You are on page 1of 313

Faruk Arslan

GATAkulli

Faruk Arslan

1
Faruk Arslan

FARUK ARSLAN Kimdir?

Toronto’da York Üniversitesi’nde Liberal Sanatlar ve


Profesyonel Eğitimleri Honour Sosyoloji alanında mezun
oldu . Sosyoloji, Uluslararası İlişkiler, Sosyal Hizmetler,
Gazetecilik ve İletişim alanlarındaki yüksek öğrenim
kursları için öğretim üyesi ve sosyal araştırma uzmanıdır,
lisans ve lisanüstü eğitim alan öğrencilere Kuzey
Amerika Eğitim sistemine uygun konsept ve kalitede
yüksek eğitim ve öğretim modeli sunmakta, kitap, makale
ve şiir yazmakta, seminer ve konferanslar vermekte, aynı
zamanda sosyal sorunlarda danışmanlık hizmetleri
önermektedir.

Toronto Belediyesi’nin Sosyal Planlama Departmant’ının


Yeni Gelen Kadınlar Merkezi ile ortaklaşa yürüttüğü
‘Kazanım’adlı projede Sosyal Araştırmacı, Sosyoloğdur.
Kanada’nın Wilfred Laurier Üniversitesi Social Work
Fakültesinde Master of Sosyal Work yapmıştır,
Pskikoloji Uzmanı olarak Kanada devlet kurumunda
psikoterapist olarak görev yapmaktadır ve Wilfred
Laurier Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisidir. Kısa adı
MANA (Media Asembly of North America) olan Kuzey
Amerika Medya Birliği’nin kurucu başkanı ve halen
genel sekreteridir. Kanada’da yayınlanan Canadatürk ve
Çorum yerel gazetesi Türkiye’de Manşet’de köşe
yazarıdır ve Kanada Türk Ticaret Odası’nın Business
Platform adlı İngilizce haber bültenini Genel Yayın
Yönetmeni olarak çıkartmaktadır. Kanada’nın Ontario
Eyalet’inde Kayıtlı Sosyal Hizmetler görevlisidir
(Registered Social Worker).

2
Faruk Arslan

Arslan, 12 Nisan 1969′de Ankara’da doğdu. Alanya


nüfusuna bağlı olmakla beraber aslen Çorumludur. 3
yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’ndan
1986′da mezun oldu. Sağlık Astsubay Sınıf Okulu’dan
mezun olmaya 3 ay kala 1987′de ayrıldı. Azerbaycan
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi ve
Hazar’ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997′de
‘Uluslararası Hukukçu’ ünvanını kazandı. Kanada’da
Centennial College’den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’
diploması ile mezun oldu.

Toronto Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı devlet okullarında


Toronto ve Kitchener’da talep kadrolu öğretmen olarak
Türkçe dersleri vermektedir. Azerbaycan Gazeteciler
Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği,
Kanada Etnik Gazeteciler Derneği ve Ontario Sosyal
İşçiler Koleji ile Derneğinin üyesidir.

Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türk


vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik ve akademik
yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce,
Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor.

GAZETECİLİĞİ

Orta Asya’ya Zaman gazetesini kurmaya 17 Şubat


1992′de giden 19 kişilik ilk ekibin içinde yer aldı.
Azerbycan Zaman’a bölge büroları kurma görevini
1995′e kadar yürüttü. Aynı zamanda Azerbaycan
Zaman’da haber ve yazı dizisi yazmaya başladı, Karabağ,
Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti.
1995 ile 1996 arası Azerbaycan Zaman’da aktif

3
Faruk Arslan

gazeteciliğe yoğunlaştı. Hazar’ın enerji rezervleri ile ilgili


yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı
basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman Gazetesi’nin her
biriminde dağıtımdan reklama, bürolar, matbaa gece
sorumluluğundan, muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe
yazarlığına kadar her alanında yaptı. 1995 ile 1998 arası
CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. Üç yıl arka
arkaya en fazla haber yazan CHA muhabiri ödülünü aldı.
2 yıl süresince Türkiye’de yayımlanan Zaman
gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı.
Azerbaycan’da yayımlanan 60 bin tirajlı ilk çocuk
gazetesi Tomurcuk’un kurucularından oldu. Ersin
Demirci yönetimindeki Azerbaycan Zaman’da ülkenin
en popüler yazarları Bahtiyar Vahapzade ve Rafael
Hüseynov’u, en iyi televizyon gazetecisi Gulu
Muharremli ve daha on meşhur yazarı köşe yazısı
yazmaya ikna etti ve yazarlar sorumlusu oldu. 1997′de
Azeri başyazarlardan Rafael Hüseynov ve rahmetli
Bahtiyar Vahapzade’nin ortaya attığı Avrasya Diyalog
Platformu ve Dergisi köprüsü önerisi ve Avrasya
oluşumunun Eylül 1999′da Bakü’de yapılan ilk kuruluş
toplantısında hazır bulundu. Ağustos 1998′den itibaren
Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara’da
diplomasi, ‘Yurtdışı Baskılar’, dış politika, enerji ve
başbakanlık muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan
Zaman’lara yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı.
Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Kırka yakın ülkeyi
gazeteci ve fotoğrafçı olarak gezen Arslan, dış politika,
diplomasi, Türk dünyası, Rusya, Almanya, Orta Doğu,
Avrupa Birliği ve enerji politikaları konularında
uzmanlaştı.

4
Faruk Arslan

2000-2001’de Kanada Zaman gazetesi temsilciliği


görevini üstlendi, Toronto muhabiri olarak çalıştı.
Kanada Türklerinin posta ile dağılan ücretsiz haber
dergisi Sunrise’ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü
yürüttü. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla
sırasıyla Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu Büyük Birlik
Partisi’nin yayın organları Gündüz, Muhalif, Gelecek
Gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde Türkistan adlı
köşeyi yazdı. 2008 başından itibaren ise Alperen
Ocakları’nın online medyası olan Milli Ocak haber
portalında 9 yıllık müstear dönemine son vererek kendi
ismiyle 2011 yılına kadar köşe yazısı yazdı. 2004
yılllarında Metafizik Magazin dergisinde yazıları
yayınlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla
yayımlanan Canadatürk’te aralıksız olarak, 2006’dan beri
Almanya’da yayımlanan Platform dergisinde köşe
yazarlığı yapıyor. 2000’den 2006′ya kadar aralıksız her
gün makaleler yazarak, sonsaniye.net gibi çeşitli İnternet
medyasında köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürdü.

KİTAPLARI

Ergenekon örgütünü tüm yönleriyle 2001′den beri sık sık


yazan ve ortaya çıkartan ilk gazetecidir. 2005 yılında
yazdığı ‘Vadi’nin Şifresi Çözülüyor’ adlı kitabı, eski
Ergenekon’dan yeni Ergenekon’a geçilen süreci deşifre
ettiği için Ergenekon çetesi tarafından toplatılmıştır.
Ergenekon’un karakutusu Tuncay Güney’i ilk defa
Toronto’da bulan, röportaj ve haberleriyle 2006 ve 2007
yıllarında meşhur eden isimdir. Ölüm kuyuları ve Asit
kuyuları olarak bilinen JİTEM kuyuları, Arslan’ın
Karakutu Tuncay Güney kitabında verilen bilgiler

5
Faruk Arslan

savcılık tarafından ihbar ve delil kabul edilerek açılmıştır.


Halen Mason Bektaşiler kitabı, ABD, İngiltere ve
Türkiye’de üniversitelerde doktora tezi konusu olarak
incelenmektedir. Hazar’ın Kurtlar Vadisi kitabı, Türkiye
Enerji Bakanlığı tarafından en değerli enerji araştırması
olarak taltif edilirken, Türkiye’de Bakü Ceyhan petrol
boru hattı ve Kafkasya ve Azerbaycan’da Hazar
bölgesinde enerji politikaları konusunda master ve
doktora yazan öğrencilerin ana kaynak eseri oldu. Arslan,
4 Kasım 2000’den beri Kanada’da ikamet ediyor. Bu
süre içinde Türk vatandaşlarının yararlandığı sosyal
sorumluluk projelerinde aktif olarak görevler aldı.
Sunrise Eğitim Vakfı’nda Kasım 2000’den Ağustos
2003’de kadar Türk toplumunun eğitimsel, kültürel, dini
ve sosyal etkinliklerini organize etti, bülten çıkardı,
toplumun sosyal sorunlarıyla sosyal toplum görevlisi
olarak ilgilendi.

Yayımlanmış Eserleri:

 Matrix’in 11 Eylül Kurgusu, Q-Matris Yayınevi, Nisan


2004.

 Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç


Savaşları, Karakutu Yayınları , Nisan 2005, Ağustos
2006.

 Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu, Karakutu


Yayınları, Nisan 2005.

 Petrol Satrancı, Lulu Publisher, Nisan 2006.

6
Faruk Arslan

 Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada, Lulu


Publisher, Haziran 2006.

 Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi,


Karakutu Yayınları, Kasım 2006.

 Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi, Karakutu Yayınları, Aralık


2006.

 Vadi’nin Şifresi Çözülüyor,Evreca Yayınevi, Temmuz


2005. Toplatıldı.

 Kurtlar Vadisi Fenomeni, Lulu Publisher, Eylül 2006.

 Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney,


Karakutu Yayınları, Kasım 2008.

 Mason Bektaşiler, Karakutu Yayınları, Nisan 2009.


Mayıs 2010.

 Van Gölü Canavarı JİTEM. Lulu Publisher, Mayıs


2011.

 Gurbette Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj. Lulu


Publisher, Haziran 2011.

 Türkistan ve Ötesi, Gezdiklerim, Gördüklerim. Lulu


Publisher, Temmuz 2011.

 Biladı Ekrad Kürdistan, Nisan 2012. Öteki Adam


Yayınları.

7
Faruk Arslan

 Teşkîlât-ı Ergenekon, Lulu Publisher, Ağustos 2011.

 Tevhid Eri Barnaba, Öteki Adam Yayınları, Ağustos


2013.

8
Faruk Arslan

İçindekiler
Önsöz .......................................................................... 14
Neden, nasıl ve niçin yazdım! .................................... 14
Birinci Bölüm ................................................................................. 22

Odun Pazarı Duası............................................................................ 22

İkinci Bölüm ................................................................................... 39

Kader-Denk Noktası......................................................................... 39
Reşit ise Öğrencinin Değil ise Velisinin İmzası ......... 44
Müteselsil Kefil ve Borçlunun İmzası .............................................. 45

Üçüncü Bölüm ............................................................................... 48

Beton Kemal! ................................................................................... 48

Dördüncü Bölüm ........................................................................... 54

Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati ..................................................... 54

Beşinci Bölüm................................................................................. 62

307’in Sırrı ....................................................................................... 62

Altıncı Bölüm ................................................................................. 68

Tommiks Nurullah! .......................................................................... 68

Yedinci Bölüm................................................................................ 71

Asker çocuğu olmak ......................................................................... 71

Sekizinci Bölüm ............................................................................. 79

9
Faruk Arslan

Eşekler Sınıfı ve Lakapları ............................................................... 79

Dokuzuncu Bölüm ........................................................................ 84

Kıbrıs Fatihi .................................................................................... 84

Onuncu Bölüm ............................................................................... 92

Pabucumun Onbaşısı, Çavuşu, Üstçavuşu ve Başçavuşu ....... 92

On Birinci Bölüm ........................................................................... 96

Everest Ferruh ve 314’ün Sırrı ..................................................... 96

On İkinci Bölüm........................................................................... 105

Kalorifer Dairesi’nde Sigaralı Namaz ............................................ 105

On Üçüncü Bölüm ....................................................................... 111

Cinlerin general tasfiyesi! .............................................................. 111

On Dördüncü Bölüm .................................................................. 116

Molla Orhan Asteğmen .................................................................. 116

On Beşinci Bölüm ........................................................................ 123

İhlas Kitabevi! .............................................................................. 123

Onaltıncı Bölüm ........................................................................... 132

Namaz Kılma Modası! ................................................................... 132

Onyedinci Bölüm......................................................................... 140

Kopya çetesi! .................................................................................. 140

Onsekizinci Bölüm ......................................................................... 144

Ilgaz Dağı Kampı ........................................................................... 144

10
Faruk Arslan

Ondokuzuncu Bölüm ................................................................. 152

Darbe geleneği ............................................................................... 152

Yirminci Bölüm ............................................................................ 159

Enver Paşa mı, Mustafa Kemal mi? ............................................... 159

Yirmibirinci Bölüm...................................................................... 169

CIA-Mossad Operasyonu ............................................................... 169

Yirmi ikinci Bölüm ...................................................................... 183

Said Nursi ve Nur Akımı! .............................................................. 183

Yirmi üçüncü Bölüm ................................................................... 193

Takiyye Dönemi! ........................................................................... 193

Yirmi dördüncü Bölüm .............................................................. 204

Son Kış Tatili ................................................................................. 204

Yirmi beşinci Bölüm .................................................................... 213

Operasyon Başlıyor!....................................................................... 213

Yirmi altıncı Bölüm ..................................................................... 219

Köstebek, Muhbir ve Dost Kazıkları! ............................................ 219

Yirmi yedinci Bölüm ................................................................... 223

Dayanılmaz İşkenceler! .................................................................. 223

Yirmi sekizinci Bölüm................................................................. 234

Yunus Peygamberin Duası ............................................................. 234

Yirmi dokuzuncu Bölüm ............................................................ 244

11
Faruk Arslan

Kolumu kır abi! .............................................................................. 244

Otuzuncu Bölüm ......................................................................... 250

Karargâh Evleri ve derin sol! .......... Error! Bookmark not defined.

Otuz birinci Bölüm ....................... Error! Bookmark not defined.

GATAkulli ..................................................................................... 250

Otuz ikinci Bölüm ....................................................................... 257

Rambo Ferruh! ............................................................................... 257

Otuz üçüncü Bölüm .................................................................... 261

Genelkurmayı dava! ....................................................................... 261

Otuz dördüncü Bölüm ................................................................ 269

Kayserilinin Eşek şakası! ............................................................... 269

Otuz beşinci Bölüm ..................................................................... 276

Cüce’nin dev eşekliği! .................................................................... 276

Otuz altıncı Bölüm ...................................................................... 289

Halim Dağlar’ın Mektubu .............................................................. 289

Otuz yedinci Bölüm ....................................................................... 298

Yakazaten Ruhların Buluşması! ..................................................... 298

Otuz sekizinci Bölüm ..................................................................... 304

Tokatlı Ünal’ın Mektubu ................................................................ 304

12
Faruk Arslan

Tanıtım. “GATAkulli” numarasını ilk icat eden


Ergenekon zanlılarından önce “Eşekler Sınıfı”dır. Bu
hatıralarımı romanlaştırmam hayatımda yaptığım en
büyük eşeklik! Bir askeri okulda gerçekten yaşamış olan
bu sınıfın “Eşekbaşı” Ferruh, ‘eşekce’ sorular soruyor:
Ordumuzda Suriye’daki mezhepçi Baas rejimi benzeri
Alevi-Sol-Mason bir cunta mı vardı? 1986’da başlayan
Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki irtica operasyonu bir CIA-
Mossad ürünü müydü? Bugüne kadar askeriye ile ilişkisi
kesilen on bine yakın dindar subay ve astsubaya kimler
komplo kurdu?YAŞ kararları alınırken komutanların
önüne konan her dosyada neden Turgay Cüce’nin ifadesi
yer alıyordu?
İşkence altında alınan ifadelerin altını dolduran istihbarat
elemanlarını MOSSAD mı eğitti? Necdet Öztorun, Doğu
Aktulga ve Çetin Doğan’ı görevlendiren CIA-Mossad
ikilisi mi? Tahsin Şahinkaya 1 Numara mı? Orduya sızan
yabancı güçler ve yerli işbirlikçilerinin emrındekı ve
emir-komuta zinciri dışındaki bu odak, dindarları orduda
istemiyor. Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları kararı
ile askeri okulla ilişkisi kesilen dindar askeri öğrencilerin
dramı, ilk defa roman öyküsü ile yazılıyor. Bu eser,
1987’den beri son 25 yılda tam dört defa yazıldı ve çöpe
atıldı. Yanlış yazılan tarihi düzeltmenin zamanı geldi. Bu
çalışma, çok sevdikleri askeri okullarından haksız yere
atılan yedi binden fazla vatan evladının aziz hatırasına
hasredilmiştir. Ayrıca annem Nehire Arslan gibi
üzüntüsünden ağlayarak kahrolan, hayatına son veren
nice mağdur annelere ve halen ızdırap çeken yakınlarına
ithaf olunur.

13
Faruk Arslan

Önsöz
Neden, nasıl ve niçin yazdım!
Hafıza ve son yıllarda popülerlik kazanan hafıza
çalışmaları, politik bir güçtür. Bireysel hafızalar,
çarpıtılan tarihi gerçekleri ortaya çıkartır. Aslında hiç bir
hafıza tamamen silinemez. Kimi zaman kişisel hafıza,
toplumun ortak hafızasını yansıtır, kimi zaman ise
toplumsal vicdanın sembolü, temsilcisi ve numunesine
dönüşebilir.
Hakimiyetteki güç merkezlerinin yazdığı resmi tarihe
büyük ölçüde inanmam. Yarı gerçek romanlara sığınırım.
Bireylerin hafızasına güvenirim, kolektif sessizliğe
kızarım. Hafızalar, güç sahibi elitin kurumsallaştırdığı
yanlışlıkları sorgular. Sosyal yapıyı kurgulayanların
yazdığı resmi tarihe yeni paradigmalar sunar. Çöplüğe
dönüşmüş ‘çakma tarihi’ romanlar anlamlı kılar. Tarih,
milli birlik ve dayanışma oluşturmak için kurgulanmış
sosyal bir inşaatdır, tel örgülü bir çerçevedir. Roman bu
zincirileri kıran bir taştır, gerçeklik acıdır romanda.
Ortak hafıza, bireylerin hafızalarını ortaya koymaları
sayesinde yavaş yavaş oluşur. Vicdan ehli, elini vicdanına
koyar ve ortak şuur ve aklın gereğini yapar. Toplumun
balık hafızası, bireysel hafızalarla unutulmuştuktan
kurtulur. Roman bizi duygulandırır, ağlatır, güldürür.
Tarih, subjektif bir ilimdir. Manipülasyon ve
spekülasyonlara açıktır. Eğer Osmanlı 1918’de
yıkılmamış olsaydı, bugünkü Türkiye tarihi farklı
yazılabilirdi. 2. Dünya savaşını Almanya ve Japonya
kazansaydı, ulus devletlerin tarihi bambaşka olacaktı.
Tüm bildiklerimiz yalan sayılacaktı.

14
Faruk Arslan

Tarih ve hafıza birbirinden ayrılması mümkün olmayan


iki bütündür. Tarihin objektif bir ilim haline gelebilmesi
için bireysel hafızaların kamuoyunda meydana getirdiği
paradigmalara, romanlara kulak vermek gerekir. Kolektif
bilgi ve kolektif şuur, sıradan hafızalardan dökülen
bilgilerin tarihi hatırlama fenomenine dönüşmesi ile
oluşur, resmiler inkar etsede vicdanlarda geçerlilik
kazanır. Romanlar hatıraların bam teline dokunur.
Hafızalarla bilgi üretimi son yıllarda pek moda. Bireysel
hafızaların kolektif toplum hafızasında bir bölüm
oluşturması, subjektif pozisyonlarına bağlıdır. Subjektif
mükellifiyet, bildiği gibi olmakla değer kazanır. Kişi,
kendini tanımladığı gibi yaşarsa kişiliği ve karakteri
vardır, özetle dik duruş sergiliyordur. Ortaya koyduğu
hafıza, heyecan uyandırır. Romanlardaki hafıza,
kurgulanan yapısal tarihi değişime zorlar.
12 Eylül askeri darbesinde dumura uğratılan toplum
hafızası, bugün kolektif bir vicdan ve şuur oluşturmak
için geri dönüyor. Acı, ızdırap, çile, korku, sevgi, aşk,
nefret, kin, özlem ve komedi... Güçlü duygusal patlamalar
yaptığımız anları, sosyal statüde tavan veya taban
yaptığımız günleri bilinçaltında bastırsakta, hatırlarız.
Haksızlığa uğramış, ayrımcılık görmüşsek, bir gün hesap
soracağımızı düşünerek hafızamızda bilgiyi saklarız.
İşkence gören bir mağdur, zillete düştüğü anı nasıl
hatırlamaz! Veya şöhretin baldan zehirli cazibesini tadan
sanatçı, alkışların uğultusunu 80 yaşına da bassa da
kulaklarında hep duyar. Varsın resmi tarih onu karanlık
dehlizlerinde hiçliğe mahkum etsin! An gelir patlar,
saklandığı mehfezden çıkar ve toplumsal hafızanın
köşebendi olur.

15
Faruk Arslan

Bazen bireysel hafızanın mazlumiyeti ortak acımız olur.


Zaten millet olarak mağdurun, mazlumun, garibin
yanındayızdır. Sevmeyiz zalimi, zulmü affedemeyiz.
Kolektif sessizlik demokratik fırsat bulursa bozulur,
duymak istemediğimiz gerçekler kamuoyuna boca eder.
Artık toplumun ortak malıdır. Tartışılır, eleştirilir uzlaşılır
veya protesto edilir. Pandora’nın kutusu açılmıştır, kimse
geri sokamaz çıktığı çöplüğe veya gizlendiği derin
mahzene. Paylaşılan hafıza, politik ve kültürel bir evrim
aracı olur romanla. Sadece elitlerin değil sıradan halkında
hafızası önem kazanır. Romanda halkın kendisi vardır.
Koreliler, Hiroşima’da Japonların başında patlayan atom
bombasında ölenlerin yüzde 10’nun aslen Koreli
olduğunu yıllar sonra hatırlar. Yahudiler, Avrupalının iki
yüzlülüğüne şahit olduğu soykırımı hem nefretle hemde
ulusal devletlerinin temel harcı olarak anar. Türkler ve
Rumlar, gerçek hafızalar canlanırsa 400 yıldan fazla
beraber yönettikleri adil dünyanın özlemini kurar.
Ermeniler ve Türkler, paylaşılan ortak acıda çuvaldızı ve
iğneyi kime batıracağını şaşırır. Kafkaslarda, Balkanlarda
katledilen milyonların her bir ferdinin mutlaka bir
hikayesi vardır. Cezayir, Ruwanda ve Bosna’da ölenler
insan değil midir? Hafızalar, tüm karmaşık duyguları
kelimelere dökebilirse, alternatif tarihi roman tetikler.
Hafızaların abidelerde ruhsuz taşlara, soluk müzelere,
anlamsız plaketlere dönüşmesine acırım. Hafızalarda
ölmesi, tarihin yok oluşudur. Abide ve müzeler, toplumun
ayrılmaz parçasına dönüşen sosyal pencerenin kamu
oyunun gözüne çarparak zihinlerde iz oluşturması için
belki de gereklidir. Ancak bireysel hayatların izini tozunu
esamesini göremem o taş sütunlarda. Kitaplarda, anılarda
romanlarda yaşayan filme ve belgesele dönüşüp canlanan

16
Faruk Arslan

hafızalar, gözüme daha fazla ete kemiğe bürünmüş gibi


gözükür. Romanlaşan hayat değer kazanır.
Her birimizin hafızasında toplumsal hafızaya evrilecek
nice ayrıntılar, öyküler, saklanan belgeler gizlidir. Baskı
toplumlarında kolektif bir sessizlikle susturulur bireysel
hafızalar. Yok sayılırlar. Oysa gerçek tarihin kilometre
taşları, kişilerin belleklerinde yatar. Bastırılmadan
hafızalar yazılmalıdır. Çünkü hafızamız patlarsa, kolektif
sessizlik bozulur! Vicdanı karalar susar. İdeolojik körler
gözlüklerini çıkarır. Kanayan vicdanlar, esaretden
kurtulur. Bu kitap, hafızamın vicdani patlamasıdır.
Eşekler Sınıfı’nı Gatakulli adında yazmam, belki de
benim hayatımda yaptığım en büyük eşeklik olarak tarihe
geçecek! Ordumuzu yıpratmayı ve vatandaşımızı
askeriyeden, askeri okullardan soğutmayı asla
amaçlamıyorum. Tam tersine neyin yanlış olduğunu
sorgulaması için kurmay zekasıyla övünenlere fırsat
sunuyorum. Toplumsal bir yaraya parmak basıyorum. Din
ve kültür, bir toplumu birleştiren çimentolardır. Laiklik
kisvesindeki ulus devletler ve din yerine Komünizmi
ihsas eden sosyalist devletler, modernizm karşısında
sonbahar yapraklar gibi sallanıyor. Homojenleşen, çok
kültürlülüğü içine sindiremeyenler, post modernitenin
popüler olduğu 21. yüzyılda ayakta kalamaz. Devletimiz
ve ordumuz payidar kalacaksa, halkının tüm bireylerini
yaşatması ile bunu yapabilir. Adaletsizlik ve ayrımcılık,
devleti ve orduyu çatlatır. Tüm izm`ler, güce tapan elit
sınıfın elinde bir kontrol oyuncağıdır. Bir insan kendisi
olmalıdır. Bir başkası gibi yaşayarak mutlu olamaz.
Orduda yaşayan dindar müslümanların takiye yapmak
zorunda bırakılması bir zulümdür. Çifte kimlikle yaşamak
ne kadar zordur. Bunu ancak yaşayanlar anlayabilir.

17
Faruk Arslan

Sosyologlar için birden fazla doğru ve adalet vardır. Bir


doğru ancak farklı bakış açılarıyla ortak bir noktada
paylaşılabilir. Gerçeği söylemek imkânsızdır, bu nedenle
objektiflik adı altında bu güç oyununda taraf tutmamak
bilimseldir, romanla gerçekçidir ve orta yoldur.
Kanada’da York Üniversitesi’nde aldığım Sosyoloji
eğitimi sırasında görüşlerine vakıf olduğum düşünür ve
filozoflar Alman Nietzsche, Fransız Michel Foucault ve
Kanadalı Naomi Klein’den etkilendim. Onlar,
Mevlana’nın 800 yıl önce dile getirdiği ‘Ya olduğun gibi
görün, ya göründüğün gibi ol’ prensibinin bilerek veya
bilmeyerek savunucuları oldular. ‘Kendin ol, bireysel
haklarını, kimliğini koru, modernitenin dayattığı
haksızlığa, eşitsizliğe, tüketim çılgınlığına, zihin
kontrolüne, zulme diren!’ dediler. Yazmalıydım.
Unutulmuş bir acıyı, korkuyu, sevgiyi ve drama-
komediyi, belkide derin çukurunda bırakmam gerekirdi.
Bırakamadım. İnanın kendimi çok zorladım unutmak için.
Hiç hatırlamak istemediğim geçmişim beni bir hayalet
gibi yıllardır kovaladı. Ruhumun iç barışını bulması için,
toplumsal sorumluluk bilinciyle ne olursa olsun, mutlaka
yazmalıydım. Doğruları haykırmalıydım romanımda.
Bu eser, 1987’den beri son 26 yılda tam dört defa yazıldı
ve çöpe atıldı. Her defasında sıfırdan başladım. Askeriye
yıllarını 'Minyeli Abdullah' romanında olduğu gibi
Mısır'da geçirerek romanlaştırmaya karar vermiştim. 18
yaşında, Alanya'da inzivaya çekilip yazmaya başladım.
Hava Kuvvetlerinden emekli olduktan sonra Alanya’ya
yerleşen astsubay babam Osman “Kafayı yemiş bu
çocuk" diyerek yazdıklarımı çöpe attı, yılmadım.
Alanya’da bir gün dükkamıza giren hırsız kasada para
bulamayınca kasanın yanında duran yazdığım kitabın

18
Faruk Arslan

nüshaları bulunan çantayı götürmüştü. Babam, ‘ Hırsız


neyin kıymetli olduğunu biliyor’ diye alay etti, bu
takılmaya aldırmadım. Hırsız çantayı Akdeniz’in serin
sularına savurmuştu. Bir gün sonra yazdığım kitabın
nüshaları ıslak biçimde sahile vurmuştu. Aldığım tüm not
ve bigiler yok olmuştu. Artık sadece bireysel hafızama
güvenmeliydim. Bundan dolayı hata yapabilirdim.
Yaptımsa af ola... İsimleri en güzel romanda
gizleyebilirdim. Fethullah Gülen Hocaefendi, olaylar ve
yaşananlar gerçek olduktan sonra roman caizdir dedi.
Sıfırdan inatla yeniden yazdım. 1980’lerin sonunda
tamamladığım ilk yazdığım romanımın adı ‘Ateşle
Oynamak’tı. Yayımlanması için 1990 Ağustos’unda
Timaş’ın sahibi ve Zaman gazetesi yazarı olarak
tanıdığım Hekimoğlu İsmail’e götürdüm. Evinde
yaptığımız görüşmede şunları söyledi: “Oğlum ben
meşhur bir yazarım. Harp okulundan atılan bir
evladımızın başıörtülü annesinin gözyaşlarını köşe
yazımda yazdım diye 163. Maddeden 3 yıl hüküm
giydim. Sen daha çok gençsin. Bu romanın nedeniyle
gençliğini hapishane köşelerinde çürütmene gönlüm
elvermiyor.” Eğitimci ve yazar Ali Çankırılı’ya verilen
romanım yok edildi. Zaman gazetesinde mazlumların
kaleminden çıkan yüzlerce mağdur hikayesini kesip
saklayarak bir dosya oluşturmuştum. Bu dosyayı çoğaltıp
1990’da İstanbul’da mağdur astsubayların kurduğu
Re’sen Emekliler Derneği aracılığıyla 450 milletvekiline
sunduk. Hepsinin korkudan ödü patladı desem yalan
olmaz. Kimse askeriyeyi karşsına almak istemiyordu.
Haklılardı da. Militer ve totaliter bir demokrasi ile
yönetiliyorduk. Askeri vesayet rejimi altında politika
yapan siyaset dünyasından aşırı beklenti içinde olmak

19
Faruk Arslan

bizim safdilliğimizdi. Henüz subaylar ordudan atılmaya


başlamadığı için kamuoyu konuyla fazla ilgilenmiyordu.
Kim takardı astsubayları... En alttakilerdi...
1990’lı yılların sonunda bu sefer araştırma-deneme
tarzında kitabı yeniden yazdım. Yeni ismi ‘ Militer
Demokrasi’ idi. Bu defa ben yetersiz bularak çöpe
yolladım. Kimilerine göre ‘Amerikancı’, kimilerine göre
‘dinci’, kimilerine göre ‘kafatasçı’ denilerek ordu içindeki
dindar müslümanlara yönelik bir ekip tasfiye haraketi
yürütüyordu. Orduya sızan yabancı güçler ve yerli
işbirlikçileri, sızdılar suçlamasıyla Anadolu evlatlarına
iftira atıyordu. Sızan kendileriydi. Toplum, hafızasını
yitirmiş gibi şaşkındı, Genelkurmay aymazlık içindeydi.
Devlet içinde emir-komuta zinciri dışında bir odak, onları
orduda istemiyordu. Bu, bir tasfiye operasyonuydu ve her
tasfiye operasyonunun doğal sonucu yeni bir
kadrolaşmaydı. Bu kadar insan ordudan atılınca yerleri
boş kalacak değildi ya! Ciddi bir kadrolaşma gerçekleşti
ve bu süreç devam etti gitti. Namaz kıldığı için, eşinin
başı örtülü olduğu gibi sebeplerle ordudan atılan epey kişi
tanıdım. Onların, ordudan atıldıktan sonra yaşadıkları
bunalımlara şahit oldum. Psikolojisi bozulanları,
eşlerinden ayrılanları, Türkiye'yi terk edip başka ülkelere
gidenleri, yabancı istihbarat örgütlerinin "bize çalış"
teklifleriyle karşılaşanları, hatta intihara kalkışanları
bilirim. Bütün yaşadıklarına rağmen içlerinde hayata
yeniden tutunan, kendisine yeni bir yol çizen, üstüne
üstlük yeni hayatlarında çok daha başarılı olup iyi
kazanan, toplumda saygın mevkiler edinenlere de
rastladım. Bocalayan ve hayatda hiç bir dikiş
tutturamayan onlarca insanı yakından gözlemledim.
Hepsine toplumda cüzzamlı muamelesi yapıldı. Bazıları

20
Faruk Arslan

bu konuyu onur meselesi yaptılar ve haklı bir hak


mücadelesi yürüttüler. Henüz gasp edilen haklarını tam
aldıkları söylenemez. Mücadele sürüyor.
2000’li yıllarda yazdığım hikayenin adı ‘Harbiyeli
Gazeteci’ oldu. Yarısına kadar geldiğim eserde,
tanımlayamadığım büyük bir eksiklik vardı. Yıllarca bunu
bulamadım. 2010 Ağustos’unda nihayet buldum. Aşağılık
kompleksi hastalığına tutulmuştum. Harbiyeli
öğrencilerin ve YAŞ mağduru subayların mazlumiyetini
yazarak kendimden kaçıyordum. Ben astsubay askeri
lisesinde öğrencilik yapmıştım ve astsubay olacaktım,
subay değil. Astsubaylar, toplumda küçümsenir, aşağı
seviyede görülür, hayatlarına değer verilmezdi. Ordudan
atıldığımı söylediğim pek çok aydın arkadaşım, ‘ İyi
olmuş, astsubay olacakta ne yapacaktın?’ diye tepkiler
vermişti. Onların hayatları hayat değil, mağduriyetleri
küçük, acıları kabul edilebilirdi. İşte bunu
kabullenemezdim. Ordunun büyük çoğunluğunu
oluşturan çilekeş astsubaylara hep haksızlık ediliyordu.
Bugüne kadar medyada YAŞ kararları ile ordudan atılan
subaylara hep değinildi. Ancak astsubay ve askeri lise
öğrencilerine fazla yer verilmedi. Bu boşluğu, eksikliği
doldurmalıydım. Her hayat bir romandır, astsubayların
dramıda roman olmayı hak ediyordu. Bu eser, çok
sevdikleri askeri okullarından haksız yere atılanların aziz
hatırasına hasredilmiştir.

Faruk Arslan

Gebze/ Türkiye

22 Ağustos 2013

21
Faruk Arslan

Birinci Bölüm

Odun Pazarı Duası

Ferruh, Eskişehir’de Yıldıztepe Hava Kuvvetleri


Lojmanlarında Bademlik’e bakan tepenin üstünde
oturmuş güneşin batışını seyrediyordu. Açık kahve renkli
umutlu gözleri bir süredir yolda kalmıştı.
Dört gözle postacıdan gelecek haberi bekliyordu...
Dile kolay, üç yıldır hayalini süsleyen askeri liseye belki
de girecekti. Şehit ve vazife malulü subay/astsubay,
uzman jandarma, erbaş ve er çocukları/öz kardeşleri ile
muvazzaf veya emekli subay/astsubay çocuklarında okul
bitirme derecesi aranmıyordu. Matematik ve Fen
derslerine bakılıyordu.
İlkokul öğretmenlerine astranot olacağını söylemişti ama
aslında oda babası gibi asker olmak istiyordu. Eskişehir
Cumhuriyet Lisesi’nde ortaokulu 1983 Haziran’ında yeni
tamamlamıştı.
Bıyıkları yeni terlemiş henüz 14 yaşında bir delikanlıydı.
Ergenlik dönemine adım atalı bir ay bile olmamıştı.
Mahallede genç erkek çocukları sık sık “milli olmak”tan
bahsederdi ama ne manaya geldiğini çözemezdi. Çok
saftı, utangaç, mahçup bir çocuktu. Muhallebi çocuğuydu,
çıtkırıldımdı, annesinin süt kuzusuydu, yumuşak
huyluydu, aynı zamanda keçi gibi inatçıydı.
Ortaokul öğretmenleri Ferruh’un hedefini bildikleri için
fen ve matematik derslerinde ortalamayı tuturmasında
yardımcı olmuşlardı. Okulun tüm bilgi yarışmalarında

22
Faruk Arslan

sınıfı adına seçilen isimdi. Sadece kızların değil


erkeklerinde iyi okuyabildiğini ispatlamıştı.
Sınıfındaki erkekler ya top oynar veya okulu eker
sinemeya giderdi. Biraz daha haylazsa eline sapanı alan
kuş avlamaya çıkardı. Kızlar gibi güzel okuduğu için
sınıfındaki erkekler ona “ Kız Ferruh” diyordu. Zayıf
bünyeliydi, çelimsizdi. Tüm kavgalarda sopa yediği için
şiddet olan yerden kaçardı. O’da oğlanlarla değil kızlarla
oynardı. İpler atlar, beş taş oynardı.
Ortaokulun tüm sınıflarını teşekkür ve takdir belgeleriyle
geçmişti. Çok kitap okuyan, kitaplar dünyasında yaşayan,
içine kapanık, hiç konuşmayan, utangaç ve asosyal bir
kişiliği vardı. Kapalı bir kutuydu, "saf veya aptal"
olduğunu düşünenler çoktu. Su katılmamış bir kitap
kurduydu. Eline ne geçse okurdu. Teksas, Tommiks veya
Zagor çizgi romanlarını da okurdu, Victor Hugo’nun
Sefillerini de, Seyyid Kutup’un Yoldaki İşaretler kitabını
da okurdu, hatta Gırgır ve Fırt mizah dergilerini de.
Roman okumayı severdi. İlk okul çağlarından beri yüze
yakın roman okuması galiba hayal dünyasında
dolaşmasına yol açıyordu. Hayal kurmak fakirin ilacıydı.
Bu devrede ayrım yapmadan, Türk ve dünya
klasiklerinden aşk romanlarına kadar eline geçen herşeyi
okuyordu. 11 Yaşında Ahmet Cemil Akıncı'nın
Peygamber Tarihi romanlarını, 12 Yaşında Seyyid
Kutub'un ' Yoldaki İşaretler'ini, 13. yaşında İmam
Gazali'nin ' İhyaül Ulum Din'ini, 14 yaşında Kutub'un '
Fizalil Kuran' tefsirini bitirmişti. 12 Eylül 1980 ihtilalinde
12 yaşlarındaki akranlarına göre Ferruh’un okuma
alışkanlığı pek normal sayılmazdı. Gençlik okumuyordu.
Ortalama bir Türk genciydi. Sinemaya gitmeye bayılırdı.
Kılıçoğlu sinemasına gelen kaliteli filmler tercihiydi, ara

23
Faruk Arslan

sıra karate filmlerine takılırdı. Asri sineması, döğüş


filmleri arasına ‘parça’ koyması nedeniyle gençleri
çekiyordu. Erotik sahnelere bakmaz, gözlerini kapatırdı.
Sokakta küçük iken misket oynardı ama oldukca sert
geçen futbol maçlarından uzak dururdu. Hergün başka
bir renge bürünen kirli Porsuk çayında Eskişehir’de
yüzülemiyordu. Allahtan Eskişehir hamamlarındaki
havuzlar muhteşemdi. Her hafta sonu hamam uğrak
yeriydi. 7 yaşında yüzmeyi öğrenmişti, balık gibi
yüzüyordu.
Ortaokul ve liselerde, öğrencilere askerî liselere girmeleri
tavsiye ediliyordu. 12 Eylül 1980 öncesi kol gezen anarşi
zihinlerde halen çok tazeydi. O yıllarda okumak
zorlaşmıştı. Anarşi orta okullara kadar sirayet etmişti.
Sürekli çatışmaların olduğu bir ortamda ilkokulu
okuduktan sonra yaşanan 12 Eylül darbesini iliklerine
kadar hissetmişti. Terör bir günde bitmişti. Korkusu ise
bitmemişti. Ortaokula bu zor günlerde devam etmişti.
Askerî okullar bir çıkış ya da kaçış kapısı gibiydi, çok
rağbet edilen okullardı. 1970’li yıllardan beri orada
eğitim dışarıdaki o kargaşadan biraz daha bağımsız olarak
yürütülüyordu. Üniversite tahsili yapmanın çok zor
olduğu ve sürekli silâhlı çatışmalarda ölen öğrencilerin
olduğu bir dönemde aileler de çocuklarını askerî okullara
yönlendirmeye çalışıyordu. Başarılı öğrenciler genellikle
askerî okullara girme gayreti içerisindeydi. Bu bakımdan
askerî okullar çok revaçtaydı. Sakin, sıradan bir yaşantısı
olmasını, ordusuna, milletine hizmet etmeyi hedefliyordu.
Ferruh’un dedesi, amcası, dayısı hep askerdi, bu nedenle
ailede silâhlı kuvvetlere karşı ayrı bir sempatileri vardı.
Orayı Cumhuriyetin bekçisi olma konumu olarak
görüyorlardı. Bu ailenin ortak tavrıydı.

24
Faruk Arslan

Askerlik Ferruh’u daha çok “Peygamber ocağı” olması


boyutuyla cezbediyordu. Ortaokul 1. sınıfta Hasan
Yalçın adında bir Din Dersi öğretmeni vardı. Namaz
kılmayı ondan öğrenmişti. Dindar bir öğrenci oluşu, çok
hoşuna giderdi. Mahalle camisinde Kur’an’ öğrenmişti.
Ortaokul 3. sınıfta Edebiyat öğretmeni Yahya bey model
aldığı insandı. Hem dindardı hem, modern hemde çok
kültürlü bir entelektüeldi. Kemal bey, bir gün sınıfa bir
Kuleli Askerî Lisesi talebesini getirdi. O öğrenci bir yıl
önce Cumhuriyet Lisesi ortaokulundan mezun olmuş
birisiydi.
Onu sınıfta üniformalarıyla görünce içine bir ateş düştü.
Silâhlı kuvvetlere girmek arzusu depreşti. Kuleli Askerî
Lisesi için çok gayret ederken bir gün de okulda Deniz
Lisesinin broşürlerini gördü. Beyaz üniformalı öğrenciler
melek gibi gözüktü gözüne...
1983 yazı askeri okulların imtihanlarına hazırlıkla
geçmişti. Babası Orhan astsubay, sınıfındaki zengin
çocuklarına yetişemezdi, pek çok akranı gibi ona özel
hoca tutamamıştı. Yeni açılan hazırlık dersanesi çok
pahalıydı. Eskişehir 1. Ana Jet Hava Üssünde Kıdemli
Hava Kuvvetleri Başçavuşu olan babası astsubay Orhan
Kaplan’ın memur maaşı ancak boğazlarına yetiyordu.
Küçüklüğü yokluk içinde geçen babası çok tutumluydu,
20 yıldır aynı televizyonu, çamaşır makinesi, buzdolabını,
koltuk ve mobilyaları kullanıyorlardı. Eve yeni bir eşya
alındığı nadirattandı.
Üç kardeştiler. Üç yaş büyük ağabeyi Örsan okumamıştı.
Tüm ortaokulu kuş avlamakla geçirmiş Örsan’ın okuması
mucizeydi. Tüm dersleri Beden Eğitim ve Müzik hariç
sıfırdı. Lise 1’de üst üste iki defa çakınca babası onu
okuldan almış, Eskişehir sanayisinde bir kamyon

25
Faruk Arslan

karasörcüsüne “eti senin, kemiği benim” diyerek çırak


olarak vermişti.
Abisi artık kaçamak yapamıyordu. Asgari ücretin altında
günde 16 saat çalıştıran ustasında insaf yoktu. Her gün eli
yüzü karalar içinde geliyor, yorgunluktan sızarak
uyuyordu. Örsan’ın anadan emdiği süt burnundan
gelmişti. Aldığı üç kuruşu kaybettiği enerjiyi almak için
her gün satın aldığı çikolatalara harcıyordu. Babası Orhan
dalgasını geçiyordu. Örsan, çocukluğundan beri haytaydı.
Örsan’ın yaramazlıkları nedeniyle epey bedel ödemişti
Orhan astsubay. Ya Örsan’ın sapanından çıkan taşın
kırdığı bir camın bedeliydi bu. Veyahutda dövdüğü bir
sokak çocuğunun anne veya babasından işittiği azar.
Öğretmenlerinden duyduğu sözleri hiç saymıyordu bile.
“Siz nasıl terbiye verdiniz bu çocuğa der” gibiydiler.
Orhan, şimdi keyifli keyifli intikam alıyordu. Aslında
Örsan bir sanat, bir meslek öğrendiği için seviniyordu.
‘Sanat altın bileziktir’ sözünü ezberlemişlerdi. Orhan,
asla duygularını belli etmezdi. Sert yapılıydı. Astığı astık,
kestiği kestik, otoriter bir ev erkeğiydi. Eşi veya herhangi
bir aile ferdi onun sözü üzerine söz söyleyemezdi.
Küçük iken Örsan’ı çok dövmüştü. Odaya haspetmişti.
Sokağa çıkma yasağı koymuştu. Hiç biri fayda vermedi.
Ne yaptıysa tam tersini yapan inatçı bir çocuktu. Ne
dayaktan anlıyordu nede küfürden. Gece yarısına yakın
işten yorgun argın dönen Örsan’ın gülmeye bile mecali
kalmamıştı, asık suratına Orhan’ın artık tokat yerine acılı
sözleri patlıyordu:
“Okumazsan işte böyle ezilirsin. Kuş avlamaya
benzemiyor değil mi?”

26
Faruk Arslan

Örsan’ın hazin durumu Ferruh’u daha fazla kamçılıyordu.


“Okumazsan ya çöpcü olursun yada abin gibi sanayide
elleri paslı, poposu isli bir işçi!”
Bu sözleri sık sık tekrarlayan annesi Neslihan’dı. Büyük
oğlunun durumuna en fazla üzülen, iç geçiren oydu. Boş
yere dememişlerdi, ‘ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan
ağlar’ diye. Elinden bir şey gelmiyordu. Babası Orhan
kendi hatalarını kesinlikle kabul etmez, hep anne
Neslihan’ı suçlardı:
“Bu oğlanı bu hale getiren sensin. Yeter, artık koruma şu
serseriyi!”
Hastaydı annesi. Hemde onbeş yıldır. Milyonda bir
bulunan bir romatizma türüne yakalanmıştı. Doktorlar
çaresini henüz bulamamıştı. İki günde bir veya en az
haftada bir kez Kırmızı Toprak ile Vişnelik mahalleleri
arasında kurulu dev Eskişehir Hava Kuvvetleri
Hastanesi’ne giderdi. İlaç tedavilerinden bıkmıştı. Ne
sıcak kum tedavisi, nede sıcak kaplıcalar eriyen
kemiklerini durdurabiliyordu. Yavaş yavaş ölüyordu. Tek
gayesi ortanca oğlu Ferruh’un doktor olup kendisine
bakmasıydı. Bu hayalle yaşıyordu. Annesini hiç üzmeyen
bu oğlu onun için bambaşkaydı.
Askeri okullara girmek 12 Eylül 1980 darbesinden beri
her Türk gencinin gayesi haline gelmişti. Bu okulların
imtihanlarına hazırlık için çıkartılan soru kitapçıkları,
genel yetenek, zeka, fen ve matematik sorularından
oluşuyordu.
Satın alabildiği iki kitabı yalayıp yutmuştu. Daha
fazlasına zaten babasının gücü yetmiyordu. Gazete
okumayı babası gibi çok sever, günlük politikayı
yakından takip ederdi. 1983 yılının Mayıs ayı çok
hareketli geçmişti.

27
Faruk Arslan

15 Mayıs’ta 12 Eylül'den sonra ilk siyasi parti olarak


Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) kuruldu. Prof. Erdal
İnönü, siyasi hayattan ve görevden kaçamayacağını
açıkladı, TÜBİTAK ve Boğaziçi Üniversitesi'ndeki
görevlerinden ayrıldı. General Turgut Calp’ın kurduğu
MDP’ye Orhan astsubay sinirlendi, yorumunu saklamadı:
“Parti liderini mi seçti, yoksa atandı mı, belli değil.”
21 Mayıs’ta Büyük Türkiye Partisi (BTP), Anavatan
Partisi (ANAP) ve Halkçı Parti (HP) arka arkaya kuruldu.
134 eski parlamenter BTP'ye girdi.
Babasının bir gün ilk defa gözlerinden yaş döküldüğünü
gördü Ferruh. Saygı duyduğu tek adam içindi bu yaş.
Şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek ölmüştü. Tüm
kitaplarını okumuştu, hele de ‘Çile’ adlı şiir kitabını.
‘Sakarya Türküsü’nü okumadan neredeyse yatmazdı.
Bu sırada ülkenin siyasi yaşamı, her gün yeni bir baskı ile
karşılaşıyordu. Günlük tutar, güncel gelişmeleri yazardı.
Askeri yönetimden sivil demokrasiye geçmenin sancıları
yaşanıyordu. Erdal İnönü'nün liderliğinde Sosyal
Demokrat Parti (SODEP) kuruldu. 1 Haziran’da ise Milli
Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından BTP kapatıldı.
BTP'nin kurucularından Hüsamettin Cindoruk, Mehmet
Gölhan ve yasaklı siyasilerden Süleyman Demirel, Sırrı
Atalay ve İhsan Sabri Çağlayangil'in de aralarında
bulunduğu 16 kişi Çanakkale'de bir askeri garnizonda
(Zincirbozan) mecburi ikamete tabi tutuldular.
8 Haziran’da MGK, ANAP ve HP'den yedişer üyeyi veto
etti. MDP kurucularından Necla Tekiner, Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın kararı ile kurucu üyelikten
çıkarıldı.Doğru Yol Partisi (DYP) kuruldu. DYP'nin 30
üyesi de, MGK tarafından veto edildi. 23 Haziran’da
SODEP'in 21 kurucusu MGK tarafından veto edildi.

28
Faruk Arslan

Erdal İnönü'de veto edilenler arasındaydı. 27 Haziran’da


SODEP Genel Başkanlığı'na zoraki olarak Cezmi Karatay
seçildi. Askerin siyasi yaşama müdahelesi devam
ediyordu. Orhan astsubay, bu komediye gülüyordu.
29 Haziran’da Cumhurbaşkanı Kenan Evren, nihayet
Genelkurmay Başkanlığı görevinden ayrıldı, yerine Org.
Nurettin Ersin atandı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na
Org. Necdet Üruğ, MGK Genel Sekreterliği'ne Org.
Necip Torumtay getirildi.
Basın üzerinde asker sultası acımasızca işliyordu.
Cumhuriyet ve Milli Gazete kapatıldı. Her basılan nüsha
önceden izin almak zorundaydı. Akademi dünyasıda
baskıdan nasibini alıyordu. Marmara Üniversitesi'nde 79
öğretim üyesinin görevine son verildi. Bu arada
Muhafazakar Parti kurucusu 24 kişi veto edildi. 28
Temmuz’da Devlet, Hisarbank'a el koydu. Ömer
Çavuşoğlu ve Ahmet Kozanoğlu'nun, sahip oldukları
Güneş Gazetesi'ne ait hisselerini bir süre önce
Hisarbank'a devrettikleri anlaşıldı. Yeni kurulan Bizim
Parti kendisini feshederek, Türkiye Huzur Partisi'ne
katılmaya karar verdi. 3 Ağustos’da Türkiye Huzur
Partisi hakkında kapatma davası açıldı. 14 Ağustos’da
Tercüman ve Milliyet Gazeteleri süresiz kapatıldı. 24
Ağustos’da Nokta Dergisi kapatıldı. 26 Ağustos’da bir
yazısından dolayı hüküm giyen yazar Oktay Akbal
cezaevine girdi. Çok geçmeden 27 Ağustos’da Nokta
Dergisi ve Milliyet Gazetesi tekrar yayınlanmaya
başlandı. 12 Eylül’de en çok satan gazete Tercüman
Gazetesi'nin yayınına izin verildi. Basın özgür değildi.
Ferruh, Türkiye’de çalkantılı yaşam, açık askeri vesayet
altında sürerken, 1983’ün Haziran ve Temmuz ayları
boyu altı tane askeri okul imtihanına girmişti. Babası

29
Faruk Arslan

elinden tutup, ilkokula başlayan çocuk edasıyla her


imtihana onu götürmüştü Eskişehir ile Ankara arasındaki
yolculuklarını trenle yapıyorlardı.
Ankara’da gecekondu semti Akdere’de kalan babasının
üvey kız kardeşi, halası Rasime Bahar’da kalıyorlardı. İki
kız, üç oğlan dört evladını bu bataklıkta büyüten Rasime
hala, beş vakit namazını da ihmal etmiyordu. Geleneksel
müslümandı, neden namaz kıldığını izah edemezdi.
Gecekondu’da su yoktu, elektirikler sık sık kesiliyordu.
Kanalizasyon bulunmuyordu. Adı üstünde gece
kondurulmuştu, derme çatma üç göz bir evdi işte! Kocası
baraj inşaatlarında çalışan bir ustaydı, sık sık şehir dışında
çalışıyordu. Yokluk dizboyuydu.
Akdere ile Kızılay arasında mekik dokuyarak astsubay
hazırlama okullarının sınavlarına da girmişti. Her okul
kendi imtihanını kendi yapıyordu, merkezi bir imtihan
sistemi yoktu. Jandarma Astsubay’ı olmak için
Güvercinlik’teki okulda önce ön sağlık, fizikî kabiliyet ve
değerlendirme testi ile mülakattan geçti. Ferruh, beşyüz
metre koşuda tökezleyerek yere çakıldığını ve koşuyu
sonuncu olarak tamamladığını esefle hatırladı. Yazılı
imtihan sonucu artık ne olursa olsun elendiği kesindi.
Çankırı’da bulunan Kara Astsubay Hazırlama okulu
yazılı imtihanı mükemmel geçmişti ama mülakatta
astsubayın bir tanesi kafa yapısına kafayı takmıştı.
Ellerini arkasında kavuşturmuş çatık kaşlı astsubay
başçavuşun sözleri kulaklarında yankılandı:
“Oğlum! Senin kafan pek sivri. Biz sıfır tıraş ettik mi
kabak gibi ortaya çıkar, sırıtır. Senden asker olmaz!”
Beyninden vurulmuştu. Kafasının üstünden adeta kaynar
sular boşalmıştı. Fiziki görünüşü, ilk defa sorun oluyordu.

30
Faruk Arslan

Kızgın kızgın içinden bildiği küfürleri saydı, edebinden


dilinden geri döndü. Kendi kendini teselli etmeye çalıştı:
“Aman sende, zaten karacı astsubay olmaya meraklı olan
kim?”
Mamak’ta bulunan Mızıka Astsubay Hazırlama Okulu
sınavına girmekten son anda vazgeçti. Müzik kabiliyeti
olmadığını keşfetmesi ortaokul 2. sınıfta yaşadığı acı bir
tecrübeye dayanıyordu. Müzik hocaları “Kurabiye”
lakaplı Necla, sınıfta olan herkesin dersi geçmesi için bir
türkü öğrenip okumasını şart koşmuştu. Kız gibi
utangaçtı. Tüm sınıfın ortasında nasıl şarkı söyleyecekti?
Zaten söyleyemedi de. ‘Ağrı Dağından Uçtum’ türküsünü
ezberlemişti ezberlemesine ama karga sesiyle ifa
edememişti. Tüm sınıf daha ilk cümlesinde gülmekten
yerlere yatmıştı. Onuru kırılmıştı. İkinci cümleyi
okuyamadan ağlayarak sınıfı terketmişti.
Bir deri bir kemik olduğu için “Kurabiye” denilen
öğremen Necla hanım, gururu incinen delikanlıyı teselli
edeceğine, ‘Sıfır’ diye peşi sıra bağırmıştı. Her müzik
dersi onun için artık bir işkenceye dönüşmüştü. Yazılı
sınavdan 10 çekip sınıfı geçsede türkü söyleme fiyaskosu
zihninde bir psikolojik travma olarak kaldı.
Ortaokul bir ızdıraplı bekleyişe dönüşmüştü. Harp
okuluna geçiş yapıp subay olabileceği askeri liseleri
heyecanla arzuluyordu. Kara Kuvvetleri Komutanlığına
bağlı İstanbul'daki Kuleli Askeri Lisesi ilk tercihiydi.
İzmir'deki Maltepe Askeri Lisesi ve Bursa'daki Işıklar
Askeri Lisesi’de olabilirdi. Havacı, karacı, denizci fark
etmezdi. Asker olsun yeterdi.
Aslında gönlünde yatan aslan denizci olmaktı. İstanbul
Heybeliada'daki Deniz Lisesi imtihanında büyük heyecan
duymuştu. Bembeyaz elbiseleri ile dolaşan genç

31
Faruk Arslan

bahriyeliler gözüne gökten yere inmiş melekler gibi


gözükmüştü.
Hele de o kılıçları yok muydu! Her 30 Ağutos’da mezun
veren okulun mezuniyet töreni için kılıç kuşanırlardı. O
hafta sonu İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de bembeyaz
kılıçlı bahriyeliler dolaşıyordu. Görenler imrenirdi. O’da
hayranlıkla bakmıştı.
‘Ah’ dedi dudaklarını kemirerek, “Keşke bende onlardan
biri olsam!”
İmtihan günü ana baba günü gibiydi. İmtihana 12 bin
kişinin girdiğini öğrendiğinde dili tutuldu. Alacakları
sadece 120 öğrenciydi. “Her Türk asker doğar” derlerdi,
lakin her Türk gencinin kalıcı asker olabilmek için bu
kadar ter döktüğünü bilmiyordu. At yarışından beter bir
imtihandı. Heyecandan soruları doğru yapıp yapmadığını
dahi kestiremiyordu. Elinden geleni yapmıştı, rekabet haf
safhadaydı. Denizci olma hülyası erken tükenmişti.
Beklediği imtihan sonuçları bir türlü posta kutusuna
düşmüyordu. Her gelen mektubu postacının elinden
kapıyordu. Sonunda Deniz Lisesi sınavının sonucu beyaz
bir zarfta postacının elinde gözüktü.
“Müjdemi isterim”, dedi postacı. Öyle bir gülümsedi ki,
okulu kazandığını sandı.
Hasretle yolunu gözlediği zarfı bir çırpıda açtı.Yüzü
ekşidi, yanakları kızardı. Postacı ters bir cevap geldiğini
anlamakta gecikmedi:
“Üzülmeyin, bir daha ki sefere inşallah! Ne olmuş?”
“Bininci olmuşum, 12 bin kişi içinden…”
“Eee, hiç fena sayılmaz. İlk 1200 kişi içine girmişsin.
Buda başarıdır.”
“Ama yetmiyor. İlk 120 içine girmem gerekiyordu… On
kat daha fazla iyi olmalıydım.”

32
Faruk Arslan

Postacı, Temmuz ayı boyunca hep kötü haberler getirdi.


Jandarma ve Çankırı Astsubay okulları sınavlarının
mülakatlarından geçememişti. Kuleli, Heybeliada ve
Işıklar Askeri liselerinde ne asil nede yedek listedeydi.
Geriye bir tek okul kalmıştı: Gülhane Askeri Tıp
Fakültesi (GATA) bünyesinde Genelkurmay
Başkanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteren Sağlık
Astsubay Hazırlama Okulu.
1983 yılının Ağustos ayının ilk haftası yaşanıyordu. Bu
okulu sınavına girmeye annesinin ‘sağlıkcı ol’ baskısı
nedeniyle son anda karar vermişti. Hazırlama okulu,
ortaokuldan sonra üç yıldı. Sağlık Astsubay Meslek
Yüksek (Sınıf) Okuluna öğrenci yetiştirmek amacıyla
kurulmuştu. Haziran ayının son günlerinde hem sözlü
mülakat hemde yazılı sınava girmişti. Spor olsun diye
sadece barfiks, şınav ve mekik çektirmişlerdi.
Ankara’nın Dışkapı semtinde bulunan okul GATA’nın
bittiği köşede başlıyordu. Hem içindeydi hem değildi.
Aralarında bir duvar vardı. Okulun bir köşesi, Konya ile
Samsun yoluna bakıyordu. Otobüsle EGO ile
gelinebiliyordu. Halk arasında EGO espri konusuydu. Baş
harflerinden yola çıkılarak Ankara Belediyesi’nin otobüs
servisi “Erken Gelen Oturur” diye çözümleniyordu.
Çünkü ağzına kadar yolcu dolduruluyordu, otobüs sayısı
yetersizdi.
Bu durumda boşluğu dolmuşlar dolduruyordu. Hemen
Ulus’un yanı başında Bentderesi mevkinden ve Hacı
Bayram Veli Camisi arkasından kalkan dolmuşlara
binmek yeterliydi. Ayrıca Konya-Samsun yolu üzerinden
Dışkapı/Ulus yönüne giden dolmuşlara binerek Etlik
kavşağından önce Dışkapı’ya ulaşmak kolaydı. Buradan
tekrar Etlik yönüne giden dolmuş ve otobüslere binerek

33
Faruk Arslan

GATA Hastanesi önünde iniliyordu. Trenle gelecek


olursanız, tren garın önünden geçen Etlik-Sıhhiye
dolmuşlarına binerek ulaşılabilirdi. Ayrıca Kızılay veya
Ulus istikametine giden otobüs veya dolmuşlara binip
buradan tekrar Etlik yönüne giden dolmuş veya
otobüslere binerek GATA Hastanesi yakınında veya
önünde inmek gerekiyordu.
Askeri okul sınavlarına gire gire mülakatda sorulan
soruları artık ezberlemişti. Genelkurmay başkanı ve
kuvvet komutanlarının isimleri mutlaka çıkıyordu.
“ Neden asker olmak istiyorsun?” klasik bir soruydu.
Babanızın asker olması aslında mülakatı geçmeniz için
yeterli bir sebepti.
Yazılı imtihan bu sefer mükemmel geçmişti. Nede olsa
altı yazılı askeri okul sınavına girmişti ve sorular oldukca
benzerdi. Postacıyı heyacanla ve merakla artık kapıda
beklemiyordu. Zaten postacıda umudunu yitirmiş, fazla
ümit vermeden, gülücük dağıtmadan mektubunu usulca
kutuya atıyordu.
Zarfı bu sefer isteksizce açtı, farkında olmadan avazı
çıktığı kadar bağırdı. Birden duyduğu sevinç çığlığıyla
irkilen postacı az kalsın kafası üstü yere kapaklanıyordu.
Askeri lojmandaki tüm komşular kapıya çıkmıştı: Ne
oluyordu?
“Ne oldu, kazandın mı?” dedi postacı kekeleyerek.
“Nihayet evet” dedi, ağzı kulaklarında.
“Hemde asil listeden, 32. olmuşum…”
“Kutlarım, sonunda muradına erdin. Eee, ne demişler
sabreden muradına ermiş…”
Derin düşüncelere daldı: Şimdi ne yapmalıyım, çok şükür
talih bana da güldü. İyi bir asker olup vatanıma, milletime

34
Faruk Arslan

hizmet edeceğim. Hem sıhhiyeci olursam hasta anneme


de bakarım…
Postacı güngörmüş bir ihtiyardı, emekliliği için şafak
sayıyordu. Ağzından şeker şerbet bal damlıyordu, son
öğüdü suyun akıp yolunu bulması gibi hemencecik
yerine, heyecanlı kalbe dökülüverdi:
“Hemen bir abdest al, aşağıda Odun Pazar’ındaki Ulu
Cami’ye git. Hz. Hızır’ın oraya her sabah namazında
geldiği rivayet olunur. Hem bugün Cuma. Cuma
namazında Allah’a şükret, dua et ki, seni orada doğru
insanlarla karşılaştırsın…”
Uzun zamandır unuttuğu namazı hatırladı Ferruh. 12
yaşında iken babası Orhan, günde bir simit parası vererek
namaz kılmasını isterdi. Bu bir rüşvetti.
Baba Orhan astsubay dindardı, pek çok dini kitap satın
alır, okumaları için mükafatlar koyardı. Hepsini
okumuştu, bir sene boyunca namazını aksatmadan
kılmıştı.
Abisi Örsan ve iki yaş küçük kardeşi Fehmi, simit
parasını almak için namaz kılmadıkları halde yalan
söylüyordu. Annesi Neslihan babaları onları dövmesin
diye bu yalana şahitlik yapıyordu. Simit parası karşılığı
namaza bir süre devam etmiş, daha sonra abisi ve
kardeşinin oyununa kendiside katılmıştı. Namazı
bırakmıştı. Cumadan cumaya, bayramdan bayrama gider
olmuştu.
Aslında bu yalandan dolayı hacalet çekiyordu. Utancı
zamanla kaybolmuştu, alışmıştı. 12 yaşında iken mahalle
camisinde Kur’an’i Kerim okumayı eli sopalı hoca
efendiden iki günde öğrenmişti. Abisi ve kardeşi ise yine
kirişi kırmıştı.

35
Faruk Arslan

Ne olduysa ergenlik çağına girdiği 13 yaşında olmuş,


babasının baskıcı, zorba kararlarına ters haraket etme
psikolojisi, iç güdüsü bilinç altında oluşmuştu. Bunda
Örsan’ın liseden alınarak sanayide ağır şartlarda
çalışmaya zorlanmasının etkisi büyüktü. Babasından
gizliden gizliye nefret ediyordu. Aynı zamanda çok
seviyor ve saygı duyuyordu. Karmakarışık duygular
içindeydi.
Babası orduda yirmi yıldır beş vakit namazını aksatmadan
kılan ender askerlerdendi. Nasıl hidayete erdiğini bir çok
defa uzun uzun anlatmıştı. Zihninin derinliklerine kazınan
hikayeyi babasından defalarca dinlediği halde ayrıntıda
gizlenen şeytanı henüz göremiyordu.
Orhan astsubay, üstçavuş rütbesinde iken Malatya’da
Erhaç Hava Üssünde görev yapıyordu. Askeri
lojmanlarda kalıyorlardı. Ferruh henüz üç yaşında
olmalıydı. Yörenin tanınmış İslam alimi Mehmet Said
Çekmeğil’in sohbetlerinden birine, iş arkadaşı onu
götürmüştü. O zamana kadar içki içen, eğlence partilerini
kaçırmayan Orhan, bir sohbetde dine dönmüştü. Allah’a
kulluk ve ibadet etmeden, yaradılışının asıl gayesinden
habersiz bu zamana kadar boş yere yaşamıştı.
Annesi halen o günün şokunu atlatamamıştı. Babası
heyecanla eve gelen kocasının yüzündeki değişikliği
sezmişti. Orhan Üstçavuş hanım Neslihan’a emir askeri
gibi emir etti:
“Hanım, yarından tezi yok, hemen kapanacaksın. Ertesi
gün hep beraber beş vakit namaza başlıyoruz”
Artık her hafta bir İslami kitap bitiren ve arkadaşlarına
brifing veren Orhan bey, üssün en sevilen astsubayı
olmuştu. Bölük komutanı Özgür yüzbaşı ve tugay
komutanı Ali Er dahi beş vakit namaza başlamıştı. Üsse

36
Faruk Arslan

mescid yaptırılması için birlikteki er, erat, subay ve


astsubaylar, gönül rızasıyla kendi maaşlarından kesinti
yapılmasına razı olmuşlardı. Muhasebeye bakan Orhan
astsubay, üssün gurur kaynağı olan mescidin yapımıyla
bizzat ilgilenmiş, Cuma namazlarını kıldırması için
erlerden imam hatip mezunu bir imamda ayarlamıştı.
Kur’an bilmeyenlere Kur’an öğretilmesi gibi hizmetlerle
askeriye gerçek bir peygamber ocağına çevrilmişti.
1970’li yılların başıydı. O günlerde Kara Kuvvetleri
komutanlığından cumhurbaşkanlığına geçmeye
hazırlanan Faruk Gürler Paşa, görevi olmadığı halde
ziyaret için geldiği Erhaç üssünü denetliyordu.
“Bu da bizim mescidimiz” diye gururla takdim edilen
askeri kurumun gayri resmi camisi, Faruk Paşayı gürletti:
“Ne mescidi be adam! Ne işi var burada? Askere koğuş
lazım. Hemen kapatın burayı, koğuş yapın. Bu mescidin
yapılmasında kim rol oynadıysa hakkında hemen
soruşturma açılsın.”
Tuğay ve bölük komutanı şok geçiriyordu. Kelle
isteniyordu. Üzülselerde Orhan astsubayın kellesi altın
tepside Faruk Gürler’e sunuldu. 28 gün katıksız hapis
cezası alan astsubayın, ferdi haraket ettiği, arkasında
herhangi bir örgüt olmadığına kanaat getirildi. Bu raporu
yazan 1. amiri Özgür yüzbaşı ile birlikte namaza
başlamışlardı. Hapse atılan Orhan astsubayı, henüz hücre
hapsinin ikinci gününde ziyaret eden tugay komutanı Ali
Er, ordu adına gayri resmi sözlü özür diledi ve ekledi:
“Sen kötü bir şey yapmadın. Seni günah keçisi yaptık,
kusura bakma! Çık buradan evine git, benden 28 gün
izinlisin. Hadi memleketine git, ortada dolaşma ki, seni
hem üstlerimize hemde kaldığın lojmandaki çevrene
hapiste gösterebilelim.”

37
Faruk Arslan

Orhan Astsubay, Malatya’da daha fazla tutulmayarak


Eskişehir’e sürgün gönderilmişti. Beş yıl süresince
lojmana alınmadı. Sakıncalı görüldü. Orduda namaz
kılanlar az sayıdaydı. İrticai bir tehdit olarak
algılanmıyordu. Bu hikayeyi kaç defa babasından
dinlediğini hatırlamıyordu. Yıldıztepe’den Odun
Pazarı’na inerken tek düşüncesi, aklını başından alan
cebindeki askeri okula kabul mektubuydu. Ulu Cami’nin
manevi dinamikleri ve manevi atmosferi müthişti. O,
dileğini, hülyasını aracısız sadece Rabbinin dikkatine
sunacak, paylaşacak ve yardım isteyecekti. Ondan başkası
yardım edemezdi. Odun Pazar’ındaki kitapçıları dolaştı,
bir küçük dua kitabı satın aldı. Nasıl dua edeceğini
bilmiyordu. Cuma namazının makbul saati sayılan eşref
vaktini nasıl yakalayacağınıda bilmiyordu. Kitapdan alel
acele okuduğu, aklında kalan bir duayı yaptı.
İhlaslı ve samimiydi, ancak takvalı olduğunu
düşünmüyordu. Takvalı asker olmak için dua etti. Bilerek
veya bilmeyerek işlediği hatalar ve günahlarını
bağışlanması için yalvardı. Merhametlilerin en
merhametlisisinden merhamet diledi. Askeri okulda her
türlü kötü şeylerin şerrinden koruması için Allah’a
sığındı. Doğru yoldaki insanlarla beraber yol yürümeyi
arzuladı. Gözünden iki damla yaş dökülürken kitapdaki
en etkili bulduğu, ezberlediği cümleyi mırıldanıyordu:
Allahım!"Kimsesiz kimse yok, herkesin var kimsesi,
Kimsesiz kaldık medet ey, kimsesizler kimsesi"
Odun Pazarı’ında yaptığı duanın kabul olduğundan
habersiz, 1 Eylül 1983’de Ankara’ya doğru Eskişehir’den
sabah 10 sularında kalkan Kurtuluş Gece Expresi ile
askeri liseye aile töreniyle yollandı.

38
Faruk Arslan

İkinci Bölüm

Kader-Denk Noktası
GATA’da tam tekamüllü sağlık kontrolünden geçip, 24
doktorun imzasıyla her taraflı sağlam raporu almak
zorundaydı. GATA’yı askeri okul öğrenci adayları
doldurmuştu, ana baba günüydü. Her poliklinikte en az
iki saatlik sıra vardı. Hepsine teker teker uğruyor, askeri
hekimleri hayranlıkla izliyordu. Babası Orhan, on beş
gündür onun yanındaydı. Yoklanmadık vücud azası
kalmamıştı. 24 imzalı raporu tamamlamak tam bir ay
sürüyordu. Deniz Lisesi, Maltepe Lisesi ve Işıklar’da
öğrenci adaylarının ve ailelerinin askeri yatakhanede
kalmalarına izin veriliyordu. GATA’da bu lüks
sunulmamıştı. Ankara’da akrabası bulunmayan bir
Anadolu evladının başkentte otelde bir ay gecelemesi
küçük bir servetti.
Üstelik sağlık raporundan sağlam çıkmak mucizelere
kalmıştı. Girenlerin yarısı eften püften bahanelerle
eleniyordu. En fazla tenasül uzuvlarını yoklayan
Bevliyeciden tırsmıştı Ferruh.
Ona “Deli Hikmet” diyorlardı. Muayene odasına aldığı 12
askeri öğrenci adayını sıraya dizmişti. Bir külotla
kalmışlardı. Hikmet, sağlam bir küfür savurdu, ardından
son noktayı koydu:
“Lan soytarılar, çıkarın külotları, mallara bakacağız”
Malın ne olduğunu hepsi anlamıştı. Utangaç utangaç
indirdiler donları. Kimse birbirininkine bakamıyordu.
Yüzleri kızarmıştı. “Deli Hikmet” kahkahayı patlattı:
“Ulan bunlarınki kalkmamış. Hemşireler gelin buraya.
Elleyin şunları, hepsini iki dakikada dimdik istiyorum”

39
Faruk Arslan

Yüzlerindeki kızarıklık morartıya dönüştü. Ferruh, cinsel


organını ovuşturan hemşirenin yüzünü hiç
hatırlamıyordu. Ancak gülüşleri kulağına geliyordu. Bir
dakikada kalkanlara mükafat verdi “Deli Hikmet”:
“Aferin sınavı geçtiniz. Sizlerde sadece iki adet yuvarlak
bilye var mı, onu yokluyacağım”
İki dakika veya daha uzun sürede kalkanları ise başka
testler bekliyordu. Belli ki, yarısı sakat raporu ile
postalanacaktı. Sağlam mührünü ve imzayı alır almaz
kapıya kan ter içinde koştu Ferruh. Kapıda bekleyen
babası gülüyordu, içeride neyin yoklandığını biliyordu.
Erkekliği olmayanlar askeri okula giremezdi.
Öğrenci adaylarının en fazla çekindiği diğer iki poliklinik
göz uzmanı ve dahiliyeciydi. Girenlerin yarısı elenerek
çıkıyordu. Bel açıklığı çekilen röntgen filminde tesbit
ediliyordu. Omurilik disklerinde hafif bir kayma bile olsa
affedilmiyordu. Bu testide başarıyla geçen Ferruh’un göz
polikliniğinde zorlu bir sınav bekliyordu.
“Psikopat Ahmet” denilen askeri hekimin ünü adını
geçmişti. Sanki göz muayanesi yapılmıyordu da, kıyamet
günü Zebaniler tarafından ahiret soruları soruluyordu.
Odasına aldığı bir düzine adayın önce gözlerinin içine
çıplak gözle bakarak tek tek süzen “Psikopat Ahmet”,
henüz aletle muayeneye başlamadan en az üç kişiyi sakata
çıkartıyordu. Gözden göze muayene uzmanıydı!
Ferruh ve diğer adayların gözlerinin iyi görüp görmediği
mevcut teknoloji ile yarım saatde yoklandı. En az üç ile
beş kişiyi de bu aşamada eliyordu “Psikopat Ahmet”.
Sakat raporu verecekleri ile sağlam raporu yazacakları iki
farklı odaya alıyordu. Her 24 kişiye baktığında yarım saat
mola vererek imzaları atıyordu.

40
Faruk Arslan

Ferruh, sakata ayrılanlar arasında olduğunu 6. hissiyle


hissetti. Daha doğrusu hekimin vücud dilindeki
hareketlerden ve askeri hemşireye verdiği sert talimatdan
sonuç çıkardı. Sağlam mührü basılacak adaylara
“Psikopat Ahmet”, çok kibar davranıyordu, hemşireye bir
beyefendi gibi emrediyordu:
“Lütfen, bu arkadaşımızı yan odaya alır mısınız?”
Sakat raporu verilecekler mevzu bahis olduğu zaman
hekim asabileşiyordu:
“Hemşire! Götür bu lavukları, al yan tarafa!”
“Psikopat Ahmet”, tipini beğenmediklerine de geçit
vermiyordu. Asker dediğin yakışıklı olmalı, gözleri
çakmak çakmak bakmalıydı. Gözleri uyuşuk, mıymıntı
bakanlara hiç acımıyordu. Sümsük asker olmazdı.
Ferruh, ikinci grubun bulunduğu odaya
yönlendirildiğinde bir anda yıkıldı, hayal kırıklığına
uğradı.
“Hayır, hayır, bu hikaye burada bitemez” diye kızgın
kızgın söylendi. Sakin olmalıydı.
Kısa hayatı gözünün önünden film şeridi gibi geçti.
Gözleri bozuk değildi, cam gibiydi, şahinlerden iyi
görüyordu. Eleme oyununu bozmalıydı. Aksi taktirde,
birazdan ‘askeri okula elverişsizdir’ yazısı rapora
basılacaktı.
Bu kaderin denk noktası dendiği yerdi, zamandı, andı.
Kader feleğinin çarkı değişebilirdi, çünkü cüzi irade akıl
saikiyle devreye giriyordu. Levhi mahfuzda kayıtlı anı
değiştirmeye kadir olan Allah, kulların duası ve
gayretiyle yazılımı yenileyebilirdi. İçinden kuvvetle bir ‘
Allah en güzel vekildir’ çekti.
Hemşire, onu kaybedenlerin odasına teslim ettiğinde
tuvalete gitme bahanesiyle odaya hiç girmedi. Sağlam

41
Faruk Arslan

raporu yazılanların odasına kimseye hissettirmeden


usulca geçti. Odada bekleyen on askeri öğrenci adayı
vardı. Sayı 12’ye ulaşınca doktor gelip raporu
imzalayacaktı.
Nitekim geldi ve imzaladı. Adayların gözlük, lens
kullanmasını gerektirecek bir görme bozukluğu yoktu.
Ayrıca gözünde şaşılık, renk körlüğü gibi hastalık
bulunmuyordu.
İmzaladıktan sonra içeridekileri saydı: 13. Halbuki 12
olmalıydı. Öbür odaya 12 elenmiş aday göndermişti,
burada sayı 13 olamazdı. Bir kere imzalamıştı,
tükürdüğünü yalayamazdı. Öğrencileri sıraya dizip tek tek
yeniden gözlerine baktı. Böğürerek konuşuyordu:
“Arkadaşlar, içinizde bir uyanık var. Ben külyutmam.
Kim olduğunu bilemiyorum ama helal olsun!”
Ferruh, derin bir ‘oh’ çekti. Demek ki, anlasada
kulağından tutup yan odaya göndermeyecekti.
Tahmininde yanılmamıştı, sakata ayrılanlar odasından
çıkanlar ağlıyordu. Sırf emin olmak için kapıda
beklemişti Ferruh. Haklı çıkmıştı. “Psikopat Ahmet”, boş
yere milleti eliyordu. Kurban olmaktan son anda
yırtmıştı!
Raporu tamamlaması bir ayı buldu. Sonuçta karar
verilmişti: Vücut yapısı düzgündü. Her bakımdan sağlam
ve fiziksel görünüşü kusursuzdu. Göğüs kafesinde şekil
bozukluğu yoktu. Düz taban değildi. Vücudunun herhangi
bir yerinde dikkati çekecek ve göz estetiğini bozucu yara,
yanık, leke, kellik, frengi ve cilt hastalığından iz
bulunmuyordu. Türkçe'yi kusursuz konuşuyordu. Dilinde
kekemelik, pepemelik, pelteklik, tutukluk yoktu.
Duymasında en ufak bir kusura rastlanmamıştı. Kalp,

42
Faruk Arslan

böbrek, karaciğer rahatsızlıkları ve tüberküloz


geçirmemişti.
En fazla Psikiyatri polikliniğindeki doktora şaşırmıştı.
Doktor her gelene soruyordu:
“Oğlum akli dengende bir bozukluk var mı?”
“Yok Komutanım!”
“Aile efradında frengi gibi bir bulaşıcı hastalık veya akıl
hastalığı var mı?”
“ Elbette yok Komutanım!”
“Peki oğlum, ailende hiç intihar eden oldu mu?”
“Hayır, olmadı Komutanım!”
“Geç, sağlam”
Sonunda GATA’dan "Askeri Öğrenci Olur" kaydını
içeren sağlık raporunu almıştı.
İş bununla bitmiyordu. İki kefilin imzaladığı yüklenme
senedi olmadan kesin kayıt yaptıramıyordu. Yüklenme
senedinde yazan meblağ bir milyon beşyüz bin Türk
Lirasıydı. Bu para ile taşrada rahatlıkla iki göz bir
apartman dairesi alınabilirdi. Ferruh babasının elinden
belgeyi kaparak bir çırpıda okudu:
“Silahlı Kuvvetler adına öğrenci olarak okulun giriş
şartlarına uygun şekilde kayıt ve kabulüm yapıldığı
takdirde, astsubay çıkıncaya kadar, yürürlükte bulunan
veya öğrenim süresi içerisinde çıkacak kanun, tüzük,
yönetmelik, yönerge ve sair mevzuat hükümlerini kabul
ettiğimi, bunlara aynen uyacağımı, öğrencilik sıfatımın
devamı süresince evlenmeyeceğimi, karı koca gibi
yaşamayacağımı taahhüt ve beyan ederim.
Taahhütlerime aykırı hareket etmem, beyanlarımın gerçek
dışı olduğunun tespit edilmesi, herhangi bir nedenle
öğrenimi kendiliğimden terk etmem, okul yönetmelik
veya yönergelerine göre okul idaresine ibraz ettiğim

43
Faruk Arslan

belgelerden herhangi birinin gerçeğe aykırı olduğunun


anlaşılması, derslerden başarı gösterememem, okul
yönetmelik ve yönergelerine aykırı harekette bulunmam,
yetkili merciler veya mahkemelerce hakkımda verilen
herhangi bir ceza nedeniyle yetkili merci veya kurullarca
ittihaz olunan karara istinaden okuldan çıkarılmam
halinde, Silahlı Kuvvetler adına askeri öğrenci olarak
öğrenime başladığım tarihten ilişiğimin kesilmesine kadar
Milli Savunma Bakanlığınca zimmetime tahakkuk
ettirilecek tazminatı (yiyecek [yemek pişirme ve su
masrafları dahil], giyim, kuşam, öğrenci aylığı, kitap ve
kırtasiye, vize, diploma, sınav ve benzeri harçlar, öğretim
ve eğitimin gerektirdiği ulaşım hizmetleri, şahsım için
yapılan ilaç ve tedavi giderleri, barındırma giderleri
[aydınlatma, ısıtma, temizlik, yakıt, yatı masrafları ve
benzeri masraflar], atış giderleri) sarf tarihinden tahsil
tarihine kadar geçen süre için hesap edilecek kanuni faizi
ile birlikte ayrıca hükme gerek kalmaksızın Hazine
emrine ödeyeceğimi şimdiden kabul eyler, yüklenirim.
Bu yüklenme senedinde yazılı bütün hususlar için
meydana çıkacak ihtilaflardan dolayı, ANKARA
Mahkemeleri ile icra dairelerinin salahiyetini kabul ve
taahhüt ederim.”

Velisinin İmzası
Açık Adresi

Bu senedi babası Orhan imzalayacaktı. Zor kısım, ikinci


sayfada yer alan kefalet senediydi. Babası parayı
ödemezse onun yerine ödeyecek bir kefil daha gerekliydi.
İki belgede noterden tasdikli yapılmalıydı. Kefalet
senedini Ferruh bir solukta bitirdi:

44
Faruk Arslan

“Askeri öğrenci olarak kayıt-kabul olunan Orhan oğlu


Ferruh Kaplan’ın babası tarafından verilen yukarıda yazılı
yüklenme senedindeki taahhütlerine aykırı hareket etmesi
sebebi ile okulla ilişiğinin kesilmesi halinde, bu öğrenci
adına tahakkuk edecek okul masraflarını sarf tarihinden
itibaren tahsil tarihine kadar geçen süre içinde hesap
edilecek kanuni faizi ile birlikte 1,501,000TL (Bir Milyon
Beşyüzbirbin TL) ’yi geçmemek üzere müteselsil kefil ve
müşterek borçlu sıfatı ile ödeyeceğimi, çıkacak
ihtilaflardan dolayı ANKARA Mahkemeleri ve İcra
Dairelerinin salahiyeti olduğunu beyan, kabul ve taahhüt
ederim.”
Müteselsil Kefil ve Borçlunun İmzası

Açık adresi

Ankara’da tek akrabaları Akdere’de oturan halası Rasime


ve kocası Abdullah beydi. Babası Orhan, üvey kardeşini
çok severdi. Astsubay okulundan ilk mezun olduğunda
dört sene Ankara’da Etimegut’da Hava üssünde görev
yapmıştı. Yeni evli iken Akdere’de aynı gecekonduyu
paylaşmışlardı. Çocuk sayısı artınca önce Cebeci, daha
sonra ise Yeni Mahalle’de kirada oturmuştu. Eski günleri
andılar iki kardeş. Aynı anadan doğma farklı babadan
olmaydılar. Iki babanında adı Abbas’tı.
Abdullah bey, “ Karaoğlan” dediği Bülent Ecevit’in aşığı
sol görüşlü bir işçiydi. Babası Orhan ise 1970’lerde MSP
Lideri Necmeddin Erbakan’a oy vermişti. 1983’de Turgut
Özal’ın kurduğu ANAP’a oy vereceğini söylüyordu.
Ecevit ve Erbakan’ın partileri 12 Eylül askeri darbesinden
sonra kapatılmış, kendileri de siyasi yasaklıydılar. Babası
ve Abdullah beyin siyasi kavgaları hiç bitmek bilmezdi.

45
Faruk Arslan

Orhan bey, Ecevit’den hiç hoşlanmazdı. Abdullah bey ise


Erbakan’ı günahı kadar sevmezdi. Tek anlaştıkları konu
Adalet Parti’si kapatılan lider Süleyman Demirel’in
ihtirasının ülkeyi uçuruma sürüklediğiydi. Demirel
nefretinde birleşiyorlardı.
Ferruh, konunun ne zaman kefalet meselesine geleceğini
merak ediyor, bağrışmaya dönüşen siyasi tartışmayı
endişe ile izliyordu. Sonunda, ‘askerlerin 12 Eylül ile
ülkeyi kaostan kurtardığını’ söyleyen Orhan Astsubay,
taşı gediğine koydu:
“Akan kanlar durdu, yaşasın ordumuz!”
Abdullah beyin askere saygısı sonsuzdu. Sağ ve sol
kavganın yok ettiği 1968 kuşağını kayıp nesil olarak
görüyordu. 1982’de referanduma sunulan anayasaya bu
nedenle ‘Evet’ demişti. Askeri yönetimin sona ererek bir
an önce demokratik seçimlerin yapılması arzusuydu.
Darbe lideri Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olmasına bu
nedenle fazla aldırış etmiyordu. Zaten tüm
cumhurbaşkanları asker kökenliydi. Ha bir fazla ha bir
eksik! Önemli olan sivillerin tekrar ülkeyi yönetmesi,
askerin kışlasına dönmesiydi. Belki Ecevit tekrar döner
diye umut ediyordu.
Orhan başçavuş lafı döndürüp dolaştırıp nihayet oğlunun
gireceği askeri liseye ve kefil konusuna getirdi. Abdullah
beyin ilk tepkisi halk arasında yaygın bir atasözüydü:
“İşin yoksa şahit ol, paran çok ise kefil ol”
Orhan astsubay, asker sözü vererek kesin konuştu:
“Asıl kefil benim, merak etme eğer oğlum atılırsa sana
kalmaz bu borç”
Abdullah bey itiraz etmedi ve ertesi gün notere gidip
imzayı verdi. Bir sorun daha çözülmüştü. Askeri okulun
şartları bunlardan ibaret değildi. Aile üyelerini de

46
Faruk Arslan

araştırıyorlardı. Kendisi dışında anne, baba ve kardeşleri,


tutum ve davranışları ile yasa dışı siyasi, yıkıcı, bölücü,
ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde
bulunmamış veya karışmamış olmalıydı. Toplumca ayıp
sayılan ve toplumca uygun görülmeyen kazanç yollarında
geçmişte ve halen çalışmamalıydı. Aile üyeleri, kusursuz
bir ahlak ve karaktere sahip olmalıydı. Dürüst bir yaşam
düzeyinde olmaları yeterli değildi.Yüz kızartıcı fiillerinin
bulunmaması elzemdi.Yapılacak arşiv araştırması ve
güvenlik soruşturma sonucunda şüpheli yada sakıncalı
halleri bulunmamalıydı.
Kendisi, anne, baba ve kardeşleri dahil, taksirli suçlar
hariç olmak üzere; affa veya zaman aşımına uğramış
yahut para cezasına çevrilmiş veya ertelenmiş,
hükümlülüklerine ilişkin kayıtları adli sicilden çıkartılmış
olsa bile, bir cürümden hükümlü bulunmamak veya
soruşturma altında olmamalıydı. Okuduğu okullardan
ahlak ve disiplin sebepleri ile çıkarılması halinde askeri
okula girmesi mümkün değildi. Üstüne üstlük, okula karşı
uygun nitelikte, yani dürüst bir yaşam düzeyinde, yüz
kızartıcı fiilleri bulunmayan sorumlu bir veli göstermek
zorundaydı.
Tüm engelleri aşılmıştı. Ferruh, 12 Eylül 1983’de askeri
okulun nizamiyesinden içeri girdiğinde kendini dünyanın
en şanslı, mutlu ve huzurlu ferdi olarak hissediyordu.

47
Faruk Arslan

Üçüncü Bölüm

Beton Kemal!

Nizamiyeden sivil kıyafetler ile girdiler içeri. 1983


devresi toplam 60 kişiydi. Akşam saat 8.00’e kadar
teslim olmaları gerekiyordu. 12 Eylüldü. 1980
darbesinin 3. yıldönümü. Öğleden sonra saat 4 civarıydı.
Babası bu sefer gelmemişti. Annesinin gelmesine babası
izin vermemişti. Tek başınaydı.
Bir valiz temiz çamaşır koymuştu annesi. Babasının
‘herşeyi verecekler, hiç bir şey koyma’ sözlerine aldırış
etmemişti. Etrafına bir göz attı. İki, üç valizle gelen bile
vardı. Çoğunun saçları uzundu. Kimse kestirmeye
kıyamamıştı ama başlarına gelecekleri az çok tahmin
ediyorlardı. Birazdan sivil hayata veda edeceklerdi.
Uzun saçlara elveda! Hemde bir ömür boyu…
Saçlar onbeş günde bir sıfıra yakın 3 numara tıraş
edilecekti. Sivil kıyafetler depoda emanete kaldırılacak
ve memleketlerine giderken iade edilecekti. Hemde bir
daha getirmemek üzere. Sivil don bile giymek yasak
olacaktı. Uzun yasak listesiyle henüz tanışmamışlardı…
İlk onbeş dakikada olan olmuştu. Alındıkları küçük bir
odada askeri berber onları bekliyordu. Makineyle sıfır
tıraş edilen saçlar, kafaları kabak gibi ortaya çıkarmıştı.
Çok komik bir manzaraydı. Sivil kıyafetler ve asker
tıraşı kafalar… Ayna gibi parlamışlardı.
İlk dostluklar kurulmaya başlamıştı bile. Aynı kaderi
paylaşıyorlardı. Birbirlerine bakıp gülüşüyorlardı.
Ferruh, yanındaki sandalyede oturan Denizlili Umut’u

48
Faruk Arslan

pek sevmişti. Sürekli espiri yapıyordu. Kısa bir tanışma


faslı yaşandı, memleketini sormuştu ona.
Ferruh memur çocuğuydu. Diyar diyar gezmişti. Ankara
doğumluydu. Babası ve annesi has Çorumluydu.
Çocukluğu ilk okul 1. sınıfa kadar Malatya’da geçmişti.
İlkokul 2. sınıftan itibaren ortaokulu bitirene kadar ise
Eskişehir’in üç ayrı mahallesinde yaşamıştı. Ülkü
İlkokulu, Fatih Sultan Mehmet İlkokulu ve Cumhuriyet
Lisesi’nin ortaokulunda geçen 9 yılı düşündü. Bu şehir
iliklerine kadar işlemişti. “Babamın doğduğu veya
benim doğduğum yer değil, doyduğum yer daha
önemlidir” diye içinden geçirdi.
Nereli olmak burada çok önemliydi. Dostluklar
memleketlere göre şekillenirdi. Memleket muhabbeti
nasıl başlarsa öyle devam edecekti. Kısa bir tahlilden
sonra Ferruh, nihayet nereli olduğuna karar verdi:
“Eskişehirliyim”
“Ben Denizliliyim. Bu okulu asil listeden 1. olarak
kazandım”
“Memnun oldum. Bende asil liste 32. sıradan girdim”
Ferruh sol tarafında bulunan kızıl saçlı Tunç’a sordu:
“Ya sen!”
“Ben Kululuyum. Konya’ya bağlı olsada Ankara’ya
daha yakındır. Yedek listeden 30. sıradan geldim
buraya. Hiç umudum yoktu. Son anda çağırdılar.”
Ferruh şaşırmıştı. Yedek listeden 30. sıradan gelen
varsa, bu asil listeden 30 kişinin sağlık raporunda
elenmesi anlamına geliyordu. GATA’yı hatırladı
hemen:
“ Vay Psikopat Ahmet vay! Gözden sakatladı milleti.
Kimbilir kimlerin kanına girdi!”

49
Faruk Arslan

“Dikkat” diye yüksek sesle bağıran Ramazan astsubayın


çığlığıyla hepsi ister istemez ayağa fırladı. Bir öğrenci
halen sandalyede oturuyordu ki, astsubayın sesi yeniden
duyuldu:
“Kandıralı! Sende kalk!”
Bu tabirin saftorikler için kullanıldığını henüz
bilmiyorlardı. O arkadaşı gerçekten ‘Kandıralı’
sanmışlardı. Bu beldenin nerede olduğu konusunda
herhangi bir fikirleri yoktu.
İçeri giren komutanın omzunda üç tane yıldız vardı.
Heybetli duruşu ürkütücüydü. Geniş omuzları, iki
metreyi bulan boyuyla dev bir cüssesi vardı. Hele o sert
bakışları, zıpkın gibiydi. Kimdi bu subay? Niçin
gelmişti? Ne konuşacaktı? Çok geçmeden konuşmaya
başlayan yüzbaşı tok ve gür sesiyle kendisini tanıttı:
“Benim adım Kemal Bonapart”. Sizin devrenizin sınıf
subayıyım. Saçı uzun kimseyi görmeyeceğim. Akşam
yemeği saat 6.00’da yenecek. Saat 7.00’de herkesi
gazinoda istiyorum.”
Kısa ve öz bir konuşmaydı. Hepsi tırsmıştı. Bu adam
kaya gibi sertti. Hiç yontulmamıştı. Kafalarına balyoz
gibi ineceği belliydi. Ses tonu taştanda ağırdı. Taviz
vermez bir görüntüsü vardı. Dayak atmak için elini
kaldırsa, kafa uçururdu. Duruşu bir heykeli andırıyordu.
Mavi gözlü, sarışın güzeli, bembeyaz tenli Bursalı Nuri
Ünsal, lakabı hemen yapıştırdı:
“Beton Kemal!”
Şaşkınlığı ve şoku üzerinden henüz atamamış 1983
devresi ilk toplu kahkahayı patlattı. Hepsi bu lakabı
tutmuştu, sevmişti. Berber salonu bir anda tek bir sesle
çınladı:

50
Faruk Arslan

“Beton Kemal!”
Aceleyle içeri giren Ramazan astsubay asayişe hakim
olmak ister bir edayla, üç defa tekrarlayan toplu sesi
susturdu:
“Neler oluyor burada? Duymamış olayım!”
Ses tonu pek ciddi olmadığını gösteriyordu. Kemal
yüzbaşıya takılan lakabı duymuştu, anlaşılan oda
beğenmişti. Öğrenciler bir isim taktı mı, ondan kurtuluş
yoktu, ilelebet kalırdı.
Akşam saat 6.00’ya doğru berber salonunda saçı
kırpılan ve gazinoda biriken öğrenci sayısı 50’yi
geçmişti. Yemekhane’ye komşu olan gazinoda TRT
1’de ‘Kara Şimşek’ dizisi oynuyordu. Üst sınıfların
yeni eğitim ve öğretim dönemine başlayışı 13 Eylül
olduğu için yeni öğrencilerden başka kimse gazinoda
bulunmuyordu. Sivil kıyafetlerle son günlerini geçiren
1983 devresi, ast olmanın dayanılmaz ezikliğini henüz
hissetmemişti. Okul ıssızdı.
Yemekhane’ye girip, tablotlardan gözlere yemekleri
doldurmaya başladılar. Ferruh’un gözüne mönünün
yazılı olduğu kara tahtanın en altındaki ibare ilişti: 3500
Kalori. Yedikleri herşeyin kalorisi hesaplanıyordu. Kaç
kalori alıp kaç kalori harcayacakları belliydi. Bol
kepçeden koyan beyaz önlüklü sivil memur ahçılar,
oldukca güleç yüzlüydü. Hele yaşı 60’larda olan bir
tanesi her servisi yaptığında tek tek her öğrenciye
hatırlatıyordu:
“Çocuklar! Fazlası var. İkinciye gelip alabilirsiniz.
Çekinmeyin sakın.”
Ferruh, ahçıları ve yemekleri çok sevmişti. Fırında
tavuk, yoğurtlu ıspanak, tomates çorbası, pirinç pilavı
ve tulumba tatlısı en sevdiği yemeklerdi. İkinci tur, hatta

51
Faruk Arslan

tulumba tatlısından üçüncü tur alışlarına, ahçılar


gülümseyerek yanıt vermişti. ‘Bol kepçeli bir askeri
okula düştük’ düşüncesinde birleşen öğrencilerin sevinci
görmeğe değerdi. Asker karanavasının kötü olduğuna
dair askerliğini yapmış akrabalarından hepsi pek çok
berbat hikayeler dinlemişlerdi.
Yemeği fazla kaçırmışlardı, saat 7.00 olmak üzereydi.
Ramazan astsubayın sesi ile irkildiler:
“Haydi çocuklar hemen gazinoya!”
“Beton Kemal” gelmeden gazinoya doluştular. Halen üç
kişi eksikti. Ramazan astsubay bağırdı:
“Dikkat!”
Ayağa fırlayan öğrenciler henüz esas duruşta durmasını
bilmiyordu. Kürsüye geçmeden önce tok bir sesle
öğrencileri rahatlatan yüzbaşıydı:
“Rahat! Oturun.”
Kemal Yüzbaşı, ağır ağır konuşmaya başladı:
“Aileleriniz size bizlere emanet etti ve vatana, millet
faydalı bir asker olmanızı istediler. Dört yıl boyunca
sizin 1. derecede amiriniz benim. Nasıl bir yola
çıktığınızı anlatmak istiyorum. Sağlık Astsubayları,
Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yer alan sağlık sınıfının
sıhhiye teknisyenleri grubunu oluşturuyor. Amacı,
askeri öğrencilerine temel askerlik bilgileri
yanında, temel meslek bilgilerini teorik ve pratik
çalışmalarla pekiştirmektir. Bütün kuvvet
komutanlıklarına bu alandan eleman yetiştirilmektedir.
Hangi kuvvete dahil olacağınızı sınıf okulunda kurayla
seçeceksiniz. Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’na
ortaokul mezunu olarak katılmış bulunuyorsunuz.
Sınavlardan geçerek geldiniz. Sağlık Astsubay
Hazırlama Okulunda eğitim süresi 3 yıldır. Eğitimini

52
Faruk Arslan

tamamlayan öğrenciler Sağlık Astsubay Sınıf Okuluna


sınavsız olarak geçiş yaparlar. Bir yıl eğitimlerini
tamamladıktan sonra Sağlık Astsubayı olarak mezun
olurlar. Mezunlar bütün kuvvet komutanlıklarına
ihtiyaca göre dağıtım yapılırlar. Eğer bu askeri okuldan
atılırsanız, veliniz veya kefiliniz masraflarınızı
ödeyecektir. Başarısızlık, disiplinsizlik ve benzeri
sebeplerle ayrılan öğrenciler için alınacak tazminatda
yiyecek, giyim, kuşam, öğrenci aylığı, kitap ve
kırtasiye, vize, diploma, sınav ve benzeri harçlar,
öğretim ve eğitimin gerektirdiği ulaşım hizmetleri, ilaç
ve tedavi ve barındırma giderleri, personel ve
amortisman gibi masraf kalemleri bulunur. Hepinizin
100 puan disiplin notu var. Yasakların listesi size
dağıtılacak. Suç işleyen cezalandırılır. Affımız yoktur.
Disiplin notu 30 puan düşen Yüksek Disiplin Kurulu’na
çıkartılır. 20 puanda buradan verilirse, okulla ilişkiniz
kesilir. Ailenizin yüzünü kızartmak istemiyorsanız
kurallara uyun.”
Salondan çıt çıkmıyordu. Buz gibi hava esiyordu.
“Beton Kemal”, öğrencileri sanki hipnotize etmişti. Kısa
konuşmayı seven bir komutandı, ama üslubu çok etkili
ve korkutucuydu.

53
Faruk Arslan

Dördüncü Bölüm

Psikopat Hüsnü ve Çatlak Necati


İlk gece zor geçmişti. Pek çoğu sabaha kadar
uyuyamamıştı. Tek bir yatakhanede çift katlı ranzalarda
yatıyorlardı. Sabahın köründe saat 6.00’da kalkmaya
alışmamışlardı. Elinde palaska ile koğuşa giren nöbetçi
astsubay çavuş Nuri bangır bangır bağırıyordu:
“Uyuşuk tembeller! Kalkın! Burası asker ocağı, ananızın
kucağı değil. Tavuklar sizi!”
Ranzanın demirinde çıngıldayan palaska seslerini duyan
yataktan hopluyordu. Beş dakika içinde yatağında kimse
kalmamıştı. Soyundukları dolapların başında geçirdikleri
beş dakikadan sonra ise alel acele koğuş dışına
çıkarıldılar. Kahvaltı 6.30’da başlayıp saat 7.00’de
sonlanıyordu. Yeni öğrencileri 6.15’de yemekhane başına
diken yeni mezun astsubay Nuri, zafer kazanmış bir
komutan edasıyla şiştikce şişmişti. Yemekhane kapılarını
açana kadar 15 dakika süresince tek sıra halinde dışarıda
bekleyen öğrenciler, Nuri astsubaya lakap takmakta
gecikmediler:
“Horoz ne olacak!”
O günden sonra Nuri astsubay asla ismi ile anılmadı:
“Horoz” geldi, “Horoz” gitti. Aman dikkat çocuklar! Bu
akşam “Horoz” nöbetçi!
Saat 7.00’de başlayan etüd için sınıfa giden 1983 devresi,
45 dakika sonra serbest kaldı. Dün akşam geç saatlerde 3
öğrenci daha devreye dahil olmuştu. 60 kişi tamamdı.
Halen üstlerindeki sivilleri çıkartmamışlardı. İlk içtimaya
saat 8.00’de çıkan öğrenciler, 8.30’a kadar “Beton
Kemal”in gelmesini heyecanla bekledi.

54
Faruk Arslan

Yarım saatdir devreyi en az üç defa sayan, boy


uzunluğuna göre 15 kişiyi önde dörtlü sıraya dizen
Ramazan astsubay, defalarca rahat, hazır ol eğitimi
yaptırdı ama nafile çaba!
Birden bire sessiz sedasız bitiveren “Beton Kemal”a ilk
tekmilini, arkasında sanki eğitimli bir bölük varmış gibi
verdi:
“Rahat! Hazır ol! Dikkat! Ramazan Yıldız. Sağlık
Astsubay Hazırlama Okulu, 60 mevcudiyle emir ve
görüşlerinize hazırdır komutanım!”
Selamı alan yüzbaşı, ‘Rahat’ demişti ama zaten herkes
oldukca rahattaydı. Net konuştu:
“Bir hafta boyunca yanaşık düzen eğitiminden
geçirileceksiniz. Hiç bir şey bilmediğiniz için bugünkü
laubali halinizi cezalandırmıyorum. Yılışıklığı sevmem.
Yanaşık düzen eğitiminde yılışanlar, bir hafta sonraki
Kurban bayramında vereceğimiz dört günlük bayram
tatilinde memleketine gidemez.”
Memleket izni sürpriz olmuştu. Bu kadar kısa sürede izin
verileceği akılllarına gelmemişti. Kış sömestirine kadar
bir daha anne ve babalarını görmeyi ummuyorlardı.
“Beton Kemal”in boru gibi yüksek olan sesiyle memleket
hayallerinden uyandılar:
“Memleketi görmek isteyen yanaşık düzende yılışmaz!
Boy uzunluğunuza göre bugün oluşturulan içtima
düzenini esas alarak sizlere okul numaralarınızı
vereceğim. Şimdi ‘sıra açıl’ komutunu verdiğim zaman
ilk sıra beş adım yürüyerek ileri çıkacak. İkinci sıra üç
adım, üçüncü sıra bir adım yürüyecek, son sıra ise yerinde
kalacak. Anlaşıldı mı?”
Cılız bir ses duyuldu:
“Anlaşıldı…”

55
Faruk Arslan

Olmadı, tekrar gür sesle söyleyin:


“Anlaşıldı mı?”
Bu sefer yüksek bir ses okulu çınlattı:
“Anlaşıldı”
“Sıra açıl!”
İlk denemede sıralar düzgün açılmıştı. “Beton Kemal”
söylüyor, Ramazan Astsubay yazıyordu.
“ 301. Adın ne oğlum?”
“Azim Süzen.”
“Bundan sonra adın 301 Azim Süzen”
“302. Adın ne oğlum?”
“Bekir Deniz”
“Bundan sonra adın 302 Bekir Deniz”
Sıradan giderek isimlere numara vermeye devam etti. 303
Asım Nazlı, 304 Murat Ölüdeniz, 305 Lezgi Abaeven,
306 Uslu Sayıca.
‘307’ diyen “Beton Kemal”, aniden duraksadı. Birden
duygulandığı görüldü. Sesi titriyordu. Ramazan astsubaya
dönerek kararını verdi:
”Bu numarayı atlayalım. Boş kalsın bu devrede.”
Numara atlandı ama herkesi bir meraktır sardı. Neden
acaba? 307’in sırrı neydi?
Numaralandırmaya devam edildi. 308 Hasbi Karasakal,
309 Tunç Kaldırım, 310 Nuri Ünsal, 311 Ünsal Dipekçi,
312 Muhterem Aldırım, 313 Erkay Sakay, 314 Ferruh
Kaplan.
“Beton Kemal”, tekrar durdu ve 314 Ferruh’un gözlerinin
içine baktı. Ramazan astsubaya dönerek yarı ciddi yara
şakaya benzeyen bir espiri yaptı:
“İnşallah, buda evvelki 314’e benzemez!”
Al sana başka bir sır daha! Evvelki 314’den kasıt mezun
olan 1983 devresindeki 314 olmalıydı.

56
Faruk Arslan

Numaralandırma bitene kadar devam etti: 315 Umut


Almaz; 316 Osman Kanlı; 317 Gazanfer Orhun; 318
Halim Soğan; 319 Yılmaz Bakırcı; 320 Akif Düzgün;
321 Hakkı İnanç; 322 Mülayim Bolu; 323 Marif
Ormansever; 324 Hadi Dimek; 325 Erdi Kahin; 326 Şerif
Yılmaz; 327Aydoğan Korkmaz; 328 Lokma Erdoğan;
329 Levi Evim; 330 Ferdi Özlüoğlu; 331 Hayri
Berkmen.

İlk 30 kişi tamamlanmıştı ki, “Beton Kemal”in sesi tekrar


duyuldu:
“Bunlar A sınıfı olsun. Uzunlar. Kalan 30 kişi B sınıfı.
Kısalar.”
B sınıfının numaralandırılması da oracıkta bitirildi: 332
İlkay Önalan; 333 İhsan Tülün; 334 Garip Dehliz; 335
Sami Kardemir; 336 Fikri Osmanoğlu; 337 Ünlü Birgül;
338 Ahi Kisar; 339 Mehmet Silifke; 340 Halim Beniz;
341 Mahmur Usludoğan; 342 Muhlis Süngör; 343
Aykoca Bağır; 344 Tayyip Katmaca; 345 Tayyar Boğan;
346 Turhan Halıosmanoğlu; 347 Ömer Fatih Boydan;
348 Muhsin Fellim; 349 Hasbi Meskin; 350 Turgay
Talihçi; 351 Erkam Kelaslan; 352 Osman Kürdi Keşikçi;
353 Taylan Mülayimoğlu; 354 İdil Alınç; 355 Vahdi
Kuru; 356 Kemal Boracıoğlu; 357 Bülbül Karçelik; 358
Barış Aslanbaş; 359 Sadi Demir; 360 İsmet Kahiner; 501
Çelik Ocak.

“Beton Kemal”, emir komutunu bu sefer tersten verdi:


“Geriye Dön. Sıra Kapan”
Hiç beklemeden ne yapılacağını özetledi:
“Şimdi Ankara’nın Abidinpaşa semtinde bulunan askeri
dikim evine gideceğiz. Dahili ve harici olarak giyeceğiniz

57
Faruk Arslan

askeri elbiseler, kışlık ve yazlıklar, iç çamaşırlarınıza


kadar size sayı ile teslim edilecek. Haydi, koşar adım
otobüse marş marş…”
Dikimevi’nde herkes vücud yapısına göre askeri
elbiselerine kavuştu. Göz kararı ile karar veren uzman bir
sivil memur, hangi numaralı elbise ve şapkanın hangi
öğrenciye uyacağını kestiriyordu. Yüzde 90 tahmini
tutuyordu. A’dan Z’ye diş macunundan kışlık ve yazlık
ayakkabıya kadar her türlü ihtiyaçları ile donatılmışlardı.
Şapka numarası konusunda Ferruh sıkıntı çekiyordu.
Kendisine uyan harici elbise şapkasını bulamamıştı.
“Beton Kemal” duruma müdahale etti:
“Oğlum, senin kafan sivri. En büyük numarayı alacaksın,
yani 58.”
İç çamaşır ve külotların teslim alımında sağlam bir patırtı
koptu. Dizlerin altına kadar inen uzun mu uzun albay
donlarını gören kahkahayı kopartıyordu. Her öğrenciye 8
adet albay donu verildi. Ancak kimsenin bu donları
kullanmaya niyeti yoktu. Herkes aynı fikirdeydi. Bunu ilk
dile getiren 304 Murat oldu:
“Albay donuymuş, isterse general donu olsun giymem
arkadaş. Soytarı mıyız biz?”
Olay mahaline intikal eden “Beton Kemal”in ilk Osmanlı
tokadı Murat’ın sol yanağında şakladı. İki seksen sırtı
üstü yere kapaklanan zavallı Murat, ayağa kalkamadı.
Gülüşmeler bir anda sonlandı, devre ciddiyete büründü.
Buz gibi havada “Beton Kemal”in soğuk sesi duyuldu:
“Soytarılar sizi!. Size ne veriliyorsa giyeceksiniz. Her gün
don kontrolü yapacağım. Hele bir giymeyen olursa…”
Bu kısa tehdit devrenin sütliman olmasına yetmişti. Artık
kimse espiri yapmıyor, sessizce ne verilirse onu alıp

58
Faruk Arslan

susuyordu. Üç saat süresince kendilerine verilen askeri


valizi ağzına kadar doldurmuşlardı.
Okula dönüşte de kimse ağzını açmadı. Konuşup iki çift
laf ederlerse başlarına ne geleceği belli olmazdı.
Korkmuş, tırsmışlardı. En önde bir karış suratla heykel
gibi donuk oturan “Beton Kemal”, kendisine takılan
lakabı sonuna kadar hak ediyordu. Simasında hiç bir
mimik, küçücük bir insani haraket, duygularını yansıtan
bir işaret yoktu. Şakası hiç yoktu.
Yemekhanede yenen öğle yemeği bitmeye yakın ‘Dikkat’
sesi duyuldu. Tüm öğrenciler ayağa kalktı. “Beton
Kemal” içeri girmişti. Nöbetçi astsubay “Horoz Nuri”,
yemek duasını yaptırdı:
“Tanrımıza Hamd Olsun”
Tüm öğrenciler gür sesle tekrarladı.
“Milletimiz Var Olsun”
Yemekhane tekrar çınladı. “Beton Kemal” tok sesiyle
onayladı:
“Afiyet Olsun!”
‘Sağol’
Bu yemek duasını bundan sonra her yemekten sonra
yapılacağını yeni öğreniyorlardı. Onlar Dikimevinde
vakit geçirirken okulun diğer öğrencileri de gelmeye
başlamıştı. Bu nedenle yemekhanenin yarısı dolmuştu.
Saat akşam 7.00’ye kadar geri kalanıda yaz tatili izni
bitimi nedeniyle teslim olacaktı. 2. ve 3. sınıfları ilk defa
görüyorlardı. Sınıf okulu denen tek pırpırlı astsubay
öğrencileri 4. sınıftı. Oldukca fiyakalıydılar. Bir yıl sonra
mezun olacaklardı.
Okulun toplam öğrenci sayısı 323 idi. 2. sınıflar 80
kişiydi. Üçüncü sınıflar 90, son sınıflar ise 97 kişiydi. 60
kişi olan 1. sınıflar en altta astlardı. Bunun ne demek

59
Faruk Arslan

olduğunu akşamleyin 8.00’de etüd saati sırasında 2.


sınıflardan Hüsnü ve Necati isimli iki öğrenci içeri
girince anladılar.
Hüsnü, kendisini hemen tanıttı:
“Benim adım “Psikopat Hüsnü”. Bu lakaba neden layık
görüldüğümü kısaca anlatayım. Astların üstlere
saygısızlığını asla affetmem. Çarparım. İlk kural: Sizden
üst bir sınıfın yanından geçerken esas duruşta olacaksınız
ve önce siz selam vereceksiniz. 6 metre önceden hazırlığa
başlıyacaksınız. Şapkanız kafanızda ise şapkayla, yoksa
başınızla. Zaten dışarıda şapkasız dolaşını çarparım.
Selam vermeyen, geç veren veya laubali davrananın
ifadesini hemen alırım.”
İlk kuralın dehşetini henüz hazmedememiş iken “Psikopat
Hüsnü”, son gazla devam etti.
“İkinci kural: İki yakanızı birleştiren kopçalarınız her
zaman ilikli olacak. Ayakkabılarınız boyalı ve parlak
olacak. Her gün tıraş olacaksınız, her akşam dişlerinizi
fırçalayıpta yatacaksınız. Saçı ve tıraşı uzun bir öğrenci
görürsem, anında çarparım. Dişini fırçalamayının dişlerini
dökerim.”
Sert ve dik bakışlı Necati söze karışarak, hem kim
olduğunu söyledi, hemde karın ağrılarını:
“Benim adım “Çatlak Necati”. Neden mi çatlağım?
Çünkü kurallara uymayının başında ‘çat; diye biterim.
Kafasını çatlatırım, patlatırım. 2. sınıflara komutanım
diyeceksiniz. Abi mabi laflarıyla yılışanları hiç sevmem.
Çarparım. Üst sınıfların koğuşuna, sınıfına, yanına
yaklaşmayacaksınız.”
“Psikopat Hüsnü”, sözü gediğine koyarak son sözü
söyledi:

60
Faruk Arslan

“Askerlikte mantık yoktur. Üst her zaman haklıdır.


Haksız olduğu zamanda haklıdır. Siz astsınız ve üstleriniz
ne diyorsa onu yapacaksınız. Eğer içinizden biriniz bizi
sınıf subayınıza veya herhangi bir komutana şikayet
ederse, bu okulu bitiremez. Çünkü her gün atacağım
dayaklara dayanamaz. Sizin bu okulda ilk saygı
göstereceğiniz üsttünüz, 2. sınıfdaki komutanlarınızdır.”

Üstün her zaman haklı olduğunu derilerine, belleklerine


kazıdılar. Aksi halde şiddet usülleriyle kafalarını kırarak
kazıyacaklardı. Şaka yapmadıkları açıktı. Dayanılmaz
astlık başlamıştı…

61
Faruk Arslan

Beşinci Bölüm

307’in Sırrı
Çevrilmiş bir binanın içerisinde, askerî eğitimin getirdiği
çok alışık olmadığı emirler, tahkirler, şunu yap, bunu
yapmalar, ana kuzusu delikanlılar için cehennem azabına
dönüşüyordu. Annelerin merhametli elllerinde, ‘el bebek,
gül bebek’ büyütülmüşlerdi. Pek çoğuna babaları bile bir
fiske vurmamış, sert bir emirle zorla bir iş yaptırmamıştı.
Ferruh ve 1. sınıf öğrencilerinin yarısından çoğu daha ilk
üç gün içinde canlarından bezmişti.
Ruhlarına ağır gelen halleri saymakla tükenmezdi. Kimse
görmesin diye saklanacak kuytu bir köşe, bir delik,
sığınacak bir kapı aranıyordu. Ama dört duvar açık hava
hapishanesi gibi duran minnacık bu okul sınırları içinde
sanki 24 saat gözetleniyorlardı.
2. sınıflar, başlarında cehennem zebanileri gibi her yerde
bitiveriyordu. Onlara çarpılma endişesiyle sınıfta ise
sınıfta, koğuşta ise koğuşta kalıyor, dışarıda gezmekten
ödleri patlıyordu. En korkunç korku filmi bile daha az
ürkütücüydü. Sınıftan veya koğuştan adımlarını dışarı
attıklarında kendilerini dövmek için bahane arayan
psikopat 2. sınıflar köşede saklanmış bekliyordu. ‘Selamı
düzgün vermedin’, ‘az saygı gösterdin’, ‘bana yan baktın’
gibi gerekçelerle bir köşeye çekip abanıyorlardı.
Her akşam etüdlerden önce ve yatmadan önce en az 10
adet 1. sınıf öğrencisinin dayakla cezalandırılması mutat
uygulamaydı. Okul, bir kabusa dönüşmüş, tam bir girdap
haline gelmişti.

62
Faruk Arslan

Ferruh, bu durumda tutunacak bir dal arar hale geldi. 5


gün sonra baktı ki o yalnızlığın ortasında tutunacak tek
bir dal var, o da Rabbine yönelmek.
Devre arkadaşlarından da yanında can yoldaşı olan birisi
yoktu. Her gece bir ‘yat vakti’ vardı. Saat 9.00
olduğunda hepsi tavuk gibi yatağa giriyorlardı. Nöbetçi
subay dolaşır ve herkesin yattığından emin olur ve
odasına çekilirdi. Işıklar söndürülür, herkes uykuya
geçerdi. On beş günde bir değişen çarşaflar ve battaniye
nevresimlerini nasıl takacaklarını komşu koğuştan 3. sınıf
abileri uygulamalı hemde dayaksız öğretmişti.
Ferruh, okuldaki 5. gün yatma vaktinden önce abdestini
aldı ve yatağında yatar vaziyette beklemeye başladı.
Ondan sonra nöbetçi subay gidince, kalktı ve yatağın
örtüsünü/pikeyi serip o günkü namazlarının tamamını,
yattığı koğuşun bir kenarında kaza namazı olarak kıldı.
Öyle müthiş bir rahatlık yaşadı ki, anlatılamazdı.
Namaz, onun için bir çıkış yolu olmuş oldu ve kendi
kendine asker ve şeref sözü verdi:
“Ben akşamları bu şekilde namazlarımı ne olursa olsun
kılacağım.”
Bu şekilde namazlarını kılmaya başladı. Ailesinden ne bir
telefon nede bir mektup gelmişti. Zaten aileleriyle
görüşme izni sınırlıydı. Telefon yazdıracaksın, sıra
bekleyeceksin...
Ama öyle bir Zat var ki, ne zaman seccadeyi serseniz
huzuruna ulaşmanız mümkündü. Bu çok büyük bir
rahatlık verdi Ferruh’a. O ruh hali muhteşemdi...
Ferruh’u gören üç kişi daha kendi kendine,‘namaz kılmak
galiba yasak değil’ düşüncesiyle namaza başlamıştı. Bu
şekilde koğuşta veya koridorda namaz kılma devam

63
Faruk Arslan

ederken, koğuştan bir kaç arkadaşı daha onları görmüştü.


312 Muhterem:
“Sen namaz mı kılıyorsun?” diye sordu. Ferruh biraz
endişe ile:
“Hayrola, niçin soruyorsun?”
Muhterem Uşaklıydı. Anadolu çocuğuydu, öğrenciler
arasındaki meşhur ifadeyle ‘köyden yarın’ gelmişti.
Heyecanla bir çırpıda kalbini, ruhunu döktü:
“Ben de kılmak istiyorum, sen nasıl yapıyorsan, bana da
söyle”
Ferruh durumu anlattı. 312 Muhterem, o gün o dakika
namaza başladı.
Bir tarafta aileden ayrılık, bir tarafta yabancı insanlarla
bir arada olmak zordu. Her öğrencinin ruh hali aynı
değildi. Eskişehir’den beraber geldiği Sivrihisar’ın
köyünden 331 Hayri’nin, Van’dan köyünden çıkmış
gelmiş Marif’in, Sivas’ın Gürünlüsü Barış’ın havası
bambaşkaydı. Bir an önce Ankaralılara benzemek ve
Batılı değerlere sadık, çakı gibi laik asker olmak
hedefleriydi. Dinden, kültürden, geleneksel değerlerden
uzaklaşarak gerici olarak algıladığı zihniyeti silmek
istiyordu devrenin çoğunluğu. Ayrışma süreci başlamıştı.
Daha ilk günlerde onlara benzediler. Ferruh’ın yolları
daha ilk günlerde Eskişehirli hemşerisiyle ayrıldı.
Neticede böyle bir ortamda kendini yabancı hissetme,
kendini oraya uygun bulamama hali yaşanıyordu.
Gurbette olma hali Urfa biberinden daha acıydı...
O yalnızlık içerisinde bir çıkış yolu pek çok Anadolu
çocuğu tarafından aranıyordu. İki yol vardı: Ya batılın
yolu veya hakkın yolu.
Ortada kalanı kurtlar, çakallar ham eder, yerdi. Bir kaç
saftorik dışında zaten ortada kimse kalmıyordu. Yol

64
Faruk Arslan

ayrımı keskindi, daha ilk haftada başlıyor, herkes safını


seçiyordu.
Hakkın yolcularını namazı kılma noktasına getiren bir
sorgulama, kulluk arayışına geçilmişti. Onun getirdiği bir
suçluluk hali de vardı. Namazı kılamama Ferruh ve
Muhterem’de ciddî sıkıntıya sebep oluyordu. Zaman
içerisinde üst sınıflarda diğer koğuşlarda bazı
öğrencilerinde bir şekilde namaz kılmaya çalıştıklarını
öğrenmişlerdi. Ferruh ve Muhterem yalnız olmadıklarına
sevindiler. Kısa sürede devrelerinden 356 Kemal ve 329
Levi’de namaz kılanlar kafilesine katıldı. Meğer ikiside
ortaokulda iken beş vakit namaz kılıyordu. İlk günlerde
habire artan yasaklardan tırsmıştılar. Ferruh ve
Muhterem’den cesaret alarak kafiliye katıldılar.
“Psikopat Hüsnü” ve “Çatlak Necati”, her ne kadar içki,
sigara, uyuşturucu, kumar, karı kız düşkünlüğü dahil
bilumum günahları irtikap etselerde namaz kılanlara saygı
duyuyorlardı. Ferruh ve Muhterem, 1. sınıflarda
Hüsnü’den tek dayak yemeyen öğrencilerdi. Namaz, bu
psikopatlardan tek kaçış yoluydu. Galiba şöyle
düşünüyorlardı:
“Namaz kılana dokunmayayım, yukarıdan çarpılırım”
Okula geldiklerinin beşinci günü, onları bir sürpriz
bekliyordu. Beton Kemal, dahili değil harici elbiselerini
giymelerini talep etmişti. Saat 8.30’da dahili üniformaları
ile çıktıkları içtima alanından merasim erken bitmişti. Bir
saat içinde içtima meydanında tekrar toplanacaklardı.
Neler oluyordu? Kimse konuşmuyordu. Otobüse binerek
GATA’ya yola düştülar. Zaten hemen yanıbaşlarındaydı.
10 dakika içinde GATA’nın tören meydanına
ulaşmışlardı. GATA içindeki Tıp fakültesinde okuyan
Harbiyeliler, Hemşire Yüksek Okulu’nda okuyanlar

65
Faruk Arslan

kızlar ve Hemşire kolejinde tahsil alan askeri hemşire


adaylarıda aynı alana toplanmıştı. Her taraf bayraklarla
doınatılmıştı. Bayram mı vardı, yoksa yas mı belli
değildi.
GATA komutanı Tüm general Necati Kölan, kırmızı
halıların üzerinde yürüyerek kürsüye geldi. 1971’den beri
1. Cerrahi’nin Klinik direktörü, 1978’den beri ise hem
Tıp Fakültesinin Dekanı hemde tümgeneral rütbesiyle
GATA komutanıydı. Duygu dolu bir konuşma yaparken,
dört askeri jandarmanın taşıdığı ay yıldız bayrak sarılı
tabut tören alanına getirildi.
Bu bir şehit cenazesi olmalıydı. Genç bir astsubayın
cenazesi. Sınıf okulundan bir öğrenci elinde
çerçevelenmiş bir resim tutuyordu. Resmin altında ne
yazdığını cenaze yanlarından geçerken Ferruh okuyabildi:
‘307 Hasan Kara. 1983 Mezunu Sağlık Astsubayı’
İki pırpırlı şehit Hasan Astsubay Çavuş, henüz mezun
olalı bir hafta geçmiş iken, cenazesi GATA’ya
getirilmişti. İlk görev yeri olan Diyarbakır’a otobüsle
giderken, yolcular şehir girişine indirilmişti. Eli silahlı bir
grup asker tıraşından tanıdığı Hasan Kara’yı bir kenara
ayırmıştı. Yolcuların gözü önünde kurşuna dizilen
Hasan’ın vücudunda tam 32 kurşun sayılmıştı.
Hasan’ın niçin öldürüldüğünü o gün kimse anlayamadı.
“Kürt” kelimesini hayatlarında hiç duymamışlardı.
Dolayısıyla “Kürt ayrılıkcı” ifadesi sakıncalı olurdu,
“Kürt kökenli terörist” tanımından ziyade “eşkiya” tarifi
daha az baş ağrıtıcıydı. Nitekim GATA Komutanı Kölan,
konuşmasında, “bir kaç çapulcu eşkiya” ifadesini
kullanmıştı. Peki neden sorusuna cevap vermemişti.
Körpecik Hasan’a sıkılan kurşun, bir intikam, bir nefret
işareti miydi?

66
Faruk Arslan

“Beton Kemal”in gözlerinden iki damla gözyaşı


düştüğünü Ferruh gözlemlemişti. 307 Hasan Kara’ya dört
sene boyunca amirlik yapmıştı. Henüz kıta hayatına
başlamadan, askerlik vazifesinin ilk gününde kahpece
katledilmesi, ona çok dokunmuştu. Cenazenin getirilmesi
ve kaldırılması arasında üç gün geçmişti. İşte tam bu
sırada onlara yaka numaraları verilmişti.
Hasan, henüz adı duyurulmamış PKK terörünün adı
medyaya duyurulmamış belkide ilk şehidiydi. Resmi
makamlar, 1984 Eruh baskınına kadar PKK’lı teröristlerin
şehit ettiği askerleri basından gizleme yolunu tercih
etmişti. Askeri mantığa göre yok sayınca sorunda yok
oluyordu.
Ülkede Kürt olduğu kabul edilmediği gibi etnik ayrımcı
terör faaliyetlerine başlamış PKK’da görülmez
geliniyordu. 307 Hasan Kara’nın sırrı anlaşılmıştı. O,
PKK terörüne kurban verilen ilk masumlardandı. 1983
devresinde onun numarasını boş bırakan “Beton Kemal”,
sessizce şehidini anıyordu.

67
Faruk Arslan

Altıncı Bölüm

Tommiks Nuri!
“Beton Kemal”, 307 Hasan Kara’nın daha mesaisine
başlamadan şehit edilmesinde kendisininde kusuru
olduğunu düşünmüyor değildi. Sağlıkcı olacak diye bu
astsubay adaylarını ciddi bir askeri eğitimden
geçirmiyorlar, silah kullanmayı sınırlı öğretiyorlardı.
Oysa karacılar hastane veya revirde görevlendirilmiyordu,
kıtada diğer astsubaylar gibi asker eğitimi ile meşgul
oluyorlardı. Dağda terörist avına gönderildiklerini yeni
yeni duyuyordu. Topu topu hayatında sadece yaz
kamplarında iki defa ellerine silah almışlardı. Birinci
Dünya Savaşı’ndan kalmış M1 denilen Kırıkkale
silahlarıyla üçer kurşun kullanmalarına izin verilmişti, o
kadar… “Beton Kemal”, bu sefer askeri eğitimi sıkı
tutmaya karar vermişti. Yanaşık düzen eğitimini veren
Ramazan astsubaydan kısa sürede uygun ve tören
adımında yürümeyi, düzgün selam vermeyi, oturmayı,
kalkmayı, dönmeyi yeni asker adaylarına öğretmişti. Beş
gün sabahtan akşama kadar süren eğitim süreci
sonucunda çakı gibi asker olmuşlardı. Günde beş defa
içtima yapılmasından ve her defasında sayılmaktan artık
gına gelmişti. Her akşam İstiklal Marşı okunarak gün
sona eriyordu. Dahili elbiselerle yapılan eğitimde silah
kullanmak hariç yanaşık düzenin her ince noktasını
bellemişlerdi. Her sabah ve akşam içtimasından sonra
tören yürüyüşü yaparak “Beton Kemal”in önünden
geçiyorlardı. Ciddiyetle selam duran “Beton Kemal”,
tören yürüyüşünde bacaklarını sıkı çekmeyenlere
bağırıyordu:

68
Faruk Arslan

“Kız gibi yürüme. Çek bacaklarını çek”

Kurban bayramı izni gelip çatmıştı. İlk defa harici


elbiselerini giyeceklerdi.1.sınıf olduklarını belirten tek
şerid pırpırı becerenler kendi dikiyor, beceremeyenler
terziye götürüyordu. Haftada bir gün çamaşır ve terziye
iç ve dış çamaşır verme hakları vardı. Çamaşırlar
karışmasın diye her birine numara ve isimlerini yazmışlar
veya iğne iplikle işlemişlerdi. Yine de her seferinde
birilerinin mutlaka bir şeyleri kaybolurdu. Çamaşırhaneye
verdiğiniz çamaşırları temiz ve tam olarak geri almak bir
mucize sayılırdı. Çamaşırları daha kirli, eksik ve yün iç
fanilayı küçülmüş olarak geri almak gayet normaldi.
Büyük gün gelmişti. İzin günü izkarpinleri boyadılar, tıraş
oldular, kravatlar bağlandı. Ellerine deri eldiveni aldılar.
Bu saçma bir zorunluluktu. Sabahın 9.00’unda içtima
meydanını tüm okul tam kadro doldurdu. Sınıf
astsubayları ‘sıra açıl’ komutuyla öğrencileri yokluyordu.
Sıra Ferruh’a geldiğinde az kalsın heyecandan kalbi
duracaktı. Ramazan astsubay, hiç acımadı:

“Oğlum, bıyıkların terlemiş. Seni bu halde izne


çıkartamam. Git koğuşa hemen, kes gel”

Kulaklarına inanamıyordu. Aynada o kadar bakmıştı, zor


zahmet bıyıklarını görebiliyordu. Eğer uzun olsaydı bu
güne kadar 2. sınıflar kesin kestirir, bir tonda dayak
atardı. Çaresiz koğuşun yolunu tuttu. Kafasını umutsuzca
salladı, kara kara düşünüyordu: “Emir demiri keser,
anladık bunu! Nerede mantık var bu askerlikte zaten. Bu
yaşta bıyık kesersem, yarın hergün sakal tıraşı keser
olurum ki, işte alimallah o zaman yandım valla!” Bir

69
Faruk Arslan

koşuda gitti geldi. Permatik’in bıyıklara keskin ve sert


vuruşuna aldırmadı. İlk defa tıraş yapıyordu, acemiydi,
dudak ucu hafif kanadı. “Beton Kemal” gelmeden içtima
meydanında yerini aldı. “Beton Kemal”, tekmili aldıktan
sonra, ‘sıra açıl’ komutuyla bir kontrolde o yaptı. Boyalı
olan ayakkabılar güneşte ışıldıyordu, parlaklıkları göz
kamaştırıyordu. Ferruh’un sağ yanında duran Nuri’ye
gelince duraksadı. Ağzından dökülen iki sözcük, bir
lakabı daha doğruyordu:

“Sen Tommiks misin?”

Nuri utancından kızarmıştı. Sıfır tıraştan sonra geçen bir


haftada çıkan saçlarını alnının tam ortasında ikiye
bölmüş, sağlı sollu iki kenara inek yalamış gibi yatırmıştı.
Tay yayınevlerinin ünlü çizgi romanın kahramanı yüzbaşı
Tommiks’te aynen saçlarını böyle ayırıyordu. Tüm devre
gülmemek için dişleriyle dudaklarını ısırıyordu. Gülmek
demek ceza demekti. Ceza demek memleket iznini okulda
tek başına geçirmek anlamına geliyordu. Nuri, ne
diyeceğini bilemedi. “Beton Kemal” daha fazla
üstelemedi ama Nuri’nin adı değişmişti. Bundan sonra
onu yakın arkadaşları “Tommiks: diye anacaktı. Ona
kızanlar ise “Topmiks” diye çağıracaktı. Peki “Beton
Kemal”, Tommiks’i nereden biliyordu? Demek ki Teksas
ve Tommiks türevi çizgi romanlarının hastasıydı. Bu
romanları okuyan gençlik, aşırı duygusal ve romantik
olurdu. Espiri anlayışları gelişirdi. “Beton Kemal” neden
çok ciddiydi? Bilmedikleri acaba ne sırları vardı!. Galiba
tanıştıkları ilk haftada ilk defa espiri yapıyordu ama bunu
dahi ciddiye almışlardı. İlk izne çıkış, arkasında gizemli
bir sır ve ömür boyu kalacak bir lakap bırakmıştı.

70
Faruk Arslan

Yedinci Bölüm

Asker çocuğu olmak


Ferruh, asker çocuğu olmasının askeri okulda kendisine
avantaj sağlayacağını sanmıştı. Fena yanılmıştı.
Memleketin hasına ve tek birine sahip olmak esastı.
Memleketin bu kadar önemli olduğunu, hemşericiliğin
tavan yaptığını acı tecrübelerle öğrenmişti. Memleket
bunalımına girmişti. ‘Nereliyim ben’ diye şakaklarını
zorladı. Bulamadı. Babası gibi Çorumlu muydu, yoksa
annesi gibi Amasyalı mı? Üç kardeşte farklı kentlerde
doğmuşlardı. Ailedeki tüm bireylerin doğum yeri
farklıydı. Ankara’dan Eskişehir’e 302 model eski bir
otobüsle gelirken heyecanlıydı. Askeri üniforma ile
arkadaşlarına hava atacaktı. Oysa arkadaşlarının hepsi
asker çocuğuydu. Ömürleri askeri lojman, askeri üs,
orduevi, askeri sinemada geçiren, hep askeri berbere tıraş
olan asker çocukları…

Asker çocuğu ne demekti! Memleketinin olmaması


demekti. Nüfus cüzdanında yazılı kütük memleket
miydi? Baba veya annenin memleketiydi orası. Doğum
yeri memur çocuğu için hiçbir şey ifade etmezdi. O
şehirden geçerken annesi evladına, "Bak yavrum sen şu
hastanede doğdun" derdi, o kadar. Ferruh, aslında
doğduğundan beri asker olduğunu yeni yeni farkediyordu.
Asker çocuğu olmak, ailedeki herkesin asker gibi
yaşaması demekti. Zira sizin yapacağınız bir hata "X
şunu yapmış" şeklinde değil "Y komutanın çocuğu şunu
yapmış" şeklinde konuşulacaktı.

71
Faruk Arslan

Babasının her gittiği şehirde bir önceki şehirle


anılmışlardı. Ankara’da iken “Çorumlu çocuk”,
Malatya’da iken “Ankaralı çocuk”, şimdide “Eskişehirli
çocuk”tu. Okul değiştirme rekorları kırmıştı. Liseye
gidene kadar 8 yıllık eğitim sürecinde 7 ayrı okulda
okumuştu. Okulun ilk günlerinden hep nefret etmişti
Herkes birbirini tanır iken, ‘asker çocuğu benim gibi yeni
biri var mı?’ diye bakınıp ilk irtibatı onla kurmaya
çabalardı. Muhtemelen ismi sınıf listesine yazılmamış
olurdu. En alta kalemle eklerdi. İlk bir hafta böyle misafir
sanatçı gibi okula gidip gelirdi… Babanız emekli olana
kadar evinizin size ait olmaması, oturacağınız evi
seçememeniz, poster yapıştırırken bile "Demirbaşa zarar
vermeyelim" kaygısı taşımak demekti asker çocuğu
olmak. Yaşıtlarınız gününü gün ederken, sizin babanızla
Doğu’da şark hizmeti yapmaktı. Vatan sevgisini
kitaplardan okuyarak değil, bizzat yaşayarak öğrenmekti.
Tüm bunlara rağmen dışarıdan bakan gözler, sizin sadece
bedava kamplarda nasıl eğlendiğinizi görürdü. Ordu
evlerinde nasıl ucuza kola içtiğinizi sorgulardı.
Lojmanların devlete yük olduğundan dem vururdu.
Askeri araçlardan bedava istifade ettiğinizi diline
pelesenk ederdi. Babanız maaşının ne kadar yüksek
olduğunun dedikodusunu yapardı. Askerlik zamanınız
geldiğinde babanızın size torpil yapacağını konuşurlardı.
Oysa geçici erlik değil ömürboyu askerlik hizmeti için ter
dökerlerdi. Askerliği hiç bitmezdi asker çocuğunun.
Her şeye rağmen asker çocuğu, babasının mesleğiyle
gurur duyardı. Mesai aracı lojmana girdiğinde, tek tip
elbiseli insanlar arasından babanızı bulup, koşarak
boynuna sarılmak isterdiniz. Ferruh, babasının kendisi
üzerinde ne kadar emek sarf ettiğini daha yeni anlamıştı.

72
Faruk Arslan

Namaz kılmayı bıraktığı için babası çok üzülürdü. Şimdi


namaza yeniden hemde askeri okulda başladığını duyunca
kimbilir ne kadar sevinecekti… Tam tersi oldu. Hem
babası hem de çevredekiler:

“Orada namaz kılma, namaz kıldığın tesbit edilirse


okuldan atılırsın” diye telkinlerde bulundular Ferruh’a.
Hatta bazı dine uzak yakın çevre akrabalar, namaza nasıl
başladığına pek anlam veremiyordu. Hocalardan, camiden
pek haz etmeyen komşuları Sedat yüzbaşı, babasını
uyarmıştı:

“Yahu, bu çocuk nereden dine meyletti. Bıraksın namazı,


niyazı. Bak sonra atarlar ha!”

Böylesine mantıksız bir mantık hayatında duymamıştı


Ferruh. Namaz kılıyor diye peygamber ocağından hiç
insan atılır mıydı? Hem de hırsızları, soysuzları,
hortumcuları, homosekseülleri duruyor iken… Babasının
kulağına Sedat yüzbaşı karpuz kabuğu kaçırmıştı. Oysa
Sedat yüzbaşıda lojmanda asker çocukları grubuyla
birlikte Ramazanlarda bazen teravihe giderdi. O dönemde
14 yaşının getirdiği bir sorgulama süreci vardı. Çevrede
ölenlerin nereye gittiğini merak ediyordu Ferruh. Herkes
bir şeyler söylüyordu... 12 Eylül öncesi sivil savaş
yaşandığı ve binlerce”gencin yok yere birbirini öldürdüğü
evlerinde sık sık konuşulurdu. Ancak asla askerler ve
asker çocukları, 12 Eylül’e ve mimarlarına toz
kondurmuyordu. Oysa ekonomi’den medyaya, sivilden
akademik hayata kadar, toplum 12 Eylül postal darbesiyle
yaralanmıştı.

73
Faruk Arslan

Ferruh, bir gün Teksas Tommik çizgi romanlarının


satıldığı ikinci el dükkanda Dev Sol’a ait bir broşür ve
Türk Solu dergisi buldu. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Elleri
ile gözlerini oğuşturdu, inanamadı. Uzayda yaşadığını
sandı bir an. Neler olmuştu ülkede neler…

Bilanço ağırdı: TBMM kapatıldı, Anayasa ortadan


kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve
mallarına el konuldu. 650 bin kişi gözaltına alındı.1
milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230
bin kişi yargılandı.71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163.
maddelerinden yargılandı.98 bin 404 kişi “örgüt üyesi
olmak” suçundan yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası
istendi.517 kişiye idam cezası verildi.Haklarında idam
cezası verilenlerden 50’si asıldı. 18’i sol görüşlü, 8’i sağ
görüşlü, 23’i adli suçluydı, 1’i Asala militanıydı.İdamları
istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
Cezaevlerinde 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.171
kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi.Cezaevlerinde
toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.14 kişi açlık grevinde
öldü.16 kişi “kaçarken” vuruldu.95 kişi “çatışmada”
öldü.73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi.Gözaltında ve
cezaelerinde 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi. 388 bin
kişiye pasaport verilmedi.30 bin kişi “sakıncalı” olduğu
için işten atıldı.14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.30 bin
kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti. 937 film
“sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı.23 bin 677
derneğin faaliyeti durduruldu.3 bin 854 öğretmen,
üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin
işine son verildi.

74
Faruk Arslan

400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası


istendi.Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası
verildi.31 gazeteci cezaevine girdi.300 gazeteci saldırıya
uğradı.3 gazeteci silahla öldürüldü.Gazeteler 300 gün
yayın yapamadı.13 büyük gazete için 303 dava açıldı.39
ton gazete ve dergi imha edildi.

12 Eylül’e laf söyletmeyenlerden biride Ferruh’un babası


Orhan astsubaydı. Kenan Evren’ı can siparane savunur,
“ülkeyi terörden kurtardı” der dururdu. Din bilinmeyen
mefhumdu. 68 kuşağı dinsizlik girdabında anarşist olmuş,
hıncını devletten, kendi insanından almıştı. Bu derdi
gören Kenan Evren, din derslerini mekteplerde zorunlu
kılarak dinden bir neslin daha uzak yetişmesini
engellemek istemişti. Komünizmin ilacı din olabilirdi.
Ara sıra gaflar yapsada Evren, inançsız değildi. Orhan
astsubay, 15 yıldır sıkı bir Necmeddin Erbakan
hastasıydı, ateşli bir Milli Selamet Partisi hayranıydı.
Babasını ne olmuşsa Turgut Özal’ı sever hale gelmişti.
Elinde dolmakalemle halk adamı gibi konuşan bu tombul
adam çok sempatikti. Lakabı “Tonton” idi.

Darbeden sonra ülkede yapılacak ilk demokratik seçimin


atmosferi her yanı sarmıştı. 22 Ekim 1983’de MDP Lideri
Turgut Sunalp, ANAP Lideri Turgut Özal ve HP Lideri
Necdet Calp TRT'de açık oturuma katıldılar. Özal hepsini
mars etti. 24 Ekim’de Diyarbakır eski Belediye
Başkanlarından Mehdi Zana 24 yıl hapis cezasına
çarptırıldı. Günaydın ve Tan Gazeteleri kapatıldı. Kenan
Evren’in ekranlara çıkarak asker kökenli paşa Necdet
Calp’tan yana görüş bildirmesi, askere kızgın olan halkın
teveccühünü daha fazla Özal’a yöneltmişti. Genel

75
Faruk Arslan

seçimler,6 Kasım’da yapıldı. MGK'nın seçimlere


katılmasına izin verdiği 3 partiden ANAP birinci parti,
HP ikinci, MDP ise üçüncü parti oldu. Halk, Evren’in
şahsında darbe yapan orduyu cezalandırdı. Seçimden
hemen sonra Tan ve Günaydan Gazetelerinin yayınına
izin verildi. 24 Kasım’da üç yıl aradan sonra TBBM
açıldı. Başbakan Bülend Ulusu istifa etti. Cumhurbaşkanı
Kenan Evren, Hükümeti kurma görevini ANAP Genel
Başkanı Turgut Özal'a verdi. 2 Aralık’da
Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ndeki yerini almak için,
Genelkurmay Başkanı Org. Nurettin Ersin görevinden
istifa etti. Org. Necdet Üruğ Genelkurmay Başkanı, Org.
Haydar Saltuk Kara Kuvvetleri, Org. Halil Sözer Hava
Kuvvetleri Komutanı oldular. 4 Aralık’ta ANAP'lı
Necmettin Karaduman, TBMM Başkanlığı'na seçildi. 6
Aralık’ta 3 yıldır görev yapan Milli Güvenlik Konseyi,
Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ne dönüştü. Aralık ayı, baş
döndürücü bir hızda politikanın seyrini değiştirmişti. 20
eski Bakan ve 80 eski parlamenter DYP'ye girdi. 12
Aralık’ta kapatılan Büyük Türkiye Partisi (BTP)'nin 18
kurucu üyesi DYP'ye girdi. 13 Aralık’ta Turgut Özal'ın
kurduğu Kabine, Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. 18
Aralık’ta Erdal İnönü, yeniden SODEP Genel
Başkanlığı'na seçildi. Artık kimlerin politika yapabileceği
hem askerler hemde halk tarafından onaylanmıştı.Tüm bu
hengamede 21 Aralık’ta Ankara'da bir arabaya
yerleştirilen bombanın patlaması sonucu 100'den fazla
binanın camları kırıldı. Olayı İslami Dava Örgütü
üstlendi. Yapılan operasyonlarda 9 kişi yakalandı. Ankara
ve İstanbul'da ele geçirilen militanların 'Hizbul Dava-i
İslami' örgütü üyesi oldukları ileri sürüldü. Bu “irtica”
adlı gulyabaninin hortlatıldığı ilk sahte operasyondu. 24

76
Faruk Arslan

Aralık’da Turgut Özal Hükümeti’nin TBMM'de


güvenoyu almasına gönderilmiş bir gözdağıydı.

Bu devrede askeri okulda hayat oldukca monoton ve


kendi olağan seyrinde tekdüze çizgide geçiyordu. Bütün
bunlar olurken, Ferruh kendini dini bir araştırmaya,
namaz kılmaya ve kulluk yapma sürecine yönlendirmişti.
Nihayetinde parti pırtı hepsi boştu. Ölüm her faniyi
yakalayacaktı. Neticede bu dini kabul ediyorsak,
gereklerini de yaşamamız gerektiği noktasında Ferruh,
içsel bir süreç yaşıyordu. Ortaokul 1. sınıfta başlayan bu
yolculukta nihayet askeri lisede beş vakit namaz kılar
hale gelmişti. Dört günlük tatilin ardından okula dönüşte
babası ondan namazını mezun olduktan sonra kılmasını
rica etti. Yalvardı sanki. Oysa daha geçen sene namaz
kılsın diye yalvarıyordu. İnatçıydı Ferruh. İnandığı
husustan asla geri dönmezdi. Kötü bir şey yapmıyordu ki,
sadece inandığı dinin olmazsa olmazıydı, namaz…

Önceki devrelerde namaz kılanlar yok denecek kadar


azdı. 3. Sınıflardan Kadir, Mikail, Ali ve Osman abileri,
2. Sınıflardan İlyas ve Cavit abileri dışında namaz kılan
neredeyse yoktu. Okulda o zamana kadar koğuşta namaz
kılma gibi bir uygulama olmamıştı. Zaten herkes
korkarak ve çekinerek geliyordu bu okula. Önemli bir
kısmı zaten bu meselelerle alâkası olmayan insanlardı,
öyle ailelerden gelmişlerdi. Bir gün namaz kılarken, İlyas
ve Kadir, 'nöbetçi subay'a yakalandı. Mehmet Tıbıkoğlu
adlı bodur boylu yüzbaşı kızarak kükredi:

"Siz namaz kılmak için kimden izin aldınız?"

77
Faruk Arslan

Sesleri çıkmıyordu. Hemen yaka numaraları alındı ve


savunmaları istendi. Gelen suç isnadı komikti:

“Sınıfta olmanız gereken saatde koğuşta ne


yapıyordunuz?”

Savunmada yazılan cevap soru kadar saçmaydı:

“Sıcak sular akmıyordu, nöbetçi askeri aramaya


gitmiştim”

Kimse ceza almadı. Galiba mantıksızlığa mantıksızca


yanıt verilirse sorun bazen çıkmıyordu. Genellikle
savunmalar ‘iş olsun’ diye alınır, mutlaka ceza verilirdi.
Bir gün alıkoyma, iki gün haftasonu izne çıkma yasağı
veya iki hafta katıksız izin iptali gibi formüller vardı.
Namaz kılmaktan ceza vermek istemeyen Yüzbaşı
Mehmet Tıbıkoğlu, anlaşılan hassas davranmıştı.

Bunun nedenini kendi kendilerine soruyorlardı.


Ankara’nın Keskin ilçesinden olan İlyas Aslan ve Bursalı
olan Kadir Bilir asker çocuklarıydılar. Mehmet Tıbıkoğlu,
asker çocuklarını çok severdi. Asker çocuğu olmak
nihayet işe yaramıştı...

78
Faruk Arslan

Sekizinci Bölüm

Eşekler Sınıfı ve Lakapları


1983 devresinin uzunlar A sınıfı, kısa sürede
yaramazlıkları ile ün yapmaya başladı. Türkiye’de o
yıllarda sinemalarda Hababam Sınıfı filmlerinin kasırgası
esiyordu. Roman olarak ilk defa 1950’de Dolmuş
dergisinde basılan eser, önce tiyatrolarda, 1970
sonlarından itibaren beyaz perdede yerini almıştı. Eserin
yazarı Rıfat Ilgaz öğretmen olduğu için kendisinden ve
görev yaptığı okullardan,öğrencilerinden etkilenerek bu
eseri yazmıştı. Romanda değişik şehirlerden gelen,değişik
düşünceleri olan, uslanmaz, haylaz bir sınıfın öğrencileri
ve onların başlarına gelen olaylar anlatılıyordu. 1983
devresinin Uzunlar A sınıfı, kendine rol model olarak bu
hayali veya gerçek sınıfın haşarı öğrencilerini almıştı.
Öğrenciler birbirlerine lakap takıyordu. Her akşam ders
çalışmak için etüd sonrası sınıfta kalan 336 Ünlü, birde
sabahın dördünde yatağından kalkıp ders çalışıyordu.
İstanbul’un Kuzguncuk semtinden gelmişti, aslen
Erzurum’un yiğit delikanlısıydı. Yetimdi. Asker
çocuğuydu ama babası doğu hizmetini yaparken şehit
olmuştu. Annesi saçını süpürge ederek onu büyütmüş,
maddi durumu elvermediği için 14 yaşında askeri okula
sokmuştu. Okulda başarılı olmak zorundaydı. Bu anne
vasiyeti idi. Kısalar B sınıfında yer alan Ünlü’nün lakabı,
Hababam Sınıfı filminden esinlenerek 329 Levi
tarafından hemen konulmuştu:

“İnekçi”

79
Faruk Arslan

Teneffüslerde bahçeden ot kesip kitap ve defterlerinin


arasına ot koymak sınıf arkadaşlarının en büyük keyfiydi.
Sınıfa gelipte kitabında ot bulan Ünlü’nün şaşkın halini
görmek için sınıfın köşe ucunda bekleşen devredaşları,
özellikle Uzunlar A sınıfı haytaları, el çırparak tempo
tutuyordu:

“İnekçi, inekçi. Mööööö!”

Yüzü kızaran Ünlü’yü biraz daha kızdırmak için tutulan


tempo Kısalar B sınıfını da etkiliyordu. Tüm sınıf koro
halinde saldırıyordu:

“ İnek Şaban. İnekçi, ot ye, mööööööööö!”

Ünlü, tüm eleştirilere aldırmadan herhangi bir imtihan


olmadığı halde yine sınıfta geceliyordu. Kimse onu
yatağında görmemişti. Sabahın köründe yine ders
çalışmak için kalkan ”İnekçi Ünlü”, günde dört saatden
fazla uyumuyordu. “İnek Şaban” tiplemesinin tam tersine
saf salak değildi, çalışkandı. Dürüsttü, efendiydi,
terbiyeliydi. Çok az konuşur, hiç gıybet yapmazdı.
Okulda hayat kendi sisteminde akıp gidiyordu. Her gün
sınıf okulundan biri okul nöbetçisi olurdu. Nöbetçi subay
ve nöbetçi astsubayı da katacak olursanız, üç nöbetçi amir
bulunurdu. Öğrenciler kendi koğuşlarda gece yat saati
olan 9.00’dan birer saat aralıkla sabah kalk saati olan
6.00’ya kadar nöbet tutardı. Okulun nizamiye ve dış
duvarlarını koruyan er ve erat ise iki saatde bir değişen
devriye nöbeti tutuyordu.

80
Faruk Arslan

Her sınıftan bazı öğrencileri sınıf temizliği ve mutfakta


nöbetçi öğrenci olarak görevlendirmek “Beton Kemal”in
icadıydı. Mutfak’ta nöbetçi öğrenci iken vezirparmağı,
gemici fasulye, dalyan köfte, kaşar çıkması, şanstan
sayılırdı. Çünkü nöbetçi öğrenciler depodan zulaya mal
taşırdı. Yemeklerin fazlası kaçırılır ve gece 9.00’dan
sonra gizlice yenir, iç edilirdi. Bu nedenle koğuşa fareler
dadanmıştı. Dolaplarda yemek saklamak, yiyecek
bulundurmak yasaktı. Bulunduğu taktirde bir hafta sonu
izinsizlik cezası verilir, disiplin notundan 3 puan
düşülürdü. Yemekhane nöbetçiliği bazen angarya olurdu.
Mutfak nöbetçi öğrenci iken ıspanak, kapuska, üzüm
hoşafı, kılçıklı fasulye çıkması, en sinir bozucu durumdu.
Yemekhanede her sınıf kendi sınıfıyla otururdu. En
gıcığı, ağzında demir dişlekler bulunan Konyalı 317
Gazenfer ile yemekte aynı masada oturmaktı. Yemekte
sık sık salyası akan, dişlerini çıkartıp yeniden takan 317
Gazanfer, yemek kabusuydu. Hele birde yemek servisi
yaparsa, mide bulandırırdı. Uzunlar A sınıfının lakap
takıcı uzman “Tommiks Nuri”, Gazanfer’in lakabını
okulun ilk ayı tamamlanmadan koymuştu bile. Tüm
sınıfın onayından geçen lakap “Dişlek”ti… Dişlek’in sıra
arkadaşı 316 Osman, yemeğin yarısını dağıtıp, tüm
masayı kızağa çekerdi. Sıkça ‘fazlası var, bana gönderin’
der, masadakileri bıktırıp, kalan yemeği tek başına yerdi.
Bu nedenle Uzunlar A Sınıfı lakap uzmanı “Tommiks
Nuri”, adını hemen belirlemişti:

“Obur Osman”

Öğrenciler sadece koğuş nöbeti tutardı. Gece yatakhane


nöbetinin 9-10 nöbeti olması, en kebabıydı. Çünkü zaten

81
Faruk Arslan

kimse 10’dan önce uyumadığı için nöbet tutanın yoklama


vermek dışında işi olmazdı .Gece koğuş nöbetinin 3 - 4
nöbeti olması ise en berbatıydı. Geceliği çıkartıp elbise
giyip, birde botları bağlamak tam bir işkenceydi. O saatde
kalkan bir daha uyuyamazdı. Elbiseyi çıkart gecelik giy
desen tekrar giyinmeye az zaman kalırdı. Saat 6.00’da
kalk olduğu için gece baykuşu gibi kalır, tüm gün hortlak
gibi esneyerek gezerdi. Sabahın 7.00’sinde hasta olanlar
revire viziteye çıkardı. Muayene müracaat bölüğünde
çarpılmadan günü sağ-salim bitirmek için işin uzmanı
olmak gerekliydi. Doktor sırası üç saate ancak gelirdi.
Çoğu numaradan hastaydı. Bu duruma vakıf olan Yüzbaşı
“Bodur Mehmet”, hasta adaylarını bir güzel çarpardı.
Hem de 1 metre 50’lik kısacık boyuyla… Sabah sakal
tıraşı olup, öğlen taburda sakaldan çarpılmak Vanlı 323
Marif ile Nurculuk reklamı yapan 335 Sami’ye mahsustu.
İkisininde sabah kestiği sakal öğleye kadar uzuyordu.
Mavi gözü çakmak çakmak bakardı. Anadolu’nun masum
utangaç çocuğuydu. Marif’in lakabı Van kedisine atıfla
329 Levi tarafından konulmuştu:

“Sakallı Kedi”

Lakapsız öğrenci gittikce azalıyordu. Sami’nin lakabı,


dini konulardaki tavizsiz çıkışı ve ağır molla tavırları
nedeniyle dört ayda oluştu. Namazı göstere göstere
kılardı. Şeriatın Kur’an olduğunu net bir dille açıklardı.
Sık sık ieriat devleti kurulmasından yana tavır alır, ara
sıra da Afganistan’daki mücahit kardeşlerimiz için
yardım toplardı. Tokat’ın Turhal ilçesinden, su
katılmamış saf Anadolu evladıydı. İslami konulara
vakıftı, tarikat mensubuydu. 332 İlkay’ın adı bir ayda

82
Faruk Arslan

belli olmuştu “Komik” İlkay. Kısalar B sınıfının lakap


koyucusuydu. “Komik” lakabını sonuna kadar hak
ediyordu. Tipi, görüntüsü, konuşması, duruşu, her şeyi
komediydi. Şaka ve espirileri sınıfı gülmekten kırıp
geçirirdi. Ağzını açtığı anda herkes gülmeye başlarlardı.
Sami’nin lakabını koyu dini tartışmaların yaşandığı bir
sırada koyuvermişti:

“Molla”

83
Faruk Arslan

Dokuzuncu Bölüm

Kıbrıs Fatihi
1983 devresinin Sınıf Astsubayı Ramazan denizci kıdemli
kadameli başçavuştu. Astsubaya lakabı, “Eşekler Sınıfı”
tarafından daha ilk haftada konulmuştu:

“Kıbrıs Fatihi”

Çünkü kendisini böyle tanımlardı. 1974’de Kıbrıs


savaşında katılmış, gazi olmuştu. Anlattığı kahramanlık
hikayelerini son dört ayda yirmi defa dinlemiş, artık
ezberlemişlerdi. Her seferinde hikayenin bir parçasını
anlatır, pehlivan hikayeleri gibi ‘devamı yarın der, tam
heyecanlı yerinde keser bırakırdı. İlk sömestir
tamamlanmış, karnelerini alıp evlerine, memleketlerine
gideceklerdi. Son haftada ders olmazdı. Dersleri dolduran
Ramazan astsubay nihayet hikayenin tamamını baştan
sona bir defada o gün şöyle anlattı:

1974 Temmuzunda gemiler Deniz Kurdu tatbikatındaydı.


Ben de ilk Türk muhribi TCG Berk gemisindeydim.
Geminin personeli Gölcük Tersanesinde yapım
aşamasından itibaren bulunduğundan tüm çekirdek
personel olarak tanımladığımız arkadaşlarla Marmaris,
sonra Kuşadası'na geldik. Oradan da çıkartma için hareket
ettik. Fakat gemide Deniz Harp Okulu öğrencileri vardı.
Onları Sığacık Limanı'na bıraktıktan sonra gece 01: 00
sırasında komutan gemi personelini toplayıp konuştu.
"Bu tatbikat değildir, şimdi Taşucu'na gidip orada
bekleyen çıkarma gemilerini de alarak Kıbrıs’a hareket

84
Faruk Arslan

edeceğiz. Gazânız mübarek olsun…"

Sadece üç kelime ile harekâta katılmış olduk.


Hazırlıklıydık. O gün için yetiştirilmiştik... Taşucu’na
gittik. Çıkarma gemileri, TCG Ertuğrul, Erkin, Donatan
gibi büyük gemiler, sivil Truva gemisi vardı. Bizi
bekliyordu. Onları da aldık ve Kıbrıs’a intikale başladık.
Ortada çıkarma gemileri, etrafında Hisar Sınıfı gemiler,
en dışta biz, komador gemisi, TCG Berk gemisi
(Denizaltıya ve uçaklara karşı gemilerin etrafında daire
çizerek ilerliyorduk.) Bir ara üstümüze bir F-5 pike
yaptı. Geminin üstüne kadar geldi. Sonra yükseldi. İleriye
kadar gittikten sonra tekrar dönüp pike yaptı. "Tamam,
şimdi ateş edecek" dedim. Soğuk terler döktük.!. Biz kıç
taraftan el salladık. Sonra uzaklaştı… 20 Temmuz sabahı
Kıbrıs’a yaklaşırken, tepemizden onlarca uçak ve
helikopter geçti. Girne’den içerlere ilerledi.
Aynı anda Tepe Sınıfı muhripler, Beşparmak Dağlarını
bombalamaya başladı. Ortalık duman ve sise büründü.
Birçok kahramanlıklar yazıldı.
Biz de boş durmadık. Kıbrıs'ın etrafı savaş sahası ilan
edilmişti. Toplar havaya çevrili, eller tetikte, su
bombaları, torpidolar hazır beklerken, sonarda yabancı
denizaltı yakalandı. Denizaltı alarmı verildi.
Su bombası değişik derinliklere ayarlanmış vaziyette 4
tane atıldı ve geminin altı hasar görmesin diye hızla
uzaklaşıldı.
Tekrar dönüp geldiğimizde, su üstünde geniş yağ
birikintileri görüldü. Bu, denizaltının yaralandığının veya
battığının işaretiydi. Sonradan öğrendiğimize göre bir Rus
denizaltısı ağır yaralı olarak, Boğazlardan geçerek,
Rusya’ya doğru gitmişti.

85
Faruk Arslan

Daha sonra bir denizaltı alarmı daha verildi. İki adet su


bombasının derinlik fünyesi hazırlandı. Diğerleri
ayarlanmadı. Fakat denize atan buton başında Silah
Subayı Üstğm Rüştü Sinanoğlu heyecanlanıp yanlışlıkla
bütün su bombalarını (7 adet ) denize boşalttı. Bizim
gemiyi denizaltılara karşı silahsız bıraktı. Sonradan
duyduğumuza göre alttaki denizaltının da Türk denizaltısı
Cerbe olduğu söyleniyordu.
Çıkarma gemileri askerleri ve araçları sahile boşalttıktan
sonra, biz çıkarma gemilerine refakat ederek tekrar
Mersin’e geldik. Orada bekleyen çıkarma gemilerini
alarak ve ikmal yaparak tekrar Kıbrıs’a hareket ettik.
Yolda seyrederken Baf açıklarında TCG Kocatepe ve
Mareşal Fevzi Çakmak gemisinin Türk uçaklarınca
vurulduğunu öğrendik. Kıbrıs açıklarında bir adet de
İngiliz muhribi gördük. Kendi personelini ve eşlerini
almaya gelmişler.
Gemilerimizin vurulduğunu telsizden duyuyorduk ve
kahroluyorduk. Pilotlar kendi arasında konuşuyordu.
1. Pilot :
-Bunlar Türk gemisi değil mi ? Baksana geminin
burnunda, orta direkte ve kıç tarafta Türk bayrakları var.
2. Pilot :
-Evet ama emir öyle, şaşırtma olabilir. Ateş.
Aşağıdan gemi telsizinden gelen ses:
-Ateş etmeyin. Biz Türk gemisiyiz. (küfür sesleri)
Daha sonrada sessizlik.
TCG Kocatepe 21 Temmuz 1974 de battı. Elliye yakın
şehit verildi. Elli senedir savaşa girmediğimiz için,
muhabere hatalarından ve başka nedenlerden gemimizi ve
arkadaşlarımızı kaybettik. Ruhları şâd olsun.

86
Faruk Arslan

Ramazan astsubay hikayenin bu kısmında derin bir iç


geçirir, sonra ağır ağır kendi gemimizi batırışımızın
nedenlerini sayardı:
“ Deniz Kuvvetlerinin, gemilerin mevkilerini Harekât
Şube ve Hava Kuvvetlerine bildirmemesi (Kocatepe ve
M. Fevzi Çakmak gemilerini, (Ada'nın arkasına Baf
Bölgesine, Yunan adalarından hücümbotlar geliyor)
diyerek gönderiliyor. İki hücumbot yakalandı. Bunlar
daha sonra, TCG Berk eşliğinde Türkiye’ye getirildi. Biri
İstanbul Deniz Müzesi'ne sonra da Gölcük Donanma
Komutanlığı önüne konuldu. Tepe Sınıfı gemilerin
uçaklara değil de sadece sahil bombardımanına elverişli
silahları bulunması (daha sonra bunlar telafi edildi.
Uçaksavarlar monte edildi. Her gemiye havacı irtibat
subayı verildi ve gemilerin güvertesine uçakların
görebileceği bez pano parola konuldu. Daha sonra
Karakol Filotilla Komodoru Dz. Alb. Fikri Topsever,
TCG. Kocatepe'nin personelini kurtarmayı teklif etti.
Gitmek için izin istiyor, Genelkurmay izin vermiyordu.
Karakol Filotilla Komodoru, kendi insiyatifiyle
Kocatepe'yi aramak için karar verdi. Geminin direğine
Kızılay bayrağı çekildi ve Baf açıklarına doğru hareket
edildi. Yolda seyrederken, TCG Kocatepe’nin battığı
haberini aldık.
Bölgeye yaklaştıkça su yüzünde yüzen can yeleklerini
gördükçe hüzünlendik. İlerledikçe can salları içinde
personelleri gördük. Vasıta motorumuzu indirerek,
arkadaşlarımızı kurtarmaya başladık. Vasıta motoruna üç
kişi indik. Denizde ve güneşte kalmak personeli
yıpratmış, derileri soyulmuş, kızarmışlardı. Kazazedeleri
vasıta motoruna, oradan da gemiye çıkardık.

87
Faruk Arslan

Kocatepe gemisinin personelini kurtarma sırasında bir


ingiliz gemisi de geldi. Helikopter ile iki vasıta motoru
vardı. Onlar da bir taraftan kurtardı (daha sonra onları
Kıbrıs’a hastanede bakımlarını yaptırıp biz Mersin’e
intikal esnasında tekrar bizim gemiye taşıdılar.) İki Rus
gemisi de harekât başından beri uzaktan bizleri izliyordu.
Kurtarma çalışmalarına, cansalı - personel göstermek
için, bir adet Türk pervaneli uçak ile bir adet Fransız
yolcu uçağı da katıldı. Yolcu uçağı, duman kandili - işaret
fişeği atarak, can sallarının buluuğu yeri işaret fişeği ile
işaretliyordu. Uzun müddet bize yardım etti. İngiliz
helikopteri ve vasıta motorları, kazazedeleri topluyordu.
İngiliz gemisi 70 kişi , biz TCG Berk 35 kişi
toplamıştık.
Personelin bir kısmı açığa sürüklenmiş, sivil gemiler
kurtarmış. Tüm personeli kurtardıktan sonra Mersin’e
geldik. İskeleye yanaştık. Yolda bir arkadaşımızı daha
şehit verdik. Yaralıları ve şehidimizi gemiden,
Pakistan’dan gelen askerler çıkardı.
Akşam olunca alışveriş yapmak için Mersin’e çıktık.
Hayat eskisi gibi devam ediyordu. Bütün eğlence yerleri
açık, son model arabalar caddelerde tur atıyordu.
Cebimize baktık, ay sonu olduğu için para kısıtlı,
düşünceyle gemimize döndük.
Ramazan astsubayın gözleri bunları anlatırken sık sık
dolardı. A sınıfının muziplik üstadı “Tommiks”, hemen
bir beyaz mendil uzatıverdi. Gözyaşlarını silen astsubay,
tongaya düştüğünü beş dakika sonra anladı. Birden
ciddileşti:

88
Faruk Arslan

“Ulan dürziler! Yine beni ağlattınız. Bu mendilde nereden


çıktı?”

Kopan kahkahanın gürültüsü “Beton Kemal”i sınıfa


getirmişti. Onu görür görmez hemen yüksek sesle bir
‘dikkat’ çekildi. Sınıftan çıt çıkmıyordu. Sert ve haşin
bakışından bir nebze fırlattı ve fısıltıyla söylendi:

“Astsubayım, sen bu serserilere uyma! Hepsi eşek


bunların!”

Daha “Beton Kemal” sınıfı yeni terketmişti ki, 301


Azim’in ender çıkan sesi duyuldu:

“Komutanım, tayininizin çıktığı doğru mu?”

Kızaran bozaran “Kıbrıs Fatihi”nin en kızdığı soru buydu.


9 yıldır görev yaptığı bu okulu çok seviyordu. “Kıbrıs
Fatihi”nin tayininin çıktığı söylentisi, günlük öğrenci
asparagasıydı. Söylenti üstüne astsubayın sınıfın yarısını
çarpıp, hafta sonu izinsiz bırakması, sıradan hale gelmişti.
Ama bu sefer ceza vermedi ve sazanlık yapan Azim’in
kulağını çekmekle yetindi.

Bu sıralarda okula yeni gelen astteğmen Şakir Sırrı, en


fazla dalga konusu olan komutan oldu. Kulakları pek
büyüktü, kepçe gibiydi. 8 ay bu okulda kalacak
astteğmene lakabı, tanışma ziyaretinin ilk dakikasında
kondu:

“Kepçe”

89
Faruk Arslan

“Kepçe” sınıf asteğmenleriydi. Uzunlar A Sınıfı,


adlarının dört ay içinde “Eşekler Sınıfı”na çıkmış
olmasına aldırmıyordu. Koydukları lakaplardan kimse
kurtulamıyor, herkes nasibini alıyordu.

“Eşekler” ismini sınıfa koyan bizzat “Beton Kemal”di.


Sınıf bir gün okula yeni atanmış genç, güzel, alımlı Güzin
Hoca’yı dersten ağlayarak kaçırmışlardı. Azgınlaşan
sınıfın şehvetli bakışları karşısında kendisini çıplak
hisseden zavallı Güzin Hoca, soluğu” Beton Kemal”in
yanında aldı. Sınıfa hışımla giren” Beton Kemal”in
Osmanlı tokadıyla ilk defa sıra dayağına çekilmişlerdi. O
zamana kadar sadece heybetiyle korkutan yüzbaşı, elinin
ağırlığını yüzlerine hissettirmişti. Hızını alamayan “Beton
Kemal” sınıftan çıkarken gürledi:

“Bu daha başlangıç. Terbiyesizler. Ben sizlere bunun


hesabını soracağım, Eşekler Sınıfı…”

“Beton Kemal”, sınıftan süratle çıktı. Güzin Hoca’ya


yaptıklarının cezası bu kadarla kalacaksa, iyiydi. Sınıfın
yaramazları beş dakika geçen derin sessizlikten sonra
tempo tutarak amigoluk yapmaya başladı:

“Yaşa var ol Eşekler!”

Sınıfın 30 askeri öğrenciside hep birlikte tekrarladı:

“Yaşşa varol Eşekler Sınıfı!”

90
Faruk Arslan

Koridorun sonunda bekleyen “Beton Kemal”, sesleri


duymuştu. Hızlı adımlarla içeriye daldı. Sakin sakin ama
oldukca ciddi ve ağır konuştu:

“15 günlük kış tatili iznine gidiyorsunuz. Size hak


ettiğiniz cezayı dönüşte vereceğim. “Eşekler Sınıfı”
olmanın bir bedeli vardır. Bu okula eşeğide bağlasanız
mezun olur. Önemli olan insan olabilmektir. Eşeklik
yapmaya devam ederseniz, “Eşekler Sınıfı” olarak tarihe
geçersiniz, insan gibi görünsenizde eşeklik baki kalır.”

Eşeklikleri baki kalacaktı…

91
Faruk Arslan

Onuncu Bölüm

Pabucumun Onbaşısı, Çavuşu,


Üstçavuşu ve Başçavuşu
Sömestir tatili zehir olmuştu. Ferruh, takdir getirdiği için
sınıfta ilk üçe girdiğini sanıyordu ama hiç sevinenemişti.
Nasıl bir ceza ile karşılaşacaklarını bilemiyorlardı. Eğer
toplu olarak Yüksek Disiplin Kurulu’na verilirlerse,
toptan okuldan atılmaları bile mümkündü. Hayalet gibi
dolaştı. Okul ve arkadaşları burnunda tütüyordu.
Eskişehir ve lojmanlar artık ona yabani geliyordu.
Dönüşte nizamiyede nöbetçi subay olarak onları Yüzbaşı
Ahmet Coşkun karşıladı. Bu adamı oldum olası hiç
sevememişti. Ruhsuz, donuk bir subaydı. Ertesi gün ilk
derste A Sınıfı’nın endişeli bekleyişi sonlandı. Güzin
Hoca’ya yapılan terbiyesizliğin cezası olarak A Sınıfı’nı
toplu olarak üç hafta sonu izinsizlik cezasına
çarptırılmışlardı. Ayrıca herkes Cumartesi ve Pazar
Ankara’da izin kullanırken, onlar normal ders varmış gibi
sınıfta etüd yapacaklardı. Bunun nedeni Güzin Hoca’ya
“Of yavrum, hepsi senin mi!” diye derste laf atan 310
“Tommiks” in ismini vermemeleriydi. Ayrıca hocaya
“Yesinler seni!” diyen “Mastürbasyon”’ lakaplı 303 Asım
’da korunanlar arasındaydı. Sınıfta güzel hocalara
bakarak mastürbasyon çekerdi. İki suçluyu teslim
etmedikleri için toplu dayak yemeyi göze almışlardı,
şimdi de toplu ceza çekiyorlardı. “Eşekler Sınıfı”, prensip
olarak sınıfından kimseyi dışarı ispiyon etmezdi. Sır
içerde kalırdı. Bu nedenle sınıf başkanları sık sık dayak
yerdi. Sınıf başkanından hıncını alamayan subay,

92
Faruk Arslan

astsubay veya üst sınıf kolluk görevlisi, tüm sınıfı sıra


dayağından geçirirdi Yinede tek kelime alamazdı.”İnekçi
Ünlü”, beklendiği gibi okul birincisi olmuştu. Okul
ikincisi 328 “Hortlak Lokma”ydı. Gece yarısı kalkıp
uykuda uyuma hastalığı olduğu için bu lakap layık
görülmüştü. Normalde askeri okula girememesi gerekirdi.
Anlaşılan uyukuda gezme rahatsızlığını söylememişti
veya gözden kaçmıştı. Üçüncülüğü Akif, dördüncülüğü
Ömer Fatih kapmıştı. Okul beşincisi Ferruh Kaplandı. İlk
sömestirde okul başarıları belli olmadığı için “Beton
Kemal”, rastgele sınıf başkanları seçmişti. Toplu ceza
almaya yol açan A sınıfı başkanı, nöbet yazma görevlisi
“Mastürbasyon Asım” görevi, Ferruh’a istemeye
istemeye teslim etti. Bundan sonra “Eşekler Sınıfı’nın
koğuş başkanı Ferruh, sınıf başkanı Akifti. Onbaşıların
koluna bir şeritiö çavuiların kolunun üstüne iki şerit
çekilerek öğrenci rütbeleri verildi. Devir teslim töreni
sancılı geçti. Sınıfın en uslusu, utangacı, hiç konuşmayan
asosyal fertleri başkan olamazdı. “Mastürbasyon Asım”
isyankar biçimde hır çıkardı:

“Pabucumun çavuşu, onbaşısı kim takar sizleri!”

Benzer sorun devre başkanlığı devrinde de yaşanıyordu.


“İnek Şaban” diye dalga geçilen, okul birincisi Ünlü’ydü.
Asosyal olan Ünlü’ın dört ay boyunca hiç arkadaşı
olmamıştı. Devre arkadaşları ile iki çift laf etmişliği
yoktu. Her dersten 10 çektiği için kıskanılırdı. Yalnız
dolaşırdı. Lakap üstadı “Komik İlkay”, öğrenci üstçavuşu
rütbesini simgeleyen üç şerit ve kırmızı kolluğu verirken
günün espirisini patlattı:

93
Faruk Arslan

“Pabucumun üst çavuşu! Emir ve görüşlerine hazırım,


tabi ağzını açarda emrederse!”

B sınıfının çavuşluk görevi, beş zayıf dersi bulunan


“Molla’ Sami”ten alınarak Ömer Fatih’e teslim edildi.
Öğrenci onbaşısı rütbesi kola işlenen tek şeritti. İlk ona
giren 6 kişi daha rütbeli hale geliyordu. “Beton Kemal”,
üç tanesi A, üç tanesi B sınıfından 6 onbaşıya vizite
onbaşısı, çamaşır onbaşısı, koğuş onbaşısı gibi görevler
veriyordu. Öğrenci onbaşısı, çavuşu ve üstçavuşu, koğuş
nöbetinden muaf tutuluyordu. Zaten kıdemli olmanın tek
kazancıda nöbetten kurtulabilmekti. Her 6 günde bir
gelen bir saatlik koğuş nöbeti can sıkıcıydı. Üstelik
nöbette uyunduğu taktirde bir hafta sonu izinsizlik 3
disiplin notu kırılması cezası veriliyordu. Her gece
nöbetçi subayı, nöbetçi astsubayı veya nöbetçi sınıf okulu
öğrencisinden mutlaka birisi koğuşları denetlemeye
gelirdi. “Beton Kemal”e yeni kıdemlilerin öğrenciler
arasında itibarsız görüldüğü iletilmişti. Buna hiddetlenen
yüzbaşı, ilk sabahki içtimada devreyi haşladı:

“Derslerinde başarılı olan ve disiplin notu 15’den aşağıda


bulunanlar kıdemli olabilir. Disiplin notu kötü olanlar
derslerinde başarılı olsalar bile kıdemli yapılmayacaktır.
Onbaşı, çavuş ve üstçavuş kıdemi verdiklerim bundan
sonra komutanınızdır. Bana gösterdiğiniz saygıyı
onlarada göstereceksiniz. En küçük bir şikayet alırsam,
Ankara’nın yüzünü hiç biriniz göremezsiniz.”

‘Mum’ olmuş, erimiş halde “Beton Kemal”i dinleyen


devredeki öğrencilerden sırtıboz, asla uslanmaz tipler
homurdanıyordu. Saf ve utangaç buldukları yeni

94
Faruk Arslan

kıdemlileri içlerine sindiremiyorlardı. Hazmedemezlerdi,


tembellikleri bir yana devrenin başını hep belaya
sokarlardı. Solcu görüşleriyle meşhur, şarapcı, rakıcı,
meyhaneci, porno uzmanı, kavgacı elebaşı rahat durmadı.

Evet, 303 “Komünist Murat”, gözünü karartmıştı.

“Şu sümsük Ferruh’a mı şimdi komutanım diyeceğim?”


diye mırıldandı. “Beton Kemal”, Murat’ın itirazını nasıl
duyduysa 12 metre uzaktan duymuştu. Tok ve sert bir
sesle çağırdı:

“303 Murat”

Koşarak yüzbaşının önünde duran Murat sertce elini


şapkasının önüne götürdü ve fiyakalı bir selam verdi.
Ancak bu sırada üç adım önündeki öğrenciye doğru
ilerleyen “Beton Kemal”in Osmanlı tokadı Murat’ın sağ
yanağında yankılı biçimde şakladı:

“Şakkkkkkk!”

İki seksen yere uzanan Murat, ayağa kalkamadı. Bu onun


yediği ne ilk dayaktı need son olacaktı. “Beton Kemal”,
hışırdayarak bağırdı:

“Şimdi anlaşıldı mı?”

Çıt çıkmıyordu. Bır daha kimse kıdemlilere pabucumun


onbaşısı, çavuşu, üstçavuşu ve başvaçuşu diyemedi.

95
Faruk Arslan

On Birinci Bölüm

Everest Ferruh ve 314’ün Sırrı


Okulun ikinci sömestirinin henüz ikinci gününde
GATA’ya bir şehit cenazesi daha getirildi. Yeni
mezunlardan bir Sağlık astsubayı daha kırsalda şehit
olmuştu. Cenazede, 1983 mezunu devrenin 314 numara
sahibi Ferruh’u buldu. Yeni 314’ü merak etmişti. Uzun
boylu, yakışıklı, cıva gibi bir komandoydu. Kendini
tanıttı:

“Ben 1983’lü 314’üm. Devremiz Askeri Hababam


sınıfıydı, ben de lideri Şabanım”
Ferruh, cevap veremeden ekledi:
“Kurala göre 314 numaralı öğrencinin yeni devrenin
lideri olması gerekir. Bu 12 yıldır devam eden bir
süreçtir. Sen bu devrenin lideri olmalısın.”
Şaban astsubay, Ferruh’u beğenmemişti.
“Sen pek sünepe, pısırık, içine kapanık ve zayıfsın.
Senden Hababam Sınıfı lideri olmaz.”
“Zaten sınıfımızın adı Hababam değil Eşekler Sınıfı.
Bende sınıfın yatakhane koğuş başkanı, yani ben tüm
eşeklerin eşekbaşıyım.”
Şaban, Eşekler Sınıfı esprisine bayılmıştı ama yine de
Ferruh’tan emin değildi:
“Senden eşekbaşı da olmaz. Çünkü pek eşeğe
benzemiyorsun. Galiba biraz katırsın!”
A Sınıfı, resmen eşeklik bayrağını Şaban’dan devraldı.
Kısa sürede yaptığı yaramazlıklarla adını ‘Askeri
Hababam Sınıfı’ olarak pekiştirdi. Ders ve disiplin notu
nedeniyle Ferruh, birden koğuş kıdemlisi ve sınıf başkanı

96
Faruk Arslan

oluversede gerçek lider değildi. Esasen sınıfın gerçek


lideri “Çinçin” lakaplı cesur yürek Levi’ydi. Çinçin
bağlarından gelmişti, biraz çingenelik vardı.
Komünistlerden sürekli dayak yiyen Ferruh’un
korumasıydı.
Eşekler sınıfı neler yapmıyordu ki... Kuralları bozmak
adetleriydi.. Ama hiçbir zaman suçluyu ele vermezlerdi.
‘Kim yaptı’ denilince toplu olarak ayağa kalkar, toplu
ceza alırlardı. “Eşekler Sınıfı”na başkan olmak Ferruh’a
pahalıya mal olmuştu. Her akşam 2 adet 45 dakikalılık
sabahleyinde bir adet 50 dakika süren etüd denilen serbest
ders çalışma saatlerinde sınıfın sessizliğini sağlamak sınıf
başkanı Akif veya Ferruh’un göreviydi. Gürültü edenlerin
isimleri yazılmalı ve asayişi sağlayan nöbetçi subay,
astsubay ve kolluk görevlisi öğrenci amirine verilmeliydi.
Verilmese kabak başkanın başında patlardı. Toplu ceza
talimlerine sebep olan hususlardan başlıcasıydı buydu.
Devre arkadaşlarının suçunu ispiyon etmesi halinde bu
sefer dayağı devrenin kabadayılarından yiyordu. Suçlu
kim olursa olsun, ne yapmış bulunursa bulunsun dışarı
karşı arkadaşları onları koruyorlardı. İsmi veren başkan
suçlu sayılıyordu. İsmi vermeyen Ferruh ve Akif, her gün
boş yere dayak yiyordu. Çünkü “Eşekler Sınıfı” hiç
susmuyor, asla sessiz bir etüd yapmıyordu. Zaten toplu
dayak yemeye alışmışlardı. Yüzler, deriler köselesi gibi
olmuş, kalınlaşmıştı. Tek sevdikleri hocaları Sevim
Çakır’dı, onlara anne şefkatiyle yaklaşır, yaramazlıklarını
hoş görürdü. Atatürkçülük ve İnkilap Tarihi dersine giren
bodur boylu Nuran hanım ve onun dersi, tek dalga
geçemedikleri sınıftı. Çok sert üsluplu olan Nuran Hoca,
kadındı ama asker gibi söver, hatta döverdi. Haşarı
öğrencilerin yaka numarasını alır, sınıf subayına verir, bu

97
Faruk Arslan

öğrencileri birde “Beton Kemal” döverdi. Üstelik hafta


sonu izinsizlik veya alıkoyma cezasıda cabasıydı. Nuran
Hoca, ideal Atatürkcü askerler yetiştirmek için haddinden
fazla çabalardı. Ders kitaplarının satır satır
ezberlenmesini istiyordu. Sınavlarda kitapda veya derste
öğrettikleri kelime kelime yazılmazsa, geçerli not
vermiyordu. Kopya çekmeye asla müsade etmezdi.
“Eşekler Sınıfı” lakabını koymakta gecikmemişti.

‘Erkek Nuran”

Ferruh, Nuran Hoca’nın dersini harfiyen ezberlemişti. İlk


sömester her sınavdan 100 çekmişti. Bu nedenle Nuran
Hoca sınıfa örnek Atatürkcü olarak hep Ferruh’u model
gösterirdi. İkinci sömestir’in ikinci sınavında çok zor
sorular soran Nuran Hoca’dan sadece üç kişi 100 almıştı.
30 kişilik sınıfın 20’si 4 almıştı, 7 kişi ise 60’ı zor
kurtarmıştı. Bunlardan biride 301 Azim idi. Devrenin en
uzunu olan Azim’in sulak arazide büyüdüğünü varsayan
devre arkadaşları lakabını “Sırık” olarak belirlemişti.
“Sırık Azim”, son sınavda iki sıra önündeki sırada oturan
Ferruh’tan kopya çekmişti. Daha doğrusu arka sırada
oturan Tunç’un kağıdını olduğu gibi Ferruh yapmış,
Azim’de ondan olduğu gibi kopyalamıştı. Bu durumda
Tunç ve Azim’inde 100 alması gerekirdi, oysa 60’da
kalmışlardı. “Sırık Azim” dilini tutamadı, Nuran Hoca’ya
sert bir dille bağırdı:

“Hoca hoca! Ferruh ile benim kağıdım aynıydı. Sende


adalet yok, haksızlık yapıyorsun.”

98
Faruk Arslan

Nuran Hoca kopyayı yakalamış olmanın sevinci ile


fırçayı bastı:

“Sus! Otur yerine terbiyesiz. Hem Ferruh’tan kopya


çekiyor, hemde hak iddia ediyor. Üstelik kopya
çekmeyide başaramıyor. Ferruh, Everest tepesi gibi
ulaşılmaz bir dağ, tepe. Boyundan utan. Sen ona
yetişebilir misin? İsterse boyun 3 metre olsun!”

“Eşekler Sınıf”ı kopmuştu. İlk kahkahayı “Tommiks


Nuri” attı, “Çincin” onu takip etti, espiri anlama özürlüsü
“Hortlak Lokma” bile gülüyordu. Toplu olarak bir ses
duyuldu:

“Everest, Everest, Everest!”

Ferruh’un lakabı konmuştu. Zaten sivri ve düz kafalı


olduğu için bazı devre arkadaşları ona 2. sömestir
başından beri ‘sivri zeka’ diyordu, ama Nuran Hoca’nın
tanımlaması ‘çuk’ diye oturmuştu. Bundan sonra Ferruh’a
ismi ile hitap edilmedi, adı “Everest” olarak kaldı. Okulda
hayat monotonlaşmaya başlamıştı. Her haftanın son günü
olan cuma mektup günüydü. Ailelerden gelen mektuplar
hasretle, gözyaşı ile beklenirdi. Sınıf subay ve astsubayı
mektupları satır satır okur, uygun görmediklerini
vermezdi, uygun görülen zarfın üzerinde zaten kırmızı bir
mühür olurdu:

“Askeri öğrenci mektubudur. Uygun görülmüştür”

Ferruh gibi hiç mektup alamayıp, boynu bükük kalanlarda


vardı. Ana kuzusu Barış gibi her hafta en az üç mektup

99
Faruk Arslan

alıp, göstere göstere okuyan, hava atanlarda… Ferruh,


dört aydır tek mektup ve telefon gelmeyince kendi
kendine mektup yazmaya karar vermişti. Böylece
arkadaşları arasında mahçup düşmemiş olacaktı. Mektubu
gelmek ailesi tarafından sevilmek anlamına da geliyordu.
Mektup alamamak yetim olmakla eşdeğerdi. Evden para
geldiğini duyuru panosundaki listede okuyan bir
arkadaşın herkese haber vermesi, borç isteyenlerin sıraya
girmesine yol açardı. Bazı öğrencilere her hafta
ailelerinden para gelirdi. Parayı sınıf odasında alıp
çıkarken, kapı önünde bekleyen bir düzine arkadaşın borç
istemesinden kaçış yoktu. Bu arada 72 TL olan devletin
verdiği aylık öğrenci maaşını, neden sürekli 70 TL olarak
alındığını kimse merak etmezdi. Lavabolarda
bulunmamasına karşın, öğrenci maaşından ayda 2 TL
sabun parası kesilmesine “Everest Ferruh” bir anlam
veremiyordu. Mantıksız bir meslek olan askerlikte mantık
aramak abesle iştigaldi. Öğrencilerin en fazla nefes aldığı
zaman hafta sonu tatiliydi. Ankara'da evci çıkacağı yakın
bir akrabası olmak cumartesi akşamları okula dönmeden
geceyi dışarıda geçirebilmek ve sivil kıyafet giyebilmek
anlamına geliyordu. Tatile kalan günleri bir günde dört
kez sayıp, zamanın yavaş geçtiğini düşünmek, değişmez
öğrenci psikolojisiydi. 1. sınıf öğrencilerinin Ankara’da
her hafta gittikleri değişmez mekan Cebeci Asri Askeri
Sineması’ydı. Otobüs ve dolmuş parası vermemek için ta
Dışkapı’ndan Kızılay’a kadar yürümek zor gelmezdi.
Ancak yolda elliden fazla üstte selam vermek zorlarına
gider, keşke sivil olsaydık moduna girilirdi. Buna rağmen
sinemaya mutlaka gidilirdi. Ankara’da sanki garnizon
dışına kaçacakmış gibi bütün gün geberesiye gezen “Saf
Umut” ve “Sırık Azim” ile gezmemek elzemdi. Denizli

100
Faruk Arslan

şivesiyle konuşan Umut’un garsona‘Abi beni köfte yap’


siparişine ‘Abi benide yap’demesi, günün komedisiydi.
315 Umut’un lakabı sıra arkadaşı 314 Ferruh tarafından
hemen oracıkta verilmişti:

“Saftorik”

10 Kasım’da Anıtkabir’e giderek taşı toprağı selamlamak


ilginç bir deneyimdi. Okuldaki atamızın heykeli önünde
ateş yakarak nöbet beklemek, öğrencilerin en nefret ettiği
zaman dilimleriydi. 19 Mayıs’ta ise gençlerin hipodromda
gösterilere götürüleceği aylar öncesinden duyurulmuştu.
Beden Eğitimi öğretmeni Nihat Gülşen, “Eşekler Sınıfı”nı
gösterilere hazırlıyordu. Birinci Futbol Ligi hakemi olan
Nihat Hoca, sınıfı sırıksıklam terletene kadar koştururdu.
Sanki cambaz olacaklarmış gibi haraketler yaptırırdı. Sıkı
palavracıydı. Fenerbahçe ile Ankara Gücü maçını satması
için Fenerbahçe Kulübü’nden aldığı araba rüşvetini
ballandıra ballandıra anlatırdı. Herkes arabanınn
anahtarını aldığını acaba bu defa itiraf edecek mi diye
heyecanla beklerken, asla inanamadıkları, yaptığı
civanmertliği yüzüncü defa tekrarlardı:

“Anahtarları Başkan Ali Şen’in yüzüne fırlattım. Ben


bildiğiniz satılık hakemlerden değilim”

Futbol federasyonundan verilen uçak bileti parasını iç


edip, kendi arabasıyla maç yönetmeye giden bir hakem
için bu kadar dürüstlük fazla lüks kaçıyordu. Tören ve
merasimlerde soytarılık yapmamak için silahlı gösteri
takımı, folklor, tiyatro ve boru trampet takımı dâhil hiçbir
yere seçilmemek için azami derecede beceriksiz olmak

101
Faruk Arslan

gerekiyordu. Ferruh, tiyatroya yazılmak zorunda kalmıştı.


Sabah kahvaltısında, azgınlığı bastırıcı ilâç (şap) var
şayihasının doğru mu yoksa yalan mı olduğunu kimse
bilmiyordu. Bu kadar erkeğin olduğu bir toplu yaşama
mekanında erkeklik kabiliyetlerini törpülemenin zararı
olmazdı. Sonra mazallah içimizde homolar türerdi!

İşin doğrusu, her öğün yenen küçük ekmeklerin içine


büyümeyi artıran ekstra vitaminler konduğuydu. Zira
Ferruh’un boyu ilk sömestirde birden bire 20 santimetre
uzamıştı. Uzunlar daha uzun hale gelmiş, kısalar sınıfıda
yeterince boy atmıştı. Bir senede yetişkin erkek
olmuşlardı. Şap yalanına inanarak, aç karnına gösteri
yapmak, öğle kumanyasıyla akşamı zor etmek, aşırı
kuruntulu öğrencilerin şapşallığıydı. Sürekli kantinden
yemek yemeğe kimsenin harçlığı dayanmazdı.
‘Karavanadan yemiyeceğim’ diye inat edenlerde sonunda
yelkenleri suya indirirdi. Hafta sonu okula dönüşte
sinemada seyredilen filmler anlatılır, Kızılay’da kızlara
hava atan, asılan ve çarpılanlar ballandıra ballandıra
çapkınlık maceralarını üçünün üstüne beş koyarak
sallardı. Futbol kritiği yapılmayan hafta olmazdı. Üst
sınıfların en büyük heyecanı, sivillerle dolaşmaktı. İzinde
sivil giyinmek yasak olduğu için bu yasağın nasıl
çiğneneceğine dair yollar aranırdı. Üst sınıfa geçmenin
göstergesi, askeri inzibatlara yakalanmadan Kızılay’da
sivil olarak gezebilmekti. Yakalananların iki hafta sonu
izinsizlik cezası alacağı kesin olmasına rağmen, üst
devrelerin yüzde 90’ı sivil gezerdi. 1. sınıfların sivil
gezmesi ise kesinlikle yasaktı, sivil gezen üstlere
yakalanma riski yüksekti. Okulda her öğrenci sınıf
geçmenin kolay, sınıfta kalmanın zor olduğunu bilirdi.

102
Faruk Arslan

Sınıfta kalanlar kesinlikle aptal olanlar veya zeka


seviyelerinde kusur bulunanlardı. Buna karşın çok ders
çalışmak ya da kopya çekmeye uğraşmak ayrıca aptallık
olarak algılanırdı. Dört zayıfı olanların sömestir tatiline
gönderilmeyeceği yalanı, her dönem sonu uydurulurdu.
Kesinlikle doğru çıkmasada süslenip bezenerek yeniden
fırına verilirdi. İnanan olduğu sürece dedikodu yayanlar,
dalga geçmeye devam ederdi. Yalanı çıkaran arkadaşın
akşamüstü (doğrudur) diye kendi de inanarak, diretmesi,
tam bir komediydi. Yalancı yalanına sonunda kendiside
inanırdı. Biyoloji laboratuarındaki iskeletin, kimsesiz bir
öğretmenin iskeleti olduğu dedikodusu yayılırdı. Bunun
yalan olduğu bilindiği halde, hergün iskelete merhaba, ne
haber denir, tokalaşmaya devam edilirdi. Derslerde başarı
notu karnede en yüksek 100 ile gösterilirdi. Ahlâk
notunun en yüksek 4 ile gösterilmesi anlaşılmaz bir
durumdu. Kimse yakınlarını bunu izah edemez ve
disiplinli olduğuna inandıramazdı. Matematikci Binbaşı
Haluk Hocadan tam not 100 almak imkansızdı. 90 almak
bile mucize iken 100 alamadığı için 313 Laz “Oflu
Erkay”ın itiraz etmesine kimse anlam veremezdi. Ayıp
ettiğini söyleyince tahtaya kaldırılan Erkay tüm soruları
çözerdi. Enseye 10 tokat atarak seven Haldun Binbaşı’nın
sözlüleri insanı gülme komasına sokardı. Sözlü notunu
dört parçaya bölen Binbaşının dörte bir artı veya dörtde
bir eksilerin nasıl toplayıp dörte dördü bulduğunu
çözebilen yoktu. Soruyu sözlüde çözende çözemeyende
enseye 10 tokat yiyerek yerine otururdu. Coğrafya
sınavına en az 80 alacak kadar iyi çalıştıkları halde en
yüksek not her zaman 70 idi. Yüzbaşı Bülent Hoca’nın
kitaptaki resim altlarından soru sormasına herkes gıcıktı.
58 almak için gece gündüz ders çalışırlardı. Hakkı

103
Faruk Arslan

Hocanın dersinde süt dökmüş kedi gibi sakin olmak


zorunluydu. Çok sert bir asker olan yüzbaşı’dan “Eşekler
Sınıfı” bile tırsar, yaramazlık biraz sıkardı. Saffet
Hocanın dersinde sululuk yapmak ise serbestti. Saadet
Hoca ise, mıymıntı ve uyuşuk tavırları nedeniyle vede iyi
niyetiyle en fazla suistimal edilen hocaydı. O kadar çok
kızdırılırdı ki, dersi ağlamadan tamamladığı nadirdi.
Kendisine yapılan tüm işkencelere rağmen “Eşekleri”
komutan dairesine şikayet etmezdi. Bu nedenlede çok
sevilirdi. Herkesin ad ve soyadının Ramazan astsubayca
“eşekoğlu eşek” olarak değiştirilmesi gayet normaldi.
Duydukları en hafif küfür veya iltifat buydu. Haftalık
ders programındaki ‘Komutan Saati’nin boş geçmesi,
“Beton Kemal”in bir klasiğiydi. İç Hizmet Kanunu
dersine de asla gelmezdi. İmtihanda sorulacak soruların
tiyolarını verdiği bir dersten sonra ipucu verdiği soruları
sorardı.

Askeri okula artık alışmışlardı. Üst sınıfların veya nöbetci


amirin sabahın 6.00’sında koğuşta biterek
"Ağalar ne len bu sizden çektiğimiz. Bu gün
yatakhaneleri dolaştım, gördüklerim karşısında tek sizden
rencide oldum. Yılan gibi kıvrılma, doğrul doğrul" diye
bağır çığır olması.. ve,
“Pat Pat Pat...” diye palaskayla ranzaları dövüp
öğrencileri kaldırması, sıradandı, adiyattandı.

104
Faruk Arslan

On İkinci Bölüm

Kalorifer Dairesi’nde Sigaralı Namaz


Namaz kılmak, 2. sömestir sonlarına doğru, Ramazan ayı
başında en sonunda 3. sınıfların öğrenci amiri Yüzbaşı
“Bodur Mehmet” Tıbık ve 2. sınıfların sınıf komutanı
Yüzbaşı Ahmet Coşkun tarafından yasaklanmıştı. Asıl
yasağın koyanın Alevi kökenli şedit bir sünni düşmanı
olan Okul Komutanı Tuğgeneral Hıdır Dervişoğlu olduğu
konuşuluyordu. Bu iddia öğrenciler arasında hızla
yayılmıştı. Öğrenciler ayaklı gazete gibiydiler. Bir haber
fısıltı gazetesinde manşet oldu mu, hiç kimse yayılmasını
engelleyemezdi. Hiç bir yasakta çiğnenmediği taktirde
baldan tatlı olmazdı. Namaz yasak ilan edilince namaz
kılmaya ilgi son derece arttı. Hayatında namaz
kılmayacak öğrenciler sırf yasağı delmek için namaz
kılmaya başladılar. Namaz kılanlar, kaçak namaz
kılacakları yeri keşfetmekte gecikmediler. Okulun
ısıtıldığı kazan dairesi veya namı diğer kalorifer dairesi,
yeni mescitleri oldu. Yasaklandığı için ayrı bir keyif
veriyordu. Kaçak kaçak namaz kılmak kadar zevkli ne
olabilirdi! Tabii ki kaçak kaçak sigara içmek!..

Komutanların hiç bilmediği, gizli Kalorifer dairesi


köşesini ilk keşfedenler namaz kılanlar değil, kaçamak
sigara içenlerdi. Artık aynı mekanı paylaşmak
zorundaydılar. Nede olsa ikiside yasaktı. Duman altında
namaz kılan öğrencilerden bazısı bir süre sonra sigaraya
başlıyordu. Sigara içenlerden bazısı ise namaza...

105
Faruk Arslan

Karşı koğuşta bulunan 3. sınıftan “Fantom” lakaplı


İbrahim'den çifti elli beş kuruşa Bafra sigarası almak
modaydı. 1. sınıflara sigara fahiş fiyatdan satılıyordu.
Güya astların sigara içmesine asla müsade edilmiyordu.
Elbette işin içinde rant vardı. “Psikopat Hüsnü” ve
“Çatlak Necati”nin en fazla sopa attığı 1. sınıf öğrenciler
sigara içenlerdi. Halbuki ikiside koyu tiryakiydi. Aslında
Bafrayı bırakın Birinci bile bulsa öğrenciler tavdı. Hüsnü
ve Necati’den dayak yeme bahasına kaçak sigara
içebilmek yiğitlikti. Samsun ve Maltepe lüks ve pahalı
kategorisine giriyordu. Kaçakçılardan Marlboro bulan ve
okula sokmayı başaran el üstünde tutulurdu. Bir kaç
günlüğüne Gırgır’daki salak sakar çizgi roman kahramanı
“En Kahraman Rıdvan” kabul edilirdi. Ancak satın aldığı
sigaraları, koğuştan yirmi adım sonra “öf öf” lakaplı
“Lümpen Mehmet”e çarpılıp, kaptırmak içten bile
değildi. 2. sınıfların külyutmaz uyanığıydı. ‘Öf öf’, 1.
sınıflardan arakladığı veya el koyduğu sigaraları beleşten
içer, sigaraya beş kuruş para harcamazdı. İstanbul’un
Moda semtinden askeri okula düşmüş, hafif
yumuşakcalardandı, hızlı sosyeteydi. Dayak yememe
karşılığı kuzu kuzu sigaraları teslim ederdi en altdaki
astlar, garip 1. sınıflar. Oysa dayak atmaya kıyamazdı.
Hüsnü’nün oluşturduğu azrail imajını kullanıyordu, o
kadar. Külot içinde gizlenen sigarayı üst sınıfa
yakalatmadan kazan dairesi kapısndan, lombar ağzından
geçebilmek beceri isterdi. İyi gizlediği için veya sigara
yok deyip yakalattığı için bir de üstüne katmerli sopa
yemek işin doğasında vardı. Üst sınıfta kollayacak
kabadayı bir hemşerinin olması tek kurtuluş çaresiydi.
Nereli olmak bu nedenle çok önem kazanıyordu.
Eskişehirlilerden fazla kabadayı çıkmıyordu. Ferruh’u

106
Faruk Arslan

koruyan kimse yoktu. O’da kimsesizler kimsesi olan


yaradanına sığınıyordu. Astlar, ilk köteği kimin attığını
asla unutmazdı. Bir gün sivil hayatta köşeye sıkıştırıp
“Psikopat Hüsnü”yü eşekten su gelinceye kadar dövmek
hepsinin hayaliydi. Aşırı haşarılar ve elebaşılar hergün
düzenli olarak sopa yerdi. Kötek çetelesi tutmakta ısrar
ederlerdi. En fazla sopa yiyenler, 2. sınıf olmayı dört
gözle beklerdi. Gelecek sene 1. sınıflara kötek atma sırası
onlara gelecekti. Her sınıfta elebaşı kimse gözdağı
vermek için olmadık sebeplerden acımazsızca dövülürdü.
Yiğitlik yapıp gıkını bile çıkarmazdı. Koridorlarda üst
sınıfa denk gelmemek için köşe bucak kaçıyorlardı. Aksi
halde sudan bahanelerle çarpılırdı astlar. Üst sınıfı,
arkadaşına benzetip, selam vermediği için çarpılmak en
acı koyanıydı. Bazen güneşten veya gazinodaki ışıktan
gözleri kamaştığı için üst sınıfı tanımadıkları oluyordu.
Astlar gazinoda en arkada oturur, bir üst sınıf geldi mi
kalkıp yer vermek zorundaydı. Aksi halde saygısızlıktan
sopa yerdi. Dalgınlıkla selam vermeden yakınından
geçilen üst sınıf tarafından çarpılmamak bir mucizeydi,
lütufdu. Bazı üstler bu denli aşırı askerliği sevmez, astları
sıkıştırmazdı. Kimin psikopat kimin efendi olduğunu
anlamak için bir araba sopa yemek gerekiyordu. Kısa
zamanda kimin neci olduğu fısıltı halinde yayılırdı.
Uzunlar sınıfının kabadayısı hemen tespit edilmişti.
Ankaralı 304 Murat, 316 Osman ve 329 Levi, her gün
mutlaka sınıfta veya koğuşta 2. Sınıflar, enderde olsa 3.
sınıflar tarafından ya fırçalanır, ya küfür yer veya
bayılıncaya kadar dövülürlerdi. “Çatlak Necati”,
Ankara’nın Çinçin Bağlar’ından gelen 329 Levi’ye kafayı
takmıştı. Çingenelerin çoğunlukta olduğu bu semt çok
fakirdi ama delikanlıları kabadayıydı. Levi, karate ve

107
Faruk Arslan

güreşle meşgul olmuştu. Vurduğunu deviren, sözü özü


bir, deli bir koçtu. Böyle mert gençlerin üst sınıflarca
cezalandırılması, burnu sürtülmesi adettendi. Başı dik,
burnu büyük, sırtı sopaya dayanıklı olarak görülürlerdi.
“Psikopat Hüsnü”de Levi’nin üstünde güç denemesi
yapardı. Bayılmadan uzun saatler dayak yiyebilen sağlam
bir delikanlıydı. Levi’in adının “Çinçin” olarak konulması
normaldi. Zamanla devredeki arkadaşları ve kendide bu
lakaba alıştı. “Çinçin” artık devrenin korkulan, dayak
yiye yiye pişen, olgunlaşan, bileği bükülmez
delikanlısıydı. Hüsnü, Çinçin’e asla güç yetiremez. En
sonunda yorulur, kan ter içinde bırakırdı. Her akşam
koğuşta Necati veya Hüsnü’nün çığlıkları duyulurdu:

“Gel bakîm buraya lan Çinçin!”

Çinçin’i çok çarpan üst sınıfları tek durduracak daha bir


üst sınıftı: 3. sınıfın kabadayısı “Tozkopran Kubilay.” 1.
sınıfların koğuşuna girerek Çinçin’i ellerinden kurtarırdı.
Hüsnü ve Necati, Kubilaydan tırsardı. İkisinide mum gibi
yapar, dövmeden önce sağlam bir söverdi. Bu uyarı en
fazla bir hafta işe yarardı. Sonrası, ‘eski tas eski
hamam’… Sopayı görmemek için kör olmak gerekirdi
ama komutanlar hiç bir durumdan haberleri yokmuş gibi
davranırdı. Zaten kimse korkusundan onlara şikayet
edemezdi. Ferruh, dayak nedeniyle okulun cehenneme
döndürülmesine artık dayanamıyordu. Çok çarpan üst
sınıfları mezun olunca aynı birliğe düşerlerse
yapacaklarını biliyor, diş biliyorlardı. “Aynı gemiye
düşersem denize atmazsam bana yuh desinler!” sözü
yaygındı. Genellikle bu sözler mezun olduktan sonra
unutulur, eski düşmanlar bazen dost olurdu. Öğrencilik

108
Faruk Arslan

yıllarındaki astlık ve üstlük ilişkisini ölene kadar sürdüren


sadece karacılardı, bazende jandarmalar. Havacılar ve
denizciler kin tutmazdı. Bir yıl boyunca yediği sopaları,
gelecek Eylül dönemi başında gecikmeden alt sınıfa
fazlasıyla pas etmek, sürdürmek geleneksel bir
uygulamaydı.Yemekten, sınıftan veya koğuştan çıkışta
üst sınıftan birinin, ‘akşam beni yatakhane önünde gör’
demesi gelen dayağın habercisiydi. Gör demişse,
görülecekti, kaçış yoktu. Akşamüstü yenilen sopanın
nedenini sabaha kadar düşünsenizde çoğu zaman
bulmanız mümkün değildi. Çünkü bazen dayağın sebebi
olmazdı. Sizin tipinizi, haraketinizi beğenmiyen üstün
canı dayak atmak istemiş olabilirdi. Veya o gün sınıf
subayından dayak yemiş, zayıf bir not almış olabilirdi.
İntikamını, hıncını birinden almalıydı. Çok
rastlanmamakla birlikte, üst sınıfın sopa atmadan astların
kusuru için nasihat etmesi, ali cenaplığındandı. 3.
sınıflarda “Tozkoparan Kubilay”, böyle abilerdendi. 2.
sınıfta iken çok esmiş yağmıştı, şimdi ise 1. sınıflara
dayaksız nasihat hocalığı yapıyordu. Öğrenciler arasında
kavga sebebi genellikle aynı kıza aşık olmaktan
kaynaklanırdı. GATA’da bulunan askeri hemşire okulu
sevgili devşirilen yegane kaynaktı. Aynı ortamları
paylaştıkları için sık sık birbirlerine aşık olurlardı. Hafta
sonu izinlerde sinemaya veya pastaneye giderlerdi. Aşk
mektupları iki okul arasında özel paralı ulaklar tarafından
taşınırdı. İki okuldada Anatomi dersine giren Neriman
hoca çöpçatanlık yapmaya bayılırdı. Mektupları para
karşılığı veya hediye alırsa taşırdı.

Diğer ana kavga sebebi futboldu. Hafta sonu 1. ligde


kaybeden dört büyük takım taraftarları önce ağız kavgası

109
Faruk Arslan

çıkartır, sonrasında taraflar kafa yumruk birbirine girerdi.


Fenerbahçeli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı ve Trabzon
sporlular, maç muhabbetini birbirlerinin boğazına
yapışarak sonuçlandırırdı. Böyle durumlara anında
müdahale eden Kubilay, oldukca babacan davranırdı. Kız
meselesinde ise çok net konuşurdu:

“Bir kız için bugün devrenizdeki arkadaşını satan, yarın


vatanını da satar”

Futbol kavgasının galibi olmazdı. Taraftarlar gelecek


hafta yeniden kavga etmek üzere zorla ayrılırdı. Kavgaya
“Psikopat Hüsnü” veya “Çatlak Necati” müdahale ettiyse,
kesin olarak tüm sınıfın sıra dayağından geçirilmesi
adettendi. Suçlu tüm sınıftı. Tokatlıyarak yoruldukları
için genellikle palaska kullanırlardı. Bu dayak ders
olmazdı, en uzağı iki hafta sonra toplu dayak merasimi
yinelenirdi. Kısa boylu bir üst sınıfın sizi eğerek veya
kendisi yükseğe çıkarak size sopa atması kadar insanı
alçaltan bir durum olamazdı. 2. sınıflardan “Atom
Karınca Sülo”, bu tür üstlerin en gıcığıydı. Sigara içenleri
affetmezdi, birde namaz kılanları. Komünist ve ateist idi.
Nede olsa ikiside suçtu… Namaz kılanlara gıcıktı.

110
Faruk Arslan

On Üçüncü Bölüm

Cinlerin general tasfiyesi!


1984’ün 25 Mart’ında yapılan yerel seçimler, yeni bir
Türkiye’nin doğuşunu haber veriyordu. ANAP %45'in
üzerinde oy alarak yine birinci parti oldu. İstanbul
Belediye Başkanlığı'nı ANAP'lı Bedrettin Dalan kazandı.
Yurtdışından getirilen ithal mallar vitrinleri süslemeye
başladı. Bu kritik dönemde iki önemli olay yaşanıyordu.
Türkiye’nin en zengini Koç Holding Yönetim Kurulu
Başkanı İşadamı Vehbi Koç, tüm işlerini oğlu Rahmi
Koç'a devretti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı,
DYP'nin kapatılması için dava açtı. Askeri vesayet, kimin
siyaset yapıp kimin yapmıyacağına halen karar veriyordu.
Kenan Evren’in yurdun değişik kentlerinde yaptığı
konuşmalarda dini mesajlar vermesi sayesinde askeri
okullarda namaz kılmaya ve oruç tutmaya göz
yumuluyordu.” Anadoluda bacılarımız saçlarını yemek
içine tüyleri kaçmasın diye türbanla değil tülbentle
saçlarının bir kısmını göstererek örterler” sözleri
problemliydi, ama olsun bunada şükürdü. Sağlık
Astsubay Okul’unda Ramazan ayının girmesiyle ortaya
iftar ve sahur problem çıkmıştı. Okullar Komutanı Hıdır
Paşa, din karşıtı bir solcu Alevi Bektaşiydi. Rakı sofrası
kurulmadan öğle ve akşam yemeğine oturmadığı
dedikodusu öğrenciler arasında yayılmıştı. Mayısın son
haftasıydı ve on gün sonra yaz tatili iznine çıkılacaktı.
Ramazan ayının ilk on günü okulda karşılanacaktı. Okul
Komutanı Hıdır Paşa, hem namaz kılmayı hemde oruç
tutmayı yasaklayan sözlü bir talimat verdi. Ortada yazılı
bir emir yoktu, keyfi bir durumdu. Oruç tutanlar tespit

111
Faruk Arslan

ediliyor ve okuldan atılmakla tehdit ediliyordu. Buna


rağmen öğrenciler, akşam yemeğini ekmek arası
sandevice çevirerek yemekhane dışına kaçırıyor ve sahur
yapıyordu. Kahvaltı ve öğle yemeklerinde de aynı usulle
yedekleme yapılıyordu. Yasak oruç tutmayı
durduramamış, tam tersine yasağa ilgi olduğu için oruç
tutanları artmıştı. Ancak namaz kılmaya taviz verilmedi.
Namaz kılma mekanları komutanlar tarafından basıldı ve
namaz kılmak imkansız hale geldi. Aynı yılın yazında, 26
Temmuz’da Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.
Nebahat Koru'nun derse başörtüsü ile girmesi, kıyafet
kanunu tartışmalarını alevlendirdi. MDP İzmir
Milletvekili Işılay Saygın ve bir grup kadın milletvekili
Koru'yu eleştirdi. Bu yaşanan ilk başörtüsü kriziydi. 4
Eylül 1984’de Tercüman Gazetesi’nin süresiz kapatıldı,
10 gün sonra tekrar açıldı.5 Eylül’de Uludağ
Üniversitesi'nde bir grup kız öğrenci, başörtülerini
çıkarmadıkları için Üniversiteden çıkarıldılar. 8 Kasım’da
başörtüsünü çıkarmayan Doç. Nebahat Koru, Ege
Üniversitesi'nden atıldı. Bu kamu oyuna yansıyan en
önemli ve ilk başörtüsü kriziydi. 1984’ün son ayında
büyük tartışmalara yol açan ve günlerce kamuoyunu
meşgul eden Boğaziçi Köprüsü'nün satılması gerçekleşti.
Köprü'nün 10 milyar liralık hisse senetleri bir saatte bitti.
15 Aralık’ta yurtdışındaki kaçak solcular işbirliği yaparak
eylemlerini sürdüreceklerini açıkladılar. PKK, TİP,
TKEP, TKP, TKSP ve TSİP birlikte çalışacaklarını ilan
ettiler. İsveç'te ele geçirilen bazı belgelerde, PKK'nın
ASALA ile işbirliği yaptığı ortaya çıktı. Yasadışı DEV-
SOL örgüt üyesi 9'u kadın 34 militan veyasadışı MLSP/B
örgüt üyesi 21 militan yakalandı.

112
Faruk Arslan

Aşırı solun temizlenmesine devam ediliyordu. Ordu


bünyesinde kalan solcu subay ve astsubaylar, sessizliğe
bürünmüş, takiye yapıyordu. ASALA terör örgütünün
TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile işbirliği yaptığı tespit
edildi. Diplomatlarımıza yönelik saldırılarda ASALA
terör örgütünün, uluslararası mafya örgütleriyle ortak
çalıştığı ortaya çıktı. 19 Şubat’da 624 sanıklı PKK
Mardin davası sonuçlandı. 22 kişi idama mahkum
olurken, 25 kişide ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

Bu devrede yaz tatiline çıkan Ferruh’un ise tek bir derdi


vardı: Namazı ve orucu yasaklayan Okul Komutanı Hıdır
Paşadan intikam almak. Bunu nasıl yapacaktı? Odun
Pazar’ında gördüğü sahaflar çarsısı aklına geldi. Burada
eski kitaplar satılırdı. Kitapçıya cinleri kontrol
edebileceği kuvvetli duaların olduğu bir kitabın olup
olmadığını sordu. Ferruh’a bön bön bakan kitapçı, hemen
üç kitap buldu.

‘”Al bunları oku. Muhyiddin Arabi’nin Gizli İlimler


Hazinesi adlı kitabı 3 cilt halinde tercüme edilerek
basılmıştı. Bu kitapları hiç bir yerde bulamazsın”

Ferruh, hazine bulmuş define meraklısı gibi sevindi.


Hemen eve giderek üç kitabıda su içer gibi çabucak
bitirdi. Aradığını bulmuştu. Müslüman cinleri kontrol
altına almanın bir yolu vardı. Ancak cinler uzun yaşadığı
için daha sonra cinler yaşlanan insanları kontrol altına
almaya başlıyordu. Risk büyüktü. Formül şöyleydi: 7777
defa Ayetel Kürsi okunup bir bardağa üflenecek. Daha
sonra ayetleri dinlemeye gelen cinlere emir verilebilecek.

113
Faruk Arslan

Bu kadar ayeti okumak tam üç gününü aldı. Cinin gelip


gelmediğini bilmiyordu ama duasını yaptı: “Allahım
Hıdır Paşa’ya hidayet nasip et. Eğer ıslah olması
mümkünse ıslah eyle. Eğer ıslah olması mümkün değilse
müslüman cinlerinin onu biraz korkutmasına izin ver.”

Sonucu çok merak ediyordu. Okula döndüğünde din


düşmanı paşayı görmek istemiyordu. Yaz tatilinin
ortasında İzmit’in Karamürsel semtinde bulunan askeri
öğrencilerin toplu yaz kampına çağrıldılar. Ankara tren
garından haraket eden tren, 1. ve 2. sınıf öğrencilerini
kampa taşıdı. Çadırda kampetde yatıyorlardı. Burada
kıdemli ayrımı yapılmadan herkes nöbet tutuyordu. Her
iki günde bir gecede iki saat nöbet sırası geliyordu.
Beş bin astsubay öğrencisinin toplandığı koca tugay deniz
kenarına kurulmuştu. Tüm askeri liseli astsubay
öğrencileri buradaydı. Sabah 6.00’da kalkılıyor ve sabah
kahvaltısı saat 7.00’de başlıyordu. Saat 8.00’de kadar beş
kilometre sabah koşusu vardı. Öğlene kadar güneş altında
yapılan yanaşık düzen eğitiminden sonra öğleden sonra
silah kullanma eğitimine geçiliyordu. Akşam saat 4.00 ile
5.00 arasına ise denize girme molası konmuştu. Ancak
deniz kirliliği ve deniz anası istilası bahaneleriyle denize
girme işlemi bir hafta geç başlatıldı.
Akşam yemeğinden sonra yapılan 3 kilometrelik akşam
koşusundan sonra pestilleri çıkıyordu. Her hafta bir defa
gece intikalı eğitimi yapılıyordu. Gecenin köründe
kampetlerinden kaldırılan beş bin öğrenci iki saat
yürütüldükten sonra çadırlarına dönüyordu. Gece 4.00’de
dönülen çadırda artık uyumak mümkün değildi. Zaten
gölün kenarı olduğu için etraf yılan ve sinek kaynıyordu.
Uyumaya alışamadıkları kampetlerin rahatsızlığı da

114
Faruk Arslan

çabasıydı. Haftada bir gün gün yemekhane nöbeti geliyor,


tüm gün patates soyuyorlardı. Tugay dışındaki meyve
bahçelerine dalmaya giden askeri öğrencilerin ertesi gün
cezalandırılması çok acımasızca olmuştu. Önce sıra
dayağına çekilen beş öğrenci, üstlerinde kışlık palto ve 30
kilo ağırlığındaki eşya ve sırt çantasıyla silah omuza
vaziyetinde sabahtan akşama kadar güneş altında
bekletildi. Bayılana kadar bu işlem sürdürüldü. Bu kamp
ortamında namaz kılmaya yer bulmak neredeyse
imkansızdı veya namaz kılmaya derman kalmıyordu.
Ferruh, bir haftadır namaz kılacak kuytu bir köşe
arıyordu. Sonunda buldu. Çalıların kapattığı ormanda
gizli bir mekan buldu. Mekana girmesi ile irkilmesi bir
oldu. Başka biri daha buradaydı. İkisi birden sordu:

“Sen ne yapıyorsun burada?”

İkisi birden gülmeye başladı. Ve yeniden sordular


birbirlerine.
“Namaz kılmak için yer mi arıyordun?”
Tekrar katıla katıla güldüler. Sıra tanışma faslına
gelmişti:
“Ben Mustafa Ertürk. Elektronik astsubay okulundan.”
“Bende Ferruh Kaplan. Sağlık astsubay okulundan.”

Bu buluşma aslında veya belki de 40 yıl sürecek sağlam


bir dostluğun ilk temasıydı.
Aynı kaderi paylaşacak iki dostun, iki arkadaşın
kaynaşma vesilesi namazla olmuştu.

115
Faruk Arslan

On Dördüncü Bölüm

Molla Orhan Asteğmen


İkinci sınıfa başlamak için okuldan nizamiyeye giren
Ferruh’un merak ettiği tek husus vardı: Hıdır Paşa
görevinde duruyor muydu? Nöbetçi askere hemen
sorusunu yöneltti:

“Okul komutanı olan Hıdır Paşa okulda mı?”

Asker şaşkın şaşkın bakakaldı.

“Haberin yok mu?”

“Neden?”

“Paşa, haziran ayında kalp krizi geçirdi. Sizlere ömür.”

“Ya! Peki nasıl olmuş?”

“Kimse bilmiyor. Yatağında ölü bulunmuş. Ağzı kaymış,


yamulmuş. Ağzından köpük çıkıyormuş. Önce
zehirlendiğini sanmışlar ama resmi raporda kalp krizi
yazıyormuş.”

“Sen nereden biliyorsun?”

“Tüm okul bunu konuşuyor. Cenazesi çoktan kaldırıldı.


Okula da yeni bir paşa atandı.”

116
Faruk Arslan

Ferruh, hem çok korkmuştu hemde azıcık sevinmişti.


Vicdan azabı duydu. Kendi kendine düşündü:

“ Müslüman cinler fazla korkuttu galiba!”

Okulda bahar havası vardı. Despot Paşa’nın zulmü


ortadan kalkmış, herkes rahat bir nefes almıştı. Bu arada
okula lakap takmaya utandıkları bir asteğmen tayin
olmuştu, Orhan Kıtay Asteğmen. “Eşekler Sınıfı”, ilk
defa biriyle dalga geçmiyordu. Henüz 24 yaşındaki bu
subayın yüzünden nur akıyordu. Alnında secde izni vardı.
Sözleri tatlı ve yumuşak, sesi dokunaklı ve etkileyiciydi.
Tarih dersine giriyordu. Sık sık ecdatın adaletini anlatırdı.
Anekdot ve fıkralarla zengin hitabetini süslerdi. Tarih
kitabının yüzünü açmayan “Eşekler Sınıfı”, onun
sayesinde tarihi sevdi. Bir gün bir soru sordu:

“Çocuklar biliyor musunuz, Osmanlı evlerinin dış


duvarlarına neden “Ya Hafız!” levhaları asılırmış?”

Sınıf çıt çıkarmadan onun ağzından dökülecek baldan tatlı


nağmeleri dinliyordu:
“Ey büyük koruyucu!” manasını taşıyan bu levhalar ile
evler ve içindekiler Allah’a emanet edilirmişde ondan. Bir
gün bu levhalardan birini gören ve şaşıran İngiliz
Büyükelçisi, Keçecizade Fuat Paşa’ya sormuş: “Paşam
bunlar nedir? Fuat Paşa, İngiliz’in anlayacağı şekilde
şöyle bir cevap vermiş: O gördükleriniz, Osmanlı sigorta
şirketlerinin levhalarıdır.”
Sınıfta kahkaha tufanı koptu. Birden kapıdan içeri giren
“Beton Kemal”i son anda farkettiler. “Eşekler Sınıfı” yine
bir yaramazlık, eşeklik yaptı sanmıştı:

117
Faruk Arslan

“Bu eşekler yine ne halt karıştırıyor?”


“Komutanım, anlattığım espiriye güldüler. Ben bu
sınıftan çok memnunum.”
“Beton Kemal”, inanmaz tavırlarla kapıya yürüdü ve
sertce çarpıp çıktı.
Orhan asteğmen, 1. sınıfların takım subayıydı. Tarih
hocası bulunana kadar “Eşekler Sınıfı”na geçici öğretmen
tayin edilmişti. Bu sınıftan şikayet etmeyen tek hocaydı.
İstanbul’un fethine mazhar olarak peygamberimizin
iltifatını hak etmiş ve mucizesini doğrulatmış Fatih Sultan
Mehmet, en sevdiği hükümdardı. Dersi işlemeye devam
etti:
“Sultan Fatih, tarihçiler tarafından yalnızca Türk tarihinin
değil, İslâm hatta, dünya tarihinin en büyük devlet
adamlarından biri kabul edilir. Askerlikte ve siyasette,
ilim ve kültürde, sanat ve edebiyattaki derinliğiyle,
benzeri bugün bile çok azdır. Böylece Rönesans
hükümdarlarının modeli olarak gösterilmiştir. Osmanlı
Devleti’ni, gerek toprak ve gerekse teşkilat bakımından
imparatorluk hâline getiren, O’dur. Osmanlılar, bir
memleketi fethedince, bu memleket halkı, Osmanlı
vatandaşı sayılırdı. Osmanlı hâkimiyetini tanıdığına ve
hukukuna riâyet edeceğine dair söz vererek önceki
hayatını devam ettirirdi. Osmanlı Devleti de, zimmî
denilen bu gayrımüslim vatandaşların can ve mal
emniyeti ile din hürriyetini teminat altına alırdı. Kanun
önünde Müslüman vatandaş ile gayrımüslim vatandaş
arasında bir fark yoktu. Bu husus, devletin veya
hükümdarın gayrımüslim teb’aya bir ihsanı vasfında
olmadığı gibi; milletlerarası bir anlaşmanın gereği de
değildi. Şer’î hukuka dayanan bir iç hukuk düzenlemesi
idi. Bu bakımdan hiçbir hükûmet, bunu sınırlandıramaz

118
Faruk Arslan

veya kaldıramaz; gayrımüslimler de bu haklarından


vazgeçemezdi. Osmanlı ülkesindeki gayrımüslimler
azınlık değil, vatandaştır. Azınlık mefhumunun bize girişi
XX. asırda ulus devlet telâkkisiyle olmuştur. Çünki
modern dünyada azınlık çoğunlukla çatışır. Halbuki
Osmanlılarda her millet, kendi kompartmanında yaşar;
çalışma, yükselme faaliyetleri ve sosyal mobilite kendi
kompartmanında yürür. Meselâ Ermeni bir gencin ideali,
kendi milleti içindeki yönetici sınıfa girmektir.
Kompartmanlar arasında geçiş ancak o dine giriş ile olur.
Farklı millet mensuplarının, birbiriyle evlenmesi
düşünülemez; aynı mahallede yaşaması nâdirdir;
münasebetleri sınırlıdır. Dolayısıyla aralarında çatışma,
didişme, kimlik isbatı, asimilasyon gibi problemler
doğmaz. Doğarsa, hükûmet bunu önler. “Osmanlı Barışı“
böyle sağlanmıştır. Bunun adı hoşgörü değil, tesâmuhtur.
Hoşgörüde tahammül etmek mânâsı olduğundan bir
hafiflik vardır. Müsâmaha ise, toleranstaki iyi niyetli bir
sabrı ifade etmeye daha elverişlidir. İstanbul’u
fethettiğinde, gayrımüslimleri müslüman olmak veya
şehri terketmek tercihiyle karşı karşıya bırakması
teklifinde bulunanlara Fatih Sultan Mehmed’in verdiği
tarihî bir cevap vardır: “Din-i mübîn-i İslâmı, Şâri
teâlâdan daha ziyade himâyeye kalkışmak ne
cüretkârlıktır” Yani dinin sahibi olan Allah dururken,
İslâmiyet’i korumak size mi düştü? Halbuki O, bunu
istememiştir. Buna benzer bir hadise de Balkanlarda
yaşanmıştır. Sultan Fatih’in, Rumeli’deki fetihleri Sırp
hududuna dayanınca, Ortodoks mezhebindeki Sırpların
kralı Brankoviç, Katolik Macarlar ile Osmanlılar arasında
kaldı. Bir elçi Sultan Fatih’e, bir elçi de Macar kralı
Hunyad Yanoş‘a gönderdi. Sırbistan, idarelerine terk

119
Faruk Arslan

edilirse, Sırp halkının dinlerine ne gibi muamele


edeceklerini sordurdu. Macar kralı, bütün Ortodoks
kiliselerini yıktırıp, yerine Katolik kiliseleri yaptıracağını
söyledi. Sultan Fatih’in cevabı, her zamanki gibi
emsalsizdi: “Her câminin yanı başında bir kilise inşa
olunup, herkesin kendi dinine göre ibâdette bulunmasına
müsaade ederim”. Böylece Sırbistan, Osmanlı
hâkimiyetine girmiştir.”
Bir sonraki hafta derse gelirken Orhan Asteğmen, Sultan
Fatih ile Patrik Gennadios’u tasvir eden bir gravürü sınıfa
getirdi ve anlatmaya koyuldu:
“Türkler İstanbul’u fethettiğinde,halk Katoliklerle
birleşmek hususunda ikiye ayrılmıştı. Patrik II.
Athanasios, buna karşı çıktığı için azledildiğinden
makamı boştu. Bizans başvekili Notaras, “İstanbul’da
kardinal külâhı (yani Katolik hâkimiyeti) görmektense,
Türk sarığını (Müslüman hâkimiyetini) tercih ederim”
diyordu. Sultan Fatih, Gennadios adında münzevi bir
papazı hayat boyu Ekümenik Patrik (bütün Ortodoksların
patriği) tayin edip kendisine vezir rütbesiyle protokolde
yer verdi. Vazife tevdii esnâsında, Bizans’tan kalma
an’anevî merâsimler tatbik olundu. Padişah, patriği
ayakta karşılayıp uğurladı. Kendisine âsâ ve has ahırdan
at hediye edildi. Bu sebeple Sultan Fatih, ekseri
tarihçilerce Patrikhânenin ikinci kurucusu ve Doğu Roma
İmparatoru olarak görülür. Çünkü imparator, patriği
tayine salâhiyetli tek makamdır. Artık imparatorun yerini
padişah almıştı. Böylece Rusya dışındaki bütün
Ortodokslar yeniden İstanbul Patriği’nin nüfuzu altına
girmiş oldu. Önceleri Draman semtinde bulunan patriklik,
1587’de Fener’e taşındı. O zamandan beri Fener
Patrikhânesi diye anıldı. Sultan Fatih’in patrikhâneyi

120
Faruk Arslan

himayesi, Osmanlılara Hıristiyan dünyasında büyük


siyasî ve sosyal avantajlar sağladı. Bugün bile
Amerika’nın Moskova patriğine karşı Fener patriğine
teveccühünün arkasında bu politika yatar. Ecdadımız ilim
adamlarına layık oldukları itibar ve hürmeti gösterirlerdi.
Kendilerinin yetkili olmadıkları hususlarda daima ilim
adamlarının görüş ve düşüncelerine göre hareket
etmişlerdir.”
Aradan üç ay geçmişti. Orhan asteğmen “Eşekler
Sınıfı’nın sevgilisiydi. Komünistler ona “Molla” lakabını
takmakta gecikmemişti. Yine de onu can kulağıyla
dinliyorlardı. 2. sınıfın ilk sömestiri sonlanmak üzereydi.
Osmanlı fıkralarına bayılan sınıf, dersi kaynatmak için
asteğmeni dolduruşa getirir ve dersi fıkra ile geçirirdi.
Lakabı Kanuni olan Sultan Süleyman ile ilgili anekdot
talebini kıramazdı asteğmen Kıtay. Aynı fıkrayı Orhan
Kıtay, kutsal bir görev edasıyla defalarca anlatırdı:

“Kanuni Sultan Süleyman vefatından kısa bir süre önce,


yanında bulunan küçük bir çekmecenin de beraberinde
gömülmesini vasiyet etmişti. Vefat ettiği zaman vasiyetin
yerine getirilmesi için çekmece mezarın başına getirildi.
Aralarında ünlü din bilgini Ebussuud Efendi’nin de
bulunduğu, ulema, gömülürdü, gömülmezdi diyerek
aralarında tartışmaya başladılar. Çünkü İslami
geleneklerde ölünün eşyasının mezara gömülmesi yoktu.
Bu arada nasıl oldu ise çekmece yere düştü ve kapağı
açıldı. İçinden bir takım kağıtlar etrafa dağıldı. Baktılar ki
bunlar Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatta iken devlet
işleri ile ilgili manevi hükümlerin cevaplarını aldığı
Ebussuud Efendi’nin fetvaları. Belli ki Kanuni mahşerde
kendisinden hesap sorulduğu zaman “Ya Rabbim işte her

121
Faruk Arslan

şeyi şer’i şerifin fetvası ile yaptım” diyeceği anlamına


geliyordu.Bunları gören Ebussuud Efendi’nin ağlamaya
başladı ve şöyle dedi:

“Ah Süleyman, sen kendini kurtarmışsın iş bize kalmış.”

Tarih bilinci ile İslam bilinci at başı giden değerlerdi.


Bugüne kadar okulda sadece Osmanlı’yı reddiye
edebiyatı üzerine anlatılan inkilap tarihi menkibeleri
dinlemişlerdi. Namazlarını hiç kaçırmayan Orhan
asteğmenın sağlam duruşu, özgüveni hepsini etkilemişti.
Bu subay, gökten yere inmiş bir melek olmalıydı, belkide
ölümsüzlük şerbetini içmiş Hızır’dı.

Orhan asteğmen, hafta sonu izinlerinde vaktini kitap


okuyarak değerlendirmek isteyenlerle teneffüste
görüşüyordu. Yüzde 50’lik bir Anadolu kültürüyle
yetişerek bu okula gelen kesim, namazdan, kitapdan
korkuyordu.

Orhan Kıtay, “Eşekler Sınıfı”na kitap okumayı sevdiren


ender subaylardandı. Eşekleri adam etmeye kararlıydı.
Ancak bu mutlu tablo uzun sürmeyecekti.

122
Faruk Arslan

On Beşinci Bölüm

İhlas Kitabevi!
Henüz 2. sınıfta iken Ferruh’un dilindeki düğüm
çözülmüştü. Yırtıcı, atılgan, sosyal biri haline gelmişti.
Askeri okulun sosyalleştirme başarısı mükemmeldi.
Babasının tabiriyle “Kabak çiçeği gibi açılmıştı.”
Zamanla Ferruh, Orhan asteğmenin etrafında oluşan takva
sahibi devre arkadaşları ve 3. sınıf arkadaşlarla irtibat
kurmaya başladı. 3. sınıflardan Ankara’nın Keskin
ilçesinden İlyas Aslan’ın sesi çok güzeldi. Teneffüslerde
dindar 2. sınıfları toplar, bahçede onlara ilahi okurdu. Bir
gün onlara hafta sonu nereye gittiklerini sordu. Cevapları
beklemeden kendinden bahsetti:

“Hacı bayram’da kitap okuyan arkadaşlar var, güzel bir


ortam var, ben oraya gidiyorum... Siz de gelin”

Ferruh, hayatının yönünü değiştiren bir karar verdiğini


bilemezdi. İlyas’ın bahsettiği yer Ulus’taki Hacı Bayram
Cami’nin hemen yanı başında yıllardır faaliyet gösteren
İhlas Kitap Evi idi. Buraya onu Orhan asteğmen, bir hafta
sonu izninde getirmişti. Hafta sonu izne çıkınca Hacı
Bayram’a gezmeye gidiliyor, İhlas Kitabevi uğrak yeri
yapılıyordu. 1. sınıflardan İsa ile gezerken Ferruh, çok
güzel hazırlanmış dinî konularda kitaplarla karşılaştılar.
‘Dinimizi öğreniriz’ diye o kitaplardan aldılar. Kitapçı da
ilgilendi ve “Sizin okul komutanı tanıdıktır, o da bunları
okur” dedi, sonra onlara başka kitaplar da verdi ve iki
poşet kitapla Sağlık Astsubay Lisesi’ne döndüler.

123
Faruk Arslan

Kapıda “Kepçe” lakaplı asteğmen vardı, biraz sol


fikirliydi. Azarlar gibi İsa’ya esti, yağdı:

“Siz bunları nereden buldunuz?”

İsa durumu olduğu gibi anlattı.

“Sen bunu nasıl getirirsin? Seni bölük komutanınıza


bildireceğim ve büyük bir ihtimalle başına bir iş gelebilir,
okuldan bile atılabilirsin!”

Daha okula “Bismillah” demeden atılma tehlikesi olunca


İsa çok şaşırdı. Gerçekten de komutana bildirdi. 1984
yılının sonbaharıydı. Ferruh’un ikinci senesinde ilk 4 ayı
geride kalmıştı. “Beton Kemal”, kitaplara fazla aldırış
etmedi ve ceza vermedi. Ferruh’un namaz kılan
arkadaşlarının tüm dersleri gayet iyiydi. Gurbet
psikolojisiyle kendilerini derse vermişlerdi.
Komutanlarının ilgisini de çekiyorlardı, çünkü çalışkan ve
disiplinli öğrencilerdi. 1. sınıfların sınıf subayı ve bölük
komutanı Ahmet Coşkun ise, İsa’yı çağırdı ve gürledi:

“Siz bu kitapları getirmişsiniz, ama bunlar bu okulda


olmaz. Ben bunu üstlerime bildirsem başınıza büyük iş
gelir. Ama ben bildirmeyeceğim. Ya bunları yakacağız,
imha edeceğiz; ya da benim odamda duracak, giderken
memleketinize götüreceksiniz”

İsa, tıfıl boyu ve büyük kara gözleri ile dikkati çeken bir
öğrenciydi. Kendinden emin bir edayla cevap verdi:

124
Faruk Arslan

“Evimize götürürüz. Ben haftasonu evciye çıkınca


götürürüm.”

Ankara’da birinci dereceden akrabası bulunanlar


cumartesi günleri yatılı kalabiliyordu. Buna evci çıkmak
deniyordu. Ancak Ahmet yüzbaşı kitapları vermedi ve
komutanlık katında, orada kaldı. Ahmet yüzbaşının Alevi
olduğunu bilmiyorlardı. Kitapları gözden geçiren yüzbaşı
ertesi gün tüm okulu toplayarak konuşma yaptı. Şunları
söyledi:

“Araplar biz Türkleri sırtımızdan hançerledi. Laik


cumhuriyetimiz din temellerini ret ederek kuruldu.
Atatürk bize bu ülkeyi bağışladı. Onu korumak ve
kollamak bizim boynumuzun borcudur. Türk
müslümanlığı Araplardan farklıdır. Ezanın Türkçe
okunması daha iyidir. Dini yaşamak iyi olmakla birlikte
bunu kalpten yaşamak gerekir.”

Sınıf yüzbaşıları bundan sonra dini konularda hiç


konuşmamayı yeğlediler. Neyse ki, ilk dalgalanma bu
şekilde atlatılmıştı. Yavaş yavaş 1. ve 2. sınıf
koğuşlarındaki öğrenciler, Ferruh ve arkadaşlarının
namaz kıldığını öğrenmeye başladı. 3. sınıflardan Mikail
ve Ali, radikal görüşlere sahiptiler. Türkiye’nin İslam
ülkesi olmadığı için “Darul Harb” olduğunu, Cuma
namazı kılınamayacağını savunuyorlardı. Aynı sınıftan
Cavit ve İlyas’ın başını çektiği namaz kılanlar grubu daha
ılımlıydı. 4. sınıflarda namaz kılan ise sadece Osman ve
Kadir adlı iki öğrenci vardı. Onlarda ılımlılar grubuna
dahildi.

125
Faruk Arslan

Okulda kimse kimseye direk bir kişinin namaz kılması


gerektiği konusunda herhangi gibi bir telkinde
bulunmuyordu. Ancak şöyle bir tablo vardı: Namaz
kılanlar Millî Selâmet Partisi mensubu, kısaca da
“Selâmetçi” olarak tanımlanırdı. Oysa Necmeddin
Erbakan taraftarları azınlıktı ve pek sevilmiyorlardı.
Öğrenciler arasında radikal siyasi İslam ve ılımlı sufi
İslam gruplaşmasını ılımlılar kazanmıştı. 1985’in sonuna
doğru okuldaki 320 öğrenciden üçte biri namaz kılmaya
başlamıştı. Bunlardan sadece altı tanesi siyasi İslam’ı
reklam eden tiplerdi ve taraftar kazanamıyorlardı. Sık sık
cihatdan bahseden bu tipler itici geliyordu. Bu arada
namaz kılanlar çoğalıyordu. Çünkü namaz kılanlar
derslerinde daha başarılıydılar. Namaz kılmak moda
haline gelmişti. Derslerinde başarılı olmak isteyen
öğrenciler, namaz kılanların cenahına koşuyor ve onları
taklit ediyordu. Ferruh ve arkadaşları birazda bunun
rahatlığını yaşıyordu. Artık dışarda, hafta sonu izne
çıktıklarında da öğrenci kıyafetleriyle camilerde namaz
kılmaya başladılar. Önceden çekiniyorlardı... Bir hafta
sonu izne çıkarken, üçüncü sınıf talebesi Keskinli İlyas,
otobüste Ferruh, Muhterem ve Ünsal ile ilgilendi, sohbet
etti. Normalde okulda sınıflar arasında da ast-üst ilişkileri
vardı. Üstünüzde birisi, sizi adam yerine koyuyor, sizinle
konuşuyorsa, bu sevindirici bir durumdu.. Bu çok önemli
bir hadiseydi. Normalde onları gördüklerinde selâm
vermeleri gerekirdi. İlyas’ın dindar 2. sınıf öğrencileriyle
ilgilendiğini duysalarda, hiç bir zaman onların grubuna
katılmamışlardı. Sokakta bir ast sınıf öğrencisi, daha
üstteki öğrenciye selâm vermezse, okula döndüğünde
başına işler gelebilirdi. Öyle haller vardı. Belki kanunî bir
boyutu olmasa da okulun yerleşmiş gelenekleri vardı.

126
Faruk Arslan

Otobüsten indiklerinde İlyas:

“Nereye gideceksiniz?”

“ Ulus’ta Anafartalar Çarşısına gideceğiz” dediler.

“İyi ben de oraya gidiyorum, beraber gidelim”.

Nereye giderlerse o da onlarla beraber dolaşıyordu.


Namaz vakti geldi, onu atlatıp camiye gitmek istiyorlardı.
Oysa onunda namaz kıldığını biliyorlardı. İlyas, onların
hallerinden dindar olduklarını anlamış, bırakmak
istemiyordu. En sonunda her yeri dolaştılar, namaz vakti
geçiyordu. Başka bir mazeret uyduramadılar ve “Namaz
kılacağız” dediler.

“Ben de namaz kılıyorum”

Bunu duyunca çok mutlu olmuşlardı.

“Ama burada zor olur, benim dayım var, onun evine


götüreyim orada kılalım. Orada abdest almanız daha
kolay olur”

Onlarda ‘iyi’ dediler. Dayısının evi diye gittikleri yer,


Demetevlerde 4. Cadde üzerinde Hilal Apartmanıydı.
Öyle bir ortamda kendilerini buldular ki, sanki Rusya’da
ezana hasret, Komünizm baskısı altında inleyen bir insan,
ilk defa ezan sesi duyuyordu. Öyle bir hal yaşadılar ki
kelimelerle anlatılamazdı. Çok farklı dinî duyguların
yaşandığı bir ortamdı. Akşama kadar dinî meselelerden
bahsedildi. Risâle-i Nur okundu, Bediüzzaman’dan

127
Faruk Arslan

bahsedildi. İhlas Kitabevinde görüp tanıdığı Hüseyin


Hoca, Zafer ve Nurettin beyde oradaydı. O zamana kadar
Bediüzzaman ismini Ferruh duymuş ve kitaplarını kaçak
kaçak park köşelerinde okumaya başlamıştı. Bu kitapları
ona tavsiye eden Hüseyın Hoca’ydı. Ancak Muhterem ve
Ünsal ilk defa duyuyorlardı.

Duysalarda, hep olumsuz anlamda kırık dökük bilgiler


elde etmişlerdi. Ferruh, babasının telkiniyle, Said
Kürdî’nin devlete isyan edenlerden olduğunu sanıyordı.
Ta ki İhlas Kitabevinde Hüseyin Hoca ile tanışana kadar.
Gençlik Rehberi ve İhlas Risalesi ile kırmızı kaplı eserleri
okumaya başlamıştı. Sedat yüzbaşı, Eskişehirdeki bir
sohbetlerinde ondan ve takipçilerinden anarşist insanlar
gibi bahsetmişti. Babası Orhan beye göre, Risalelere
Kur’andan fazla önem veren Nurcular, Said Nursi’yi
peygamberimizin üzerine çıkaran sapık insanlardı. Babası
Milli Gazete okur ve orada anlatılanları da Ferruh’a
anlatırdı. Hatta, “Aman bu insanlara bulaşmayın” derdi.
Nurculardan bahsedilince Ferruh’un arkadaşları önce
tedirgin oldular, ama duyduklarıyla orada gördükleri
arasında çok fark vardı. Melek gibi insanlardı...

Okula ilk geldiğindeki duygusu ne kadar yabancı bir


duygu ise, orada hissettiği duygu da o kadar huzur
vericiydi. Hakikaten içinde bulunmaktan mutlu olduğu bir
ortamdı. Akıllarına gelen bütün soruları sordular. Onlar
da güzel açıklamalarda bulundular. Akşama kadar
kendilerini huzurlu hissettiler, namazlarını da kıldıkları
bir ortam oldu orası. Okula dönüş vakti geldi, ama oradan
ayrılmak o kadar zor geldi ki... Hüseyin Hoca, askeri okul
öğrencisinin ev köşelerınde sohbete katılmasının yanlış

128
Faruk Arslan

anlaşılacağını belirterek, onları İhlas Kitabevinin


arkasındaki sohbet odasına davet etti. Beraber çay
içtikleri bir ortamdan, onlara çok kasvetli gelen bir
ortama dönmek sıkıcıydı. Ferruh, yolda arkadaşlarına
şöyle dedi:

“Biz böyle bir şeye girdik, ama başımıza bir iş gelebilir.”

Muhterem cevaben:

“Ben burada kendimi öyle huzurlu hissettim ki ne olursa


olsun, devam edeceğim.”

Ünsal ekledi:

“Al benden de o kadar. Bende geleceğim.”

Ferruh, can arkadaşlarıyla aynı duyguları paylaştığı için


sevinçten deliye döndü:

“Madem birlikte başladık, ben de devam edeceğim. Her


hafta sonu en az bir gün İhlas Kitabevine gidelim ve
Hüseyin Hocayı dinleyelim. Gelen gelemeyenlere
dinlediği sohbeti hafta içi anlatsın.”

İlyas’ın ilahi okuma kabiliyetine ilk orada şahit


olmuşlardı. İlyas, genelde hafta sonları Keskin’deki
akrabasının evine gidiyordu. Sözü astlık üstlük
meselesine getirdi:

“Çocuklar, ben sizinle birlikte gelemem. Birincisi ast ile


üsttün arasındaki hiyerarşiyi yok sayarak sivilde sarmaş

129
Faruk Arslan

dolaş olmamız askeri disiplinle bağdaşmaz. Okulda


sizinle böyle samimi dolaşamam. Bizi böyle görürlerse
yanlış anlayabilirler. İkincisi benim hasta bir anam var,
her hafta sonu benim yolumu gözler.”

Mesaj alınmıştı. Sonraki hafta, kimsenin çağırmasına


ihtiyaç kalmadan kendileri gittiler oraya. Sağ olsunlar,
oradaki ağabeyler de çok yakın alâkadar oluyorlardı.
Daha sonra öğrendiler ki, neredeyse bir yıldır
devrelerindeki İzmirli “Kibar Kemal”in ‘kitap okuyorlar’
diyerek onları götürmek istediği yer de orasıydı. Ertesi
hafta onunla da orada buluştular. Ve zaman içerisinde
Sağlık Astsubay Hazırlama okulu 2.sınıftan 6 kişi oldular.
Orada hem dinî anlayışları, hem de imanî konulara
bakışları güçlendi, yenilendi. O güçlendikçe korkuları da
azaldı. Bu defa, ilk etapta gece bütün namazları kaza
etmek yetmemeye başladı, bunu yeterli görmediler.
Arkadaşlarıyla Ferruh beraber ortak tavırlar geliştirmeye
başladılar. Ceplerinde naylon seccadeler taşımaya
başladılar ve buldukları boşluklarda namazları vaktinde
kılmaya başladılar. Zaten sabah ve yatsıda problem
yaşanmıyordu. Diğer vakitleri de okulun merdiven
altlarında, namaz kılan sivil memurların odalarında,
nerede boş vakit ve yer bulurlarsa namazlarını
kılıyorlardı. Kısa sürede bütün namazlarım vaktinde kılan
aynı sınıftan 6-7 kişi olmuşlardı. Hazırlama okulunun 3.
sınıfına gelince bu durum, onlar için bir iman dâvâsına
dönüştü. Devredeki arkadaşların yarısından çoğu dine
sarıldı. Bir taraftan kendileri yaşarken, bir yandan da okul
arkadaşlarına bu hakikatleri nasıl anlatırız diye gayret
göstermeye başladılar. Ve yavaş yavaş uygun olan
arkadaşlarını yönlendirmeyi başardılar.. 2. senenin

130
Faruk Arslan

sonuna geldiklerinde öyle bir nokta oldu ki, bir Ramazan


gününde teravih namazında 60 kişiyle cemaat yapıp
okulun yatakhanesinde namaz kıldıkları oluyordu.

Atılmaktan korkmamalarının bir sebebide sınıf subayları


“Beton Kemal”di. Taş gibi bir yüreğe sahip olduğu
sanılan yüzbaşı aslında yufka yürekli biriydi. Ferruh, bir
senedir “Eşekler Sınıfı”nın koğuş kıdemlisiydi. Her sabah
saat 8.00’de içtimaya çıkılmadan önce komutana günlük
nöbet defterini imzalatıyor ve tekmil veriyordu:

“314 Ferruh Kaplan. Okulda vukuat yoktur. Devremiz


emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım.”

Beton Kemal, eski Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin


Batur’un damadıydı. Bu nedenle dokunulmazlığı vardı.
Kara Harp Okulu’nda lakabı “Daşşaklı”ydı. 1970’lerin en
kudretli iki generali vardı. Faruk Gürler ve Muhsin Batur.
Her paşa gibi Batur’da siyaseti beceremedi. Halk
Yakoben anlayışta tepeden inen asker politikacılardan
nefret ediyordu. 11 Şubat 1986’da Muhsin Batur,
SHP'den istifa ederek siyasi yaşama veda etti.

Ferruh’a çok güvenen Kemal yüzbaşı, onun namaz


kıldığını bildiği halde asla bu konuyu açmazdı. Namaz
kılma modası başlayınca mızrak çuvala sığmamaya
başladı.

131
Faruk Arslan

Onaltıncı Bölüm

Namaz Kılma Modası!


Okulda mescit yoktu. 3. sınıfta okulda namaz kılma
modası engellenemez boyuta ulaşmıştı. Yasak olan şeye
ilgi vardı. Devrelerindeki bir kısım arkadaşları “Bu kadar
abartmayın. Çok abartırsanız bu iş de engellenir” gibi
uyarılar yapıyorlardı. Ferruh ve arkadaşları yavaş yavaş
frene bastılar. Ama artık çok da okuldan atılırız korkusu
kalmamıştı. Belki de bugüne kadar hiç sorgulanmış
olmalarından dolayı rahattılar. Bir atılma riskiyle karşı
karşıya olduklarını düşünmüyorlardı. Hiç konuşmayan,
utangaç Ferruh, 3. sınıfta tam bir patlama yaşamıştı.
Ferruh’un dilini asıl açan anahtar Said Nursi’nin Risale-i
Nur’ları olmuştu. Bu mükemmel yapıtı bulduktan sonra
diğer kitapları değersiz ve önemsiz görmeye başlamıştı.
130 parça, altıbin küsür sayfa bu eseri bir yıl içinde tam
anlamadan okudu. Nursi, “Kim bu eseri bir yıl içinde
okursa devrin İslam alimi olabilir veya münazara
yapabilir.” demişti. Alim olmamıştı, ama imanını
taklididen tahkikiye çevirmişti. Artık neye inandığını
biliyordu. Bu kitaplardaki üstün edebiyat sayesinde
hitabeti gelişmişti, artık konuşmaktan, görüşlerini
topluluk içinde dile getirmekten çekinmiyordu. Kırmızı
kitaplar kaderini çizen eserlerdi. Artık konuşurken
utangaçlıktan kıpkırmızı olan yanaklarında güller açıyor
ve dudaklarından hikmetli sözler dökülüyordu. Bu
kitaplarla ilk karşılaştığı yer olan İhlas Kitabevini hiç
unutmuyordu.

132
Faruk Arslan

Üçüncü sınıfa geldiklerinde Risâleleri okuyan 7-8 kişi


olmuşlardı. Haftasonu öğrendiklerini okulda namaz kılan
diğer arkadaşlarına anlatıyorlardı, hepsine bu bilgiler
ilginç geliyordu. 60 kişilik devrelerinden böylece toplam
30-40 kişi geldi o sohbetlerde bulundu. Kimi korkudan
devam etmek istemedi, kimi devam etti. Artık üçüncü
sınıfta okulda da kendi aralarında zaman zaman
programlar yapıyor, alt sınıflara anlatabilmek için bazı
metotlar geliştiriyorlardı. Bu arada da derslerine çok
asılıyorlardı. Derslerinde zayıf olanları aralarına
almıyorlardı. Başarıyı artık bu meseleye bir vesile olarak
görüyorlardı. Diğer taraftan disiplin konusunda çok
hassas davranıyorlardı. Belki diğerlerinin hassasiyetinden
çok daha hassas davranıyorlardı ki, dâvâlarına zarar
gelmesin. İş biraz daha şahsî meseleden dâvâ meselesine
dönüşmüştü. Böyle bir ruh haliyle çekirdek bir ekip
oluşmuştu. Dönemin şartları içerisinde okuldaki hocaları,
öğretmenleri dinden uzaktılar. Edebiyat öğretmenleri
Nurdan hanım, hemşire kolejinden kız arkadaşları
edinmeyi ve dünyevî yaşantıyı telkin ediyordu. Orhan
Kıtay asteğmenin görev süresi dolmuştu. Onun gibi
vatanperver, millî değerlere sahip ve mukaddesatçı bir
teğmen bir daha gelmedi. Zaten son 6 ayında Komünist
öğrencilerin şikayeti üzerine derslerden alınmış, planlama
bölümünde kızağa çekilmişti ve öğrencilerle konuşması
yasaklanmıştı.”Gözlük” lakabını taktıkları bir de
İlahiyatçı bir teğmen vardı. Hatta bir ara Din Dersi
öğretmeni olarak derslerine girdi. Kalabalık öğretim
topluluğu içerisinde bir kaç kişi sadece onlara manevî
değerleri hatırlatır konumdaydı.

133
Faruk Arslan

Namaz kılanlar derslerde çok iyiydi ve okulun örnek


askerler olarak lanse ediliyordu. Tüm devrelerin başarılı
ilk on öğrencisinin hepsi namaz kılanlardı. Bu olumlu
ortamda 3. sınıftaki ağabeyleri alt sınıflara çok yardımcı
oluyordu. Onlarında çok sevdiği bir ortam oluşmuştu.
Öyle bir noktaya gelinmişti ki, bazı astsubay ve subaylar
haricinde, meselâ bölük komutanları artık namaz
kıldıklarını biliyorlardı. Devre arkadaşları biliyorlardı,
ama onlara çok da muhabbetleri vardı. Çünkü yeri
geldiğinde onların derslerine yardım ediyorlardı, yeri
geldiğinde onların işlerini görüyorlardı. Her eğitim
sömestiri başında “Okul Teşkilâtı” diye bir teşkilât
seçilirdi. Derslerinde başarılı, disiplinli öğrencileri sınıf
subayları ödüllendirirdi. Son sınıfta bu ekip oylama ile
seçilirdi, ders ve disiplin durumu iyi olanlara oy verilirdi.
“Okul teşkilâtı”na rütbeler verilirdi ve sınıf okulundan
nöbeti devir teslimle resmen onlar devralırdı.. En üst
rütbedeki başçavuş olur, onun altındaki üstçavuş, sonrası
çavuş ve onbaşı kollukları takan yaklaşık 20 kişilik ekibi,
bütün okulun sınıflarının başında amir konumunda onlar
yönetirlerdi. Bu 20 kişilik grubun tamamının namaz
kılanlar oluşması, komutanları rahatsız etmeye başlamıştı.
Namaz kılanlar, artık alt sınıflarda onların çok alışık
olmadığı, onların sorunlarını çözmeye çalışan, onlara
tepeden bakmayan, ezmeye çalışmayan, biraz daha insanî
davranmaya çalışan ‘üst sınıfta okuyan öğrenciler’den
oluşmuştu. Bu yapıdan dolayı namaz kılanları çok
seviyorlardı. Öğrencilerin uhrevî hayatlarının kurtulması
tek endişeleriydi. Risâle-i Nurun verdiği bir bakış açısıyla
insanların ahiretinin kurtulması ve özellikle o baştan
onlara çok kasvetli gelen ortamdan insanların kurtulması
eksenli bir hayat tarzı oluşmaya başladı. Ferruh ve

134
Faruk Arslan

arkadaşlarının tamamı böyleydi. Artık başlarına gelecek


herhangi birşeyden de fazla bir korkuları kalmamıştı.
Haftasonları üç-dört yerde sohbetler düzenleniyordu.
Bölük komutanları, sınıf subayları onlardan çok
memnundu. Bazı aileler ise evlatlarının dindarlaştığını
görerek hem sevinmiş, hemde ürkmüştü. Ferruh, eve
tatilde Risâle götürdüğünde babasının nasıl şiddetli karşı
çıktığını hatırlıyordu. İlk defa 2. sınıfın yaz tatilinde
hazırlık sınıfındayken götürmüştü risâleyi. Orhan
astsubay, bu işe çok karşıydı. Bir defasında “Meyve
Risâlesi”nin üstüne “Düşman Geliyor” diye bir kitabın
kabını kaplayıp o şekilde eve götürmüştü. Babası evde
yok iken okuyordu. Birgün abdest almaya giderken
babası eve geldi ve gelir gelmez kitabı gördü, evirdi
çevirdi.

“Bunu sen nerden aldın? Hangi üçkâğıtçı, sahtekâr sana


bunu verdiyse onlar senin geleceğini karartıyorlar”

“Ama baba! Bu kitaplar Kur’an tefsiri, yazarıda


devrimizim en büyük İslam alimi.”

“Oğlum, ben Kur’an’dan gayri kaynak eser tanımam.


“Nurcular:, Risleleri Kur’an yerine koyuyor ve Said
Nursi’ye de peygamber gıbı saygı gösteriyorlar. Yok
efendim neymiş, Risaleler ona ilhamla yazdırılmış.”

“Risaleler, bu devrin manevi hastalıklarına Kur’andan


aldığı 330 ayetle tedavi sunuyor. Kur’an icazını, mucize
olduğunu gösteriyor. Ayrıca Nursi bildiğin şeyhlerden
değil. Ben Şeyh değilim diyen çok mütevazi biri.”

135
Faruk Arslan

“Olsun oğlum. İslam alimlerini Allah ile aramıza


koyanlara karşıyım. İslam’da ruhban sınıfı yoktur.”

“Bu dediğin doğru. Zaten Nursi eselerini kendi nefsine


ders olarak yazmış, din adamlığı iddiasında değil.
Kur’an’dan başka kaynak tanımamak selefi, Vehhabi
görüşe benziyor.”

“Risaleler Nursi’nin ölümünden sonra değiştirilmiş


olabilir. Ayrıca ağır Osmanlıca, anlaması zor.”

“Yok baba, yanlış biliyorsun. Risalelerin bir harfi bile


henüz değiştirilmiş değil. Sadeleştirilmesine bu nedenle
talabeleri karşı çıkıyor. İman hakikatlerini anlatıyor bu
eserler. İçinde siyaset yok. Kur’an var, Hadis var.”

“Hadislerin pek çoğu çarpıtılmış olabilir.”

“Of be baba! Bu görüşte Vehhabi anlayışı.”

“Said Nursi, tehlikeli bir adam. Şeyh Said isyanını


çıkaran hain değil mi bu?”

“Onuda yanlış biliyorsun. İki Said farklı kişiler. Said


Nursi, Şeyh Said’e destek vermediği için başarılı olamadı.
Said Nursi, cumhuriyetçidir.”

Tartışma burada bitmişti. Manevî güzellikleri yaşatan


insanlara babasının böyle bir lâflar söylemesi Ferruh’un
damarına dokunmuştu. İlk defa babasına biraz karşılık
verdi. Aralarında ilk defa dini bir konuda bir çatışma
çıktı. Sonraki ilk izinde, bu sefer ortada artık ne kadar

136
Faruk Arslan

perde varsa yırtılsa iyidir diyerek Risâle-i Nur


eserlerinden “Sözler”i çıkartıp masanın üzerine koydu.
Artık gizlisi saklısı kalmadı. Ne zaman izne 15 gün tatile
gittiyse 15 gün odasında Risâle okuyordu. Babası geliyor,
bakıyordu. İnatçı olduğunu biliyordu. Üzerine gidersem
tersini yapar endişesini taşıyordu. Fazla ilişmemeye
başladı.

Bir gün yaz tatilindeyken “Beton Kemal” evi aradı.


Babası çıktı telefona. Bölük komutanı Ferruh hakkında
öyle güzel şeyler anlattı ki, kulak misafiri olan Ferruh
kulaklarına inanamadı. “Beton Kemal” gibi kimseye
iltifat etmeyen bir subay Ferruh’u anlatıyordu:

“Dersleri mükemmel. Disiplin durumu çok iyi. Böyle bir


evlât yetiştirdiğiniz için size teşekkür ediyorum...”

Orhan astsubay çok mutlu olmuştu. Böyle bir tebriki hiç


beklemiyordu. O oğlunun başına bir iş gelecek diye
düşünürken, böyle güzel bir haber duymanın getirdiği bir
rahatlama ile kendinden geçti. Ondan sonra Ferruh biraz
daha rahat ettik aile içerisinde. Okulla arası iyi,
komutanla arası iyi, namazını düzgün kılan Ferruh ile ilk
defa iftihar etti.

3. sınıfın son günlerinde bir Ramazan günü, Ahmet


Coşkun adlı nöbetçi subayı Ferruh’u merdiven altında
namaz kılarken yakaladı. Kimse buraya gelmez diye
genelde burada namazını kılardı. Nöbetçi komutan
namazın bitmesini bekledi.

“Sen namaz kılmak için kimden izin aldın?”

137
Faruk Arslan

Biraz sendeleyen Ferruh, toparlanarak sınıf subayı`”


Beton Kemal”in arkasına sığınmayı denedi:

“Bölük komutanımızın haberi var.”

“Beton Kemal” pek dininde diyanetinde olmayan bir


insandı, ama Ferruh’u çok severdi. Namaz kıldığını da
bildiği halde önünü açar, mümkün mertebe de gayretli,
çalışkan talebeler diye onun gibileri himaye etmeye
çalışırdı. Nöbetçi subay:

“Say bakalım Atatürk ilkelerini” dedi. Ferruh, normalde


sabahtan akşama kadar Atatürk ilkelerini sayardı, ama o
an sadece ikisi aklına geldi. Ondan sonrasını sayamadı.
İsmini, numarasını bildiği halde, sorarak aldı:

“Ben seni bölük komutanına bildireceğim, sana


göstereceğim”

Neticede bölük komutanına bildirmişti. Sınıf komutanı


meseleyi çok ciddiye almadı. Harp okulunda iken iki
komutanın birbiriyle kavgalı olduğunu öğrenmişti.
“Beton Kemal”, Ahmet Coşkun’dan daha hızlı terfi alınca
okulda ondan daha kıdemli hale gelmişti. Biri önyüzbaşı
biri kıdemli yüzbaşıydı. O gün iki yüzbaşının ağız
kavgasına şahit oldu Ferruh. “Beton Kemal”, ağzını
bozmuştu:

“Eşek herif! Ferruh, geçen kış tatilinde Uludağ kayak


tatilini hak eden beş öğrenciden biriydi. Ben emri
imzalamıştım. Yurt dışında olduğum sırada benim emrimi
dinlemeyerek Ferruh’u listeden çıkartmışsın. Bu

138
Faruk Arslan

haksızlık, adaletsizlik. Çocuk namaz kılıyor diye mi


ödülden mahrum ettin?”

Ahmet yüzbaşı itiraf etti:

“Evet. Namaz kılan yobazların Uludağda kayak kursunda


ne işi var? Ben iptal ettim. Kendisinede giderken okul
öğrenci komutanlığı vekaletimi bıraktığımı söyledim.
Gönlünü aldım.Yuttu enayi!”

“Beton Kemal”, iyice kızmıştı:

“Kızılbaşlığını karıştırmışsın. Bir daha benim


öğrencilerime müdahale ettiğini görmeyeceğim. Kendi
dini inançlarını veya inançsızlığını kendine sakla.”

Ferruh, şok olmuştu. Ahmet yüzbaşının katı ve dinsiz bir


Alevi olduğunu yeni öğrenmişti. Bu süreç böylece devam
etti. Artık kaşarlanmıştı. Hafta sonları Risâle okumaya
gidiyordu. Her geçen gün aynı duygu düşüncedeki
öğrencilerin sayısı artıyordu. Tabiî bir taraftan da risk
artıyordu. Komutanlık katına her çıktığında ona düşman
gözüyle bakan Ahmet Coşkun, sınıf komutanı olduğu 4.
sınıftan namaz kılanları tek tek odasına çağırarak tehdit
etti. Hepsi namazı terk etmek zorunda kaldılar.

Ferruh, en çok kendisini ilk defa sohbete götüren Keskinli


İlyas’ın namazı bırakmasına üzülmüştü.

139
Faruk Arslan

Onyedinci Bölüm

Kopya çetesi!
3. sınıf “Eşekler Sınıfı”nın eşeklikte zirveye çıktığı sene
olmuştu. En büyük keyifleri yataktan sabahları geç
kalkmak ve sabah kahvaltısını geç yapmaktı. Sabahın
6.00’sında çalan kalk borusunun ardından koğuşa gelen
nöbetçi astsubay, nöbetçi öğrenci, en sonda nöbetçi subay
asla onları yataktan zamanında kaldıramazdı. Palaska ile
ranzalar dövülür, onlar uyanmazdı. Saat 6.30’u geçince
“Eşekler Sınıfı”ndan beş kişi yataktan kalkar, 7’ye 10
kala ise kalanları. Saat 7’de biten kahvaltı, genelde aynı
saatde başlayan etüd saatinde ekmek arasına konan
kahvaltılıklarla yapılırdı. Bu mutat tembelliğin tek
istisnası “Beton Kemal”in nöbetçi amir olduğu günlerdi.
Geç kalkanların numarası alınıp ceza verilmesine rağmen
“Eşekler Sınıfı”, ceza alma kahramanlığı bahasına
kaldırılamazdı. Bunu bilen subay ve astsubaylar, onların
koğuşuna hiç girmeyip karizmayı çizdirmemeyi yeğlerdi.
“Eşekler Sınıfı”ndan 30 kişi bir gece sınıf toplu biçimde
okul duvarlarından atlayıp firar etmişti. Ankara’nın
Dışkapı semtinde ‘Rock konseri’ni izlemeye giden sınıfın
son yatış yoklamasını cumartesi günü olduğu için gece
11.00’de verilecekti. Nöbetçi Komutan “sarhoş“ lakaplı
Ayfer Yılmaz’dı. Kimse ne iş yaptığını bilmezdi,
istihbaratçı olduğunu 3 senedir gizlemeyi başarıyordu. Bir
şişe rakı ve meze aldın mı sabaha kadar içer, uyurdu. O
nöbetçi iken kimse nöbet tutmazdı. Ama o akşam büyük
kaçışı hissetmiş gibi erken yat yoklaması istedi. Ferruh,
dışarıya iki tane adam salıp “Eşekler Sınıfı”nı konserden
toplatırken, komutanı iki saat zor idare etmişti. Tam

140
Faruk Arslan

yoklama verince komutan şok olmuştu. 30 kişilik A


sınıfının 20’si sınıfta çakma noktasına gelmişti. Bir çare
bulunmalıydı. “Komünist Murat” ve “Obur Osman”,
sınavlardan evvel sınav sorularını öğretmenler odasından
çalmayı önerdi. Ferruh, buna karşı çıktı. Lokma,
Muhterem, Ünsal, Bekir, Azim ve Akif, bu aptallığa karşı
çıktılar. Hepsi namaz kılan, disiplinli ve başarılı
öğrencilerdi. Kopya çekmeye ihtiyaçları yoktu. Ancak
sınıfın gizli toplantısında çoğunluk soru hırsızlığından
yana oy kullandı. Üç kişilik çalma ekibini, beş kişilik
gözetleme heyetı koruyacaktı. Herkes uyudukta sonra her
imtihan öncesi gece 1.00’de sorular çalınacaktı.
Mikrobiyoloji, Patoloji, Fizyoloji, Halk ve Toplum
Sağlığı herkesin belalı dersleriydi. Atatürkçülük ve
edebiyat derslerinden zorlanmayan azdı. Matematik can
sıkıyordu. Sorular sınavlardan önce ustalıkla çalındı.
Öğretmenler odasının anahtarı kopyalanmıştı. Her
hocanın dolabının açmak için maymuncuk kullanılıyordu.
Eldiven kullanan usta hırsızlar, Murat, Osman ve Çinçin
idi. İz bırakmıyorlardı. Levi, Güzin hocanın dolabındaki
çikolataları yemese ruhları bile duymayacaktı. Ancak
hocalar birbirinden kuşku duyuyordu. Kimsenin aklına
öğrenciler gelmedi.
‘Eşekler Sınıfı’, 1. sömesterin sonunda tüm zayıfları
düzeltmişti. Herkes 9 ile 10 çekiyordu. Kopta çekmeyi
bile beceremeyen üç beş kişi ise 7 ile yetiniyordu. Sınıfın
üstün ders başarısı hocaların dikkatini çekiyordu.
Sözlülerde halen zayıf olan öğrencilerin yazılılarda nasıl
yüksek not aldığını hiçbiri çözemedi. Bazen soruları
dolabına koymayan uyanık hocalarda çıkıyordu.
Onunda çaresi bulunmuştu. Yazılıdan sonra kağıtlar gece
yarısı sınıfa getiriliyor, başarılı öğrenciler soruların

141
Faruk Arslan

cevaplarını tahtaya yazıyor, kağıtlar düzeltiliyordu.


Hocalar tam uyanmasın diye bazı çok zayıf öğrencilerin
kağıtlarını tam düzeltmesine izin verilmiyordu. Bu sır,
‘Eşekler Sınıfı’nın en büyük sırrıydı. Kimse dışarı
sızdıramazdı. Sızdırsa sınıfın okuldan toptan atılması içın
Yüksek Disiplin Kurulu’na çıkartılacağı kesindi. Çinçin,
bir defasında ileri gitmiş. Neriman hocanın dolabına
işemişti.
“Beton Kemal”, “Eşekler Sınıfı”nın nasıl olupta okulun
en başarılı sınıfı haline geldiğini çözemeyenlerdendi. Bir
defasında Ferruh’u çok sıkıştırmış, ağzından laf
alamamıştı. 2. sömestirde devam eden soru hırsızlığı,
okuldan atılacağına kesin gözüyle bakılan bazı öğrencileri
bile taktirlik hale getirmişti. Ancak sınıfın disiplin notunu
kopya ile düzeltmek imkansızdı. Sınıfta 15 ceza puanı
sınırında bulunmayan sadece 6 öğrenci vardı: Ferruh,
Lokma, Bekir, Halim, Akif ve Muhterem. Bu nedenle
sınıfın kıdemlileri oluyorlardı. 3. sınıfın sonunda
öğretmenler odasının anahtarı gizli bir törenle altan gelen
2. sınıfın yaramaz iki öğrencisine devredildi. Ancak bu
öğrenciler daha ikinci soru hırsızlığında yakalandılar ve
hemen okuldan atıldılar. “Eşekler Sınıfı” ise yakayı yine
kurtarmayı başardı.
“Eşekler Sınıfı”nın öğretmenlere yaptığı terbiyesizlikler
nedeniyle sık sık toplu halde hafta sonu izne çıkmama
cezası alıyorlardı. “Beton Kemal”, sınıfın kaçmasını
önlemek için hafta sonu ders yapar gibi etüdler koymuştu.
Ferruh’u da nöbetçi amirine kontrol defterini imzalatma
görevi verilmişti. “Eşekler”, buna da çare bulmakta
gecikmedi. Komutanların imzalarının sahte atılmasını
yine “Komünist Murat” üzerine aldı. Sınıf, hafta sonları

142
Faruk Arslan

hep kaçmayı başardı. Hele büyük takımların Ankara’da


futbol maçı varsa sınıfı okulda tutmak imkansızdı.
Sınıfta etüd saatlerinde sessizliği sağlamak imkansızdı.
Nöbetçi subay ve öğretmenler gürültü yapanların
isimlerini sınıf başkanlarından istediğinde başkan isim
veremezdi. Verse kendi sınıf arkadailarından bir araba
dayak yerdi veya yalnızlığa mahkum edilirdi. İsim
vermeyince ya sadece başkan nöbetçi amirinden sopa yer
veya tüm sınıf sıra dayağına çekilirdi. Sınıfın en çok
dayak yiyen başkanları Akif, Lokma ve Ferruh’tu.
“Beton Kemal”, “Eşekler Sınıfı”nı adam etmeyi
başaramamıştı. Bir gün patladı:

“Bu okula eşeğide bağlasanız mezun oluyor. Okul


tarihinin gördüğü en büyük eşeklersiniz!”

143
Faruk Arslan

Onsekizinci Bölüm

Ilgaz Dağı Kampı


3. sınıfın yaz tatili uzundu. Karamürsel kampı 1. ve 2.
sınıflar içindi. Geçen yılki yaz kampına ilk defa Harbiye
öğrencileri getirildiği, astsubay öğrencilerini eğittiği için
çok tartışmalı ve kavgalı geçmişti. Ağır komando
eğitiminden geçirilmişler, dikenli arazide alçak sürünme
ile süründürülmüşlerdi. Tuzlu denize vücudları dikenlerle
yara bere içinde iken sokulmuşlardı.
Tek güzel hatıra Gölcük’te gittikleri Amerikan askeri
üssünde gördükleriydi. Burası Türkiye’nin gelişmiş
modern teknolojilerle donatılmış en mükemmel üssüydü.
Ferruh ve arkadaşları hafta sonu izni vesilesiyle gittikleri
Gölcük’te sandal sefası yapmıştı. Ancak bu sefa onlara
pahalıya patlamıştı. Onları gören tüm askeri öğrenciler
sandalla gezmeye kalkınca ortalık karışmıştı. “Bodur
Mehmet” Tıbık yüzbaşı, sandal macerasını ilk kim
başlattı soruşturmasını başlatınca tüm oklar Ferruh’u
göstermişti. Güdek boylu Mehmet Tıbık’tan 35’şer tokat
dayak yemişlerdi Ferruh ve arkadaşları. 1985 yaz
kampından geride kalan hatıra, yedikleri dayaktı.
Ferruh, İhlas Kitabevinden Hüseyin Hoca’ya 1986 yaz
tatili için kendilerine kitap okuyacakları sessiz ve ıssız bir
mekan ayarlamasını talep etti.
Hüseyin Hoca’nın oğlu Ankara Üniversitesi Hukuk
fakültesine okuyordu. Yozgat’ın Yapraklı ilçesindendiler.
Aklına yayladaki evleri geldi:

144
Faruk Arslan

“Yapraklı’ya gidin. Orada bizim evde misafirimiz


olursunuz. Sonra oğlum sizi yaylaya çıkartır. Ara sıra
gelir size ekmek ve erzak getirir. Ayrıca Elektronik,
Mızıka, Jandarma astsubay okullarından beş öğrencide
kamp yapmak istiyor. Ilgaz dağlarının büyüsü size
bekliyor.”

Ferruh çok sevinmişti. Elektronik astsubay okulundan


Mustafa Ertürk, Mustafa Pala, Ahmet Akar, Mızıka’dan
Özgür Yorulmaz ve Jandarma astsubay okulundan Eyüp
Gezer ile birlikte altı kişi olmuşlardı. Hepsi Hüseyin
Hoca’nın sohbetlerinin müdavimiydiler.
Ankara’dan önce Çankırı’ya giden otobüse bilet aldılar.
Ancak hesaplamayı iyi yapamamışlardı. Öğle namazı
geçmek üzereydi. Yollarda dinlenme tesisleri vardı ama
mescitleri yoktu. 1986’nın yazı yaşanıyordu. Mustafa
Pala, isyan bayrağını kaldırdı:

“Arkadaşlar! Namaz kılmamız lazım. Otobüs muavinine


söyleyelim, yolda dursun bir yerde.”

Muavin, hepsi 15 ve 16 yaşlarında, asker tıraşlı gençlere


uzaydan gelmişler gibi baktı:

“Ne namazı be kardeşim! Çişiniz geldiyse sabredin yarım


saat sonra duracağız.”

Mustafa Ertürk sertleşti:

“Allah’ın emiri namazı kılacağız. Vakti geçirmemiz


haramdır.”

145
Faruk Arslan

Konuşmaları duyan şöfor sıkı bir küfrü kalayı basmıştı:

“Ulan, çoluk çocukla uğraşıyoruz. Durmuyorum.”

Mustafa Pala, kesin kararını vermişti.


“Şöfor çek kenara, biz iniyoruz.”
“İnerseniz, size burada bırakır, giderim.”
“Gidiyorsan git be kardeşim!”
Otobüs acı bir frenle yolun kenarında durdu. Gençlerin
çantalarını muavin yolun kenarına sertce attı. Otobüs
haraket ederken otobüs içindeki yolcularda çalkantı
başlamıştı. 60 yaşlarında ak sakallı bir amca şöfore
kızıyordu:
“Pırlanta gibi gençleri niye yolda bıraktın şöfor. Hiç
Allah’tan korkmuyor musun? Senden sadece namaz
kılmak için beş dakika istediler.”
Tüm yolcular bağrışarak konuşmaya başladılar. Yaşlı bir
nine son noktayı koydu:
“Şöfor dur, bende namazımı kılmadım. Bu otobüs bu
gençlerş almadan giderse kaza yapar.”
Henüz bir kilometre bile gitmeyen otobüsün dönüş
yaparak geri geldiğini gören altı genç şaşırmıştı. Yolda
kalmayı göze alarak bir risk almışlardı. Gözleri karaydı.
Samimiydiler. Bu ihlaslı davranış otobüsü geri çevirmeye
yetmişti.
Aslında ceplerinde geriye dönecek kadar bile paraları
yoktu. Yürüyerek Ankara’ya dönmeleri bir haftalarını
alırdı. Zaten ceplerinde karınlarını doyaracak paraları da
bulunmuyordu.
Otobüsün geri gelmesine, çölde devesini içinde su
kırbasıyla kaybeden bedevinin devesini bulma misali
epey sevinmişlerdi.

146
Faruk Arslan

Namazlarını kılmalarını bekleyen otobüs yolcuları sanki


hayatlarında ilk defa namaz kılan gençler görüyorlardı.
Çankırı’da onları Hüseyin Hoca’nın oğlu Yusuf karşıladı.
Evlerine götürüp karınlarını doyurdu. Çankırı’da geziye
çıktıklarında hiç bir yol ve sokakta asfalt olmadığını
hayretle görmüşlerdi.
Mustafa Ertürk, merakla sordu:
“Neden Çankırı hiç gelişmemiş? Sadece şehir merkezinde
Atatürk’ün büstüne giden daracık yolda asfalt var.”
Yusuf bey avukat olmak üzereydi. Belli ki bildiği pek çok
şey vardı. Sessiz sedasız başını salladı:
“Çankırı’nın 50 yıllık gelişmeme cezası var.”
“Ne cezasıymış bu?”
“Atatürk vermiş cezayı. Kente geldiğinde ağalar iyi
karşılamamış paşayı. Kız istemiş, dansöz istemiş ama
vermemişler. Kasten ne asfalt döşüyorlar nede herhangi
bir yatırım yapılıyor. Çankırı Astsubay okulundan başka
devletin ilimize yaptığı hiç bir yatırım yok.”
Bu saçmalığa akıl sır erdirememişlerdi.
Öğleden sonra bir eşeğe yükledikleri kahvaltılık peynir,
zeytin ve on ekmekle Ilgaz dağlarının tepesindeki yaylaya
doğru yola koyuldular. Şehirde olmayan yol yaylada hiç
yoktu. Toprak yolu bile açılmamıştı. Keçi patikalarından
geçerek eşekleri ile birlikte yaylaya vardıklarında akşam
olmuştu. Üç saatdir yürüyorlardı. Ilgaz’ın uca dağları, çok
havadardı.
Konaklayacakları yayla evinde yatacakları yatak, yemek
yapacakları tüp ve tava yoktu. Kaşık ve çatal
bulunmuyordu. Boş tahta bir kulübeydi, o kadar.
Yusuf, ‘size iyi akşamlar. Ben ara sıra uğrarım’ dedi ve
gözden kayboldu. İyi ki yanlarında peynir ekmek
getirmişlerdi. Karınlarını doyuracakları bir günlük

147
Faruk Arslan

erzakları vardı. Ya sonra? Bunu hiç düşünmemişlerdi.


Ceplerindeki para ancak memleketlerine otobüs bileti
almaya yeterdi. Ne yiyip içeceklerdi.
Mustafa Pala karamsar değildi:
“Endişelenmeyin. Allah bizim rızkımızı gönderir.
Yayladaki köylü ne yiyorsa bizde ondan yeriz. Ormanda
gider mantar toplarız, yabani meyveler buluruz.”
Bu fikir hepsinn hoşuna gitmişti. Yanlarında İhlas
Kitabevinden satın aldıkları Sözler, Mektubat, Lemalar,
Tarihçeyi Hayat, Mesnevi Nuriye ve Şualardan başka
kitapda yoktu.
Ferruh ‘bunda bir hikmet var’ diye söylendi. Ahmet Akar
tastikledi:
“Ne güzel her birimize bir kitap düşüyor. Sırayla
aramızda değişerek okuruz.”
Özgür destekledi:
“Diyorum ki, bir hafta içinde bu kitapların hepsini
bitirelim. Güne bir kitap. Ne dersiniz?”
Eyüp onayladı:
“Ben varım arkadaşlar. Nöbetçi sistemi ile yemek
hazırlayalım. Hergün biri ne yiyeceğimizi ormandan
bulsun, getirsin.”
İkinci günde mantar yediler. Üçücncü gün ormanda
buldukları dağ eriklerini. Üçüncü gün dağ elmalarını.
Dördüncü gün, sabırları kalmadı. Mustafa Pala söylendi:
“Yahu arkadaşlar. Dört gündür buradayız. Köylü bizi hiç
sormaz. Ziyaretimize gelmez. Bir yufka getirmez.
Bacalarından duman çıkıyor. Demek ki ocaklarında kazan
kaynıyor. Bir şeyler yapmalıyız.”
Ferruh, çözüm önerdi:
“Kapılarını çalıp isteyelim.”
Mustafa, bu öneriyi beğenmedi:

148
Faruk Arslan

“Benim daha iyi bir fikrim var. İçimizden biri namaz


vakitlerinde ezan okusun. Ezanda keramet vardır. Elbet
sesimizi duyan köylü gelir, halimizi hatırımızı sorar.”
Kim okusun diye herkes birbirinin gözünün içine baktı.
Mustafa, sessizliği bozdu:
“Arkadaşlar. Ben aslında İmam Hatipliyim. Askeri okula
girebilmek için düz ortaokulu dışarıdan bitirdim.
Biliyorsunuz İmam Hatiplileri almıyorlar. Ezanı ben
okurum, ama sırayla bir başkası okusun.”
Mustafa’nın okuduğu ezan yaylanın derin sessizliğini
bozdu. Birden bir köylü değil on köylü kaldıkları
barakaya akın etti. Hal hatır hoş sohbetten sonra cemaatle
namaz kılındı. Köylü namazı kıldıktan sonra evlerine
dağıldı. Mustafa Pala, yine söylenmeye başladı:
“Anlaşılan ezanda işe yaramadı.”
Tam o sırada iki köylü ellerinde iki tencere yemek ufukta
göründü. Yeni pişirilmiş saç yufkası ile taze yoğurt
getirmişlerdi. Altı genç, açlıktan midelerinin kuruduğunu
hiç farkettirmeden teşekkür ettiler. Yemeklere öyle bir
yumudular ki, sanki aylardır aç kalmışlardı. Yemekler
ardı arkasına geliyordu. Sıraya koymuşlardı. Onlar ezan
okuyor, yayla ahalisine namaz kıldırıyor, köylüde onları
besliyordu. Artık kitap okumalarında verim artmıştı.
Cuma günü olmuştu, ilçeye namaza gitmeye karar
verdiler. En yakın ilçe Yapraklı, piyade yürüyüşüyle üç
saat uzaklığındaydı. Sabah namazından sonra çıkarlarsa
ancak öğlen vakti ilçede olurlardı. Gerçektende Yapraklı
merkez camisinde Cuma namazına kılı kılına yetiştiler.
Camide yaşlılardan başka cemaat yoktu. Topu topu altı
ihtiyar. Yaşları 60 yaşı üzerindeydi. İlçenin orta yaşlıları,
gençleri, çocukları neredeydi? İmam bir yandan hutbeyi
okuyor, bır yandan gözlerini altı genç adamdan

149
Faruk Arslan

çekemiyordu. Hepsinin üzerinde kırmızı renkte birer


askeri tişört vardı ve saçlar asker tıraşıydı. Aslında kim
oldukları kabak gibi meydandaydı. Namaz biter bitmez,
daha cemaat yerinden kımıldamadan imam caminin
kapısına koştu ve dev cüssesiyle kapıda dikildi:
“Durun gençler! Siz kimsiniz, nereden gelirsiniz, nereye
gidersiniz?”
Mustafa, bir nefeste kim olduklarını ve yaylada ne
yaptıklarını açıkladı. İmam çok memnun olmuştu.
Kendisini tanıttı:
“Bana ‘balcı Osman’ hoca derler. Evim aha şuracaktı.
Sizi kesinlikle bir yere bırakmam. Öğlen birlikte Allah ne
verdiyse yiyelim. Sonra nereye gitmek isterseniz oraya
gidersiniz.”
Zaten karınları zil çalıyordu. Bu teklifi geri çevirmek hiç
birinin aklının ucundan bile geçmedi. İmamın eşi sanki
geleceklerini biliyormuş gibi mükellef bir sofra
hazırlamıştı. Şaşırma sırası gençlere gelmişti.
“Bu sofra bizim için mi?”
“Balcı Osman” başıını salladı:
“Sizin geleceğiniz dün akşam rüyamda bana bildirildi.
Eşime öğlen misafirlerimiz olacak dedim, oda sabah
namazından beri sizin için yemek yapıyor.”
Kim bildirdi, niye bildirdi gibi abuk sabuk sorular
sormadılar. Allah onlara rızıklarını gönderiyordu. Yemek
faslından sonra çay, daha sonra koyu bir dini sohbet
başladı. İmamın kütüphanesindeki kırmızı risaleler
gözlerinden kaçmamıştı. Demek ki bu ihtiyar imam, Nur
talabesiydi.
Mustafa, meramını, merakını gidermek istedi.
“Balcı amcam! Neden caminizde hiç genç yok.”
İmamın yarasına parmak basılmıştı. Dertli dertli konuştu:

150
Faruk Arslan

“Gençlerimizi 12 Eylül öncesi ya ülkücülere ya


komünistlere kaptırdık. Bugün kimisi hapiste kimisi
mezarda. Ülkemizde 1960’ta başlayan askeri darbeler
zinciri, bir kaç nesli esir aldı. Yıllardır sizin gibi altın bir
neslin gelmesini beklerim. Üstadımız geleceğinizi haber
vermişti.”
“Balcı Osman”, gençleri evinin bahçesindeki bal
peteklerine, arı kovanlarına götürdü. Bir bal peteğini
çıkartıp sarmaladı ve gençlere uzattı.
“Benim tek mal varlığım bu. Alın afiyetle yiyin.”
“Amca biz bunu alamayız.”
“Lütfen, alın ve bana dua edin. Allah sizin gibi gençlerin
sayısını artırsın.”
Kampa neşe içinde dönen altı genç, bir hafta boyunca her
sabah ve akşam yemeklerinde petekli balı yemiş ama bir
türlü tükenmemişti. Bu nasıl bir bereketti?
Kampın son günü akşama doğru Yusuf bey, elinde on
ekmekle ufukta göründü. On gündür neredeydi? Onları
kime emanet etmişti? İlk sorusu ilginçti:
“Gençler, aç kalmadınız, değil mi?”
Güldüler, güldüler, güldüler…
Evet aç kalmamışlardı. Allah onların rızkını göndermişti.
Başından geçenleri Mustafa bir nefeste anlattı. Yusuf bey,
hiç istifini bozmadı:
“Allah ilim öğrenenlere rızkını umulmadık yerlerden
gönderir.”
Ilgaz kampı, unutulmaz hatıralarla sona ermişti. “Balcı
Osman” ve aç kaldıklarında okudukları ezanın kerameti,
hafızalarında hayatları boyunca unutamayacakları izler
bıraktı.
Kendilerini 309 yıl sonar uyanan mağara arkadaşları,
Ashabı Kehf gibi hissettiler.

151
Faruk Arslan

Ondokuzuncu Bölüm

Darbe geleneği
1986 yaz tatilini geçirmek için Eskişehir’e gitmeden önce
Ferruh, askeri darbelerle ilgili ne kadar kitap varsa
Ankara’da kitapları dolaştı ve satın aldı. Okudukları
karşısında dehşete kapılıyordu. Ülkede meğerse asker,
medya ve yargı vesayeti vardı ve bunun kaynağı kaynağı
ve mimarı 27 Mayıs 1960 darbesiydi. Askeri okulda
onlara asla bunlardan bahsetmemişlerdi. 27 Mayıs darbesi
sadece millete ve sivil iradeye karşı yapılmamış aynı
zamanda Ordunun üst kademesini de tasfiye etmişti.
Darbeyi yapanlar genç subaylar cuntasıydı. 38 kişilik
Milli Birlik Komitesinde, 5 general, 8 albay, 8 yarbay, 11
binbaşı, 6 yüzbaşı bulunuyordu. Darbe ile birlikte,
Devletin ve TSK’nın yönetimi Milli Birlik Komitesinin
eline geçmişti. Bu durumdan rahatsız olan üst komuta
kademesi ve generaller tarafında 06 Ocak 1961 tarihinde
“Silahlı Kuvvetler Birliği” adı ile yeni cunta oluşturulmuş
ve darbeciler arasında da bölünme ve mücadele
başlamıştı. Milli Birlik Komitesinin bir kısım üyeleri
Silahlı kuvvetlerin fiili iktidarının devam etmesini
isterken; Silahlı kuvvetler Birliği mensupları iktidarın
sivillere teslim edilmesi, ancak inkilaplarda etkili
olamazlarsa fiili müdahale yapılmalıdır fikrini
savunmuşlardı. Darbenin şekli konusundaki bu
kutuplaşma 12 Mart 1971 tarihine kadar devam etmişti.
1960 ihtilalini takiben, Ağustos 1960-Şubat 1961 tarihleri
arasında, darbeye destek vermeyen 235 general ile 5000
üst rütbeli subayın Silahlı Kuvvetlerle ilişiği kesilmişti.

152
Faruk Arslan

Yani, darbe taraftarı olmayanlar tasfiye edilmiş, geriye


Devlet yönetiminde Silahlı Kuvvetlerin devamlı söz
sahibi olmasını isteyenler kalmıştı. Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde darbe ve müdahalelere liderlik eden kadrolar,
1960 ihtilaline egemen olan zihniyeti benimseyen
askerler olmuştu. Bu kadrolar hem birbirleri ile mücadele
etmiş, hem de devletin yönetimine müdahale etmişlerdi.
Cunta içi mücadelenin ilk belirtisi; 14′lerin tasfiyesi
olarak askeri ve siyasi tarihimizde yerini almıştı.
Reformlar yapılmadan önce iktidarın sivillere teslim
edilmemesini savunan ve Başını Alparslan Türkeş, Orhan
Kabibay ve Orhan Erkanlı’nın çektiği 14 subay, 13 Kasım
1960′ta emekliye sevk edilmişti. Cunta içi mücadelenin
ikinci eylemi; 22 Şubat 1962 darbe girişimiydi. 15 Ekim
1961 tarihinde yapılan millet vekili genel seçim
sonuçlarını içine sindiremeyip Silahlı kuvvetlerin
yönetime gelmesi için direndiklerinden dolayı aktif
görevlerinden alınan Albay Talat Aydemir’in başını
çektiği bir grup, atamalarının durdurulması ve taleplerinin
yerine getirilmesi ve cunta karşıtlarının cezalandırılması
için darbe girişiminde bulunmuştu. Bu girişimde 1962
Ağustosunda mezun olacak Kara Harp Okulu Subay
sınıfının 600 mevcutlu subay taburu aktif rol almıştı.
Başarısız kalmış olan bu girişim sonucunda girişimin
içinde bulunan genç subaylar tart edildi. Liderler
emekliye sevk edildi. Ceza kovuşturulması yapılmaması
için 30 Nisan 1962 tarihinde kanun çıkarıldı. Cunta içi
mücadelenin üçüncü eylemi; 20/21 Mayıs 1963 darbe
girişimiydi. Gerekçe 22 Şubat darbe girişiminin aynıydı.
Talat Aydemir, Bnb. Fethi Gürcan, Yb. Osman Deniz ve
Ütgm. Erol Dinçer liderliğinde yapılan girişim
başlamadan bastırılmış, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan

153
Faruk Arslan

idam edilmiş, darbe girişiminde aktif rol alan 1459


Harbiyeli de Kara Harp Okulundan atılmıştı. Cunta içi
mücadelenin dördüncü eylemi; 12 Mart Muhtırası ve
devrimci solcu grubun Silahlı kuvvetlerden tasfiyesi
olmuştu. 1969 yılında Demokrat Partililere iadei itibar
için kanun teklifi hazırlanması ve akabinde de ekim
1969′da yapılan genel seçimlerde Adalet Partisinin tek
başına iktidar olması nedeniyle, Ordu içindeki, 27 Mayıs
darbesinin gerçek lideri E. Korg. Cemal Madanoğlu’nun
liderliğinde “Milli Demokratik Devrimciler” olarak
örgütlenen cunta, 1969 seçimlerinden sonra henüz
hükümet kurulmadan darbe yapılması taraftarı idi.
Cuntacılar yine iki gruba bölünmüştü, bir tarafta siyasi
partilerin demokrasi anlayışının oyalamacadan ileri
gidemeyeceğini ve çözümün “ulusalcı-devrimci yöntem”
olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı
muhalefetle mümkün olduğunu düşünen “Milli
Demokratik Devrimciler”; diğer tarafta da Genelkurmay
Başkanı ve 1. ordu Komutanının başını çektiği, sol bir
devrimi engelleme girişimcileriydi. Milli Demokratik
Devrimcilerin 9 Mart 1971 tarihinde darbe yapacağının
açığa çıkması üzerine, Genelkurmay Başkanlığı, 10 Mart
1971 tarihinde bütün orgeneral ve korgeneralleri
Ankara’da “Genişletilmiş Komuta Konseyi” adı verilen
bir toplantıya davet edildi. Bu toplantıda durum müzakere
edildi. Toplantı sonucunda, Milli demokratik
Devrimcilerin liderlerinin ordudan ilişkileri kesildi.
Hükümete de meşhur 12 Mart 1971 Muhtırası verildi.
Muhtıranın altında, 1960 ihtilalinde tasfiye edilmeyen
genç generallerden ve aktif albaylardan olan,
Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, Kara
Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri

154
Faruk Arslan

Komutanı Ora. Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri


Komutanı Org. Muhsin Batur’un imzası vardı. Asker,
Muhtıra ile, inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve
inandırıcı bir hükümetin kurulmasını istiyor; bu husus
süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı
Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye
Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine
getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya
kararlı olduğunu bildiriyordu. Sonuçta Demirel Hükümeti
düşürüldü. Partiler üstü “Teknotratlar Hükümetleri” ,
koalisyonlar, 1980′lere uzanan siyasi istikrarsızlık, anarşi,
kargaşa ve sıkıyönetimler süreci başlamış oldu. Artık,
Türk Silahlı kuvvetlerinde siyasete müdahale Üst Komuta
kademesi vasıtasıyla yapılıyordu. Genç subaylardan
oluşan cuntalar TSK’nın yönetiminden uzaklaştırılmıştı.
Yani Cuntanın başı Genelkurmay Başkanları olmuştu.
Diğer bir ifadeyle, 27 Mayıs 1960 ihtilalinin darbeci genç
kadroları artık Silahlı Kuvvetlerin komuta kademelerini
işgal edebilecek rütbelere ulaşmıştı. Ama, genç
kadrolarda solculuk moda olmuş, TSK içinde sol ideoloji
kökleşip gelişmeye başlamıştı. İkinci büyük Askeri Darbe
emir komuta zinciri içinde, TSK’nın bütünün katılımı ile
12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilmişti. Bu darbe,
TSK’nin komuta kademesi tarafından planlı ve sitemli bir
şekilde gerçekleştirilmişti. Sonucunda, TBMM’i fesih
edildi. Hükümet görevden alındı. Partiler kapatıldı. Parti
ileri gelenleri tutuklandı, arkasından yargılandı. 1961
Anayasası tamamen rafa kaldırıldı. Genelkurmay
Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel
Komutanından oluşan “Milli Güvenlik Konseyi” yasama
ve yürütme yetkisini bünyesinde topladı. Konseyin
atadığı üyelerden Danışma Meclisi oluşturuldu. Yeni bir

155
Faruk Arslan

anayasa yapıldı. 07 Kasım 1982 tarihinde halkoyuna


sunulan yeni Anayasa %92 evet oyu ile kabul edildi.
Temel Kanunların tamamı değiştirildi. Sağdan, soldan
1980 öncesi terör ve anarşiye karışmış örgütlerin
mensupları yargı önüne çıkarıldı. 650 bin kişi gözaltına
alındı. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 517
kişiye idam cezası verildi, 50′si infaz edildi. 300 kişi
kuşkulu bir şekilde öldü. 177 kişinin işkenceden öldüğü
belgelendi. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi
sakıncalı olduğu için işten çıkarıldı. 14 bin kişi
yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak
yurt dışına gitti. 06 Ekim 1983 tarihinde genel seçimler
yapıldı. Yönetim sivillere devredildi. Ancak Milli
Güvenlik Kurulu vasıtasıyle milli ve siyasi irade sürekli
kontrol altında bulunduruldu. 12 Eylül Cuntası Konsey
üyeleri, 1960 darbesi yapıldığında albay ve yarbay
rütbelerinde bulunan ve darbe karşıtı olmadığı için orduda
kalan subaylardı. Yani darbeci geleneğin temsilcileri
idiler. Her darbeden sonra olduğu gibi, TSK’nin içinde
darbeci geleneği sürdürecek geleceğin komutanlarını
örgütleyerek ve görevi onlara teslim ederek görevden
ayrıldı. Daha doğrusu 1960′tan beri süre gelen ihtilal
cuntasını pekiştirdi. Yeni cuntanın bariz zihniyeti, 1960′lı
yıllarda varlığını hissettiren “Milli demokratik Devrim”
taraflarından ordu içinde kalanlarla, 1970-1980 yılları
arasında Silahlı kuvvetlerin içinde örgütlenip de 1980
darbesinden sonra tasfiyeden kendini korumuş seküler-
sol-kavmiyetçi zihniyet sahipleri olmuştu. Bu cuntaların
siyasete müdahalesi için gerekli yasal düzenlemeler
yapılmıştı. Siyasî istikrarın sağlandığı dönemlerde, saman
altından, Milli güvenlik kurulu vasıtasıyla etkisini
sürdüren bu cuntalar, siyasî istikrarın bozulduğu

156
Faruk Arslan

dönemlerde aktif olarak yönetime müdahale ediyorlardı.


Son darbenin en kudretli paşası Hava Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında, çeşitli
yolsuzluk iddiaları, 1986’da gündeme geldi. Nitekim bu
olay, Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya'nın hâlâ süren
küskünlüklerine yol açtı. Darbecı generaller arasında
liderlk kavgası, kamuoyuna hissettirilmedi. 1974'te Silahlı
Kuvvetler'de orgeneral olan iki komutan Kenan Evren ve
Nurettin Ersin'di. Normalde Nurettin Ersin, Kenan
Evren'den daha kıdemli bir komutandı. Ersin Harp
Okulu'ndan 1937'de, Evren ise 1938'de mezun olmuştu.
Ancak Evren Kore savaşına katılmış olması sebebiyle bir
yıl kıdem almış ve Kıbrıs fatihi Ersin ile durumları
eşitlenmişti. Komutanların terfilerini kararlaştıran Yüksek
Askeri Şûra Evren'i birinci sıradan, Ersin'i ise ikinci
sıradan orgeneral yapınca Evren daha kıdemli hale geldi.
Nurettin Ersin, orgeneral olduktan sonra Jandarma Genel
Komutanlığı yaptı. 1978'de Kenan Evren Genelkurmay
Başkanı olunca o, Kara Kuvvetleri Komutanı oldu.
Ülkede 12 Eylül ihtilalinin şartları yavaş yavaş oluşurken,
Ersin'in Evren'den önce Harp Okulu'nu bitirmiş olması
yeniden gündeme geldi. Bazı kişiler Ersin'e gelerek,
gerçekte Evren'den kıdemli olduğundan ve ihtilalin
liderinin o olması gerektiğinden söz etti. Nurettin Ersin,
Kara Kuvvetleri Komutanı olarak 12 Eylül 1980
ihtilalinde Kenan Evren'den sonraki ikinci komutan
olması ve geride hiçbir "şaibe" bırakmamasının yanında,
kayda değer başka bazı özelliklere de sahip bir
komutandı. İhtilal onun üzerine dönüyordu. İhtilalin
kuvvetli adamıydı. Kara Kuvvetleri Komutanı olarak güç
onun elindeydi. 12 Eylül'de bu kuvvet Ersin Paşa'nın
elindeydi. Daha tümgeneral iken 1967'de Milli İstihbarat

157
Faruk Arslan

Teşkilatı'nda görev alan Ersin, MİT'te psikolojik harp


biriminin kurulmasına öncülük etti. Dört yıl sonra bu
sefer korgeneral rütbesiyle MİT'in başına geçen Ersin'in
MİT müsteşarlığı iki yıl sürdü. Bir yıl sonra ise Kıbrıs
Barış Harekatı'nın komutanıydı. Böylece Türk Silahlı
Kuvvetler tarihine Kıbrıs zaferinin komutanı olarak geçti.
12 Eylül ihtilali sebebiyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı
yaklaşık altı yıl sürerken, 1983 yazında oturduğu
Genelkurmay Başkanlığı makamında sadece altı ay kaldı
ve Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi oldu. İhtilalin iki
numaralı ismi olmasına rağmen Gülhane Askeri Tıp
Akademisi'nde (GATA) görev yapan damadı tabip
tuğamiral İnal Ülgenalp'e hiçbir ayrıcalık yapmadı ve
GATA komutanı olamayan Ülgenalp bu kırgınlıkla
Silahlı Kuvvetler'den ayrıldı. Ersin ile birlikte görev
yapmış olan bazı komutanlar onun bu sessiz ve perde
gerisinde olma özelliğinde MİT'te birkaç yıl görev yapmış
olmasına bağlıyordu. Ülkeyi perde arkasından yönetmeyi
seviyordu.
1986 yazı orduda yeni çalkantıların başladığını gösteren
emaraler vardı. Basının darbeci kalemleri orduyu
kışkırtmaya çalışıyordu. Yeni söylem “irtica” idi. Askeri
okullarda namaz kılanların artması şişirtilmeye
başlıyordu.
Ferruh, tehlike çanlarının çaldığını duyuyordu. 1986 yaz
tatilinde Yıldıztepe Hava Lojmanlarındaki Sedat yüzbaşı,
Ferruh’u sert bir dille uyardı: Namaz kılanları atacaklar.

158
Faruk Arslan

Yirminci Bölüm

Enver Paşa mı, Mustafa Kemal mi?


3. sınıfın sonunda başlayan yaz tatilinde bol bol kitap
okuyup kendini geliştiren Ferruh, Yıldıztepe Hava
Lojmanlarındaki komşusu yüzbaşı Sedat ile sohbet
etmeye bayılıyordu. İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük en
sevdiği derslerdi. Osmanlı yıkılırken yaşananlar, yeni
cumhuriyeti kuran kadrolar ve dış devletlerin Türkiye
üzerindeki nüfuz mücadelesini hocaları pek anlatmıyordu.
Türk ordusu üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan İngiliz,
Amerikan, Fransız ve Almanların pozisyonunu çok merak
ediyordu. Sedat Yüzbaşı, çok bilmiş istihbaratçı edasıyla
sözü ele aldı:
“NATO sonrası ordumuz tamamı ile Amerikan merkezli
İngiliz & Fransız yörüngesine girdi! Yani Washington ve
Londra tarafından yönlendirilir olduk. Bu arada Fransız
Büyük Mason Locasının askeriyede etkinliği nedeniyle
Oyak & Renault üzerinden Fransız derin devleti Türkiye
içine yerleşti. MİT üzerinden İngiliz & Fransız statükosu,
"Yüksek Yargı" ve "Medya"ya hakim oldu. İngiliz ve
Fransızlar, Türkiye içinde varlıklarını kalıcı kılmak amacı
ile başta okul, sermaye ve medya, yayınevi yatırımlarına
hız verdi. 1980’den sonra oluşan medya düzeninde
tekelcilik oluşturuldu. İngiliz ve Fransızlar da kendi
otoritelerini sorgulamayan "Atatürkçü" adı altında, beyaz
yakalı "Frankofon" bir nesil yaratmayı başardı.”
Ferruh, 1. Dünya savaşı öncesi ve sırasında Almanya ile
kurulan derin ilişkilerin nasıl bu denli kopartıldığnı merak
ediyordu. Aklına geleni dilinden çıkardı:
“Ya Almanlar”

159
Faruk Arslan

Sedat yüzbaşı pandoranın kutusunu nihayet açtı:


“Alman derin devleti Thule Örgütünün kurucusu, Büyük
Üstad Rudlof von Sebottendorf, aslında 1911’de Osmanlı
vatandaşı olmuş bir Almandır ve Türk derin devletininde
kurucusudur. Yani önce Teşkilatı Mahsusa’nın, sonra
diğerinin. Thule, “Germanen Orden” denilen gizli
tarikatın, yeraltından yerüstüne çıkmasını sağlayan bir
kuruluştu. Birçok Alman soylusu buna üye idiler. Thule,
1919’den önce DAP’ı (Alman İşçi Partisi) kurmuş ve
partiye Hitler üye yapılmıştı. Bu parti sonradan NSDAP
(Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olmuştu.
Sebottendorf, monarşist ve yahudi düşmanı idi. Ama aynı
zamanda “Memfis” adlı Mason locasına kayıtlı idi. Daha
sonra da “İmparator Konstantin Tarikatı” olarak bilinen
ve Rusya’da çarlığı devrim sonrası, yeniden tesis etmeye
çalışan gizli bir Ortodoks örgütünün de üyesi olmuştu.
Malta şövalyeleriyle bağlantılı olan bu tarikatta
Sebottendorf çift taraflı ajan olarak çalışmıştı.
Sebottendorf, Hitler iktidara gelince aralarındaki
anlaşmazlık nedeni ile 1934 yılında Hitler'in emriyle
Gestapo tarafından tutuklanıp toplama kampına
gönderildi. Buradan İstanbul’a kaçtı. Oysa Hitleri ajan
olarak geldiği yerden alıp siyasete sokan ve Hitleri bile
gizli polis tarafından koruyanlar onlardı. Gamalı Haçlı
bayrağı bile bir Thule üyesi hazırlayıp, Hitlere vermişti.
Kısacası 1500 kişilik güçlü, zengin ve deneyimli kadrosu
ile Thule, Hitler’in iktidara yürümesinde birinci
dereceden sorumlu bir kuruluştu.”
“Sonra ne oldu?”
“ Hitler – Mussolini birliğine karşı ittifak yapan ABD –
İngiltere – Sovyetler Birliği, 2. Dünya savaşından sonra
dünyayı paylaşmaya giriştiler. ABD, eski Nazi

160
Faruk Arslan

subaylarından binlerce istihbaratçı devşirdi. Hitler’in


istihbarat örgütü başkanı Reinhard Gehlen başta olmak
üzere SS ve Gestapo ajanları Komünist tehlikesine karşı
istihdam edildi. Gehlen Almanya’ya geri gönderilerek
Alman İstihbarat Örgütü BND’nin yapılandırılmasını
yürüttü. Tüm NATO ülkelerinde gizli orduları kurdu.
Alman Stay-behind ordusunun kurucusuda odur. General
Gehlen ve başında olduğu “Organisasyon Gehlen” daha
sonra kuruluşun ismini değiştirip,
“Bundesnachrichtendienst – BND” adı altında yapılandı.
1955 yılında Federal Almanya’nın NATO üyesi
olmasından sonra NATO’nun Almanya’daki gizli ordusu
stay-behind, NATO içindeki “Allied Coordination
Committee”ye entegre edildi ve resmi, gizli bir kuruluş
halini aldı. AEG, Siemens, Daimler gibi kuruluşlar da bu
sistem içinde yerlerini aldılar. Bugüne kadar CIA
destekli OSS operasyonu ile onlarca ülke yönetildi.”

“Türkiye ile ne alakası var?”


“ABD, Federal Almanya gibi NATO üyesi ülkemizdede
kurduğu gizli orduyu, ordu mensupları tarafından
yönetilen Milli İstihbarat, Özel Harp ve aşırı sağcı
kuruluşlarıyla yürütmeyi tercih etti. Sovyetlerden kaçmış
Gürcü, Çerkez, Azeri, Özbek, Tatar kökenliler, kinli
oldukları için özellikle seçildi. General Gelen’in bunda
büyük rolü oldu. Thule'nin lideri Rudolf von
Sebottendorf’u Türk derin devletini kurması için
gönderdi. Önce öldü gösterildi, 1945-1957 arasında
yapıyı oluşturdu ve 1958’de Manevi Cihazlanma Derneği
adıyla baron ve elitleri kspsayacak sivil bir görünüm
kazandırdı. Gehlen ve Sebottendorf , 1953’de 18 Türk
subayı seçerek bunları NATO kamplarında eğitti

161
Faruk Arslan

Sonradan Alparslan Türkeş’in yakın dostu olacak olan


Ruzi Nazar’da bu sırada ABD’ye götürüldü. Özbek
kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman ordularına
sığınmış bir isimdi. General Gehlen, CIA içerisinde
görevli Nazar’ı CIA Türkiye İstasyon Şefliğine kadar
yükseltti.Gizli ordu operasyonlarının gerçek hamisi ve
para kaynağı Rockfeller ailesidir. Efsanevi MİT
başkanımız Fuat Doğu gibi pek çok üst düzey
istihbaratçımızı Gehlen yetiştirmiştir.”

“ABD ülkemizi Almanlar üzerinden mi organize ediyor?”

“Tam değil. Türk Devleti içinde, ordu içinde ne kadar


Osmanlı & Türk ya da Alman & Türk arka planlı
bürokrat var ise hepsi değişik bahaneler öne sürülerek 27
Mayıs 1960 askeri darbesinde tasfiye edildi. Bunların bir
kısmının sol görüşlü olduğu iddia edildi. Tam 243
general rütbeli, 7200 ise subay ve astsubay…

“Ben NATO eğitimli subaylar darbe yapıyor biliyordum.


İstihbarata Karşı Koyma dersimize giren Yarbay İhsan
beyin anlattıklarına göre 1953’de NATO’ya gönderilen
Alparaslan Türkeş, Turgut Sunalp’inde içlerinde
bulunduğu 18 subaydan 14 tanesi 1960’da darbenin
planlamasında yer aldı.”
Sedat yüzbaşı kızmıştı, tane tane konuşmaya başladı:
“Eksik biliyorsun. Kore savaşında beş bin şehit verdikten
sonra yeni dev güç ABD’nin güdümüne girmeye
başladık. Askeri lojistikler artık oradan hibe geliyordu.
ABD’nin eski yapıyı tasfiye ederek, kendi patronluğunu
benimseyecek kadrolar kurmak istemesi normal
görülebilir. Bu nedenle 1960 darbesi zorunluluktu. 1980

162
Faruk Arslan

darbesi ise sağ ve sol iç savaşı nedeniyle kaçınılmazdı.


Kenan Evren ile birlikte dönemin kuvvet komutanları
Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat
Celasun, Bedrettin Demirel ve Ali Haydar Saltık
yönetime el koymaya mecburdu. DP iktidarı döneminde
de, asker darbe yapacak iddiası üzerinden birçok Türk &
Alman arka planlı subay tasfiye edildi. Atatürk hayatta
iken Alman arka planlı "ve arkadaşları" diye adları tarih
kitaplarında geçen "milli mücadele"nin lider kadrosu
zaten tasfiye edilmişti.”
“Menderes, “Odunu diksem milletvekili yaparım” dedi
diye mi darbe oldu?
“ O sersem kükrediği günlerde, TSK içinde darbeci avına
çıkıp, ordu içinde büyük bir tasfiye yaptı. Yanlış adamları
attı. Darbeyle alakası olmayan komutanları, İngilizler &
Fransızlar adına, sırf Osmanlı, Alman perde arkalı diye
tasfiye etti, ama buna rağmen askeri bir darbe ile
yıkılmaktan kurtulamadı. Yani korktuğu başına geldi.
27 Mayıs 1960 İhtilali sonrasında İngilizler, "ateşteki
kestaneler"i toplamak için kullandıkları ve artık kendileri
için de büyük sorun olmaya başlmış DP'yi tasfiye etmek
için "Atatürk" adı üzerinden "ordu" ile uzlaştı. Yalnız bu
defa da, hem Türk Devleti hem de ABD içindeki teşhis
edilememiş Alman linki, İngilizler'in bu operasyonunu
bozmak için 27 Mayıs'ı hızla sulandırdı. Darbeler
tarihindeki çalkantı, evdeki hesabın çarşıya uymaması,
devlet içindeki İngiliz - Alman rekabeti yüzündendir.
1960’ta, darbeyi yapan ordunun itibarı ile oynayıp,
Yassıada Mahkemeleri'ni "bebek, don" iddiaları
üzerinden yıpratmaya çalıştılar. Hesapta Menderes ve
arkadaşlarının asılması yok iken, astırarak Menderes'i
mağdur, Menderes'i asanları ise sırf operasyonu İngilizler

163
Faruk Arslan

yaptı diye zalim göstermeye çalıştılar. İngilizler de, Talat


Aydemir ve arkadaşlarını bir askeri darbe ihtimali
üzerinden provoke edip astırdıktan sonra, DP'nin devamı
olan AP'den kendilerince Menderes ve arkadaşları için
özür dilemiş oldular.”
“Peki ya Deniz Gezmiş ve arkadaşları…”
“Onlar da, NATO & İngiliz statükosunu tehdit ettikleri,
yani operasyon "Alman arka planlı" olduğu için İngilizler
tarafından asılarak cezalandırılmışlardır. Ki, bu da solcu
cenah arasında NATO'ya ve İngilizler'e, İngiliz arka
planlı ABD'ye olan öfkeyi daha da artırmıştır.”
“Neden DP tasfiye edildi?”
“ DP Hükümeti, 15 general ve 150 albayı tasfiye ettiği
tam da o günlerdi. Hem de TBMM’ye bile sorma ihtiyacı
hissetmeden Kore’ye asker gönderme kararı aldı. Netice:
706 şehit (neye göre şehit), 2 bin 111 yaralı, 219 tutsak ve
168 kayıpla Türkiye, Kore’de, BM gücünün en ağır
kaybına uğrayan birliği oldu. Bu sayılar, Türk
kuvvetlerinin Kore’deki mevcudunun yüzde 66’sını
oluşturuyordu. Türkiye’nin, DP’nin oldu bittisi ile Kore
Savaşı’na katılışının ödülü, 18 Şubat 1952’de geldi,
NATO’ya girdik. Haliyle NATO da bizim içimize girdi.
DP, TSK’yı amaca giden yolda taşeronlaştırmak
istiyordu, akibeti idam sehpası oldu.”

Ferruh, en fazla merak ettiği ve asla soramadığı soruyu


nihayet sordu:
“Peki Mustafa Kemal, "İngilizlerin adamı mıydı?"
Hiddetlenmemeye, sakin olmaya çalışan Sedat yüzbaşı,
ağır ağır kendinden emin bir tonla konuşuyordu:
“İşte bu; I. Dünya Savaşı'nı kaybeden ve "Enver Paşa"
üzerinden Osmanlı'nın patronluğuna oynamış Almanların

164
Faruk Arslan

uydurduğu en büyük "kuyruklu yalan"dır!”


“Neden?”
Sedat yüzbaşı anlatayı sürdürdü:
“I. Dünya Savaşı sonrasında, "küre"nin "yönlendiren
devlet" koltuğuna İngiliz ve Fransızlar oturdu. Neden?
Almanlar'ın planlama hatası sonucu savaşı kaybettiğimiz
için... Niçin? Almanlar detayda boğulup, ormanda
kayboldukları için... Niye? Eşyanın tabiatı gereği işler
böyle yürüdüğü için... İngilizler yerine Almanlar savaşı
kazansa idi, tabeladaki isim dışında ne değişecekti?!
Ne var ki, II. Dünya savaşı öncesinde ve sonrasında da
Almanlar benzer hatalar yaptı. Samsun'a çıkılması
kararını veren Mustafa Kemal değil, Türk & Alman ortak
mutfağı idi. Vahdettin haindi, yok değildi tartışmaları bir
kenara, İngilizler "İstanbul"u işgal etmeden önce Bab-ı
Ali'yi "İttihat Terakki"ve Enver Paşa üzerinden Almanlar
yönlendiriyordu. İngilizler işgal ettikten sonra ise Londra!
Osmanlı iki yüzyıl önce çökmeye başlamıştı. Yani
Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkması için karar veren,
hayatı boyunca öldürülme korkusu yaşamış bir zavallı
olan Vahdettin değil, o sırada Osmanlı'yı idare eden
"Türk & Alman mutfağı" idi. O mutfak, çekirdek kadro
karar aldı ve Vahdettin de o kararı "onaylamak zorunda
olduğu için" onayladı. Sonra İngilizler, yakalama kararı
aldı ve Vahdettin o kararı da onayladı. Çünkü noter" ya
da "onay makamı"nda Vahdettin oturduğu ve o dönem
işler öyle yürüdüğü için ve/veya öyle olması gerektiği
için öyle oldu.”
“Bu noktada cevabı aranması gerekli sorularım var. I.
Dünya Savaşı öncesi ya da sonrasında, Almanlar ile
Türkler "milli mücadele" için ortak planlama yaptılar.
Mustafa Kemal, Cumhuriyet'i ilan ettikten sonra neden

165
Faruk Arslan

Cumhuriyet'i ilan etmek yerine, İngiliz ve Fransızlar ile


çatışmayı derinleştirmedi, savaştığı güçle mücadele
etmedi?”
“Ne yani, Almanlar yeniden ayağa kalkacak diye Hitler &
Mussolini'nin peşine mi takılsaydı?!” Yeni kurulan
Cumhuriyet'in işletim programı "milli" değil "eklektik"tir,
derseniz doğru! Dönemin şartları gereği Avrupa'dan
yapılan "yönetsel nakiller"de "doku uyuşması" var mı yok
mu testleri yapılamamıştır. O nakillerden bir kısmını
bünye reddetmiş, bugün de kullanımda değildir,
kullanımda olanların bir kısmı da şu anda
çalışmamaktadır. Filhakika, Almanlar, Mustafa Kemal'i
İngilizler'in adamı olarak görüp, göstermeye çalışırken,
Enver Paşa'yı "kendi adamları" olarak gördüğü için toz
kondurmazlar. Kaldı ki, Enver Paşa da bir "Türk
subayı"dır, aynen Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi!”
“Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasında her ikisinin de
"asker" olmasının ötesinde ne gibi "çok önemli" farklar
vardır? Nedir bu farklar?”
“Şöyle ki: Mustafa Kemal, kendisine verilen her görevi
başarı ile yerine getirmiştir. Geldiği her makama
tırnakları ile kazıyarak gelmiştir. Enver Paşa ise saraya
damat olup ve Almanlar'ın desteğini alarak paraşütle en
tepeye getirilmiştir. Askerlikten ziyade siyaset ile
ilgilidir. İyi bir asker değildir. Mustafa Kemal'in
arkasında Çanakkale Zaferi vardır, Enver Paşa'nın
arkasında Sarıkamış Zaferi! Mustafa Kemal vatanı
kurtarmak için konuşmak dışında bir şeyler yapılması
gerektiğine, tam bağımsız Türkiye'ye inanır. Enver Paşa
ise "Almanlar dışında bir çözüme kapalıdır. Osmanlı'ya
"Enverland" denilmesinden mutludur. Almanlar, I. Dünya
Savaşı'nı kaybettikten sonra, Enver Paşa Türkiye'yi terk

166
Faruk Arslan

etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal ise, çağın


ruhu"na hitap ederek, yeni bir devlet kurmuş ve başına da
geçmiştir.”
“ Biraz "İngiliz & Alman rekabeti" üzerinden hadiseye
bakacak olursak peki!”
“Almanlar "Yüksek siyaset" liginde Atatürk'ün arka
planında, "İngiliz & Fransız statükosu" olduğunu iddia
ederler. "Yüksek siyaset ligi"nde "kafa karışıklığı"na yol
açmamak için de Enver Paşa üzerinden kendilerini ifade
ederler. Yalnız bu iddiaları da öncekiler gibi doğru değil,
kasıtlı. Çünkü, Atatürk hayatta iken böylesi bir şehir
efsanesi yok idi. İngiliz & Fransız statükosu "Atatürk"
adını II. Dünya Savaşı sonrasında sahiplendi. Almanlar'ın
Hitler üzerinden Avrupa'da yaptığı öküzce katliamların
ardından Anadolu'da "Atatürk" adı özellikle öne
çıkartıldı."Enver Paşa mı, Mustafa Kemal mi?!" diye hala
soran kaldı ise işte cevabım: "Tartışmasız Mustafa
Kemal"!
“Neden?”
“Türk olduğu, Atatürk olduğu için değil, hak ettiği için,
gerçek yetenek sahibi olduğu için, cesaret, feraset, adalet
timsali olduğu için... Onun için inatlaşmaya gerek yok,
yiğidin hakkını yiğide teslim etmek adına "Mustafa
Kemal" tek seçenek! Mehmed Akif'i de yanına koyduk
mu, tablo tamamlanır.”
“Halen Türkiye içinde "Neo Enver Paşalar" arayanlar ya
da "Yeni Enver Paşa" olmak isteyenler yok mu?”
“Bu çalışma doğru değil! Sonra bu yanlış adımlar
beraberinde Almanya içinde de benzer arayışları gündeme
getirir ki, doğru olmaz, yakışık almaz!”
“Ya İsmet Paşa…”

167
Faruk Arslan

“ Almanlar'ın adamı olarak bilinir. Gazi'nin ölümü


üzerine yerine TBMM'nin tam desteği ile seçilen İsmet
Paşa, II. Dünya Savaşı'nda Türkiye'yi büyük bir
maceradan korumuştur. Unutma oğlum! Hülasa, Atatürk
Türkiyesi’nin, laik çağdaş Türkiye’nin bekçileri bizleriz!”

Ferruh,’ ama Enver Paşa şehit oldu diyecekti’ diyemedi.


Osmanlıyı batıran İttihat ve Terakki’nin A takımıydı,
Cumhuriyeti kuran ise B takımı.Yoktu birbirlerinden
farkları. Yutkundu. Konuşamadı.

Ferruh, engin bilgisiyle kendisini aydınlatan Sedat


yüzbaşının açıklamalarından büyük zevk alıyordu.
Saatinin gece yarısını geçtiğini yeni farkettiler. Kapıyı
çalan annesi Neslihandı.
“Oğlum, geç oldu, eve gel artık”
“İyi geceler yüzbaşım”

168
Faruk Arslan

Yirmibirinci Bölüm

CIA-Mossad Operasyonu
1986 yılı Ağustos ayının ilk iki haftası çok hızlı geçmişti.
Sedat Yüzbaşı’da hoşuna gitmeyen bir yan vardı. Laik
olduğunu söylüyordu ama sanki laiklik ile dinsizliği
özdeşleştiriyordu. Milliyetçi, vatansever bir subay nasıl
olurda Allah’a inanmazdı! Bunu çözümleyemiyordu.
Ferruh, Ulu Cami’nde Cuma namazını kılarken, asker
oldukların her hallerinden belli iki astsubay ile tanışmıştı:
Halim Dağlar ve Necdet Öz. Kısa sohbet muhabbetten
sonra onu Eskişehir’de Yunus Emre caddesinde bulunan
bekar astsubay evlerine çağırdılar. Son on gününü çok
ihlaslı ve samimi müslüman olarak bulduğu bu genç
astsubaylarla geçirdi.
İki ayrı evde dörder dörder kalıyorlardı. Birbirlerine olan
saygıları ve sevgileri öz kardeşten öteydi. Said Nursi’nin
yazdığı kırmızı kaplı Risalei Nurları okuyorlardı. 15
Ağustos günkü yaptığı ziyaretde Halim beyin yüzü kireç
gibiydi. Necdet beyin ağzını ise bıçak açmıyordu.
Sehpanın üzerinde duran gazeteye gözü ilişti. Ne
olduğunu anlamakta gecikmedi.
Son iki gündür Hürriyet ve Milliyet gazeteleri sanki bir
yerden düğmeye basılmış gibi iki yazı dizisi
yayınlanmıştı. Said Nursi hakkında karalama
kampanyasıydı. Öcü bir imaj oluşturma telaşı
gözlemleniyordu.
Halim Dağlar, kısık bir sesle konuştu:
“Said Nursi’yi dört kadınla evli göstermişler. Halbuki
Allah’ın rıazsını kazanmak için İslami hizmetlerde

169
Faruk Arslan

bulunan bir bekar insan. Yalanın biri bin para. Çamur at


izi kalsın anlayışı.”
Ferruh, Hürriyet’deki diziyi satır satır altını çizerek
okudu. Elinde gazete evden içeri girdiğinde babası Orhan
astsubay ile Sedat yüzbaşının onu salonda beklediklerini
gördü. Yüzleri asık ve ciddiydi. Babası Orhan, hiç
olmadığı kadar durgun ve düşünceliydi. Söze tersden bir
soru ile başladı:
“Bak oğlum, biz neden askeri lojmanda oturuyoruz,
biliyor musun?”
“Daha ucuz ve konforlu olduğu için.”
“Hayır. 12 Eylül 1980 darbesinde Kenan Evren ve
darbeci Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya,
sivilde yaşayan askeri personelin acilen askeri lojmanlara
alınması için ek inşaatlar başlatılmasına karar verdiler
Kısa sürede genişletilen Yıldıztepe Hava Lojmanları, otuz
bin kişinin yaşadığı dev bir kente dönüştü. 12 Eylül
bazılarını zengin etti. Bunlardan birincisi ve en başında
Ortadoğu’nun en zengin generali ünvanına sahip olan
Tahsin Şahinkaya’dır. Kaleseramik ve Kaleterasit’den
sipariş verilen inşaat malzemeleri ile yapılan inşaatlar,
olmadık periyodlarla sık yenilenen, her yıl müsrifce
yeniden tamir edilen askeri binalar, lojmanlar, üslerin
rantı hep Şahinkaya’nın cebine akar.”
“ Bana ne bundan?”
Orhan Astsubay, Şahinkaya’yı şöyle tanımladı:
“Ayakkabı 38, şapka 58, boy 1.58. Tam korkulacak bir tip
yani… “
“Kim o baba?”
“O tam bir bir numaradır. Siviller darbeci diye hep Kenan
Evren’e söverler ama aslında deveyi hamuduyla götüren

170
Faruk Arslan

ve ülkeyi perde arkasından gizli cemiyetlerle yöneten


Tahsin’dir.”
Ferruh, umursamadan omzunu silkti:
“Halen sorum devam ediyor. Bana ne bundan şimdi!”
“Ortadoğu’nun en zengin generalidir, tabii ülkemizinde
en varlısı. Geçen yıl İsviçre’de Milliyet gazetesinin
patron Aydın Doğan ile komşu olmuş, bir villa satın
almış. Silah kaçakcısı Avni Musullulu’ya aldırmış.
Açıkca kaçakçılıktan kazandığı kara parayı aklamış.
Memur maaşıyla Karunlar gibi yaşıyor. Oğlu Londra’da
dev bir malikane görmüş, İsviçre’deki villayı satıp bu
saray yavrusunu satın almışlar.”
“Nasıl bu kadar zengin oluyor bu general baba?”
“F-16 savaş uçaklarının TAİ’deki yapım ihalesinde 23
milyon dolar rüşvet aldı. Kimisi sadece 2 milyon dolar
diyor ama inanmıyorum. Ülkenin bütçesinin onda biri bu
adamın cebine çalışıyor. Yıllarca Hava Kuvvetlerinin C-
130 Yük Taşıma uçakları, bu adamın Kıbrıs’taki
deposundan ülkeye kaçak mallar soktu. Düşünebiliyor
musun, devletin uçağı ve benziniyle kaçakçılık yapıyor.”
“Peki neden kimse yazmıyor, bağımsız yargıda savcılar
uyuyor mu?”
“Kış uykusundan beter ölüm uykusu bu. Halkçı Parti
Milletvekili Cüneyt Canver, yolsuzlukta Tahsin
Şahinkaya’yı işaret eden kuşkular üzerine Meclis’e
araştırma önergesi verdi. Bizde sevindik, nihayet
yargılanacak sandık.”
“Sonra ne oldu?”
“300 sayfalık dosyası arabasından çalındı Canver’in.
Korkutular tabii. “Değerli bir Türk generalinin
hakkındaki dedikoduların doğru olmadığı ortaya çıksın
diye önerge verdim” dedi. Şahinkaya, kurulan araştırma

171
Faruk Arslan

komisyonunda, Anayasa’nın geçici 15’inci maddesindeki


hüküm nedeniyle ANAP ve bağımsız milletvekillerinin
oylarıyla aklandı. Sonraki yıllarda Şahinkaya, Time
Dergisi’nin “dünyanın en zengin 50 generali” listesine
girdi. Bunada yalan diyorlar ya, neyse…”
“Bunlar hiç hesap vermeyecek mi baba?”
“Bunun birde ahireti var, büyük mahkemesi var, ama
inanmıyorlar ki… İnansalar tüyü bitmemiş yetimin
hakkını yemezlerdi. Beni biliyorsun, bedava verseler bile
ordudan evime bir litre benzini haram diye getirmedim.
Devir şerefsizlerin devri. Sisteme ya uyacaksın, ya
gözlerini kapatacaksın.”
“Başka ne gibi yolsuzlukları var bu generalin?”
“F-16 uçaklarının alımında yolsuzluk yaptı. Hava
Kuvvetleri Komutanı iken bu Kuvvetin ihale ve
alımlarının belli şirketlere verilmesi için nüfus kullanıp
çıkar sağlamaktan, haksız iktisap yoluyla çok sayıda
taşınır ve taşınmaz mal edinilmiş olmaya, yurt dışında ve
sırdaş hesaplarda parası olmaya kadar uzanıyor.”
“Başka?”
“Ayrıca birtakım holdinglerle kendisinin ve yakınlarının
ortaklık ilişkisi içinde olduğu iddiaları vardır. Bu
iddialara göre Şahinkaya’nın eşi ve çocukları, Kalebodur,
Kaleterasit ve Bagfaş Şirketlerinin ortaklarındandır. Yine
eşi daha sonra Bagfaş tarafından Denizcilik Bankasından
satın alınan İş-Kur'un da kurucu ortağıdır. İleri sürülen
iddialara karşı savunmaya geçen şirketlerden ilki
Kalebodur Şirketi- Şahinkaya ve yakınlarının ortak
olduğu ikincisi ise Kayalar Şirketi- Hava Kuvvetleri
Komutanlığı'nın ihalelerini en çok alan şirketlerdir.
Oğlum, ben dürüst bir askerim ama herkes benim gibi
değil. Namussuzlara aldırma sen!”

172
Faruk Arslan

“Bilmem mi baba! Senin gibi dürüst askerleri görmesem


asker olmak istemezdim. Askerin politika ile uğraşması
demek ki kendi ceplerini doldurmak içinmiş…”
“Sen sen ol, sakın siyasete bulaşma, paşa paşa okulunu
oku, etliye sütlüye karışma. Oldu mu oğlum?”
Ferruh ağzını açmaya vakit bulamadan, babası lafı
getirmek istediği noktaya çekti ve taşı gediğine koydu:
“Oğlum, aslında seninle başka bir konuyu konuşacağız.
Namaz kılmanla ilgili. Bu sefer durum çok ciddi! Sedat
bey MİT’den kendisine ulaşan bir rapor nedeniyle burada.
Onu dikkatlice dinlemeni ve dediklerine harfiyen uymanı
istiyorum. Çünkü Şahinkaya ve şürakası, sanıyorum işin
içindeler. Ülkeyi onlar yönetiyor. 12 Eylül darbesinde
kimseye acımadılar, yine acımazlar.”
Ferruh, elindeki gazeteyi masanın üstüne bıraktı. Sedat
yüzbaşı, hiç olmadığı kadar ciddiydi:
“Gazetedeki haberi gördüğüne göre durumu izah etmem
kolaylaşacak. Bu bir işaret fişeğidir. Hürriyet gazetesi,
MİT’den gönderilen servis haberi sayfalarına koydu, o
kadar. Bak, oğlum! Orduda namaz kılmanızı kesinlikle
istemiyorlar. Büyük bir operasyon hazırlığı var. Kim
emirlere uymazsa gözünün yaşına bakılmadan, rütbesi,
başarısı, torpili, akrabası kim olursa olsun, atacaklar.
Sistem harekete geçti mi, fil gibidir, önüne kim gelirse
ezer geçer.”
Şaşırma sırası Ferruh’a gelmişti. Saf saf sordu:
“Kim istemiyor namaz kılmamı? Bu benim ahiretimle
ilgili bir ibadet. Kimse karışamaz.”
“Baban senin aşırı dikbaşlı ve çok inatçı olduğunu
söylediği için ben konuşmaya karar verdim. Sana durumu
tüm netliği ile izah etmeden sanırım ikna edemeyeceğim.”

173
Faruk Arslan

“Allah’ın emri namazın Peygamber Ocağı’mız


ordumuzda cezalandırılması kabul edilemez!”
“Dikkatli dinle! CIA ve MOSSAD’ın yıkıcı ve bölücü
örgütlerle ilgili uzmanları Türk ordusunda dinci bir
yapılanmanın temellerinin atıldığını tespit etmiş. Türk
istihbaratı şok yaşıyor.”
“Ne yani, yabancı istihbaratlar istiyor diye her namazı
kılanı aşırı dinci diye mi damgalayacaklar?”
Sedat yüzbaşı daha açık konuşmaya başladı:
“Türk subayları bu endişeyi dile getirdi. Bende
oradaydım. Aşırı ile ılımlıyı, tarikatçı ile tarikata bağlı
olmayanı sınıflandırmamız gerekli. Ayrıca kimin zararlı
ve yıkıcı olduğuna karar vermemiz için uzun soluklu
istihbarat raporları hazırlanacak. Bu iş çocuk oyuncağı
değil!”
“Halen anlayamadım. Neden biz yabancı istihbaratların
uşaklığını yapıyoruz?”
“Geçen günkü konuşmamızı hatırlıyorsun değil mi?
Ülkemizde çeşitli istihbarat ve devletlerin nüfuz elde
etme savaşı yaşanıyor. Amerikan, İngiliz ve Alman
istihbarat servislerinin yaptıkları operasyonları "kamufle
etmek" için genellikle MOSSAD ismi kullanılır. İsrail ve
yahudiler günah keçisidir. Taşıma suyla iş gören CIA,
MOSSAD’ın raporlarını dinler ama Türkiye üzerinden
yönlendirilen işlerde faaliyetleri "gizli"dir. Her nedense
yaptığı her şey ortada olan bir "servis"tir. Kısacası bu
CIA le MOSSAD’ın ortak operasyonu, icraata dökecek
olanlar ise Türk istihbarat subayları… NATO üyesiyiz,
gelen emirlere direnme gücümüz bulunmuyor. Alman
Genelkurmay başkanlığı’ndan da benzer bir rapor geldi.
“Ordunuzu gerici unsurlardan temizleyin” diyorlar.”

174
Faruk Arslan

“ABD ve İsrail’in emelleri açık tamam, ama Almanları


pekala neden halen takıyorsunuz?!”
“Güzel soru. NATO üyesi ülkelerde CIA ve MOSSAD’ın
ortak yapımı olan derin örgütler vardır. Özel Harp
Daire’mizin özel yetiştirilmiş subayları özel
operasyonlarda değerlendirilir. En teşkilatlı ve güçlü
Gladyo İtalya, Türkiye ve Almanya’da kuruldu. ABD, en
güçlü ve derin güç Almanlar üzerinden halen Türkiye’yi
koordine ediyor. Çünkü Almanya’da üç milyondan fazla
Türk vatandaşımız yaşıyor. Bunların çoğunluğu aşırı Kürt
ve Alevi kökenli, pek çoğu ülkücü ve aşırı dinci. Bölücü
ve yıkıcı örgütlere üye çok sayıda gurbetçi vatandaşımız
bulunuyor. Alman istihbaratı, CIA ve MOSSAD
üzerinden operasyon yapar. Aslında operasyonu yapan
CIA’dir, yerli taşeronlar kullanır. Korkarım, kurunun
yanında yaşta yanacak…”
“Koskoca Osmanlının torunları olarak biz neden kendi
istihbaratımızı oluşturamıyoruz? Herkes sızmış orduya.”
“Ordumuz istihbaratının bir zafiyeti vardır. Kendi
üretmediği analiz ve istihbarat ile yola çıkar!”
“Bana şunu söyler misiniz, bizi nasıl bir operasyon
bekliyor? Çünkü namaz kılmaktan taviz vermeyeceğim.
Bari hazırlıklı olalım. Orduya sızanlar mı peşimizde?”
“İstanbul’da geçen hafta Harp Akademileri
Komutanlığı’nda tüm askeri okulların komutanları ve
istihbaratçılarının katıldığı bir toplantı düzenlendi. CIA
ve MOSSAD elemanları birer sunum yaptılar. Orduda “
Nurculuk” yapılanması varmış. Namaz kılanların
çoğunluğu bu illegal örgütden. Bireysel namaz kılanlara
bir sözümüz yok, ama Nurcu örgüt üyesi namaz kılanları
temizleyeceğiz.”

175
Faruk Arslan

Ferruh, ikisi arasında farkın ne olduğunu kavrayamamıştı.


Kekeleyerek meramını iletmek istedi:
“Tarikatlar bu ülkenin, milletin özünde, kökünde vardır.
Birer sivil toplum örgütüdür. Eğer onları illegal
sayarsanız, ülkemizde legal kimse kalmaz. Gerçi Nurcular
bu devrin tarikat devri olmadığını söyler ve tarikatcılığı
keskin bir dille ret ederler ama!”
“Aması maması yok, biz onların tarikatçı olduğuna karar
verdik ise, öyleler! İtiraz kabul etmiyoruz! İç tehdit
unsurları içinde yer alıyorlar. Milli Stratejik Konsept
Belgesi’nde bu durum açıkca belirtiliyor. Genelkurmay’ın
kurmay karargah kadrosu bu belgeyi hazırlar, Milli
Güvenlik Kurulu üzerinden Bakanlar Kurulu’na tavsiye
eder. Daha doğrusu dikta ile kabul ettirir.”
“Peki onlar bu vatanın çocuğu değil mi? Bu ülkeye
uzaydan gelmediler ki… Milli servetlerimizi
hortumlayan, soyup soğana çeviren hırsız, soysuz,
düzenbaz da değiller. Hele hele ülkemizin başına tebelleş
olmuş yabancı istihbaratlar, sömürgeci tufeyliler,
eşkiyalarda değiller. Hem nasıl tespit edeceksiniz,
alınlarında “Nurcu” mu yazıyor?”
“Offf oğlum of! Seninle işimiz var.”
“Beni ikna edecek yeterli deliliniz var mı?”
“Pekala daha açık konuşacağım ve son defa uyarıyorum.
Önümüzdeki ay boyunca CIA ve MOSSAD elemanları,
400 kadar istihbaratçı subayımızı eğitecekler. Eylül ayı
sonlarında tüm askeri okullarda sınıf subayları
değiştirilecek ve dini örgütler ve tarikatlar konusunda
uzmanlaşmış bu istihbarat elemanlarımız, öğrenciden
sorumlu 1. amirler olacaklar. 6 ay sizleri, yani namaz
kılanları izleyecekler. Hiç hissettirmeyecekler. Peşinize
öğrenci ve sivil ajan takacaklar. Raporlar düzenli olarak

176
Faruk Arslan

tutulacak. Kış sömesterinden sonra operasyon


başlıyacak.”
“Bunu nasıl anlıyacağım?”
“Yazılı basında işaret fişeğini görürsün. Askeri okullarda
irtica gündeme getirilecek.”
“Halen anlayamadım. Diyelim ki, kendimi gizledim
Namazı bıraktım. Bohem bir hayat yaşamaya başladım. 6
ay sonra beni tespit edemediler. Atılmayacak mıyım?”
“Kimseyi bulamadılarsa, yok olanı nasıl var edecekler?”
Eskiden namaz kılıyor olmam suç unsuru oluşturmaya
devam edecek mi? Namaz kılmak bildiğim kadarıyle İç
Hizmet Kanunu ve Askeri Ceza Kanunu’nda suç değil.”
“Zurnanın zırt dediği yerde işte burası. Disiplin notunuzu
kırarak size atacaklar. Minareyi çalan kılıfını uydurur.”
“Peki nasıl tesbit edileceğiz?”
“Anket yapılacak. Bu ankete bir kaç öğrenci doğru cevap
yazsa, arkası çorap söküğü gibi gelir.”
“Ne demek bu?”
“Şu demek. Namaz kılan bir Nurcu veya tarikatcı, dini
bir örgüte üye olduğunu ankete yazar. Niçin yazar?
Atılmaktan korktuğu için yazar. Yazmazsa atılacağını
anket öncesi komutanları söyler. Fakirse anlaşmayı kabul
eder. Çünkü okul tazminatını ödeyemeyecek bir aileye
mensuptur. Veya atılmanın ailesi üzerinde yapacağı
utancı kaldıramaz. Bundan sonra ihbarcının vereceği her
isim örgütcü kabul edilir.”
“Diyelim ki, böyle oldu. İtirafcının verdiği isimler
direndi. Nasıl ispatlayacaklar?”
“İşkence ile ifade alır, imzalatır ve ispatlarlar.”
“Ama bu haksızlık, insafsızlık değil mi? Adalet bunun
neresinde?”

177
Faruk Arslan

“Oğlum, sen hangi yüzyılda, hangi orduda yaşıyorsun.


Üst her zaman haklıdır, astın haklı olduğu durumlarda da
üstün haklı olduğu ilkesi uygulanır.”
Ferruh, Sedat yüzbaşının ağzından mümkün olduğu kadar
fazla laf kopartmaya çalışıyordu. Ketum sanılan
istihbaratçıların boşboğaz olduğunu yeni öğreniyordu.
Kendilerine olan aşırı özgüvenleri istihbaratçıların en
büyük zafiyetiydi. Salağa yatarak sormayı sürdürdü:
“Anketde ne gibi sorular olacak?”
“Açıkcası anketi gördüm. Namaz kılıp kılmadığını
soruyorlar. Askeri okula hazırlanırken hangi özel dersleri,
kimden aldığnız, bir eve veya dershaneye gittiniz mi ve
bunların kime ait olduğu soruluyor. Eğer herhangi bir
vakfa üye bir dershane ise, sakın yazma. Çünkü irticacı
dershane listesi epey uzun.”
“Başka!”
“Bazı öğrenciler ortaokulda İmam hatipde okur iken
dışarıdan düz ortaokul imtihanlarınıda veriyor. İki tane
ortaokul veya lise diploması oluyor. İmam hatip mezunu
olduğunu gizliyor. Biliyorsunuz, bu okulların mezunlarını
askeri okullara almıyoruz. Bu resmen bizi aldatmak.
Bunu tesbite yönelik bir soru olacak. İşi merkezinden
araştırmak için zaten askerlik şubeleri görevlendirildi.”
“Gerçekten inanılmaz şeyler bunlar. Dindar her öğrenci
hedef demek ki. Başka metotlarda var mı?”
“Elbette var. İçki içmeyen, kız arkadaşı olmayan, kumar
oynamayan her askeri öğrenci potansiyel tehdittir.”
“Anlamadım niye veye neye karşı tehdit?”
“Laik, sosyal ve hukuk devletine karşı virüstür. Batı
anlayışında medenice yaşamayan asker haindir, sisteme
uymaz. Doku uyuşmazlığı yaşamamak için kanser
hücrelerin kesilmesi zaruridir.”

178
Faruk Arslan

Ferruh, ‘Hırsızlık yapmayan, devleti talan etmeyen insan


neden kanserl i olsun?’ diye içinden geçirdi ama dilini
ısırdı, sustu. Tepkisini farklı bir soruyla verdi:
“Yine anlamadım ya, neyse... Son sorum: CIA’yı
anlıyorum. ABD’ye gebeyiz. Peki neden MOSSAD?”
Hiç bozuntuya vermeyen Sedat yüzbaşı, akıl ve mantık
dairesinde net bir yanıt sundu:
“MOSSAD, Filistin Kurtuluş Örgütü El-Fetih ve
HAMAS’ı birbirine düşürme konusunda son derece
başarılı oldu. Pek çok İslam ülkesinde MOSSAD’ın aşırı
dinci örgütlenmelere karşı başarılı olduğu taktikler
uygulanıyor. Bizdeki ‘Nurcu’ yapılanmasının HAMAS
gibi olduğunu rapor ettiler. Çok tehlikelilermiş. Eğer
durdurulmazlarsa 20 sene sonra devleti ele geçireceklerini
rapor ettiler. Nasıl bir örgüt olduklarını bilmiyoruz, ama
emin ol ortaya çıkartacağız.”
“Ya böyle bir örgüt yoksa! Ya bu ütopik bir yalansa!
Yalanlara inanmak zorundayız, öyle mi?”
“Biz askeriz, verilen emri uygularız. İçi boşsa doldururuz.
Dolu ise boşaltırız. Emri sorgulamayız.”
“Ya emri verenler CIA ve MOSSAD’daki istibarat
uzmanları İslam ve müslüman düşmanı ise ne olacak?”
“Hımmm... Bunu hiç düşünmemişim. Herhalde
büyüklerimiz düşünmüştür. Askerler hata yapmaz. Ayrıca
Türk olmakla gurur duyarım, bizi arkadan vuran çöl
bedevisi Arapları sevmem. Müslümanlarda medeniyet
yok, İslam ülkelerinin hepsi geri kalmış. Neden ?
Müslüman oldukları için. Uzak olsunlar. Takunyalılar
gericidir, asla da ilerici olamayacaklar.”
“Amma yaptınız komutanım. Bu hamur çok su götürür,
size saygım nedeniyle tartışmayacağım. Peki sizce
ülkemizde CIA ve MOSSAD’daki dostlarınızın, stratejik

179
Faruk Arslan

müttefiklerimizin ülkemizde en fazla nefret ettiği veya


sevmediği dini lider kim?”
“Tabii ki, Said Nursi veya Kürdi denen köylü...
Takipçilerine Nurcu diyorlar. Tarikatcılar. Ölüsü
dirisinden daha tehlikeli hale geldi. Sessiz ve şiddetsiz bir
direniş sergiliyorlar. Yoksa çoktan takipçilerini mezara
postalamıştık.”
“Peki Türk ordusu neden bu adama şiddetle karşı?”
“Atatürk, saltanat ve halifelikle birlikte tüm tekke ve
zaviyeleri kapattı, cumhuriyetin bir mollalar, hacı hocalar
devleti olmasını engelledi. Bizde bu emanetin
bekçileriyiz. Din Afyondur, uyuşturur. Bizi geri
götürmüştür. Batılı olabilmek için dini toplumdan
atmalıyız. Nurcular, laik cumhuriyetin en büyük baş
belasıdır. Medeniyetimizi tehdit ediyorlar. Askeriyede
dindar müslüman istemiyoruz. Hiyerarşiyi bozuyorlar.
Şeyhine tapan adam komutanını dinlemez. Said Nursi’de
bir şeyhdir, şeyhlere alerjimiz var.”
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diye bir söz
duymuştum amma...”
“Ne şeyhi, ne şeytanı oğlum! Komutanınız, Atatürk sizin
tek rehberinizdir. ‘Öl dese’, öleceksiniz”.
“Ölürsek şehit olur muyuz, pisi pisine Niyazi olmayalım
da?”
“Senin kafan sulanmış oğlum! Bu kafayı düzeltmezsen
seni nizamiye önüne koyarlar, bilmiş ol!”
Ferruh, Said Nursi’yi ve Nurcuları az çok tanıyordu.
Daha iyi öğrenmeye o gün karar verdi. CIA ve
MOSSAD’ın nefret ettiği adam ve Nurcular, mutlaka iyi
olmalıydı. Ters mantık böyle söylüyordu.
Ferruh, en fazla merak ettiği soruyu sordu:

180
Faruk Arslan

“İrtica operasyonunu yürütme görevi hangi paşaya tevdi


edildi?”
“Kara Kuvvetleri Komutanı Oreneral Necdet Öztorun,
bizzat ilgileniyor.”
“Şu NATO eğitimli meşhur paşamız mı?”
“ABD’nin Türk ordusundaki en kudretli paşasıdır.”
“Bizim paşamız mı, onların mı?”
“Ne farkeder, NATO üyesiyiz. Komutan gereken emirleri
çok gizli notuyla tüm askeri okulların ve kıtaların ilgili
makamlarına iletti.”
“Ya diğer kuvvetler?”
“Eşgüdümlü, koordine merkezi diğer kuvvetlerin
istihbaratları ile bilgi paylaşımına gidecek.”
“Başka hangi komutanlar operasyonun içinde?”
“Dindarın hakkından imansız gelir diye düşünen emekli
paşalarımız Nurettin Ersin ve Tahsin Şahinkaya, 12
Eylülde büyük yararlılıklar gösteren Alevi Bektaşi,
Çerkez solcu ve mason kimliğiyle bilinen iki komutanı
görevlendirdi.”
“Kim bunlar?”
“Doğu Aktulga ve Çetin Doğan.”
“Orduda Suriye’deki mezhepçi Baas cuntaya benzer bir
yapı olmasın!”
“Var veya yok, seni ilgilendirmez. İrtica’ya karşı ilaç,
panzehir onlarda var. Dindarlara aman vermez bu
komutanlar. Köklerini kazırlar...”
“İrtica ne demek?
“Geriye gitmek ve çöl kanunu ile yönetilmek demektir!”
“Çöl kanunu ne demek?”
“Sende sıktın ama... Kur’an, şeriat devleti isteyenlerin
kitabı yani.”
“O kitap tüm müslümanların 14 asrı aydınlatan kitabı.”

181
Faruk Arslan

“Laik devletde Kur’an tanımayız.”


“O halde irtica ile mücadele ile Kur’an ile savaş aynı
kapıya çıkar. Siz Allah’a kafa tutuyorsunuz.”
“Nihayet anladın...”
“Peki ne yapmalıyım?”
“Takiye yapmalısın? Olduğun gibi görünmek tehlikeliyse
olmadığın gibi görünmelisin.”
“Ama bu münafıklık değil mi?”
“Şii ve Alevi kültüründe hayatın ve inandığın değerler
tehlikede ise takiye yapmak caizdir.”
“Ama biz sünniyiz.”
“Olsun be oğlum! Ne yapmayacağını biliyorum:
Kesinlikle namaz kılmayacaksın. Kendini hiç olmazsa
önümüzdeki fırtınalı dönemde bir yıl gizlemeni tavsiye
ederim.”
“Ben olmadığım gibi olamam ki...”
“Olacaksın. Hemen kendine hemşire kolejinden bir kız
arkadaş edin. Mektuplaşın ve hafta sonu buluşun, gezin,
tozun. Dolabında porno dergileri yakalat ve ceza al ki,
kayıtlara dinci olmadığın işlensin. Farklı görüşten
arkadaşlarla yakınlaş, diskolara, barlara git, eğlen. Onlar
seninle ilgili medeni biri diye rapor verirse, yırtarsın.
Sigara içmekten ceza al. Takip çizelgesinde sigara
içenlerin Nurcu olamayacağı yazıyor. Buda ciddi bir
gösterge.”
“Ben bunları yaparsam doğru yoldan saparım.”
“Senin yolda kalırsan fişlenirsin ve okuldan atılırsın.
Tercih senin.”

182
Faruk Arslan

Yirmi ikinci Bölüm

Said Nursi ve Nur Akımı!


Ferruh, Eskişehir’den Ankara’ya dönüşü hiç sevmiyordu.
Bu sefer koşa koşa geldi. Sedat yüzbaşının yerin dibine
batırdığı dindar müslümanları, Kur’an’ı, peygamberimizi
ve kitaplarından pek çoğunu okuduğu Said Nursi’yi kime
soracağını biliyordu: Hacı Bayram’daki İhlas Kitabevinin
gediklisi Hüseyin Hoca’ya!
Otobüs terminalinden iner inmez Ulus’a geçti. Hacı
Bayram Veli Cami’inde öğle namazını kıldı. İhlas kitap
evinin arka odasında yapılan Risale sohbetlerinde sık sık
beyin fırtınası yaşanırdı. Her zaman olduğu gibi cami
cemaatından on kişiye yakın bir topluluk birikmişti.
Çaylarını yudumlarken, birbirlerine hal hatır soruyorlardı.
Hoş beşten kısa süre sonra sohbet başlardı. Hüseyin
Hoca, Said Nursi’yi görmüş erenlerden biriydi. Tam
canan sohbetini başlatacaktı ki, Ferruh ileri atıldı:
“Hocam! Bize Said Nursi’yi anlatır mısınız? Kırmızı
kitapların yazarı gerçekte kimdir, kim değildir?”
Hüseyin Hoca, 17 yaşına henüz basmamış bu yağız
delikanlıyı kıramadı. Belli ki, bu soruyu sınamak veya
kınamak için değil, öğrenmek için soruyordu. Ağır ağır
konuşmaya başladı:
“Onun kitapları sekizyüz küsur defa bu ülkede
mahkemeye verildi. Hepsinden beraat etti. Çünkü
siyasetden şeytandan kaçar gibi kaçan üstad, İslam’ı
elmas hakikatlarını asla cam parçaları ile değiştirmedi.
Bin yıldır İslam’a hizmet eden Türk milletinin ve
ordusunun bir gün tekrar aynı görevi ifa edeceğini hissi
kablel vuku veya kerametiyle biliyordu. Bu nedenle asla

183
Faruk Arslan

bu millete ve ordusuna sövmedi, sövdürmedi. Said Nursî


“çağın yetiştirdiği adam” değildir. Çağın bütün şartları
aleyhinde olduğu halde dik durmuş, diri ve diriltici
olmuştur. Ne iktidardan medet ummuştur ne de çoğunluk
peşinde koşmuştur. Yazdıkları cezaevi hücrelerinde sigara
kâğıtlarına gizlice yazılmış,okuma yazma bilmeyen
köylüler tarafından da aşkla çoğaltılmış ve okunmuştur.
“Çağa rağmen yetişmiş” ve “çağı yetiştiren” adamdır.
Said Nursî “dindar” değildir. “Dindarlık” dine dışarıdan
bakanların icat ettiği bir tanımdır. “Dinin emir ve
gereklerini yerine getirmede başkalarına göre daha ileri
giden”leri tanımlamak için kullanılır. Oysa “din” “Allah’a
borçluluk bilinci”dir, “Alemlerin Rabbinin kendisine her
an yapmakta olduğu sayısız iyiliklere şükürle karşılık
verme aşkı”dır. Bu bilinç ve aşk dışarıdan gözlenemez;
ölçülemez. Açığı ya da koyusu olmaz. Bu bilinçle ve bu
aşkla yaşamak adam olmanın standardıdır. İyiliğe karşı
nankörlük etmeyi, borcunu inkâr edecek denli duyarsız
olmayı “adam”lık diye tarif edenlerin biraz daha
“koyusu”, az daha sofusu değildir “dini yaşayanlar”; yani
dindar değildirler. Said Nursî, “ben dindar bir
cumhuriyetçiyim” sözünü mahkemede savunması
sırasında söyledi. Sözde cumhuriyetçilerin anlayacağı dil
üzerinden konuştu, o kadar. Eserlerinde “dinimiz bunu
gerektirir”, “nitekim dinimiz emreder ki..” yollu bir hitap
ve üslup bulunmaz. Said Nursî “din adamı” değildir. “Din
adamlığı” ruhbaniyetin bir şekilde uygulandığı, dini
yaşamanın bir “iş” haline getirildiği toplumlarda vardır.
Din adamlarının özel kıyafetleri, özel statüleri vardır ve
özel bir sınıftan gelirler. Kilise ve havralarda rahip ve
hahamlar özel kıyafetleriyle, İran’ın Kum şehrinde
“molla”lar ancak kendilerinin giyebildiği siyah ya da

184
Faruk Arslan

beyaz sarıklar ve rüzgârda salınan pelerinleriyle bir “din


adamı”dır. Diyanet İşleri Başkanlığı kıyafeti, imama özel
cübbe ve sarık diye bir şey yoktu eskilerde.
Peygamberimiz (asm) arkadaşları arasında bir
ziyaretçinin “hanginiz Muhammed?” diye sormak
zorunda kalacağı kadar “sıradan”dı. Ne özel postu vardı
ne pelerini vs. Din, din adamlarının mesleğidir. Özel
rütbeleri ve özel mekânları da vardır. Bir takım
ayrıcalıkları ve dokunulmazlıkları olur. Ne özel
kıyafetlidir Said Nursî ne özel bir sınıftan, soydan
geldiğini vurgular. Hayatın ortasında acıkan, üşüyen,
öfkelenen, seven, gerekirse savaşan bir “adam”dır sadece.
“Din adamı” değil, “dinin adamı”dır. “Allah’a karşı
borçluluk bilinci”ni iliklerine kadar hisseden bir
“insan”dır sadece. “Namaz kılmak iyidir ama her gün
beşer defa olduğundan bitmiyor, usanç veriyor” diyen bir
adam için “empati” kuracak kadar kalenderdir. “Namaz
farzdır, kılacaksın!” şeklindeki üstenci tutum ve tavrı
hiçbir alanda göstermemiştir. Said Nursî “din âlimi” de
değildir. “Din bilginliği” yenilerde türetilmiş seküler bir
sınıflandırmadır. Dine göre yaşamayı hayatın özel bir
alanına öteleyen, bazılarının özel hobisine indirgeyen bir
tanımlamadır. Din yaşamak içindir.Yaşamak ise herkese
düşer. Kur’ân’a muhatap olmak herkesin işidir.
Vahyin iniş üssü haline getirilebilecek akıl herkeste
vardır. Dinî konularda bazılara bazılarından daha çok şey
bilebilir. Olsa olsa bu “din âlimliği” diye tarif edilebilir.
Allah’a borçlu olarak yaşamak ise kimsenin uzmanlığına
bırakılacak kadar karmaşık değildir. İyilik karşısında
mahcup olmak özel bir ilgi alanı olacak kadar seçmeli bir
iş değildir.

185
Faruk Arslan

Allah’a karşı borçlu olma sırrının farkına varmak, adamı


“âlim” eyler, “bilgin” kılar. Said Nursî, işte bu yüzden
“din âlimi” değil, “âlim”dir, “bilge”dir. Güllerin soluşuna
üzülecek kadar, vahşi hayvanların sesine alışacak kadar
hayatın içindedir. Kalbinin sonsuzluk sevdasını hissedip
yazacak denli, ihtiyarlığın hüzünlerini ve hastaların
acılarını görecek kadar özüne iner varlığın. Söyledikleri
“dinî konular”la sınırlı değildir.
Nefsi olan, kalbi olan, gökleri gören, ölüme üzülen,
denizleri seven, güllere meftun herkese söyler sözünü.
Söylediği ancak “din adamları”nın uzmanlık sahasına
giren “dinî” detaylar değildir. Varlığın dilini çözer Said
Nursî. Varoluşa dair konuşur. Said Nursî, bir “şeyh”
değildir. Ömrü boyunca yanındaki herkese, her
öğrencisine “kardeşim” diye hitap etmiştir. Hiçbir
talebesiyle “şeyh-mürid” ilişkisi içinde olmamıştır. Bu
konuda “İhlas ve Uhuvvet Risalelerini meraklısı
okuyabilir. Said Nursî “milliyetçi” değildir. Bir insanın
soyu üzerinden yüceltilmesini ya da yerilmesini her “akıl
sahibi” olmak üzerine farz olan her “iman ehli” gibi
esastan ve usûlden reddetmiştir. Türkiye’de Türk ırkı
üzerinden üretilen ve sistematikleştirilen rejim ırkçılığına
kendisi Kürt olduğu için değil mümin olduğu için karşı
durmaktadır.
Kürt olduğu için Türkçülüğe karşı çıkanlar, Kürt
oldukları için Kürtçülük yapmayı hak görürler
kendilerine... Said Nursî’nin “açılımcı görüşleri” Kürt
halkı hatırına değil, Kur’ân’ın hatırınadır. Birilerinin
sandığı gibi “müsbet milliyetçiliği” de önermiş değildir.
Sadece bu zamanda milliyetçilik fikri üzerinden
zevklenen ve nemalanan kişi ve grupların, soya
yükledikleri yücelikten devşirdikleri lezzeti, Allah’a kul

186
Faruk Arslan

olma lezzetine şefkatli bir üslupla dönüştürmeyi


hedefleyen bir dil kullanmıştır. Yani “müsbet
milliyetçilik” Said Nursî’ye “terk edilen milliyetçilik”tir.
En olumlu ırkçılık, öldürülen ırkçılıktır. Said Nursî, Said
Nursî’ci değildir. Hatıraları ve menkıbeleriyle özlenecek,
kerametleri ve kahramanlıkları ile anılacak bir tarihsel
figüre indirgenemez. Said Nursî’nin hatıraları, en
meraklısını bile tatmin edecek ayrıntılarıyla Risâle-i
Nur’dadır. Bizzat kendisi tarafından yazılmıştır.
Yakın tarihte yaşamış hiç kimsenin hayatı hem de kendi
kaleminden içinin sesini yansıtacak berraklıkta,
hüzünlerinin ve sevinçlerinin her kıpırtısını satırlara
akıtacak şeffaflıkta yazılmış değildir. Dolayısıyla, Said
Nursî bir arkeolojik kazı konusu yapılmayacak kadar orta
yerde ve diridir. Son Şahitler gibi tarihsel çalışmalar da,
ancak Said Nursî’nin kişiliğinin yansıdığı aynalar gözüyle
okunabilir, okunmalı.
Kerameti ve kahramanlığı üzerinden Said Nursî’cilik
yapılmasına da ihtiyaç duymaz Said Nursî; hayatı hece
hece herkesin elinin altındadır. Söylediklerinin ve
söyleyeceklerinin hepsi hemen şimdi ve burada anlaşılır
olarak okunabilir niteliktedir. Risale-i Nur’u okuyan
herkes şimdi ve burada Said Nursî ile konuşabilir.
Dolayısıyla, Risâle-i Nur ortada dururken, hiç kimse Said
Nursî varisliğine, halifeliğine soyunamaz. Buna hiç gerek
yoktur, hele de bunu Risale-i Nur’a rağmen, hele bir de
Said Nursî’yi aşarak ya da yedeğine alarak yapmak
kimseye düşmez. Said Nursî, devletten itibar ve mezar
bekleyen biri değildir. Resmî iade-i itibarlara ihtiyacı
yoktur. Mezarının yokluğu da kendi duası ve
temennisidir. Hayatında istemediği türbeleşmeyi
ölümünden sonra hiç istemez. Said Nursî’yi ziyaret etmek

187
Faruk Arslan

isteyen mezar taşına değil kitaplarının sayfalarına baksa


yeter de artar bile. Zaten sağlığında da, kendisini kendisi
için ziyarete gelenlere, kendi canlı bedenini her yıl biri
ölmüş Said’lerin başında bekleyen bir mezar taşı olarak
tarif eden Said Nursî, “mezar taşı”nı değil, “satır başı”nı
göstermiştir. Gidin, Risâle okuyun kardeşim demiştir. Ve
hâlâ demektedir. Said Nursî, Risale-i Nur takıntısı olan
biri de değildir. Kendi yazdığı kitaplar Kur’ân’ı anlamak
ve yaşamak içindir. Risale-i Nur’un hatırı Kitab’ı
okutmaya kadardır. Eğer Risale-i Nur da, kendisinin de
şikayetçi olduğu kimi “tefsirler” “ahkâm kitapları”
Kur’ân’a pencere değil perde oluyorsa okunmamalıdır.
Risâle-i Nur’u okuyanların ilk anladığı ise Kur’ân’dır-
kendileri bunun farkında olmasa bile… Said Nursî
İslamcı değildir. İslamcılık Oryantalistlerin ürettiği bir
terimdir. Her şartta, her zaman, her yerde
“Müslümanlardan yana olmak” demektir. Kimi Batılılar
kendi şablonları ancak bu kadarını taşıdığı için,
Müslümanları İslam etiketi üzerinden taraftarlık yapacak,
İslam’ın ırkçılığını üretecek içeriksizler olarak görmek
istemiştir, görmüştür. İnsanın içine doğru derin ve zorlu
bir yolculuk olan iman etme serüvenini sadece dışa vuran,
sadece kalıpta kalan kuru bir tarafgirliğe hapsetmek
istemişlerdir. Oysa İslam olmak insan olmaktan geçer.
İnsan olmayı atlayarak Müslüman olursak, sadece
“Müslümanlardan yana” olan bir politik kitleye
dönüşürüz.
Müslüman zulmün karşısındadır; zulmü yapan Müslüman
da olsa. Müslüman mazlumdan yanadır, zulmedilen kâfir
de olsa. Yani, mümin yaşama kodlarını dışarıdaki siyasal
kalıplardan değil, vicdanının Rabbiyle sıcacık temasından
alır. İşte bu yüzden Said Nursî’nin iman etmenin

188
Faruk Arslan

inceliğini yeni baştan inşa ettiği, yenilediği Risale-i


Nur’da “biz Müslümanlar” söylemi yoktur. Risale-i Nur
söylemi, “bil ey nefsim!”dir. Yani, nefsi olan herkes
Risale-i Nur’un rahlesine oturur. Ne cemaat şartı vardır,
ne kıyafet şartı ne de siyasal taraftarlık şartı… “

Ferruh,’ işte bu dedi’ içinden. Kalbi, ruhu, zihni tatmin


olmuştu

“Peki irtica ne demektir?”

Hüseyin Hoca, derin bir iç çekti:


“31 Mart Vakası ile başlayan muhalefetin adıdır, oğlum!”
“Ne olmuştu ki!”
“31 Mart ile 2. Abdulhamit devrildi, İttihat ve Terakki
fiilen iktidara katıldı. İttihat ve Terakki karşıtı muhalefet
dağıtıldı. Abdulhamit'e göre 31 Mart'ı tertipleyenler,
İngilizci Kamil Paşa'nın oğlu Sait Paşa ve Prens
Sabahattin yanlısı İsmail Kemal'dir. İsyanın elebaşısı
Hamdi Çavuş'u kandıran onlardır. İttihatçılar tarafından
31 Mart'a karıştığı iddia edilen isimler arasında Ahrar
Fırkası lideri Prens Sabahattin, Mevlanzade Rıfat, Rıza
Nur, Dr. Nihat Reşat Belger, Said Nursi, Rasim Hoca,
Ahrar Fırkası Sekreteri Ferruh Alkent gibi isimler de
vardı. Hepsi Abdulhamit karşıtıdır, önceleri İttihatçılarla
teşrik-i mesai içinde iken ters düştüler.”
“Said Nursi ile ne alakası var?”
“31 Mart Vakası sırasında Mevlanzade Rıfat ile Mısır'a
firar eden Rıza Nur, Milli Mücadele'de Sinop Mebusluğu,
Sağlık ve Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. Lozan'da ikinci
adamdı. 31 Mart davasında suçlu bulundu, ancak cezası
kaldırıldı. İsyancıları yatıştırmak için büyük çaba

189
Faruk Arslan

harcadığı halde tutuklanan Said Nursi beraat etti. Sonraki


yıllarda Enver ve Talat paşalarla dost kaldı.1908'de
sürgünden döndüğünde Hürriyet kahramanı olarak
karşılanan Rasim Hoca ise 31 Mart Davası'nda mahkum
edildi. Prens Sabahattin'e yakındı. Ona göre 31 Mart, ne
Meşrutiyete ne Meclise karşıdır, "Olsa olsa İttihat ve
Terakki'nin Meşrutiyet aleyhtarı tavırlarına karşı çıkmak,
yani irtica sayılabilir. İrtica bu tarihten sonra ağızlara
sakız oldu.”

“Biraz daha açar mısınız?”


“Romanımızın en güçlü yazarlarından Peyami Safa, Türk
Düşüncesi adıyla bir dergi neşrederdi. 1 Mayıs 1959'da
neşredilen beşinci sayısı irtica sayısı olarak yayınlandı.
"İrtica nedir" başlıklı ilk yazı Peyami Safa'nındı. Şöyle bir
tarif yaptı Safa: İrtica, Fransızca "reaction" karşılığıdır.
Kelimenin diğer Batı dillerindeki kökeni "reakt"tır. Yani,
"tesire karşı, amele karşı" manasına gelmektedir. Buna,
"aksülamel, aksi tesir, tepki" de deriz. Bunu sosyal hayata
uygulayanlar, "gerilik" anlamını uygun görmüşlerdir.
Türk Dil Kurumu bugün irticanın karşısına; "gericilik"
yazmaktadır. Reaksiyon ise; "tepki"dir. Kelimenin
reaksiyon karşılığındaki anlamı tamamen silinmiş, yerini
gericilik almıştır. Siyasî ve sosyal hayatımızda bu denli
önemli bir yer tutan, darbelerin ve daha pek çok siyasî,
idarî ve askerî hareketin çıkış noktasını oluşturan bir
kavramın böyle tek kelime ile anılması, karşılanması
gerçekten hayrete şayandır. Devletin sözlüğündeki tek
kelimelik ve tek anlamlı bir kelime bütün bir devlet
hayatının da, millet hayatının da en sancılı konularından
birini teşkil etmektedir.

190
Faruk Arslan

Türk Düşüncesi dergisinin yazar kadrosunda akl-ı selimi


temsil eden önemli isimler yer almaktaydı. Ordinaryüs
Profesör Ali Fuat Başgil'den, yine aynı unvanlı Hilmi
Ziya Ülken'e, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu'ndan,
Bediüzzaman'ın avukatı Bekir Berk'e pek çok isim bu
sayıda yazı yayınlamışlar ve hepsi; irtica yoktur, ancak
böyle bir yaygara altında dine ve dindarlara hücum vardır,
diye feryat etmişlerdi. İrtica bazen, böyle üst düzey
karanlık eylemlerle, katillerle bazen de bir çocuğun
elindeki bir dinî kitapla gündeme gelmektedir. Gündemin
daima gizli veya açık önceliği bu kavrama mahsustur.
Ancak siyasî ve idarî hayatımızdaki yerini henüz
dolduracak bir kavram keşfedilmemiş, icat edilmemiştir.
Elbette, bütün yaşanılanlardan ve yakın tarihimizdeki
tecrübeden devletin, dine ve millete karşı bir önyargı
içinde olduğu, dini dışladığı, dindarlara zarar verdiği
anlamı çıkarılamaz. Zira bu vatanda Selçukluyu da,
Osmanlı'yı da, Türkiye'yi de ayakta tutan, devleti devlet
yapan asıl ve aslî unsur dindir, Müslümanlıktır. Devletin
ve milletin çok şükür İslâm üzerine var olduğunun en
önemli delili, "azınlık cemaatleri" kavramının Yahudileri,
Ermenileri, Rumları, Süryanileri vs. diğer gayr-ı Müslim
unsurları ifade ediyor olmasıdır. Buradaki mücadele ve
muhalefet biçimi din ile devlet arasında cereyan
etmemekte, tamamen siyasî görüşlerin, politik hesap ve
çıkarların, siyasal ve toplumsal hedefleri olan kişilerin ve
kurumların çok sert ve nihayet biraz da acımasız bir
söylemi ve eylemi olarak vuku bulmaktadır. İrticanın
gündemde en çok yer işgal etmesi, bilhassa siyasî
yelpazenin sağında yer alan siyasî partilerin iktidarda
olduğu dönemlere denk gelmektedir.

191
Faruk Arslan

Bunun önemli bir örneğini, Adnan Menderes'in iktidarı


CHP'den alması ve CHP'nin bir daha iktidar yüzünü
seçimler vasıtasıyla göremeyeceğinin anlaşılması üzerine
vukua gelen olaylar teşkil eder. Henüz ihtilâl
gerçekleşmemiş, 27 Mayıs sabahı, bir bayram şenliğine
dönmemiştir. Memleketin en önemli meselesi irticadır.
Her yerde patlak veren olayların tek adı vardır. Nihayet
bu irtica buhranının sona ermesi için, ağır darbenin
iktidara, hükümete, başbakana, millete, devlete
indirilmesi şart olmuştur.”

Ferruh, tatmin olsada saf saf sordu:

“Neden irtica kelimesini kullanıyorlar?”

“Haramzadelerin, kirli ve karanlık emeller besleyenlerin,


dini kendi karanlık emellerine alet edenlerin yegâne ve en
önemli muhalifi milletimizdir. Bu ülkede irtica ile anılan
en doğru kelimeler yaygara ve paranoyadır. İrtica, işte bu
vasıflara sahip güruhun tek silahıdır, onu hiç kaybetmek
istemiyorlar.”

Kavramlar karmaşası yaşanıyordu. İrtica, laiklik ve


dindarlık... Bir yerde yanlış giden bir şeyler vardı ama ne!

192
Faruk Arslan

Yirmi üçüncü Bölüm

Takiye Dönemi!
1986 Eylül’ünde sınıf okuluna başlayan Ferruh ve 1987
mezunu olacak devre, ilk adım olarak askerlik yemini
edecekti. Bir eli silahta ve bir eli devre arkadaşının
belinde yemin tekrarlanacaktı. Bu yemin askerliğe adım
atan tüm öğrencilere son sınıf başında mutlaka
yaptırılırdı. Elektronik Astsubay okulundan dört öğrenci
daha devrelerine katılmıştı. GATA’da tıbbı cihazlar
konusunda teknisyen stajı görerek sınıf okulu
okuyacaklardı. Mustafa Ertürk’ü Ferruh, Karamürsel’deki
yaz askeri öğrenci kamplarından ve Ilgaz dağında
yaptıkları şakird kampından daha önce tanıyordu. Diğer
öğrenciler Hasan Çağsak, Faruk Deveci ve Aslan
Ardın’la da yeni tanıştı.
Beton Kemal, gözetiminde bir hafta süren yemin töreni
provasından sonra okul komutanın katıldığı büyük
törende askerlik yeminini ettiler. Türk ordusuna resmen
girmişlerdi. Bundan sonraki adım bağlı olacakları kuvvet
komutanlığını kura ile çekmekti. Okulda başarı sırasına
göre bir torbaya konan kuralar çekildi.
60 kişilik devrede, 11 havacı, 13 denizci, 11 jandarma ve
35 karacı sağlık astsubayı belirlenecekti. Herkes havacı
olmak için dua ediyordu. Çünkü havacılar kesinlikle
hastane ve revirde görev yapıyordu, uzmanlık çağrısı
alıyordu. Hvacılarda askeri saçmalıklar ve ast üst
gerginliği en az seviyedeydi. Hepsi teknik elemandı ve
karşılıklı saygı anlayışıyla işler yürüyordu. Denizciler
gemide ve denizaltılarda görev yapıyordu. Onlarda da sıkı
askerlik kuralları yoktu. Birbirlerine abi ve kardeş diye

193
Faruk Arslan

hitap ediyorlardı. Jandarma ve karacılarda durum


karışıktı. Kıtaya gönderilen sağlık astsubayının sıhhiyeci
olacağına garanti yoktu. Tugayın veya bölüğün ihtiyacına
göre, asker eğitme görevide verilebilirdi, dağda terörist
kovalama görevide. Askeri hiyerarşi en üst düzeyde
uygulanıyordı. Ast ve üst ilişkileri manyaklık
seviyesindeydi. Bir üst rütbedeki bir alt rütbedekine
küfredebiliyor, hatta dövebiliyordu. Mecburi Şark hizmeti
denizciler dışında hepsinde vardı. 15 yıllık mecburi
hizmeti tamamlamadan istifa edemeyecekleri döneme
girmişlerdi.
Kurayı ilk çeken okul birincisi Ünlü, havacı olunca
şapkayı havaya fırlattı. Bu Ünlü’den beklenmeyen bir
sevinç gösterisiydi. Lokma ve Akif, karacı kurası çekince
moralleri sıfırın altına indi. Ömer Fatih, jandarma
olmuştu. Sıra Ferruh’a gelmişti. Havacı kurası çektiğine
inanamadı, Ünlü gibi kepi havaya fırlattı ve
merdivenlerden aşağıya hopladı. “Beton Kemal”,
kızmıştı:
“Arkadaşlar kontrollü sevinelim. Hiç bir kuvvetin
diğerinden farkı yoktur.”
En yakın arkadaşları Muhterem ve Ünsal, denizci, Gevrek
Halim, “Çinçin Levi”, Bekir, Vahdi, İlkay, Hayri, Kemal,
Tunç, Azim ve Umut karacı olmuşlardı.
GATA’nın 24 kliniğinde yapacakları 15’er günlük
sıhhıye stajı hızlı başlamıştı. Üçer kişilik gruplara ayrılan
devre, her sabah otobüslerle GATA’ya bırakılıyor, akşam
toplanıyordu. “Everest Ferruh”, “Saftorik Umut” ve
“Obur Osman” ile aynı gruba düşmüştü.
İlk klinikleri Ortapedi idi. Bu kliniğin müdürü Ömer
Şarlak Paşa’ydı. Kimseye taviz vermeyen, ağzı küfürlü,

194
Faruk Arslan

aksi bir adamdı. Notu çok düşüktü. 70’dan yukarıyı


kimseyi layık görmezdi.
15 gün boyunca Şarlak’ın gözüne gözükmemek için köşe
bucak kaçıyorlardı. Her sabah doktorlar, tıp fakültesi,
hemşire yüksek okulu, hemşire koleji ve saglık astsubayı
öğrencileriyle hastaları tek tek dolaşan Şarlak, raporları
dinliyor ve yorum yapıyordu. 25 kişilik heyetin en sonuna
geçiyorlardı.
Kafası sivri bir hastanın önünde duran Şarlak, tüm heyeti
imtihan etmeye karar verdi. Kafatası uzmanıydı. Her
kafatası yapısının içindeki beynin zekasını etkilediğine
inanırdı. Bu hastanın kafa yapısını bana anlatın diye
dayattı. Kimse bilemedi. Tam izah edecekti ki, Ferruh’u
gördü:
“Oğlum, gel bakayım buraya!”
Esas duruşa geçen Ferruh, beyaz önlükler içinde tir tir
titriyordu. Acaba bir suç mu işlemişti?
Şarlak, heyete dönerek altın bulmuş gibi sordu:
“Şu kafayı görüyor musunuz?”
“Görüyoruz hocam!”
“Bana bu kafa yapısının özelliklerini ve içindeki beyni,
zeka yapısını anlatın.”
Heyet sus pus olmuşlardı. Cevap yoktu. Tek tek sordu.
Yine bir bilgi çıkmadı. Ferruh, heyecanla ne sonuç
çıkacak diye bekliyordu. Şarlak, yanıt alamayacağını
görünce kendi anlatmaya karar verdi. Önce hepsine ağır
küfürlerle sövdü, saydı. Bu onun karakteriydi. Küfür
etmek için bahane arardı. Anlatmaya başladı:
“Bu kafa milyonda bir bulunur. Adı Serabra Sefolika.
Sivri yapısı ile beynin ve zekanın sivriliği birbiriyle
örtüşür. Müthiş hafızaları vardır. Ezber kabiliyetleri

195
Faruk Arslan

mükemmeldir. Gördükleri ve duyduklarını asla


unutmazlar.”
Ferruh’a dönerek sordu:
“Oğlum, sen ya okul birincisi veya ikincisi olmasın.”
“Evet Komutanım.”
“Ben size demedim mi?”
Umut ve Osman, duyduklarına inanamıyorlardı. Yıllardır
“Everest” diye dalga geçtikleri Ferruh’un kafası ender
bulunan cinstendi. Devrede günün espirisi idi:
“Şarlak Paşa onaylı Everest...”
Sıra not almaya gelmişti. Korkuyorlardı. Sözlü yapan
Şarlak Paşa epey terletirdi. Odasından içeri girdiler.
Şarlak Paşa üç delikanlıyı süzdü ve espiriyi yaptı:
“Bizim sivri kafa da burada. Bu kafaya soru sormaktan
içtinap ederim. Zaten ne sorsam eminim hepsini
bilecektir. Yanındakiler. Size de soru sormuyorum.
Sivrinin yanında dolaşırsanız, bir şeyler öğrenirsiniz.
Getirin bakayım, not defterlerini?”
Ferruh’a 100, Umut ve Osman’a 70 yazmıştı.
Ferruh, yıllardır kafasıyla dalga geçen Osman’a takıldı:
“Kafam sayesinde 70 aldın, ne haber!”
Dahiliye kliniğinde başlarından geçen hadise ibretlikti.
Omuzunda iki yıldız bulunan üst düzey bir generali safra
kesesi ameliyatı yapmışlardı ama kendine gelememiş,
komada yatıyordu. Ferruh ve ekibinin görevi, her yarım
saatde bir nabız ve tansiyon almaktı. Nöbet sırası
Ferruh’a geldiğinde paşanın nabzı yavaşladı, tansiyonu
üçe düştü. Yani hasta ölüyordu. Ferruh, hemen doktorlara
haber vermesi için Umut ve Osman’ı gönderdi. İşte tam
bu sırada koma halinde bilinci olmayan hasta bağırmaya
başladı:

196
Faruk Arslan

“Ne olur götürmeyin beni, gitmek istemiyorum.


Cehennemde yanmak istemiyorum. Bir şans daha verin
bana, geri döneyim. Söz, iyi bir müslüman olacağım.”
Anlaşılan Azrail odadaydı. Paşanın amel defteri, gayet
açıkki solundan verilmişti ve gideceği ebedi durak olan
cehnnem kendisine gösterilmişti. Gözleri faltaşı gibi
açılmıştı. Kıpkırmızıydı. Dehşet içindeydi. En az iki
dakika çırpındı, durdu. Sonu kötü biten bir ölüme şahit
olmuştu.
Ferruh, nabız ve tansiyonun sıfıra indiğini defalarca ölçtü.
Doktorlar geldiğinde kalbi durmuştu. Kalp masajı
yaparak geri döndürmeye çalıştılar. Olmadı. Elektirikli
şoka da cevap vermedi. En son çare olarak kalbinin
üstüne adranalin iğnesi yapıldı. Çabalar yetmedi, vade
dolmuştu.
Okula dönen devreyi acı bir sürpriz bekliyordu. Sınıf
komutanları Mustafa Kemal Bonapart’ın tayini çıkmıştı.
Ahmet Coşkun ve “Bodur Mehmet” dışında tüm öğrenci
amiri yüzbaşılar değişmişti. Yeni komutanların görevine
başlaması hızlı oldu. Tüm okul içtima alanında toplandı.
Yeni gelen bir yüzbaşı konuşma yapacaktı. Kendini
Tayfun Atmaca olarak tanıtan yüzbaşı, bir acayip
konuştu:
“Ben, Kıbrıs fethine 1974’de teğmen rütbesinde katılmış
bir fatihim. Bugüne kadar Kıbrıs’ta görev yapıyordum.
Biliyorum, öğrenciler yeni gelenlere hemen bir lakap
takarlar. Boş yere uğraşmayın, ben size lakabımı
söyleyeyim. Beni lakabım “Orospu Çocuğu”dur. Bana
istediğiniz kadar küfredebilirsiniz, lakabımı da
kullanabilirsiniz. Hiç gocunmam. Buraya özel
gönderildim. Bu yıl sonunda bazı öğrenciler bu okulu
bitiremeyecek, atılacaklar. Kimin hakkında konuştuğumu

197
Faruk Arslan

kendileri anlamıştır. Ayaklarını denk alsınlar, artık


meydan boş değil, ben varım.”
Mesaj alınmıştı. Ferruh, Sedat yüzbaşının Eskişehir’deki
lojman evlerinde kendisine söylediklerini hatırladı. Yeni
gelen subaylar istihbarahat elemanıydı ve operasyon
yapmaları için özel gönderilmişlerdi.
Kendini tanıtan ikinci yüzbaşı Atilla Uysal, uzun boylu,
dev gibi bir adamdı. Az konuştu, öz konuştu:
“Beni yakında zaten icraatlarımla tanıyacaksınız.Yeni
öğrenci amirinizim.”
Üçüncü yüzbaşı sınıf okuluna subay olarak gönderilmişti.
Kısa boylu, tankçı bir yüzbaşıydı. İsmi Serdar Dağ idi.
Ferruh, ertesi sabah nöbet defterini imzalatırken
maruzatını arz etti:
“Komutanım, siz yeni geldiniz, yeni insanlarla belki
çalışmak istersiniz. Ben dört yıldır bu görevi yapıyorum
Sizden müsade istiyorum. Bu görevi başkasına verin.
Bende sıradan bir öğrenci olmak, nöbet tutmak
istiyorum.”
“Hayır olmaz oğlum! Kemal yüzbaşı sana bunca yıldır
güvenmişse, bende güveniyorum. Görevinize aynen
devam ediniz.”
Ferruh, arkadaşlarını toplayarak Sedat yüzbaşının
önerdiği takiye yöntemleri konusunda istişare yapmak
istedi. Bir çırpıda durumu özetledi:
“Yeni subaylar buraya özel bir görevle geldiler. Amaçları
dindar müslümanları ordudan temizlemek. Bizi en az 6 ay
izleyecekler. Bir anket yapacaklar ve kasıtlı sorular
soracaklar.”
Toplantıya katılanlar içinde Elektronik Astsubay
okulundan GATA’da Tıp Aletleri Teknisyenliği kursu
için gelen Mustafa Ertürk’de vardı. Öne atıldı:

198
Faruk Arslan

“Durum çok ciddi gözüküyor.”


Arkadaşları Mustafa’yı Karamürsel kampındaki doğal
mescitlerinde görmüşlerdi ama tanımıyorlardı.
Çinçin işkillendi:
“Kim bu arkadaş?”
Ferruh, Mustafa’yı tanıttı. Ünsal söze girdi:
“Takiye yapmak benim fıtratıma ters. Neysem oyum.
Beğenmeyen atar mı, satar mı, bilemem.”
Bekir, Ferruh’u destekledi:
“Ben Ferruh ne derse onu derim, ne yaparsa onu
yaparım.”
Muhterem onayladı:
“Ferruh’un aldığı istihbarahat ile yeni yüzbaşıların daha
ilk günden yaptığı konuşmalar örtüşüyor. Bizi zor günler
bekliyor. Benim önerim, haftasonları bir daha asla İhlas
Kitabevi ve sohbetlere gitmeyelim.”
Ömer Fatih tastikledi:
“Bende aynı fikirdeyim. Bizi takip ettireceklerdir. Üç
yıldır okulda gizli namaz kılıyoruz, elbette isimlerimiz
ellerindedir.”
Mahir epey korkmuştu:
“Ben bundan sonra ne namaz kılarım nede sohbete
giderim, bana eyvallah arkadaşlar!”
Mahir kalktı, gitti ve bir daha da aralarına gelmeyecekti.
Vahdi şaşırmıştı:
“Biz kimiz ki bizi takip etsinler yahu! Sıradan namaz
kılan gençleriz. Koskoca ordu bizden mi korkuyor şimdi?
Güldürmeyin beni!”
“Çinçin”, durumun vahametini anlamakta saflık yapanlara
ders olacak bilgiyi vermek zorunda kaldı:
“Arkadaşlar bugüne kadar size söylemedim. Benim abim
Polis Akademisi mezunu. Yeni kurulan Emniyet

199
Faruk Arslan

İstihbarat Terörle Mücadele bölümünde memur.


Ferruh’un anlattığına benzer bilgi, onlarında elinde var.
Orduda yuvalanmış derin bir sol, Alevi, Baascı bir cunta
grup, CIA ve Mossad’ın desteğiyle dindar müslümanlara
karşı gizli bir savaş yürütüyor. Psikolojik savaş
merkezleri var. Hücre yapılarına askeri okullardan
Komünist eleman devşiriyorlar. Bundan sonra beni namaz
kılarken göremeyeceksiniz. Sizlerle dostluğumu da
kesiyorum. Eğer kız arkadaş edinirsem, barlara, diskolara
gidersem hiç şaşırmayın. Hatta içki içsem bile...”
Ferruh aynı fikirde olmakla birlikte kararsızdı:
“Namaz kılmazsak, arkadaşları nasıl birarada
tutabileceğiz, bilemiyorum. Namazları günlük
kılmayalım, gece yarısı kalkıp hepsini kaza edelim.”
Bekir onayladı:
“Ben varım buna!”
Öneri Muhterem’inde aklına yatmıştı:
“Zaten her akşam bir arkadaşımızın mutlaka gece koğuş
nöbeti oluyor. Namazı bırakırsak kendimizi muhafaza
edemeyiz.”
Ünsal’da kervana katıldı:
“Bana da uyar!”
Ömer Fatih ve Halim’de aynı görüşteydi, ancak Kemal’in
içinde bulunduğu diğer beş kişi namazı tamamen
bırakmayı yeğledi. Hepsi sohbetlere gidilmemesi
konusunda hemfikirdi.
“Çinçin” tekrar ortaya atıldı:
“Bu önlemler yetmez. Namazı kesin bırakmazsanız bu
hemen çakılır. Hepimiz yalandanda olsa kendimize hayali
bir kız arkadaş bulalım. Aşk mektupları yazalım,
yazışalım. Herkes bizim nasıl ehli dünya olduğumuzu
görmeli. Ferruh senin kalemin iyi. Bence karşı cinsin

200
Faruk Arslan

cevabi aşk mektuplarını sen kaleme al. Dışarıdan


postalarız, komutanlarda okur. Bende bizimkileri
yazayım.”
Ferruh öneriyi beğenmişti:
“Harika bir proje. Ama ileriye gitmeyelim. Çakma kız
arkadaşlar gerçeğe dönüşmesin ve bizi zinaya
sürüklemesin.”
Çinçin’in önerileri bitmemişti:
“Sigara içmeye başlayalım. İçmesenizde cebinizde
Maltepe veya Samsun paket taşıyın. Ayrıca sigara
içmekten ceza almak zorundasınız. Komutanlar başka
türlü bize inanmaz.”
Ferruh, bu teklife de açıktı:
“Tamam cebimizde taşıyalım, tek tük içip gösteri
yapalım, cezada alalım ama sakın tiryaki olmayalım.”
Muhterem ve Ömer Fatih, sigara içmeyi aşırı tedbir
olarak görüyordu. Onun dışındaki tüm arkadaşlar bundan
sonra ceplerinde sigara taşıyacak, pasif olarak içeceklerdi.
Takiye yöntemleri hemen uygulamaya konuldu. Ferruh,
Şirine adlı hayali bir hemşire koleji ile platonik aşk
yaşıyordu. Herkesin bir aşığı vardı. Mektuplar arada gidip
gelmeye başladıkca, herkes bu tiyatroya inanmıştı. Hatta
Ferruh, aşk mektpları yazarı olarak ünlendi. “Komünist
Murat”da, “Obur Osman”da aşık oldukları hemşirelere
aşk mektuplarını Ferruh’a yazdırıyordu.
Sigara içmekten ceza almaya başlamışlardı. Kalorifer
dairesinde tüm öğrenciler gizli sigara içerdi.
Yakalanılması halinde cezası bir hafta sonu izinsizlik ve 3
ceza notunun kırılması idi. Atilla yüzbaşı, baskın yapmış
ve sigara içenlerin sigaralarını ve yaka numaralarını
almıştı. Ertesi gün hepsinden savunma istendi. Ferruh, bir
gün iftiharla sigara içtiğini itiraf edeceğini rüyasında

201
Faruk Arslan

görse inanmazdı. Ancak yeni sınıf subayı Serdar yüzbaşı,


buna inanmadı:
“Oğlum, sen üç yıldır sigara içmemişsin. Kayıtlarda yok.
Sınıf arkadaşlarına özenti mi başladı? Sana ceza
vermiyorum ki, siciline işlenmesin. Bembeyaz sicile
sigara yakışmıyor.”
Ferruh, sigara içmekten ceza alamadığı için çok üzgündü.
Bari dolabımda porno dergisi yakalatayım diye uğraştı
ama Serdar yüzbaşı bunu da ceza verecek bir suç olarak
görmedi.
O günlerde annesi Neslihan hanım çok hastalanmış ve
GATA’ya yatırılmıştı. Ferruh, her gün annesini ziyaret
ediyor ve kazaya bıraktığı namazlarını ara sıra kaçamak
yaparak GATA mescidinde kılıyordu. Hayatında yaptığı
en büyük hataydı!
İstihbarahat subayları, GATA’da yatan hasta
görüntüsünde sürekli mescitteydi, öğrenci avlamaya
çalışıyordu. Bunlardan biride üstteğmen Gürkandı.
GATA'da tedavi gördüğünü söyleyen güya Tekirdağ'da
görevli bir üstteğmen olan Gürkan, tecrübesiz bir Özel
Harp subayı olduğunu belli ediyordu. Ferruh’un yanına
mescitte yaklaşarak İBDA-C adlı yeni kurdukları Islami
örgüte katılmasını istedi.
Ferruh, saflığa vurarak tüm projelerini öğrendi. Ordudan
dindar olduğu için atılmak üzere olduğunu söylüyordu.
Ancak tipi, davranış tarzı, kullandığı jargon müslümanca
değildi. Güya şeriat devleti kuracaklardı ve askeriyede
yapılanıyorlardı. Komünist Troçki’nin öğreti ile Said
Nursi’nin öğretileri birleştirilmişti. Gürkan, “Nurculuk”
damarından girerek Ferruh’u avlamak istiyordu. Diğer
“Nurcu” kardeşlerimizinde kendilerine katılmak zorunda
olduğunu dile getirdi. Özel harbin subayları bu kadar

202
Faruk Arslan

aptal mıydı, yoksa muhataplarını mı geri zekalı


sanıyorlardı? En iyi müslüman onlardı. Ajan kardeşimiz
dersini iyi çalışmamıştı; herhalde ilk göreviydi. O kadar
çok açık verdi ki, Ferruh gülmemek için kendimi zor
tuttu. En fazla herşeyi yazadığı not defterine gülmüştü.
Şeriat devleti kuracağını ve hedeflerini cebinde taşıyan
kimseyi hayatında görmemişti. Hemde kimse anlamasın
diye Rusca olarak! Özel Harp subayları, projelerini
sahneye koyarak 1989'da Akdoğuş diye kaçak yayınlanan
bir dergi çıkartacaktı. Tüm samimi müslüman ve kanat
önderlerine savaş açacaklardı. Güya onlar “koyun
müslüman” yetiştiriyordu, aksiyoner tepkici değillerdi,
şiddete karşıydılar, sokaklara dökülmüyorlardı.
Güya kendileri radikal müslümanlardı. Müslümanı
müslümana kırdırma taktiğiydi. Henüz 17 yaşında iken
bu salakların planını anlayan Ferruh’u kandıramadılarsa,
basiret sahibi, iyi eğitimli ve bilinçli dindar müslümanları
nasıl aldatacaklardı? Ancak Ferruh, Gürkan’ı
küçümsemekle hata yapmıştı. Annesinin yattığı kliniğe
giden Gürkan üsteğmen annesi Neslihan hanımdan
oğlunun ne kadar dindar bir Nurcu çocuk olduğunu
öğrenmişti. Annesi oğlundan iftiharla bahsetmiş ve dindar
oğlunun okuduğu kırmızı Risaleler ve gittiği sohbetler
sayesinde bilinçli bir müslüman haline geldiğini
anlatmıştı. Gürkan’ın yazdığı rapor iğrençti: “Annesi
başörtülü bir gerici. Oğlunun koyu dindar müslüman
olduğunu ve illegal örgütlerin sohbet adlı toplantılarında
gittiğini onayladı.” Annesi Neslihan, Ferruh’a Gürkan
üstteğmene neler anlattığını söylediğinde, Ferruh’ın yüzü
kızardı, morardı. Belli etmemeye çalıştı. Annesi,
kendisini ordudan atmaya çalışan istihbaratçılara oğlunu
kendi diliyle ihbar ettiğini öğrense çok üzülürdü.

203
Faruk Arslan

Yirmi dördüncü Bölüm

Son Kış Tatili


Ferruh, Ocak 1987 başında kış tatili için memleketi
Eskişehir’e gelmişti. Aylardır bir halı üzerinde namaz
kılmamıştı. Hemen Odun Pazar’ındaki Ulu Cami’ye
koştu. Yıldıztepe Hava lojmanlarında derin bir korku
subay ve astsubaylara hakimdi. Ellerini Yaradanına açan
Ferruh, derin düşüncelere daldı. Bir subay, çocuğunu
elinden tutup camiye götüremiyordu. Götürmeye cesaret
edenler, ancak terfilerinden vazgeçen, emekliliğini
bekleyen ya da YAŞ kararlarıyla sessizce re’sen emekli
edilmeyi göze alan astsubay ve subaylardı. Camiye giden
veya çocuğunu götüren bir subay veya astsubay, TSK'da
hemen ‘irticacı' damgasını yer, ordudan ihraç listesine
yazılırdı. Ne ordu mensupları ne de devlet yöneticileri,
kendi halkından korkmamalıydı. Onlar; halk için, halka
hizmet için vardılar. Esasen onların varlık sebebi de
halktı. Halkından kopuk bir devlet ve ordu, asla huzur
bulamaz, başarılı olamazdı. Türkiye'nin sancısı buydu.
Peki neden dinine düşmandı ordu? Neden Osmanlı
mirasını ret ediyordu? Neden sahte yazıldığı her halinden
belli, lime lime dökülen çakma bir inkilap tarihi ile
toplum kandırılıyordu. Koskoca Türkiye neden
cumhuriyet tarihine sıkıştırılıyordu? Zaten 1923 ile 1950
arasını araştırmak yasaktı. Kişi bilmediğinin cahiliydi.
Silahlı Kuvvetler mensuplarının yeterli din eğitimi alt
yapısı olmadığı gibi din öğretimi konusunda da son
derece zayıf yetiştikleri kesindi. Bu eğitim ve bilgi
yetersizliği, onları inanç konusunda hata yapmaya ve
yanlış icraatlarda bulunmaya sevk ediyordu. Neredeyse

204
Faruk Arslan

dini kitap okumak, dini konuları konuşmak, dini


yaşamak, bir suç gibi algılanıyordu. Ne yazık ki, ordu
içinde, dini ve dini yaşantıyı bir irtica gibi gören anlayış
hakimdi. Bu algı ve anlayışın kalkması, irtica
korkusundan ve kaygısından uzak, dini doğru öğrenmek,
anlamak ve yaşamakla mümkündü.
Ferruh’un kafası sorularla doluydu: Askeri okullarda
okuyan öğrenciler, bu halkın çocukları değil miydi? Ordu
bu halkın ordusu, asker bu halkın askeri ise, bu tecrid
niyeydi? Ülkesine hizmet etmek üzere yetiştirilen bu
subay ve astsubaylar, bu ülkenin insanlarıyla gönül
gönüle, omuz omuza olduğu zaman daha iyi hizmet etmiş
olmazlar mıydı? Dış mihraklara ve düşmanlara karşı
elbirliği içinde, daha koordineli, güçlü ve güvenli hareket
etmezler miydi? Halkına yabancı bir ordu düşünülebilir
miydi? Bu ikilemi ortadan kaldırmak bu kadar zor
muydu?
12 Eylül darbecileri Din ve Ahlak Kültürü adında bir
dersi Milli Eğitim okullarına koydurmuştu. Buna Din
eğitimi değil de din öğretimi demek daha doğru olurdu.
Genel liselerde bile ‘din kültürü ve ahlak bilgisi' dersi çok
yetersizken, TSK'de bu seviye daha da düşüktü. Zaten
yeterli ve gerekli dini bilgiler verilseydi, ordu mensupları
içinde din olgusu hala bir tehdit unsuru olmaz, bir irtica
aracı olarak görülmezdi. Askeri okullarda, TSK
mensupları arasında dini kitaplar satın almak, okumak,
bulundurmak ve dini yaşamaya çalışmak son derece
sakıncalı ve adeta bir suçmuş gibi telakki ediliyordu.
Ailelerin devreye girip dini bilgileri takviye etmeleri,
devlet ve özel okullarda mümkün ve normaldi. Ancak
askeri okullarda böyle bir teşebbüs, öğrencinin okuldan
ilişiğinin kesilmesine kadar giderdi. Zaten öğrenciler

205
Faruk Arslan

askeri okullara alınırken sıkı bir soruşturma geçirmekte,


dindar olan, camiyle, cemaatle, İslami faaliyetlerle ilgisi
bulunan ailelerin çocukları önceden elenmekteydi.
Kasvetli düşüncelerle eve dönen Ferruh, komşuları Sedat
yüzbaşı ile babası Orhan astsubayın tavla oynadıklarını
gördü. Odasına çekilmek istedi. Sedat yüzbaşının
homurtusunu duydu:
“Senin oğlan galiba yine camiden geliyor.”
Orhan astsubay gururla gerildi:
“Çok şükür, oğlum dindar ve ülkesini Allah’ı severi Nur
gibi bir genç.”
“Astsubayım kendine gel. Senin oğlanı okuldan yakında
atacaklar.”
“Nereden biliyorsun?”
“İstihbarat raporlarını okudum. Senin oğlanda listede.”
Ferruh, birden kulak kesildi. Ne oluyordu?
“Lütfen daha açık konuşur musunuz?”
Çantasından bir belge çıkartan Sedat yüzbaşı, ağır ağır
içinden bir paragrafı okumaya başladı:
“Her yerde, özellikle askeri okullarda irtica var
kampanyası başlatılsın. Sadece eşi kapalı olan, namaz
kılan değil, sağcı, milliyetçi, yarın irticaya kaçması veya
size engel olması muhtemel herkesi yazın, ilgili mercilere
şikâyet edin, onların adına dinci dergiler, gazeteler
gönderin, akrabalarının adını öğrenin, onların isimleriyle
başlarını belaya sokacak mektuplar, kartlar gönderin.”
“Bu saçmalık ama. Ben kendi halinde namaz kılan bir
öğrenciyim. Devlete ne zararım var?”
“Oğlum, anlamıyorsun. Orduda sizin gibi mensup
istemiyor üst düzey komutanlar. Bak sana bir kaç cümle
daha aktaryım: ”Okullarda namaz öğrencilere kız
arkadaşlıklarını teşvik edin, yapabiliyorsanız, Osmanlı

206
Faruk Arslan

hayranlığını kırın. Cinsel konularda sınırları zorlayın,


çünkü bu konu insan zaafının başında gelir.”
“Buda ne demek şimdi?”
“Emir yukarıdan geliyor. Ama çok gizli damgasıyla ve
özel ulakla geldi. Yani resmi yoldan gelmedi, kayıtlarda
yok.”
“Kim bunlar komutanım?”
Sedat yüzbaşı, başka bir özel mektup açtı ve bir
parağrafını okudu:
“Arkadaşlar çok çalışsın bizim olmayan bu devlet
mutlaka bizim olacaktır, Biz Türkiye’de İslam ile
bağlantılı görülen ama bu dini tamamen değiştirecek bir
Türkiye Aleviliği yaratmak zorundayız”
“Aleviler mi? Benim Alevilerle bir sorunum yok. Namaz
kılan pek çok Alevi arkadaşımız var aramızda.”
“Sorunda bu işte! Yanlış adamları namaza alıştırmışsınız.
Derin bir nasıra basmışsınız. Üst düzey komutanlarımızda
dine alerjisi olan Bektaşi Aleviler çoğunluktadır. Bak
sana bir kaç satır daha okuyayım, gerisini sen anla:
“Alevi olmayana hiçbir zaman tam güvenmeyeceksin,
Alevi olmayan herkesin anti laik olma ihtimali uzun
vadede de olsa olabilir. Alevi olmayan birlik
komutanlarını, yoksa laikleri sıkıştırın, çokça eğlence
düzenleyin, dansöz ve içkiye zorlayın. Din ve
milliyetçilik duygusunu zayıflatan yolların neler olduğu
açık bularak kullanın.”
“Başka ne gibi saçmalıklar var bu emirlerde veya özel
kararlarda?”
Sedat yüzbaşı okumayı sürdürdü:
“Türklerin üstün bir ulus olduğu safsatasını yıkın.
Hanımlarınız dekolte giysin diğerlerinin hanımlarını açık
giymeye teşvik etsin.”

207
Faruk Arslan

“Bunlar ordunun resmi görüşü olamaz.”

“Değil zaten. Ama biz laikiz. Çetin Doğan’ın ve Doğu


Aktulga’nın başını çektiği grubun toplantısında alındı bu
kararlar. Toplantıya sadece Alevi Bektaşi istihbaratçılar
katıldı. Bende Aleviyim. Babanı severim. Sizde
Çorumlusunuz, hemşeriyiz diye sana bunları
söylüyorum.”

“Lütfen hepsini okur musunuz?”

“Bir kısmını daha aktarayım ama bunlar aramızda gizli


kalacak.”

“Peki! Söz veriyorum.”

“Alevilik bu ülkede bir gurur kaynağı olana kadar, yani


memleketi avucumuza alana kadar herkes kendisini
gizleyecek. Muhittin Fisunoğlu, korgeneral iken, ’ben
karımı oynata zıplata bu noktaya geldim’ demişti. Bizim
için de ölçü bu olmalıdır. Deşifre olmuş Aleviler... Sevgi
desinler insanlık desinler ama ülke için oynadığımızı belli
etmesinler. Alevi dışında hiç kimse ateist olsa bile
güvenilmeyecek... Hal hatır soranlara, "Allah’ a şükür"
densin. Bizi dinci sansınlar... PKK’ya karşı savaşanlara el
altından şu mesajı gönderin, "sakın ha ölmeyin, bırakın
Atatürkçü olsa da Sünniler ölsün".

“Bunlar vatanseverlik mi?”

208
Faruk Arslan

“Devam edeyim. Herkes, çalıştığı yerde irtica var


yaygarası koparsın... İrtica korkusu olan mektuplar iş
adreslerine postalansın...’’

“Peki MİT bunları bilmiyor mu?”

“Biliyor. Elimde olan MİT raporuna göre: “Hava


Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde illegal-etnik
yapılanma vardı ve içerisinde kurmay subaylar, askeri
öğrenciler ve sivil unsurlar ’karargâh evleri’ adı verilen
bir çatı altında hücre şeklinde örgütleniyor.”

“Bunları neden tasfiye etmiyorlarda namaz kılanlarla


uğraşıyorlar?”

“Çok inatçı bir çocuksun. Sana yapıyı daha net anlatayım


ama başka soru sorma!” Evvela şunu peşinen biliyoruz:
Hiç bir terör örgütü, istihbarat desteği almadan, yabancı
istihbaratların kontrolüne girmeden ve kara ekonomiden
nasiplenmeden yaşayamaz. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası
yapıyı kuran Milli Birlik Komitesi Konseyi, sol ve sağ
örgütleri yeniden kurguladı. Davasına sadık Türk solu ve
sağı işlerine gelmedi. Bu nedenle, “çakma derin” sol ve
sağ yapılanmalar oluşturuldu. Türk ekonomisinin yüzde
70’i kara veya kaçak ekonomidir. Uyuşturucu, silah,
insan ve bilumum mal kaçakçılığı, o yıllarda emniyet,
asker, medya, yargı ve istihbaratın “kara koyunları”
tarafından yürütülür, ‘mafya bozuntuları’ kullanılır. Kirli
işler kirlenmiş kişilerle yapılır veya defosu olmayanlarda
defo açılarak iş görülür. Türk İntikam Tuğayları’nda
(TİT) heyecanlı ülkücüler devşirildi. Abdullah Çatlı.
Mehmet Ali Ağca, Haluk Kırcı gibi. Mafya babası

209
Faruk Arslan

Dündar Kılıç, Dev Sol ve DHKP-C’nin finansörüdür. İki


koluda aslında yöneten aslında Özel Harbin istihbarat
subaylarıdır. Babalar operasyonu ile Kılıç’ın başı derde
girdiğinde avukatlığını Tahsin Şahinkaya’nın avukatı ve
akrabası Mümin Kavalalı yapmıştı. Banker Bako
skandalında ülkeyi soyan elit grubu savunan avukat,
Hüsameddin Cindoruk idi. Şahinkaya’ya, İsviçre’deki
villasını neden silah kaçakçısı Avni Musullulu’ya aldırdı?
Ermeni kökenli uyuşturucu kralları Behçet Cantürk ve
ABD’de kaçak yaşayan İstanbul Emniyet eski Müdürü
Şükrü Balcı ile derin ekonomik ilişkileri var. Bu
paralarımızı sorgulamak, yargılamak anayasamızın 15.
maddesine aykırıdır. Suçtur. Ancak kayıtlarımız
sağlamdır. MİT’de saklı pek çok dinleme kasetlerimiz
bulunuyor. Kozmik odada saklanıyor, yani artık devletin
derin hafızasında duruyorlar. Bu bilgiler, çok gizli MİT
raporlarında mevcuttur. İstihbaratçı Mehmet Eymür,
gerekli araştırmayı yaptı ve tehlikenin boyutları
konusunda gereken uyarıda bulundu. Ordudaki solcuları
kontrol ve yönlendirmek için yeni bir sisteme ihtiyaç
duyulduğunda paşalarımız, 1960 ve 70’li yıllarda olduğu
gibi Doğu Perinçek ile anlaşma yaptı. Oysa Dev
Gençciler, geçmişte Perinçek’i “işbirlikçi” ve “sahte
devrimci” olmakla suçlamıştı Milletimizin hafızaları balık
gibidir. Aptallar çoktur. Aynı yerden defalarca sokulur,
yinede deliğe elini uzatır. 12 Mart 1971 muhtırasından
sonra Perinçek’in ihtilalci örgütü ile ilişkisi tespit edilen
subaylar, “Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü”
ve “Şafak Subaylar grubu” davalarından yargılandı.
Perinçek, 1980 öncesindeki yayınlarıyla Ordu’yu ve
MİT’i hedef alıp, her iki kurumda oluşturduğu
zaafiyetlerle Türkiye’nin 12 Eylül 1980’e gelmesine katkı

210
Faruk Arslan

sağladı. 1985’de hapisten çıkartılan Perinçek’e, sol


örgütleri birbirine düşürme, parçalama ve provokasyonlar
için “saftorik devşirme” görevi tekrar verildi. Hemde
Atatürkçülük ve ilericilik söylemleriyle. Cibilli veya
ideolojik din düşmanılar bunlar. Zaten bu yüzden
seçildiler. PKK’yı kontrol için devşirilen subaylar,
Perinçek’in hücre evlerinde yetiştirdiği ‘Marksist’ ve
‘Maocu’ subaylardan seçiliyor. Perinçek’in PKK ilgisi,
elebaşısı Abdullah Öcalan’la farklı zeminlerde dostluğa
dayanıyor. Perinçek’in “Faşist ordu” diye ordumuzu
küçümsemesine bakma. TSK’yı zaafa düşürecek her türlü
yayını Perinçek’in 2000’e Doğru dergisinin sayfalarında
görmek mümkündür. Karanlık yayınlarında Perinçek,
bilerek ve izinli olarak tıpkı 1980 öncesinde olduğu gibi,
yine kontrgerilla dizileri ve infaz haberleri yayınlıyor.
Terör mücadelesindeki askerlerin motivasyonunu bozar
gibi gözüküyor. Oysa asıl hedef saf veya şartlanmış solcu
beyin takımını avlamak. Bunları bu sayede etrafında
toplamayı başardı. Perinçek’in kime çalıştığını, Özel
Harp ve İngiliz istihbaratıyla ilişkisini anlayan, yaptığı
dezenformasyonlara dayanamayan onu terk ediyor. Bu
adamlara sen sen ol kesinlikle bulaşma. Yabancı
istihbaratlar, özellikle CIA ve Mossad ile ortak
çalışıyorlar.”

Sedat yüzbaşı uzun ve derin konuşmasını bitirdiğinde


Ferruh ve Orhan astsubayın ağzı açık kalmıştı. PKK
demek ki ordu tarafından kullanılıyordu. Bu işi yapan
Perinçek ve ekibine devlet gebeydi. Onlarda yabancı
istihbaratlara gebeydi. Bu nasıl bir çarpık ilişkiydi böyle?

211
Faruk Arslan

Orhan Astsubay kararını vermişti ve bunu sert bir dille


oğluna tebliğ etti: “Oğlum, kesinlikle bir rekat bile gizli
veya açık namaz kılmayacaksın. Mezun olduktan sonra
ileride kılarsın.”
Ferruh’un Eskişehir’den Ankara’ya okula dönüşü hüzünlü
olmuştu. Çok sevdiği okuluna bu sefer ayakları
gitmiyordu. Nizamiyede uzun bir kuyruk olduğunu gördü.
Sıraya geçti ve en arkadaki “Çinçin”e sordu:
“Neler oluyor burada, Çinçin?”
“Atilla yüzbaşı arama yapıyor.”
“Ne arıyormuş?”
“Allah’tan belasını!”
Bu yorumu duyanlar toplu halde gülmeye başlayınca
Atilla yüzbaşı işkillendi:
“Hey, en arkadakiler, kesin tıraşı!”
Ortama yeniden ölü sessizliği hakim oldu.
Aranma sırası Ferruh’a geldiğinde Atilla yüzbaşı, öne
atıldı ve sert konuştu: “Bırak asker, onu ben arayacağım!”
Ferruh, kötü bir şeyler olacağını sezinliyordu.
İki valizi darmadağan eden yüzbaşı, define bulmuş
serseriler gibi sevindi. “İşte buldum!”
Bulduğu astsubay çavuş pırpırları dikili havacıların yaz
kıyafetiydi. Annesi Neslihan hanım, bu yaz Ağustos’da
mezun olacağını bildiği için babasına her yıl verilen
havacı kumaşından elbise dikmişti. Nede olsa terziydi.
Ferruh, acaba ne diyecek diye idamını bekleyen
mahkumlar gibi boynunu büktü. Atilla yüzbaşı, önüne
getirilen sanığı kafada peşinen mahkum eden taraflı
hakimler gibi hükmünü verdi:
“Sen bu kıyafeti giyemeyeceksin. Hak etmiyorsun. Buna
el koyuyorum.

212
Faruk Arslan

Yirmi beşinci Bölüm

Operasyon Başlıyor!
Ferruh, fırtanın ilk esintisini Ocak 1987’de daha
nizamiyeden içeri girerken böylece duymuştu. Anlaşılan
idam fermanı imzalanmıştı. ‘Ağzımla kuş tutsam,
mezhepci cuntanın görevlendirdiği Atilla yüzbaşı beni
atacak’ diye içinden geçirdi. 1987’in Şubat ayının ilk
haftası idi. Yüksek tirajlı Nokta dergisi kapak haberini
“Askeri Okulda İrtica” konusuna ayırmıştı. Tören adımı
ile yürüyen bölükten başı ileri fırlayan karikatür molla
tipi mide bulandırıcıydı. Kafasında takke, kirli bir sakal,
seyrek dişler, elinde tesbih ile irticayı simgeliyordu.
Haberde, Elektronik astsubay okulundan üç öğrencinin
hafta sonu Ankara’nın Abidinpaşa semtinde gittikleri bir
evin fotoğrafıda yer alıyordu. Öğrencilerin ad ve
soyadlarının baş harfleri verilmişti. Ferruh, M.E baş harfli
kamp arkadaşını hemen tanımıştı. Ilgaz dağında yaptıkları
kampta tanıştığı diğer iki isim M.P ve E.T’de haberde
geçen isimlerdi. Gittikleri evde güya İ.K ile
buluşuyorlardı. Örgüt evi izlenimi verilen mekan, Dev
Sol ve Dev Genç gibi sol tandaslı illegal yasadışı
örgütlerin evlerine benzer bir tanımla anlatılıyordu. Güya
burada devleti bölmek ve yıkmak amacıyla ideolojik
eğitim veriliyordu.
Nokta’nın askeri istihbaratdan aldığı belli servis haberi,
yıldırım hızıyla basında alıntılandı. Artık gündem orduda
irticaydı. Hürriyet ve Milliyet gazeteleri bir yerden işaret
almış gibi ortak manşetler atmaya başladılar. “Yine
bunların düğmesine basıldı” diye ifade edilecek şekilde
yayın yapmaya başladılar. Gazeteler 1987’nin tüm Şubat

213
Faruk Arslan

ayı boyunca hemen her gün “Orduda irtica”, “Laiklik


elden gidiyor”, “Laikliğin kalesi olan ordu elden gidiyor”
şeklinde manşetler atmaya başladılar. Tam o günlerde
Kenan Evren Adana’da bir konuşma yaptı:
“Silâhlı Kuvvetler’de olan bitenin farkındayız ve bunun
gereği yapılacaktır”
Bu konuşma sanki bir işaret gibiydi. Ondan sonra Silâhlı
Kuvvetler’de bütün birliklere Askerî İstihbarattan,
Genelkurmaydan oluşturulmuş bir heyet işe koyuldu.
“Yıkıcı ve bölücü faaliyetler” konulu konferanslar
verilmeye başladı. Tüm askeri okullarda aynı şey yapıldı.
Sabah saat 9’da başlanıyor, akşama kadar sürüyordu. İlk
başta yarım saatliğine Komünizm ile ilgili çalışmalardan
bahsettikten sonra yıkıcı bölücü faaliyetler adı altında,
irticai faaliyetler başlığı gündeme geliyordu. Akşama
kadar o irticai faaliyetler adı altında “Nakşibendiler”,
“Süleymancılar” ve “Nurcular” anlatılıyordu. Hepsi iç
düşmandı. GATA’nın en büyük salonunda Tıp Fakültesi,
Hemşire Yüksek Okulu, Askeri Hemşire Koleji ve Sağlık
Astsubay sınıf okulu öğrencileri toplandı. Ortapedi
Kliniği Başdörektörü Prof. Dr. Tuğ general Ömer Şarlak
paşa bir konuşma yaptı. Neden GATA Konutanı Tüm
general Necati Kölan değilde Şarlak konuşuyordu?
Şarlak Paşa, “Deli Kafatascı” lakabıyla meşhurdu.
Herkesin kafa yapısına göre üstün veya üstün olmadığına
bir bakışta karar verirdi. Konuşması daha ziyade bir
takdimden ibaretti. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nden Prof. Dr. İbrahim Ağah Çubukcu’yu
tanıttı:
“Laik cumhuriyetimizin modern din aydını sizleri
aydınlatacak”

214
Faruk Arslan

Ferruh, salonun en arkasında uykuya dalmıştı. Konuşması


yalan dolan dolu olan bir din profesörünü ilk defa
görüyordu. Ayetleri ve hadisleri böylesine hoyratca
çarpıtan birinin imanından şüphe edilirdi.
“Bodur Mehmet” Tıbık, arkada uyayanları görmüştü.
Ferruh ensesine inen bir şaplak ile gözlerini dört açıverdi:
“Kandıralı, sen bilhassa dinle! En öne geç bakayım!”
Ferruh, zoraki biçimde en ön sandalyeye oturunca
Çubukçu’yu can kulağıyla dinlemeye başladı:
“Çocuklar! Sizin okumanız, vatanınız için nöbet
beklemeniz, hastalara şifa dağıtmanız birer ibadettir. Bu
nedenle namaz kılmanıza, oruç tutmanıza Allah’ın
ihtiyacı yoktur. Bu ibadetler sizden düşer, muafsınız”
Ferruh, içinden küfretmemek için dilini ısırdı. Namaz ve
oruçla ilgili fetva veren Çubukcu, resmen bu kadar
insanın vebalini üzerine alıyordu. Bu saçma fetvayla
çocuk mu kandırıyordu? İç düşman brifinginde ayrıntılara
geçildiğinde kürsüye Albay İrfan geçti. Tüm tarikatları ve
cemaatleri irticai örgüt olarak anlattı. PKK ve ASALA ile
“Nurcuları” aynı kefeye koydu. Kendilerine göre
yaptıkları tasniflerle, “Nurcular” başlığına gelindiğinde
epey uzun bir süre bu konuyu işledi. Ferruh, “Nurcular”ın
Said Nursi’nin ölümünden sonra sekiz farklı cemaate,
gruba ayrıldığını ilk defa duyuyordu. “Yazıcılar”,
“Okuyucular”, “Kurtoğlu cemaati”, daha bilmem ne!
Ertesi gün operasyonun en vurucu anı gelip çatmıştı.
Sağlık Astsubay Hazırlama ve Sınıf okulunun tamamı
yemekhanede toplandı. Sıra CIA ve MOSSAD’ın
sorularını hazırladığı ankete gelmişti. Atilla yüzbaşı anket
yapılmadan önce sert konuştu:
“İrticai faaliyetlerle uzaktan yakından ilgisi olan varsa
bize bildirsin. Eğer bu şekilde bildirirseniz biz sizi

215
Faruk Arslan

affedeceğiz. Biri size yazarsa yandınız. Biz tesbit eder ve


bu durumu ortaya çıkarırsak okuldan atacağız”
Bu anketin yapılacağını Ferruh, 6 ay önce öğrenmişti.
Kuleli Askerî Lisesinde, Deniz Astsubay Okulunda ve
Deniz Lisesinde aynı anket, Ocak ayında yapılmıştı.
Kendilerine sıra Şubat’ın ikinci haftası gelmişti.
Fırtınanın geldiği zaten aşikardı. Okulda 15 gün önce tüm
izinleri iptal edilmişti, istihbarat ekibi okulda sürekli
öğrenciler üzerinde bu çalışmayı yapıyordu. Fakir
öğrenciler atılmaktan çok korkmuştu. Kimisi ‘annem
başörtülü,’ kimisi diyordu, kimisi ise ‘dedem sakallı’. Bir
başkası, sanki suçmuş gibi ‘Babam namaz kılıyor’ diye
ankete yazdı. Korktukları, aileleriyle ilgili neler varsa
hepsini teker teker söylüyorlardı. Ankette dişe dokunur
şekilde ihbarda bulunan öğrenciler ve velileri ile ilgili bir
sorgulama sürecine başlamıştı. Ferruh, kendisi ve namaz
kılan arkadaşları ile ilgili birşey çıkacağı noktasında ciddî
endişeliydi, ama bir hafta geçmiş ses seda çıkmamıştı.
Ferruh, “tufanı atlattık” diye sevinirken, artık birşey
çıkacağı endişesi azalmışken bir gün nöbetçi öğrenci hiç
alâkasız bir vakitte “Öğrenci Amiri seni çağırıyor” dedi.
“Homo” lakaplı Atilla yüzbaşı,” Bodur Mehmet” Tıbık ve
“Karasurat” Ahmet Coşkun yüzbaşılar onu bekliyordu.
“Bodur Mehmet”, çok sert bir ifadeyle:
“Sen ne yapmışsın be oğlum!”
Ferruh, kıpkırmızı olmuştu. Diyecek tek kelime bulamadı.
O zaman Ferruh, anladı ki birşeyler olmuş. “Bodur”,
insani yönü olan bir yüzbaşıydı. Krize giren Ferruh’u
rahatlatmak istedi. Kısık sesle konuşuyordu:
“Ailenden yana filan kötü bir haber yok, merak etme!
Okulda sana düşman olan öğrenci var mı?”

216
Faruk Arslan

Ferruh, hızlı biçimde düşündü. 4 yıldır devresinin koğuş


nöbetlerini yazıyordu ve sınıf başkanıydı. Elbette pek çok
öğrenci ona ister istemez kin biliyordu. Tahminde
bulundu:
“Komutanım, Eskişehirliler beni sevmez. Onlara en kötü
nöbetleri yazdığımı düşünüyorlar. Kabul edersiniz bizim
Eşekler Sınıfını idare etmek kolay değil!”
“Yok oğlum, bunu kast etmiyorum.”
Atilla yüzbaşı, bu kadar kibarlığa daha fazla dayanamadı
ve baklayı ağzından çıkardı:
“ Her gün okulda vukuat yoktur tekmili veren 314 Ferruh
Kaplan! Okulda asıl vukuat sensin! ”
“Anlamadım Komutanım.”
“Anlayacaksın.”
Ahmet Coşkun, masasının üzerinde duran Nokta
dergisinin Şubat’ın ilk haftasında çıkan irtica sayısını
Ferruh’a fırlatır gibi uzattı:
“Göz at bakalım. Bu haber dosyasıyla senin bir ilgin var
mı?”
Nokta dergisinin 11 Şubat 1987’de yayımladığı 5.
Sayısında kapak dosya haberinin başlığı: “Askeri Okulda
İrtica”ydı. 3 dakika içinde gözden geçiren Ferruh, bir
çırpıda cevabı yapıştırdı:
“Yok Komutanım. Bu öğrenciler Elektronik astsubay
okulundanmış…”
Atilla yüzbaşı, turnayı gözünden vuran avcı gibi çığlık
kopardı:
“Bir tanesi değil. M.E. bir yıldır bizim okulda okuyan
Mustafa Ertürk mü?
“Bilmiyorum Komutanım.”
“Bodur Mehmet”, 'gizli' ibareli bir evrakı sümenin
altından çıkardı:

217
Faruk Arslan

“Burada sizin şimdiye kadar irtibat kurduğunuz kimseler,


içinde bulunduğunuz faaliyetler, hepsi yazılı. Atılmanıza
yetecek kadar bilgiye sahibiz, ancak ben sizleri
kurtarmaya çalışacağım. Sen liseden itibaren neler
yaşadığını, kimlerle görüştüğünü bize anlatacaksın.”
Blöf yaptığı her halinden belliydi. Yalan söylemeyi
beceremezdi. Ferruh, net konuştu:
“Neyi anlatmamı istediğinizi anlamadım.”
“Bodur”, bu sefer biraz sertleşti:
“Benim canımı sıkma, asabımı bozma, ben sizin için
uğraşıyorum”
Amerikan filmlerinde olduğu gibi iyi polis, kötü polis
oynuyorlardı.
Kötü polis konumundaki Atilla yüzbaşı, bir kâğıt uzattı:
“Geçmişinizi yazılı olarak anlatacaksın. Seni tekrar
çağıracağız. Şimdi çıkabilirsin.”
“Emredersiniz Komutanım”
Ferruh, başı ile selam verdikten sonra sert bir asker
dönüşü yaptı. İçlerinde bir köstebek veya bir muhbir
vardı. Veya anketdeki sorulara bazı öğrenciler ahmakca
cevaplar vermiş olmalıydı.

218
Faruk Arslan

Yirmi altıncı Bölüm

Köstebek ve Muhbir!
Öğrenciler arasında bir veya birden fazla köstebek veya
muhbirin olduğu kesindi. Namaz kılan öğrencilere tek tek
operasyon yapılacağını anlatan Ferruh, anlaşılan 6 aydır
boşuna konuşmuştu. Kısa bir soruşturmadan sonra bir
köstebek, birde muhbir bulundu. İki kişide atılmaktan
korkarak abartılı bilgiler sunmuşlardı.
Köstebek’in adı 3. sınıftan Utku’ydu. “Parlak” bir
Bursalıydı. Kısa bir araştırmadan sonra köstebeklik
sebebi bulundu. Tüm dersleri zayıf olan Utku, nedense
okuldan atılmaktan yırtmıştı. 2. sınıfın sonunda kapı
önüne konması gereken Utku ile Atilla yüzbaşı anlaşılan
gizli bir anlaşma yapmıştı. 1986 Eylül’ünde 3. sınıfa
başlayan Utku, nasıl olmuşsa 10 zayıf dersini yaz
bütünleme sınavlarında başarıyla vermişti. Bu imkansızdı.
Başarısızlıktan çoktan atılması gerekirdi.
3. sınıf başında birdenbire değişen Utku, 6 aydır güya
namaz kılıyordu. Oysa gerçekten namaz kılanların namazı
tamamen bıraktığını sağır sultan bile duymuştu. 3. sınıfın
geçmişte namaz kılan uyanık Kayserilileri Musa ve
Adem’i adım adım izlemişti. Düzenli olarak yüzbaşıya
rapor vermişti. Günde kaç defa tuvalete gittikleri bile
kaydedilmişti. Namaz kıldıklarını görmemişti ama
raporunda ‘eskiden namaz kılıyorlardı’ diye yazmıştı.
Adem, son bir haftadır şüphelendiği Utku’yu takip
ediyordu. Bu defa roller değişmişti. Komutan katına sık
sık çıktığını sivil bir memurdan öğrenmişti. O gün
kendiside bir gölge gibi Utku’nun peşine takıldı. 007
James Bond gibi sessizdi. Kapı aralığından gelen sesler

219
Faruk Arslan

karşısında irkildi. Duyduklarına, anahtar deliğinden


gördüklerine inanamadı Adem. Utku ile Atilla yüzbaşı
arasındaki ilişki sadece köstebek ilişkisi değildi.
Utku’nun lakabı zaten “Top”du. Üst sınıflardan “toplarla”
buluştuğu biliniyordu. Az sayıda da olsa okulda “gay”
öğrenci vardı. Kimse onları sevmezdi. Atilla yüzbaşı,
durumdan vazife çıkararak “Top Utku”yu iki yönlü epey
kullanmıştı. Utku’un düzenli olarak Atilla yüzbaşının
odasına uğradığı artık kesinleşmişti. Durumu Ferruh’a
anlatan Adem ve Musa, bundan sonra ne yapacaklarını
kestiremiyorlardı:
Dövsünler mi, yoksa sövsünler miydi!
Ferruh, sakin olmaya çağırıyordu. Kararını verdi:
“Onunla ben kibarca konuşacağım. Köstebekliğe son
vermesini isteyeceğim. Dövmek, sövmek bizim
yöntemimiz değil. Cezasını Allah versin.”
Anvak Utku’yu konuşturma görevini Mustafa üzerine aldı
ve korkutup muhbirin verdiği bilgileri elde etti ve
arkadaşlarıyla paylaştı:
“Kırşehirli “Gevrek Halim” ve Konyalı “Uzun Bekir” ile
seni de biliyorlar. Başka kaynaklardan amma…”
“Nasıl kaynakmış bu?”
“Sanırım 2. sınıflardan bir öğrenci bir kağıt imzalamış ve
tüm namaz kılanların listesini vermiş. Daha doğrusu
komutanlar elindeki listeyi ona tastik ettirmişler.”
“Sen nereden biliyorsun bunu?”
“ Biraz çocuğu hırpaladım. Atilla yüzbaşı, bu şahsın
direncini kırmak için önce bir liste gösterdi. Yelkenleri
suya indirmiş ve altını imzalamış. Direnemezdi…”
Ferruh, namaz kılanları sızdıran ismi bulmakta
gecikmedi. İkinci dost kazığı Denizlili Ferhat’den
gelmişti. Hemde dev bir kazık. 2. sınıftaki öğrencilerden

220
Faruk Arslan

en güvendiği isimdi. Güvendiği dağlara karlar yağmıştı.


Askeri okula girdiğinde namaz kılan Ferhat, muhafazakar
bir ailenin mensubuydu. Annesi ve babası Demokrat
Parti’nin kurucularındandı. Aslen Aydınlıydılar. Adnan
Menderes ile uzaktan akrabalıkları bile vardı.
Atilla yüzbaşı ile anketden önce anlaşma yapanlardandı.
Utancından artık selam dahi vermiyordu. Onun tarafından
satıldıklarını anlamaları, bu nedenle kolay olmuştu. İki
aydır ortalarda görünmüyordu. Namaz kılanlarla ilişkiyi
koparmıştı. Atilla yüzbaşı, zaten 2. sınıfların ve 1. sınıftan
namaz kılanların tam listesine çoktan ulaşmıştı. 3. sınıftan
Adem ve Musa’nın, 4. sınıftan ise Bekir, Halim ve
Ferruh’un adını verdiği kesindi. Okulda geçen yıl namaz
kılan 80 kişi vardı. Ferhat, aşağı yukarı her namaz kılanı
tanıyordu.
Ferhat için yapılabilecek bir şey yoktu. Konuşmayı dahi
kabul etmiyordu. Kendisini kurtarmıştı, o kadar.
Başkasının başına ne geleceği onu ilgilendirmiyordu.
Atilla yüzbaşının hazırladığı belgeyi imzalamıştı. Bu
belgede okulda bir örgüt kurulduğu yazılıydı: “Namaz
Kılanlar Örgütü…” Hemde 80 kişilik bir örgüt…
Atilla yüzbaşının postası, Ferruh’u ve Mustafa’yı derin
düşüncelerden uyandırdı:
“Mustafa Erürk, seni yüzbaşım odasına çağırıyor.”
Mustafa, düzgün ve sesli bir topuk ve baş selamı ile
odaya girdi. Ayakta duran ve arkası dönük olan yüzbaşı,
birden bire döndü. Elinde beylik tabancası vardı. Hiç
beklemeden silahı Mustafa’nın alnına dayadı:
“Beni kızdırıyorsun. İşlerime karışıyorsun. Seni burada
vururum. Ailene eğitim zayiatı olarak bildiririm. Bir daha
benim muhbirlerimi tehdit etme!”

221
Faruk Arslan

Mustafa, şok olmuştu. Hiç sesini çıkartamadı. Klasik bir


cevap verdi:
“Emredersiniz komutanım!”
“Okulun yarısı sana ve Ferruh’a itaat ediyormuş imam
efendiler! Bu okulda komutan ben miyim yoksa siz
misiniz? Bunu yakında öğreneceksiniz...”
Bundan sonra kartlar açık oynanacaktı. Silahlar, kılıçlar
çekilmişti.
‘Yeni bir strateji belirlemezsek sonumuz geldi’ diye
düşündü, Ferruh ve Mustafa.
Fırtına kasırgaya dönüşmek üzereydi. Önüne çıkanları
yutmaya kadirdi. Ümitsizliğe düşmek için her türlü sebep
vardı. Ferruh, bu gibi hallerde Said Nursi’nin ne yaptığını
hatırladı ve onun yaptığı duayı tekrarladı:
“Elhamdülillahi Ala Külli Hal” ve “ Hasbinallah ve
Nimel Vekil”
Her türlü durumda sana şükreder, hamd ederim.
Allah en güzel Vekildir.

222
Faruk Arslan

Yirmi yedinci Bölüm

Dayanılmaz İşkenceler!

Nokta dergisinin 22 Şubat 1987’de yayımladığı 7. Sayı,


“Askeri Okullarda 2. İrtica Operasyonu” başlığını
taşıyordu. İstihbaratçı subaylar, elde ettikleri tüm bilgileri
kasıtlı olarak basına sızdırıyordu. Eşzamanlı olarak
dindarlara yönelik iki koldan savaş açılmıştı. Bu ülkede
eğitim almak isteyen başörtülü kızlara ve askeri okulda
namaz kılanlara yaşama hakkı verilmemeliydi. Düğmeye
bir yerlerden basılmıştı.
Askeri okullarda fırtınanın kasırgaya dönüştüğü günlerde,
üniversitelerde de başörtüsü dramı yaşanıyordu. Prof. Dr.
İhsan Doğramacı YÖK’ün kurucusu ve efsanevi
başkanıydı. Üniversitelerde başörtüsü yasağının
uygulanmaya başladığı günlerdi. 1987′in 28 Şubat’ıydı.
İstanbul Üniversitesi’nin muhteşem kapısının önünde,
Beyazıt Meydanı’nda başörtüsü eylemi vardı. Prof.
Doğramacı da oradaydı. Henüz yeni çıkmış Zaman
Gazetesi’nin genç muhabiri Ahmet Ayhan,
Doğramacı’nın yanına yaklaşarak sorusunu yöneltti:
Muhabir: Efendim, niçin bu başörtüsü yasağı?
Doğramacı: Çocuğum, söyle bakayım sen hangi
gazetenin muhabirisin?
Muhabir: Zaman efendim.
Doğramacı: Zaman’ı tersinden oku bakayım çocuğum,
ne çıkıyor?
Muhabir: Namaz efendim.
Doğramacı: Hah, sen git evinde namazını kıl çocuğum.

223
Faruk Arslan

Aynı günlerde Cumhuriyet gazetesine demeç veren


siyaset “Guru”su yasaklı Süleyman Demirel, “Atatürk
laik bir cumhuriyet kurmamış” diyordu. Binbir suratttı.
Maske takmış oy için halka şöyle göz kırpıyordu:

"T.C. Devleti, kuruluşta dini olan bir devlettir. 1928'e


kadar anayasa "devletin dini İslamdır" diyor. 1928'de 'dini
İslamdır' kısmı kaldırılıyor. 14 sene sonra 1937'de 'laiktir'
tabiri geliyor. Din sözünün geçtiği yerde laik dinle idare
edildiği gibi bir mana anlaşılacaksa, o anayasa laik
değildir. T.C. Devleti laik değildir. Çünkü T.C. Devleti
anayasanın 24. maddesinde din eğitimi mecburi
yapılıyor."

Basının hergün tartıştığı konu laiklikti. Özal’dan haz


etmeyen askerler, başörtüsünü serbest kılmasına gıcık
olmuşlardı. Sahneye yine yılların müsveddesi “Çoban
Sülo” sürülecekti. Parlatılması ve cahil aptal halkın
aldatılması lazımdı. İyi bir demagog ve gözbağcısı olan
Demirel, saflıkta ve eşeklikte zirve yapmış halkı, verdiği
demeçle kandırmayı başarıyordu:

"Şu laikliği tarif etmek lazım. Anayasanın hiçbir yerinde


tarif edilmiyor. Laiklik sadece Ceza Kanunu'nun 163.
maddesinde bir cümle ile geçiliyor. Her askeri müdahale
öncesinde irtica ve laiklik çiğneniyor gerekçesi vardır.
1980 dahil. 6 Eylül 1980 tarihinde yapılan Konya
mitinginde suç bulunmadığına göre doğru mu yapılıyor?
Dönüyorum geliyorum, bu miting 12 Eylül 1980'de
çıkartılan ihtilal beyannamesinde ihtilal gerekçesi olarak
gösteriliyor. Suç sabit oluncaya kadar kimse suçlu
değildir"

224
Faruk Arslan

Demirel, Türkiye'nin Derviş Vahdeti ve Derviş Mehmet


korkusundan kurtulması gerektiğini belirtiyor, bir yerlere
mesaj veriyordu:

"Dinin ve dindarlığın bir tehlike kaynağı olabileceği


korkusundan kurtulmalıdır. Eğer din bir tehlike kaynağı
ise, milletin yüzde 60'ı namaz kılıyor, yüzde 99'u da
müslüman. Kendi milletinden korkan devlet olur mu?"

“İki yüzlü” Süleyman Demirel 1987'de Nurculara ait


Köprü dergisinde 'irtica kampanyaları'nın bir sıtma nöbeti
gibi tekrar ettiğini söylerken “Nurcu” geçiniyordu. Yeni
Asya cemaatinden Mehmet Kutlular, geçmiş dönemlerde
“neden hükümetinizde Nurcu bakan atamıyorsunuz” diye
sorduğunda, “en büyük Nurcu benim” demişti. “Nurcu”
seçmenleri ziyaretine gittiğinde, “Nazmiye! Cevşemi
getir!” der ve okumayı ihmal etmediğini ileri sürerdi..
Nursi’nin Risalelerinde bahsettiği Isparta’nın
İslamköy’ünden çıkacak kurtacının kendisi olduğuna saf
Nurcuları inandırmıştı. Ağzı laf yapmayı biliyordu:

"İrticanın da, laikliğin de, bunların sınırlarının da vuzuha


kavuşturulması lazımdır. 'Vardır, yoktur'dan evvel, var
olan nedir, olmayan nedir? Herkesin kendine göre bir
laiklik anlayışı var. Bir kişi tabii olan haklarını kullanıyor
veya fevkalade mantıklı şeyler söylüyor. 'Laiklik
çiğneniyor' diyorsunuz. Bu kişiye göre değişiyor. Bunun
da bir vuzuha kavuşması lazım. Bana göre, laiklik din ve
vicdan hürriyetini sınırlamamalı. Din ve vicdan
hürriyetini daraltamazsınız. 'Laiklik çiğneniyor' diye
yapılan tartışmalar bir yerde din ve vicdan hürriyetinin
kullanılmasını baskı altına alıyor. Bir hakkın

225
Faruk Arslan

kullanılmasına mani olunuyor. Bunları Türkiye ortadan


kaldırabilmeli. Bu tartışmaları da hoş hoşgörüyle
yapmalı. Herkes ne düşündüyse söylemeli."

Süleyman Demirel, 1980'lerde çeşitli dergilere verdiği


söyleşilerde ilginç açıklamalar yapmıştı:

"Bugün Türkiye'yi birarada tutan en büyük bağ, millet


bağı olarak söylüyorum. Müslümanlıktır. Allaha şükür
müslümanız. Ve bizi millet yapan bağ olduğu için
müslümanız değil. Müslümanlığımız bizi millet
yapmıştır. Kim bunu tahribe kalkarsa altında kalır"
demişti.

Açıkca derin devlete göz kırpıyordu. ‘Turgut Özal’ın


alernatifi benim, onu ve dindar müslümanların yükselişini
ancak ben durdururum,’ mesajı yolluyordu. Mesajın
alındığı kesindi, “siyasi mevta” yeniden dirilmek
üzereydi. Bu sırada gazeteler çıldırmış gibi dindar
müslümanlara saldırıyordu. Bu basını yönlendiren Özel
Harp Dairesi’nin Psikolojik Savaş birimi olmalıydı. Bir
asırdır kullanılmakla tükenmeyen sermayeleri, yine irtica
idi. Zaten, hep böyle olmuştu. 27 mayıs öncesi, 12 Mart
ve 12 Eylül öncesi gazetelerde yer alan manşetler ve
haberler, yapılan yorumlar, birbirinin fotokopisi gibiydi:

“Ankara’nın bazı semtlerinde irtica beyannameleri


dağıtan kadınlar görüldü.”
“Nurcuların faaliyet sahası genişliyor.”
“Nurcubaşı yine gezilere başladı.”
“Hazine, Şeriatçı çevrelere akıtılıyor.”
“Ülkemizde 52.000 Kur’an kursu var. Çocukların ileri

226
Faruk Arslan

düşünce eğilimleri yok ediliyor.”


“2 din okulu basıldı.”
“Süleymancılar, kiralık katillere adam vurduruyor.”
“Nurcu imam, ‘gerdek gecesi karısını kesen Cennet’e
gider’ diyerek, karısını kesti.”

Basın, hızla dindar askeri öğrencilerin üzerine geldi.


Manşetleri attı, haberleri yaptı. Bu durumu meydana
çıkaran gazetelerle sorgulamayı yürütenler arasında bir
bağ, birliktelik olduğu aşikardı. Manşetlerin ardından
Kenan Evren, Adana'da meşhur konuşmasını yaptı:

“Ordudaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Bunun


için önlemlerimizi alıyoruz.”

12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren, şiddetli “irtica”


düşmanıydı. Ve o günlerde sık sık Cumhuriyet
gazetesinin manşetindeydi. 9 Ocak 1987 Cuma günü,
Cumhuriyet yine 8 sütuna manşet çekmişti:
“Evren: İrtica var”
Darbeci Paşa yine dini konularda Kemalist gözlükle ve
sözlükle fetva vermekteydi:
“Allah’la kul arasına kimse giremez. O hale geldi ki,
sanki kadının Müslüman olması demek örtünmek
demektir. Bütün öteki şartlar ortadan kalktı.
Müslümanlığın şekilcilikle alakası yok. Onu
anlatamamışız.”
Ardından şer güçlerin başının ezileceğini söyledi. Aynı
günkü Cumhuriyet’te 8 sütunluk Evren haberinin hemen
altında tek sütunluk bir Demirel haberi yer aldı:
“Demirel: Başörtüde ideoloji aramak yanlış, laiklik baş
bağlanınca zedelenen bir şey değildir.”

227
Faruk Arslan

Ve Güneri Civaoğlu Sabah gazetesinde “Generaller irtica


için Evren’e başvurdu” başlığı ile bir haber yayınladı.
Ortalık yine irtica yaygarası ile bulandırılmıştı…
Bu bombardıman altında Sağlık Astsubay Okul’unda
inanılmaz ve dayanılmaz işkenceler dönemi başladı.
‘Homo’ lakaplı istihbaratçı Atilla yüzbaşı işi biliyordu.
Önce en zayıf halkadan başladı. En altdaki ast öğrenciler
üzerinde despotluk kurdu. Okulda ilk senesini geçiren 1.
sınıflar henüz 14 veya 15 yaşlarında körpe tazelerdi.
İçlerinde ergenlik çağına ermeyen sübyanlar bile vardı.
Ferhat’ın listesinde bulunan 1. sınıftan namaz kılanlar
komutanlık katına çıkartıldı ve ayrı ayrı odalara alındılar.
80 kişilik devrede 10 kişi gizli namaz kılıyordu. Açıktan
namaz kılan, Nakşibendi tarikatı mensubu beş kişi ise
çağrılmadı. Sorgulanmaya alınan 10 kişi, devrede en
başarılı öğrencilerdi, ilk ondu. Model alınan öğrencilerdi.
Çağrılmayan beş namaz kılan ise en başarısız, kırık
notları fazla öğrencilerdi. Bu ilginç bir durumdu.
Dayak sesleri koridorları çınlatıyordu. Kısa süre sonra
çözülmeler yaşandı. Öğrenciler, artık önlerine ne gelirse
imzalayacakları kıvama gelmişti. Hepsi çocuk yaştaydı.
Balıkesirli Ahmet Ak’ın 1 metre 45 santimetre boyu
vardı. Sadece 42 kiloydu. Atilla yüzbaşının bir tokadıyla
adeta uçmuş, odanın öteki ucundaki duvara başını
çarpmıştı. Kafası yarılmış, kaşı açılmıştı. Hayatı, gözünün
önünden film şeridi gibi geçti.
Filmin her tarafında gözü önüne dedesi geldi Hem yetim
hem öksüzdü. Anne ve babası kanserden genç yaşta arka
arkaya vefat etmişti. Onu büyüten dedesinin köyünde
sadece bir sarı ineği vardı. Okula girerken imzaladığı
yüklenme senedini karşılayacak durumda değildi. Kırılan

228
Faruk Arslan

kafası için değil dedesi için gözyaşı döküyordu. Okuldan


atılırsa dedesinin ne yapacağını biliyordu:
“Tek geçim kaynağı sarı ineği satar zavallı”
Ahmet ve 9 arkadaşı, babalarından yemedikleri dayağı
Atilla yüzbaşıdan yediler. Eşekten su gelinceye kadar
dövüldüler. Namaz kılanların örgütüne dahil olduklarını
itiraf ettiler. Hazırlanan ifadeleri okumadan imzaladılar.
Atilla yüzbaşı, 2. sınıflardan hangi abilerinin kendileri ile
ilgilendiğini sormuştu. Aldıkları cevaplar soruşturmanın
büyümesini sağladı.
Çorumlu Erhan, Sinoplu Umut, Hataylı İshak, Muğlalı
Öruç ile Yasin ve Tokatlı Turgut topun ağzındaydı. Atilla
yüzbaşı, dört ismi derhal komutanlık katında kurulan
nezaret hücrelerine aldırdı. Tuhaf olanı, Nakşibendi
tarikatına mensup ve Süleyman Efendi’nin talabesi
olduğunu bildkleri üç öğrenciyle komutanlar
ilgilenmemişti. Oysa çağrılan namazlarını göstermeden
gizli kılıyor, tarikata bağlı arkadaşları açıkca göstere
göstere kılıyorlardı.
Sorguda sorulan sorular sertleşti:
“Sizler hangi hücredensiniz, kimlerle bir aradasınız, ne
tip organize faaliyetler yürütüyorsunuz?”
Hepsi şok olmuşlardı. Böyle bir soru beklemiyorlardı. Sus
pus kalıp, doyasıya dayak yediler.
Çorumlu Erhan, Sungurlu’dan meşhur bir Alevi dedesinin
torunuydu. Peygamber soyundan geliyordu ama ata
babaları sünni müslüman değildi. Okul birincisiydi. Kısa
boyu, kızıla çalan sarışın saçları ile farklı bir tipolojiye
sahipti. Devresinde efendiliği, disiplini ve kibarlığı ile
herkesin kalbini kazanmıştı. Kalp ve gönül kıranın
müslüman olamayacağına inanırdı. Atilla yüzbaşı ona
vurmadı, başka yerden vurdu:

229
Faruk Arslan

“Hiç dedenden utanmadın mı? Sünnilerle Aleviler bir olur


mu hiç! Dedenin yüzünü kara çıkardın. Bir Alevi hiç beş
vakit namaz kılar mı? Sen aslına ihanet eden bir
hainsin…”

Erhan, Aleviliği hiç bilmiyordu. Dedesi ilkokul


mezunuydu. Cahil bir Alevi dedesiydi. Babası laik bir
müslümandı. Hayatında hiç oruç tutmamış, namaz
kılmamıştı, bir defa olsun camiye veya cumaya
gitmemişti. Namaz kılan öğrencilerin hep başarılı, temiz,
dürüst, güvenilir, dost canlısı öğrencilerden oluşmasından
etkilenmişti. Namaz kılanlar grubuna katılmasının tek
sebebi iyi arkadaş çevresiydi. Artık o, Sünnilerle aynı
örgütde bir Alevi torunuydu.

Çakmak çakmak bakan büyük gözleriyle dikkati çeken


Hataylı İshak’da çok zeki bir çocuktu. Okul 3.’süydü.
Namaz kıldığını bilmeyen yoktu. Zaten hiç saklamamıştı.
Babası cami imamıydı, dedesi ise müftü. Osmanlı
döneminde de ata babaları hep benzer görevler yapmış bir
sofu sülalesiydiler. İshak, namaz kılmanın neden suç
olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Diklendi:

“Namaz kılanlarla uğraşırsanız, Allah’da sizle uğraşır.”

Bu cesur çıkışı yüzbaşı anlaşılan beklemiyordu. Arka


arkaya patlayan 20 tokat sonununda İshak bayılmıştı. Kan
revan içinde odadan dışarı çıkartılıp revirde tedaviye
götürüldü.

Sıra Tokatlı Turgut’a gelmişti. Güreşci ve karateciydi.


Okul beşincisiydi. Yapılı vücudundan zaten bunu

230
Faruk Arslan

anlamak mümkündü. Okulu temsilen katıldığı askeri


okullar arasındaki güreş yarışmasında altın madalya
getirmişti. Devrenin en çok sevilen öğrencisiydi. Atilla
yüzbaşı, kabadayı görünümlü Turgut’u iyi ezerse
devrenin geri kalanının tırsacağını biliyordu. Burnunu
sürtmeli, onu inletmeli, yalvartmalıydı. Turgut’a atılan
dayak saatler sürdü. Vücudunda göğermemiş tek nokta
bile kalmadı. Turgut konuşmuyordu. Mertti. İnandığından
taviz vermezdi. Atilla yüzbaşı, yorulmuştu. Odaya giren
“O. Çocuğu” lakaplı Tayfun yüzbaşı dayağa devam etti.

Turgut, kulaklarına aşırı darbe almıştı. Tayfun yüzbaşının


sağ kulağına attığı 20’den fazla sert tokattan sonra fıs
diye bir ses çıkmaya başladı. Türker’in sağ kulak zarı
patlamıştı, solkolu ise kırılmıştı. Acilen GATA’ya
götürülen Turgut’un tedavisi yapıldı. Kulak Burun Boğaz
polikliniğinde ve Fizik tedavide yapılan tedavide askeri
doktorun sakat raporu yazmaması sağlanmalıydı. Tayfun
yüzbaşı hastanın Turgut’un başında bizzat giderek, rapora
‘merdivenden düştü’ yazdırdı. Turgut, bu ahlaksız
işbirliğini işiten tek kulağıyla duymuştu. Kendisini
“Kıbrıs kahramanı” olarak satan Tayfun, üstteğmen
rütbesindeki doktorun kulağına eğilerek durumu izah
etmişti. Üstlüğünü kullanarak sahtekarlık yapıyordu.
Yaptığı eşeklikte utanmadan şikayet etmeyi de ihmal
etmedi:

“Bu eşek, irticai örgüte bulaşmış. Konuşturmaya


çalışıyoruz. Zaten atacağız.”

Turgut, asla konuşmadı. Namaz kılan arkadaşlarının tam


listesini isteyen yüzbaşılara acıyarak baktı. Kendisini dini

231
Faruk Arslan

bir örgüte yazmak isteyen savunma ve ifade tutanaklarını


yırttı, attı. Komutanların hiç bir oyununa gelmedi. Tayfun
yüzbaşı ile GATA’dan okula dönerken, son sözünü
söyledi:

“Ben ordumuzu Peygamber Ocağı sanıyordum. Anne ve


babamı çağrın, bu okuldan kendi isteğimle çıkmak
istiyorum. Sizin atmanızı bekleyemem.”

Bu cesur yüreği atamadılar.

Umut, diğer üç arkadaşı kadar sağlam çıkmıştı. İlk üç


tokatta ‘ yeter’ demedi. Ne kadar istiyorsanız dayak atın
dedi. Aslında tıfıl bir çocuktu. Okul 2.cisi olmasına
herkes şaşırmıştı. Çok saf görünüşlüydü, ama sivri
zekaydı. Ezberleme kabiliyeti müthişti. Fotoğraflayan bir
hafızaya sahipti. Bir defa okuduğunu olduğu gibi
ezberlerdi. Kısa boylu dev bir kahramandı.

Adem ve Musa ser verdi sır vermedi. 3. Sınıf devresinde


namaz kılan diğer 12 öğrenciyi ihbar eden Utku zaten
hepsini yakmıştı.. Utku, 3. sınıflardan namaz kılan beş
kişinin ismini daha verdi. Bu girişimiyle kendini kurtardı.
Atilla yüzbaşı anlaşma teklifinde bulunmuş, istediğini
verirse onu atmayacağına dair asker sözü vermişti.
Soruşturma her geçen gün büyüyordu.

3. sınıflardan son çağrılanlar Kayserili iki kafadar Musa


ve Adem oldu. Onları Hüsnü, Ömer ve Burak izledi. Beş
öğrencinin ortak özelliği gizli namaz kılmaları ve
devrenin en başarılı ilk beşinde yer almalarıydı. Açıktan
namaz kılan tarikat mensupları yine sorgulamaya

232
Faruk Arslan

çağrılmamıştı. Beş öğrencide ‘Nuh’ dedi ‘peygamber’


demedi. Üç gün süren dayak ve işkenceler para etmedi.
Ağızlarından tek kelime alamadılar. 3. sınıflar
konuşmuyorsa, 1. ve 2. sınıflardan konuşacak korkak
öğrenciler bulanabilirdi. Komutanlar, üst sınıfların ast
sınıflarla ilgilendiğini anlamakta gecikmemişti. Abi
kardeş ilişkisi, bir süre sonra şeyh mürid ilişkisine
dönüyor olmalıydı. Namaz kılanların süratle artışına
başka açıklama bulamıyorlardı. Bunca yıldır nasılda
uyumuşlardı…

Ferruh, körpecik gençlerin bir hiç uğruna dayak


yemesine, kulak zarlarının, kafalarının, gözlerinin
patlatılmasına daha fazla dayanamadı. El altında
soruşturma geçiren 80 öğrenciye haber gönderdi. Bir
“günah keçisi” lazımdı. Tüm suçu üzerine alacak bir keçi.
Bu fedakarlığı biri yaparsa diğerleri kurtulabilirdi. Ferruh
kararını vermişti, “günah keçisi” olacaktı. İşkence altında
inleyen tüm öğrencilerden dayağa dayanamazlarsa kendi
ismini vermelerini istedi.

Sağlık Astsubay Hazırlama okulunda tamamlanan ilk ön


soruşturma sınıf okuluna sıçramıştı.

233
Faruk Arslan

Yirmi sekizinci Bölüm

Yunus Peygamberin Duası


4. sınıf öğrencileri Ferruh, Ünsal, Muhterem Bekir,
Mustafa ve Halim sıranın kendilerine geldiğini
hisssediyorlardı. Atilla yüzbaşı, çok profesyonel
çalışıyordu. Sınıf okulunda oldukları için sonbahar
başında resmen askerlik yemini etmişlerdi. Bu nedenle
Atilla yüzbaşının kendilerini atması öyle kolay değildi.
Beş imzalı Genelkurmay kararı gerekliydi. Karargahı ikna
edebilmesi için yeterli ve geçerli belge oluşturmalıydı.
Sahte veya gerçek farketmezdi. Hazırlama okulundaki
öğrencileri uzaklaştırmak veya okuldan çıkarmak için
anne ve babalarını okula çağırması yetmişti. Ailelerini
ikna etmesi zor olmamıştı. Elinde öğrencilere zorla
imzalatılmış ifade tutanakları vardı. Atilla ve Tayfun
yüzbaşı, eğer namaz kılan çocuklarını velileri kendi
rızasıyla okuldan alırsa sicillerine bu suçlarının
işlenmeyeceği ve ileride devlet memuru olabilecekleri
kartını kullanıyorlardı. İrticai suç yok sayılacaktı.
Öğrenci, disiplinsiz gerekçesiyle okuldan çıkarılacaktı
Ancak ciddi bir sorun vardı. Atılmak istenen öğrencilerin
tamamı hem çok başarılı hemde okulda bugüne kadar hiç
bir suça bulaşmamış oldukları için disiplin notları
süperdi. Devrelerinin ilk onunda yer alan öğrencilerin
hepsi kıdemliydi. Disiplin notu 15 puan altında kalanlar
ancak kıdemli olabiliyordu. Namaz kılanlar içinde 15
notun üzerinde hiç bir öğrenci bulunmuyordu. Hepsi
takdir ve teşekkür alanlardı. Bu öğrenciler kapı önüne
konursa, devreler geri kalan displinsiz başarısız eşekler
tarafından yönetilecekti. Ayrıca Yüksek Disiplin

234
Faruk Arslan

Kurulu’na çıkartılabilmeleri için disiplin notlarının en az


26 not kırılmış olması gerekiyordu. Bu kurul’a
çıkartılmadan öğrencinin kırık disiplin notuna 20 puan
eklenmesi kurallara aykırıydı. Hazırlama okulunda elli
kadar namaz kılan öğrenci tespit etmişlerdi. Bunlardan 23
tanesinin okulla ilişiklerini kesmek istiyorlardı. İkna
operasyonu başarılı olmuştu. Velilerin yarısı ise
direnmişti. İkna olanlar içinde Çorumlu Erhan’ın Alevi
Dedesi Hıdır beyde vardı. Nasıl olupta torununun sünni
irticai bir örgüte üye olduğunu pek anlayamamıştı.
Muğla’nın Yatağan ilçesinden Orhan’ın babası koyu
Atatürkçü ve laik bir lise öğretmeniydi. Oğlunu sıkı bir
Atatürk hayranın olarak yetiştirmişti. Aile boyu CHP’ye
oy verirlerdi. Oğlu irticacı olamazdı. Atilla yüzbaşı, en
fazla durumu kabullenemeyen Orhan’ın babası Selami
beyle uğraşmıştı. Hayal kırıklığına uğrayan babayı
değişik bir noktadan vurdu:

“ Oğlun aynı zamanda 3. sınıfların B sınıfı imamı. Yani


elebaşı. Hiç kurtuluş şansı yok. Biz atacağız, en iyisi siz
paşa paşa alın. Bizi yormayın lütfen. Siz aydın bir
insansınız. Oğlunuz zehirlenmiş. Burada kalırsa onun
kafasını yıkayanların elinde kalır!”

Yüzbaşı, can alıcı cümleyle Selami beyi nakavt yaptı:

“Oğlunun “vatan haini” ilan edilmesini sanırım


istemezsin. Eğer biz atarsak kimsenin yüzüne
bakamazsın. 'Namaz kılmayı alışkanlık haline getiren
oğlunla CHP’li çevrende hep utanacaksın.”
Öğrenciler birbiri ile Okul Disiplin Kurulu’nda

235
Faruk Arslan

yüzleştiriliyordu. Hazırlama okulundaki 1., 2. ve 3. sınıf


öğrencileri yüzleştirildiler.

Atilla yüzbaşı, tüm öğrencilerden biribiri aleyhine ters


köşeye yatırıp, sahte ifadeler almıştı, hepsi Ferruh’u
suçluyordu.
“Bizi derslere ilk Ferruh götürdü, orada Said Nursî’nin
kitapları okunuyordu” tarzında suçlamalardı bunlar.
Sorgulama süreci okulda devam etti. Yaklaşık 45 gün.
Atatürkçü Nurdan hanım Ferruh’un “Namaz Kılanlar
Örgütü”nün lideri olduğuna inanamıyordu. Bunu açıkca
dile getirdi:
“Ferruh bu okuldaki örnek Atatürkçüdür.”
Bu sefer Okul Komutanın başkanlığında, büyük bir
heyet, bir U masa etrafında öğrencileri tek tek sorguya
çekti. Okulun tabur komutanları, bölük komutanları hepsi
öğrencilerin etrafını çevirmişti. Bir albay soru soruyordu,
diğerini yüzbaşı soruyordu... Öğrenciler, saçma sapan
sorulara cevap veriyorlardı. Bu yetmedi, askerî
istihbarattan elemanları çağırdılar. Oradan da birşey
çıkmadı, MİT’ten elemanlar çağırdılar. Artık bu
öğrenciler tecrit edilmiş, derslere girmiyor, sürekli
sorgulanıyorlardı.
“Siz hangi ‘hücre’nin içindesiniz, bir ihtilâl hazırlığınız
var mı, silâhlı kuvvetlerde nasıl bir yapılanma
içerisindesiniz?” diye sanki siyasî bir teşkilâtmışlar gibi
tabi sorulan sorular onlara çok garip geliyordu.
Çünkü yaşları 14 ile 17 yaş arasındaki astsubay okulu
öğrencilerinin orduyu ele geçirme, insanları kontrol altına
alma gibi girişimde bulunmaları komediydi. Böyle bir
yaklaşım koskoca subaylara yakışmıyordu.

236
Faruk Arslan

İllegal örgütle mücadele odaklı sorgulama yaptılar. Bir


“hücre faaliyeti”, “bir teşkilâtlanma”, “ileriye dönük bir
plan var mı?” diye hep bunların üzerinde durdular.
Bu zamana kadar ordudan sadece solcu astsubay ve
subaylar siyasi nedenlerle atılmıştı. Hırsızlık, uyuşturucu
kullanımı, rüşvet ve hayat kadınıyla evlenme gibi yüz
kızartıcı suçlardan dolayı atılanlarda vardı. Namaz kıldığı
için orduyla ilişki kesilme fenomeni ilk defa yaşanıyordu.
Ferruh’un ifadesi alınması için davet edilen en son
öğrencilerdendi. Yüksek Disiplin Kurulu’na
çağırıyorlardı. Hiç sorgulanmadan doğrudan mahkemeye
çıkarıldı. Okul Komutanı başkanlık ediyordu. Tüm
subaylar tam kadro oradaydı. Ayakta duran Albay Ayfer
Yılmaz’ın okulun istihbarat subayı olduğunu ilk defa
orada öğrendi. “Sarhoş” lakaplı havacı albay, nöbetçi
olduğunda kimsenin okulda nöbet tutmayıp uyuduğunu
hatırladı. Meğerse hepsini uyutmuştu. Ayfer Albay, tatlı
tatlı yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Okulun imamı bu adam, Ferruh. 52 öğrenciden aldığımız
ifadelerde bu açıkca görülüyor. Lider yani. Tüm namaz
kılanları organize ediyor, verdiği emirleri hepsi dinliyor.”
Esas duruşta bekleyen Ferruh, gülmek istedi, gülemedi,
ağlamak istedi, ağlayamadı. Albay gayet ciddi biçimde
iddialarını sıralamayı sürdürdü:
“Ankara’nın değişik semtlerinde bulunan örgütün 11
evini yönetiyor. Bunlar hücre evler. Kimse kimseyi
tanımıyor ama bu adam herkesi tanıyor.”
Ferruh, kimden bahsedildiğini kavramaya çalışıyordu.
Albayın hayal gücü çok kuvvetliydi.
Okul komutanı sessizliği bozarak sorusunu sordu:
“Oğlum, bu iddialara ne diyorsun?”

237
Faruk Arslan

“Çok saçma. Ben Ankara’yı bilmem. 11 ev ve 11 semtden


bahsetti Albay. Kızılay, Ulus ve Akdere’den başka semt
tanımam. Kızılay’daki sinemalara her hafta giderim, birde
Akdere’de oturan halamın evine ziyarete. Bunun dışında
söylenenleri duymadım, görmedim, bilmiyorum.”
İddialarını sahte belgelerle inanılır hale getiren ekibin
başında sarhoş havacı albay Ayfer Yılmaz ve Atilla
yüzbaşı vardı. İşkenceyle, dayakla istediği bilgiyi yaşı
küçük öğrencilerden zorla kopartmışlardı.
Ayfer Yılmaz köpürdü, Ferruh’u sorgularken açık
konuştu:
“Oğlum, sana burada üç maymunu oynatmam. Ben 12
Eylülde nice komünistlere, ülkücü baba yiğitlere işkence
yaptım, istersem sana Atatürk’ü öldürdüğünü bile
söyletirim.”
Ferruh, ne diyeceğini bilemedi:
“Namaz kılmak suçsa, evet ben bu suçu işledim ama
kimseye göstermeden kıldım. Namaz kılmanın reklamını
yapmadım, öğrenmek isteyenlere elbette yardımcı
oldum.”
Ayfer Albay, daha da kızmıştı:
“İyi bir halt yemiş gibi anlatıyor. Şimdi seni burada öyle
bir döverim ki, tüm kemiklerin kırılır.”
Okulun komutanı, net konuştu:
“Yalan söylüyorsun”
Ferruh elindeki tüm kartları oynamaya niyetliydi:
“Komutanım, ben bu devrede 4 yıl boyunca başkanlık ve
koğuş kıdemliliği yaptım. Nöbetleri yazdım. Amirlerimin
en güvendiğiü en başarılı, en disiplinli asker ve öğrenci
oldum. Bu zamana kadar bana inanan komutanlarım
herhalde basiretsiz değildi.”
Atilla yüzbaşı sözü ele aldı ve taşı gediğine koydu:

238
Faruk Arslan

“İşte bu yüzden çok tehlikelisin ya! Sınıfındaki diğer


eşekler gibi aptal olsan daha iyiydi. Derecen var,
söyledklerimizi anlamayacak kadar geri zekalı değilsin.”
Okul komutanının gözleri faltaşı gibi açıldı:
“Oğlum, sen aynı zamanda iyi bir tiyatrocuymuşsun. İki
defa başrol oynamışsın. Yaşar Kemal’ın İnce Memed
oyununda Memed ve Yelkovansız Saat oyununda aydın
öğretmeni canlandırmışsın. Buda benim imzaladığım
takdir belgesi. Bak burada tiyatro yok, gerçek hayattayız.”
Ferruh, sosyal çalışmalarındaki başarısının önüne bu
şekilde gelmesini hiç beklemiyordu.
Okul komutanı önündeki dosyayı fırlattı ve bağırdı:
“Bak, seni kitap haline getirdik. Tam 52 sayfa. Bu
öğrencilerin anlattıkları da mı sahte?”
Tek tek sayfaları çeviren Ferruh, beklemediği bir tabloyla
karşılaşmamıştı. Kendi adını vermelerini kendisi
istemişti. Namaz kılan her öğrenciden aleyhinde ifade
almayı başaran Atilla yüzbaşı pis pis sırıtıyordu. Ferruh,
hiç bozuntuya vermeden sakince tepkisini koydu:
“Bu ifadeler işkence altında alınmıştır ve geçersizdir.”
Ayfer Albay patladı:
“Seni öldüreceğim. Liderler konuşmaz bilirim.
Arkadaşlarına hava atmak için konuşmuyorsun değil mi?”
Ferruh, albayın yüzüne manasız manasız baktı. Bu bakış
albayı çıldırtmaya yetmişti, Ferruh’un boğazına sarıldı.
“Seni kesin burada öldüreceğim.”
Ferruh, esas duruşta ölüyordu. Kıravatından asılarak
sıkan albay, 50 saniyede onu nefessiz bırakmıştı. 18
yaşına henüz basmamıştı, kısa hayatı gözünün önünden
film şeridi gibi geçti. Ölümü göze almıştı, inatçıydı, tek
kelime etmeyecek, kimseyi satmayacaktı. En son
gözünün önüne annesi Neslihan hanımın siması geldi.

239
Faruk Arslan

Ondanda geçti. ‘Öbür tarafta buluşuruz kısmetse’ diye


düşündü. Albay, Ferruh’taki kararlılığı gözünden
okuyacak kadar tecrübeliydi. İkisinden biri pes edecekti.
Ama kim?

Birden Ferruh’un aklında Yunus peygamberin (AS) balık


karnında yaptığı dua geldi: “La ilahe illa ente sübhaneke
inni küntü minezzalimin.”
İçinden Ayfer Albayın gözlerinin içine sertce bakarak 3
defa okudu. Son nefesini vermek üzereydi. İki dakikayı
geçmişti halen boğazında albayın iki eli vardı. Zalimler
üzerinde etkili bir duaydı bu. Bu duayı samimi biçimde
içselleştiren Ferruh, son çare olarak yapmıştı. Onu
duyacak kimsesizler kimsesine sığınmıştı. Tüm şartların,
sebeblerin sükut ettiği noktada sebeblerin Yaratıcısından
başka onu kurtaracak kimse yoktu.
Pes eden Ayfer Albay kıravatı gevşetti, ellerin, saldı:
“Bu deli. Elimde kalacak, ölecek.”
Aradan bir yıl geçecek, Alanya’da tanıdığı Said Nursi’nin
talabesi Abdurrahman Hoca’ya bu olayı Ferruh
anlattığında ilginç bir yorumda bulunacaktı:
“Oğlum sen şehit olmuşsun. Şu anda ikinci hayatını
yaşıyorsun. Şehitler ölmez, ölmediklerini bilirler ama
farklı hayat diliminde yaşadıklarını bilmezler”
Ferruh, okuldan atılacağını hissettiği için artık Ayfer
albayın bağırmalarının altında kalmadı, kendini
ezdirmedi. Onun bağırmasına karşılık aynı şekilde
karşılık verdi:
“Hayır yalan söylemiyoruz. Biz bu vatana hizmet için
buradayız. Bizim için vatanın her yeri hizmet yeridir.
Hizmet edeceksek, dışarıda da bu vatan için hizmet
ederiz. Ama sizin bizi atıp, burada bıraktığınız insanların

240
Faruk Arslan

bir çoğu, bizim kadar bu millete, bu vatana hizmet


edebilecek kişiler değildir. Biz burada kalmak için
alçalmayız”

Tabiî bu sefer o sert ifadelerin karşısında Ayfer Albay


yumuşadı:
“Evlâdım, oğlum, biz öyle yapar mıyız? Sizi kurtarmak
istiyoruz.”
Sonradan da bunu ifadede yazıp, “Ben burada kalmak
istemiyorum, dışarda vatana hizmet etmek istiyorum
dedi” demek suretiyle Ferruh’un ifadelerini çarpıtmak
istedi.
Ferruh’u özel bir hücreye alıp ilgilenmeye başladı. Çocuk
kandırır gibi konuşuyordu:
“Bak oğlum. Biz senle aynı kuvvetlerde Havacı olarak
birlikte çalışacağız. Gel itiraf et. Tüm yapıyı bize anlat,
isimleri ver. Bende seni kurtarayım.”
Ferruh, saatine baktı, öğle namazı geçiyordu. Abdesti
vardı. Ayfer albaya döndü:
“Sen çık dışarı, beni biraz yalnız bırakta düşüneyim.”
Ayfer Albay, sevinçle dışarı fırladı. Sesi duyuluyordu.
“Ferruh konuşmayı kabul etti. Başardım.”
Öğle ve ikindi namazlarını birleştirerek kılan Ferruh,
biraz sonra gelecek Ayfer Yılmaz ile dalga geçmeye karar
verdi. Deli numarası yaparak adamı deli edecekti.
Ayfer Albay, gururlu bir edayla içeri girdi ve sordu:
“Haydi konuş bakalım.”
“Neyi?”
“Nurcu Dahhak örgütünü.”
“Bak albay! Bunu ilk defa duyuyorum. Benim bir
civcivim vardı, adını Dahhak koymuştum. Pazardam
almıştım. Okulda saklıyorum. Şimdi büyüdü piliç oldu.

241
Faruk Arslan

Tüm arkadaşım sakladığım yere gelip ara sıra severler.


Bizim böyle bir örgütümüz var ama inanın zararsızdır.”
“Ulan, sen benle dalga mı geçiyorsun?”
“Yok Komutanım. Konuşuyorum işte!”
“Evladım. Sen zeki bir çocuksun, deli değilsin. Gel güzel
güzel anlat.”

“Peki. Pilicimi geçenlerde kestik, bir parti düzenledik


mutfakta. Dahhak öldü Komutanım!”
“Anlaşıldı, sen konuşmayacaksın. O halde sana Mamak
cezaevinde nasıl işkence yapacağımı anlatayım, belki bu
dilini çözer.”
“Anlatayım: Seni önce falakaya yatıracağım. Ayak tabanı,
ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop,
zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak gerçekleştirilir.
Ayak tabanların ve el ayaların patlar, kaba yerlerin ezilir,
morarır, sonrada tırnaklarını sökeriz. El ve ayaklarını
kırarım, sakat kalırsın.”
“Ferruh, bir kahkaha kopardı. Valla film gibi, anlat,
anlat.. Başka ne yaparsın?”
“Çırılçıplak soyarım seni! Kurt köpeğini üzerine
salalarım. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arasında penisin
olur, hadım kalırsın. Çocuk sahibi olamazsın, homo
olursun.”
“Güldürmeyin Komutanım! Bu kadar zalim olamazsınız.
Bunlar filmlerde olur.”
“Cop sokarım götüne. Copu zeytinyağına batırır ve yağlı
copu senin makatına zorla sokarım. Sonra bu copu sana
yalatırım. Götüne kola şişesi takar, kan alırım.”
Ferruh, zorla gülmeye çalışıyordu ama anlatılan
işkenceler oldukca ürkütücüydü. Hiç bozuntuya
vermemeye çalıştı:

242
Faruk Arslan

“Yapamazsınız bunları Komutanım. Siz manyak


mısınız?”
“Sus lan! Daha bitmedi. Çırılçıplak soyundururum seni ve
erkeklik organına bir ip takarım. İpin diğer ucunu alıp
hızla koşarım, sende acılar içinde zorunlu olarak
peşimden koşarsın.”

“İşte bu çok komik, gerçekten. Oyun oynamayı


seviyorsunuz veya küçük iken babanız size oyuncak
almamış, mahallede hiç ip atlamamışsınız.”
“Ulan sana pisliğini yediririm. Yüzüne işerim, yağmur
yağıyor sanırsın. Soğuk betonda çırılçıplak yatırırımö
saatde bir soğuk su yıkarız, zatüreden geberirsin!”
“Çok saçma olur Komutanım!”
“Öyle mi? Sana askerlerim tecavüz eder görürsün
saçmalığın daniskasını! Üzerinden tüm gardiyanları
geçiririm, bir daha insan yüzüne çıkamazsın.”
Burası sözün ve espirinin bittiği yerdi.
Elbette Ferruh’un olmayan bir örgütü itiraf etmesi
mümkün değildi. Yılmaz’ın 3 gün boyunca anlattığı
işkence yöntemlerini gülerek dinledi, adamı sinir etti.
Ayfer Albay son sözünü söyledi:
“Ben seni yarın Mamak Cezaevindeki özel işkence
odamda bülbüller gibi konuşturacağım… 12 Eylül
darbesinden sonra pek çok sağ ve sol militanı ezdim ve
ağızlarından istediğim ifadeyi aldım.”
Ferruh, dalgasını yeterince geçmişti, artık canı sıkılmaya
başlamıştı. Kovma zamanı gelmişti bu zalimi:
“Örgütümüzün adı Kartallar Yüksek Uçar. Yakala hadi!”
Ayfer albay, kapıyı sertce çarparak çıktı. Umudunu
kesmişti. Böğürtüsü duyuluyordu:
“Bu zırdeli!”

243
Faruk Arslan

Yirmi dokuzuncu Bölüm

Kolumu kır abi!


İnsanî, insanların uhrevî hayatını düşünen, onlara o
anlamda destek vermeye çalışan bir gayretin orduya
yansıması, acımasızca hadım edilmişti.
Sorgu içerisinde de neticede namaz kıldığında şüphe
edilen bazı öğrenciler hakkında dişe dokunur bir suçlama
ortaya çıkmadı. Listelerinde 58 öğrenci vardı. Bunlardan
biride 3. Sınıfın en başarılı öğrencilerden devre 2.cisi
Hüsnü idi.
Bazılarının kaderini aleyhlerinde ifade veren 3 öğrencinin
ifadesi belirledi. Hazırlama okulundan olanlara önce
okuldan bir ay geçici uzaklaştırma kararı çıktı. Hazırlama
okulundan 18 kişinin defteri hemen dürüldü. Tazminat
ödememeleri karşılığında aileler evlatlarını okuldan kendi
rızalarıyla geri çekmeyi kabul ettiler. Hepsine birer kağıt
imzalatıldı. Asıl zor hayat sivil hayatda başlıyordu. En
yakın dostları, akrabaları, mahalle arkadaşları bile onlara
vebalı, cüzzamlı muamelesi yapıyordu.
Gittikleri camilerde insanlar hep onları suçluyordu:
“Namaz kılmasaydın kardeşim, ibadetini sonra yapardın,
orada rütbeli olurdun başkalarının namaz kılmasına vesile
olurdun, daha iyi değil miydi, hiç mi kafanız çalışmadı?”
Sivil hayatda kimse onları sahiplenmedi. En fazla vefa
bekledikleri, anlamaları gerektiğini düşündükleri
mütedeyyin insanlardan acı sözler işittiler. Hatta, bazıları
onlara yaptıklarının yanlışlığından bahsettiler.
İçlerinde Hüsnü Bilgi’nin hikayesi en katı kalpleri bile
sızlatmaya yeterdi. Fakir bir ailenin çocuğuydu. Namaz

244
Faruk Arslan

kıldığını gören, duyan olmamıştı. Okul ikincisi olmak için


gece gündüz çalışmıştı. Onu kıskanan devresindeki
solcular, onuda namaz kılanlar örgütüne dahil edip, sınıf
yüzbaşıları Tayfun’a bildirmişlerdi. Ancak ciddi bir sorun
vardı. İhbarcı öğrencilerin dışında hiç bir öğrenciden
onun aleyhinde delil olabilecek bir ifade
kopartamamışlardı. Çünkü Hüsnü herkese iyilik eden bir
melekti. Tayfun yüzbaşı, komutanı olduğu devreyi
topladı. Açıkca isim vererek tehdit savurdu:
“İçinizde bazıları kurtulduğunu sanıyor. Haklarında delil
bulamadım ama ben onları yinede atacağım. Yataklarını
dolaplarını bozacağım, disiplinsizlik cezası verip
atacağım. İsim vereyim. Hüsnü Bilgi.”
Hüsnü yıllardır bu komutana her sabah vukuat tekmili
veren başarılı bir öğrenciydi. Devresindeki koğuş
nöbetlerini yazıyordu. En küçük bir disiplin cezası dahi
bugüne kadar almamıştı.
Tayfun yüzbaşı, kendi lakabını kendisi koyan bir
şerefsizdi: Lakabı “Orospu çocuğu”ydu. Bunu daha sene
başındaki ilk görüşmelerşnde devreye ilan etmişti.
Kendisine devrenin istediği kadar küfür etme özgürlüğü
vermişti. Yani kulağıyla duysa tınmıyordu.
Yapacağının yaptı. Ertesi gün Hüsnü’nün yatak ve
dolabını bozup ceza verdi. Oysa Hüsnü, her sabah
yatağını gerdirir, üzerıne demır bozuk para atar,
zıplamadan ayrılmazdı. Çünkü Tayfun yüzbaşı yatak
düzenini bozuk para atarak kontrol ederdi. Dolabı
devrenin en düzenlisiydi. Ayakkabıları her zaman boyalı,
saçı her zaman kısaydı.
Tayfun yüzbaşı yediği haltı açıkca ifade etti. Tüm devre
duydu:

245
Faruk Arslan

“Yatağını ve dolabını ben bozdum ve ceza aldın. Sene


sonuna kadar hergün bozacağım ve ceza alacaksın. Sene
sonunda yatak bozukluğundan displin notun bozulacak ve
disiplin kurulunda okuldan atılacaksın.”
Herkes buz kesmişti. Böylesine “orospu çocukluğu”
görülmemişti.
Hüsnü çaresizdi. Gözünden yaş eksik olmuyordu. Onu
gören herkes ağlıyordu. Bu nasıl b,ir komutandı? Bu
saçmalıktan bir kurtuluş yolu olmalıydı. Hüsnü bu çareyi
kendi buldu. Ama ne çare! Bulduğu yöntem şuydu:
Kolunu kıracak ve bir ay hava değişimi alarak okulu terk
edecekti.
Peki kolunu kim ve nasıl kıracaktı?
Ferruh’a başvurdu ve yalvardı:
“Kolumu kır abi!”
Ferruh, kendinde olmayarak ağlamaya başladı. Göz yaşı
ceyhunlar gibi akıyordu. Bu nasıl bir civanmertlikti? Ama
nasıl kırabilirdi ki…
Bakmaya kıyamadığı Hüsnü’nün kolunu bırakın kırmayı,
saçının bir tek teline dahi zarar gelmesine dayanamazdı.
Öz kardeşinden daha fazla sevdiği, edep ve terbiye
abidesi bir delikanlıydı. Gözü kara bir yiğitti.
“Ne olur abi!” dedi Hüsnü ve ekledi:
“Sen kırmazsan, kim yapar bunu?”
Koğuşa gittiler ve iki ranzayı yanyana getirip araya
Hüsnü’nün kolunu koydular. Ferruh, dolaptan botunu
çıkardı ve gözlerini kapayarak sertce iki darbe indirdi.
Kol morarmıştı ama kırılmamıştı. Hüsnü acıdan
inliyordu, gözünden yağmur gibi yaş boşanıyordu.
Gürültülere Muhterem ve “Çinçin” koşup gelmişti.
“Çinçin”, ortada tuhaf bir hal olduğunu hemen anlamıştı:
“Ne oluyor kuzum! Burada ne yapıyorsunuz?”

246
Faruk Arslan

Ferruh durumu izah etti. “Çinçin” çok soğukkanlıydı:


“Olmaz ki böyle! Kol böyle kırılmaz. Siz bu işi bana
bırakın! Bahçede büyük bir taş var, havuzun hemen
yanında. Oraya gidelim, kolu taşa yatıralım ve kocaman
bir taşla vurup bir defada kırayım. Botla çocuğa çok acı
çektiriyorsun.”
Muhterem şaşkındı:
“Bu bir cinnet hali ama! Göz göre göre kol mu kırılır?
Manyak mı bu yüzbaşınız?”
“Manyak ne kelime abi. Su katılmamış adinin biri.”
Bahçedeki taşın arasına konan Hüsnü’nün kolunu
gerçektende “Çinçin” bir vuruşta kırdı. İşi başarmanın
verdiği pişkinlikle bundan sonra ne yapacaklarını söyledi:
“Ferruh, sen ortadan toz ol. Seni görmesin nöbetçi amir.
Yoksa şüphelenir. Ciple GATA’ya acile kaldıracağız.
Orada alçıya aldırır, gece geliriz. GATAkulli başlıyor”
Nöbetçi amir numarayı yutmuştu. Hüsnü’nün
merdivenden düştüğü palavrasına inanmıştı. Üç saat sonra
Hüsnü ve “Çinçin” aynı ciple döndüler.
Ferruh ve Muhterem heyecanla sonucu bekliyorlardı.
“Çinçin”, sanki çok normal bir vakadan dönüyormuş gibi
raporu verdi:
“Arkadaşlar. Haberler iyi. Kolu iyi kırmışım. Ön kol
kemiğinin ikiside kırılmış. Gerçi biri kırılsa daha iyi
olurdu ama ne yapalım, kader.”
“Peki rapor ne oldu?”
“İki ay hava değişimi aldı. Direk eve gidiyor Hüsnü.
Yarın “Orospu Çocuğu Tayfun” yüzbaşının yüz halini
çok merak ediyorum. Şişecek şerefsiz!”
Ertesi gün Tayfun yüzbaşı Hüsnü’nün yatağını ve
dolabını yine bozmuştu ama faka basmıştı. Hüsnü revirde
yatıyordu, koğuşa hiç gitmemişti. Sabah içtimada

247
Faruk Arslan

yoklama alırken, ‘Hüsnü revirde’ diye rapor verilince


uyandı.
“Ne oldu ona?”
Devre birincisi Erkay cevapladı:
“Dün akşam kolu kırıldı komutanım. Acile kaldırıldı.
Hava değişimi aldı, tam 2 ay. Eve gitmeye hazırlanıyor.”
Tayfun yüzbaşıda şafak atmıştı. Emir verdi:
“Hemen buraya çağırın onu, hemen şimdi. Kimse
dağılmasın, konuşacağız.”
Hüsnü kolu alçılı biçimde geldi, başıyla selam verdi.
“Anlat bakalım, kolun nasıl kırıldı?”
“Merdivenden düştüm komutanım!”
“Onu sen benim külahıma anlat. Ben külyutmam. Kendin
kırdın değil mi?”
Hüsnü sessiz kaldı, cevap vermedi.
“Susmanı anlıyorum. Sen bir kahramansın. Hemde çok
mertsin. Helal olsun sana! Okuldan atılmamak için kendi
kolunu kıracak kadar cesaretlisin. Şimdi sana herkesin
huzurunda bir teklifim olacak.”
“Emredin komutanım!”
“İstihrahatını iptal edeceğim, tabii senin rızanla.
Derslerine kolun alçılı biçimde gireceksin. Geri
kalmayacaksın. Sen bu okulu bitirmeyi hak ediyorsun.
Seni okuldan atamam. Böylesine gözü kara bir öğrencim
olduğu için gurur duyuyorum.”
“Emredersiniz komutanım. Teklifinizi kabul ediyorum.”
Hüsnü derslere kolu alçılı olarak girdi ve mezun oldu.
Onun yaptığı kahramanlık destana dönüştü.” Orospu
çocuğu Tayfun” yüzbaşıyı dize getiren civanmert olarak
herkes önünde saygıyla eğildi.
Herkes Hüsnü kadar deli cesaretine sahip değildi. 26
öğrenci Yüksek Disiplin Kurulu’nda disiplin notlarının

248
Faruk Arslan

yükseltilerek okuldan atılmalarını için son defa çıkarıldı.


Ferruh, komutan katında bekleyen öğrencilerle birlikte
iken içinden Yasin, Amme, Tebareke ve Esmaül Hüsna
okudu. Daha sonra ellerini havaya kaldırmalarını söyledi
ve onlara ortak bir beddua yaptırdı:
“Yarabbi! Sen kimsesizler kimsesisin. Biz garibiz,
huzuruna geldik. Hakkımızda hayırlı olanı nasip eyle.
Bize zulmedenleri ıslah olmaları mümkün değilse
kahreyle. İki yakaları biraraya ne bu dünyada nede öbür
dünyada gelmesin. Yaşasın zalimler için cehennem!
Zalimleri Allahım sana havale ediyoruz.”
26 kişi birden yüksek sesle amin dedi.
Tayfun yüzbaşı bu duayı merak ederek dışarı çıktı:
“Ne oluyor burada? Ne amini bu!”
Ortama yeniden sessizlik hakim oldu. Ölüm sessizliği
veya fırtınadan önceki karanlık…
Haftasonu izne çıkan Ferruh olayı İhlas Kitap Evi’nden
Hüseyin Hoca’ya anlattı. Teselli etti:
“Kardeşim herşey takdir-i İlâhî, İnşallah daha hayırlı
kapılar açılır önünüze... Bu Cenâb-ı Hakk’ın takdiridir,
hiç endişe etmeyin. Bir kapıyı kapatan Cenâb-ı Hak,
başka bir kapıyı açar.”
Bu duyduğu destek mahiyetinde tek konuşma oldu.
Müthiş bir rahatlama hissetti, dünyayı bağışlasalar bu
kadar sevinmezdi. Kendi kendine söylendi:
“Demek ki biz de çok anormal değilmişiz”
Aksi sözler, “Bizde anormallik mi var?” sorularını akla
getiriyordu. Asıl anormallik kendilerini
sorgulayanlardaydı. Kol kırmak zorunda bırakanlardaydı.

249
Faruk Arslan

Otuzuncu Bölüm

GATAkulli
1986 yılına kadar askeri okullarda namaz kılmaya müsade
edilmişti. GATA’daki mescid ibadete açıktı. Ancak
burada namaz kılanlar fişleniyordu. Ferruh, ordudan
atılacağını anlayana kadar bu mescitte çok ender namaz
kılmıştı. Askeri öğrencilerin GATA’ya hastalık
numarasıyla kaçışları,”GATAkulli” denilen kaçış
yöntemini doğurdu. Patenti GATA’da öğrenim görmüş
eski öğrencilere aitti. Eşekler Sınıfının en büyük icadıydı
bu GATA’ya hastalık numarasıyla kaçış. 4 sene içinde 9
kişi GATA’ya zor dönemlerde delilik numarasıyla
kaçmış, hava değişimi veya rapor almıştı. Tıp bilgileri
sağlam olduğu için doktorlar numaraları çakmıyordu.
Çoğu sahte intihar girişimleri ile psikolojik travmadan
rapor alır, okuldan atılmaktan yırtardı. Disiplin notu
düşenleri kurtarmanın en kestirme yolu “GATAkulli”ydi.
“Beton Kemal”, bu numaraları pek yutmazdı ama doktor
raporlarını iptal etmezdi. “Komünist Murat”ın bir
keresinde intihar girişimi süsüyle GATA raporu almasına
çok kızmıştı. Çünkü Murat yanlış metotla intihar
girişiminde bulunmuştu. Beton Kemal dalgasını geçmişti:

“Oğlum, sen intihar etmesini bile bilmiyorsun. Eğer


ölmek istiyorsan kolundaki damarları camla dikey değil
yatay keseceksin. Bunca yıldır sana anatomiyi
öğretemediler.”
15 Mart 1987’de GATA’ya Ferruh’ta hastalık
bahanesiyle kaçtı. Bu nasıl olmuştu? Orduda irtica

250
Faruk Arslan

operasyonunu yöneten sistemin başında bulunan Necdet


Öztorun, Kara Kuvvetleri Komutanı idi. Genelkurmay
başkanı olmaya çantada keklik gözüyle bakıyordu, hatta
davetiyeleri bile bastırmıştı. Rahmetli Özal’ın
Cumhurbaşkanı Evren ile anlaşıp Öztorun’u tasfiye
etmesine altı ay vardı. Öztorun,bu devrede inanılması
güç bir hukuksuzluğa imzasını attı. Tüm askeri okullarda
ve orduda irticacı büyük bir örgüt kurulduğunu iddia
ederek düğmeye bastı. Öztorun, NATO eğitimliydi ve
derin yapının üst düzey yöneticisiydi. Düğmeye
basmadan önce en son ABD ve İsrail’e uğramıştı. Emir
milli değildi, dışarıdan geliyordu.
Ferruh, GATA’daki hayali “Kartallar Yüksek Uçar”
örgütünün lideri olmakta suçlandı, hem de henüz 17
yaşında. Albay Ayfer’e dalga geçmek için söylediği
çakma örgüt ismi ciddiye alınmıştı. 320 kişilik okulun
yarısı güya ona itaat ediyordu, emir komuta zincirinde
hiyerarşiyi bozmuştu. Halbuki 4 sene boyunca her sabah
komutanlara ‘okulda vukuat vardır veya yoktur’ tekmili
veriyordu. 3 gündür nezaretdeydi. “Eşekler Sınıfı”,
Ferruh’u nezaretten gece kurtarmaya karar vermişti.
Kurtardı da. Ama istemedi. Kaçarsa suçlu durumuna
düşerdi. Çinçin’in çamları kırıp bileğini keserek intihar
süsü vermesi önersine karşı çıktı. Kendisine yakışmazdı.
Aklına “GATAkulli” geldi. Normal viziteye çıkıp ‘deli
numarası’ yapmaya karar verdi. O sabah, nasıl olduysa
her zamanki doktor hastalanmış, yerine GATA Tıp’tan
doktor adayı bir öğrenci gelmişti. Simasında göz
kamaştırıcı bir nur vardı, parıldıyordu. Doğruları anlattı.
Birden gürledi:

251
Faruk Arslan

“O şerefsiz Atilla yüzbaşı homoseksüel bir komünisttir,


aynı zamanda Baascı cuntanın piyonu Mason Bektaşi’dir.
Demek Tıp fakültesinden sonra buraya geldi.”
İlk defa böyle bir kombinasyon duyuyordu. O mübarek
doktor, Ferruh’u GATA’ya yatırması için Ömer Faruk
adında bir doktora sevk etti. Sevk ettiği doktor da kendisi
gibiydi. Acaba Hızırla mı karşılaşmıştı?

GATA’ya doktor onu askeri ciple gönderdi. Sabah 8.00


olupta mesai başlamadan, Ayfer albay onu ciple Mamak
cezaevine götürmeden kapağı GATA Psikiyatri kliniğine
atmak zorundaydı. Saat 8.30’da gece nöbetini
sonlandırmadan doktor Ömer Faruk’u buldu. Bir çırpıda
olan biteni ayrıntılarıyla anlattı. Aralarında yaman bir
pazarlık başladı:

“Lütfen bana Kataleptik şizofreni teşhisi koyunuz ki.


Burada uzun süre kalabileyim.”
“Olmaz Ferruh. Meslek hayatımı tehlikeye atamam. Bu
dediğin hastalık çocuk yaşlarda başlar ve gelişir. Askeri
okula bu hastalıkla girmen mümkün değil. Sana daha
gerçekci bir teşhis yazayım.”
“Nedir o?”
“Akut Reaktif Deprasyon.”
“Yani!”
“Gördüğün baskılar sonucu akut olarak ortaya çıkmış
olan geçici bir bunalım, depresyon, stres hali.”
“Peki öyle olsun. Hemen yatırıyor musun beni?”
“Evet. Ama içeride iyi deli numarası yapman lazım.
Doktorlar anlamasın.”
Pembe salona yatan Ferruh, kadın ve erkek karışık
kalınan bu mekanda astsubay ve subaylar, eşleri ve asker

252
Faruk Arslan

çocuklarından oluşan elli kişilik bir hasta topluluğu ile


karşılaştı. Tek kişilik odaya yerleştirilmeden evvel
ayakkabı bağcıkları ve kemerini hemşire istedi. Espiriyi
patlattı:
“Korkmayın intihar etmem.”
“Belli olmaz.”
Yemekler müthiş çıkıyordu. Üç öğün yemek, iki öğün
aparatif snack. Jimlastik salonu, sauna, tenis kortu, spor
salonu, resim atölyesi, televizyon salonu, yüzme havuzu
ile burası adeta bir cennetti. Ferruh rahatlamıştı:
“Oh be deli olmak varmış!”
Farklı doktorların muayenesinden geçen Ferruh, deli
numarasını mükemmel yapıyordu. Gülerken ağlamak,
ağlarken gülmek, abuk sabuk konuşmak, bağırarak şarkı
söylemek, birden susmak; delilerin ortak haraket tarzıydı.
Ortama uymuştu. Delilik ile velilik arasında ince bir çizgi
vardır kelamını hep duymuştu.
Deliler içinde tek arkadaşı Van’daki teröristlerle
çatışmadan gelen Selami yüzbaşıydı. Cesur insandı
yüzbaşı defalarla çatışmaya girmişti: Van Çatak’ta bir
çatışmada yaralanmıştı. Bir seferinde asker olan terörist,
tipili bir gece de kendisini öldürmeyi planlamıştı. Asker
kendisini fark eden astsubayı öldürmüş Yüzbaşıya
ulaşamayacağını anlayınca da hemen gidip koğuşunda
yatağına yatmıştı. Her şeye rağmen teröristi ortaya
çıkarmayı başardı Selami Yüzbaşı. Çalışkandı işine
titizdi, işini iyi biliyordu. En sorunlu bölge olmasına
rağmen nasılsa Selami yüzbaşı var diye Dargeçit’ten
endişelenmiyorlardı ildeki Komutanları; ama Sakıncalı
Yüzbaşı Selami namaz kılıyordu. Bunu hiç kimseden
gizlemiyordu ama bağnaz bir insan değildi, asla
suçlandığı türden art niyetleri yoktu. Eşi kapalıydı

253
Faruk Arslan

yüzbaşının, Boğaziçi üniversitesi mezunu hanımefendi bir


kadındı. Kapalıydı ama herkesten daha çok sosyal ve
moderndi. Her şeye rağmen sakıncalıydılar. İle gittikleri
zaman orduevinde kalamıyorlardı, restoranında yemek
yiyemiyorlardı. Peki ama Dargeçit Jandarma komutanı
herhangi bir otelde kime neye ve niye güvenerek
kalacaktı? Dananın kuyruğu PKK elebaşısı Abdullah
Öcalanı 7 Mart 1987’de yakaladığı zaman kopmuştu.
Eline kelepçeyi takmış, askeri helikoptere bindirmişti.
Gururla enselediği elebaşısını Ankara’ya gönderiyordu.
Ancak Genelkurmay’dan gelen telefonla irkilmişti.
“Ne yaptın sen. Bizim adam o. Hemen serbest bırak.
Helikopterle Suriye sınırına götür. Bırak gitsin.”
Yüzbaşının geçirdiği depresyon bununla sınırlı değildi.
Ertesi günü Van kırsalında çıktıkları operasyonda timi
pusuya düşürülmüştü. 11 askerinin hepsi şehit edilmişti.
Kendisini de öldü diye bırakmışlardı. Teröristlerin
konuşmalarına şahit olmuştu. Onları satan er kendi
postasıydı. Asıl kuşkusu ise infaz emrinin bizzat
Genelkurmay’dan gelme ihtimaliydi. Bu şüphe beynini,
kemirmişti. Soluğu GATA Psikiyatride almıştı. Kime
güveneceğini bilemiyordu. Hainler aralarındaydı.
Selami ile Ferruh’un dostluğu doktorların gözünden
kaçmamıştı. Pembe salonda aklı başında gözüken ikisi
vardı. Doktorlar yanlarına geldiğinde konu
değiştiriyorlardı.
Haftada bir gün yapılan delilerle doktorların ortak
toplantısında oyun sona erdi. Doktorlar delilere sorunu
olan var mı diye soruyorlardı. Kimse parmak
kaldırmayınca Ferruh, bir çıkıntılık yapmak istedi:
“TRT 2 yayınlarına yeni başladı ama burada çekmiyor.
Acaba ayarlaya bilir misiniz?”

254
Faruk Arslan

Tüm deliler katılasya gülmeye başladı. Gülme krizi


doktorlara da sıçradı. Başhekim gülerek salonu
yatıştırmaya çalıştı:
“Susun ama. Gayet normal bir istek bu.”
Ferruh o zaman anladı ki, ondan başka televizyon
seyreden deli yoktu!
Birden başdeli ünvanlı 18 yaşındaki Yeşim ayağa fırladı.
Genç yaşta Dev-Sol akımı içine girmişti, dava arkadaşları
Komünist gençlerin tecavüzüne uğrayınca dengesini
yitirmişti. Subay kızıydı. Abuk sabuk konuşur, ara sırada
kafiyeli şiirler okurdu. Ferruh için bir şiir yazmıştı:
“Elem tere fiş
Kem gözlere şiş
Elimde var bir iş
Sık sık gelen çiş
Herkes hasta mafiş”
Şiir nasıl bitecek diye herkes heyecanla bekliyordu.
Yeşim, Ferruh’u işarek ederek son noktayı koydu:
“Burada herkes deli, o değil.”
Ferruh morarmıştı. Doktorlar sustu, delilerin hepsi
Ferruh’a bakıyordu. Başhekim toplantıdan sonra Ferruh’u
odasına çağırdı.
“Bak oğlum. Senin hasta olmadığını biliyorum. Taburcu
olma vaktin geldi.”
Ferruh, başından geçenleri saklamadan anlattı ve ekledi:
“Okula dönersem bana işkence yapacaklar ve okuldan
atacaklar.”
“Hayır yapmayacaklar ve atmayacaklar.”
“Nereden biliyorsunuz?”
“Bak sana bir mektup göstereceğim. Suçladığın Atilla
yüzbaşı, yani öğrenci amiriniz yazmış.”

255
Faruk Arslan

Ferruh gözlerine inanamıyordu. ‘Okulun en başarılı,


disiplinli ve örmek öğrencisidir’ yazıyordu.
“İnanmıyorum komutanım. Buda numara. Bana hava
değişimi verin, memleketime gideyim.”
“Olmaz. Seni mutlaka okula geri istiyorlar.”
“O halde istihrahat verin.”
“Peki. 21 gün yeter mi?”
“Yeter”
Ferruh, “GATAkulli” sayesinde işkenceden kurtuldu.
Okula dönüşünde arkadaşları tarafından kahraman gibi
karşılandı. Deli olmayı sevmişti. Numaraya devam kararı
aldı. Gazinoda istihrahatını dolduruyordu. Yakası bağırı
açıktı, elinde sigarayla, tam psikopatlara benziyordu.
Okul Komutan Yardımcısı Albay Yüksel İzmirli, bir hafta
sonu odasına çağırdı:
“Oğlum, gel istihrahatını iptal edelim. Derslerinden geri
kalma.”
“Olmaz komutanım. Dersler zaten neredeyse bitti ve tüm
notlarım yüze yakın.”
“Seni atmak istemiyoruz. Ama böyle kendini dağıtırsan
olmaz. Topla artık kendini.”
“Emredersiniz komutanım.”
Sonuçta, raporumun bittiği gün Genelkurmay Kararı ile
okuldan ayrıldı Ferruh. O gün, 12 Nisandı yani doğum
günü. Aynı zamanda Beraat kandiliydi, beraatı, kurtuluşu
eline verilmişti.

256
Faruk Arslan

Otuz Birinci Bölüm

Rambo Ferruh!

Bir aylık sürenin sonunda haklarında GATA’nın bağlı


olduğu Genelkurmay Başkanlığı’nın onayıyla ve
amirlerin kanaatine dayanarak namaz kılmayı alışkanlık
haline getirmek, başkalarına dinî telkinde bulunmak ve
Said Nursî’nin eserlerini okumayı alışkanlık haline
getirme gerekçesiyle işlem yapıldı ve kesin ordudan ihraç
kararı verildi.
Ferruh, koğuşta gizlemeden açıktan 12 rekat şükür
namazı kıldı. Rabbine şükretti.

Bir hafta önceden atılacağını anlamıştı Ferruh. Son


haftasonu iznine Ankara’ya çıktığında Anafartalar
çarşısından bir Amerikan kotu, mavi bir tişört birde
kurşun kolye satın almıştı. Amerikan spor ayakkabısı
takımı tamamlıyordu. Atilla yüzbaşının gözünü
korkutacaktı. “Rambo” fenomeni yeni başlamıştı, serinin
ilk filmi “İlk Kan” modaydı. Bu filmde, kendini ölüme
gönderen ve satan komutanından intikam almak isteyen
Rambo, kurşunlu bir intikam kolyesi takıyordu.
Amerikan askerlerini kurtarmak isterken ölen Vietnamlı
kadının boynundaki kolyeydi bu. Ferruh, aynısından satın
almıştı. Sivil kıyafetleri giyerek son defa Hüseyin
Hoca’yı ziyaret etti. Ferruh’un ruh halini beğenmemişti:
“Oğlum, bir çılgınlık yapmayacaksın değil mi?”
“Bunca zulme maruz kaldım. Yapmamam için mantıklı
bir sebep gösterin.”

257
Faruk Arslan

“Psikolojik bir travma yaşadığını biliyorum. Ne olursa


olsun biz müspet haraket etmekle mükellefiz. Aksi halde
onlardan ne farkımız kalır!”
“Belki haklısınız ama yaptıkları yanlarına mı kalacak?”
“Bak oğlum. Said Nursi, 1925’de ‘Mustafa Kemal’in
askerleri dinsizliği yayıyor’ diye ayaklanan Şeyh Said
ondan destek istediğinde hemen ‘ Hayır’ cevabını verdi.
Biliyor musun, neden?”
“Hayır. Neden?”
“ Nursi Türk ordusuna silah çekilmez dedi. Çünkü
Kur’anda bahsi geçen bir millet Allah’ı sever, Allah’da
onları sever’den kasıt Türk Milletidir. Bin yıldır İslam’ın
bayraktarlığını yapmıştır. Yine yapacaktır. Türk ordusu
ne yaparsa yapsın ona lanet okumamış, beddua
etmemiştir. Edilmez de.“
“Tam olarak ne demiş?”
“Demiş ki, Gizli Fesad Cemiyeti bin sene boyunca
İslamiyetin ve Kur’anın elinde şan ve şerefle şöhret
bulan, şimşek gibi parlayan bir elmas kılınç olan Türk
milleti ve Türkçülük düşüncesi ve Türk ordusunu, geçici
bir dönem İslamiyetin bir kısım Şeairine, mesela Ezan,
Kur’an, İmam-Hatip, başörtüsü gibi dinin simgelerine-
karşı kullanmaya çalıştı. Fakat tam muvaffak olamadı.
Sonunda geri çekilmeye mecbur kaldı. Çünkü, kahraman
ordu, dizginini bu gurubunun elinden 21. yüzyıla girerken
2013 ve 2014 arasında kurtarmayı başaracak.”
“Ümitli olalım ama ne zamana kadar?”
Hüseyin Hoca, uzunca bir vaaz etti:
“Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da 50 yıl içinde
yani materyalist, Darvinist ve ateist felsefelerin insanlar
üzerindeki etkisinin 10 yıl gibi kısa bir süre içinde yok
olacağına işaret etti. Bu tarihin başlangıncı ise Hicri 1421

258
Faruk Arslan

yani 2001 yılına denk geliyor. Miladi 2008 yılında,


ordumuz boynuna geçirilen kementin farkına varacak ve
Kuran ahlakının tam galibiyeti dönemi başlayacak. 2012
veya 2013 yılında kahraman Türk ordusu, fesat
komitesinin boynuna taktığı kementi çıkaracak ve
2015’den itibaren İslam’a yeniden hizmet edecek.”
Ferruh’un kafası iyice karışmıştı. Türk ordusunun
boynunda kement olduğunu anlaması için 2008 yılına
kadar beklemeli miydi? Boynundan kementi tamamen
atacağı 2015 yılına kadar yaşayacağına kim garanti
verebilirdi?
Atilla yüzbaşıyı sadece korkutmak, kalbine korku salmak
istiyordu. Eşyalarını hazırladı ve Nizamiyede bekleme
odasına koydu. Sivil kıyafetleri ve kurşun kolyesiyle
komutanlık katına çıktı.
Atilla yüzbaşı görüşmek istemiyordu. Ferruh zorla girdi:
“Size veda etmeye geldim yüzbaşı! Bravo çok başarılı iş
çıkardınız, eğer Allah ömür verirde yaşarsanız terfiler de
alırsınız.”
“Kısa kes. Müslümanlığını yaşa diye seni sivil hayata
postaladım. Git nerede istersen orada İslam’ı yaşa, ama
burada orduda olmaz!”
“Çok teşekkür ederim ama bunun hesabını elbet bir gün
ödeyeceksiniz.”
Odada bulunan komutanın posta eri asker müdahale etti:
“Konutanımıza karşı terbiyesizlik yapıyorsun. Esas
duruşta bile değilsin, selam vermeden konuşman zaten
kurallara aykırı.”
“Ben artık asker değilim. Bu adamın karşısında esas
duruştada durmam, selamda vermem.”
“Defol çık git yav!”

259
Faruk Arslan

“Gidiyorum ama öbür tarafta dört elimde yakanızda


olacak.”
Ferruh içini boşaltmış, biraz rahatlamıştı.
Nizamiye istikametinde gerisine bile bakmadan hızlı
adımlarla yürüdü. Tam valizleri yüklenip kapıdan
çıkıyordu ki, bir cip hızla yanında durdu. Atilla
yüzbaşının postasıydı:
“Komutan seni istiyor.”
“Ben artık sivilim, gelmem.”
“Geleceksin, gerkirse silahımla seni zorla götürürüm.”
El mecburdu. Atilla yüzbaşı, Ferruh’u endişeli gözlerle
ama sert bir yüz ifadesiyle karşıladı:
“Biraz önce ne demek istedin sen?”
“Öbür tarafa inanıyorsanız Allah’ın sizden hesap
soracağını söyledim.”
“Onu demiyorum. Ötekini...”
“Başka bir kastım yok.”
“Peki boynundaki bu kurşun kolye nedir?”
“Rambonun intikam kurşunu!”
“Yani benden intikam mı alacaksın!”
Ferruh, sağlam bir kahkaha attı ve lafı gediğine koydu:
“Ne oldu, korktun mu komutan!”
“Çık dışarı, defol git. Gözüm seni bir daha görmesin.”

260
Faruk Arslan

Otuz İkinci Bölüm

Genelkurmayı dava!
Ferruh, babası Orhan astsubayı okul nizamiyesinin
çıkışında onu beklerken buldu. Hiç konuşmadılar.
Doğruca Akdere’deki halası Rasime’nin evine yollanmak
için önce Dışkapı ile Ulus arasındaki dolmuşa, sonrada
Bentderesi’nden kalkan dolmuşa bindiler. Ferruh, Milli
Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı 18
yaşına girdiği gün mahkemeye veren az sayıda
vatandaştan biriydi. Ünlü’de dava etmişti. Arılan digger
devreleri Bekir, Mustafa ve Halim ise dava açmadılar.
Askeri Savcılığın yetki sınırlarını, Yüksek Askeri İdari
Mahkemesi’nde davaların nasıl görüldüğünü
bilmiyorlardı. 15 günde dava açarlarsa yürütmeyi
durdurma kararı aldırabilir ve okula geri dönebilirlerdi.
Genelkurmay’a, Askeri Ceza Kanunu’nda olmayan
“İrticai Faaliyetler” adlı suçu icat edilmişti. Hukukta
usulsüzlük yapılıyordu. Ferruh, 20 Nisan 1987’de verdiği
dava dilekçsinde, Askeri liseden disiplinsizlik iddiasıyla
ayırmalarına hiç disiplin suçu olmaması nedeniyle itiraz
ediyordu.
Dört mesele daha vardı. Okuma hakları ellerinden
alınmıştı. Bu anayasal bir suçtu ve insan haklarına
aykırıydı. Memuriyet hakkı ellerinden alınıyordu.
Dışarıda da birşeyler yapabilmelerinii engelleyecek
uygulamalar ortaya konulmuştu. Fişlenmişlerdi, artık
devlet memuru olmayı bırakın, sivil olduğunu sandıkları
belediyelerde bile işe girmelerine engel olunuyordu.
Diplomalarını vermemişler, dışarıda sağlık memuru

261
Faruk Arslan

olmalarının önüne geçmişlerdi. Bu şartlarda üniversite


imtihanına bile girmeleri imkansızdı. Çünkü mezun
oldukları lise, onlara yardımcı olmuyordu.
Ferruh’un asker olan babası Orhan astsubay, Ankara’da
12 Eylül’ün intikamını alma peşindeki ülkücü avukatlara,
‘şov yapmaya gerek yok’ diyerek davayı vermedi. Görüşü
ilginçti:
“Biz hızlı ve dürüst solcu bir avukat bulalım”
Devre arkadaşı Ünlü, tam bu sırada imdatına yetişti:
“Benim tanıdığım bir avukat var. Uzaktan akrabamız
olur. Evi Oran sitesinde. Yarın için randevu aldım,
beraber gidelim.”
Allah’tan halasının telefonunu Ünlü’ye vermişti.
Akşamı Akdere’de halasında geçiren Ferruh ve Orhan
astsubay, tam zamanında Çankaya’daki Oran sitesi
evlerini buldu. Kapının önüne atılmış gazete Feruh’un
gözünden kaçmadı:
“Bu avukat Cumhuriyet gazetesi okuru. Bunların çoğu
din düşmanı olur.”
“Önyargılı olma, oğlum! İnsanlığını kaybetmesin yeter.
Sol görüşlü insanlarda adaletperestlik duygusu güçlüdür.”
Nitekim avukat Berrin Gözen, tıpkı babasının tarif ettiği
gibi çıktı. Hikayelerini anlatan Ferruh ve Ünlü’yü
dikkatle dinleyen Berrin Hanım’ın gözleri yaşardı.
Kocası Yüksek Askeri İdare Mahkemesi’nde askeri
hakim Turgut Albaydı. Önce kocası konuştu:
“Sizi hangi yasadışı örgüte üye olmakla suçluyorlar.”
Ünlü omzunu silkti:
“Hiç bilmiyorum. Hayatımda örgüt üyesi olmadım.
Herhangi bir örgüte ait olan veya olmayan örgütsel bir
bröşür dahi okumadım.”
Ferruh bir tahminde bulundu:

262
Faruk Arslan

Said Nursi’nin Nurcuları sayıyor olsalar tam “Nurcu”


değiliz. Nursi’nin kitabını her okuyan “Nurcu” olmuyor.
Ayfer albay “Dahhak: diye bir örgütden bahsetti. Ben
böyle bir örgüte üye değilim. “Dahhak” diye bir örgüt
olduğunu da sanmıyorum. Kartallar Yüksek Uçar diye
örgütümüz var dedim, albayı makaraya sardım.”
Ünlü ekledi:
Ferruh ile ben, bu devrenin en başarılı, çalışkan,
disiplinli, örnek Atatürkçü diye gösterilen öğrencileriyiz.
Ben sadece bir hafta namaz kıldım, o kadar.
Ferruh, suçunu itiraf etti:
“Ben daha uzun namaz kıldım. Dört yıl boyunca kıldım,
ama gizli kıldım. Yanı başımdaki sıra arkadaşım Umut
bile namaz kıldığımı bilmiyordu. Kimseye namaz reklamı
yapmadım.”
Berrin Hanım, saflığı yüzlerine okunan iki genci pek
sevmişti:
“Çocuklar namaz kılmak suç değil ki! Rahat olun.”
Turgut Albay’ın de kanı iki gence ısınmıştı:
“MİT ve Genelkurmay’da araştırma yapacağım, eğer bir
örgüt üyesi değilseniz davayı alırız”
Ertesi gün Ünlü’den gelen telefon umut doluydu:
“Müjde Ferruh. Berrin hanım davayı aldı. MİT ve
Genelkurmay’da “Dahhak” veya Kartallar Yüksek Uçar
diye bir dini örgüt veya illegal yapılanma bilgisi
yokmuş.”
Berrin ve Turgut Gözen çifti, inançsız olmalarına veya
öyle gözükmelerine rağmen inanç hürriyetini samimi
biçimde savunuyorlardı.
Bu durum Ferruh’un çok hoşuna gitmişti:
“Her kesimde iyi insanlarımız var.”

263
Faruk Arslan

Mahkeme süreciyle tekrar okula alınmaları için uğraşan


Berrin, bu süre içinde GATA ve Sağlık Astsubay okul
komutanları ile yüzyüze görüşmeye muvaffak olmuş ve
sert kayaya tosladığını anlamakta gecikmemişti. Nitekim
15 gün sonra kötü haberi vermek için Ferruh’u telefonla
aradı:
“Maalesef yürütmeyi durduramadık. Mahkeme uzun
sürecek.”
O sırada Ferruh, askerî hakimlikten emekli birine bu
olayları anlatınca hüngür hüngür ağladı:
“Ben bu olaya sahip çıkacağım.”
Daha sonra o hakim Askerî İdare Mahkemesinin
görevlileriyle konuştu, orada da bu işe biraz sahip çıkan
yapılar vardı. Ancak netice yoktu.
Daha sonra Alanya’da tanıştığı emekli bir askeri hakim
Ferruh’u sanki suç ondaymış gibi azarladı:
“Biz bile namazlarımızı kapıları kilitleyip kılıyoruz. Size
ne oldu, siz kendinizi ne zannediyorsunuz, orada nasıl
namaz kılarsınız?”
Önceleri onlara sahip çıkacağını söyleyen şahıs, hadisenin
Said Nursî bağlantısını öğrenince ürktü, sahip çıkmaktan
vazgeçtiğini söyledi.
GATA Komutanı Necati Kölan emekli olmuş, 1988’de
değişmişti, yerine gelen Onur Noyan Paşa, Gözen çiftinin
aile dostlarıydı. Karı koca bir gece komutana misafirliğe
gitmişti. Berrin hanım lafı döndürüp dolaştırıp Ünlü ve
Ferruh’a getirdi:
“Bu başarılı çocukları neden ordudan usülsüzce
atıyorsunuz?”
Necati Kölan saklamadan net cevap verdi:
“Çok basit. Namaz kılanları orduda istemiyoruz.”

264
Faruk Arslan

Avukat Berrin, 2 yıl süresince düzenli aralıklarla Ferruh’a


gelişmelerle ilgili bilgi veriyordu. Harp okulundan
atılanlarında mahkeme kapılarını aşındırmasıyla, dava
açan öğrenci sayısı yüzü geçmişti. Noyan Paşa’nın aile
meclisinde söyledikleri maalesef delil olamadı. Yine de
20 Mart 1989’da Yüksek Asker İdari Mahkemesi’nde
aktarılan “Namaz kılanları orduda barındırmayacağız”
sözleri olay oldu. Avukat Berrin, olayı aynen nakletmişti.
GATA Psikiyatri Kliniği’ne Atilla yüzbaşının Ferruh
Kaplan hakkında 20 Mart 1987’de gönderdiği resmi
mektup, açık bir delildi. Bu mektupda Ferruh’u
psikiyatri’den çıkartma telaşına düşen yüzbaşı şunları
yazmıştı:
“Ferruh Kaplan. Okulumuzun en disiplinli, başarılı, örnek
bir askeri öğrencisidir. İçinde yaşadığı depresyonu
aştığına inanıyorum.”
Muhsin Batur’un damadı Yüzbaşı Mustafa Kemal
Akkarpart 3 sene boyunca Ferruh ve Ünlü’nün 1.
amiriydi.
Mahkemeye intikal eden mektubu okundu:
“Faruk, Ünlü, Halim, Bekir, Mustafa adam gibi
öğrencilerdi. Bu sınıfta çok eşek vardı. Eğer bunları
attılarsa, geriye kalan eşekleri mezun etmelerine gerek
yoktu.”
Tam “Eşekler Sınıfı”nı tarif eden bir mektupdu. “Daşşaklı
Beton Kemal”, yine sözünü esirgememişti.
Beş hakimli, bir askeri savcılı mahkemenin 18 Mart
1989’daki son duruşmasında Ferruh, savunma
konuşmasını, ‘samimiyet testi’ üzerine kurmuştu.
GATA’da bir hırsızlık şebekesi, bir “Alevi Sol Cunta”
olduğunu, başında Atilla adlı “homoseksüel” bir yüzbaşı
bulunduğunu söylediğinde tüm hakimler katılasıya

265
Faruk Arslan

gülmeye başladı. “Deli” olduğunu düşünmüş


olmalıydılar. Deliller, olaylar ve isimleri açıkladığında,
hepsi buz kesti.
Çünkü 4 yıl boyunca Ferruh komutan vekiliydi ve tüm
hadiselere vakıftı. Askeri Ceza Kanunu’nda “irticai
faaliyet” diye tanımlanan bir suç olmadığını kanun
maddelerini ezberden okuyarak aktardı.
Şaşkınlıkları arttı.
Ferruh, bir konuşma metni hazırlayamamıştı. Daha
doğrusu halası Rasime Bahar’ın Akdere’deki
gecekondusunda konuşma metni yazmak için
oturduğunda uykuya dalmıştı. Rüyasına giren sarışın
güzel alımlı çıplak bir kadın aşk teklif ediyordu. Bu
ahlaksız teklife direnmeye çalışırken ihtilam olmuş ve
uyanmıştı. Gecekonduda gusül abdesti alabileceği bir
banyo yoktu. Bahçede bir leğenin içinde kaynattıkları
suyu başlarına dökerek yıkanıyorlardı. Kimse uyanmadan
su kaynatmalıydı ama nasıl? Evde evlilik yaşında bir,
birde evli çocuklu iki tane hala kızı vardı. Gecekondunun
bir odasında hala oğlu eşi ve iki çocuğuyla kalıyordu.
Bekar iki hala oğluda başka bir odada yatıyordu. Bahçede
banyo yaparken yakalanmak istemiyordu. Çaresi kalınca
gizlice soğuk suyla bahçede bir legenin içinde gusül
almıştı. Sabah ezanı da okunuyordu. Gusülsüz mahkeme
çıkmak istemiyordu. Rüyasına giren sarışın kadın şeytan
olmalıydı. Onu mahkemeye gusülsüz göndermeye
çalışmıştı. Buz gibi suyla banyo ve uykusuz geçen
gecenın sabahında mahkemeye zor yetişmişti.
Bakanlıklardaki mahkemeyi bulması ve içeri girmesi ile
davanın başlaması bir olmuştu. Kılı kılınaydı. Şeytanı
yenmişti. Hazırladığı bir konuşma metni olmayınca
mahkemede aklına ne geliyorsa aktardı:

266
Faruk Arslan

“Namaz kılmak suçsa bu suçu işledim ama dört yıl


yanımdaki sıra arkadaşımın namazımı gizli kıldığım için
bu suçtan haberi olmadı.Ya hırsızları, PKK
soruşturmasını örtbast edenleri, orduyu hortumlayıp
yıpratan cuntacıları tercih edeceksiniz veya rüşvet
yemeyen, hırsızlık yapmayan namuslu, başarılı, disiplinli
asker olan benim gibileri seçeceksiniz. Hukukta
usülsüzlük yapıyorsunuz, beni okuluma iade etmek
mevcut kanun gereğidir.”
Hakimler sus pus olmuşlar soru sormuyorlardı.
Askeri Savcı ayağa kalkmasıyla oturması bir oldu. İki
kelime kullandı:
“Suçu sabit”
Ferruh, avukatına baktı. Yüksek sesle söylendi:
“Genelkurmay’ı mahkemeye ben verdim, burada ben
değil Genelkurmay’ın hukuksuzluğu yargılanmıyor mu?”
“Hakimlerin onbaşı kadar yetkileri yok mu acaba?” diye
içinden eseflendi, üzüldü.
Bir Hakim Albay sözü ele aldı:
“Oğlum üyesi olduğun Dahhak örgütünü anlat! Orduya
sızmaya mı çalışıyordunuz?”
“Bir defa böyle bir örgüt yok, hiç olmadı. Kartallar
Yüksek Uçar örgütü uydurmaydı. İkincisi, ben öz be öz
Anadolu çocuğuyum. Asker çocuğuyum. Bir insanın,
kendi memleketindeki bazı müesseselere girmesine sızma
denmez. Ordu kurumu bu ülkeye ait. Kastedilen
manadaki sızmayı belli bir dönemde bu milletten
olmayanlar yaptılar. Ben milletin bir ferdiyim, kendi
milletim için var olan orduya sızmadım; hakkımdı,
girdim. Kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları
ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları
sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının

267
Faruk Arslan

arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri


adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış
kimselerdir.”
Hakimler ciddileşmişti, yorum yapmadılar.
Konuşmasının buraya kadar olan kısmı etkili olmamıştı.
Taktik değiştirip kendisinden sonra duruşmaya girecek
okul birincisi devre arkadaşı Ünlü’yü savundu:
“Biraz sonra karşınıza gelecek arkadaşın lakabı
“İnekçi”dir. 4 yıl boyunca sabah dörtte yatağından kalktı,
gece 12’de yattı, kimse onu yatağında görmedi. Askeri
okullar tarihinde görülmemiş bir not ve disiplin
ortalaması var. Hiç namaz kılmadı, benim arkadaşlarıma
karışmadı, asosyaldi. Tek hatası başarılı olmaktır. Dindar
öğrenciler üzerinde operasyon yapan “homoseksüel”
istihbaratçı Atilla yüzbaşı, tüm namaz kılanlar en başarılı
öğrenciler olduğu için onu da dindar sanmış olmalı.
“Homoseksüel”, militan aşırı solcu, Alevi ve Kürtcü
başarısız öğrencileri muhbir olarak kullandı. Hadi ben
suçluyum bari bu arkadaşımızın emeğini çöpe atmayın.”
Avukat Berrin’in gözleri doldu, Ferruh’un gözlerinden
öptü. Ferruh’un gönlünü almak için bir jest yaptı:
“Bu davayı kazanamazsak avukatlığı bırakırım.”
Dava kaybedilmişti. Yüzlerce açılan davalarda kazanan
asla öğrenciler olmamıştı. 15 gün sonra gelen yanıtta
sunulan gerekçeyi avukatları kendilerine postalamadı.
Ünlü’de okuluna iade edilmedi. Diplomasıda kendisine
verilmedi. Liseyi dışarıdan bitirme imtihanlarına girdi ve
bir yılda bitirdi. Bu süre zarfında Timaş Kitabevinde
çalıştı. İstanbul Hukuk’u 1990’da kazandı ve 1994’de
birincilikte bitirdi.
Demek ki “inekçiliğe” devam ediyordu…

268
Faruk Arslan

Otuz Üçüncü Bölüm

Kayserilinin Eşek şakası!

"Pısırık ve sessiz" Ferruh, nasıl olmuşta 4 yıl sonra


okulun yarısının lideri olmak ve askeri hiyararşiyi
bozarak disiplinsizliğe yol açmakla suçlanmıştı. 15 yaşına
kadar hiç konuşmayan biriyken, haksızlığa susmayı
sindiremeyen ve yüksek sesle düşünen biri haline
gelmişti. Askeriyenin " mantıksızlığa itaat" dahil tüm
kurallarına uymuştu. Kader, onun bu sınırlar içine
hapsolmasına anlaşılan razı değildi. Bu nedenle aslında
askeriyeden ayrıldığına hiç üzülmemişti. Buna rağmen
her gece kabuslar görüyordu. Rüyasında hep askeriyeye
geri döndüğünü hayal ediyordu. Anlaşılan bilinçaltı
mantıksız ayrılışı asla kabullenememişti,
hazmedememişti. Bu kabuslar karabasana dönüşmüştü.
Travma büyüktü. Asla yarası kapanacak gibi değildi. 12
Nisan 1987'de yaşanan beraat kandili günü beraatını eline
tutuşturmuşlardı. Çok sevdiği askeriyeden “İrtica“ diye
bir suç Askeri Ceza Kanunu’nda henüz bulunmadığı için
“Disiplinsizlik” gerekçesiyle kapı önüne konmuştu. 18
yaşına girdiği günde bu bir şaka olmalıydı. Kader ağlarını
onun için çoktan örmüştü. 14 yaşında, bıyıkları henüz
terlememiş yeni yetme ergenliğe yeni girmiş bir delikanlı
iken askeri liseye girmişti. Tek ideali ve gayesi vatanına
hizmet etmekti. 4 yıl boyunca başarıdan başarıya koşmuş,
komutanları onu 'en başarılı öğrenci, ‘en örnek asker’,
‘model Atatürkcü' olarak lanse etmişti. Ne olmuşsa olmuş
elinde küçük bir valiz baba ocağının yolunu tutmuştu.

269
Faruk Arslan

“Askeriyeden ancak namussuzlar, şerefsizler, hırsızlar ve


vatan hainleri kovulur” düşüncesi topluma hakimdi.
Masum olduğunu nasıl anlatacaktı?
O, sadece Allah'a kulluk görevini yerine getirmek istemiş,
Allah rızası odaklı ihlaslı ve takvalı yaşamanın hayalini
kurmuştu. Babasının öğütlerini tutarak yalan söylememiş,
hırsızlık yapmamış, askeriyenin kurallarını bozmamış, 4
yıl boyunca disiplin abidesi olarak gösterilmişti. Bunun
neticesinde hep sınıf ve koğuş başkanı yapılmıştı. Bunca
yıl komutanların sevgilisi ve el üstünde tutulan bir
öğrenci olup, kapı dışarı atılan başka bir askeri öğrenci
var mıydı acaba? Siyaset yapmamıştı, siyasetden
şeytandan kaçar gibi kaçmıştı; sadece dinini dindar olarak
yaşamaya azimliydi. Din adamı değildi, imam hiç değildi.
Nereden geldiği belli olmayan bir tufan onu çok sevdiği
okulundan kopartıyor ve Türk Ordusuna hizmet etme
şerefinden alıkoyuyordu. Utanıyordu, hacalet çekiyordu,
ama başı dikti, kötü bir şey yapmamıştı.
Annesi Neslihan oğlu Ferruh’u karşısınnda askeri değil
sivil kıyafette boynu bükük görünce hem şaşırdı, hemde
sevindi. Ancak bu neşesi uzun sürmedi. Babası Orhan,
annesine hiç bir şey anlatmamıştı. Sert bir asker olmasına
rağmen vicdanlı bir insandı. Orduda namazlarını 20 yıl
boyunca hiç bir engellemeye maruz kalmadan kılmıştı.
Ferruh, acılarını, üzüntülerini, başından geçenleri
günlüğüne yazıyordu. Bu günlük onun sırdaşıydı, günlük
tutmaya eli kalem tutukca devam edecekti. Sırdan
insanların hafızasıda bir gün değerli hale gelebilirdi.
Çakma tarihin yerine ikame edilecek gerçek tarihin bir
parçası olabilirdi. Ülkedeki günlük siyasal ve toplumsal
hadiseleride defterine işliyordu. İki yüzlü hayatı bu
kırmızı kaplı deftere ve tarihe not olarak düşüyordu:

270
Faruk Arslan

1 Temmuz’da Başbakan Özal ile ters düşen Kara


Kuvvetleri Komutanı Org. Necdet Öztorun istifa etti. Org.
Necip Torumtay, KKK'na getirildi. Genelkurmay Başkanı
olmayı bekleyen, kutlama gecesi davetiyelerini bile
bastıran Öztorun, Sabah gazetesine verdiği demeçte
Özal’ı sert bir dille eleştiriyordu:
“Ordudan irticacıları temizledim diye benden intikam
alıyor…”
18 Mart 1989’da Ferruh, askeri okuldaki arkadaşı 2.
sınıflardan Adem’den bir mektup aldı. Mektupta
inanılmaz bir müjde vardı:
“Ferruh, hemen Sağlık Astsubay Okulu’na geri dön.
Biziim masum olduğumuzu anlamışlar, geri çağırıyorlar.
Ben önümüzdeki hafta gideceğim. Sende gel.”
Kısa ve öz olan mektuba en fazla sevinen Neslihan
hanımdı. Orhan astsubay, emekli olalı az olmuştu ama
askeriyede sabit bir görüşün bu kadar hızlı değişmiş
olabileceğine inanamıyordu. Şüphesini dile getirdi:
“Hanım, daha geçenlerde senle Örsan’ın askerlik yaptığı
Tandoğan Astsubay orduevinde bir gece kalmak istedik.
Başörtülüsün diye seni içeri almadılar.”
“Olsun bey. Baksana arkadaşıda gidip teslim olacakmış.
Sende oğlanı götür. Hiç gitmezseniz asla doğru mu yoksa
yanlış bilgi mi öğrenemeyiz. İki elim yakanda olur iki
taraftada. Oğlanı böyle mahzun bırakma!”
Çaresizdi Orhan bey. Gidecekti. İnanmasada eşi ve
oğlunun gönlü olsun diye gidecekti. Hemen hazırlandılar
ve ertesi gün için otobüs bileti alıp soluğu 20 Mart’da
Ankara’da aldılar.

271
Faruk Arslan

Ferruh, okulun nizamiyesinden içeri zafer kazanmış bir


komutan edasıyla girdi. Komutan katına çıkıp “Deli
Yüksel” lakaplı Okul Komutanı Yarbay İzmirli ile
görüşmek için sekterin yanında beklediler. Okul Komutan
Öğrenci amiri Albay Cengiz Aybaba zaten görüşmek
istemedi.
“Deli Yüksel”, ikiliyi ayakta karşıladı. Ferruh’un verdiği
baş selamını almadı. Küfürlü ağzı rahat durmadı:
“Oğlum sen gerçekten Eşeksin. Eşekler Sınıfı’nın
‘Eşekbaşı’sı olduğunu bir kez daha kanıtladın.”
“Deli Yüksel” babası Orhan astsubaya döndü:
“Ya sen! Bu orduda 20 yıl görev yaptın. Biz mevcut
namaz kılanları atmaya çalışıyoruz. Buda gelmiş teslim
olmaya. Götümle gülerim bu duruma. Defolun gidin
gözümün önünden. Okulu hemen terk edin. Bu orduda
sizin gibileri asla barındırmayacağız.”
Kaynar sular boşalmıştı başlarından. Orhan astsubay
gıkını bile çıkartamamıştı. Adem’in mektubundan
bahsedememişlerdi bile. Gerisin geri İzmir marşıyla
döndüler, arkalarına bakmadan.
Koridorda Ferruh’u gören Malatyalı emektar Muharrem
astsubay çok mutlu olmuştu:
Hayrola Eşekbaşı! Sizin “Eşekler Sınıfı”nı mezun ettik,
sen hariç...Çünkü sen eşek değildin!
Durumu iki cümlede izah eden Ferruh,” Deli Yüksel”in
sert tavrını üzüntü ile özetledi.
Orhan astsubay, meslekdaşından bir ricada bulundu:
“Bizim Alanya’daki dükkana hırsız girdi. Oğlanın
okuldan çıkarılma belgeside çalınanlar arasında. Yeniden
çıkartmanız mümkün mü? Oğlan nerede okuduğunu dahi
ispatlayamıyor.”

272
Faruk Arslan

Öğrencilerin “Baba” lakabı taktığı Muharrem’in gözleri


doldu. Hemen müdahale etti.
“Deli Yüksel sizi burada görmesin. Siz aşağıda lobide
bekleyin. Kısa bir dilekçe yazın. Ben hemen personel
dairesinden alırım. Öğrenci amiri ve Yüksel İzmirli’ye de
imzalatırım, merak etmeyin...”
Gerçektende bir saat içinde belge hazırdı. Muharrem
astsubayı beklerken, okulda konuşulan konulara Ferruh
vakıf olmuştu. Nöbetçi sınıf okulu öğrencisi Serhat ile
koyu bir muhabbete koyulmuşlardı. “O. Çocuğu Tayfun”
yüzbaşının açığa alındığını Ferruh duymuştu ama
nedenini bilmiyordu. Serhat olayı özetledi:
“1. sınıftan bir öğrencinin yatak istihrahatını numara
yapıyor diye iptal etti psikopat. Çocuk sancılar içinde
derse girdi. 2. gün içinde öldü. Meğerse apandisi
patlamış. Revirde yatsa doktor anlar, hastaneye anında
kaldırırdı. İki gün içinde çocuğun tüm iç organlarına
patlayan apandisin cerahatı yayılmış. Babası astsubaymış
oğlanın. Tayfun yüzbaşıyı askeri mahkemeye verdi.
Görevi ihmal ve kötüye kullanmaktan açığa alındı
yüzbaşı. Herhalde hapis cezası alacak ve ordudan Yüksek
Askeri Şura kararı ile uzaklaştırılacak.”
Ya Atilla yüzbaşı ne oldu?
“Onun hali daha beter. Ölümcül bir hastalığa yakalandı.
Bağırsak kanseri, GATA’da yatıyor. Doktorlar 6 ay ömür
vermiş. Acılar içinde kıvranıyor. Büyük abdestini
yapamıyor. Hemşireler boru ile yaptırıyor. Bağırsağını
delmişler, 25 cm kesmişler oradan yani. Hiçbir şey
yiyemiyor. Dev cüsseli adam eridi. Görsen tanıyamazsın.
Anlayacağın boklar içinde yaşıyor.”

273
Faruk Arslan

“Hak etmişti ama. O kadar mazlum bedduası alan iflah mı


alacaktı!”
“Valla zaten okulda herkes sizi konuşuyor. Çarpıldı
diyorlar. Dememişler boş yere, ‘ alma mazlumun ahını
çıkar aheste aheste’ diye.”
“Bir de Ayfer Yılmaz vardı, hani şu sarhoş istihbaratçı
albay...”
General olmayı beklerken emekli edildi geçen ağustosta.
Hakkında soruşturma vardı. Okuldaki iaşe ve ibade
ihalelerini yakın akrabalarına verdiriyormuş. Emekli oldu
lavuk, lakin yargılanması sürüyor.”
“Desene terfi bekleyenlerin hepsi Allah’tan cezalarını
bulmuşlar.”
“Bulmakta ne kelime! Komutanlar bu nedenle sinirli. Her
gün başıma bir bela gelecek diye sinir krizleri
geçiriyorlar. Bugün seni karşısında görünce cin çarpmış
şeytana dönmüştür yarbay.”
“Ben ona ne yaptım ki!”
“Son iki yıldır okula gelen her öğrenciye aylarca sizden
bahsediyorlar. Kara listeye fena alınmışsınız. Sizle ilişki
kuran direk okuldan atılmakla tehdit ediliyor.”
Ferruh gülme krizine girmişti. Kopardığı kahkaha lobinin
öteki ucundan duyuldu. Konuşmaları dinleyen Orhan
astsubay lafı gediğine koydu:
“Oğlum, sende kalmış gelmişsin teslim olmaya...”
“Baba, beni Kayseri Adem kandırdı. Sanırım şaka yaptı.
Biraz şakacıdır da...”
“Buna Eşek şakası derler.”
“Ben Eşekbaşıyım ya, eşek şakasından anlarım ancak...”
:Oğlum, sen eşek oğlu eşeksin. Beni buraya kadar
sürükledin ya bende eşeğin danıskasıyım.”

274
Faruk Arslan

Alanya’ya dönüş yolunda hiç konuşmadılar. Orhan


astsubay, bir daha bu konuyu açmamak üzere kapatmıştı.
Alanya’ya indiklerinde tek cümle kurdu:
“Yaşadıklarımızı annene ben anlatacağım. Bu günden
sonra askeri okula dönüş ile ilgili tek kelime duymak
istemiyorum.”
Orhan astsubay, Alanya’da sevilen bir insandı. Tüm
partilere eşit yakınlıkta durmaya çalışsada, “Özalcı”
olarak tanınıyordu. Eski bir “Milli Selametci” olduğunu
bilen pek yoktu. Üç ay önce Alanya’da gelen Necmeddin
Erbakan, bir ev sohbetinde babasına önümüzdeki 1989
yerel seçiminde Alanya belediye başkanlığı adaylığı
önerisinde bulunmuştu. Ancak babası bunu ret etmişti.
Ticaret yapıyordu ve ticaretinin Erbakancı yaftasıyla
bozulmasını istemiyordu.
Erbakan ısrarcıydı:
“Komutan sizi bari Belediye encümeni adayı yapsak!”
Orhan Komutan, bu teklifede iltifat etmemişti. Yerel
seçim atmosferine giren ülkede insanların kafası karışıktı.
Son altı yıldır “Özalcı” olan babası, bu seçimde Refah
partisini desteklemişti. Minibüslerini seçim gezisinde
kullandırmıştı.
Ferruh, her gün işlediği günlüğü kapattı. Türkiye’de en
fazla yabancı gazetenin satıldığı 3. büyük gazete bayisi
idiler. Türkçe gazeteler az satılıyordu, çünkü Türk
müşteri azdı. Zaman gazetesine aboneydi. Her gün
gazeteyi son kelimesine kadar okuyordu. Babası sinir olsa
da… Bir gün gazeteci ve yazar olacağına, bir de roman
yazıp Nobel ödülü alacağına inancı tamdı.

275
Faruk Arslan

Otuz Dördüncü Bölüm

Cüce’nin dev eşekliği!


Alanya, cennetin dünyadaki numunesiydi. Ferruh,
Alanya'ya şehir dışından otobüsle her girişinde varmadan
önce bir Yasin okurdu. Ankara’da fiyaskoyla sonuçlanan
okula dönme macerasından dönüşte adetini değiştirmedi.
Bu kentin fitnelerinden kendisini koruması için Allah'a
sığındı. Ziya Gökalp'ın görmeden ölmeyi talihsizlik
olarak nitelendirdiği bu eşi benzeri bulunmayan nadide
belde, dünyanın tüm cazibadar güzelliklerine sahipti.
Rehavet, “Adanmış Ruh” için öldürücü bir zehirdi.
Ferruh, bunun ne demek olduğunu yıllarca ifade
edememiş ama iliklerine kadar hissetmişti. Okuduğu
kitaplar, dinlediği vaazlarla beş vakit namaza nasıl
başladığını daha dün gibi hatırlıyordu. İçine kapanık bir
çocukluk dönemi yaşamıştı. 12 yaşında namaz kılması
için babası para verirdi, parayı alır ama kılmazdı. 14
yaşında namazını düzenli kılmaya başladıktan sonra
huzuru, mutluluğu yakalamıştı. Kimseye kul ve köle
olmayıp sadece O'na iltica ettikten sonra dengesini
kurmuş ve saadeti Allah'a kul olduğunu anladıktan sonra
bulmuştu. Beş vakit namazı camide kıldığı için babası
Orhan ismini “Cami Kuşu” koymuştu.
Sivil hayatın cazibesi çabuk sönmüştü. İnsanlar kavgacı,
küfürbaz, sahtekar ve bencildi. Orduda temiz insan sayısı
yüzde 80’lerde iken, sivil hayatda iyi insan sayısı yüzde
20’lerdeydi. Herkes devleti soyuyor, birbirini aldatıyordu.
Vergi veren yoktu. Kaçak ekonomi korkunç boyuttaydı.
Babası iyi ki bir bakkal dükkkanı açmıştı da bir işi vardı.
Sivilde müracaat edilen işyerleri askeri okuldan atılmış

276
Faruk Arslan

olduklarını öğrendiğinde vebalı muamelesi yapıyordu.


Hatta dindar da olsa bahane hazırdı:
“Kardeşim ben çok arzu ederdim, ama şartlar çok
sıkıntılı, siz başka iş arasanız”
Çaresiz ve zavallı bırakılmış öğrencilerin anarşiye,
şiddete sürüklemek için elden gelen herşey yapılmıştı.
Önleri tamamen tıkanmış, cemiyette artık onlara dindar
insanlar dahi yabancı hale gelmişti.
Ferruh, paradoksal durumu tahlil ederken neredeyse
ağlayacaktı:
‘Risâle-i Nur’ların vermiş olduğu hakikatler olmasa
insanın anarşiye bulaşmaması neredeyse imkânsız.”
Okuldan atılır atılmaz askerlik noktasında “yoklama
kaçağı” konumuna düşürülmüşlerdi ve askerlik
şubesinden aramaya başladılar. Tazminat ödenmesi
gerektiği gerekçesiyle Maliye Bakanlığından insanlar
kapılarına dikilmeye başladı. Mahkeme sonuçlanana
kadar toplam 1.5 milyon olan okul yüklenme senedini
ödemeye başlamamıştı.
Mahkemeden sonuç kağıdı gelmeden GATA
Saymanlığı’ndan tazminat talebi geldi. Uyarı mektubunda
tamamı ödenirse faiz alınmayacağı belirtiliyordu. Taksitle
ödenmesi durumunda fazi binecekti. Ülkede enflasyon
yüzde 80, banka fazileri yüzde 90’dı. Her sene katlanarak
büyüyecek tazminat, hayata başlamasına engel oluyordu.
Orhan astsubay, net konuştu:
“Oğlum, bu parayı ben değil sen ödeyeceksin. Ayda 100
TL yatır. Alanya sahilinde seyyar yabancı gazete satıcılığı
yap ve ekmeğini taştan çıkart.”
Öylede yaptı Ferruh. Bütün okuma emeklerinin boşa gitti
tablosunun yanında, bir taraftan GATA saymanlığı her ay
gönderdiği mektupla sıkıştırıyordu. Ödemeye gücü

277
Faruk Arslan

yetmediği aylarda ‘mahkemeye veririz’ mektubu


alıyordu. İki ayda bir yatırdığı oluyordu. Böylelikle
mahkemeye verilmekten kurtuluyordu. Bir taraftan
Alanya Asker Şubesi, asker kaçağısın diye mektup
yolladı. Bakaya kalmıştı. Akranları askeri okuldan
okuduğu yıllarda henüz askere alınmamış olduğu için
okuduğu 4 yıllık askeri okul yılları askerlikten
sayılmamıştı. Kendi kendine soruyordu:
“Ne yani 4 yıl boyunca askeri lisede askercilik mi
oynadık?”
Okuma hakkı elinden alınmıştı. Devlet memuru
olamıyordu. Kimse iş vermiyordu. Hayatta başarılı olmak
için önü tamamen kapatılmıştı. Yapacak hiçbir şeyin yok
hali moral bozucuydu. Kitaplar dünyasında yaşamını
sürdürürken, bunları nasıl uygulayacağını düşünür, ama
bir çare bulamazdı. Üniversite okumaya gitmek yerine
esnaf olmayı seçtiği için kendini hiç affetmiyordu. Oysa
okumak istiyordu. Üniversite hazırlık dersanelerine
gidememişti. Liseyi dışarıdan bitirmek zorundaydı.
Yeniden lise okumak çok ağır gelmişti. Oysa Ünlü,
Mustafa ve Bekir bunu başarmıştı. Ünlü, İstanbul
Hukuk’a, Bekir’de Cerrahpaşa Tıp’a girmişti.
Mustafa’da zoru seçenlerdendi. Hacettepe
Üniversitesi’nde Psikoloji okuyordu. Ankara’nın Çincin
semtinde bir gecekonduda kalıyordu. Akşamları ise
Otobüs terminalinde tuvalet bekçiliği yaparak okul
harçlığını çıkartıyordu. Mustafa’nın “ yanıma atla gel,
sende oku” teklifini geri çevirmişti.
Alanya'dan üniversiteye gitmek gençleri pek sarmıyordu.
Alanya Lisesi birincisi bile üniversiteyi kazanamamıştı.
Almanca, İngilizce ve Arapça kurslarına giderek hiç
olmazsa dil öğrenerek kendini geliştirmek istemişti.

278
Faruk Arslan

Alanya'ya Alman ağırlıklı turist geldiği için Almancası üç


senede mükemmel hale gelmişti. Müşterilerinin yüzde
90'ı Almandı ve pek çok Alman dostlara sahipti. Alman
dostları, 18 yaşlarında bir gencin içki içmemesini, kız
arkadaş sahibi olmamasını, sigara ve uyuşturucu
kullanmamasını asla anlayamadı. Böyle bir gencin
yeryüzünde var olabileceğine bile onu tanımadan önce
inanmak istemiyorlardı. Akranları olan gençler nefsinin
dilediklerini serbestce yaparken Ferruh’un saf duruşu,
Almanları çok etkiliyordu. Hele namazlarını camide
kıldığını ve hiç kaçırmadığını öğrendiklerinde pes ediyor
ve hayranlıklarını gizlemiyorlardı. Babası Orhan, oğlunu
tanıtırken, “Bir deli veya bir Veli” diye sunardı. Kendi
aralarında konuşurlarken ise, “Alanya'ya işlediği
günahlardan ötürü gökten taş yağmıyorsa senin gibi
imanlı gençlerden dolayıdır” derdi. “Senin nefsini
zabdetme iradene hayranım” diye eklerdi babası Orhan.
Aklını başından alacak pek çok nimete sahipti. Daha genç
yaşta eve, arabaya, işe kavuşmuştu. Rahatı yerinde genç
bir esnaftı. Ancak para saymaktan bıkmıştı. Günde 20
saat çalışıyor, eve bile gidemeden, dükkanın önündeki
kanapede kıvrılıp yatıyordu. Komşu restaurantda yaz
akşamları her gece dansöz çıkartıldığı ve orkestra
eşliğinde canlı müzik olduğu için uyuduğunu sandığı dört
saatde de aslında tilki uykusuna yatıyordu.
Yılın 8 ayı Alanya'da aktif turizmin yaşandığı ve gece
sabahlara kadar hayatın durmadığı yıllardı. Oluk oluk
para akıyordu ve zenginliği her geçen yıl artıyordu Ferruh
ve ailesinin. Allah'ın yardımının kesintisiz akmasının
sırrını Ferruh, Alllah yolunda infak ettiklerine bağlardı.
O, Allah yolunda harcar, Allah'ta ona on mislini verirdi.
Bu sırrı anlamayan babası ve kardeşlerinden yardım

279
Faruk Arslan

yaptığını gizlerdi. Her tuttuklarının altın olmasına şaşıran


babasının bu işi kendi zekasıyla izah etmesini kafasıyla
onaylardı. Oysa veren O'ydu, yapan O'ydu. Beş vakit
namazı 20 yaşından beri kılan babası, iş Allah yolunda
harcamaya gelince biraz cimri davranırdı. Onu
ayıplamıyordu. Yıllarca sadakanın sadece camiden
çıkarken dilenciye verilen üç beş kuruş olduğu zihinlere
kazınmıştı. Allah Rasulu ve sahabeleri, ömürlerini ve
servetlerini bu yola sarfedip Kuran'da önerilen en hayırlı
ticaretle O'nun merhametine mazhar olurken bugünün
müslümanları dilencileri zengin etmekle bu ağır yükün
kalkacağını sanıyordu. Ne zekat veren vardı, ne de
hakkıyla sadaka veren...
Ferruh, Alanya İmam Hatip Lisesi'nde öğretmen olan
Abdülkadir Şahin'le 1988'de tevafuken bir cami çıkışında
tanıştı. Hemen birbirlerine ısınmışlardı. Alanya'da ve
haftasonları 45 km uzaklıktaki komşu ilçe Gazipaşa’da
gençlere ve esnaflara yönelik birer sohbet grubu
başlatmışlardı. Kış aylarında grubun sohbetlerine katılan
Ferruh, bahar, yaz ve sonbahar aylarında dükkandan
çıkamıyordu. Şahin Hoca, sürekli ziyaretine gelerek bu
açığını kapatmaya çalışıyordu. 1988'de Alanya'nın
köylerinden fakir öğrencilerin okutulması amacıyla kentte
getirilmesi ve bu amaçla bir yurt binasının yapılmasına
karar verdiklerinde sohbet gruplarına devam edenler işçi,
memur gibi dar gelirli insanlardı. İçlerinde tek esnaf
Ferruhtu. Tek arabası olanda Ferruhtu. Hepsi
samimiydiler. Postanede çalışan küçük bir memur bir
maaşını ortaya koydu. İnşaatlarda çalışan su tesisati işçisi
tesisat işlerini ücretsiz yapacağını söyledi. Bir başka işçi
amele olarak ücret almadan gece gündüz çalılşacağını
vaat etti. Boğazını zor doyuran küçük esnaf, memur ve bir

280
Faruk Arslan

kaç gençle yola çıkılmıştı. Koca yurt binasını nasıl


yapacaklardı? Arsa Alanya'da pahalıydı. Şahin Hoca,
Doktor Sabri adlı hayırsever bir Alanyalının annesi adına
cami yaptırmak istediğini duymuştu. Oysa Alanya cami
kaynıyordu. Süleyman Hilmi Tunahan'ın talabeleri ve
devamcıları Alanya'nın her köyüne, köşesine onlarca
cami yaptırmıştı. Üç bin kişilik Kestel köyünde 13 cami
vardı. Kuran Kursu sayısı da çok fazlaydı. Ancak
camilerde cemaat yoktu. Herkes ‘hayır hasenat olsun’
diye cami yaptırırken kimse camiyi nasıl cemaatle
dolduracağını hesaplamamıştı. Şahin Hoca, defalarca
Sabri beyin dişci ofisine giderek bunları konuşmuştu.
Sabri bey, fakir öğrencileri okutmak için yurt yaptırmak
fikrine sıcak bakmakla birlikte önceleri pek ikna olmadı.
Şahin Hoca, Sabri beyin peşini bırakmadı. Bu cömert
zengini fikri, cami yaptırmaktan yurt yaptırmaya
kaydırdı. Kendi arsasını verdi. Ve inşaat başladı. İnşaatın
ilerlemesi önceleri yavaştı. İnşaatın su, elektrik masrafları
bile toplanan himmetden çıkmıyordu. Şahin Hoca,
Mühendis Mehmet ve Mustafa beyleri ve bazı Hacı Turan
abileride işin içine kattı. Birlikte ziyaret ettikleri bir Hacı
abinin oğullarını Alanya'nın çirkef hayatına nasıl
kaptırdığını ağlayarak anlatmasını Ferruh hiç bir zaman
unutamayacaktı. Hacı abi, “oğullarımı yaşadıkları sefil
hayatdan kurtarın tüm servetim sizin hayırlı işlerde
harcansın” diye yalvarmış, adeta vasiyet etmişti. Ama
oğullarını kurtarmak için çok geç kalmıştı.
Herkesin bir el vermesiyle inşaatın kabası kısa sürede
tamamlanmıştı. İnşaata tuğla geldiğini, yağmur yağacağı
için hemen tuğlaları, kerpiçleri içeri almaları gerektiğini
soluk soluğa dükkana gelerek Şahin Hoca Ferruh’a
söylemişti. Arabaya atlayarak bir çırpıda inşaata vardılar.

281
Faruk Arslan

Tüm gece sabaha kadar üç kişi içeri tuğla taşıdılar.


Yağmur gece yarısı başladığı için sırılsıklam olmuşlardı.
Kötü haber sabaha karşı geldi. Şahin Hoca'nın 3 yaşındaki
oğlu oturdukları apartmanın beşinci katından, balkondan
aşağıya düşmüştü, hemen hastaneye kaldırmışlardı.
Şahin Hoca, elini açıp ızdıraplı bir dua etti:
“Rabbim senin rızan için yağmurun altında tuğla taşıdık,
yavrumu bana bağışla”
Ferruh, ‘amin’ dedi.
Hastaneye vardıklarında doktorun allak bullak olmuş
simasıyla karşılaştılar. Yerde kum birikintisi üzerine
beşinci katdan aşağıya çakılan yavrunun burnu bile
kanamamıştı, ne bir kırık vardı nede bir çıkık. Doktor,
bunun fizik kurallarıyla açıklanamayacağını ısrarla
söylüyordu. Şahin Hoca'ya dönerek:
“Yavrunuzu Allah ve melekleri korumuş olmalı.”
Çocuk hemen taburcu edildi. Şahin Hoca ile Ferruh
şaşkın bakışlarla birbirlerine baktılar. Yurt hizmetinin
arkasında Allah'ın inayeti vardı ve onun rızası uğrunda
çalışanları yüzüstü bırakmayacaktı. Sabri bey, bu olayı,
İlahi bir işaret kabul edip işe sımsıkı sarıldı. Kaba
inşaatdan sonra asıl masraflı işler başlıyordu. Hiç bir
masraftan çekinmeyerek Türkiye'de yapılan yurtlar içinde
en modern ve zevkli döşenmiş yurdunu Alanya'ya
kazandırdı. Samimi niyetlerle başlayan yurt bitmişti, ama
ortada talabe yoktu. İstanbul'dan yeni mezun olan ve
yurda müdür olarak gelen Cuma Kılıç'la birlikte
Alanya'nın köylerinde fakir öğrenci bulma seferleri
böylece başladı. Ferruhtan başka esnafın arabası olmadığı
için öğrenci arama turları Ferruh’un 1955 model
Chevrolet'i ile yapılıyordu. Kısa sürede 1989 ile 1990
eğitim öğretim yılında Alanya'daki liselerde burslu

282
Faruk Arslan

okutulacak ve yurtda mesken masrafları himmetlerden


karşılanacak 60 fakir öğrenci bulunmuştu. Cuma Hoca ve
arkadaşları yurtda birer amele gibi çalışıyordu. Müdürde,
hademede Cuma Hoca'ydı. Ferruh, 12 yurt öğrenciyi
Chevrolet'ine bindirerek gece yarısı yaylada kampa
gizlice götürdüğü günü asla unutamayacaktı. Dükkanı
askeri okuldan beraber atıldıkları Mustafa’ya bırakmıştı.
Yaz ayları yanında okul harçlığını çıkartmaya çalışıyordu.
Babası ve kardeşlerinden habersiz bir hizmet daha
yapmıştı. Başka araba olmadığı için 12 öğrenciyi bir
arabaya sıkıştırması trafik kuralı ihlaliydi. Üstelik henüz
ehliyeti bile yoktu. 2 sene ehlliyetsiz araba kullandıktan
sonra Ferruh ehliyet almıştı, Ancak ehliyet aldığı gün
yine talabeleri yaylaya başka bir kampa çıkartırken
emniyet kemeri takmadığı için ceza almıştı. Cuma Hoca,
Ferruh’un Alanya gibi müstehcenlik ve ahlaksızlığın
dizboyu olduğu bir beldenin tam ortasında esnaflık
yaparak kendisini harcamasını içine sindiremiyordu.
Her fırsatta Ferruh’a bu düşüncesini söylüyor ve
Alanya'dan kurtulmasını, hicret etmesini salık veriyordu.
1990 ile 1991 eğitim öğretim yılında yurt binasının
Alanya Süper Lisesi yapılması için Milli Eğitim Bakanı
Köksal Toptan'dan izin koparmışlardı, üstelik resmi
açılışı bakan yapacaktı. Yaptıda.
Neslihan hanım, oğlunu 'namaz kıldığım için ayırdılar'
gerekçesini asla kabullenemedi. Buna rağmen öfkesini
gizleyerek ' Herşeyde bir hikmet vardır' demekle yetindi.
Okulun ilk üç senesinde namazlarını kılması için teşvik
eden Orhan beyin son sene okula giderken namaz kılmayı
bu yıl bırakmasını tavsiye ettiği aklına geldi Ferruh'un.
Babasının hissettiği bazı duyumlara aldırmamıştı.
Babasını ilk defa dinlememişti. Allah'ın emri, babamın

283
Faruk Arslan

emrinin üstündedir' diye düşünmüştü. Babası ise


mantıksızda olsa askeriyede itaatın şart olduğunu
belirtmiş, yaklaşan tufanın oğlunu da telef etmesini
önlemek istemişti. Tedbir almış bile olsa kaza kadere
dönüşebilirdi. Kadere tam iman etmiş bir aileye mensuptu
Ferruh. Babasını anlayışlı bulduğu için şükretti.
Ancak annesi Nehire, kadınlığın verdiği duygusallıkla
aynı derecede hislerini gizleyememişti. Gözyaşı sel olup
akmıştı. Oğlu için kurduğu tüm planları suya düşmüştü.
Mezun olur olmaz yaşayacağı evden, evleneceği kıza
kadar herşeyini oysa ayarlamıştı. İlk tayin yeri İzmir’de
Askeri Çiğlı Hastanesi olacaktı. Babasının 1980’den beri
taksidini ödediği Balçova’daki koperatif evinde kira
ödemeden kalacaktı. Kader bu planları anlaşılan Ferruh
için yazmamıştı. Kadere iman etti.
Alanya'da yaşadığı ilk iki yılda annesi üzerinden
burukluğu atamadı. Yataklara düştü. Binbir emekle
büyüttüğü ve vatana hizmete yolladığı oğlunun
askeriyeden dışlanması onu çaresi bulunmaz bir hastalığa
düçar etti. 2 yıl içinde Ferruh, annesinin gün gün
erimesini gözyaşları içinde seyretti. Tedavi kabul
etmiyordu bu hassas kadın. “Olamaz, benim oğlumu
ordudan atamazlar, bu zulümdür” diyordu başka bir şey
demiyordu.
Ferruh’un tesellesi yetmiyordu:
“Anne, hayat devam ediyor. Allah rızkımı nerede
vermişse orada yerim. Demek ki hakkımda hayırlısı bu
imiş.”
Bu sözleri ney dinler gibi dinleyen Neslihan hanım, umut
doluydu:
“Döneceksin benim güzel mazlum, saf, masum oğlum,
çok sevdiğin orduna geri döneceksin”

284
Faruk Arslan

Günler günleri kovaladı ve Neslihan hanım, yataktan


kalkamaz hale geldi. kortizonlu ağır ilçalar kullanıyordu.
Üç aydır çamaşırlar birikmişti. Üç yetişkin oğlunun ev
işlerini göremiyordu. İyileşmek için kortizonlu ilacından
iki yerine beş tanesini birden attı. Zehirlenmişti
Zehirlendiğini ona öğleden sonra yemek götüren Ferruh
fark etti. Acilen Alanya Devlet Hastanesine kaldırıldı.
Hamen midesi yıkandı. Ancak beş saat içinde can verdi.
Son üç günde yemeyi içmeyi kesmişti. Aç karnına aldığı
ilaçları yan etki yapmış ve zehirlenmişti. Son içtiği
kortizonlu ilacın özü zaten zehirdi.
Ölüm günü ve dakikalarına şuurunu kaybetmiş olarak
giren Neslihan hanımın Ferruh’u son görüşü bir önceki
akşamdı. Saçlarını okşamış ve onu yine teselli etmişti.
Son 2 yıldır askeriye defterini Ferruh tamamen kapatmış,
ama annesi kapatmamıştı. Annesi'nin son sözlerini
hatırladı: “Oğlum orduna döneceksin!”
Ferruh, annesini kaybetmişti, işte şimdi öksüz ve yetim
kalmıştı. 'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar' diye boş
yere söylememişlerdi. Hayatın tüm ağırlığını annesi
öldükten sonra omuzunda hissetmeye başladı. Meğerse bu
güne kadar bu yükü çeken, üzerine gelen sıkıntıları
göğüsleyen annesiymişte, haberi yoktu. Babalar acımasız
oluyordu. Veya böyle olmaları toplumda öngörülmüştü.
Babalar ağlamazdı. Babası sert mizaçlı biriydi, asla
sevdiğini belli etmezdi. Emrine itaat esasdı. Emekli
olduktan sonrada adetlerini değiştirmemişti. Askerlik
ruhuna işlemişti. Sabah 6'da evde herkes yatağından asker
gibi kalkmalıydı, kalkmazsa zorla kaldırırdı.'
“Doğduğumdan beri askerim' diye düşündü Ferruh.
Yanaşık düzen eğitiminde sık sık tekrarladıkları ' her
Türk asker doğar' yürüyüş nakaratını hatırladı.

285
Faruk Arslan

Mantıksızda olsa babasının emirlerini yerine getirmezse


asker fırçası yerdi. Askeriyede hep namuslu ve dürüst
insanlarla muhatap olmuş Orhan bey, sivil hayatda
önceleri çok bocalamıştı. Aldatmayı, yalanı, üçkağıtçılığı,
sahtekarlığı asla affetmezdi. Oysa sivil hayatda bunlar
toplumun gündelik alışkanlıklarıydı. Ferruh, babasının
bakkal dükkanında herkesi halen asker olarak görmesine
içinden gülerdi. Ama asla terbiyesizlik yapmazdı.
Bir keresinde dayanamamıştı, yarı şaka yollu sözünü
söyledi:
“Baba müşterileri bari asker gibi fırçalama, adam isterse
bizden almaz, eğer günlük fırça çekme ihtiyacın hasıl
oluyorsa, fırçayı bana çek, ben kaldırırım.”
Kızdığı zaman babasının karşısında kaymakam olsa
fırçayı yemesi Allah'ın emriydi. Alanya'da zaten Zabıta
amirinden, emniyet müdürüne, kaymakama kadar asker
fırçasını yemeyen kalmamıştı. Bu nedenle Orhan bey'in
Alanya'daki ismi “Komutan” olarak kalmıştı. Ferruh,
kendisine Alanyalıların ismi yerine '”Komutanın Oğlu”
diye hitap etmesine alışmıştı.
1990’ün Temmuz ayı yaşanıyordo. Bir gün dükkanlarına
ürün satmak için çıkan kamyondan eski hava astsubayı
Turgay Cüce çıktı. Orhan astsubay, bu genç astsubayın
ordudan atıldığını hayretle öğrendi ve gerekçesini sordu.
Ferruh’u tanımayan Turgay, yaşadıklarını sansürsüz
anlattı:
“1989’da Etimesgut hava ikmal komutanlığına görev diye
çağırıldım. Gözlerim bağlandı ve hücre hapsine atıldım.
Hücrede 28 gün işkence gördüm. Soğuk betonda
yatırıldım. Lambalar gece gündüz açıktı. 28. Gün
gözlerim bağlı olarak götürüldüğün işkence odasında
tenasül uzvuma elektrik bağlandı. Bekardım. Kısır

286
Faruk Arslan

kalmaktan, hiç çocuğumun olmamasından korktum. Ne


getirirlerse imzalayacaklarını söyledim. Boş kağıda imza
attım.”
Ferruh, burada çıldırmıştı:
“Sen eşek misin, aptal mısın? Hiç boş kağıda imza atılır
mı?”
Orhan astsubay, oğlu Ferruh’u Turgay’a tanıştırdı ve
başından geçenleri bir çırpıda anlattı. Ferruh,
sakinleşmemişti. Hiddetle sordu:
“Peki boş kağıdı nasıl doldurduklarını biliyor musun?”
Turgat Cüce, yapmış olduğu cüceliğin boyutlarını
kestirememişti. Suçluluk duygusuyla başını salladı.
Yaptığı eşekliğin onbinlerce insanı mağdur edebileceği
hiç aklına gelmemişti. Ağlayarak anlatıyıordu:
“Nasıl doldurduklarını atılma dosyamda gördüm. Oysa
beni atmayacaklarına dair şeref sözü, asker sözü
vermişlerdi. Türk ordusunda ”Nurcu Dahhakcı” bir
yapılanma olduğunu kabul etmişim. İmamlık sistemi var
demişim. Tarikatda üst mertebede olan astsubayların
subaylara emir verdiğini vurgulamışım. Orduda askeri
hiyerarşiyi yok eden disiplini bozan bir dinci
yapılanmaymış bu. En kötüsü “Dahhakcı”ların, yani
tarikatın ilkokul mezunu lideri emir vermeden orduda
kimsenin kılını kıpırdatmayacağı ileri sürülmüş. Hava
Kuvvetlerinden hiç bir uçak kalkmayacak, Kara
kuvvetleri tankları yürütemeyecek, topçular topları
kullanmayacakmış. Bu deli saçmalarına kim inanır değil
mi?”
“Sen su katılmamış bir eşeksin Turgay abi!”
Orhan astsubay dayanamamıştı:
“Oğlum, sen benim oğlandan daha eşek mişsin! Benim
oğlan hiç olmazsa susma hakkını kullanmış, susmuş.”

287
Faruk Arslan

“Başka ne sordular sana?”


“Bana Eskişehir 1. Ana jet üssünde namaz kılan
astsubayların isimlerini sordular.”
“Kimlerin ismini verdin?”
“Sadece dört ikişinin. Halim Dağlar, Necdet Öz, Nedim
Özüak ve İbrahim Aşık...”
“İyi halt yemişsin, aferin! Kendin cücesin ama dev bir
eşeklik etmişsin, eşekler cennetinde bile yatacak yerin
yok. Eşekoğlu eşek seni!”
Bundan sonra YAŞ kararı ile atılan tüm subay ve
astsubayların dosyasının birinci sayfasına Turgay
Cüce’nin ifadesi konacaktı. Boş kağıda atılmış bir imza
ve içi insani şeytanlar tarafından doldurulmuş yalancı bir
metinle binlerce insanın kanına girilecekti. Hiç bir askeri
irade ve sivil politikacı bu saçmalığa direnemeyecekti.
Öyle ya, orduda hiyerarşi düzenini bozan dini bir
yapılanma vardı! İmam olan astsubayı subayların
dinlemek zorunda olduğu gulyabani bir yapı! En baştaki
imama göre uçak kaldıran, tank yürüten bir ordu mu
olurdu? Ordu için bu felaketti. Tabii doğru olması
şartıyla. Kurmay zekası ile övünen omuzu bol apoletli,
bol yıldızlı subaylarda akıl tutulması veya ideolojik
körlük mü vardı? Kendilerini dalgaya alan bir ifadeye
hemen hepsi koşulsuz iman ediyordu. Veya öylesi işlerine
geliyordu. Oysa ortada koskoca bir yalan vardı ama kimse
yanlışa kalkışıp “kral çıplak” diyemiyordu.
Ferruh bilinçaltındaki sesi susturamıyordu:
“Bir gün bütün bu eşeklikleri dünya aleme duyuracağım!”

288
Faruk Arslan

Otuz Beşinci Bölüm

Halim Dağlar’ın Mektubu


1986 ve 1987’de askeri okullarda başlayan irtica
bahanesiyle “orduda temizlik” operasyonu görevde olan
astsubay ve subaylara sıçratılmıştı. Yüksek Askeri Şura
(YAŞ) kararıyla nizamiye önüne konanlar disiplinsizlikle
suçlanıyordu ama hiçbiri disiplinsiz değildi. Tasfiyenin
gerçek sebebi, askeri personel kişilerin namaz kılması
veya eşlerinin başlarının örtülü olmasıydı. Anayasanın
125. Maddesi YAŞ kararlarına yargı yolunu kapattığı için
haklarını arama ve adil yargılanma şansları yoktu. Askeri
öğrencilerin yalandanda olsa Yüksek Askeri İdari
Mahkemesi’ne gitme şansları vardı. Ferruh, kendisi gibi
dava açanlardan kazanan askeri öğrenci henüz
duymamıştı. Oysa atılanların hemen hepsi en çalışkan, en
disiplinli, vazifesine en çok bağlı, sağlam karakterli,
Devletini ve Milletini seven, Cumhuriyetin temel
ilkelerine bağlı personeldi. Emsallerine örnek
gösterilebilecek, okulunun, birliğinin lokomotifi
niteliğine sahip kişilerdi. Birlikleri disiplinli, eğitimli ve
bakımlı idi. İşlerini takip ve kontrole ihtiyaç göstermeden
yapan ve güvenilebilen kişilerdi. Çoğu başka amirleri
tarafından da her görevinde örnek gösterilmiş, şahsî
dosyaları taktir ve teşekkürle dolu kişilerdi. Hemen
tamamının amirinden alınmış disiplin cezası dahi yoktu.
Ortak yanları, iman ve ameli ile samimî birer Müslüman
olmaları, bazılarının da eşlerinin, inançlarının gereği
giyinmeleri idi. Bu nitelikleri de, alenen sergilendiği için
değil, gayret edilirse ve yaşantıları mercek altına alındığı
zaman anlaşılabilirdi.

289
Faruk Arslan

Mesele disiplinli - disiplinsiz meselesi değildi. Meselenin


Milletimiz ve Devletimiz için daha değişik ve ciddi
boyutu bulunmaktaydı. Yanlışı olanlar tasfiye edilenler
değil, tasfiye edenlerdi. Savaş eğitimi görmüş, açık gizli
muharebe ve mukavemet faaliyetlerini kuramsal ve fiili
alanda meleke haline getirmiş, her kuvvetten, her sınıftan,
her meslekten her rütbe ve yaştan binlerce insan, sadece
kuşku duyulduğu için ordudan atılıyordu. Tasfiyeciler,
kendi değer yargılarıyla tehlike olarak değerlendirdiği ,
potansiyel tehdit olarak vehmettiği , hiçbir yasada yazılı
bir suç isnat edemedikleri halde, dindar ordu
mensuplarını suçluymuş gibi görüp gösteriyorlardı.
Kendilerini hem kanun koyucu, hem yargıç hem de icracı
yerine koyarak, savunma ve hatta suçunun ne olduğunu
öğrenme hakkı dahi vermeden; silahını-teçhizatını,
unvanını- makamını, maaşını-özlük haklarını , kimliğini-
itibarını, bir anda ve ansızın, derisini yüzer gibi üzerinden
sıyırıp alarak nizamiyenin önüne koyuyorlardı. Bunca
insanın hayallerini maddi ve manevî dünyasını alt üst
ediyor, ailesi ve çoluk çocuğu ile bunalıma itiyorlardı.
Ayrıca da özel resmî kurum ve kuruluşlarda istihdam
edilmelerini de zecrî tedbirlerle önlüyorlardı. Halbuki, bu
insanlar kötü ve gerçekten potansiyel tehdit unsuru
olsalardı, yetenekleri itibariyle; şimdiye kadar en azından,
her birinin neferliğini yaptığı bir tabur oluştururlardı;
daha da beteri, PKK’nın 10 misli gücünde bir örgütle
Devletin karşısına çıkarlardı. Bu insanlar gösterilmek
istenildiği gibi Devlet ve Rejim için tehdit olsalardı ve
isteselerdi; örtü mağduru olarak üniversitelere
sokmadıkları öğrencileri, yeşil sermaye deyip batırmaya
çalıştıkları müteşebbisleri, şeraitçi-tarikatçı damgası
vurarak kapattırdıkları eğitim kurumlarındaki öğretmen

290
Faruk Arslan

ve öğrencileri, imam hatip liselileri, mürteci diye


tanıttıkları dindar insanları ve kamu kurum ve
kuruluşlarından tasfiye ettikleri memurları
örgütleyebilirlerdi. Ve devlet içinden yeni bir devlet
çıkarabilirlerdi. Ama onlar, yasal platformdan hiç
ayrılmadan, adalet arıyorlardı. Yargılanmak istiyorlardı.
Ordum, Milletim ve Devletim diyorlardı. Çabalıyorlar,
durumlarını anlatmak için kitaplar yazıyorlar, derneksel
faaliyetler yürütüyorlardı. Kendilerine bu muameleyi reva
görenlere hınç bile duymuyorlardı. “Vallahû azizün
züntikam” diyerek meselelerini yaratıcıya havale
ediyorlardı. İrtica yaygarası koca bir yalandan ibaretti.
Onlar, Milletin has evlâtlarıydılar, hepsi bşrer pırlantaydı.
Onlar sadece kimseye zarar vermeden, inançlarını
yaşamak isteyen, sağdan-soldan gelen akımlara göre
eğilip bükülmeden doğru bildikleri istikamette ilerlemek
istiyorlardı. Onların üzerine atılan çamura değil çamur
atanlara bakmaz elzemdi. Esas bu sıfat kanunsuz emir
veren amirlere yaraşırdı. Örtüleri sebep gösterilerek
üniversitelere ve İmam hatip Liselerine alınmayan
öğrenciler, üniversitelere girişlerine engeller konulan
Meslek Lisesiler, Kamu Kurumlarından ve hatta bazı özel
kuruluşlardan çıkarılan memur ve hizmetliler gibi; YAŞ
kararları ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden tasfiye edilen
subay ve astsubaylara haksızlık edilmişti. En tehlikelisi
ise, TSK’daki kadrolaşmaydı. Dinî duyarlığı yüksek
personeli, cımbızla çeker gibi alıp dışarıya koyunca
dengeler alt üst olmuitu. Yeni alınan personeli mercek
altına alıp, dinî eğitim aldığı konusunda en küçük bir
şüphe duydukları ve hatta ailesinde bu özellikleri taşıyan
fertlerin bulunduğunu tespit ettikleri kişileri bünyeye
sokmuyorlardı. Her fırsatta yetkili yetkisiz ağızlardan

291
Faruk Arslan

irtica ile mücadele andı içiriyorlardı. Terfi ve tefeyyüz


imkânını irtica ile en iyi mücadele ettiğini ispatlamak
isteyenlere tanıyorlardı. Bu uygulamaları yıllarca devam
ettirince meydan boş kalmıştı. Millete yabancı ideoloji ve
felsefeler, İslâm dışı din ve inançlar, daha duyulmayan
bilinmeyen nice sapkın fikir ve düşünceler, orduda
kendilerine uygun ortam buluyor, bulacaktı. TSK
personeline materyalist düşünce hakim olabilirdi,
olacaktı. Milletin değer yargıları ve inancı ile TSK
personelinin değer yargısı arasındaki makas orta vadede
iyice açılıp, taban tabana zıt hale dönüşebilirdi. O zaman,
yani 15-20 sene sonra TSK’ nin muvazzaf kadroları
Milletin çoğunun değerlerine yabancı hale gelip rejimin,
Devletin ve Milletin tepesinde zapt edilmez bir güç haline
dönüşebilirdi. Millet ile Bürokrasi arasında iktidar
(saltanat) mücadelesi sürüp gidebilirdi. Bu gidişe dur
denilmeliydi. Ordunun içinde, emir-komuta zinciri
dışında ayrı bir teşkilâtlanma içine girenler hariç, inanç
özgürlüğü tanınmalı ve inançlar korunmalıydı. TSK’nin
ve bürokrasinin rejime ve devlet yönetimine müdahalesi
kesin çizgilerle önlenmeliydi. TBMM ve Hükümet,
TSK’de oluşmakta olan bu kadrolaşmayı mercek altına
almalıydı. Millet tercihini seçtiği temsilcilerle belli
etmeliydi. Meclis de Ordumuz dahil bütün icrayı kontrolü
altında bulundurmalıydı. Devlet, Milletin tercihlerine
göre yönetilmeliydi. Mağdurların hakkını aramayan ve
TSK’deki kadrolaşmayı araştırıp engelleyici tedbirleri
almayan Hükümet ve TBMM’nin tarih önünde sorumlu
olacaktı.

Zaman gazetesinde çıkan YAŞ mağduru hikayeleri


hergün okuyan, bunları kesip dosyalayan Ferruh,

292
Faruk Arslan

mağdurların nasıl bir mücadele içine girmesi gerektiğini


kestiremiyordu. Bir çıkış yolu ararken, 12 Ağustos
1990’da Eskişehir’de tanıdığı havacı astsubay Halim
Dağlar’dan bir mektup aldı. 1985 ve 1986 yaz aylarını
Halim Dağlar ve Necdet Öz’ün kaldığı Yunus Emre
Caddesin’deki iki bekar evinde geçirmişti. Yüksek Askeri
Şura kararları ile ordudan her ikiside atılmıştı.
Anayasanın 125. Maddesi gereği YAŞ kararları yargıya
kapalı olduğu için mahkemeye verememişlerdi. Halim
Dağlar mektubunda yaşadıklarını ayrıntılı biçimde
yazmıştı:

“1987 yılında, Silahlı Kuvvetler beni bin 200 kişi


arasından seçerek, 16 arkadaşımla birlikte F16 projesi
çerçevesinde Amerika’ya eğitime gönderdi. 1 yıl sonra
döndüm ve F16 projesinin kurucuları arasına girdim.
1988’de evlendim, eşim başörtülüydü. 1989’da Etimesgut
hava ikmal komutanlığına görev diye çağırıldım ama
gözlerim bağlandı ve hücre hapsine atıldım. Hücrede 28
gün işkence gördüm. Ben işkence görürken eşim
GATA’da doğum yapmış, bana baba olduğumu, eşime de
hapiste olduğumu söylemediler. 1990 Yüksek Askeri
Şura’da ordudan disiplinsizlik suçuyla atıldım ”
Halim Dağlar ve arkadaşlarını namaz kıldıkları için ihbar
eden Turgay Cüce adındaki meslektaşlarının ağır
işkenceler altında boş kağıda imza attığından habersizdi.
Turgat Cüce adına doldurulan kağıt bundan sonra her
YAŞ kararı dosyasının en üstüne konacaktı. Hiç bir
Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanı, cumhurbaşkanı,
başbakan veya bakanlar haklarını savumayacaktı.
Cüce’nin imzasını taşıyan itirafnamede hiç kimsenin
itiraz edemeyeceği bir suçlama vardı: Askeri hiyerarşiyi

293
Faruk Arslan

ihlal. Bir molla, komutanlardan daha üstün. İmamı


dinliyor, komutanı dinlemiyorlar.
Silahlı kuvvetlerin en parlak mensuplarından biriyken, en
verimli döneminde YAŞ kararıyla ordudan atılmıştı
Halim Dağlar. Eğer onun gibi örnek ve başarılı bir askeri
attılarsa, orduda namaz kılan kimseyi bırakmayacaklardı.
Ferruh, fırtanın bittiğini sanmıştı, oysa anlaşılan yeni
başlıyordu.
Halim Dağlar, onu İstanbul’a davt ediyor ve yeni kurulan
Metin Tokcan ve Muharrem Menekşe başkanlığında
kurulan Re’sen Emekliler Derneği’inde mücadele etmeye
çağırıyordu. Halim beyin hikayesi yürekleri burkan
cinstendi:
30 Ağustos 1980’de Gaziemir Hava Astsubay
Okulu’ndan, uçak bakım motor teknisyeni olarak mezun
olan Dağlar, Eskişehir, Malatya ve Ankara’da görev
yaptı. 1986’da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en iddialı
projelerinden F16 projesinde görev yapmak üzere seçildi.
Bu proje için bin 200 aday vardı. Sonuçta 16 kişilik
ekibin arasına girmeyi başardı. Uçak motor kursu için
Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde 1 yıllık bir eğitim
sürecinden geçti. Kursu başarıyla bitirip tekrar Türkiye’ye
döndükten sonra F16 projesinin kurucuları arasında yer
aldı. Ankara’da bulunan, eski adıyla Mürted, yeni adıyla
Akıncılar F16 üssünde görev yapmaya başladı.
Halim Dağlar’ı, F16 gibi çok kritik bir görevden, önce
hücreye ardından da çok sevdiği mesleğinden atılmaya
götüren süreç 1988 yılındaki evliliğinden sonra başladı.
1988’de evlenen Halim Bey’in eşi başörtülüydü. İlk
başlarda her şey yolunda gibi görünürken, evlendikten bir
yıl sonra, 28 Kasım 1989’da Etimesgut hava ikmal
komutanlığına görev kaydıyla çağırıldı. Burada kendine

294
Faruk Arslan

verilecek görevi beklerken, gözleri bağlanarak hücreye


atıldı. Hapse atıldığı gün, hamile eşinin doğum için
GATA’ya gittiğinden haberi yoktu. Eşine de kocasının
durumu haber verilmedi.
Halim Bey’in eşi Nurten hanım sezeryanla doğum yaptı
ancak eşinin görevinin bırakıp böylesine önemli bir günde
yanına gelmemesine, hatta bir telefon bile etmemesine
çok bozuldu! Oysa genç astsubayın eşinin durumundan
haberi bile yoktu. Kendisine bir oğlunun olduğu ancak 10
gün sonra haber verildi.
Halim Dağlar’ın 28 günlük hücre hapsi tam bir işkence
sürecine çevrildi. Hücreye atıldığının ilk dört günü
kimseyle görüştürülmedi, ne ile suçlandığını bile
bilmiyordu. 4. günün sonunda, gözleri bağlanarak
sorguya götürüldü. Eşinin neden başörtülü olduğunu ve
nasıl bir irticai yapılanmanın içinde olduğunu sordular.
Kendisinden kimlere bağlı çalıştığına dair isim
isteniyordu.
Kimseye bağlı olmadığını, mesleğinde başarılı olduğunu
ve eşinin kendi tercihi ile başını örttüğünü söylediğinde
ağır hakaretlerle sorgu odasından çıkarıldı. Sorgunun
devamında yaşadıklarını Halim bey mektubunda şöyle
anlatıyordu:
“Bana 7 gün uykusuzluk cezası verdiler. Yatağımı
hücreden aldılar. Bir sandalye ve soğuktan donmamam
için bir battaniye verdiler. Çünkü kasım ayıydı ve
Ankara’da kar yağıyordu. 7 gün boyunca gece gündüz 10
dakikada bir nöbetçi asker kapıyı açıp uyumayacaksınız
diyordu. Uykusuzluğa bir de açlık ekleniyordu, çünkü
hücrede verdikleri yemeği, içine ilaç koyup iradem
dışında konuştururlar diye fazla yiyemiyordum. En çok

295
Faruk Arslan

ağrıma giden, başarılı bir astsubayken bir anda vatan


haini muamelesi görmek oldu.”
7 gün sonunda uykusuzluk cezası kaldırıldı genç
astsubayın. Hücrede kaldığı 28 gün boyunca odanın
ışıkları 24 saat açık tutuldu, pencereler ise tahtalarla
kapalıydı. Dışarısı ile hiçbir irtibat kurulmasına izin
verilmedi. Halim Bey, tuvalete bile gözleri bağlı ve
askerlerin kollarında gidip geldiğini anlatıyordu. Devam
eden sorgularda ordudan atılacağı ve Mamak askeri
cezaevine gönderileceği, eğer konuşmazsa orada yıllarca
kalacağı söylenmişti.
O ise sürekli ülkesine hizmet etmek istediğini
söylüyordu. Bunun üzerine sorgudaki subaylar, “Sen
devlete hizmet etmek istiyorsan, senin gibilerin isimlerini
ver yoksa F-16 pilotu da olsan bizim gözümüzde bir
hiçsin” demişlerdi.
Bütün işkence ve hakaretlere rağmen Halim Dağlar,
hakkındaki iddiaları kabul etmedi. Kendisiyle ilgili
hazırlanan iddiaların tamamını reddetti. Sonuçta 28
günlük işkence ve hücre hapsinden sonuç çıkmade ve
evine gönderildi.
Evine geldiğinde onu, görevde zanneden ancak perişan
halde karşısında bulan eşi karşıladı. Nurten Hanım’ın
psikolojisi bozuldu. Halim Bey 29 günlük olan oğlu
Yusuf’u da ilk kez görmüştü. Ağustos 1990’daki YAŞ
toplantısında ordudan atılan Halim Bey bir süre iş
bulamadı. Aldığı çok iyi eğitime rağmen bütün kapılar
yüzüne kapandı. Zaman gazetesi ona Kadıköy
temsilciliğini önermişti. Hiç gazetecilik tecrübesş yoktu
ama iyi bir idareciydi.
Aslında hayatında yaşadığı mağduriyetleri çok fazla
dillendiren bir isim değildi. Gördüğü haksızlıklara

296
Faruk Arslan

rağmen devletine karşı bir küskünlüğü ve kırgınlığı


yoktu. Sadece kendisinin değil kendi gibi pek çok başarılı
astsubay arkadaşının, haksız yere hem işkence gördüğünü
hem de ordudan atıldığını belirtiyordu.

Halim bey mektubunu ilginç bir notla bitirmişti:


“Ferruh, Türkiye’nin ve Türk Ordusu’nun yıpranmasını
istemiyorum. Silahlı kuvvetlere ve ülkeme bir sitemim
yok. Benim tepkim ordunu içinde yuvalanmış
cuntacılara, darbecilere karşıdır. Bu adamlardan
ordumuzu kurtaramazsak, ülkemiz demokrasi yüzü
göremeyecektir. Senin gibi başarılı bir öğrencinin
okuması lazım. Alanya köşelerinde çok para kazansan ne
olacak? Eğer okumaz isen, sana hakkımı helal
etmiyorum.”

Bu mektup, Ferruh’u can evinden vurmuştu. İstanbul’a


gitmeliydi. Ama nasıl?

297
Faruk Arslan

Otuz Altıncı Bölüm

Yakazaten Ruhların Buluşması!


Ferruh, annesi Neslihan’ı ahirete uğurladıktan sonra
Alanya’da uzun süre kalmayı düşünmüyordu. Annesi
hayatta iken Alanya’dan ayrılamazdı. Annesi onun
yüzünden ölmüştü. Askeri okuldan ayrılışına
dayanamamıştı. Babası Orhan komutan, annesinin
kullandığı ilaç kutusundaki hapların hepsini bir defada
yutarak intihar ettiğini ileri sürüyordu. Ferruh buna
inanmıyordu. Annesi inançlı bir kadındı, intihar edenin
cehenneme gideceğini bilirdi. Vicdan azabı içinde
kavruluyordu Ferruh. Psikolojik bunalıma, depresyona
girmişti. Annesinin kendi yüzünden intihar etmiş
olabileceğini kabullenemiyordu.
Annesinin ölümünün ardından 40 gün boyunca ruhu için
Yasin, Tebareke, Amme surelerini ve esmaül hüsna
okuyup dua etmişti. Son nefesinde hakkını helal ettirmeyi
dileyemediği için içinde bir ukde kalmıştı. Bir nevi
kendisini annesinin katili gibi hissediyordu. Annesi
ordudan ayrılışını içinde sindiremediği için kendisini
yiyip bitirmişti.
Asil bir kadındı, haksızlığa asla tahammül edemezdi.
Başını henüz genç iken örtmüş ve namazlarını, son 2 yıl
hariç hiç kaçırmamıştı. Hastalıklara yakalandığından beri
namazlarını ve orucunu ihmal etmişti.
Ferruh, bundan dolayıda kendisini suçluyordu. Annesinin
dengesini, okulundan ayrılması bozmuştu. Üstelik
diplomasını vermedikleri için üniversiteye girme şansıda
yoktu. Çocuklarına çok düşkün olan annesi, abisi ve
kardeşinden okumadıkları halde fazla endişelenmezdi.

298
Faruk Arslan

Kendi üstüne neden bu kadar düştüğünü hiç


anlayamamıştı. Çocukluğundan beri kendisine ayrı bir
yakınlığı vardı. Abisi ve kardeşleri onu incittiği halde
Ferruh bir defa bile annesine ' Öf' dememişti.
Annesine benzeyen özellikleri vardı. Duygusal, ince ruhlu
ve merhametliydi. Kardeşleri ise babasına benzemişti.
Ferruh, kardeşlerinin aksine saf ve zayıf bir çocuk
olduğunu, sokaklarda hep dayak yiyerek eve geldiğini
hatırladı. Kavgacılığı sevmezdi. Annesi, Ferruh’un
kendisini koruyamayacak acziyetde olduğunu bildiği için
annelik şefkatinin tüm kanatlarını üzerine germişti.
Problemli bir çocuktu. Her yemeği yemezdi, annesi zorla
yedirirdi. Aynı zamanda keçi gibi inatçıydı, karar verdiği
husustan dünya alem birlik olsa dönmezdi. Onun nazını
bir tek annesi çekerdi.
Tam bir ana kuzusuydu. Babası bu muhabbete sinir
olurdu. Zaten onu muhallebi çocukluğundan kurtarmak
için askeri liseye vermiş ve annesinden koparmadan adam
gibi yetişemeyeceğine inanmıştı. Neslihan hanım ile
Ferruh arasındaki duygusal bağ çok güçlüydü. Annesine
bir şey olsa hisseder, eline bir diken batsa annesi aynı
acıyı duyardı. Annesi ona acır, şefkat duyar; oda annesine
acır, merhamet eder saygıda kusur etmezdi.
Annesinin ruhuna bağışlanması için hediye ettiği dua ve
Kuran'ların nasıl bir etki yaptığından habersizdi Ferruh.
Annesinin intihar ettiği mahallede konuşuluyordu. Hatta
babası Orhan astsubay ve abisi Örsan dahi aynı
fikirdeydi. İntihar edip kendi canına kıyanların
cehenneme gittiğini hadislerden okumuştu. Bunu
kabullenemiyordu. Annesi inançlı bir kadındı. Asla
kendini öldürecek bir müslüman değildi.
Annesinin kendi durumuna üzüldüğü için intihar etmiş

299
Faruk Arslan

olabileceğinden endişe etmiyor değildi. Bu nedenle


vicdan azabı çekiyordu. En önemlisi ölmeden önce
annesinin hakkını helal edip etmediğini bilmiyordu. Ya
helal etmediyse... Bu ihtimal, en büyük endişesiydi. Anne
ve babasından helallik alamayanların feci sonları aklına
geliyordu.
Bu duygularla yatağa her akşam içli içli ağlayarak
gidiyordu. O akşamın sabahı ezan okunmadan önce
Alanya'daki evlerine bir nur indiğini rüyasında farketti.
Gözlerini açtı, bunun bir rüya olmadığını anladı. Ancak
sanki yatağa çiviyle çakılmış gibi kalkamıyordu. Oysa o
nur evlerinde, mutfaklarındaydı, ışığı gözlerini
kamaştırıyordu.
Ne olduğunu öğrenmek için büyük bir merak duyuyordu,
ama her zaman fişek gibi kalktığı yatağından
doğrulamıyordu. Bedeni kalkamasada ruhu vardı. İlk defa
ruhunu bedeninden ayrı gördü. Ruhu bedenini terkederek
dışarı çıktı. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı, bedeniyle ruhu
artık iki parçaydı.
Ruh olmadan beyni nasıl çalışıyordu, gözleri nasıl ruhunu
izleyebiliyordu, anlayamadı Ferruh. Ama odasından
çıktıktan sonra artık ruhu duruma hakim oldu. Artık ruh
gözüyle görüyordu. Ruhlar aleminde farklı bir boyuta
geçmişti. Oturma odasını geçen ruhu mutfakta duran
nurdan ışığı görünce sendeledi. Bu ışık annesi Neslihan
hanımın ruhuydu.
“Olmaz, ruhlar, ruhlar aleminde hapistir, Allah'ın izni
olmadan dışarı çıkamaz. Sakın bu cin olmasın” diye
sendeledi, tedirgin oldu. Ruhu bu endişeleri içinden
geçirirken, annesi ona bakıp sadece tebessüm ediyordu.
Yüzü ay parçası gibi berrak ve sevimliydi. Tebessüm
ederken sanki simasında güller açıyordu. Başındaki beyaz

300
Faruk Arslan

başörtüsünden ayağına kadar bedeni bembeyaz ve şeffaf


bir suretteydi. Ferruh’un ruhu, halen tatmin olmamıştı.
‘Acaba Kur'an ruhlar hakkında ne diyor’ diye
televizyonun üzerindeki Kuran'ı eline aldı ve sayfalarını
karıştırmaya başladı. Bir yandanda,’mutfaktaki ruh halen
duruyor mu?’ diye kaşını kaldırıp bakıyordu.
Hasan Basri Çantay'ın tercümeli Kuran'ında ruhlarla ilgili
ayeti buldu. peygamberimize ruhtan sormuşlardı ve
cevaben ruhlarla ilgili pek az bir ilmin verildiği
söylenmişti.
Annesinin ruhunun yanına gitmeye ruhu çekinirken
annesinin ruhu iki elini açıp “gel, korkma” işareti yaptı.
Yavaş adımlarla ilerledi ve annesinin eline yapışıp öptü,
alnın üstüne koydu:
“Anne hakkını helal et, ölmeden önce bunu
söyleyemediğim için ruhum daraldı, vicdan azabı
çekiyordum” dedi Ferruh’un ruhu.
Annesinin ruhu “biliyordum, bunun için geldim” der gibi
başını salladı ve hakkını helal ettiğini gözleriyle bildirdi.
Ferruh’un ruhu, annesine sarılırken sırtında biraz sertlik
hissetti. Son yıllarda kılamadığı namazlarını eda ettiğini
telepatik olarak hissettirdi. Annesinin ruhu onunla dünya
kelamıyla konuşmuyor, ancak zihinler arası ifade etmeyi
düşündükleri gidiyor, cevabı hemen geliyordu.
Bir nevi ruhlar arası telepatik bir görüşme yaşanıyordu.
Midesindeki sertliğin sebebini son yıllarda eksik tuttuğu
Ramazan oruçlarının telafisi olarak izah etti annesi.
Neden 40 gün sonra gelebildiğine ise, boynunu büküp,
hesabın çok zorlu geçtiğini anlatmak istedi.
Ferruh’unn ruhu heyecanla diğer odada yatan babası ve
kardeşlerinide uyandırmak için teklifte bulundu.
Annesinin ruhu “Olmaz” diye şiddetle başını salladı.

301
Faruk Arslan

Onların bu görüşmeyi hak etmediğini dile getirdi. Fazla


zamanları yoktu. Annesinin ruhu, Ferruh’un ruhuna
namazlarını eksiksiz kılmasını, oruçlarını tutmasını,
Allah'ı ve Rasulünü severek ve sadece Allah'ın rızasını
tahsil etmek için yaşamasını istedi. Birde ona dua
etmesini ve Kuran okumayı sürdürmesini diledi. Sabah
ezanı okunmak üzereydi ve izinli olduğu süre bitmişti.
Ana ve oğul tekrar birbirlerine sarıldılar. Annesinin
nurdan ışık halesine gelmiş ruhu ezanın ' Allahu Ekber'
sedasıyla kaybolurken, Ferruh’un ruhu hızla bedenine
geri döndü.
Ferruh, ruhuna kavuşur kavuşmaz kan ter içinde ayağa
fırladı. Hızlı adımlarla mutfağa koştu. Annesinin ruhu
gitmişti. Hemen temiz bir abdest alıp sabah namazını
huşuyla kıldı, ardından tesbihatı yaptı ve annesine tekrar
dua etti.
Gördükleri rüya değildi. Yakazaten annesinin ruhuyla
kendi ruhu görüşmüşlerdi. İçine büyük bir ferahlama hasıl
oldu, inşirah doldu. Artık içindeki ukde yok olmuştu.
Annesi iyi bir yere gitmişti, aksi halde ruhlar aleminden
bu dünyaya gelmek için izin alamazdı. Allah, kendisine
bu ihsanı, inayeti sunmuşsa bir hikmeti olmalıydı. Nail
olduğu mazhariyeti nefsinin keramet olarak algılamaması,
bir istidraç, yalancı bir iltifat olarak kabul etmesi için
Allah'a sığındı. Herşeyin hayırlısını bilen ve hakkında
takdir eden Rabbi yine duasını kabul buyurmuş, hakkında
hayırlı olanı istediği için tevekkülünü ve sabrını
mükafatlandırmıştı.
Ferruh, Alanya'ya hapsolacak bir ruh olmadığını
hissediyordu. Buradan ayrılmasına tek engel annesi ve
ona olan sevgisiydi. Annesi yaşasaydı, onu kırıp asla yanı
başından ayrılamazdı. Annesi hangi ulvi gerekçe olursa

302
Faruk Arslan

olsun oğlunu yaban ellere bırakmazdı. Bu nedenle


"annemin ölümü hakkımda hayırlı olanmış" diye düşündü
Ferruh. Orduya beddua etmek yerine şükretmeliydi.
“Aynı zamanda onun hakkında da hayırlı olmalı ki ruhu
nur saçıyordu” diye aklından geçirdi ve gülümsedi.
Bundan sonra annesinin ölümünü hiç dert etmiyecekti.
Peygamberimizde yetimdi, kimsesizdi. Ama O,
kimsesizler kimsesine iltica ettiği için güçlüydü. “Allah'ı
bulan neyi kaybetmiştir, O'nu bulamayan neyi
bulmuştur.” diye içinden geçirdi.
Alllah'a teslim olup sadece O'na kulluk ettiği ve sadece
O'ndan yardım istediği için yine O'na şükretti. Hüzünlü,
çile ve zahmetlerle dolu uzun bir gurbete çıkacağı kalbine
ilham olmuştu. Bu zorlu hicret içinde hicret için çok
güçlü bir imana sahip olmalıydı,. Bu nedenlede şekerleme
tarzında iltifata ihtiyacı vardı. Rabbi, ihtiyacını görmüş ve
annesinin ruhunu ona göndererek mutmain olmasını
dilemişti. Allah'ın inayet ve ihsanı ümitsizliğe düşmeden
indiği için şanslıydı
Annesinin son sözlerini hatırladı:
“Oğlum orduna döneceksin!”
Kudsiler ordusuna bir nefer olarak yazılmak istiyordu.
Bu orduya nasıl yazılacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey
vardı, bu ordu henüz Alanya'dan asker, alperen
yazmıyordu. Ortada böyle bir orduda gözükmüyordu.

303
Faruk Arslan

Otuz Yedinci Bölüm

Tokatlı Ünsal’ın Mektubu

Ferruh, okuldan ayrılan veya mezun olan tüm


arkadaşlarına mektuplar yazmıştı. Kayserili Adem’in
başına iş açan mektubunu saymazsa, sadece iki kişiden
cevap gelmişti. Hepsini çok özlemişti. Mektuplardan
birini yazan Muğla’dan Yatağanlı Örhun’du. Koyu
Atatürkçü olan öğretmen babasının ona namazı
yasakladığını, evden çıkmasına izin vermediğini
yazıyordu. Babasına inat gizli gizli namaz kılmaya devam
etmekle kalmamış, ablasına da namaz kılmayı öğretmişti.
Elbette babası küplere binmişti. Ankara Üniversitesi
Uluslar arası İlişkiler bölümünü kazandığını sevinçle
müjdeliyordu. Babası ablasının başörtüsü takması
karşısında adeta çıldırmıştı. Ablasıda hemşirelik yüksek
okulunu kazanmıştı. Babası onlara Ankara’da bir ev
tutmuştu. Bacı kardeş artık rahat ve özgürce namazlarını
kılabileceklerdi. En fazla bacısı başını örtebilecek diye
seviniyor ama üniversitelerde artan başörtüsü yasağından
endişeleniyordu.
İkinci gelen mektup, okuldan atılmayıp, mezun olan
Tokatlı Ünsal’a aitti. “Komando” lakaplı Ünsal, okul
yılları boyunca onu sürekli döven Komünüstlere karşı
korumuştu. Atletik yapılıydı, yakışıklıydı, güçlüydü.
Kimse ona yan gözle bakamazdı. 16.01.1990, Salı
tarihini taşıyan mektubu Ferruh on defa okumuş, her
okuduğunda gözyaşlarını tutamamıştı. Mektup, Yunus
Emre’nin iki ayrı dörtlüğü ile başlıyordu:

304
Faruk Arslan

Hakka Aşık olan kişi


Akar gözlerinin yaşı
Pür nur olur içi dışı
Söyler Allah deyu deyu.

Doğruya varmayınca
Mürşide yetmeyince
Hak nasip etmeyince
Sen derviş olamazsın.

‘Selamün Aleyküm’ diye devam eden mektupda şunlar


yazıyordu:
“Kutlu yolun yolcusu, sevgili dost! Bataklıklar içinde
açan güzel kokulu bir gül. Yaratıcımızı bize hissettirip,
karanlıklar ve bataklıklar içerisinden bizleri aydınlığa,
güzele, refahlığa, saadete uzanan yolun kapısına Allah’ın
rızasıyla ulaştıran, muhterem kardeşim!
Bu ithamlar seni tarif için yetersiz kalıyor. Çilekeş
kardeşim. Görünüşte uzun gibi görünsede gerçekte göz
açıp kapanıncaya kadar geçen o kısa sürede, senden ayrı
kaldığımız müddetde her ne kadar senle irtibat
kuramassak bile sen bizim gönlümüzdeki yerini daima
muhafaza ettin.
Rabbimin izniyle bu günlere kadar geçen süre içinde
kendimizi muhafaza ettik. Fakat sağımızdan ve
solumuzdan gelen fırtınalar, nefsani ve şeytani arzular
bizden bir şeyler aldı. Bir fırtınalı havada batan geminin
enkaz parçalarına tutunan mürettabat gibi bizde
çevremizde bulunan ‘dava adamı’ kardeşlerimizle irtibatı
kesmemeye çalışarak ayakta kalmaya gayret ediyoruz.
Tabii ki, Allah’ın izni ve inayetiyle...
Sevgili kardeşim, bu geçen süre içerisinde yaptıklarımızı,

305
Faruk Arslan

gördüklerimizi anlatmak bu küçücük mektup sayfalarına


sığmaz. Yalnız kısaca gördüğüm kardeşlerden durumları
hakkında senide haberdar etmek istiyorum. Muhterem
kardeşim denizaltıcılığa iyice alışamadıysa da, sabır
edenlerden. O’da Gölcük’e annesini getirdi, bir ev tuttular
beraberce oturuyorlar. Onun için ev bir huzur yuvası.
Hizmetini daha iyi yapabilmekte. Hemde bekar olarak
mücadele etmekte.
Erdi kardeş evlendi, eşiyle birlikte Gölcük’e yerleşti.
O’da Allah’ın izniyle düzelecek. Ömer Fatih kardeşim
biliyorsun Ankara’da diş kursunda. Kursu Şubat’da
bitiyor. 5 yıla yakın Zonguldak’ta olacağını söyledi. İki
üç ayda bir onu görebiliyoruz. Muhterem annesi ile
kaldığı için artık eskisi gibi seyahat edemiyor. Lokma’da
evlendi, ancak henüz düğünü yapmadı. Onun ifadesine
göre oda bu mart ayında Ankara’ya kursa gelecekmiş.
Yada Doğu’ya tayin isteyecek. Bizim komando Levi’nin
göğsüne halen o iman ateşi yanmakta. Fakat çevreside
ona destek olacak kimseyi bulamamaktan büyük bir
yalnızlık ve üzüntü içinde. İnşallah Çinçin’de kursa
gelecek. İhsan’da Levent’den farksız. Tüm kardeşler
kıtaya gittiklerinden beri derin bir yalnızlık içerisindeler.
O eski havasını teneffüs ettiğimiz birlik ve beraberlik
duygusundan eser yok. İhsan iyice bunalmış, mücadele
etmek için bir vesile, bir vasıta arıyor. Sarılığa
yakalanmıştı, hastaneye yatmıştı ama şimdi iyi. Kursa
gelmek için çalışıyordu. Erkam kardeşte öyle.
Anlayacağın görüştüğüm tüm kardeşlerin sana selamı var.
Erkam’da büyük bir uyanma var. İnanıyorum ki, o biraz
daha istekli davranarak ortamı bulacak. En son
görüştüğümüzde inançlı 3 kişiyle aynı evde kaldıklarını
söyledi. Kemal için dua ediyorum. Bir hemşire ile

306
Faruk Arslan

evlendiğini duydum. İnşallah, eski günlerde olduğu gibi


gerçek bir müslüman, ‘dava adamı’ olur. Muhsin ise
Kars’ta çile dolduruyor. Gelelim diğerlerine. Nuri bir
hemşire ile evlendi. Ağrı’ya tayin oldu. Azim Bolu’da, bir
öğretmen ile evlendiğini duydum. Mahir, gemide. En son
gördüğümde durumu pek iyi değildi. Ortam onu iyice
sürüklemiş. Sami bir Kur’an kursu hocası ile evlendi.
Onun durumu çok iyi, mücadeleye devam ediyor. Birliği
Konya’dan İstanbul’a taşındı. Şimdi İstanbul’da ailesi ile
oturuyor. Melik, Tunç ve İlkay evlendiler. Tabii başka
evlenenlerde var.
Gelelim senle birlikte okuldan ayrılan Halim, Bekir ve
Ünlü’ye. Halim kardeş, askerliğini yaptıktan sonra
Muhterem’e bir mektup atmıştı. Kendisine göre bir iş
arıyordu. Daha sonra ben Ömer Fatih’den öğrendim, bir
inşatda çalışmış ve hastalanmış. Hastanede yatmış,
iyileşmiş ve memleketine dönmüş. Şu andaki durumu
hakkında başka bilgim yok ama oda evlenecekti.
Bekir’den şöyle haberdar oldum. Vanlı Marif Ankara’da
görüştük. İstanbul’da gezerken Bekir’i görmüş. Bir süre
göz göze bakışmışlar. Bekir’in yanında arkadaşları
varmış, konuşmadan ayrılmışlar. Marif, Berhan’ın
Cerrahpaşa Üniversitesi Tıp fakültesinde okuduğunu
söyledi. Ünlü ise, büyük bir mücadele, istek ve azimle en
sonunda İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültsini kazandı.
Şimdilerde manevi durumu iyi. Timaş Yayınevi’nde
Hekimoğlu İsmail’in yanında çalışıyordu. Üniversiteye
başlayınca devam etmedi. Derslerine çalışıyor. İnşallah
sizin gibi kardeşlerimiz gün gelecek irtica çığırtganlığı
yapan, ne olduğu belirsiz mahlukların boğazına, yakasına
yapışıp hesap soracaksınız...
Bu arada 08.01. 1990’da gönderdiğin mektup, 16.01.

307
Faruk Arslan

1990’de elime geçti. Hemen cevap yazmak istedim. Tabii,


ne kadar mutlu olduğumu ifade edemem. Ama bu bir kaç
satır mektuplada senin mutluluğunu tasavvur
edebiliyorum. Mektup içine sana ait gazete küpürlerini
koyuyorum. Zaman gazetesinde 1988 ve 1989’da çıkan
yazılarını gördük, pek sevindik. Bunları iki diğer
arkadaşlarıma da gösterdim. Artık senden böyle haberdar
olduk.
Kardeşim gelelim benim durumuma. Bende bu gemide
ayakta durmaya çalışıyorum. Biliyorsun kurada Deniz
Kuvvetlerini çekmiştim. Gemideki subay ve astsubayların
halini görsen, çıldırırsın. Buradaki insanların ömrü
mutfakla tuvalet arasında geçiyor. Geminin salonu
kahvehaneden beter. Kağıt, tavla, okey, kumar oynamak
normal bir iş. Toplumda normaller anormal, anormaller
normal gösterildiği için içki içenler, kumar oynayanlar,
karı kızla fuhuş yapanlar ilerici ve medeni! Arada bir
porno film oynatılıyor ve toplu seyrediliyor. Anlayacağın
tam bir pislik yuvası. Ben buraya seyyar hapishane
diyorum. İnşallah bu ortam bizim için ‘Medreseyi
Yusufiye’miz olur.
Tek tesellim gemide bir revirin olması. Revirde bir yatak,
lavabo, buzdolabı, kitap raflığı ve çalışma masası var.
Yani kendimi yetiştirmem için herşey hazır. Fakat bu
imkanı tam anlamıyla değerlendiremiyorum. Herşeyden
önce istemek lazım. İnşallah sizlerin duasıyla. Allah’ın
izniyle daha iyi değerlendireceğiz. İman Allah’ı bildirir,
aşk Allah’ı buldurur. İnşallah bulacağız. Gerçek dava
adamı, hizmetinden boş vakit bulursa özel işlerini yapar.
Biz ise özel işlerimizden boş vakit kalırsa Allah’ın
davasına hizmet ediyoruz. Gemideki diğer arkadaşların
imkanları benim imkanlarımdan daha az ve kısıtlı. Çünkü

308
Faruk Arslan

bizim revirimiz var, onların hiç bir şeyleri yok. Namaz


kılmak için fırsat kollayıp kimseye görünmeden
namazlarını kılmaya çalışıyorlar. Boynuzsuz koyunun
boynuzlu koyundan hesabını soracağı zaman herhalde
imkanı olmayanlar imkanı olanlardan hesap soracaklardır.
Satırlarıma son verirken, ailene selam eder, manevi
desteğini ve duanı bizden esirgemeyip devam etmesini
diliyorum.”

Selamlar, tekrar Selamün Aleyküm.


Seni unutmayan kardeşin Ünsal

Ferruh artık Alanya’da kalamazdı. Ünsal’ın mektubu


beyninde şimşekler çaktırmıştı. Bu dünyaya para kazanıp,
zengin olmak, lüks bir hayat yaşamak için gelmemişti.
Onu bu kente bağlayan tek bağı olan annesi ölmüştü. Aklı
hep annesinin yakazaten gördüğü rüyadaydı.
“Oğlum, orduna döneceksin” demişti annesi Neslihan
hanım. Ama nasıl? Ferruh’un ruhu bu orduya nasılsa
intisap edeceğini hissediyordu. Kös kös Alanya’da
beklemekle hayalini kurduğu aksiyon merkezli kutlu yola
giremezdi. Derviş olamazdı. Bu nedenle bir gün aniden
valizlerini topladı ve İstanbul'a bir otobüs bileti aldı.
Babası Orhan, oğluna çok güveniyordu. Nereye ve niçin
gittiğini sormadı. “Okumak, ilim öğrenmek için yollar
aramaya gidiyorum ve paraya ihtiyacım yok, Allah ilim
peşinde koşanın rızkını verir” demişti sadece.
Babası annesinin ölümünden beri Ferruh’un dengesini
kaybettiğini, kaba ifadeyle delirdiğini sanıyordu. Bu
nedenle ' İstanbul'a gider, biraz hava alır, sonra kendi
ayakları üzerinde duramayacağını, hayat şartlarının çetin
olduğunu anlayınca tıpış tıpış geri döner diye

309
Faruk Arslan

düşünüyordu. “Eğer okumanın yollarını bulursa, okur, aç


kalırsa babam der ocağa döner” dedi içinden Orhan bey.
Oğullarının hepsi birbirinden inatçıydı ve üzerilerine
gidince tam tersini yapmak gibi huyları vardı. Bu huy
dedeleri iki Abbas’ta, babaanneleri “Deli Hacer”de ve
kendisinde de vardı. Bu nedenle serbest bırakıp, kendi
kararlarını kendilerinin almasını teşvik ediyordu.
Allah, ilim öğrenmede peşindeki hicret ehli kimseyi
rızıksız bırakmazdı. Ferruh’un İstanbul'da tanıdığı tek
arkadaşı askeri okul yıllarından aynı kaderi paylaştıkları,
İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünde okuyan
Mustafa’ydı. Hacettepe üniversitesinde aşık olduğu kız
Yeliz onu terk ettikten sonra psikolojik bunalıma giren
Mustafa, yatay geçişle İstanbul’a gelmişti.
Bilinmezliğe yelken açan Ferruh, “Hicretde keramet
vardır” hadisini takip etmeye ve madem Türk ordusuna
asker olmaya liyakatlı değil, kudsiler ordusu nerede ise bu
orduyu bulup, yazılmaya ant içmişti. Bu sırada annesinin '
“Oğlum orduna döneceksin!” sözleri aklından
çıkmıyordu.
Alanya’dan İstanbul’a doğru yol alan otobüs bir hicret
garibini taşıyordu. Kaderin rüzgarına kendisini bırakan
Ferruh’un yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Gülümsedi,
gözleri daldı, sebeblerin yaratıcına hayatını bağlamıştı ve
asla bu teslimiyetden pişmanlık duymuyordu. Hicretde
keramet olduğuna inanırdı.
Hiç bir sebep hikmetsiz değildi, her işte bir hayır vardı ve
zincirleme reaksiyon gibi hayır hayırı takip ediyordu. Her
şerde dahi bir hayır vardı. Yaratılan herşey ya doğrudan
veya neticeleri itibariyle güzeldi. Önemli olan samimi
niyet, yaptığını sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve
merhametine mazhar olabilmek için yapmaktı. Bu

310
Faruk Arslan

saflığını kaybetmediği sürece Allah'ın ihsan ve inayetinin


yetiştiğine kısa ömründe pek çok defa şahit olmuştu. İşte
bu temiz duygularla 1990'nın Ağustos'unun son
günlerinde elinde bir valiz Topkapı otobüs terminaline
indiğinde koca İstanbul'da tanıdığı tek arkadaşı Ahmet
Türker’i onu beklerken buldu.
Ferruh, Alanya'dan hicret edip İstanbul’a geldiği için
şükrediyordu. Alanya’dan İstanbul’a hicretin, hicret
içinde hicretlerinden bir hicret olduğunu bilmiyordu.
Hakkı kaldırmak için samimi bir hicret niyetiyle yola
çıktığını biliyordu. Allah rızası odaklı yaşamak hicretinin
merkezinde yer alıyordu.
Artık “Eşekler Sınıfı:na değil “İnsanlar Sınıfı”na dahil
olmak istiyordu. İstanbul’a otobüs girerken elini açtı ve
Yaradanına dua etti:
“Yarabbi beni insan et, eşek değil... Vazife cümleden
yüksek, nefsim ise herşeyden küçük... Beni mahçup etme
Hak dostlarından eyle...”

Ferruh, kim olduğunu hatırladı: Ben Anadolu evladıyım,


gerçek bir Çorumluyum, nesiller boyu asker çocuğuyum.
Büyük dedem 1. Abbas, 4 sene 1. Dünya Savaşında, 4 yıl
Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış bir şehit, Çorumlu Demirci
Arslan Usta namıyla bilinir.

6 yetime bakmak için evlenmeyen babaannemin kardeşi


Ömer Dayı, Allah rahmet eylesin Çorum’un gizli
evliyasıdır. Küçük dedem 2. Abbas, eşeğiyle köy köy
dolaşıp Cumhuriyet’in İslam’a savaş açtığı en karanlık,
kesif döneminde İslami kitaplar satan, gizli gizli Kur’an
öğreten, İslam’ı hoş, arı, duru diliyle anlatan devrin

311
Faruk Arslan

Yunus Emre’si, Çorum’un ayaklı gazetesi, son Nasreddin


Hoca'sıdır.

Babaannem Hacer’in evlenmek için iki adet Abbas’ı


Çorum’da nasıl bulduğu ailemizde espiri konusudur; nur
içinde yatsın, namazını geçirdiğini hiç görmedim. 90 yıl
çile dolu bir hayat yaşadı Tepebaşı mahalllesindeki
metruk evinde; 'Deli Hacer' derlerdi, zira 20 yıl cinlerin
çarptığı oğlu Bahri'sine gözü gibi baktı. Sert idi, yalçın
kayalar gibi tavizsizdi, gülmezdi, eline oğlu değse
abdestini yenilerdi, saf, duru, katıksız Anadolu kadınıydı,
maviş, şahin gözlü bir kartaldı. Rahmetli anneannem
Dudu’da (sülalede herkes ona Dudanne derdi) üzerine
güneş doğurmazdı, namazı sektirmezdi, şefkatliydi,
çalışkandı, sevecendi, hamarattı. Karakeçili
mahallesindeki Azap Ahmet Cami yanındaki tarihi evde
yaşadı, gelin geldiği evden 60 yıl çıkmadı. Tavşanları,
ördekleri, kazları, tavukları onun evlatları, cüceleriydi, 9
çocuk doğurdu, 6'sı yaşadı, evlatlarından, torunlarından
hiç biri inançsız olmadı.

Babam, 1971’de Cumhurbaşkanı olmaya çalışan Faruk


Gürler Paşa’nın emriyle ordudan namaz kılmaktan
atılırken, son anda İslam’a hizmet çabası ferdi görülerek
affedilmiş, zor kurtulmuş, Malatya’nın Erhaç’ına mescit
açtırmasıyla ve üsde cesurca, mertce İslam’ı yaymasıyla
ünlü fedai Osman Baba’dır. Biz, Karakeçili Türkmeniyiz,
özbe öz Türk’üz, hakkımızı yerde koymaz alırız, namerti
kadife sinemizde eritir demirden sağlam yüreğimiz. Biz
Mehmetçiğiz, kessen vatan akar kanımız. Türk'üz ama
kuru Türk milliyetçiliği yapmayız! Biz Mehmetçiğiz,
kessen vatan akar kanımız, peki ordudan namaz kılanları

312
Faruk Arslan

atanlar siz kim oluyorsunuz? GATAkulli’yi icat eden


Eşekler Sınıfı, Sağlık Astsubay Okulu’nun 1987 devresi
sen hatıralarınla bin yaşa! Ordum ilelebet yaşasın…

313

You might also like