinlilerle yine savaşı mı
başlıyor, yine Arap iç savaşı mı tezgahlıyor İsrail...

Bu kadar dolar, bu kadar asker, bu kadar tank, tüfek, helikopter, Kürtler, Yahudiler,
tonlarca yemek taşıyan nakliye uçakları.

Azerbaycan'da Türkçü lider Soros'la görüştü, öteden beri Amerika'ncıydı zaten, açın
dergilerini okuyun, onlar da Amerika İran'a girsin, otuz milyon Türk'ü alalım, diyorlar...

Amerika'nın bir kolunda Türkçüler, diğer kolunda Kürtçüler... Önde İsrailliler. Arkada
inşaat şirketleri. Daha arkada Adana'dan toplanmış poşet helalarını temizleyen işçiler...
Neşeyle, marşlarla, şarkılarla yepyeni bir dünya kuruyorlar... Bütün medya
arkalarında... Türk işadamlarına gün doğdu, onlarca firma yediği önünde, yemediği
arkasında...

Bir harita alt üst olmuş...

Her şey karışmış... Yapma, kurma devletler olur mu? Uluslar topyekün imha edilip
yeniden sadece inşaat şirketleriyle kurulur mu?

Yahudiler Araplarla evlenmedi, Kürtlerle evlenir mi? Çoluk çocukları Ortadoğu


halklarına nihayet karışır mı? Yahudi, karışmaz... Yüzyıl önce Afrika'da eli kırbaçlı
koloni subayları vardı. Tarlalarda, madenlerde zencileri ayda bir dolara çalıştırıyordu.
Tabii ki, İsrail İngiliz emperyalizminden dersler çıkardı... Komşu devletleri de 'taşeron'
diye düşünüyor. Hepimiz pastadan pay alıyoruz...

Hangi şirket milyon dolarlar kazanmaya başlıyorsa, o da artık Amerikalı İsrailli gibi
düşünüyor. Parayı kazananlar artık dünyanın her yerinde aynı haberler, aynı gazeteciler
aynı gazetelerle ortak, aynı düşünüyor...
Sonra Afrika'da zencilerin birkaçı Avrupa'ya okumaya gitti, geri döndüler tam ikiyüzyıl
şehirlerini kuramadılar. Beyaz adamın şirketlerinde çavuş oldu, kahya oldu, şirket
pazarlamacısı oldu...

Fabrikalar, dolarlar, bulvarlar, sular gibi dökülüyor ama, Ortadoğu toprağı bu suyu
emmiyor, sular, dolarlar taşıp taşıp başka şirketlere gidecek... Dönüşte tek bir
Amerikalı, tek bir Yahudi Ortadoğulu bir aileyle evlenmeyecek... Bugün Amerika'da
zenci kızların beyaz Amerikalılarla evlilik oranları dahi 0.5, dünyanın en az karışan
oranı... Oysa Kürtler, Araplar, Türkler binikiyüzyıl ve daha çok, birbirlerinden kızlar
aldılar, aynı anne, aynı baba oldular, karmakarışık oldular. Artık karışma bitti, şimdi
düşman oluyorlar, Araplar, Kürtler, Türkler birbirini yiyecek, İsrail rahat edecek. Artık
herkes dolar, kafe, bulvar peşinde... Kulüpler kafeler açılacakmış... Modern şehirler
kurulacakmış. Genç kızlar daracık ve tril tril giyip özgürlük olacak... Hepimiz sonunda
yataktan kalkıp yaşasın özgürlük diye bağırıp kurtulacağız...

Yoksa, bir Amerikalı kadın subayla kafede şimdi yan yana oturmak için, dinimizi,
komşumuzu, vatanımızı mı satıyoruz... Yoksa, yıldırımdan hızlı Amerikan bomba ve
uçaklarından hepimiz korkup susuyor muyuz? Sanatın en mükemmeli artık dolar mı?
Dolarlarımız karışsın, şirketlerimiz kayınbaba, kaynana, gelin olsun, özgürlük dolar
uçaklarıyla gelsin...

Önce ajanlarını soktular, sonra, gazetecilerimizi ayarladılar, sonra içimize girdiler,


sonra, silahlarımızı aldılar, sonra küreselleşmeye, holdinglere, dolarlara hepimizi
borçlandırdılar, sonra vatanımıza askerleriyle geldiler... Şimdi ruhumuzu...

Yoksa karışmış gibi görünen bu topraklar yeni bir cennete mi gebe... Bir öğüt verici bir
nasihat edici Amerikalı yazarımız olsa... Yoksul Kürtlerle İsrailliler şu özgürlükler ve
dolarlarla yan yana ne yapıyorlar bir anlatsalar bize tane tane...

Hangisi uşak, hangisi efendi, yoksa hepsi leş peşinde mi? Ortadoğu'nun en dindar halkı
Kürtler, artık, bulvar, kafe, iş, dolar, fabrika diye delirdiler mi?

Ve Gazeteci Hüsnü Mahalli birkaç ay önce anti-Amerikancı yazıları yüzünden Yeni


Şafak gazetesinden kovuldu... Amerika'ya emperyalist, işgalci demek bütün dünyada
yasaklandı...
Hatta, ülkemizde sosyalist denen dergiler dahi bir kez olsun Amerika'ya 'emperyalist'
diyemiyor demedi... Kürtçü dostları üzülmesin diye 90 yıldır iman ettikleri Lenin'in
emperyalizm kapitalizmin son aşamasıdır lafını büyük sosyalist dergilerinde
yazmadılar. Ya da zariflik gösterip işgalci, emperyalist gibi laflar söyleyip medyadaki
işlerinden olmak istemiyorlar. Ama Amerikalı siyasetçiler bütün konuşma, yazı ve
vakıflarında bütün dünyaya 'emparyalist' olduklarını göğüslerini gere gere bağıra çağıra
anlatıyor, yazıyor, tartışıyorlar...

Dünyanın jandarmasıyız, ülkeler yıkar, ülkeler kurarız, her şey biziz, her şey dolar, her
şey holdinglerimiz, bizler alicenap hakimleriz, diyorlar.

Desinler, biz de onlara yardımcı olalım... Nasıl bir itirazımız olabilir... Sadece
anlayalım. İçimizden tek kişi çıksın ve bu karmakarışık haritada neler oluyor bir
söylesin... Neler oluyor? Tek yazı yok, tek yazar yok... Konuşan yok...

Gazeteler, medya, yazarlar iptal edildi... Artık tek gazeteci türü, Washington'dan
bildiriyor... Herkes Washington ne bildiriyor diye sabah açıp okuyor, talimatları,
buyruklarını alıyor...

Anti-Amerikancı olmak, özelleştirmeye karşı çıkmak, Amerikalılar aleyhinde tek cümle


söylemek, artık, insanlık dışı ilan edildi, hepimiz vahşiler olarak damgalanıyoruz...

Bütün bu yazarların kendi hür iradeleriyle 'Amerikancılık' yaptığına inansam sesimi


çıkartmayacağım... Kiralanıyorlar... Gün geçtikçe, kiralık, lobi, tezgah, tutulmuş,
laflarını daha çok söylüyoruz... Gazetelerden kovuluyoruz...

Murdoch denen basın devinin ikiyüz gazetesi varmış, içinde acaba kaç yüz yazarı,
gazeteci var...

Hepsine alışıyoruz. Önce Amerika'nın dünya çapındaki yüzlerce üssüne alıştık. Sonra
uluslar ötesi holdingleri kabullendik. Sonra Amerika'nın zırt pırt her yere nükleer
bomba atmasını seyrettik. Şimdi, Amerikan ve İsrail şirketlerinin lobi ağlarıyla
dünyanın her gazetesi, her ülkesi her köşesinde istediğini yaptırması karşısında, sessiz
kalmayı, seyirci kalmayı öğrendik!..

Bu güçlü, bu korkunç, bu sonsuzluğa sürüklenen karmaşa kaos içinde, artık ne


yazacaksın... Bizi, gazetecilerimiz şeytani bir uçurumun kenarına getirip bıraktılar...

Bizler, ahlakımız, kültürümüz, halkımız, kubbelerimiz, bizim insanlarımız, bizim


toprağımız dedikçe, bizi bombalarıyla, adamlarıyla, ajanlarıyla paramparça ettiler...
Ediyorlar...

Ediyorlar... Ediyorlar... Ediyorlar...

Allahım, Allahım, insan denen şey, onurunu, şerefini, insan olmanın gururunu, gücünü,
kudretini nasıl kaybedebilir?

Bu kadar şerefsizliği tarih yazdı mı?

Neler oluyor, bir anlasam, biri kalkıp anlatsa, biz de emperyalizme yardımcı olsak. Yani
kardeşlerim ne siz bize öfkelenip, 'ulusalcı' diye bağırsanız ne de biz size öfkeyle
'Amerikancı' diye kızsak.

Ama kardeşlerim sizinle aile olmamış, olmayacak insanların şirketlerine, dolarlarına


inanmayın!

Başka da söyleyecek laf bulamıyorum.

Akşam

23/06/2005
Nihat Genç

Köpekleşmenin Tarihi

İhtişam Ve Sefalet

Kâbe kokusu sinmiş büyük çınarların gölgelerinde. Kırk masaldan yorgun düşmüş. Bir
adım daha atsa ah feryad ölecek. Ulu dağlar gibi tahammülle bastonlarına tutunmuş,
heybet ve bahtiyarlık dolu ihtiyarları.

Yaldızlı harflerle başları sarıklı. Şehirden büyük mezarlıkları. Ölmüş ve gömülmüş


tarih. Bedenlerimizi bir türlü terketmeyen rüzgârları. Serinlettikçe duayla beslenen
ağaçları.

Koşumları elmas, zümrüt, sırmayla süslü beyaz atlar. Beyazlar giymiş çocuklar.
Melekler gibi gümüş kandiller ışığında Kur’an okunan duman renkli sabahları.

Senenin en güzel mevsimi çayırları. Boyunlarına zafer çelengi takılmış beyaz kuzular.
Çiğnedikçe çimenleri, kokusu kuş cıvıltıları gibi yükselen baharları. Ölçülü bir azamet,
debdebe içinde beyaz mermerli yüksek kubbeler. Gibi yükselen servilerin önüne
uzanmış al eteklik giymiş akşamları. Bulut sarıklı dervişleri.

Gözleri şenlendiren ziyaret yeri gibi kadınları. Uzak dağlar gibi gizemli. Dünyanın en
güzel manzarası, fazilet ve saadet yeri odalarında kutsal emanetler gibi saklı.

Bir şarkı gibi asaletle, feryatları göklere yükselen turları. Rengarenk lale, sümbül dolu
baharların kokusunu bastıran. Dürüst insanların çok şükür sesleriyle yorgun düştüğü
fırınlarından yükselen ekmek kokuları.

Güvercinler, leylekler, asmalar, köşkler! Gölgeli geniş avlular! Kayıklar gibi yanyana
üçyüz odalı yüzlerce saray! Ahenkle düzenlenmiş kamelyalar, bulutlarla selamlaşan
ağaçlar, havuzlar, yaseminler! Şadırvandan havuzlara fısıldaşarak binbir nazla dökülen
sular. Müzik, kahve ve afyon içmiş şerbetler! Bahçe duvarlarına öpüşerek sarılmış
hanımelleri!

Seyreden herkes dünyayı hiçe sayar.

Gümüş buhurdanlıklar, anber, sarı sabır, saygı kokan odalar! Ağır nağmelerinde en
derin uykuların nehirleri gibi akan tanbur sesleri!

Akışı en tatlı bu nehre açılan bahçelerde, her akşam pırıl pırıl ışıklar yüzmeye gelir, her
yaz, tabiat burada gezmeye gelir. Geniş gözleri alınlarında yakışıklı siyah sakallarıyla
güneşlenen paşaların rüyaları!

Kıldan ve yünden abalar giymiş yüksek yaradılışlı insanlardı! Kalplerdeki hüzün ve


kederle göklerin alnından ateşi alıp... Aşk yuvaları dergâhlarında seyyareler gibi zevk
ve vecdle döndüler. Ki, aşkları neşeyle ruhları temizlemekti. Ki onlar, manevi sarhoşluk
ve tevazuyla bir imparatorluk kurdular!

Otuzbin kafir kırıldı, kalanı aman diledi. Ganimetlerle her bir gemiye bin kız, binbeş
kafir oğlan tıkıldı. Uzak ülkelerin fethinden dönen, zincirlerine bağlanmış yüzlerce
kürekçi esir dolu kadırgalar! Yeniden bir daha gördüklerinde Marmara’dan en güzel
sözlerle okşanmış bu şehri, sevinç çığlıklarıyla naralar atan, mermer alınlı, gür saçlı
levendlerin geniş sakalları!..

Tavanları yaldızlı, duvarları çini. Sedef, fildişi, zeytin ağacı kakmalı çekmecelerle Hind
sultanlarının hediyeleri saklı. İpek halılar üstünde beline kadar inen yüzlere örgü. Her
bir teli inciler, zümrütlerle süslü simsiyah saçlı cariyeler. Ki, küçücük minik
dudaklarda ne derin kudretler vardı, gül kokusu yanaklarında en derin sevinçler vardı.
Alınları tavus kuşu, şakakları kıpkırmızı alev renklerle süslü sultanların, bir düş gibi
gülümsemesini bekleyip, yaygaralarını teselli eden hanım sultanların, dolu gözlü, iç
çekişleri!

Karadeniz’den tereyağ. Ege’den zeytinyağ. Afrika’dan köle taşıdı gemiler! Zehri


gösteren Çin toprağından kırk deve yükü, sultan sofrasına özel sırlı kâseler! Yeminle
birbirlerine bağlanmış. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Türkler! Göğün altında bütün
kanunların üstünde sultan. Ahlâk, cömertlik ve zerafetle onyedi yaşında yedi dil bilen
şehzadeleri. Boğaz’ın eşsiz sularında tebdili kıyafet sultanlar, kadir gecelerinde
okunmuş güvercinler kılığında. Nuh’un gemisinde yoktu bu kadar çeşit millet. Güzellik
peygamber güvercinleri gibi asaletle süzüldü göğünden. Mevsimlerden mevsimlere
kayıklarla gidilir. Bir odasında masallar, gulyabaniler anlatılıp çıtır çıtır eşelenen
mangallar. Bir bahçesinde yakasından eteklerine kadar rahleler gibi açılıp kurulmuş gül
ağaçları!

Ki onlar, gönül hoşluğuyla inançlarını yaşayıp öldüler. Tarihin bu eşsiz şehrini Allah’a
emanet edip, gittiler!..

II

Nasıl oldu da bir gecede ondokuz şehzade boğdurulup Sarayburnu’ndan çuvallar içinde
karanlık sulara atıldı. Nasıl oldu da Plevne’nin düz ovasında on askere siyah kepekten
ancak bir kara ekmek. Bir kurtlu bakla çorbası, birkaç acı ve çürük zeytin. Nasıl oldu da
üç kıtayı fetheden cins arap atlarından yaralıları taşıyacak bir topal katır, bir sütçü
beygiri kalmadı. Kafaları ceviz gibi kırılıp, keklik gibi avlandılar. Hamile kadınları
camilere doldurup, yakarak yağlarını aylarca akıttılar! Ve artık ruhlardan bir parça
kopartılır gibi ezanlar!

Nasıl oldu da, üç kıtadan ganimetler yağan şehirde, yağmurdan ıslanan köpekler üstüne
atılacak bir yırtık kilim parçası kalmadı. Yok olma, iflas etme dehşetiyle karıncanın
taşıdığı buğdaydan bile vergi alan Allah’ın halifeleri. Gök gibi ulu padişahların
kellesini uçuran sokak serserisi yeniçeriler!

Asırlarca tek bir yabancının giremediği hamamlardan, haremlerden gün ortasında kadın
kaldıran, esrar ve oğlan düşkünü yeniçeriler! Birmilyon Anadolu çocuğu Yemen
çöllerinde ölürken, nişanlı, ellerindeki kınayla acı feryatlar içinde onyedi yaşında
kocakarılaşan genç kızlar! Cehennemi bir cahillik içinde hortlak sakallı hocalar!
Büyücü ve falcı fetvalar! Miskinlik ve bit kokan tekkeler! Trajik ve acıklı saray
bahçelerinde sergilenen bal kavanozları! İçinde jurnallenmiş masum ve tertemiz
insanların kelleleri! Yeşilköy’e kadar inmiş Rus orduları. Harabe camiileri yuva yapmış
uyuz köpek sürüleri. Çatalca’ya kadar gelen Bulgar orduları. Irzına geçerken Türk
kızlarının “padişahım çok yaşa” alayları. Berlin Andlaşması’nda masada, yabancı
elçinin Türk diplomatına “karılar gibi ağlayacağına memleketinin haklarını savun”
aşağılaması.

Nasıl oldu da eşkiyalar İzmir’de idareyi ele geçirdi, Anadolu’ya onlarca isyancı vali
atandı, nasıl oldu da Erzurum’da açlıktan isyan eden halk valileri şehirden kovdu,
Sivas’ta kadınlar açlıktan isyanlar üstüne isyanlar çıkardılar. Nasıl oldu da açlıktan
kırılan köylerden çocukları köle tüccarları toplayıp sattı. Nasıl oldu da saraylarda,
yalılarda en şaşaalı nakaratlarıyla altın çağını yaşayan sanat müziği Boğaz’ın sularını
yaladı. Nasıl oldu da, Direklerarası’nda, Beyoğlu’nda levantenler, tiyatrovari komik
kılıklarıyla cici beyler şen kahkahalar atarken, savaştan, koleradan kırılan halkın
imdadına ancak Avrupalı gazetelerin yardım kampanyaları koştu. Doğuyla Batı
arasındaki bütün uçurumlar cesetlerle doldu. Dökülmüş türbeler! Un ufak olmuş en ağır
kubbeler. Onlarca yıkılmış harabe mahallelerden geceler boyu yükselen iniltiler! Altın
ve afyon düşkünü kadılar! Kof düşünceli, saman kafalı hocalar! Yağlı sedirlerinde
bağdaş kurmuş, bir deri bir kemik veremli hastalar gibi zavallı insanların ruhlarını
uğursuzluk baltalarıyla parçaladılar! Askerden kaçmanın tek yolu medreselere molla
yazılmaktı. Şehit askerlerin kadınlarını nikâhlarına geçiren leş yiyici mollalar! İtalya’da
sürgünde Osmanlı armasının elmaslarını birer birer koparıp kumara yatıran Vahdettin’in
alkolik damadı! Cepheye gidemeyecek kadar yaşlılar açlıktan patates kabukları yerken,
katarlarla Anadolu’dan buğday getirip, karaborsa tüccarlığı yapan, ünlü memleketsever
yazarlar!

Ve neden hâlâ bu bitmeyen ortaçağ tablosu Bosna’da, Güneydoğu’da kaldığı yerden


devam ediyor!

Ve neden, Anadolu’nun onlarca şehri, dünyanın en yoksul ülkesi Ekvator kadar milli
gelirle yaşarken, Çamlıca Tepesi’ne kurulmuş, hâlâ Pierre Loti kılıklı İslâmcı,
muhafazakâr yazarlar!

Milyonlarca işsiz, doğuda onbinlerce insan ölüyor! Hâlâ, karpuz festivalinde mehter
dinleyip, karakuşak tekvandoculara tekbirle madalya takıyorlar!..

Ve hâlâ Osmanlı kadavrasından; yüzyıldır sahipsiz sandukalarından farelerin kemirdiği


tahta parçalarını aşırıp, müzayede salonlarında satan... Ki onlar taharetlenmiş
suratlarıyla Batıyla aralarındaki büyük uçurumu Batıya küfredip kapatmaya çalıştılar.
Çünkü onlar da dedeleri gibi, Özal gibi Doğu rüyasıyla büyüdüler, ihtişamın,
zenginliğin adına Hind racaları gibi “medeniyet!” dediler. Bölüşerek sevişmek
isteyenleri dinsiz kafir deyip zindanlarda çürüttüler!.. Polis kaşesiyle bayrak, ezan ve
memleketsever aydınlar oldular.

Modern Çağın Canilerinden

Narlıbahçe Sokağı

Tuncay Akgün’e

Gün boyu top oynuyor, terliyor, hasır iskemleler, domates kasaları üzerine oturuyor, dibi
ısırgan otlarıyla dolu mahalle duvarına sırtımızı veriyorduk. Karşıda Bizans sarısına
boyanmış duvarlarla çevrilmiş kocaman bir gemi gibi Tekel binası, üst katın geniş
pencerelerine tütün gazından zehirlenmiş işçi kadınlar doluşmuş. Uzun uzun esiyor
rüzgâr, her öğle sonrası, erik reçeli kadar küçük, tatlı kız kardeşiyle bir kız geçiyordu.
Elma içi yüzünün teni, yaklaştıkça kız, mahallenin çocukları iskemlelerinde doğruluyor,
hayranlıkla akşama kadar dedikodusunu yapıyorlar. Omzuna tutturulmuş uzun yırtmaçlı
entarisi, eşsiz çıplak kolları. Duru kalçaları, sakin bakışıyla hiçbirimizle ilgilenmiyor.
Kusursuz göğsü çepçevre açık, daha fazla bakmaya utanıyorum. Her gün, mahalleden bir
çocuk ara sokaklara kadar peşinden gidiyor, hüsranla dönüyordu. Şansını denemeyen
kalmamıştı.

Bir gün sahilde, arkadaşım Mustafa’yla, yumuşak dalgalarla oynaşan güzel kokulu narin
yosunları yoluyor, midyenin bıçak ağzını kayalara sürtüp içini çıkartıyor, “Yarın ne
yapalım” diyorduk, yaz tatili gelmişti. Yarın perşembe. Canına tak eden Mustafa hayatın
tüm durgunluğuna lanet okuyan kararlılığıyla, “Tam saat birde, mahallede olacağım,
hangi kız gelirse, ardından gideceğim...”

Müthiş bir macera, “Ben de?” dedim. “Sen yapamazsın, bu sıcakta giyecek bir şeyin
yok, boğazlı kalın kazak giyiyorsun, ayakkabın patlamış parmakların görünüyor, kim
bakar sana..!”

Ertesi gün saat birde uzun, kalın yakalı krem rengi gömleğini giyinmiş geldi, saatin bir
olmasını bekliyor. Önümüzden geçecek bir kız bekliyorduk ki, mahallenin bakkalı Firar
amca, kalın kaşlarına gömülmüş, kaba-saba korkunç küfürler savurup elinde kasalar
hücuma geçti, “Her yeri çekirdek yaptınız, kalkın lan puştlar burdan!”

Ah ne çok çekirdek çitliyorduk. Mustafa, Atapark’ın bahçelerinden pembe bir gül


geçirdi eline, kimin peşinden gittiyse eli boş döndü, oynamaktan elindeki gül pörsüdü,
yaprakları kendini bırakıverdi. Gelecek perşembe. Öbür perşembe, saat birde hazır
olduk...

Mahalle takımı beş kişilikti, bensiz tek bir maç yapılmadı mahallede. Maç başladığında,
açlıktan birbirini yiyen aç kurtlar sürüsüne dönüşüyorduk, evine dönmekte olan yan
mahallenin ihtiyarlarına kadar, etrafımızı curcunalı bir kalabalık sarar, birbirimizin
kafasını gözünü şişirip, ölümüne kıran kırana maçların kavurucu susuzluğuyla, başka bir
dünyanın çocukları oluyorduk.

Maçın tam ortasında, karşı takımın kalecisi, “O kız gelmiş, seni seyrediyor” dedi...
“Gene?”.. Şaşırdım, içimde titreyen o kuş yüreğimde, beklemediğim kalınlıkta bir gong
vurdu. Döndüm, kalabalık içinde kızı aradım. Gördüm onu, durmaksızın bana küfreden
kazma kafalı adamların arasında tatlı tatlı bakıyordu. Top ayağıma dolandı, ayaklarımın
bağı çözüldü. Ayağıma gelen her topu kaybettim, aynı takımdaki arkadaşlarım,
“...iktiğimin herifi oynamayacaksan çek git...” diye küfretmeye başladı. Maç biter
bitmez, Gülbahar Camisi’nin en büyük baş çeşmesine koştum, buzlu kaynak suları içtim,
içtim...

Mustafa’lara koştum, Mustafa’nın annesi rejide çalışıyordu, tütün idaresi, bizim


mahalleden tüm çocukların anneleri rejide çalışıyordu, ev akşama kadar boştu. Mustafa
gitarla, o zaman gitarla Orhan Gencebay çalmak modaydı, defalarca çaldı: “Sevince bir
başka oluyor insan..” O gece Mustafalarda kaldım, gece radyoyu açtık, Ali
Kocatepe’nin “Bundan böyle düşünerek atın adımlarınızı / Elbet bir gün mutluluktan
yana alırız payımızı..” Yüreğim koptu kopacak, ölecek gibi oluyorum, gece dönüyor,
uyuyamıyorum, uçuyorum, radyonun düğmesini dünyanın en uzak kanallarını
çeviriyoruz, İspanya’dan müzik.

Ertesi gün Mustafa krem gömleğini bana verdi, acilen ayakkabı da bulmalıyım,
mahalleden Kemal’in ayakkabıları... Hazırlandım, Mustafa birden oyunbozanlık yaptı,
kıskandı.

“O kızla konuşursan gömleğimi vermem” dedi. “Neden?” dedim, “Seninle kavilleştik,


perşembe günü saat birde, kim geçerse, onunla çıkacağız, demiştik”. Verdiğim söze bok
süremem, sıkıştırıldım. Çaresiz perşembeyi bekledim. En yakın arkadaşımı kıramam,
saat birde umutsuzca mahalledeki yerime kuruldum.. İçimden, Mustafa’nın gömleğini
geri verip, dolabın altından annemin parasını alayım gizlice dedim. Koca dünyada tek
bir şansım kaldı. Saat tam birde o kız çıkıp gelsin. Saat, terler içinde bir oldu, tanıdık
galiba, Mustafa “Hadi şansına bu çıktı” dedi. “Olmaz oğlum, bu Kemal’in kız kardeşi,
ya ayıp olur, hem ağabeyisinin ayakkabısını bile tanır”, bir kız daha geçti, “Olmaz
oğlum dedim, bu bizim uzak akraba, yengemlerin kulağına giderse...” Memleketimiz bir
deniz ülkesi, umudu kesmeyelim, bir gemi gelmese de, bir fırtına, eski batık bir geminin
gümüş dolu küplerini sahile vurur...

Ahh, gördüm onu, saat iki olmamıştı, bir an durdu, ağır ağır yürüdü, dilersen, gel, gibi...
Ah, o herkesin övdüğü. Yolun karşısında, elektrik direğinin dibinde, öyle bir sundu ki
kendini... Sunuşu ne güzel, günden güzel! Seyrine doyamadığım, canım, koş, ve parçala
beni, der gibi. Bu koca ormanda artık ikimiz varız.

Gel de konuş, ne bahane uydurulur, nasıl konuşulur? Kendime güvenemiyorum,


kekeliyorum, bu kız peri gibi, gidip vitrinlerin önünde duruyor, sonra birden kayboluyor.
Bir başka vitrine bakarken yanaşıyorum, arkadan mum sarısı topukları... İçin için
gülüyor. Heyecandan yüzüne bakamıyorum. Erik gibi incecik kolları. Hava karardı,
kararacak, bana cesaret vermek için öyle ıssız sokaklara giriyor ki. Erkekliğimden hiç
şüphem olmadı ama, bu ilk konuşmalar, bana göre değil, dayanamıyorum. O da yoruldu
dolaşmaktan, evet, Narlıbahçe Sokağı’na giriyor. Gören olur korkuyorum, geriye
döndüm, son defa baktım ardından. Yolun ortasında, kaskatı elinde çiçek buketi tutan
heykeller gibi durdu. Yüreğim yerinden oynayacak. Yanına yaklaştım, “şey...”,
bakışlarıyla “evet” der gibi beni dinliyor, “Şey, yarın buluşalım mı?”.. O da heyecanlı,
“neden?” dedi. Allah kahretsin. Her şey bitti. Bu tuhaf sorunun karşılığını bilmiyorum,
ne yapacağım. Elini uzattı, sert bir rüzgâr sokağı ayağa kaldırıp alnımdan teri aldı, “Ben
Asuman!” dedi. İstiridye gibi parlak tırnakları, tül gibi, gül yaprağı gibi yumuşak
parmakları... Ben de Nihat! dedim, tanıştık.

Etrafta ayak sesleri, telaşlandık, aceleyle, “Saat kaçta buluşalım?” “Seni bugün
gördüğüm saatte?”, “nerde?”, Uzunsokak’taki pastanede... Korkuyla “Annem görür”
deyip, çekti beni evin kömürlüğüne, mağara kadar kuytu. Birden karanlığın içinde,
elinde ölmüş bir yılan, deli bir çocuk girdi aramıza. Yılanın ağzını gösteriyor, bağırıyor,
“ageee, ageeee”... Ruhum tiksintiyle gıcırdadı, attım kendimi geriye. Deli çocuk zorla
elimi tuttu, parmağımı açılmış yılanın ağzına sokmaya çalışıyor. “Korkma?” dedi,
güzelim, parmağını çekinmeden yılanın ağzına soktu. Yine gördüm o parmakları, kıyıda
köpüklü dalgaların yıkadığı camsı çakıl taşları gibi sokuverdi yılanın ağzına. Deli
çocuk, yılanını sallayıp “ageee, ageee” diye bağırıp uzaklaştı... Çok korkmuş yüzümü
avuçladı kurumuş sonbahar yaprağı gibi. “Acı çekmek istemiyorsan, korkma!” dedi.

Ben onsekiz, o, onyedi yaşındaydı, gökkuşağı gibi sözler bekliyordum, o, beklemediğim


tuhaf laflar ediverdi, “Doğduğum günden beri babam sarhoş, her akşam annemi, beni
dövüyor, dün akşam yanan sobayı devirdi, evimiz yanıyordu”... Masalımı yoluverdi.
Daha tanışmadan böyle konuşmalar, neden yoksul insanlar, aşka, sevgiye en kötü
yerinden başlar! Ben, öldürsen evimizde olan şeyi dışarıda anlatamam. Benimle içinden
o kadar konuşmuş olmalı ki, bir yerden başladı işte, ama en sonundan.

Eskiden pastanelerin içinde, bugünkü kafelere benzer, kumaş veya deriden oturma
yerleri olurdu, eskiden pastanelerde dans edilirdi. Aşıkların gittiği bu pastanelerde
hülyalı konuşmalar bitmezdi. Simli formikayla döşenmiş duvarlar, masalar, bize çok
modern gelirdi. Tören gibi giriverdik içeri, loş iç odasında yerimize oturduk. Pek küçük
bulunmuş olacağız ki, yaşı 20’yi, 25’i geçmiş, ipeksi bluz giymiş ablalar, denizkabuğu
desenli yosun renkli gömlekler giymiş ağabeyler gülümsediler.

İçinde titreyen güvercin yüreği gibi tenini gösteren, çok güzel bir elbise giymişti
Asuman. İstanbul’da genç bir teyzesi varmış, o almış. Yaprakları, simli, sapsarı
bankaların verdiği cep defterlerinin en şıkından alıvermiş, hatıra defteri, hediye etti
bana. Ballanmış meyvelerini dünyaya sunan ağaçlar gibi sunuverdi hediyesini, kendisini
de. Korktuğum başıma geldi, yan masadan, mahallenin orospusu denilen Ayşe de
oradaydı, yolumu keserdi bu kız, kaçardım. Çıkmadığı çocuk kalmamıştı. Ona sorarsan
bana aşıkmış. Biz, birbirimizin elini tutup, birbirimize ilk ve en güzel sözleri söylemeye
çalışırken, yanımıza ilişti, yan masadan en çirkin, hakaret dolu laflar atıp, dalgasını
geçti. Asuman her şeyi anlıyor, korudu beni, dudaklarımı tutup, “Bir şey olmaz, başını o
yana döndürme” dedi.

Bazı masalar ayağa kalkıp dansediyordu, bir an biz de kalkalım, dedim, ah, o kadarına
cesaret edemiyorum. Dansederken insanlar, bir kadını nereden saracağını, ellerini
nereye koymalı, tane tane öğrenmeli, şimdi bakıyorum bir sürü manyak herif ahtapot
gibi kucaklıyorlar karıları. Asuman, “Ben hiç dans etmedim” dedi, “Ben de birkaç
sefer” dedim, ama iyi bilmem. Birbirimize öğretiriz, dedik, işte o sıra, ne güzel
gülüştük. Ayşe yan masadan, küçük kızlarla mı çıkıyorsun ulan, bu kız ortaokula
gidiyordur, bunun annesini de tanıyorum, valilikte odacılık yapıyor... Asuman, yine oralı
olma gibi, küçücük elleriyle yüzümü okşadı. İstersen kalkalım, dedi. Küçük para
çantasını çıkardı, o kadar küçüktü ki çantası, işte böyle sevgilim olmalı dedim, içinden
buruşmuş kâğıt beşlik, birkaç küçük demir para çıkarırken, yukarıdan gümüş dudaklarını
seyrettim.

Koşar adım, sahile, Ganita Çay Bahçesi’ne indik. Altımızda yeleleri ince uzun
taraklarla taranmış taylar varmış gibi bulutlar üstünde koşuyorduk. Arnavut taşları,
ortasından akan yağmur suyunu şapur şupur şaplattık sevinçle, toza toprağa karışmış
rüzgâr saçlarımızı dağıttı. Geceler boyu hayalini kurduğum aşk kuşu, aklımın ucuna
gelmeyecek kadar güzelmiş, aklımı oynatacak kadar kendimden geçirdi beni, biçimsiz
aşı boyalı evlerin duvarları gülüyor, döküle döküle yamacı büyük bir moloz olmuş
kalenin surları gülüyor!..

En kuytu köşeyi seçtik, ağaçların altında, asma bahçe gibi Ganita, loca loca, bahçeler,
üst üste. Tahta masaya oturduk. Kelebekler gibi parmaklarıyla oynadım, fruko içtik. Bir
cam parçası bulup, masanın üstüne bir tarih yazdım. Nedir bu? der demez, eğildiğinde,
burnunun üstünden öpüverdim. Utanarak çekildi. İlk öptüğüm kızı öptüğüm tarih, bu,
dedim. Üst locadan bir alkış tufanı koptu. Başımızı kaldırdık baktık, tüm hareketlerimizi
bir kalabalık eğlenceli arkadaş grubu izliyor, bizimle dalga geçiyorlar. Madara olmuş
hissettim kendimi. Asuman, sıkıldıysan kalkalım, dedi. Yağmur başlamıştı. Yağmurun
altında sahilde upuzun yürüdük. İnsan hayatında birkaç sefer yürüyormuş. Saçlarından
sızan yağmuru sıktım, o da avuçlarını açtı, yüzümdeki yağmurları çenemin altından
topladı. Kirpiklerinin üstünde inci tanesi gibi bir yağmur tanesi hiç düşmedi, ışıl ışıl,
aradan geçen yirmibeş yıldır, orada duruyor!

Hava kararıyor, yağmur suları ateş dereleri gibi akıyordu. Narlıbahçe Sokağı’na geldik,
ayrılmalıydık. Yine o deli çocuk elinde yılanıyla kesti önümüzü. Asuman, “Sen çok
korkuyorsun, babam, bir defasında satırla kesti yılanın kafasını...” Deli çocuk yılanın
ağzına parmağımı sokmazsam, sokağa beni sokmayacak, öküz gibi güçlü, elimi
kurtaramadım. Zorla yılanın ağzına sokacak. Boğuşmaya başladık. Asuman, çok
telaşlandığımı anlayıp, “canım” dedi, “Dur, onun yerine de yılanın ağzına parmağımı
ben sokayım”... Korudu beni. İnsan hayatında birkaç sefer korunduğunu hissediyor!
Asuman parmağını sokunca deli çocuk birden kapattı yılanın ağzını, acıyla çekti
parmağını, ince bir sıyrık, kanıyor! Asuman’ın elini kapıp, acısını dindirmek için emdim
parmağını... Ölene kadar, kanımda bir bozukluk kimse bulamaz benim.

Asuman, annem kapıda eyvah, deyip eve koştu, ben Mustafa’ya, gitarını alıp, sahile
koştuk. Dalgakıran kayalıkların üstünde gitar çalıp şarap içtik. Gecenin dibinde en koyu
laciverdi bulana dek, dalgalar homurdanmaya fareler korsanlar gibi ciyak çığlıklarla
yüzmeye başladığında geri döndük. Ay ışığı denize vuruyor, insanlar buna yakamoz
diyor. O gün orada öğrendim ki, yakamoz başka bir şey. Denizler çok üşüdüğünde buzlu
derin suları ısıtıyor ışıltılar. Yakamoz, koyu, derin sulardaki gümüş sırtlı balıklar,
geceleri dışarıyı görsünler diye, açılmış, küçük parıltılı pencereleri, en derin
yerlerimizin.

Annemler her yıl Ankara’ya giderdi, bir ay evde kardeşimle yalnız kalıyorduk, üç katlı
eski bir Rum konağı. Büyük demir kapısı, giriş katın solunda, mermerden bir
çamaşırhane, annem kullanmazdı. Asuman geldiğinde demir kapıyı açık tutardım, gizlice
çamaşırhaneye girerdi. Biz içeride sevişirken, buz camın gölgesinden kardeşim
görmesin diye dayardık sırtımızı, ya da yollukları alır sererdik altımıza. Her tarafını
öpmek istiyordum. Yumuşak öpüşleri flüt sesi gibi gezindi vücudumda. Nar çiçeği gibi
bacakları. Öptükçe bir yaprağı daha şişip sevinçle açılan, dünyada eşi olmayan şahane
memeler. Gök mavisi alevli bir ateş yanıyordu içimde, çıtırtısı, kokusu, çok uzun,
umutsuz bir yolculuğa çıkmış, soğuk poyrazlar yemiş gemi kaptanları gibi
erkekleştiriyordu yüzümü.

Öptükçe onu, denizin dibinde gizli bir gülüş yerleşiyor yüzüne. İnsanı ağlatan bir
heyecanla, uykulu memelerini fırlatınca dışarı. Zehirli bir bıçak gibi dudaklarımla
sıyırdım, kızarttım uçlarını. Afyonlu şerbet içmişim gibi. Dilim çıra alevi, ormanın en
kara yerine dokununca, delirmek üzereydim, seviştikçe kuduran bir kurta dönüyordum.

Sakinleşip, tazelikle dudaklarını öptüm, Asuman, “Öpüşmek böyle olmasa gerek” dedi.
Ben, bilmiş gibi, işte böyle, dudağını, dudağıma alıyorum. Asuman, “İyi de tuhafıma
gitti, sanki öpüşmek başka türlü...”

Ertesi gün sokakta beni, fileli hırkası, kırmızı çorabı, alüminyum zincirli çantasıyla
Ayşe gördü, “Sen, o kızı öpmeyi bile beceremezsin, çünkü öpüşmeyi bilmiyorsun..”
diye laf attı, ben hızla uzaklaştım, peşimden koştu: “Ben sana öğretirim!” dedi. İçimden
Ayşe’nin koyun ciğeri gibi kanlı rujlu kalın dudaklarına baktım, midem kaldırmadı, iyi
de Asuman’a da rezil oluyorum, öğrenmiş olurum.
Ertesi gün Asuman’a içinden bir şey giyme, çıkartması zor oluyor, dedim. Önden
düğmeli kot elbise giydi. Bir güzel soyuverdim, baştan aşağı su gibi. Külotlu çorap
giyiyordu, sıyırdım dizlerine kadar. Uzun örülmüş saçlarıyla memelerini, elleriyle
önünü kapattı. Acelem var, dişlenmedik yeri kalmasın, gözlerini kapattı, “ben” dedi
“(James Bond) Roger Moore’e aşığım, ahh, büyüyünce Amerika’ya gidip, onunla bi
gece yaşayabilecek miyim?”. Erkekliğim, moralim, öyle bozuldum ki, külotu da
dizinden aşağı indirmiyordu. Çıkart şunu, dedim, sinirle. Hayır, dedi, her yerimi
öpebilirsin, ama, dizimin altını asla. Yalvardım, sarstım, çıkart, çıkart! Olmaz, dedi.
Her tarafımı öpüyorsun ya, orası kalsın, ne olmuş, dedi. Ayağa fırladım, o zaman çek
git, giyin, dedim. Asuman, “Estetik yaptırıncaya kadar, kimseye göstermek istemiyorum”
dedi. Ama, seni nasıl sevdiğimi göstermek için, bir kerecik gösteriyorum, deyip sıyırdı
çorabını. Haşlak çay dökülmüş, dizinin altında mimoza çiçekleri gibi lekeler!

Yorgun düşüp uzandık, Asuman, “Birbirimizi on gün kadar görmezsek, bir daha hiç
görmeyelim. Kavilleştik. O kadar seviyorduk birbirimizi, on gün dolmadan mutlaka
görmeliyiz, ya da hiç görmemeliyiz.

On gün birbirimizin peşine koştuk, aradık, ağladık, yırtındık, buluşamadık. Çok sonra
annem, birkaç kez kapıya tavşan gibi bir kız geldi, sana hediye gömlek almış, dedi. Niye
içeri almadın, dedim, “Elin kızı, ne derler, onun anası babası yok mu” dedi. Yirmibeş
yıl oldu, bir daha buluşamadık. On gün dolmaya yakın, babası bir adam bıçaklamış,
polisler, karakol, cezaevi kapısı. Asuman, sokağa çıkamadı o on gün!

Ankara’da hayatım, manolya ağacı kadar soylu, manolya çiçeği kadar koklamaya
kıyamadığım onun hayaliyle geçti. Zaten, sokakta kalmış işportacı, zayıf kuru bir çocuk
gibi gidemezdim yanına. Başarmış, ünlü bir yazar olup gitmek istiyordum kapısına,
Asuman, seni bir kez daha öpmeyi hakettim. Çünkü hiç yalan söylemedim. Çok çalıştım
Asuman... Senin bana sunduğun gibi, içimi insanlığa sunmak istedim. Ve gerçek bir
erkek oldum artık, yılanın ağzına artık sokabiliyorum parmağımı!

Ben küçükken, kuyuya düşmüştüm, iki metre derinliğinde, üstü tahta kasalarla kaplıydı,
oynarken. Annem mukabelede, haber vermişler, çığlıklarla döküldü kadınlar sokağa,
onlarca kadın tahta parçası uzattı bana, çırpınırken ben, memeleri en kocaman olan
Melahat teyze çıkardı beni. Annem, kuyu, deyince, mahallenin ortasındaki diğer, derin
kuyu sanmış, oraya koştu, kuyunun başında çığlıklar atıyor, saçlarını yoluyor. O kuyu,
elli metre derinliğinde, annem kuyunun dibine bakıyor, ben yokum... Büyüdüğümde,
annem, o anı anlattığında dahi yine gözleri derin bir boşluğa düşer, o kuyunun uçsuz
bucaksız derinliğini görürdüm gözlerinde.
O kadar büyüktü ki annemin gözlerindeki o korkulu boşluk. Asuman’dan sonra, aşk
dediğim şey, öyle bir boşluk bıraktı içimde. O boşluğa dayanamıyorum. Ne zaman
sevecek gibi olsam, güzel kelimelerle süslenmiş taşlar atıyorum kuyuya, dolsun o kuyu...
Annemin gözlerindeki o kuyuyu doldurmak için, aşk denilen o ilk düştüğüm yeri, bugüne
dek, ölene dek doldurmak için, yazıyorum, yazıyorum yazıyorum...

Nihat Genç

Arkası Karanlık Ağaçlar'dan

Türkan

Yumuşacık solucanlar, sert kayaların altında yaşar ve zıplayamazlar!

Karmakarışık sandalyeler, dumandan boğulmuş sıkışık masalar, kış günü, tıka basa dolu
bu kahveye akşama doğru, simitçiler, çörekçiler, gözlemeciler akın akın gelmeye başlar,
itişe kakışa kahvenin ağzı dolana kadar. Elinde tablası, sepeti, sinisi, seyyar satıcılar
kahve sahibiyle, garsonla iyi geçinmek zorunda. Usulca tablasını bir kenara koyup, boş
bardak toplayıp, güya küllükleri temizleyerek göze girmeye çalışırlar. Bir iki saat
içinde on-onbeş kahve gezerler ve yıllarca aynı güzergâhtan ekmek paralarını çıkarırlar.

Soğuk azrailleştiğinde de durum fark etmez. Kahveye girer girmez ellerini ohalayıp
sobanın yanına sokulurlar, müşteriyi rahatsız etmemek, çay dağıtan garsonun yolunu
kesmemek için tedbirlidirler, asla yüksek sesle konuşmazlar, para alışverişini mümkün
olabilecek bir sessizlikte yapar, hır çıkmasın, tartışma olmasın, garsonun kafasının tası
atmasın diye, elli-yüz bin lira gibi küçük paralarla çalıştıkları halde, telaşla “üstü
kalsın”, “canın sağolsun”, “yarın alırım ağbi” diyerek hızla, üstünkörü işlerini görürler.
Kahve sahibi ya da garsonun gözüne battıklarında, iş kapısı kapanmış, felaket demek.
Soğuk bir aralık günü olmalıydı. Kahvenin boğucu pis dumanından daralıp nefeslenmek
için kapıya çıktım. Üç-dört kat başörtüsü, başını örtmek için değil, kafasından ağır
yaralıymış gibi sargı bezi gibi sarılmış, palto, pardesü yok, birkaç kirli hırkayı üst üste
giymiş, elleri soğuktan patlıcan gibi mosmor ve yarılmış pürtük pürtük, yerleri süpüren
kirli siyah eteği altında bir etek daha ve sokağın tüm çamuru dizlerine kadar sızmış,
sepetinin içinde gözlemeleri soğumasın diye, kalınca havluyla bastırarak örtmüş.
Yaklaşmaya cesaret edemedim, seyyar satıcılıkta çok acemi olduğu her halinden belli.
Acı çeken bir utangaçlıkla ve usulca, sadece kendi duyabileceği bir sesle; “sıcacık
gözlemelerim var, almaz mısınız?”. Sepetin içinden havluyu kaldırdığında sıcacık
duman yüzüne dolanıyor, dört-beş gözleme çıkartıp dürüm yapıp, iki eliyle tutup,
kahveye girmek istiyor. Her defasında kovulup atılıyor! Kapıda sessizce iki elinde
gözleme dürümleri, kahveye rahatlıkla giren simitçi, poğaçacılara imrenerek bakıyor,
garson kapıya çıktığında yalvararak: “Bir girip çıkacağım”, Garson: “Patron kızıyor,
hadi, hadi, hadi!”..

Özal dönemi yeni bitti, yeni gelen liderler, her gün ekranlarda Avrupa Birliği’ni
konuşuyor. Her şeyimizi kaybettik. Zehirden bir ilaç gibi hepimiz her gün ahlâkın ne
kadar bozulduğunu konuşuyoruz. Bu ne ağır cümle, bir savaş sonrası gibi ceset
dağlarına bakıp: Her şeyimizi kaybettik. Küçükken ıslıkla çaldığımız müziği bile hayat
öyle düğümledi ki.. Dedelerimizin anlattığı patates kabuğu yedikleri yoksulluğa
hazırlıksız yakalandık. Gözlemeci ablanın şu kat kat giydiği paçavralar, yoksulluğun
savaş üniforması gibi. Kadının soğukta çaresiz bekleyişi. Kimsenin duymayacağı
fısıltıyla “gözlemelerim var, sıcacık gözlemelerim” deyişi, kalbime inen balta gibi.
“Abla bir gözleme versene!” dedim. Eli ayağına dolaştı, yavaşcacık itinayla dürüm
yapıp ve o kadar sakin hareketlerle kâğıda sardı ki, sanki evine misafir gitmişim,
zerafetle ikramda bulunuyor. “Abla sen bu yavaşlıkla bu işi yapamazsın!” dedim.
“Kahveye alsalar, yarısını bitiririm” dedi, iddiayla. “Niye almıyorlar”, “boyları
devrilsin, biz de çocuk büyütüyoruz!”.. Ciğerimi yırtan bu sert havayı dağıtmak için,
şakayla: “Belki gözlemelerin güzel değil, onun için almıyorlar!” dedim!.

İçimden bir ses, bu kahvede bomboş oturuyorsun, şu sevmediğin politikacılar bile her
gün yüzlerce seçmenin işini görüyor, şu kadını kahveye sokmak nedir, garsonla, kahve
sahibiyle konuş, beş-on dakika müsaade etsinler. Ertesi gün garson Kemal ağbinin
ağzını aradım “niye almıyorsun o kadını!”.. “Hangi kadın ağbi, herkes giriyor ağbi..”
dedi, bir müddet sonra, “sen bu konuyu patronla konuş, patron kızıyor!” dedi. Odacı,
kapıcı, garsonlar, güçsüz insanlar “alık” görünmeyi pek severler, alıklığın onları siyasi
ve sosyal sorumluluktan kurtardığına inanırlar. Patrona bir pundunu bulup sokuldum,
uzun bir tavla maçı yaptık, maçın ortasında lafı dolaştırıp, “Gözlemeci kadını neden
içeri almıyorsunuz!”.. “Yaaa, iki saat masaları işgal ediyor, (gözlemeyi sardığı kâğıtları
göstererek)yağlı kâğıtlar yerlerde, bir gözleme satacak, iki saat para üstüne
uğraşıyor!”.. Sonra, yerden bir yağlı kâğıt bularak üstünde tepinmeye başladı: “.mına
koduğumun yerinden ekmek yiyoruz!”, sonra kâğıdı eline aldı, yırttı, bir deli gibi ağzına
tıktı, “kahveyi bok götürüyor, uğraşamıyoruz kardeşim!” diyerek bağırmaya başladı. Bu
hareketleri de tanıyorum, delileri masum sayacağımız için, deli taklidi yaparak,
yoksulluğunu ya da işgüzarlığını masum göstermeye çalışıyor. Anladım ki, kadın olduğu
için, masalardaki boş bardak, küllüklerin toplanmasına yardımcı olamıyor, hızla hareket
edemiyor.. “Ekmek parası be ağbi, bırak girsin!” dedim, yine delilenerek, halli halli:
“Girsin, girsin, ben bir şey demiyorum, bir şey mi dedim, bir şey demiyorum, girsin,
girsin...”

Ertesi akşam gözlemeleriyle geldi, müjde verir gibi, “abla kahveciyle konuştum, gir
içeri” dedim, peşinden tembih ederek: “Aman çabuk ol abla, işini çabuk gör, gözleme
kâğıtlarını topla, masaları tıkamadan elini çabucak tut!”.. Avrupa’nın, Viyana’nın,
sarayların kapısı açılmış gibi çılgın bir sevincin iştahıyla işe koyuldu, beş-altı
gözlemesini dürüm yapıp, dürümleri bir düzen içinde sıraya dizip, masa masa
dolaşmaya başladı.. Hepsini sattı. Aman aman aman çocuklar gibi neşeyle dışarı fırladı.
Nasıl keyifli! Bir insan bu kadar mutlu olur. Havlusunu kaldırıp kaldırıp elinde kalan
gözlemelerini saymaya başladı, sonra bir parmağını dudağına götürüp, zihninden
paraları sayıp, hesap etmeye başladı. “Bir kere daha girsem, bunları da bitiririm!”.
Omuz silkerek, “Ama, işte...!”..

“Şu yukarıdaki kahveleri biliyor musun, bir tur da orada at!”.. Ve sonra bir gözleme
istedim, yaptığım kıyağın karşılığı, para istemedi, olur mu abla deyip, zorla verdim.
Artık ne zaman gelse, önce beni arıyor, kahvede bir hırlık çıkarsa yardımcı olayım diye.
Ve ben de ilk günlerde açılış yapmak için, önce ben bir gözleme alıyor, sonra zoraki
arkadaşlarıma ısmarlıyorum. Günler geçiyor. Öğleden başlayarak arkadaşlarıma,
“gözlemeci abla gelse de gözleme yesek” diye gaz vermeye başlıyorum, “Nasıl, güzel
mi?”, “Olağanüstü, iştahım kaçmasın diye hiçbir şey yemiyorum”..

Adını söyledim mi, Gönül abla, akşam olmasın, sepeti kolunda bir topaç gibi döne döne
gelir, fısıltıyla değil artık, bağırarak, sıcacık gözlemelerim var, sokağın gürültüsüne
karışır. Kahvenin önünde gövdesi yumrulaşmış ağacın altına sepetini koyup.. ki, ağacın
altını yeni bir yuva yapmak gibi eşeliye eşeliye yer ediniyor, eşelediği yeri
sahipleniyor, başka seyyar satıcıların tablasını oraya koymasına kızıp, kızgınlıkla
fırlatıyor. Bebeğin başını yumuşacık mindere yaslar gibi, sepetini ağacın yumuşacık
toprağına yerleştirmesi dakikalar alıyor! Gözleme sepetini yerleştirişi, insana öyle bir
keder veriyor ki. Herkes şeyhinin liderinin mezarına yerde gökte yer beğenemiyor, bir
ağaç kovuğu, üç karışlık bu ağacın toprağında eşeleniyor halkımız, o kadar seviyor ki o
yeri, şarkı söyler gibi coşkun bir kuvvetle. Sonra, gözlemeleri eline alıp kahveye
girerken, biri kaçırır diye, gözü arkada, “ağbi, şuna bakar mısın?”. O kahveye giriyor,
ben gözleme sepetine bakıyorum. Bakıyorum, içimde biri çığırarak deliriyor,
bakıyorum, sepet beni kendine çekiyor, üç tekbir bir selamlı cenaze namazı gibi önünde
duruyorum, Gönül abla dönüyor, “soran oldu mu?”, “olmadı abla!” diyorum. Zabıtalar
geliyor, hızla kaldırıyor sepetini. Süpürge bıyıklı, keser suratlı zabıta: “Buraya koyma
bir daha!”, “Koymuyorum, ne zaman koydum ki!”, “Koymuşsun işte!” Biz de yurttaşlık
kavramı ıslah olmak anlamına geldiği için, polise, zabıtaya karşı peşin peşin yumuşak
bir itaatkârlıkla konuşmaya başlarız! “Valla koymadım ağbi!”, “Koydun işte be kadın,
bak buraları temizlemişsin..!”, “Nesini?”, “Bak, toprağı tertemiz, çöp yok!”, “Allah’ın
çöpü, yere atılmış kaldırdım!” Artık deliler tuluatı konuşmalar. Telsiz tuttuğu elini de
Gönül ablanın başına vuracakmış gibi hazır havada tutuyor.. Bu kadar jop, bu kadar ağır
yasalar, herhalde normal insanlar için değil, hepimiz deli olduğumuz varsayımıyla
geliştirildi. Batıda çok eski ve bizde hâlâ akıl hastanelerinde delileri tıbben değil,
korkuyla düzene, uyuma sokma anlayışı siyasetimizin ötesinde, kemiklerimizin felsefesi!
“Kaybol buradan, niye o ağacın altında çöp var da burada yok, çocuk mu kandırıyorsun,
buraya koyuyorsun işte sepeti!”... Gönül abla fazla inatlaşamıyor, korkudan mı,
çaresizlikten mi, ağlamaya başlıyor, “valla koymuyorum ağbi!”...

Hintliler ve Kahireliler gibi yoksulluğun ebediyyen süreceğine inancımız tam olsaydı,


sorun olmazdı. Aslında Mustafa Kemal gelmeseydi, büyük bir kısmımız Hintli, Kahireli
gibi yoksulluğu, kanıksayıp, kaderleştirip mutlu bir miskinlikle yaşamaya devam
edecektik. Mustafa Kemal, toplama-çıkarmayı öğretti, her toplama-çıkarmada “hırs”
vardır. Toplama, çıkarma, bölme gibi kelimelerin öz Türkçesini bulup, kazandıran da
Mustafa Kemal. Şimdi ne oldu, yine yoksuluz, fazladan hasetle, hırsla, mutsuz
yoksullarız. Yapılacak tek şey, eskiden olduğu gibi kaderci miskinliğimize geri dönmek.
Ahlağımızı, insanlığımızı hiç bozmadan orada durabiliriz. “Yeter Gönül abla, her şeye
ağlama, şimdi gider zabıta, öğren artık bunları!”

Eski-püskü elbiselerini çıkartsak, etli kalın dudakları, iri gözleri, eti, dişi bir sertlikte
coşuyor. Bütün yoksulluğun kökünü kazıyan bir koşuşturma, masalarda fır dönmesi, gözü
dönmüş gibi koşarak çalışması, nefes nefese para üstü alıp vermesi, herhalde dünyanın
bütün ülkelerinde güzeldir. Ama, bu her zabıtayla karşılaşmasında “ağlaması”, korkunç,
katil bir adam yapıyor beni. Oysa, sokağın kafatasına, yaka-paça, vura vura çalışan bu
kadınların ekmeğini nasıl olsa taşları yırtarak çıkartırım diyen kör inançlarında tatlı ve
sonsuz bir şehvet gizli, işte bu halkın derinindeki bu güce âşığım. Becerikli, yorgun,
otuz beşini çoktan geçmiş kabarmış elleri, kocası olsaydım, herhalde on beş doktora
bedeldi. Bu koloninin kadınlarında şakakları zonklayana, damarları fırlayana kadar, her
türlü tekmenin, kopartmanın, serbest olduğu pankreas güreşçisi gibi çalışmalarına
hayranım.

Kocanız ne iş yapıyor, dedim, küçük bir çocuğu şefkatle seviyormuş ve ona acıyormuş
gibi, “şeftir, o!”, “Memur mu?”, “.... dairesinde şef!” “Ne maaş alıyor?”, “Onun
aldığından ne olur, birasına yetmiyor!”.. Sonra: “Bilmiyor çalıştığımı, komşumuzla
ortak yapıyoruz, duyarsa öldürür, boşar, kovar beni!”..

Günler geçiyor neler öğreniyorum. Beyi, on bire kadar Sakarya birahanelerinde içiyor,
17’sinde kızı, koluna girip eve götürüyor. “Kızım, bu sene üniversiteye gidecek, anne,
arkadaşlarım seni böyle görürse, intihar ederim” diye tehdit ediyor. Akşamın dokuz
buçuğuna kadar sattı, sattı, satamadı zararına eve dönüp, yemeği hazırlamak zorunda.
Sokakta tanınmasın diye, eski püskü hırkalar, entariler giyip, eşarbı yüzüne düşürüp
kapatıyor!

“Kızına söyle utanmasın, benim annem de, sabunluk (lif), çocuk patiği dokuyup
mağazalara satıyordu, biz de böyle büyüdük”, “Ahh, bir konuşsan onla, bunları
anlatsan..”

Cezaevinden birkaç sene önce çıkmış, ağırbaşlı ve gözü kara bir garsondu Kemal ağbi.
Yaşını başını almış, oturaklı bir adam olduğunu hiç konuşmadığından anlardınız, hayatta
iki adam sevdi, biri Yılmaz Güney, diğeri gençken kodesten kurtardığı için Bülent
Ecevit. Küpeli, saçlı çocukları sevmez, katlanırdı onlara. Sarhoş müşterilere
dayanamaz kovar, bozukluk yapanları affetmez, öylesine delirerek döverdi ki, adamın
kafatasını beton yere çarpa çarpa bayıltır, sonra tekmeleyerek çöp tenekesinin yanına
bırakıverir. Çıldırdığı zaman kimse onun elinden bıçağı alamaz. Böyle anlarda, kumar
masalarındaki adamlar bile, sırtlarını duvara verip korkuyla beklerdi. “Ne yapıyorsun
Kemal ağbi” deyip, elindeki bıçağa uzanırdım. Bıçağı elinden alsam ne, yüzü, kara
saplı bir bıçaktan daha sivri, daha sertti. Beni sevmesinin sebebi, bu kahvede en çok
misafir benim olurdu ve yiyecek bir döner-ekmeğim olmadığını bilirdi, “delikanlı
çocuksun, sen” deyip, sigara, döner-ekmek ısmarlar, beni sahiplenirdi. Benim için
kavga ettiği de oldu, ama, bir gün, kitaplarımı koydum kasaya, “Kemal ağbi şunlara göz-
kulak ol! diye, “bana bunu yapma!” deyip, kitapları elime verdi. Yasak yayın
oluşlarından, polisten korkuyordu, kitap konusunda hiç güvenmiyordu. Basit, birkaç
ucuz romanı kasaya koyduğumda söylediği, “Bana bunu yapma!” deyişini hiçbir zaman
unutmadım.. Sopalarla deliler akıl hastanelerinde nasıl dövülüyorsa, yürekten
sevdiğimiz bıçkın ağbilerimiz bile birkaç kitap okuduğumuz için, böyle dövdü bizi!.
Bizim de kahveye gidiş sebebimiz zaten, yumuşak başlı ve itaatkâr akıl hastaları
olduğumuzu kabul ettiğimiz içindi!

Birkaç yıl kahveye yolum düşmedi, eve giderken mutlak önünden geçiyorum, bir
bakarım içeri. Kemal ağbi, Gönül ablaya kol kanat açtı, akşama kadar tek bir seyyar
satıcı almıyor, Gönül abla gelince, kapı ağzında boş masa bırakıyor, oradan servis
yaptırıyor, bir nevi dükkânı oluvermişti, gözlerine ışık yerleşmişti, saçlarını eşarbının
önünden iki tutam göğüslerinin üstüne düşürüyordu. Tuhaf şeyler oluyordu. Soğuk,
tekme tokat sokakları boşalttığı halde, Gönül abla, çoktan kapanmış dükkânların,
apartmanların küçük karanlık aralığında, ayakta üşüyerek saatlerce bekliyor. Neyi
bekliyor, niye eve gitmiyor, bu deli soğukta beklemesini bir gün giysilerini yırtıp,
çırılçıplak sokağa fırlayacağını düşündüm. Gözle görmediklerim mi var, hayatın herkesi
delirttiği bir fikri mutlak var. Bu yüzden korunmak için, içimizden bazıları çok yüksek
bir yerde sığınak arar. Hem suyun içinde, hem 600 voltluk elektrikle vuran “Çarpan
Balık”lar gibi, bu soğukta insan kalbi de böyle bir şey mi? Parmakları gibi kalbi de
soğuktan morarmış mı, biri yüreğini yırtmış mı? Kemal ağbilerin depo olarak kullandığı
ve ara sıra demlendikleri küçük bir oda var teras katında. Ancak, kahvede işlerin
yavaşlaması, on buçuğu buluyor, Kemal ağbinin boş zaman sıkıntısı var!

Yaratılmış efsaneler, Adem ile Havva arasında bir aşk’tan söz etmez. Elma var, yılan
var, cennetten kovulma var, aşkın kalıntıları yok. Bu yüzden sadece aşk, “şeytansız” tek
hikâyemizdir! Düşüverme içine. Tanrı’nın selamına bile aldırmaz insan. Süleymancılık
tarikatını kuran Süleyman Hilmi Tunahan, eski İstanbul vaizlerinden, müridlerini
gizlice, kapalı yerlerde yetiştiriyor, “akla, zekâya karşıyız” der. Süleymancılar bu
yüzden okumamış, cahil, dangalak insanlar olmuşlardır, hocalarının vaazını yanlış mı
yorumladılar, bilmiyorum. Süleyman hoca: “Çocuğunuzun evin yolunu bulacak kadar
aklı olsun, kafi!” der. Bu modern aklımızla kavrayamayacağımız cümleyi, insan aşka
düşünce anlıyor.. Bu kadarcık aklı bile reddeder, evin yolunu şaşırırız! Gönül ablanın
aşkını tahayyül edebiliyorum. Eve gelirken, kucağında karpuz, kapıyı açıp, “getirin
bıçak, karpuz kesek!” diye neşeyle nara atan bir erkek. Bu aşkın tadından bu karpuz
yenir mi? Kıpkırmızı alev topu gibi suyu, lav gibi içimize akıveren. Aşk, safkan deliler
yapıverir bizi. Kalbimizi enerji merkezi, elmastan saray yapıverir. Kış boyu, şubat,
mart, bu delirmiş soğukta gözlemelerini satıp bitirdiği halde, kaç kez bekledi Kemal
ağbiyi, apartmanların karanlık ağızlarında!
İşte yine, soğuktan korkup, kaçarak eve koşuyorum, köşede Gönül ablayı görüyorum,
zıplayarak bekliyor. Ruh öyle yüksek bir yere çıkıyor ki, aşağıda üşüyen bedeni
görmüyor mu?Yalnız çavdar ekmeği yiyip, savaşa giden dedelerimizin kumaşına
benzeyen bir sabır. Bu soğuğun içinde düşününce hayatı, insanın yüzü asit, beyni asit,
elleri asit dökülmüş gibi delik delik köpürerek kabarıp yarılıyor. Utanarak gözleme
sattığı o ilk günden şimdi, kocası on bir olup eve dönmeden, sevgilisini, insanı
tenekeleştiren bu soğukta bekleyişine kadar geçen zamanı düşündüm, belki de ilk
günden niyeti ekmek parası, kocasının sümük maaşına katkı değil, “dışarıya
zıplamaktı”.. Belki de hayatında ilk defa, apartmanın karanlık ağzında, ellerini hohlayıp,
kendi beyni, kendi kalbiyle işte ilk defa, saatlerdir zıplıyor! Savaşların bu en güzelinde,
soğuktan donmamak için, zıplıyor, Gönül abla!

Bir akşam geç vakit, Kemal ağbi işi bitirmek için acele ediyor, bir gözü dışarıda.
Elinde tesbih, kuzu yutmuş göbekli patronu, sırtına vurup: “Bekletme günahtır, git, soğut
şu kadını!”.. Kemal ağbi önlüğü fırlatıp dışarı çıktı. “Soğut” lafı, ilişkiden soğumak için
duyduğum en tiksindirici cümleydi, üstelik, içinde saklı cinsel merhamet, kendim
düzülüyormuşum gibi kudurttu beni. Yarım saat sonra gelip, yeniden garson gömleğini
giyerken, patronu sırıtarak masadan usulca laf attı: “Ne o Kemal, emdin geldin
mi?”Ağzıma fare tıkıştırmışlar gibi iğreniyorum bu dilden. Hepsini gaz bombasıyla
öldürmek istiyorum, kırk yıl sabah akşam kadın kudurmuşluğuyla, ağızlarını şapırdatıp
yalanarak kadın ararlar, nihayet bir kadın, yedi kat korkusu, yedi kat yalnızlığını azaplar
içinde terkedip yanlarına vardığında, ettikleri laf. Kahve lanetli bir mekân, gerçek bir
bataklık, karpuzun içini birileri bok doldurmuş, hiç mi ay ışığı vurmadı yüzünüze, hiç
mi toprakta yürümediniz, hiç mi bebek sevmediniz, hiç mi on beşinde kızınız olmadı...

Önümdeki masada, uzun, parlak, siyah saçlı gencecik bir kız hıçkırarak ağlıyor, elinde
mendille gözyaşlarını siliyor, sonra, mendili hırsla ısırıyor, paramparça ediyor, tekrar
mendil çıkartıp, tekrar siliyor, tekrar ısırıyor mendili, bu ne güzellik, al hançeri vur
kadınım, ben öleyim, kapınızda kul olayım, diyen türkü gibi kendimden geçiyorum. Saç
telinin her bir tanesi parlak hançerden işte, balta vursan kesmez, olacak şey değil, kız
önde ağlıyor, biz arkada saçlarını seyrediyoruz, gidip gelen arkadaşlarıma
gösteriyorum, zincirlerinden boşalmış, dizginsiz bir atın yeleleri gibi omzunda saçlar.
Ertesi gün oluyor, kız tekrar geliyor, tekrar mendil çıkarıp ağlıyor, bizim ne mendile, ne
ağlamasına aldırdığımız yok! Bahçede ansızın bir gecede açılmış kırmızı güller gibi.
Her bir teli fışkırarak bükülmüş bu kapkara saçların parlaklığına dalınca, insan kuyuya
düşmüş gibi oluyor, bir ceset gibi çaresizleşiyor, gözlerimiz ezik bir garibanlıkla
sessizleşiyor. Bir masal meyvesi! Stilize edilerek resimlenmiş çocuk masal
kitaplarında, prensesin saçı tüm sayfayı dolaşıp resme süslü bir çerçeve yapar gibi,
kızın saçları, tüm yüzünü, masayı, omuzlarını, dirseklerine kadar coşturarak,
çerçeveleyerek süslüyor. Taşların neden taş olduğunu anlıyor insan, bu sonsuz doyumsuz
güzellik karşısında, insan kilitlenip, ebediyyen susuverir. Karda kışta, rüzgârda, çakala
karşı bekleyen kalın gövdeli ağaçlar, baharda her bir dalında açıp bin bir çiçeğin
yanaklarını başını bir kez kaldırıp öpüp, dokunamadığı gibi, sadece, uzaktan övgüler
düzüyorsun. İnsanı Tanrıyla sırdaş eden, börtü böcekle seviştiren simsiyah bir parlaklık.
Camı açıp bir bahar günü, kuşu, bulutu, uçuşunu, yaprağın düşüşünü, çiçeklerin
kokusunu bir defada ve ilk defa duymak gibi. Tekrar toprağına, suyuna dönmeden bu
naciz beden, aç kartallar gibi seyretsin. Dalgalara da, uçan kuşların kanatlarına da
yazıyor bu güzellik, ne çok bakakaldım, tüy gibi başım dönüp, düşüp toprağa. Biraz
daha bakakalsam, kapkaranlık bir zindanın zincirli aşkında köle buluvereceğim kendimi.
Eskilerin, neden gözü kara adam öldürdükleri, bir aşk için diyar diyar yurtlarını
terkettiklerini böyle anlarda anlıyor insan. Varsın dünyada cahillik, ahlâksızlık, kötülük
kol gezsin, varsın bombalar milyonlarca insanı öldürsün, hiç beklemediğin bir yerden
gürül gürül bir güzellik, nehirler gibi kıvrım kıvrım dolanır boynuna, sadece seyredip,
gördüğün için, coşkulu bir kahraman yapıverir seni...

Kemal ağbinin kulağına eğilip, “ağbi, bu kız günlerdir burada elinde mendil ağlıyor, ne
iş” diyecektim ki, Kemal ağbi kendisinden beklemediğim bir espri yaptı “büyük
kapatma” dedi. “Bu kız Gönül’ün, annesine sokağı, kahveyi kapattı, burada nöbet
tutuyor, kanlı bıçaklı olmuş annesiyle, gözleme satmasını istemiyor!”

Eskiden halkımız güzel kızlarını saraya satar, saray kapısından geçinir, kurtulurdu, şimdi
güzellik, bela! Adı Türkan, Büro Yönetimi gibi iki yıllık bir okulda okuyor. Uzun,
incecik, su kadar berrak bir çocukla yıllardır bu kahveye sarılarak gelip, sarılarak
çıkıyorlar. Çocuğun düzgün yüz çizgileri, yumuşak ifadesi, hali vakti yerinde bir aileden
geldiğini anlatıyor, her gün, duygu bombasına dönmüş Türkan’ı teskin ediyor.
Çocuklardan dinliyorum, her ikisi de küçük işlerde çalışıp, okul biter bitmez evlenme
hesabı yapıyor, divane âşıklar herkesin dilinde. Oğlan sarsak bir şeye benziyor, bu
ilişkide kız daha becerikli, hem de zafer sarhoşu gibi, her günü bayram gibi, çocuğu
emirlerle yönetiyor, koşturuyor, birşeyler aldırtıyor, peşinden sürüklüyor. Oğlan, bu
aileye damat olacak, yani, iş dönüşü, bıçak getirin, karpuz kesek diye naralar atacak,
akşamları iki yalnız kadının hayatını tutuşturacak cinsten değil! Kıza sarılıp, masaya
otururken uzun kolları ve bacaklarının daracık yerlerde zahmetlice eklemlerinin
bükülmesi, uzaktan portakal sıkma makinesine benziyor! Türkan’ın sevgilisiyle kol kola
narin tatlılığını gördükçe, içimden şarkılar mırıldanıyorum, Gönül ablanın yorgun
yaralı, pürtüklü yüzünden kızda eser yok.

Neşeli türküler söyleyerek kahveye geldiğim bir gün, başımdan kezzap dökülür gibi,
hayal kırıklığından zınk diye kalakaldım. Türkan saçlarını kökünden kesip, kuaföre
satmış. İçimdeki allı turnalı türkülerin hepsi sustu. Kimseye şeker, kaymak söyleyecek
halim kalmadı. Saçlarını kestirince, cırtlak, buji gibi küçülmüş yüzü, güneş yanığı rengi,
kuru üzüm gibi bir şey oluverdi. Meşale gibi saçlarının yerinde, onuru kırılmış, çekiç
vurularak desenlenen bakır bir sahan kaldı. Be deli kız, hayat sana ne dedi ki, kökünden
vurdun baltayı. Kızı gördükçe, sinir nöbeti sardı, sonra, yavaş yavaş ve uzun boylu
Gönül abla’yı düşünüp, “kıza para yetiştiremiyorum” deyişini düşündüm, Türkan’ı
azizlik mertebesine çıkardım. Kışkırtıcı soylu güzelliği gitti, yerinde karakalem
çiziktirilmiş soluk bir desen kaldı.

Türkan, sevgilisiyle, yıllarca bıkıp usanmadan, her gün ayrı bir kapı çalarak, her gün
birine sorarak, her gün gazetelere bakarak, her gün yürüme semt semt gezerek,
bakanlıklarda bir torpil, yakın arayarak iş baktılar. Umutsuz, çirkin bir yorgunlukla
akşama doğru kahveye dönüp, simit, çaya sarıldılar. Moralleri bozuk geldikleri her gün
yüreğimden cımbızla bir parça kopartıldı. Her kapıdan boş döndükleri günler çoğaldı,
söz verenler sözünde durmadı, çaldıkları kapılarda aylarca oyalandılar, cımbız, göz
saydamından her iki sevgilinin kopartmaya başladı. Uzun işsizlik yılları hayata karşı
direnişlerini tuzla buz etti.

Demokrasilerde her şeye çare var, bir işsizliğe yok. Bir gün Gönül ablayı gördüm,
yüzünün manzarası değişmiş, ağzının tabanı görünürcesine kahkahalar atıyor,
yürümüyor, kuğu gibi süzülüyor, hayrola Gönül abla: “Türkan iş buldu, bir demir
döküm fabrikasında, muhasebeye girdi!” der demez, sevinçten ağlamaya başladı,
mağazaya, alışverişe gidiyormuş, hızla yanımdan ayrıldı, birden dönüp: “İşe yeni
aldılar hemen atmazlar, değil mi?”, “Atmazlar, Gönül abla!”.. Nasıl bilmem, yoksullar
için hayat, doğunca değil, işe girince başlar, şimdi biliyorum, gidip kundağa sarar gibi,
en pahalısından giydirecek Türkan’ı.

Çocukluğumda yosunlu kayaların karanlık diplerinde yengeçlerle oynadığım günler


kadar mutlu oldum. Birkaç yıl da böyle geçti, oğlan, akşama kadar kahvede bomboş
Türkan’ın işten çıkıp gelmesini bekledi. Kafatasını paramparça eden bir zonklama gün
geçtikçe büyüdü, etraftakilerle sebepsiz kavgaya, sebepsiz küfürlere başladı, akşama
kadar başını ellerinin arasına alıp, çaresizlikle karanlık bir hastalığın pençelerine
düşmüş gibi, sinir nöbetlerine tutuldu. Bakışları dikleşip, kararıp, zehirleşti.

Anne-kızın yüzlerinde, yumru gibi irinleşmiş sert yumruk yumuşamış, artık kol-kola
zıplaya zıplaya yürüyorlar. Bir masal tiyatrosu gibi her şey rüya gibi gelişip tam
evlenecekleri günü beklerken, Türkan’ın oğlandan ayrıldığı haberi geldi.

Artık gözümde yücelmiş, kutsanmış, Gönül ablaya “Hayırdır abla, yıllardır delice
seviyorlardı birbirlerini!” dedim, Gönül abla, direktifler yağdıran bir genel müdür
edasıyla: “İşsiz-güçsüz çocuğu ne yapayım, tek maaşla ne yaparlar!”.

İnsan sokakta, bir küçük muhabere kazanınca, hemen gözünü kan bürümüş dövüşken
kanlı bir savaşçı mı oluveriyor. Oğlan ortalıklarda hiç görünmedi. Türkan, bazı
akşamlar iş çıkışı annesinin tezgâhına gelip, müşterilere gözleme dürüm yapıyor. Bir
zaman sonra, işten çıkar çıkmaz, tezgâhın başına gelip, annesini eve gönderiyor!

Hiç oralı olduğum yok, selamlaştığım da! Bazen, geceleri, evde yalnız kaldığımda,
aklıma Türkan’ın saçları gelip, “bir daha yeniden büyür, eski halini alır mı” diye
düşündüğüm oluyor. Dalgalara, rüzgâra, göklere, çimenlere bakıp, fazla da bir soru
sormaya korkuyorum hayata. Gördüğüm Türkan’ın yüzü, gün geçtikçe cılızlaşıp,
sivrileşip, kavruluyor. Anne-kızın etrafında bomboş bir sessizlik büyüyor. Gönül
ablanın eski gürül gürül neşesi kayboluyor. Yaşlandıkça, ilk günkü utangaçlığına
dönüyor gibi, “sıcacık gözlemelerim var” dediğinde sanki alnından terler fışkırıyor.
Üşüyen parmaklarını hohlayıp kızını bekliyor, iş dönüşü. Türkan geliyor, “anne, ayran
da satalım, şuraya koyarız” diyor, annesi: “Neresine koyacaksın şu sepetin, başıma iş
çıkartma!” deyip, fazlasıyla yorgun, kızı geldiğinde, dikilmiyor, hemen eve kaçıyor.
Türkan, saat dokuza, bilemedin dokuz buçuğa kadar, sepetin önünde nöbet tutuyor.
Bazen, hava öyle soğuk oluyor ki, koşarak, uçarak eve gidiyorum. Bu soğukta insanlar
nasıl durur diye düşünüyorum. Türkan’ı görüyorum, iş bitmiş, gözlemeleri satmış, ama,
o, apartmanın karanlık arasında, saat, on, on buçuğu geçiyor, kimi bekliyor böyle
zıplayarak, ellerini hohlayarak!..

Bir gün, Türkan’la hiç konuşmam olmadı, ayaz mı ayaz, ortalıkta kimsecikler
görünmüyor, şöyle yanaşıp, Gönül ablayı sorayım ayaküstü, dedim.. Apartmanın
karanlık ağzına yanaştım, arkamdan bir ses, “Niyaat, Niyaaat!” döndüm Kemal ağbi
içmiş, zom olmuş, yüzü kara saplı bir bıçak gibi parlıyor, bağırdı: “Yanaşma o kıza!”,
“Gönül ablayı soracaktım...” “Kalbini deşerim senin, yanaşma kıza, dokunma..”, “Ağbi,
vallahi Gönül ablayı soracaktım, “.iktir git ibne, kahvede kıza nasıl yalandığınızı
bilmiyor muyum lan!”.. Geri geri çıktım, sorun çıkmasın, alkollü, alttan aldım,
uzaklaştım.. Türkan, Kemal ağbinin yanına geldi, hiç konuşmadan karanlık sokağa
uzunlamasına daldılar, ay ışığı tam karşılarında.. Karanlık iki böcek kadar küçüldüler,
gözlerim seçemez oldu. Gözlerim sarımsak suyu gibi yaşlandı, nesini yazayım bu
hikâyenin. Yumuşacık solucanlar, sert kayaların altında yaşar ve hiç zıplayamadan
ölürler... Bari, depoya girdiklerinde içi kıpkırmızı bir karpuz kesseler de ben de mutlu
olsam...

(“Bizi tanımayanlar bu son şarkımızdı sanıyorlar” diyen Karanlıkta Dans filminin bu


son cümlesiyle seslendim hayata. Umutsuzluğu öğrendikçe delice umudu aradım. O gün,
bugün bu siyasi kavganın ayaklarına bu yüzden nal gibi çakıldım.)

Nihat Genç

İhtiyar Kemancı'dan

İhtiyar Kemancı

Vahim parasızlığını kimseye açamayan, aşamayan ihtiyarların gururunu tahmin


edemezsiniz. Koca ömrü geride bırakan parasız yaşlı, artık gençler gibi dünyaya neden
geldim diye isyan da edemez. Bir kabahat varsa, etraftakiler, biraz da kendinde ara der.
Ağlama hakkı olmadan, hiçbir şeycik umut etmeden ıstırap çekmenin hali dayanılmaz.
Kum saatini tersine çevirecek Tanrı’nın dahi gücü yok, takat yok. Geçmişin küllerini ne
kadar deşsen, elesen faydasız. Dünkü zıpkın gibi bakışlı erkek yüzün, kefen bezine
dönmüş!

Muhtaç yaşlılık en cesur erkeği dahi korkutur. Sürünerek geçen bir asra yakın ömrün
artık mahvedebileceği duygu kalmadığından, ihtiyarlığın dilenciliği kolay olur demeyin.
Öyle derin kederli ihtiyarlar var ki, hiçbir pişmanlık göstermeden yürürler, o son
günlerde dahi hayatları, hepimize şiir, masal olacak derin bir hissin ateşiyle yanar!

Yoksul giysilerini itina ile temiz giyip paçavralıktan koruyan bu insanların ruhumda
yaptığı sarsıntı büyüktür. Tanımasam da, bana selam verse, elimi sıksa diye çaba sarf
ederim. Doğduğu günden beri Tanrı kovalamış, her bir yaşına, kemiklerine acılardan bir
çentik atarak kaçmış. Kabuğu sertleşmiş, çürümüş yaşlı ağaçlara, şimdi o ağır yılları
sorsak!

Genç insanların parasızlıktan kurtulmak için azgın bir inatla her işte delicesine
çalışması mutluluk verici, ancak, elli yıl aralıksız çalıştığı halde fakirliğini aşamayan
bir yoksulun, işine kıskançlıkla sarılması hayranlık verecek bir insanlık dersi! Hiçbir
burjuvanın hiçbir macerası bu kadar yüksek, semavi bir güzellik kazanamaz. Açlıktan
öle öle hâlâ alnının teriyle yaşayan 75 yaşın üstünde bir ihtiyarın gururundan
sarsılmayacak bir ruh, bir canlı yaşıyor mu dünyamızda! Melekler kadar saf, çocuklar
kadar neşeli bu ebedi fakirlerin canını almaya Azrail dahi utanır. İşte bizler, depresyon
saatlerimizde bu insanlardan hayat ilhamı alırız, bir elmas madeni bulmuş gibi seviniriz.
Karanlık, talihsiz tehlikelerle hırpalanmış ve hiç bahtiyarlık yaşamamış ihtiyarların bu
çelikleşmiş, kemikten direnci karşısında ruhlarımız takdis edilir. Bu gurur karşısında
susmanın adı: Saygıdır. Saygının bu derin sesi kalbimizi parçalar. İçimizde insanlığa
dair bir fırtına kopar. Ayaklarımız yerden kesilir, artık gözümüzü daldan budaktan
esirgemeden, kutsal ışıltılı bu tecrübenin rüzgârıyla uçarak, otuzlu, kırklı, ellili yaşların
üstünden rüya gibi geçeriz!

***

İşportacılık yaptığım uzun yıllarda böyle bir ihtiyar adam geliyordu kaldırıma. Eskimiş
çorapları, yırtık ayakkabılarıyla altına bir mukavva parçası koyup, başlıyordu keman
çalmaya. Gözlerini derin sessizlikle kısıyor ve hiçbir şekilde insanlara, dışarı
bakmıyor. Hiçbir soruya cevap vermiyor. Çukur gözleri, artık bir onur adası olmuş
kalbinden başka yerde rahat etmiyor gibi. Hepimizi sersemleten tatlı bir sarhoşluğun
hüznüyle tek bir Türkçe parça çalmadan, adını bilmediğimiz klasik romantik parçalar.

İnanılır gibi değil, inat etti, kalabalığın tanıdığı tek bir şarkı çalmadı. Tek bir neşeli
parça da çalmadı. Oysa müşteri toplayabilmek için pekala günün modası şarkılar
çalmalıydı. Artık kırılacak, çıtırdayacak izlenimi veren, kurumuş ve tozlanmış
kemanının kokusu, yuvarlak köşeleri, yıllarca kitap arasında saklanmış, yaprakları
yapışmış bir çiçek gibi. Bazen, nesli tükenmiş şık mantolu, yaşlı, ruj sürmüş ihtiyar
kadınlar önünde durur, hıçkırarak ağlardı. Kendisi ağlamaz. O soğuk, paslı demir gibi
yaşlı yüzlere, kelebek simi işliyor gibi, çok ciddi! Ama, geç vakit toplanıp giderken,
kurumuş göz pınarlarının üstünde parlayan tuz parçaları görürdüm. Çok dalgalanmış
deniz gibi. Ölümsüzlük istiyorsak o tuzdan biriktirmeliyiz. Simyacılar çok zengin olmak
için altın üretecekleri bir felsefe taşı arayıp durdular... boşuna, o felsefe taşları bu tuz
birikintileri. Uzun, çok uzun yollardan, bir çölden bitkin, eli boş dönmüş gibi.
Kaslarının kemiklerine sürtünmesiyle son bir çıra ateşiyle gün boyu çalıyor. Nağmeler
kemandan değil, kurumuş kemiklerin kaburgalarının çırasından, ateş böcekleri gibi
kıvılcımlaşarak fırlıyor!

Sanki, bu sıcacık insanlık ateşini, 70 yıl arayıp bulamadıktan sonra, şimdi ilk insanlar
gibi, kemiklerini artık ağaç kabuğuna dönüşmüş kol kemiklerine sürterek, kupkuru
bilekleri kemana sürtünerek arıyor! Beş para etmez kuru kalabalık dinleyicilere, yerin
altında sıkışıp kalmış, yağmur dökmeyen bulutlar gibi gergin nağmeler sundu. Ve sonra
açık bir gökyüzü, masmavi bir gök neşesiyle aralıksız ve hızlı ritimlerle coşup herkesi
evlerine mutlu gönderiyor!

Yağmur serpiştiren tatlı bir sonbahar, ki güneyden Ankara’ya rüzgâr eserse, çınar
yaprakları şeker olur yersin, hep gezmek istersin, hep yaprak çiğnemek. Ağır inşaat
makineleriyle belediye kaldırıma onarıma geldi. Beton testeresiyle, dünyada daha çirkin
ses yok, kaldırım asfaltını kesiyor! Motorlu testereyi iki kişi tutuyor, o kadar yavaş
ilerliyor ki, jilet gibi kestikleri kaldırım kemancının önüne geldi dayandı. Kemancının
mevkiinde, inşaat birkaç hafta sürdü, hiç oralı olmadı. Kaldırım yayalara iptal edildi,
ama kemancı, inşaatın ortasında kendi halinde çalmaya devam etti.

Aynı zamanda patronum, arkadaşım şişkoya: “Bu adam deli mi?” dedim, “Hayır senden
akıllı, yerini kimseye vermek istemiyor, yerini halka ezberletti, ezberlettiği yer
unutulsun istemiyor!” Tam anlayamadım.

“Biz kazanıyoruz şişko, şu kemancıya biraz yardım edelim?” dedim. Şişko: “Esnafın
gururunu kırma. Bırak ezilsin, sürünsün, kendi kazansın!” “Tamam da şişko, yevmiyeyi
doğrultamamış işte, yol iptal, gelen giden yok, doğrultacağı da yok!” Şişko: “Heyecan
yapma, bu dünyada her esnafın bir fırıldağı vardır, görmüyor musun, belediye kaldırımı
iptal etti o hâlâ çalıyor, bunlar bu mesleğin duayenleridir, vardır bir bildikleri!”
Kemancı tatlı tatlı çalmaya başlayınca, iç geçirip “mutluyum işte” diyordum. Güvercin
tüyü kadar yumuşacık parmakları. Nasıl bir gizli feryat, nasıl bir ah sızıyor kirli
gömleğinin içinden. Ruhları yıkıp toz eden azap içinde melodik iniltiler. Zehirli,
veremli tınılar kemancının büyüsüyle kuş öpücükleri gibi gelip gelip dokunuyor küçük
çizgiler halinde vücudumuza. Kaldırım, insanların yüzleri, müziğin kırık ritmiyle birden
kızıl şarap rengine bürünüyor. Müziğin tınısı ruhun külleri gibi. Bitmeyen bir veda
çalıyor gibi. Bu kirli giysiler içindeki hayalet adama kulak verdiğinizde, göklere asılı,
dağ kadar büyük masmavi hayali bir çan görüyorsunuz. Baygın bakışlı sapsarı bir
kanarya gagasıyla çizer gibi, ezgiler, bir kadının kaşlarına sürünen perçemleri gibi,
geberinceye kadar dinleyesin geliyor!

Müzikten değil, meraklı bir kalabalık sarıyor etrafını. Günler geçtikçe, keman sesi de
kemancı da çok tanıdık geliyor, başını çevirip bakan yok. Çok nadir, beyfendi birkaç
insan, yukardan atarak değil, eğilerek önüne para koyuyor, çok değer verdiğini
göstermek için de önünde birkaç dakika saygıyla dinliyor. Arabaların gürültüsü,
işportacıların bağırışları, kalabalıkların hızlı akışı arasında kayboluyor kemancı! Oysa
dikkat çekmek için işportacıların hepsi kudurmuş gibi bağırıyor, biri kekeme taklidi
yapıyor, diğeri takılmış plak gibi hep aynı kelimeyi bağırarak söylüyor. Kemancının,
önünden akan kalabalığa ulaşacak gücü yok! Cazgır işportacıların, şebek maymunları
gibi cıyıltıları arasında keman sesinin bir adım önünde yürüyen insanlara ulaşamadığını
gördükçe, içinizden “zavallı”, “yazık” diyorsunuz. Kalabalığa ulaşmak için güç, kudret
olmalı. Mahşeri kalabalık ilgisizce akıyor! İncecik bir duman gibi yayılan nağmelerin
gelip geçenlerin kulak diplerini bir gül kokusu gibi iç gıcıklayarak yalayan hüzünlü
şarkılarını duymak mümkün değil. Oysa birazcık dikkat ediverse kalabalık, nağmelerin
görünmez bir ruh aynası gibi kalplerine sızıverdiğini hissedecekler. Ruhları gizli
aynasını bulmuş gibi sevinecekler. Nafile! Kemancının beli bükük. Boynu bir kuğunun
kıvrımlı boynunun iskeleti gibi, başka sulara dalıp dalıp gidiyor. Bu haliyle insanın içini
ezen çok acıklı bir manzara oluşuyor, keman nağmelerinden değil, zavallı ihtiyarın garip
halinden içiniz kıyılıyor! Hiç görmeyeyim, üzülmeyeyim, diyorsunuz. Ne olur sanki
birazcık dikkat etse kalabalık, sokağa buğu gibi yayılan sıcacık nağmelerin, gümüşsü
tınıların pırıltılarının sim sim üstlerine yapıştığını görecekler. İş dönüşü yorgun
mecalsiz ayaklarına çarpıverecek bu pırıltılar, dizlerinden derman adında bir incecik
telin çekildiğini hissedecekler. Boşuna, mümkün değil. Kemancı görünmez bir adam.
Orda hiç yokmuş gibi. Kendi haline çalıyor. Garip ve çökmüş omuzları. Gömleğinin
altından sırıtan kırık dökük kaburgaları. Hastalıklı bedeni. Yapayalnız. Eskimiş
çorapları. Yırtılmaya yüz tutmuş ayakkabıları çok hazin. Gün boyu aralıksız çalıyor ve
önündeki mendile kimsecikler beş kuruş atmıyor, üç-beş lira atılıyorsa da bir ekmek
parası değil, hiç değmiyor! Bu delirmiş sokakta binlerce işportacı içinde bir tek o para
kazanamıyor!

Hiç para kazanamadığı halde birkaç hafta aralıksız gelip gün boyu çalmasına anlam
veremedim. İnsan başka bir sokağa gider. Şansını başka bir kaldırımda dener. Bu denli
tecrübeli bir adam tam gününü boşuna harcayamaz. Kemanı bu denli zevkli ve içli çalan
bir insanın, aynı zamanda çok zeki bir insan olabileceğini düşünüyorsunuz!

Kirli saçları, sümük rengi suratı, çok yıpranmış pardesüsüyle yaşlı kadın, kemancının
yanı başına çömeldi. Tünedi, bir daha kalkmadı. Kemancıyı dinlerken, suratı için için
yanan mangal ateşi kızıllığına dönüşüyor. Ama çok acıklı bir çirkinliği var. Gözleri hiç
yıkanmamış, yağlı, isli tüller gibi. Nasıl anlatsam, yaşlılığın tükettiği bu kadın hayran
bakışlarını kemancıya dikip, hiç kımıldamaksızın ve sadece sigara içerek birkaç ay
kemancıya dadandı. Acısını mı dindiriyor? Tanrısal bir mutluluk uykusuna mı dalıyor?
Birbirine komşu iki mezar gibiler. Ama nasıl sıcacık bakıyor kemancıya. Kemancıdan
dünyanın harikaları dökülüyormuş gibi. Mutlu bir filmin son sahnesi perdede donmuş
kalmış gibi. Suskun, sessiz, nağmeler yalnız onun ruhundaki kuyuya dökülüyor, heykel
gibi, günlerce. Ne başıyla tempo tutuyor, ne duruşunu bozuyor. Üstüne karlar yağsa da,
sonunda bedeninin sarılacağı kefeni bulmuş gibi. Büyük acılarından nihayet kurtulmuş
gibi. Süssüz, mücevhersiz, sadece derin gözler! Dünya ikisinin de umrunda değil.

Teneşir paklar dediğimiz kırışmış bu yaşlı bedenin içinden, sonsuz ve derin bir hazla
kavrulan bir kadın yüzü gülümsüyor! Hayranlıkla dalınca kemancıya, çürümüş kadavra
tahtası bu surattan, artık kimsenin öpmeye cesaret edemeyeceği bu sanduka küfünden,
artık bir karikatüre dönmüş bu çarpılmış surattan hiç kimse, herkesin gıpta edeceği
mucizevi bir güzellik fışkıracağını düşünemiyor. Rüzgârda usulca salınan boş
salıncakların gıcırtısı gibi kemanların şarkısı. Hızla, koşarak geçenler dahi zıpkın
yemişler gibi kalakalıyor. Ne güzel kadın, diyorlar. Kadının yüzünde akseden hayranlığa
gıptayla bakınıyor herkes. Kadın, çok derinlere uçmuş, kemanın sesiyle uzun bir
yolculuğa çıkıyor; hava kararana, sokak tenhalaşana kadar, travestiler ellerinde bıçak
polisleri kovalayıncaya kadar, zevkle dinliyor kemancıyı. Aşkın bu şaşırtıcı sınırsızlığı
betonu yumuşatıyor, arabaların gürültüsünü emiyor. Buzdan, demirden soğuk, sımsıcak
kalp ateşine dönüşüyor. Yorgun argın eve dönenler kadının yüzünü gördükçe, akşam
sevimli, tatlı bir akşam oluveriyor. Sanki kemancının başından, kemanından, pembe,
mavi, mor pırıltılar yükseliyor göğe. Şehrin en köhne bu yerinde, şehrin kusarak
fırlattığı bu kurumuş iskeletten ihtiyarlar, hepimizi bu dünyada tutan muhteşem bir
manzara oluşturuyor!
Kadının hayran bakışları, keman nağmelerini dev bir süpürge yapıp kalabalığı başına
topladı. Kalabalık kemana değil, kadının hayran, titreyen ve bitmekte olan mum gibi
büyülü gözlerine bakıyor.

Reklamın düzenbaz tanrısı, evlere, apartmanlara, kahvelere, kolera salgınından daha


hızlı yayıverdi haberi: “O yaşlı kemancı vardı ya, işte ona bir kadın aşık olmuş,
yanından ayrılmıyor!” Sokaktan geçip eve gidenler, bir de bir hikâye götürüyorlar yanı
başlarında: “Kaldırımdaki kemancıyı hatırlıyorsun değil mi, adama bir kadın musallat
oldu, yanında oturmuş öyle baygın baygın bakıyor ki, herkes toplanmış kadını
seyrediyor!”

Haber dalgalandı, uzadı, yüz ayrı evin kapısından içeri giriverdi: “Bir yaşlı kemancı
vardı sokakta, hatırla, bir kadın aşık ona, hiç ayrılmıyor yanından, gerçi kemancının
yüzüne baktığı yok, kadın da aman çok çirkin, ama nasıl güzeller, nasıl yakışıyorlar!”

Kemancıyla aynı kaldırıma tezgah açıyorduk, işportacılar arada bir kemancıya gidip,
biraz da dalgasını geçerek: “Baba, gıy gıy kafamızı ...tin, şurdan neşeli bir hava çal
da...” diyordu, şimdi hikâye işportacıları da sardı: “Baba baksana, kemancının manita
gelmiş, bu kadın fena yapıştı.” Mevzu daha da ilerliyor: “Kemancı bu kadınla evlenmek
istese çoktan işi bağlardı. Kadın bir aydır geliyor, kemancı daha gözlerini açıp
bakmadı!” Yorumlar derinleşiyor: “Ağbi baksana, kadının yüzü nasıl şeker gibi eriyor,
kemancı yer mi bu numaraları, almaz bu kadını, adamın evveliyatında neler var ki kadın
kısmından ikrah etmiş, aynı tuzağa bir daha düşer mi, kadın boşuna kendini heder
ediyor!”

Ancak, artık kemancıya kimse acıyarak bakmıyor. Kemancının aşkını konuşan herkesin
yüzü de şeker gibi eriyor. Kadın kemancıya hayranlıkla baktıkça, sanki kemancı da
nağmeleri azdırıyor. Kemancının kırgın ezgilerini her sağır duymaya başladı.
Kemancının bu eski kırık kapısından girmek için etrafı sarılıyor. Bir yıkıntının külleri
içinde hâlâ tütmekte olan içli nağmeler, eskimiş tahtalardan fırlayan kıvılcımlar gibi
çıtırdayarak yükseliyor. Müzikten anlasın anlamasın, başına toplanan halk, bir tabak
keman helvası yer gibi, hacı pilavı mı var der gibi, tüm parçaları sonuna kadar dinliyor.
Kadının minnettar bakışları, saygı dolu bir uyum ve nezaket içinde hiç değişmiyor.
Aşkın onurlandırdığı güzellik yanıyor yüzünde. Aşk kadının aklını almış. Sanki kalbini,
bir sıcacık çorba kâsesi gibi elinde kemancıya sunuyor. Müzik değil bu, medet, yakarış!
Müziğin dili kuşkusuz kuş dili, ancak aşık olan çözer. Sanki kemancı, halkın anlamadığı,
gıy gıy diye dalgasını geçtiği yabancı ezgileri, kadının, aşkın yardımıyla çözdürtmeye
çalışıyor.

Kadının doyumsuz tatlı bakışlarıyla durmaksızın okşadığı kemancının artık nefis bir
hikâyesi vardı. İnsanlar bu hikâyeyi ayrıntılarına kadar merak ediyordu. Kadın tam bir
ay, duruşunu, bakışını, kemancıyla arasındaki bir adımlık uzaklığını hiç bozmadı!

Bir ayın sonunda kadın, kemancıya biraz daha yaklaştı. Kemancı kollarını dinlendirmek
için kemanı indirdiğinde, kadın usulcacık başını kemancının omzuna koymaya başladı.
Bu inanılmaz gelişme, büyük haber. Haber katlanarak, ballanarak yayıldı. “O yaşlı
kemancıya musallat olan kadın var ya, işi pişirmiş, yolun ortasında kemancının göğsüne
başını koyuyor, gelip geçenler nasıl gülüyor, nasıl seyrediyor!” Başkası: “Kemancının
gönlü olmasa kadın yapamaz, kadın başını koyunca hiç sesini çıkartmıyor, demek bir iş
var!”

Bir ay kadar da, kemancıya kadının yakınlaşması hikâyesi anlatıldı. Ve bir zaman sonra,
kadın elinde çarşı filesiyle gelmeye başladı. Filenin içinde birkaç parça yiyecek, artık
akşam saatleri geliyor. Kemancının yanında çok daha rahat oturuyor, eskisi gibi
gözlerinin içine bakmıyor. Kemancının hikâyesini bilmeyen yok. “O kemancı var ya,
evlenmiş, o kadınla...” “Ben dedim baba, kadın fena yapışmıştı!” “Ya hatırlıyor musun,
o kemancı orda yıllardır yalnız başına oturuyor, sonra bir kadın aşık ona, bakıyorum
şimdi kemancının gömlekleri, pantolonu tertemiz, her akşam kol kola eve gidiyorlar,
liseli gençler gibi, el ele tutuşuyorlar, nasıl mutlu oldum anlatamam!”

Aysız bir geceye, aşksız bir hayata kimsenin tahammülü yok, kalbimiz çiçek sepetine
dönmeden yaşayamayız. Aylardır yanından geçen kimsenin görmediği, duymadığı
kemancının önündeki mendil, artık para doluydu. Halk bu aşkı çok sevdi. Yaşlı
kocakarılar önlerinde eğilip, itinayla kâğıt para koyuyordu. Tembel, miskin, işsiz
insanlar dahi mendile para atıyordu. 13-14 yaşlarında, balon satan paçavralar içinde bir
çocuk dahi para atıyordu. Bir ateş parlıyordu burada. Bir masal yaşıyordu. Para bu aşka
atılıyordu. İşportacılar kemancıyı kıskanmaya başladı: “Herife bak, iki gıy gıy yaptı
yolunu buldu, mendili dolup dolup boşalıyor, iki gıy gıyla hazine topluyor!” Aşk daha
büyük, en büyük hazine! Bir mumya gibi çukur kemikli gözleriyle kemancı, önündeki
paralara bakmıyor. Fırtınalar estiren aşkın kahramanı yaşlı kadın, el ayak çekilince
mendili kimsecikler görmeden cebine boca ediyor!
İşte asıl haber, kadının mendili boşalttığı görüldü: “Herifin parasını yiyor kadın” “Ben
dedim ağbi, bu kadın herifin parasına aşık!” Haber şekillendi: “Kemancıyla evlenen
kadın var ya, adamcağızın parasını yiyormuş, zavallı adam, nasıl kazanıyor o parayı,
buz gibi soğukta gün boyu betona oturuyor, yazıktır ya, insanın içi parçalanıyor!”

Tam işportacılar, şu kadını dövelim, bir daha sokağa gelmesin diye aralarında
konuşurken, kemancı, aşkıyla birlikte ortadan kayboldu, bir daha görülmedi, unutulup
gitti!

***

Ve çok sonra... Trafiği yan semte doğru akan, şehrin bambaşka bir sokağında, kemancı
görülmeye başlandı. O sokaktan geçenler kemancıyı hiç tanımıyordu. Araba gürültüleri
içinde bu yoksul ihtiyarın çaldığı kemanla ilgilenen çıkmadı, yazık, zavallı, diye bakıp
geçiyordu insanlar. Ta ki, bir ay kadar sonra, kemancının yanına bir kadın gelmeye
başladı. Kadın hayranlık dolu bakışlarıyla bir heykel gibi kımıldamaksızın kemancıya
bakıyordu. Gelip geçenlerin dikkatini çekti bu, hikâye yayılmaya başladı, kemancının
aşkı konuşuldukça, etrafı sarılmaya başladı!..

Kemancı, eşiyle bu oyunu, havaların güzel olduğu iki sezon sahneye koyar. Biri nisanda
başlar, kadın mayısta gelir, diğeri eylülde başlar, kadın ekimde gelir. Kasımda artık
çarşı filesiyle görülür.

Arada küçük kazalar da çıkıyordu. Evinin penceresinden her gün kemancıyı dinleyen
yaşlı teyze, kemancıya aşık olur. Yanına inip, kemancıya pastalar, börekler, hatta ev,
araba teklif eder. Penceresinden kemancıyı hayranlıkla dinlerken, bir gün başka bir
kadının, üstelik çapulcu gibi giyinmiş çirkin bir kadının kemancının yanına gelip onu
aşkla izlediğini görür. Dayanamaz, kadının yanına iner. “Adamı rahat bırak” der, iki
kocakarı itişme, kakışmayla ağız dalaşına girer. Kemancı oyunun sahnelenme
güçlükleriyle dolu olduğunu anlayıp ertesi gün başka bir sokağa geçer!

Ticari değil, temiz bir çift yüreğin aşk, hayat oyunu. Ölünceye dek, her mevsim karınıza
aşık olacağınız bir iş. Ki, benim gibi kadının bakışlarını görenler, onun kocasına her
mevsim rol yaparken gerçekten aşık olduğuna inandılar. İşini aşk gibi, aşkını iş gibi
sevmek. İnsan dilenciye gönlünden ne koparsa verir, ama işini aşkla yapana gönlünü
verir. Dünyanın en güzel oyunu. Kadınınıza işiniz gibi, işinize kadınınız gibi aşık olmak!
Yaşlansanız da, kalbiniz hiç soğumadan hep yanık, hep alevli nağmelerle için için yanıp,
sonsuza dek tüter! Aşkın oku, Yunus’un dediği gibi, her katı taşı deler geçer!

Nihat Genç

Ofli Hoca'dan

Bu işin tövbesi varmudur?

“... Gelelum livata meselesune. Dinle cemaat dinle, işune gelmeyen çikar gider. Adamin
biri sorayi, hoca efendu başumdan bir cahilluk geçmiştur, bunun tövbesi var midur?

Mümin kardeşlerum, dedum ki, bu maskara adama, bu iş baştan geçmez. Bunun


çeşutleri, yollari vardur, gerusini anlat bakayim, nedur işin ayrintisu...

Bir sakin dinleyun bu maskara adami, her gün gazeteler yazayi, bir şey olmayi, ses
çikartmaysiniz, bu meselelere bir açukluk getirelum, İslam’un fikruni söyleyelim.

Muhterem cemaat, bu adam, bu puç heruf der ki, doğru dersun Hoca Efendu, ordan
geçmiştur da, ayrintisini nasil söylesem..., dürziye bak, dürziye, kulağuna eğuldum
usulca, şimdi evladum sen adam gibi ben ibneyum desene. Siz bilursunuz hoca efendu
deyi, bak puç herufe bak, oğlum bu zikkimi yerken utanmadin da şimdi mi utaniysin,
açikla bakalim, bir defa midur, alişkanluk mudur, nedur? Hocaysak da delu değuluz
anlaruz, anlat oğlum, İslam’da her şeye çare vardur, adam ne derse beğenursunuz, “Hoca
efendu sen en iyisi bir defa olirsa ne olur? alişkanlık olirsa ne olur? İkisinin de tövbesi
var midur ayri ayri söylesen...”

Ee pezevenk, e gavurun puçu, bu işin biri da bir, bini da bir, daha ne tövbesi araysin.

Ey cemaat, işte kitap, işte Kur’an, her işte tövbe var, bu işte tövbe yok.

Olaki içinuzde derduni anlatamayanlar vardur, lâfumi eyi dinleyun bu adamlarun elinden
bir şey alunmaz, bu adamlarun eline bir şey verulmez. Hiç çareleri yoktur, naçar
yanacaklar.

Gelelum bu dürzünün uşağuna ne diyor, bir defa olirsa ne oliymiş, alişkanluk olursa ne
oliymiş. Göriy misin uyaniği, onin hesabi, alacak hoca efendunun ağzindan tövbenin
garantisunu, yine koşup yetişecek o işe, göriymisun uyaniği, aklunca beni kandiriy. Ne
günlere kalduk, belki içinizde bu işi yapanlar vardur, yatacak yerleri yok ey cemaat,
yatacak yerleri yok, ne kilduklari namaz namaz, ne alduklari abdest abdest, o işi
yaparken düşünseydiler, naçar, yanacaklar.

Nihat Genç

Suç ve Sanat

Bu yazımı genç sanatçı ve genç yazarlar için kaleme alıyorum. Konusu, küçük kasabalar
ve suç örgütleri ya da aynı şekilde, kapalı ideolojiler ve suç örgütleri.

Onlarca kasaba seçkininin tecavüz ettiği Remziye adlı kızcağımızın hazin ölüm
hikayesini okudunuz. Buna can dayanmaz. Bu sütunlardan, bu nasıl vahşettir, bu nasıl
canavarlıktır diye bağırmanın faydası yoktur. Sorun, bizim, kendi içimizdedir. Biz, kendi
içimizdeki ahlaki sorunlarımızı çözmeye yanaşırsak, Remziye ve Remziyeler'e karşı
toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluruz.

Remziye öldü ve o kasabada birileri artık mutlu olmalı. Çünkü suç delili ortadan kalktı.
Artık konuşamayacak. Kasaba böyledir. Binlerce küçük trajedi, arkadaşlık, akrabalık,
namus, diyerek örtbas edilir. Kasabada herkes birbirine sarılarak saklanır. Herkesin
birbirine bir işi düşmüştür ve işi düşenler gün gelir birbirlerini aslanlar gibi korur,
zırhtan duvar. Tek bir itirafçı çıkmaz. Hesabımız, toplumadır, kasabaya değil diyen
çıkmaz. Hesabım Allah'adır diyecek vicdan kasabalarda çok zor oluşur. Sımsıkı
bağlıdır arkadaşlıklarına. 13 yaşındaki kızın sahibi ise yoktur. Arkadaşlıkları olacak
kadar yaşamadı zaten. Ya da 'acı çekiyorum' gibi bir cümleyi kuramayacak yaştaydı.
Çırpındı, tekmelendi, suçlandı, ortaya atıldı, taşlandı, küfredildi. Top yerine fare leşiyle
oynanan mahalle maçı gibiydi. Ayaktan ayağa, duvara yapıştırıldı leşi.. Kanları kasaba
duvarına yapıştı..

Ve sonuç, bir tarafta kasabanın namusu, diğer tarafta o zaten orospuydu laflarıyla fare
leşini duvardan temizlemeye çalışan seçkin kasabalı.

Mutludur şimdi o seçkin kasabalı. Belki de yine okey masası etrafında laf açıldıkça, 'ya
boş ver, orospunun tekiydi, takma kafanı' diyerek birbirlerine güç veriyorlardır.

Ancak, 'orospuydu zaten' diyerek de kendilerini bir ömür koruyamazlar. Arkadaş


grubudur bu. Dayanışmadır, sadakattır, gizliliktir. Başkasına karşı yan yana gelmelidir,
kasabanın namusudur.

Bir zaman sonra bu arkadaş grubu 'alaycılığa' başlamak zorunda. Yani, orospuydu zaten
lafları yetmeyecek, küçücük kızın, kendi özel tecavüz anlarındaki hallerini ayrıntılarıyla
birbirlerine anlatıp, espriler, fıkralar işin içine girecektir. Yani, arkadaşlıklarını
'alaycılıkla' koruyacaklardır.

Alaycılık parlak bir ışıktır. Suçu, kederi, kasveti, günahı, sorumluluğu, her şeyi unutturur
ve alayı döndürüp döndürüp çeviren grubu korur.
Kasabadaki bu suç örgütünün içine girip onlara şöyle güç verenler de çıkar, 'ya
kardeşim, Hüseyin ağbi gibi kaymakama yapılır mı, onun bu kasabaya hizmetleri çoktur,
turizme, tarihi eserlere düşkündür, o zaten küçük bir orospuydu, bir orospu bakın
kasabanın ahlakını bozuyor...'

Yani, 13 yaşındaki kızı küçük bir kasaba seçkini, fare leşi gibi dışlayıp suçlayıp
ciğerlerini, beynini ayaklarıyla çiğneyip yoketmeye devam edecek, çünkü Remziye'nin
sadece kendisi öldü, suç kasabada yıllarca yaşayacak.

Suç, kasabada yaşıyorsa bizler bu örgütlü arkadaş çetesinin suçunu tanımamız lazım.

İşte böyle. Bunlar ülkemizde oluyor, yüzlercesi oluyor. Sessiz kalıyor, binlerce küçük
kadını, kızı, kimsecikler duymuyor. Kast gibi duvar gibi çelik disiplin gibi dayanışmalı
erkekten örgütler kendilerini koruyor... Dışarı bilgi sızmıyor. İtirafa kimse yanaşmıyor.
Olan çocuklara, altta kalanlara, mağdurlara, kimsesizlere, zayıflara, çelimsizlere oluyor.

Peki, yazarlar toplum içine niçin çıkar. Toplum içinde olup bitenleri dert edindiği için...
Toplumla, ya içinde büyüdükleri için, ya insanlık ailesinin parçası olduğu için, ya da
hepimizi Allah yarattığı için, ya da bu toplumla, aynı dağlar, aynı çiçekler, aynı aileler,
aynı geçmiş kültür, ahlak içinde yaşadığımız için...

Ve şüphesiz tatlı bir huzur duygusuna doğru ilerleyebilmek için...

Bu kasabanın seçkin suç örgütü, belki bizim de yazılarımızı okuyor, gazetemizin


bulmacalarını çözüyordur. Hatta Kıbrıs konusunda fikir dahi tartışıyorlar, belki de
Galatasaray başkanına kızgınlıkla küfür ediyorlardır. Yani, toplumun dertlerine
heyecanlarına karışıyorlar.

Ama aynı adamlar, şeytani bir can sıkıntısının ya da kendi iç dünyalarına


açıklayamadıkları ve hep üstü kapalı kalan sapıklıklarına doğru patlaya patlaya
kendilerini kaptırıyorlar. Nasılsa kimse görmez, duymaz, demişler ve iç sıkıntılarını bu
derin duvarlar arkasında heyecanlaştırmak için bir küçük kızı kurban seçmişlerdir.
Oysa, tam tersi, derin çözülmez kasvet anlarında dünyayı hepimize /herkese sevdirecek
ortak şeyler bulabilmeliyiz.

Bu dünyada, en küçük hücrede, en dar yerde, en uzak kasabada dahi, bu dünyanın


hepimizi ikna edici bir tatlılığı ve bir insanlık neşesi mutlaka vardır.

İşte biz yazarlar, bu neşe ve tatlılığın 'itiraf' olduğuna inanırız. İtiraf sadece kendinle,
toplumla ve Tanrı'yla konuşmak değildir. İtirafın yani iç heyecanların yüksek, yüce,
estetik biçimleri vardır..

Dünyayı sarsan yüzlerce sanatkar bir küçük kasabadan hiç çıkmadan o büyük eserleri
yazmışlardır.

Ya da eserlerinin içine girelim. Mesela ünlü bestekarımız Dede Efendi'nin ününü hala
koruyan 'Ferahfeza' eseri gibi. Ya da yine Dede Efendi'nin meşhur diğer ayini şerifleri
gibi.

Yüksek, yüce sanat eserleridir bunlar. İçimizdeki sıkıntıların estetik itiraflarıdır.


İçimizdeki sıkıntıları bertaraf edici, temizleyici, arındırıcı, derinlikte fırtınalar yaratır..

Bu fırtınayı oluşturabilmek için cezbelere ihtiyaç vardır. Yani, toplumla, Allah'la,


kendinle yoğunlaşıp, taş gibi ağırlaşıp, sonra o taş içinden kuş gibi fırlamak. Taş önce
yosunlaşır, sonra içinden sular akar, sonra çakmaklaşır ve kıvılcımlar gözlerinizi,
kalbinizi tutuşturmaya başlar. Ve melodi olarak fırlar, güzel söz olarak fırlar. Mimari
eser olarak şekillenir.

Duyguların ateşini, söze, taşa, vicdana, ahlaka giydirebilmek... Bizler, yani, bu yüce
sanat eserlerini izleyenler, en kalın mahrem duygusal örtülerin altında neler olduğuna
baktığımızda, hepimizi içine alan dramatik ve şaşırtıcı şaheserlerle karşılaşırız.

Bizi kendine aşık hayran eden manevi bir iç evrenle yüzleşiriz. Ağlarız, kendimizi
kaybederiz, şaraplaşırız. İçimizdeki ağırlık gider, taşın renklerini, dokusunu hissederiz,
sonra, yosunlaşıp yeşillendiğini, içinden renkli gözyaşı suları aktığını...

Ancak, bu soylu yüce eserlerden tad almamız için başka şeyler de olmalı. Yani, siz de
içinizi açabilmeli, kendinizi esere koyvermelisiniz. Zaten eserlerin bizleri yumuşatıp
eritebilme özellikleri vardır. İçinizi açarlar. Açılabilmek için Tanrı'yla, kendinizle,
toplumla ve olup bitenle gökkuşağı gibi ya da manolya yaprağı gibi incecik bir ruh
haliniz olabilmeli.

İşte bu muhteşem eserler orada duruyor. Ferahfezalar, Saba Buselikler. Ayini Şerifler.
Onların neden şaheser olduğunu dahi anlamıyor, hayatımıza hiç koymuyoruz. Bir
karşılaşsak belki bizi de kor melodik ateşinin içine alıverecek.

Dede Efendi, yani Mevlevi dervişi İsmail Hamamizade... Dervişlik için babasının
hamamını satan adam. Henüz genç yaşta çilehaneye kapanır. Yani, ayini şerifler
bestelenmeden çok önce kendi içinde gizli ayinler tertipler...

Çilehaneye kapanma sebebi de budur. Gizli ve kendinizle olan ayininizde ciğeriniz,


yüreğiniz, beyniniz etiniz tutuşmaya başlıyorsa... Yani tutuşabilme kıvamına gelmişseniz,
siz artık, bir toplumun yüreğini yakabilecek yüce sanatkarın kendisi olmuşsunuz
demektir.

Ancak.. Genç yazar kardeşlerim. Gizli ayininizde, kendi başınıza kaldığınızda, hala
sakladığınız, koruduğunuz, gizlediğiniz, taraf tuttuğunuz şeyler varsa... Ve sizin
arkadaşlarınız, takımınız, tekkeniz...dünyadan, toplumdan, insanlıktan ve kalplerimizden
daha değerliyse...

Siz hiçbir zaman itirafa yanaşamazsınız. Yüksek sanatçılar şüphe yoktur ki gizli
ayinleriyle mekansızlaşmış sanatkarlardır. Onlar bir arkadaş grubuna göre, tarikata
göre, kasabalıya göre konuşmazlar... Bu yüzden onların eserleri bugün bütün insanlıkla
konuşur.

Ve kasaba sıkıntısının ucu bucağı yoktur. Korkunç bir kuvveti vardır. Ve etrafınızda olup
biten şeyleri kendinize karşı, düşmanca görmeye başlar, 13 yaşındaki küçücük kızları
dahi fareleştirip leşlerini hırsla çiğnemeye başlarsınız...

Şimdi, bu yazdıklarımdan ne anlam çıkıyor. Özetleyeyim...

Ülkemizde 13 yaşındaki kızları orospulaştıran ve fareleştirip öldüren yüzlerce küçük


kasabalar var. Yazarların bu küçük kasabalara karşı tavrı ne olmalı...

Ve aynı ülkede ölünceye kadar dinleyebileceğim Dede Efendi'nin ayini şerifleri gibi
soylu yüce eserler de var...

Ben bir insan olarak, 13 yaşındaki kızın bu trajik akıl almaz insanlık dışı hallerini
görmezlikten gelebilirim. Umursamaz davranabilirim. Kendi bencil huzurum için yüce
eserler dinleyip, mutlu olabilir (miyim?)...

Hayır! Konformist bir hayat anlayışıyla bir kenara çekilemeyiz. Modern insanın sıkıntısı
burada. Yüce bir eserden tad alabilmek için, topluma ve kendine ve Tanrı'ya, tıpkı o
yüce eseri oluşturan sanatkar gibi, içimizdeki gizli ayinle ciddi bir hesaplaşmamız
olmalı. Yoksa, Soros, hepimizden zengin, dünyanın en büyük bestekarlarını odasına
çağırıp onların müziğiyle uykuya dalabilir..

Ya da arkadaşınıza gidip ben şu eseri dinledim diye hava atarsınız, ama, o eseri
besteleyen sanatkarı hiç tanımamış olursunuz.

Eğer o yüce eserlerin içindeki ruh çırpınışlarını anlayamazsam, o eserlere hiç


yazılmamış gibi davranmış olurum. Yani, dünyanın güzelliklerinden habersizliğim
devam eder.

Yani, bir iç huzur için, çağların içinden yüzlerce sanatkar zincirlenerek bugüne yüzlerce
eser taşıdı. Bu soylu sözleri, melodileri, rüzgarı, aşkı, hiç tanımadan bu dünyadan
gitmek olur mu?

Ancak eserlerin iç yasaları vardır. Yani, 'ahenk' olmadan hiçbir sertlik çözülmez. Eğer,
şiddetli ıstıraplar taşıyorsak, önce bu şiddetli ıstırapların edebi, melodik, ritmli
hallerinden düzenlerinden haberdar olmalıyım.

Ve o zaman.. Bu ahenk içindeki eserlerin, bana itirafı öğrettiğini, konuşmayı öğrettiğini,


bana söyleyemediklerimi cesurca söylettiğini görürüm. Artık beni kimse tutamaz. Kuş
gibi hafiflerim.

Karşımdaki ağbiye, kasabaya, çirkin namusuna, despot ahlakına aldırış etmem... Gülüp
geçerim. Ya da karşılarına çıkacak bir gücüm olur, bağırırım.

Yüce eserlerin söz ve melodi düzenlerini inceleyenler, bu söz ve melodilerin taşıdığı


ahengin içimizdeki çok derin uyumla esrarengiz bir aşk ilişkisine girdiğinden söz eder.
Böyledir.

Yani, esrar perdesi altında gizlenmiş şeytani derinliklerde başkaları 'sapıklaşırken',


soylu sanatkarlar, bu şeytani derinliklerden Tanrı'nın ellerine dokunan sonsuzluğa
uçuveren cezbelerle inip çıkar...

Eser dediğimiz şey ilahi iç düzenin sanat haline dökülmesidir. Bu yüzden eser sahibi
olmayan insanlar anlaşılmaz, karmaşık, kaosa ve ahlaksızlığa yatkın insanlardır. Eser
sahibi olmamız gerekmez. Soylu eserleri izleyerek onların estetik düzenini içimize
almaya çalışırız.

Biz yazarlar dünyanın bin türlü meşgalesi içinden soylu edebiyatı seçmemizin sebebi de
budur. Yüce eserler yazan, okuyan, izleyen herkesle eşitlik, kardeşlik, iç ahlak gibi
insani sorunları insanoğluyla tartışıp bölüşmeye çalışırız.

Velhasıl... Bu satırlar gazete yazısı için fazla. Hepimiz isterdik, o küçük kızın, ayini
şeriflerden haz alan genç bir kadın olmasını. Hepimiz isterdik, o küçük kıza tecavüz
edenlerin, Ferahfeza gibi yumuşak, melodik dünya genişliğinde huzurlu insanlar
olmasını...

Ama olmuyor. Olması için birkaç yüz tane daha küçük kızımızın orospulaştırıp
fareleşmesini bekleyemeyiz.

Bugünden, yazmaya başladığımız ilk günden itibaren, itiraflara hazır olmalıyız.


Arkadaşlarımıza, tekkelere, liderlere, kasaba namusuna, kastlara, duvarlara karşı
gelerek, kendi iç ayinlerimizden başka 'hesap' 'vicdan' aramamalıyız...

İçimizdeki o kutsal ayinde, ağbi, aile, kasaba, arkadaşlık, taraf tutma, benim adamım,
hiç yoktur.

O kutsal ayinde bu dünyaya niçin geldik, ne yapıyoruz, çiçekler bana söylüyor,


sorumluluklarımız nedir, neleri övmeli, bu tatlı iç resmimizi başkalarına hangi formlarla
anlatabiliriz endişesi vardır...

Ve bilelim. Ferahfezalar'ı besteleyenlerin dünyasında değiliz artık! Bir takım telefonlar,


medya, şöhret, bilmem neler'in dünyasındayız. Yani, artık içimizdeki ayini düzene
sokmak, zordur.

Şüphesiz toplumumuz birkaç yüz yıl daha suçlarıyla örgütlenmiş bu canavar


kasabalarıyla birlikte yaşayacak. Ve küçük kızlarımız birkaç onyıllar, yüzyıllar daha
fareleştirilip bu toplumdan parçalanarak dışarı atılacak...

Ama devreye girebilir, tutuşabildiğimiz kadar tutuşabiliriz...

Kabul edelim ki, çocuklarımıza hayat güzeldir diyebilmemiz için, önce bu güzel hayatın
bir güzel düzeni olduğuna, bir ilahi iç neşesinin diliyle güzeldir diyebilmemiz için, önce
bu güzel hayata kendimizin de inanması gerekir.

Yani, kendimiz itirafa yanaşamadıysak, çocuklarımıza, Tanrı'ya, topluma söyleyecek


sözümüz yoktur.

Yoksa, işte bir yazı daha yazdım. Telifini alırım, yarın başka laga luga yazılar yazarım,
yine telifimi alırım. Ve pastaneye gidip muzlu dondurmalardan tıksırıncaya kadar yerim,
sonra kasetler alır sabaha kadar dinlerim...

Yani, bir iç ortaklığım, bir iç neşem olmadan her şeye bakar, her şeyi dinlerim...

Şüphesiz, herkesin sanat tarzı, kişilik tarzı aynı keskinlik ve derinlikte olmayabilir. Ama
iyi kötü her sanatçının kendi başına kendi iç örtüsünü birazcık kaldırabilecek bir iç
neşesi olabilmeli...

İşte, ben de, o suç örgütüne dönüşen kasabaların, ideolojilerin içinde büyüdüm. O suç
örgütlerini içimde ve dışımda yırta yırta eserler yazmaya çalıştım...

Bunları kahraman bir yazar olmak için değil, sizlere göstermek için hiç değil, sadece,
içimdeki o gizli ayini usul usul bestelemek için yaptım!..

Yoksa yazar olmak için yola çıkıp bir suç örgütünün üyesi olup ömrümüz o örgütü
savunmakla geçer.

Şüphesiz Remziye'nin yaşadığı kasabada Yunus Emre'nin, Mimar Sinan'ın da adını bilen
seçkinler vardı. Ama bu muhafazakar seçkinler Yunus Emre'ye laf edenin anasını diye
bir raconla anlıyordu ahlak ve neşeyi.

Ve seçkin kasabalının fikirleri zaman içinde değişebilir. Dün Remziyeler'e komünist


diyorlardı, bugün orospu derler, yarın faşist derler...

Fikirler değişebilir. Ve bizler bugün, Şekspir ve Dede Efendi'nin ideolojilerine, dünya


görüşlerine şüphesiz inanmayız.

Ama onların iç neşeleri ve iç ateşlerini içimize almak isteriz. Ve onlarla içeriden bir
insanlık zinciri kurmak isteriz... Ve bu ilahi iç ateşi ülkemizin bütün karanlık
kasabalarına ve oranın bütün mağaralarına yaymak isteriz.
Remziyeler'in karanlık kasabalarına bu yüce eserler, ahlak hiç girmemişse, bizler de bu
anlaşılmaz yazılarımızla, bu sapık seçkinler gibi tuhaf bir kastın üyeleri oluruz.

Genç kardeşlerim. Bu yüzden, yazarlığa giriş için ilk cümlemiz şudur: İtirafta kudret ve
neşe vardır...

O zaman dünyanın dertlerine ve sevinçlerine ortak olabiliriz. İşte o zaman içimiz


içimize sığmaz olur.

İçimiz içimize sığmaz oldukça, yazmaya, şakımaya, yontmaya başlayıveririz...

Yazarlıktan benim anladığım bunlardır. Tabii ki sizler, kasabanıza, hemşehrilerinize,


arkadaş ve ağbilerinize sahip çıkmakta hür ve serbestsiniz!..

Akşam

16/06/2005

Nihat Genç

Eğlenelim raks edelim kam alalım medyadan

Sanatın en mükemmeli medyada görünmekmiş. Bu büyülü gerçeğin farkında olmadan,


daha önce küfrettiğim bütün manken, sanatçı, yazarların hepsinden özür dilerim. Daha
önce çektiğim acılar bir günde sona erdi. Medyada görünmek saltanatların
saltanatıymış.

Bugünlerde Tanrı'nın iyilik melekleri haber müdürleriyle ortak çalışıyor. Derece derece
yükseliyorsun, ekranlardan göklere!
Daha önce boklu uçurumlarda çok kumar oynadığım için, bu yükseklikten burun üstü
yere çakılma faslını hiç düşünmedim. Hazır göklerdeyken sigaramı yaktım. Ekranlarda
heyecanlı nutuklar çeken kendimi seyrettim. İnsan böyle anlarda, şehvetle karışık
neşesini dizginleyemiyor.

İşte bu sınırsız neşeye giden yol için önce, Hürriyet Gazetesi'nde minicik olsun bir
küçük haber olmanız şart. Tüm medyaya, haber kanallarına, harekete hazır olun işaret
fişeğini buradan çekiyorlar.

Birazcık kaçık, biraz meczup bir kahraman bulduk, hemen üstüne atlayın, haberi bulaşıcı
hastalık gibi yayılıyor.

Ertesi gün bütün ana haber bültenleri evimin önündeydi, onlara, hepsini çok yakından
tanıyorum, muamelesi yaptım. Ve onları sıraya koydum, yazar olduğum için uygun yerin
kitabevi içinden röportaj olacağını söyledim.

Kameraların ve haber müdürlerinin telefonları sımsıkı yapıştı bedenime. Göğsümde,


sırtımda, boynumun arkasında ve ayak parmaklarımın içinden dahi telefon sesi
geliyordu.

Burdan şu sonuç çıkıyor, ilk tepki en sarsıcı tepkidir. Ancak, o ilk gün, ülkemizde TV
sayısı bolluğundan daha çok, parti lideri olduğunu öğrendim. Sanki parti liderleriyle TV
kanalları ortak çalışıyordu. Hepsi, yanındayız, arkandayız, buradayız, geçmiş olsun,
mesaj ve dilekleriyle röportajlarımın sık sık kesilmesine vesile oldular.

Hayatımda parti liderleriyle fazla hoşbeşim olmamıştır. Şimdi telefonda onlara nasıl
hitap etmeyelim. Genel başkanım, liderim... Hiçbirini beceremedim. Kısa yoldan 'sağol
baba!' dedim. Hatta ileri gidip 'ellerinizden öperim baba' demeyi de ihmal etmedim.
İletişim Yayınları kovmakta haklıymış. Sağ jargonu özlemişim. Yirmi yıldır
görüşmediğim arkadaşlar sıraya girdi, aynı jargonu sürdürdüm: 'Ellerinizden öperim,
sağolun baba!'..
Anladım ki, benim gibi sağa sola fazla girip çıkan yazarlar artık her jargondan haberdar
olmalı. Çünkü, bir sabah... Bakıcınız sizi kafesinizden hırçınlığınız yüzünden
çıkarabilir. Ve başka bir kafese tıkabilir. Eğer siz, kafesin demir parmaklıklarına
güvenip, daha önce bu kafesle bayağı hırlaşmışsanız... Şimdi, hadi, ellerinizden öperim,
demeyin bakayım...

Yani, yeni kafesimin demir kapıları açıldı. Eski arkadaşlarım önce boynuma sarıldı.
Sonra sırtımda mermi izlerini arayıp, mermi çekirdeklerini dilleriyle yalayıp
çıkartmaya çalıştılar ve üstlerinde hala eski çatışmaların barut kokuları vardı...

Hepsi sırayla 'biz demiştik Nihat?!', dedi..

Günboyu tek saniye susmayan telefonum, ertesi gün hiç çalmadı. Sevgili eşime hayal
kırıklığıyla döndüm, isyan ederek: 'Bu mu dünya, bu kadarcık mı şöhretim, bitti mi
şimdi her şey' diyerek sağa sola saldırdım.

Beni dün arayan binlerce kişi, şu anda hangi hadiselere doğru yöneldiler ve beni nasıl
unuturlar. Evet, rüya bitiverdi.

Hani, herkes 15 dakikalığına şöhret olacak lafı var ya, ben ise, 15 dakikalığına ulusal
kahraman oluvermiştim. Ve film sona erdi.

Bir daha bu kadar takdiri, bu kadar şükranı ve bu kadar büyük ulusal kucaklaşmayı
nerden bulabilirim.

Küstüm hepsine, ben aktüel yaralar taşımıyorum, bir yanıp sönmek istemem, benim
yaralarım ebedi. Bir sarılır pir sarılırım. Şimdi yine iç çatışmalarımla azap dolu
vakitler geçirebilir ve yine olmadık kavgalar çıkartabilirim... Haydi, ruhum ve
bedenimin kendine gelebilmesi dirilebilmesi için telefonlarınızı bekliyorum.

Belki çok değerli, define dolu bir mezar bulunmuştu, ancak, mezarı açıp, kuru
kemiklerime bakıp, tekrar üstüme mezarlık toprağımı atıverip uzaklaştılar.
Bu umutsuzluk içinde... Derken. Telefonlar yine hücuma geçti. Bu sefer haftalık dergiler
arıyordu. Hemen çaktım mevzuyu. Bu işler demek böyle oluyor. Haber kanallarının
peşinden haftalık dergiler sırasını alıyor. Ve haftalık dergilerle aynı zamanda ulusal
kanallar, yerel kanallar, daha isimsiz kanallar peşine düşüyor, haberiniz olsun.

Ama hepsinde delirmiş bir şehvet vardı. Bu kudurmuş şehvet içinde öfkeyle iyilikleri,
erdemle puştlukları, birbirine karıştırabilirdim. Ben karıştırmasam bile onlar hızlı
montajlarıyla bunu zaten yapıyorlardı. Ve hiç aldırmadan rasgele beyanatlar verdim.

Meğerse, büyük itiraflarım için bugünü beklemişim. İtiraflarıma doymadım, kameralar


gittikten sonra gece yarılarına kadar, şu şu cümlelerimi de ekleyin diye talimatlar
verdim. İnsan çocukluğundan beri kendini dünyanın merkezinde görür. Çünkü egomuz
böyle çalışır. Ve o merkeze yürüdüğünüzü hissettiğinizde, sadece, hadisenin kendisini
değil, Tanrı'yı, eşinizi, çocukluğunuzu her şeyi dahil edersiniz.

Gerçi ben fazla karıştırmadım. Beni manşete taşıyan hikaye dışına taşmamak için,
sevgili eşimden, bana yaptıklarından, kahvedeki arkadaşlarımdan ve edebiyat
camiasının puştluklarından hiç söz etmedim.

Ancak kabul edelim, elimde sert kaya taşlar, onun bunun kafasına atıyordum. Yani,
bugünlerde kafasına olmadık taşlar yiyen olmuşsa, özür dilerim. Ben, Tanrı'nın beni
kalabalıklar içinden çıkarıp, sıranın en başına koyduğunu düşündüm. Ve fırsat bu
fırsattır deyip, bütün hikayelerimi inciği cinciğine kadar anlattım.

Yani, yayınevinden niçin kovuldum gibi bir soruya cevap verirken, hikayeye, ilkokulda
öğretmenim beni niçin helaya dövüp kilitlediğini anlatmaya koyuldum.

Tabii bunlar olurken, cici evine onlarca kamera giren sevgili eşim, evin dağınık
halinden korkup, telaşla hayatım boyunca darmadağınık kalmış kitaplarıma ilk defa elini
sürdü, estetik bir düzen vermeye çalıştı. Bazılarını yan yana, bazılarını üst üste.
Demirel'in masasındaki kitaplar gibi yaptık, mesela, bazı kitapları ters, bazılarını
çapraz koyduk...

Ama bu düzenden sıkıldım, 'ya hanım işin yok mu, bırak dağınık kalsınlar, onlar bu
kadar dağınık olmasalardı başıma bu kadar iş gelir miydi?' dedim...

Ancak kitapların düzeni eşimin içine sinmedi. Acil servisi arar gibi bir iç mimar
arkadaşını aradı. Ve kitapların tasarımı konusunda panikle bir şeyler konuşup telefonu
kapattı.

'Ne diyor hanım senin tasarımcı arkadaş' dedim.

Hanım: Karıştırmayın, doğal dursunlar dedi.

Hanıma, 'Bu telaşlı ve nihayet dünya içine gireceğimiz bugün senin iç mimar
arkadaşının bize doğal olmaktan başka bir felsefi katkısı olmayacak mı? Biz zaten doğal
olduğumuz için bu maçı az daha kaybediyorduk' diyerek eşime kısa ve özlü bir estetik
fırça attım.

Ve son gün. Şöhretim, kesin bitti, derken. Yani hayatımda ilk defa iki gün üst üste tavla
oynayamamıştım.

Sokağa çıktım. Neye uğradığımı şaşırdım, çünkü, çiçekçiden, limon satan ve hatta yaşlı
bir nine boynuma sarıldılar. Rüya değil, tamamen gerçek.

Hatta bir yayınevinin kapısına 'Nihat Genç yanındayız' afişi asmışlar. O gece arkadaş
düğün salonundan aradı ve telefonda bana dinletti. Mamak'ta yurdum insanı düğün
yapıyor, ama, düğünde, birisi çıkıp şiir okuyor. Şiirin içinde, Ermeni Konferansı ve
Nihat Genç isimleri geçiyor. Tamamen gerçek.

Ve her zaman uğradığım bir pasaja girdim, bir alkış sesi, ben aralarında eğleniyor sanıp
sağa sola bakındım, sonra baktım, gözler bende, alkışlanıyorum... Tamamen gerçek.

Neler oluyor diye başımdan geçenleri topladım, tarttım. Sanırım ben bir yazardım.
Sanırım içinde Ermeni Konferansı geçen bir yazı yazdım. Ve sanırım ben oldum olası
yazı yazarken, birçok şeyi birbirine karıştırırım. Mesela, yine, Sarıkamış'ta donarak
ölen yetmiş bin şehidimiz ve toptan şehid olan 57. Alayımızı da bu işe karıştırdım. Ama
ben hep böyle yazarım.

Bence yazarlar, manevi bir güç olsun diye her zaman şehidleri yanına almamalı.
İçtenlikle haykırıyorum buradan, hayatım boyunca almamak için çok direndim... Ama
benim, benim içimde olup biten, bilmediğim şeyler oluyor...

Şöyle. Bir Fransız atasözü olmuş bir laftır, artık. Bir kralcı, cumhuriyetçilere karşı
çıkarak, cumhuriyet bayrağını iptal edip, kralın bayrağını geri getireceğiz, demişti..

İşte, cumhuriyetçilerden bir general, şöyle cevap vermişti: 'Kralın bayrağını geri
getirmeyi düşündüğünüzde, Fransa'da tüfekler kendiliğinden patlar!'...

Sanırım böyle bir şey. İçinde soykırım, Ermeni, bilmem ne, malum şeyler geçen
cümleler kurulduğunda, bu ülkede ve benim de içimde derinliklerde tüfekler
kendiliğinden patlıyor.

Bu yüzden yazarlar dikkatli olmalı, tüfeklerini her yerde patlatmamalı. Ve artık tüfekleri
patlatan Sarıkamış, Balkan bozgunu, 57. Alay gibi cümleleri her satıra
doldurmamalıyım.

Bu yüzden sevgili halkımdan ve ülkemden ve muarızlarımdan özür dilerim.

Peki, Ermeni Konferansı'nı tartışırken, neden gazetecilere, hiç yeri yokken, İlkokulda
helaya kapatılma hadisesini anlatıvermiştim. Belki de gerçek hikaye burada saklı.

Anlatayım. Trabzon'da İskenderpaşa İlkokulu'nda okudum. Benim gibi yoksul çocukları


bu zengin okula o yıllarda almıyorlardı.

Ve 23 Nisan'da Gaziosmanpaşa İlkokulu mehter takımıyla gösteriye hazırlanırken, benim


okulum, resmi geçitten Fransız bando takımı üniformasıyla geçmişti..
Evet, Trabzon'un zengin çocukları, bordo üniformalı ve tüylü şapkalı ve renkli
trampetlerle dolu bir Fransız bando takımı oluşturmuştu. Muhtemelen Marsilya'daki
Trabzonlu Ermeniler'in yardımıyla, ya da, bu kadar pahalı ve kalabalık bando takımını o
yıllarda bir ilkokul başka nasıl hazırlayabilir?

Ancak, benim gibi beş/on yoksul çocuğu bu bando takımına almadılar. Şöyle bir çözüm
buldu öğretmenlerimiz. Fransız bando takımı çok eleştirilir düşüncesiyle, yoksul
çocuklardan da eski Türkler'in kıyafetleriyle bir takım oluşturuldu.

Yani, yoksul çocuklardan, kazma, battal, iri yapılı olanları, Malkoçoğlu, Karaoğlan
tipiyle 23 Nisan'a kattılar. Ancak Malkoçoğlu kıyafeti için uygun gördükleri elbiseler,
sığır derisinden ve koyun postlarından yapılmış, çocuklar sarılıp sarmalanmışlar ve
ellerine de kocaman bir balta vermişlerdi.. Orman insanı manzarası ve çocukların
yüzlerine de kömürle kara çizikler attılar.

Ben fazlasıyla kuru, çelimsiz bir çocuk olduğum için bana eski Türk kıyafeti
giydirmediler. Ancak valiliğin emri vardı. Ayrım gayrım olmaması için her çocuk
mutlaka törene katılmalıydı.

Bana buldukları çözüm şu oldu. Ben koca okulda kara önlüğümle yani tek başıma bu
gösteriye arkadan katılacağım..

Herkes o süslü oyuncak kıyafetler içindeyken, ben tek başıma kara önlükle en arka
sıradayım.

Öğretmen, benim utandığımı, yalnızlığımı gördü ve törenden gizlice kaçabildiğimi


düşünerek gelip beni tehdit etti: 'Tören bitinceye kadar hiçbir yere ayrılma, yoksa seni
helaya kapatırım!'...

Tören başladı. Kortej yola çıktı. Ancak bütün şehir, süslenmiş.. Kalabalıklar meydan
parkını hıncahınç doldurmuştu.

Herkesin üstünde renkli şeyler vardı. Ayılar, tavşanlar, Fransız bando takımı. Mehter.
Malkoçoğulları. Prensesler.

Kara önlüklü tek çocuk bendim.

Utandım, kaçtım ve heleya saklanarak hüngür hüngür ağladım..

Yani kardeşlerim! Bu renkli gösteride ne Malkoçoğullarının battal giysisine talibim, ne


Fransız bando takımında trampet çalmak isterim..

Ben bu toprağın, cumhuriyetin, zayıf, yoksul, çelimsiz bir çocuğu olarak büyüdüm. Siz
önden gidin...

Ben kara önlüğümde tek başıma gelirim.

Yani, bağımsız bir yazar tanımak istiyorsanız. Önce, cumhuriyetin üstüme diktiği bu kara
önlüğü iyi tanıyın..

Ben, kara ve eskidikçe parlayan önlüğümden başka üniforma tanımam..

Ve tabii çocuktuk, ruhumuz da çelimsizdi, incinmiş, ezilmiş, kırılmıştık. Helaya


kaçmıştık..

Ama şimdi. Eşşek kadar kitaplar yazdım. Elli yaşına dayandım. Artık ne kimse beni
helaya kapatabilir, ne de peşinize takılırım...

Bu kara önlüğümün gururuyla bu meydanlarda tek başına ve en önde, bir yazar ne kadar
olabiliyorsa, o kadar rüzgarıyım, cumhuriyetin ve kara önlüğümün!...
Açın okuyun kitaplarımı. Bu kara çocuk yazarlık hayatı boyunca Anadolu'nun yoksul
halkı ve Mustafa Kemal'den başka hiç kimseye selam vermedi.

Akşam

09/06/2005

Nihat Genç

Kazmalar ve Maşalar

Tanrı hepimizi cehaletten korusun. Çünkü bugünlerde Tanrı hepimizi taşkafa aydınlarla
tecrübeden geçiriyor. Olsun, hastalık henüz bedenimize sızmış değil.

Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılması düşünülüp iptal edilen Ermeni Konferansı'nın


konuşmacılarını kastediyorum. Bu yazarların metinlerine on yıllar boyu zahmet edip
eğildim. Eserlerini inceledim. Yani, muhteremlerin ne dediklerini anlamaya çalıştım,
defalarca kafamda döndürdüm, durdum.

Ve şimdi onları, ellerinde tahta bir haç, gökkubbemize girmiş şaşkınlar, yüzlerinde bir
yarasa karanlığı olarak görüyorum.

Bunların güya bir düşmanları var, resmi tarih tezi. Bir statüko, bir devlet tezi,
tutturmuşlar. Akıllarınca bu resmi tezleri şeytanileştirmeye çalışıyorlar.

Yani, bütün kötülüklerin kaynağı bu resmi tezlermiş. İşte bu yüzden yaygaralarının


yettiği Avrupa'daki lobilerle bu tezleri kanundışı ilan etmeye başladılar bile.
Şimdi? Şimdi, ülkemizde bu tezleri o küçük beyinleriyle insanlıkdışı hale getirmek için
aydınca kahramanca hoplaya zıplaya kavga veriyorlar. Allah sonlarını hayırlı etsin.

Yüz elli yıl önce hepsi Osmanlı'nın toprağı, tebaasıydı, aldıkları yetmedi. Yine
istiyorlar, yüz elli yıldır, kazmayı aynı yerden vuruyorlar...

Neden? Çünkü halkı, ulusal onuru, devleti yıpratmak istiyorlar. Hedef yıpratmaktır,
ileri. Genç kuşağın kafasını karıştırmak, çünkü, fesatla, sinsilikle yoğrulmuşlar...

Peki bu 'yıkma' işini hangi kazmalarla yapıyorlar? Şu kazmalarla: Demokrasi,


liberalizm, aydın sorumluluğu, özgürlük gibi kavramlarla.

Aslında bu kavramlar küçük sevimli şeytanlar. Çünkü bu kavramlar I. Dünya Savaşı'nda


ellerinde patlayan zavallı, küflü, paslı savaş baltaları!

Şimdi, bu muhterem zevattan, herhangi birinin son on yılda bölgemiz hakkında yazdığı
iç/dış politika/yorum/analiz yazılarına iyi bakalım. Ne demişler, ne istiyorlar,
anlayalım. Ciddi bir şey tartışıyorsak neler düşündüklerini bilelim.

Zahmet buyurmayın, ben baktım. Yazılarında ortaya şöyle bir yekün çıkıyor:

Lübnan'da Maruniler, İsrail'de Yahudiler, güneyimizde Barzani, doğumuzda Ermeniler,


Kıbrıs'ta Rumlar, bu muhteremlerin yazılarında sürekli haklı çıkıyor...

Yani, yazılarının tümüne baktığımızda, bölgemiz üzerine neler düşünüyorlar diye tetkik
ettiğimizde, ortaya çıkan manzara bu.

Bu topraklarda, bu yazarların fikirlerine göre, iyilik, doğruluk, hak, hukuk, demokrasi,


özgürlük, liberalizm, insanlık, aydınlık, gelecek, en haklısı, en iyiler, işte şunlar:

MARUNİ, YAHUDİ, RUM, ERMENİ ve BARZANİ...


İşte asıl konferansı bunun için toplayalım. Bu muhteremlerin yazılarını masaya koyup
tartışalım. Ve bu muhteremlerin yazılarına bakıp onlara soralım. Neden sizlerin yirmi
yıllar boyunca bu topraklarda yazdığınız yazılarda, hep, Kıbrıs'ta Rumlar, Ermeniler,
Yahudiler, Maruniler ve Barzani, her defasında haklı, doğru çıkıyor!...

Bu muhteremlerin yazılarını yine toplayalım, inceleyelim, bu sefer onlara şu soruyu


soralım. Sizin yazılarınızda neden Müslümanlar, Türkler, Farslar, Araplar hep haksız
çıkıyor... Yazılarındaki sıfatları da ortaya koyalım, bunlara göre,
Türkler/Farslar/Araplar hep, despot, diktatör, geri kalmış, çağdışı, aşağılık,
demokrasiden anlamaz!..

Bir muziplik yapmıyor, bu cümleleri komedyenlik adına kaleme almıyorum, bu


konferansı tertip edenlerin metinlerindeki felsefi dökümü ortaya koyuyorum.

Onlara göre demokrasinin ve özgürlüklerin en güzel çiçekleri, İsrail'de Yahudiler,


Lübnan'da Maruniler, Kıbrıs'ta Rumlar, güneyimizde Barzani ve şüphesiz Ermeniler!..

Şüphesiz bu çiçekten demokrasiler/özgürlükler arkasında sıkı bir stratejik düzen var.


Avrupa Birliği gibi. ABD'nin emperyalizmini görmemek gibi. Gözle görülmeyen bağlar
da var, vakıflardan beslenmek gibi.

Hani, bizim de aklımız yok ya, hani biz de kekiz, şebeğiz ya, bunlara uyduk, onların
aydınlık yolundan yürüdük, ne olacak. Diyelim Ermeni tezlerini kabul ettik, diyelim,
ülkemiz ve halkımızın haysiyetini kırmalarına izin verdik, diyelim tazminatlar ödedik,
diyelim daha ileri gittik, toprağımızın ne kadarını verelim tartışmalarına başladık, bitti
mi?

Sonra şunlar olacak, bir konferans daha toplayıp, şu sonuçlara doğru ilerleyeceğiz:
'Mustafa Kemal aslında köylülerden çocuklarını zorla askere aldı, köylülerin
erzaklarına el koyup cephanesine kattı...'

Hani, kekiz, şebeğiz ya, yine bitti mi? Bitmez!


Bin yıllık tarih, ellerinde kazma, devam edecekler. Özgürlük deyip, aydınım deyip
sallayacaklar...

Ama bu tarih bin yıllık, çok uğraşmaları lazım. Çünkü kazmayla yıkılamayacak şeyler
var. Vakıflardan beslenmeyle çürütemeyecekleri çok değerler var. Şimdi mesela Yunus
Emre'nin, Mevlana'nın neresine vuracaksın kazmayı. Allah insanı çarpar? Peki toptan
şehit olmuş 57. Alay'ın neresine vuracaksın kazmanı!..

Bu muhterem yazarlara bir de başka yerlerden bakalım, metinlerini önlerimize serelim.


Ortadoğu topraklarının şairleri, evliyaları, kültürleri, türbeleri, yıkılan kubbeleri,
folklorü, dili, şehitleri ve bağımsızlık savaşları, ne varsa bakalım. Bakalım
metinlerinde bizim kanımıza işlemiş bu değerlerden bahseden var mı?

Yok... Yani, bu toprakların kültürel/edebi/dini/milli tarihiyle bir duygusal ilişkiyi


dillendiren metinleri yok ortada. Peki ne var, sayfalarını çevirdikçe, kuşlar gibi
cıvıldayan özgürlük, demokrasi, aydın olma, gibi kavramlar var...

Yani kardeşlerim. Şu soruyu soralım. Neden Ermenistan'da Ermeniler, İsrail'de


Yahudiler, Lübnan'da Maruniler, Kıbrıs'ta Rumlar ve güneyimizde Barzaniler bu
kazmalarca hep haklı çıkıyor. Ve bu kazmalar niye hep buralara vuruyor!..

Bu tesadüf mü? Bu devlet ve halkların isimlerine bakın, tampon bölgelerine,


devletlerine bir daha bakın...

Bunun bitmemiş 1.dünya savaşı olduğunu göreceksiniz. Bugün verdikleri yıpratma


savaşı, birinci dünya savaşının, devamıdır. Bu yüzden Lozan yırtılmak isteniyor.
Mustafa Kemal Samsun'a çıkmasaydı, işler yolunda olacaktı, İngilizler İstanbul'u,
Yunanlılar Ege'yi terk etmek zorunda olmayacaktı. Ama Lozan inşa edildi.

O halde, Lozan yıkılmalı. Bugün 1.dünya savaşıyla bu halklar devlet olmuş ya da siyasi
haklar kazandılar. Yüz elli yıl önce hepsi Osmanlı'nın toprağı, tebaasıydı, aldıkları
yetmedi. Yine istiyorlar, yüz elli yıldır, kazmayı aynı yerden vuruyorlar...
Bu insanlar içinde doğdukları halklarını, kendi tarihlerini, kendi onurlarını, kendi
kültürlerini, kendi dillerini, dinlerini sevmemek gibi hastalıkları var, bu yüzden bizim
çektiğimiz acıları çekmezler...

Ama ben bu yazıyı başka bir şey için yazdım. Şunlara bakın, Kıbrıs'ta Rumlar,
Lübnan'da Maruniler, Ermenistan'da Ermeniler, İsrail'de Yahudiler, hepsinin ortak bir
kimliği var?

Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince


piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var?

Nedir ortak kimlikleri? Bakın hepsi komşularıyla oturmak / karışmak istemiyor. Tampon
devletler. Çelikten gömlek gibi kafes duvarlardan sınırlar. Kız alıp vermek istemiyor.
Ortak mahalle pazarı kurmak istemiyor.

Çünkü, kendilerini, Batılı, farklı, çok yüksek ve güçlü bir kültürün mucizeleri olarak
görüyorlar. Bu beş/altıyüz yıldır böyle. Kendileri cici, Batılı, akıllı, her şeyi bilen,
anlayan. Ama komşuları pis, Müslüman, çağdışı, aşağılık...

Soralım Ermenistan'da kaç tane yabancı yaşıyor, Maruniler binlerce yıl Lübnan'da niye
hala Müslüman mahallesine karışmıyor, Kıbrıs'ta Rumlar Annan Planı'nı niye kabul
etmedi.

Buradan nereye geleceğim. Bu konferansı tertip edenler de işte bu yüksek kültürün, ileri
Batı medeniyetinin en ileri çocukları. Aralarına, başka kimseyi almak istemiyorlar. En
uygar fikirler onlarda. Oturup, kendi aralarında büyük meseleleri konuşacaklar.
Aşağılık halkların statükocu, despot, diktatör yazarlarını niçin alsınlar?

Kardeşlerim. Bu saçma sapan kazmaların demokrasi, aydın, özgürlük gibi fikirlerine


kananlar, onlar gibi suratsız, meymenetsiz olurlar. İnsan yüzü görmek istemiyorlar.
Halkımızın çocuklarının yüzlerini, dillerini, dinlerini, giyimlerini, alışkanlıklarını,
tarihini 'konuşmak' istemiyorlar. Bu yüzden Batıdakiler gibi gittikçe 'insan sıcaklığını'
kaybediyorlar. Ama tanımaktan, karışmaktan korktukları bu halkların çocuklarının
yüzlerinde hala onları anlamak gibi, etten kemikten, duygudan ifadeler var.

Hepimiz hala bu Batı özentisi, Batı'nın aşağılanmalarıyla yetişmiş aydın kuşağı hayretle,
şaşkınlıkla izliyoruz...

Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince


piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var?

Dünyanın hakim güçlerince desteklenip üstümüze sürüyorlar!.. Hayal dünyasında


'aydıncılık' oynuyorlar!...

Biz, 1. dünya savaşı bitti diyoruz, bitmedi diyorsanız, bir daha gelin, öyle uyduruktan
demokrasi, özgürlük, aydınım, lafları yemiyor artık.

Akşam

26/05/2005

Nihat Genç

Nükleer bomba tesiriyle toplumları parçalayan kavramlar

Sevgili okuyucu, derdimi gayet basit ve tane tane anlatacağım, lütfen yazımı yarıda
bırakmayın, üzülürüm ve bir daha yazmam. Basit anlatabilmek için ben de gayret
göstereceğim, ama, kavramak için siz de biraz iştah gösterin, hadi bismillah!..

Bundan yüzelli yıl önce insanımız, ben Müslümanım, Osmanlıyım, dediğinde kendini
ifade etmiş oluyordu. Ama bugün kendini ve ülkesini ve siyasetini tarif etmekte
zorlanıyor!
Çünkü duygu, düşünce ve siyasi isteklerini neyle tartıp neyle ölçüp biçeceğini
bilemiyor. Bir yığın tuhaf kavram içinde sıkışmış. Bir literatür kuşatması altında.

Birer siyasi gömlek, birer düşünceden giysiler gibi bakın şu kavramlara, hangisini
giymek istersiniz. İşte dünyanın/Avrupa'nın/Türkiye'nin bütün köşeleri, yazarları,
aydınları, her gün milyonlarca kez bu siyasi gömlekleri ölçer, biçer, tartıp, keser...

Milliyetçilik. Aşırı milliyetçilik. Demokrat, Merkez parti. Halkçı parti. Sosyal


demokrat. İşçi Partisi. Radikal. Muhafazakar. İslamcı. Ilımlı. Liberal. Liberal demokrat.
Gelenekçi. Modern. Çağdaş. Laik. Şeriatçı.. vb.

Avrupa'nın bütün gazete dergilerini gezin, her gün milyon kez karşınıza bu kavramlar
çıkacak. Her yerde onlar var... Tüm dünyayı bu kavramlarla anlamaya çalışıyoruz.

Peki dünyamızın bu kavramlarla yol bulması mümkün mü? Çoğu yakıştırma. Çoğu
uydurma. Çoğunun karşılıkları oturmamış. Gerçeklikleri şüpheli. Yakın anlamları var
ama, eh işte... Ama bugün dünyamızda olup biten bütün siyasi tartışmaları bu
kavramlarla tarif ediyoruz.

İşte bu literatürü, çelikten bir ağ gibi tüm dünya aydınlarının beynine atan, batılılardır.
Onların tarihi, onların siyasi kültürü, onların felsefi tartışmaları, onların sosyolojik
çalışmaları bu kavramları tüm dünyaya öğretti.

Öyle ki bu kavramlar hepimiz için anne, baba, ülke, gelecek, tanrı olmuştur. Mesela
şöyle tabelalar görürsünüz: Çağdaş... Modern... Ne demekse? Mesela şöyle konuşan
öküzler görürüz: Ben liberalim. Ya da, ben sosyal demokratım... Ya da, ben
gelenekçiyim... Ne demekse?

Ya da gazetedeki köşesinden öfkeyle kudurmuş şöyle bağıran yazarlar görürsünüz 'Onlar


aşırı milliyetçi, onlar anti-seminist, onlar ırkçı...' ne demekseler?
Dile kolay, şu anda dünyamızda milyonlarca aydın bu kavramlarla konuşuyor bu
kavramlarla didişiyor. Suyun başını çeken dünyanın büyük ajansları. Büyük siyasi
dergiler. Büyük vakıflar. Büyük TV'ler. Büyük holdingler. Büyük araştırma kurumları.
Akademisyenler. Tüm tartışmalarını ve dünyayı siyasi olarak, işte bu kavramlarla izah
etmeye çalışıyorlar.

Mesela siz, kahvede otururken, kendi kendinize, kardeşim, pazar demek açık yer
demektir, dünyada kapalı/kafes ekonomisi mi kaldı, mallar tabii ki girip çıkacak, yani,
hepimiz liberaliz... Kardeşim, seçim istemeyen mi kaldı, hepimiz demokratız. Kardeşim
ülkesini, dağlarını, kendi insanını coşkuyla sevmeyen mi var, hepimiz vatanseveriz.

Biz böyle düşünüyoruz, ama sanki, yine de tuhaf bir şey oluyor. Sanki bu kavramlar
beynimize bir şeyleri talim ettiriyor. Biz, kendimiz gibi düşünmüyoruz sanki, bu
kavramları ezberleyip talim ettikçe, bu kavramlar bize bir şeyleri öğretiyor. Sonra
hepimiz bu kavramları elimize alıp birbirimizin gırtlağına ciğerine sallıyoruz...

Sallıyoruz, doğru, çünkü bu kavramlar 'sallama' kavramlardır.

Vaktimiz olsa, demokrat, modern, laik, gelenekçi, sosyal demokrat gibi kavramların
hepsinin altına girer burada tartışırız. Ancak bir fikir edinebilmek için, mesela, 'aşırı'
kelimesinin altına girelim.

Aşırı milliyetçi. Aşırı. 'Ne demek aşırı?' Karşısında ne var! Merkez Parti... Kitle
partisi... Bilemiyoruz, anlamaya çalışalım.

Şimdi Yunan tarihinden bir aşırı bulalım, şu, Kıbrıs'ta darbe yapan EOKA'cı Sampson...
Şöyle soralım. Bugün Yunanistan'ın sağ ve sol merkez partileri bu adamdan farklı mı
düşünür?

Asla. Peki neden birine aşırı deriz. Bugün Yunanistan'ın merkez partileri tıpkı bu adam
gibi düşünür ve milli davalarından bir milim geri adım atmazlar, atamazlar. Bütün
Yunanistan böyle düşünür. Ayrıntılarda boğulmadan hızla geçelim.
Avrupa'da son elli yıldır aşırı milliyetçiliği yabancı/göçmen düşmanlığıyla ölçüp
biçiyorlar.

Mesela bundan otuz yıl önce Le Pen yabancı düşmanlığını alenen haykırınca Fransa
ayağa kalktı, adama demediğini bırakmadılar, Le Pen vahşi oldu, ırkçı oldu... Güya bu
adamı dışladılar. Şeytanileştirip sistem dışına çıkartmaya çalıştılar.

Peki bugün Fransız siyasetinin merkez partileri yabancı/göçmen düşmanlığında Le


Pen'den farklı mı düşünür? Hayır! Merkez partiler yabancı/göçmen sorununu en büyük
milli sorun ilan etmiş ve programlarına taşımış ve göçü/yabancıyı durdurmak için
habire çalışmaktalar. Ülkeye girişleri yasaklamak, sınırlamak için kaç yüz yasayı
ayrıntılarıyla tartışıp kanunlaştırdılar. Öyle sert yasalar çıkarttılar ki, Le Pen gibi
adamlara konuşma fırsatı kalmıyor. Ve kalmadı. Çünkü merkez partiler aşırı milliyetçi
istekleri programlarının merkezine çoktan aldılar!..

Geçelim. Aşırı milliyetçiliğin hortlamasından en çok korkulan ülke Almanya /


Avusturya. Dünyanın gözü üstlerinde. Bir genç nazi amblemli şapka taksa dünya basını
üstlerine çullanır ve hemen şeytanlaştırılıp medya tarafından dışlanıp kovulur.

Kohl denilen adam ise Hristiyan demokrat. Kohl ne yaptı? Berlin duvarı çöker çökmez
iki Almanya'yı anında birleştirdi. Bu aşırıların bile hayal edemeyeceği büyük
ütopyaydı. Ama bunu merkez partisi yapıverdi. Tüm sert, radikal, aşırı Almanlar'ın
isteğini hayata geçirdi. Artık aşırılar yüzde 1, yüzde 0,5'te kalır ve Kohl'un saflarına
geçer.

Bu örneği iyice anlayabilmek için ülkemize taşıyalım, Sovyetler çöktüğünde Demirel,


Azerbaycan'la Türkiye'yi birleştirseydi, Türkiye'de miliyetçi parti kalır mıydı?
Kalmazdı... Ya da yine günümüz Türkçesine çevirelim, Tayyip Erdoğan Kerkük
konusunda aslan kesilebilseydi onu yirmiyıl iktidardan kimse uzaklaştıramazdı...
Milliyetçi partilerin işi bitiverirdi.

Hızla geçelim. Emperyalist bir savaşa başkahraman olarak katılan işçi partisi ve
başkanı Blair'in bu milliyetçi / sömürgeci varlığı İngiltere'de başka aşırı bırakır mı?
İşte en aşırı sömürgeci, istilacı, emperyalist lider: Blair.. Artık İngiltere'de aşırı
milliyetçiler tutunabilir mi? Çünkü merkez parti aşırının Allah'ı, üstelik sosyalist.
Ayrıntıya girip konuyu dağıtmak da istemiyorum, ama, mesela, evangelist protestanların
hakimiyetinde İsveç gibi bir ülkede artık aşırı dinci olabilir mi?

Ya da, biz otuz, böceğiz, yaprağız, yeşili koruyoruz, silaha karşıyız diyen Yeşiller'in,
dünyaya silah satması, Schröder uçak dolusu işadamıyla Ortadoğu'yu gezişi, Türkiyeye
gelişi ve İran'a ve hatta ambargo altındaki Çin'e silah satmak için her yolu
denemelerinin anlamı nedir? Silah satan yeşiller aşırı değil de nedir? Çin'e silah satmak
için Çin'deki insan hakları konusunda susan, İran'a silah satmak için İran'daki mezhep
iktidarı ve şeriatından hiç bahsetmeyen ve hatta İran'daki Kürtler'le Diyarbakır gibi hiç
ilgilenmeyen bu yeşiller aşırının Allah'ı değil mi?

Yani Avrupa'nın radikal sağcıları Avrupa'da iktidardadır. Adları demokrat, yeşil,


sosyalist, sağ olur, bu değişmez!

Sonuca gelelim. Zengin güçlü ülkelerin aşırı milli istekleri merkez partilerinde temsil
ediliyor!

Zayıf ve güçsüz ülkeler, aşırı istekleri merkezin dışına itiliyor. Merkez partiler
Avrupa'da aşırı milliyetçi programları habire devreye sokarken, güçsüz ülkeler, aşırı
milliyetçi programları hızla şeytanileştirip, dışlıyor... Terörist diyor, yasadışı ilan
ediyor.

Peki ne oluyor? Zayıf ülkelerde 'merkez partiler' oluşamıyor! İşte sırasıyla, Özal,
Demirel, Tansu, Erbakan, Ecevit, Erbakan, hepsi yüzde otuzlarla merkeze taşındı ve
hepsi üç/dört yıl içinde eriyip sıfırlanıp tarihten silindi.

Sorumuz şudur? Türkiye gibi ülkelerde aşırı milliyetçi istekler neden merkez dışında
kalır? Yani neden hep patlak lastikle yola devam edilir. Neden her seçim döneminde
yedek lastiğe (stepne)ye ihtiyaç duyulur?

Şundan dolayı: Zengin, güçlü ülkeyseniz, modern, çağdaş, liberal, milliyetçi, demokrat,
laik, sağcı, solcu, muhafazakar, gelenekçi, vb. gibi kavramların tarifleri/anlamları başka
olur..

Eğer zayıf bir ülkeyseniz, vatansever beklentilerinizi birileri bu kavramlarla sıkıştırıp,


sizi dışlar, sizi terörist ilan eder, sizi yasadışı bırakmak için hukuku, Avrupa'yı, dünyayı
üstünüze sürer!...

'Vatan sevmeyi' dahi terörist ilan edene, yasadışı ilan edip, dışlayıp, şeytanileştirmeye
çalışan bir medyamız var. Çünkü bu medyamız kendisine batı tarafından sunulan işte bu
kavramları aynen, tartışmadan, milimi milimine alıp kullanır!...

Vatanımızı aşırı sevmekten korkmayın, bundan bir maraz çıkmaz. Avrupa'ya rezil
olmayız. Vatan sevmek utanılacak bir duygu değildir. Bakın Avrupa'ya, öyle seviyorlar
ki ülkelerini, mesela Almanya, beş milyon işsizin hakkından gelebilmek için Yeşili bile
dünyaya silah satıyor, çatır çatır satıyor, ne insan hakkı, ne yeşil, ne doğa, dinleyen yok.
Çünkü, Almanlar mutlu olsun istiyorlar!...

Kardeşlerim. Gördüğünüz gibi medya aydınları batıdan bilip bilmeden birçok kavramı
alıp sizleri bu kavramlarla kırbaçlıyor. Yani vatan sevmeyi bile size çok görüyorlar.
Vatanınızı sevdiğiniz için kelimeleri bir şekilde eğip büküp sizi utandırmaya
çalışıyorlar. Onlara inanmayın.

Akşam

19/05/2005

Nihat Genç

Holdinglere karşı yoksullar nasıl mücadele edecek

Eski Amerikan filmleri TRT 1'de hala gösterilir. Batı'ya hücum eden göçmenler
başkasına ait topraklara/çiftliklere gelip yerleşir ve çatışma başlar. Çünkü çiftlik sahibi,
adamlarıyla yerleşimcileri/kolonistleri tehdit eder. Sonra iş kovboy çatışmasına döner.

Yerleşimci (işgalci) ile çiftlik sahibinin çatışmasına konu olan ne çok film izledik.

Ve bu filmlerde Amerikan kültür ve siyasetinin ve hatta kapitalizmin ruhunu ayan beyan


izliyorduk. Bu filmler bizleri vahşi kapitalizme hazırlayan gizli ve etkileyici sahnelerle
doluydu. Şöyle: Bu filmlerde nedense, 'işgalciler' yani sonradan gelip yerleşenler
masum gösterilirdi. Toprağın gerçek sahipleri ise gaddar, acımasız ve atlıları ve kovboy
adamlarıyla bizlere hayat hakkı tanımayan kötü karakterler olarak tasvir edilirdi. Oysa
çiftliğin/toprağın sahibi bu gaddar gösterilen adamlardır. Kötü olması gereken de bu
adamın toprağına gelip işgal edenlerdir.

Amerikan sineması bize neden bu işgalciyi masum göstermeye ve hepimize sevdirmeye


çalışır!.. Neden? Çünkü Amerika'yı işgalciler kurmuştur

Oysa tam tersi, işgalcilerin çocukları melek, genç ve güzel kadınları 'meryem' kadar saf
gösterilir. Bu işgalci aileye duygusal yakınlık, çiftlik sahibine karşı ise kin duyarız.

Başkasının toprağını işgal edip toprağı süren, ekin eken, tohumlayan, tarlayı çapalayan
bu çekirdek ailenin bir küçük ev, bir yeni dünya kurmasını mutlulukla izler, bu aileye
taraf oluruz.

Oysa toprağın sahibi o gaddar atlı adamdır. Oysa, bizim küçük çocuk, genç güzel
karısıyla hayat kurmaya çalışan 'işgalcidir'..

Sorumuz şudur? Amerikan sineması bize neden bu işgalciyi masum göstermeye ve


hepimize sevdirmeye çalışır!..

Neden? Çünkü Amerika'yı işgalciler kurmuştur.


(İşgalcilerin başkalarının tapulu arazilerine gelip yerleşmesi ne sevinçli bir
serüvendir!)

Amerika ve kapitalizm buradan unutulmaz dersler çıkartmıştır. Çünkü Amerika'da


toprak ve mülkiyet kanunu 'işgalcilerin' lehinde gelişmiştir.

Şöyle: İşgalciler, diyelim, geldikleri İngiltere'nin örfi hukukuna göre mal sahibinin
haklarını koruyan bin yıllık geleneksel yasaları Amerika'da çiğnemiştir.

Toprak ve mülkiyet kanunları kolonicilerin lehinde gelişti. Yani, toprak ve mülkiyet


kanunları işgalci mantığıyla geliştirildi.

Şöyle: Diyelim bir adamın çiftliğine gizlice ve izinsiz gidip yerleşiyorsun, bir sezon
orayı ekip biçiyorsun, ya da orada herhangi bir faaliyette bulunuyorsun. Böylelikle
orada hak sahibi olabiliyorsun. Bunun hukuki tartışması çok uzun. Zaten 1850'li yıllarda
bu hukuk davalarının ebediyyen bitmeyeceğini söylüyordu hakimler. Amerika'da son
üçyüzyıl en çok konuşulan şey, kimin toprağında kimin hakkı olduğu, tartışmasıydı.

Ancak orada da işgalcilerin oyunu almak isteyen siyasetçiler ortaya çıktı ve hukuku
zorladı ve toprak davaları onlarca yıl sürse de yerleşimcilerin lehinde sonuçlar çıktı!..

Bir başka soru soralım! Neden bu filmlerde bu kadar çok şerif ve kovboy vardır. Çünkü
ortada hukuk ve ahlak yoktur. Güçlü olan ve bastıran kazanır. Artık evrensel bir özdeyiş
olarak şu sosyolojik sonuca ulaşıyoruz: Geçiş toplumlarında hukuk ve ahlak yoktur!..

Tıpkı 1980'li yıllardan günümüze kadar, ülkemizde olduğu gibi. Buradan şuraya
sıçrıyoruz. Özal da tıpkı Amerikan politikacıları gibi oy uğruna şehir etrafına yerleşmiş
işgalci gecekondulara tapu dağıtmıştır...

Sonra yirmibeş yılda büyük şehir etraflarında tapu, arazi yağmaları, mafyatik
çatışmalar, işgalciler, yıkımlar, ülkemizin en büyük sosyal sorunu olmuştur.
Ancak bugün, tapu krizleri yavaş yavaş sona ermekte. Şehre akın etmiş insanlar nihayet
bu uçsuz bucaksız varoş tepelerinde ev sahibi, mülk sahibi, toprak sahibi, arazi sahibi
olup, işgalcilikleri bitip hukuki haklar kazanmakta.

İşte kapitalizmin büyük devrimi için ilk büyük ayak tamamlandı.

Amerika'da oluşan büyük servetlerin nasıl sermayeye dönüştüğünün sırrı burada


yatıyor. Bugün dahi dünyayı ele geçiren büyük Amerikan sermayesinin köklerini
araştıranlar, bize bu 'gayrimenkulları' gösteriyorlar.

Gayrimenkullerin ya içinde oturur, ya da kiraya verirsiniz. Ancak, gayrimenkuller başka


işe de yarar. Gayrimenkulün 'sermaye' olabilmesi için bu gayrimenkullerin 'ipotek'
değerinin devreye grimesi lazım. Bunun için 'SİT alanı' gibi ya da miras gibi ya da
başka şekilde oluşmuş tapu davalarının sonuçlanmış olması şart.

Çünkü, arazini ipotek ettirerek kredi alırsın ve bu parayla yeni bir iş, ya da yeni bir ev
ya da bir küçük yatırımın ilk adımlarına başlayabilirsin.

Literatürdeki adı, küçük ve orta boy şirketler, yani, kabaca, küçük esnaf dediğimiz
küçük girişimlerin tek şansı da budur. Evini, arabasını ipotek ettirerek sokağına bir
dükkan açacak.

Sorun şu: Amerikan sermayesinin kökeni uçsuz bucaksız Amerikan vadileridir.


Ankara'dan gaza basıp yüzlerce gecekondu tepesini aşıp Bala'ya kadar giderseniz uçsuz
bucaksız tarlalar göreceksiniz.

Bu sonsuz büyüklükte arsaları ekonomik zihniyetimiz gereği, mahsulü, ekini, kuraklığı,


çiftçi borçları, faizleri olarak görüp yorumladık. Oysa sermayenin zihniyeti bu arsaları
ipotek değerleri olarak düşünür. Şimdi, tapu dağıtılan göçmen çiftçi/işgalci ailelerin
okumuş çocukları düne kadar devlet kapısında iş buluyor, KİT'ler büyüyordu. Şimdi
satılıyor, özelleştiriliyor. Artık bu işgalcilerin çocukları kendi evlerine sadece
oturulacak yer değil, bir yatırım olarak bakmayı düşünecek.
Kendi gecekondusuna yatırım olarak bakınca ne olacak? Ucsuz bucaksız Amerikan
coğrafyasının sermaye haline gelmesinin sırrı işte bu. Bu sır, sermayenin sırrı.

Hernando De Soto, 'Sermayenin Sırrı' adlı kitabında işte bu sırrı anlatır. De Soto, bir
araştırma ekibiyle on yıllar boyu, Meksika'da, Orta Amerika'da, Latin Amerika'da,
Güneydoğu Asya'da, Mısır'da, Türkiye'de, Rusya'da oluşmuş büyük yoksul kalabalıkları
ve şehir varoşlarındaki işgalci barakaları araştırır.

Sonuç şudur: Ellinin üstünde beş milyonu aşmış bu devasa yoksul şehirler Amerika'nın
işgalci yüzyılını andırmakta.

Bu uçsuz bucaksız karmaşık teneke ev tepelerine iyi bakılırsa, bu işgalci evlerin


tapulandırılması, başka bir enerjiyi devreye sokacak.

Çünkü dünyanın en büyük holdingleri dahi bu kadar büyük servete sahip değil. Bir
gecekondu mahallesinin tapu serveti o ülkenin en büyük holdingiyle başedecek güçte.
De Soto, bu sonuçlara on/yirmi yılını verdi. Yoksul mahallelerde dünyanın en büyük
servetleriyle başedecek servetler yattığını rakamlarla ortaya çıkardı ve insanlığa
tavsiyelerde bulundu...

De Soto bu araştırmayı neden yaptı? İki şey için. Birincisi.

Holdingler dünyayı ele geçiriyor. Madenleri, fabrikaları, bankaları, mahalleleri,


ormanları. Bu dev holdingler karşısında güç kalmadı, direnç kalmadı. Ve ortaya akıl
almaz şu feci sahneler çıkıyor: Mesela Kahire'de, bir tarafta plaza benzeri cam fanus
içinde yaşayan milyonlarca zenginin oluşturduğu mahalleler. Diğer tarafta mezarlık
içinde yatan milyonlar. Tek çare, bu yoksul kitlelerin ekonomiye dahil edilmesi.

İkincisi şu: Yoksul kitleler tapu/ipotek değerleriyle, küçük işletme yatırımlarıyla


ekonomiye dahil edilmese facia dünyanın sonunu hazırlıyor. Çünkü kurtarılmış mafya
mahalleleri, eroin, kaçakçılık, cinayet, gasp. Polisin dahi giremediği mahalleler. Tabii
ki kayıtdışı ekonomi büyüyüp mafyatik ekonomiyi besliyor, yani büyük paralar var ama
sermayeleşemiyor.
Peki, ben bu yazıyı niye yazdım. Geçen hafta Bend Deresi'ne bakan Hıdırlıktepe'yi
yüzün üstünde polis arabası çevirdi. Esrar, eroin, hırsızlık, cinayet kol geziyor.

Ayrıca Hıdırlıktepe'nin karşısı Hacıbayram. Şehrin göbeği. Tinerciler, gaspçılar


yangınlar çıkartıp birçok ev sahibini kaçırttı... Evler yakılıp sahipleri kovuldu ve
gaspçıların, tinercilerin işgaline girdi. Yüzlerce evde gündüz uyuyor gece hırsızlığa
çıkıyorlar. Burası Ankara'nın merkezi, tam ortası. Hacıbayram Camii'ne yatsı namazına
gelenler dahi soyuluyor.

Bir daha, ben bu yazıyı niye yazdım. Ülkemizde ekonomiyi herkes holding ekonomisi
biliyor. Holdingler satılıyor, bankalar satılıyor, borsa, döviz, işte, ekonomi dünyası bu
çerçevede oluşuyor. Geniş kitlelerin ve yoksul kitlelerin ekonomisi konuşulmuyor ve
şunlar-şunlar oluyor: Sizlerin ne kadar büyük holdingleri olursa olsun, dışarıdan gelen
daha büyük holdingler sizin holdinglerinizi satın alıyor, işte bankalarınız, fabrikalarınız,
hatta süt ürünleriniz dahi yabancılar tarafından ele geçirildi.

Bize, pis ulusalcılar, yabancı sermayeye neden karşısınız, ekonomi budur, diyorlar. Biz
de, ekonomi holdinglerin değil, daha geniş kitlelerin eline geçerse ve servet daha geniş
kalabalıklarca bölüşülürse yabancıların bunu satın alamayacağını söylüyoruz...

Mesela, Kalkan'dan İngilizler'in ev alması. Bize, yabancılar ev alıyor ne var bunda, siz
de Avrupa'da alıyorsunuz, pis ulusalcılar, siz ekonomiye karşısınız, diyorlar.

Biz de onlara laf anlatamıyoruz, diyoruz ki, Kalkan'dan İngilizler ev alıyor, burada
sorun yok. Biz alamıyoruz, sorun burda.

Kendi toprağının çocukları kendi memleketinde ev alamıyor, ama İngilizler alıyor. O


halde, ekonomiyi geniş kitlelerin imkanlarıyla düşünebilmeliyiz

Mardin'den yirmi yıl önce gelmiş ve yirmi yıldır midye satan bir küçük aile Kalkan'dan
hala neden ev alamıyor. Bu aile Kalkan'dan ev alıp Kalkan'a İngiliz aile gibi rahatlıkla
yerleşemiyor.
Bu aile Kalkan'da İngiliz aile gibi mutlu olamayacaksa, bir toplum nasıl kurulur? Bu
dünya nasıl döner...

Kendi toprağının çocukları kendi memleketinde ev alamıyor, ama İngilizler alıyor. O


halde, ekonomiyi geniş kitlelerin imkanlarıyla düşünebilmeliyiz.

Kardeşlerim, ben bu yazıyı niye yazdım. Dünyada hangi iktisatçının kitabını okusam,
mutlaka, geniş ve yoksul kitlelerin halleri ne olacak diye bir araştırma ve peşinden bir
büyük endişe görüyorum. Bu endişeyi neden ve hiç ülkemiz medyasında göremiyoruz...

Özet: Ekonomi holdinglerden ibaret değildir. Besleme holding aydınları holdinglerin


gücüne bakarak 'ülke ekonomisi' hakkında fikir, bilgi, düşünce beyan edemez.
Ediyorlarsa ya cahildirler, ya satılmış!.. Zaten holdingleriyle birlikte satılıyorlar!

Sonra, sabah yürüyüşü sırasında içimden geldi çimenler üstünde bir takla attım. Takla
attığımı gören insanlar etrafımda kalabalık oluşturdu. Deli seyrediyormuş gibi bana
bakmaya başladılar. Aman Allahım ben ne yaptım, sadece bir takla attım. Yaşlı bir
hanfendi kalabalığa sordu: Ne var burda, nereye bakıyorsunuz. Kalabalıktan biri:
Adamın biri takla attı, ona bakıyoruz. Yaşlı hanfendi: Ne var bunda merak edilecek.

İşte böyle bir toplum. Bu toplumun neresinde yaşayacaksınız, s....... gidin.

Akşam

12/05/2005

Nihat Genç

Nihat Genç: Yere düşmeyen sancak 57.Alay

( Edebiyat Dersleri kitabından)


Çanakkale Savaşları üstüne onlarca komutanın ayrıntılı hatıraları elli yıldır önümüzde
dururken, Çanakkale üzerine bir film ve bir tiyatro yapılmayışı, utancımızdır.
Tarihimizin en eşsiz sayfasını oluşturan 57. Alay'ın isminin tek bir sokak ve caddeye
verilmeyişi de ayrı bir utanç.

Kvai Köprüsü ve benzer II. Dünya filmlerini bin defa seyreden gençlerimiz, dünya
tarihinin en eşitsiz ve en eşsiz Çanakkale Savaşı'nı kulaktan dolma bilgilerle geçiştirir.
Oysa hepimiz bu savaşı avcumuzun içi gibi bilmeliyiz. Bu trajedilerin en büyüğünü
dönüp dönüp anlatmak, vatan ve insanlık görevidir.

Avcumuzun içi gibi. Sol elimiz, Gelibolu olsun. Sol avuç ayamızı açalım. Serçe
parmağımız kıyısı Saroz Körfezi'ne açılan Arıburnu olsun. Başparmağımız Çanakkale
Boğazı. Avucumuzun ortasında büyük çizgiler, dereler, Arıburnu'na dökülen, Ağıl
deresi, Çatlak Deresi, Sazlı dere. Başparmağımızın en yüksek yeri Kocaçimen. Onun
altı, dik bayır Conkbayırı, onun da altı Şahinsırtı tepesi. Bileğinizde nabzın attığı yer
Anafartalar olsun. Avcunuzun içindeki tepelerin, yerlerin isimleri yoktu, savaş sırasında
haritalar çıkartılırken verildi: Süngübayırı, Topçutepesi, Kanlısırt.. Korkuderesi,
Domuzderesi, Kemalyeri.. Ve parmakuçlarınızdaki sahil Seddülbahir, Gelibolu'nun tam
ucu. Parmakaralarında Azmak deresi, Kozlar çayırı, Suvak kuyusu..

Bu küçük bir avuç harita üstünde tam 950 bin kişi savaştı. Bu arazi, tamamen fundalık,
çalılık, engebeli, çukurlarla dolu. Değil savaşmak yürümek mümkün değil. Düşman
komutanları hatıralarında, 'Haritasız, barış zamanında dahi yürünemez. Karmakarışık,
çapraşık, çukurlarla, tehlikelerle dolu, dikenli otlarla kaplı' diye yazmakta!

Kara savaşları 25 Nisan 1915'te başladı, tam sekiz ay sürdü. Savaşın ilk dört günü
verilen muharebelerin şiddeti tüm sekiz aya bedel. Düşmanı ilk karşılayan 27. Alay'ın
komutanı Şefik Aker'dir, ardından 57. Alay'dır, komutanı Mustafa Kemal'dir, sol yanına
takviye gelen alayın adı ise 77. Alay'dır.

Sekiz ay boyunca onlarca alayımız, fırkamız, komutanımız kahramanca savaştı, herbirini


anlatmak kitaplar doldurur, bu üç alayımızın özelliği, düşmanı ilk karşılamaları ve
durdurmaları!

Bir manga dokuz kişiden oluşur. Dokuz manga bir takım demek... Bir bölük, üç takımdan
oluşur. Düşmanın ilk çıkartması dörtbin askerdir, bu dörtbin askere karşı önce, sadece
iki takım asker savaşmıştır. Yani arkadan 27. Alay gelene kadar otuz-kırk kişi düşmanı
oyaladı... Dörtbin kişiye karşı otuz kişi... Tarih kitapları bu birkaç manga askerin
kahramanlığını ayrıntılarıyla yazmakta. Mesela bir çavuşumuz, omuzundan vuruldu,
devam etti, diğer omzundan vuruldu, yine devam etti, bir bacağından vuruldu, yine
devam etti...

Savaşın stratejisi basittir, Arıburnu'na gelen dünyanın gelmiş geçmiş en büyük en


kalabalık zırhlı gemileri, önce Şahin Sırtı'na, hemen üstüne Conkbayırı'na tırmanıp,
sonra, boğaza hakim tepe Kocaçimen'i ele geçirince, Çanakkale'den düşman gemileri
rahatlıkla geçebilecek.

Ancak, düşmanın hangi sahilden çıkartma yapacağı, komutanlar arasında bugüne kadar
süren tartışmalar yarattı. Düşman, Gelibolu'nun ucu Seddülbahir'den de çıkabilir,
Arıburnu'ndan da, göstermelik olarak Anadolu kıyısına asker çıkarabilir! Bu tereddüt
düşmanın sahile çıkar çıkmaz vurulması hazırlığını karıştırmıştır!

Her alayımızda sadece bir makinelitüfek takımı var ve bu makinelitüfeklerin geri


çevirme mekanizmaları yoktu. İlk günlerde düşman öndeyken sakıncası yoktu, ama
sonraki günler bu makinelitüfekler işe yaramadı. Askerlerimizin sırt çantaları bu
çukurlarla dolu arazide çok yük olmuştur. Yemekleri, kazma kürek takımı dışındaki
yükleri atılınca askerler hafifleyip, yükten kurtulmanın sevinciyle bayram yapmakta.
Çünkü bu arazide yürümek, savaştan daha yorucu!

19. yüzyılda tüm dünyayı sömürgeleştirip, uçsuz bucaksız köle ve maden kaynaklarına
ulaşan İngilizler, dünyanın en büyük savaş gemilerine sahip. Açıkta demirlemiş yüzlerce
gemi, laz askerler, kıyıda henüz savaştan habersiz horon tepmekte... Okumuş, bilgili,
genç teğmen, askerlere, 'Düşman açıkta, siz burada horon tepiyorsunuz', der, 'O gemiler
asker dolu, hepsinde azrail gibi toplar var', der. Laz asker: 'Korkma komutanım,
Allah'tan büyük değiller ya' diye cevap verir.

Bu inanılmaz toplara, yüksekten keşif yapan balonlara, bomba atan ve yine keşif yapan
yüzlerce teyyaresine karşılık, Türklerin bir topçu cephanesi fabrikası yoktu. İstanbul'da
Yüzbaşı Piepen topçu cephanesi fabrikası kurulmuştu. Ama hikaye. Yirmi toptan ancak
biri patlıyor. Yine de komutanlar, boş mermileri manevra topu gibi atıyor, askerlere
psikolojik destek için. Piyadeler, 'topçular bizi destekliyor' sansın diye. Topların boş
seslerini kullanıyor. Bugün dahi komutanlar, arkalarına topçu desteği alamadıklarını
kahırla anlatıyor. Elimizde Bulgar cephanesinden kaptığımız birkaç top!

Bir de komutanların hatıralarında naklettiği, hepsi bir alem, Fatih zamanından kalma
toplar. Şimdi Avustralya'da Gelibolu müzesindeki bir topun hikayesi ilginçtir. Bu
bilgileri komutanlarımızın hatıralarından aldılar. 'Ey ziyaretçi, önünden geçmekte
olduğun top, Türkler'in 1. Dünya Savaşı'nda ne kadar zaruret içinde olduğunu gösterir.
Çünkü bu topu Türkler, Kafkasya cephesinden Süveyş'e sürmüş, Süveyş'ten
Çanakkale'ye, biz de bu topu Çanakkale'den Avustralya'ya getirdik!'...

Üstelik, yine komutan hatıralarında, bu topun da arızalı olduğu söylenir. İngilizler


Arıburnu'na yaptıkları çıkarmayı yıllar boyu milli bir bayram gibi 'andılar'.. İngiliz
komutanlar hatıralarında askerlerine 'kahramanlık' payını bol keseden biçti... Mesela bir
İngiliz komutan, 'O gün Conkbayırı tepesindeki makinelitüfeği ele geçirdik', diye
yazıyor. Bizim komutanlarımız, bu hatıraları okuyunca, hatıralarını yeniden yazmaya
başlıyor: 'Ele geçirdikleri o makinelitüfeği iki saat sonra ellerinden aldığımızı neden
yazmıyorlar' diye...

Daha ilk gün, düşman, Arıburnu'ndan karaya çıkınca, hemen harekete geçen düşmanı
göğüs göğüse karşılayan 27. Alay'ın komutanı Şefik Aker'dir. Ardından ona yetişmeye
çalışan 57. Alay'ın komutanı Mustafa Kemal'dir. Hem Şefik Aker, hem Mustafa Kemal,
komutanları Enver Paşa ve Limon Von Sanders tarafından eleştirildi. Oysa hem Şefik
Aker, hem Mustafa Kemal, silahsız, bombasız, topsuz, alayına sürekli cesaret ve yiğitlik
telkin ederek, onları, çıplak bir boğazlamaya sürüklemekte, eşsiz nutuklar atmakta. Türk
tarihine geçen: 'Size ölmeyi emrediyorum, sizler ölürken arkadan birliklerinizin
yetişmesi için zaman kazanacaksınız' nutku, 57. Alay'a söylenmiştir. Avustralya Gelibolu
müzesinde sergilenen bir sancağımızın önünde şu bilgiler var: 'Ey ziyaretçi, önünden
geçmekte olduğun sancak, dünya müzelerinin en nadir eseridir. Gelibolu'dan
getirilmiştir. Son askerin altında cansız yattığı bir ağaç dalında asılı bulunmuştur!'

Mermileri bittikten sonra elleriyle ve süngüleriyle gırtlak gırtlağa savaşan bu alayımızın


tümü şehit olmuştur..
Şefik Aker Paşa, Cemil Conk Paşa, Fahrettin Altay Paşa, Selahattin Adil Paşa ve
Mustafa Kemal gibi daha nicelerinin hatıralarında Şahin Sırtı, Conkbayırı ve
Kocaçimen muharebelerinde bu alaylarımızın kahramanlığı ayrıntılarıyla ve çok
dokunaklı işlenir!

Topu, tüfeği, mermisi kalmayan, arkadan takviye alması imkansız, süngüsüyle düşman
üzerine çullanmaktan başka hiçbir şansı kalmayan kahraman Şefik Aker ve Mustafa
Kemal'in çaresizlikle askerlerine sabah akşam nutuk çekmesi... Onlara yalınkılıç,
yumruk yumruğa kavgadan başka şansları olmadığını anlatması... Türk milletini... Fakru
zaruretleri... Anadolu'yu... Yetimleri, öksüzleri, yokluğu, açlığı anlatması... Düşmanları
anlatması... Silahsız askeri, yumruklarıyla, dünyanın en büyük mekanize birlikleri
üstüne sürüklemeleri, dünya savaş tarihinde eşine bir daha rastlanmayacak, olağanüstü,
masalsıdır!

Daha ilk gün düşmana yumrukları ve süngüleriyle çullanan 27. Alay'ın komutanı Şefik
Aker ve ardından yetişen 57. Alay'ın komutanı Mustafa Kemal'in savaş tarihindeki
tartışmaları sürmekte, çünkü, Enver Paşa ve Limon Von Sanders, ilk gün ani kararlarla
büyük kayıplar verildiğini düşünürler. Şefik Aker'in iddiası, 'Acil ve ani kararla
düşmanın önü kesilmeseydi, savaş başlamadan Çanakkale düşecekti', der. Ve birçok
komutan hatıralarında, bu ilk dört gün içinde 27. ve 57. Alay'ın ani kararını destekler.
Ayrıca, Şefik Aker ve Mustafa Kemal'in ani karar vermek zorunda kalması, arkadaki
birliklerden hiç haber alınamamasıdır.

Enver Paşa cepheyi ziyaretinde bu yüzden Mustafa Kemal'in yanına uğramaz. Mustafa
Kemal işte o gün Enver Paşa'ya küser. Savaşın sonraki aylarında Mustafa Kemal,
arkadaki, Anafartalar'a tayin edilir.

O günlerin Time dergisi, Çanakkale Savaşı'na muhabir gönderir ve savaşı 'kavimler


savaşı' olarak niteler. Çünkü İngilizler'in yanında, İskoçyalılar, İrlandalılar,
Avusturyalılar, Yeni Zelandalılar, Gurkaslar, Çığlar, Pencabiler, Fransızlar ve
Senegalliler omuz omuza savaşıyordu. Bizim birliklerimiz, geçtiğimiz beş yıl içinde,
Balkanlar'da, Süveyş'te savaşmış, çok yorgun, hepsi Yozgatlı, Çankırılı, Trabzonlu ve
özellikle İstanbullu çocuklardı. İstanbul çok yakın olduğu için ve sürekli takviye birlik
istendiği için, İstanbul'dan savaşa erkek göndermeyen tek hane kalmadı. Bir de birlikte
savaşa girdiğimiz için yanımızda Almanlar'ın beşyüz kişilik sembolik kuvveti vardı.
İlk günkü savaşların en trajik yanı, 27. ve 57. Alay'ı çaresiz bırakan, 27. Alay'ın
solyanını korumakla görevli 77. Alay'ın çözülmesi ve savaş dışı kalmasıdır.

77. Alay korktu ve çalılıklara dağıldı. Sağa sola belirsiz ateş açıyor, hepsi başlarının
çaresini düşünüyor. Kimi karın ağrısına tutulduğunu, kimi komutanını kaybettiğini
bahane ediyor. Muharebenin en çetin safhasında 27. Alay'a takviye diye gelen 77. Alay,
bir Arap birliğiydi. O kadar ruhsuzdu ki, cesed gömmek için verilen küçük aralarda
keyifle nargile içiyorlardı. 77. Alay, ordumuzun tüm birliklerinde büyük hayalkırıklığı
yarattı. Tüm komutanlarımız hatıralarında, bu Arap birliği yerine ön cephede, yanımızda
bir Türk birliği olsaydı, savaşın ön cephesinde bu kadar ağır kayıplar verilmezdi,
deniyor.

Düşmanın Arıburnu mu, Seddülbahir mi, Saroz Körfezi'nden mi çıkartma yapacağı


tartışması, komutanların arasını açtı, sinir krizi geçirip, aklını kaybeden komutanlarımız
oldu. Çünkü, Arıburnu'na çıkarılan birlikler 'göstermelik' olabilir, bütün kuvvetleri
Arıburnu'na çıkartma yapılıyor diye buraya yığmak da çok tehlikeli olabilirdi...

Sonraki aylarda.. İngilizler 21 Ağustos'ta, tüm güçlerini toplayıp, büyük bir taarruza
geçtiler. Bu taarruzda, İngiliz birlikleri içinde, İngiliz soylu ailelerinin en seçkin
çocukları, hassa birliği, büyük kayıplar verince, İngilizler'in gözü korktu. Ve savaşı
artık savunmaya, geri çekilmeye doğru düşünmeye başladılar. Sayısı hala tartışmalı,
kırk, elli, yüz nakliye, savaş gemisi, aylarca İngiltere'ye, Londra'ya cesed taşıdı. Beşyüz
bin asker çıkardılar sahile.

Conkbayırı'na sürünerek çıkan beşyüz bin kertenkele. Hepsi gördü sonunda, neymiş,
Çanakkale!

Mustafa Kemal'in 57. Alay'ı yönettiği yerin adı Kemalyeri konuldu. Bugün toprağı
kazın, havada birbirine çarpışıp kaynaşmış mermiler bulacaksınız.

Birbirlerinin gırtlaklarına sarılmış iskeletler göreceksiniz. Birbirinin kaburgasına süngü


girmiş ve ikisi de karşılıklı dizçökmüş iskeletlerle karşılaşacaksınız.
Boğaz boğaza, gırtlak gırtlağa böyle bir savaşı tarih yazmaz.

Komutanlarımız hatıralarında 'Kahramanlarımız, uçarak düşmana hücum ettiler' diye


yazıyor ve peşinden şöyle ekliyorlar: 'Buradaki uçarcası lafı bir benzetme değil,
gerçekten uçtular. Conkbayırı tepesi uçurum, düşmanı kovalarken peşinden uçarak
havada öldüler!'..

Yaralanmayan Türk komutanı yoktur, askerler savaştan düşmesin diye, hepsi


göğüslerindeki şarapnel parçalarını askere göstermez.

Sedyeyle götürülen askerler, düşmanla biraz daha savaşamadım diye, kahırdan küfürler
savuruyor. Kıpkırmızı sedye üstünde, yaralarından değil, savaştan geri kaldıkları için
acıyla naralar atıyorlar.

İşte o savaşın ön cephesinde savaşan Avusturyalı Anzaclar, tam seksen sene, hiçbir sene
sektirmeden, her yıldönümü, gemilerle yine Arıburnu sahiline geldiler. Conkbayırı
tepesinde onları gazi dedelerimiz bekledi. Bu sefer süngüyle değil, kollarını açarak,
sarılmak için birbirlerine koştular.

İnsanoğlunun büyük trajedisine yazılmış, çok ağlamaklı sahnelerdir bunlar. Mustafa


Kemal'in topraklarımıza gömülen Anzac şehitliğine yazdığı o meşhur: 'Onlar artık bizim
evlatlarımızdır' kitabesi, edebi olarak çok güçlüdür.

Düşman gemileri günlerce Conkbayırı sırtını bombalıyor. İngiliz komutanları çok haklı,
bu kadar bombardımana tek bir otun, tek bir böceğin yaşaması mümkün değildi. Türk
siperleri tamamen paramparça edildi. Yeniden siper kazmak vakit alıyor. Kazılsa da
fazla derin kazılamıyor. Bu 'paramparça', büyük toplarla tamamen yerin altına
gömülmüş siperlerden, Türk askerlerinin yerin altından fışkırıyor gibi yeniden savaşa
koşması, herkesin aklını başından aldı. Gerçekten 'aklını' aldı, çünkü çok sonra, geride
kalan askerlerimiz, şehidlerimizin, yeşil sarıklıların yanımızda savaştığı gibi bir yığın
hikaye anlattı.. Bir yeşilsarıklı Türk birliği hikayesi, çok meşhurdur.

Askerlerimiz siper için, şehid arkadaşlarının cesed bedenlerini kullanmakta. Türk


askerleri, önündeki arkadaşının ölüsüne, yanına ve soluna tahta koyup, üstüne birkaç
kürekle toprak atıp, cesed yüksekliğinden sipere giriyor. Bir komutanımızın hatırası:
'Siperde atış yapan askerim, ikide bir doğrulup önündeki kumula toprak atıyor, ayağa
kalktığında düşmana hedef oluyor, 'ne yapıyorsun' dedim. Asker, düşman mermilerinin
ölen arkadaşının üstündeki toprağı boşaltıp, arkadaşının bacaklarını, karnını dışarda
bıraktığını, yeniden üstüne toprak atmam gerekiyor, diye cevap verdi'...

Komutanlarımız hatıralarında, 'İngilizler bizi, zavallı Hintliler, uyuşuk Çinliler, ilkel


Etiyopyalılar gibi kolaylıkla esir alıp burnumuza köle halkası takacaklarını
sanıyorlardı', diyor.

Bu savaş, ordularımıza komutanlık yapan Limon Von Sanders'in ve birçok


komutanımızın özetlediği gibi, çeliğe karşı, etin ve kemiğin savaşıydı.

Mevziler sekiz ay, yüz-yüzelli metre mesafeye kadar düştü, ancak, savaşın bazı
bölümlerinde mevziler inanılmaz ama, beş metreye kadar düştü. Gemiler durmaksızın
aylarca, bir ot, bir böcek kalması imkansız, gece gündüz dövüyor Şahinsırtı'nı,
Conkbayırı'nı, Kocaçimen'i... Komutanımız atından iner inmez büyük bir top atışı
parçalıyor atı, et parçaları, yüzüne çarpıyor, ya da, komutanımız haritası başındayken
bir bombayla komuta ettiği bölüğün tümü bir anda havaya uçuyor...

Ya da, düşman lağımcıları, yerin altından, otomatik kazıcılarla, muhtemelen motorlarla,


bizim mevzilerin gizlice tam altına kadar gelip dinamitliyorlar. Mevzilerimiz, üç-dört
minare yüksekliğinde havaya uçuyor.

Mustafa Kemal anlatıyor, birinci siperdekiler hiç kurtulamamacasına düşüp ölüyor,


arkalarında bekleyen ikinciler hemen siperlerine geçiyor, bir dakika sonra onlar da
düşüyor, arkada bekleyenler, üç dakika sonra kendilerinin de öndekiler gibi öleceğini
biliyor ve koşar adım yerlerini alıyorlar, onlar da ölüyor!..

Bir daha kara bir bayrakla gelemeyeceksin buraya

Üç-dört gün içinde iki saatlik uyku mümkün olmadı, üstelik, top gürültüleri insanı sağır
ediyor. Ve seri makineli tüfeğin toprağı taraması, yere çarpmasından, toz duman
bulutundan mevziler görünmüyor. Rüzgar bulutu birazcık yardığında komutanlar ancak
dürbünle, süngülerin parıltısını farkedebiliyor.
Üstelik üstümüzde sürekli düşman balonları, tayyareleri, hem bilgi alıyor, hem mermi
atıyor!

Mevziler birbirine o kadar yakınlaştı ki, değil mermi, yumruk mesafesinde! Cesed
gömmek için verilen ateşkes sürelerinde çok uçuk, fantastik hikayeler de yaşandı.
Komutanımız anlatıyor: 'Nerde söylesem, fantazi gibi bakıyorlar, gözümle gördüm, bu
olay gözlerimin önünde oldu' diyor... Bir Türk askeri, İngiliz cephesine bir futbol topu
atar. İngilizler topu alıp siperden çıkar, Alman siperine doğru paslaşarak ilerler ve
Alman mevziine topu şutlayıp 'gooool' diye bağırıp geri dönerler!

(Çanakkale savaşlarında Türk halkının en sevdiği ve hala çocuklarına anlattığı hikaye


meşhur dondurmacı hikayesidir. Avustralya'da yaşayan meşhur dondurmacımız ve bir
kasabımız limandan Türkiye'ye savaşmaya gitmekte olan savaş gemilerini görür ve iki
kişi tüm Avustralya'ya orada savaş açar. İki gün boyunca çatışır ve sonunda bir ormanda
yakalanırlar ve göğüslerinden Türk bayrağı çıkar.)

Ölen İngiliz askerlerinin üstünden 'İstanbul' haritaları çıkıyor, bu kanlı haritalar bugün
müzede. Yakalanan bir Anzac askerine, 'Neden buraya geldin' deniyor: 'Spor için' diyor!

Bilmiyorlardı bizim bahçemizde güller, top sesleriyle açılır, bizim bütün şarkılarımız
'Batan gül kana benziyor' diye başlar...

Savaşın bir türlü bitmeyişi, düşmanın, Conkbayırı'na bir türlü tırmanamayışı, her yeri
cesedle doldurdu. Çanakkale savaşının en ıstırap dolu sahnesi burdadır. Çürümüş
binlerce cesedin kokusuna tüm askerler böğürmekte, öğürmekte. Ve cesedlerin üstünü
simsiyah bulut gibi karasinekler örtüyor. Cesedleri gömmek için geçirilecek zaman yok.
İngilizler ikide bir cesedleri gömelim deyip, kokudan kurtulmak için, ateşkes istiyor. Pis
kokudan öğürmemek için asker nefes almamaya çalışıyor, çoğu burnunu tülbentle
kapatıyor. Zaten, top seslerinden östaki boruları patlamasın diye hepsi kulaklıklı kaput
giyiyor.
Cesedlerin çürümüş, yeşillenmiş dudakları üstünden kalkan sinekler, askerin su içtiği
bardaklara konuyor. Bardaklardan su içilmez oluyor. Üstleri tülbentle örtülüyor. Hatta
su içerken o kısa arada, yüzlerce sinek hücum ediyor, bu yüzden, su, tülbentten
süzülerek içiliyor. Bardakların da nasıl yapıldığını anlatalım, cephane sandıkları
içindeki çinko astar süngüyle yırtılıp, külah gibi kıvrılıp, bardak yapılıyor!

Düşman askeri yüzlerce gemiyle kumsala, konserveler, etler, çikolatalar yığdı... Türk
askerinin karavanası da komutanların anılarında. Bin yıldır aynı: Nohut, fasulye, bulgur,
kuru üzüm. Çanakkale savaşına bazı komutanlar 'kuru baklanın zaferi' diyor!

Mermiler ve topların mevzileri toz-bulut içinde bırakması, sürekli, birlikleri, hatta,


alayları birbirine karıştırıyor, savaş boyunca, komutanlar 'askerlerini' diğer alaylardan
ayırtedemiyor.

Ve İngiliz komutanlar artık, askerlerini kırbaçla cepheye sürmeye başladı. Cüceler,


bilmeden, devler ülkesine savaşa gelmişlerdi. Bilmiyorlardı, bizim bahçemizde güller,
top sesleriyle açılır, bizim yaralarımız ancak top sesleriyle kapanır. Bizim bütün
şarkılarımız 'batan gün kana benziyor' diye başlar. Şarapnel parçaları hala göğüslerini
süslüyor gazilerimizin. Sevgilinin iri siyah gözleri gibi, bu madalyalarla kasabaların
kahvelerinde ihtiyarlayıncaya kadar ne kadar mesut, ne kadar mutlu kahvelerini içtiler!

Dünyayı fethe kalkışan İngilizlerin lordları, kontları, soylu, nazenin çocuklar, işte
burada, savaşa yemin ettiler. Şimdi orası bir açık hava müzesi. Şu yer adlarına bakın:
Korkuderesi, Domuzderesi, Kanlısırt. Kanlıdere. Ve hala rüzgarlı ve hala çok soğuk!

Ey tümü şehit 57. Alay, ey kahraman 27. Alay, hikayenizi okuyunca, dilimiz tutuluyor,
kalem elden düşüyor, 90 yıl sonra hala hıçkırıklar gözyaşlarıyla anıyoruz sizleri. Ne
diyelim sizlere.. Şarkılarımızdaki gibi, 'Beni koynunuza alın'...

Toprağına sarılarak ölen yiğitler! Kapkara bir öfkeyle. Değil Çanakkale'den, düşmanı
dünyadan kovdular. Ne kalk borusu çaldı, ne yat borusu. Uyumaksızın. Kudurmuş kurtlar
gibi savaştı. Ne esir oldu, ne mağlup.. Aç karnına taşları, ağaçları kemirip, yine
saldırdı!
Ay ışığıyla kanayan yaralarını sardılar. Alınlarındaki kan damlalarının gölünde
süngülerini parlattılar.

Alınlarındaki kanlı teri, silecek adam kalmadı, içimizde. En meşhur şairlerimiz, bu


kasırga karşısında, çaresiz, donakaldı.

Bakırdan, kızıl bir parıltı saçtılar geceye. Geceyi kemiklerle, mermilerle dantel dantel
işlediler. Parçalanmış atların leşlerinde uyuyup, yeniden saldırdılar.

Yastık gibi yumuşacık mevziler kazdılar. Gecenin meşaleleri ateş böcekleri oldular.
Memleketin en hüzünlü çiçeği, en soylu, gurur dolu, en uzun şarkıları oldular.

Derin ufuklarda uğuldayan topların ürküntüsü. O küçük patikada. Kuru otlar üzerinde.
Çamura gömülü cesed parçaları üstüne, ebedi vatanlarına uzandılar. Çelik, kan, demirin
korkunç fırtınasına, süngüleriyle karşı koydular.

Anadolu'nun çok yoksul, soğuk köylerinin çocukları. Sırılsıklam kan! Tepeden tırnağa
mermi, şarapnel yarası. Daha düne kadar Çamlıca tepesinde şarkılar söyleyen
İstanbul'un çocukları, bugün, bıyıklarından kan süzülen, eşsiz kahramanlar!

Vurulup, serildiğin yer, ebediyyen, buza kesmez artık. Ateş fışkırır, kalp atışından
toprak. Korkma, Anadolu'nun boz kokulu rüzgarı, kanınızı kolalayıp kolalayıp
Erciyes'in, Uludağ'ın tepelerine çoktan kaldırdı. Açılan yaralarınız Anadolu'nun ağır
tekerleklerine motor oldu, kanınız, susuz çayırlarımıza kumaş oldu!

Sedyeyle taşınmadan, teneşire konmadan, tabutlara girmeden ölen yiğitler! Kanlıdere


kurumadı hala. Sarı yapraklar, gözyaşı gibi düşen yiğitler! İngiliz dişlerini teker teker
söken yiğitler! Omuzlarınız gibi yüksek şimdi, Conkbayırı, Kocaçimen!

Tankerlerden boşalan petrol gibi kan, loş, ıssız, dilsiz, hayalet dolu Domuzderesi,
kanınızı taşırken nasıl gümbürdeyerek çağıldadı.. O bahar gecesi, taşları delen kanınızı
kimsecikler görmedi. Dikenler mi battı, yılanlar mı soktu, mermiler mi ısırdı,
kimsecikler sormadı.. Ege'nin suları, başını kaldırıp, o şehit kitabelerine bakar mı
şimdi!

Artık ebediyyen uyumaz o sular. Nasıl okşar, okşar. Her akşam şarkılarla usul usul öper.
Kazılmamış o mezarları hala!

Koşuyorum heyecanla o yüksek tepelere, 57. Alay'ın alnının değdiği o mübarek toprağa.
Alnımı sürüyorum karatoprağın en ateşli yanağına

Kalın bir kefen gibi Saroz'un soğuk rüzgarı. Sormadı mı o gece silahsız asker olur mu?
Mahalle maçı mı bu, beş metre mevzilerde savaşılır mı? Bu devlerin ülkesi, böyle
minyatür sahalarda, kaç büyük savaş çıkardı!

Kocaçimen tepesinde patlayan heyecanlı rüzgarlar! Kuru çalılıklar içinde kuş


gölgelerini, eski günlerin anısına sanki, çekiç gibi dövüyor hala. Ya da kuşların
gölgesinde uyuyan, o eski şehitlere sarılmak istiyor!

Anadolu'dan katar katar trenler, çıplak, aç, yorgun ve çocuk askerler taşıdı. Salkım
salkım söğütler ve nişanlılar, bu sevdalı gençlere el salladı.

Korkuderesi, tarihin bu en zalim kitaplarını yırtarak, çıldırarak, haykırır mı hala.

Conkbayırı'nda, bulutlar gibi dökülen demir yığınlarının altında kalan yiğitler, o gece,
bir gecede Anadolu'nun saçları ağardı. Anneler türbelere koştu, Sakarya, Kızılırmak
ağladı. Kuvvet versin diye yiğitlere sabahlara kadar dualar okundu. Kanlısırt'taki top
sesleri, İstanbul'u salladı, Konya'yı ürpertti, Kars Kalesi'nden duyuldu.

Kibar İngiliz, ince, zarif, biblo suratlı İngiliz, ne kadar azgın, ne barbardı o gece. Arı
kovanı gibi üşüştüler, dünyanın bütün bahçelerine gireceklerini sandılar. Tarihin bu en
eski kapısında diz çöküp, döktükleri kanda boğuldular. Ve ders aldılar.

Bir daha kara bir bayrakla gelmeyeceksin buraya. Anadolu'nun, dağ, tepe, bu kardeş
çocuklarını, işte gördünüz, yüzleri toprağa sürünmesin.
Yanaklarından alev fışkırır. Toprağa sürününce, kan yanaklarına kına oluyor. Kirazdır,
yabançileğidir, karadır, kızılcıktır, çok kızgın, çok ıslaktır, yanakları. Kazıp kazıp
çıkartıyoruz hala topraktan. Testi, çömlek değil bunlar. Toprağın güzel kokusuyla
kiremitleşmiş, o yiğitlerin kurumuş yanakları.

Hala hangi köyüne girseniz Anadolu'nun, bu toprakla sırlanmış, kırık kalbimizin


parçaları gibi, o kiremit isi rengi bulursunuz!

Gelibolu, Anadolu'nun yünden boyunbağı, en kederli gövdesi! Tatlı tatlı ışıldayan,


yorulmak bilmeyen, Anadolu'nun gümüş renkli alnı. Söyle, gördün, hangi toprak parçası,
top seslerini kadife elbiseler gibi giyinir böyle. Söyle, çiçeklerle dolu kırları kim
giydirdi bu askerlerin üstüne. Ölümsüz kalbimiz, kalbimizin ta kendisi oldular...

Saroz'dan Anadolu'ya 90 yıldır, rüzgar değil.. Göğün rengine bulutuna karışıp, o


askerlerin ateşten nefesleri, soluk soluk, esiyor hala!

Allaha ısmarladık deyip çıkarken son kez köyünüzden. Sarılıp, öptüğünüz o derelerin
suyu... Şimdi biz, yetmiş milyon, kutsal şaraplar gibi çoluk çocuk içiyoruz, üstünde
kelebekler oynaşan o derelerin suyunu!..

Mevzilerde yorgun düşüp, koynunuza yaslanıp sarılan o paslı tüfekler de, içtiler mi kana
kana Korkudere'nin suyunu... Bugün kutsal emanetlerimiz gibi müzede, paslanmadı gitti..
Ay ışığında ayna gibi parıldıyor hala o eski süngüler!

O süngüler çapaydı. Gelibolu ceset tarlası. Bomba yanığı, et parçaları, çürümüş


bacaklar, hendekler, çukurlar doldu.. Hücuma geçerken şehitlerimize köprü oldu
cesedler.

Şimdi koşuyorum heyecanla o yüksek tepelere! 57. Alay'ın alnının değdiği o mübarek
toprağa! Alnımı sürüyorum, karatoprağın bu en ateşli yanağına!
Saçları taşlara kaynamış. Büyük ve mutlu bir uykuya dalmışlar. Kafalarını parçalayarak
cephane sandıkları düştü gökten. Bugün, taşların alınlarında hala damar damar şiş...
Patlamış, iri kan damlaları duruyor hala!

Bu yüzden, bu tepeler akşamları çivit mavi, çiçekler gibi açıyor geceler. Lacivert
gecelerin derin ufuklarında. Hala kanlı bir kılıç, ufukta, keskin keskin parlıyor.

Çiçekli entariler gibi, bu çimen çimen giysileri kırlara, kanımızın ortak alevi giydirdi.
Ve demir gibi, çelik gibi ağır Gelibolu toprağı. Bin çeşit düşman kini. Yarasa soğuğu,
çakal tüyü.

Çiçeklerin, kırların saçlarını tarıyor hala süngüler. Koşarak savaşmaktan ayakları


sızlıyor mu, söyle, rüzgarlar neden kanını kurutamadığı hala?

Bizi öldürmeye yemin etmiş, tarihin elleriyle yoğruldu. Anlatılmaz, bu yumuşacık,


şırıltılı, tatlı çimenlerin masalı! Anlatılmaz, şu arkadaki kabarmış çalılıkların destanı!
Şu küçücük çakıl taşlarına gücüm yetmez. Öldükten sonra büyüyen şehitlerin taşlaşmış
gözbebekleri gibi.

Burası üç merdiven, Şahinsırtı, Conkbayırı, Kocaçimen! Anadolu'ya buluttan, yürekten


köprü oldular. Mermer gibi soğuk ve gururla bakan bu taşların içine soksam elimi.
Kanla donmuş katılaşmış bu ateşin yüreğinden bir damarını kopartsam. O top seslerini
şarkı nağmeleri gibi hatıralarıma alsam!

Görüyorum işte, çiçeklerin, kırların saçlarını tarıyor hala o eski süngüler. Kanlıdere'de
kertenkeleler, kurbağalar. Dere kıyısında acı köklü otlar. Kekik otları. Koşarak
savaşmaktan ayakları sızlıyor mu hala, söyle, rüzgarlar neden kanını kurutamadı hala!..

Gördünüz, bataryalar, çocuk kandırır gibi boş mermiler attı, gördünüz savaş değildi bu,
Hafız Burhan'dan şarkılar dinlediler.

Alnımız toprağı 25 Nisan gecesi, işte bu tepede öptü.. Tarihin o büyük duvar saati, işte
bu tepede, 'Dur, Çanakkale geçilmez!' dedi.
Çanakkale o gece, Avrupa'yı Asya'dan, iki büyük kıtayı bacaklarından bir daha ayırdı!

Ey çok uzaklardan gelen yabancı! Bu pembe güller. Bu hırçın rüzgar. Bu binkat gölgeler.
Tarihin boynumuza, koynumuza dolanmış kolları. Her biri bize, ekmek kadar hava kadar,
Adem kadar yakın. İşte gördünüz, hala zonkluyor her taşı.

Ey Seddülbahir, ey Conkbayırı, ey karşı kıyıda, bu top sesleriyle büyüyen, Bigalı köylü


çocukları! Biz odun ateşiyle ısınmayı bilirdik. Onlar savaş gemilerinin cehennem
kazanlarını başımızdan döktüler.. Kahpece, şeytanca, Afrika'yı, köleleri, zavallı
Hintlileri, işte burada karşımıza diktiler!

Bunlar eski hatıralar. Şimdi, hala.. Karanlık gecelerinde... Tepelerde karmakarışık


ağaçlar! Birbirine sokulur. Binkat gölgeler, boğazın sularına yaslanır. Kocaçimen,
Anafartalar, her gece.. Saçlarını örer, örer toplar, rüzgarlarla dağıtır! Boğaz'ın sularını,
testi testi şaraplar gibi, içer, o eski günlerin hatıralarıyla, hıçkırıklarla ağlar...

Ege'nin parıldayan ve gülümseyen memelerine... Kocaçimen, hafif kumları avuçlayıp..


Avuçlayıp, rüzgarlarıyla serper...

İşte böyle.. Şimdi o tepelerde, yüzbinlerce meçhul asker... Yüzbinlerce mezar.. Bu


sonbahar gecesi, üstlerinde kurumuş yapraklar...

Bu sonbahar gecesi.. Kurumuş yapraklar uçuşuyor, içlerinde bir neşe... Bir neşe...
Tarifsiz bir neşe!..

Sanmayın, bu kurumuş yapraklar bu gece orada, yalnız geziyor, yalnız uçuyor...


Ruhlarımız 90 yıldır bu savaşın acısıyla hala hüngür hüngür ağlıyor!

Nihat Genç
Nihat Genç: Sınıfsız toplum

Beşiktaş maçında 'Rıza Efendi bir süt iki ekmek' pankartı kamuoyunda sert bir şekilde
eleştirildi. Bu aşağılayıcı ifadeye kamuoyunun sert tepkisi, şüphesiz, eğitim ve yetişme
tarzımızın bir ifadesidir.

Yani 'kültürel bir tepkidir'. Bu ifadeyi çirkin bulduk ve ülkemizden kovduk, çünkü
birtakım vazgeçilmez değerlerimiz var. İşte yetişmekte olan gençlere bu değerlerin
arkasındaki hayat felsefemizi anlatmak için bir büyük fırsat!

Şu pankartı açan gençler, hangi üniversitede okuyor, merak ediyorum. Koç Üniversitesi
mi, Sabancı Üniversitesi mi? Bildiğim şu, yavaş yavaş Batılılaşıyoruz, bir 'sınıf' kültürü
mü öğreniyoruz, Trabzon'da kendi insanımızı dışlayıcı, stadyumda kendi insanımızı
'küçümseyici' bu tavırları kimden öğreniyoruz? Batıdan ve demokrasiden, işte bu
yazımın konusu budur!..

Biz, sınıfsız bir toplumuz. Tarihimizde ve kültürümüzde bir sınıf kültürü oluşmadı. Sol
siyaset bunun için çok acı çekti, liberallerimiz burjuvamız olmadı, solcularımız, sınıfını
bilen yoksul işçi kitlelerimiz olmadı diye çok hayıflandı. Ve geçtiğimiz elli yılda,
karşılığı ve sosyal anlamı olan siyasetler bu yüzden üretemedik.

Ankara'nın lüks lokantalarını gezin, işçisi, şoförü, odacısıyla aynı masada rakı içip
eğlenen mobilyacı, kuyumcu patronları görürsünüz. İşçisi, tezgahtarı, şoförüyle bir aile
gibi yaşıyorlar. Bunu patronları övmek için söylemiyorum, bizim patronlarımızın bir
türlü patronlaşamamasının kültürel ve tarihi derin sebepleri olduğuna bir giriş yapmak
için söylüyorum.

Mesela, çok temel kavramları analiz edelim. Batı'da 'asalet' babadan oğula geçer.
Asalet, şeref ve haysiyetin karşılığı. Batılılar'ı asalet hastalığından kurtaran sol ve
sosyalist kültürdür. İki yüzyıl aralıksız çatışarak edebiyatını, felsefesini yaparak
kastlanmış bu sınıfın burnunu kırmayı denedi. Hadi hepsini bırakın, Papa seçiminde
yüzlerce kardinalin şatafatını, süsünü, giysilerindeki saltanatı gözlerinizle gördünüz.
Bizde 'asalet' farklıdır, kültür olarak anlam olarak zihniyet olarak felsefe olarak farklı.
Bizde şeref ve haysiyet dürüstlük ve çalışkanlıkla ele geçer. Ama her insanın kendi
gayretiyle elde ettiği bir şey olarak tanımlanır. Bu yüzden 'gayret' kelimesi, onur ve
namusu için gayretle çalışan insanları övmekte kullanılır, soylu bir onur için çok
çalıştıkları, gayret gösterdikleri için.

Bugün bizi eğiten felsefenin en üst basamağındaki evliyamız Nasreddin Hoca, yoksul
bir Orta Anadolu köylüsüdür. Aynı şekilde bizi eğiten felsefenin en üst basamağındaki
diğer evliyamız Yunus Emre de çok yoksul bir Anadolu köylüsüdür. Şu anda
ülkemizdeki altı yaşındaki çocuklar dahi, 'mal da yalan mülk de yalan' mısraını ve
'yetmişiki millete bir göz ile bakmayan' mısraını ezbere bilir.

Mevzuya bodoslama girelim. Toplumumuzu şekilleyen büyük kurumlara bakalım.


Tarikata, esnafa, saraya. Neden babadan kalma bir zenginlik ve asalet bu topraklarda,
bu kurumlarda yaşamadı. Bunu öğrenirsek Doğu'yla Batı arasındaki iktisadi ve sosyal
felsefi ayrımları da öğrenmiş oluruz.

Osmanlı'nın müsadere geleneğini bilirsiniz, vezirin, sadrazamın ya da saraya yakın


kimselerin aşırılaştırılmış servetlerini bir gecede müsadereyle tahliye edip elinden
alırdı. Yani, sadrazamın oğlu sadrazam, vezirin oğlu vezir gibi olamazdı, yani, dedenin
şanı/serveti torunlarına geçemezdi.

Tarikat silsilesinde de durum bu, tarikata dışardan gelen mürid (manevi oğul) şeyhin
özoğlundan daha şanslıydı. Dışarıdan gelen mürid şeyhin yerini alabilirdi ve şeyhin
özoğlunun başka kapıdan icazet alması daha uygun görünürdü.

Ancak toplumsal kaynaşmamızın köklerini esnaf loncalarında aramamız gerekir. Ahi,


Arapça kardeş demektir. Yeryüzü topraklarının en yaygın en uzun ömürlü bu sivil
kurumları 1908'e kadar Mısır'da, Irak'ta, İran'da, Suriye'de, Anadolu'da ve Balkanlar'da
yaşadı.

Esnaf loncaları esnafın tartısı, organizasyonu, ustaların yetişmesi, çıraklara iyi


davranılması, hangi mahalle ve iş alanında iş kurulacağı, ürettiği malın kalitesi ve
binlerce hukuki sorun üzerinde çalıştı. Buraları geçelim.
Bugün özünü, ruhunu çok değiştirdi, ama, Çankırı yaran toplantıları, ya da doğudaki sıra
geceleri, esnaf toplantılarının kalıntılarıdır. Bu kurumlar her kültürde, ilçede bölgede
değişik folklorik özellikler gösterir.

Ahi birlikleri bizi iki yönüyle çok ilgilendiriyor. Birincisi, kapitalin yani paranın
'temerküzüne' (birikmesine) karşı bir yapısı vardı. Çünkü her usta ustası olduğu alanda
çalışabilir. Ustası olmadığı alanda iş yapamaz. Bu şu demek. Kazandığı parayı başka
yatırımlara yöneltemez, yani , parasına para katamaz. Peki bu parayı ne yapacak. Şunu
yapacak. Vakıf, zaviye ve imaretlere sosyal yardım. Usta, kızına, oğluna ev aldı,
dünyalığını da bir kenara ayırdı? Ya fazlası? Fazlası toplumsal dayanışmaya. Ve sağ
elin verdiğini sol el görmeyecek diyen takva inancıyla harcayacak.

Bu insanları tembelliğe sürüklemez, çünkü, İslam'ın temel farzı zekattır, çok zekat için
çok çalışmak, esastır. Ama genel felsefi zihniyet şu ayetten hareket ederdi: 'Kanaat
bitmeyen maldır, tükenmez hazinedir'...

(Doğulu tüccarların neden servet biriktiremediğini Leman'daki yazılarımda enine


boyuna yıllarca tartışır dururum, bu gazete yazısı ancak çok minik bir özettir.)

Paranız sürekli sosyal dokunun kendisine hizmet ediyorsa, o toplumun sınıflaşması da


mümkün değil.

Ancak, Batı'da kapitali elinde tutan burjuva sınıfı, çok özendiği 'aristokrat' sınıfın
özelliklerini benimsemeye başladı. Aynen aristokrat sınıf gibi halkla arasına mesafe
koyar, yüksekte oturur. Aristokratın asaleti vardı, onun serveti. Servetini, şatafata,
büyük sanata, şatolarına harcayıp, yoksulun, işsizin yüzüne bakmaz. Batı'da yoksul
sınıfların kitleleşmesi ve bitmeyen sınıf çatışmaları ve mezhep çatışmalarının kökeni,
servet biriktirenlerin servetlerini toplumla bölüşmemesidir, uzun mevzudur.

Batıda burjuva, ayrı mahallede, daha şatafatlı yaşar, halkı aşağılar, servetinin gücünden
'soyluluk' üretir, itibar, statü. Burjuva dediğimiz ayrı sınıfın ortaya çıkması böyledir.

Bugün bizim toplumumuzda neden 'sınıf' oluşmadı sorusunun cevabı uzundur, ama esnaf
teşkilatının aileleşen ve kardeşleyen yapısı bize çok şey anlatır.
Şöyle. Aileleşme neydi? Eski toplum yapımızda isteyen herkes bir mesleğe çırak
girebilirdi. Çırak bir mesleğe/ustanın yanına girmekle, o ustanın manevi oğlu olur. Yani,
ustanın ailesinden sayılır. Ahlaki ayrıntıları uzun. Bilmemiz gereken işçiyle patronun
hızla aileleşmesi, tek aile gibi yaşaması.

Peki kardeşleme neydi? Aşılama gibi. Ahi birliklerinde 'kardeşleme' esastı ve törenleri
vardı. Türk, Kürt, Alevi, Azeri, ya da kimse, bir esnaf sevdiği birini kardeş tutar. Bizim
ortaokulda kankardeş tutmamız gibi. Ya da annelerimizin ahretlik kardeş tutması gibi,
kökünü, peygamberimizin Medinelilerle, Mekkelileri kardeşlemesinden alır.

Kardeşlemenin bizatihi töreni vardı. Ahi baba, ahi evran, ya da ustaların ustası denilen
pir'in önüne kardeşinizle çıkar, dualar yapılır, sözler verilir ve iki cihan
kardeşleşirsiniz.

Her esnaf kendine bir kardeş tutardı. Kardeşinizi artık ortak aile, ortak kader gibi
görürsünüz ve öbür dünyada da onunla görüşmek, yaşamak istediğinizi düşünürsünüz.

Ama asıl toplumsal yansıması şu kardeşliğin: Kardeşlerden kim ölürse onun çocuklarını
diğer kardeş alır ve onların bir meslek sahibi olması, büyümeleri artık sizden sorulur.

Görüldüğü üzere tarihin en uzun ömürlü ve en yaygın sivil kurumları olan ahi teşkilatı,
binlerce yıl aileleştiren ve kardeşleyen bir sivil kurumdu. Bunca iç savaşa, devletin
bunca gaddar vergisine ve binlerce siyasal çalkantıya rağmen bu toplumun doku olarak
bozulmamış olmasının kökleri bunlardır.

Demokrasi, Batı'da, sınıf kültürü, mezhep savaşları, burjuva, aristokrasi ve yoksul


kesimlerin çatışmalarından doğmuştur. Sınıf kültürü, öteleyici, dışlayıcı,
düşmanlaştırıcı bir tarihin ürünü. Bu yüzden demokrasi toplumu 'bireyleştirip', siyasal
ve sosyal hesabını tek tek bireyler üzerinden yapar.

Batıdan ısmarladığımız demokrasi de bir zamanlar ısmarladığımız ideolojik sol kültür


gibi bu topraklarda tutunmakta zorluk çekiyor. Dikkat edin. Batı'dan alınan sivil
kurumlar, bizi Türk, Kürt, Alevi, Azeri gibi kodluyor, ayırıyor, ayrıştırıyor. Bu Batı
demokrasinin karakteridir.

Bizler Batı'dan gelen bu demokratik kültürün sarsıntısıyla feryat figan ediyoruz. Sebebi,
bizi aileleştiren ve kardeşleyen geleneksel kültürümüze bu demokrasi yabancıdır.

Bu sivil cici kurumlarımız bizi ısrarla düşmanlaştırıcı, çözücü, Aleviymiş, Kürtmüş


gibi hesaplar yapıcı özellikler taşıyor.

Eğer Trabzon'da gençler kendi insanımıza el kaldırıyor, dışlıyorsa, bu bizim Batı'dan


aldığımız 'Milliyetçi' ya da düşmanlaştırıcı, ırklaştırıcı sivil bireyci kültürün
uzantısıdır.

Eğer çocuklarımız kapıcı, odacıyı, bir aşağı sınıf diye küçümsüyorsa, bu bizim artık
yavaş yavaş Batılaşmakta olduğumuzun göstergesidir.

Çünkü onlar gibi başkasına tahammülsüz, kardeşliği bozan, aileyi bozan, aşağılayan,
damgalayan, markalayan, sınıflayan, kategorize eden sınıflı bir başka dünyanın siyasi
kültürü!..

Bizim, devletimiz de asalet, sınıf tanımadı. Bizim tarikatımız da asalet, sınıf tanımadı.
Bizim esnafımız da asalet, sınıf tanımadı. Aşağılamadı, küçümsemedi.

Asalet ve şeref ve haysiyet, bizim kültürümüzde her insanın kendi çalışkanlık ve


dürüstlüğüyle, yani gayretiyle elde edilen bir insani güzelliktir.

Bunların her biri uzun mevzudur, gazete yazısına sığmıyor. Binlerce yıl yaşamış
kardeşleme kültürü bizi birbirine karıştırmış, kaynaştırmış, lehimlemiş ve çözülmez bir
bütün oluşturmuştur. Batı'nın siyasi kodları bu bütünü anlamakta zorlanıyor, çünkü
aydınlarımız kendi sivil kurumlarından habersiz, Batı'dan siparişle sivil kurumlar ithal
ederek demokrasinin geleceğine inanıyorlar.

O puşt aydınlara inanmayın, bana inanın.


Nihat Genç

Nihat Genç: Dedemin Daşağı İn Aşağı

Cebeci Tren İstasyonu'nda arkadaşım Yahya'yla geze geze yürüyoruz, istasyonda


bekleyen, tırnakları kir dolu, küçücük gözlü, biçimsiz ve çok yıpranmış pantolon giyen
ihtiyarları tek tek gözledi Yahya, "birazdan keçi ağıllarına" girecekler dedi, "bunlardan
doğuda o kadar var ki, kafayı yersin!".

Usul usul yürüyüp ordan burdan konuşurken birden Amok koşusucusu gibi (hiç
durmadan koşma hastalığı) trenle yarışa girdi. Koşarken, elindeki (İranlı yazar Ali
Şeriati'nin, Her Yer Kerbela, Hergün Aşure sloganının yazarı, marksist tahlileriyle
İslamcılar arasında çok sevildi. Seyyid Kutup'un Yoldaki İşaretler kitabı, Nasır
tarafından İran'da asıldı, Hasan Elbenna'nın, Müslüman Kardeşler Cemaatinin
kurucusu'nun hatıraları, bugün Mısır'da en kanlı eylemleri yapıyor) kitapları fırlattı, ki,
kutsal sayardı bu kitapları. Koşmanın ileri safhasında terlikleşmiş ayakkabılarını ağırlık
yapmasın diye fırlatıp attı.

Şaşırıp kaldım. Babasının mühendislik yıllarında, Doğu'da trenlerle yarışırmış. Oyun


arkadaşı hiç olmamış, gün boyu can sıkıntısıyla uçsuz bucaksız ovaya bakıp, kara trenin
geçmesini bekler, sonunda ölümüne yarışa girermiş. "Geçmen mümkün değil?" dedim.

Yahya: "Eğer tren üç-dört kilometre karşıdan gidiyorsa, geçersin", dedi. Ben de ona
karatren anılarımı anlattım, annem Hasankale'liydi, Horasan'da da evimiz vardı. Beş
yaşlarında yaz sıcağında karatrenleri doldurmuş askerlere su satardım.

Hem doğu, hem karatren, Yahya ağlar gibi oldu. Yoksul insanlar nezaketen hikayeler
anlatıldığında çok şaşırırlar, yeni tanışmıştık. Küçükken babası bir bisiklet almış. Sabah
evden çıkarken, "oğlum hadi bisikletinle oyna, bak bomboş arsalar, ama sakın gidip
orda oturan demirci amcaya çarpma! Bomboş arsa. Dönüp dolaşıp bisikletiyle sonunda
amcaya çarparmış. Babası ertesi gün, yine, "oğlum çık dışarı bisikletinle oyna, ama
sakın, o köşede yufka açan teyzeye gidip çarpma. Koskoca arazi bomboş, yine gidip
yaşlı teyzeye çarparmış...

Bir sabah kalktığında, babasına "baba bugün bana birşey deme, ya da al bu bisikleti,
bomboş arazide sen sür, bakalım kimseye çarpacak mısın?.."

11 Eylül günü birbiriyle sokak sokak savaşan, hergün cenaze kaldıran gençler, 12 Eylül
günü kaçacak yer, gizlenecek delik arıyordu. Tüm partiler, dernekler, dergiler kapatıldı.
Yaralı ve organları çürümüş hayvanlar gibi yarı canlı büyük bir mezarın içine
düşmüştük. İşkenceler, basılan evler, kaçaklar, korku, mezarlıklardaki çukurların içinde
gizlenecek kadar savurdu hepimizi.

Her köşebaşı jandarma, tanklar. İrili ufaklı gecekondu mahalleleri içinde acayip yoksul,
çul çaput giyen insanların gittiği camilerde, yıkılmaya yüz tutmuş harabe eski ev
kalıntıları içinde gecelemeye başladık.

Ulucanlar'da adı Gıcık kadın camii miydi, tam hatırlamıyorum, ama Ankara'nın eski
gecekondu semti Öksüzler Mahallesi'nde Hem Hüm Camii, ismi gibi ilginçti. Daracık
bir sokak içinde bir oda kadar küçük camiinin sessizliğine karşıki evin mutfağında
konuşulanlar karışıyordu. Halıları kirden yağlanmış. Kapısında ölmüş, parçalanmış
pabuçlar. Tekin olmayan sarhoşlar. Omuzları düşmüş ürpertici yavaşlıkta ihtiyarlar..
Saflara karışmış kılıç gibi dimdik genç oğlanlar, sanki bu harabe binaya destek için
burdaydı. Bir eski zaman kadırgasının ambarı gibi, kafesinden kaçmış gece baykuşları,
gözlüklü tuhaf adamlar.

Bol yamalı pantolonların içinde kupkuru iskeletler vardı. Kemik yüzlere hacıyağı
kokusu sürünmüş. Ovulmaktan incelmiş kıllı kulaklarıyla yaşlı hocalar, islami uzun etek,
yakasız gömlek giymiş tarikat ehli insanlar! Bu kuytu, nemli kabus içindeki kase kadar
küçük camiide polis, MİT, ne ararsanız var. Gözbebeklerine şiş sokulur gibi sabah
ezanları! Ciğerlerinize kara bir zehir dökülür gibi uzun yatsı namazları. Kafirlere,
demokratlara, zenginlere, devlete, İsrail'e hücum borusu gibi dualar, tesbihler. Aziz
tarihimiz, aziz evliyalarımızın ruhu, eski şamdanların yerine isli gaz lambaları, desenli
formika üzerine ayetler, çürümüş ve belki yüzbin defa boyanmış minberde hala can
çekişiyor..
Ceset gibi ağır başı secdeye varan yaşlılar bir rekat gerisinden ancak takip edebiliyor
hocayı! Havasızlıktan yoğunlaşan kefenden bir bulut gibi nefesler! Toz, toprak, süpürge
çöpü ve kurumuş burun pisliklerinden plaj kumu gibi halıların üstü. İşte burada sıkış
sıkış, omuz omuza, saf saf dizilir, ıssızlıkların içine dalar, ötelere uzanır, dehşetli
karanlıkların içinde gündüz kabusları görür, derinlerde olta yemiş gibi "Allah",
"Allahüekber" sesiyle, cezbeyle haykırışlar. Komşu evin içinde kadının çocuklarını
azarlaması hocanın duasına karışıyor.

Diz çökmekten mumyalaşmış dizler, ayaklar, uyuşuklukla mestolmuş, fanileşmiş


bedenler. Acı bir mide burgusuyla yüzler kramp girmiş gibi kasılır. Boğaza ve midenin
tam dibine oturmuş acılık, Kur'an ayetleriyle bir zindan sıkıntısının kabir azabına döner.
Aç karnına saatlerce dua, namaz, eski mezarlıkların çiyanları, engerek yılanları,
akrepleri ve biçimsiz kötü ruhlu kara böceklerini ruhumuza doldurur.

Baygınlık verecek kadar kötü bir kolonya kokusu ayak kokularına karışır. Bu çirkin,
yağlı, çul-çaput tırnak kirinden yoksulluğunu görünce insan, dünyada hiçbir şeye
inanmıyor artık. Bu tablo kimsede "şefkat, sevgi" yaratmasın, yoksulluk ve cehalet,
iyilik ve kötülük bilmez.

Cehalet ve yoksulluğun hiç merhameti yoktur. Hem Hüm Camii'nde önümde namaz kılan
zayıf yüzlü, uzun boylu, incecik bir oğlanın pantolon ağının komiklik ölçüsünde yırtık
olduğunu gördüm. Dışarı çıkınca kibarca ikaz etmek istedim: "Arkadaşım
pantolonunuzun ağı sökük..", "Orası yellenme deliği!" dedi. Küf ve kasvet dolu mekanda
bu denli rahat konuşmayı tahmin edemezdim, gülmekten kırıldım, lafı uzattı: "Klima
görevi görüyor, havalanması için." Hızla arkadaş olduk, o gün gece, bir kaç ay
beraberdik, birbirimizin geçmişine dair bilmediğimiz şey kalmadı.

Yahya'ydı adı, islami değil diye, kızkardeşinin adını mahkeme kararıyla değiştirdiğini
öğrendim. Hacı Bayram Camii önünde, durduk yere, gösterişli bembeyaz sakalı olan
uzun cübbeli yaşlı bir adamın elini birden sarılıp öptü. Ertesi gün yine! Sonunda yaşlı
adam Yahya'yı gördükçe yanına geldi. Yahya'nın başı yerde. Hoca, Yahya'nın
yanaklarından yalap şalap, şapur şupur öpüyor, öyle ki, iğrenilecek gibi. Yahya'nın
ellerini bırakmıyor, orası burasıyla oynuyor, ayaküstü orasını burasını sıkıştırıyor.
Yahya başı yerde saygıdan kıpırdamıyor.

Yahya'ya sinirle, bu nasıl öpüş, adamın kocaman kanlı dudakları tüm yanaklarını içine
alıp etrafa tükürükler sıçratarak... öpmüyor, başka birşey, dedim. Yahya: "Allah'ın
tertemiz kullarıdır bu insanlar, sırf böyle düşündüğün için cehenneme gideceksin,
Allah'ın selamını veren insanlardan korkma..." Gecenin derinliğine doğru, babası
Batman'da petrol mühendisliği yaparken, başından geçen...

Ortaokulda hava karardığında okuldan çıkıyormuş, kahveden bir adam boynuna kolunu
atıp, ensesini yalıyor, korkusundan annesi, babasına söylemiyor, koşarak eve geliyor...
Hiçbir psikolojik sorun yokmuş gibi o denli rahat anlatıyor.. Adam boynunu yalarken içi
gıcıklanıyormuş, adamdan değil, bu gıcıklanmadan çok korkmuş.. Aklına geldikçe
geceleri, soğuk soğuk terlemiş.

Herşeyi unuttuğunu.. İman sevinci hiçbir sevince benzemez! Kurtuluş vaadi ruha öyle bir
kuvvet verir ki, bir insan bir ordu, bir insan bir ülke olur! İlk defa 18 yaşında namaz
kıldığını, ilk yıllarda secdede ayakları üstüne otururken alışık olmadığı için günlerce
ayaklarının ağrıdığını... Atadan miras aynı derin şanlı sularda aynı avlularda
şükretmenin zevki insanı bir dünya kahramanı yapıyor, dedi... "İman, özgürlük ve
sonsuzluk" demek, aynı zamanda iman: "Mutlak güzelliktir". Tüm dünyevi tutkular, tek
bir enerjide toplanır, gaddar, zalim, azgın insan soyunu yumuşatıp mutmain, uysal,
doygun, şekerden bir gönüladamı yapıverir.

Vahiy, göklerden gelen emir! Onun karşısında diz çökülür, hayranlıkla hıfzedilir, o
tartışılmaz. Dünya kaos ve karmaşa ya da rastlantısal değil, manzumedir. Tanrı'nın
şiiridir gördüklerimiz. Hiçbir şey tesadüfi değildir, herşeyin anlamadığımız gizli bir
hikmeti mutlaka vardır." Yahya'yla devlet dairesinde çalışan İslamcı dergiler çıkaran bir
ağbisini ziyarete gittik.

Dairenin yemekhanesinde önünde metal tabldot yemek tabağı. Yemeği bitirdikten sonra,
ağzına yarım bardak su doldurup, dişlerini parmağıyla yıkadı. Suyu ağzında dolandırıp
çalkaladı. Sonunda, herkesin gözü önünde ağzındaki yemek bulaşığını yemek tabağının
içine boca etti. Yahya'nın, benim midem kalktı. Dışarı çıktığımızda Yahya, "Bu adam,
İslam devrimi olduğunda öldürülecek" dedi, çünkü ağzındaki bulaşık suyu herkesin
ortasında tabağa boşaltacak kadar çirkin, mide bulandıran pis birşey olamaz.

İslam'ı sonradan öğrenmiş, solcu bir babanın oğlu Yahya'nın bu geleneksel tiksindirici
adetleri hazmetmesi mümkün değildi. Hantal, beceriksiz, at tırnağı yüzlü adamlar
arasında Yahya fazlasıyla ince ruhlu ve deha gibi zeki bir çocuktu. Sabah erkenden
fırlamış, abdestini alıp namazını kılmış, kuşluk vaktine kadar Kur'an'ına gömülmüş,
sonra başı Kur'an'ın sayfalarına baygınlıkla düşmüş.

"Hayrola Yahya, gece uyumadın mı?" Yahya: "İslam ihtilali olduğunda TRT'de o gece
yayınlanacak programı hazırlıyorum" deyip, güldürdü beni. Neymiş program? Tam
"Dallas" dizisi oynarken, Yahya Ulus Hali'nden kıllı kollu hamallardan birini ekrana
çıkartıp, hamal kolunu küfür şeklinde seyirciye uzatarak:

"Nah Dallas. Alın size Dallas.

Getirin ulan Hazreti Ömer'in adaletini anlatan filmi..." Bilmediğimiz yeraltı camii
kalmadı, Yahya İslam'ın peşinde, biz de Yahya'nın peşinde! Hani öbür dünyada sonsuza
kadar kardeş olmak isteyenler bu dünyadaki "kankardeşlik" gibi, "ahretlik" tutarlar
birbirini. Yahya herkesin "ahretlik"iydi. Kapı açılıp Yahya geldiğinde dünyamız değişir,
zeki, cin gibi gülümseyişi mutlaka patlatacağı bir espriyle bütün korkularımız, işkence
haberleri, yine nerde hangi vurulmuş arkadaşımızla oluşmuş derin karamsarlığı
dağıtacaktı.

Hint Denizi'nden, Basra'nın derinliklerinden, Şiraz'ın Isfahan'ın cami süslerinden


binlerce yıl uyuduktan sonra nihayet çıkıp gelmiş masal kanatlı, padişahı gururlu bir
oğlan. İslam tarihinden, ilmihalden, o güne kadar duymadığımız ilginç hikayeler,
ayrıntılar anlatır, hergün daha iyi bir müslüman olabilmek için hayatımıza yine bir külfet
daha çıkartırdı.

Onun da zoruyla, bir ay oturup Sahih-i Buhari'nin onbir cilt hadis kitabını, daha nicesini
okuduk! Fersiz gözler uykuya düşecek, Yahya, eski camii vaazlarını komiklikle taklit
eden sesiyle: "Uyanın kardeşim gafletten uyanın.." Ya da, "Sallama başını müslüman,
sallama başını..." Ya da, incecik sesli müezzinleri taklid eden sesiyle kulağımızın
dibinde çirkin, cıyıltılı bir ezan okurdu...

Buğz etmek (başkası hakkında kötü düşünmek) üzerine Buhari'de çok ilginç bir hadis
vardı. Bir müslümana gece vakti misafir gelir. Kapıyı açar, yemeğini verir, yatağını
hazırlar.. Ev sahibi yatmış, ancak gözüne uyku girmez. Ayağa kalkıp misafirini uyandırır,
uyumakta olan yetişkin kızıyla misafiri evlendirir. Sonra, gönül rahatlığı huşu içinde
uykuya dalar. Neymiş anlamı! Misafir yatakta karısı ve kızını düşünüp buğz edecek!
Güya İslam'ın ne kadar ince olduğuna dair, tarih içinde uydurulmuş, zorlama bir hikaye.
Ancak, Yahya, dünyanın en derin tadları, en derin sırları, insanlığın en büyük hikmetleri
gibi soluğu kesilmiş bir dikkatle okuyup, gönlündeki kutsal bir çekmeceye istif ederdi
bu hikayeleri. Neşesi, zekası, tüm tabiatımıza yayılmış Yahya'yı bu denli değiştiren
keşifler, hikmetler gün geçtikçe çoğalıyor, Yahya bu anlarda, acı çeken bir hayvan gibi
ısrarla, inadla, önce gözlerini yumup kendi kendine, sonra oda içinde bir kurt gibi
hırlayarak dolaşıp: İşte islam bu, işte gerçek İslam bu..

Bize anlatılmayan hakikatler bunlar!.. delirmişcesine bağırıyordu, Yahya, korkunç bir


eğitimden geçiyordu. Ölüm saati gelmişcesine dua eder, gözyaşı döker, "inancımı artır
inancımı artır, güç ver, sabır ver, bizi utandırma Allah'ım" diye, seri bir makineli tüfek
gibi hızla ve hiç bitmeyecekmiş gibi! Yahya, gözümün önünde yavaş yavaş uçmaya
başladı. Ezan vakitlerini rüzgarın kendisine söylediğini.. Ağaç yapraklarının
salınışlarında kaç rekat namaz kıldıklarının kendisine söylendiğini.. Hidayete ermeden,
yani, bluğ çağına girdiği günden bugüne kılmadığı tüm namazları gün gün hesaplayıp
topladı, on-onbeş bin rekat namaz. Hergün birkaç yüzünü kılarak tamamlamaya başladı!

Bu arada ODTÜ inşaat bölümünden ayrıldı, hayatta yalnız bir kızkardeşi, annesi vardı.
Emekli maaşları, iki daireleri. Tüm kitaplarını törenle yaktı! Yakarken çığlıklar attı.
Arkadaş evlerinde gördüğü batılı klasikleri de yırtıp atmaya başladı. "Cahiliye çağı",
ahlaksız, zalim insanların uydurması bu beşeri düzenden kurtulun, "tağuti"
(putperest)lerle ilişkinizi kesin, Allah'ın ipine sarılın... (derken, gerçekten vücudu
yanıyor, sarsılıyor, titreyerek ağlıyor, ensesinden sıcak sular fışkırıyordu..)

Allah'ın emirlerini söyleyeceğiz, kötülüklerden uzak durun deyip tebliğe başlayacağız


(emr-i bilma'ruf-nehy-i anil münker). Yahya dua ve yalvarışlarla başka, öte bir dünyaya
uçtu. Huzur veren o keskin zeki neşesi, sıkı sıkıya sarıldığı seccade ve tesbihiyle buzun
içinde fosil gibi dondu. Önce Kur'an öğrendi. Üstüne İslam yazan ne kadar kitap varsa..
yayıncı varsa.. Bekar evlerine, yurtlara, İslami kitap ve dergilerin servisini yapıyor,
okunmuşları alıyor, okumayanlara taşıyor, yayınevlerinin gönüllü temsilciliğini yapıyor.
Dini sohbetlerde bir yığın insan tanıyor.

Bir yıla kalmadı, yeraltı camilerinde kendi örgütlediği Kur'an derslerine başladı.
Mahalleden yoksul çocukları topluyor, onları sıkı bir hiyerarşi altında, öğütler,
nasihatlerle marangozda kendi yaptırdığı rahlelerin başında hergün birkaç kişi daha
çoğaltıyordu. (Bu yıllarda Kur'an tefsirleri, yılda bir milyon takım gibi satıyordu,
diyelim Gazali'nin İhya-i ulumiddin kitabı, yüzbin baskının üstündeydi, İslami sermaye
ilk büyük şaşırtıcı siftahını buralardan yapıyordu.). Bir zaman sonra güvenilir
arkadaşlarına ültimatom gibi bir mektup gönderip, eski bir camiide buluşmamızı istedi.

Ulucanlar'da kullanılmayan eski bir camii avlusunda, yedi-sekiz arkadaş toplandı.


Yahya İslami Hareket örgütünü kurduğunu üyelere bildirdi, hemen işbölümüne girişti.
Komik çalışmalardı. Mahalleden ve yurtlardan gelen öğrencileri Kur'an ve İslami ders
okutma çalışmaları, tebliğin esasları ve herkes kendi çevresinden başlamalıydı, rehber
Resulullah'ın hayatıydı.

Etrafındaki her çocuğun yaşını, dikkatini, çalışmasını, azmini, ailesini detaylarıyla


anlatan raporlar sundu. Ve sonunda tarihsel bir yorum çekti! Babasının yaşadığı sendikal
mücadelenin tarihsel hayal kırıklığı yarattığı, dünya mazlumlarının, üçüncü dünyanın
marksizmle değil, ezilmişlere İslam'la uzanılabileceğini... Elinde tomar tomar kağıt
gören eski tecrübeli arkadaşları üstüne atıldı. "Sen delirmişsin, polise belge mi
hazırlıyorsun, hiçbir şey kayda geçmemeli" deyip, toplantıyı terkettiler ve Yahya'nın bu
tavrı akıllarına geldikçe onunla dalga geçtiler, Yahya'dan kuşkulanıp, tekin gözle
bakmadılar.

Yahya, kaldığı yerden devam etti, mahalleli kadınlar tarafından 'evliya' mertebesine
çıkartılmıştı, çünkü bu ODTÜ'lü çocuk, onlarca yoksul çocuğa bedavadan üniversiteye
hazırlık kursları veriyordu. Tam da o günlerde Adıyaman Kahta'da Reşat Efendi adında
bir şeyhin ünüyle tüm Türkiye çalkalandı. Bütün sarhoşları bir havuza atıyor, bir
hücrede soğukta, çırılçıplak tutuyor ve ehli iman, tertemiz müslüman yapıyor.

Sarhoşlar döndükten sonra müthiş, katı birer müslüman mücahid oluveriyor. Büyük bir
yaygara, yer yerinden koptu, kitleler sular seller gibi otobüslerin başına aktı.
Meyhaneleriyle ünlü akşamcı, Bekri, kabadayısıyla namlı Hamamönü, Dörtyol semtine
her akşam otobüsler dizilmeye başladı. Terminalde "Kahta" adında bağımsız otobüs
servisleri kuruldu.

Adıyaman'dan dönenler kahvelere, meyhanelere gidiyor, sütünü dökmüş munis bir kedi
gibi utanarak, "kardeşler, biz de sizin gibi cahildik, çoluk çocuğumuzu perişan ettik,
kurtulun şu zıkkımdan" diye yeni yolcular, yeni müridler topluyor. Bıyığı terlememiş
gencecik müridler itirafçı alkolikleri alıp meyhanelere baskın düzenliyor, akşamcı
Bekri'lerle bitmeyen tartışmalar.. İtirafcı alkolik: "Kardeşlerim, size hikayemi
anlatacağım" der demez, Bekri Mustafalar'dan biri: "Kardeşim senin şeyhin bunun
tadına bakmış mı?", Genç müridler, "haşa, tövbe.." Meyhaneden alkış sesleri, Bekri
ayağa kalkıp köpürerek, itirafçı alkoliğe dönüp: "Kardeşim sen iradesiz basit bir
hayvanmışsın, içmeyi bilmemişsin, senin mercimek kadar aklın yokmuş..".

Genç müridler Kur'an'dan ayetler okuyup tartışmaya hız veriyorlar.. Tartışmalar ev


toplantılarında devam ediyor. Eski alkolik, itirafçı alkoliklerin ev toplantıları gösteri
havasında sürüyor, hikayeler anlatıldıkça cemaat gözyaşları döküyor, sonra Allahüekber
sesleriyle herkes bu yeni müridlere sarılıyor.. Her yeni alkolik sarhoş düşman ve kafir
saflarından kurtarılmış büyük bir zafer sevinciyle bu yeni mücizevi koloniye katılıyor.

İtirafçı sarhoşların namazı, hocanın namazı bitse bile bitmiyor.. Camii avlusundan
ayrılmıyorlar. Dünyanın sırrını keşfetmiş ve yüzyıllık müslümanlar gibi kalender bir
tavırla, başlarında takke, ellerinde tesbih önlerine çıkan herkese şeyhin kerametlerini
ballandırarak, dünyanın en tatlı sırrı, en büyülü meyvesi gibi cenneti görmüş ve orada
yaşamışlar gibi ballandırarak anlatıyorlar.

Kime rastlarsa, elleriyle koyun, öküz derisi söküp çıkarır gibi aynı hikayeyi, sil baştan.
Genç teğmenler, subaylar, pırıl pırıl, çakı gibi çocuklar, garnizon nöbetinde kantinde ne
kadar sucuk, reçel, bal yemekhanede ne kadar pilav, kadınbudu köfte varsa çuvallara
doldurup evlere, yurtlara, mahalleye, camii önlerinde gizlilikle servis yapıyor.

Toplu namazlar bitmiyor. Akşam toplantıları bitmiyor. Otobüs kalkarken, salya kusmuk
içinde, yerden yaka-paça sürüklenip otobüsün içine Allahüekber sesleriyle tıkıştırılan
sarhoşların çoluk çocukları kalabalık aileleri, "sizden Allah razı olsun, sizden Allah
razı olsun" diye herkese sarılıyor. Otobüsün hemen kapısında: "Kardeşlerim bir saniye,
(son defa, deyip) koskoca rakı şişesini kafasına diken.. Sonra "bismillah, Allahüekber"
sesiyle otobüse binip, olmadı deyip, tekrar, "sağ ayağımızla değil mi?" yeniden sağ
ayağıyla otobüse biniyor, sarhoş olduğu için düşüyor, karga tulumba içeri tıkıyorlar...

Mahallenin iri kıyım içkici tüpçüsü, Kahta'ya gidip gelmiş, şimdi camii cemaatine
başka gözle bakıyor, kolluyor, çoğundan para almıyor.

Mahalle bakkalı asla içki satmıyor. Mahallenin TV tamircisi artık normal namaz
saatlerinde bile dükkanları kapatıp, topluca camiiye geçiyorlar, tanıdıkları bu yeni
dünyanın ritüellerini bilmiyorlar, hocalarını nasıl sevecekler, dilleri dolaşıyor, herşeyi
inanılmaz abartıyorlar. Tüpçü birgün, "Hocam, dün akşam namaza gelmedin, görecektin
cemaati, sanki peygamber efendimiz ölmüş gibi üzüldü tüm mahalle."..

Her sabah dükkanlar açıldığında esnafın ilk işi, o gece gördükleri rüyaları tabir etmek
ve bu tabirlerden, Amerika'nın, Mossad'ın İslam üzerindeki gizli emellerini açığa
çıkartmak.. Bazı rüyaları çıkartamıyorlar, "dur, bunu hocaya anlatırız, sabret kimseye
anlatma" diye sevinçle ve büyük bir müjde inmiş gibi, şifreli CIA planı saklı rüyalarını
kimseye anlatmıyorlar..

Mahallenin genç imamı, mahalleden aldığı kızın hem başını kapatmış, hem kapıyı üstüne
kapatmış, dışardan kilit vuruyor kapıya. Tüpçü, bakkal, bunun büyük bir müslümanlık
olduğu, gücü yetse hepsinin böyle yapması gerektiğini kulaktan az önce dolma
hadislerle acemice birbirlerine anlatıyorlar.. Tabii ki Yahya, ballar balını nihayet
bulmuştu. Bütün bu trafiğin en tepesinde, başını kaşıyacak vakti yok.

"Dünya İslam İmparatorluğu" kuruluyordu, şeyhi, Mehdi'ydi, gelmişti. Yakında "kıyam"a


(ayaklanmaya) kalkışacak, şeyh önde kılıcıyla dağlara çıkılacaktı. Herkes, saatini
öğrenmişti, 21 Mart gününü beklemeye koyuldular. Yahya'nın elinde pilli bir radyo,
sabah akşam kulağını dayamış, şeyhin ayaklanıp dağa çıkmasını yani işaret fişeğini
bekliyor.

Şeyh dağa çıkmadı. Mutlaka bunun 'şartlar olgunlaşmadı' anlamındaki siyasetin İslami
çevirisi: "Henüz Hicretteyiz" gibi bir bahanesi vardı. Şeyhinin yanına gitti-geldi, bir
zaman oraya yerleşti.

Şeyhin yaptırdığı mescidin inşaatında çalıştı. Şeyh o kadar sıradan halktan adamdı ki,
inşaatın ilerlemesini gelip bizzat takip ediyormuş. Gününü bir çorba birkaç zeytin ve
gelen misafirleri ağırlamakla geçiriyor, mescid inşaatının yanıbaşında Hazreti Bilal gibi
ezan okuyormuş.. Boşuna uğraşıyorsunuz, bu şeyh dağa çıkmayacak, dedim.

Gömleğine, sonra takım elbisesine iddiaya girdim. Ellerinin tersiyle, "hadisene" deyip,
alaya aldılar.." "Ne takım elbisesi, 21 Mart'tan sonra tüm dükkanlarımız senin olsun"
dediler. İstanbul'dan Yahya'nın bir arkadaşı, daha çok sevap olur diye, şeyhine,
Adıyaman'a yürüme gidiyor, Ankara'ya bir ayda geldi, iki-üç aylık daha yolu var.
Yahya, bu kutsal misafirini yere göğe koyamadı. Yine Tekirdağ'dan orta yaşlı bir köfteci,
dükkanı bırakıp yollara düşmüş, o da şeyhine gidiyor, niyeti çok masumca: "Sakalımı
kestireyim mi, kestirmeyeyim mi?" diye şeyhe danışacak. Yahya bu incelik için adama
göstermediği itibar kalmadı. O yıllarda herkes, açlık, perişanlıktan bilmediği yeni
işlerin, ticarete atılmak kaygısındaydı.

Biri zeytin ticaretine, diğeri mercimek getiriyor köyden, biri Kilis'ten battaniye, diğeri
Antep'ten dokuma halı, diğeri Malatya kaysısı, diğeri Rize'den kaçak çayları çuvallarla
getirip evinde paketliyor. Hepsi dükkanlarla, toptancılarla çalışmak istiyor, üstelik
ucuza veriyorlar, ama bakkallar, uzun vadeli çalıştıkları toptancılardan, biraz da senet
korkusuyla ayrılmak istemiyor.

Hiçbiri doğru düzgün mal satmayı başaramıyor. Ancak, getirdikleri ilk numune malları
etrafındaki eş-dost tanıdık çevreye satıp, birazcık umutlanıyorlar. Birçoğu etrafta
büyüyen bu geniş, şeyh, müslüman halkasının içinde buldu kendini. Akşam
toplantılarında zikirden sonra: "İstediğinde verirsin.. canım sende malım olsun..
kardeşim para sorulur mu.. ne zaman istersen verirsin.." deyip, gönüllü, kendi
aralarında bir ticaret, hiç değilse o günü kurtarıyordu, büyük bir gönüllü piyasa
açılıyordu.

Kenan Evren (sıkıyönetim) şeyhi tutuklatıp Çanakkale'de gözetime aldı. Yıllar süren
hayal kırıklığı, çok sonra MİT, polis, münafık suçlamalarına dönüşüp, ateşli örgüt
cazibesini kaybetti. Yahya'nın bomboş gözleri geceler boyu, paslı bir çivi gibi yağlı
kilim üzerine çakılı kaldı. Büyük felaket ağırlaşıp hastalıkla üstüne çöktü. Abdest almak
için musluğun önünde, saatlerce ayaklarını ovuyor. İki üç namaz vaktini kaçırıyor.
Göklerdeki babası, evini ailesini terkettiği mehdisi, korkunç bir acılıkla zehirlemişti
onu.

Önce, "Kenan Evren kendisi irşad olmak için şeyhi yanına aldı" diye ortalığa haber
saldılar, sonra : "Mossad vuracakmış, devlet onu korumaya aldı", sonra, "Kenan Evren
İslam Devleti'ni kendi kuracakmış", bunların hepsine inanan bir mürid kalabalığı
bulundu. Yahya'nın ellerinde, kollarında pis kokulu yaralar oluştu. O günlerde kış ortası,
üstünde incecik bir gömlek, ayaklarında basit bir sandalet, Portekiz'den Carlos adında
bir genç çocuk geldi, Blues şarkıcılarına benziyor, Humeyni'yi görmeye gidiyormuş.
Çocuğu yedirdik, içirdik, üstüne başına birşeyler verdik, cebinde beş kuruş yok. Yahya
sağdan soldan topladı... Carlos yumuşacık sesiyle hepimize melekler gibi bakıyor, yeni
öğrendiği İlahileri söylüyor..

Yahya'nın tanıdığı İran Radyosu'nda Selahaddin Eş ve Gazi Üniversitesi Kamu


Bölümü'nde master yapan İran konsolosluğunda Basın Müşavirliği yapan İranlı bir genç
oğlan. Carlos'a namaz kılmayı öğretti. İran'a gittiler, geldiler. Yeni bir dalga, yeni bir
heyecan fırtınası açıldı Yahya'nın önünde: "İran!" İranlı herkes kahraman, İran adı geçen
herşey mübarek, İran'da ne kadar Ayetullah var, hepsinin ismi ezberlendi, Yahya'nın
ağzından, hangi cümleyi kurarsa kursun "inkılabi" (Türkçesi: Devrimci) kelimesi
düşmüyor.

Etrafında üniversite kapısına dayanmış gençleri önce Mısır'da El Ezher Üniversitesi'ne


gönderiyor, okulları bitmişse, İran'a... İran, yaralarını sardı, evini, eşyalarını, arkadaş
evlerine dağıtıp, "bu memleket sıkıyor beni, yoksul, çaresiz Doğu'daki insanların
yanında huzur buluyorum, kendimi oraya ait hissediyorum" deyip Diyarbakır'a yerleşti..

PKK savaşı yeni başlamıştı.. Sırf bu şehir Ankara'da yaşıyoruz diye, hepimizi rezillikle,
kepazelikle suçlayan duygusal-ideolojik konuşmalar yaptı... Birgün kızkardeşi geldi.
Kusursuz bir sanatçı gibi giyinmiş. Çiğ damlası kadar güzeldi.

Aklımı başımdan aldı. İçimden, "ben de İslamımı buldum" dedim. Orak gibi, tırmık gibi
keskinleşmiş gözleriyle bıkkınlık, ter, su, yorgunluk içinde, Yahya'nın evi sattığını,
parayı otobüslere, şeyhin mescidine bağışta kullandığını, zaten iki yıl önce de annesinin
bileziklerini bankerlere kaptırdıklarını, elde ayakta hiçbir şeyleri kalmadığını ağlayarak
anlattı. "Yahya'ya yine de birşey diyemiyorum, bir rüyanın içinde o. Çok dürüst. Allah
kahretsin, hiç yalan söylemiyor. Bir açığını bulsam, bir vakit namazını aksattığını
görsem, üstüne çullanacağım, ama yok.. Ben bunları söylediğimde tütsülenmiş,
büyülenmiş gibi gülümseyerek bakıyor bana!.."

Kızı dinledim. İpek gibi boynu. İçimde sıcacık titreşimler. Güzel, çok hoş kokulu.
Kuşlarla, kelebeklerle uçma çağında. Bir ağacın altına oturup kuşlarla şarkı söylemesi,
derelerde ağlaması çağında. Gürültülü, zehirli bir nefretle kudurmuş gibi konuşuyor.
Boğulma hissi verdi. Badem ve nar ağaçlarının altında kaval çalan bir çocuk olsaydım.
Bu kız da yanımda.
Narin, incecik ellerini tutsaydım. Hepsi geçti içimden Allah günahlarımı affetsin. Ve
dinledikten sonra kızı, yanmış kavrulmuş acılaşmış bir tabak helvayı ağzıma tıkabasa
doldurmuşlar gibi kalakaldım... 1986'da askere gittim, Yahya'yı bir daha görmedim.
Diyarbakır'da bir kitabevine takıldığını, hatta işlettiğini, bir dergi çıkarttığını, camii
avlularında yine gençlere dersler verdiğini.. Kızkardeşi başını kapattı. Yahya'nın bir
arkadaşıyla evlenip, yanına yerleşmiş.

Aradan geçen 15-16 sene içinde, sadece dergilerini okuyarak bilgi edinmeye çalıştım.
İyi tanıdığım için onları, dergi vasıtasıyla olup biteni herkesten iyi çözebiliyordum.
Bugüne kadar neler olup bittiğini, bölgeye gidip gelen birkaç kişiden, ayaküstü
konuşmalarla öğrendim. Önce gazeteci Ruşen çakır: "Dünya tarihinin en vahşi örgütü,
günortasında satırları birbirlerinin kafataslarına indiriyorlar. Türkiye değil, dünya
öğrendiğinde insanlık çıldıracak" gibi şok edici laflar söyledi, basında hiçbir haber
çıkmıyordu, Ruşen'in söylediklerini Türkiye beş-altı sene geç öğrendi. Sonra Mazlum-
Der'in kurucularından temiz, okumuş, pek idealist bir arkadaş, gördüklerine inanamayıp
ülkeyi terketti. Hangisi İrancı, hangisi polis, devlet mi kullanıyor, hiçbir şey
bilemiyorsun, Türkiye burada yaşananları duyunca utancından bu topraklarda tek bir
müslüman kalmayacak...

En son, bir kenarda gizlenmiş arkadaşından dinledim. Kızkardeşi delirmiş, şizofren.


Kocasını Yahya'nın arkadaşlarını tek kurşunla enseden vurmuşlar. Bunlar beni de
öldürmek istiyor diye, hergün polise ihbarda bulunuyor. Kucağında çocuk önde, arkada
özel timden üç minibüs dolu polis, daha düne kadar ev toplantısı yaptığı kadınları bir
bir ve hergün bir başkasını polise gösteriyor, bağıra bağıra: "bunlar öldürecek beni..
bunlar öldürecek beni.." Yahya kaçmış. İran'a gitti diyenler var. Hangisi Hizbullah
anlamadım, diğerleri de Hizbullah. Kızkardeşi özel timden polislerle düşüp kalkıyor.

Yahya'yı kesin öldürürler.. Yahya'yı kimler öldürecek? "Çoğu cemaatten, camii


avlularında kendi yetiştirdiği, kendi örgütlediği, sekiz-dokuz yaşından beri yedirip,
içirdiği arkadaşları!"...

Tanrım neler oluyor! Kuyucu Murat'ın 1630'larda onbinlerce celali kellesi ve on


yaşında çocukların başını kendi elleriyle koparıp doldurduğu kuyulardan bugüne,
Anadolu topraklarında duyulmamış en vahşi katliamlar! Tanrım bizim memleketimize de
gelsene! Biliyorum, en sonunda geleceksin. Geleceksin ama, söyler misin, neler ettin..
Elma gamzeli kızlar elinde satır cani oldu, insan doğruyor. Sabahlar kan havuzu akşam
oldu. Ağaçların dalları tımarhane zinciri.. Taşlar yürek, satırlar, doğrama bıçakları,
cümbüş, bayram oldu.

Sazın telleri, boğma domuz telleri, bahçeler mezar oldu. Melekler gibi bembeyaz uzun
etekli elbiseler giymiş, sakalı bitmemiş melekler gibi, şarkılar gibi gencecik müridler,
seri katil oldu, gırtlaklarını ince ince doğrayıp biçiyorlar arkadaşlarını. Herkes
müslümandı, yumuşacık tek yürek kalmadı. Domuz bağıyla boğulmuş insanların kokmuş
cesedleri haftalarca bodrumlardan çıkartıldı.

Güller, karanfiller gibi onbeş yaşında çocukları budadılar. Ah Tanrım. Haç oldun, hilal
oldun, Buda'nın yüzünde sonsuz gülümseme oldun, başkalarına melek, ilahi bilgelik
oldun, tüm yoksullara sarıldın, tüm umutsuzlara ilaç oldun, bize satırlarla, kazmalarla,
cellatlarla dokundun.

Polatlı'nın geniş ovasında Fatih Ekspres yol alıyor. Upuzun, sapsarı, çırılçıplak. Dağ
değil ufukta küçük tümsekler. Ortalığı yakıcı bir sıcak kavuruyor. Tozu dumana katarak
karşıdan bir traktör trene doğru ilerliyor. Koskoca ovada, bir traktör ve yalnız bir tren...
İkisi de hızla yaklaşıyorlar. Ve bir fren sesi. Tren çarpışmayla sarsılıp durdu.
Traktördeki adam ölmüş.

Üstüne alelacele gazete kağıtları. Ankara'dan savcı çağrıldı. Tren üç-dört saat savcı
bekledi. Lüks kamaralarda sosyetik kadınlar bu uzun moladan sıkılmaya başlayıp, neler
oluyor diye trenin önüne doğru gezi, piknik havasında kafilelerle yürümeye başladı.

Uzak tepelerden köylüler koşarak geldiler. Köylülerden biri gazete kağıtlarını kaldırıp,
adamı teşhis etti. Gazete kağıtları üstündeki çıplak kadın fotoğraflarını görünce,
sinirlenip makinistlere küfretti, gazeteyi buruşturup, elindeki naylon torba parçalarını
kesip üstüne örttü. Köylüler anlattı, saçları yapılmış, gözlüklü kadın grubu dinledi. İki
yıl önce bu adam, doğudan gelip yerleşmiş.

Deli bir kızkardeşi, çok yaşlı annesi varmış. Çok yoksullarmış. Tarlaları, inekleri,
hiçbir şeyleri, hiç kimseleri yok. Adam, asker kaçağı, yakalayıp götürmüşler. Askere
giderken, ailesini köylülere emanet bırakmış. Köylüler tarla, çubuk işi bilmeyen bu
kadınların çorbasını, yemeğini taşımış. Teskereyi alınca bir hevesle köye dönmüş..
O gün iki yıldan sonra, ilk defa geliyormuş köye? Naylon torbaların altındaki o genç
adam:

Yahya'ydı...

Haber tüm vagonlara hızla yayıldı. Trende kim varsa, bu yoksul köylü adamın
hikayesini dinleyip ağlamaya koyuldu ve kimse tren neden beş saat durdu diye bir daha
sızlanmadı. Yine de isimsiz, adressiz bir mektup gelmeseydi bana, bu hikayeyi
yazamayacaktım. Mektup'ta, "siz, Yahya'nın anlattığı o Nihat mısınız?" diyor...

Üniversite yıllarında geceleri Yahya'yla en absürd, en pis, en çirkin fıkra anlatma


yarışması yapardık birbirimize. O hikayeyi yazıp göndermiş, Yahya anlattı diye.
Keloğlan'ın birgün karnı acıkmış. "Anne, karnım acıktı" demiş. Evde de yiyecek birşey
yokmuş. Annesi sinirle (git başımdan, der gibi) Git dedenin daşşağını ye.. demiş.
Keloğlan düşünmüş, dedem mezarda. Gitmiş mezarı kazmış. Dedesinin taşaklarını
çıkartıp yemiş. Daşağın bir yumurtası boğazında kalmış.. Yutkunamıyor.. Yumruğunu
kafiyeli, tempolu, göğsüne vurup şarkı söyler gibi:

"Dedemin daşağı in aşağı/dedemin daşağı in aşağı..."

Hatırladım fıkrayı, mü'min, müslüman sayılan arkadaşlarına hala böyle fıkralar


anlatabildiğine göre, o Yahya, hiç değişmemiş, benim bildiğim Yahya'ydı dedim. Sonra
fıkrayı düşündüm. Karnımız acıkmıştı. Önümüze çıkan aydınlar, ideolojiler, gidin,
atanızın, dedenizin evliyaların daşşağını yiyin dediler. Gittik, şanlı ecdadımızın
mezarlarını kazdık, daşşaklarını yedik.. Şimdi, yetmiş milyon göğsümüzü
yumrukluyoruz: Dedemin taşağı / in aşağı... Kanla boğulduğumuz tarihten kurtulmaya
çalışıyoruz...

Ağlamam dursun, anafikrini de yazayım hikayenin.

Dünyanın tüm okullarında, tüm beden eğitim derslerinin ilk dersi, "takla" atmayı
öğretmektir. çünkü, bebekler yürümeyi öğrenirken önce düşmeyi öğrenir. Bir sporcu,
düşmeyi bilmezse, takla atmayı refleks haline getirmezse, bodoslama, yüzükoyun yere
düşer..
Aydınlarımız iki yüzyıldır, şahlanmayı, ayağa kalkmayı öğretiyor ve her nesil kollarını,
ayaklarını kırıyor. Bakın hala, İstanbul'un fethini öğretiyorlar.. Bu nesle birileri,
"düşmeyi" öğretsin.. Bir tarafımızı kırmadan "düşebilmek"...

Leman'dan 2001 yılına ait bir yazıdır.

Nihat Genç

Nihat Genç: Milli Sohbet

Ermeni karar tasarıları için "sözde" kelimesini kullanıyoruz, çünkü gerçeği Lozan,
Lozan, hezimet mi, zafer mi, çok tartışıldı. Beş milyon km'den

yediyüzbine düşen Osmanlı topraklarına bakıldığında hezimet, Sevr'den bakıldığında


Zafer!

Lozan'ı Ermeni tarihinin en kara günü olarak gören dünyaya

yayılmış Ermeniler (diaspora) yüzyıldır tek birşey düşünüyor: Lozan. Lozan, Ermeniler
için evhamlı bir taşkınlık.

Lozan'a karşı kinleri sadece Türkler'e değil. 1830 Yunan ayaklanmasından beri,
yüzyıldır ellerine silah verip, Anadolu topraklarında kışkırtan Batılı devletlere karşı
bitmeyen bir öfke! Uğursuz, karanlık ve uzakta kalmış bir mezarın hikayesi.

Yoldan geçen Arap şeyhlerine bile devlet verilip Ermeniler'in acılar içinde bomboş
sürülüşü milli kudurmuşluğun asıl sebebi. Ermeni lobisi, aslında Fransa'da,
Amerika'da, Sevrcilerden intikam alıyor. Hunharca öldürüldüklerini düşünen bir nesil,
"bizi, neden yüzyıl kullanıp umut verdiniz, kardeş kardeşe bir cinayetin içine atıp,
sonunda imparatorluğun yağlı parçalarını aranızda bölüşüp, Lozan'la bin yıldır
yaşadığımız topraklardan ayrılmamıza imza attınız." Bu kin dolu ölüm şarkısı,
Ermeniler'in milli ağıtı olmuştur.

Son nefeslerinde dahi Trabzon'u hayal eden, Türkiye'den daha çok Trabzon'u düşünen,
her yıl Trabzon resimleri sergisi açan, antika çarşıları tıka basa

hala Türkiye'den götürdükleri eşyalarla dolu Marsilya'daki Ermeniler'i Fransız'ların


avutması uzun bir yüzyıl sürmüştür. Fransa yeni bir vatan mı, sürgün, tutsaklık yeri mi,
geri dönecekler mi, gibi, aklı karışmış Ermeniler'in yüzyıllık uzaklıktan karışmayan tek
şeyleri: Ermeni Tarihi'dir. Hazan yaprağı gibi tarihten sallanıp kaybolmakta oluşları
ödlerini kopardı.

Ermeni tarihçiler yalnız milli savaş tarihlerini yazmadılar, sanat tarihinde, batı tarihine
sessiz-sedasız ve destansı saldırılarda bulundular. Ermeni taş ustalarının ve Erzurum'da
birkaç yapının planlarını tartışarak, dünya kültürünü dönüştüren Rönesans'ın gerçek
öncüleri olduklarını iddia ettiler. Bu tartışmalarla dolu zengin bir kültür, sanat
kütüphaneleri vardır. Osmanlı'nın rahat, ucuz, sıcak ve konforlu ahşap evlere
düşkünlüğü, bir nesil yaşamadan seri yangınlarla kül olması, asırlara dayanıklı Ermeni
taş yapılarına, zanaatkarlarına bizim de şaşkınlıkla kulak kabartmamızı, övgülerimize
neden olmuştur.

Ermeniler'in taşlara işledikleri melek resimleri bu topraklardadır ve kutsal


emanetimizdir. Cumhuriyet'le inşa ettiğimiz Ankara'da 75 yılda mimari ustalığıyla tek
bir yapı inşa edememiş oluşumuz, işte bu yüzden çok acıklıdır.

Ermeni sanat tarihçilerinin yıkık-dökük eski kiliselerine bakıp, mutlu bir vatan özlemine
kapılmaları, yabancı bir diyara itilmiş olmalarıyla hüzünle katlanmaktadır. Eski altın
günlerin bir daha geri dönmeyecek oluşu, Ermeniler'i sonsuz bir acıya sürüklemekte, bu
yalnızlık, bu sahipsizlik, Ermeni gençlerini her türlü barbarlığa zorlamaktadır.

Fransa, Asala, kendi topraklarında kan dökmeye başlayınca, paniğe kapılıp bu kanı
toprağından uzaklaştırmak için, Kürt meselesiyle-Ermeni meselesini, bir
taşla iki kuş vurup, aynı siyasi daire içinde değerlendirmenin sözüyle Ermeniler'i
avutmaya çalıştı. Yurdundan uzak Ermeniler Güneydoğu'daki iç

karışıklıklarla Kürtleri de kendileri gibi mazlum, itilmiş, görüp bağırlarına bastı, umutla
sarıldılar. Soylu övgülerle Kürt hareketini selamlayıp,

hayırsever, demokrat, insanlık çıkışlarıyla bu övgülerin arkasına Batılı devletleri


almaya çalıştı. Ancak Güneydoğu'dan netice alınamayacağının

anlaşıldığı bugün, bir Ermeni'ye yapılacak en sert şaka, ona bir Kürt'ten bahsetmek.

Ermeniler iki gün dolmadı, Kürt düşmanı oldular, birkaç yıla varmaz, Kürtler'i en çok
aşağılayan, dışlayan ülke Fransa olursa, şaşırmayın. Karar tasarıları onaylandığına
göre, Ermeni meselesi, asla ve bir daha tarihçilerin işi olmayacak, Ermeni meselesi
ömrünü, intikam, nefret, kinle dolu bir politik savaş olarak sürdürecek. Çünkü, onların
da, bizim de tarihçilerimiz birer "aziz", birer "yaşlı bilge" olamadı. Galeyancı bir
kahramanlık inşa ettiler. Tasarıda üfürüldüğü gibi Türkiye'nin Ermeniler'e bir kuruş
tazminat vermesi asla mümkün değil.

Çünkü Lozan, cumhuriyetin sadece kuruluşu değil; kafatası. Batılı parlamentolar uysal
bir cesaret görüntüsüyle bu kafatasına demirçubuklarla saldırıya geçti. Çelik zırhına her
yıl milyar dolar (silah parası) ödediğimiz bu galeyancı kahramanlıktan asla taviz
kopmayacağını biliyorlar. Olan, biz yoksul halkın ekmeğine olduğunu da biliyorlar. Batı
demokrasisi, hem hayalperest Ermeniler'in al elma gönlünü alma, hem de, olmayacak bu
duanın aminiyle, Batı kapısında diz çökmüş, yalvaran Türkler'i delirtmek istiyor!

Bugünkü Ermenistan 1918'de kuruldu, hemen Sovyetler'e katıldı. Dünyaya yayılmış


Ermeniler bu ülkeye doya doya vatanım diyemedi. Mutlu vatan kokusu

duydukları yer, Anadolu'nun içleri, Trabzon, Erzurum, Kars. Geçtiğimiz yüzyıl, hangi
Ermeni'ye Ermenistan'da yaşamak istersin, diye sorulsa, "nasılsa

başkasının boyunduruğunda yaşayacağım, o halde Fransa'da daha özgürüm" derdi. Ve


birçoğu, çok uzaklarda ütopyalar içinde, şiddetli bir rüzgar değişikliği

kollayıp, Ermenistan'ı, Anadolu'ya sıçrama taşı olarak gören Taşnakçı oluverdi.


Ermeniler'in dünyaya büyük göçü, buharlı gemilerin vızır vızır yeni bir dünya
kurdukları 1840'lı yıllarda başlar ve Fransa ve Amerika'ya dağılırlar. Milli

tartışma konusu, 1. Dünya Harbi'nde zorunlu göçe (tehçire) tabi tutulmaları. Bursa,
Eskişehir, Ankara gibi şehirlerden bir gecede toplanıp, tren

istasyonlarında çoluk-çocuk perişan, eşyalarını bir bavula dahi tıkıştıramadan,


Anadolu'dan kovularak çıkarılmalarıdır. Doğu'daki kanlı savaşa çok uzak bu
bölgelerden Ermeniler'in sürülmesi halen tartışılmakta. Bu sürgüne en çok Türk halkı
karşı çıkmış, tren istasyonlarına koşup yardım etmiş, bir

çoğunu gizlemeye çalışmış, vagonlara doldurulmuş Ermeniler'e, yemek, yiyecek


taşımışlardır. İttihatçılar'da o günlerde Kars ve Erzurum'daki gibi iç

isyanların-toplu katliamların bu bölgelere de sıçrar korkusu vardı.

Tarihçilerin görüşü ortadadır: Rus ordusuyla beraber savaşan Ermeni isyanları ve


zorunlu göçe sebep olan savaş, 1-1 berabere bitmiştir. Tarihçilerin görüşü

dedikleri, terazide tartılan: Kan. Kanlar kuruyup gidince, toplu mezarlıklardan çıkartılan
kemikleri saymaya, istiflemeye başladık. Soykırım

iddiası da, işte bu göç sırasında, yolda, karda, kışta, ölen, kaybolan Ermeni nüfustur,
Ermeni soykırım iddiaları parlamentolara taşınıncaya kadar, göç

yolundaki bu büyük kırıma Türk tarihçileri umursamaz davranmış, "rakamlarla" hiç


ilgilenmemiştir, çünkü,Rus ordularıyla birlikte Kars'ı, Erzurum'u yerle

bir eden Ermeni çetecilere kin o denli fazlaydı ki, kendi ana-baba-dedesinin kemiklerini
saymaktan, göç yoluna bakacak, zamanlar üstü bir insanlık

bilgeliği şuuru şüphesiz fazla lüks olurdu.

İttihatçılara karşı çıkıp, savaşa uzak bölgelerdeki Ermeniler'i sürgüne göndermenin


gereği yoktu diyen tarihçiler bile, milli sohbetlerinde, Ermeniler

yerinde kalsaydı, üç-dört yıl sonra başlayacak Yunan işgali sırasında Rumlar'la birlikte,
işgal orduları safına geçebilirlerdi ve asıl katliam o

zaman olurdu ve Kurtuluş Savaşı'nın rakamları o zaman büyürdü diyorlar! İçiçe girmiş
bu kanlı savaşların trajedisinden haklı-haksız çözmenin hem

imkanı kalmadı, hem de, haklı-haksız ayrımı yapmak, utanılacak bir intikam tarihinin
köpüklü ağzını coşturmaktan başka işe yaramaz.

Ermeniler'i yeryüzü topraklarında, taşkın, çırılçıplak heyecanlarıyla en iyi biz anlarız.


Çünkü onlarla bin yıl aynı kadını sevdik: Anadolu. Bu güzel kadın

uğruna ne onların ne bizim hiçbir zaman ölümden korkumuz olmadı. Bu kadının ıstırap
verici sert bir özelliği var, sevgili aşıklarını dizginliyemiyor.

Sevgililerini aynı soyun, aynı çığlığın içinde ne zaman eritmeye kalksa, bomba gibi
patlıyor. Ermenilerle yaptığımız savaş değildi, elimizde patlayan bin

yıllık bombaydı. Bu bomba, Anadolu'nun tüm kan damarlarını paramparça etti,


birbirimizden ebediyyen ayırıverdi. Birileri hala, bu bombanın pimine

dokunarak, bu edebi aşk ıstırabını dindirmeye çalışıyor.

Sevgililerini arzuyla ateşleyen bu toprakların derin hatıralarında yaşayan rüyadan güzel


masallar, bizleri hala delirtmeye devam ediyor! Diyelim bu güzel kadının sadece
Rize'sini düşünün. Hadi, muhteşem, olağanüstü doğasını da bir kenara koyun, sadece
Rizeliler'i düşünün. Sıcacık, neşeli, şekerden ve koşarcasına çalışan bu insanların ruh
güzelliğini yeryüzü ikliminin hangi coğrafyasında bulabilirsiniz. Yüksek bir kültür,
uygarlık, zenginlik, herşeyin sahibi olabilirsiniz, ama, yanıbaşında çabuk çabuk
konuşan, hüznü, kasveti duman gibi dağıtan, bala bandırılmış bir coşkuyla her tür acıyı
çağlayan tülüne dönüştürüveren ve insana takla attıran şaka dolu bir hayat öğrenirsiniz.
Dinleyicisiz, yankısız ve bomboş parlamento sıralarında alınmış kararlarla böyle
muhteşem bir halktan uzak düşmenin acısını çıkartmak istiyorlar!

O günleri canlı canlı anlatan en güzel ve tek kitap: "İki Kıtal, İki Komitacı" adıyla
Temel Yay., yazarı: Ahmet Refik. Sıcağı sıcağına cephe ateşi içinde,

tren vagonlarında, kan ağlayarak yazıldı bu kitap, ve 1919'da basıldı. Ermeni tehcirini-
isyanları tarafsız anlattığı için Türk basını tarafından çok eleştirildi. Mustafa Kemal'in
dahi, Karpiç lokantasında Ahmet Refik'i, masa üstüne çıkartıp, eşşek gibi anırttığı
hatıralarda anlatılır. (Birçok tarih kitabı yazan Ahmet Refik, konservatuvarın başına
getirildi, Türk Tiyatro Tarihi adlı kitabı yazdı.) Yapı Kredi Yay., Doğu'da Mizah kitabı,
Osmanlı mizahını anlatıp, sonunda Mısır, Tunus, Cezayir mizahından örnekler veriyor.
Mesela, Mısır'da ilk mizah dergilerini Türkiye'den sürülmüş Ermeniler, Ermeni mizah
basınını da Saruhan adlı ünlü karikatürist yönetiyor. Saruhan'ın çizgilerinde Lozan'ın
hayalkırıklığı ve başka efendilerin boyunduruğunda yaşamak zorunda kalışlarının acı
haykırışını izleyebiliyoruz.

Meşrutiyet'le birlikte, Ermeniler Türkiye'de yirmiye yakın mizah dergisi çıkardı,


Marsilya'ya uzandıklarında aynı gazeteler kaldığı yerden orda devam

etti. Bir halk, kendi söz, davranış, geleneklerini eleştirerek mizah ve edebiyat
yaratabilir, kültürünü, güvenle yeni çocuklarına aktarabilir. Ancak,

içinde yaşadıkları toplumu eleştirme hakları yoktu.

Yani, Osmanlı'ya, Türk'e karşı temkinli olmak asırlardır canlarına tak demişti ve bu
gizli basınç gençleri uçurtmaya yetiyordu. Osmanlılar Ermeniler için her ne kadar kadim
dost, sadık millet dese de, Ermeni Gazete ve dergilerin Türkler'in örf, adet,
alışkanlıklarıyla dalgasını geçmesi sözkonusu olamazdı. Bir halkın yaşayabilmesi için
başka bir halkın dedikodusunu, bozukluklarını, beğenmeyişlerini estetik takılmalar,
iğnemelerle aktüel olarak işlemek zorunda, çünkü ermeni kültürü müzelik bir kültür,
ölmüş, vakumlanmış bir kültür değildir.

Daha sert ve cesurca söylersek, Kürtler'e dil, Kültür, Tv hakkı verseniz de bir işe
yaramaz, birgün, gönüllerince kendi gazete ve dergilerinde Türk'ün

adet ve gelenekleriyle ya da sert askeri, gaddar jandarma hikayeleriyle alay etmek


isteyeceklerdir. Birbirleriyle iç içe yaşayan halklar, birbirlerine

takılamazlar mı? Meşrutiyetçiler'in, basını özgür bıraktık, bunlar daha ne istiyor, deyip,
anlamadığı buydu. İstanbul basını, asırlardır eteklerinde

yaşayan halklarla dalgasını geçmiş, taklit, şive ve giyimleri "klişeleştirip", bu klişeler


üzerinden kurumsal bir mizahı yapı kurmuştur. Laz, Acem, Arap

şiveleriyle yüzlerce yıl bu kurumlar vasıtasıyla eğlenmiş İstanbul halkının aklına, birgün
olsun, bizim de karikatürümüzü yaparlar mı, sorusu
takılmamıştır.

Tarihi, kültür çatışmalarından okursak, temkinli yaşamanın gerginliği, birgün demokratik


halklarla kendini rahatça ifade etme imkanları bulduğunda, batının,

ya da başkasının kışkırtması olmasa da, içinde yaşayacağı kültürlerle sert bir


hesaplaşmaya girişmesi kaçınılmazdı.

Modernleşme, içiçe yaşayan kültürlerin miyadını doldurdu. Asırlar boyu, pınarın


başında güğümümüzü birlikte doldurduğumuz Ermeniler'in milli düşman

oluşu, birilerinin kaşımasından çok, 19. yüzyılı fırtına gibi kavuran, bu kendini ifade
etme, özgürlük-halk hareketlerinin rüzgar ekip fırtına biçtiği

ve bu fırtınanın Anadolu topraklarından kanlı bir çıban gibi patlamasıdır! Bin yıl uslu
bir çocuk gibi oturmuş Ermeniler'i, dostluğu ve huzuru bozup,

bizleri canevimizden vuran hainler gibi durmaksızın lanetlememizin sebebi, içimizde


yaşayan kültürlerin ağırlığını, sertliğini, canlılığını tarih boyu

umursamaz oluşumuzdur.

Bu kültürleri "içimizde erittiğimiz", erime derecesiyle sevdik. Ermeniler onun-bunun


kaşımasından değil, asla erimek istemeyen bu

kültürel reflekslerin fırlatmasıyla tarih sahnesinde bağımsızca bağırmak isteyip, çok


geçmeden, azgın milliyetçi ateşlerce gözü kararıp, ölüme

sürüklendiler. Safça ve cahilce bir tanım: Aynı uzuv, aynı aile içindeymişiz gibi halen
'hainlikle' suçluyoruz. İçimizdeki başkayı, aradan geçen yüzyıllara

rağmen ve bugün hala tanıyamamış oluşumuz, o kültürlerin bu safça ve cahilce inşa


ettiğimiz baskın kültürümüz yüzünden nefes alamayıp, seslerini

çıkartamayışları yüzündendir.

Çok geçmeden, uzaklara fırlayan bu azgın milliyetçilik, saçma sapan yüzlerce hikaye
uydurmaya başladı. Amerika'da Ermeni lobisinin bir zamanlar yaptırdığı
bir belgeselde, "Türkler savaşta, kaç düşman gözü çıkartıp getirirse o kadar
kahramanlık nişanı alıyormuş.. Türkler, Ermeniler'in kulaklarını kesip

pabuçlarına süs diye takıyormuş gibi..." Gazetenin olmadığı 1830'lu yıllarda fısıltıyla
yaşayan İstanbul halkının dedikodularından aslı astarı olmayan bir

yığın gulyabani kabus, gerçek bir tarih gibi karşımıza dikildi, güya tarafsız tarihçilerin,
diyelim, Osmanlı'da İşkence kitabında Taner Akçam'da bile bu

dedikoduları görmek mümkün.

Gayrimüslimlere bir takım sosyal haklar, veren Tanzimat ve Meşrutiyet'in içimizdeki


kültürleri silahlandırması, aydınlarımızın aklını başından aldı.

Tanzimat'ı, gavurluk, Meşrutiyet'i vatan hainliğiyle suçlamakla kalmadılar, ne zaman, ne


şekilde bir demokrasi talebi gelse, gaddar bir milli refleksle karşı

koyan inanılmaz bir sertlik devletimizin iskeleti oluverdi. Üstüne, tüm demokratik
taleplerin batıdan geliyor oluşu, halkımızın kuşkusunu paranoyaya,

sonra, bu paranoyayı büyüten, sağcı partilerin kucağına itti.

Ve bugün bu demokratik talepler öyle gülünç bir hal aldı ki, içimizden kim, işsizlik,
maaş yüzünden miting meydanına yürüse, işte, vatan hainleri, diye suçlanıyor! DTC
Fakültesi'nden Herkül Milas, Türk Edebiyatı'nı tarayarak, Türk yazarlarında, Rum,
Ermeni tasvirleri, "Rum" düşmanlığının dökümünü çıkarttı, aynı çalışmayı
Yunanistan'da da yaptı. Kitabı okuduğumuzda şu bilimsel sanılan görüş çıkıyor: "Türk
yazarlarında milli düşmanlık had safhada!", Aslında, bu dayanak noktasından kitap
yazıldı. Savaşın ateşinde, ya da babalarının katliam hikayeleriyle büyümüş
yazarlarımızın metinlerinden, matematik, istatistik verileriyle milli edebiyattan milli
hesaplar çıkartmayı hep kuşkulu bulmuşumdur.

Bilimsellik görüntüsüyle Türk halkının kanaatlerine bir çirkin ve sert çivi daha
çakılmak isteniyor. Bu görüşü tümüyle tersine çevirmemiz mümkün. Şu anda

kütüphanemde 1870'lerden 1930'lara kadar çıkartılmış onlarca mizah dergisinin


binlerce nüsha duruyor, uzun sürmüş darmadağınık bir savaştan çıkmış bu
dergilerin manşetleri Rum, Ermeni düşmanlığıyla dolu olması aşikar bir gerçek!

Ancak, son elli yılın mizah tarihini, hangi dönemi alırsak alalım, üstelik çizerlerimiz
gündelik (popülist) konularda çizmek zorunda olmalarına rağmen,

üstelik devletçe satın alınmış kanlı manşetlerin gölgelerinde yazmak zorunda oluşlarına
rağmen, karikatüristlerimizden, edebiyatımızda çıkan neticenin tam

tersini görüyoruz. Yani, karikatüristlerimizde, Rum, Ermeni düşmanlığı hiç olmadığı


gibi, umursamaz davranmışlar! Hiç düşmanlık olmayışından sevinç ve

mutluluk ve yüksek değerde bir insanlık kültürü çıkartmamız da gerekmez bundan.

Çünkü, kendiliğinden, doğal tavırlarıdır. Üstelik bu karikatürcülerimiz ya da mizah


dergileri, araştırmaya konu olan kitaplardan fersahlarca daha faza baskı yaptı, halkın
ruhuna karıştı, tutuldu, sevildi. Sadece Leman Dergisi yazar çizerlerinin baskısı
üçyüzün üstünde. Oysa Kardak Kayaları, Kürt Meselesi, Ermeni Taslağı, Rahmi Koç'un
papazları alıp Trabzon limanına inmesi gibi meseleler, gündemden hiç düşmedi.

Bu milli konulardaki düşmanlık, Türk yazarlarının ve Türk halkının keskin ve


vazgeçilmez görüşü ise, bu düşmanlığı hiç umursamayan bu mizahi eserler,

dergiler, neden bahsi geçen kitaplardan daha çok baskı yapıyor ve tanınıyor. Velhasıl,
Herkül Milas, araştırma evrenini, son elli yılın karikatüründen ya

da son on yılın en çok satan mizah dergisinden kurmuş olsaydı, Rum ve ermeni
düşmanlığı Türk yazar-çizerlerinde hiç işlenmemiştir, gibi tam tersinden bir

neticeye varacaktı.

Milli edebiyattan milli hesaplar çıkartmaya kalkanlar, üçyüz adet bile satmamış bir
kitaptan bir cümleyi büyütüp, resmi ideolojinin okullarda zorla

okuttuğu kitapları abartıp, bağımsız, halkın içinden tırnaklarıyla, çığlıklarıyla yazar-


çizer olmuş ve kitapları onlarca baskı yapmış
yazar-çizerleri görmezlikten gelmesi vahim bir bilimsellik tuzağıdır. Bu tuzak, MHP ve
onunla aynı teorik kumaştan Taşnakçıları mutlu kılar. Bu kadar

vahim hesap hatası da her bilimadamına nasip olmaz.

Kardeşlerim, Türkiye'yi gören bir yerden açın pencerelerinizi! Özdemir Erdoğan'la


"İkinci Bahar" şarkısını söylemek istiyoruz. O şarkının içindeki

bir mısra gibi: "Bugünkü aklımla sevmek." Rumlar, Ermeniler, Anadolu'nun binlerce yıl
ciğerlerinde yaşadılar, yüzyıl süren savaşlar ciğerlerimizi söküp

aldı. Bu talihsiz kopuşun sorumlusu, dünya fethine çıkmış işte bu demokrat görüntüsüyle
kül bırakmayan batı aklının ta kendisi. Bu matematik, istatistik

yanılmaların ta kendisi. Büyük kopuş yetmedi, şimdi de sosyal dokumuzu yeniden


kemikleştirmek isteyen ideolojilerin ekmeğine yağ sürüyor.

Bu bilimsel araştırmalar, yurtdışında diplomat, yazar ya da Taşnaklar tarafından


okunduğunda, "Bakın alayı bize düşman" gibi, kendi kin ve

nefretlerini doğrulayan görüşlerle yalancıktan mutlu oluyorlar. Düşmanlığın derinlerde


hiç olmadığını, çoğunun medya yaygarası olduğunu, Avrupalılara

söylediğinizde, hiç ciddiye almayıp, "evet, içlerinde bizim gibi demokrat düşünenler de
var" gibi, çocukça baş okşayıp, bu halkın ve yazarlarının

insanlık düşünü, siyasi bir aptallık gibi değerlendiren tehlikeli kurnazlık işlerine
geliyor.

Bu toprakları, bu insanları hiç tanımak istemiyor, resmi manşetlerden avuntu bulup,


düşmanlığı kitleleştirmekten zevk alıyorlar. Biliyorlar ve iman ediyorlar ki,
milliyetçilik, başkasına tahammülsüzlük, insanlığın tanıdığı en korkunç ideoloji, veba,
devletimiz, İstanbul medyası, partilerimiz bu hastalığa yakalanmıştır ve bu halk, işte bu
denli haklı

sebeplerle kardeş kanına sürüklenmelidir. Bu ağır hastalık, batının arayıp bulamadığı


müthiş bir plan gibi hoşuna gitmekte, bu kan gölünde çığlıklarla,

ağıtlarla köylerimizi, şehirlerimizi terketmemiz, batılı uçakların fırlattığı yardım


sandıklarının peşinden çamura batıp kayan ayaklarımız ekranlarda, tüm

Avrupa'nın mutlu halkları seyrederek, kültürlerini-siyasetlerini yükseltmeliyiz.

Tertemiz ve iyi kalpli Anadolu! Batının aklı, kendi topraklarında bir tek kişi öldüğünde
yüzlerce duygusal film çeken, bizim topraklarımızda otuzbinkişi öldüğünde, yalnız silah
tüccarlarını gönderen, bizi ölüm makinelerinin oyuncakları gibi görmekten, neden
vaçgeçmiyor! Bakın, 1979 İran devrimiyle Türkiye üzerinden bir milyon İranlı geçti.
Bunun yüzbinlercesi sessiz sedasız sosyal dokumuza karıştı.

Bu yumuşak dokunun kalbine, Afganistan savaşından 1980'lerin başında yüzbinlerce


yoksul Afganlı geldi, birçoğu geri döndü, onbinlerce içimizde bir yerlerde tutunup
kaldı, Güney Irak'tan Balkanlar'dan milyonlarca insan ta kalbimizin ortasına gelip
oturdu. İşte yüzbinlerce Romen işçi. İşte biri gidip, biri geliyor, tarih hareket ediyor ve
kavimler rüzgarlarıyla geçip duruyor Anadolu'dan. Bakın, yumuşak dokumuzu
gözlemleyip ülkemizde kalan turistlerin sayısı onbinlere ulaştı, birkaç yıla kalmaz bu
rakam milyonlara fırlayacak. Uzaklarda ve derinlerde yüz yıllardır birileri, devletimizin
artık zırhı olmuş bu milli düşmanlık hastalığını çok iyi planlayıp çok iyi nişan alıyor,
sadece Rum'u, Ermeni'yi değil, Alevi'ye, Kürt'e, doğduğu Anadolu topraklarında huzur
tanımıyor..

Kardeşlerim! Türkiye'yi gören bir yerden açın pencerelerinizi, halkımızın bu yumuşacık,


sıcacık kalbini bir asırdır çelik bir zırhla kaplamak istiyorlar.

Suriye'ye giden bir arkadaşım, taksiye biner, şoför Türkçe konuşmakta, "Türk müsün?"
diye sorar, "Hayır, Ermeni'yim" der ve sonra arkadaş olup kahvelerine

gider. Kahvede tüm Ermeniler Türkçe konuşmakta. Ermeni şoför, "O büyük göçte,
beşyüz kişi yola çıktık, buraya on-onbeş kişi vardık, yolda ölülerimizi

yiyerek. O, onkişiden biri de benim" deyip, hüzünlü hikayesini anlatır. Şoför'ün yanına
çocukları gelir, delikanlı olmuşlar, masaya oturur, şoför,

konuşmalarını gizler, anlatmaz.

Çocukları gittikten sonra... "Çocukluğumdan beri çok düşündüm, başımızdan geçen bu


kanlı felaketi çocuklarıma anlatayım mı?" diye. "Sonunda hiç anlatmamaya karar
verdim, hiçbiri babalarının daha yedi yaşında bir çocukken dağ başlarında ölü eti
yiyerek buraya geldiğini bilmesin istedim.." Bu yüksek ahlaki kültürü taşıdıkları için
Ermeniler Anadolu'nun derinliğinde onbinlerce yıl yaşadı.. Artık ölü yemeyi de geçtik,
mezarlardan dedelerimizin kemiklerini çıkarıp ekranlarda sıyırıp-sıyırıp yiyoruz!

Babamla, Zigana'nın tepesinden gidiyoruz, karanlık basmış. Yolda, uzun boylu, hırpani
giyimli, kör kara bir adam elinde asa yürüyor. Kurtların, canavarların

kol gezdiği ıssız dağ başı, yürüyerek Bayburt'a gidiyor. Arabaya hiç binmezmiş.
Allah'ın bir delisi, evliyası. Bağırarak merasimli, tantanalı bir selam verdi. Kısa bir
hoşbeş, yolumuza devam ettik. Zigana'nın derin uçurumları kıyısında, babam anlatmaya
başladı. Bu adam, dedi, savaşta masum bir Ermeni kızına silah çekti.. Tam kızı vuracak,
kız bir melek olup elleri arasından göğe yükseldi. Adam, o an, silahı bırakıp askerden
kaçmış, delirmiş, dağ başlarında gezer olmuş.

Halk arasında anlatılan bu hikayeler masum bir Ermeni kızına çektiğimiz silahın bizi
nasıl delirttiğinin muhasebesini yapıyor. Bütün siyasi ideolojilerin, devletin,
manşetlerin beyin yıkamasına rağmen, halkımızın derinliklerinde başka bir insanlık
rüyası, hesaplaşması yatıyor! Masum bir Ermeni kızına silah çeken bizlerin delirdiğini,
delireceğini genç nesle, bizlere anlatıyor. İşte delirdik!

60'lı yıllarda Yunanistan'dan her yıl geldikleri gibi bir turist kafilesi gelir: "Helena
Teyze'nin Başında Testi Kıran Hatice Teyzeyi Arıyoruz." Bu kadarcık istihbaratla nasıl
bulunur, savaşın üstünden de kırk sene geçmiş. Araklı'nın bir köyünde Hatice teyze
bulundu, bir kuru ihtiyar, sarıldılar, öpüştüler. Hikaye şöyle: Hatice teyze genç bir kız
iken, Helena teyzeye su taşıyormuş. Silah sesleri duyulmuş karşı tepelerden, Helena
teyze, Hatice'ye, "bir bak bakiyim, sizinkilerden mi bu ses, bizimkilerden mi?"..

İşte o an Hatice Teyze: "Düne kadar sizinkiler, bizimkiler mi vardı" deyip, Helena
teyzenin başında testiyi kırar. Helena teyze gittiği ülkede kırk yıl çocuklarına bu
hikayeyi anlatır, çocuklar büyür, annelerinin memleketine gelir, hepsi altmış yaşlarında,
Hatice teyzeyi ararlar. Hatice teyzeyi hepimiz arıyoruz.
Hicret ederken, ailesinin görüşünü alır Hz. Muhammed, amcasıydı galiba, şöyle der:
"Oğul, zordur buralardan gitmek!" Tek tek kiliselerini, evlerini, köylerini gezdim
Ermeniler'in. Bu delirmiş kavgayı, bu kanlı çığlıkları, çok iyi anlıyorum, onlarınkini de,
bizimkilerinkini de çünkü: "zordur buralardan gitmek!"... Bu kanlı milliyetçi çağ belki
bir yüzyıl daha sürer, belki torunlarımız, ikinci bir bahar yaşar!

2001 yılına ait bir yazı Lemandan

Nihat Genç

Nihat Genç: Üreterek yaşamak

Hayat hikayesini okurken gururla ağladığım bilimadamımızın adı: Mitat Enç'tir. Bu ismi
unutmayın. İçimizden hiçkimse onun kadar güzel adam olamaz.

Çünkü, ülkemizde verilmiş en soylu onur kavgasının baş kahramanıdır. Birgün


çocuklarınıza ülkenizi sevdirmek için onurlu bir insan başarısı okutmak isterseniz Mitat
Enç'in hayatını unutmayın.

Mitat Enç gençlik çağında kör oldu. Eğitimine sıfırdan ve Amerika'daki özel eğitim
merkezlerinden devam etti. Özel eğitim konusunda bilgi ve tecrübelerini ülkemize
taşıyıp bu konuda bir çığır açtı. Türkiye'de özel eğitim okullarını ilk düşünen,
tasarlayan, açan, kurumsallaştıran odur. Ayrıca ODTÜ'nün ve Ankara Üniversitesi'nin
eğitim bilimleri ona çok şey borçlu.

Mitat Enç bundan ellibeş yıl önce Amerika'dan dönüp 'körleri okutalım' dediğinde,
Milli Eğitimimiz ona: 'Ya hoca işin mi yok, biz sağlamları okutamıyoruz' cevabını
vermişti.

Ayrıca o günlerdeki eğitim felsefesi, körü, sağırı, dilsizi, kolsuzu yani hepsini 'sakatlar'
başlığıyla aynı okul çatısı altında topluyordu. Mitat Enç körler ayrı, sağırlar ayrı
eğitime tabi tutulmalı diyerek işe başladı.

Mitat Enç'in özel eğitim kavgası ciltler doldurur; bu sınırlı sütunumuza sığmaz.
Unutmayın, özetin özetini yazıyoruz!

Mitat Enç'in ayrıca bir hikaye kitabı vardır, adı: Uzunçarşının Uluları. Çocukluğunun
Antep'ini anlatır. Onun büyük zekasını bu hikayelerden anlayabilirsiniz. Türk Edebiyat
tarihçileri kör olduğu için Mitat Enç'in bir şahaser olan bu hikaye kitabını ne görmüş ne
de yazarını merak etmişlerdir. (Tıpkı yakın tarihimizin en nefis köy hikayelerini yazan
Cahit Beğenç'i bu aptal edebiyatçılarımızın hiç ama hiç tanımadıkları gibi...)

Mitat Enç'in ikinci kitabı, hayatını anlattığı: Bitmeyen Gece'dir. Bitmeyen Gece
kitabının alt başlığında şunlar yazılıdır: 'Evrenin bütün karanlığı tek mum ışığını
örtmeye yetmez!'...

Kitapları boşuna aramayın, Ötüken yay. çıkan bu kitapları, değil kitapçılarda sahaflarda
dahi bulmanız, zor. Şahaserlerini tanımayan bir ülkede yaşıyoruz, ben ne yapabilirim.

Ben size Mitat Enç'in eşsiz zihniyet devriminden söz edeceğim bir parça.

Hepimiz bir yığın sağcı, solcu laik, şeriatçı, Türkçü, Kürtçü fikirler biliriz, bir yığın
ayakları havada, karmaşık, tutarsız, hiçbir işe yaramayan laf salataları..

O halde bir fikir gerçekte nedir? Bir düşünce nasıl inşa edilir? Felsefecilerimiz,
aydınlarımız hiç kusura kalmasın. Onların hiç sözünü etmediği ve adını dahi bilmediği
Mitat Enç ülkemizde gerçek bir 'düşünce' hareketi başlatmış ve hayatımıza sokmuştur.

Mitat Enç'in dünya görüşü neydi, neyin zihniyet devrimini yapmıştı? Ve o aramızdan
ayrıldıktan sonra yeniden nasıl eski tas eski hamam oluverdik!
Mitat Enç, öğretmenlik, özel eğitim, yönetmelik, kurumsal çalışmalar, v.s. yanında, bir
de Altınokta Körler Derneği'nin kurucusu. Film de burda başlar.

Ülkemizi özel eğitimle tanıştıran bu büyük adam iş dernekçiliğe gelince büyük bir
geleneksel hantal duvara çarpar.

Çünkü Altınokta'yı kurmadan önce, ülkemizde, geleneksel bir Körler ve Sağırlar


Derneği vardı. Körler ve Sağırlar Derneği kapı kapı dolaşıp para dilenir. Kör ve
sağırları acındırır.Yani bin yıllık köhne sadaka yöntemiyle dernekleşmişti. Ayrıca bu
dernekleri kuranlar siyasi hava yapmakta, köşe olmakta, körleri acındırarak menfaat
sağlamakta ve çok kere hırsızlıkları mahkemelere yansımaktaydı.

Mitat Enç, Altınokta'nın yalnızca kabartma alfabesi, kabartma kütüphanesi, dernek


binası, arsası, yönetmeliği, hukuku, gibi işleriyle uğraşmadı.

İşte ülkemizdeki bu acındırma ve sadaka felsefesini yok etmek için kendisi gibi
arkadaşlarını harekete geçirdi. Hayranlıkla izlediğimiz büyük bir onur kavgasını bayrak
gibi dalgalandırdı...

O meşhur felsefesi şuydu: 'Acındırarak değil, üreterek yaşayacağız'...

Bu büyük ideolojinin felsefesine o kadar sıkı bağlı kalırlar ki, bağış yardım kabul
etmezler. Acilen körler için 'işlikler', yani imalathaneler kurar. Sepet ve benzeri şeyleri
üretip satmaya koyulurlar. Gelirleriyle körleri modern eğitim kurumlarına hazırlamak
isterler. İşte bu düşünceyle bugüne onlarca onurlu bilimadamı, hukukçu, öğretmen,
yönetici yetişti. Hepsi kendi hayatlarını kurmakla kalmadı, etraflarına ışık, meşale
oldular!...

Ancak Mitat Enç öleli çok oluyor. Mitat Enç huzur içinde öldü, iyi ki bugünleri, bu rezil
halimizi görmedi. O büyük ideal gitti, yerini didişme, dalaşma, birbirini gözünü oyma,
hırsızlık dedikodular aldı.. Bir zamanlar Körler ve Sağırlar Derneği'ni eleştirenler,
bugün iftiralar, yolsuzluk suçlamalarıyla mahkeme kapısındalar.
Mitat Enç kimseye muhtaç olmadan yaşamın hem felsefesini hem de kurumunu kurmuştu,
yerinde yeller esiyor:

Neyse, bunları söyleyip ağlayacak zamanımız var, ben başka bir şey söylemek için lafı
buraya getirdim.

Ülkemizde ve dünyada, birçok büyük başarı öyküsünü deştiğimizde, arkasında, büyük


bir şok, travma, musibet, kaza, yani, talihsiz bir geçmiş buluruz.

Mustafa Kemal de büyük bir şok'tan, kanlı bir savaştan çıktı. Bizlerin de inatçı
yazarlığının arkasında 12 Eylül öncesi kaldırdığımız arkadaş tabutları vardır. Ya da
İzmit depremini yaşamış çocuklar, ya da Güneydoğu'da kardeşlerini kaybetmiş ailelerin
çocuklarından ileride büyük başarı öyküleri bekleyebiliriz. Ya da trafik derneği kurmak
için çocuğumuzu trafikte kaybetmek, sivil silahlanmaya karşı harekete geçmek için kendi
çocuğumuzun kaza kurşunuyla ölmesini bekleriz.

Yani... İnatçı, başarılı, çalışkan, idealist bir onur kavgası için ille de büyük bir travma
yaşamış olmamız mı gerekir?

Bu soruyu cevaplayabilirsek eğitim felsefesinin gerçekte ne olduğunu anlamaya


çalışırız!

Eğer, talihsiz, kaza, şok, deprem, felaket gibi geçmişlerimiz bizi bileyecek,
inatlaştıracak, hayatı ve bilimi ve ülkemizi çok ciddiye almamızı nihayet o zaman
sağlayacaksa, buradan bir 'eğitim felsefesi' kurulamaz.

Bu eğitim değil, kaderin rüzgarı, feleği çemberi'dir. Bu mantıkla bugüne geldik. Böyle
gidersek, çocuklarımızın yarınlarda büyük adam olmasını sağlamak için, onları okulun
dördüncü kat penceresinden aşağı atmak... ya da gözlerini oymak... ya da bu trafik
cehennemine salmamız gerekir.

Oysa eğitim felsefesi tam tersinden hareket eder. İnsanları, felaketlere, kazalara,
talihsizliklere karşı, başlarına bu olaylar hiç gelmeden hazırlar.
Ne talihsiz bir atasözü: 'Bir musibet bin nasihatten iyidir'...

Demek ki bin nasihat işe yaramıyor. Ya da nasihat nasihat değilmiş. Harekete geçmek
için musibet mi bekleyeceğiz.

Eğitimin yolu kahpe feleğin yolundan gitmez. Aksine, karşısına dikilir. Başarı için kader
mahkumlarının çoğalıp hikayeler yazması, filmler mi çekmesini bekleyeceğiz?

Tam tersi, eğitim, ıstırap yaşamamış insanlara 'ıstırapları' kelime ve oyunlarla


anlatabilme sanatıdır. Şiirle, hikayeyle, haberle, bilgiyle, masalla, tiyatroyla.

Dram, felaket, facia, trajedi hiç yaşanmadan insanları eğitmenin yolu, insanlığı sözle,
temsili, dram, felaket ve trajedilerle yani estetize ederek oyunlaştırarak tanıştırmamız
lazım.

Olup biteni sahiciymiş gibi anlatmak. Bu yüzden kelimelerimiz facialarımızı iyi


tanımalı. İşte bu Türk edebiyatının en büyük sorusudur: Türkçe kelimeler / Türkçe
yazarlar Türkiye'deki felaketleri anlatabildi mi?

O felaketleri oyunlaştırdı mı, şiirleştirdi mi, onları canlı canlı naklen yayın anlatabilme
gerçekliğinin ustalığına kavuşabildi mi?

Yani, hayatlarımızı bize tanıtacak kelimelerimiz, şiirlerimiz, sinemalarımız,


hikayelerimiz, bilgilerimiz var mı? Yoksa, eğitimimiz yok demektir'.

Bilgi dediğimiz şey, felaketleri ya da yaşananları ikinci elden anlatmak demektir. İkinci
el, bizleriz, yazar, gazeteci. Edebiyat eserleri, medya haberleri 'ikinci elden' anlatım
tarzlarıdır.

Nasihat da öyledir, ikinci el anlatım. Yani deprem olduğunu görmek yaşamak başka.
Başkalarına anlatmak başkadır. Başkalarına anlatmak, en büyük sanattır, bilgidir,
edebiyattır, haberdir.

Nasihat için iki şeye ihtiyacımız var, birincisi, yaşadıklarımızı tekrar yaşatacak /
canlandıracak güçte kelimelere.

İkincisi, nasihat eden insanın, gerçek, sahih, temiz, ahlaklı ve vicdan sahibi bir insan
olması...

Hayattan ve hayatlarımızdan başka türlü ders çıkmaz.

Kelimelere ve ahlağa sahip olmayan insanların işgal ettiği bu medya ve edebiyat


yaşadıkça da hikayelerinizi size hep bizim gibi kader mahkumları anlatır.

İşte soylu edebiyatın en büyük sorusu budur: Kendi hikayemizi anlatarak mı bir insanlık
vicdanıyla buluşabiliriz, yoksa, başkalarının hikayesini tıpkı bizler yaşamış gibi
anlatarak mı?

Bu çok tehlikeli bir sorudur, çünkü, kendi hikayemizi anlatırken başkalarını kendimizi
'acındırmak' gibi edebiyat dışı, ahlakdışı bir yola düşebiliriz!...

Akşam

24/03/2005

Nihat Genç

Nihat Genç: Yeni ortaçağ


Trabzon/Maçka'da yalçın tepeler üstüne kartal yuvası gibi kurulu Sümela Manastırı'na
yürüyerek yirmi dakikada ancak çıkılabiliyor. Tarihçiler, kilise neden bu tepeye inşa
edildi sorusuna, ilk Hıristiyanlar Romalı askerlerden saklanıp gizleniyorlardı, diye
cevap veriyor. Bu soru sizi bilmem, beni tatmin etmiyor.

Çünkü Hıristiyanlar tehlike geçtikten sonra binlerce yıl daha bu manastırda yaşadı,
cihan harbine kadar. Bu soruya başka tür cevap bulmak için başka bir soru soralım.
Kilise binlerce yıl bir kıyamet takvimi yönetiyordu, her yüzyıl başı İsa inecekti,
yılbaşılarında inecekti, şuraya inecekti, buraya gelecekti, diye. İsa'nın nereye ne zaman
ineceği sorunu kilisenin her günki işiydi.

İşte Sümela Manastırı milyonlarca ladin ağacının (çam türü) ortasında, canlı yayın
arabası gibi milyonlarca çam ağacını izliyor, İsa'nın hangi çam ağacına ineceğini
buradan gözleyebiliyorsunuz. Yani, Sümela Manastırı'nın buraya inşası, buradaki
milyonlarca ladin ağacından dolayıdır.

Tabii bu benim düşüncem, siz de başka sorular sorun. Ancak kilisenin bin yıllık iktidarı
bir fikir değil, bir dünya gerçeğidir. Binlerce yıl hüküm sürmüş kilise iktidarı, bugün,
karanlık çağ, ortaçağ, skolastik (dini dogmalar) çağı gibi adlarla tarif edilir.

Bir de şu soruyu soralım. Zamanla gaddarlaşan ve mutlak bir egemenlik kuran kilise,
gücünü hangi silah/ordulardan alıyordu?

Cevabı şaşırtıcı? Kilisenin silahı yoktu. Ta ki 10/11. asırda Haçlı seferleri başlayana
dek.

Peki bir soru daha! Öldürmeye ve silaha inanmayan kilise, tarihin en zalim hakimiyetini
nasıl kurabildi?

Şöyle. Kilisenin silahları başkaydı. Birincisi ve en önemlisi kıyamet düşüncesi/teorisi...


Kilise, kıyamet inancını benimsetmek için elinde büyük iletişim güçleri vardı. Bunlar
dini metinler, vaazlar, dini tasvir, resimler.

Ve yüzbinlerce propagandist vaazcı köy köy dolaşıp kıyameti anlatıyor. Cehennem ve


mahşer tasvirleri çok etkileyiciydi.

Düşünce özetle şuydu: 'Bu yaşadığımız dünya kötülüklerle doludur, iblisler, cinler,
karanlık, solucan, tuhaf yaratıklar, belalar, mağaralar, kazıklar, ateşler, tabutlar,
iskeletler...'

Bu tasvirlerle insanlığın beynini yıkıyor, aklını ruhunu teslim alıyor. Mesela bu


düşünceyle milyonlarca müridi olan Fransisken ve Dominiken gibi tarikatlar, 'bu dünya
geçicidir, yalandır, nefsten kesilelim, dünyadan çekilelim, her gün dua ederek İsa'yı
bekleyelim, İsa, bugün yarın hemen inecek, Kıyamet bir saat sonra, belki şimdi, koptu
kopacak, hemen kiliseye kapanalım'. Yani bizim de tanıdık olduğumuz
zühd/inziva/riyazet hayatı...

Mesela, bugün rengarenk çiçeklerle dolu baharın kırlarını görünce, hemen yatıp
yuvarlanmak, gelir aklınıza. Ya da Sümela Manastırı'na çıkın, o yüksekte ruhunuz bir
uçurtma gibi ormanların üstünden kayıverir. Ama o günlerde beyni kilisenin cinli/
şeytanlı/kıyametli propagandasıyla yıkanmış insanlar, bu orman ve çiçekli kırları
gördüklerinde, akıllarına şeytanlar, solucanlar, yani mahşer yeri gelirdi!..

Kilisenin ikinci silahı: Dışlamak/ aforoz etmekti. Bunu açalım.

Kilise insanlığa hepiniz günahkar doğdunuz çağrısı yapar. İnsanları günahkar olduğuna
inandırır. Sonra, sizi günahlarınızdan ancak kilise vaftiz ederek arındırır, der.

Reddedilmesi imkansız çağrı budur. Çağrıya uymayıp kiliseye boyun eğmeyenler,


şeytanlık, kafirlikle suçlanır. Cezası dışlamak, ya da ölüm.
Boru değil, bu teolojik teori, binlerce yıl hakimiyet kurdu. İnsanlığın beynini kıyametle
yıkadı, sonra kıyamet tehdidiyle insanları kilise çatısı altında topladı. Sonuç:
Üretmeyen, düşünmeyen, sinmiş, zavallı, paçavralar, çullar, çuvallar içinde sürünerek
yaşayan milyonlarca Hıristiyan. Kolera. Veba. Hatta üretmediği için açlıktan kırılan,
Mısır'dan buğday gelmezse, toplu ölümlerle tarihten silinen kasabalar. Yüzyıllar süren
mezhep savaşları.

Bugün dünyayı yönetmeye kalkışan Amerikan/İsrail ittifakı kilisenin bu iki silahını


kullanıyor. Yani batıda değişen bir şey yok. Birinci silahı, kıyamet, nükleer, dünyayı
yokederim tehditleri ve Bağdat bombalanırken tüm Araplar'ın seyredeceği akşam
dokuza ayarlanıp naklen yayın bomba görüntüleri. İkinci silahları, işte benim gücüm bu,
hepiniz bana katılın, dışarıda kalanları yokederim.

Ozon delindi, karlar eridi, sular basacak gibi kıyamet senaryoları bilim adamlarınca
söylenir durur, ancak asıl kıyamet senaryosu, nükleer silahlarda gizli.

Nükleer bomba atılabilir mi? Japonya'ya atom atılmıştı ama o günlerde bu silahtan
başkalarında yoktu. Bilim adamları atılabilir diyemiyor, siyasiler de. Atarım diyen yok.
Kimse atmaya cesaret edemez genel görüş. Niçin atılamaz sorusu başka yazıya kalsın.

Ancak atılamaz ise ellerinde neden tutuyorlar. Caydırıcı, tehdit, şantaj gibi laflar... Hadi
milyonlarca insanı öldürdün, sonra. Başka neleri tetikleyecek. Kontrol edilemez. Hadi
ettin, yüz tane şehri haritadan sildin. Sonra.

Bu tartışmalar dehşeti oluşturan kıyamet senaryolarına yol açıyor ve hem ABD'nin hem
de bilim adamlarının işine geliyor. Böylelikle nükleer güce sahip olmakla değil,
bizlerde uyandırdıkları dehşet, kıyamet, mahşer, yokedildik, dünya uçtu gibi fikirlerle
iktidar kuruyorlar. Dehşet fikriyle bizi sindirmek ve çaresizce eteklerine sarılıp
yalvarmamızı istiyorlar.

Mesela ortaçağların dini dogmaları gibi şu düşünceye bütün insanlığı inandırmış


durumdalar: Ellerinde dünyayı yüzbin defa havaya uçuracak nükleer bombalar var!

Ufak at civcivler yesin diyeceğimiz bu saçma sapan düşünceye bütün insanların beyni
ikna olmuşsa, artık, yepyeni bir karanlık çağın esaretine girmişiz, demektir.

Tam tersine, tarih bize bilimsel bir gerçeklikle gösteriyor ki, dünyayı yokederim,
kıyamet, mahşer, cehennem, diyenlerin dünyada tozları dahi kalmadı. Aksine, bu saçma
sapan fikirlere inanmayıp direnenler işte yaşadığımız bu dünyanın kırlarını bıraktılar.

Kilise de aynı kıyametten söz etti, ediyor. Ancak ortaçağ boyunca kıyamet görmedik. Bu
sefer nükleerin gücüyle aynı tehdidi savuruyorlar. Ve senaryoları gittikçe dini metinlere,
efsanelere, beyin yıkamaya, masallara benzemeye başlıyor.

Nükleer bomba atılabilir mi/atılamaz mı düşüncesi, dünya havaya uçurulabilir mi


tartışmaları artık akla ziyan bir hal aldı, çünkü, akıldan çıkıp Allah var mı yok mu, İsa
inecek mi benzeri gerçekötesi teolojik tartışmaların içine girdi.

Bu mantıkötesi, akılötesi, saçma sapan tehdit, şantajlarla bir büyük İsrail/Amerika


imparatorluğu kuracaklarını sanıyorlar!

Tam tersi, asıl kıyamet, bu saçma sapan senaryolara inanıp sinmiş, çaresizce bekleşip
ağlamış insanlarla oldu.

İşte insanlığın yüzkarası ortaçağ... Milyonlarca insanı işkenceden zulümden geçiren


büyük karanlık çağ... Bu ossuruk palavra iddialarla kuruldu.

Peki, neden dünyayı yok ederim etmez mi sorusunu hep nükleer silahlara soruyorsunuz?
Çiçeklere sorulacak sorunuz yok mu? Tek bir çiçeğin nasıl bir kudreti ve bilgisi var ki,
onu görünce tüm tarihi ve kötülükleri ve beynimizde oluşan tüm kaygıları birden
unutabiliyoruz. Çiçekler bu gücü kimden alıyor?

Bizler çiçekler gibi dünya yokedilemez fikrine inanıyoruz. Mesela bütün insanlar karar
verip dünyadaki çiçekleri yokedeceğim deyip, dağları bayırları yolsalar, çiçekler
bitmez, toprağın içindeki tohumlar?
İşte baharla birlikte şehirlerimize kırlarımızdan pespembe çiçekler taze tebessümleri,
kokularıyla çıkageldiler. Hoş geldiler. Duru, sakin gülerek yüzümüzün içine-içine
bakışıyorlar. Yüzlerinde kıyamet korkusu, üzüntü yok. Aksine güven içinde her biri.

Çok neşeliler. Şu Buda'nın yüzü gibi. Hepimizi üzen sıkıntılar, kasvet, ağrılar, telaşlar,
hepsi için sadece ve tek bir tebessüm kafidir... diyen Buda'nın tebessümü gibi.

Bahar mı geldi, yoksa ortaçağ mı? Tıpkı ortaçağ insanı gibi bakıyorsunuz hayata. İşte
bugün yemyeşil çiçeklerle örtünmeye başladı kırlar. Ama hepimizin kafasında bir
ortaçağ dogması hakim, çiçekleri değil, mahşeri, dünya yokoldu, dehşet fikrini
konuşuyor, beyninizi dolduruyorsunuz.

Nükleerlere inananlar Amerika tarafına... Bahara inananlar kırlara!...

Birileri ha bire bahara ve dünyaya inancımızı yok etmeye çalışıyor. Oysa dünyamızın
umurunda değil, milyonlarca asırdır kıyametten bu kirli kıyafeti sevmedi, giymedi,
giymeyecek...

Akşam

17/03/2003

You might also like