Professional Documents
Culture Documents
Fatih Akının Aksanlı Sineması KİMLİK
Fatih Akının Aksanlı Sineması KİMLİK
ÖZET III
ABSTRACT IV
GİRİŞ 1
I. KİMLİK 8
C. Avrupalı Kimliği 25
D. Alman Olmak 29
C. Karanlık Yıllar 50
E. Diyaspora Sineması 60
F. Genel Özellikler 67
1. Diyasporik Tarz 68
2. Dil 69
3. Görsel ve İşitsel Ögeler 71
4. Duygu, Biçim, Tema 73
1
III. FATİH AKIN’IN “AKSANLI” SİNEMASI 77
SONUÇ 135
KAYNAKÇA 141
2
GİRİŞ
Akın’ın Almanya adına 54. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü alışı da buna
en güzel örneklerden biri. Genç yönetmen Fatih Akın sadece Almanya’da değil tüm
dünyada yankı uyandıran filmi Gegen Die Wand’dan (Duvara Karşı, 2004) sonra bir
Sanatlar Fakültesi Görsel İletişim mezunu olan yönetmen şimdiye kadar ikisi kısa,
toplam on film yönetmiştir. Yönettiği filmlerin yedisinin, bol ödüllü Duvara Karşı da
dahil olmak üzere, senaryosu yine kendisine aittir. Bu bağlamda Akın, filmlerinde
görsel bir dil oluşturmanın ötesinde, içerik üzerinde de belirleyici bir role sahiptir.
Akın Almanya doğumlu, Türk asıllı bir yönetmen olduğu için akla ilk gelen de onun
“göçmen” kimliği olmuştur. Türkler onu kendilerine mal ederken bazı Almanlar onu
hâlâ göçmen olarak görmeyi tercih etmiştir. Halbuki daha yüzyılın ilk yarısında
Avrupa’dan ABD’ne göç eden F.W. Murnau, Douglas Sirk, George Cukor, Vincent
melodram ve kara film türlerinin örnekleri olarak kabul edilir. Ayrıca Avusturyalı
3
diasporası ekonomik nedenli olup, diğer pek çok diasporada olduğu gibi vatan
ulaşılmaz, dönüşü çok zor olan mitik bir yer değil, her zaman ikinci bir ev, dönülecek
Ancak Almanya’daki ikinci ve üçüncü kuşak Türkler için göçmen demek yanlış olur.
Onlar çifte vatandaşlık sahibi ve doğup büyüdükleri yerden dolayı da daha çok
yabancılaşma gibi konuları göçmenlik ekseninde ele alan Tevfik Başer, Yılmaz
Arslan ve Tunç Okan gibi Türk asıllı yönetmenlerin aksine Akın, filmlerinde
evrensel insan sorunlarına odaklanıp, göçmenliği bir alt metin olarak kullanmaktadır.
olarak değil “insan” olarak ele alması ve genel diasporik film sınırlarını aşarak
Özellikle son yıllarda sayıları artan Türk asıllı sanatçıların Alman kültürüne katkıları
yadsınamaz bir artış göstermiştir. Son dönemde Emine Sevgi Özdamar, Zafer
Fatih Akın, Kutluğ Ataman, Thomas Arslan, Yüksel Yavuz ve Aysun Bademoğlu
Türk asıllı yönetmenlerin ele aldığı yabancılaşma, uyum sorunu gibi konular
görülmez. Bunun yerine yeni nesil yabancı asıllıların uyumu göze çarpar. Buna
karşın Avrupa kendi kimliğini ve bir açıdan bunun üstünlüğünü “öteki”ni dışlayarak
4
sergilemektedir. Bu bağlamda kendisini “iki kültürlü bir yönetmen” olarak
tanımlayan Fatih Akın’ın çalışmaları bu çok kültürlülük ortamını nasıl ele aldığı ve
(misafir işçi filmi) kısıtlamasına uymadığı, evrensel bir dil taşıdığı da ortadadır.
Araştırmada ele alınan konu, Almanya’daki Türk diasporasının bir bireyi olan Fatih
Akın’ın sinemasının yapısı ve zorladığı sınırlardır. Akın, diasporik bir birey olarak
değil kültürler üstü ve melez bir birey olarak tanımlanıp, evrensel konuları ele alan,
farklı ve özgür yaratılarda bulunmakta, bir başka deyişle iki dili kullanarak üçüncü
Sinemayı başından beri sanat olarak gören ve üretimini bu yönde şekillendirirken, dil
başlanacaktır. Kimlik ele alınırken daha fazla açılımlara gebe olan post-modern
1
D. Morley, K. Robins. Kimlik Mekanları, çev: Emrehan Zeybeyoğlu, İstanbul, Ayrıntı Yayınları,
1997, s: 129
5
kimlik kavramından hareket edilecektir. Tezin hareket noktası da kimliğin geçirgen
ve değişken bir yapı olarak asla durağan olmadığı ve sıkı kalıplarla ifade
koymasına rağmen sınırsız bir yaratık olduğudur.2 Kimlik tanımlandıktan sonra bir
kimlikleri ve ötekilere bakış açıları ele alınarak, Akın’ın neden Almanlar tarafından
bulunulacaktır. Akın kültürel açıdan “melez” olarak ele alınıp, melezliğin sanatına ve
genişliğini gözler önüne sermektir. Bu bağlamda, iki kültüre ait yönetmenin çok
ve melez bir kültür yaratarak farklılıklara yer açtığı varsayımından hareketle, Akın’ın
diaspora sinemasını kendine göre yorumlayarak, sinemasına nasıl evrensel bir dil
6
Akın’ın göçmen bir ailenin çocuğu olmasının kimliğine ve filmlerine yansıması ele
alınıp, onun sinemasının genel özellikleri incelenip kendine özgü oluşturduğu sinema
tanımlanmaktadır. Akın sineması hem Türk hem de Alman seyircilere bir çeşit
Aynı anda iki kültüre ait olan Türk asıllı yönetmen ‘en az iki kimliği bünyesinde
barındıran, iki kültürel kimliği dile getiren ve bu ikisi arasında çeviri ve müzakere
yapabilen bir kişi’4 olarak, filmlerinde kendine özgü bir dil yaratmayı ve az sayıdaki
3
Film araştırmalarında geçtiğimiz on yıldır “göçmen sineması”, “sürgün sineması”, “diasporik
sinema”, “bağımsız ulusaşırı sinema”, “aksanlı sinema” gibi kavramlar çerçevesinde birtakım
filmlerin ele alındığı görülmektedir. Bu alandaki en geniş çaplı incelemelerden birisi de Hamid
Naficy’nin Accented Cinema: Exilic and Diasporic Filmmaking (2001) adlı kitabıdır. Aksanlı sinema
kavramı Naficy’nin Türk ulusaşırı sinemasının da yer aldığı makalesi “Phobic Spaces and Liminal
Panics: Independent Transnational Film Genre” (1996) içinde kullandığı “bağımsız ulusaşırı sinema”
kavramının geliştirilmiş bir versiyonudur. Naficy bu sinemayı, “önceden tanımlanmış coğrafi, ulusal,
kültürel, sinemasal ve üstsinemasal sınırları boylu boyunca kesen” yeni bir tür olarak tanımlar ve bu
türün iki ana özelliğini şöyle betimler: ana dokudaki çatlak gibi olan ulusaşırı yönetmenler ve türü
karakterize eden klostrofobik mekanların yapılandırılması. “Aksanlı sinema” kavramı ise, aynı
çerçeve içinde, ama daha dar ve belirgin şekilde Batı’da yaşayan sürgün, diasporik ve/veya
postkolonyal/etnik kimlikli sinemacıların 1960’lardan bu yana ürettikleri filmleri adlandırmak için
kullanılır. Aksan, film karakterlerinin aksanlı konuşmalarından ziyade yönetmenlerin dünyaya
bakışlarını, dünyayı algılayışlarını, dolayısıyla stillerini şekillendiren yerinden edilmişlik
duygusundan kaynaklanır. Aksanın kaynaklarından biri yerinden edilmişlikse, diğeri de filmin yapım
koşullarıdır. Genellikle bağımsız, dar bütçeli, küçük yapımlar olup, yönetmenin filmin üretim
aşamasına farklı düzeylerde (senaryo, görüntü yönetmenliği, kurgu, oyunculuk gibi) katıldığı, kimi
zaman yapımcılık, dağtım ve tanıtım ile bizzat ilgilendiği toplu bir üretim tarzı içerir. Bu tip üretim,
yönetmenin film üzerindeki kişisel denetimini arttırarak, kişisel bakış ve stilin öne çıkmasını sağlar.
(Bkz: Naficy, 1996; Naficy, 1999; Naficy, 2001)
4
Stuart Hall. “The Question of Cultural Identity”. Modernity and Its Futures. Editör: S. Hall, D.
Held, T. McGrew, Cambridge, Polity Press, 1992, s: 310
7
öteleşmesiyle birlikte sınırların anlamını yitirmiş olması nedeniyle yönetmenin
bir yerde düşünülmesi gerekmektedir. Çalışmada varılmak istenen nokta da, Akın’ın
sınırlarını aştığının ve kendine has bir sinema dili oluşturduğunun altını çizmektir.
Yönetmen, özgün ve evrensel bir sinema dili yaratırken aynı zamanda Almanya’da
farklı bir bakış açısı getirmesi ve Türk asıllı bir yönetmen olarak bu kimliklerle
oluşumuna katkısı açısından da önemlidir. Daha önce Akın’ı konu alan bir tez
bırakılmıştır. Filmlerin elde edilme zorluğu göz önüne alınarak, beş film üzerinden
yeterli olduğu düşünülerek, yönetmenin sinemasının her yönüyle ele alınması daha
8
Bir öykü anlatma aracı olarak film, kısa öykü ve romana benzemesinin yanısıra en
büyük benzerliği tiyatro oyunu ile gösterir. Çünkü her ikisi de dramatik bir yapıya
9
I. KİMLİK
Kimlik oluşumu karmaşık bir süreçtir. Kişi ne olup ne olmayacağına karar verirken
çevresindeki pek çok olasığı gözden geçirmek zorundadır. Elbette içerme ve dışlama
süreci sonunda kişi bir bakıma kimlerle benzeşip kimlerden ayrışacağına da karar
verir. Bu bağlamda kimlik, kişisel ve aynı zamanda da toplumsal bir olgudur. Kişinin
kimliği hakkındaki kavrayışı, çevresi ile kurduğu etkileşim sonucunda gelişip, değişir
olarak iki tip kimlik tanımından söz edilebilir. Geleneksel görüşe göre tutarlı,
bütüncül ve sabit kimliğin üretimi için tüm dinamikler (ırk, cinsiyet, sınıf) birlikte
hareket eder. Daha yeni olan görüşe göre ise, kimlik devamlı üretilir, inşa edilir.6
5
Jeffrey Weeks. “Farklılığın Değeri”. Kimlik: Topluluk, Kültür, Farklılık çev: İ.Sağlamer,
İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1998, s:85
6
Madan Sarup. “Identity and Narrative”. Identity, Culture and the Post-modern World. Editör: R.
Tasneem; G. Athens, The University of Georgia Press, 1996, s.14
10
Bu çalışmada ele alınan kimlik tanımı da Stuart Hall’un deyişiyle “özcü değil,
belirli bir sosyal, coğrafi, kültürel ve politik bağlam içinde kendini algılama
biçimidir.8
yeniden bir araya gelen yapılar olduğu söylenebilir. “Bu bağlamda kimlik bir oluşu
ifade eder.”9 Hatta bu yapıların Cupach & Imahori’nin tanımladığı gibi soyut,
Hall’un belirttiği gibi kültürel kimlikler genellikle akışkan ve kesişen bir yapıya
sahiptir. Bu bağlamda net sınırları olmayan, pek çok unsurun toplamı ve onların daha
fazlasını ifade eden çok katmanlı bir yapı ortaya çıkar. Kimlik asla tarafsız da
değerlerin ağırlığı ise herhangi bir formüle tabi değildir ve neredeyse sonsuz
açılımlara gebedir. Kimliği bu kadar problemli bir çalışma alanı haline getiren de bu
sonsuz açılımlardır.
7
Stuart Hall. “Who Needs ‘Identity’?. Questions of Cultural Identity. Editör: S. Hall, P. Du Gay,
London, Sage Publications, 1996, s:3
8
W. R. Cupach & T.T. Imahori “Identity Management Theory” International and Intercultural
Communication Annual 17, 1993, s:112-131 aktaran Gust A. Yep. “My Three Cultures:Navigating
The Multicultural Identity Landscape”. Intercultural Communication. Editör: F.E. Jandt, Thousand
Oaks, Sage Publications, 1998, s:79
9
Madan Sarup. “The Home, the Journey and the Border”, 1996, s:6
10
Yep. a.g.e. s: 79
11
George Corm, bu sonsuz açılımların ulus ötesi imparatorluklar döneminde zenginlik
imparatorluklarına çeker:
tutarlı bir kimlik anlayışı ile mümkün olabilir. Ancak günümüzde globalleşmeyle
birlikte bireyin seçim yapabileceği sınırlı kaynakların bir ölçüde arttığı ve kimlik
11
G. C. Corm. L’Europe et L’Orient: de la Balkanisation a la Libanisation-histoire d’une
modernite inaccomplie. Paris: La Decouverte, 1989, s: 50-51 aktaran D. Morley; K. Robins, 1997, s:
47
12
B. Post-Modern Dünyada Kimlik
B.I. Post-Modernizm
modernizm, toplumların yapılarında iki dünya savaşı ardından meydana gelen hızlı
olup, dünyanın tümüne mal edilemez olmasıdır. Craig Owens bu durumu; “Batı
düzenin, doğal ve sosyal bilimlerin gün ışığına çıkardığı gerçekler temelinde yeniden
içten çok uzaktan kendine bakışıdır, kazançların ve kayıpların tam bir envanterini
çıkarması, kendini psikanalizden geçirmesidir, daha önce hiç açık açık söylemediği
12
Ernest Gellner. Post-modernizm, İslam ve Us. çev: Bülent Peker, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1994,
s: 46
13
Craig Owens. “Feminism and Post-modernism”. Post-modern Culture. ed. H. Foster, Seattle, Bay
Press, 1987, s:57
14
Ali Rattansi; Sallie Westwood. Irkçılık, Modernite ve Kimlik. çev: Sevda Akyüz, İstanbul, Sarmal
Yayınevi, 1997, s: 28
13
niyetlerini keşfetmesi ve o niyetleri sıfırlayıcı ve tutarsız bulmasıdır. Post-modernlik,
anlatılara’ eleştirisidir.
felsefesinin tek, biricik doğruluk savının sorgulanmasına dayanır. Her şeyin metin
olduğu kavrayışı; metnin, toplumun, neredeyse her şeyin temel malzemesinin anlam
doğruluğu değişken, çok bilinçli, içe dönük ve öznel olarak ele alan bir düşünce
15
Zygmunt Bauman. Modernity and Ambivalence. Cambridge, Polity Press, 1991, s: 272
16
Ernest Gellner. 1994, s: 41-42
17
J. François Lyotard. The Post-modern Condition: A report on Knowledge. Fransızca’dan çev:
Geoff Bennington; Brian Massumi, Manchester, Manchester University Press, 1984, s:xxiv
14
sistemi olarak tanımlanabilir. Lyotard’ın deyişiyle, “post-modernizm farklılıklara
dünyada önemini yitiren öznenin kitleler içinde kaybolması yerine, alt kültürlere
ağırlığının kaybolduğunu öne süren post-modernizmde, alt ve üst kültür farkı kabul
edilmez.
ortamında bireyin yok olduğunu dile getirir. Bireyler kitleleşerek yok edilmekte,
18
J. François Lyotard, 1984, s:xxv
19
Lyotard, a.g.e., s:14-18
15
B.2. Post-Modern Kimlik
Ali Rattansi post-modern kimlik çözümlemesi için gerekli şartları şöyle belirlemiştir:
Yukarıda adı geçen Descartes’ın öznesi Stuart Hall tarafından 3 başlık altında
çıkan ve hayatı boyunca aynı kalan bir özden oluşur. Modern birey ilk defa dönemin
Fransız düşünürü Descartes tarafından 17. yy.’da tanımlanmıştır. Tanrı’yı her şeyi
başlatan olarak alan Descartes, onun dışında kalan tüm dünyayı mekanikle ve
matematik ile açıklamıştır. Bireyi uzamsal ve düşünsel olarak ikiye ayıran düşünür,
“akıl” ve “madde” arasında bugün de var olan dualitenin temellerini atmıştır. Her bir
20
Ali Rattansi; Sallie Westwood. 1997, s: 41
21
Stuart Hall. 1992, s:275
16
Hall’un ikinci sınıflandırması olan sosyolojik özne ise Endüstri Devrimi ve onun
içerisinde oluşur. Özne hâlâ bir öze sahiptir; ancak öz artık kültürel dünyalar ve
Rattansani ve Westwood modern bireyi ele alırken Foucault ve Bauman’ı esas alıp
arayışlarının, açıkça modern üç projeyle iç içe geçmiş hale geldiğini dile getirirler:
22
Hall. a.g.e., s: 275-276
23
Ali Rattansi; Sallie Westwood. 1997, s: 36-37
17
Böylelikle kimlik, birey ve toplumun etkileşiminden doğar ve karşımıza farklı bir
dualite çıkar: “birey” ve “toplum”. Öznenin hâlâ bir özü vardır ancak bu öz pek çok
farklı dış etkenle biçimlenir ve hatta egemen söylemle son halini alır olmuştur.
Son olarak kültürle biçimlenen, daha açık uçlu ve çeşitlenen kimliklerin ortaya
uğrayan bir kavram olarak karşımıza çıkar. Bu özne artık biyolojik olarak değil,
tarihsel olarak belirlenir, hareket ve başkalaşım onun temel özellikleri haline gelir.
Bazı önemli düşünce akımları özcülüğün yıkımına yardımcı olup, kimlik oluşumunu
dış dünyaya bağlayarak bireyi yerinden etmiştir. Bunlardan ilki Sigmund Freud
dayanağı olan bilinçaltıdır. Freud’a göre kimlik, cinsel kimlik ve arzuların yapısı
18
giden yoldur ve rüya bastırılmış bir isteğin geri dönüşü ya da arzulanan bir şeye
ulaşma yoludur. Bilincin reddettiği şey, rüyalarla ortaya çıkar.”25 Öznenin kimlik
konularak süreç geliştirilmiştir. Lacan yeni doğan bir bebeğin kendini dış dünyadan
ayırt edemediğini, altı ila onsekiz aylıkken aynadaki görüntüsü ile karşılaşarak ilk
defa parçalı olan imgesiyle özdeşleştiğini söyler. Bebek kendi vücudunu dış
dünyadan ayrı bir varlık olarak algılamaya başlar. Bu durum kendi imgesine olan
tamamlayacak öteki arayışı başlar.26 Böylelikle birey ihtiyacı olan bütünlük için
“öteki”ne ve dışarıya ihtiyaç duyar hale getirilmiştir. Her iki düşünce Descartes’in
ünlü Kartezyen öznesinden ayrılır. Çünkü artık sadece mantığa ve nedene dayalı
düşünen, özü olan, bütünlüklü bir bireyden söz etmek mümkün değildir.
Diğer bir düşünce ise yapısal dilbilimci Ferdinand de Saussure’un savunduğu dilin
bireysel değil, sosyal bir sistem olduğu ve bireyin varolan dil ve kültür kodlarıyla
kendini ifade edip, anlam yarattığıdır. Saussure, dilin içindeki terimlerin birbirleri ile
düzenli bir zıtlık ilişkisi içinde varolduğunun altını çizer. Bu düşünceye göre, anlam,
çıkmaktadır.27 Diğer bir deyişle, Saussure’e göre anlamaya çalıştığımız dil “tamamen
25
Madan Sarup. “Identity and the Unconscious”. 1996, s:29
26
Elizabeth A. Grosz. Jacques Lacan: A Feminist Introduction. London, Routledge, 1990, s:33-43
27
Madan Sarup. “Identity and Difference”. 1996, s:46
19
farklılaşmaya dayanır ve pozitif içerikleri tarafından değil, negatif olarak, yani
olduğunu, “gece” olmadığını bildiğimiz gibi. Burada kimlikle dil arasında bir
belirler.
(ötekine karşı ben) denir29; ters taraftan bakarsak öteki bizi biz yapan şeyleri
Öteki, kimliğin ve özellikle grup kimliğinin yaratılması için olmazsa olmaz bir
tanımlanması imkansız hale gelir. Oysa Julia Kristeva’ya göre yabancı, kimliğimizin
öteki yüzüdür. “Bu gizli ve bastırılmış olan, bizde bir rahatsızlık duygusu yaratır.
Böylelikle güçlü yabancıya karşı “biz” duygusu ortaya çıkar. Bizi bir arada tutmak
28
D. Morley, K. Robins. 1997, s:73
29
Bozkurt Güvenç. “Türkiye’de ve Almanya’da Türk Olmak”. Türk Alman Sempozyumu Alman
Olmak Nedir? Türk Olmak Nedir?. Hamburg, Körber Vakfı, 1998, s: 327
20
için yabancıyı uzak tutmamız gerekir. Ötekiyle, yabancıyla yaşama bizi bir öteki
Kimliği yeniden yorumlayan düşünce sistemleri arasında Michel Foucault önemli bir
yere sahiptir. Tüm Aydınlanma Çağı filozofları insanı merkeze alırken o, ‘tek bir
insana’ yer olmayan bir düşünce sistemi geliştirmiştir ve bu düşüncede “bir insan
hem toplumsal hem de bireysel kimlikleri verilir. Foucault’a göre modern Avrupa’da
zaman uzamsal olmasa bile sosyal olarak ayrıştırılırlar. İkinci süreç ise bilimsel
olarak serseriler, çalışan sınıf, marjinal vb. gibi grupları tahakküm altına alan
30
Julia Kristeva. Strangers to Ourselves. New York, Harvester Wheatsheaf, 1991, s:13-20
31
Paul Rabinow. The Foucault Reader. New York, Pantheon, 1984, s:208
32
Rabinow. a.g.e. s: 208
33
Paul Rabinow. 1984. s:208
21
tekniklerdir. İlk ikisi toplumun dayattığı süreçler olurken, sonuncusu bireyin aktif
olduğu ve kendine yaptığı bir şeydir. Bu üç süreçle birey kendini anlamaya başlar
ancak bu anlama dıştan bir otorite ile yönlendirilir. Foucault’ya göre bu otoritenin
kaynağı kendi ortaya attığı “disipline edici güç” kavramında yatar. Bu güç bireyleri
hem özne hem nesne olarak üretirken, pratikte belli tipte beden ve zihinler üretmeye
Bu çeşit güç bireyi kategorize ederek günlük hayatın her alanına yansır,
bireyi kendi bireyselliği ile tanımlar, onu kendi kimliğine bağlar, güç
başkaları tarafından bireyde tanınması gereken ve onun da tanımaya zorunlu
olduğu gerçeğin kanununu ona empoze eder. Bu çeşit güç bireyleri özne
haline getirir. Özne kelimesinin iki anlamı vardır: kontrol ve bağımlılıkla bir
başkasına özne olmak ve bir bilinç veya bir kendini tanıma ile kendi
kimliğine bağlanma. Her iki anlam da bireyi boyun eğdiren ve onu özneye
çeviren bir çeşit güç gerektirir.34
Kimliği parçalamaya yönelik en yeni fikir ve sosyal hareket ise feminizm olup,
politik ve sosyal bir soru olarak bireylerin toplumda nasıl cinsiyete göre farklı
“Toplumsal cinsiyet daima bir kurmacadır; fakat bu kurmaca eylemden önce var
34
Michel Foucault. “The Subject and Power”, iç. H. Dreyfus, P. Rabinow (ed.) Michel Foucault:
Beyond Structuraliam and Hermeneutics. Chicago, University of Chicago Press, 1982, s: 208
35
Stuart Hall. 1992, s:289
22
ifadelerinin arkasında toplumsal cinsiyet kimliği diye bir şey yoktur. Bu kimlik tam
deyimiyle:
Bireyler hayatları boyunca birçok, farklı ve çelişkili durumda bulunurlar. Bir sol
görüşlü, çevreci, Müslüman, baba, doktor ve tüketicinin ortak yönü nedir? Bunların
hepsi bir kişi olabilir ve bu aidiyet listesi potansiyel olarak sonsuzdur. Hangi
Burada post-modern öznenin oluşumunda bir diğer önemli unsura dikkat çekmek
36
Judith Butler. Gender Trouble. Feminism and the Subversion of Identity. London&NY,
Routledge, 1990, s:25
37
Alberto Melucci. “Becoming a person”. Inclusions and Exclusions in European Society. Editör:
A. Woodward, M. Kohli, Routledge, London, 2001, s:72-73
23
göçmenler, Rönesans’ta doğan ve sömürgecilik, emperyalizm ve moderniteyle
Merkez ile çevre arasındaki ilişkiler değiştikçe ve yeni bir dünya sistemi
oluşmaya başladıkça Üçüncü Dünya kavramından yepyeni farklılık alanları
fışkıracaktır. Çevredeki kültürler farklı hızlarda ve farklı yönlerde
değişecektir. Ancak şundan emin olabiliriz: Bu değişimler üç ana eksen
boyunca gerçekleşecektir: Göç, kentleşme ve kültürel temas. Otantik bir
milliyetçilik ve homojenleştirici bir modernite arasında seçim yapmak iyiden
iyiye demode olacaktır. Melez ya da bileşik bir kültürün tek bir modelinin
olmadığını, böyle kültürlerin önünde pek çok alternatifin olduğunu görmeye
başladıkça gerek merkezdeki gerekse çevredeki kültürel kimlik sorunları
daha da karmaşık bir hal almaktadır.38
durağanlığından söz etmek artık mümkün değildir. Franco Rella modern özneyi “bir
bir özne olarak tanımlanabilir. Elbette sınırları aşarken hiçbirimiz daha önceki
kültürümüzü tümüyle terk edip kolayca bir başka kimliği seçemeyiz. Miras olarak
devraldığımız şeyler -kültür, dil, tarih, gelenek, kimlik duygusu- imha edilemez ama
38
Peter Wollen. “Tourism, Language and Art”, New Formations, 12, Winter, 1990, s:57 aktaran Iain
Chambers. 2005, s:110-111
39
Franco Rella. “Nella zona dell’orrore”, il Manifesto, 9 Eylül 1990, s:34 aktaran Iain Chambers.
a.g.e., s:61
24
Hızla değişen günümüz dünyasında bireyler artık kendisine yakıştırılan,
deyişiyle artık yeni zamanları niteleyen şey “özne”nin geri dönüşüdür. Kolektif
toplumsal özneler, sınıf, ulus ya da etnik gibi daha parçalı ve çoklaşmış hale
dönüşürken, birey “özne” daha önemli hale gelmiştir. Özne, artık eski zamanlarda
dolayısıyla birden çok sayıda kendini tarif eden bir özne olarak kavranmaya
başlanmıştır. 40
Madan Sarup da kimliğin bir yapı olup, insanlar, kurumlar ve pratikler arasındaki
etkileşim sürecinin bir sonucu olduğunu ifade eder.41 Kültürel kimlik bireye varoluş
tanımlanabilir.42 Öncelikle politiktir, bireyleri içi ve dışı olarak ayırır. Baskın grup
diğerlerini daha aşağı bir konuma yerleştirir. “Kimlik artık sabit ve doğal olarak
olmaz.”43 İkinci olarak kültürel kimlik asla durağan değildir; evrim geçirir, büyür ve
40
Stuart Hall. “Old and New Identities, Old and New Ethnicities”. Culture, Globalization and the
World System. Ed. Anthony D. King, Binhamton, Macmillan Press,1991, s:41-68
41
Madan Sarup. “Identity and Narrative.” 1996, s:11
42
Gust A. Yep. 1998. s: 79
43
Nikos Papastergiadis. Dialogues in the Diasporas: Essays and Conversations on Cultural
Identity. London, Rivers Oram Press, 1998, s:30-31
25
değişir. 44 Son olarak toplamsal değildir,45 kendini oluşturan parçaların basitçe
olgular göz önünde bulundurulduğunda bireyin tek bir referans noktasından hareketle
olarak bu derece hareketli bir dünyada, durağan bir kimlik oluşumundan söz etmek
sağlayan göç olgusu da yarattığı sınır aşan bireylerle yepyeni kimlik oluşumlarına
biçimlerinin sonucu, bunları aşan bir yapıya sahiptir, bu nedenle de sadece göçmen
bir sanatçı olarak algılanması yanlış olur. Akın’ın çok kültürlü ve kültürler üstü
değinilecektir.
44
Madan Sarup. Identity, culture and Post-modern World. Athens, GA, University of Georgia
Press, 1996, aktaran Gust A. Yep. 1998, s:81
45
W. R. Cupach& T.T. Imahori. 1993, aktaran Yep, 1998, s: 81
26
C. Avrupalı Kimliği
“Yabancı sana sen olma fırsatı veriyor, seni bir yabancıya dönüştürerek.”46
Edmond Jabes
Alman kimliğine değinilmeden önce, Alman kimliği ile yakından ilişkisi ve üst
kimlik ele alınırken ulus, edebiyat ve dil sınırlarının aşılmasına duyulan isteğe
karakteristiğini belirleyen bir ‘tarihi alınyazısı’ vardır ve bizim için bu 1789 burjuva
modelidir. Bunun hakkında yapılacak bir şey yoktur ve etraftaki her şey 19. yüzyıl
tutsağı durumundadır. Avrupa bir yandan sınırları ortadan kaldırır ve tek bir ülke
olma yoluna giderken, bir yandan da içindeki ötekilere görülmez sınırlar çizmektedir.
Fransız, Alman ya da Belçikalı olan Avrupalılar, ancak farklı din, renk ve dillerle
dönüşür.
46
Iain Chambers. 2005, s:23
47
Jean Baudrillard. Amerika. Çev: Yaşar Avunç, İstanbul, Ayrıntı, 1996, s:88
48
Scott Malcomson. 1991. ‘Heart of Whiteness: Europe goes for the globe’, Voice Literary
Supplement. March, 1991, s:10 aktaran D. Morley; K. Robins, 1997, s:45
27
Avrupa kimliği devamlı olarak olumsuz bir ilkeye dayanarak inşa edilegelmiştir.
yapsın olmaya başladığı öteki haline gelmiştir. Ancak, Avrupa’nın asıl korkusu
modernliğin bir parçası haline gelmiş ve diğer uluslara örnek olan ilk “beyaz
bütün göçmenler- anarşi ve kargaşa kaynağı olarak görüldükleri için. Avrupa artık bu
49
C. Castoriadis. Le Monde morcele. Paris, Seuil, 1990, s:29 aktaran D. Morley; K. Robins, 1997,
s:44-45
50
D. Morley, K. Robins. 1997, s:80
51
D.Morley, K. Robins. 1997, s:43
28
kendiyle ilgili, ataerkil ve geçmişin geleneklerinden dolayı yüksek sanat kaygısıyla
dolu.”52 Geçmişin verdiği güven hâlâ Avrupalı kimliği üzerinde belirleyici bir rol
olarak adlandırılır. Ancak tüm bu elitist çabaların yersizliğini Jan Pieterse Avrupa
ilkelerine bağlı olarak mükemmel bir duruma doğru doğrusal ilerlemesi olarak
bugün var olan ve Aydınlanmış aklın ilkelerinin bilincinden yoksun olan kültürleri
52
Ien Ang. 1992, s:28
53
Jan Nederveen Pieterse. “Batı’yı Açmak: Avrupa Ne Kadar Avrupalı?” Irkçılık, Modernite ve
Kimlik. Ed. A. Rattansi; S.Westwood çev: Sevda Akyüz, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1997, s:181
29
küçümsemeyi beraberinde getirmiştir.54 Ne var ki, Yunanistan Roma’yı, Roma
çok yeni bir olgu olarak kullanılan melezliğin aslında ne kadar gerilere giderek
çalışılan ötekiler, artık emek ve sermayenin hızlı yer değişimi sayesinde Avrupa
temsil ettiği medeniyettir. Oysa yüzyıllar boyu sakınılması gerektiğine inanılan öteki
güçlü bir “Avrupalı kimliği” yaratma girişimleri ortaya çıkmıştır. Sontag’ın belirttiği
Robin’e göre, bu yeni kimlik için öne sürülen ögeler Avrupa’nın gelenek ve
54
B. Whitton. ‘Herder’s Critique of the Enlightenment: Cultural Community versus Cosmopolitan
Rationalism’, History and Theory, 27, 1998 aktaran D. Morley, K. Robins. 1997, s:267-268
55
Jean Baudrillard. 1996, s:116
56
Susan Sontag. ‘l’idée d’Europe’ (une élégie de plus), Les Temps Modernes, 510, 1989 aktaran D.
Morley, K. Robins. 1997, s:42-43
30
mirasının eski ve bilinen ögeleri olan, antik Yunan ve Roma’ya uzanan ve 2000
Hıristiyan olmak” olarak tanımlanır ancak yukarıda ele alınan saptamalar bu tanımın
dinamizmi göz ardı etmesiyle dikkat çeker. Çalışmanın konusu açısından da Fatih
çoklu bakış açısıyla da Avrupa için bir zenginlik kaynağıdır. Pieterse’nin belirttiği
gibi aslında Avrupa kültürü melez bir kültürdür ve Akın da bu kültürün önemli bir
temsilcisidir.
D. Alman Olmak
(Almanya) denilince günümüz siyasi sınırlarının yanı sıra 3. Reich’ının iki doğu
bölgesinin de akla geldiğini belirtir. Bu iki bölgenin bir kısmı şimdiki Polonya ve
57
D. Morley, K.Robins. a.g.e., s:41
31
gerçek Alman sınırları olarak görmektedirler.58 Üstelik “Almanlar kendilerini kökleri
pek çok yüzyıl geriye dayanan tarihi bir ulusun parçası olarak görürler. Alman
neden Alman kimliğinin özcü yapısıyla doğrudan ilintilidir. Alman olmak, sadece
biyolojik nesil üzerine kuruludur ve bunun nedeni olan özcülük ise sonuç olarak göç
parçası haline gelmelerine rağmen, devlet ve milletten dışlanırlar. Diğer bir deyişle
orada doğmak, kişiye Alman olma hakkı vermez. Alman milliyeti vatandaşlıktan
önce gelir, “örneğin yukarıda belirtilen 3. Reich sınırları içinden Almanya’ya göç
Auslander kavramı “tuhaf” bir kavramdır. İlk bakışta milliyet olarak Alman
58
Diana Forsythe. “German Identity and the Problems of History” History and Ethnicity, Editör:
E.Tonkin; M. Chapman, London, Routledge, 1989, s:139-141
59
Stephen Castles. The Age of Migration: International Population Movements in the Modern
World. London, Macmillan, 1993, s:115-116
60
C. W. Watson. Concepts in Social Sciences: Multiculturalism. Buckingham, Open University
Press, 2000, s:30
61
D. Horrocks, E. Kolinski. “Migrants or Citizens: Turks in Germany Between Exclusion and
Acceptance” Turkish Culture in German Society Today. Editör: D. Horrocks, E. Kolinski
Providence, RI Berghahn Books, 1996, s:xv
32
gizli ve bastırılmış olanı çağrıştırdığı söylenebilir. Almanlar, Kuzey Avrupalıları
algılarlar. Görüldüğü gibi dil tek başına yeterli değildir ve daha Kuzeyli görünüme
sahip olmak -sarışın, mavi gözlü- yabancı sayılmamak için yeterlidir. Kendini hiçbir
Bozkurt Güvenç’in ortaya koyduğu gibi; “Eğer kişinin ebeveynleri Alman değilse,
Almanya’da doğmuş olmak tek başına onu Alman yapmaz. Almanya’da doğan işçi
Alman değil Türk, Yunan, İtalyan vb. olarak görülürler. Almanya doğumlu, kağıt
62
C. W. Watson. 2000, s:33
63
Diana Forsythe. 1989, s: 144
64
Forsythe. a.g.e., s: 150
65
D. Morley, K. Robins. 1997, s: 57
33
etnik kökenler ve toplumsal alanlar arasındaki ayrımları bulanıklaştırarak,
“Daha önce çevresel ve marjinal olan, artık merkezde ortaya çıkmaktadır. Çünkü
Alman kimliği de Avrupa kimliği gibi son derece özcü ve savunmacıdır, öteki kültür
tıpkı Avrupa gibi köklü nüfus değişimlerini göz ardı ederek “beyaz” ve “Hıristiyan”
kalmak istemektedir.
Dünya Savaşı’ından sonra kendi sınırları içinde çok uzun süre ABD’nin kurallarıyla
yaşayan Almanya, ırksal olarak olmasa bile bir bakıma kültürel olarak melez
sayılmaz mı? Bu sorunun yanıtını 1945 doğumlu Alman yönetmen Wim Wenders
1950’li, hatta 1960’lı yıllarda hep Amerikan kültürü vardı... Bir başka
ifadeyle, yirmi yılı unutma gereksinimi bir boşluk yarattı ve insanlar bunu,
Amerikan kültürünü, Fransız, İtalyan ya da İngilizlerden daha fazla
özümseyerek doldurmaya çalıştılar. Benim dinlediğim tek radyo, Amerikan
Silahlı Kuvvetler Şebekesi idi. Amerikan emperyalizminin burada bu kadar
etkili olması, Almanların kendi geçmişleriyle olan sorunlarından güç
almaktaydı. Bunu unutmanın bir yolu, geri çekilmenin bir yolu, Amerikan
emperyalizmini kabul etmekti.67
66
Iain Chambers. 1992, s:38
67
D. Morley, K. Robins. 1997, s: 137
34
Görünen o ki, savaş sonrası yenilgi, güçsüzlük, suçluluk duygusu ve faşizmi unutma
isteği, bir zamanlar dildeki yabancı kelimelere bile tahammülü olmayan bir toplumu
medyası hayatın tam ortasına oturarak kimlik oluşumunda önemli bir etken haline
gelmiştir. Şimdiyse, Almancası Türkçesinden iyi olan Fatih Akın içinde doğup
büyüdüğü, eğitim gördüğü ve en önemlisi tüm hayatını geçirdiği ülkede bir çeşit
yaşadığı toplumdan aldıklarının yanısıra, onu zenginleştiren farklı bir kimlik daha
Akdeniz ülkesinden sözleşmeli olarak işçi alımına başlamış 68 ve yıllar içinde işçiler
35
en büyüğü 3 milyona yaklaşan nüfusuyla Türk diasporasıdır ve en geniş “Alman
Diaspora aslen Yunanca bir sözcük olup dağılmak, yayılmak anlamına gelir.
Tarihteki bilinen örnekleri Musevi ve Ermeni diasporaları olup, zorunlu göçe
dayanırlar ve birlikte yaşadıkları toplumla aralarında belli bir sınır vardır.
Oysa modern diasporalar şeklinde tanımlanan kolonyalizm ve işçi göçü
hareketlerinin ürünü olan oluşumlar ise, çoğunlukla toplumsal birer kategori
olarak ele alınmazlar. Bu tasarımlar daha çok diasporik kültürel kimliğe
sahip ya da transnasyonal- diasporik kültürel oluşumu sağlayan topluluklar
olarak ele alınırlar. Bu topluluklar dönüş için o denli kararlı ve istekli
değildirler. Bu nedenle de klasik diaspora kavramıyla açıklanamazlar.69
Diaspora genellikle bir travma ve kırılma ile başlar. Doğal olarak göç edenlerin
iki farklı eksen üzerinde inşa edilir: evrensel eksen ve tikel eksen. Ulusal olanın
oluşumuna olanak tanır. Diğer yandan tikel eksen ise diasporik öznenin otantik,
James Clifford’ın diasporayı ulus ötesi ağların gelişimiyle birlikte oluşan yeni bir
kimlik ya da bilinç olarak tanımlayan görüşü de modern diasporalar için uygun bir
69
Ayhan Kaya. ‘Sicher In Kreuzberg’ Berlin’deki Küçük İstanbul-Diasporada Kimliğin
Oluşumu İstanbul, Büke Yayınları, 2000 s:61
70
Kaya. a.g.e., s:64
71
James Clifford. “Traveling Culture”. Cultural Studies. Editör: L. Grossberg, C. Nelson, P. A.
Treicher. NY, Routledge, 1992, s: 108
36
özneler bir yandan içinde yaşadıkları toplum diğer tarafta ana vatanlarıyla ilişkilerini
sıkı bir biçimde sürdürerek, anavatanı dışarda yaşama olanağı bulurlar. “Diasporik
bilinç günümüzde sık rastlanan türden modern bir bilinçtir. Buradayken aynı anda
başka bir yerde olma; birden fazla mekana bağlılık hissetme; evrensel olan ile tikel
olanı aynı anda yaşama ve anavatandan uzakta yeni vatan inşa etme gibi özellikler bu
kimliğin temel özellikleridir.”72 Steven Vertovec’in tanımıyla da; “Bir bilinç olarak
bağlamda diasporalar geleneksel durumu korumak isteyen ve ona meydan okuyan iki
farklılıktan oluşur.
tavırlarının da etkisiyle, ilk gruba girdikleri ortadadır. Konuyla ilgili Türk Alman
kimlik aramaya zorlanmışlardır. “Bu adamlar beni insan saymıyorlar, Ben kimim?”
dili, öğrendiğiniz zaman kendi dilinizde daha bilinçli hale gelirsiniz” sözünden
kazandığının altını çizer. Örneğin ilk giden Türkler kim olduklarını Almanya’da
72
Ayhan Kaya. 2000, s:59
73
Steven Vertovec. “Three Meanings of ‘Diaspora’ Exemplified Among South Asiain Religions,”
Diaspora 6, 1997, s:281 aktaran Ercan Betigül Argun. Turkey in Germany: The Transnational
Sphere of Deutschkei. N.Y., Routledge, 2003, s:66
74
Körber Vakfı tarafından düzenlenen Türk Alman Sempozyumu, Hamburg, 1998
75
Bozkurt Güvenç. 1998, s:330
37
Zamanla Türkiye’nin köylüleri, Almanya’nın ev, araba, sermaye sahibi yerleşikleri
haline gelince dönüşüm de başlamıştır. Kimlik tercihinde önemli bir nokta da kişinin
aradan geçen zaman ve koşulların değişmesi özellikle daha sonraki nesilleri ikinci
Almanya’daki modern Türk diasporası zamanla kendini orada kalıcı olarak görmeye
belirttiği gibi Alman devleti, orada doğmuş ve büyümüş bir Türk işçi çocuğunu
hissetmek için tehdit unsuru saydığı “Alman olmayanlarla” arasına koymaya çalıştığı
dönüşmüştür.
Göçün ilk dönemlerinde, başlıbaşına zor olan göç deneyiminin üzerine, Türkler
76
Ayhan Kaya. 2000, s:46
38
sünnet törenlerinde, camilerde ve aile ziyaretlerinde gerçekleştirmişlerdir.”77
Böylelikle dışlanma ve sosyal yabancılık dolayısıyla daha çok Türk kalmışlar hatta
olup, çocuklarını da daha çok Türk yetiştirme yoluna gitmişlerdir. Ancak bu tezde
ele alınan yönetmenin ait olduğu nesil, ilk göç eden ve geçici olduğu düşünülen
nesilden kimlik bakımından oldukça farklıdır. Geri dönme mitinin ortadan kalkması,
yanısıra, Alman kültürü ve küresel kültürün etkileriyle kendilerine yeni bir kimlik
bir gelişmedir.
Almanya’da doğup büyüyen ve tüm hayatını orada geçiren nesil ilk giden
gençlerin kimlik oluşumunda önemli bir nokta hem yaşadıkları toplumda hem de
77
Ayhan Kaya. 2000, s:52
39
anavatanlarında algılanma şekilleridir. Almanya’da yabancı olarak görülen bu
Türk gençleri içinde doğdukları iki kültürlü ve kimlikli toplumda Türk gelenekleri ve
oldukları ülke için de aynı duyguları beslerler.”78 Buna göre genç nesiller kendi
farklı bir kültür doğurur ve bu kültür iki kültürün toplamından daha fazla bir şey
ifade eder.
Pek çok Türk, günlük yaşamlarında iki kültür arasında gidip gelir. Örneğin sosyal
yaşamlarında, okulda ya da işte Alman kültürü, evde ise Türk kültürünün sınırlarında
dolaşırlar. “Bu durum 1980’lerde Almanya’da bir serginin sloganına ilham vermiştir:
78
E. Kürşat-Ahlers. “The Turkish Minority in German Society” Turkish Society in German Society
Today Editör: D. Horricks, E. Kolinsky, Providence, Berghanh Books,1996,s:116
79
Deniz Göktürk. “Turkish Women on German Streets: Closure and Exposure in Transnational
Cinema” Spaces in European Cinema Editör: M. Konstantarakes, Bristol, Intellect Books, 1999, s:
64
40
tanımlar ve bu uç noktadaki insanları yalnızca yaşadıkları millete yakın olarak
bir ülkeden diğerine ve devamlı olarak bir kültürden ve bir dilden diğerine yer
sınırlarıdır”82 sözü yeni kuşağın dil ve düşünce dünyasının zenginliğini ortaya koyar
niteliktedir. “Eğer biz bir dilin sakinleri isek ve dilin de sınırları dünyamızı
Türkçe ya da Almanca’nın baskın olarak yer aldığı karışık bir dil kullanırlar. Bu dil
veya iç içe geçmesinin bir göstergesi olarak bu nesiller için yeni bir sosyal çevre
80
Madan Sarup. “The Home, the Journey and the Border”.1996, s: 6
81
Cebrail Sheffer. Diaspora Politics: At Home Abroad. Cambridge, Cambridge University Press,
2003, s:83
82
Serol Teber. Göçmenlik Yaşantısı ve Kimlik Değişimi. Oberhausen, Ortadoğu Verlag, 1993, s:26
83
Iain Chambers. 2005, s:48
84
D. Tan&H. Peter Waldhoff. “Turkish Everyday Culture in Germany and its Prospects” Turkish
Society in German Society Today Editör: D. Horricks, E. Kolinsky, Providence, Berghanh Books,
1996, s:145
41
switching’i (dil değiştirme) bir söylem veya cümle içinde iki ya da daha fazla dil
arasında gidip gelme olarak tanımlar.85 Burada ele alınan dil sözcükler, kavramlar,
işaret sistemlerinden öte bir şey, bir yaşam tarzı, tarihsel, politik ve kültürel
Dili bir tür dünya görüşü oluşturan sürekli değişim halinde olan organik bir yapı
olarak tanımladığımızda, iki dile sahip olmanın yeni nesil Türklere kültürel zenginlik
olarak döndüğü söylenebilir. Çünkü onlar hem içinde hem de dışında oldukları
açıktırlar. “İki dil arasında hareket etmek bir seçme özgürlüğü ve buna bağlı olarak
ifade özgürlüğü sağlar. Diller arasında hareket eden konuşmacıların dilin nüanslarını
Dil değişimi üzerinde özellikle durulmasının sebebi Akın’ın filmlerinin hepsinin çok
dilli olması ve dil değişimine yer vermesidir. Chamber’ın deyişiyle dil; “belli bir
yerden ve biri adına konuşur; belli bir uzamı, belli bir ortamı, belli bir aidiyet ve
evindelik duygusunu inşa eder.”87 Kanımca dil değiştirme iki aidiyet duygusunun
Dilbilimci Rene Appel ve Pieter Muysken dil değiştirmenin özne için neler ifade
85
Ayhan Kaya. 2000, s:132
86
Tan&Waldhoff. a.g.e., s:145
87
Iain Chambers. 2005, s:39
88
R. Appel, P. Muysken. Language, Contact and Bilingualism. London, Edward Norton, 1987
42
çevrede bulunan diğer dili bilmeyen insanları konuşmadan dışlamak, çok kültürlü
kişiliğini açıkça ortaya koymak, diğer insanları etkilemek ve son olarak da söylemi
zenginleştirmek. Sebep ne olursa olsun dil değişiminin iki kültür arasında kolayca
İki dilin kullanımı ile ortaya çıkan kendine has dil, diasporik bireylerin Türk, Alman
Hall’un deyişiyle, “modern diasporik özne, en azından, iki kültürel dile yatkın olmak
Artık uyum sorunu çeken ve geri dönme hayalleri kuran birinci nesilden, gettoda
büyüyen ve gerekli kültürel ortamlara giremeyip arada kalan ikinci nesilden daha
farklı bir nesil sözkonusudur. O da geleneksel yapıların dışında oluşan, iyi uyum
sağlayan, kültürel açıdan melez olan üçüncü nesil Türklerdir. Gelinen durum Bozkurt
Güvenç’in ifadesiyle; “Bu neslin Türk kalması da mucize olurdu. Daha bugünden
‘Türk asıllı Almanım’ diyenler hızla çoğalıyor. Kültürel süreçler, bütün yasal ve
89
Stuart Hall. 1992, s:310
90
Mike Featherstone. Global Culture: Nationalism, Globalization and Modernity. London, Sage
Publications, 1990 aktaran Ayhan Kaya. 2000, s: 157
91
Bozkurt Güvenç. 1998, s:445
43
deyişle Alman toplumunun tüm karşı koymalarına rağmen, sarışın mavi gözlü
Culture (1996) adlı kitabıdır denilebilir. Bhabba’nın buradaki asıl argümanı kültürel
anahtar olmakla birlikte, öne sürdüğü tez daha çok kültürel emperyalizmin
kimlik ve anlatı anlayışına karşı meydan okuyarak anlatı geliştirdiği için, yönetmeni
bir üçüncünün doğması değil, başka olasılıkları doğuran üçüncü bir alanın
doğmasıdır. Bu üçüncü alan kendini oluşturan tarihlerin yerini alır ve yeni otorite
varırız. Bu yeni kimlik “burası” ve “orası” arasında müzakere eden ve gidip gelen
92
Homi K. Bhabba. Nation and Narration. London, Routledge, 1990, s:211
44
Melez, ikili sosyal zıtlıkları reddeden toplumda “çatlaklar oluşturan”
bireylerin ortaya çıkışını olanaklı kılar. Melez kimlikler kültürel üstünlük ve
egemenlik aramayan bir diyalektik içinde seslerini bulurlar. İçinden çıktıkları
kısmi kültürü açarak toplumun görünümünü ve içinden geldikleri azınlık
pozisyonları; içerdekinin dışındaki, bütün içinde parçanın anlatı biçimleri ile
tarihsel belleğin uyarlamalarını inşa ederler. 93
parçalayan, evrensel ve yereli, geçmiş ile geleceği kapsayan daha üst bir kimlikten
Paul Gilroy’un deyimiyle Hall’un altını çizdiği bu “çifte bilinçli bakış açısı”95 içinde
Hall farklı bir anlam yükler, onu yüceltir ve melezliği yeni, dinamik ve karışık bir
kültür yaratma olanağı sunduğundan, onda güçlü bir yaratıcılık bulur ve şöyle der,
“modern sanatlarda bir yaratıcılıkla ortaya çıkan ne varsa, sınırdakilerin dilleriyle bir
bağlantısı vardır.”96
93
H.K. Bhabba. “Culture’s In-Between”. Questions of Cultural Identity. Ed. S. Hall, P. Du Gay
London, SAGE Publications, 1996, s:58
94
Hall. a.g.e., s:401-402
95
Paul Gilroy. There Ain’t no Black in the Union Jack. London, Unwin Hyman, 1987 aktaran
Ayhan Kaya. 2000, s: 157
96
Meral Oraliş. “Gurbeti Vatan Edenler”Gurbeti Vatan Edenler Ed. M. Karakuş, N. Kuruyazıcı,
2001, s:35
45
Melez sadece iki sesli ve iki aksanlı değil iki dillidir de; bunlar içinde
yalnızca iki bilinç, iki ses, iki aksan değil ikili sosyo-linguistik, bilinç ve tarih
taşırlar. Bu kavramlar bilinçli olarak ifade alanında çarpışırlar. Bu çarpışma
iki farklı dünya görüşü arasında meydana gelir. Onlar potansiyel olarak yeni
dünya görüşlerine gebedirler 97
Bakhtin’e göre melezlik iki dilin karışımı, iki değişik linguistik bilinç arasındaki
vatanları dışında yaşayan göç etmiş insanlardır. Birden çok yere aidiyet duygusu
olarak zengin bireyler haline getirir. Artık diasporalar yeni bir kültürel ve anlatım
şeklini ifade eder hale gelir. Featherstone’un deyimiyle diasporik bireyin geliştirdiği
bu “üçüncü kültür” aynı zamanda bizlere yerleşik kültürel kalıp ve sınırları aşmamız
Brian Fay çokkültürlü bir sosyal bilimler felsefesini oniki tez ile tanımlar ve
97
Mikhail Bakhtin, "Discourse in the Novel". The Dialogic Imagination, ed. Michael Holquist, çev.
C. Emerson ve M. Holquist, Austin: Univeristy of Texas Press, 1981, s. 360 aktaran Homi K. Bhabba.
“Culture’s In-Between” Questions of Cultural Identity Ed. S.Hall, P. Du Gay, London, SAGE
Publications,1996 s:58
98
Brian Fay. Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi. Çev: İsmail Türkmen, İstanbul, Ayrıntı Yayınları,
2001, s: 333
46
yönetmen filmin adını Italian-American yapmak yerine ikisini birleştirip biri
ismine taşımıştır. Burada Bhabba’nın dediği gibi iki farklı alanın birleşmesinden
daha farklı bir üçüncü alan doğmaktadır. Akın örneğinde de Almanlık dışında var
olan bir Türklük, ya da tersi, söz konusu değildir. Akın da filmlerinde kültürler arası
kültürler zaten asla statik, kapalı devre ve tutarlı varlıklar değil, kritik beceri ve
mekanlardan çok şey öğrenilebilir.99 Doğal olarak, iki ya da daha fazla kültürle
Melez bir kimliğe sahip olan yönetmenin sinemasında yarattığı melez kültürü
99
Fay. a.g.e., s:316
47
II. ALMAN VE DİASPORA SİNEMASI
politikayla hep çok sıkı bir ilişki içinde olmuş ve adeta tarihinin yansıması haline
1913 yılında Fransız film d’art akımının etkisiyle Autorenfilm (sanat filmi) akımı
Der Student von Prag (Praglı Öğrenci, 1913) ve August Blom’un yönettiği Atlantis
(1913) olarak sıralanabilir. 1913-1918 yılları arasında gotik-romantik peri masalı türü
ortaya çıkar. Gotik motiflere ve romantik masallara dayanan bu tür filmler ulusal
Alman sinemasının direği haline gelmiştir. Carl Boese ve Paul Wegener’in yönettiği
100
Thomas Elsaesser. “Almanya: Weimer Yılları”. Dünya Sinema Tarihi., 2003, s:169
101
Elsaesser, a.g.e., s: 170
48
film Der Golem (1920) türün en önemli filmleri arasında yer alır. Savaş yıllarında ise
zamanda Avrupa film yapımı için gerekli malzeme ve işgücünden uzun bir süre
dönüşüm geçirerek kazançlı çıkmışlardır. Ülkeler arasındaki ticaretin alt üst olması,
yayılmasını sağlamıştır.
Alman film pazarındaki hızlı değişim başlıca iki sebebe bağlıydı. İlki savaş ilanı ile
tarafsız olan Danimarka ve ABD’ne çevirmesi, ikincisi ise 1917 yılında sinemanın
102
Elsaesser, 2003, s: 171-173
103
William Uricchio. “Birinci Dünya Savaşı ve Avrupa’da Kriz” Dünya Sinema Tarihi. Editör: G.
Nowell-Smith, Çev: Ahmet Fethi, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2003, s:89-90
49
Savaş sayesinde doğan yeni pazarlar ve propaganda olanaklarının farkına
aracı olarak algılanan sinema kısa zamanda dönemin sanayici ve hükümetine avantaj
sağlayan bir endüstriye dönüştü. Alman sinemasını hızla geliştiren diğer önemli bir
etken de Uricchio’nun vurguladığı gibi, 1916 yılına kadar ABD filmlerinin artarak
Alman pazarına girmesi ancak diğer ülkelerdeki gibi beğeni toplamamış olmasıdır.105
Ancak Alman sinemasını asıl belirleyen unsurlar savaştan yenilgiyle çıkması, ağır
Her ne kadar savaştan yenilgiyle de çıksa, Alman sinemasının altın yılları savaş
ertesine denk gelir. 1918-1928 arasındaki dönemde Ernst Lubitsch, Robert Wiene,
Paul Leni, Fritz Lang, F. Wilhelm Murnau ve G. Wilhelm Pabst gibi yönetmenler
sayesinde Alman sineması altın çağını yaşamıştır. Bunun sebebi kuşkusuz ürettikleri
104
Thomas Elsaesser, 2003, s:181
105
Uricchio. a.g.e., s: 93
50
içinde bulunduğu psikolojik durum sanatçıları da etkilemiş ve ortaya çıkan eserler
bol gölgeli, karanlık, kapalı, ölüme, suça ve şiddete yer veren filmler olmuştur. Das
Cabinet des Dr. Caligari (Dr. Caligari’nin Muayenehanesi, Robert Wiene, 1919),
Nosferatu (F. Wilhelm Murnau, 1921), Dr. Mabuse (Fritz Lang, 1922), Metropolis
(F. Lang, 1925), Die Büchse der Pandora (Pandora’nın Kutusu, G.W. Pabst, 1928)
ve M (F. Lang, 1931) Alman dışavurumculuk akımının önemli filmleri arasında yer
sonuçlanır.”106
sözkonudur. Bir diğer önemli film türü ise Heimet (memleket) filmleridir. Filmlerde
kadar taşra ve toprağı yücelten oldukça ideolojik filmler olup, Kaes’in deyişiyle
106
Thomas Elsaesser. 2003, s: 175
107
Anton Kaes. “Yeni Alman Sineması”. Dünya Sinema Tarihi., s:695
51
yaşadıklarıyla ortaya çıkan sinema arasındaki ilişkiyi teorize ederek dönemin
sonucunda yetenekli yönetmen (Fritz Lang, Douglas Sirk, Michael Curtiz, Max
Ophüls ve Josef von Sternberg gibi) ve sinema çalışanlarının ABD’ne göç etmesiyle
C. Karanlık Yıllar
Alman sineması üzerine verilen akademik derslerde 1930-1970 arası bir boşluk göze
çarpar.109 Bu 40 yıllık boşluk Nazi iktidarı, II. Dünya Savaşı, ülkenin ikiye
bölünmesi ve yenik düşülen savaş sonrası toparlanma yıllarını içine alır. Elbette bu
dönem içinde de filmler üretilmiştir; ancak bunlar önceki dönemlerdeki gibi sanatsal
gözetleme ve fiziksel dünyaya egemen olma girişimleri için can alıcı bir rol
gözlemine göre, 1933-1945 arasında üretilen 1100 uzun anlatı filminde, izleyici
108
Siegfried Kracauer. From Cagliari to Hitler Princeton, Princeton University Press, 1947
109
Tassilo Schneider. “Reading Against the Grain: German Cinema and Film Historiography”.
Perspectives on German Cinema. Editör: T. Ginsberg, K.M. Thomson. NY, Macmillan, 1996, s:30
52
sinematografik cehennem görüntüleri eşliğinde iğrenç bir propaganda, biçimsel boş
1934 yılında Reich Film Yasası kabul edilmiş ve Sansür Komitesi kurulmuştur. Bu
olan tek kurumdu. Devleti, toplum düzenini ya da güvenliğini tehdit eden, Nasyonel
Das Mädchen Johanna (Gustav Ucick, 1935) adlı filmde Jean Dark Hitler prototipi
olarak sunulur; aynı Hitler gibi halkını umutsuzluktan kurtaran bir lider olarak. Film
düşmanlığı yapan filmlere de ratlanır. Jud Süß (Veit Harlan, 1940) adlı Nazi
110
Eric Rentschler. “Almanya: Nazizm ve Sonrası”. Dünya Sinema Tarihi., s:429
111
Rentschler, a.g.e., s:430
53
Bu dönem filmlerinin en önemli özelliği bireyin yalnızlığının karşısına daha büyük,
politikalarını estetize etmek için kullanarak I. Dünya Savaşı’nın ağır yenilgisi altında
kırılan ulusal onuru tamir etmeyi en azından görüntüde başarmıştır. Bunun en güzel
klasik bir ilah, kadiri mutlak bir bakış haline gelir. Gösteri işi ile nasyonal sosyalizm
Erkek bedeni tekrar yapılandırılır, elbette güçlü ve sarışın olarak. Kadınlar ise
Wunschkonzert (Eduard von Borsody, 1940) ve Die Große Liebe (Rolf Hansen,
1942) sevgilileri Alman davasına hizmet ederken sabırla bekleyip acı çekmeyi
indirgenmiş, ırkçı ve sansürcü bir sinema haline gelmiştir. Savaş yıllarında en büyük
gişe başarısı getiren filmlerinden Wunschkonzert ve Die Große Liebe (Rolf Hansen,
bünyelerinde birleştirirken, Wiener Blut ( Willi Forst, 1942) Johan Strauß’un komik
112
Linda Schulte-Sasse. Entertaining the Third Reich: Illusions of Wholeness in Nazi Cinema.
Durham, Duke University Press, 1996, s:20
113
Rentschler. a.g.e., s:430
114
Rentschler. a.g.e., s:430
54
Savaşın bitmesiyle bir kez daha yenilgiye uğrayan Almanya, Alman Bankası ve
gömülmüştür. ABD, UFA gibi bir tekel oluşmasını önleyerek pazara hakim duruma
Almanya kolektif bellek kaybıyla, 1945 Sıfır Yılı ile yeni tarihine başlarken, uzun
yıllar ABD hegemonyasında kalan ülkede 1960’lı yıllarda sinemasal açıdan çok
farklı, yakın ve uzak geçmişi yok sayan bir sinema anlayışı doğdu. “Eski sinema
Batı Almanya Kısa Film Festivali’nde yayınlanan manifestoda yer alır115 ve Yeni
Margarethe von Trotta gibi dönemin genç yönetmenleridir. John E. Davidson’a göre
115
Anton Kaes. 2003, s:694
116
John E. Davidson. 1996. “Hegemony and Cinematic Strategy” Perspectives on German Cinema.
Editör: T. Ginsberg, K.M. Thomson. NY, Macmillan, 1996, s: 51
55
Bu yeni hareket sıradışı olmaları dışında ortak özellikleri olmayan özerk auteur’lerin
gelen konformist yaklaşıma karşı duruş ve ulusal kimlik arayışı bulunur. Bu yıllarda
zaman ve hiçbir ülkede görüntüler ve dil, burada olduğu kadar ahlaksızca kötüye
kullanılmamış, başka hiçbir yerde, insanlar bizim kadar kendilerinin, kendi öykü ve
117
Eric Rentcher. West German Fim in the course of time: Reflections on the Twenty Years since
Oberhausen, NY, Redgrave, 1984 aktaran John E. Davidson “Hegemony and Cinematic Strategy.”
Perspectives on German Cinema Editör: T.Ginsberg, K.M. Thomson NY, Macmillan, 1996 s: 53-54
118
Davidson, 1996, s:52-53
119
Anton Kaes. 2003, s:692
56
geçmişini filme almaya başlamışlardır. Nitekim Alexander Kluge’nin ilk filmi
Abschied von Gestern (Düne Veda, 1966) adını taşır ve 1950’lerin ortasında geçen
film Yahudi genç bir kadının Almanya’ya geri dönüşü ve yuva bulamayışını anlatır.
Volker Schlöndorff’un Der Junge Torless’i (Genç Törless, 1966) Üçüncü Reich’ın
tarihine bakar. Filmde iki öğrenci Yahudi bir öğrenciye işkence ederken, onları
tiksinme ve büyülenme ile izleyen başka bir öğrencinin hikayesi anlatılır. Yine
Schöndorff’un bol ödüllü filmi Die Blechtrommel (Teneke Trompet, 1979) II. Dünya
hikayesini anlatır.
alan filmler, siyasi feminist filmler, eleştirel Heimet filmleri, cinselliği ve kadın
etkilenerek çektiği Liebe ist Kälter als der Tod (Aşk Ölümden Daha Soğuktur, 1969)
der vier Jahreszeiten (Dört Mevsim Satıcısı, 1971) ve Angst Essen Seele Auf (Korku
Ruhu Yer Bitirir, 1973); eşcinsel ilişkileri ele aldığı Die Bitteren Tränen von Petra
von Kant (Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları, 1972) ve Querelle (1982); tarihsel
filmleri Die Ehe der Maria Brown (Maria Brown’un Evliliği, 1978), Berlin
57
Alexanderplatz (1979), Lili Marlen (1980) ve Lola (1981) yönetmenin hem görsel
zamansız ölümüyle gelmiştir. 1983 yılında daha muhafazakar bir siyasal ortamın
çalışmaya başlamışlardır. 80’lerde, Nazi döneminde olduğu gibi, daha pek çok
60’lar ve 70’lerin filmlerindeki ulusal kimlik arayışının aksine 80’lerin filmleri çok
değişmesiyle artık göçmenler; değişik etnik kökenlileri ele alan filmler yapılmaya
başlanmıştır. Örneğin Fassbinder’in Angst essen Seele auf, Helma Sanders’in Shrins
Hochzeit (Şirin’in Düğünü, 1975), Hark Bohm’un Yasemin (1988), Dorris Dörrie’nin
Doğum Günün Kutlu Olsun, Türk! (1991) ve Lars Becker’in Kanak Attack (2000)
120
Anton Kaes. 2003, s:694-706
58
yorumlarken Alman gencin Türk kızı kurtarışı üzerine odaklanır ve bunu Batı’nın
Doğu üzerindeki zaferi olarak yorumlar. Trumpener’e göre bu tür göçmen filmleri
içlerinde temel bir etnocentrism (kendi ırkının üstün olduğu inancı) barındırırlar.121
heteroseksüel romans gibi konulara yer veren filmler sıklıkla çekilir olmuştur. Cinsel
karşısında yapısal değişime uğramıştır. 1990 önceki 20 yıl boyunca –Doğu ve Batı
Bu filmler kişisel, öznel ve gerçekçi bir bakış açısıyla bireysel yaratıcılığa dayalı
sosyal diyoloğa katkıda bulunan yapımlardır. 90’ların Alman sinemasında öne çıkan
komedilerin Alman sinemasında gözle görülür bir üstünlüğü vardır. Bunun sebepleri
121
Katie Trumpener. “Labor, Ethnicity and the New ‘New German Cinema’ in the Age of
Multinational” iç. T. Ginsberg, K.M. Thomson (ed.) Perspectives on German Cinema NY,
Macmillan, 1996, s:737
122
Thomas Elsaesser. “Introduction: German Cinema in the 1990s” iç. T. Elsaesser (ed.) The BFI
Companion to German Cinema London, BFI Publication, 1999, s:3-4
59
izleyicisinin gençleşmesidir. 60’lı yıllarda da komediler Alman seyircisi için
açıklanabilir. 123
90’lı yılların sonlarında Alman sinemasının bir dönüşüm geçirdiği söylenebilir. Yeni
yapımlarla gündeme gelmeye başlamış ve tüm dünyada ilgi gişe başarısı elde
etmiştir. Genç yönetmen Tom Tykwer’in varoluşsal draması Run, Lola Run (Koş
Lola Koş, 1999), Doğu Alman tiyatro yönetmeni Leander Haußmann’ın Berlin’in
doğusunda geçen ilk sinema filmi Sonnenallee (1999), diğer bir yeni yönetmen
Oliver Hirschbiegel’in insan doğası üzerine olan gerilim filmi Das Experiment
(Deney, 2001) ve Fatih Akın’ın ilk uzun filmi Kurz and Schmerzlos (Kısa ve Acısız,
Takip eden 2000’li yıllarda da büyük gişe başarısı sağlayan ve etki uyandıran filmler
Good Bye Lenin (Elveda Lenin, 2003), Oliver Hirschbiegel’in Hitler’in son günlerini
anlattığı Der Untergang (2004), Andreas Dresen’in Doğu Almanya’da geçen evlilik,
aşk ve arkadaşlık üzerine olan filmi Halbe Treppe (2002), Ulrich Köhler’in
kaybolmuş bir bireyi anlattığı filmi Bungalow (2002) ve Fatih Akın’ın bol ödüllü
filmi Duvara Karşı son yıllarda Alman sineması adına göze çarpan yapımlardır.
Filmler konu bakımından zengin olmakla birlikte, hâlâ Alman yakın tarihiyle ilgili
filmler çekilmektedir.
123
Mark Silberman. “Popular Cinema, National Cinema, and European Integration” 2001,
http://www.press.umich.edu/pdf/0472113844-ch10.pdf
60
1980’li yıllardan itibaren yabancı kökenli Alman yönetmelerin filmleri de Alman
Türk asıllı olduğunun da altını çizmek gerekir. Tevfik Başer’in etnik azınlık olma ve
Almanya, 1986) ve Abschied vom Falschen Pradies (Sahte Cennete Veda, 1988),
ekseninde anlattığı filmi Alles Wird Gut (1998) ve İranlı lezbiyen bir mültecinin
Arslan’ın zorla Türkiye’ye gönderilen bir kadının hikayesini anlattığı Yara (1998),
Bilidikid (1999), Thomas Arslan’ın suç dünyasını işlediği Dealer (1999) ve genç bir
kızın gününü anlatan Der Schöne Tag (2001) adını duyuran filmlerdendir. Kısa
filmleriyle uluslararası başarı kazanan Ayşe Polat (Ein Fest für Beyhan, 1994) ve
kadınlarla ilgili belgeseller çeken Aysun Bademsoy (Mädchen am Ball, 1995) ise
Alman sinemasında adı duyulan Türk kökenli kadın yönetmenlere örnek olarak
verilebilir. 80’li yıllardan günümüze Türk asıllı yönetmenlerin ele aldığı konular
sağlanmıştır.
Günümüz Alman sinemasının bir önceki gibi felsefi bir zemini ve merkezi yoktur
ancak kimlikten çok farklılığa değer veren bir sinema haline gelmiştir. 124 II. Dünya
124
Kaes. 2003, s:706
61
Savaşı sonrasında evrensel etkisi artan Amerikan sineması, Alman sinemasının bu
değişimine yön veren önemli unsurlardan biridir. Alman sinemasının tarihle olan
yakın ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda göze çarpan diğer bir unsur da,
toplum”125 haline gelmiş olmasıdır. Günümüz Almanya’sında artık tek bir kimliğin
süren “milli karakter” oluşturma ve onu koruma çabası ve etnik kökenlilere karşı
olan tutumudur. Bu toplumun ürettiği ortak tarihin bir ürünü olan Fatih Akın da
elbette ki bir yönüyle Alman sinemasının içindedir. Ancak paylaşmadığı uzun bir
E. Diaspora Sineması
Geçtiğimiz son 10 yıl sinemanın sahip olduğu ulusal sınırların zorlandığı bir
biçimlerinin çok sesli hale gelmesi, göçmenlerin yaptığı sinema ve dünyanın dört bir
yanında estetik ve stil olarak Hollywood sinemasını andıran filmler yapılması olarak
125
Thomas Elsaesser. “Introduction: German Cinema in 1990s”. The BFI Companion to German
Cinema. London, BFI Publications, 1999, s:14
126
Aynur Erdem. “Annemin Tepkisinden Korktum”. Sabah Gazetesi. 22 Şubat 2004
62
sıralanabilir. Bu bağlamda ulusaşırı sinema değişik anlamlara gelebilmektedir.
kültürlü ve etnik zenginliği olan filmlerin sayısı son yıllarda oldukça artmıştır.
sinemayı ele aldığımızda, farklı kökene sahip Avrupalılar’ın yaptığı filmler kuşkusuz
de yansır. Genellikle daha bağımsız olan bu yapımlar, yapıları gereği daha marjinal
olup, farklılığa daha çok yatkındırlar. Ancak bir takım aynı özellikleri taşımalarına
rağmen, farklı etnik kökenli yönetmenlerin sinemasını homojen bir sınıf ya da toplu
bir film hareketi olduğu söylenemez. Yine de kabaca taşıdıkları öznel yaklaşım,
noktalardır denilebilir.
127
Dominique Chansel. Beyaz Perdedeki Avrupa: Sinema ve Tarih Eğitimi. çev: Nurettin
ElHüseyni, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2003, s:119
63
Çevreden merkeze gelen göçmenlerin dili değiştirmesi ve metropol yaşamında söz
Batılılar tarafından hiç tecrübe ve temsil edilmemiş konuları, beyaz perdeye taşımaya
başlamışlardır.
Hamid Naficy’ye göre Batı’da farklı etnik kökenlilerin yaptığı, kendi deyişiyle
accented (aksanlı) sinema, iki ana dönemde ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki
arttığı bir dönemdir. Yoğun işçi göçü alan Almanya’nın yanısıra, özellikle uzun bir
II. Dünya Savaşı’ından sonra işgücüne gereksinim duyan Fransa, Kuzey Afrikalı eski
olan yönetmenlerin yaptığı sinemaya Beur Sinema adı verilmiştir. Beur tanımı Arap
aslen Beur Arap sözcüğünün argosudur. Beur sinema değişik safhalardan geçerek
kısa filmler ve belgeseller çekilirken, 80’li yılların ortasından itibaren daha geniş
kitlelere hitap eden uzun filmler çekilmeye başlanmıştır. Ancak geri dönüş hayali
sürekli işlenen bir konudur. Bir diğer ısrarla işlenen konu, Fransa-Cezayir
64
Savaşı’ında gönüllü olarak Fransız Ordusu’nda çarpışan Cezayirlilerin (bu kişilere
harkis adı verilir) savaşta sakatlıktan sonra tekrar çalışamayacak olmalarıdır. Malik
Chibane’nin La Douce France (1995) adlı filmi bu tür filmlere örneklerden yalnızca
birisidir. 128
yaşamın doğal bir resmini çizmek için komediyi de içeren bir tür karışım
yapılır. Beur, Fransa’da gerçekçi, ticari ve popüler bir sinemadır. Bu akımın önde
gelen isimlerinden Mehdi Charef (Au Pays des Juliets, 1992 ve La File de Keltoum,
2001) adı geçen filmlerin ilkinde cezaevinden çıkan üç kadının bir gününe
Bab El-Oued City (1994) adlı filminde kökten dinci İslamcılar ile Cezayirli bir
tanımlamak için kullanlır. Ancak bu siyah yönetmenlerin yanında Asya asıllı (Hintli,
128
Peter Bloom. “Beur Cinema and the Politics of Location” Transnational Cinema: The Film
Reader Editör: E. Ezra, T. Rowden, London: Routledge, 2006, s:132-135
129
Peter Graham. 2003. “Fransız Sinemasında Yeni Yönelimler” Dünya Sinema Tarihi. Editör: G.
Nowell-Smith, Çev: Ahmet Fethi, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2003, s:660
65
ve 1981 yıllarında polis tutuklamalarına, ırkçılığa, işsizliğe ve ‘yanlış siyah
temsillerine’ karşı siyahlar ve gençler ayaklandı. Bunun üzerine devlet 80’li yıllarda
kimliklerini ön plana çıkaran filmler çekmesine olanak sağladı. BFI ve Channel Four
örnek olarak Isaac Julien (Territories, 1985 ve Black Skin, White Mask, 1996), John
Almanya’da ise genellikle Türklerin başını çektiği bir etnik sinema gelişmiştir.
karakterlerin baskı altındaki hayatları ele alınırken, geç dönemde de bu konunun tam
anlamıyla terk edilmediği görülür; Yılmaz Arslan’ın Yara’sında olduğu gibi. Konular
gittikçe çeşitlense ve farklılaşsa bile Nisan Çocuğu’nda olduğu gibi vatana dönüş,
Yüksel Yavuz’un Kleine Freiheit (Küçük Özgürlük, 2003) adlı filminde uyum sorunu
130
Hamid Naficy. An Accented Cinema Exilic and Diasporic Filmmaking. Princeton, Princeton
University Press, 2001, s: 88
66
Görüldüğü gibi Fransa, İngiltere ve Almanya’daki diaspora sinemalarının ortaya
çıkışı, üretim biçimleri, etkilendikleri politik ve sosyal olaylar ile ele aldıkları
çıkan eserleri doğrudan etkiler. Sömürgecilik tecrübesi yaşayan ülkeler bile kendi
aralarında bariz farklılıklar gösterir. Ülkesine yabancıları oldukça geç kabul eden
İlk dönem diasporik yönetmenlere kısaca değinildi. İkinci dönem yönetmenler ise
geri dönmesi, yeni ulus devletlerin ortaya çıkması, Avrupa, Avustralya ve ABD’nin
getirmesi ve teknolojik gelişim gibi sebeplerle Batı’ya akın etmişlerdir. 131 Çoğu
İranlı yönetmenin bu sınıfa girdiği açıktır. İran İslam Devrimi’nden sonra baskı
altında olan sanatçıların bir kısmı Batı’ya giderek yaşamlarını orada sürdürmeye
başlamışlardır. Sohrab Shahid Utopia (1982) adlı filmini Almanya’da çekmiş olup,
filmde baskıcı bir gelenev patronuna bağlı çalışan fahişelerin hapis hayatına benzer
yaşamları konu alınmıştır. İçlerinden birisi dış dünyayı tecrübe eder ve hayal
yurtsuzluk ve aidiyet korkularını işleyen bir film olup, görüldüğü gibi sürgünde
131
Naficy. 2001, s:10-11
67
sayılabilecek İranlı yönetmenlerin ele aldıkları konular yaşadıkları tecbübelere
uygundur.
Accented filmleri kendi aralarında üçe ayıran Naficy, bunlara “sürgün”, “diaspora”
ve “etnik” sinema adlarını vermiştir. Çoğunlukla bireysel bir deneyim olan sürgünü,
Peters kişinin yurdundan acı dolu veya ceza niteliğindeki uzaklaşması olarak
tanımlar. İster gönüllü ister zorunlu olsun sürgün genellikle politik olup, travmaya
yol açar ve yurt güvenle yaşanabilir bir yer olmaktan çıkar.132 Sürgündeki
1981’de Fransa’ya sığınan ve 1984’te orada yaşamını yitiren Yılmaz Güney sürgün
temel sorgulama alanıdır.134 Burada incelenecek alt sınıfı, Türk diasporasından gelen
132
John Durham Peters. “Exile, Nomadism, and Diaspora: The Stakes of Mobility in the Western
Canon”. iç. Home, Exile, Homeland: Film, Media, and the Politics of Place Editör: H. Naficy.
Routledge: New York, 1999, s:19
133
Peters. a.g.e. s:20
134
Naficy. 2001. s:15
68
alanı olarak almaması onun etnik sinema içinde ele alınmamasının temel nedenidir.
Akın’ı diaspora sinemasında ele almadaki amaç, Akın’ı diasporada yaşayan bir Türk
F. Genel Özellikler
Diasporalar genellikle sürgün gibi travma yaratan bir ayrılıkla başlar. Ancak bu
kolektif harekete dayanır ve bir başka deyişle diasporik bireyler kendileriyle aynı
sürgündekiler ikili bir kimlik geliştirirler. Bu farklılık da doğal olarak filmlere yansır;
diasporik filmlerde sürgün filmlerinde olan tek bir anavatan ve halkının kurgusu
yönetmenler film yapım sürecine farklı düzeylerde dahil olurlar. Diğer türlerin
aksine, bu tür filmler diasporanın olduğu her yerde, kabaca tüm dünyada amatörden
konulu filmlere, belgeselden avant-garde’a kadar pek çok biçim altında ortaya
135
Naficy. 2001, s:14
69
çıkarlar. Her bir yönetmenin etnik farklılığını yaşayışı ve sunumu elbette pek çok
açılıma gebedir. Bu bağlamda diasporik filmler tek bir yere ve kurala bağlı
olmamalarıyla da her yönetmenin kendine özgü bir anlatı yaratmasına imkan verirler.
Ancak yine de bu tip filmleri gördüğümüz zaman, bize kendini ele veren birtakım
Film üretiminde stil, yapım aşamasındaki her bir tekniğin anlamlı ve belli bir kalıp
mizansen, kurgu ve ses gibi unsurların birbirleri ile etkileşiminden doğar. Filmde stil,
üç ana işleve sahiptir; film boyunca çeşitli tekniklerle biçimi parçalara ayırmak ve bu
parçalar arasında ilişki kurmak, bireysel tekniklerle farklı nesneler arasındaki ilişkiyi
düşünsel olarak yanıt vermesini sağlamak.136 Bir filmin stili olabileceği gibi, bir
Diaspora sinemasının stilini tanımlamak ise, stilin tanımı gereği, yukarıdaki gibi
kolay değildir. Nitekim pek çok ülkede farklı etmenler yönetmenleri farklı
136
D. Bordwell, K. Thomson. Film Art: An Introduction. N.Y., McGraw-Hill, 2001, s: 175
70
da bölgesel olarak incelenmiştir. Elbette diaspora sineması içinde bulunduğu
F.2. Dil
İlk olarak bu tür filmlerin dilinin ele alarak başlanması uygun olacaktır. H. Louis
Gates Jr. siyah metinleri mulatto ya da mulatta olarak tanımlar. Bundan kastı
şekillenir?
tanımlanır. İlki, bir kimsenin bölgesel ya da sosyal olarak nereden geldiğini teşhis
eden telaffuzla ilgili işitsel ögelerin tümüdür. İkincisi ise, konuşmanın gidişinde
kimliğin ele verilmemesi mümkün değildir. Yabancı bir dil konuşulmasa bile ana
dilin kullanımı toplumun hangi grubundan gelindiği ve eğitim düzeyi gibi şeyleri ele
137
H.Louis Gates Jr. The Signifying Monkey: A Theory of African-American Literary Critism.
NY, Oxford University Press, aktaran Hamid Naficy. 2001, s:22
138
David Crystal. A Dictionary of Linguistics and Phonetics. N.Y., Blackwell, 1991, s:2
71
yapıcılarından olup, bireysel düzeyde de kişiliğimizi ve bireysel farklılığımızı ortaya
koyar.”139
Ana akım sinema toplumun her kesimine hitap etmesi gerekliliğinden dolayı dili
olabildiğince doğal, bir başka deyişle kimliksiz kullanır. Elbette her aksan kullanan
film diasporik değildir ancak her diasporik film aksanlıdır ve genellikle de yaşanılan
ana akım filmlerde aksan yalnızca telaffuzda bulunur ve gramer ile kelime dağarcığı
Naficy diasporik filmlerin bazılarının göç edilen ülkenin dilinde yazılmasına rağmen,
genellikle iki hatta çok dilli, çok sesli ve çok aksanlı olduklarını söyler ve örnek
olarak Atom Egoyan’ın Calender (Takvim, 1993) adlı filmindeki bir düzine çeviri
yapılmamış dilde telefon monologlarını verir. Buradan hareketle ana akımın sesi
kuralları göz ardı ederek ses ve konuşan arasındaki bağı koparmaktan, dramatik
139
H. Naficy. 2001, s:23
140
Naficy. 2001, s:23
141
Hamid Naficy. a.g.e., s:24
72
Diasporik filmlerin dil açısından mulatto oldukları açıktır. Hem içerdikleri en az iki
Dil gibi ses de diaspora sinemasında değişikliğe uğrar. Elbette farklı kültürleri bir
tüketebilir. Farklı bilgi ve becerilere sahip, farklı kültürel tarihi paylaşan sosyal
bağlamda diaspora sinemasında müzik kullanımında daha çok anavatanın müziği ağır
basar ve bu kendi kültürel farklılıklarını fark ettirmek için kullandıkları bir araç
halini alır.
Naficy bunlara ek olarak genellikle yaşanılan ülkenin dilinin aksanlı bir biçimde
kullanılarak görüntü üzerine anlatma, anlatı üzerine ses ve müziğe vurgu yapılması
142
Simon Frith.” Music and Identity”. Questions of Cultural Identity. ed. S. Hall, P. Du Gal,
London, Sage, 1996, s:109
73
modernizmin karıştığını savunur. 143 Anlatı üzerine ses ve hatta yazı kullanımı da
diasporik filmlerde görülen bir uygulama olup T. Minnh-ha Trinh’in Surname Viet
Given name Nam (1991) adlı filminde İngilizce metin ekranda belirirken bunu
aksanlı bir İngilizce okur. Ana dilde de film üzerine metin bindirilmesine Hatoum’un
Measures of Distance (1988) adlı filmi örnek olarak gösterilebilir. Bu filmde görüntü
yoluyla bireysel ve grupsal kimliğin dışa vurumu sağlanır. Akın’ın tüm filmleri
mulatto olup, klasik diaspora filmlerinden farklı olarak ana dil Almanca’dır. Yine
tüm filmlerinde Türk, Alman ve evrensel müziğe yer verir. Böylelikle çoğul
tarihi eser, fotoğraf, mektup, doğa vb.- görüntüleri, aidiyet ve kimlik göstergesi olan
Nizamettin Ariç’in Ein Lied Für Beko (Beko İçin Bir Şarkı, 1992) adlı filminde Ağrı
Dağı yurt sembolü olarak karşımıza çıkar. Özellikle Ermeni diaspora filmlerinde de
Ağrı Dağı özel bir öneme sahiptir. Egoyan’ın filmi Takvim’de Ermeni kimliğiyle
yakından ilişkili olarak Ağrı Dağı görüntülerine, eski kilise harabelerine ve doğa
anlamda da izleyene hatırlatmanın bir göstergesi olarak işlev görür. Ayrıca kimi
143
H. Naficy. 2001, s:24-25
74
karakterler, yerler, sözler, aksanlar, hareketler, görüntü ve sesler yönetmenle aynı
kılar.
1987) adlı filmi İsrail kuşatması altındaki bir Filistin köyündeki düğünü anlatır.
çıkar: mizansen, filme çekme ve anlatı yapısı. Yukarıda adı geçen ögeler aynı
eklemlenmede dış ve açık mekan, doğa, parlak doğal ışık ve hareketli karakterlerden
oluşan bir mizansene ihtiyaç duyar. Bu mizansene uzun çekimler, hareketli çerçeve
75
formlarda zaman devamlılık, iç gözlem ve geçmişe bakıştan yanadır. Oysa kapalı
mekan eklemlenmesi ise sınırlar, limanlar, havaalanları, oteller, ulaşım araçları gibi
ara mekanlarla geçicilik, sınırda yer alma olup, böylelikle geçişkenlik duyguları
yaratılır. 144
Louis Gianetti’ye göre açık form genelde belirgin olmayan, spontane ve kazara
ortaya çıkmış gibi görünür ve realizmle benzeşir. Oysa kapalı form, bariz, kasıtlı ve
belirlenmişlik hissi verir. Bunun sonucunda da, kapalı form kontrol, mesafe ve aşina
olmayan üzerine vurgu yaparken; açık form vasıtasızlık, yakınlık ve aşina olana
vurgu yapar. Felsefi olarak açık formlar seçme özgürlüğünü, kapalı formlar ise kader
144
Hamid Naficy. 2001, s:152-154
145
Asuman Suner. Hayalet Ev. İstanbul, Metis, s: 261
146
Louis Gianetti. Understanding Movies. New Jersey, Prentice Hall, 1990, s: 67-71
76
kullanıma uygundur. Oysa anavatanın hatırlanması, rüyaların resmedilmesi ya da
Diasporada yaşayan insanlar için sınır geçmek her gün yaşanan bir rutindir
ve aşılan sınırlar ırksal, dilsel, kültürel ve bir anlamda tarihsel sınırlardır.
Buna alışkın olarak yaşayanların bir sınır bilinci geliştirdiklerini söylemek
yanlış olmaz. Kültürel sınırları bulanıklaştıran insanlar çoklu bakış açısına,
belirsizlik, karmaşa ve kararsızlığa daha töleranslı olurlar.147
oteller gibi yolculuk mekanları ve her türlü ulaşım aracına rastlarız. Bu yolculuklar
eve dönüş veya ev arayışı, keşfe çıkmak ya da kaçış şeklinde olabilir. Tüm
sözkonusudur; örneğin bireyin kimlik arayışında olması, kendini keşfe çıkması gibi.
özelliklere sahiptir. Bir kez başladıktan sonra yolculuk karakter değiştirir; kaçış
İngiltere’de uzun film çeken ilk Asyalı kadın yönetmen Gurinder Chadha’nın Bhaji
on the Beach (1993) adlı filmi bir grup Hintli kadının Birmingham’dan Blackpool’a
147
Naficy. 2001, s:31
148
Hamid Naficy. a.g.e., s:222
77
olan günübirlik yolculuğunu anlatır. Bu deniz kenarı beldesinde birbirlerinden farklı
kadınların bu tatil gününde kendilerini özgür bırakışları konu edilir. Faridah Ben
Lyazid’in Bab Al-Sama Maftuh (Gökyüzüne Kapı, 1989) adlı filminde ise babasının
ölümüyle Paris’ten Fas’a dönen ve burada İslam’ı keşfeden bir karakter anlatılır. Bu
filmde de yapılan yolculuk amacını aşarak karakteri farklı bir yere taşır.
diaspora sineması oldukça kişisel bir sinemadır, her bir film yönetmenin hayatından
kurarlar.”149
çalışıldı. Ancak daha önce de belirtildiği üzere Akın, diasporik bir kimlikten öte
melez bir kimliktir. O yüzden de sinemasının da melez bir dil taşıması kaçınılmazdır.
149
John Caughie. Theories of Autorship: A Reader. London, Routledge&Keagon Paul, 1981, s:
203-204
78
III. FATİH AKIN’IN “AKSANLI” SİNEMASI
Fatih Akın’ı eldeki mevcut kategorilerle bir insan ve bir yönetmen olarak
sınıflandırmak çok zor bir iş. Çünkü en başta yönetmen kendini bu tip
oluşturan yapı taşlarına yer verilecektir. Genç yaşta Avrupa sineması için yeni ve
Bir işçi ailesinin ikinci çocuğu olarak 1973 yılında Hamburg’da doğan yönetmen,
barlarda bardak toplayan, sinemada popcorn satan Fatih, giderek sinemaya ilgi
küçüklüğünden beri yazdığı hikayelere lise son sınıfta iki de senaryo ekler. Bu
yaşında profesyonel oyuncu olarak tiyatrodan ilk parasını kazanır. Hamburg Thalia
79
dizilerde rol almaya başlayan Fatih, bu arada filmlerinde rastlanacak hikayeleri
yaşamaktadır. 16 yaşındayken bir çeteye takılır. Bazen “düşman” çete laf attığında,
bazen Dazlaklar’a karşı, toplanıp dövüşlere gider. Hatta Dazlaklar yüzünden hapse
de girer. Sonra çete olaylarına uyuşturucu karışınca çeteyi bırakır ve çok dost
Alman bir kıza aşık olmuş, Türk olduğu için reddedilmiştir. Bir gün Dazlaklar onu
trenden atmaya kalkmıştır. Hatta Alman arkadaşlarının evine gittiğinde, onlarla aynı
bir parçası olarak görür. Nitekim orada okula gitmiştir ve yalnız değildir, bir sürü
yabancı vardır ve bunu hep zenginlik olarak görmüştür. Akın bunu şöyle ifade eder.
“Eğer küçük yaşlardan itibaren farklı ülkelerden insanlarla birlikte olursan, herkesten
daha çok şey öğrenirsin tabii. Filmlerimde göçmenlik durumu sadece bir fon. Sadece
önceki dönem. Hâlâ acı hikayeler vardır ama ben kişisel hayatımdan şeyler vermeyi
tercih ettim.”150
olsa kim olduğunu veya olmadığını en çok kendisi bilebilir. “Kendimi bazen Alman,
bazen ise Türk gibi hissediyorum. Ama bu benim için hiçbir zaman dezavantaj
150
Emel Armutçu. “İki Ülkeye Birden Hasret Kaldıkları Ödülü Getiren Türk Fatih Akın”. Hürriyet
Gazetesi. 21 Şubat 2004
151
Murat Tosun. “İki Kültürlü Olmak Yaratıcılığımı Arttırdı.” Hürriyet Gazetesi. 16 Şubat 2004
80
Hall’un melezlerde bulduğu güçlü yaratıcılığı Akın kendinde böyle ifade eder. “Biz
iki kültür arasındaki köprüler gibiyiz. Batı ile Doğu’yu birleştiriyoruz ve iki
kültürden de besleniyoruz.”152
Ayşe Arman’la yaptığı röportajda mentalite olarak Alman mı yoksa Türk mü olduğu
Bazen öyle, bazen böyle. Türküm çünkü çok sinirliyim. Hani Türkler
girişirler dövüşürler ya; sakin değil onlar hep bir ‘temper’ ve ‘agresyon’ var.
Bu mesela bana çok yakın ve tanıdık geliyor. Ama Almanlara benzeyen
özelliklerim de var. Orada doğdum büyüdüm, bütün eğitimimi orada
tamamladım. Almanca konuşuyorum. Aklımdan geçen lisan Almanca,
rüyamda geçen dil Almanca, Almanca küfrediyor, Almanca sevişiyorum. Abi
resmen Almanım ben!......Yeni Almanlarız biz. Bir Alman ne zaman Alman
oluyor? Sarışın ve mavi gözlü olunca mı? İlla böyle mi olman gerekiyor?
Ben milliyetlere inanmıyorum. Bence çok eski bir fikir bu.153
Bir milliyeti kabul etmek, birini desteklemek benim tarzım değil. Ben ilk
önce ‘Türküm’ ya da ‘Almanım’ demem. Öncelikle insanım derim. Kişileri
önce insanlıklarıyla değerlendiririm, benimsedikleri kültürlerle değil. 154
152
Aynur Erdem. “Annemin Tepkisinden Korktum.” Sabah Gazetesi. 22 Şubat 2004
153
Ayşe Arman. “Abi Resmen Almanım Ben!.” Hürriyet Gazetesi. 13 Mart 2004
154
Aynur Erdem. a.g.e.
81
B. Genel Hatlarıyla Fatih Akın Sineması
Görüldüğü gibi Türk asıllı olmanın getirdiği birtakım sıkıntılar yüzünden yönetmenin
kulüpleri, kahveleri, kumarhaneleri ile dolu yer altı dünyasını daha küçükken
dört filminde de seks, özlem, şiddet, öfke, ihanet, tutku, acı, korku ve kanın harmanı
karşısında yılmayıp hayata dört elle sarılması gibi. Bir bakıma geldiği yerin gerçeğini
sokaklarında ikinci veya üçüncü nesil yabancı asıllı gençler arasında görmek olasıdır.
Bir tarafta ailelerin getirdiği sıkı gelenekler, öte yanda Alman toplumunun dışlama
çabaları gençleri haklı bir öfkeye sürükler. Filmlerinde yalnızca Türk asıllılar değil,
Yunan, İtalyan ve Yugoslav asıllılar, bir başka deyişle Alman toplumunun Güney
Avrupalı “ötekiler”i de yer alır. Bu da bize yaşadığı çok kültürlü ortamı filmlerine
kaynaklanmaktadır.
155
Cem Dalaman, H. Savaş Mican. “Altın Ayı Üçüncü Kuşağın”. Milliyet Gazetesi. 22 Şubat 2004
82
Akın yaptığı filmleri göçmen sineması olarak tanımlayanlara şu cevabı veriyor:
Ben böyle bir ortamda doğup, büyüdüğüme göre filmlerimin de böyle bir
ortamdan beslenmesi gayet doğal. Dünya üzerinde yaşayan insanların yarısı
kendi ülkelerinde yaşamıyor. Bu insanların kendi durumlarını anlatan filmler
yapması kadar doğal bir şey yok. Buna artık göçmen sineması demek doğru
olmaz, bu artık dünya sineması olarak tanımlanıyor.156
Bol ödüllü Duvara Karşı filmi de yine kendi hayatında yaşadığı iki olaya dayanır. Bu
olaylardan ilki, Dalaman ve Mican’la olan söyleşisinde yer alır. 1992 yılında tutucu
bir ailesi olan bir kız arkadaşı (sevgilisi değil) kendisine sahte evlilik teklif etmiştir.
Arkadaşı gerçekten karı koca olmayacaklarını sadece evlilik oyunu oynayıp, ailesi
evlerine geldiğinde rol yapacakları söylemiştir. 157 Akın zamanında gülüp geçtiği bu
teklifi yıllar sonra filminde kullanmıştır. Bu olayın ardından yaşadığı başka bir olay
asıllı bir arkadaşının başını Arnavut mafyasıyla belaya sokması ve canını kurtarmak
Son derece öznel bir sineması vardır Akın’ın, ancak bununla birlikte evrensel bir dil
ana akım sinemada daha ticari olmanız gerekiyor böyle bir baskı oluyor, serbest ve
özgür değilsin. Oysa ben aynı zamanda bir sanatçı olarak kalmak istiyorum. Sinema
156
Aynur Erdem. a.g.e.
157
Cem Dalaman, H. Savaş Mican. a.g.e
158
Ahmet Boyacıoğlu. “Fatih, Berlin Duvarını Aştı”. Radikal Gazetesi. 15 Şubat 2004
83
tabii ki ticari bir iş ama ben yıllar içinde sanatçı kimliğimi koruyarak filmler yapmayı
öğrendim.”159
Bağımsızlık adına yapım şirketi Corazon International’ı kurmuştur, şirketin ilk filmi
gerekirse sanat kaygısı güden, bağımsız, öznel, evrensel, çok kültürlü, zıt kutuplu,
alevlenmiştir. Duvara Karşı’nın Altın Ayı aldığı ödül töreninde kendisini Türk
artık kafanızdan... Siz kabul etseniz de etmeseniz de biz Almanız. Ben Alman bir
yönetmenim. Alışın artık buna”160 diyerek tepkisini dile getirmiştir. Burada bizden
kaymıştır. Alman gazetesi Bild’de çıkan ve Kekilli’yi hedef alan haberlerin filmin
asıl boyutunun ört bas edilmesi amacını taşıdığı açıktır. Filme olan önyargılar sadece
basınla sınırlı da kalmamıştır. Ogan Güner Duvara Karşı için hazırlanan Berlinale
önyargılı tavrın somut bir örneği olduğunun altını çizer:“ Sibel normal bir Müslüman
159
Ayşe Arman. a.g.e.
160
Güner Yüreklik. “Yaşamın İçinde Fatih Akın”, Milliyet Gazetesi, 22 Şubat 2004
84
gibi yaşayamayacak kadar hayatı sevmektedir.” 161 Bu tanımın film içinde karşılığını
Akın yönetmenliğe kısa filmlerle başlamıştır ve ilk iki filmi bu türe girer; Du Bist Es!
(Sensin, 1995) ve Getürkt (Ot, 1996). Bu filmleri uzun kurmaca olan Kurz Und
Schmerzlos (Kısa ve Acısız, 1998) ve Im Juli (Temmuzda, 2000) takip eder. Ardından
tüm akrabalarıyla çektiği belgesel gelir, Denk Ich an Deutschland: Wir Haben
(2002) ve Gegen Die Wand’ı (Duvara Karşı, 2004) çeken yönetmen, bu filmin
ardından Lars von Trier projesi olan Visions of Europe (2004) filmine “Die Bösen
Alten Lieder” adlı kısa filmiyle Almanya’yı temsilen katılır. Ardından bir müzik
belgeseli olan Crossing the Bridge: The Sound of İstanbul’u (Köprüyü Geçmek:
İstanbul Hatırası, 2005) yönetir. Yönettiği son film ise bu yıl içinde gösterime
gireceği ilan edilen uzun metrajlı filmi Soul Kitchen (2006) olup, Yunan bir restoran
161
Ogan Güner. “Hem Duvara Hem Rüzgara Karşı” Roll, Nisan 2004, s:10
162
Atilla Dorsay. “Zorla girdiği yarışmada Altın Ayı ödülü kazandı” Sabah Gazetesi, 16 Şubat 2004
85
Filmlerinin senaryosu genellikle kendine aitken bu kuralı ilk defa Solino ve son
ise, “ben bu kuralımı sanırım birkaç kez daha bozarım. Bana göre kendi yazdığınız
bir senaryoda kendinizi ifade ediyorsunuz, başka bir senaryoyu filme çektiğinizde bu
bir yorum oluyor. Burada önemli olan ise bu yorumlamayı ifadeye dökmektir. Bu
Bu çalışmada ele alınacak olan filmler Kısa ve Acısız, Temmuzda, Solino, Duvara
sinemalara olan benzerlikleri göz önüne serme ve geliştirdiği kendine has sinema
dilini ortaya koyma üzerine olacaktır. Dört konulu filmine ek olarak bir de belgeselin
Film Hamburg’da yaşayan ve bir şekilde suç dünyasının içine girmiş Türk, Sırp ve
Almanya’da yaşayan ve cezaevinden yeni çıkmış Türk asıllı bir Almandır. Hapishane
163
Emine İlbuğa Uçar. “Fatih Akın: Köprünün Üzerinde ve Doğuya Doğru...”, Altyazı Dergisi, 2003,
Temmuz- Ağustos
86
onun için dayanılması zor ancak öğretici bir tecrübe olmuştur. Kararı kesindir; her
türlü yasadışı işten uzak duracaktır ve ilk fırsatta Türkiye’ye taşınacaktır. Cebrail’in
yakın arkadaşları da kendisi gibi göçmen ailelerin çocuklarıdır. Yunan asıllı Costa
(İdil Üner) sevgilisidir. Sırp asıllı Bobby (Aleksander Jovanovic) ise gözünü
uyuşturucu ve silah gibi çok daha ciddi işlere dikmiştir. Fim boyunca Bobby’nin
başlar, ancak bir gece kendisine verilen görevi başaramaz. Mafya Bobby ve ona
yardım eden Costa’nın peşine düşer. Bobby, mafya lideri tarafından öldürülünce,
Cebrail ve Costa onun intikamını almak için ayrı ayrı harekete geçerler. Ancak Costa
da mafya lideri tarafından öldürülür. Cebrail bir daha suç işlememeye karar
Daniel (Moritz Bleibtreu), kendi küçük dünyasında hemen hemen hiç kimse
tarafından ciddiye alınmayan yalnız ve genç bir öğretmendir. Daniel’ in kötü talihi
Juli (Christiane Paul) ile tanışınca değişecektir. Juli aşık olduğu Daniel’e üzerinde
güneş olan bir yüzük satar ve çok kısa sürede hayatına güneş gibi doğacak biriyle
tanışacağını söyler. Ancak işler Juli’nin planladığı gibi gitmez ve Daniel İstanbul’a
giden Melek’e (İdil Üner) aşık olur. Melek’in peşinden gerçek aşkı bulmak için
İstanbul’a gitmeye karar veren Daniel, arabasına bir otostopçu alır. Bu ise Juli’den
87
arabaya binip kaderinin götürdüğü yere gitmeye kararlıdır. Ve kader Juli ve Daniel’e
eğlenceli ve aşk dolu bir yolculuk çizmiştir. Ancak yolda aksilikler peşlerini
Bilmediği ise İsa’nın kaçak olarak Almanya’da bulunan amcasının ölmesi üzerine,
Ortaköy’de Daniel’in Julie’ye olan aşkının farkına varmasıyla mutlu bir biçimde
sonlanır.
Film 1964 yılında başlar, 1974 ve 1984 yıllarına sarkarak bir İtalyan ailenin dramını
gözler önüne serer. Romano Amato (Christian Tasche) ve karısı Rosa (Antonella
Attini) iki oğulları Gigi (Barnaby Metschurat) ve Giancarlo (Moritz Bleibtreu) ile
birlikte bir gün İtalya, Solino’daki evlerinden Almanya’ya göç etmeye karar verirler.
ilk pizzacısını açar. Daha duygusal ve canayakın olan Gigi’nin yaşamını sinema
değerlerini yitiren Romano’nun tavrı, aile bağlarının yavaş yavaş çözülmesine yol
açacaktır. Çocuklar Almanya’ya uyum sağlayıp, içine girdikleri yeni sosyal ortamda
Rosa ise ülkesini özlemektedir. Birer yetişkin olduklarında aynı kıza aşık olan
88
kardeşler arasındaki yarış, daha önce olmadığı kadar acımasız bir boyut alır,
yeni bir hayat kurar. On yıl sonra iki kardeş biraraya gelir ve aralarındaki ilişki
yeniden kurulur.
Cahit (Birol Üner) 30’larının sonunda, çok sevdiği karısının ölümünden sonra
Bir gece yarısı bilerek arabasını son sürat duvara karşı sürer ve şans eseri hayatta
kalır. Kaldırıldığı rehabilitasyon merkezinde genç Sibel (Sibel Kekilli) ile tanışır.
istediği özgür hayatı yaşayabilecektir. Cahit ilk önce bu teklife sinirlense de daha
sonra evlilik oyununu kabul eder. Evlendikten sonra farklı hayatlar yaşayan ev
Maren Cahit’in arasıra cinsel ilişki yaşadığı bir arkadaşıdır. Ancak zamanla Cahit
Sibel’e aşık olur ve genç kız elde ettiği özgürlüğü korumak pahasına Cahit’i geri
çevirir. Fakat Sibel’in de aynı duygular için de olduğunu fark etmesiyle ikilinin
89
kuzeni Selma’nın (Meltem Cumbul) yanına yerleşmesiyle devam eder. Yıllar sonra
cezası biten Cahit, Sibel’i bulmaya İstanbul’a gelir ama Sibel’in hayatı çok
değişmiştir. Artık hayatında başka birisi ve bir kızı vardır. Bu trajik ve imkansız aşk
öyküsü Cahit’in memleketi Mersin’e tek başına yaptığı yolculukla son bulur.
C.5. Crossing the Bridge: The Sound of İstanbul (Köprüyü Geçmek: İstanbul
Hatırası, 2005)
getirerek bir anlamda Türkiye’nin çok sesliliğine vurgu yapar. Film sadece müzik
yer alan İstanbul’un sesleri; Baba Zula, Orient Expressions DJ’leri, Duman,
Replikas, Erkin Koray, Ceza, İstanbul Style Breakers, Mercan Dede, Aynur, Selim
Sezen Aksu’dan oluşur ve bizi rock müzikten etnik müziğe, Türk sanat müziğinden
rap müziğe, arabeskten dans müziğine, poptan alternatife kadar uzanan uzun bir
atölyesi, tarihi bir hamam, Büyük Londra Oteli, Babylon ve Mojo gibi rock barlar,
Crystal ve Park Orman gibi klüpler, Rock’n Coke Müzik Festivali ve sanatçıların
evleri gibi. Bu görsel ve işitsel olarak son derece doyurucu olan belgeselde bize
eder, hatta sırf bize değil sanatçılara da eşlik etmekten geri kalmaz. Belgeselde bir
90
D. Fatih Akın Filmlerinin Anlatısal Özellikleri
Anlatı, zamansal ve nedensel olarak anlamlı bir biçimde bağlantılı bir dizi
olayın göstergesel temsilidir. Filmler, sahne oyunları, romanlar, haber
filmleri, resimli öyküler vb. geniş anlamda birer anlatıdır. Bu nedenle
anlatılar, şu gibi görsel iletişim araçlarının çok büyük bir çeşitlilikle
kullanılması yoluyla oluşturulabilir: yazılı ya da sözlü dil; görsel imgeler; el
kol hareketleri; sahnede canlandırma ve bütün bunların çeşitli bileşimleri.
Her türlü göstergesel kurgunun, göstergelerden oluşturulan her şeyin bir
metin olduğu söylenebilir. Bu nedenle pek çok türde- dilsel, resimsel,
sinemasal- anlatı metninin bulunduğundan söz edilebilir.164
Roland Barthes anlatının her zaman işlevlerden oluştuğunu ifade eder. Anlatıda her
şey değişik derecelerde anlam taşır. Bu durum anlatıcı açısından bir sanat sorunu
olmayıp, bir yapı sorunudur.165 Anlatı neyin, ne şekilde anlatılacağı ile ilgili bir
olguyu ifade eder. Anlatı bir başlangıç ve son arasındaki nedensel bir ilişki içerisinde
özgüdür.
Akın’ın filmleri kurucu çekim yerine seyircide merak uyandırarak başlar; bilinmeyen
Bunun dışında ise, anlatıların egemen ideoloji yanlısı ve tutucu olmaları yönünde de
kapalılığı söz konusudur. Geleneksel ve popüler anlatılar daha çok kapalı bir yapı
164
S. Onega, J.A.G. Landa. Anlatıbilime Giriş. Çev: Y. Salman, D. Hakyemez. İstanbul, Adam
Yayınları, 2002, s: 12
165
Roland Barthes. Anlatının Yapısal Çözümlemesine Giriş. Çev: M. Rıfat, S. Rıfat. İstanbul,
Gerçek, 1988, s: 21
91
gösterirler ve varolan egemen söylemin sürmesine katkı sağlarlar. Akın’ın
filmlerinde ise ideolojik bir yaklaşım, bir şey söyleme ve kabul ettirme çabası ya da
tek bir doğru yoktur. Şartların, zamanın ve kişilerin doğruları vardır, diğer bir deyişle
rastlanmaz.
olayların temsili söz konusudur. Bu bağlamda filmler klasik anlatı özelliklerine sıkı
sıkıya bağlıdırlar. Filmlerinde var olan bir dengenin değişmesi ve gelişen olaylar ile
birlikte yeni bir dengenin oluşmasına tanık olunur. Bununla birlikte Akın’ın filmleri
Kısa ve Acısız, Solino ve Duvara Karşı açık uçla sona ererler ve seyirciyi soru
başlamasına rağmen, filmler doğrusal bir zaman çizgisi takip eder. Bir diğer anlatı
Acısız’da ana karakterlerin yavaş yavaş suça ve kendi sonlarına yaklaşmaları, Cebrail
ile Alice yakınlaşırken, Cebrail ile Costa’nın arasının açılması paralel bir anlatıyla
paralel olarak anlatılır. Duvara Karşı’da ise Cahit ve Sibel’in birbirlerinden ayrı
olarak anlatılır.
92
İdeolojik açıdan bakıldığında ise Akın filmlerinde anlatının kapalılığından söz etmek
mümkün değildir. Sinemanın kimlik oluşturma üzerindeki etkisi göz önüne alınırsa,
Akın’ın sunduğu, kendi kimliği gibi olan, “Avrupa’nın melez yeni kimlikleri”nin
kurulması ayrı bir önem taşır. Yönetmenin, egemen Alman ulusalcı ve ayrımcı
söyleminin karşısında bir tavrı söz konusudur. Etnik ayrımları göz ardı ederek
herkesi bir potada toplama başarısını gösterir, bir başka deyişle bireyleri sadece insan
olarak sunmayı başarır. Tüm filmlerinde karakterlerin değişik etnik kökenden olması
Sinemasal anlatılar da diğer anlatılar gibi öykü ve söylemden meydana gelir. Öykü,
olaylar, karakterler ve eylemler zinciri boyunca işler, bir anlamda filmin çatısını
oluşturur.166 Olay örgüsü ise, filmde yer alan görsel ve işitsel ögelerin tümünü
kapsayan bir tanımdır. Olay örgüsü, hem öyküde doğrudan gösterilen olayları hem de
öykü dünyasının dışında kalan müzik, arayazılar, tanıtma yazıları vb. gibi ögeleri
içerir.167
Akın’ın filmlerinde öykülerin popüler anlatılar gibi, başı, ortası ve sonu bellidir ve
bağlamda daha çok kişiye dayanan anlatılardan söz etmek mümkündür. Çalışmaya
166
S. Benjamin Chatman. Coming to Terms: The Rhetoric of Narrative in Fiction and Film. N.Y,
Cornell University Press, 1990, s: 9
167
D. Bordwell, K. Thompson. Film Art: An Introduction. N.Y, McGraw-Hill, 2001, s: 61
93
konu olan filmlerdede; Kısa ve Acısız’da Cebrail ve arkadaşları, Temmuzda’da Juli
indirger. Akın sineması evrensel olan duyguları bireyler üzerinden ele alır.
yaşanan sorunlar olurken, Akın filmlerinde göç ve göçmenlik arka plan olarak
motivasyona sahiptirler.
hikaye anlatılır. “Bu tür düz kronolojik düzenden sapmaların genel adına anakronik
anlatılar adı verilir. Bu tür anlatılar, şu ya da bu biçimde önemli bir olayla-in medias
(önceleme) gider... Sinemada genel olarak gerileme ile karşılaşırız.”168 Akın’ın bu iki
168
Brian Henderson. “Filmde Zaman Kip ve Çatı” Film Quarterly Vol. 24, No:4, 1983 çev: N.
Abisel, Yıllık AÜ Basın Yayın Yüksekokulu No:8, 1983-1985, s: 2-3
94
filmi de anlatı için özel öneme sahip yerlerden başlar ve geriye dönerek bize tüm
hikayeyi anlatır. Öyküler her zaman belirli bir noktadan başlamasına rağmen, bazıları
tarafından iyi aktarılması gerekir. Örneğin Temmuzda doğada, geniş alanda, doğal ve
Duvara Karşı filmi iki bölümden oluşur; ilk bölüm Hamburg’da geçen hafif bir kara
komedi ve ikinci bölüm İstanbul’da geçen bir trajedi olarak tanımlanabilir. Filmin
bulunulan suç dünyasının karmaşasını anlatan hızlı kurgu, karanlık mekanlar ve gece
çekimleri ağır basar. Solino’da daha renksiz resmedilen şehir hayatı, fabrikaya
karartıcı tren garı gibi daha birçok seçim yerli yerinde kullanılmıştır. Tüm bu
ögelerin kullanımıyla film, yabancı bir ülkeye yerleşememe sorunu, yabancılık gibi
sorunlardan bizi uzaklaştırıp, tutku ve heyecanları ayakta tutarak sıcak ve samimi bir
anlatı yaratmayı başarır. Filmde asıl olarak göç fonunda iki kardeşin kıskançlıkla
başlayıp kopma noktasına gelen ilişkisi anlatılır ve daha önce belirtildiği gibi Akın
95
Akın’ın kullandığı en önemli anlatı özelliklerinden biri de yabancılaştırmadır.
uzaklaştırarak, bilincin yani aklın yolunu üretken bir biçimde açmak için kullanılan
kaldırılmalı; anlatıyı homojen tek bir organik bütünlük gibi sunan kurgudan
vazgeçilmeli ve dramanın sıkı yapısı kırılarak daha gevşek bir yapı benimsenmelidir.
Süreksiz kurgu, epizotik anlatım ve anlatı içine serpiştirilen şarkı, düzyazı, kameraya
basitinden, popüler ya da ana akım sinemada kurgu izlenenin bir yapıntı olacağını
Burada amaç seyirciyi filme hapsedip verilen her şeyi sorgulamadan almasını
169
Mutlu Parkan. Brecht Estetiği ve Sinema. İstanbul, Don Kişot Yayınları, 2004. s:63
170
Reinhold Grimm. “Alienation in Context: On the Theory and Practice of Brechtiain Theater” A
Bertold Brecht Reference Companion. Editör: Siegfried Mews, Connecticut, Westport, 1997, s:35-
43
96
Akın ilk filmi Kısa ve Acısız’dan itibaren yabancılaştırmaya yer vermiştir. Filmde
yönteme o an çok önemliyse, şok ediciyse, onu anılara katmak ve zamanı durdurmak
için başvurulur. Bu tip karelerle Akın, filme düşünsel ve dramatik açıdan açıkça
yorumda bulunur. Daha sonra Temmuzda’da bir adım daha ileri giderek, efektler,
bir başka teknik de filmin belli bir bölümünde Juli ve Daniel’in yolculuklarının
yabancılaştırmanın doruğa çıktığı filmi Duvara Karşı’dır. Film İdil Üner ve Selim
Sesler eşliğindeki beş erkek müzisyenin Haliç kenarındaki fasıl görüntüleriyle açılır.
Bu görüntüler bize son derece geleneksel bir film izleyeceğimiz izlenimi verdiği
sırada, Hamburg’da bir bara geçiş yapılır ve seyirci şaşırtılır. Film beş bölümden
oluşan epizodik bir yapıdadır ve öykünün gelişimiyle bağlantılı altı şarkı/fasıl müziği
filmi bölümlere ayırır. Akın bu sahneler için şöyle der, “bu filmde gerçeği kırmak,
seyirciye filtre vermek lazımdı. ‘Bu sadece bir film’ demek için o sahneleri
bir başka sahne ise Sibel’in yemek yaptığı sahnedir. Yönetmen bu sahnede Sezen
Aksu’nun Yine mi Çiçek şarkısı eşliğinde filmi bir kenara bırakıp, yakın çekim
171
Ogan Güner. “Hamburg Oyun Havaları” Roll, Nisan 2004
97
eşliğinde zeytinyağlı biber dolma yapımını gösterir. Yine filmin ikinci yarısında
Sibel bileklerini kestikten hemen sonra, lavabodaki kanı ve jileti rahatsız edici bir
biçimde yakın çekim göstermesi ve bu kesiğe atılan dikişi yakın çekimle vermesi
klasik anlatıda pek karşımıza çıkmayacak türdendir. Son olarak filmde her sahnede
senkronize değildir.
Donmuş çerçeveler, yavaş ya da hızlı hareket, tekrar eden çekimler, farklı kamera
hareketleri ve açıları, kendini fark ettiren kurgu, parlak ve renkli ışıklar (sokaklar,
lunaparklar, gece klüpleri) ve uzun klipvari sahnelerden bir kısmı ve kimi zaman
uzaklaştırırlar, hatta kimi zaman Temmuzda’da olduğu gibi gerçeküstü bir yöne
çekerler.
okuması, filmi anlatması ya da çevirisi olmayan diller, seyirciyi rahatsız bir evrende
oldukça etkiler. Akın filmlerinin yabancılaştırması ise, bize izlediğimizin bir yapıntı
98
çoğu zaman aksanlı Türkçe konuştukları için karakterlerin dil ile ilgili bir
problemleri yoktur. Klasik diasporik filmler gibi çok dilli olan Akın filmlerinin
onlardan ayrılan yönü Almanca’nın aksansız ve ana dil olarak kullanılıyor olmasıdır.
geldikleri ülkeye hemen adapte olup dili öğrenmelerine vurgu yapılır, anne ve baba
Sembolik anlatımlar da yönetmenin filmlerinde önemli bir yer tutar. Örneğin Kısa ve
Acısız’da Cebrail’e hapisaneden çıktıktan sonra Alice tarafından verilen şans tılsımı
beraberinde getirir. Kolye gibi güneş figürü de sembolik anlam taşır. Güneş doğuyu
Temmuzda filminde bir kez daha karşımıza çıkar, aşk, umut ve doğuya yapılacak
olan yolculuğu simgeler. Daniel güneş şeklindeki yüzüğün peşinde doğuya doğru
Filmlerin hepsi sıcak, samimi ve duygu yüklüdür. Solino’yu “fazla” duygusal bulan
99
eleştiri, filmin çok duygulu bir film olmasıydı; yani Solino’da aşırı duygu varmış.
Film daha çok bu yönüyle eleştirildi ve bu eleştiriler beni çok üzdü; çünkü duygusuz
Akın Duvara Karşı’yı da, “Yeşilçam, arabesk ve Alman punk’ı karışımı”173 olarak
tanımlar. Melodram Alman sinemasında da bolca kullanılan bir tür olup, özellikle
unsuru Duvara Karşı’da bir araya toplayarak, Alman melodram geleneğinin dışında
olmadığımız sesleri tanıtır. Yönetmen, dışardan gelen bir bakış açısıyla belli bir tür
ve İstanbul’a sözü bırakır. Bu filmin diğer filmlerden en önemli farkı Türkçe’nin ana
dil olması, yer yer İngilizce kullanılması ve sadece Alman müzisyen Alexander
172
Emine İlbuğa Uçar. a.g.e.
173
Alin Taşçıyan. a.g.e.
100
izleriz. Film kronolojik değildir ve filmin zamanı belli değildir, çekimlerin kaç gün
havası vardır. Bir bakıma kolajlanmış görüntü ve müzik demeti izleriz. Kimi zaman
farklı müzik türleri ve müzisyenleri anlatmak için bu anlatı tarzı çok uygundur ve
D.2. Karakterler
Türkiye’ye dönmek ister; başka, daha iyi bir hayatın özlemini duyar. Temmuzda’da
Daniel sıkıcı hayatından kurtulmak, aklına geleni özgürce yapmak ister. Solino’da
İtalyan baba daha iyi bir hayat için Almanya’ya göç etmek ister. Duvara Karşı’da da
Sibel daha özgür ve başka bir hayatı özlerken, filmin sonunda Cahit de başka bir
Karakterlerin bir diğer ortak noktaları ise çıktıkları kişisel yolculuklardır. Kısa ve
Acısız’da hapisten çıkan Cebrail değişmek, farklı biri olmak için çabalar ancak
eskiden içinde bulunduğu suç dünyası buna bir türlü izin vermez. Arkadaşı
101
Bobby’nin mafyaya katılma talebini geri çevirmesine rağmen, arkadaşlarına duyduğu
bağlılık nedeniyle cinayet işlemek zorunda kalır. Temmuzda’da Daniel aşkı bulmak
için çıktığı yolculukta hem aşkı hem de kendini bulur. Gözlük takan ve hayata
çerçevelerin ardından bakan sıkıcı ve silik bir insanken; sırasıyla önce gözlükleri
daha sonra çekingenliği ve silikliği yok olur. Filmin sonunda tamamen değişen bir
Daniel çıkar seyircinin karşısına. Ancak bu değişimi sağlayan itici güç Juli’dir, tıpkı
Cahit’i aşkın acısı ayakta tutar ve hayata bağlar. Hapisten çıktığında daha önce
alkolden başka bir şey içerken görmediğimiz Cahit’in sadece su içtiğini görürüz.
bağımsız ruhlu ve güçlü kadınlar karşımıza çıkar. Kısa ve Acısız’da Alice ve Ceyda
iş ortağı olan, ayakları yere basan, sorumluluk sahibi iki genç kadındır. Ceyda Türk
asıllı olmasına rağmen filmde önce Costa ve daha sonra da Alman Sven’le birlikte
olur. Bu ilişkilerinde ilişkiye hakim görünen ve ilişkilerini istediği gibi yaşayan bir
istediğini bilip onun peşinden giden Juli’dir. Daniel’in dönüşümünü kendisinin hiç
aklında yokken başlatan ve hayatı yaşamaya cesareti olan bir karakterdir. Filmin
diğer kadın karakteri Melek ise sevgilisiyle Boğaz Köprüsü altında buluşmak üzere
etkileyici bir karakterdir. Duvara Karşı’da Sibel de yine hikayeyi başlatan, Cahit’i
değiştiren ve ona yaşama sevinci veren bir karakter olarak karşımıza çıkar. Sibel geç
102
yaşayan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Fakat Cahit’in hapse girmesiyle bir
anlamda kaybolan, erkeklere kafa tutarak hayatını tehlikeye atan Sibel filmin
tamamlar ve başka bir insan; orta sınıf hayatı yaşayan belki de konformist biri olarak
çıkar karşımıza. Yine Sibel’in kuzeni Selma da eşinden boşanmış tek başına yaşayan
oldukça hırslı bir iş kadınıdır. Bir tek Solino’da Rosa geleneksel, çocuklarına düşkün
bir İtalyan annesi portresi çizer. Ancak Solino’nun Almanya’ya ilk giden göçmenleri
konu alan bir dönem filmi olduğu düşünülürse, bu gayet normaldir. Ancak aynı Rosa
Almanya’da pizza restoranı açmayı akıl ederek kocasını bu konuda ikna eder ve
aksine anlatıda önemli yere sahiptir. Bu yönüyle Akın filmlerinde kadın sıradan yan
Erkek karakterler ise zayıf yönleriyle dikkat çekerler. Kısa ve Acısız’da Cebrail suç
üyesi olmaya soyunup şöhret peşinde koşarken hayatından olur. Başı belaya
girdiğinde Alice’den yardım istemeye koşar. Aralarında en saf olan Costa ise, yaptığı
ufak hırsızlıklardan vazgeçme kararı almasına rağmen bunu çok kısa bir süre
103
Costa’dan ayrıldığı zaman Costa yıkılır ve mafya babasını öldürmeye gideceği
zaman da son görmeye geldiği kişi Ceyda olur. Cebrail de mafya tarafından
diğer bir saptama ise ataerkil anlatıda olduğunun aksine birbirlerine son derece yakın
görülen türden sert erkek dostluğundan farklılık gösterir. Temmuzda filminde Daniel
karakterdir. Filmin sonunda Juli sayesinde kendini bulur. Filmin diğer erkek
karakteri İsa ise Almanya’da ölen amcasını Türkiye’ye bagajda taşıyacak kadar
Giancarlo arasındaki ilişki kıskançlıkla darbe alır, Kısa ve Acısız’da kardeş kadar
yakın dostların arasının açılması gibi. Solino’da kardeşlerin aynı kıza aşık olmasıyla
değildirler. Babaları Romano da göç ettikleri Almanya’da çok geçmeden Alman bir
kadınla karısını aldatır ve lösemi hastası karısının İtalya’ya tek başına dönmesine
aldırmaz.
104
Duvara Karşı’da ise hayattan umudunu kesmiş, alkolik, mutsuz, doğru dürüst bir işi
ona soyadı olan Tomruk’un ne anlama geldiğini sorduğunda Cahit camdan dışarı
yabancılaşmış olan Cahit’in film boyunca dönüşümüne tanık oluruz. Öyle ki filmin
sonunda hem sevdiği kadının peşinden Türkiye’ye gelir, hem de köklerini bulmak ve
marihuana içerken görünürler. Duvara Karşı’da ise Cahit ve Sibel hem düğünlerinde
Yeşilçam filmlerinde yansız verilmez, tersine bunun büyük bir felaket olarak
yansıtıldığını görürüz. Genel olarak Avrupa filmlerinde ise özellikle marihuana alkol
gibi sıradan bir şey gibi gösterilir. Akın filmlerinde uyuşturucu bağımlılık ya da
kullananın sonunu getiren bir unsur olarak değil, alkol gibi keyif alınan bir unsur
Yabancı asıllı Alman karakterlerin yani Cebrail, Bobby, Costa, Ceyda, İsa, Melek,
Gigi, Giancarlo, Cahit ve Sibel’in ortak noktaları herhangi bir Almandan farklarının
105
Almandırlar. Ancak tüm filmlerde bunlara eşlik eden geleneksel karakterler de
sınırındaki polisler, Solino’da baba ile anne ve Duvara Karşı’da Sibel’in ailesi
Köprüyü Geçmek: İstanbul Hatırası’nda ise yine birbirinden son derece farklı
içki sofrasında kimi zaman ellerinde marihuana ile çıkar karşımıza. Yine Akın’ın
D.3. Mekanlar
Filmlerinin anlatı yapısı, mekanları ve karakterleri arasında son derece sıkı bir ilişki
karşılıklı ilişki içinde bulunur. Kısa ve Acısız Akın’ın da mahallesi olan Hamburg’un
Altona’sında geçer. Film net olmayan sokak kavgası görüntüleriyle başlar. Bu bir
106
Gerçekten de bir suç filmi olan Kısa ve Acısız çoğunlukla sokaklarda geçenleri ve
salonları Akın filmlerinin önemli bir mekanı olarak karşımıza çıkar; geleneksel oyun
havalı, yabancı ve Türklerin halay çekerek eğlendiği düğünlerdir bunlar. Daha sonra
ise film bar, disko, taksi ve sokaklarda geçer. Bu mekanlar karakterlerin hayatlarının
geçtiği mekanlar olup, bir anlamda onların sınırlarını da belirler. Düzgün bir iş yeri
olarak göreceğimiz tek mekan Ceyda ve Alice’in takı dükkanıdır. Cebrail akşamları
taksi şoförlüğü, Costa hırsızlık ve Bobby de karanlık işler yaparak hep sokaklardadır.
Erkek karakterler sürekli bir eylem içindedir ama bu eylemleri mekansal sınırlarını
bir türlü aşamaz. Nitekim filmde öldürülen tüm karakterler de sokakta can verirler.
Filmin ve karakterlerin yapısına uygun olan mekan seçimleri anlatıyı büyük ölçüde
kuvvetlendiren unsurlardır.
Temmuzda’da ise mekan sınırsızdır. Film Hamburg’da bir sınıfta başlar ve Boğaz
Melek ve İsa’nın sürekli bir eylem halinde oldukları ve bir yerden bir yere gittikleri
görülür. Bu devamlı hareket filmde anlatıya özgürlük hissi katarak yardımcı olur.
Hemen hemen tüm yolculuk araçları sırasıyla filme mekan olur; araba, tır, gemi,
köprüler, yollar ve caddeler, havaalanı, sınırlar, açık alanlar ve doğa, otel ve mola
karşımıza çıkar. Film devamlı aşılan sınırlar sayesinde de değişik ülkelerde geçer ve
Almanya’da başlayan film neredeyse tüm Doğu Avrupa’yı geçerek Türkiye’de son
107
bulur. Seyirci bu yolculuk sırasında Almanya’dan çıkıp sırasıyla Avusturya,
Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’yi ziyaret eder. Sadece bir hafta süren
yaratır.
Yönetmen, bir dönem filmi olan Solino’da 1964 yılından başlayarak üç ayrı onar
yıllık dönemi İtalya ve Almanya’ya yayarak anlatır. Almanya’da göç edilen Ruhr
Bölgesi geniş ve boş sokakları, gri ve ruhsuz apatmanları, küçük evleri, karanlık
maden ve endüstri bölgesi ile resmedilirken buraya renk katan tek şey ailenin pizza
restoranıdır. Pizza restoranı hem ailenin Almanya’daki yeni başlangıç noktası, hem
açık hava sinemasında film izlerken görülür. İki ülke arasında gidip gelmelerden
dolayı yolculuk aracı olarak tren ve mekan olarak istasyonlar karşımıza çıkar.
Solino’da da İtalyan usülü bir düğün karşımıza çıkar. Solino kasabasında, açık
neşelidir. Yanısıra kilise görüntüleri sadece Solino kasabasında yer alır ve dinin
ilginçtir ki bir rehabilitasyon merkezidir. İki yaşam yorgunu ölmeyi denemiş ama
108
hayatta kalmıştır ve ilk defa bu merkezde karşılaşırlar. Bu da bize karakterlerin
darmadağan ve pis olan, Sibel’in gelişiyle değişen ve güzelleşen evi çiftin diğer
insanlardan uzak yaşadıkları, bir anlamda kutsallığı olan bir yer olarak karşımıza
çıkar. Düğün parasıyla Sibel tarafında kurulan evde dikkat çeken iki kişilik bir
kanepe bulunur. Kanepe çiftin hiçbir zaman yan yana gelmediği ama ikisinin yan
yana gelme olasılığını gösteren bir obje olarak karşımıza çıkar. Nitekim her ikisi de
farklı insanlarla cinsel beraberlik yaşamalarına rağmen, ikisi de evlerine bir başkasını
getirmez, hatta evde ikisinden başka kimseyi görmeyiz. Genellikle ikisinin yalnız
olduğu sahneler evde geçer ve bu anlamda ev, hem onların korunağı hem de
birbirlerine farkında olmadan daha sıkı bağlandıkları bir yer olarak karşımıza çıkar.
Toplum içinde ikisini birlikte ve mutlu göremeyiz, geceleri ya bir kavga ya da birinin
yaşantıları hakkında bize ipuçları verir. Yine otel ve yolculukla ilgili mekanlar filmin
diğer önemli mekanlarıdır. Nitekim Sibel İstanbul’a geldiği zaman otelde çalışmaya
başlar, otel gelip geçici bir mekandır, kimsenin evi değildir. Bu bağlamda karakterin
yersizlik, yurtsuzluk ve de yalnızlığına vurgu yapılır. Daha sonra Cahit’le yine bir
otel odasında yalnız başlarına kalır ve ilk defa sevişirler. Görüldüğü gibi ikisi ancak
dört duvar arasında yalnız kalınca ve diğer insanlardan uzakta mutlu ve huzurlu
onları saklayamaz ve onları otelin dışında bir gelecek beklemez. Bu bağlamda mekan
yine karakterlerin sınırlanırını belirleyen bir unsur olarak karşımıza çıkar. İstanbul’da
Sibel’in kaldığı kuzeni Selma’nın evi ise Selma’nın karakterini yansıtan fetiş
109
objelerden oluşur: salonda bulunan büyük bir kanepe, büyük ekran televizyon ve tam
karşısında büyük bir spor aleti. Evin düzenlenişi, Selma’nın, “bir gün otelde her şey
Selma’nın evinden ayrılan Sibel ise gelip geçici yerler olan barlar, sokaklar ve
tanımadığı bir adamın evinde vakit geçirirken, tüm bu süreç içinde Cahit hapisanede
bulunmaktadır.
mekanları değil, güzel çirkin ayırt edilmeksizin her yeri müziğe koşut olarak verilir.
Bu denli birbirinden farklı mekan kullanımını Akın şöyle açıklar, “İstanbul aşırı bir
şehir. Güzel insan çok güzel, zengin çok zengin, fakir de aşırı fakir. O yüzden bu
İstanbul’un iki kıtayı, doğu ile batıyı birbirine bağladığı düşünüldüğünde bir anlamda
ayrımını bulanıklaştırır. Bu filmin bir Türk asıllı Alman tarafında yapılmış olması da
önemlidir, çünkü İstanbul’u “dışarıdan” bir göz bize tekrar tanıtır. Kültürleri
birleştiren bir yönetmenin yine kültürleri birleştiren bir şehri anlatması ortaya zengin
174
Yiğit Karaahmet. “Bu filmde Bağcılar da var, Buzada da”. Milliyet Gazetesi. 12 Eylül 2004
110
bir anlatı çıkarmıştır. Bu filmle bir anlamda şehrin kozmopolit ve kültürlerüstü
D.4. Temalar
gerçek ya da metaforik olarak, hatta ikisi bir arada karşımıza çıkar. Önceden
başlangıçta eve dönüş özlemi iken, mafya babasını öldürmesinden sonra mecburi bir
kaçışa dönüşür. Temmuzda’da Daniel hem gerçek aşkı bulmak için yolculuğa çıkar
yolculuktur. Ayrıca ona eşlik eden Juli, İsa ve Melek karakterleri de değişik
nedenlerle yolculuklar yapmaktadır. Solino zaten bir yolculukla başlar, daha iyi bir
hayat özlemi çeken İtalyan ailenin Almanya’ya yolculuğuyla. Bu yolculuk yeni bir
ev arayışı ve keşfi iken, sonunda eve dönüş ve bir anlamda kaçışla son bulur. Yine
kişilikleri başladıkları yerden çok farklı bir noktaya gelir ve filmin sonunda bir
111
anlamda kendilerini bulurlar. Kişilik yolculuklarının yanısıra, Sibel’in Almanya’dan
Oteli’ni kullanır, bu daha önce Duvara Karşı’da Cahit’in İstanbul’da kaldığı oteldir.
yavaş yavaş bize bir İstanbul portresi çizmeye başlar. Bir anlamda Türkiye’nin
gelinir.
Göçmenlik, her filmde ana tema olmasa bile bir yan tema olarak bulunur ve tüm
filmlerde göçmen karakterler yer alır. Ancak diaspora sinemasında olduğu gibi bir
çatışma unsuru olarak değil, yaşamın olağan karakterleri olarak karşımıza çıkarlar.
Kültür çatışması yaşansa bile bu Alman toplumuyla birey arasında değil, yeni
sadece Türk göçmenler değil, farklı kökenden gelen göçmenler de konu edilir. Kısa
farklı kültürleri gözlem ve hepsini bir potada birleştirip sunma yeteneği göze çarpar.
Kader tüm filmlerde göze çarpan diğer bir temadır. Hemen tüm filmlerde karakterler
112
savrulurlar. Kısa ve Acısız’da Cebrail hapisten çıkınca Türkiye’de sıcak bir sahil
kasabasının özlemini duyar, ancak kader onu hiç beklenmedik olayların içine
sürükler. Her ne kadar beladan uzak durmaya çalışırsa çalışsın elinden bir şey
gelmez. Yine Temmuzda’da Daniel hiç aklında yokken yollara düşer ve kader onu
Juli’yle yol arkadaşı yapar. Duvara Karşı’da Sibel hayalini kurduğu hayatı elde
ettiğini düşünürken Cahit’e aşık olur ve aşk acısı onu neredeyse hayatından eder.
Kader onu tek başına İstanbul’a, hem ailesinden hem de sevdiği adamdan uzağa
sürükler.
Filmlerdeki bir diğer ortak tema hepsinde kurulan aşk üçgenidir. Kısa ve Acısız’da
aşk üçgeni sorunsuzca çözülür ve mutlu sona ulaşılır, diğerlerinde ise aşk kıskançlık,
Filmlerin özel olarak temalarına bakacak olursak, yönetmenin kendi deyişiyle suç
çalışan ama dostları nedeniyle bunu bir türlü başaramayan Cebrail, dostlarına
113
duyduğu bağlılık nedeniyle çatışma yaşar. Bir de Bobby’nin sevgilisi Alice’le
sonunda doğru olduğuna inandığı şeyi yapar ve dostlarının katilini öldürür. Suç
geçirdiği dönüşümü bize eğlenceli bir biçimde sunar. Aşk, insanın içindeki değişime
çıkarak pek çok yol filminden daha fazla insanda yolculuğa çıkma arzusu
adapte ettiği yeni toplumsal rolü, annenin bitmek bilmeyen geri dönme arzusu, aile
gelen ilişkiler anlatılır. Yine insan doğası ve insan ilişkilerinin karmaşık yapısı gözler
önüne serilir. Solino’da aile ve esas olarak da kardeş ilişkisi çıkış noktasıdır.
değişmesidir. Akın bu filmde aşkı bir süreç, birbirini tanımak ve yaşamak için bir
sebep olarak kurgular. Yine karakter üzerinden hareketle Cahit derinlemesine işlenir.
Hatta ikinci yarıda filmin odağı Sibel’e kaydığında bile, aslında Sibel’in nasıl Cahit’e
114
dönüştüğüyle ilgilenir yönetmen. Film aşkla hayatta kalmayı öğrenmenin hikayesi -
alınacak ve Akın’ın yarattığı görsel dünya ile kendine has sinema dilininin
5.a. Kurgu
belirleyicilerindendir. İki temel kurgu tipi vardır. James Monaco filmin çekimlerinin
atıldığı bir kırpma, kesip düzeltme sürecini, montage ise inşa, ham maddeden
175
V.I. Pudovkin. Film Technique. Newnes, 1929 aktaran Edward Dmytryk Sinemada Kurgu. çev:
Z. Özden, İstanbul, Afa Yayınları, 1993, s:9
115
oluşturma eylemini akla getirir. Klasik kurgu stili pürüzsüz, akıcı, dramatik ve
bu yana Avrupa kurgusu bir sentez süreciyle karakterize edilir olmuştur: Bir film
düzenlemeden (edit) çok, inşa (construct) olarak görülür.176 Bazen Hollowood tarzı
olarak adlandırılan klasik kurguyu Dmytryk “neredeyse sürekli bir geçiş” 177 olarak
birçok yönden aldatıcı bir sanattır ve klasik anlatıda kurgu neredeyse görünmez
ve seyirciler için film izlemeyi kolaylaştırır. Kurgu yalnızca devamlılık yaratmak için
değil, aynı zamanda filmin zamanını belirlemek için de kullanılan bir araçtır. Filmin
verilir. Bu tip kurguda, klasik kurgunun aksine zaman ve mekan geçişi pürüzsüz
değildir.
Akın’ın ilk filmi Kısa ve Acısız son derece formalist bir yapıya sahip olup, kurgu
bir bütün olmadığı süreksiz kurgularla seyirciye hissettirilir. Kimi zaman da kurgu
filmin düğün sekansında bulunan bir sahnede Ceyda ve Alice konuşurken Ceyda’nın
sırtı bize dönüktür ancak karşısındaki aynadan biz yüzünü görebiliriz. Böylelikle
görmemize yarayan kurgu ortadan kaldırılarak her ikisini de aynı anda görmemiz
176
J. Monaco. 2001, s:207-208
177
Dmytryk. 1993, s:159
116
gelir. Şöyle ki Costa’dan ayrılacağını Alice’e anlatırken, hayatında başka biri
olduğunu Alice’in ısrarı üzerine itiraf eder. Yönetmen burada iki karaktere devamlı
olarak kesme yapmak yerine, ikisinin de yüzünü seyirciye göstererek açı-karşı açı
tekniğini bir kenara bırakır. Filmde bu tekniğin kullanılmadığı daha pek çok diyalog
sahnesi bulunur.
Film seri bir kurguyla Costa’nın bir arabayı soymasıyla başlar ve donmuş çerçevede
ismi yazılarak karakter bize tanıtılır. Ardında Sırpça konuşan bir karaktere geçiş
yapılır ve Bobby aynı şekilde tanıtılır. Son olarak hapisten çıkan Cebrail ve onu
bekleyen ailesi gösterilir. Yine donmuş çerçeveyle Cebrail’in ismi yazar ve ana
böylece sağlanmış olur. Bu gidip gelme üç arkadaşın düğünden çıkarak hapisten yeni
kaldıkları yerden devam eder. Akın bu sahneyi filmin başka bir yerine koymaktansa,
son derece geleneksel olan düğün sekansının arasına yerleştirerek iki dünya
arasındaki gidip gelmeyi somutlaştırmıştır. Bu gidip gelmelere bir başka örnek sokak
kavgasından sabaha karşı eve gelen Cebrai’in babasının onu sabah namazına davet
Bobby ve ona yardıma çalışan Costa’nın suç dünyası içine çekilmeleri ve Cebrail’in
öldürülmesinin ardından ise camide namaz kılan içlerinde Cebrail’in de olduğu gruba
117
kesme yapılır, Cebrail namazı tamamlamadan kalkar gider. Yine suç dünyası ile zıt
olan bu dünya ardı ardına verilerek zıtlıklara vurgu yapılmış olur. Fimin sonunda
Cebrail arkadaşlarının öcünü almış arkadaşlarının katilini öldürmüş olarak eve döner
ve babasının sabah namazı davetini kabul eder. Namaz kılan baba oğuldan 3
arkadaşın düğünde çekilen fotoğrafına kesme yapılır ve film sona erer. Film suç
dünyasını anlatan bir film olmasına rağmen, yüksek bir ritme sahip değildir. Bunun
başlıca nedeni de uzun süren diyalog sahneleri, kurgu yerine kamera hareketleri ve
Temmuzda bomboş bir yolda giden ve güneş tutulmasına denk gelen bir araba
görüntüsüyle açılır. Arabadan inen İsa, tutulmayı izledikten sonra bagajı açar ve tam
göremediğimiz bir erkek cesedine sinek ilacı sıkar. Tam bu sırada arkasından
nereden geldiği belli olmayan Daniel yaklaşır ve hızlı bir kurguyla İsa’nın onu
bertaraf edişini izleriz. Seyirci karakterleri tanımadan, merak içinde kalarak filme
başlar. İki karakterin tanışmasından sonra flash-back (geriye dönme) ile film devam
eder ve yolculuktan Hamburg’da bir sınıfa kesme yapılır. Böylelikle Daniel’in bir
öğretmen olduğunu anlarız. Hemen ardından sokakta satış yapan ve Daniel hakkında
konuşan Juli’ye kesme yapılır. Böylelikle ana karakterler tanıtılmış olur. Daniel
karakterini, hayatını anlatan çekimler ardı ardına verilir ve yavaşça karakterin hayatı
olan bir tabloya kesme yaplır. Bu sırada Melek tablonun içeriğini anlatır: İstanbul,
Boğaziçi ve yakamozlar. Bir anda Hamburg ile İstanbul arasında, iki farklı kültür
arasında bir bağ kurulur. Ardından Hamburg’un bir plajında şarkı söyleyen ve içki
içen insanlara katılır ikili ve iki şehir arasındaki benzerliğe vurgu yapılır. Tesadüf
118
eseri olarak başlayan Daniel ve Juli’nin yolcuğu adım adım aktarılmaya başlanır.
tutulması olmaktadır. Sezen Aksu’nun Hadi Bakalım şarkısı eşliğinde Daniel İsa’nın
arabasına doğru koşmaya başlar ve böylelikle film başladığı yerden devam eder.
Birlikte Türkiye sınırına gelen ikilinin yolları burada ayrılır. Sonunda film boyunca
doğru Boğaz Köprüsü’nden yola çıkarlar. Film Kısa ve Acısız kadar şekilci değildir,
kurgu daha az göze batar niteliktedir. Yine farklı dünyalar arasında kurguyla bağ
Solino filmi kasabanın boş sokaklarından açık hava sinemasında film izleyen bir
anlamını daha sonra Solino’yu izlerken anlar seyirci. Ardından 1964 yılına dönülür
açık havada olan istasyonundan trene binen aile, Almanya’daki üstü kapalı, modern
ve soğuk yüzlü istasyona varır. İki ülke arasındaki zıtlıklar kurguyla filmin daha
evlerinin tam zıttı olan bir hava ve mahalle yapısına kesme yapılır. Binalar yüksek,
babasının resmi konularak eve duygu katılır. Ev ile bu hoş olmayan tanışmanın
119
babaya kesme yapılır. Bu sırada anne ve çocuklar görece olarak renkli bir manavın
önünde alışveriş yapmaktadırlar. İki ülkenin birbirinden farklı yemek kültürü filmde
önemli bir yere sahiptir. Nitekim manav sahnesinden sonra evde spagetti yenirken,
Kendilerini evde hissettirecek tek yer olan açtıkları pizza restoranına Solino ismini
Alman endüstrisi ve İtalyan yemeği artık yan yanadır. Filmde bir kez daha bu durum
yinelenir ve çocuklar renkli restorandan sonra fabrikaya bakan gri renksiz bir tepede
Merdivenlerden yukarı spagetti taşıyan Gigi yukarı çıktığında yıl 1974 olur. Bir anda
anne babanın çocukları basmasıyla dağılır ancak uyuşturucu etkisinde olan çocuklara
babanın sert çıkması onların duvardaki dedelerinin resmiyle ilgili sanrı görmeleriyle
Annenin aldatılması ve lösemi olup havası daha güzel bir yere gitmesi gerektiğinden
Gigi ve Rosa Solino’ya döner, soğuk istasyondan pırıl pırıl olan istasyona geçiş
yapılır. İlk belgeseliyle ödül alan Gigi İtalya’da olduğu ve kardeşinin annesinin
yanına gelmemesi nedeniyle ödül törenine katılamaz ödülü onun yerine geçerek
Solino’da boş ve kullanılmayan bir açık hava sinemasına yapılan paralel kurguda
120
tarafından hayal kırıklığına uğramış olarak Solino’da yaşamına devam eder ve Ada
gösterilir. Bir tepenin üzerinde, ama bu sefer parlak, güneşli bir havada yeşil bir
tepede, Ada ona unuttuğu ana dili İtalyanca’yı çalıştırır ve bu sahne futbol oynayan
gençlere bağlanır. İtalyan kültüründe önemli bir yere sahip olan futbol ve İtalyan dili
barında çalışan bir Türktür, nitekim zaman değişmiştir. Giancarlo yıllar sonra
kardeşinin düğününe katılmak için Solino’ya döner. Düğün sekansı filmin başladığı
yere, açık hava sinemasına bağlanır. Gigi ödül aldığı filmi Solino halkına izletir ve
ardında Solino halkını filme aldığı kısa filmini gösterir. Film gösteriminin ardından,
yıllar sonra iki kardeş sarılır ve film biter. Film geniş bir zaman dilimine
yayıldığından, görece olarak sahnelerin süresi kısa olup, kurgu ile filmin durağan
Duvara Karşı doğrusal bir anlatıya sahiptir ancak film Haliç kenarındaki “bir ki son
ki üç” diye sayarak fasla başlayan bir gruptan birden Hamburg’da bir bara ve
ardından şişe toplayan ve hatta artıkları içen bir adama kesme yaparak başlar.
Aydınlık gündüz çekimlerinden bir anda kapkaranlık bir çekime olan bu süreksiz
kurgu seyircide izleyeceği film hakkındaki ilk izlenimi yıkar niteliktedir. Ardından
Cahit’in hızla arabasını duvara doğru sürmesi ve çarpmasıyla sahne son bulur. Bu
konuşmasına Sibel’in yüzü eşlik eder. İkilinin evlenme kararı alması üzerine Sibel’in
evine bağlanır görüntü ve klasik bir Türk kız isteme sahnesine tanık olunur,
121
babasının Sibel’i vermesiyle Cahit onun elini öper ve bu sahne çıplak bir şekilde
evinin kanepesinde yatan Cahit’e bağlanır, kapı çalınır ve Cahit çıplak halde kapıyı
açar. Düğün sekansında gelin ve damat olarak kendilerine ayrılan yerde yemek
odasında kokain çekerler ve süreksiz kurguyla ikili dans pistinde oyun havası
eşliğinde oynarken görülür. Bu filmde de iki zıt dünya sık sık kurguyla yan yana
verilir. Sibel’in Cahit’in saçını kestiği sahneden sonra Cahit’i barda Maren ile
görürüz ve ardından ikili kokain çekip sert bir şekilde sevişirler. Bu sahne Cahit’in
müzik setine yakın çekim yapılarak evde Sibel’in Ağla Sevdam şarkısı eşliğinde
bileğini kestiği sahneye bağlanır. Yakın plan jilet, kan ve dikiş çekimleri gazetede
cinayet haberine bağlanır. Sibel’in ailesinin evinde aynı şarkı eşliğinde babası kızının
tüm resimlerini yakmaktadır. Yanan son resme, çocukluk resmine yakın plan yapılan
kesmeyle babanın kızını sildiğini anlarız. Türkiye’ye kaçan Sibel kendine uyuşturucu
bulan barmenin tecavüzüne uğrar ve sokağa atılır. Sokakta kavga ettiği adamlarca
bıçaklanır ve bir taksi şoförünün onu bulmasıyla dördüncü bölüm fasılla sona erer.
Son bölüm Cahit’in hapisten çıkmasıyla başlar ve Hamburg sokaklarındaki Cahit bir
anda İstanbul’da taksi içinde çıkar karşımıza. Sonunda Sibel Cahit’i görmeye gider
sevişirler birlikte İstanbul’u izlerler ve Mersin’e gitmeye karar verirler ancak Sibel
bavul toplarken yeni hayatını bırakıp Cahit’le Mersin’e gidemeyeceğini anlar. Cahit
otobüste yola çıkarken film fasıl müziğiyle son bulur. Fasıl heyeti seyirciyi selamlar
ve ekran kararır. Filmin devamlı değişen ritmi, bir ölçüde kurgusuna bağlıdır. Filmin
duygusal olarak ağır bölümlerini komik, müzikal ya da hareketli sahneler takip eder.
122
Filmin kurgusunun bu şekilde olması, duygusal olarak son derece ağır olan filmde
İstanbul Hatırası kurgu açısından son derece dağınık bir yapıya sahiptir, gün ve
zaman belirsizdir. Film sadece sesin geldiği karanlık bir planla açılır ve Boğaziçi
şehri olarak tanımlarlar. Bu görüntü Orhan Gencebay’ın eski bir Türk filminde
görüntüleriyle en sonunda seyirci kendini bir takside Alexander Hacke ile yolculuk
yaparken bulur. Kurgu hızlı ve birbiriyle ilgisi olmayan görüntülerin müzik eşliğinde
sunulmasıyla yapılır. Seyirci müzisyen Hacke ile İstanbul’u gezmeye başlar ve Baba
kurgu ile yine araya eski siyah beyaz bir Türk filmi görüntüsü girer ve film
Sesler’in yorumu ve tekrar Baba Zula aynı konuya değinir. İstanbul’un hem Doğu
hem Batı oluşu vurgulanır. Belgesel devamlı bu ritmde devam eder, sanatçılar,
yorumları, her çeşit İstanbul görüntüleri, konserler, barlar, vapurlar, Boğaz, kıyılar,
sokaklar, sokak satıcıları, evsizler, fahişeler, polis, yürüyen insanlar müzik eşliğinde
ardı ardına gelir görüntüye. Sanatçılar ve onların yorumları da bir sıraya tabi
filmi sıralı bir şekilde izlemek mümkün değildir. Eski belgesel, film ve klip
123
Dj’ler, Duman, Replikas, Erkin Koray, Ceza, Azize, Selim Sesler, Mercan Dede,
Müzeyyen Senar, Orhan Gencebay, İstanbul Style Breakers, Aynur, Selim Sesler,
sanatçılar ve gruplar ardı ardına gelir görüntüye. Belgeselde de zıt, farklı olan kurgu
yoluyla yan yana getirilir ve birlikte olmalarının normalliğinin altı çizilir. Müzik ile
Filmlerin tümünün kurgusunun ortak özelliği benzemeyen kimi zaman zıt duygu,
sayesinde Doğu ile Batı’yı yan yana, farklılıkları ve benzerlikleriyle bir arada
sunmayı başarır. Süreksiz kurgu, hızlı kurgu ile zamansal ve uzamsal olarak ilgisiz
değişmesini sağlamaktadır.
5.b. Sinematografi
dikkati çeken özelliği çerçevelerde karaktere verilen ağırlıktır. Klasik anlatıda olduğu
124
gibi karakterler merkeze diğer karakterler tarafından çevrilecek biçimde
karakter çekimlerinden toplu planlara geçiş yapılır ve karakter mekan ilişkisi kurulur.
Diğer filmlerde olduğu gibi, Kısa ve Acısız’da da karakter-mekan ilişkisi önemli bir
yer tutar. Kapalı formlarda her nesnenin yeri, birbiriyle ilişkisi hissedilecek biçimde
sabit plan çekim yaparken, üç karakterin birlikte olduğu çoğu sahnede hepsi,
yakınlıklarını vurgularcasına, aynı kare içinde yer alır. Arkadaşların aralarında doğan
gruplaşma, Cebrail ile Alice’in arasındaki yakınlaşma sonrası iki karakteri çerçeve
çıkar ve açı-karşı açı tekniği kullanmak yerine çoğunlukla karakterlerin hepsinin aynı
alışılmış çekimlerin dışına çıkılır. Kamera yakın plan ve sabit çekim yapmadığı
yer alan köşegen çevrinme ve buna koşut olarak sallantılı çevrinme şeklindedir.
Sallantılı çevrinme, görüntüde sallantılı, düzensiz, baş döndürücü bir bakış açısı
karışmış ve öfkeli sokaklarda yürüdüğü sahnede hem hızlı kamera hem de sallantılı
kamera hareketi karakterin içine düştüğü sıkıntılı durumu gösteren, dramatik etkiyi
125
için kullanılır. Bunun yanında kameranın optik kaydırılması (zoom) değişik
Karakterlerin taksi içinde yolculuk ettikleri sahnede aniden optik kaydırma ile
işaret eder. Filmin çekim ölçeklerinde boy, bel, baş/yakın ve ayrıntı çekimleri ağır
noktası haline getirir. Böylelikle filmde ayrıntılara sızma, olayları, duygusal tepkileri
yakınlığı hakkında bize ipuçları verir. Üç arkadaş arabada, sahilde ya da yatakta dip
güneş şeklinde kolyeyi, Cebrail’in kolyesi ve haç şeklindeki kolyeyi vurgulamak için
de kullanılır.
Yönetmen Temmuzda filminde ise ilk filminin aksine olabildiğince açık formlar
Filmin yine içeriğine uygun bir biçim sözkonusudur. Film boyunca süren yolculuk
126
özdeşleşecekleri bir mekan yoktur. Çerçeve dışı özellikle dramatik amaçlar için,
çekimde gittikçe uzaklaşır ve yaşadığı sokak ve birbirine bakan binaların yer aldığı
dar bir sokağa geçiş yapılır. Bu da seyirciye karakterin son derece kısıtlı dünyasını
tanıtır, aynen öğretmenlik yaptığı sınıfta Daniel’in çekiminden sınıfın toplu çekimine
geçiş yapılması gibi. Bu filmde kullanılan güneş simgesi de ayrı bir öneme sahiptir.
Güneş simgesinin bulunduğu yüzük, dövme, elbise hep yakın planda vurgu yapılarak
Bir dönem filmi olarak tanımlanabilecek olan Solino hem kapalı hem de açık
formlara sahiptir. Yeni bir ülkeye göç eden aile bireylerinin genel plandaki boş
127
sıkı ilişki içerisinde gösterilir. Sabit çerçevelemeye bu filmde sıklıkla rastlanır ve
doğal ortamı sergilemek, nesne ile kişilerin ilişkisine dair bilgi vermek için kullanılır.
çerçeveleme özel bir öneme sahiptir. Film değişik zaman ve ülkelerde geçtiğinden
kıstıran, çaresizlik veren çerçevelemelere rastlamayız. Almanya’ya yeni göç eden bir
anlatıldığından, ilişkilerin anlatıldığı sabit kameralı çekimlere açık formlar eşlik eder.
Filmde yer alan öznel çekimler, hareketin yavaşlaması ve kameranın optik hareketi
gittikleri sahnede hızlı çekim, optik hareket ve arabanın havada giden görüntüsü ile
ikilinin ruh halleri seyirciye yansıtılmış olur. Filmde anlatıda özel öneme sahip
plan çekimden, aniden açılan ışıklara ve karanlık bir bara toplu plan geçiş yapar ve
ardından Cahit’e yakın plan çekimle mekanla Cahit’in ilişkisi kurulmuş olur. Bu ani
filmde de önemli bir yere sahiptir. İlk defa Cahit’in evini gösteren kamera Cahit ve
128
evlendikten sonra kavuştuğu özgürlüğe vurgu yaparcasına kamera onu sokaklarda
yürürken izler. Film hem açık hem de kapalı formları içinde barındırır. Karakterlerin
aralığındaki görüntüsü, yine Sibel’in otelde dört duvar arasında çalıştığı görüntüler,
sonrası sokakta yürüyüşü, lunaparkta tek başına eğlenmesi ve düğün sahnesi açık
form eşliğinde verilir. Ayrıca filmdeki birçok sahnede çerçeve dışından konuşan bir
ses görüntüye eşlik eder. Bu şekilde de filme bir açıklık kazandırılmış olur. İkili
diyaloglarda açı-karşı açı tekniği ile birlikte, zaman zaman kamera karakterleri aynı
ile filme dinamizm kazandırılır. Filmin çekim ölçekleri mekan ve olaylara göre
çeşitlilik gösterir, örneğin fasıl heyeti, düğün sahnesi toplu planda, İstanbul’un
çekimleri genel planda iken, ikili sahnelerde bel, baş/yakın ve ayrıntı çekimleri ağır
basar. Cahit ile Maren’in sevişmeleri boy çekimi diyebileceğimiz bir mesafeden
çekilmişken, Cahit ile Sibel’in sevişmeleri yakın plandır. Bu durum ilk ikilinin
ilişkilerinin sadece sekse dayalı olduğunun, diğer ikisinin ise duygusal yakınlığa
sahip olduğunun bir işaretidir. İkili ilişkilerin ağır bastığı bu filmde, yakın ve bel
Yine dramatik yapıda önem sahibi ve anlatıya yardımcı nesneler ile ayrıntılar yakın
çekim verilir: jilet, çalar saat, evlilik yüzüğü, evlilik fotoğrafı, boş bira kutuları,
zeytinyağlı dolma, müzik cd’si gibi. Bu bağlamda samimi ve kişisel çekimlere sosyal
129
çekimler eşlik eder ve denge sağlanır. Filmin tek öznel çekimi düğün sekansında
Sibel ve Cahit’in ilk dansını ederken Sibel’in anne ve babasını izlediği sahnede yer
alır. Babasına bakarken kamera git gide uzaklaşır, annesine bakarken ise yakınlaşır.
Bu sahnede Sibel’in baba evinden uzaklaşması, bir anlamda kurtulması öznel kamera
çekimler, tüm çekim planları, kamera hareketleri, sabit kamera, omuz kamerası gibi
sinematografik unsurlar yer alır. Filmin hemen her karesine müzik eşlik ettiğinden
form oldukça açıktır. Kameranın devamlı hareketli olması filme büyük bir dinamizm
getirmiştir. Yine önemli nesnelere ayrıntı çekimler; İstanbul marka ziller, sanatçıların
enstrümanları, ses mikserleri filmde önemli bir yer tutar. Kamera müziğin ve
Akın’ın filmlerinin göze çarpan bir özelliği kurgu yerine uzun sayılabilecek
çekimlere yer verilmesi, karakterleri genellikle aynı çerçeve içinde yer almasıdır.
Optik kaydırma ve kamera hareketleri kimi zaman kurgunun yerine geçer. Karakter
merkezli sahnelerde orta, yakın ve hatta çok yakın ölçekli çekimler söz konusudur.
Özellikle diyalog sahnelerinde açı-karşı açı tekniği yerine toplu çekimlere yer verilir.
130
5. c. Ses
Filmde yer alan sesler kısaca diyalog, müzik ve ses efektleri olarak üç gruba
filmin türü, hikayenin yer aldığı ortamın toplumsal, kültürel, tarihsel ve etnik niteliği
kolayca anlaşılır. Sesin bir diğer işlevi ise, filmin duygusal ortamının yaratılmasına
katkı sağlamak, bir diğer deyişle filme dair algı ve yorumu etkilemektir. Filmde
kullanılan sesi öncelikle ikiye ayırabiliriz: diegetic (film dünyasına ait) ve non-
diegetic (film dünyası dışında) sesler. Diegetic sesler, diyalog, anlatıda yer alan
gibi, sesin kaynağının çerçeve içinde yer almamasıyla da (ses sarkması) çerçeveyi
genişleterek uzamsal katkı sağlar. Diyaloglar açısından bakılırsa sesin içsel ve dışsal
olması söz konusudur. Dışsal ses objektif bir anlatı sağlarken, karakterin iç sesi
subjektif bir anlatı yaratır. Doğaldır ki objektif ses kullanımı daha yansız bir anlatım
sağlar. Non-diegetic sesler ise filmdeki anlatı dışında yer alan, seyircinin duygusal
Akın’ın filmlerinde diyalog, müzik, sessizlik ve anlatıya dair sesler (televizyon, ezan,
çan sesleri) bulunurken özel ses efektlerine rastlanmaz. Duygusal etki yaratmak
açısından büyük öneme sahip olan müzik Akın filmlerinin yapı taşlarındandır.
Sessizlik ise özel anlarda, özel etkiler yaratmak için kullanılır. Sessizleştirmenin
131
Seyirciye hikaye bilgisini anlatan önemli bir unsur olan diyalog, Akın filmlerinde
belirgin biçimde ön plandadır. Diğer sesler diyalogla yarışır değil, onu tamamlar
bitince bariz biçimde yükselir. Diyaloglar çok dilli olup, karakterlerin yaşamları ve
toplumsal yerleriyle ilgili bilgi verir niteliktedir. Filmlerde açık ve tarafsız anlatı
diegetic müzik kullanımı da sıkça görülür. Her iki tür müzik kullanımında da
Almanca ve Türkçe müzikler filmin ses şeridinde yer alır. Bilardocuda Türkçe şarkı
çalarken, karakterler arabada İngilizce şarkı dinlerler, sokakta siyah bir adam müzik
yapar, kovalamaca sahnesine Balkan müziği filme eşlik eder, diskoda Almanca rap,
düğünde ise oyun havası çalar. Müziğin sembolik olarak anlatıya katkı sağladığına
da tanık oluruz, Costa’nın Yunanca söylediği şarkı her seferinde kötü bir olayı
beraberinde getirmesi gibi. İlkini söylemesinin ardından Ceyda onu terk eder, uyuyan
132
mırıldanır ve gözlerini kapatır. Film Sezen Aksu’nun Kavaklar adlı şarkısıyla
kapanır.
Temmuzda’da ana karakterler Alman olmasına rağmen film yine çok dillidir ve
Almanca, Türkçe ile İngilizce kullanılır. Müzik yine anlatıda önemli bir yere sahiptir.
Filmde İsa ve Daniel’in yolculuğa başladığı sahneye Sezen Aksu Değer mi? adlı
serer niteliktedir; Türk, Latin, Jamaika ve Amerikan müziği. Özellikle şarkı sözleri
ile karakterlerin içinde bulundukları durum ve duygular arasında bire bir bağlantı
önemli bir öneme sahiptir. Film Solino kasabasının görüntüleri eşliğinde çalan Paese
Mio (Benim Ülkem) adlı şarkıyla açılır, bu şarkı filmin pek çok sahnesinde
eşlik eder. 1974 yılından 1984’e geçiş yapılırken çalan Il Tempo Se Ne Va! (Zaman
Geçerse) adlı şarkıda zamanın geçtiğini bize anlatan yardımcı bir unsur olarak
Nitekim ödül törenine kardeşi Solino’ya gelmediği için gidemeyen Gigi’nin öfkesine
de aynı melodi eşlik eder. Ödül töreninden sonraki kutlamada çalan House of the
Rising Sun şarkısı paralel kurguyla Solino’da kumsalda aynı şarkıyı İtalyanca
133
mekanı yönetmen aynı şarkı eşliğinde birbirine bağlarken, kardeşlerin hayatlarında
aynı anda yeni bir dönemin açıldığına işaret eder. Film başladığı gibi Paese Mio
Duvara Karşı Almanca, Türkçe ve İngilizce’ye sahip olup dil zenginliği bu filmde de
devam eder. Ses kullanımında çerçeveleri genişletecek şekilde bir sonraki sahneden
hakim olduğu sahneler söz konusudur. Bunlar Cahit ve Sibel’in seviştiği sahneler
yardım etmesi ise doruğa ulaşır, neredeyse her sahnede kullanılan müziğin özel bir
anlamı vardır. Akın bu filmin müzikleri için şöyle der, “ben müziğin gücüne çok
inanıyorum. Duvara Karşı’da şarkılar senaryodan önce belliydi. İlk kez böyle
çalıştım, ışık kullanmadım ama müziğe para yatırdım.”178 Zaten filmin Selim Sesler
eşliğindeki fasıl heyetinin altı şarkıyla bölünmesi bunu kanıtlar niteliktedir. Müziğin
bir anlamda dibe vurduğu sahnede çalan I Feel You, Sibel’in içerek kendini yok
kendilerini tüketirken onlara aynı şarkı eşlik eder. Rocktan rape uzanan geniş bir
müzik çeşitliliği içinde ağırlık Türk müziğindedir. Pek çok olayda şarkı sözleri ile
olaylar örtüşür. Buna ilk örnek çiftin Taksim adlı Türk diskosuna girdiklerinde çalan
şarkıdır, Fırtınalar şarkısının sözleri çiftin ilk yakınlaşmalarına işaret eder: Bir dost
gibi davran bana, herkes bizi öyle bilsin, bugün burada bütün olanlar, saklı gizli
sürüp gitsin, fırtınalar koparsa kopsun, sürüklesin ikimizi, arzular tutuştursun bizi,
178
Yiğit Karaahmet. a.g.e.
134
razıyım sonuna senle olsun. Bu sahneden sonra sevişmeleri ve sonun başlangıcını
hazırlayan cinayet gelir. Anlatıya büyük katkısı olan diğer iki önemli şarkıdan ilki
Sibel’in bileğini keserken dinlediği Ağla Sevdam olup, sevdanın anlamını Suner
şöyle açıklar:
Dolayısıyla Sibel’in duyguları bu şarkıyla dışa vurulur. İkinci şarkı ise Cahit’in
hapisten çıktıktan sonra Şeref’le yemek yediği sahnede çalan Ah Le Yar olup, bu
şarkının sözleri de şöyledir: Sana sevdiğim diyemem yalan yalan yalan vallahi yalan,
sen kara sevdamsın benim buram buram buram hasreti tüten, içimde yanan. Bu
sözler de Cahit’in hapisanede Sibel’e duyduğu özlemi ve onun aşkıyla dayanma gücü
bulduğunu gözler önüne serer. Film yine Selim Sesler ve fasıl heyetiyle son bulur.
İstanbul Hatırası bir müzik belgeseli olduğundan müzik her karededir. Ses hiç
susmaz, müzik olmazsa ropörtajlar, şehrin sesi, eski Türk filmlerinden sesler anlatıya
adlı şarkısı şöyledir: Bu şehir rakı ile yaşar, bu şehir cigarayı çeker, bu şehir
gündüzü yaşar, bu şehir her geceyi sever, bu şehir adamı sever, bu şehir kadınını
döver, bu şehir kanımızı emer, bu şehir için ölmeye değer, istanbul, elinden öper.
179
Asuman Suner, “Dark Passion” Sight & Sound, March 2005, vol:15, issue:3, s:20
135
Filme ismini veren Sezen Aksu’nun İstanbul Hatırası’nın İstanbul’u ise şöyledir: Bir
eski resim duvarda, belki Beti belki Pola, Markizde oturmuş sakin, seyrediyor
al al olmuş gül yanaklarımız, bu mahçup bu eda bu hal, bir mısra gibi ağzınız,
dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarla, günlerden güz mevsim sepya, bir tüy
kalemle yazılmış bekler, bir hayat daha olmalı der gibi, kahverengi tonlarda
birbirinden farklılık gösterir ve Akın hepsini bir arada uyum içinde sunar. Burada
değil, çoklu parçalanmış yollardan geçerek yaratılır. Tek bir gerçek/İstanbul yoktur
sağlanır.
etkiyi arttıran unsurlar olarak karşımıza çıkar. Farklı dillerdeki müzikler ister istemez
duruma işaret eder niteliktedir. Ses sarkması, özellikle bir sonraki sahnenin
diyaloglarının bir önceki üzerine bindirilmesi de uzamsal olarak hem filmi genişletir
tamamlar.
136
SONUÇ
Bu çalışmada Almanya’da Türk diasporasının bir bireyi olan Fatih Akın’ın kimliği
değinilmesi gerekli görülmüştür. Kimliği ele alırken özcü bir yaklaşım yerine,
kimliği devamlı değişim geçiren bir süreç, hiç tamamlanmayan bir yapı olarak ele
mal, teknoloji ve medya yoluyla imge transferinin sınır aşıcı özellikleri göz önüne
alındığında ulus devlet sınırlarını aşan yaşam biçimleri ve kültürel kimlikler ortaya
çıkmaktadır. Bugün pekçok insan kendini pek çok ülkeye bağlı hisseder duruma
modernizm alt-üst kültür ayrımına karşı çıkarken, bireylerin kimliklerinin artık sabit,
sayılması büyük önem taşır. Bu bağlamda iki kültürü aynı anda yaşayan ve kimlik
137
ya da Türk olarak değil, bu ikisinin de üstünde melez bir kimliğe sahip olarak
bireyler, yaşadıkları toplumun hem içinde hem de dışında oldukları için farklılık ve
Bu melez kimlik inşası Paul Gilroy’un deyimiyle, geçmiş ile gelecek, anavatan ile
diaspora, yerel ile evrensel, ‘burası’ ile ‘orası’, ‘kökler’ ve ‘göç yolları’ arasında
açısına karşı bir duruştur. Böylelikle yönetmen taraf tutmadan iki kültüre olan
yana sunarken aynı zamanda kalıp yargıları yıkan bir işlev de görür. Son derece
kişilerle göze batmadan yan yana sunması, bir anlamda her iki dünyayı kaynaştırması
alt üst eder. Sinemanın kimlik inşasındaki önemi göz ününde bulundurulduğunda
180
Paul Gilroy. 1987. aktaran Ayhan Kaya. 2000, s: 157
138
post-modern dünyanın bir parçası olan yeni melez kimliklerin yer aldığı filmlerin
sağlayan melez bir dil yaratmayı başarmıştır. Bu bağlamda Ülker Gökberk’in üçüncü
Filmlerin çok sesli/dilli olması diasporik filmlere yaklaştırır ancak Almanca her
zaman baskın ve aksansız konuşulan dildir. Diasporik filmlerle yaklaştığı diğer bir
binalarını yansıtan resimler kullanır ancak bunlar özlemle anılan yerler olmaktan öte
rastlanır. Tüm karakterler filmin sonunda değişir, dönüşür ve farklı bir yere varır.
Filmlerde göçmenlik alt metin olarak bulunurken, hiçbir filminde ön plana çıkmaz.
Asıl önemli olan insan ilişkileridir ve tüm filmler ilişkilere odaklanır. Bu yönüyle de
eklemlenmesi; açık, kapalı ve üçüncü mekan Akın filmlerinde de yan yana görülür.
181
Ülker Gökberk. “Post-modern Söylem Açısından Göçmen Yazını” Gurbeti Vatan Edenler., s:26
139
sağlamaktır. Ancak burada kapalı eklemlenmenin diaspora sinemasından farkı
sürecini anlamakta önemli bir yere sahip olduğunu söyleyen Frith’den hareketle, Akın’ın
filmlerindeki farklı kültürlerin müzikleri yönetmenin kendini inşa sürecindeki farklı referans
Akın çalışmaya konu olan filmlerde benim gözlemlediğim kadarıyla bir stil
başlar. Hikaye anlatış şekli objektiftir ve ana tema devamlı başka temelar ekseninde
ele alınır. Kısa ve Acısız suç dünyasını ele alırken odaklandığı dostluk kavramıdır.
Temmuzda bir yol filmi gibi görünmesine rağmen bireysel yolculuk ve aşkı bulmaya
odaklanır. Solino göçmenlik ekseninde kardeş ilişkisi ve kıskançlığı ele alır. Duvara
Karşı ise aşka, bireysel yolculuk ve kendini bulma eşlik eder. Her filmi varolan
dengeden çok uzaklarda kurulan başka bir denge ile son bulur. Anlatıların hepsi
karakter merkezli olup, tüm duygu ve düşünceler karakterler üzerinden anlatılır. Stile
dair diğer bir özellik ise renk, ışık, çerçeveleme, kurgu ve sesin kullanımına
dünyasına kolayca girilmesini sağlar. Ayrıca sayılan ögeler filmin içeriğine uygun bir
Akın’ın filmlerinde ele aldığı konuya uyan, onu pekiştiren bir stil yarattığı da
140
kaybettiği anda güneş tutulması ve Kısa ve Acısız’da Alice’in güneş şeklindeki
birleştirerek farklı bir dil yarattığından hareketle, bu dil ne Alman, ne Türk ne de tam
diasporada oluşan melez kimlikler sayesinde, Akın ve onun gibi tecrübeler yaşayan
sunduğu yeni kimlikler farklı bir diaspora sinemasına işaret eder niteliktedir. Akın
özelinde bu sinema, hem diasporayı hem de yaşanılan toplumu yansız veren, evrensel
konular ekseninde “insan” hikayeleri anlatan, çok kültürlü, egemen söylemi kıran ve
değişikliğe açık olarak tanımlanabilir. Egemen söylemi kırmak için, “sanat yaşamına
başlamıştır.”182
182
Moritz Dehn. “Die Türken vom Dienst” Freitag, 26 March 1999, s:13 aktaran Rob Burns
“Turkish-German cinema : from cultural resistance to transnational cinema?” iç. D. Clarke (ed.)
German Cinema: Since Unification London&NY, Continuum, 2006, s: 142
141
olduğunu düşünüyorum. Gündelik hayatta sınırları aşan ve onları bulanıklaştıran
‘insan’ hikayelerini onlara uygun atmosfer yaratarak öznel bir dille anlatır. Bu
tavrıyla yönetmen diasporik film kodlarından da faydalanarak kendine has bir sinema
Yönetmen, filmlerindeki çok perspektifli bakış açısıyla hem yaşadığı toplumu hem
sinemaların sınırlarını boylu boyunca keser. Aynı zamanda 18 yıl aradan sonra Altın
142
KAYNAKÇA
Abisel, Nilgün. Sinematografinin Temel Ögeleri. 2000-2001 Ders Yılı Ders Notları
Ahlers, Elçin Kürşat. 1996. “The Turkish Minority in German Society” iç.
D.Horrocks, E. Kolinsky (ed.) Turkish Culture in German Society Today. Berghahn
Books: Providence, RI
Ang, Ien. 1992. “Hegomony in Trouble” iç. Duncan J. Petrie (ed.) Screening Europe:
Image and Identity in Contemporary European cinema. BFI Publishing: London
Appel, Rene; Muysken, Pieter. 1987. Language, Contact and Bilingualism. Edward
Norton: London
Bhabba, Homi K.1990. “DissemiNation: Time, narrative, and the margins of the
modernization”, iç. H.K. Bhabba (ed.) Nation and Narration. Routledge: London
Bloom, Peter. 2006. “Beur Cinema and the Politics of Location: French Immigration
Politicsand the Naming of a Film Movement”, iç. E. Ezra, T. Rowden (ed.)
Transnational Cinema, the Film Reader. Routledge: London
143
Byg, Barton. 1997. “Brecht, New Waves, and Political Modernism in Cinema” iç.
Siegfried Mews (ed). A Bertold Brecht Reference Companion. Greenwood
Westport: Connecticut
Caughie, John. 1992. “Becoming European” iç. Duncan J. Petrie (ed.) Screening
Europe: Image and Identity in Contemporary European cinema. BFI Publishing:
London
Chambers, Iain. 2005. Göç, Kültür, Kimlik. çev: İ. Türkmen, M. Beşikçi, Ayrıntı
Yayınları: İstanbul
Chansel, Dominique. 2003. Beyaz Perdedeki Avrupa: Sinema ve Tarih Eğitimi. çev:
Nurettin ElHüseyni, Tarih Vakfı Yayınları: İstanbul.
Connor, Steven. 2001. Post-modernist Kültür. çev: Doğan Şahiner. YKY: İstanbul
Çağlar, Ayşe, S. 1997. “Hyphenated Identities and the Limits of Culture” iç. N.K.
Burçoğlu (ed) Multiculturalism: Identity and Otherness. Boğaziçi Universitesi
Yayınları: İstanbul
Davidson, John E. 1996. “Hegemony and Cinematic Strategy”. iç. T. Ginsberg, K.M.
Thomson (ed.) Perspectives on German Cinema. Macmillan: NY
Davis, Nira-Yuval. 2001. “The Narration of Difference: cultural stuff, ethnic projects
and identities” iç. A.Woodward, M. Kohli (ed). Inclusions and Exclusions in
European Society. Routledge: London
Dmytryk, Edward. 1993. Sinemada Kurgu. çev: Zafer Özden, Afa Yayınları: İstanbul
144
Elsaesser, Thomas. 1999. The BFI Companion to German Cinema. BFI Publications:
London
Fay, Brian. 2001. Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi Çokkültürlü Bir Yaklaşım. Çev:
İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları: İstanbul
Frith, Simon. 1996. “Music and Identity” iç. S. Hall, P. Du Gay (ed). Questions of
Cultural Identity. SAGE Publications: London
Forsythe, Diana. 1989. “German Identity and the Problems of History” iç. E. Tonkin,
M. Chapman, (ed.) History and Ethnicity. Routledge: London
Foucault, Michel. 1982. “Afterword the Subject and Power” iç. H. L. Dreyfus, P.
Rainbow (ed.) Beyond Structuralism and Hermeneutics. University of Chicago Press:
Chicago
Gellner, Ernest. 1994. Post-modernizm, İslam ve Us. çev: Bülent Peker, Ümit
Yayıncılık: Ankara
Gilroy, Paul 1997. “Diaspora and the Detours of Identity”, iç. K.Woodward (ed.)
Identity and Difference. SAGE: London
Göktürk, Deniz. 1999. “Turkish Women on German Streets: Closure and Exposure
in Transnational Cinema” iç. M. Konstantarakos (ed.) Spaces in European Cinema.
Intellect Books: Bristol
145
Güvenç, Bozkurt. 1998. “Türkiye’de ve Almanya’da Türk Olmak” Türk Alman
Sempozyumu “Alman Olmak Nedir? Türk Olmak Nedir?”. Körber Vakfı: Hamburg
Hall, Stuart.1991. “Old and New Identities, Old and New Ethnicities”, iç. A. King
(ed.) Culture, Globalization and the World System. The Macmillan Press:
Houndsmills
Hall, Stuart. 1992. “The West and the Rest: Discourse and Power” iç. S. Hall, B.
Gieben (ed.) Formations of Modernity. Polity Press: Cambridge
Hall, Stuart. 1993. “Cultural Identity and Diaspora”, iç. P. Williams, L. Chrisman
(ed.) Colonial Discourse and post-Colonial Theory. Harvester Wheatsheaf:
Cambridge
Hall, Stuart. 1996. “Introduction: Who Needs ‘Identity’?” iç. S. Hall, P. Du Gay (ed.)
Questions of Cultural Identity. SAGE Publications: London
Henderson, Brian. “Filmde Zaman Kip ve Çatı” Film Quarterly Vol. 24, No:4, 1983
iç. Yıllık AÜ Basın Yayın Yüksekokulu No:8, çev: N. Abisel, AÜ: Ankara
Joppke, Christian. 1999. Immigration and the Nation-state: The United States,
Germany, and Great Britain. Oxford University Press: N.Y.
Joseph, M.; Fink, J.N. 1999. Performing Hybridity. University of Minnesota Press:
Minneapolis
Kaes, Anton. 2003. “Yeni Alman Sineması”. iç. G. Nowell-Smith (ed.) Dünya
Sinema Tarihi. Çev: Ahmet Fethi, Kabalcı Yayınevi: İstanbul
Kolinski, Eva. 1996. “Conclusion” iç. David Horrocks (ed.) Turkish Culture in
German Society Today. Berghahn Boks: Providence, RI
146
Kristeva, Julia. 2001. Stranger to Ourselves. Harvester Wheatsheaf: New York
Kuruyazıcı, Nilüfer. 2001. “ Almanya’da Oluşan Yeni Bir Yazının Tartışılması” iç.
M.Karakuş, N. Kuruyazıcı, (ed.) Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan Almanyalı
Türkler. T.C. Kültür Bakanlığı: Ankara
Mandel, R. 1990. “Shifting Centres and Emergent Identities: Turkey and Germany in
the Lives of Turkish Gastarbeiter” iç. D.F. Eickelman, J. Piscatori (ed.) Muslim
Travellers: Pilgrimage, Migration, and the Religious Imagination.
Routledge: London
Monaco, James. 2001. Bir Film Nasıl Okunur. çev: Ertan Yılmaz, Oğlak Yayınları:
İstanbul
Morley, David; Robins, Kevin. 1997. Kimlik Mekanları. çev: Emrehan Zeybekoğlu
Ayrıntı Yayınları: İstanbul
Naficy, Hamid. 1999. “Between Rock and Hard Places: The Interstitial Mode of
Production in Exilic Cinema” iç. H. Naficy (ed.) Home, Exile, Homeland: Film,
Media, and the Politics of Place. Routledge: New York
Owens, Craig. 1987. “The Discourse of Others: Feminism and Post-modernism”. iç.
Hal Foster (ed.) Post-modern Culture. Bay Press: Seattle
147
Parkan, Mutlu. 2004. Bracht Estetiği ve Sinema. Don Kişot Yayınları: İstanbul
Peters, John Durham. 1999. “Exile, Nomadism, and Diaspora: The Stakes of
Mobility in the Western Canon. iç. H. Naficy (ed.) Home, Exile, Homeland: Film,
Media, and the Politics of Place Routledge: New York
Petrie, Duncan. 2003. “İngiliz Sineması: Kimlik Arayışı” iç: G. Nowell-Smith (ed.)
Dünya Sinema Tarihi. çev: Ahmet Fethi, Kabalcı Yayınevi: İstanbul
Pieterse, Jan Nederveen. 1997. “Batı’yı Açmak: Avrupa Ne Kadar Avrupalı?” iç. A.
Rattansi, S. Westwood. (ed.) Irkçılık, Modernite ve Kimlik. çev: Sevda Akyüz Sarmal
Yayınevi: İstanbul
Sarup, Madan. 1996. Identity, Culture, and the Post-modern World. University of
Georgia Press: Athens
Schneider, Tassilo.1996. “ Reading Against the Grain: German Cinema and Film
Historiography”. iç. T. Ginsberg, K.M. Thomson (ed.) Perspectives on German
Cinema. Macmillan: NY
Tan, Dursun; Waldhoff, Hans P. 1996. “Turkish Everyday Culture in Germany and
its Prospects” iç. D. Horrocks, E. Kolinski (ed.) Turkish Culture in German Society
Today. Berghahn Boks: Providence, RI
148
Teber, Serol. 1993. Göçmenlik Yaşantısı ve Kişilik Değişimi. Ortadoğu Verlag:
Oberhausen
Trumpener, Katie. 1996. “Labor, Ethnicity and the New ‘New German Cinema’ in
the Age of Multinational” iç. T. Ginsberg, K.M. Thomson (ed.) Perspectives on
German Cinema. Macmillan: NY
Uricchio, William. 2003 “Birinci Dünya Savaşı ve Avrupa’da Kriz” iç. G. Nowell-
Smith (ed.) Dünya Sinema Tarihi. Çev: Ahmet Fethi, Kabalcı Yayınevi: İstanbul
Werbner, P.; Modood, T.1997. Debating Cultural Hybridity. Zed Boks: London
Watson, C.W. 2000. Multiculturalism. Open University Press: Buckingham
Yep, Gust A. 1998. “My Three Cultures: Navigating the Multicultural Identity
Landscape” iç. F. Edmund Jandt (ed.) Intercultural Communication. SAGE
Publications: Thousand Oaks
Young, Robert J.C. 1995. Colonial Desire: Hybridity in Theory, Culture and Race.
Routledge: London&N.Y.
Dergi ve Gazeteler
Arman, Ayşe. “Abi Resmen Almanım Ben!”. Hürriyet Gazetesi. 13 Mart 2004
Armutçu, Emel. “İki Ülkeye Birden Hasret Kaldıkları Ödülü Getiren Türk Fatih
Akın”. Hürriyet Gazetesi. 21 Şubat 2004
Boyacıoğlu, Ahmet. “Fatih, Berlin Duvarını Aştı”. Radikal Gazetesi. 15 Şubat 2004
Dalaman, Cem; Mican, H. Savaş. “Altın Ayı Üçüncü Kuşağın”. Milliyet Gazetesi. 22
Şubat 2004
Doğan, Kemal. “Fatih Akın: Ben Bir Yeşilçam Çocuğuyum”. Gösteri Sanat Edebiyat
Dergisi, Mart 2004, s: 5-11
Dorsay, Atilla. “Zorla Girdiği Yarışmada Altın Ayı Ödülü Kazandı”. Sabah
Gazetesi, 16 Şubat 2004
Güner, Ogan. “Hem Duvara Hem Rüzgara Karşı”. Roll, Nisan 2004, s:10-11
149
Karaahmet, Yiğit. “Bu filmde Bağcılar da var, Buzada da”. Milliyet Gazetesi. 12
Eylül 2004
Suner, Asuman. “Dark Passion”. Sight & Sound, March 2005, vol:15, issue:3, s:18-
22
Tanış, Tolga; Tosun, Murat; Sümer, Evrim. “Alman Sanatında Avrupalı Türk
Fırtınası.” Hürriyet Gazetesi., 22 Şubat 2004
Taşçıyan, Alin. “Bu Film Yeşilçam, Arabesk ve Alman Punk’ı Karışımı”. Milliyet
Gazetesi. 22 Şubat 2004
Uçar İlbuğa, Emine. 2003. “Fatih Akın: Köprünün Üzerinde ve Doğuya Doğru...”
Altyazı Dergisi, Temmuz- Ağustos, s.46-49.
Yüreklik, Güner. “Yaşamın İçinden Fatih Akın” Milliyet Gazetesi. 22 Şubat 2004
Internet
150