Professional Documents
Culture Documents
düşmek, boşa çıkmak.|| âb -b âz, {OsT} Su cambazı.|| lıç; hançer vb. 4. Billur; kristal; âb -ı gerden-
âb -b erîn , {OsT} Su kıyılarında görülen oyuklar.\\ de, {OsT} 1. Dönen su (billur). 2. Gök kubbesi.\\ âb-
âb-câm e, {OsT} Su kabı.|| â b -çerâ, {OsT} K ahvaltı.|[ ı güşt, {OsT} E t suyu.|| âb-ı giişade, {OsT} 1. A çıl
âb-çîn, {OsT} Ölü yıkayıcıların kullandığı kurula mış su. 2. Sulandırılmış şarap; kötü şarap; beyaz
ma bezi; peştemal.\\ âb -d âd e, {OsT} Su verilmiş.\\ şarap. 3. Rakı.|| âb-ı güvâre, {OsT} İçim i güzel ve
âb -d ân , {OsT} 1. Su kabı. 2. Sidik torbası; mesa- sindirimi kolay î«.|| âb -ı haclet, {OsT} Utanç suyu;
ne.|| â b -d â r, {OsT} 1. Sulu; taze. 2. Parlak. 3. Sağ utanmanın verdiği sıkıntı ile çıkan ter. || âb-ı h â r â
lam bünyeli. 4. Nükteli. 5. Hoş; zarif; güzel. 6. Su b a t, {OsT} 1. Harabelerin suyu. 2. M eyhanelerin
veren kimse; sucu.|| âb -d en d an , {OsT} 1. Şaşkın; suyu; şarap.|| âb-ı h a ra m , {OsT} 1. H aram su; y a
saf; bön. 2. Yenilmiş; mağlup.|| âb -d îh , {OsT} Gü sak su. 2. Şarap.\\ 3b-ı h asret, {OsT} 1. H asret su
zellik ve incelik katan. || âb -en d âz, {OsT} Su mü yu; 2. mec. A yrılık göz y a şı.|| âb-ı h â tır, {OsT} 1.
hendisi.|| âb-gîne, {OsT} 1. Billur. 2. Şişe; sürahi. Anı suyu. 2. Güzel düş)| âb-ı hay ât, {OsT} l. H ı
3. Ayna. 4. Elmas. 5. Sevgilinin kalbi. 6. Şarap. 7. z ı r ’ıp içtiği söylenen ölümsüzlük suyu; bengisu. 2.
Gözyaşı. 8. Kılıç; kama; bıçak.\\ âb -g îr, {OsT} 1. Su mec. Yumuşak ve tatlı su.|| âb-ı hay ât-ı la ’l, {OsT}
biriken yer; havuz. 2. Dokumacı fırçası. || âb-gûn, 1. D udağın dirilten suyu. 2. Dudağın cana can ka
{OsT} 1. Suya benzer. 2. M avi renk. 3. Gökyüzü. 4. tan niteliği.|| âb-ı h ay ât-ı tesliyet, {OsT} Avuntunun
(Kılıç vb. için) parlak. 5. N işasta.|| âb-gûh-kafes, canlandırıcılığı.\\ âb-ı hayvan, {OsT} -*■ ab-ı hayat;
{OsT} Gökyüzü. || âb-hîz, {OsT} Yükselen su dalga- bengisu.|| âb -ı h azân , {OsT} Sonbahar suyu; güz
«.[1 â b -h u rd e, {OsT} Su içen.\\ âb -ı âbistenî, {OsT} yağm uru.|| âb-ı hufte, {OsT} 1. Uyuyan su. 2. D ur
1. Sperm. 2. Bitkileri büyütüp besleyen su veya gun su. 3. Donmuş su; buz; kar, kırağı, çiy. 4. B il
yağmur).|| âb-ı adalet, {OsT} D oğruluğun verimli lur; kristal; cam; bardak; şişe. 5. Kınında duran
liği.|| âb-ı ah m er, 1. Kırmızı su. 2. Şarap. 3. M az kılıç vb.|| âb-ı H ızır, {OsT} H ızır’ın içtiği söylenen
lumun gözyaşı.|| âb-ı âşâm î, {OsT} 1. İçilebilir su ,|| ölümsüzlük suyu; bengisu. | âb -ı h ü rşîd , {OsT} 1.
âb-ı âteşîn, {OsT} 1. Ateşli su. 2. Şarap. 3. M azlu Güneşin suyu. 2. Gün ışığı. 3. Sonsuz canlılık veren
mun gözyaşı.\\ âb-ı âteş-m izâc, {OsT} 1. Ateş ya ra s«.|| âb-ı h u şk , {OsT} 1. Kuru su. 2. Billur; cam;
dılışlı su. 2. Şarap.|| âb-ı âteşn âk , {OsT} 1. Ateşli kristal. 3. Cam bardak veya kadeh. 4. Şişe. || âb-ı
su. 2. Şarap. 3. Mazlumun gözyaşı.\\ âb -ı âteş- İsk en d er, {OsT} 1. İskender suyu. 2. Abıhayat.|| âb-
p â re , {OsT} 1. Ateş parçası gibi su. 2. Şarap. || âb-ı ı işre t, {OsT} 1. İşret suyu. 2. Şarap. || âb-ı k â r,
âteşnüm â, {OsT} 1. A teşi gösteren su. 2. Şarap. || {OsT} 1. İşin suyu. 2. Başarı; refah. || âb-ı k eb ü d ,
âb-ı âteş-reng, {OsT} 1. A teş renkli su. 2. Şarap.|| {OsT} 1. Mavi su. 2. Çin D enizi.|| âb -ı kevser,
âb-ı âteş-sây, {OsT} 1. Ateşlendiren su. 2. Şarap.|| {OsT} C ennet’te bir su. || âb-ı la ’lî, {OsT} 1. K ızıl su.
âb-ı âteş-zede, {OsT} 1. Ateş vurmuş su. 2. Şarap.\\ 2. Şarap. 3. Gözyaşı.|| âb-ı lûtf, {OsT} 1. Lütfün
âb-ı âzer-sâ, {OsT} 1. Ateş gibi su. 2. Şarap.|| âb-ı suyu. 2. Lütufkârlık.|| âb-ı M eryem , {OsT} i. M er
bâde-reng, {OsT} 1. Şarap rengindeki su. 2. Kanlı yem suyu; M eıyem çeşmesi. 2. Hz. Meryem ’in doğ
gözyaşı.\\ âb-ı b â râ n , {OsT} 1. Yağmur suyu. 2. ruluğu ve iffeti. 3. Şıra; şarap.|| âb -ı m eygûn,
Yağmur.\\ âb-ı bek â, {OsT} 1. Sonsuzluk suyu. 2. -*■ {OsT} 1. Şarap renkli su. 2. Şarap. 3. Gözyaşı.\\ âb-
abıhayat.|| âb -ı beste, {OsT} 1. Donmuş su; buz; ı m u allak , {OsT} 1. Boşlukta asılı duran su. 2.
dolu; kırağı. 2. mec. Kristal; billur; şişe.|| âb-ı Gökyüzü. 3. Güzellerin çenesi.\\ âb -ı m usaffâ,
bün, {OsT} Ağaç karası; ağaç çürüğü.-|| âb -ı câvid, {OsT} Arıtılmış jw.|| ab-ı m ü n ’akid, {OsT} 1. D on
{OsT} 1. Sonsuzluk suyu. 2. -*■ abıhayat.|| âb -ı câvi- muş su; buz. 2. Kılıç, hançer vb. 3. Şişe; cam; bil-
dân, {OsT} I. Sonsuzluk suyu. 2. -*■ abıhayat.|| âb-ı lur.|| âb-ı m üncem id, {OsT} 1. Donmuş su. 2. B il
cevânî, {OsT} 1. Gençlik suyu. 2. abıhayat.|| âb-ı lur; cam. 3. Hançer; kılıç.|| âb -ı m ü rd e, {OsT} A k
ciğer, {OsT} 1. Ciğer suyu. 2. Gözyaşı.|| âb-ı ciğer- mayan su; durgun jm.|| âb-ı m ü rg â n , {OsT} 1. K uş
hûn, {OsT} 1. Ciğeri kanayanın döktüğü su. 2. ların suyu. 2. Suyu, götürüldüğü yerde içinden çı
Üzüntüden dökülen gözyaşı.|] âb -ı çeşm , {OsT} kan sığırcık kuşlarının çevredeki çekirgeleri yediği
Gözyaşı. [| âb-ı d ehân, {OsT} A ğız suyu; salya.|| âb- efsanevi bir çeşme.|| âb-ı m ü rv a rid , {OsT} 1. İnci
ı dehen, {OsT} A ğız suyu; salya.]' âb -ı den d ân , suyu. 2. Aksu; katarakt. || ab-ı n âb , {OsT} 1. S a f su.
{OsT} 1. Diş suyu; salya; tükürük. 2. Tükürülüp 2. Şarap.|| âb -ı n â fî’, {OsT} 1. Yararlı su. 2. Şa-
atılmış nesne. 3. D işin güzelliği.\\ âb -ı dîde, {OsT} rap.|| âb -ı n â r, {OsT} 1. Ateşin suyu. 2. Kırmızı şa-
l. Gözyaşı. 2. A lçak gönüllü bakış.\\ âb-ı dîde-i rap.\\ âb-ı n â rd a n , {OsT} 1. Ekşi nar suyu. 2. K ır
câm, {OsT} 1. Kadehin gözyaşı. 2. mec. Şarap.|| âb- mızı şarap. 3. Kan. 4. Gözyaşı. || âb-ı neşât, {OsT}
ı engür, {OsT} 1. Üzüm suyu; şıra. 2. Şarap.|| âb-ı J. N eşe suyu. 2. Sperm; meni.|| âb-ı p u h te, {OsT} 1.
ergavânî, {OsT} 1. Erguvan renkli su. 2. Şarap. 3. Kaynamış su. 2. E t suyu. 3. Pelte. || âb -ı püşt, {OsT}
Mazlumun gözyaşı.\\ âb -ı eyyâm , {OsT} 1. Günlerin 1. B el suyu; meni. 2. Omurilik.\\ âb-ı ren g în, {OsT}
suyu. 2. Gün ışığı. 3. A y ışığı. || âb -ı fü sü rd e , {OsT} 1. Renkli su. 2. Şarap. 3. Gözyaşı.\\ âb-ı rev ân ,
1. Donmuş su; buz; dolu; kar. 2. Pelte. 3. mec. K ı {OsT} i. Akarsu. 2. mec. H ayat.|| âb-ı rez, {OsT} 1.
AB 0IÜMIÜMtSü2lÛli.78
A sm a kütüğünden damlayan su. 2. Şarap.\\ âb-ı a b 5, [Ar. ‘ab (a:b) {OsT} is. Ayıp; kusur; eksik
rezân , {OsT} 1. Asm a kütüğünden damlayan su. 2.
lik.
Şarap. | âb-ı rü , {OsT} 1. Yüz suyu. 2. Namus; şe
a b 6, -b b ı [Ar. 'abb ı_~p] {OsT} is. Işık.
ref; haysiyet.|| âb-ı rüşen, {OsT} 1. Parlak su; 2.
mec. Yüz suyu; namus; şeref; haysiyet; izzetinefis; a b a 1, [aba] {eT} is. Ayı. [DLT] S a b a başı, {eT}
ırz; iffet; ikbal; itibar; m evki.|| âb-ı rüy, {OsT} 1. D ağlarda yetişip bir tür hıyar gibi yem len dikenli
Yüz suyu. 2. Namus; şeref; haysiyet. [| âb-ı sebük, bir ot; y e r mürveri; çedene; kendirik; kendir otu,
{OsT} 1. H a fif su. 2. Sindirimi kolay yiyecek veya (Cannabis sativa). [DLT]
içecek.\\ âb -ı siyâh, {OsT} 1. Kara. su. 2. Tufan. 3. a b a 2, [eT. aba / apa U] {ağız} is. 1. {ağız} Abla; büyük
Şarap. 4. Karasu; glokom. || âb -ı su rh , {OsT} 1. kız kardeş; {eT} (aynı). [DS] 2. {ağız} Üvey anne.
Kırm ızı su. 2. Şarap.\\ ab-ı şakayık, {OsT} 1. Şaka [DS] 3. {ağız} Büyük anne; {eAT} (aynı). [DS] 4.
y ık suyu. 2. Şarap. 3. Gözyaşı.\\ âb-ı şeng, {OsT} 1. {ağız} Kaynana. [DS] 5. {ağız} Teyze. [DS] 6. {eT}
Havuz suyu. 2. Banyo.|| ab-ı şengerfi, {OsT} 1. A l {eAT} Ana. [DLT] 7. {eT} Baba. [DLT]
renkli su. 2. Şarap. 3. Gözyaşı\\ âb-ı şîrîn, {OsT}
a b a 3, - a ’i [Ar. lçabâ / ’aba (üstlük) > U ] (aba:) {OsT}
1.Tatlı su. 2. Şerbet.|| ab-ı şör, {OsT} 1. Acı su. 2.
Tuzlu su.|| âb-ı şiir, {OsT} Tuzlu m || âb-ı ta ra b , is. 1. Yünden dövülerek yapılan cüppe, hırka, po
{OsT} 1. Sevinç, coşku suyu. 2. Şarap.[| âb-ı telh, tur, çakşır, kalçın ve terlik yapım ında kullanılan
{OsT} 1. Acı su. 2. Şarap. 3. Gözyaşı]] âb-ı tîğ, kaba ve kalın kumaş; çuha; kepenek; barak; çul;
{OsT} K ılıcın suyu.|| âb-ı yâkflt, {OsT} 1. Yakut keçe; şayak. 2. B u kumaştan yapılmış, yakasız
renkli su. 2. Şarap. || âb-ı yeh, {OsT} 1. Eriyen bu uzun ve bol üst elbisesi. 3. Bu tür kumaştan yapıl
zun suyu. 2. Buzlu su.|| âb-ı zehre, {OsT} 1. Safra. mış önü açık, bol derviş hırkası. 4. sf. Bu kumaştan
2. Şarap. 3. Şafak aydınlığı\\ âb-ı zer, {OsT} 1. Altın yapılmış olan (elbise ve eşya) «Başta abanı sarık,
suyu; yaldız. 2. Safran suyu. 3. Altın renkli şarap.|| tende hilâlî gömlek; / Belde lâhur şalı, üstünde o
âb -ı zerd, {OsT} 1. Sarı su. 2. Keder gözyaşı.\\ âb-ı som sırm a y e le k » M ehm et A kif Ersoy 5. mec.
zindegânî, {OsT} D irilik suyu; bengisu. j| âb -ı zin- Yoksulluk sembolü. «Aba da bir kebe de bir giye
degî, {OsT} D irilik suyu; bengisu. || âb-ı zîr-i kah, ne / Güzel de bir çirkin de bir sevene.» Atasözü. S1
{OsT} 1. Farkına varılmaksızm sızan su. 2. Gizli a b a a ltın d a e r v a r, Giyim kuşam insanın gerçek
yetenek; tanınmayan kabiliyet. 3. İkiyüzlü. 4. D ü değeri için bir ölçü olamaz. || a b a altın d a n değnek
zen; dolap; entrika. || âb-ı ziilal, {OsT} 1. Berrak su. gösterm ek, 1. Üstü kapalı olarak tehdit etmek. 2.
2. Billur; cam. 3. Altın renkli şarap. || âb-kend, Görünürdeki uysallığına uymayan gizli planları
{OsT} I. Su geçidi; dere. 2. Havuz.|| âb -k û r, {OsT} bulunmak.\\ a b a a tm a k , {ağız} 1. Kendisini kurtar
P is su y o lu veya çukuru.|| âb -n âk , {OsT} 1. Sulu. 2. mak. 2. Birine y ü k olmak. [DS]|| a b a gibi atm ak ,
Islak; nemli. || âb olm ak, Erimek, su hâline gelmek; {ağız} 1. B üyük söz söylemek; mübalağalı konuş
tövbeyi bozmak. || â b -râ h , {OsT} Su yolu. || â b -râh e, mak. 2. Palavra atmak; yüksekten atmak. 3. Oğüın-
{OsT} S u y o lu .|| âb -rân e, {OsT} Su mühendisi.\\ âb- mek. 4. (Kar için) lapa lapa, iri parçalar hâlinde
seyr, {OsT} Su gibi akan.|| âb -sü v âr, {OsT} 1. Su yağmak. [DS]|| a b a giym ek, D ervişliğe soyunmak.||
üstünde yüzen. 2. Su yüzeyindeki kabarcık.\\ âb- a b a güreşi, spor. Keçeden yapılm ış yele k giym ek
sü v ârân , {OsT} Su veya şarap üzerindeki köpük suretiyle yapılan bir güreş türü. || ab a kebe, {ağız}
ler,|| âb -şâr, {OsT} Su şarıltısı; şelale.|| âb-şîb, Uygunsuz; densiz. [DS]|| ab ası y an ık , mec. Âşık,
{OsT} D ere gibi aşağılara doğru akan su; akarsu. || sevdalı.|| ab ay a b ü rü n m e k , mec. Ö lm ek.|] ab a ye
âb-şinâs, {OsT} 1. Sudan anlayan. 2. Su yolu yapan n in d en a tm a k , {ağız} Öğünmek. [DS]|| ab a y enin
kimse. 3. Gemi kılavuzu.|| âb -tâb , {OsT} Güzellik; den yıldız gösterm ek, Kandırmaya çalışmak. || a-
parlaklık,|| âb-tâbe, {OsT} 1. Su kovası; bah-çıvan b ay ı atm a k , Yükümlülükten kurtulmak; yapm ak
zorunda olduğu işleri devretmek veya bırakmak.\\
ibriği. 2. Güneş biçiminde yapılan mücevher. || âb ü
ab ay ı serm ek , Teklifsizce yerleşm ek; postu ser-
dân e, {OsT} Su ve ekmek.|| âb ü kil, {OsT} 1. Su ve
mek. || abayı y ak m ak , Aşık olmak, birine tutulmak.
kil; yer. 2. Fani vücut.|| âb ü hevâ, {OsT} 1. Su ve
hava; 2. B ir yerin sağlık açısından taşıdığı yaşa a b a 4, [Ar. eb (baba) > âba U ] (a:ba:) {OsT} is. 1.
nabilir iklim özellikleri.|| âb ü tâ b , {OsT} 1. Güzel Babalar. 2. Atalar; erkek atalar. 3. mec. Büyükler;
lik; parlaklık; tazelik. 2. Yol; usul. 3. Ağustos.\\ âb- ileri gelenler. S âb â -i ulviye, {OsT} Eski felsefe ile
vend, {OsT} Su kabı; maşrapa; bardak,\\ âb-verz, yıldız biliminde, toprak, su, hava, ateş gibi ye r yüzü
{OsT} Suda oynayan; suda yüzen; yiizgeç.|| âb -y âr, güçleri ile insanların talihlerine hükmettiği sanılan
{OsT} 1. Sulayan; sulayıcı. 2. mec. Bolluk getiren; yıldızlara verilen ad; pederan-ı bülend. || âb â ve
bereketlendiren.\\ âb-yârî, {OsT} 1. Sulayıcılık. 2. ecdâd, {OsT} Atalar; babalar; dedeler.
mec. Yardım. || âb -y âr-i him m et, {OsT} Himmet a ’b a 5, [Ar. a‘bâ Ltl] (a-ba:) {OsT} is. 1. Yükler; a-
yardım ı.|| âb-zîh, {OsT} 1. Su sızıntısı. 2. Gözyaşı.
ğırlıklar. 2. Sorumluluklar. 3. Bir çift sandık veya
ab4, [Ar. âb > Far. âb (a;b) {OsT} is. Ağustos ayı. denk.
n M C E S H .7 7 ABA
a b ’ab, [Ar. 'ab 'ab vW *1] (ab-a:b) {OsT} is. Sözü kar bad şehrinde üretilen açık sarı renkli yarı mat, kalın
tarihî ipek kâğıt türü,
tımdan söyler gibi konuşan adam,
ab aft, [Far. âbâft c i U ] (a:ba:ft) {OsT} is. Çok sağ
ab ab , [Ar. ebb > abâb (aba:b) {OsT} is. Otu çok
lam ve sık dokunmuş bir tür kalın kumaş,
olan yerler; çayırlar; meralar,
ab ag a, [Moğ. abagka / abaka] {eT} is. Babanın ağa
ababil, [Ar. ebabil] {ağız} is. 1. Kırlangıç. 2. Kırlan
beyi; babanın küçük kardeşi; amca. [Nevâyî] [Mü-
gıç yavrusu. [DS]
lıennâ]
ababiy et, [Ar. ‘ab'âbiyyet (ab-a:biyet) {OsT} a b ah a n , [? abakan / abahan] {ağız} sf. 1. Tembel; u-
is. Sözü kam ından söylermiş gibi konuşabilme. yuşuk. 2. Şaşkın. 3. Kaba adam. [DS]
a b -ab sü rd o , [Lat. ab-absurdo (saçma yoluyla anla a b a ju r, [Fr. abatre (kırmak) > abat-jour] is. 1. Lamba
tım)] is. man. Olmayana ergi, ışığının göze doğrudan gelmemesi için üzerine ge
abacı, [aba-cı] is. 1. Aba yapım, üretim ve satım işi çirilen buzlu cam, kâğıt gibi maddelerden yapılmış
ile uğraşan kimse. 2. mec. Bedavacı, başkalarının huni biçimindeki örtü. 2. Abajur siperliği bulunan
sırtından geçinen; bedavadan yiyip içen; asalak. 3. m asa veya köşe lambası,
{ağız} Yalan söyleyen; atıcı. [DS] S ab acı kebeci, a b a ju rc u , [abajur-cu] is. Abajur üreten, satan kişi.
1. Olur olmaz kimseler. 2. {ağız) Uzak yakın akra a b a k 1, -ğı [abak] {ağız} is. Çocuk oyunlarında sayı;
ba, tanıdık ve dostlar. [DS]|| A ba kebeci, ya sen kama; gol. [DS] S1 a b a k a tm ak , {ağız} Oyunda gol
neci? 1. H iç ilgisi bulunmayan kimse. 2. "Sen bı atmak; sayı kazanmak; kama basmak. [DS]
rak da ilgililer konuşsun; sana da ne oluyor? ” an a b a k 2, [abak] {eAT} is. Put; suret; heykel.
lamlarında küçümseme yollu uyarma. a b a k 3, [abak] {eAT} is. Koku kutusu.
abacık, -ğı [aba-cık] {ağız} is. Anne. [DS] a b a k 4, [Lat. abacus > Fr. abaque] is. -*• abaküs,
abacılık, -ğı [aba-cı-lık] is. Aba yapım , üretim ve a b a k ı, [aba-kl] {eT} is. Bostan korkuluğu. [DLT]
giyecek yapımı, satımı işi.
ab ak ü s, [Yun. abaks > Lat. abacus] (a b a ’kus) is. 1.
abaç, -cı [aba-ç] {ağız} sf. (Çocuk için) annesi gibi; mim. Eski Yunan mimarisinde D or üslûbu sütunla
annesine çeken; annesi ahlakında. [DS]
rın üzerindeki kare şeklinde, profili yayvan çanak
abaçı, [aba-çı] {eT} is. 1. Çocuk korkutulan hayalî bir biçimli başlıklar. 2. Birimlere göre sütunlara bö
varlık; umacı. 2. A ğır basma; kâbus. [DLT] lünmüş tablodan ibaret basit parmak hesabı yap
a ’bad , [Ar. ‘abd > a'bâd (a-ba:t) {OsT} is. Kö m ada kullanılan sayı tablosu,
leler. a b ak ü s, [Yun. abaks / Lat. abacus] is. mat. Dörtgen
a b a d 1, [Ar. ebed > âbâd a lj] (a:ba:d) {OsT} is. Son bir çerçeve içine onarlı sıralar hâlinde dizili sayı
boncukları.
suz gelecek zamanlar.
abal, [Ar. âbâl JM ] (a:ba:l) {OsT} is. Develer.
ab ad 2, [Far. âbâd jU ] (a.ba.d) {OsT} sf. 1. (Yer için)
bayındır; imar edilmiş, mâmur; şenlikli. 2. is. Yer, a b alak , -ğı [ab (yans.) > ab-a-la-k] {ağız} sf. 1. Tom
şehir, kent. 3. (Kelime sonlarına getirildiğinde) bul; şişman; etli. 2. is. M em e çocuğu. [DS]
çokluk, aşırılık, doluluk, bolluk bildirir. «Şeref- a b a la m a k 1, [aba-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor]
abat, Sadabat.» S1 a b a d etm ek, M utlu kılmak, ne Yeni elbise giydirip kuşatmak. [DS]
şelendirmek, donatmak, gönendirmek.\\ a b a d ol a b a la m a k 2, [ab (yans.) > ab-a-la-mak / apalamak]
m ak, Mutlu kılınmak, neşelendirilmek. {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. (Çocuk için) em ek
a b a d a n 1, [aba-dan] {ağız} is. 1. Sofra örtüsü. 2. Bir lemek; arada sırada yürüm eye çalışmak; ilk adım
tür ince battaniye. 3. Geniş omuz örtüsü. 4. Kaim larını atmaya başlamak. 2. Yerde sürünmek; sürü
kumaştan yapılma işlemeli ve cepkene benzer bir nerek yürümek; eğilip emekler gibi yürümek. [DS]
tür ceket; aba. [DS] fi1 ab ala y ıp gitm ek, A pal apal yürüm ek; payta k
paytak yürüm ek; topallayarak yürümek.
ab ad an 2, [Far. âbâdân j b U ] (a:ba:da:n) {OsT} sf. 1.
abalam ak^, [aba-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
Mamur; bayındır. 2. Zengin.
yor] Korkmak. [DS]
ab ad a n 3, [Far. habbe (köpük) > aba-dan] {ağız} zf.
a b a la n m a k , [aba-la-n-mak] {ağız} dönşl. f [-ır] Bi
(Konuşma için) mesnetsiz; dayanaksız; asılsız. [DS]
rinin üzerine çullanmak; abanmak. [DS]
abadan4, [hop / ab (yans.) > ab-adan] {ağız} zf. Ansı
a b a lı1, [abalı] {eT} ünl. Bir şeyi azımsama sırasında
zın; habersiz; birdenbire. [DS]
söylenir. [DLT]
abadani, [Far. âbâdânı ^ybU ] (a:ba:da:ni:) {OsT} is. ab alı2, [aba-lı] sf. 1. Aba sahibi, aba giyen. 2. mec.
Bayındırlıklar; mamurluklar; şenlikler, Tasavvufa giren kimse; derviş. 3. Yoksul. 4. {ağız}
abadi, [Far. âbâdı tp M ] (a:ba:di:) {OsT} is. 1. Bayın Köylü. [DS] 5. Becerikli; yiğit. S ab alı firen k , {a-
dırlık; mamurluk; şenlik. 2. H indistan’ın Devleta- ğız} Kurnaz; cin fikirli. [DS]
ABA n u r c u . 7»
a b a m ', [aba-m] {eT} zf. 1. Şimdi. [Gabaitı] 2. Eğer; ağırlığının büyük bölüm ünü verecek şekilde yas
şayet. [EUTS] S1 ab am b irü k , Eğer; .şayet; bir de lanmak. 4. {ağız} Birinin sırtından geçinmek; asalak
fa. [EUTS] yaşamak; geçimini başkasına yüklemek. [DS] 5.
ab am 2, [Far. âbâm j*U] (a:ba:m) {OsT} is. 1. Kule. 2. {ağız} Y üz üstü düşmek. [DS] 6. Yüz üstü yere uza
nıp yatmak.
Güvercin kulesi. 3. Burçlarla ilgili bir işaret,
a b a n n a m a k , [aban-la-mak / abannamalc] {ağız} gçsz.
ab am ak , [aba-mak] gçl. f. [-r] [-b(ı)-yor] 1. (Çirkin
f M [-n(ı)-yor) 1. Abanlamak. 2. Koşmak. 3. Boş
ve kusurlu bir kız için) birini kandırarak o kız ile
yere bir iş yapmaksızın gidip gelmek. 4. Emekle
evlendirmek. 2. Kusurlu bir malı, malın kusurunu
mek. 5. Geniş adım larla bir yeri ölçmek; adım la
gizleyerek ya da başka yollarla kandırmak suretiyle
mak. 6. Bir işe hızla girişmek; işe koyulmak. [DS]
birine satmak. 3. Bir şeyi birine zorla yaptırmak. 4.
abanoz, [Yun. ebenos / Ar. abnüs] (aba ’noz) is. bot.
Bir suçu, ilgisi olmayan birine yüklemek, iftira et
1. H indistan’da yetişen sert, siyah ve ağır keresteli
mek. 5. Birini işten, çalışmaktan alıkoymak. 6. Gi
bir ağaç (Diospyros ebenum). 2. Uzun süre su için
yilecek bir nesneyi omzuna atmak,
de bırakılmak suretiyle siyahlaşması sağlanan ağaç.
abam u, [? abamu] {eT} sf. Daimi; ebedî; ölmez; men-
3. argo. Genelev (İstanbul’un Abanoz semtinden)
gü; bengü; sonsuz. [EUTS]
4. sf. (Abanoz gibi) sert ve siyah olan. 5. sf. A ba
abam ulug, [abamu-luğ] {eT} sf. Daimi olan; ebedî;
nozdan yapılmış olan. 0 ab an o z kesilm ek, 1. A-
bengü; ölmez. [EUTS]
banoz gibi sertleşmek. 2. Kirden veya güneşten a-
ab an , [Far. âbân OU] (a:ba:n) {OsT} is. 1. İran tak banoz gibi kararmak.\\ ab an o z yü rek li, Acımasız
vim inde Güneş yılının sekizinci ayına verilen ad. 2. kişi.
İran mitolojisinde bu ayda olacaklara hükmeden abanozgiller, [abanoz-gil-ler] is. bot. Sıcak ülkelerde
meleğin adı. S âb ân -g âh , {OsT} Güneş yılının yetişen 350 kadar türü bulunan kerestesi sert ve
onuncu günü. 2. Iran mitolojisinde bu onuncu gün siyah ağaççıklar familyası, (Diospyraceae).
le görevli melek. ab an o zlaşm a, [abanoz-la-ş-ma] is. Abanozlaşm ak i-
a b a n a 1, [Far. âb-âne] is. 1. Suyu bol memleket. 2. şi.
A na su. ab an o zlaşm ak , [abanoz-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
a b a n a 2, [Yun. a-pona] {ağız} sf. Bedava. [DS] (Kereste için) uzun süre suda bırakıldığında sert
ab a n d ırm a , [aba-n-dır-ma] is. Abandırmak işi. leşmek ve siyahlaşmak. 2. Güneşte yanmak; plaj
ab a n d ırm a k , [aba-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Birinin larda güneşlenme yüzünden deri kalınlaşmak ve
abanma işini yapmasını sağlamak. 2. {ağız} Deveyi esmerleşmek; bronzlaşmak.
yere çökertmek; ıhtırmak; diz çöktürmek. [DS] a b an sız 1, [aban-sız] sf. Davranışları kaba, özensiz o-
abandone, [Fr. abandone] is. spor. Boksta taraflar lan.
dan birinin dövüşemeyecek duruma gelip maçı terk ab an sız2, [ap+a/n-sız > aban-sız] {ağız} zf. Ansızın;
etmesi. birdenbire; apansız. [DS]
a bang, [abang] (aban) {eT} e. Şart edatı; şayet; eğer. a b a n la n m a k , [Ar. ahbâb + T. -la-n-mak] {ağız}
[DLT] [EUTS] dönşl. f. [-ır] Tanışmak; arkadaşlık, dostluk kur
abanges, [Yun. apangios] {ağız} sf. Beceriksiz; akıl mak. [DS]
sız; aklı kıt. [DS]
ab ap u ş, [Ar. ‘aba + Far. püş J^L c-] (aba:pu:ş) {OsT}
ab an i, [Ar. âbâni ^ U ] (âba:ni:) (OsT} is. 1. Krem sf. 1. A ba giyen; derviş. 2. Yoksul. 3. K eyif ehli;
rengi pamuklu dokuma üzerine turuncu ipekle kas rint.
nakta işlenmiş kumaş. 2. sf. Bu tür kumaştan ya
a b a r 1, [Ar. b i’r > âbâr jU ] (a;ba:r) {OsT} is. Su ku
pılm ış elbise, sarık, bohça, yorgan yüzü ve kundak,
ab an la m ak , [aban-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)- yuları.
yo r] 1. Yürürken adımlarını uzun atmak; geniş a- a b a r2, [Far. âbâr jUT] (a:ba:r) {OsT} is. Hesap defte
dım larla yürümek; arşınlamak. 2. Bir engelden ve ri. S â b â r-g îr, {OsT} H esap defterim tutan; muha
ya arktan atlayarak geçmek; uzun atlamak. 3. E- sebeci; sayman.
meklemek; emekleyerek yürümek. [DS] a b a r a 1, [Ar. ‘abâre] {ağız} is. 1. Buğday ambarı. 2.
ab an m a , [aban-ma] is. Abanmak fiili ve durumu;
Hayvan yemliği. 3. Geniş delikli kalbur. 4. Buğ
ardılma.
dayla karışık saman. [DS]
ab an m a k , [eT. abm-mak > aban-mak] dönşl. f. [-ır]
I. B ir şeyin üzerine kapanmak, gövdesinin büyük a b a ra 2, [Ar. (Suriye) ‘abbâra] {ağız} is. 1. Su değir
bir bölümü ile üzerini kaplamak; çullanmak; da menlerinde, suyun basıncını artırmak amacıyla ya
yanmak; istinat etmek; yaslanmak; yastanmak; yu pılmış huni şeklindeki büyük ağaç oluk. 2. Tarlada
mulmak. 2. Bir nesnenin üzerinden eğilip uzanarak suyıı akıtmaya yarayan üstü açık ağaç oluk; kanal.
sarkmak; eğilmek. 3. Birinin veya bir şeyin üzerine 3. Ç ift sürerken sabanın toprakta açtığı arklar; çizi.
ölülü HEtSÛEbl. 79 ABA
4. Ahşap köy evlerinin tavanlarında iki direk arası g çl.f. [-ır] 1. Bir şeye olduğundan çok
boşluk. [DS]
önem vermek; aşırı büyütmek; büyüksemek; bü
a b arık , [abar-ık] (abarı:k) {ağız} is. Telaş ve heyecan yütm ek; dallandırmak; izam etmek; m übalağa et
bildirir. [DS] mek; şişirmek. 2. B ir olayı aktarırken aşırı davran
a b a rm a k 1, [ab (yans.) > abar-mak] gçsz. f. [-ır] 1. mak; ölçüyü kaçırmak. {eAT} (aynı) 3. Alışılmışın
Kabarmak. 2. Şişirilmek; abartılmak. 3. {ağız} Ken dışında gerçekleştirmek. 4. {ağız} Yalan söylemek.
dine güvenmek. [DS] [DS] 5. {ağız} Aşırı övmek; pohpohlamak. [DS]
a b a rm a k 2, [eT. apar-mak > abar-mak] {ağız} g ç l . f [- a b a rtm a k 2, [apar-t-mak / abartmak] gçl. f. [-ır] 1.
ır] 1. Almak; alıp götürmek. 2. Alıvermek. [DS] Aşırmak; çalmak. 2. Takas yapmak; değiştirmek,
ab a rtı, [ab (yans.) > abar-t-ı] is. 1. B ir şeyi olduğun a b a rtm a lı, [abar-t-ma-lı] sf. ve zf. Abartılmış olarak;
dan büyük ve aşırı gösterme. 2. ed. A şırılık sanatı; abartılı; ilaveli; mübalağalı,
mübalağa. 3. ünl. {ağız} Korkutm a bağırtısı. [DS] S a b artm asız, [abar-t-ma-sız] sf. ye zf. 1. Aşırı ve
a b a rtıy ı b asm ak , {ağız} K arşısındakini korkulmak ölçüsüz bir durumu bulunmayan; gerçekte olduğu
için bağırmak. [DS] gibi. «Makalelerde, ileri sürülen görüşler abart
ab artıcı, [ab (yans.) > abar-t-ı-cı] is. ve sf. Olayları m asız ele alınm alıdır.» 2. İnanılm ası m üm kün ol
abartarak anlatmayı alışkanlık edinmiş kişi; palav masa bile gerçekte olduğu gibi; mübalağasız; hilaf
racı. sız. «Uludağ ’daki kar abartmasız iki metre vardı.»
ab artıcılık , -ğı [ab (yans.) > abar-t-ı-cı-lık] is. Bir
abası, [aba sub > aba-sı] {eT} is. Eski Türk inancında
şeyi veya olayı olduğundan daha büyük veya aşırı
kötü ruhlara verilen ad.
gösterme huyu; mübalağacılık,
ab aş, [aba-ç / abaş] {ağız} ünl. Sevgi ifadesi ile söy
ab artılı, [ab (yans.) > abar-t-ı-lı] sf. 1. Büyütmede
lenen kız kardeş sözü. [DS]
ölçüsüzce davranılmış; çok aşırı büyütülmüş; m ü
abaşo, [İt. abasso (aşağı)] (a b a ’şo) sf. dnz. Gemi
balağalı. 2. Alışılmışın dışına taşan, yadırganacak
yelkenleri için "Aşağı indir! ” komutu,
ölçüde. S1 a b a rtılı rol, tiy. Oyun esnasında je s t ve
mimiklere, sese aşırı rol yükleme; metne aşırı ek a b a t, [Far. ibt > âbât -WU] (a;ba:t) {OsT} is. Koltuk
lemelerde bulunma. altları.
ab artılm a, [ab (yans.) > abar-t-ıl-ma] is. Abartma abayı, [Ar. kaba / ’aba (üstlük) > ‘abâyî] (aba.yi)
işine uğrama. {OsT} is. Keçi kılından yapılan bir dokuma ve giye
ab a rtılm a k , [ab (yans.) > abar-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] cek.
Birisi veya bir olay hakkında abartmada bulunul
a b a y ta ra n , [Ar. ‘abaysarân o l {OsT} is. Kekik
mak; abartmak işi yapılmak; mübalağa edilmek.
«Konu m edyada abartıldı.» gibi güzel kokulu bir ot; biberiye; mercanköşk,
a b a rtm a , [ab (yans.) > abar-t-ma] is. 1. Aşırı önem a b ay tı, [? abaytı] {ağız} sf. 1. Çirkin. 2. Kötü huylu.
[DS]
vermeden dolayı olduğundan büyük veya üstün
gösterme; mübalağa. 2. ed. Anlatım ı daha etkili ve ab az, [? abaz] {ağız} sf. 1. Fesatçı. 2. İddiacı; inatçı.
güzel kılm ak için bir olayı, bir düşünceyi veya ger 3. Dangalak. 4. Şişman; etli; gürbüz. 5. is. Ayı yav
çeği aşırı büyütme veya küçültme şeklinde yapılan rusu. [DS] S ab az ab az olm ak, R engi solmak;
edebî sanat; mübalağa sanatı. 3. B ir metni okurken benzi uçmak; kansız hâle gelm ek || a b a z ab az ye
dinleyicilerin ilgisini çekebilmek için sesi yükselt m ek, Ağzını doldura doldura yem ek; obur gibi
me, alçaltma yanında bazı ses ve heceleri uzatm a yutmak. || a b az ab az y ü rü m ek , Büyük adım lar ata
gibi ses oyunlarına başvurmak. 4. Y azarken oku rak yürüm ek; sallapati yürümek.
yucunun ilgisini çekmek için kelimelerle aşırı süs A baza, [abhaz] is. 1. B ir Kafkas kavmi. 2. B u ka
leme yapm ak sanatı; tumturak. S a b a rtm a sa n a t vim den olan kimse; Abhaz.
ları, 1. Çok sık kullanılmış akla yatkın abartmalar A bazaca, [Abaza-ca] is. Abazalarm konuştuğu dil.
(Tebliğ); 2. Çok seyrek kullanılmış akla yatkın a- 56 çeşit sesleri vardır. Tamlama ve cümle yapısı
bartmalar (İğrak); 3. A kla yatkın olmayan ve hiç bakım ından Türkçe’ye benzer,
bir kimse tarafından kullanılmamış abartmalar ab azan , [Çing. habe (yiyecek) > abazan ?] is. argo.
(Gulüv). 1. Uzun süre cinsel ilişkide bulunm adığı için şid
ab artm acı, [ab (yans.) > abar-t-ma-cı] is. Bir olayı detli bir arzu içinde bulunan erkek. 2. Aç ve yoksul
olduğundan daha büyük ve aşırı göstermeyi huy kimse. S ab azan k alm ak , Uzun süre cinsel ilişki
edinmiş kişi; abartıcı; mübalağacı, de bulunamamış olmak.|| ab a z a n olm ak, Kadına
ab artm acılık , -ğı [ab (yans.) > abar-t-ma-cı-lık] is. karşı istekli olmak.
B ir olayı olduğundan daha büyük ve aşırı gösterme ab azan lık , -ğı [abaz-an-lık] is. Uzun süre cinsel iliş
tutumu; abartıcılık; mübalağacılık. kide bulunam ama hâli,
a b a rtm a k 1, [ab (ya«i.j>obar-t-m ak / abar-t-mak ? ab azım ak , [abaz-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] 1. (Ağaç
A BA O ie iİ lC E S Ü M .B o
için) kabarmak; şişmek. 2. (Yara için) şişmek. [DS] ri dervişleri. 3. {ağız} Düğünlerde davul zum a çal
ab azırm ak , [aba-z-ır-mak] gçsz. f. [-ır] {ağız} 1. U- mak suretiyle insanları eğlendiren kimse; abdal
zun süre yorucu işlerde çalışmaktan dolayı yorgun, davulcuları. [DS] 4. Perişan kılıklı kimse. 5. {ağız}
hâlsiz düşmek. 2. İçi boşalmak; içi çürümek; kof Dilenci. [DS] 6. (15. yy.dan sonra) dervişlerin kılı
laşmak. [DS] ğına bürünerek dolaşan akıl hastası; deli; meczup;
abba, [Aramca. abba (baba)} is. 1. Doğu kilisesinde mecnun; divane; tilbe; ahmak; bön. {ağız} (aym)
piskoposlara verilen ad. 2. {ağız) Dede; büyük ba [DS] 7. Temiz yürekli, hile bilmez; safderun. 8.
ba. [DS] 3. Yabancı büyük kadın veya kız. {ağız} Çingene. [DS] 9. {ağız} Serseri. [DS] 10. {ağız}
Sünnetçi. [DS] 11. {ağız} Avare. [DS] 12. {ağız}
ab b ak , -ğı [ap+a/k / abbalc ^T] {ağız} s f 1. Bem be
Tembel. [DS] 13. {ağız} Beceriksiz. [DS] 14. {ağız}
yaz. {eAT} (aym) 2. Beyaz tenli; sarışın. 3. Kel; saç İtibarsız. [DS] 15. {ağız} Tamahkâr. [DS] fi1 A bd ala
sız. [DS] m alu m o lur, B ir işin olacağını bazı kişiler önce
abbas, [Ar. ‘abbâs j-Lp] (abba:s) {OsT} is. Aslan. den sezince, onun doğru bildiğini yarı şaka ile ifa
A bbasi, [Abbâs (Hz. M uham m ed’in amcası) > A b de etmek. (Türkçe aptal kelimesi ile karıştırılarak)\\
A b d al a ta binm iş, bey o ldum sanm ış, Layık ol
basî (abba:si:) sf. 1. Hz. M uham m ed’in am
madığı bir makama geçen kimsenin kendini oraya
cası A bbas’m soyundan gelen halife ailesi ile ilgili. layık görm esi.|| A b d al dili, A n a d o lu ’da Abdal,
2. İslam tarihinde Emevilerin yerini alan halifeler Geygel ve Carcar adı verilen Yörüklerin kendi ara
hanedanı. 3. is. Bir mecidiye değerindeki eski bir larında konuştukları gizli dil. || A bdalın k a rn ı do
İran parası. y unca gözü p a b u ç la rın d a o lur, K endi çıkarını
ab b az, [Far. âb (su) + bâz (oynayan) i_jT] (a:b- düşünen kimselerin dostluğu ancak işi bitinceye
ba:z) {OsT} is. Su cambazı, kadar sürer. \\ a b d a l otu, {ağız} Afyon; esrar. [DS]
abbi, [Ar. habbe] {ağız} is. Darı. [DS] S abbisi b aşı ab d a la n , [Ar. abdal > abdâlân o^l-bT] (abda:la:n)
na, Darısı başına. {OsT} is. Abdallar,
abca, [abı-ca / abu-ca] {ağız} is. Amca. [DS] a b d a llan m ak , [abdal-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
abcal, [apış / apıç > apıç-al > abcal ?] {ağız} sf. Bir Dilenmek. [DS]
sakatlığı olmadığı hâlde topal gibi yürüyen. [DS] a b d a n , [Far. âb-dân jl-U ] (a:bda:n) {OsT} is. Su ka
ab cal abcal y ü rü m ek , {ağız} İki yana çokça eğile bı.
rek yürüm ek; ördek gibi yürümek. [DS]
a b d a r, [Far. âb-dâr (su tutan) jİJuT] (a:bda:r) {OsT}
abcalak, -ğı [abcal-a-k] {ağız} sf. -*■ abcal. [DS]
abcalam ak , [abcal-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)- sf. 1. (M eyve için) taze ve sulu. 2. Suyu bol; sulak.
yor] Bacaklarını ayırarak yürümek. [DS] 3. (M ücevher için) renkli ve parıltılı. 4. mec. (Söz
ve şiir için) güzel nükteli, ince ve zarif anlamlı. 5.
abcallam ak, [abcal-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
(Kılıç, kama vb. için) keskin, parlak ve zağlı,
yor] 1. Sık ve telaşlı adımlarla yürümek. 2. Boca
lamak; şaşırmak. 3. Büyük adımlarla yürümek. ab d en d a n , [Far. âb-dendân jİJiJoT] (a:bdenda:n)
[DS] {OsT} is. Şaşkın; saf; bön.
abçı, [ab (av) > ab-çı / aw-çı] {eT} is. Av hayvanları abdeslik, -ği [abdest > abdes-lik] {ağız} is. 1. Evlerde
nı bir yere doğru süren; avcı. [ETY] [ÎKPÖy.] el yüz vb. yıkanan yer. 2. Banyo. [DS]
abd, [Ar. ‘abd -v*] {OsT} is. 1. A llah’a göre insan. 2. ab d est, [Far. âb (su) + dest (el) o*-JbT] {OsT} is. 1. El
Köle; bende. S ab d -i âsim , Suçlu kul.|| ab d -i dâl, suyu. 2. İslam iyet’te ibadetten önce K ur’an’da em-
K asıtsız olarak yolunu kaybeden ve sahibinin evini redildiği gibi dirseklere kadar elleri, yüzü ve ayak
bulamayan köle. || abd-i m ah cu r, Nikâh, alım sa ları yıkamak, başı ve kulakları meshetmekten ibaret
tım, borç, rehin gibi bir takım kişisel tasarrufları olan temizlik. 3. örtmece. Dışkı; idrar. S ab d est
yapm aktan yasaklı köle.\\ ab d -i m asu r, Düşmana a lm ak , İbadet öncesinde fa r z ve sünnetlerine riayet
esir düşen köle.\\ abd-i m ezun, M utlak y a da bedel ederek temizlenmek. «Abdest aldılar, namaz kıldı
karşılığında azat edilebilmesi için ticaret yapm ası lar, tekbir çektiler, helalleştiler.» Ömer Seyfettin.||
na izin verilen köle.|| abd-i m ü şterâ, Para ile satın ab d est b ozm ak, K üçük veya büyük tuvalet ihtiya
alınmış köle. cını gidermek.]] abd esti bozu lm ak , Abdestin şart
a b d al, [Ar. bedel / bedii (tanık) > abdal J l-ij] (ab larından birini kaybetmiş olmak, yeniden abdest
da:!) {OsT} is. tasvf. 1. Nefsini terbiye etmek üzere alma gereği olmak.]] ab d esti gelm ek, Tuvalete
dünya işlerinden uzaklaşarak Allah’a ibadet ve zik gitm e ihtiyacı duymak.]] ab d estin d e nam azın d a,
re yönelmiş kimse; abit; zahit; veli; sofu; derviş. İbadeti ile m eşgul dindar (kişi).]] abdestinden
{eAT} (avni) 2. Bir şeye akıl yormaz, kalender yaşa şü p h e o lm am ak , Kendisine güveni tam olmak.}]
yışlı gezgin dervişler; Kalenderiye grubunun serse abdestsiz yere b asm am ak , D inî emir ve yasaklara
B » 1 I Ü I C İ S ö M .8i AB E
uymakta titiz davranmak.\\ ab d e st tazelem ek, A b ab ece1, [A-Be-Ce] is. Alfabe; elifba. (Alfabemizdeki
desti bozulmadığı hâlde tekrar abdest almak. ilk üç harfin okunuşu alınarak yapılmış yeni keli
«M escit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, me.)
abdestini tazeliyordu.» Ömer Seyfettin.|| ab d est abece2, [Ar. ‘abece {OsT} is. Ahmak kimse,
verm ek, Birini kusurlu davranışı veya dikkatsizliği abecesel, [a-be-ce-sel] sf. 1. Alfabe ile ilgili. 2. A lfa
yüzünden azarlamak, uyarmak, dikkatini çekm ek; betik. 3. Alfabedeki harf sırasıyla,
abdest aldırmak. {eAT} (aym) || ab d est virm ek , abeci, [? abe-ci] sf. argo. 1. Aptal. 2. {ağız} Palavracı.
{eAT} iyice darılmak; haşlamak. [DS]
abdestan, [Far. âbdest-ân O^JuT] (a:bdesta:n) {OsT} abede, [Ar. ‘âbid > ‘abede {OsT} is. İbadet e-
is. Su ibriği. denler; tapanlar. S abede-i esnam , Puta tapanlar.\\
abdestbozan, [abdest+boz-an] is. Tenya, kıl kurdu. abede-i evsân, Puta tapanlar.
S ab destbozan otu, bot. Gülgillerden güzel koku abefşan, [Far. âb-efşân uUsl l_jT] (a:befşa:n) {OsT}
lu kan kırmızısı çiçekler açan bir ot, (Poterium
sf. 1. Su saçan. 2. {OsT} İşeyen. S âbefşân etm ek,
spinosum).
{OsT} İşemek.
abd estd an , [Far. âbdest-dân (a:bdestda:n)
abeft, [Far. âbeft c*ijî] (a:beft) {OsT} is. Çok sağlam
{OsT} is. Su ibriği,
ve sık dokunmuş bir tür kalın kumaş,
abdesthane, [Far. âbdest-hâne ^Uüu»JüT] (abdestha:-
abek, [Far. âbek -iU] (a:bek) {OsT} is. 1. Sulu şeyler;
ne) {OsT} is. 1. Abdest almak için özel olarak ya
içi su dolu nesneler. 2. Cıva. 3. Sivilce; çıban; ka
pılmış yer. 2. Doğal boşaltım ihtiyaçlarının gideril
barcık.
diği yer; ayakyolu; hela; kenef; memişane; memşa;
tuvalet; yüznumara; W C; 00. a ’bel, [Ar. a'bel J^pl] (a-bel) {OsT} sf. 1. (Taş için)
abdestli, [abdest-li] sf. (Kişi için) abdest almış ve ab çok sert. 2. is. Taşlık dağ.
desti bozulmamış olan, ab end am , [Far. âbendâm fl-ul >_J] (a.bendâm) {OsT}
abdestlik, -ği [abdest-lik] is. 1. Abdest alm ak için is. Güzel ve yakışıklı boy bos; düzgün endam,
özel olarak yapılmış yer. 2. Eskiden abdest almak ab erasy o n , [Lat. aberare > Fr. aberration] is. fiz. 1.
için giyilen kolları kolayca sıvanabilen geniş ve Sapma; inhiraf. 2. mec. Sapıtma. 3. gök b. Yer y ü
hafif elbise. 3. {ağız} Eski din adamlarının en üste zündeki bir gözlemcinin ışığın hızına göre göz ardı
giydikleri önü açık boy elbisesi. [DS] edilemeyecek bir hızla yer değiştirmesi sonucu
abdestsiz, [abdest-siz] sf. 1. (Kişi için) abdesti bo meydana gelen optik kayma; sapınç,
zulmuş olan, ibadet edebilmek için abdest almak
a b e ra t, [Ar. ‘abre > ‘aberât olj^t] (abera. t) {OsT} is.
zorunda olan. 2. mec. G ünaha girmiş olan. 3. {ağız}
Korkmaz, çekinmez; senli benli; saygısız. [DS] Gözyaşları.
abdi, [Ar. ‘abd (köle, kul) > ‘abdı < j^ ] (abdi:) {OsT} abes, [Ar. ‘abes < i^] {OsT} sf. 1. Akla ve sağduyuya
sf. 1. Köleye ait. 2. Hizmetkâra ait. aykırı olan; mantık dışı; saçma. 2. Gereksiz, boş
abdiâciz, [Ar. > Far. ‘abd âciz (abdia:ciz) yere; lüzumsuz; malayani. 3. Yersiz; münasebetsiz.
4. Karışık; düzensiz. S1 abese irca, man/. Olmaya
{OsT} sf. Aciz kul; (Alçak gönüllülük ifade etm ek
na ergi metodu.\\ abes-gû, Boş söz söyleyen; saçm a
üzere söylenir.)
sapan konuşan. |[ abes kaçm ak , Uygun düşmeyen,
abdiyet, [Ar. abdı > abdiyyet] {OsT} is. T annya kul
yersiz ve gereksiz sözler, davranışlar. || abesle işti
luk etme; ibadet etme; kulluk,
gal etm ek, Gereksiz ve boş şeylerle zam an harca-
ab d ü lb atın , [Ar. ‘abd’iil-batn ljk JI j ^ ] {Os T} sf. O- m ak.|| abesle u ğ raşm a k , Gereksiz ve boş şeylerle
bur. zam an harcamak, {eAT} y e l kovmak; ye l koğmak.
abdülleziz, [Ar. habbü’l-lezîz Jj.jJJI <_-=-] {OsT} is. 1. abese, [Ar. ‘abese {OsT} is. "Yüzünü ekşitti” an
Akdeniz çevresi ile A frika’nın kum luk alanlarında lamında Abese Suresinin ilk kelimesi. S A bese
yetişen, eskiden papirüs yapılan çok yıllık bir ot, Suresi, K u r ’an-ı Kerim ’in sekseninci suresinin adı.
(Cyperus esculentus). 2. Bu bitkinin yenebilen, tatlı abesen, [Ar. ‘abeş-en lv>] (abe ’sen) {OsT} zf. B oşu
ve bol nişastalı küçük yer altı yumruları; yer bade
na; lüzumsuz yere,
mi.
abesi, [ebe-s-i / abesi] {ağız} is. B ir işin ustası. [DS]
abdüsselam , [Ar. yabruh’uş-şanem {OsT}
abesiyat, [Ar. ‘abeşiyyât o L ^ -] (abesiya;t) {OsT} is.
is. bot. Kökü küçük bir adama benzer bitki; adamo
1. Boş ve gereksiz şeyler. 2. A kla ve mantığa aykırı
tu, (M androgora offıcinarum ).
şeyler.
abe, [a (yans.) + be (yans.)\ {ağız} (a'be) ünl. “H ey”
abeslik, -ği [abes-lik] is. 1. Abes olma durumu. 2.
anlamında kullanılan bir seslenme ve dikkati çek
Akla, mantığa aykırı olm a durumu.
me sözü. [DS]
ABE İ M İ K Ç E S C I M . »2
ab eş1, [? abeş] {ağız} sf. 1. Dönek; hileci. 2. Çirkin; ab ıçm ak , [abıç-mak] gçl. f. [-ır] Çocuğu arkasına al
kötü. 3. Gülünç. 4. Saçma sapan. 5. Söz dinlemez; mak; sırtına bindirmek,
aksi. 6. (Hayvan için) insana yakın olmayan; yaba ab ıd ık , [? abıd-ık] {ağız} sf. Beceriksiz; elinden iş
ni. [DS] gelmeyen. [DS]
abeş2, [Ar. abraş => abeş ?] {ağız} is. 1. Kula rengin a b ıd m ak , [ab-ıt-mak / abıd-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
de at. 2. A çık pem be renk. 3. Aim akıtmalı hayvan. Saklamak; gizlemek. [DLT]
4. Derisi alacalı hayvan veya insan. [DS] a b ıh ay a t, [Far. âb-ı + Ar. hayât ü L > ^jT] (a:bıha-
abeşiverm ek, [aba-mak > aba-ş-mak > abaş-ı+ver-
ya:t) {OsT} is. 1. H ayat suyu; dirilik suyu; bengi su;
mek] {ağız} gçsz. f. [-ır] Sarmaşmak; kucaklaşmak.
mengü suyu; {eAT} (aym). 2. İçenleri ölümsüzlüğe
[DS]
kavuşturacağı söylenen efsanevi su; bengi su. 3.
abet, [Rus. obat] {ağız} is. Öğle yemeği. [DS] tasvf. mec. Sonsuz hayat kazandıran İlahî aşk; ilm-i
abgâh, [Far. âb-gâh ol£J] (a:bgâ:h) {OsT} is. 1. Su ledün. 4. sf. mec. (Söz için) ince; güzel; hoş. 5. sf.
biriken yer; havuz. 2. anat. K am ın üst bölüm ü, ka mec. (İçecek için) ferahlık verici; dinlendirici özel
burgaların hemen alt kısmı, liği olan; serinletici, canlandırıcı ve tatlı, fi1 ab ıh a
y a t çeşm esi, {eAT} Ö lümsüzlük suyu akan çeşme.||
abgine, [Far. âb-gîne -uXT] (a:bgi:ne) {OsT} is. 1.
a b ıh a y a t içm iş, (Kişi için) çok yaşlı olmasına
Cam; kristal; billur. 2 . Kadeh; sürahi; şişe. 3. A y rağmen dinç ve genç görünen.\\ a b ıh a y a t gibi,
na. 4. Elmas. 5. Kılıç; hançer; bıçak. 6. mec. Şarap; (İçecek için) içene fera h lık ve canlılık veren.
âşığın gözyaşı; âşığın kalbi. a b ık 1, -ğı [eT. abı-mak > abı-k] {ağız} sf. 1. Bozuk. 2.
ab g û n , [Far. âb-gün û j£ j ] (a:bgû:n) {OsT} sf. 1. Su (Hayvan için) erbezleri kam ının içinde olan. [DS]
rengi. 2. M avi; gök mavisi, S a b ık sabık, {ağız} Saçm a sapan; gelişi güzel;
ileri geri; boş söz; abuk sabuk. [DS]
ab h an e, [Far. âb-hâne ajUs-T] {Os T} is. 1. Tuvalet;
ab ık 2, -ğı [Ar. âbık j J ] (a:bık) {OsT} is. 1. B ir sebep
abdesthane. 2. Lağım çukur,
olmaksızın efendisinin yanından kaçan köle. 2. Cı
ab h e r, [Ar. ‘abher j ^ ] {OsT} is. bot. Nergis,
va.
ab h erî, [Ar. ‘abherî j ^ \ (abheri:) {OsT} sf. Nergis ab ık ev ser, [Far. âb Ar. kevser f £ <-*11 (a.'bıkevser)
kokulu. {OsT} is. isi. Cennette bulunduğuna inanılan, Kev
ab h erin , [Ar. 'abher > Far. ‘abherîn y . . ^ ] {OsT} sf. ser ırmağının suyu,
Nergise benzer; nergis renginde olan, abıla, [abla > abıla] {ağız} is. 1. Abla. 2. Karı; zevce.
3. Görümce. 4. Üvey kız kardeş. 5. Umacı. [DS]
a b h o rd , [Far. âb-hörd (a:bho:rd) {OsT} is. 1.
a b ılab u t, [abulabut / abılabut] {ağız} sf. 1. Çirkin;
Sulak yer. 2. Su içen kimse. 3. Su içecek kap. 4. gösterişsiz. 2. İri; şişman. 3. İki tarafına sallanarak
mec. Kısmet. yürüyen. 4. Kaba ve anlayışsız. 5. Geveze; çenesi
ab h o rd e , [Far. âb-hörde (a:bho:rde) {OsT} sf. düşük. [DS]
Su içmiş; su içen, a b ıld a n m a k , [ab-ıl-da-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
(Çocuk için) emeklemeye hazırlanmak. [DS]
ab h u n , [Far. âb-hün oyŞ-T] (a:bhu:n) {OsT} is. 1.
ab ım ak , [ab-ı-mak] {eT} gçl. f. [-r] Örtmek; gizle
Ada. 2. Sel suyunun oyduğu yer; çukur. 3. Orman mek. [DLT]
içindeki bataklık. 4. Çeşme; su yolu, a b ın , [ab-m] {eT} sf. Tane; adet. [EUTS]
a b h u rd , [Far. âb-hüıd ojjJtT] (a:bhu:rd) {OsT} is. 1. abın ç, [ab-mç / av-ınç] {eT} is. 1. Teselli; avunç;
Sulak yer. 2. İçm e suyu bulunan yer. 3. Su içen avunma; sevinç. [Gabain] [EUTS] [ETY] 2. Rahat;
kimse. 4. Su içecek kap. 5. mec. Kısmet, sükûnet; rahatlık; refah. [EUTS]. [ETY]
ab h u rd e , [Far. âb-hürde (a:bhu:rde) {OsT} sf. a b ın çu , [ab-ın-mak (avunmak) > abın-çı / ab-mçı]
{eT} is. 1. Avunma; teselli; sevinç. [EUTS] 2. Cari
Su içmiş; su içen,
ye. [ETY]
abhust, [Far. âb-hüst c —jiŞ-T] (a:bhu:st) {OsT} is. 1.
ab ın eşat, [Far. âb-ı + Ar. neşât iL ü ^T] (a;bmeşa:t)
Ada. 2. Sel suyunun oyduğu yer; çukur. 3. Orman is. Sevinç suyu; şarap,
içindeki bataklık. 4. Çeşme; su yolu,
abıneşet, [Far. âb-ı + Ar. neş’et o t ü (a;bıneş-et)
abıca, [aba (baba) > abıca {eAT} is. Amca.
{ağız} is. M eni; er suyu; döl; sperma. [DS]
abıç, [ap-ış / ab-ıç] {ağız} is. İki bacak arası; apış. ab ın ık , [ab-m-mak (avunmak) > ab-ın-ık] {eT} sf.
[DS] S abıç k u rm a k , Bağdaş kurup oturmak. Dölek; sakin; mutlu; huzurlu. [EUTS]
abıçka, [aba /apa (baba) > aba-ç (babacık) > abıç- a b ın m a k 1, [ab-ın-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Avunmak.
ka] {eT} is. Yaşlı insan. [İKPÖy.] [ETY]
fıiM tü ic E m a ii.8 3 ABİ
ab ın m ak 2, [aba-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] D üşe ab id an e , [Ar. ‘abid + Far. ane ^l-blp] (a:bida;ne)
yazmak; yürürken ayağı kaymak. [DS]
{OsT} zf. İbadet edenlere yakışır biçimde. S a b id a
a b ır1, [? abir / abır] is. Küçük çocukların pişiklerini ne y aşam ak , Dünyadan elini eteğini çekerek ken
önlemek için kasık ve koltuk altlarına sürülen nane, dini yalnız ibadete vermek.
mersin, kekik, gül ve cennet süpürgesi yaprakları
nın dövülmesinden elde edilen toz. a b id a t1, [Ar. âbide > âbidât oİJuT (doğrusu evâbid)
a b ır2, [Far. âb-ı rü j j ljT] {OsT} is. 1. Y üz suyu. 2. U- Joljl] (a;bida;t) {OsT} is. Abideler; anıtlar. S âb i-
tanma; hicap. 3. Haysiyet; namus, d ât-ı atîk a, {OsT} Eski anıtlar.
ab ırcın , [? abır-cm] {ağız} sf. 1. M emnun. 2. Sersem; a b id a t2, [Ar. ‘âbide > ‘âbidât Oİ.L.U] (a;bida;t) {OsT}
seme. 3. zf. İşte çabukluk, gayret bildirir. [DS] S is. İbadet eden kadınlar; inanmış kadınlar,
abırcın olm ak, {ağız} 1. Usanmak; bıkmak. 2. M i
a ’bide, [Ar. ‘abd > a'bide »j^I] (a-bide) {OsT} is.
safire fa zla ikramda bulunmaya çalışmak; ikram
için çabalamak. [DS] Köleler.
abırevan, [Far. âb-ı revân o b j u jîj {OsT} is. Akarsu. a b id e 1, [Ar. ‘âbid > ‘âbide (dişil) »JuU] (a;bide)
(OsT} is. İbadet eden kadın; dindar kadın.
ab ıru , [Far. âb-ı rü / âb-ı rüy lSjj ! J j vTl (&'■-
abide2, [Ar. ebed > âbide °JjT] (a;bide) {OsT} is. 1.
bıru:) {OsT} is. 1. Yüz suyu. 2. mec. Gurur; onur;
şeref; haysiyet. S a b ıru dökm ek, {OsT} Yalvarıp Bir olayı veya tanınmış örnek bir kişiyi gelecek
yakarmak; y ü z suyu dökmek. nesillere tanıtmak, hatırlatm ak için yapılmış eser;
abış, [apış / abış] {ağız} is. 1. Apış; iki bacak arası. 2. anıt. «Orhun abideleri bin üç yü z y ıl öncesinden
Bacağın diz kapağından yukarısı. 3. Adım. [DS] biz gençlere haykırmaktadır.» 2. Bir özelliğin aşı
abışka, [aba / apa (baba) > aba-ç (babacık) > abıç- rılığı dolayısıyla örneklik edecek kimse veya nes
ka] {eAT} sf. Yaşlı; ihtiyar, ne. «D oğruluk abidesi, küfür abidesi.» 3. Herhangi
abışm ak, [ap-ış-mak / ab-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] bir değeri dolayısıyla gelecek çağlara kalacak eser.
1. Apışmak. 2. Afallamak; şaşırmak; susmak. 3. 4. mec. Büyüklüğü ve değeri mukayese kabul edil
(Çocuk için) sırta binmek. 4. Eyersiz veya semersiz meyen şey.
bir hayvana binmek. 5. Bir şey üzerine bacaklarını abideleşm e, [abide-le-ş-me] (a;bideleşme) is. A bide
açarak oturmak. [DS] leşmek işi; abide durumuna gelme,
abıtgan, [abıt-ğan] {eT} sf. D aim a gizleyen; sakla abideleşm ek, [abide-le-ş-mek] (a;bideleşmek) dönşl.
yan. [DLT] f. [-ir] 1. Ülke ve toplum için yaptığı işler veya
abıtm ak, [abıt-mak / abıd-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. kişiliği dolayısıyla büyük takdir toplamak, herkes
Saklamak; gizlemek. [DLT] 2. Teskin etmek; avut tarafından beğenilmek. 2. Adı unutulm az büyükler
mak. [EUTS] arasına karışmak. 3. Yaptığı eserleri uzun yıllar
ayakta kalan sanatçı,
abızülal, -li [Far. âb-ı zülâl J 'i j l_jT] {OsT} (a b ızii-
ab ideleştirilm e, [abide-le-ş-tir-il-me] (a b id eleştiril
lâ;l) is. Duru su.
me) is. Abideleştirilmek işi.
abi1, [ağabey > âbi] {ağız} (a:bi) is. Ağabey. [DS]
abideleştirilm ek, [abide-le-ş-tir-il-mek] (a b id eleşti
abi2, [Far. âbi ^T] (a b i ;) {OsT} sf. 1. Sulu; sulandı rilmek) edil. f. [-ir] 1. Abide durum una getirilmek.
rılmış. 2. Suda yaşayan. 3. Akıcı. 4. A çık mavi. 5. 2. Birisi tarafından abidesi yapılmak. 3. mec. B aş
is. Ayva. kaları tarafından çok yüceltilmek, çok övülmek,
abi3, [Ar. ibâ > âbı ^T ] (a;bi;) {OsT} sf. 1. Çekinen; abideleştirm e, [abide-le-ş-tir-me] (abideleştirm e)
is. Çok fazla değer verme, yüceltme,
sakınan. 2. Tiksinen. 3. Nazlanan,
ab id eleştirm ek , [abide-le-ş-tir-mek] (a b id eleştir
abiçi, [Sansk. abijit] {eT} is. Bir yıldız adı. [EUTS]
mek) gçl. f. [-ir] 1. Uzun yıllar hatırlanacak bir y a
ab id 1, [Ar. âbid Jul] (a:bid) {OsT} is. Yanıltmaç; m e pı hâline getirmek. 2. mec. Çok aşırı yüceltmek,
sel. çok fazla değer vermek,
abid2, [Far. âbid J^>T] (a;bi;d) {OsT} is. Kıvılcım. abidem si, [abide-msi] (abidem si) sf. 1. Abide gibi,
abideyi andıracak şekilde; abidevi. 2. Çok büyük
abid3, [Ar. ‘abd > ‘abîd J l^ ] (abi;d) {OsT} is. Kullar;
ve gösterişli.
köleler.
abidevi, [Ar. âbidevî (jjJM] (abidevi;) {OsT} sf. 1.
abid4, [Ar. ‘ibâdet > ‘âbid / ‘âbide »JjLp / -ijU] (a:-
Abide gibi, abideyi andıracak şekilde; abidemsi. 2.
bid) {OsT} s f is. İbadet eden; kulluk eden; tapman, mec. Çok büyük ve gösterişli,
abidan, [Ar. ‘âbid > ‘âbidân ol-^t] (a:bida:n) {OsT} ab id ik , -ği [? abidik] {ağız} is. 1. Dalavere. 2. Atak;
is. İbadet edenler; abitler. acul. 3. Külhanbeyi; haylaz. [DS] ö ab id ik k u -
ABİ ö iö h iûm ;u ö m . s4
bidik, argo. 1. Tembellik; iş görmezlik; dalgacılık. ab it, -di [Ar. ‘ibâdet > ‘abid JuLp] (a:bit) {OsT} is. 1.
2. Saçma sapan. Bir varlığa tapan; ona kul olan. 2. isi. A llah’ın
abidîn, [Ar. ‘âbid > ‘âbidîn (a:bidi:n) {OsT'} emirlerini yerine getiren; A llah’a kulluk eden; A l
is. İbadet edenler; tapmanlar. lah’a tapan. 3. Kendini tamamen ibadete veren,
abil, [Ar. âbil J J ] (a:bil) {OsT} sf. 1. (Kişi için) sü ab ita, [Sansk. amitâbha] {eT} is. Burhan; tanık; delil.
[EUTS]
rüye iyi bakan adam. 2. (Hayvan için) çayırda ot
ladığı için suya muhtaç olmayan, ab iy e1, [Ar. ‘âbiye ^ lp ] (a:biye) {OsT} sf. (Kız veya
kadın için) güzel; zarif.
abile, [Far. âbile 4 J ] (a:bile) {OsT} is. 1. Su ka
barcığı. 2. Küçük çıban; sivilce. S âbile-i pistân , abiye2, [Ar. âbiye <u;T] (a;biye) {OsT} sf. (Kadın veya
{OsT} M em e ucu. || âbile-i rü h -i felek, gök b. Yıldız kız için) yüzünü utançla örten.
lar,|| âbile-i rüz, {OsT} Giineş. abiye3, [Fr. habille (resmî giyinmiş olarak)} sf. (Elbi
a b ir 1, [Ar. ‘âbir jjU] (a:bir) {OsT} sf. Bir yerden ge se, kıyafet için) bir törene veya davete uygun şık ve
gösterişli.
çen; geçici.
abiyogenez, [Fr. a-biogenese] ( a ’biyogenez) sf.
a b ir2, [Ar. ‘abir j~s-] (abi:r) {OsT} is. Eskiden safran, (Teori için) hayatın, cansız maddeden kendi kendi
amber ve misk karışımından elde edilen bir tür gü ne meydana geldiğini savunan,
zel koku. abiyotik, -ği [Yun. abiatikos] sf. 1. (Ortam için)
ab irîn , [Ar. ‘âbirîn (abi:ri:n) {OsT} is. Ge hayatın, canlılığın mümkün olmadığı. 2. (Hint fa
çenler; geçip gidenler, kirlerinin durum u için) bütün hayati işlevlerini en
aza indirgeyerek yaşayan,
a b iru n , [Ar. ‘âbirün uxhIp] (abi:ru:n) {OsT} is. -*■ a-
a b k âm e , [Far. âbkâme -ul&T] (a.bkâ.m e) {OsT} is.
birin.
Bir tür turşu veya salata; piyaz,
a b is 1, [Ar. ‘âbiş (a:bis) {OsT} sf. Alaycı; say
a b k â r, [Far. âbkâr jl&T] (a:bkâ:r) {OsT} is. 1. Sucu;
gısız.
saka. 2. Kadeh sunucu; saki. 3. Şarap tüccarı. 4.
ab is2, [Ar. ‘abis (a:bis) {OsT} sf. A sık suratlı;
Şarabı çok içen; ayyaş,
yüzü ekşi.
a b k â ri, [Ar. ‘abkâr (Y em en’de bir kent) > ‘abkârî
ab is3, [Yun. abyssos (dipsiz)] is. dnz. Okyanuslardaki
iki bin metreden daha derin ve karanlık olan yerler, (a;bkâ;r) {OsT} sf. (Kumaş için) ince ve çok
abisal, [Fr. abyssal] sf. Okyanusların ışık görmeyen güzel.
derin kısımları ile ilgili, abkeş, [Far. âb-keş J ^ T ] {OsT} is. 1. Tekkelerde su
ab ist, [Far. â b is to ~ J ] (a:bist) {OsT} sf. Gebe, çekenlere verilen ad. 2. Kevgir. 3. Sucu; saka. 4.
ab istan , [Far. âbistân (a:bista:n) {OsT} sf. 1. Kadeh sunan; saki. 5. Şarap alışkanlığı olan; ayyaş,
Gizli. 2. Gebe, a b k ın , [ab-kın ?] {ağız} sf. 1. Atılgan; girişken. 2. Aç
gözlü. [DS]
abisten, [Far. abisten (a.bisten) {OsT} sf. 1.
a b la, [ağa+bala > abla ?] ( a ’bla) is. 1. Yaş bakım ın
Gebe; yüklü. 2. mec. İhtiva eden; bulunduran; sak dan büyük olan kız kardeş. 2. Kardeşlik ilişkisi ol
layan; içeren. S abisten-gâh, {OsT} 1. Gebelik y e m am akla beraber abla sayılacak yaştaki kadına
ri; rahim. 2. Dünya; âlem. söylenen saygı sözü. 3. M eslekte kıdemli kadın;
abistenî, [Far. âbistem (a;bisteni;) {OsT} is. okulda ileri sınıflarda bulunan kız öğrenci. 4. ünl.
Gebelik. G enel yerlerde halk adamlarının kadınlara hitap
abişhor, [Far. âbiş-hör (a:bişho:r) {OsT} is. ederken kullandıkları seslenme sözü. 5. ünl. Eski
den, İstanbul’da zenci kalfalara hitap ederken kul
1. Hayvan sulama yeri. 2. İçecek kabı. 3. Günlük
lanılan seslenme sözü; bacı. 6. /ağızj Ahlaksız ka
yiyecek. 4. Dinlenmek için kısa süre duraklama, dın. [DS] 5 1 ab la olm ak, 1. (Kız çocuğuiçin) yeni
ab işten g âh , [Far. âbişten-gâh (a;biştengâ:h) bir kardeşi doğmak. 2. Bebeklik ya şı dışına çıkmış
{OsT} is. 1. Gizli yer; gizlenecek yer. 2. Aptesane. olmak; abla denilecek ya şa gelmek, büyümek.
abiştgâh, [Far. âbişt-gâh ol&AjI] (a:biştgâ;h) {OsT) ablacı, [abla-cı] {ağız} sf. 1. Ablasına çok düşkün
olan. 2. Sevici kadın. [DS]
is. 1. Gizli yer; gizlenecek yer. 2. Aptesane.
a b lak , -ğı [Ar. eblak (alaca)] sf. 1. İki renkli; beyaz
abiştgeh, [Far. âbiştgeh T] (a.biştgeh) {OsT} is.
ve siyahlı. 2. (Yüz için) geniş, yuvarlak ve dolgun.
-*■ abiştgâh. 3. (Kişi için) böyle bir yüze sahip olan. 4. mec.
abişik, [Sansk. abhiseka] {eT} is. Takdis etmek; kut (Yüz için) kaba, kocaman ve ahmak görünüşlü. 5.
samak. [EUTS] {ağız} Çok beyaz. [DS] 6. {ağız} (Ağaç için) budak-
Ö I B H Î E M .8 5 ABR
sız; düz. [DS] 7. {ağız} Açık; geniş; belli. [DS] 8. abone, [Fr. abonne] is. 1. Gazete ve dergi gibi belirli
{ağız} Koyulaştırılmış şeker. [DS] 9. {ağız} Tüy te aralıklarla çıkan yayınları çıktıkça edinmek üzere
mizlemekte kullanılan ağda. [DS] 10. {ağız} Cevizin önceden para veren kişi; sürdürümcü. «Aylık dergi
mobilyaya uygun iç tahtası. [DS] lerin abonesi, günlük yayınlarınkinden çoktur.» 2.
ablakça, [ablak-ça] sf. ve zf. A blak bir duruma ya Belli şartlarla kabul edilen hizm et müşterisi; sürdü
kın, ablak gibi görünen; ablak gibi, rümcü. «Telefon, su, havagazı, doğal gaz abonele
ablalık, -ğı [abla-lık] is. 1. Abla olm a durumu veya ri. » 3. Alışkanlık edinme; dadanma. «Adam sanki
niteliği. 2. A bla gibi davranm a durumu. S ab lalık kahvenin abonesi.» ö abone etm ek, Birinin abone
etm ek, 1. Ablalık görevini yerine getirmek; 2. A b olmasını sağlamak, abone kaydetmek.\\ abone ol
lası olmamakla beraber bir abla gibi koruyup g ö m ak, Abone sözleşmesi ile bağlanmak.\\ abone üc
zetmek. reti, Abone olunan yayın ve hizmet için ödenen p a -
ablam ak, [ab (av) > ab-la-mak] {eT} gçl. f [-r] A v ra.|| abone y ap m ak , Abonman şartları içinde biri
lamak. [ETY] nin aboneliğini kabul etmek. || aboneyi kesm ek,
ablatif, [Lat. ablativus > Fr. ablatif] is. dbl. İsmin Tek taraflı olarak abone sözleşmesini sona erdir
ayrılma hâli; çıkma hâli; uzaklaşma hâli; -den hâli; mek]} aboneyi yenilem ek, Abonelikle ilgili sözleş
m e f ulü anh; m e f ulü minh. meyi belirli bir süre daha uzatmak.
ablatya, [Yun. apladia] (a b la ’tya) is. Lüfer avlamak abonelik, -ği [abone-lik] is. 1. Abone olm a hâli; sür-
için kullanılan geniş gözlü ağ. dürümcülük. 2. sf. Belirli sayıda abonenin yararına
abli, [Yun. aple] (a'bli) dnz. is. Yelkenli gemilerde ayrılmış bulunan. «Beş bin abonelik telefon santra
serenleri rüzgârm yönüne göre ayarlam aya yarayan lı.»
düzenek, fi1 abliyi b ıra k m a k , (argo) Soğukkanlılı ab o n m an , [Fr. abonnement] is. 1. Abone olma du
ğını kaybetmek. || abliyi k aç ırm a k , Şaşkınlık içinde rumu. 2. Bir ürünü veya hizmeti belirli süre içinde
ne yapacağını bilememek,|| abliyi koyuverm ek, sabit fiyat garantisi ile düzenli olarak sunm ak am a
İpin ucunu kaçırmak. cıyla yapılan sözleşme; sürdürüm. 3. Aboneliği
abluka, [İt. ablöca] (ablu ka ) is. 1. B ir ülkeyi, bir belgeleyen kâğıt,
şehri veya bir limanı dışarıyla ilişkisini kesecek a b o rd a , [İt. abbordo] (abo ’rda) is. dnz. Bir geminin
şekilde kuşatma. 2. Bir limana giriş ve çıkışları iskeleye veya başka bir gemiye yanını vererek bor
kontrol altında tutma. 3. Bir kim senin serbest hare dasından yanaşması. 0 ab o rd a etm ek, 1. Gemile
ket etmesine engel olma. S a b lu k a etm ek, Abluka rin yanlam asına yanaşması. 2. Vücudunu yaslam ak
altına alm ak.|| a b lu k a filosu, Lim andaki ablukayı veya bedeninin büyük bir kısmı ile dayanmak.
kontrol altında tutan deniz gücü]} a b lu k a h attı, ab o re, [Yun. appore] {ağız} sf. 1. Beceriksiz. 2. D e
Abluka edilen liman veya ülkenin giriş ve çıkış ğersiz. [DS]
kontrolünün yapıldığı sınır çizgisi.|| a b lu k a ilanı,
abosa, [İt. abozza] ünl. Bırak! S abosa etm ek, dnz.
Abluka altına alma işinin bütün devletlere duyu
1. İşi bırakmak. 2. Stop etmek; durmak. 3. argo.
rulması.|| a b lu k a kaçağı, A bluka hattını aşan.||
Zorunlu olarak durmak.
ablukayı bozm ak, Zor kullanarak abluka hattını
aboşim as, [Yun. apohimaso] {ağız} is. Fırtınaya tu
geçmek.\\ ab lu k ay ı k a ld ırm a k , Ablukadan vaz
tulma. [DS] S aboşim as olm ak, {ağız} Ekilmiş tar
geçme kararı almak.
lanın yağm urdan zarar görmesi. [DS]
abm ak, [ab-mak] {eT} gçsz. f. [-ar] Fışkırarak çık
aboşkevaris, [Yun. apoşkeveriso] {ağız} is. Etrafı
mak; akmak; fışlamak. [EUTS]
toplayıp çeki düzen verme. [DS]
abnam e, [Far. âb-nâme ■wbT] (a:bna:me) {OsT} is.
abov, [a-buu / a-bovv] ( a ’bovv) {ağızj ünl. Korku ve
ed. Suya, suyun güzelliğine ilişkin yazılmış olan şaşkınlık bildiren ünlem. [DS]
kaside. a b r a 1, [abra] {eT} is. 1. Arpa. [EUTS] 2. Eski Türk
abnus, [Far. âbnüs (a:bnu:s) {OsT} is. bot. A- dini olan Gök Tanrı inancına göre yer altındaki b ü
banoz. S ab n u s ok, 1. Abanoz ağacından yapılm ış yük denizde yaşadığına inanılan timsahı andırır
ok. 2. mec. Kirpik. efsanevi canavar.
a b ra 2, [Erme, apray] {ağız} is. 1. Dara. 2. Karşılıklı
abnusi, [Far. âbnüsı (a:bnu:si:) {OsT} sf. 1.
mal değişiminde maddi değer bakım ından eşitliği
Abanoz gibi sert ve siyah. 2. is. Abanozdan yapıl sağlamak için üste verilen para veya mal; üst. 3.
mış eşya. Bir terazinin kefelerinin denkliğini sağlamak için
abnusiye, [Far. âbnüsiyye (a:bnu:siye) {OsT} hafif gelen tarafa konulan ağırlık. 4. Denge; muva
is. bot. Abanozgiller, zene. 5. Uçurtmanın terazisi; rüzgârın itme gücü ile
abo, [aboo (yans) / abuu / abuv] {ağız} ünl. 1. Şaşma, çekme ipini karşılayarak belirli açıda kalmasını
korkma gibi duyguları ifade etmekte kullanılan söz. sağlayan saçaklı kuyruk. 6. Yük; angarya. 7. M in
[DS] 2. Sıkıntı, usanç ve bıkkınlık bildirir. net. 8. Kifayet; yeterlik. [DS]
ABR Ö IÜ M IÜ R S Ö M .
ab racı, [abra-cı] {ağız} is. İdare eden; zor durumdan a b rılm a k , [abrı-l-mak] {eAT} dönşl. f. [-ur] Bir şeyin
kurtaran; aracı. [DS] üzerine kapanırcasm a eğilmek; yaslanmak; aban
a b ra k a d a b ra , [Yun. abrasaks] (abra’kadabra) is. İlk mak.
Ç ağ’da bazı hastalıkları iyi etm ek için kullanılan, a b rış, [Far. ebrü-veş] {OsT} is. O kçulukta idman
büyülü ve tılsımlı olduğuna inanılan kabala sözü, yapm ak için kullanılan havada yavaş seyreden ok
a b ra h , [abra-lı] {ağız} sf. 1. (Terazi için) dengesi türü; ibriş; ebruş; ebruveş
sağlanmış; dengeli. 2. (Terazi için) dengeyi sağla a b rışm a k , [eT. op-m ak > abrı-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
mak için ağırlık konulm ak zorunda olan. [DS] {ağız} 1. (Çocuk için) annesinin arkasına sarılmak;
a b ram a, [abra-ma] is. A bram ak durumu, sırnaşmak; direnmek. 2. Birden hücum etmek; sal
a b ram ak , [Moğ. abura-mak > abra-mak / eT. opra- dırmak. [DS]
mak] g ç l . f [-r] [-r(ı)-yor] 1. Fırtınalı havalarda bir ab ril, [Yun. apriles > Erm. april] is. Nisan,
deniz taşıtını gemicilik kurallarına ve havanın de ab rile, [İt. imbroglia] ünl. dnz. “Yelkeni sarm ala!”
ğişkenliğine göre kullanmak. 2. {ağız} Becermek; komutu.
hakkından gelmek; başarmak; üstesinden gelmek. a b rin , [Far. aferin > abrin] {eT} ünl. Aferin. [ETY]
[DS] 3. {ağız} Bir şeye hakim olmak. [DS] 4. {eAT} ab ris, [Erme, abril (yaşamak) > abris] {ağız} ünl. 1.
{ağız} Korumak; muhafaza etmek; kollamak. [DS] Bravo; yaşa. 2. D üğünlerde oynayanların heyecanla
5. {ağız} Z or durumdan kurtarmak. [DS] 6. {ağız} çektikleri bağrış. [DS]
İdare etmek; kullanmak. [DS] 7. gçsz. f. {ağız} Eksi
ab riz, [Far. âb-riz _*^T] (a:bri:z) {OsT} sf. 1. Su dö
ği tamamlamak. [DS] 8. {ağız} Becermek; üstesin
den gelmek. [DS] 9. {ağız} Kendini koruyacak kadar ken. 2. is. İbrik; kova; testi. 3. Abdesthane; lazım
büyümek, gelişmek; kendini kurtarmak. [DS] 10. lık.
{ağız} A ncak yetmek. [DS] ab ro şan , [Far. ab-ı rüşen > abroşan] {eT} is. A ydın
latma; tenvir. [ETY]
a b ra n , [? abran] is. Hayvanların yemlerinden yiye-
meyip ayırdıkları kalın parçalar; kes. a b ru , [Far. âb-rü j^T] (a:bru:) {OsT} sf. En başta yer
ab raş, [Ar. abraş (a:bra:ş) {OsT} sf. 1. Alaca alan; en önemli; özel; ekstra,
renkli. 2. (At için) vücudunda alaca benekleri bulu a b ru d , [Far. âb-rüd (a:bru:d) {OsT} is. 1.
nan. 3. {ağız} Saçında, yüzünde veya gözlerinde Sümbül. 2. Nilüfer,
beklenilen rengin dışında beyazlık veya çok açık absal, [Far. âb-sâl J l ~ j ] (a:bsa:l) {OsT} is. 1. Bahçe.
sarı benekler bulunan kişiler için halk arasında kul 2. Koru; park,
lanılan bir söz. [DS] 4. Tekstilde boyama sırasında
ab salan , [Far. âb-sâlân (a:bsa:la:n) {OsT} is.
kumaşta enlemesine şeritler hâlinde kalan boyan
1. Bahçe. 2. Koru; park,
mamış kısım veya değişik renkler. 5. İpek kumaş
larda çözgü ipliğinin kalitesizliğinden dolayı mey abse, [Fr. abces] is. {OsT} -*■ apse
dana gelen renk değişiklikleri. 6. {eAT} Ala tenli. 7. ab sen t, [Yun. absinthion / Lat absinthium > Fr.
{ağız} (At, inek vb. için) alnındaki beyazlık üst du absinthe] is. bot. 1. Pelin otu; melek otu; anjelik. 2.
dağına kadar inen. [DS] 8. {ağız} Doru at. [DS] 9. Pelinden yapılan sert bir alkollü içki,
{ağız} A laca bulaca; karışık renkli. [DS] 10. {ağız} absentizm , [Fr. absinthisme] is. tıp. Çok miktarda
H alıdaki renk bozukluğu nedeniyle ortaya çıkan absent içmekten ileri gelen hastalık; pelin zehir
alacalık. [DS] 11. {ağız} Biçimsiz; çirkin. [DS] 12. lenmesi.
{ağız} Çarpık. [DS] 13. {ağız} Şaşı. [DS] 14. {ağız} absim isa, [Yun. apsimitza] {ağız} is. Ateş böceği.
Sert huylu; ters; kaba; görgü kurallarını bilmez. [DS]
[DS] 15. Sözü hoşa gitmeyen; patavatsız. S ' ab raş absolûsyon, [Fr. absolution] is. hrist. Günah çıkaran
o tu rm a k , {ağız} Yan oturmak. [DS] kim senin papaz tarafından bağışlanması,
a b ra şm a k , [abra-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. O l ab so rb e, [Fr. absorber] is. Emme, yok etme; soğur
duğu yerde kalmak; kalakalmak. 2. Bacakları aç ma. S a b so rb e etm ek, Koku, ışık, gaz, sıvı gibi
mak. [DS] geçişme, yayılm a özelliği bulunan şeyleri dokuları
a b ra z , [? abraz] {ağız} sf. (Kadın ve dişi hayvan için) arasına alıp ortamdan kaldırabilmek.
kısır. [DS] absorpsiyon, [Fr. absorption] is. 1. İçme; emme. 2.
Soğurma; imtisas; mas. 3. fiz. Bir gazın katı ya da
a b re , [Ar. ‘abreoj^] {OsT} is. Gözyaşı,
sıvı bir madde içine girmesi,
a b re t, [Ar. ‘abret {OsT} is. Gözyaşı. a b stre , [Lat. abstrahere (bir şeyden çıkarmak; soy
a b rık , -ğı [abrı-k j^T ] {eAT} sf. Birbirinin üstüne mak) > Fr. abstrait] sf. 1. Gerçek varlığı olmaksızın
zihinde tasarlanabilm iş olan; soyutlamanın sonucu.
eğilmiş; üst üste yığılmış,
2. Soyut. S a b stre sa n a t, Duyu organları ile kav
a b rıl, [Yun. abrilios J ^ l ] {OsT} {eAT} is. Nisan. ranan gerçeklerin değil de ses, renk ve maddenin
ö iü ra ııiic tm iiii.8 7 AC
bilinen fo rm la r dışında şekillendirilm esi görüşü.|| abuli, [Fr. aboulie] is. fel. 1. İrade kaybı. 2. psikol.
a b stre sayı, Önüne bir varlık adı getirilmemiş, her N e yapmak gerektiğini düşünebildiği hâlde yapa
hangi bir çokluğun miktarı ile ilgili olmayan sa yı; m am ak veya yapmak için harekete geçem emek
soyut sayı. «Uç, beşten küçüktür.» şeklinde ortaya çıkan bir ruh hastalığı,
abşak, [apış-mak / apışık / ab-şa-k {eAT} s f 1. ab u llab u t, [? abullabut] sf. Duygularındaki kabalık
ve olumsuzlukları davranışlarına ve dış görünüşüne
(Kişi için) bacakları ayrık, ayakları birbirine yakın
de yansıtarak insanlar üzerinde itici etki bırakan
olan. 2. {ağız} Tembel. [DS] 3. {ağız} Beceriksiz.
(kimse); anlayışsız; kaba saba; hantal; yontulm a
[DS] 4. {ağız} Paytak; apışı ayrık. [DS]
dık; ahmak; budala; sersem; aptal.
ab şar, [Fr. âb-şâr (a:bşa:r) {OsT} is. Çağlayan; a b u r 1, [Erme, abur / apur (çorba)] {ağız} is. K ara
şelale. lahana, mısır unu ve fasulye ile yapılan bir yemek.
abt, [Ar. 'ab t {OsT} is. 1. Yalan. 2. Kuşku veren [DS] >5 a b u r c u b u r, 1. Şu bu; öte beri; ufak tefek
davranış. şeyler. 2. Besin değeri, tadı ve lezzet sırası birbiri
ne uymayan yiyecek çeşidi. 3. mec. Yersiz, asılsız
abu, [Far. âbü j J ] (a:bu:) {OsT} is. Nilüfer, söz. 4. Sıradan, basit, kültürsüz (kişiler).
abu, [abo / abuu / abov y \] (abu:) {ağız} ünl. 1. Şaş a b u r2, [? abur] {ağız} sf. 1. Namus; şeref. 2. K ılık
kınlık, korku ve hayret anlatır; aboo; abov; abuu; kıyafet. 3. Övme. [DS]
abuv. {eAT} (aynı) 2. Hayır; ret. [DS] ab u s, [Ar. ‘ubüset (somurtkanlık) > 'abüs ^ j^ - ] (a-
abuçka, [aba / apa (baba) > aba-ç (babacık) > abıç- bu:s) {OsT} sf. 1. (Kişi için) asık suratlı; somurtkan.
ka / abuç-ka] {eT} is. Koca; ihtiyar; kocamış kimse. 2. (Yüz için) asık, dargın. 3. mec. is. Sert, kızgın,
[EUTS] çatık yüz. 4. mec. (Zaman için) felaketin meydana
a budane, [Far. âb (su) ü dâne (buğday) j <_->!] geldiği. «Abus yıllar.» S a b û sü ’l-vech, {OsT} S o
(a:buda:ne) {OsT} is. Ekm ek ve su gibi bir insanın murtkan yüzlü kimse.
zaruri ihtiyaçları; azık; nzık. ab u sk al, [Yun. aposkalin] {ağız} is. Sonradan ta
mamlanmak üzere yarım bırakılan iş. [DS] ■
abuhava, [Far. âb ü hevâ ly» j ı_J] (a:bühava:)
a b u şak , -ğı [apış-mak > abu-ş-ak] {ağız} sf. Becerik
{OsT} is. 1. B ir yerin su ve hava bakım ından özel
siz; başarısız. [DS]
likleri. «Altında mı üstünde m idir cennet-i âlâ? /
ab u şk a, [aba / apa (baba) > aba-ç (babacık) > abıç-
Elhak bu ne hâlet, bu ne hoş âb u hevâdır.» Nedim
ka > abuşka] {eAT} sf. Yaşlı; ihtiyar,
2. İklim. 3. mec. Bir yerin insanı etkisi altına alan
a b u t, [abut] {ağız} sf. İş bilmez; sersem. [DS]
durumu. «Hoş geldi bana meygedenin âb u havâsı,
ab u v , [abuvv] {ağız} ünl. 1. Şaşma ve heyecan bildi
/ Billâh güzel yerde yapılm ış yıkılası.» Bâki
rir. 2. Acı bildirir. [DS]
ab u k 1, [abuğ / abuk] {ağız} is. Umut; güven. [DS]
a b u zam b ak , [Ar. ebü zamzak] {ağız} sf. 1. Saçma
abuk2, -ğu [eT. ab-uk {eAT} is. 1. A vurdu şişirip sapan, gelişigüzel konuşan. 2. Eşek arısı. [DS]
parmakla vurarak çıkarılan ses. 2. sf. A nlaşılam a ab ü, [Fr. abus] is. Aşırılık; ifrat,
yan. 3. {ağız} Sersem; kötü adam. [DS] S ab u k sa
a b ü ta b , [Far. âb ü tâb (parlaklık) j k_>T] (a:bü-
buk, 1. (Düşünce, iş ve söz için) arasında mantıki
bağ kurulamayan; anlamsız; saçm a sapan. 2. (Ha ta:b) {OsT} is. 1. Tazelik; canlılık. 2. Parlaklık; ih
reket, davranış için) yersiz, ölçüsüz, düzensiz. tişam; gösteriş. 3. mec. Güzellik; letafet,
a bukat, [avukat > abukat] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. a b y ari, [Far. âbyâri lSjIhT] (a:bya:ri:) {ağız} is. 1. Su-
Çok bilmiş. 3. is. Avukat. [DS] layıcılık. 2. mec. Yardım. 3. B ir tür ince kumaş.
ab u k lan d ırm ak , [abuk-la-n-dır-mak] {ağız} gçl. f. [- [DS]
ır] Umutlandırmak. [DS] abzen, [Far. âb-zen j^T] (a:bzen) {OsT} is. 1. Küçük
ab u k lan m ak , [abuk-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] havuz. 2. Banyo,
Güvenmek; bel bağlamak; ümitlenmek. [DS]
a b zü rttft, [Far. âb-zürüft c jji.T ] (a:bzürüft) {OsT} sf.
abu!1, [ab (yans) > ab-ul / ap-ul] {ağız} zf. 1. Yavaş
yavaş; ağır ağır. 2. (Y ürüm ek için) iki yana sallana (Kavun, karpuz vb. için) bozulmuş,
rak. [DS] Ac, [Fr. actinium] kısalt, kim. Atom numarası 89
abul2, [abul] {ağız} sf. 1. Aptal. 2. Kemiksiz et. [DS] olan ve A c227 ve Ac228 olmak üzere iki izotopu bu
ab u l ü stü, D ört ayak üstü; yere eğilmiş durum lunan radyo aktif element olan aktinyumun sem bo
da. lü.
abulavut, [? abulabut / abulavut] {ağız} sf. 1. Bece a c 1, [aç / ac j-1] {eAT} sf. Aç. S ac d irilm ek , {eAT}
riksiz; dangalak. 2. Y olda iki yana sallanarak yürü Aç yaşamak.\\ ac itm ek, {eAT} A ç bırakmak.\\ ac
yen. 3. Yolda önüne ardına bakmadan giden. [DS] tu tm a k , {eAT} A ç bırakmak.
AC fln ra n s H .u
ac2, [Far. â c ^T] (a:c) {OsT} is. bot. Ilgm. -acaksız, [-acak-sız / -ecek-siz / -y-acak-sız / -y-
ecek-siz] {eAT} çek. e. Gelecek zaman çokluk ikinci
ac3, -cci [Ar. ‘acc {OsT} is. Bağırma; nara. kişi eki (-acaksmız).
ac4, -cci [Ar. ‘âcc / ‘âcce ^ / -urU] (a:c) {OsT} is. acal, [Ar. ecel > âcâl JU-T] (a:ca:l) {OsT} is. 1. Va
Kalabalık. deler. 2. Eceller; doğal ömürlerin sonları,
ac5, [Ar. ‘ac g-U] (a:c) {OsT} is. Fil dişi, acale, [Ar. icâle / acâle aJU-I] (aca:le) {OsT} is. Do
acab , [Ar. ‘aceb {OsT} zf. -*■ acep. laştırma; gezdirme; dolandırma; cevelan ettirme,
acab , [Ar. a‘ceb v * ^ '] (eAV {OsT} sf. Daha da şaş acalet, [Ar. ‘acele > ‘ıcâlet / ‘acâlet (aca. let)
kınlık uyandıran; çok acayip; pek acayip. S acab {OsT} is. 1. Acele ile yapılan iş. 2. El kitabı,
görm ek, {eAT} Şaşmak; hayrete düşmek. acaleten, [Ar. ‘acele > ‘ıcâleten / ‘acâleten SJU«p] fa
acab a, [Ar. ‘acib (şaşılacak şey) > ‘acaba Ls*p] (a ’- cade ’ten) {OsT} zf. Acele olarak; çabucak; çarça
caba:) zf. 1. Şaşırma ve tereddüt ifade eden soru buk.
edatı; acayip; acep; bakalım; ister misin; sakın; acalm ak, [ac-al-mak] dönşl. f [-ır] {ağız} 1. (Makine
yoksa.. «Acaba meyl-i teali ne dem ek onlarca?» dişlileri için) fazla kullanmaktan dolayı aşınmak. 2.
M ehmet  kif Ersoy 2. {eAT} Ola mı? 3. is. Şüphe. Çaptan düşmek. 3. Acıkmak. [DS]
S acab ad a k alm ak, {ağız} Kararsız olmak; şüp A cam , [Ar. ‘acem > a‘câm (a-ca;m) {OsT} is.
hede kalmak. [DS]
1. A raplara göre Arap olmayan halklar. 2. A cem
acab lam ak , [acab-la-mak] {eAT} {OsT} gçsz. f. [-r] [- ler; İranlılar; Persler.
l(ı)yor] Hayret etmek; şaşmak,
acam , [Ar. ecme > âcâm j>Lş-T] (a:ca:m) {OsT} is.
acabola, [Ar. ‘aceb + T. ol-a] (aca'bola) {ağız} zf.
M eşelikler; ağaçlıklar; kamışlıklar,
Acaba. [DS]
acam ı, [acemi > acamı] {ağız} sf. 1. Eli işe alışma
acac, [Ar. ‘acâc (aca:c) {OsT} is. 1. Bulut. 2. mış; toy; tecrübesiz. 2. Genç; delikanlı. 3. Çırak. 4.
Duman. Bir yerin yabancısı. 5. Çifte alışmamış tosun. 6.
acafet, [Ar. ‘acâfet cjU*p] (aca.fet) {OsT} is. Zayıf Bineğe alışmamış tay. [DS]
lık; çelimsizlik. -acan , [-a-can / -e-cen / -can] yap. e. Yakınlık, ben
-acagın, [-acağ-m / -eceg-in / -y-acağ-ın / -y-eceg-in] zerlik anlamları katan sıfat ya da isimler türetir.
{eAT} çek. e. Gelecek zaman teklik birinci kişi eki. baba-can, ev-e-cen, sev-e-cen.
a c a ’ib, [Ar. ‘aceb > ‘acâ’ib ı-iU t.] (aca.ib) {OsT} acan , [Far. âcân o^rT] (a:ca:n) {OsT} is. Polis.
.s/Çok şaşırtıcı; çok tuhaf; çok acayip; anlaşılmaz, a c a n ta , [acente > acanta] sf. (M akine, otomobil vb
için) yepyeni,
a c a ’ibat, [Ar. ‘acâibât o L s U t] (aca:iba:t) {OsT} is.
acap lam ak , [acaip > acap-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
1. Acayip şeyler. 2. Olağanüstü yaratıkları incele
[-l(ı)-yor] Kınamak; ayıplamak. [DS]
yen bilim. 3. Olağanüstü yaratıklar,
a c a r 1, [Ar. ecr > âcâr jW-î] (a:ca:r) {OsT} is. 1. Ki
a c a ’iz, [Ar. ‘acüz / ‘acuze > ‘acâ’iz (aca:iz)
ralar. 2. Ödüller; mükâfatlar.
{OsT} is. Kocakarılar.
-a c a k ', [-acak / -ecek / y-acak / -y-ecek] çek. e. Ge a c a r2, [Ar. V c â r jU^tl] {ağız} sf. 1. Becerikli, tuttu
lecek zaman kip eki; fiillerin gelecek zamana bağlı ğunu koparan, hamarat, iş bilir. 2. Cesur; kabadayı;
olarak çekimini sağlar: okuyacağım (okıı-y-acak- atılgan; yiğit; taşkın; atak; gözü pek; cesur. 3. Çe
ım), gidecek-sin (git-ecek-si.n), duracak (dur-acak) vik; enerjik; tez canlı. 4. Yeni, 5. Besili ve semiz
{eAT} (aym). hayvan; şişman; etli. 6. Taze. 7. Kuvvetli; gürbüz;
-acak 2, [-acak / -ecek / -y-acak / -y-ecek] yap. e. 1. dinç; iriyarı. 8. Açıkgöz; zeki. 9. Çapkın. 10. Kes
Fiil kök ve gövdelerinden belli bir amaca tahsis kin; sert. 11. Acımsı. 12. Şiddetli. [DS] S ac a r
olunma, ilgili olm a anlam lan ile sıfat ve isimler ayaklı, Uzun boylu; iriyarı.|| a c a r tav , {ağız} I.
yapar: yiyecek, içecek, yiyecek (ekmek), gelecek, Sürülecek tarlanın şubat ayı içindeki tavı. 2. Tam
gelecek (konuk). 2. Fiillerden, eylemin belirttiği tav. 3. Yeni sökülmüş tarlanın ilk ekim tavı. 4. in
işle ilgili araç ve gereç isimleri yapar: tutacak, sile sanların en güçlü oldukları delikanlılık ve olgunluk
cek, açacak. 3. {eAT} Fiillerden gelecek zaman sıfat çağı. [DS]
fiili yapan ek; işlektir; eski Türkçede yoktur, eski a c arca n a, [acar-ca-n-a] {ağız} zf. 1. Oldukça sert. 2.
Anadolu Türkçesi devresinde ortaya çıkmıştır. Bu Oldukça atik. [DS]
yıkıl-ıçak evde un yok. Dede Korkut Kitabı,
a c arık , -ğı [acar-ık / acar-uk] {ağız} sf. 1. Yoksul;
acak , -ğı [Far. âcâkdU T] (a:ca:k) {OsT} is. Toprak. yarı aç; çıplak; sefil. 2. Zayıf; cılız; hastalıklı. [DS]
ım ııc îs a ı.8 9 ACE
acarlam ak , [acar-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] aceb, [Ar. ‘aceb {OsT} is. Şaşılacak şey; garip
Yenilemek. [DS]
lik. S acebe k alm ak , {eAT} Şaşakalmak.
acarlaşm a, [acar-la-ş-ma] is. Acarlaşm ak işi.
aceba, [Ar. ‘aceb > ‘acebâ (aceba:) {OsT} e. -*•
acarlaşm ak , [acar-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Acar
olmak, acar duruma gelmek. 2. {ağız} Kuvvetlen acaba.
mek; gürbüzleşmek; gelişmek. [DS] 3. {ağız} Terbi aceblem ek, [aceb-le-mek] {eAT} gçsz. f. [-r] [-l(i)-
yeli, ağır, uslu olmak. [DS] yor] Hayret etmek; şaşırmak; şaşakalmak,
acarlı, [acar-lı] {ağız} sf. 1. Sert; keskin. 2. Yaramaz; a ’cef, [Ar. a 'c e f ^ J ^ I ] {OsT} sf. Zayıf; ince,
haşarı. 3. {OsT} Yeni. [DS] a ’cel, [Ar. a‘cel {OsT} sf. Çok acele eden; pek
acarlık, -ğı [acar-lık] is. A car olma; acarca davran
aceleci.
ma. S acarlık etm ek, Sabırsız davranma, hemen
atılma. acelaca’ib, [ Ar. ‘acebüT-'acâ’ib => ‘acel-'acâ’ib
acat, [Ar. hacet > acat] {ağız} is. 1. Alet; aygıt. 2. Ev J^ p ] (a ’celaca:ib) (OsT} zf. Çok acayip,
eşyası. acele, [Ar. ‘acl > ‘acele <<1^] is. 1. Bir şeyi yapmak
acayip, -bi [Ar. ‘aceb / ‘acibe > ‘acâib ^ 1 ^ ] (aca:- veya bitirmek için çabuklanma; çabukluk; sabırsız
yip) sf. (Arapça aceb kelimesinin çoğulu olmasına lık; ivme; ivedi; tez; hemen. 2. İşlem görmede ve
rağmen Türkçe’de tekil olarak kullanılır.) 1. A lı cevaplandırmada önceliği olan resmî yazı ve ya
şılmışın dışında, şaşılacak, garip karşılanacak dav zışma türü. 3. sf. Çabuk yapılması gereken. 4. A ce
ranışlar; garip; tuhaf; acaip; acibe; acip; garibe; lesi olan. 5. zf. Çabuk olarak. S acele acele, H ızlı
garip; gayri tabii; şaşılası; tuhaf; ucube; yabansı. 2. hızlı, çabuk olarak.|| acele etm ek, Çabuk davran
ünl. Çok beğenilen, abartılı olarak beğenilen. 3. zf. mak, çabuk yapm ağa davranmak; || acele ile, Ça
Kuşkulu bulma. 0 acayibe k alm ak , {eAT} H ayret buk.] acele işe şeytan k a rışır, Yeteri kadar d ü
etmek; şaşırmak]| acayibine gitm ek, Alışılmamış şünmeden, iyi planlanmadan başlanan işten isteni
ve şaşırtıcı bulmak; böyle bir durumu veya davra len olumlu sonuç alınamaz.\\ acelesi v a r, Birinin
nışı beklememek.\\ acayip acayip, Alışılagelmişin çabuk davranma zorunda, bekleyemez durumda
dışında şaşılacak bir durum kazanm ak oluşu.|| acelesi yok, Hemen yapılm asının gereği
acayipçe, [acayip-ce] (aca.yi'pçe) zf. Yadırgatıcı o- yok, bekleyebilir durumda.] acele telg raf, Yerine
larak. ulaştırmada diğer telgraflara göre öncelik sırası
acayipleşm e, [acayip-le-ş-me] (aca.yipleşme) is. A - olan telgraf. || aceleye gelm ek, Zaman darlığı se
cayipleşmek durumu, bebiyle yapılan bir iş için yeteri kadar zaman ve
acayipleşm ek, [acayip-le-ş-mek] (acayipleşm ek) em ek harcayamamak.|| aceleye g etirm ek, 1. B ir
dönşl. f. [-ir] Alışılagelmişin dışına çıkarak şaşırtı şeyi kısa süre içinde gerektiği kadar em ek ve za
cı, yadırgatıcı bir duruma gelmek, man harcayamadan yapmak. 2. Zaman yetersizliği
acayipleştirm e, [acayip-le-ş-tir-me] (aca yip leştir yüzünden karşısındakinin yeteri kadar inceleye-
me) is. Birini veya bir şeyi acayipleştirm ek duru memesi, düşünememesi durumundan yararlanarak
mu. kandırmak, aldatmak.
acayipleştirm ek, [acayip-le-ş-tir-mek] (a ca yip leş aceleci, [acele-ci] is. 1. B ir işi yapmakta çabukluk
tirmek) gçl. f. [-ir] Birini veya bir şeyi tuhaf ve ya gösteren, sabırsız. 2. sf. (Kişi için) telaş içinde ça
dırganacak bir hâle getirmek, buk iş görme alışkanlığında olan,
acelecilik, -ği [acele-ci-lik] is. B ir işin yapılmasında,
acayiplik, -ği [acayip-lik] (acayiplik) is. 1. Şaşırta
bir şeyin gerçekleşmesini beklemekte sabırsız dav
cak şekilde garip olm a niteliği; tuhaflık; gariplik; 2.
psikol. Şizofren birinin karşısındaki kim sede bırak ranm a durumu,
tığı davranış ve konuşm a tutarsızlığı izlenimi, aceleleştirm e, [acele-le-ş-tir-me] is. A celeleştirmek
durumu.
acaz, [Ar. ‘acz (güçsüzlük) > ‘âciz > a ’câz (a-
aceleleştirm ek, [acele-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir] Bir
ca:z) {OsT} is. Acizler, işin yapılmasını, bitirilmesini çabuklaştırmak; h ız
accac, [Ar. ‘accâc j r ^ ] (acca;c) {OsT} sf. 1. Gürül landırmak; ivedileştirmek,
tülü; fırtınalı. 2. (At için) soylu; has kan. aceleten, [Ar. ‘aceleten (a ’celeten) zf. Acele o-
accık, -ğı [azıcık > accık] {ağız} zf. Biraz; azıcık; pek larak; ivedilikle.
az. [DS] A cem , [Ar. ‘acem (Arap olmayan; A ra p ça ’y ı konu
ace, [Ar. ‘âce (a:ce) {OsT} is. B ir tek fil dişi. şamayan) {OsT} is. 1. Yabancı; tat. {eAT} (ay
a’ceb, [Ar. a‘ceb {OsT} is. Daha garip; pek şa nı) 2. {eAT} İranlı; Tat. 3. Arapların, Arap ırkı dı
şırtıcı; çok garip. S a ’ceb ü ’l-acâib, {OsT} Çok şa şında olanlara verdikleri isim. 4. Fars ırkından ol
şırtıcı ve gülünç olan. mayan İran yerlisi. 5. İran ülkesi; İran toprakları. 6.
ACE İM İK Ç E M . m
Azerbaycan’daki Şiî Türkler. 7. müz. Musikide bir acembuselik, -ği [Ar. ‘acem + Far. buselik
m akam ismi. S A cem ağzı, Doğu Anadolu 'da İran
dU] (acembu:selik) {OsT} is. müz. Acem makamının
Azerilerinin söyleyişini taklit ederek türkü söyleme
edası. || A cem aslanı, Sahte kahraman (Eski Iran buselik dörtlüsü veya beşlisi ile sona eren birleşik
bayrağı üzerindeki aslan resminden dolayı). || A- bir Türk müziği makamı.
cem bahçesi, Etrafı yüksek duvarlarla çevrili, içe Acemce, [acem-ce] (a ce ’mce) is. Farsça,
risinde çeşit çeşit güller bulunan havuzlu ve fısk i acemırak, [Ar. ‘acem -‘ırâk (acemıra;k)
y eli İran bahçeleri. || Acem çadırı, Osmanlı sultan
{OsT} is. müz. Bir makam adı.
larının atlı gezilere çıktıklarında kullandıkları ça
dır. || Acem çapkını, Eskiden şehirlerin etrafında A ’cemi, [Ar. a'cem ı ty ^ -\] (a -c e m i:) {OsT} sf. 1. Ya
gezinti yapm ak için kiralanan at. || Acem gömleği, bancıya ait. 2. A raplara göre A raplar dışındaki
İş göm leği.|| Acem halısı, İr a n ’da dokunan ipek halktan olan. 3. A raplara göre Arapçadaki yabancı
halı.|| A cem işi, Renkli ipekle işlenmiş ve üzeri al kelimeler. 4. {eAT} Arapçadan başka dilde olan. 5.
tın, gümüş p u l veya boncuklarla süslenmiş döşeme Cahilliği vb. nedenlerle doğru ve düzgün konuşa
lik kumaşlar. || Acem kaması, İnce keskin kama. || mayan. 6. Dilsiz; tat; ahraz.
A cem kılıcı, İki yanı da keskin kılıç. || Acem kılıcı acemi, [Ar. ‘acemî (acemi:) {OsT} sf. 1. B ir iş
gibi, Kimden yana olduğu belli olmayan, ikili oy
te henüz ustalaşm amış, işin gereği olan ustalığı ve
nayan veya tuttuğu tarafa düşm anlık edebilen.\\
beceriyi kazanamamış; deneyimsiz; beceriksiz; toy.
A cem koşm ası, A n adolu ’daki saz şairlerinin düz
2. {OsT} Saraya yeni alınmış, İslam ö rf ve adetleri
veya cinaslı olarak söylediği ve Azerilere has bir
ni, okuma ve yazmayı, saraydaki görevinin ne ol
makamla söylenen koşma türü. Ölçü olarak aruzun
duğunu henüz öğrenem emiş cariye, S1 acemi ağa
fâilâtün, fâilâtün kalıbı kullanılır.|| Acem kösteği,
sı, Osmanlı sarayında harem hizmetlerinden so
E ski yazm a kitaplar ciltlendikten sonra kitabın ar
rumlu zenci hadım ağalardan bir bölümü.\\ acemi
kasına yapıştırılm ış ince deri. || Acem lalesi, bot. iri
çaydanlık, Deneyimsiz; beceriksiz. || acemi çaylak,
sarı veya turuncu renkte çiçekleri bulunan bir süs
B ir işe yeni girmiş, deneyimi ve becerisi olmayan
bitkisi; ateş topu. || Acem makamı, Acem perdesin
kimse. || Acem i çaylak bu kadar uçar, Bilgi ve de
den başlayarak çargâh perdesi üzerindeki çargâh
neyimi kıt olanlardan fa z la beceri gerektiren iş
dörtlüsünün ısrarla kullanıldığı klasik Türk müziği
beklenmez; (Acemi bülbül böyle öter.) || acemi er,
makamı.|| Acem manisi, Biçim ve ezgi bakımından
Askere yeni alınmış ve temel askerlik eğitimini ta
Azerbaycan 'a özgü olup Doğu Anadolu ’da da söy
mamlamamış er.|| Acem i nalbant gâvur eşeğinde
lenen bir cinaslı mani türü. || Acem mübalağası,
öğrenir, H enüz m esleğinin gerektirdiği beceri ve
Abartm a aşırılığı; palavra.|| Acem ocağı, {ağız}
ustalığı kazanamamış kişi temrin m alzemesi olarak
Maltız; ızgaralı dem ir ocak. [DS]|| Acem perdesi,
değer verilmemiş şeyleri kullanır; bir ustanın ya p
Türk müziğinde tiz sekizlideki fa . || Acem şeytanı,
tığı işte iyi m alzeme kullanmaması veya gerekli
{ağız} Z a y ıf esmer adam. [DS]|| Acem şikestesi,
titizliği göstermemesi.\\ Acem i nalbant gibi kâh
Hazin ve dokunaklı bir türkü ezgisi. || Acem tıraşı,
nalına vurur, kâh mıhına. H içbir işi düzenli ve
Başın iki tarafı ile tepesindeki saçları kesip sadece
kuralına uygun olarak yapamamak, beceriksizlik.\\
arkasında bırakmak suretiyle yapılan tıraş şekli. ||
acemi ocağı, im paratorluk devri devlet teşkilatında
Acem yahnisi, {eAT} Salma aşı.
kapıkulu ocaklarına alınacak erleri yetiştiren aske
A ’cem , [Ar. â'cem ^ j- \] {Os T} is. Arap halkından ol r î kurum. || acemi oğlanı, Osmanlı devlet teşkilatın
mayan kimse. da esirlerden veya devşirmelerden Yeniçeri ocağı
Acemane, [Ar. ‘acem + Far. -âne (acema;ne) na alınm ak üzere eğitilmek ve yetiştirilm ek için
{OsT} zf. 1. Acemlere yakışır biçimde; İran tarzın acemi ocağına gönderilen gençler; torba oğlanı;
da. 2. mec. Ölçüsüz derecede abartılı; çok mübala şadi.\\ acemisi olm ak, i . B ir işi yapm akta veya ale
ğalı. ti kullanmakta becerisi bulunmamak. 2. B ir yerin
acemaşiran, [Ar. ‘acemaşlr + Far. -ân 01 (a- yabancısı olmak.
acemice, [acemi-ce] (acem i’ce) zf. 1. Ustaya yakış
cemaşi:ra:n) {OsT} is. müz. Klasik Türk müziğinde
bir makamın ve perdenin ortak adıdır. S acema m ayacak şekilde, ancak acemilerin yapabileceği
şirân makamı, Acem makamına, acemaşiran p e r biçimde. 2. Düşünüp taşınmadan, kârını ve zararını
desi üzerindeki çargâh beşlisinin eklenmesiyle elde hesaplamadan, ön araştırma ve planlama yapm a
edilmiştir. || acemaşirân perdesi, Orta sekizlideki dan.
fa - acemileşme, [acemi-le-ş-me] is. Acemileşm ek işi.
acemborusu, -nu [acem+boru-s-u] is. Genellikle a- acemileşmek, [acemi-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. U sta
ğustos ve eylül aylarında boru şeklinde turuncu sarı ve tecrübeli bir kim senin çeşitli sebeplerden gerek
renkte çiçekler açan kalın gövdeli ağaçlara tırma tiği şekilde ustalığını, becerisini gösterememesi. 2.
nan sarmaşık, (Bigonia radicams). Bocalamak.
H I K W . 9i ACI
acem ilik, -ği [acemi-lik] is. 1. Deneyimi ve ustalığı oJL-iS"] (acemzi:rkeşi:de) {OsT} is. müz. B ir makam
bulunmamak; tecrübesizlik; deneyimsizlik; toyluk.
adı.
2. Beceriksizlik. 3. Ürkeklik, çekingenlik. 4. Y a
acene, [Far. ajana (delgi)} {ağız} is. Tırpanın sap ge
bancılık. 5. Osmanlı sarayına alman cariyelerin ilk
çecek deliğini delmeye yayan çelik alet; zımba.
hizm et dönemi. 6. Osmanlı sarayında iç oğlanlarına [DS]
ilk alındıkları zaman verilen para. 7. Silahtarlılc,
acente, [İt. agente] (a ce’nte) is. 1. Ticarî konularda
çuhadarlık ve bostancılık kethüdalıklarına atanan
belirli işleri üstlenen ve kendisine verilen yetki çer
lara ilk ihtiyaçlarını karşılam ak amacıyla verilen
çevesinde aracılık eden kurum veya kişi. 2. Taşıma
para. 0 acem ilik çekm ek, Yeni girdiği işte veya
şirketi veya banka gibi yaygın kuruluşların şubeleri
gittiği yabancı bir yerde bilgi ve becerisinin eksik
veya temsilcilikleri. 3. Bu şubenin başında bulunan
liğinden dolayı sıkıntı çekmek, bocalamak.\\ acem i kimse; temsilci. 4. Bir kuruluşun ticarî işlerini y ü
lik etm ek, Yeteri kadar bilgi ve beceriye sahip ol rüten ticarethane. 0 acenteden çıkm a, (Motorlu
duğu hâlde düşüncesizce iş yapm ak; sahip olduğu araç için) yeni alınmış; ikinci el değil.
ustalığı veya beceriyi gösterememek; gaflet gös-
acentelik, -ği [acente-lik] is. Acente ile ilgili işleri
termek. || acem ilik gösterm ek, A cem ilik etmek.
yürüten kurum, kişi veya bu işlerin yapıldığı bina,
A cem istan, [Ar. ‘acem + Far. -istân (ace- büro gibi yerler,
mista:n) {OsT} is. İran ülkesi, acep, [Ar. ‘aceb (şaşma) v ^ ] (o "cep) zf. 1. A caba
acem iyan, [Ar. ‘acemî > ‘acem iyân j L » ^ ] (acemi- (soru). «Acep geldi m i?» 2. Nasıl, nasıl da... (kuv
ya:n) {OsT} sf. 1. Acemiler; toylar; deneyimsizler; vetlendirme). «Pilavın yanında h o şa f acep gid er.»
tecrübesizler. 2. is. Yeniçeri ocağma giren acemi 3. Yoksa (tereddüt). «Acep bulamadı m ı? » 4. K im
oğlanları. 3. öz. is. (Baş harfi büyük yazılır) İranlI bilir (merak). «Acep kiminle gezip tozuyor.» 5. sf.
lar. Tuhaf; garip; acayip; şaşılır. «Bu kadarcık m al
acem kürdi, [Ar. ‘acem + Far. kürdi & £ {OsT} dünya para, acep şey!» 0 aceb degül, Garip d e
is. müz. K lasik Türk m üziğinde A cem makamının ğil; şaşılmaz; şaşılır m ı?|| acebe k alm ak , {eAT}
sonuna bir kürdi dörtlü eklenerek m eydana getiril H ayrette kalmak; şaşakalmak.
miş bir birleşik makam. aceplem ek, [acep-le-mek] gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor]
A cem leşm e, [acem-le-ş-me] is. A cem leşm ek işi; {ağız} Şaşmak. [DS]
İranlılaşma. acepleşm e, [acep-le-ş-me] is. A cepleşm ek işi.
A cem leşm ek, [acem-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. İranlı acepleşm ek, [acep-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Şaşmak;
gibi olmak; İranlıya benzem ek; İranlı gibi davran garip karşılamak,
mak. 2. İran kültürü ve m edeniyeti içinde eriyerek acer, [Ar. 5a‘cer => acer] {ağız} sf. (Eşya için)
kendi millî benliğini yitirmek.
kullanılmamış; eskimemiş. [DS]
A cem perest, [Ar. ‘acem + Far. perest ^ j>]
a ’cez, [Ar. a‘cez (a-cez) {OsT} sf. Ç ok âciz ve
{OsT} sf. 1. Klasik Türk edebiyatında biçim ve üs
güçsüz.
lûp bakım ından İran’ı taklit eden. 2. Sanat ve ede
biyatta İran hayranı ve İran kültürüne düşkün olan. aceze, [Ar. ‘âciz > ‘aceze {OsT} is. Güçsüzler,
A cem perestlik, -ği [Acemperest-lik] is. İran hayran zavallılar, düşkünler; beceriksizler; zayıflar. 0
lığı. aceze-i eytam , D üşkün ve koruması olmayan y e
A cem perestî, [Ar. ‘acem + Far. perestı timler. || aceze-i k ttttâ b , Okulda öğrenim görmeden
devlet dairesine girmiş acemi memurlar. || aceze-i
(acemperesti:) {OsT} is. İm paratorluk döneminde,
m üslim în, Koruması olmayan düşkün Müslüman-
sanat ve kültürde İran hayranlığına verilen ad;
lar.
Acemperestlik.
acı1, [eT. âç-ığ > acı] is. ve sf. 1. B ir yiyeceğin veya
acem puseük, -ği [Ar. ‘acem + Far. püselik bir maddenin dilde bıraktığı yakıcı, kavurucu tat. 2.
tÜJ] (acempu:selik) {OsT} is. müz. -*■ acembuselik, Tadı yakıcı, kavurucu yiyecek, içecek. 3. Bir dış
etkenin veya mikroorganizmaların vücudun her
acem rast, [Ar. ‘acem+ Far. rast c—j ^ s -] {OsT} is.
hangi bir yerinde meydana getirdiği ezilme, yırtıl
müz. Bir makam adı. ma, sıkıştırılma veya dokuların tahribi gibi sebep
acem uşşak, [Ar. ‘acem -'uşşâk {OsT} is. lerle meydana gelen dayanılması güç duyu; ağrı. 4.
müz. B ir makam adı. mec. İnsana büyük üzüntü veren olay; dert; keder;
elem; azap; ıstırap; kahır. «İlk sevgiye benzeyen ilk
Acemzade, [Ar. ‘acem+ Far. zade colj (acem-
acı, ilk ayrılık! / Yüreğimin yaktığı ateşle hava
za:de) {OsT} is. Acemoğlu; İranlı atalardan gelme, ılık.» Faruk N afiz Çamlıbel. 5. mec. Şiddetli ve
acemzirkeşide, [Ar. ‘acem + Far. zîrkeşıde sert. «Acı poyraz yüzüm üzü kavurdu». 6. Kırıcı,
ACI m aw m m . , 2
hırpalayıcı. «Onun acı sözlerini çekmek zorunda tırmanıcı, yabani otsu bir bitki; eşek hıyarı (Ec-
m ıyım ?» 7. Hüzün verici ve dokunaklı; kederli; hü ballium elaterium),\\ acı kuvvet, Karşı konulması
zünlü; elemli. «Koca Ali, yine cevap vermedi. Acı zo r ezici kuvvet. || acı m a ru l, bot. Gövdesinden y a
acı gülümsedi.» Ömer Seyfettin. 8. Çarpıcı; göz tıştırıcı ve uyuşturucu süt çıkan sa n çiçekli ve dişli
alıcı. 9. Istıraplı; pahalıya mal olmuş, fi1 acı acı, yapraklı tadı acı bir yabani m arul çeşidi; hindiba,
Üzüldüğünü belli edecek şekilde çok keskin ve do (Lactuca virosa). {eAT} (aym)|| acı ot, bot. Bileşik
kunaklı. || acı acıyı b a stırır, H er yen i felaket, insanı gillerden sarı çiçekli y o l kenarlarında ve kırlarda
bir öncekinden daha çok yıpratır veya öncekini biten bir ot; dövülmüş avrat otu, (Tomus commu
unutturur.\\ acı ağaç, bot. Odunu halk hekimliğinde nis). || acısı çıkm ak, Daha önceden yaptığı haksız
tentür hâlinde tonik ve iştah açıcı olarak kullanılan lığın veya kötülüğün sonucu olsun veya olmasın
bir ağaççık, kavasya (Quassia amara).\\ acı b a kendisi de üzüntülü ve sıkıntılı günler geçirm ek.||
dem , Gülgillerden bir meyve ağacı (Amygdalus acısı içine çökm ek (işlem ek), Bedenen veya manen
amara) ve acımtırak, keskin kokulu meyvesi. || acı yaşadığı büyük bir üzüntünün sıkıntısını bütün ben
badem k urabiyesi, Hazırlanan hamuruna h a fif bir liğiyle hissetmek. || acısına d a y a n am am a k , Çok
acılık ve koku vermesi için acı badem ezmesi karış sevilen birinin ölümünden, rahatsızlığından duydu
tırılarak yapılan kurabiye cinsi.|| acı b ad em yağı, ğu üzüntüden dolayı sağlığı bozulm ak veya ölmek.\\
A cı badem kokusunda parfüm eride kullanılan acısını alm ak , 1. Acı tadını gidermek. «Acısını al
nitrobenzen.\\ acı b ak la, bot. Tohumu veya otu in m ak için satın aldığım zeytini biraz suya ıslattım.»
san ve hayvanlar için zehirli olan bir çeşit süs bit 2. Ağrı ve sızısını dindirmek. «Pansuman ayağım
kisi; kurt baklası; Yahudi baklası; M ısır baklası, daki yaranın acısını alıverdi.»|| acısını b ağ rın a
(Lupinus termiş).\\ acı b al, D eli bal.|| acı balık, b asm ak , Şikâyetlenmeden üzüntüsünü gizlemek,
zool. A vrupa 'da ve Anadolu ’nun kuzey taraflarında ıstıraba katlanmak.\\ acısını çekm ek, Yaptığı kötü
yaşayan eti acı bir tür tatlı su balığı; gördek, ve yanlış davranışların cezasını ileride görmek.\\
(Rhodeus amarus).\\ acı b asm ak , Derde, kedere, acısını ç ık a rm a k , 1. Elde bulunmayan sebepler
sıkıntıya uğram ak.|| acı çekm ek, 1. Ağrı sızı duy yüzünden yapılam ayan bir şeyi başka şekillerde
mak, cam yanmak. 2. Başından üzüntülü olaylar telafi etmeye çalışmak. 2. Kendisine zarar veren
geçm iş olmak. 3. Yokluk ve sıkıntı çekmek. || acı kişiye daha sonra fırsa t geçtiğinde m ukabil bir za
çiğdem , bot. Taşıdığı alkaloitler yüzünden zehirli rar vermek, intikam a lm a k 3. Öfkesini veya hırsını
olan, tohumları ve yum ru kökleri romatizma ağrı kendisine zarar veren veya buna sebep olandan
larını geçirmede kullanılan bir çiğdem türü; güz değil de gücünün yettiği kendisinden daha z a y ıf
çiğdemi; mahrut; sürincan (Colchicum autum- kişilere kötü davranarak rahatlamak; (bir psikolo
nale).|| acı dil, 1. Konuşmalarında karşısındakini j i k rahatsızlıktır). || acısını g örm ek, Sevilen birinin
kıran, kötüleyen ve iğneleyen kimse. 2. {eAT} Acı ölümü ile psikolojik sarsıntıya girmek. || acısını içi
söz; dedikodu.\\ acı dil virm ek , {eAT} Acı söz söy- ne göm m ek, Üzüntü ve acılara sızlanmadan, y a
lemek. || acı ekm eği, {ağız} Ölü evine komşuların kınmadan katlanmak.\\ acı söylem ek, Birinin yanlış
gönderdiği yemek. [DS]|| acı elm a bot. Elm a büyük ve olumsuz davranışları sebebiyle gerçekleri oldu
lüğündeki meyveleri m üshil olarak kullanılan bak ğu gibi söyleyip uyarmaya çalışmak. «D ost acı
lagillerden sürüngen bir bitki; ebucehil karpuzu; söyler. »|| acı söz, Kırıcı ve çok fa zla üzüntüye se
kara döleği, (Citrullus colocynthis). || acı fın d ık , is. bep olacak söz.|| acı su, I. İçilecek nitelikte olma
bot. Sonbahardan kışa kadar çiçek açan, bu sebep yan (tuzluluk oranı 0.50 ile 17 arasındaki) su. 2.
le bahçelerde süs olarak yetiştirilen, yaprakların {ağız} Maden suyu. [DS] 3. Yara y a da yanığın için
dan ve kabuklarından dam ar hastalıklarında y a deki sarı su; iltihap. || acı tatlı, Sevinçli ve hüzünlü
rarlanılan çalı türü ağaççık, (Hamamelis virgini- bir arada. «Şurada acı tatlı beş yılım ız geçti.» || acı
ana).\\ acı gelm ek, H oşa gitmemek, üzüntü ya ra t tecrü b e, Istıraplı, üzücü, pahalıya mal olmuş ve
mak]] acı geyrek, {ağız} Mide ekşimesi ve sindirim sıkıntı içinde geçen deneyimler ve böyle yaşanan
zorluğu yüzünden çıkan geğirti. [DS]|| acı gici, günler. || acı v erm ek , 1. Birinin canını yakmak, acı
{ağız} A cı tatlı her şey. [DS]|| acı günek, {ağız} bot. çekmesine y o l açmak. 2. Üzmek. || acıya koym ak,
Hindiba. [DS]|| acı h ab e r, Ölüm, yangın, deprem {eAT} Istıraba sokmak; zahm et verm ek.|j acı yav
gibi insanı derinden üzen olayın bildirilmesi, duyu şan, {eAT} {ağız} Yavşan otu; pelin; veronica. [DS]||
rulması.|| acı h ıy ar, bot. Elma büyüklüğündeki acı yeri, {ağız} Ölü evi. [DS]|| acı yeşil, {ağız} Koyu
meyveleri müshil olarak kullanılan baklagillerden yeşil; yaprak yeşili. [DS]|| acı yitim i, tıp. Bedensel
sürüngen bir bitki; ebucehil karpuzu, karga düğ- bir acının algılanmasında ve tepki gösterm e g ü
leği. (Citrullus colocynthis).\\ acı kahve, 1. Şeker cünde azalma şeklinde beliren bir sinirsel rahatsız
siz, sade kahve. 2. mec. Davette alçakgönüllü dav lık; hipoalji.\\ acı yonca, bot. Yaprakları tıpta kul
ranarak yapılan ikram. «Buyurunuz, bir acı kah lanılan çok acı ve kötü kokulu bir bitki; su yoncası.
vemizi içiniz.»|| acı k av u n , bot. Kabakgillerden acı2, [acı-cık] {eAT} sf. Azıcık; pek az.
ACI
acıca, [acı-ca] sf. Tadı acıya yakın; acımsı, acılanm a, [acı-la-n-ma] is. Acı olm a durumu, acılı
acıcık, -ğı [az-ıcık] {ağız} zf. Pak az; azıcık. [DS] hâle gelme.
acıdıcı, [acı-t-ıcı] {eAT} sf. Elem verici; acıklı; şid acılan m ak , [acı-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Tadı acı
detli. hâle gelmek. 2. {ağız} Üzülmek, kederlenmek. [DS]
acıg, [ac-ığ / ac-ık / aç-ığ / aç-ık / aç-uk j^-T] {eT} acılaşm a, [acı-la-ş-ma] is. Acı hâle gelme durumu,
acılaşm ak, [acı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Acı bir tat
{eAT} sf. Acı; dert; ıstırap. [Yüknekî] fi1 açığını al
kazanmak, tadı bozulmak. 2. Konuşmalarında k ırı
m ak, {eAT} İntikam ım almak.|| açığını ç ık arm a k ,
cı ve sert bir ifade kullanmaya başlamış olmak. 3.
{eAT} İntikamını almak.\\ acıgı tu tm a k , {eAT} Öfke
Sesinde hüzünlü ve kederli bir hava belirmek,
lenm ek.|| acıg itm ek, {eAT} Istırap vermek; üzüntü
içinde bırakmak]] acıg olm ak, {eAT} Canı acımak. a c ılaştırm a, [acı-la-ş-tır-ma] is. Acı durum a getirme
işi.
acıgan, [acı-ğan jLv=-T] {eAT} sf. Çok acıyan; çok
a cılaştırm ak , [acı-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Acı hâle
üzülen. getirmek.
acık 1, [eT. ac-ığ / ac-ık / aç-uk jş-T] {eAT} is. Acı; acılı, [acı-lı] sf. 1. (Yiyecek maddesi için) içine acı
dert; sıkıntı; ıstırap. S acık etm ek, {eAT} A cı ver katılmış. «Acılı Adana köftesi.» 2. (Yiyecek için)
mek; ıstırap vermek; üzüntü içinde bırakmak. acısı fazla olan. 3. Üzüntülü ve sıkıntılı. «Çok acılı
acık2, [eT. açık] {ağız} is. Öfke. [DS] günler geçirdi.» 4. (Kişi için) bir yakınının ölüm ü
acık3, [az-ıcık] {ağız} zf. Pek az; azıcık. [DS] nü yaşamış olan. «Acılı gününde bu ona yakışır
acık d u rm ak , [acık-dur-mak] {eAT} gçl. f [-ur] 1. m ıydı?» S acılı gicili, Acı ile diğer baharat ve so s
Acıkmasına yol açmak. 2. Aç bırakmak, ları konulmuş (yemek). «Ona şim di acılı gicili y e
acıkılm a, [acık-ıl-ma] is. A cıkm a durumu, m ekler dokunuyor. »
acıkılm ak, [acık-ıl-mak] e d il.f. [-ır] Y em ek ihtiyacı acılık, -ğı [acı-lık is. 1. Tat bakım ından acı ol
duyulmak. m a durumu. 2. Acı miktarı. «Ç iğ köfteye acılık
acıklı, [acı-k-lı] sf. 1. Acıma duygusu uyandıran; acı verm ek için biraz daha biber koyunuz.» 3. B uruk
verecek nitelikte. 2. Kendisi için üzüntü ve acıma
luk, dokunaklılık; kederlilik. 4. {eAT} Istırap; ezi
duyulmasını isteyen kim senin tutumu; acındırıcı;
yet; sıkıntı.
acındırmaya çalışan. 3. Dokunaklı; ağlatıcı; hazin.
acım a, [acı-ma] is. 1. Acımak işi. 2. Başkalarının
4. (Edebî eser için) acı olaylara dayalı; dramatik. 5.
mutsuzlukları, kederleri ve üzüntüleri karşısında
Bir uğraşma ve çabanın boşa çıkması ile ortaya
insanı üzülmeye iten duygu; merhamet.
çıkan gülünç durum; garip. 6. A cı ve keder içinde
a cım a k 1, [acı-mak] gçsz. f. [-r] 1. Bedeninin bir y e
kalmış kimse; yaslı; matemli,
rinde fiziksel bir etki veya mikrobik b ir yaradan
acıkm a, [a(ç)-ık-ma] is. Aç hâle gelme,
dolayı acı hissetmek. «Ameliyat yerim çok acıyor.»
acıkm ak, [eT. âç-ık-mak] gçsz. f. [-ır] 1. M idenin
2. (Yiyecek ve içecek için) tadı bozulmak; acı b ir
boşalması ve kandaki şeker m iktarının azalması
hâl kalmak; acılaşmak; acılık kesbetmek. «Tereya
sonucu besin alma, yem e ihtiyacı ortaya çıkmak;
ğının tadı bozulmuş, tuzlamadığımız için acım ış.»
açlık duymak. 2. mec. B ir şeye karşı şiddetli istek
3. Birine yakın, sevecen ve hoşgörülü davranmak;
duymak; çok arzu etmek,
merham et etmek; rahmetmek; yazıklanmak. «Yok
acıksınm ak, [acı-k-sı-n-mak] dönşl. f. [-ır] M ütees
sul kadının hâline acıyan olm adı.» 4. Birinin gör
sir olmak, üzülmek,
düğü zarardan veya başına gelen bir felaketten do
acıktırm a, is. [acık-tır-ma] Aç hâle getirme,
layı üzülmek. «Deprem sonrası evsiz yurtsuz kalan
acıktırm ak, [acık-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. A çlık duy
Dinarlılara acıyan, yardım a koştu.» 5. (Olumsuz
masına sebep olmak. 2. Uzun süre yem ek yemesini
çekimiyle) Cimrilik etmemek, masraftan kaçınm a
engelleyerek çok aç kalm asını sağlamak; aç koy
mak. «Paraya acımadan bir güzel boyam ış.» 6.
mak. 3. (Yiyecek vb. için) iştahını açmak,
Küçük görmek; yazıklanmak; teessüf etmek. «B ir
acıla, [ac-ı-la / aç-la iU-T] {eAT} zf. Aç iken, koltuk için bu kadar küçüldün. Acıyorum sana.» 7.
acılaca, [ac-ı-la-ca 4^- jIs-T] {eAT} zf. Aç olarak; aç {ağız} Sevmek; okşamak. [DS]
acına. acım ak 2, [eT. açT-mak > acı-mak {eAT} gçsz.
acılam a, [acı-la-ma] {ağız} is. 1. A cılam ak işi. 2. f. [-r] Eziyet görmek; ıstırap çekmek; acı duymak,
Şalgam yemeği. [DS] acım aklı, [acı-mak-lı] sf. (Ses için) acıklı, dokunaklı,
acılam ak1, [acı-la-mak] g ç l.f. [-r [-l(ı)-yor] İçine acı hazin.
koymak; acılı hâle getirmek. acım an, [acı-man] {ağız} is. A nların petek gözlerine
acılam ak2, [acı-la-mak] gçl. f. [-r [-l(ı)-yor] Hırpa doldurdukları acı madde. [DS]
layarak sevmek; hırpalamak. acım asız, [acı-ma-sız] is. ve sf. 1. İşine ve yargılarına
ACI
sevgilerini ve insani duygularını karıştırmayan; züntü duyulmak. 2. Teselli edilmek. 3. dönüş, f. Bir
kendinden a f dileyene duyarsız kalan; katı; m erha olay karşısında kendi kendine üzülmek; hayıflan
metsiz; zalim; ceberut; gaddar. 2. Değerlendirm e mak.
lerinde hiçbir kusuru, boşluğu affetmeyen; katı; acın m ak 2, [acı-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Dert yan
insafsız. 3. Sebep sonuç ilişkisinin kesinliğini ifade mak; başkasında m erham et uyandırm aya çalışmak;
eden zarf. «Bilmeyene tabiat acımasızdır.» sızlanmak. [DS]
acım asızca, [acı-ma-sız-ca] (acıması ’zca) zf. Acıma a cın m ak 3, [acı-n-mak] dönşl. f. [-ır] Birine acımak;
duygusu taşımadan; gaddarca; zalimce; insafsızca, m erhamet duymak,
acım asızlık, -ğı [acı-ma-sız-lık] is. 1. Acımasız olma acır, [Ar. ‘acür => acır yr~\\ {ağız} is. bot. Buruşuk
durumu; acımasız olan kişinin tutumu; merhamet
kabuklu, açık renkli bir tür hıyar; acur, (Cucumis
sizlik; gaddarlık; insafsızlık; taş yüreklilik. 2. zf.
anguria). [DS]
B ir şeyin acım asızca gerçekleştirilme durumu,
a c ıra k 1, -ğı [acı-rak Jjş-T] {eAT} sf. Acımsı, acım tı
acım azlık, [acı-maz-lık] is. Acıma duygusu taşım a
m a hâli; gaddarlık; merhametsizlik, rak; az acı; hafif acı.
acım ık, -ğı [acı-m-ık] is. bot. 1. Karanfilgillerden a c ıra k 2, -ğı [aç-(ı)rak] {ağız} sf. Biraz aç; iyice doy
yaprakları karşılıklı pembe ve m or çiçek açan ya mamış. [DS]
bani ot; belemir; delice; karamuk. 2. {ağız} Çok sık acırg a, [Moğ. acırga] is. bot. Yaban turpu, turp otu.
dallı, acı ve fena kokulu bir yabancı ot. [DS] 3. a c ırm a k , [ac-ır-mak / ac-ur-mak {eAT} g ç l . f
{ağız} Sütleğen. [DS] 4. Merhamet. 5. İnsana sımsı
[-ur] 1. Acıktırmak. 2. Bağlı ve m etbu durumda
kı sarılan sırnaşık kimse. S acım ık to rb ası, {ağız}
bulundurmak,
anat. Safra kesesi. [DS]
acısız, [acı-sız] sf. 1. İçine acılık verecek herhangi bir
acım ıklı, [acı-mık-lı] {ağız} sf. Yufka yürekli; m er
şey katılm amış olan. «Acısız Adana köftesi yed ik .»
hametli. [DS]
2. mec. H içbir üzüntüsü, derdi, kederi olmama. 3.
acım sam ak, [acı-msa-mak] gçsz. f. [-r] [-s(ı)-yor] Ağrı, sızı duyulm adan olan; acı vermeyen; acıtma
A cır gibi olmak; biraz acımak, yan. «Acısız am eliyat.»
acım sı, [acı-msı] sf. 1. Tadı acıya yakın, biraz acı
acışıklık, [acı-ş-ık-lık jiü ş -T ] {eAT} is. Acı; ağrı.
olan; acımtırak; az acı; acıya çalan. 2. Duygusal
yönden dokunaklı, a c ışm ak 1, [acı-ş-mak j^-isrT] {eAT} dönşl. f. [-ır]
acım tırak , -ğı [acı-mtırak] sf. Tadı acıya yakın biraz [eAT.. -ur] 1. Ağrım ak; sızlamak; için için acımak.
acı olan; acımsı, 2. {ağız} Üzülmek; acı duymak; kederlenmek. [DS]
acım tırak lık , [acı-mtırak-lık] is. A cıya yakın bir tat 3. Canı yanmak. 4. işteş, f. {ağız} Birisinin ölümü
bulunm a durumu, ne, felaketine hep birlikte üzülmek. [DS]
acın, [ac-ın ^ T ] {eAT} zf. Aç olarak; açlıkla; açlık acışm ak 2, [ac-ış-mak] {ağız} işteş f. [-ır] Sevişmek.
tan. S acın ölm ek, {eAT} 1. Açlıktan ölmek. 2. Aç [DS]
olarak ölmek. acıştırm ak , [ac-ış-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Acıt
acınacak, -ğı [acı-n-acak] sf. Acıma duygusu uyandı mak; canını yakmak. [DS]
racak biçimde; acıklı; üzüntü verici, acıtgan, [acı-t-ğan / acı-t-kan {eAT} sf. Çok a-
acınaklı, [acı-n-ak-lı] {ağız} sf. Kederli; üzüntülü; cıtan; çok ıstırap veren,
acılı; elemli. [DS] acıtıcı, [acı-t-ıcı] sf. A cı veren; ağrı, sızı veren,
acınası, [acı-n-ası] zf. Acınacak, merhamet edilecek acıtk an , [acı-t-ğan / acı-t-kan ji^-T ] {eAT} sf. -*■ acıt-
durum.
gan.
acın d ırm a, [acı-n-dır-ma] is. A cındırmak işi.
acıtm a, [acı-t-ma] is. A cıtm ak durumu, fiili,
acın d ırm ak , [acı-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Başkala
rının kendisine acımasını sağlamak. 2. Bir kimseyi acıtm ak, [acı-t-mak] g ç l.f. [-ır] [eAT, -ur] 1. Canını
yakmak, fiziksel olarak ağrı sızı vermek; ağrıtmak;
merhamete getirmek; yumuşatmak. 3. Kendisini
zavallı durum da göstermek suretiyle karşısındaki sızlatmak. 2. Tadını acı hâle getirmek; acılaştır
nin merhamet duymasını sağlamak, mak. 3. {eAT} İncitmek,
açınılm a, [acı-n-ıl-ma] is. Açınılmak işi. acıyıcı, [acı-y-ıcı] sf. Acıyıveren, merhamete gelive
açınılm ak, [acı-n-ıl-mak] edil. f. [-ır] Bir kişiye veya ren; acıyan.
canlıya başkaları tarafından acınmak: merhamet aciz, [Ar. ‘âciz => âciz] {eAT} sf. Gücü yetmeyen;
edilmek. (Bu fiil cümlede öznesiz olarak kullanılır.) âciz. 0 âciz eylem ek, {eAT} Güçsüz ve çaresiz bı
«Onun bu durumuna açınılmaz m ı?» rakmak.|| âciz eyleyici, {eAT} Güçsüz ve çaresiz
acınm a, [acı-n-ma] is. A cınmak işi. bırakan.|| âciz olm ak, {eAT} Gücü yetm em ek; aciz
acın m ak 1, [acı-n-mak] edil. f. [-ır] 1. K eder ve ü göstermek.
Ö I ü M I I C îlM İ .9 5 Â ci
aci, [Ar. ‘acı ^ L t ] (a:ci:) {OsT} sf. 1. Fildişi ile ilgili. acin2, [Ar. âcin ^ 1 ] (a:cin) {OsT} is. Rengi ve tadı
2. Fildişinden. 3. Fildişi satıcısı, değişmiş su; bozuk su.
acib, [Ar. ‘aceb (hayret, gariplik) > ‘acıb (a- acini, [Ar. ‘acım (aci:ni:) {OsT} sf. 1. Hamur
ci:b) {OsT} sf. Alışılmış olanın dışında; garip; tu gibi; ham ur kıvamında. 2. kim. Hamurumsu,
haf; acayip; şaşılacak; hayret verici. S a c îb ü ’l- aciniyet, [Ar. ‘acîniyyet c ~ ^ p ] (aci:niyet) {OsT} is.
kıyâfe, {OsT} Giyimi acayip olan.
Hamur gibi olma; macunlaşma,
acib, [Ar. ‘aceb (hayret, gariplik) > ‘âcib (a~
acir, [Ar. ecr (kiraya vermek) > âcir j=-T] (a:cir)
ci:b) {OsT} is. Alışılmışın dışında olan şey; şaşıla
{OsT} sf. Kiraya veren; kiralayan; mucir,
cak şey.
acibane, [Ar. ‘acıb + Far. -âne (aci:ba:ne) aciş, [Far. âcış j ^ T ] (a:ci:ş) {OsT} is. Üşüme.
{OsT} zf. Şaşılacak tarzda; hayret verici biçimde, acitato , [İt. agitato] is. müz. (Çalınmak işi için) canlı
ve coşkun,
acibe, [Ar. ‘acıb / ‘acîbe (aci:be) {OsT} is.
aciyo, [İt. aggio] (a ’cyo) is. -►acyo,
Alışılmışın dışında, bugüne kadar hiç görülmemiş
şey; tuhaf; garip; acayip; anormal. S acibe-i hil âciz, [Ar. ‘acz > ‘âciz j-ş-U] (a:ciz) sf. 1. B ir işi ya
kat, Acayip yaratık. pabilecek gücü, becerisi ve yeteneği olmayan; güç
acibüleda, [Ar. ‘acîbü’l-edâ (aci:büle- süz; iktidarsız; çaresiz. 2. Zavallı; zayıf. 3. Yoksul;
düşkün. 4. Himayesiz; kimsesiz. 5. Şaşırmış. S 1
da:) {OsT} sf. Güzelliğiyle hayrete düşüren.
âciz b ıra k m a k , Birini bir iş yapam az veya işin
acil1, [Ar. ‘acele (çabuk) > ‘âcil (a:cil) {OsT} içinden çıkamaz hâle sokmak; bunaltmak.|| âciz
sf. Çok acele, beklemeğe zamanı ve tahammülü k alm ak , Bütün çabalarına rağmen bir işi yapam az
olmayan; derhâl yerine getirilm esi gerekli olan; duruma düşmek; çaresiz kalmak.\\ âcizleri, (eski)
bekletilemez, ö acil d u ru m , H emen müdahaleyi Yazma ve konuşmalarda kendisinden bahsetmek
veya tedbir almayı gerektiren kritik durum. || acil gerektiği zaman alçak gönüllülük ve saygı göster
vaka, 1. Zabıtaca zam an kaybetmeden müdahale mek için "ben ” yerine kullanılan kelime; âcizane.
edilmesini gerektiren güvenlik tedbiri. 2. H ekim lik
aciz, -czi [Ar. acz j= ^\ is. 1. Güçsüzlük, yetersizlik;
çe hemen gerekli tedavi işleminin yapılm asını ge
rekli kılan sağlıkproblem i.\\ acil servis, H astane iktidarsızlık; 2. Beceriksizlik. 3. tie. huk. Ödeme
lerde hemen tedavi altına alınması gerekli hastala günü gelmiş olan borçlarını ödeyemeyecek duruma
rı kabul ve tedavi eden bölüm.\\ acil şifalar dile düşmek. 4. Bir şeyin son bölümü; arka taraf. 5.
mek, H asta olan birinin kısa zam anda sağlığına anat. Vücudun arka tarafı; kıç; (insan ve hayvan
kavuşması için dua etmek, dilekte bulunmak; geç için) kalça; sakrum. 6. ed. Beyitte ikinci mısraın
miş olsun dileğinde bulunmak. son kısmı. S aciz hâli, İflas hâlinde birisinin m ah
kemeye başvurarak durumunun tespitini isteme
acil2, [Ar. ecel > âcil / âcile J=rT] (a:cil) {OsT} sf. 1.
durumu. || aciz belgesi, Acze düşmüş bir tüccarın
Vadeye bağlı; vadesi geldiğinde yapılacak olan. 2. hacizli mallarının paraya çevrilmesinden sonra
Erteli.
alacağının tamamını alamamış bulunan alacaklıya
acilane, [Ar. ‘âcil + Far. -âne ii'iU-lp] (a:cila:ne) icra dairesi tarafından verilen alacağının kalan
{OsT} zf. 1. Acele olarak; acele ile. 2. Acele edenle miktarını belirten belge.
re özgü; aceleci kim selere yakışır biçimde. âcizan, [Ar. ‘âciz > ‘âcizân (a;ciza;n) {OsT}
acilen1, [Ar. ‘âcil > ‘âcilen }U-U] (a :ci’len) {OsT} zf. is. Acizler; zavallılar,
1. Acil olarak, geciktirmeden, hemen; ivedilikle; âcizane, [Ar. ‘âciz + Far. âne (a;ciza;ne)
gecikmeden. 2. Vakti zamanı geldiğinde yapılmak
{OsT} sf. ve zf. 1. Âciz kimselere yakışır şekilde. 2.
üzere.
Konuşm a ve yazmalarda karşısındakine saygı duy
acilen2, [Ar. âcil > âcilen }U-T] (a:ci'len) {OsT} zf. duğunu belirtm ek veya alçak gönüllü davranm ak
Zamanı geldiğinde yapılm ak üzere; ertelenmiş ola için kendisinden bahsederken kullanılan ifade.
rak.
âcizî1, [Ar. ‘âciz + Far. - i tsjfr^] (a;cizi:) {OsT} is. 1.
aciliyet, [Ar. ‘âciliyyet c~lş-U] (a:ciliyet) {OsT} is.
Acizlik; güçsüzlük; yetersizlik; beceriksizlik. 2. A l
İvedilik. çak gönüllülük.
acin1, [Ar. ‘acn (yoğurma) > ‘a c m , j ^ ] (aci:n) {OsT} âcizî2, [Ar. ‘âciz + Far. -î (a:cizi;) {OsT} sf. 1.
is. 1. Ham ur ya da m acun hâline getirme; yoğurma. A lçak gönüllü kim seye ait. 2. A lçak gönüllülük
2. Macun; hamur. 3. sf. Yoğrulmuş; ham ur veya göstermek için “bana ait, benim ki” yerine kullanı
macun hâline getirilmiş. lır.
ÂCİ Olfllitll TÜRKÇE S 0 M . »e
âciziyet, -ti [Ar. ‘âcizî > ‘aciz-iyyet û jj> U ] (a:cizi- acyo, [İt. aggio] ( a ’cyo) is. 1. Bankaların yaptıkları
işlemlerden dolayı aldıkları komisyon ve ücretlerin
yet) {OsT} is. 1. Yeteneksizlik; âcizlik. 2. Yoksul
toplamı. 2. Bonoların bankalarca nakde dönüştü
luk. 3. A lçak gönüllülük,
rülmesi sırasında verilen para ile üzerinde yazılı
âcizlik, -ği [âciz-lik] (a:cizlik) sf. 1. Aciz olm a hâli;
olan miktar arasındaki fark; kırım; ıskonto,
düşkünlük; yoksulluk. 2. Beceriksizlik, güçsüzlük;
acyocu, [acyo-cu] is. Borsa işlemleri yapan; borsacı;
iktidarsızlık. 3. Yetersizlik,
komisyoncu.
açm ak, [âc-mak / âç-mak {eAT} gçsz. f. [-ar]
acz, [Ar. ‘acz {OsT} is. 1. Beceriksizlik. 2. ed.
Acıkmak.
Düz yazıda bir bölüm ün son cümlesi. 3. M anzum e
acm iy, -yyi [Ar. ‘acmiyy {OsT} sf. 1. Akıllı;
de bir beytin ikinci dizesinin son yarısı. 0 acz-i
anlayışlı. 2. tnce düşünceli, ik dam , Çalışıp çabalayıp bir şey yapamama.
acn, [Ar. ‘acn {OsT} is. Yoğurma; macun kıva -aç 1, [-aç / -eç / -ıç / -iç / -uç / -üç] yap. e. -*• -ç.
m ına getirme, -aç2, [-aç / -eç] yap. e. 1. Fiil kök ve gövdelerinden
aco, [eT. aça] {ağız} is. Amca. [DS] içinde bulunulan durum kavramı katarak sıfatlar
acube, [Ar. ‘ucübe (acu:be) {OsT} is. -*■ ucube, yapar: güleç. 2. Fiillerden, eylemin belirttiği işle
ilgili araç ve gereç isimleri yapar: büyüteç, kaldı
-acuk, [-a-cuk] {eAT} yap. e. Sıfatta dereceyi düşüren raç, üreteç. 3. Benzerlik kavramı ile isimlerden
isimden isim yapm a eki. az-acuk. isim yapan ek: bozaç, topaç, küpeç ‘küçük küp ’. 4.
acu k , [eT. açık] is. Dert, {eT} Fiilden isim yapm a eki. köm-eç (kül pidesi) 5.
acu k , [aç-uk / ac-uk Jj=-T] {eAT} sf. Açık, {eAT} Fiilden isim yapan ek; alet isimleri yapar.
acul, -lü [Ar. ‘acele > ‘acul Jj»**] (acu:l) {OsT} sf. kısaç.
-aç3, [-aç, / -eç] {eT} yap. e. İsimden isim yapm a eki.
(Kişi için) işini yaparken çok acele eden; aceleci;
beg-eç (beyceğiz)
tez canlı; içi tez; sabırsız; evegen; telaşçı.
-aç4, [-aç] {eAT} yap. e. Renk adlarından o sıfata
aculane, [Ar. ‘acül + Far. âne (acu:la:ne) yakınlık bildiren isimler yapan isimden isim yapma
{OsT} sf. ve z f Çok acele olarak; aceleci kimsenin eki. boz-aç.
davranışına uygun, a ç 1, [eT. âç-m ak > âç > aç] sf. 1. (Kişi, hayvan için)
acu n , [Soğd. âcün] {eT} is. Dünya; âlem. [Mühennâ] yem ek ihtiyacı içinde bulunan; acıkmış. {eT} (a:ç)
a c u r 1, [Ar. ‘acür is. 1. Kabakgillerden hıyara (aym). [DLT] [Gabain] [Tekin] [EUTS] [ETY] 2. Yeme
benzer bir çeşit sebze; (Cucumis flexuosus). {eAT} içme, giyinme ve barınm a gibi en doğal ihtiyacını
(aym) 2. argo. M ünasebetsiz, belalı, şirret. 3. {ağız} karşılayamayacak derecede yoksul kimse. 3. N e
Olgunlaşmış tohum luk hıyar. [DS] 4. {ağız} San ve kadar çok kazınırsa kazansın bunlarla yetinmeyen
uzun bir tür kavun. [DS] 5. {ağız} Ham kavun. [DS] sürekli kazanma ve biriktirm e arzusu içinde olan;
6. {ağız} Bir tür pancar otu. [DS] 7. {ağız} Yemeğe açgözlü; haris; gözü doymaz; tamahkâr. 4. Kurak
konulan yağ, soğan, salça gibi şeyler. [DS] lıktan dolayı kurumuş, kavrulmuş durumdaki top
a c u r, [acur] {eAT} sf. Kurtlanmış, rağın hâli; susuz. 5. Çok istekli, özlem çeken; do
yumsuz. 6. {ağız} Yoksul. [DS] 7. {ağız} Aç gözlü.
ac u rm a k , [ac-ır-mak / ac-ur-mak {eAT} gçsz.
[DS] 0 aç açık, Yoksulluk içinde, evsiz barksız.\\ aç
f. [-ur] -*■ acırmak. açık k alm a k , E vsiz barksız ve yoksul duruma düş-
acuz, [Ar. ‘acüz jy ^ - \ (acu:z) {OsT} is. Kocakarı, mek.|| aç acına, A ç olarak, aç olduğu hâlde.|| Aç
ayı oynam az. Ücreti verilmeyen işçiden yeteri ka
acuze, [Ar. ‘acüz > ‘acuze (acu:ze) {OsT} is. 1.
dar iş yapm ası beklenemez. || aç b ıra k m a k , 1. Ye
Kocakarı, ihtiyar kadın. 2. Huysuz ve geçimsiz ka m ek verm emek veya vermekte gecikmek. 2. H aksız
dın. 3. Çirkin; suratsız. 4. mec. Büyücü, ara bozucu lık yaparak birini yoksul hâle düşürmek]] aç bîilaç,
kadın; cadı. Bakımsız, kimsesiz; yoksulluk içinde.\\ aç boğaz,
acü l, [Far. âcül J»-T] (a:cül) {OsT} is. Geğirme, {ağız} 1. A ç gözlü; gözü doymaz. 2. Yiyip içmesi
a c ü r, [Ar. âcür (a:cür) {OsT} is. 1. Kiremit. 2. kendine ait olarak tutulan gündelikçi. [DS]|| aç
ç a rd a k , {ağız} Hela. [DS]|| aç çıplak, Yoksulluk ve
Tuğla. 3. Kerpiç,
ihtiyaç içinde.|| aç dirilm ek , {eAT} A ç yaşamak]]
ac ü ri, [Ar. âcürî (a:cüri:) {OsT} is. Kiremitçi; Aç doym am , to k acık m am san ır, İnsan içinde
tuğlacı. bulunduğu durumun hiç değişmeyeceğini sanır.|| aç
acüssin, -n n i [Ar. ‘âcü’s-sinn j- J I pI ] (a.cüssin) d o y u rm a k , Yoksullara p ara ve yiyecek giyecek
{OsT} is. Fil dişi, vererek yardım da bulunmak]] aç gezm ek (dolaş
mak), Yiyecek, içecek ve barınma gibi zorunlu ihti
acve, [Ar. ‘acve o^^p] {OsT} is. Hurma ezmesi.
yaçlarını karşılayamadan sıkıntı içinde yaşamak.]]
ö i ı ı ı ı i K i a ı . 9 7 AÇI
Aç gezm ektense tok ölm ek yeğdir. Yoksulluk açasıya, [aç-a-s-ı-y-a] {ağız} zf. Açmadan önce; a-
ölümden daha zordur.\\ aç göz, 1. D oym ak bilmez çıncaya kadar. [DS]
bir iştah sahibi. 2. İhtiras sahibi; muhteris. || aç açavele, [İt. braccia in vela] is. dnz. Serenlerin son
gözlü, Azı ile yetinmeyen, ihtiyacından çok fa zla sı derece prasye olunma durumu,
nı isteyen; haris; çingene; doymaz; hırslı; muhte aççelerando, [İt. accelerandum] zf. müz. (Çalm ak i-
ris; tamahkâr.\\ aç gözlülük, Aza kanaat etmeme, çin) gittikçe hızlanarak,
aç gözlü davranma hâli. || a ç ın d an ölm ek, 1. Çok a ç d u rm a k , [aç-mak > aç-dur-mak / aç-tır-malc] gçl.
acıkmak. 2. Büyük bir yoksulluk içinde olmak. || aç f. [-ur] Birinin bir şey açmasına yol açmak: açm a
itm ek, {eAT} A ç bırakmak.\\ aç k ab ad ay ı, {ağız} 1. sını sağlamak; açtırmak,
Kabadayılık yapan yoksul kimse. 2. Yoksul olduğu açgı, [aç-gı] {ağız} is. Halı, kilim gibi yaygı. [DS]
hâlde başkalarına yardım eden. [DS][| aç k alm ak , açgu, [aç-ğu] {eT} is. Anahtar. [Miihennâ]
Yiyecek bir şey bulamamak; karnını doyuramamak;
açguçu, [açğu-çu] {eT} is. Kan alıcı. [Mühennâ]
sıkıntıya düşmek.\\ aç k a rn ın a , A ç iken, henüz y e
a ç ı1, [aç-ı] is. mat. 1. Başlangıç noktaları ortak iki
mek yemeden. || aç k oy m ak (bırakmak), Yiyecek
yarı doğru arasındaki açıklık. 2. mec. Anlayış şekli;
vermemek.|| aç k u r t gibi (saldırmak), 1. Aşırı bir
olayları anlama, ele alm a biçimi; görüş; fikir; dü
istekle... 2. Büyük bir iştahla...\\ aç susuz, Büyük
şünce. S açı aldanm ası, Açıların değeri ile ilgili
bir yoksulluk ve sıkıntı içinde.\\ A ç ta v u k k endini
olarak göz yanılması.]] açı ölçüm ü, A çı ölçme ku
d a rı a m b a rın d a san ır. İnsan çok fa zla ihtiyaç
ral ve teknikleri.
duyduğu şeyler için olm adık hayaller kurar.\\ aç
tu tm ak , {eAT} A ç bırakmak. açı2, [eT. açığ] {eT} sf. Acı; acı olan; ekşi. [DLT] 0
açı su, {eT} Tuzlu ,st/.|| açı teniz, {eT} Suyu tuzlu
aç2, [aç] {eT} is. Birini çağırmakta kullanılan ünlem;
olan deniz. j| açı tiniz, {eT} -*■ açı teniz.
çağırma; ünde. [DLT]
aça, [aça] {eT} is. -*■ eçü. [ETY] açı3, [eT. açığ > açı ^ T ] {eAT} Acı; dert; keder; ıs
açacak, -ğı [aç-mak > aç-acak] is. 1. Şişe ve konser tırap.
ve kutusu gibi yiyecek içecek maddelerinin konul açı4, [eçü / açı] {eT} is. Yaşlı kadın; hanım nine.
duğu kapların kapaklarım açmaya yarayan araç. 2. [DLT]
Kitap ve zarf kenarlarını kesmeye yarayan kâğıt açıcı, [aç-ıcı] sf. 1. Açma işini sürekli yapan. 2. mec.
bıçağı. 3. {ağız} Anahtar. [DS] 4. {ağız} Bilmece. Artıran; ferahlatan. «İştah açıcı, gönül açıcı, zihin
[DS] açıcı.» 3. Bir ülkeyi açan, alan; fetheden; fatih. 4.
açag, [aç-ağ] {eT} sf. Acı. [EUTS] is. Gümrüklerde kontrolü gerekli bavul, sandık,
açagatık, [ak-ça+kat-ık > ağçalcatık] (a:çagatık) {a- çanta, paket gibi eşyaları açmakla görevli kimse. 5.
ğız} is. Yağsız ve süzülmüş yoğurttan yapılan pey A çm a işinde kullanılan alet. 6. Kâğıt hamuru hazır
nir. [DS] lama sırasında liflerin parçalanarak sıvı içinde asılı
açagram yılan, {eT} is. zool. Boa yılanı. [EUTS] olarak kalmasını sağlayan araç. 7. Tekstilde balya
açağız, [aç-ık + ağız] (a:çağız) {ağız} sf. Boşboğaz; hâlinde gelen pamuk veya yünü çözüp dağıtmaya
ukala. [DS] yarayan makine.
açalya, [Lat. azalea] (aça ’lya) is. bot. Güzel ve gös açıg1, [âç-ığ] (a;çıg) {eT} sf. 1. Acı; ıstırap. [ETY]
terişli çiçekleri dolayısıyla saksılarda yetiştirilen [Gabain] [Yüknekî] [EUTS] 2. Hiddetli; güçlü; pek
orman gülü, (Rhododendron indicum). [Gabain] [Yüknekî] 3. Ekşi; acımtırak. [EUTS] 4. is.
Öfke; kızma; hiddet. 0 açıg a, N e acı!
açan1, [aç-mak > aç-an] is. 1, anat. Oynak kemikler
arasındaki açıyı genişletmeye yarayan kaslar; bâsıt. açıg2, [aç-mak > aç-ığ] {eT} is. 1. Bolluk içinde ya
2. mat. Bir eğri üzerine sarılmış ve bir ucundan şama; nimet içinde yaşayış; bolluk. [DLT] [İKPÖy.]
2. Hediye; armağan. [EUTS] [Gabain] 3. Devlet bü
bağlı ip çekildiğinde öbür ucunun çizdiği eğri.
yüklerinin bahşişi; hanın verdiği bahşiş. [İKPÖy.]
açan2, [eT. kaçan > haçan] {ağız} zf. O zaman; öyley
[DLT]
se. [DS]
açıglı, [aç-ığ-lı] {eT} sf. Açık; açılmış olan. [EUTS]
açani, [Sansk. âjâneya] {eT} is. 1. Soy; ırk. 2. Soylu
açıglıg1, [açığ-lığ / açıg-lık] {eT} sf. 1. Ekşili. 2. İçine
kök. 3. İmtiyaz. 4. sf. Soylu. [EUTS]
konulanı ekşiten. [DLT]
açar1, [aç-mak > aç-ar] {ağız} is. Anahtar. [DS]
açıghg2, [aç-ığ-lığ] {eT} sf. Bolluk içinde bulunan
açar2, [aç-mak > aç-ar] {ağız} is. Turşu; aperatif. [DS] (kimse). [DLT] 0 açıghg tu tm a k , İyi gıdalar ile
açar3, [Erme, açar] {ağız} is. Yeni doğmuş erkek bu beslenmek. [DLT]
zağı. [DS] açıglık, [açığ-lık] {eT} is. Acılık. [DLT]
açari, [Sansk. âcârya] {eT} is. Öğretmen; hoca; üstat. açıgsam ak, [açığ-sa-mak] {eT} f. Canı ekşi istemek.
[EUTS] [Gabain] [DLT]
açasına, [aç-a-s-ı-n-a] {ağız} zf. A çık olacak biçimde; açığ, [aç-ığ] {eT} sf. Acı. [Mühennâ] 0 açığ su, {eT}
açık olarak. [DS] Acı su; tuzlu su [Mühennâ]
DieiiillKCESflM.M
açık1, [eçü > açı-k ?] {eT} is. Büyük kardeş. [DLT] elementlerden ayrı olarak oluşmak, enerji oluşmak,
açık2, -ğı [eT. aç-uk > aç-ık sf. 1. Açılmış olan; belirmek; oluşmak; m eydana gelmek. «Hidrojen ile
oksijen tepkimeye girerek suyu m eydana getirirken
katlı, sanlı, örtülü, kapalı durumda olmayan. 2.
büyük bir enerji açığa çıkar.» 2. K im yasal tepkime
Herhangi b ir kuşkuya, tartışmaya meydan verm e
yecek şekilde belirgin ve kesin olan; belirli; aşikâr; sonucunda havaya karışmak. 3. Gizli yanı kalma
görünür. 3. mec. Kolay anlaşılabilir olan; sarih; mak; herkes tarafından öğrenilmek. 4. B ir geçitten,
sade; vazıh. 4. Çalışmalarını sürdürebilir durumda bir kanaldan dışarıya çıkmak. || açığa im za, Kişileri
olmak. 5. Görevlendirilmiş sorumlusu bulunmayan hukuken bağlayacak bir senet veya sözleşm e gibi
makam; münhal; boş. 6. D üz ve engebesiz arazi. 7. belgelerin metin kısmı yazılm adan karşıda bulunan
Gizli, saklı bir düşünce ve planları bulunmayan. 8. kimseye güvendiğini belirtm ek için bir kâğıdın alt
Ön yargı beslemeden yenilikleri ve olumlu değişik bölümüne atılan imza. || açığa vurmak, Gizli tutu
likleri kabullenebilir olan; benimsemeğe, anlamaya lan bir olayı veya bir duyguyu, düşünceyi farkına
yatkın. 9. (Toplantı veya görüşme için) girilmesi, varmadan ipuçları vererek belli etmek. || açığı çık
geçilmesi serbest; herkesin katılabileceği, izleyebi mak, Zimmetinde bulunan m al veya paranın eksik
leceği. 10. (Yer vb. için) rahatça girilip çıkılabilir; olduğunun anlaşılması,|| açığını kapatm ak, 1. M al
engelsiz; geçişe uygun. 11. Görenlerin cinsel açı veya p a ra olarak zim m etinde görülen eksikliği g i
dan tahrik olm asına sebep olacak ve utanm a duy dermek. 2. B ir işletmenin gelir eksikliği ile gider
gusunu yaralayacak şekilde cinselliği işleyen; ero fazlalığı arasındaki dengeyi sağlamak; zarar et
tik; pornografik; müstehcen. 12. Renk bakımından mekten kurtarmak. 3. Bilgi ve beceri bakımından
koyu olmayan. 13. (Gökyüzü, hava için) güneşli ve eksikliğini gidermek; ustalığındaki eksiklikleri ta
bulutsuz. 14. (Elbise için) vücudu yeteri kadar ört mamlamak. 4. Başkasının kusurunu gizlemek; açı
meyen; çıplak; üryan; dekolte. 15. (Yara için) iyile ğını örtmek. || açığını yakalam ak (görmek, bul
şip kapanmayan, akıntısı veya kanaması bulunan. mak), Birinin eksiğini, kusurunu veya zaafını bul
16. (Yüzey, alan için) oldurulmamış; boş. 17. Biti mak, ortaya çıkarmak.\\ açık açık, H içbir şey giz
şik veya yakın durumda bulunmayan; aralıklı ve lemeden, gerçekte olduğu gibi; dosdoğru; doğru
genişçe; seyrek. 18. Rüzgâr veya fırtınaya karşı bir olarak; açıkça.|| açık ağız, 1. Aptal, sersem; her
engeli bulunmayan. 19. İşten çıkarılmış. 20. Koru- olayda ve durumda hakkı olan çıkarlarını koruma
naksız olan, muhafazası bulunmayan, ambalajsız. sını bilemeyen. 2. {ağız} Boşboğaz; geveze. [DS] ||
21. (Yer için) üstü kapalı, örtülü olmayan; çatısız. açık ağızlı, i. Ahmak, sersem. 2. {ağız} Tembel.
22. İçinde gizli bir maksat bulunmayan, samimi. [DS]|| açık akış, Sıvı ve gazların borulardan hiçbir
23. Uçsuz bucaksız, engin. 24. İç açıcı, ferah, neşe engelle (vana) karşılaşmadan akıp geçmesi.\\ açık
li, mutlu. 25. Duyurulmuş, bildirilmiş ve ilan edil alınla, H içbir kanunsuz ve ahlak dışı tutumu olma
m iş olan. 26. (Radyo ve televizyon için) sesi çok dan, yaptıklarının doğruluğundan emin olarak;
yüksek. 27. {eAT} Serbest; laubali. 28. {ağız}} Uzak; şerefle.\\ açık arazi, as. Düşman tarafından görül
ırak. [DS] 29. {ağız} Kızlığı bozulmuş. [DS] 30. is. meyi engelleyecek bir sütrenin bulunmadığı arazi. ||
D enizin kıyıdan oldukça uzak yeri. 31. M uhasebe açık artırma, A lıcı olm ak isteyenlerin gözleri
kayıtlarına göre sorumlusunun elinde bulunmayan önünde açıkça fiy a t önererek ve en çok fiy a tı veren
para veya mal. 32. {ağız} Kahve cezvesi. [DS] 33. kişiye yapılan satış işlemi. || açık ateş, Sipere gir
Kusur, suç, zaaf. 34. {ağız} Orman içindeki ağaçsız, meden düşmana ateş etme.\\ açık atış, Hedefi göre
çıplak yer. [DS] 35. zf. Ortada, meydanda, aleni. O rek yapılan atış.\\ açık ayak, {ağız} B ir tür tulum
açığa alınma, H akkında açığa alm a işleminin uy bacı yürüyüşü. [DS] 11 açık bilet, Belirli bir süre
gulanm ası,|| açığa almak, 1. Hakkında kamu dava içinde kullanılm ak üzere satın alm a sırasında ha
sı açılmış bulunan devlet memurunu dava sonuçla reket tarihi yazılm am ış ancak hareket gününün ya
nıncaya kadar görevden uzaklaştırmak. 2. B ir de zılm asıyla geçerlik kazanan yolculuk bileti.\\ açık
niz taşıtını kıyıdan denizin içine doğru biraz uzak bono, 1. Ö denecek p a ra miktarı yazılm adan düzen
la ştırm a m açığa çekmek, Kıyıdan uzağa doğru lenmiş ve imzalanmış senet. 2. mec. Sınırsız güven
seyretm ek.|| açığa çıkarm a, /. İdarenin teşkilatta ve yetk i.|| açık boyam ak, R enk bakımından biraz
değişiklik yaparken bazı kadroları kaldırması se daha aydınlığa kaçan ton ile boya yapmak. || açık
bebiyle bazı memurların kadro dışı kalması. 2. bölge, 1. Devletler arası ticaret ilişkilerinde her
Toplumu ilgilendiren gizli ve yasak olan bir işi de hangi bir kısıtlamanın bulunmadığı alışveriş bölge
lilleriyle birlikte kamuya duyurmak; herkesin bil si. 2. Giriş ve çıkışların herhangi bir kısıtlama ve
mesini, tanımasını sağlama. || açığa çıkarmak, U- kontrole tabi tutulmadığı yer. || açık börek, {ağız}
çucu bir kim yasal ürünü tutunduğu ve oluştuğu Ortası açık bırakılarak pişirilen börek. [DS]]| açık
ortamdan ayırmak. «Suyun elektrolizinden hidrojen bütçe, Geliri giderini karşılamayan bütçe. || açık
ve oksijen açığa çıkar.»|| açığa çıkmak, 1. kim. bütçe politikası, Ülkede görülen ekonomik dur
Kim yasal bir işlem sonucunda diğer madde veya gunluk zam anlarında devletin tam istihdamı sağ
o i i O T i i f i a ı . AÇI
lamak için ek kamu harcamaları yaparak gelir ar rüşlü. 2. D üşündüklerini olduğu gibi söyleyen.\\
tırma şekli. || açık celse, M ahkemelerde tarafların açık eşkin, {ağız} Atın sık ve çevik adımlarla y ü rü
dışında seyirci ve basın m ensubunun da bulunabil yüşü. [DS]|| açık fikirlilik, A çık fikirli olma hâli.||
diği duruşma şekli.\\ açık ciro, Tahsil edecek şah açık finansman, Ülkedeki iktisadi durgunluk dö
sın adı yazılm adan ciro edilmiş senet. || açık cezae neminde hükümetin gelirlerinden fa zla harcamada
vi, 1. H ükümlülerin serbestçe dolaşabildiği, kaç bulunmasıyla ortaya çıkan bütçe açığı. || açık geç
maya karşı herhangi bir maddi engelin bulunmadı mek, (Gemi için) bir kıyıdan, başka bir gem iden
ğı cezaevi. 2. mec. K olay kaçılan veya idarenin ha veya bir yerden uzak seyretmek. || açık giyinmek,
tası yüzünden çok fir a r olan cezaevi. |[ açık çek, 1. Yakasını, göğsünü, omzunu, sırtını ve kolunu nor
Üzerine ödenmesi gereken m iktar yazılm adan dü m al sayılan ölçüler dışında açıkta bırakacak şekil
zenlenmiş ve imzalanmış çek. 2. Tam anlamıyla g ü de giyinmek. || açık görüş, Cezaevlerindeki tutuklu-
ven duyma. || açık deniz, 1. Ülkelerin kara suları ların yakınlarıyla arada herhangi bir engel olm a
dışında kalan ve bütün ülkelerin kullanma hakkı dan.bir arada olarak görüşebilmeleri.^ açık hava,
bulunan deniz. 2. Karaya yakın olmayan, karadan 1. Kapalı yerlerin dışında, atmosferle ilişiği kesil
çok uzakta bulunan, karanın görünm ediği büyük memiş; kır, p a rk ve bahçelik yer. 2. Bulutsuz, ay
deniz; engin; okyanus. 3. Savunm asız deniz. || açık dınlık ve parlak güneşli hava. || açık halka dizilişi,
deniz teknolojisi, D enizde p etro l aram ak için ku folk. Oyunlarında oyuncuların aralarında açıklık
rulan platform lar ve kuyu açma, p etro l çıkarma bırakarak meydana getirdikleri halka şeklindeki
konusunda geliştirilen teknoloji.\\ açık devre, 1. diziliş. || açık hava müzesi, Rüzgâr, yağmur, ka r ve
İçinden akım geçm eyecek şekilde bir yalıtkanla ke güneş gibi tabii etkenlerden zarar görm eyecek ta
silmiş devre. 2. Termik santrallerde buharın - su rihî eserlerin sergilendiği üstü örtülü olmayan mü
devresinin ısısını denize veya ırmağa bırakan so ze. || açık hava okulu, D erslikleri ve diğer bölüm
ğutma sistem i türü.|| açık dilltt, {eAT} Kekelemeden leri öğrencilerin güneşten ve diğer tabii ortamlar
söyleyen; düzgün konuşan. || açık dizi, oyunlarında dan yararlanmalarını sağlam ak üzere yapılandırıl
oyuncuların arada açıklık bırakarak oluşturdukları mış eğitim kurumu. || açık hava oteli, Geceleyin
dizi; açık oyun. || açık dolaşım sistem i, Eklem ba parkta, sokakta yatanların geceledikleri bu tür y e r
caklılarla bir kısım yum uşakçaların bir atar damar lere verdikleri isim. || açık hava sineması, Üstü
ve kan boşluğundan m eydana gelen dolaşım siste kapalı olmayan, ya zlık sinema.\\ açık hava tiyat
m i,|| açık durmak, K endisini ilgilendirmemekle rosu, Am fiteatr şeklinde düzenlenmiş üstü örtülü
beraber aracılık edebilecek veya tarafları yatıştı olmayan tiyatro sahnesi. || açık hece, Son sesi ünlü
rabilecek konum da iken karışmamak; mesafeli olan hece. (Aruz ölçüsünde kısa hece denir.) || açık
durmak. || açık duruşm a, M ahkemelerde davalı ve işletme, Madencilikte maden yatağına ulaşabilmek
davacı taraflardan başka basın ve izleyicilerin de için üstte bulunan toprağın başka yerlere atılması
bulunabildiği duruşma şekli. || açık düşm e, Güreşte suretiyle çalışma. || açık işsiz, Geçerli ücretle p i
kıçının üstüne düşm ek suretiyle yenilmek.\\ açık yasada iş bulamayan kimse. || açık işsizlik, A z g e
düşmek, 1. (Pehlivan için) yağlı güreşte rakibinin lişmiş ülkelerde gizli işsizlik karşıtı olarak kul
oyunu veya kendi hatası yüzünden sırt üstü düşmek, lanılan ekonom ik terim; gizli işsiz olm a durum u.||
(güreşte mağlup olma sebebidir.) 2. Hedefe göre açık kalp ameliyatı, Kalbin görevi yapay bir kalbe
farklı mesafede bulunmak.\\ açık e, Yazı dilindeki devredilmek suretiyle kan dolaşımı sağlandıktan
/e! ile /a / sesi arasındaki yaygın ve geniş bir ağız sonra kalp üzerinde yapılan cerrahi işlem. || açık
hareketiyle söylenen /e / sesi: e.|| açık eğretileme, kalpli, Samimi, dürüst, hoşgörülü davranan; açık
ed. B ir varlığı kendi adı yerine herhangi bir ba yürekli.\\ açık kalplilik, Samimilik, dürüstlük, hoş
kımdan benzetildiği bir başka nesnenin adıyla an görülü davranış; açık yüreklilik.\\ açık kapı, 1.
ma sanatı. (Benzetme öğelerinden yalnızca kendi Davranış serbestliği sağlama durumu. 2. Bütün
sine benzetilen kullanılır.) açık istiare; istiare-i şartların olumsuz ve aleyhte gibi göründüğü du
musarraha. || açık ekmek, {ağız} 1. Pide; ince tan rumlarda olumlu küçük bir ihtimalin ortaya çıkm a
dır ekmeği. 2. Yufka ekmeği. [DS]|| açık ekonomi, sı. 3. {ağız} Misafiri bol ev. [DS] 4. {ağız} Herkese
Uluslararası ticari ilişkileri bulunan ülkelerin eko açık olan misafirhane; köy odası. [DS]|| açık kapı
nomik sistemi. || açık eksiltm e, Satın alınacak m al bırakmak, Tartışılan bir konuda görüşü ile ilgili
için çeşitli kişi veya firm aların karşılıklı olarak olarak son ve kesin sözü söylemeden geri dönüş
fiyatı indirmek yarışı şeklinde yapılan alım şekli. || imkânı bırakmak; kestirip atmamak. || açık kapı
açık el, {ağız} Cömert kişi. [DS]|| açık elbise, Gö bırakm amak, 1. Tartışılan konuda iddiasından
ğüs, sırt, om uz veya kolları açıkta bırakan kadın vazgeçecek bir imkân bırakm am ak 2. H er türlü
elbisesi. || açık elli, Cömert davranan; yardım se tedbiri alarak rakibin işine yarayacak ip ucu bı
ver. || açık ellilik, Cömertlik. || açık fikirli, 1. Yeni rakm a m a k|| açık kapı siyaseti, B ir devletin kendi
likleri kolay benimseyen, tutucu olmayan; ileri g ö topraklarında diğer devletlere serbest ticaret hakkı
f lr ü M M O S Ö M .^
tanıması; açık kapı politikası. || açık kart vermek, fet. 2. Cinsel ilişkileri çağrıştıran, y ü z kızartıcı ifa
1. B ir kimseye belirli bir konuda tam yetki vermek. deler bulunduran söz ve yazılar, resimler; müsteh
2. Tutarı yazılm am ış çek vermek.|| açık kaş, (Kişi cen; edepsiz.\\ açık sarı, Uçuk sarı, beyaz katılmış
için) kaşları arasındaki mesafe fazla olan.|| açık sarı. || açık sayım, Seçmen oylarını kamuoyunun
kefalet, Rehin ve ipotek istemeden kabul edilen görebileceği bir şekilde sayıp değerlendirme.\\ açık
kefıllik.\\ açık keşide, K anunen yazılm ası gerekli seçik, Herhangi bir yorum veya açıklama gerek
olan kısımları alacaklı tarafından düzenlenen p o li tirm eyecek nitelikte anlaşılır olan; vazıh; aydınlık;
çe veya bono. || açık kredi, Şahsın sadece imzasına tereddütsüz; belirli.\\ açık senet, Kanunen doldu
güvenilerek açılan kredi.\\ açık koy, 1. Rüzgâra, rulması zorunlu olan kısımları yazılm adan ilgiliye
fırtınaya karşı korunaklı olmayan demirleme yeri. istediği miktar, tarih veya ismi yazm a serbestliği
2. Düşman saldırısına karşı korunmasız demirleme tanınan senet. || açık sırt, Kitap ciltlemede kitabın
yeri. || açıklar alayı, jağız} işsiz güçsüz, boş gezen sırtı kartona tutturulduktan sonra takılan sabit ka
ler takımı. [DS]|| açıklar livası, İşsiz güçsüz takımı; p a k .|| açık sözlü, 1. Gerçekleri ve düşüncelerini
boşta gezenler. |j açık liman, 1. Bütün gemilerin gizlemeyen. 2. Sözünü çekinmeden söyleyen; sözü
gümrüğe tabi olmadan m al taşıdıkları liman. 2. nü esirgemez. 3. D üşündükleriyle söyledikleri ve
R üzgâr ve fırtınayı kesecek bir tabii engele sahip yaptıkları birbirini tutan; özü sözü bir. || açık sözlü
olmayan liman.|| açık maaşı, Açığa alınmış bir lük, A çık sözlü olma hâli.|| açık şehir, 1. Savunma
devlet memuruna açıkta kaldığı sürece ödenen üçte tedbirleri bulunmayan, düşmana karşı koyamaya
iki oranındaki maaş. || açık mavi, R enk tonu bakı cak durumda olduğunu taraflara ilan eden şehir. 2.
mından beyaza yakın mavilikte olan; havai mavi. || Savaşta askersizleştirilen, içinde hiçbir askerî he
açık mektup, Kamuoyunun bilgi edinmesini ve d e f (askerî kuvvet, askerî tesis, askerî depo, savaş
desteğini sağlam ak amacıyla bir yetkili kişiye ses levazım ve mühimmatı, ve bunların yapıldığı fa b ri
lenen mektup şeklinde kaleme alınarak basında kalar ile bunları yapanlar ve askeri amaçla kulla
yayınlanan makale. || açık okumak, D uyulur bir nılan ulaştırma yolları) bulunmayan tarafsız şe
sesle okumak.|| açık olmak, Samimi ve dürüst dav hir.|| açıkta bırakm ak, E vsiz barksız kalmasına
ranmak.|| açık ordugâh, A çık arazide, sahrada, sebep olm ak.|| açıkta kalmak, I. Evsiz barksız
dağda kurulan çadırlı ordugâh.\\ açık oturum, kalmak, sığınacak ve barınacak bir yeri olmamak.
Güncel konuların ve problemlerin değişik görüş 2. İşten çıkarılmak, işsiz kalmak. 3. Belirli sayıda
lerdeki kişiler tarafından dinleyiciler önünde tartı alınacak elemanlar arasına katılamamak.\\ açık
şıldığı toplantı; panel. || açık oy, Kullananın kimliği tan, (Kazanç için) emeksizce, hesap ve plan dışı. ||
ve oylanan konu hakkm daki görüşü belli olan oy.\\ açıktan açığa, D oğrudan doğruya, düpedüz, sak
açık oynamak, Futbol gibi takım oyunlarında sa lamaksızın.|| açıktan almak, B ir aracı kullanan
vunmaya fa z la önem vermeden oynamak. || açık sürücünün bir virajı geniş bir kavis çizerek geçm e
öğretim, Derslerin haberleşme araçları ile takip si.|| açıktan kazanm ak, E m ek ve sermaye koym a
edilerek başarının belirli zam anlarda topluca yapı dan kazanmak.\\ açıktan para almak, B ir iş veya
lan sınavlarla ölçüldüğü öğretim şekli.|| açık öz, m al için anlaşılan miktarın dışında fazladan p ara
tok söz, Olduğu gibi, çekinmeden söylemek; özü almak; rüşvet almak. || açıktan para verm ek, Bir
sözü bir. || açık pazar, 1. Serbest piyasa. 2. Gümrük m ala veya işe kararlaştırılan m iktar dışında fa zla
vergisi alınmayan, her devlet veya şirket tarafından dan ek p ara vermek; rüşvet verm ek.|| açıktan ta
alım satım yapılabilen şehir veya ülke.|| açık piya yin, B ir devlet memurluğu görevine alışılmış usul
sa işlemleri, Ekonomik şartlara göre bankaların ler dışında, alt kademelerden yükselerek gelmiş
likidite hacmini düzenlemek, arz ve talep yoluyla olanlardan değil de gerekli şartları taşımamış
p a ra piyasasında fa iz hadlerini düzenlemek gibi olanlardan atama yapılması.\\ açıktan uydurmak,
bankacılık faaliyetleri,|| açık poliçe, Kanunen dol Doğrudan yalan söylemek.\\ açık tarlalar, Ayrı
durulması zorunlu olan kısımları yazılm adan ilgili ayrı işletmelere ait olmasına rağmen aralarında çit
y e istediği miktarı, tarihi veya ismi yazm a serbest ve buna benzer engellerin bulunmadığı bitişik tar
liği tanınan poliçe. || açık pozisyon, Fiyatların yü k lalar. || açık taşıt, Üstü örtülmemiş araç. || açık
seleceği umuduyla çok sayıda menkul kıym et satın tekne, Güvertesiz gem i.\ açık teşekkür, Birinin
alan bir borsacının fiyatların düşmesi sonucu için ilgi ve yardım ı dolayısıyla kendisine basın yoluyla
de bulunduğu sıkıntılı durum, zarar.\\ açık rejim, duyurulan teşekkür. || açık tohumlular, Tohumları
Yönetim fonksiyonlarının kamuoyuna açık olarak açık olarak yapraklar üzerinde bulunan bitkiler. ||
hiçbir baskı altında kalmaksızın yürütüldüğü de açık tribün, A çık alanlarda yapılan spor müsaba
mokratik yönetim. (Karşıtı dikta rejimi veya dikta kalarında üzeri örtülmemiş yağmur, güneş ve rüz
törlük).|| açık rey, Herkesin görebileceği ve tanı gâr gibi doğal etkenlere m aruz kalınabilen seyirci
yabileceği şekilde verilen oy. || açık saçık, 1. Vücu yeri.|| açık tutmak, B ir devlet görevi kadrosuna
dun gizli kalması gereken yerlerini örtmeyen kıya atama yapm ayarak boş tutmak. || açık vagon, Ke
lie M E M . 101 AÇI
narları veya üstii kapalı olmayan, hava şartların mak, 1. Ayrıntılı bilgi sunmak; izah etmek; izahat
dan zarar görm eyecek yükleri taşımaya yarayan vermek; izahatta bulunmak. 2. Yanlış duyulan, y a n
vagon. |l açık verm ek, 1. Bütçede veya tuttuğu mu lış bilinen bir olayın doğrusunu söylemek; y a n
hasebe ve kasa kayıtlarında eksik p ara bulunmak. lışlığı düzeltmek; tavzih etmek.
2. Gizli, saklı işlerini başkalarına sezdirmek; ken açıklamak, [aç-ık-la-mak j*lkş-T] gçl. f. [-r] [-l(ı)-
dini ele vermek. |[ açık yaka, Boyun ve ense kısmını
yor] 1. {18. yy.} Açık duruma getirmek; ortaya
gereğinden fa zla açıkta bırakan elbise yakası. j|
koymak. 2. (Bilinmeyen veya anlaşılması güç bir
açık yeşil, Koyu olmayan, sarısı veya beyazı biraz
konu için) kolayca öğrenilmesini, kavranm asını
daha fa zla olan yeşil tonu. || açık yir, {eAT} Feza;
sağlamak amacıyla anlatımda bulunmak; açım la
boşluk.|| açık yiv, {ağız} 1. Üst dudakta bıyıkların
mak; izah etmek. 3. Gizli tutulan, saklanan bir ger
ortasında, burun altına doğru uzanan çukurluk. 2.
çeği söylemek; itiraf etmek. «Sanık m ahkemede
Elbiselerin dikiş yeri. [DS]|| açık yürekli, Duygu ve
her şeyi açıkladı.» 4. Kamuoyuna duyurmak. 5.
düşüncelerini olduğu gibi söyleyen; iki yüzlülük
etmeyen; içi dışı bir; samimi; düriist.\\ açık yürek Belli etmek. 6. (Gizli kalması gereken belgeler ve
lilik, A çık yürekli olma hâli. || açık zincir, İki ayrı bilgi için) sorumlu kam u görevlisi tarafından baş
ucu olan karbon zinciri. kalarına duyurmak; ifşa etmek. 7. Bir toplantıda
veya karar verm e yetkisi olan makam da alman ka
açıkağız, [açık+ağız] is. bot. Turpgillerden bir bitki,
rarları duyurmak; ilan etmek. 8. Hükmü açıkça an
(Hesperis acris).
laşılmayan bir kanun, tüzük veya yönetm elik m ad
açıkça, [aç-ık-ça] (açı ’kça) zf. M eydanda olan, âşikar
desini daha anlaşılır hâle getirmek. 9. A nlaşılam a
olarak; alenen; aşikâre; yürekten,
yan bir olay için kendine göre izah tarzı bulmak;
açıkçası, [açık-ça-s-ı] zf. Daha doğrusu; aslında, yorumlamak; tabir etmek; şerh etmek,
açıkçı, [aç-ık -çı] is. Borsada tahvillerin düşmesinden açıklamalı, [aç-ık-la-ma-lı] sf. Açıklam ası bulunan;
yararlanarak çok m iktarda tahvil satın alıp değer izahlı. «Açıklamalı D ivan Şiiri A ntolojisi.»
lendiği zaman satış yapan borsacı; spekülatör,
açıklanma, [aç-ık-la-n-ma] is. A çıklam a yapılm ak
açıkgöz, [açık+göz] sf. (Kişi için) fırsatları değerlen işi.
dirmesini bilen çıkarcı; uyanık,
açıklanmak, [aç-ık-la-n-malc] edil. f. [-ır] 1. A çık
açıkgözlük, [açılc+göz-lük] is. A çık göz olm a duru lam ak işi yapılmak. «Sınav sonuçları henüz açık
mu. lanmadı. » 2. A çık ve anlaşılır hâle getirilmek; ale
açıkgözlük, [açık+göz-lü-lük] is. 1. Açıkgöz olanın nileşmek; ayan olmak. 3. Duyurulmak; ilan edil
durumu. 2. Açıkgöze yakışacak davranış, mek; anlaşılmak,
açıklam a, [aç-ık-la-ma] is. 1. A çıklam ak işi. 2. açıklar, [açık-lar] is. tar. İmparatorluk döneminde
Geniş bir kitleyi ilgilendiren konuyla ilgili olarak Tuna nehri üzerinde karşıdan karşıya yük ve yolcu
araştırma neticesinde elde edilen bilgilerin yetkili taşıyan üstü açık deniz taşıtlarına verilen ad. S 1
biri tarafından kamuoyuna duyurulması; bilgilen açıklar ağası, tar. Tuna nehri üzerinde taşım acılık
dirme; izahat. 3. B ir yazıda anlaşılması güç olan ta kullanılan üstü açık taşıtların bakım ve donatı
kısımları anlaşılır hâle getirme; yorum; tefsir. 4. mıyla görevli kimse.
Birbiri ile sebep sonuç ilişkisi içinde bağlı olan an
açıklaşma, [aç-ık-la-ş-ma] is. A çıklaşmak işi.
laşılması herkesçe m üm kün olmayan olayları veya
açıklaşmak, [aç-ık-la-ş-mak] dönşl. f [-ır] Bir nes
problemleri çözüme kavuşturduktan sonra aydın
nenin renginin koyuluğunun gitmesi; tonu biraz
latma. 6. Bir kitabı değerlendirmek, tenkit etmek,
açılmak; rengi açık hâle gelmek; rengi açılmak,
açıklamak ve yorum lam ak için daha anlaşılır hâle
açıklaştırma, [aç-ık-la-ş-tır-ma] is. A çıklaştırm ak
getirmek suretiyle m eydana getirilmiş eser veya
işi.
yazılar; şerh; açımlama. 7. Yanlış anlaşılmaya mü
açıklaştırmak, [aç-ık-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] B ir
sait davranışlar için gerekli düzeltmeyi yapmak
veya bu konuda hesap vermek. 8. B ir kitap veya nesnenin renginin tonunun açık hâle gelmesini sağ
makalede asıl m etinden ayrı bir bölüm hâlinde ve lamak; açmak,
rilen aydınlatıcı, tam amlayıcı bilgiler; notlar. S açıklatma, [aç-ık-la-t-ma] is. Birine yaptırılan açık
açıklam a cüm lesi, B ir cümlede, bir öğenin duru lam a işi.
munu veya niteliğini açıklam ak için eklenen cümle açıklatmak, [aç-ık-la-t-mak] gçl. f [-ır] Başkasına
veya sözler; ara söz; ara cümle. «Bu ezanlar -ki açıklama işini yaptırmak. «Öğretmen sınavda bana
şahadetleri dinin temeli- / E bedî yurdum un üstünde “Su K asidesV’ni açıklattı.»
benim inlemeli.» M ehm et  k if Ersoy\\ açık lam ad a açıklattırmak, [aç-ık-la-t-tır-mak] g ç l.f. [-ır] A çık
bulunm ak, 1. Ayrıntılı bilgi sunmak; izah etmek; lamak işini birine, başka birisinin aracılığı ile yap
izahat vermek; izahatta bulunmak. 2. Yanlış duyu tırmak.
lan, yanlış bilinen bir olayın doğrusunu söylemek; açıklayıcı, [aç-ık-la-y-ıcı] 1. sf. Açıklam aya yarayan;
yanlışlığı düzeltmek; tavzih etmek.\\ açık lam a y a p aydınlatıcı. «Bu aracın el kitabında yeteri kadar
AÇI Ö IÜ M IÜ ffliff S Ö M .1 0 2
açıklayıcı bilgi yo k .» 2. is. A çıklam a yapan kimse; Açılmadıkça. 2. sf. (Tom urcuk için) açılmamış. 2.
açıklayan; izah eden, ed. (Sevgilinin dudağı için) mini mini.
açıklayış, [aç-ık-la-y-ış] is. 1. Açıklam a işi; «Bunu açılmak, [aç-ıl-mak edil. f . [-ır] 1. (Kapalı,
açıklayışı hoş olm adı.» 2. Açıklam a biçimi, katlı, örtülü, sarılı ve dolaşık durumda bulunan bir
açıklık, -ğı [aç-ık-lık jJi-T ] is. 1. İki nesne arasın nesne için) açık durum a getirilmek; kapalı olma
hâli kaldırılm ak; açılmış olmak. {eT} {eAT} (aynı).
daki uzaklık; mesafe. 2. Ü zerinde bina, ağaç bu
lunm ayan düz, geniş, boş saha; alan; meydan. 3. [EUTS] [Mühennâ] [DLT] 2. {eAT} Fetholunmak. 3.
(Yapışık nesneler için) birbirinden ayrılmak. «Fer
Kır, 4. Renklerin koyu olmaması durumu. 5. Bulut
suzluk. 6. mec. Netlik, anlaşılırlık; vuzuh; fasihlik; muarı açılm ış.» 4. Faaliyete geçirilmek. «Fabrika
fesahat; aleniyet; bedahet; belginlik; belirginlik; yeni açıldı.» 5. (Kadro için) boşalmak. 6. Soyul
{eAT} (aynı). 7. Objektiflerde ışığın geçtiği deliğin mak. «Şirketin kasası açılm ış.» 7. dönşl. f. A çık ve
genişliği. 8. Gizli olmayan, kamu işlerinin halkın berrak hâle gelmek. «H ava açıldı.» 8. (Sis, duman,
bilgisi dahilinde yapılması. 9. İffet bakım ından ol efkâr vb. için) dağılmak veya yoğunluğunu kay
dukça serbest davranma. 10. gök b. Bir yıldız ile betmek. «Sis açıldı.» 9. {eAT} Zahir olmak; aşikâr
gözlemevinin bulunduğu yerin düşeyinden meyda olmak. 10. Genişlemek. «Ayakkabılarım açıldı.»
na gelen düzlem ile gözlemevinin boylam düzlemi 11. Uzaklaşmak, deniz yolculuğuna başlamak. 12.
arasındaki açı; azimut. S1 açıklığa kavuşm ak, A n Dağılmak, yol vermek. «Açılın, padişah geliyor!»
laşılmış olm ak.|| (olanca) açıklığıyla, H içbir şey 13. Bağlantısı olmak. «Kapım ız doğrudan ana cad
gizlemeden; apaçık. || açıklık getirmek, Doğrusu deye açılıyor.» 14. Rengi solmak. «Halının rengi
ve gerçeği yeterince anlaşılamayan tartışmalı bir açılm ış.» 15. H astalığın verdiği sıkıntıyı atlatmak.
konuyu aydınlığa kavuşturmak; tavzih etmek. |] a - «Komşunun getirdiği ıhlamur çayını içince biraz
çıklık kazanm ak, Berraklaşmak, anlaşılır olmak.\\
açıldı.» 16. Sırrım açığa vurm ak, derdini dökmek.
açıldık mastarı, Demiryollarında rayların hat ge
«Annesine açılmayı bir türlü akıl edem edi.» 17.
nişliğini denetlemek için kullanılan gabari. || açık
Sıkılganlıktan, utangaçlıktan kurtulmak, serbest
lık yer, Binalar veya ormanlarla örtülü olmayan
leşmek. «G eleli bir hafta olmadı ama bizim çırak
geniş ve boş alan.
maşallah iyi açıldı.» 18. Tutukluluğu gitmek, alış
açıklıkölçer, [açık-lık+ölç-er] is. Bir mikroskobun
mak. «Otomobili yen i aldı, daha motoru bile açıl
açıklığını ölçmeye yarayan aygıt,
m adı.» 19. K onunun dışına çıkmak. 20. Belirlenen
açıkmak, [aç-ık-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Acıkmak.
[DLT] istikametten uzaklaşmak. .«Avcılar sağa doğru a-
açıksımak, [açı-k-sı-mak] {eT} gçsz. f. [-r] Acılaş çıldılar.» 21. Fazla borçlanmak. «Tatilde çok a-
mak; ekşimek. [DLT] çıldık.» 22. Yönelmek. «Tanzim at'la birlikte batı
açılama, [aç-ı-la-ma] is. K eşif ve araştırma, y a açıldık.» 23. {eAT} Ortadan kaybolmak; görün
açılamak, [aç-ı-la-mak] gçl. f. [~r] [~l(ı)-yor] Askerî m ez olmak. 24, {eAT} Y anlm ak. 25. {eAT} Çözül
hedeflerin topografık ölçüm açılarını tespit için mek. S Açıla açıl! {eAT} Çekilin; savulun! || açılıp
yapılan keşif, saçılmak, A çık elbiseler giym eye başlamak.
açılım, [aç-ıl-ım] is. 1. Açılm ak işinin sonucu; yeni açılmış, [aç-ıl-mış {eAT} sf. Açıklanmış; şerh
boyutlar kazanma, genişleme. 2. Bugüne kadar ge edilmiş.
çerli olan biçimlerin ve konuların dışına çıkış, açım, [aç-ım] is. B ir eserin veya kanun maddesinin
açılış, [aç-ıl-ış] is. 1. Açılma biçimi. 2. Yeni kurulan anlaşılması zor kısım larını açıklamak; şerh.
bir işletme veya binanın hizmete başlayışı. 3. B elir açım ak1, [açığ > açı-mak] {eT} gçsz. f. [-r] 1. A cı
li bir sıra veya düzen içinde bulunan askerî tim ve mak; ekşim ek [Gabain] [EUTS] [Mühennâ] 2. (Vücut
ya sporcu dizisinin birbirinden dengeli bir biçimde ve organ için) acımak. [DLT]
uzaklaşması. 4. M uhasebe kaydının başlaması. S açım ak2, [aç-mak (merhamet duymak) > aç-ı-mak]
açılış konuşm ası, Açılış töreninde kurumun yapılı {eT} gçsz. f. [-r] Acımak; merhamet etmek. [İKP
şı, vereceği hizmetin önemi ve yapım ında hizmeti Öy.]
geçenler hakkında yapılan konuşma. || açılış töreni, açım lama, [aç-ım-la-ma] is. 1. B ir konuyu derinle
Tören düzenleyerek yapılan açılış. || açılışını yap mesine araştırıp gerçeği ortaya çıkarma. 2. İncele
mak, B ir kurumu tören düzenleyerek hizmete sok mek maksadıyla cesedi yarma, kesip parçalara ayır
mak. ma; otopsi; teşrih. 3. A çıklam a yazısı, metni; şerh
açılma, [aç-ıl-ma] is. 1. Açılm ak fiili ve eylemi. 2. yazısı.
Bitki tohum larını koruyan kozalakların çatlaması, açım lamak, [aç-ım-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1 .
kanatlarının birbirinden ayrılması; çatlama. En ince ayrıntısına kadar incelemek ve anlatmak. 2.
açılmadıcak, [aç-ıl-ma-dıcak j=rj^-U-T] {eAT} zf. 1. Ölüm nedenini araştırmak amacıyla cesedi kesip
parçalamak; otopsi yapmak. 3. Yorumlamak, şerh dan çıkarak o açıyı iki eşit açıya bölen yarı doğru;
etmek. « iki komşu yarı doğrunun açıortayı bunlardan eşit
açım lanm a, [aç-ım-la-n-ma] is. A çım lam a yapılma uzaklıkta bulunan noktaların küm esidir.» B açıo r
işi. tay düzlem i, îk i düzlemli bir açının kenar ayrıtın
açım lanm ak, [aç-ım-la-n-mak] edil. fi [-ır] A çım ve dan çıkan ve o açıyı iki eşit düzlemliye bölen ya rı
ya otopsi yapılmak, düzlem.
açın, [aç-m] {eT} zf. Aç olarak. açıölçer, [aç-ı+ölç-er] is. Açı ölçmede kullanılan a-
açındırm a, [aç-m-dır-ma] is. 1. Geliştirme; inkişaf letlerin genel adı; iletki; gonyometre.
ettirme. 2. foto. Film üzerindeki resmi özel kim ya a çırg am ak , [açı-r-ğa-mak] {eAT} g ç l.f. [-r] Acımak;
sal maddeler konulm uş sıvı içinde banyo ederek acınmak.
görünür hâle getirme; developman. 3. Geometrik a çırg an m ak , [aç-ır-ğa-n-mak] {eAT} dönşl. f. [-ur]
bir cisme ait bir yüzeyi bir düzlem üzerine serme, Pişman olmak,
açındırm ak, [aç-ın-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Geliştir açısal, [aç-ı-sal] sf. Açı ile ilgili; açı türünden olan.
mek; inkişaf ettirmek. 2. foto. F otoğraf filmi üze S açısal bölge, B ir açı ile onun kapsamış olduğu
rindeki resmi görünür hâle getirmek; develope et alanın kesişmesinden meydana gelen düzlem p a r
mek. 3. Cisimlerin yüzeyini düzlem üzerine ser çası.|| açısal çap, Güneş ve Ay gibi gök cisimlerinin
mek. gözlemciye göre veya önceden belirlenen bir düz
açınılm ak, [aç-m-ıl-mak] {eAT} dönşl. f. [-ur] A çıl leme göre açısal uzaklıkları,|| açısal hız, Sabit bir
mak; toplanıp sıvanmak, eksen etrafında dönme hareketi yapan cismin birim
açınım , [aç-ın-ım] is. 1. Teknik resimde geometrik uzaklıktaki bir noktasının belirli bir zam an içinde
bir cismin bütün yüzeylerinin izdüşümünü alarak aldığı y o l veya bu noktayı eksene bağlayan doğru
görünüşünü bir tek düzlem üzerinde göstermek. 2. paçasının birim zam anda taradığı açı. || açısal hız
Gelişim; inkişaf, b irim i, Radyan / saniye (rad/sn) ’dir. Bununla ilgili
olarak dönme hızları devir (360° lik açı) ile hesap
açınm a, [aç-m-ma] is. 1. A çınm ak fiili. 2. Tohumun
lanır: devir/saat, devir/saniye gibi.\\ açısal ivm e,
■çimlenme ortamında gelişmesi. 3. Üzerinde bulu
A çısal hızın birim zam anda değişen niteliği veya
nan örtülerin açılması. «Uyurken açınma gibi bir
açısal hızın değişme hızı.|| açısal yol, H areket h â
huyu var.» 4. A çık giyinmeye başlama. «M oda de
lindeki bir cismin sabit bir noktadaki gözlemciye
nilen şey açınma ve örtünme telaşından başka bir göre aldığı yol.
şey değildir.»
açış, [aç-ış] is. 1. A çm a işi. 2. A çm a biçimi, açm a
açınm ak1, [aç-ı-n-mak] {eT} dönşl. fi [-ur] 1. A cı tarzı. 3. Bir kuruluşu hizmete sokma, işletmeye
mak; ihtimam etmek. [Gabain] 2. Temizlenmek; açma. 4. Bir faaliyeti, gösteriyi harekete geçirme.
arılanmak; arınmak. [EUTS] S 1 açış konuşm ası, B ir kuruluşun hizmete geçmesi,
açınm ak2, [aç-ın-mak dönşl. f. [-ır] 1. To bir şenliğin topluca kutlanması veya eylemin baş
humun çimlenme gelişmesini tamamlamak. 2. U y laması için yapılan ilk konuşma.
kuda üzerindeki örtüleri atmak. 3. A çık giyinmeye a ç ışm a k 1, [aç-ış-mak {eT} işteş, f. [-ur] 1.
başlamak. 4. A çığa vurm ak; açıklamak; itiraf et Birlikte açmak; açmakta yardım ve yarış etmek.
mek; ikrar etmek. {eT} (aynı) [Gabain] [EUTS] 5. {eT} [DLT] 2. {eAT} Birlikte açmak; m üşavere etmek;
{eAT} Açılmak; görünmek. [DLT] 6. {eT} Açar gibi danışmak.
görünmek. [DLT] açışm ak2, [açı-ş-mak] {eT} dönşl. fi [-ur] Acılaşmak;
açınm ak3, [aç-mak (merhamet duymak) > aç-ı-m ak > ekşimek. [DLT]
aç-ı-n-mak / aç-(ı)n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. açıt, [aç-ıt] is. İnşaatlarda kapı ve pencere için du
Bakmak; beslemek; yiyecek vermek. [İKPÖy.] varda bırakılan boşluk. S 1 açıt dikm esi, Açıtların
[DLT] 2. Bakmak; tedavi etmek. [İKPÖy.] 3. K aygı iki yanında bulunan taşıyıcı ve koruyucu dikmeler. \\
lanmak. [İKPÖy.] 4. Özen göstermek; büyük ilgi a çıt tepeliği, B ir açıt üzerine veya alınlığına y e r
göstermek; meşgul olmak; özenmek; itina etmek; leştirilen h a fif üçgen duvar.
ihtimam göstermek. [EUTS] [İKPÖy.] açıtgan, [açı-t-ğan] {eT} sf. D aim a ekşiten; acıtan;
açınsam a, [aç-ın-sa-ma] is. Bir yerin coğrafi özellik ekşitici. [DLT]
lerini belirlemek amacıyla yerinde yapılan ayrıntılı a ç ıtm a k 1, [aç-ı-t-mak] {eT} {eAT} gçl. f. [-ur] 1. A-
araştırma ve inceleme; istikşaf, cıtmak; ağrıtmak. 2. Gönül kırmak. 3. A cı duymak.
açınsam ak, [aç-ın-sa-mak] gçl. fi [-r] [-s(ı)-yor] Bir [EUTS] [Yüknekî]
yerin coğrafi özelliklerini belirlem ek amacıyla ye a çıtm ak 2, [açı-t-mak] {eT} g ç l . f [-ur] Ekşitmek; a-
rinde ayrıntılı olarak araştırma ve inceleme yap cıtmak. [DLT]
mak; istikşaf etmek, açita, [Sansk. açita] {eT} is. Semavi çalgıcı; göksel
açıortay, [aç-ı+orta-y] is. B ir açının tepe noktasın çalgıcı. [EUTS]
AÇK O D B İ I I İ E E H ^ m
açkaç, [aç-kaç] {eT} is. A nahtar [Gabain] Reşat N uri Güntekin 2. İnsan kalabalıklarını tehdit
açkah, [Erme, açk] {ağız} is. Gözde çıkan arpacık. eden kıtlık veya yetersiz yahut dengesiz beslenme
[DS] durumu. 3. Bir şeye karşı aşırı istek; iştaha. S aç
açkı, [aç-kı / aç-ku] {ağız} is. 1. Bir yüzeyi düz ve lık beynine (başına) vurmak, Açlığın şiddetinde
kaygan hâle getirmek işlemi; perdah. 2. M etal işçi davranışlarını kontrol edem eyecek duruma gelmek;
liğinde delikleri genişletmek için kullanılan alet. 3. şekersiz kalmak.\\ açlık çekmek, 1. Aşırı yoksulluk
Anahtar; açacak; açar. 4. Cila; perdah. 5. Oklava çekm ek 2. K ıtlık çekm ek veya yetersiz beslenmek.\\
ile açılmış hamur; yufka. 6. Halı; kilim gibi yere açlık grevi, A ç kalm ak yoluyla gösterilen direniş. \\
serilen şeyler. 7. Tahtaları birbirine eklem ek için açlığını bastırm ak, Tam doymadan ancak açlık
kullanılan marangoz aleti. 8. Tabaklanmış derinin duygusunu hafifletecek kadar yemek.\\ açlıktan ne
yüzünü parlatm aya yarayan kaim camdan silindir fesi kokmak, Asgari şartlarda bile karnını doyu-
biçimindeki alet. 9. Oklava. [DS] S açkı açmak, ram ayacak kadar yoksulluk içinde bulunmak.\\ aç
Yııfka yapmak. || açkı aleti, Dericinin üzerinde deri lıktan ölm ek (başı dönmek, bayılmak), Dayanıl
leri yumuşattığı yarım daire şeklinde tablası bulu ması mümkün olm ayacak derecede acıkmak.\\ aç
nan sehpa. Jj açkı bıçağı, Derinin pürtüklerini yok lıktan ölm eyecek kadar kazanmak, A ncak temel
etm ek için kullanılan kör bıçaklar.\\ açkı çubuğu, ihtiyaçlarını karşılayacak, hayatta kalabilecek ka
Dericilikte, tabaklanmış derileri parlatm aya ya ra dar kazanmak.\\ açlıktan ölm eyecek kadar ye
yan düz cam silindir,|| açkı makinesi, Derinin y u mek, Ancak tem el ihtiyaçlarını karşılayacak, ha
m uşak tarafındaki pürüzleri almaya yarayan çark. || yatta kalabilecek kadar yemek.\\ açlık ile tokluğun
açkı tahtası, 1. Kuyumcuların altın varak yapım ve arası yarım yufka, A ç gözlü ve hırslı olmayanlar
parlatım m da kullandıkları sert, budaksız şimşir ihtiyaçlarını giderm ek için çok şey istemez.
ağacından tahta masa. 2. Üzerinde yufka açılan ya açlınmak, [aç-(ı)l-m-mak] {eTj f Açılmak, [DLT]
da hamur işleri yapılan yuvarlak düzgün tahta tab açlışmak, [aç-(ı)-l-ış-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Açıl
la. mak. [DLT]
açkıcı, [aç-kı-cı] is. 1. Açkı yapan kimse; perdahçı. açma, [aç-ma] is. 1. A çm ak işini yapma; kapalı bir
2. Anahtarcı. şeyi açık hâle getirme. 2. M ayalı ve yağlı hamurla
açkılama, [aç-kı-la-ma] is. 1. Bir yüzeyi sert cisim yapılan tekerlek biçimli bir simit veya çörek çeşidi.
lerle sürterek parlak ve kaygan hâle getirme. 2. A l 3. Ormandan bir kısım ağaçlar kesilerek tarla hâli
tından yapılmış parçaları veya altınla işlenmiş süs ne getirilmiş yer. 4. Ham topraktan, meradan işle
leri açkı tahtası üzerinde mühreyle parlatma işi. yerek ekime elverişli bir tarla edinme. 5. Renklerin
açkılamak, [aç-kı-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] Sert tonunu biraz daha açık hâle getirme. 6. Cerrahide
cisimlerle sürterek bir yüzeyi parlak ve kaygan hâle yüzeye yalcın bir toplar damarı m eydana çıkarma.
getirmek; perdahlamak; parlatmak; cilalamak, 7. Eldivenleri kalıba geçirme işlemi. 8. Kâğıt sa
açkılanm a, [aç-kı-la-n-ma] is. Açkılanmak işi. nayiinde kâğıt ve kartonları sıvı içinde eriterek katı
açkılanm ak, [aç-kı-la-n-mak] edil. f. [-ır] Açkılama maddeleri asılı bir vaziyete getirme işi. 9. {ağız}
eylemine uğramak; perdahlanmak; cilalanmak, Erik, kayısı kurusu. [DS] 10. {ağız} Atm hızını ar
tırma. [DS] 11. {ağız} Sabahtan öğleye kadar devam
açkılı, [aç-kı-lı] sf. Parlatılmış, perdahlanmış; per
eden kadın hamamı. [DS]
dahlı.
açmacı, [aç-ma-cı] is. A çma yapan veya açma satan
açkılık, -ğı [aç-kı-lık] {ağız} is. 1. Y ufka açmak için
simitçi.
kullanılan un, nişasta vb.; uğra. 2. Hamur açmaya
yarayan özlü un. [DS] açmah, [aç-mah] {eAT} g ç l.f. [-ar] Açmak.
açkınça, [aç-kı-nça] {eT} zf. Açınca. [EUTS] . açm ak1, [eT. aç-mak] gçl. f. [-ar] 1. Kapalı, sanlı,
bağlı, katlı, dürülü veya buruşuk vaziyetteki bir
açkısız, [aç-kı-sız] sf. Parlatılmamış, perdahlanma
nesneyi açık, düz hâle getirmek; çözmek; düzelt
mış.
mek; aralamak; aralık etmek. 2. Engeli kaldırıp tı
açku, [aç-lçu {eAT} is. 1. Açacak, parlatacak kanıklığı gidermek; geçilir hâle getirmek. 3. B ir ye
şey; cila. 2. Anahtar, ri genişletmek veya görüşü önleyen engelleri orta
açkuç, [aç-kuç] {eAT} is. Anahtar, dan kaldırmak. 4. Delmek, oymak, kazmak. 5. Do
açla, [aç-la / acı-la 4İ=-T / {eT} zf. 1. Aç olarak. laşık, karışık veya ilikli bir şeyi çözmek. 6. İki nes
neyi veya iki ucu birbirinden uzaklaştırmak. «Pen
2. {eAT} A ç iken,
senin ağzını biraz daha a ç.» 7. Ucunu sivriltmek,
açlıh, [aç-lıh] {eAT} is. Açlık.
keskinletmek. «K alem i açtı.» 8. Açığa vurmak;
açlık, -ğı [aç-lık] is. 1. M idenin boşalmasıyla birlikte
ortaya koymak; söylemek. {eAT} (aym) «Size der
yeme ihtiyacını hissettiren biyolojik olgu; yemek
dimi açabilir m iyim ?» 9. Derinleştirmek, yeniden
yeme isteği; acıkmak hâli; ezinti; kıyıntı. «Bir ge
başlatmak. «Bu meseleyi biraz açalım .» 10. Anla
cede açlıktan ölen insanı tarih kaydetmemiştir.»
ö lI it llC £ » ü li. ıo 5 AÇU
şılır duram a getirmek, izah etmek. 11. Savaşarak düşmek, 1. içinden çıkılması güç bir duruma düş
almak; fethetmek; almak; zapt etmek. {eT} {eAT} mek; 2. argo. Birinin oyununa gelmek. || açmaza
(aynı) [DLT] «Kayı boyu Bizans ’la mücadele ederek getirmek, argo. Oyuna getirm ek.|| açmaz komak,
Söğüt çevresini açtı ve y u rt kazandı.» 12. Sıkıntısı {eAT} Yüzüstü bırakmak; olduğu gibi terk etmek.||
nı gidermek, ferahlatmak. «Bu güzel bahçe bizi açmaz vermek, Ortaoyunu ve tuluatta karşısında
açtı.» 13. Başlatmak; küşat etmek. «Gazi, 9 Şubat kinin nükteli bir söz edebilmesi için uygun bir söz
1924 günü Türk Ocağı Söke Şubesini açtı.» 14. veya cümle söylemek.
Uygulamayı başlatmak. «Hükümetin yeni açtığı açmazdan, [aç-maz-dan {eAT} zf. Asıl niye
usul, sınıfta kalmayı ortadan kaldırıyor.» 15. Ge tini belli etmeksizin; gizlice,
rekli hazırlıkları tam amladıktan sonra çalışmaya açmazlanmak, [aç-maz-la-n-mak {eAT}
veya işletmeye başlamak. «Öğretmen evi bu y ıl
dönşl. f. [-ur] Açılmak istememek,
başında açılacak.» 16. Yakışmak. «Bu takım seni
açmazlık, -ğı [aç-maz-lık] is. Sır saklama, ağzı sıkı
çok iyi açtı.» 17. Düzenlemek; «Altı E ylül'de Söke olma; ketumluk,
Tarım Fuarı açıldı.» 18. Ayırmak, vermek; tahsis açmegu, [Erme, arç (ayı) + meğu (arı)] {ağız.} is.
etmek. «Süit odayı başkana açtık.» 19. Bir aracın Eşek arısı.
sesini yükseltmek. «Radyoyu biraz daha a ç .» 20. açril, [Güre, açril] {ağız} is. Kesilmiş süt; kesik. [DS]
Renklerin koyuluğunu azaltmak. «Şu yeşili biraz açsam ak, [aç-mak > aç-sa-mak] {eT} f. Açm ak iste
daha a ç.» 21. Bozmak, fitne sokmak. «Aralarını mek; açmayı arzulamak. [DLT]
açmak istemem.» 22. Arzu ve istek duyar hâle gel açsık, [âç-sık] (a:çsık) {eT} sf. 1. Aç [Gabain], 2. is.
mek. «İştahı açıldı. » 23. Söz etmek, sırrını söyle Acıksama; açlık; acıkma. [ETY] [EUTS] 3. A cıka
mek. «Sıkıntılarınızı hekime açabilirsiniz. » 24. cak olma; mutlak acıkacak olma; aç olma; acıkma.
Tıbbî işlem için bir organı kesmek, m eydana çı [ETY] [Tekin]
karmak. «Doktor, yaranın etrafını açtı. » 25. Çöz açsız, [aç-sız] {eT} sf. Tok; tokluk. [EUTS]
mek, yaymak. 26. gçsz. Çiçeklenmek. «G üller aç açtırma, [aç-tır-ma] is. Açtırmak işi.
tı.» 27. {eT} {eAT} Çözmek; yaymak. [EUTS] açtırmak, [aç-tır-mak] g ç l.f. [-ır] 1. Birisine açmak
[İKPÖy.] [ETY] 28. {eT} A çık söyleyip anlatmak. işini yaptırmak. 2. Açmağa zorlamak, fi1 Açtırma
[Mühennâ] 29. {eT} Aramak. 30. {eAT} Parlatmak; kutuyu, söyletme kötüyü. Birisinin fa z la ileri g it
perdahlamak. 31. {eAT} U zağa sürmek. 32. {eAT} mesi dolayısıyla hakkında hoş olmayan gerçekleri
Yaymak. 33. {eAT} Aşmak. 34. {eAT} Bol bol ver söylem ek zorunda kalınacağını ikaz etm ek (Seninle
mek. 35. {eAT} Uzaklaştırmak; gidermek. 0 aça ilgili bazı şeyleri söylemeye beni mecbur etme.)
görmek, {eAT} Açm aya bakmak; açmaya çalış açtırtmak, [aç-tır-t-mak] gçl. f. [-ır] Birine, bir şeyi
mak.|| Aç ağzını yum gözünü. Genellikle çocukla açtırma eylemini yaptırmak; açmak işini biri aracı
ra sürpriz yapm ak için gözlerini kapatarak ağzına lığı ile bir başkasına yaptırtmak,
çok hoşlandığı bir yiyeceği vermek için söylenir. || açturmak, [aç-tur-mak] {eT} f. Açtırmak. [DLT]
Aç gözünü, açarlar gözünü. Yapılmakta olan işte açuğ, [aç-uğ] {eAT} s f Açık,
daima dikkatli ve uyanık bulunmalı, yoksa yapılan açuh, [aç-uh] {eAT} sf. Açık.
hata unutulmaz bir zarar verebilir.\\ Açtı ağzını, açuk1, [aç-uk J=-T] {eAT} is. Acı; dert; ıstırap.
yumdu gözünü. Azarlama ve sövm e nevinden ağ
zına geleni söyledi; çok söylendi; çok azarladı. açuk2, [aç-uk ı3_^î] {eT} sf. 1. Açık. [Gabain] [DLT]
açmak2, [aç-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] M erhamet duy [EUTS] 2. {eAT} Güler yüzlü; şen. S1 açuk boya
mak. [İKPÖy.] mak, {eAT} B ir işi açıkça yapmak.\\ açuk gönüllü,
açmakJ, [âç-mak (a;çmak) {eT} {eAT} gçsz. f . {eAT} Temiz kalpli.\\ açuk okımak, {eAT} 1. A nlaşı
lır bir dille okumak; tane tane söyleyerek okumak.
[-ur] Acıkmak; aç olmak. [DLT] [ETY] [EUTS] [Ga
2. A ğır ağır okumak.
bain] [Tekin]
açmalık, -ğı [aç-ma-lık] is. Kir çıkarmaya yarayan açukluk, [aç-uk-luk {eAT} is. Saflık; temizlik,
katkı maddeleri; sabun, deterjan cinsi maddelerin açuklug, [aç-uk-luğ] {eT} is. 1. Açıklık. [DLT] 2. G ü
genel adı; tem izlik maddesi, zel huylu; koçak. [DLT]
açmaz, [aç-maz is. 1. Kararsız ve çaresiz du açurgan,[aç-ur-ğan] {eT} s f Çok acıktıran; çabuk a-
cıktıran. [DLT]
rum; çıkmaz. 2. argo. Oyun, dalavere. 3. Satranç
ve dama oyununda rakibe kesin yenilgiyi kabul et açurmak, [aç-ur-mak] {eT} f. 1. Acıktırmak. 2. Aç
tiren hamle. 4. sf. Ağzından sır çıkmaz; ketum. 5. bırakmak. [DLT]
Sahilden şiddetli rüzgâr estiği zaman gemilerin -ad- [ad-mak (başka olmak; fa rk lı olmak) > -ad- / -
açığa sürüklenmemesi için sahilden dikine verilen ed-] {eT} yap. e. Kökün anlamındaki düşünceye,
halat. 6. mec. Söz tuzağı, mantık oyunu. S açmaza duruma gelmek, getirmek; o yönde değiştirmek, o
AD I H I Ü M E M . iog
durumu kazandırmak, kılmak, etm ek anlamı ka birinin adını kendisine a d olarak seçmek.\\ adını
zandıran isimden fiil yapma eki. kud-ad-mak (mut a n m ak , Birinden bahsetmek, hatırlamak.\\ adını
lu kılmak) an m am a k , Unutmak, y o k saymak, değer verme-
ad1, [eT. ât > ad] is. 1. Bir varlığı cins veya özel mek. || ad ın ı b ağ ışlam ak , N ezaket gereği birinin
olarak diğer varlıklardan ayırt etmeye yarayan ke adını öğrenm ek için söylenen söz. Lütfen adınızı
lime; isim. 2. Kişilerin ilk adları. 3. {eT} {eAT} Ün; söyler m isiniz?|| ... ad ın ı d a k ın m ak , {eAT}.... adını
şöhret; çav; san; nam. [EUTS] 4. {eT} İyilik ve uğur almak; ... adıyla anılm ak.|| ad ın ı koym ak, Fiyatını
belgisi. [DLT] 5. {ağız} A nılacak değer; önem. [DS] belirlemek.\\ ad ın ı silm ek, Yok saym ak.|| ad ın ı ta
fi1 ad alm ak, Kendisine bir isim seçmek.\\ ad b ağ şım ak , Atalarından birinin adıyla yaşam ak; sahip
lam ak, {eAT} A d olarak almak.|| ad b olm ak, {eT} olduğu adın sorumluluğunu bilmek.\\ ad ın ı yire
İyilik getirmek. [DLT] || ad cüm lesi, Yüklemi isim b ıra h m a k , {eAT} Şerefini düşürmek.\\ ad ı olm ak,
ve isim soylu olan cüm le.|| ad çekici, {ağız} 1. ifti H aksız olarak tanınmak.\\ ad ı sanı, Kimliği, soyu
racı; müzevir. 2. Yaygaracı. [DS]|| ad çekim i, isim ve şöhretiyle. || ad ı ü stü n d e, Besbelli. || ad ı üstün e,
leri isim çekim ekleri getirerek sırayla söylemek. || Namına, namını ortaya koym ak suretiyle.\\ a d ı ya
ad çekm e, Kura çekmek £yz.|| ad çekm ek, 1. Üze m an , {ağız} 1. Adının söylenmesinde sakınca görü
rinde isim yazılı kâğıtları çekmek suretiyle baş vu len şeylerden söz edilirken kullanılır. 2. Şeftali. 3.
rulan kura işlemi. 2. {ağız} Bir kişi veya aile için Badem. 4. İncir. 5. Ayı. 6. Domuz. 7. D eri altındaki
kötü şeyler söylemek; dedikodu etmek. [DS]|| ad mor lekeler. [DS]|| adıyla an ılm ak , Başka birinin
çektirm e, Kura çektirm ek ij7.|| ad ç ık a rm a k , {eAT} ismiyle tanınıp çağrılmak. || adıyla sanıyla, Bütün
Ün salmak; şöhret kazanmak. || ad d u ru m u , İsim le yönleriyle. || ad issi, {eAT} Meşhur; ünlü. || ad itm ek
rin cümlede yüklem e bağlanırken kazandıkları (etmek), {eAT} A d bırakmak.\\ ad k aza n m a k , {eAT}
özellikler ve sonlarına aldıkları ekler. || ad eri, Şöhret bulmak; ün salm ak.|| a d kom ak, {eAT} A d
{eAT} İyi adla tanınmış olan.|| ad eylem ek, {eAT} vermek; a d koymak.\\ ad k oym ak, B ir varlığa, bir
A d vermek; adlandırmak.\\ ad gövdesi, Yapım eki çocuğa başkalarından ayırt etm ek üzere isim ver-
almış ve yen i kelime türetmede kullanılan isimler.|| mek.\\ ad k ö k ü , dbl. H içbir yapım eki almamış yeni
a d ı an ılm am ak, Sözü edilmemek, unutulmak.\\ adı kelime yapm akta kullanılan isimler. || ad lı adıyla,
b atm ak , Unutulmak, sözü edilmemek; soyu kesil Olduğu gibi, bütün açıklığıyla. || ad lı sanh , Çok
m ek (Çocuklara hep atalarının adları verildiği için, tanınmış, çok m eşhur olmuş.|| ad san, {eAT} Ün;
adını verecek çocuğunun olmaması dolayısıyla.) || şöhret. || ad tak m ak , Birine belirgin özellikleri do
adı belirsiz, N esebi açık olarak bilinmeyen, karı layısıyla ikinci bir a d vermek. || ad tam lam ası, dbl.
şık:.|| adı belli, {ağız} 1. İyi. 2. Açık; belli; aşikâr. 3. Birden çok isim ile m eydana getirilen tamlamalar;
Tamamen; başlı başına; temelli; bari oldu olacak. isim tam lam ası.\\ ad u rm a k , {eAT} A d vermek; a d
[DS]|| adı belli olm ak, {ağız} B ir şeyin m iktar ve koym ak.|| ad u ru n m a k , {eAT} A d takınmak; ... adı
değeri bilinmek. [DS]|| ad ı bellisiz, {ağız}] Verem. nı almak. || ad v erm ek, Adlandırmak, isim koy-
[DS 1| a d ı bellfi, {eAT} Meşhur; ünlü.|| adı çekil m ak.|| ad virilm iş, {eAT} B elli edilmiş; takdir edil
m ek, {ağız} (Kadın veya kız için) hakkında olumsuz m iş,|| ad v irin ilm ek , {eAT} Adlandırılmak; isim
sözler söylenmek; adı kötüye çıkmak; dedikodusu verilmek.\\ ad v irm ek , {eAT} Adlandırmak; isim
yapılmak. [DS]|| a d ı çıkm ak, 1. (Kişi için) belirli vermek.\\ ad v u rm a k , {eAT} A d koymak; a d ver-
bir niteliği ile m eşhur olm ak 2. K ötü şöhret ka mek.|| ad y a p m a k , B ir konuda başarılı olmak, adı
zanm ak.|| A dı çıktı dokuza, inm ez sekize. İnsan nı bu başarısı sayesinde duyurmak; kendini otorite
bir kere nasıl tanınırsa hep öyle bilinir.\\ adı geçen, olarak kabul ettirmek.\\ a d yavuzlugı, {eAT} A d
Önceden sözü edilen. || ad ı geçm ek, Kendisinden kötülüğü; kötü adlılık.
söz edilmek.\\ adı gezm ek, Hükmü geçmek; sözü a d 2, [ad] {eT} is. İpekli kumaş ve benzeri dokuma
dinlenmek.\\ adı ile yaşasın, H oşa giden, beğenilen cinsinden sanat eseri olan her şey. [DLT]
bir söz edenler için iyi dilek sözü. || ad ı k aale ahn-
a d 3, -d d i [Ar. ‘add jj -] {OsT} is. 1. Sayı; sayma; 2.
m am ak , Şahsına önem verilmemek.\\ adı k alm ak ,
Sadece adı ile anılır olmak.|| ad ı k a rışm a k , Uy (Öyle) kabul etme,
gunsuz bir olayın kişileri arasında bulunduğu sa ad, [Ar. ‘âd jU ] (a:d) {OsT} is. Âdetler; gelenekler.
nılm ak veya bizzat olayın içinde y e r almış olmak. ||
A D A 1, [İlk kadın programcı sayılan Lord B yron’un
ad ı kötrülm ttş, {eT} İktidar sahibi. [EUTS]|| adı
kötüye çıkm ak, Kötü bir şöhret sahibi olmak. || adı kızı A da’nm adından alınmıştır.] öz. is. Sayısal ve
lazım değil, Adının söylenmesi gerekmiyor. || ad ı rilerin işlenmesi, temel yazılım ların paralel olarak
n a, Hesabına. j| ad ın a gölge d ü şü rm ek , Şanına çalışması esasına dayanan büyük işletmelerin kul
uygun davranamamak.\\ ad ın a ne düşerse, {eAT} landığı standart bilgi işlem dili.
Şanına ne yakışırsa.|| ad ın çekm ek, {eAT} Adını A DA2, kısalt, kim. Adenozin di-fosforik asidin kı
saymak; anmak; söylemek. || ad ın ı alm ak, Başka saltması.
I M I lf E a M Î İ .^ ADA
a ’d a 1, [Ar. acda ls-ipI] (a-da:) {OsT} sf. Pek zalim; en nun genel adap ve aile nizamı aleyhine işlenen su ç
acımasız. la n kapsayan bölümü.\\ â d â b u ’l-bahs, {OsT} Tar
tışmada rakibi susturmanın usullerinin öğretildiği
a ’d a 2, -a ’i [Ar. ‘adüvv > a‘dâ5 t IjlpI] (a-da:) {OsT} is.
mantığa dayalı konuşma bilgisi.\\ âd âb ve e rk â n ,
Düşmanlar. S a ’d â ’-i dîn, {OsT} D in düşmanlan. {OsT} D oğru ve yerinde davranma; metot; yöntem ;
a d a 1, [ada] {eT} is. 1. Tehlike; felaket; musibet; bela. sıra ve saygı.
[Gabain] [EUTS], [İKPÖy.] 2. Baskı. [EUTS] ad ab ım u aşeret, [Ar. âdâb-ı m u'âşeret o y iU a y b l j
ad a2, [ada] {eT} is. Gereksinim; ihtiyaç. [EUTS] (a:da: bımua.şeret) {OsT} is. 1. Toplum içinde in
a d a3, [ada] {eT} zf. Başkası; diğeri; öteki. [EUTS] sanların birbirleriyle ilişkilerinde uymaları gereken
ada4, [ata / ada] {eT} is. Baba; ata. [EUTS] kurallar; görgü kuralları. 2. Herhangi bir toplantıda
ad a5, [eT. atağ [Râsânân]] is. 1. D ört tarafı da deniz benimsenmesi ve uyulması gereken ahlak, görgü ve
ile çevrili kara parçası. 2. Şehir plancılığında so nezaket kuralları.
kaklarla ayrılmış birbirine bitişik bulunan parseller ad acık ,1-ğı [ada-cık] is. Ç ok küçük ada.
topluluğu. 3. Küm eler hâlinde bir arada yığılm ış adacyo, [İt. adagio] (a d a ’cyo) zf. müz. 1. Yavaşça. 2.
nesneler topluluğu. «O rmanda gördüğün şu siyah is. Bu hızla çalman müzik parçası. 3. A ğır hareket
adacıklar yangın yerleri olm alı.» 4. {ağız} İçi dü lerle yapılan alıştırmalar veya bir balenin ağır ola
den, bataklık ve sazlıklarla kaplı, kenarlan kovalık rak oynanan bölümü.
ve çayırlarla kaplı otlak. [DS] S ad a balığı, zool. a ’d a d 1, [Ar. a'ded > a'dâd jIj^I] (a-da:d) {OsT} is. 1.
Genellikle yağı (ispermeçet) için avlanan tropikal Sayılar; rakamlar. 2. Cari hesap ve faiz hesaplan
ve astropikal bölge denizlerinde rastlanan yirm i
masında ana paranın faiz getireceği günlerin sayısı
metreye varan boyda ve 100 kilo ağırlığında bir
ile çarpımından elde edilen rakam ın muhasebecilik
dişli balina türü; am ber balığı; kaşalot. || a d a çayı,
terimi. S a ’dâd -ı asliye, {OsT} mat. A sıl sayılar;
bot. Ballıbabagiller fam ilyasından ferahlatıcı, göğ tam sayılar.\\ a ’d âd -ı kesriye, {OsT} mat. Kesirli
sü yum uşatıcı etkisi dolayısıyla yaprakları çay gibi sayılar.|| a ’dâd -ı m ütebâyine, {OsT} mat. Asal sa
demlenerek içilen bir şifalı bitki, (Salvia offici yılar; ortak bölenleri olmayan s a y ı l a r a ’d âd -ı
nalis)]] a d a dü d ü ğ ü , {ağız} 1. Ağaçtan yapılm ış u-
rü tb iy e, {OsT} dbl. Sıra sayıları. |j a ’d âd -ı tevziiye,
zun kaval. 2. Söğüt dalından yapılm ış düdük. [DS]||
{OsT} dbl. Üleştirme sayıları.
ada leyleği, {ağız} Çok uzun boylu adam. [DS]|| ad a
soğanı, bot. 1. Zambakgillerden sonbaharda mavi, a ’d ad 2, [Ar. a'dad > a'dâd ^Uitl] (a-da:d) {OsT} is.
beyaz, eflatun, pem be renkli çiçekler açan soğanlı 1. Kollar; pazılar. 2. Havuz kenanndaki düzgün
bir Akdeniz bitkisi; işkil; ak soğan; ayı soğanı; be taşlar veya duvarlar.
yaz soğan; loteşir soğanı; nuteşir soğanı; ölü so a ’d a d 3, [Ar. a'dad -Uitl] (a-dad) {OsT} sf. (Kişi için)
ğanı; (Urginea Scilla). 2. Bu bitkinin hekimlikte id ince ve kısa kollu,
rar artırıcı ve kalp kuvvetlendirici olarak kullanı
adadiyoz, [Yun. o tetoios (filan)] sf. argo. Kabadayı
lan zehirli soğanı.\\ ad a tav şan ı, zool. K ürk ve de
kıyafetinde; kopuk kılıklı,
risi için avlanan, tavşangillerden küçük yapılı ve
adag, [adağ] {eT} is. Ada. [Mühennâ]
kulakları küçük bir tavşan türü, (Oryctolagus cıı-
niculus). || a d a y av ru su , İsta n b u l’da Boğaziçi ba adagide, is. [Ödemiş’in Adagide (Ovakent) bucağın
lıkçılarının kullandığı iki veya üç çifte kürekli bir da el tezgâhlarında dokunduğu için böyle adlandı
tekne türü. rılmıştır.] Bordo zemin üzerine beyaz çizgili p a
adab, [Ar. edeb (terbiye, iyi ahlak) > âdâb ybT ] (a:- m uklu veya ipek karışım lı bürümcek,
da:b) {OsT} is. 1. Toplum un değerlerine uygun adagietto, [İt. adagio] (a d a ’g ietto) is. müz. İçten ve
olan, ahlaklılık. 2. Bir işi yapm anın kuralları; usul ağır tem polu kısa süren müzik parçası,
ler; yollar; metotlar. 3. huk. Herhangi bir ahlak ku adagio, [İt. adagio] (a d a ’g io) is. müz. B ir parçanın
ralının uyulmasını m ecbur saydığı; bir toplumdaki ağır tem poyla seslendirileceğini belirten terim;
dürüst insanlann çoğunluğunun kabul ettiği ahlaki adacyo.
esasların bütünü. S1 a d a b a ay k ırı, (Davranış için) adagöde, [ada+göde] {ağız} zf. (İnsan ve hayvan
toplumda ahlaka aykırı sayılan.\\ â d â b -ı a sr, {OsT} vücudunda görülen şişlik için) aşırı derecede. [DS]
Zamanın usulleri.|| âd âb -ı m u aşere t, {OsT} -*■ ada- a d ah i, [Ar. udhiyye > adahı ^ U i l ] (ada.hi:) {OsT}
bımuaşeret.ll â d âb -ı m u ta v a a t, {OsT} İtaat usulle is. Kurbanlar.
ri.|| âdâb-ı m ü n â z a ra , {OsT} K onuşm a ve tartışma
a d ah ik , [Ar. adahik dU Uil] (ada:hik) {OsT} is. G ü
kuralları,|| ad a b ın a uygun, Olması gerektiği şekil
de, kurallarına uygun olarak. || â d â b -ı um ûm iye, lünecek şeyler; şakalar,
{OsT} Genel ahlak ve davranış kuralları,|| â d âb -ı a d ah lu , [ad-ahlu / ad-ak-lu {eAT} sf. Nişanlı;
um ûm iye aleyhine c ü rü m le r, Türk Ceza Kanunu yavuklu.
ADA lM I İ İI tf S Ö M .,0 3
-adak, [-a-da-k / -edek] yap. e. Ses yansımalı kökler hayvan; 2. N işan ve söz kesm ek üzere düşünülen
den isim türeten bir ektir; türetilen zarflar hareket (kişi). 3. is. Tapmaklarda adak sunulan yer.
tarzı ifade eder. Bu ekin ünsüz+ünlü+ünsüz (bab) adaklu, [adak-lu] {eAT} sf. Nişanlı; yavuklu,
yapısındaki köklerden türettiği kelime sayısı azdır: a ’dal, [Ar. ı'd l > a'dâl JİJttl] (a-da.j) {OsT} is. 1.
patadak. Buna rağmen ünsüz+ünlü+ünsüz+ünsüz
Denkler. 2. Eşitler,
(babb) yapısındaki köklerden türetm eye oldukça
elverişlidir: hartadak, zıngadak. Birinci hâlde ek adal, -Ilı [Ar. adali J-il] {OsT} sf. 1. Doğruluktan,
öncesinde ünsüz türemesi görülür: şapadak > şap doğru yoldan pek uzak olan; çok sapıtmış olan; çok
padak. kötü yol tutmuş olan. 2. Pek çok yanlışı bulunan.
adak1, -ğı [ada-mak > ada-k] is. 1. Bir dileği gerçek adalam ak1, [ada-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] {ağız}
leştiği takdirde yerine getirilmek üzere A llah’a ve (Yağmur suları tarafından) bir yerin etrafını doldu
rilen söz. 2. Adanmış olan şey; sungu; nezir. 3. rarak ada hâline getirmek; ada görünümü vermek.
{ağız} Yağlı çörek. [DS] 4. {ağız} El büyüklüğünde [DS]
küçük ekmek. [DS] 5. {ağız} Küçük çocuklara per adalam ak2, [ada-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] Tar
şembe günleri dağıtılan şeker, üzüm, badem içi vb. tışmak; m ünakaşa etmek,
çerez. [DS] <5 adak aşı, folk. Yağmur duası önce adalanmak, [ada-la-n-mak] {eT} fi 1. Tehlikeye düş
sinde evlerden toplanan yiyeceklerle yapılan ye- mek; tehlikeli durum a düşmek; kötü hâlde olmak;
m ek.|| adak çocukları, Kurban ve Ramazan bay [Gabain] 2. Kötü duruma sokmak. [EUTS]
ramı arifelerinde evlerden hayır olarak yem iş ve
yiyecek toplamak üzere dolaşan çocıık topluluğu.\\ adalat, [Ar. ‘adale > ‘adalât o 'iU it] (adala:t) {OsT}
adak etm ek, (ağız}l. Adamak; vaat etmek. 2. A da is. Kaslar; adaleler. S adalât-ı inebiye, {OsT} anat.
ğı yerine getirmek. 3. H ayır yaparak öksüz ve yo k Gözbebeği kasları.|| adalât-ı mücevvefe, {OsT} a-
sulları doyurmak. [DS] || adak kurbanı, A dak ola nat. K alp kasları.
rak kesilen koyun, keçi, sığır ve deve cinsinden adale, [Ar. ‘adale (fare) .cLit] {OsT) is. Vücut hare
hayvan.\\ adak mevlidi, folk. Doğum, evlenme, ev ketlerini sağlayan sinir ve boyuna liflerden oluş
ve iş sahibi olma gibi durumlarda şükür ifadesi muş doku; kas. S adale-i cebhiye, {OsT} anat. Alın
olarak okutulan mevlit. kası.|| adale-i cildiye-i unk, {OsT} anat. Boyun deri
adak2, [ya-mak (yaymak, sermek) > ya-d-m ak > ya- kası.|| adale-i dâliye, {OsT} anat. D elta kası.|| ada
d-ak > ad-m ak > ad-ak (yere yayılan şey)] (adhak) le-i fahziye, {OsT} anat. Uyluk kası.|| adale-i hi-
{eT} is. 1. Ayak [İKPÖy.] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] câb-ı haciz, {OsT} anat. Diyafram kası. || adale-i
[EUTS] [DLT] [ETY] 2. {ağız} Çocuğun ilk adımları. kalb, {OsT} anat. Yürek kası. || adale-i madgıye,
[DS] S adak kamşatmak, K arışıklık çıkarmak. {OsT} anat. Çiğneme kası.\\ adale-i medâriye,
[Gabain] {OsT} anat. Çevre kası.|| adale-i melsâ, {OsT} anat.
adak3, [adak] {eT} is. Kap. [Mühennâ] Yalız kas. || adale-i muassıra, {OsT} anat. Büzgen
adak4, [Far. â d â k ilb l] (a:da:k) {OsT} is. Ada. kas. || adale-i müdhike, {OsT} anat. Güldürücü
kas.\\ adale-i muhatta, {OsT} anat. Çizgili kas.||
adak5, -kkı [Ar. adakk j^l] {OsT} is. Daha ince; en
adale-i mukabile, {OsT} anat. K arşıt kas.\\ adale-i
ince; çok dakik, muştiye, {OsT} anat. Tarak kası.|| adale-i mürab-
adaklam ak, [adak (ayak) > adak-la-mak] gçsz. fi [-r] ba’-ı m ünharife, {OsT} anat. Yamuk kas.\\ adale-i
[-l(ı)-yor] {ağız} 1. (Küçük çocuklar için) yürüm e müsennene, {OsT} anat. D işli kas.|| adale-i na’liye,
ye başlamak; ilk adımını atmak. [DS] 2. {eT} Ayak {OsT} anat. N alınsı kas.|| adale-i rahmiye, {OsT}
ile vurmak. [DLT] anat. Rahim kası; dölyatağı kası. || adale-i sadriye,
adaklanm a, [adak-la-n-ma] is. Nişanlanma. ■ {OsT} anat. Göğüs kası. || adale-i savtiye, {OsT}
adaklanm ak1, [adak-la-n-mak] {eT} dönşl. fi [-ur] anat. Ses kası.|| adale-i şeddadiye, {OsT} anat. Tı-
Ayak sahibi olmak; ayaklanmak. [DLT] kayıcı kas.|| adale-i ev’em iye-i sakiye, {OsT} anat.
adaklanm ak2, [adak-la-n-mak] dönşl. fi [-ır] Nişan Baldır ikiz kası.\\ adale-i zâttt’r-rüûs-i selâse,
lanmak {OsT} anat. Üç başlı kas.
adaklı, [ad-a-k-lı] sf. 1. A dak adamış olan. 2. {ağız} adaleli, [adale-li] sf. Kasları gelişmiş ve güçlü olan,
Varlığı kutsal bir şey uğruna feda edilmiş; adan
adalesiz, [adale-siz] sf. Kasları yeterince gelişmemiş,
mış; nezredilmiş. [DS] 3. {ağız} Nişanlı kız; sözlü;
gücü kuvveti olmayan,
yavuklu. [DS]
adaklıg, [ adak-lığ] {eT} sf. Ayaklı. [ETY] [DLT] adalet, [Ar. ‘adi > ‘adalet cJIjp ] (ada:let) {OsT} is. 1.
[EUTS] İnsanlar arasında hakkı koruyup eziyet ve zulüm
adaklık1, [adak-lık] {eT} is. Üzüm çardaklarına ayak olgularını kaldırm a işi; dad; denkserlik; hakkani
yapılacak ağaç. [DLT] yet. 2. Haksızlık eden suçluyu cezalandırmak ve
adaklık2, -ğı [adak-lık] sf. 1. Adak olarak seçilmiş hakkı gasp edilen m ağdura hakkım iade etme örgü
ü i i i ı t ı ı c t ı a ı • 109 ADA
tü. 3. Devletin yargılama yetkisi ve gücü. 4. Hakka Hukuk kuralları ile doğruluk ilkelerine uygun ola
saygıyı esas alan ahlak ilkesi. 5. Doğru ve dürüst rak.
olmak, insaflı davranmak, vicdanlı olmak, herkese adaletlilik, -ği [adalet-li-lik] (adaletlilik) is. Adaletli
hakkını verm ek erdemliliği. 6. Yönetimi ve göze olma vasfı.
timi altındakilere karşı adil, insaflı ve merhametli
adaletpenah, [Ar. ‘adalet + Far. penâh (a-
davranma. 7. Adliye kuruluşu. S adalet bakanı,
Adalet Bakanlığının görevlerim yürütm ekle görevli da:letpena:h) {OsT} sf. Adaletli, adil, adaletin ken
hükümet üyesi..\\ adalet bakanlığı, Türkiye Cum disine sığındığı,
huriyeti devleti içinde adalet işlerinin yürütülm esi adaletperest, [Ar. ‘adâlet + F. perest] (ada:letperest)
için gerekli, yasal, parasal ve yönetim şartlarını {OsT} sf. Adalete bağlı, adaleti çok seven,
düzenlemekle görevli bakanlık,\\ adalet dağıtmak, adaletsiz, [adalet-siz] (adadetsiz) sf. 1. A dalet ve hu
Kanunların sağladığı hakları sahiplerine vermek, kuk kurallarına aykırı davranan; hak gözetmeyen.
tanımak]] Adalet Divanı Lahey A dalet D ivanı y e 2. H ak ve hukuka aykırı, dürüstlük ve doğruluk
rine 1946 yılında Birleşmiş M illetler yayasının 92. ilkelerine ters davranan; eşit muam elede buluna
maddesine göre kurulmuş bir uluslararası ya rg ı mayan. 3. zf. Adalet ve dürüstlük ilkelerine bağlı
lama kurulu. || adalet emri, H alka zulüm yapılm a olmadan.
ması için sadrazam tarafından valilere gönderilen adaletsizlik, -ği [adalet-siz-lik] (adaletsizlik) is. 1 .
yazılı emir. || adalet kapısı, H ak ve hukukun ko Adalet noksanlığı, adil olmayan kim senin veya adi
runması için baş vurulan kurum; mahkeme; adli lane olmayan şeyin özelliği. 2. Doğru ve dürüst
ye]] adalet emri, H alka zulüm ve haksız muamele olmayan karar ve iş.
yapılmam ası için sadrazamlar tarafından valilere adalı, [ada-lı] is. ve sf. 1. Ada halkından olan kimse.
gönderilen emir. || adalete teslim etm ek, Suçluyu 2. Adadan gelen (kimse)
yargılanm ak üzere m ahkemeye teslim etmek. || ada
adalıg, [ada-lığ] {eT} sf. Tehlikeli; korkulu. [EUTS]
lete teslim olm ak, (Suçlu, sanık vb. için) ya rg ı
lanmak üzere ilgili makamlara kendiliğinden teslim adalî, [Ar. ‘adalı (adali:) {OsT} sf. 1. Kaslarla
olmak. || adaletine sığınmak, Birinin kendisi hak- ilgili olan; kas doku. 2. Adaleli.
kındaki kararında bağışlayıcı, âdil ve merhametli Adam, [Ar. âdem joT] {eT} öz. is. Hz. Adem. [EUTS]
olmasını dilemek; insafına sığınmak]] adâlet-i şü-
hüd, {OsT} Tanıkların adil, dürüst ve güvenilir ol adam, [Ar. âdem joT] is. 1. (Cinsiyeti dikkate alın
ma özellikleri.]] adalet mahkem esi, huk. İdari y a r madan) insan; kişi {eAT} (aynı). 2. Bir tek kişi. 3.
gı dışında y e r alan kişiler arası hukukla ilgili yargı Cinsiyeti erkek olan kişi. 4. Yetişkin erkek. 5.
kurumlan]] adâlet-nâm e, Yöneticilerin halka zu Y üksek makam sahibi, tanınmış kişi. 6. İnsana ya
lüm ve haksızlık etmemelerini önlem ek için p a d i kışır olumlu nitelikleri bulunan, erdem sahibi ol
şahların tahta çıktıkları zam an kadılara gönderdik muş, kendisine güvenilir, dürüst kişi. 7. M esleğinin
leri emir; adalet fermanı]] adalet sarayı, huk. Bü hakkını veren, çalışma alanı ve kişisel davranışları
tün yargı kurıımlarını içinde toplayan mahkeme ile tanınan, işinin ehli olan kişi. 8. Görevli, çalışan,
binası.|| adaletten kaçmak, (Yargılanması gereken müstahdem, hizmetli. 9. (Kadına göre) Erkek eş,
suçlu veya zanlı için) mahkemede yargılanm aktan koca. 10. Destekçi; koruyucu. «Bakanlıkta adamın
kaçınmak; teslim olmaması. |j adalet yılı, 5 Eylül ile yoksa senin iş ya ta r.» 11. Birinin tarafım tutan,
20 Temmuz tarihleri arasındaki yargılam a dönemi. tarafsız olamayan, yardakçılık eden. «Ona güven
adaletçi, [adalet-çi] (ada:letçi) is. 1. Adalet taraftan, olmaz, patronun adam ıdır.» 12. Karşı taraf veya
2. A dalet Partisi taraftarları, bu partiden olan siya rakip (çokluk hâlde). «Adamlar bizi pestile çevirdi
siler. ler.» 13. Belirsiz şahıs; gayri muayyen kimse.
adaletkâr, [Ar. ‘adalet + Far. -kâr jl i J l j * ] (ada;let- «Adamın tepesi atıyor.» 14. Birinin koruduğu kişi.
kâ:r) {OsT} sf. Adil davranan, adaletli, 15. (Kişi için) alçakgönüllülük göstermek amacıyla
kendisinden bahsederken kullandığı söz. “Adamın
adaletkârane, [Ar. ‘adalet + Far. -kâr-âne cJIap
içi parçalanır yahu buna. ” 16. ünl. A lay ederek bir
(ada;letkâ:ra:ne) {OsT} zf. Adilce, adilane, teklifi reddetmede kullanılır. "Adam (sen de), eski
adaletli olarak, deliler de kalmadı! ” Ahmet Rasim. S adama ben
zemek, Düzelmek, kendisine çeki düzen vermek]]
adaletkâri, [Ar. ‘adâlet + Far. -kâri (ada:-
adam adama savunm a, Basketbol veya fu tb o l gibi
letkâ;ri:) {OsT} is. Adillik; adil olma, takım oyunlarında, karşı takım oyuncularının her
adaletli, [adalet-li] (ada.letli) sf. 1. Hak ve hukuk birinin başına bir oyuncu görevlendirerek onun
gözeten, hukuk kurallarına göre davranan; adalet hareketlerini karşı savunma ile engelleyip sayı
duygusu taşıyan; âdil; dürüst. 2. Hukuk kuralları ile yapm asına izin vermemek.|| adam alm ak, 1. Sevdi
hakkaniyet ölçüsü açısından yerinde olan. 3. zf. ği erkeği gizlice evine kabul etmek. 2. İş yerinde
ADA Ö I İ M I İ i r a M .,10
çalıştırm ak üzere işçi almak.\\ adam almamak, adam sendeci, K endi çıkarından başka hiçbir şeyi
Ç ok kalabalıklaşmak,|| adam ardınca yavuz söy- kendine dert edinmeyen; nemelazımcı. || adam sıra
leyici, {eAT} Dedikoducu; çekiştiren.|| adam ayır sına girmek, 1. H atırı sayılır kişilerden olmak, iti
mak, İnsanlar arasında çeşitli sebeplerle farklı bar görmeye başlamak. 2. (Erkek çocuk için) yetiş
davranmak, eşit davranmamak,|| adam azmanı, kin erkek olmak. || adam testi, Teste tabi tutulacak
Norm al ölçülerin dışında çok iri insan. || adam ba çocuğun yaptığı insan resmine göre zihinsel duru
şına, H er kişiye, her birine.|| adam beğenmemek, munu inceleme tekniği. || adam yerine konmak,
Herkeste kusur bulmak, kusur aramak; başkaların D eğer verip saygı göstermek; adamdan saym ak
da eksiklik bulmayı huy edinmek.|| adam boyu, Bir adama, [ad-a-ma] is. Adak dileme işi; nezretme.
adam yüksekliğindeki kabataslak, ortalama ölçü.\\
adam ak1, [eT. ad > ad-a-mak g ç l.f. [-r] [-d(ı)-
adamdan saymak, Adam yerine konulmak, değer
verilmek.\\ adam değil cüdam, insan yerine koy yo r] 1. {eT} {eAT} A d koymak; adlandırmak; söy
m aya değmez; insanlıktan nasibini almamış. || a- lemek. [EUTS] 2. A llah’a bir dileği gerçekleştiği
dam değilim, (Sözünde duracağına veya dediğinin takdirde yerine getirm ek amacıyla vaatte bulun
olacağına dair) yem in sözü. || adam eti yemek, D e mak; nezretmek; {eAT} (aym). 3. Yem in niteliğinde
dikodu etmek.\\ adam etmek, 1. Yetiştirmek, eğit söz vermek; harcamak; feda etmek; bağlanmak;
mek; iş ve m eslek sahibi yapmak. 2. K ötü durumda hasretmek. 4. {eAT} V aat etmek.
olan bir yeri yaşanılır veya kötü bir şeyi kullanılır adamak2, [ad-a-mak] {eT} gçl. f. [-r] Birisine zarar
durum a getirmek; iyi bir hâle koymak.|| adam ev vermek. [EUTS]
ladı, İyi davranışlara sahip, soylu.|| adam gibi, 1. adamakıllı, [adam + akıl-lı] (a d a ’makıllı) sf. 1. M ü
İnsana yakışır tarzda, efendice; 2. İstenilen şekilde, kemm el olarak, yerli yerinde; esaslı; güzelce; layı-
işe yarar bir biçimde.|| (bir şeyin) adamı olmak, kıyla; mükemmelen. 2. zf. Küçümsenemeyecek
B ir işin ustası olmak.|| (birinin,) adamı olmak, Bir kadar; gereğinden çok 3. Tamamıyla, iyice; alabil
kimsenin hizmetinde bulunmak.\\ adamına çatmak, diğine; büsbütün,
A ksi ve beceriksiz, karşılaşılması arzu edilmeyen adamca, [adam-ca] (a d a ’mca) zf. 1. Adam olarak,
birine rastlamak.\\ adamına düşmek, 1. İyi, bece adam bakımından. 2 . İnsan sayısı olarak,
rikli ve usta bir kişiyle iş görmek; 2. Aksi ve bece adamcağız, [adam-cağız] is. İnsanda acım a ve sevgi
riksiz bir adamla iş yapm ak.j| adamına göre, İn duygusu uyandıran erkek,
sanlar arasında ayrım yaparak.|J adamın biri, Ör adamcasına, [adam-ca-sı-na] zf. Adam gibi, adama
neklendirm ek için isim vermek istemediğimiz za yakışır biçimde,
m an anlattığımız olayın kahramanı.\\ adamını adamcık, -ğı [adam-cık] is. 1. Kendisine acıma ve
bulmak, işin ehlini, ustasını; arabulucu kişiyi bul
sevgi duyulan erkek kişi. 2 . İnsan yerine konmaya
m ak,|| adam ı tanımak, İnsanlar hakkında bilgi ve
cak derecede kötülük dolu kimseler; aşağılık kişi.
deneyim sahibi olm ak.|| adam içine çıkamamak,
Toplumun hoş karşılamadığı bir tutum veya suçtan adamcıl, [adam-cıl J —r^T] sf. 1. {eAT} (Hayvan için)
dolayı insanlar arasına karışamamak, onlara gö- insana saldıran. 2 . İnsandan kaçan, insan arasına
rünememek. || adam içine çıkmak, Halkın arasına katılm aktan hoşlanmayan kimse. 3. [Olumlu ve
katılmak, başkalarının değerlendireceği bir iş ya p olum suz iki zıt anlamı bir arada bulunduran bu
m a k || adam ister, B ir işi herkesin başaramayaca kelimenin olumlu anlamı sonradan ortaya çıkmış
ğım , taliplilerinin belirli özelliklere sahip olması tır. Eski anlamı yavaş yavaş unutulmaktadır.] İn
gerektiğini ifade için kullanılır.\\ adam kaldırma, sanları seven, onlara m erham et besleyen, insan ara
Birini zor kullanmak suretiyle kaçırmak; zorla alı- sına karışmaktan hoşlanan kimse,
koymak. || adam kayırmak, T araf tutmak, iltimas adamcıllanmak, [adam-cıl-la-n-mak j^ JİU çoT]
geçmek. || adam kıtlığı, Aranan nitelikte kişi bula-
{eAT} dönşl. f. [-ur] A dam gibi görünmek; adamlık
mamak. || adam kollamak, Birini takip etmek; kü
taslamak.
çük hatalarına göz yum m ak.|| adam kullanmak,
adam cıllık, -ğı [adam-cıl-lık] sf. Adamcıl olma du
işlerini başkalarına yaptırm anın yollarını bilmek.\\
rumu.
adam olmak, i. Yetişip mevki ve makam sahibi ol
mak. 2. (Erkek çocuk için) büyümek; erginlik çağa adamet, [Ar. 'adâm et cuoIjlp] (ada.met) {OsT} is. A -
na gelmiş olmak. 3. (Eşya, y e r için) onarım ve ba kılsızlık; aptallık; budalalık,
kım yapılarak kullanılabilir ve yaşanabilir hâle adami, [Ar. 'ademî] (a;dami;) is. İnsan; beşer. S1 â-
gelm ek.|| adam öldürme, Silahla veya başka usul
dam î dakı perrî, {eAT} İnsanlar ve cinler.
lerle birini öldürme.\\ adam sarrafı, İnsanları ve
insan psikolojisini iyi bilen, iyi ve kötü kişileri he adamkökü, -nü, -kleri [adam+kök-ü] is. Adamotu
m en tanıyabilen kişi.|| adam sen de, "Hiç umu bitkisinin kökü,
rum da değil, önemi y o k !” anlamında bir ünlem.|| adamlık, -ğı [adam-lık j^oT] is. 1. İnsana yakışır hâl
H I K E S H i . in ADA
ve hareket. «Bırak, adam lık sende kalsın.» 2. sf. adar, -rrı [Ar. adarr yi>\] {OsT} sf. En zararlı, ö a-
Halk arasında bayram ve törenler için giyilen elbi darr-ı müskirat, {OsT} İçkilerin en zararlısı.
seye verilen isim. «G örücü geleceğini duyunca, a-
adara, [ada-r-a] {eT} is. Ayrıntılı; inceden inceye; te
damlıklarını giydi.» 3. {ağız} İçi pamuklu erkek hır
ferruatlı. [EUTS]
kası. [DS] 4. {eAT} Olgunluk; erginlik. 5. {ağız} Ev
lerde erkeklerin oturduğu yer; sedir. [DS] 6. {ağız} adarmak, [ad-ar-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Ayırmak.
M isafir odası. [DS] [EUTS]
adamotu, -nu, -tla n [adam+ot-u] is. t. bot. Kökleri adartmak, [ada-r-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Zarar ver
insan vücudu biçiminde oluşundan dolayı büyücü mek; tehlikeye atmak,
lükte, yumruları ise halk hekim liğinde ilaç olarak adartu, [adar-t-u] {eT} sf. Tehlikeli. [ETY]
kullanılan, Akdeniz çevresinde yetişen bir bitki;
abdüsselam, (Mandragora officinarium) a ’das, [Ar. ‘ades > a'dâs {OsT} is. M ercimek
adamsız, [adam-sız] is. 1. Yardımcısız, hizmetçisiz. ler. 1
2. sf. (Kadın için) kocasız kalmış, adaşız, [ada-sız] {eT} sf. Korkusuz; tehlikesiz; baskı
adamsızlık, -ğı [adam-sız-lık] is. 1. Personel azlığı; olmadan; baskısız. [EUTS]
yetişmiş eleman yokluğu; kaht-ı ricâl. 2. (Kadın
adaş, [ad-daş > adaş] is. 1. A ynı adı taşıyanlardan
için) eşi olmama durumu,
birine göre diğeri. 2. {eT} Dost; arkadaş; eş; yoldaş.
adan, [adan] {eT} zf. Başkası; diğeri; başka türlü; [Gabain] [ETY] [DLT] [EUTS] 3. {ağız} Kardeş edi
bundan başka. [EUTS] nilmiş olan. [DS] S adaş kadaş, {eT} Arkadaş;
adanat, [Yun. anadoti] {ağız} is. Ekin demetlerini dost; ahbap; soy sop. [EUTS]
kağnıya yüklem ekte kullanılan üç çatal ağızlı araç. adaşlık, -ğı [adaş-lık] is. 1. Adaş olma, aynı adı
[DS] taşım a durumu. 2. {eT} Arkadaşlık; dostluk. [DLT]
adanümak, [ad-an-ıl-mak] {eAT} edil. f. [-ur] Tayin adaşm ak, [ad-aş-mak] işteş, f. [-ır] (Çocuklar için)
ve takdir edilmek, oyuna başlamadan ad seçerek eşleşmek,
adanılmış, [adan-ıl-mış] {eAT} sf. Tayin ve takdir
adat, [Ar. ‘âdet > ‘âdât o b U ] (a.da.t) {OsT} is.
edilmiş.
Âdetler; alışkanlıklar; görenekler; usuller ve tabiat
adanlu, [ad-a-n-mak > ada-n-lu yjbT] {eAT} sf. ...
lar. S âdât-ı medeniyet, {OsT} Uygarlık gelenek
a d lı;... adını takınmış, leri.,|| âdât ü ahlak, {OsT} Töre.
adanma, [ad-a-n-ma] is. A dak dileğinde bulunulma
adatm ak, [ad-a-t-mak] g ç l . f [-ır] Birinin bir adakta
işi.
bulunmasını sağlamak; adama işini yaptırmak,
adanmak', [ad-a-n-mak ji^T] {eAT} dönşl. f. [-ur] 1.
adavet, [Ar. ‘adâvet ojI-ap] (ada:vet) {OsT} is. D üş
Ad almak; ad takınmak. 2. edil. f. Ad takılmak; la
manlık; kin.
kap takılmak.
aday, [ad-ay] sf. 1. Bir iş, bir görev veya siyâsi m a
adanmak2, [ada-n-mak] edil. f. [-ır] A dak dileğinde
kama gelmek için istekli olan; namzet; gönüllü;
bulunulmak; adak edilmek,
talip. 2. Belirli staj dönemini geçirdikten sonra işe
adanmış, [ada-n-mış jiiû i] {eAT} sf. Muayyen; be alınacak olan; yetiştirilmekte, eğitilmekte olan;
lirli. S adanmış vakt, {eAT} Muayyen zaman. stajyer. 3. B ir göreve getirilmesi beklenen. 4. is.
adaptasyon, [Fr. adaptation] (adapta ’syon) Bir şeyin Nişanlı; sözlü, fi1 aday adayı, İlk elemeye katılarak
başka bir şeye uydurulması; bir varlığın bir başka seçildiği takdirde aday olacak kişi. || (birini, bir ese
varlık ile veya ortam ile bağdaşm ası; uyarlama; ri) aday göstermek, Adaylığı uygun görerek öner-
intibak. mek. || aday olmak, K endisini uygun görerek istekli
adapte, [Fr. adapter > adapte] sf. 1. Uymuş. 2. (Bir olmak; talip olmak. || aday yoklam ası, Genel se
eser için) yazıldığı toplum un gelenek ve görenekle çimlere katılacak milletvekili adaylarını tespit et
rinden farklı bir toplum unkine uydurulmuş olan. 3. m ek üzere p a rti kurullarınca yapılan seçim işi.
(Bir türe uygun olarak yazılmış bir eser için) başka adayavrusu, [ada+yavru-s-u] is. İstanbul’da Boğazi
bir türe uyarlanmış olan. S adapte etmek, Uyar çi balıkçılarının kullandığı iki veya üç çifte kürekli
lamak]', adapte olm ak, 1. Uyarlanmak. 2. Uymak. bir tekne türü,
adaptör, [Fr. adaptateur] is. Bir iş için üretilmiş bir adaylık, -ğı, [ad-ay-lık] is. Aday olm a durumu;
alet veya parçayı ölçü ve standardı değişik başka namzetlik. S adaylık eğitimi, Belirlenmiş şartları
bir alet ile kullanmak için arada uyumu sağlayan taşıyan kişilerin belirli bir dalda unvan kazanma
ara parça; uyarlayıcı; uyarlaç. ları ve yetişm eleri için yapılan süreli hazırlayıcı
adar1, [? adar] {ağız} is. Olgunluk. [DS] çalışma. || adaylık süresi, B ir işe veya mesleğe
adar2, [Ar. 'adar / Far. adar] (ada:r) {ağız} is. Mart. girm ek için aday olan kişinin eğitimi ve yetiştiril
[DS] m esi için gerekli olan zam an dilimi.\\ adaylığını
ADA Ö M B l I İ R M . m
koymak, Seçilme yeterliliğine sahip bir kişinin aded-i gayr-i muntak, {OsT} mat. Oranlanamaz
adaylık için başvurması. || adaylıktan çekilmek, sayı; irrasyonel sayı.\\ aded-i hakikî, {OsT} mat.
Adaylar arasında bulunmasına rağmen kendi isteği Gerçek sayı. || aded-i kesrî, {OsT} mat. K esirli sa-
ile seçime katılmaktan vazgeçtiğini ilan etmek, se yı. || aded-i menfî, {OsT} mat. Sıfırdan küçük sayı;
çim e katılmayı istememek. n eg a tif sayı.\\ aded-i m evhum , {OsT} mat. Sanal
adayu, [ada-yu] {eT} sf. 1. Sevimli; aziz; değerli. 2. sayı.\\ aded-i muntak, {OsT} mat. Oranlanabilen
Yavru. [EUTS] sayı; rasyonel sayı. || aded-i müretteb, {OsT} mat.
adcı, [ad-cı] sf. fel. Adcılık öğretisine bağlı olan; Tam sayı. || aded-i mttsbet, {OsT} mat. Sıfırdan bü
nominalist; ismiye. y ü k sayı; p o z itif sayı.\\ aded-i rütbî, {OsT} dbl. Sıra
adcılık, -ğı [ad-cı-lık] is. fel. 1. Görünen şeylerin bildiren sayı. j| aded-i rüüs, {OsT} huk. K işi sayısı.||
kendi başlarına birer varlıkları bulunmadığım an aded-i silsile-i ale’l-vilâ, {OsT} mat. Aritm etik di-
cak bunların zihnimizde canlandırdığımız görüntü zi.|| aded-i tâmm, {OsT} mat. Tam sayı.\\ aded-i
leri ile var gibi sandığımızı savunan felsefî görüş; tevziî, {OsT} mat. Üleştirme bildiren sayı.
nominalizm; ismiyyun. 2. Bu felsefî görüşün etkisi adlıg, [ad-lığ] {eT} sf. 1. Adlı; sanlı; ünlü; tanınmış
ile para biriminin aslında bir değerinin bulunm adı kimse; ad almış. [EUTS] 2. Atlı; sipahi; süvari. [E-
ğını savunan İktisadî görüş. UTS]
adeden, [Ar. ‘adeden Iİjlp] (a d e’den) {OsT} zf. Sayı
addar, [Ar. ‘addâr jİJıt] (adda:r) is. Denizci; gemici,
olarak; sayıca; miktarca.
addedilme, [Ar. ‘add + T. edil-me <1-^.1 J^] (a ’dde-
adedi, [Ar. ‘adedî (adedi.:) {OsT} sf. Sayı ile
dilme) is. (Öyle) sayılma,
ilgili; sayısal.
addedilmek, [Ar. ‘add + T. edil-mek dlijul -lp] (a'd-
adedim ürettep, -bi [Ar. ‘aded-i müretteb i a*]
detmek) ed il.f. [-ir] (Öyle) sayılmak,
(adedi ’mürettep) {OsT} is. B ir meclisi, bir kurulu
addetme, [Ar. ‘add + T. et-me j_t] (a ’ddetmek)
m eydana getiren üyelerin belirlenen sayısı; üye tam
is. (Öyle) sayma, sayısı.
addetmek, [Ar. cadd + T. et-mek ıiUij.1 -lp] (a ’ddet adediyat [Ar. ‘adediyyât o l^ -ip ] (adediya:t) {OsT}
mek) gçl. f. [-(d)-er] [-e(d)iyor] 1. (Bir şeyi, bir is. 1. Sayı ile ilgili olanlar. 2. Sayılabilen şeyler, fi1
şey) saymak; bilmek; farz etmek; telakki etmek. 2 . adediyât-ı mütefâvite, {OsT} Birimleri, arasında
mec. Öyle kabul etmek; tutmak. «H er şey apaçık değer fa rkı bulunan şeyler. || adediyât-ı müteka-
ortada iken o bunu y o k addediyor.» 3. Sanmak. ribe, {OsT} Birim leri arasında değer fa rkı bulun
«Bunlar da kendilerini politikacı addediyor, öyle mayan şeyler.
m i?» a’del, [Ar. a‘del J a p I] (a-del) {OsT} sf. Daha adil; en
addın, [ad-dın] {eT} z f 1. Diğer; başka; başkası. 2. sf.
adil; pek adil; çok doğru. S a ’delü’l-âdilîn, {OsT}
Yabancı, yad. [EUTS]
I. Adillerin en adili. 2. Allah.
addınçıg, [ad-d-ınçığ] {eT} sf. Başka; başkaca; çeşit
âdem, [Ar. / İbr. âdem joT] (a:dem) {OsT} is. 1. İnsan,
li; özel; seçkin; mümtaz; üstün derecede; hayrete
değer; şaşırtıcı. [EUTS] adam; kişi. 2. mec. İnsanda bulunması gereken er
addırık, -ğı [ad-dır-ık?] {ağız} sf. Kahpe; orospu. demlere sahip (kimse) 3. öz. is. İlk yaratılan insan;
[DS] insanlığın babası; Hz. Adem, fi1 Adem baba, argo.
addırmak, [at-tır-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] 1. Bir sıvıyı 1. Afyonkeş, uyuşturucu alışkanlığı olan. 2. H apis
fışkırtmak. 2. (Küçük çocuklar için) sidiği ileri hanelerde haraççılara yardakçılık eden.|| Adem
doğru fışkırtarak işemek. [DS] elması, anat. insan boynunun ön bölümünde yer
alan gırtlak çıkıntısı. || Adem evladı, İnsanî özellik
addolunma, [Ar. ‘add + T. ol-un-ma (a ’d
leri kendisinde toplayan canlı; insan.\\ Sdem-hâr,
detmek) is. (Öyle) kabul edilme, {OsT} İnsan yiyici.|| âdem-küş, {OsT} İnsan öldü-
addolunm ak, [Ar. ‘add + T. ol-un-mak j^] ren.|| Adem oğlanı, {eAT} İnsanoğlıı.\\ Adem oglı,
(a ’ddetmek) edil. f. [-ur] (Öyle) kabul edilmek, {eAT} İnsanoğlu.\\ âdem-pirâ, {OsT} Bilgili adam;
ade, [Ar. ‘âdet > âde coU] (a:de) is. Arapça kurallara olgun insan.|| Adem tonma girm ek, {eAT} İnsan
kılığına girmek.
göre yapılan birleşik kelimelerde usul, y o l anlamı
na gelen âdet kelimesinin aldığı biçim, fe v k ’al-âde, adem, [Ar. ‘adem f-u ] {Os T} is. 1. Yokluk; hiçlik;
ale ’l-âde. ölüm. 2 . sizlik " anlamı verm ek için bazı kelime
aded, [Ar. ‘aded j-ip] {OsT} is. -*■ adet. 0 aded-i â- lerin başına getirilmiştir: adem-i dikkat (dikkat
sam , {OsT} mat. Kesirli sayı; rasyonel sayı. || aded-i sizlik), adem-i imkân (imkânsızlık), adem-i salahi
aslî, {OsT} mat. A sıl sayı. || aded-i âşârî, {OsT} mat. y e t (yetkisizlik) S adem-abâd, {OsT} 1. Yokluk ül
Onluk sayı.\| aded-i ferd, {OsT} mat. Tek sayı.|| kesi. 2. Öliim.\\ adem-i basîret, {OsT} Uzak görüş
Ö Î İ tH ffiJ S I M ! .113 ADE
sahibi olamama; basiretsizlik,|| adem-i dikkat, gâ:h) {OsT} İnsan olan yer; insanların yerleştiği
jOsT} Dikkatsizlik.|| adem-i emniyet, {OsT} Güven yer.
lik yokluğu.^ adem-i ifâ, {OsT} Yerine getirememe; ademîlik, [âdemî-lik] {eAT} is. İnsanca davranış; y u
yapamama.\\ adem-i ihtimâl, {OsT} Olamamazlık.\\ muşaklık.
adem-i iktidar, {OsT} 1. Gücü yetm em e; güçsüz ademimerkeziyet, [Ar. adem-i + merkeziyyet
lük. 2. Cinsel güç yokluğu; iktidarsızlık. || adem-i
imkân, {OsT} Olamazlık; imkânsızlık,|| adem-i CojS"y>] (ade ’mimerkeziyet) {OsT} is. siy. Yönetimin
imtizaç, {OsT} 1. Uyuşamama; bağdaşmazlık. 2. bir merkezden değil de yerinden yapılması gerekti
Geçimsizlik.|| adem-i inkıta, {OsT} Kesilmezlik.\\ ğini savunan siyasi görüş; yerinden yönetim,
adem-i inzibat, {OsT} Tertipsizlik; düzensizlik.|| ademimerkeziyetçi, [adem-i+merkeziyyet-çi] (ade '-
adem-i irtibat, {OsT} mant. Bağlantısızlık; ayrık mimerkeziyetçi) sf. Yerinden yönetim görüşünü sa
lık.|[ adem-i istikrar, {OsT} Kararsızlık.|| adem-i vunan (kimse).
istim â’, {OsT} huk. (Dava için) dinleme yokluğu.\\ ademimüdahale, [Ar. adem-i+müdâhale ^jj-]
adem-i iştihâ, {OsT} İştahsızlık.|| adem-i itaat, (ade'mimüda:hale) {OsT} is. siy. Doğrudan ilişkisi
{OsT} Buyruk dinlemezlik; itaatsizlik.|| adem-i ihti olmadıkça bir devletin, başka bir devletin iç işleri
laf, {OsT} Uyuşmazlık yokluğu; anlaşmazlık yoklu ne karışmaması.
ğ u ^ adem-i i ’timât, {OsT} Güvensizlik.|| adem-i
âdemiyan, [Ar. âdemi + Far. -yân olyoT] (a:demi:-
kabul, {OsT} K abul etmeme durumu.\\ adem-i ki
fayet, {OsT} Yetmezlik.|| adem-i levn, {OsT} biy. ya:n) {OsT} is. İnsanlar,
Akşınlık; albinizm.\\ adem-i lüzum, {OsT} Gerek- âdemiyane, [Ar. âdemî + Far. -yâne (a:de-
sizlik.\\ adem-i merkeziyet, {OsT} 1. M erkez yoklu mi:ya:n) {OsT} zf. İnsanca; adamca; erkekçe.
ğu. 2. Kuruluşların merkezden değil de kendi ken
âdem iyet1, [Ar. âdemiyyet o-^oT] (a:demiyet) {OsT}
dilerini yönetm esi sistemi; yerinden yönetim. ||
is. 1. İnsanlık. 2. Erkeklik. 3. Terbiyeli insan olma.
adem-i m es’üliyet, {OsT} Sorum suzluk,|| adem-i
mevcüdiyet, {OsT} Yokluk; bulunmama durumu.\\ ademiyet2, [Ar. ‘ademî > ‘âdemiyyet {OsT} sf.
adem-i mutabakat, {OsT} Uyuşmazlık; uymazlık.|| 1. Yoklukla ilgili. 2. Ölümle ilgili,
adem-i muvafakat, {OsT} Olursuzluk; razı olm a âdemizad, [Ar. âdemî + Far. -zâd Jİj fol] (a:de-
ma durumu.\\ adem-i muvaffakiyet, {OsT} Başarı
miza:d) {OsT} is. İnsanoğlu; insandan doğmuş,
sızlık,|| adem-i müdâhale, {OsT} K arışmazlık.||
âdemlenmek, [âdem-le-n-mek] {OsT} dönşl. f. [-ir]
adem-i müsâade, {OsT} İzinsizlik,|| adem-i müsa
1 . İnsanlaşmak. 2. İnsanlık taslamak,
vat, {OsT} Eşitsizlik; dengesizlik.|| adem-i nezâfet,
{OsT} Temizlik yokluğu; pislik. j| adem-i riâyet, âdemoğlu, -nu, -ğulları [Ar. âdem + T. oğ(u)l-u]
(a:demoğlu) is. 1. İnsan türü, 2. mec. Dürüst ve iyi
{OsT} Saygısızlık; kurallara uymazlık.\\ adem-i
insan.
selâhiyet, {OsT} Yetkisizlik.|| adem-i sebat, {OsT}
Çabuk bıkıp usanma durumu; direnmezlik; sebat âdemotu, -nu, -tları [Ar. âdem + T.ot-u] (a:demotu)
sızlık; sebat yokluğu.\\ adem-i tâbiiyet, {OsT} B a is. bot. -* adamotu, (M andragora officinarium)
ğım sızlık,|j adem-i ta’kib, {OsT} huk. Kovuşturma adenalji, [Fr. adenalgie] is. tıp. L enf düğümü m er
yokluğu; takipsizlik)] adem-i tecâvüz, {OsT} Sal- kezlerinde bulunan ağrı,
dırmazlık.\\ adem-i te’diye, {OsT} Ödememe duru adenandra, [Lat. adenandra] is. bot. Sedefotugiller
mu; ödemezlik.\\ adem-i tenazur, {OsT} Sim etrisiz familyasından Güney Afrika kökenli idrar söktürü-
lik; bakışımsızlık.|| adem -i tem yîzü’l-elvân, {OsT} cü ve uyarıcı olarak halk hekimliğinde kullanılan
Renk indisi.\\ adem-i teslîm , {OsT} E vrak vb. teslim bir bitki, (Rutacae).
etmeme durumu. adenantera, [Lat. adenanthera] is. bot. Baklagiller
den, tohumlarından yağ elde edilen bir tropik bitki;
ademan, [Ar. âdemân jlo T ] (adema:n) {OsT} is. A-
Amerikan baklası,
damlar; insanlar. adenaz, [Fr. adenase] is. fızyol. Adeninin parçalana
Ademcilik, -ği [âdem-ci-lik] (a;demcilik) is. Ortaçağ rak sindirilmesini sağlayan bir çeşit pankreas salgı
Avrupa’sında Adem ile H avva’yı taklit ettiklerini sı.
iddia ederek çıplak yaşamayı savunan tarikat; bo
adenektomi, [Fr. adenectomie] is. tıp. 1. L enf bezi
hem.
nin ameliyatla alınması. 2. Bez dokularda oluşan
âdem î1, [Ar. âdemî ^ T ] (a:demi;) {OsT} sf. 1. İn zararsız urların alınması ameliyatı,
sanla ilgili. 2 . Âdemle ilgili. adeni, [Fr. adenie] is. tıp. L enf bezlerinde lenfoit
ademî2, [Ar. ‘adem! / ‘ademiyye / v -J^ ] (ade dokunun bölünüp çoğalması ile ortaya çıkan hasta
mi:) {OsT} s f Y oklukla ilgili. lık.
ademigâh, [Ar. âdem + Far. -gâh ol? joT] (a:demi:- adenilik, [Fr. adenylique] sf. biy-kim. Kasların ka
ADE Ö IM rü IC E S İİM .1,4
sılm asında rol oynayan fosforik asidin bir çeşit tü mediği, içten gelerek yapm adığı hâlde; başkaları
revi; adenozintrifosforik. yapıyor desinler diye.
adenilsiklaz, [Fr. adenylcyclase] is. biy-kim. Gliko adet, -di [Ar. ‘aded s-] {OsT} is. 1. Sayı. 2. Birim
jenin yapım ve yıkımında, ayrıca yağların parça
olarak kabul edilmiş şeylerden her biri; tane,
lanm asında rolü olan zar enzimi,
âdeta, [Ar. ‘âdet > ‘âdeta talc-] (a:deta;) {OsT} zf. 1.
adenin, [Fr. adenine] is. biy-kim, org-kim. Nükleik
asitlerin birleşimine girerek adenozin ve dezoksia- Alışılageldiği gibi. 2. Neredeyse; hemen hemen;
denozin oluşum unda görev alan pürik baz; formü sanki. 3. is. Atın, sağ arka ile sol ön, sol arka ile
lü: C 5H 5N 5 sağ ön ayaklarını eş zamanlı olarak kaldırıp basa
adenit, [Fr. adenite] is. tıp. Lenfatik damarların lenf rak en yavaş yürüyüşü,
düğümlerine bağlandıkları yerlerde meydana gelen âdetçe, [âdet-çe] {eAT} zf. Alışılageldiği gibi; âdet
iltihaplı hastalık. üzere; âdete uygun,
adetçe, [adet-çe] (a d e’tçe) zf. Sayıca; miktar bakı
ader1, [Ar. âder j^T] (a:der) {OsT} sf. (Kişi için) ka
mından; adeten.
sık fıtığı olan.
âdeten, [Ar. ‘âdet-en î^U] (a .d e ’ten) {OsT} zf. Adet
ader2, [Far. âder _>iT] (a:der) {OsT} is. Ateş,
üzerine; âdet olduğu gibi,
ades, [Ar. ‘ades {OsT} is. Mercimek, âdetullah, [Ar. ‘âdet’Allah > ‘âdetuIllâh -dll c o lt]
adesat, [Ar. ‘adese (mercimek tanesi) > ‘adesât {OsT} is. A llah’ın koyduğu değişmez düzen ve ka
ü L j » ] (adesa:t) {OsT} is. 1. Mercimekler. 2. M er nunlar; sünnetullah.
âdetperest, [Ar. ‘âdet + Far. perest] (a;detperest) sf.
cekler.
Adetlere bağlı; muhafazakâr,
adese, [Ar. ‘ades (mercimek) > ‘adese -i^] {OsT) is.
adevan, [Ar. ‘âdevân jtja p ] (a.deva. n) {OsT} is. Hız
fız. Mercek, ö adese-i ayniye, {OsT} fiz. Gözleme
merceği; oküler. \| adese-i m er’iye, {OsT} fız. Nesne la koşma.
merceği; objektif.\\ adese-i mütekarib, {OsT} fız. adezyon, [Lat. adhaesion > Fr. adhesion] is. fız. Birbi
Yakınsak mercek. rine değmekte olan iki katı veya katilarla sıvılar
arasındaki moleküler çekim kuvveti,
adesî, [Ar. ‘ades > ‘adesî i*] (adesi:) {OsT} sf. 1.
adgançsız, [ad-ğanç-sız] {eT} sf. Başına buyruk; öz
M ercim ekle ilgili. 2. Mercimeğe benzeyen; merci gür; hür; serbest. [EUTS]
m ek gibi. 3. Mercekle ilgili,
adgangu, [ad-ğa-nu] {eT} is. Temyiz; tefrik; ayırt et
âdet, -ti [Ar. ‘âde > Far. ‘âdet co U ] (a:det) {OsT} is. me; ayıklama. [EUTS] S adgangu törü, huk.
1. Alışılmış faaliyet. 2. Toplum içinde yapıla yapıla [EUTS] Ayıklam a töresi; tem yiz töresi. [EUTS]
alışılmış olan; usul; kaide; anane; gelenek; göre adganmak, [ad-ğan-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Bağ
nek; örf; teamül; töre; yapılageliş. 3. Bir kimsenin lanmak. [EUTS]
sık sık tekrarlam ak suretiyle edinmiş bulunduğu adgar, [ad-ğar] {eT} is. Aygır. [EUTS]
davranış değişiklikleri, yapısında var olan huy ve adgas, [Ar. dağs > ‘âdğâs ^-LpJlp] (adğa:s) {OsT} is.
tabiatı; huy; tarz. 4. eski. Vergi. 5. örtmece. Kadın
Rüya karışıklığı,
ların aybaşı durumu. S âdet çıkarmak, Yeni bir
adgır, [ad-ğır] {eT} is. Aygır. [Gabain] [Tekin] [DLT]
davranış çeşidi başlatmak.\\ âdet edinm ek, Bir
[EUTS] [ETY]
davranışı sonradan alışkanlık hâline getirmek. Ye
adgırak, [ad-ğır-ak] {eT} is. Kulakları beyaz vücudu
ni bir huy sahibi olmak. || âdet etmek, Bir davranışı
nun diğer tarafları kara olan erkek geyik; dağ keçi
sonradan alışkanlık hâline getirmek. Yeni bir huy
sinin erkeği; dağ tekesi. [EUTS] [DLT]
sahibi olmak.|| âdet görmek, Kadınların ay hâli
adgırıg, [ad-ğır-ığ] {eT} sf. Aykırı. [ETY]
olmaları.\\ âdet-i agnâm, {OsT} Koyun ve keçiden
adgırlanmak, [ad-ğır-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
alınan vergi.|| âdet-i gulâmiye, {OsT} D evlet işleri
1. Aygır almak; aygır sahibi olmak. 2. Aygırlaş-
ni gördürm ek için çalıştıralan insanların ücretleri
mak. [DLT]
ni ödem ek için alınan vergi.|| âdeti veçhiyle, A lış
adgırlık, [ad-ğır-lık] {eT} sf. 1. A ygır olacak; aygır
mış olduğu şekliyle. || âdet olduğu gibi, Alışılmış
olabilecek. [ETY] 2. is. Aygırlık; hara. [Gabain] 3.
şekliyle.|| âdet olduğu üzere, Alışılmış şekliyle.\\
Yılkı. [EUTS]
âdet olm ak, B ir davranışın gelenek hâline gelme-
«'.|| âdet romanı, Görenekleri tema olarak almış adguk, [ad-ğuk] {eT} is. Kim olduğu belli olmayan
sığıntı kimse. [DLT]
bulunan roman. || âdetten kesilmek, Kadınların bir
daha ay hâli durumuna gelmemeleri.\\ âdetu’llâh, adha, [Ar. adhâ Uwsl] (adha;) {OsT} is. Kurbanlar;
A lla h ’ın töresi.|| âdet yerini bulsun diye, A rzu et kurbanlık hayvanlar.
O lf f ilI İ lW S 8 M .ıı5 ADI
adham, [Ar. adham {OsT} sf. (Kişi için) iri kullanılır,|| adım sekitmek, {ağız} 1. D urduğu y e r
den sıçrayarak uzaklaşmaya kalkışmak. 2. D urdu
yapılı.
ğu yerden sıçrayıp uzaklaşmasına meydan vermek.
-adı, [-adı / -edi] {eAT} çek e. İstek kipinin hikâye
[DS]|| adım uydurmak, 1. Beraber yürüm ek için
a-y-dı” ve şart kipinin hikâye “sa-y-dı” değerinde
aynı zam anda adım atmak, 2. Aynı çağı yaşayabil
kullanılır. "Ziyaret edüp cemalin göredi (görsey
mek için aynı çalışmaları yapm ak ve aynı başarıyı
di). ” Velâyet-i Hacı Bektaş.
göstermek.\\ adım yirde, {eAT} Adım başına.
adı, [adi > adı] {ağız} sf. 1. Serseri; ahmak. 2. İnsan
içine girmeyen; yabani. [DS] adımak, [ad-ı-mak / ad-a-mak j-oT] {eAT} f. A dlan
adıg, [ad-ığ] {eT} is. Ayı. [ETY] [DLT] [EUTS] S a- dırmak; ad vermek,
adımlama, [adım-la-ma] is. B ir yeri adım adım
dıg merdegi, Ayı yavrusu. [DLT]
dolaşma veya adımları ile ölçme işi.
adıg, [ad-ığ] {eT} sf. Ayık.
adıglamak, [adığ-la-mak] {eT} gçsz. f. [-r] Şaşala adımlamak, [adım-la-mak / jj*Jıol] g ç l.f. [-r]
mak. [DLT] [-l(ı)-yor] 1. Bir uzaklığı eşit adımlar atarak adım
adıglıg, [adığ-lığ] {eT} sf. Ayısı çok olan yer. [DLT] cinsinden ölçmek. 2. Bir yerde gayesiz dolaşmak,
adıl, [ad-ıl] is. dbl. Kendisi isim olmadığı hâlde gezinmek. 3. {eAT} Yürümek,
ismin yerini tutan ve isim gibi çekim lenebilen ke adımlık, -ğı [ad-ım-lık] sf. 1. Bir yerin yakınlığını
lime; zamir. üç, beş gibi küçük sayılarla ifade etmek için kulla
nılan sıfat. 2. Adım ile ilgili,
adıllurak, [Ar. ‘âdil => adıl-lu-rak] {eAT} sf. Daha
adın, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ın] {eT} sf. 1. B aş
doğru; adalete daha uygun,
ka; diğer; ayrı. [DLT] [ETY] [Üç İtigsizler] [Yüknekî]
adılmak, [ad-ıl-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Ayılmak. [Gabain] [İKPÖy.] 2. Başkası; yabancı; yad. [EUTS]
[DLT]
0 adın adın, Ayrı ayrı [Gabain]
adım, [at-mak > ad-ım] is. 1. Y ürümek veya koşmak
adına, [ad-ı-n-a] zf. (Biri için) hesabına; onu tem -
için bir ayağı diğerinden belirli bir uzaklığa götür
silen; vekaleten; yerine; onun ağzından,
me hareketi. 2. Yürüme sırasmda iki ayak arasın
adına, [Far. âdına] {eT} is. Cuma. [EUTS]
daki uzaklık. 3. Eskiden kullanılan bir uzunluk öl
çüsü birim i (75.711 cm.) 4. Teşebbüs, hamle. 5. adınagu [adın-ağu / adnağu] {eT} zm. Başkası.
Yeryüzündeki kısa m esafeler için yakınlık anla [EUTS] [Gabain] ö admagunı, Başkasını. [EUTS]
mında kullanılır. «İki adım ötedeki bakkala gide- adınaguka, [ad-ın-ağu-ka] {eT} is. B aşka başka
m iyorm uş.» 6. Yapılan bir işte geçilen basam aklar kişiler; ayrı ayrı kimseler. [EUTS]
dan her biri. 7. zf. as. (Yürüyüş için) adımlarına adınç, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ınç] {eT} is. Seç
belirtilen biçim verilerek. S adım adılmak, {eAT} me; seçim; seçkinlik. [İKPÖy.]
Adım atılmak. || adım adım 1. A ğır ağır, 2. D ikkat admççıg, [ad-mak (farklı olmak) > ad-mç-sıg > ad-
le, 3. Belirli aşamaları geçerek, 4. Israrlı ve sürekli ınç-(ç)ıg] {eT} zf. Benzersiz; olağanüstü, ö adınç-
bir şekilde.\\ adım admak, {eAT} Adım at.mak.\\ çıg bark, Şaşılası bir anıt mezar.
adım atlamaca, Yere çizilen bir çizgiye basarak adınçıg [ad-mak (farklı olmak) > ad-ın-çı-ğ / admçık
bir adımda ileriye sıçram a şeklinde oynanan bir / adınsığ] {eT} sf. 1. Seçilmiş; olağanüstü; özel; seç
çocuk oyunu. || adım atmak, 1. Yürümek için gerek kin; mümtaz; üstün derecede; hayrete değer; şaşır
li olan hareketi yapmak. 2. Teşebbüs etmek, giriş tıcı; harikulade [İKPÖy.] [Tekin] [EUTS] [Gabain] 2.
m ek.|| adım atm amak, Yürümemek; ıramamak.|| Başka; diğer; ayrı; başka türlü; başkaca; çeşitli.
adıma vurm ak, {ağız} B ir yeri adım layarak ölç [EUTS] [Gabain] [ETY]
mek. [DS]|| adım başı, 1. H er adımda, 2. Sık sık.\\ adınçsıg, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ınç-sığ] {eT}
adım ını açmak, Adım larını uzun atm ak veya hızlı zf. Benzersiz; olağan üstü. [ETY]
yürümek. || adım ını atsan para, H er şey paraya adm m ak1, [ad-ın-malc] {eAT} dönşl. f. [-ur] Adımını
dayanıyor, parasız hiçbir şey yapm ak mümkün de atmak; kendi gitmek; yürümek.
ğil,|| adım ını dek atmak, {ağız} Tedbirli davran adınm ak2, [ad-mak (farklı olmak) > ad-m-mak] {eT}
mak. [DS]|| adım ını denk atm ak, Tedbirli ve uya dönşl. f. [-ur] Değişmek, iyileşmek; başkalaşmak;
nık olm ak.|| adım kalgımak, {eAT} 1. Adım atmaya ayrılmak. [Gabain] [EUTS]
çalışmak. 2. A yağa kalkm aya çabalamak.\\ adım la admm ak3, [adm-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Taaccüp
rı geri geri gitmek, B ir yere giderken isteksiz dav etmek; hayret etmek; şaşmak. [EUTS]
ranmak; gitm ek istememek. || adımlarını açmak, adınsıg, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ın-sığ] {eT} zf.
Hızlı yürüm ek.|| adım larını seyrekleştirmek, Hızlı Başka; başkaca; çeşitli; özel; seçkin; mümtaz; üs
yürüm ekte iken yavaşlamak. || adım larını sıklaş tün derecede; hayrete değer; şaşırtıcı. [EUTS]
tırmak, K ısa fa k a t hızlı yürümek.\\ (üç) adım lık
adınta, [adın-ta] {eT} Diğer yandan; diğer taraftan.
yer, Belirtilen yerin çok uzak olm adığım ifade için [EUTS] [Ğabain]
A DI Ö I Ü « I İ İ I K S 0 M .i ,6
adır1, [Sansk. Ardrâ] {eT} is. Ardra yıldızı. [EUTS] kimse. || adi şirket, tie. huk. Tescil zorunluluğu ol
adır2, [Kürt, âdır] {ağız} is. Ateş. [DS] mayan, tüzel kişiliği bulunmayan, ortakların ortak
adıra, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ıra] {eT} zf. 1. İn lık borçlarından müteselsilen sorumlu oldukları
ortaklık. || adi tono, Bir uçağın uçuş yönü bo
ceden inceye; derinden derine; etraflı. [EUTS] 2. Ö-
zulmaksızın kanatları üzerinde dönerek yaptığı ha
tede beride; orada burada. [EUTS] S adıra ödürü,
va manevrası.\\ adi toplantı, R esm î kurum veya
{eT} Öteye beriye; orda burada. [Gabain]
kuruluşların tüzükleri gereğince her zaman yaptık
adırguluk, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ır-ğu-luk]
ları toplantı. || adi yargılam a, huk. Kanunların özel
{eT} s f Ayrılacak; ayıracak. [EUTS] bir yargılam a usulüne tabi tutmadığı, genel yargı
adırılmak, [ad-mak (farklı olmak) > ad-(ı)r-ıl-mak > lama kurallarına bağlı olarak yapılan yargılama.
ad-r-ıl-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Ayrılmak. [ETY] adice [adi-ce] (a:di: ’ce) zf. 1. Adi sayılacak şekilde;
[EUTS] [Üç İtigsizler] 2. mec. Ölmek. [ETY] [EUTS]
adi biçimde. 2. Ahlak dışı, hoşa gitmeyen şekilde.
adırılm aklıg, [adır-ıl-mak-lığ] {eT} sf. Ayrılmaklı o-
adid1, [Ar. ‘adîd / ‘adîde / Jo-tp] (adi:d) {OsT}
lan. [EUTS]
adırınm ak, [adır-m-mak] {eT} dönşl. fi [-ur] Ayrıl sf. 1. Çok sayıda. 2. Birbirine denk.
m ak. [ETY] adid2, [Ar. ‘adîd (adi:d) {OsT} is. 1. Lokma.
adırmak, [adır-mak / edirmek / ödürmek / udurm ak / 2. Isırma. 3. Arkadaş. 4. Düşman,
iidürmek] {eT} gçl. f. [-ur] Ayırmak; tefrik etmek. adidas, [İng. adidas (Amerikan tie. kuruluşu)\ is. Bir
[EUTS] [ETY] [DLT] [Üç İtigsizler] [Gabain] [İKPÖy.] tür h afif spor ayakkabısı.
adırt, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ır-t] {eT} is. 1. Adige, [adige] (adi ’ge) öz. is. Çerkez.
Farklı; fark; ayrılık; ayırma; ayırt. [EUTS] [Üç Adigece, [adige-ce] (adige ’ce) öz. is. Çerkezce.
İtigsizler] [Gabain] 2. Tıpkı; aynı. [EUTS] adil1, [Ar. ‘adi > ‘adıl J i ^ ] (ad'ı:l) {OsT} is. Eş;
adırtık, [ad-ır-t-ık] {eT} is. Ayrılık; fark. [EUTS] denk; benzer.
adırtlamak, [ad-ır-t > ad-ır-t-la-mak] {eT} g ç l.f. [-r] adil2, [Ar. ‘adi > ‘âdil / ‘âdile / J^U] (a:dil)
A yırt etmek; bölmek; tefrik etmek; ayırmak; ayık
{OsT} sf. 1. Hareketlerinde, kararlarında hak, hukuk
lamak. [Üç İtigsizler] [Gabain]
ve eşitlik ilkelerine bağlı kalan (kimse); adaletli. 2 .
adırtlayu, [adır-t-layu] {eT} zf. İnceden inceye; derin;
Hukuk kurallarına, hak ve eşitlik ilkelerine uygun
teferruatıyla; ayrıntılarıyla. [EUTS]
olan (şey). 3. zf. Hak. hukuk ve eşitlik ilkelerine
adırtlıg, [adır-t > adır-t-lığ] {eT} sf. Açık; ayrıntılı;
bağlı kalarak; adaletle,
kesin; belli; sarih. [Gabain] [Üç İtigsizler]
adilane, [Ar. ‘âdil + Far. âne 4j")bU] (a:dila:ne) {OsT}
adırtsız, [adır-t-sız] {eT} zf. A yııt etmeden; ayrılma
dan. [EUTS] zf. Adilce.
adışmak, [ad-mak > ad-ış-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. adilce, [adil-ce] (a. dilce) zf. Adalete uygun şekilde,
A pışmak. 2. Ayrılmak. [DLT] doğrulukla; hakça; adilane,
adıştit, [Toh. / Skr. adhisthia] {eT} is. Mukadderat; adile, [Ar. ‘âdil > ‘âdile -J-iU] (a:dile) {OsT} is. A da
kader; alın yazısı. [EUTS] letli kadın; doğru kadın,
adi, [Ar. 'âd ı lpLp] (a:di:) {OsT} sf. 1. Âdet olan. 2. adileşme, [adi-le-ş-me] (a:di:leşme) is. A dileşmek
işi.
Hiçbir üstünlüğü olmayan, her zam an görülebilen
adileşm ek,[adi-le-ş-mek] (a:d.i:leşmek) dönşl. f. [-ir]
cinsten; sıradan; olağan; basit; alelade. 3. Kibarlık
tan uzak, incelikten yoksun; bayağı; basit. 4. Ah Kendini küçük düşürecek, bayağı hâle gelmek,
lakça düşük, niyeti ve davranışları kötü, tiksindi adileştirme, [adi-le-ş-tir-me] (a:di:leştirme) is. Bir
ren, utanm a duygusunu inciten; aşağılık. 5. (Niteli kimseyi küçük ve bayağı gösterme,
ği düşük mallar için) kalitesiz. 6 . Hain. S adi adileştirmek, [adi-le-ş-tir-mek] (a:di:leştirmek) gçl.
adım, 1. N orm al yürüyüş adımı. 2. Askerlikte rahat f. [-ir] Birini küçük ve bayağı göstermek,
yürüyüş, ayak uydurmadan yapılan yürüyüş. || adi adilî, [Ar. ‘âdil + Far. -î ^ L t ] (a:dili:) {OsT} is. Ada
defter, B ir ticarethanenin yaptığı alışverişleri bü let; doğruluk.
tünüyle kaydettiği, fa ka t herhangi bir resmiyeti ol
adilik, -ği [adi-lik] (a:di:lik) is. 1. Adi olma durumu,
mayan defter. || adi gün, Bayram ve tatiller dışın
bayağılık. 2. Aşağılık birinden beklenebilecek bir
daki günler.|| adi kesir, mat. Bayağı kesir.|| adi
davranış.
mektup, Taahhütlü, uçak, acele (aps) veya ekspres
adilimit, [ak dirmit [TİETZE]] {ağız} is. Bir üzüm tü
kaydı konulmamış mektup.\\ adi senet, B ir iş gör
rü. [DS]
dürmek, bir iş yapm ak veya yapmamak, borç veya
hakkın kurulması için düzenlenen ve sadece sorum adim, [Ar. 'adem > ‘adîm (W.-^] (adi:m) {OsT} sf. 1.
lu tarafından imzalanmış senet.|| adi suçlu, huk. Bulunmayan; yok; namevcut. 2. (Bir şeyi) olma
A ğır cezayı gerektirmeyen basit suçları işleyen yan; o şeyden yoksun olan. >5 adîm ü’l-imkân,
O lilM lüIffSÖ M .ıi7 A DL
{OsT} İmkânsız; olamaz.\\ adîm tt heder eylemek, adlam ak2, [ayıt-la-mak > adla-mak] {ağız} gçl. fi [-r]
{OsT} yo k etmek; ziyan etmek.|[ adîm etü’l-cenâh, [-l(l)-y °r] Ayıklamak. [DS]
{OsT} zool. Yeni Zelanda 'da yaşayan bir kuş; apte- adlandırılma, [ad-la-n-dır-ıl-ma] is. 1. Adlandırıl
riks.|| adîm etü’l-ercül, {OsT} zool. Ayaksızlar.\\ mak işi; ad verilme. 2 . O şekilde değerlendirilme;
adîm etü’l-tüveyc, {OsT} bot. Taçsızlar.\\ adîm ü’n- öyle sayılma.
nazîr, {OsT} Eşi olmayan; eşsiz. adlandırılmak, [ad-la-n-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1.
adine, [Ar. âdın -^oT] (a:di;ne) {eAT} {OsT} is. Cuma Ad verilmek. 2. Öyle sayılmak; o şekilde değerlen
günü. dirilmek.
adipoliz, [Fr. adipolyse] is. V ücutta yedek olarak adlandırma, [ad-la-n-dır-ma] is. 1. Bir şeye ad ver
depolanmış olan yağların parçalanması, me eylemi; tanımlamanın ters işlemi. 2 . Öyle de
ğerlendirme; öyle nitelendirme.
adiposit, [Fr. adipocyte] is. Vücuttaki yağ hücreleri,
adlandırmak, [ad-la-n-dır-mak] g ç l.f. [-ır] 1. Yeni
adipoz, [Fr. adipose] is. D okularda gereğinden çok
bir nesneye ad koymak. 2. B ir niteliğe uygun ola
yağ birikmesi,
rak değerlendirmek. «Bunu aptallık olarak adlan
adipsi, [Fr. adipsie] is. Su içm e arzusunun kaybol
dırırlar. »
ması şeklindeki rahatsızlık,
adlanma, [ad-la-n-ma] is. Adlanmak durum ve ey
adisababa, [Addis Ababa (H abeşistan’ın başkenti)]
lemi.
is. 1. Bir kâğıt oyunu; kaptıkaçtı. 2. Bir pasta türü,
adisyon, [Fr. addition (toplama)] is. Lokanta ve adlanmak, [ad-la-n-mak j^-J^T] ed il f i [-ır] 1. Ad
gazino gibi yerlerde ödeme yapılacak miktarı gös verilmek; anılmak; denilmek. 2. dönşl. f. Ad sahibi
teren dökümlü hesap pusulası; hesap, olmak. 3. M eşhur olmak, tanınmak; ün kazanmak;
adiş, [Ar. âdış ^ p T ] (a;di;ş) {OsT} is. Ateş. şöhret kazanmak; nam salmak; {eAT} (aynı). 4. Adı
kötüye çıkmak.
aditya, [Skr. âditya] {eT} is. 1. Yıldız; güneş. [EUTS]
adlı, [(eT. ad-lığ > ad-lı] s f 1. Adı olan. 2. Ünlü,
2. Cuma günü. [EUTS],
meşhur; tanınmış. 3. (Belirtilen biçimde, nitelikte)
adiyabatik, -ği [Fr. adiabatique] ( a ’diyabatik) sf. 1. ada sahip olan, ö adlı adınca, i. G erçek ismini
(Isı için) deniz dibinde, su basıncının etkisi ile olu söyleyerek; (Adı söylenince ayıp olan ve kaba ka
şan. 2. ( Eğri için) yükselen hava katm anının sıcak çan durum lar ve varlıklar için kullanılır.) 2. İsim
lık değişimini gösteren. 3. Termodinamik bir or lerine göre. 3. Adlarını bir bir sayarak || adlı sanlı,
tamda dışarı ile ısı alışverişi olmayan. S adi (Kişi için) ün sahibi; herkesçe tanınan; tanınmış,
yabatik dönüşttm, Termodinamik bir sistemde dış meşhur.
ortamla hiç ısı alışverişi olmaksızın meydana gelen adlıg, [ad-lığ] {eT} sf. Adlı; sanlı; şöhretli; ünlü.
döniişiim. [EUTS]
adiyat, [Ar. ‘âdiye > ‘âdiyât o l a*-] (a;diya;t) {OsT} adlî, [Ar. ‘adi > ‘adlî J - ^ ] (adli:) {OsT} sf. 1. A da
is. Her zaman olagelen şeyler; olağanlıklar; alışıl- letle ilgili; adalete ait. 2. A dalet teşkilatını ilgi
mışlıklar. S 1 âdiyât-ı umür, {OsT} Günlük, o la ğ a n . lendiren. S adlî amir, Görev alanları içinde askerî
işler. m ahkemeler kurabilen, ilk ve son soruşturmaları
adiye, [Ar. ‘âdiye 4j.it] (a:diye) {OsT} sf. A lışkanlık yaptırabilen, verilen cezaları uygulayabilen ku
edilmiş; alışılmış, mandan. || adlî evrak, Suçluların yargılanm ası ile
ilgili olarak başlangıçtan itibaren hüküm kesinle
adiyen, [Ar. ‘âdiye > ‘âdiyen tj-ip] (a :d i’y en) {OsT}
şinceye kadar tutulan belge niteliğindeki her türlü
zf. 1. Her zamanki gibi. 2. Bayağı; basbayağı, yazı ve karar.\\ adlî hata, huk. Hakimin verdiği ka
adi, [Ar. ‘adi Jjlp] {OsT} is. Adalet; adillik. S adi rarda, hükmüne esas tuttuğu suçu oluşturan maddi
eylemek, {eAT} Adaletli olarak davranmak.\\ adi unsurun varlığı, özelliği veya şartlarında yanılm ış
eyleyici, {eAT} A dil davranan; adaletle hareket e- olması hâli.|| adlî idare rejimi, Yönetime adli ayrı
den.|| adl-penâh, I. Adaletin barındığı yer. 2. A da calığın tanınmadığı yönetim biçimi.\\ adlî işlem.
lete sığman kemse.\\ adi saklamaktık, {eAT} Hakkı huk. Davanın açılmasından karar kesinleşinceye
gözetme; adaletle hareket etm e.|| adi u dâd, {OsT} kadar yapılan dava ile ilgili olarak yapılan her tür
Adalet. lü işlem; adli muamele.|| adlî merci, A dliye ile ilgi
li işleri yürüten kurum. || adlî muam ele, huk.-*- adli
adla, -a’ı [Ar. dil’ (kenar) > adlâ’ jOLil] (adla:)
işlem.|| adlî müzaheret, huk. M addi gücünün z a
{OsT} is. 1. Kenarlar. 2. dbl. Sayı kökleri. 3. Ka
yıflığı dolayısıyla dava açamayacak ve kendisini
burgalar.
savunam ayacak durumda yoksul olanlara devletin
adlamak1, [ad-la-mak JİM ] {eAT} g ç l . f [-r] Ad ver yaptığı maddiyardım.\\ adlî sicil, huk. B ir kimsenin
mek; adlandırmak. adli bir suç işleyip işlemediği, böyle bir suçtan d o
A DL Ü IÜ M IÖ I1 IK ή İ.1 1 3
layı kesinleşmiş bir hakim kararı bulunup bulun adnagu, [ad-na-ğu] {eT} sf. Yabancı; başkası. [DLT]
madığı hususunda tutulan kayıt.|| adlî subay, as. [EUTS]
huk. Alay komutanlarının yanında hakim gibi görev adnamak, [ad-na-mak] {eT} gçsz. f. 1. Rengi atmak.
yapan subay.\\ adlî tabip, huk. A dli tıp sahasında [Mühennâ] 2. Değişmek; bozulmak. [DLT]
ihtisas yapm ış olan hekim.\\ adlî tatil, huk. K anu adra, [ad-(ı)r-a] {eT} sf. Ayrılmış. [EUTS]
nunda belirtilen olaylar dışında adli işlem yapıl adras, [Ar. dırs > adrâs ^lj-^1] (adra;s) {OsT} is. 1.
mayan (20 Temmuz ile 5 Eylül tarihleri arası) dev
Dişler. 2. Azı dişleri,
re. || adlî tıp, huk. Hekimliğin hukuku ilgilendiren
konularda çalışan bilim dalı.\\ adlî tevbih, H aki adrahş, [Far. adrahş jü-j-il] {OsT} is. 1. Şimşek. 2.
min suçluya hüküm yoluyla verdiği sözlü ceza.|| Yıldırım. 3. G ök gürültüsü,
adlî yardım, Mahkemelerin birbirlerine, zabıtanın adrenalin, [Lat. ad (üzerinde) + ren (böbrek) > Fr.
mahkeme veya savcılıklara karşı sorumlu oldukları adrenaline] is. biy-kim. Böbrek üstü bezlerinin üret
işbirliği.\\ adlî yıl, huk. M ahkemelerin y ıl içinde tiği difenolik aminoalkol; OH 2C 6CaH 2-CHOH-
adlî tatil dışında çalışmak zorunda oldukları dö CH 2N HCH 3
nem]] adlî zabıta, huk. Suç işlenmesi durumunda adrenalinemi, [Fr. adrenalinemie] is. tıp. Kanda ad
harekete geçen, delilleri ve suçluları soruşturarak renalin bulunması,
tespit eden ve koruma altına alıp adlî makamlara
adreng, [Far. adreng l£>İİ] {OsT} is. Sıkıntı; mihnet;
bildiren güvenlik görevlisi.
keder.
adliye, [Ar. 'adi > ‘adliyye] {OsT} is. 1. Hukuk ve
adres, [Fr. adresse] 1. B ir kim senin arandığında bu
yargı görevini yerine getiren devlet teşkilatı. 2 . lunabileceği yer; oturduğu yer. 2. Posta maddeleri
Hukuk ve yargı işlerinin yerine getirildiği resmî nin gönderildiği kim senin eline ulaşabileceği yeri
bina. S adliye aleyhine işlenen suçlar, huk. Yar belirten bilgiler; bu bilgileri taşıyan yazılar. 3. Bil
gılam a işleminin yürütülm esini zorlaştırma ve y a r gisayar hafızasında bir bilginin kotlanmış olduğu
gıçları yanıltm a suçu. || adliye encümeni, huk. yer. S adres bırakm ak, Kendisini arayanların
TBM M 'nde Adalet Bakanlığının görevleri ve ada bulabileceği veya gönderilen posta maddelerinin
letle ilgili konuları görüşen alt kurul; adalet ko ulaşabileceği yeri bildirmek; adres göstermek. ||
misyonu; adalet encümeni. || adliye mahkemesi, adres defteri, Adreslerin yazılı olduğu defter. || ad
huk. Anayasa mahkemesi, askerî mahkeme ve İdarî res değiştirm ek, argo. Ölmek; öbür dünyaya git-
mahkemelerin görevleri dışında kalan bütün dava mek.|| adresini değiştirm ek, argo. Öldürmek.\\ ad
ve anlaşmazlıkları yargılam ak üzere kurulan m ah res kartı, Adreslerin alfabetik sırada yazılarak
kemeler; um um î mahkemeler; adi mahkemeler.\\ dizildiği bilgi fişlerinden her biri. || adres kitabı,
adliye nezareti, yönt. Osmanlı devletinde batı usu B ir alanı ilgilendiren meslek ve iş sahiplerinin ad
lünde kurulan adalet işlerinin yürütülm esi için g e reslerinin yazılı olduğu kitap. || adres makinesi,
rekli, yasal, parasal ve yönetim şartlarını düzenle Adresleri otom atik olarak hızla basan büro maki-
mekle görevli bakanlık; A dalet Bakanlığı; Adliye nesi.|| adres rehberi, Alfabetik olarak düzenlenmiş
Vekaleti. adres kitabı veya defteri.
adliyeci, [adliye-ci] is. huk. Adliye teşkilatında çalı adresleme, [adres-le-me] is. bsy. Bilgisayar hafıza
şan devlet memuru. sında bilgi için bir yer kotlam a işi.
adlu, [ad-lu ^!jT] {eAT} sf. Meşhur; ünlü. adreslemek, [adres-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
bsy. Bir bilgiyi bilgisayar hafızasına kotlamak ve
adma, [ad-ma] {eT} sf. Bırakılan; salıverilen; başı
bu bilgiye nasıl ulaşılabileceğini tanımlamak,
boş. [DLT]
adreslenebilir, [adres-le-n-e-bil-ir] sf. bsy. Bir bilgi
adm ak1, [ad-mak] {eT} gçsz. f. [-ar] Farklı olmak; nin arandığında bu bilgilerin konumunu belirten
değişik olmak. [ETY] adreslerin kullanımı suretiyle ulaşılabilen (hafıza),
admak2, [ad-mak] {eT} gçsz. f. [-ar] 1. Şafak sök adresli, [adres-li] sf. Üzerinde adresi yazılı olan,
mek; tan atmak. [EUTS] 2. Hedefe silah atmak; ni adressiz, [adres-siz] sf. Üzerinde adresi yazılı olma
şan almak. [EUTS] 3. Fışkırmak, akmak; çağlamak. yan.
[EUTS] 4. g ç l . f Vurmak; dövmek. [EUTS] ad n , [ad-(ı)r-mak > adr-ı] {eT} is. Buğday saplarını
admak3, [at-mak j ^ i ] {eAT} g ç l.f. [-ur] (Adım için) karıştırm ak için kullanılan araç; yaba; dirgen; çatal;
çatal değnek. [DLT] S adrı budlug, A yrık bacaklı;
atmak; yürümek; ayak basmak.
eğri bacaklı. [DLT]
adn, [İbr. üdhen > Ar. cadn ojui] {OsT} is. 1. Konut. adrılguluk, [adrı-l-mak > adrı-l-ğuluk] {eT}is. Ayrı
2. Cennet. lık [Gabain]
adna, [Far. âdîna] {OsT} is. 1. Cuma günü. 2. Per adrılmak, [ad-mak (farklı olmak) > ad-(ı)r-ıl-mak]
şembe. {eT} f. Ayrılmak. [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] ö adrıl-
Ö IM lllIt SIlıÜK. 119 AER
mak yangılın ak, Ayrılm ak ve ihanet etmek. || ad- adudi, [Ar. ‘adudî / ‘adudiye (adu;di:) {OsT}
rılmak sâçlinmek, A yrılm ak ve seçilmek; ölmek. ||
is. K olla ilgili; pazı kemiğine ait.
adrdu barmak, Ayrılıp gitmek.
adug, [ad-uğ / adlğ] {eT} is. Ayı. [EUTS]
adrım, [ad-rı-m] {eT} sf. Eyerin altına, iki yana konu
adugun, [ad-u-gun] {eT} is. A t (sürüsü); yılkı [Ga
lan keçe; teğelti. [DLT]
bain]
adrınmak, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ır-m ak > ad-
aduk, [ad-uk] {eT} sf. Tanınmayan; bilinmeyen.
(ı)r-m -m ak ]/ A ynlm ak. [ETY] [DLT]
adrış, [ad-(ı)r-ış] {eT} is. 1. Ayrılış. 2. İkiye ayrılan aduklamak, [ad-uk-la-mak] {eT} f. 1. Tanınmamak.
yolun başı. [DLT] 2. Garip görmek; yadırgamak. [DLT]
adrışmak, [ad-(ı)r-ış-mak] {eT} işteş f. [-ur] A yrış adunçsuz, [ad-unç-suz] {eT} sf. Değişmeyen. [EUTS]
mak; birbirinden ayrılmak. [DLT] adurt, [adur-t] {eT} is. Avurt; yanak içi. [Gabain]
adrudaçı, [ad-(ı)r-u-daçı] {eT} sf. Ayırıcı; ayıran. [EUTS] "
[EUTS] adut, [adut] {eT} is. 1. Avuç. [Gabain] 2. sf. Avuç
adrudmak, [ad-(ı)r-ud-mak] {eT.} gçl. f. [-ur] A yır dolusu. [EUTS]
mak. [EUTS] adutlamak, [adut-la-mak] {eT} gçl. f [-r] Avuçlamak.
adruk, [ad-mak (farklı olmak) > ad-(ı)-r-uk / ar-t-uk] [DLT]
{eT} sf. 1. Farklı; çeşitli; başka; bundan başka; baş adüv, -vvü [Ar. ‘adüvv jap] {Os T} is. Düşman. S
ka başka; ayrı; çeşitli; ayrı ayn; çeşitli türden.
adüvv-i cân, Can düşmanı.
[EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] 2. Üstün; seçkin; üstünlük;
vasıf. [DLT] [Üç İtigsizler] [İKPÖy.] 3. Artık; başka. adyende, [Far. âdyende {Os T} is. Gökkuşağı.
[EUTS] 4. Olduğu gibi; tamamıyla. [EUTS] ö aerob, [İng. aerobe] sf. biy. Yalnızca serbest oksijen
adruk adruk, A yrı ayrı; her türlü; türlü türlü. bulunan ortamlarda yaşayabilen bakteriler (m ikro
[EUTS] organizmalar),
adruklug, [adru-k-lug ./ar-t-uk-lug] {eT} sf. Fevkala aerobik, [İng. aerobics] is. spor. Solunumu hızlandı
de; parlak; üstün. [EUTS] [Gabain] rarak dokulara daha çok oksijen gitmesini sağla
adrumak, [adru-mak] {eT} g ç l.f. f r ] Seçmek. [Ga mak amacıyla m üzik eşliğinde hızlı bir ritimle ya
bain] [EUTS]’ pılan jimnastik,
adrutaçı, [adru-taçı] {eT} sf. Ayırıcı; ayıran. [EUTS] aerobiyoloji, [Fr. aerobiologie] is. biy. Hava akım la
adrutmak, [adru-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Ayırmak. rıyla sürüklenerek atmosferde yaşayan m ikroorga
[EUTS] nizmaları inceleyen biyoloji dalı,
adsız, [eT. ât-sız > âd-sız j~oT] s f 1. A dı konulmamış aerobiyoz, [Fr. aerobiose] is. biy. Serbest oksijenli
olan (kimse). 2. Fazla tanınmayan; ünlü olmayan. ortamlarda yaşayabilen bakterilerin yaşam a biçimi,
3. {eAT} -► adsuz. S adsız kahraman, B üyük kah aerodinamik, -ği [Fr. aerodynamique] is. fiz. 1.
ramanlıklarda bulunmuş olmasına rağmen adı bu Gazlar, özellikle hava içinde hareket eden cisimlere
güne kadar duyulmamış, unutulmuş kim se.|| adsız etki eden kuvvetleri ve etkilerini inceleyen bilim
parmak, Serçe parm ağın yanındaki, baştan dör dalı. 2. sf. H ızla yol alabilmesi için hava tarafından
düncü parm ak; yüzük parmağı. en az direnç gösterebilecek şekilde tasarlanmış
adsorpsiyon, [Fr. adsorptione] is. 1. Katı veya sıvı (uçak, oto vs.) 3. Havanın, hareket hâlindeki cisim
maddelerin gazları emip dağıtması. 2. Hücre içine ler üzerindeki direnci ile ilgili olan. «Aerodinamik
veya organizmanın içine dıştan gelen maddelerin sarsıntı.»
girmesi. aerodinamikçi, [aerodinamik-çi] is. Gazların hareket
adsuz, [ad-suz {eAT} sf. 1. Adsız. 2. Kötü tanın eden cisim ler üzerindeki etkilerini inceleyen bilim
adamı.
mış; şerefsiz. 3. Şöhretten düşmüş; unutulmuş. 4.
aerodinamiktik, -ği [aerodinamik-lik] is. Hava
Aşağılık; namert,
içindeki hareketli bir cismin havanın gösterdiği
adsuzlık, [ad-suz-lık jJ>oT ] {eAT} is. Şöhretsizlik. direnci yenmedeki uyumluluk biçimi,
adu, [Ar. ‘adüvv j -lp] (adu;) {OsT} is. Düşman. aerofaji, [Fr. aerobhagie] is. tıp. Havanın yutulmak
suretiyle yem ek borusuna gitmesi sonucu m ide ve
adud1, [Ar. ‘adud -uat] {OsT} is. 1. Kol. 2. Pazı. 3. bağırsaklarda meydana gelen şişkinlik,
Yardımcı. S adudü’d-devle, D evletin kolu (devlet aerogastri, [Fr. aerogastrie] is. tıp. Sindirim bozuk
adamlarına verilen bir unvan). luğuna ve ağrıya sebep olan midede hava bulunm a
adud2, [Ar. ‘adüd (adu;d) {OsT} sf. 1. Bir sı hastalığı.
lokma; bir ısırımlık. 2. (Durum için) acıklı; ıstırap aerokoli, [Fr. aerocolie] is. tıp. Sindirim sisteminde
verici. 3. Zalim. aşırı derecede gaz birikimi rahatsızlığı.
A ER Ö I ü M T ü M M .-
aerolik, -ği [Fr. aeraulique] is. fız. Gazların borular affınıza ilticaen.\\ af kanunu, huk. TBM M tarafın
içindeki doğal akışını inceleyen bilim dalı, dan çıkarılan hangi suçlara ait hangi tür cezaların
aerolit, [Fr. aerolite] is.jeol. Silikatlı göktaşı, affedileceğini belirten kanun.
aeroloji, [Fr. aerologie] is. fiz. Atmosferin yeryüzü af3, -ffı [Ar. ‘aff ^it-] {OsT} is. Namus; iffet.
engebelerinin etkilerinin dışında kalan 3000 m. den
af4, -ffı [Ar. ‘aff / ‘affe « t / ^ jt] {OsT} sf. (Kadın i-
yüksek katmanlarını inceleyen bilim dalı,
aerolojik, -ği [Fr. aerologique] sf. fız. Atmosfer çin) namuslu; iffetli,
şartlarıyla ilgili. ® aerolojik düzeltme, as. Bir afacan, [Far. âfet-i cân => afacan] (a fa ’can) is. ve sf.
silahın atış çizelgelerinde rüzgâr, sıcaklık, basınç 1. (Çocuk için) yerinde duramaz, zeki ve sevimli;
gibi atmosfer etkileri dolayısıyla yapılan düzeltme. yaramaz; haşarı; azgın; bastıbacak; haylaz; kudu
aerosol, -lü [Fr. aerosol] is. fız. Sıvı ve katı parçacık ruk; yumurcak. 2. {ağız} Zehir gibi acı. [DS] 3.
ların basınçla sıvılaştırılmış gaz içindeki asıltısı, {ağız} (Kesici alet için) çok keskin. [DS]
aerostatik, -ği [Yun. aer (hava) + statikos (denge) > afacanlaşma, [afacan-la-ş-ma] is. B ir çocuğun git
Fr. aerostatique] is. fız. Gazların denge kanunu, tikçe yaram az durum a gelmesi,
aerotermik, -ği [Fr. aerothermique] sf. fız. Çok büyük afacanlaşmak, [afacan-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] Git
bir hız ile akan havanın sebep olduğu ısı ve direnç tikçe yaram az durum a gelmek,
etkisi. afacanlık, -ğı [afacan-lık] is. Sevimli fakat yaramaz
aerotermodinamik, [Fr. aerothermodynamique] is. olm a niteliği.
fız. Çok yüksek hızlarda hava akışlarının yol açtığı afaf, [Ar. ‘afaf ı-üt] {OsT} is. 1. Temiz olma; tem iz
ısı ve ısı duvarının oluştuğu yüksek hız alanındaki lik. 2. Günah işlemekten kaçınma,
ısı geçişi olaylarını inceleyen bilim dalı,
afafet, [Ar. ‘afafe / ‘afafet »slip / o iU t] (afafiet)
aerotren, [Fr. aerotrain] is. Hava yastığı denilen özel
sistemle tek ray üzerinde büyük bir hızla ilerleyen {OsT) is. 1. Temiz olma; temizlik. 2. Günahtan ka
tren. çınma.
af1, [af (yans)] is. 1. Havlama ve havlarcasma bağır afaif, [Ar. ‘afife > ‘afa’if ı-islie-] (afa;if) {OsT} is. N a
m a bildiren kök. af-kır-mak, af-gur-mak. 2. Rüzgâr, muslu, iffetli kadınlar,
soluk sesini vb. bildiren kök. af-ıl afıl, af-ıl uful.
afak, [Ar. ’ufk > âfak jliT] (a:fa:k) {OsT} is. 1. U-
af2, -ffı [Ar. ‘afv y * => af] is. 1. İşlenen bir suç
fuklar; gök ile yerin birleşm iş gibi göründüğü yer
karşılığında ceza vermekten vazgeçme; bağışlama. ler. 2. Kenar; sınır; etraf; çevre. 3. mec. İnsanın
2. Özrünü kabul etme; m azur görme. 3. Bir iş veya dışında gözle görülebilen bütün varlık âlemi; dün
görevden çıkarılma; azil. 4. huk. Kamu yararı göze ya. S âfâk-gîr, 1. Ufukları tutmuş. 2. Alem e y a
tilerek çıkarılan veya daha önce çıkarılmış bulunan yılmış. 3. Dünyayı fetheden.\\ afaki tutmak, (Adı
bir kanunla sanık hakkmdaki hukukî kovuşturma veya şöhreti) her tarafa yayılm ış olmak; herkes
dan vazgeçilmesi; hüküm giymiş olan mahkûmun tarafından bilinmek.
cezasının bir kısmın veya tamamının kaldırılması. afakan, [Ar. hafakan (çarpıntı)] (a fa ’kan) is. 1. Sı
S af buyurun, Birinin yanlışını düzeltmek, görü kıntı; iç daralması; yürek oynaması; fenalık; hafa
şüne karşı çıkmak, kaba bir sözü söylem ek zorunda kan. 2. {ağız} Öfke; sinirlilik. [DS] 3. {ağız} Nefesi
kalan kibar kişilerin muhatabına karşı söyledikleri kesen sürekli öksürük. [DS] afakanı kalkmak,
bir nezaket ifadesi.\\ af çıkmak, Bir a f kanununun Çarpıntısı tutmak.\\ afakanlar basmak, Sıkılmak;
veya kararının yürürlüğe girmesi. || a f dilemek, 1. bunalmak.\\ afakan tutm ak, {ağız} Kızmak; sinir
B ir suç veya kusurun bağışlanmasını istemek. 2.
lenmek; öfkelenmek. [DS]
B ir işi veya görevi yapamayacağını veya reddetti
ğini saygı ile bildirmek,|| affa uğramak, Cezalan afaki, [Ar. âfak > afakî J>tiT] (a;fa:ki.) {OsT} sf. 1.
m a söz konusu iken cezası, uygulamadan kaldırıl- (Söz, konuşma vb. için) belirli bir konudan uzak,
m ak.|| aff-ı İlâhî, {OsT} A lla h ’ın bağışlaması. A l darmadağınık; dereden tepeden. 2. (Düşünce için)
lah 'in 99 isminden birisi A fü v v ’dür. Allah, bağışla dayanağı olmayan. 3. Nesnel; objektif. 4. (Kişi i-
yıcıdır; m utlak bağışlayıcı olmasının yanında kul çin) dışa dönük karakterde. 5. is. Mekkeli olmayıp
ların da affedici olmalarını em reder.\\ affını iste da hac için dışarıdan gelenler,
m ek, Bir görevi yapamayacağı için istifasını ince afakilik, -ği [afaki-lik] (a;fa;ki:lik) is. Objektiflik,
likle ifade etmek. || affınıza mağruren, {OsT) "Affe nesnellik.
deceğinize inanarak ve sizin bu büyüklüğünüzden
afal, [Kürt, aval > afal] sf. Şaşkın; aptal; bön. S afal
gurur duyarak” anlamında eskiden kullanılan bir
afal, Ne yapacağım bilemeden; şaşkın şaşkın; bön
nezaket sözü.|| affınıza sığınarak, "Merhamet ede
bön; aval aval. || afal tafal, A par topar.
ceğinize güvenerek; anlayışla karşılayacağınızı
düşünerek’’ anlamında kullanılan bir nezaket sözü; afala, [Yun. falla] {ağız} is. Yunus balığı. [DS]
AFE
afalak, -ğı [apa-la-k / afalak] {ağız} sf. İriyarı, salla afatlamak, [afat-la-mak] is. Öfke ile küfretmek,
pati adam. [DS] afazi, [Fr. aphasie] (a fa zi) is. tıp. Dilin iki yönünü
afallahüanh, [Ar. 'aPallâhii-'anh ı~t 4JJI (afal- ilgilendiren anlama ve anlatma bozukluğu has
talığı; söz yitimi; zıyâ-ı kelam
la:hüanh) {OsT} ünl. A llah onu affetsin!
afçı, [af-çı] is. argo. 1. Genel a f çıkma olasılığını
afallama, [afal-la-ma] is. N e yapacağım bilememe;
düşünerek suç işleyen kimse. 2. Çıkacak olan aftan
şaşırma.
yararlanacak durumda olan tutuklu ya da hükümlü,
afallamak, [afal-la-mak] gçsz. f. [-r] Beklenm edik
bir olay karşısında ne yapacağını şaşırmak, afen, [Ar. ‘afen jic ] {OsT} is. Çürüme,
afallaşmak, [afal-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Beklenme afend, [Far. âfend -usl] {OsT} is. Kavga; dövüş; sa
dik bir durum karşısında ne yapacağını bilememek, vaş.
çok şaşırmak,
afendak, [Far. âfendakjl-usl] {OsT} is. Gökkuşağı,
afallaştırma, [afal-la-ş-tır-ma] is. Birini şaşırtma,
afallaştırmak, [afal-la-ş-tır-mak] gçl. fi [-ır] Birini a ’fer, [Ar. a 'fer >p] {OsT} sf. Pek ak; bembeyaz,
şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez durum a düşür aferide, [Far. âferîde »Jo.yT] (a.feri.de) {OsT} sf.
mek, çok şaşırtmak, Yaratılmış; meydana getirilmiş; mahlûk,
afallatma, [afal-la-t-ma] is. Ne yapacağını bilememe aferidegâr, [Far. âferîde-gâr j\S s, j ] ] (a:feri:degâ:r)
durumuna düşürme,
{OsT} is. Yaratıcı; yaratan; Tanrı,
afallatmak, [afal-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Birini şaşırt
mak. aferidegâri, [Far. âferîde-gârî j j l f j j / i ] (a:feri:de-
afana, [Yun. afanos] {ağız} sf. Hareketsiz. [DS] 0 gâ:ri:) {OsT} is. Yaratıcılık; Tanrılık,
afana etmek, Çarçur etmek; ziyan etmek. aferidekâr, [Far. âferîde-kâr jlfjj.jsT] (a:feri:dekâ:r)
afanitik, [Fr. aphanitique] is. jeo l. Çıplak gözle kris {OsT} is. aferidegâr.
tali seçilemeyen püskürük kayaç dokusu, aferidekâri, [Far. âferîde-kârî LsJ lS'jo_^T] (a:feri:de-
afara, [Ar. ‘afâre (başaklama)\ {ağız/ is. A na ürün kâ.ri:) {OsT} is. -*■ aferidegâri.
alındıktan sonra harm an yerinde kalan taş, toprak aferidgâr, [Far. âferîd-gâr jlf-b y l] (a:feri:dgâ:r)
ve saman karışımı artıklar. [DS]
{OsT} is. -*■ aferidegâr.
afaracı, [afara-cı] {ağız} is. 1. Harman yerindeki ka
aferidgâri, [Far. âferîd-gârî ^ jlf jo y l] (a.feri.dgâ:-
lıntıları toplayan kişi; başakçı. 2. Harman işçisi. 3.
Bağ ve bahçelerde, hasat sonu kalan döküntü mey ri:) {OsT} is. Yaratıcılık; Tanrılık,
veleri toplayan kimse. [DS] aferidkâr, [Far. âferîd-kâr (a:feri:dkâ:r)
afaralama, [afara-la-ma] is. A faralam ak işi; başak- {OsT} is. -*• aferidegâr.
lama. aferidkâri, [Far. âferîd-kâri ^jlfjb y T ] (a:feri:dkâ:-
afaralamak, [afara-la-mak] gçl. f. [-r] fl(ı)-y o r]
ri:) {OsT} is. -*■ aferidegâri.
{ağız} 1. Harman yerinde kalan taş, toprak ve kes-
mikli ürün kalıntısını toplamak. 2. Harman yerini aferim, [Far. âferîn jj^sT] {ağız} ünl. -»• aferin. [DS]
süpürmek. 3. Bahçede kalan döküntü meyveleri -aferin, [Far. âferiden (yaratmak) > âferîn -]
toplamak. 4. Bir şeyin irisini ufağından ayırmak.
(a fe rim ) {OsT} son ek. Osmanlıcada eklendiği ke
[DS]
limelere "yaratan ” anlamı vererek birleşik sıfatlar
afaret, [Ar. ‘afaret O jlip] (afa:ret) {OsT} is. Kötü ni yapan son ek.
yet ve kötü düşünce; şeytanî düşünce; ifritçe niyet, aferin, [Far. âferin ji.^sT] (a: ferin) ünl. 1. Olumlu ve
afarit, [Ar. ‘ifrit > ‘afarit c->jUp] (afa:ri;t) {OsT} is. beğenilen bir davranıştan dolayı söylenen beğenme
Şeytanlar, ifritler, sözü; bravo; yaşa; berhudar ol; bin yaşa; ceddine
afarna, [Yun. phalaina (balina)] {ağız is. Yunus ba rahmet; diline sağlık. 2. (aıferi: ’n) (Değişik bir
lığı. [DS] vurgu ile) yakışık almayan bir iş dolayısıyla azar
afaronto, [İt. affront] is. Kötü muamele, lam a veya alay sözü; aşk olsun; canına yandığımın;
afartmak, [abar-t-mak / afar-t-mak] gçl. fi [-ır] {a- helal olsun; kutlarım; tebrikler. 3. {OsT} Eskiden
ğız} Abartmak. [DS] öğrencilerin başarı derecelerini gösteren belge; te
şekkür belgesi. «Üç defa aferin alana bir tahsin
afat1, [Ar. âfe t> afat o i l ] (a:fet) {OsT} is. Felaket.
verilir.» t? aferin almak, 1. B ir başkası tarafın
afat2, [Ar. âfet > afat oliT] (a:fa:t) {OsT} is. Felaket dan beğenilmek, övücü sözler duymak. 2. {OsT}.
ler. 0 afât-ı arzıye, {OsT} Deprem, yangın, toprak Başarı belgesi almak.
kayması gibi yeryüzü felaketleri.\\ âfât-ı sem aviye, aferinende, [Far. âferîn > âferinende o-ujj^T] (a.fe-
{OsT} Şimşek, yıldırım, tufan gibi gökyüzü afetleri. ri:nende) {OsT} sf. 1. Yaratıcı. 2. Yaratan.
AFE ö I ü i e i ü M M . ı 22
aferinhan, [Far. âferîn-hân oU- jjjsT] (a:feri:nha:n) affettirme, [Ar. ‘afv => aff + T. et-tir-me y^\
{OsT} sf. “A ferin” diyen, is. Affettirmek işi.
aferiniş, [Far. âferiniş ^i-^sT ] (a:feri:niş) (OsT) is. 1. affettirmek, [Ar. ‘afv => a ff + T. et-tir-m ek ys-
Yaratılış; hilkat; fıtrat. 2. Hz. Â dem ’in ve âlemin gçl. f. [-ir] Affedilmeyi sağlamak, bağış
yaratılışı. 3. Yaratılmışlık; âlem, latmak; affı gerçekleştirmek,
aferist, [Fr. affairiste] is. Sürekli kendi çıkarını dü affeyleme, [Ar. ‘afv => a ff + T. eyle-me «Jul yc-\ is.
şünen; çıkar sağlamak için fırsat kollayan kişi; çı
Affetme; bağışlama,
karcı; dalavereci; düzenbaz; vurguncu.
affeylemek, [Ar. ‘afv => aff + T. eyle-mek tiUL.I y ^ ]
afet1, [Ar. a 'fe t cJpl] {OsT} sf. 1. Solak. 2. Aptal; a-
g ç l.f. [-r] Affetmek, bağışlamak,
kılsız. 3. En güç şey.
affolunma, [Ar. ‘afv => aff + T. ol-un-ma ye-]
afet2, [Ar. âfet c i T ] (a:fet) (OsT} is. 1. Büyük maddî
is. Affa uğrama; affedilme; bağışlanma,
zararlara, çok sayıda can ve mal kaybına yol açan
affolunmak, [Ar. ‘afv => aff + T. ol-un-mak y*-
olağandışı olay; felaket. 2 . mec. İnsan için çok kötü
bir durum; musibet; bela. 3. Çok sayıda insan ve edil. f. [-ur] A ffa uğramak, affedilmek; ba
hayvanın ölümüne yol açan salgın hastalık. 4. Ola ğışlanmak.
ğanüstü güzelliğe sahip kadın, ff âfet-i âb, {OsT} afgan, [Far. efğân] is. Uzun tüylü bir köpek cinsi,
1. Su afeti. 2. Su kızı; deniz kızı. || âfet-i cân, {OsT} afgurm ak, [af (yans) > af-gur-mak] {ağız} gçsz. f. [-
I. Canın belası. 2. mec. Güzelliğiyle insanı etkile ur] (Köpek için) havlamak. [DS]
yen kadın.|| âfet-i cân-ı cihan, {OsT} Dünya güze- a fi1, [Ar. ‘âfî (a.fı:) {OsT} sf. 1. Silen. 2. Silin
li.|| âfet-i devrân, {OsT} Çağın en güzeli.|| âfet-
miş. 3. Bağışlayan; affeden. 4. Bağışlanmış; affe
nttmfin, {OsT} Bela gösteren.|| âfet-resân, {OsT}
dilmiş
B ela getiren. || afet teorisi, Yeryüzünde meydana
af!2, [Yun. afi] is. argo. 1. Gösteriş; çalım; caka. 2.
gelen büyük değişmeleri ve bu arada canlılar ara
Kabadayılık; külhanbeylik. 3. Yalan. S 1 afi atmak,
sındaki değişmeleri afetlerle açıklayan teori; ka-
Yalan söylemek; gösteriş yapm ak; böbürlenmek;
tastrofızm.
kabadayıca davranışlarda bulunmak. || afi kesmek,
afetzede, [Ar. âfet + Far. -zede »iyâT] (a:fetzede) Böbürlenmek; üstünlük taslamak; kabadayılık tas
{OsT} is. ve sf. 1. Afete uğramış; bir afet olayından lam ak,|| afi yapmak, Gösteriş yapm ak; caka sat
zarar görmüş olan kimse. 2. sf. mec. M anen bir be mak; fiya ka yapmak. || afisi sökm ez, "Fiyakası,
laya, felakete uğramış. 0 âfetzede-gân, {OsT} B e gösterişi, kabadayı davranışları etkilem ez” anla
laya uğramışlar; afetzedeler. m ında ihtar ve tehdit sözü.
affedilme, [Ar. ‘afv => aff + T. e(d)-il-me aİJu.I y * ] afif, [Ar. ‘iffet > ‘afif (afv.f) {OsT} sf. 1. Temiz,
is. Affa uğrama, bağışlanma, doğru, dürüst; çekingen. 2. Namuslu, iffetli. 3. Say
affedilmek, [Ar. ‘afv => aff + e(d)-il-mek ■JJijjl y ^ \ gıdeğer.
edil. f. [-ir] Affetm ek fiiline konu olmak; affa uğ afifane, [Ar. ‘afif + Far. -âne .ü U jt] (■afv.fa.ne) {OsT}
ramak; bağışlanmak, zf. İffetli olarak; namusluca,
affetme, [Ar. ‘afv => aff + T. et-me y t ] is. A f afife, [Ar. ‘afif > ‘afife <u~i&] (afr.fı) {OsT} sf. (Kadın
fetmek işi; bağışlama, için) iffet sahibi, namuslu, tem iz ve saygıdeğer.
affetmek, [Ar. ‘afv => aff + T. et-mek ys-] gçl. afik1, [Ar. âfık JiT ] (a:fık) {OsT} sf. Yalancı.
f. [(d)-er] 1. Sonuç itibariyle bir cezayı gerektiren
afik2, [Ar. ‘afik , y ^ \ (afı;k) {OsT} sf. Çok aptal,
suç, kusur, kabahat veya günah için ceza verm ek
ten vazgeçmek, bağışlamak. 2. Kendine karşı kötü, alil, [Ar. uful > âfıl JiT] (a:fıl) {OsT} sf. Batan, kay
kırıcı veya kaba bir davranışı olmamış saymak; bolan; görünmez olan,
özrünü kabul etmek; mazur görmek. 3. Birini her afili, [afı-li] sf. argo. Afisi olan; afi ile yapılan; fiya
hangi bir sorumluluktan ayrı tutm ak veya görevin kalı; gösterişli,
den almak, işine son vermek. S affetmişsin, “Hiç
afir, [Ar. ‘afir y *■] {OsT} sf. Çok kötü niyetli,
de öyle değil, yanılıyorsun" anlamında nazik bir
itiraz sözü. afiş, [Fr. affıche] is. 1. Herkesin görebileceği bir du
vara veya ilan yerlerine yapıştırılan özel olarak ha
affetmemek, [Ar. ‘afv => aff + T. et-me-mek ys-
zırlanmış resimli veya sadece yazılı duyuru kâğıtla
gçl. f. [-mez] Karşısındakinin kusurunu, rı. 2. argo. Hile; dalavere; yalan. S 1 afiş asmak,
açığını iyi kollayıp değerlendirmek; müsamaha Duvarlara veya ilan panolarına afiş yapıştırmak. ||
göstermemek. «Trafik hatayı affetm ez.» afiş olm ak, argo. Kötü bir yönü, bir suçu, gizli bir
İ B İ K S U . 123 AFR
yönü, işi ortaya çıkmak. || afişte kalmak, (Sinema veya psikolojik bir sebepten dolayı sesin tamamen
ve tiyatro için) uzun süre oynamak, sahnelenmek.\\ yok olması, konuşamama.
afişten inmek, (Sinema veya tiyatro için) gösteri aforizm, [Lat. aphorismus / Yun. aphorismos (tanım
me ve sahnelenmesine son vermek. lama) > Fr. aphorisme] is. ed. Bir konu üzerinde
afişçi, [afış-çi] is. 1. A fiş hazırlayan sanatçı; afiş gra- bilinmesi gerekenleri ana fikir hâlinde birkaç keli
fıkeri. 2. Duvarlara afiş yapıştıran kimse, me ile özetleyebilen sözler; özlü söz; öz deyiş; ve
afişçilik, -ği [afiş-çi-lik] A fiş hazırlam a veya asma cize; aforizma.
işini kendisine meslek edinmiş kimse, aforoz, [Yun. aphorizein] is. 1. Y ahudilik ve H ıristi
afişe, [Fr. affıcher] sf. Duyurulan; ilan edilen. «Buğ yanlıkta dinî kurallara uymayanlara verilen toplu
dayın afişe fiya tı ile piyasa fiya tı çok fa r k lı.» S luk dışında bırakma cezası. 2. argo. Dışarıya atma;
afişe edilmek, G izliliği ortadan kaldırılmak; duyu ilgisini kesme. S aforoz etmek, 1. Kilise huku
rulmak; ilan edilmek.\\ afişe etmek, Gizli kalması kunda kilise birliğinden çıkarma cezası. 2. gnşl. Bir
gereken bir şeyi açıklamak; duyurmak; ilan etmek; topluluğun, bir grubun dışına çıkarmak; dışarı at
açıklama; ifşa etmek. || afişe olmak, Gizlediği şey mak. «Kulüp bir oyuncuyu daha aforoz etmiş. »
meydana çıkmak; teşhir edilmek; açıklanmak. aforozlama, [aforoz-la-ma] is. Aforoz etme,
afişleme, [afiş-le-me] is. Afiş yapıştırm a işi. aforozlamak, [aforoz-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor]
afişlemek, [afış-le-mek] gçl. f i [-r] 1. Duyurusu ya Aforoz etmek,
pılacak bir haberi afiş hâline getirmek; afiş yap aforozlu, [aforoz-lu] sf. Aforoz edilmiş olan, dışlan
mak. 2. mec. (Birinin) gizli saklı veya bilinm eyen mış (kimse)
kötülüklerini açığa vurmak. afra, [Ar. tavr => tafra / afra] {ağız} is. Bağırıp ça
afitab, [Far. â f (güneş) + tâb (aydınlık) ^l^T ] (a.fi- ğırma; etrafı korkutma. [DS] S 1 afra satmak, {ağız}
Çalım satmak. [DS]|| afra tafra, {ağız} Çalım; üs
ta;p) {OsT} -*■ afitap.
tünlük taslayış; fiyaka; caka. [DS]
afitap, [Far. â f (güneş) + tâb (aydınlık) *_)UsT] (a.fi-
afragar, [Ar. alzancâr] is. Simyacıların bakır yeşiline
ta:p) {OsT} is. 1. Güneş; güneş ışığı. 2. mec. Güzel, verdikleri ad.
dilber; güzel yüz. fi1 Â fitâb-ı Kureyş, {OsT} 1. Ku- afrab, [afra-lı] {ağız} sf. Afrası olan; çalımlı. [DS] S
reyş güneşi. 2. Hz. Muhammed.\\ âfitâb-iştihâr, afralı tafrah, Çalımlı, üstünlük taslayan; fiyakalı;
Ünlü; namlı.\\ âfitâb-perest, 1. Güneşe tapan. 2. cakalı.
zool. Kaya keleri. 3. bot. mec. Ayçiçeği. || âfitâb-ru,
afraze, [Far. âfrâze »jlyT] (a;fra:ze) {OsT} is. 1. A y
Güneş gibi aydınlık ve güzel yüzlü. || âfitâb-süvâr,
Sabahları p e k erken kalkan. dınlık; ışık. 2. M um veya kandil fitili.
afiyet, [Ar. 'afiyet o - jlt] (a fiyet) is. 1. Sağlık; sıh Afrika, [Lat. africa / Ar. 'ifrikîya] (a frika ) öz. is.
hat; esenlik. 2. Şifa. 3. Bahtiyarlık, mutluluk; ağız Beş büyük k ıt’adan birinin adı. S Afrika domuzu,
tadı. S afiyet bulm ak, İyileşmek, sağlığına ka zool. A frik a ’nın Ekvatoral bölgelerinde yaşayan
vuşmak]|| afiyet olsun, (Yemek yiyenlere) "ağız kaba postlu, büyük ağızlı bir domuz, (Hylochoerus
meinertzhageni).\\ Afrika menekşesi, bot. Yaprak
tadıyla, şifa niyetine yiye sin iz" anlam ında iyi dilek
ları tüylü rozet hâlinde, koyu mavi, m or veya p e m
sözü. || afiyette bulunm ak, Sağlık durumu iyi ol-
be renkli çiçekleri ince sapların ucundan demet
mak. || afiyet üzre olm ak, Sağlıklı ve rahatı
hâlinde sarkan bir saksı çiçeği. (Sainpaulia ionan-
yerindeolmak; huzurlu olmak.
tha). || Afrika sümbülü, bot. Geniş, etli, ucu sivri
afkalamak, \eT. uv-m ak (sıkıştırmak) > avk-m ak >
yapraklı; yazın uzun bir sap üzerinde çan biçimli
avk-ala-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Karış
ağzı aşağı bakan sarkık çiçekler açan, zam bakgil
tırmak; alt üst etmek; kabartmak. 2. Elle örsele
lerden bir p a rk ve bahçe çiçeği; y a z sümbülü,
mek; buruşturmak; hırpalamak. 3. Ovalamak. 4. (Caltonia candicam)
(Kişiyi) dövmek; hırpalamak. 5. gçsz. f i Dayaktan
A frikah, [Afrika-lı] sf. ve is. A frika’da doğup büyü
sersemlemek; sarsılmak; afallamak. [DS]
yen veya A frika halkından olan (kimse).
afkalanmak, [avk-ala-n-mak] {ağız} edil. f. [-ır] 1.
Afrikaner, [Aim. afrikaner] sf. ve is. Güney Afrika
Sersem edilmek. 2. Isırılmak. [DS]
Cumhuriyetinin eski HollandalI sömürgecilerine
afkın, [Erme, albm / albun > afkm / ahbın / ahbun] verilen ad.
{ağız} is. 1. Gübre. 2. Gübreli toprak. [DS] afrikat, [İng. affricate] sf. dbl. (Ünsüz için) y a n ka-
afkmlamak, [afkın-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-1(0- pantılı.
yor) Toprağı gübrelemek; gübreyi toprağa karış afrit, [Fr. affrite] {ağız} sf. Zevkle yaşanan. [DS]
tırmak. [DS]
afriyolant, [Fr. affriolant (çok lezzetli)] sf. 1. İlgi
aflakçı, [afla-k-çı?] {ağız} sf. Yalancı; düzenci. [DS] çekici; cazip. 2. Baş döndürücü,
afoni, [Fr. aphonie] is. tıp. Gırtlak rahatsızlığından afrodizyak, [Fr. aphrodisiaque] is. ve sf. Kullanıldı-
APR li e « C E M .
ğm da cinsel arzuyu artırdığı sanılan baharat türü kim se.|| âftâs-perest, {OsT} 1. Güneşe tapan. 2.
maddeler veya haplar; kuvvet macunu; mesir ma Nilüfer. 3. Ayçiçeği. 4. zool. K aya keleri. || âftab-
cunu. rü, {OsT} 1. Güneş yüzlü. 2. Sevimli; dilber. 3. Gü
afruşe, [Far. âfrüşe *43jsT] (a;fru;şe) {OsT} is. Un neşe karşı olan.|| âftâb-ruh, {OsT} Güneş yiizlü.\\
âftâb-süvâr, {OsT} Gün doğmadan kalkmayı alış
helvası.
kanlık hâline getirm iş olan.
afruze, [Far. âfrüze (a;fru:şe) {OsT} is. -*■ af-
aftabe, [Far. âftâbe ^tiT ] (a:fta:be) {OsT} is. 1. Su
raze.
kabı. 2. Güneş biçiminde yapılan mücevher,
afs, [Ar. ‘afş j***] {OsT} is. 1. Mazı. 2. sf. Kekre,
aftabe, [Far. âb-tâbe / âftâbe ajUbT / ajU^T] {eT} is.
afsun, [Far. efsun] {OsT} is. İnsanlar ve diğer canlılar Kova; güğüm. [DLT]
üzerinde söz ve işaretle iyi veya kötü bir etki bı
aftave, [Far. âftâve ojliT] (a:fta:ve) {OsT} is. Su kabı,
rakm a işi; büyü; sihir. S 1 afsun eyleyici, {eAT} B ü
yücü; hastayı büyü ile tedavi eden. aftos, [Yun. aftos (o, bilinen)} is. argo. 1. B ir erkeğin
afsuncu, [afsun-cu] is. Büyücü, üfürükçü, evlilik dışı ilişki kurup gönül eğlendirdiği kadın;
afsunlama, [afsun-la-ma] is. 1. Doğa üstü veya do metres; oynaş; nikâhsız karı; kapatma. 2. Bir kadı
ğal güçler ile ruhlar üzerinde etkili olduğu öne sü nın nikâhsız olarak yaşadığı erkek; dost. S aftos
rülen ezgili veya ezgisiz bir takım sözler söylemek piyos, Yun. (Bu kim?) argo. 1. (Kişi için) önemsiz;
değersiz; uyduruk. 2. "Bu da kim oluyor?" anla
suretiyle büyü yapm a işi.
m ında kullanılır.
afsunlamak, [afsun-Ia-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor] 1.
Büyü yapmak, büyülemek. 2. mec. Etkisi altında afur, [Ar. ‘afur jji^-] (a;fu:r) {OsT} is. Bela kasırga
bırakmak. sı. S1 Çalım, gösteriş.\\ afura tafura gelmemek,
afsunlanma, [afsun-la-n-ma /afsun-la-n-ma] is. A f Birinin çalım satmasından hoşlanmamak; böyle
sunlanmak işi. davranışlara karşı gelmek.
afsunlanmak, [afsun-la-n-mak] edil. f . [-ır] 1. Biri afüv, -vvii [Ar. ‘afüvv y&] {OsT} s f 1. Merhametli;
tarafından büyülenmek; büyü yapılmak. 2. dönşl. f. daima suç bağışlayan. 2. Allah,
Büyülenm ek; kendine büyü yaptırmak,
afv, [Ar. ‘afv y t ] {OsT} is. 1. Birinin suçunu bağış
afsunlu, [afsun-lu] sf. 1. (Hazine, eşya, insan vb.
lama. 2. Özür dileme. 3. Görevden alma. S afv
için) yabancıların dokunmasına ve yaklaşmasına
eyleyici, {eAT} 1. Bağışlayan; affeden. 2. Çok ba
karşı afsunlanmak suretiyle korunan; büyülü; tıl
ğışlayan (Allah).|| afv olmak, {eAT} Affedilmek.||
sımlı. 2. (Kişi için) zehirli hayvanların sokmalarına
afv olunm ak, {eAT} Affedilmek.
karşı afsunlanmak suretiyle bağışıklık kazanmış
olan; şerbetli. afyon, [Yun. opion / Lat. opium / Far. efyün] is. ecz.
Haşhaş bitkisinin kapsüllerinden elde edilen, ecza
Afşar, [Kazan, avş-mak (itaat etmek, müsaade et
cılıkta kullanılan bileşiminde morfin, kodein gibi
mek) > afş-ar] (a fşa r) öz. is. Oğuzların 24 boyun
alkaloitler bulunduran uyuşturucu madde; haşhaş;
dan en kalabalık olanı,
kodein; morfin, ö afyon çekmek, Afyon dumanını
afşar, [afş-ar] sf. 1. İşini tez yapan. 2. İtaatli. 3. is.
k e y if verici madde olarak sigara gibi içine çek
Muhafız. 4. {ağız} Bir şeyin zıddı, aksi. [DS]
m ek,|| afyon ruhu, Sulandırılmış safranlı alkol
afşarı, [afşar+ Ar. -î] {ağız} is. Bel bıçağı; kama. [DS] içinde afyon eritilerek elde edilen çözelti. || afyon
afşarsız, [afşar-sız] {ağız} sf. Gelişigüzel. [DS] sakızı, H enüz olgunlaşmamış haşhaş bitkisinin ko
aft1, [aft (yans.)] is. Havlama ve havlarcasma bağır zalakları bıçakla çizildiğinde çıkan beyaz fa k a t ha
m a bildiren kök. aft-ıl-de-mek. va ile temas ettiğinde esmerleşen asıl afyon madde-
aft2, [Yun. aphthe (yanmak) > Fr. aphte] is. tıp. si. j afyonu başına vurmak, Kendini bilmez dere
Y anakların iç kısmı, dudaklar ve dil etrafı gibi ağız cede öfkelenmek; öfkeden ne yaptığını bilemez hâle
içi mukozasında kırmızı çizgili kabarcıklar hâlinde gelmek. || (birinin) afyonunu patlatmak, argo.
oluşan bir m ikrobik hastalık, K endi hâlinde sakin birini rahatsız edip öfkelen
aftab, [Far. âf-tâb k-jliT] (a:fta:b) {OsT} is. 1. Güneş. dirm ek^ afyon yutm ak, A fyonu küçük parçacıklar
hâline getirip uyuşturucu olarak ağızdan almak. ||
2. Güneş ışığı. 3. Güzel yüz. 4. Şarap. 5. sf. (Kadın
afyon yutm uş gibi, Uyuşuk, dalgın ve sünepe bir
için) güzel, fi1 âftâb-gerdân, {OsT} 1. Güneşten
hâlde.
korunmak için giyilen başlık. 2. Avcı kulübesi.\\
âftâb-gerdek, {OsT} 1. Ayçiçeği. 2. zool. K aya ke afyonkeş, [Far. efyün-keş ^ıS jjJI] {OsT} is. ve sf.
leri]] âftâb-gerdîş, {OsT} 1. Yeıyüzü. 2. sf. Güneş Uyuşturucu olarak afyon içen, afyon dumanını içi
gören yer. 3. zool Kaya keleri. || âftâb-gîr, {OsT} 1. ne çeken ve bunu alışkanlık hâline getiren,
Şemsiye. 2. Güneşli yer. || âftâb-ı mağribî, {OsT} afyonkeşlik, -ği [afyonkeş-lik] is. Afyon yutm a ve
Kılıç.\\ aftab-iştihar, {OsT} Büyük ve çok tanınmış çekme alışkanlığı.
M M IC E M . 125 AGA
afyonlama, [afyon-la-ma] is. 1. Afyonlam ak işi. 2. luk ölçüsü. 3. Uzunluk ölçüsü aracı olarak 68 cm
Sağlıklı düşünmeyi engelleme. 3. Afyonla uyuş boyunda ağaç; arşın. S1 agaç çanak, {eAT} Ağaç
turma. kap.\\ agaç ev eylemek, {eAT} Kovan yapmak.\\ a-
afyonlamak, [afyon-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. gaç ev yapmak, {eAT} Ahşap ev yapm ak.|| agaç
Afyon maddesi karıştırmak. 2. mec. Bir kimseyi, karası, {eAT} Çürük ceviz ağacı kökünde bulunan
bir topluluğu etki altına bırakarak doğru düşünme siyah yapışkan madde.|| agaç pusı, {eAT} Ağaç
sini, gerçekleri bulm asını önlemek, zamkı.|| agaç püsi, {eAT} Ağaç zamkı.|| agaç
afyonlanma, [afyon-la-n-ma] is. Afyonlanm ak işi; urmak, {eAT} Sopa ile dövmek.|| agaç yarıcı yil,
afyon alma; afyon katılma, {eAT} Ağaçların tozlaşmasını sağlayan rüzgâr.||
afyonlanmak, [afyon-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. A f agaçdan yaprak indürmek, {eAT} Ağaçtan yaprak
yonlu hâle getirilmek. 2. mec. Çeşitli etkiler altında düşürmek.
kalarak doğru düşünemeyecek, gerçekleri görem e agaçdelegen, [ağaç+del-egen] {eAT} is. zool. Ağaç
yecek hâle gelmek, kakan.
afyonlu, [afyon-lu] sf. 1. İçine afyon karıştırılmış; agaçdelen, [ağaç+del-en] {eAT} is. zool. Ağaçkakan.
afyon içeren. 2. is. Afyon kullanmış olan. 3. mec. agaçlu, [agaç-lu] {eAT} sf. Ağaçlı.
(Kişi için) uyuşuk. 4. öz. is. Afyon ilinden olan agâh, [Far. agâh / âgeh ■t?! / olS \] (a;gâ;h) {OsT} sf.
kimse.
1. Uyanık. 2. Bir konuda bilgi sahibi olan; bilgi
Ag. [Lat. argentum] kısalt, kim. Parlak beyazımsı gri sahibi; haberdar; farkında. 3. B ir şeyin derinliğine
renkte, kolay işlenebilen, tel hâline getirilebilen; anlamını, sırrını, hikmetini kavramış olan. S agâh
oksitlenmeyen, atom sayısı, 47, atom ağırlığı
olmak, 1. Bilgi edinmek, bilgi sahibi olmak. 2.
107.88, yoğunluğu 10.5 olan, 960°C ’de ergiyebilen tasvf. Mevlevi dergâhında sabah namazı için uyan
bir element olan gümüşün sembolü.
dırılmak.
ag1, [ag /ağ (yans)] is. Ağlama, inleme eylemi, ağrı,
agâhan, [Far. âgâhân jl»l?T] (a:gâ:ha;n) {OsT} is.
sızı durumları bildiren kök. ag-la-mak.
Bilenler.
ag2) [ag £j] ieT} {eAT} is. İki bacak arasındaki açık
agâhi, [Far. agâhı ,y>lS\] (a:gâ;hi;) {OsT} is. 1. Bir
lık; iki bacak arasındaki boşluk. [EUTS] [ETY]
[DLT] şeyden haberi olma. 2. Uyanıklık; basiret.
ag3, [ağ j j ] {eAT} sf. 1. Ak; beyaz. 2. Duru; berrak. -agan, [-a-ğan / -e-gen / -y-a-ğan / -y-e-gen / -a-ğan
> -e-gen / -eğen / -ağan] yap. e. 1. Fiil kök ve göv
S ag ban iv, Biiyük çadır; otağ.|| aga çıkarmak,
delerinden süreklilik kavramı katarak isimler ya
{ağız} Temize çıkarmak. [DS]|| aga çıkmak, {ağız}
par; {eT} {eAT} (aynı): gez-egen, ak-agan, yat-ağan.
Temize çıkmak. [DS]|| agı karası, {eAT} İyisi, kötü
2. Elverişlilik, uygunluk, çabukluk kavramları k a
sü; her türden olanı.
tarak sıfatlar yapar: olağan, pişeğen. 3. Huy, tabiat
ag4, [ağ j j ] {eAT} is. Ağ. S' ag kurdı, {eAT} zool. Ağ kavramları katarak sıfatlar yapar: küseğen, g eze
kurdu; ağ ören böcek; tırtıl. ğen, kel-egen (gelmeyi alışkanlık edinen) , bar-
aga, [ağa LfcT] {eT} is. 1. Büyük erkek kardeş; ağabey; ağan (sürekli giden, gitmeyi alışkanlık edinmiş
aka; {eAT} (aynı). [Nevâyî] [EUTS] 2. {eAT} Baba; olan) 4. Fiilden “o eylemi çokça ya p a n ” anlam ında
ata. 3. {eAT} Büyük; amir; efendi. 4. {ağız} Ağa. sıfat türetir, ol-agan, yi-y-egen.
[DS] S aga kadın, {eAT} Büyük kadın; hanımefen agan1, [ağan] {eT} is. Ceza; cezaya çarpma; hüküm
di. giyme; kefaret. [EUTS]
agac, [eT. ığaç > ağaç / £U I] {eAT} is. -*■ ağaç. agan2, [ağan] {eT} sf. Genizden konuşan. S agan er,
Genizden konuşan; genzek. [DLT]
S agac delegen, {eAT} Ağaçkakan.\\ agac delen,
{eAT} Ağaçkakan.\\ agacıla öldürilm iş, {eAT} (Hay aganigi, [Ar. a’ni (bundan anlaşılan şudur) > K uş
van için) odun darbesi ile öldürülmüş. || agac ka dili, a-ga-ni-gi] is. argo. Sevişme; cinsel ilişki,
vımı, {eAT} Turunç.\\ agac köpügi, {eAT} Ağaç aganta, [İt. agguanta] (aga ’nta) ünl. dnz. Akan halatı
zamkı. veya zinciri bir müddet tutmak, bırakmamak için
ağaçlamak, [ağac-la-mak j^JU-üT] {eAT} gçl. f. [-r] verilen emir; tut!
Sopa ile dövmek; dayak atmak, agar, [ağ-ar / ağ-ır] {eT} sf. 1. Ağır, değerli; şerefli;
ağaçlanmak, [ağac-la-n-mak jajJlş-LpT] {eAT} edil. f. oturaklı. [EUTS] [Gabain] 2. Derin; fevkalade; ola
ğanüstü. S agar ayagm, Derin hürmetle. [EUTS]
[-uı] Sopa ile dövülmek; dayak atılmak; dayak ye
mek. agarager, [Malayca, agar-agar] is. Uzakdoğu deniz
lerinde yetişen bir tür kırmızı su yosunundan elde
agaç, [eT. ığaç > ağaç {eAT} is. 1. Sopa;
edilerek eczacılıkta, kozmetik sanayiinde ve aşçı
değnek. 2. Aşağı yukarı bir kilometre gelen uzun lıkta kullanılan bir çeşit jöle.
AGA İ M IÜ K S İM İ, m
agardıca, [ağ-ar-dı-ca aAoj . I] {eAT} zf. Ağarırken. agende, [Far. âgenden (doldurmak) > âgende T]
agarlag, [ağ-ar-lağ] {eT} sf. Saygıdeğer; hürmete (a:gende) {OsT} sf. Doldurulmuş; tıkalı; dolu,
layık; şerefli. [EUTS] agendeguş, [Far. âgende-güş ojj^ T] (a.gende-
ağarmak, [ığ (su) > ağ (su beyazı) > ak-ar-mak] {eT} gûcş) {OsT} sf. 1. Sağır. 2. mec. Söz dinlemez; asi;
gçsz.f. [-ur] Beyazlamak. [ETY] günahkâr.
agartgu, [ağ-ar-t-ğu] {eT} is. Buğdaydan yapılan bir agene, [Far. âgene <u?T] (a:gene) {OsT} sf. Doldurul
içki; bir çeşit buğday birası. [DLT]
muş; dolu; dolmuş,
agaş, [ağaç > ağaş] {eAT} is. Ağaç,
agenezi, [Fr. agenesie] is. tıp. Embriyonun gelişme
agayıl, [ak+ağ-ıl > ağayıl JjUT / {eAT} is. 1. sinde doku farklılaşmaları sırasında bir takım ak
Ağıl. [DK] 2. Koyun sürüsü, saklıklar sonucu bazı organların meydana gelme
agaz, [ağaz] {eT} is. Ağız. [EUTS] mesi.
agazlam ak, [ağaz-la-mak / ağız-la-n-mak] {eT} gçl. f. ageste, [Far. âgeste ^ S \] (a.geşte) {OsT} sf. 1. Is
[-r] Söylemek. [Gabain] lanmış; ıslak. 2. Yoğurulmuş. 3. Bulaşmış,
ağca, [ak > âğ-ca (a:ğca) {eAT} sf. 1. Akça; ageşte, [Far. âgeşte ■txiS'T] (a:geşte) {OsT} sf. 1. Is
beyazca. 2. is. A tın alnından burnuna doğru inen lanmış; ıslak. 2. Yoğurulmuş. 3. Bulaşmış.
beyazlık; akıtma,
agı1, [ağ-ı T] {eT} is. 1. Servet; varlık; çok değerli
agcam, [ak > âğ-ca-m {eAT} sf. Akça; beyazca,
mal mülk; hazine. [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] 2.
agcarak, [ak > âğ-ca-rak j j *»iT] (a.ğca) {eAT} sf. (Ç in’den gelen) ipekli kumaş; Çin ipeği. [ETY] [Te
Biraz ak; beyaza çalar, kin] [İKPÖy.] {eAT}. B agı barım , 1. Var yok; ser
vet; varlık. [EUTS] 2. Altın veya gümüş ile işlenmiş,
agdarmak, [ağ-(ı)d-ar-mak {eAT} g çl.f. [-ur]
sırmalı ipek kumaş. [DLT]
1. Altını üstüne getirmek; aktarmak. 2. Yere yık agı2, [ağ-ı] {eT} is. Göz yaşı. [EUTS]
mak; devirmek; yenmek; alt etmek, agı3, [akı / ahi > ağ-ı] {eAT} sf. Cömert; eli açık,
ağdık, -ğı [ağ-dık jJ i-T] {eAT} sf. 1. Karışık. 2. Ters. agıçı, [ağ-ı-çı] {eT} is. 1. İpek kumaşları muhafaza
3. Kusurlu; eksik; aksak. 4. Bozuk, eden kimse. [DLT] [EUTS] 2. Hazine bekçisi; hazi
agdınmak, [ağ-dı-n-mak / ağ-(ı)d-ın-mak] {eT} neci. hazinedar. [İKPÖy.] S' agıçı ulugı, Baş hazi
dönşl. fi [-ur] Kalkmak; kalkınmak; yükselmek. nedar. [EUTS]
[EUTS] ağıl, [ağ-ıl JiT ] {eT} {eAT} is. 1. Ağıl; koyun yatağı.
ağdırm ak, [a ğ -d ır-m ak ^ jJ^ T / {eAT} gçsz. [ETY] [EUTS] 2. Koyun pisliği. [DLT] 3. {eAT} (Ay
fi [-ur] 1. Yukarı çıkarmak; yükseltmek; kaldır ve Güneş için) çevrelerinde görülen beyaz halka;
mak. 2. (Hayvan için) çiftleştirmek; aştırmak, hâle. 0 ağıl eyleyici, {eAT} Hayvan ağılını düzen
agduk, [ağ-du-k / aduk / adğuk j j JıfcT] {eT} {eAT} sf. leyen.
ağılamak, [ağ-ı-la-mak] {eT} gçsz. f. [-r] Ağlamak.
1. Kusurlu; çürük; bozuk; harap; fena. [İKPÖy.]
[EUTS]
[Gabain] 2. Değişik; belirsiz; garip; karışık. [DLT] 3.
agılık, [ağ-ı-lık] {eT} is. 1. D evlet hâzinesi. [Gabain]
Aşağılık. [İKPÖy.] 4. Yoldan çıkmış. [İKPÖy.] 5.
[İKPÖy.] 2. Değerli eşyaların saklandığı yer; hazi
{eAT} Ters; aksak. 6. Akça; beyazca. 0 agduk kişi,
ne. 3. Depo; antrepo; ambar. [EUTS] [İKPÖy.] 4.
Kim olduğu belli olmayan sığıntı kişi. [DLT]
Badisatva unvanlanndan biri. [EUTS]
agduklık, [ağ-duk-lık ^jü-ipT] {eAT} is. Terslik; aksi ağıllanm ak, [ağ-ıl-la-n-mak / ağ-ul-la-n-mak
lik. 2. Eksiklik; kusur, {eAT} dönşl. fi [-ur] (A y için) hâlelenmek;
agdunlm ak, [ağ-dur-ıl-mak jijJ iT ] {eAT} edil, fi [- harmanlanmak,
ur] Yukarı çıkarılmak; yükseltilmek, agıllık, -ğı [ağıl-lık] {eAT} is. Aym çevresindeki be
agdurm ak, [ağ-dur-mak jjjjJiT ] {eAT} g çl.f. [-ur] 1. yazlık; hâle.
Yukarı çıkarmak; yükseltmek; kaldırmak. 2. (Hay ağım, [ağ-ı-m] {eT} is. Yükselme; çıkım; yükselim.
van için) çiftleştirmek; aştırmak, [DLT]
agımak, [ağ-mak (ağmak) > ağ-ı-mak] {eT} gçl. fi [-
ageh, [Far. âgeh-t?T] (a:geh) {OsT} sf. -*■ agâh,
r] Püskürtmek. [ETY]
agel, [Ar. ikâl] is. Arap erkeklerinin başlarına örttük
ağın, [ağ-ın ji - T] {eAT} sf. 1. Cimri; pinti; hasis. 2.
leri kefiyenin düşmemesi için üzerine geçirdikleri
yünden yapılma çember, Zorba; haydut,
ağmam ak, [ağ-(ı)n-a-mak / ağ-na-mak] {eT} gçsz. fi
agen, [Far. âgen T] (a:gen) {OsT} is. Yastık, m in
[-r] Arkası üstü yere sürünmek; debelenmek; ağ
der gibi doldurulmuş şeyler.
namak; yuvarlanmak. [Gabain] [EUTS]
ÖIMl İ R S İ M . 127 AGI
agınçsız, [ağ-ı-nç-sız] {eT} sf. 1. Yerinden oynamaz; itibar etmek; ikram ve ihsanda bulunmak; ulula
sabit; sağlam; sarsılmaz. [Gabain] [EUTS] 2. Sağlam mak; yüceltmek. [DLT] [EUTS] 2. Şerefli tutmak. 3.
seciye. [Gabain] [EUTS] Büyük tanımak; tazim etmek.
ağınmak, [ağ-mak > ağ-ın-mak] {eAT} dönşl. f. [-ur] ağırlanmak, [ağ-ır-la-n-mak {eT} {eAT} edil,
Yukarı çıkmak; yükselmek; ağmak,
f. [-ur] 1. İkram edilmek; ağırlanmak; saygı göste
agınanmak, [ağ-mak > ağ-m-a-n-mak] {eAT} dönşl. rilmek; ululanmak; yüceltilmek. 2. Pahalı bulun
f [-ur] Yukarı çıkmak; yükselmek; ağmak, mak. [DLT] 3. dönşl. f. Ağırlaşmak; üzerine ağırlık
ağındırmak, [ağ-mak > ağ-m-dır-mak] {eAT} gçl. f . çökmek.
[-ur] Yukarı çıkartmak; yükseltmek, ağırlanmış, [ağır-la-n-mış] {eAT} sf. Saygı gören;
agıngaç, [ağ-mak > ağ-m-ğaç] {eAT} is. Merdiven, itibar edilenen; sayılan,
agıngıç, [ağ-mak > ağ-ın-ğıç] {eAT} is. Merdiven, ağırlatmak, [ağ-ır-la-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] A ğır
agınguç, [ağ-mak > ağ-ın-ğuç] {eAT} is. Merdiven. latmak; hürmet ettirmek; saydırmak. [EUTS]
ağır1, [ağ-ır / ağ-ar > T] {eT} sf. 1. Ağır; çetin. [ETY] agırlıg, [ağ-ır-lığ] {eT} {eAT} sf. 1. M uhterem; saygı
[DLT] [EUTS] 2. Önemli; değerli. [ETY] 3. Şanlı; ya değer; değerli; kıymetli; şerefli; saygın. [İKPÖy.]
saygıdeğer; şerefli; değerli; itibarlı. [EUTS] [Gabain] 2. Ağırlanmış; ağırlanan. [EUTS] [Gabain] [DLT] 3.
[Tekin] 4. {eAT} Üstün; değerli; tercih edilir. 5. Gebe; hamile. [EUTS] [Gabain]
{eAT} (İçki vb. için) sert; keskin. 6. {eAT} Kalaba ağırlık1, [ağ-ır-lık J-l] {eAT} is. 1. {eAT} N ikâhta
lık; çok; bol. 7. {eAT} Ağırlık.8. {eAT} Zahmetli; kız tarafına verilen hediye, para; başlık. 2. {eAT} Ev
çetin; zorlu. 9. {eAT} Kaim dayanıklı. S ağır ağır, eşyası. 3. {eAT} Karşılık; bedel.
{eT} P ek ciddi; ağırbaşlı; temkinli; şerefli. [EUTS] ||
ağırlık2, [ağ-ır-lık j ) J - T] {eT} is. 1. İkram; ağırlayış.
ağır baş, {eAT} 1. A ğır başlı. 2. Vakar; temkin.||
ağır düşmek, {eAT} Ağırlaşmak.\\ ağır eylemek, [DLT] 2. {eAT} sf. Ağır; değerli. 3. {eAT} Saygınlık;
{eAT} 1. Ağırlaştırmak; ağırlıkla çökertmek. 2. Yük itibar; değer. 4. {eAT} Vakar; temkin. S ağırlık
altında zorlam ak.|| ağır kelmek, {eAT} Üstün tu bulm ak, {eAT} Saygı görmek; kendisine hürmet
tulmak; tercih edilmek.\\ ağır könülli, {eAT} Kor- edilmek.\\ ağırlık etmek, {eAT} Ağırlamak; ikramda
kak.|| ağır olınm ış, {eAT} A ğır y ü k altına girmiş.\\ bulunmak; saygı göstermek.
ağır olmak, {eAT} 1. A ğır gelmek; ağır basmak. 2. ağırlık3, [ağır-lık jjJ> T] {eAT} is. Karabasan; kâbus.
(Gebe için) doğumu yaklaşmak; ağırlaşmak. 3. agırhk4, [agır-lık] {eAT} is. 1. Yük; ağırlık. 2. Büyük
Tembellik edip yavaş davranmak.|| ağır yük, {eAT} sorumluluk; ağır yük. 3. A z işitme; sağırlık,
I. Ağırlık. 2. Yerine getirilm esi güç teklif; büyük
agırlıklu, [ağ-ır-lık-lu jiil> T] {eAT} sf. Saygıdeğer;
sorumluluk. 3. Günah; vebal.|| ağır yüklenm iş,
{eAT} 1. A ğır y ü k altına girmiş. 2. A ğır yüklenmiş. sayın; değerli,
ağır2, [ağ-ır y -T ] {eAT.} is. Karabasan; kâbus. S agırm ak, [an-ır-mak > ağ-ır-mak > T] {eAT} gçsz. f .
ağır basan, {eAT} K âbus.|| ağır basm a, {eAT} K â [-ur] 1. Anırmak. 2. Haykırmak; kükremek,
bus’.II ağır basm ak, {eAT} Kâbus görmek. ağırşak, [eT. agır-çak > ağır-şak j-i> T | {eAT} is. 1.
ağır3, [ağ-ır ji M J Â ] {eAT} sf. Can sıkıcı. S ağır kel İplik eğrilecek iğe takılan tahtadan yarım küre şek
mek, {eAT} Can sıkılmak. linde veya değirmi ağırlık; ağırşak. 2. D iz kapağı.
agırçak, [ağ-ır-ça-k] {eT} is. Ağırşak. [ETY] 3. A şık kemiği.
ağırı, [ağır-ı ^y-T] {eAT} sf. 1. Ağırlığınca. 2. zm. ağırşaklanmak, [ağırşak-la-n-mak ji-1] {eAT}
Ağırlığı. dönşl. f. [-ur] (Erginlik çağındaki kızlar için) gö
agırılmak, [an-ır-mak > ağ-ır-ıl-mak J-~\\ {eAT} e- ğüsler kabarıp yumrulanmak.
dil. f. [-ur] (Boru için) yüksek sesle çalınmak. agırtmak, [an-ır-t-mak > ağ-ır-t-m ak {eAT}
agırm1, [ağır-ın {eAT} sf. ... ağırlığında olanı; gçl. f. [-ur] 1. Anırtmak. 2. (Boru için) yüksek ses
... ağırlığındakini. le çalmak,
ağırın2, [ağır-mca ti> T ] {eAT} sf. Ağırlığınca, agıs, [ağ-ız / ağ-ıs] {eT} is. Ağız. [EUTS]
ağış1, [ağ-ı (ipekli kumaş) > ağ-ı-ş] {eT} is. 1. Servet;
agırınmak, [ağ(ı)rı-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Sız
mal mülk. [Tekin] [ETY] 2. Hazine. [ETY] 3. Değerli
lamak; hafifçe ağrımak. [EUTS] 2. Yalvarmak; hün
eşya. [ETY]
gür hüngür ağlamak. [EUTS]
ağış2, [ağ-mak (ağmak) > ağ-ış] {eT} is. 1. Yükseliş;
agırlalmak, [ağ-ır-la-l-mak] {eT} edil. f. [-ur] İkram
çıkış. [DLT] [ETY] 2. Yokuş. [ETY]
olunmak. [DLT]
agışmak, [ağ-ış-mak] {eT} işteş, f. [-ur] 1. Yüksel
ağırlamak, [ağ-ır-la-mak {eT} {eAT} g ç l.f. [-r]
mekte, çıkmakta yarış etmek. 2. Kovmakta yarış
1. Ağırlamak; saygı göstermek; saymak; ihtiram ve etmek. [DLT]
AGI Ö IİM IİİIC tS İİM İ.ia s
agıtcı, [ağıt-cı LS^ I] {18. yy.} is. Ölü için tutulmuş ağız5, [yağ-ız / anız > ağ-ız >M] {eAT} is. (At için)
ücretli ağlayıcı kadın; ağıtçı; yasçı, yağız.
agıtgan, [ağ-ıt-ğan] {eT} sf. Daima çıkartan; yüksel ağızlanm ak, [ağ-ız-la-n-mak / ağ-az-la-n-mak] {eT}
ten. [DLT] dönşl. fi [-ur] 1. Ağza vurm ak [DLT] 2. Ağız aç
ag ıtm ak1, [ağ-ıt-mak / ak-ıt-mak] {eT} g ç l.f. [-ur] 1. mak; telaffuz etmek; söylemek; konuşmak. [Gabain]
Akıtmak [Gabain] 2. Kovmak; kaçırtmak; sürmek. [DLT]
[ETY] [Tekin] [Gabain] 3. Hezimete uğratmak. [ETY] ağızlık, [ağ-ız-lık jjJj-tT] {eAT} is. 1. Başlangıç. 2.
4. Çıkarmak; belirtmek. [ETY] Gemde atın ağzına yanlam asına giren parça. 3. Do
agıtm ak2, [ağ-ıt-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Yüksel kuma tezgâhlarında mekik atabilm ek için çözgünün
mek. 2. Çıkarmak; yükseltmek; ağdırmak. [DLT] 3. açılıp kapandığı yer.
{eAT} Dağıtmak; savurmak. agızm ak, [ağ-mak (akmak) > ag-ız-mak] g ç l . f [-ır]
ağız1, [ağ-ız / ağ-z y - T] {eT} {eAT} is. Ağız. [ETY] [eAT, -ur] {eAT} {ağız} (Fasulye, nohut, mercimek
gibi taneli şeyler için) akıtmak. [DS]
[İKPÖy.] [Gabain] [Yüknekî] [DLT] [EUTS] 0 agıza
su virm ek, {eAT} Ağzı su ileyıkam a.\\ ağız b ir ey agin, [Far. âgîn (a:gi:n) {OsT} sf. Doldurulmuş;
lem ek, {eAT} Söz birliği yapmak.\\ ağız b ir itm ek, dolu.
{eAT} Söz birliği yapmak.\\ ağız b irik d ü rm e k , -agin, [Far. âgîn jS~\ -] (a:gi;n) {OsT} son ek. Ek
{eAT} 1. Söz birliği yapmak. 2. A ym düşünce etra lendiği Farsça kelimelere "dolm uş" anlamı katarak
fın d a toplanmak.\\ ağız bucağı, {eAT} Avurt.|| ağız birleşik sıfatlar yapan son ek.
çakm ak, {eAT} H oşa gidecek söz söylemek.\\ ağız
agist, [Far. âgiste (a:giste) {OsT} sf. Sımsıkı
eğm ek, {eAT} M innet etmek; yalvarmak.\\ ağız it
bağlanmış; düğümlenmiş,
m ek, {eAT} Oyalayacak sözler söylemek; ağız yap-
m ak.|| ağız koklam ak, {eAT} A ğız aramak.\\ ağız agiş, [Far. âgîşîden (iliştirmek) > âgîş (a;gi:ş)
la r a düşm ek, {eAT} H erkesçe duyulup bilinmek; {OsT} sf. 1. İlişik; yapışık; sarkık. 2. Uzatılmış,
dillere düşmek.\\ ağız olm ak, {eAT} Ağız ağrısına agitato, [İt. acitato] (agi'tato) zf. müz. Bir parçanın
tutulmak.\\ ağız otı, {eAT} 1. A ğız ağrılarında kul hızlı biçimde çalınacağını belirten terim,
lanılan ilaç. 2. Tüfeğin ağzına konulan barut; ateş aglagan, [ağ-la-ğan jU itl / jL i^ ltl] {eAT} sf. Çok
leme barutu.|| ağız tüfeği, {eAT} 1. Bir tür eski tü ağlayan; sık sık ağlayan.
fe k . 2. {ağız} K u m tehdit. [DS]|( ağız tüfengi, {eAT} a g la k 1, [ağ-lak] {eT} sf. 1. Issız; oturulmayan yer; boş
B ir tür eski tüfek.|| ağız ü şü rm ek , {eAT} A ğız birli ve ıssız yer. [EUTS]. 2. Çorak. [DLT] 0 ag lak yer,
ğ i etmek.|| ağız y arı, {eAT} Salya.|| ağız yel, {eT} Boş yer. [DLT]
B ir tiir ağız hastalığı. [EUTS]|| ağzı açık, {eAT} ag lak 2, [Ar. ğalak > ağlak j ü l ] {OsT} is. 1. Kilitler.
H indistan’da yetişen zam bak biçiminde çiçekleri
2. Kapalı, anlaşılmaz şeyler.
olan bir bitkinin ilaç olarak kullanılan nohut bü
a ğ la m a k 1, [ağ-la-mak / yığ-la-mak] {eT} {eAT} gçsz.
yüklüğündeki taneleri.\\ ağzı açuk, {eAT} -*■ ağzı
fi [-r] A ğlam ak [Gabain] [ETY] S a g lam ag lara u r-
açık-H ağzı bozuk, {eAT} (At için) ne tür gem vuru
m ak, {eAT} A ğlar görünm ek.|| ağlam ış yüzlü,
lursa vurulsun bir türlü zapt edilemeyen.\\ ağzı çe {eAT} Ekşi suratlı.
likli, {eAT} Çenesi güçlü; düzgün söz söyleyebilen,||
a ğ lam ak 2, [ağ-la-mak y i i l ] {eAT} gçsz. fi [-t] Ak
ağzı k u tlu , {eAT} Ağzından hep hayırlı sözler çı
kan; hep iyi şeyler söyleyen.|| ağzına çalm ak , {e- saklık göstermek; aksamak.
AT} Ağzına vurmak.|[ ağzının d ad ın ı virm ek , {eAT} a ğ lam ak 3, [ağ-la-mak] {eT} gçsz. fi f-r] 1. Yalnız ol
Haddini bildirmek; ağzının payını vermek.|| ağ mak. 2. Boş olmak. [DLT]
zının kaşığı, {eAT} 1. B ir kimsenin yapabileceği; o a ğ lam ak 4, [ag (ak) > ag-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-
kimseye yakışan; kendine uygun gelen. 2. Herkesin l(ı)-yor] Ayıklam ak; ayıklayarak temizlemek; ak
hakkında ileri geri konuştuğu kimse. || agzm ı poy lamak. [DS]
ra z a açm ak, {eAT} Bir şeyden yoksun kalmak; eli ag lam asım ak , [ağ-la-ması-malç /
boşa çıkmak; ağzım havaya açmak.\\ agzm ı yile {eAT} gçsz. f i [-r] 1. Ağlar duruma gelmek.
açm ak, {eAT} B ir şeyden yoksun kalmak; eli boşa 2. Ağlar gibi yapmak,
çıkmak; ağzım havaya açmak. || ağzının ta d ın ı v ir
aglam sım ak, [ağ-la-m sı-mak {eAT} gçsz. fi
m ek, {eAT} H addini bildirmek; ağzının payını ver
mek. [-r] 1. Ağlar durum a gelmek. 2. Ağlar gibi yap
mak.
ağız2, [ağ-ız >T] {eAT} is. Sınır; uç; hudut.
ag lam sın m ak , [ağ-la-msm-mak
ağız3, [ağ-ız / ağ-z j i l ] {eAT} is. Defa; kere; kez.
{eAT} dönşl. fi. [-ur] 1. Ağlar duruma gelmek. 2.
ağız4, [ağ-ız {eAT} is. Doğuran hayvanın ilk sütü. Ağlar gibi yapmak.
a r ıiH M ts M .1 2 9 AGR
dallarda öğretim üyeliği için yapılan yeterlilik sı agsag, [ağ-mak (yana yatmak, bükülmek, çökmek) >
navı. ağ-sa-ğ] {eT} sf. Aksak; topal. [EUTS]
agreman, [Fr. agrement] is. B ir devletin kendi ülke ağsak, [ağ-sa-k j-i-T] {eAT} sf. Aksak; topal,
sindeki bir yabancı elçiliğe atanan görevliyi tanıdı
agsaklık, [ağ-sa-k-lık / ağ-şak-lık / jL ljJ ]
ğını ve göreve başladığını belirten belge.
{eAT} is. Aksaklık; topallık.
ağrı1, [eT. ağ(ı)r-ı-ğ > ağrı ^ > 1 ] {eAT} is. Ağrı; acı;
agsam ak1, [ağ-mak (kaymak, akmak) > ağ-sa-mak]
sancı; ıstırap; illet; dert.
{eT} gçsz. f. [-r] 1. Ağmak istemek. 2. Çıkm ak is
ağrı2, ağ(ı)r-ı] {eAT} is. 1. 96 miskal (yaklaşık 405,5 temek. [DLT]
gr) tutarında bir ağırlık ölçüsü birimi. 2. Para; dir
agsam ak2, [ağ-mak (yana yatmak, bükülmek, çök
hem.
mek) > ağ-sa-mak / ak-sa-mak / ağ-şa-mak y
agrıdıcı, [ağrı-t-ıcı] {eAT} sf. Acı verici; acıtıcı; acık
lı; şiddetli. I / {eT} {eAT} gçsz. f. [-r] Aksamak;
agrıg, [ağ(ı)r-ı-ğ] {eT} {eAT} is. Hastalık; ağrı; sızı; topallamak.
sancı. [EUTS] [Gabain] [DLT] agsanmak, [ağ-sa-n-mak] {eT} f. Konuşmak; telaffuz
agrıglanmak, [ağrığ-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] etmek. [EUTS]
Fenalaşmak; ağrıları artmak. [EUTS] agsırık, -ğı [as-ğır-mak > ağsır-ık jjjj—tT] {eAT} is.
agrıghg, [ağrığ-lığ] {eT} sf. Hastalıklı; ağrılı. [EUTS] Aksırık.
agrık1, [ağ(ı)r-ı-k {eT} {eAT} is. 1. Hasta; has agsırmak, [as (yans.) > as-ğır-mak > ağsır-m ak /
talık. [EUTS] 2. {eAT} sf. Ağrılı; ağrıyan. ahsır-m ak / ağsur-mak / ahsur-mak T] {eAT}
agrık2, [ağ(ı)r-ık {eAT} is. Ev eşyası; eşya; gçsz. f. [-ur] Aksırmak,
ağırlık. agsurmak, [as (yans.) > as-ğır-mak > ağsır-mak /
agrıkanmak, [ağrı-k-an-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] A ğ ahsır-m ak / ağsur-mak / ahsur-mak Ly>_r -i-T] {eAT}
rısından şikâyetçi olmak. [DLT] g çsz.f. [-ur] Aksırmak,
agrıklı, [ağrık-lı '] {eAT} sf. Acıyan; ıstırap ve agşam, [ağ + Far. şâm > ahşam |*-ü-l] {eAT} is. A k
ren; ağrıyan. şam.
ağrımak, [âğ(ı)r-ı-mak] (a.’grımak) {eT} gçsz. f. [-r] agta, [Ar. ‘akide => ağta aLpI] {eAT} is. Ağda.
1. Ağrım ak [Gabain] [DLT] 2. Hastalanmak hasta
agtarılmak, [ağ-ta-r-ıl-mak / ağtılmak] {eT} ed il.f. [-
olmak; sayrılaşmak. [EUTS] [Tekin] [ETY]
ur] 1. Yere vurulmak. 2. Sarsılmak. [DLT] 3. D ön
ağrınmak1, [âğ(ı)r-ı-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Ağ
mek; eğilmek. [EUTS]
rımak; acı duymak. [DLT]
agtarmak, [ağ-ta-r-mak / ahtarmak] {eT} g ç l . f [-ur]
ağrınmak2, [ağır-ı-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] İhti
Aktarmak; devirmek; yenmek. [DLT]
m am etmek; önem vermek; özen vermek. [EUTS]
agtaru, [ağtar-u] {eT} sf. Çabuk; ivedilikle; acele;
agrışmak, [ağrı-ş-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Ağrış-
süratle. [EUTS]
mak; sızlanmak. [DLT]
ağtılmak, [ağ-(ı)t-ıl-mak / ağtar-ıl-mak] {eT} edil. f.
ağrıtmak, [ağrı-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Ağrı ver
[-ur] 1. Yere vurulmak. 2. Sarsılmak. [DLT]
mek; ağrıtmak; acıtmak. [EUTS] [DLT]
agtınmak, [ağ-mak (yukarı çıkmak) > ağ-(ı)t-m-
agrug, [oğur-mak > oğ(u)r-uğ [Clauson] / ağruğ
mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Çıkmak; yükselmek. 2.
[DLT]] {eT} is. Kemiklerin ek yerleri; eklem. 0
Binmek; ata binmek. 3. gçl. f. Çıkarmak; yükselt
agrug süngügi, {eT} Omurga kemiklerinin birinci
mek. [EUTS] [Gabain]
si; birinci omur. [DLT]
agturmak, [ağ-mak (yukarı çıkmak) > ağ-tur-mak]
agruk1, [ağ-(ı)r-u-k] {eT} is. Hasta. [EUTS]
{eT} gçl. f. [-ur] 1. Dağa ağdırmak. [ETY] 2. Y ük
agruk2, [ağ-(ı)r-u-mak (ağır olmak) > ağr-u-k ls>T] seğe çıkartmak; aştırmak. [ETY]
{eT} {eAT} is. 1. Yük; ağırlık; pılı pırtı; yol eşyası. -agu, [-ğu / -gü / ku / -kü / -a-ğu / -e-gü] {eT} yap. e. -
[ÎKPÖy.] 2. M asraflı olan şey; ağırlık. [İKPÖy.] 3. sf. ■*-gu.
Ağır. [İKPÖy.jS agruk çekmek, {eAT} Ağır hâlde agu 1, [agu (yans.)] (agu:) is. Bebeklerin neşelendik
bulunmak; ağırlaşmak. leri zaman çıkardıkları keyiflenm e sözü.
agruklanm ak, [ağ-(ı)r-uk-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-
agu2, [ağ-u y İ ] {eT} is. Ağı; zehir [İKPÖy.] [Gabain]
ur] (Bir iş veya yükü) ağır saymak; ağırsmmak.
[DLT] [Yüknekî] [EUTS] [DLT] S agu ağacı, {eAT} Zak-
a g ru m ak , [ağ-(ı)r-u-mak] {eT} gçsz. f. [-r] Ağırlaş kum. || agu kurdı, K uduz böceği. || agu kunduz,
mak. [DLT] {eAT} Aksırtıcı bir ot.
agruş, [ağ-(ı)r-uş] {eT} is. Hastalanma; ağrı; azap; agucuk, -ğu [agu-cuk] is. Bebekleri severken ve on
ıstırap. [EUTS] [Gabain] ları neşelendirm ek için söylenir. S agucuk bebek,
ö l M Î İ B i a i . n ı AĞ
Büyüdüğü hâlde bebekliğe özenen; bebek gibi dav ortasına, akrobasi hareketlerinde havadaki jim
ranan,|| agucuk yapmak, (Bebekler için) neşelen nastik aletlerinin altına, futbolda kale direklerinin
dikleri zaman agu sesi çıkarmak; agulamak. arkasına gerilen file. 6. {eT} Kafes şeklinde seyrek
aguj, [ağ-uz / aguj] {eT} is. M emeli hayvanların do örgü [Mühennâ] 7. {ağız} Ay ağılı; hâle. [DS] 8.
ğurduklarında verdikleri ilk süt. [DLT] {ağız} Ara; iç. [DS] 9. {ağız} Ağaç dal ve yaprakları
agujlug, [ağuj-luğ] {eT} sf. Ağızlı, ilk sütü bulunan. arasına ağ örerek yuva yapıp yaprak yiyen böcek;
[DLT] tırtıl; ağ kurdu. [DS] 10. {ağız} Tel örgü. [DS] 11.
agukmak, [ağ-u-k-malc] {eT} gçsz. f. [-ur] Zehirlen {ağız} Tarlaları sınırlayan dikenli çalı ve ağaçlar;
mek; ağılanmak. [Gabain] [DLT] [EUTS] çalı çit. [DS] S ağ atmak, Balık tutmak üzere ağla
agul', [ağ-ul {eAT} is. Ağıl. rı suya indirmek.\\ ağa vurmak, (Balık için) ağ
gözlerine takılmak.\\ ağ ayıklamak, A ğın gözlerin
agul2, [ağul] {eAT} is. 1. Görüş tarzı; zihniyet. 2. Gö
de bulunan yabancı maddeleri çıkarmak, ağı tem iz
nül.
lemek.|| ağ biçimi, Z a rif ve kolay birleşmelere uy
agulama, [agu-la-ma] is. Bebeklerin neşeli anlarında
gun dikdörtgen prizm ası şeklindeki taşlarla yapılan
agu sesi çıkarmaları; agulam ak işi.
süsleme.\\ ağ çatmak, Kaydırma yaparak ağın g ö z
agulamak1, [ağu-la-mak] {eT} gçl. f. [-r] Ağılamak. lerini küçültmek; ağ daraltmak.\\ ağ çekmek, A ğa
[DLT]
takılmış olan balıkları toplamak için ağı sudan çı-
agulamak2, [agu (yans.) > agu-la-mak] g çsz.f. [-r] [-
karmak.\\ ağ donatmak, Balık yakalam ak için kul
l(u)-yor] (İki ile dokuzuncu aylar arasındaki bebek
lanılacak ağı, kıyıda hazırlamak.\\ ağ dökmek, B a
için) kendiliğinden sevinç belirtisi olan agu şeklin
lık tutm ak için tekneden suya ağ indirmek.\\ ağ dö
de ses çıkarmak,
şemek, Balık tutmak için ağı suyun dibine indir-
agullanmak, [ağul-la-n-mak {eAT} dönşl. f. mek. || ağ gemileri, Savaş zam anlarında düşman
[-ur] (Ay için) hâlelenmek; harmanlanmak, gemilerinin girişini engellemek için taşıdıkları çe
agulug, [ağu-luğ] {eT} sf. Ağılı; zehirli. [EUTS] [ETY] lik ağları limanların ağzına germ ek için kullanılan
agumak, [ağu-mak] {eT} gçl. f. [-r] Ağılam ak; zehir savunma gemileri.\\ ağ gözü, A ğın düğümleri ara
lemek. [EUTS] sındaki. biiyüklük.\\ ağ iğnesi, A ğ örmekte kullanı
agun, [Far. âgıın ö£~\] (a:gu:n) {OsT} sf. 1. Baş a- lan tahta veya p lastik iğ. || ağ ipliği, A ğ yapm akta
kullanılan değişik liflerden örülmüş ipler. || ağ ka
şağı; ters. 2. Uğursuz,
yığı, Balık ağı dökmeye veya toplamaya uygun ar
agunde, [Far. âğunde o-llpT] ('a:günde) {OsT} sf. (Pa kası daha geniş bir kayık çeşidi.\\ ağ kepçe, Balık
muk yumağı, yığını için) hallaç elinden çıkmış; a- çıların kullandığı ağdan yapılm a sepet şeklindeki
tılmış. kepçe.| ağ kıırdıı, zool. Ördükleri ağ içine gizlene
agur, [Far. âgür j j ^T] (a:gu:r) {OsT} is. 1. Tuğla. 2. rek beslenen meyve ağaçları zararlısı, (Hypono-
meuta). || ağ kurmak, B ir kuşu veya av hayvanını
Kerpiç. 3. Kiremit,
yakalam ak için ağ yerleştirmek.^ ağ kurşunu, B a
agurçuk, -ğu [ağur-çuk] {eAT} is. Satranç,
lık ağlarını suyun içinde dik olarak tutmak için
agurşak, [ağur-şa-k] {eT} is. Ağırşak. [DLT]
ağın alt ucuna geçirilen delikli ağırlıklar. || ağ
aguz, [ağ-uz jj ii ] {eT} {eAT} is. M em eli hayvanların mantarı, B alık ağlarının su içinde dik durmasına
doğurduklarında verdikleri ilk süt; ağız. [DLT] sağlamak için ağın üst kısmına bağlanan ve su üs
agüs, [Far. âgüs ^ T] (a.güs) {OsT} is. Taşçı kalemi, tünde kalan içi hava dolu ortası oyuk p lastik halka
lar.,|| ağ mantarlar, Üreme şekilleri ve sistem atik
agz, [ağ-z] {eT} is. Ağız. [İKPÖy.]
teki yeri kesin olarak bilinemeyen ve insanlarda
agzanmak, [ağ-(ı)z-an-mak / ağ-az-la-n-mak] dönşl.
çeşitli hastalıklara sebep olan ilkel bir mantar tü
f. [-ur] Telaffuz etmek; söylemek; konuşmak.
rü. (Hyphomycetes),]| ağ örmek, A ğ üretmek üzere
[Gabain] [EUTS] S agzanmış savıg, Söylenmiş söz;
ipleri usulüne göre düğümlemek. || ağ reisi, Balıkçı
telaffuz etmek. [EUTS]
ağlarının suya atılması veya toplanması sırasında
ağ1, [ag /ağ (yans.)] is. Ağlama, inleme eylemi, ağrı,
gerekli manevraları yöneten kişi. || ağ sermek, Ağı,
sızı durumları bildiren kök; ağ-la-mak.
çekerek gözleri birbirine karışm ayacak ve dolaş
ağ2, [eT. ağ > ağ] is. 1. İp, tel vs.den düğümlemek m ayacak biçimde tekneye yerleştirmek. || ağ serp
suretiyle göz göz yapılmış örgü; ince iplik örgüsü; mek, Elle atılan daire biçimindeki ağı m erkezî y e
ablatya; çolun; ırıp; ığrıp. 2. Örüm cek cinsi hay rinden tutarak ağırlıklı kısım açılacak biçimde at
vanların salgıladıkları iplikçiklerle ördükleri av m ak ve toplamak.\\ ağ şebeke, Bütün uçları ana su
yuvaları. 3. gnşl. Kanal, yol, tel bağlantılarıyla o- borularından beslenen paralel bağlantılı şehir suyu
luşturulmuş sistem; şebeke. «D em ir yolu ağı. Tele şebekesi] \ ağ tabaka, Göz yuvarlağında görm e
fo n ağı» 4. mec. Tuzak. «Kurtlara ağ kurm ak.» 5. sinir uçlarının meydana getirdiği zar. | ağ tonoz,
spor. Tenis voleybol gibi oyunlarda oyun alanının A ğ biçiminde parçalı kesişmelerden meydana g eti
AĞ o r u M iie iM .m
rilmiş gotik m im arî tarzı tonoz.|| ağ toplam ak, ba yük erkek kardeş; abi. 2. Tanıdık ve akrabalar ara
lıkçı. Ağı denizden çıkarıp tekneye almak. || ağ vin sında yaşça büyük olanlar. 3. H itaplarda bir kaç yaş
ci, Balıkçı teknelerinde ağın sudan çekilmesini ko büyük erkeklere saygı ifadesi. 4. B ir meslekte, bir
laylaştıran vinç. || ağ yatak, File şeklinde örülmüş kurum da daha eski olanlar. 5. B ir okulda üst sınıf
ve karşılıklı iki ağaca bağlanarak kullanılan yatak; larda bulunanlar,
hamak. ağabeylik, -ği [ağa+bey-lik] is. A ğabey olma hâli;
ağ3, [eT. ağ] is. Pantolon ve don gibi giyeceklerin iki ağabey durum unda bulunmak. S ağabeylik et
bacak arasındaki üçgen kumaş dikişlerinin m eyda mek, Ağabey gibi davranıp birini koruyup gözet
na getirdiği şekil; apışlık. S1 ağ açmak, {ağız} (Ka mek.
dınlar için) âdet sonrası hamama gidip temizlen ağacalık, [ağa-ca-lık] (ağa ’çalık) is. 1. Oğlan evi ta
mek. [DS]|| ağı çalık, Köylü kadınların iş yaparken rafından gelinin erkek kardeşine alman hediye elbi
giydikleri geniş ağlı uzun paçalı, uçkurlu şalvar. se. 2. Uzun süre çalışan işçilerin ve çobanların söz
ağ4, [ağ / ak] {ağız} sf. Ak. [DS] leşme süreleri dolduktan sonra da ücretsiz olarak
ağa, [Moğ. âka > ağa] is. 1. Toplum ve aile içinde çalışmaları. 3. B ir işte çalışana ücretinin dışında
kendisine saygı duyulan erkek. 2. Büyük erkek verilen bahşiş,
kardeş; ağabey. 3. (Kadın için) eş; koca. 4. Yardım ağacat, [ağaç+at] {ağız} is. Tabut. [DS]
eden, cömert kimse. 5. Okuması yazması olmayan ağaç, -cı [eT. ı (bitki) > ı-ğaç [TİETZE]/ ağaç] is. 1.
fakat köyün veya kasabanın ileri gelen saygıdeğer Boyu oldukça yüksek, dalları ve gövdesi ile geniş
kişileri. 6. Kırsal kesimde büyük arazi sahipleri ve alan kaplayan uzun yıllar yaşayan odunsu bitki. 2.
zengin kimse. 7. gnşl. Zalim kimse, istismarcı, hak Kereste. 3. Tahta. 4. Odun. 5. Sopa; değnek; sırık;
yiyen. 8. İm paratorluk devrinde büyük konaklarda direk. 6. {eT} 12.000 adım gelen uzunluk birimi;
çalışan hizm etçilerin başkanı. 9. İm paratorluk dö değnek; fersah [Mühennâ] 7. {eAT} Erkeklik organı.
nem i devlet teşkilatında belirli mevkilere gelmiş 8. sf. Bu tür bitkiden kesilen odun, tahta ve keres
olan kişilere verilen unvan. «Yeniçeri ağası.» 10. teden yapılan; ahşap; tahtadan. 0 ağaç balı, Erik,
{ağız} Şeyh. [DS] 11. {ağız} Hz. Peygam ber soyun kayısı, kiraz gibi ağaçların gövdelerinden akan
dan gelen kimse; seyit. [DS] 12. {ağız} Sevgili. [DS] yapışkan sıvı; kedi balı.|| ağaç baskı, A ğaç kalıplar
13. {ağız} Kayın baba; kaynata. [DS] fi1 ağa bayra üzerine resim ve desenleri kazıyarak basmak sure
ğı, Yeniçeri ağasına ait bayraklardan birisi. || ağa tiyle elde edilen baskı || ağaç bayramı, Ülke
bölüğü, Yeniçeri teşkilatında İstanbul ağasının mizde ağaçlandırmayı yaygınlaştırmak, ağaç sev
odası.|| ağa bölükleri, Yeniçeri teşkilatında dev gisini aşılam ak için her y ıl düzenlenen tören. || ağaç
şirm elerden kurulu birlikler.\\ ağa çırağı, Devşirme bakım ı, insan eliyle yetiştirilm iş olan park, bahçe
kuralına aykırı olarak yeniçeri ocağına alınan sa vb. ağaçların budama, gübrelem e ve zararlılara
natkârlar^ ağa divanı, Yeniçeri ağasının başkan karşı korunması işlemleri.\\ ağaç bilim i, bot. Bota
lığında toplanan kurul. || ağa gediklileri, Yeniçeri niğin ağaçları ilgilendiren dalı.|| ağaç biti, Yarım
ağasının karargâhında görevli 19 kişi.\\ ağa im a kanatlılardan sıçram ak suretiyle gezen ağaç para-
mı, Yeniçeri ocağında medrese öğrenimi görmüş ziti. || ağaç çileği, bot. Ilım an iklim kuşağında yeti
imam.\\ ağa kapısı, 1. Ağanın evi. 2. Yeniçeri ağa şen gülgillerden bir bitki ve bunun kırmızı renkli ve
larının çalıştıkları resm î daire.\\ ağa kapısı zinda hoş kokulu meyvesi; ahududu; frambuaz.\\ ağaç de
nı, Azılı suçlularla suçlu yeniçerilerin hapsedildiği len, zool. {ağız} Ağaçkakan. [DS]|| ağaç denizi, K o
zindan. || ağa kâtibi, A ğa kapısının yazışm alarını caeli ile Bolu D ağı arasındaki gür ormanlar.\\ ağaç
düzenleyen görevli. || ağa paşa, Vezir rütbesi ve engeli, Askerlikte düşman geçişini engellemek için
rilmiş bulunan yeniçeri ağasının unvanı.|| ağa ya patlayıcı destekli devrilmiş ağaçlarla yol, köprü
mağı, Yeniçeri ağasının hizmet erlerinden en düşük tünel ve geçit gibi yerlerin kapatılması,|| ağaç fulü,
rütbelisi. bot. Bahçelerde yetiştirilen iri beyaz çiçekli ağaç
ağababa, [ağa+baba] is. 1. Büyükbaba; dede. 2. Ağa çık, (Philadelphus).\\ ağaç göğsü, {ağız} Köknar
çocuklarının babalarına hitap şekli. 3. Genel an ağacında biten ve yenen bir m antar türü. [DS]|| a-
lamda kendisi kıskanılan yaşlı ve zengin kimse. 4. ğaç hamuru, K âğıt üretiminde kullanılan lifli m ad
Emsalleri arasında daha güçlü ve kıymetli olanı. 5. de. || ağaç hatmi, bot. Ebegümeci fam ilyasından
U ygunsuz bir işte ustalık kazanmış kişi. «Hırsız gösterişli çiçekleri sebebiyle p a rk ve bahçelerde
ların ağababası.» fi1 ağababası, İm paratorluk sa yetiştirilen kısa boylu ağaççık, (Hibiscus syria-
ray teşkilatında harem ağalarının başı. cus).|| ağaç işçiliği, Ahşaptan yararlanarak kapı,
pencere, tavan ve mobilyalarda yapılan süsle
ağabanu, [Ar. ğabânı / a ğ a b â n ü ^ L tl] {OsT} is. Sarık
m ecilik.|| ağaç kabartan, {ağız} 1. Ilık ilk bahar
için kullanılan ince beyaz ipekli kumaş; abaniye. rüzgârı. 2. A ğaç kabuklarını yiyen ve un hâline ge
ağabeği, [ağa+beg-i] is. Ağabey. tiren bir kurt. [DS]|| ağaç kaplam a, İnce ahşap
ağabey, [aga > ağa+bey] is. 1. Aile içinde yaşça bü levhalar yapıştırılarak yapılan süslem e iji.|| ağaç
i m u t m a n . 133 AĞA
karası, Bazı ağaçlardan sızan koyu zam k.|| ağaç ağaçlandırma, [ağaç-la-n-dır-ma] is. Yangın ve ke
kavunu, bot. Buruşuk ve kalın kabuklu meyvele sim gibi sebeplerle yok olmuş orman bitkileri yeri
rinden reçel ve şekerleme yapılan, y a z kış yeşil ne yeniden ağaç dikerek yeşillendirme işi.
yapraklı olup Akdeniz kıyısı bulunan ülkelerde y e ağaçlandırmak, [ağaç-la-n-dır-mak] g ç l . f [-ır] Boş
tişen orta boylu bir ağaç, (Citrus medica).\\ ağaç ve çıplak araziyi, yol ve bahçe gibi yerlere ağaç
korunması, Ağaçların zarar görm esine sebep olan dikerek yeşillendirmek,
taban suyu, toprak sıkıştırması, yaralanm a ve za ağaçlanma, [ağaç-la-n-ma] is. Ağaçlı hâle gelme işi;
rarlılara karşı alınan tedbirler.\\ ağaç kömürü, ağaçla kaplanma,
Odunun yakılm ası suretiyle elde edilen yakacak ağaçlanmak, [ağaç-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Ağaçlı
maddesi.\\ ağaç kulak, {ağız} 1. Kara sabanın iki hâle gelmek, ağaçlarla donanmak,
yanm a takılan ve kazılan toprağı iki yana atan ağaçlaşma, [ağaç-la-ş-ma] is. 1. Ağaçlaşmak işi. 2.
ağaç parçası. 2. H ayvana y ü k sarılırken ip geçiri Don olduğu zaman cam üzerinde ağaç şeklinde dal
len semerin iki yanında bulunan ağaç çıkıntıları. lı kristallerin oluşması. 3. M etalürjide maden filiz
[DS]|| ağaç kurbağası, zool. Ağaçlarda yaşayan lerinin yüzeyinde veya içinde görülen ağaç şekilli
küçük yapılı, uzun bacaklı, kuyruksuz bir kurbağa desenler.
türü, (Hyla arborea).|| ağaç kurdu, Ağaçların se
ağaçlaşmak, [ağaç-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Ağaç
lülozunu kem irerek beslenen kurtçuklar,|| ağaç
hâline gelmek. 2. Ağaç kadar büyümek. 3. (Yeşil
mantarı, Ağaçlar üzerinde yetişen bazitli mantar
tüketilen bitkiler için) kartlaşmak,
türü. || ağaç minesi, bot. Bahçelerde yetişen yapra
ağaçlı, [ağaç-lı] sf. Ağacı bulunan, üzerinde veya
ğı oyuklu ve karşılıklı eflatun veya mavi çiçekli
kenarında ağaçlar bulunan,
tırmanıcı ıtırlı bitki, (Lantana camara).|| ağaç ol
mak, 1. Birini uzun süre ayakta beklemek. 2. Uzun ağaçlık, -ğı [ağaç-lık] is. 1. Ağaç kümesi; koru. 2.
süre ayakta durmak.\\ ağaç sakızı, Reçine.\\ ağaç Üzeri ağaçlarla örtülü yer.
sınırı, Yükseklere ve kuzeye doğru giderek ağaçla ağaçsı, [ağaç-sı] sf. ve is. Yüksekliği çok olmayan,
rın azaldığı ve boylarının kısaldığı coğrafî nokta dibinden dallanan odunsu bitki,
lardan geçtiği varsayılan çizgi. || ağaç şakayığı, ağaçsıl, [ağaç-sıl] sf. 1. Ağaçla ilgili; ağaca ilişkin. 2.
bot. İlkbaharda koruluk yerlerde kırmızı ve beyaz Ağaçlardan m eydana gelen,
çiçekler açan yaban çiçeği. (Anemone coronaria). || ağaçsız, [ağaç-sız] sf. (Yer için) ağaç bulunmayan;
ağaç uğaç, {eAT} Çalı çırpı.\\ Ağaç yaş iken eğilir. çıplak.
İnsan alışkanlıkları küçük yaşlarda kazanır, eğitimi ağağbet, [ak + Ar. ‘akıbet (son)] {ağız} is. Hayırlı
de bu dönemde başlamalıdır.\\ ağaç yongıçı, {eT} son; iyi bitiş; akıbet. [DS]
Dülger. [Mühennâ]
ağal1, [ağıl / ağal] {ağız}is. A çığa yapılan ağıl. [DS]
ağaççı, [ağaç-çı] {eAT} is. Ağaç kesen; oduncu,
ağal2, [Far. âğâl JliT ] (a:ga:l) {OsT} is. 1. Darıltma.
ağaççık, -ğı [ağaç-cık] is. Sapı dibinden itibaren dal
lara ayrılan, boyu bir metreyi aşmayan odunsu bit 2. Kışkırtma. 3. Ağıl. 4. Arı kovanı. 5. Çiğnemeden
kiler. yutma.
ağaççılık, -ğı [ağaç-çı-lık] is. Ağaç yetiştirm e işi. ağalamak, [ağa-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-l(ı)-yor]
ağaçdelen, [ağaç+del-en] is. Ağaçkakan, Zenginleşmek. [DS]
ağalanma, [ağa-la-n-ma] is. Büyüklenm e, ağalık tas
ağaçkakan, [ağaç+kak-an] is. zool. Ağaç kabukla
lama.
rındaki böceklerle beslenen gagası güçlü ve tırm a
nıcı bir kuş, (Picus). ağalanmak, [ağa-la-n-mak] dönşl. fi [-ır] Böbürlenip
caka yapmak; ağalık taslamak,
ağaçkesen [ağaç+kes-en] is. zool. Tırtıl biçimindeki
larvası bitkilerin yapraklarını kemirerek zarar veren ağahk, -ğı [ağa-lık] is. 1. Ağa olm a hâli. 2. A ğa olan
kim seden beklenen davranış; bağışlam a, cömertlik,
kara gövdeli, sarı karınlı, zar kanatlı böcek, (Hylo-
koruyuculuk, olgunluk. 3. {ağız} Düğün zamanı, kız
toma).
babasına oğlan tarafının verdiği para. [DS] 4. {ağız}
ağaçlama, [ağaç-la-ma] is. 1. Ağaçlandırma. 2. Ham
Hamamlarda zenginlerin soyunacağı kafesle bö
bakır, çinko ve kalayın tane küçültme işlemi sıra
lünmüş bir kişilik bölme. [DS] S ağalık etm ek, 1.
sında odun koym a işlemi,
Birine iyilik etmek, büyüklük gösterip cömertçe
ağaçlamak, [ağaç-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. davranmak. 2. {ağız} Bahşiş vermek. [DS]|| ağalık
Ağaçlandırmak. 2. Tahta ile kaplamak. 3. {eAT} So hakkı, İm paratorluk devrinde has, zeam et ve tımar
pa ile dövmek, gibi dirlik sahiplerinden birinin ölümü üzerine ta
ağaçlandırılma, [ağaç-la-n-dır-ıl-ma] is. Ağaç diki sa rru f hakkı başka birine devredilirken alınan pa-
lerek yeşillendirilme, ra. || ağalık taslamak, Ağa olmadığı hâlde ağa gibi
ağaçlandırılmak, [ağaç-la-n-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır] davranmak; böbürlenm ek|| ağalık tevcihi, İmpara
Ağaç dikilerek yeşillendirilmek. torluk döneminde devlet görevlilerine veya savaşta
AĞA Û IÜ M IİİM tS Û M .
yararlı olmuş bir askere bir tımardan ağalık veril ağavat, [T. ağa + Ar. ât oljli-T] (aga:va:t) /OsT} is.
mesi. Ağalar.
ağaliş, [Far. âğâliş (a:ga:liş) {OsT} is. Saldı
ağayan, [ağa + Far. yân > âğâyân jlj.UT] (a:ga:ya:n)
rıya kışkırtma, {OsT} is. Ağalar,
ağan ağacı, [? ağan + ağa(ç)-ı] is. t. bot. Zakkum,
ağayan, [T. ağa + Far. -ân oIj.UT] (aga:ya:n) {OsT}
-ağan, [-a-ğan > -e-gen / -eğen / -ağan] yap. e. -*
is. 1. Ağalar. 2. Eskiden saray, tarikat gibi kuruluş
agan.
lardaki yöneticiler. S agayân-ı Bektaşiyân, K apı
ağande, [Far. âğande o-uil] (a:gande) {OsT} sf. 1. kulu askerlerinden piyade sınıfı olan yeniçerilerin
(Yastık, minder vb. için) tepip sıkıştırılarak doldu iist rütbedeki kumandanlarına, ağalarına verilen
rulmuş. 2. is. Bir tür zehirli örümcek; böy. ad.
ağani, [Ar. uğniyye > ağânî ^U-l] (ağa:ni:) {OsT} is. ağayane, [T. ağa + Far. -yâne ^LU-I] (agaya.ne)
Şarkılar; türküler; nağmeler; melodiler, {OsT} zf. Ağaya yakışır; ağa gibi; ağaca,
ağantı, [ak > ağ-(a)ntı] {ağız} is. Sütün üstünde top ağaz, [Far. âğâziden (başlamak) > âğâz jli-T] (a:ga:z)
lanan kaymak. [DS] {OsT} is. 1. Başlama. 2. Başlangıç. S ağaz etmek,
ağar, -rrı [Ar. ağarr] {OsT} sf. 1. Açık tavırlı, sam i (Söz, musiki vb. için) başlamak.\\ ağaz-ı destan,
mi. 2. (At için) alnında beyaz beneği olan, Destana başlama; mesnevilerde sebeb-i telif bölü
ağar, -rrı [Ar. ğurre (atın alnındaki beyaz leke) > münden sonra gelen asıl konuya başlama; hikâyeye
ağarr J-\\ {OsT} sf. 1. (At için) alnında beyaz benek başlama.
bulunan. 2. Beyaz; ak. 3. Davranışlarında açık ve ağaze, [Far. âğâze ojltT] (a:ga:ze) {OsT} is. Müzik
samimi olan. 4. Asil; şerefli; alicenap, başlangıcı; fasıl öncesi giriş,
ağaran, [ak > ağar-mak > ağar-an] {ağız} is. 1. Süt ve ağazgâh, [Far. âğâzğâh olifjliT] (a:ga:zgâ:h) {OsT} 1.
süt ürünleri. 2. Uzaktan çok az seçilebilen beyazlık
Başlama yeri ve zamanı; menşe. 2. gök b. Eskiden,
ya da ışık. [DS]
dokuzuncu gök; felek-i atlas. 3. H er şeyin başlan
ağaranlık, [ak > ağar-an-lık] {ağız} is. Keçi, koyun gıcı olarak Tanrı,
gibi süt veren hayvanlar. [DS]
ağazkâr, [Far. âğâz-kâr jlSjUT] (a:ga:zkâ:r) {OsT}
ağargan, [ak > ağar-mak > ağ-ar-gan] {ağız} sf. 1.
Rengi uçmuş; ağarmış; solmuş. 2. A ğarmaya baş is. Başlangıç.
lamış. [DS] ağba, [Ar. âğbâ Lil] (agba:) {OsT} sf. 1. Daha koyu;
ağarık, -ğı [ak > ağar-ık] sf. Rengi solarak aklaşmış, en koyu. 2. Daha küt; en küt.
ağarma, [ak > ağ-ar-ma] is. Renk solması, aklaşma, ağban, [ak / ağ + Far. bân (dam)] {eAT} is. Ak çadır.
ağarmak, [ak > a(ğ)-ar-mak] gçsz. fi [-ır] 1. Beyaz 0 agban iv, {eAT} Büyük çadır; otağ.
laşmak; aklaşmak; bembeyaz olmak; beyazlanmak; ağbani, [Ar. ğabâni , J ^ ] (ağba;ni:) {OsT} I. Çoğun
beyazlaşmak. 2. Rengi solmak, uçmak; kırçıllaş
lukla sarık için kullanılan ince ipekli kumaş; abani.
mak; kırlaşmak. 3. (Güneş için) doğmadan önce
2. Bu kumaştan yapılmış giyecek,
D ünya’yı aydınlatm aya başlamak. 4. {ağız} (Ekinler
ağbaş, [ak-baş / ağ+baş] {ağız} is. Hastalık nedeniyle
için) olgunlaşmaya başlamak. [DS]
tanelerinin içi dolmayan, içlenmemiş buğday başa
ağartı, [ağar-tı] is. 1. Bir yerde veya eşya üzerinde
ğı. [DS]
beliren aklık; hafif beyazlık. 2. {ağız} Süt ve süt
ağbenek, -ği [ak+benek > ağbenek] is. zool. Arpa
ürünlerinin genel adı; ayran; katık; kesmik; kay
yapraklarında görülen kahverengi ağ biçiminde
mak; kurut; süt. [DS] 3. {ağız} Uzaktan ancak seçi görüntüsü olan askılı mantar hastalığı, (Pyrenop-
lebilen beyazlık ya da ışık. [DS] 4. {ağız} Yara ya da hora teres).
çıbanın üzerinde görülen beyazlık. [DS]
ağbeneklilik, -ği [ağ+ben-ek-li-lik] is. Ağbenekli ol
ağartma, [ağar-t-ma] is. 1. Rengini açma işi. 2. K im ma durumu,
yasal maddeler kullanarak dokuma ve kâğıt ürün
ağber, [Ar. âğber j i - 1] {OsT} sf. Çok tozlu,
lerinin rengini giderip beyazlatma işi. 3. {ağız} Sa
rımsak, tuz, ekşi ve zeytinyağı karışımı ile hazırla ağbes, [Ar. âğbes {OsT} sf. Kül rengi,
nan sos. [DS] 4. Ağartılmış nesne,
ağbiya, [Ar. gabi > âğbiyâ L^l] (agba:) {OsT} is. K a
ağartmak, [ağar-t-mak] gçl. fi [-ır] Ağarmasını sağ
lın kafalılar; ahmaklar; budalalar,
lamak, beyazlatmak.
ağbörek, [ağ+börek] is. Yörük çuvallarındaki dört
ağaşte, [Far. âğaşten (bulaşmak) > âğaşte ıxüT ] (a:- gen motiflerin çoğunlukta olduğu bir süsleme türü,
gaşte) {OsT} sf. 1. Bulaşmış; bulaşık. 2. Islanmış; ağca, [ağ-ca] {eAT} sf. 1. Akça; biraz ak. 2. is. Atın
ıslak. alnından burnuna doğru inen beyazlık; akıtma. 3.
O l i B B l t C i SO M U «135 AĞF
Siyah ve beyaz beneklerin meydana getirdiği alaca nın direnci; akmazlık; ağdalılık; viskozite. 4. {ağız}
renkli. [DS] S1 ağca ferikler, Erzurum-Kars yö re Şırahane. [DS]
sinde kızlar tarafından oynanan bir türkülü bar. ağdam, [ağ-dam] {eT} is. Boyunduruk [Mühennâ]
ağcam, [ağ-ca-m] {eAT} sf. ve is. -*■ ağca, ağdık, -ğı [ağ-duk > ağ-dık] is. 1. Eksiklik; hata;
ağcarak, -ğı [ağ-ca-rak] {eAT} zf. Beyaza yakın; be kusur. 2. {ağız} Minnet. [DS] 3. Kötülük. 4. sf. B o
yazımsı; akça, zuk; hatalı; kusurlu. 5. Çetin; sarp; ağır. 6. {ağız}
ağcı, [ağ-cı] is. 1. Ağ yapan veya satan kimse. 2. (Kişi için) yaramaz; sırnaşık; densiz; münasebetsiz;
Balıkçı teknelerinde ağ atan veya toplayan kimse. nadan. [DS] 7. {ağız} (Ayakkabı, çorap vb. giyimi
3. Ağla balık avlayan kimse, için) yanlış; değişik. [DS] 8. {ağız} (Söz için) yakı
ağcık, -ğı [ağ-cık] is. 1. Küçük ağ. 2. bot. Palm iye şıksız; yersiz. [DS] 9. {ağız} Dengesi bozuk; bir ta
lerde yaprak ve çiçek kınını saran lifler, rafa doğru eğik. [DS] 10. {ağız} (Koku için) ağır;
ağcılık, -ğı [ağ-cı-lık] is. A ğ yapm a veya ağ ile balık pis. [DS] S ağdık ağdık konuşmak, {ağız} Yüksek
tutma işi. sesle, bağırarak konuşmak. [DS]|| ağdık boğaz,
{ağız} Obur; pisboğaz. [DS]|| ağdık gelm ek, {ağız}
ağda, [Ar. 'akide => ağda] is. Pekmez veya şekerli
Yüksek gelmek. [DS]
suya limon katılarak kaynatm ak suretiyle yapılan ağdırık, -ğı [ağ-dır-ık] {ağız} sf. 1. (Yük için) denge
macun. S ağda yapmak, Vücuttaki istenmeyen siz; dengesi bozuk. 2. Kusur. 3. Tepenin arkası;
kılları veya tüyleri ağda yapıştırarak koparmak, görünmeyen yanı. 4. N e oldum delisi; şımarık; ki
temizlemek. birli. [DS] S ağdırık olmak, Birine y ü k olm ak;
ağdacı, [ağda-cı] is. 1. Şeker, tatlı ve helva gibi yi ağır görev üstüne bir de kendi işini yaptırm aya
yecek maddelerini iş yerinde kendisi hazırlayan kalkışm ak
kimse. 2. V ücut kıllarını ağda ile temizleyen kişi. ağdırıklı, [ağ-dır-ık-lı] {ağız} sf. 1. (Yük için) denge
3. mec. İnsana işkence edercesine can sıkan kişi, si bozuk. 2. (Kişi için) aksak; topallayarak yürü
ağdalandırma, [ağda-la-n-dır-ma] is. 1. Ağdalı hâle yen. [DS]
getirme. 2. Abartma; m übalağa etme, ağdırma, [ağ-dır-ma] is. A ğdırm ak işi.
ağdalandırmak, [ağda-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. ağdırm ak1, [eT. ağ-m ak (eğilmek, sarkmak, inmek) >
Bir tatlının şerbetini ağdalı hâle getirmek. 2. Abar ağ-dır-mak] gçsz. f. [-ır] 1. (Y ük için) yük hayvan
tılı anlatmak, mübalağa etmek, larında bir taraftaki yükün diğerinden daha ağır
ağdalanma, [ağda-la-n-ma] is. 1. Ağdalı hâle gelme. olması sonucu o tarafa doğru yatm ak veya devril
2. Ağda bulaşma. mek. 2. (Terazi kefesi için) tartı sırasında kefeler
ağdalanmak1, [ağda-la-n-mak] ed il.f. [-ır] 1. Ağdalı den birinin daha ağır olması sebebiyle aşağıda kal
duruma getirilmek. 2. dönşl. f. (Tatlı veya şerbet mak; ibre dengede olmamak. 3. {ağız} Topallamak.
için) koyu ağda hâline gelmek; koyulmak; kıvamı [DS] 4. gçl. f. {ağız} Bir şeyi eğmek; bir yana doğru
artmak. 3. {ağız} Böbürlenmek; kendini naza çek meylettirmek. [DS] 5. {ağız} A ğır basmak; çökert
mek; ağır satmak. [DS] mek; bozmak. [DS] 6. {ağız} (Suç için) başkasına
ağdalanmak2, [ağda-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Ağda yüklemek. [DS] S ağdıran yandan asılmak, Gün
bulaşmak. lük hayatın sıkıntıları içinde bunalmış hâlde iken
ağdalaşma, [ağda-la-ş-ma] is. Ağdalı hâle dönüşme, birisi yeni bir sıkıntı daha ortaya çıkarmak. «Anne
ağdalaşmak, [ağda-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] (Tatlı ve oyuna gitm ek için spor ayakkabılarını soran çocu
şerbet için) kaynatm a sırasında koyuluğu artarak ğuna çıkışır: -Akşama yem ek yetişecek; ağdıran
ağda hâline dönüşmek, yandan asılm a.» || ağdır çöğdür yürümek, {ağız}
ağdalaştırma, [ağda-la-ş-tır-ma] is. Ağda durumuna Topallayarak güçlükle yürümek. [DS]
getirme. ağdırmak2, [eT. ağ-dur-mak (yükseltmek) > ağ-dır-
ağdalaştırmak, [ağda-la-ş-tır-mak] g ç l . f [-ır] Tatlı mak] gçl. f. [-ır] 1. Bir destek veya serene bağla
ların şerbetini bilerek koyulm ak suretiyle ağda du m ak suretiyle yukarılara tırm anmasını sağlamak.
rum una getirmek, «Asmaları çardağa ağdırdı. » 2. {ağız} H avaya doğ
ağdalı, [ağda-lı] sf. 1. (Tatlı şerbeti için) koyulaşıp ru kaldırmak; yükseltmek; omuzlara almak. [DS] 3.
ağda hâline gelmiş. 2. dbl. (Anlatım için) sık kulla {ağız} (Sürü için) otlatırken yamaca doğru salıver
nılmayan kelimelerle veya mantık açısından zor mek. [DS] 4. {ağız} Yöneltmek; yönlendirmek; tev
anlaşılır cümleler kullanılarak yapılan. S ağdalı cih etmek. [DS]
küfür, Çok ağır hakaretler dolu sövme; okkalı kü ağdiye, [Ar. ğıdâ > ağdiye ^.JÜ] {OsT} is. Gıdalar;
für; sunturlu küfür.
yenilecek içilecek şeyler,
ağdalık, -ğı [ağda-lık] sf. 1. Ağda yapm aya ayrılmış
ağfer, [Ar. ağfer J i . I] {OsT} sf. Affeden. 0 agferü’l-
olan. 2. Y alnızca pekmez üretilebilecek nitelikteki
üzüm. 3. fız. Düzgün akışlı ve türbülanssız bir sıvı gafirîn, Affedenlerin en çok affedeni; Allah.
AĞI I M I K M .m
-ağı, [-a-ğı > -ağı / -eği] yap. ek. İsim kök ve gövde ağıllanma, [ağıl-la-n-ma] is. Ağıla girme veya bir
lerinden isim türeten ek: aş-ağı, kaş-ağı, köz-eği > araya toplanma,
kös-eği. ağıllanmak, [ağıl-la-n-mak] dönşl. fi [-ır] 1. (Sürü
ağı'1, [ağ-ı] {eT} is. 1. İbrişim giyim; ipek elbise [Mü için) toplanarak ağıla girmek. 2. (Sürü için) ağıla
hennâ] 2. A ltın ve gümüş sırmalı ipek kumaş. girmiş gibi bir arada toplanıp beklemek. 3. (Ay
ağı2, [eT. agu > ağu > ağı] is. Zehir; baldıran; sem; için) etrafında beyaz halka oluşmak; hâlelenmek. 4.
siyanür; toksin; zıkkım, S1 ağı ağacı, {ağız} Zak {ağız} Çıbanın çevresi çember biçiminde kızarmak.
kum. [DS]|| ağı bardağı, {ağız} Sinirli; aksi; titiz. [DS]
[DS]|| ağı böceği, Çamkesen böceği. || ağı çalısı, ağım, [ağ-ım] {ağız} is. Ayağın parm aklar ile bilek
{ağız} Zakkum. [DS]|| ağı çalmak, {ağız} 1. Zehir arasında kalan tüm sek kısmı. [DS]
lenmek. 2. Acılaşmak; bozulmak; zehirleşmek. 3. ağımlı, [ağ-ım-lı] {ağız} sf. (Ayak için) üstü çok
Bir şeyin üzerine zehir sürmek. [DS]|| ağı çiçeği, tümsek, ağımı fazla. [DS]
{ağız} Zakkum. [DS]|| ağı gibi, 1. Çok acı, keskin ağın, [ağ-ın] {eT} sf. 1. Dilsiz. [Mühennâ] 2. {ağız}
(yiyecek). 2. İnsanı aşırı derecede üzen (söz).\\ ağı Yaşlı; ihtiyar. [DS] 3. {ağız} Daha fazla. [DS] 4.
içmek, 1. Zehir içmek. 2. Çok acı bir şey i.çmek,\\ {ağız} is. Aşk; sevda. [DS]
ağı kurdu, İspanyol sineği (Lytta vesictora).|| ağı ağınma, [ağ-m-ma] is. (Hayvanlar için) çayır veya
otu, bot. Maydanozgillerden gövdesi mor benekli, yum uşak toprak üzerinde yatıp yuvarlanma işi; ağ
çok parçalı büyük yapraklı, şemsiye biçiminde kü nama.
çük beyaz çiçekler açan, tohumlarında zehirli bir ağınm ak1, [ağ-mak > ağ-m-mak] {eT} dönşl. fi [-ur]
alkaloit bulunduran yüksek gövdeli otsu bir bitki; Yukarı çıkmak. [Mühennâ]
baldıran, (Conium maculatum)\\ ağısını almak, ağınmak2, [ağ-m-mak] dönşl. fi [-ır] {ağız} 1. (At ve
{ağız} Acısını gidermek; sızısını dindirmek. [DS] eşek vb. için) çayırlık veya yum uşak topraklı yer
ağıcık, -ğı [ağı-cık] {ağız} is. bot. Zakkum. [DS] lerde yatıp yuvarlanm ak suretiyle sırtını kaşımak;
ağıl, [eT. ağ-ıl / eAT ağ-ul] is. 1. Koyun ve keçi sü ağnamak. 2. (Soğukta donan ve birden sıcağa tutu
rülerinin etrafı çit çevrili gece barınağı; ağal; avul; lan eller için) çok sızlamak. 3. Rengi uçmak; benzi
ayil. 2. Ayevi; hâle. 3. gnşl. Sürü. 4. {ağız} Eve ya solmak. [DS]
kın yerde etrafı çitle çevrili sebze bahçesi. [DS] S ağınm ak3, [ağ-m-mak] dönşl. fi. [-ır] {ağız} Açlıktan
ağıl tutmak, {ağız} 1. Tarlanın kenarlarını dikenli ölmek. [DS]
çalılarla çevirmek. 2. Hayvanlar için açık havada ağır, [eT. ağ-mak (ağır gelmek) > ağ-ar > ağ-ır > ağ
barınak hazırlamak. [DS]|| ağıl oğlanları, İmpara ır] sf. 1. H afif olmayan; yerinden zor oynatılan;
torluk döneminde kasaplara ve celeplere yardım tartı bakım ından ağırlığı çok olan; battal; sakil. {eT}
eden esnaf grubu.\\ ağıl yapmak, Biçilen ekini, ya (aynı) [Mühennâ] 2. Taşınması, kaldırılm ası güç
da mısırı üst üste demetler hâlinde koyarak ay gibi olan. 3. (Hız için) yavaş. 4. (Kişi için) hareketleri
yerleştirmek. yavaş olan. 5. (İş için) yapılam ayacak derecede
ağılama, [ağı-la-ma] is. Ağı vererek zehirleme, güç. 6. (Söz veya davranış için) nezaket kuralları
dışma çıkan; onur kırıcı; yaralayıcı. 7. (Hastalık
ağılamak, [ağı-la-mak] gçl. f. [-r] 1. Zehirlemek. 2.
için) sağlık açısından tehlikeli olan; vahim. 8. (Ki
Yiyecek ve içecek maddesinin içine zehir koymak.
şi) davranışları dengeli; ciddi; olgun; terbiyeli; otu
3. Bitkileri ve hayvanlan zararlılara karşı ilaçla
raklı; aklı başında. 9. (Yemek için) sindirilmesi
mak. 4. mec. Aldatmak, yanlış yönlendirmek,
güç. 10. (Eser için) anlaşılması zor ve karmaşık
ağılanma, [ağı-la-n-ma] is. Zehirlenme,
olan. 11. (Eşya için) değeri çok; pahalı. 12. (Koku
ağılanmak, [ağı-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. Ze için) keskin ve rahatsız edici. 13. Y oğunluğu yük
hirli olduğunu bilmediği bir şeyi yiyip içm ek su sek. 14. Çapı ve boyutları büyük. 15. (Uyku için)
retiyle zehirlenmek. 2. edil. f. Biri tarafından zehir derin; çevreden habersiz olan. 16. (Kulak için)
lenmek. [DS] işitme güçlüğü olan. 17. Çetin. 18. {ağız} (Kişi için)
ağılatma, [ağı-la-t-ma] is. A ğılama işi yaptm na. saygıdeğer; şerefli; itibarlı. [DS] 19. zf. Ağırlığını
ağılatmak, [ağı-la-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Zehirleme hissettirecek biçimde. 20. Kişinin dayanma gücünü
işini bir başkasına yaptırmak. 2. İlaçlama yaptır aşacak derecede. 21. Y avaş olarak. S1 ağır ağır,
mak. Yavaş yavaş; sakin salan. \\ ağır aksak, Pek yavaş;
ağılı, [ağı-lı] sf. Y apısında zehir bulunan veya içine düzensiz olarak; gecikm eli.|| ağır aksak semaî,
zehir katılmış. S ağılı bitkiler, Yapısında bulunan Türk müziğinde dokuz zamanlı altı vuruşlu yavaş
zehirli madde ile yiyenleri zehirleyen bitkiler.\\ ağılı tempolu küçük bir usul. || ağıra satmak, Çok naz
böcek, Kınkanatlılardan madenî parlak renkte etçil lanmak, değerini olduğundan fa zla göstermek. j|
bir böcek. (Carabus). ağır ayak, {ağız} i. Doğumu yakın hamile kadın. 2.
ağıllamak, [ağıl-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] Sürüyü Tembel; vurdumduymaz. 3. Yavaş yavaş; ağır ağır.
sağm ak üzere ağıla kapamak. [DS] [DS]|| ağır ayak gün, {ağız} Kutsal gün. [DS]|| ağır
8T(jffiH lifflKCE SÛEbÜK. 137 AĞI
basmak, 1. Yük olarak daha ağır gelmek. 2. Etkisi üst kademede bulunan kategori. || ağır söz, Saygı
daha çok olmak. 3. Nüfuzlu olmak. 4. Üstün gel- sınırını aşacak derecede, kırıcı, gücendirici söz;
mek. || ağır canlı, {ağız} 1. (Kadın için) doğurması hakaret]] ağır su, kim. Hidrojenin izotoplarından
yakın. 2. Tembel, uyuşuk; geç davranan; ihmalkâr. olan D öteryum ile Oksijenden meydana gelen su
[DS]|| ağır canlılık, Tembellik; uyuşukluk.\\ ağır renk ve kıvamında bileşik; D20 || ağır suç, huk.
çekim, Gösterim sırasında aslından daha yavaş Cürüm.|| ağır taban, {ağız} Tembel; vurdumduy
oynatacak şekilde özel çekim yöntem i.|| ağır çek maz. [DS]|| ağır tav, {ağız} Sürerken toprağı sabana
mek, Tartıda daha ağır gelmek.\\ ağırdan almak, yapışacak kadar çamur hâlinde olan tav. [DS]||
1. B ir işi gönülsüz yapmak. 2. Nazlanmak.\\ ağır ağır top, 1. Çapı 105 m m 'den büyük olan ateşli si
davranmak, Yeteri kadar önem vermemek,]] ağır lah. 2. mec. Toplumda sözü geçen, etkisi olan kişi;
deniz, D algalar arasında büyük çukurluklar mey nüfuzlu kişi.|| ağır toprak, Sürülmesi zo r bünyesin
dana getiren ve gem iyi yıpratan fırtın a lı denizin de yüzde otuzdan fa zla kil bulunduran toprak. |] a-
durum u.\\ ağır dil kullanmak, Kırıcı, sert ve küçül ğır uyku, Kolayca uyanılmayacak kadar dalgın ve
tücü sözler söylemek.\\ ağır divan rahtı, A ltın işle derin uyku.]] ağır yağ, Gres.
meli uzun eyer örtüsü. || ağır dolu, (Kürek çekiş ağırbaşlı, [ağır+baş-lı] sf. 1. (Kişi için) ölçülü davra
için) kürekleri suya derince daldırarak yavaş yavaş nan, olgun; ciddi; vakur; dingin; dölek; efendi;
vücut hamlesi ile yapılan.]] ağır duym ak (işitmek), müteenni; rabıtalı; temkinli; vakarlı; vakur. 2. (El
İşitme organlarındaki rahatsızlıktan dolayı az işit bise için) klasik ölçülerde olan, göze batıcı, yadır
mek.]] ağır elli, 1. Vurduğu zam an etkisi fa zla olan. gatıcı olmayan,
2. {ağız} Borcunu geç ödeyen; elinden kolay kolay ağırbaşlılık, -ğı [ağır+baş-lı-lık] is. Saygınlık, soylu
para çıkmayan. [DS]|| ağır ellilik, E li ile vuruldu luk kazandıran, olgunluk duygusu veren davranış
ğunda etkisinin fa zla olma durumu.]] ağır endam ölçülülüğü; vakar; onurluluk; ciddiyet; ağırlık; cid
fıstıkî makam, argo. Yavaş ve acele etmeden; sal dilik; oturaklılık,
lanarak; istifini bozmadan.]] ağır engini, {ağız} ağırçuk, [ağur-çak > ağır-çuk] {eT} is. Ağırşak. [Mü-
Nezle. [DS]|| ağır gel, argo. Yavaş ol, haddini bil; hennâ]
ayağım denk al.]] ağır gelm ek, 1. Söz ve davranış ağırdan, [ağır-dan] zf. Yavaş ve dikkatli olarak,
lardan onuru yaralanmak. 2. Gücünün üstünde bil
ağırkanlı, [ağır+kan-lı] sf. ve zf. Yavaş hareket eden,
işle karşılaşmak.|| ağır gitmek, N orm al temposun uyuşuk.
dan daha yavaş çalışmak; yavaş yapm ak; aksa
ağırkanlılık, -ğı [ağır+kan-lı-lık] is. Yavaş davran
mak.]] ağır gün, {ağız} K utsal gün. [DS]|| ağır hapis
ma; uyuşukluk,
cezası, huk. Altı ayı geçen bütün hürriyeti bağlayıcı
ağırlama, [ağır-la-ma] is. 1. M isafire ikramda bulun
cezalar.\] ağır hastalık, D urum u ciddi ve tehlikeli
ma; saygı gösterme; itibar etmek. 2. Bazı halk o-
hastalık.]] ağır hidrojen, Çekirdeğinde bir nötron
yunlarm ın ağır oynanan ilk bölümü. 3. müz. Klasik
bir proton bulunan ve D öteryum adı verilen H idro
Türk müziğinde Yürük aksak olan ritmik biçim. 4.
jenin izotopu]] ağırına gitmek, Zoruna gitmek,
Halk müziğinde, düğünlerde gelin veya damat kar
kırılmak, gücenmek.]] ağır iş, Çalışma şartları zor
şılamalarında çalınan kıvrak hava. 5. Orta oyunun
ve tehlikeli /.y.|| ağır işçi, 1. Z or ve tehlikeli işlerde
da, oyun başlamadan önce zurna ve çifte nara ile
çalışan işçi. 2. argo. Genelev kadını.\] ağır kaç
çalınan parça,
mak, Saygı sınırını aşacak derecede kırıcı konuş
mak.]] ağır kanlı, D avranışları insanı bezdirecek ağırlamak, [ağır-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı) -yor] 1.
kadar yavaş olan.]] ağır konuşm ak, Birinin onuru M isafire itibar edip ikramda bulunmak; eğlendir
nu kıracak veya onu küçük düşürecek sözler söyle mek; ikram etmek; izaz etmek; kabul etmek; konuk
mek; hakaret etmek.]] ağır kayıp, Çok fa zla ölüm etmek; konuklamak; m isafir etmek; ululamak. 2.
ve yaralanma olması. || ağır küre, jeol. Dünyayı Saygı göstermek,
meydana getiren katmanlardan en içte bulunan ağırlanma, [ağır-la-n-ma] is. 1. A ğırlanmak işi. 2.
sıcak ve ağır kısım]] ağır lokma, Altından kalkıl- Kendisine ikram edilme,
ması ve başarılması güç bir 7,?.|j ağır misafir, ağırlanmak, [ağır-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Ağırla
Önem verilen, saygıdeğer m isafir.|| ağır otlatma, m ak işi uygulanmak. 2. M isafir olduğu yerde saygı
Bir mera otunun yarısından çoğunun hayvanlara ve itibar görmek; kendisine ikramda bulunulmak,
yedirilmesi.]] ağır para cezası, huk. Miktarı fa zla ağırlaşma, [ağır-la-ş-ma] is. Ağırlaşmak işi; ağır du
olan para cezası]] ağır sanayi, ekon. Üretim araç ruma gelme.
larım, makine yapan m akineleri üreten sanayi]] ağırlaşmak, [ağır-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Ağırlığı
ağır semai, müz. K lasik Türk müziğinde birinci, artmak. 2. mec. Hızı ve temposu yavaşlamak. 3.
ikinci ve dördüncü mısraları aynı, meyan adı veri İşler baş edilemez hâle gelmek. 4. (Hasta için) du
len üçüncü mısraı değişik makamda besteli ağır bir rumu kötüleşmek. 5. (Hamile kadın için) doğumu
usul. || ağır sıklet, Bazı spor dallarında kiloca en yaklaşmak. 6. Hareketlerinde dikkatli ve ölçülü
AĞI Ö T Ü M IÜ B liC t SÖ ZLÜ K , « s
davranır olmaya başlamak. 7. (Hava, ortam vb. ağırsak2, -ğı [ağırşak > ağırsak] {ağız} is. Koyunların
için) sıkıcı ve bunaltıcı hâle gelmek. 8. İçi karar doğurm aya yakın şişen memesi. [DS]
mak, karamsarlaşmak. 9. (Yiyecek için) bozulmaya ağırsama, [ağır-sa-ma] is. Ağırsam ak işi.
yüz tutmak. 10. (İnsan organları için) görevini ya ağırsamak, [ağır-sa-mak] gçsz. f. [-r] [-s(ı) -yor] 1.
pamaz hâle gelmek, Birine istemediğini belli edecek şekilde soğuk dav
ağırlaştırma, [ağır-la-ş-tır-ma] is. Ağır hâle getirme ranmak. 2. Yavaş davranmak; savsaklamak. 3.
eylemi. Kendi görevi olmadığını düşünmek; yüksünmek. 4.
ağırlaştırmak, [ağır-la-ş-tır-mak] gçl. f [-ır] 1. Ağır {ağız} (Yiyecek için) kokmaya, bozulm aya yüz
hâle getirmek; ağırlaşmasına sebep olmak. 2. mec. tutmak. [DS]
Yavaşlatmak; hızını azaltmak, ağırsınmak, [ağır-sı-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
ağırlatma, [ağır-la-t-ma] is. Ağırlatm ak işi. Bir işi ağır bulmak; ağır saymak. 2. Yüksünmek;
ağırlatmak, [ağır-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Ağırlanm ası angarya saymak. 3. Hakaret saymak; ağırına git
nı sağlamak. mek; alınmak. [DS]
ağırlayış, [ağır-la-y-ış] is. A ğırlamak işi ve biçimi, ağırşak, -ğı [eT. ağır-çak > ağır-şak] is. 1. H er türlü
ağırlık, -ğı [ağır-lık] is. 1. Yerçekiminin bir cisim yassı ve değirmi nesne. 2. Değirmen, kirman, kağ
üzerindeki etkisi. 2. Ağır olm a hâli; sıklet. 3. Kıy nı, çadır gibi alet ve düzeneklere ağırlık merkezini
metli olma hâli. 4. Saygıya değer oluş; vakar; hür aşağı indirm ek amacıyla takılan ortası delik ağırlık
met. 5. Sıkıntılı ve bunaltıcı durum. 6. Organlarda diskleri. 3. M eme ucunu çevreleyen koyu renkli
ki uyuşukluk, hâlsizlik veya ağrı gibi hâller. 7. dairesel kısım. 4. Çıbanın etrafında beliren yuvar
Toplum içinde etkisinin fazla olması durumu. 8. as. lak sertlik. 5. Çadır direğinin tepesine konulan de
Sefere çıkan ordunun donatımı için gerekli olan ğirmi başlık. 6. Diz kapağı kemiği. 7. Emzik ile
cephane, yiyecek, giyecek vb. malzemelerin tümü. şişe arasına konulan plastik yuvarlak, fi3 ağırşak
9. Ağırbaşlı olma hâli; vakar. 10. Oğlan tarafının taşı, Saatlerde balans üstündeki maşayla bağlantı
gelin olacak kıza çeyiz hazırlığı için verdiği para. y ı sağlayan itme tırnağı.
11. Yük; sorumluluk; külfet. 12. Önem. 13. Yavaş ağırşaklanma, [ağırşak-la-n-ma] is. Ağırşaklanmak
davranma hâli; betaet. 14. {eAT} İkram; atiyye; he işi.
diye. 15. {ağız} Bütün ev eşyası. [DS] 16. {ağız} ağırşaklanmak, [ağırşak-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
Yaylaya çıkarılan eşyanın tümü. [DS] ö ağırlığın Ağırşaklı hâle gelmek, ağırşak takılmak. 2. Çıbanın
ca altın etmek, Kusursuz ve değerli olmak.|| ağır etrafında yuvarlak bir sertlik olmak. 3. (Ergenlik
lığını koymak, İsteğini elde etmek için, dilediği dönemine giren kız çocukları için) göğüsleri büyü
karan aldırabilmek için yetkisini ve nüfuzunu kul- meye başlamak,
lanmak.\\ ağırlık basmak, Uykuda kâbus görmek.|| ağış, [ağ-ış] is. Ağma, yukarılara çıkma işi ve biçimi,
ağırlık bitirmek, {ağız} Düğünden önce kız ve oğ ağıştırm ak, [an-mak > an-ış-tır-mak > ağış-tır-mak]
lan tarafı bir araya gelerek yapılacak işleri görüş {ağız} gçl. f. [-ır] 1. Üstü kapalı anlatmak; ima et
mek, karara bağlamak. [DS]|| ağırlık çökmek, mek. 2. Dolayısıyla duyurmak. [DS]
Üzerine bir uyuşukluk, bir hâlsizlik gelmek, uykusu ağıt1, -dı [ağ-mak (ağlamak) > ağ-ıt] is. 1. Ölünün
gelmek. || ağırlık kazanmak, Önem bakımından ilk ardında onun iyiliklerini sayan övgülü şiir; ağlama;
sıralara geçmek. || ağırlık merkezi, 1. fız. Bir cis deme; mersiye; sağu. 2. Toplum üzerinde büyük
min bütün noktalarına etki eden y e r çekimi kuvve etkisi olan felaketler için yazılmış şiir. 3. gnşl. A ğ
tinin bileşkesinin uygulama noktası. 2. Üzerinde layıp sızlama; dövünerek feryat etme. 4. Gelin gi
durulan konunun en önemli noktası, özü; ana fikri. || den kızın ardından ağlaşarak söylenen şiir. 5. Be
ağırlık olmak, Yük olmak.\\ ağırlık vermek, Bütün beğin yüksek sesle ve uzun uzun ağlaması. S ağıt
dikkatini ve gayretini yoğunlaştırmak. etmek, {ağız} Bir ölüm dolayısıyla sürekli ağlamak.
ağırlıklı, [ağır-lık-lı] is. 1. Önemi olan. 2. Yoğunlaş [DS]|| ağıt koparmak, Bir öliim dolayısıyla sürekli
tırılmış. «Fen ağırlıklı program uygulanıyor.» ağlamak, || ağıt tutmak, Ölünün ardından makamla
ağırmak, [eT. âkır-mak [T.Tekin] > ağır-mak] {eAT} övücü sözler söylemek.\\ ağıt töreni, İran ’da Hz.
gçsz. f. [- ıı] (Hayvan için) bağırmak; böğürmek; Peygamberin torunları Haşan ve Hüseyin'in katli
anırmak. y ıl dönümlerinde düzenlenen dövünme törenleri.\\
ağıt yakmak, Bir ölüm veya acıklı olay için şiir
ağırra, [Ar. ğarır > ağırrâ I>1] (agırra:) {OsT} is. De
söylemek. || ağıt yitirmek, {ağız} Acıklı bir olayı
neyimsizler; tecrübesizler; acemiler, ağlaya ağlaya anmak. [DS]
ağırrak, -ğı [ağır-rak] {ağız} s f Az ağır; ağır sayıla ağıt2, [an > ağ-ıt] {ağız} is. İki tarlayı birbirinden ayı
bilecek; ağırca. [DS] ran set; an. [DS]
ağırsak1, -ğı [ağır-sa-k] {ağız} sf. 1. Ağır davranan; ağıtJ, [ang-ut] {ağız} is. zool. Bir tür ördek; angıt.
yavaş giden. 2. Topal koyunlardan ibaret sürü. [DS] [DS]
OlfflliUCfSOa::; . 1» AĞI
ağıtçı, [ağıt-çı] is. 1. Ölen kişinin ardından ağıt ya mahsulü olmaksızın yerli yersiz tekrar etme duru
kan ve bu yolda para kazanan kimse; ağlayıcı; yas mu; dil pelesengi. j| ağız aramak, Tuzak sorularla
çı; sağucu. 2. {ağız} Gelin giden kızın ardından m e birinin niyetini, sırrını öğrenecek şekilde konuş
ziyetlerini sayıp dökerek ağıt yakan ve orada bulu m ak.|| ağza tat, boğaza feryat, Yiyeceklerin azlı
nanları ağlatan kimse. [DS] ğ a ağız atmak, Övünmek.'] ağız avlamak, {ağız}
ağıtlama, [ağıt-la-ma] is. Ölen bir kim seyi anmak i- Birinin bir konuda ne düşündüğünü öğrenmek;
çin düzenlenen törenlerde yapılan övücü sözler ve ağız aramak. [DS]|| ağız ayırmak, {ağız} Aptal ap
ölen hakkında yazılan yazılar, tal bakmak. [DS]|| ağız bağı, {ağız} 1. Çuval ağzını
ağıtlamak, [an-ıt-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] bağlamakta kullanılan ip veya sicim. 2. H arm an
El kol ve vücut hareketleri ile karşısındakini sakın daki öküzlerin sap yem elerini önlem ek için ağızla
dırmak. [DS] rına bağlanan ip. 3. Güreşlerde develerin ağızları
ağıtmak1, [ağ-ıt-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Ölen kişi nı bağlamakta kullanılan ip. 4. Yalancı şahide veri
nin iyiliklerini sayıp dökmek. [DS] len ücret, rüşvet. 5. İstenilen bir kızın verilmesine
ağıtmak2, [an-ıt-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Hiç görm e karşı çıkan yakınlarına erkek tarafınca verilen he
diği ve bilmediği bir çevrede şaşkınlıktan ve yol diye. [DS]|| ağız birliği etmek, Anlaşarak, ortakla
bilmezlikten dolayı kendinden geçmiş gibi çevreye şa davranmak.\\ ağız bozukluğu, Hakaret etme,
bakınmak; hayranlıkla seyretmek. [DS] küfür etme, ayıp sayılan sözleri söylemeyi alışkan
lık edinmiş olma hâli.|| ağız burun birbirine ka
ağıye, [Ar. ağıye ^ I] (a:gıye) {OsT} is. İçine su bi
rışmak, Yüzünde yorgunluk ve öfke izleri bulun-
riken çukur; gölcük. mak. || ağız dabıştısı, {ağız} Konuşma biçimi; anla
ağız1, -ğzı [eT. ağ-ız / ağ-z > ağız] is. 1. Vücudun baş tım tarzı. [DS]|| ağızda dağılmak, (Yiyecek m adde
kısmının ön alt tarafında bulunan sindirim sistemi si için) çok taze ve yum uşak olmak. || ağız dadı,
nin başlangıcı, tat alma, nefes alıp verme ve ko {ağız} Bıkkınlık; usanç. [DS]|| ağız dağıtmak, {ağız}
nuşma gibi fonksiyonları yerine getiren organ. 2. Ağzına geleni söylemek; küfretmek; ağız bozmak.
gnşl. Dudaklarla beraber ağzın dış sınırı. 3. İçine [DS]|| ağız dalaşı, Karşılıklı atışma; sözlü kavga;
bir şey konup çıkarılan nesnelerin giriş kısmı; açık kırıcı sözlerle yapılan kavga]| ağızdan ağza, Sözlü
lık. «Küfenin ağzı.» 4. N ehirlerin denizlere dökül olarak, herkes birbirine söyleyerek yayılmak. ||
dükleri yer. 5. Yolların birleştiği yer. 6. Kesici alet ağızdan ağza düşmek, {ağız} H erkes tarafından
lerin keskin tarafı. «Bıçağın ağzı.» 7. Başlangıç duyulmak; dile düşmek. [DS]|| ağızdan dolma, (Tü
kısmı. «Vadinin ağzı.» 8. Kenar; kıyı. 9. Defa; ke fek, top vb. silah için) barut ve saçmanın namlunun
re; kez; parti. 10. Boş ve ciddi olmayan sözler. 11. ağzından sırayla yerleştirildiği ve sıkıştırıldığı tür
Konuşma biçimi, bir meslek mensubunun ifadesi. den olan. || ağızdan gububuk akmak, {ağız} Çok
«Bırak bu politikacı ağızlarını.» 12. dbl. Bir dilin çirkin, iğrenç sözler söylemek. [DS]|| ağızdan
farklı bölgelerde değişik söyleyişlere dayanan he kapma, Dinleyerek bilgi edinm e.|| ağız davıştısı,
nüz yazı diline geçmemiş konuşm a biçimlerinden {ağız} Konuşm a biçimi; anlatım tarzı. [DS]|| ağız
her biri. «Aydın ağzı. Kastamonu ağzı. Erzurum değişikliği, Uzun süredir yenilen yem eklerde bir
ağzı.» 13. İnşaatlarda kesik koni biçimindeki boş değişiklik yapma.\\ ağız değiştirmek, Yerine ve
luklar. 14. jeol. Bir volkanın krateri. 15. {ağız} Or zam anına göre söylediklerini değiştirmek, yalan
mandan açılmış boz tarla. [DS] 16. {ağız} Bir hav söylemek]] ağız dil vermem ek, Ağır hastalık dola
zaya bakan dağ yamaçları; aklan. [DS] 17. {ağız} yısıyla konuşamamak]\ ağız dolusu, Ağızdan çıka
Ekin biçerken orakçı ya da tırpancının biçmeye ilk bilecek kadar, ağzın alabildiği kadar. || ağız eğmek,
başladığı yer. [DS] 18. {ağız} Birkaç tarlanın bir {ağız} Bir kişinin sözlerini alaylı biçimde söylemek.
arada bulunduğu tarım bölgesi. [DS] 19. {ağız} Uç; [DS]|| ağız ellemek, {ağız} Birinin bir konuda ne
kenar; kıyı. [DS] 20. {ağız} Budanan bağ çubuğunun düşündüğünü öğrenmek; ağız aramak. [DS]|| ağız
göze kadar kuruyan kısmı. [DS] 21. {ağız} müz. M u eskitmek, Boş yere aynı şeyleri tekrar edip dur-
siki makamı; ezgi. [DS] ® ağız ağza, Hiç boş ye r mak.\\ ağız etmek, {ağız} Gerçeği söylememek; iç
kalmayacak kadar dolu olmak. |[ ağız açıklığı, dbl. ten konuşmamak. [DS]|| ağız gevelemek, {ağız} Sö-
Sesleri çıkarırken alt ve üst çenenin birbirinden zii cesaret gösterip de tam olarak söyleyememek.
ayrılma durumu; ses yolunun açıklık derecesi. || [DS]|| ağız gevşekliği, Sır tutamamak, boşboğaz
ağız açkısı, Balıkçıların olta iğnelerini çıkarırken lık'.|| ağız kâhyası, Başkasının konuşmasına karışıp
balıkların ağzm ı açmakta kullandıkları yaylı tel. || onu istediği gibi konuşmaya yönlendirm eye çalı
ağız ağrısı, tıp. Çocuklarda görülen ağız yaraları. || şan]|| ağız kalabalığı, Kandırm ak için birbirini,
ağız ağza verm ek, 1. Birbirine yakın durup gizli tutmaz ve çabuk çabuk söylenen sözler]\ ağız ka
gizli konuşmak. 2. {ağız} Çene yarıştırmak. [DS]|j labalığına getirmek, Çabuk çabuk konuşarak biri
ağız alışkanlığı, Çok söylemekten veya başka p si ni kandırmaya yeltenmek.\\ ağız karası, Konuşmak
kolojik etkiler altında bellenmiş bir sözü, düşünce suretiyle yapılan bozgunculuk, fitne. || ağız kavafı,
AĞI K H K H f .i4 o
{ağız} Geveze; çalçene. [DS]|| ağız kabağı, {ağız} A ğız boşluğunda m eydana gelen ünlüler: lal, lel,
Testiye su koym ak için huni yerine kullanılan su lıl, lil, lol, löl, lul, lül.\\ ağız yoklam ak, 1. Söylen
kabağı parçası. [DS]|| ağız kavalı, Birini kandır mesi gereken şeyleri söyletecek şekilde konuşmak.
m ak için çok konuşan.\\ ağız kavgası, Sadece söz 2. {ağız} D üşünce yoklam ak; ağız aramak. [DS]||
lerle yapılan kavga. || ağız kirası, {ağız} Ramazanda ağız yormak, Boş yere konuşmak.\\ ağza alınma
yem ek veren kimsenin, davetlilere yem ek sonunda dık, Ç ok ağır, çirkin. || ağza alınmamak, Bahsi
verdiği para; diş kirası. [DS]|| ağız kokusu, 1. Bi geçmemek, söz edilmemek.\\ ağza alınmaz, Söy
rinin çekilmez, sıkıntı veren sözleri ve istekleri. 2. lenmesi ayıp, çok kaba ve çirkin söz, küfür. || ağza
{ağız} Küfür; iğrenç ve kötü söz. [DS]|| ağız kul almak, Anmak, sözünü etmek. || ağza almamak,
lanmak, T a ra f tutacak biçimde veya çıkar sağla Bahsetmemek, sözünü etmemek.|| ağza düşmek,
ya ca k şekilde gerçeği saptırarak konuşmak. || ağız Herkes tarafından hakkında konuşulur olmak; de
kuruluğu, tıp. Çoğunlukla yaşlılarda ve psikopat dikodusu yapılmak.\\ ağza ip ölçmek, {ağız} Birinin
larda görülen tükürük salgısının azlığı.|| ağızları bir konuda ne düşündüğünü öğrenmek; ağız ara
uymak, Farklı kişilerin aynı olay hakkında söyle mak. [DS]|| ağza kom ak, {ağız} Yemek. [DS]|| ağzı
dikleri birbirini tutmak, desteklemek.\\ ağız marjı, açık, 1. Saf; şaşkın; budala; avanak; aptal. 2. B oş
matb. Kitaplarda dış kenar boşluğu. || ağız nişanı, boğaz; geveze; sır tutmaz. 3. Kapaksız duvar dola
Sözle yapılan nişan; söz kesme. || ağız öğretmek, bı. 3. {ağız} Hırsız. [DS] 4. {ağız} Kerpeten. [DS]||
{ağız} Öğüt vermek; akıl vermek. [DS]|| ağız ökiin- ağzı açık ayran delisi, Gördüğü her şeyi şaşkınlık
mek, {ağız} Bir kişinin sözlerim alaylı biçimde söy la seyreden; alıklaşan. \\ ağzı açık kalmak, Şaşkın
lemek. [DS]|| ağız persengi (pelesengi), Zaman lıktan aptala dönmek; h a y r e t etm ek.\\ ağzı aya,
zam an yersiz olarak tekrarlanan söz.|| ağız salla gözü çaya bakmak, Yapılan işte elemanları dü
mak, Boşa zaman harcamak; oyalanmak.\\ ağız zensiz yerleştirm ek; rasgele yapmak. ] ağzı ayrıl
satmak, Övünmek, yüksekten atmak. || ağız suyu, mak, {ağız} B ir şeyi hayran hayran dinlem ek veya
Salya, tükürük.\\ ağız şakası, Sözle takılma.|| ağız seyretmek. [DS]|| ağzı bir, B ir konuda aynı şeyi
tadı, 1. D irlik düzenlik içinde yaşam ak; rahat; hu söylem ek için anlaşmış olan kimselerin ifade birli-
zur; afiyet, sağlık; şenlik. 2. {ağız} folk. Nişan ve ği.\\ ağzı bir karış açık kalmak, Şaşkınlıktan do
düğünlerde oğlan tarafının kız evine gönderdiği nup kalmak. || ağzı boşuna, {ağız} Boş yere; fa y d a
tatlı, şeker ve çerez cinsi hediyeler. [DS] 3. Bay sız; boşu boşuna. [DS]|| ağzı bozuk, Küfürbaz, sö
ramlarda, nişanlının oğlan tarafına gönderdiği vüp saym ayı alışkanlık edilmiş.\\ ağzı bozulmak,
hediyeler. 4. Ölüm günü, ölü evine gelen kadınlara Kaba ve küfürlü konuşmaya başlamak.]] ağzı bur
verilen helva, ekmek, şerbet vb. şeyler. 5. {ağız} nu yerinde, Yakışıklı, güzel.]] ağzı büyük, Kendini
fo lk. Göz aydına, tebrike gelenlere tutulan şeker. çok metheden, aşırı övünen. ||ağzı çiriş çanağına
[DS] 6. {ağız} En çok sevilen ve yenm esi için en so dönmek, Ağzı kuruyup acılaşmak.]] ağzı dili bağ
na bırakılan yemek. [DS]|| ağız tadı ile satmak, lanm ak, Korku, heyecan ve üzüntü gibi çeşitli etki
{ağız} Uygun fiya tla satmak. [DS]|| ağız tadı ver ler altında kalarak konuşamaz olmak.]] ağzı dili
mek, {ağız} İyi bir şey vaat etmek. [DS]|| ağız tadıy kurumak, Usanıncaya kadar bir şeyi tela-arla-
la, H uzur ve güvenlik içinde.\\ ağız tam burası mak. || ağzı dolu, {ağız} Kaba konuşan; sövm eyi huy
çalmak, 1. Sözle oyalamaya çalışmak; boşboğazlık edinmiş. [DS]|| ağzı esenli, {ağız} Ağzından dua ek
etmek. 2. Soğuktan çenesi birbirine vuracak şekilde sik olmayan; tatlı dilli kimse. [DS]|| ağzı eğri,
titremek.|| ağız tatlılığı, {ağız} Nişan töreninden Uğursuz. || ağzı gevşek, Sır saklamaz; geveze. || ağzı
sonra oğlan tarafından çağrılılara içirilen şerbet güzel, {ağız} K ibar konuşan; terbiyeli konuşan.
y a da şekerli kahve. [DS]|| ağız tütünü, Ağızda çiğ [DS]|| ağzı havada, Olup bitenden habersiz.|| ağzı
nem ek için üretilmiş tütün. || ağız verm ek, {ağız} 1. kara, 1. {ağız} Fitneci; ara bozucu; dedikoducu;
Ö ğüt vermek; akıl vermek; kışkırtmak. 2. Söz ver kovcu. 2. K ötü haberler veren; böyle haberleri
mek; vaatte bulunmak. 3. Büyüğe karşı gelmek; ulaştırmaktan zevk alan. 3. Kavgacı; dövüşken. 4.
karşılık vermek. 4. Sır vermek; açığa vurmak. 5. Yalancı. 5. iftiracı. 6. Evlenme çağında olup da
Bitkilerin köküne toprak doldurmak. 6. K esici ale evlenememiş kimse. 7. Toy; henüz olgunlaşmamış.
tin ağzına yeniden çelik koydurtmak; çelikletmek; 8. Yabancı. 9. Tarikat dışında olan kimse. 10. Sof
ağızlatmak. [DS]|| ağız yanşam ak, {ağız} B ir kişi ta; mutaassıp. 11. Toprağın yüzündeki çatlaklarda
nin sözlerini alaylı biçimde söylemek. [DS]|| ağız biriken su. [DS]|| ağzı kara olmak, {ağız} Sözle bo
yapm ak, 1. Karşısındakini kandırmak için düşün zulmak; susturulmak; utandırılmak. [DS]|| ağzı ke
düklerinden farklı konuşmak. 2. (Köye şehirden dö netli, Sır saklamasını bilen.]] ağzı keşli, {ağız} 1.
nen kişi için) düzgün dille konuşmak. || ağız yarı, Yerli yersiz konuşan; tatsız sözler söyleyen; can
A ğız suyu; tükürük.\\ Ağız yer, yüz utanır. Rüşvet sıkıcı sözler eden. 2. Boşboğaz. 3. Beceriksiz; bu
alan kişi muhatabının ricasını kendine ağır da gel dala. 4. Konuşurken ağzının iki yanına tükürük top
se yerine getirm ek zorundadır.\\ ağız ünlüsü, dbl. lanan kimse. [DS]|| ağzı kilitlenmek, {ağız} Söz
IM Iü M îS E M Ü .141 AĞI
söyleyememek. [DS]|| ağzı kilitli, 1. Sır saklamasını düşecek şekilde konuşmadığını belirtmek.\\ ağzına
bilen. 2. {ağız} A lt ve üst dudağı beyazlı at. [DS]|| yüzüne bulaştırm ak, Beceriksizlik gösterm ek.||
ağzı köy çeşmesi, Çok konuşmayı seven; küfürlü ağzında bakla ıslanmamak, Sır saklayamamak.\\
ve çirkin sözler eden.|| ağzı kulağına yakın, {ağız} ağzında büyümek, Sevmediği için veya başka
Uyanık; aklı başında; anlayışlı[DS].j| ağzı kulakla olumsuz sebeplerden dolayı bir yiyeceği ağzında
rına varmak, Çok sevinmek, sevinci davranışla çiğnemek fa k a t yutamamak.\\ ağzında gevelemek,
rından belli olmak. || ağzı liman, {ağız} A ğzına ka Bir şeyler anlatmaya çalışmak, fa k a t bir türlü asıl
dar dolu. [DS]|| ağzım kurusun, Söylediklerinden konuyu söyleyememek.\\ (birinin) ağzından, 1.
çok pişm an olmanın ifadesi.\\ (birinin adını) ağzına Duyduğu kimsenin ifadesine göre konuşmak. 2. B ir
abdestle almak, Birinden saygı ile bahsetmek.\\ başkasının adına.|| ağzından baklayı çıkarm ak,
ağzına bakakalm ak, Konuşan birini hayranlıkla Sabırsızlık edip gizlediği şeyi söylemek. || ağzından
dinlemek.\\ (birinin) ağzına bakm ak, 1. K arşısın bal akmak, Çok hoş konuşmak; dinleyenlerin sı
dakinin söyleyeceği sözü merakla beklemek. 2. B i kılmadan zevkle dinleyebileceği üslûpta konuş
rinin direktiflerine göre hareket etmek.\\ ağzına mak,|| ağzından burnundan getirmek, Yaptığına
baktırmak, Kendisini zevk ve heyecanla dinlet pişm an etmek; çok daha pahalıya ödetmek. || ağ
mek; etkili ve güzel konuşmak.\\ ağzına bir par zından çıkanı kulağı duymamak, Tartmadan,
mak bal çalmak, H oşuna gidecek vaatlerle kandı düşünmeden konuşmak; hakaret etmek. || ağzından
rıp oyalamak.\\ ağzına bir şey koymamış olmak, çıt çıkm amak, Hiçbir şey söylememek, konuşma
Çok aç olmak; hiçbir şey yem em iş olmak.\\ ağzına mak,|| ağzından dökülmek, 1. Söylem ek istemediği
bir zeytin verip ardına tulum koymak, Verdiği şeylerin konuşmalarından anlaşılması. 2. D üşün
az bir şeye karşılık büyük bir çıkar beklemek; az düklerini doğru dürüst ifade edememek. || ağzından
verip çok ummak. || ağzına bir zeytin verip altına düşürmemek, Sık sık tekrar etmek.|| ağzından gi
tulum tutmak, Verdiği az bir şeye karşılık büyük rip burnundan çıkmak, İkna etmek, razı etm ek
bir çıkar beklemek; az verip çok ummak. || ağzına için çok dil dökmek.\\ ağzından kaçırmak, Söyle
deve tepmek, {ağız} B ir tartışmada gereken karşı m ek istemediği hâlde boş bulunarak söyleyiver
lığı verememek; susmak. [DS]|| (bir şey) ağzına mek.|| ağzından konuşmak, Birini taklit ederek
düşmek, {ağız} H addine düşmek; yapabilmek. [DS] veya onun adına konuşmak.\\ ağzından laf almak,
|| ağzına etmek, B ir kimseye karşı kaba ve saygısız İlgisi olmayan şeyler konuşurken asıl öğrenilmek
davranmak.\\ ağzına geldiği gibi, Sözün kimlere istenen şeyi söyletivermek. || ağzından la f kapmak,
dokunacağını veya neye m al olacağını düşünme Birinin söylediklerinden ustalıkla yararlanıp g izle
den; düşünüp taşınmadan.\\ ağzına geleni söyle diği şeyi öğrenm ek.|| ağzından lafın dirhemle
mek, Düşünmeden konuşmak. || ağzına gem vur çıkması, Konuşması için büyük gayret edilmesine
mak, Susturmak, konuşmasını engellemek. || ağzına rağmen çok nazlı konuşmak; zorla konuşturmak.\\
göre olmak, Baş edebilecek, başarabilecek du ağzından lokm asını almak, H akkını elinden al
rumda olmak.|| ağzına kadar, İyice dolu; tıka ba- mak, gasp etmekJ] ağzından yel alsın, Kötü bir
sa.\\ ağzına kem ik atmak, Rüşvete alışmış kişiye ihtimalden bahsedildiği zaman “Olayın vuku bul
az bir şey vererek bir m üddet oyalanmasını sağla maması ve sadece sözde ka lm a sı” dileğinde bu
mak,|| ağzına kilit vurm ak, Konuşmamak; sır ver lunm ak]| Ağzında torba mı var? N için konuşmu-
meme,t, || ağzına kira istem ek, Söylenm esi istenen yorsun? || ağzında tükürüğü kurumak, Usanınca-
şeyi söylemekte nazlanmak; kendini ağıra satmak. || y a kadar tekrar ederek söylemiş olmak. || Ağzın fal
ağzına layık, Zevk ve dam ak tadına uygun lezzette ola! {ağız} Geleceğe ilişkin olarak söylenen bir di
bir yiyecek. || ağzına öykünmek, Birinin konuş leğin y a da sözün doğru çıkması için söylenen bir
malarını alaylı biçimde tekrarlamak.|| Ağzına sağ temenni sözü. [DS]|| Ağzını açacağına, gözünü aç!
lık! “Çok güzel söyledin. " anlamında beğenme sö- Uyanık bulunmayı em retmek için söylenir.|| ağzını
zü. || ağzına sakız olm ak, Söylemekten ve dediko açıp gözünü yumm ak, Öfkeden söylediklerinin
dusunu yapm aktan vazgeçmemek. || ağzına sürme sonunu düşünmeden konuşmak, bağırmak. || ağzını
mek, Hiç yememek, tadına bile bakmamak.\\ ağzı açmak, 1. Konuşmaya başlamak. 2. Azarlamak. 3.
na taş almak, Söylemeyip sabırla susmak, || ağzına Fırsatı değerlendirememek, aptal aptal seyretmek. ||
tat bulaşmak, Önceden yaptığı bir işten kazançlı ağzını açmamak, Konuşmamak, tek kelime söyle
çıkmak ve aynı işi yapm ayı sürdürmek.\\ ağzına memek, susmak. || (birine) ağzını açtırmak, 1. G iz
tükürmek, Küfretmek, sövmek. || ağzına verilm e lediği şeyleri söyletmek. 2. Birinin hoşa gitm eyecek
sini beklemek, H azıra konm ak istemek; hazırlık şeyler söylemesine sebep olmak. || ağzını açtırma
sırasında em ek vermeden yararlanm ayı ummak.\\ mak, Birinin konuşmasına hiç fırsa t vermemek.\\
ağzına vur lokm asını al, (Kişi için) çok uysal ve (birinin) ağzını bağlatmak, {ağız} Büyületmek.
sessiz; âciz. || ağzına yakışm am ak, Konuşan kim [DS]|| ağzını bıçak açmamak, Üzüntüden ve endi
senin toplum içindeki yerine göre, itibarına uygun şeden konuşacak durumu olmamak; konuşama-
AĞI
mak.\\ ağzını bozmak, 1. K aba ve çirkin sözler söy mamak, 1. Sözün doğuracağı sonuçları düşünme
lemek. 2. {ağız}] H er şeyi açığa vurmak. [DS 3. (At den konuşmak. 2. Sır saklayamamak.\\ ağzını tut
için) gemine aldırış etmeden dilediği yere gitmek. mak, İleri geri konuşmamak; dikkatli konuşmak
4. (ağız} Tatlının üzerine ekşi bir şey yemek. [DS]|| veya hiç konuşmamak,]] ağzını yaymak, {ağız} Yer
ağzını çarşamba pazarına çevirmek, D överek siz ve çok konuşm ak [DS]|| ağzını yaya yaya ko
ağzını, yüzünü yaralamak.\\ ağzını dilini bağla nuşm ak, Söyledikleriyle övündüğünü belli ederek
mak, Konuşamayacak, cevap veremeyecek duruma konuşmak]] ağzını yormak, Boş yere konuşmak;
getirmek.\\ ağzını gegelemek, {ağız} 1. Birinin söy söylediklerinin etkisini görememek. || ağzını yu
lediklerini alaylı biçimde tekrarlamak. 2. K ekele mak, {ağız} Bir konu hakkında söz söylememeye
mek. [DS]|| ağzını geveletmek, {ağız} L a f karıştır veya işe karışmamaya karar vermek. [DS]|| ağzın
mak; sözü gevelemek. [DS]|| ağzını hayra açmak, kurusun, K ötü söyleyenlere, olayları kötüye çeken
K ötü sözler söylemeye başlayan birine iyi sözler lere beddua]] ağzın laf yapınası, Güzel ve etkili
söylemesi için ikazda bulunmak.\\ ağzını ıslatmak, konuşma]] Ağzın soğuya! “Öl, geber" anlamında
İçki içmek.|| ağzını kapamak, 1. (Konuşan kendisi bir beddua.\\ Ağzın var olsun! Birinin iyi konuştu
için) susmak. 2. (Karşı ta ra f için) susturmak. 3. ğunu, doğruyu söylediğini ifade için söylenir]] ağzı
Rüşvet vererek susmasını sağlamak.\\ ağzını kiraya oynamak, Aralıksız olarak bir şeyler yemek. || ağzı
vermek, Konuşm a ortamında suskun durmak; ıs paça olmak, argo. Çok neşeli ve keyifli olmak]]
rar edildiği hâlde bir türlü konuşmamakta diren- ağzı pek, S ır saklamasını bilir; ketum. || ağzı pis,
mek.|| ağzını koklamak, Yalvarmak, m innet et- A çık saçık konuşmayı ve küfretmeyi alışkanlık
mek.|| (birinin) ağzını kullanmak, Başkasına ait edinmiş]] ağzı sıkı, Sır saklamasını bilir; ketum]]
fikirleri kendisininmiş gibi söylemek.\\ ağzının aşı ağzı sulanmak, İmrenmek; canı çekmek]] ağzı süt
olmamak, Sözü edilen kişiyi küçük görmek.\\ ağzı kokmak, Genç, toy, deneyimsiz olmak. || ağzı tene
nın içine bakmak, Birinin konuşmasını dikkatle keyle kaplı olm ak, Çok acı ve sıcak yiyeceklere
dinlemek.\\ ağzının içine baktırmak, Etkili ve g ü karşı duyarsız olmak.]] Ağzı torba değil ki büze
zel konuşmak; konuşması sevilerek dinlenmek.\\ sin. Konuşmasına ve dedikodu yapm asına engel
ağzının içine girm ek, Ç ok yaklaşmak; yakın dur olm ak mümkün değil.]] ağzı var, dili yok, Sessiz,
mak. | ağzının kalayını vermek, argo. H ak ettiği sakin, uyumlu; yum uşak huylu]] ağzı varmamak,
cevabı vermek; ölçülü davranmaya m ecbur etmek.\\ Söylemeye içi elvermemek; açıklamaya gönlü razı
ağzının kaşığı olm amak, 1. Sözünü bile edemeye olmamak.]] ağzı yanm ak, Çok zarar görmek; p iş
ceği kadar değerli nesne olmak. 2. Beceremeyeceği man olacak şekilde zarar görm ek ve bundan ders
nitelikte bir iş. | ağzının kaytanını çekmek, argo. almak.]] (birinin) ağzıyla konuşmak, Başkasının
1. Kötü sözler söylemeyi kesmek. 2. Gevezeliği bı- söylediği sözleri tekrarlamak veya onun fikrini
rakmak. || ağzının kokusunu dinlemek, Birinin kendi fikriym iş gibi konuşmak]] ağzıyla kuş tut
dayanılmaz davranışlarına katlanmak.\\ ağzının mak, H er türlü beceri ve hüneri göstermek]] ağzı
mührüyle, Oruçlu olarak. || ağzının payını almak, yom lu, {ağız} A ğzı uğurlu; sözü hayırlı kimse.
H ak ettiği cevabı almış olmak. || ağzının payını [DS] 11 ağzı yukarı, 1. Sırt üstü. 2. {ağız} Satacağı
verm ek, Birine ha k ettiği cevabı vermek. || ağzının mala çok para isteyen; pazarlığı yukarıda tutan.
perhizi yok, Ağzına geleni söyler; söyleyecekleri [DS]|| ağzı yumuk, {ağız} 1. İçi kıymalı bir tür bö
nin seçimini yapm az.|| ağzının suyu akmak, Çok rek. 2. Sessiz; sakin; geçimli. 3. Sır saklamasını
imrenmek, şiddetle arzu etmek.\\ ağzının suyunu bilen; ketum. [DS]|| ağzı yumulu, 1. Sır saklaması
akıtmak, Çok imrendirmek.\\ ağzının tadı bozul nı bilen, 2. {ağız} Sıkılgan; söz söyleyemeyen. [DS]
mak, Rahat, huzur ve düzeni kalmamak.\\ ağzının ağız2, [eT. ağuz] is. M emelilerde doğumu takip eden
tadını almak, K ötü bir deneyim yaşamak. || ağzının günlerde süt bezleri tarafından üretilen bağışıklık
tadını bilmek, H er şeyin iyisini ve güzelini bilip öğelerince zengin sarımtırak süt; yeni doğuran
bulmak ve bunlardan zevk almak. || ağzının tadı hayvanın ilk sütü; {eT} (aynı) [Mühennâ],
kaçmak, Rahatı, huzur ve düzeni kalmamak. li Ağ ağızdan, [ağız-dan] zf. (Haber, bildirmek için) sözlü
zını öpeyim. “Sevindirici bir haber verdiğin için olarak; şifahen,
teşekkür ederim ." anlamında kullanılır,|| ağzını ağızlama, [ağız-la-ma] is. 1. Ağızlam ak işi. 2. {ağız}
poyraza açmak, argo. 1. Umduğunu bulamamak. Tarlada kazılacak yer ile kazılan yerin başlangıcı
2. Züğürt kalmak.]] ağzını sangıtmak, {ağızj İki arasındaki genişlik. [DS]
tarafına şaşkın şaşkın bakınmak. [DS]|| ağzını sıkı ağızlamak, [ağız-la-mak] gçl. fi. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
tutmak, Sır saklamak.\\ ağzını silmek, {ağız} Bir Birine bir konuda talimat vermek, öğütte bulun
konu hakkında söz söylememeye veya işe barışma- mak. 2. Başlanan işi bitirmeye yaklaşmak; kolay
maya karar vermek, [DS]|| ağzını sulandırmak, lamak. 3. Biri diğerinin içine girecek iki nesneyi
im rendirm ek,|| Ağzını topla! “D ikkatli konuş, kötü geçmeyi kolaylaştırm ak için karşı karşıya getir
söz söylüyorsun." anlamında uyarı.|| ağzını tuta mek. 4. Bir boğaza, bir koya girecek olan deniz
ıır a r u i! if S 0 M .i4 3 AĞL
taşıtını girişi ortalayacak şekilde yönlendirmek. 5. {ağız} Bir şeyin başladığı yer. [DS] 11. {ağız} Y ayık
{ağız} Hazırlamak; hazır etmek. [DS] 6. Bir ağaç çömleğinin altına konulan deri kapak. [DS] 12.
veya kereste üzerinde balta vb. kesici araçla, kesi {ağız} Süt süzerken huni içine konulan ince bez.
lecek yeri belirlemek için hafif birkaç vuruş yapa [DS] 13. {ağız} Kuzu ve oğlakların emmemeleri için
rak çentik açmak. 7. {ağız} Birine bir iş başlamak. ağızlarına takılan tel veya kirpi dikeninden yapıl
[DS] 8. {ağızj Hazırlamak; hazır etmek. [DS] 9. mış kafes; burunsalık. [DS] 14. {ağız} Emzik. [DS]
{ağızI Y olcu etmek; uğurlamak. [DS] 10. {ağız} Sü 15. {ağız} Su arkının sulanan yere açılan kısmı; ark
rüyü otlağa, yaylaya sürmek. [DS] 11. {ağız} Sula başı; su yolu. [DS] 16. {ağız} Bellenirken belin top
m a suyunu yönlendirmek; bir başka yöne çevir rakta açtığı ilk çukur; belleme derinliği. [DS] 17.
mek. [DS] 12. {ağız} Öğüt vermek; gerekli şeyleri {ağız} Fidan dikmek için açılan çukur. [DS] 18.
söylemek. [DS] 13. {ağız} Yemeğin üstünden ye {ağız} Odun kütüğünü parçalarken açılan yarık.
mek. [DS] 14. {ağız} Bir aracın ağız kısmım onar [DS] 19. {ağız} Dokumacılıkta, mekiğin işlemesi
mak. [DS] 15. {ağız} gçsz. f. (Bitki için) yeşermek; için bırakılan boşluk. [DS] 20. {ağız} Hazırlık. [DS]
büyümeye başlamak. [DS] 21. {ağız} Beş çile ipliğin hepsi. [DS] 22. {ağız}
ağızlandırma, [ağız-la-n-dır-ma] is. 1. Ağızlandır- Düzgün konuşma; laf etme. [DS] 23. {ağız} Sıra;
mak işi. 2. İki damarın veya sindirim kanalı parça düzen. [DS] 24. {ağız} sf. (Sulama suyu için) bir
sının birleşmesi, kişinin sulamada yönetebileceği miktarda ölçü b i
ağızlandırmak, [ağız-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] rimi. [DS] S ağızlık açmak, {ağız} Bir şeye baş
Ağızlanmasını sağlamak; ağızlanmasına neden ol langıç yapmak. [DS]|| ağızlık almak, {ağız} Tarla
mak. ya, tavalara su yolu açmak. [DS]|| ağızlık değneği,
ağızlanmak, [ağız-la-n-mak] {eAT} dönşl. f. [-ır] A- {ağız} Dokuma tezgâhında arışları ayırmakta kul
ğıza almak. lanılan tahta. [DS]|| ağızlık eğrisi, {ağız} Dokuma
ağızlaşma, [ağız-la-ş-ma] is. 1. Ağızlaşm ak işi. 2. tezgâhında ipliğin bir tarafının gerilip diğer tarafı
tıp. İki damarın iç içe geçmesi, iki sinir lifinin bir nın gevşeyip sarkması durumu. [DS]
birine yaslanması, ağızlıkçı, [ağız-lık-çı] is. A ğızlık yapan veya satan
ağızlaşmak', [ağız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Ağız kimse.
durumuna gelmek. 2. tıp. A m eliyatla iki damar ve ağızlıklamak, [ağız-lık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
ya mide ve bağırsak bağlantısı birbiri içine geç [-l(ı)-yor] Doğru yolu göstermek. [DS]
mek. ağızotu, [ağız+ot (ateş) > ağız+ot-u] is. Eskiden a-
ağızlaşmak2, [ağız-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] 1. ğızdan dolma silahların ateşlenmesi sırasında falya
Sözleşmek; anlaşmak. 2. (İş için) bitmesi kolay deliğine konulan ve ateşlemeyi sağlayan madde,
laşmak; sonuna yaklaşmak; az kalmak. 3. Zamanı; ağızsı, [ağız-sı] sf. 1. A ğza benzer; ağız gibi. 2. dbl.
sırası gelmek. [DS] (Ses için) art damağın kalkarak geniz boşluğunu
ağızlatma, [ağız-la-t-ma] is. A ğızlatmak işi. kapatması suretiyle ön damak, ağzın yan çeperleri,
ağızlatmak, [ağız-la-t-mak] g çl.f. [-ır] 1. Keskinliği dudaklar ve dil ile çevrili boşlukta meydana gelen,
kaybolmuş bir kesici aleti bilemek. 2. {ağız} Kesici ağızsıl, [ağız-sı-1] sf. dbl. Ağız boşluğunda meydana
aletin ağzına yeniden çelik kaynattırmak; çeliklet- gelen sesler.
mek. [DS] 3. {ağız} D enk getirmek; yoluna koymak. ağızsılaşma, [ağız-sı-la-ş-ma] is. dbl. Geniz sesinin
[DS] ağız sesine dönüşmesi,
ağızlı, [ağız-lı] sf. 1. Ağzı bulunan; ağız sahibi olan. ağızsılaşmak, [ağız-sı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] dbl.
2. Belirtilen nitelikte ağıza sahip olan. «İki ağızlı Geniz sesi olmaktan çıkmak,
tüfek, keçi ağızlı, susak ağızlı, şom ağızlı.» ağızsız, [ağız-sız] sf. 1. Ağzı olmayan. 2. {ağız} Söz
ağızlık, -ğı [ağız-lık] is. 1. Sigara veya puro içmek söylemesini beceremeyen. [DS]
için kullanılan ağaç veya kehribardan yapılmış içi ağızsızlık, -ğı [ağız-sız-lık] is. tıp. Doğuştan ağız
delikli araç; çubuk; takım; zıvana. 2. Nargile maı- yokluğu.
pucunun ağza gelen kısmındaki parça; emzik. 3. ağil, [Far. âğîl J~iT] (a:gi:l) {OsT} is. G öz ucuyla
Kuyu ağızlarına konulan yuvarlak taş, beton veya
bakma.
metal bilezik. 4. H ayvanların ısırmaması veya za
rarlı ot yemem eleri için ağızlarına geçirilen tel ka ağişte, [Far. âğaşten (bulanmak) > âğaşte t ü - î ] (a:-
fes veya torba. 5. Telefonun konuşm aları aktaran gaşte) {OsT} sf. -*■ agaşte.
kısmı; ahize. 6. Boruların veya hortumların ucun ağla, [ağ-la] {ağız} (a ’ğla) is. Tarla, bağ, bahçe gibi
daki metal parça. 7. M eyve küfelerinin üstüne ko yerlerin etrafına hayvanların girmemesi için çalı
nulan dal ve yaprak parçalarından yapılan örtü. 8. çırpıdan veya sırıkların uzunlamasına konulm asıyla
Ekmek pişirilirken fırının ağzına konulan bir mik yapılan engel. [DS]
tar odun parçası. 9. Sıvı koym aya yarayan huni. 10. ağlak, [ağ-la-k] {eT} sf. 1. Eksik. [Mühennâ] 2. {ağız}
AĞL ÜIÜMİ K İ M . 144
O lur olmaz her şeye ağlayan; sulu gözlü. [DS] 3. ağlantı, [ağla-n-tı] is. A lçak sesle h afif hafif ağlama
/ağızj Oyunbozan; mızıkçı. [DS] 4. {ağız} A sma bu- durumu.
danırken çubuğun kesilen yerinden akan su; asma ağlarca, [ağla-r-ca] {ağız} is. 1. Sahip olduğu şeyleri
özsuyu. [DS] 5. {ağız} Issız; tenha; boş. [DS] olduğundan daha az gösterip kendine açındıran
ağlal1, [Ar. ğalel > ağlâl (aglâ.l) {OsT} is. A - kimse. 2. Olur olmaz her şeye ağlayan kimse. 3.
Tenha yerlerde yaşadığına ve ağladığına inanılan
ğaçlar arasından akan sular.
görünmez varlık; bir tür şeytan. [DS]
ağlal2, [Ar. ğull > ağlâl JU il] (aglâ:l) {OsT} is. Eski
ağlaşm a1, [ağ-la-ş-ma] is. 1. Ağ hâline gelme duru
den mahkûm veya kölelerin boyunlarına ve bilek mu; ağ oluşturma. 2. kim. Zincirlem e olarak poli-
lerine bağlanan dem ir halkalar; kelepçeler; pranga merlerin birbirine bağlanması.
lar. ağlaşma2, [ağla-ş-ma] is. A ğlaşm ak işi; birlikte ya
ağlama, [ağ-la-ma] is. 1. A ğlama eylemi. 2. B ir ü- pılan ağlama işi.
züntü, korku ve acıdan ötürü duygusunu gözyaşı ağlaşm ak1, [ağ-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Ağ durumu
dökerek veya sesle ifade etme. 3. Hâlinden şikâyet na gelmek; ağ oluşturmak; bir ağ oluşturacak şekil
çi olma; yakınma; dert yanma. 0 ağlama duvarı, de birbirine bağlanmak.
K udüs ’ün Romalılarca yıkılışından dolayı Yahudi- ağlaşmak2, [ağla-ş-mak] işteş, f. [-ır] 1. Birlikte
lerin her Cuma gelip önünde ağladıkları Hare- ağlamak. 2. dönşl. Durumundan sürekli bir yakın
mü ’ş-Ş erif yakınındaki çıkmaz sokakta bulunan du m a içinde olmak. 3. gçsz. mec. A ğlam a sesine ben
var. || ağlama duvarına dönmek, Herkesin gelip zer sesler çıkarmak.
dert yanmasından yakasını kurtaramamak.
ağlat, [Ar. galat > ağlat (aglâ:t) {OsT} is. Y an
ağlam ak1, [eT. ığ-la-m ak > ağ-la-mak > ağ-la-mak]
gçsz. fi [-r] 1. Bir acıdan, üzüntüden dolayı inleye lışlar; hatalar,
rek, hıçkırarak veya göz yaşı dökerek duygularını ağlatı, [ağla-t-ı] is. tiy. Acıklı sahneleri bulunan ti
açığa vurmak. 2. Çok sevindirici bir olaydan ötürü yatro eseri; trajedi,
göz yaşı dökmek. 3. mec. Üzülmek. 4. Yakınmak, ağlatıcı, [ağla-t-ı-cı] sf. (Durum için) ağlam aya sebep
dertlenmek. 5. Çok yalvarmak. 6. (Kesilen ağaç olacak.
için) öz suyu damlamak; akmak. S ağlaya ağlaya, ağlatma, [ağ-la-t-ma] is. Ağlatm ak işi.
Ağlayarak. ağlatmak, [ağla-t-mak] gçl. f. [-ır] Birinin ağlaması
ağlam ak2, [an (sınır, an) > ağ-la-mak] gçl. f i [-r] [- na yol açmak.
l(ı)-yor] Tarlayı çit ile çevirmek, ağlayan1, [ağla-y-an] is. A ğlama işini yapan.
ağlamaklı, [ağla-mak-lı] sf. 1. Ağlamaya hazır; ağ ağlayan2, [ağla-y-an] {ağız} is. Dolu yağmadan bir
lam ak üzere. 2. Ağlamayı andırır biçimde. 3. zf. kaç dakika önce duyulan uğultulu ses. [DS]
Ağlayacakm ış gibi. S ağlam aklı olmak, A ğlaya ağlayıcı, [ağla-y-ıcı] is. Bir ölünün arkasından para
cak hâle gelmek. ile tutulmuş yasçılar; ağıtçı kadın; yasçı,
ağlamalı, [ağla-ma-lı] sf. Ağlama özelliğini taşıyan; ağlayık, -ğı [ağla-y-ık] {ağız} sf. 1. Ağladığı hâlinden
ağlar gibi; ağlayacak durumda, belli olan; kederli. 2. Yerli yersiz çok ağlayan. [DS]
ağlamış, [ağla-mış] sf. 1. (Göz için) ağladığı belli ağlayış, [ağla-y-ış] is. 1. A ğlam a eylemi. 2. Ağlama
olan. 2. (Yüz ifadesi için) kederli; üzgün; asık, biçimi. 3. mec. Şikâyet etme; sızlanma; feryat.
ağlam samak, [ağla-msa-mak] {ağız} gçsz. f. [-rj [- ağlaz1, [ağla-mak > ağla-z] {ağız} sf. 1. Olur olmaz
s(ı)-vor] Ağlamaklı olmak; ağlayacak gibi olmak. şeylere ağlayan kimse; sulu göz. 2. Oyunbozan;
[DS] mızıkçı. [DS]
ağlamsı, [ağla-msı] {ağız} sf. Ağlayacak duruma gel ağlaz2, [Ar. ğalîz (kaba) > ağlâz] (agla:z) {OsT} sf.
miş; ağlamaklı. [DS] S ağlamsı olmak, Ağlayacak Çok çirkin; pek kaba; pek yakışıksız,
g ibi olmak; ağlamaklı olmak.|| ağlamsı ağlamsı, ağlazlamak, [ağla-z-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-l(ı)-
Ağlayacak hâle gelm iş bir durumda; ağlayacak gi yor] M ızıkçılık ederek ağlamaklı olmak. [DS]
bi. ağlazlanmak, [ağla-z-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
ağlançı, [ağla-n-çı] {eT} sf. Çabuk ağlayan [Mühennâ] M ızıkçılık etmek. [DS
ağlanma, [ağ-la-n-ma] is. Ağlanmak işi. ağlazlık, -ğı [ağla-z-lık] is. M ızıkçılık; oyunbozan
ağlanm ak1, [ağ (tor) > ağ-la-n-mak] dönşl. f . [-ır] lık.
Ağ sahibi olmak; ağ edinmek.
ağleb, [Ar. ğâlib > ağleb * ^ 0 {OsT} sf. 1. Daha kuv
ağlanm ak2, [ağla-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Bir şey veya
vetli; en kuvvetli. 2. Daha çok; pek çok; en çok. S
biri hakkında ağlama eylemi yapılmak. 2. dönşl.
agleb-i ihtimâl, En yüksek olasılık. || agleb-i zu
İçin için, kendi kendine ağlamak. 3. Hâlinden
hur, Olağan.
memnun olm amak ve bu hâlini dışarıya hissettir
mek. ağlebiyet, [Ar. ağleb > ağlebiyyet c~Jpl] {OsT} is. 1.
Q l M l K M . u s AĞR
Daha çok olma; pek çok olma. 2. Çok olma; çok yum uşak topraklı veya çayırlık yer. 2. {ağız} Keklik
luk. ö aglebiyet üzre, {OsT} Çok defa; çoğunluk ve tavukların eşinmesi için dökülen toprak ya da
la; ekseriya. kum. [DS] 3. {ağız} Eşilip debelenmekten çukurla
ağlef, [Ar. ağlef t_iUI] {OsT} sf. 1. Sandıkta kapalı. 2. şan tozlu yer. [DS] 4. {ağız} Sıcak kum; plaj kumu.
[DS] 5. {ağız} M andanın yattığı su birikintisi. [DS]
Siinnetsiz. 3. mec. (Kalp için) katılaşmış; duygu
6. {ağız} Balıkların yumurtalarını bırakmak için
suz.
suyun dibinde sürtünerek açtıkları çukur. [DS] 7.
ağlez, [Ar. ğalîz > ağlez JiU-l] {OsT} sf. Daha kaba; {ağız} Balığın gölde yüzmek için seçtiği kısım. [DS]
pek kaba; çok çirkin, 8. {ağız} Balıkların yumurta dökme zamanı. [DS] 9.
ağlı, [ağ-lı] sf. 1. Ağı bulunan. 2. (Şalvar için) ağı sf. {ağız} Eğik. [DS] S ağnak vermek, (İzi sürülen
büyük ve sarkık, av için) gittiği yönü kaybettirmek için izleri karış
ağlime, [Ar. ğulâm > ağlime -ulil] {OsT} is. Oğlanlar. tırmak.
ağnam, [Ar. ğanem > ağnam ^bil] (ağna:m) {OsT} is.
ağma, [ağ-ma] is. 1. Yukarı doğru tırmanma; tutuna
rak uzayıp yükselme işi ve eylemi. 2. {ağız} Akan 1. Koyunlar. 2. {ağız} Hayvan vergisi. [DS] S1 ağ
yıldız. [DS] nam vergisi, İm paratorluk döneminde koyun ve
keçiden alman vergilerin bütünü.
ağmad, [Ar. ğımd > ağmâd (agma. d) {OsT} is.
ağnama, [ağ-na-ma] is. Hayvanların yerde yatıp
Kılıç ve bıçak kını. 0 agmâd-ı süyüf, Kılıçların
yuvarlanarak kaşınmaları.
kınları.
ağnam ak1, [eT. ağ-ın-a-mak > ağ(ı)n-a-mak] gçsz. f.
ağmak, [eT. âğ-mak > ağ-mak] gçsz. f. [-ar] 1. Su [-r] 1. (Hayvanlar için) yere yatıp sırtını kaşımak;
gibi akıp gitmek; kaymak. 2. Yerden göğe doğru
debelenmek, kıvranmak. 2. {ağız} (Balık için) ken
yükselmek; yukarı çıkmak. 3. Sarkmak, yere doğru
dine özgü hareketler yapmak. [DS] 3. {ağız} (Direk,
eğilmek. 4. (Terazinin kefelerinden birisi için) ağır
duvar, yük gibi belli bir konumda veya dengede
basmak. 5. (Hayvanlara iki taraflı olarak yüklenmiş durması gereken şeyler için) eğilmek; bel vermek;
olan yük için) bir tarafı diğerinden daha ağır gele yana meyletmek. [DS] 4. {ağız} (Kişi için) sevinçten
rek aşağı doğru basılmak; ağdırmak. 6. {ağız} A ş
koşup oynamak. [DS]
mak. [DS] 7. {ağız} Tırmanmak. [DS] 8. {ağız}
ağnamak2, [an-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-n(ı)-yor]
(Yağmur için) inmek; düşmek; yağmak. [DS] 9.
Anlamak. [DS]
[DS] {ağızj (Yılan vb. [DS] için) kaymak. [DS] 10.
ağnamcı, [ağnam-cı] is. İmparatorluk döneminde
{ağız} (Yıldız için) akmak; kaymak. [DS] 11. {ağız}
koyun ve keçi vergilerini toplam ak üzere görevlen
Toplanmak; yığılmak; üşüşmek. [DS] 12. {ağız}
dirilen tahsildar,
(Güneş için) batmak. [DS] 13. {ağız} Oturmak; çö
melmek; çökmek. [DS] 14. {ağız} Yatıp yuvarlan ağnık, -ğı [an-lık] {ağız} is. Sıralı, dizili odun yığını.
mak; debelenmek; ağnamak. [DS] 15. Bir kimseye [DS]
çullanmak; yüklenmek, ağniya, [Ar. ganî > ağniyâ Lıfcl] (ağniya:) {OsT} is. 1.
ağman, [ağ-man] {ağız} is. 1. Hata; kusur; eksik ta Zenginler. 2. Gözü gönlü tok olanlar,
raf; organ eksikliği. 2. Sebep; fırsat; bahane. 3. En ağniye, [Ar. ğmâ (şarkı) > ağniye v-tl] {OsT} is. Şar
gel; yük; bela. 4. A ğır taraf; ağırlık. 5. Bir yükün
kılar; türküler,
hafif tarafı. [DS]
ağramak, [Çağ. arğamak] is. Kırım Tatarlarının saf
ağmar1, [Ar. ğamr > ağmâr jU il] (agma:r) {OsT} is. kan atlan.
1. Büyük kişiler; ulular. 2. Seller. ağrar, [Ar. ğırr > ağrâr jl>1] (agra:r) {OsT} is. 1.
ağmar2, [Ar. ğumr > ağmâr jU il] (agma:r) {OsT} is. Deneyimsizler. 2. Şaşkınlar; aptallar; beceriksizler,
Cahiller; bilgisizler; bön kimseler, ağras, [Ar. ğars > ağrâs ^1 y-1] (agra:s) {OsT} is. D i
ağmaşmak, [ağ-ma-ş-mak / ağ-ım-aş-mak] dönşl f .
kili ağaçlar; dikili fidanlar,
[-ır] {ağız} 1. Yükselmek. 2. işteş, f. Çullanmak.
[DS] ağraz, [Ar. garaz > ağrâz jl>1] (agra:z) {OsT} is. 1.
ağmaz, [Ar. ğamz > ağmaz ^ L ^ l ] (agma:z) {OsT} is. Maksatlar; niyetler. 2. Kötü ve gizli niyetler. 3.
Düşmanlıklar; kinler; husumetler. 0 ağrâz-ı nef-
1. Göz kırpmalar; göz yummalar. 2. Göz yumm a
sâniye, Nefsin niyetleri. || ağrâz-ı şahsiye-i keyfiye,
lar; müsamahalar; hoşgörüler; kolaylık gösterme
ler. İsteğe, keyfe bağlı kişisel amaçlar.
ağna, [Ar. gani > ağnâ ^ l ] (agna:) {OsT} sf. Daha ağreb, [Ar. ğarıb > ağreb v 1^ '] {OsT} sf. Çok tuhaf;
şaşırtıcı; acayip. S1 ağrebü’l-garâib, Şaşılacak
zengin; çok zengin; en zengin,
şeylerin en şaşılası olanı.
ağnak, [ağ-na-k] is. 1. Hayvanların yatıp yuvarlana
ağrı1, [eT. âğrı-mak > ağrığ > ağrı] is. 1. Duyu sinir
rak sırtlarını kaşıdıkları ve parazitleri döktükleri
AĞR 0 I Ü M I 1 M İ İ 1 İ .1 4 6
uçlarının şiddetli uyarılmasıyla ortaya çıkan, acı olan. 2. Ağrısı, ıstırabı olan. 0 ağrılı nokta, İnsan
dan daha sürekli, sızıdan daha şiddetli bedenî ıstı vücudunda kendiliğinden veya üzerine bastırıldığı
rap; acı; buruntu; kulunç. 2. Doğum öncesi duyulan zaman ağrıyan sınırlı bölge.
ıstırap. 3. Manevi olarak duyulan üzüntü, ıstırap. S Ağrılı2, [Ağrı-lı] (a ’ğrılı) is. Ağrı ilinden olan kişi,
ağrı eşiği, insanın gürültüye en fa zla dayanabildiği ağrıma, [ağrı-ma] is. 1. Ağrım ak işi. 2. Vücudun
noktadaki sesin şiddeti. || ağrı kaybı, Ağrılara karşı herhangi bir yerinde duyulan sürekli acıma. 3.
duyarsızlık kazanmak. || ağrı kesen, Ağrıyı kesen M emeli hayvanlarda kenelerle bulaşan bir asalağın
(ilaç).\\ ağrı kesici, Ağrıyı kesen, yo k eden ilaç.\\ alyuvarlara yerleşmesi sonucu m eydana gelen ateş
ağrı kesimi, Ağrının dinmesi.\\ ağrı kesilmesi, Ağ li hastalık; babesiyoz. 0 ağrıma asalakları, Sığır,
rıyı veya acıyı duymaz olmak; ağrı veren durumun koyun ve köpek gibi hayvanlarda asalak olarak
ortadan kalkmış olması.\\ ağrısı tutmak, 1. Doğum yaşayan kenelerin bulaştırdığı bir çeşit alyuvar
sancısı başlamak. 2. (Bir organda zaman zaman asalağı (Babesiadae).
beliren ağrılar için) tekrar ortaya çıkmak. || ağrı ağrımak, [ağrı-mak] gçsz. f. [-r] 1. V ücudun her
sızı, Ağrıma ve sızlama biçiminde kendini gösteren hangi bir yerinde rahatsız edici ağrı duymak; acı
rahatsızlıklar,|| ağrı tutmak, Doğum öncesi sancı mak; sancımak; sızlamak; ağrıya duçar olmak; bur
ları başlamak.|| ağrıya yatm ak, {ağız} 1. Tifo has mak; burulmak; sancımak; zonklamak. {eT} (aym)
talığına tutulmak. 2. Aleyhte bulunmak; çekiştir [Mühennâ] 2. H asta olmak, hastalanmak. 3. {eT} İn
mek; yermek. [DS]|| ağrıyı dindirmek, İlaç vererek cinmek. [Mühennâ] 4. {ağız} (Hayvanlar için) sıca
ağrılara karşı duyarsızlaştırmak,|] ağrıyı kesmek, ğın etkisi ile hastalanmak. [DS]
İlaç vererek ağrı duyulmaz hâle getirmek. ağrınmak, [ağrı-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Birinin
ağrı2, [ağ-arı] {ağız} zf. 1. Tarafından; ... yönünden; kırıcı davranışına gücenmek; alınmak. 2. {ağız} Bir
...-den doğru; ...ya doğru; ...-m boyunca. 2. ... -den şeyden incinerek sızlanmak; yakınmak. [DS] 3. Ö-
beri; ...-den sonra; ...-den itibaren. 3. Dolayı; ötürü; nem vermek, ihtim am göstermek, özenmek,
dolayısıyla. [DS] ağrıntı, [ağrı-ntı] {ağız} is. Yük; manevi yük. [DS] S
ağrıcak, -ğı [ağrı-cak] {ağız} is. Gözde sürekli çapak ağrıntı olmak, {ağız} Birine yük olmak. [DS]
yapan bir göz hastalığı. [DS] agrıg, [ağrığ] {eT} is. Ağrı [Mühennâ]
ağrıcaklanmak, [ağ-rı-cak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. agrırmak, [ağrı-r-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Üşenip
[-ır] (Göz için) hastalanmak. [DS] ağırlaşmak. [Mühennâ]
ağrıcaklı, [ağ-rı-cak-lı] {ağız} s f 1. (Kişi için) hasta ağrısız, [ağrı-sız] sf. 1. (Ameliyat, hastalık, doğum
lıktan kurtulamayan; hastalıklı; ağrılı; sızılı. 2. vb. için) ağrı ve acı vermeyen. 2. mec. Dertsiz, ta
(Hayvan için) hastalıklı. [DS] sasız; sorunsuz. 3. zf. Ağrıtmadan, acıtmadan; ağrı
ağrık1, [ağrı-k > ağrı-ğ / ağru-ğ > ağrı-k 3> 'J is. 1. sız olarak. S ağrısız başına kaşbastı bağlamak,
Vücudun belli bir yerinde duyulan ağrı, sızı; sancı; Hiç yoktan kendisine problem li bir iş çıkarmak.\\
yel; {ağız} (aym). [DS] 2. Hastalık, hasta. 3. {ağız} ağrısız baş mezarda gerek, Yaşayan her insanın
Sürüde yürüyem eyecek ya da zor yürüyebilecek kendine göre bir derdi vardır; dertleri ve problem
durumda olan hayvan. [DS] leri ancak ölüm temizler. || ağrısız baş yastık iste
mez, Problemi olmayan insan çok rahattır, uyku
ağrık2, -ğı [ağ-rık / ağ-dık / ağ-duk] {ağız} sf. D üş
sunu kaçıracak herhangi bir şey yoktur.
kün; müptela. [DS]
ağrışak, -ğı [agır-çak / ağırşak] is. -►ağırşak,
ağrık3, -ğı [ağ(ı)r-ık] sf. (Yiyecek, özellikle et için)
ağrıtma, [ağrı-t-ma] is. Ağrım asına sebep olma.
bozulm aya, kokmaya yüz tutmuş; ağırlaşmış.
ağrıtm ak1, [ağrı-t-mak] gçl. f. [-ır] Vücudun bir
ağrık4, -ğı [ağır > ağ(ı)r-ık] {ağız}] is. 1. Y olcu eşya parçasının ağrımasına sebep olmak, acıtmak.
sı; ağırlık; yük. 2. B ir yere giderken yola çıkmadan ağrıtmak2, [ak > ağ-ar-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] -*
önce gönderilen eşya. 3. Göç zamanı, dönüşte ağartmak. [DS]
alınmak üzere bir yere bırakılan eşya; ağırlık. 4.
ağribe, [Ar. ğurâb > ağribe <;>(] {OsT} is. 1. Karga
Angarya iş. 5. Manevi yük. 6. Engel; mani. [DS]
ağrıklı, [ağrık-lı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) hastalıktan lar. 2. Eski Araplarda, siyahî anadan doğmuş olan
kurtulamayan; müzmin hastalığa tutulmuş; hasta koyu renkli kişilere verdikleri isim, ağribetü’l-
A rap, 1. Arap kargaları. 2. Derilerinin koyuluğu
lıklı; ağrılı; sızılı. 2. Sar’aya benzer bir tür hastalı
dolayısıyla Sudanlılara verilen ad. 3. Siyah Arap-
ğa tutulmuş. 3. Belalı; çileli. [DS]
lar.
ağnlanm a, [ağrı-la-n-ma] is. Bir yerinde ağrı, sızı
ağsak, -ğı [ak-sa-k / ağ-sa-k] {ağız} sf. -* aksak. [DS]
belirme.
ağsan1, [Ar. ğuşn > ağşân o U ü ] (ağsa.n) {OsT} is.
ağrılanmak, [ağrı-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. V ücu
dunun herhangi bir yerinde ağrı belirmek. 2. (Ha Dallar.
mile kadınlar için) doğum sancıları başlamak. ağsan2, [Ar, ğuşn > ağşân jU ^ I] (ağsa:n) is. Ağaç
ağrılı1, [ağrı-lı] sf. 1. (Organ için) ağrıyan, ağrımakta dallan.
• 147 AH
ağsem , [Ar. ağsem ^i-\] {OsT} is. Beyazı, siyahından ağuş, [Far. ağuş J^y-'\] (a:gu:ş) {OsTf is. 1. Kucak. 2.
daha çok saç veya sakal, mec. Yatak. 3. Sığınılacak yer. S âgüş be âgiiş,
ağser, [Ar. ağser jt£\] {OsT} is. 1. Boz ve esmer renk Kucak kucağa. || âgûşunu açm ak , Sevgiyle karşı
lamak; kucak açmak.
li, kaba tüylü kilim veya aba. 2. Kurbağa yosunu.
3. Karabatak kuşu. 4. sf. (Kişi için) aşağılık; baya- ağuşte, [Far. âğüşte ixiji-T] (a:gu:şte) {OsT} sf. Bu
ğ1- laştırılmış; kirletilmiş.
ağsı, [ağ-sı] sf. 1. Ağ gibi örülmüş. 2. Görünümü ağa a ğ u z 1, [ağ-uz] {ağız}] is. ağız. [DS]
benzeyen. S ağsı oluşum , Beyin kökünde bulunan ağuz2, [ak+yüz > ağuz] {ağız} sf. Namuslu. [DS]
nöronların uzantılarından m eydana gelmiş, uyanık
ağva, [Ar. âğvâ ly^T] (a:gva:) {OsT} sf. Sapıklığa en
lık, yön, ayak-göz hareket uyumu, kas gerilm eleri
nin denetimi, solunum, kalp kasılması ve damar çok düşen; en sapık,
basıncı gibi fonksiyonların yönetildiği sinir ağı.|| ağvas, [Ar. ğavs > âğvâş o l y J ] (a:gva:s) {OsT} is.
ağsı ta b a k a , İşemede büyük rol oynayan idrar tor Yardım için bağırmalar,
basındaki ağ şeklindeki kas demeti.
ağvat, [Ar. âğvât -Wy-T] (a:gva:t) {OsT} is. 1. Ayak-
ağsılaşm a, [ağ-sı-la-ş-ma] is. Bazı yapıştırıcılarda
uygun bir sertleştiricinin etkisiyle meydana gelen yolları; tuvaletler; aptesaneler. 2. Pislikler. 3. Çu
tersinmez dönüşüm, kurlar.
ağşa, [Ar. ağşâ l ü l ] (agşa:) {OsT} sf. 1. (Kişi için) ağyar, [Ar. gayr (diğer) > ağyar jU l] (agya. r) {OsT}
pek baygın. 2. (Hayvan için) bedeni kara yüzü be is. 1. Başkaları. 2. Tanıdık olmayanlar. 3. Rakipler.
yaz. 4. Yabancılar. 5. Düşmanlar. 6. tasvf. Allah’a nis
ağşak1, -ğı [ağ-(ı)-ış-ak > ağş-ak] {ağız} 1. Herhangi petle insanlar; Tanrı olmayanlar,
bir cismin dönmesi için takılan ağırca parça; volan. ağyaz, [Ar. ğayze > ağyâz ^ U -l] (agya:z) {OsT} is.
2. Ağırşak. [DS] Ağaçlıklar; meşelikler,
ağşak2, -ğı [aşak /aşağı] {ağız} sf. Alçak. [DS]
ağyed, [Ar. ağyed xj-I] {OsT} sf. 1. Esner vücutlu. 2.
ağşiya, [Ar. ğışâ > ağşiye 4_ü-IJ {OsT} is. 1. Örtüler;
Tembel; uyuşuk; uykucu,
perdeler. 2. Zarlar,
ağyer, [Ar. gayret > ağyer j^ l] {OsT} sf. Daha gay
ağtaş, [Ar. ağtaş J ^ i - f ] {OsT} sf. 1. Karanlık. 2. Z ayıf
retli; pek gayretli; çok gayretli,
gözlü.
ağza, -a ’i [Ar. ğazâ > ağza’ * Iji 1] (ağza;) {OsT} is.
ağtıye, [Ar. ğıtâ > ağtıye 4-ülJ {OsT} is. Perdeler; ör
Düşmanla savaşmalar; gazalar,
tüler.
ağıı, [ağu] is. -►ağı. ağzeb, [Ar. ğazab > ağzeb ı_~^pt] {OsT} sf. Pek öfke
ağul1, [Kaz. avıl / avul > ağıl / agul] {ağız} is. 1. Açık li; aşırı gazaplı,
alanda yapılan ağıl; ağal. 2. Eve yakın yerde etrafı ağzef, [Ar. ağzef Ul^£\] {OsT} sf. (Hayvan için) uzun
çitle çevrili sebze bahçesi. [DS] ve sarkık kulaklı,
ağul2, [Far. âğül J y-'\] (a :g u :l) {OsT} is. Öfkeli öfkeli
ağzel, [Ar. ğazel > ağzel Jv>*'] {OsT} sf. 1. Pek âşı
göz ucuyla bakma,
kane. 2. is. En şiddetli sıtma,
ağulam ak, [ağu-la-mak] {ağız} g ç l . f . f - r ] [ -l(u )-y o r ]
-*■ ağılamak. [DS] ağziye, [Ar. ğızâ > ağziye 4j.itl] {OsT} is. Yenip içi
ağulanm ak, [ağu-la-n-mak] {ağız} e d i l.f . [ - ır ] -*• ağı lecek şeyler; gıdalar.
lanmak. [DS] a h 1, [ah (yans.)] is. Öksürme, balgam çıkarmayı an
ağustos, [Lat. A ugustus (Roma imparatoru)] is. Yılın latan kök. ah-ır-ak-lı (öksürüklü, balgamlı), ah-
sekizinci ayı, otuz bir gündür. S ağustos böceği, 1. m uk (balgam).
Zar kanatlılardan bitkilerin besi suyu ile beslenen, ah", [ah (yans.)] is. Derinden b ir soluk verme eylemi
genellikle y a z aylarında ortaya çıkan, erkekleri ile birlikte pişmanlık, beğenmeme, yakınma vb.
karm altlarındaki zarları titreterek kulağı rahatsız duygulan ifade eden kök. ah-la-mak.
edecek şekilde cırıltı çıkaran bir böcek, (Cicada ah3, [ah] (a:h) is. İlenme, beddua, kötü dilek. 0 aha
plebeja). 2. mec. Geveze, yerli yersiz çok konuşup gelm ek, Bedduaya uğramak.|] ah alm ak , B iri tara
kafa şişiren kişi. || ağustos b ö cekleri, zool. Ağustos fın d a n beddua edilmek. | ah etm ek, Beddua etmek,
böceğigiller takımından kısa duyargalı, eş kanatlı, ilenmek.\\ ah i göklere çıkm ak, Yakınmaları son
ayakları üç parçalı böcekler alttakımı, (Cicadi- sınırına gelmek.\\ ah i k alm ak , Birinin üzerine kötü
dae).\\ ağustos cevizi, Yuvarlak, sarı ve ince kabuk dilek veya bedduada bulunmak.'] ah i (yerde) kal
lu fa k a t yağlı bir ceviz çeşidi.\\ A ğ ustosta suya g ir m am ak , Beddua edilen, ilenilen birine istenilen
se balta kesm ez b uz o lu r. Talihsizlik bildirir. kötülük gelm iş olmak.\\ ah i k â r etm em ek, Dert-
AH Ö I Ü M I Ü f f littlM .ı,»
lenmesi, şikâyeti ve bedduası bir türlü yerine gel- a h a d 4, -d d ı [Ar. hadd > ahadd J^l] {OsT} sf. Daha
memek.\\ ahım şahım , (Kişi veya nesneler için, keskin; pek keskin; çok keskin,
olumsuz anlatımlarda) beğenilecek bir yanı olma
yan; orta hâili; şöyle böyle.\\ ahım alm ak , Birinin a h ad id , [Ar. ühdüd > ahâdîd -loU-T] (a;ha:di:d)
bedduasına uğramak. || ahım çekm ek, Beddua edi {OsT} is. Vücutta kalan sopa veya kamçı izleri,
lecek bir hatanın karşılığını görmek; aldığı beddu ah ad is, [Ar. hadîs > ehâdıs c^oU I] (aha:di;s) {OsT}
anın bedeli olacak kötülüklere uğramak. || ah i tu t is. Hadisler. S ah âd is-i nebeviye, {OsT} isi. Hz.
m ak, Beddua eden birisinin dileğinin yerine gelmiş
M uham m ed’in sözleri.
olması.
ahadiyet, [Ar. ehâdiyyet co^U I] {OsT} is. 1. Birlik,
ah4, [ah] (a:h) ünl. 1. Kendi başına anlamı bulun
mamakla beraber kullanıldığı yere ve sesin taşıdığı teklik anlam ında sadece A llah’ın (sıfat) isimlerin
tona göre; acı, özlem, beğenme, hayret, korku, den. 2. isi. Güvenilir birçok kişi tarafından değil de
beddua, üzüntü, dert, keder duygularını ifade eden yalnız bir tek kişinin naklettiği hadisin durumu,
edat. 2. Feryat; inilti. S ah çekm ek, Derin bir ke ah af, -ffı [Ar. hafif > ehaff ı_ü-l] {OsT} s f Daha hafif;
derin veya özlemin etkisi ile derin bir nefes eşliğin en hafif; pek hafif,
de “A h !"se sin i çıkarmak.\\ A h dem e, ağ y ar d u y a r
ahail, [Ar. ahâil Js^-I] (aha;il) {OsT} is. İri yapılı ve
da “ O h!” d e r, Olumsuz bir olay karşısında yanıp
yakılmanın yararı olmamak.\\ ah etm ek, Feryat kibirli kişiler.
etmek, iç çekmek. || A hi gitm iş, vahi kalm ış. Eski ah a k , -k k ı [Ar. hakk > ehakk j^ l] {OsT} sf. 1. En
den güzel ve çekici olan birinin bu özelliklerini y i haklı; daha çok haklı; pek haklı. 2. En fazla yetki
tirdiğinin ifadesi.|| ah ile, v a h ile, Şikayet ve dert verilmiş bulunan,
lenmelerle.
ahal, -li [Far. âhâl JU-T] (a;ha:l) {OsT} is. B ir işe
ah5, [Ar. ah ^T] (a:h) {OsT} is. 1. Erkek kardeş. 2.
yaramadığı için atılacak olan şey; çerçöp,
Arkadaş; dost. S ah b i’l-libân, Süt kardeşi. || ah li-
a h a li', [Ar. ehl (mensup) > ehâlı J U l] (aha.ii;) {OsT}
eb, Baba bir ana ayrı kardeş.\\ ah li-ebeveyn, Ana
baba bir kardeş. is. 1. Bir ülkedeki, şehirdeki insanlar; ortak özellik
leri yalnız bir yerde oturm ak veya bulunm ak olan
ah6, [Far. âh £-T] (a:h) {OsT} ünl. Aferin.
insan topluluğu. 2. B ir yerde toplanmış insan gru
ah7, [ak > ah] {eAT} sf. Ak; beyaz. bu; kalabalık. 3. Uyruk. 4. Cemaat.
a h a 1, [aha] ( a ’ha) {ağız} e. 1. “İşte orada!” anlamında
ah ali2, [Ar. ehîl > ehâlî JL&I] (aha.Ti:) {OsT} sf. İyi
halk arasında gösterme edatı; işte {eAT} (aynı). [DS]
2. ünl. Hayret; korku; kızgınlık; alay; sevinç vb. bilenler; uzmanlar; eksperler,
bildirir. 3. {ağız} Evet. [DS] a h a r ', [eT. akur] {ağız} is. 1. Çay; dere; akarsu. 2.
Hayvanların su içtiği ağaç, taş ya da beton yalak;
aha2, [Ar. âhâ U-T] (a:ha:) {OsT} is. 1. Kardeş. 2.
çeşme yalağı. 3. H ayvan barınağı; ahır; tavla. 4.
Dost. Hayvan yemliği. 5. Tahta dibek. [DS]
ahab, -bbı [Ar. ahabb t- ^ '] {OsT} sf. Daha çok sevi a h a r2, [Ar. ahar y-T] (a;har) {OsT} sf. 1. Başka; di
len, en çok sevilen; pek sevilen, ğer. 2. İkinci; başkası.
ahabir, [Ar. haber > ahbâr (haberler) > ahâbir jjU-I]
a h a r3, - r r ı [Ar. hararet > aharr j^ t] {OsT} sf. Daha sı
(aha:bir) {OsT} is. Haberler; rivayetler.
cak; çok sıcak; en sıcak.
Ahabiş, [Ar. ahbeş > ahâbiş ^ ^ - t ] (aha:biş) {OsT}
a h a r4, [Far. âhâr jU l / jl^T] (aha;r) {OsT} is. 1. Hat
sf. Habeşistanlı; Habeşistanlılar,
tatların kâğıdın yüzeyini kayganlaştırmak için kul
ahacık, [aha-cık] (a h a ’cık) e. “İşte, hemen oracıkta!”
landıkları yum urta ve nişasta karışımı cila maddesi.
anlam ında gösterme edatı.
2. Kahvaltı. 3. Bir tür çelik,
ahad1, [Ar. ehâd > âhâd jI^T] (a:ha:d) {OsT} is. 1. a h a rla m a , [ahar-la-ma] (aha:rlama) is. Pürüzlü bir
Birler. 2. Fertler, halktan olan kişiler, sade vatan kâğıt üzerine ahar sürerek parlatm a işi.
daş. 3. mat. Birden dokuza kadar olan sayılar. S a h a rla m a k , [ahar-la-mak] (aha:rlamak) g ç l.f. [-l(ı)-
âhâd hânesi, {OsT} Birler basamağı.|| âhâd-ı nâs, yor] Yıpranmış veya yüzeyi pürüzlü bir kâğıdı yazı
{OsT} H alk tabakası; avam. yazılabilecek hâle getirm ek için ahar sürerek par
ahad2, [Ar. ehad j^ I] {OsT} is. 1. Bir; tek. 2. Fert; ki latmak, kalem in kaymasını sağlamak üzere cilala
şi; birey. 3. mat. Birler hanesi. S ahadü-hüma, mak.
{OsT} İkiden biri.|| ahadü’l-ahadeyn, {OsT} Eşsiz; a h a rlı, [ahar-lı] (aha:rlı) sf. (Kâğıt için) ahar sürerek
benzersiz; emsalsiz. parlatılmış.
a h ad 3, [Ar. ahad -b-l] {ağız} is. Pazar günü. [DS] a h a s 1, -ssı [Ar. haşş > ehaşş 0^i-\/0^~] {OsT} sf. 1.
Û I Ü M r « Ö M .i4 9 AHÇ
Daha özel; en özel; pek özel. 2. Daha yakın; en ya a h b a ri, [Ar. ahbâr > ahbâri lSjM-1] (ahba.ri:) {OsT}
kın; pek yakın. 3. z f Başlıca; belli başlı.
sf. 1. H aber verici; rivayetçi. 2. Tarihçi,
ah as2, -ssı [Ar. hasis > ehass {OsT} sf. 1. Daha ah b as, [Ar. habs > ahbâs (ahba:s) {OsT} is. 1.
cimri; en cimri; pek cimri. 2. (Kişi için) daha baya
Hapishaneler; zindanlar. 2. Su bentleri. 3. Su bent
ğı; en bayağı.
lerinin oluşturduğu havuzlar. 4. Herhangi bir koşu
ahasını, [ak-mak > ah-a-s-ı-n-ı {eAT} zf. Nasıl la bağlı olmaksızın vakfedilen araziler, binalar vb.
akacağını. ah b az, [Ar. hubuz (ekmek) > ahbâz jM-[] (ahba:z)
ahasif, [Ar. ehâsıf i-îl-U I] (aha:si:f) {OsT} is. Top {OsT} is. Ekmekler.
rağı taşsız, yumuşak ve kumlu olan yerler, a h b e l1, [Ar. ahbel J ^ l ] {OsT} is. Böğrülce tanesi.
ahasin, [Ar. ahsen (çok güzel) > ehâsin ^ 1 ^ 1 ] (ahdi
ah b el2, [Ar. ahbel J^ -l] {OsT} sf. Deli; kaçık; divane,
sin) {OsT} sf. Çok güzel olan (şeyler),
a h ben , [Ar. ahben j ^ l ] {OsT} sf. K am ına su toplanan
ah at, [Ar. 'ahd] {ağız} is. Çoğu zaman kendi kendine
kimse.
verilen söz. [DS]
ahbes, [Ar. habîş > ahbeş {OsT} is. Çok kötü;
ahavat, [Ar. uht > ahavât olji-1] (ahava:t) {OsT} is.
en kötü; mundar,
1. Kız kardeşler. 2. Bayan arkadaşlar. 3. mec. B ir
birine benzeyen şeyler. & ah av ât-ı H u d , isi. H ııd ahbeseyn, [Ar. ahbes > ahbeseyn {OsT} is.
Suresi ve benzerleri. Çok kötü olan iki şey.
ahaveyn, [Ar. aha (kardeş) > ehaveyn {OsT} A hbeş, [Ar. habeş > ahbeş {OsT} is. Habeş;
is. îki kardeş. Habeşistanlı.
ahavi, [Ar. ahi > ahâvl (aha:vi:) {OsT} sf. 1. ah b ın , [Erme, ağb(in)] {ağız} is. Gübre. [DS] S
a h b ın ta rla , {ağız}!. Gübrelenmiş tarla. 2. Toprağı
Kardeşe; kardeş gibi. 2. A hilik örgütüne ilişkin,
kuvvetli tarla. [DS]
ahaz, -zzı [Ar. ahaz iü-l] {OsT} sf. Daha mutlu; en
ahbiye, [Ar. hıbâ > ahbiye {OsT} is. Kıl bedevi
mutlu; pek mutlu,
çadırı.
ahba, [Ar. lıaba’ > ahba1 L^l] (ahba:) {OsT} is. Saray a h b u n , [Erme, ağb(m)] {ağız} is. -*• ahbm. [DS]
adamları. ah b u n lam ak , [ahbun-la-mak] {ağız} gçl. f. [-rj [-
ahbab, [Ar. habıb > ahbâb (ahba:b) {OsT} is. l(u)-yor] Toprağı gübrelemek; gübre dökmek. [DS]
-*■ ahbap. a h b u n lu k , -ğu [ahbun-luk] is. Gübre konulan yer;
gübrelik.
ahbap, -bı [Ar. habîb (dost) > ahbâb (dostlar)
ahcal, -li [Ar. hacl > ahcâl {OsT} is. 1.
is. (Türkçe’de teklik olarak kullanılır.) 1. Bildik;
tanıdık; dost; arkadaş. 2. sf. Senli benli. 3. ünl. Ta Topuklar. 2. Zincirler,
nıdık olmayan birisine seslenmek, onun dikkatini a h ca r, [Ar. hacer (taş) > ahcâr (ahca:r) {OsT}
çekmek için kullanılan seslenme sözü. S ah b ap is. Taşlar.
çavuşlar, H er zam an ve her yerde birlikte bulu-
ahcen, [Ar. ahcen {OsT} sf. (Saç için) kıvırcık,
nanlar.|| a h b ap olm ak, Bir kimseyle dost, arkadaş
olmak. ahceste, [Far. ahceste {OsT} is. Kapı eşiği,
ahbapça, [ahbap-ça] zf. Samimi bir şekilde, dostça, ahciyh, [Erme, ağçig (kız)] {eAT} -*■ ahçik.
ahbaplık, -ğı [ahbap-lık] is. Dost, arkadaş olm a du ah ça, [ak-ça] {eAT} sf. 1. Beyazımtırak; akça. 2. genş.
rumu; dostluk; arkadaşlık, fi1 a h b a p lık etm ek, A r Para.
kadaşlık etmek; şundan bundan konuşmak. a h ç ı1, [aş-çı > ah-çı] is. Yemek pişirme ve yapmayı
a h b a r1, [Ar. haber > ahbâr jM -'] (ahba:r) {OsT} is. 1. m eslek edinmiş olan kimse, ö ahçı başı, M utfak
Haberler, bilgiler. 2. Hikâyeler, rivayetler. 3. Tarih şefi. || ahçı d ü k k â n ı, M utfağında tek kişinin görev
ler. 4. İyilikler. 5. Yazı mürekkepleri. aldığı küçük lokanta.\\ ahçı güzeli, Yemeklerin üze
rine dökülen kızdırılmış kırmızı biber ve salçalı
ah b a r2, [Ar. hibr (bilmek) > ahbâr (ahba:r)
yağ; sos.|| ahçı yam ağı, Yiyecek ayıklama, tem iz
{OsT} is. 1. Bilginler; alimler. 2. Yahd. Tevrat hü leme ve bulaşık yıkam a gibi işlerde aşçıbaşmın
kümlerine uygun biçimde içtihatta bulunan Yahudi yardımcısı.
bilginlerine verilen ad.
ahçı2, [ah-çı] {ağız} is. Çoğu zaman yanık yanık ah
ah b ar3, [Erme, eğpayr] is. 1. Erkek kardeş. 2. ünl.
çeken kimse. [DS]
Ermeni erkeklerden söz ederken ya da onlara ses
ahçılık, -ğı [a(ş)-çı-lık] is. Y emek yapma işi ve m es
lenirken söylenir. 3. {ağız} Orta yaşlı kim se ile alay
leği.
etmek için söylenen söz. [DS]
AHÇ OIÜKEtl IÜHKCE S İ M . 150
ahçik, [Erme, ağçik] is. 1. Ermeni kızı. 2. argo. ah detm e, [Ar. ‘ahd+ T. et-me ( a ’hdetme) b.
Yabancı kadın, kız; bayan turist.
is. A hdetm ek işi; söz vermiş olma,
a h d 1, [Ar. ‘ahd (yazılı sayfa; verilen söz) j*»] {Os T}
ahd etm ek , [Ar. ‘ahd+ T. et-mek dU^.İj^p] (a'hdet-
is. -*■ ahit. S ah d b ağ lam ak , {eAT} Söz vermek;
mek) gçsz. b . f [(-d)-er] 1. Kararlaştırıp kendi ken
antlaşmak; sözleşm ek.|| ah d eylem ek, {eAT} Söz
dine söz vermiş olmak. 2. Sözünü tutacağına dair
leşmek; antlaşmak.\\ ah d i sım ak, {eAT} Anlaşmayı
A llah’a yemin etmek. 3. Sözleşmek; antlaşmak. 4.
bozmak.|| ah d ü peym ân, {OsT} Sözleşme; antlaş
(Kızı için) kocaya vermek; evlendirmek,
ma; mukavele.
ahdî, [Ar. 'ahd > 'ahdî Ls-i^] (ahdi:) {OsT} sf. Sözleş
ahd2, [Ar. ‘ahd {OsT} is. Devir; zaman. S ahd-i
meye dayanan.
evvel, İlk Çağ.\\ ah d -i kad îm , {OsT} Eski zam an.||
ah d -i k a rîb , {OsT} Yakın zaman. A h d iatik , [Ar. ‘ahd-i atîk (eski sözleşme)] (ahdiatvk)
a h d a 1, -a ’ı [Ar. ahda' {OsT} sf. Daha alçak {OsT} is. 1. Hristiyanların Kitab-ı M ukaddes’inde
İsa’dan önceki zamanlara ilişkin İbranice veya
gönüllü; en alçak gönüllü.
Aramice kitaplar. 2. Tevrat.
a h d a 2, -a ’ı [Ar. hud'a > ahda' {OsT} sf. 1. En
A hdicedit, [Ar. ‘ahd-i cedit (yeni sözleşme)] (ahdi
aldatıcı; çok aldatıcı. 2. is. anat. İnsanın ensesine
cedir) {OsT} is. FIristiyanların Kitab-ı Mukadde
yakın iki damar,
s ’inde İsa’nın zamanına ve daha sonrasına ilişkin
a h d ak , [Ar. hadeka > ahdâk {OsT} is. Göz be kısımlar; İncil,
bekleri. ah d n am e , [Ar. ‘ahd + Far. -nâme (ahdna:-
a h d an , [Ar. hadin / hadın > ahdân jt.u-1] (ahda:n) me) {OsT} is. İm paratorluk döneminde, yabancı bir
{OsT} is. D ert ortakları; dostlar; yoldaşlar, devlet ile yapılan sözleşmenin yazılı örneği,
a h d a r, [Ar. hazar (yeşil oluş) > ahdar {OsT} sf. ahe, [Ar. âhı (kardeşim) / eT. akı (cömert)] {eAT} is.
Yemyeşil. Sevilen kimse; dost; {ağız} (aynı). [DS]
ahdariyet, [Ar. ahzar > ahdariyyet c-j jUbJ-t] {OsT} is. ahek, [Far. âhek dU l] (a.hek) {OsT} is. Kireç, ö
Yeşil olma durumu; yeşillik, âhek-i siyah, {OsT} Dayanıklı bir tür çimento.||
a h d a rm a k , [aktar-nıak / ahtar-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] âhek-i tefte, {OsT} Sönmemiş kireç.
1. Devşirmek; toplamak. 2. Karıştırmak; altüst et ahen, [Far. âhen (a:hen) {OsT} is. 1. Demir. 2.
mek; çevirmek. 3. Dolu olan bir şeyi boşaltmak. 4. Kılıç, kama gibi silahlar. 3. Zincir. 4. sf. mec. Sert;
Baştan sonuna kadar okuyup bitirmek; hatmetmek. katı; merhametsiz. S âhen -âşiy ân , {OsT} Dikiş
5. Aramak; araştırmak; soruşturmak. 6. Arayıp yüksüğü.|| âhen-be, {OsT} Çulhaların dokuyacakla
bulmak. 7. Çağırmak. 8. Tarlayı ikinci kez sürmek; rı bezin iki yanına koydukları demirli ağaç. || alien
aktarmak. [DS] ee, {OsT} D okumacıların buruşmayı önlem ek için
ahdas, [Ar. hadeş > ahdâs (ahda;s) {OsT} is. dokuyacakları bezin iki tarafına koydukları demirli
1. Yeni meydana gelen olaylar. 2. mec. Talih deği ağaç.|| âhen-câm e, {OsT} 1. D em ir elbise; zırh. 2.
şimleri. 3. Fenalıklar; belalar; musibetler. 4. Genç Sandıklara, fıçıla ra takılan demir çember.\\ âhen-
ler. cân, {OsT} 1. D em ir canlı. 2. mec. Sabırlı; taham
müllü; cefakeş. 3. Katıyiirekli.\\ âhen -çû b , {OsT} 1.
ahdeb1, [Ar. ahdeb {OsT} sf. 1. Kambur. 2.
D em ir çubuk; şiş. 2. Kepçe. || ahen-dest, {OsT} 1.
mec. Şaşırtıcı; zor; müşkül. D em ir elli. 2. E li dem ir gibi kuvvetli. || âhen-des-
ahdeb2, [Ar. ahdeb {OsT} sf. (Kişi için) baş tân e, {OsT} E li demir gibi olana yakışırcasıncı.\\
kalarının düşüncesine hiç değer vermeyen, uzun âhen-dîg, {OsT} D em ir kazan.|| âhen-dil, {OsT} 1.
boylu ve ahmak, D em ir yürekli; kahraman; cesur. 2. Acımasız; mer
hametsiz,|| âh en -g er, {OsT} D em irci.|| âhen-geri,
ahdebiyet, [Ar. ahdebiyyet {Os T} is. Kam
{OsT} Demircilik.\\ âh en -h â, {OsT} Gemi azıya alan
burluk. sert başlı at.|| âh en -h ây , {OsT} Gemi azıya alan
ahden, [Ar. 'ahd > ‘ahden fj^t] ( a ’hden) {OsT} zf. sert başlı at.|| âhen-i cüft, {OsT} Saban demiri.\\
Sözleşerek; taahhüt ederek. âhen-i gâv, {OsT} Saban demiri.\\ âhen-i n erm ,
alıder1, [Ar. ahder {OsT} sf. Şaşı. {OsT} Yumuşak demir.|| âh en -i sebz, {OsT} İyi işle
nebilen çelik.|| âhen-i serd , {OsT} 1. Soğuk demir.
ahder-, [Far. ahder {OsT} is. Kardeş çocuğu; 2. mec. İnsafsız kalp.|| âhen-i te r, {OsT} İyi işlene
yeğen. bilen çelik.|| âhen-keş, {OsT} 1. D emir çeken. 2.
alıderiy, - y y j [Ar. ahderiyy {OsT} is. zool. Mıknatıs.\\ âh e n -p â re, {OsT} D em ir parçası.||
Yaban eşeği. âhen-pâye, {OsT} D em ir ayaklı.|| âhen-püş, {OsT}
H U » m . 151 AHF
hatabını dinliyormuş veya anlıyormuş görünümü a h ırla tm a k , [ahır-la-t-mak] gçl. f. [-ır] {ağız} H ay
vermek. vanı ahıra alıştırmak. [DS]
ahflye, [Ar. hıfa > ahfıye -uü-l] {OsT} is. 1. Gizli şey a h ırm a k , [ak (yans.) > ah-ır-mak jap -l] {eAT} gçsz.
ler. 2. bot. Ağaçların çiçek tom urcuklarını örten dış f. [-ur] Tükürmek; tükürük atmak.
kabuklar. A hıska gülü, is. folk. K ars’ta tek ya da çift olarak
ah g er, [Far. ahger I] {OsT} is. 1. K or hâline gel bayanlar tarafından oynanan halk oyunu.
m iş ateş; ateş közü. 2. mec. A şkın yakıcı sıcaklığı. a h ıtm a k , [ağ-ıt-mak > ah-ıt-m ak Ja-M-I] {eT} {eAT}
fi1 ahger-i süzân, {OsT} Yakan kor; yakıcı köz. gçsz. f. [-ur] Akıtmak. [EUTS]
ahgiil, [Far. ahgül {OsT} is. Arpa ve buğday ahi, [eT. akı (cömert) / Ar. âhı (kardeşim) > ahi]
başaklarının üst kısmı; başak kılçığı. {OsT} is. 1. B ir kim senin en çok sevdiği yakını; ar
a h i1, [ahi / akı] {eT} sf. Cömert. [Yüknekî] kadaş; dost. 2. Cömert. 3. Yiğit. 4. A hilik ocağın
dan olan kimse,
ah i2, [Ar. âhı (kardeşim) <y-T] {OsT} is. 1. Arkadaş;
dost. 2. Cömert; yiğit. 3. {eAT} Bir kimsenin sevdi a h ib b a, [Ar. habîb > ahibba L»-l] (ahibba:) {OsT} is.
ği; en yakını. 1. Sevgililer. 2. Dostlar; tanıdıklar.
ah i3, [eT. akı > ahi] {eAT} is. On dört ve on beşinci ah id , [Ar. ‘ahd j*p] {Os T} is. -*■ ahit. S ah d b ağ
yüzyıllarda A nadolu’da yaygın bir sosyal güvenlik lam ak , {eAT} Söz vermek.|| ahid-şiken, {OsT} Söz
kurum u olan A hilik ocağından olan kimse. S’ ahi leşmeyi bozan.|| a h d ü pey m ân , {OsT} Söz ve ye-
b a b a , E s n a f loncalarının başında bulunan kimse. min.\\ a h d ü vefâ, {OsT} Söz ve vefa.
ah i4, [ahi] {eAT} {OsT} e. 1. Kuvvetlendirme edatı. 2. a h id n am e, [Ar. ‘ahd+Far. nâme {OsT} is.
{ağız} ünl. Oh olsun. [DS] 3. {OsT} Oysa ki.
Sözleşme.
ahıcı, [ak-mak > ahıcı {eAT} sf. Akıcı; seyyal.
a h ih a, [Ar. âhıha ] (ahi:ha) {OsT} is. Bulamaç
ahıl, [Ar. âhil (yerleşik)\ {ağız} sf. Görmüş geçirmiş, yemeği.
yaşlı kimse. [DS]
a h ih te, [Far. âhıhte •****»T] (a:hi:hte) {OsT} sf. (Kılıç
ahılgan, [? ahılgan] is. Arıların, kavak ve kızıl ağaç
için) kınından sıyrılmış; çekilmiş,
gibi bitkilerin taze tom urcuklarından toplayarak
kovan içindeki çatlakları, delikleri kapatm ak ve a h ik k a , [Ar. hakik > ahikka U>-l] (ahikka:, h kaim
petekleri kovana tespit etmekte kullandıkları reçi söylenir) {OsT} sf. Daha çok yetkili; en yetkili,
neli ve zamklı madde; pirebolu. ahilenm ek, [ahi-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] Ahi gibi
ahilik, [ahî-lık / akı-lık jM -'] {eT} {eAT} is. Cömert davranmak; ahilik etmek,
ahilik, -ği [ahi-lik] is. 1, On beş ve on altıncı yüzyıl
lik. [Yüknekî]
larda, esnaf ve sanatkârların kendi aralarında ku
ahım sa, [Sansk. ahımsa] is. 1. Şiddete başvurmama. rum laşarak oluşturdukları bir sosyal güvenlik örgü
2. Zarar vermeme. 3. Flint dinlerinde saldırmazlık tü. 2. Ahi olm a durum u ve niteliği. 3. sf. Cömertlik,
prensibine dayanan ahlak ve siyasi davranış, yiğitlik.
a h ır, [Far. âhür / e T ak-ur jy~~\] is. 1. Büyükbaş hay ahilla, [Ar. halli > ahillâ ^ - t] (ahillâ:, h kalın sö j-
vanların kapatıldığı, barındığı yer; dam; arkaç; çi- lenir) {OsT} is. Sadık dostlar; candan arkadaşlar,
ten; gelembe. 2. mec. Kirli, bakımsız, dağınık veya
ahille, [Ar. halıl > ahille <U1] {OsT} is. 1. Çuvaldızlar.
çok gürültülü yer. 3. {eT} Yemlik. [MühennajS a h ır
a k ta rm a s ı, Tarlanın ilkbaharda ilk defa sürülm e 2. Şişler.
si. || a h ıra çekm ek, Hayvanları ahıra kapamak.\\ a h ir 1, [Ar. uhur (geri) > ahir jji-t] (ahi. r) {OsT} sf. 1.
a h ıra çevirm ek, mec. Bakımsız, p is ve dağınık hâ En sondaki, en sonuncu. 2. huk. Başkasının nikâh
le getirm ek.|| a h ıra gelm ek, Alışm ak.|| a h ır ev, lısı ile cinsel ilişkide bulunan.
{ağız} Köy evlerinde ahıra bitişik olan oda. [DS] a h ir2, [Ar. uhur (geri) > âhir y~J] (a:hir) {OsT} sf. 1.
ah ırlam a, [ahır-la-ma] is. Ahırlam ak işi; hayvanları Son; sondaki; en sondaki. 2. A llah’ın sıfatlarından
ahıra kapatm a işi. biri. 3. zf. Sonunda, nihayet, hasılı. S 1 a h ir güz,
a h ırla m a k , [ahır-la-mak] gçsz. f. [-rj 1. (Hayvanlar Kasım ayı.|| â h ir-i çarşa m b a , {OsT} Sefer ayının
için) ahırda kapalı kalmak; bir süre ahırda tutul son çarşambası.\\ â h ir-i k â r, {OsT} 1. Sonuç; sem e
m ak. 2. Ahırda uzun süre kapalı kalma yüzünden re; meyve. 2. En nihayet; işin sonunda.\\ a h ir ne
hamlamak; zayıflamak. 3. {ağız} (Hayvan için) ahı fes, Son nefes.|| â h ir ü ’l-em r, {OsT} Nihayet; en
ra alışmak. [DS] sonunda. || a h ir v ak it, Son zaman, ömrün kalan son
a h ırla n m a k , [ahır-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] {ağız} Ev yılları.|| a h ir zam a n , 1. Kıyam ete yakın zaman. 2.
cilleşmek. [DS] Dünyanın sonuna doğru. 3. Dünyanın sonu.|| ah ir
O İ I Î I I üR S İ M . 1 5 3 AHL
zam a n peygam beri, 1. En son peygamber. 2. Hz. ah k ab , [Ar. hukb > ahkab (ahka:b) {OsT} is.
Muhammed.
Uzun zamanlar,
ah irb in , [Ar. âhir + Far. -bin (a:hirbi:n) {OsT}
ah k ad , [Ar. hukd > ahkâd (ahka:d) {OsT} is.
sf. Yaptığı her işin sonunu önceden düşünen; tem
Kinler; düşmanlıklar; garezler,
kinli; tedbirli; uyanık; akıllı.
a h k af, [Ar. hukfe > ahkâf çilimi] (ahka:f) {OsT} is.
ahire, [Ar. âhir / âhire o^-T] (a.hire, h kalın söylenir)
Kum yığınları; kum tepeleri,
{OsT} sf. Son.
a h k âm , [Ar. hükm (yargı) > ahkâm (ahkâ:m)
ahire, [Ar. ‘âhire (a:hire) {OsT} sf. 1. Zina e-
{OsT} is. 1. B ir konuda şöyle veya böyle olduğu
den. 2. Kahpe. kanısına varma ve bunu söz ve yazı ile bildirme. 2.
a h ire n 1, [Ar. ahiren (ahi:ren) {OsT} zf. Son huk. Yargı kararları; hükümler. 3. Uyulması gerekli
zamanlarda; şu yakınlarda; yakın geçmişte. kararlar, hukuk kuralları; kanunlar. 4. gnşl. Y ıldız
ların hareketlerinden veya bazı tabiat olaylarının
ah iren 2, [Ar. âhiren Ge-I] (a:hiren) {OsT} zf. Sonra
oluş biçimlerinden bir takım gelecek tahminleri. S
dan; en son olarak, a h k â m ç ık arm ak , 1. Kendine göre bazı neticeler
ahiret, [Ar. uhur (geri) > âhiret o ^ T ] (a:hiret) {OsT} çıkarmak. 2. Yersiz zanda bulunmak. || ah k âm -ı
adâlet, {OsT} H ukuk hükümleri.\\ ah k â m -ı adliye,
is.-*- ahret. a h ire t oglı, {eAT} Evlatlık.
{OsT} 1. Adalete ait hükümler; hukukla ilgili düzen
ahiretlik, -ği [ahiret-lik] is. ->■ ahretlik,
lemeler. 2. İm paratorluk döneminde A dalet Bakan
ahirin, [Ar. âhir> âhirin (a:hiri:n, lı kalın söy lığının adı.|| ah k âm -ı âm ire, {OsT} Emredici hukuk
lenir) {OsT} zf. Sonrakiler; en sonda olanlar; niha kuralları.\\ a h k âm -ı nâhiye, {OsT} Yasaklayıcı h u
yette bulunanlar. kuk kuralları.\\ ah k â m -ı n u sret, {OsT} 1. Zafer hü
ah iru n , [Ar. âhir > âhirim j j ^ î ] (a:hiru:n, h kalın kümleri. 2. Yasalar. 3. G ök cisimlerinin hareketle
rinden çıkarılan kurallar. || a h k âm -ı şahsiye, {OsT}
söylenir) {OsT} zf. -*■ ahirin,
Kişi hakları ile ilgili kurallar. || a h k âm -ı şe r’iye,
ahissa, [Ar. hasîs > ahissâ L^-l] (ahissa:) {OsT} Cim {OsT} M ecelle hukukunda itikat, ibadet, muamelat,
riler. nikâh ve cezalara ait hükümler.\\ ah k âm -ı tefsi-
riye, {OsT} Açıklayıcı kuraHar. || ah k âm kesm ek,
ahit, -hdi [Ar. ‘ahd is. 1. Söz verme. 2. Yemin.
Yetkisizce, gerçeğe aykırı kesin yargıda bulunmak. ||
3. Antlaşma, ittifak. 4. Emir, buyruk. 5. Nikâh, ö a h k â m y ü rü tm e k , Yetkisi dışında kararlar ver
ahde vefa, Sözünde durma. || mek. |j a h k â m defteri, R esm î dairelerce tutulan,
ahitleşm e, [ahit-le-ş-me] is. Sözleşme; antlaşma, içine emir ve talimatların yazıldığı defter.
ahitleşm ek, [ahit-le-ş-mek] işteş, f. [-ir] Sözleşmek; a h k âm ü k ü m , [Ar. ahkâm (yargılar) + kum (sizin)
antlaşmak. is. Tek söz sahibi,
ahitnam e, [Ar. ‘ahid + Far. -nâme (ahit- a h k a r, [Ar. hakâret (horlamak) > hakir (hor, bayağı)
na:me) {OsT} is. Taraflarca gerekli yerleri im za > ahkar yi?-1] {OsT} sf. En alçak; en âciz; en aşağı;
lanmış ve onaylanmış olan yazılı sözleşme metni, en hakir olan,
ahiyane, [Far. âhiyâne ,<üL»T] (a:hiya:ne) {OsT} is. 1. a h k a ra n e , [Ar. ahkar + Far. -âne <ütyi=-l] (ahkara:ne)
Damak. 2. anat. Boğaz. 3. Beyin kemiği. {OsT} zf. Zavallı ve değersizlere yaraşır biçimde,
ahiye, [Ar. âhiyye 4^1] (a.hiye, h kaim söylenir) ah k em , [Ar. hükm > ahkem {OsT} s f 1. En çok
{OsT} is. 1. U cu yere berkitilip halkasına hayvan hükmeden. 2. Daha kuvvetli. S a h k e m ü ’l-hâ-
bağlanan ip. 2. Sürekli felaket; musibet. kim în, {OsT} Hakimlerin en kudretlisi; Allah.
ahiz1, -hzi [Ar. ahz i^-l] {OsT} is. Alma; kabul etme. a h k e r, [Far. ahker / ahger J j ~\ / {OsT} is. K or
(Arapça ve Farsça kelimelerin baş tarafına getiri hâline gelmiş ateş; ateş közü,
lerek tamlamalar yapılır.) a h k û k , [Far. ahkük (ahkû:k) {OsT} is. H am
ahiz2, [Ar. ahz > âhiz -İ^-T] (a:hiz, h kalın söylenir) zerdali.
{OsT} sf. Alan; alıcı; kabul eden. ahla, [Ar. hulv (tatlı) > ahlâ }UI] (ahlâ:) {OsT} sf.
ahizJ, [Ar. ahz > ahiz 1^-1] (ahi:z, h kalın söylenir) Daha tatlı; en tatlı; pek tatlı,
{OsT} sf. Esir; tutsak, ah lab , [Ar. hılb > ahlâb (ahlâ. b) {OsT} sf.
ahize, [Ar. âhiz > ahize »1^1] (a:hize, h kalın söyle Tırnaklar; pençeler.
nir) {OsT} sf. 1. Alıcı; alan. 2. is. Telefonun ses alı a h la f1, [Ar. h ılf > ahlâf ı J ^ I ] (ahlâ:f) {OsT} is. B ir
cı kısmı; almaç. leşmiş olanlar; müttefikler; ittifak edenler.
AHL O liiH IİİlC t S İ M . m
ahlaf2, [Ar. halef > ahlaf ıJ5U-l] (ahlâ:/) (OsT} is. 1. veya ahlakçılığa uygun olan. «Yazarın hikâyelerini
Yaşayanların arkasından gelecek olan nesil; halef ahlakçı bir yaklaşım la değerlendirdiğim izde...»
ler. 2. Bir makamda, mevkide bulunan kişinin yeri ahlakçılık, -ğı [ahlak-çı-lık] (ahlâ:kçılık) is. İnsanla
ne geçecek olan kimseler. rın bütün davranışlarını ahlak kurallarına göre yön
lendirmeleri gerektiğini; ahlakın araç değil de amaç
ahlak, [Ar. hulk > ahlâk (ahlâ:k) {OsT} is. 1.
olduğunu savunan idealist bir düşünce sistemi; mo
İnsanın doğuştan getirdiği huylarla sonradan ka ralizm.
zandığı manevi yapısını sergileyen bir takım dav
ahlaken, [Ar. ahlâk > ahlaken (ahlâ:’ken, k
ranış ve tavırlar; aktöre; edep. 2. İyi özellikler; gü
zel huylar; fazilet; erdem; hüsnühâl. 3. A llah’ın kalın söylenir) {OsT} zf. Ahlaki yönden, ahlak açı
insanı yaratış fıtratına uygun davranışlar bütünü; sından; ahlaki değerlendirme bakımından,
tabiat. S ahlak bilimi, A hlak kavramının konusu ahlakıyat, [Ar. ahlâkî > ahlâkıyyât o U ) U I ] (ahlâ:-
nu ve tabiatım inceleyen bilim.|| ahlak bozukluğu, kıya:t) {OsT} is. A hlak bilgisi, ahlakla ilgili konu
İyi, güzel sayıları davranışların terk edilmesi. || ah lar, görüşler.
lak dersi, Ahlakla ilgili konuları benimsetme.\\ ah
ahlakıyet, [Ar. ahlâkî > ahlâkıyyet c~ü}U-l] (ah-
lak dışı, Ahlak kurallarına aykırı olan.|| ahlak dı-
şıcılık, Bütün toplumlarda var olan ahlak kuralla lâ:kıyet) {OsT} is. 1. Ahlaklılık. 2. fel. Töreldik,
rını reddetme. (N ietzsche'in fe lse fi görüşü). || ahlak ahlakıyun, [Ar. ahlâkî > ahlâkıyyün (ah-
duygusu, Ahlak kurallarına uygun olanla olama lâ:kıyu:n) {OsT} is. A hlak üzerine kitap yazan, gö
ya n ı seçm eyetisi.\\ ahlak düşkünlüğü, Birinin ah rüş ortaya atan bilginler; ahlakçılar.
la kd ışı tutumlar içinde bulunması.\\ ahlak hocalığı
ahlaki, [Ar. ahlâk > ahlâkî ^ ^ 1 ] (ahlâ:k:i, k kalın
etm ek, Birine ahlak dersi vermeye kalkışmak.\\ ah
lakı mazbut, A hlak açısından kendisine güvenilir söylenir) {OsT} sf. Ahlaka ait, ahlak ile ilgili; ahlak
kimse. || ahlaki vazife, Kanun zoru olmamakla be kurallarına uygun, fi1 ahlaki hükümler, B ir M üs
raber ahlak açısından doğru kabul edildiği için lüman ’in Allah ’a, kendisine, milletine, ülkesine ve
yapılm ası zorunlu işler.|| ahlâk-ı fâzıla, İyi ahlak, diğer insanlara karşı görevlerini ve sorumlulukla
erdemli hâl ve tavırlar. || ahlâk-ı hamîde, Övülme rını belirleyen ilahı emir ve yasaklar.
y e değer huylar. || ahlâk-ı hasene, İyi huylar, güzel ahlaklı, [ahlak-lı] (ahlâ:klı) sf. Hâl, hareket ve tavır
tavırlar. || ahlâk-ı zemîme, Kötülenen, beğenilme ları ahlaki ilkelere uygun (kimse),
yen huylar, davranışlar.|| ahlak kuralları, Toplu ahlaklılık, -ğı [ahlak-lı-lık] (ahlâ:khlık) is. 1. Ahlak
mun iyi ve güzel olarak kabul ettiği ve kendisini kurallarına bağlı oluş. 2. Bir hâl ve hareketin ahlak
geliştiren, iyileştiren kurallar.\\ ahlak ve adaba kurallarına uygunluk derecesi. 3. Toplumda iyi ka
aykırı muam eleler, Toplumca benimsenmiş ahlak bul gören adet ve geleneklere uygunluk,
kurallarına ve törelere aykırı anlaşma ve işlemler. \\ ahlaksız, [ahlak-sız] (ahlâ:ksız) is. 1. A hlak kuralla
ahlak ve adap, B ir toplumda kişilerin uym ak zo rına uymayan, bu kuralları hiçe sayan kimse. 2.
runda olduğu düzen, kural ve hareketler.\\ ahlak mec. Toplumun ahlaki değerlerini, edep ve hayâyı
yasası, fel. İnsanın mutluluğa ulaşması için uyması çiğneyen kimse; hayasız; iffetsiz; karaktersiz; ter
gerekli kurallar bütünü. «M utluluğa lâyık olmanın biyesiz; utanmaz,
yolunu gösterm ekten başka bir nedene dayanma ahlaksızca, [ahlak-sız-ca] (ahlâ:ksı ’zca) zf. Ahlaksız
yan yasaya ahlak yasası diyorum. K ant»|| ahlak biçimde; hayâsızca; terbiyesizce; utanmadan,
zabıtası, Büyük şehir halkının ahlaki değerler açı ahlaksızlık, -ğı [ahlak-sız-lık] (ahlâ:ksızlık) is. 1.
sından sağlıklı bir hayat sürdürebilmesi için ku A hlak kurallarına uymama. 2. Kötülük. 3. Ahlaksız
rulmuş zabıta teşkilatı. kimsenin özelliği. S ahlaksızlık etm ek, Ahlak
kurallarına aykırı davranışlarda bulunmak; ahlaksız
ahlakan, [Ar. ahlâk > ahlâkan U5U-I] (ahlâ:’kan)
davranmak.
{OsT} zf. Ahlakça,
ahlal, [Ar. hıll > ahlâl J }U-I] (ahlâ.l) {OsT} is. İçten
ahlakça, [ahlak-ça] (ahlâ: ’kça) zf. Ahlak yönünden,
ahlak bakımından, dostlar; samimi arkadaşlar,
ahlakçı, [ahlak-çı] (ahlâ:kçı) is. 1. Ahlaki konulan ahlam, [Ar. hulm (rüya) > ahlâm j> ^ l] (ahlâ:m)
ve ahlaki değerleri ele alıp inceleyerek elde ettiği {OsT} is. 1. Düşler; rüyalar. 2. Açık saçık rüyalar.
bulgulardan bir senteze varan filozof; ahlakiyim. 2. 3. Hayaller. 4. Düş azmaları,
Edebiyatta, insanın ahlak yapısını inceleyen ve ku ahlama, [ah (yans.) > ah-la-ma] is. Ahlamak, iç çek
surlarını düzeltmek amacıyla eser veren yazarlar. 3. m ek işi.
Çevresinde meydana gelen her şeyi ahlaki açıdan ahlam ak, [ah (yans.) > ah-la-mak] gçsz. f. [-r] f-l(ı)-
değerlendirip düşünce ve hareketlerini ahlaki esas yor) Sıkıntı ve üzüntü sebebiyle “A h!” sesi çıkara
lara göre düzenleyen kimse. 4. sf. Ahlaki esaslara rak iç çekmek; göğüs geçirmek. {eT} (aynı) [DLT] S
H H V K E X W .is s AHM
ahlayıp oflam ak, Dertlenmek, şikâyet etmek, sız ah m ak ıslatan , [ahmak+ıs-la-t-an] is. İnce ince çise
lanmak. leyerek yağan yağmur,
ahlas, [Ar. hulüş (temiz, katıksız) > hâliş (saf, iyi ni ah m ak i, [Ar. ahmak! Lfâ»j-I] (ahma:ki:, k kalın sö y
yetli) > ahlaş j-aU-l] {OsT} sf. 1. (M adde için) en lenir) {OsT} is. Ahmaklık; akılsızlık; bönlük,
saf; hiç karışığı olmayan. 2. (Kişi için) çok temiz ah m ak iy et, [Ar. ahmak! > ahmâkiyyet c-a*s-l] (ah-
yürekli; iyi niyetli. ma:ki:, k kalın söylenir) {OsT} is. Akılsızlık; ah
a h la t1, [Ar. halt > ahlat LU-I] {OsT} is. Çok karışık; maklık.
karmakarışık; en karışık. a h m ak laşm a, [ahmak-la-ş-ma] is. Ahmaklaşmak işi;
ahmak durumuna gelme,
ah lat2, [Ar. hılt > ahlat İ5U-I] (ahlâ:t) {OsT} is. 1. Bir
ah m ak laşm ak , [ahmak-la-ş-mak] gçl. f. [-ır] 1. B ir
karışımı oluşturan parçaların her biri; öğeler; un an için şaşırmak; bocalamak. 2. Aklı, zekâsı gide
surlar. 2. Karışık şeyler. 3. Beden yapısını oluştu rek işlemez durum a gelmek; aptallaşmak,
ran öğeler, mizaçlar. S a h lât-ı e rb a a , {OsT} Eski a h m ak laştırm a , [ahmak-la-ş-tır-ma] is. A hmaklaş
den, tıpta on dokuzuncu yü z yıla kadar yaygın olan tırm ak işi; ahmak hâle getirme,
bir görüşe göre alınan besinlerin insan vücudunda a h m a k la ştırm ak , [ahmak-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır]
meydana getirdikleri kabul edilen kan, safra, bal Birini, aklı işlemez ve zekâsını kullanamaz hâle
gam, sevda gibi dengeli dört unsur. || a h lâ t-ı faside, getirmek; ahmaklaşmasına neden olmak; aptallaş
{OsT} 1. Bozuk ve uyumsuz öğeler. 2. mec. Bozuk tırmak.
mizaç.|| ah lât-ı m ah m û d e, {OsT} 1. Bedendeki dört ah m ak lık , -ğı [ahmak-lık] is. 1. Anlama ve kavram a
unsurun dengeli oluşu. 2. mec. A henkli mizaçlar. yeteneklerini kullanamam a durumu; aptallık; kafa
ahlatJ, -tı [Yun. ahladı] is. 1. Kırsal alanlarda yeti sızlık. 2. A hm ak kim selerin davranış biçimi,
şen, gülgillerden yaban arm udu (Pirus eleagrifolia)
ah m al, -Ii [Ar. hami (yük) > ahmâl JU^-I] (ahma:l)
ve bunun küçük meyveleri. 2. argo. Davranışları
kaba kimse; bilgisiz; duygusuz. 3. {ağız} (Kişi için) {OsT} is. Yükler; ağırlıklar,
ufak tefek. [DS] S a h la t ağa, K aba kimse.\\ A h la ah m as, [Ar. humus > ahmâs (ahma:s) {OsT}
tın iyisini a y ılar yer, İyi şeyler layık olmayan kim is. Beşte birler. S ah m âstt’l-kadem , {OsT} anat.
seler elinde harcanır; ahm aklar şanslı olur. || a h la t A yak tabanı.
k u ru su , Uzun boylu, z a y ıf ve aptal kişi. ahm ed, [Ar. hamd > ahmed -ua-l] {OsT} sf. 1. Çok
ahlef, [Ar. ahlef>-ili-l] {OsT} sf. Solak, övülmüş; methedilmiş; en çok minnettarlıkla anıl
ahles, [Ar. ahles {OsT} is. Sırtında kızıl benek maya değer. 2. öz. is. (Baş harfi büyük yazılır) Hz.
ler bulunan siyah tüylü koyun, M uham m ed’in adlarından biri. S ahm ed çavuş,
argo. Rüşvet.
ahliya, -a ’i [Ar. hâlî > ahliyâ’ *U^-I] (ahliya:) {OsT}
ahm edek, -ği [Far. ahmedek i!ju^~t] is. 1. İç kale. 2.
is. Boş şeyler.
Asıl kalenin dışında küçük bir kale (?).
ahm a1, [Ar. hamiyyet > ahm â U^-l] (ahma:) {OsT} sf.
A hm edî, [Ar. ahmed > ahmed! j-u a-l] (ahmedi:)
Daha milliyetçi; en çok milliyetçi; en milliyetçi.
{OsT} sf. 1. Müslüman. 2. Hz. M uham med ile ilgili
ahm a2, -a ’i [Ar. ahm â1 *U^1] (ahma:) {OsT} is. Ka nitelikler; onunla ilgili şeyler,
yın biraderler.
ahm ediye, [Ar. ahmediyye <j.-u^-I] {OsT} is. Eski bir
ahm ak1, [ak-mak > ah-mak {eAT} gçsz. f. [-ar] kumaş türü.
Akmak. a h m en d , [Far. ahmend -lu jJ] (a:hmend) {OsT} sf.
ahm ak2, [ak-mak > ahmak] {eAT} gçsz. f. [-ar] Yağ
Yalancı; düzenbaz,
ma için akın yapmak.
a h m e r, [Ar. hum ret > ahm er y^-1] {OsT} is. Kırmızı;
ahm ak3, -ğı [Ar. hum k > ahmak ,«>1] {OsT} sf. A n
kızıl. S ah m er-i safra, {OsT} biy. Ö d sarısı.
lama ve kavram a yetenekleri gelişmemiş; aptal;
ebleh; kafasız. S1 a h m a k höliiden, {ağız} İnce ve a h m e ra n , [Ar. ahmer > ahmerân 01y ^ l ] (ahmeram)
sürekli yağan yağmur. [DS]|| a h m a k y a şa rta n , {OsT} is. 1. Kırmızılar; kızıllar. 2. Şarap ile et. 3.
{ağız} Güneş varken yağan h a fif yağmur. [DS] A ltın ile safran,
ahm akane, [Ar. ahmak + Far. -âne ‘ü U ^ I] (ahmak- ah m erey n , [Ar. ahmer > ahmereyn 0 {OsT} is.
a:ne) {OsT} zf. Ahmakçasına; ahmağa yakışır suret İki kırmızı; ahmeran.
te. ahm es, [Ar. ahmes j-aj-I] {OsT} sf. 1. (Kişi için) en
ahmakça, [ahmak-ça] (a h m a ’kça) sf. 1. Biraz ah kuvvetli; en yiğit. 2. (Yer için) katı,
mak. 2. zf. Bir ahmağa yakışır şekilde; bönce; anla
ahm et, [Ar. ahmed -u^l] sf. ahmed.
yışı kıt olarak.
AHM fllÜ H tU lÜ flüC t S O M . i s e
ahm ez, [Ar. ahmez {OsT} sf. 1. Çok sağlam; a h ra z 2, [Ar. ahraz .jb y -1] {OsT} sf. (Kişi için) kirpik
çok dayanıklı. 2. is. biy. Denizanası, leri dökülmüş; çipil gözlü,
ah n a, -a’i [Ar. ahnâ’ *U^1] (ahna:) {OsT} is. 1. Çar- a h re , [Ar. ahre oy-\] {OsT} sf. Borçla; veresiye,
paz ve aykırı işler. 2. Çarpık ve eğri şeyler, a h reb , [Ar. harab > ahreb {OsT} sf. 1. Çok ha
ah n a, -a’ı [Ar. ahna‘ £^1] {OsT} sf. (Kişi için) çok rap; en harap; daha yıkık. 2. e d Rubai vezinlerin
alçak gönüllülük eden, den m e f ûlü ile başlayan ilk on iki cüze verilen ad.
ahnas, [Ar. hanes (kıvrım) > ahnâs (ahna:s) ah re c, [Ar. ahrec {OsT} sf. (Kürk, deri, post vb.
{OsT} is. Kıvrımlar; büklümler, için) alacalı; benekli. S ah re c don, Atlarda beyaz
ah n as, [Ar. hınş > ahnâs oUi-l] (ahna:s) {OsT} is. 1. ve kırmızı y a da kara ve koyu renkli kılların karış
masından m eydana gelen don.
Y alan yere edilen yeminler. 2. Y eminden dönme
ler. ah re m , [Ar. ahrem ^ 1 ] {OsT} is. 1. Göz kapağı, ku
ahnef, [Ar. ahnef^-i^l] {OsT} sf. Ayakları çarpık, eğ lağı yırtık ya da burun direği kırık olan kimse. 2.
ed. Rubai vezinlerinden m e f ûlü cüzü ile başlayan
ri büğrü olan,
on iki bahir; bu bahirlerden her biri. 3. anat. Omuz
ahnes, [Ar. ahnes {OsT} sf. (Kişi için) basık ve ucu.
sivri burunlu, ah re m i, [Ar. ahrem! ^ > -1 ] (ahremi:) {OsT} is. Omuz
ah p ın , [Erme, ağb(in)] {ağız} is. 1. Gübre. 2. Gübre
ucuna ait; omuz ucu ile ilgili,
lenm iş tarla. 3. Ekim e elverişli tarla. [DS]
a h res, [Ar. ahres ^*>-1] {OsT} sf. (Nesne için) eski,
ah p u n lam ak , [ahpun-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)yor]
Gübrelemek; gübre atmak, a h reş, [Ar. haraş > ahreş {OsT} sf. 1. Kabuk
a h ra , [Ar. ahrâ j>- (ahra:) {OsT} sf. Daha uy gibi sert ve pürüzlü. 2. Balık pulu gibi; pul pul. 3.
gun; en uygun; pek uygun, Deve sırtı gibi yamrı yumru ve sert. 4. (Yeni para
için) sert ve keskin pürüzlü,
a h ra b , [Ar. ahrab ^>-1] {OsT} sf. 1. (Kişi için) kulağı
a h re t, [Ar. uhur (geri) > ahiret / ahret o_p-l] {OsT} is.
yarık. 2. is. Kulaktaki küpe deliği,
Ölüm ile başlayan hayat; ölümden sonra gidilen
a h ra c , [Ar. hırc > ahrâc ç-l^ 1 ] (ahra:c) {OsT} is.
yer; öbür dünya; kabir hayatı; arasat; mahşer. 0
Hayvanların palan, yular, tasma vb.lerine dikilen a h ire t oglı, {eAT} Evlatlık.|| a h re t ad am ı, Bu dün
boncuklar. y a yaşayışı ile ilgisini hemen hemen kesmiş, kendi
a h ra d , [Ar. ahrad {OsT} sf. Pek tamahkâr; çok sini ibadete vermiş kimse.\\ a h re te gitm ek, Ölmek.\\
pinti. a h re te in tik al etm ek, Ölmek. || a h re t h ak k ı, Bu
dünyada iken bir başka insanın hakkını yiyenlerin
a h ra k , [Ar. ahrak 3>-'] {OsT} sf. Sünepe; miskin.
öbür dünyada hesap günü ödeyecekleri m addi ve
a h ra m , [Ar. harem > ahrâm r ^ ] (ahra.m) {OsT} is. manevi kul hakkı. || a h re t k ard eşi, Birbirine dinî
1. Yabancıların girmesinin, görmesinin, bilmesinin inanç yönüyle bağlı olan, bu bağlılığı ahrette de
uygun görülmediği ortamlar, yerler; yasak bölgeler. devam ettireceklerine inanan kimseler.\\ a h reti
2. Bir evde bulunan kadın, kız, hizmetçi ve kadın boy lam ak , Ölmek. || a h re tin i k azan m a k , M üslü
ziyaretçiler topluluğu. 3. M ukaddes topraklar. manlığın em ir ve yasaklarına uygun yaşayarak ö-
bür dünya için cennetle ödüllendirilmek,|| ah re tin i
a h ra r , [Ar. hürr > ahrâr (ahra:r) {OsT} is. 1.
y a p m a k , D ünyadaki iyilikleri ile öbür dünyada
Özgür olanlar; hür olanlar; kul veya köle olmayan iyilik olarak kendisine verilecek sevap kaz anmak.\\
lar. 2. Özgürlükçüler; özgürlük taraftarları; hürri a h re t k o rk u su , Bu dünyada iken işlediği suçlar
yetçiler. dan dolayı öbür dünyada ceza görm ekten duyulan
a h ra ra n e , [Ar. ahrâr + Far. -âne « i l j l (ahra:ra:ne) korku. || a h re t suali, 1. Öldükten sonra insanın bu
{OsT} zf. Özgür olanlara yakışır biçimde; özgürce. hayatta yaptıklarının tek tek hesabının sorulması.
2. gnşl. Cevap verm esi güç, usandırıcı bıktırıcı so
a h r a s 1, [Ar. hâris > ahrâs ^ I] (ahra:s) {OsT} is.
rular; ahret sorusu.\\ a h re tte iki eli (on parmağı)
Korumalar; koruyucular. y ak asın d a olm ak, Bu dünyada gördüğü bir haksız
a h ra s 2, [Ar. ahras {OsT} sf. Dilsiz. lıktan dolayı öbür dünyada A llah'ın huzurunda
davacı olmak; hakkını bağışlamamak,|| a h re t yol
a h ra z 1, [Ar. ahres ^ > - 0 {ağız} is. ve sf. 1. K onuşa
culuğu, Ölüm.
mayan kimse; dilsiz; dilsiz ve sağır. 2. Akılsız;
ahmak. [DS] S a h ra z olm ak, D ili tutulmak, konu a h re tlik , -ği [ahret-lik dlby-l] is. 1. Küçük yaştan
şamaz hâle gelmek. itibaren yetiştirilm iş hizm etçi kız; besleme; evlat
ı ı t ı r ı i K s i b i . 157 AH Ş
lık. 2. Birbirlerine kardeş gözü ile bakacağına, ah ahsentü, [Ar. ahsentü (a hsentü) {OsT} ünl.
rette birbirlerinin lehine şahitlik edeceğine dair söz
Aferin; bravo!
vermiş iki kadından birine göre diğeri. 3. Bu dün
ahsırmak, [as (yans.) > as-ğır-mak / ağsır-m ak / ah -
yayı terke hazır kimse. 4. {ağız} K endinden geçmiş
kimse. [DS] S a h re tlik yoklam ası, {ağız} B ir tür sır-mak / ağsur-mak / ahsur-mak {eT} {eAT}
kan kardeşliği. [DS] g ç sz.f. [-ur] Aksırmak. [Mühennâ]ahsum, [? ahsum
a h rim an , [Zendce. (eski Far.nm lehçesi) angra ma- / ahsung] {eT} sf. Sarhoşlukta kavga eden. [DLT]
inyu] is. Zerdüşt dininde, iyilik ilkesi sayılan Ahu- ahsurmak, [as (yans.) > as-ğır-mak > ağsır-m ak /
ra-mazda (H ürm üz)’nm düşmanı olan iblisler top ahsır-m ak / ağsur-mak / ahsur-mak J v * 1’-'] {eAT)
luluğunu yöneten kötülük ilkesi. gçsz. f. [-ur] Aksırmak,
a h riy a n 1, [Yun. ahreinis (aşağılık) / Far. ahriyân ahsttme, [Far. ahsüme {OsT} is. Boza.
(aptal, cahil) / Rus. ohreyan] {ağız.} is. 1. Doğu
Karadeniz bölgesi halkının Kızılbaşlara verdiği ad. ahşa1,,-a ’i [Ar. hâşâ > ahşâ5 *Lü-l] (ahşa:) {OsT} is.
2. Orta Rodoplarda yaşayan dili Bulgarca olan 1. İnsan ve hayvanlann iç organları. 2. Taraflar,
Müslüman; Pomak. 3. {eAT} sf. Çirkin; kaba; pis. bölgeler.
ah riy an 2, [Far. ahriyân (ahriya:n) {OsT} is. ahşa2, [Ar. ahşâ (ahşa:) {OsT} sf. Daha k o r
Hediye için elverişli, değerli kum aş ve kumaş par kunç; en korkunç; çok korkunç,
çası. ahşab, [Ar. haşeb (ağacın odun kısmı) => ahşâb
a h ru , [ah-rı / ak-ru] {eT} sf. Yavaş. [Mühennâ] (ahşa:b) {OsT} is. -* ahşap.
ah ru f, [Ar. h arf > ahruf {OsT} is. 1. Uçlar; ke ahşam 1, [ak + Fa. -şâm > ahşam / Soğd. ahşam
narlar. 2. Lehçeler; şiveler, / j.Lü-1] {eT} {eAT} is. Akşam [Mühennâ] [DLT]
ahsa, [Ar. ahsâ L»^l] (ahsa:) {OsT} is. Çok kumlu,
ahşam2, [Ar. haşem > ahşâm (ahşa:m) {OsT}
taşlı arazi.
is. M aiyetler; bir adamın maiyet erkânı,
ahsak, [ah-sa-k] {eT} sf. Aksak, topal [DLT] [Mü
ahşam ın, [ahşam-m 1/ {eAT} zf. Akşam
hennâ] S1 a h sa k b u h sak , Topal ve çolak. [DLT]
vakti; akşamleyin,
ahsam ak, [ah-sa-mak {eT} {eAT} g£sz.f[-r] A k
ahşamlamak, [ahşam-la-mak j J u l ü - t ] {eAT} g ç sz .f.
samak topallamak. [Mühennâ] [DLT]
[ - r ] \ . Geceyi geçirmek. 2. A kşam a yaklaşmak,
ah sar, [Ar. ahşar 1] {OsT} is. sf. En kısa; pek kı
ahşap, -bı [Ar. haşeb (ağacın odun kısım) > ahşâb
sa; daha kısa.
is. 1. Kereste, tahta, ağaç. 2. Ağaçtan ya
ahsas, [Ar. hiss > ahsâs ^1] (ahsa:s) is. Duygu pılmış bina vb. şeyler. 3. sf. İm alat m alzemesi ola
lar; hisler. rak tahta kullanılmış; tahtadan yapılmış. S ahşap
ah satm ak , [ah-sa-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Aksatmak; bina, Yapı malzemesi olarak ağaç kullanılmış bi-
topallatmak. [DLT] na. || ahşap çatı, Üzeri kereste ile kapatılmış dam. ||
ahseb, [Ar. ahseb ■=■'] {OsT} sf. 1. Çok iyi hesap ahşap iskele, Bina yapım ında çalışan işçiler için
kereste kullanılarak yapılmış geçici köprü. || ahşap
edilmiş; münasip; uygun. 2. mec. Çok cimri; pek
iş, Yapının ağaç kısımlara.|| ahşap işçilik, A na
hasis. 3. Esmer; koyu san. 4. Cüzamlı,
malzeme olarak ağaç kullanılan yapı sanatı. || ah
ahsem , [Ar. ahsem ^ 1 ] {OsT} sf. 1. (Burun için) yas şap köprü, Ayakları, taban kaplaması vb. yerlerin
sı ve geniş. 2. (Kişi için) yassı ve geniş burunlu. 3. büyük bir kısmı ağaçtan yapılm ış olan köprü.|| ah
(Kılıç için) geniş yüzlü. 4. is. Aslan. şap yapı, A na malzeme olarak ağaç kullanılan y a
ahsen, [Ar. hasen > ahsen j —»-I] {OsT} sf. Daha gü p ı biçimi.
zel; en güzel; pek güzel. S ahsen -i tak v im , {OsT} ahşef, [Ar. ahşef ı^Lü-l] (ahşef) {OsT} sf. (Kişi için)
1. En uygun ölçülerde; en uygun biçimde. 2. İn- uyuz.
san.\ ahsen-i vech-i şebeh, {OsT} ed. Benzetme ahşen, [Ar. ahşen 1] {OsT} sf. 1. D aha sert; en
yönlerinden en uygun ve en güzel olanı.|| a h se n ü ’l- sert; pek sert. 2. (Kişi için) geçimsiz,
hâlikîn, {OsT} Yaratıcıların en güzeli; A llah.||
ahşic, [Far. ahşıc (ahşi:c) {OsT} sf. Zıt; uy
ahsentt’l-kısas, {OsT} Kıssaların, hikâyelerin en
güzeli; K u r ’an-ı K erim 'deki Y usuf hikâyesi.\\ gunsuz.
ah sen ü ’l-vecheyn, {OsT} İki yoldan; iki metottan ahşican, [Far. ahşıcân j l ^ ü - 1 ] (ahşi:ca:n) {OsT} is.
in iyi olanı. Zıtlar.
ahsent, [Ar. ahsente (iyi ettin) {OsT} ünl. Pek ahşig, [Far, ahşîg ‘J Lii-l] (ahşi:g) {OsT} sf. Zıt; uy
iyi; çok güzel; mükemmel! gunsuz.
A HŞ Û I Ü M M tîS Ö M . ıss
ahşigan, [Far. ahşıgân (ahşi:ga:n) {OsT} is. ter-şin âs, G ök bilimi ile uğraşan; müneccim]]
a h te r-şü m â r, {OsT} 1. Yıldız sayan, müneccim. 2.
Zıtlar.
mec. A şk belasından dolayı geceleri ııyuyamayan,
ahşişan, [Ar. ahşışân jL i-ii-l] (ahşi;şa;n) {OsT} is. uykusuz.
Pek katı. a h te ra n , [Far. ahter-ân jljü-l] (ahtera.n) {OsT} is.
a h şü m e , [Far. ahşüme <u^j-I] {O s T} is. Boza. Yıldızlar.
a h ta, [Far. âhte / Moğ. ahta / akta] {eT} is. 1. îğdiş ah terio s, [Lat. october (sekizinci ay; yılbaşı mart) /
edilmiş at. [Nevâyî] 2. Burulmuş manda, Yun. ohtovres] {OsT} is. Ekim ayı.
a h tab , [Ar. hatab > ahtâb (ahta:b) {OsT} is. a h tetm ek , [Ar. 'ahd + et-mek dU^.İjLjp] g ç sz.f. [-(d)-
Odunlar. er] {ağız} N ikâh kıymak. [DS]
ahtaçı, [ahta-çı] {eT} is. Seyis; öncü. [Nevâyî] a h u 1, [ahu (yans)] {ağız} is zool. 1. Geceleri uçan bir
ah tal, [Ar. ahtâl JlLi-l] (ahta:l) {OsT} sf. 1. (Kişi için) kuş; puhu kuşu. 2. Sevimli hayvan. [DS]
çabuk yürüyen. 2. Boşboğaz, a h u 2, [Ar. ahi (erkek kardeşim) > ahü jJ-l] (ahu;)
a h tam , [Ar. ahtam jJai-l] {OsT} is. (Kişi için) bum u {OsT} is. 1. Kardeş, 2. Arkadaş; dost. 3. {eAT} Bir
kim senin sevdiği en yakını. 4. {ağız} Ak sakallı,
uzun; uzun burunlu,
saygıdeğer yaşlı adam. [DS] 5. {ağız} Sevgili; se
a h ta n , [Ar. hatan > ahtân] (ahta:n) {OsT} is. Damat
vimli kimse. [DS]
lar.
ah tap o t, [Yun. octo (sekiz) + podos (ayak)\ is. zool. a h u 3, [Far. âhü _jaT] (a;hu:) {OsT} is. 1. Ceylan; ka
I. K afadan bacaklılardan, eşit uzunlukta sekiz kolu raca; maral. 2. mec. Zarif, latif delikanlı. 3. mec.
bulunan deniz canlısı; kalamar; mürekkep balığı; Güzel, hoş ve çekici kız, kadın. 4. Kadife gibi yu
supya. (Octopus vulgaris) 2. tıp. Daha çok burun muşak, parlak, güzel bakışlı göz. ö ah u bakışlı, 1.
zarı üzerinde görülen bir çeşit ur; polip. 3. argo. Ceylan bakışlı. 2. Tatlı yum uşak bakışlı. || âhü-be-
Sırnaşık. 4. argo. Çıkarcı; asalak. S1 a h ta p o t gibi, çe, {OsT} 1. Ceylan yavrusu. 2. mec. Çekingen, ür
1. Çok ısrarcı, sırnaşık, yapışkan, arsız, yüzsüz. 2. kek güzel.]] â h ü -b ere, {OsT} Ceylan yavrusu.|| âhü-
G öz koyduğu şeyi mutlaka ele geçirmeye çalışan, bere-i felek, {OsT} Güneş]] âh ü -çeren d e, {OsT}
hırslı, açgözlü, çıkarcı.|| a h ta p o t gibi k a n ın ı em Otlayan ceylan.|| âhû-çeşm , {OsT} Ceylan gözlü.]]
m ek, Birini etkisi altına alıp iyice sömürmek; onun âhfl-dil, {OsT} Ceylan yürekli; korkak.|| ah u gibi,
maddi ve manevi yönden varlığını tüketmek. {OsT} Çok güzel ve zarif.]] ah u gözlü, {OsT} Kadife
gibi yum uşak ve p a rla k bakışlı. || âhû-güzeşt, {OsT}
a h ta r, [Ar. hatar > ahtâr jUai-l] (ahta:r) {OsT} is.
Ceylan geçti; fırsa t elden gitti.]] ah u -m ad e, {OsT}
Tehlikeler. D işi geyik.]] âh ü -n ig âh , {OsT} 1. Ceylan bakışlı. 2.
a h tarılm ak , [ah-ta-r-ıl-mak J İ ^ I ] {eT} {eAT} dönşl. Yakınlıktan, yakınlaşm aktan kaçan güzel.]] âh ü -
f. [-ur] 1. Devrilmek; alt üst olmak; kendi kendine şitab, {OsT} Ceylan gibi seyirden güzel.]] âh ü -p â,
yıkılmak. [Mühennâ] 2. {eAT} Yüz çevirmek; başka {OsT} Ceylan ayaklı; ayağına çevik.|| âhü-pây,
yana dönmek. 3. {eAT} Başkası tarafından yıkıl (OsT} Ceylan gibi ayaklı; ayağına çevik]] âhü-yı
mak; düşürülmek, âteşin, {OsT} Sıcak, yakıcı ceylan]] âh ü -y ı âteşîn-
dem , {OsT} Ateş nefesli ceylan]] âhü-yı bezm ,
ah ta rm a k , [ah-ta-r-mak / ağtar-mak & j^ \] {eT} gçl.
{OsT} Meclisin ceylanı; bir toplulukta bulunan en
f i [-ur] 1. Aktarmak; altını üstüne getirmek. {eAT}
güzel] âhü-yı Ç în, {OsT} Çin karacası; Çin m isk
(aym) [DLT] 2. {eAT} {ağız} Yere yıkmak; devirmek; ceylanı.|] âhü-yi d ü n b â le-d â r, {OsT} Güzelin sihir
alt etmek; yenmek. [DS] 3. {ağız} Yiyip içeceğini
li gözü.|| âhü-yı düm bâle-keşide, {OsT} Kuyruklu
vermek; beslemek. [DS] göz; güzelin kuyruklu gözii]] âhü-yi felek, {OsT}
ahte, [Far. âhte <us-T] (a:hte) {OsT} sf. 1. (Kılıç vb. Güneş. !| âhü-yi h a re m , {OsT} 1. Kâbe sınırları
için) dışarı çıkarılmış; çekilmiş. 2. (Erkek hayvan içinde bulunan bir tür ceylan. 2. mec. Ele geçm e
için) er bezleri çıkarılarak iğdiş edilmiş, yen güzel.|| âh ü -y i h âv erî, {OsT} Güneş]] âhü-yi
H oten, {OsT} Hoten ceylanı]] âhü-yi leng-giriften,
ahtem , [Ar. ahtem ^ 1 ] {OsT} sf. Kara; siyah.
(OsT} 1. Topal ceylan tutmak. 2. mec. Düşkünlere,
a h te r, [Far. ahter I] {OsT} is. 1. Yıldız. 2. mec. zavallılara karşı insafsız davranmak; onlara mu
Şans; talih; uğur, t? ah ter-b în , {OsT} Yıldıza bakıp sallat olmak.]] âhü-yi n e r, {OsT} 1. E rkek ceylan. 2.
gelecekten haber veren kişi; müneccim.\\ ah ter-i Alacalı elbise.|| âh ü -y i sifîd, {OsT} Seçkin güzel.]]
d ü n -b âle-d âr, Kuyruklu yıldız. || a h ter-g û , Yıldız âhü-yi sim în, {OsT} ed. mec. Saki. 3. Sevgili]] âhü-
larla konuşan; müneccim.\\ a h te r-p â re , {OsT} Yıl yi şîr-efgen, {OsT} 1. Aslan avlayan ceylan. 2. Çok
dız parçacığı.\\ ah ter-su h te , {OsT} 1. Yıldızı Güneş çekici ve güzel kız veya delikanlı]] âh ü -y i şîr-gîr,
ışığında y o k olmuş. 2. mec. Talihsiz, bedbaht]] ah- 1. Aslan avlayan ceylan. 2. Çok çekici ve güzel kız
Ö IU M IB IC tB l.1 5 9 AHY
veya erkek] ] âhü-yi T a ta r, {OsT} Tatar ceylanı; Kişilerin m edenî durumlarında kanunla belirlenmiş
göbeğinden m isk elde edilen karaca]\ âhü-yi m an- değişiklikler: evlenme, boşanma, çocuk sahibi olma
de-giriften, {OsT} 1. Topal ceylan tutmak. 2. mec. vs.|| ah vâl-i şairân e, {OsT} Şairce tutumlar]] ah -
Düşkünlere, zavallılara karşı insafsız davranmak; vâl-i tarih iy e, {OsT} Tarihî olaylar.|| ahvâl-i u m u
onlara musallat olmak. || âh ü -y i sefîd, {OsT} Seçkin mîye, {OsT} Genel durumlar]] ah v âl ü şerâit, D u
ve müstena güzel.\\ âhü-y ı sîm în, {OsT} 1. Gümüş rum lar ve şartlar.
kollu güzel. 2. mec. İçki sunan güzel; saki. || âhü-yi ahval2, -li [Ar. hâl > ahvâl (ahva.j) {OsT} is.
z e rrîn , {OsT} Altın yaldızlı ceylan; Güneş.
Annenin erkek kardeşleri; dayılar,
ah u b ab a, [Ar. âhi+baba Lı^ji-T] (a:hubaba) is. 1. Ba
ahvas, [Ar. ahvâş (ahva:s) {OsT} sf. (Kişi
bacan ihtiyar; sevimli yaşlı. 2. Çok sigara içen ihti
için) bir gözü küçük,
yar; ahıbaba; 3. {ağız} E snaf birliği başkanı. [DS]
ah u d u d u , [Far. âhü (ceylan) + tüt (dut) + T. -u ah v at, [Ar. havt (görüp gözetme) > ahvat {OsT}
jty>T] (a:hududu) is. bot. Ilıman iklim kuşağında is. 1. Çok ihtiyatlı 2. Pek uygun; pek münasip. 3.
Çok kapsamlı; bütünüyle içine alan.
yetişen böğürtlene benzer kırmızı meyveleri olan
gülgillerden bir çalı; ağaç çileği; frambuaz, (Rubus ahvaz, [Ar. ahvâz (ahva:z) {OsT} is. Havuz
idaeus). lar.
ahun, [Far. âhün dj*T] (a:hıı:n) is. 1. Delik; gedik; ahvec, [Ar. ahvec (ahvec) {OsT} sf. Çok m uh
yarık. 2. Lağım. S â h ü n -b er, {OsT} D uvar delici; taç; en muhtaç; pek muhtaç; daha muhtaç,
yer kazıcı. 2. mec. Maden arayıcı. 3. Hırsız. || âh ü n - ahvef, [Ar. ahvef (ahvef) {OsT} sf. 1. (Kişi i-
b ü r, {OsT} D elik açan; y e r kazan; lağımcı.
çin) en korkak. 2. Çok korkunç,
ahund, [Far. ahünd JJji-T] (a:hu:nd) sf. 1. (Kişi için)
ahvel, [Ar. havel > ahvel J j^ \] {OsT} sf. 1. Şaşı; gözü
büyük; efendi. 2. is. Şiilerin din adamı; hoca. 3.
şaşı olan. 2. mec. Her şeyi ters gören; kurnaz; hile-
Öğretmen.
kâr.
ahur, [Far. âhür {OsT} is. -*• ahır. 0 â h u r-i
ah v er, [Ar. ahver jy~\] {OsT} sf. 1. (Kişi için) beyaz
çerb, 1. B ol bol yiyip içme ahırı. 2. B ol bol yiyip
yüzlü; güzel gözlü. 2. (Göz için) akı ak, karası k a
içme.
ra, iri ela. 3. (Kişi için) zeki; akıllı. 4. öz. is. Jüpiter
Ahuramazda, [Yesta d. (eski İran dilinin bir lehçesi)
gezegeni; Müşteri,
ahura mazda] is. Zerdüşt dininde kutsal sayılan en
yüce varlık; Hürmüz, ahves, [Ar. ahver {OsT} sf. Cesur; yiğit; kahra
man.
ahuri, [Far. âhüri lSjj* H (a:hu;ri:) is. bot. Hardal,
ahya, -a ’i [Ar. hayy (canlı) > ahyâ’ (ahya:)
ahvad, [Ar. ahfad => ahvad iU>-l] is. Y üksek aileden
{OsT} is. Yaşamakta olanlar; canlılar; diriler. S
torunlar. ahyâ vü em vât, D iriler ve ölüler.
ahval2, -li [Ar. hâl > ahvâl Jljs-1] (ahvad) {OsT} is. 1. ahyaf, [Ar. h ay f > ahyâf (ahya:f) {OsT} is. 1.
Hâller, durumlar, vaziyetler. 2. Tavırlar, davranış Birbirinden farklı, çok çeşitli şeyler. 2. Süt kardeş
lar. 3. Olaylar, hadiseler. 4. Şartlar. S ahvâl-i ler.
âlem, {OsT} Dünyanın gidişi; dünyada meydana
ahyal, [Ar. hayl > ahyâl JU -I] (ahya.j) {OsT} is. 1.
gelen olaylar, bu olayların akışı.\\ ahvâl-i ask e ri
ye, {OsT} A skerî durum .|[ ah vâl-i belediye, {OsT} A t sürüleri. 2. Atlar. 3. sf. Atlı birlikler,
Beldenin durumu, işleri ve şartları]] ahvâl-i hâzı ahy an , [Ar. hin (zaman; sıra) > ahyân o l^ l] (ah-
ra, {OsT} Şu andaki şartlar, durumlar]] ahvâl-i ya:n) {OsT} is. Zamanlar; vakitler,
hususîye, {OsT} Özel hâller]] ah vâl-i hususîye
ah y an a, [Ar. ahyânâ UL^I] (ahya:na:) {OsT} zf. Z a
m uharebeleri, {OsT} as. Özel harekât.]] ahvâl-i
ism, {OsT} İsm in hâlleri]] ah vâl-i millîye, {OsT} man zaman; ara sıra,
Ulusal durum, ulusal şartlar.|| ahvâl-i m u ’tâde, ah y an en , [Ar. ahyânen (a h ya ’:nen) {OsT} zf.
{OsT} Alışılagelen olaylar; her zam an rastlanır Zaman zaman; ara sıra,
günlük olaylar.|| ahvâl-i p e rîşâ n , {OsT} Üzücü ahy an i, [Ar. ahyânî (ahya:ni:) {OsT} zf. Ara
olaylar] ] ahvâl-i p ü r-m elâ l, {OsT} Çok üzücü olay
sıra; zaman zaman; vakit vakit,
lar.]] ahvâl-i rühiye, {OsT} Ruhi hâller, psikolojik
durumlar.]] ahvâl-i sıhhiye, Sağlık durumları]] ah a h y a r, [Ar. hayyir > ahyâr jU -l] (ahya:r) {OsT} is.
vâl-i siyasiye, {OsT} Siyasi durumlar.]] ah vâl-i si- İyi, hayırlı ve erdemli olanlar,
yâsiye-i düveliye, D evletlere ilişkin siyasi ortam ahyat, [Ar. hayt > ahyât (ahya:t) {OsT} is.
lar veya durumlar.]] ah vâl-i şahsiye, {OsT} huk.
İplikler; ipler.
AHY 0 iü e iü R m y « .,6 o
ahyaz, [Ar. hayiz > ahyaz jU -l] (ahya:z) {OsT} is. ahzetm e, [Ar. ahz + T. et-me 4*^.1 .İJ-I] ( a ’hzetme)
Kapalı yerlerin bölümleri; odalar; bölmeler, {OsT} is. Kabul etme; alma,
ahyer, [Ar. ahyâr > ahyer je-l] {OsT} sf. En hayırlı; ahzetm ek, [Ar. ahz + T. et-m ek Ju-I] (a'hzet-
daha hayırlı; pek hayırlı; fazla iyi olan, mek) g ç l . f [-(d)-er] Almak; kabullenmek,
ah yun, [Far. ahyün (ahyu:n) {OsT} is. bot. Yı- a h zü ita, [Ar. ahz ü i’tâ 1 {J^s-\ j -U-l] (ahzüi:ta;) {OsT}
lanbaş denilen bir ot, (Arisarum vulgare). is. Alış veriş.
ahz, [Ar. ahz {OsT} is. -*■ ahiz. S ahz-ı asker, ah zü k ab z, [Ar. ahz ü kabz j ii-l] {OsT} is. Alma
{OsT} Asker alma.|| ahz-ı ask er şubesi, {OsT} A s ve kabul etme,
kerlik şubesi.\\ ahz-ı in tik am , {OsT} İntikam alma.|| ai, [ay] {eT} is. Ay. [EUTS]
ahz-ı in tik am etm ek, {OsT} İntikam almak.|| ahz-ı a ’ib, [Ar. ’âib l-sÎ] (a;ib) {OsT} sf. Geri dönen,
istifa, {OsT} Tamamen bitirme; tüket.me.\\ ahz-ı
a ’id, [Ar. ' avdet (geri dönmek) > ‘âid jjU ] (a;id)
m evki’, {OsT} Yer alma. || ahz-ı m evki’ etm ek,
{OsT} Yerleşmek; y e r almak.\\ ahz-ı sâ r, {OsT} Öç {OsT} sf. 1. İlgili; ilişkili. 2. Geri dönen. 3. Bir has
alma. || ahz-ı sâ r etm ek, {OsT} Öç almak. || ahz ü tayı ziyaret eden,
grift, {OsT} Tutma; yakalama; ele geçirm e.|| ahz ü a ’id at, [Ar. 'aide (gelir) > 'âidât o IjjU ] (a;ida;t)
i’tâ , {OsT} 1. Alış veriş; alım satım. 2. mec. D ostluk {OsT} is. -*■ aidat,
alışverişi; dostluk ilişkileri,|| ahz ü kabz, {OsT}
aid a t, [Ar. 'aide (gelir) > ‘âidât o IjjU ] (a;ida;t) is.
B elli bir paranın alınması ve hesaba yazılması. ||
ah z ü sirk a t, ed. Başka birinin yazdığım , söyledi 1. Gelirler, kârlar; kazançlar. 2. Vergi; harç. 3. huk.
ğini biraz değiştirerek veya değiştirmeden alma Demeklerin ve bazı kuruluşların üyelerinden belli
veya kendine m al etme. || ah z ü siyâset, Yakalama miktarlarda aldıkları paralar; ödenti,
ve öldürme. a ’ide, [Ar. 'aide ».ısU] (a.ide) {OsT} is. 1. A it olan
ahza, [Ar. ahzâ l>-l] (ahza:) {OsT} sf. (Kişi için) daha şey. 2. Gelir; kazanç; kâr. 3. Yarar; fayda. 4. Bağış;
alçak; çok alçak; en alçak, ihsan; lütuf. 5. huk. Birine ait olan hisse,
a ’idiyet, [Ar. 'âid > 'âidiyyet c-j.jjU] (a;idiyet) {OsT}
ah zab , [Ar. hizb (bölük) > ahzâb (ahza:b)
{OsT} is. 1. Kütleler. 2. Bölükler; kısımlar; zümre is. -*■ aidiyet.
ler; hizipler. 3. K ur’an-ı K erim ’in cüzlerinden her aidiyet, [Ar. 'âid > 'âidiyyet Oi-iîU] (a:idiyet) is. İ-
birinin dörtte birlik kısmı; beşer sayfalık bölümleri. lişkin olma durumu; ilişkinlik; aitlik; bağlılık; men
4. K ur’an-ı K erim ’in otuz üçüncü suresinin adı. supluk. S aidiyet eki, A itlik eki; ilgi eki; -ki.
ahzad, [Ar. ahzâd ^Uü-I] (ahza;d) {OsT} sf. Eğilip A İDS. [İng. acquired immune deficiency syndrome]
is. Edinilmiş bağışıklık yetersizliği sendromu; ölet.
bükülebilen; esnek,
a ’iffa, [Ar. 'a fif > a'iffa Ûtl] (aiffa:) {OsT} is. İffetli
ah zak , [Ar. hazakat (maharet) > ahzâk (ah-
ler.
za;k) {OsT} sf. (Hekim için) en usta; en mahir,
a ’iffe, [Ar. 'a fif > a'iffe -utl] {OsT} «.'İffetliler,
ahzan, [Ar. hüzn > ahzân o\y~\] (ahza;n) {OsT} is.
aig, [ayğ] {eT} is. Söz. [EUTS]
Üzüntüler; sıkıntılar; kederler; tasalar; hüzünler.
a ’ik, [Ar. ‘avk > câ5ik jpU ] (a:ik, k kaim söylenir)
a h z a r1, [Ar. ahzâr (ahza;r) {OsT} sf. Yeşil.
{OsT} sf. 1. Alıkoyan; engel olan; geciktiren. 2. is.
ah z a r2, [Ar. ahzâr (ahza:r) {OsT} is. Uyanıklık Engel; mania,
veren kuşkular; ihtiyatlılıklar. a ’ik a, [Ar. V ik > ‘â’ika U] (aıika) {OsT} is. 1. En
ahzeka, [Ar. ahzekâ (ahzekâ;) {OsT} (k kalın gel. 2. sf. Zor; müşkül,
okunur) sf. (Kişi için) bodur ve büyük karınlı, a ’il, [Ar. 'â ’il Jsl^] (a:il) {OsT} sf. 1. Ailesinin geçi
ahzel, [Ar. ahzel J_^l] {OsT} sf. (Kişi için) beli kırık, mini sağlayan; ailesine bakan. 2. Ailesi kalabalık
ahzem , [Ar. ahzem f>^l] {OsT} sf. 1. (Kişi için) işi sı olan. 3. Yoksul. 4. (Terazi için) dengede olmayan,
tartı birimi tarafı ağır basan. 5. Sapmış; yoldan
kı tutan. 2. Tedbirli; ihtiyatlı. 3. (Y er için) yüksek.
çıkmış. 6. Yetersiz; ehliyetsiz. 7. is. tıp. Kalp sıkış
4. (İnsan veya hayvan) göğsü büyük,
tırması; çarpıntı. 8. zf. Pek aşırı olarak; fazlasıyla,
ahzen, [Ar. hüzn > ahzen oy~\] {OsT} sf. Çok ü-
a ’ilat, [Ar. 'â ’ile > 'â ’ilât o U îU ] (a;ilâ:t) {OsT} is.
züntülü; çok kederli,
Aileler.
ahzer, [Ar. ahzer {OsT} sf. 1. (Kişi için) küçük a ’ile, [Ar. 'ıyâl (bir kimsenin bakm ak zorunda oldu
gözlü. 2. Sürekli gözünü kırpan.
ğu kimseler) > 'â ’ile «dsU] (a. ile) {OsT} is. -*■ aile
M M TUg M . 161 AJM
aile, [Ar. ‘ıyal> V ile 4İiU] (a:ile) is. 1. Aynı kan, aitlik, -ği [ait-lik] (a:itlik) is. dbl. Ait olma, ilgilen
dirme hâli. S aitlik eki, Eklendiği kelimeye a itlik
aynı soy ve aynı atadan gelen kişilerin hepsi. 2.
bağlılık ve içinde bulunma anlamı katan bir isim
Aym çatı altında yaşayan anne, baba ve çocuklar.
den zam ir ve sıfat türetmeye yarayan ek (-ki) ’tir.
3. Hanedan. 4. İnsanlar dışındaki varlıklardan bir
«Evdeki hesap çarşıya uym az.»
birine yakın olan gruplar. 5. huk. A ralarında kan,
yakınlık veya sözleşme ile birbirine bağlılık bulu a ’iz, [Ar. ‘âiz {OsT} sf. 1. K arşılık olarak ve
nan ve ilişkileri medeni yasa ile düzenlenmiş toplu ren. 2. Karşılık olarak verilmiş,
luk. S1 aile adı, B ir kimsenin kendi küçük adından
a ’izze, [Ar. ‘azız > a'izze {OsT} is. Azizler,
sonra gelen soyuna ait olan ad; soyadı. (Çocuklar
babalarından, kadınlar da dilerlerse kocalarından a j, [Far. âj jT] (a:j) {OsT} is. Dinlenme; istirahat.
gelen aile adını kullanırlar) || aile a ra sın d a , Aile aja n , [İt. agente > Fr. agent] is. 1. Bir kuruluş veya
bireyleri ve çok yakın bir kaç kişi arasında yapılan devlet hesabına gizli bilgiler sızdırm ak için çalışan
nişan, düğün, eğlence, kutlama.\\ aile bahçesi, Aile kişi; casus; çaşıt. 2. Bir kişi veya kuruluş adına iş
olarak gidilip oturulabilecek, m eşrubat içilebilecek gören kimse, temsilci; mümessil. 3. Devletin haber
yer.II aile boyu, 1. (İçecek için) birkaç kişiye yete alma örgütünde çalışan kişi. 4. Sporculann, artistle
cek büyüklükteki. 2. A ile üyelerinin tümü. || aile rin ve müzikle uğraşan sanatçıların tem silcileri;
d o k to ru , A ile bireylerinin sağlık durumlarını takip menajer. S a ja n p ro v o k atö r, Kışkırtıcı ajan; bir
eden, hastalıklarını tedavi eden, sağlık problem le kuruluş veya devlet içinde şiddete dayalı baskı y a
rini yakından bilen hekim .|| aile d o stu , Ailece tanı ratm ak için üyelerim veya çalışanları suikast ve
şılan ve gidip gelinebilen yakın arkadaş. || aile ef diğer tedhiş yollarına baş vurmaları için kışkırtan
rad ı, Aileyi m eydana getiren bireyler.\\ aile faciası, kimse.
Aile bireyleri arasında m eydana gelen katil, ya ra a ja n d a , [Lat. agenda (yapılacak şeylerj] (a ja ’nda) is.
lama veya facialar. \\ aile h astalığı, Nesilden nesle Y apılacak şeylerin günü gününe not edildiği tarihli
geçen aynı ailenin fertleri arasında görülen kalıt defter.
sal hastalık.|| aile k u rm a k , Evlenip çoluk çocuk
aja n lık , -ğı [ajan-lık] is. Ajanın yaptığı iş, casusluk,
sahibi olmak.|| aile ocağı, Ailenin kurulduğu, ye r
ajan s, [Fr. agence] (a ja n s) is. 1. Belirli bir alanda
leştiği veya geliştiği ev.\\ aile p lan lam ası, Evli çift
müşterileri ile bilgi ve insan kaynakları arasında
lerin doğacak çocukların sayısını ve zam anını ken
ticari açıdan aracılık eden kuruluş. «H aber ajansı,
di isteklerine göre düzenlem ek için doğum kontrolü
uygulamaları.\\ aile reisi, Ailenin maddi ve manevi ilan ve reklâm ajansı, mankenlik ajansı w .» 2.
sorumluğunu taşıyan söz sahibi kişi. || aile saadeti, (Radyo ve televizyon için) haber programı, haber
Evde karı koca arasında geçen barış ve mutluluk. saati.
ailece, [aile-ce] (a:ile’ce) zf. A ile fertlerinin hepsinin ajeh, [Far. â je h ^ jl] (a:jeh) {OsT} is. Siğil,
katılımıyla, ajende, [Far. âjende djüjT] (a.jende) {OsT} is. Bina sı
ailecek, [aile-cek] (a:ile ’cek) zf. Ailece,
vası olarak çamur; harç,
ailelik, -ği [aile-lik] (a:ilelik) is. 1. Aile olm a duru
mu. 2. sf. Belirtilen sayıda aileyi alabilecek ölçüde ajeng, [Far. âjeng tfijl] (a.jeng) {OsT} is. Çeşitli se
olan. beplerden yüzde beliren buruşukluk,
a ’ilevi, [Ar. ‘aile > ‘ailevî j j J ^ ] (a:ilevi:) {OsT} sf. ajiğ, [Far. âjîğ j^ jl] (a:ji:ğ) {OsT} is. 1. Gücenme; k ı
Aile ile ilgili olan, rılma. 2. Kıskançlık. 3. Kin; düşmanlık; nefret,
a ’ili, [Ar. ‘aile > ‘âilî (a:ili:) {OsT} sf. Ailevi, ajih , [Far. âjıh j^jT] (a:ji:h) {OsT} is. 1. Kir; pas. 2.
ainç, [aynç] {eT} is. Korku. [EUTS] Çapak.
a ’inne, [Ar. ‘mân (dizgin) > a'inne 4-^-1] {OsT} is. Diz ajine, [Far. âjîne o j l ] (a:ji:ne) {OsT} is. Taş dişeğisi;
ginler. dişengi.
a ’iş, [Ar. ‘ıyş (yaşama) > ‘â’iş jsjU ] (a:iş) {OsT} sf. a jir, [Far. âjîr jjjT] (a:ji:r) {OsT} is. 1. Su çukuru;
1. Yaşayan. 2. R ahat yaşayan, havuz; göl. 2. Kalabalık; izdiham. 3. Bağırtı; nara.
a ’işe, [Ar. ‘âiş > ‘âişe 4ü U ] (a:işe) {OsT} sf. (Bayan 4. sf. Hazır; amade. 5. Çekingen. 6. Açıkgöz; akıllı,
için) iyi yaşayan; yaşayan, a jira k , [Far. âjîrâk - ^ j T ] (a:ji:ra:k) {OsT} is. G ü
ait, [Ar. ‘avdet (geri dönmek) > ‘â’id jlsIp] (a:it) sf. 1. rültü; bağn çağrış,
Bir kimseyle veya bir şeyle ilgili olan; alakalı; bağ ajitasy o n , [Fr. agitation] is. psikol. Tutarsız davranış
lantılı; bağlı. 2. is. Sahibi ve malı olma. 3. e. Dair; larla kendini gösteren bir ruhi rahatsızlık,
hakkında; değgin; ilişik. 4. e. İlgili. 0 a it olm ak, ajm u k , [aj-muk] {eT} is. A k şap. [DLT] ® a jm u k
İlgili olmak, ilgisi bulunmak, birinin olmak. taz, Başı şapla sıvanmış gibi kel olan. [DLT]
AJU
ajun, [Soğd. zwn (hayat) > ajun] {eT} is. 1. Varlık bi lümlerini korumakla görevli Alman ve M acar esir
çimi; hayat. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Dünya; âlem. lerinden saraya alınıp yetiştirilm iş hadım ağaları. ||
[Mühennâ] [Yüknekî] [EUTS] [DLT] ö bu a ju n , Bu a k akçe, Gümüş para. || a k alaca, Beyaz benek;
dünya\\ ol aju n , Ahret. [DLT]ajunçı, [ajun-çı] {eT} beyazla karışık benekli. {eAT} (aym)\\ a k alem , Sel
is. Dünya iyesi; dünya sahibi [Mühennâ] çuklu sultam tarafından Osman Beye gönderildiği
ajunlug, [ajun-luğ] {eT} sf. Dünyevi; dünya ile ilgili. rivayet edilen saltanat sancağı.|| ak altın , Platinin
[EUTS] bir başka adı.|| ak a ltu n , {eAT} Halis altın; değerli
a ju r, [Fr. â jour] is. 1. Kumaşlardan iplik çekme vb. altın. 1| a k A ra p , A rap kelimesinin zenci anlamında
yollarla açılan delikleri sarma tekniğiyle meydana kullanıldığı yerlerde Araplara verilen ad. || a k aş,
getirilen işleme. 2. Mimarlıkta, ağaç ve metal işçi Sütlaç.|| a k aygır, {eT} İki kardeşler takım yıldızı
liğinde, oyma ve delme suretiyle meydana getirilen [Mühennâ]|| a k b a h t, {ağız}. İyi talih. [DS]|| a k b a k
süslemeler. la, {ağız} Beyaz kuru fasulye. [DS]|| a k b al, {eAT}
a ju rlu , [ajur-lu] sf. 1. Ajuru olan. 2. H er yanı göze Beyaz bal; arı balı. || a k b asm a, tıp. Gözlere beyaz
nekli biçimde işlenmiş olan. « A jurluyelek.» leke inmesi; aksu; katarakt.\\ a k b asm ak , {ağız}
Gözlere beyaz leke inmek. [DS]|| a k b aş, {ağız} Ta
ajüg, [Far. âjüğ jjT ] (a:jüğ) {OsT} is. 1. Ağaç bu
ne tutmamış çavdar başağı. 2. Karnabahar. 3.
dama. 2. Hurm a lifi. (Hayvan için) aim veya başı beyaz. [DS]|| a k b a
-a k 1, [-ak / -ek] {eAT} çek. e. İstek kipinin çokluk şak, Sonbaharda ekilen, kışa dayanıklı ve yum uşak
birinci kişi eki “-alım” değeriyle kullanılır, gid-ek bir buğday türü.|| a k bay, {eAT} Beyaz zengin.|| ak
(gidelim). ben ek , tıp. Gözün saydam tabakasında bir yara
-ak2, [-ak / -ek] yap. e. 1. Fiilden isim ve sıfat türeten veya çıbandan sonra görülen porselen beyazlığın
ek. Fiilin belirttiği eyleme yoğun biçimde uğraya daki leke; lökom. || a k benizli, Solgun, kansız kim
rak oluşan sonuç kavramı katan isim ler ve sıfatlar se.|| ak bez, {ağız} Beyaz patiska; kaput bezi. [DS]|j
yapar: erek, yığınak, kaçak (eşya), bitek (toprak a k bi, {eT} K ır at; beyaz at. [EUTS]|| a k biti, {eAT}
lar), siirek. 2. Fiil kökünün belirttiği eylemle ilgili İyi hâl kâğıdı; iyi am el defteri; berat. || a k boz, {eT}
olarak yer, yöre, mekân adları yapar: çatak, sığı Donu bütün ak olan at. [Mühennâ] || a k b ö rk , Beyaz
nak, barınak, durak, kavşak. 3. Eylemi yapan veya keçeden yapılan bir tür başlık. || a k b u ğ d ay , bot.
yapmaya yarayan araç, gereç adlan yapar: uçak, Beyaz kabuklu, kışa ve sürmeye dirençsiz, kurağa
ölçek, sancak, bıçak, bayrak (< bat-ır-ak), yatak. 4. ve p a sa dayanıklı fa k a t taneleri çok dökülen bir
Eylemin belirttiği işi sürekli yapan, huy ve tabiat ekmeklik buğday türü.|| a k b u lu t, {ağız} 1. Kışın
hâline getim ıiş anlam ında sıfatlar yapar: korkak görülen yağm ur bulutu; p am uk bulutları. 2. Bulutlu
(tüccar), dönek (başkan), ürkek (kız). 5. Fiilin be havalardaki bunaltıcı sıcaklık. [DS]|| a k b u ru n ,
lirttiği hareket eylemine hızlılık, seri olma anlamı {ağız} Burnu beyaz olan köpek. [DS]|| a k cinni (cin
katarak sıfatlar yapar: akak (çaylar). li), {ağız} Rakı. [DS]|| a k ç ak ır, {eAT} A k doğan.||
-ak 3 [-ak / -ek]yap. e. 1. İsimden isim yapma eki. Bir a k çalı, {ağız} Çit yapm akta kullanılan dikenli bir
yerde, bir noktada toplanma ve yoğunlaşma anlamı çalı. [DS]|| ak çab b asan , Bir buğday çeşidi.|| ak
katarak isimler yapar: başak, topak, odak. 2. Ek çeltik, Kılçıkları beyaz bir pirinç türü. || a k dalak,
lendiği kelimeye darlık, küçüklük anlamları kata {ağız} bot. 1. Yol kenarlarında biten ısırgan otu. 2.
rak yeni isimler yapar: yolak, oğlak (< oğul-ak), A ğ kurdu. [DS]|| a k d a n k a ra d a n , {eAT} Olumlu
kısrak (< kısırak). veya olumsuz ne olursa olsun.|| a k d a rı, {ağız} 1.
-ak4, [-a k / -ek] {eAT} yap. e. 1. “-ıcı” anlamında sıfat Beyaz mısır. 2. Küçük, beyaz, p a tla k mısır. [DS]||
türeten ek. 2. Organ isimleri türeten isimden isim a k dem ir, D övülm ek üzere kızgın ateşte kor hâline
yapm a eki. bög(ii)r-ek, yang-ak. 3. Geçişsiz fiiller getirilmiş demir.\\ a k dikm eler, {ağız} Kireçli top
den yer isimleri yapar, tur-ak, yat-ak. 4. Geçişsiz raktaki düzenli sel yarıntıları. [DS]|| a k don, {ağız}
fiillerden sıfatlar yapar, yumıış-ak. 1. Soğuk gecelerde donmuş çiy; kırağı. 2. Iç panto
-ak 5, [eT. -gak > -k / -ak/ -ek] {eAT} yap. e. -* -k. lonu. [DS]|| ak don cak , {ağız} Yarı giyinik; iç p a n
-ak 6, [-k / -ak / -ek] yap. e. -* -k. tolonu ile. [DS]|| a k d u t, {ağız} Beyaz dut. [DS]|| ak
a k 1, [eT. ağ (su beyazı) > âk j l ] sf. 1. Gün ışığının düşm ek, Ağarm aya başlamak.\\ a k ev, K onar gö
bütün renklerini yansıtan; süt renginde olan; beyaz. çer Yörüklerde soyluların çadırı.\\ a k fatm a, 1.
2. mec. Temiz; lekesiz. {eAT} (aym) 3. gnşl. Sıkıntı {ağız} L or tatlısı. 2. Şekerpare. [DS]|| ak gice, {eAT}
sız, huzurlu. 4. (a:k) {eT} Kır; beyaz. [DLT] [ETY] M utlu gece.II ak gök, {ağız} 1. (Sebze, meyve için)
[Gabain] [Tekin] [Mühennâ] [Yüknekî] [EUTS] 5. is. iyi kötü; yarı olmuş, yarı olmamış. 2. B ir tür incir.
{ağız} Baş örtüsü; tülbent; beyaz yaşmak. [DS] 6. 3. Çeşitli sebze. [DS]|| a k göz, Ege bölgesinde y e
{ağız} İç çamaşırı. [DS] 7. {ağız} Göz bebeğine inen tiştirilen basık ve şekilli yuvarlak, eti beyazımtırak
beyaz leke; glokom. [DS] S a k ağa İmparatorluk sarı, gözleri beyaz verimli ve tutulan bir patates
dönemi sarayında mabeyin daireleri ile harem bö türü.|| a k gözlem e, {ağız} Yağsız ekmek; pide. [DS]||
u n ııw b i .163 AKA
ak gözlü, zool. Tropik alanlarda yaşayan kahve [DS]|| ak serçe, {ağız} Boz renkli, beyaz benekli bir
rengi, sarı ve yeşil tüylü, gözlerinin etrafında beyaz tür serçe. [DS]|| ak sıcak, Kavurucu ve şiddetli g ü
bir halka bulunan ötücü bir kuş türü (Zasterop). |[ neş. || ak sıva, {ağız}] Beyaz badana. [DS || ak soy
ak gün, {ağız} M utlu gün. [DS]|j ak günek, {ağız} muk, {ağız} Dalgaların denizde meydana getirdiği
Kırda yetişen ve yenen bir tür ot; hindiba. [DS]|[ ak beyaz köpük. [DS]|| ak su, 1. tıp. Göz merceğinin
günlük, Ardıç zamkı; ardıç reçinesi. | ak gürgen, saydamlığını kaybederek beyazlamasından meyda
Kayın ağacının odun veya kerestesine verilen ad. || na gelen bir göz hastalığı; ak basma; katarakt.;
ak haba, {ağız}] Yünden dokunmuş bir tür kilim. perde. 2. {ağız} Kayalardan sızan tatlı ve berrak su.
[DS || ah hardal, {eAT} Tere tohumu.|| akı kara, [DS]|| ak sunkur, {eAT} Doğan cinsinden bir koş;
karayı ak göstermek, Olayları ters anlatmak. || akı ak doğan. | ak süt, Namuslu ve iffetli anne. || ak süt
karadan seçmek, iy i ile kötüyü, doğru ile yanlışı emmiş, Soyca ahlaklı ve namuslu aileden gelen. |
birbirinden ayırabilmek,|| ak kan, biy. L e n f dam ar aktan karadan, {eAT} {ağız} Evet, veya hayır;
larında dolaşan renksiz bir sıvı olup kan plazm ası olumlu veya olumsuz; iki şeyden birisi. [DS]|| A k
ile lenfositlerden oluşan kana göre daha çok su, tan karadan haberi yok. Cahil, dünyadan haber
üre fa k a t daha az protein, m ineral ve fıbrinojen siz, okuma yazm a bilmiyor,|| ak taş, {ağız} 1. K ilo
bulunduran sarımsı saydam sıvı; vücut sıvısı; p la z metre taşı. 2. Kireç taşı; mermer. [DS]|| at tavşan,
ma.,|| ak kanat, {ağız} 1. Kuyruğu ve yelesi beyaz {eAT} Ada tavşanı.|| ak tavuk, {ağız} 1. Güvercine
at. 2. Eski askerî örgütte en son askere çağrılacak benzer bir kuş. 2. ilkbaharda açan bir tür çiğdem
yaşlı grup. [DS]|[ ak katık, {ağız} L or ile karıştırı çiçeği. [DS]|| ak tıraş, Saçı sakalı ağarmış adam. ||
larak kurutulmuş yoğurt. [DS] | ak kavuk, {ağız} ak tilki, Yumuşak kürkü özellikle gece elbiselerin
Beyaz yünden yapılan ve fe s e benzer bir tür başlık. de kullanılan bir cins tilki.\\ ak top, {ağız} Kar topu.
[DS]|! ak kaya bülbülü, {ağız} Görgüsüz, kaba kim [DS]|| ak toprak, {ağız} 1. Toprak evlerin sıvasında
se. [DS]|| ak keçi, {ağız} Tiftik keçisi. [DS]|| ak kır, kireç yerine kullanılan bir tür beyaz tebeşirli top
{ağız} Bütünüyle beyaz olan at; süt beyaz. [DS]|| Ak rak. 2. Pekmez toprağı. 3. Killi, kireçli beyaz top
koyun kara koyun geçit başında belli olur. K i rak. [DS]j| ak tutma, {ağız} tıp. İdrarda albümin
min ne olduğu önemli bir deneme sırasında anlaşı bulunması durumu; albümineri. [DS] | ak yağ,
lır.,|| ak kozak, {ağız} Beyaz çiçekli afyon bitkisi. {ağız} Eritilmiş inek yağı. [DS] 11 ak yalavuş, {ağız}
[DS]|| ak kök, {eAT} M enekşe kökü; süsen kökü.\\ Tatlı dilli; cana yakın. [DS]|| ak yağmur, {ağız}l.
ak kulak, {ağız} Beyaz mantar. [DS]|| ak kuş, 1. iri taneli ve hızlı yağan yağmur. 2. Dolu. [DS] 11 ak
Beyaz güvercin. 2. {ağız} Atmaca. [DS]|| ak kuşak, yanış, {ağız} Yalnız kilimlerde kullanılan bir motif.
Elle örülmüş beyaz yün kuşak.\\ ak kuyruk, {eAT} [DS] 11 ak yaşmak, {ağız} Dört köşe beyaz başörtü
Siyah kanatlı, beyaz kuyruklu bir güvercin.\\ ak sü; tülbent. [DS]|| ak yavan, {ağız}] Gereksiz konu
küf, Çiçek tozu bulunan peteklerde bir tür manta şan; münasebetsiz kimse. [DS || a k y e l, {ağız} K im i
rın yol açtığı hastalık.\\ akla karayı seçmek, Güç yerde güneydoğudan, kimi yerde kuzeyden esen
lük çekmek, çok sıkıntı çekmek. || ak madde, anat. rüzgârlara verilen ad. [DS]|| ak yem, B alık tutmak
Beyni meydana getiren iki maddeden biri. || ak için oltalarda yem olarak kullanılan izmarit ve is
mantar, {eAT} Beyaz, küçük bir tür mantar.\\ ak tavrit gibi küçük balık. || Ak Y ıldız 1. g ö k b. Çoban
mık, {eAT} Boza. | ak oda, Gelin odası, z ifa f oda- yıldızı; Çolpan; Venüs 2. bot. Şemsiyeye benzer
,îz.|| ak olm aklık, {eAT} A ğarm a; beyazlaşma,|| ak sarı veya beyaz çiçekler açan zam bakgillerden kü
ot, {eAT} Beyaz çiçekli, beyaz tohumlu bir tür haş çük soğanlı bir bitki; köpek soğanı; tükürük otu,
haştı ak öy, {eT} A k keçeli ev; yurt. [Nevâyî] j| ak (Ornitho galium)\\ ak yüzlü, {ağız} Temiz; doğru;
paflak, {ağız} Beyaz ve şişman yüzlü kimse. [DS]|| diiriist.. [DS]|| ak yüzlük, {ağız} İffet; namus; şeref.
ak pak, Tertemiz. || ak pas, bot. Lahana cinsi seb [DS]
zelerin yaprak ve gövdelerinde yerleşen yosunum su ak2, [Çin. âk (kötü; nefret çeken)] {eT} sf. İğrenç;
zararlı mantar (Albugo Candida) . || ak pullu, {ağız} kötü; alçak; fena. [EUTS] [İKPÖy.]
Kenarı işlemeli baş örtüsü; çevre. [DS]j| ak pür ak3, -kkı [Ar. ‘ukük (isyan etme) > ‘âkk jU ] (a;k)
çek, {ağız} İhtiyar imdin. [DS]|| ak pürçekli, {ağız}
{OsT} sf. D ik başlı; inatçı; asi; serkeş.
(Kişi için) saçı sakalı ağarmış. [DS]|| ak saçlu,
{eAT} Çok yaşlı; ihtiyar)] ak sakal, 1. {eT} İhtiyar; ak4, -kkı [Ar. ‘ukük (isyan etme) > ‘akk j» ] {OsT} is.
saçı sakalı ağarmış; ihtiyarlamış. [DLT] 2. Köyün Anaya babaya karşı durma.
veya kabilenin başı. 3. {ağız} Ermiş; evliya. [DS]|| aka, [Moğ. ağa / aka] {eT} is. 1. Büyük kardeş; ağa
ak sakal er, {eT} Saçı sakalı ağarmış adam. [DLT]| bey. [EUTS] 2. Ağa. 3. Bilgin. 4. {ağız} Baba. [DS]
ak sakarca, {ağız} D ağ tepelerinde görülen beyaz
a ’kab, [Ar. ‘akab > a'kâb (aka.b) {OsT} is. E v
bulut. [DS]|| ak sarm aşık, {eAT} A k a s m a .| ak sa
ya, {ağız} 1. Beyaz gömlek. 2. Gemici gömleği. 3. latlar; torunlar.
Yakası, kol ve eteği işlemeli bir çeşit beyaz ceket. akab, [Ar. ‘akıb > ‘akab y-ip] {OsT} is. 1. Topuk; ök
AKA a i m i m e s ö m . 164
çe. 2. Son; netice. 3. Arka; art. 4. B ir olayın ya da akagan, [ak-ağan JLi- -üT] {eAT} s f Çok akan.
zamanın hemen sonrası; hemen ardı. 5. mec. Evlat;
akağaç, -cı [ak+ağaç] (a ’kağaç) is. Karaağaçgiller
torun; zürriyet; döl. S akab-gîr, {OsT} Birini veya
den beyaz kabuklu huş ağacı, (Betula alba).
bir şeyi kovalayan; ardına düşen. || akab-girân,
{OsT} Takip edenler; kovalayanlar; peşine düşen akaid, [Ar. ‘akide > ‘akâ’id j j U&] (aka;id) {OsT} is.
ler. || akab-ı leşker, {OsT} B ir askerî kıt'anın veya -*• akait. S akâid-i diniye, {OsT} D inî inanışlar;
kolun hemen gerisi. || akab-rev, {OsT} 1. Arkadan dinî esaslar. || akâid-i İslâm iye, {OsT} İslam dini
gelen. 2. Ardına düşen; takip eden. nin esasları.
akabat, [Ar. ‘akabe > ‘akabât o L it ] (akaba.t) {OsT} akaik, [Ar. ‘akika > ‘akâ’ik js U t] (aka.ik) {OsT} is.
is. 1. Aşılması zor dağlar tepeler, sırtlar, geçitler. 2. Çocuk için kesilen adaklar.
Korkunç olaylar; tehlikeli durumlar; korkulu daki akaim 1, [Ar. akvam (kavimler) > akâ’im ^ lîl] (etken
kalar.
im) {OsT} is. Kavimler; milletler.
akabe, [Ar. ‘akabe -ui*] {OsT} is. 1. Aşılması zor ge
akaim2, [Ar. ‘akamet (kısırlık) > ‘akâ’im ^U&] fa
çit; dik yokuş; sarp yol; tepe; yokuş yer. 2. Bir du
ka: ım) {OsT} sf. (K işiler için) kısır olan,
rum un ya da hastalığın en tehlikeli devresi. 3. mec.
Tehlike; muhatara. 4. N il’de çalışan bir tekne türü, akair, [Ar. ‘a k â r> ‘aka5ir j Ut] (aka.ir) {OsT} is. Ge
akabi, [Ar. ‘akabi L5^ ] (akabi;) {OsT} sf. Önceye ait. lir getiren mülkler, gayrimenkullar; akarlar,
akabince, [akab-i-nce] {OsT} zf. Hemen ardından, akait, -di [Ar. ‘akîde > ‘akâ’id -islit] (aka;it) {OsT}
akabinde, [akab-i-n-de] (aka;binde) zf. Hemen ar is. 1. İman ve itikatlar. 2. İbadet dışında itikat ve
dından, bir olayın arkasından, im anla ilgili din! esasların, kaidelerin bütünü. 3. isi.
akaç, -cı [ak-mak > ak-aç] is. 1. Birikmiş sıvıyı çe Usul ilmine giriş olarak kabul edilen, im ana ait İs
şitli teknikler kullanmak suretiyle uzaklaştıran boru lâmî esasların, kuralların tümü, t? akaid kitabı,
veya boşaltan, akıtan sistem. 2. Kanal, ark gibi su Dini inanışlardan, esaslardan bahseden kitap.
yolu. 3. Ç ok nemli arazide taban suyunu akıtmaya akaju, [Port, acaju] is. 1. Tropikal iklim kuşağında
yarayan yer altı oluğu, yetişen meyvesi yenilebilen, kızıl kahve renkli ke
akaçlam a, [ak-aç-la-ma] is. 1. Tarlada biriken suyu restesinden mobilyacılıkta yararlanılan orman ağa
atm ak için toprak içine delikli künkler döşemek cı; maun. 2. sf. Bu tür ağaçtan yapılmış olan,
veya toprak içinde suyun akacağı galeriler açacak ak’ak, [Ar. ‘ak‘ak &ü*] {OsT} is. Saksağan.
şekilde sürme işi; drenaj; tefcir. 2. V ücudun her
akak, -ğı [ak-mak > ak-ak] is. 1. Eğimi çok akarsu
hangi bir yerinde birikm iş olan sıvıyı borular vası
yatağı; mecra; yatak. 2. Irmak; dere; çak; küçük
tası ile boşaltma,
akarsu. 3. {ağız} Irmak ve dere suyunun hızlı aktığı
akaçlam ak, [ak-aç-la-mak] gçl. f. [-r] f-l(ı)-yor]
yer; suyun ivinti yeri; çağlayan. [DS] 4. Eğimi ve
İstenmeyen bir sıvıyı bulunduğu ortamdan çeşitli
inişi fazla yer. 5. {ağız} Kuru sel yarıntıları; dere
teknikler kullanarak uzaklaştırmak, atmak; tahliye
yatağı. [DS] 6. {ağız} Cereyan; akıntı. [DS] 7. {ağız}
etmek.
sf. Çabuk meyleden; sebatsız; maymun iştahlı. [DS]
akade, [Ar. ‘âkid > ‘akade o-iit] {OsT} is. 1. Bağla
akakır, [Ar. ‘akkar > ‘akâkîr (aka.ki.r, k'ler
yanlar; düğümleyenler. 2. Sözleşme yapanlar,
kalın söylenir) {OsT} is. Hekimlikte ilaç ve ilaç üre
akadem i, [Yun. akademos (Plüton’un ders verdiği
timinde kullanılan bitki kökleri.
bahçe) / Lat. academia] is. 1. Bilim, kültür ve sa
natla ilgili olarak söz sahibi kişilerin toplandığı akal1, -li [Ar. ‘akl (bilme, anlama) > a’kal J-îtl]
kurul, demek. 2. Uygulamalı yüksek okul, {OsT} sf. Daha akıllı; en akıllı; çok akıllı.
akadem ici, [akademi-ci] is. Kendi özgün görüşleri akal2, -İli [Ar. kıllet > akall Jil] {OsT} sf. 1. Daha az;
yerine akadem ik görüşlere veya yerleşmiş gelenek en az. 2. Değer bakım ından hiç önemi olmayan; ö-
lere bağlı kalarak eser veren sanatçı, nemsiz. S akall-i kalil, {OsT} Azın azı; p e k az.||
akadem icilik, -ği [akademi-ci-lik] is. Genel kabulle akall-i mâyekûn, {OsT} En az muhtemel; olması en
re veya resm î görüşlere uygun bir estetik anlayışına az mümkün.\\ akall-i müddet, {OsT} En kısa zaman
bağlılık. parçası.
akadem ik, -ği [Fr. academique] sf. 1. (Eser, konfe
akal3, [Far. âkâl J l iî j (a:ka:l) {OsT} is. Çer çöp.
rans, takvim vb. için) bilimsel niteliklere sahip. 2.
Üniversitelerle ilgili olan, akala, [Akala (M eksika’da bir kent)] is. Amerikan
akademisyen, [Fr. academicien] is. Üniversite öğre pamuğundan Türkiye şartlarına göre geliştirilen
tim görevlisi veya bir akademik kurulun üyesi olan uzun elyaflı bir pam uk cinsi,
kişi. akalim, [Ar. iklim (memleket) > akâlim ^ l î l ] (aka:-
f ® M l i f t S t i l i . 165 AKA
Um) {OsT} is. İklimler; memleketler; diyarlar. <5 B ir uyuz böceğinin larvası yüzünden arm ut ve as
akâlim-i seb’a, {OsT} Yedi iklim. ma ağaçlarında oluşan mazı.
akalli, [Ar. akall > akallı Jlü l] (akalli:) {OsT} zf. Hiç akarat, [Ar. 'ak âr > ‘akârât oljU p] (aka:ra:t) {OsT}
olmazsa; en azından, is. Bağ, bahçe, tarla gibi arazi cinsinden mülk par
akalliyet, [Ar. akalli > akalliyet o-JSI] {OsT} is. 1. çaları; gayrimenkul mülk. S akârât-ı mevkûfe,
{OsT} Cami, medrese, şifahane gibi dinî amaçlı
Küçük grup. 2. Bir topluluğun egemen öğeleri dı
vakıflar için bağışlanmış taşınmazlar.
şında kalan, çoğunluk oluşturam ayan etnik grup;
azınlık; ekalliyet, akarca, [ak-mak > ak-ar-ca] {ağız} is. 1. Akarsu. 2.
Sürekli olarak akan çeşme. 3. Kaplıca. 4. tıp. Sü
akanı', [Ar. ‘akam {OsT} is. Kısırlık.
rekli akıntı yapan yara; çıban; fıstül; sıraca. 5. Bel
akam2, [Ar. 'akâm flit] (aka:m) {OsT} sf. 1. Kısır. 2. soğukluğu gibi sürekli akıntı yapan hastalık. 6.
(Hastalık için) tedavisi m üm kün olmayan, Kem ik veremi. 7. Hayvanlarda görülen bulaşıcı
akamber, [ak+amber] sf. t. bot. Am ber balığı (kaşa beyin hastalığı; deli dana hastalığı. 8. Kaplıca. [DS]
lot) iç yağından elde edilen bal mum u rengindeki fi1 akarca su, {eAT} 1. Akarsu. 2. Güler yüzlü.
kokulu madde, akarcalı, [ak-ar-ca-iı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) başkası
akamat, [Yun. akamatos (gen)\ {ağız} sf. Verimsiz nın m alına zarar veren. 2. Bünyesi zayıf; hastalıklı.
toprak; işlenmemiş, genleşmiş toprak. [DS] [DS]
akamet, [Ar. ‘ukm (kısır olma) > ‘akamet c j l i t ] akaret1, [Ar. ‘akâr > ‘akârât o ljU t] (aka.ret) {OsT}
(aka:met) {OsT} is. 1. Kısırlık; verimsizlik. 2. Y an is. 1. Gelir sağlayan ev, arsa, bahçe, çiftlik gibi
yolda kalma; sonuçsuzluk. S akamete uğramak, mülk. 2. Kiraya verilm iş gelir getiren ev, dükkân
1. (İş için) sonuç alınamamak. 2. Kesilmek. vb.
akan, [ak-mak > ak-an] s f A km akta olan. S Akan akaret2, [Ar. 'akaret ojlic-] (aka.ret) {OsT} is. Kısır
sular durur. H erkesçe kabul gören ve bilinen bir olm a hâli.
gerekçe ortaya konduğunda aksini iddia etm ek ye r
akarib1, [Ar. ‘akreb > ‘akârib » -o ^ ] (aka.rib) {OsT}
siz olur.|| akan toprak, Sel sularının alıp götürdü
ğü toprak. || akan yıldız, g ö k b. Uzayda uçuşan ka is. zool. Akrepler.
yaların y e r çekimi etkisiyle atm osfere girdikten akarib2, [Ar. akârib (aka:rib) {OsT} is. A kra
sonra sürtünm e sıcaklığıyla ergiyerek genleşme balar.
sonucunda tekrar atm osfer dışına çıkması ile görü
akarlar, [Lat. acarus] is. zool. D ik toparlak gövdeli
len ışık çizgisi.
meyve ağaçları ve insanlar için asalak olan kırmızı
akana, [aka+ana] is. 1. Büyük anne; nine. 2. Üvey örüm cekler alt sınıfım oluşturan zararlılar, (Aca-
ana; analık. [DS]
rina).
akap, -bı [Ar. ‘akıb > ‘akab v_Jip] {OsT} is. -*■ akab.
akarmak, [ak-ar-mak j^jSİ] {eT} {eAT} gçsz. f. [-ur]
akar1, [ak-mak > ak-ar] is. ve sf. 1. Sıvı; akıcı. Ağarmak. [Mühennâ]
«A karyakıt, akarsu vs.» 2. {ağız} Irmak; dere; çay;
akarsu1, [akar+su j^ajlsT] {eAT} sf. G üler yüzlü; gü
küçük akarsu. [DS] 3. {ağız} Çeşme; pınar; kaynak;
su oluğu. [DS] 4. {ağız} Çeşme yalağı. [DS] 5. {eAT} leç.
Akan, ö akar akıllı, {ağız} D uygusu ile hareket akarsu2, [ak-mak > ak-ar+su] is. 1. Belirli bir yatak
eden kimse; iradesiz; dönek. [DS]|| akar amber, içinde akan çay, dere, ırmak ile yeraltında akan
bot. Sağlam keresteli, kabuğundan aselbent sıvısı bütün sular; ırmak; nehir; çay; dere. 2. El tezgâhla
elde edilen Asya kökenli büyük bir sıcak bölge rında dokunan sırma ve gümüş çizgili kadın kum a
ağacı (Liquidambar oriantalis).\\ akar bakar, {çı şı. 3. Tek sıra elmas veya pırlantadan ince platin
ğız} 1. Bakışımlı. 2. Toprağın eğimi. [DS]|| akar levhalarla birbirine tutturulm uş gerdanlık. 4. sf.
ırmak, {eAT} Akan ırmak.|| akar kokar, Çabuk mec. Sürekli; kesintisiz; aralıksız. S akarsu ağı,
bozulan, çürüyen yiyecek, içecek maddeleri. \\ Aka B ir akarsuyun kolları ile birlikte m eydana getirdiği
rı, kokarı yok. Görünüşte belli bir kusuru yok. || su akışı.|| akarsu ağzı, Akarsuların denize veya
akar oluk gibi, Arkası kesilmemecesine, bol bol, göle döküldüğü yer.
sürekli.|| akar su, {eAT} 1. Pınar. 2. -* akarsu.
akartmak, [ak-ar-t-mak J>\] {eAT} gçl. f. [-ur]
akar2, [Ar. 'akâr jLit] (aka:r) {OsT} is. 1. Ev, dük
Ağartmak; beyazlatmak,
kân, arsa, bağ, çiftlik ve tarla gibi gelir getiren akaryakıt, [ak-ar+yak-ıt] is. Y akıt veya yakacak o-
mülk. 2. Bu mülklerden elde edilen gelir; hasılat. 3. larak kullanılan sıvı petrol ürünleri ile alkolün or
Kısırlık. tak adı. S akaryakıt gemisi, Akaryakıt taşım ak ü-
akar3, [Lat. acarus] is. zool. Kene. S akar mazısı, zere im al edilmiş gem i.|| akaryakıt ikm ali, Araç-
AKA Ö IÜ M IİlftS Ö M .
larda kullanılacak akaryakıtı ulaştırmak, eksikleri akbel, [Ar. akbel J j I ] (OsT} sf. En çok beğenilen;
ni tamamlamak. gözde.
akas, [Ar. ‘akaş iJ^ ] {OsT} is. Pis kokulu olma, akbın, [Erme, ağb(in) > akbın / akbun] (OsT} is.
akasır, [Ar. cakşar > ‘akâşır U p] {O s T} sf. Pek kı Fışkılı sulama suyu ile sulanan tarla.
salar. akbiye, [Ar. kaba’ (üstlük) > akbiye 4-JI] (OsT} is.
akasi, [Ar. ‘akşâ > cakaşî (aka:si:, s kalın söy Üstlükler; üste giyilen elbiseler; kaftanlar.
lenir) (OsT} is. Çok uzaklar, akbun, [Erme, ağb(in) > akbın / akbun] is. Su basan,
gübreli, verimli tarla.
akasim, [Ar. kısım (bölme) > aksam > akasım
akburçak, -ğı [ak+burçak] is. bot. Bir metre kadar
(aka:si:m) (OsT} is. 1. Kısımlar; parçalar; bölümler. boylanabilen bir çeşit burçak; Kanada mercimeği.
2. Kısmetler; nasipler; hisseler,
akça1, [ak-ca ^ 1 ] (eAT} is. Aksu; katarakt.
akasma, [ak+as-ma] is. bot. Düğün çiçeğigillerden
bahçelerde süs olarak yetiştirilen filbahar, merye- akça2, [ak-ca / ak-ça ^>=51] (eAT} is. -*■ akçe.
mana, yaban asması gibi tırmanıcı odunsu gövdeli akcılrak, -ğı [ak-çıl-rak] {eAT} sf. Beyaza çalar; be
çiçeklerin ortak adı. (Clematis). yazımsı.
akasya, [Yun. akakia / Lat. acacia > Fr. acacia] is. akciğer, [ak+ciğer] is. anat. Doğrudan havayla solu
bot. 1. Küstüm otugiller (Mimosa-ceae) familya num yapan canlılarda ve özellikle insanda oksije
sından çok değişik türleri bulunan, çoğu türleri nin kana karışmasını sağlayan temel solunum or
yaprağını dökmeyen dikenli, çiçeklerinin güzelli ganı. S akciğer göbeği, Akciğerin iç yan yüzünün
ğiyle tanınan ağaççıklar. 2. Baklagillerden bir a- ortasındaki bronş, akciğer atardamarı, bronş atar
ğaççık, (Robinia pseudoacacia). damarı ve sinirlerin girdiği, akciğer toplardamarı
akavil, [Ar. kavi (söz) > akâvıl J jj® ] (aka:vi:l) ile akkan damarının çıktığı yer. | akciğer kesecik
(OsT} is. Kaviller; sözler; lakırdılar. S akâvil-i bâ leri, Akciğer lopçuğunun piram it biçiminde, 1-2
tıla, (OsT} Batıl sözler.|| akâvil-i kazibe, (OsT} Ya mm. genişliğindeki parçaları.\\ akciğer lopçuğu,
lan sözler. Sağ akciğerin iki yarıkla, sol akciğerin bir yarıkla
akavim, [Ar. kavm > akvam > akâvîm ^ jlil] (a- beş parçaya bölünmesi ile oluşmuş parçalar; alve-
ol. || akciğer peteği, K anın gaz alışverişini yaptığı,
ka:vi:m) (OsT} is. Kavimler,
içi ve dışı p e k çok çukur ve kabarcıklarla dolu ak
akay, [aka / akay] (ağız} is. Adam; erkek. [DS]
ciğerin en küçiik bölümü olan kesecikler. || akciğer
akazdır, [Ar. al-hasdır jA-iifr!l] (OsT} is. Simyacıların zarı, Akciğeri dıştan kaplayan seröz madde; plev-
kalaya verdikleri ad. ra.
akbaba, [ak+baba / Ar. 'ukâb] (a ’kbaba) is. zool. akciğerliler, [ak+ciğer-li-ler] is. zool. Karada ve tatlı
K ayalık yüksek dağlarda yaşayan, hayvan ölülerini sularda yaşayan, solunumlarını ilkel akciğer sayı
yiyerek beslenen, başı ve boynu çıplak, iri ve yırtı lan solunum keseleri ile sağlayan karından bacaklı
cı bir kuş emsinin genel adı, (Vultur). S akbaba yumuşakçaların bir takımı.
lar gibi üşüşmek, Paylaşmanın söz konusu olduğu akça1, [ak-ça 4=*sT / *>üil] ( a ’kça) sf. 1. Beyazımsı;
yere zaman kaybetmeden koşup toplaşmak. beyaza yakın renkte. 2. {ağız} Siyahlı beyazlı; ala
akbabagiller, [akbaba-gil-ler] is. zool. Akbaba türle ca. [DS] 3. {ağız} Pam uk ipliğinden dokunmuş çul.
rini içine alan kuşlar familyası, (Vulturidae). [DS] fi1 akça bardak, bot. {ağız} Kardelen; kar çi
akbah, [Ar. kubh (çirkinlik) > akbeh ^Jl] (OsT} sf. çeği; çiğdem. [DS]|| akça katık, {ağız} Tuzlanıp
Daha çirkin; en çirkin; en uygunsuz; çok yakışık deri tulum içinde saklanan yoğurt. [DS]|| akça ka
sız. vak, {eAT} B ir tür söğüt. || akça koca, {ağız} Saçı
akbakan, [ak+bak-an] (ağız} sf. Beceriksiz; budala. sakalı beyazlaşmış ihtiyar. [DS]|| akça pakça, Eli
[DS] yüzü temiz, beyaz tenli, güzel. || akça rüzgâr, {ağız}
akbalık, -ğı [ak+balık] is. zool. Başı koyu renkli, Kuzeybatıdan esen yel. [DS]|| akça yel, Güney do
levreğe benzer, kemikli 3-5 kg ağırlığında bir cins ğudan esen ılık rüzgâr; keşişleme.
göl balığı (Pararutilus frisii). akça2, [eT. ağ! (servet, mal) > ağl-ça > ak-ça <*=sl] is.
akbalıkçıl, [ak+balık-çıl] is. zool. Üreme mevsimin akçe. S akça assıya virm ek, {eAT} Faizle p ara
de süslü tüyleri çıkan, beyaz veya kül rengi görü vermek.|[ akça assısı, {eAT} Para geliri; faiz.\\ akça
nümünde büyük bir su kuşu. (Egretta alba). assıya almak, Faizle p ara almak.\\ akça kaldır
akbaş, [ak+baş] is. 1. bot. Baklagillerden iki yıllık mak, {eAT} Para toplamak; avuç dolusu para
yem bitkisi, (Melilotus alba). 2. zool. Yazları soğuk edinmek.\\ akça kesmek, (eAT} Para basmak; sikke
bölgelerde yaşayan, kışları ılık kıyılara göç eden kestirmek.\\ akça sayılmış kul, {eAT} Para ile edi
ince gagalı bir kaz türü; deniz kazı (Bernicla). nilmiş köle.
Û I I M R ttS M .1 6 7 AKD
akçaagac, [ak-ça+ağac 4^sl] {eAT} is. Akçaa zim m et, {OsT} huk. İslam olmayanların İslam dev
letinin tâbiiyetini kabul etmesi.|| ak d ü hal, {OsT}
ğaç-
ed. Klasik Türk Edebiyatında nesri nazm a çevirme
akçaağaç, -cı [ak-ça+ağaç] is. bot. Ilıman bölgelerde
ye akd, nazmı nesre çevirmeye de h a l adı verilir.
yetişen kerestesi sağlam ve hafif bir orman ağacı,
(Acer). ak d ah , [Ar. kadeh (su kabı) > akdâlı ^-iil] (akda:h)
akçaağaçgilller, [ak-ça+ağaç-gil-ler] is. bot. Yaprak {OsT} is. Bardak, maşrapa, kupa gibi su ve içki içe
ları karşılıklı dizili ve parçalı, örneği akçaağaç olan cek kaplar; kadehler,
yaklaşık yüz elli türün ortak adı, (Aceraceae). ak d am , [Ar. kadem > akdâm fi-ül] (akda:m) {OsT} is.
akçakavak, -ğı [ak-ça+kavak] is. bot. Dünyanın pek Ayaklar.
çok yerinde yetişen park ve bahçeleri süsleyen,
yapraklarının alt yüzü beyaz tüylü 20- 25 metre a k d a r, [Ar. kadr (değer) > akdâr jl-iil] (akda:r) {OsT}
kadar boylanabilen bir ağaç, (Populos alba). is. 1. Değerler; kıymetler. 2. Kudretler,
ak çakır, [ak+çak-ır] {eAT} is. zool. Ak doğan, a k d a ra ç , -cı [aktar-mak > aktar+ağaç] {ağız} is. -*■
akçalaşm ak, [ak-çe / ak-ça-la-ş-mak] işteş, fi [-ır] aktaraç. [DS]
{ağız} Pazarlık etmek. [DS] a k d arı, [ak+darı] is. bot. Tohumları kuş yemi olarak
akçalı, [akça-lı] sf. -*■ akçeli. kullanılan buğdaygillerden bir yıllık otsu bitki,
akçalık, -ğı [akça-lık] {eAT} is. Para kesesi, (Panicum).
akçam uk, -ğu [ak-ça-muk] {ağızf is. 1. Bütünüyle a- ak d arılm a k , [akdar-il-makjij-Ail] {eT} {eAT} dönşl. f.
çılmış pamuk kozası. 2. Bir tür saçkıran hastalığı. [-ur] Yüz çevirmek; başka yana dönmek,
[DS]
a k d a rm a k , [ağdar-mak / akdar-mak j-o_>-ül] {eAT}
akçe, [eT. ağı (servet) > ağl-ça > ak-ça / ak-çe] is. 1.
g ç l.f. [-ur] 1. Yere yıkmak; alt etmek; devirmek;
Küçük gümüş para. 2. H er çeşit madenî para. S1 yenmek. 2. Altını üstüne getirmek; aktarmak,
akçe etm ez, Değersiz. |j akçe kesm ek, M adenî p a
ra basmak. || akçe şıkırtısı, Para haberi, p ara ümi- ak d em , [Ar. kadem (önce olma) > akdem j*-^l] {OsT}
di. || akçesi ucuz olm ak, Cömert, eli açık olmak. sf. 1. Önce. 2. Daha önce; ilk önce; en önce. 3. Ö n
akçeli, [ak-ça-lı] sf. Paralı, para ile ilgili, parasal. S de ve ilk planda olan; önemli, fi1 akdem -i efk â r,
akçeli işler, TBM M İçtüzüğüne göre bütçe ve her {OsT} Düşüncelerin en önemlisi.\\ akdem -i u m u r,
türlü ödenekli işler. {OsT} işlerin en önemlisi.
akçıl, [ak-çıl / J*»»sT] sf. Rengini atmış, yer yer akdem in, [Ar. akdem > akdemin o e -^ ] (akdemi:n)
beyazlıkları olan; beyazımtırak, {eAT} (aym). {OsT} is. 1. Önceden olanlar. 2. Geçmişler. 3. Önce
akçıllanm a, [ak-çıl-la-n-ma] is. Rengini atma, sol yaşamış olanlar. 4. Eksikler,
ma. akdem iyet, [Ar. akdem > akdemiyyet c~ojüI] {OsT}
akçıllanm ak, [ak-çıl-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Rengi sf. 1. Zaman bakım ından eskilik; öncelik. 2. Değer
ni atmak, beyazlanmaya başlamak, ve liyakat bakım ından öncelik; üstünlük.
akçıllaşm a, [ak-çıl-la-ş-ma] is. Akçıl hâle gelme, a k d er, [Ar. kadr > akder j-ül] {OsT} sf. 1. Çok güçlü;
akçıllaşm ak, [ak-çıl-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Rengini
en kudretli. 2. Kısa boylu. 3. Kısa boyunlu,
atmaya yüz tutmak,
akçıllık, -ğı [ak-çıl-lık] is. Akçıl olm a hâli, akdes, [Ar. kuddüs (kutsal) > akdes ^ -ü '] {OsT} sf.
akçın, [ak-çın] sf. -*■ akşın, Daha mukaddes; en mukaddes,
akçınlık, -ğı [ak-çın-lık / akşın-lık] is. -*■ akşınlık, ak d etm e, [Ar. ‘akd+ T. et-me j^p] {O s T} is.
akçöplem e, [ak+çöp-le-me] is. Zambakgillerden iri Yapma; düzenleme,
yapraklı, beyaz salkım çiçekli zehirli, bir otsu bitki
ak d etm ek , [Ar. ‘akd+ T. et-mek jâ p ] {O s T} gçl.
(Veratrum album).
fi [-(tI)-er] f-e(d)-iyor] Düzenlemek; yapmak,
akd, [Ar. ‘akd (düğüm atmak) J it] {OsT} is. -*■ akit.
akdî, [Ar. ‘akd > ‘akdi (_jjUp] (akdi:) {OsT} sf. Söz
S akd-i encüm en, {OsT} huk. Encümen kurma.||
akd-i istikraz, {OsT} huk. Borç alma sözleşm esi.|| leşme ile belirlenmiş; sözleşmeden doğan. S a k d î
akd-i ittifak, {OsT} huk. D evletlerarası antlaşma.\\ faiz, {OsT} Miktarı sözleşme ile belirlenmiş olan
akd-i meclis, {OsT} huk. Meclis kurma; konuşmak fa iz .|| ak d î m es’uliyet, {OsT} Sözleşme koşullarının
üzere toplanma.\\ akd-i m uaveza, {OsT} huk. Ta yerine getirilm esi sorumluluğu,|| ak d î tazm in at,
raflarca ivaz karşılığında yapılan sözleşme. || akd-i {OsT} Sözleşme koşullarına uymayan kimsenin
nikâh, {OsT} huk. Evlenm e sözleşmesi; nikâh.|| ak- ödemekle yüküm lü olduğu ve sözleşm e ile belir
din in ’ikadı, {OsT} huk. Sözleşmenin kurulması.\\ lenmiş olan tazminat.
akd-i pey, {OsT} huk. Satış sözleşmesi. || ak d -i ak d ik en , [ak+dik-en] is. bot. M eyveleri hekimlikte
AKD ÜHlİfflfCESOİM. ms
kullanılan bir alıç ağacı türü; geyik dikeni; karaça ak ıb et, [Ar. ‘akıbet c -s lt] (a:kıbet) {OsT} is. 1. Son,
lı; (Rhamnus).
bitim; sonuç. 2. Gelecek; istikbal. 3. Daha önce
ak d irm it, -d i [ak + Yun. drimitis] {ağız} is. Küçük yapılan işlerin sonucu; netice. 4. Ölüm. 5. zf. So
taneli bir tür üzüm. [DS] nunda; neticede, 6> âk ıb et-b în , {OsT} Sonucu ön
akdiye, [Ar. 'akad (düğümleme) > ‘akdiyye aj-Up] ceden görebilen; uzak görüşlü.\\ âk ıb et-b în î, {OsT}
{OsT} is. anat. Eklemlerdeki boğumlar, düğümler, Uzak görürlülük.^ âkıbet-endîş, {OsT} Sonunu dü
şünenı.|| ak ıb eti h ay ro la, Sonunun iyi olmasını di
akdoğan, [ak+doğ-an] is. zool. Kuzey yarım kürenin
lemek için söylenen söz veya dua.\\ â k ıb e tü ’l-em r,
bütün bölgelerinde yaşayan, deniz kuşları ve ke
{OsT} 1. B ir işin sonu. 2. işin sonunda; neticede.
mirgenlerle beslenen ve yalıyarlara yuvalarını ku
ran yırtıcı bir kuş cinsi, (Falcorustucolus). akıcı, [ak-ıcı] sf. 1. Kolay akan; sıvı. 2. mec. Rahat,
tabii, uyumlu. 3. Dil ve düşünce bakım ından güç
ak d u k , -ğu [eT. agduk] {ağız} is. Kötü; fena; çirkin.
lük çıkarmadan, düşüncenin ve anlam anın akışını
[DS]
durdunnayan, kolay anlaşılır ve zevk verir bir ifade
a k d u rm a k , [ak-dur-mak {eAT} gçl. f. [-ur] biçimi. S1 akıcı ünsüz, Akıcı bir söylenişi olan L
Akıtmak. ve R ünsüzleri.
a’kef, [Ar. a‘kef ı_iSLpl] {OsT} sf. Çok akılsız; pek akıcılık, -ğı [ak-ıcı-lık] is. 1. Akıcı olm a hâli. 2. mec.
Kolaylık; düzenlilik; rahatlık; selaset.
sersem.
ak ıd ak , -ğı [ak-ıt-ak] is. 1. {ağız} Lazımlık; oturak. 2.
akese, [Far. âkese 4-~S"l] (a:kese) {OsT} sf. 1. Bir şeye
Sidik. [DS]
yapışmış, ilişmiş. 2. Ökse, ak ıd ık, -ğı [ak-ıt-ık] {ağız} sf. 1. H er yere işeyen
akfa, -a’i [Ar. kafa (ense) > akta’ *ISİ] (akfa;) {OsT} kimse. 2. Kararsız; ikiyüzlü; sebatsız; dönek. [DS]
is. Başın arka tarafları; enseler, ak ıd ılm ak , [akıt-mak > akı(t)-ıl-mak] {eAT} ed il.f. [-
ur] A kıtm ak işi yapılmak; akıtılmak,
akfal, [Ar. kufi > akfal JUsl] (ahfad) {OsT} is. Kilit
akıdılm ış, [akıdıl-mış] {eAT} sf. Akıp dağılan,
ler.
ak ıd ın ılm ak , [akıd-ın-ıl-mak] {eAT} edil. f. [-ur] 1.
a k fa r, [Ar. kufr > akfar jUsl] (akfa:r) {OsT} is. Çöl Akıtılmak. 2. Fışkırtılmak,
ler. akıg, [ak-ığ] {eT} is. 1. Akış; akma. [Üç İtigsizler] 2.
akfas, [Ar. kafaş > akfaş ^U sl] (akfa;s) {OsT} is. 1. Akıntı; cereyan [Gabain] [EUTS] 3. Göz yaşı.
[EUTS]
Hamal küfeleri. 2. Kafesler.
akıglıg, [alç-ığ-lığ] {eT} sf. Akan; akıcı; cereyanlı
ak fer, [Ar. akfer {OsT} sf. Çok kısır, en kısır. [Gabain] [Üç İtigsizler] [EUTS]
akgöz, [ak+göz] {ağız} sf. 1. Korkak; budala; ahmak. akıgsız, [ak-ığ-sız] {eT} sf. Akıcı olmayan; akmayan;
2. H er şeyde gözü olan; aç gözlü. 3. Fesat; hırçın. akmtısız; cereyansız. [EUTS] [Gabain] [Üç İtigsizler]
[DS] ak ik , -ğı [ak-mak > ak-ık] sf. 1. Sulu. 2. Çapaklı,
akgünlük, -ğü [ak+gün-lük] is. tıp. Bosvellia cinsi âkil, [Ar. ‘alçl (köstek) > ‘âkil JSVp] (a;kıl) {OsT} sf. 1.
ağaçların kabuğundan sızdırılmak suretiyle elde Akıllı. 2. Anlayışlı. 3. Bilgin. 4. Mantıklı. 5. D üşü
edilen, şifalı, beyaz renkli, koyu kıvamlı bir tür nen; mantıklı. 6. huk. Bir adam öldürme olayının
reçine (Olibanum). kan bedelinin ödenmesine katılan akraba veya ar
ak h af, [Ar. lcıhf > akhâf 3 U Jİ] (akha.f) {OsT} is. 1. kadaş. S âk il baliğ olm ak, Bulûğa ermek; ergen
K afataslan. 2. Ağaçtan yapılmış kaplar, olmak; reşit olmak.]| âk ılü ’l-u k alâ, {OsT} Akıllıla
rın akıllısı; en akıllı.
a k h a rd a l, [ak+hardal] is. bot. Turpgiller familyasın
dan tohumları sofra hardalı olarak kullanılan, taze akıl, -klı [Ar. ‘akl (köstek) Jip ] is. 1. İnsanm kendi
yeşil yapraklan ise salata olarak yenen san çiçekli davranışlarını tanımasına, bilmesine ve değerlen
bir yıllık otsu bitki, (Sinapis alba). dirmesine yarayan kabiliyeti; anlak; beyin; derk;
ak h e r, [Ar. kahr > akher I] {OsT} sf. Çok kahredi dimağ; havsala; izan; kafa; kavrayış; kiyaset; natı
ka; us. 2. İyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, gerçekle
ci; en kahredici.
yalanı ayırt edebilme gücü; ufuk. 3. Bellek; hafıza.
a k ı1, [ak-ı] {eT} {eAT} sf. 1. Cömert; eli açık. [DLT] 4. Düşünce ve kanaat. 5. İdrak; anlayış; fahime;
[EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 2. Yiğit; koçak. fetanet; feraset; basiret; müdrike; müfekkire. S
akı2, [ak-mak > ak-ı] is. fiz. B ir kuvvet alanında, belli ak ıl a lm a k (danışmak), Birinin tavsiyesini almak. ||
b ir düzlemin belli bir kısmından geçtiği varsayılan ak ıl alm az, inanılm ası mümkün olmayan.\\ akıl
kuvvet çizgileri; seyelan. çelm ek, Birini yoldan çıkarmak, saptırmak.\\ akıl
ak ı3, [Ar. ‘alçk > ‘âkî Jilp] (a:kı:) {OsT} sf. İsyan e- d a k alm ak , Hatırlamak, unutmamak. || ak ıld an çı
den; baş kaldıran; asi. k a rm a k , Unutmaya çalışmak. || ak ıld a n çözmek,
İ IM I İ I Î I M .1 6 9 AKI
Herhangi bir araca gerek kalmadan zihnen hesap m ak,|| aklı gitmek, Şaşırmak.\\ aklı gözünde, A n
la m a k || akıldan geçirmek, Kısa bir zaman dü cak gözüyle gördüklerine inanır.\\ aklı ırılmak,
şünme,fc|| akıldan gitmemek, Unuiamamak.\\ akıl {eAT} Aklı gitmek; bayılmak.|| aklı karışmak, Ne
danışmak, Birinin tavsiyesini almak.|| akıl defteri, yapacağını bilememek.\\ aklı kesmek, Yapabilece
Birinin önem verdiği bazı şeyleri hatırlamak için ğini düşütnmek.\\ aklı kıt, Anlayışı ve idraki smırlı.\\
tuttuğu not defteri; ajanda.\\ akıl delisi, {ağız} Zeki aklına düşmek, B ir şeyi hatırlamak.\\ aklına eseni
fa ka t çok yaram az çocuk. [DS]|| akıl dışı, M evcut yapmak, İçinden geldiği gibi ani davranışlarda
bilgilerle sadece akıl yürütm ekle açıklanamayan bulunmak.\\ aklına gelen başına gelmek, Olma
durum.\\ akıl dişi, On yedi ile otuz yaşları arasında sından korktuğu bir şey olmak. || aklına hiffet ge
çıkan üçüncü azı dişi. || akıl doktoru, A kıl hastala tirmek, Delirmek. || aklına koymak, B ir şeyi y a p
rını tedavi eden hekim.\\ akıl durdurucu, Şaşırtıcı, mağa karar vermek. || aklına sığdıramam ak,
hayret uyandırıcı.\\ akıl eksikliği, M uhakeme y e inanmamak, tasavvur edememek. || aklına şaşmak,
tersizliği,|| akıl erdirememek, Sırrını çözememek; Birinin fikrin i veya davranışını beğenmemek.\\ ak
sebep sonuç ilişkisini kavrayamamak. || akıl ermez- lına turp sıkmak, argo. Birinin fikrini, yaptığını
lik, {ağız} Cahillik. [DS]|| akıl etmek, Herhangi bir beğenmemek. || aklına uymak, Birinin uygunsuz bir
durum karşısında bir çare bulabilmek.\\ akıl fıka- teklifini, görüşünü kabul etmek, ona uymak.\\ aklı
rası, Başkasının yardım ı olmadan doğruyu bula- na yer etmek, H iç uımtmamak.\\ ak lın d an zoru
mayan.|| akıl gitmek, {eAT} Bayılmak. || akıl hasta- olm ak, A kıl dışı davranışlarda bulunmak\\ aklın
hanesi, Ruh ve akıl hastalıklarıyla ilgili hastane. || dan zoru olmak, Akılsızca iş yapmak. || aklım al
akıl hastalığı, Ruhi fonksiyonların sürekli bozuk mak, Aklını m eşgul etmek.\\ aklını bozmak, Sapıt-
luğu.|| akıl hocası, Herkese akıl öğretmeye yelte mak. || aklının terazisi bozulmak, Dengesiz işler
nen kimse. || akıl için yol birdir, Doğru düşünüldü yapmak. || aklını peynir ekmekle yemek, Akıllıca
ğü zam an herkes aynı kanaate varır.\\ akıl kârı, davranmak gerekirken akıl dışı davranışta bulun-
Akla yatkın. || akıl kethüdası, H erkese akıl verme mak. || aklınla çok yaşa, 1. İsabetli bir ikazdan ve
meraklısı olan kimse.\\ akıl kumkum ası, K üçük ya hatırlatmadan dolayı övgü sözü. 2. Olmayacak
olmasına rağmen akıllı ve bilgiç çocuk.\\ akıl kutu bir şey söyleyene söylenen alay sözü. || aklı oyna
su, K üçük olmasına rağmen akıllı ve bilgiç çocuk. || mak, Korkmak. || akb saplanmak, Devamlı olarak
akıllara durgunluk verm ek, D üşünem eyecek du bir şeyi düşünmek.\\ aklı sıra, Düşüncesine gö re.||
ruma getirmek, şok etkisiyapm ak.\\ akıllara zarar, aklı şaşmak, {eAT} D üşünemez duruma gelm ek.||
Akılları muhakemeden alıkoyacak kadar mantığa aklı takılmak, B ir şeyi sürekli olarak düşünmek.\\
aykırı. || akıl öğretmek, Yol göstermek, tavsiyede aklı tepesinden bir karış yukarıda, Sağduyudan
bulunmak.\\ akıl satmak, Bilgiç geçinerek başkası uzak davranan.|| aklı yatm ak, Uygun bulmak.\\
na akıl vermeye kalkışmak.\\ akıl terellelli, Denge aldı zıvanadan çıkmak, Kendini kontrol edemeye
siz kimse. || akıl var, izan var, Daha çok belgeye ve cek derece kızmak.
düşünmeye gerek yok. || akıl yormak, Düşünmek, akılam ak1, [ak-ı(ğ)-la-mak] {eT} gçsz. fi. [-r] A ğla
hatırlamak için kendini zorlamak.\\ akıl zayıflığı, mak. [Gabain]
Sağlıklı düşünememe; bunama. || akla dammak, akılamak2, [akı-la-mak] {eT} gçl. fi [-r] Cömert
{ağız} A kla gelmek; sezmek. [DS]|| akla dokunmak, saymak; cömertliğe nispet etmek. [DLT]
Şaşırtmak. || akla gelm edik, Düşünülmeyen, sürp-
akılan, [Ar. 'âkil > ‘akılan (a:kıla;n) {OsT} is.
riz.|| akla gelmek, Düşünmek; anımsamak.\\ akla
hayale gelm ez, İnanılması güç, dehşet verici. || ak Akıllı kişiler; akıllılar.
la sinmek, {eAT} Akla yatmak.\\ akla yakın, K abul akılane, [Ar. ‘âkil + Far. -âne (a;kıla;ne)
edilebilir, makul.\\ aldı alm amak, Olabileceğini {OsT} zf. Akıllıca; akıllı bir kim seye yakışır biçim
düşünememek, kavrayamamak.\\ aklı başına gel de.
mek, Doğruyu bulmak, ayıkmak. || aklı başında
akılat, [Ar. ‘âkil > ‘âkılât (a:kıla;t) {OsT} is.
kalmamak, Şaşırmak. || aklı başında, Uyanık ve
tedbirli.|| aklı başından gitmek, Şaşırmak, kendini Akıllılar.
kaybetmek. || aklı başka yerde olmak, Yaptığı iş akılcı, [akıl-cı] sf. 1. A kıl ve m antık verilerine daya
lerden başka konuları düşünmek.\\ aklı bulanm ak, nan. 2. fel. Doğruluğu, akla uygunlukla açıklayan
{eAT} Aklı karışmak; zihni karışmak.\\ aklı çıkmak, görüşten yana olan; rasyonalist. 3. {ağız} Akıl ve
Çok korkmak.|| aklı dağılmak, D üşüncelerini bir ren. [DS]
konu üzerinde topIayamamak.\\ aklı durmak, D ü akılcılık, -ğı [akıl-cı-lık] is. fel. Doğruluk ölçüsü o-
şünememek, hayret etmek. || aklı eren, Anlayıp id larak ancak aklı ve mantığı esas alan felsefî görüş;
rak edebilen. || aklı ermek, Bazı konuları anlayabi rasyonalizm.
lecek yetenekte olmak.\\ akb fikri (bir şeyde) ol akıldak, -ğı [akıl-dak] {ağız} sf. Aynı akılda olan; ka
mak, D üşüncesini yalnız o konıı üzerinde topla fa dengi. [DS]
AKI Ö I Ü M I tif f lf C tS Ö M i.ır o
akıldane, [Ar. ‘akil + Far. dânâ] (akılda;ne) sf. Çok akılsuz, [akıl-suz] {eAT} sf. 1. Baygın. 2. Ahmak; a-
kılsız; beyinsiz.
akıllı.
a k ım 1, [ak-ım] is. 1. Bir akışkanın ve enerjinin belirli
akile, [Ar. ‘âkil >(dişil) ‘âkile 4sU] (a:kıle) {OsT} sf.
bir yönde hareketi; cereyan. 2. Sanatta, politikada,
(Bayan için) akıllı, düşünce hayatında gruplaşmaya sebep olan görüş;
akılga, [ak-mak > ak-ıl-ga] is. Sızıntı ya da yağmur çığır; dalga; hareket; moda. 3. M eyil; suya akış im
sularının akması için çoğunlukla istinat duvarların kânı veren eğim; akıntı yönü. 4. {ağız} Ayağın üstü.
da dikine boydan bırakılan yarık. [DS] S akım çatağı, {ağız} K üçük sellerin birleşme
ak ılg an 1, [ak-ıl-gan] {ağız} sf. 1. Akıntılı, hızlı akan yeri. [DS]
su; akıntılı su kanalları. 2. Ağacın kabuğu ile göv ak ım 2, [ak-ım] {eT} sf. Bir defada akacak kadar olan;
desi arasındaki ince tabaka. [DS] akım. [DLT]
akılgan2, [Ar. ‘akıl + T. -gan ?] {ağız} sf. Bilgiç; çok ak ım 3, [Ar. ‘akamet (kısırlık) > ‘âkım piU] (a:kım)
bilmiş. [DS] {OsT} sf. Kısır; verimsiz,
akılık, [akı-lık] {eT} is. Cömertlik; seleklik. [Yüknekî] ak ım to p lar, [ak-ım+top-la-r] is. Üretilen elektrik e-
[DLT] nerjisinin fazlasını kimyasal enerji hâlinde toplayıp
ak ıllan d ırm a, [akıl-la-n-dır-ma] is. Eğiterek doğru depolam aya yarayan araç; akümülatör,
ve kurallara göre davranmasını sağlama, ak ın , [Harizm. ak-mak (baskın yapm ak) > ak-m] is.
ak ıllan d ırm ak , [akıl-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] U s 1. Sürü hâlinde kesintisiz, hızlı ve yoğun bir akış
landırmak, terbiye etmek; yola getirmek, hareketi. 2. Bir yere üşüşme; çok sayıda akarak
akıllanm a, [akıl-la-n-ma] is. 1. Akıllanmak işi. 2. gelip toplanma; tehacüm. 3. A skerî hücum. 4.
Olayların kazandırdığı tedbirlilik, uyanıklılık, Düşman topraklarına, sindirme ve korkutma ama
cıyla hızla gerçekleştirilen talan ve yağma saldırısı.
ak ıllan m ak , [akıl-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Başına
5. Ülkeden ülkeye durmaksızın, akarcasına yapılan
gelen olaylardan ders alarak daha tedbirli davran
saldırı, savaş ve asker yürütme. 6. Göç. 7. {eT} is.
m ak, olması gerektiği gibi doğru hareket etmek. 2.
Akıntı; sel. 8. {eAT} Dalga. 0 ak ın ak ın , Ardı ar
Y ola gelmek; uslanmak,
kası kesilmez kalabalıklarla.|| ak ın çap m a k , {eAT}
ak ıllanm az, [akıl-la-n-maz] sf. Düzelmesi olanaksız;
Akın etmek; hücum etmek; baskın yapmak.\\ akın
söz anlamaz; öğüt dinlemez,
etm ek, 1. Sürü hâlinde üşüşmek, yürümek. 2. B as
akıllı, [akıl-lı] sf. 1. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden kın tarzında düşman ülkesine saldırmak; sefer ey-
ayırt edebilecek durumda olan; âkil. 2. Aklı olan. 3. lemek.\\ ak ın eylem ek, {eAT} Akın etmek; hücum
Zekâ seviyesi yüksek olan. 4. Doğru düşünen; sağ etmek; baskın yapmak.\\ ak ın m u n d u z, {eT} B ir
duyu ve anlayış sahibi; arif. S. Ağır başlı; dikkatli; denbire gelen sel; deli sel. [DLT] 11 ak ın sald ırm ak ,
temkinli. 6. alay. Fırsat düşkünü. S akıllı dav {eAT} Akın etmek; hücum etmek; baskın yapmak.\\
ra n m a k , Aklım kullanarak tedbirli olmak.\\ akıllı ak ın salm ak , {eAT} Akın etmek; hücum etmek;
geçinm ek, Başkalarım kandırabileceğini sanmak.\\ baskın yapmak.
akıllı k â rı, A ncak bir akıllının yapacağı iy.|| akıllı a k ın ca k , -ğı [ak-m-cak] {ağız} is. Bayır; yamaç. [DS]
uslu, Terbiyeli, ağır başlı. akın cı [ak-m-cı] is. as. Akın yapm ak amacıyla düş
akıllıca, [akıl-lı-ca] zf. 1. A kla uygun gelecek şekil man ülkesine at süren özel olarak yetiştirilm iş sa
de. 2. Doğru. vaşçı; komando; özel harekât görevlisi, ö akıncı
akıllılık, ğı [akıl-lı-lık] is. Akıllı olma durumu. S1 beyi, İm paratorluk dönemi Türk akıncı beylerinin
akıllılık etm ek, Yerinde ve en uygun kararı ver- kumandam.\\ akın cı kadısı, Seferlerde orduda bu
mek.\\ akıllılık taslam ak , Akıllı olduğunu sezdire lundurulan bir çeşit adlî hakim.
rek büyüklenmek. akınçı, [ak-m-çı] {eT} is. Gece baskını yapan asker;
akıllulık, [akıl-lu-lık] {eAT} is. Akıllılık. akıncı. [DLT]
ak ılm a k 1, [ak-ıl-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Akmak; akınçsız, [ak-mç-sız] {eT} sf. Sabit; yerinden oyna
yürümek. [Üç ltigsizler]akılmak2, [ak-ıl-mak] {eT} maz; sağlam; muhkem. [EUTS]
g ç l.f. [-ur] Şaşırtmak; şaşalatmak. [DLT] akın çu , [ak-m-çu] {eT} is. Akıncı. [ETY]
akılsız, [akıl-sız] sf. 1. Doğruyu yanlıştan, iyiyi ak ın d ı, [ak-ın-dı] {eT} is. Akıntı. [DLT]
kötüden ayırt edemeyen; ahmak; aymaz; basiretsiz; a k ın d ırık , -ğı [ak-ın-dırık] {ağız} is. 1. Reçine; çam
beyinsiz. 2. Zekâ düzeyi düşük; idraki yetersiz; sakızı. 2. Erik, zerdali, badem gibi ağaçların dal ve
alık; aptal; avanak. 3. Unutkan. 4. {eAT} Baygın, gövdelerinden sızan yapışkan kıvamlı madde; ağaç
akılsızlık, -ğı [akıl-sız-lık] is. 1. Akıl eksikliği. 2. püzü. [DS]
Düşünmeden iş yapma; aptallık. S akılsızlık et a k ın g an , [ak-m-gan] {ağız} is. Su yürümüş ağaç. [DS]
m ek, D üşüncesizce davranmak; isabetli karar ve a k ın m ak , [alc-ın-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. Özen
rememek. mek. 2. Gönül vermek; meyletmek; sevmek. 3.
İ M İ K S O M . 171 AKI
Kaymak. [DS] S akını akını gitmek, {ağızj Şiirime akışkan, [akış-kan] sf. 1. Normal ısı derecesinde sıvı
siiriine, yiiziistii gitmek. [DS] hâlde bulunan; akan. 2. is. fız. Bulunduğu kabm
akıntı, [ak-m-mak > ak-ın-tı] is. I. Sıvı hâldeki bir şeklini alabilen, molekülleri birbiri üzerinden kaya
maddenin akması, sızması durumu. 2. Büyük su rak yer değiştiren gaz ve sıvıların fizikteki genel
kütlelerinin sürekli olarak aynı yönde ve aynı yol adı; seyyal.
dan akarak yer değiştirmesi ile oluşan hareket. akışkanlaşma, [akış-kan-la-ş-ma] is. A kışkanlaşmak
Labrador sıcak su akıntısı. 3. Vücutta yer alan her işi.
hangi bir yaradan dolayı dışarıya sızan sıvı. 4. Ka akışkanlaşmak, [akış-kan-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır]
palı bir yerdeki sıvının kapak, tapa veya bir çatlak Akışkan duruma gelmek; sıvı ya da gaz durumuna
tan akan sızıntısı. 5. Göllerin suyunu boşaltan ka geçmek.
nallar, dereler; menfez. 6. Yağmur ve sel sularının akışkanlaştırıcı, [akış-kan-la-ş-tır-ıcı] sf. ve is. Bir
akmasını sağlayan meyil. Çatıya yeterli akıntı ve maddeyi akışkan hâline getiren özel madde,
rilmemiş. 1. {ağız} Bir işin normal gidişi. [DS] 8. akışkanlaştırma, [akış-kan-la-ş-tır-ma] is. Akışkan
{ağız} Kadınların âdet görme hâli. [DS] S akıntı laştırmak işi.
çağanozu, argo. 1. Vücudunda gözle görülür bir
akışkanlaştırmak, [akış-kan-la-ş-tır-mak] gçl. f i [-
çarpıklığı olan. 2. Diişiik omuzlu kimse. 3. Ayakta
ıı] Akışkan durum a getirmek; akışkan olmasını
duramayacak kadar sarhoş olup sağa sola yalpa
sağlamak.
yaparak yiirüyen.\\ akıntı hattı, Akıntılı bir yüzeyin
akışkanlık, -ğı [akış-kan-lık] is. \.fiz . Akışkan olm a
eğim derecesini gösteren çizgiler. || akıntı vermek,
durumu; seyyaliyet. 2. ekon. Arz ve talebin birbiri
Durgun veya bir yerde birikinti hâlinde bulunan
ne uyabilmesi,
sııyıı akıtmak için tabanından daha alt düzeyde ka
akışlı, [akış-iı] sf. 1. Akışı olan. 2. Belli bir yöne,
nal, ark vb. açmalc.\\ (kendini) akıntıya bırakmak,
yere doğru akışı bulunan,
Bir taktik belirlemeden olayların akışına göre ha
reket etmek.|| akıntıya kapılmak, Akıntının etkisi akışlılık, [akış-lı-lık] is. Akışlı olm a durumu; aka
ile sürüklenmek; karşı koyamamak; akıntının etkisi bilirle; dışarıya yolu olma,
altına girmek.\\ (kendini) akıntıya kaptırmak, akışma, [akış-ma] is. 1. Akışm ak işi. 2. dbl. Seslerin
Akıntının etkisi ile sürüklenmek; karşı koyama- uygun biçimde birbirine bağlanması,
mak. |j akıntıya kürek çekmek, Başaramayacağını akışmak, [akış-mak j ^ ü l ] işteş, f i [-ır] [eT. -ur] 1.
bildiği hâlde boş yere uğraşmak, direnmek. {ağız} Hep birlikte bir yöne doğru topluca yürümek.
akıntılı, [ak-ın-tı-lı] sf. Akıntısı olan, [DS] 2. {eAT} Sel gibi akmak; saldırmak; üşüşmek.
akıölçer, [ak-ı+ölç-er] is. fız. M anyetik endüksiyon 3. {eT} Birlikte akmak. [DLT] 4. {eT} Caymak; sö
alçısındaki değişmeyi ölçmeye yarayan aygıt, zünde durmamak. [EUTS] 5. {ağız} Anlaşmak; kay
akır, [Ar. 'akaret (kısırlık) > ‘âkır } Ip ] (a:kır) {OsT} naşmak; arkadaş olmak. [DS]
sf. 1. (Kadın için) kısır. 2. (Toprak için) verimsiz. akışsız, [akış-sız] sf. Akışı olmayan,
3. (Kadın için) çocuksuz, akışta, [? ahışta / akışta] is. Halay veya manay deni
akırdak, -ğı [akır-dak] (ağız} is. Kaim dilme; direk. len oyunlar oynanırken beşer altışar kişiden oluşan
[DS] iki grubunun karşılıklı olarak bayatı tarzında söy
akırgan, [ak-ır-gan] {ağız} is. 1. Tomruğun içinden ledikleri sorulu cevaplı deyiş türü,
çıkan yağlı çıra. 2. Cereyan; akım. 3. Mecra; yatak. akıt, [ak-mak > ak-ıt] {ağız} is. 1. Taş kemer; kub-
[DS] bemsi taş tavan. 2. Salça. [DS]
akırlamak, [ak-ır-la-mak] {eT} g ç l.f. [-r] Ağırlamak. akıtgan, [ak-ıt-ğan] {eT} sf. Akıtan. [DLT]
[EUTS] akıtılma, [akıt-ıl-ma] is. Akıtılm ak işi.
akırmak, [ak (yans.) > ak-ır-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] akıtılmak, [akıt-ıl-mak] edil, f i [-ır] 1. Akıtm ak işi
Anırmak [Mühennâ] yapılmak. 2. Üzerinde akıtmak işi uygulanmak,
akis1, [Ar. ‘akış ^ L p ] (a:kıs) {OsT} sf. İnatçı. akıtma, [ak-ıt-ma <u^sT] is. 1. Akıtmak işi. 2. Büyük
akis2, [Ar. ‘akis j - s Ip ] (a:kıs) {OsT} sf. Pis kokulu. baş hayvanların başından burnuna doğru olan be
yazlık. 3. Birkaç sıra hâlinde altın zincir gerdanlık.
akış, [ak-ış] is. 1. Akmak hareketi ve biçimi. 2. mec.
4. Çamlardan elde edilen reçine. 5. {ağız} Hamuru
İlerleme; devam etme. «Trafiğin akışı yavaşladı.»
doğrudan tava ya da sac üzerine dökerek pişirilen
3. İçe işleyiş; nüfuz ediş. «G önlüme bir akış aktı
bir tür pide ya da çörek; akıtmaç. [DS] 6. sf. {eAT}
ki...» S akış akış, {ağız} Akın akın; toplu hâlde. (Demir için) dökme. 7. {ağız} Alçıdan yapılan tavan
[DS]|| akış akış gitmek, {ağız} Akın akın gitmek; süsleri. [DS] 8. {ağız} Tarlanın yalnız ekilecek kı
toplu hâlde gitmek. [DS]|| akış aşağı, Akıntının ol sımlarını gübreleme. [DS] 9. argo. Yankesici tara
duğu yöne doğru. || akış yukarı, Akıntının tersi yö n fından birinin elbisesini fark ettirmeden keserek
de.
cüzdan vb. eşyasını çalma.
AKI 0 I İ M 1 M Î S Û M . 172
akıtmacık, -ğı [akıt-ma-cık] i ağız} is. Kilim, heybe Akide şekeri, fi1 akidesi bozuk, (Kişi için) imanı
ve yün çoraplara işlenen bir motif. [DS] z a y ıf veya iman esasları çerçevesi dışına çıkan.\\
akıtmaç, -cı [akıt-maç] is. Un, süt, yağ ve şeker ile akidesi zayıf, İnançlarının gerektirdiği biçimde
yoğrulan hamurun kızgın saç üzerine dökülmesiyle davranışlarda bulunmayan.\\ akidesi pak, İmanı
elde edilen tatlı; yassı kadayıf, sağlam; inancında herhangi bir tereddüt ve şiiphe
bulunmayan,|| akide şekeri, Şeker ağdasının sitrik
akıtmak, [ak-mak > ak-ıt-mak g ç l.f. [-ır] [eT.
asit ve koku verici boyar m addeler katılarak kesti
-ur] 1. Akmasını sağlamak; (eAT} (aym). 2. Dök rilmesi ile elde edilen ağızda zo r eriyen şekerleme
mek. 3. mec. Çekinmeden, acımadan bol bol har
çeşidi.|| akideyi bozm ak, D in î inancım gevşetmek;
camak. 4. (ağız} Çişini kaçırmak; işemek. [DS] 5.
inanç konusunda tereddütlere düşmek.
{ağız} Hayvanlan sulamak. [DS] 6. {eT} Gönder
mek. [DLT] 7. Akm ettirmek. [ETY] 8. {eAT} Akın akideyn, [Ar. ‘âkid > ‘âkideyn (a.kideyn, k
akın çekmek; celbetmek. 9. {ağız} Meylettirmek; kalın söylenir) {OsT} is. Anlaşma, sözleşme yapan
çekmek; çevirmek. [DS] 10. {ağız} Düşürmek; düşü tarafların her ikisi; sözleşme yapan taraflar.
rerek kaybetmek. [DS] 11. {eAT} Fışkırtmak. S akı-
ak id în , [Ar. ‘âkid > ‘âkidln ^.-üU] (a;kidi;n, k kalın
ta a kıta, Akıtarak; akıtma suretiyle.
söylenir) {OsT} is. A nlaşm a yapan taraflar.
akıtmalı, [akıtma-lı] sf. 1. Akıtm ası olan; akıtma
takınmış olan. 2. (At için) alnında akıtması olan, akif, [Ar. ‘ak f (vakfetme) > ‘âk if (a;kif) {OsT}
akıtmalık, -ğı [akıtma-lık] is. İnşaatlarda birleşme sf. 1. Bir işte sebat eden; üzerinde ısrarla duran. 2.
çizgilerindeki kurşun şeritle örtülü kısım, Bir yerde uzun süre oturan. 3. B ir yere çekilerek
akıttırma, [ak-ıt-tır-ma] is. Akıttırm ak işi. ibadet eden.
akıttırm ak, [ak-ıt-tır-mak] gçl. f. [-ır] Akıtmak işini akik1, -ği [Ar. ‘akik üLSU] (aki.k) is. 1. Bunaltıcı bir
yaptırmak; akıtmak işini başkasına yaptırmak,
sıcak. 2. Bunaltıcı sıcaklık.
akıyagak, [ak-ı+ya-ğak] {eT} is. İç ceviz; ceviz içi.
[DLT] akik2, -ği [Yun. akhates (Sicilya’da bir nehir) > Ar.
akızmak, [ak-ız-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Akın ettir ‘akîk (aki;k, k ’ler kalın söylenir) is. 1. Yanar
mek. [ETY] dağ ateş toplarının denize düşm esi ile oluşan, ke
akî, [Ar. ‘akk > ‘âkı ^sLc-] (a:ki:, k kalın söylenir) sildiğinde çok sayıda eş merkezli şerit ve damar
{OsT} sf. İsyan eden; baş kaldıran; asi. görüntüsü veren kuvars türü, silisli bir süs taşı. 2.
A kik taklidi damarlı bir cam çeşidi. S akik-i nâm,
a k ib 1, [Ar. ‘akib it] zf. Önce.
{OsT} Şarap.
ak ib 2, [Ar.’akîb (aki.b, k kalın söylenir) {OsT}
akika, [Ar. ‘akîka (aki;ka, k ’ler kaim söylenir)
sf. Hemen arkadan gelen; izleyen; takip eden.
is. Çocuk için kesilen adak.
a k ib 3, [Ar. ‘akab > ‘âkib o iU ] (a:ki:b, k kaim söy
akil, [Ar. ‘akl (köstek) > ‘akil J J it] (aki:l, k kalın
lenir) {OsT} sf. 1. Bir başkasının ardından giden ya
söylenir) {OsT} sf. 1. Akıllı, mantıklı. 2. Anlayışlı,
da gelen. 2. (Bütün peygamberlerden sonra geldiği
anlaşılabilir. 3. Bilgin, bilge. 4. Düşünceli. S akil
için) Hz. Muhammed.
bâliğ, {OsT} Reşit, sorum luluk taşıyabilecek yaşa
akibinde, [Ar. ‘akıb + T. -i-n-de] (aki.binde) {OsT}
gelmiş; bulûğa ermiş.
zf. Hemen ardından.
ak il2, [Ar. ekele (yeme) > âkil JS"T] (a;kil) {OsT} sf.
a k id 1, [Ar. ‘akd J-i*] is. 1. Bağlama; düğümleme. 2.
Yiyen, fi1 âkil-ül-beşer, Yamyam.\\ â k ilü ’l-cerrâd ,
Bağlanma; düğümlenme.
{OsT} Çekirge ile beslenen.\\ âkiltt’l-ekbâd, Ciğer
âkid2, [Ar. ‘akd > ‘âkid -üU] (a:kid) {OsT} sf. 1. Bağ ler yiyen.\\ âkilü’l-esmâk, zool. Balıkçıl.\\ âkilü’l-
layan; düğümleyen. 2. Toplantı yapan; düzenleyen. haşâyiş, zool. Otçul.\\ âkilü’l-haşerât, zool. Bö-
3. Âkit. cekçil. || âkilü’l-hevâm, {OsT} H aşaratla beslenen. ||
akid3, [‘akd (bağlama) > ‘akid -ifc] {OsT} sf. 1. Pıh âkiltt’l-hubfibât, zool. Tanelerle beslenen.\\ âki-
lü ’l-kül, {OsT} Hem ot hem de etle beslenen.|| Ski-
tılaşmış; pıhtılaştırılmış. 2. Koyulaştırılmış; dondu
lü ’l-lahm, {OsT} E t yiyen; et ile beslenen. || âkilfl’l-
rulmuş; ağdalaştırılmış,
lühflm, zool. Etçil.\\ âkiltt’n-nebât, {OsT} Otla bes-
akide, [Ar. ‘akd (düğümlemek) > ‘akîde (akil lenen.\\ âkilü’l-nemel, zool. Karıncayiyen.\\ âki-
de) {OsT} is. 1. İnanç; itikat. 2. Bir inancın formül lü ’s-semek, {OsT} zool. B alık yiyen; balıkla bes
hâlinde özetlenmiş hâli. 3. Prensip. 4. Tartışması lenen.
bile kabul edilemeyecek biçimde benim senm iş gö
akilane, [Ar. ‘akîl+Far. -âne ^ (aki;la:ne) {OsT}
rüş; iman; nas. 5. Doktrin. 6. Bir din içinde farklı
inanış sistemlerinin yol açtığı ayrılık; mezhep. 7. zf. Akıl sahibi kim seye yakışacak tarzda; akıllıca.
Ü M I İ İ I K S İ M • 173 AKK
akile, [Ar. akil > akile 4S" I] (a:kile) {OsT} is. tıp. 1. akit, -kdi, [Ar. ‘akd (bağlama, düğümleme)] is. huk.
Yenirce adı verilen yara. 2. Kemirici ülser; kanser, 1. İki ve daha çok kişiden meydana gelen taraflar
akilik, -ği [ak+ilik] {ağız} is. 1. anat. Omurilik. 2. arasında birbirlerine sorumluluk yükleyen ve hak
Beyaz düğme. [DS] doğurucu sonuçlan bulunan anlaşma; sözleşme;
mukavele. 2. Evlenme sözleşmesi; nikâh, ö akde
akim, [Ar. ‘akamet (kısırlık) > ‘akım p-Ht] (aki.m, k
muhalefet, huk. Sözleşme ile belirlenmiş koşullara
kaim söylenir) {OsT} sf. 1. Kısır. 2. Verimsiz. 3. aykırı davranma.\\ akit benzerleri, huk. Hukuka
["kalm ak” eylem i ile kullanıldığında] (Eylem ve aykırı olmayan bir eylem sonunda başkasına borç
girişim için) sonuç getirmeyen; sonucu alınama lanma, başkasını borç altına sokm a durumları.\\
yan. 4. (Arazi için) çıplak; bitkisiz; verimsiz. 5. is. akit serbestîsi, huk. Tarafların diledikleri konuda
Çoğunlukla yağmur getirm eyen rüzgâr. S akim sözleşm e yapabilm esi durumu. || akit serbestisî hu
bırakmak, B ir işin, girişimin sonuçlanmasını en dutları, huk. Tarafların sözleşm e yaparken uym ak
gellemek.,|| akim kalmak, Başarıya ulaşamamak; zorunda oldukları kurallar.\\ akitten doğan borç
sonuçlanmamak. lar, huk. H ukuki bir işlemden doğan yüküm lülük
akinc, [Far. âkinc g ^ i] (a:kinc) {OsT} is. 1. Çengel. ler. || akit vaadi, huk. Tarafların akit düzenlem ek
2. Bumbar dolması, üzere yaptıkları sözleşme; ön sözleşme. || akit yap
akinezi, [Yun. a-kinesis > Fr. akinesie] is. tıp. K as ma m ecburiyeti, huk. Sözleşme yapm a zorunlulu
larda bir güç azalması söz konusu olmadığı hâlde ğu■
bazı hareketlerin yapılamaması. akitin, [Ar. ‘akıdîn _rf.-Ui£-] {OsT} 1. Çete reisleri; B e
akir1, [Ar. ‘akaret (kısırlık) > ‘akır jj&] (aki:r, k ka deviler. 2. {ağız} sf. Yiğit; cesur. [DS]
lın söylenir) {OsT} sf. 1. (Erkek için) kısır. 2. (Arazi akkâm, [Ar. ‘akm (yönelme) > ‘akkâm (deve sürücü
için) verimsiz; kıraç. 3. Rehine konulmuş; rehinde
sü) pl£t] (akkâ;m) {OsT} is. 1. Deveci; katırcı. 2.
bulunan. 4. Kesik; yaralı. 5. ünl. Hakaret sözü.
akir2, [Ar. akar] {ağız} is. 1. Eritilen yağın dibinde İmparatorluk döneminde, M ekke’ye gönderilen
kalan tortu. 2. Y ağ ve yoğurt gibi maddelerin ekşi sürre alayının hizmetçilerine verilen ad. 3. Kervan
tortusu. 3. B ir sıvının dibindeki birikinti; tortu. [DS]sahibinin emrinde çalışan hizmetçi. 4. Osmanlı or
dusunda görevli yüksek rütbeli subaylarla vezirle
akire, [Ar. ‘akîre] (aki:ri, k kalın söylenir) {OsT} is.
rin büyük çadırlannı kuran hizmetçilere verilen ad;
1. Şarkı söyleyen, bir şey okuyan ya da ağlayan çadır mehteri. 5. Yolların onarılması ve benzeri
kimsenin sesi. 2. Tepesi kesik hurm a ağacı. 3. sf. işlerde çalışan azaplılara verilen ad. S akkâm ba
(Hayvan için) yaralı. şı, Sürre alayının başı.
akis1, -ksi [Ar. ‘aks] is. 1. Geri çevirmek; geri dön akkarınca, [ak+kannca] is. zool. Tropikal bölgelerde
dürmek. 2. fız. Yansıma; ses dalgasının veya ışık koloniler hâlinde yaşayan ağaç selülozları ile bes
demetinin bir yansıtıcı yüzeye çapmak suretiyle lenen, yumuşak vücutlu zararlı karınca; termit; di
geri gelmesi. 3. B ir cismin ayna gibi parlak bir yü vik.
zeydeki görüntüsü. 4. mec. B ir şeyin veya olayın akkarıncalar, [ak+karınca-lar] is. zool. Örneği ter
dolaylı etkisi. «Halkın yaşayışında savaş yıllarının mit olan beş yüz kadar, yumuşak vücutlu, eş kanat
aksini bulabilirsiniz.» 5. ed. B ir mısraın sondan bir lı, koloniler hâlinde yaşayan tropikal böcek türleri,
parçasını diğerinin önüne getirmekle yapılan edebî (Isoptera).
sanat. «M ümkün değil, H u d â ’y ı bilmek de bilme akkâs, [Ar. ‘aks (geri döndürme) > ‘akkâs j - » ^ ]
mek d el B ilm ek de bilm em ek de mümkün değil H u (akkâ;s) {OsT} sf. 1. Yansıtıcı; aksettirici. 2. is. Fo
d a ’y ı.» M. Naci 6. mat. Noktasal geometrik dönü toğrafçı.
şüm. S akis bırakm ak, Etkisi, izi görülmek; iz
bırakmak. || akis bulm ak, Etki uyandırmak; takdir akkâse, [Ar. ‘aks (geri döndürme) > ‘akkâse
edilmek; olumlu hava estirmek. || akis uyandırmak, (akkâ;se) {OsT} is. Sayfa kenarları çeşitli renklerde
Kamuoyunu ilgilendirmek, üzerinde tartışılır ol yaldızlarla süslenmiş, tezhipli yazm a kitap.
mak. akkaş1, [ak+kaş] {ağız} is. Şöhret; lakap. [DS]
akis2, [Ar. ‘aks > ‘akis (a;kis) {OsT} sf. A kse akkaş2, [Ar. haşhaş] {ağız} is. Afyon; haşhaş. [DS]
den; yansıyan, akkavak, -ğı [ak+kavak] is. bot. Söğütgillerden düz,
beyaz kabuklu; üstü parlak, altı beyaz tüylü, dişli
akise, [Ar. ‘akis > ‘âkise -u-SV] (a;kise) {OsT} is. Işı
ve yuvarlak yapraklı bir kavak türü; telli kavak;
ğı yansıtan araç; reflektör; yansıtıcı, Hollanda kavağı; akçakavak, (Populus alba)
âkit, -di [Ar. ‘akd > ‘âkid] (a;kit) {OsT} is. Sözleşme akkefal, -li [ak+kefal] is. zool. Sazangillerden gri
yapan; akit yapan, anlaşma düzenleyen taraflardan renkli bir tatlı su balığı, (Alburnus).
her biri. akkelebek, -ği [ak+kelebek] is. zool. Pul kanatlılar
AKK
takımından siyah çizgili beyaz büyük kanatlı, tırtılı ı sitte, {OsT} H at sanatında sülüs, nesih, reyhanı,
meyve ağaçlarının tomurcuklarına zarar veren bir muhakkak, tevkî ve r ik ’a adları verilen altı tür yazı
kelebek türü, (Aporia crataegi). çeşidi.
akkııı, [ak-mak > ak-kın] sf. 1. (Yol, arazi vb. için) aklama, [ak-la-ma] is. 1. Temizleme; beyazlatma; a-
az meyilli; düzgün; engebesiz. 2. (Toprak için) sü rılama. 2. mec. Temize çıkarma; ibra; tebriye, fi5
rülmesi, işlenmesi kolay. 3. (İş, girişim için) yo aklama belgesi, Suçsuzluğu anlaşılan kimseyi veri
lunda giden; yoluna girmiş; olurunda. 4. (İş için) len belge; ibraname.
kolaylıkla yapılan; çabuk yapılan; akıcı. 5. (Ağaç, aklam ak1, [ak-la-mak] g ç l . f [-r] 1. Beyazlaştırmak;
kereste vb. için) işlemesi kolay; düzgün; budaksız. ağartmak. 2. Kirden arındırmak; temizlemek; arı
6. {ağız} Akıntılı. [DS] 7. İstekli; gönüllü; tutkun; lamak. 3. mec. Birinin üzerine atılan suç iddiasının
sevmiş. 8. {ağız} (Kişi için) anlayışlı; akıllı. [DS] 9. geçersizliğini ortaya koymak; beraat ettirmek; ibra
is. Akarsu yatağı; mecra. 10. is. Meyil; eğim, etmek; tebriye etmek. 4. mec. Bir kuruluşun yöne
akkor, [ak+kor] s f Isıtılarak ışık saçacak beyazlığa tim kurulunun çalışmalarının yasa v e belirlenen
ulaşmış bulunan, kararlara uygun çalıştığına dair verilen olumlu oy;
akkorluk, -ğu [ak+kor-luk] is. fız. Cisimlerin çok ibra etmek. 5. {ağız} Toplamak; ayıklamak; devşir
yüksek derecelerde ısıtılması ile elde edilen ışık mek. Kiraz akladık. [DS] 6. Beyaz belirti koymak;
saçma durumu, ak işaret koymak. S akla takla, {ağız} alt üst;
akkur, [ak+kor ?] {ağız} sf. Bembeyaz; tertemiz. [DS] karmakarışık; dağınık. [DS]
akkuyruk, -ğu [ak+kuyruk] is. 1. bot. Çayın har aklam ak2, [Çin. âk (kötü) > Brahm. âk-lâ-mak] {eT}
manlanması sırasında lezzet verm ek için katılan gçl. f. [-r] 1. Reddetmek; nefret etmek; kötü bul
beyaz renkli bir çay çeşidi. 2. {eAT} zool. Kanatları mak; tiksinmek. [İKPÖy.] [Gabain] 2. Kötüleşmek;
siyah, kuyruğu beyaz bir tür güvercin, fenalaşmak; gücü yetmemek; muktedir olmamak.
akkuzatif, [Lat. accusativus] is. -*■ akuzatif, [EUTS]
akl, [Ar. ‘akl (bağlama) Ji*-] {OsT} is. -*■ akıl. S a k i aklan, [ak-lan] is. coğ. 1. Dağ sıralarının iki yandaki
delili, {eAT} Akla dayanan söz; hikmet.\\ akl git eğimli yüzeyleri; vadinin iki yanındaki eğimli ara
mek, {eAT} Kendinden geçm ek.|| akl-ı baliğ, Ergin zi; yamaç; mail. 2. Sularını bir denize gönderen
kişi; bulûğa ermiş kim se.|| akl-ı beşer, İnsan aklı.\\ akarsuların kapladığı alan. Ege aklam. 3. Bir vadi
akl-ı evvel, {OsT} 1. Yaratılış öncesi var olan akıl; nin taban çizgisini doruk çizgisine birleştiren eğik
Allah. 2. Çok akıllı. 3. mec. Akıllı ve bilgiç geçi yüzey. 4. {ağız} Su arkı. [DS] 5. {ağız} Yeşil kabuğu
nen,|| akl-ı fa’âl, İşleyen akıl; yapıcı çıkıl.|| akl-ı kolay soyulan iyi cins ceviz. [DS] 6. {ağız} sf. Tom
hayvâııî, İçgüdii; insiyak; sevkitabii.\\ akl-ı İlâhî, bul; beyaz. [DS] S aklan düzü, B ir aklanda iki
Tanrı zekâsı. || akl-ı İnsanî, {OsT} insanca akıl; in sert m eyil arasında kalan h a fif iniş veya diizlük.\\
san kavrayışı.\\ akl-ı kül, {OsT} 1. İlk yaratılan ev aklan yarıntısı, Küçük bir akarsuyun açtığı derin
rensel akıl. 2. Evrende görülen genel uyum ve den- yatak y a da alan; sarp vadi.
ge.\\ akl-ı maad, {OsT} Ahrete dönük akıl; geleceği aklanm a, [ak-la-n-ma] is. 1. Temizlenme, paklanma.
kavrayan akıl.|| akl-ı maaş, {OsT} Dünya hayatına 2. mec. Temize çıkma; beraat etme,
dönük akıl; geçim kaygısına yönelik akıl. || akl-ı aklanm ak, [ak-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Temiz
nefsânî, {OsT} İçgüdülere bağlı akıl; kendini ko lenmek; kirden arınmak; yıkanmak. 2. mec. Üzeri
rum a içgüdüsü.|| akl-ı selîm, {OsT} İyiyi kötüden ne atılan suçlardan tem ize çıkmak; beraat etmek;
ayırt edebilme yetisi, sağduyu.\\ akl-ı şeytanî, tahliye olmak,
{OsT} Şeytanca akıl; şeytani zekâ.|| akl tamamlıgı, aklantı, [ak-la-ntı] {ağız} is. 1. Meyil; eğim. 2. Akar
{eAT} Ergenlik çağı; gençlik. su. 3. Saçak oluğu. [DS]
-akla- [-ak-la- /-ekle-] yap. e. Fiilden fiil yapan bir aklaşma, [ak-la-ş-ma] is. Ak hâle gelme, ağarma,
leşik bir ek; arka arkaya yapılan yoğun hareketleri aklaşmak, [ak-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Güneş veya
ifade eder: tartaklamak, duraklamak, sürüklemek, suyun soldurması sonucu rengi beyazlaşmak, sol
diırtüklemek, sayıklamak, kazıklamak, mızıklamak. mak. 2. (Saç ve sakal) Beyazlanmak, kırarmak.
aklağı, [ak-lağı] {ağız} is. Akan suyun yatağında oy aklatmak, [ak-la-t-mak] {eT} f. 1. Öne sevk etmek.
duğu çukur. [DS] [ETY] 2. Savmak; uzaklaştırmak. [ETY]
aklam ', [ak-la-m / ak-lan] {ağız} is. 1. Mecra; yatak.
aklecüt, -dü [Erme, ak’lor (horoz) + çud (civciv)]
2. Meyil. [DS]
{ağız} is. Genç horoz. [DS]
aklam 2, [Ar. kalem (kamış) > aklâm j*}H] (aklâ:m)
aklen, [Ar. ‘akl > ‘aklen }Ut] (a ’klen) {OsT} zf. 1. A-
{OsT} is. 1. Yazı araçları; kalemler. 2. mec. Kalem
sahipleri; yazarlar. 3. gnşl. Resmî dairelerin yazı iş kıl gereğince; akıl icabı. 2. Düşünme yoluyla; akıl
lerini yürüten bürolar; yazı işleri, fi1 aklâm -ı dev ile. 3. Akla göre. 4. Akıldan yana. S aklen ve nak
let, {OsT} Devlet daireleri; resm î daireler. \\ aklâm- len, {OsT} A kıl ve duyum yoluyla.
ır o ıııifm û ii.1 7 5 AKM
-aklı, [-ak-lı / -ekli] yap. e. Fiilden isim yapm a eki {eAT} Namlusuna oluk açılmış hançer.\\ akma ol
olan -ek ile isimden sıfat yapma eki olan -li ekleri mak, {eAT} Kapılıvermek; ııyuvermek.
nin kalıplaşmasıyla meydana gelmiş bir fiilden sı akm ak1, [eT. ağ-mak > ak-mak ^ I / J*iT] gçsz. fi
fat yapma ekidir, -n ile biten dönüşlü ve edilgen
[-ar] 1. (Sıvı gibi molekülleri veya tanecikleri ko
çatılı fiillerden, o fiilin belirttiği eylemi yapmaya
layca yer değiştiren maddeler için) bir yerden daha
yeterli gücü ve imkânı bulunduran kavramını kata
aşağıda bulunan başka bir yere doğru gitmek. 2.
rak sıfatlar yapar: okunaklı, dokunaklı, konuş aklı,
Sızmak; süzülmek; damlamak. Yağmurda bazı ev
acınaklı. Kimi zaman baştaki geniş ünlü daralarak -
lerin damı aktı. 3. (Kapalı yerdeki sıvılar için) dışa
ikli, -ıklı, -uklu, -üklü biçimlerini alır: dayanıklı.
rı çıkmak. Akacak kan damarda durmaz. 4. (Zaman
aklı, [ak-lı] sf. Üzerinde beyaz lekeler ve benekler
için) kolayca geçip gitmek. Ömrümden bunca yıl
bulunan. S aklı karalı, Üstü beyaz ve siyah benek
akıp geçmiş. 5. Birbiri peşi sıra kalabalık bir hâlde
li veya çizgili; alaca.
gitmek. Yaz gelince Ankara sahillere akıyor. 6.
aklık, -ğı [ak-lık jlsl] is. 1. Beyazlık; ak olm a du Kayarak gitmek. Otların arasından bir yılan aktı.
rumu; beyazlık; parlaklık. {eAT} (aym). 2. {eAT} Ka 7. Duygusal yönden meyletmek; sevmek; aşık ol
dınların yüzlerine sürdükleri düzgün; üstübeç. 3. mak. Kızın da gönlü bizimkine akmış. 8. {eT} {eAT}
{ağız} Pudra; düzgün. [DS] Akın etmek. [ETY] 9. argo. Ortadan kaybolmak.
aklınca, [akl-ın-ca] (aklın ca ) zf. Kendi akima göre; 10. [yüzünden, gözünden vb. ile birlikte] (Uyku,
düşüncesine göre, yorgunluk, sersemlik, aptallık vb. için) çokça b u
aklışmak, [ak-(ı)l-ış-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Akış- lunmak; dayanılmaz durumda olmak. 11. {eAT}
mak. [DLT] M eyletmek. 12. {eAT} Sıyrılıp çıkmak. 13. {eAT}
Koşmak. 14. {eAT} Akm akın gitmek. 15. {ağız}
akli, [Ar. ‘akl > ‘aklı J ^ - ] (akli:) {OsT} sf. 1. Akılla
A ğaçlara su yürümek. [DS] S1 aka turmak, {eT}
ilgili. 2. Akla ve mantığa dayanan. 3. Duygularıyla
Akıp gitmek; akıp durmak. [DLT] || akıp gitmek,
değil, hislerine göre hareket eden. S akli ilimler,
Kolayca geçmek, gitmek.
Eskiden mantık, m atem atik gibi zih n î faaliyetlere
akmak2, [Harizm. ak-mak] {eT} g ç l . f [-ar] 1. Y ağ
ve akıl yürütm e işlemine dayanan bilimlere verilen
malamak. 2. Baskın yapmak,
ad.\\ akli m a’lüliyet, Akıldan hasta olm a.|| akli
akmalık, -ğı [ak-ma-lık] is. 1. Binalarda sıcak hava,
meleke, Aklını kullanabilme yetisi; akıl, idrak y e ti
si]] akli muvâzene, Sağlıklı düşünebilme; akıl duman gibi akışkanların yönlendirildiği baca, boru,
hava deliği gibi kısımlar. 2. Sokaklarda yağmur
dengesi.
sularının akıp gitmesini sağlamak için yolun iki
aklilik, -ği [aklî-lik] (akli:lik) {OsT} is. Akli olm a du
tarafına yapılmış üstü açık yayvan oluklar,
rumu; akıl üzerine kurulan, akla dayanan bir durum
veya özellik. akman, [ak-man] sf. 1. İffetli; temiz. 2. {ağız} Temiz;
beyaz; güzel. [DS] 3. {ağız} İhtiyar. [DS] 4. {ağız} is.
akliyat, [Ar. ‘aklı > ‘akliyyât oLJlİp] (akliya:t) {OsT} Aim beyaz sığır. [DS]
is. Akılla elde edilenler; akıl yoluyla elde edilebi akmantar, [ak+mantar] is. bot. Lezzetli ve besleyici
len bilgiler; akla dayanarak kazanılanlar, bir mantar türü; keçi mantarı, (Agaricus campest-
akliye, [Ar. ‘aklî > ‘aklîyye -Uit] (akli.ye) {OsT} sf. ris)
1. Akılla ilgili; akla ait. 2. Hastanelerde akıl hasta akmar, [Ar. ‘akmâr jUsl] (akma.r) {OsT} is. A y ve
lıklarının tedavisi ile ilgilenen bölüm; psikiyatri. 3.
yıldızlar.
Rasyonalizm.
akmaz, [ak-maz] is. 1. Bir akarsuyun yatak değiştir
akliyeci, [aklîye-ci] (akli:yeci) is. 1. Rasyonalist. 2.
dikten sonra eski yatağında kalan birikinti sular;
Akıl hastalıkları uzmanı; psikiyatrist.
azmak. 2. {ağız} Bir yere akıntısı olmayan küçük
akliyun, [Ar. ‘aklı > ‘akliyyün ö j ^ ] (akli.yun) göl[DS], 3. Kullanılış sırasında atkı ve çözgü bo
{OsT} is. fel. Olayları akıl yoluyla araştıran ve de yunca yırtılm ayan kumaş.
ğerlendiren felsefe akımı; akılcılar,
akmed, [Ar. ‘alçmed -uil] {OsT} is. Ensesi uzun ve
aknı, [Ar. ‘akm ^ ] {OsT} is. Kısırlık.
kalın.
akma, [ak-ma] is. 1. A kmak işi. 2. Atmosfere giren
akmer, [Ar. kamer (ay) > akmer j*sl] {OsT} sf. 1. So
kayaların sürtünme ile meydana getirdikleri akıp
giden ateş topu. 3. {ağız} Çam sakızı, reçine; katran. luk mavi; gri. 2. (Yüz için) ay beyazlığında aydın
[DS] 4. Asmalarda üzüm tanelerinin büyüyememe lık olan.
hastalığı. 5. {ağız} M eyve ağaçlarının dallarından akm ık1, -ğı [at-mak > ak-mık] {ağız} is. Atmık; sper
sızan zamk. [DS] 6. {ağız} Tepe ve yarlardaki kaya ma. [DS]
parçaları. [DS] 7. {ağız} Gönül verme; aldanma. akmık2, [ak-mık] {eAT} is. Boza,
[DS] 8. {ağız} Bir tür kumaş. [DS] ö akma hançer, akmın, [Erme, ağp(in)] {ağız} is. 1. Gübre. 2. Gübre
AKM 1 M M ( £ S Ö M . i ?6
ve benzeri şeyleri taşım ak için kağnının yanlarına akortçu, [akort-çu] is. müz. Piyano ve org gibi yapısı
konulan tahta kanatlar. [DS] karışık m üzik aletlerini ayar etmekle geçimini sağ
akmi, [Ar. akmi (akmi:) {OsT} sf. 1. Eskimiş. 2. layan kimse,
akortlu, [akort-lu] sf. A kordu olan, uyumlu,
Anlaşılmaz.
akortsuz, [akort-suz] sf. 1. (M üzik aleti için) akordu
akmişe, [Ar. kamış > akmişe (akmi:se, s kalın bozuk olan; ses uyum u bulunmayan. 2. (Görüş,
söylenir) {OsT} is. Gömlekler, düşünce vb. için) birbirini tutm ayan; tutarsız,
akmişe, [Ar. kumaş > akmişe 4£a5İ] (akmi:şe) {OsT} akot, [ak+ot] {eAT} is. bot. Bir çeşit haşhaş,
is. 1. Kumaşlar. 2. Yünden veya pamuktan yapıl akozlam ak, [Yun. akousa (işitme) + T. -la-mak] gçl.
mış dokumalar. f [~r] [-l(u)-y°r] argo. 1. B ir şeyi birine gizlice
akna1, -a’ı [Ar. kâm ' > akna' £al] {OsT} sf. Daha çok söylemek; kim se duymadan anlatmak. 2. Haber
vermek.
kanaat eden; en çok kanaat eden.
akörttt, [ak+ört-ü] is. anat. Katılgan doku liflerinden
akna2, [Ar. aknâ ^ 1 ] (akna:) {OsT} sf. (Kişi için) in meydana gelmiş beyaz, parlak ve dayanıklı zar;
ce ince yum ru burunlu, akzar.
aknan, [Ar. kırnı > aknân OLSİ] (akna:n) {OsT} sf. akpaflak, -ğı [ak+paf-la-k] {ağız} sf. (Kişi için)
Kullar; köleler, beyaz yüzlü ve şişman. [DS]
akne, [Yun. akme (uç) > Fr. acne] is. tıp. Deride gö akpaklak, -ğı [ak+pa(k)-la-k] {ağız} is. 1. Beyaz
kabarcıklı yanık; ak patlak. 2. Patlamış mısır. [DS]
rülen kıl dipleri ile yağ bezlerinin iltihabı; ergenlik
sivilcesi. akra1, -a ’i [Ar. kara’ > akra’ *^âl] {OsT} is. Arkalar;
aknuna, [Kıpç. aknuna] {eAT} is. Kağnı arabası, sırtlar.
akoli, [Fr. acholie] ( a ’koli) is. tıp. Safra salgısının akra2, -a’ı [Ar. akra' {OsT} sf. 1. (Kişi için) daz
azlığı veya yokluğu hastalığı, lak. 2. (Dağ için) çıplak,
akolürik, [Fr. acholurique] sf. tıp. Safra pigm entleri akrab, [ Ar. akreb] {eAT} is. Daha yakın; daha uy
nin idrarda değil de kanda bulunm ası şeklinde gö gun.
rülen bir sarılık çeşidi,
akraba, [Ar. kurb (yakınlık) > akribâ’ (akra
akonitin, [Fr. aconitine] is. tıp. K urtboğan otu kö
künden elde edilen ve düşük dozları ağrı kesici ola ba:) is. 1. K an veya evlilik yoluyla birbirine bağlı
rak kullanılan zehirli bir alkaloit, olan kişiler; hısım. 2. mec. Birbirine benzer özellik
leri bulunan nesneler. <3 akraba çıkmak, Aynı
akont, [Fr. acompte] is. Borca karşı yapılan kısmî
soydan oldukları anlaşılmak.|| akraba olmak, Evli
ödeme; avans,
lik yoluyla aileye dahil olmak.|| akraba diller, dbl.
akordeon, [Fr. accordeon] is. müz. 1. Bir körük ve
Köken bakımından aynı dilden kaynaklandıkları
buna bağlı madenî dilciklerin titreşmesi için supap
kabul edilen diller.\\ akraba sayılmak, A kraba ol
ları açıp kapayan bir klavyeden m eydana gelmiş
m amakla birlikte akraba imiş gibi yakınlık duy-
havalı çalgı. 2. Elbisede piliden daha ince kırma, fi1
mak. || akraba ve taallukat, A krabalar ile onların
akordeon kapı, Sürüldüğünde körük gibi katlanıp
yakınları.
toplanabilen kapı. || akordeon olm ak, Ezilme sonu
akrabalık, -ğı [akraba-lık] is. K an bağı, evlilik, evlat
cu körük gibi katlanmak, buruşmak.
edinme veya daha başka yollarla kişiler arasında
akordeoncu, [akordeon-cu] is. müz. Akordeon çalan
kurulan ve toplumca kabul gören bağlayıcı ilişki
kimse. ler; soy birliği; hısımlık; dünürlük; karabet; sıhri
akort, -du [Fr. accord] is. müz. 1. Seslerin armoni yet; yakınlık; kan bağı,
meydana getirecek şekilde birleşmesi. 2. Çalgılarda akraç, [ak-ra-ç] {ağız} is. Derelerin dönemeç yeri;
doğru ses verme düzeni. 3. Bir arada bulunan çalgı büklüm. [DS]
lar topluluğunda bütün m üzik aletlerinin verdiği
akrah, [Ar. akrah ç j \ ] {OsT} is. Aim beyaz at.
seslerin birleşm esi ve kaynaşması; armoni. 4. mec.
Bir iş yerinde üniteler arasındaki uyum. S akordu akran, [Ar. karin (yakm) > akran 01jâl] (akra:n) is. 1.
bozuk, 1. M üzik aletinin vermesi gereken seslerin Yaş bakım mdan birbirine eş ve denk olanlar; yaşıt;
dışında ses vermesi; akortsuz. 2. Tutarsız davranan yaştaş. 2. Rütbe, mevki bakım ından birbirine denk
kimse.\\ akort anahtarı, M üzik aletlerini ayarla olanlar. 3. Eş; denk; benzer; muadil,
maya yarayan araç. || akort etmek, 1. B ir müzik akrancılık, -ğı [akran-cı-lık] is. Yalnız kendi akran
aletini doğru ses verecek biçimde ayarlamak. 2. ları ile ilişki içinde bulunm a durumu,
argo. (Birini akort etmek) sözle haddini bildirmek;
akraniyet, [Ar. akrân > akrâniyyet c—ılJl] (akra:ni-
dayaktan kımıldayamaz hâle getirmek. |j akort yap
mak, B ir orkestradaki bütün çalgıları aynı diyapa yet) {OsT} is. Akran olm a durumu; akran oluş; ak
zona getirmek. ranlık.
rüMIIlfCEM.177 AKR
a k ra n lık , -ğı [akran-lık] is. Akran olm a durumu; ya a k re p le r, [akrep-ler] is. zool. Y aklaşık sekiz yüz
şıtlık. kadar çeşidi bulunan örümceğimsiler (Arachnida)
a k ra p , [Ar. ‘akreb ^ y*] {ağız} is. 1. Akrep. 2. Siyah sınıfının zehirli böcekler takımı (Scorpionida).
renkli bir tür kertenkele. 3. Binek hayvanlarının a k re t, [Ar. ‘akret o y it] {OsT} is. Kısırlık,
yularının yan tarafına takılan ve hızlı yürümesi için a k ri, [Güre, arki] {ağız} is. bot. Kırmızı ve dayanıklı
uyarmakta kullanılan üç dört dişli demir parçası. 4. kerestesi olan bir ağaç, (Betula). [DS]
Köpeklerin başka köpekler ya da kurtlar tarafından a k rib a , -a ’i [Ar. ‘akriba’ <-^.y*-] (akriba:) {OsT} is.
boğulmasını önlemek için boyunlarına takılan sivri
Akraba.
derili tasma. [DS]
a k rid in , [Lat. acer (ekşi) > Fr. acridine] is. kim. T aş
ak ras, [Ar. karş > akrâş ^ 1 ^ '] (akra:s) is. Y uvarlak kömürü katranından üretilen bir bazik türev,
şeyler; daireler; çemberler; kurslar, ak rifla v in , [Fr. acriflavine] is. Akridinden elde edi
akre, [Ar. kırâ’at (okuma) > akre’ î^51] {OsT} sf. len, bazı mikroplara etkin sarı boyar madde,
K ur’an-ı K erim ’i en güzel ve en doğru biçimde a k rih a , [Ar. akriha jîl] {OsT} is. 1. Ağaçsız tarla. 2.
okuyan. Temiz su.
a k re b 1, [Ar. kurb (yakınlık) > karib (yakın) > akreb a k ru b a n , [Ar. ‘akraban jly i^ ] (akruba:n) {OsT} is.
yİ] {OsT} sf. En yakın; daha yakın. Erkek akrep.
a k riü k , -ği [Fr. acrylique] sf. kim. Akroleinin oksit
a k reb 2, [Ar. ‘akreb ^ ys-] {OsT} is. 1. zool. Akrep. 2.
lenmesiyle elde edilen etilenik bir asit; CH2=CH-
Saatin kısa ibresi. 3. gö k b. Gökyüzünün kuzey ya C 0 2 g a k rilik lif, A krilik nitrilin polimerleşm esin-
rım küresinde görülen büyük bir burç. 4. mec. Sez den elde edilen lif.
dirmeden insanın canını yakan kimse, a k ro b asi, [Fr. aerobatie] is. Yerde, tel, at, bisiklet üs
ak reb a, [Ar. ‘akreb > ‘akreba lyı*] (akreba:) {OsT} tünde tehlikeli atlamalar yapma sanatı; cambazlık,
is. Dişi akrep, a k ro b a t, [Yun. akro (sivri) + bat (yürümek) > ak-
robates > Fr. aerobate] (a'krobat) is. Bedenin es
akrebe, [Ar. ‘akreb > ‘akrebe ^yı*J {OsT} is. 1. Dişi
nekliğinden yararlanarak sirkte tehlikeli atlamalar
akrep. 2. Çevik, zeki bir cariye. 3. Kazan veya ten yapan kimse; cambaz,
cereyi ateş üstündeki desteğe asm aya yarayan S a k ro b a tlık , -ğı [akrobat-lık] is. Beden esnekliğine
biçimindeki kanca. 4. Ayakkabı bağı. dayanan tehlikeli sirk hareketlerini yapm a işi. S
akrebek, [Ar. ‘akreb + Far. ek ıiLyi*] {OsT} is. zool. a k ro b a tlık etm ek, Z or bir durumdan kurtulmak
1. Küçük akrep; akrep yavrusu. 2. Saatin küçük ib için tehlikelerle sıyrılıp çıkabilmek.
resi. a k ro m a tik , -ği [Yun. a-khorama (renksiz) > Fr. ach-
romatique] (a'kromatik) sf. fız. Bilinen boya m ad
akrebi, [Ar. ‘akreb > ‘akrebi (akrebi:) {OsT} sf.
deleriyle boyanamayan; boya tutmayan. S a k ro
Akrebe benzer; akrep gibi, m a tik iğ iplik, H ücre bölünmelerinden mitozun ilk
akrebiye, [Ar. ‘akrebi > ‘akrebiyye ^.y*-] {OsT} is. evresinde bütün hücrelerde beliren ve hücre boya
zool. Akrepler, sına uymayan renkte iğsi oluşumlar.
a k ro m a tin , [Fr. aehromatine] ( a ’kromatin) is. biy.
akreditif, [Fr. accreditif] s f 1. Kredi açan. 2. is.
Hücre çekirdeğindeki kromozomları boyayan kro
İthalatçı ve ihracatçı firm alar arasında aracılık ede
matin iplikçikleri,
rek yurt dışındaki muhabir banka adma paranın
tahsil edildiğini bildiren mektup; itibar mektubu. 3. ak ro m ato p si, [Fr. achromatopsie] (a ’kromatizm) is.
huk. Bir bankanın satış bedelinin bütünü veya bir tıp. Retina bozukluğundan kaynaklanan, gözün an
kısmı için müşteriye kefil olması, cak siyah, beyaz ve gri dışındaki renkleri ayırt ede
meyişi ile kendini gösteren kalıtsal bir hastalık,
akren, [Ar. akren Iy\] {OsT} s f Çatık kaşlı.
akrom egali, [Fr. aeromegalie] ( a ’kromegali) is. tıp.
ak rep , -bi [Ar. kurb (yakın) > ‘akreb o j**] is. zool. Hipofız bezinin, büyüme horm onunu (somator-
1. Taş altlarında, duvar diplerinde, kurak topraklar mon) aşın salgılaması sonucu el, ayak ve başta gö
da yaşayan; baş ve gövdesi tek, vücudunun en rülen aşırı büyüme; tedahhum-i nihayat.
ucunda zehirli bir iğnesi bulunan; yeni ölmüş veya a k ro p o l, -lü [Yun. akro (uçta) + polis (şehir)] is.
canlı böceklerle beslenen; bir yıl kadar gıdasız ya Eski Yunan site şehirlerinde aşağı kente göre daha
şayabilen örümceğimsi böcek; kuyruklu, (Scorpio). hakim bir mevkide yapılmış bulunan saray ve tapı
2. Saatin kısa ibresi. 3. argo. Polis memuru, fi1 a k naklar topluluğu; iç kale,
rep gibi, Sözleri ile başkasını sürekli inciten. || a k a k ro stiş, [Yun. aero (uçta) + stikhos (satır) > Fr. ac-
rep k u y ru ğ u bıyık, Uçları yukarı doğru kıvrılmış rostiche] is. ed. M ısralarınm ilk harflerini yan yana
bıyık getirince bir isim çıkacak şekilde yazılmış şiir.
AKR ü l ü m i e SÖZLÜK. 1T8
akru, [ak-ru] {eT} sf. Yavaş. [Mühennâ] [DLT] S ak- rihve, {OsT} Vücuttaki yum uşak kısımlar]] aksâm-ı
ru akru, Yavaş yavaş. [DLT] seb’a, 1. Yedi kısım. 2. dbl. A rap dilbilgisinde ke
akrun, [ak-ru-n] {eT} sf. Yavaş. [DLT] limelerin “sahih, misâl, m u zâ a f lefifi nakıs, meh-
akrut, [? akrut] {ağız} sf. Düzenci; bilgiç; kurnaz. müz, e cvef” bölümlerine verilen ad.
[DS] aksam2, [Ar. kasem (yemin) > aksâm j>L-sl] (aksa:m)
aks1, [Ar. ‘aks j-^ * ] {OsT} is. Çarpma ve geri gelme; {OsT} is. Yeminler.
akis; yankı; yansıma. S aks endâz, {OsT} Çarpıp aksam3, [Ar. akşam |W=sl] {OsT} sf. 1. Kırık; kırılmış.
duran.|| aks-i da’vâ, {OsT} Zıt teorem.j| aks-i
2. ed. (Aruz kalıbı için) m efailetün (.-..-) cüzü kırı
ınüddeâ, {OsT} Karşı iddia; çatışkı.|| aks-i mülev-
larak fa iletün (-..-)’e dönüştürülm üş olan,
ven, {OsT} D erktiyansım a.\\ aks-i sedâ, {OsT} Yan
aksama, [aksa-ma] is. 1. Aksamak işi. 2. Hafifçe
kı; sesyansım ası.\\ aksü’l-amel, {OsT} Tepki.
topallama. 3. mec. İşlerin düzenli yürümemesi, geri
aks2, [Fr. ahe] is. oto. Otomobilde hareketi ileten ve
kalması. 4. Bir makinenin eş zamanlı çalışm a dü
bir eksen etrafında dönen çubuk; mil; dingil; eksen,
zensizliği.
aksa, [Ar. kaşv (uzak olma) > akşâ U^l] (aksa:) aksamak, [eT. ahsa-mak > ak-sa-mak] g çsz.f. [-r] 1.
{OsT} sf. 1. Çok uzak; en uzak. 2. Uç; nihayet; son; Yürürken hafifçe sekmek; topallam ak [Mühennâ]. 2.
ileri; son had; son basamak. S aksâ’l-merâtib, mec. (İş akışı için) duraklamak ve gecikmek; arıza
{OsT} Rütbelerin en büyüğü.\\ aksâ’l-gâye, {OsT} lanmak; battal olmak; bozulmak; teklemek, ö ak-
E n son gaye.|| aksa-yı bilad, {OsT} B ir memleketin saya aksaya, Topallayarak, dura kalka.
en uçtaki yerleri; hudut bölgeleri.\\ aksâ-yı eınel, aksan, [Lat. ac (eklenen) + cantus (ezgi) > Fr. ac
{OsT} Ülkü; ideal; mefkûre.\\ aksâ-yı garb, {OsT} cent] is. dbl. 1. Bir dilde kelimelerin bazı hecelerini
Uzak batı.|| aksâ-yı meram, {OsT} Arzuların son daha baskılı söyleme biçiminde görülen kendine
haddi.\\ aksâ-yı merâtib, {OsT} Rütbelerin en yü k özgü kurallar; vurgu. 2. gnşl. Telaffuz. 3. Şive, ö
seği]] aksâ-yı murâd, {OsT} En son; yegâne arzu; aksam bozuk, Başka dil veya içinde bulunduğu
maksat]] aksâ-yı şark, {OsT} Uzak doğu.]] aksâ-yı bölgenin söyleyiş özelliklerine kapılmaktan dolayı
şeb, {OsT} Gecenin son demleri.|| aksâ-yı terakki, konuştuğu dili yeterince ve doğru olarak vurgula
{OsT} Gelişmenin en son basamağı, en üst seviye yamayan.
si]] aksâ-yı umrân, {OsT} Kasaba veya köylerin en
aksar, [Ar. kaşr (kısma) > akşar I] {OsT} sf. Daha
kenar mahallelerinden en gür sesle duyulamayacak
kadar uzak yerler.|| aksâ-yı yemîn, {OsT} Parla kısa; en kısa; pek kısa. S aksâr-ı eyyam, En kısa
mentonun en sağ ve sağın en sağ ucu]] aksâ-yı gün. || aksâr-ı tarik, En kestirme yol; en kısa yol.
yesâr, {OsT} Parlamentonun en sol ve solun en sol aksat1, [Ar. aksat -U-il] {OsT} is. 1. K uru ayaklı hay
ucu. van. 2. Pek doğru şey.
aksab, [Ar. kuşb > akşâb ^U*sl] (aksa:b) {OsT} is. aksat, [Ar. kist > aksat J»Lil] (aksa:t) {OsT} is. Pay
Büyük bağırsaklar; kalın bağırsaklar. lar; hisseler; nasipler,
aksad, [Ar. akşâd ^U^l] (aksa:d) {OsT} is. K ırık şey. aksata, [Ar. ahz ü i’tâ > aksata] ( a ’ksata) {ağız} is.
aksade, [ak + Ar. sâde] {eAT} is. Beyaz üstlük; beyaz Alışveriş. [DS]
elbise. aksatma, [aksa-t-ma] is. 1. Aksatm ak işi. 2. Engel
aksak, -ğı [eT. ahsa-mak > aksa-k] sf. 1. {eAT} Baca leme; geciktirme,
ğında bulunan hafif bir özürden dolayı hafifçe to aksatmak, [aksa-t-mak] gçl. f i [-ır] B ir işin düzenli
pallayan; aksayan; seken; topal. 2. (İş, girişim vb. yürüm esine engel olmak, geciktirmek,
için) düşünüldüğü şekilde yürümeyen; düzenli git aksayış, [aksa-y-ış] is. Aksam ak işi ve biçimi,
meyen; bozuk; kesintiye uğramış. 3. Klasik Türk akse, [Fr. acces] is. tıp. H astalık nöbeti; kriz,
müziğinde kullanılan dokuz zamanlı, altı vuruşlu aksedir, [ak+sedir] is. bot. M obilyacılıkta kaplama
küçük bir usul, fi1 aksak semaî, müz. Klasik Türk olarak kullanılan açık kahverengi ve sert keresteli
müziğinde on zamanlı, altı vuruşlu küçük bir usul. bir orman ağacı (Thuya occidentalis).
aksakal, [ak+sakal] is. 1. İhtiyar. 2. Köyün, kabile akselerando, [İt. accelerando] zf. müz. (Çalmak,
nin başı. 3. {ağız} Evliya; ermiş. [DS] söylemek için) gittikçe artan hızla,
aksaklık, [aksa-k-lık] is. 1. Flafıf topallık. 2. İş düze akselerograf, [Fr. accelerographe] is. fız. Hareket
nindeki geri kalmalar, gecikmeler. hâlindeki cisim lerin hızlarında meydana gelen de
aksam 1, [Ar. kısım > aksâm j.LJl] (aksa:m) {OsT} is. ğişmeleri yazan araç; ivme yazar,
1. Bir bütünü meydana getiren parçalar; kısımlar. akselerometre, [Fr. accelerometre] is. fız. Hareket
2. Araç, gereç ve malzemeler, ö aksâm -ı kelâm, hâlindeki cisim lerin hızlarında meydana gelen de
{OsT} İsim, fiil, h a rf gibi söz bölükleri.]] aksâm-ı ğişmeleri ölçen alet; ivme ölçer.
1
ÖIÜHİICE S İM İ. 179 AK S
aksendaz, [Ar. ‘aks + Far. -endaz] (aksenda:z) {OsT} aksırıklı, [aksır-ık-lı] sf. Sık sık aksıran, fi1 aksırıklı
sf. Sürekli yankılanan; sürekli yansıyan; çınlayıp tıksırıklı, Hastalıklı ve bünyesi z a y ıf yaşlı.
duran. S1 aksendaz olmak, 1. (Işık için) sürekli aksırış, [aksır-ış] is. Aksırma işi.
yansımak. 2. (Ses için) çınlamak; yankı vermek. 3. aksırma, [aksır-ma] is. Aksırmak işi.
mec. Etki uyandırmak; tepki yaratmak. aksırmak, [as (yans.) > eT as-ur-mak > aksır-mak]
akseptans, [İng. acceptance] is. 1. Öğrenimini ya gçsz. fi [-ır] Ü st solunum yolları mukozasının ya
bancı ülkede yapmak isteyen öğrencilere gönderi bancı cisim veya yakıcı duman tarafından uyarıl
len kabul belgesi. 2. Poliçelerin kabul edildiğini be ması ile ani refleksle ağız ve burundan gürültülü
lirten açıklama ve imza, şekilde itici hava çıkarmak; hapşırmak,
akser, [Ar. kaşr (kısma) > akşar j J i I] {OsT} sf. -*■ ak aksırtma, [aksır-t-ma] is. Aksırmaya sebep olma,
sar. aksırtmak, [aksır-t-mak] gçl. f i [-ır] Aksırmasına
aksesuar, [Fr. accessoire] is. 1. Yan öğeler; ıvırzıvır. sebep olmak; aksırmasını sağlamak,
2. Bir aracın veya makinenin ana öğelerinden ol aksi, [Ar. ‘aks > ‘aksı (aksi:) {OsT} sf. 1. Bili
mayan, ancak ikinci derecede yardımcı olan parça nen ve bulunulan konum ve durumun ters yönünde
ları. 3. tiy. Tiyatro eserleri sahnelenirken, sinema bulunan; zıt; aykırı; çelişik; mübayin; mütenakız;
veya televizyon filmi çekilirken konunun gereği ters. 2. Uygun olmayan; nâmüsait. A ksi bir zam ana
sahnede bulunm ası gereken eşya. 4. K adın giyi denk geldi, çekleri karşılayamadık. 3. Huysuz ve
minde elbiseyi renk ve biçim yönüyle tamamlayan inatçı; muannit. 4. Beklenenin dışında gelişen;
ayakkabı, çanta, şapka, eldiven ve süs takıları cin olumsuz. 5. Beklenmedik bir zamanda ortaya çı
sinden eşya. 5. argo. (Evli çiftler için) çoluk çocuk, kan; münasebetsiz. S aksi aksi, Olumsuz ve sert
aksesuarcı, [aksesuar-cı] is. tiy. Sahne oyunları veya bir ifadeyle.\\ aksi gibi, Ne ya zık ki.|| aksi gitmek,
sinema, televizyon çekimleri için gerekli aksesuar Umulan şekilde gelişmemek.|| aksi hâlde, Yoksa,
ları hazırlam akla görevli kimse, öyle olmazsa.|| aksi tesadüf, “Şanssızlığa bak!"
aksetme, [Ar. ‘aks + T. et-me 4a*I (a'ksetme) anlamında kullanılır.\\a\ts\ tesir, Beklenenin tam
is. Aksetm ek işi, yankılanma, tersi bir tepki.
aksilenme, [aksi-le-n-me] is. Gereksiz yere huysuz
aksetmek, [Ar. ‘aks + T. et-mek (a ’kset-
luk etme.
mek) gçsz. b. f. [-(d)-er] 1. (Ses için) bir engele
aksileşme, [aksi-le-ş-me] is. Huysuzluğa başlama,
çarpıp geri gelmek; yankılanmak. 2. (Cisim ler için)
aksileşmek, [aksi-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Olumlu ve
ışığı yansıtan düz ve parlak yüzeylerde aynen gö
uysal davranışları terk ederek huysuzluk etmek,
rünmek; yansımak. 3. mec. Birileri aracılığıyla du
yulmak. 4. gnşl. Ulaşmak, yayılmak, aksilik, -ği [aksi-lik] is. 1. Aksi olm a durumu. 2.
Ters davranma. 3. Huysuzluk. 4. İnatçılık. 5. Şans
aksettirilme, [Ar. ‘aks + T. et-tir-il-me Aİjül 0Ss-\
sızlık. 6. Ortamın uygunsuzluğu, fi1 aksiliği tut
(a'ksettirilme) is. Aksettirilm ek işi. mak, İnatçılık ederek direnmek.|| aksilik bu ya,
aksettirilmek, [Ar. ‘aks+ T. et-tir-il-m ek dUju.l j ^ ] “Olmaması gerekirken bir terslik o lu r ." anlamın-
(a ’ksettirilmek) edil. f. [-ir] Aksettirm ek işi yapıl da. || aksilik etmek, Uyuşmamak, inatçı davran
mak; yansıtılmak, mak.
aksettirme, [Ar. ‘aks + T. et-tir-me -ujû.1 ^rS^] ( a k aksine, [aksi-n-e] zf. 1. Tersine; bilakis. 2. Üstelik.
fi1 aksine gitmek, Yapılması gereken bir hareketin
settirme) is. Aksettirm ek işi.
veya uygulanması gereken bir taktiğin tam tersini
aksettirmek, [Ar. ‘aks + T. et-tir-melc LiUjg.l l_r £ t] yapmak.
(aksettirm ek) gçl. b. fi [-ir] 1. Üzerine düşen ses aksiniyen, [Yun. aksine (balta) > Fr. ahinien] sf.
dalgalarını yankılatmak. 2. Üzerine düşen ışık de İlkel toplulukların balta yapmakta kullandıkları ye
metini yansıtmak. 3. mec. Duyurmak, açıklamak. 4. şim taşı.
Yaymak, ulaştırmak,
aksiseda, [Ar. ‘aks-i şada (aksiseda:)
aksıma, [Yun. oksina (ekşi ot) {eAT} is. Sar
{OsT} is. 1. Ses dalgalarının bir yüzeye çarpıp geri
hoşluk veren ekşi şerbet, dönmesinden oluşan ikincil ses; yankı. 2. mec. Bir
aksırak, [alç-sıra-k] {eT} sf. M ükemmel; âla. [ETY] olayın veya açıklanan fikrin toplum üzerinde bırak
aksırık, -ğı [aksır-mak > aksır-ık] is. Nefes borusun tığı etki; tesir,
daki bir gıcıklanmadan dolayı nefes verdirici kasla
aksiseğirdim, [Ar. ‘aks-i T. seğirdim ^ ^ ,_ r ^ \
rın ani kasılm asıyla ağızdan ve burundan çıkan
şiddetli, gürültülü ve itici hava çıkışı; hapşırık; tık Geri çekilme; irkilme,
sırık. ö aksırığı cinli, Çabuk kızan. || aksırık tut aksişems, [Ar. ‘aks-i şems i (a ’ksişems)
mak, Birbiri p e şi sıra aksırm a nöbeti gelmesi. {OsT} is. Güneş ışığı yansıması.
AKS O lM IİlfC tS Û M İ.iM
aksiyom, [Yun. aksioma > Fr. axiome] is. man. 1. geçilecek zamanda.\\ akşam ı şerifler hayır olsun,
İspat ve kanıta gerek kalm ayan doğruluğu kesin İyi akşamlar.\\ akşam karanlığı, A laca karanlık.\\
önerme. 2. Herkes tarafından doğruluğu kabul olu akşam kavil, sabah savul, Verdiği sözden çabuk
nan görüş; belit, cayma.|| akşam kuşu, {ağız} Yarasa. [DS]|| akşamlı
aksiyon, [Fr. actione] is. 1. Etki. 2. B ir görüşü, bir sabahlı, H er akşam ve sabah olmak üzere. || akşam
fikri ortaya koyabilme. 3. B ir kimsenin yaptığı iş, namazı, Akşam vakti kılm an namaz.\\ akşam otu,
eylem. 4. B ir edebî eserde gelişen olayların bütünü. {ağız} Akşam ezanına on beş yirm i dakika önce baş
5. H isse senedi, layan ve ezanla biten süre. [DS]|| akşam oturu,
akson, [Fr. axon] (a'kson) is. Sinirsel uyarıyı ileten {ağız} Akşam üzeri. [DS]|| akşam pazarı, Pazar
sinir hücrelerinin lif uzantıları; sinir teli, yerlerinde toplanma saatinde yapılan ucuz alışve
akson, [Yun. aksoni] {ağız} is. Değirm en çarkının riş,|| akşam piyasası, B ulvar veya caddelerde ak
döndürdüğü mil. [DS] şam üzeri yapılan gezinti. || akşam saati, Akşam
üzeri, akşamleyin,|| akşam sabah, {ağız} B ir tür
aksöğüt, -dü [ak+söğüt] is. bot. Dallarından sepet
çiçek. [DS]|| akşam simidi, Akşam vaktinde satışa
yapılan, su kenarlarında yetişen yirmi otuz metre
çıkarılan simit. || akşam üstü, Akşamın yaklaştığı
kadar büyüyebilen bir söğüt türü (Salix alba).
bir sırada; tam akşam olduğu sırada. || akşam üze
aksu, [ak+su] {ağız} is. tıp. Katarkt.
ri, Akşam vaktinde. || akşam yeli, Akşam üzeri de
aksuna, [? aksuna] {ağız} is. dnz. Su altında felç o-
nizden esen rüzgâr; meltem.
larak çıkan dalgıcın iyileşmesi için onu tekrar deni
akşamcı, [akşam-cı] is. 1. H er akşam alkollü içki
ze indirme işlemi. [DS]
içmeyi alışkanlık edinmiş kimse. 2. A kşam erken
aksunkur, [ak+sunkur] {eAT} is. zool. Doğan türün
den uyumayı alışkanlık edinmiş kişi. 3. sf. Çalışma
den bir tür yırtıcı kuş.
saatleri gece vaktine denk gelen,
aksülamei, [Ar. ‘aksü’l-'am el ( a ’ksülâ- akşamcık, -ğı [akşam-cık] is. Akşam. S akşam cık
mel) {OsT} is. Zıt eylem; tepki; reaksiyon, kuşu, {ağız} Yarasa. [DS]
aksttlümen, [ak+sülümen] is. Cıva ile klorun birle akşam cılık, -ğı [akşam-cı-lık] is. Akşamcı olma du
şiminden meydana gelen zehirli, beyaz bir toz. rumu.
akşam, [T. ak + Far. şâm /F a r . hşap (gece) [Râ- akşam ın, [Ar. akşam + T. -m] z f Akşam vakti; ak
sânen] / Soğd. > e T ahşam [Clauson]] is. 1. Günün şam akşam.
ikindiden sonraki, geceden hemen önceki vakti. 2. akşamki, [akşam-ki] sf. Akşam üzeri olan, akşam
gnşl. Gece; şeb; tün. S akşama doğru, Güneşin yapılan.
batmasına yakın zamanda. || akşam ahıra, sabah akşamlama, [akşam-la-ma] is, 1. Akşam a kadar za
çayıra, B ir sorumluluk duymadan, gailesiz, rahat m an harcama. 2. Geceyi geçirme, konaklama,
yaşama. Yiyip içmekten başka bir şey düşünmez. || akşam lamak, [akşam-la-mak] gçsz. f. [-r] 1. Bir iş
akşam a kadar, Gün boyunca, ara vermeden. || ak için akşam a kadar uğraşmak; akşamı etmek. 2. Ge
şam a kalmak, Geç kalmak.\\ akşam akşam , A k ceyi evinden başka bir yerde geçirmek; konakla
şam ın olduğu dar vakitte. || akşama sabaha, N ere mak.
deyse, hemen hemen. || akşam ayazı, K ış mevsim in akşamları, [akşam-lar-ı] z f 1. A kşam vakitlerinde;
de akşam üzeri çıkan dondurucu soğuk.\\ akşam akşamleyin. 2. H er akşam. 3. Sadece akşam üzeri,
dan akşama, Üst üste, her akşam. || akşamdan akşamleyin, [akşam-leyin] zf. Akşam olduğunda; ak
kalma, Gece çok içtiği için sarhoşluğu henüz geç şam üzeri; akşam vakti; akşam akşam,
memiş olan. || akşamdan kavur, sabaha savur, akşamlık, -ğı [akşam-lık] sf. 1. Akşama mahsus, ak
B üyük çabalarla kazanılan p ara çok kolay harca şamları kullanılan. 2. Belirtilen sayıdaki akşama
nabilir. || akşam dan sonra m erhaba, İş işten geçti, yetecek kadar. «Üç akşam lık yiyecek kaldı.» 3.
aklın başına yeni m i geldi? sabahı şerifler hayrola! {ağız} Akşam yemeği. [DS] S akşam lık sabahlık,
|| akşam darı, {ağız} Akşam ezanına on beş yirm i Sağlık durumunun kötüye gitmesi dolayısıyla ölü
dakika önce başlayan ve ezanla biten süre. [DS]|| m ü tahmin edilen.
akşam dem ez sabah demez, Günün her vaktinde.|| akşamsefası, [akşam+safâ-s-ı] is. bot. A kşam lan açı
akşam ezanı, Günün dördüncü namazına davet lan gösterişli kırmızı, sarı, pembe çiçekleri ile süs
eden ezan. || akşam gazetesi, Öğleden sonra çıkan bitkisi olarak bahçelerde yetiştirilen çok yılık bir
günlük gazete. || akşam güneşi, 1. Akşam a doğru bitki; gece sefası, (Mirabilis ja la p a ).
yakıcılık etkisi azalmış gün ışığı. 2. Pembe ve sarı
akşer, [Ar. akşer j-iül] {OsT} sf. (Kişi için) kırmızı
karışımı bir karma renk. 3. mec. Yaşlılığın son de-
mi.|| akşam Hacı M ahmut, sabah eskici Yahudi, yüzlü.
D ürüst görünür ama kandırır. || akşam ı bulmak, akşın, [ak-şın] sf. Derisinde ve tüylerinde boya m ad
Çok oyalanmak.\\ akşamın dar vakti, Akşam na desi yokluğundan dolayı beyazlıklar bulunan; ak-
mazının kılındığı kısa zaman; aydınlıktan karalığa şar; albino; çapar.
ö M I İ M I j ü H .181 AKT
akşınlık, -ğı [ak-şm-lık] is. A kşın olm a durumu; al- olmak. [DS] S aktarılıp inmek, {ağız} Bayılıp düş
binizm; çaparlık. mek. [DS]
akşit, [ak+şit] {ağız} sf. Kutlu. [DS] aktarım, [aktar-ım] is. Aktarm ak işi; geçirme, çe
akt, [Ar. akt c il] {OsT} is. Zamanın belirlenmesi; virme işi.
vaktin tespiti. aktarışmak, [aktar-ış-mak j&\] {eAT} işteş, f . [-
akta, -a’ı [Ar. kat' > akta' jUsl] {OsT} sf. (Kişi için) ur] (Savaşta) birbirini yere yıkmak,
aktariye, [Ar. ‘attâriyye > aktâriye] (akta:riye) {OsT}
eli kesik.
is. Aktarlık.
akta, - a ’ı [Ar. kat' > akta' ^Uasl] (akta:) {OsT} is. 1.
aktarlık, -ğı [aktar-lık] is. 1. Aktarın işi ve mesleği.
Kesilmeler; kırılmalar. 2. Kırmalar; kesm eler 3.
2. A ktar dükkânında satılabilecek nesne,
Hayvan sürüleri. 4. Beylik araziler; ikta.
aktarm a, [aktar-ma] is. 1. Yerini, yönünü, yolunu
aktab, [Ar. kutb (mil) > aktâb ı_>Uasl] (akta:b) {OsT} değiştirme. 2. Altını üstüne getirme. 3. İletme. 4.
is. 1. Kutuplar. 2. mec. Bir topluluk ya da grubun ed. B ir eserden bir bölümü olduğu gibi alıp kul
başları; sahipler; efendiler; reisler; ulular, lanma; iktibas. 5. Çevirme; tercüme etme. 6. Ekim
aktadis, [actadis (tescilli isim)\ is. Tüketilen elektrik yapmaksızın tarlayı sürmek. 7. B ir dilin yabancı bir
enerjisini gece ve gündüz tarifelerine göre ayrı ayrı dilden kelime alması. 8. Kalıtım; irsiyet. 9. {ağız}
kaydeden sayaç, Baştan savma; başkasma havale etme. [DS] 10.
{ağız} Çalma. [DS] 11. {ağız} Ganimet. [DS] 12.
aktaeyn, [Ar. kat’ > akta’eyn jjJail] {OsT} is. 1. Kes
{ağız} Kepenek. [DS] 13. {ağız} Tarlayı ilkbaharda
kin iki şey. 2. mec. Kılıç ve kalem, sürme zamanı. [DS] 14. sf. B ir eserden aktarılmış.
aktan, [Ar. kutn > aktan jUasI] (akta:n) {OsT} is. Pa Aktarm a paragraf. <5 aktarma etmek, 1. Bir taşıt
muklar. taki yolcuları başka bir taşıta geçirmek. 2. B ir y e r
deki eşyayı başka bir yere koymak, yerleştirm ek. ||
aktar1, [Ar. katre > aktar jU^sl] (akta:r) {OsT} is.
aktarma gemisi, Lim ana giremeyecek kadar büyük
Damlalar. bir gemiden malları limana taşıyan daha küçük
aktar2, [Ar. 'attâr (güzel kokular satan) => ak- gemz.||aktarma yapmak, 1. B ir bölümden diğer
târ](akta:r) is. 1. Çeşitli baharatlar ve güzel koku bölüme geçirmek. 2. Yolculukta belirli bir durakta
larla iğne iplik cinsinden küçük eşyaların satıldığı araç değiştirmek.
dükkân. 2. Bu cins malzemeyi satan kişi. aktarm acılık, -ğı [aktar-ma-cı-lık] is. 1. Aktarm a işi.
aktar3, [Ar. kutr (yöre) > aktar jUaül] (akta:r) {OsT} 2. Başkasının bir cümlesini veya fikrini alıp kul
lanma.
is. 1. Yönler; taraflar; hudutlar. 2. Ülkeler; bölge
aktarmaç, [aktar-maç] {ağız} is. Y ollarda birdenbire
ler. 3. Çaplar; kuturlar. S1 aktâr-ı cihân, {OsT}
çıkan dönemeçler. [DS]
Dünyanın dört bucağı.
aktarm ak, [eT. ağ-m ak (bir ya n a eğilmek: çökmek;
aktaraç, [aktar-mak > aktar+ağaç] {ağız} is. Sac
bel vermek) > ağtar-mak / ahtar-m ak > aktar-mak
üzerinde pişmekte olan yufkayı çevirmekte kullanı
/ ji jb s l] gçl. f [-ır] 1. B ir yerden başka bir
lan araç. [DS]
aktarağaç, [aktar-mak > aktar+ağaç] {ağız} is. 1. yere götürmek; taşımak; göçermek. 2. Bir şeyin
Yemeni dokumacılığında yemenileri çevirmekte yolunu veya yönünü değiştirmek. 3. Toprağı sür
kullanılan uzun kollu ve yuvarlak bir ağaç. 2. Sac mek; bellemek; {eAT} (aym). 4. Altmı üstüne getir
üzerinde pişirilen ekmeği çevirmekte kullanılan mek. 5. Çatıdaki kırık kiremitleri yenisi ile değişti
demir ya da ağaç aygıt. 3. Fırın küreği. 4. Ayakka rerek bakım yapmak. 6. Bir kitabın içinde b ir ko
bının ucunu dışına çevirmeye yarayan aygıt. [DS] nuyu bulm ak için baştan sona aramak; taramak. 7.
aktarıcı, [aktar-ıcı] is. 1. Eski kiremitleri yenisiyle Bir kitabı baştan sona bir defa okuyup devretmek;
değiştirmek suretiyle çatı bakım ını yapan kişi. 2. hatmetmek. 8. Tercüme etmek; çevirmek. {eT} (ay
Ana vericinin dalgalarını alam ayan bölgeler için nı) [EUTS] [Gabain] 9. Bir metni kendi yazısında
daha düşük güçte ve başka frekansta yayın yapan aynen kullanmak. 10. Ulaştırmak; bildirmek. 11.
radyo-televizyon vericisi, Sahip olduğu bilgileri öğretmek. 12. Elde mevcut
olan bilgi ve belgeleri bir başka ortam a kaydetmek.
aktarılma, [aktar-ıl-ma] is. Aktarılm ak işi.
13. Duygu ve düşüncelerini değişik sanat ürünlerini
aktarılmak, [aktar-ıl-mak edil. f. [-ır] 1. Ak kullanarak ifade etmek. 14. Güreş gibi sporlarda
tarmak işi yapılmak. 2. {eT} {ağız} Devrilmekbaş rakibini yere yıkmak; devirmek; yenmek. 15. {eT}
aşağı çevrilmek; yuvarlanmak. [EUTS] [İKPÖy.] Dönmek; çevrilmek. [EUTS] [Gabain] 16. {eAT} Ye
[DS] 3. {eAT} Düşürülmek; başkası tarafından yı re yıkmak; devirmek; alt etmek; yenmek. S aktar
kılmak. 4. {eAT} Kendi kendine yıkılmak. 5. {eAT} değneği, {ağız} D ikişli ayakkabıları çevirmeye y a
Yüz çevirmek; başka yana dönmek. 6. {ağız} A lt üst rayan tahta aygıt. [DS]|| aktar dönder etmek,
AKT m nm fC E H .
{ağız} 1. Altını üstüne getirmek; tarlayı sürmek. 2. aktolga, [alc+tolga] is. Eskiden savaşlarda giyilen
Elden ele iletmek. [DS] zırhlı miğfer.
aktarmalı, [aktar-ma-lı] sf. 1. (Yolculuk için) belli aktör, [Lat. actor (iş gören) > Fr. acteur] is. tiy. I.
duraklarda araç değiştirerek yapılan 2. (Araç için) Sahnede veya film de kişileri canlandıran erkek;
belirli bir istasyonda yolcuları aktarma yaparak gi oyuncu. 2. mec. Takındığı tavırlarla karşısındakini
den. 3. zf. A ktarm a yapılarak, ustaca kandırmayı beceren kişi; düzenbaz,
aktarmasız, [aktar-ma-sız] sf. (Yolculuk için) ak aktöre, [ak+töre] is. İyi ahlak,
tarm a yapılmadan; taşıt değiştirmeden yapılan, aktörlük, -ğü [aktör-liik] is. 1. Aktörün yaptığı iş,
aktartma, [aktar-t-ma] is. Aktartmak işi. meslek; oyunculuk. 2. mec. Düzenbazlık. t5 aktör
aktartmak, [aktar-t-mak] gçl. f. [-ır] Aktarm ak işini lük etmek, Birini kandırm ak için olduğundan baş
bir başkasına yaptırmak, ka tavırlar takınmak; düzenbazlık.
aktavşan, [ak+tavşan oU jL jl]is . zool. 1. Bir çeşit aktris, [Lat. actor (iş gören) > Fr. actrice] is. tiy.
Sinema veya tiyatroda rol alan kadın oyuncu; artist,
çöl faresi; cırboğa, (Jaculus jaculus). 2. {eAT} Ada
aktrislik, -ği [aktris-lik] is. tiy. Aktrisin yaptığı iş ve
tavşanı.
meslek.
aktı, [Ar. ‘akd > ‘akdî ?] {eAT} is. 1. İş; çalışma. 2.
aktuğ, [ak+tuğ] is. A t kılından yapılma, altın ve gü
Elişi. 3. M alumat; bilgi. 4. {ağız} Götürü yaptırılan müş ile süslü hüküm darlık alameti,
bir iş karşılığında ödenen ücret; toptan pazarlık an akturmak, [ak-(ı)t-ur-mak] {eT} gçl. fi [-ur] 1. Y ük
laşmasına göre verilen ücret; el emeği. [DS] seltmek. [EUTS] 2. Akıtm ak [Gabain] 3. Akıttırmak.
aktınmak, [ak-(ı)t-ın-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Ak [EUTS] [DLT]
mak; suya batmak. [Gabain] [EUTS] aktüalite, [Fr. actualite] is. 1. Şu ana uygun olma
aktif, [Fr. actif] sf. 1. Çalışır durumda; faal. 2. Hare niteliği. 2. Şu andaki durum ve koşullar. 3. Son
ketli, canlı; girişken. 3. Bizzat etki yapan; etken; günlerin toplumu etkileyen olayları ile ilgili olma;
malûm. 4. Önemli yerde, karar verme ve uygulama güncellik.
durum unda olan. 5. (İşletmenin varlıkları için) para aktüalizm, [Fr. actualisme] is. jeol. Geçmiş devirler
ile değerlendirilebilen, fi1 aktif akım, /îz. Kendisini jeolojik olaylarını günümüzde görülen benzerleri
meydana getiren gerilim ile aynı fa zd a olan alter ile açıklamaya çalışan doktrin; giincelcilik.
n a tif akım.\\ aktif fiil, dbl. Öznesi doğrudan yapıcı, aktüel, [Lat. actuâlis > Fr. actuel] sf. 1. Şu anda ö-
kılıcı olan fiiller. || aktif metot, eğit. Öğrencilerin nem taşıyan; şimdiki. 2. (O lay için) günümüzde
eğitim faaliyetlerinin bir kısmında rol aldıkları eği olan ve kamuoyunun ilgilendiği; söz konusu edi
tim metodu.|| aktif nüfus, Çalışan nüfus.\\ aktif len; güncel.
para, Bizzat piyasada dolaşan para. || aktif rol oy
namak, Yapılmakta olan işte birinci planda görev aku, [Far. akü j^T] (a:ku:) {OsT} is. zool. Baykuş;
almak. puhu.
aktifleşme, [aktif-leş-me] is. Etki eder durumda bu akuarel, [İt. acqua (su üzerine) > acquarella > Fr.
lunma. aquarelle] is. Suluboya resim.
aktifleşmek, [aktif-leş-mek] dönşl. fi [-ir] Etki eder akub1, [Ar. ‘aküb (aku:b) {OsT} is. Toz.
bir duruma gelmek, akub2, [Ar. ‘akib > ‘aküb o j**] (akıv.b) {OsT} is.
aktinit, [Fr. actinides] is. kim. Atom numarası 89 ile Halef; varis.
103 arasında kalan tabii ve yapay (aktinyum, tor akuçka, [Rus. oköşko] {ağız} is. 1. Küçük pencere. 2.
yum, protaktinyum, talyum, plütonyum, amerik Camekân. [DS]
yum , küriyum ve berkelyum) radyoaktif elementle
akuk, [Ar. ‘a k ü k j j i t ] (aku:k) {OsT} sf. 1. Anasına
rinin ortak adı.
aktinon, [Fr. actinon] is. kim. Aktinyumun parçalan babasına itaat etmeyen. 2. (Hayvan için) gebe,
ması ile meydana çıkan kütle numarası 223 olan akuka, [Erme, ağuğa / akuka] {ağız} is. Kapalı su o-
radon izotopu, luğu; künk. [DS]
aktinyum, [Fr. actinium] (a k ti’nyıım) is. kim. Atom akulug, [agu > aku-luğ] {eT} sf. Ağılı; zehirli. [EUTS]
numarası 89, atom ağırlığı 227 ve 228’in yanı sıra akunduz, [Yun. akantos] {ağız} is. Ak çöpleme, (Ve-
atom ağırlığı 209 ile 232 arasında yer alan yirmi iki ratrıım album). [DS]
yapay izotopu bulunan radyoaktif element; sembo akupunktur, [Lat. acus (iğne) + punctura (batırma)
lü: Ac. S aktinyum serisi, Uranyum 2 3 5 'in p a r > Fr. acupuncture] is. tıp. H ayat enerjisinin kaynağı
çalanmasından doğan çekirdekler. sayılan “kuvvet çizgileri” boyunca vücutta bulunan
aktivizm, [Fr. activisme] is. siy. 1. Bir siyasi parti “nokta” lara altın iğne batırm ak suretiyle uygulanan
veya sendikanın hizmetinde yapılan eylem. 2. Şid Çin kökenli bir tedavi metodu.
deti hoş gören siyasi doktrin; eylemcilik. akur1, [ak-ur] {eT} is. Ahır. [DLT]
Ö I R I l i l t B ö l . 183 AKZ
akur2, [Ar. ‘akur jy*-] (aku:r) {OsT} {ağız} sf. 1. Az aküpunktür, [Fr. acupuncture] is. tıp. -*■ akupunktur,
gın; kudurmuş. 2. (Hayvan için) kuduz. [DS] akva, [Ar. kavı > akvâ ısji\] (akva:) {OsT} sf. Daha
akurJ, [eT. ak-ur-mak > alç-ur] {ağız} is. 1. Y amaçla kuvvetli; en kuvvetli; çok sağlam,
ra yapılan düz ve yan yol. 2. (İsim tam lam ası biçi akval, [Ar. lçavl > akvâl Jly l] (akva:l) {OsT} is. 1.
miyle, tam lanan “akur” ise) tam layan olan nesne
Sözler. 2. gnşl. Düşünce; fikir; hüküm; mütalaa 3.
nin çokça bulunduğu yer; Orası çam akurudur. 3.
Dedikodu; boş sözler; rivayetler. S akvâl-i haki
Hayvan yemliği. 4. sf. Düz; doğru. [DS]
mane, Filozofça sözler.
akurane, [Ar. ‘alçür + Far. -âne ti\jyc-] (aku:ra:ne)
akvam, [Ar. kavm > akvâm (akva:m) {OsT} is.
{OsT} zf. Kudurmuş gibi; kudurmuşçasına.
Kavimler; milletler; halklar, t? akvâm-ı beşer, İn
akurka, [Ar. karka'a (yans)] {ağız} is. Kurbağa. [DS]
san kavimleri.
akurmak, [ak-ur-mak] {eT} g çsz.f. [-ıır] Y avaş dav akvarel, [Fr. aquarelle] is. Suluboya,
ranmak. [Gabain] akvaryum, [Fr. aquarium] ( a ’kvaryum) is. İçinde su
akuru, [ak-ur-u] {eT} sf. 1. Yavaş. [Gabain] 2. {ağız} bitkileri ile özellikle balık beslenen yapay ortam,
Düz; doğru. [DS] S akuru akuru, Yavaşça; ses
akvas, [Ar. kavs (yay) > akvâs (akva:s) {OsT}
sizce; yavaşçacık. [EUTS] || akuru turkuru, D oğ
ru; müstakim. [EUTS] is. 1. Yaylar; kavisler; eğriler. 2. Dönemeçler. 3.
akustik, -ği [Yun. akoustikhos (ses bilgisi) > Fr. mat. Yaylar.
acoustique] sf. 1. Sesle ilgili; sese ait; işitmeye da akvat, [Ar. kut (yiyecek) > akvât oljâl] (akva:t) {OsT}
yanan; işitme ile ilgili. 2. is. fız. Sesin oluşumu, is. Yiyecekler; yenilecek şeyler; azıklar. S akvât-ı
yayılması, işitilmesi ve özellikleriyle uğraşan fizik yevmiye, {OsT} Günlük yiyecekler; geçim.
dalı; yankı bilimi. 3. gnşl. Bir yerin ses yayılım ı ile
akvaz, [Ar. kavz > akvâz jly l] (akva:z) {OsT} is.
ilgili taşıdığı nitelikler; yankı düzeni. <5 akustik
alan, fız. Ses titreşimlerinin ulaştığı uzaysal böl- Kum tepeleri,
ge. || akustik çanaklar, Eski tiyatro binalarında akve, [Ar. ‘aleve ey*-] {OsT} is. Evin önündeki üstü a-
oyuncuların seslerinin daha gür duyulması için çılc alan; avlu,
binanın uygun yerlerine yerleştirilen toprak veya akvem, [Ar. kavim (doğru) > akvem piit] {OsT} sf.
tunçtan yapılmış çan biçimindeki kaplar. | akustik
Daha doğru; en doğru; pek doğru,
mayın, as. Deniz dibine yerleştirilen ve yakınından
geçen geminin pei’vane gürültüsü ile patlayan ma akverin, [Ar. akverîn (akveri:n) {OsT} is. B ü
yın. || akustik siniri, anat. İç kulağı beyine bağla yük belalar.
yan sinirler demeti. akveriyat, [Ar. alçveriyyât o l ^ l ] (akveriya:t) {OsT}
akuşka, [Rus. oköşko] {ağız} is. -*■ akuçka. [DS]
is. Büyük belalar,
akut, [Lat. acütus (bilenmiş) > Aim. akut / İng.
acute] sf. tıp. (Hastalık için) şiddetli başlayıp çabuk akves, [Ar. lçavs (bükülme) > akves ^ y l ] {OsT} sf. 1.
ilerleyen. (Kişi için) yaşlılık ya da hastalık nedeniyle beli
akuz etmek, [Yun. âkuse (dinle) + T. et-mek] argo. bükülmüş. 2. (Gün, vakit için) sıkıntılı; zor; çetin,
Haber vermek, akviya, -a’i [Ar. kavı (güçlü) > alçviyâ’ (ak-
akuzatif, [Lat. accusativus] is. dbl. Öznenin yaptığı viya;) {OsT} is. Güçlü kuvvetli kimseler,
iş ve hareketten doğrudan etkilenen varlığın (nes akya, [Yun. atias] {ağız} is. zool. Bir balık türü, (Lic-
ne) bulunduğu hâl; ismin belirtm e hâli; ismin -i
hia aima). [DS]
hâli; ismin yükleme durumu; m e f ulün bih.
akyad, [Ar. kayd (bağ) > akyâd .sLsI] (akya.d) {OsT}
akü, [Fr. accum ulateur > accu] is. Akümülatör, ö 1
akü doldurmak, argo. 1. (Erkek için) cinsel gücü is. Bağlar; bukağılar,
artırıcı şeyler yem ek veya kullanmak. 2. içki iç akyarma, [ak+yar-ma] is. bot. Ağustos başında ol
mek.|| aküsü bitmek, argo. i. Bir önceki ilişkiden gunlaşan, açık renkli mayhoş tatlı, keskin kokulu
dolayı tekrar cinsel ilişkiye giremeyecek durumda yerli b ir şeftali çeşidi,
bulunmak. 2. Yaşlılıktan dolayı cinsel gücü tüken akyavaş, [ak+yavaş] {ağız} sf. 1. (İnsan y a da hayvan
mek. 3. Gücü tükenmek; iyice yorulmak. için) sinsice hareket eden. 2. (Kişi için) ağır kanlı;
aküçgül, [ak+üç+gül] is. bot. Baklagillerden dalları tembel. [DS]
yerde sürünen, kuraklığa dayanıklı, m ayıstan tem akyise, [Ar. kıyâs > akyise 4-^1] {OsT} is. Kıyaslar.
muza kadar çiçek açan çok yıllık bir yem bitkisi
akyuvar, [alc+yuvar] is. tıp. Kanda bulunan mikrop
(Trifoliıım repens)
lara karşı vücudu savunan, iri ve yuvarlak yapılı,
akümülatör, [Lat. accumulare (yığmak) > Fr. accu
beyaz ve çekirdekli len f hücresi (lökosit).
mulateur] is. fız. Enerjiyi istenildiği zaman iade et
mek üzere depolayan cihaz. akza, [Ar. lçazâ (yargı) > alçzâ (akza:) {OsT} sf.
AKZ aruM tuT O M .w
1. (Yargıda bulunmak, hüküm verm ek için) en yet alından bağladıkları verev katlanmış eşarp. || al
kili. 2. (Fıkıh, kadılık için) en yetkin; en bilgili. çevre, {ağız} Erkeklerin kullandığı büyük kırmızı
akzambak, -ğı [ak+zambak] is. bot. Zambakgiller mendil.\\ al duvak, Gelinlerin yüzüne örtülen ke
den bir metre kadar boylanabilen iri, beyaz ve gü narları sırmalı kırmızı ipekli kumaş.\\ al gömlek,
zel kokulu bir süs bitkisi (Lilium candium). {ağız} 1. K ızıl hastalığı. 2. Kızamık; kızamıkçık,|| al
akzel, [Ar. akzel Jjsl] {OsT} sf. Pek aksak; aşın topal. giymedim ki alınayım, “Bu işle ilgim y o k ki neden
alınayım ?" şeklinde kendini savunma.\\ ab al moru
akziye, [Ar. kaza (yargı)> akziye (akza:) {OsT} mor, Telaş, heyecan veya korkudan dolayı nefes
is. Hükümler. nefese, yü zü kıpkırmızı olmuş bir hâlde.|| alını al
-al-1, [-al- / -el-] yap. e. İsim kök ve gövdelerinden dırmak, {ağız} Güzellik ve gençliğini kaybetmek.\\
fiil üretir. {eT} {eAT} (aynı): çoğalmak (çok-al-mak), al kanlara boyanmak, Vurularak şehit olmak. || al
yok-al-m ak (yok olmak), alçalmak (alçak-al-mak), karısı, Şamanizm ‘de loğusalara m usallat olduğuna
azalmak, yönelmek, yufka-l-mak, diri-l-mek, yüce-l- inanılan yersular (kötü ruhlar, cinler).|| al kızı, A l
mek, bımg-al-mak. karısı. || al kiraz üstüne kar yağm ak, Bu görülür
-al-2, [-1- / -al- / -el-] yap. e. -* -1-. şey değil; olması mümkün değil; akla ters olay. || al
-al, [-al / -el] yap. e. İsimlerden sıfat yapan bir ektir: kuşak, {ağız} Düğün ve bayramlarda köy kızlarının
yan-al, gen-el, öz-el. bellerine doladıkları çok renkli kuşak. || al kuşaklı
ördek, zool. Ördekgillerden altmış santim etre bo
Al. [Fr. aluminium] is. kim. Atom numarası 13, küt
yunda kıyı haliçlerinde ve iç sularda yaşayan ka
lesi 26,98 olan, hafif, yumuşaklığı dolayısıyla ko
buklu hayvan, balık ve yosunlarla beslenen siyah
lay işlenebilen, havadan çok az etkilenen parlak
başlı kırmızı gagalı bir tür ördek (Tadorna
beyaz bir metal olan alüminyumun sembolü.
tadorna). || allar giymek, M utluluk ifadesi olarak al
al1, [âl J l] {eT} {eAT} is. 1. Hile, aldatma, tuzak; do renkli elbise giyinm ek.|| al peştemal, {ağız} 1. Renk
lap; düzen. [DLT] [Gabain] [İKPÖy.] EUTS] 2. {eT} renk çizgili önlük. 2. Peşkir. [DS]|| al tam ga, {eAT}
Savaş oyunu; hile. [İKPÖy.] {eT} 3. Çıkar yol; çare; 1. Tuğra. 2. Tuğra çekilmiş ferm a n .|| al yanak,
metot; vasıta, usul. [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] [Üç {ağız} 1. in ce kabuklu, tatlı ve kırmızı bir kiraz türü.
İtigsizler] 4. {eT} Araç. [İKPÖy.] 0 ala düşmek, 2. B ir tür zerdali. 3. B ir yanı kırmızı renkli elma. 4.
{ağız} Tuzağa düşmek: hileye gelm ek.|| ala getir Kafasının yanları kırmızı kefal balığı. [DS]|| al ya
mek, {ağız} H ileye getirmek; tuzağa düşürmek.\\ ala naklar, Sağlıklı olmanın ifadesi olarak yanakların
tutmak, {ağız} 1. Gözünü boyamak. 2. H ile y a p kırmızılığı.\\ al yem eni, folk. Bursa yöresinde oy
mak; karışıklığa getirmek.^ al dil, {ağız} Kurnazlık; nanan gövende türünde türkülü bir kadın oyunu. ||
hile.\\ al etmek, {eAT} H ile yapmak, düzen kurmak, al yonca, bot. {ağız} Hayvanların severek yedikleri,
aldatmak.\\ al eylemek, {eAT} H ile yapm ak.|| al kırmızı çiçekli bir ot. [DS]
geçmek, {eAT} H ile yapmak.\\ al itm ek, {eAT} Hile al3, [al] {eT} is. 1. Alt; bir şeyin alt tarafı; alt taraf.
yapmak. [EUTS] [Gabain] 2. Yan. [Gabain] 3. {eT} Elbisenin
al2, [eT. âl] sf. 1. Alev rengi parlak kırmızı. 2. gnşl. ön kısmı. [Mühennâ] 4. {ağız} Ön; ön taraf. [DS]
Al renk; kırmızı, kızıl; pembe. [Gabain] [DLT] al4, -li [Ar. âl JT] (a:l) {OsT} is. 1. Akrabalık yoluyla
[EUTS] [Yüknekî], 3. (At için) donu kızıla çalan;
birbirine bağlı olan kimseler; aile. 2. Evlat. 3. Süla
açık doru. 4. {eT} (At donu için) kül renkli; yelesi
le. 4. H ükümdar sülalesi; hanedân. S Âl-i aba (ne
kuyruğu kızıl. 5. is. {eT} Hanlara bayrak, devlet bi, resül), Hz. M uhammed(sa) ’in ailesi (kızı Fatma,
adam lanm n atlarına eyer örtüsü yapılan turuncu damadı Hz. Ali, torunları H aşan ve Hüseyin).\\ Al-i
renkli kumaş. [DLT] 6. {ağız} Düğünde güveyin Osman, Osmanlı hanedânı.
boynuna takılan mendil büyüklüğündeki kırmızı
al5, -li [Ar. ‘ulüvv (yücelik) > ‘âl JU ] (a:l) {OsT} sf.
bez. 7. {ağız} Kadınların alınlarına bağladıkları ye
şilli kırmızılı ipek örtü. 8. {ağız} Gelinlerin başına En yüce; pek yüce.
örtülen uzun kırmızı örtü. 9. {ağız} Loğusa kadınla al6, -li [Ar. âl JT] (a:l) {OsT} {eAT} is. 1. Serap. 2.
rın üstüne çökerek onları boğduğu sanılan al giy Sabah ya da akşamüstü çöken sis tabakası; buğıı.
miş hayalî bir görüntü; al karısı; al kızı. S al al -ala-, [-a-la- / -e-le-] yap. e. Fiil kök ve gövdelerin
olm ak, Öfkeden veya utançtan kıpkırmızı olm ak.|| den eylemi sürekli tekrarlam a kavram ı katan fiiller
al bağlam ak, 1. Başına al yazm a takarak m utlulu yapar: itelemek, silkelemek, şaşalamak, tap-ala-
ğunu ifade etmek. 2. mec. M utlu olmak; sevinm ek; mak.
murada ermek.\\ al basma, {ağız} Sonradan görm e âlâ, [Ar. ‘âlî (yüce) > a’lâ / 'jUl] (a:lâ:) {OsT} sf.
lerdeki gurur, kibir, şımarıklık. [DS]|| al basmak,
1. En yüksek, daha yüksek. 2. Çok iyi; mükemmel.
(Yeni doğum yapm ış kadın için) ateşli bir hastalığa
3. Güzel, iyi ve uygun; mükemmel. 4. ünl. Peki;
yakalanm ak,|| al bayrak, Tiirk bayrağı.\\ al çelme,
tamam; kabul. 5. zf. Daha iyi. S âlânın âlâsı, İyi
Yürük ve Türkmen kadınlarının başörtüsü üzerine
nin de iyisi.
ö iü ffiiiriE M U ıa s ALA
ala1, [? ala] iinl. Şaşkınlık bildiren ünlem. pişm iş ya rı pişm em iş (yemek). \\ ala düşmek, {ağız}
ala2, [eT. âl-a JT] sf. 1. Y er yer siyah, yer yer de be 1. (Üzümler için) tanelerinde bazısı olgunlaşmak.
2. Vücutta beyazlı siyahlı lekeler oluşmak. [DS]||
yaz kısım ları bulunan renk; siyahlı beyazlı. 2. {eT}
ala gaz, {ağız} K öm ür yanarken çıkan gaz; karbon
{ağız} Karışık renkli; çok renkli; alaca alacalı.
dioksit.|| ala getirmek, {ağız} (Hayvan için) y a ş
[EUTS] [ETY]«Ala çuval.» [DS] 3. {ağız} Kahveren
lanmaktan dolayı kılları beyazlaşmak. [DS]|| ala
gi ile kırmızı arası bir renk. 4. {eAT} {ağız} (Göz
gönen, Suyunu iyice almamış toprak. || ala göt,
için) açık kestane rengi; ela. [DS] 5. {eT} Cüzamlı.
{ağız} Tembel, iş tutmaz adam. [DS]|| ala göz, i.
[Gabain], 6. {eT} Teninde deri hastalığı sebebiyle
H a fif açık, mavimsi göz; ela. 2. {ağız} Cesur; yiğit.
beyazlıklar olan; ala tenli; abraş. [DLT] 7. {eT} (At
[DS] 3. Korkak. || ala gücük, {ağız} Baştan savma;
için) ala renkli. [EUTS] 8. {ağız} (M eyve için) ol
yarım. [DS]|| ala gün, {ağız} 1. Yazın yarı bulutlu
gunlaşmamış; y an ham. [DS] 9. {ağız} Yarım; yarı.
havalarda güneşin buluta girmesi ile oluşan gölge
[DS] 10. is. {eAT} {ağız} K arışık renk; alaca. 11. {eT}
li haya. 2. Yarı açık, yarı bulutlu hava. [DS]|| ala
Cüzam. [Gabain] 12. {ağız} K ekliğin boynundaki
güneş, {ağız} Yarı güneşli, ya rı gölgeli yer. [DS]||
siyah halka. 13. {ağız} D eğişik renk ipliklerle do
ala kabak, {ağız} I. Saksağan. 2. Güvercin irili
kunmuş pamuklu bez ya da örtü; kareli bez. [DS]
ğinde siyahlı beyazlı bir kuş. 3. Palamut, m ısır y i
14. {ağız} Keklik avında kullanılan çeşitli renklerde
yen ve sesleri taklit eden bir kuş. 4. Ağaçkakan. 5.
boyanmış bezden tuzak. [DS] 15. {ağız} Avcıların,
Boşboğaz; sözünde durmaz. 6. Serseri, işsiz g ü ç
av hayvanlanm yuvalarından çıkarmak için kullan-
süz; boş gezen. [DS]|| ala kar, {ağız} Yarı karlı.
dıklan bir tür müzik aleti. [DS] 16. {eT}. İnsanın
[DS]|| ala kara, {ağız} 1. D eve yününden dokunan
içinde olan gizli şeyler. [DLT] 17. {ağız} Emekli.
kilim. 2. Hile; kötülük. [DS]|| ala karga, {ağız} 1.
[DS] S 1 ala aç, {ağız} Yarı aç.\\ ala ağız, {ağız} 1.
Saksağan; {eAT} (aynı). 2. Boşboğaz; ara bozucu.
Ara bozucu; boşboğaz; geveze. 2. İkiyüzlü; dönek. ||
[DS]|| ala karb, {ağız} Karların erimesi ile y e r yer
ala ağızlık, {ağız} Boşboğazlık; gevezelik; arabo-
açık yerleri bulunan. [DS]|| ala keçi, {ağız} 1. Si
zuculuk\\ ala ala bakm ak, {ağız} 1. A ptal aptal
yahlı beyazlı kıl keçisi. 2. A ra bozucu; boşboğaz.
bakmak; alık alık bakınmak; bön bön bakmak. 2.
[DS]j| ala kepir, {ağız} 1. Yarı aç, yarı tok. 2. Taş
Çaresizlik içinde yalvararak bakmak.\\ ala at, {eT}
lık, fu n d a lık yer. [DS]|| ala kır, {ağız} I. Saçları y e
Alaca renkli at; ala kır at.|| ala avcılığı, {ağız} A la
ni ağarmaya başlamış adam. 2. Siyahlı beyazlı kır
ile yapılan keklik avcılığı. || ala bacak, {ağız} B a
düşmüş saç sakal. [DS]|| ala kırık, {ağız} 1. Kurnaz,
cakları beyaz y a da benekli hayvan.\\ ala bahar,
şakacı kişi. 2. Yasa dışı ilişkiden doğan çocuk; piç.
{ağız} ilkbaharın ilk günleri; baharın geldiğini
[DS] || ala kış, {ağız} A z yağışlı, bol güneşli geçen
müjdeleyen günler.|| ala baş, {ağız} 1. Başı benekli
kış. [DS]|| ala kilim, {ağız} Renkli keçeden yapılm a
hayvan. 2. Karısının, başkaları ile ilişki kurmasına
yaygı. [DS]|| ala koruk, {ağız} Yarı olmuş üzüm.
göz yum an erkek. 3. Ahlaksız.\\ ala bele, {ağız} 1.
[DS]|| ala kurı, {eAT} A z kurumuş; yarı kuru.|| ala
Alaca; karışık renkli. 2. Çiçekbozuğu. 3. B elli be
kuru, {ağız} 1. (Toprak için) y a rı tavlı. 2. Yarı kuru
lirsiz; yarım yamalak. 4. (İş için) üstünkörü; alela
yarı yaş. 3. (Atların beslenme şekli için) kim i za
cele; düzensiz. || ala bicik, {ağız} Memeleri beyazlı
man otlama kim i zam an da kuru yem ile. [DS]|| ala
hayvan.|| ala boncuk, {ağız} İyi ve kötü hâlleri her
kuş, {ağız} I. Palavracı; yaygaracı. 2. Baş örtüsü.
yerde bilinen, tanınan kim se.|| ala boz, {ağız} 1.
[DS] 3. {eAT} Tavus kuşu.|| ala kuşak, {ağız} Gök
Benekli hayvan. 2. Ekildiği hâlde bütünüyle yeşer
kuşağı. [DS]|| ala kuşluk, {ağız} Öğleden önceki
meyen tarla.|| ala böğrülce, {ağız} Siyah benekli bir
zaman. [DS]|| ala palaz, {ağız} Gagası ve ayakları
tür fasulye.\\ ala börtm e, {ağız} i. Çok az pişmiş. 2.
yeni kırmızılaşmaya başlamış keklik yavrusu. [DS]||
Külbastı; kebap.|| ala börtük, {ağız} Güneşten her
ala pilav, {ağız} M ercimek ve pirinçle yapılan bir
tarafı yanm ış sebze y a da meyve. || ala buçuk, {ağız}
tür pilav. [DS]|| ala sarık, {ağız} Kötü; dönek adam.
Baştan savma; yarım yam alak; yarı başlı. || ala bu
[DS]|| ala seme, {ağız} Yarı uyur yarı uyanık; uyku
la, {ağız} i. Alaca; karışık renkli. 2. Kırmızımsı ve
dan gürültüyle uyanıp sersemleşme hâli. [DS]|| ala
karamsı renkli eşya. 3. Bulanık; biçimsiz. 4. Baştan
sığırcık, {eAT} -*• alaca sığırcık.11 ala sulu, {ağız} 1.
savma; acele; yarım yamalak. [DS]|| ala bulanık,
(Meyve için) ham ile olgun arası, yarı olgun. 2. İyi
{ağız} 1. Yarı berrak yarı bulanık su. 2. H asta yü z
pişm em iş; ya rı sulu yemek. 3. Uluorta, yersiz söz
lü; renksiz. [DS]|| ala bulaşık, {ağız} Yarım; ta
söyleyen. [DS]|| ala tavuk, D ağlarda yaşayan bir
mamlanmamış; kirli bırakılmış. || ala bulut, {ağız}
çeşit kuş. || ala tenlü, {eAT} A braş.|| ala ton, {eT}
I. Gökyüzünde yer yer toplanan beyaz, kaba bulut
Alaca giyim. [Mühennâ]|| ala torba, {ağız} Çeşitli
lar. 2. Yağmur bulutu. [DS]|| ala canlı, {ağız} 1. Ya
renkte yünlerden dokunan saplı torba. [DS]
rı canlı, yarı ölm ek üzere olan. 2. Yarı pişmiş, yarı
ala3, [ala] {eT} zf. 1. Acele etmeden; yavaş. [DLT] 2.
çiğ. [DS]|| ala cahre, {eAT} Sarı renk vermekte kul
ünl. {ağız} Şaşma ve hayret bildirir. [DS] ö ala ala,
lanılan bir kök; cehri.|| ala diri, 1. Yarı ölü, yarı
{eT} 1. Yavaş yavaş. 2. Toplu yapılan işlerde birlik
canlı; henüz yen i ölmüş (av hayvanı vs.). 2. Yarı
ALA ÖTÜKtnlÜUKCt S İ M . 186
ve heyecan uyandırmak için söylenen tekerleme için giden, kemikli ve lezzetli bir balık türü, (Salmo
(ala ala hey!). 3. Gürültülü, şamatalı, eğlenceli trutta).
toplantı.\\ A la ala bey! argo, {çığız} "Yuha" anla alabalık g iller, [ala+balık-gil-ler] is. zool. Sırt yüzge
m ında kullanılır. cinin arkasındaki yağ dokusundan ikinci bir yüzgeç
ala4, -a ’i [Ar. ‘âlâ (alâ:) {OsT} is. Rütbece yük çıkan, tatlı sularda üreyip bazı türleri denizlerde
yaşayan kemikli balıklar familyası, (Salmonidae).
seklik; yücelik; şeref; şan. alâü 'd-devle, alâü ’d-din
a lb a n a , [Yun. alamana] is. -*■ alamana,
ala5, [Far. ely > âlâ "^T] (â:lâ:) {OsT} sf. Kirleten.
a la b a n d a , [İt. alla banda o-ul"!!!] (alaba'nda) is. 1.
ala6, [Ar. ely > âlâ ^T] (â:lâ:) {OsT} is. Bahşişler; Gemilerin borda kaplam alarının içte kalan kısmı. 2.
ihsanlar. 2. Nimetler; yiyecekler. Geminin yan topları ile yaptığı atış. 3. Gemi düme
ala7, [Ar. ‘alâ / ale / aley (alâ:) {OsT} zf. Üzere; ninin sağ ya da sol tarafa alabildiğince kırılması. 4.
üzerinde; üzerine. S alâ b ah tek , {OsT} Şansının argo. Azarlama; paylama. 5. argo. Çok ilgi duyan
getirdiğine; bahtına.\\ alâ cery i’l-âde, {OsT} A lı kimse; askıntı. 6. argo. Yakınlık; yakınlık kurma.
şılm ış biçimde; âdet olduğu gibi. || alâ eyyi-hâl, S a la b a n d a ateş, Savaş gem ilerinde yalnız bir
{OsT} H er nasıl olsa; her hâlde.|| alâ hâlihi, {OsT} yandaki topların ateş etmesi; meze borda ateş. ||
Olduğu gibi; bir değişiklik olmaksızm.\\ alâ hide, a la b a n d a etm ek, D üm eni tam sola (iskele) veya
{OsT} Tek başına; ayrıca.|| alâ k a d ri’l-hâl, {OsT} tam sağa (sancak) kırmak. || a la b a n d a iskele, Ge
Duruma göre; durum ve olanak derecesinde,|| ala minin başı tam sola dönecek şekilde dümene basma
k a d r i’l-im kân, {OsT} Olanaklar ölçüsünde. || alâ kom utu.|| a la b a n d a olm ak, argo. 1. Askıntı olmak.
k a d r i’l-istitâa, {OsT} Elinden geldiğince; gücü 2. D üşkünlük göstermek. || a lab a n d a san cak , D ü
yettiği kadar.|| alâ k a d ri’l-kifâye, {OsT} Elverişli meni gem inin baş tarafı sağa dönecek şekilde bas
lik ölçüsünde.\\ alâ k a d ri’t-tâ k a , Takat yettiğince. || komutu. || a la b a n d a v erm ek , argo. Gözdağı ver
a lâ kavi, {OsT} (Birinin) sözüne göre; iddiasına mek, kuru gürültü ile korkutmak.|| a lab a n d a v ir
göre.|| alâ kavlin, {OsT} Söylendiğine göre; söylen m ek, {eAT} Göz dağı vermek; kuru gürültü ile kor-
tiye dayanarak.|| alâ kil’et-tak d irey n , İki seçenek kutmak.\\ a lab a n d a yem ek, argo. İyi bir şekilde
ten her birine göre. [| alâ küll-i hâl, {OsT} N e şekil azarlanmak.\\ a la b a n d ay ı çekm ek, argo. A ğır bi
de olursa olsun; olduğu kadar; şöyle veya böyle. || çimde azarlamak.\\ alab a n d ay ı yem ek, argo. Ağır
a la küll-i şey’in kadîr, {OsT} H er şeye gücü yeten; biçimde azarlanmak.
A llah.|| alâ m elei’n-nâs, {OsT} H erkesin içinde; alab a n ı, [Yun. alamanos] {ağız} sf. 1. Açık kalpli. 2.
herkesin karşısında; açık olarak. || alâ m erâtib i- Cömert. 3. zf. Erkekçe; mertçe. [DS]
him , {OsT} M ertebelerine göre; rütbe sırası ile; alab aş, [ala+baş] is. bot. Kuzey A vrupa’da hemen
düzeye göre. || alâ rivâyetin , {OsT} Söylentiye göre; her mevsimde yetiştirilebilen, yapraklarının şişkin
rivayet edildiğine göre. |I alâ ta r îk i’l-icm âl, {OsT} yerleri yemlen turpgillerden bir lahana türü, (Bros-
Kısaltarak; özetleyerek.|| alâ ta r îk i’l-istidlâl, {OsT} sica oleracea).
Çağrışım yolu ile; dedüksiyon yolu ile; konsültas alabildiğine, [al-a+bil-diği-ne] zf. 1. B ir eylemin ve
yon sistemi ile. || alâ ta r îk i’l-istişhâd, {OsT} Tanık niteliğin çok fazla olduğunu bildirir; aşırı derecede.
göstererek.|| alâ ta r îk i’l-kıyâs, {OsT} karşılaştıra 2. Kendini tutmadan,
rak; kıyas yolu ile.\\ alâ ta r îk i’l-kinâye, {OsT} A sıl ala b o ra , [İt. albura (yukarı kaldır)\ (alabo'ra) is.
amacı gizleyerek; kinaye yolu ile.\\ ala ta r îk i’l- dnz. 1. Yukarı kaldırmak işi. 2. Geminin yan yat
m ünâvebe, {OsT} Nöbetleşerek.\\ alâ ta r îk i’ş-şe- ması. 3. Bir teknenin ters dönerek batması. 4. Bir
hâde, Tanıklık yoluyla.\\ alâ ta r îk i’t-tevil, {OsT} serenin yatay durumdan düşey duruma getirilmesi.
Başka türlü açıklamaya çalışarak; tevil ederek. || 5. Selam için filika kürelerinin yukarı kaldırılması
alâ tilk e’n-niam , Bu nimetlerin karşılığında.\\ alâ 6. Balık toplam ak için dalyan ağının yukarı alın
vechi, {OsT} Üzere.\\ alâ vechi’l-icâz, {OsT} Kısa- ması. 7. mec. Yolunda giden bir işin bozulması,
ca. || alâ vechi’l-ih âta, {OsT} İçine alm ak üzere; aksaması. >5 ala b o ra etm ek, 1. Gemiyi batırmak.
içine alacak surette; kapsam ak kaydıyla.\\ alâ «Rüzgâr tekneyi alabora etti.» 2. mec. Ters çevir
vechi’l-isticâl, {OsT} Acele şekilde; ivedi olarak.|| mek, bozmak. Kredinin gecikmesi işletmeyi alabora
alâ vechi’l-tafsil, {OsT} Ayrıntılı olarak; inceden etti. || a la b o ra olm ak, Ters çevrilmek; devrilmek.
inceye.|| alâ vechi’l-tedkîk, {OsT} Araştırma, ince ala b o rin a , [İt. alla borina] (a'laborina) zf. dnz.
lem e yoluyla.\\ alâ vefk, Uygun olarak. Yelkeni rüzgâra yaklaştırarak,
alab acak , -ğı [ala+bacak] is. Bacaklarında beyaz le alab ro s, [Fr. â la brosse] is. Fırça gibi dik kesilmiş
keler bulunan at. saç biçimi.
alabalık, -ğı [ala+balık] is. zool. Alabalıkgillerden alaca, [ala-ca 4-1 / “^ 1 / / 4-T] sf. 1. Açıklı
20 ile 100 cm boyunda 1 ile 25 kg. arasında deği koyulu çok sayıda desenleri, renkleri birbirine ka
şen, daha çok yüksek yerlerdeki akarsulara üremek rışmış; karışık renkli; tek renkli olmayan. 2. Esas
ALA
zemin rengi üzerinde beyaz veya beyaza yakın be ele geçmemiş mal veya para; karşı tarafın borcu. 2.
nekleri bulunan. 3. {eAT} İki yüzlü; münafık. 4. is. Biçilmiş ekin demetlerini yerden kaldırıp yüklem e
Açıklı koyulu çubuk çubuk dokunmuş kumaş veya ye yarayan üç çatallı araç. 3. {ağız} Ağaçtan meyve
kilim. 5. Bitki yapraklarında görülen beyaz lekeler. toplamaya yarayan ucu çatallı sırık. [DS] 4. sf. Satın
6. Avcıların kullandığı karışık renk ve desenlerin alınması veya alınması gereken. Pazardan alacak
bulunduğu bir pusu örtüsü. 7. mec. Kötü huy; iki larım bitmedi. Alacak listesini kaybetmiş. 0 alaca
yüzlülük. 8. {ağız} Üzüme düşen ben. [DS] 9. {ağız} ğı olmak, 1. Birinden alacak parası olmak; alacak
Sıraca hastalığı. [DS] 10. {ağız} Çiçek bozuğu yüz; lı olmak. 2. mec. Öciinü alacağını tehdit yollu ifade
çopur. [DS] 11. {ağız} Tahta parmaklıklı bostan, etme. 3. Herhangi bir nedenle ikramı kibarca red
bahçe ve ağıl kapısı. [DS] 12. {ağız} Hastahane. detmek veya sonraya bırakmak.\\ alacağına şahin
[DS] S alaca aş, {ağız} Pirinç ve bulgurdan ya p ı vereceğine karga, Alacaklarını iyi takip edip g ü
lan bir tür pilav. [DS]|| alaca avı, Avcıların alaca nünde tahsil eden, borçlarını da mümkün olduğu
adını verdikleri örtii kullanılarak yapılan bıldırcın kadar erteleyebilen kişi. || alacağına tutmak, B ir
veya keklik avı. || alaca bakla, {ağız} B ir tür börül borcu aynı kişiden olan alacağına karşılık saymak,
ce. [DS]|| alaca balıkçıl, zool. Sazlıklarda yaşayan, mahsup etmek.\\ alacağını almak, I. H ak ettiği p a
üzerinde siyah beyaz benekler bulunan, kül rengin ra veya malı almış olmak. 2. mec. A zarlanm ak. ||
de, yaklaşık elli santimetre boyunda bir balıkçıl alacak verecek meselesi, Anlaşm azlık hâlindeki
türü, (Ardeolaralloides).\\ alca bandak, {ağız} Ya borç konusu.
rım yam alak; tek tük; seyrek. [DS]|| alaca basma, alacaklı, [al-a-cak-lı] is. ve sf. Birinden alacağı olan
/ağız} Çok renkli bir tür basma. [DS]|| alaca bay kimse; kendisine borçlu olunan kişi; mukriz; ödünç
kuş, zool. Çoğunlukla ormanlarda, nadiren de in veren. 0 alacaklı çıkmak, (Karşılıklı olarak bir
sanların bulunduğu ortamlarda eski, terk edilmiş birleri ile ilgili alacak ve borçlarının dökümünü
yıkıklıklarda yaşayan, geceleri kemirgenleri avla yapan iki kişi için) birinin diğerinden alacağı kal-
yarak beslenen, tüyleri alacalı kızıl ile kül rengin mak.\\ alacaklı olmak, Birinde alacağı bulunmak.
de, tarıma faydalı iri bir baykuş türü (Strix aluco).\\
alacalama, [ala-ca-la-ma] is. Alacalam ak işi; alacalı
alaca bayrak, im paratorluk döneminde hükümda
hâle getirme.
rın muhafız birliklerinden olan kapıkulu süvarile
alacalamak, [ala-ca-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
rinden sol ulufeciler, so l garipler ve sağ gariplerin
Renk renk boyamak; alacalı hâle getirmek,
genel adı. || alaca belece, {ağız} Siyahla beyaz karı
şık yer. [DS]|j alaca belece görmek, {ağız} Bulanık alacalandırm a, [ala-ca-la-n-dır-ma] is. A lacalandır
görmek; gördüklerini iyi seçememek. [DS]|| alaca mak işi.
btılaca, Renkleri karm akarışık olan.|| alaca çorap, alacalandırm ak, [ala-ca-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
Elde örülmüş çok renkli uzun yün çorap. || alaca A laca bir durum kazanmasını sağlamak. 2. Alaca
çorba, {ağız} B ulgur ile mercimekten yapılan çor adlı veya nitelikli bir şeye sahip olmasını sağla
ba. [DS]|| alaca dizi, oyunlarında kadın ve erkek mak.
karışık olarak dizilme.\\ alaca düşm ek, I. (Meyve alacalanma, [ala-ca-la-n-ma] is. 1. Alacalanmak işi.
için) olgunlaşmaya başlamak; arada bazıları veya 2. A laca bir şeye sahip olma,
bazı taneleri olgunlaşmış bulunmak. 2. (Kar için) alacalanmak, [ala-ca-la-n-mak] edil. f. [-ır] is. 1.
erimeye başlamak.|| alaca esnafı, Alaca türü kuma A laca hâle getirilmek. 2. dönşl. Eşyanın üzerinde
şı dokuyan veya satan kişiler; alacacılar. || alaca pul gibi lekeler belirmek. 3. (Kar için) yer yer eri
güneş, {ağız} Güneşin ağaç yaprakları arasından yip alacalı hâle gelmek. 4. A laca bir şeye sahip ol
süziilmesi ile yarı aydınlanan yer. [DS]|| alaca kar, mak.
{ağız} Karın yer yer erimesi ile oluşmuş aklı karalı alacalatma, [ala-ca-la-t-ma] is. A lacalatm ak işi,
görünen yer. [DS]|| alaca karanlık, 1. Sabah ve alacalatmak, [ala-ca-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Birine bir
akşam vakitlerindeki yarı aydınlık, yarı karanlık. 2. şeyi alaca hâle getirtmek,
gök b. Güneşin ufuk çizgisinden 18° aşağıya indiği alacalı, [ala-ca-lı] sf. 1. Karışık renkli. 2. Üzerinde
zaman; çıplak gözle çok z a y ıf yıldızların göründü beyaz lekeler bulunan. 3. mec. (Düşünce için) y ete
ğü zam an.|| alaca karga, {eAT} {ağız} zool. Saksa ri kadar açık olmayan; bulanık ve karışık. 4. {ağız}
ğan. [DS]|| alaca karşılama, Kadın erkek birlikte
Cümbüşlü. [DS] 5. is. Alaca renkli pamuklu doku
oynanan karşılama türü oyunlar. || alaca mermer,
ma. 0 alacalı bulacalı, B irbirini tutmayan karma
Ufalanmış deniz hayvanı kabuklarından meydana
karışık renklerle süslenmiş. || alacalı karpuz, Üstü
gelmiş bir çeşit mermer.\\ alaca serçe, {eAT} İspi
alacalı, kaim kabuklu, oval ve lezzetli bir karpuz
noz. || alaca sığırcık, {eAT} Çekirge ile beslenen bir
türü.
tür sığırcık kuşu.\\ alaca tane, Bulgur ve mercimek
le yapılmış bir pilav türü. || alaca tav, {ağız} Çok alacalık, -ğı [ala-ca-lık ^ 4=-‘ıfT] is. 1. A laca olm a
kurumuş toprak tavı. [DS] durumu; çok ve karışık renklilik; alaca olan şeyin
alacak, -ğı [al-acak] is. 1. H ak edilmiş fakat henüz niteliği. 2. A kşam karanlığı. 3. mec. {eAT} İki yüz
ALA Ü H l TÜRKÇE S O U . ısa
lülük; döneklik; hilekârlık. 4. A laca adı verilen ku alafakı, [? alafakı / Ali Fakih ?] {ağız} is. B ir işin
m aşın dokuma ipliği. 5. {ağız} İlkbaharda karların ustası; uzman. [DS]
erimesiyle tarlaların aklı karalı görülen yerleri. [DS] alafalm ak, [alaf-al-mak / ala f + al-m ak ?] {ağız}
6. {ağız} Ekilmiş tarlada tohum un yeşermediği yer gçsz. f. [-ır] 1. Kızmak; öfkelenmek. 2. Telaşlan
ler. [DS] mak; heyecanlanmak. 3. Z or durum a düşmek; başı
alacam enekşe, [ala-ca+menekşe] is. bot. Hercâi m e dara gelmek. [DS]
nekşe. alafat, [Ar. ‘alâmet] {ağız} sf. Şaşılacak kadar büyük;
alacasansar, [ala-ca+sansar] is. zool. Kuzey Ame
çok büyük. [DS]
rika orm anlarında yaşayan, koyu kahverengi postu
gümüşi çizgili, genellikle kuş, sincap ve farelerle alafdar, [Ar. a’lâ f (ot, saman) + Far. -dâr jİJi^Ut]
beslenen yırtıcı bir hayvan; A merika sansan, (Mus- {ağız} is. H er tür hububat satıcısı; zahireci,
telidae) alafır, [Yun. agnafos ?] {ağız} is. 1. Terbiye edilmiş
alacaş, [ala-ca + aş] is. Aşure, fakat boyanmam ış deriden yapılan ayakkabı astarı.
alacehri, [ala+ Ar. cehri (alacehri:) is. bot. 2. sf. Baştan savma; acele yapılan. 3. (Ekilen to
Boyacılıkta sarı renk verm ek için kullanılan çilek- hum için) seyrek çıkan. 4. (Toprak için) az tavlı;
gillerden bodur bir ağaç (Reseda luteola). y an kuru. [DS]
alacık, -ğı [eT. alak (kulübe) > alak-çuk > alaçu > alaflama, [alaf-la-ma] {ağız} is. Yüzde çıban şeklinde
çıkan bir hastalık. [DS]
ala-cık ^ D T ] is. 1. Basit yapıdaki bostan çardağı
alaflam ak1, [alaf-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)yor]
veya hasır çadır. 2. Keçeden yapılmış Y ürük çadın.
H ayvanlara ot ve yem vermek. [DS]
3. Orman içindeki ağaçsız alanlar. 4. {ağız} Vücutta
görülen çok küçük leke. [DS] alaflamak2, [alaf-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor]
1. Alevlemek; tutuşturmak; ateşe vermek. 2. Kış
alacuk, [ala(k)-cuk J jş - ’ifT] {eAT} is. -►alacık,
kırtm ak. [DS]
alaçam , [ala+çam] is. 1. Bilinen kara çamın ıslahı ile alaflanmak, [alaf-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
üretilmiş, el ayası büyüklüğünde alaca kabuk çat K ızışmak. 2. Tutuşmak; alevlenmek. [DS]
laklan ile dikkati çeken bir çam türü (Pinus rıigra).
alaflı, [alaf-lı] {ağız} sf. 1. Alevli; ateşli. 2. Kızgın;
2 . folk. Tokat dolaylannda, yalnız kadınlann veya
öfkeli. 3. İstekli; arzulu. [DS]
yalnız erkeklerin davul zum a eşliğinde oynadıkları
bir oyun; yelleme, alaflık, -ğı [alaf-lık] {ağız} is. 1. A teşi kolayca yak
alaçu, [ala(k)-çuk] {eT} is. Alacık; çadır. [DLT] [E- m ak için kullanılan tutuşturucu şeyler. 2. Y orgun
UTS] luk gidermek için yenilip içilen şeyler. [DS]
alafortanfoni, [alev örten huni] (alafo’rtanfoni) is.
alaçuk, [ala(k)-çuk ı j j ^ ' ] {eAT} is. -►alacık,
argo. alay. Adının söylenmesi zor ve karm aşık şey.
alaçulanm ak, [alaçu-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
alafranga, [İt. alla-franca] (alafra ’nga) sf. 1. Avrupa
Çadır edinmek. [DLT]
tarzında; A vrupa üslûbunda. 2. is. Batı tarzında ve
aladı, [Gagavuz, alat ? => alad-ı [TİETZE] / Uyg.
terbiyesinde yetişm iş kimse. 3. Züppe; Avrupa tak
aldıra-m ak (acele etmek) [T.Tekin]] {ağız} is. 1.
litçisi. i? alafranga müzik, Batı müziği. || alafran
Acele; ivedi; çabuk. 2. İlk ürün. [DS] S1 aladı et
ga nal, Oluklu ve iki parçalı nal. || alafranganın
mek, A cele etmek. || aladı gelmek, A celeye gel-
mek. || aladı şappak, Çok acele; çabucak. bebesi, Toy ve bilgisiz. || alafranga saat, Bugün
kullandığımız bir günü 24 saat kabul eden ve gece
aladımak, [alad-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] A cele et
yarısı başlayan saat sistemi. || alafranga tuvalet,
mek. [DS]
K lozetli tuvalet.
aladlamak, [alad-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
yo r] A cele etmek [DS] alafrangacı, [alafranga-cı] is. Alafranga taraftan o-
lan.
aladu, [alad-ı > alad-u jilll] {eAT} zf. Acele; ivedi.
alafrangacılık, -ğı [alafranga-cı-lık] is. Alafranga ta
alaf1, [alav > alev / alaf] {ağız} is. Alev, sıcaklık, a- rafları olma.
teş. [DS] S alaf getirmek, {ağız} Suyu çekilmek;
alafrangalaşm a, [alafranga-la-ş-ma] is. Alafranga
yarı kurumak. [DS]
yaşayışı benimseme,
alaf2, [Ar. e lf (bin) > âlâf ^ T ] (a:la:f) {OsT} is. Bin
alafrangalaşm ak, [alafranga-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır]
ler. Batı tarzı yaşam aya başlamak,
a ’laf3, [Ar. ‘alef > a’lâf ü>^*l] (ala:f) {OsT} is. 1. Ot alafrangahk, -ğı [alafranga-lık] is. A vrupa adet ve
ve saman gibi kuru hayvan yemi. 2. Otlar; saman geleneklerini benim seyip onları taklit ederek yaşa
lar. ma.
alafa, [Yun. agnafos] {ağız} is. Sumaklanmış, henüz alafransez, [Fr. â la française] {ağız} zf. Fransız yön
işlemi tamamlanmam ış deri. [DS] temiyle. [DS]
Ö K t lT İ K C iM .1 8 9 ALA
alag, [Gürcü, alagi] (ağız} is. Tepelerde rüzgâr gören alak3, -ğı [yal-ak / yalık / alak] {ağız} is. K ızana
açık yerler. [DS] gelmiş köpek. [DS]
alaganta, [ala + ? > alaganta] {ağız} is. Domates. alak4, [Ar. ‘alak Jİ&] {OsT} is. 1. Pıhtılaşmış kan. 2.
[DS]
Döllenmiş yumurta. 3. Sülük. 0 alak-ı dem, Kan
alagarson, [Fr. â la garçon] sf. (Saç için) oğlan çocu
pıhtısı. || Alak Suresi, isi. K u r ’an-ıK erim ’in doksan
ğu gibi çok kısa kesilmiş,
altıncı suresinin adı.
alageyik, -ği [ala+geyik] is. Çatallı boynuzlu ve sırtı
alaks, [Ar. ‘a lâ k ö ^ p ] (alâ.k) {OsT} is. Sakız,
benekli geviş getiren bir yaban hayvanı; sığın
(Cervus dama). alaka, [Ar. ‘alâk (asmak) > ‘alâka •ü^U] (alâ:ka)
alagrek, -ği [Fr. â la grecque] sf. (Sakal için) Yunan {OsT} is. 1. İki ve daha fazla şey arasındaki bağlı
usulü. lık; karşılıklı ilgi. 2. Dikkat; tecessüs. 3. Duygusal
alağaz, [Yun. logas] {ağız} sf. Geveze; boşboğaz. bağ; aşk. 4. ed. G erçek anlamdan m ecaz anlama
[DS] geçirme sebebi. S alâka-bahş, {OsT} İlgi çekici.\\
alahazret, [Ar. 'alâ hadret o y ia - ^İs] {OsT} ünl. İran alaka beslemek, Sürekli olarak ilgilenmek.|| alaka
şahına hitap sözü, çekmek, Etraftan m erak edilerek izlenmek. || alâka-
dârân, {OsT} -*■ alakadaran.|| alaka görm ek, K en
ala’if, [Ar. 'a le f > ‘alâ’i f (alâ. if) {OsT} is. U-
disi ile ilgilenilmek; rağbet görmek; itibar edil
lûfeler. mek.1| alaka göstermek, Yakınlık göstererek ilgi
ala’ik, [Ar. ‘alâka3 > ‘alâ’ik (alâ:ik, k kalın lenm ek^ alakası kesilmek, İlgisi ve ilişkisi kal
söylenir) {OsT} is. İlgiler; bağlar; alakalar. S 1 a- mamak.|| (onun) alakası yok, (Ona) ait değil, (onu)
lâ’ik-i dünyeviye, D ünyaya ait bağlar; dünya iliş ilgilendirmez.|| alaka toplamak, Etraftan m erak
kileri. edilerek izlenmek. || alaka uyandırm ak, Etraftan
m erak edilerek izlenmek.\\ alakaya çay demlemek,
ala’im, [Ar. ‘alâm et > ‘alâ’im ^}U-] (alâ.im) {OsT}
argo. Bahsedilen konu dışındaki bir konu araya
is. Belirtiler; işaretler; izler; alametler. S alâ’im -i girince bu sözün sahibine “konum uzla ilgisi y o k
cevviye, {OsT} Gökyüzüne ilişkin olaylar.\\ alâ’im-i anlam ında” alay etm ek.|| alakayı kesmek, M üna
ruhiye, {OsT} Psikolojik belirtiler; ruhî deliller.\\ sebete son vermek, görüşmemek.
alâ’im -i sem â, -+■ alaimisema.|| alâ’im ü’s-semâ, -*•
alakadar, [Ar. ‘alâka + Far. -dâr j b ■ts'A*] (alâ;ka-
alaimisema.
da. r) {OsT} sf. 1. İlgisi, ilişkisi bulunan. 2. is. Bir
alaimisema, [Ar. ‘alâ’im-i semâ (gök alâmetleri)
konuda söz hakkı bulunan kimse. S1 alakadar et
(L -, pj'iU] (alâ.im isem a:) {OsT} is. Güneşli ve mek, i. İlgilendirmek. 2. A it olmak.|| alakadar ol
yağmurlu havalarda, güneş ışığının yağm ur damla mak, 1. Yakınlık göstermek. 2. İlgilenmek. 3. A şık
cıkları tarafından kırılması ile m eydana gelen ışık olmak. 4. B ir şeyle uğraşmak. 5. Bakm ak
tayfı; alkım; ebemkuşağı; gökkuşağı, alakadaran, [Ar. ‘alâka + Far. -dârân o ljb oi^U] (a-
alajapone, [Fr. â la japonais] (a ’lâjapone) sf. Japon lâ. kada. ra. n) {OsT} is. Bir konuda, bir m eslekte il
usulünde. gisi bulunanlar; ilgililer,
-alak, [-al-ak / -elek] yap. e. 1. Fiil kök ve gövdele
alakalandırm a, [alâka-la-n-dır-ma] (alâka la n d ır
rinden sıfat yapar: yatalak, asalak (asıl-ak?). 2.
ma) is. İki nesne veya kişi arasında bağ kurma,
Birbiri ardınca, sık sık veya sürekli yapılan iş ve
alakalandırm ak, [alâka-la-n-dır-mak] (alâka la n d ır
hareket kavram ı veren isimler yapar: çök-elek, ya t
mak) g ç l . f [-ır] 1. İlgilendirmek. 2. A ralarında bağ
alak, gez-elek.
kurmak.
alak1, [ala-k {eAT} sf. 1. Karışmış. 2. {ağız} Ka alakalanmak, [alâka-la-n-mak] (alâ;kalanmak)
rışık tüylü. [DS] S alak belek, {ağız} 1. (Görmek dönşl. f. [-ır] 1. İlgilenmek; yakınlık duymak. 2.
için) bulanık; karışık. 2. Şöyle böyle; belli belirsiz; Bir şeyi çekici bulmak. 3. Gönül bağlamak, aşık ol
yarım yamalak. [DS]|| alak bulak, {eAT} {ağız} 1. mak.
Allak bullak; karmakarışık; alt üst. 2. Bulanık; si alakalı, [alâka-lı] (alâ;kalı) sf. 1. İlgili; ilgisi ve
lik; hayal meyal. [DS]|| alak bulak kılmak, {eAT} bağlantısı bulunan. 2. İstekli. 3. Bir işte söz sahibi
Allak bullak etmek; darmadağın etmek. || alak fa- olan. 5 1 alakalı makam, Yetkili ve ilgili makam.\\
lak, {ağız} Yarım yam alak; karmakarışık. [DS]|| a- alakalı merci, Yetkili ve ilgili makam. || alakalı şa
lak malak, {ağız} 1. Belli belirsiz; hayal meyal. 2. hıs, B ir işi yürütm ekle görevli kimse.\\ alakalı ze
Altüst; karmakarışık. [DS] vat, B ir işi yürütm ekle görevli kimse.
alak2, -ğı [? alak] {ağız} is. 1. Bataklık yer. 2. Bağ, alakarga, [ala+karga] is. zool. Kargagillerden kahve
bahçe kulübesi. 3. Köşk; bağ kulübesi. 4. İnişlerde rengi, beyaz, siyah tüylü, kanat tüyleri parlak mavi,
kızağın hızım kesm ek için önüne bağlanan takoz. hem en her şeyi yiyen iri ve ötücü bir orman kuşu;
5. At eyeri. [DS] kestane kargası; saksağan, (Garrulus glandarius).
A LA O D H U K E E H . m
alakart, [Fr. â la carte] (a ’lâkart) is. 1. Bir lokantada a’lal, [Ar. 'illet > a'lâl J5UI] (a-lâ:l) {OsT} is. 1. Se
yemekleri listeden seçerek ve yem ek türüne göre bepler. 2. Hastalıklar,
ayrı fiyat ödemek suretiyle yemek. 2. zf. Yemek
listesinden seçerek, alala, [Far. ‘alâlâ İ Ut] {OsT} is. Bağrışma,
alakasız, [alaka-sız] (alâkasız) sf. 1. İlgisi ve bağ alalama, [ala-la-ma] is. A lalam ak işi; kamuflaj,
lantısı bulunmayan. 2. İsteksiz; m erak duymayan; alalamak, [ala-la-mak] gçl. f. [-r] 1. Boyayarak,
ilgisiz. 3. İhm al edilmiş, ilgilenilmemiş. 0 alaka üzerine çeşitli leke ve çizgiler yaparak eşyanın gö
sız kalmak, 1. İlgilenmemek, çekimser davranmak. rünüşünü değiştirmek; alalı hâle getirmek. 2. Ne
2. K endisi ile ilgilenen biri bulunmamak. olduğu uzaktan anlaşılamayacak biçimde bir eşya
nın üzerine değişik renklerde çizgi veya şekiller
alakavi, [Ar. ‘alâkavî lSjs^p] (alâ:kavi:) {OsT} sf.
yaparak gizlemek; kamufle etmek,
Sempatik.
alalanmak, [ala-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. A lalı hâle
alakesa, [ala + Yun. kissa (saksağan)] {ağız} is. Sak gelmek; alalı bir görünüm almak. 2. (Dağlardaki
sağan. [DS] kar için) yer yer erimek,
alakasızlık, -ğı [alaka-sız-lık] (alâ:kasızlık) is. İlgi alalı, [âla > âla-lı] (adalı) {eT} sf. 1. Abraş; alaca
sizlik, isteksizlik, tenli. [Mühennâ] 2. {ağız} Çeşitli; karışık. [DS]
alakırmak, [ala (yans.) > ala-kır-mak] {eT} gçsz. f. [-
alalık, -ğı [ala-lık jJ^T] is. İ. A la olm a durumu; ala
ur] 1. Haykırmak; bağırmak; çağırmak; gürültüye
getirmek; ateşli konuşmak. [Gabain] [EUTS] 2. Ko calık. 2. Ala; ala olan şey. 3. {eAT} Bulanık görme
nuşmak. [EUTS] 3. Düzensiz duruma düşmek. [E- hastalığı. 4. {eAT} Alacalık,
UTS] alalmak, [al-ar-mak / al-al-m ak jji'iT] dönşl. f. [-ır]
alakışmak, [ala (yans) > ala-kı-ş-mak] {eT} işteş, f. [- 1. {ağız} A l renk kazanmak; kızarmaya başlamak;
ur] Bağrışmak; çağrışmak. [EUTS] alarmak. [DS] 2. {eAT} Renkten renge girmek; bo
alaki, [Ar. 'alakî LSil*] (alaki:, k kaim söylenir) {OsT} zulmak. 3. {eAT} Alacalanmak,
sf. 1. Pıhtıya benzer; pıhtımsı. 2. Sülük gibi; sülü- alalman, [Fr. â l ’allemand] (a'lâlm an) zf. Alman
ğümsü. yöntem ine göre,
a ’lam, [Ar. 'alem > a’lâm f i ^ '] ( a ’lâ:m) {OsT} is. 1.
alakiye, [Ar. ‘alakiyye 4*il*] (alaki.ye, k kalın söyle
Belirtiler; izler; işaretler. 2. Bayraklar, sancaklar. 3.
nir.) {OsT} is. zool. Sülükgiller.
Y üksek dağlar. 4. B ir m illetin ileri gelenleri. 5. Ö-
alaklamak, [alak-la-mak / arak-la-mak] {ağız} gçl. f .
zel isimler.
[-r] [-l(ı)-yor] 1. Çalmak; aşırmak. 2. Karıştırmak;
dağıtmak. [DS] alam, [Ar. elem > âlâm ^ T ] (a:lâ:m) {OsT} is. K e
alakmak, [alak-mak / yalak-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] derler; ıstıraplar; üzüntüler. 0 alâm -ı fîkr, {OsT}
1. (Kancık köpek için) kızışmak; erkek istemek. 2. Fikrin üzüntüleri.\\ alam-ı gurbet, {OsT} Yurdun
(M ide için) açlıktan sancımak; kazınmak. [DS] dan uzak kalışın acıları. || âlâm u askam, {OsT}
alakok, [Fr. â la couque (kabuk içinde)] sf. (Yumurta Üzüntüler ve hastalıklar.
için) kaynar suya atılarak bir kaç dakika sonra çı alama, [al-mak > al-a-ma] {ağız} is. 1. Elle tutulup
karılm ak suretiyle dış tarafındaki akı biraz, içteki atılabilecek büyüklükte taş parçası. 2. Sert ağaçtan
sarısı ise çok daha az pişmiş; rafadan, yapılma, gece gezerken elde taşman sopa; cop. [DS]
alaktırmak, [alak-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. De alam aç, -cı [ala-maç ?] {ağız} is. 1. Y üksek alev; çalı,
dikoduyla ortalığı karıştırmak; ara bozmak. 2. Dö ot ateşi. 2. Y ansı yanmış odun parçası. [DS]
küp saçmak; dağıtmak. [DS] A lam an, [İt. alamanno] is. Alman. 0 Alaman çıpla
alaktırıcı, [alak-tır-ıcı] {ağız} sf. Ortalığı birbirine ka ğı, B ir tür tabanca.
tan; ara bozucu. [DS] alaman, [ala-man ?] {ağız} sf. 1. Büyük; iri; koca
alakuduru, [ala+kudur-u] {ağız} sf. Baştan savma; man. 2. (Koyun, inek, öküz vb. için) alaca renkli. 3.
üstünkörü. [DS] (Koyun için) her kuzuya süt veren. 4. is. Çökelekle
karışık peynir. [DS]
alakuru, [ala+kuru] {ağız} sf. 1. (Toprak için) yarı
alamana, [İt. / Yun. alamana ?] (alam ana) is. 1.
tavlı; alatavlı. 2. Yarı kuru, yarı yaş. 3. (Atm bes
dnz. İki veya üç direkli, yük taşım ak veya balıkçı
lenm e biçimi için) kışın hem yayılarak hem de sa
lık yapm ak için kullanılan yelkenli tekne. 2. {ağız}
m an yiyerek. [DS]
Alamana ağı. [DS] 0 alamana ağı, İki tekne tara
alakuş1, [ala+kuş] {eAT} is. Tavus kuşu.
fın d a n çekilerek kullanılan, uzunluğu 200-250 ku
alakuş2, [ala+kuş] {ağız} sf. Yaygaracı; palavracı.
laç, derinliği de 7-75 kulaç olan balıkçı ağı.
[DS]
alamanda, [İt. alla banda (dümeni sonuna kadar çe
alaküllihal, -li [Ar. 'alâ külli hâlin J U JS" ls1p] (alâ:- vir) > alamanda] {ağız} is. 1. Hiddetli azar; payla
külli-ha:l) {OsT} zf. Her hâlde. ma. 2. Komut. [DS]
ö i m i k s m .191 ALA
alamam, [? alamam] {ağız} zf. Erkekçe; mertçe. [DS] benzeri spor karşılaşmalarının yapıldığı, kendileri
alamarga, [İt. a rimorchio] ( a ’lamarga) is. dnz. Ye ne göre belirli ölçüleri bulunan geniş oyun yeri;
değe alıp çekmek, saha. 5. Geometrik şekillerin yüzey ölçüsü. 6. mec.
alamat, [Ar. ‘alâmet > ‘alâm ât oU ^U ] (alâ:ma:t) Belli bir meslek veya ihtisas kapsamı. Edebiyat
alanında ilerlemek istiyor. 7. Bir kişi veya kurulu
{OsT} is. İzler; belirtiler; işaretler; alametler; nişan
şun yetki ve sorumluluğu içinde bulunan iş. Polisin
lar. görev alanı içinde olduğundan jandarm a karışm a
alame, [Ar. ‘alem (iz) > ‘alâme <^}U] (alâ.me) {OsT} dı. 8. {ağız} Orman içindeki açık ve ağaçsız yer.
is. Nişan; iz; işaret; belirti, [DS] 9. Fotoğraf makinesi, dürbün gibi araçlarda
alameleinnas, [Ar. ‘alâ (üstüne) + m ele’in-nâs l_s!*• objektiften bakıldığında görülebilen bütün noktala
rı içine alan uzay parçası. 10. {ağız} İki tarla arasın
^ h JI * ^U] (alâ:meleinna:s) zf. Herkesin gözü ö- daki sınır. [DS] 11. {ağız} Kır; ova. [DS] 12. {ağız}
nünde. Dışarı; açık; ortalık yer. [DS] 13. {ağız} Çayır; çi
alameratibihim, [Ar. ‘alâ (üzere) + merâtibihim Jts- menlik. [DS] 14. {ağız} Ufuk. [DS] 15. {ağız} Ekin
tarlalarında tohumun bitmediği yerler. [DS] 0
p4^1yı] (alâ:mera:tibihim) zf. M ertebelerine göre,
alanda kalmak, {ağız} Açıkta kalmak. [DS]|| alan
alamet, [Ar. ‘alem (iz) > ‘alâmet c-o}U] (alâ:met) yazı, {eT} D üz ova. [DLT]|| alan korkusu, A çık
{OsT} is. 1. İz; nişan; belirti; işaret. 2. B ir nesnenin alanlarda ve kalabalık meydanlarda bulunmaktan
ya da kimsenin tanınmasını sağlayan özellikler. 3. doğan ruhsal bir rahatsızlık; agorafobi.|| alanlar
Bir fikri veya inancı temsil eden şey; sem bolik bi kanunu, Güneş etrafında dönen gezegenleri g üne
çim. 4. isi. Bir şeyin olacağım önceden haber veren şe bağlayan ışın eşit zam anlarda eşit alanlar siipii-
olağanüstü işaret ve olay. 5. İm paratorluk döne rür.\\ alan örneklemesi, İstatistik verilerinin doğru
minde padişahın imzası sayılan tuğra. 6. sf. Şaşıla derlendiğini denetlemek için yapılan özel bir dene-
cak kadar büyük; kocaman; iri. fi1 alam et eylemek, tim. || alan savunm ası, Basketboldü her oyuncunun
{OsT} İşaret vermek.|| alâm et-i farika, {OsT} Satışa kendi alanı içindeki rakip oyuncuyu baskı altında
sunulan bir malı diğerlerinden ayırmaya yarayan tutmasına dayanan bir oyun taktiği.
işaret veya resim; m arka.|| alâmet-i mümeyyize, alancık, -ğı [alan-cık] {ağız} is. Küçük düzlük. [DS]
{OsT} A yırt edici özellik.|| alâmet-i sadâret, {OsT} alang, [alan] (alan) {eT} sf. Zayıf; arık. [Clauson]
Hükümdarlığın mührü olan sadrazam lık işareti; alangadmak, [alan-ad-mak] (alahadmak) {eT} gçl. f.
mühr-ü hümâyun.\\ alâm et-i şerife, {OsT} Padişah [-ur] Zayıflamak [Gabain]
tuğrası. || alam et kıyam et, Çok büyük; aşırı. alangadturmak, [alan-ad-tur-mak] (alafıadturmak)
alamık, -ğı [ala-mık] {ağız} is. Rüzgârlı havada gü {eT} gçl. f. [-ur] Arıklattırmak; zayıflatmak; dü
neşin bulutlar arasına girip çıkması ile oluşan az şürmek. [EUTS] [Gabain]
açık hava. [DS] alangır, [alan-ır] (alanır) {eT} is. Tarla faresi; geleni.
aleminas, [Ar. ‘alâ (üstüne) + mele (çokluk) + ‘in- [DLT]
nâs (insan)] (alâmeleinna;s) {ağız} zf. Herkesin gö alangız, [alan-ız / alan-ız] {ağız} sf. Yaramaz; m ızık
zü önünde. [DS] çı. [DS]
alaminüt, [Fr. â la minute] sf. ve zf. Çarçabuk, bir alangle, [Fr. â Panglais] (a ’lângle) zf. İngiliz yönte
çırpıda hazırlanan; dakikalık; şipşak, miyle.
alamsız, [alam-sız ?] {ağız} sf. Habersiz; ansızın. [DS] alangumak, [alan-u-mak] (alahumak) {eT} gçsz. f. [-
alamuk, -ğu [ala-muk] {ağız} is. -*■ alamık. [DS] r] Yorulmak. [Gabain] [EUTS]
alan1, [al-an] sf. 1. Alm a işini yapan; alıcı. 2. Alacak alangurm ak, [alan-u-r-mak] (alahurmak) {eT} gçl. fi
olan. S alan palan, {ağız} 1. Yer yer; parça parça. [-ur] Yormak; zayıflatmak arıklatmak; güçten dü
2. Yılbaşında, çocukların ev ev dolaşarak yiyecek şürmek. [EUTS] [Gabain]
toplama âdeti. [DS]|| alan talan, Darmadağınık, alanî, [Ar. ‘alâniyet (meydanda olma) > ‘alânl
altı üstüne getirilm iş,|| alan talan etmek, 1. Yağ
(alâ:ni;) {OsT} s f Açıkça; herkesin gözü önünde;
malamak; kapışmak. 2. Yağmalanmış gibi karma
meydanda.
karışık hâle getirm ek; altüst etmek. || alan talan
olmak, (Yer için) karma karışık hâle getirilmek. alaniyet, [Ar. ‘alâniyet c~ı}U] (alâ:ni;yet) {OsT} is.
alan2, [eT. alan > alan o"slT / il^T] is. 1. Açık, düz ve Bir şeyin açık ve görünür olması; meydanda oluşu;
gizli olmaması durumu.
geniş arazi; düz ve açık yer; düzlük; meydan; saha.
2. Dağlar veya diğer doğal engeller arasındaki ge alaniyeten, [Ar. ‘alâniyeten io^U] (alâ:ni:ye’ten)
niş ve açık düzlükler; ova; yayla; koyak; plato. 3. {OsT} zf. Açıkça; ortalıkta,
Yerleşim birim lerinde binalarla çevrili kamuya ait alantin, [Yun. amanitis] {ağız} is. bot. Beyaz renkte
geniş boşluklar; meydan; açıklık; agora. 4. Futbol yenebilir bir tür mantar. [DS]
ALA o T M I Ü M M .^
alantoit, [Fr. allantoide] sf. 1. (M antar sporları için) rum da beklemesi.\\ alarm verm ek, Tehlikeli duru
uçlan yuvarlak ve kıvnk silindir şeklinde. 2. is. biy. mu duyurmak.
Gelişmiş omurgalılardaki embriyon eklentisi, alarm ak1, [al-ar-mak] {eT} g ç sz.f. [-ır] 1. (Göz için)
alantopu, [alan+top-u] is. spor. Tenis, kamaşmak. 2. {ağız} Kızarmak; al olmak. [DS] 3.
alanyari, [Yun. alanyaris] (alanya:ri:) sf. 1. Külhan- A la olmak; alacalaşmak. [DLT] 4. mec. Utanmak. 5.
beyce. 2. Şık ve küstah (?). 3. is. Köçek (?). (Ürünler için) olgunlaşm aya yüz tutmak.
alanyazı, [alan+yazı] {ağız} is. Göz alabildiğine u- alarmak2, [ala-r-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Gözleri a-
zanan geniş düzlük; ova. [DS] çarak dik dik bakmak. [DS]
alaportekiz, [İt. alla portughese] (a ’lâportekiz) zf. 1. alartma, [alar-t-ma] is. 1. A lartm ak işi. 2. A ra sıra
Portekiz yöntemiyle. 2. dnz. İki halatı ince bir iple açılan yağm urlu ya da karlı hava,
birleştirerek. alartmak, [alar-t-mak] {eT} gçl. f i [-ur] 1. (Göz için)
alapşap, [yalap+şap / alap+şap] {ağız} zf. Ç ok acele; belertmek. 2. Yan bakmak,
çarçabuk; özentisiz ve tezden. [DS] alartu, [ala-r-tu] {ağız} is. Alacakaranlıktaki belirti;
alar1, [ol > a-lar jJT] {eT} {eAT} zm. Onlar. karaltı. [DS]
alaru, [alar-u] {eAT} zf. -*- alan.
alar2, [al-a-r jlfT] {eAT} sf. Ala. 0 alar sabah, {eAT} alas1, [yalaz / alaz [Deny]] {eAT} is. 1. Alaz; alev. 2.
Şafak sökm eden önceki yalancı aydınlık. || alar A leve tutarak temizleme; alaz.
tang, {eAT} -*■ alar sabah,
alas2, [Far. âlâs ^ T ] (a:lâ;s) is. Odun kömürü.
alardu, [alar-t-mak > alardu {eAT} zf. -* alan.
alasabah, [ala+sabah / Ar. ‘ale’ş-şabâh zf.
fi1 alardu bakmak, {eAT} -*• alan aları bakmak.
Şafak vakti; alacakaranlık; sabahleyin,
alarga1, [İt. alla larga] (a la ’rga) is. dnz. 1. Bir gemi
nin, bir iskelenin, kıyının veya koyun açık deniz alasıya, [al-ası-y-a * ~ ^ T ] {eAT} zf. (Satın alm ak için)
tarafı. 2. B ir gemiden, rıhtımdan uzakta bulunma parası peşin ödenmesine rağm en malı ileride teslim
hâli. 3. mec. Karışmamak, uzak durmak. 4. ünl. alm ak üzere.
“Açıktan geç!” komutu. 0 alarga durmak, 1.
alassabah, [Ar. ‘ale’ş-şabah J ^ ] {OsT} zf.
(Gemi için) kıyıdan uzakta durmak. 2. mec. Çekin
Sabahleyin; şafak vakti,
gen davranmak; karışmamak; ilgi göstermemek. 3.
argo. Uzak durmak; yanına yaklaşmamak.\\ alarga alaş, [ala-ş] {ağız} sf. 1. (Hayvan için) alaca. 2. İki
etmek, 1. Açılmak, açık denizlere doğru gitmek. 2. yüzlü; ara bozucu. 3. Çok yem ek yiyen; obur. 4. is.
mec. Uzak durmak; kenara çekilmek.\\ alarga gel Köpekleri uyarm ada kullanılan bir çalgı. [DS]
m ek, argo. Uzağında durmak; yaklaşmamak.\\ alaşa, [Moğ. alaşa (bir at cinsi) is. 1. İyi e-
alargaya çıkmak, Kıyıda demirli gem inin tehlikeli ğitilmemiş binek hayvanı. 2. Üzerine semer veya
fırtınalarda güvenlik için kıyıdan uzaklaşıp denize eyer vurulm ak için eğitilmeye çalışılan hayvan. 3.
açılması. {ağız} İğdiş olmayan huysuz at. [DS] 4. sf. {eAT} (At
alarga2, [? alarga] {ağız} is. 1. Orman içindeki açıklık için) sert başlı; huysuz; haşan. 5. {ağız} (At için)
yerler. 2. Açıklık; düzlük; boşluk. 3. Kenar; köşe. zayıf ve çelimsiz. [DS] 6. (A t için) ağzı ve burnu
4. (Yapı için) örtülmemiş; üstü açık. 5. Gençlerin beyaz olan. 7. {ağız} (Köpek, boğa, at için) azgın.
oyun oynamak için oluşturduklan halka. [DS] [DS] 8. {ağız}[ (Kadın için) kötü; orospu; oynak;
a la n , [alar-mak > alar-ı] {eAT} zf. Dikkatli; dik dik. cilveli. DS] 9. {ağız} Ç ok süslü; allı pullu. [DS] 10.
0 alan aları bakmak, {eAT} D ikkatli dikkatli {ağız} Herkesçe beğenilen; hoş görülen; yakışıklı.
bakmak; dik dik bakmak. [DS] 11. {ağız} İkiyüzlü; arabozucu; yaltaklık eden.
alarka, [İt. alla larga] {ağız} is. Odanın sobaya veya [DS] 12. {ağız} (Ev, dam vb. için) alçak; engin; ba
ocağa uzak olan yeri. [DS] sık. [DS] 13. {ağız} Çok acele eden. [DS] 14. {ağız}
alarlamak, [alar-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] {çı Yaramaz; hırçın; yaygaracı. [DS]
ğız} (Yarı bulutlu hava için) bir açılıp bir kapan alaşağı, [al+aşağı] zf. Aşağıya; yere. 0 alaşağı et
mak. [DS] mek, 1. Güreş ve kavga gibi durumlarda birini tu
alarm , [İt. all’arme (silah başına) > Fr. alarme] is. 1. tup yere yıkmak, indirmek. 2. Yönetimde bulunan
Tehlikeli durumlarda, tehlikeyi halka duyurma. 2. birinin ya sa l veya ya sa dışı yollarla yetkisini elin
Beliren tehlike durumu. 3. as. Düşman ya da her den almak; koltuktan indirmek.
hangi bir tehlikenin yaklaştığım bildiren ve orduyu alaşalı, [alaşa-lı] {ağız} sf. (Hayvanlar için) cilveli;
silah başına çağıran emir. 0 alarma geçmek, Yak oynak. [DS]
laşan tehlikeyi önleyebilmek için hazırlık yaparak alaşık1, -ğı [alaş-ık] is. 1. Yıpranmayı önlemek veya
beklemek. || alarm durumu, Savaşta ve barışta teh süs için elbiselerin eteklerine geçirilen bant. 2.
like durumu. || alarm halinde, Tehlikeye karşı or {ağız} Eğreti; geçici. [DS]
dunun veya polisin hazır, silah başı yapacak du alaşık2, -ğı [ala-cık] {ağız} is. 1. Yaylalarda sütü
ALA
korumak, kaymak dondurm ak için yapılmış çit; alaten, [ala+ten] {ağız} sf. Cüzamlı. [DS]
kamış çadır. 2. Üzeri çulla örtülen çadır yerine kul alatengirek, -ği [ala+(t)engerek] {ağız} is. Kısa boy
lanılan 16 çubuktan yapılmış barınak; kara çadır. lu, benekli ve zehirli bir yılan; engerek. [DS]
[DS] alatlamak, [al+at-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] Yeni
alaşım, [al-aş-ım] is. Bir metale bir veya daha fazla doğmuş bebekleri albasmasına karşı alçılara atlat
metal veya ametal element katılarak elde edilen mak.
metal niteliğindeki yeni metal; halita, alatsamak, [ala-t-sa-mak] gçl. fi [-r] [-s(ı)-yor] A ce
alaşınılama, [al-aş-ım-la-ma] is. A laşımlamak işi. le ettirmek; acele etmeyi istemek,
alaşımlamak, [al-aş-ım-la-mak] gçl.f. ]-r ] [-l(ı)-yor] alaturka, [İt. alla Turca] (alaturka) sf. 1. (Giyim
Metal ve elementleri karıştırarak alaşım elde et kuşam, moda, mimari ve yaşayış için) Türk usulü;
mek. Türk tarzı. 2. is. Şark musikisi. 3. zf. Bütünüyle
alaşka, [? alaşka] {ağız} is. Alay; şaka. [DS] doğulu. 0 alaturka mUzik, Türk miiziği.\\ alatur
alaşlamak, [alaş-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] İh ka nal, Ortası delik tek parça nal. || alaturka saat,
tiyarlamak. Güneşin batışında 12.00'ye ayarlanan saat; ezanı
alaşman, [ala-ş-man] {ağız} sf. Karışık; melez. [DS] saat. || alaturka takvim, Yıl başını 1 Mart olarak
alaşur, [ala+ Far. şor] {ağız} is. Bulut sıcağı; boğucu kabul eden eski Tiirk takvimi.\\ alaturka tuvalet,
hava. [DS] Tabanı delikli tuvalet taşı döşeli çökerek ihtiyaç
alat1, [ala-t] {ağız} is. 1. Düğünlerde pilavın üzerine giderilen tuvalet. || alaturka yemek, Türk yemekle
konulan söğüş et. 2. Karanfil, zencefil, tarçın gibi ri, Türk mutfağı.
baharların karışımı. 3. Bulaşık. [DS] alaturkacı, [alaturka-cı] sf. Türk sanat müziği dalın
alat2, [? alat] (ağız} is. A zgın ve tehlikeli köpek. [DS] da beste yapan veya şarkı söyleyen (sanatçı),
alat3, [al-ad-u / al-ad-ı / al-at] {ağız} sf. İvedi; acele. alaturkacılık, -ğı [alaturka-cı-lık] is. Giyim, kuşam,
[DS] S alat samat, {ağız} 1. Çok acele. 2. Yarım moda, mimari ve yaşayışta Türk usulü olanı sevme
yamalak. [DS] ve benimseme,
alaturkalaşm a, [alaturka-la-ş-ma] is. Alaturkalaş
alat4, [Ar. hil'at] {ağız.} is. 1. Elbise. 2. Sarıya ya da
mak işi; Türk usulü yaşam aya başlama,
kırmızıya boyanmış yün iplik. [DS] alaturkalaşm ak, [alaturka-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır]
alat5, [Ar. âlet] {ağız} is. Bez dokuma tezgâhı. [DS] Türk usulü yaşam aya başlamak ve bu yaşayış tar
alat6, [Ar. âlet > âlât o^T ] (a:lâ:t) {OsT} is. 1. B ir işi zına alışmak.
yaparken kullanılan araçlar; aletler. 2. argo. Erkek alaturkalık, -ğı [alaturka-lık] is. Yaşayışta Türk usu
cinsel organı. 0 âlât-ı basariyye, YOs77 Gözle ilgi lünü, Türk tarzını benimseme durumu; doğululuk;
li gözlük, dürbün, gözlük gibi optik aygıtlar.\\ âlât-ı şarklılık.
cinsîye, {OsT} Cinsel organlar.|| âlât-ı harp, {OsT} alatya, [Yun. alatiâ] is. zool. Ankara keçisinin kah
Savaş araçları.|| âlât-ı katıa, {OsT} Kesici aletler.|| verengi veya siyah tüylü bir türü,
âlât-ı naht, {OsT} Oyma, yontm a işlerinde kullanı alav, [Far. âlâv / âlâve / j^T] {eAT} {OsT} is.
lan dülger aletleri.\\ âlât-ı nâriye, {OsT} Ateşli si Alev; ateş,
lahlar. || âlât-ı rasâdîye, {OsT} Gökyüzü gözlem alavan, [alavan] {eT} is. Timsah. [DLT]
araçları. || âlât-ı tab’iye, {OsT} Basım araçları.\\
alavantı, [İt. al avanti] {ağız} is. 1. Telaş. 2. Hiddet.
âlât-ı tenâsüliye, {OsT} Üreme organları.|| âlât-ı [DS]
ziyâiye, {OsT} fiz. Aydınlatma araçları.
alavazda, [? alavazda] is. Mahsul hasat edilirken
alata1, [? alata] {ağız} sf. Karışık; toplama. [DS] dökülen tohumlardan ertesi yıl başka b ir ürün için
alata2, [? alata] {ağız} is. 1. Uçurum. 2. Yüksek. [DS] de erkenden çıkan seyrek bitkiler; alaza; halaza,
alata3, [? alata / aluta / alıta] {ağız} is. 1. Sürüye ka alavere, [İt. il dare e l ’evere (alacak-verecek) ? / al
tılamayacak kadar zayıf ya da hasta hayvan. 2. N e mak + ver-mek > al-a+ver-e] (a la vere) is. 1. Elden
kahet devresindeki iştahlılık. [DS] ele geçiş; alışveriş. 2. Borsa oyunu. 3. B ir gemiden
alataras, [ala+ Yun. dalassa] {ağız} is. 1. Y an nemli bir gemiye veya karşılıklı iki apartman arasına ge
toprak; tavlı toprak, 2. Toprağa tav verecek kadar rilen ip vasıtası ile eşya veya posta maddeleri ak
yağan yağmur. [DS] tarm aya yarayan makaralı düzenek. 4. Bir şeyi el
alatav, [ala+tav] {ağız} is. 1. Toprağın bitki çim len den ele geçirerek aktarma işi. 5. Para çekme ve
mesine yetm eyecek kadar az olan nemi. Toprak verm e işi. 6. mec. Çok büyük karışıklık, gürültü ve
alatavlı ama yine de ektik. 2. İyice pişmemiş ye şamata. 7. Emme basm a tulumba. 8. argo. Avuç
mek. 3. Biraz kızdırılmış demir. 4. Biraz sıcak. içindeki zarı değiştirme. 0 alavere dalavere, Her
[DS] türlü oyun, hile, düzen uygulayarak.\\ alavere da
alatçık, -ğı [ala-çuk > alatçık] {ağız} is. 1. Çadır di lavere çevirmek, Kirli ve hileli iş yapmak. || alave
reği. 2. Çingene çadırı. [DS] re dalavere Kürt M ehm et nöbete, Sorumluluk
ALA
gerektiren bir işi çeşitli oyunlar sonucu aynı kişi nin davranışları veya kişiliği ile eğlenmek. 2. Şaka
üzerine yıkarak sıyrılıp kurtulmak.\\ alavere tu etmek. 3. K üçük görmek, hakir görmek.] alay geç
lum bası, Emm e basma tulumba. mek, A lay etmek.|| alay gibi gelmek, İnanılması
alavereci, [alavere-ci] sf. Fiyatlar düşükken m al top güç gelmek, şaka zannetmek. || alay göstermek,
layarak stok yapıp yükselince piyasaya süren tüc {eAT} Tören yapm ak; gösteri yapmak.\\ alay günü,
car; karaborsacı; spekülatör. {ağız} folk. D üğünden bir hafta sonra damadın ar
alavırt, [ala+vırt (yans.)] {ağız} sf. (Toprak için) yarı kadaşlarının köy m eydanında eğlence yaptıkları
tavlı; alatav. [DS] gün. [DS]|| alay havası, folk. H alka olarak oynanan
alavış, [Far. alâyiş] {ağız} is. 1. Gürültü patırtı; şam a bir oyun; halay. || âlây-ı hümâyun, İm paratorluk
ta. 2. Yaygara. 3. Boğuşma. 4. Abartma; mübalağa. döneminde, padişahın sefere gidiş veya dönüşünde
[DS] saray ile Davutpaşa arasında düzenlenen tören. ||
âlây-ı vâlâ ile, K alabalık ve gösterişli törenlerle;
alavi, [Ar. ‘ilâve > calâvî j j ^ ] (alâıvi;) {OsT} is.
görkem li olarak. || alay kanunu, İm paratorluk dö
İlâveler, ekler. neminde yapılan törenlerde vezirlerin, bilginlerin
alavur, [? alavur] {ağız} s f Az tavlı; yarı kuru, yarı ve protokolde bulunması gereken diğer kişilerin
yaş. [DS] kıyafetlerini ve sıralarını tanzim eden kanun.\\ alay
alavuz, [yalb (yans.) > yalab-uz > alav-uz / yalavuz] karargâhı, Alay komutanı, karargâh işleriyle gö
{ağız} is. Isınacak kadar yakılan ateş; alev. [DS] S revli subaylar ve diğer personelden m eydana gelen
alavuz etmek, Alevlendirmek; yalaza vermek. ekip.\\ alay kopmak, Ansızın bir insan kalabalığı
alay1, [Yun. allaegıon > allayi => T. alay > Far. âlây birikmek]] alay malay, I. H ep birlikte; beraberce.
^"sM] (OsT. a:lâ:y) is. 1. İnsan topluluğu; güruh; ce 2. Gelişigüzel; olduğu kadar]\ alay sancağı, Her
maat. {OsT} (aynı). 2. Gösteri grubu. 3. Resm-i ge alayın onur sem bolü olan özel bayrak.
çit; geç töreni. 4. as. Orduda aynı işi yapan, aynı alay2, [Ar. ‘alâye] {ağız} is. 1. Arka. 2. folk. K ına ge
sınıftan, aynı silah, araç ve gereçleri kullanan, tu cesinde kadınların oturdukları yüksekçe yer. [DS]
gaydan küçük, taburdan büyük, bağım sız num ara alaycı, [alay-cı] sf. 1. Alay etmeyi alışkanlık hâline
ları bulunan ihtisas birliği. 5. Düğünden sonra, ge getiren. 2. (Söz, ifade, bakış vb. için) alay özelliği
linle beraber giden kız tarafına mensup kadın ve taşıyan; müstehzi. 3. is. Gelin getiren erkekler,
kızlar. 6. Gelini almaya giden topluluk. 7. Halay. 8. alaycılık, -ğı [alay-cı-lık] is. 1. Alay etmeyi alışkan
genşl. Ses tonu, söz ve mimikler dahil her türlü lık hâline getirme durumu. 2. A lay edenin niteliği,
vasıta ile bir kişi veya düşünce ile eğlenme, aşağı
alaye, [Ar. ‘a lâ > 'alâye *ı ^ ] (alâ.-ye) {OsT} is. Yük
lam a veya gülünç duruma düşürme; hiciv; istihza;
dalga geçme; ironi; espri; komiklik; küçümseme; sek yer; yükseklik,
hafife alma; tezyif; yergi. 9. Şaka; latife. 10. zf. alayı, [alay-ı / alay-ı-s-ı] {ağız} zf. Hepsi; bütünü.
Hep; bütün; hepsi; top; tüm. S alaya almak, Eğ [DS] S alayı pazarlık, Toptan pazarlık.
lenmek, dalga geçmek. | alaya ahnmak, Birisi ta alayif, [Ar. ‘alef > 'a lâ ’if ı_is5lp] (alâ.yij) {OsT} is.
rafından eğlentiye alınmak, kendisiyle dalga ge Ulûfeler.
çilmek,j| alaya karışmak, Kalabalığa girm ek.j|
alay alay, Kalabalık, bir çok insan.|| alay arabası, alayik, -kı [Ar. ‘alâka1 > ‘alâ’ik & 5L&] (alâ.yik, k ka
im paratorluk döneminde hükümdarların resm î lın söylenir) {OsT} is. İlgiler; irtibatlar; alakalar,
arabaları.\\ alay bağlam ak, {eAT} Eskiden düşman alayiş, [Far. âlâ’îden (bulaşmak) > âlâyiş j ^ T ] (a;-
karşısında s a f hâlinde dizilmek; savaş düzenine lâ:yiş) {OsT} is. 1. Bulaşıldık; bulaşma. 2. gnşl.
girmek. || alay bey, Batı Trakya Türklerinde davul Gösteriş, göz kamaştırıcılık; debdebe; şatafat; tan
zurna eşliğinde erkeklerin oynadığı bir dizi oyun. || tana. 0 âlâyiş-i dünyâ, {OsT} İnsanları ahreti dü
alay beyi, 1. im paratorluk döneminde albay (mira şünmekten alıkoyan dünyanın süsleri, eğlenceleri,
lay) rütbesindeki jandarm a komutanlarına verilen çekicilikleri,|| âlâyiş-i kâinât, {OsT} İnsanları
isim. 2. Tanzimat 'a kadar zeam et sahiplerine veri ahreti düşünmekten alıkoyan dünyanın süsleri, eğ
len unvan. || alay bindalhsı, Kadife üzerine sırma lenceleri, çekicilikleri.
ve kılaptan işlemeli kaftan. j| alay bozan, Birlikte
alayişli, [alayiş-li] (a:lâ;yişli) sf. Gösterişli; süslü.
kararlaştırılan işten vazgeçen; oyunbozan. |[ alay
alaylı1, [al-ay-lı] sf. 1. Gösterişli; mutantan; tantanalı.
bozmak, Grupça kararlaştırılan bir işten vazgeç
2. A lay içeren; küçümseme dolu. 3. zf. Hafife ala
mek; oyunbozanlık etmek.\\ alay çekmek, folk. H a
rak, küçümseyerek; alay ederek. Alaylı sözleri y ü
lay çekmek. || alay disiplin mahkemesi, Askerlerin
zünden müşterileri kaybetti. 0 alayh alayb, Alay
disiplin suçları ile ilgili davalara bakan biri baş
ederek, hafife alarak.
kan diğer ikisi üye olmak üzere üç kişiden kurulu
askerî mahkeme.\\ alay düzmek, {eAT} Askeri s a f alaylı2, [alay-lı] is. Harp okuluna devam etmeden kı
s a f dizmek; alay düzenlemek.\\ alay etmek, I. B iri tadan yetişip gelen subay.
O H İİH IB IB B I.19 5 ALB
alaylı3, [al-ay-lı] {ağız} is. l.fo lk . Düğüne veya bay tun kullanıldığı zamanlarda topun veya tüfeğin
ram a gidenlerin toplu yürüyüşü. 2. Göz alıcı ve namlusunu kunıtm ak için ağız otu koyarak boşa
geniş etekli elbise. 3. sf. (Kadın için) bilgiç. 4. (Yü ateşlemek. 7. {ağız} Çalı çırpı gibi şeyleri tutuştura
rüyüş için) çalımlı. [DS] rak ateş yakmak. [DS] 8. Alazlama hastalığını teda
alaylıklı, [alay-lık-lı] {ağız} sf. Şatafatlı; gösterişli. vi etm ek amacıyla ateşe tutmak ya da kızgın demir
[DS] uygulamak. 9. {ağız} mec. Dövmek; can yakmak;
alaysı, [al-ay-sı] sf. Alayı andırır, alay zannedilen. korkutmak. [DS]
alaz1, [ala-z j'iT] {ağız} is. 1. Ağaçları seyrek veya alazlamak2, [alaz-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
hiç olmayan orman alanları. 2. Seyrek bitmiş ekin, y o r] Ozentisiz ve baştan savma iş yapmak. [DS]
ot vb. 3. Yarı karlı toprak. 4. Saç bitmeyen baş; kel. alazlanma, [alaz-la-n-ma] is. Alazlanm ak işi; alevde
5. Yarım yamalak; üstünkörü. 6. Soğuk vurmuş ütülenme.
meyve ve sebze. 7. Y azm ansızdan çıkan yel; hızlı alazlanmak, [alaz-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Alevde
esen yel. [DS] S1 alaz alaz, 1. {ağız} D alga dalga; yanmak. 2. Alevde hafifçe yanmak, ütülmek. 3.
yol yol. [DS] 2. {eAT} Alaca bulaca.|| alaz alaz ol dönşl. f. {ağız} (Vücut için) sıcaktan kızarmak. [DS]
mak, {ağız} D alga dalga; y o l y o l olmak. [DS][| alaz 4. {ağız} Hafifçe ısınmak. [DS] 5. {ağız} yanmak;
ataz, {ağız} Baştan savma; acele ile yapılan. [DS]|| kavrulmak. [DS] 6. {ağız}] Alevlenmek; tutuşmak.
alaz belez, {ağız} 1. Yarı karlı toprak. 2. Şöyle böy [DS]
le; bulanık. [DS]|| alaz bulaz, {ağız} 1. Seyrek; ye r alazlatmak, [alaz-la-t-mak] g ç l.f. [-ır] 1. Alevde ha
yer; tek tük. 2. Yarı karlı toprak. [DS] fifçe yaktırmak. 2. Kızgın bir demir parçası ile dağ
alaz2, [eT. al-as > al-az / yalaz [Deny]] is. 1. Alev, lamak. 3. {ağız} Alazlama hastalığını tedavi için
ateş dili; yalaz. 2. {ağız} U cu ateşli odunun sallan alazlama işlemini uygulatmak. [DS]
ması ile oluşan ışıklı çizgi. [DS] 3. El yüz ve vücut albag, [al+bağ ^U l] {eAT} is. Ferace.
ta çıkan kırmızı sivilce, çıban ve kırmızı lekeler. 4.
alban, [? alban] {eT} is. Hizmetle ödenen bir tür ver
Eğlence; cümbüş. S alaz alaz, Parlak; alev alev. |j
gi. [EUTS]
alaz alaz olmak, {ağız} Alevlenmiş gibi parlamak.
[DS]|| alaz etmek, {ağız} Biraz ateş yakmak. [DS] albasma, [al+bas-ma] is. 1. Albasm ak işi. 2. Albastı.
3. {ağız} Somadan göraıelerdeki gurur, kibir ve şı
alaza, [yalaz-a > alaz-a] is. Aydınlık; şavk; yalım,
marıklık. [DS]
alaza, [Ar. (Sur.) harâze] is. M ahsul hasat edilirken
dökülen tohum lardan ertesi yıl başka bir ürün için albasmak, [al+bas-mak] g çsz.f. [-ar] 1. Doğumdan
de erkenden çıkan seyrek bitkiler; alavazda; kendi sonra loğusa kadında ateşli b ir hastalık belirmek. 2.
gelen; halaza. (Loğusa için) kâbus ya da bir sıkıntı basmak,
alazdamak, [alaz-da-mak] gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor] albastı, [al+bastı] is. 1. Yeni doğum yapmış kadınla
Alevlenmek; yanmak, rın mikrop kapması sonucu yakalandıkları ateşli
alazımak, [alaz-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] (Yağmur, hastalık; loğusa humması. 2. {ağız} Çok ağlama
kar için) dinmek; hava açılmak. [DS] sonunda oluşan bir tür bayılma hâli. [DS]
alazıtmak, [alaz-ıt-mak] {ağız} g çsz.f. [-ır] 1. (Yağ albatr, [Fr. albâtre] is. Vazo ve seramik eşya yapı
mur, kar için) dinmek; hava açılmak. 2. gçl. f. A y m ında kullanılan, içinde alçı taşı bulunan y an şef
dınlatmak; şavkıtmak. [DS] fa f kaym ak taşı,
alazlama1, [alaz-la-ma ■ u'^T] is. 1. Alazlam ak işi; albatros, [Ar. al-ğattâs (dalgıç) > Port, alcatraz] is.
zool. Fırtına kuşugillerden, güney yarıkürede yaşa
aleve veya sıcalc bir metale tutarak hafifçe yakma
yan kanat açıklığı üç metreyi bulan, gagası eğri
işi; ütüleme. 2. tıp. Vücutta kızartılarla kendini
uçlu ve kuvvetli, tüyleri gri, beyaz ve siyah, balık
gösteren yılancık hastalığı.
ve yumuşakçalar ile beslenen büyük bir deniz kuşu,
alazlama2, [alaz-la-ma] {ağız} is. 1. Kâğıt, çalı çırpı
(Diomedea exulans).
vb. ile yakılan ateş. 2. Birdenbire yanıp geçiveren
albay, [al(ay)+bay] is. as. Türk ordusunda yarbay ile
kaba alev. 3. Köpek nefesi ile pislendiği sanılan
tuğgeneral arasında, alay komutanlığı görevini ye
kaplan yıkayıp sonra içinde alevli bir şey yakıp
rine getiren b ir sembol ve üç yıldızla belirlenen
tütsüleyerek ve etrafımızda döndürerek uygulanan
rütbeyi taşıyan üst subay; miralay,
işlem. [DS]
albaylık, -ğı [al+bay-lık] is. Albayın görevi ve rütbe
alazlamak1, [alaz-la-mak] gçl. f. [r ] [-l(ı)-yor] 1.
si.
Aleve tutarak hafifçe üstten yakmak. 2. (Yara vb.
şey için) tedavi amacıyla kızgın demirle dağlamak. albeni, [al+ben-i] is. Çekici güzellik; alım; cazibe;
3. Yolunmuş bir tavuğun kalan tüylerini yok etmek çekicilik; görk; gösteriş; güzellik; hüsn; seksapel;
için aleve tutmak. 4. Kızartılan bir tavuk veya et sevimlilik; cana yakınlık; şirinlik. S 1 albeni kıv
üzerine kızdırılmış tereyağı dökerek gevretmek. 5. rak, {ağız} işgüzar; hamarat. [DS]
mec. Mihnet altında olgunlaştırmak. 6. Kara baru albenili, [al+beni-li] sf. Çekici güzelliği olan.
ALB l M H l f C t S Ö M . ı 86
albez, [al+bez] jağız} is. 1. Bayraklık kumaş; kırm ı alçagırmak, [al-çağ-ır-mak J v ^ l ] {eAT} gçsz. fi [-
zıya boyanmış kumaş. 2. Gökkuşağı. 3. Kayınvali
ur] Alçalmak; alçaklaşmak,
de tarafından örtünülen kırmızı örtü. [DS] S albez
tartmak, (Kayınvalide için) albez örtünmek. alçagrak, [al-çağ-rak j > M ' ] ı^ATj sf. 1, Alçak; ba
albız, [Ar. iblîs] {ağız} is. Şeytan. [DS] sık. 2. Aşağı dereceli. 3. Küçücek.
albino, [Lat. albus (beyaz) > Fr. albinos] sf. tıp. M e alçagrıtmak, [al-çağ-rı-t-mak {eAT} gçl. fi
lanin pigmentinin doğuştan eksikliği sebebiyle de [-ur] 1. Alçaltmak. 2. Hafifletmek,
risi, saçı veya vücut tüyleri beyaz, gözündeki iris
alçak, -ğı [eT. alçak / JU Jİ] sf. 1. Y üksek olm a
tabakası pembe bir renk almış olan; akşm; çapar;
abraş; akşar. yan; yerden yüksekliği az olan; aşağıda olan. 2. Ba
albon, [Yun. aulos > avion] {ağız} is. 1. Kaval. 2. sık, kısa. 3. (Boy için) kısa. 4. mec. (Kişi için) ah
mec. Gebelerde görülen ve şişkinlik yapan bir has lak açısından kötü sayılan; aşağılık; namert; adi;
talık. [DS] ahlaksız; bayağı; daltaban; deni; habis; hain; haya
alborata, [İt. alboro-eto] {OsT} is. dnz. Yelkenli ge sız; haysiyetsiz; herif; kansız; karaktersiz; lain;
milerde direğin tepesine konulan ilave direk, muhannet; namussuz; onursuz; rezil; soysuz; sefil;
albugo, [Lat. albugo] is. tıp. 1. Gözün saydam taba silisiz; şerefsiz; tıynetsiz; yezit. 5. {eT} İltifat eden;
kasında oluşan beyaz leke; lökom. 2. Beslenme hayırhah; mültefıt. [Gabain] 6. {eT} {eAT} A lçak gö
bozukluğu sebebiyle tırnaklarda görülen beyazlık, nüllü; yumuşak huylu; uslu; ince; nazik; mütevazı;
albuhara, [Far. âlü-buhârâ] {ağız} is. Sarı erik kuru yavaş; sakin. [DLT] [EUTS] 7. is. Y üksek olmayan
su. [DS] yer; aşağı. 8. is. mec. Ahlakı kötü kimse; namert. 9.
album, [Lat. albus (ak) > Fr. album] is. Eski Ro- (Eski gök bilimcilere göre) yeryüzü. 10. {ağız} Dere
m a’da üzerine resm î ilanların yazıldığı alçı kaplı boyu; düz otlak yer; vadi. [DS] B alçak asıllu,
beyaz duvar pano, {eAT} Soysuz.|| alçak basınç, Kötü hava şartlarını
ifade eden ve barometre basıncı 1015 milibarın
albura, [İt. albura] (a ’lbura) {ağız} is. dnz. “Yukarı
altında olan hava basıncı. || alçak frekans, İşitile
kaldır” komutu; alabora. [DS]
bilir sesler düzeyinde bulunan ses frekansı. || alçak
albüm, [Lat. album (liste) > Fr. album] is. 1. Fotoğ
gerilim, Potansiyel fa rk ı az olan elektrik enerjisi.\\
raf, pul vs. koleksiyonu yapmak amacıyla özel ola
alçak gönüllü, Büyüklük taslamayan; kendisini
rak hazırlanmış kalın dosya. 2. Resim, şiir vb. içe
başkalarından üstün görmeyen; kibirlenmeyen;
ren basılı dergi,
mütevazı; gösterişsiz; iddiasız; kasıntısız; kibirsiz;
albümin, [Lat. albumen (yumurta akı) > Fr. albu-
kendi hâlinde; yalım ı alçak; yü zü yerde. || alçak
mine] is. Hücrelerin ana birleştiricilerinden biri
hâllü, {eAT} Uyruk.|| alçak kabartm a, H a fif tiim-
olan beyazımsı yapışkan madde; protein. S albü
sekliklerle yapılm ış kabartma heykeller,|| alçak od,
min usulü, matb. Rötuşlara ve grenli tarama kop
{eAT} Hafifi ateş. || alçak olmak, {eAT} A lçak gönül
yalarına elverişli bir ofset levha yapım tekniği] \
lü olmak. || alçak ses, Zor işitilecek kadar h a fif söy
albümin zamkı, Kan albüminini am onyak ve ki
lenen ses; fısıltı.|| alçaktan almak, Öfkeli birine
reçli su ile karıştırarak elde edilen tutkal.
karşı yatıştırıcı bir tarzda karşılık vermek. || alçak
albüminli, [albümin-li] sf. İçinde albümin bulunan.
tan görüşm ek, K ibir etmemek; tevazu göstermek.\\
fi1 albüm inli su, Cıva tuzlarının panzehiri olarak
alçak tekne, Su üstünde kalan kısmı yüksek olma
kullanılan yum urta akı karıştırılmış su.
yan deniz aracı. || alçak top sürm e, Basketboldü
albüminüri, [Fr. albuminurie] is. tıp. İdrarda albü
oyuncunun topu yerden az zıplatarak götürmesi.||
min bulunması,
alçak uçuş, Yere yakın yapılan uçuş.
albümoz, [Fr. albumose] is. biy-kim. Proteinlerin
alçakça, [alçak-ça] sf. 1. Biraz alçak; pek yüksek de
peptik ve pankreatik sindirimi sırasında meydana
gelen polipeptit. ğil. 2. (alça ’kça) zf. mec. Onur, cesaret ve saygınlık
gibi İnsanî değerlere aykırı; zelil,
alcem, [Ar. ‘alcem p^!*] sf. Uzun boylu; uzun,
alçaklamak, [alçak-la-mak / ja iU s J Î] {eAT}
alcı, [Ali-ci] {ağız} is. Alevi mezhebinden olan. [DS]
g ç l . f [-r] Tahkir etmek,
alcık, [el-cik] {ağız} is. Kuyu çıkrığını çevirmeye
yarayan kol. [DS] alçaklaşma, [alçak-la-ş-ma] is. 1. Alçaklaşmak işi. 2.
alcıkarı, [al-cı+karı] {ağız} is. 1. Alkarısı. 2. sf. (Ka Dürüstlüğü, güvenilirliği yitirme; adileşme,
dın için) şirret; edepsiz. [DS] alçaklaşmak, [alçak-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] 1. A l
alça, [Yun. altsa / İt. alzo] {ağız} is. 1. Alın. 2. Ayak çak duruma gelmek; alçalmak. 2. mec. Çevresinde
kabı kalıplarının ön tarafına konulan üç köşeli mu kiler arasında saygınlığını, güvenilirliğini yitirtecek
kavva. [DS] İnsanî değerlere aykırı onur kırıcı davranışları ile
alçacık, -ğı [al (alt, aşağı taraf) > al-ça-(k)-cık] ( a l nefret edilir hâle gelmek; adileşmek; zelil olmak,
çacık) sf. Çok alçak; daha alçak. alçaklık, -ğı [alçak-lık j i i - J 1] is. 1. Az yüksek oluş;
AT} gçsz. f\çak olma durumu. 2 . mec. insanlar arasında nef- mak, Kırılan bir kemiğin düzgün ve çabuk kayna
:t uyandıran davranışlar. 3. {eAT} A lçak gönüllü- ması için alçı ile kaplanması,|| alçı kalıp, Döküm
ilc. S alçakbk etmek, 1. Birine karşı hoş karşıla- hâlinde üretilen eşyalar için önceden o eşyanın
. 1, Alça , jçQ in davranışlarda bulunmak; hainlik üzerini alçı macunu ile kaplayarak çıkarılmış ka
inek; kalleşlik etmek. 2. {eT} Alçak gönüllü dav- lıp. || alçıtaşı, min. Tabiatta doğal olarak bulunan
I] {eAT} gçtnmak; tevazu gösterm ek.|| alçaklık itmek, {eAT} kalsiyum hidrosülfat; jips, CaSÖ4 2H 2 O.
]çak gönüllülük göstermek. alçı3, [Moğ. alçu ^ T ] {eAT} {ağız} is. A şık kem iği
, , ulamak, [alça-(k)-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)- nin dikine yüzlerinden birisi; düz tarafı; kıtın karşı
• ,r] Sindirmek; hakaret etmek; yenmek. [DS] sı. [DS]
>ıda olan. 2 . ^ [alçal-mak > alçal-an] sf. Alçalm ak işini
alçıcı, [alçı-cı] is. 1. Alçının çıkarılması, pişirilmesi
:. (Kişi 1C^ pan; aşağı doğru inen. S alçalan titrem, dbl.
ve öğütülmesi gibi alçı imalatı ile uğraşan kimse. 2.
ık; nam ert^' \latımda duygu ve düşüncelere göre azalan tit- Alçı ticareti yapan kişi. 3. A lçıyı su ile yoğurup
ıbis; hain;
inşaatlarda tavan ve duvar süslemesi işleriyle uğra
.araktersız, ^ [alçal-ış] is. 1. Alçalm ak işi ve biçimi. 2. şan usta.
dİ; “ıkseklik kaybetme; alçaklara inme. 3. İnsanda alçığ, [alçığ] {eT} is. Alçı. [Mühennâ]
(e^ ' Junması gereken dürüstlük, iyi ahlaklılık, iyilik alçığçı, [alçığ-çı] {eT} is. Alçıcı. [Mühennâ]
1 müte1’ değerleri kaybetm e hâli, alçılama, [alçı-la-ma] is. A lçılamak işi.
v ^ r o t a ™ 3, [alça-l-ma] is. 1. A lçalm ak işi; aşağılara in- alçılamak, [alçı-la-mak] gçl. fi [-r] 1. B ir şeyin ü ze
± işi. 2. İnsanlar arasında nefret uyandıracak rine alçı sürerek kaplamak. 2. Bir şeyin içine alçı
ktm se, n a ^ ^ aııışiarda ^ ujunmay a başlama.
katarak karıştırmak,
alçak a1113*4’ [alça-l-mak] 1. Bulunduğu yerden daha alçılanma, [alçı-la-n-ma] is. Alçılanmak işi.
■ " hava şartB1 seviyelere inmek. Kıyılara doğru gidildikçe alçılanmak, [alçı-la-n-mak] edil, fi [-ır] 1. İçine alçı
1015 milfların alçaldlğını görüyoruz. 2 . mec. (Kişi için) karıştırılmak. 2. Üzerine alçı sürülmek. 3. dönşl. fi.
ık frek an s, İ‘runu= gururunu yitirecek kadar bayağılaşmak; Alçı sahibi olmak; alçı edinmek,
f ekansı || îzz^ etmek. 3. (Ses, gürültü vb. için) azalmak; alçılarım, [alçı-la-r-ım] is. Çocuklar arasında oyna
n elektrik e n ^ - nan sıraya dizilmiş aşıkları vurarak bir karış uzağa
amayan; kert, [alçal-tı] is. Küçük düşme; alçalma; zillet. fırlatm ak suretiyle aşık kazanma oyunu,
,tr kibirlennm , [alçal-tı-cı] sf. Küçük düşüren, aşağılayan, alçılı, [alçı-lı] sf. 1. İçine alçı karıştırılm ış olan; için
kasıntısız; k û kıran. de alçı bulunan. 2. (Organ için) alçılanmış; alçıya
yüzii yerde. || ma, [alçal-t-ma] is. 1. Aşağı, seviyelere indir- alınmış. 3. Alçı sahibi olan; alçısı bulunan,
bartma, H afi boyunu veya yüksekliğini azaltma. 2. mec. alçım, [? alçım] {ağız} sf. 1. Sert; sarp. 2. is. Çeşit;
ıeykeller.\\ alçirunu ve şerefini yok etme. S alçaltma tavan, tür. [DS]
. {eAT} Alçak pdanın veya yapının tavan yüksekliğini azalt- alda, [eT. âl (hile) > al-da °jJT] {eAT} is. Pusu; hile;
ecek kadar ha} için asıl tavanla arasında boşluk kalacak şe- tuzak, ö aldaya düşmek, {eAT} Aldanmak; hileye
ılm ak , Öfkeli •. eklenen ikinci bir tavan; asma tavan. kapılmak.
■şüık vermek.\\ nak, [alçal-t-mak] gçl. fi [-ır] 1. U çan veya aldaçı, [alda-çı] {eT} is. Ölüm ruhu; ölen kişinin ru
k; tevazu g ö b e k te bulunan bir şeyi aşağı seviyelere indir hunu karşılayan, o kişinin daha önceden ölmüş bir
in kısmı yüksek 2 . Boyu uzun veya yüksek olan bir nesnenin yakınının ruhu,
sürme, Bas^ekliğini kesm ek veya koparm ak suretiyle
aldagan, [alda-mak > alda-ğan ji'-JT ] {eAT} sf. Çok
nplatarak götümak. 3. mec. Onur ve şerefini hiçe sayarak in-
m uçuş. r arasında hoşa gitmeyen veya nefret uyandı- aldatan.
alçak; pek yükir duruma sokmak. aldaguc, [alda-ğuc j-jpIjJT] {eAT} sf. Aldatıcı,
ar, cesaret ve sa^ .ğı [alça(k)-rak] sf. Boyu biraz kısa, az al- aldagucılık, [alda-ğu-cı-lık jW --ü ! / jJ ^ j Ü j J T ]
selil- {eAT} is. Aldatıcılık; hilekârlık,
jjb jl / [al+çel-me] is. 1. Y ürük ve Türkmen giyi-
î kadınların baş örtüsü üzerine alından verev aldaguç, [alda-ğuç gs-İJJI] {eAT} sf. Aldatıcı,
kİ sm ^’^ an katlanmış örtüye verilen ad; krep. 2. aldak, -ğı [eT. âl (hile) > alda-k] {ağız} is. Avutacak,
s. 1. A ça ydoğuda erkeklerin kullandığı büyük kırmızı kandıracak, gönül alacak söz; aldanca. [DS] S
tirme; adileşm e.^ B B * aldak buldak, Aldatarak; kandırarak.
k] d önşl f [ K [aı+çevrej js Alçelme. aldamak, [eT. âl (hile) > al-da-malc j«IjJT] {eT} {eAT}
^güveniürliğmi y1 (hile) > ^ ’Ç1] (eTi sf- H ileci; hilekâr [Mü- {ağız} gçl. fi. [-r] [-d(ı)-yor] Aldatmak; bir kimseyi
nt* kırıcı davran kandırmak; oyun etmek; yanıltmak. [Nevâyî] [DLT]
k- zelil o'a§- yalçu] is. 1. Pişirilm iş alçı taşının öğütül- [DS] S aldam ak söz, {eAT} Aldatıcı söz.
1 ^ ’ le elde edilen inşaat malzemesi, fi1 alçı işi, -aldan, [-al-dan / -el-den] {eAT} çek. e. -alıdan; -
Ü] is. 1. Az yu yaptiffuş inşaatla ilgili işler.\\ alçıya al alıdan beri; -alı.
ALD ÖIÜMIİİRfESÖM.m
aldanca, [alda-nç-a] {ağız} is. Avutacak, kandıracak, aldavu, [alda-ğu] {eAT} is. Hile,
gönül alacak şey. [DS] aldayıcı, [alda-y-ıcı {eAT} sf. 1. A l
aldancak, -ğı [alda-n-cak] {ağız} is. -*■ aldanca. [DS] datıcı. 2. Hilenin cezasını veren. 3. Sözünde dur
aldancık, -ğı [alda-n-cık] {ağız} is. Tuzak olarak ha mayan; ahdini bozan; hilekâr. 4. is. Şeytan,
zırlanmış kar çukuru. [DS]
aldayış, [alda-y-ış jSjIjJI] {eAT} is. Aldatış.
aldanç, -cı [alda-nç] sf. 1. Kolay aldanan. 2. {ağız}
(Kişi için) uysal. [DS] aldehit, -di [Fr. alcool+dehydrogenatum > aldehy
aldangan, [alda-n-ğan jlüjJT ] {eAT} sf. Çabuk alda de] is. kim. 1. Etil alkolün hidrojeni giderilirken
oluşan uçucu bir sıvı; etanol, CH3-CHO. 2. Benzer
nan; daima aldanan,
likleri yüzünden aynı ad verilen [R -C H =0] grubu
aldangıç, -cı [alda-n-gıç] is. 1. A ldanma aracı; oya
organik bileşikler (aset aldehit, asetik aldehit, adi
layıcı, aldatıcı şey. 2. Ot veya samanla gizlenmiş
aldehit, etanol).
tuzak çukuru,
aldı, [al-dı] {eT} is. Altı. [EUTS]
aldangıçlık, -ğı [a-da-n-gıç-lık] {ağız} is. Aldanma;
aldın, [alt-tm > al-dm [Clauson]] {eT} is. Alt; aşağı.
yanılma. [DS]
[Üç İtigsizler]aldırayaz, [al-dır+ayaz] {ağız} is. 1.
aldanguc, [alda-n-ğuc {eAT} is. 1. A ldanm a a- Her tarafı açık ve soğuk yer. 2. Çırılçıplak ya da
racı; oyalayıcı, aldatıcı şeyler. 2. {ağız} Avutacak, giyimi bozuk kimse. 3. Yıldızlı, açık gece. [DS]
kandıracak, gönül alacak şey. [DS] aldırık, -ğı [al-dır-ık] {ağız} sf. Şımarık. [DS]
aldanış, [alda-n-ış] is. 1. Aldanmak işi ve biçimi. 2. aldırılma, [al-dır-ıl-ma] is. A ldırılm ak işi.
Kanma; yanılma,
aldırılmak, [al-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Aldırmak
aldanma, [alda-n-ma] is. Aldanmak işi.
işi yapılmak. 2. Bir yerden başka bir yere aktarıl
aldanmak, [alda-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Hataya mak. 3. İlgilenilmek; önem verilmek,
düşmek; yanılmak. 2. Birinin hilesine veya yalanı
aldırış, [al-dır-ış] is. 1. Aldırm ak işi ve biçimi. 2.
na kanmak; tuzağına düşmek; aldatılmak; alet ol
İlgi; önem. 0 aldırış etmek, İlgilenmek; önem
mak; avlanmak. 3. Hayal kırıklığına uğramak. 4.
vermek; dikkate almak.
Oyuna gelmek; boş yere güvenmek; kapılmak; ka
aldırışsız, [al-dır-ış-sız] sf. Umursamaz; kayıtsız ka
zıklanmak. 5. Avunmak, oyalanmak. 6. (Bitkiler
için) ilkbahar gelmeden bastıran sıcaklar dolayısıy lan.
la uyanmak; çiçek veya yaprak açmak. S aldan aldırma, [al-dır-ma] is. Aldırm ak işi.
mıyorsam, Bir görüşü açıklamaya başlarken y a aldırmak, [al-dır-mak JjjJJT] gçl. f [-ır] 1. Birisine
nılma payı bırakmak için söylenen giriş sözü. alm ak işini yaptırmak. 2. Birini veya bir şeyi bir
aldaşmak, [alda-ş-mak j*-i-)JT] {eAT} işteş, f. [-ır] yerden başka bir yere getirtmek. 3. Vücuttaki her
Karşılıklı birbirini aldatmak. S aldaşmak itmek, hangi bir yaralı veya hastalıklı organı veya kısmı
B irini aldatmak. cerrahî müdahale ile çıkartmak. 4. Bir tanıdığını
aldatıcı, [alda-t-ıcı] sf. Yanıltan, kandıran, veya yakınını yanına getirtmek. 5. N üfuz ve yetki
aldatılma, [alda-t-ıl-ma] is. Aldatılm ak işi. sini kullanarak birini bir işe veya yere kabul ettir
aldatılmak, [alda-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. K endisine mek. 6. Sevdiği veya önem verdiği birini başkasına
oyun yapılmak; kandırılmak. 2. Yanıltılmak. 3. A- kaptırmak; elindekini başka birisine kaptırmak. 7.
lış verişte fiyat veya kalite bakamından zarara uğ (Bir nesne için) bir kap veya yere sığdırmak. 8.
ramak. 4. (Evli eşler için) eşi başka biri ile ilişkide Önem vermek; değer vermek; ilgilenmek; üstünde
bulunmak. durmak. “Adam aldırma, geç g it diyemem, aldırı
aldatış, [alda-t-ış] is. Aldatma işi ve durumu, rım. " M. Akif. 9. (Gönül için) âşık olmak; tutul
aldatma, [alda-t-ma] is. Aldatm ak işi. mak. 10. (M eyil için) gönlünü kaptırmak; âşık ol
mak. 11. (Nefes için) rahat bırakmak; dinlendir
aldatmaca, [alda-t-maca] is. Aldatıcı oyun, hile; tu
mek. 12. Avcı kuşa, av yakalatmak. 13. (Çocuk
zak.
için) kürtaj yaptırmak. 14. gçsz. f. Şarkı söylemeye
aldatmak, [alda-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. H ataya yö
başlamak. 15. {ağız} K endi kendine şarkı, türkü
neltmek. 2. Yalan söylemek. 3. A lış verişte kötü ve
söylemek; bir türkü tutturmak. [DS]
ucuz malı, iyi diye pahalı satmak; kandırmak. 4.
Karşı cinsten birini baştan çıkarmak; iğfal etmek. aldırmama, [aldır-ma-ma] is. Aldırm am ak işi.
5. Evlilikte eşinden başka birisi ile ilişkide bulun aldırmamak, [aldır-ma-mak] gçsz. [-z] 1. Değer ve
mak; ihanet etmek. 6. Avutmak; oyalamak. 7. La önem vermemek. 2. Oralı olmamak; tınmamak. 3.
des oyununda taraflardan birinin diğerine ladese Dikkat etmemek; üstüne düşmemek. 4. gçl. f. A l
tutuştuklarını unutturup b ir şey vererek oyunu ka dırmak işini yapmamak; almak işini yaptırmamak.
zanmak. 8. (Kendi için) olm ayacak bir şeye inana fi1 aldırma! “D eğer verme; önem verme; değmez. "
rak oyalanmak; teselli bulmak; oyalanmak. 9. (Nef anlamında kullanılan teselli sözü.
si için) açlığını geçici olarak yatıştırmak. aldırmaz, [aldır-maz] sf. 1. Vurdum duymaz; kaygı-
o m ru g m an.
ALE
sız; tasasız. 2. Ola,
yan. ------------------------ ale’r- re ’si ve’l-ayn, (OsT} Tamam;
etm ek üzere. ||
aldırm azcı, [al-dır-m aznlan ciddiye alma- baş üstüne!\\ a i t j ı fls,
ale’r-rü _7 {OsT}
( Baş sayısınca m al
' —' fS\_ rj-
1) ^
gürlüğünden yana olan {OsT}
ve insandan alınan vergi.\\ ale’s-sab âh ,
aldırm azlık, -ğı [al-dır-mazVldırmazlık öz-
gisizlik, vurdumduymazlık; 'nizm karşıtı, alessabah. || ale’s-seh er, {OsT} Sabah erkenden;
{OsT}
sizlik veya bilinçli bir tutum ytyıtsızlık; il- gün ışımadan; seher vaktinde.\\ ale’s-seviye,
lar, olaylar, öğretiler karşısında i fel. İlgi-
kaydiye. S ald ırm az lık tan geln\durum - E şit olarak; hepsi aym derece ve değerde olm ak
mek, önem vermediğini sezdirmek, "pa» la" üzere.|| ale’t- ta ’cîl, {OsT} A cele ederek.|| ale’t-ta f-
mak. rtme- sîl, {OsT} Ayrıntılı ve geniş olarak; tafsilatlı ola-
ald ırtm a, [al-dır-t-ma] is. A ldırtm ak işi. na~ rak.\| a le’t-ta h k îk , {OsT} Şüphesiz; kesin olarak.\\
ale’t-ta h m în , {OsT} Yaklaşık olarak; tahminen.\\
a ld ırtm ak , [al-dır-t-mak] gçl. f. [-ır] Birine .
a le’t-tah sîs, {OsT} Özellikle; bilhassa.\\ ale’t-ta k -
işini yaptırmak,
rîb , {OsT} Yaklaşık olarak; aşağı yukarı.\\ ale’t-
aldil, [eT. âl (hile)+dil] {ağız} is. Kurnazlık;
- — — , hile. tem adi, { u s{OsT}
ı/ nıl7Pnuderece.||
hir biçim-
ted rîc, Yavaş yavaş; derece a le’t-
aldosteron, [Fr. aldosterone] is. biy.-kim. B ö b r e ^ . sürekli.\\ ale’t-te rtıb , {OsT} u u z aje>t-te-
te m â d i, {OsT} Arkası kesilmeksizin; aralıksız ola-
sodyumun tutulması, potasyumun atılmasını sağla,, kural ve■■ tekniklere - «■ uygun
rn„Tl biçim^
Düz,
yan böbrek üstü bezi kabuğunun salgıladığı hor- ^ {OsT} E şit olarak; eşitlikle.\\ ale t- eva ı,
mon. ıeden; birbiri arkasına.
aldun, [altun] {eT} is. Altın. [EUTS] a ı allee] is. Ağaçlıklı yol.
ald u rm ak , [al-dur-mak jjjjjJ T ] {eAT} gçl. f. [-ur] 1. fr^ile / âlek *Jİ] (a:le) {OsT} is. bot. Eskiden
Kaptırmak; aldırmak. 2. dönşl. f. {ağız} Kendini y aç yapım ında kullanılan ve H int süm-
beğenmek; kibirlenmek. [DS] • ^ tow S le n b ir soğanlı bitki, (Nardostahys
ald u ru k , -ğu [al-dur-uk] {ağız} sf. Kendini beğenmiş; ale3, [Ar.
■kibirli. [DS] m ura karşı» (a ;le) {OsT} is. 1. Güneş ve yag-
alduzm ak, [al-duz-mak] {eT} gçl. f. [-ur] M alını e- kirlik. 'i ı yer:; sığmak. 2. Yoksulluk; fa-
linden aldırmak; soyulmak. [DLT] a leb a t, [OsT. ‘a.
ale-, [Ar. ‘ala (üzere) L5J*■] {OsT} zf. A rapça kelim eler Yemiş kapçıkları!-!*-] (aleba:t) {OsT} is. bot.
den beraberlik ya da üstünlük anlatımı katmakta alebe, [OsT. ‘alebe 4ar; kapsüller,
kullanılan ön ek. alelacele, alelade. S a le ’d-de- kapsül. is. bot. Yemiş kapçığı,
recât, {OsT} Derecelerine göre; sırasıyla. || a le’d-
alebi, [OsT. ‘alebi L5J^ ] (u
devâm , {OsT} Devamlı olarak; boyuna.|| a le ’I-am -
kapçığı ile ilgili. {OsT} is. bot. Yemiş
yâ, {OsT} Körcesine; düşünm eksizin,|| ale’l-ekser,
{OsT} Çokçası; ekseriyetle.|| a le ’l-fevr, {OsT} D er alef1, [Ar. âlef âJT] (a:lef) {Os.
hâl; hemen.|| ale’l-gafle, {OsT} Beklenm edik bir şe En teklifsiz; çok
cana yakın.
kilde; ansızın; birdenbire.\\ ale’l-hâdise, {OsT}
alef2, [Ar. ‘alef ^-Ap] {OsT} is. H a, ,
Başka bir olaya katılan fa k a t o olay üzerinde etkisi
olmayan; epifenomen; gölge olay.\\ a le’l-hesâb, kullanılan ot, saman, yulaf. S alet^6131' ° ,
{OsT} H esaba sayarak.\\ ale’l-husfis, {OsT} Özellik yem i; kılıcın öldürdüğü,\ a le f olm aöSfr’ l?
Yem ol-
mak. 2. Öldürülmek.
le; bilhassa.\\ ale’l-ım ıyâ, {OsT} Körü körüne.||
ale’l-ıtlâk, {OsT} 1. Genellikle; umumiyetle. 2. alefe, [Ar. ‘alüfe] {ağız} is. İmam, çoban gib»
v gö-
Rastgele.|| ale’l-icm âl, {OsT} Kısaca; özet olarak.|| revülerine belli bir süre için verilen ücret. [Di.
ale’l-ih tisar, {OsT} Kısaltarak; özetleyerek.|| ale’l- alefi, [Yun. alifı] {ağız} is. Deri cilalamakta kulıN_
inflrâd, {OsT} Ayrı ayrı olarak; birer birer.|| ale’l- lan m ermer tozu. [DS]
isticâl, {OsT} İvedi olarak; acele ile.\\ ale’l-istim - alegori, [Yun. allegorein (resimler aracılığı ile ko
râ r, {OsT} Aralıksız; sürekli olarak.|| a le’l-iştirâk , nuşma) > Fr. allegorie] is. 1. B ir fikrin resim veya
{OsT} Ortak olarak; iştirak ederek.\\ a le’l-ittifâk, canlı varlıklar yoluyla anlatılması. 2. Bu şekilde
{OsT} Anlaşarak; üzerinde birlik sağlayarak.|| meydana getirilmiş edebî eser,
ale’l-ittisâl, {OsT} A rdı kesilmeksizin; devam ede- alegorici, [alegori-ci] is. Bir metni, bir yazarı alegori
rek.|| ale’l-kâide, {OsT} K urala uygun biçimde; yöntem i ile yorum layan kişi,
kaidesince.|| ale’l-kıyâs, {OsT} Karşılaştırma y o alegorik, -ği [Fr. allegorique] sf. Alegoriye dayanan,
luyla; kıyaslayarak|| ale’l-kifâye, {OsT} Yeterli alegori ile ilgili. «Kutadgu Bilig adalet, saadet,
miktarda; yetecek kadar.|| ale’l-um fim , {OsT} 1. akıl ve kanaat kavramlarının hükümdar, vezir, ve
Genellikle; genel olarak. 2. Tamamı; bütünüyle.\\ zirin oğlu ve abit gibi şahıslarla canlandırıldığı
ale’r-rağ m , {OsT} Kasten küçük düşürerek hakaret alegorik bir eserdir.»
ALE Ö Iİ İH I İİ K S Ö M .2 0 C
alek1, [Far. ale / âlek J I / dü I] (a:lek) {OsT} is. bot. Durum; vaziyet. «Keyifler ne âlem de?» 10. Gerek;
Eskiden hekimlikte ilaç yapımında kullanılan ve lüzum; anlam. S âlem-ârâ {OsT} Dünyayı süsle
Hint sümbülü de denilen bir soğanlı bitki, (Nar- yen ,|| âlem -efrüz, {OsT} Biitim dünyaya ışık saçan;
dostahys jatamansi). âlemi aydınlatan,j| âlem -gîr, {OsT} 1. Dünyayı tu
tan; bütün dünyaya yayılan. 2. Dünyayı alan. ||
alek2, [Ar. 'alak (yapışmak) jip ] {OsT} is. -*• aleka.
âlem-i âb {OsT} İçki meclisi; içkili eğlence.|| âlem-i
aleka, [Ar. ‘alak (yapışmak) {OsT} is. 1. Kan âhiret, {OsT} Öteki dünya; ahret. || âlem -i anâsır,
pıhtısı. 2. Balçık; yapışkan çamur. 3. Sülük, {OsT} Unsurlar âlemi (eskilere göre varlığın dört
tem el öğesi olan su, hava, toprak ve ateşten ibaret
aleki, [Ar. ‘alak > ‘alaki LSil^] (aleki:, k kaim söyle
olan madde dünyası).\\ âlem -i asgâr, {OsT} Küçük
nir) {OsT} sf. 1. Yapışkan. 2. Pıhtı hâline gelmiş. 3. dünya (insan).|| âlem-i azamet, {OsT} En yüksek
Sülüklerle ilgili. 4. Sülük cinsinden olan, gökyüzü tabakası.\\ âlem-i bâtın, {OsT} İç âlem.||
alekiye, [Ar. ‘alakîye > ‘alakiyye <ül&] {OsT} is. zool. âlem-i bekâ, {OsT} E bedî âlem, ahret. | âlem-i be
Sülükgiller. rin, {OsT} En yüksek âlem.|| âlem-i berzâh, {OsT}
Ruhların beden kalıbına girmeden önce bulunduk
aleksandren, [Fr. alexandrin] is. ed. Fransız şiirinde
ları m anevî âlem ile m addî âlem arasındaki yer. ||
kullanılan on iki hecelik dize,
âlem-i berîn {OsT} En yüksek âlem.|| âlem-i ce-
aleksi, [Fr. alexie] is. tıp. Hastanın görmesinde bir
berrüt (melekût), {OsT} 1. A rş-ı âlânın en alt fa ka t
kusur olmamasına rağmen okuma yetisini kaybet
gökyüzünün en üst tabakası. 2. Allah 'ın biitün var
m esi; okuma yitimi; okuma körlüğü,
lıklar üzerindeki kudreti.\\ âlem-i diğer, {OsT}
alel, [Fr. allele] is. ve sf. biy. Bir kromozom çifti
Ahret, öbür dünya.\\ alem-i ecsam, {OsT} Cisimler
üzerinde aynı nokta üzerine yerleşmiş genlerden
âlemi. || âlem-i eflâk, {OsT} Felekler, gökler âlemi.\\
her biri.
âlem-i ekber (kebîr, kübrâ), {OsT} En büyük dün
alelacayip, -bi [Ar. ‘ale’l-'acâ’ib İJs-] (alela- ya, kâinat.|| âlem -i em r, {OsT} H içbir şarta bağlı
ca:yip) {OsT} sf. Çok acayip; çok yadırgatıcı; çok olmayan dünya.|| âlem-i ervâh, {OsT} Ruhlar âle-
garip. m i.|| âlem-i esbâb, {OsT} Sebepler âlemi, dünya.||
alelacele, [Ar. ‘ale’l-‘acele 4W.JI Jis] {OsT} zf. Çok âlem -i fakr ü fenâ, {OsT} Yoksulluk ve yokluk âle
mi, yeryüzü. || âlem-i fâni, {OsT} Sonlu dünya; bu
acele, çarçabuk, ivedilikle,
dünya.|| âlem -i fenâ, {OsT} Geçici âlem, dünya,
alelade, [Ar. ‘ale’l-‘âde Ji*-] (alelâ:de) {OsT} sf. yalan dünya.|| âlem-i gayb, {OsT} Görülmeyen,
Sıradan, her zaman rastlanır nitelikte; bayağı, gizli dünya.|| âlem-i hâb, {OsT} Uyku âlem i.|| âlem-
aleladelik, -ği [alelâde-lik] ( a ’lelâ:delik) is. Bayağı i halk, {OsT} Bütün doğmuşlar, yaratılm ışlar âle
lık, sıradan oluş, mi. || âlem-i his, {OsT} D uyularla anlaşılan âlem;
madde âlemi. || âlem-i imkân, {OsT} H er şeyin
alelittifak, [Ar. ‘ale’l-ittifak J lü "sil (alelittifa:k)
mümkün olduğu âlem. || âlem -i istiğrak, {OsT} İç
{OsT} zf. Birleşerek; ağız birliği ederek, dünya; kişinin kendinden geçip daldığı düşünce
alel’umunı, [Ar. ‘ale’l-'um üm ^^U] (alelu- âlem i.|| âlem-i kevn, {OsT} Varlık âlem i.|| âlem-i
mu:m) {OsT} zf. Genellikle; umumiyetle, kevn ü fesâd, {OsT} Var olma ve bozulup dağılma
dünyası.|| âlem-i kitmân, {OsT} Saklı, gizli dünya.\\
alelusul, -lü [Ar. ‘ale’l-usül Ju-] (alelusud)
âlem -i kudsî, {OsT} K utsal âlem. A lla h ’ın katı.||
{OsT} zf. 1. Kurallarına uygun olarak; usulünce. 2. âlem-i lâhut, {OsT} Manevi âlem, A lla h ’ın katı.||
A det yerini bulsun diye; üstünkörü; gelişigüzel, âlem-i m a’nâ, {OsT} Görülmeyen âlem, rüya.||
a’lem, [Ar. ‘ilm (bilmek) > a’lem jJlpI] {OsT} sf. 1. âlem-i melekût {OsT} A lla h ’ın m utlak egemen ol
D aha çok bilen; en çok bilen. 2. is. Bilgin, ö duğu âlem .|| âlem-i menâm, {OsT} Görülmeyen
a’lem ü’l-ulemâ, Bilginlerin en bilgim. âlem, riiya. || âlenı-i misâl, {OsT} Ruhun İlahî âlem
den cisim ler âlemine inerken geçtiği varlıkların
âlem, [Ar. ‘âlem ^U] (a:lem) {OsT} is. 1. Yeryüzünde
hayalleri ile dolu âlem. \ âlemin ağzına sakız ol
ve gökyüzünde var olan yaratılmışların hepsi; ev mak, Herkesin konuştuğu, dedikodusunu yaptığı
ren; kâinat. 2. Güneş ve gezegenlerin meydana ge bir kim se durumuna gelmek. || Alemin ağzı torba
tirdiği topluluk; güneş sistemi. 3. Dünya; yeryüzü; değil ki büzesin, insanların dedikodu yapmalarım,
cihan. 4. Bütün insanlar. 5. Çevre; toplum. 6. Ken olur olmaz şeyleri söylemelerini engellemenin
di içinde bir bütün oluşturduğu tespit veya tahmin mümkün olmadığını anlatmak için söylenir.|| âlem-
edilen varlıklar veya soyut kavram lar topluluğu. i nakayis, {OsT} Eksiklikler âlem i.|| âlem-i nâr,
«H ayvanlar âlemi. Ruhlar âlem i.» 7. mec. Eğlen {OsT} Ateş dünyası.|| âlem-i nasüt, {OsT} İnsanlık
ce. 8. mec. Kendine özel bir yaşayış ve düşünce âlemi. || (kendi) âlem inde olmak, Başkaları ile iliş
biçimi olan. «Alem adamdır, vesselam .» 9. mec. kiyi keserek kendi iç dünyası ile hesaplaşma duru-
me m m m . 201 ALE
tınında bulunmak.\\ âlem -i siyâset, {OsT} Politika âlem î2, [Ar.’alem > ‘alemî ^ U ] (a:lemi:) {OsT} sf.
dünyası.|| âlem -i sürî, {OsT} Görünen, şahit olunan
(İnsan için) dünyaya ait; dünya ile ilgili; dünyevi,
zahirî âlem. || âlem -i sabâvet, {OsT} Çocukluk dün-
alem ida, [Yun. alemida] {ağız} {OsT} is. İplik çilele
yası.|| âlem -i siiflî, {OsT} Bayağı âlem, dünya.||
rini çözgü kalemlerine sarmaya yarayan araç; çık
âlem -i şah âd et, {OsT} tasvf. Yaratılışın dördüncü
rık. [DS]
basamağı. || âlem -i şem s {OsT} Güneş ve gezegen
ler. || âlem -i ulvi, {OsT} 1. Yüksek âlem, gökyüzü. 2. âlem in, [Ar.’âlem > ‘âlemin j ^ ] (a:lemi:n) {OsT}
Ruhlar âlemi\\ (... in) âlem i v a r m ı? Uygun düş is. Alemler; dünyalar,
müyor; yakışık almıyor.\\ âlem -niim â {OsT} -*■ â- alem it, -d i [Yun. anemidi] {ağız} is. İplik çilelerini
lemnüma.|| âlem -penâh, {OsT} -*■ âlempenah.|| â- çözgü kalemlerine sarmaya yarayan aygıt; dolap.
lem -pesend {OsT} H erkesin beğendiği.\\ âlem -p irâ, [DS]
{OsT} Dünyayı siisleyen.\\ âlem -süz, {OsT} Dünyayı âlem iyan, [Ar. ‘âlemî > 'âlem iyân uLlU ] (ademi:-
yakan.\\ âlem -şüm ûl, {OsT} -*• âlemşümul.|| âlem - ya:n) {OsT} is. Dünyaya ait olanlar; insanlar,
tâb, {OsT} -*■ âlemtab.|| âlem y a p m a k , İçkili, sazlı
âlem iyane, [Ar. ‘âlemi + Far. âne -oÜ-U] (a:lemi:ya:-
sözlü eğlence düzenlemek.
ne) {OsT} zf. 1. İnsana yakışır biçimde; insanca;
alem 1, [Ar. ‘alem (yarık, sınır) {OsT} is. 1. Bir
insan gibi. 2. Akıllıca; kurnazca,
düşüncenin, yüce ve üstün bir gücün, bir toplulu
alem iyet, [Ar. ‘alemî > ‘alemiyyet c~*-U] {OsT} is.
ğun sembolü; alamet; işaret; sembol; timsal. 2.
Bayrak; sancak. 3. Kubbelerin, minare külahlarının dbl. B ir sözcüğün özel isim olm a durumu,
veya bayrak direklerinin tepesine konulan madenî âlem li, [âlem-li J ^.U] (adem li) {OsT} is. Halının bir
ay ve yıldız. 4. Sınır işaretleri; sınır taşları. 5. Sarık tarafında bulunan mihraba benzer süs öğelerinin
için dokunan bir kumaşın içindeki altın teller. 6. tümü.
mec. Sıfat; unvan. 7. Önder; lider; temsilci,
âlem m ed ar, [Ar. ‘âlem + Far. m edâr jl-L» ^U] (a:-
alem -efrahte, {OsT} Bayrağı kaldırmış; bayrağı
yükseltmiş.\\ alem -efrâz, {OsT} Bayrağı kaldıran, 1emmeda:r) {OsT} is. Alemin merkezi,
bayrağı yükselten.\\ alem -i h ü m ây u n , {OsT} Salta â lem n ü m a, [Ar. ‘âlem + Far. nümâ Li ^Lt] (ademnii-
nat sancağı.|| alem -i N ebî, {OsT} İm paratorluk dö ma:) {OsT} sf. 1. Dünyayı gösteren. 2. Büyük İs
neminde gazalarda açılan Hz. M uham m ed'in bay kender’in İskenderiye’de yaptırdığı deniz fenerinin
rağı.|| alem olm ak, B ir fikre, bir topluluğa lider tepesine koyduğu “bütün dünyayı gösteren” ayna,
olmak. âlem p en ah , [Ar. ‘âlem + Far. penâh oto ^U] (a:-
alem2, [Ar. ‘alem ^-lt] {OsT} is. Özel isim. S ale- lempenadı) {OsT} sf. (Padişah için) âlemin sığınağı
m ü’I-cins, {OsT} Ö zel isimden üretilen cins ismi. olan.
âlem ane, [Ar. ‘âlem + Far. -âne -üUU] (a:lema:ne) âlem şüm ul, -lü [Ar. ‘âlem-şümül J y J . ^U] (adem -
{OsT} sf. Dünya ile ilgili; dünyevi, şiimud) {OsT} sf. Dünya ölçüsünde; dünyayı kap
alemci, [alem-ci] is. Cami kubbelerine, minarelere samış; dünyayı içine alan,
alem yapan veya takan kimse, âlem tab , [Ar. ‘âlem + Far. -tâb >_ıb ^U] (a:lemta:b)
alem dar, [Ar. ‘alem + Far. -dâr jIjuİp] (alemda.r) {OsT} sf. Dünyayı ısıtan; dünyayı aydınlatan,
{OsT} is. 1. Bayrak taşıyan. 2. mec. Bir işte önder âlem un, [Ar. ‘âlemün OjiU] (a:lemu:n) {OsT} is.
olan. 3. Yeniçeri ocağının çeşitli bayraklarını taşı
Dünyalar; âlemler,
yanlardan biri. S alem d âr-ı hâssa, {OsT} Saltanat
sancaklarını taşıyan gösterişli kişi.|| alem d â r-ı re alen, [Ar. ‘alen {Os T} is. A çık ve meydanda ol
sul, {OsT} Hz. M uham m ed’in sancağını taşıyan. ma; aşikâr oluş,
aiem dari, [Ar. ‘alem + Far. -dârı (alem- alençik, -ği [eT. ala-çuk] {ağız} is. Çardak; çadır.
[DS]
da:ri:) {OsT} is. Bayraktarlık; sancaktarlık.
alenen, [Ar. ‘alenen IİU] ( a ’lenen) {OsT} zf. 1. H er
alem deran, [Ar. ‘alem + Far. -dâr-ân jljl-u ip ] (,alem-
kesin gözü önünde; açıkça; meydanda. 2. Görülebi
da:ra:n) {OsT} is. 1. Bayrak taşıyanlar; sancak
lir, açık olarak; gizlemeden saklamadan,
tarlar. 2. mec. Önderler; ileri gelenler,
aleme, [Yun. anemi] {ağız} is. İplik çilelerini çözgüye alengirli, [Ar. ‘âlem + Far. -gir (tutan) + T. -li >
sarmaya yarayan çark; dolap. [DS] alengir-li ?] sf. argo. Gösterişli, fiyakalı, dalavereli,
âlemeyn, [Ar. ‘âlem-eyn jJ-U-] (ademeyn) {OsT} is. aleni, [Ar. ‘alen > ‘alenî l5Jp] (aleni:) {OsT} sf. 1.
Dünya ve ahret; iki âlem. Herkesin gözü önünde; açık; herkesin içinde. 2. zf.
alem î1, [Ar. ‘alem (özel isim) > ‘alemî ,y ^ -] (alemi:) Herkesin görüp bildiği şekilde; açıkça; açık olarak.
S aleni celse, H alka açık olarak yapılan oturum;
{OsT} sf. dbl. Özel isim le ilgili.
ALE ö iır a ın i& H .m
açık celse.\\ aleni m üzayede, Herkesin katılabile işte birisine yardım cı olm ak.|| alet verici, Ameliyat
ceği şekilde yapılan artırmalı satış; açık artırma. sırasında gereken araçları operatöre veren aseptik
alenileşme, [alenî-le-ş-me] (aleni:leşme) is. Aleni giyinmiş ve eldiven takmış olan yardım cı eleman.
durumuna gelme, aletçilik, [alet-çi-lik] (a. letçilik) is. fel. Düşünce ve
alenileşm ek, [alenî-le-ş-mek] (alenileşm ek) dönşl. f . teorileri eylem için gerekli gören felsefî sistem,
[-ir] (Üzerinde gizliliği bulunan bir şey için) açık aletli, [alet-li] (adetli) sf. Bir alet yardımı ile yapılan,
lanmak suretiyle herkes tarafından bilinir hâle gel ö aletli jim n astik , Atlama beygiri, kulplu beygir,
mek; açıklık kazanmak, halka, denge aleti gibi aletlerle yapılan jim nastik
aleniyet, [Ar. ‘alenî > ‘aleniyyet {O s T} is. 1. hareketleri.
Bir şeyin hiç gizlenmeden, ortalıkta, herkesin gözü aletlik, [alet-lik] (a:letlik) sf. (İş için) alet kullanmayı
önünde yapılıyor olması; açıklık. 2. huk. Bir iş ve gerektiren.
ya işlemin yapılırken gizli tutulmaması hâli; açık alev, [eT. yal-m ak (yanmak) > yal-av > alav > alev]
lık. is. 1. Y anmakta olan cisimlerden çıkan, dil şeklin
de kızıl turuncu renkli, akkor hâlindeki yanıcı gaz
aleniyye, [Ar. ‘alenî > ‘aleniyye v-KI {OsT} is. Açık;
kütlesi. 2. Ateş, sıcaklık, kıvılcım. 3. M ızrak veya
herkesin gözü önünde, gönder uçlarına takılan kırmızı flama; tuğ. 4. gnşl.
alerjen, [Fr. allergene] is. Alerjiye neden olan mad Çiçekleri alev renginde ve alev görünümünde olan
de. bir tropikal kereste ağacı (Sterculia) ve bir süs çi
alerji, [Yun. allos (başka) + ergon (tepki) > Fr. al- çeği, (Phlox). 5. mec. A şk ateşi; sevda. S 1 alev al
lergie] is. 1. Bir etken maddeye karşı organizmanın m ak , 1. Tutuşmak, yanm aya başlamak. 2. Parla
göstermiş olduğu çok aşırı tepki. 2. mec. B ir kim mak; ışıldamak. 3. mec. H eyecandan telaşlanmak.
seye veya fikre karşı olumsuz yönde duyulan aşırı 4. mec. Öfkelenmek.|| alev alev y an m ak , Ateşler
duyarlılık; karşı tepki, alevler içinde yanmak.\\ alev b o r ulu k azan , Boru
a lerjik , -ği [Fr. alergique] sf. 1. Alerjiyle ilgili olan, larında yanm a gazlarının dolaştığı kazan tipi. ||
alerjiden kaynaklanan. 2. Bir etken maddeye karşı alev d önüşlü k azan , Yanma ürünlerinin ocağa
duyarlılığı olan. 3. mec. (Kişi veya düşünce için) gelm eden önce bir boru demetinden geçtikten son
aşırı duyarlılık sebebi olan, ra arka plandaki fırından çıkıp ön yü ze geldiği ka-
alerresi, [Ar. ‘ale’r-re’sî ^ 1 jJl (alerre-si:) {OsT} zan.|| alev-gîr, {OsT} 1. Alevlenmiş, tutuşmuş. 2.
Şiddetlenmiş, hiddetlenmiş.\\ alev-gûn, {OsT} Alev
iinl. Baş üstüne!
renginde.\\ alev-hîz, {OsT} 1. Alevlenen, parlayan.
alesta, [İt. alesta] ( a ’lesta) ünl. dnz. 1. “Hazırol!”
2. mec. Kızgın, hiddetli.\\ alev kesilm ek, Çok sinir
komutu. 2. «Buyurun, hazırım !» 3. sf. Hazırlanmış,
lenm ek^ alev-keş, {OsT} Alevden kopan; alevden
hazır durumda. S alesta beklem ek, H azır olarak
sıçrayan; kıvılcım.\\ alev m akinesi, Düşman üzeri
beklemek.\\ alesta d u rm a k , Emir alm ak için tetikte
ne yanar hâlde gaz y a da sıvı püskürten silah.\\
hazır beklemek.\\ A lesta fero! «D em ir atmaya ha
alev-nâk, {OsT} Alevli, ateşli. || alev-rîz, {OsT} Alev
z ır ol!» komutu.|| alesta tu tm a k , Hemen kullanıla saçan.|| alev saçağı sa rd ı, Tehlike çok ilerledi, ön
bilecek şekilde hazır bulundurmak. lenemez hâle geldi.
alestezi, [Fr. allesthesie] is. tıp. Dokunma duyum u alevcik, [alev-cik] is. Küçük alev.
nun, dokunulan yerin tam simetriğinden algılanma
Alevi, [Ar. ‘ali > ‘alevî ı j j ^ ] (alevi;) {OsT} is. ve s f
sı biçiminde görülen bozukluk,
1. Dördüncü halife Hz. A li’nin soyundan gelen. 2.
alet, [Ar. âlet o J l] (a:let) {OsT} is. 1. Bir işte kulla
Hz. A li’yi diğer halifelerden daha çok seven, daha
nılmak üzere yapılmış nesne; araç. 2. Bir. sanatı üstün tutan; Hz. Ali taraftarı.
uygulam a alanına koymaya yarayan özel cihaz;
A levilik, -ği [Alevî-lik] (alevidik) is. Hz. A li’yi diğer
aygıt. 3. mec. Aracı; yardımcı; vasıta. 4. Oyuncak.
halifelerden daha üstün tutan ve sevenlerin görüşü
S. Organ. 6. huk. Kendiliğinden herhangi bir etkisi
ve mezhebi.
olmayan ancak işin sonucunu oluşturmakta kullanı
alevlendirm e, [alev-le-n-dir-me] is. 1. Alevlendir
lan araç. S alet çantası, Teknik bir işi yapm ak için
mek işi. 2. İçin için yanan bir şeyin alevi görünür
gerekli olan el aletlerinin konulduğu çanta; takım
şekilde yanmasını sağlama,
çantası.|| alet edevat, Çeşitli ve değişik araçlar.\\
a le t etm ek, Meşru olmayan bir işte yardım cı ele alevlendirm ek, [alev-le-n-dir-mek] gçl. f. [-ir] 1.
man olarak kullanmak.\\ âlet-i meclis, {OsT} Ziyafet Tutuşturmak. 2. mec. Unutulmuş bir konuyu tekrar
kapkacağı.\\ âlet-i m usavvât, {OsT} fız. Mikrofon.\\ gündeme getirip ortalığı kızıştırmak. 3. B ir tartış
âlet-i rücüliyet, {OsT} Erkeklik organı]] âlet-i mayı şiddetlendirmek. 4. mec. Çok öfkelendirmek,
şü rb , {OsT} İçki. Icadehi.\\ âlet-i tecfif, {OsT} K u sinirlendirmek,
rutma makinesi.|| âlet-i ten âsü l, {OsT} Cinsiyet or- alevlenirlik, -ği [alev-le-n-ir-lik] is. Alev alarak ya-
ganı. || alet olm ak, Bilerek veya bilmeyerek kötü bir nabilme özelliği.
e r ı n r ıi ic î M f u 2 0 3 ALG
alevlenm e, [alev-le-n-me] is. Alev alma, tutuşm a du sından liflerinden ip, hasır ve kâğıt yapılan uzun
rumu ve eylemi, ömürlü bir bitki, (stipa tenacissima).
alevlenm ek, [alev-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Alev alfa2, [Yun. alpha] is. Yunan alfabesinin ilk harfi, fi1
çıkararak yanmaya başlamak. 2. mec. Birden pat alfa ışın ları, R adyoaktif elementlerin yaydığı +2
lamak; şiddetlenmek. 3. mec. Çok kızmak; öfke yüklü iki proton ve iki nötron parçacığından m ey
lenmek. dana gelm iş (helyum çekirdeği) ışın demeti.
alevli, [alev-li] sf. 1. Alev saçar bir hâlde yanan. 2. alfabe, [Yun. alp h a + beta > alphabe] is. 1. Bir
mec. Şiddetli; sert; hararetli. S alevli fırın , içinde dildeki seslere dayalı ifadeleri yazıya geçirmek için
işlenecek maddenin doğrudan alevle karşılaştığı kullanılan şekillerin bütünü. 2. Bu işaretlerin kabul
tipteki fırın. gören sıralanmış şekli. 3. Çocuklara okuma ve
aley, [Ar. 'alâ > ‘aley J>^] {OsT} e. Üzere; üstüne (za yazmayı öğretmek için hazırlanm ış küçük kitap. 4.
gnşl. Temel bilgilerin özeti, fi1 alfabe dışı, dbl. B ir
mirle birlikte kullanılır).
dilde kullanılan harflerin dışında bir şekil ile g ö s
aleyh, [Ar. 'alâ (üzerine) + hi (ona) > ‘aleyh <lİ*-] terilen ,sas.|| alfabe sırası, Harflerin alfabede belir
{OsT} is. Karşı; zıt; karşıt; aykırı, fi1 aley h -d âr, -*• tilen yerine göre diziliş.
aleyhtar. || aleyhe dönm ek, Evvelce beğendiği bir alfabetik, -ği [Fr. alphabetique] sf. Alfabede belirti
kişiye veya düşünceye sonradan karşı çıkmak. || len sıraya uygun olarak. S1 alfab etik katalog, B aş
aleyhe k alk m ak , İsyan etmek; karşı gelmek. || lıkları alfabe sırasına göre dizerek meydana g eti
aleyhi’l-la’ne, Şeytandan söz edilirken söylenen rilmiş katalog. || alfab etik o la ra k , Alfabe sırasına
"lanet onun üzerine olsun" anlamında kötü dua.\\ göre. || alfab etik yazı, Tek tek ses birimlerini yazı
aleyhinde b u lu n m ak , Birini arkadan çekiştirmek, işaretleriyle kaydeden yazı.
dedikodu yapmak. || aleyhinde olm ak, B ir işe veya a lfa tera p i, [Fr. alphaterapie] is. tıp. A lfa ışınlarının
bir adama karşı olmak, itiraz etmek.\\ aleyhine tedavide kullanılma tekniği,
dönm ek, Evvelce beğendiği bir kişiye veya düşün alfel, [al (düzen) + fel (hile, sihir) [TİETZE]] is. 1.
ceye sonradan karşı çıkmak. || aley h i’s-selâtü ve Fiile. 2. Kötülük,
sellem, {OsT} Hz. M uham med'den söz edildiğinde alfenit, -di [Halfen (Fr. kimyacı) > Fr. alfenide] is.
«Allah ’m salât ve selâmı onun üzerine olsun.» şek Parlak metal rengi dolayısıyla sofra takımı im alin
lindeki dua.\\ aleyhi’s-selâm , {OsT} Peygamberler de kullanılan yüzde yirmi oranında gümüş katılmış
için kullanılan «Selâm onun üzerine olsun.» duası. bakır, nikel ve çinko alaşımı,
aleyha, [Ar. ‘aleyhâ l ^ ] (aleyha:) {OsT} ünl. ... o- alfons, [Fr. Alphonse (erkek adı)] is. argo. M uhabbet
tellalı; fahişe dostu; pezevenk,
nun üzerine olsun!
alg, [Fr. algue] is. bot. Denizlerde ve tatlı sularda
aleyhi, [Ar. ‘aleyhi 4Jlp] {OsT} ünl. ... onun üzerine! yaşayan klorofılli, köksüz bitkiler; su yosunu.
aleyhillane, [Ar. ‘aleyhi’l-la'ne S-oJJI *Jlp] (aley- -alga, [-al-ga / -elge] yap. e. Fiillerden isim türeten
hil'lâ:ne) {OsT} iinl. (Şeytan için) lanet ona! ek. İşlek değildir: çizelge.
algan, [al-ğan] {eT} (Kadın için) bir erkek tarafından
aleyhim, [Ar. ‘aleyhim / ‘aleyhimâ
alınmış; kocaya varmış. [Gabain]
{OsT} ünl. Onların üzerine! alg an m ak , [al-ğa-n-malc / al-ka-n-mak] {eT} e d il f.
aleyhtar, [Ar. ‘aleyh + Far. -dâr jb ^dt] (aleyhta:r) [-ur] Övülmek; ünlenmek. [Gabain]
{OsT} sf. Bir işe, bir fikre karşı duran, alg ar, [Yun. allcari] {ağız} is. 1. Bıldırcın tutmaya y a
aleyhtarlık, -ğı [aleyhtar-lık] is. B ir işe, bir fikre kar rayan, ucunda ağ bulunan aygıt. 2. Ateş çekmeye
şı olma durumu, yarayan araç; gelberi. 3. Dalları eğmeye, çekmeye
yarayan ucu eğri araç. [DS]
aleyke, [Ar. ‘aleyke dLU] {OsT} ü n l Senin üzerine
a lg arin a, [İt. argagno] is. 1. dnz. Gemilere ağır yük
olsun! koym ak veya batık gemileri çıkarmakta kullanılan,
aleyküm , [Ar. ‘aleyküm |* S ^ ] {OsT} ü n l Sizin üze kendi motoru ile hareket eden saç tekneli duba. 2.
rinize olsun! Kayığa halat çekmekte kullanılan makara. 3. argo.
İri yarı, güçlü kabadayı,
aleyküm selam , [Ar.'aley-lcümü’s-selâm j>}UI p-SLİp]
alg a rn a , [İt. argagno] is. -*■ algarina,
{OsT} ünl. A llah’ın selamı sizin de üzerinize olsun
alg asam ak , [Moğ. alğa-sa-mak {eAT} gçl. f .
anlamında «Selam ün aleyküm (A llah’ın selamı
üzerinize olsun)» sözünün karşılığı, [-r] Korkutmak; ürkütmek,
algı, [al-gı] is. psikol. 1. İnsanın zekâsının verileri ile
aleyna, [Ar. ‘aley-nâ (aleyna:) {OsT} ünl. Bizim
birleştirmek üzere nesnelere ait duyular yoluyla el
üzerimize olsun! de ettiği yalın bilgiler; idrak. 2. {ağız} Çizilmiş haş
alfa1, [Ar. halfa] {OsT} is. bot. Buğdaygiller fam ilya haş kapsülünden akan sıvı; afyon sakızı. [DS] 3.
ALG « ■ S M 1İ . 2M
fağızf Haşhaştan afyon sütünü sıyırıp toplamaya algınlaşm ak, [al-gın-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] {ağız}
yarayan özel bıçak. [DS] 4. {ağız} Kazanç; alacak. Sağlığı bozulmak; güçsüz kalmak. [DS]
[DS] 5. {ağız} Vergi. [DS] 6. {ağızj Rüşvet. [DS], 7. algınlık, -ğı [al-gm-lık] is. 1. Algın olm a durumu. 2.
{ağız} Ganimet. [DS] 8. {ağız} İlgi; alaka. [DS] t? Bir hastalığa sebep olan etkenlere uğrama, soğuk
algı bıçağı, Çizilmiş haşhaş kapsülünden akan ve algınlığı. 3. {ağız} Düşmanlık; garazlık. [DS]
koyulaşmış afyon sakızını kapsülün üzerinden sıyı algınm ak, [al-ğm-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Kaybol
rıp toplamaya yarayan özel bir bıçak. mak. [EUTS]
algıcı, [al-gı-cı] {ağız} is. Tahsildar; alımcı. [DS] algıs, [alka-mak (övmek) > alğıs / al-k-ış] {eT} is. İyi
algıcılık, -ğı [algı-cı-lık] is. Algılamada, zihnin bir dua.
dış gerçeği doğrudan kavradığını ve bunun bilinci algısız, [al-gı-sız] {ağız} sf. Sevimsiz; hoş gelmeyen.
ne vardığını öne süren felsefe görüşü, [DS]
algıglam ak, [alğığ-la-mak] {eAT} gçl. f. [-t] Aşağı algış, [al-ka-mak > alğış j ^ l '] {eAT} is. Alkış. S al-
lamak.
gış itm ek, {eAT} Alkışlamak; övmek; ululamak;
algılam a, [algı-la-ma] is. 1. A lgılamak işi. 2, Duyu dua etmek.|| algış o lu n m ak , {eAT} Alkışlanmak,.
organları aracılığıyla bilgi sahibi olma; idrak etme, algin, [Fr. algine] is. kim. Su yosunlarından elde edi
algılam ak, [algı-la-mak] g ç l . f [-r] Beş duyu vasıta len suda erimeyen yapışkan sıvı,
sı ile dışarıda olup bitenler hakkında bilgi edinmek; alginat, [Fr. alginate] is. kim. Suyun arıtılmasında ve
idrak etmek. hazır gıda sanayiinde koyulaştırın olarak kullanı
algılanm a, [algı-la-n-ma] is. 1. Algılanmak işi. 2. Bir lan alginik asidin tuzu,
nesne hakkında, biri tarafından bilgi sahibi olma, alginik asit, [Fr. alginique] is. kim. Esmer su yosun
algılanm ak, [algı-la-n-mak] edil. f. [-ır] Biri tarafın larında bulunan sodyum tuzu hâlindeki asit,
dan bir şey hakkında duyu organları yoluyla bilgi algler, [Fr. algue > alg-ler] is. bot. Denizlerde ve tatlı
edinilmek. sularda yaşayan klorofılli, köksüz bitkiler toplulu
algılatm a, [algı-la-t-ma] is. 1. Algılatm ak işi ve gi ğu; su yosunları,
rişimi. 2. Birinin, duyu organlarıyla bir şey hakkın alg o ritm a, [el-Harizmî (9. yy. Arap matematikçisi) >
da bilgi edinmesini sağlama, Alguarismo (İspanyolca söyleniş şekli) > Fr.
algılatm ak, [algı-la-t-mak] gçl. f. [ -ır] Birinin, duyu algorithme] (algori'tma) is. mat. 1. Orta Çağda ba-
organlarını kullandırtarak bir başka şey hakkında tılılarm M üslümanlardan öğrendikleri onluk dü
bilgi sahibi olmasını tem in etmek, zende hesap yapma sistemi (Harizmî usulü hesap).
algılayıcı, [algı-la-y-ıcı] sf. 1. Algılama yetisi bulu 2. Bir problemin çözümünde art arda uygulanan
nan. 2. is. Duyu organları yoluyla varlığını kavra sınırlı temel işlem ler dizisi. 3. Bilgi işlem program
yamadığım ız varlıkları, olayları ve durumları görü larındaki sayısal giriş bilgilerini, yine sayısal çıkış
nür ve bilinir hâle getiren aygıt; detektör, bilgileri hâline dönüştüren düzenleme,
algılayış, [algı-la-y-ış] is. 1. Algılama işi. 2. A lgıla algostaz, [Fr. algostase] is. M erkez sinir sisteminin
m a tarzı. algılamayı önlemesine dayanan, travmalarda görü
alg ın 1, [al-gm] sf. 1. (Bir hastalık tarafından) alınmış. len bir nevi ağrı duymam a veya ağrının etkisine
2. Aklı alınmış; sevdalı; meczup. 3. {ağız} Renksiz; dayanma hâli,
cılız; zayıf; hastalıklı; yılgın. [DS] 4. {ağız} Kötü algu, [al-ğu] {eT} sf. zm. Hep; bütün; hepsi. [EUTS]
rüm. [DS] 5. {ağız} Sevdalı; âşık; vurgun. [DS] 6. a lg u n 1, [al-ğun OyJI] {eAT} sf. Aklı başından alınmış;
{ağız} Alıngan; işkilli. [DS] 7. {ağız} Şaşkın; sersem. meczup; algın.
[DS] 8. {ağız} Alışık; yatkın; tutkun. [DS] 9. {ağız} a lg u n 2, [al-gun ?] {ağız} is. 1. Lağım. 2. Tümsek.
Kuvvetli; alan, yenen. [DS] 10. {ağız} Keskin. [DS] [DS]
11. {ağız} İyi; güzel. [DS] 12. {ağız} Öfkeli; kinli; algun , [Far. âl-gün 0 Tj (algû;n) sf. Al renginde;
düşman. [DS] 13. {ağız} Alıngan; işkilli. [DS] 14.
koyu ve parlak pembe,
{ağız} Sıcak kanlı; sevimli; cazip. [DS] 15. {ağız}
Ç ok fazla. [DS] 16. {ağız} (Yük için) ağır basan; algune, [Far. âl-güne <üj£JT] (algû:ne) is. 1. Allık. 2.
meyilli. [DS] ö algın gözle b a k m ak , {ağız} Alıcı Serap; pusarık,
gözle bakmak. [DS]|| algın olm ak, {ağız} Çok ça alguncu, [algun-cu] {ağız} is. Lağım temizleyicisi.
lışmaktan, ağır işten halsiz düşmek; kötürüm hâle [DS]
gelmek, [DS] algunı, [al-ğu-nı] {eT} zm. Hepsini. [EUTS]
algın2, [al-gın] {ağız} is. 1. Su yolu; lağım. 2. Hızlı aih ın m ak , [alh-m-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Bitmek;
akan su. 3. Soğuktan kurumuş bağ çubuğu. 4. Zorla tükenmek; azalmak; eksilmek; kaybolmak. [EUTS]
alınmış mal; yağma. [DS] S algın salgın, {ağız}} -alı, [-a-lı / -e-li / -y-a-h / -y-e-li] yap. e. Fiil kök ve
K öy muhtarının köylüden topladığı para. [DS gövdelerinden başlangıç sınırını belirten zarflar
O T Ü M K » 1 .2 0 5 ALI
yapar. Bu ekle kurulan zarflar yan cümlenin yük a h g sam ak , [al-ığ-sa-mak] {eT} g ç l.f. [-r] Almak is
lemi olabilir. Ayrıca “beri, -den beri” ilgeci ile kul temek. [DLT]
lanıldığı, geçmiş zaman çekimleri ile de ikilemeler -alık, [-alık / -elik] {eAT} çek. e. İstek kipi çokluk bi
kurduğu olur: gideli, varalı beri, yazdım yazalı. rinci kişi eki; -alım.
{eAT} (aynı) a lık 1, [al-ık] {eT} is. Kuş gagası. [DLT]
alı, [al-ı J~\] {eAT} is. Alm a eylemi, t? alı satı, {eAT} alık2, -ğı [eT. al-mak > al-ığ] is. ve sf. 1. A nlam a ve
Alım satım; alışveriş.|| alı satı eylem ek, {eAT} Alış sezme gücü yetersiz; aptal; avanak; bön; budala;
veriş yapm ak.|| alı satı eyleşm ek, {eAT} Alışveriş ebleh; saf; salak; sersem. 2. {ağız} Zayıf; hâlsiz;
yapmak. || alı satı itm ek, {eAT} Alış veriş yapmak. renksiz; soluk. [DS] 3. {ağız} Düzensiz; tertipsiz.
alıcı, [al-ıcı LJ=r=JT] is. 1. Bir malı para karşılığında al [DS] S alık alık b ak m ak , Anlam adığını belli ede
cek şekilde bakmak.
mak isteyen veya alan kişi; müşteri. 2. Bir şeye
alıkJ, -ğı [al-mak > al-ık] {ağız} is. 1. Koyun ve ke
karşı arzu ve istek besleyen; talip. 3. Kendisine
çilerin belli bir yerinden tüyünü kırpmak suretiyle
posta aracılığıyla bir mektup, koli ve havale gibi
yapılan belirti. 2. Besili koyunların yünü kırpıhr-
şeyler gönderilen kişi. 4. Başkalarının hazırladığı
ken sırtında bir tutam kadar alıkonulan kesilmemiş
bir şeyi alıp yararlanan, kendisine mal eden kişi. 5.
yünden belirlilik. 3. Koyunun ilk yünü. 4. Nişan,
{ağız} Can alan melek; Azrail[DS] 6. {ağız} Evlenme
çağındaki oğulları için kız beğenmeye giden kişi işaret için kulağın bir parçasının kesilerek alınması.
5. Boğaların boynundaki yağ yumağı şişliği. 6.
ler; görücü. [DS] 7. Bir elektrom anyetik dalgayı ses
veya görüntüye çeviren aygıt. 8. Telefonda sesi A karsuların sürükleyip getirdiği tahta, odun, çalı
alan aygıt; ahize. 9. Kamera. 10. B ir molekülün vb. şeyler. 7. İç güveyisi. [DS]
bağlandığı veya etki ettiği molekül bölgesi. 11. alık4, -ğı [eT. al-mak > al-ık / al-uk jJT ] {eAT} is. 1.
Duyu organlarının aldığı uyarıyı sinirsel bir mesaj Tutuş; kavrayış. 2. Gidiş biçimi.
hâline dönüştüren kısım. 12. Kendisine kan verilen
a h k 5, -ğı [al-mak > al-ık ^JT] {ağız} is. 1. Hayvanla
veya organ takılan kişi. 13. {eAT} (Kuş için) avcı.
14. {ağız} Kurtuluşu olmayan, öldürücü hastalık. rın üzerine konulan çul veya eyer, semer; palan. 2.
[DS] 15. {ağız} sf. İçli; alıngan. [DS] 16. {eAT} Ka {eAT} Eyer altına konulan ter bezi. 3. Hayvanlara
bul eden. 17. Koruyan; tutan; saklayan; muhafaza semersiz vurulan yük. 4. Semerin içine konulan
eden. 18. argo. Edilgen eşcinsel erkek. 19. argo. yün, keçe veya kırpıntı. 5. Eski; kirli elbise. 6. G i
Fahişe; değişik erkeklerle sık sık cinsel ilişkiye yecek; giysi. {eAT} (aynı) 7. G ön çarığın içine konu
giren kadın. S alıcı b u lm ak , Satm ak istenilen bir lan ya da ayağa sarılan eski çorap. 8. Palto; aba;
mal için müşteri bulmak\\ alıcı çıkm ak, Satılık bir gocuk. 9. Çamaşır yıkarken giyilen eski elbise. 10.
mal için müşteri olmak.\\ alıcı g ö rü n m ek , Arzu sf. (Giyecek, yatak yorgan vb. için) çok eski; yırtık;
duymak, istekli olm ak.|| alıcı gözle b ak m ak , Çok partal. [DS]
iyi incelemek; dikkatle bakmak.\\ alıcı kılığına a lık lam a, [alık-la-ma] is. 1. A lıklamak işi. 2. Kaba
girm ek, Satılık bir malı alm ak istemediği hâlde ve hafif yük.
alacakmış gibi davranmak.\\ alıcı kuş, 1. Avcılıkta a lık la m a k 1, [alık-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
kullanılan doğan, şahin türünden eğitilmiş yırtıcı Kuzu ve koyunların yattıkları yerde pislik bulaşa
kuş. 2. Avını kaçırmayan avcı kuş. || alıcısı tu tm a k , rak topak hâline gelen karın yünlerini kesmek; ka
{ağız} Ölümcül hastalığa yakalanmak. [DS]|| alıcı rın tüylerini kesmek.
verici, O rtak bir antenden yararlanan hem alıcı, alık lam ak 2, [arık (zayıf) > arık-la-mak] {ağız} gçsz. f.
hem de verici devreleri bulunan radyo-teknik alet. [-r] [-l(ı)-yor] Zayıflamak; sararmak. [DS]
alıç, -cı [eT. aluç [TİETZE] / Far. âlü-ça / âlü [Clauson] alık laşm a, [alılc-la-ş-ma] is. A hk hâle gelme,
> alıç] is. bot. 1. Denizden 1600 m. yüksekliklere alık laşm ak , [alık-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Beklenm e
kadar orman alanlarında görülen, gülgillerden di dik bir durum veya olay karşısında ne yapacağını
kenli çalı (Crataegus azarolus) ve bu çalının çok bilememek; aptallaşmak; afallamak; şaşırmak,
çekirdekli kiraz büyüklüğündeki h afif mayhoş lez alık la ştırm a, [alık-la-ş-tır-ma] is. A hk hâle getirme,
zetli meyveleri; akdiken; mayıs dikeni; soylu di
alık la ştırm a k , [alık-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Birini,
ken; dikenli alıç; yemişen. 2. A şık oyununda oyunu
ne yapacağını bilemez hâle getirmek; şaşırtmak,
kazanma demek olan aşığın bek gelme durumu,
alıklı, [alık-lı] {ağız} sf. Karısının baskısında olan er
alıg, [al-ığ] {eT} is. 1. Alış; alma. [Üç İtigsizler] 2. sf.
kek. [DS]
Kötü; fena; alık. [DLT] 3. {eAT} Korkak,
alıklık, -ğı [al-ık-lık] is. A nlama ve sezme gücü ye
alıgelmek, [al-mak>al-ı+gel-mek dUJS' J T / dMS-Jl]
tersizliği; aptallık; avanaklık; bönlük; budalalık;
{eAT} gçl.f. [-ür] Alıp gelmek; getirmek, eblehlik; saflık; salaklık; sersemlik,
alıgitm ek, [al-mak > al-ı+git-mek dlojSUT / lilo-i^Jl] alık m ak , [al-ığ-m ak/ al-ık-mak] {eT} g ç sz.f. [-ur] 1.
{eAT} g çl.f. [-ı] Alıp gitmek; götürmek. Alçalmak. 2. Bozulmak. 3. Azmak. 4. Kötüleşmek.
ALI OlifflliiMt SOM. I®,
[DLT] 5. Azalmak; bitmek; tükenmek; sona varmış alım cı, [al-mak > al-ım-cı] is. Doğrudan ödenen ver
olmak; sona ermek. [EUTS] 6. argo. Hoşlanarak gileri toplayan memur; tahsildar,
bakmak; süzmek, alım cıl, [alım-cıl] {ağız} is. 1. Almaya, satın almaya
alıkonulm a, [al-mak + ko-n-ul-mak] is. Gitmesine istekli olan kimse; müşteri; talip. [DS] 2. {ağız}
engel olunma; gecikmesine sebep olma, oyalanma, Alıngan; hassas; onurlu. [DS] f? alım cıl olm ak,
alıkonulm ak, [al-mak +ko-n-ul-mak] edil. f. [-ur] 1. A lm ak istemek; müşteri çıkmak; talip olm ak
Biri tarafından gitmesine engel olmak; zor kullana alm ıçı, [al-ım-çı] {eT} is. 1. Alıcı. 2. Borç veren; a-
rak veya başka sebeplerle tutulmak. 2. Biri tarafın lacaklı. [EUTS] [DLT]
dan oyalanmak, alım ga, [al-ım-ğa] {eT} is. Hakanın mektuplarını
alıkoym a, [al-mak + ko-y-m ak > al- (ı)-ko-y-ma] is. Türk yazısıyla yazan kimse. [DLT]
Birini zorla tutma, gitmesine engel olma, a lım k âr, [al-ım + Far. -kâr] (alımkâ:r) sf. Almağa
alıkoym ak, [al-mak + ko-y-mak > al-(ı)-ko-y-mak] gönüllü olan; almağa istekli.
gçl. f. [-ar] 1. Birini belirli bir süre için bir yerde a lım lı1, [alım-lı] sf. 1. Güçlü bir çekiciliği olan,
tutmak. 2. Gitmesine engel olmak. 3. İş yapan biri güzel; cazibeli; göz alıcı. 2. (Eşya için) beğenilen,
sini, işinin gecikmesine sebep olacak şekilde oya hoşa giden. 3. {eAT} Alacaklı. 4. {ağız} Gururlu;
lamak. 4. Birinin yapm ak istediği bir işi yapmasına çalımlı; kurumlu. [DS] 5. {ağız} Anlayışlı; hassas;
engel olmak, yaptırmamak. 5. Bir nesneyi diğerle alıngan; onurlu. [DS] S alım lı çalım lı, Güzel ve
rinden ayırarak yanında tutmak, saklamak. 6. Geri çekici olduğu için kurumlanan (kadın).
verilmesi gereken bir nesneyi verm eyerek yanında alım lı2, [alım-lığ > al-ım-lı ^ T ] {eAT} sf. Alacaklı.
tutmak.
alım lıg, [alım-lığ] {eT} is. Alacaklı; alacağı olan kim
alıl, [alın / alıl JJÎ] {eAT} is. Alın. se. [DLT]
alılm ak, [al-mak > al-ıl-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. alım lılık, -ğı [alım-lı-lık] is. Etkileyici ve çekici bir
Alınmak [Mühennâ], 2. Kendisi için almak. [EUTS] güzellik.
-alım , [-alım / -elim] çek. e. Emir kipinin birinci çok alım lu, [alım-lığ > al-ım -lu jJıiT] {eAT} sf. Alacaklı,
luk kişi çekimini sağlayan ek. git-elim, yaz-alım,
bar-alım (varalım). alım sınm a, [alım-sm-ma] is. Alım sınmak işi.
alım sın m ak , [al-ım-sın-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Alır
alım , [al-mak > al-ım ^.T] is. 1. Alm a işi, satın alma
gibi görünmek. [DLT]
eylemi. 2. B ir şeyin içine alabilme, taşıyabilme
alın, -İni [eT. alın J l ] is. 1. İnsan başının ön tarafında
miktarı; istiab haddi; kapasite, sığa. 3. Paranın satın
alm a değeri. 4. mec. Güzellik, çekicilik; cazibe. 5. yüzün üst bölüm ünü oluşturan saç bitimi, şakaklar
Silahın menzili. 6. {ağız} Pamuk ipliği. [DS] 7. {eT} ve kaşlar arasında kalan kısım. 2. Hayvanlarda, göz
Borç; borç alınan her şey. [EUTS. [Gabain] 8. {eT} ile başın yukarı bitim noktası arasında kalan kısım.
{eAT} Alacak; hak. [DLT] 9. {eT} Suç. 10. {ağız} Ça 3. Binaların ön cephesinin çatı üçgeni içinde kalan
lım; gösteriş; tavır; hâl. [DS] 11. {ağız} Hacim; ge bölümü. 4. {eT} Ön taraf; cephe; dağın ön cephesi.
nişlik. [DS] 12. {ağız} Bir seferde alınabilen miktar; [EUTS] 5. {ağız} Karşı; karşı taraf. [DS] S 1 alın aç
ölçü. [DS] 13. {ağız} Kötülüğün karşılığı; ceza. [DS] m ak, Onur kırıcı her türlü hareketi kolayca kabul
14. {ağız} Eğrilmek üzere hazırlanmış bir parça lenmek. || alın bağı, {eAT} Kadınların alm larma
yün. [DS] S alım çalım , Güzel olmanın verdiği bağladıkları altın y a da güm üşlerle süslü bağ. ||
kuruntu. | alım ı geniş, {ağız} Vurdumduymaz; ta alın çatı, {ağız} Alnın ortası; iki kaşın arası. [DS]||
hammüllü; hazımlı. [DS]|| alim ini alm ak, {ağız} 1. alın çatısı, İki kaşın arası; alnın ortası. || alın çat
Fazlası ile tatmin olmak; ağzına kadar dolmak. 2. kısı, 1. Baş ağrısını dindirm ek için alından başın
H ak ettiği cezayı görmek; paylanmak; hakarete arkasına kadar saracak şekilde bağlanan mendil.
uğramak. 3. Bir işin inceliklerini kavramak; ustası 2. Bu şekilde bağlanmış ve saçları tutturmaya y a
olmak; meleke kazanmak. 4. Hevesini almak. 5. rayan bant. || alın kab ağ ı, {ağız} Alnın ortası; iki
Yaptığı işte başarısızlığa uğramak; zarar etmek. 6. kaşın arası. [DS]|| alın kası, anat. Alın derisi altın
H astalık bulmak; dert kazanmak. 7. Yükünü tut da bulunan kas. || alın kem iği, anat. K afa tasının
mak; alacağı kadar almak. [DS]|| alım satım , {eAT} ön tarafında bulunan tek ve bakışık kemik. || alın
Satın alma ve satma işleri; alışveriş. || alım satım saçı, {eAT} Perçem; kâkül. || alın teri, Çalışma ve
itm ek, {eAT} Alış veriş yapmak.\\ alım sözleşmesi, gayret sonucunda elde edilen ürün. || alın te ri
B ir malı satm ak ve alm ak üzere satıcı ve alıcı tara d ökm ek, B ir eser veya ürün ortaya çıkarabilmek
fın d a n yapılan sözleşme. için çok em ek vermek, çok çalışmak.\\ (bir şeyden)
alım am ak, [al-mak + u-ma-mak > al- + ı-ma-mak aim açık çıkm ak, B ir işi namusluca, gayretle bi
tirm ek^ alnı açık, yüzü a k olm ak, Utanç verici
J ^ J T ] {eAT} gçl. b . f [-ı-maz] 1. Alamamak; kapa
bir davranışı bulunmamak; aklanmasına engel bir
mamak. 2. Tutamamak. 3. Kavrayamamak. tutumu bulunmamak.\\ alnı ak, y üzü p a k , Dürüst,
İ M l i l t » 1 .2 0 7 A LI
namuslu, femiz. ||alnı a k ıtm alı, Alnından boynuna alın lam ak , [alm-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
doğru beyazlık bulunan at. || aln ı aln ın a, {ağız} yor] Fırsat kollamak. [DS]
Yüzde yüz faizle. [DS]|| alnı çak al, {eAT} Alnı sa alınlık, -ğı [alm-lık] is. 1. Büyük bir mimari yapının
kar. || alnın çatısı, /ağızf Alnının ortası; iki kaşın giriş kısmının üstündeki duvar hizasında yükselen
arası. [DS]|| alnı depeli, {eAT} Alnı perçemli. || alnı üçgen veya yuvarlak görünüm. 2. Atların alınlarını
davul derisi, Utanmaz.|| aln ı k ab ağ ı, {ağız} Alnının korum ak için burunları üzerine takılan zırh. 3. K a
ortası; iki kaşın arası. [DS]|| aln ın a asm ak , Bir dınların almlarma taktıkları altın veya mücevher
kimseyi kötü sıfatından dolayı herkese tanıtmak; lerle süslü zincir. 4. Koltukların oturma yeri ile kol
kötülüğünü ilan etmek. || aln ın a y a p ıştırm a k , B ir arasındaki boşluğu örten kumaş. 5. {ağız} Levha;
kimseyi kötü sıfatından dolayı herkese tanıtmak; tabela; kitabe. [DS] 6. {ağız} Kapının üstü; eşiğin
kötülüğünü ilan etmek. || aln ın ı k a rışlam a k , Birini tam karşıtı. [DS] 7. {ağız} Hayvanlara vurulan baş
küçümseyerek meydan okumak; kavgaya veya dö lığın alna gelen üst kısmı. [DS] S alın lık tab lası,
vüşe davet etmek. || aln ın d a beyaz eser, Atların B ir alınlığın eğik iki yan kenarları ile yatay kaide
alnındaki çizgi hâlinde beyaz tüyler.|| aln ın d a be arasındaki süslü üçgen alan.
yaz nişane, Atların alnında bulunan beyaz çizginin alınm a, [al-mak > al-m-ma] is. A lınm ak fiili.
kalını.|| aln ın d a k a r to p u , Atların alnında bulunan a h n m a k 1, [al-m-mak] edil. f. [-ır] 1. B iri tarafından
beyaz yuvarlak şekil. || aln ın d a n öpm ek, Beğen alıp başka bir yere aktarılmak; taşınmak. «Bu ha
mek, takdir etmek, a ln ın d an te r b o şan m ak , Çok berler televizyondan alındı.» 2. Konulmak; dahil
yorulmak, terlemek.\\alnından te r d ökm ek, Çok
edilmek. «Raporun giriş kısmı özet olarak karara
emek vermek. || alnını ç atm ak , Kaşlarının uçlarını
bir madde olarak alınsın.» 3. (Yazı, resim vb. için)
birbirine yaklaştırıp yukarı doğru kaldırm ak sure
bir eserden, bir yazıdan aynen alarak kullanmak;
tiyle öfkesini belli etmek. || alnının akıyla, Nam u
iktibas etmek. 4. Para ödenerek sağlanmak; elde
suyla, şerefiyle başarmış olarak. || alnının (ar) d a
edilmek; satın ahnmak. «Bu çiçekler size alındı.»
m arı çatlam ak , Yüzsüzlük etmek, utanmamak.\\
5. Fethedilmek; zapt edilmek. 6. Seçilmek; tercih
alnının teriyle k azan m ak , B ir malı çalışma ve
edilmek. 7. (Cenaze için) götürülmek; kaldırılmak.
gayret sonucu elde etmek. ||alnı secdeden k alk
8. dönşl. Â şık olmak; gönlünü kaptırmak; tutul
m am ak, Çok ibadet etmek.
mak. 9. {eT} Kendisi için almak; elde etmek.
alınç, [al-ınç] {eT} sf. Alan; elde eden. [EUTS]
[Gabain] 10. {eT} Kendi başına alacağını almak.
alındı, [al-m-mak > alın-dı] is. 1. Gönderilen posta
[DLT] 11. {eT} Elde edilmek; alınmış olmak.
maddesinin alıcıya teslim edilmek üzere kayıtlı
[EUTS] 12. {ağız} Zayıflamak; kuvvetten düşmek.
olarak alındığını belirten belge. 2. Paranın teslim
[DS] 13. {ağız} (Toprak için) suyu çekilmek; kuru
alındığını belirten belge; makbuz. 3. Mesaj iletme
mak. [DS] 5 1 alın m ak salınm ak, Kurumla salına
işleminde mesajın alındığını belirten işaret,
salm a yürümek.
akndılı, [al-m-dı-lı] sf. (Posta maddesi için) ek bir
a lın m a k 2, [al-m-mak T] dönşl. f. [-ır] 1. Birisinin
ücret karşılığında kaybolm adan veya zarara uğra
madan alıcısına teslim edilmek üzere kabul edilen; söz ve davranışları yüzünden incinmek, üzülmek;
taahhütlü; geri gönderimli. kendi üzerine alarak gücenmek. 2. Aldırış etmek;
aldırmak. 3. {eT} Bir şeyi üzerine almak; ahnmak.
alındırm ak, [alın-mak > alın-dır-m ak jjjJ-JI] gçl. f.
[Yüknekî] 4. {eAT} Endişe duymak. 5. {eAT} Tutul
[-ır] 1. Kızdırmak; üzülmesine sebep olmak; {eAT} mak; kapılmak.
(aym). 2 . {ağız} gçsz. f. İlgilenmek; aldırmak; oralı
a lın m a k 3, [avun-mak / alın-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
olmak; etkilenmek. [DS]
(Dişi hayvan için) gebe kalmak; döl tutmak. [DS]
alındurm ak, [alm-dur-mak] {eAT} gçsz. f. [-ur] M ü
ab n tı, [al-mak > al-mtı] is. 1. B ir başkasının yazısın
teessir olmak,
dan veya birinci derecede önem taşıyan belgeden
alıng, [al-ın] (alın) {eT} sf. Aciz kimse; güçsüz kişi. kaynağını belirterek bilgi ve söz aktarmak; iktibas;
[EUTS]
aktarma; atıf; kopya; nakil. 2. {ağız} Küçük parça;
alıngan, [alın-gan] is. ve sf. A şırı derecede duyarlı, kırpıntı. [DS] S alın tı kelim e, Yabancı bir dilden
çabuk kırılan; kendisine söylenen sözü uzun zaman yazılış şekli ile birlikte geçici olarak alınıp kullanı
unutmayan. lan kelime.
alınganlık, -ğı [alın-gan-lık] is. Aşırı derecede du ah n tıla m a , [al-m-tı-la-ma] is. Alıntı yapm a işi.
yarlı davranma hâli; alıngan olma durumu. S alın
alın tılam ak , [al-m-tı-la-mak] gçl. f. [-r] Y azı ve
ganlık etm ek, Aşırı duyarlıymış gibi davranmak.
konuşm alarına uzman birinin yazı ve sözlerinden
ahnglıg, [al-ın-lığ] (alıhlıg) {eT} sf. Alınlı; alnı olan. veya doğruluğu tartışılmayan belgelerden destekle
[EUTS] S alınlık er, {eT} Alnı geniş ve yü ksek olan yici söz ve cümleler almak; alıntı yapmak; iktibas
adam. [DLT] etmek; aktarmak; almak; atıf yapmak; göndermek;
alınılm ak, [al-m-ıl-mak] ed il.f. [-ur] Alınmak. iktibas etmek; nakletmek; atıfta bulunmak.
ALI Ü IM IT üT O M . mb
alınyazısı, [alm+yazı-s-ı] is. mec. B ir insanın yaşa olma hâli; huy; itiyat. 3. Öğrenme ve sürekli alış
ması, başına gelmesi ezelden Allah tarafından ka tırm alar sonucunda kişide ortaya çıkan davranış
rarlaştırılm ış, zamanı gelince tahakkuk eden iyi ve değişikliği; beceriklilik; maharet; ustalık. 4. Top
kötü hâller; kader; mukadderat; yazgı, lum içinde sürekli yapılagelen davranışlar; âdet. 5.
alır, [al-mak > al-ır jJI] {eAT} sf. Alan, alıcı, Herhangi bir maddenin sürekli kullanılması sonucu
insanda bağımlılık yapması; tiryakilik; iptila. 6.
alırlık, -ğı [al-ır-lık] is. psikol. 1. Algılama yeteneği,
Birine duyulan yakınlık; ünsiyet. S alışkanlık
idrak kabiliyeti; kabiliyet-i ahiz. 2. fel. Bilgi edin
edinmek, Sürekli tekrarlar sonucu bir şeyi kendine
m ede pasiflik. S alırlık hâli, Bir kimsenin başka
huy hâline getirmek.\\ alışkanlık kazanmak, 1.
birinin etkisi altında kalmasına sebep olan hâl;
Uzun deneyimler sonucunda bir işi iyi ve kolay y a
hipnotizma; telkin.
pabilm e ustalığına ulaşmak; maharet kazanmak;
alırmak, [al-ır-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Delirmek;
meleke kesbetmek. 2. Bağışıklık kazanmak,
kudurmak. [DS]
alışkı, [alış-mak > alış-kı] is. Bir kişinin uzun süre
alısın, [eT. al (ön) > al-ı-sm [Vâsâry]] {ağız} is. Ekin
tekrarlar sonucu edinmiş olduğu davranış biçimi;
içinde biten zararlı yabancı otlar. [DS]
âdet; huy; itiyat,
alış1, [al-ış] is. 1. Alm a işi. 2. zf. Alış tarzı; alma
alışkın, [alış-mak > alış-km] is. ve sf. 1. Alışık olan
biçimi. 3. Bedelini ödeyerek satın alma işi; ahiz;
kimse.; müptela; tutkun. 2. Deneyimli; becerikli. 3.
alım. 4. {eT} Alış veriş; ticaret; [EUTS] 5. {eT} Bir
Yakınlığı olan,
vergi türü. [EUTS] 6. {eT} Borçluyu borcu yüzün
den sorguya çekmek. [DLT] S1 alış beriş, {eT} Bir alışkınlık, -ğı [alış-km-lık] is. Alışkın olm a hâli.
hakkı alma ve verme. [DLT]|| alış fiyatı, B ir satıcı alışm a1, [al-ış-ma] is. 1. A lışmak işi. 2. Bir işi sürekli
nın, sattığı mallara alırken ödediği p ara miktarı.\\ yapma sonucu veya biri ile yakınlık kurarak be
alış fiyatına, K âr koymaksızm, aldığı fiya ta ya p ı nimseme. 3. Uyum sağlama. 4. Aynı veya aynı tür
lan alışı kuvvetli, argo. Olağandan büyiik den uyarılara karşı gösterilen fikrî ve bedenî tepki
erkeklik organına sahip erkeklerle ilişkiye girm ek lerin giderek azalması sonucu insanda görülen yu
ten hoşlanan fahişe. muşaklık.
alış2, [al-ış] {eT} is. Su ağzı; suyun havuz veya suvat alışma2, [al-ış-ma] {ağız} is. Koyun, sığır vb. alıp
tan döküldüğü ağızlar. [DLT] ortaklaşa kesme; ortaklaşma. [DS]
alışgan1, [alış > alış-ğan] {eT} sf. A lış veriş yapan alışm ak', [al-ış-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Bir işi veya
kişi. [DLT] eylemi sürekli tekrarlama sonucu çabuk ve düzgün
alışgan2, [alış-mak (tutuşmak) > alış-gan] {ağız} is. yapabilme becerisini kazanmak; yatkınlaşmak;
Kibrit. [DS] makineleşmek. 2. Ustalaşmak. 3. Huy edinmek; a-
alışık1, -ğı [alış-mak (âdet edinmek) > alış-ık] sf. 1 . lışkanlık kazanmak; âdet edinmek; itiyat edinmek;
Alışmış olan. 2. Yatkın. öğürleşmek. 4. Birine veya bir şeye yakınlık duy
mak; benimsemek; bağlanmak; ısınmak. 5. Tabiat
alışık2, -ğı [alış-mak (tutuşmak) > alış-ık] {ağız} is.
şartlarına veya toplumsal ortama uyum sağlamak;
Odunu kolay tutuşturmak için arasına konulan çalı
intibak etmek. 6. Bağışıklık sağlamak; dayanıklılık
çırpı; yonga; alıştıracak. [DS]
kazanmak; şartlanmak. 7. Bir keyif verici maddeye
alışık3, -ğı [al-ış-ık j-iiT] {eAT} is. 1. Alacak. 2. {ağız} bağım lılık kazanmak; tiryaki olmak; müptela ol
Her türlü alacak; veresiye; verilen malın karşılığı; mak. 8. (Yaban hayvanları için) ehlileşmek. 9.
ödünç verilen para vb. şey. [DS] {ağız} (M arangozluk ya da demir işlerinde birbirine
alışıklık, -ğı [alışık-lık j i ü l l ] is. 1. Alışmış olanın geçmesi gereken parçalar için) birbirine uygun
hâli. 2. Yatkınlık. 3. {eAT} Alışkanlık; kaynaşma; gelmek; intibak etmek. [DS] 10. {ağız} (Toprak için)
uyuşma. suyu emerek tavlı hâle gelmek; tavlanmak. [DS]
alışılma, [alış-ıl-ma] is. Alışılmak işi. alışm ak 2, [al-ış-mak işteş, f. [-ır] {eT}
alışılmak, [alış-ıl-mak] dönşl. f. [-ır] Alışmış hâle 1. Karşılıklı almak; karşılıklı alıp vermek; birbirin
gelmek. den almak; ticarette bulunmak. [Mühennâ] {eAT}
alışılmış, [alış-ıl-mış] is. Her zaman olduğu gibi, ya (aym). 2. {eAT} Hep birden almak. 3. {eT} Alacak
dırganmayan; mutat; olağan. tahsilinde yardımlaşmak. [DLT] 4. {eT} Almak; elde
alışkan1, [alış-mak > alış-kan] is. ve sf. 1. Alışık olan etmek. [EUTS]
kimse. 2. Deneyimli, becerikli.
alışm ak 3, [al-ış-mak gçsz. f. [-ır] [eAT.. -ur]
alışkan2, [alış-mak (tutuşmak) > alış-kan] is. ve sf.
{eAT} {ağız} (Yanıcı madde için) tutuşup alev al
Çabuk tutuşan; çabuk alev alabilen madde,
mak; tutuşmak; yanmaya başlamak. [DS]
alışkanlık, -ğı [alış-mak > alış-kan-hk] is. 1. Alışmış
olm a hâli. 2. Tekrarlama ve sürekli uygulam a so alışsız, [al-mak > alış-sız] {eT} sf. Alma niteliği bu
nucunda fazla dikkat harcamadan kolayca yapabilir lunmayan; almaşız. [Üç İtigsizler]alıştırılma, [alış
iw iic tm i.2 0 9 ALİ
tır-ıl-ma] is. Alışkanlık kazandırılma durumu ve dan üstte bulunan fi1 âlî âlî, {OsT} Yüksek yüksek;
eylemi. p e k yüce.|| âlî askerî şûra, {OsT} Terfi ve taltifleri
alıştırılmak, [alış-tır-ıl-mak] edil, fi [-ır] Alıştırmak kararlaştıran yüksek askerî kurul; yüksek askerî
işi yapılmak. şûra.\\ âlî-baht, {OsT} Çok talihli; yü ksek bahtlı.||
alıştırma1, [alış-tır-ma] is. 1. A lıştırm ak işi. 2. Teo âlî-câh, {OsT} Yüksek rütbeli; yüce mevkide bulu-
rik olarak öğrenilenleri pratik hâle getirebilmek nan.| âlî-cenâb, {OsT} -»-alicenap.| âlî-fıtrât, {OsT}
için yapılan uygulamalı tekrarlar; egzersiz; temrin. Yüksek yaratılıştı; soylu; asil.\\ âlt-güher, {OsT}
3. Yapıştırılacak yüzeylerin veya birbiri içine geçe Yüksek cevherli.\\ âlî-himem, {OsT} Himmetleri y ü
cek parçaların işleme kolaylığım sağlamak için ya ce olan.|| âlî-himmet, {OsT} Yüksek himmetli; çok
pılan rendeleme ve düzeltme işlemleri. 4. Piyasaya gayretli.|| âlî-kadr, {OsT} Yüksek değerli.|| âlî-ma-
sürülen bir malm tüketici tarafından aranır hâle kâm, {OsT} Yüce mertebe; yeri yüksek olan.|| âlî-
gelmesini sağlama. mekân, {OsT} Derecesi, rütbesi üstün olan.|| âlî-
alıştırma2, [alış-tır-ma] {ağız} is. Çabuk yanan çalı mikdâr, {OsT} Yüksek değerli.|| âlî-nazar, {OsT}
çırpı, yonga gibi şeyler. [DS] Yüksek ve ileri görüşlü.|| âlî-neseb, {OsT} Soylu;
asil.\\ âlî-nijâd, {OsT} Yüce soylu.|j âlî-şân, {OsT}
alıştırmak1, [alış-tır-mak] g ç l.f. [-ır] 1. Birine bir işi
Yüksek şöhretli; çok şerefli.\\ âlî-tebâr, {OsT} Yük
veya bir eylemi kolay ve çabuk yapabilme beceri
sek soylu.
sini kazandırmak. 2. Birine bir işi sevdirmek, ya
dırgamaz hâle getirmek. 3. Dayanıklılık kazandır ali2, -yyi [Ar. ‘ulüvv > ‘alîyy Jts-] (ali:) {OsT} sf. 1.
mak. 4. Birbirine yapıştırılacak veya geçirilecek Yüksek; büyük. 2. Yüceliği sınırsız; Allah. 3. E r
teknik malzemelerin işleme kolaylığını sağlamak kek adı. S A li’nin külahını V eli’ye, V eli’nin kü
için eğelemek, düzeltmek; birbirine uydurmak. 5. lahını A li’ye giydirmek, Borcunu, başka birinden
Âdet hâline getirmesini sağlamak. 6. Yaban hay borç alarak ödemek; bu şekilde geçim im sürdür
vanlarını ehlileştirmek. 7. V azgeçem ez bir hâle mek] Ali Veli, Kişilerden bahsedilirken adı söy
getirmek; müptela kılmak. 8. {ağız} A ğaçlara aşı lenm ek istenmeyen kişiler yerine kullanılır,||
yapmak. [DS] 9. {ağız} Sindirmek. [DS] S alıştıra aliyyü’l-âla, {OsT} En iyi; çok üstün.
alıştıra, Yavaş yavaş, aşırı tepki göstermesine ve
ali3, [Ar. ‘âlet > ‘âlî / ‘âliye 4J U / (a:li:) {OsT}
reddetmesine meydan vermeden.
alıştırmak2, [alış-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Tutuş sf. 1. Araçla ilgili; alete mensup; teknik. 2. Yemin
turmak; alevlendirmek; yakmak; ateşe vermek. eden; yemin edici,
[DS] aliaba, [Ar. ehl > el > âl-i ‘aba JT] (a.iiaba:)
alışveriş, [al-ış+ver-iş] is. 1. Para ile satmak ve satın {OsT} is. Peygamberimiz Hz. M uham m ed’in kızı
almak işi; ticaret. 2. Satın alm ak suretiyle ihtiyaç Fatma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Haşan ile
maddelerini almak. 3. Karşılıklı etkilenme; teati. 4. Hz. H üseyin’den ibaret olan ve soğuktan korunm a
mec. Biri ile veya bir olayla olan ilişki; alaka; ilgi; ları için geceleri örtünmüş olduğu kendi abası ile
münasebet. S alışverişe çıkm ak, Alışveriş yapm ak üzerlerini örttüğü dört yakını,
için çarşı ve pazara gitmek. | alışveriş etmek, Çar
şı pazar dolaşarak ihtiyaç m addelerini satın al- alicenab, [Ar. ‘âlî-cenâb (a:li:cena:b) sf. -*■
mak. || alışverişi kesmek, Biriyle ilişkiyi sonu er âlicenap.
dirmek, alakayı kesmek; ilişkiyi kesmek; münasebe alicenabane, [Ar. ‘âlî-cenâb + Far. -âne
ti kesmek. || alışveriş merkezi, H er çeşit iiriinün
(a:li:cena:ba:ne) zf. Suç bağışlayıcı yaradılışla,
satıldığı dükkân veya m ağazalar topluluğu.
alıtmak, [al-ıt-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Yakalatmak. alicenap, -bı [Ar. ‘âlî cenâb (a:li:cena:p)
[ETY] s f 1. Y üksek mevkili; yüce. 2. mec. İyiliksever,
alız1, [al-ız] {ağız} sf. 1. Zayıf; cılız. 2. is. Yaz ekini. alicenaplık, -ğı [âlicenap+lık] (a:li:cena:plık) is. 1.
3. Aşılanmamış dağ armudu; ahlat. [DS] Suç bağışlayıcı yaradılış. 2. mec. Cömertlik; iyilik
alız2, [al-ız] {ağız} sf. Kurnaz; sinsi. [DS] severlik; iyilik bilme.
alızamak, [al-ız-a-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-z(ı)-yor] Alicengiz, [Ar. ‘âl (soy) + T. Cengiz (Cengiz Han) >
Yıpranmak; zayıflamak; kuvvetten düşmek. [DS]
‘âl-i Cengiz J t l is. 1. Cengiz Han soyu. 2.
alızlamak, [al-ız-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor]
1. Cılız taneleri samandan ayırmak için savurmak. M asal kahramanı. S alicengiz oyunu, Ustaca ve
2. argo. Alıp kabullenmek; içine almak. [DS] kurnazlıkla düzenlenmiş hile; hileli oyun.
alızlık, -ğı [al-ız-lık] {ağız} is. Hilekârlık. [DS] alif, [A r.'alef > ‘alîf ^Ll&] (ali:f) {OsT} is. Yem torba
a l i , [Ar. ‘ulüvv (yüksek olma)>'L?&l ‘âliye aJU / J l c ] sı.
(a:li:) {OsT} sf. 1. Nicelik ve nitelik bakım ından en alifatik, -ği [Yun. aleiphar (yağ) > Fr. aliphatique] sf.
üstün olan; mümtaz; yüce; ulu. 2. M evki bakım ın kim. (Organik bileşikler için) açık zincirli.
ALİ 1 M I İ İ M Î S Ö 2İIÜH.210
alih1, [Ar. ilâh (tapınılan) > alih aJT] (a:lih) {OsT} is. aliman, [Ar. ‘âlim > ‘âlimân jU U ] (a;lima;n) {OsT}
Tapınılan nesne; mabut, is. Çok bilgili kimseler; alimler; bilginler,
alih, [A r.'alih <JU] (a:li:h) {OsT} sf. H afif yaradılışlı; alimane, [Ar. 'âlim + Far. -âne üUIp] (a:lima:ne)
hoppa. {OsT} zf. Bilgin bir kim seye yakışacak biçimde,
alihat, [Ar. âlih > âlihât oLjJT] (a:liha:t) {OsT} is. Ta alimenzilet, [Ar. ‘âlî-m enzilet oJjx* J U ] (a:li;men-
pınılan şeyler; mabutlar, zilet) {OsT} sf. Y üksek payesi olan,
alihe, [Ar. âlih > âlihe <jJT] (a:lihe) {OsT} is. Tapını alimlik, -ği [alim-lik] is. 1. Geniş ve derin bilgi sa
hibi olm a durumu; bilginlik. 2. Dinî bilgilerde söz
lan dişi şeyler; tanrıçalar,
sahibi olmak.
alik, [Ar. ‘alîk jJ * ] (ali:k, k kalın söylenir) {OsT} is.
alin, [Ar. ‘alîn jJ ^ ] (ali;n) {OsT} sf. A çık olarak; a-
A t yemi. S alîkü’d-devâb, {OsT} Yem torbası.
leni.
alikarı, [Ar. ‘ali (erkek adı) + T. karı] {ağız} is. K a
alinazar, [Ar. ‘âlî-nazar J ü J l p ] {OsT} sf. Yüce gö
dınların işine çok kanşan erkek. [DS]
rüşlü.
alikıran, [Ar. ‘âlî-kırân ? [TİETZE] j l J J&] sf. Çok
alinazik, -ği [Ar. âlî-nâzik ?] (alina:zik) is. Közlen
uğurlu, yüksek bir yıldızı olan, (hükümdar sıfatı). miş patlıcan ezmesi üzerine kavrulmuş kıym a ve
fi1 alikıran baş kesen, Hak ve hukuk tanımayan; sarımsaklı yoğurt dökülerek yapılan bir yemek,
isteklerini kaba kuvvetle kabul ettiren; çok zorba.
alineseb, [Ar. ‘âlı-neseb J U ] (a;li:neseb) {OsT}
alikız, [Ar. ‘ali + T. kız] {ağız} is. 1. Kadın işlerini
sf. Soyu yüksek olan; soylu,
yapabilen, eli ev işlerine yatkın erkek. 2. Vücudu
ve davranışları ile erkeğe benzeyen kız. [DS] alirütbe, [Ar. ‘âlî-rütbet V j (a;li:rütbe) {OsT}
alikorna, [İt. Ligom o (Livorno’nun eski adı)] is. Bir sf. M evki ve makam ı yüksek olan,
fes çeşidi. S alikorna kâğıdı, (Eskiden) iyi cins alişan, [Ar. ‘âlı-şân j U J U ] (a;li:şa;n) {OsT} sf. Şe
bir tür ithal kâğıt.
refli; şanı yüksek,
alikurna, [İt. Ligom o (Livorno’nun eski adı)] is. -*•
aliterasyon, [Fr. alliteration] is. ed. Bir edebî eserde
alikorna. uyum sağlamak için aynı seslerin veya hecelerin
alil1, [Ar. ‘illet > ‘alıl <J*U] (ali.j) {OsT} sf. 1. H asta tekrarlanması sanatı; ses tekrarı; yineleme,
lıklı; illet sahibi; illetli; sakat. 2. Kör. alitik, [Fr. alitique] sf. jeol. (Toprak için) içinde bol
alil2, [Fr. aliyle] is. kim. Eser veya esterlerin bileşi m iktarda alüm inyum ve demir oksit bulunan.
minde yer alan bir değerli kök; [CH2=CH-CH2] Ali Veli, [Ar. âlî velî (kişi isimleri)] zm. Herhangi
alile, [Ar. ‘alıl > ‘alîle iU ^] (alide) {OsT} sf. (Kadın birisi; kim olursa; bir başkası da...
için) hastalıklı; illetli, alivre, [Fr. â livrer] sf. (Satış için) mahsul henüz
tarladayken pey verilerek yapılan,
âlilik, -ği [âli-lik] (adidik) is. Yücelik; ululuk; yük
seklik. aliy, -yyi [Ar. ‘aliyy J)s-] {OsT} sf. 1. Yüksek; yüce.
alim 1, [Ar. ‘ilm (bilmek) > ‘âlim jll*] (adim) {OsT} sf. 2. Tanınmış; ünlü; meşhur. S aliyyü’l-âlâ, {OsT}
En yüksek derecede.
1. Bilgili; çok şey bilen; ilim sahibi. 2. is. Belli bir
alanda araştırma yaparak bir görüş ve düşünce or aliyat, [Ar. âlî (alet) > âliyât o U l ] (a:li:ya;t) {OsT}
taya koyabilen fikir adamı; bilgin. 3. Eskiden dinî is. Aletler; araçlar.
bilim lere ait bilgisi olan kimseye verilen ad. S aliye1, [Ar. ‘âlı > ‘âliye <tJLp] (adiye) {OsT} sf. 1. Y ü
âlim ü’l-gayb ve’ş-şehâde, {OsT} Görüleni ve gö
ce; üstün. 2. is. B ir şeyin en yüksek noktası; en üst
rülmeyeni bilen; Allah.
nokta; zirve.
alim 2, [Ar. ‘ilm (bilmek) > ‘alım p-J^] (ali:m) {OsT}
aliye2, [Ar. âlî > âliyye -uJT] (adiye) {OsT} sf. 1. A-
sf. 1. Çok bilen. 2. Bilgisi ezelî ve ebedî sonsuz
letle ilgili; alete mensup; teknik. 2. Yemin eden;
olan anlamında, A llah’ın sıfatlarından biri; her şeyi
yem in edici.
en iyi şekilde bilen; Allah.
aliyülala, [Ar. ‘aliyyü’l-‘âlâ J ^ ] (adi.yüladâ:)
alim 3, [Ar. elem > âlim ^T] (a;lim) {OsT} sf. Elemli;
{OsT} zf. En iyi, iyinin de iyisi; en yüksek,
kederli; ıstırap çeken,
aliz, [Far. âlîzîden > âlîz jJT] (a:li;z) {OsT} is. Çifte
alimallah, [Ar. ‘alîm-Allâh *1)1 ^Jip] (ali:mallah)
atma; kıç atma,
{OsT} is. “Allah da biliyor ya” anlamında bir şeyin
doğruluğuna ve kesinliğine inandırmak için kulla alizari, [Ar. al-’uşâre > Fr. alizari] is. K ök boya bit
nılan söz; şüphesiz; muhakkak. kisinin kökü.
M I M E a w . 211 ALK
alizarin, [Fr. alizarine] is. Kök boya bitkisi kökün alkanm ak, [alka-n-mak] {eT} edil. f. [-ur] 1. Ö vül
den elde edilen glikozit hâlindeki boyar madde, müş olmak; [Gabain] [EUTS] 2. Övülmek; şöhret
alize, [Fr. alizes] is. Ekvatorun iki tarafında 30° ku bulmak; ünlenmek; [Gabain] [EUTS] 3. (Hayvanlar
zey ve 30° güney enlemleri arasında yılın bütün için) yemek. [EUTS] 4. Saldırmak; yok etmek.
mevsimlerinde düzenli olarak güney doğu ve kuzey [EUTS] 0 alkansık törü, Methetme; övme. [EUTS]
doğudan ekvatora doğru esen rüzgârlar, alkara, [? alkara] is. Yaba. 0 alkara kılçık, Siyah
alizende, [Far. âlızîden > alizende T] (a:li:zen- kılçıklı bir buğday türü.
alkarna, [İt. argagne] is. Deniz dibi kabuklularını
de) {OsT} sf. (At için) çifte atan,
avlam akta kullanılan ucu taraklı, ağzı demirli ağ.
alka, [ al-ka] {eT} is. Al renk; kırmızı. [ETY]
alkaşmak, [alka-ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Alkışla
alkaç, [al-mak + kaç-m ak > al+kaç] {ağızjis. Evlen
mak; alkışta yarış etmek. [DLT]
mek üzere kaçırılan kız. [DS]
alkaçıcı, [al-mak + kaç-m ak > al+kaç-ıcı] {ağız} sf. alkat, [alka-t] {eT} is. Övme; metih; sitayiş. [EUTS]
Dolandırıcı; kaçırıcı. [DS] alkatmak, [alka-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Övdürmek;
alkaçmak, [al-mak+kaç-mak] g ç l.f. [-ar] {ağız} Kız methettirmek. [EUTS]
kaçırmak. [DS] alkguçı, [alğu-çı] {eT} is. Hırsız. [EUTS]
alkali, [Ar. al-kilyî (soda) > el-kalı > Fr. alcali] is. alkıg, [alk-mak > allc-ığ] {eT} sf. 1. Geniş; [EUTS]
kim. 1. Lityum, sodyum, potasyum, rubidyum, sez [Gabain] 2. Uzak. [EUTS] [Gabain]
yum elementlerinin hidroksitleri ile amonyum hid alkım, [alk-ım ?] is. Gökkuşağı; alaimisema. 0 al
roksitin genel adı; kalevi. 2. Asit giderici ilaç. <3 kım salkım, B elli belirsiz; gözle zo r seçilen.
alkali metaller, Periyodik cetvelin birinci sütu alkınçsız, [alk-ınç-sız] {eT} sf. 1. Sonsuz; bitm ez
nunda bulunan bir değerlikli elektropozitif ele tükenmez; pek çok. [Gabain] 2. Eksilmeden; azal
mentler. madan; bol; sonsuz. [EUTS]
alkalik, -ği [Fr. alcalique] sf. 1. Alkalilere ait; bazlık. alkınçu, [alk-mç-u] {eT} is. 1. Azalma; eksilme;
2. Alkali özelliği taşıyan ilaç; antiasit. fi1 alkalik [EUTS] 2. Son; nihayet [EUTS] S alkınçu öd, {eT}
ihtiyat, Plazmada bikarbonat şeklinde bulunan 1. Ölüm vakti; ölüm saati. [EUTS] [Gabain] 2. Ecel;
alkali miktarı. || alkalik kayalar, İçinde ondan çok son; nihayet. [Gabain]
alkali bulunan andojen kayalar. \\ alkalik metaller, alkınmak, [alk-mak (bitirmek) > alk-(ı)n-mak] {eT}
Oksijenle birleşince alkali m eydana getiren ele- dönşl. f. [-ur] 1. Tükenmek; bitmek; sonuna kadar
mentler.|| alkalik tedavi, Midenin asidini azaltma alınmak;son bulmak; azalmak;eksilmek yok olmak;
ya yarayan amino asitlerin alkali tuzları ile yapılan kaybolmak; mahvolmak. [Üç İtigsizler] [DLT]
tedavi. || alkalik toprak, p H ’sı 7 ,5 'ten yü ksek olan [İKPÖy.] [Gabain] [Mühennâ] [Telcin] [EUTS] [ETY] 2.
toprak. {ağız} Şaşırmak; alıklaşmak. [DS] S alkınmak
alkalileştirici, [alkali-le-ş-tir-ici] is. Bir ortamı alkali arılmak, Tükenmek ve harap olmak.
hâle getirici madde,
alkınturmak, [alk-ın-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
alkalmak, [alka-l-mak] {eT} edil. f. [-ur] Alkışlan Kaybettirmek. [EUTS]
mak; övülmek. [DLT]
alkış, [eT. al-ka-mak (övmek, beğenmek) > al-k-ış
alkaloit, -di [Fr. alcaloide] is. kim. Bitkisel kaynaklı,
molekülünde tuz verebilecek en az bir azot bulunan / jjiill] is. 1. {eT} {eAT} Takdis; kut
bir alkali madde, sama; övme; tebrik; kutsama; hayır dua. [Gabain]
alkaloz, [Fr. alcalose] is. tıp. Kanda alkali ihtiyatının [DLT] [ETY] 2.{eT} {ağız} Birisi için açıkça iyilik
artması. dileme; hayır dua. [ETY] [EUTS] [Mühennâ] [DS] 3.
alkalölçer, [alkal+ölçer] is. 1. Sodyum ve potasyum Beğenme, takdir etme, övme; övgü; takdir ve
hidroksitlerinin belirlenmesine yarayan araç. 2. tahsin. 4. İki eli birbirine vurm ak suretiyle ifade
Karbonatlı maddelerdeki karbondioksit miktarını edilen beğenme hareketi. 5. Hükümdarlara yapılan
ölçmeye yarayan alet, iyi dua. 6. {eAT} Anılma; yadedilme. S alkış al
mak, Alkışlanmak. || alkış çavuşu, İm paratorluk
alkam, [Ar. a lk a m ^ l] {OsT} is. bot. A cı hıyar,
döneminde hükümdarı alkışlamakla görevli bölük
alkamak, [alka-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1. D ua ve ilahi ten olan kim se.|| alkış dilemek, {eT} Açıkça iyilik
terennüm etme. 2. Övmek; methetmek; alkışlamak; dilemek. [Mühennâ] || alkış duası, Padişaha alkış
sena etmek; takdis etmek. [ETY], [DLT] [EUTS] tutarken edilen dua. «Aleyke a v n ’ul-lah! Uğurun
[Gabain]
açık olsun, ikbâlin fü zû n l Padişahım devletinle bin
alkame, [Ar. alkame {OsT} is. 1. Acılık; acı tat. yaşa! M ağrur olma padişahım, senden büyük Allah
2. bot. Acı hıyar, var! Yardımcın Allah ola, yaşın uzun ola! H ak
alkan, [Fr. alcane] is. Doymuş alifatik hidrokarbon Teala efendimize uzun öm ürler vere! Devletinle
ların genel adı; parafın. [CnH2n+2] çok yaşa!»\\ alkış duası okumak, Alkış tutarken
A LK ır a iü if f S ö M .212
dua etmek. || alkış etmek, {ağız} iy i dilekte bulun gnşl. Damıtma yöntem i ile elde edilen her türlü
mak; dua etmek. [DS]|| alkış eylemek, {eAT} 1. A l sarhoşluk verici içki. 3. [CnH 2„+ıOH] genel formülü
kışlamak. 2. Övmek; ululamak. 3. Dua etmek. || al ile ifade edilen oksijenli birleşiklerin ortak adı. S
kış itmek, {eAT} 1. Alkışlamak. 2. Övmek; ulula alkol ayarlama, Sert alkollü içkilere su katılarak
mak. 3. D ua etmek.\\ alkış kazanmak, {eAT} Takdir alkol derecesini düşürme işlemi. || alkol katmak,
toplamak.\\ alkış kılmak, {eAT} 1. Alkışlamak. 2. Şarap veya şıraya alkol eklemek. || alkol mayalan
Övmek; ululamak 3. Dua etmek. || alkış kopmak, ması, Şekerli sıvılardaki glikozu, etil alkol ve kar
Şiddetle birdenbire alkışlamak.]| alkış tufanı, Çok bondioksit gazına dönüştüren mayalanma.\\ alkol
şiddetli alkış gösterisi. || alkış tutmak, 1. İmpara süz rejim, Beslenmede hiçbir alkollü içkiye yer
torluk döneminde hükümdarlara bir topluluk karşı vermeyen rejim.
sına çıktıklarında sevgi gösterisinde bulunmak. 2. alkolik, -ği [Fr. alcoolique] is. ve sf. 1. Sürekli olarak
mec. Yapılan bir işi, bir fib -i desteklemek, teşvik alkollü içki kullanan kişi; alkol bağımlısı; alko-
etmek.|| alkış virmek, {eAT} 1. Alkışlamak. 2. Öv loman. 2. İçinde alkol bulunan, fi1 alkolik maya
mek; ululamak. 3. Dua etmek. lanm a, Glikozun alkol ve karbondioksit vererek
alkışçı, [alkış-çı] is. ve sf. 1. Alkışlayan. 2. Birinin ikiye ayrılmasına y o l açan mayalanma.\\ alkolik
her davranışını beğenen ve hiç eleştiriye tutmadan tentürler, Bazı ilaç maddelerinin alkol içindeki
başkalarına da kabul ettirmeye çalışan; dalkavuk; çözeltileri.
şakşakçı. alkoliz, [Fr. alcoolyse] is. B ir esterdeki alkolün klor-
alkışçılık, -ğı [alkış-çı-lık] is. Birini aşırı beğenme, hidrik etkisiyle başka bir alkol tarafından tersinir
onu eleştirmekten uzak durma ve sürekli övgü hâ olarak göçertilmesi.
linde bulunma; dalkavukluk; şakşakçılık, alkolizm, [Fr. alcoolisme] is. tıp. 1. Aşırı alkol içen
alkışlama, [alkış-la-ma] is. Ellerim birbirine vurarak lerde görülen sağlık bozuklukları. 2. Etil alkol veya
veya sözle beğendiğim ifade hareketi, âdi alkol ile zehirlenmek,
alkışlamak, [alkış-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. alkollemek, [alkol-le-mek] g çl.f. [-r] [-l(ü)-yor] Bir
Topluluk karşısında bir konuşm a yapanı, sanat ese bileşikteki bir bağın alkol etkisi ile kırılmasını sağ
ri sunanı veya gösteri yapanı beğendiğini ellerini lamak.
birbirine çırpmak suretiyle ifade etmek. 2. mec. alkollendirilmiş, [alkol-le-n-dir-il-miş] sf. İçine al
Beğenmek, takdir etmek, kol katılmış.
alkışlanma, [alkış-la-n-ma] is. Yaptığı konuşm a ve alkollendirmek, [alkol-le-n-dir-mek] gçl. f. [-ir] Al-
y a sanat gösterisinin beğenildiğinin el çırpmak su kolleşmeyi sağlamak,
retiyle ifade edilmesi, alkolleştirm e, [alkol-leş-tir-me] is. İçinde alkol bu
alkışlanmak, [alkış-la-n-mak] edil. f. [-ır] A lkış tu lunan içkilerin alkol miktarlarını artırma,
tularak veya diğer türlü söz ve davranışlarla beğe alkollü, [alkol-lü] sf. 1. İçinde alkol bulunan. 2.
nilmiş olmak, Alkollü içki içmiş olan; içkili. 3. zf. Alkollü içki
alkışlulık, [alkış-lu-lık] {eAT} is. 1. Anılma; yadedil- içmiş olarak.
me. 2. H ayır dua. alkolölçer, [alkol+ölç-er] is. Sıvılardaki alkol mikta
alkışmak, [alk-ış-mak] {eT} işteş, f. [-ur] 1. Birbirini rım belirlemekte kullanılan araç,
mahvetmek, yok etmek. [DLT] 2. Y ok etmekte ya alku, [allç-mak (bitirmek) > alk-u] {eT} zf. 1. Tama
rışmak. [DLT] men; bitene kadar; hep; hepsi; tamamı bütünüyle.
alkil, [Fr. alkyle] is. kim. 1. Alkanlarm yapısında bu [Üç İtigsizler] [Gabain] [İKPÖy.] 2. Her yerde; her
lunan bir hidrojen atomunun kopması sonucunda yerinde. [İKPÖy.] 3. Hep; bütün herkes; her nevi;
oluşan bir değerlikli köklerin genel adı [CnH 2n+ı-]- çeşitli. [EUTS] [ETY] 4. zm. Herkes. [ETY]
2. Bir molekülde bulunan alkil kökünün varlığını alkugun, [al-k-u-ğun] {eT} zf. Büsbütün; hep; bütünü
belirten ön ek. ile. [EUTS]
alkmak, [al-mak > al-k-mak] {eT} {ağız} gçl. f. [-ır] alkunı, [alku-nı] {eT} zm. Hepsi. [EUTS]
1. Bozmak; yok etmek; berbat etmek; mahvetmek; allaf, [Ar. 'â lle f (yem) > ‘allâf (yemci)] {ağız} is. Za
batırm ak [ETY] [Mühennâ] 2. Tamamını almak; bi
hireci; aşlıkçı. [DS]
tirm ek tüketmek; sona erdirmek. [Gabain] [İKPÖy.]
3. Yiyip bitirmek. [DLT] 4.Tamamlamak. [Tekin] Allah, [Ar. el-ilâh > A llah <üJI] (alladı) is. Varlıklar
[ETY] 5. Azalmak; bitmek; tükenmek; sona varmış aleminin tek sahibi ve tek yöneticisi, rahm et ve
olmak; sona ermek. [EUTS] [DS] merhamet sahibi, varlığının başlangıcı ve sonu ol
alkol, -lü [Ar. el-küül > Lat. alkhol > Fr. alcool] is. mayan, kâinatta olup biten her şeyi bilen, duyan ve
1. Meyve şıraları mayalandırıldıktan sonra damıt gören mutlak ilim sahibi, kendisinden başka birine
m a yoluyla elde edilen, çabuk buharlaşan sıvı; etil ibadet edilmeyen, kâinatın ve kâinatta kendisi dı
alkol; etanol; ispirto; metil karbünol; şarap ruhu. 2. şında var olan her şeyin tek yüce yaratıcısının İs
l i e miff S M . *13 ALL
lam dinindeld başka kelime ve terimlerle karşıla kınlık ve usanma ifade eden söz. 4. Allah adına y e
namayan tek adı. 0 Allah! Hayret ve şaşkınlık ifa min etme sözü. 5. Usanma, bıkma ifadesi.|| A llah’a
de etmek için söylenir.|| Allaah! Şaşkınlık bildiren şükür! 1. Allah 'in verdiği nimetlere karşı duyulan
ünlem.|| A llah’a bin şükür! Durumundan memnun minnet duygusunun ifadesi. 2. Yapılan işten veya
olduğunu ifade etme. || Allah acısın. 1. Çok zo r du olan şeyden duyulan memnuniyet ifadesi]\ A llah’a
rumda kalmış birinin kurtulması ve iyileşmesi için tevekkül etmek, Kadere inanmak, alınyazısma
edilen hayır dua. 2. B ir belanın gelm esinden kor razı olmak.|| Allah’a yalvar. “Benden sana hayır
kulduğu zam an edilen dua.\\ Allah acısını unut yoktur, yardım için A lla h ’tan dilekte bulun. ” anla
turmasın. B ir felakete uğramış, yakını ölmüş biri m ında uyarı sözü.|| Allah bağışlasın! 1. Kiiçük ço
sinin daha büyük acılara uğramamasını dileme.\\ cuklar için anne ve babasına söylenen sağlık dile
Allah adamı, 1. Dünya hayatının çekiciliğine sırt m e sözü. 2. Birinin sevdiğini kazadan beladan ko
çevirerek kendisini ibadete vermiş kimse; âbit; rusun, ayırmasın anlamında iyi dua.|| Allah bah
ahit. 2. Kim seye kötülüğü ve yükü olmayan kişi.\\ tından güldürsün. Evlenme çağındaki kızlara iyi
Allah’a bir can borcu olmak, 1. Kim seye borcu bir eş bulmaları için edilen dua.|| Allah bana, ben
olmamak. 2. Kimseden çekinmemek, korkmamak. 3. de sana, Verecek parası bulunmadığını ifade eden
A lla h ’tan başka bir kimseye hesap verm e duru ,söz.|| Allah başka acı göstermesin. Başka bir y a
munda olmamak]] A llah’a emanet, Allah korusun, kınınızın ölümünü görmeyesiniz, şeklinde bir teselli
gözetsin dileği. || A llah’a em anet olun. Geride ka ve baş sağlığı dileği]] Allah belanı (belasını) ver
lanlara iyilik ve esenlikler dilem ek için söylenen sin! 1. Kişi olarak yapacak bir şey kalmayınca,
vedalaşma sözü.|| Allah afiyet versin! 1. B ir kişiye karşı tarafın yaptıklarının cezasını A lla h ’ın takdi
sağlık, mutluluk, esenlik dileme duası. 2. H astalar rine bırakma dileğini belirten ve kızgınlıkla söyle
için iyilik ve şifa dileği ifade eden söz.|| A llah’a nen beddua sözü. 2. Birine kötü dilekte bulunmak
hamt olsun! A lla h ’ın kendisine verdiği nimetler için söylenir.|| Allah beterinden esirgesin! Yaşa
karşısında ona minnet duyduğunu ifade eden dua.\\ nan bir kötü durumun daha kötüsünün de bulundu
A llah’a havale etmek, I. K endisine kötülük eden ğunu düşünerek teselli bulma ifadesi ve dua.|| Al
lere gücünün yetm em esi veya adaletin ııygulana- lah beterinden korusun! Yaşanan bir kötü duru
maması durumlarında hesaplaşmanın Allah katın mun daha kötüsünün de bulunduğunu düşünerek
da olmasını istemek. 2. Birini yardım cısız olarak teselli bulma ifadesi ve dua.]] Allah beterinden
bırakıp gelmek]\ A llah’a ısmarladık! Vedalaşma saklasın! Yaşanan bir kötü durumun daha kötüsü
larda ayrılanların geride kalanlara söyledikleri nün de bulunduğunu düşünerek teselli bulma ifade
dua niteliğindeki veda sözü.|| A llah’a ısmarladığa si ve dua.]] Allah bilir, 1. Kesinlik kazanmayan bir
gitmek, (Yolculuğa çıkacak olanlar için) yolculuk durum da şüpheli durumu belirtmek için kullanılan
öncesinde yakınlarım ziyaret etm ek.|| A llah’a kal bir söz. 2. Allah 'ı tanık göstererek ifadeyi güçlen
mak, I. Bu dünyada yapılan haksızlıkların gideri dirm ek için kullanılan pekiştirm e sözü. 3. “Ben
lemediği durumlarda haksızlığa uğrayanların hak öyle tahmin ediyorum " anlamında kullanılan bir
larının ancak ahrette alabileceklerini anlatmak için sö z.|| Allah bilir ya! Şüpheli durumlarda A llah'ı
söylenen söz. 2. Gerekli çalışmayı yaptıktan sonra tanık gösterm ek suretiyle inandırma sözü. || Allah
Allah 'a tevekkül edildiğini ifade etm ek için kullanı bin kere bereket versin. Yemekten ve kazançtan
lan söz]\ Allah akıbetini hayır eylesin, B ir işin dolayı memnuniyeti ve Allah ’ın bolluğu sürdürmesi
sonunun hayır getirm esini dilemek.\\ Allah akıl(lar) için edilen dua]] Allah bir! Allah 'ın birliği üzerine
(fikir) versin. Düşünülmeden, akılsızca söylenen edilen yem in sözü]] Allah bir, söz bir. Sözünden
bir söziin ayıplanması için söylenir.|| Allah Allah! dönm emek amacıyla A lla h ’ın birliği üzerine edilen
/. Hayret ifade eden ünlem. 2. Savaşın son safhası yem in sözii]] Allah bir yastıkta kocatsın. Yeni
olan süngü hücumunda ölümü göze alan Türk as evlilerin öm ür boyu birlikte mutluluk içinde ya şa
kerinin söylediği son sözün “A lla h !” olması dile maları için edilen dua.]] Allah büyüktür (kerim,
ğiyle attığı nara. || A llah’a minnet olsun. Verdiği kadirdir)! A lla h ’ın gücüne, kudretine inanıp kadere
nimetleri karşısında A lla h ’a şükür duası.|| Allah boyun eğme ifadesi]] Allah canını alsın, K ızgınlık
aratmasın. Aslında p e k m akbul olmadığı hâlde hâlinde birine söylenen beddua sözii]] Allah ceza
daha kötüsünün de olabileceğini düşünerek eldeki- nı vermesin, Allah yaptığın kötülüklerin karşılığım
ne razı olm a ifadesi.\\ Allah artırsın. 1. B ir kişinin vermesin, anlamındaki dua. || Allah cezanı (cezası
kazancının artması için edilen dua. 2. Bir kimsenin nı) versin! Yapılan kötülüklerin karşılığı olarak
“servetinde gözüm üz y o k " anlamında şaka sözü.|| Allah hak ettiği cezayı versin.|| Allah çocuklarına
Allah’a sığınmak, Bir kötülükten veya şerden ko bağışlasın, H asta anne veya babanın şifa bulup
runmayı A llah'tan beklemek]] Allah aşkına! 1. çocuklarını yetiştirm elerine Allah izin versin, an
A lla h ’ı seversen, anlamında bir isteğin başlangıç lamında dua.]] Allah dağına göre duman verir,
sözü. 2. Yalvarmak için kullanılan bir söz. 3. Şaş Allah herkesin dayanabileceği kadar külfet verir.]]
A LL Ü İM H K C E S 0 M .2 1 4
Allah dağına göre verir karı, Allah kuluna ta sözü. || Allah H alil İbrahim bereketi versin, Ye
hammül sınırları içinde külfet verir. \\ Allah dağına m ek sonrasında ev sahibinin yiyecek ve içeceğinin
göre verir kışı, Allah kuluna tahammül sınırları bolluğu için edilen dua.|| Allah hayırlı etsin. 1.
içinde külfet verir.\\ Allah derim, H erhangi bir Satın alınan bir m al veya yeni başlanan bir işin
olay karşısında söyleyecek söz bulamayınca kulla hayırlı ve uğurlu olması için söylenen iyi dilek sö
nılan çaresizlik sözü. | Allah dert verip derman zü. 2. Birinin tasvip edilmeyen davranışı için söy
aratmasın, “Allah çaresi bulunmayan dertlere ve lenen alaylı söz. || Allah herkesin gönlüne göre
sıkıntılara düşürm esin" anlamında dua.|| Allah versin, “H erkes dileğine kavuşsun." anlamında
devesi, {ağız} Peygamber devesi. [DS]|| Allah di dua.|| Allah hoşnut olsun, B ir iyilik karşılığında
linden kurtarsın, A lay eden kişiye “Alaycı ve kırı A lla h ’tan iyilik sahibine edilen hayır dua.|| Al
cı sözlerinden kurtulmak için A lla h ’a sığınmaktan lah’ım! Korku, şaşkınlık, öfke ve hayranlık gibi
başka çare yoktur. ” anlamında yakınm a sözü. || A l değişik psikolojik hâlleri ifade için kullanılan ün-
lah diline düşürmesin, İnsanların kusurlarını lem.\\ A llah’ın .... (Çoğunlukla y e r adı olur) Issız
araştıran, dedikodusunu yapan kişinin öğrenmesi ve engin yer. || A llah’ın .... (Zaman kavramları)
ne, görmesine fırsa t vermemek gerek, anlamında H er zam an.|| A llah’ın ... (Kişi adı) Korkulacak ve
dilek ve yakınm a sözü. || Allah dirlik düzenlik ver acınacak kişi.|| A llah’ın adaleti, İlahî adalet.|| A l
sin, Aile içi mutluluğun devamı için edilen hayır lah’ına kavuşm ak, Ölmek.|| A llah’ın belası (ceza
dua. |j Allah doğru yoldan ayırmasın, D oğruluk sı, gazabı), İnsanı zo r durumda bırakan, sıkıntı ve
tan şaşm am ak için Allah 'tan yardım dileme. || Allah ren, musibet. || A llah’ın bildiğini kuldan ne sakla
dokuzda verdiğini sekizde almaz, H er şey A l yayım? Gizlemeye gerek görülmeyen hâller için
la h ’ın takdiri üzere olur, kadere rıza gösterm ek söylenen karşısındakine inandırma sözü.|| A llah’ın
gerekir.\\ A llah dört gözden ayırmasın, Çocuğun binasını yıkm ak, Kendini veya birini öldürmek.\\
ana ve babasının hayatta kalması, öksüz kalmama A llah’ın cezası, İnsanı zo r durumda bırakan, sı
sı için edilen hayır dua. || Allah düşm anıma ver kıntı veren, m usibet.|| A llah’ından (A llah’tan) bul
mesin, Başa gelen sıkıntının çok kötü olduğunu sun, Kendisine kötülük eden birisi için bir kötülük
vurgulamak için söylenen söz. || Allah ecir sabır düşünmediğini, ancak bu durum için Allah katında
versin, B ir felakete uğramış, yakını ölmüş birisi şikayette bulunduğunu belirten ilenme sözü. || A l
için iyi dilek sözü. \\ Allah ekmeği, {ağız} İlkbahar lah’ın davetine icabet etmek, Ölmek, ruhunu tes
da taşlı alanlarda çıkan bir tür mantar. [DS]|| A l lim etmek.| A llah’ın emri, Ölüm.|| A llah’ın emri,
lah eksik etmesin, 1. Yardım yapan kimseye iyilik peygamberin kavliyle, K ız istemeye giden oğlan
ve sağlık dileme sözü. 2. P ek işe yaram am akla bir tarafının teklifı.\\ A llah’ın evi, Cami, mescit, Kâbe;
likte insana gerekli olan şeyler için kullanılan şü Beytullah.\\ A llah’ın gazabı, İnsanı zor durumda
kür sözü. || Allah eksikliğini (yokluğunu) göster bırakan, sıkıntı veren, musibet. | A llah’ın gazabına
m esin (vermesin), ikinci derecede ihtiyaç madde geleyim ki... Bir yem in sözü.|| A llah’ın gazabına
lerinden olmakla birlikte yine de insana gerekli gelm ek (uğramak), Çok sıkıntılı ve üzüntülü du
olan şeyler için A lla h ’a şükretme sözü. «Seni gör rumlara düşmek. | A llah’ın günü, H er gün anla
m ezse gözüm görm ez olur neşeyi de; / Bana gös mında bıkkınlık ifadesi.|| A llah’ın hikmeti, Sebebi
termesin Allah senin eksikliğini.» F. Nafiz Çamlı- açıklanamayan, bilinemeyen olaylar ve durumlar
bel. || Allah emeklerini boşa çıkarmasın, B ir işte için söylenen şaşkınlık ifadesi.]] A llah’ın hışmına
çok çalışan kişilerin başarısı için edilen dua. || A l gelm ek (uğramak), Çok sıkıntılı ve üzüntülü du
lah emeklerini eline vermesin, Allah bitirmek is rumlara düşmek. || A llah’ı(-nı) seversen, Allah aş
tediği işleri sona erdirmesine izin versin anlamında kına.]] A llah’ın inayetiyle, Yapılması planlanan
bir iyi dilek sözü. Allah encamını hayreylesiıı! bir iş anlatılırken Allah yardım ettiği takdirde ye ri
Sonunda ne kazandıracağı belli olmayan bir iş ve ne getirileceğini belirtmek için söylenir.]] A llah’ını
ya çalışmanın sonunun hayırlı olması için edilen seven tutmasın! “Kimse engel olmaya kalkışma
dua. || Allah esirgesin! Kötülüklerden korunmak, sın. ” anlamında uyarı sözü}] A llah’ını seversen, 1.
sakınmak için edilen dua. || Allah etmesin, K ötü Sitem etm ek için söylenir. 2. Yalvarma anlatan bir
lüklerden uzak olmayı dileme. || Allah evi, Cami, söz; Allah aşkına. || A llah’ın işine bak, B ir olayın
mescit. | Allah feyzini artırsın, Öğrenim görenle gidişinde beklenmedik bir değişme olduğu zaman
rin başarısı için edilen dua. || Allah geçinden ver söylenen şaşkınlık sözü.]] A llah’ın işine karışıl
sin, Ölüm gerçek olmakla birlikte ömrün biraz da maz. Kadere karşı çıkılamayacağını ifade eden
ha uzun olması dileği.\\ Allah göstermesin, Kötü söz. || A llah’ın izniyle, Yapılması planlanan bir iş
bir duruma düşmemek için edilen dua. || Allah anlatılırken Allah izin verdiği takdirde yerine geti
gül(er) yüzünü soldurmasın, Birinin sağlık ve rileceğini belirtmek için söylenir. || A llah’ın kırı
mutluluğu için edilen hayır dua. || Allah hakkı için, (dağı, yabanı), Issız yer.]] A llah’ın kulu, İnsan;
Allah 'm var ve gerçek olduğu üzerine edilen yem in kişi; Adem. | A llah’ın lütfuyla, Yapılması planla-
İ M « 3 » . 215 ALL
nan bir işin Allah izin ve bağışta bulunduğu tak sıkıntı verir.|| Allah kurtarsın, Çok zo r bir duruma
dirde yerine getirileceğini belirten söz. || A llah’ın düşmüş veya ağır hastalığa yakalanm ış birinin kur
nimeti, Allah ’ın kullarına verdiği yiyecek, içecek, tuluşu için söylenen hayır dua sözü. || Allah kuru
rahatlık, huzur, akıl ve vücut sağlığı türünden bü iftiradan saklasın (korusun). Gerçek dışı bir su ç
tün bağışlar.|| A llah’ın rahmetine kavuşmak, lama dolayısıyla bu suçlamanın doğru olmadığını
Ölmek.|| A llah’ın seyf-i adaleti, A lla h ’ın adalet belirtm ek için kullanılan savunma sözü. || Allah
kılıcı.J| A llah’ın takdiri, Kader, alın yazısı.] Allah layığını (müstahakkını) versin, 1. Allah çalışma ve
ıslah etsin. K ötü yola düşmüş kişilerin doğru yola çabalarının karşılığını versin, anlamında hayır
gelmesi için A lla h ’tan iyi dilekte bulunma sözü.|| dua. 2. mec. K ötülük yapan birine Allah sana hak
Allah’ı şaşmak, N e yaptığını bilememek.\\ Allah ettiğin belayı versin, anlamında beddua. || Allah
için, "Doğrusu, gerçeği söylem ek gerekirse... ’’ an manda şifası versin, argo. Çok yem ek yiyenler için
lamında giriş sözü.|| Allah ikisini (ikinizi) bir yas söylenen yergi sözü. || Allah muinin olsun, Çok zor
tıkta kocatsın, Yeni evliler için iyi dilekte bulunma bir işe girişenler için A llah'ın yardım ını dileme]]
sözü. || A llah imdat (yardım) eylesin, Zor durumda Allah muvaffak etsin, Zor bir işe girişenlere ba
olanlara m oral verm ek için söylenen iyi dilek.\\ A l şarmaları için A lla h ’tan yardım dileme.\\ A llah
lah (seni, sizi) inandırsın, İnanılm ası güç bir ola mübarek etsin! Allah hayırlı etsin, duası.|| A llah
yın anlatımı sırasında yem in etm ek için kullanılan m üstahakkını versin, 1. Allah çalışma ve çabala
söz. || Allah insanın aklını alacağına canını alsın, rının karşılığını versin, anlamında hayır dua. 2.
Aklın insan için önemini belirten bir söz.|| Allah mec. Kötülük yapan birine Allah sana hak ettiğin
iyiliğini versin, H oşlanılan birinin olumsuz davra belayı versin, anlamında beddua.\\ A llah namerde
nışını görünce şaşkınlık veya öfke belirtmek için muhtaç etmesin, Allah sağlık ve mutluluğu boza
söylenen söz. |j Allah kabul etsin. B ir hayır yapan rak zo r durumda bırakıp kötü kişilerden yardım
kişiye bu iyiliğinin Allah katında kabul olması için um ar duruma düşürmesin, anlamında dua. || Allah
yapılan dua.|| Allah kadirdir, 1. A lla h ’ın her şeye nasıl bilirse öyle yapsın, K ızgınlık ve öfke bildiren
gücü yeter. 2. Allah ’ın yardım ı ile her işin olabile beddua.\\ Allah nasip (kısmet) ederse, Yapılmak
ceğini bildiren söz... 3. Kadere boyun eğm ek ge- istenen bir iş için A llah'ın iznine ve yardımına
rek.|| Allah kahretsin! Yakınma ve öfke bildiren muhtaç olunduğunu ifade eden bir temenni. || Allah
beddua sözü.|| Allah kavuştursun! Yolcu arkasın nazardan saklasın, "Allah kötü niyetli kişilerin
dan geride kalan yakınlarına söylenen iyi dilek sö kötü arzu ve dileklerinden korusun. " anlamında iyi
zü. || A llah kavuştursuna gitmek, Yolculuğa çıkan dilek sözü. || Allah ne verdiyse, Yiyecek ve içecek
kişinin yakınlarını ziyaret etmek. || A llah kazadan ne varsa, onunlayetinmek.\\ Allah nice nice yıllara
beladan korusun (saklasın, esirgesin), K ötü bir eriştirsin, Yaş gününü kutlayanlara daha böyle çok
durumla karşılaşmam ak için edilen hayır dua. || yıllar geçirmesi dileğiyle edilen dua.\\ Allah ona
Allah kelamı, K u r ’an-ı K erim .|| Allah kerimdir, son gürlüğü verdi, Yaşlı birinin son günlerinde
Allah bağış ve ikram sahibidir, büyüktür. || Allah ulaştığı bolluk ve mutluluktan söz ederken söylenen
kerim yeri, Eski Türk kahvehanelerinde yoksulla söz.|| A llah onların yıldızlarını barıştırsın, B irbi
rın para vermeden oturup geceledikleri bölüm. || ri ile geçinemeyen veya yaratılışça ters olan kişile
Allah kısmet ederse, “H erhangi bir engel çıkmaz rin iyi geçinmeleri için edilen hayır dua. || Allah
sa. ” anlamında kadere boyun eğme ifadesi.\\ Allah ömürler versin, 1. Saygı duyulan birine selam
kimseye muhtaç etmesin, Sağlık ve varlık açısın verme sözü. 2. Yardım eden birisine teşekkür etmek
dan başkalarından yardım bekler duruma düşür için söylenen söz. | A llah övmüş de yaratm ış, Bi
memesi için A lla h ’tan yardım dileme.\\ A llah ko rinin çok güzel olduğunu belirtmek için kullanılan
laylık versin. Güç bir iş karşısında başarının zo r övgü. || Allah peygamber tanımaz, 1. Dinsiz. 2.
luğunu ifade etmekle birlikte Allah 'tan yardım di Günaha girmekten çekinmez. 3. Çevresindekilere
leme sözü.|| A llah korkusu, Yapılmak istenen kötü eziyet etmekten zevk alır. || Allah rahatlık versin,
lükler için A lla h ’ın cezalandırmasından çekinerek Yatarken söylenen “Rahat bir gece geçirin. " anla
vazgeçme. || A llah kör etsin, 1. Kötülüğünü gördü m ında iyi dilek sözü; İyi uykular!. || Allah (gani ga
ğümüz biri için ilenme. 2. Kullanırken aksiliklerle ni) rahmet etsin (eylesin), Ölen birinin ardından
karşılaşılan eşyalar ve aletler için sövme yerine A lla h ’ın rahmetini dilemek için edilen hayır dua.||
söylenen söz.|| Allah korusun, 1. A llah'tan başka A llah razı olsun. Kendisine iyilik yapan birisine
hiçbir gücün kötülükleri engellemeye yetm eyeceği A lla h ’ın rızasını dilemek şeklinde teşekkür sözü.\\
ni tahmin ettiğimiz durumlarda ettiğimiz dua. 2. A llah rızası için, 1. Yalvarmak için kullanılan bir
Birinin veya bir şeyin şerrinden Allah 'a sığınmak.] söz. 2. İnsanî bir karşılık beklemeden sadece A l
Allah kulunun götüreceği kadar verir, 1. Allah lah ’ın hoşnutluğunu kazanm ak amacıyla; karşılık
insanlara tahammül edebilecekleri kadar m ükelle sız.|| Allah sabır(lar) versin, Sıkıntı içinde bulunan
fiyet yükler. 2. Allah insana sabredebileceği kadar birisi için A lla h ’tan dayanma gücü vermesi için
ALL
edilen dua.|| Allah sağ eli sol ele muhtaç etmesin, dilemesi ile olduğu.\\ A llah’tan üm it kesilmez, i.
I. Allah insanı yakınlarına bile muhtaç duruma Allah insana en umulmadık zam anda yardım eder,
düşürmesin anlamında iyi dilek sözii. 2. Yakınla anlamında umut sözü. 2. Ölme ihtimali olan bir
rından yakınm a bildiren söz. || Allah sağ gözü sol hasta için, iyileşme umudu beslemek.\\ Allah tek
göze muhtaç etmesin, 1. Allah insanı yakınlarına rarına erdirsin, Beğenilen, memnun olunan bir
bile muhtaç duruma düşürmesin anlamında iyi di işin tekrar edilmesini dileme. || Allah tesirini halk
lek sözü. 2. Yakınlarından yakınm a bildiren 5Öz.|| etsin, Yapılan bir duanın Allah katında kabul göre
Allah saklasın, Allah korusun anlamında iyi di rek kendisine dua edilen kişinin yararlanm ası dile
lek.,|| Allah selamet versin, 1. Yolcular ıığurla- ğ i,|| A llah utandırm asın, İyi bir iş yapm aya kalkı
nırken söylenen “Tehlikelerden ve güçlüklerden şanlara başarı dileme ifadesi.|| Allahü âlem. Allah
uzak durmaları ” dileği. 2. Uzakta bulunan bir ta en iyisini bilir, doğrusunu Allah bilir.\\ Allahü
nıdıktan söz edilirken “güçlük ve sıkıntılardan ekber, Allah uluların ulusudur; Allah en büyük
u za k ” kalması için edilen dua. 3. Birinin olum suz tür,|| Allah var! Allah için doğru ol, doğru söyle.\\
luğunu anlatırken kullanılan söz başı ifadesi. 4. Allah var ya! D oğrusunu söylemek gerekirse...\\
Gitmesini, ayrılmasını istemediğimiz birisi mutlak Allah vere de, Dileğim odıır ki... İnşallah.|| Allah
gitm ek isterse, istemeden izin verildiğini ifade et vergisi, B ir kimsenin doğuştan gelen üstün yete
m ek için kullanılan azarlama sözü. || Allah senden nekleri,|| Allah vermesin, K ötü bir durumun biz
(sizden) razı olsun, Kendisine iyilik yapan birisine den uzaklaştırılması için edilen dua. || Allah versin,
A lla h ’ın rızasını dilemek şeklinde teşekkür sözü.|| 1. Birinin kazancından duyulan memnuniyeti ifade
Allah seni dünya boş kalmasın diye yaratm ış, etm ek için söylenen şaka sözü. 2. Gelen dilencilere
Beceriksiz ve tembel kişilere söylenen sitem li söz.]j sadaka verm emek için söylenen söz. || Allah yapısı
Allah seni muammer eyleye, Görülen bir iyilik değil kul yapısı, insanlar tarafından im al edilmiş
karşısında iyilik sahibine Allah 'ın m utluluk ve sağ olan eşyaların kusurlarının bulunabileceğini ifade
lık vermesi için edilen dua.\\ Allah son gürlüğü eden söz.\\ Allah yarattı demem ek, Acımamak,
versin. Ömrünün son günlerini yaşam akta olan eziyet etmek, zulmetmek.\\ Allah yardım cısı olsun,
kimseye edilen hayır dua. || Allah sonunu hayret i. A lla h ’tan başka yardım edecek, um ut beslenecek
sin (hayreylesin). Görünüşe göre sonu p e k hayırlı kimse kalmadığının ifadesi. 2. Zor durumda olan
çıkmayacağı tahmin edilen bir iş için yine de A l birinden söz ederken söylenen iyi dilek sözü, || A l
la h ’tan onu hayra çevirmesi için iyilik dileği.\\ A l lah yazdıysa bozsun, Gerçekleşmesi istenmeyen
lah şaşırtmasın, Beğenilen birisinin davranışlarını kötü bir durumun uzaklaştırılması için edilen dua.||
değiştirmemesi dileği. || Allah taksimi, E şit m iktar Allah yokluğunu göstermesin. Aslında p e k mak
da olmayan, kimine az kimine çok olarak dağıtma. bul olmadığı hâlde daha kötüsünün de olabileceği
|| Allah taksiratını affetsin, Ölen birinin ardından ni düşünerek eldekine razı olma ifadesi; Allah
onun günahlarının Allah tarafından affedilmesini aratmasın. || Allah yolu, A lla h ’ın emirleri, dinî gö-
dilemek için edilen hayır dua.\\ Allah tamamına revler.|| A llah yolunuzu açık etsin, Yolculara söy
erdirsin (eriştirsin), Başlangıcı iyi görülen bir işin lenen “Allah sizi yolda güçlüklerle karşılaştırma
iyi bir şekilde sonuçlandırılması için edilen dua.|| sın ." anlamında uğurlama sözü.|| Allah, yürü ya
A llah’tan, 1. Gelinen iyi durıım ve kurtuluş A l kulum, deyince, Çabıık ve kolay p ara kazananlar
lah ’ın dilemesi iledir. 2. Yaratılıştan veya doğuş veya mesleğinde çabuk yükselenler hakkında söy
tan. 3. İyi ki; bereket versin; şükür ki...\\ A llah’tan lenir. || A llah ziyade etsin. B ir ikram veya ziyafet
bulsun, Kendisine kötülük eden birisi için bir kötü sonucunda ev sahibine A lla h ’ın daha çok nimet
lük düşünmediğini ancak bu durum için Allah ka vermesi için yapılan dua sözü.
tında şikayette bulunduğunu belirten ilenme sözü. || Allahan, [Ar. A llâhî > Allâh-ân (alla;ha;n)
A llah’tan gelene razı olmak, İnsan kusuru ve kas
{OsT} is. Allah adamları; ermişler.
tı olmaksızın başa gelen felaketler için söylenen
sabır ve tevekkül sözü.|| A llah’tan ki, Kötü bir du Allahıma, [Ar. Allâhuma] {OsT} ünl. Şaşma bildirir.
rumdan kurtuluşun Allah ’ın yardım ı ve dilemesi ile A llahî, [Ar. Allah > Allâhî (alla:hi:) {OsT} is.
olduğu.|| A llah’tan kork. İn s a f et, acı, yazık, Allah adamı; ermiş; veli.
utan.|| A llah’tan korkmak, Allah korkusu ile kötü
Allahiyan, [Ar. Allâh + Far. -yân (alla;hi-
lük yapm aktan çekinm ek || A llah’tan korkmayan
dan korkmalı, Yaptığı kötülüklerin cezasını göre ya;n) {OsT} is. Ermişler.
ceğini düşünmeyen kişinin vereceği zarar ve zu Allahlık, -ğı [Allah-lık] is. 1. A llah’ın zatına ait, A l
lümden çekinmek gerekir. || A llah’tan korkmaz, lah’la ilgili olan. 2. İnsanların elinden geleni yap
insafsız; acımasız; gaddar.\\ Allah’tan mağfiret tıktan sonra sonuç elde edilemeyen, ancak Al
dilemek, A lla h ’tan a f dilemek, dua.\\ A llah’tan lah ’tan medet umulur durum da olan; kendi hâline
olacak, Şans veya talih denilen şeyin Allah ’m öyle bırakılan. 3. sf. (Kişi için) kendisinden ciddi bir
f i ü M H t i C T İ « 2 1 7 ALM
hareket beklenemeyen zararsız ve kendi hâlinde. allanmak, [al-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kızarmak;
«Bizi gerçekten usandırdı yalan dünyada, / Yarı al renge bürünmek. 2. {ağız} Süslenmek. [DS] 3.
Allahsız olanlar, yarı Allahlıklar.» F. Nafiz Çamlı- {ağız} Çalım satmak. [DS] 4. {ağız} Sarkıntılık et
bel. mek. [DS] 5. {ağız} Utanmak; sıkılmak; arlanmak.
A llahsız, [Allah-sız] sf. 1. A llah’a inanmayan; ateist. [DS] S allanıp pullanmak, Süslenmek.
2. mec. A cım a ve merham et duygusu olmayan; acı aile, [Fr. allee] is. Bir parka, bahçeye veya saraya
masız; gaddar; insafsız; vicdansız. giriş veya gezinti yeri olarak kullanılan iki yanında
A llah sızlık , -ğı, [Allah-sız-lık] is. fel. A llah’a inan sıralanmış ağaçlar veya yeşil çit bulunan geniş yol;
mama durumu; ateizm. hıyâbân.
A lla h u â le m , [Ar. Allahü â’lem b i’s-sevâb jJipI aJUI allef, [Ar. ‘alef (yem) > ‘allâf (yemci) {OsT} is.
1. Zahireci. 2. {ağız} Tahılı kalburla taş ve topra
kjljiilj] {OsT} ünl. Doğrusunu en iyi Allah bilir; A l
ğından temizleyen işçi. [DS]
lah daha iyi bilicidir. alleflemek, [allef-le-mek] g çl.f. [-r] [-l(i)-yor] {ağız}
A lla h u e k b e r, [Ar. Allâhü ekber j S \ *JJI] {OsT} ünl. Tahılı kalburla temizlemek. [DS]
Allah en büyüktür; Allah uluların ulusudur. allegretto, [İt. allegretto] zf. müz. 1. Allegrodan daha
hafif yürük ve canlı. 2. is. Bu şekilde icra edilen
A lla h u ta â la , [Ar. Allâhü teâlâ J U î *JJI] {O s T} ünl.
müzik.
Allah yücelerin yücesi, uluların ulusudur, allegro, [İt. alegro] zf. müz. 1. Çabuk çabuk; yürük.
allak', -ğı [OsT. ‘allak (alla:k) {OsT} sf. (Kişi 2. is. B ir sonatın ilk bölümü. 3. Bir sonatın veya
için) sözünde durmayan, kendisine güvenilmez; al senfoninin yürük icra edilen bölümü. 4. Dans ve
datıcı; dönek; kalleş. koreografı gösterilerinde canlı icra edilen bölüm
veya alıştırmalar.
allak2, -ğı [Ar. allak (alla:k) {OsT} is. Sakızcı.
allelomorf, [Yun. allelonmorphe] sf. Biy. Fonksi
allak3, [al-la-mak > al-la-k] sf. Karışmış. S allak yonları aynı, etkileri benzeşmez olan homolog iki
bullak, 1. Karma karışık; düzensiz; darmadağınık. krom ozom üzerinde aynı yeri tutan iki gen.
2. {ağız} (Yuvarlanmak, düşmek için) teker meker. allem kallem, [allem + kallem] is. ikile. Söz hünerle
[DS]|| allak bullak etm ek, 1. Karıştırmak, dağıt ri göstererek kandırma, ikna etme, fi5 allem (et
mak, bozmak. 2. mec. Sakin ve doğru düşünemez mek) kallem etmek, Birini kandırmak veya bir
hâle getirmek.\\ allak bullak olm ak, Zihni karış amaca ulaşmak için her türlü yolu denemek.
mak, sakin düşünemez olmak, şaşırmak, şaşkına allı, [al-lı] sf. 1. Rengi al olan, içinde al renk bulu
dönmek.\\ allak döllek, {ağız} (Elbise için) param nan. 2. Al renkli elbiseler giyinmiş olan. S allı
parça; eski püskü. [DS] pullu, Süslü, gösterişli. || allı morlu, Çok karışık
allam1, [al-la-m] {ağız} sf. Dağınık; düzensiz. [DS] S1 renkli. | allım pullum, {ağız} Çok süslü; güzel g i
allam sellem, {ağız} 1. (Giyiniş için) düzensiz. 2. yinmiş. [DS]|| allım sallım, {ağız} Boylu boslu.
(Davranış için) başıboş; kontrolsüz. [DS] [DS]|| allım şallım, {ağız} Suçsuz görünmeye çalı
allara2, [Ar. ‘ilm > ‘allâm (allâ;m) {OsT} sf. 1. şan; suçsuzmuş gibi davranan. [DS]|| allım yeşilim,
Her şeyi bilen; çok bilgili. 2. öz. is. H er şeyi bilen; {ağız} 1. Renk renk. 2. Ala kuşak. [DS]|| allı pullu,
Allah. 0 A llam ü’l-guyûb, Bütün gizli ve saklı ne {ağız} Mayıs böceği; gelin böceği. [DS]|| allı yeşilli,
varsa hepsini bilen (Allah). Çok karışık renkli. || allı yeşilli kibrit, {ağız} Havai
fişek; maytap. [DS]|| allı yeşilli olmak, {ağız} Gelin
allama, [al-la-ma] is. Kırm ızıya boyama,
olmak. [DS]
allamak, [al-la-mak] gçl. f. [-r] Bir nesneyi kırmızı
allıg, [al-lığ] {eT} sf. Hileli; allı. [EUTS]
ile boyamak, fi5 allayıp pullamak, Aslında güzel
allık, -ğı [al-lık] is. 1. Kırmızılık, kırmızı olma hâli.
olmayan bir kimseyi veya bir şeyi güzel göstermek
2. K adınların süs maksadıyla yanaklarına sürdükle
için süslemek.
ri kırmızı boya. 3. {ağız} İnce dövülmüş kırmızı
allame, [Ar. ‘allâm > ‘allâme (allâ:me) {OsT} biber. [DS]
is. ve sf. H er alanda geniş ve derin bilgisi olan, çok alli, [al (hile) > al-lı] (alli;) is. Ayıp,
bilgili. S allame-i kül, Her şeyi bilen; bilgin. allu, [al-lu] {ağız} ünl. Vay! [DS]
allamelik, -ği [allame-lik] is. 1. Her alanda geniş ve alm a1, [alma / almıla <dT / UT] {eT} {eAT} is. Elma.
derin bilgi sahibi olma hâli. 2. Yarım yamalak bilgi
[DLT] [Mühennâ] fi1 alma çalısı, {ağız} Adaçayı.
ile çok biliyor görünme; bilgiçlik; ukalalık, fi1 al
[DS]|| alma yağı, Elma yağı; adaçayı yaprağından
lamelik etm ek (taslamak), Hiçbir şey bilmediği
çıkarılan yağ.\\ alma yaprağı, {ağız} bot. Enli y a p
hâlde çok şey biliyormuş gibi davranmak; bilgiçlik raklı bir tür ot. [DS]
taslamak; ukalalık etmek.
alma2, [al-ma] is. 1. Almak işi. 2. Alıntı. 3. mat. M a
allanma, [al-la-n-ma] is. Kızarma. tematikte bir saymın üssünü, kökünü hesaplama işi.
ALM Û IÜ M IK S Ö M .218
almabaş, [alma+baş] {ağız} is. 1. Kırmızı başlı yaban emzirmek; emdirmek. [DS] 52. {ağız} Parlamak; tu
ördeği. 2. Serçeden küçük, kırmızı başlı bir kuş. 3. tuşmak. [DS] 53. {ağız} (Eklenecek iki parça için)
Kızıl arı; eşek arısı. [DS] birbirine uygun gelmek. [DS] 54. {ağız} Bir tarafı
alm acık1, -ğı [al-ma-cık {eAT} {ağız} is. Uyluk ağır gelmek; meyletm ek; ağmak. [DS] 55. {eAT}
Geri almak. 0 A l abdestini ver pabucumu, Yarar
kemiğinin yuvarlak başı. [DS]
umulan işte zarar görm eye başlanınca vazgeçmek
almacık2, [al-ma-cık] {ağız} is. Elmaya benzer küçük
istemek.|| ala götürm ek, {eAT} A lıp götürm ek.|| Al
meyveleri olan bir ağaç. [DS]
Allah kulunu, zapt eyle delini, Deliliklerine, taş
almaç, -cı [al-maç] is. fız. Alıcı; ahize; ağızlık; ku
kınlıklarına A lla h ’tan başka kimse engel olamaz.||
laklık; reseptör. 0 almaç vermeç, {ağız} A lıp ver
al aşağı etmek, 1. Yere vurmak, yere sermek, yen
me; alışveriş. [DS]
mek. 2. Makamından, görevinden uzaklaştırmak.||
almaçlı, [al-maç-lı] sf. (Oyun için) yenilen kimsenin
al aşağı vur yukarı, Çok çekişmeli pazarlık sonu
ortaya koyduğu para, bilye, ceviz vb.yi yenen kişi
cu.}] ala tutmak, {eAT} Alıkoym ak.|| al baştan, B ir
nin alabileceği koşulu olan,
konuyu başlangıcından itibaren yeniden ele alıp
almagöz, [alma+göz] {ağız} is. M akbul tutulmayan
incelemek, tekrar yapmak. || al benden de o kadar,
iri gözlü at. [DS]
Ben de aynı görüşteyim ,|| Al beraber! Kürekle iş
almak, [eT. al-mak jiT / jil] gçl. fi [-ır] [eT. eA T - leyen gemilerde küreklerin hep beraber çekilmesi
ur] 1. Bir nesneyi elle veya araçla tutup yerinden için verilen emir.|| A l birini vur birine, Birbirin
kaldırmak. 2. Kendine mal etmek; ahzetmek; sahip den fa rk ı yok. || A l birini, vur ötekine, İkisi de kö
olmak. 3. (Ürün için) sağlamak; elde etmek. 4. Ka tü}] A l bir kürek! D enizcilikte m anevra için bir tek
zanmak. 5. Yüklenmek. 6. Taşımak. 7. Birlikte, kürek hareketi yapılacağını bildiren emir. || A l ce
yanında götürmek. 8. M isafir olarak kabul etmek. vabını otur aşağı, argo. “Gördün mü, ağzının ce
9. Seçmek, tercih etmek. 10. Bol veya uzun elbise vabını aldın m ı? " anlamında serzeniş sözü.|| Aldı
yi daraltm ak veya kısaltm ak için birazını kesip at ele, girdi yola, K onuyu çok uzattı. || aldı fitili, B ir
mak. 11. D olu veya çok olan bir şeyi eksiltmek. 12. denbire çok kızdı.|| Aldın mı? argo. Gördün mü,
İçinden çıkarmak; çekmek. 13. Sırtına veya omuzu beğendin m i?|| A l gülüm , ver gülüm , l. Peşin ve
üzerine koymak. 14. Fethetmek; savaşla zapt etmek hemen m al teslimli alışveriş. 2. A şıklar arasındaki
işgal etmek; basmak; istila etmek; kaplamak. {eT} sıkı ilişki. || A l haberi, git k ab an kaban, Sevindi
{eAT} (aym) [ETY] 15. Ele geçirmek; elde etmek; rici haber alanın durumu.\\alı birmek, {eT} Alı-
kazanmak; yakalamak; kapmak; götürmek. {eT} verm ek.|| alı gelm ek, {eAT} Alıp gelmek; getirm ek.||
{eAT} (aym)[İKPÖy.] 16. İçki veya sigara içmek. 17. alıp gitmek, 1. Koparmak. 2. Zorla götürmek. 3.
Kullanmak. 18. mec. (Ölüm yoluyla) ayırmak. 19. Sürüklemek,|| alıp veremem ek, Geçinememek, çe
mec. (Erkek için) bir kadın ile evlenmek. [Gabain] kem emek.|| alıp verm ek, İlgilenmek, ilgisi olmak.||
20. Posta yoluyla gönderilen eşyayı tesellüm et alıp yürümek, 1. Gelişmek; çoğalmak. 2. {ağız}
mek. 21. İçine almak; içine sığdırmak; dahil etmek; İlerlemek; yükselmek. [DS]|| alır almaz, Hemen, o
katmak. 22. Bir nesneyi eski yerinden başka bir anda.|| alır göz, {eAT} D ikkatli bakış; alıcı g ö z.||
yere götürmek, çekmek. 23. Yol gitmek, kat etmek, abr gözle, Dikkatle; alıcı gözüyle}] alı virmek,
aşmak. 24. Kabul etmek. 25. Benimsemek. 26. Sa {eAT} Mücadele etmek; savaşm ak.|| al içeri etmek,
hibinden habersiz veya zorla ele geçirmek. 27. B ir güç s a r f ederek içeri çekmek}] A l iskeleni! ar
Çalmak. 28. (Alet ve makine için) çalışmaya baş go. Çek git, sıvış!^\ A l kaşağıyı gir ahıra, yarası
lamak. 29. Alıntı yapmak. 30. mec. Belirtilen du olan gocunsun, D oğru bildiğini yap, şikayetlere
rum a girmek; bürünmek. 31. mec. Sarmak. 32. Etki önem verme.]] almak verm ek, {eAT} Savaşmak;
altında bırakmak. 33. Başlamak. 34. Anlamak; bel mücadele etmek; m ukatele etmek}] Al, on paralık
lemek. 35. Görmek. 36. (Dikkat için) göz önünde da ondan, Önemli bir konuda değersiz görüşler
tutmak. 37. Üzerinde düşünmek. 38. (Halk şairleri ileri sürenlerle alay için söylenir.]] A l sana? İşte
için) şiir söylemeye başlamak. 39. Birinden davra sana, gördün m ü?|| A l takke ver külah, Çok baya
nış biçimi edinmek. 40. Balık yakalamak. 41. mat. ğ ı şekilde senli benli olmak}] alup virm ek, {eAT}
B ir sayının üssünü veya kökünü hesaplamak. 42. B ir işin türlü yönlerini heyecan içinde düşünmek}]
B ir anten aracılığıyla radyo dalgalarını toplamak. alur göz, {eAT} D ikkatli bakış; alıcı göz.
43. Radyo, televizyon yayınlarını izleyebilmek. 44. almakçı, [almak-çı] {ağız} sf. folk. (Kişi için) köy dü
Öğrenmek, kavramak. 45. (Okula, derneğe, partiye ğününde gelini babasının evinden güvey evine geti
vb.) Kaydetmek. 46. Kararlaştırılan zamanı değiş ren. [DS]
tirmek. 47. (Zamanla ilgili) oyalamak. 48. Boyutla alm alık1, -ğı [al-mak > al-ma-lık] {ağız} is. 1. Eşya
rını ölçmek. 49. Duymak; algılamak. 50. {eT} {eAT}
koymaya yarayan, tavana yakın raf; terek. 2. Şapka
Elde etmek; gereken şeyi kendine mal etmek. siperliği. [DS]
[EUTS] 51. {ağız} (Koyun, keçi vb. için) yavrusunu
İ İ lf lI iM M .2 1 9 ALO
almalık2, -ğı [elma > alma-lık] {ağız} is. 1. Büyük ır] Bir şeyi almak istememek, isteksiz ve çekimser
yapraklı bir tür ot. 2. Elm a bahçesi. [DS] davranmak; almaktan çekinmek. {eAT} (aynı).
Alman, [Fr. allemand] öz. is. 1. A lm anya halkından almazlık, -ğı [al-maz-lık] {ağız} is. 1. Kuzusunu em
olan. 2. (Tamlayan olarak) A lm anya ya da Alm an zirmeyen koyunu kuzuya alıştırmak için yavrusu
larla ilgili. S Alman gümüşü, Çinko, bakır ve ni ile birlikte konulduğu yer. 2. Koyun, keçi bağlanan
kel karışımı, güm üş renginde bir alaşım; mayşor.\\ dikine çakılmış çatal ağaç. [DS]
Alman papatyası, Kömeçleri 15-20 cm. çaplı Orta almıla, [almıla] {eT} is. Elma. [DLT]
A vru p a ’da yetişen bir papatya türü, (Anthemis almır, [al-mak > al-mır] {eT} is. Hırs, tamah. [Gabain]
nobilis).\\ Alman usulü, Toplu yapılan bir harca almışı, [al-mış-ı] {eAT} is. Para olarak değeri,
mada herkesin kendine düşen p a yı ödemesi usulü. alnaç,-cı [al-(ı)n-aç] is. 1. Bir şeyin öne bakan yüzü;
almanak, -ğı [Ar. / Eski M ısır d. el-manah (geçen ön; cephe. 2. Yüze karşı gelen taraf; insanın karşı
yıl) >Yun. alemenihiakâ > Lat. almanachus] is. Her sında bulunan, karşı; annaç. 3. Bir yapının ön yüzü;
çeşit bilim sel ve pratik bilgileri bulunduran yıllık cephesi. 4. Alın,
takvimli kitap. alnaklamak, [alın > al(ı)n-ak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-
Almanca, [Alman-ca] (alm a’nca) is. 1. Alm an dili. r] [-l(ı)-yor] 1. Gözetlemek. 2. Alın doğrultusunda
2. sf. Alman dili ile yazılmış, söylenmiş. bakmak. [DS]
Almancı, [Alman-cı] is. ve sf. 1. A lm an yanlısı bir alngadmak, [al(a)n-ad-mak] (alhadmak) {eT} gçsz. f.
politika izleyen (kişi). 2. {ağız} A lm anya’da çalışan [-ur] Zayıflamak; arıklamak; hâlsiz olmak. [EUTS]
Türk işçisi. alngadturmak, [al(a)n-ad-tur-mak] (alnadturmalç)
Almancılık, -ğı [Alman-cı-lık] is. Alm an taraftarlığı. {eT} gçl. f. [-ur] Zayıflatmak; arıklatmak; güçten
Almanlaşma, [Alman-la-ş-ma] is. A lm anlaşm ak işi. düşürmek. [EUTS]
Almanlaşmak, [Alman-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] A l alngatmak, [al(a)n-at-mak] (alhatmak) {eT} gçl. f. [-
ınanlara benzer davranış ve nitelikler edinmek. ur] Zayıflamak; arıklamak; hâlsiz olmak. [EUTS]
Almanlık, -ğı [Alman-lık] is. 1. Alm an olm a duru alngum ak, [al-an-u-mak > al-n-u-mak] (alhumak)
mu. 2. A lmanlara özgü nitelik, {eT} g çsz.f. [-r] Zayıflamak; bitkinleşmek. [İKPÖy.]
almaş, [al-ma-ş] is. Birden fazla nesne veya olayın alnuk, [alm-mak > al(ı)n-uk j j J I ] {eAT} sf. Sersem;
dönerli olarak birbirini izlemesi; münavebe; deği gafil; meczup,
şerek; dönerek; dönüşümlü; keşikleme; nöbetleşe; alnuklık, [ahıuk-hk j l t J l ] {eAT} is. Âcizlik.
sırasıyla.
alo1, [alo] (alo:) {ağız} ünl. Şaşma, korku bildirir.
almaşık, -ğı [al-ma-ş-ık] is. ve sf. 1. Düzenli aralık
[DS]
larla birbirini izleyen; münavebeli. 2. {ağız} Y oru
alo2, [Fr. allö / îng. hello] ünl. Telefon görüşmesinde
lanın yerine koşulm ak üzere hazır bulundurulan
bağlantıyı kurm a ve görüşmeye başlam a sözü,
yedek koşum veya çift hayvanı; değiştirmelik. [DS]
aloalo, [alo (yans.) > alo+alo] (a:loa:lo) {ağız} is.
0 alm aşık akım, A ltern a tif akım. || alm aşık çiçek
Hindi. [DS]
li, bot. Çiçekleri alm aşık dizilmiş olan. || almaşık
alobos, [Yun. alopös] {ağız} is. Su üzerinde oluşan
yapraklar, B ir sap üzerinde aynı hizada değil de
köpük; su köpüğü. [DS]
değişik yüksekliklerde dizilen yapraklar.
alogami, [Fr. allogamie] is. bot. B ir çiçeğin, aynı bit
almaşıklık, -ğı [alma-ş-ık-lık] is. bot. Bir bitkide
ki veya başka bitki üzerindeki başka çiçek tozları
yaprak ve çiçeklerin alm aşık dizilme hâli,
ile döllenmesi,
almaşlı, [alma-ş-lı] sf. Almaş durum unda olan,
alokinezi, [Fr. allocinesie] is. tıp. Vücut organların
almaşma, [alma-ş-ma] is. 1. Alm aşm ak işi. 2. Farklı
dan birini hareket ettirmek isteyince onun yerine
iki süs öğesinin sırayla yinelenmesi,
karşı eşini hareket ettirme şeklinde görülen hareket
almaşmak, [alma-ş-mak] {eAT} işteş, f. [-ır] 1. N ö bozukluğu.
betleşe kullanmak. 2. Değişmek, alometri, [Fr. allometrie] is. Bazı bitki ve hayvanlar
almaştırmak, [alma-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] De da görülen bir organın vücudun bütününe göre da
ğiştirerek nöbetleşe kullanmak. [DS] ha hızlı veya yavaş büyümesi; heterogoni.
almaz, [al-mak > al-maz] {ağız} sf. (Keçi veya koyun alonj, [Fr. allonger (uzatmak) > allonge] is. Bankacı
için) yavrusunu emdirmeyen. [DS] S almaz almaz lıkta, bono veya havaleye ilişkin kâğıt,
bakmak, {ağız} K ıskançlık ve kin dolu olarak bak alopesi, [Fr. allopecie] is. tıp. Saçların veya vücut
m ak [DS]|| almazdan almazdan, {ağız} Bön bön; kıllarının hiç çıkmaması veya yer yer dökülmesi,
aptal aptal. [DS] aloşo, [? aloşo] {ağız} is. Buğdaydan yapılan sütlaç.
almazıya, [al-maz-ı-y-a] {ağız} zf. A lm am ak niyetiy [DS]
le. [DS] alotrofî, [Fr. allotrophie] is. Değişik tür besinlerle
almazlanmak, [al-maz-la-n-mak ju JjJJ] dönşl. f. [- beslenebilme özelliği.
ALO H I K H .a o
alotropi, [Fr. allotropie] is. kim. Karbon, kükürt ve k a ’da yaşayan evcilleştirilmiş guanakon türü bir
fosfor gibi maddelerin değişik fiziksel özelliklerde memeli olup yum uşak tüylü postu için A nd dağla
bulunması. rındaki yaylalarda yetiştirilen geviş getiren bir
alozom, [Fr. allosome] is. biy. Cinsiyetin belirm esin hayvan (Lama glam a pacos). 2. gnşl. Bu hayvanın
de temel rol oynayan özel kromozom; heterokro- tüylerinden veya sentetik elyaf katılarak dokunmuş
mozom; cinsel kromozom, kumaş.
alörispor, [Fr. aleuriospore] is. bot. M iselyum iplik alpaks, [Lat. al-pah] is. 1. D ökümü kolay, içinde
çiklerinin yırtılm ası ile çıkan mantar sporu, yüzde 13 oranında sodyum la arıtılmış silisyum bu
alörometre, [Fr.aleurometre] is. Undaki gluten m ik lunan alüminyum alaşımı. 2. Bu alaşımdan yapıl
tarını ölçmeye yarayan araç, mış döküm eşya,
alöron, [Fr. aleurone] is. bot. Bitki tohum larının besi alpamak, [alp-a-mak] {eT} gçsz. f. [-r] Cesur olmak.
dokusunda bulunan yedek protein, [Gabain]
alösemik, [Fr. aleucemique] sf. tıp. Kan akyuvarları alpargata, [İsp. alpargata] is. İspanyol köylülerinin
nın sayısında artış ve yapısında bozukluk göster veya dansçıların giydikleri saz veya ipten yapılmış
m eyen bir lösemi türü, bir çeşit ayakkabı,
alp, [alp J î ] {eT} {eAT} sf. 1. Yiğit; cesur; alp; kah alpbahçesi, [alp+bahçesi] is. Y üksek dağlarda yeti
şen alp kuşağı bitkileriyle meydana getirilen park
ram an; bahadır; enerjik. [İKPÖy.] [EUTS] [DLT] [Ga
ve bahçe.
bain] [Mühennâ] [Tekin] 2. Yiğitliği gerektiren. [İKP
Öy.] 3. Saygın. [İKPÖy.] 4. (Tehlike için) şiddetli; alpehlivan, [al+pehlivan] is. Salkımı orta büyüklükte
güç; zor; müşkül. [ETY] [EUTS] [Üç İtigsizler] [Mü ve konik, taneleri sık, yuvarlak, sulu, lezzetli ve
hennâ] 5. Yüksek. 6. is. Cesur, yiğit savaşçı; kah sert kabuklu, T rakya’da yetiştirilen sofralık kırmızı
raman; zorlu. 7. Eski Türklerde hanedan prensleri renkli bir çavuş üzümü türü,
ne verilen A vrupa Orta Çağındaki şövalye karşılığı alperen, [alp+er-en] is. M üslümanlığın Anadolu ve
resm î asalet unvanı. S alp eren, {eAT} Yiğit; baha R um eli’nde yaygınlaşm asını sağlayan mücahit der
dır; kahram an.|| alp süngfiş, {eT} (alp sünüş) Bir viş.
ilah veya şeytan adı; Sansk. Vyâghra. [EUTS]|| alp alpgülü, [alp+gülü] is. bot. 1. Alplerde, Sibirya ve
tegin, {eT} Yiğit köle. [DLT]|| alp yol, {eT} Tehlikeli A sya’da doğal olarak yetişen, yapraklarında uyuş
yol; çetin yol. [EUTS] turucu ve idrar söktürücü özellikler bulunan bir süs
Alp, [Fr. alp] is. A vrupa’nın başlıca sıradağlarının bitkisi (Rhododendron chrysanthum). 2. Zakkum
adı. S alp bahçesi, Yüksek dağlarda kurulan ve ağacı (Rhododendron ferrugineum ).
içinde bilim sel incelemeler için alp bitkileri yetişti alpha, [Yun. alpha] is. Alfa.
rilen bahçe. || alp ırkı, Cilalı Taş Devrinde Avru alpımak, [alp-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] Saygı gös
p a ’y a yerleşm iş beyaz ırktan insanlar. || alp keçisi, termek; hürm et etmek. [DS]
A lp dağlarında yetişen kısa tüylü, üçgen başlı, kü alpırkamak, [alp+ ir-ke-mek (biriktirmek) > alpırka-
lah şeklinde dik kulaklı, z a r if görünüşlü, bol süt mak] {eT} g çsz.f. [-r] Kendisine yiğit süsü vermek;
veren bir keçi türü, (Chamoisee).\\ alp lalesi, bot. sebatla çalışmak. [EUTS]
Zambakgillerden ormanlarda, açık alanlarda ve
alpırkanmak, [alp (kahraman) + irk-e-m ek (biriktir
çimenliklerde yetişen pem be büyük sarkık çiçekli,
mek) > alpırka-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Bir şey
uzun beyaz soğanlı bir çiçek. || alp sistem i, jeol.
üzerinde yorulmadan, bıkmadan, ısrarla çalışmak.
Jeolojik devirlerden ikinci zamanın sonları ile ü-
[EUTS] 2. K ahramanca davranmak; kahramanlığı
çüncü zamanın ortalarına kadar geçen devrede
kendinde toplamak; kahramanlaşmak. [İKPÖy.] [E-
oluşmuş genç dağlar sistemi.\\ alp şa rk ıcı'kuşu,
UTS] 3. Kendisine yiğit süsü vermek. [Gabain]
zool. Yüksek dağ yam açlarında yaşayan, böcek ve
alpinia, [Lat. alpinia] is. bot. Zencefilgillerden güzel
taneciklerle beslenen gri ve kahverengi küçük bir
çiçekli, gövdesinden çıkarılan madde uyarıcı olarak
kuş, (Prunella collaris).
halk hekim liğinde kullanılan bir süs bitkisi; havlı
alpagu, [alp-a-mak > alp-a-ğu] {eT} is. 1. Y iğit sa
can, (Alpina offıcinarum ).
vaşçı; kahraman cesur savaşçı; yiğit. [Gabain] [ETY]
[Tekin] 2. Bir unvan. [ETY] alpinist, [Fr. alpiniste] is. Dağcı,
alpagut, [alp-a-ğu > alp-a-ğu-t] {eT} is. 1. K ahraman alpinizm , [Fr. alpinisme] is. Dağcılık,
lar; cesurlar; alplar; yiğitler; savaşçılar. [ETY] 2. alpinum, [Lat. alpinum] is. Yüksek dağ bitkileri ye
Tek başm a düşmana saldıran ve hiçbir yandan ya tiştirm ek için düzenlenmiş botanik bahçesi.
kalanmayan kimse; savaşçı. [DLT] [Gabain] [EUTS] alplık, -ğı [alp-lık j U l ] {eAT} is. 1. Alp olma duru
alpak, -ğı [al+pak] {ağız} is. Kırmızı. [DS] mu; kahramanlık; yiğitlik; cesurluk. 2. Serkeşlik;
alpaka, [Gün. Amer. yer. Aymara d. > İsp. alpaca] asilik. S1 alplık etmek, {eAT} Cesaret göstermek;
(a lp a ’ka) is. zool. 1. Devegillerden Güney Ameri yiğitçe davranmak.
r o f f itıım C T i.2 2 1 ALT
alpyıldızı, [alp+yıldız-ı] is. bot. Y üksek dağların ya tır saymak; çekinmek. [DS]|| a lt başlık, B ir kitabın
maçlarında yetişen soğanlı bir çiçek, (Paradisia li- veya yazının başlığından sonra onu tamamlayan
liastrum). başlık.|| a lt bilinç, psikol. Bilinçaltı.\\ a lt cins, biy.
alsam ak, [al-mak > al-sa-mak] {eT} gçl. f. [-r] A l B ir cins içindeki ikinci derece cins. || alt cisim , mat.
mak istemek. [DLT] B ir cismin aynı işlemlerle kendisi de cisim kurulu
alsıkm ak, [al (hile) > al-sık-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] şunda olan alt cümlesi.|| alt b ölüm , biy. Canlıların
1. Bir şeyi alınmak; çalınmış olmak. [EUTS] 2. So sistem atik sınıflandırmasında bir bölüm içinde y e r
yulmak. [DLT] 3. Aldanmış olmak, alan ikinci derecedeki bölüm; alt şube.\\ alt cins,
alsıkm ış, [al-sık-mış] {eT} sf. huk. Malı mülkü yağma biy. Canlıların sistem atik sınıflandırmasında bir
edilmiş [Mühennâ] cins içinde y e r alan ikinci derecedeki cins. || alt çe
ne, anat. Omurgalı canlılarda alttaki hareketli çe-
alsin, [Fr. alcyne] is. kim. Üçlü bir bağla nitelenen,
ne.|| a lt çenesinden g irip ü st çenesinden çıkm ak,
alifatik sınıftan asetilenik hidrokarbonlar,
B irin i, ikna etm ek için uğraşmak.]] a lt d eri, biy.
alsiyonlar, [Fr. alcyonaires] is. zool. Sekiz bölüm ve
Omurgalı hayvanlarda ve insanda vücudu örten
dokunaçlı, çift yüzgeçli selentereler (Heliopora).
derinin alt kısmını oluşturan bağ doku; hipoderm.]]
alsophila, [Yun. alsosphilos] is. bot. Sıcak böl
a lt diş, anat. Omurgalı hayvanlarda ve insanda alt
gelerde yetişen ağaç görünümlü eğreltiotu çeşidi
çenede y e r alan dişler. \\ alt d u d ak , anat. Omurgalı
(Alsophila australis).
hayvanlarda ve insanda ağzın giriş kısmını teşkil
alşah, [alçak / alşah {eAT} sf. Alçak. eden parçalardan altta olanı.\\a\t etm ek, Yenmek;
alşimi, [Ar. al-kimîyâ > Fr. alchimie] is. 1. Adi m e galip gelmek. || a lt ev, {ağız} K öy evlerinin zem in
tallerden altın yapm ak için insanların uzun yıllar katında hayvan bağlanan yer; bodrum. [DS]|| a lt
uğraştığı bir bilim dalı; simya. 2. mec. Değeri dü fam ilya, biy. Canlıların sistem atik sınıflandırma
şük bir malı değerli ve geçerli bir ticarî mala çe sında bir aile içinde y e r alan ikinci derecedeki ai-
virme çabası. /e.||alt geçit, K ara yollarında birbirini kesen kav
alşim ist, [Fr. alchimiste] is. Adi metallerden altın şaklarda taşıt trafiğini aksatmam ak için bir yolun
yapmaya çalışan bilim adamı; simyager; simyacı, altından geçirilen diğer yol. || a lt hava y u v arı, gök.
alt, [al (aşağı) > al-t] is. 1. Bir nesnenin aşağı bakan b. Ortalama 12 km. kalınlığındaki, dünya ile üst
yüzü, yere gelen tarafı; taban. «Bardağın altı ıs hava küresi arasında kalan atmosfer tabakası.|| a ltı
lanmış.» 2. Dik tutulan bir yüzeyin aşağı kısımları. alay ü stü kalay, Dışının gösterişi iyi fa k a t içi kö
«Ekranın altı karardı.» 3. Y üksekte bulunan şeyin tü.]] altı algın olm ak, {ağız} İki kişi arasında kin ve
yer ile arasındaki boşluk. «Sıcaktan herkes ağacın düşm anlık bulunmak. [DS]|| altı k av al ü stü
altına sığındı.» 4. Üst üste yapılan sıralamada aşa şeşhane, Birbirine uymayan parçalarla meydana
ğıda kalan nesne. «Şu apartmanın alt katında otu getirilmiş bütün, özellikle birbirini okşamayan g i
ruyoruz.» 5. B ir yazının son satırından sonraki boş yim.]] altın a alm ak , Birini yere yıkıp üstüne çök
luk. «Raporun her sayfasının altını imzalayınız.» 6. mek.]] a ltın a b ir a ra b a çekm ek, Kendisine veya
Küçük çocukların ve yatalak hastaların boşaltım birine otomobil satın almak.]] altın a etm ek, B üyük
ihtiyaçlarını giderdikleri bez vs. 7. Ölçme ve değer veya küçük boşaltım ihtiyacım tutamayıp donuna
lendirmede ölçü alman belirli bir değerden daha veya yatağına yapmak.\] altın a k a ç ırm a k , 1. Büyük
geri olanlar. «Yeni s ın ıf geçm e sisteminde ikinin veya küçük boşaltım ihtiyacını tutamayıp donuna
altındakiler kalıyor.» 8. Dip. «Nehrin altından veya yatağına yapmak. 2. mec. Çok korkmak.]] a ltı
na y ap m ak , B üyük veya küçük boşaltım ihtiyacını
kablo geçirdiler.» 9. Bilinen ve söylenen olayların
tutamayıp donunu veya yatağını pisletmek,]] a ltın
gerisinde yatan sebepler, gerçekler. «Aralarındaki
da b u lu n d u rm a k , huk. Kiralama vb. yollarla bir
kavganın altında gelin kaynana sürtüşm esi ya tı
taşınmazı elinde bulundurmak; tahtında bulundur
yor.» 10. Sonuç, son; işin varacağı yer. «Bunun
mak.]] a ltın d a k alm am ak , Gördüğü bir iyilik veya
altından daha neler çıkacak, neler!» 11. Y ararlan
kötülüğü karşılıksız bırakmamak; aynısı ile karşılık
mak üzere elinde bulundurma; taht. 12. {eT} Aşağı.
vermek. || altın d an alm ak , Yatalak bir hastanın
[ETY] 13. {ağız} Delinen çorabın tabanına yeniden
pisliğini yattığı yerden yapm asını sağlam ak ve p is
örülen parça. [DS] 14. {eAT} Nikâhla bağlı. 15.
liğini atmak.]\ altın d a n çapanoğlu çıkm ak, B ek
{eAT} Buyrukla bağlı; emrinde olma. S a lt ağacı,
lenmedik olumsuzluklarla karşılaşmak.|| altın d an
{ağız} D okuma tezgâhında dokunan halı ve kilimin
g irip ü stü n d en çıkm ak, Eline geçen parayı lü
sarıldığı yuvarlak ağaç. [DS]|| a lt alta , B iri diğeri
zum suz yere harcayıp bitirmek]] altın d an k a lk
nin altına gelecek şekilde. || a lt alta ü st üste, Yere
m ak , 1. Başarmak. 2. H ak ettiği cevabı verebil
düşenin üstüne diğerinin çöktüğü, bazen de öteki
mek.]] altın ı çald ırm ak , {ağız} (Kişi için) konuşma
nin üste çıkarak yaptıkları boğuşma veya dövüş. ||
sırasında karşı tarafın işine yarayacak gizli ve ek
alt baş, {ağız} 1. Aşağı taraf; son uç; geri. 2. So
sik taraflarını sezdirmek; açığa vurmak. [DS]]| altı
nunda; velhasıl. [DS]|| a lt başı çekm ek, {ağız} H a
ALT n H f ö H .2 2 2
nı çalmak, {ağız} 1. Süpürmek; temizlemek. 2. Top böreği, Tepsinin altına ve üstüne birer kat yufka
lamak. 3. Hesabı kapatmak; ilişiği kesmek. [DS] 4. serilerek peynirli, ıspanaklı veya kıymalı içle hazır
{ağız} Yontmak; kesmek. [DS] J. {ağız} Niyetini an lanan börek. || alt üst etme, Yığın hâlinde bulunan
lamaya çalışmak; ağzını aramak. [DS]|| altını çiz ürünü havalandırm ak veya kurutmak amacıyla ka
m ek, 1. Önemini belirtmek, dikkat çekmek. 2. İlişi rıştırıp altını üstüne getirm e işlemi. || alt üst etmek,
ğini kesmek; dostluğu sona erdirmek. || altını ıslat 1. Altını üstüne getirecek şekilde çevirmek. 2. mec.
mak, Çişini donuna veya yatağına yapmak.\\ altını Karıştırmak. 3. insanda psikolojik bakımdan karı
üstüne getirmek, D üzeni bozmak, karıştırmak.|| şıklık ve düzensizlik m eydana getirmek. || alt üst
altını yakmak, {ağız} Kışkırtmak; kötülüğü artıra olmak, 1. Altı üstüne gelmek. 2. mec. Karışmak,
cak biçimde davranmak. [DS]|| altı üstüne gelmek, düzeni bozulmak.\\ alt üst parası, {ağız} Hastanın
Ç ok karışmak. || altı yaş, Hileli ve iyi sonuç verme bakımı ve ölümünden sonra göm ülm e ve hayır işle
yecek iy.|| alt karşıt, Aynı terimlerden oluşan biri rine harcanmak üzere ayrılmış para. [DS]|| alt ya
olumlu, diğeri olumsuz iki önermeden her birinin ka, B alık ağlarında kurşun ağırlıkların bulunduğu
diğeri karşısındaki adı.|| alt kat, B ir ormanın temel kenar.|| alt yapı, 1. Şehircilikte yol, su, elektrik,
ve büyük ağaçlarının altında yetişen daha küçük kanalizasyon, telefon ve gaz gibi genellikle toprak
ağaç ve çalılar topluluğu.\\ alt komisyon, Belli bir altında kalan donanımlar. 2. B ir m eslek veya sana
konuda ön çalışma yapm ak üzere aynı komisyonun tın yürütülebilm esi için gerekli olan tem el bilgiler.
üyeleri arasından ayrılan küçük grup. || alt köşe, 3. M arksist felsefede siyasi, hukuki ve estetik vb.
par. K ale direklerinin zem ine değdiği noktadaki ilişkileri etkileyen ve düzenleyen üretim araçları ve
köşe. || alt kurul, B ir kurul tarafından belirli bir üretim ilişkilerinin bütünü.\\ alt yazı, I. Gazete ve
konuyu daha ayrıntılı incelemek üzere aynı kurul dergilerdeki resimlerin altına konulan açıklayıcı
üyeleri arasından oluşturulmuş küçük kurul.\\ alt yazılar. 2. Yabancı dilde oynatılan film lerde konuş
olmak, Yenilmek, altta kalmak. || alt sınıf, biy. Can maların ekran veya perdenin alt tarafında ye r alan
lıların sınıflandırılmasında bir s ın ıf içinde y e r alan özet tercümeyazıları.\\ alt yazılam a, Yabancı dilde
ikinci derece smıf.\\ alt şube, biy. Canlıların sınıf seslendirilmiş bir film d eki konuşmaları özet hâlde
landırılmasında bir şube içinde y e r alan ikinci de verebilm ek amacıyla a lty a zı hazırlama ve film üze
rece şube; alt bölüm .|| alt tabaka, fız. 1. Atomda rine basma işi.|| alt yazılam ak, A lty a zı hazırlamak
bir tabakanın içinde bulunan elektronun açısal ve yazmak. || alt yazılayıcı, A ltya zıla rı film üzerine
kuanta sayısına denk gelen bölümü. 2. dbl. B ir dil basan araç. || alt yazılı, (Film için) konuşmaları
de değişimlere y o l açan eski bir dilin kalıntısı.|| ekranın veya perdenin altında özet tercümeler hâ
Altta kalanın canı çıksın, Bana ne, zayıflar varsın linde verilen yabancı dilde seslendirilmiş.
ezilsin, anlamında olumsuz bir tutum ve söz. || altta altaçı, [al-taçı] {eT} zf. Alacak; alıcı; alan. [ETY]
kalm amak, 1. Kendisine yapılan bir iyiliğe iyilikle altag1, [al-tağ] {eT} is. 1. Hile; aldatma. [EUTS] [Ga
karşılık vermek; minnet altında kalmamak. 2. K en bain] 2. Yol; metot. [Üç İtigsizler] 3. Yardım; destek.
disine yapılan bir kötülük veya söylenen kötü bir [EUTS]
sözün karşılığını verm ek.|| alt takım , biy. Canlıla altag2, [alt-ağ] {ağız} zf. Altta; alttaki. S altag üstek,
rın sınıflandırılmasında bir takım içinde y e r alan {ağız} A lt alta üst üste. [DS]
ikinci derece takım.\\ alttakiler, A lt katta oturan altair, [Ar. el-tâir] (alta. ir) {OsT} is. Uçucu,
komşular. || alttan almak, Öfkeli ve sert birine kar altalamak, [alt-a-la-mak] {ağız} g ç l . f f-r] [-l(ı)-yor]
şı yum uşak ve anlayışlı davranmak.\\ alttan alta, 1. Hastalık tekrarlamak; hâlsiz bırakmak; hastalık
Gizlice, fa r k ettirmeden; çaktırmadan.\\ alttan gü etkenleri artmak. 2. Yenmek; sindirmek. [DS]
reşmek, Gerçek amacını gizli tutarak üstün gelm e altamak, [al-ta-mak / al-da-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1.
y e çalışmak]] alttan su çıkmak, {ağız} Tedirgin Aldatmak; kandırmak. [Gabain] 2. {ağız} Yenmek;
edecek bir durum oluşmak. [DS]|| alt tarafı, 1. m ağlûp etmek. [DS]
Bundan sonra geleni, gerisi. 2. Değersiz, gereksiz; altar, [Lat. altus (yüksek) + ara (urban yakm a ocağı)
olup olacağı. 3. {ağız} B ir işin aslı. [DS]|| alt tarafı > altar] is. Bazı dinlerde adak kurbanın kesilip ya
kiraz bahçesi, Moral kazanmak için şu andaki kıldığı ocak; tapmaklarda en önde bulunan masam-
güçlük aşıldıktan sonra sıkıntıların gideceğini ifade sı yükseklik; sunak,
etm ek için söylenen söz. || altta yok üstte yok, Yok altatıcı, [al-ta-t-ıcı] {eT} is. Yankesici.
sul}] alt teknesine ermek, {ağız} Kendisinden gizli Altay, [Moğ. altan / T. altun] öz. is. A sya’da batı Si
tutulan bir işin aslını araştırıp öğrenmek. [DS]|| alt birya ile M oğolistan arasında kalan dağlık bölge.
tür, biy. Canlıların sınıflandırılmasında bir tür A ltayca, [Altay-ca] is. dbl. Altay dağları bölgesinde
içinde y e r alan ikinci derecedeki tür. || alt uç, {ağız} yaşayan Abaka Türklerinin konuştuğu Türkçe.
1. Sonuç; son. 2. İp, urgan gibi şeylerin altta kalan
Altay istik, [Fr. altai'stique] is. dbl. Altay grubu mil
ucu. [DS]|| alt üst, B ir nesnenin altı üstüne, üstü de
letlerin dil, kültür, tarih ve edebiyatları ile uğraşan
altına gelecek şekilde değiştirilme hâli. || alt üst
bilim dalı; Altay filolojisi.
iioranitgMM.m ALT
altazıtm ak, [alta-z-ı-t-mak] {ağızj gçl. f. [-ır] 1. altık , -ğı [alt-ık] is. ve sf. 1. Açıktan değil de dolaylı
(Hastalık için) yenilenmek; artmak; hastayı hâlsiz anlatılan. 2. Bir şeye bağlı, ikinci derecede olan;
bırakmak. 2. Yenmek; sindirmek. [DS] mütedahil.
altazim ut, [Fr. altazimut] is. g ö k b. Bir yıldızın yük A ltık ard eş, [altı+kardeş] is. gök b. Kuzey yarım kü
sekliğini ve azimutunu aynı anda ölçen alet; teo- resinde Büyük Ayı karşısında bulunan takım yıl
dolit. dızlar; Zatülkürsi.
altçı, [alt-cı {eAT} is. Birden fazla ka altılı [altı-lı] sf. 1. Altı birimden meydana gelen. 2.
is. ed. Bentleri altışar mısradan meydana gelmiş
dınla evlenen erkeğin ilk eşi.
manzume; müseddes. 3. müz. Altı icracıdan m ey
altcu, [alt-cu j».slT] {eAT} is. -*■ altçı. dana gelen müzik topluluğu. 4. Üzerinde altı işareti
alternatif, [Lat. eltenâre (nöbetleşmek) > Fr. alter bulunan iskambil kâğıdı. 5. {ağız} Altı merini alan
native] is. ve sf. 1. A z çok art arda tekrarlanan du toplu tabanca; altıpatlar; altıatar. [DS] altılı g a n
rum; almaş. 2. Karar verm e hâlinde birini diğerinin yan, A ltı kolondan meydana gelen at yarışı şans
yerine tercih edebilme şekli. S a lte rn a tif akım , oyunu.
Sıralı ve düzenli olarak yön değiştiren ortalama altılık, -ğı [altı-lık] is. ve sf. 1. Altı birim den oluşan
değeri sıfır olan elektrik akımı; alm aşık akım; dal veya altı birim alabilen. 2. ed. M anzumelerde altı
galı akım; değişken akım. mısradan m eydana gelen kıtaların her biri. 3. İkinci
a ltern ato r, [Fr. altemateure] is. Dalgalı akım üret M ahm ut döneminde bastırılan 12,228 g r’lık gümüş
meye yarayan mekanik araç, para.
altes, [Lat. altitia > altus (yüksek) > İt. altezza > Fr. a ltın 1, [eT. altun / eAT altün] is. kim. 1. Atom num a
altesse] is. H ükümdar soyundan gelen prens ve rası 79, atom ağırlığı 197.2, özgül ağırlığı 19.5
prenseslere verilen onur unvanı, gr/cm3 olan, 1064 °C’de ergiyen, parlak sarı renkte,
yoğun, inceltilebilen, havadan ve sudan etkilenm e
altı, [al-mak > al-dı / al-tı / alt > alt-dı] is. Beşten
yen, ticarî değeri çok yüksek bir metal; kızıl;
sonra, yediden önce gelen sayı altı sayısı. S altı
zehep; zer, sembolü: Au. 2. Bu m etalden yapılmış
karış b eb eru h i, Boyu kısa olanlarla alay etm ek
süs eşyası. 3. İmparatorluk döneminde para birimi;
için söylenen küçümseme sözü. || a ltı k ırk , {eT}
lira. 4. mec. Parlak, parlaklık. 5. Sarı renk. 6. sf.
Otuz altı. [EUTS]|| altı o k k a etm ek, Birini kol ve
(Ses için) güzel ve pürüzsüz. 7. Altından yapılmış.
bacaklarından tutarak kaldırıp sallam ak veya böy
fi1 altın a b a tm ak , Çok zengin olmak. || altın ad ın ı
le taşımak.\\ altı otuz, {eT} Yirmi altı.\\ altı p a r
b a k ır etm ek, (Eskiden iyilikleri ile tanınan için)
m ak, 1. Ellerinde veya ayaklarında altı parm ağı
yaptığı kötü davranışlar yüzünden iyi şöhretinin
olan kimse. 2. tekst. Yol y o l sırm a işlemeli veya
unutulmasına sebep olmak. [DS]|| a ltın a m a ra t,
böyle dokunmuş ipekli kumaş. 3. zool. İstanbul çev
{ağız} Ziynet; süs eşyası; mücevher. || altın askı,
resinde yakalanan palam ut cinsi bir balık. 4. M ey
{ağız} Külliyat. [DS]|| altın b ab ası, Ç ok miktarda
vesi ufak, kırmızı, sulu ve lezzetli, bol verimli, İs
altını olan kişi.|| altın baş, 1. Ege, Trakya ve İç
tanbul ve Bursa çevresinde yetişen bir kiraz türü.||
A n a d o lu ’nun bazı yerlerinde yetişen sarı renkli
altı pas, spor. Futbolda kale önündeki beş buçuk
kokulu bir kavun türü. 2. Akdeniz ve Karadeniz ’de
metre m esafedeki alan; kale sahası. || a ltı p a tla r,
daha çok yum urtaları için avlanan solungaç ka
Altı mermi alan toplu tabanca.|| altı y a şa r, {ağız}
paklarının üzerinde sarı lekeler bulunan bir kefal
Altı yaş dolayındaki çocuklar için dikilmiş ayakka
türü, (M ugil auratus). 3. {ağız} Baykuş. [DS] 4. {a-
bı; çocuk yemenisi. [DS]|| altı yigirm i, {eT} On al- ğız} Rakı türü. [DS] 5. {ağız} Sipahi sigarası. [DS]||
tı.|| altı yol, tekst. 1. H er çubuğu ayrı renkte olmak altın beşik, ik i kişinin bir üçüncü kişiyi taşımak
üzere altışarlı çubuklar hâlinde dokunmuş kumaş',
için bir eliyle kendi bileğinden diğer eliyle de öbür
alaca. 2. Altı kollu kavşak.\\ altı yol ağzı, A ltı yolun kişinin bileğinden tutarak meydana getirdikleri el
birleştiği kavşağın bulunduğu y e r veya kıyışı.\\ altı kavuşturma şekli. || altın böcek, zool. K ın kanatlılar
yolu, {eT} Altı kez.|| altı yüzlü, mat. A ltı yüzü olan takımından çiçeklerin ve özellikle güllerin üzerinde
cisim. yaşayan parla k yeşil renkte bir böcek; gü l böceği,
altıdan, [altı-dan] {ağız} zf. Beleş; bedava; parasız. (Cetonia aurata). || a ltın bilezik, Para getiren iş,
[DS] S altıd an , 1. H astanelerde perhizi olmayan m eslek ve sanat. || altın çağ, 1. Bir uygarlığın in
hastalara verilen çorbası, eti, tatlısı tam olan y e sanlarına en rahat ve en huzurlu yaşam ayı sağla
mek. 2. Tam numara. || a ltıd a n olm ak, argo. Çok dığı dönem. 2. M utluluk dönemi. || altın çiçeği,
iyi durumda olm ak (Eskiden orduda dağıtılan y e {ağız} bot. Latin çiçeği, (Alyssum). [DS]|| altın eşik,
meklerin en iyisi 6 num ara idi.) {ağız} Zengin evi. [DS]|| altın heli, {ağız} Yaldız bo
altıgen, [altı + Yun. gon (kenar) [TİETZE]] is. mat. ya. [DS]|| altın iş, {ağız} Çok önemli iş. [DS]|| altın
Altı açısı ve altı kenarı bulunan geometrik şekil; kafes, Birinin m addî olarak bolluk içinde ve rahat
altı kenar. yaşam asına rağmen hürriyetinin kısıtlı olması ha-
A LT İ M I T O S İ M . î2 *
//. || altın k ak m a, Tahta, kumaş, maden vb. herhan a ltıp a rm a k , -ğı [altı+parmak] is. Ellerinde ve ayak
gi bir madde üzerine altın parçaları y a da altın tel larında altı parm ağı olan kimse,
göm erek yapılan süslem e.|| altın k ap la m a, Çeşitli a ltıra r, [altı-ra-r] {eT} sf. Altışar. [EUTS]
eşyanın üzerine uygulanan altın sıvama işlemi. || a ltışa r, [altı-ş-ar] sf. Paylaşm a sırasında her birine
altın kesm ek, B ol para harcayacak kadar çabuk altı adet düşecek şekilde. S a ltışa r a ltışar, Altışar-
ve kolay para kazanmak.\\ altın kökü, bot. K ök lı gruplar hâlinde.
boyasıgillerden Güney Amerika 'da yetişen, kökün altız, [altı-z] is. Altısı bir batında doğan kardeşlerden
de kusturucu alkaloitler bulunan bir çalı; ipeka, her biri.
(Cephaelis ipeca cuanha).|| altın k ü p ü , Parası çok altızm ak, [al-mak > al-tı-z-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1.
olan, para biriktiren. || altın leğene k a n ku sm ak , Aldırtmak. [ETY] 2. Yakalatmak. [ETY] [Tekin]
Parası ve m addî imkânları çok olmasına rağmen
a ltim etre, [Fr. altimetre] (altim e’tre) is. Bulunulan
hastalık veya üzüntü içinde yaşamak.\\ altın m an
yerin deniz seviyesinden yüksekliğini gösteren alet;
ta r , bot. Turuncu sarı şapkalı, sarı saplı, zarsı ge
yükseklikölçer.
niş lamelli, yenebilir bir mantar türü, (Amanita
altlam a, [alt-la-ma] is. fel. Özel bir bireyi, bir türe;
caesarea). || altın oluk, 1. Sırma veya kılaptanla yo l
bir türü de bir cinse bağlama,
y o l işlenmiş ipekli kumaş. 2. Bu tür kumaştan y a
pılm ış kadın şalvarı. 3. K â b e ’nin damında suların a ltlam ak , [alt-la-mak] gçl, f. [-r] [-l(ı)-yor] man.
akması için yapılm ış ve üstüne altın kaplanmış Özel olarak kabul edilen bir şeye genel bir kavram
oluk. 4. {ağız} Verimli iş; kazançlı sanat. [DS]|| al altında yer vermek,
tın otu, bot. Yaprakları kaynatılarak idrar söktiı- altlı, [alt-lı] sf. Altı olan; altı bulunan; alt parçaya
rücü, peklik verici ve basuru tedavi edici olarak sahip olan, fi1 altlı ü stlü , I. B ir apartmanda biri alt
kullanılan Ege ve Karadeniz bölgelerinde kayala katta diğeri üstte oturacak şekilde; iki katlı ranza
rın ve duvarların üzerinde yetişen bir eğrelti türü, da biri altta diğeri üst katta yatacak şekilde. 2. H er
(Cetarah officinale).\\ altın sarısı, Altının kendi iki yüzü de üst yüzm üş gibi işlenip dokunmuş çift
rengi olan parlak kızıl sarı.\\ altm suyu, kim. Altın yüzlü kumaş. 3. (Elbise için) etek ceket veya panto
ve platini çözündüren nitrik asit ve klorhidrik asit lon ceket biçiminde olan.
karışımı. || altm ta b a k , {ağız} bot. Yıldız çiçeği; a ltlık -ğı [alt-lık] is. 1. Zarar görebilecek şeyleri ko
nergis. [DS]|| A ltm T arım , -*■ Altun Tarım. || altm rum ak için bir şeyin altına konulan koruyucu. 2.
terlik , {ağız} Köşeli çiçek motifleri ile süslü doku {ağız} Üzeri ve üç yanı kapalı, önü açık, içinde o-
m a çuval. [DS]|| altm top, A t üstünde çevgen adı cak, tandır vb. yakılacak şeyler bulunan dam. [DS]
verilen ucu eğri ve iç yanı ağla kaplı sopalarla 10- 3. {ağız} Tahterevallinin dikey direği. [DS] 4. {ağız}
15 cm. çapında üzeri deri kaplı akça ağaç veya Yalnız taban ve parm akları örten konçsuz yarım
söğüt topları bir delikten geçirm ek suretiyle oyna çorap. [DS] 5. A ltta bulunm a durumu,
nan bir çeşit cirit oyunu. || altın to p u , Güzel ve sağ altm ış [eT. altı + mış (on)] is. Altı kere on; elli do
lıklı bebekleri övm ek için kullanılan söz.|| altm tu t kuzdan sonra, altmış birden önce gelen sayı. S1
sa b a k ır kesilm ek, Giriştiği bütün verimli işler altm ış altı, 1. Altmış beşten sonra, altmış yediden
başarısızlıkla sonuçlanmak; kısmetsizlik; şanssız önce gelen sayı. 2. Yirmi dört kâğıtla oynanan en
lık; talihsizlik,|J altın yağ m u rcu n , Sarı renkli ya ğ az altmış altı sayı alarak kazanılan bir iskambil
murcun, (Clevialis apricarius).|| altın yapı, {ağızf oyunu. || altm ış altıya b ağ lam ak , I. Birini kandıra
Zengin evi. [DS]|| altın yıl, Evliliğin ellinci y ıl dö rak istediğini elde etmek. 2. B ir işin üstesinden
nümü}] altm y u m u rtla y a n tav u k , Sürekli gelir gelmek. 3. A lla h 'a havale etm ek.|| altm ış b ir, R a
getiren iş veya sırtından iyi p ara kazanılan kişi. m azanda orucunu kasıtlı olarak bozanlara verilen
a ltın 2, [alt-m ju l! / jJ I] {eT} {eAT} is. 1. Alt taraf; al art arda tutmak zorunda oldukları iki aylık oruç
cezası.\\ altm ış d ö rtlü k , müz. Birlik notanın altmış
tında aşağı; alt. [DLT] [Gabain] 2. zf. Altta; aşağıda;
dörtte biri kadar süreyi gösteren nota.
altında; alt tarafta. [EUTS] S altın yan, {eAT} A lt
altm ışa r, [altmış-ar] sf. Paylaşmada her elemana alt
yan; aşağı taraf.
mış adet düşecek şekilde,
a ltın c ı1, [altm-cı] is. Altın çıkaran, işleyen veya altın
ticaretiyle uğraşan kimse. altm ışıncı, [altmış-mcı] sf. Sıralandığında benzerleri
a ltın cı2, [eT. altınç > altı-n cı] sf. Sıralama yapıldı arasında baştan itibaren elli dokuzdan sonraki sıra
ğında yeri altı sırasında olan. S altıncı duyu, Ön- da bulunan.
sezi. || altıncı his, Önsezi. altm ışlı, [altmış-lı] sf. 1. Altm ış adet birimi bir arada
altınç, [altı-nç] {eT} sf. Altıncı. [EUTS] bulunduran. 2. içinde altmış kelimesi geçen sayılar;
altınkı, [alt-m-ki] {eT} zf. Alttaki; aşağıdaki. [EUTS] altmıştan yetm işe kadar olan sayılar. Altmışlı yıllar.
altın to p , [altın+top] is. bot. Sedef otugillerden, hafif altm ışlık, -ğı [altmış-lık] sf. 1. Altm ış birim den mey
acımsı iri meyveleri olan bir meyve ağacı; greyfurt; dana gelmiş olan. 2. Altm ış yaşında görünen veya
kızmemesi, (Citrus grandis). bu yaşta olan.
o i o m i c s f i M .2 2 5 ALU
alto, [ît. alto] ( a ’lto) is. miiz. 1. Kadın seslerinin en alude, [Far. alude oi^Jl] (a:lû:de) {OsT} sf. 1. Bulaş
kalını. 2. Keman ailesinden fakat ondan bir beşli
mış; bulaşan. 2. Kirli. 3. Dolu. S alüde-dâmen,
pes akort edilen kemandan daha büyük yaylı çalgı;
{OsT} 1. Eteği bulaşmış. 2. İffetsiz kadın.
viola.
aludegân, [Far. âlüdegân jlS ^ T ] (a;lû:degâ:n)
altum , [Brahm. altıım] {eT} is. Altm. [Gabain]
altum ji, [Bıahm. altum-ji] {eT} is. Kuyumcu. [Gaba {OsT} is. 1. Bulaşmış olanlar. 2. Suçlular,
in] aludegi, [Far. âlııdegî ^ ^ T ] (a;lü:degi;) {OsT} is.
altun1, [alt-un] {eT}is. Alt taraf. Kirlilik; düşkünlük; bulaşıcılık.
altun2, [Brahm. altum => altün j j J I ] {eT} is. Altm. aludelik, -ği [alüde-lik] (a;lû:delik) is. Kirlilik; pis
[ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [Tekin] [DLT] lik.
[Mühennâ]® altun bakan, Altın halka. [DLT] || alufe, [Ar. 'a le f (yem, ot) > ‘ulufe « jis-] is. 1. {OsT}
altun baş, {eAT} Eskiden kadınların başlarına giy
Hayyan yemi. 2. {ağız} Azık. [DS]
dikleri altm dizili y a da altın işlemeli taç. || altun
gümiş ayin, {eAT} Altın ve güm üş süs; ziynet.\\ al aluk1, [al-uk] {eT} sf. 1. Kaba; haşin. [DLT] 2. {ağız}
tun kümüş, {eT} A ltm gümüş. \ Altun Tarım, {eT} Delidolu; aklına eseni yapan. [DS] 3. Kel; dazlak.
Büyük Türk Hakanı A lp E r Tunga soyundan gelen [DLT] 4. {ağız} Ahk; aptal; sersem. [DS] 5. {ağız}
hatunlara verilen unvan. [DLT] || altun tas, {eAT} (Hayvan için) beslenmemiş, cılız veya hastalıklı.
Altın taç. || altun yartm ak, 1. A ltm sikke; altm p a [DS] 6. {ağız} Aşık kemiği ve bu kemikle oynanan
ra. [EUTS] 2. Ziihre yıldızı; Sabah yıldızı. [EUTS]|[ bir oyun, aşık. [DS] S aluk er, {eT} K el adam.
[DLT]
Altun Yış, Büyük Altay dağı. [EUTS]
aluk2, [al-uk] {eAT} is. 1. Hayvan örtüsü; palan vb. 2.
altunî, [altun + Ar. -î (altuıni:) {OsT} sf. 1. Altın ren
{ağız} is. Çıplak hayvanın üzerine örtülen çul y a da
ginde. 2. bot. Sedir, mazı ve ladin gibi orman ağaç
larının rengi sarı olan türü, keçe; alık. [DS] 3. {ağız} Minder. [DS] 4. sf. {ağız}
(Giyim eşyası için) yırtık; eski; parçalanmış; partal.
altunlamak, [altun-la-mak] {eAT} g ç l.f. [-r] Altınla
[DS]
işlemek; yaldızlamak,
alukdurm ak, [al-uk-dur-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] 1.
altunlaşmak, [altun-la-ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] A l
Söz vermek. 2. İnandırmak. [DS]
tın ödül koyarak bahse girmek. [DLT]
altunlıg, [ altun-lığ] {eT} sf. Altınlı. [ETY] aluklamak, [al-uk-lâ-mak {eAT} g ç l . f [-r]
altunlığ, [altun-luğ] {eT} sf. Altınlı [Mühennâ] Hayvanın sırtına çul, palan, sem er gibi şeyler koy
altunlu, [altün-lü jkjsJI] {eAT} sf. Altın işlemeli, mak.
-alum, [-a-lum / -e-lüm / -y-a-lum / -y-e-lüm] {eAT}
altunlug, [altun-luğ] {eT} sf. Altınlı; altınla süslen
çek e. İstek kipi çokluk birinci kişi çekim eki; di-
miş. [EUTS]
lek-istek, tavsiye, tercih ve gereklilik bildirir. S -
altunsız, [altun-suz] {eT} sf. Altını olmayan; altınsız.
alım idi, {eAT} istek kipi hikâyesinin çokluk birinci
[Mühennâ]
kişi eki; -a-y-dık.
alturmak, [al-tur-mak] {eT} gçl. f. /-ı/rJAldırmak.
[DLT] alum, [al-mak > al-um / al-ım p l i ] {eAT} is. Alacak;
alu1, [âlü _j)T] {eAT} sf. 1. Âciz. 2. Aşağı; değersiz; hak.
geri. 3. Ahmak; aptal; sersem. S alu k alm ak , alur, [al-mak > al-ur _>j)T] {eAT} sf. Alıcı; dikkatli. S
{eAT} Geri kalmak; aşağı kalmak. alur göz, {eAT} Dikkatli bakış; alıcı göz.
alu2, [Far. âlü j)T] (a:lû;) {OsT} is. bot. Erik. S â lfl- alurdaksız, [alur-da-k-sız] {ağız} zf. (Konuşmak için)
bâlü, {OsT} Vişne.|| âlû -g ü rd e, {OsT} Can eriği. gelişigüzel; münasebetsiz; ileri geri. [DS]
aluca, [alü-ca “=\}J'] (alu ’ca) {eAT} sf. Daha âciz, alus1, [aluç] {ağız} is. Alıç ağacı ve meyvesi. [DS]
aluç, [Far. âlüçe] {eT} is. 1. Şeftali. [DLT] 2. {ağız} alus2, [Far. âlüs ^-jJT] (a:lû;s) {OsT} is. N az veya kır
Frenk üzümü. [DS] 3. Alıç ağacı ve meyvesi, gınlık yüzünden göz ucu ile bakma,
aluça, [Far. âlüçe] {ağız} is. Bir tür erik. [DS] alusi, [Far. âlüsı ^ j J Î ] (a:lû;si:) {OsT} sf. N azlana
aluçe, [Far. âlü-çe «rjiT] (a;lu;çe) {OsT} is. Küçük e- rak göz ucu ile bakan,
rik; çakal eriği; kuş üzümü; Frenk üzümü, aluşga, [Slav, haluşka] {ağız} is. Etli ham ur çorbası.
aluçın, [aluç-m] {eT} is. Yenilen boğumlu bir bitki. [DS]
[DLT] aluşman, [? aluşman] {ağız} sf. ve zf. Yayılan; duyu
-alud, [Far. âlüden (bulaşmak) > -âlüd JjJT] (-a:lû:d) lan; şayi olan. [DS]
{OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelim eler aluta, [eAT alu (âciz) > alu-ta] {ağız} is. Sarp, geçil
den "bulaşmış, bulaşan” anlam larında birleşik sı mesi güç yer; uçurum. [DS]
fatlar yapan son ek. alutalamak, [eAT alu (âciz) > aluta-la-mak] {ağız}
ALÜ OmKElUOUKCESÖZLÜK• 226
gçsz. f. [-r] [-l(u)-yor] Güçten düşmek; hâlsiz kal alv ırm ak , [albır-mak / alvır-mak] {eT} gçsz. f. [-ur]
mak; zayıflamak. [DS] Atılmak; sıçramak. [DLT]
alüfte, [Far. âlüften > âlüfte -uüT] (a:lüfte) {OsT} sf. alv u rcu , [al+vur-cu] {ağız} is. Hırsız. [DS]
1. Alışmış; alışkanlık edinmiş; alışkın. 2. (Kadın alya, [Ar. ‘alyâ LU] (a.iya:) {OsT} is. 1. Yükseklik.
için) iffetsiz; düşkün; aşk delisi; fahişe, 2. Y üksek yer. 3. Gökyüzü; sema,
alttftegân, [Far. âlüftegân jüLdT] (a:lüftegâ:n) {OsT} alyans, [Fr. alliance] is. Nişan yüzüğü,
is. Nam ussuz, iffetsiz kadınlar, alyeverm e, [al+ye+ver-me ?] {ağız} is. Boşa harca
alüftegi, [Far. âlüftegî (a:lüftegi:) {OsT} is. İf ma; israf etme. [DS]
fetsizlik; düşkünlük; namussuzluk, alyon, [Tanzimat devrinde çok zengin olmuş «Al-
yon» adlı bir yabancının adından] is. Çok zengin,
aliiğde, [Far. âlüğde oJıiJT] (a:lüğde) {OsT} sf. Sal
a ly u v ar, [al+yuv-ar] is. biy. İnsanlarda ve hayvan
dırgan.
larda akciğerden dokulara oksijen, dokulardan ak
alfilal, [Ar. câlü’l-‘âl J U l JU-] (a:lüla:l) {OsT} sf. En ciğere karbondioksit taşım akla görevli, bulundur
üstün; yücelerin yücesi; en yüce, duğu demir oksit yüzünden sarımtırak kırmızı
aliim in, [Lat. alumen (şap)] is. kim. A lüminyum ok renkte, kem ik iliğinde üretilip karaciğer ve dalakta
sit veya hidroksit; A120 3 tasfiye edilen, milimetre küpte beş milyon adet bu
alüm ina, [Lat. alumine] is. Çelikten oksit giderilmesi lunan kan hücresi; eritrosit.
sırasında oluşan çok ince ve sert kalıntılar, -a m 1, [-am / -em] {eAT} çek e. 1. İstek kipi teklik
alüm init, [Fr. alüminite] is. Alüminyum çıkarılan birinci kişi eki; -a-y-ım. «Kim yavı kıldı ki ben
şaplı toprak. bulam (bulayım) anı.» Ataî Divanı. 2. Geniş zaman
alüm inyum , [Lat. alumen (şap) > Fr. aluminium] is. teklik birinci kişi eki; -ım; -y-ım. «Bilürem (bili
A tom numarası 13, kütlesi 26,98 olan hafif, yum u rim) içimin muradını ben.» Tazarruname. 3. Geniş
şaklığı dolayısıyla kolay işlenebilen, havadan çok zaman ulacına yakın anlam da kullanılmıştır; -arım;
az etkilenen parlak beyaz bir metal; sembolü: Al. -ırım. «Sınıklıktan üşenme düşem (düşerim) sanıp.»
S alüm inyum folyo, Yiyeceklerin hava ile ilişkisi Süheyl ü Nevbahar. 4. Şart kipi teklik birinci kişi
ni keserek bozulmayı önlem ek veya fırın d a kendi eki; -sa-m. «Kangı serve bakam (baksam) çü boyun
suyuyla pişm esini sağlam ak için kullanılan yaprak anam.» Y usuf ile Zeliha. 5. Geniş zaman şart birle
şeklindeki alüminyum. şik çekiminde teklik birinci kişi eki; -ır-sa-m. «Ka
alüvyon, [Lat. alluvio > Fr. alluvion] is. Bir akarsu çan baş kalduram (kaldırırsam) yerden çü lâle.»
yun yukarı havzalarından aşındırarak taşıdığı kum, Saadetname. S -am m ı? {eAT} -ar mıyım? -ır m ı
çakıl, kil gibi asılı maddeleri eğim azlığı ve taşma yım ? -acak mıyım? -a-bilir miyim?
sonucu bırakm asıyla meydana gelen tortu yığıntısı;
-am 2, [-am / -em] yap. e. 1. Fiil kök ve gövdelerin
mil.
den, bütünden bir bölüm, ayrıntı kavramları kata
alüvyonlu, [alüvyon-lu] sf. Alüvyon bulunan; milli,
rak isimler yapar: tutam, dönem, kuram, biçem. 2.
alvala, [al+ Far. vâla (baş örtüsü)] {ağız}[ is. 1. Ana
{eAT} Fiilden isim türetir; tek örnektir, tut-am. De
dolu’da gelinlerin başına örtülen kırmızı renkli,
de K orkut Kitabı.
ince ipek tülbent. 2. bot. Gelincik çiçeği; tarla gülü.
A m , [Fr. americium] kısalt, kim. Atom numarası 95
3. Yanardöner; çok renkli maytap. 4. Kırmızı akik.
olan tabiatta bulunm ayan radyoaktif bir element
5. sf. Rengârenk; bembeyaz. [DS]
olan amerikyumun sembolü.
alv ar, [? alvar] (ağız) is. 1. 24x12x400 cm boyutla
rında biçilmiş tahta; lata; kütük; tomruk. 2. {ağız} a m 1, [am] {eT} zf. Şu an; şimdiki zaman. [ETY]
Tahtadan yapılma bahçe çiti. [DS] 3. {ağız} Ardıç am 2, [am] is. kaba. K adın cinsel organı.
ağacı tahtası. [DS] S a lv a r tah tası, Mezarlarda a m 3, [Ar. cam j>L&] {OsT} is. Sene; yıl. S âm -ı kabil,
kullanılan 20 cm. eninde, bir metre boyunda ardıç {OsT} Gelecek yıl; önümüzdeki sene. || âm -ı m u k a
tahtası. bil, {OsT} Gelecek yıl; önümüzdeki sene. || â m ü ’l-
alvele, [al+ Far. vâla] {ağız} is. Çiğdem. [DS] fîl, {OsT} F il yılı.
alveol, [Fr. alveole] is. anat. Akciğerde gaz alışverişi
am 4, -m m ı [Ar.‘amm |v&] {OsT} is. -*■ am m 1.
yaparak solunumun gerçekleştiği hava kesecikleri;
akciğer peteği, a m s, -rnnıı [Ar. um üm > ‘âmm j>U] (a:m) {OsT} sf.
alver, [al-a+ver-e] {ağız} is. Alış veriş. [DS] -*■ amm2.
alverci, [al+ver-ci] {ağız} is. Tüccar. [DS] -am a-, [umak > um am ak > uma- > -e (za rf fiil eki) / -
alv erd i, [al+ver-di] {ağız} sf. 1. Gelişigüzel; baştan m a (olumsuzluk eki)] çek. e. Bilmek fiili ile yapılan
savma. 2. Boş; esassız; hava. 3. zf. Haydi; kazara. yeterlik fiilinin olumsuz biçimini karşılayan çekim
[DS] 0 alv er etm ek, Dağıtmak; başından savmak. ekidir: gidem em ek (git-e-bilmek -*• git-em e-m ek).
Ö IÛ M 1 K S 0 M .2 2 7 AMA
a ’m a, [Ar. a‘m â (körlük) > a ‘m â ^ s-\] (a-ma:) {OsT} amaç güderek, bir amaca yönelik olarak; gayeli;
maksatlı; kasıtlı,
sf. -*■ âmâ. S1 a ’m â-yı elvan, tıp. R enk körlüğü.
am açlık , [amaç-hk] {eT} is. Nişan yeri. [DLT]
âm â, [Ar. a‘mâ (körlük) > a'm â ^-^1] (a-ma:) {OsT}
am açlılık, -ğı [amaç-lı-lık] is. B ir amaca yönelik ol
sf. 1. Kör. 2. mec. Cahil, bilgisiz. 3. is. K ör kimse. ma hâli.
a m a 1, - a ’i [Ar. ‘am â5 (a:m a:) {OsT} is. Körlük. am açsız, [amaç-sız] sf. 1. Bir amacı olmayan. 2. Bir
am a2, [Ar. amm a Lot] (a ’ma) e. 1. Çelişkili ve zıt iki amaca yönelik olmayan; gayesiz; kasıtsız,
am açsızlık, -ğı [amaç-sız-lık] is. Bir amaca yönelik
cümleciği birbirine bağlar; ancak; fakat; amma.
olmama, amaçsız bulunma hâli.
«Görünüşü biraz bozuktur ama tadı güzeldir». 2.
Uyarı ve hatırlatma bildirir. «Yarın alacağını söy a m a d a n 1, [hab / h af (yans.) > ama-dan] {ağız} zf.
lüyorsun ama dükkânlar kapalı.» 3. Şartlı bir yap Ansızın; birdenbire; habersiz. [DS]
ma ifade eder. «Sana bisiklet alırım ama sınıfını a m a d a n 2, [?amadan] {ağız} is. Kenarlı bakır tepsi.
geçeceksin. 4. Sabırsızlık ve m erak bildirir. «İyi [DS]
ama ne zam an alacaksın?» 5. Tekrarlarda pekiş am ad e, [Far. âmâden (hazır olmak) > âmâde o^Uİ]
tirme yapar. «Yarın gel, ama mutlaka gel.» 3 am a (a. ma. de) {OsT} sf. Hazır. S am ad e etm ek, H azır-
ne, N e hoş, ne kadar büyük. «Ama ne kadınmışb>\\ lamak.\\ âm âde-gî, H azır olma; hazırlık.\\ am ad e
am a ne çare, Lâkin, fakat. «Ama ne çare, başa olm ak, H azır olmak, hazır bulunmak.
gelen çekilir.»|| am ası m am ası yok, İtiraz etmek
am ah , [Far. âmâh oU i] (a:ma:h) {OsT} is. Kabarcık;
yok. || am ası v ar, K usuru var.
am abile, [İt. amabile] zf. müz. B ir m üzik parçasının şiş.
tatlı, hoş bir eda ile çalınacağını, hızın andante ile a m a ’im , [A r.'im âm e > ‘am â’im jviU-t] (ama:im)
adagio arasında olacağını gösteren işaret, {OsT} is. Başa sarılan şeyler; sarıklar,
am aç, [Far. âmâc ^LoT] (a:ma:c) {OsT} {eAT} is. 1. a m a ’ir, [Ar. ‘im âret > ‘am â’ir ^Uc-J (ama:ir) {OsT}
Nişan alırken kullanılan yer; nişan tahtası. 2. Saban is. 1. Bakılmış; imar edilmiş yerler. 2. Resmî bina
demiri, ö am âc-gâh, 1. Nişan tahtası konulan yer. lar. 3. Yoksullara, öğrencilere yiyecek dağıtılan
2. tasvf. Dünya. yerler; imaretler. S am âir-i hayriye, {OsT} H ayır
am aç1, -cı [amaç] {eT} is. 1. Öküz. 2. Sapan ve ben kurumlan.
zeri gibi çiftçi aygıtları. [DLT] -am ak , [-a-mak / -e-mek] yap. e. 1. Fiillerden isim
am aç2, -cı [eT. em-eç / amaç (nişan yeri) g - UT / Far. yapar; işin aralıklarla yapıldığı kavramını katar:
kaçamak; sayam ak (rakam). 2. Yer, yöre, mekân
âmâc ? jr UT] is. 1. {eT} {eAT} Atıcılıkta nişan alman
kavramları katarak isimler yapar: basamak, geze-
yer; hedef tahtası; nişan yeri; hedef. [DLT] 2. U la mek, geçemek.
şılmak istenen, elde edilmek istenen sonuç; erek;
a m a k 1, -ğı [? amak] {ağız} is. 1. Karşı; annaç. 2. Te
hedef; gaye; maksat; meram; niyet; dava; güdek;
penin en sivri yeri. [DS]
ideal; mefkûre; uğur; ülkü. 3. {ağız} Karşı; karşı
taraf; annaç. [DS] S am aç dışı, Ulaşılmak istenen a m a k 2, -kı [Ar. ‘um k (derinlik) > a‘m âk JU^I] (a-
hedefe yönelik olmayan.\\ am aç edinm ek, 1. H ed e f ma:k) {OsT} is. Derinlikler. S am âk -ı zem în, Yerin
olarak görmek. 2. Yapmayı ve elde etmeyi birinci derinlikleri.
planda tutmak. || am aç g ü tm ek , Bütün çalışmala a m ak 3, -kı [Ar. âmâk J l» T ] (a:ma:k) {OsT} is. Göz
rında ve çabalarında sonuçlandırm ak istediği işle
pınarları.
ilgili olmak. || am aç tüm leci, dbl. Yüklemin yapılm a
a m ak a , [İt. a macca (yok yere) > Yun. amâka] {ağız}
sebebini açıklayan tümleç. «Sizin hatırınız için bu
is. Avcılıkta “ben vurdum” iddiasında bulunma.
nu yapacağım.»
[DS] S am a k a etm ek, Ben vurdum iddiası ile baş
amaç3, -cı [alnaç > amaç] {ağız} is. Yan. [DS]
kasının vurduğu avı istemek veya almak.
am açlam a, [amaç-la-ma] is. H edef alma; istihdaf,
a m a k a t, [Ar. a'm âk > a'm âkât olüUpl] (a-ma:ka:t)
am açlam ak, [am aç-la-mak / emeçlemek] gçl. f. [-r]
[-l(i)-yor] 1. B ir amaca, bir hedefe ulaşmayı arzu {OsT} is. Derinlik,
lamak; istihdaf etmek; kastetm ek; gütmek; niyet a ’m al, -li, [Ar. ‘amel (iş) > a'm âl JU.pI] (a-ma:l)
etmek. 2. {eT} N işan almak; nişanlamak. [DLT] {OsT} is. 1. İşler. 2. İşlemler. S a ’m âl-i e rb a a ,
am açlanm a, [amaç-la-n-ma] is. Birisi tarafından {OsT} mat. D ört işlem.|| a ’m âl-i hasene, Güzel iş-
amaç edinilme, ler.|| a ’m âl-i m ü rek k eb e, {OsT} mat. K arışık iş
am açlanm ak, [amaç-la-n-mak] edil. f. [-ır] A maç e- lem.\\ a ’m âl-i rü sû l, H avarilerin davranışları. ||
dinilmiş olmak, a ’m âl-i sâliha, {OsT} Ahiret huzuru için yapılan
amaçlı, [amaç-lı] sf. ve zf. 1. Amacı olan. 2. Belli bir hayırlı işler.|| a ’m âl-i şak k a, {OsT} Eziyetli işler.||
AMA 0 I Ü f f i H M { t S ö M . 228
a ’m âlü ’l-m a’den, {OsT} Maden işlemleri; m etalür bir duruma düşürmek.\\ a m a n ı kesilm ek, 1. Gücü
ji- tükenmek. 2. Yardım isteyecek kimseyi bulama
am al', [am-al] {eT} sf. Sakin; uslu; yavaş. [EUTS] m ak.|| am an istem ek, {eAT} 1. Yardım istemek. 2.
[Gabain] Aman dilemek.\\ a m an -n âm e, {OsT} 1. B ir kimseye
am al2, [Ar. âmâl] {ağız} sf. 1. Baş belası; usanç veri aman verildiğini belirten kâğıt. 2. İm paratorluk
ci; yaramaz; inatçı. 2. is. Eziyet; öfke hırs. [DS] S döneminde padişah sefere çıktığı zam an teslim
am al azgını, {ağız} A ç gözlü; kanaatsiz; muhteris. olan şehir, ev, kale halkına dokunulmayacağına
[DS]|| am ali azm ak, {ağız} Sebepsiz coşmak; kabı dair verilen söz. || am a n verlik , {eAT} Kurtuluş p a
na sığmamak. [DS]|| am ali d o m alm ak , {ağız} Ta rası; fidye. || am an v erm ek , Müslümanların, idare
mahkârlık etmek; aç gözlü davranmak. [DS]|| a m a leri altındaki gayrı M üslimlere verdikleri güvenlik
lini a ra m a k , {ağız} Kusurunu aramak; yerici gözle ve yaşam a hakkı. || am a n v erm em ek , izin verme
bakmak. [DS] mek, m üsamaha gösterm em ek.|| am an virilm ek,
{eAT} Korunmak; him aye edilmek; aman verilmek.\\
am alJ, -li [Ar. emel (istek) > âmâl Jl*T] (a;ma;l)
am a n v irm ek , {eAT} Korumak; aman vermek; mü
{OsT} is. 1. Emeller; istek ve arzular. 2. Ümitler.
saade etmek.|| a m a n v irlik , {eAT} Can kurtarma
am ale, [Ar. a‘mel > a'm âle -JU-c-l] (a-ma;le) {OsT} is. parası. || am an z am a n dem eye fırsa t k alm ad an ,
İşçilere, amelelere ödenen günlük ücret; gündelik; A cele olarak, ne olduğunu anlamadan.\\ am an za
yevmiye. m an verm em ek , 1. Güçlenmesine fırsa t tanıma
am algam , [Lat. amalgama > Fr. amalgame] is. 1. Cı mak. 2. {ağız} Birdenbire bastırmak. [DS]
va ile bir metalin alaşımı. 2. mec. Ayrı türden öğe a m a n 3, [Fr. amant] is. Bir kadının evlilik dışı ilişki
lerin meydana getirdiği karışım. 3. Dişçilikte dolgu kurduğu ve koruduğu erkek dostu,
maddesi olarak kullanılan cıva-bakır veya cıva- a m a n a t, [Ar. emânet] (ama. nat) {ağız} is. 1. Emanet.
güm üş-kalay karışımı. 2. sf. Eğreti; çürük; başka bir yere dayanarak ayak
âm âlık, -ğı [âmâ-lık] is. Kör olm a hâli; körlük. ta duran. [DS]
a ’m am , [Ar. ‘amm > a'm âm j>Upl] (a-ma:m) {OsT} a m an ın , [aman-ın] (ama: ’nın) ünl. 1. Telaş, şaşma,
şikâyet, dehşet, üzüntü, korku, sevinç bildirir. 2.
is. Amcalar.
Dikkat et.
a m a n 1, [Ar. emân] ünl. Kullanıldığı yere, vurgu ve
am ani, [aman + hey > amani ?] (a m a ’ni) is. folk.
tonlamaya göre yardım isteme, korku, telaş, rica,
Safranbolu’da oynanan bir halk oyunu,
yalvarma, özür dileme, öfke ve kızgınlık, beğenme,
am an in , [aman-in] (ama'ni.n) {ağız} ünl. -*■ amanın.
beğenmeme, usanç, nazlanm a bildirir. 0 A m an
[DS]
A llah (Yarabbi), Şaşma, üzüntü, acı duyma, be
am anizi, [? amanizi] {eT} is. Şeytan adı. [EUTS]
ğenmeme, usanç ifade eden ünlem grubudur.\\
am a n am an , I. B ir şeyden şikâyet edildiğinde “İs am an lı, [aman-lı ?] {ağız} sf. Eğimli; eğri. [DS]
tem iyorum !” anlamında kullanılır. 2. Aşırı üzüntü a m an lu , [Ar. emân => amân-lu jkLol] {eAT} {OsT} sf.
belirtmek için “Of, O f.” anlamında kullanılır. 3. A man dileyip antlaşm a yapan,
A lay etmek amacıyla “A barttın” anlamında kulla am ansız, [aman-sız] (a m a n sız) sf. 1. Öldürücü. 2.
nılır. 4. Beğenme durumunda “Çok g ü ze l!" anla Müsamahasız; affetmeyen. 3. Rahat ve huzur ver
m ında kullanılır. meyen; uğraştırıcı. 4. Mahveden; bozan. 5. Çok
am a n 2, [Ar. emn (güvenlik) > emân / âmân oUI] fa şiddetli; iyileşme olanağı bulunmayan. 6. {ağız}
ma:») {OsT} is. 1. Kendini güvende hissetme; em Hâlden anlamaz; zalim. [DS]
niyette olma. 2. Affetme bağışlama. 3. H alep’te am ansızca, [aman-sız-ca] (amansı ’z ca) zf. M üsama
dokunan pamuklu bir kumaş türü. S am a n a d ü ş ha etmeden.
m ek, Hayatından endişe ederek a f istemek, aman a ’m a r, [Ar. ‘om r (yaşanılan zaman) > a'm âr jU^I]
dilemek. || am an a gelm ek, D irenm e hâlinden vaz (a-ma:r) {OsT} is. 1. Yaşanılan zamanlar; ömürler.
geçip yenilgiyi kabul etmek, baş eğmek. || am an a 2. H akkıyla geçirilen ömürler. 3. Yaşlar. S1 a ’m â r-
getirm ek, Boyun eğdirmek. || am an a ra lık v erm e ı b eşer, İnsan ömrü.
m ek, Dinlenmesine, rahat ve huzur bulmasına
meydan vermemek; rahat nefes aldırmamak.\\ a m a r, [Far. âmâr jUT] (a:ma:r) {OsT} is. 1. Hesap;
am an b ıra k m a m a k , Kurtuluş imkânını ortadan tahmin. 2. Dikkatle bakma; araştırma; tetkik; teftiş.
kaldırmak; kaçış yolu bırakmamak.\\ am a n b u l 3. tıp. K arında su toplanması.
m ak, Kurtulma olanağına kavuşmak; kurtuluş yolu a m a ra t, [? amarat / hamarat / Ar. imâret] {ağız} is. 1.
bulmak; selamete çıkm ak.|| am an d e d irtm ek , B iri Dülger, demirci ve çiftçilerin kullandıkları el araç
ni yenmek, yenilgiyi kabul ettirmek.|| am an dile ları. 2. Kilim, çul, çuval gibi yaygı ve ev eşyası. 3.
m ek, Teslim olmak, a f dilemek.\\ am an diletm ek, O rta malı; elden ele gezen şey. 4. Altm, gümüş gibi
Yenmek, yenilgiyi kabul ettirmek, aman dileyecek ziynet eşyası. 5. sf. Çalışkan; iş bilir; hamarat. [DS]
AMB
amare, [Far. amare ojUl] (a:ma;re) {OsT} is. Hesap. uzun etek ve ceketten oluşan elbise.|| amazon usu
0 âmâre-gîr, Hesap yapan kimse; muhasebeci; lü, ik i bacakları da bir tarafa sarkıtarak tek taraflı
olarak ata biniş şekli.
sayman.
am an, [ama-rı] {eT} zm. Başkaları; kimileri; bazı; di amba, [Ar. ammâ] {ağız} e. Ama. [DS]
ğerleri; birkaçı; toplu olarak. [EUTS] ambak, -ğı [? ambak / ğambak] {ağız} is. Cevizin
yeşil kabuğu. [DS]
amari1, [Far. ahmâra] {eT} zf. Belki. [Gabain]
ambaklamak, [ambak-la-mak] {ağız} gçl. f. f-r] [-
amari, [Ar. ‘ammâriya] {OsT} is. Kadınlar için yapıl l(ı)-yor] Cevizi yeşil kabuğundan ayıklamak. [DS]
mış tenteli fil mahfesi, ambal, [Yun. embolı] {ağız} is. {ağız} Ü züm bağının
amaril, [İsp. amarillo] is. tıp. Sarı hum m a virüsü, bölümleri; evlek. [DS]
amas, [Far. âmâs (a:ma:s) {OsT} is. İnsan vü ambalaj, [Fr. emballage] is. 1. Çiçek, sebze, m eyve
cudunda oluşan herhangi bir şişlik veya kabarcık, başta olmak üzere yiyecekleri korum ak için yapıl
mış kutu, sandık veya paket. 2. gnşl. Dış görünüş.
amaştaş, [amaç-daş ?] {ağız} sf. (Giyecek vb. için)
0 ambalaj bezi, Ambalajlanacak malzemeyi sa r
denk; uygun; beraber. [DS] S amaştaş gelmek,
maya yarayan geniş gözenekli dokuma. || ambalaj
{ağız} (Elbise, giyecek vb. için) denk gelmek; uy
kâğıdı, Am balaj yapm ada kullanılan kalın ve da
mak. [DS]
yanıklı bir tür kâğıt.|| ambalaj yapmak, Bir eşyayı
amat, [? amat] {ağız} sf. Şaşkın; serseri; budala. [DS]
veya ürünü koruyucu kap veya sandıklarla sarmak,
amata, [Yun. amada] {ağız} is. Çocukların oynadığı kaplamak.
bir taş oyunu. [DS] ambalajcı, [ambalaj-cı] is. Ambalaj sandığı yapı
amatör, [Lat. amâtor (seven kişi) > Fr. amateur] is. 1. mında, gıda ve diğer malzemeleri sarmakta usta-
Bir şeyi çok seven ve heves eden. 2. Sadece zevki laşmış; bu işi meslek edinmiş kişi,
için ve bilerek bir iş ve meslekle uğraşan kimse. 3. ambalajcılık, -ğı [ambalaj-cı-lık] is. 1. Her türlü
Mesleği olmamakla beraber güzel sanatların bir ambalaj malzemesi üretme ve kullanm a işi. 2. P a
dalında uğraş veren kimse. 4. gnşl. Y etkin olm a ketleme ve ambalaj yapm a mesleği,
yan; gayret gösteremeyen; acemi. 5. M addî karşılık ambalajlama, [ambalaj-la-ma] is. Ambalaj sandığı
beklemeksizin spor yapan kimse. 6. sf. Amatörlere yapma, gıda ve diğer malzemeleri koruyucu bir
özgü, fi1 amatör küme, M addî karşılık beklemeden kapla sarma işi.
spor karşılaşmalarına katılan oyuncuların y e r al am balajlam ak, [ambalaj-la-mak] gçl. f. [-r] f-l(ı)-
dığı kulüp.\\ amatör ruh, K endisi işin ustası ve yor] Ambalaj sandığı yapmak; gıda ve diğer m al
mesleğin erbabı olduğu hâlde piyasa şartlarını göz zemeleri koruyucu bir kapla sarmak veya kutula
önüne almadan hareket eden kişinin tutumu, ka mak; paket etmek; paketlemek,
zanç beklemeden, zevk için. || am atör tiyatro, M es ambalajlanmak, [ambalaj-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1 .
leği tiyatrocu olmamakla birlikte oyunculuğu zevk Ambalaj sandığına konulmak. 2. (Gıda ve diğer
için yapan kimselerin oluşturduğu tiyatro toplulu m alzemeler için) koruyucu bir kapla sarılm ak veya
ğu. kutulanmak; paket edilmek; paketlenmek,
amatörlük, -ğü [amatör-lük] is. 1. Heves etme hâli. ambalajlatmak, [ambalaj-la-t-mak] gçl. f. [-ır] A m
2. Bir işi sadece zevk amacıyla yapm a durumu. 3. balaj sandığına yerleştirilmesini, gıda ve diğer m al
Acemilik. zemelerin koruyucu bir kapla sarılmasını veya ku-
-amay, [Far. -âmây ,jUT -] (a;ma:y) {OsT} son ek. tulanmasmı sağlamak; paket ettirmek; paketletmek,
Farsça kelimelere “dolduran, süsleyen" anlamı ka ambalajlı, [ambalaj-h] is. Ambalaj içine konulmuş,
tan ek. kutulanmış veya sarılmış olan,
am balajsız, [ambalaj-sız] is. Ambalaj içine konul
amayir, [Ar. ‘im âret > ‘amâir] (ama.yir) {OsT} is. -*
mamış, kutulanmamış ve sarılmamış olan,
amair.
ambale, [Fr. emballe (bir fik re saplanmış)] sf. 1.
amaz, [? hamaz] {ağız} is. Hamaz. [DS] S amaz yeli, Yorgunluktan zihni çalışmaz hâlde. 2. Düşünemez,
{ağız} Çevrintili ve şiddetli rüzgâr; kasırga; hor iş göremez hâle gelmiş olan. 3. Bıktıracak, şaşırta
tum. [DS] cak kadar fazla olan; aşırı yüklenen. 4. (Motor, araç
amazon, [Yun. amazon > Fr. amazone] is. 1. Erkek vb. için) anormal bir düzenle veya ayarsız olarak
gibi ata binerek savaşlara katılan kadın veya kız. 2. çalıştırılan 0 ambale etmek, 1. B ir motoru düzen
jri yarı bir erkek davranışında güçlü kadın. 3. zool. siz ve ayarsız çalıştırma sonucu bozulmasına sebep
iri yapılı, kırmızı ve sarı karışık yeşil ve mavi tüy olmak, 2. Birini düşünemez, akıl yürütem ez hâle
lü, çabuk konuşan, kolay evcilleşen A m erika papa getirmek; bunaltmak.\\ ambale olmak, 1. Bir moto
ğanı. S A m azonlar, K aradeniz ’in kuzeyinde y e r run düzensiz ve ayarsız çalıştırılması sonucu bo
leştikleri söylenen ilk çağın efsanevi kadın savaşçı zulması. 2. Düşünemeyecek derecede zihnen y o r
lar7. || amazon elbisesi, Kadın binicilerin giydikleri, gun düşmek.
AMB û iü ie iü K b ü h .230
am b ar, [Far. enbarde / embaşten (doldurmak) > en- am b e r, [Ar. 'anber jç*] is. 1. Dişli balinaların bir alt
bâr (dolu, yığın, küme)] is. 1. İçine tahıl, kuru erzak
sınıfından, yağ elde etm ek için avlanan, ortalama
veya saman, ot gibi maddelerin konulduğu üstü
20 m. boyunda ve 100 ton ağırlığında etçil bir tür
örtülü yapı; depo; antrepo; debboy. 2. gnşl. İçine
deniz canlısı; ada balığı; amber balığı; kaşalot,
yiyecek veya eşya konulup saklanan oda. 3. Ücreti
(Physeter macrocephalus). 2. Am ber balığının ba
karşılığında eşya taşım acılığı yapan işletme; nakli
ğırsaklarındaki taşlaşmış çökeltilerden veya denize
yat ambarı. 4. dnz. Gemilerde malzeme ve diğer
dökülen dışkılarından elde edilen kül renkli miski
eşyaların konulduğu üst güverte ile sintine arasında
andırır güzel kokulu madde; akamber. 3. gnşl. Gü
yer alan bölüm. 5. İnşaatlarda kullanılan kum ve
zel kokuların genel adı. S1 am b e r ağa, İm parator
çakıl miktarlarını ölçmeye yarayan bir kenarı 75
luk döneminde saraylarda H abeş asıllı harem ağa
cm. olan küp şeklindeki tahta ölçek. 6. Devlet dai
larına ve hizmetçilere verilen ad. || a m b e r ağacı,
relerinde demirbaş eşya dışındaki bir defada kulla
nılıp biten malzemeler. 7. {ağız} Odun yığını. [DS] bot. Baklagillerden, kabuğu yarıldığında koku
8. {ağız} Değirm en çarkına suyun hızlı ve basınçlı sanayiinde kullanılan koyu bir reçine damlatan
olarak inmesini sağlayan ağız kısmı geniş, dik ve p a rk ve bahçelerde yetiştirilen bir ağaç; sığla,
kapalı oluk. [DS] fi1 a m b a r güvesi, zool. Am bar (Liquidambar orientalis),\\ a m b e r balığı, zool. D iş
lardaki tahıllara zarar veren 6 mm. boyunda gövde li balinaların alt sınıfından çok büyük boylu, yüz
ve arka kanatları esmer, ön kanatları sarımsı p u l tonu geçebilen ağırlıkta, kafası vücut uzunluğunun
kanatlılardan bir kelebek; buğday böceği, (Tinea üçte biri kadar olup yağı için avlanan etçil balık;
grenalla).|| a m b a r m em u ru , D evlet dairelerinde ada balığı; kaşalot, (Physeter macrocephalus). ||
am bar malzemesi hesaplarım tutan, dağıtan ve ko a m b e r çiçeği, 1. A m ber ağacının y a z aylarında
runmasından sorumlu olan görevli. || a m b a r önü, açan hoş fa k a t baygın kokulu çiçeği. 2. Tohumları
{ağız} Köylerde misafirhane olarak kullanılan bina; m isk kokulu uçucu bir y a ğ taşıyan, iştah açıcı ve
konukevi. [DS] yatıştırıcı olarak hekimlikte kullanılan hatminin
am b arcı, [ambar-cı] is. Bir işletmede veya gemide halk arasındaki adı; yayla çiçeği; yabani pelin,
am bar malzemesini koruyan, giren ve çıkan malla (Ambrosia maritima). || a m b e r ru h u , Am berde bu
rın kaydını tutan, gerekli yerlere zamanında dağıtan lunan ve koku sanayiinde kullanılan triterpenik
sorumlu. alkol, C 30H 52O.
am barcılık, -ğı [ambar-cı-lık] is. 1. Ambarcının yap am b e rb a ris, [Lat. amberberis] (am berbe’ris) is. bot.
tığı iş veya meslek. 2. Am bar işletmeciliği, taşım a İnsan boyunda, çok dikenli, san çiçekli, salkım
cılık. şeklinde küçük, ekşimsi meyveleri olgunlaştığında
A m b ard değişm ezi, is. t. tıp. Kanda bulunan üre ile siyahlaşan, genç sürgünleri sebze olarak kullanılan,
idrardaki üre miktarları arasındaki oran, buğdaya büyük zarar veren kara pas mantarlarının
am bargo , [İsp. embargar (engel olma) > embargo > kışın konakladığı bir ağaççık; karamuk; kadın tuz
Fr. embargo] (amba'rgo) is. 1. Bir yabancı geminin luğu; san çalı; zibike, (Berberis vulgaris, B. cra-
bulunduğu limandan çıkışının geçici olarak engel taegina)
lenmesi. 2. Bir ülkeye mal ihracatının yasaklanma a m b e rb u , [Ar. ‘anber +Far. bü y.y^-} (amberbu;) sf.
sı. 3. gnşl. Bir malın satışının geçici olarak durdu
1. Güzel kokulu; güzel kokan. 2. is. Hindistan ve
rulması. 5 1 am b arg o koym ak, 1. B ir yabancı ge
İran’da yetiştirilen, pişince hoş kokusu yayılan iri
minin bulunduğu limandan çıkmasını geçici olarak
ve uzun taneli bir tür pirinç,
engellemek. 2. B ir ülkeye ceza olarak veya baskı
yapm ak için mal ihracatını yasaklamak. 3. B ir ma am b ercik , [amber-cik] is. bot. Ebegümecigillerden
lın satışını ve serbest dolaşımını geçici olarak dur sarı çiçekli, oldukça boylu bir otsu kültür bitkisi,
durmak. (Hibiseus abelmochus) ve bu bitkinin keskin amber
am b arg o lu , [ambargo-lu] sf. Ambargo uygulanan. S ve m isk kokulu tohumu; amber hatmisi,
am b arg o lu h a b e r, Hemen duyurulma ve yayınla am b ık , -ğı [? ambık] {ağız} sf. Olgun; tokgözlü. [DS]
m a yasağı bulunan ancak belirli bir süre geçtikten am bisyon, [Fr. ambition] is. Hastalık derecesinde
ve bazı şartların gerçekleşmesinden sonra yayın şan ve şöhrete olan düşkünlük ve arzu,
lanmasına izin verilen haber. am b iy an s, [Fr. ambience] is. Atmosfer; ortam; mu
am b a rla m a , [ambar-la-ma] is. Ambara koyma, de hit.
polam a işi. am blem , [Yun. emblema (vazo üzerindeki kabartma)
a m b a rla m a k , [ambar-la-mak] gçl. f. [-r] Bir malı > Fr. embleme] is. 1. Soyut bir kavramı açıklayan
ambara koymak; depolamak, ve üzerinde anlaşılmaya varılmış işaret, şekil. 2.
am b arlı, [ambar-lı] {ağız} is. Ova. [DS] Bir niteliğin veya soyut nesnenin sembolü. 3. Bir
am b aro ğ u , [ambar+oğu ?] {ağız} sf. Şişman (adam). otoriteyi, bir siyasi gücü veya bir topluluğu temsil
[DS] eden işaret.
İ M Î İ l { t S Ö Z * . 23ı AME
am bol, [Yun. embolı] {eAT} is. Bağ bölüm ü; evlek; am edegû, [Far. amede-gu o.uT] (a:medegû:) {OsT}
ambal. sf. Düşünmeden güzel söz söyleyen kimse; hazırce
am bolali, [Fr. embolalie] is. Konuşm a sırasında ko vap.
nu ile ilgisi olmayan şeylerin konuşm aya katılıp
am edengâh, [Far. âmeden-gâh oISjjjT] (a:meden-
söylenmesi şeklinde kendini gösteren psikolojik ra
hatsızlık. gâ:h) {OsT} is. Herkesin girebildiği genel yer.
am boli, [Yun. embole ( tıkaç) > Fr. embolie] is. tıp. am edeni, [Far. âmedenî (a.medeni;) {OsT} sf.
Kan içinde taşınabilen bir madde ile damarın tı 1. Gelen. 2. Bir şeyi meydana getiren; yapan,
kanması.
am edi, [Far. âmed-ı ı^-M] (a:medi:) {OsT} is. Tanzi
am bul, [Yun. embolı => ambul J ^ l ] {eAT} -►anbal. m at’tan önce, reisülküttaplıkla ilgili bütün yazış
am bulans, [Lat. ambulans (gezici) > Fr. ambulance] maları yürüten daireye verilen ad.
is. Hasta ve yaralı taşım acılığında kullanılan içi ilk am ediye, [Far. âmediyye 4j-i«T] (a:medi:ye) {OsT} is.
yardım donanımlı motorlu araç; cankurtaran,
İmparatorluk döneminde, bir ilden diğer ile geçiri
am ca, [eT. apa (baba) + eçe (erkek kardeş) > abıca
len mallardan alman vergi,
[Tekin]] (a'mca) is. 1. Babanın erkek kardeşi; em
mi. 2. Akraba olm adığı hâlde kendisine saygı du am edşiid, [Far. âmed şüd s^^Â ](a:m edşüd) {OsT} is.
yulan yaşlı erkeklere hitap sözü. S am ca b ab a 1. Geliş gidiş. 2. Geldi gitti.
yarısı, Amcanın da baba kadar hakkı ve görevi am el, [Ar. ‘amel J ^ t ] {OsT} is. 1. Bir m aksat güderek
vardır, anlamında kullanılır.\\ A m cam dayım , yapılan iş, hareket; çalışma. 2. Eser; ürün. 3. U ygu
hepsinden aldım payım , En yakın akrabalarım lama. 4. İshal. 5. isi. Dinî emir ve yasaklar çerçeve
dan bile haksızlık gördüm, anlamında söylenir.\\ sinde kişiye sorumluluk yükleyen her türlü hâl ve
am ca oğulları, ik i erkek kardeşin çocukları ve hareket. S am el bitişi, {eAT} A m el defteri.|| am el-
bunların birbirine göre durumları. d â r, {OsT} Vergi toplayan devlet memuru; tahsil
am cakızı, [amcsL+kız-i\(a’mcakızı) is. A mcanın kızı, dar. || am el d efteri Hafaza melekleri tarafından
am calık, -ğı [amca-lık] is. 1. A m ca olm a durumu. 2. insanın her türlii hareketinin kaydedildiği defter.\\
Amca olma niteliği. 0 a m ca lık etm ek, Am ca gibi am ele gelm ek, I. Etkisini göstermek; işlemek. 2.
davranmak, korum ak ve gözetmek. Zorlamak; m ecbur etmek. || am ele getirm ek, B ir
am caoğlu, [amca+oğlu] (a ’mcaoğlu) is. A mcanın er şeyi sözde bırakmayıp yapmak; uygulamak.\\ am ele
kek çocuğu. g etü rm ek , {eAT} Yapmak; başarmak.\\ am el et
am cazade, [amca+ Far. zade] (a'mcaza:de) is. A mca m ek, 1. Uygulamak, yerine getirmek. 2. Etki et
oğlu. mek]] am el eylem ek, {eAT} Gereğini yapmak; am el
am çuk, [am-çuk] {eAT} is. D işilik organı, etmek.|| am eli azm ak , 1. {eAT} İşi ters gitmek. 2.
{ağız} A ç gözlü olmak; hırslı olmak. [DS] 11 am el-i
am d, [Ar. ‘amd (niyet) -Uj^] {Os T} is. 1. Bir işi bile
b âtıl, {OsT} D in î inançlara uymayan davranış ve
rek, sonunu düşünerek yapma. 2. Kasıt; karar; ni işler. || am el-i e rb a a , {OsT} D ört işlem; Toplama,
yet. 3. huk. Taammüt. çıkarma, çarpma, bölme.\\ am el-i k ayserî, {OsT}
am den, [Ar. ‘amd > ‘amden llu^] (a ’mden) {OsT} zf. Sezaryen ameliyatı.|| am el k ılm ak , {eAT} Yapmak;
Bilerek ve tasarlayarak; kasıtlı, işlemek; yerine getirmek]] am el-m ânde, {OsT} -
am dı, [amtı] {eT} zf. Şimdi. [EUTS] amelimanda.|| am el-nam e, Yetki belgesi; berat]]
am el o lu n m ak , Uygulanmak, tatbik edilmek.]] a-
am e1, [Ar. ‘amme] {ağız} is. Hala. [DS] mel yazıcı firişte, {eAT} İnsanın iyi ve kötü davra
am e2, [Far. âme -ul] {OsT} is. 1. Yazı hokkası. 2. nışlarını yazan melek.
Divit. am ele, [Ar. ‘amel > ‘amele ^U-p] {OsT} is. 1. Beden
am ed, [Far. âmeden (gelmek) > âmed -u>T] (a:med) gücüne dayanan işlerde ücretle çalışan kimse; ırgat;
{OsT} is. 1. Gelme; geliş. 2. Gelen; giren. 3. D evlet rençper; işçi. 2. Yol ve inşaat gibi yorucu işlerde
dairelerine “gelen evrak” anlamına konulan kayıt. bedenen çalışan kimse. S am ele başı, İşçilerin
4. Devlet merkezinde bulunan il memuru. S1 başında bulanan ve onların çalışmalarını denetle
yen kimse; amele çavuşu.]] am ele ç ad ırı, Yol işçile
âm eden-i lak lak , {OsT} Leyleklerin gelişi. || âm ed
rinin barınmaları ve geceleri yatm aları için kuru
ü reft, {OsT} 1. Geliş gidiş. 2. Geldi gitti.\\ âm ed ü
lan çadır]] am ele sınıfı, Fabrika ve üretim yerle
şûd, {OsT} 1. Geliş gidiş. 2. Geldi gitti.
rinde çalışan işçilerin bütünü; işçi sınıfı]] am ele-i
amedçi, [Far. âmed + T. -çi ^ J -» !] (a:medçi) {OsT} m ükellefe, {OsT} Yasa zoruyla çalışan işçi.
is. im paratorluk döneminde, D ivan-ı hümayunun am elelik, -ği [amele-lik] is. 1. Amele olm a durumu.
çeşitli kalemlerinde çalışan başkâtiplere verilen ad. 2. Amelenin yaptığı iş. 3. B ir işin ustalık ve uz
AME ö r ü M I M J I M . 2M
m anlık gerektirmeyen, kaba kuvvete dayanan bö amelus, [Lat. amelos] is. tıp. Kol ve bacak gibi bazı
lümü. üyelerin doğuştan olmaması şeklindeki yapısal bo
amelen, [Ar. ‘amel > ‘amelen (ame'len) {OsT} zukluk,
zf. Eylemli olarak; işleyerek; çalışarak. £? amelen amen, [Ar. emn > âmen ,>»1] (a:men) {OsT} sf. Çok
bi’l-vücûd, {OsT} huk. (Davranış için) gerçek du güvenilir; en emin,
rum u göz önünde tutularak. amenagog, [Fr. emmenagogue] is. tıp. Aşırı derecede
amelî, [Ar. ‘amel > ‘amelî u ^ ] (ameli:) {OsT} sf. 1. östrojen-progesteron yükleyerek yumurtlama ol
madan âdet kanaması sağlayan madde,
Uygulam aya yönelik; uygulamalı; pratik. 2. Uygu
lanabilir. 3. İşçe; iş bakım ından 4. Elverişli; uygun; amenajman, [Fr. amenagement] is. Orman varlığına
kolay ve kestirme. 5. (Konu için) İslam iyet’te iman zarar verm eden planlı ve en ekonomik biçimde ya
konuları dışında kalan, ibadet ve uygulamalarla pılan orman ürünlerini değerlendirme işletmeciliği;
işleme.
ilgili olan, t? amelî hükümler, İslâm iyet’te ibadet,
hukuk ve cezalarla ilgili hükümler. amenna, [Ar. emn + im ân > âmenna f] (a:menna:)
amelilik, -ği [amelî-lik] (ameli. lik) is. Uygulanabilir {OsT} ünl. 1. İnandık! 2. “Bu söylediğin doğrudur.”
lik; pratiklik. anlam ında bir tasdik sözü. 3. e. Tamam da. <3
amelimanda, [Ar. a‘mel + Far. mânde (a- amenna ve saddaknâ, İnandık ve tasdik ediyoruz,
anlamında onay sözü.
mel-ima:nda) {OsTj sf. 1. İşe yaramaz, işten kalmış.
amenore, [Fr. amenorrhee] is. Adet göremezlik,
2. Flastalık ve sakatlık gibi sebeplerle çalışamaz
durum a gelm iş olan, amensalizm, [Fr. amensalisme] is. Bir bitkinin, aynı
ortamda yaşayan başka bir bitkinin köklerinden
ameliyat, [Ar. ‘ameli > ‘ameliyyât (ameli
salgıladığı zehirli salgılar sebebiyle gelişememesi.
y a t ) {OsT} is. 1. İşler; faaliyetler; çalışmalar. 2. Bir
amentü, [Ar. emn > îm ân > âmentü oj-»TJ (a: 'mentü)
işin uygulam a alanına konulma biçimleri. 3. Bir
bilim dalının uygulam a yönleri. 4. tıp. Bir cerrahın {OsT} is. 1. İnandım. 2. İslam dininin temel inançla
canlı bir beden üzerinde kesme, alma ve dikme rım belirleyen hadisin ilk sözü ve bu hadiste sayı
şeklinde yaptığı tedavi amaçlı uygulama; operas lan “Allah ’a, meleklerine, kitaplarına, peygam ber
yon. ö ameliyat alanı, tıp. Vücudun ameliyat edi lerine, ahret gününe, kadere inanmak ve öldükten
len bölümü.\\ ameliyat etmek, tıp. Cerrahî müda sonra dirilmenin gerçek olduğunu tasdiklem ek”
halede bulunmak.\\ ameliyat gömleği, tıp. Ameliyat şeklinde ifade eden iman duası. 3. mec. Bir şeyin
sırasında görevlilerin ve hastanın üzerine giydikle esasım belirten kurallar,
ri özel olarak üretilmiş ve steril gömlek. || ameliyat a ’mer, [Ar. a‘mer {OsT} sf. 1. Uzun ömürlü. 2.
hazırlığı, tıp. Ameliyat sırasında hastanın ağrı Pek yaşlı.
duymasını önlemek, hayatî faaliyetlerinin devamını Am erika, [Ameriqo Vespuçi (1451-1512, İtalyan
sağlam ak ve am eliyat için gerekli olan araç gereci bilim adamı)] is. Beş büytik ana karadan birisi. S
bulundurmak gibi çalışmalar.\\ ameliyat olmak, Amerika armudu, bot. Ilıman kuşakta yetişen
tıp. Kendisine cerrahî müdahalede bulunulmak.\\ Am erika kökenli her mevsim yeşil yapraklı 5-15 m.
am eliyat öncesi, tıp. Cerrahi müdahale olmadan boyunda defnegillerden bir tür meyve ağacı (Per-
önceki durum .|| ameliyat sonrası, tıp. Cerrahî bir sea) ve bu ağacın meyveleri; avokado. |] Amerika
uygulamadan sonraki durum. badem i, bot. Sıcak iklimlerde yetişen ve gövdesin
ameliyathane, [Ar. ‘ameliyyât + Far. -hâne AiÜ-LUc] de aselbent ve zam k gibi m addeler içeren bir ağaç,
(am eliyathane) {OsTj is. tıp. Cerrahî bir uygula (Styrax americana).\\ Amerika bıldırcını, zool.
manın gerektirdiği bütün araç ve gereçlerle dona Tavukgillerden kuzey Amerika ’da yaşayan 20 cm.
tılm ış özel oda. S ameliyathane hemşiresi, tıp. büyüklüğünde lezzetli bir bıldırcın türü, (Colimıs
A m eliyat anında gerekli olacak bütün malzemeleri virginnianus). || Amerika elması, bot. Tropikal ik
hazırlayan ve uygulama sırasında gerektikçe cer lim kuşağında yetişen, meyvesi yenilebilen, kızıl
raha veren hemşire. kahve renkli kerestesinden mobilyacılıkta yararla
ameliyatlı, [ameliyat-lı] sf. (Kişi için) ameliyat edil nılan orman ağacı; akaju; maun. || Amerika tavşa
miş. nı, zool. Tavşan boyunda kulakları ve kuyruğu kı
sa, üç parm ağı bulunan arka ayakları üzerinde du
ameliye, [Ar. ‘ameliyye {OsT} is. 1. Bir işin
rabilen küçük kemirici, m emeli hayvan, (Daysproc-
belirli bir süre ve sıra ile yürütülmesi; süreç. 2. ta, A gouti paça). || Amerika üzümü, bot. Küçük ve
Faaliyet; iş ve işlem. 3. sf. Uygulamalı, salkım çiçekli, yaprakları alm aşık dizili, kökü müs
amelsiz, [amel-siz] is. ve sf. 1. Durgun ve hareketsiz. hil ve kusturucu olarak hekimlikte kullanılan bir
2. Yaptığı işte pratiği ve uygulaması, tecrübesi ol ağaççık; şekerci boyası, (Phytolcca).
mayan. Amerikalı, [Amerika-lı] sf. A merika Birleşik Devlet-
O i m if f M .2 3 3 AMİ
leri uyruklu kimse veya Amerika kıtası halkından amfetamin, [Fr. amphetamine] is. org-kim. M erkezî
olan kişi; Sam amca; Coni; con kikirik. sinir sistemini uyararak zihni ve bedeni uyanık ve
A m e rik a lıla ş m a , [Amerika-lı-la-ş-ma] ıs. Amerikalı canlı tutan madde,
gibi yaşama ve davranma. amfi, [Yun. amphi (çepeçevre) + teatron (tiyatro) >
A m e rik a lıla ş m a k , [Amerika-lı-la-ş-mak] dönşl. f [- amphiteâtre (kısaltılmış biçimi) > Fr. amphie] is. -*•
ır] Amerikalı tarzında yaşamaya, davranmaya, dü amfiteatr.
şünmeye başlamak, amfibi, [Yun. amphi (her ikisi) + bios (hayat) > Fr.
a m e r ik a n ', [İng. American] is. Atkısı ve çözgüsü amphibie] sf. 1. biy. (Canlı için) hem havada, hem
pamuk ipliği, bez ayağı armürlü dokuma; kaput be suda yaşayabilen. 2. as. Bir kıyıyı ele geçirmek için
zi. kara, hava ve deniz birliklerinin ortaklaşa giriştik
Amerikan2, [İng. American] sf. 1. ABD ve A merika leri eylem; yüzer gezer. S amfibi harekât, Kara,
lılara özgü. 2. ABD ve Amerikalıların siyasi görüş, deniz ve hava birliklerinin katıldığı çıkarma, in
düşünüş ve yaşayış biçimleriyle ilgili. 3. ABD ve dirme ve bindirme harekâtı.
Amerikalıların kültürüne yönelik olan. S A m eri amfibol, -lü [Fr. amphibole] is. min. Püskürük ve
kan bar, Yüksek taburelere oturularak veya ayakta başkalaşım kayaçlarmda bulunan silikat yapılı m i
içki içilen, raflarına içki koym ak için yapılm ış özel neraller.
banko. || Amerikan salatası, H aşlanarak küçük a m fib y u m la r, [Lat. Amphibia] is. zool. Larva evre
küçük doğranan patates, havuç ile bezelye üzerine sini suda geçiren ve solungaçlarıyla solunum yapan
mayonez eklenerek yapılan soğuk yiyecek; Rus sa çıplak derili soğukkanlı hayvanlar; iki yaşayışlılar,
latası. a m f ite a tr, [Fr. amphitheâtre] is. tiy. Roma ve Yunan
Amerikanca, [Amerikan-ca] is. 1. A merika Birleşik uygarlığında seyirlik oyun ve dövüşlerin yapıldığı
Devletlerinde konuşulan İngilizce. 2. Amerikan tar etrafı giderek yükselen oturma yerleri ile çevrili
yapılar.
zında olan.
amfizem, [Fr. emphyseme] is. tıp. Şişkinlik. 0 ak
Amerikanist, [Fr. Americaniste] is. Amerika kıtası
ciğer amfizemi, Akciğer alveollerinin yırtılm ası
üzerinde uzmanlaşmış bilim adamı.
sonucu oluşan hastalık.
Amerikanize, [Fr. Americanise] sf. 1. A m erikan
amfor, [Yun. amforeus > Fr. amphore] is. A ltı ve
lanmış. 2. Amerikanlaştırılmış.
boynu dar, karnı geniş, iki kulplu toprak kap; am
Amerikanizm, [Fr. Americanisme] is. Sanatta ABD
fora.
etkilerinde kalma.
amga, [amğa] {eT} is. Tahsildar. [ETY]
Amerikanlaşmak, [Amerikan-la-ş-mak] dönşl. f. [-
amıca, [amuca / amıca] {ağız}is. Amca, [DS]
ır] Amerikalıların yaşayış biçimini, geleneklerini
-am ık, [a-mılc / -emik] yap. e. Hem isim hem de fiil
benimseyerek onlar gibi davranmaya, Amerikan
kökünden isimler türeten ek.
kimliği kazanm aya başlamak.
amil, [amil] {eT} sf. Sakin sakin ve sessiz olan; uslu;
Amerikanlaştırmak, [Amerikan-la-ş-tıı-mak] gçl. f. halim; yumuşak huylu, [Mühennâ] [EUTS] [Gabain]
[-ır] Birine veya bir toplum a Amerikan kimliği ka S amil gün, Orta hâlde olan gün [Mühennâ]
zandırmaya çalışmak,
amir, [amir / emir / imir / ingir] {eT} is. Sis; kırağı.
amerikyum, [Fr. americium] (ameri'kyum) is. kim. [DLT]
Atom numarası 95 olan tabiatta bulunmayan rad amırmak, [amır-mak / amur-mak] {eT} g ç l . f [-ur] 1.
yoaktif bir element; sembolü: Am. Sevmek. [Gabain] [İKPÖy.] 2. Sakin olmak. [EUTS]
ameskene, [Yun. dameskino] {ağız} is. Küçük ve si amırtgurdaçı, [amır-t-ğur-daçı / amur-t-ğur-daçı]
yah bir erik türü. [DS] {eT} sf. Yatıştırıcı; yatıştıran; teskin eden; sakinleş
ameş1, [Yun. amahos (kavgadan uzak duran) ?] sf. tiren. [EUTS]
Aptal. amırtgurmak, [amır-t-ğur-mak / amur-t-ğur-mak]
ameş2, [Ar. 'am eş j i ^ ] {OsT} is. Gözü zayıf olma; {eT} g ç l.f. [-ur] Yatıştırmak; teskin etmek; sakin
leştirmek. [EUTS] [Gabain]
zayıf gözlülük,
amırtkurdaçı, [amır-t-kur-daçı / amur-t-ğur-daçı]
ametal, -li [Lat, ametal] is. kim. Kimyasal ve fiziksel
{eT} sf. Yatıştırıcı; yatıştıran; teskin eden; sakinleş
bakımdan metalik özellik taşım ayan elementlerin
tiren. [EUTS]
ortak adı,
amırtmak, [amır-t-mak / amur-t-mak] {eT} gçl. f i [-
ametist, [Fr. amethyste] is. jeo l. Süs taşı olarak kul
ur] Sakinleştirmek; sakin olm ak [Gabain]
lanılan m or renkli kuvars,
ami, [Ar. ‘âm (yıl) > ‘âmî ^ U ] (a:mi:) {OsT} sf. Yıl
ametropi, [Fr. ametropie] is. tıp. Göz merceği ışığı
normal kıramadığı için görüntünün retina üstüne lık; bir senelik,
net düşmemesiyle meydana gelen görme kusurları ami, [Ar. 'âm (genel) > ‘âmî (a:mi:) {OsT} sf.
nın genel adı. H alka mahsus; kamuya ait; avama ilişkin.
AMİ OİM TİKÇESQM. 234
am ibiaz, [Fr. amibiose] is. A miplerin sebep olduğu 5. Vali. S am il-i bizzat, D oğrudan doğruya etkide
hastalık. bulunan.
am iboizm , [Fr. amiboisme] is. Tek hücrelilerin bir am il2, [Ar. emel > âmil J*T] (a:mil) {OsT} sf. Ümit
dayanak üstünde sürünerek yer değiştirme özellik
eden; isteyen.
leri.
am il3, [Fr. amyle] is. kim. Form ülü C5H n olan tek
-am id, [Ar. ‘amıd -] (ami:d) {OsT} son ek. Pek değerli hidrokarbon radikali,
çok A rapça kelimelerden "sağlamlaştırma, sağ am ilaz, [Fr. amylase] is. biy-kim. Nişastayı parçala
lamlaştıran " kavramları katan kelimeler türetilir. yarak şekere çeviren enzim grubu,
a m id 1, [Ar. ‘am d (zahmet vermek) > ‘amıd ->^t] (a- am ile, [Ar. ‘amel > ‘âmile 4İolt] (a:mile) {OsT} is.
mi:d) {OsT} sf. 1. H asta olan. 2. A şk yüzünden ha- Bacak; ayak.
satlığa yakalanmış olan. am iletan , [Ar. ‘âmiletân jUJulp] (a:mileta:n) {OsT}
am id2, [Ar. ‘amıd - i ^ ] (ami:d) {OsT} is. 1. Belli baş is. İki bacak; iki ayak,
lı nokta; başlıca nokta. 2. Önder; komutan; şef. am iloz, [Fr. amylose] is. biy-kim. 1. N işasta tanesinin
a’m ide, [Ar. ‘amüd (sütun) > a'm ide (ami:de) iç kısmı. 2. tıp. Dokuların özel bir madde ile dol
{OsT} is. 1. Direkler; sütunlar. 2. Ulular, masından doğan hastalık.
am idin, [Fr. amidine] is. Amitlerden oksijenin yerine am im , [Ar..umüm > ‘amîm j^ -t] (ami:m) {OsT} sf. 1.
iki değerli iminojen radikale N H ’nin geçmesiyle Genel. 2. Bol; bereketli, ö a m îm ü ’l-ihsân, {OsT}
türeyen birleşiklerin grup adı; R-C (=NH) N H 2 Yardımı herkese açık olan.
am ig, [Far. âmlğ / âmığa T] (a:mi:ğ) {OsT} â m in 1, [Ar. emn > âmin ^ T ] (a:min) {OsT} sf. İçinde
sf. 1. Gerçek. 2. Karışık; katkılı. 3. is. mec. Çiftleş hiçbir korku olmayan; kendini güvenlik içinde his
me, seden; emin olan; korkusuz.
am igdaiin, [Fr. amygdaline] is. kim. Acı badem ve âm in 2, [İbr. âmin > Ar. âmîn j^T ] (a:mi:n) {OsT} ünl.
bazı meyve çekirdeklerinde bulunan kimyasal for
“K abul eyle!” anlam ında duadan sonra söylenen
m ülü [CeHs-CHCCNj-OCsHmOrOCeHuOs, 3H20 ]
dilek ifade eden söz; öyle olsun! S âm in alayı,
olan zehirli madde.
İm paratorluk döneminde, çocukların mahalle mek
am igi, [Far. âmığî L5V>lı] (a:mi:ği:) {OsT} sf. Gerçek; tebine başladıkları gün yapılan çocuğu okula g ö
hakiki (mecaz karşılığı), türme töreni. || âm in dem ek, Birinin ettiği duaya
am igo, [İsp. amigo (arkadaş)] is. 1. Spor karşılaşma “Amin! ” dem ek suretiyle katılmak.
larında taraftarları coşturan ve tezahüratta yönlen am in, [Fr. amine] is. kim. Amonyaktaki hidrojenin
diren kişi. 2. mec. Çığırtkanlık yapan, yaygaracı ki yerine tek değerli hidrokarbon köklerinin geçme
şi. siyle meydana gelen maddelerin genel adı.
am igoluk, -ğu [amigo-luk] is. 1. Spor karşılaşmala âm inen, [Ar. âmin (korkusuz) > âminen U-oT] (a:mi ’-
rında taraftarları coşturma ve tezahüratı yönlendir
nen) {OsT} zf. Korkusuz olarak; güvenlik içinde o-
m e işi. 2. mec. Çığırtkanlık, yaygaracılık.
larak; huzur içinde,
am ih, [Ar. ‘âmih / ‘âmihe / -ult] (a:mih) {OsT}
â m in h an , [Ar. âmin + Far. -hvân jru>T] (a:min-
sf. Şaşkın; şaşırmış, ha:n) {OsT} sf. A m in diyen,
am ihte, [Far. amihten (bulaşmak) > âmihte ao^^oT]
â m in h a n a n , [Ar. âmin + Far. -hvânân jy>T]
(a:mihte) {OsT} sf. Bulaşık; karışık. S âm ihte-gî,
(a:minha:na:n) {OsT} is. Am in diyenler; âminciler.
Karıştırma; karışmış olma durumu.
am in oasit, -di [Fr. aminoacide] is. Canlı maddelerin
am ije, [Far. âmlje °>»T] (a:mi;je) {OsT} sf. 1. Karışık; asıl öğelerini oluşturan amin ve asit gruplu madde
karışmış; mahlut. 2. is. Şair, lerin genel adı.
am ik, [Ar. ‘umk > ‘amîk (ami:k, k kalın söyle am ip, -b i [Yun. amoibe (yer değiştirme) > Fr. amibe]
is. biy. V ücudunun şekil değiştirmesiyle meydana
nir) {OsT} sf. Derin; çukur,
gelen geçici kol ve yalancı ayaklar ile sürünerek
am ikdüzü, [amik+düz-ü] is. Gaziantep dolaylarında
yer değiştiren, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan tek
davul-zum a eşliğinde oynanan bir halay; amikka-
hücreli en basit canlı,
bası.
a m ip ler, [amip-ler] is. biy. Tek hücreli hayvanlardan
a m il1, [Ar. ‘amel > ‘âmil J^U] (a:mil) {OsT} sf. 1. Bir kök bacaklılar sınıfına giren bir takım, (Amoebae).
işi yapan; üzerine alan; yüklenen; etken; etmen. 2. am ipli, [amip-li] sf. 1. biy. İçinde amip bulunan. 2.
B ir işin veya olayın meydana gelmesine sebep tıp. (Hastalık için) amip kaynaklı; amip nedenli. S
olan; sebep. 3. is. Etki; faktör. 4. Vergi tahsildarı. am ipli d izan teri, tıp. Amiplerin sebep olduğu ağrı
n ru M IllW M « 2 3 5 AMM
lı ve kanlı ishalle kendini belli eden bağırsak has is. biy. Çekirdekte ipliksi yapı meydana gelmeden
talığı. bölünme suretiyle olan en basit hücre çoğalm a b i
a m ir1, [Ar. ‘amir y ^ \ {OsTj is. 1. Bayındır. 2. Resmî. çimi.
am iy, -yyi [Ar. ‘amm (herkes)> ‘âmiyy ^ U ] (a:miy)
am ir2, [Ar. ‘ümran > ‘âmir y>U] (a:mir) {OsT} sf. 1.
{OsT} sf. Kamuya ilişkin; kamuya ait; umuma ait;
Bir yeri bakımlı ve bayındır hâle getiren. 2. İmar o-
genel.
lunmuş yer; bayındır hâle getirilmiş yer. 3. Eskiden
Müslümanlara ait verimli topraklara verilen ad. 4. am iyane, [Ar. ‘âmiyy (herkes) + Far. -âne (tarz)
Devlet arazisi. ajLoU] (a:miya:ne) {OsT} zf. 1. Sıradan. 2. Bayağı
a m ir3, [Ar. emr > âmir y>T] (a:mir) {OsT} sf. 1. Em olarak, âdice. 3. Kaba biçimde. 4. Nezaketsiz tavır.
reden; emredici; buyuran; buyurucu. 2. Sözünü ge S am iyane tab irle, Halkın söyleyişi ile; halkın
çiren. 3. is. Sorumluluğu altında çalışanlara bir işin deyişi ile; kaba bir ifadeyle.
yapılmasını veya yapılmamasını kesinlikle istemek am iyanelik, -ği [amiyane-lik] (a:miya:nelik) is. B a
yetkisine sahip görevli; üst. 0 a m ir hU küm ler, yağılık; ilkellik.
Tarafların kendi iradeleri ile değiştiremeyecekleri, am iyya, [Ar. ‘amiyyâ L^p] (amiyya:) {OsT} zf. 1.
bozamayacakları veya reddedemeyecekleri yasanın Görmeyerek. 2. Düşünmeden.
kesin kuralları.
-am iz, [Far. âmihten (karışmak) > âmız -] (a:-
am ira, [Erme, amira] {OsT} is. İm paratorluk döne
minde, devletle ilişkileri düzenleyen Ermeni azın mi:z) {OsT} son ek. Bazı A rapça ve Farsça kelim e
lığın lideri. lerin sonuna getirilerek "... ile karışık" kavramı
veren birleşik sıfatlar yapılır.
am iral, -li [Ar. em îr’ül-m â (deniz emîri) > Fr. ami
am iz, [Far. âmihten (karışmak) > âmîz j~»T] (a:mi:z)
ral] is. as. Savaş gemileri ile deniz birliklerine ve
karadaki büyük deniz tesislerine kumanda eden {OsT} sf. Karışık; kaynaşık; karışmış, ö âm îz-gâr,
yüksek rütbeli deniz subayı, {OsT} Uygun; yakışmış.\\ âm îz-k âr, {OsT} Yakış
mış; uygun.
am irallik, -ği [amiral-lik] is. 1. Amiral olm a hâli. 2.
Amirale ait. am ize, [Far. âmize oj^T] (a;mi;ze) {OsT} sf. Karışmış;
am irane, [Ar. âmir + Far. -âne y>T] (a:mira:ne) zf. karışık. S âm ize-m ü, {OsT} Saçı sakalı birbirine
girmiş kimse. || âmize-m flyî, {OsT} K ır saçlı ve sa
1. Buyurur gibi; emredercesine. 2. A m ir olana ya
kallı olma.
kışır biçimde; amircesine.
am irce, [amir-ce] zf. 1. Amire göre. 2. Amire yakışır am iziş, [Far. âmıziş ji>»T] (a;mi;ziş) {OsT} is. Ge
biçimde. çinme; kaynaşma. S âm îziş-i şîr ü şek k er, {OsTj
1. Sütle şekerin birbirine karışması, uyuşması. 2.
am ire, [Ar. ‘ümran > ‘âmire »yıU] (a:mire) {OsT} is.
mec. İyi geçinme; kaynaşma.
1. İmar edilmiş, bayındır ve bakımlı yer. 2. İnsanla
a m m ', [Ar. ‘amm pj-] {OsT} is. Amca.
rın yaşadığı, hareketli yer. 3. İmparatorluk döne
minde M üslümanlara ait verimli topraklar ile dev am m 2, [Ar. ‘umüm > ‘ânım j»U] (a:m) {OsT} sf. 1.
lete ait arazi, mülk, atölye, işletmeler, Genel; kamuya ilişkin. 2. Bayağı; adi. S1 â m m ü ’l-
am iren, [Ar. âmir => âmiren] {ağız} is. Ü st kadem e m enâfi, {OsT} Kamu yararı.
den memur; amir. [DS]
am m a, [Ar. amm â U ] (a'mma:) {OsT} bağ. 1. Çe
am iriyet, [Ar. âmiriyyet c*jy>T] (a:miriyet) is. 1. Bu lişkili ve zıt iki ifadeyi birbirine bağlar. «Görünüşü
yuruculuk. 2. Amirlik, biraz bozuktur amma tadı güzeldir.» 2. Uyarı ve
am irlik, -ği [amir-lik] (a:mirlik) is. 1. A m ir olma hatırlatm a bildirir. «Yarın alacağını söylüyorsun
durumu. 2. Amirin yerine getirmekle yüküm lü ol amma dükkânlar kapalı.» 3. ünl. Flayret ve şaşkın
duğu iş. 3. Yönetim birim leri içinde amirin m aka lık bildirir. «Amma adammış ha!» 4. Kim bilir ne
mının bulunduğu yer. kadar çok (tahmin). «Bu işe m üdür amma sevinmiş
am irziş, [Far. âmirziş ^»î| (a:mirziş) is. 1. Affet tir ha!» S a m m â -b a ’dtt, {OsT} 1. Bundan sonra.
2. Konumuza, amacımıza gelelim.\\ am m a y ap tın ,
me; bağışlama. 2. T an n ’nın bağışı,
Olmayacak şey, imkânsız. Am m a yaptın, o parasın
am irzkâr, [Far. âmirzkâr jlSjyT ] (a:mirzkâ:r) sf. 1. dan nasıl ayrılır?|| am m a ve lâkin, Kaldı ki, gele
Affeden; bağışlayan. 2. is. Affeden; Tanrı, lim, gelince; bununla beraber.
am it, -di [Fr. amide] is. kim. Bir asitteki hidroksil am m al, [Ar. ‘ammâl JU_t] (amma. l) {OsT} sf. İşlek;
grubunun yerine bir amino grubun geçmesi ile olu
faal.
şan azotlu organik bileşik,
am m an , [Ar. emân => aman / amman] {ağız} ünl. -*■
amitoz, [Yun. a (yok) + mitos (iplik) > Fr. amitose] aman. [DS]
amm ıraiiiffsoM .
a m m a r, [Ar. ‘umran > ‘ammar j U ] (amma.r) {OsT} amnon, [Kürt. Zaza. amnon] {ağız} is. Yaz mevsimi.
[DS]
sf. 1. Bir şeyi bakımlı ve bayındır hâle getiren. 2.
amofta, [Yun. hamofta] {ağız} is. bot. Dağ çileği,
is. Mimar.
(Fragaria vesca). [DS]
am m at, [Ar. ‘amm > ‘ammât oU j;] (amma:t) {OsT}
amonyak, -ğı [Ammon (Mısır tanrısı) > Lat. am-
is. Amcalar. moniacum > Fr. ammoniac] is. kim. Renksiz, kes
amme1, [Ar. ‘amm > ‘amme ] {OsT} is. Hala. kin kokulu, gözleri yaşartan, yakıcı lezzetli, hava
dan daha hafif N H 3 formülünde azot ve hidrojen
amme2, [Ar. ‘umum (herkes, bütün) > ‘âmme jjIp]
bileşiği bir gaz; nişadır ruhu,
(a:mme) {OsT} is. 1. Genellik. 2. Bütün halk; insan
amonyum, [Fr. ammonium] is. kim. Am onyak gazı
lar; kamu. S’ amme alacağı, D evlet ve kamu kuru
nın asitlerle birleşerek tuzlaşırken meydana gelen
luşları adına kanuna dayalı olarak şahıslardan ve
bir değerli ~NH4 kökü. S amonyum karbonat,
ortaklıklardan talep ettikleri para. || amme davası,
K abartm a tozu olarak kullanılan (NH4)2C 0 3 fo r
Toplum düzenini bozanlar hakkında yapılan kovuş
mülündeki kristalleşmiş alkali tuz. || amonyum sül
turma:.|| amme efkârı, Kamuoyu.\\ amme hizmeti,
fat, Gübre olarak kullanılan (N H ^ S O j form ülün
Toplum düzenini ve sağlığı korum ak için yapılan
deki kristalleşmiş alkali tuz.
işler. || amme hukuku, Toplumun bütününü ilgi
amora, [İt. amura] (a ’mora) is. dnz. Y elkenin köşe
lendiren ya sa l haklar. || amme idaresi, Toplum
hizmetlerini yerine getirmekle görevli yönetim, ka sini tutan halat,
mu yönetimi.] amme menfaati, Toplumun bütünü amoralizm , [Fr. amoralisme] is. fel. Ahlakın evren
ne ait çıkarlar, haklar; kamu yararı. 11 amme niza sel ve nesnel tem elinin bulunm adığım savunan fel
mı, Kamu düzeni. sefî görüş; ahlaksızlık,
amorf, [Fr. amorphe] sf. kim. (Madde için) kendine
amme3, [Ar. ‘amme p*] {OsT} zf. Nereden? S Amme
özgü bir kristal yapısı olmayan,
Cüzü, isi. Nebe Suresi ile ondan sonra gelen kısa
amors, [Fr. amorce] is. 1. B ir filmin veya manyetik
surelerin birleşmesinden meydana gelmiş kitapçık;
bandın alete takılm asını kolaylaştıran ve şeritle ay
K u r ’an 'ın son cüzii.\\ Amme Suresi, isi. İlk kelim e
nı ende bulunan boş kısım. 2. Silahtaki asıl patlayı
si ‘“am m e” olduğu için bu adla anılan, K u r ’a n ’ın
cı maddenin tutuşm asını sağlayan darbe ve sür
78. suresi olan Nebe Suresi.
tünm e ile ateş alan küçük patlayıcı maddeli kısım;
ammete, [Yun. amita / Ar. ‘ammete] {OsT} is. 1. Ha fişek kapsülü. 3. Emm e basm a tulumbalarda tu
la; emeti. 2. Akraba, lum banın piston kısmını su ile doldurmaya yarayan
ammeten [Ar. ‘amm > ‘âmmeten İjLp] (a:m m e’ten) küçük delik veya huni kısmı,
{OsT} zf. 1. Genel olarak; umumi. 2. Herkesin ö- amorti, [Fr. amortir] is. 1. Tesirini azaltma; yatıştır
nünde; alenen, ma. 2. Piyangoda en küçük ikramiye. 3. gnşl. Razı
ameyya, [Ar. ‘ammeyyâ L»-p] (ameyya:) {OsT} zf. olunan en küçük pay. S' amorti etmek, 1. Muha
sebe kayıtlarını tespit edip üretim maliyetine veya o
Görmeyerek; düşünmeden.
yılın gider hesabına yazarak kurumun zararını kar
am m î1, [Ar. ‘amm > ‘âmmı (a:mmi:) {OsT} sf. şılamak; itfa etmek. 2. Zararı karşılamak.
Herkese ait; kamu malı. am ortism an, [Fr. amortissement] is. tic. 1. Yıpran
ammi2, [Ar. ‘amm > ‘ammı {OsT} is. Amca; ma, eskime, modası geçme gibi sebeplerle bir ticarî
emmi. ve sınaî m alın değer kaybetmesi. 2. Bir borcun azar
azar ödenmesi; itfa. 3. Bir kuruluşa yatırılan para
ammiya, [Ar. ‘ammiyâ Lap] (ammiya:) {OsT} zf.
nın belli bir süre içinde kazançtan ayrılan paylarla
Görmeyerek; düşünmeden,
geri alınması.
ammo, [Ar. ‘ammi / ‘am m uj {ağız} is. Üvey baba; amortisör, [Fr. amortisseur] is. Çalışan bir araçta
babalık. [DS] m eydana gelen çarpma, darbe, sarsıntı ve titreşim
Ammuriye, [Ar. ‘ammüriyye (ammu:riye) gibi istenmeyen hareketleri hafifletmeye, yumu
{OsT} is. A nkara şehri, şatmaya yarayan düzenek,
amnezi, [Yun. a (yok) + mnesis (bellek) > Fr. am- ampa, [Far. hem-pâ] {ağız} is. 1. Sürek avında avları
nesie] is. tıp. Hafızanın azalması veya kaybolması; yandan kollayan ve pusu yerine doğru süren kimse.
hafıza kaybı, 2. Yararlanılacak şey; yarar; çıkar. [DS]
amnion, [Yun. amnion] is. anat. Döl kesesi, ampak, [a(b)+pa/k] {ağız} sf. Bembeyaz. [DS]
amnios, [Yun. amnios] is. anat. Ana kamındaki yav amper, [Fr. Ampere (Fransız fizikçi)] is. fız. Elektrik
ruyu saran zarlardan en içteki. S amnios suyu, akım şiddeti birimi; sembolü: A. S1 amper saat,
A na karnındaki yavruyu basınç ve darbelere karşı fiz. B ir am perlik bir akımın bir saatte taşıdığı
koruyan amniosun içini dolduran sıvı. elektrik yükü miktarı; sembolü: Ah.
OTOM I K i İ M . 237_ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ __________________________________________AMU
ampermetre, [Fr. ampemetre] is. fız. Elektrik yükü amsalak, -ğı [am-sa(k)-la-k] {ağız} is. 1. Şaşkın;
nün miktarını ölçmeye yarayan alet; amperölçer. budala; ahmak; ahk; pısırık. 2. Kadına fazla düşkün
amperölçer, [Fr. amper + T. ölç-er] is. fız. Elektrik erkek. [DS]
yükünün miktarını ölçmeye yarayan alet; amper amşu, [? amşu] {eT} is. Kurbanlık yemek; kurban ye
metre. meği. [EUTS]
ampir, [Fr. empire (imparatorluk)] is. N apolyon dö amşuy, [? amşuy] {eT} is. Bir tür sarı erik. [DLT]
neminde Fransa’da başlayıp bütün A vrupa’ya yayı amtı, [am (şu an) > am-tı / em-di > amdı] {eT} zf.
lan mimari, mobilya ve giyim biçimi, Şimdi; şimdiki; hâlen; imdi. [ETY] [İKPÖy.] [Üç
ampirik, -ği [Fr. empirique] sf. fel. Deneye ve göz İtigsizler] [Gabain], [Tekin] [EUTS] fi1 amtı ok, H e
leme dayalı. men; derhâl; tam şimdi. [EUTS]-amtık, [-am-tık / -
ampirist, [Fr. empiriste] is. fel. Deneye önem veren, ım-tık / -im-tık / -um-tuk] {eAT} yap. e. Benzerlik
ampirizm, [Fr. empirisme] is. fel. Deneycilik, ve gibilik ifade eden ek; -ımsı; -ımtırak.
amplifikatör, [Fr. amplifıcateur] is. 1. A lçak bir amtıkan, [amtı-kaıı] {eT} zf. Şimdi; tam şimdi.
elektrik gücünü veya m anyetik etkilenm eyi yük [EUTS]
seltmeye yarayan araç; yükseltici. 2. Bir müzik se amtıkategî, [amtı-ka+tegi] {eT} zf. Şimdiye kadar.
tinde, hoparlörden önce kurulu düzenek, [EUTS]
ampul, -lü [Lat. ampulla > Fr. ampoule] is. 1. Ü ze amtıkı, [amtı-kı] {eT} zf. Şimdiki. [EUTS]
rinden akım geçince akkor hâline gelerek ışık veren amtıkına, [amtı-kı-na] {eT} zf. Şimdi. [EUTS]
telleri kuşatan havası alınmış cam. 2. İçinde şırınga amtıkıya, [amtı-kı-y-a] {eT} zf. Şimdi. [EUTS]
ile vücuda verilecek ilaç bulunan kapalı cam tüp. 3. amtısön, [am-tı-sı+öng ?] {eT} zf. Şu anda; hâli
argo. Kadın veya kız memesi, hazırda [Gabain]
ampütasyon, [Fr. amputation] is. tıp. Kesici aletlerle amu, [Ar. ‘amü y ^ ] (amtı:) {OsT} is. Amca,
çıkıntısı bulunan bir organı veya organın bir parça amuç, [amu-ç] {eT} is. Doyumluktan verilen arm a
sını kesip çıkarmak, ğan. [DLT]
amrak, [amra-mak (sevmek) > amra-k] {eT} sf. 1.
amud, [Ar. ‘amüd :>^t] (amu:d) (OsT} is. 1. Yukarı
Sevilen; sevgili; sevimli aziz. [İKPÖy.] [ETY]
[EUTS] [Gabain] 2. Rahat; sakin. 3. is. Sevgi, fi1 am dan aşağı dik inen çizgi. 2. Direk, fi1 amiid-i fe-
rak bolmak, {eAT} Â şık olm ak.|| amrak köngül, kârî, {OsT} anat. B el kemiği.|| am ûdü’l-âsâr, {OsT}
{eT} Arı gönül; sıcak gönül. [DLT] Kasırganın kaldırdığı kum; hortum .|| am üdü’l-
amramak, [amra-mak] {eT} g ç l . f [-r] Sevmek; âşık batn, {OsT} Göğüsten karına doğru inen dam ar.|j
olmak. [EUTS] am ûdü’l-kalb, {OsT} anat. Kalbe giren büyük to
amranmak1, [amra-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. mar; aort.j| am ûdü’s-salîb, {OsT} Haçın üzerine
takıldığı tahta.|| am ûdü’s-subh, {OsT} Sabah güne
Sevmek. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. is. Sevgi; aşk;
şinin ışınları. ||
sevinç; sevmek. [EUTS]
amranmak2, [amra-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Y a amude, [Far. âmüden (dizilmek) > âmüde iojjT] (a:-
yılıp oturmak; yan gelmek. [DS] mu;de) {OsT} sf. 1. Dizilmiş. 2. Dizi,
amranmaklıg, [amra-n-mak-lığ] {eT} sf. Sevilmeli; amuden, [Ar. ‘amüd > ‘amüden (a m u:’den)
sevilecek olan; sevgili. [EUTS] {OsT} zf. Diklemesine; dik olarak,
amraşmak, [amra-ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] 1. Se
amudî, [Ar. ‘amudi l P ^ ] (amıtdi:) {OsT} sf. Dikey,
vişmek. 2. Çok sevmek. [EUTS] [Gabain]
dikine.
amrı, [am-rı] {eT} zf. Daima; daimî. [Gabain]
amrılmak, [am-(ı)-r-ıl-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. am udufıkarî, [Ar. ‘amud-ı fekâri jjLis (amu:-
Rahatlamak; sakinleşm ek yatışmak; teskin olun dufıkari:) {OsT} is. anat. Belkemiği,
mak. [Gabain] 2. Sakinleştirilmek. [EUTS] amug, [Far. âmüğ j\*»T] (a:mu:ğ) {OsT} sf. 1. (Kişi
amrılturmak, [am(ı)r-ıl-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] için) uzun boylu. 2. is. Vakar,
Yatıştırmak; teskin etmek. [EUTS]
amuhte, [Far. âmühten (öğrenmek) > âmühte 4^ - _^T]
amru, [am-ru] {eT} zf. Daimî; devamlı. [EUTS]
(a:mu:hte) {OsT} sf. Öğrenmiş; bilgili; okumuş,
amrukmak, [am(ı)r-uk-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] He
veslenmek; özenmek; imrenmek. [DS] amuhtegân, [Far. âmühte-gân jlfc ^ » T ] (a:mu;hte-
amrulmak, [am(ı)r-ul-m ak / amurtmak / emrülmek] gâ:n) {OsT} is. Okumuşlar; öğretmenler, t? amflh-
{eT} dönşl. f. [-ur] 1. Yatışmak; dinmek; rahatla tegân-ı ezelî, {OsT} Evvelden okumuş, öğrenmiş
mak. [DLT] 2. (Kaynayan tencere için) sönmek. 3. kişiler; peygam berler ve ermişler.
(İnsan soluğu için) çekilmek, am ul1, [am-ul] {eT} sf. 1. Sakin yavaş; uslu; halim
amsak, [am-sak] {eT} is. Zevk; eğilim; temayül. [Gabain] [EUTS] [Mühennâ] 2. Rahat; yavaş yavaş;
[EUTS] kımıldamayan. 3. Y'umuşak huylu kimse. [DLT]
AMU aiÜ H IİİffliCES Ö M .238
amul2, [Ar. ‘amel (iş) > ‘amul J ^ p ] (amu:l) {OsT} sf. amya, [Ar. ‘amya (amya:) {OsT} zf. Görmeye
1. Çok çalışan; çalışkan. 2. iyi işçi; usta; kalifiye, rek; düşünmeden,
amulluk, [amul-luk] {eT} is. Usluluk; sükûnet. amyant, [Yun. amiantos (bozulmaz) > Fr. amiante]
[EUTS] is. Ateşe dayanıklı, kolayca bükülebilen hidratlı
amurtmak, [amur-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Sakinleş kalsiyum ve m agnezyum silikattan oluşmuş lifli bir
tirmek; teskin etmek; yatıştırmak; dindirmek. [DLT] mineral.
[EUTS] [Gabain] -an 1, [eT. -gen / -ğan > -an / -en / -y-an / -y-en] yap.
amusni, [Far. âmüsnî (a:mu:sni:) {OsT} is. e. 1. Fiilden sıfat türeten ek. Geniş zaman kavramı
Bir erkeğin nikâhında bulunan birden çok kadından içeren sıfatlar yapar: gör-en (göz), yaz-an (adam).
her biri; ortak; kuma, {eAT} (aym görevde), «kanı ol zeyrekem di-y-en
kişi.» v4şık Paşa. 2. Fiilden türemiş olan bu sıfatlar,
amuşmak, [amuş-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Çıkışma
kalıplaşarak isim ler meydana getirir; işi yapan
ve kınam adan dolayı bozulmak; apışıp kalmak;
kimse veya nesne kavram ı kazandırır: böl-en, çarp
apışmak. [DLT]
an, cankurtar-an. 3. Bir işle görevli kavramı ile
am ut1, -du [Ar. ‘amd (sütun dikme) > ‘am üd ±yj>] is. kalıplaşmış isimler yapar: bak-an, çevir-en, gön-
1. D ik durumda. 2. Dikme. 3. Sütun. 4. Hükümdar der-en. 4. Fiilin bildirdiği eylem in sonucu veya
asası. 5. Değnek; sopa; çomak. 6. Önder; komutan. ortaya çıkmış durum kavram ını katarak kalıcı isim
7. Terazinin kolu. 8. Tüfeğin ya da yayın tahta ler yapar: düz-en, çarp-an, çağla-y-an, benze-y-en.
kısmı. 9. sf. D ik duran; dikey; dik. S amuda -an2, [-an / -en] {eT} {eAT} yap. e. Çokluk eki kalıpla
kalkmak, Ellere dayanarak, bacakları yukarı kal şarak isim türeten ek olmuştur; kökte belirtilen
dırıp baş aşağı dik olarak durmak. özellikleri genelleştirme, ait olma gibi kavram lar
amut1, -du [Far. âmüt OjjT] (a:mu:d) {OsT} is. katar: bel-en, kök-en, kız-an, oğlan (oğul-an), bay
an, er-en (erler)
Y üksek yerlerde, kayalarda bulunan kuş yuvası,
-an3, [Ar. -an / -en I-] {OsT} zf. A rapça kelimelerden
amuz, [Far. âmühten (öğrenmek) > âmüz jj-oT] (a:-
"olarak, bakım ından’’ anlam ında durum zarfları
mu:z) {OsT} sf. 1. Öğreten. 2. Öğrenmiş. S âmüz-
yapan ek; tenvin işareti, fıil-en (eylemli olarak; y a
gâr, {OsT} Öğretmen; öğrenci.|| âmüz-gârî, {OsT}
parak)
Öğretmenlik.|| âmflz-kâr, {OsT} Öğretmen; öğren-
ci.\\ âmflz-kârî, {OsT} Öğretmenlik. -an4, [Far. -ân ö l -] (-a:n) {OsT} son ek. Farsça fiil
amuzende, [Far. âmüzende (a:mu:zende) den isim, sıfat ve zarf yapan ek.
{OsT} is. 1. Öğretmen. 2. Öğrenci, -an5, [Far. -ân jT -] (-a:n) {OsT} son ek. Farsça isim
amuzi, [Far. âmüzî (a:mu:zi:) {OsT} is. Öğret lerden çokluk yapan ek.
a n 1, [ang / an (yans.)] is. Anırm a, haykırma ve ba
menlik mesleği,
ğırmayı anlatan kök. [Zülfıkar] an-ır-mak, ang-ı-la-
amuziş, [Far. âmüziş (a:mu:ziş) {OsT} is. 1. mak, ang-ır-a-mak, an-kır-mak, an-ır-mak, an-ra-
Öğrenme. 2. Öğretme. 3. Öğretim, mak.
amürg, [Far. âmürğ j>»T] (a:mürğ) {OsT} is. 1. Yara; an2, [ol (o) > an] {eT} {eAT} zm. O; üçüncü teklik kişi
fayda; menfaat. 2. Kıymet; kadir; değer. 3. Zahire; ve işaret zamirinin yalın hâl dışında iken aldığı bi
meyve. 4. Az bir şey; bir miktar. 5. Asıl; öz; hüla çim. [EUTS] ana (ona), anca (o kadar) ancılayın
sa. (onun gibi; öyle) anda (onda; orada) andan (on
dan, oradan) anı (onu), anın (onun), anlar (onlar).
amürz, [Far. âmürz j^T ] (a:mürz) {OsT} sf. Affeden;
an3, [ang > an] is. psikol. 1. Bilincin irade ve heye
bağışlayan. can karışmamış düşünme ve anlama gücü; zihin. 2.
amürza, [Far. âmürzâ ljy>T] (a:mürza;) {OsT} sf. A f A kılda tutabilme yeteneği; hafıza.
feden; bağışlayan, an4, [Ar. ‘an (-den) j t ] {OsT} e. Bağlandığı kelimeyi
amürzende, [Far. âmürzende «.ujy>T] (a:mürzende) zarf yapar. S an-asl, {OsT} Soyu bakımından; as
{OsT} sf. Affeden; bağışlayan, lından; aslında.|| an-cânibî, {OsT} B ir yandan; bir
taraftan.\\ an-cehlîn, {OsT} Bilmeyerek; cahillikle.\\
amürzgâr, [Far. âmürz-gâr jlSjyT] (a:mürzgâ:r)
an-gafletin, {OsT} İstemeyerek; bilmeyerek.\\ an-
{OsT} sf. Affeden; bağışlayan; Allah, httm, {OsT} Onlardan.\\ an-hümâ, {OsT} O ikiden.||
amürziş, [Far. âmürziş jijy T ] (a:mürziş) {OsT} sf. ani’l-gıyâb, {OsT} H azır olmaksızın; gıyabında;
Affeden; bağışlayan, bulunmadan.\\ ani’l-m erkez, {OsT} Merkezden çı
kan; merkezkaç.\\ an-karîb, {OsT} Çok geçmeden;
amvardişn, [Part, amvardişn] {eT} is. Toplanma. [Ga
bain] çok yakında.\\ an-karîbü’z-zam ân, {OsT} Çok y a
O İM IİİR S Ü M .2 3 9 ANA
kın bir zamanda.\\ an -k asd in , {OsT} B ile bile.|| an - asıl; esas. 9. {ağız} Ağaç gövdesi. [DS] 10. {ağız}
küm , {OsT} Sizden.|| an -k ttm â, {OsT} lkinizden.\\ Kapı ve pencere kasası. [DS] 11. {ağız} Büyük ka
an-nıim âm ed, {OsT} 1. Mim (Rumeli) den geldi. 2. lıpla dökülmüş kerpiç. [DS] 12. {ağız} Kıldan örül
Devşirme çocuklar, Müslüman ailelerin yanında m e çul çuval gibi dokumalarda tam ortaya gelecek
Türkçeyi ve M üslümanlığı öğrendikten sonra Ru şekilde konulan süs öğesi. [DS] 13. {ağız} Arı beyi.
meli Ağasının tezkeresine kayıtları sırasında konu [DS] 14. {ağız} Tütünün alttan üçüncü tabakası olan
lan işaret. || a n -n a k d in , {OsT} Para olarak; en iri yaprakları. [DS] 15. {ağız} Değirmende çarka
nakten.|| an-sam îm , {OsT} İçten; gönülden; yürek giden suyu salmaya yarayan ark. [DS] 16. {ağız}
ten.|| an-tı âm ed, {OsT} 1. Tı (Anadolu) ’dan geldi. Irmak ve nehirlerin aktığı asıl yatak. [DS] 17. {ağız}
2. Devşirme çocuklar Müslüman ailelerin yanında Toprak kazıldığında meydana çıkan alt tabaka; sert
Türkçeyi ve M üslümanlığı öğrendikten sonra A n a toprak. [DS] 18. sf. (Kadın için) çocuk doğurmuş.
dolu Ağasının tezkeresine kayıtları sırasında konu 19. (Hayvan için) yavrulamış. 20. Egemen; asıl;
lan işaret. || an-veled, {OsT} Ölümden sonra zürri- köke ilişkin; esas; hâkim. S a n a a rı, zool. B ir arı
yet bırakma.|| an-ye’din , {OsT} Elden.\\ an-zeâm et, topluluğunda yumurtlayan dişi a n; a n beyi; krali
{OsT} Hisseden ibaret. çe arı. || an a a ta rd a m a r, anat. Kalbin sol karıncı
an5, [Ar. an jT] (a:n) {OsT} is. 1. Bölünem eyecek ka ğından çıkan ve temiz kanı vücuda dağıtan atar
damarların başlangıcı; aort.|| an a atası, {eAT} Ana
dar kısa zaman parçası. 2. Süre ne olursa olsun o-
tarafından dede. [Mühennâ] || an a a ta sofrası g ör
ranlama yapıldığında insana kısa gelen zaman. S
m üş, Aileden görgülü yetişm iş kişi. || a n a a v ra t düz
ân be ân, {OsT} Gittikçe, kademe hâlinde.|| ân-ı
gitm ek, argo. B ir kimsenin atalarına, soyuna
dâim , {OsT} M utlak zaman, ezelî ve ebedî olması
sopuna sövmek, küfretmek.\\ an a b a b a , A nne ve
bakımından A llah.|| ân -ı höş-giizeşte, {OsT} Güzel
babadan meydana gelen birlik; aile; yuva. || ana
geçen zaman. || ân-ı m ağlûbiyet, {OsT} Yenilgi za-
b a b a b ir, Aynı ana ve babadan doğmuş olanlar.||
manı.|| ân-ı vahit, {OsT} Çok kısa zaman, bir an-
a n a b a b a du ası alm ak, Annesini ve babasını
da.\\ ân-ı visâl, {OsT} K avuşm a zamanı; birleşme
memnun etmiş olmak; onların manevi desteğini
anı.
kazanmış olmak. || a n a b âb a eline b a k m a k , Yaşı
an6, [Far. ân jT] (a;n) {OsT} is. Güzelliğe karşı du büyük olduğu hâlde, anne ve babanın verdiği para
yulan ilgi; güzelliğin çekiciliği; cazibe; alım. ve m al ile geçinmek.\\ ana b ab a güntt, Herkesin
an7, [an / an] {ağız} is. 1. Tarlalar arasında sınır ola kendi derdine düştüğü telaşlı bir kalabalık.\\ ana
rak kullanılan ekilmemiş yer; tarla sınırı; set şek b a b a kokusu, {ağız} 1. K ır menekşesi. 2. M ercan
lindeki ayrıntı. 2. Saçın ayrılma çizgisi; yiv. 3. köşk. [DS]|| a n a b a b a okulu, Anne ve babaya eği
Bahçe içinde suyun birikm esi için yapılan toprak tim sorumlulukları aşılayan, çocukların daha iyi
set. 4. Eklem; mafsal; boğum. 5. Baldır; diz; incik. yetişm esini sağlayacak bilgileri veren eğitim kuru-
6. Elde, avuçla bilek arasındaki şişkin yer. 7. Hay mu. || a n a b a b a y av ru su , Nazlı büyütülmüş, sıkıntı
vanların ağzında ot yemelerini engelleyecek kadar lara katlanamayan ve kendi başına karar verem e
şişlik. 8. Yaprak, dal ve sapların gövdeye bağlan yen çocuk.\\ an a bacı, {ağız} B ir topluluğa çıkarıla
dığı yer; budak. 9. A şıda kullanılan çeliğin, aşıla cak yem eği düzenleyen, idare eden kadın. [DS]||
nan ağaç dalma değdiği yerdeki boğum. 10. B ir şey a n a b ala, {ağız} Anne ile çocuğu; ana evlat. [DS]||
üzerinde yapılan çentik; oyuk. 11. Pantolon vb.nin an a bilim dalı, Üniversite ve fakültelerde alt bilim
ağı. 12. Yapraklardaki damar. 13. Biçilen ekinin y a da uzm anlık dallarına verilen ad.\\ an a b ir b ab a
toprakta kalan kısmı; anız. 14. Ağaç özü. 15. Alın. ay rı, Anneleri aynı, babaları ayrı olan kardeşler.\\
16. Baş. 17. Karşı; ön. 18. Oluk kiremitli çatılarda a n a cadde, Şehir içinde ara sokakların açıldığı
alta döşenen oluk kiremit. [DS] büyük ve işlek cadde. || an a çizgi, B elli bir kurala
an8, [Far. ân jT] (a;n) {OsT} sf. “ Şu” işaret sıfatı. göre yürütülerek bir şekil meydana getiren çizgi. ||
a n a d a n cavlak, {ağız} 1. Doğuştan kel. 2. D oğuş
a ’na, -a ’i [Ar. a 'n â ’ (a-na;) {OsT} is. Yerler; ta tan deli. [DS]|| a n a d a n doğm a, 1. Çırılçıplak. 2.
raflar; bölgeler. Sonradan kazanılmayan, doğuştan getirilen davra
an a1, [anâ / anâv / ane] (ana;) {ağız} ünl. 1. Korku, nış şekilleri.\\ a n ad a n doğm uşa dönm ek, Hiçbir
şaşma, hayranlık bildirir. 2. İşte; burada. [DS] sıkıntısı ve derdi kalmamak.\\ a n a d a n ra h v a n ,
ana2, [eT. ana /aba / apa] is. 1. Çocuğu olan kadın; {ağız} 1. (Tay, kısrak için) doğuştan rahvan olan. 2.
anne. 2. Yavrusu olan dişi hayvan. 3. Dinî açıdan mec. (Kız y a da kadın için) kötü huy bakımından
kendisine saygı duyulan kadın. 4. Anne gibi şefkat annesine benzeyen.| [DS]| a n a d a n togm ış, {eAT}
li davranan kadın. 5. ünl. Saygı ifadesi olarak yaşlı Anadan doğma.|| a n a d an ü ry a n , Çırılçıplak, ana
kadınlara hitap sözü. 6. Bir şeyin kaynağı, asıl se dan doğma.|| an a d av a rı, {ağız} Yavrularına sahip
bebi. «İçki kötülüklerin anasıdır.» 7. Koruyucu, olm am ak şartıyla yalnız sütünden, yağından fa yd a
kollayıcı; velinimet. 8. D ayanak noktası, temel; lanm ak ve istenildiği zam an geri alınmak üzere
ANA
bakıcıya verilen keçi. [DS]|| an a d efter, Ticarî bir kadar zengin olursa olsun mutlu olamaz. || a n a kili
kuruluşun aylık hesapları ile bilançosunun kayde se, hrist. Başka kiliseleri kuran kilise. || ana kitap,
dildiği defter; büyük defter; defter-i kebir.\\ ana B ir bilim dalında yazılm ış olan tem el ve başvuru
defteri, İm paratorluk döneminde devşirme yoluyla kitabı.|| an a kraliçe, 1. Kralın annesi. 2. Arı beyi.||
gelen acemi oğlanların kaydedildiği İstanbul'daki an a kök, bot. 1. Kökün dik ve düz kısmı. 2. M an
defter.\\ a n a dem ir, Arabanın sandık kısmının yan tarların ayak kısmı. 3. Toprağa dikine giren kök.||
taraflarının içinden çamurluğa kadar uzanan di an a k u b b e, mim. Camilerde büyük ayaklar üzerine
rekler bölümü,\\ an a deniz, Büyük kara parçalarını veya dayanma duvarları üzerine oturtulmuş en bü
birbirinden ayıran büyük ve engin deniz; okyanus; yü k ve en yüksek kubbe. || a n a kucağı, Annenin sev
umman.|| a n a deniz bilim i, Oşinografi.||ana devli, gi ve şefkat dolu çevresi.|| an a kuzu, {ağız} Çatıla
{ağız} Hasta; rahatsız; hasta mizaçlı. [DS]|| an a dil, ra konulan yerli kiremitlerin altta (ana) ve üstte
dbl. Başka dil veya lehçelere kaynaklık eden tari (kuzu) bulunmalarına göre aldıkları ad. [DS]|| an a
hin uzak geçm işinde kalan kök niteliğindeki dil. | kuzusu, 1. Küçük kucak çocuğu. 2. Aile çevresinin
a n a dili, dbl. insanın konuşmaya başladığı anda dışına çıkmamış ve başka çevre tanımayan. 3. Toy
ailesinin ve yakın çevresinin veya soyca bağlı ol ve tecrübesiz. 4. Anne tarafından çocuğuna olan
duğu topluluğun kullandığı dil.\\ an a d irek , 1. Ge sevgisini ifade eden söz.|| a n a la r n eler d o ğurm uş,
milerde direklerin eklendiği gövdeye doğrudan 1. Çok başarılı ve üstün yaratılıştı birisini takdir
bağlı direk. 2. Bir topluluğu çevresinde tutan, ku etm ek için söylenen söz. 2. Beceriksiz ve kötü kişi
rumun çökmesine ve dağılmasına engel olan önem leri yerm ek için söylenir.\\ a n a la rı ne ki d a n a la rı
li kişi. || an a doğrusu, Silindirin veya koninin yan ne olsun, K ötü yaratılışlı bir kimsenin çocuklarının
yüzeylerini oluşturan geometrik şeklin taban kena da öyle olacağını ifade eden sö'z.|| anam ! 1. H erke
rından tepeye kadar olan uzaklığı.|| an a donluğu, se karşı kullanılan teklifsiz bir seslenme. 2. Ses to
{ağız} folk. Kızın annesine oğlan tarafından verilen nuna göre şaşma, acıma, üzüntü ve beğenme ifade
elbiselik kumaş. [DS]|| ana d u v a r, Binalarda ya p ı eden duygusal söz.|| an a m akinesi, Kuluçka maki-
nın dış yüzünü çevreleyıen kalın duvar.|| an a d ü nesi. || an am an a m dediği h a m a m anası, Övülen
şünce, ed. B ir yazıyı ve konuşmayı oluşturan temel birisinin aslında kötü olduğunu anlatmak için kul
düşünce;ana fikir.\\ an a evi, Bir kimsenin doğup lanılan söz.|| an am b a b a m , İçten sevgi duyulan
büyüdüğü ana babasıyla birlikle büyüdüğü ev.\\ kişilere karşı kullanılan bir seslenm e sözü.|| a n a
an a fikir, ed. Bir yazıyı ve konuşmayı oluşturan m ın aşı, ta n d ırın başı, İnsanın evine ve evinde
tem el düşünce; ana düşünce. || a n a gecesi, folk. pişen yem eklere duyduğu özlemi ifade eden söz. ||
Doğumdan sonraki yedinci gece ve bu gece düzen a n a m otif, B ir sanat eserinde sık sık tekrarlanarak
lenen eğlence.|| A na gibi y a r B ağ d at gibi d iy a r ona seçkinlik kazandıran işlemeler; laytmotif. || an a
olm az, İnsanlar içinde en bağlı dost, en candan m uhalefet, Demokrasilerde iktidarda bulunmayan
dost ancak anadır.\\ an a h ak k ı, {ağız} folk. Gelinin en büyük parti. || a n a n güzel m i? argo. K abul edi
annesine başlık sırasında verilen hediye. [DS]|| ana lem ez bir te k lif için söylenen ret sözü. || an an ın a k
hâli, {ağız} A det görme. [DS]|| an a ile kız, helva ile sü tü gibi helal olm ak, H içbir karşılık beklemeden
koz, Birbiri ile ilgili nesnelerin her bakımdan y a bağışlamak. | an an ın örekesi, argo. Saçma bir sö
kınlığını belirtmek için kullanılan deyim.|| an a ini, ze karşı verilen cevap.|| a n a n yahşi b ab a n yahşi,
{ağız} Nişandan sonra kızın annesine gönderilen B ir kimseyi götürülen teklife razı etmek için çok dil
hediye kumaş. [DS]|| an a k ad ın , 1. B ir ailede veya dökm eyi ifade eden söz.|[ a n a oğul, {ağız} i. Arının
bir toplumda en çok saygı gören ve değer verilen ilk verdiği oğul. 2. Bağda iki karık büyüklüğünde
kadın. 2. Kadınlar hamamında müşteriyi karşıla açılan bölme. 3. irili ufaklı bir çeşit kerpiç çıkaran
yan görevli kadın,|| an a kalıp, {ağız} Büyük kerpiç kalıp. [DS]|| a n a okulu, İlköğretim çağm a gelm e
kalıbı. [DS]|| an a k apı, Büyük bir binanın giriş ka miş çocukları okul yaşayışına alıştırmak için eğitim
pısı; cümle kapısı.\\ an a k a ra , coğ. Büyük kara verilen yer.\\ a n a pilavı, {ağız} Gelinin annesinin
parçası; kıta.|| an a k arm ta şı, Teyze. [Mülıennâ]|| düğünden birkaç gün sonra oğlan evine gönderdiği
an a k a rn ın a düşm ek, biy. D öl yatağında yum ur etli pirinç pilavı. [DS]|| a n a rah ib e , Baş rahi-
tanın sperma ile döllenerek canlılığın ve hayatının be. |jana ra h m in e düşm ek, biy. Yumurta, döl yata
başlaması.|| ana k e n t ,./. Bir ülkenin veya bölgenin ğında sperma ile döllenerek biyolojik canlılık baş
diğer ülkelerle ve bölgelerle ulaşım ve ekonomik lamak,|| an a re n k le r, D oğal ışık tayfında y e r alan
bağlantısı dolayısıyla önem taşıyan şehir; metro kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert, mor
pol. 2. Nüfus ve yerleşim bakımından ülkenin büyük renkler.|| an a saat, B ir gözlemevinde veya saatle
kentlerinin her biri.|| an a kız, {ağız} 1. Evlenmemiş, doğrudan ilgili bir kurumda doğru giden ve diğer
evde kalmış kız; anaç. 2. Sevimli, cana yakın kız saatlerin ayarlanmasına esas alınan saat.\\ ana
çocuğu. 3. Öksüz. [DS]|| A na kızına ta h t k u ra r, sanlı, Anne tarafının soyadını alan,|| a n a sav, İleri
kız b a h tı kocad an a ra r , Eşi iyi olmayan kadın ne sürülen görüş ve düşüncelerden en önemlisi ve ön
« « « . 2 4 1 ANA
de geleni. j| an ası ağlam ak , Çok sıkıntı ve ıstırap n . ||ana to p u , {ağız} folk. Düğünde kız tarafına
çekmek.\\ anası anası, {eAT} Anneannesi.\\ an ası gönderilen hediyelik kumaş. [DS]|| an a T ü rk çe,
danası, 1. Bir aileye mensup olanların hepsi, soyu dbl. Türk dilinin bugünkü ve geçm işteki lehçe ve
sopu. 2. {ağız} Can sıkıcı kalabalık ziyaretçi. [DS]|| şivelerinin türediği eski Türkçe devresine kadar
A nası dolansın! {ağız} Annenin çocuğuna sevgi geçen yazılı belge kalmamış, nazarî dönem.\\ana
hitabı. [DS][| anası K a d ir gecesi d o ğ u rm u ş, Talih tü y ü , {ağız} Kuş ve tavuk yavrularının yum urtadan
li, her işi yolunda giden için kullanılan takdir sö- çıktıkları zam anki ilk tüyleri. || a n a tü zü k , Esas ni
ziv. || anası kılıklı, Görünüş ve davranış bakımından zamname; esas mukavelename. [DS]|| an a v atan , 1.
annesine benzeyen anlamında küçümseme ifadesi.\\ A na yurt. 2. B ir kişinin doğup büyüdüğü ve aile
anası kızı, {ağız} Hepsi; tamamı; tümü.\ [DS]| a n a bağlarının bulunduğu ülke. 3. Sömürge im parator
sına av rad ın a sövm ek, Birinin annesini ve karısını luklarında sömürgeler dışındaki asıl iılke. 4. B ir
kastederek sövmek.\\ an a sın a b a k k ızını al, k e n a milletin, tarihin uzak geçmişinde atalarının ya şa
rına b a k bezini al, B ir kızın huyunu öğrenm ek is dığı topraklar. 5. mec. Bir bitki veya hayvanın ilk
teyenler annesinin ahlakını ve bilgisini, becerisini defa görüldüğü ve yetiştiği y e r.||ana y a p ı Birbiri
göz önüne almalıdırlar.\\ an a sın d a n doğdu ğ u n a ile bağı bulunan yapılar topluluğunun diğerlerine
pişm an, 1. Çok tembel ve üşengeç. 2. Çektiği sıkın göre önemli ve şekilce gösterişli olanı. || a n a yarısı,
tılar sonucu hayattan zevk almamak, yaşam a se Teyze.||ana yerli, sosy. Evlenen çiftlerin eşinin a i
vinci kalmamak.\\ an asın d a n d o ğ d u ğu n a pişm an lesinin yanına yerleşm esini esas alan toplumsal
etm ek, Birini bıktırmak, bezginlik vermek.|| a n a düzen; iç güveyili.\\ana yol, 1. Taşıt trafiği bakı
sından em diği sü t b u rn u n d a n gelm ek, Çok sıkıntı mından yoğun olan ve kendisine tali yollar bağla
çekmek.\\ anasını ağ latm ak , Birine kasıtlı olarak nan yol. 2. Ana cadde.|| ana yön, coğ. Birbirinden
sıkıntı ve eziyet çektirmek. || an asın ı bellem ek, ar doksan derecelik açılarla ayrılan dört coğrafî y ö n
go. 1. Birine en büyük kötülüğü etmek. 2. Anasının den her biri: Doğu, batı, kuzey ve güney; cihât-ı
ırzına geçm ek anlamında sövm e sözü. || an asın ı erbaa. ||ana y u rt, 1. Ana vatan. 2. Bir kişinin doğup
eşek kovalasın, argo. Sözü edilen şeyden bıkkınlık büyüdüğü ve aile bağlarının bulunduğu ülke. 3.
ve bezginlik geldiğini ifade eden sövm e sözü. || an a Sömürge imparatorluklarında söm ürgeler dışında
sınıfı, Beş yaşına gelen çocukları ilköğretime ha ki asıl ülke. 4. B ir milletin, tarihin uzak geçm işinde
zırlamak amacıyla açılan ve ana okulu program ı atalarının yaşadığı topraklar. 5. mec. B ir bitki veya
uygulayan eğitim kademesi. || an asın ın d o ğ u rd u ğ u , hayvanın ilk defa görüldüğü ve yetiştiği yer. || a n a
babasının eğirdiği, Birinin davranışlarının yetişti yüreği, Annenin çocuklarına karşı duyduğu sevgi.
ği aile ortamına çok uygun olduğunu belirtmek için a n a 3, [ol (o) > an-a IS"T / *S\ / IS"I] {eAT} zm. 1. Üçüncü
söylenir. || anasının gözü, Kurnaz, iş bilir, açık-
teklik kişi ve işaret zamirinin yaklaşm a hâlinde
göz.|| anasının ipini satm ış, Kendinden her türlü
iken aldığı biçim; ona. 2. Oraya. 3. Onu. 4. Onun
kötülük ve soysuzluk beklenebilir kişi. || an asın ın
için; ondan dolayı. 5. Ona göre; onca. 6. Onun
kızı, 1. Huyları anasına benzeyen kız. 2. Bekaretini
hakkında. 7. Onun olsun; ona feda olsun; onundur.
yitirmiş, kızlığı gitmiş ama kız olarak bilinen; er
keklerle çok düşüp kalkan.\\ an asın ın n ik â h ın ı is a n a4, [ana W] is. 1. {eAT} {ağız} Sermaye; esas; asıl;
temek, Bir malın satışı için çok fa zla p a ra iste- temel. [DS] 2. A lacak veya borç gibi bir paranın fa
mek.|| anasını satm ak , argo. B ir şeye hiç değer iz dışında kalan kısmı. S ana b o rç, Faiz ve borçla
vermemek, aldırmamak.|| an ası ölük, {ağız} (Ka ilgili giderlerin katılmadığı asıl borç miktarı.\\ a n a
vun, karpuz için) içi geçmiş; yumuşamış. [DS]|| m al, ekon. B ir ticarî işletmenin kurulması için g e
anası tu rp , b ab ası şalgam , Soyu iyi olmayan bir rekli olan para ve paraya çevrilebilir malların bü
ailenin çocuğu. || anası y erin d e, Birinin anası ola tünü; sermaye. || ana m al birik im i, İşletme sahibi
bilecek yaşta bulunduğu için saygı duyulacak ka- nin elde ettiği kârdan bir kısmını mevcut serm aye
dın.|| ana soylu, H er türlü sosyal düzenlemede, sine ekleyerek işletmesini büyütmesi.|| a n a m alcı,
toplumsal yerin kazanılmasında, soy ağacı ve ak 1. Üretim ve işletme araçlarını özel mülkiyetinde
rabalık bağlantılarının düzenlenmesinde ana tara bulunduran; sermayedar; kapitalist. 2. Üretim ve
fını esas alan. || an a su lam a k an alı, Irm ak veya işletme araçlarının özel mülkiyette bulunması g ö
çevirme noktasından aldığı suyu bir grup kanalla rüşünde olan.\\ an a m alcıhk, Üretim ve işletme
dağıtan su şebekesi}] a n a şehir, 1. B ir ülkenin veya araçlarının özel mülkiyette bulunması esasına d a
bölgenin diğer ülkelerle ve bölgelerle ulaşım ve yanan siyasal sistem; kapitalizm; sermayecilik;
ekonomik bağlantısı dolayısıyla önem taşıyan şe sermayedarlık. || an a p a ra , İşletilen veya borçlanı
hir; metropol. 2. N üfus ve yerleşim bakımından lan bir paranın fa iz ve masraflar dışında kalan
ülkenin büyük kentlerinin her biri. || a n a to p la rd a kısmı.
mar, anat. Vücutta dolaşan kanı toplayarak kalbin a n a 5, - a ’i [Ar. canâ’ (ana:) {OsT} is. Yorgunluk;
sağ kulakçığına taşıyan iki ana damardan her bi
meşakkat; güçlük.
ANA orüM rüicESûM i.242
a n a6, -a ’i [Ar. ani > ana5 * UI] (ana:) {OsT} is. Gece an adil, [Ar. ‘îandelib > ‘anadil J-sLp] (ana:dil) {OsT}
yarıları; gece yarısı vakitleri. S1 â n â ü ’l-leyl, {OsT) is. Bülbüller.
Gece yarıları. A nad o lu , [Yun. anatole (güneşin doğduğu yön)] öz.
a n ab ab u la, [Yun. anababula] {OsT} is. 1. Babil gibi is. Türkiye’nin A sya kıt’asm da bulunan toprakları
karışıklık. 2. Gürültülü ve karışık yer. na verilen ad.
an ab eri, [an-ğaru + beri > anarı+beri / onarı+ beri] A nado lu lu , [Anadolu-lu] is. ve sf. 1. A nadolu’da ya
{ağız} is. Ufak tefek eşya; öteberi; sandık eşyası. şayan. 2. Anadolu halkından olan,
[DS] a n a d u t, [Yun. anadoti] (ağız) is. Harmanda sap ve
anabolizm a, [Yun. ana (yukarı) + bole (vuruş) > Fr. saman atm ak için yapılmış büyük parmaklıklı dir
anabolisme] is. bot. Canlılardaki özümleme ve bi- gen veya yaba; anadat.
yosentez olaylarının tümü; oluşturum. a n a erk i, [ana+erk-i] is. sos. Kadına üstün bir siyasi
an acan , [ana + Far. cân] {ağız} ünl. Anacığım ; canım rol tanıyan sosyal düzen; maderşahilik,
anam. [DS] an aerk il, [ana+erk-il] sf. sos. Kadının soyunun et
anacı, [ana-cı] {ağız} sf. (Çocuk için) babasından rafında toplanan ve buna göre düzenlenen; m ader
daha çok annesine düşkün olan. [DS] şahi.
anacık, -ğı [ana-cık] {ağız} is. Anne. [DS] an a ero b ik , -ği [Fr. anaerobique] sf. 1. Havanın ser
anacıl, [ana-cıl] sf. (Çocuk için) anasına çok düşkün best oksijeni bulunm adan gelişebilen. 2. Atmosfe
olan. rin dışında yürütülebilen,
a n aç, -cı [eT. anaç (anacık)] is. 1. Y avru verecek çağa a n af, [Ar. en f > ân âf J>^T| (a:na:f) {OsT} is. İnsan
gelmiş hayvan. 2. Meyve verecek büyüklüğe ulaş
burunları; burunlar,
m ış ağaç. 3. {eT} Analaşmış; zekâsı yüzünden ce
m iyetin anası gibi sayılan kızcağız; küçükken bü an afet, [Ar. ‘anâfet o il ıt ] (a n a fet) {OsT} is. Kaba
yük bir anlayış gösteren kız; anacık. [DLT] lık; sertlik.
[Mühennâ] 4. {ağız} Çok doğuran iyi cins hayvan. a n afo r, [Yun. anaphori (geri akış)] is. 1. Düzgün
[DS] 5. {ağız} Ç ok oğul vermiş arı. [DS] 6. {ağız} harekette devam ederken bir engelle karşılaşan ha
Evlenmemiş, yaşlanmış kız. [DS] 7. Orta yaşlı, ol va ve su akımının ortası çukurlaşarak m eydana ge
gun kadın. [DS] 8. {ağız} İyi cins, damızlık hayvan. tirdiği dönme; girdap. 2. gnşl. Karışan ve içinden
[DS] 9. {ağız} Aşı yapılan dal ya da gövde. [DS] 10. çıkılmaz olan durum. 3. argo. Em ek vermeden,
{ağız} Ç elik çomak oyununun büyük sopası. [DS] zahmet çekmeden kazanılan; beleş; bedava. 4. ar
11. {ağız} Serbest, başına buyruk, eksik terbiyeli kız go. Haraç, ö a n a fo ra k a p tırm a k , Suyun veya ha
ya da kadın. [DS] 12. {ağız} Su arkı; ana arık; bent. vanın girdabına kaptırmak. || a n a fo ra kon m ak ,
[DS] 13. {ağız} Kağnı tekerleğinin ortası. [DS] 14. argo. B ir bedel ödemeden, zahm et çekmeden, emek
sf. İri, kart. 15. Ana gibi koruyup seven. 16. mec. vermeden elde etmek.|| a n a fo r bölgesi, B ir uçak
Bilgili, kurnaz, başına buyruk. 17. {ağız} İhtiyarla havada iken kanat veya kuyruk arkasında anafor
mış; kocamış. [DS] 18. {ağız} Köklü; eski. [DS] 19. m eydana gelen bölge.|| a n a fo rd a n gelm ek, argo.
{ağız} Ç ok beslenmiş; iri; dolgun. [DS] 20. {ağız} Zahm et çekmeden, em ek vermeden elde etmiş ol
Kuvvetli; sağlam. [DS] 21. {ağız} Kurnaz; tecrübeli; mak.
bilgili. [DS] 22. {ağız} Fluy veya şekil bakımından a n afo rcu , [anafor-cu] is. argo. Başkalarının yanında
anaya benzeyen. [DS] 23. {ağız} Bakımlı, verimli beslenen; çalışmadan, em ek harcamadan, bedava
toprak. [DS] 0 anaç b al, {ağız} Çok oğul vermiş dan ve çalıp çırpma ile kazanç sağlayan kişi; beda
arının balı. [DS]|| anaç balı, {ağız} Koyu renkli bal. vacı; beleşçi.
[DS]|| a n aç biilfiç, {ağız} Çoluk çocuk; büyük kü a n afo rcu lu k , -ğu [anafor-cu-luk] is. argo. 1. Anafor
çük; evcek. [DS]|| anaç yapılı, {ağız} Annesinin hu cu olma durumu. 2. Anaforcunun durumu; bedava
yunda olan. [DS] cılık; beleşçilik,
an açlam ak , [ana-ç-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r] [-l(ı)- a n a fo rla m a , [anafor-la-ma] is. argo. Emek verm e
yor] (Kız için) evlenmeden yaşlanmak; evde kal den, bedavadan, çalışmadan bir şeyi kazanma,
mak. [DS] a n a fo rla m a k , [anafor-la-mak] gçl. f i [-r] [-l(ı)-yor]
an açlaşm a, [ana-ç-la-ş-ma] is. Anaç olma işi. argo. Bedavadan kazanmak; yolsuzlukla elde et
an açlaşm ak , [ana-ç-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Anaç mek.
durum una gelmek, anaç olmak, an a fo rlu , [anafor-lu] sf. A nafor meydana getiren, a-
anaçlık , -ğı [ana-ç-lık] is. 1. Anaç olm a durumu. 2. nafor oluşturarak akan,
Anaç olanlara has tutum ve davranış biçimi, anagoji, [Fr. anagogie] is. 1. Ruhun semavi âleme
an a d a t, -d ı [Yun. anadoti] (ağız) is. 1. Harmanda sap doğru yükselişi. 2. man. Bir ilk sebebe doğru yük
atmakta kullanılan üç parmaklı alet; çatal. 2. Büyük selmeyi amaçlayan düşünme yolu. 3. Eski Yu
yaba.
ö i ı e i n g a » . 243 ANA
nan’da mutlu bir deniz yolculuğu yapabilmek için lunmasını sağlamak amacıyla yapılmış metal halka
tanrılara sunulan kurban, veya deri vs. kılıf. 2. Bir çok anahtarı bulunan fab
anagram , [Lat. anagram ma (harfleri alt üst etmek) > rika, okul, resmî daire gibi büyük binalarda anah
Fr. anagramme] is. Bir kelimedeki harflerin yerle tarların numaralandırılarak asıldığı ve konulduğu
rini değiştirerek elde edilen kelime, dolap.
a n ah ta r, [Yun. anikhteri] is. 1. Bir kilidi açmaya ya -an ak , [-a-na-k / -enek] {eAT} yap. e. 1. Fiilden isim
rayan, ucu dişli çeşitli biçimlerde yapılmış metal türeten ek. İsimden sıfat türetme eki -an ile isimden
araç. 2. Zemberekli düzenekle çalışan bir m akine isim türetm e eki - k nin birleşip kalıplaşması ile
nin yaylarını kurmaya yarayan alet. 3. mec. Bir meydana gelmiştir. Eskiden beri olagelen, sürekli
problemi çözmeye, bir düşünceyi açıklamaya yar lik kavram ları katar: gelenek, görenek. 2. Yer ve
dım eden ip ucu. 4. Şifreleme ve çözmede kullanı yöre kavram ı katar: ekenek, akanak. 3. Araç kav
lan kararlaştırılmış kurallar. 5. Bir şeye ulaşm a ve ramı katar: çekenek, çizenek (grafik). 4. Belli bir
ya onu elde etmede yardımcı olan şey; vesile; araç; özelliği bulundurma, içerme kavram ı katar: olanak,
vasıta. 6. B ir yere veya alana girmeyi orayı ele ge kesenek, takanak, yetenek, tutanak.
çirmeyi kolaylaştıran stratejik nokta. 7. argo. Rüş a ’n a k 1, -ğı [Ar. ‘unk (boyun) > a'nak ^ 1 ] (a-nak)
vet. 8. Bir makineye veya lambaya akım vermeye
{OsT} sf. 1. (Kişi için) boynu uzun. 2. (Hayvan için)
yarayan düğme. 9. Somunları veya vidalan çevirip
boynu beyaz damgalı.
sıkıştırmaya veya açmaya yarayan çelik araç. 10.
müz. Notaların porte üzerindeki yükseklik derece a ’n a k 2, -ğı [Ar. ‘unk (boyun) > a'n âk JLlpI] (a-na:k)
lerini göstermek için konulan işaret. 11. Konserve {OsT} is. 1. Boyunlar. 2. Yaprak sapları. 3. Rüzgâ-
kutularını, m eşrubat şişelerinin kapaklarını açmaya n n kaldırdığı toz bulut.
yarayan araç; açacak. 12. sf. Temel oluşturan, ken a n a k 1, -ğı [an-mak > an-ak] {ağız} is. 1. Hafıza; bel
disine başka öğeler bağlı olan. S a n a h ta r deliği, lek. 2. Abide; heykel vb. [DS]
Kapılarda anahtarı kilide sokm aya yarayan oyuk.\\ a n a k 2, -ğı [alın / an > an-a-k ?] {ağız} is. Karşılık;
an a h ta rı beline ta k m a k , Evde söz sahibi olmak, mukabil. [DS]
yönetimi ele almak. || a n a h ta rı b en d ed ir, Bu konu a n a k 3, [Ar. ânak j i l] (a:nak) {OsT} sf. Ç ok zarif; en
yu ancak ben çözebilirim, anlamında söz. || a n a h ta
zarif.
rı kapının ü stü n d e b ıra k m a k , Kapı anahtarım
kilidin deliğinde takılı olarak bırakmak.\\ a n a h ta r a n a k 2, -ğı [Ar. ‘anâkat c iU t] (ana:kat) {OsT} is.
sözcük, 1. Bilgisayar program cılığında bilgi erişi Umduğunu bulamama; başarısızlık,
mini sağlayan kelime veya karakter dizisi. 2. Prog an ak ib , [Ar. ‘ankebüt (örümcek) > ‘anâkib
ramlama dilinde bir anlam taşıyan, başka bir an
(ana:kib) {OsT} is. Örümcekler,
lamda kullanılamayan sözcük. 3. B ir fişteki
öğelerden birini tespit etmeye yarayan kelime. || an a k la m ak , [an-ak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
a n a h ta r taşı, mim. Binalarda kem er yayının en yor] Gözetlemek; bakmak. [DS]
üstünde bulunan taş; kilit taşı. || a n a h ta r teslim i anakodos, [Yun. anakatos] {ağız} sf. 1. Dargın; so
satış, B ir evin veya mülkün imalat işleri tamamen murtkan. 2. is. Sıkıntı; keder. [DS]
bittikten sonra teslim edilm ek üzere yapılan satış an ak o n d a , [Brez. anakonda] (anako’nda) is. zool.
anlaşması. || a n a h ta r teslim i ta m ira t, B ir evin veya Boagillerden Güney Amerika'nın tropikal bölgele
binanın sahibinin içinde bulunmadığı bir sırada rinde durgun su ve bataklıklarda yaşayan, doğura
yapılan tamirat. || a n a h ta r u y d u rm a k , B ir kilidi rak yavrulayan ve avını sararak sıkmak suretiyle
kendi anahtarı dışında bir başka anahtar kullana öldüren büyük bir yılan türü, (Eunectes mıırinus).
rak açmak.\\ a n a h ta r verm ek , tiy. Ortaoyunu ve a n a k ro n ik , -ği [Fr. anachronique] s f 1. Zam an dilimi
tulûat tiyatrolarında yardım cı oyuncunun, baş ko bakım ından tarih yanlışlığı. 2. Eskimiş, çağ dışı
miğin nükte yapm asına yarayacak bir söz ortaya kalmış. 3. ed. (Roman, tiyatro ve hikâye gibi edebî
atması; dişi konuşmak. eserlerde geçen zaman unsuru için) tarihî gerçekler
anahtarcı, [anahtar-cı] is. 1. A nahtar yapımı ve sa ile çelişen.
tımı işini m eslek edinmiş kişi. 2. argo. Kapı ve ka an ak ro n iz m , [Fr. anachronisme] is. 1. B ir olayı b aş
salara anahtar uydurarak hırsızlık yapan kişi, ka çağda geçmiş gibi gösterme; çağ şaşımı. 2. Ç a
anahtarcılık, -ğı [anahtar-cı-lık] is. Anahtarcının ğın gerisinde kalma, çağa uygun yaşamamak. 3. ed.
yaptığı iş veya mesleği, Kimi zaman çarpıcı bir etki uyandırabilmek için
anahtarlam a, [anahtar-la-ma] is. Trafik akışım dü ayrı çağlarda yaşayan kişileri veya başka başka ta
zenlemek için kurulan ışıkların açılma ve kapanma rihlerde olmuş olayları bir araya getirm ek suretiyle
sürelerini isteğe göre ayarlama, yapılan sanat,
anahtarlık, -ğı [anahtar-lık] is. 1. A nahtarlann kay anal, [Fr. anal] sf. Göden bağırsağının sonu ile ilgili;
bolmasını önlem ek ve gerektiği zaman kolay bu anüse ait.
ANA n p ş u . »
anala mak, [ana-la- mak] {eT} dönşl. f. [-r] A na edin gesie] is. tıp. Vücudun her hangi bir yerinde mey
mek; ana demek. [DLT] dana gelen ağrı hissinin çeşitli sebeplerle duyulmaz
analfabet, [Fr. analphabet] sf. Okur yazar olmayan; olması.
ümmi. analjezik, -ği [Fr. analgesique] is. ve sf. tıp. Beynin
analı, [ana-lı] sf. Anası olan, anası sağ olan. <5 analı vücudun herhangi bir yerinde meydana gelen ağrıyı
babalı, (Çocuk için) anası basıyla birlikte, anası hissetmesini engelleyen; ağrı kesici,
babası sa ğ olarak. || analı danalı, Çoluk çocuk hep analoji, [Fr. analogie] is. man. A slında farklı olan
beraber. || analı kızlı, Anne ve kızı ile birlikle. || bireyler arasında görünüşteki özelliklerden doğan
analı kuzu, kınalı kuzu, Annesinin yanında mutlu benzeşme; andırış; benzeşim; ömekseme.
yaşayan evlatların durumu.|| analı kuzulu, Ana adı analojik, -ği [Fr. analogique] sf. Orantılı,
verilen büyük kerpiçlerle, kuzu adı verilen küçük anamnez, [Yun. anamnesis (anma) > Fr. anamnese]
kerpiçlerin değişik biçimlerde dizilmesiyle oluştu is. Hastanın daha önceki hastalıkları ve sağlık du
rulan bir duvar örme biçimi. rum u hakkında hekim e verilen bilgilerin bütünü,
analık, -ğı [ana-lık j) U ] is. 1. Anne olma durumu. 2. anamorfoz, [Fr. anamorphose] is. 1. Bir cismin
Anne olmanın verdiği duygu. 3. {eAT} {ağız} Üvey görüntüsünü yansıtan optik düzeneğin yatay ve di
anne. [DS] 4. huk. Çocuğu doğuran kadının çocu key boyutları farklı büyütme veya küçültmesinden
ğuna karşı hukukî durumu. 5. {ağız} Kaynana. [DS] doğan görüntüdeki şekil bozukluğu. 2. Eğri yüzeyli
6. {ağız} Düğünde sağdıçlık yapan kimsenin karısı. bir ayna tarafından verilen biçimsiz görüntüsü,
[DS] 7. {ağız} Gelini düğüne hazırlayan kadm. [DS] anamutrata, [Yun. anemotrata] is. A çık denizde iki
8. {ağız} Kardeşlik olan kızların şerbetini içiren ka yelkenli tarafından çekilen bir tür balık ağı.
dın. [DS] 9. {ağız} Düğünde kızın annesine verilen a ’nan, [Ar. a'nân OUp I] (a-na:n) {OsT} is. 1. Ağacın
elbiselik kumaş. [DS] S analık etmek, Birine anne
ucu. 2. Ufuklar,
sevgisi ile yaklaşmak, korumak, büyütmek.\\ analık
hâli, {ağız} A det görme. [DS]|| analık sigortası, anan, [Far. ân > ân-ân OU] (a:na:n) {OsT} zm. Onlar,
Kadın işçiye veya erkek işçinin eşine gebelik, do anan, [Ar. ‘anâne > ‘anan jU t] (ana:n) {OsT} is. Bu
ğum ve emzirme dönemlerinde yapılan sosyal si lutlar.
gorta yardımı.
anana, [ana+ana] {ağız} is. Büyük anne; anneanne.
analist, [Fr. analyste] is. Bilişim ve ekonomik göster [DS]
gelerle, kişisel davranış bozukluklarını çözümle ananas [Brezilya yeri. Guareni d. nana > Port, ana
mede uzm an kişi, nas] is. bot. İri çam kozalağı görünümünde içi etli,
analitik, -ği [Fr. analytique] sf. Çözümlemeye daya sulu ve hoş kokulu lezzetli meyveleri olan Güney
nan. S analitik geometri, mat. Geometrik konu A merika kökenli, kısa boylu tropik bir bitki, (Ana
larda m atem atik ve cebirsel işlemleri kullanan g e nas comosus). S ananas çiçeği, bot. Anayurdu
ometri dalı.|| analitik kimya, kim. Bileşiklerin kim Ümit burnu olan zam bakgillerden gösterişli bir süs
yasal bileşenlerini inceleyen kimya dalı. || analitik bitkisi, (Eucomis).
önerme, mant. Yalnız mantıksal sebeplerle doğru ananasgiller, [ananas-gil-ler] is. bot. Tropikal A m e
olan ve öznede gizli olarak bulunan anlamı ortaya rika’da yetişen iki bini aşkın epifit türü kapsayan
çıkarmaya yarayan yargı. bir çenekli bitki familyası, (Bromeliaceae).
analiz1, [Yun. analysis (ayrıştırmak) > Fr. analyse]
an’anat, [Ar. ‘an'ane > ‘an'anât o L*jlp] (an-ana:t)
is. 1. B ir bütünü, bir bileşiği meydana getiren temel
unsurları veya bileşenleri belirleme; çözümleme; {OsT} is. Gelenekler; örfler; an’aneler; rivayetler,
tahlil. 2. Eğitimde bileşikten yalına, bütünden par an’ane [Ar. ‘an (,-den)> ‘an'ane (an-ane) {OsTj
çaya doğru giden yöntem. 3. Televizyon ile iletile is. 1. Rivayet. 2. Ayrıntı; tafsilat. 3. -*• anane.
cek bir görüntünün yatay şeritler hâlinde sıralana
anane1, [Ar. 'an (..-den) > ‘an'ane (a ’nane) is.
rak ayrı ayrı elemanlara ayrılması; tarama. 4. fel.
Birleşikten yalına giden yöntem. 0 analiz etmek, 1. B ir toplumda atalardan kalm ış olması dolayısıyla
K arışık ve girişik bir olayı veya durumu y a da bir saygı duyularak devam ettirilen kültürel aktarımlar;
maddeyi basit olgulara ve elemanlarına kadar ine gelenek. 2. Alışkanlık. 3. huk. Belli bir kimliği ko
rek ayrıştırmak; tahlil. “Kelime analizi, cümle ana rumuş olan topluluklarda kuşaktan kuşağa aktarılan
lizi. ” ve hukukun kaynaklarından birisini oluşturan sos
analiz2, [Yun. analusi] {ağız} is. Su emme; yumuşa yal davranış; örf.
ma. [DS] anane2, [Ar. ‘anâne (ana:ne) {OsT} is. (Tek) bu
analizci, [analiz-ci] is. Analiz konusunda uzmanlaş lut.
mış kimse; analist. ananecilik, -ği [anane-ci-lik] is. Geleneklere bağlı
analjezi, [Yun. an- (yok) + algos (ağrı) > Fr. anal- olma durumu.
ö lB ie if S İ M li. 2 4 5 ANA
ananet, [Ar. ‘ananet cjU p] (ana:net) {OsT} is. Er a n a rtri, [Fr. anarthrie] is. tıp. Konuşma organlarında
kekte görülen cinsel güçsüzlük; iktidarsızlık; pu her hangi bir bozukluk olmamasına rağmen beyin
luçluk. de konuşm a merkezinde meydana gelen bir yapısal
değişiklik sebebiyle konuşamama; dil tutukluğu,
a n ’anevi, [Ar. 'an'ane > ‘an'nevî (an-anevi:)
a n a ru , [eT. ananı] {ağız} zf. ...-den beri; ..-den doğru.
{OsT} sf. Gelenekle ilgili; geleneksel, [DS]
aıı’aneviye, [Ar. ‘an'anevî> 'an'neviyye {OsT} a n a ru ra k , [eT. anaru-rak] {ağız} zf. Daha ötede. [DS]
is. sosy. Gelenekçilik, a n a ry a , [Fr.enarriere] is. oto. Geri vites kolu,
anapa, [? anapa] {ağız} is. B ir fasulye türü. [DS] anasıl, [Ar. ‘an aşl(ın)] {OsT} zf. Aslı itibariyle; as
anantris, [Skr. anantarya] {eT} is. Bir tür günah adı. len.
[EUTS] a n asır, [Ar. 'unsur (öge) > ‘anâsır j ^ l ^ ] (ana:sır)
anapera, is. zool. Kırlangıç ve keçisağanlar üzerinde
{OsT}, is. 1. Unsurlar; öğeler. 2. Bir bütünü meyda
yaşayan kısa ve dar kanatlı bir asalak sinek, (Hip-
na getiren parçalar, elemanlar. 3. Bir topluluğu
poboscidae). a n a r a t1, [İng. arrowroot] {ağız} is. Şe meydana getiren din ve ırk bakım ından değişik k e
ker, pirinç unu veya nişastadan yapılan bir çocuk simlerden gelen insanlar. 4. Vücut, ö a n âsır-ı er-
maması. [DS] b aa, D ört unsur; eski kimyacılar tarafından bütün
a n arat2, [Yun. aneröte] {ağız} sf. Katıksız; saf. [DS] madenlerin esası sanılan ateş, hava, su ve toprak
anarberi, [eT. yon (uygun) > yon-aru+beri / ana- tan ibaret dört öge.
rı+beri / onarı+ beri] {ağız} is. -*• anarıberi. [DS] anasız, [ana-sız] sf. (Çocuk için) anasını kaybetmiş,
anarı, [eT. an-arı / an-aru] {ağız} sf. 1. Çabuk; tez. 2. anasızlık, -ğı [ana-sız-lık] is. Anasız olma durumu,
Ters; aksi. 3. Ayrı. 4. zf. ...-dan itibaren; ...-dan be anason, [Yun. anison / Ar. anîsün] is. bot. M ayda
ri. 5. zf. ...-dan doğru; ...-dan tarafından; ...-dan yö nozgillerden genellikle tohumlarındaki yağlı uçucu
nünden. 6. is. Karşı; karşı taraf; karşı yaka. [DS] esansı için yetiştirilen bir yıllık otsu bitki, (Pim-
anarıberi, [eT. yon (uygun) > yon-aru+beri / pinella anisum).
anan+beri / onarı+ beri] {eT} is. 1. Bir özelliği ol anaş, [ana-ş] {ağız} ünl. Sevgi ve hürm et sözü. [DS]
mayan eşya; öteberi; bayağı eşya. 2. {ağız} Yemiş; an aşta , [Far. nâştâ] {ağız} zf. Aç kamına; acı acına.
çerez. [DS] 3. Sebze, [DS]
anarlak, -ğı [eT. anaru-lak] {ağızj zf. Biraz ötede. a n a t, [Ar. ân > ânât oUT] (a:na:t) {OsT} is. 1. Anlar;
[DS]
zamanlar. 2. İnce farklar; küçük değişiklikler; n ü
anarşi, [Yun. arakhia (kumanda yokluğu) > Fr. a-
anslar.
narchie] is. 1. Lider yokluğu; başsızlık. 2. Devletin
a n a tla m a k , [ön (ön) > an-at-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-
kanunsuzluklar ile baş edememesi hâlinde görülen
r] [-l(ı)-yor] Acele etmek. [DS]
toplumsal kargaşa; erksizlik. 3. Yapılan bir etkin
anatom i, [Fr. anatomie] is. 1. Keserek açmak. 2.
likte ilke kuralların konulm amış veya uyulmamış
Canlıların biçimini, organlarının yapısını ve arala-
olması dolayısıyla çıkan düzensizlik; başıboşluk;
nndaki ilişkileri inceleyen bilim dalı; teşrih. 3. Sa
kargaşa. 4. huk. D evletin siyasi ve hukukî temel
nat eserlerinde insan bedeninin görünümünü tasvir
düzenini bütünüyle yok etm ek amacı güden her
edebilme sanatı. 4. mec. Bir şeyin oluşmasında gö
türlü girişim ve eylem,
ze çarpan önemli yapısal özellikler,
anarşik, -ği [Fr. anarchique] sf. 1. Anarşi ile ilgili. 2.
an atom ici, [anatomi-ci] is. Anatomi üzerine bilimsel
Anarşi görünümünde. 3. Anarşi yaratan; karışık;
araştırma ve inceleme yapan uzman; anatomist,
karışmış.
an ato m ik , -ği [Fr. anatomique] sf. 1. Anatomi ile
anarşist, [Fr. anarchiste] is. 1. Her türlü yönetimsel
ilgili olan. 2. Anatomiye ait. 3. İnsan anatomisine
kuralı kabullenmeyen öğreti taraflısı. 2. sf. Devlet
uygun olan; insan anatomisi dikkate alınarak ü re
otoritesine baş kaldıran. 3. Anarşi ile ilgili olan,
tilmiş.
anarşistleşm e, [anarşist-le-ş-me] is. 1. Anarşiste
an ato m ist, [Fr. anatomiste] is. Anatomi üzerine bi
yakışır davranışlar içine girme. 2. Devlet otoritesi
limsel araştırma ve inceleme yapan uzman; anato
ve toplumsal kural tanımaz olma,
mici.
anarşistleşm ek, [anarşist-le-ş-mek] dönşl. fi [-ir] 1.
anavalı, [Yun. anavole] {ağız} is. -*■ anavul. [DS]
Anarşist olmak. 2. A narşizm görüşünü benim se
mek. anavaşy a, [Yun. anavasiya (yükseliş)] (anava’şya)
is. Göçücü balıklann boğazlar yoluyla K arade
anarşistlik, -ği [anarşist-lik] is. 1. Anarşist olm a du
niz’den A kdeniz’e geçişi,
rumu. 2. Anarşistin niteliği,
anavul, [Yun. anavole] {ağız} is. 1. Suyun taksim
anarşizm , [Fr. anarchisme] is. siy. H içbir şekilde
edilerek küçük arklara ayrıldığı yer. 2. Sebze ek
devlet otoritesini tanımayan ve yok saymayı esas
alan doktrin. mek için ayrılmış toprak parçası; evlek. [DS]
ANA
anavula, [Yun. anavoli] {ağızj is. Köstebek. [DS] anberine, [Ar. ‘anber > Far. ‘anberine (am
anay1, [han+ öy > hanay] (a ’nay) {ağız} is. 1. Birkaç berime) {OsT} is. Amberle doldurulmuş kolye.
katlı yüksek bina. 2. Evlerde önü açık yer; sofa. 3.
anberiye1, [Suriye Ar. ‘anbariye is. Güzel ko
Dağlarda ayıların balı yememesi için yüksek ağaç
lar üzerine yapılan kovan koyma yeri. 4. Evlerin kulu likör.
üst katında duvar üzerine uzatılan kiriş. [DS] anberiye2, [Ar. ‘anbariyye 4jj^\{O sT} is. 1. bot.
anay2, [ana-y] (ana:yj {ağız} ünl. Bezginlik, bıkkınlık Y ayla çiçeği. 2. Güzel kokulu bir ilaç,
ve usanç bildirir. [DS]
anbermu, [Ar. ‘anber + Far. m ü / müy yjy^-] {OsT}
anayasa,[ana+yasa] (ana'yasa) is. B ir ülkenin devlet
sf. Saçları amber gibi kokan,
şeklini, devlet organlarının yapısını, kuruluşunu ve
işleyişini belirleyen; yönetenlerle halk arasındaki anbitik [Çin. an (masa) + T. biti-k] {eT} is. 1. Alın
ilişkileri; temel hak ve hürriyetlerin kullanılma bi yazısı; mukadderat; kader kitabı; sonuç. [EUTS] 2.
çimlerini düzenleyen temel kanun; kanun-ı esasî; Büro; muhakeme; adlî iş. [EUTS]
teşkilat-ı esasiye kanunu, anca1, [Ar. ân (kısa zaman) + T. -ca] {ağız} zf. 1.
anayasacı, [ana-yasa-cı] sf. 1. A nayasaya bağlı ka Biraz önce; az önce; demin; henüz. 2. Şimdi; şu
lınmasını, anayasanın eksiksiz uygulanmasını sa anda. 3. Birazdan; daha sonra. 4. Her zaman; dai
vunan. 2. is. A nayasa hukuku konusunda uzman ma; devamlı alarak. 5. Zamanla; yavaş yavaş. [DS]
laşmış hukukçu veya profesör, anca2, [eT. ol (o) > an (tek. 3. şahıs zam iri “o ”nun
anayasal, [ana+yasa-1] sf. 1. A nayasa ile ilgili. 2. çekim sırasında aldığı biçim) + -ça (eşitlik hâl eki)
A nayasaya ait. 3. A nayasaya dayanan, anayasadan > an-ça (onun kadar; o kadar) ai-T] ( a ’nca) {eAT}
kaynaklanan. 4. Anayasaya uygun, zf. 1. En çok. 2. Sonunda; o zaman. 3. Yalnız o ka
anbal, [Yun. embolî => ambul / anbal J J ] {eAT} is. dar; öyle. 4. bağ. Ancak. 5. {ağız} Sanki. [DS] 6.
{eAT} {ağız} Bu kadar; bu miktar; onun gibi. [DS] S
Sulamayı kolaylaştırm ak amacıyla toprağın duru
anca beraber kanca beraber, H angi durumda ve
m una göre düzenlenmiş bölmeler; hambal; mandal;
şartlarda olursa olsun birlikte hareket etme ifade
andal.
eder.
anbar, [Far. enbaşten (yığmak, doldurmak) > enbar]
{OsT} is. -*■ ambar, ancacuk, [anca-cuk y r {eAT} zf. Ancak o za
anbean, [Ar. ‘ân + Far. be + Ar. ‘ân u l] (a:n- man; o sürece; onun kadar,
bea:n) {OsT} zf. H er an, git gide, gittikçe, ancag, [eT. ança + ok (pekiştirme edatı) > ancağ j^fl]
anber, [Ar. ‘anber > ^ ] {OsT} is.-* amber. 0 anber- {eAT} zf. -* ancak; anca,
ancak, [eT. ança + ok (pekiştirme edatı) > ancak
efşân, {OsT} Güzel kokular saçan.|| anber-nisâr,
{OsT} A m ber saçan.|| anber-sirişt, {OsT} Am ber j i î ] (a ’ncak) zf. 1. Yalnızca; yalnız; sadece. 2.
gibi.|| anber-şemîm , {OsT} Am ber kokan.|| anber- D aha çoğu ve daha ilerisi olamaz; olsa olsa; en
ter, {OsT} 1. Güzellerin zülüfleri ve benleri. 2. mec. çok; güçlükle. 3. B ir düşünceye karşı olanı ifade
Gece. için kullanılır; lâkin; ama; yalnız. 4. En erken; en
evveli. 5. N e var ki; fakat; amma. 6. Kıt kanaat. 7.
anberbar, [Ar. ‘anber + Far. bâr jlı> ^ ] {ağız} sf. Gü
{ağız} Biraz önce. [DS] S ancak ola, {eAT} Ancak
zel kokulu. [DS]
bu kadar; böyle olur.|| ancak olur, {eAT} Ancak bu
anberbaris, [Ar. barbâris / Lat. amberberis] is. -* kadar; böyle olur.
amberbaris.
ancalar, [anca-lar ) <tfT] {eAT} zm. Niceler; niceleri;
anberbu, [Ar. ‘anber + Far. bü y j ^ ] (anberbu:)
birçokları; o gibiler,
{OsTj is. -*■ amberbu,
ancaru, [anca-ru jjU-l] {eAT} zf. O kadar.
anberbuy, [Ar. ‘anber + Far. büy Ls y _ ^ ] (anberbu:)
-ancası, [-an cası/ -encesi] {eAT} yap e. Bütünü; -anı.
{OsT} is. -*■ amberbu,
ancılayın, [ol (o) > ancı-laym / ançu-layun jjii-1]
anberbuyi, [Ar. ‘anber + Far. büyı ^ y jç s -] (anber-
{eAT} {ağız} zf. Ü çüncü teklik kişi ve işaret zamiri
bu:yi:) {OsT}sf. Amberbu rengi, nin ilgi, araçlılık hâlinde iken aldığı biçim; onun
anbere, [Ar. ‘anbere »jçs] is. Bir hurm a türü. gibi; o kadar; öyle. [DS] S ancılayın gibi, {eAT}
Onun gibi; benzeri.|| ancılayın kim, {eAT} Gibi;
anberi, [Ar. ‘anberi (anberi:) {OsT} sf. Amber
nitekim.
kokulu. ança1, [ol (o) > ol-ça > an-ça] {eT} zf. 1. O kadar; ...
anberin, [Ar. ‘anber > Far. ‘anberîn ji_s^] (anberi.n) kadar; o türden (işaret ve kişi zamiri o l’un eşitlik
{OsT} sf. 1. Amber içeren. 2. Am ber gibi güzel ko durumuöyle; onca; o kadar. [İKPÖy.] [Üç İtigsizler]
kan. [ETY] [DLT] 2. Şöyle; bu türden [Gabain], [EUTS]
« m i f f M »247 AND
[ETY] 3. Biraz öyle; şöyle; öylece [Tekin] [ETY] 4. ançulasık, [ançu-la-sık] {eT} zf. Gereği gibi; layıkıy-
Nice; bu kadar; o kadar [Yüknekî] S an ça m u n ça, la; layık olduğu biçimde. [EUTS]
{eT} B ir şey; bir miktar. /EUTS]|| an ça tak ı, {eT} Ve ançu lay u , [ança+ ulâ-yu] {eT} zf. O şekilde; bu şekil
de. de; ancalaym; böylece; bu suretle; bunun gibi.
ança2, [eT. an-ça + ok] (a'nça) {ağız} zf. 1. Ancak. 2. [EUTS] [Üç İtigsizler]ançüez, [İsp. anchova] is. 1.
Şimdi; şu anda. [DS] Hamsi. 2. Genellikle hamsiden veya çaça, sardalye,
ançada, [ança-da] {eT} zf. Bunun üzerine; bundan tirsi gibi balıklardan yapılan yağlı ve tuzlu ezme,
sonra. [EUTS] an d , [eT. and -^1] {eT} {eAT} is. Ant; yemin; ahit; söz
ançagınça, [ança-ğm-ça] {eT} zf. Tam o anda. [EUTS] verme. [DLT] S an dın ı y ire k om ak, {eAT} Yemi
ançak, [ança+ok] {eT} zf. Öylece. [ETY] nini yerine getirememek.\\ a n d ın sıd ırm ak , {eAT}
ançakın, [ança-km] {eT} zf. Zerre kadar; ufacık; m in Yeminini bozdurmak.\\ an d ın sım ak, {eAT} Yemini
nacık. [EUTS] ni bozmak. || a n d içe görm ek, {eAT} Sürekli yem in
ançakınca, [ança-kın-ça] {eT} zf. Tam o anda. [EUTS] etmek.|| a n d içirm ek, {eAT} Yemin ettirmek.|| a n d
ançalayu, [ança+ulayu (onun kadar ekleyerek) > içişm ek, {eAT} Karşılıklı sözleşip yem in etmek.\\
ança-la-yu] {eT} zf. Öyle yaparak; onun kadar; öy an d içm ek, {eAT} Yemin etm ek.|| an d olm ak, {eAT}
lece. [İKPÖy.] Söz verilmek; yem in edilmek.\\ an d sak lam ak ,
ançalayum a, [anca-la-yu-ma] {eT} zf. Anca; keza. {eAT} Yeminini tutmak.|| and virm ek , {eAT} Yemin
[EUTS] ettirmek.
ançam a, [an-ça-ma / an-ç-ma] {eT} zf. O kadar; o ka -an d a, [-an d a/ -ende] {eAT} yap e. ...-dığında; ...-dığı
dar daha; bir daha. [EUTS] [Gabain] vakit; ...-ınca.
ançan, [ol (o) > an-ça-n] {eT} zf. B ir zaman. S an d a, [ ol (o) > an-ta / an-da oa;l] {eT} {eAT} zm. 1. O
ançan ançan, D erece derece; tedricen. [Üç İtig zamirinin bulunm a-çıkma durumu; onda. [Gabain]
sizler]
[Mühennâ] [ETY] [EUTS] [DLT] 2. Orada. [Gabain]
ançata, [ança-ta] {eT} zf. Bunun üzerine; ondan [Mühennâ] [ETY] [EUTS] [DLT] 3. O konuda. 4.
sonra. [Gabain] [EUTS] S an ça ta kin, {eT} Bundan Oraya. 5. O zaman[Gabain] [Mühennâ] [ETY] [EUTS]
sonra. [EUTS]|| a n çata tim in, {eT} Tam o sırada. [DLT] S a n d a b a n d a , {ağız} B elli belirsiz; şöyle
[EUTS]
böyle. [DS]|| a n d a b u n d a , {ağız} 1. Şöyle böyle. 2.
ançgınça, [anç-ğm-ça] {eT} zf. 1. Bu sırada; o esnada. Seyrek; tek tük. 3. Yarım yamalak. 4. Orada bura
[Gabain] [EUTS] 2. N ihayet;en sonunda. [EUTS] da; ötede beride. [DS]|| a n d a b u n d a y ap m ak ,
[Gabain]
{ağız} B ir işi özenmeden, baştan savm a yapmak.
ançıp, [an-ça + âr-ip?] {eT} zf. 1. Öyle olunca; imdi.
[DS]|| a n d a m u n d a, {eT} H er tarafta; ötede beride.
[ETY] 2. Böyle; böylece. [ETY] 3. Sonra. [ETY] [EUTS]
ançizlemek, [? ançiz-le-mek] gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor] an d aç, -cı [eT. an-daçı> andaç] is. 1. H atırlanm ak
argo. Uzaklaşmak; savuşmak, üzere verilen eşya; yadigâr; hatıra; anmalık; bergü-
ançm a, [anç-ma] {eT} zf. Daha o kadar; daha o denli. zar; suvenir. 2. Takvimli defter; ajanda. 3. Bir y er
[EUTS] de geçirilen süreyi hatırlamak için düzenlenen fo
ançm an, [Soğd ancaman] {eT} is. Topluluk; halk; ce toğraflı kitapçık; yıllık. 4. Y aşanan önemli olayla
maat. [EUTS] [Gabain] rın yazıldığı defter; hatırat. 5. {ağız} Ölen kimsenin
anço, [an-çu / anço] {eT} is. 1. Hediye. [ETY] 2. Ö- geride kalan tek evladı. [DS] 6. {ağız} Evlat; nesil;
dül. [ETY] döl. [DS] 7. {ağız} Ölmüş aile büyüklerinin anısı
ançolam ak, [anço-la-mak] {eT} gçl. f. [-r] (Bir bü sayılan kişi ya da eşya. [DS] 8. {ağız} Halef. [DS] 9.
yüğe) bir şey sunmak; takdim etmek. [ETY] {ağız} Damızlık koyun veya keçi. [DS] 10. {ağız}
ançolayu, [ançu-layu / anço-layu] {eT} zf. Böylece; Sürüde baş çeken koyun. [DS] 11. {ağız} Eş; denk.
bu suretle; bunun gibi. [EUTS] [DS] 12. {ağız} İsim; şöhret; ün. [DS]
ançu, [anço] {eT} is. 1. Değer; kıymet. [EUTS] 2. M ü and ag , [eT. an-ta + ok > antak / an-ı + tâg > andağ]
kâfat. [Gabain] [EUTS] 3. Sema. [EUTS] {eT} zf. Böylece; bu suretle; böyle; o kadar. [ETY]
ançula, [ançu-la] {eT} zf. Öyle. [Gabain] [DLT] [Gabain] [EUTS]
ançulam ak, [ançu-la-mak] {eT} gçsz. f. [-r] 1. Tap and ag ı, [eT. anda-kı > anda-ğı ^ I ^ T ] {eAT} zf. O ra
mak. [Gabain] [EUTS] 2. Saymak; hürm et etmek; daki; o yerdeki; ondaki.
saygı göstermek; itibar etmek; arzıhürmet etmek; an d ag ın , [an + teg-in] {eT} zf. Nasıl?
tazim etmek. [ETY] [Gabain] [EUTS] 3. Değerlen
a n d a k 1, [an+ teg / antak cj-ul] {eAT} zf. 1. Hemen; o
dirmek. [EUTS] 4. Övmek. [Gabain] 5. Takdim et
mek; teslim etmek. [Tekin] anda; derhâl. 2. O kadar. 3. Böyle; böylece. 4. {a-
ançulasıg, [ançu-la-sığ] {eT} zf. Gereği gibi; layıkıy- ğız} Ondan sonra. [DS]
la; layık olduğu biçimde. [EUTS] a n d a k 2, -ğı [yan-da-k / andak] {ağız} is. bot. 1. A ya
AND ÛIÜMIlKff SÖZLÜK. 2«
ğa batan diken; kıymık. 2. Topraktaki sel yarıntısı. a n d ay ık , [anda-y-ık] {eAT} z f Böyle; böylece; bu şe
[DS] kilde.
a n d a l1, [Yun. ambolis > andal] {ağızj is. 1. Bağ ve and ek i, [eT. andağı] {ağız} zf. Oradaki. [DS]
bahçelerde sulamayı kolaylaştırmak için toprağın
andelib, [Ar. ‘andelıb (andeli:b) {OsTj is. 1.
eğimine göre ayrılmış bölmeler; evlek. 2. Evlek
sınırı. 3. Sulanan tarla ve bostanlarda sulanan yerin Bülbül. 2. argo. Hile; oyun,
su ile dolması durumu; göllenme. 4. Pirinç elemeye a n d elib an , [Ar. ‘andelıb + Far. -ân j U J j ^ ] (andeli;-
elverişli akmtısız, sulak yer; bataklık. 5. Kurutmak ba:n) {OsT} is. Bülbüller,
için serilmiş kabuklu fındık yığını. 6. Biçilmiş ekin
a n d em , [Ar. ‘andem {OsT} is. tıp. Kan dindir
yığını. 7. Orman içinde ince uzun mera. [DS]
mekte kullanılan bir tür reçine.
an d a l2, [Yun. antabollus] {ağız} sf. -*■ andavallı. [DS]
a n d e r1, [an-dır-mak > andır] {ağız} is. -*• andır1. [DS]
an d a l3, [an+dal] {ağız} is. 1. Falan; filan. 2. Seyrek,
a n d e r2, [Erme, ander] {ağız} is. 1. Cinsel organ. 2.
aralıklı dikiş. [DS]
argo. Erkeklik organı. 3. sf. Sahipsiz. [DS]
an d allam ak , [andal-la-mak] {ağız} g ç l f. [-r] [-l(ı)-
andezit, -di [Fr. andesite] is. Gözenekli yapıda siyah
yor] 1. Dikişi seyrek olarak dilemek; oyulgamak. 2.
veya kurşuni renkli volkanik kayaç.
Deve yürüyüşü gibi geniş ve büyük adımlarla yü
rümek. 3. Bir işi baştan savma yapıp bırakmak. 4. a n d g a rm a k , [and-ğar-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Yemin
Tarlayı andallara, evleklere ayırmak. 5. Bir çukur ettirmek; ant içirmek. [DLT]
ya da evleği su ile doldurmak; göllemek. [DS] andıg, [andığ] {eT} is. Elek kalbur gibi şeylerin kas
andallı, [Yun. antallabous > andavallı] {ağızj sf. -* nağı. [DLT]
andavallı. [DS] a n d ık , -ğı [an / an (av) > an-dı-mak > andık / anduk /
an d alm ak , [andal-mak] {ağız} dönşl. f. Açlıktan içi anduh ö-uT / j x l ] is. 1. zool. A frika’da yaşayan, iri
geçmek; içi ezilmek. [DS] yapılı vücudunun arka kısmı basık, her ayağında
a n d a n 1, [ol (o) > an > an-dan 1x1 / jjuT] {eT} {eAT} dört parm ak bulunan, çoğunlukla leş yiyen, dişleri
kemikleri kıracak kadar güçlü bir vahşi hayvan;
zm. 1. Ü çüncü teklik kişi ve işaret zamirinin ayrıl
sırtlan; {eAT} {ağız} (aynı) (Hyaena hyaena). [DS] 2.
m a hâlinde iken aldığı biçim; ondan; ondan sonra.
[DLT] 2. Ona. 3. Oradan; o yerden. 4. Onunla. S {ağız} M ezarlık yakınlarında bulunduğuna ve yırtıcı
an d an b u n d an , {eAT} Şuradan buradan.\\ an d an olduğuna inanılan hayalî bir hayvan. [DS] 3. {ağız}
gerü, {eAT} Ondan sonra.\\ an d a n g irü, {eAT} A n Domuz. [DS] 4. {ağız} İn. [DS] 5. {ağız} sf. Görgü
dan sonra.|| an d an ö tü ri, {eAT} Ondan dolayı.|| süz; anlayışsız; hödük. [DS] 6. {ağız} Terbiyesiz;
şımarık. [DS] 7. {ağız} (Kişi için) yüzü yara bere
a n d an ya, {ağız} Öyle değil mi?
içinde; biçimini kaybetmiş. [DS]
a n d a n 2, [an-dan] {eAT} zf. 1. Ondan sonra; sonra. 2.
Yine; tekrar. 3. O takdirde; o zaman. 4. Bunun üze a n d ık lam ak , [andık-la-mak] {ağız} g çsz.f. [-r] [-l(ı)-
rine. 5. Ondan ötürü. 6. {ağız} Madem ki; sonra; yor] Sırtını yere dayayarak uyumak. [DS]
bakalım. [DS] ö5 an d an kim , {eAT} Ondan ötürü; an d ık m a k , [and-ığ-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Ant
dolayı; için.|| an d a n ö tü rü kim , {eAT} Diye; için; içmek; yemin etmek. [DLT]
yüzünden. an d ıl, [an (yans.) > an-dı-mak > andı-1] {ağız} sf. Boş
an d an a, [an-dan-a] {ağız} zf. Sonradan. [DS] gezen, işsiz; serseri. [DS]
and an ç, [an-dan-ç?] {ağız} is. Bir şeyin tamamen a n d d m a k , [an (yans.) > an-dı-mak > andı-l-mak] {a-
kırılması. [DS] ğız} dönşl. f. [-ır] 1. Bir şeyin üzerine eğilmek veya
an d an te , [İt. andare (gitmek) > andante] (a n d a ’nte) yüklenmek; abanmak; yaslanmak. 2. Boş vakit ge
zf. müz. 1. Orta derecede yürük hızda. 2. Sonat ve çirmek; hiçbir iş yapmamak. 3. B ir kimseye mu
senfonilerin bu hızda çalınan bölümü, sallat olmak; asılmak. 4. Üstüne varmak. 5. Kuvve
an d a n tin o , [İt. andantino] (andanti ’no) zf. müz. An- ti kesilmek; hâlsiz kalmak. [DS]
danteye göre biraz daha hızlı, a n d ın 1, [an-dm] {eT} is. Beylerin hizmetçisi; bunların
andasız, [an-da-sız] {ağız} is. Kimsesiz. [DS] adlarının yazıldığı defter. [DLT]
andaval, [Yun. antallabous > Andabalis (N iğde’nin a n d ın 2, [ol (o) >an > an-dm] {eT} zm. Oradan; ondan
bugünkü adı Aktaş olan merkez köyü Andaval a- [Gabain] [Yüknekî] [DLT] [EUTS] S a n d ın kim , On
dından) / andavalus (çarpık, somurtkan) / antalla- dan sonra; bunun üzerine. [EUTS]
gos (değişik) [Tzitzilis]] is. argo. Aptal, bön, gör a n d ır 1, [Erme, ander (sahipsiz) > Güre, anderhi]
güsü kıt kimse; beceriksiz, {ağız} is. 1. Ölüden kalan eşya; sahipsiz kalan eşya;
andavallı, [andaval-lı] is. argo. Aptal, bön, görgüsü soyka. 2. sf. Pis; iğrenç; kötü; çirkin. 3. Miskin;
kıt kimse. tembel; uğursuz. 4. ünl. "Sahipsiz kal" anlamında
an d av at, [Yun. andivatis (sürgü)] {ağız} is. İkinci ka kullanılan ilenç sözü. [DS] S a n d ıra kalm ak,
ta çıkarken binanın ortasına konulan kiriş. [DS] {ağız} Öliiden arta kalmak; miras kalmak. [DS]||
M M 1 1 İC E M .2 4 »
andır kalmak, {ağız} 1. A ndıra kalmak. 2. Yok ol andikas, [Yun. andikrasis] {ağız} is. Sıcak bir sıvıya
mak; olmaz olmak. 3. Başkasının olmak; ellere aym miktar soğuk sıvı katarak ılıklaştırma. [DS]
kalmak. [DS]|| Andır kalsın! {ağız} Olmaz olsun; andlamak, [and-la-mak JİJJÎ] {eAT} gçl. f . [-r] Y e
yok olsun, [DS]
min ettirmek; ant içirmek,
andır2, [Erme, ander] {ağız} is. -+ ander2. [DS] 0 an
dır kafa, {ağız} K el kafa. [DS] andlaşmak, [and-la-ş-mak j^ J jj T ] {eAT} g ç l.f. [-r]
andırak, -ğı [an-dır-mak > an-dır-ak] {ağız} is. 1. Yemin ettirmek; ant içirmek,
Andaç. 2. Anıt. [DS] andon, [Yun. endon] {ağız} is. 1. Kadınlara hakaret
andıran1, [ol (o) > an > an-dı-ra-n] zm. Oradan. için söylenen söz. 2. argo. Fahişe; uygunsuz kadın.
[EUTS] [Gabain] 3. Uçları saçın altından, kulakların ardından geçiri
andıran2, [andıran] {eT}zf. Büsbütün; tamamıyla. lip alında düğümleyerek yemeni bağlam a biçimi.
[EUTS] [Gabain] [DS]
andırış, [an-dır-ış] is. 1. Andırm a durumu, biçimi. 2. andoskop, [Yun. endon (iç) + skopein (görme) > Fr.
man. Temelde ayrı olm akla birlikte iki şey arasın endoscope] is. -*• endoskop.
daki benzerlik hâli; analoji; benzeşim; ömekseme. androjen, [Fr. androgene] is. Hem kadında hem de
andırışına, [an-dır-ış-ma] is. Farklı nesne veya olay erkekte bulunan ve çoğunluğu böbrek üstü bezi
ların görünüşteki benzerlikler dolayısıyla karşılıklı taarfmdan salgılanan erkeklik hormonu maddesi.
olarak birbirini çağrıştırması; analoji; benzeşim; il Androm eda, [Fr. andromede] is. Kuzey yarı gök k ü
tibas; müşabehet, resinde bir takım yıldızı,
andırışmak, [an-dır-ış-mak] işteş f. [-ır] Karşılıklı andropoz, [Fr. andropause] is. Erkekte yaşlılık be
olarak çağrıştırmak, lirtilerinin ortaya çıktığı, özellikle ürem e faaliyet
andırlaşmak, [andır2-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] lerinin tükenmeye başladığı yaş dönümü,
Kel olmak. [DS] androyit, [Fr. andro'ıde] is. İnsan biçimindeki oto
andırma, [an-dır-ma] is. Bir nesnenin benzerlikleri mat.
dolayısıyla başka bir nesneyi hatırlatması, anduh, [andık > anduh j--ul] {eAT} is. Sırtlan.
andırmak, [an-dır-mak] g ç l . f [-ır] 1. Anmasına yol
anduk, -ğu [andık > an d u k jjJJİ] {eAT} is. Sırtlan.
açmak; hatırlatmak; çağrıştırmak. 2. (Farklı yapı
daki nesne ve olaylar için) birinin diğerini çağrıştı anduz, [andız > anduz {eAT} is. Kökü ilaç o-
racak şekilde benzer yanlan bulunmak; çalmak; larak kullanılan bir bitki; andız otu; raziyane. S
benzeşmek; okşamak, anduz ağacı, {eAT} is. Yaban servisi.
andız, [eT. anduz / andız j-ul] is. bot. 1. Akdeniz böl andut, [Yun. anadoti] (ağız) is. -*■ anadat.
gesinin doğu kısım larında yetişen, dikenli yapraklı -ane, [Far. -âne -üT -] (-a:ne) {OsT} son ek. Sonuna
büyük yapılı ardıç cinsi, (Juniperus drııpacea). 2. getirildiği Farsça isimlere “yakışır biçimde, ...-ce-
Antalya çevresinde serviye verilen isim; katran sin e ” anlamı katarak sıfat ve zarflar yapan ek.
ağacı, (Cupressus sempervirens). 3. Kazdağı çevre
ane1, [Ar. ‘âne *:U] (a:ne) {OsT} is. 1. Yabani dişi
sinde yetişen bir cins köknar, (Abies equitrjani). 4.
Andız otu; {eAT} (aym). 5. {ağız} Sütü olmayan keçi. eşek ve sürüsü. 2. Oğlak burcundaki yıldızlar kü
[DS] 6. {ağız} İffetsiz kadın; orospu; kahpe. [DS] 7. mesi.
{ağız} Terbiyesiz; utanmaz; arsız. [DS] 8. {ağız} Ge ane2, [Ar. ‘âne tiU] (a;ne) {OsT} is. 1. anat. Kasık. 2.
nelev. [DS] 9. {ağız} Kadınlar arasında hafif küfür. K asık kılı.
[DS] S1 andız giliği, {ağız} A ndız ağacının pekm ez
ane3, [Ar. ‘âne <uU-] (a:ne) {OsT} is. 1. Aşiret bütün
yapılan meyvesi [DS].|| andız katranı, Andız odu
nunun yakılm ası ile elde edilen ve hekimlikte kulla lüğü. 2. Aşiret işleri. 3. Aşiret şerefi,
nılan siyah ve keskin kokulu bir szvî.|| andız koza a ’neb, [Ar. a‘neb v ^ '] (a-neb) {OsT} sf. (Kişi için)
lağı, Doğu Akdeniz kıyılarında yetişen ardıçların büyük burunlu,
yenilebilen fın d ık büyüklüğündeki meyveleri. || an
anede, [Ar. ‘inâd (kabul etmeme) > ‘anüd (inatçı) >
dız otu, bot. Bileşikgiller fam ilyasından hekimlikte
ve kök boyacılığında kullanılan, nem li yerlerde y e ‘anede ojup] {OsT} is. Çok inatçılar.
tişen sarı veya turuncu çiçekler açan çok yıllık otsu anekdot, [Fr. anecdote] is. İlginç ve az bilinen bir
çit bitkisi çeşitleri; (Inula viscosa, I. helenium, I. olayın kısa ve özlü anlatımı,
dyseterica, I. heterolepsis). ||andız pekmezi, Toros
anele, [İt. anello / Ar. (a n e ’le) is. dnz. Ge
dağlarındaki köylerde taze andız kozalaklarının su
ile kaynatılmasından elde edilen afrodizyak bir sı milerde çeşitli işlerde kullanılan demir halka,
vı; andız marmeladı. anem, [Ar. ‘anem {OsT} is. bot. Arabistan zeyti
andi, [Yun. andi] {ağız} is. Dokuma tezgâhı. [DS] ni, (Olea oleaster).
ANE O i r a i i İ I C E S D M İ .a o
anem i, [Yun. an (yok) > haim a (kan) > Fr. anemie] an başlay u k i, {eT} Baştaki; ilk başta olan; en baş
is. tıp. Kansızlık, taki. [EUTS]|| an ilki, {eT} İlk; ilk önce; en önce.
anem ik, -ği [Fr. anemique] sf. tıp. Kansız, [EUTS]
anem ofili, [Fr. anemophilie] is. bot. Rüzgârla tozlaş ang4, [an / eng] (ah) {eT} sf. 1. Kusurlu; eksik; kırık.
ma. [İKPÖy.] 2. Boş. [İKPÖy.] 3. Yarık. [İKPÖy.] 4. is.
anem om etre, [Fr. anemometre] (anem om e’tre) is. Boşluk. [İKPÖy.] 5. Hata; eksiklik. [İKPÖy.] 6. Es
Gaz akışkanların ve özellikle rüzgârın hızını ölç neme. [İKPÖy.]
m eye yarayan alet; rüzgârölçer. an g 5, [an] (ah) {eT} is. Yanak. [DLT]
anem on, [Fr. anemone] is. bot. Düğün çiçeğigiller- an g 6, [an] (an) {ağız} sf. Ahmak; sersem; akılsız; dan
den ağaçlık ve çayırlıklarda yetişen, renk renk ve galak; angıt. [DS]
gösterişli çiçekleri olan, soğanlı, çok yıllık bir bit an g 7, [an] (ah) {eT} e. Hayır. S an an, {ağız} H ayır
ki; dağ lalesi; M anisa lalesi, (Anemone pulsatilla). hayır!
anen, [Ar. ân > ânen U ] (a: ’nen) {OsT} zf. Bir anda; a n g a 1, [an-a] (aha) {eT} sf. 1. Değersiz; kıymetsiz.
hemencecik; anında. S ân en fe’ân en , {OsT} Sürek [DLT] 2. {ağız} Ahmak; sersem; dangalak. [DS] 3.
li olarak; durmadan. {ağız} (Hayvan için) aksi; hırçın; huysuz. [DS]
an ero it, -di [Fr. aneroîde] sf. Cıva kullanmadan; sı a n g a2, [ol (o) > an > an-ğa / an-ğar] (aha) {eT} {eAT}
vısız. 0 a n ero it b aro m etre , „/îz. Cıva yerine metal zm. 1. İşaret ve kişi zamiri ol ’un yönelm e durumu;
kullanılarak imal edilmiş barometre. ona. [İKPÖy.] [EUTS] [Üç İtigsizler] [Yüknekî] 2.
anerotizm , [Yun. an (yok) + Fr. erotisme] is. tıp. Onu. 3. Onun için; ondan dolayı. 4. Onun hakkın
Cinsel ilişki sırasında zevk almama biçiminde or da. 5. Ona göre; onca. 6. Onun olsun; ona fedadır.
taya çıkan cinsel tutukluluk, 7. Oraya. S a n a d a k , {eAT} O zam ana kadar.
anestezi, [Yun. anaisthesia (duyumsuzluk) > Fr. a- a n g ad a k , [ana-dak J-slSI] {eAT} zf. O zamana ka
nesthesie] is. tıp. İlaç vermekle veya bazı hastalık dar.
ların etkisi ile vücudun bir bölüm ünün veya bütü a n g âh , [Far. ângâh olSiT] (a;ngâ:h) {OsT} zf. 1. O va
nünün duyarsızlaşması, fi1 anestezi y ap m ak , A m e
kit. 2. Ondan sonra,
liyat yapılacak hastaya solunum yolundan veya
ang aje, [Fr. engage (bir ideolojiye bağlı olarak
damardan ilaç vererek vücudunun duyarsızlaşma
siyasî ve sosyal mücadeleye katılan)\ sf. 1. Söz
sını sağlamak.
vermiş; bağımlı. 2. is. Söz vermiş, vaat etmiş olma.
anestezik, -ği [Fr. anesthesique] sf. (M adde için) du
3. Geçici işçi. S an g aje etm ek, Sözlü veya yazılı
yarsızlaştıran,
olarak yüküm lülük altına sokmak.\\ an g aje olm ak,
anesteziyoloji, [Fr. anesthesiologie] is. tıp. A na ko
1. Sözlü veya yazılı olarak birine taahhütte bulun
nusu hastanın vücudunu duyarsızlaştırmak olmakla
mak. 2. B ir ideolojiye bağlı olarak siyasi bir müca
birlikte, hastanın ameliyata hazırlanması, ameliyat
deleye katılmak.
sırasında ve sonrasında biyolojik işlevlerinin kont
an g a jm a n , [Fr. engagement] is. 1. Bir yere veya bi
rolü, canlandırma ve ameliyat sonrası oluşabilecek
rine söz ve yazıyla söz verm e; taahhüt; yükümlü
karm aşaların önlenmesi çalışmaları ve bilim alanı,
lük. 2. gnşl. İş bağlantısı, iş anlaşması; taahhütna
anevrizm a, [Fr. anevrisme] is. tıp. 1. Genişleme. 2.
me. 3. B ir işi üstüne alma; üstlenme,
B ir atar damarın bir noktasında meydana gelen ba
loncuk şeklindeki genişlemeye bağlı rahatsızlık, a n g ala m ak , [ang-ala-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
yor] 1. Ağnamak. 2. Yattığı yerde iken bir taraftan
anfizem , [Yun. emfysema (şişirme) > Fr. emphyse-
me] is. tıp. Bir akciğer hastalığı, bir tarafa dönmek; yuvarlanmak. [DS]
an fo ra, [Yun. amforeus] is. -*■ amfora. a n g am a k , [an-a-mak] {eT} gçl. f. f -r] Anlamak; bil
mek. [Yüknekî] [EUTS]
-ang, [-ang (-an) / -eng (-eh) / ung (-un) / -üng (-ün)/
-en] {eAT} çeke. 1. -aym; -ayınız. 2. -arsın; -ırsm. a n g a r, [ol (o) > an > ana / an-ğar] {eT} zm. O zamiri
a n g 1, [an / en] (ah) {eAT} {ağız} is. 1. Engel. 2. Tarla nin verm e durumu; ona; onlara. [Tekin] [EUTS]
lar arasındaki sınır. 3. Eklem; mafsal. 4. Y er dama A n g a ra k [Sansk. angaraka] {eT} öz. is. Mars yıldızı.
rı. [DS] S' afi k a k d ırm a k , {ağız} İki tarlayı ayıran [EUTS]
seti kendi tarafına katmak. [DS]|| an yeri, {eAT} 1. a n g a rı, [an-arı / an-aru (anarı) {eAT} zf. 1. Ci
O ynak yeri; eklem yeri; büküm yeri. 2. B itişik iki te; öteye; ileriye doğru. 2. Ö bür taraf,
şey arasındaki çizgi. a n g ariy e, [Yun. angareia] is. -*■ angarya,
ang2, [ ang / an] (ah) {eT} is. 1. Av hayvanı; avlanmış
a n g a rla k , [an-ar-lak jJjlS”!] (aharlak) {eAT} zf. A z
hayvan. [ETY] [Gabain] 2. Bir kuş adı. [DLT]
ang3, [an / an] {eT} zf. 1. (Büyütme sigasıdır, [EUTS] öte; az ileri.
en üstünlük derecesini belirten zarf.) en; yüksek. a n g a rm a k , [anar-mak] (anarmak) {eT} gçl. f. [-ur]
[EUTS] 2. is. Hiç; yokluk; hiçbir şey. [İKPÖy.] S Yem in ettirmek; ant içirmek.
O T U l M M M .2 5 1 ANG
angaru, [ol > an-ğaru / anaru jjlS' I] (aharu) {eT} Anggarak, [Sansk. angaraka] {eT} öz. is. Mars yıldı
zı. [EUTS]
{eAT} zf. 1. O zamirinin yönelme durumu; ona; ona
doğru. [ETY] 2. {eAT} Öte; ileriye doğru; öbür tara angı1, [an-gı] is. psikol. Yaşanmış olaylardan zihinde
fa. S anaru berii, {eAT} Şöyle böyle.\\ anarudan kalanlar; hatıra.
berüden, {eAT} ileriden geriden.|| anaru yan, angı2, [eT. an-mak > an-gu] {ağız} is. Şan şöhret; ün;
{eAT} İleri yan; öle yan. lakap. [DS]
angarurak, [anaru-rak JjjjLS’ f] (aharurak) zf. Daha angıcı, [an-mak > an-ıcı] {eAT} sf. 1. Düşünen. 2. Ö-
ğüt kabul eden. S a n ıc ı avrat, {eAT} A llah'ı zikre
ileri. den kadın.|| anıcı eren, {eAT} A lla h ’ı zikreden er
angarya, [Yun. angareia] (a n g a ’rya) is. 1. Hizmet. 2. kek.
Ücret vermeden zorla yaptırılan iş. 3. Görevi olm a
angıç, -cı [eT. ağ-mak (aşağı inmek, yukarı çıkmak)
dığı hâlde hatır için fakat gönülsüzce yapılan iş. 4.
> ağm-gıç] (ağız) is. Harman zamanı daha çok sap
Devlet tarafından zorunlu hâllerde vatandaşlara ait
veya, kuru ot taşıyabilm ek için at arabaları ile kağ
hayvan ve araçların ücretsiz olarak kullanılması. 5.
nıların kenarlarına takılan ek parmaklıklar. S an
mec. Usandırıcı, sıkıcı mecburiyetler. 6. {ağız} Top
gıç arabası, {ağız} D ört tekerlekli ve kenarlı, y ü k
luca yapılan köy işi; imece. [DS] ö angaryaya
taşınan göçmen arabası. [DS]
koşmak, Birini m ecbur olmadığı yüküm lülük dışı
angıdı, [ang-ıt / ang-ut] {ağız} is. zool. Angut. [DS]
bir işte zorla çalıştırmak.
angıg, [ang-ığ] {eT} sf. 1. Kötü; fena. [EUTS] [ETY] 2.
angaryacı, [angarya-cı] is. 1. Başkalarına ücretsiz ve
Pek; çok. [ETY] S anıg edgtt, {eT} Çok iyi.
zorla iş yaptıran kimse. 2. mec. H atır için başkala
[EUTS] || anıg yablak, {eT} Çok kötü.
rına iş yüklemeyi seven ve bunu alışkanlık hâline
getirmiş kimse, angıl, [an-ul / an-ıl JS-!] (anıl) {eT} zf. 1. Büsbütün;
angasdan, [Ar. ‘an kaşdin (özellikle)] {ağız} zf. Y a tamamıyla. [DLT] 2. {eAT} {ağız} Yavaş; sakin; ha
landan; şaka olarak. [DS] fif; ağır. [DS] S anıl anıl, {eAT} 1. A ğır ağır; yavaş
yavaş; usul usul. 2. Kerte kerte; tedricen. || anıl yil,
angayu, [ol (o) > an > an-ğa > ana-yu] (aiiayu) {eT}
{eAT} Yavaş esen rüzgâr.
sf. is. Uzak; öte. [EUTS]
angılamak, [an (yans.) > an-ı-la-mak] {eT} gçsz. f . [-
angçı, [an-çı] (ahçı) {eT} is. Avcı hayvan avcısı.
[EUTS] [Gabain] r] (Eşek için) anırmak. [DLT]
angdımak, [anğ / an (av) > an-dı-mak / an-dı-mak] angılanmak, [eT. yanku-la-n-mak] {ağız}] dönşl. f. [-
(afidımak) {eT} gçl. f. [-r] A v için pusuya yatmak; ır] Yankılanmak. [DS
yakalamak için tuzak kurmak; hile yapmak; etrafını angılca, [anıl-ca I] (a n ı’lca) {eAT} zf. Yavaşça;
sarmak. [DLT] [ETY] hafif.
angdırıcı, [an-dır-mak > an-dır-ıcı / an-dur-ıcı angılcacuk, [anıl-ca-cuk (a n ı’lcacuk) {eAT}
(andırıcı) {eAT} is. Yadigâr.
z f Yavaşça; yavaşçacık,
angdırmak, [an-dır-mak / an-dur-mak (an angulcagız, [anıl-ca-ğaz / anul-cağız jtUJS'I] (ahıl-
dırmak) {eAT} g ç l . f [-ır] Hatırlatmak; andırmak, cağız) {eAT} zf. Yavaşçacık,
angdız, [an-duz / an-dız j-ifl] (andız) {eAT} is. bot. -*■ angılcak, [anıl-cak / anul-cak j ^ X '] (amlcak) {eAT}
andız. zf. Yavaşça.
angdurıcı, [an-dır-mak > an-dır-ıcı / ang-dur-ıcı angıldamak, [an (yans.) > an-ıl-da-mak] {ağız} gçsz.
^jj.ıS 'T ] (andurıcı) {eAT} is. -*■ angdırıcı. fi [-r] [~(d)-ı-yor] (M anda için) bağırmak; böğür
angdurmılmak, [andur-m-ıl-mak] {eAT} e d il.f. [-ur] mek. [DS]
1. Hatırlatılmak. 2. Ö ğüt verilmek. angılı, [an-ı-lı] {ağız} sf. Ünlü; tanınmış; namlı; şöh
retli. [DS]
angdurmak, [an-dır-mak / an-dur-mak ^jJ-S'l] (on
angılluk, -ğı [anıl-lık / anul-luk JS'T] (afıılluk)
durmak) {eAT} g çl.f. [-ur] -*■ angdırmak.
{eAT} is. Yavaşlık; teenni,
angduz, [an-duz jj^ I] (anduz) {eT} {eAT} is. bot. A n
angılmak, [an-ıl-mak (anılmak) {eAT} {ağız}
dız; atın kam ı ağrıdığında bu bitkinin kökü ile te
davi edilir. [DLT] S anduz ağacı, {eAT} Yabani edil, f i [-ır] 1. Hatırlanmak; söz konusu edilmek;
servi. anılmak. 2. Şöhret bulmak; ünlenmek. [DS]
angeh, [Far. ângeh ■&!] (a:ngeh) zf. O sırada; o es angılmış, [an-ıl-mış ji^is"!] (anılmış) {eAT} sf. Adı
nada; o zaman, geçmiş olan; söz edilmiş; anılmış,
angelik, -ği [Fr. angelique] sf. M elek otu ile ilgili. S angılur, [an-ıl-ur (ahılur) {eAT} sf. Meşhur; ün
angelik asit, M elek otu kökünde bulunan asit. lü; tanınmış; anılır.
ANG 1 M W C t S Q M . 25 2
a n g ın 1, [ol (o) > an > an-ın / anın] (anın) {eT} {eAT} an g lan m ak , [an-la-n-mak j i ^ T ] (anlanmak) {eT}
zm. Onun. [EUTS]
{eAT} edil, fi [-ur] 1. Anlaşılmak. [ETY] 2. {eAT}
angın2, [ang-m] {eT} is. Omuz eğin. [Gabain] [EUTS] Takdir olunmak. 0 an la n m az olm ak, {eAT} Anla
a n g ın 3, [an-ğın] sf. Çevrede tanınıp bilinen; anılan; şılm az olmak.
ünlü; meşhur,
a n g la rla n m a k , [an-lar-la-n-mak J S I] (ahlarlan-
an g ırg an , [an (yans.) > an-ır-ğan jlfcJ?\] (ahırgan) sf.
mak) {eAT} dönşl. fi. [-ur] Anlamış gibi davranmak;
1. {eAT} Haykıran; kükreyen; anıran. 2. {ağız} (Ço anlamış görünmek,
cuk için) vara yoğa bağıran; ağlayıp sızlayan. [DS]
a n g la ru ra k , [an-la-ru-rak Jb _ ^'] (ahlarurak) {eAT}
an g ırm ak , [an (yans.) > an-ır-mak] (anırmak) {ağız}
gçsz. f. [-r] [-(r)ı-yor] 1. (Eşek için) bağırmak; sf. En anlayışlı.
anırmak. 2. Birine yüksek sesle, tehdit yolla bağır A ngle, [Fr. anglaise] sf. 1. (Kadın ve erkek için) İn
mak. [DS] giliz. 2. İngiliz tarzında olan.
an g ırşak , -ğı [ağırşak] {ağız} is. Kirmanın yuvarlağı; A nglez, [Fr. anglaise] sf. 1. Angle. 2. is. Çizgileri
ağırşak. [DS] sağa yatık ve işlek bir yazı türü. 3. Tek bir erkek
tarafından oynanan çok canlı bir dans.
an g ış1, [an > an-ış (emiş) is. 1. {ağız} Söz ko
A nglik an , [Fr. İng. anglican] is. ve sf. din. 1. İngiliz
nusu. [DS] 2. {eATj Hatırlanan şey. S anış etm ek, kilisesine bağlı olan. 2. İngiliz milletiyle ilgili.
{ağız} Anmak; hatırlamak. [DS]|| an ış olm ak, {ağız}
A nglikanizm , [İng. anglicanism] öz. is. din. İngiliz
D edikodusu yapılmak; dedikoduya konu olmak. kilisesinin tutuğu inanç yolu, mezhebi.
[DS]
A nglosakson, [Fr. anglo-sahon] öz. is. 1. Beşinci ve
an g ış1, [eğiş > anış T] (anış) {eAT} iş. Kovandan altıncı yüz yılda Büyük B ritanya’yı işgal eden
petek kesip almakta kullanılan bıçak, Cermen kavim lerine verilen ad. 2. A na dili İngiliz
an g ıt, -dı [eT. an (av hayvanı) / an (yans) > an-ıt / ce olan kimse. 3. İngiliz usulü,
ang-ut oS"T] (anıt / angıt) is. zool. 1. Kanatları ki anglu, [an-lu] sf. Hafif; yavaş. 0 afilu eylem ek,
rem it renginde, ördeğe benzer bir tür kuş; angut. {eAT} 1. Yavaşlatmak; hafifletmek. 2. K ısm ak.|| a n
{eT} {eAT} (aym) [DLT] 2. {ağız} sf. Aptal; ahmak. ilin a n lu n d u tm a k , {eAT} 1. Yavaş yavaş yakala
[DS] 3. {ağız} (Hayvan için) yaşlanmış, işe yaramaz m a k 2. (Hastalık, bela vb. ye) derece derece ya k
hâle gelmiş olan. [DS] laştırmak.
angıtm ak, [an (yans.) > afi-ıt-mak] (anıtmak) {eT} an g lu n ca k , [an-lu-n-cak Jş^İSI] (ahluncak) {eAT} zf.
g ç l . f [-ır] 1. Şaşırtmak. [DLT] 2. Eğilmek. [Gabain] Yavaşça.
3. Saygı duruşunda bulunmak. [EUTS] 4. {ağız} K a
an g m ak , [an-mak T] (anmak) {eAT} g ç l.f. [-r] [-
zık gibi dikilmek. [DS]
(ı)-yor] 1. Anlamak. 2. Hatırlamak. 3. Sözünü et
an ğ ız 1, [an (eklem) > an-ız / an-uz jS"T] (anız) {eT} is. mek. 4. {ağız} Birinin arkasından konuşmak; sözü
1. Anız; ekin biçildikten sonra tarlada kalan sapları. nü etmek; anmak. [DS]
[DLT] 2. {ağız} Ağacın toprağa değen dip kısmı. a n g m ak b k , [anmak-lık] {eAT} is. Hatırlama; anma;
[DS] yadetme.
anğız2, [yanız > an-ız jS'I] (anız) {eAT} sf. (At için) a n g m m tın , [an-mın-tm] (anmıntm) {eT} e. Hatta.
yağız. [Gabain]
anglag, [an-lağ] (anlağ) {eT} sf. Akıllı; anlayışlı; ze ang o n a, [Yun. angona] (a n g o ’na) {ağız} is. K ör yı
ki. [Gabain] lan. [DS]
anglagan, [an-la-ğan jUJ.S'I] (anlağan) {eAT} sf. An an g o ra , [Ancyra / A nkyra > angora (Ankara)] is. 1.
A nkara ve çevresinde yetiştirilen Ankara keçisinin
layışlı; zeki.
çok yum uşak ve uzun tüylerinden yapılmış dokuma
an g lam ad u k , [an-la-ma-duk d-uiSM] (ahlamaduk) veya örgü ipliği. 2. sf. Bu iplikle örülmüş veya do
{eAT} sf. Anlamaz; anlayışsız, kunmuş (giyecek, kumaş). S a n g o ra gülü, Büyük-
anglam ah, [an-la-mah (ahlamah) {eAT} gçl. f. dere Bahçe Kültürleri istasyonunda ıslah edilerek
geliştirilen açık portakal ve krem renginde çiçekler
l-r] Telakki etmek; öyle değerlendirmek,
açan bodur bir gül çeşidi.
anglam ak, [an-la-mak] (anlamak) {eT} gçl. f. [-r]
angoş, [eT. an / ana (sersem) > an-oş] {ağız} sf. Ah
Akıl erdirmek; anlamak. [Mühennâ] [EUTS] [ETY]
mak; sersem. [DS]
[DLT] S an lam ay u b ak m a k , {eAT} Sezdirmeden
bakmak; göz ucuyla incelemek. a n g ra g a n , [an-ra-ğan (ahrağan) {eAT} sf.
anglam aklu, [an-la-mak-lu ^U J^l] (anlamaklu) (Aslan, kaplan vb. için) haykıran; kükreyen,
{eAT} s f Anlayışlı; zeki. a n g ra m a k , [an-ra-mak / ın-ra-mak j^ l/'l] (ahramak)
umu « .« a ANI
{eAT} gçsz. f. [-r] 1. Homurtulu ses çıkarmak. 2. angulcak, [an-ul-cak / an-ıl-cak (ahulcak)
Haykırmak; kükremek,
{eAT} zf. Yavaşça,
angranmak, [an-ra-n-mak / ın-ra-n-mak j i / l ] (ah-
anguldan, [an-ul-dan jJİS'I] (ahuldan) {eAT} zf. Y a
ranmak) {eAT! dönşl. f. [-ur] Homurdanmak,
vaş yavaş; hafif hafif,
angraşmak, [an-ra-ş-mak / ın-ra-ş-mak J a-İjS’I] (ah-
angullık, [an-ul-lık / an-ıl-lık JS'1] (ahullık) {eAT}
raşmak) {eAT} işteş f. [-ur] Birlikte homurdanmak;
is. Yavaşlık; teenni,
beraber haykırmak; haykırışmak; bağrışmak;
homurdaşmak. angulrak, [an-ul-rak liAs5"'] (ahulrak) {eAT} zf. Y a
angrek, [am -ğek > anrek / enrek] (anrek) {eT} is. vaş olarak; yavaşça,
Tırnak. [EUTS] angulu, [an-mak > an-u-lu ^ T ] (ahulu) {eAT} s f
angros, [Yun. gangrono] {ağız} is. Uyuşma. [DS] M eşhur; ünlü; tanınmış.,
angsırmak, [an (yans.) > an-sı-r-mak] (ahsırmak)
angur, [Yun. anguri] {ağız} is. Hıyar. [DS]
{eT} gçsz. f. [-ır] 1. Aksırmak. [Mühennâ] 2. {ağız}
Öksürmek. [DS] angurdu, [an-urdu (ahurdu) {eAT} zf. Ona
angsız1, [an-sız] (ansız) {eT} zf. Ayırmadan; istisna doğru. S1 anurdu gelmek, {eAT} Ona doğru g e l
sız; tümü ile; hep; bütün; pek; büsbütün. [Gabain] mek; ondan yana gelmek.
[EUTS] angurya, [Yun. angurya] {ağız} is. Hıyar. [DS]
angsız2, [an-sız y S \] (ahsuz) {eAT} sf. Birdenbire; angut1, [an-ut] {eT} is. İçecek şeylerde kullanılan hu
ansızın. ni. [DLT]
angut2, -du [eT. an (av hayvanı) / an (yans.) > an-ıt /
angsızda, [an-sız-da o iy S ]] (ansızda) {eAT} zf. An
an-ut] is. zool. 1. A k kuşaklı ördeklerden soluk
sızın; birdenbire, kırmızı başlı, evcilleştirilebilen bir cins ördek,
angsızdalık, [an-sız-da-lık j l ojj-S'T] (ahsızdalık) (Casarga ferruginea). 2. mec. Budala; ahmak; h ö
{eAT} is. Ansızından olm a hâli. dük.
angsızla1, [an-sız-la aJj—S"T] (ansızla) {eAT} zf. A nsı anguz, [an (eklem) > an-uz / an-ız jS"T] (ahuz) {eAT}
zın; birdenbire. is. Anız.
ansızla2, [an-sız-la] {eAT} zf. Onsuz olarak; o bulun anh, [Ar. ‘an (-den) + h(ü) (o) -u*] zm. Ondan.
madığı hâlde.
anha, [Ar. ‘an (-den) + hâ (o) zm. Ondan. S an-
angsızlık, [an-sız-lık jJ j—S”l] (arısızlık) {eAT} zf. A n
hâ minhâ, A şağı yukarı; şöyle böyle; şundan bun
sızın olma hâli,
dan; öteberi;
angström, [İsveç fizik. Anders Jonas Ângström'ün
anhidrit, [Fr. anhydrite] is. min. Çoğunlukla kaya
soyadından] is. fız. Parçacık boyutları ile ışığın ve
tuzu ve alçı taşı ile birlikte bulunan, bünyesinde su
ışınların dalga boylarını ölçmekte kullanılan bir
taşımayan doğal kalsiyum sülfat, C a S 0 4
metrenin on m ilyarda birine eşit uzunluk birimi;
anhidrobiyoz, [Fr. anhydrobios] is. Bir canlının uzun
sembolü: Â
süre susuzluğa ölmeden dayanabilmesini sağlayan
angsuz, [an-suz j j —S"T] (ahsuz) {eAT} sf. Birdenbire; uyuşukluk ve hayatî durgunluk.
ansızın.
anhüm, [Ar. ‘an (-den) + hüm (onlar) zm. O n
angsuzda, [an-suz-da —S"1] (ahsuzda) {eAT} sf. -*■
lardan.
angsuz.
anhüma, [Ar. ‘an (-den) + hümâ (o ikisi) U_ş_Lt] zm.
angsuzdan, [an-suz-dan (onsuzdan) {eAT} sf.
O ikisinden.
-*■ angsuz. an ı1, [an > an-ı] is. 1. Yaşanmış olaylardan veya geç
angsuzın, [an-suz-ın jıj_y£\] (ahsuzın) {eAT} sf. A n mişte beraber olunan kişilerden hatırda kalan izler;
sızın. hatıra. 2. ed. Tanınmış kişilerin yaşadıkları olayları
angudî, [angut + Ar. -î (angudi:) sf. A ngut ren anlattıkları edebî eser.
gi; kiremit kırmızısı, anı2, [ol (o) > an > an-ı ^T ] {eT} {eAT} zm. İşaret ve
angul, [an-ul / an-ıl J j S I] (anul) {eAT} {ağız} sf. Ya kişi zamiri ol un yükleme durumu; onu; onları.
[DLT] [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Tekin]
vaş; sakin; hafif. [DS] 3 anul anul, 1. A ğır ağır; [Yüknekî]
yavaş yavaş; usul usul. 2. D erece derece; kerte anıcı, [an-mak > an-ıcı] {eAT} sf. Düşünen; öğüt ka
kerte. || anul yil, Yumuşak esen rüzgâr. bul eden.
angulcağız, [an-ul-cağız / an-ıl-cağaz I] (ahul- anıg, [an-ığ] {eT} sf. 1. Fena; kötü. [Tekin] [EUTS] 2.
cağız) {eAT} zf. Yavaşçacık. is. Fenalık. 3. zf. Pek. [Gabain]
ANI f l l İ M I İ İ K S O M . 2S4
anık1, -ğı [an-ık > anuk] {eT} {eAT} sf. 1. Bir yerde anırış, [ang (yans.) > an-ır-ış] is. Eşeğin ses çıkarma
hazır bekleyen, hazır. [Mühennâ] 2. {ağız} is. Andaç. sı.
[ÜS] anırma, [ang (yans.) > an-ır-m ak > an-ır-ma] is. Eşe
anık", -ğı [Erme, annuh] {ağız} is. 1. Nane; dağ nane ğin ses çıkarma işi.
si. 2. Yemeklere konulan bir tür kokulu ot. 3. Y e anırm ak, [ang (yans.) > ang-ır-m ak > an-ır-mak]
meğe sonradan dökülen kızdırılmış yağ ve soğan. gçsz. f. [-ır] 1. (Eşek için) yüksek ses çıkarmak. 2.
4. M ayasız ve az tuzlu ekmek. 5. Küçük yağ tavası. argo. Y üksek sesle hoşa gitm eyecek şekilde gürül
[DS] tü yapmak, konuşmak, bağırm ak veya şarkı söyle
anıklama, [an-ık-la-ma] is. Hazırlama, mek.
anıklamak, [eT. anuk > an-ık-la-mak > an-ık-la- anırtı, [an-ır-tı] is. Eşek sesi,
mak] gçl. f. [~r] 1. Hazır etmek, hazır duruma ge
anırtma, [anır-t-ma] is. Eşeğe ses çıkartma,
tirmek. 2. {ağız} Vuracakmış gibi yapmak. [DS] 3.
anırtmak, [anır-t-mak] gçl. f. [-ır] Eşeğin ses çıkar
{ağız} Kararsız kalmak; tereddüt etmek. [DS]
m asını sağlamak,
anıklık, -ğı [an-ık-lık] is. Hazır olma, bulunma;
anış, [an-ış] is. 1. A nm ak işi ve biçimi. 2. Hatırlayış;
mevcudiyet.
hatırlama.
anıl, [an-ıl] {ağız} is. 1. Amaç; erek. 2. Bellek; hafıza.
anışmak, [an-ış-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] 1. Birinin
3. Usul; kaide; yöntem. [DS]
ardından konuşmak; sözünü etmek. 2. Konuşmak;
anılaşma, [an-ı-la-ş-ma] is. Anı hâline gelmiş olma,
söyleşmek; anlatmak. [DS]
anılaşmak, [an-ı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. A nı ni
anıştırma, [an-ış-tır-ma] is. 1. B ir şeyi doğrudan
teliği kazanmak. 2. Anı olmak. 3. Geçmişte kal
söylemeyip de dolaylı olarak sezdirme; ima. 2. ed.
mak.
Bilinen bir olayı, kimseyi, atasözünü veya öz deyişi
anılayu, [ol (o) > an-ı-layu] {eT} zf. O şekilde. [Üç
çağrıştıracak şekilde anlatma sanatı; telmih,
İtigsizler]anılcacık, -ğı [eT. an-ıl-cak > an-ıl-ca-cık]
anıştırm ak, [an-ış-tır-mak] gçl. f. [-ır] B ir şeyi
{ağız} zf. Yavaşça. [DS]
açıkça söylemeyip de üstü kapalı olarak anlatmak;
anılma, [an-ıl-ma] is. Birisi tarafından hatırlanma;
ihsas etmek; im a etmek,
bahsedilme.
anıt, [an-mak > an-ıt] is. 1. B ir olayı veya tanınmış
anılmak, [eT. an-mak > an-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1.
örnek bir kişiyi gelecek nesillere tanıtmak, hatır
Kendisinden söz edilmek. 2. Hatırlanmak. 3. Bir
latm ak için yapılmış eser; abide. "Orhun anıtları
adla çağrılmak, o isimle bilinip tanınmak,
bin üç yü z y ıl öncesinden biz gençlere haykırmak
anımsama, [an-ımsa-ma] is. Zihninde canlandırma; tadır. ” 2. Çok önemli ve değeri yüksek olan eser.
hatırlama. S anıt mezar, Tarihî kişilik sahibi büyüklerin anıt
anım samak, [an-ımsa-mak] gçl. f. [-r] Geçmişte niteliğindeki mezarları.
kalan bir olayı veya unutulduğu zannedilen bir ki anıt, [an > an-ıt] {ağız} is. İlgisiz, uzak durm a hâli.
şiyi zihninde tekrar canlandırmak; hatırlamak, [DS]
anım sanm a, [an-ımsa-n-ma] is. Hatırlanma, Anıtkabir, -bri [an-ıt + Ar. kabr] is. A tatürk’ün A n
anım sanmak, [an-ımsa-n-mak] edil. f. [-ır] Hatırlan kara RasattcpcfAmttepe) ’deki mezarı ve etrafındaki
mak. anıtsal eserler,
anım satm a, [an-ımsa-t-ma] is. Hatırlatma, anıtlamak, [an-ıt-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor]
anım satm ak, [an-ımsa-t-mak] gçl. f. [-ır] Hatırlat 1. V uracakmış gibi yaparak korkutmak; sakmdır-
mak. mak.2. B ir işe girişmek; yapm aya hazırlanmak. 3.
anın, [ol (o) > an > an-m j i l] {eT} {eAT} zm. 1. İşaret gçsz. f. Korkarak uyanmak. [DS]
ve kişi zamiri ol ’un ilgi durumuonun. [DLT] [İKP anıtlaşma, [anıt-la-ş-ma] is. A nıt durumuna gelme;
Öy.] 2. O zamirinin araç durumu; onunla; onun ile abideleşme.
[ETY] [EUTS] [Yüknekî] 3. Onun için; ondan dolayı anıtlaşm ak, [anıt-la-ş-mak] dönşl. f. [-ur] 1. Anıt du
diye; bunun için; bu sebeple. [EUTS] [Üç İtigsizler] rum una gelmek, anıt özelliği kazanmak. 2. mec.
[Gabain] S a n ın mı? {eAT} Onun için mi? Düşünceleriyle, davranışlarıyla, hizmetleriyle her
anmg, [ol (o) > an > an-ın / anın dlil] (anın) {eT} zm. kesin sevgi ve saygısını kazanmak,
anıtlaştırılma, [anıt-la-ş-tır-ıl-ma] is. Anıt durumuna
1. Teklik üçüncü kişi zamiri; o. 2. Onun. [EUTS]
getirilme.
[DLT] [Yüknekî] 3. Ona. [Üç İtigsizler] fi1 anın dirisi
olmak, {eAT} Onun sayesinde yaşıyor olmak. anıtlaştırılmak, [anıt-la-ş-tır-ıl-mak] edil. f. [-ır] A-
m t niteliği kazandırılmak; anıt özelliği verilmek,
anır, [an-ır] {ağız} is. Taraf; yön. [DS]
anıtlaştırma, [anıt-la-ş-tır-ma] is. A nıt niteliği ka
anırgan, [ang (yans.) > an-ır-mak > amr-gan] {ağız}
zandırma; anıt durumuna getirme; abideleştirme,
sf. 1. (Eşek için) çok anıran; azgın. 2. Ses çıkararak
dönen su dolabı. [DS] anıtlaştırmak, [anıt-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Anıt
oioffitiMCtmüii.255 ANİ
niteliği kazandırmak; anıt durumuna getirmek; abi- anide, [Ar. ânî + T.-de] (a:ni:de) {OsT} zf. Birdenbi
deleştirm ek.anıtm ak, [an-ıt-mak] {eT} gçl. f. [-ır], re, aniden.
1. Devam etmek; gitmek. [Gabain] 2. Korkutmak; aniden, [Ar. ânî + T.-den] (a.ni.den) {OsT} zf. Ani
tehdit etmek; elle ürkütmek; [Tekin] {ağız} (aynı). bir şekilde, birdenbire, ansızın,
[DS]
anif', [Ar. ‘u n f (sert olma) > ‘an îf ‘- i ^ ] (ani:f) {OsT}
anıtm ak, [an-ıt-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Aptal aptal
bakınmak; şaşkın şaşkın durmak; bakakalmak. [DS] sf. Sert; haşin; kaba.
anıtsal, [anıt-sal] sf. 1. Büyüklüğü ile anıtı andıran. anif2, [Ar. en f (burun) > ân if <-üT] (a:nif) {OsT} sf. Az
2. Anıta benzeyen. 3. A nıt niteliğinde olan. 4. G ö önceki; çok az bir süre önce geçen. S1 ânifü’l-
renlerde bir anıt etkisi bırakan. beyân, A z önce bildirilen.\\ ânifü’z-zikr, A z önce
anıtsı, [anıt-sı] sf. Anıta benzer, anıt gibi, söylenen.
anız, [eT. an-uz / an-ız > an-ız] is. 1. Ekin biçildikten anife, [Ar. en f (burun) > ânife 4iT] (a:nife) {OsT} is.
sonra tarlada kalan köke bitişik saplar. 2. Ekini bi
Gençlik çağının başlangıcı,
çilmiş tarla. 3. {ağız} M ısır sapı. [DS] 4. {ağız} İğde
ya da kara çalının dikenleri. [DS] 5. {ağız} Tarla anifen, [Ar. ânif > ânifen UjT] (a :n i’fen ) {OsT} z f Bi^
kenarlarındaki otlar. [DS] 6. {ağız} Ekini biçildikten raz önce; demincek.
sonra ekilmeyip boş kalan tarla. [DS] 7. {ağız} N a anik1, -kı [Ar. ‘anîk j~ ^ ] (ani:k, k kalın söylenir)
das edilmeden ekilen tarla. [DS] 8. {ağız} Ekin bi
{OsT} is. Ense.
çimi sırasındaki sebze mevsimi. [DS] 9. {ağız}] Ha
sat zamanı; sonbahar. [DS S anıza ekim, Ekin bi anik2, -kı [Ar. anîk ^ 1 ] (ani:k, k kalın söylenir)
çildikten sonra anızı bozmadan doğrudan yapılan {OsT} sf. 1. (Nesne için) güzel; zarif. 2. Garip; tu
ekim. || anız biçm ek, Ekin biçildikten sonra kalan haf.
anızları ve kenarlardaki otları biçmek.|| anız boz anilik, -ği [Ar. ânî + T. -lik] (a:ni.lik) is. Birden oluş;
ma, Ekini biçilmiş tarlayı yüzeyden sürmek. || anız ansızın oluverme.
böceği, zool. K ınkanatlılar takımından, yazın ağaç anilin, [Ar. en-nil / Port, anil (indigo) > Fr. aniline]
ların etrafında uçuşan hareketli duyargalı bir bö is. kim. Taş kömürü katranından elde edilen C6H 5-
cek; haziran böceği, (Amphimallus solistitalis) .|| N H 2 formülündeki benzen türevi olan birincil
anız sürmesi, {ağız} Biçildikten sonra dökülen to amin. 0 anilin boyalar, Anilinden elde edilen m at
humlarla kendiliğinden biten ekin. [DS] baa m ürekkebi ve kumaş boyaları.\\ anilin mürek
anızlık, -ğı [anız-lık] is. Anızı sürülmemiş, hayvan kep, Alkolde çözünmüş organik veya inorganik
otlatılan tarla. boyar maddeden oluşmuş, çabuk kuruyan matbaa
a’ni, [Ar. a’nî ^ 1 ] (a-ni:) e. Bundan anlaşılan şudur; mürekkebi.
yani. anim asyon, [Fr. animation] is. 1. Gösteri, eğlence. 2.
Canlandırma,
ani1, [Ar. ân > ânî ^T] (a:ni:) sf. 1. Çok kısa bir za
animato, [İt. animato] zf. müz. 1. Canlı. 2. Parça coş
manda yapılan. 2. Birdenbire yapılan. 3. zf. Bir an
kun ve canlı bir havayla (seslendirilecek.)
içinde; ansızın; apansız; birdenbire. S ani akın,
as. Düşman üzerine beklenmedik bir zam anda y a animator, [Fr. animateur] is. ve sf. 1. Canlandırıcı;
pılan baskın, sefer.\\ ani grev, İşçilerin işverene harekete geçirici. 2. Sunucu; takdimci,
haber vermeden topluca işi bırakmaları.|| ani nöt anim izm, [Fr. animisme] is. 1. İnsan dışı varlıklarda
ro n u z. Parçalanm a sırasında ölçülebilir bekleme da ruh bulunduğu görüşü; canlıcılık. 2. psikol. Ç o
olmaksızın yayım lanan nötron. cukların eşyaları birer canlı varlık olarak görmeleri,
ani2, [Ar. ânî ^T ] (a:ni:) sf. Olgunlaşmış; olmuş. anin, [Far. ânîn joT] (a:ni;n) {OsT} is. Yayık,
ani3, [Ar. ‘ânı ^ U ] (a:ni:) sf. 1. A lçak gönüllü. 2. anis, [Ar. ‘ânis (a:nis) {OsT} is. 1. İhtiyar kız.
Mustarip. 3. Meşgul. 4. is. Köle. 5. İşçi. 6. Tahsil 2. İntiyar bekâr. 3. sf. (Deve için) büyük ve şişman.
dar. 7. Müfettiş. anise1, [Ar. ânîse ^ T ] (a.ni.se) {OsT} sf. 1. (Nesne
ani4, [Far. ân (şu) > ânî ^T ] (a:ni:) {OsT} sf. tasvf. için) sıkı bağlı. 2. (Sıvı için) koyulaşmış; katılaş
Allah’ın dışında her şey. mış.
aniç, -ci [Erme, anits] {ağız} is. B it sirkesi. [DS] anise2, [Far. anise «~jT] (a:nise) {OsT} sf. (Kadın veya
anid1, [Ar. ‘inâd > ‘ânid j^U] (a:nid) {OsT} sf. (Kişi kız için) cana yakın,
için) inat eden; inatçı. anit, [Fr. anite] is. tıp. Anüs iltihabı,
anid2, [Ar. ‘inâd > ‘anîd (ani:d) {OsT} sf. Çok aniye, [Ar. âniye ı^T] (a:niye) {OsT} is. Kaplar; m ut
inatçı. fak gereçleri.
ANİ ÖIÜMIİİIKSÛM.256
aniz, [Ar. 'aniz jş s ] (ani:z) {OsT} sf. Mustarip; ıstı a n k a rt, [Fr. en cartes] is. Kâğıt oyunlarında berabere
kalma.
raplı.
anizotrop, [Fr. anisotrope] sf. (Organik m addeler i- a n k asten , [Ar. 'an kaşdin] {ağız} zf. -►angasten. [DS]
çin) ışığın çifte kırılm asına sebep olan. S an izo t a n k astre , [Fr. encastre] sf. Y erden kazanmak, dış
ro p bölge, Çizgili kas telcikleri arasında ışığın çif etkilerden korum ak veya gizlemek için duvar için
te kırılmasına sebep olan koyu bölge.\\ anizotrop deki bir oyuğa yerleştirilm iş olan; gömme,
m adde, Yönelmesine göre özellikleri değişen kris
a n k e b u t, [Ar. ‘ankebüt o _jX ^] (ankebu:t) {OsT} is.
tal maddeler.
an jam b m an , [Fr. enjammbement] is. ed. Anlam bir Örümcek. S A n k e b u t suresi, B atıl inançlar, puta
mısrada tam amlanmadığında tamamlayıcı kelime tapıcılık, çok tanrıya inanmanın örümcek ağına
lerin daha sonraki mısralarda devam etmesi; ulantı. benzetildiği, A llah'a inanmayanların içine düşece
anjin, [Yun. anhein (boğmak) > Fr. angine] is. tıp. 1. ğ i felaketlerden bahseden K ur 'an-ı Kerim 'in 24.
Boğaz mukozasının şişmesi, suresi.
anjiokardiyografî, [Fr. angiocardiographie] is. Da an k eb u tî, [Ar. ‘ankebüt > ‘ankebııtî (anke-
m ara ışın geçirmeyen bir maddenin şırınga edil bu:ti:) {OsT} sf. Örümceğimsi; örümceğe benzer,
mesi suretiyle çekilen kalp boşlukları, kalbi bes
ank eb u tiy e, [Ar, 'ankebüt! > ‘ankebütiyye
leyen damarlar ve kalp tabanındaki büyük damarla
rın grafısi. (ankebu:tiye) {OsT} is. zool. Örümcekler, (Arachni-
anjiokeratom , [Fr. angiokeratome] is. tıp. Derisi so des).
ğuğa dayanıksız kişilerin ellerinde görülen kılcal ank esö r, [Fr. encaisser (kasalamak) > encaisseur
damar genişlemesinden oluşan kırmızı lekeler, (kasada çalışan banka görevlisi)] is. 1. Otomatik
anjiokolesistit, [Fr. angiocholecystite] is. tıp. Safra para kutusu. 2. Genel kullanım a açık araçlara takı
kesesi ve safra yollarının bir arada iltihaplanması, lan m etal para, jeton veya m agnetik kart ile çalışan
anjioloji, [Fr. angiologie] is. tıp. Anatominin kan ve araç. Ankesörlü telefon.
lenf dolaşımı organlarını inceleyen bölümü, an k et, [Lat. inquirere (araştırmak) > Fr. enquete] is.
anjiyo-, [Yun. angeion] önek. Damar, 1. B ir konu ile ilgili deney sonuçları ve değişik
anjiyografi, [Fr. angiographie] is. Damar içine opak kim selerden alman verileri bir araya getirip ince
madde verildikten sonra çekilen film grafısi. leme. 2. A ynı soruları değişik kimselere sorarak
A nka, -a ’i [İbra. cw ak(uzun boyunlu dev, gerdanlık, bilgi toplama. S a n k e t y ap m ak , Kişilerin bir konu
üzerinde ne düşündüklerini öğrenmek üzere veri
boğmak) > ‘ankâ’ i^-](anka:) {OsT} is. 1. Her
toplamak.
hayvandan bir iz taşıyan, kırmızı altın rengi tüylü,
ank etçi, [anket-çi] is. İstatistik, kamuoyu veya piya
yüzü insana benzer, güzel sesli, bir tek, efsanevi bir
sa araştırması için veri toplam ak üzere kişilerin
dağ olan K af dağının ardında yaşadığı söylenen
görüşlerini alan kişi,
erkek bir masal kuşu; Sirenk; Sîmurg; Zümrüd;
Zümrüdüanka; Tuğrul; Anka-yı mugrip; devlet ku anketçilik, -ği [anket-çi-lik] is. İstatistik, kamuoyu
şu; Hüma kuşu; Phoenix. 2. mec. Adı olup da ken veya piyasa araştırması için veri toplam a işi.
disi olmayan nesne. 3. Bir çalgı. 4. Çok zengin tüc a n k ır, [ang+kır] {ağız} is. Çevre; muhit; taraf. [DS]
car. S1 a n k â bezirgan, Çok zengin tüccar. || an k a an k ıt, [an-ıt / an-ut / ankıt / ankut / J^ l] {eAT} is.
gibi, Adı var kendisi yok. || A nka kuşu, gö k b. Boğa -*• angıt; angut,
takım yıldızından kadiri 3.0, ta y f tipi B 5 olan r) a n k ıtla m a k , [ank-ıt-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
yıldızı.\\ankâ-m eşrtp, A lçak gönüllü, kanaat etme
yor] N işan alıp atmak. [DS]
sini bilen, azla yetinen.\\ A nka-yı lâ m ekân; tasvf.
a n k ıtm a k , [anıt-mak > ankıt-mak] {eT} gçsz. f. [-ur]
Yeri olmayan Anka (Allah).|| an k â-y ı m ağ rib , -*■
1. Eğilmek. [Gabain] 2. Baş eğmek; teslim olmak.
Anka.
[EUTS]
ankabuş, [ankabuş] {eT} is. Çivit. [EUTS]
a n k ıttırm a k , [ankıt-tır-mak] {eT} g ç l.f. [-ur] Baş eğ-
A n k ara keçisi, zool. Beyaz, uzun ince, yum uşak ve
dirtmek. [EUTS]
kıvırcık tüylü, Sümerlerderı beri bilinen bir keçi
ankiloz, [Fr. anlcylose] is. tıp. Bir eklemin hareket
cinsi, (Capra hircus angoriensis)\| A n k a ra kedisi,
zool. Uzun ipek gibi yum uşak beyaz, sarı veya kur yeteneğini tam amen veya kısmen kaybetmesi,
şuni kılları olan, yeşil, mavi, sarı ve kırmızımsı iri ank lav , [Fr. enclave] is. Bir devletin topraklarıyla
gözlii bir kedi cinsi, (Felis domesticus angoren- çevrili başka bir devlete ait topraklar. Suriye top
■sis/ll A n k a ra tavşanı, zool. İnce, parlak ve uzun rakları içinde kalan Türkiye 'ye ait Caber anklavı.
tüylerinden yararlanılan, yaban tavşanının deği ankli, [Yun. gangri] {ağız} sf. Çok zayıf. [DS]
şinimiyle geliştirilmiş eti lezzetli evcil bir tavşan anksiyete, [Lat. anhiosus (tedirgin) > Fr. anhiete] is.
türü. psikol. K orku durumu.
l e M CE » . 2 5 7 ANL
a n k u t1, [an-ıt / an-ut / ankıt / ankut {eAT} is. an lam a, [an-la-mak / anla-mak > an-la-ma] is. 1.
A nlam ak işi. 2. fel. Sezgi ve algılama yoluyla bir
zool. Angıt.
şey hakkında bilgi edinme süreci. S a n la m a yetisi,
an k u t2, [Ar. (Sur.) ‘anküd {ağız} is. 1. Üzüm psikol. B ir şeyi bilmeyi sağlayan araçlardan sezgi
salkımı. 2. Üzüm çöpü. [DS] yoluyla kavrama.
an k u t3, [Ar. ‘anlcüt o^£jlp] (anku;t) {OsT) is. Ö rüm a n la m a k 1, [eT. an (anlayış) an-la-mak > an-la-mak]
cek. g ç l.f. [-r] 1. Akıl ve zekâ yardımı ile bir şeyin ne
demek olduğunu, neye işaret edildiğini kavramak;
anküm , [Ar. ‘an (-den) + küm (siz) {OsT} zm.
bilmek; algılamak; derk etmek. 2. Duygu ve dü
Sizden. şünce yoluyla bir şeyin kapsamını ve değerini kav
an küm a, [Ar. ‘an (-den) + kümâ (ikiniz) USLlp] {Os T} ramak; fehmetmek. 3: Sezmek. 4. Birinin duygu ve
zm. İkinizden, düşüncelerine katılmak, onu kabullenmek. 5. F ar
kına varmak. 6. Hak vermek; anlayış göstermek. 7.
an la k ', -ğı [an-la-mak (ağnamak) > ağ-na-k] {ağız}
Öyle değerlendirmek. 8. Sorup öğrenmek, araştır
is. 1. At, eşek, tavuk, keklik gibi hayvanların yatıp
yuvarlandıkları tozlu yer. 2. Açıklık; karşı; göz mak, incelemek. 9. gçsz. f. O işin uzmanı olmak;
çok iyi yapmak; iyi bilmek. 10. (Olumsuz kullanış
önü. [DS]
ta) zevk almak; hoşlanmak; yararlanmak. 11.
anlak2, -ğı [anla-mak > an-la-k] is. 1. A nlam a ve
(Olumsuz kullanışta) doğru bulmak. 12. argo. Sa
kavrama kabiliyeti; zekâ. 2. {ağız} Anlayışlı. [DS]
hip olmak, yararlanmak. S an lad ığ ım k a d a rıy la ,
anlaklı, [anlak-lı] s f İyi kavrayan, yüksek bir anlama
Benim değerlendirmeme göre.\\ an lad ık , Yeter, sö
kabiliyeti olan; zeki,
zü daha çok uzatma (azarlama).|| A n lad ık , peki b u
anlam , [anla-mak > an-la-m] is. 1. Bir işaretin, bir değ irm en in suyu n ereden geliyor? İşin kârlı ol
işaretler sisteminin, işaret değeri taşıyan bir davra duğu gerçek ama bunu becerecek gücü nereden
nışın, bir sözün taşıdığı ve ilettiği kavram; m ef sağlamalı?\\ A nladım sa A ra p olayım ! Söylenenle
hum; mana; fehva. 2. B ir şeyi değerli kılan şey ve ri, anlatılanları hiç anlamadım.\\ an la işte, D aha
ya o şeyin varolma sebebi. 3. dbl. Sözlü veya yazılı çok açıklamaya gerek y o k veya ortam elverişli de-
birimin taşıdığı ve zihinde uyandırdığı kavram; ğil.\\ a n lam ad ım , (a ’nlamadım) Öyle şey olmaz.\\
belagat. 4. {ağız} Anlayış; duygu. [DS] 0 an lam a an lam am ak , Hoşlanmamak, ilgilenmemek.\\ a n
gelm ek, Belli bir anlamı taşımak.\\ (her şeyde bir) la rsın ya, Açığa vurmadan, başkalarına sezdirm e
anlam a ra m a k , Kendi aleyhinde bir düzen kurul den önceden aralarındaki geçm işe ve anlaşmaya
duğu saplantısı ile kuşku duymak. |] a n lam a y k ırılı göre değerlendirilmesini istemek. [| anlayacağın,
ğı, dbl. K arşıt anlamlı kelimelerin bir araya gelm e Sözün kısası, özeti. || anlayalım , Gizlenenlerin şöyle
si. || anlam bayağılaşm ası, dbl. B ir sözcüğün ger böyle dolaylı yoldan öğrenildiğini, ancak gerçeğin
çek anlamdan, daha bayağı ve kötü anlam a kaym a bir de kendi ağzından öğrenilmek istendiğini ifade
sı,|| anlam bilim i, dbl. D ili anlam açısından değer eden şaka. || A n lay an a sivrisinek saz, a n la m a y a n a
lendiren bilim dalı; sem antik.\\anlam bilim sel, dbl. d av u l z u rn a az, Anlayış sahibi kimselere en küçük
Anlam bilimi ile ilgili; sem antik.||an lam b irim i, bir uyarı veya bilgi yeterlidir; anlayışsızlara ise ne
dbl. Söz ve şekil bakımından en küçük anlamlı bi yapılırsa yapılsın yararı yoktur.|| anlayıp d in le
rim kelime ve eklerin fonksiyonel dilbilim indeki a- m ek, Ayrıntılı bilgi edinmek.\\ anlıyorum , K onu
dı.|| (her şeyden bir) an lam ç ık a rm a k , Olumsuz şanın sözünü kibarca kesm ek için söylenir; haklısı
yorumlarda bulunmak.\\ an lam çokluğu, dbl. Söz nız; tabii; elbette.
cüğün birden çok anlamı karşılaması.\\ an lam d a a n la m a k ', [an (ek yeri) > an-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-
ralm ası, dbl. Geniş anlamlı bir kelimenin bazı an r] [-l(ı)-yor] (Testi vb. şeyler için) çatlamak. [DS]
lamlarını yitirerek tek bir kavramı ifade etm esi.|| an lam ak tık , [anlamak-lık] is. A nlayabilme, kavraya
anlam değişm esi, dbl. Bir kelimenin anlamında bilirle; idrak edebilme,
meydana gelen daralma, genişlem e ve bayağılaşma an lam am azlık , -ğı [anlama-maz-lık] is. -* anlam az
değişiklikleri,|| anlam genişlem esi, dbl. B ir keli lık. S 1 an lam am azlık tan gelm ek, -*• anlamazlıktan
menin anlam ında yeni eklemeler ortaya çıkm ak gelmek.
suretiyle m eydana gelen değişiklik.|[ a n lam k ay anlam azlık , -ğı [anla-maz-lık] is. 1. Anlamaz olma
ması, dbl. B ir kelimenin mecaz, eğretileme, gibi durumu. 2. Bir şeyi anlayıp kavrayam am a durumu;
yollarla anlamında m eydana gelen değişik kalıp anlamamazlık. S a n lam azlık tan gelm ek, Yapılan
laşma.|| an lam san atı, ed. Anlatım ı daha canlı ve bir hareketi, söylenen bir sözü anladığı hâlde an
ya güçlü kılm ak amacıyla yapılan söz sanatları.\\ lamamış gibi davranmak.
anlam verem em ek, Kendine göre bir açıklama an lam d aş, [anlam-daş] sf. dbl. (Kelime için) anlam
yapamamak; olayın sebebini çıkaramamak.\\ a n ları birbirinin aynısı veya yakın olan; eş anlamlı;
lam verm ek, Kendine göre yorumlamak. müradif; müteradif; sinonim.
ANL D iü ie iiiiS ö M .
an lam daşlık, -ğı [anlam-daş-lık] is. Anlamdaş olma an larcılay ın , [ol (o) > an > an-lar-cılaym jkl]
durumu; eş anlamlılık, i'eATI zf. Onlar gibi,
an lam lan d ırm a, [anlam-la-n-dıı-ma] is. Anlam ka
an larsız , [ol (o) > an > an-lar-sız {eAT} zf.
zandırma.
a n lam lan d ırm ak , [anlam-la-n-dır-mak] gçl. fi [-ır] Onlarsız; onlar olmadan,
1. Zor kavranır bir ifadeyi anlaşılır hâle getirmek, an la rsu z , [ol (o) > an > an-lar-suz j-v^O {eAT} zf.
açıklamak, yorumlamak. 2. Bir şeye belirli bir an Onlar olmaksızın,
lam yüklemek, anlamlı hâle getirmek,
a n la ru n g la , [ol (o) > an > an-lar-un-la U S " {eAT}
anlam lı, [anlam-lı] sf. 1. Belli bir anlam taşıyan, an
lam ı olan. 2. Çeşitli yorum lara yol açabilecek olan. zf. Onlarla.
3. Herkesin beğeneceği tarzda anlamı yoğun olan; an laşık , -ğı [anla-ş-ılc] sf. A ralarında bir anlaşmaya
manidar. 4. zf. Anlam taşıyacak şekilde. S anlam lı varm ış olan (kişiler),
anlam lı, B ir şeyler ima eder, bir anlam çağrıştırır an laşılan , [anla-ş-ıl-an] sf. 1. Anlamı öğrenilen, belli
şekilde. olan. 2. e. Bir tahmin veya sebep sonuç ilişkisi ifa
anlam lılık, -ğı [anlam-lı-lık] is. 1. Anlamlı olm a du de etmek için cümle başında kullanılır; belli ki;
rumu. 2. dbl. Bir kelimenin veya ekin anlam taşım a görünüşe bakılırsa; her hâlde; galiba. «Anlaşılan,
durumu; semantik, siz buna para vermediniz.»
anlam sal, [anlam-sal] sf. 1. Anlama dayalı, anlamla a n laşılır, [anla-ş-ıl-ır] sf. 1. Anlamı kolay, açık; ba
ilgili, anlama ilişkin. 2. psikol. İnsan zihninin an sit. 2. Hoşgörü sınırları içinde olan. 3. Haklı bir
lamla ilgili yapı ve süreçlerine ait. S anlam sal sebebe dayanan,
alan , dbl. Bir kelimenin köküne bağlı türevleri ile an laşılırlık , -ğı [anla-ş-ıl-ır-lık] is. 1. Kolay ve açık
birleşenlerinin meydana getirdiği biitiin kelimeleri olarak anlaşılabilecek olma. 2. fiız. Sözlü bir bildi
kapsayan küme. rimin alet veya insan kulağı yardım ıyla algılana
anlam sız, [anlam-sız] sf. 1. Anlamı olmayan. «Bir bilirle derecesi. «Anlaşılırlık testi.»
kaç anlamsız kelime fısıldadı.» 2. M antık kuralları an laşılm a, [anlaş-ıl-ma / an-la-ş-ıl-ma] is. Anlaşıl
na uymayan, birbirini tutmayan. «Bu anlamsız ko mak işi.
nuşmaya harcayacak zamanım yok.» 3. Çekici ol a n la ş ılm a k 1, [anlaş-ıl-mak] edil. fi [-ır] 1. Anlaşılır
mayan. «Bu kadar anlamsız bir zammı kim bekli hâle gelmek. «Konu çok karmaşıktı, açıklamanız
yordu ki?» 4. Dikkate alınmayacak kadar küçük; dan sonra biraz anlaşıldı.» 2. Bir şeyin özü ve ger
önemsiz; değersiz. «Artık muhasebede virgülden çeği tam anlam ıyla bilinir, kavranır olmak. «Ne
sonraki anlam sız rakamlarla uğraşmıyorlar.» 5. dem ek istediği şim di daha iyi anlaşıldı.» 3. İşitil
Sözleriyle ve davranışlarıyla çevreye uyumsuz, mek; duyulmak; diğer sesler arasından ayırt edil
yersiz davranan (kimse); münasebetsiz. «Bir daha mek, seçilmek. «Sokağın gürültüsünden sunucunun
böyle anlamsız görüşme istemiyorum.» 6. zf. Saç sözleri anlaşılmıyor.» 4. İyice görülmek, seçilmek.
ma, mantıksız, yersiz. «Bu davranışın bana anlam «Çok uzakta olduğundan çıplak gözle anlaşılmı
sız geldi.» yor.» 5. Akıl yürüterek gerçek bulunmak; gerçek
anlam sızlaşm a, [anlam-sız-la-ş-ma] is. Anlamsız hâ ortaya çıkmak. «Bu kadar sıkı dostluklarının sebebi
le gelme, anlamını yitirme, işte şim di anlaşıldı.» 6. Takdir edip beğenilmek.
anlam sızlaşm ak, [anlam-sız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] «Onun kıymeti de öldükten sonra anlaşıldı.» S
1. Anlamsız duruma gelmek. 2. Anlamını ve değe anlaşıld ı p e d e rin b a y ra k ta r olduğu, Birinin do
rini kaybetmek, lambaçlı yollardan açıklamaya çalıştığı şeyin ger
an lam sızlaştırm a, [anlam-sız-la-ş-tır-ma] is. A nlam çeğinin tarafımızdan hemen kavrandığını ifade
sız duruma getirme, anlamını kaybettirme, eden söz.|| an laşıldı, V eh b i’nin k erra k e si, Sakla
an lam sızlaştırm ak , [anlam-sız-la-ş-tır-mak] gçl. fi nan gerçekler ortaya çıktı, anlamında kullanılır.
[-ır] 1. Anlamsız duruma getirmek. 2. Anlamını yi a n laşılm ak 2, [anlaş-ıl-mak] edil, fi [-ır] Karşılıklı
tirmesini sağlamak, olarak bir konuda uzlaşmaya varılmış olmak. Çı
anlam sızlık, -ğı [anlam-sız-lık] is. 1. Anlam taşım a karlar ortak olunca hemen anlaşılır. S anlaşıldı,
ma; anlamdan yoksunluk. 2. Anlamsız olan şeyin Verilen emrin özünün kavrandığını belirten teb-ar
durumu. sözü.
a n la r 1, [ol (o) > an > an-lar > an-lar _^T] jeT} {eAT} anlaşılm az, [anlaş-ıl-maz] sf. 1. Açıklanması çok
zor, kavranam az durumda; karışık; muğlak. 2. İn
zm. Üçüncü çokluk kişi zamiri ile işaret zamirinin
san iradesinin ve zekâsının sınırlarını aşan. 3. D av
çokluk biçimi; onlar. [EUTS] S a n la ru n , {eAT} On-
ranışlarının sebebi bilinemeyen (kimse) ve onun bu
ların.\\ a n la ru n la (anlarımla), {eAT{ Onlarla; onlar
ile. hareketleri. Anlaşılm az biri olup çıktı.
a n la r ', [anla-mak > anla-r] {ağız} is. Anlayış; bellek; an laşm a, [anla-ş-ma] is. 1. A nlaşm ak işi. 2. İki ve
zekâ. [DS] daha çok insanın birbirinin duygu ve düşüncelerini
J Î .Î I I İ ' » 259_____________ ___________________ ______________________________________________ A N L
kavramaları, bilmeleri. «Dil bir anlaşma aracıdır.» ler dizisi. 4. ed. Anlatma biçimi; üslûp; stil. S1 a n
3. Kişilerin birbiriyle duygusal yönden uyuşmaları, latım bilim i, dbl. Anlatım biçimlerini, üslûp şekil
birbirlerine ısınmaları; uyuşma. «Çocuklarımız iyi lerini inceleyen edebî araştırma; stilistik.\\ a n latım
anlaştılar.» 4. Kişiler, şirketler ve devletler arasın titrem i, dbl. Anlatım da mantık ve düşünce özelli
da belirli bir konuda uzlaşarak yüküm lülük altına ğine göre meydana gelen titrem ; anlatım lonu.\\
girme; bu konuda yazılı olarak im zalanan belge; a n latım to n u , dbl. Anlatım titremi.
antant; itilaf; itilafname; mukavele; sözleşme. S anlatım cı, [anlatım-cı] is. ve sf. ed. 1. (Eser için)
anlaşm a y ap m ak , Anlaşm aya varıldığını belirle hikâye etmenin ağır bastığı. 2. (Yazar için) eserle
yen bir belgeyi düzenleyip karşılıklı im zalamak. | rinde hikâye etme yöntemine ağırlık veren. 3. (Sa
anlaşm aya v arm ak , Birisi ile bir konuda anlaş natçı için) dış dünyanın etkilerini kendi algılama
mak, uzlaşmak. biçimi ve duyarlılığı açısından yansıtan; kendi öz
anlaşm ak, [anla-mak > anla-ş-mak] işteş, fi [-ır] 1. nelliğini ön plana çıkaran; dışa vurumcu; ekspres
Karşılıklı olarak birbirinin anlattıkları şeyleri an yonist.
lamak. 2. Birbirine duygusal yönden yakınlık duy an latım cılık, -ğı [anlatım-cı-lık] is. Sanatçının kendi
mak, iyi geçinmek, uyum içinde olmak. 3. Bir ko öznelliğini ön plana çıkararak dış dünyanın etkile
nuda iki ve daha fazla kişi tarafından görüş birliği rini kendi algılama biçimi ve duyarlılığı açısından
ne varmak; uzlaşmak. 4. Sözleşme yapmak. 5. mec. yansıtması gerektiğini savunan akını; dışa vurum-
Evlenmeğe karar vermek. «Kızla daha okuldayken culuk; ekspresyonizm,
anlaşmışlar.» an latım lı, [anlatım-lı] s f 1. Anlatılmak istenen duy
anlaşm alı, [anlaş-ma-lı] sf. 1. A nlaşm aya dayanan, gu ve düşünceyi güçlü bir biçimde anlatan. 2. D uy
anlaşma yoluyla gerçekleştirilen. Anlaşm alı kavga. guyu, niyeti açığa vuran. 3. dil. b. Bir duyguyu v e
2. Aralarında anlaşma bulunan; anlaşma düzenlen ya düşünceyi ortaya koyan kelime, biçim veya ya
miş olan; mukaveleli; sözleşmeli. A nlaşm alı ecza pı. S an latım lı ra k a m , mat. Sıfırdan başka bütün
ne. saym a sayılan ve bunların rakamları.
anlaşm azlık, -ğı [anlaş-maz-lık] is. Kişiler ve top anlatış, [anlat-ış] is. 1. Anlatm ak işi; takrir. 2. B ir
lumlar arasında düşünce, duygu ve çıkar bakım ın duygu ve düşünceyi başkasına sözle, yazıyla, jestle,
dan beliren aykırılık; ihtilaf; uyuşmazlık, mimikle ifade etme biçimi; üslûp,
anlaştırm a, [anlaş-tır-ma] is. 1. Tarafları bir konuda an latm a, [anla-t-ma] is. Anlatm ak işi.
uzlaştırmak amacıyla yapılan çalışma; uzlaştırma.
a n la tm ak , [anla-mak > anla-t-mak] gçl. f. [-ıı] 1. Bir
2. ed. Mecaz-ı mürsel.
duyguyu, bir düşünceyi yazı ve sözle başkalarına
anlaştırm ak, [anlaş-tır-mak] g ç l.f. [-ır] 1. A nlaşm a
bildirmek; ifade etmek. 2. Davranışlarla sezdirmek;
larını sağlamak, aralarını bulmak, uyuşturmak; uz
ima etmek. 3. Birinin anlamasını sağlamak için
laştırmak. 2. Anlaşılır hâle getirmek. 3. işaret ve
açıklama yapmak; izah etmek. 4. Gördüklerini ve
hareketlerle sezdirmek. 4. jağız} İyice anlamak.
duyduklarını aktarmak; nakletmek. 5. mec. Tehdit
[DS]
etmek. Sen şim di yap bakalım, eve varınca ben sa
anlatı, [an-la-t-ı] is. ed. 1. G erçek veya hayalî bir
na anlatırım, fi1 an la ta an la ta bitirem em ek , Zevk
olayı ayrıntılı ve edebî bir dil kullanarak anlatma;
le tekrar tekrar anlatmak, çok övmek.
hikâye etme; tahkiye. 2. Hikâye etme yoluyla m ey
dana getirilmiş eser. anlayış, [an-la-y-ış] is. 1. Anlama, kavrama ve algı
anlatıcı1, [anlatı > anlatı-cı] is. 1. Olaya dayalı olan lama gücü; idrak; zekâ; izan; feraset. 2. Çeşitli et
masal, hikâye, fıkra gibi türleri etkileyici ve ilginç kenler yüzünden bir olayı değişik biçimde algıla
bir şekilde anlatan kişi; hikâyeci; meddah. 2. Anlatı ma, ele alma ve değerlendirme biçimi; bakış; gö
türü eser veren; hikâyeci; tahkiyeci. rüş; telakki; zihniyet. «Benim anlayışıma göre zina
sayılsın sayılmasın gayrimeşru ilişkinin her türlüsü
anlatıcı2, [anlat-mak > anlat-ıcı] sf. Anlatm a işini ya
pan; anlatan, ahlak dışıdır.» 3. Birinin olumsuz davranışlarına
karşı hoşgörüyle yaklaşma; müsamaha. S anlayış
anlatılm a, [anlat-ıl-ma] is. Anlatılm ak işi, işi.
gösterm ek, Hoşgörülü davranmak,| anlayışı kıt,
anlatılm ak, [anlat-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Bilgi taşın
Anlam a ve algılama gücü za y ıf olan.
mak, bilgi edinmesini sağlamak; aktarılmak. 2. (Bir
şey aracılığıyla) ortaya konmak, anlayışlı, [anla-y-ış-h] sf. 1. H er şeye akıl erdiren,
anlama, kavrama yetisi güçlü; ferasetli; izanlı; zeki.
anlatılm az, [anlat-ıl-maz] sf. T arif ve tasviri güç
olan. 2. Başkalarının kusurlarını bağışlayabilen; hoşgö
rülü. 3. zf. Hoşgörülü olarak,
anlatım , [anlat-mak > anlat-ım] is. 1. Anlatm a işi. 2.
Düşünce ve duyguların genellikle söz ve yazı gibi anlayışlılık, -ğı [anla-y-ış-lı-lık] is. 1. Anlama, kav
yaygın anlaşma araçları veya başka yollarla bildi ram a yetisi güçlü olma durumu. 2. Anlama, kavra
rilmesi, açığa vurulması; ifade. 3. dbl. Anlatm ak ma yetisi güçlü olanın taşıdığı nitelik. 3. Hoşgörülü
için kullanılan yargılı ya da yargısız söz ve sözcük olm a hâli.
ANL Û I İ İ M I İ H îî S Û M . 260
anlayışsız, [anla-y-ış-sız] sf. 1. Akıl erdiremeyen, an a n n a k la m a k , [anla-mak > anla-k > annak-la-mak]
lama ve kavraması kıt olan. 2. mec. Başkalarının {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Dikkatle etrafı araş
kusurlarını affetmeyen, katı davranan; hoşgörüsüz, tırmak; gözetlemek. 2. Bir şeyi gizlice dinlemek.
anlayışsızlık, -ğı [anla-y-ış-sız-lık] is. 1. A nlam a ye [DS]
teneğinin kıt olma durumu; kalın kafalılık. 2. Biri an n ak le y in , [annak-leyin] {ağız} zf. Karşıdan. [DS]
nin durumunu anlamayı, kusurlarım hoş görmeyi an n av u s, [Yun. anaolos] {ağız} is. Avlunun suyunu
düşünmemek; vurdum duymazlık, dışarı akıtm ak için duvar altına açılan delik. [DS]
anlı, [Far. ân (gösteriş) + T. -lı] sf. Gösterişli; alımlı; anne, [ana > (İstanbul ağzında) anne] is. 1. Çocuk
çekici; güzel; yakışıklı. S an lı şanlı, 1. Gösterişli; doğurmuş olan kadın; ana. 2. gnşl. Y avrulan olan
görkemli; tantanalı; şatafatlı; debdebeli. 2. Ünü hayvan. 3. mec. Bir şeyin kaynak noktası, kökü. 4.
yayılmış, herkesçe tanınan; meşhur. ünl. Yaşlı kadınlara saygı ifadesi olarak kullanılan
anlık1, -ğı [an-lık] is. fel. Duygu ve irade dışında ka seslenme sözü. S an n e le r g ü n ü , Dünya çapında
lan, akılla ölçme ve muhakeme etmeye dayanan anneleri hatırlamak, onlara sevgi ve saygı sunm ak
bilme gücü; müdrike; entelekt. için kutlanan Mayıs ayının ikinci P azar günü.\\ an
anlık2, -ğı [an-lık] {ağız} is. 1. Tarla sınırı. 2. Bağ, ne olm ak, Çocukdoğurmak.\\ an n e y arısı, Teyze.
bahçe kapısı. 3. Düzgün odun yığını. 4. Süpürge an n ean n e, [anne+anne]'is. Çocuğun annesinin anne
yapılan bir ot. [DS] si; nine.
anlık3, -ğı [Ar. ân + T. -lık] sf. Bir anda olup bitive- an n em ler, [anne-m-ler] is. 1. (Konuşan kişi için) an
ren. nesinin akrabaları olan kişiler; anne tarafı. 2. Anne
anlıkçılık, -ğı [an-lık-çı-lık] is. fel. Akılla ölçme ve ile birlikte baba,
muhakeme etmeye dayalı bilm e gücünün, duygula annelik, -ği [anne-lik] is. 1. Anne olm a durumu. 2.
rın ve iradenin üzerinde bir üstünlüğünün bulundu Anne olanın niteliği. S an n e lik etm ek, Anne gibi
ğunu savunan felsefî akım; entelektüalizm; zihniye, koruyup gözetmek, şefkat göstermek, sevmek.
an lu , [ol > an (o) > an-lu] {eAT} zf+Ona ilişkin; onun anofel, [Yun. anofeles (tehlike) > Fr. anophele] is.
tarafından. zool. İki kanatlılar takımından sıtma mikrobu taşı
an m a, [an-mak > an-ma] is. 1. Anmak işi. 2. Bir yan, larvası otlu bataklıklarda üreyen tehlikeli bir
kişiyi veya bir olayı akla getirme; zikretme; yâd sivrisinek türü, (Anopheles maculupennis).
etme. B an m a günü, Bir kişiyi veya olayı hatırla anom ali, [Yun. anomalia > Fr. anomalie] is. Olağan
m ak için anma etkinliklerinin düzenlendiği belirli durumdan, her zaman uyulmakta olan kuraldan ay
bir gün.|| an m a p u lu , Bir olayı veya kişiyi hatırla rılma, kopma,
m ak için çıkarılan özel posta pulu. || an m a tö ren i, anonim , [Yun. an (yok) + onyma (ad) > Fr. anony-
B ir kişiyi veya bir olayı hatırlatm ak için düzenle me] sf. 1. İsimsiz; adsız. 2. ed. Y azar veya sanatçısı
nen tören; ihtifal. tespit edilemeyen; yazarı belirsiz. 3. gnşl. Bir kişi
an m ak , [eT. an-mak > an-mak] gçl. f. [-ar] 1. Geç liği, özelliği olmayan; yaygın. S anonim h alk
m işte olan bir olayı veya tanıdığı birini akim a ge edebiyatı, Eserin ilk sahibinin kim olduğu bilinme
tirmek; hatırlamak. 2. Akima getirdiği bir şeyi, bir yen, dilden dile aktarılırken her aktarıcının belirli
kimseyi veya olayı diliyle söylemek; bahsetmek; bir takım unsurlar eklediği masal, destan, efsane,
zikretmek. 3. Bir büyüğün hizmetlerini ve iyilikle hikâyeler, türküler, maniler, atasözleri, bilmeceler
rini anlatmak için toplanmak. 4. Bir tanıdığa arm a gibi edebî ürünleri kapsayan sözlü edebiyat gele
ğan vererek gönlünü almak. 5. {ağız} Açıklamak; neği. || ano n im o rta k lık , Sermayesi paylara bö
söylemek; anlatmak. [DS] 6. {ağız} Söz vermek; lünmüş ve borçlarından dolayı ortaklarının mal
vaat etmek. [DS] varlıklarıyla sorumlu oldukları ticaret şirketi. ||
an m alık , -ğı [an-ma-lık] is. Anı olarak alınıp verilen an o n im şirk et, Anonim ortaklık.
veya saklanan eşya; hatıra; yadigâr; bergüzar. ano n im lik , -ği [anonim-lik] is. Anonim olm a duru
mu.
an n a b , [Ar. ‘annâb ] {OsTj is. Üzümcü,
anons, [Lat. nuntius (haberci) > annuntiare > Fr. a-
an n ab i, [Ar. ‘unnâbî ^ L t] {ağız} sf. Flünnap rengin nonce] is. Kitle iletişim araçlanyla yapılan duyuru;
de; mora çalan kırmızı. [DS] bildirme; duyurma; söyleme. S anons etm ek, 1.
an n aç, -cı [alın > al(ı)n-aç / annaç] {eAT} ı'ağız/ is. 1. Radyo ve televizyon program ları öncesinde tanıtım
Bir şeyin öne bakan yüzü. 2. İnsanın karşısında bu yapmak. 2. B ir program ı keserek acil bir haberi
lunan; alnaç; karşı. 3. Her taraftan görülebilen açık duyurmak.
lık yer; meydan. 4. Yan. 5. Karşılık; cevap. [DS] an o ra k , -ğı [Eskimo d. anorâg > İng. anorak] is. Ka
an n açlam ak , [annaç-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)- yakçıların veya kampçıların giydiği su geçirmez
yor] Cevap vermek; karşı gelmek. [DS] kapüşonlu kısa ceket,
a n n a k , [alın > al(ı)n-aç > annak] {ağız} is. Karşı. [DS] an o rg a n ik , [Fr. anorganique] sf. 1. kim. (Bileşikler
öiiffiiMîsozijeîi « 261 ANŞ
için) organik olmayan. 2. (Hastalık için) bir orga ansız3, [ol > an-sız / an-suz] {eAT} z f O olmadan;
nın doku bozukluğuna bağlanamayan, onsuz.
anorm al, -li [Yun. anamolos / Lat. anormalis > Fr. ansız4, [Ar. ân (kısa zaman) > an-sız] zf. 1. Birdenbi
anormal] is. ve sf. 1. Alışılmışın dışında. 2. Olayla re; habersiz; ansızdan. 2. {ağız} Zamansız. [DS]
rın ve eşyaların alışılmış düzenden başka biçimde ansızca, [ansız-ca] (ansı'zca) {ağız} zf. Habersizce;
olması hâli; olağan dışı. 3. Aykırı. 4. gnşl. Zihnî birdenbire; ansızın. [DS]
bakımdan gelişmemiş veya bir özür sebebiyle yer ansızın, [ansız-ın] (a: ’nsızın) zf. Beklenm edik bir sı
leşik değer yargılarına aykırı davranan; dengesiz; rada; hiç akla gelmedik bir zamanda; birden; b ir
özürlü. 5; zf. Kabul edilebilir ölçülerin ve sınırların denbire; ani; ani olarak; anide; aniden; ansız; apan
dışına çıkacak şekilde; aşırı ölçüde, sız; apansızın; gümbedek; dangadak; durup durur
anorm alleşm e, [anormal-le-ş-me] is. Alışılmış ve ken, gürpedek; patadak; şakkadak; bedaheten; de
kabul edilebilir durum da iken anormal hâle gelme, faten; nagehan; vehleten; ceffelkalem; fevren; füc-
anorm alleşm ek, [anormal-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] ceten. S ansızına u ğ ra m a k , {ağız} Birdenbire öl
Önceden var olan, belirlenmiş ölçülere uygun iken mek. [DS]
daha sonra bu ölçülerin dışına çıkmak, ansızlık, -ğı [an-sız-lık] (ahsızlık) {ağız} is. U tanmaz
anorm allik, -ği [anormal-lik] is. Anormal olma hâli; lık; terbiyesizlik; hayâsızlık. [DS] S1 ansızlık et
aykırılık. m ek, {ağız} B üyük sözü dinlememek. [DS]
anoş, [ana (anne) + -ş (okşama bildiren ek) > ana-ş > ansiklopedi, [Yun. enkyklios paidelia (bütün ilimleri
anoş ?] ünl. argo. “Sevgilim, dostum” anlam ında kapsayan ilim) > Fr. encyclopedie] 1. Bilgilerin tü
seslenme sözü, mü. 2. gnşl. Bütün insan bilim lerinin ilkelerini ve
anoşagan, [Far. anüşagân] {eT} is. Ölümsüzler; öl sonuçlarını açıklayan eser. 3. Belirli bir bilim dalı
mezler; ebedî yaşayanlar. [EUTS] nın veya bir bilgi serisinin bütün bölümlerini ayrın
anot, -du [Yun. anohodos (aşağıdan yukarıya yol) > tılı açıklayan eser. 4. mec. Çok değişik konularda
Fr. anode] is. fız. 1. Elektroliz sırasında eksi yüklü bilgi sahibi olan kimse. 5. Sözlüklerde daha önce
iyonların toplandığı artı elektrot; artı uç. 2. Elekt açıklanan maddelerin genişletildiği bölüm,
ron lambalarında elektronları çeken artı elektrot, ansiklopedici, [ansiklopedi-ci] is. 1. B ir ansiklope
anram ak, [eT. an-ra-mak > an-ra-mak] gçsz. f. [-r] dinin hazırlanm asında görev alan kimse. 2. 18. yy.
[-r(ı)-yor] 1. {eAT} Haykırmak; kükremek. 2. {ağız} Fransız düşünürlerinden D iderot’nun hazırladığı
Boşalmak; sessizleşmek. [DS] 3. (İlenç için) sağır A n siklo p e d iy e yazı yazan kişiler; ansiklopedist.
laşmak; dilsiz kalmak. 4. Çoğalmak; gürleşmek, a nsiklopedik, -ği [Fr. encyclopedique] sf. 1. A nsik
ansam ak, [an-sa-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-(ı) -yor] lopedi konusu ile ilgili olan. 2. gnşl. Her konuda
bilgisi olan (kişi). S ansik lo p ed ik sözlük, A lfabe
Göreceği gelmek; özlemek. [DS]
tik sıraya göre kelimelerin geniş bir biçimde açık
ansar, [Ar. ensâr] (ansa:r) {OsT} is. Yardımcılar,
lamasının yanında kişiler ve bilimsel açıklamalara
ansefal, -li [Fr. encephale] is. anat. Kafatası içinde
da ye r veren sözlük.
bulunan beyin, beyincik ve omurilik soğanından
ansiklopedist, [Fr. encyclopediste] is. 1. Bir ansiklo
oluşan organların tümü; tüm beyin,
pedinin hazırlanm asında görev alan kimse. 2. 18.
ansefalit, [Fr. encephalite] is. tıp. Beyin iltihabı, yy. Fransız düşünürlerinden D iderot’nun hazırladı
ansıdak, -ğı [an-sı-dak] {ağız} zf. Ansız; habersiz; ğı A nsiklopedi’ye yazı yazan kişiler; ansiklopedici,
birdenbire. [DS] a n su n la tm a k , [Far. efsün => ansun-la-t-mak] {ağız}
ansıma, [an-mak > an-sı-ma] is. Hatırlama; anım sa gçl. fi [-ır] Hocaya okutmak; okutup üfürtmek.
ma. [DS]
ansım ak, [an-mak > an-sı-mak] gçl. f. [-r] Hatırla a n su z 1, [ol (o) an > an-suz {eAT} zf. O olm a
mak; anımsamak, dan; onsuz. 0 ansuz olm ak, {eT} O olmadan y a şa
ansınm ak, [an-sın-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] 1. (İş mak; onsuz yaşamak.
için) oluruna bırakmak. 2. Söz söylem ek isterken a n su z2, [Ar. ân (kısa zaman) > an-suz] {ağız} zf.
söyleyememek; tutulup kalmak. 3. {eAT} Elde et Önceden haber vermeksizin; birdenbire; ani olarak.
mek arzusunda olmak; emel edinmek. [DS] [DS]
ansırm ak, [ask-ır-mak > aksır-mak] {ağız} gçsz. fi. [- anşa, [Ar. ayşe => anşa / anşam] {ağız} is. folk. N iğde
ır] Hapşurmak; aksırmak. [DS] ve Kırşehir dolaylarında oynanan bir halk oyunu.
ansız1, [an-sız] (aiisız) {ağız} sf. 1. Akılsız; anlayışsız. [DS]
2. Söz dinlemez; aksi; haşarı. 3. Utanmaz; sıkıl anşam , [Ar. ayşe => anşa / anşam] is. -*■ anşa.
maz. [DS] a n şan te, [Fr. enchanter (büyülemek, çok sevindir
ansız2, [an-sız / an-sız] (ansız) {ağız} is. 1. Cinsel gü mek) > enchante] ünl. "Çok sevindim; tanıştığımıza
cünü yitirmeyen kimse. 2. Gayrim eşru çocuk; piç. memnun oldum" anlamında tanışm a sırasında söy
[DS] lenen söz.
ANŞ. Û IÜ M IÜ M M .
anşar, [Sümer, anşar] is. Sümer kozmogonisinde ev anten, [Lat. antenna > Fr. antenne] is. 1. Bir verici
rensel gök ilkesine verilen ad. nin ürettiği radyoelektrik dalgalarını yaymaya ya
ant, [eT. and / ant] is. 1. Bir şeyin doğruluğunu A l rayan veya bu şekilde yayılan radyoelektrik dalga
lah’ın tanıklığı ile beyan etme veya aynı yolla söz larını toplayarak alıcıya taşıyan elektronik düze
verme; yemin; ahit; besa; gülbank; kasem; peyman; nek. 2. argo. Gizli bilgilere ulaşma becerisi. 3. De
söz. 2. huk. Bir kimsenin verdiği sözün ya da söy nizaltı mayınlarında dokunulduğunda mayını patla
lediklerinin doğruluğunu tasdik için yasa ya da örf tan tel veya çubuk çıkıntılar. 4. Hayvanların çevre
gereği belli sözleri söylemesi ya da hareketleri yap den haberdar olm alarını sağlayan uzun kilsi çubuk
ması. S1 andını bozmak, Ettiği yem ine uygun dav ları; duyarga. 5. argo. Casus; gammaz. 6. argo.
ranmamak; yem inim bozmak.|| ant etmek, Yemin Hem etken hem edilgin eşcinsel erkek, fi1 anten
etm ek.|| ant içirmek, Yemin ettirınek.\\ ant içmek, alanı, B ir antenin H ertz dalgaları gönderebildiği
Yemin etmek; ahdetmek; ahdiipeyman etmek; g a uzaysal bölge]| anten yükselticisi, Anten ile alıcı
ranti etmek; şart etmek; vaat etmek. || ant kardeşi, arasında kurulmuş bulunan antenden gelen elektro
K an kardeşi.\\ ant olsun, Verilen kararın güçlen manyetik dalgaları yükselten vericiye yardımcı
dirm ek için "yemin ediyorum, yem in olsım " anla devre.
m ında yem in sözii.\\ ant verdirmek, Yemin ettir antena, [Lat. antenna] is. dnz. Yelkenlilerde seren.
mek.^ ant vermek, Yemin etmek. Antep, [Erme, anthap > Ar. ayntâb] (a'ntep) öz. is.
anta, [ol (o) > an-ta] jeTj zm. 1. İşaret ve kişi zamiri Güneydoğu Anadolu'da bir ilimiz; Gaziantep. S
o l’un bulunma ve ayrılma durumu; ondan; oradan. Antep fıstığı,, bot. Sıcak ve kıraç alanlarda y u r
[İKPÖy.] [ETY] [Gabain] [EUTS] 2. Onda; orada. dumuzda Gaziantep çevresinde yetişen sakız ağa-
[İKPÖy.] 3. O sıradao zaman [Tekin] [İKPÖy.] S cıgillerden kabuklu, yağlı, lezzetli ve besleyici
anta kin, jeTj Ondan sonra. [EUTS] m eyvesi çerez olarak tüketilen veya şekerlemecilik-
antaça, [anta-ça] jeTj zf. Tam orada; o yerde. [EUTS] te kullanılan bir meyve ağacı, (Pistacia vera).\\ An
antada, [anta-da] jeTj zm. Ondan; oradan; bundan. tep fıstığıgiller, bot. Ö rnek bitkisi Antep fıstığı
[EUTS] S antada basa, jeTj Bunun üzerine; bun olan ayrı taç yapraklılardan bir bitki fam ilyası;
dan sonra. [EUTS] || antada kisre, jeTj Ondan son biladeriye.|| Antep işi, D üz renkli keten, patiska
ra; sonda. [EUTS] veya ipek kumaştan tel çekmek suretiyle yapılan bir
antag, [ol (o) > an > an-ta ok > antak / ol > anı+tâg işleme türü.
(onun gibi) > antag > antag] jeTj zf. 1. Onun gibi; anter, [Yun. antheros (çiçeklenme)] is. biy. Bitkiler
öyle; şöyle. [İKPÖy.] [ETY] [Üç İtigsizler] 2. Böyle de erkek organın başçığı; çiçek tozu keselerinin
ce; bu suretle; böyle. [EUTS] [Gabain] 3 .0 n ca o ka- oluştuğu bölüm; haşefe,
dar[Tekin] [ETY] S antag külüg, jeTj Onca iinlü.\\
antag oşuklug, jeTj Buna benzer; böyle. [EUTS] anterî, [Ar. 'an ten ] (anteri;) {OsTj is. Kaftan altına
antagonist, [Yun. antagonistes (karşıt)\ is. biy. 1. giyilen kısa elbise; entari,
Karşıt olarak hareket eden; iten ve çeken kasların anterit, [Fr. enterite] is. tıp. İnce bağırsak iltihap
birbirine karşı hareketi. 2. Bir ilacın, bir hormonun lanması.
etkisine karşı etkide bulunan madde, anterlin, [Fr. entre (arasında) + ligne (çizgi) > entre-
antagonizma, [Fr. antagonisme] is. 1. Karşı koyma. ligne] is. matb. İki satır arşındaki boş ara.
2. Kişiler, gruplar, milletler ve disiplinler arasında antet, [Fr. en-tete] is. Genellikle ticarî işlerde kulla
gizliden gizliye var olan karşıtlık, çatışma; tezat; nılan kâğıt veya zarf üzerine basılmış ad ve adres;
uyuşmazlık. 3. Organizm ada iki sistem veya organ başlık.
arasındaki karşıt davranış. 4. tıp. Beraber kullanılan antetli, [antet-li] is. Başlıklı,
iki ilaçtan birinin diğerinin etkisini azaltması veya antetsiz, [antet-siz] is. Başlıksız,
yok etmesi. antıkmak, [ant-ık-mak] jeTj g ç sz.f. [-ur] Yemin et
antant, [İt. intente > Fr. entente] is. 1. Kişiler arasın mek; ant içmek. [EUTS] [Gabain]
da sağlanan anlaşma ve uyuşma; mutabakat. 2.
antın, [ol (o) > an > an-tm / an-dın] {eT} zm. Oradan;
Devletler arasındaki işbirliği anlaşması; ittifak. S
ondan [Gabain]
antant kalmak, Anlaşmak, uzlaşmak; m utabık kal
antırdın, [ol (o) > an > antır-dın / ândır-dm] {eT} zm.
mak.
1. Oradan. [EUTS] 2. zf. Ondan sonra; sonra. [Cla
antaran, [ol (o) > an > anta-ra-n] jeTj zf. Oradan; uson]
büsbütün. [Gabain]
antızlamak, [andız-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
antari, [Ar. 'antari] (antari:) {ağız} is. 1. Erkek göm yor] 1. (Hayvan için) çifte atmak; tekm e atmak. 2.
leği. 2. İçi astarlı kadın elbisesi. [DS] mec. Nankörlük etmek; sözünden dönmek. [DS]
Antarktik, -ği [Fr. antarctique] sf. Güney kutbu çev anti-, [Yun. anti- (karşıt)] ön ek. Başına getirildiği
resi ile ilgili olan. S Antarktik kara, Güney kut Latin ve Yunan kökenli kelimelere "karşı, karşıt,
bundaki kara. karşı korunma" gibi anlam lar katan ön ek.
m u t t u lO B M C t 3u; «263 ANT
likleritıi, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen anungçün, [anun+uç-ün > anunçün {eAT}
bilim dalı; insan bilimi; b e şe riy at. zf. Onun için.
a n t r o p o l o j i k , - ğ i [Fr. antropologiuque] sf. A ntropo
anungdugın, [anun+ i-düğm {eAT} zf. Onun
loji ile ilgili; insan bilimi ile ilgili,
a n t r o p o m o r f i z m , [Fr. anthropomorphisme] is. fel. 1.
olduğunu
İnsan duygularını, tutkularını, düşüncelerini ve anungçün, [ol (o) > an-un+uç-ün jjl] (anunçün)
davranışlarını Tanrılara da mal etme şeklinde orta {eAT} zf. Onun için,
ya çıkan sapık eğilim; insan biçimcilik; müşebbihe.
anungdugın, [ol (o) > an > an-un+i-duğm
2. Tanrıların insan şeklinde tasvir edilmesi,
(anunduğın) {eAT} zf. Onun olduğunu,
a n t r o p o s a n t r i z m , [Fr. anthropocentrisme] is. İnsanı
evrenin m erkezi. sayan, diğer yaratıkların sadece anunmak, [anu-n-mak] {eT} dönşl. fi [-ur] H azırlan
mak; hazır olmak. [Gabain] [DLT] [EUTS] [Yüknekî]
insanlar için yaratıldığını savunan felsefî akım; in
san içincilik. anur, [İt onore] {ağız} is. Onur; kibir. [DS]
a n t r o p o z o i k , - ğ i [Fr. anthropozoi'que] sf. İnsanın
Anurat, [Sansk. anurâdhâ] {eT} öz. is. Bir yıldızın
ortaya çıkması ile ilgili. 0 a n t r o p o z o i k d e v i r , adı. [EUTS]
Jeolojik devirlerden insanın ilk defa ortaya çıktığı Anurd, [Sansk. anurâdhâ] {eT} öz. is.-* Anurat.
zaman. anutgan, [anu-t-ğan] {eT} sf. Daima hazırlıklı olan;
a n t r p a r a n t e z , [ F r . entre parenthese] ( a ’nt'rparantez) hazırlanan. [DLT]
zf. 1. Parantez açarak. 2. Asıl konu ile ilgisi olm a anutmak, [anu-t-mak] {eT} gçl. fi [-ur] Hazırlamak.
makla birlikte hatıra gelmişken; bu arada, [DLT] [EUTS]
a n t s ı z , [ant-sız] {eT} sf. A nt ile bağlı olmayan. [ETY] anutulmak, [anu-t-ul-mak] {eT} ed il.fi [-ur] Hazırla
tılmak. [EUTS]
a n t u l a , [? antula] {ağız) is. Ateş yakm ak için hazırla
nan odunların ortaya konulanı. [DS] anüri, [Yun. an (yok) + uron (sidik) > Fr. anurie] is.
A n u , [Sümer, anu] is. Sümerlerde gök tanrısının adı.
tıp. İdrar kesilmesi,
anüs, [Fr. anus] (a'nüs) is. anat. Sindirim kanalının
anud, [Ar. 'inâd > 'anüd Jjic-] (anu:d) {OsT} sf. 1. Bir
dışarıya açılan son kısmı; makat; şerç. 0 anüs
şeyi kabul etmeyen. 2. İnatçı ve dik kafalı. 3. Ayak yüzgeci, Balıklarda anüs bölgesindeki tek yüzgeç.
direyici. 4. zf. İnatla, anvant, [Sansk. anbant] {eT} is. Sebep; illet; esas; te
anudane, [Ar. ‘anüd + Far. -âne (anu:da:ne) mel. [EUTS]
{OsT} zf. İnatçı bir şekilde, anve, [Ar. ‘anve eys-\ {OsT} is. 1. Zor; zorlama. 2.
a n u d a r a , [Sansk. anuttara] {eT} is. Burkan. [E U T S ] Kuvvet.
a n u k , [anü-mak > anu-k] {eT} sf. 1. Hazır; mevcut;
anveten, [Ar. 'anveten 5y*] (anve’ten) {OsT} zf. Z or
var; {ağız} (aym). [D L T ] [ E U T S ] [Gabain] [D S ] 2. H a
lama ile; kuvvet kullanarak. S anveten fetih,
zırlık. [Gabain] [E U T S ] [D L T ]
{OsTj Savaşla almak.
a n u k la m a k , [anuk-lâ-m ak {eT} gçsz. fi [-r] 1.
anye, [Ar. ‘anye <ux&] {OsT} is. Güçlük; zorluk; m e
Hazır bulunmak. [D L T ] 2. {eAT} {ağız} gçl. fi. Hazır
lamak. [D S] şakkat.
a n u k l u k , - ğ u [anuk-luk] {eT} is. 1. Hazırlanma;
anyıg, [ang-ığ > any-ığ] {eT} {eT} sf. 1. Kötü; fena.
[EUTS] [ETY] 2. Pek; çok. [ETY] 3. is. Fenalık; k ö
hazırlık. [D L T ] 2. {ağız} Kabiliyet; istidat. [D S ]
tülük.
a n u l e , [Fr. annuler] sf. Geçirsiz; hükümsüz. 0 a n u l e
e t m e k , H üküm süz kılmak: geçersiz saymak: iptal
anyon, [Fr.anion] is. 1. N egatif elektrikle yüklü iyon;
eksin. 2. Elektroliz olayında anoda doğru hareket
etmek.
eden iyonlar. 0 anyon değişmesi, kim. Anyonların
a n u m a k , [an-ü-mak] {eT} gçl. fi [-r] Hazırlanmak.
kil minerallerindeki O H gruplarının yerini alması.
[D LT]
a n u m ı, [anumı] {eT} is. Cüzam hastalığı. [DLT]
anzak, [İng. ANZAC (Australia and N ew Zealand
Arm y Corps) is. kısalt. Birinci Dünya Savaşında
anun, [Ar. ‘anün (anu:n) {OsT} sf. 1. Kavgacı. özellikle Çanakkale’de İngilizlerle birlikte savaşan
2. İsyancı. AvustralyalI ve Yeni Zelandalı askerî birlikler,
a n tin g , [ol (o) > an-un -^ T ] (anun) (eAT} zm. 1. Tek anzarot, [Far. / Ar. ‘anzerüt] is. bot. 1. Sıcak ülke
lik üçüncü kişi zam irinin ilgi hâli; onun. 2. Onun lerde yetişen kitre elde edilen sarı çiçekli, dikenli
için. S a n u n d i r i s i o l m a k , {eAT} Onun sayesinde çok yıllık bir bitki; geven, (Astragalus sarcocolla).
yaşamak.\\ a n u n m ı ? {eAT} Onun için m i?|] a n u n 2. Bu bitkinin saplarından elde edilen zamk; kitre.
u c u n d a n , {eAT} Onun yüzünden; o sebeple.|| a n u n 3. argo. Rakı. 4. {ağız} Rakı ve benzeri alkollü içki
ü z e r e , {eAT} Onun üstüne. ler. [DS]
ANZ lieiÜ M ESÖ M .
anzavur, [Güre, aznauri > aznavur] {ağız} sf. Kinci; ap ala ca, [a(p)+a/laca] (a'palaca) {ağızj sf. Alacalı
gaddar; azgın. [DS] bulacalı. [DS]
aort, [Yun. aorte (damar) > Fr. aorte] is. anat. K al a p a la k 1, -ğı [Yun. pallakin j% 'i] s f 1. (Kucak çocu
bin sol karıncığından çıkarak teiniz kanı vücudun
ğu için) iri, gürbüz ve tombul. 2. {ağızj İri, tombul
her tarafına götüren atardamarların başlangıcı olan
yüzlü; ablak. [DS] 3. is. {eATj Tüyleri tam çıkma
büyük damar; ana atardamar. S a o rt ağzı, Aortu
mış kuş yavrusu; tüysüz palaz. 4. /ağızj Yeni emek
kalbin sol karıncığına birleştiren delik. || a o rt deli
lemeye başlamış çocuk. [DS] 5. {ağızj Ayı yavrusu.
ği, Aort ağzı. | a o rt sistem i, Aorttan çıkan ve vücu
[DS] 6. {ağızj Köpek yavrusu. [DS] S a p a la k to p a
da yayılan damarların tümü.
lak, İri, gürbüz ve yüzü yuvarlak, sevim li (çocuk).
a p 1, [ab /ap (yans.)] is. 1. Düzensiz adım atma, sen
a p ala k 2, -ğı [Yun. apalakı] {ağızj is. 1. Çiğdem çi
deleme, emekleme, şişmanlıktan yürüyem eme du
çeği. 2. Kuvvetli, gür fidan. 3. Biraz büyümüş ekin.
rumlarını bildiren kök. ap-a-la-mak, ap-ıl ap-ıl, ap- [DS]
u-la-mak. 2. H afif vurma veya patırtılı hareketleri
a p a la k la n m a k , [apa-la-k-la-n-mak] {ağızj dönşl. f. [-
anlatan kök. ap-ır zıp-ır, ap-ul hop-ul. ır] Gelişmek; serpilmek. [DS]
ap2, [ap / hap (yans.)] is. Hapşırma sesini belirten a p alam a, [ap (yans.) > apa-la-ma] {ağızj is. Apa-
kök. ap-ş-ır-ık. lam ak işi. [DS] S a p a la m a avı, Yerde sürünerek
a p 3, [ap] jeTj e. Olumsuzluk bildiren edat; her ne ka yapılan bir av çeşidi.
dar; gerek; ister. [DLT] [EUTS] S ap... ap..., jeTj a p a la m a k , [ap (yans.) > ap-a (yürümesi gerektiği
Hem... hem... [Gabain]|| ap bu ap ol, jeTj N e bu ne
hâlde yürüyem eyen çocuk) > apa-la-mak] {ağızj
o. [DLT] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Sendelemek. 2. Bacakları
a p a 1, [apa] is. 1. Ata; dede; cet. [ETY] 2. Ana. [DLT] gere gere, ayırarak yürümek. 3. Sallanarak, sende
3. Büyük; yüksek; eslaf [Gabain] [ETY] 4. (Unvan leyerek yürümek. 4. (At için) dörtnala sıçrayarak
için) büyük. [Tekin] 5. Abla; büyük kız kardeş. [E - koşmak. 5. Sürünmek. [DS]
UTS] [Gabain] [ETY] 6. {ağızj Ağabey. [DS]
apalavi, [Yun. apolavi] {ağızj is. 1. Devam edilecek
a p a 2, [ap (yans.) > ap-a] (ağızj sf. 1. (Çocuk için) yü işin bırakıldığı yer. 2. Bir işte takip edilen sıra. [DS]
rüm esi gerektiği hâlde henüz yürüyemeyen. 2. Sa
ap am , [ap+am (şimdi)] {eTj zf. 1. Şimdi. [Gabain] 2.
ğır; dilsiz. 3. Aptal. [DS] e. Eğer; şayet. [EUTS]
a p acer, [a(p)+a/cer] (a'pacer) {ağızj pekşt. sf. Y ep
ap a n , [ap (yans.) > ap-an] {ağızj sf. Tutarsız. [DS] S
yeni; çok yeni. [DS] a p a n ap a n , {ağızj Yavaş yavaş; ağır ağır. [DS]||
apacı, [a(p)+a/cı] (a'pacı) pekşt. sf. Çok acı. a p a n sap a n , {ağızj Yalan yanlış. [DS]
apaçık, -ğı [a(p)+a/çık] (a'paçık) pekşt. sf. 1. Çok a- a p an d i, [Yun. apandi (buluşma)] {ağızj is. 1. Düğün
çık. 2. {ağızj Çırılçıplak. [DS] lerde, eğlencelerde alınan bahşiş. 2. Gelin almaya
apaçıklık, -ğı [apaçık-lık] is. Apaçık olma durumu. gelenlere verilen ekmek. [DS]
a p a k 1, -ğı [a(p)+a/k] (a'pak) jeTj pekşt. sf. 1. Açık ap an d is, [Fr. appendice] is. 1. Kendinden daha bü
ak; bembeyaz; çok ak. [Mühennâ] 2. jağızj Güzel; yük bir organa ekli küçük, dar ve uzun parça. 2.
iyi. [DS] gnşl. K ör bağırsak ile ince bağırsak bağlantısının 2-
a p a k 2, -ğı [ap (yans.) > abuk ?] (ağızj sf. Saçma. [DS] 3 cm. kadar altında, 4-8 mm. çapında ve yaklaşık 8
fi1 ap ak sap ak , A buk sabuk. cm. uzunluğunda içi lenfoit doku ile kaplı çıkıntı,
a p a k J, -ğı [Yun. pallakin] jağızj sf. Tombul; gürbüz; a p an d isit, [Fr. appendicite] is. tıp. K ör bağırsak a-
sevimli. [DS] pandisinin iltihaplanması. S a p a n d isitin i alm ak,
apakçıl, [a(p)+a/k-çıl] (a ’p akçıl) {ağızf pekşt. ,sf. So argo. Birisini karnından bıçaklamak.
luk kül rengi. [DS] a p an g sın a, [a(p)-a/nsın-a s^] ( a ’p ahsına)
a p a l1, [a(p)+a/l] /ağızj pekşt. sf. Kıpkırmızı. [DS]
{eATj zf. Birdenbire; apansız,
a p a l2, [ap (yans.) ap-al / Yun. pallakin ?] jağızj sf. 1.
a p an g sızd a, [a(p)-a/nsız-da l_jI] (a'pahsızda)
Tombul; gürbüz; sevimli. 2. İri; büyük. [DS]
a p a lJ, [ap (yans.) > ap-al] 1. Düzensiz adım atma, {eATj zf. -» apangsuzda.
sendeleme, emekleme, şişmanlıktan yürüyememe a p an g su zd a, [a(p)-a/nsuz-da >_jI] (a pahsuzda)
durum larını bildiren yansımalı gövde. 2. zf. jağızj {eATj zf. Birdenbire; ansızın; apansızın,
(Yürümek için) güçlükle. [DS] S a p al ap al, {ağızj a p an la m a k , [ap (yans.) > ap-al-la-mak / apanla-mak
Yavaş yavaş; ağır ağır. [DS]|j a p a l topal, A ğır ak / apaıına-mak] {ağızj gçsz. fi [-r] [-l(ı)-yor] Geniş
sak. adım atmak. [DS]
ap ala , [Yun. apalo (arpa ekmeği)] {ağızj is. 1. Ekmek apansız, [a(p)+a/nsız] (a'pansız) pekşt. zf. Hiç bek
ufağı. 2. Çocuklara dağıtılmak üzere, bayramlarda lenm edik bir anda; pek ansız; ansızın; birdenbire;
yapılan yağlı çörek. [DS] /ağızj (aynı). [DS]
r'
OjffitlîİliffBıll.267 AP E
apansızın, [a(p)+a/nsız-m] (a'pansızın) pekşt. zf. Hiç a p a rtu n a , [Lat. apertura (yarık)] {ağız} is. Ceketlerin
beklenmedik bir anda; pek ansız; ansızın, kol ağızlarına geçirilen ağızlık. [DS]
apappak, -ğı [a(p)+a/ppak] {ağızj pekşt. sf. 1. Bem apas, [Erme, aps] {ağızj is. -* apaz. [DS]
beyaz. 2. Tertemiz. [DS] a p a ş 1, [Amer. yeri. d. A pache’den] is. Her an bir k ö
A par, [Avar] jeTj öz. is. Avar. [EUTS] [Tekin] tülük yapmaya hazır, büyük şehir serserisi; kaba
a p a r1, [apar-mak > ap-ar] z f Alıp kaçarak. S a p a r dayı; külhanbeyi; hayta; ipsiz.
to p ar, 1. Telaş ve acele ile; çarçabuk. 2. Zorla, y a a p a ş2, [Yun. apohi] is. dnz. Sünger avcılarının taşıdı
ka paça.\\ a p a r to p a r etm ek, 1. K argaşalık ve gii- ğı torba.
riiltii içinde toparlanmak. 2. Yaka p a ça edilerek
a p a şik â r, [a(p)+a/şikâr] (a ’p a:şikâ:r) zf. Büsbütün
götürülmek.
belli; apaçık.
apar2, [Fr. â part] is. tiy. Bir oyuncunun, oyun gereği
ap a şik â re , [a(p)+a/şikâre] ( a ’p a:şikâ:re) zf. -*■
diğer oyunculardan gizli olarak söylediği kabul apaşikâr.
edilen sözler.
ap a ti, [Yun. apateia > Fr. apathie] (a ’p ati) is. 1. İlgi
aparat, [Aim. apparat] is. Çeşitli parçaları olan alet;
sizlik. 2. Heyecansızlık.
aygıt; cihaz; düzenek,
ap atit, [Fr. apatite] is. min. Püskürük kayaçların ya
aparey, [Fr. appareil] is. Çeşitli parçaları olan alet;
pısında bulunan flüor, klor gibi elementler içeren
aygıt; cihaz; düzenek, kalsiyum fosfat,
aparıcı, [apar-mak > apar-ıcı] {ağız} sf. (Kişi için)
a p a trid , [Yun. a-patris] sf. Vatansız,
ufak tefek şeyler çalan; hırsız. [DS]
ap ayaz, [a(p)+a/yaz] ( a ’p ayaz) pekşt. sf. Pek ayaz;
aparık, -ğı [a(p)+a/rık] (a ’p arık) {ağız} sf. Çok zayıf;
çok soğuk.
incecik. [DS]
a p ay d ın , [a(p)+a/ydın] (a'paydm) pekşt. s f Çok ay
aparkat, [İng. uppercut] is. spor. Boks maçında dınlık olan.
dirsekleri bükerek aşağıdan yukarıya doğru vuruş,
ap ay d ın lık , -ğı [a(p)+a/ydm-lık] (a ’p aydm lık) pekşt.
aparma, [apar-ma] is. 1. Aşırma, çalma. 2. ed. Bir
sf. Çok aydınlık, günlük güneşlik,
eserden büyük bir bölüm alma; intihal. 3. Taklit
ap ay k ırı, [a(p)+a/ykırı] (a'paykırı) pekşt. sf. Büsbü
eser. 4. sf. (Parça, bölüm için) bir eserden çalınmış,
tün aykırı; tam tamına ters,
aparmaduh, [apar-ma-duh j ^ j J ] {eAT} sf. Yağma a p ay k ırılık , -ğı [a(p)+a/ykırı-lık] (a'paykırılık) pekşt.
edilmemiş; alınıp götürülmemiş. is. Büsbütün aykırı oluş,
aparmak1, [ap-ar-mak / J j j a J / J« jU ] gçl. f. [- a p ay rı, [a(p)+a/yrı] (a'payrı) pekşt. sf. 1. Çok deği
ır] [OsT. -ur] 1. Alıp götürmek; götürmek; alıp şik, çok farklı. 2. Ayrıldığı noktalar çok fazla olan;
kaçmak; {eAT} {ağız} (aym). [DS] «Geçme namert bambaşka.
köprüsünden, ko aparsın su seni, / Sinm e tilki g ö l apaz, [Erme, apas] is. 1. Avuç. 2. argo. Ele geçiril
gesinde, ko yesin arslan seni.» Kanunî 2. Aşırmak; miş; ganimet. 3. sf. Avuç dolusu; hapaz.
çalmak; habersiz götürmek; gizlice almak, {ağız} a p azlam a, [apaz-la-ma] is. 1. A pazlam ak işi. 2. dnz.
(aym) [DS] 3. {ağız} Getirmek. [DS] 4. {ağız} Almak. Yelkenli gemilerde, gemi omurgasına 45° Tik açı
[DS] 5. {ağız} Tutmak. [DS] 6. {ağız} Kaldırmak. ile pupa ve orsa arasında esen rüzgâr, fi1 ap a z la m a
[DS] gitm e, Bir yelkenlinin rüzgârı yandan alm ak sure
aparm ak2, [a(p)+a/r-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Yıka tiyle seyretmesi; serbest seyir. | ap azlam a seyir,
mak; temizlemek. [DS] Bir yelkenlinin rüzgârı yandan almak suretiyle sey
aparm akJ, [abar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Kabarmak. retmesi; serbest seyir.
[DS] ap azlam ak , [apaz-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] 1.
aparte, [Fr. aparte] zf. 1. İçinden konuşurmuş gibi. 2. Avuçlaıııak; avcunu doldurmak; avuç dolusu al
tiy. Tiyatroda bir oyuncunun diğer oyunculara du mak. 2. argo. Zorla elde etmek, yakalamak. 3. dnz.
yurmadan içinden söylenirmiş gibi yaparak seyirci (Yelken için) rüzgârla dolmak. 4. dnz. (Gemi için)
lere duyurduğu sözler, bordadan esen rüzgâr ile yavaş yavaş gitmek. 5.
apartm ak, [apar-mak > apar-t-mak] {ağız} gçl. f i [- {ağızj H afif yalpalamak. [DS] 6. {ağız} Hırpalamak;
ır] 1. Götürmek. 2. Çalmak; aşırmak; habersiz gö boğmak. [DS]
türmek; gizlice almak. 3. Alıp kaçmak. 4. Kaldır ap çalam ak , [ap (yans.) > ap-ça-la-mak] {ağızj gçl. fi.
mak. 5. Aldatmak; kandırmak. 6. Çaldırtmak. 7. [-r] [-l(ı)-yoı] 1. Düzensiz yürümek. 2. (Deve için)
Yağma etmek. 8. Oburca yem ek yemek; atıştırmak. ısırmak. [DS]
9. Bir işi başarı ile yapmak; becermek. 10. Kendi apel, [Fr. appel] is. 1. Anonim ortaklıklarda pay sa
çıkarma çalışmak; el altından iş yapmak. 11. Vaz hiplerinden ve katılma taahhüdünde bulunanlardan
geçirmek; caydırmak. [DS] sermaye artırımı için yapılan ödeme çağrısı. 2. K â
apartm an, [Fr. appartement] is. Aym yapı içinde ay ğıt oyunlarında atılan bir kâğıtla eşine oynamasını
rı ve bağımsız bölüm lerden oluşan çok katlı konut. istediği kâğıdı belirtme.
APE I H I İ İ M E S O M . »
apepsi, [Yun. a (yok) + pepsis (sindirim)] is. Kötü is. Tarla kenarlarına çit yerine konulan çatallı çam
sindirim. ağacı. [DS]
ap eritif, [Lat. aperire (açmak) > Fr. aperitif] is. Y e apışık, -ğı [apış-ık j ^ J ] {eAT} sf. 1. Apışak. 2. {ağız}
meklerden önce tuzlu çerezlerle alman içki,
Yorgun. [DS] 3. {ağız} Güçsüz. [DS] 4. {ağız} Şaş
apık, -ğı [ap-ık] {ağız} sf. 1. Ahmak; budala; sersem. kın. [DS]
2. Tembel. 3. (Hayvan için) doğuştan husyeleri ol
apışıldık, -ğı [apış-ık-lık] {eAT} is. Ayakları birbirine
m ayan ya da karın içinde kalan. 4. (Kişi için) sakal
yakın fakat bacakları açık olacak biçimde eğri olma
lı. [DS] S a p ık su p u k , Saçma sapan; abuk sabuk.
durumu.
apılam ak, [apı-la-mak / apu-la-mak {eAT} gçl. ap ışlam ak , [apış-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
f. [-r] Gönlünü hoş etmek; okşamak, yo r] 1. Duraklamak. 2. Bacakları ayırmak. 3. Geniş
ap ıld ak , -ğı [ap-ıl-da-k] {ağız} sf. Fazla şişman; etli. ve hızlı adım larla yürümek. 4. Adımlamak. 5. Bağ
[DS] daş kurup oturmak. 6. Avuç dolusu almak; avuçla-
a p ıld am ak , [ap-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-d(ı)- mak. [DS] S apışlaya apışlaya, {ağız} (Yürüme
yo r] 1. Sendelemek. 2. Şaşırıp kalmak; çok şaşır için) yan yana, bacakları aça aça. [DS]
mak. [DS] ap ışlatm ak , [apış-la-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Y or
a p ıld atm ak , [ap-ıl-da-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Kan gunluktan bacaklarını açtırmak; bacaklarını ayır
dırmak; aldatmak. [DS] mak. [DS]
apıldayık, -ğı [ap-ıl-da-y-ık] {ağız} sf. Yürümesini apışlık, -ğı [apış-lık] is. Pantolon, külot vb. şeylerin
bilmeyen; düzgün yürümeyen. [DS] bacak aralarına konulan ara parça; ağ.
a p ır, [ap (yans.) > ap-ır] sf. Sallanma, sarsılma bildi ap ışm a, [apış-ma] is. A pışm ak işi.
ren yansımalı gövde. 0 a p ır sa p ır, {ağız} Saçma
a p ış m a k 1, [apış-mak / Ja-İjJ] gçsz. f. [-ır] 1.
sapan; gelişi güzel; ileri geri; boş söz. [DS]|| a p ır
z ıp ır, {ağız} Gürültü; şamata. [DS] (Hayvan için) yorgunluktan veya güçsüzlükten
ayaklarını açarak olduğu yere çöküvermek. 2. Ba
a p ırcak , -ğı [yap-ır-cak?] {ağız} is. Yeşil kabuklu ce
caklarını açarak yere çömelmek. 3. {eAT} Apışını
viz. [DS]
açmak. 4. mec. Yılgm lıktan, yorgunluktan başladı
ap ırcın , [ap-ır-cm] {ağız}[ sf. 1. Şaşkın. 2. Telaşlı. 3.
ğı işi bitirmekten aciz kalmak; ne yapacağını bile
Perişan. 4. Becerikli; yiğit; kahraman. DS] S a p ır-
memek; şaşırmak; {ağız} (aynı). [DS] 5. Şaşkınlıktan
cın etm ek, {ağız} Vurgun yapmak. [DS]|| ap ırcın
söyleyecek söz bulamamak. 6. {ağız} Bacakları ayı
gibi, Şahin gibi; çarçabuk.|| a p ırcın ı çıkm ak, {a-
rarak durmak veya .oturmak. [DS] 7. {ağız} Birinin
ğız} Yorucu bir iş yüzünden bitkin düşmek. [DS]
sırtına binmek. [DS] 8. {ağız} Y orgunluktan bacak
a p ış 1, [ap (yans.) > ap-ış] {ağız} sf. Çabuk; hızlı. [DS]
ları tutulm ak; yürüyem emek. [DS] 9. {ağız} Bağdaş
0 apış kapış etm ek, {ağız} Yağma etmek; kapış
kurup oturmak. [DS] 10. {ağız} Atlamak. [DS] 11.
mak. [DS]
{ağız} mec. Yola gelmek; direnmekten vazgeçmek;
ap ış2, [eT. abı-mak (saklamak) > ap-ış] is. Uyluğun
yumuşamak. [DS] 12. {ağız} Ayrılmak; uzaklaşmak.
iç tarafı; iki bacak arası, t? apış apış, {ağız} (Yürü
[DS] 0 apışıp k alm a k , Şaşırmak.
m e biçimi için) bacakları aça aça, yan yan. [DS]||
a p ışm a k 2, [yap-ış-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] Tutmak;
apış arası, iki bacak arasında kalan ve leğen çuku
tutunmak. [DS]
runu alttan örten yum uşak kısım.|| apış a ra sın d a
gezm ek, Birinin yakınında onu rahatsız edecek, apıştı, [ap-ış-tı] {ağız} is. Sacayağı. [DS]
bıktıracak şekilde bulunmak, dolanmak.\\ apışını a p ıştırm a , [apış-tır-ma] is. Apıştırm ak işi.
açm ak, Bacaklarını birbirinden ayırmak, pyle o- a p ıştırm a k , [apış-tır-mak] gçl. fi. [-ır] 1. Hayvanı
turmak. || apış k u rm a k , {ağız} Bağdaş kurup otur çöküp kalacak kadar çok yorm ak veya çok yükle
mak; apışmak. [DS]|] apış o tu ru şu , Binicilikte atın mek. 2. dnz. Başta bulunan iki demiri uygun açıda
üzerinde öne doğru eğilerek bütün ağırlığını apı atarak geminin dönmeden kalmasını sağlamak. 3.
şm a vererek oturmak. mec. Yıldırmak. 4. mec. Ne yapacağım bilemez du
ap ışak , -ğı [apış-ak JA J] sf. 1. Doğuştan bacakları rum a getirtmek; şaşırtmak. 5. {ağızj Sırta almak;
bindirmek. [DS] 6. {ağız} Oturtmak. [DS]
birbirinden ayrık fakat ayakları birbirine yakın du
apiko, [İt. a pico] (apiko) is. 1. dnz. Geminin demi
racak şekilde eğri olan; apışık; {eAT} (aynı) apşak.
rinin zincir boşluğunu alarak demir almaya hazır
2. Yorgunluktan kuyruğunu bacaklarının arasına
kıstırarak giden. 3. mec. Çok yorulmuş (kimse). 4. olduğu an. 2. sf. Bir şey yapmaya hazır. 4. sf. Gözü
mec. Çaresiz kalmış. 5. {ağız} Bacaklarını açarak pek, atılgan, çevik, tetik. 3. argo. Giyimi kuşamı
yürüyen; ayrık bacaklı. [DS] 6. {ağız} (Yürüme bi düzgün; şık; derli toplu. 4. argo. Çevik; tetik; hazır;
çimi için) yan yan, bacaklarını aça aça. [DS] 7. tetikte. 0 apiko beklem ek, H erhangi bir işe baş
{ağız} Beceriksiz; tembel; ağır kanlı. [DS] 8. {ağız} lamak için her an hazır olmak.
im ik s b m .269 APR
apkın1, [ap-kın] {ağız} sf. Akılsız; serseri; delidolu. peğe verilen "Getir!" emri, fi1 aport etmek, argo.
[DS] fi1 apkın sapkın, Akılsız; serseri; delidolu. B ir şeyi kapıp getirmek.
apkın2, [Erme, albın => ahbun] {ağız} is. Gübre. [DS] aposkal, -li [Yun. aposkalin] {ağız} is. 1. İlk yapıla
aplak, -ğı [ap-la-k ?] {ağız} sf. 1. Parlak ve körpe. 2. cak iş. 2. Bir işin başlangıç noktası. 3. Başlanmış
Tembel. 3. Budala; şaşkın. [DS] iş. 4. Tarlada, sürülen yer ile sürülmeyen yer ara
aplamak, [at-la-mak / ap-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] sındaki sınır. [DS]
[-l(ı)-yor] 1. Atlamak. 2. Çıkmak; tırmanmak. 3. aposteriori, [Lat. a posteriori] (aposterio'ri) zf. fe l. 1.
Davranmak. [DS] En sonu. 2. (Ortaya çıkış için) deney sonucunda;
aplan, [aplan] {eT} is. Bir tür fare. [DLT] sonsal; bâdi. 3. Sonuçtan sebebi çıkarma işlemi,
aplangaç, -cı [at-la-n-gaç / apla-n-gaç / apla-n-gıç] apoşi, [Yun. apohi] is. Ağzı yuvarlak, telden yapılma
{ağız} is. 1. Suyun atlayarak geçilebilen yeri. 2. torba gibi büyük gözlü ağ; apaş,
Köprü. [DS] apotr, [Fr. opötre] is. Havari.
aplangıç, -cı [atla-n-gıç / apla-n-gıç] {ağız} is. Evle appak1, -ğı [app+a/k J*.T] {eAT} {ağız}] pekşt. sf. 1.
rin önünde, tahtaların aralıklı çakılması ile yapılmış Bembeyaz. 2. is. Süt, yoğurt vb. ürünler. [DS]
basit kapı. [DS] appak", -ğı [? appak] {ağız} is. Dişilik organı; ferç.
aplik, -ği [Fr. applique] is. D uvara asılan genellikle [DS]
tavan avizesinin tam amlayıcısı ve parçası olan iki appazlam ak, [Erme, apaz > ap(p)az-la-mak] {ağız}
eşli lamba. g çl.f. [-r] [-l(ı)-yor] Kapmak; ısırmak. [DS]
aplikasyon, [Fr. application] is. Bir dantel veya appertleme, [Nicolas Appert (Fransız aşçı) > appart-
kumaşın bir başka kumaş üzerine uygulanması, le-me] is. Yiyecek maddelerini sıkı kapatılmış kap
aplike, [Fr. appliquer] is. Bir kumaştan kesilmiş şe larda ısıtarak bozulmasını önleme yöntemi; kon
killerin bir başka kumaş üzerine sarma veya fisto serve etme.
ile işlenmiş hâli. aprak, -ğı [apra-k ?] {ağız} sf. 1. Şaşı. 2. Eğri. [DS]
apo1, [?apo] {ağız} sf. 1. Serseri; aptal. 2. is. Sığır; ö- apraksi, [Yun. a (yok) + praksis ( eylem) > Fr. ap-
zellikle inek. [DS] raxie] is. 1. Eylemsizlik. 2. tıp. K aslarda ve zekâda
bir bozukluk olmadığı hâlde el, kol vb. hareketler
apo2, [aba / abo] {ağız} is. 1. Abla. 2. (çocuk d.) Ye
ile sözleri ve şekilleri yerli yerinde kullanamama,
mek; mama. [DS]
eşyaları tanıdığı hâlde nasıl ve nerede kullanacağı
apokaliptik, -ği [Fr. appocalyptique] is. Anlaşılmaz,
nı bilemem e şeklinde beliren hastalık; işlev yitimi,
kapalı söz veya yazı,
apramak, [apra-mak] {ağız} dönşl. f. [-r] [-r(ı)-yor]
apokrif, [Fr. apocryphe] sf. 1. Kaynağı gizli. 2. Kendini kollamak; korunmak. [DS]
Doğruluğundan veya aslına uygunluğundan şüphe
apranmak, [apra-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] G eliş
edilen. 3. Güvenilmeyen. S apokrif metin, Hris-
mek; büyümek. [DS]
iiyanlıkta kutsal metinlere özenilerek A lla h ’ın ke
apraz1, [apra-z] {ağız} sf. 1. (Hayvan için) doğuştan
lamıymış gibi kaleme alınan ancak doğruluğuna
kısır; yavru vermeyen. 2. (Hayvan için) hiç yorul
güvenilmediği için A hd-i A tik ve A hd-i Cedit ’e alın
mayan. [DS]
mayan metinler.
apraz2, [Ar. âbrâş => apraz] {ağız}] is. Yüzde bulu
apoks, [Yun. apoksino] {ağız} is. Eski dem ir aletleri nan siyah lekeler. [DS]
döverek düzeltme işlemi. [DS]
apre, [Fr. appreter (hazırlamak) > appret] is. tekst. 1.
apokurya, [Yun. apo- (-den uzaklaşarak) + krias (et) Kumaş ve derinin kullanılacağı yere göre tem izle
> apokria] is. Rumların karnavalı, me, düzeltme ve parlatma gibi fabrikadan çıkm a
apolet, [Fr. epaule (omuz) + -ette (küçülme eki) > (o- dan önce yapılan son işlemler. 2. Dokumacılıkta ve
muzcuk)\ is. as. Subay üniformalarının omuz kıs boyacılılıkta yüzey doldurma ve cila olarak kulla
mına takılan yünlü, ipek veya sırmadan yapılmış nılan madde; düzgün. S’ apre işleri, Kitap ciltle
üzerinde rütbe işaretleri bulunan kumaş parçası. S mede, dikişten önce yapılan ön hazırlık.
apolet kazanm ak, Rütbesi artmak.|| apoletleri sö aprelem e, [apre-le-me] is. Kumaş veya deri üzerinde
külmek, B ir suç sebebiyle rütbe indirme veya as apre işlemlerini uygulama; düzgünleme.
kerlikten çıkarma cezası almak. . aprelem ek, [apre-le-mek] gçl. f. [-r] Kumaş ve de
apolitik, -ği [Fr. apolitique] sf. Politikadan ve politik rinin fabrikadan çıkmadan önce kullanılacağı yere
konulardan uzak duran; politikayla ilgilenmeyen, uygun hâle gelmesi için temizleme, düzeltme ve
apolog, [Yun. apologos (hikâye) > Fr. apologue] is. parlatm a gibi son işlemlerini yapmak; düzgünle-
Ahlaki bir sonuçla biten manzum ya da nesir hikâ mek.
ye. apreli, [apre-li] sf. Apre işlemi görmüş, aprelenmiş,
aport, [Fr. apporte] (a'port) ünl. A vı veya kendisine apresiz, [apre-siz] sf. Apre işlemi görmemiş, apre
gösterilen bir nesneyi yakalayıp getirmesi için kö lenmemiş.
APR ÖIÜMTİİMtSÖM.
a p rio ri, [Lat. a priori (öncekinden hareketle) > Fr. ap talcasın a, [aptal-ca-s-ı-n-a] (apta'lcasına) zf. Ap
apriori] sf. Deneye dayanmayan, akıl yoluyla bulu tala yakışır tarzda, aptal gibi; aptalca; ahmakça;
nup ortaya konulan; önsel, bönce.
a p ro n , [İng. apron] is. have. Hava alanlarında hangar ap ta lla şm a , [aptal-la-ş-ma] is. Aptal hâline dönme,
ve binaların önünde betonla kaplanm ış bölüm, ap talla şm ak , [aptal-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] 1. Anla
apse, [Lat. abscessus (bozulma) > Fr. abces] is. 1. yamaz, kavrayam az durum a gelmek. 2. Zekâsını
Bozulma; çürüme. 2. tıp. M ikroplar tarafından bir işletememek; alıklaşmak; ahmaklaşmak; salaklaş
dokuda meydana getirilen akyuvar, ölü hücre ve mak.
mikrop karışımı irin adı verilen ağrılı ve akıntılı a p ta lla ştırm a , [aptal-la-ş-tır-ma] is. Aptal hâline ge
birikintiler; çıban, tirme.
apseleşm e, [apse-leş-me] is. Apseli hâl alma, a p ta lla ştırm a k , [aptal-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır] Bir
apseleşm ek, [apse-leş-mek] dönşl. f. [-ir] Apseli hâ şeyi anlayamaz, bilemez durum a getirmek; ahmak
le gelmiş olmak; çıbanlaşmak. laştırmak.
apsent, [Fr. absinthe] is. Pelin otunun damıtılmasıyla ap tallık , -ğı [aptal-lık] is. 1. Anlayış kıtlığı; aptal
elde edilen kokudan katılmış sert bir içki, olm a durumu; geri zekâlılık; bönlük. 2. Aptal bir
apsis, [Fr. abseisse] is. 1. Kesik çizgi. 2. mat. Yönlü kim senin niteliği. S a p ta llık etm ek, Aptalca dav
bir doğru parçası üzerindeki noktanın başlangıç ranmak, akılsızlık etm ek.|| ap tallığ a v u rd u rm a k ,
noktasına göre cebirsel değeri. 3. Uzayda bir nok Bir şeyi anlamazmış, bilmezmiş gibi görünmek.
tanın yerini bulmaya yarayan ana çizgilerden yatay ap te rik s, [Fr. apteryx] is. zool. Yeni Z elanda’da
olanı. yaşayan, türünün tek örneği kanatsız bir kuş; kivi,
ap sm a r, [Sansk. apasmâra] jeTj is. Sara; tutarık. aptes, [Far. âb+dest] is. Abdest. S' ap tesin d e şüphe
[EUTS] olm am ak, /. Kendisinden emin olmak; kendine
apsol, -lü [Yun. a- (olumsuzluk eki) > psoli (erkeklik güvenmek. 2. Korkulacak, çekinecek bir durum ol-
organı)] {ağızj sf. 1. Elinden herhangi bir iş gelm e mamak.\\ ap tes tazelem ek, Yeniden abdest almak.\\
yen; beceriksiz. 2. Aptal. [DS] aptes v erm ek , 1. Azarlamak. 2. Cezalandırmak.
apsonlam ak, [Far. efsün => apson-la-mak] {ağızj
ap tesh an e, [Far. âb+dest-hâne] is. Büyük ve küçük
gçl. f. [-r] [-l(u)-yoı] Okuyup üflemek; afsunla
boşaltım ihtiyacının giderildiği ve gerekli temizli
mak. [DS]
ğin yapıldığı yer, aralık; ayakyolu; hela; kenef; ku
ap sum ati, [Yun. apsimadin] {ağız}] is. Ateş yanınca bur; memişhane; tuvalet; WC; yüznumara; hacet
üzerinde beliren ilk kül. [DS yeri.
ap su t, [Yun. ipsida => ispit > apsut] {ağızj is. Kağnı
aptessiz, [abdes-siz] sf. 1. Abdestsiz. 2. mec. Doğuş
tekerleğinin ağaç parçaları; ispit. [DS]
tan ahlaksız olduğu kabul edilen; arsız; çekinmez;
ap şak , -ğı [apış-ak / apşak jA;T] {eATj {ağız) sf. 1. -*• yırtık. S abtessiz yere b asm am ak , Dinin emir ve
apışak. 2. İskele sehpası. [DS] yasaklarına titizlikle uymak.
apşal, -li [Yun. a- (olumsuzluk eki) > psoli (erkeklik a p tiri, [ap (yans.) > ap-tir-i] {ağızj sf. "Saçma sapan"
organı)] {ağızj sf. -*■ apsol. [DS] konuşmayı belirtmekte kullanılan "aptiri saptiri"
ap şırm ak , [apş / hapş (yans.) > apş-ıı-mak] {ağız} sözünde geçer. [DS]
gçsz. f. [-ır] Aksırmak; hapşurmak. [DS] ap u k , -ğu [ab-uk / ap-uk JjjI] {eATj {ağızj is. Avurdu
ap şu h , [apş (yans.) > apş-u / apşuh (yans.)] is. Hap şişirip parm akla vurarak ses çıkarmak. [DS]
şırm a sesi.
a p u k u ry a , [Yun. abokria (etsiz)] is. Hıristiyanlıkta
ap tal, [Ar. bedel > abdâl] sf. 1. Zekâsı yeterince oruçtan önceki et kesimi yortusu,
gelişm emiş olan; ahmak; alık; bön. 2. {ağızj Görgü
ap u l, [ab / ap (yans) > apul] is. Düzensiz adım atma,
süz; aç gözlü. [DS] 3. iinl. Küçümseme sözü. S
sendeleme, emekleme, şişmanlıktan yürüyememe
a p ta l a p tal, A ptal gibi; aptala benzer şekilde.\\ ap
durumunu belirten yansımalı gövde. S1 apul apul,
ta l baklası, {ağızj B ir tür bakla. [DS]|| a p ta l ısla
Kaz ve ördekler ile tom bul çocukların yaptığı gibi
ta n , jağızj ince ince yağan yağm ur; ahm ak ıslatan.
iki yana sallana sallana yürüm ek; badi badi; pay
[DS] 11 ap ta l olm ak, Zekâsını yeterince kullanamaz
tak paytak. {eATj (ayın)|| ap u l ap u l y ü rü m e k , {eATj
hâle gelmek; alıklaşmak.\\ a p ta l otu, {ağızj Yaş es
ik i yana sallana sallana yiiriimek.
rar otu. [DS][| ap ta l öld ü ren , {ağızj K üçük yeşil
renkli bir tiir yaban alıcı. [DS]|| a p ta l y erin e kon a p u la m a k , [ap (yans.) > ap-ul-a-m ak /eATj
m ak, Bir şeyden habersiz veya bir şeyi bilmez, an gçl. fi. [-r] Gönlünü hoş etmek; okşamak. 0 apu-
lamaz sanılmak. layu görm ek, {eATj Okşamayı alışkanlık edinmek.
ap talca, [aptal-ca] sf. 1. Biraz aptal, aptala benzer. 2. a p u r, [Erme, apur / abur JX\] {eAT} {ağızj sf. Dağınık.
(aptalca) zf. Aptala yakışır nitelikte, aptal gibi; ah [DS] S a p u r sa p u r, {eATj Karmakarışık; dağınık;
makça; aptalcasına; bönce. perişan.
i r i : : ARA
apurcın, [apar-mak > apur-cın] {ağız} is. Eşkıya; üzülmek; haysiyetine dokıınmak.\\ a rı satm ış, n a
haydut. [DS] m usu k iray a verm iş, Utanma ve namus gibi duy
apuskal, [Yun. âpasgoliön] {ağızj is. Başlanmış bir guları terk etmekle kalmamış üstelik kötü yola
işin yarıda bırakıldığı yer. [DS] sapm ış kişiler için kullanılır,|| a r nam u s, Utanç
apuşak, -ğı [ap-uş-ak] {ağızjsf. -*• apışak. [DS] hissi. || a r n am u s tertem iz, Utanç ve namus gibi
apuşka, [apış-mak > apuş-ka] {ağızj is. Avcıların üstün nitelikleri terk etmiş kişinin bu özelliğini be
tüfeklerine dayanak yaptıkları bir metre boyunda, lirtmek için kullanılan söz.\\ a r ve h ay â perd esi
ağaçtan yapılmış, açılır kapanır bir tür sehpa. [DS] yırtılm ak , Utanmamak; utanç duymamak.\\ a r yılı
apuşm ak, [apış-mak / apuş-mak] {ağızj dönşl. fi [- değil k â r yılı, Utanmayı bırakarak sadece çıkarını
ur] Birinin üzerine çullanmak; asılmak. [DS] düşünme zamanı.
-ar-, [-r- / -ar- / -er- / -ır- / -ir - / -ur- / -ür-] {eT} {eATj a r 4, [Lat. area (yüzey) > Fr. are] is. Yüz metre karelik
vap. e. 1. Fiillerden geçişli fiil yapan ek. {eT} {eAT} alan ölçüsü birimi; sembolü a ’dır.
(aym) kit-er-mek (gidermek) çık-ar-mak, kop-ar- -a ra , [Far. ârâsten (süslemek) > -ârâ / -ârây ^IjT / IjT]
mak, evermek, başarmak, onarmak,{eT} sarığ-ar- (a:ra:) {OsTj son ek. Eklendiği Farsça kelimelere
mak (sararmak). 2. {eAT} yap e. İsimlerden geçişli "süsleyen, donatan" anlamı katarak birleşik sıfatlar
ve geçişsiz fiiller türetir, ak > ağ-ar-mak, boz-ar- yapan son ek.
mak, bel-ir-mek, ev-er-mek, suv-ar-mak. 3. Renk a r a ’, [eT. âr-mak (arasından geçmek) > ar-â IjT] (a-
isimlerine gelerek bu renge dönüş kavram ı katan
ra:) is. 1. İki yeri veya nesneyi birbirinden ayıran
fiiller yapar: yaşarmak, yeşerm ek (yaş-ar-mak),
uzaklık; açıklık; mesafe; boşluk; aralık. {eT ve
ağarmak (ak-ar-mak), göğerm ek (gök-er-mek). 4 .
eAT} (aynı)[Gabain] [Yiikneld] [İKPÖy.] [EUTS] 2.
Fiillerden geçişlilik veya ettirgenlik kavramı taşı
jeTj Orta; meydan. [EUTS] 3. is. {eAT} Yer; mahal;
yan fiiller yapar: çıkarmak, giderm ek (git-er-mek),
mekân; mevki. 4. İki olay veya olgu arasındaki
koparmak.
zaman farkı; fasıla. "Aradan yıllar geçti, işte o
-a r1, [-ar / -er] çek. e. -*■ -r1. {eAT} (aynı)
günden beri / N e zaman yolda bir hana rastlasam
-ar2, [-r / -ar / -er / -ır / -ir / -ur / -ür] jeTj {eAT} çek.
irkilirim .’’ F. Nafiz Çamlıbel. S. {eAT} Orta yer;
e. -*■ -r1.
meydan 6. Sahne oyunlarında dinlenme süresi; ant
-a r’, [-r / -ar / -er / -ur / -ür / -ır / -ir / -m az / -mez]
rakt. 7. spor. Futbolda 4 5 ’er dakikalık dönemler
jeTj {eAT} yap. e. -*■ -r2.
arasındaki dinlenme süresi; haftaym. 8. Basket ve
-ar4, [-r / -ir / -ır / -ur / -ür / -ar / -er] {eT} yap. e. -*• r
voleybol oyunlarında takımların aldıkları birer da
- a r , [-ar / -er] {eATj yap. e. Geniş zaman ortacı olan
kikalık dinlenme ve talimat alm a süreleri; mola. 9.
“-an” değeri ile kullanılır. "Ehl-i kizbin kelâmı
Toplu nesne veya kişilerin içi. 10. Yaş farkı. 11.
uçar (uçan) serçe gibidir. ” M evahibü’l-Flallak fı-
mec. Kişilerin birbirleri ile ilgili yakınlıkları; dost
Meratibü’l-Ahlak.
luk; samimiyet. 12. {eT} zf. Arası; arasmdaortasm-
-ar6, [-ar / -er / -(ş)-er / -(ş)-ar] yap. eki. 1. Sayılardan da; içinde. {eATj (aynı) [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] [Üç
ve sayı yerine geçen isim lerden sıfat türeten ek. İtigsizler] [DLT] 13. {eATj Vakit; sıra; esna. 14.
Üleşme, paylaşma kavramı katarak üleştirme sayı {eATj Zaman zaman; ara sıra; vakit vakit. 15. {eATj
sıfatları yapar; {eTf(aynı): altışar (dilim), yedişer İçinde; arasında. 16. {eATj K işiler arasındaki ilişki;
(giin), ellişer (sayfa), birer (elma), ikişer (ekmek), yakınlık. S a ra açılm ak, D argınlık çıkmak; bo
yüzer (lira), biner (altın). 2. "Az, çok " kelimelerine zu şm a k^ a ra açm ak, Kişiler arasındaki dostluğu
gelerek zarflar yapar. bozmak, ilişkilerini kestirmek; bozuşmaya sebep
-ar7, [-ar / -er] {eATj yap e. Gelecek zaman ortacı “- olmak; dargınlık yaratmak.\\ a ra a ra , I. Aralıklı
acak” anlamında. S -a r olm ak, -acak olmak. olarak; zam an zaman. 2. Yer ye r.|| a ra ay, R am a
Ar, [Yun. argon (etkisiz)] kısalt, kim. Atom ağırlığı zan bayramı ile Kurban bayramı arasındaki A rabi
39,94, atom numarası 18 olan, havanın birleşimin on birinci ay olan Zilkade.\\ a ra bağı, {ağızj anat.
de yüzde bir oranında bulunan, renksiz, kokusuz Burun direği. [DS]|| a ra beyin, anat. Beyin yarı
basit bir gaz olan argon elementinin kısaltması. küreleri ile beyin sapı arasında y e r alan, uyku ve
a r 1, [a r] (a:r) {eT} is. Arka; geri. [ETY] metabolizma gibi p ek çok hayali faaliyetin merkezi
a r , [ar] {eT} sf. Kestane rengi; kumral; konural. olan bölüm.\\ a ra bilanço, Yasal zorlam a olm aksı
[DLT] S a r böri, Sırtlan. [DLT] zın isteğe bağlı olarak düzenlenen bilanço. || a ra
ar3, [Ar. câr jU ] (a:r) {OsT} is. U tanm a duygusu; ha boğaz, {ağızj Salon; hol; aralık. [DS] 11 a ra bono,
ya; utanç; hicap. S a r belası, Namusunu koruma Ödemeler düzenlenirken asıl ödemelerin dışında
kaygısı; namus belası. || a r d a m a rı çatlam a k , if yapılacak ödemeyi belirleyen ikinci bir ek bono. ||
tarıma duygusunu kaybetmek; utanılacak şeyleri a ra bozm ak , Kişiler arasındaki iyi ilişkiyi gid er
hiç utanmadan yapmak.\\ a r etm ek, Utanç verecek mek; iki kişinin darılmasına sebep olmak.\\ a ra bo
bir davranıştan ötürü utanmak, sıkılmak. || a rın a zucu, insanlar arasına düşm anlık sokan kimse;
gitmek, B ir söz veya davranıştan ötürü incinmek, fesatçı; fitçi; münafık; müfsit.\\ a ra b o zuculuk, In-
ARA m n i f ö H . m
sanlar arasına düşm anlık sokma, birbirine düşür içinde iki bölümü ayıran duvar.\\ a ra eşeyli, biy.
m e ; fesatçılık; fitçilik; münafıklık; müfsitlik.\\ a ra Gelişimine asıl cinsiyeti ile başlamasına rağmen
bozulm ak, Geçimsizlik çıkm ak.|| a ra b u lan , {ağız} sonradan karşı cinsiyete dönüşen]] a ra eşeylilik,
Hakem; uzlaştırıcı. [DS]|| a ra b u lm ak , 1. İki kişi biy. i. Erkeklik ile dişilik arasında bir cinsiyet du
veya iki topluluğu birbirine yaklaştırmak, dostluk rumu. 2. B ir cinsiyetten diğer cinsiyete geçm e du
larını sağlamak; anlaştırmak; barıştırmak. 2. {ağız} rum u.| a ra ev, {ağız} Salon; hol; aralık. [DS]|| a ra
Vakit bulmak; eli değmek; fırsa t bulmak. [DS]|| a ra gö rm ek , {ağız} Evlenme konusunda araya girerek
bulucu, 1. Tarafların anlaşmasını sağlayan kişi. 2. isteklendirmek; yardım etmek. [DS]|| a ra g örücü,
Birbirine kırgın olan veya anlaşamayan kimseleri Kız eviyle oğlan evi arasındaki ilişkileri düzenleyen
barıştıran, anlaştıran kimse; uzlaştırıcı.|| a ra b u kadın. || a ra göz, {ağız} 1. K öy evlerinde iki oda
luculuk, Birbirine kırgın olan veya anlaşamayan arasında ye r alan ve fa zla eşyaları koymaya ya ra
kimseleri barıştırma, anlaştırma işi; uzlaştırıcılık]] yan bölme. 2. Salon; hol; aralık. [DS]|| a ra günü,
a ra bulu cu lu k etm ek, Kişileri veya toplumları {ağız} folk. K öy düğünlerinde kınanın hazırlandığı
uzlaştırma işini yiirütmek.\\ a ra ciimle, Başkaları gün ile kına yakm a arasında kalan gün. [DS]|| a ra
nın sözünü aktarmak veya bir konuda açıklamada hastalığı, {ağız} Nezle; grip. [DS]|| a ra ipi, Arabaya
bulunmak amacıyla bir cümle içinde iki virgül veya koşulan atların birbirinden ayrılmaması için onları
iki kısa çizgi araşma alınmış ek cümle.|| a ra çizgi birbirine bağlayan ip.|| a ra k a p ak , kütp. Kitabın
si, A y yuvarlağının aydınlık ve karanlık kısımlarını dış kapağı ile iç kapak arasında ye r alan çoğunluk
birbirinden ayıran çizgi.\\ a ra ço ru , {ağız} Nezle; la yalnız kitabın adının yazılı olduğu yaprak.\\ a ra
grip. [DS]|| a ra d a b ir, Seyrek olarak; ara sıra; bazı k ap ı, 1. B ir bina içinde iki ayrı bölümü birbirine
bazı; nâdiren.\\ a ra d a çık arm ak , D iğer işler ara bağlayan kapı. 2. {ağız} Sokak kapısından bir içer
sında söz konusu işi de yapıvermek; iş arasına so- deki kapı. 3. K omşu ile ortak kapı. [DS]|| a ra k a
kuşturmak.\\ a ra d a k alm ak , 1. Ezilmek, bunalmak. ra r , B ir davada asıl karardan önce alınan dava ile
2. Çaresizliğe düşmek. 3. mec. A ra buluculuk y a ilgili ikinci derecedeki tedbir kararı.|| a ra kedisi,
parken suçlu duruma düşmek. 4. Söz ve sitem e uğ {ağızj Ara bozan; münafık. [DS]|| a ra k ere, {ağız}
ram ak]!| a ra d a k an bulaşığı olm ak, Kız alıp ver A ra sıra; bazı bazı; bazen; seyrek. [DS]|| a ra kesit,
miş olmak; dünür olmak.\\ a ra d a k ay n am a k , (Asıl Çizgilerin, yüzeylerin veya cisimlerin birbirine
yapılm ası gerekenler için) karmaşa içinde unutul- değdikleri, kesiştikleri yer.\\ a ra kesm ek, {ağız}
mak. || a ra d a n , Geçmiş zam andan bahsedilirken "O Nişandan önce kız tarafı ile anlaşmak; söz kesmek.
zam andan bu güne kadar. ” anlamında kullanılır,|| [DS]|| a ra k onakçı, biy. Bir asalağın asıl konağa
a ra d a n çekilm ek, İlişiğini keserek bir daha g ö geçm eden önce bir veya birden fa z la evresini ge
rünmemek. j\ a ra d a n çık arm ak , 1. Ötekilerle daha çirdiği canlı.|| a ra la rı açık olm ak, Dostlukları ol
iyi ilgilenebilmek için önemsiz ve küçük olan bir işi mamak; dargın ve gücenik olmak. || a r a la n açıl
yapıp bitirivermek. 2. Uzaklaştırmak.|| a ra d a n m ak, D ostluk bağları kesilmek, birbiri ile dargın
çıkm ak, 1. Kurtulmak. 2. Vazgeçmek. 3. İlişiğini hâle gelm ek.|| a ra la rı b ozulm ak, D ostluk ve arka
keserek bir daha görünmemek. 4. (Küçük ve önem daşlıkları sona ermek; darılmak]] a ra la rı iyi ol
siz görünen için) başka işlerle birlikte yapılıp biti- m ak , Birbirleriyle iyi bir dostluk kurmuş olmak.\\
rilivermek. 5. {ağız} Ortaklaşa yapılan işlerden, a ra la rı hoş olm am ak, Aralarında gerginlik ve kır
topluluğun içinden ayrılmak. [DS] 6. {ağız} Zengin gınlık olmak. || a ra la rın a k a ra çalı gibi girm ek , İki
olmak. [DS] 7. {ağız} Aracılığı bırakmak. [DS] 8. iyi arkadaşın dostluğunu bozmak, birbirine düşür
{ağız} M ücadele dışı kalmak. [DS] 9. {ağız} Yoksul mek,|| a ra la rın a k a ra kedi girm ek , İki dost, çeşitli
olmak. [DS][| a ra d a n götürilm ek, {eAT} Ortadan sebeplerle birbirine gücenmiş olmak. || a ra la rın a
kaldırılmak; y o k edilmek.\\ a ra d a n gö tü rm ek , k a rışm a k , i. Bir topluluğa girmek, o topluluğun
{eAT} Ortadan kaldırmak; yo k etmek.|| a ra d a n üyesi olmak. 2. Beraber büyümek, yetişmek. 3. A r
k a ld ırm a k , i. Yok etmek. 2. Faaliyetine son ver- kadaşlık etmek; düşüp kalkmak.\\ a ra la rın d a d ağ
mek. || a ra d a n k a ra kedi geçm ek, H a fif bir dargın la r k a d a r fa rk olm ak, B enzer nitelikleri çok az,
lık oluşmak.\\ a ra d a n su sızm am ak, Çok sıkı dost farklılıkları ise çok fa zla olmak.\\ a ra la rın d a k a ra
olm ak.|| a ra danteli, Bir çamaşır veya elbisenin iki çalı gibi b itm ek , İki iyi dostu birbirine gücendir
parçasını birleştirmede kullanılan dantel.\\ a ra mek; bozgunculuk etmek. || a ra la rın d a n k a ra kedi
daşı, {ağız} 1. Dövüşte aracıya değen taş. 2. Birbiri geçm ek, ik i dostun çeşitli sebeplerle birbirine g ü
ile anlaşmazlık içinde olan iki tarafça da suçlu cenmiş olması. || a ra la rın d a n su sızm am ak, Çok
gösterilen üçüncü kişi. [DS]|| a ra d a vaz geçm ek, iyi ve sıkı bir dostluk kurmuş olmak, çok samimi
{ağız} Bozuşmak. [DS]|| a ra deniz, Büyük karalar olmak. || a ra la rın ı açm ak , Dostluklarını gidermek;
arasında bulunan okyanuslardan dar bir boğaz ile birbirine düşman hâle getirmek. || a ra la rın ı boz
ayrılan denizler. || a ra d erd i, {ağız} Nezle; grip. m ak , Dostluklarını gidermek; birbirine düşman
[DS]|| a ra d ın azu n , {eT} Yeniden dirilme ile ölüm hâle getirmek]] a ra la rın ı b u lm ak , 1. Kendi kendi
arasındaki zaman. [EUTS]|| a ra d u v ar, B ir bina lerine ıızlaşamayan iki kişi veya grubu anlaştırmak,
1 M TOMTOM »273
barıştırmak. 2. Alış verişte satıcı ile alıcının teklif iş yapılırken o işi geciktirecek başka işlerin ya p ıl
ettikleri fiyatın ortasını bularak satışı gerçekleştir m ak zorunda olması. 3. Uzaklaştırmaya çalışmak.\\
m ek^ araları yağ bal olmak, Çok iyi ve samimi araya gitmek, 1. Değeri bilinmemek; harcanmak.
dost olmak.\\ ara mal, Sanayide son ürünü elde «Araya gitti diye içlenme baharına, / H uduttan g ö
etmekte kullanılan yarı işlenmiş mal.\\ aramızda türdüğün şan yetişir yârına!...» F. Nafiz Çamlıbel.
kalsın, “Bu konuyu ikimizden başka bilen olm a 2. Karışıklık içinde ne olduğu, nereye gittiği bilin
sın. " anlamında söz.|| ara nağme, Konuşm a sıra memek, zarar görmek. 3. {eAT} Karışıklıkta te le f ol
sında konu ile ilgili olmadan yersizce söylenen mak. 4. Beğenilmemek. || ara yağ bal olmak, Çok
söz.|| ara nağmesi, müz. Tiirk m üziğinde bölümler iyi dost olmak; sıkı fık ı olmak.|| araya karışmak,
arasında çalınan sözsüz parça. || ara nağm esi gibi, K alabalık içine karışarak, görülüp bulunamamak.\\
Bir şeyi sıkıntı verecek şekilde ikide bir tekrar ede- araya kılıç girmek, Dövüşmek; cenkleşmek.|| ara
rek. |[ ara odası, {ağız} K öy m isafir odası. [DS]|| ara ya koymak, Sözü geçen birini aracı olarak kul
oku, {ağız} Arabanın ortasında arka dingil ile ön lanmak]] araya laf karıştırm ak, Konuşmanın akı
dingili birbirine bağlayan ağaç. [DS]|| ara renk, şına uymayan sözlerle müdahalede bulunmak.\\
Resimde yarı gölgeyi veren renkler.|| ara salımı, araya lakırdı karıştırmak, Konuşmanın akışına
{ağız} Nezle; grip. [DS]|| ara seçim, G enel seçimler uymayan sözlerle müdahalede bulunmak]] araya
dışında çeşitli nedenlerle olan boşalmalar için y a münafık girmek, i. Arabozucular iş başında ol
pılan seçim.\\ arası açılmak, D ostlukları bozulmak, mak. 2. Ara açılmasına sebep olmak. || araya so
darılmak.\\ arası geçmeden, A raya uzun bir süre ğukluk girm ek, Dostluk bağları gevşemek; birbi
girmeden, hemen. |[ arası geçmek, Unutulacak ka rinden hoşlanmamaya başlamak]] araya sokmak,
dar uzun süre geçmek. | arası hoş olmak, İyi bir I. B ir konuda sözü geçen birini aracı yapmak. 2.
dostluk kurmuş olmak.|j arası hoş olm amak, A ra Sıra ile yapılan bir işte, usulsüz olarak sıra dışın
larında gerginlik ve kırgınlık olmak. || arası iyi ol dan birinin işini yapmak.]] araya sokuşturmak,
mak, iy i bir dostluk kurmuş olm ak.|| arası iyi ol Zaman ve y e r bakımından uygun olmadığı hâlde
mamak, 1. Aralarında gerginlik ve kırgınlık ol bir şeyi yapm aya kalkışmak,|| araya söz bırak
mak. 2. B ir şeyden hoşlanmamak, zevk almamak.\\ mak, Dedikodu yapm ak.|| araya söz düşürmek,
(..le) arasında dağlar kadar fark olm ak, Çok bü Dedikodu yapmak]] araya söz karıştırmak, K o
yük ve önemli fa rkla r bulunmak.\\ (..le) arası ol nuşmanın akışına uymayan sözlerle müdahalede
mamak, 1. Geçimsizlik içinde olmak. 2. Bir şeyden bulunmak.]] ara yatı, {ağız} 1. K onak yeri. 2. K o
hoşlanmamak, zevk almamak.\\ arasına karışmak, naklayarak; konaklama yolu ile. [DS]|| ara yatı
1. Bir topluluğa girmek, o topluluğun üyesi olmak. menzili, İki menzil arasında olağanüstü durum lar
2. Beraber büyümek, yetişm ek. || ara sıra, Seyrek da kalm abilecek yer.]] araya verm ek, 1. Yararsız
olarak; arada bir; bazı bazı; her vakit değil. «Ara. bir harcamada bulunmak. 2. {ağız} Boşa salmak;
sıra geçiyor bir atlı, iki yayan.» F. N afiz Çamlıbel.\\ ziyana uğratmak. [DS] || ara yer, 1. {eAT} Ara. 2.
arası soğum ak, 1. Önemini yitirecek kadar zam an {ağız} Ortalık; orta. [DS]|| ara yerden kaldırmak,
geçmiş olmak. 2. Arkası aranmayıp umıtulmak.\\ Ortadan kaldırmak, y o k etmek]] arayı açmak, 1.
arası soğum adan, A raya uzun bir süre girmeden, Uzun zam an geçmek. 2. Eski dostluk ve sam im iye
hemen.\\ arası şeker renk olm ak, Dostlukları iyi tin kalkması]] arayı bulmak, 1. D ostluk kurmak. 2.
olmamak, bozulmak üzere olmak. || arası uzama İlişkileri istenilen şekilde düzene sokmak. || arayı
dan, Araya uzun bir süre girmeden, hemen. || ara doğrultmak, 1. D ostluk kurmak. 2. İlişkileri isteni
sokak, A ra caddeye açılan sokak. \\ ara söz, Bir len şekilde düzene sokm ak.|| arayı soğutm ak, 1.
anlatımda "iv alan ek açıklama. \\ ara taksim , B ir Uzun zam an geçmek. 2. Eski dostluk ve sam im iye
den çok eseh,ı seslendirildiği program larda m a tin kalkması]] arayı yapmak, 1. Birbirine kırgın
kamlar arasında geçişi sağlayan ezgi gösterisi. || iki kişiyi barıştırmak. 2. Kendine dargın olan biri
ara tümce, dbl. Başkalarının sözünü aktarm ak ve ile barışmak]] ara yerde, İki nesne veya kişi ara
ya bir konuda açıklamada bulunm ak amacıyla bir sında, arada.]] ara yön, Güney doğu, Kuzey doğu,
cümle içinde iki virgül veya iki kısa çizgi arasına Kuzey batı, Güney batı gibi ana yönler arasında
alınmış ek cümle. || ara verdi, {ağız} Piç. [DS]|| ara bulunan coğrafi yönler.]] ara yüz, D eğişik işlevlere
vermek, 1. Tekrar başlam ak üzere çalışmayı kes sahip iki alet grubu arasındaki bağlantı (İng.
mek; duraklamak. 2. Kesilmek; dinmek. || araya interface).
adam koymak, Sözü geçen birini aracı olarak kul
ara2, -a ’i [Ar. 'üryan (çıplaklık) > ‘arâ5 *1/■] (ara;)
lanmak,|| araya almak, 1. B ir topluluğa kabul et
mek. 2. Etrafını çevirmek; kuşatmak; başına üşüş (OsT} is. 1. Çıplaklık. 2. Bozkır; çıplak toprak. 3.
mek; etrafına toplanmak.\\ araya girici, {eAT} 1. Geniş boş arazi. 4. Bölge; mıntıka. 5. Komşuluk. 6.
Engel. 2. Mesafe.\\ araya girm ek, 1. Birbiri ile Avlu.
kavgalı olan iki kişi veya tarafı uzlaştırm ak veya
ara3, -a’i [Ar. rey (görüş)> ârâ’ * IjT] (a. ra :) {OsT} is.
ayırmak için işe karışmak; müdahale etmek. 2. Bir
ARA D lÜ M Iİlt E S Ö M .
1. Oylar. 2. Görüş ve düşünceler. S âra-y ı u m u a ra b e , [Ar. ‘arabe v ’W (araıbe) {OsT} is. 1. Yavru
m iye, Genel oylar; çoğunluğun oyu; referandum. ları emmesin diye koyun veya keçi mem esine geçi
a r a b 1, [Ar. ‘arab u y ] jOsTj is. -*■ Arap. rilen torba. 2. A çık saçık konuşma,
a ra b 2, [Ar. ârâb ^IjT] (a:ra.b) {OsTj is. 1. Akıllar; arab esk , [Fr. arabesque] sf. 1. Arap tarzında; Arap
zekâlar. 2. Hileler; oyunlar. 3. İhtiyaçlar; hacetler, biçiminde; Arap usulü. 2. is. İç içe geçmiş oyma
çiçek şekillerinden m eydana gelen süsleme biçimi.
a ra b a , [Ar. ruba' (dörtlü)] is. 1. Çoğunlukla insan ve
3. Bir ressamın çizgiyi kendine has bir şekilde kul
yük taşımakta kullanılan tekerlekli kara taşıtı. 2 . lanışı. 4. sf. gnşl. Bozulm uş, yozlaşmış. 0 a rab e sk
A tla çekilen tekerlekli taşıt. “ Yağız atlar kişnedi, m üzik, K aram sar bir güftesi ile kendini belli eden
meşin kırbaç şakladı, / Bir dakika araba yerinde Arap müziğinden m elodik izler taşıyan ve Türki
durakladı. " F. Nafiz Çamlıbel. 3. gnşl. Otomobil. ye ’de 1970 sonrası yaygınlaşan bir müzik türü.
4. sf. Bir arabayı veya kamyonu dolduracak kadar. arab esk çi, [arabesk-çi]w 1. A rabesk müzik sanatçısı.
S a ra b a atı, Araba çekmekte kullanılan ve bu işe 2. A rabesk müziği çok seven kişi,
alıştırılmış at. || a ra b a evi, {ağızj Kağnıda tekerlek arabeskleşm e, [arabesk-le-ş-me] is. Arabeske ben
lerin üzerinde yiik taşımaya yarayan tahta döşeli zeme, arabesk tarzına yaklaşma,
kısım. [DS] 11 a ra b a falakası, Çift atlı arabalarda
arab esk leşm ek , [arabesk-le-ş-mek] dönşl. fi [-ir]
oku atlara bağlayan ve koşum takımlarının takıldı
Tarzını arabeske yaklaştırmak, arabesk gibi olmak.
ğı çııbuk.\\ a ra b a k ullanm ak , Otomobil sürmek.\\
a ra b a n ın ön tekerleği nered en geçerse a rk a te A ’ra b i, [Ar. ‘arab > a’rabî LS> J^'İ] (a-rabi;) {OsTj sf.
kerleği de o ra d a n geçer, Çocuklar ahlakça büyük Göçebe Arap; bedevi,
lerinin etkisi altında kalarak yetişirler]] a ra b a n ın A rab i, [Ar. 'arab > 'arabı ^ y ] (arabi:) {OsTj sf. 1.
tek erin e taş koym ak, Bir iş için güçlük çıkarmak; A raplarla ilgili; A raplara has. 2. is. Arap dili; A-
işin yapılmasını engellemek.\\ a ra b a oku, H ayvan rapça. S a ra b î yüzlü, /ağızj ince uzun yüzlü. [DS]
ların arabaya koşıılduğu, arabanın yönünü değiş A rab ist, [Fr. arabiste] is. 1. Arap dili ve edebiyatı
tirmeye yarayan boyunduruk ve hamut gibi aletle uzmanı. 2. On birinci yüzyılda Arap tıp okulunun
rin bağlandığı düz uzun araç. || a ra b a tu tm ası, Ba usulünü benim seyen batılı hekimlere verilen un
zı insanlarda kara taşıtlarının hareketlerinden do van.
ğan bıılantı.\\ a ra b a v a p u ru , Kara taşıtlarının kar
A ra b istan , [Ar. ‘arab + Far. -istân jU-oy-] öz. is. A s
şı kıyıya taşıyan vapur; arabalı vapur.]] a ra b a y ı
devirm ek, argo. Uykuda ciinüp olmak; hamamcı ya'nın güneybatısında, Kızıldeniz ile Basra körfezi
olmak]] a ra b a y ı düze çık arm ak , İşin güç tarafını arasında uzanan yarımada; Ceziret'iil-Arab. 0 A-
atlatmak, rahatlamak; selamete çıkmak,| arab a y ı ra b ista n defnesi, bot. Defnegillerden, Asya ve A f
koşm ak, Arabayı çekecek hayvanları arabanın bıı rika ’nın sıcak bölgelerinde yetişen kabukları he
iş için yapılm ış yerlerine bağlamak.]] a ra b a yolu, kimlikte kullanılan alm aşık yapraklı, salkım görü
argo. Kolay ve zahmetsiz iş. nümlü çiçekli çalımsı bir bitki; yakı çalısı, Daphne
gnidium.
arab acı, [araba-cı] is. 1. Arabayı süren, kullanan
kimse. “H er tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, / A rab iy a t, [Ar. ‘arabi > ‘arabiyyât o l ^>y] (arabiya;t)
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!" Faruk N a {OsTj is. Arap dili ve edebiyatı.
fiz Çamlıbel. 2. Araba yapan ve satan kimse. 3. A rab iy e, [Ar. ‘arabi > ‘arabiyye ^ . y ] {OsTj sf. A -
{ağızj Küçük testi. [DS]
raplaıia ilgili.
a rab acılık , -ğı [araba-cı-lık] is. Araba kullanma veya
yapıp satm ı işi; arabacının mesleği, A rab iy et, [Ar. ‘arabi > ‘arabiyyet] {OsTj is. 1. Arap
ara b a lı, [araba-lı] sf. Arabası olan, ça ile ve Arap edebiyatı ile ilgili eser, kitap. 2.
ara b a lık , -;>ı [araba-lık] is. 1. Araba konulan yer; Arap edebiyatı,
garaj. 2. sf. Araba dolduracak miktarda. 3. (Yer arab o z a n , [ara+boz-an] sf. (Kişi için) iki kişi arasın
için) beliıtilen miktarda araba konulacak, araba sı daki dostluğu bozarak düşmanlık sokan; fesatçı;
ğacak kadar. münafık; müzevir.
a r a b a n 1, [Fr. arabanne] is. Akasyadan elde edilen bir arab o z a n lık , -ğı [ara+boz-an-lık] is. 1. İki kişi ara
çeşit zamk maddesinin özü; arap asidi. sındaki dostluğu ve uyum u bozm a işi; fesatçılık;
a ra b a n 2, [Ar. ‘arab > ‘araban o ^ y ] (araba:n) {OsTj münafıklık; müzevirlik. 2. Bu tür kişinin davranış
şekli; fesatçılık; münafıklık; müzevirlik. S a ra b o
is. müz. Eski klasik Türk müziğinde bir makam. S
zan lık etm ek, iki kişi arasındaki dostluğu bozmaya
a ra b a n buselik, Bayatiaraban makamının buselik
kalkışmak.
dörtlü veya beşlisi ile sona eren biçimi]] a ra b a n
k ü rd î, Bayatiaraban makamının kiirdi dörtlüsü ile a ra c a , [Ar. sucarâ (hizmetliler)] {ağızj is. Hamal.
sona eren biçimi. [DS]
f f i <■■ • 275 _______________________________ _______________________________________________ A R A
aracı, [ara-ci ^ j l ] is. 1. Uzlaştırmak, anlaştırmak a- tığının esasını oluşturan ve daha sonra İslam dün
macıyla araya giren kimse; uzlaştırıcı; mutavassıt; yasında kullanılan bir akıl yürütm e metodu; kıyas.
vasıta. 2. huk. Bir sözleşmenin tarafları arasına hu araçsız, [ara-ç-sız] sf. 1. Araç kullanmadan. 2. D oğ
kuki işlemle giren kişi; komisyoncu; simsar; tellal. rudan doğruya; vasıtasız; bilavasıta,
3. Üretici ile tüketici arasında alım satım işini üst araçsızlık, -ğı [ara-ç-sız-lık] is. Araçsız olma duru
lenen ve bundan kazanç elde eden kişi; acente; da mu.
ğıtıcı; dağıtımcı; distribütör. 4. /e/f 77 Şefaatçi. 5. arad, [Far. ârâd aljT] (a:ra:d) {OsTj is. 1. İranlIlarda
{ağıt} İki yüzey oluşturan argaç ipliklerini birbirin her güneş ayının yirm i beşinci günü. 2. O gün yapı
den ayırmaya yarayan küçük ağaç çivi. [DS] 6. sf. lan işlerden sorum lu olduğu sayılan m eleğin adı.
Aracı olan; aracılık eden. 0 aracı koymak, Taraf
A ’raf, [Ar. ‘u rf (yüksek kum tepesi) > a ‘râ f ı_slj*l] (a-
lar arasında uzlaşmayı sağlam ak için birini gön
dermek,|| aracı olmak, Tarafları uzlaştırm ak için ra:f) {OsTj is. 1. Tepe; sırt. 2. öz. is. Cennet ile Ce
araya girmek. hennem arasındaki set. 3. mec. İki zıt şey arasında
kalm ış olan; ne birine, ne de ötekine ait olan du
aracılığıyla, [ara-cı-lı(ğ)-ı-(y)-la] zf. 1. Aracı olarak.
rum. 0 A r a fın alevleri, Allah 'm sevgili kullarının
2. Bağlantı kurarak; vasıtasıyla; yoluyla,
cennete girmeden önce günahlarının kefareti için
aracılık, -ğı [ara-cı-lık] is. 1. Aracının gördüğü iş;
görecekleri geçici azap.|| Araf'ta kalmak, 1. Gü
tavassut. 2. Aracı olm a durumu. 3. İki nesne ara
nahı ve sevabı denk olan müminlerin Cennet ile
sındaki bağ. S aracılık etmek, K işiler ve taraflar
Cehennem arasında kalması. 2. mec. ik i şey ara
arasındaki anlaşmazlığı giderm ek üzere araya
sında tereddüt etmek. || A raf suresi, K u r ’an-ı K e
girmek; tavassut etmek; alet olmak; m aşa olmak.
rim ’in 206 ayetten meydana gelmiş bulunan, A r a f
araç, -cı [araç] is. 1. Bir iş yapm ak için gücünden
ve A r a f ehlini anlatan on ikinci suresi.
yararlanılan alet ve makine; alet; edavat; donatı. 2.
a’raf, [Ar. ‘ö r f > a ‘r â f <_9İjS-\] (ara:}) {OsTj is. Ö rfler;
İnsanlar ve nesneler arasında bağlantı kurm aya ya
rayan şey; vasıta. 3. Bir yere bir sonuca varmak âdetler.
veya ulaşmak için kendisinden yararlanılan yön Arafat, [Ar. ‘arafat o l s / ] (arafa:t) {OsT} öz. is.
tem, yol; vasıta. 4. Kara taşıtı. 5. huk. Kendi etkisi M ekke'nin 16 Km. güney-doğusunda hacıların ari
olsun ya da olmasın sonucun oluşmasında eyleme fe günü toplandıkları yer; C ebelü’r-Rahme (Rah
katılan şey. 6. jağız} A raba oku; arış. [DS] 7. {ağız} met Dağı). 0 A rafat’ta soyulmuş hacıya dön
Sınır işareti; büyük sınır taşı. [DS] 0 araç duru mek, H er şeyini kaybetmek, çaresiz kalmak.
mu, dbl. Sözcüğün araç gibi kullanıldığını y a da Arafiyan, [Ar. a 'râ f > a'râfiyân j l i l j t l ] (ara:fıya:n)
zaman bildiren sözcüğün belirteç olduğunu göste
{OsT} is. A rafta bekleyenler; A raftakiler.
ren durum, -in ekiyle yapılır: yazın, kışın. || araç
durumuyla ikileme, dbl. Sözcüklerin her ikisinin aragan, [ara-ğan jiljT ] {eAT} s f Çok arayıcı; çok a-
de araç durum eki aldığı ikileme, için için. || araç rayan.
tümleci, dbl. Eylemin hangi araçla yapıldığını, ne aragonit, [Fr. aragonite] is. jeol. Kristalleri sekizgen
ile gerçekleştirildiğini belirten tümleç. Parayla al görünümlü ve ilk defa 1775’te İspanya’nın Aragon
dım. eyaletinde bulunmuş olan beyaz, yeşil, mavimsi gri
araççılık, -ğı [araç-çı-lık] is. fel. Düşünce, mantık, bir tür kalsiyum karbonat,
ahlak gibi soyut kavram lara ait biçimlerin yalnızca arağ, [Ar. ‘arak] {ağız} is. İçki; rakı. [DS]
hayatın değişik şartlarına uym a araçları olduğunu arağa, [Lübnan Ar. ‘araka] /ağızj is. Yapılarda duvar
ve bunların ancak yararlı olmaları ölçüsünde doğru
örülürken taşların arasına konulan ağaç; hatıl. [DS]
sayılabileceğini ileri süren dünya görüşü; deneyci
arağan, [ara-ğan] {ağız} s f Çok kaybolan. [DS]
lik; aletçilik; enstrümantalizm.
arahı, [Ar. ‘arak] farakhı) {ağız} is. Rakı. [DS]
araçkm, [Ar. ‘arak (ter) + Far. -çln (toplayan)] {OsT',
arahti, [Yun. adrahti] {ağızj is. Kirmen. [DS]
is. 1. -*• arakçın. 2. Eskiden gelinlerin başına duvak
arais, [Ar. ‘arüs (gelin) > ‘arâ3is y>] (ara:is) {OsTj
örtmekte kullanılan taca benzer gümüş başlık. 3.
/ağızj Başa sarılan tülbent örtü. [DS] is. Gelinler.
araçlamak, [araç-la-mak] /ağız) g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] araiz, [Ar. ‘arz > ‘arîza (sunma) > a’râ’iz y>] fa
Kavga edenleri ayırmak. [DS] ra: iz) {OsT} is. 1. Sunular. 2. Sunulan, hediye edi
araçlı, [ara-ç-lı] sf. 1. Araçla yapılan. 2. Araçlı ola len şeyler. 3. Üst makamlara yazılan mektup veya
rak. 0 araçlı jim nastik, spor. Atlam a beygiri, dilekçeler.
kulplu beygir, denge aracı, halka lobut gibi araçlar -arak, [-a (za rf fiil eki) + rak (karşılaştırma eki) / -
kullanarak veya bu tür araçlar yardım ı ile yapılan erek / -y-arak / -y-erek] yap. e. Fiillerden eylemin
jim nastik,|| araçlı tüm dengelim , mant. Aristo m an yapılmakta olduğu kavramını veren zarflar yapar;
ARA ÖIÜMIİMESSM.
zarf-fıil ekidir: gülerek, giderek, yazarak. Eski [Gabain] [EUTS] 3. {ağız} Sıra dağlar. [DS] 4. {ağız}
Anadolu Türkçesinde [-ırak / irek / -urak / -ürek] İki şey arası; ortası. [DS]
biçimleri de vardır. «Öperek hem kuçarak oyna- aralama, [ara-la-ma] is. 1. İki şey arasında biraz boş
yırak / lutfi ile zevk it biraz andan bırak.» K itabü’ş- luk bırakm a işi. 2. matb. Dizilmiş satırları geniş
Şemsiye. letme çubukları ile ayırma. 3. Sık olarak ekilmiş
a’rak1, [Ar. 'ırk {damar) > a’râk J l^ l] (a-râk) {OsT} bitkilerin bir kısmını sökerek seyrekleştirme. 4.
is. 1. Bitki kökleri. 2. Kök; asıl; sülale; nesil. 3. Bir {ağız} Evlerin ara duvarı. [DS] 5. {ağız} Pehlivanla
varlığı besleyen ana damarlar. rın ilk defa güreşip yenişmeleri. [DS] 0 aralama
duvarı, İki pencere arasında kalan duvar; arala-
a’rak2, [Ar. a'râk J\_^\] (ara.k) {OsT} is. 1. Ter. 2.
malık.
Damıtılarak elde edilen alkollü içki; rakı. aralam ak, [âr-mak (arasından geçmek) > ara-la-mak
arak1, [Ar. 'arak 3y~\ {OsT} is. 1. Ter. 2. Rakı. 6 1 a- gçl- f [~r] f-l(ı)-y °rJ 1- İki şey arasmı biraz
rak-dâr, {OsT} Terli; terlemiş; terleyen.\\ arak-ı açmak, biraz boşluk meydana getirmek; ayırt et
cebîn, {OsT} Alın teri.|| arak-ı infial, {OsT} Çetin mek; arayı açmak; aralık bırakmak. {eAT} (aym) 2.
bir mücadele esnasında dökülen tör. || arak-nâk, A yırm ak uzaklaştırmak. {eAT} {ağız} (aym) [DS] 3.
{OsT} Tere batmış; çok terlemiş.|| arak-nüş, {OsT} {ağız} Bitkilerin fazla dal ve çubuklarını kesmek;
Rakı içen.\\ arak-rîz, {OsT} Ter döken; terleyen. budamak; seyrekleştirmek. [DS] 4. {eT} {ağız} A ra
arak2, -kkı [Ar. arakk j j '] {OsT} sf. Çok ince; pek in larını bulmak; barıştırmak; kavga eden iki kişiyi
ce; en ince; daha ince. araya girerek ayırmak. [DLT] [DS] 5. {eATj Terk
arak3, -ğı [Çing. arakava (elde etme, sağlama)] is. etmek; bırakmak; atlamak. 6. {eAT} {ağız} Arasında
argo. 1. Çalıntı mal. 2. Çalma; hırsızlık, görünmek; aralarında dolaşmak; kalabalığı yarıp
geçmek. [DS] 7. {ağız} Temizlemek. [DS] 8. {ağız}
araka, [Yun. arakos / arakas] is. bot. İri taneli bir be
Derleyip toplamak; yerleştirmek. [DS] 9. {ağız} Tı
zelye çeşidi,
nazın samanını tanesinden ayırmak. [DS] 10. {ağız}
arakçı, [arak-çı] {ağız} sf. argo. Hırsız. [DS]
G üreşte veya dövüşte birkaç kişiyi dövüş dışı bı
arakçılık, -ğı [arak-çı-lık] is. argo. Hırsızlık, rakmak; haklarından gelmek. [DS] 11. {ağız} (İplik
arakçın, [Ar. ‘arak (ter)+Far. -çın (toplayan) ore^j*-] için) çözmek ve ayırmak. [DS] 12. {ağız} Uzaklaş
{OsT} is. 1. Teri emmesi için fes, kavuk ve külah mak; geride bırakmak. [DS] 13. {ağız} (Zaman için)
altına giyilen ince pamukludan yapılmış bez takke; uzamak. [DS] 14. {ağız} Değirmende, acele işi olan
terlik; arakıye. 2. Üzeri işli kumaş takke. 3. Mendil. birinin sırasını öne almak; araya sokmak. [DS] 15.
4. {ağız} Eskiden gelinlerin giydiği bir tür taç; tak {ağız} Çok bağırarak sesleri bastırmak. [DS]
ke. [DS] ■ aralanm a, [ara-la-n-ma] is. 1. A ralanm ak işi. 2. Ara
arakı, [Ar. ‘arak jy -] {ağız} is. Rakı. [DS] kazanma. 3. Biri veya bir şey ile arasındaki uzaklı
ğı biraz artırma; açılma. 4. istk. Biri ötekini bir de
arakıye, [Ar. ‘arak (ter) > ‘arakıyye 4-Sj*] {OsT} is. 1. virlik gecikm eyle izleyen iki olay arasındaki zaman
Teri alan; terlik; arakçın. 2. Tiftik veya yünden dö farkı; kayma.
vülerek yapılan ince keçe kumaştan külah; fötr. 3. aralanm ak, [ara-la-n-mak edil. f. [-ır] [eAT.
Çoğunlukla dervişlerin giydikleri keçe külah,
-ur] 1. Aralıklı hâle getirilmek; seyrekleştirilmek;
araki, [Ar. ‘arakı Jiy-\ (araki: , k kalın söylenir) aralamak işine uğramak. 2. {eAT} (Zaman için) ara
{OsT} sf. Terle ilgili; tere ilişkin, sı kesilmek; arası açılmak. 3. dönşl. fi Kendi ken
araklama, [arak-la-ma] is. Araklamak, çalmak işi. dine aradaki mesafeyi arttırmak; uzaklaşmak; sey
araklamak, [Çing. arakava (sağlama) / Erme, arakel relmek. {eAT} (aym) {ağız} 4. Biraz açılmak. [DS] 5.
(acele etmek) / Ar. 'arak (ter) > arak-la-mak] g ç l.f. A ra kazanmak; ara sahibi olmak. 6. Arayı uzatmak;
[-r] argo. 1. Bir şeyi haber vermeden almak; aşır araya fasıla girmek; gecikmek. 7. argo. Ağır ağır
mak; çalmak. 2. (Kız ve kadın için) yakın arkadaş uzaklaşmak; yavaş yavaş savuşmak.
lığını kazanmak; tavlamak, aralaşmak, [ara-la-ş-mak j-o-iljT] işteş, fi. [-ır] 1. Bir
araklaşmak, [arak-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] İyi birinden ayrılmak; aralık durmak; uzaklaşmak;
yi, kötüyü ayırmak; ayıklamak. [DS] {I8.yy.} {ağız} (aynı). [DS] 2. Seyrekleşmek. 3. Ara
araklı, [arak-lı] {ağız} sf. Edepsiz. [DS] durum una gelmek; aralık oluşmak. 4. {ağız} Uzak
araklık, -ğı [arak-lık] {ağız} is. Boyut; ebat. [DS] laşmak; defolmak. [DS] 0 Aralaş! {ağız} "Uzaklaş,
arakop, [Yun. arokopi (mısırları seyreltme)\ {ağız} defol! anlam ında kovma ve hakaret sözü. [DS]||
is. Birinci çapadan önce seyreltilen, aradan koparı aralaş olmak, {ağız} Kovulmak. [DS]
lan fideler. [DS] aralaştırm ak, [ara-la-ş-tır-mak] gçl. fi [-ır] İki şeyi
aral, [ara-1] {eT} is. 1. Sık çalılık. [Gabain] 2. Ada. birbirinden biraz ayırmak; aralık bırakmak.
İMİKÇE SOM. *7 ARA
aralatma, [ara-la-t-ma] is. A ralatm ak işi. araltı, [ağır+alt-ı] {ağızj is. Yük; engel; ağırlık. [DS]
aralatmak, [ara-la-t-mak] g ç l.f. [-ır] 1. Bir kimseye -aram 1, [-r-am / -ar-am / -er-em / -ır-am / -ir-em / -
iki şeyin arasını biraz açtırmak; seyrekleştirme işini ur-am / -ür-em] {eATj çek. e. -*■ -ram.
yaptırmak. 2. {eATj {ağızj Arasını açmak; ayırmak; -aram 2, [-r-men / -a-r-van / -a-r-van-m / -a-rva-m / -
seyrekleştirmek. [DS] 3. {ağız} Ayırtmak; tem izlet ır-m / -a-r-am] {eATj çek e. -*■ -rmen.
mek. [DS] 4. {ağızj Bir miktar tahılı değirmende aram 1, [ara > ara-m] {ağızj is. 1. Fırsat; uygun za
sıraya girmeksizin öğüttürmek. [DS] 5. {ağızj So man. 2. Aralık; fasıla. [DS] S’ aram aram, 1. Za
ruşturmak; araştırmak. [DS] man zaman; ara sıra. 2. Yer ye r.|| aram sekem ,
aralı1, [ara-lı] {ağızj sf. Uzak. [DS] {ağızj A ra sıra; bazen. [DS]|| aram taram, Karma
aralı2, [aral-ı] {eT} is. Çalılık. [ETY] karışık.
aralıcak, -ğı [ara-lı-cak ji-L J] {eATj is. Aralık; dar a- aram2, [Far. ârâmiden (dinlenmek) > ârâm fljT] (a;-
ralık. ra;m) {OsTj is. 1. Dinlenme. 2. Durma. 3. Kalma;
aralık, -ğı [eT. âr-mak > âr-a-lık jlljT] is. 1. İki nes karar kılma. 4. Rahat, huzur. 5. Müddet. S ârâm-
ne arasındaki açıklık; ara; mesafe; {eAT} (aym). 2. bahş, {OsTj Dinlendirici,|| ârâm-cü, {OsT} D in
Olaylar arasındaki zamana dayalı boşluk. 3. Sıra; lenmek isteyen.|| ârâm-cüyâne, {OsT} Dinlenm ek
esna; {eATj (aynı). 4. Fırsat. 5. Vakit; zaman; süre; . isteyene yakışır tarzda.|| ârâm-cüyî, {OsTj D inlen
mühlet; vade; {eATj (aym). 6. Bugünkü takvimde me isteyiş.\\ ârâm-gâh, {OsTj Dinlenme y e ri.||
yılın son ayı; on ikinci ay; kânunuevvel; ilk kanun; ârâm -gâh-ı ebedî, {OsTj Sonsuz olarak dinlenilen
birinci kanun. 7. mim. O dalarla sofalar arasında ve yer; mezar.\\ ârâm-gâr, {OsT} (Kişi için) rahat y a
ya banyo tuvalet gibi alanlara geçerken bırakılan şa ya n ^ ârâm-geh, {OsT} Dinlenm e yeri.\\ ârâm-
boşluk; geçit. 8. {eATj Yer; mahal. 9. {ağız} İki ev güzîn, {OsTj Dinlenen; oturan. || ârâm-ı can, {OsTj
veya duvar arasındaki boşluk. [DS] 10. {ağız} Ç ık G önül rahatlığı.\\ ârâm-ı dil, {OsTj Gönül dinlen
maz, dar sokak. [DS] 11. {ağız} İki ev arasında yapı diren (sevgili).\\ ârâm-rübâ, {OsTj Rahat kaçıran;
lan duvar; bölme. [DS] 12. {ağızj İki tarla arası; huzur bozan.|] ârâm-sâz, {OsTj Oturan; yerleşen.||
ekin arası. [DS] 13. {ağızj Ortalık; orta yer. [DS] 14. ârâm-süz, {OsTj R ahat kaçıran; huzur bozan.||
{ağız} Ramazan ve Kurban bayram ları arasında ka aram3, [H int aram / ram] {eT} is. Birinci ay. [Ga-
lan ay; Zilkade. [DS] 15. {ağız} Hayvanın ön aya bain]0 aram ay, {eT} 1. Uygurlarda yılın ilk ayının
ğından arka ayağına takılan köstek. [DS] 16. {ağız} adı. [EUTS] 2. {eT} Muharrem ayı. [EUTS]
Aralık hastalığı; nezle; grip. [DS] 17. sf. Tam ka
aram4, [Ar. İrem > ârâm fljl] (a:ra:m) {OsT} is. Çöl
panmamış; yarı açık. S aralığa gitmek, Farkına
varılmadan ziyan olmak. || aralık aralık, 1. Zaman lerde yol bulm akta yardımcı olması için dikilen
ve fırsa t buldukça; zam an zam an; vakit vakit; ara taşlar; kilometre taşları,
lıklarla. 2. D üzgün olm ayarak,|| aralık bırakmak, arama, [ara-ma] is. 1. A ram ak işi ve girişimi. 2. Bir
Kapı pencere gibi şeyleri tam kapatmamak, biraz şeyi bulm a çabası. 3. Öğrenmeye çalışma. 4. huk.
açık bırakmak.\\ aralık bitkileri, Çok gübreli top Suçlu veya suç unsuru bir şeyin saklanabileceği
raklarda veya yo l kenarları ile bağ bahçe, ev ara yerleri araştırmak. 5. M aden ve petrol yatağının
larında yetişen bitkiler.\\ aralık bulam amak, Fır bulunabilmesi için yapılan teknik çalışmanın tümü.
sat yakalayam am ak.|| aralık bulm ak, Zaman ve S arama emri, Suçlu veya suç unsurunun araştı
fırsat yakalamak.\\ aralık dölü, {ağızj Piç. [DS]| rılmasına dair yetkili makamın verdiği yazılı veya
aralık etm ek, Kapalı olan bir şeyi biraz açmak; sözlü emir. || arama kararı, Suçlu veya suç unsuru
aralamak.\\ aralık kapı, {ağızj Evlerde ilk kapı ile nun araştırılıp bulunabilmesi için mahkemenin
ikinci kapı arasındaki aralık. [DS]|| aralık iyisi, verdiği karar.|| arama tarama, 1. Polis tarafından
lağızj Ölmeden önce, hastanın geçici olarak iyi genel yerlerde suç unsuru madde taşıyanları tespit
leşmesi durumu; ölüm iyisi. [DS]|| aralık oyunu, ve yakalam ak için yapılan arama. 2. Denizdeki
Bursa dolaylarında oynanan türkülü bir oyunu. || mayınların toplanması ve y o k edilmesi Zyi.|| arama
aralıkta kalmak, 1. Unutulmak. 2. Görülmemek; yapm ak, B ir suçluyu veya suç unsuru bir şeyi bul
fa rk edilmemek.\\ aralık ürünü, Nöbet ürünlerin m ak amacıyla yapılan arama.
den birisi veya iki asıl ürünün gelişim süreleri ara
aramak, [eT. ar-kâ-mak > ara-mak gçl. f. [-r]
sında toprağı azot bakımından zenginleştirm ek için
ekilen yeşil bitkiler.|| aralık verm ek, 1. B iraz du [-r(ı)-yor] 1. Birini veya bir şeyi bulm ak için ça
raklamak; ara vermek. 2. F ırsat çıkmak. lışmak. [ETY] 2. Bir şeyin veya kim senin eksikliği
aralıklı, [ara-lık-lı] sf. 1. A ralarında mesafe olan. 2. ni hissetmek, özlemek. “Aram azdık gece mehtabı
zf. Aralarında mesafe olarak, yüzün parlarken, / B ir uzak yıldıza benzerdi güneş
sen varken." F. N afiz Çamlıbel. 3. Hâl hatır sor
aralıksız, [ara-lık-sız] sf. 1. A ralarında mesafe olm a
mak, ziyaret etmek. 4. Önem verm ek, değer bul-
yan. 2. zf. A ralarında mesafe olmaksızın.
ARA
male. 5. Bulunma sebebi. Sen burada ne arıyorsun? edilmek, istenmek; eksikliği duyulmak. 3. Söz ko
6. Yöntem geliştirmek. 7. Araştırmak. 8. mec. Bir nusu edilmek, hesaba katılmak,
şeyin olmasına çalışmak; aranmak. H uzur aramak. aranje, [Fr. arrange] sf. Düzenlenmiş, fi1 aranje et
9. {eAT} Yoklamak; incelemek. O arama! Bulabi mek, Düzenlemek,
leceğini sanma, yok.\\ aramak taramak, Titiz bir aranjman, [Fr. arrangement] sf. 1. Düzenlenmiş. 2.
şekilde, dikkatlice aramak, gözden geçirmek.\\ ara is. Tertipleme; düzenleme. 3. Çeşitli bakımlardan
makla bulunmaz, Çok az rastlanır.\\ arayıp bul uyuşabilen çiçekleri bir araya getirme. 4. Yabancı
mak, Kendi isteği ile, davranışları ile kötü bir so bir müzik parçasına notalarını değiştirmeden Türk
nuca ulaşmak.\\ arayıp da bulam am ak, Çok değer çe sözler giydirme,
verilen şeyle beklenmedik bir şekilde karşılaşmak. | aranjör, [Fr. arrangeur] is. miiz. Düzenlem e yapan
arayıp soranı olmamak, K im sesiz.|| arayıp sor sanatçı.
mak, Birini ziyaret etmek, hatırını sormak; sağlı aranlıg, [aran-lığ] {eT} sf. Ahırlı; ahırı olan. [DLT]
ğından haber almak.\\ arayıp sormamak, ilişkiyi aranma, [ara-n-ma] is. A ranm ak işi.
kesmek. || arayıp taramak, Titiz bir şekilde, dikkat
aranmak [ara-n-mak] dönşl. f. [-ıı] 1. Kaybolan bir
lice aramak, gözden geçirmek. şeyi bulm ak için üzerini ve çevreyi araştırmak. 2.
aramakçı, [âr-mak (aldatmak) / ârmak-çı] {eT} is. 1. {ağız} Kavga etmek için sataşmak; kavga istemek;
Sihirbaz. [ETY] sf. 2. Kurnaz; aldatıcı. [ETY] kavgaya fırsat vermek. [DS] 3. {ağız} Tahmin et
Aramca, [İbr. Aram (Nuh'un torunu) > Aram-ca] mek. [DS] 4. edil. fi Çok istenmek; revaç bulmak. 5.
(a:ra’mca) is. Batı Sami dilleri. Eksikliği hissedilmek. 6. Başkası tarafından birinin
Arami, [İbr. Aram (Nuh'un torunu) > ârâmî ^ t j l ] üzerinde yapılan arama,
(a:ra:mi:) {OsT} is. Aramca. arantı, [ara-n-tı] {ağız} is. Ahırlarda iki hayvan arası
na konulan uzun ve kaim ağaç. [DS]
arami, [Far. ârâmiden (dinlenmek) > ârâmî ^IjT ]
Arap, -bı [Ar. carab u / ] öz. is. 1. Arabistan halkın
(a:ra:mi:) {OsT} is. Dinlenme; rahatlık,
dan veya bunların soyundan olan kimse; Fellah;
aramide, [Far. ârâmiden (dinlenmek) > ârâmîde
Mağribî; Urban. 2. yanlış. Derisi siyah veya koyu
oj-oljl] (a:ra:mide) sf. Dinlendiren; dinlendirici; sa olan kimse; zenci. 3. Çocukları korkutm ak için uy
kin. durulan adı var kendi yok varlık. 4. Fotoğrafın ne
Aramiler, [İbr. Aram (Nuh'un torunu) > Aramî-ler] gatifi. 5. argo. Baht; şans. 6. sf. Araplara özgü. 7.
(arami:ler) is. Mezopotamya'da pek çok devlet Rengi esm er olan. S A rabi gülmek, argo. İşleri
kurmuş bulunan Sami ırktan bir kavim, iyi gitmek; şansı gülmek.\\ Arabi uyanmak, argo,
aramiş, [Far. ârâmiden (dinlenmek) > ârâmiş işleri iyi gitm eye başlamak; şansı dönmek.\\ Arap
aklı, Düşünm e ve akıl yürütm e yetisi kısıtlı; ilkel.\\
(a:ra:miş) {OsT} is. Huzur; rahatlık,
A rap, araba yüzün karadır, demiş, K endi kusu
aramram, [Ar. 'aram ram {OsT} is. 1. Pek çok runu görm eyip başkalarında kusur arayan biri için
asker. 2. Pek şiddetli durum veya iş. söylenir. || Arap ardında, Tehlikeli ve korkulu du-
rum.\\ Arap aşı, {ağız} I. Dondurulm uş pişm iş ha
aran1, [Far. ârân jl jî ] (a:ra;n) (OsT} is. Dirsek.
murla sıcak olarak içilen tavuk eti ve suyu ile y a
aran2, [? aran jljl] }eT} is. 1. Ahır; tavla. [DLT] 2. pılmış, ekşili, acılı çorba. 2. Üzerine ya ğ ve yoğurt
{ağız} Tütün dizmek, kurutmak için kullanılan üstü dökülerek yenilen bir ham ur yemeği. [DS] | Arap
kapalı yer; sergi. [DS] 3. {ağız} Kağnı ile saman atı, K üçük yapılı olmasına rağmen çok dayanıklı ve
çekmek için ağaçtan yapılan kanat. [DS] 4. {eAT} iyi koşan bir binek atı cinsi, || Arap bacı, Zenci da
Sal; tabut. dı, | Arap çakmağı, Sürterek ateş alan kav çakma
aranJ, [? aran] (ağız} is. 1. Kuytu ve sıcak yer. 2. ğ ı,|| Arap çorap, alay. I. Arap. 2. D eğerli değersiz
Ova. 3. Yayla. [DS] herkes.\\ Arap daşağı, {ağız} Ortaklaşa verilecek
bir ziyafette masrafa katılmayan üçüncü kişi. [DS]||
aranç', [ara-nç] /ağız} is. Dava. [DS]
Arap dilini çıkarm ış, 1. Birbirini tutmayan renk
aranç2, [âr-mak > ar-anç] /ağız} is. Yamaç. [DS]
ler. 2. D ikkat çekecek şekilde kırmızı. || Arap du
arangı, [aranı] (aram) {ağız} is. Şimşir ağacı. [DS] dağı, 1. Siyah beyaz iplikten dokunmuş pam uklu
arangımak, [aranı-mak] (arahımak) /ağız} g ç sz .f. [- kumaş. 2. {ağız} Ocakların yanında kibrit vb. koy
ır] (Yağmur, kar için) yağmaya ara vermek; geçici m ak için yapılm ış geniş bir alt dudak biçimindeki
olarak dinmek. [DS] çıkıntı. [DS]|| Arap harfleri, Cumhuriyet dönemine
arangi, [? aranî] (arcıhi) /ağız} i. Kavak ağacı. [DS] kadar kullanılan Türk alfabesi, || A rap’ın gözü
aranılma, [ara-n-ıl-ma] is. A ranılmak işi. açıldı, Yaşanan bir olaydan artık ders alındığını,
aranılmak, [ara-n-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Bir kim se bir daha aynı hataya düşülmek istenmediğini ifade
nin veya nesnenin biri tarafından aranması. 2. Arzu eder.[| A rap’ı uyanmak, Şansı dönmek, açılmak.\\
« u m * «ass. 27»_____________________ ------------------------------------------------------- ----------------------- A R A
Arap işi, {ağızj Katır. [DS]|| Arap kabağı, {ağızj kültür ve yaşayışını benimsemek, Arap gibi olmak.
K ara kabak. [DS]|| Arap kadayıfı, {ağızj B ir tür Araplaştırma, [Arap-la-ş-tır-ma] «, Baskı veya di
ekmek kadayıfı. [DS]|| Arap karısı, {ağızj Çirkin ğer yollarla Arap yaşayış ve kültürünü benimsetme.
kadın. [DS]|| Arap kılçığı, {ağızj Buğdayın içinde Araplaştırmak, [Arap-la-ş-tır-mak] gç{ j- ^_lrj Zor
bulunan yulafa benzer bir tür zararlı, [DS]|| Arap kullanarak veya başka yollarla Arap kültür ve ya
könçeği, {ağızj Ebegümeci türünden katmerli ve şayışını benimsetmek; Araplığı kabul ettirmek
lezzetli bir kır otu. [DS]|| Arap meşalesi gibi par Araplık, -ğı[Arap-lık]w. Arap olma durumu,
lamak, Çok ışık saçmak. || Arap olayım, Şaka yollu
yem in sözü.\\ Arap osuruğu, {ağızj Siyah, kanatlı ar’ar, [Ar. ‘ar'ar {OsTj is. 1. Ardıç. 2. Dikenli
küçük bir kokulu böcek. [DS]|| Arap oturağı, {ağızj ardıç ağacı; dağ servisi. 3. mec. Güzelin ince ve
Derelerde su akıntılarının yaptığı çukurluk. [DS]|| uzun boyu.
Arap oyunu, Anadolu ’nıın p e k çok yerinde oyna ararot, [İng. arrow (ok) + root (kök) > arrow-root]
nan bir çeşit köy seyirlik oyunu. |] Arap rakamları, Sıcak ülkelerde yetişen bir tür zencefilgillerin ri-
Bugün kullandığımız onluk sistem e göre düzenlen zomlarından elde edilen nişasta. S ararot kamışı,
miş rakamlar. || Arap sabunu, Yumuşak ve koyu Antillerde yetişen ve kökünden ararot elde edilen
renkli sıvı sabun.|j Arap saçı, bot. Rezene bitki- bir çeşit kamış, (M arantha arıındinacea).
sifFoeniculıım vulgare) ’nin sebze olarak tüketilen a’ras1, [Ar. 'urs > ‘arus (gelin) > a ’râs ^.1^1] (a-ra:s)
iplik şeklindeki taze yaprakları.\\ Arap saçı, Karma {OsTj is. 1. Gelinler. 2. Düğünler.
karışık, içinden çıkılm az iy.|| Arap saçına dönmek,
a’ras2, [Ar. ‘arşa (boş yer) > a'râş ^1^1] (a-ra;s)
Karışmak, içinden çıkılm az hâle gelmek.\\ Arap
sıtması, H er gün tutan sıtm a]| Arap süm bülü, bot. {OsTj is. Boş topraklar; arsalar,
Zambakgillerden yapraksız çiçek saplarının tepe aras, [Ar. ‘a ra s ^ y ;] {OsTj is. Yorgunluk; bitkinlik.
sinde salkım şeklinde kiiçiik, m or veya beyaz çiçek arasa, [Far. araste] /ağızj is. Tahıl, meyve ve bazı ii-
ler açan bir soğanlı bitki, (Mııscari). || Arap şal rünlerin satıldığı yer; çarşı; pazar. [DS] S arasa
gamı, {ağızj Siyah turp. [DS]|| Arap tavşanı, zool. uşağı, Tahıl komisyoncusu.
K uzey Afrika ve A rabistan’da yaşayan boyu 20,
arasat, [Ar. ‘arşa (yer) > 'araşât o L ^ ] (arasa:!)
kuyruğu 22 cm. kadar uzunlukta, tahılları kemiren
memeli bir hayvan; tarla faresi; {eATj, (Jaculus {OsTj is. 1. Arsalar. 2. öz. is. isi. Kıyamet gününde
jaculus).|] Arap uşağı, Arap asıllı; Fellah.\\ Arap bütün ölülerin dirilerek toplanacağı yer. 3. {ağızj
uyandı, 1. Yaşanan bir olaydan artık ders alındı Ortalık; ara yer. [DS] ® arasat cazısı, {ağızj Ara
ğını, bir daha aynı hataya düşm ek istenmediğini bozan; söz taşıyıcı; münafık. [DS]
ifade eden söz. 2. Talih yardım a başladı.\\ Arap ü araşıl, [ara-sıl] {ağızj sf. Paralel; koşut. [DS]
Zengi (Arap ve Zenci), Bir dudağı yerde bir dudağı arasız, [eT. âra-sız] sf. 1. {eTj Arasız; aracısız; doğ
gökte diye ta rif edilen bir m asal cadısı.\\ A rap ye rudan. 2. zf. Devamlı, sürekli olarak; hiç ara ver
meği, {ağızj Tuz ve karabiber karıştırılarak yapılan meden.
bir katık. [DS]|| Arap yolu, İm paratorluk dönemi el arasta, [Far. ârâste / râste {OsTj is. 1. Süs
sanatlarında “arabesk" yerine kullanılan terim.||
lenmiş. 2. Eski kapalı çarşılarda aynı eşyayı satan
Arap zam kı, A frika'da yetişen akasya(Acacia ve- esnafın bulunduğu yer. 3. Ordugâhta kurulan çarşı,
ra) ’lardan elde edilen kahverengi şe ffa f yapışkan
ordugâh çarşısı. 4. mim. Üstü örtülü ve dükkânları
bir madde. nın önü saçaklı çarşı,
Arapça, [Arap-ça] zf. 1. Arap usulünde; A rap’ın yap arastak, -ğı [Erme, arasdağ] is. 1. Tavan. 2. Yapıla
tığı gibi. 2. is. Arapların konuştuğu, Sami dillerin
rın üstünü örten çatının duvar ötesine kadar olan
güney öbeğine giren bir dil. 3. Bu dile ait; bu dille çıkıntıları; saçak; arıstak.
ilgili.
araste, [Far. ârâsten (süslemek) > ârâste ^ I j T ] f a
Arapçalaşma, [Arap-ça-la-ş-ma] is. A rapça’nın ö-
zelliklerini kazanma. ra: ste) {OsTj sf. Süslenmiş; donanmış,
Arapçalaşmak, [Arap-ça-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] A- arastegi, [Far. ârâste-gî 1_S^ I J T] (a:ra:stegi:) {OsTj
rapça özellik kazanmak. is. Süslülük.
Arapçalaştırma, [Arap-ça-la-ş-tır-ma] is. Arapça ö- a’raş, [Ar. ‘arş > a'râş (a-ra:ş) {OsTj is. 1. Gö
zelliği kazandırma.
ğün en yüksek tabakaları; arşlar. 2. Tahtlar. 3.
Arapçalaştırmak, [Arap-ça-la-ş-tır-mak] g ç l . f [-ır]
Damlar; çatılar. 4. Direkler. 5. Pavyonlar,
Arap dilinin özelliğini kazandırmak.
araşit, -di [Fr. arachide] is. bot. Y er fıstığı,
Araplaşma, [Arap-la-ş-ma] is. Arap olma, Araplığı
araşmak, ara-mak > ara-ş-mak] işteş, fi. [-ır] 1. Bir
benimseme.
birini aramak. 2. Hep beraber aramak,
Araplaşmak, [Arap-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] Arap
araştırı, [ara-ş-tır-ı] is. Araştırma.
ARA ÖIÜHtîl TiiBHCt S İM • 2»°
araştırıcı, [ara-ş-tır-ıcı] is. 1. Araştıran, inceleyen; 3. Fasulye, bezelye gibi bitkilerin sarılması için di
tetkik eden. 2. s f Meraklı; mütecessis. kilen sırık. 4. Kumaş kenarlarından kesilen ince
araştırıcılık, -ğı [ara-ş-tır-ıcı-lık] is. Araştırıcının parçalar; kumaş şeritleri. [DS] S arayış makası,
yaptığı iş, meslek, {ağız} Bakırcı makası. [DS]
araştırılma, [ara-ş-tır-ıl-ma] is. Araştırılmak işi. arayi, [Far. ârâsten > ârâyı ^.bT] (a:ra:yi:) {OsT} is.
araştırılmak, [ara-ş-tır-ıl-mak] edil. f. [-ır] ■.■•aştır Düzenleyicilik; süslemecilik,
ma yapılmak, dikkatle gözden geçirilmek,
arayiş, [Far. ârâsten (süslemek) > ârâyiş (o:-
araştırma, [ara-ş-tır-ma] is. 1. Sanat, edebiyat \ e bi
ra.yiş) {OsT} is. 1. Süs; ziynet. 2. Süsleme; süsle-
lim alanlarında yapılan disiplinli inceleme ve ça
yiş.
lışma. 2. Saklı bir şeyi bulm ak için yapılan arama
çabası; taharri. S araştırma filmi, B ir bilimsel a’raz1, [Ar. ‘arâz > a‘râz (a-ra:z) {OsT} is. 1.
araştırmayı sadece kaydetmekle elde edilen film . || Arazlar. 2. Kötüye yönelik belirtiler; kötü işaretler.
araştırma görevlisi, Yüksek öğretim kurumlarında 3. tıp. Hastalık belirtileri; semptom. 4. mec. İnsana
yapılan araştırmalarda yardım cı olan veya bu ko m usallat olan; kaza; kader; kazalar; felaketler. 5.
nuda verilen görevleri yapan öğretim üyesi y a r {ağız} Hastalık; dert. [DS]
dımcısı.|| araştırma kitaplığı, kütp. Araştırm a ku a ’raz2, [Ar. ‘ırz > a’râz jt-\] (a:ra:z) {OsT} is. Irz
rum lan ile araştırmacı gruplara hizmet etm ek a-
lar; namuslar.
macıyla kurulan kitaplık.
araz1, [ara-z] {ağız} sf. Aralıklı. [DS] S araz daraz,
araştırmacı, [ara-ş-tır-ma-cı] is. Bilim ve sanat a-
{ağız} (Dokumalar için) seyrek; aralıklı. [DS]
lanlarında disiplinli araştırma yapan kişi; araştır
man. araz2, [Ar. ‘arz (göstermek) > ‘araz {OsT} is. 1.
araştırmacılık, -ğı [ara-ş-tır-ma-cı-lık] ıs. 1. Araş İşaret; belirti; iz. 2. A slında mevcut olm ayıp da bir
tırmacı olma durumu. 2. Araştırm acının işi. şeye sonradan eklenen. 3. O rtaya çıkm ası, belirm e
araştırmak, [ara-ş-tır-mak] gçl. fi [-ır] 1. Bir kim se si için bir başka şeye, bir öze muhtaç olan şey. 4.
yi veya bir nesneyi bulmak için çevreyi gözden Tesadüf. 5. Altm ve gümüş dışındaki mal, mülk. 6.
geçirmek, incelemek; taharri etmek. 2. Sormak, tasvf. M adde âlemine ait şeyler, mal mülk. 7. huk.
soruşturmak. 3. İncelemek; tetkik etmek, Altın ve gümüş dışında sahip olunan her türlü mal
araştırman, [ara-ş-tır-man] is. Araştıran; inceleyen; mülk. S araz-ı âm, fe l. B ir kategoriye giren, her
şeye nispet edilebilen vasıf.\\ araz-ı hâs, fel. B ir
tetkik eden.
kategoriye giren nesnelerden bir kısmına özgü nite
arat, [Ar. ‘arat o lj* ] (ara:t) {OsTj is. 1. Bölge; m ın lik]] araz-ı lâzım, fe l. Özden ayrılması olanaksız
tıka. 2. Avlu. durum.
aratma1, [ara-t-ma] is. Aratmak işi. araz3, [Ar. ahras] {ağız} sf. Sağır ve dilsiz. [DS]
aratma2, [art-mak (asmak, yüklemek) > ar(a)t-ma] arazan, [Ar. ‘arâz > ‘arâzân (a-ra’:za:n) {OsT}
{eAT} is. Heybe,
zf. Tesadüfen; rastgele.
aratmak, [ara-t-mak] g ç l.f. [-ır] 1. Başkasına arama
işini yaptırmak. 2. Arzulatmak; istetmek, arazat, [Ar. arz (yer)=> arazât oUbjl] (araza:t) {OsT}
aravadana, [Sansk. arvadna?] {eT} is. Manastır. is. 1. Topraklar. 2. Ülkeler; memleketler. 3. İklim
[EUTS] ler.
arayadana, [Sansk. arvadna?] {eT} is.-*- aravadana. arazbar, [Ar. ‘araz+Far. bâr jU iy>] (arazba:r) {OsT}
arayende, [Far. ârâsten > ârâyende (a:ra:yen- is. müz. Dügâh perdesinde kalan hayatinin nevâ
de) {OsT} sf. Düzen veren; donatan; süsleyen, üzerindeki şeddine, rast beşlisinin çargâh üzerinde
ki şeddi ile uşşak dörtlüsünün eklenm esinden m ey
arayıcı, [ara-y-ıcı L5= ^ jî] is. 1. Aramayı kendine iş
dana gelen eski Türk m üziğine ait birleşik bir m a
edinen kimse. 2. Bir şeyi bulmak için ısrarla dola kam. B arazbar buselik, Arazbâr m akamının so
nan. B arayıcı baş, as. Mermi başına takılan ve o nuna bir buselik dörtlüsü veya beşlisi eklem ekle
merminin yolunu hedefe yönlendiren elektronik Üçüncü Selim tarafından m eydana getirilm iş birle
düzenek,|| arayıcı esnafı, İm paratorluk döneminde şik bir makam.
İstanbul 'un çöplerini toplayan ve bu çöplerdeki işe
arazet, [Ar. ‘arz (genişlik) > ‘arâzet Iy-] (ara:zet)
yarar maddeleri toplayıp satarak geçim ini sağla
yan esn a f takımı. || arayıcı fişeği, as. İşaret fişeği. || {OsT} is. En; genişlik,
arayıcı it, {eAT} A v köpeği. arazi, [Ar. arz (toprak) > arâz! ^ b 1] (ara:zi:) {OsT}
arayış1, [ara-y-ış] is. Arama işi ve biçimi. is. 1. Yerler; topraklar. 2. Ekilebilen topraklar. 3.
arayış2, [Far. ârâyiş ?] {ağız}] is. 1. Budama. 2. D o Yerleşim birimi ve yollar dışında kalan yerler. 4.
kumacılıkta ipleri düzenleyen küçük tahta parçası. Bir ülke toprakları. 5. as. Kışla, köy, şehir vb. o tu
«um re m . «i ARD
rulan yer dışındaki açık alanlar, fi1 arazi açma, arbet, [Ar. ‘ibret] {ağız} is. Çirkin, biçimsiz, gülünç
Fundalık, sazlık, koruluk gibi yerleri temizleyerek
yüz veya vücut. [DS]
tarıma elverişli hâle getirm e.|| arâzî-i hâliye, 1.
arbılmak, [arb-ıl-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. A ban
Boş topraklar. 2. Sahipsiz topraklar. || arâzî-i m u
mak; yaslanmak. 2. Dayanmak; yüklenmek. 3. A-
kaddese, {OsT} K utsal topraklar; Filistin ve çevre
sılmak; tutunmak, takılmak. 4. Tırmanmak; çık
si,|| arâzi-i mübâreke, {OsT} K u tsa l topraklar; H i
mak. 5. Atılmak; saldırmak. 6. Birisine yük olmak.
caz bölgesi; M ekke ve Medine.\\ arazi olm ak, 1.
7. Binmek. [DS]
Birlikte yapılan bir çalışm a sırasında aniden orta
arbış, [arb-ış] {ağız} is. Düzen; intizam. [DS]
dan kaybolmak; kaytarmak; saklanm ak; kaçmak. 2.
Korkudan sinmek. 3. Gizlenmek; saklanmak. 4. arbışmak, [arb-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. A-
Sinmek. || arazi ölçüm ü, B ir arazinin alanını ölçme banmak; yaslanmak. 2. Dayanmak; yüklenm ek. 3.
işi ve yöntemi, || arazi taşıtı, K arayolları ve oto y o l Asılmak; tutunmak, takılmak. 4. Tırmanmak; çık
lar dışındaki yollarda ve engebeli arazide kulla mak. 5. Atılmak; saldırmak. 6. Binmek. 7. Yoktan
nılmak üzere özel olarak üretilmiş, dört tekerleği kavga çıkarmak. 8. (İş için) tutmak; yapmak. [DS]
Jc motordan güç alan m otorlu araç. || araziye uy arbitraj, [Lat. arbitrari (karar verme) > Fr. arbitrage]
mak, Yeni girilen ortam daki değişik tutumlara a- is. bank. 1. B ir yerden döviz, kıym etli maden ve
lışııitik ve uymak. menkul kıymet satın alarak daha yüksek fiyatla
başka bir yerde satarak para kazanmak. 2. Değeri
a'ra/i, [Ar. a’râz > a’râzî ^ > ^ ] (a-ra:zi;) {OsT} sf.
yüksek bir malı satıp ileride daha çok yükselecek
1. Kastgele; tesadüfi. 2. A rızi. başka bir malı satın alarak kâr elde etmek,
» ta/î, |Ar. ‘arâz > ‘arâz! ^= \y-] (ara.zi;) {OsT} sf. arboretum, [Lat. arboretum] is. bot. 1. Yabani ağaç
ı im alen aslında olm adığı hâlde sonradan eklenen; ların yetişme şartlarını incelemek amacıyla kurul
■II ı/ı. muş botanik bahçesi. 2. B ir botanik bahçesinde
ağaç ve çalıların dikimine ayrılmış yer.
[Far. ârâziş j i jb ''] (a;ra;ziş) {OsT} is. 1. Hayır
a rca1, [ar(ı)-ca] {ağız} sf. 1. Temiz. 2. Namusluca.
«lu.ı cime; iyi dilekte bulunm a. 2. Sadaka verme.
[DS] S arca silice, {ağız} Tertemiz. [DS]
ara/ı>/, | İ r. arroseuse] is. Y eri sulam akta kullanılan
4Ms arca2, -a ’i [Ar. ‘arec (topal) > ‘arca’ <-Wjf] (a:rca:)
•rbnl.ımak, [arba-la-mak / arva-la-m ak] {eT} g ç l.f. {OsT} sf. 1. (Bayan için) topal; aksak. 2. is. Sırtlan.
I1! Hu-, iilcınek; sihir yapm ak. [EUTS] arcak1, -ğı [ar(ı)-cak] {ağız} sf. Temiz. [DS] S arcak
mimik, |arba-la-n-m ak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. durcak, {ağız} Tertemiz. [DS]
*£» rölen yana doğru eğilm ek, m eyletm ek. 2. Bi- arcak2, -ğı [ar-cak] {ağız} is. Koyunları tipiden ko
«ııntı u/crme çullanmak; abanm ak. [DS] rum ak için götürülen kuytu yer; koyak. [DS]
1 arcalamak, [ar(ı)-ca-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [~l(ı)~
*'r arbalete] is. as. B ir zem berek aracılığıy
la kımıl.m ve kundak üzerine oturtulm uş çelik yay. yor] Temizlemek. [DS]
••^•■nıuk. larha-n-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] 1. Üzeri- arcele, [Ar. ‘arcele y-\ {OsT} is. Sürü,
** vnlı.ınmak; abanmak. 2. A ğ aca tırm anm aya ça-
lı-.j arcım an, [arcı-man] {ağız} is. Karaçalı. [DS]
arcıt, -dı [ardıç > arcıt] {ağız} is. Ardıç. [DS]
■'■ul' i'l (tığız,1 is. Ç ok kuvvetli erkek. [DS]
arçak, -ğı [Erme, arç] {ağız}] is. Ayı. [DS]
' " İM ■! !<ığı:/ s f 1. E ğri bacaklı. 2. (Kişi için)
1►'■•.'lı '■an saçlı. 3. Y aram az. [DS] arçı, [ar-çı] {eT} is. Heybe. [DLT]
arçun, [Sansk. arjuna] {eT} is. Hindistan'da yetişen,
' ,r,1«-*-nıak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Sarıl-
mirobalan adı verilen meyvelerinden tanen üretilen
bir bitki, (Terminalia arjuna). [EUTS]
ıt-aıı] ,>ağ,zf sf. 1. A rsız; hayasız. 2.
ard 1, [ârd / art] {eAT} is. 1. {eT} Arka taraf; art. [Cla
"mi/.; batıkçı. [DS]
uson] 2. Sırt. 3. Öte. S ard döndürici, {eAT} Sırt
“W :,1s f 1. K ısır; yavru vermeyen,
çeviren.| ardca gelici, {eAT} 1. Takip eden. 2. Bil
hastalıklı. 3. (Ç o cu k için) tombul;
işin peşine düşen.| ardca yürim ek, {eAT} Ardına
düşmek; takip etmek.
' 'I /««ır/ s f A ykırı; zıt; karşı. [DS]
ard2, [Far. ârd ijT] (a:rd) {OsT} is. 1. Tahıl unu. 2.
11 "W -/ is. Ç arşam ba. [DS]
Değirmen taşına buğday akıtan oluk. S ârd-bîz, 1.
de <J;^] {OsTj is. K avga; gürültü Un eleyici. 2. Un eleği,
■'t İK'de-cü, K a v g a a rayan . | arbe- -arda, [-arda / -erde / -urda / -ürde / -rda / -rde] {eT}
' ' " ‘livasına.\\ arbede-kâr, Kav- yap. e. Z arf fiil (ulaç) eki. Sıfat fiil eki olan -r / -ar
'"/’""■II arbede kopmak, Aniden / -er / -ur / -ür ile bulunma durum eki olan -de / -da
- " ’^ ‘-sazî, K a v g a c ı l ı k . eklerinin birleşm esi ile meydana gelmiştir; -ken, -
ARD İM T İİM E S Ö M .
diği zaman anlamı verir, çık-arda (çıkarken), yorı- ardaradan, [arda-ra-dan] {ağız} zfi'. 1. Dolayısıyla. 2.
rda (yürürken), kör-ürde (gördüğünde) Arkadan arkaya; habersiz; sezdirmeden. [DS]
arda1, [? arda] is. 1. Uzun el değneği. 2. İşaret olarak ardarınlamak, [ardar-ın-la-mak] {ağızj gçsz. fi', f-r]
yere dikilen çubuk. 3. Çelik kalem. 4. Hükümdar [-l(ı)-yor] Hayvana yük yüklemek. [DS]
veya kumandan asası. 5. {ağız} Çıkrıkçı kalemi. ardatm ak, [arda-t-mak / arta-t-mak] {eT} g ç l.f. [-ur]
[DS] Mahvetmek; bozmak harap etmek. [EUTS] [Gabain]
arda2, [arda] {ağız} is. Evde kalmış kız. [DS] ardca, [ard-ca] {eAT} zfi. 1. Arkadan; geriden. 2. {çı
arda3, [art > arda] {ağızj is. Kervanın en arkasındaki ğız} D üğünden sonra gelin ve güveyin ana babala
deveye takılan büyük deve çanı. [DS] rının birbirlerine verdikleri ziyafet. [DS]
ardaçı, [ar-daçı / er-deçi] {eT} sf. Erecek olan; ulaşı ardça, [ard-ça] {eAT} zf. -*■ ardca.
cı; varıcı. [EUTS]
arddule, [Far. ârddüle *3j^jT] (a:rdu:le) {OsTj is.
ardak1, -ğı [eT. arda-mak / arta-mak (çürümek) >
arda-k / arta-k] is. 1. Kaym, kırmızı gürgen ve kızı Bulamaç.
lağaç kerestelerinin veya ağaç kaplamaların çürü arden, [Far. ârden o>jT] (a:rden) {OsTj is. 1. Süzgü.
meye başladıklarında oluşan lekeler. 2. Kesilmeden 2. Kevgir.
yerinde kurumuş ağaç. 3. {ağız} Çürümüş, çürüm e
ardhale, [Far. ardhâle «JUojT] (a:rdha:le) {OsTj is.
ye yüz tutmuş ağaç. [DS] 4. {ağız} Lifleri karşılıklı
olup doğramacılığa yaramayan kereste. [DS] 5. {a- Bulamaç.
ğız} Direkler seyrek dikildiği için üzerine fazla yük ardı, [ard-mak > ard-ı] {ağız} is. 1. Soğan, sarımsak
binen kiriş. [DS] 6. {ağız} Tahta parçaları ile bağ demetleri. 2. Heybenin iki gözünü ayıran kısım.
lanm ış kırık kol veya bacak. [DS] 7. {ağız} İhtiyar [DS]
adam. [DS] ardıç, -cı [eT. artuç / arça] is. bot. Servigillerden
ardak2, -ğı [ard-mak > ard-ak] {ağızj is. Küfe. [DS] soğuk ve ılıman iklim çevrelerinde yetişen iğne
ardaklam ak, [ardalc-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] yapraklı kozalaklı bir ağaç, (Juneperus). fi3 ardıç
Hayvan terbiye etmek, burucu, {ağız} Ardıcın küçük kırmızı meyvesi; ar
ardaklanm a, [ardak-la-n-ma] is. İçten çürüme, dıç üzümü. [DS]|| ardıç giliği, Ardıç meyvesi.|| ar
dıç katranı, D eri hastalıkları ile evcil hayvanların
ardaklanm ak, [ardak-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] İçten
uyuzlarına karşı kullanılan ardıç odunun damıtıl
içe çürümek; durduğu yerde kurumak.
ması ile elde edilen siyah parlak akışkan ,szvz.|| ar
ardala1, [arda-la] {ağız} is. -*• arda3. [DS]
dıç kuşu, K ara tavukgillerden ötüşü ahenkli, kül
ardala-, [arda-la] {ağız} is. 1. Etin işe yaramayan
renkli, böceklerle beslenen, p ek çok türü bulunan
parçası. 2. Kasaplık hayvanların karaciğer, böbrek,
kuş, (Tıırdus pilanıs).\\ ardıç parası, {ağız} Düğün
bağırsak ve işkembe gibi organlarının adı; sakatat.
lerde delikanlılara verilen para. [DS]|| ardıç rakısı,
3. İneğin bacak etleri. 4. Kervanın en sonundaki
Yabani yem iş ve şekerden yapılan, ardıç tohumları
deveye takılan büyük çan. 5. At ve eşeklerin boy
ve p elin ağacının tepe tomurcukları ile kokulandı
nuna takılan zil. 6. sf. İriyarı; kocaman. 7. Kaba
rılan bir içki; cin; bitter; cinfiiz; martini.
gövdeli; aptal; işe yaramaz. 8. (Hayvan için) yaşlı;
zayıf. 9. (Y er için) ıssız; sessiz. 10. (Arsa, bahçe ardık, -ğı [ard-ık J->_J] {eAT} sf. 1. Artık; ziyade. 2.
vb. için) ev, şehir veya mahalle arkasında kalmış. {ağız} Aralıklı. [DS] 3. {ağız} Ters. [DS]
11. zf. Arkadan; gıyaben. [DS] ardıklamak, [ardık-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
ardalak, -ğı [arı+dalak-ı] {ağız} is. Bal peteği. [DS] yor] Düşman olmak. [DS]
ardalam adan, [arda-la-ma-dan] {ağız} zf. Arkadan ardıl, [ar(t)-ıl] sf. 1. Birbiri ardına gelen; arka arkaya
arkaya; sezdirmeden; habersiz. [DS] gelen; mütevali; ardıl. 2. is. Birinden boşalan yere
ardalam ak, [arda-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-l(ı)- geçecek olan kimse; halef. S ardıl cümlecik, Te
yo r] 1. Geriye kalmak; beklemek; arkada kalmak. m el cümleciğe bağlı, fa k a t onun sonucunu belirten
2. Tartmak; okkalamak. [DS] cümlecik]] ardıl görüntü, 1. Bir nesnenin gerçek
ardalaydan, [arda-la-y-dan] {ağız} z f (Konuşmak i- renklerle olan ilk görüntüsünün ardından ikinci
çin) arkadan kötülüğüne. [DS] renklerle devam eden görüntü. 2. Bir duyunun kay
ardalm ak, [arda-l-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] Zayıf bolmasından sonra geriye kalan görüntü.
lamak; çökmek. [DS] ardılamak, [ard-ı-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)-
ardam ak1, [arda-mak / arta-mak] {eT} gçsz. f. [-r] 1. yo r] 1. Korumak; arkalamak. 2. Sırtına almak. [DS]
Çürümek; bozulmak. 2. {ağızj Kocamak; ihtiyarla ardılı, [ard-ıl-ı] {ağız} sf. Asılı. [DS]
mak. [DS] ardılış, [ard-ıl-ış] is. Ardılmak işi ve biçimi. S ar-
ardamak2, [arda-mak] {ağızj gçl. fi. [-r] [-d(ı)-yor] dılış yiri, {eAT} Atın üstüne binilen, y ü k ardılan
Asmak; arkaya almak; sermek. [DS] yeri.
Oli 283 ARD
ardıllık, -ğı [ardıl-Iık] is. Ardıl olma durumu; halef- ardıradın, [eT. art > ard-ı-ra-dın ^ y . i j l ] {eAT} zfi. 1.
lik; halefıyet.
Arkadan; geriden. 2. Arkasından,
ardılma, [ar(t)-ıl-ma] is. Üstüne çullanma; abanma,
ardırık, -ğı [ard-ır-ık] {ağız} is. Kusur; eksik. [DS]
ardılmak, [ard-mak > ard-ıl-mak _>î] [ağız} gçsz. ardırmak, [ar-dır-mak] {eT} g ç l.f. [-ur] 1. Yormak.
f [-ır] 1. Birinin veya bir şeyin üzerine ağırlığının [Mühennâ] 2. {ağız} Sopa ile üzerine yürümek. [DS]
büyük bölüm ünü verecek şekilde yaslanmak; aban 3. {ağız} El veya sopa ile dövmek. [DS]
mak; yüklenmek. 2. Birinin sırtından geçinmek; a- ardışık, -ğı [art > ard-ış-ık] sf. Kesintiye uğramadan
salak yaşamak. 3. mec. Sataşmak; çatmak. 4. Üstü birbiri ardına gelen; miitevali. 0 ardışık görüntü,
ne atılmış olmak; dolanmış olmak; {eAT} (aynı). 5. B ir duyunun kaybolmasından sonra da devam eden
Üstüne atılmak; saldırmak. 6. Dayanmak; yüklen görüntü,|| ardışık olgular, tıp. Bir hastalığın sonu
mek. 7. Asılmak; tutunmak; takılmak. 8. Tırm an cu olmayan fa k a t hastalıktan sonra ortaya çıkan
mak; çıkmak. 9. Binmek. 10. Uzanmak. 11. Yüzüs olgular.|| ardışık sayılar, Arka arkaya gelen saym a
tü kapanmak. 12. Yıkılmak. 13. Üstünde kalmak. sayıları.
14. Kaçarken dönüp karşı koymak. 15. Aleyhte bu ardışıklık, -ğı, [ardışık-lılc] is. Ardışık olm a durumu,
lunmak. 16. Birinin peşine düşmek. 17. Alay et
ardil, [tescil edilen isim] is. Y er fıstığı proteinlerinin
mek; kızdırmak. 18. Eziyet etmek. 19. Ağız kavga
moleküllerinin değişik bir düzenlemesiyle elde edi
sı eden kişiler arasına girmek. 20. Şakalaşmak. 21. len sentetik iplik veya elyaf.
Birisine yük olmak. [DS]
ardılı, [ardıl-ı] /ağız} sf. 1. Asılı. 2. Yüklenmiş. [DS] ardin, [Far. ârdîn ji.Jjl] (a:rdi:n) {OsT} is. İmtihan;
ardımak, [ard-ı-mak] lağızj gçsz. f. [-r] Çürümeye tecrübe; deneyim,
yüz tutmak; çürümek. [DS] ardiye, [Ar. arz > ardiyye (19. yy. sonrası) a ^ jI ]
ardımsımak, [ardı-msı-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] Ba {OsT} is. 1. Yerler. 2. Genellikle ticari eşya koym a
yatlamak; bozulm aya, kokm aya yüz tutmak. [DS] ya yarayan büyük depo. 3. Eşyaların bir sorum lu
ardın, [eT. art > ard-ın] {eATj zm. Arkası; arkasına. luk altında saklandığı yer. 4. Böyle bir yere konu
fi1 ardın ardın, {eAT} Gerisin geriye. lan eşya için ödenen ücret,
ardınca, [art > ard-ı-n-ca _>T] zfi. Hemen ardından; ardiyeci, [ardiye-ci] is. Başkalarına ait eşyayı yaptır
arkasından; peşinden; ardı sıra; ardı ardına. {eAT} dığı özel deposunda ücret karşılığında saklamayı,
(avni). 0 ardınca eylemek, {eAT} Arkasına takıp korumayı meslek edinmiş kimse.
katmak; peşinden yapmak.\\ ardınca gelmek, {eAT} ardlam ak1, [ard-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor]
Peşinden gelmek; takip etmek. || ardınca gelinmiş, 1. Kovuşturmak; takip etmek. 2. Tekrar etmek. 3.
{eATj Takip edilen; peşinden gelinen.\\ ardınca Sırtına almak. [DS]
gitmek, {eATj B ir kimseye uymak.\\ ardınca irmek, ardlam ak2, [ard-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)-yoı]
{eAT} Takip etmek; peşine düşmek.\\ ardınca irür- 1. Yükletmek. 2. Asmak; takmak. 3. Uzanmak.
mek, {eAT} Arkasına takmak; peşine katm ak.|| ar [DS]
dınca obcı, {eAT} Peşini bırakmayan; takip eden; ardlaşmak, [ard-la-ş-mak / art-la-ş-mak] {eAT} işteş.
yakalayan.\\ ardınca olmak, {eAT} 1. (Bir şeyin) fi. [-ur] Ata binen birinin arkasına binmek,
hevesinde, arzusunda olmak; azm inde olmak. 2. ardmak, [ard-mak ^ j T ] {eAT} gçl. fi [-ur] Üstüne
Arkasını bırakmamak; izinde bulunmak; peşinden
atmak; dolamak; asmak; yüklemek. S arda ko-
gitmek; izlem ek.|| ardınca varmak, {eAT} Peşinden
mak, {eAT} Asıvermek; iliştirivermek.
gitmek; takip etmek.\\ ardınca viribim ek, {eAT} A r
kasından göndermek. ardtule, [Far. ârd-tüle / ârd-düle «Jj ^ j T] (a:rdtu:le)
ardıncı, [eT. art > ard-ıncı ^ J j T ] {eAT} sf. İkinci, {OsT} is. Bulamaç,
arduaz, [Fr. Ardennes (Lüksemburg, Alm anya ve
ardınlamak, [ard-ın-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(ı)-
yor] Ardına düşmek. [DS] Fransa arasında y er alan dağlık bölge) > ardoise]
is. M avimsi gri veya koyu m or renkte, tabakalara
ardınmak, [ard-ın-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] 1. Palto,
ayrılabilen killi çamur birikintilerinin jeolojik olay
ceket, pelerin, çuval, heybe gibi şeyleri sırta almak;
lar sırasında sıcak ve basıncın etkisi ile taşlaşması
omza atmak. 2. dönşl. fi Abanmak; yaslanmak. 3.
sonucu meydana gelmiş bir tortul kayağan taş; kay
Darılmak; küsmek. [DS]
rak.
ardır, [Sansk. ârdrâ] {eT} öz. is. 1. Bir yıldız adı.
[EUTS] 2. Aym m enzillerinden biri. [EUTS] arduç, -cu [arduç / ardıç] {ağız} is. bot. Ardıç. [DS]
arduk, [ar-tuk / ar-duk / adruk] {eT} zfi. Artık; çok;
ardıra, [eT. ard-ı-ra {eAT} zf. 1. Sonraya; ar
fazla; arta kalan; son; son derece. [EUTS]
kaya. 2. {ağız} is. Bir binanın arkası. [DS] ardun, [ar-dun / ar-tun] {eT} is. Kimyon. [EUTS]
ardıradan, [eT. ard-ı-ra-dan {eAT} zfi. 1. A r arduradan, [eT. art > ard-u-ra-dan] {eski An. T.} zfi
kadan; geriden. 2. Arkasından. -*■ ardıradın.
AR D ÖTÜMIİİIKS0M.2S4
ardutal, [ardu-t-al] {eT} is. Hamam otu. [DLT] arfa, [Ar. ‘arfa li_^] {OsT} sf. 1. Yeleli. 2. is. Sırtlan,
are, [Ar. ‘are ojU] (a:re) {OsT} is. Ödünç alman veya argaç, [eT. âr-mak > ar-kaç > ar-ğaç g i j l / ^ l^ jî]
verilen mal; iğreti mal; ödünç, {eAT} is. -*■ argaç.
areb, [Ar. âreb (a:reb) {OsT} sf. Akıllı; işini biargaç1, -cı [ar-gaç] {ağız} is. 1. Davarların açıkta top
lir; açıkgöz. lu olarak yattıkları düz dağ sırtları. 2. H afif meyilli
yer; bayır. 3. D ağlarda kar biriken çukur yer. 4.
a’rec, [Ar. ‘arec (topallık) > a’rec £ jtl] {OsT} sf. A -
Omuza alman mertek ya da sırığın dengesini sağ
yağı sakat; topal.
lam ak için diğer om uza konulan dayanak. 5. Erkek
arec1, [Ar. ârec] (a:rec) {OsT} is. Dirsek. cinsiyet organı. [DS]
arec2, [Ar. ‘arec ^ ^ ] {OsT} is. Topallık, argaç2, -cı [eT. âr-mak (arasından geçmek, dolaş
arecan, [Ar. ‘arecân O U - (a:reca:n) {OsT} is. 1. mak) > ar-ğa-mak (atkı atmak) > ar-ğa-ç] is. 1. Do
Topallık. 2. Topal kimsenin yürüyüşü, kum a tezgâhlarında ilmekten sonra enine geçirilen
iplik; atkı. {eAT} (aynı) 2. Bir çalıya takılan ip yu
a'ref, [Ar. ‘a rif > a‘re f ‘-»j*!] {OsT} sf. 1. Çok tanın
mağının rüzgârda savrula savrula top biçiminde
mış; şöhretli; çok bilinen. 2. En (daha çok, pek dolaşmış hâli,
çok) anlayışlı, en bilgili,
argaçlam a, [argaç-la-ma] is. A rgaç atma; atkı atma,
arefe, [Ar. ‘arefe {OsT} is. -*■ arife, argaçlamak, [argaç-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
arekiye, [Ar. ‘arekiyye ^ ] {OsT} sf. (Kadın için) Dokuma tezgâhlarında enine ip geçirmek; atkı at
zina yapan; zinakâr. mak. 2. gçsz. f. (Ekin için) sıklık ve gürlük yüzün
den birbirine girmek,
a'rem, [Ar. a ‘rem f/-!] {OsT} sf. Benekli; alacalı,
argaçlı, [argaç-lı] {ağız} sf. Sık, kuvvetli, verimli
aremide, [Far. âremıde o-^jT] (aremi:de) {OsT} sf. 1. mahsul. [DS]
Dinlenen 2. Rahat, argaçtık, -ğı [argaç-lık] is. 1. Dokuma tezgâhların
aremrem, [Ar. ‘aremrem j v v ] {OsT} is. Kalabalık daki mekiklere sarılmış ip. 2. Kıl ya da yünden do
ordu. kunmuş çuval,
argadal, [arğa+dal?] {eT} is. Dağ beli; dağ geçidi.
aren, [Far. âren j j l ] {OsT} is. Dirsek.
[Nevâyî]
arena, [Lat. arena] is. 1. Kum. 2. Roma gladyatörle
argadamak, [Moğ. arğa-da-mak] {eT} gçl. f. [-r] A l
rinin dövüştüğü, amfiteatrın ortasındaki yuvarlak
datmak. [Nevâyî]argag, [arğ-ağ] {eT} is. Balık ol
kum lu alan. 3. Boğa güreşlerinin yapıldığı stad
tası. [DLT]
yum. 4 . mec. Siyasi çekişmelerin ve tartışmaların
yapıldığı yer; siyaset sahnesi. 5. Granitli kayaların argalaç, [arka-la-ç] {ağız} is. 1. Hamal semeri. 2.
ufalanmasından meydana gelmiş kuvars, m ika ve Hayvanın semerinin altına konulan çul veya keçe
feldspat taneleri bulunan kum. parçası. [DS]
argalam ak, [arga-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [~l(ı)yor]
arenc, [Far. ârenc jjijl] (a:rerıc) {OsT} is. 1. Dirsek.
Seyrek dokumak; baştan savm a dokumak. [DS]
2. Yol; gidiş; tarz,
argalı1, [arga-lı] {ağız} sf. Dikiş hatasından dolayı el
arende, [Far. ârende o-^jî] (a.rende) {OsT} is. (Kişi bisenin ütüye uymayan tarafı.
için) bir şey getiren, argalı2, [Moğ. arğali] is. Yaban koyunu. [DS]
areng, [Far. â re n g ^ jT ] (aıreng) {OsT} is. 1. Dirsek. argali, [eT. arkar > Moğ. arğali] is. zool. Boynuzlu
2. Dert; keder; sıkıntı. 3. Tavır; usul; yol; tarz. 4. gillerden Doğu A sya’da yaşayan büyük boynuzları
Tür; çeşit; renk. 5. Vali. 6. Hile; aldatma; oyun; olan azman bir yabani koyun, (Ovis ammon).
düzen. 7. bağ. Sanılır ki; galiba; öyledir; benzer; argalla, [Suriye Ar. ‘arkala] {ağız} is. 1. Yük. 2. En
hemen hemen, gel. 3. Baş belası. [DS]
areometre, [Fr. areometre] is. fız. Sıvıların yoğunlu argalya, [Yun. argalyo (makara)] (a ’rgalya) is. dnz.
ğunu ölçmeye yarayan araç; sıvı yoğunluk ölçer; Balıkçı kayığı çıkrığı,
sıvı ölçer. argamak, [arğa-mak] {eT} g ç l . f [-r] Atkı atmak,
areste, [Far. âreste 4i-»jT] (a:reste) {OsT} sf. Süslen argan, [İt. argano] ( a ’rgan) {ağızj is. dnz. Bucurgat.
miş; bezenmiş, [DS]
arganun, [Yun. organon] {OsTj is. Org.
aret, [Far. â r e t o jl ] {OsT} is. Dirsek.
argarmak, [arğar-mak / ar-ğur-mak] {eT} gçl. fi [-ur]
arey, [Yun. are] {ağız} iinl. 1. Korku ve şaşma bildi
1. Yormak. 2. dönşl. Yorulmak. [DLT]
rir. 2. (İçecek ikramında) yeter! [DS]
argaşm ak, [arga-ş-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] Kavga,
arf, [Ar. ‘a r f d>_f] {OsT} is. Güzel koku. gürültü etmek. [DS]
O lllI ltM tI M .z s s ARI
argın, [eT. ar-malc (yorulmak) > ar-ğın ^ j î ] {eAT} argurmak, [ar-ğar-mak / aı-ğur-mak] {eT} gçl. f i [-
ur] 1. Yormak. [DLT] 2. {eAT} Zayıflatmak. 3. gçsz.
{ağız} sf. 1. Gücü tükenm iş, yorulmuş; yorgun; bit
kin; bitap; zayıf. 2. Beceriksiz. [DS] fi. Yorulmak; zayıflamak,
argınlık, -ğı [ar-gm-lık] is. Yorgun, güçsüz ve zayıf argurtmak, [arğur-t-mak / arğurturmak] {eT} gçl. fi.
olma durumu, [-ur] Yordurmak. [DLT]
argırmak, [eT. âr-mak (yorulmak) > ar^ğır-mak argurtturmak, [arğur-t-tur-mak] {eT} gçl. fi [-ur]
Yordurtmak. [DLT]
gçsz. fi [-ur] 1. Yorulmak; zayıflamak. 2.
argüman, [Fr. argüment] is. 1. mat. Bir denklemin,
gçl.f. Yormak; zayıflatmak,
bir eşitsizliğin herhangi bir elem anının bağlı bu
argış, [eT. ar-k-ış > arğış] {eAT} is. 1. Kervan. 2. K er
lunduğu belli bir değer; bağımsız değişken. 2. ast.
vanla gezen tüccarlar; bezirgânlar.
Bir gök cisminin hareketlerine ait denklemin bağlı
argıt, -dı [eT. âr-mak (dolaşmık) >ar-gı-t] is. 1. İki
olduğu belli bir değer. 3. Bir cetvelde başka bir sa
dağ sırası arasında kalan boğaz; geçit; bel; derbent.
yıyı bulm ak için yararlanılan temel sayı,
2. Keklik tuzağının iki tarafındaki ağaç parçaları. 3.
{ağız} Çit yapmakta kullanılan, bir yanı çatallı uzun arha, [arka> arha U-jT] {eAT} is. Arka; sırt,
sink. [DS] arhant, [Sansk. arhant] {eT} is. A ziz. [Gabain]
argiş, [Far. ârğış (argi:ş) {OsT} is. Halk he arhun, [eT. ar-mak > ar-kun / ar-hun j j i - j î ] {eAT} sf.
kimliğinde göz ilacı olarak kullanılan, kadıntuzlu- -*• arkun. ff arhun ağacı, {eAT} Selmin.\\ arhun
ğunun kökünün kabuğu, arhun, {eAT} -*■ arkun arkun.
argo, [Fr. argon (17. yy. dilenciler birliği) > argot] is. arhuncak, [arhun-cak j i - ^ j l ] {eAT} zfi. -*• arkuncak.
1. Bir mesleğe veya sosyal bir gruba dahil olanla
rın, ölçünlü ortak dilden ayrı olarak kendi araların arı1, [eT. an-m ak (temizlenmek) arı-ğ / anğ / arık /
da kullandıkları özel ve gizli dil. 2. Kültürsüz ve aru lSjT] sf. 1. Temiz; pak; arık. 2. Katışıksız; saf;
kaba kişilerin ayıp ve edep dışı sözleri; lisân-ı damıtık; has; hilesiz; katıksız. 3. {eAT} Aklanmış;
erâzil; lisân-ı hezele. 3. Hırsız ve külhanbeyi dili; müberra; beri. 4. {eAT} Güzel; parlak. 5. {ağız} İyi.
kayış dili, ö argo konuşm ak, Kaba ve edep dışı [DS] 6. {ağız} Yağlı; semiz. [DS] 7. {ağız} Kutsal.
sözler s a r f etmek. [DS] <5 arı buğday, {ağız} İçinde yabancı tohum
argon, [Yun. argon (etkisiz)] is. kim. Atom numarası bulunmayan tohumluk buğday. [DS] 11 arı dil, dbl.
18, atom ağırlığı 39,9 olan renksiz kokusuz ve at Söz varlığında hiçbir yabancı sözcük bulunmayan,
mosferin yüzde birini teşkil eden, akkor esaslı am yalnız kendi kurallarına ve değerlerine göre işle
pullerin doldurulm asında kullanılan nadir bulunur yen ve gelişen dil.\\ arı dirilm ek, {eAT} Temiz ya-
bir gaz; sembolü: Ar. şam ak.|| arı dirlik, {eAT} Temiz hayat.|| arı
argonot, [Fr. argonaute] is. 1. zool. Kafadanbacaklı- dirliklü, {eAT} Temiz yaşayışlı)] arı döl, biy. (Bir
lardan iki solungaçlı salyangoz kabuğu gibi kabuğu bitki veya hayvan için) herhangi bir özellik bakı
bulunan ahtapota benzer bir deniz canlısı; mından saf.\\ arı duru, Tertemiz.|| arı eteklü, {eAT}
(Argonauta argo). 2. Yelken eğitimi için kullanılan İffetli; namuslu.\\ arı etmek, {eAT} Temizlemek,||
küçük ve tek tip bir yarış yatı, arı ev, B e y tü ’l-Mukaddes.\\ arı eylemek, {eAT}
argosup, [Yun. halkosup] {ağız} is. Üstü delikli kü Temizlemek.\\ arı itmek, {eAT} Temizlemek.\\ arı
çük bakır kazan. [DS] kılmak, {eAT} Temizlemek.\\ arı kil, Porselen y a
argu, [âr-mak (dolaşmak, yorulmak) > ar-ğu] {eT} is. pım ında kullanılan beyaz kil; porselen toprağı. \\ arı
İki dağ arası; uçurum. [DLT] olm ak, {eAT} Temizlenmek.\\ arı sıfatlamak, {eAT}
arguç, [âr-mak (dolaşmak) > ar-ğuç] {eT} is. sf. İn . Tenzih etmek. || arı sili, Temiz, p a k .
sanın aldandığı nesneler; aldatıcı. [DLT] t? arguç arı2, [eT. arı] is. zool. Zar kanatlılardan bal ve petek
ajun, Aldatıcı dünya. [DLT] elde etmek için toplu hâlde kovanlarda barındırılan
argulamak, [âr-mak (arasından geçmek) > ar-ğu-la- böcek; balansı, (Apis mellifıca). S arı balağı,
mak] {eT} gçl. fi. [-r] A rasından geçmek; arasını {ağız} Arıların ağaç kovuklarında yaptıkları bal.
yarmak; geçmek. [DLT] [ETY] [DS]|| arı beyi, H er kovanda bir tane bulunan ana
argun1, [âr-mak (yorulmak / dolaşmak) > ar-ğun / ar- arı; ana kraliçe.\\ arı boku, {ağız}l. Petekten mum
ğın] {eT} is. 1. Bir tür büyük fare. [DLT] 2. {eAT} elde edilirken geri kalan posa. 2. Bal. [DS] || arı
Yorgunluk. 3. {eAT} sf. Gücü tükenmiş, yorulmuş; canavarı, zool. Larvalarını, bal arıları ile besleyen
yorgun; bitkin; bitap; zayıf. 4. {ağız} (Yemek için) zar kanatlılardan bir zararlı böcek, (Philanthus
kokmuş; ağırlaşmış; bozulmuş. [DS] S argun ar triangulum).\\ arı dalağı, Kovandaki balpetekleri.\\
gun, Yavaş yavaş; sakin sakin. arı evi, {eAT} Kovan.|| arı gibi, Çok çalışkan, dur
argun2, [eT. akru (yavaş, sesiz) > akru-n > argun] madan işleyen.|| arı gibi sokmak, 1. Hemen kaşla
{eAT} zf. 1. Yavaş ve alçak sesle. 2. {ağız} Gizli; göz arasında birinin canını yakıvermek. 2. İm alı ve
saklı. [DS] iğneleyici konuşmak.\\ arı gibi vızıldamak, H iç a
ARI Ö IÜ M IİİlM b Ü ti.
ralıksız tek düze ses çıkarmak.\\ arı götü, {ağızj etmek. 2. Bir şey içinden iyisini seçmek, toplamak.
Ekinlerin içinde bulunan bir tür dikenli ot. [DS]|| [DLT]
arı götü olm ak, {ağızj (Tomurcuk için) açılmak arıglık, [arığ-lık] {eTj is. Temizlik. [DLT]
iizere olmak; kabarmak. [DS]|| arı gözü, 'ağızj İlk arıgsız, [ar-ığ-sız / ar-ığ-sız] {eTj is. 1. Kir. [Gabain]
baharda bağ ya ela asma çubuklarında açdmaya 2. Arı ve temiz olmayan; murdar; pis; kirli. [EUTS]
vüz tutmuş gözler. [DS] | arı gülü, {ağızj Gelincik. [Miihennâ]
[DS]|| arı kovanı, 1. Evcil anların barındığı, petek arıgsızlıg, [ar-ığ-sız-lığ] {eT! is. Pislik; kirlilik; mur
lerini doldurdukları ahşap sandık. 2. mec. İnsanla darlık. [EUTS]
rın çok girip çıktığı yer.|| arı kovanı gibi işlemek, arığan, [arı-ğan] {ağızj sf. Yorgun; çabuk yorulan.
(Yer için) daima işleyen: gireni ve çıkanı çok ol- [DS]
mak.\\ arı kuşu, zool. Genellikle böcek ve yabani
arıh, [âr-mak > ar-ı-k > ar-ıh ^jT] {eATj sf. Zayıf;
arılarla beslenen değişik parlak renkli, uzun gagalı
ve kısa bacaklı bir kuş, (Merops apiaster).\\ arı ku- cılız. S arıh kılmak, {eATj Zayıflamak.
şugiller, zool. Kanatları uzun ve sivri, gagaları ıı- arıhlatmak. [âr-ıh-la-t-mak {eATj gçl. fi [-
zun ve yay biçiminde gök kuzgunlar takımından bir ur] Zayıflatmak.
kuş familyası, (Meropidae).\\ arı oyunu, Sinop y ö arık 1, [eT. âr-mak (yorulmak) > ar-ı-l< ' ar-ulç / ar-ığ]
resi oyunlarından biri.|| arı sütü, Yavrulan besle
,'eAT) sf. 1. Zayıf; cılız; sıska. [Mtincu.uij 2. Çorak.
yen işçi arıların yutak bezlerinden salgıladıkları
3. {ağız,1 (Tahıl için) özsüz. [DS] 4. {ağızj Çürümeye
besleyici sıvı. \\ arı yağı, {eT) Bal. [DLT]
yüz tutmuş; fazla olmuş; çürümüş. [DS] S arık
arıJ, [âr-ı] {ağızj zf. -den doğru; -den yana. [DS] bolmak, {eTj Arıklamak; zayıflamak. [Mülıennâ]||
arıca, [arı-ca / -iAjT] (arı'ca) jeTj {eATj zf. 1. Te arık toprak, I. Yalnız m eraya elverişli, kolay işle
mizce. 2. Pek saf olmayan. nebilir ve derinliği az toprak. 2. Bağ toprağını zen
arıcı1, [arı-cı] is. Arı yetiştirme, bal alma, oğul çıka ginleştirm ek için meralardan getirilen humuslıı
ran arıyı kovana yerleştirme gibi konulan bilen ki toprak.
şi; arı yetiştiricisi; arıcılık uzmanı. arık2, -ğı [ar-ığ > ar-ık JjjT] {eTj {eATj sf. Arınmış;
arıcı2, [ar-mak > ar-ıcı] {eAT) sf. Yorgun; bitkin; yo temiz; saf. [Mühennâ]
rulmuş. arıkJ, -ğı [eT. arık / ark] is. 1. Tarla, bağ bahçe sula
arıcılık, -ğı [arı-cı-lık] is. Arı yetiştiriciliği veya ü- mak veya fazla suyu tarladan uzaklaştırmak için
rünlerini işleme ve pazarlama işi. toprak içine hendek açılarak su götürülen basit ka
arıdıcı, [arıt-mak > arı(d)-ıcı] {eAT) sf. (Günah nal; su yolu; ark; hark. {eATj (aym) 2. {eTj {ağızj
vb.’den) kurtaran; uzak tutan, Çay; çay kenarı. [EUTS] [DS] 3. {ağızj İçine fide,
arıdıcırak, [an(d)ıcı-ralc] {eATj sf. Daha çok tem iz fidan ve sebze dikilen sulanabilir hendek. [DS] 4.
leyici; daha çok silip götürücü, {ağızj Yol ve tarla kenarlarına açılan hendek. [DS]
arıdılmak, [arı-d-ıl-mak] {eATj edil. f i [-ur] Temiz 5. {ağızj Voleybol sahasının sınırı. [DS]
lenmek; ayıklanmak, arık4, -ğı [ağır > ağ(ı)r-ık > âr-ık] (a:nk) {ağız) is. 1.
andm ak, [arı-d-mak] jeTj gçl. fi. [-ur] Temizletmek. Göçten önce gönderilen taşınması kolay eşya veya
[EUTS] yük. 2. Saman taşım ak için yapılmış bir tür küfe
arıg1, [ar-ığ] jeTj is. Çadır örtüsü. [DLT] veya sepet. 3. Kağnının kanatları. [DS]
arıg2, [arığ] jeTj is. O nnan. [Gabain] S arıg semek, arık3, -ğı [arık] {ağızj is. Sonbaharda eti için besle
jeTj Çay; çay kıyısı; ark. [EUTS]|| arıg simek, jeTj nen davar. [DS]
Orm an; koruluk. [EUTS] arık6, -ğı [ağrı-mak > ağrı-k] (a:rık) {ağız) is. Dert;
arıg’, [ar-ığ / aı-ık / ar-ıh] /eTj {eATj sf. 1. Temiz; hastalık. [DS]
arı; saf; pak [EUTS] [DLT] [Yüknekî] [İKPÖy.] 2. Ku
arıkaz, [âr-mak > arık-az jijT] {eATj zf. Zayıfça.
sursuz. [EUTS] 3. Mukaddes. [EUTS] [Gabain] S
arıg tengrim, jeTj Mukaddes tanrım. [EUTS]|| arıg arıkçı1, [arık-çı] is. Su yolu yapan kimse,
dintar, {eTj Gerçek din hadimi. [EUTS]|| arıg kız, arıkçı-, [arak-çı] /ağızj is. Hırsız. [DS]
jeTj Kız oğlan kız. [Mühennâ] arıklama, [arık-la-ma] is. A rıklamak işi; zayıflama,
arıg4, [ar-ığ] {eT) zf. Çokça; epeyce. [DLT] cılızlaşma.
arıg5, [a r -ı- ğ ^ jî] {eATj sf. Zayıf; cılız. arıklam ak1, [ank-la-m ak / aruk-la-mak gçsz.
arıgiller, [arı-gil-ler] is. zool. Bal arısı, eşek arısı, A- fi [-r] [-l(ı)-yor) 1. Zayıflamak; cılızlaşmak. {eAT)
merikan arısı, yaban arısı gibi türleri kapsayan bal {ağızj (avın) [DS] 2. {ağızj Doğduktan sonra büyü
özü ile beslenen hızlı ve vızıltılı uçan zar kanatlı yüp gelişememek; cılız kalmak. [DS]
böcekler. arıklam ak2, [arık-la-mak] {ağız) gçl.f. [-r] [-l(ı)-yor[
arıglamak, [arı-ğ-la-mak] jeTj gçl. fi [-r] 1. İğdiş 1. (Su için) arık açarak götürmek. 2. gçsz. fi (Tah
İKtltl! ARI
tadan yapılma eşya için) kuruduğu zaman açılmak. arılık 2, -ğı [arı-lık] is. Arı kovanlarının konulduğu
[DS] yüksekçe yer; arı damı; (ağız) (avın). [DS]
arıklaşm a, [arık-la-ş-ma] is. A rıklaşm ak işi; zayıf a rılık 3, -ğı [arı-lık] (a:rılık) (ağızj is. 1. B ir hastalığı
duruma gelme: cılızlaşma, okuyup üfleyerek iyileştirmeye çalışan kimseye ve
arıklaşm ak, [arık-la-ş-mak] dönşl. f i [-ır] Z ayıf du rilen ücret. 2. Türbe ve ziyaret yerlerine konulan
ruma gelmek, cılızlaşmak, para; adak. 3. Doğum, sünnet vb. dolayısıyla veri
arık latm a, [arık-la-t-ma] is. Arıklatm ak işi; zayıflat len bahşiş. 4. Fala baktırırken peşin olarak verilen
ma; cılız duruma düşürme, para. 5. Loğusalara takılan para. 6. Alış verişte ve
a rık latm ak , [arık-la-t-mak / aruk-la-t-m ak/aruh-la-t- rilen pey. 7. Bir hayır işine yapılan yardım. [DS]
a rılm a k 1, [arı-l-mak / irilmek] (eTj dönşl. fi [-ur] 1.
mak gçl. fi. [-ır] Zayıflatmak; cılız duruma
Yerinmek. 2. Kaygılanmak. 3. Kendisine kızılmak.
düşürmek. (eATj (aynı) [DLT]
arıklı, [ârık-lı] (a:rıklı) (ağız) s f 1. Hastalıklı. 2. A rı
a rılm a k 2, [ar-ıl-mak Jjijl] (eTj dönşl. fi. [-ur] 1. A-
zalı. [DS]
zalmak; tükenmek; mahvolmak. [ETY] [Tekin] 2.
a rık lık 1, -ğı [arı-k-lık] is. Temizlik; saflık; paklık; a-
Yorulmak; bitkin hâle düşmek. [Gabain] [ETY] 3.
rilık. ,'eATf (aynı)
(eATj Zayıflamak; aciz kalmak.
arıklık2, -ğı [âr-mak > ar-ık-lık jlS jî] is. Zayıflık; cı a rılm a k J, [ar-ıl-mak] (eTj e d il.fi [-ur] 1. Ölçülmek.
lızlık; sıskalık; (eATj (aym). 2. gçl. fi Ölçmek. [EUTS]
arık m ak , [arı-k-mak] (ağızj dönşl. f. [-ır] 1. Tem iz a rılm a k 4, [an-l-m ak Jjijl] (eATj dönşl. fi. [-ur] T e
lenmek; arınmak. 2. Sıyrılmak; kurtulmak. [DS]
mizlenmek; saf hâle gelmek. [Mühennâ]
A rıkovanı, [arı+kovan-ı] öz. is. gök b. Yengeç takım
arım , [ar-ım] (ağızj is. 1. Ara. 2. İki ağaç arası. 3. İki
yıldızı yakınında bir yıldız kümesi,
orman arasındaki açıklık. [DS]
arılam a, [arı-la-ma] is. A nlam ak işi; temizleme;
a rım a k ', [âr-mak > arığ-mak Jî_J] (a.rımak) gçsz. fi.
paklama; arındırma,
[-r] 1. Hastalıktan kalkmak; iyileşmek. 3. jeTj
arılam ak, [an-la-m ak J ^ j î ] g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] 1.
(eATj (ağızj Yorulmak, güçsüz düşmek; durulmak.
Temizlemek, paklamak, arındırmak. 2. Bir şeyde, [Gabain] [DS] 3. Hastalanmak; ırılmak. 4. (ağızj A ğ
bir kimsede herhangi bir kusur bulunmadığını bil- rımak. [DS]
dinnek; tenzih etmek. 3. (eTj (ağız) Aralamak; sey- a rım a k 2, [ar-ığ-mak > ar-ı-mak] g ç sz.f. [-r], 1. (eTj
rekleştinnek. [DLT] [DS] 4. (eATj Temize çıkarmak. (ağızj Temiz olmak; paklanmak; temizlenmek;
5. /ağızj Saflaştırmak. [DS] [DLT] [DS] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] [Mühennâ] 2.
arılanm ak, [arı-la-n-mak] dönşl. fi [-ır] 1. Tem iz (eTj Hukuki değerini kaybetmek; gücünü yitirmek.
lenmek. 2. Saflaşmak. 3. Kusurlardan kurtulmak, [EUTS] 3. g ç l.f. (eTj Ölçmek; hesaplamak. [EUTS]
kötülükten uzaklaşmak, a rın , [alın > arın / arın] (ağız) is. 1. Alın. 2. Yüz; cep
arılar, [an-lar] is. zool. Bal arısı, eşek arısı, A m eri he. 3. Dağların, tepelerin yüzü. [DS] S a rın altı,
kan arısı, yaban arısı gibi türleri kapsayan bal özü (ağız) Güneş almayan y a da az alan yer. [DS]
ile beslenen hızlı ve vızıltılı uçan zar kanatlı böcek a rın ac a k , -ğı [arın-acak] (ağız) is. Yıkanma yeri.
ler. [DS]
arılaşm a, [arı-la-ş-ma] is. A rılaşmak işi; arı hâle gel a n n a k , -ğı [arm-ak] (ağız) is. Yıkanma yeri. [DS]
me; saflaşma. arın c ık , -ğı [arın-cık] is. Küçük göl.
arılaşm ak, [arı-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] 1. Saflaş a rın çu , [er-in-çii / ar-ın-çu] (eTj is. Günah. [DLT]
mak; arı hâle gelmek. 2. dil b. Özleşmek. 3. B asit a rın d ırm a , [an-n-dır-ma] is. A rındınnak işi; arınm a
leşmek. 4. Tasfiye edilmek, sını sağlama.
arılaştırm a, [arı-la-ş-tır-ma] is. 1. Arı hâle getirme, a rın d ırm a k , [an-n-dır-mak] g ç l . f [-ır] 1. Saf, katı
saflaştırma. 2. Özleştinne. şıksız hâle gelmesini sağlamak. 2. Vicdan huzur
arılaştırm ak, [arı-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır] 1. Katı suzluğu veren durumdan kendini ve ruhunu k u r
şıksız hâle getirmek, saflaştırmak. 2. {ağızj Özleş tarmasını sağlamak. 3. (ağızj Temizlem ek; arıtmak.
tirmek. [DS] 3. (ağız) Ayıklam ak; ayırmak. [DS] [DS]
arılık1, -ğı [arı-lık / aru-lık Jjljjl] is. 1. Temizlik; saf a rın g aç, -cı [arın-gaç] (ağızj is. Kuma; duş yeri. [DS]
arın ıcı, [arı-n-ıcı] {eATj sf. Günahtan temizlenen; gü
lık;, paklık; arıklık; (eAT) (avni). 2. Katışıksız olma
nah işlemeyen.
hâli. 3. (eATj Doğruluk; iffet; züht. 4. (eAT) Kutsal
a rın ık 1, -ğı [ann-ık] {ağızj sf. (Hayvan için) iğdiş e-
lık; münezzehlik. 5. (eATj Kadının hayızsız günleri.
dilmiş; burulmuş. [DS]
6. Yıkanmış, ayıklanmış buğday. 7. Ayna. S1 arılık
a rın ık 2, -ğı [arın-ık] (ağızj sf. 1. Temiz; tertemiz. 2.
etm ek, (ağız) Temizlik yapmak. [DS]|| a rılık kâğıdı,
is. Geçilmek için otu, taşı ayıklanmış tarla yolu.
(ağız) Aklanm a belgesi. [DS]
[DS]
ARI ÖIÜMIİİMî S İM . ass
a rın ık la ştın m , [arm-ık-la-ş-tır-ım] is. tıp. Dezenfek a rısu z, [arı-sız > an-suz] {eAT} sf. -*■ arısız.
te; dezenfeksiyon; asepsi; mikropsuzlaştırma; ta ’- a rış 1, [eT. âr-mak (arasından geçmek) > ar-ış / eriş
kim. jijT ] {eT} {eATj is. Dokuma tezgâhında uzunlam a
arın ık la ştırm a k , [arm-ık-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır]
sına gerilmiş olan ipler; eriş; çözgü. [DLT] S arış
A rınık hâle getirmek; mikroptan arındırmak,
ark a g , {eTj Dokuma tezgâhında yanlam asına atı
arın ılm ak , [arm-ıl-mak] {eAT} dönşl. f [-ur] Tem iz
lan ipler; eriş argaç. [DLT]
lenmek.
a rış2, [ar-ış] {eTj sf. Arı; tem iz; pak. [EUTS]
arınılm ış, [arm-ıl-mış] {eATj sf. Temizlenmiş; temiz,
arın lam ak , [arın-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] a rış3, [Ar. ‘arîş] (ari:ş) {ağız} is. 1. Araba oku. 2. A s
1. Karşı gelmek; zıddına gitmek. 2. Çekememek. ma çardağı. [DS]
[DS] a rış4, [Far. araş => arış j i j l ] {eAT} {ağız} is. Kolun
arın laşm ak , [arın-la-ş-mak] {ağız} işteş f. [-ır] Z ıt
dirsekten parm ak ucuna kadar olan bölümü; arşın.
laşmak; karşı olmak; iddialaşmak. [DS]
[DS]
arın m a , [arı-n-ma] is. 1. A rınm ak işi; temizlenme,
arışla n m ak , [arış-la-n-mak JajİİojT] {eAT} ed il.f. [-
paklanma, korunma. 2. folk. Kirlendiği sanılan kişi,
eşya ve hayvanların, bu kirden arıtılması amacıyla ur] (İplik için) bez dokunmak üzere tezgâha çekil
uygulanan ateşe tutma, tütsüleme, yıkama, kurban mek.
kesm e, büyü yapma gibi halk uygulam alarının tü a rış m a k 1, [ar-ış-mak T] {eTj işteş, f. [-ur] 1. Bir
mü. birini aldatmak; aldaşmak. [DLT] 2. {eAT} Y arış
a rın m a k 1, [ar-m-mak] {ağızj dönşl. f. [-ır] A rlan mak; iddiaya girmek.
mak; utanmak. [DS] ,
a rışm a k 2, [ar-ış-mak] {eT} is. Dokuma tezgâhında
a rın m a k 1, [arı-n-mak j i j î ] dönşl. f. -[ır] [eT. -ur] 1. yanlam asına atılan ipler; eriş argaç. [DLT]
Tem izlenm ek istemek; yıkanmak; yunmak; arın a rış m a k 5, [ar-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Çekilmek;
m ak; paklanmak; bedenini yıkamak; {eT} {eATj gitmek. [DS]
{ağız} (aynı). [EUTS] [DS] 2. {eAT} Günahtan temiz a rıta sı, [arıt-mak > arı-t-ası] {eT} sf. Arıtacak. [DLT]
lenmek; tövbe etmek. 3. Ot tütünmek; tütsülenmek; a rıtg a n , [arı-t-ğan] {eTj sf. Her zaman temizleyen;
buhurlanm ak; [DLT] {ağız} (aym). [DS] 4. {ağız} Sıy ayıklayan. [DLT]
rılmak; açılmak; kurtulmak; temize çıkmak. [DS] 5.
arıtg u , [arı-t-ğu] {eTj sf. Arıtacak. [DLT]
K endini ıslah etmek; doğru yola girmek, kötülük
arıtı, [arı-tı] {eT} zf. 1. (Olumsuzun kuvvetlendiricisi
yapm aktan uzaklaşmak; içini temizlemek; kötü
olarak) asla; katiyen; hiçbir suretle; pek; muhak
huylardan kurtulmak, {ağız} (aynı). [DS] 6. Sorumlu
kak. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Tamamıyla; tüm; tek
luktan kurtulmak. 7. İyileşmek. 8. {ağızj Y ok ol
mil. [EUTS]arıtıcı, [arı-t-ıcı] sf. 1. A rıtma işini ya
m ak; boşalmak. [DS] 9. {ağızj (Boşanan ya da koca
pan. 2. A rıtm a ve tem izlikte kullanılan. 3. Kir sök
sına küsen kadın için) eşyalarını alıp gitmek. [DS]
me, tem izleme özelliği olan. 4. kim. Gazların kim
10. {ağız} Taşınmak. [DS] 11. {ağızj Ayrılıp gitmek.
yevi arıtılm asında hidrojen sülfürü tutmak için kul
[DS] 12. edil.f. Tasfiye edilmek; saf, katışıksız hâle
lanılan demir oksitli madde. 5. Bir üründeki yaban
gelmek. £? a rın m a k istem ek, {eAT} Günahtan te
m izlenm ek istemek; günahsız olmayı arzu etmek. cı maddeleri ayrıştırmaya, gidermeye yarayan araç.
a rın m ış, [arı-n-mak > arın-mış] {eAT} sf. 1. Temiz; a rıtılm a k 1, [arı-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Temiz hâle
temizlenmiş. 2. Kutsal; mukaddes. S a rın m ış yir, getirilmek. 2. Katışıksız, saf hâle getirilmek.
{eA T} A rz-ı mukaddes. a rıtılm a k 2, [ar-ıt-ıl-mak] {ağız} edil. f. [-ır] Bir baş
a rın tı, [arı-n-tı] {ağız} is. 1. Temizlenmiş bir şeyin işe kası tarafından yorgun hâle getirilmek. [DS]
yaram ayan parçası. 2. Tabakların bir deriden'ikinci a rıtım , [arı-t-ım] is. 1. Arıtmak işi ve işlemi. 2. Hanı
kez kazıyarak çıkardıkları yün ve kıl artıkları. 3. petrolün ürünlerine ayrıştırılması. S’ a rıtım evi,
Y akacak ve kap dışında yem ek yapmakta kullanı Ham petrolün ürünlerine ayrıştırıldığı tesis; rafi
lan her şey. 4. Yıkanan ve temizlenen çamaşır. [DS] neri; arıtım yeri; damıtıcı; imbik; kalhane; tasfiye
arıs, [Ar. a ’râş] {ağızj is. Sürülmemiş, bakımsız, terk hane.
a rıtın m a k , [arı-t-ın-mak] {eT} dönşl. fi. [-ur] Arın
edilmiş tarla. [DS]
mak; temizlenmek. [EUTS]
a rısd a k , [Erme, arastağ] {ağızj -*■ arastak. [DS]
a n tışm a k , [arı-t-ış-malc] {eT} işteş, f i [-ur] Temizle
a rısız 1, [an-sız / an-suz j - j j Î ] {eATj {ağızj sf. 1. Kirli;
mekte yardım ve yarış etmek. [DLT]
pis; murdar; temiz olmayan. 2. Karışık. [DS]
a ra la m a k , [an-t-la-m ak j ^ j T ] {eATj gçl. fi [-r] A-
arısız2, [ar-sız] {ağız} sf. Arsız; utanmaz. [DS]
a rısta k , -ğı [Erme, arastağ] {ağızj is. 1. Tavan. 2. Ta yıklamak; temizlemek,
van arası. 3. Örümcek. 4. Yapılarda üzerine mertek a rıtla n m a k , [ap-t-la-n-m ak j*j±>jT] {eATj dönşll. fi.
dizilen kaim ağaç. [DS] [-ur] Ayıklanmak; temizlenmek.
« 1 M E « .2 W AF
arıtm a, [arı-t-ma] is. l.A rıtm ak işi. 2. S af ve katışık a rız5, [Ar. arz> arız (bir şeyin önü ve yanları) ^ j l s
sız duruma getirme. 3. Sanayide kullanılan pek çok
(a:rız) {OsT} is. Yanak. S ârız-ı gülgûn, Pemb
ürünün içinde bulunan yabancı ve istenmeyen mad
gül renkli yanak.|| ârız-ı p ü rtâ b , Parlak, parıltı,
deleri ayrıştırıp saf hâle getirme; rafine etme; tasfi yanak.
ye. 4. Şehir suyunu içilebilir ve kullanılır hâle ge
tirme. 5. Sanayi atığı karışık suları çevreye zarar a rıza, [Ar. ‘araz > ‘arıza <ubjU] fa riza ) {OsT} is. 1
vermemesi için tabiata bırakmadan önce temizleme coğ. Y er yüzündeki ufku görmeyi engelleyen yük
işi. seltiler; engebe. 2. Bir alet ve makinenin işlemesine
arıtm acılık, [arı-t-ma-cı-lık] is. dbl. 1. Dilin doğru engel olan durum; bozukluk. 3. İşlerin düzeninde
sayılan en küçük kurallarına dahi uyulm asını iste ve yolunda gitmemesi; aksaklık; pürüz. 4. Bedende
yen, gelişmeyi ve değişimi, özellikle aktarmayı sonradan ortaya çıkan sakatlık; özür. 5. Sonradan
reddeden görüş; arıtıcılık. 2. Sanatta en küçük ay eklenen. 6. müz. M üzikte diyez, bemol ve bekar
rıntıya bile bağlı kalmayı savunan görüş. gibi geçici ses değişimi bildiren işaretler. 7. Bir şe
yin aslında bulunmayıp da sonradan eklenen şey.
a rıtm a k 1, [arı-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Çocuğu
S arız a y ap m ak , (Alet veya makine için) çeşitli
sünnet etmek. 2. Taşaklarını çıkararak iğdiş etmek.
sebeplerden dolayı işlemez hâle gelmek; bozul
3. dönşl. f. Erkekleşmek. [DLT]
mak.|| a rızay a u ğ ra m a k , 1. Bir engelle karşılaş
a rıtm a k 2, [arı-t-mak j ^ j T ] g ç l.f. [-ır] [eT. ve eAT. - mak. 2. Bozulmak.
ur] 1. Kirlerinden temizlemek; silmek; kiri yok a rızalan m a, [arıza-la-n-ma] farızalanm a) is. Bozul
etmek. {eAT} {ağız} (aym) [Gabain] [Mühennâ] [EUTS] ma.
[DLT] [DS] 2. İçindeki yabancı maddeleri gider a rız ala n m a k , [arıza-la-n-mak] (a:rızalanmak) dönşl.
mek, katışıksız durum a getirmek; arılaştırmak; a- f. [-ır] İşlemez hâle gelmek; bozulmak,
rmdırmak; özleştirmek; sadeleştirmek; tasfiye et arızalı, [arıza-lı] (a;rızalı) sf. 1. coğ. (Yer için) düz
mek; yalınlaştırmak. 3. {eAT} Günahtan tem izle olmayan; engelli; engebeli. 2. (Araç, gereç için)
mek; günah işlemekten uzak tutmak. 4. Vicdanını işlemez hâle gelmiş olan; bozulmuş; aksak; halel
■manevi sıkıntı veren rahatsızlıklardan kurtarmak. 5. dar. 3. (Beden için) özürlü.
{eAT} Tenzih etmek; tezkiye etmek. 6. {eAT} Tem i a rız a n 1, [Ar. ‘arız > ‘arızan Cajlc-] f a r ı ’zan) {OsT}
ze çıkarmak; aklamak. 7. {ağız} Düzenlemek. [DS] sf. 1. T esadüf olarak; rasgele. 2. Geçici olarak,
8. {ağız} (Kiracı için) evi boşaltmak. [DS] 9. {ağız}
arızan , [Ar. ‘arız > ‘ârızân oU>jU] (a:rıza;n) {OsT}
Bitirmek; tüketmek. [DS] S a rıtm a k d a k ı örtm ek ,
{eAT} H esaba katmamak; silmek; örtmek.|| a n d ı is. İki yanak.
tu rm a k , {eAT} Sürekli olarak temizlemek. arızasız, [arıza-sız] (a;rızasız) sf. 1. coğ. Engebesiz;
düz. 2. İşler hâlde olan; sağlam,
arıtm ak 3, [ar-mak > ar-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
Yormak. [DS] a rız at, [Ar. ‘arıza > ‘ârızât oUs_,U] (a:rıza;t) {OsT}
arıtm ak 4, [ard-mak > arıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] is. Arızalar; engeller,
Yükletmek. [DS] arız e tan , [Ar. ‘arız > ‘ânzetân (a;rızeta:n)
arıttırm ak , [arı-t-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. Te {OsT} is. İki yanak,
mizlettirmek. 2. Boşalttırmak. [DS] arızi, [Ar. ‘arız > ‘arızı fa rızi;) {OsT} sf. 1.
arıyıcı, [ar-mak > ar-ıg > arıg-çı > arıyıcı] {ağız} is.
Sonradan ortaya çıkan. 2. Geçici; muvakkat.
Bakıcı; falcı; üfürükçü. [DS]
A ri, [Sansk. arya (asil) > Ar. ârî tSjî] fa r i;) öz. is. 1.
arız1, [Ar. ‘araz > ‘arız ^ j U] (a:rız) {OsT} sf. 1. Ge
Asiller. 2. sf. Hint-İran ve A vrupa’ya dağılmış bu
len; gelip çatan; m usallat olan. 2. A slında önceden
lunan MÖ. 8. yy.da H indistan’a egemen olan Ari
olmayıp da sonradan ortaya çıkan; eklenen. S arız kavmi ile ilgili. 3. (Irk, topluluk ya da kişi için)
olm ak, 1. Sonradan ortaya çıkmak. 2. Gelip çat Hint-Avrupa dil ailesinden olan. S A ri dil, Hint
mak. Avrupa dil ailesinin Hint-Iran grubuna verilen ad.
arız2, [Ar. ‘arz (asker teftiş etmek) > ‘arız fa a r i1, [Ar. ‘uryân > ‘ârî ıs j ^ ] fa r i;) {OsT} sf. 1. Çıp
rız) {OsT} is. Selçuklular döneminde ordunun ihti lak; soyunmuş. 2. Yoksun. 3. Özgür; kurtulmuş;
yaçları ile ilgilenen görevliye verilen ad. hür. 4 .... den uzak.
arız3, [Ar. ‘ârz (bedelini verip almak) > ‘arız a ri2, [Far. ârî ^ j l] fa r i;) {OsT} e. Evet,
(a:rız) {OsT} is. Herhangi bir şeye karşılık olmak a ria, [İt. aria] (a'ria) is. müz. 1. Şarkı olarak tasar
üzere verilen armağan. lanmış enstrümantal parça; arya. 2. Operalarda solo
arız4, [Ar. ‘ârz (bir şeyi bir şeye aykırı koymak) > ‘â- olarak seslendirilen ezgi,
rız ^ jU ] (a:rız) {OsT} is. 1. Ufuktaki görüşü engel a rib , [Ar. ‘arab> ‘ârib fa r ib ) {OsT} sf. Öz Arap
leyen bulut. 2. Katman bulut. cinsinden olan. S â rib ü ’l-A rap , K atıksız Arap.
ARİ 0IflMIÜfffSDM.29o
aric, [Ar. ‘uruc > ‘aric j-jU ] (a:ric) {OsT} sf. 1. To aris, [Ar. ‘arıs ^ .j* ] (ari:s) {OsT} is. 1. Gerdek; zifaf.
pal; aksayan. 2. Yükselen. 3. Yukarı çıkıp inen. 4. 2. Gelin ve güvey.
Kötü düzenlenmiş. 5. Eksik; noksan. A ristatalis, [Yun. aristotales (Yunan filozofu) > Ar.
arif1, [Ar. ‘irfiin (anlayış) > ‘arif ‘- ijU ] (a:rif) {OsT} arîstetâlis ^ U ı - o j l ] (ari:stata:li:s) öz. is. Aristo.
is. 1. Sezgi ve anlayış sahibi; anlayışlı; irfan sahibi. A risto cu , [Aristo-cu] is. 1. A risto’nun felsefesini be
2. Bilgili ve deneyimli. 3. tasvf. Bilgilerin en üstü nimseyen. 2. sf. Aristo öğretisinden yana olan.
nü olan “A llah 'ı bilme” konusunda bilgi sahibi ve A risto cu luk , -ğu [Aristo-cu-luk] is. fel. Derslerini
yüksek bir olgunluğa erişmiş olan. S a rif düşm ek, okulun bahçesinde gezerek veren A risto’nun insan
{eAT} A r if olmak; arifçe davranmak.\\ arife ta r if bilgisi ve mantık üzerine geliştirdiği felsefe akımı;
gerekm ez, Anlayışlı ve zeki kimseler için bir sözü gezimcilik; meşşaiye.
açıklamaya gerek yoktur, anlamında söylenir. || a risto k ra si, [Yun. aristos (üstün) + kratos (iktidar) >
ârif-i billâh, {OsT} tasvf. Allah'ı hakkıyla tanımış aristokratia > Fr. aristocratie] is. 1. En iyilerin yö
kimse; bilmesi Allah'a ulaşan kimse; velilik merte netimi. 2. siy. Yönetim in çoğunlukla seçkin ve ay
besine ulaşmış kim se.|| a rif olan a n la r (anlasın), rıcalıklı kişilerin, özellikle soyluların oluşturduğu
Üstü kapalı bir sözü anlayışı yerinde olanların an bir topluluğun elinde bulunduğu hükümet biçimi.
layabileceğini ifade için söylenir. 3. gnşl. Soylular, im tiyazlılar sınıfı. 4. mec. Önce
likli olanlar.
arif2, [Ar. ‘irfan > ‘arif (ari:f) {OsT} sf. 1. Çok
a risto k ra t, [Fr. aristocrate] is. 1. Seçkin zümrenin ü-
tanınmış; şöhretli; çok bilinen; en meşhur. 2. En yesi. 2. Doğuştan zekâ ve yetenekleriyle üstünlük
(daha çok, pek çok) anlayışlı, en bilgili; uzman; gösteren.
mütehassıs. 3. M ahalle mektebi öğretmeni. a risto k ra tik , -ği [Fr. aristocratique] sf. 1. Aristokra
arifan , [Ar. ‘arif > ‘ârifan jlijU ] (a:rifa:n) {OsT} is. siye ait. 2. gnşl. Aristokrat kim selerin kullanabile
Arifler; bilginler; bilgeler. ceği şekilde seçkin ve gösterişli,
a risto k ra tlık , -ğı [aristokrat-lık] is. Aristokrat olma
a rifa n e 1, [Ar. ‘ârif + Far. -âne -olijU] (a:rifa:ne)
durumu.
{OsT} zf. A rife yakışır şekilde.
a riş 1, [Suriye Ar. ‘arlş jk j* ] (ari:ş) {OsT} is. 1. Asm a
arifan e2, [Ar. hafif (meslektaş) + Far. -âne <üUjJ~\ (a-
çardağı. 2. Saz veya sam andan yapılm a ev. 3. Sun
rifa:ne) {OsT} sf. 1. M asrafa ortaklaşa katılmak su durma.
retiyle. 2. zf. A ralarında bölüşmek suretiyle,
a riş2, [Far. âriş J ijl] (a:riş) {OsT} is. 1. Anlam; m a
arifd en , [Ar. ‘ârif + T. -den] {ağız} sf. Anlayışlı. [DS] na. 2. Kavram; mevhum,
a rife1, [Ar. ‘arefe « y^\ is. 1. Hacıların A rafat’a çık arişi, [Far. ârişî ^ j T ] (a:rişi:) {OsT} is. Soyut; m a
tıkları Zilhiccenin dokuzuncu günü. 2. Bir olayın nevi.
öncesi. 3. gnşl. Dinî bayramlardan bir önceki gün; a ritm etik , -ği [Yun. arithmos (sayı) > aritmethike /
arife günü. S arife çiçeği, 1. Arife gününden bay Lat. arithmetica > Fr. arithmetique] is. 1. Sayılar
ramlıklarını giyen. 2. Çok süslü, zam ansız süsle bilgisi; hesap. 2. Tam ve rasyonel sayıların özellik
nendi arife günü, Dinî bayramlardan bir önceki lerini inceleyen m atematik dalı. 3. Cebirsel geo
gün.|| arife m uayedesi, İm paratorluk döneminde metri ve küm eler teorilerinden yararlanan sayı teo
Ramazan ve Kurban bayramı arifelerinde sarayda remleri. 4. sf. Aritmetikle ilgili; sayı ve hesaplama
yapılan tören. ya dayanan. 0 a ritm e tik dizi, A rdışık terimleri
a rife2, [Ar. ‘ârif > ‘arife «jU ] (a:rife) {OsT} sf. 1. Ye arasında değişmez bir fa r k bulunan sayılar dizisi. ||
a ritm e tik işlem , A ritm etik yoluyla yapılan çözüm.\\
tenekli; kabiliyetli. 2. Cömert; lütufkâr. 3. Nazik. 4.
a ritm e tik o rta , B ir diziyi oluşturan sayıların top
is. İyilik. 5. Bağış; armağan,
lamının dizinin terim sayısına bölünmesiyle elde
arifin , [Ar. ‘â rif> ‘arifin j j j U ] (a:rifı:n) {OsT} is. A- edilen orta sayı.
rifler; bilginler; bilgeler, a ritm etik çi, [aritmetik-çi] is. Aritmetikle uğraşan
arig, [Far. âriğ £_>I] (a:riğ) is. 1. Gücenme; kırılma. kimse; aritmetiği bilen kimse,
aritm etik sel, [aritmetik-sel] sf. Aritmetikle ilgili, a-
2. Kıskançlık; haset. 3. Düşmanlık; nefret; kin.
ritmetiğe dayanan,
a rig an , [Yun. origanon] {ağız} is. bot. Arnavut biberi.
a ritm i, [Yun. a (yok) + rhythmos (düzen) > Fr. aryth-
[DS]
mie] is. Kalp atışında düzen yokluğu,
a rim 1, [Ar. ‘ârim p U ] (a:rim) {OsT} sf. Uygunsuz; aritm ik , -ği [Fr. arythmique] sf. Ritimli olmayan;
hoşa gitmeyen; ters. düzensiz.
a rim 2, [Ar. ‘arim j*_f] {OsT} sf. 1. İnatçı. 3. K afa tu ariv a, [İsp. arriba / İt. arriva / a riva] (a'riva) ünl.
tan. dnz. 1. Yelkenlilerde, yukarı çıkarak yelkenleri sa
I
O lÜ M I tiM İ S .2 9 1 ARK
racak olanlara verilen "Yelken sar!" emri. 2. “D i fidan ve sebze dikilen sulanabilir hendek, ö a rk
reklere çıkın!" emri, d a rtm a k , ,'eA T} K anal açmak.
arivist, [Fr. arriver (varmak) > arriviste] sf. Hangi a rk 3, [Fr. arc] is. İki iletken uç arasında yüksek ışı ve
şartlarda ve ne pahasına olursa olsun hedefine var şiddetli ışık parlamasıyla oluşan elektrik boşalımı,
mak, başarıya ulaşmak isteyen; ileri gitm ek için ö a r k lam b ası, Ark boşalmasıyla ışık veren elekt
başkalarına zarar verm ekten çekinmeyen; haris, rik lambası. \\ a rk k aynağı, K aynak yapılacak p a r
ariya, [İt. arria] (a'riya) is. Bayrak, sancak ve yelken çalarla elektrot arasında meydana gelen a rk ısı
gibi direğe çekili olan nesneleri aşağı indirmek; sından yararlanarak yapılan kaynak.
bunlar için verilen “İndir!” emri; arya, a rk a , [eT. âr-mak (dolaşmak) / ar (arka) ar-kağ >
ariyet, [Ar. ‘ariyet (a.riyet) {OsTj is. 1. Geri arka > arka «jT] is. 1. Dolaşılarak varılan taraf. 2.
verilmek üzere başkasından alınan eşya; ödünç. 2. Bir şeyin ön olarak kabul edilen tarafının tam ters
huk. Faizsiz borç. 3. sf. Eğreti; geçici; emanet. S yanı; öbür yan; öteki yüz; mabad. {eTj (aynı) [E-
ariy et alm ak, Ödünç almak.\\ a riy e t v erm ek , Geri UTS] [Nevâyî] [Gabain] [Mühennâ] [ETY] 3. Bir şeyin
almak üzere ödünç olarak vermek. || a riy e t direk , geride kalan bölümü; art; geri; devam; sonrası. 4.
dnz. Yelkenlilerde kırılmış olan direk yerine geçici İnsan vücudunun sırt bölümü sırt; geri; dal. {eTj
olarak yerleştirilen direk. || â riy e t-sâ râ y , Geçici {eAT} (aym) [EUTS] [Nevâyî] [Gabain] [Mühennâ]
olarak gelinen yer; dünya. [ETY] 5. {eAT} Döl; bel; sulb. 6. Sandalye, koltuk
ariyeten, [Ar. ‘ariyet > ‘âriyyeten i j U ] (a.ri'yeten) gibi eşyaların sırt dayamaya mahsus olan bölümü;
arkalık. 7. Hayvanların kuyruk tarafı. 8. mec. Bir
{OsT} zf. Geçici olarak; ödünç olarak; emaneten,
şeyin gizlenen, açığa çıkarılmak istenmeyen yanı.
ariyetî, [Ar. ‘ariyet > ‘ariyeti jU ] (a:riyeti:) {OsT) 9. mec. Giyecek. 10. mec. Birine destek olan, kayı
sf. 1. Eğreti. 2. Ödünç. ran kişi; sıkıntılı anlarda yardım eden kişi; yardım
ariz1, [Ar. ‘arz (en, genişlik) > ‘arız (ari:z) cı; koruyucu; adam. {eTj {eATj (aym) [DLT] 11.
{ağız} Sırta alınarak taşman yük. [DS] 12. {ağızj
{OsTj sf. Enli; geniş, ö a rîz ü anıîk, G enişliğine ve
K öy evlerinin bahçeye bakan yönündeki dar bal
derinliğine; enine boyuna; uzun uzadıya.\\ a rîz ü ’l-
kon. [DS] 13. {ağızj Kabak, hıyar gibi bitkilerin kol
cism, zool. Yassı solucanlar.
salması için tarlada boş bırakılan yer. [DS] 14 sf.
ariz2, [Ar. ariz (ari;z) {OsT} 1. Semiz. 2. Hoş; Art tarafta kalan. A rka bahçe. S a rk a a rk a , 1. Ge
latif; layık. riye doğru; geri geri; gerisin geri. 2. Üst üste. || a r
ariz3, [Ar. âriz jjT] (a;riz) {OsT} is. bot. Ardıç ağacı, k a a rk a y a , Birbirinin peşinden; art arda. || a rk a
a rk a y a verm ek, Birbirine yardım cı olmak; daya
ariza, [Ar. ‘arz (sunma) > ‘arıza w j . / ] (ari;za) {OsT} nışmak; sırt sırta vermek; işbirliği etmek. || a rk a
is. 1. Gösterme; sunma; takdim etme. 2. Y üksek bir ayak, D ört ayaklı hayvanların kıç tarafında bulu
makama verilen yazı. 3. İm paratorluk döneminde nan ayakları.|| a rk a b ir etm ek, {eAT} yardım laş
padişahlara çeşitli amaçlarla sunulan yazılara veri mak.|| a rk a b ir eylem ek, {eAT} Birbirine yardımcı
len ad. olmak.\\ a rk a b irik d ttrm e k , {eAT} 1. Yardımcı top
arize, [Ar. ‘arize (ari:ze) {OsT} is. Dilekçe, lamak; kuvvet sağlamak. 2. Birbirine destek olm ak;
yardımlaşmak.\\ a rk a b ir itm ek , {eAT} Birbirine
arizen, [Ar. ‘arizen (ari;zen) {OsT} zf. 1. Ge
yardım cı olm ak.|| a rk a b ir olm ak, {eAT} Birbirine
çici olarak. 2. Rastgele. yardımcı olmak.|| a rk a boşlam ak, Vaz geçmek.\\
arjante, [Fr. renard argente (güm üşî tilki postu) > a rk a b u lm ak , Kendisini koruyup kayıracak birini
argent] is. B ir kürk türü, edinmek. || a rk a çan tası, İçinde gerekli araçların
arjav rt, [Skr. rajâvarta > arjawrt] {eT} is. Lacivert. bulunduğu öğrenci ve askerlerin sırtta taşıdığı çan-
[EUTS] ta. || a rk a çevirm ek, Daha önceden iyi davranıp
A rjantin, [İsp. argentine (gümüşlü)] is. Güney Ame koruduğu birine gerekli ilgiyi göstermemek; ilgisini
rika’da bir ülke, kesmek; sırtını dönmek. || a rk a çık m ak , Birini ko
arju, [arju / arşu] {eT} is. 1. Sırtlan [Mühennâ] 2. Ça rum ak; kayırmak; desteklemek; yardım etmek. ||
kal. [DLT] a rk a d a b ıra k m a k , 1. Yarışta geçmek; geride bı
arjulayu, [arju-layu] {eT} zf. Çakal gibi. [DLT] rakmak. 2. Uzakta bırakmak; uzaklaşmak. 2. Terk
a rk 1, [ark] {eT} is. Pislik; bok. fi1 te m iir a rk ı, {eT} etmek; ayrılmak. || a rk a d a k a la n la r, Ölen birisinin
Demir boku; cüruf. [DLT] veya uzu m süre uzaklara giden bir yolcunun geride
bıraktığı yakınları; geride kalanlar.\\ a rk a d a
ark 2, [eT. ark / arık ı3jî] is. 1. Tarla, bağ bahçe sula k o m ak , 1. Göz yummak. 2. Sonraya bırakmak.\\ a r
mak veya fazla suyu tarladan uzaklaştırmak için k a d a konılm ış nesne, {eATj Arkaya atılmış, unu
toprak içine hendek açılarak su götürülen basit ka tulmuş, değersiz şey.\\ a rk a d a n a rk a y a , Belli et
nal; su yolu; arık; hark. {eAT} (aym) 2. İçine fide, meden; yü z yü ze gelmeden; gıyabında; el altından;
A RK ÖIÜMIlfffSÖM.292
gizlice; sinsi sinsi; gizli gizli.|| a rk a d a n çalışm ak, mak; ardından atlı kovalamak. || a rk a s ın d a n ko
argo. Edilgin olarak anal cinsel birleşmeyapmak.\\ n u şm ak , Yüz yüze söyleyemeyeceği bir şeyi ilgilisi
a rk a d a n k o n u şm ak , Kendisi olmadığı hâlde biri orada yokken söylemek; çekiştirmek; dedikodu et
nin yaptıkları hakkında konuşmak; aleyhinde ko mek]] a rk a sın d a n ko şm ak , 1. B ir işi bitirmeye,
nuşmak; çekiştirmek; dedikodu etmek.\\ a rk a d a n sonuçlandırmaya çalışmak. 2. İlgi duyulan biri ile
söylem ek, B ir kimsenin bulunmadığı yerde onu ilişki kurmaya, konuşmaya çalışmak.\\ a rk asın d a n
çekiştirmek. || a rk a d a n v u rm a k , Kendisine inanan sürU klem ek, Ardından gelm esini sağlamak. || a r
ve güvenen birine gizlice kötülük etmek; dost görü k a sın d a n ten ek e çalm ak , Giden veya kovulan bi
nerek kötülük yapm ak; ihanet etmek. || a rk a dış k a risi için çok sevinmek, alay etmek; onunla ilgili
p a k , kütp. D ış kapağın kitabın arkasına gelen bö gizli bilgileri açıklamak.\\ a rk a s ın d a y u m u rta k ü
lüm ü,|| a rk a dilenm iş, {eAT} Kendisinden yardım fesi o lm am ak , D öneklik etmemesi için hiçbir sebep
istenmiş; yardım ına muhtaç olunan. || a rk a d ö n bulunmamak.|| a rk a sın d a y u m u rta küfesi yok ya,
m ek, {eAT} Yüz çevirmek; dönüp kaçmak.|| a rk a B u işi yapm ası için bir engel yok, anlamında kulla
d u tm ak , {eAT} Yüklenmek.\\ a rk a dügm eciği, nılır; sırtında yum urta küfesi yok.\\ ark a sın ı al
{eAT} Omurga çıkıntısı.|| a rk a eğm ek, {eAT} (Na m ak , B ir şeyi bitirmek, sona erdirmek. || a rk asın ı
mazda) rükuya varmak.|| a rk a eğici, {eAT} (Na b ıra k m a m a k , 1. B ir şeyi veya birini izlemeyi sür
mazda) rükuya varan; namaz kılan. |] a rk a kapı, dürmek. 2. Yapılan bir işin sonucu alınıncaya ka
argo. Anüs; makat.\\ a rk a k ap ıd a n çıkm ak, Başa dar çalışmak.\\ a rk a sın ı d ay a m a k , Birinden güç ve
rısız olmak. || a rk a k ap ıd a n m ezun olm ak, argo. destek almak; onun koruyuculuğuna sığınm ak; sır
Okuldan kovulmak. ||ark a kılm ak, {eAT} Yardım tını dayamak. || a rk a s ın ı getirem em ek, Başladığı
etm ek.|| a rk a olm ak, {eAT} Yardımcı olmak; destek bir işi sürdürüp bitirememek.\\ a rk a sın ı sığam ak,
olmak; korumak.\\ a rk a p lan , Tiyatroda seyircinin Sevgi veya şefkat gösterisi olarak birinin sırtım
gözünden en uzakta bulunan p ersp ektif çizgisi.\\ okşamak. || a rk a sın ı sıvazlam ak, Birine yaptığı bir
a rk a p lan d a, Önem bakımından ikinci derecede; işten dolayı güven vermek, destek olmak; aferin
geri planda.|| a rk a sı alınm ak , Sona erdirilmek; demek; sırtını sıvazlam ak.|| a rk a sın ı verm ek, 1.
bitirilmek; kesilmek.\\ a rk a sı gelm ek, Sürüp git B ir şeye arkasını dönerek durmak. 2. B ir şeye ar
mek; devam etmek; arkası kesilmemek,|| a rk ası kasını dayayarak durmak, 3. Birinin koruyuculu
kavi, 1. Kendini iyi koruyacak biçimde giyinmiş ğuna sığınmak. || a rk a sın ı y ere getirm ek , Yenmek. ||
olan. 2. D ayandığı güvendiği sağlam biri olan. || a rk a sın y epm ek, {eAT} Sırtını sığamak; sırtım ok-
a rk ası kesilm ek, 1. Son bulmak, sona ermek; bit şamak.\\ a rk a sı olm ak, Koruyucusu ve güveneceği
mek; tükenmek. 2. Sonuç alınamamak; sonu çık birine sahip olmak; koruyan destekleyen birisi bu
mamak.|| a rk a sı m ih ra p ta olm ak, Etkili birinden lunmak.|| a rk a sı p ek , 1. Güveneceği, dayanacağı
güç almak, ona güvenmek; güçlü birine güven güçlü birine sahip. 2. Sağlam giyinmiş olan.|| a r
mek.|| (bir şeyi, birini) a rk a sın a alm ak, 1. B ir şeyi k ası sağlam , Güveneceği, dayanacağı güçlü birine
yüklenmek; sırtına almak. 2. Etkili ve güçlü bir ko sahip olan. || a rk a sı sıra, 1. Hemen ardından onu
ruyucuya güvenerek işe girişmek.\\ a rk a s ın a b a k izleyerek; ardı sıra; p e şi sıra. 2. Peşinden; ardın
m ad an gitm ek, Öfke ve utanç gibi bir duygu ile dan. 3. Gıyabında.|| a rk a sıvam ak, Uğur dilemek.\\
geride kalanlardan uzaklaşmak; ardına bakmadan a rk a sı v a r, 1. D evamı var. 2. Koruyanı kollayanı
gitmek.\\ ark a sın a düşm ek, 1. Bir işi bitirmek, so var. || a rk a s ı y ere gelm em ek, Yenik düşmeyecek
nuçlandırm ak için uğraşm ak• peşini bırakmamak; şekilde güçlü olmak; yenilmemek; sırtı yere gel
ardına düşmek. 2. Birini sürekli takip etmek; izle memek; yıkılacak durum da bulunmamak.\\ a rk a sı
mek; ardına düşmek; peşine takılmak.\\ a rk a sın a y u fk a, 1. Güvenecek güçlü bir koruyucusu yok. 2.
g ö tü rm ek , {eAT} Sırtına a lm a k || a rk a sın a sak H oşa giden bir yem eğin devamının olmaması hâli.||
lan m ak , 1. B ir şeyi kendine siper edinmek. 2. Biri a rk a sokak, Şehir veya İcasabanın ana caddeleri
nin koruyuculuğuna sığınmak.|| a rk a sın a sığın veya m erkezine göre dışarıda kalan sokak. || a rk a
m ak , 1. B ir şeyi kendine siper edinmek; saklan ta k ım la r, argo. (Kadın ve kız için) bedenin arka
mak. 2. Birinin koruyuculuğunda olmak. |j a rk a s ın bölümü, özellikle kalçalar.\\ a rk a tek er, Otomobil,
da b iri olm ak, Birinin sürekli gözetimi altında bu araba ve bisiklet gibi araçların arka tarafta bulu
lunm ak onun yardımını sağlamak.\\ a rk a sın d a do nan tekerlekleri. || a rk a üstü, Arkası yere gelecek
laşm ak, 1. Birine işini yaptırm ak için onun bulu biçimde; sırt üstü. || a rk a v erm ek , 1. Güç bir du
nabileceği yerlere giderek görüşme, konuşma fırsa rumda kalan birini desteklemek; yardım etmek. 2.
tı yaratm ak; peşinde dolaşmak. 2. Ele geçirmeye Sırtını güçlü bir yere dayamak.\\ a rk a virici, {eAT}
çalışmak; kollamak.\\ a rk a sın d an , 1. Bir şeyden Yardımcı; dost. [| a rk a v iricirek , {eAT} Daha çok
sonra; peşinden; ardından; akabinden. 2. B iri ora yardım eden.\\ a rk a virin ilm ek , {eAT} Yardım
da yokken; gıyabında.\\ a rk a sın d a n atlı kov ala görmek.\\ a rk a v irinilm iş, Yardım görm üş.|| a rk a
m ak , Bir işi gereği yokken telaş ve acele ile y a p v irin m ek , {eAT} Yardım görm ek.|| a rk a virişm ek,
• 293 ARK
{eATj Yardımlaşmak.[| a rk a v irm ek , {eAT} 1. Sırtı a rk a d aşlık , -ğı [arka-daş-lık] is. 1. Arkadaş olma du
nı dayamak; arkasını vermek. 2. Yardım etmek. 3. rumu. 2. Arkadaşlar arasında var olan yakınlık, da
Velayet.|| a rk a virm ek dilem ek, {eAT} Yardım di- yanışm a ve sevgi. S a rk a d a ş lık etm ek, 1. B era
lernek.|| a rk a v irm ek dilenen, {eAT} Kendisinden ber bulunulan ve çalışılan yerde iyi geçinmek, u-
yardım istenen; yardım ına muhtaç olunan. || a rk a yum sağlamak. 2. Yolculuk veya gezintide yanında
virm ek istem ek, {eAT} Yardım istemek.|| a rk a y a bulunmak, refakat etmek.
atm ak, Umursamamak, aldırmamak.\\ a rk a y a b ı a rk ag , [âr-mak > ar-ka-ğ] {eT} is. Atkı, mekik ipliği
rak m ak , B ir işi bitirmeyip sonraya bırakmak; erte argaç; en ipliği. [Mühennâ] [Gabain] [DLT] [EUTS]
lemek.|| a rk a y a geçm ek, On taraftan art tarafa a rk a ik , -ği [Fr. archaique] sf. 1. Geçmiş dönemden
dolanmak.\\ a rk a y a k alm ak , Geriye kalmak; ge kalan; kendi zamanından daha eski bir çağın karak
cikmek; geriden gelmek; ilerleyememek.\\ a rk a terini gösteren; aşm. 2. ed. Yazarın yaşadığı çağdan
yüz, 1. B üyük pano ve resimlere ait levhaların arka daha önceki devirlere ait kullanmış olduğu kelime,
kısmı. 2. Kitap ve defter yaprağında okunmakta cümle ve anlatım biçimleri. 3. Klasik çağ öncesin
olan sayfanın arkasında kalan sayfa. 3. kütph. Bir den kalm a eser,
kitapta çift sayılı numarlarla belirlenen, kitap açıl ark a iz m , [Yun. arkhaios > Fr. archaîsme] is. 1. K en
dığında sol tarafta kalan sayfa. 4. kütph. Yazma ki di döneminden daha eski devirlerin izlerini taşıma.
taplarda genellikle çift sayılarla numaralanan ve 2. Eskileri taklit. 3. Ç ok eski b ir dönemden kalm ış
sağ yanda kalan sayfa. 5. M arangozlukta ahşabın olan şeyle ilgili; aşnılık. 4. ed. Bugün kullanım dan
görünmeyen tarafı. 4. Paranın veya madalyonun kalkmış olan kelimelerle yazm a ve söyleme duru
ikinci derecede kalan yüzü; tuğra. mu. 5. Bir yapının kullanıldığı çağdan daha önceki
arkacı, [arka-cı is. mec. 1. Arka çıkan; koru bir döneme ait özellikler taşım a durumu,
yucu; taraftar; yardımcı. {eAT} {ağız} (aym) [DS] 2. ark a la ç , -cı [arkala-mak > arkala-ç] {ağız} is. Hamal
{ağızj Hamal. [DS] 3. argo. A k tif eşcinsel erkek; arkalığı. [DS]
sodomist. 4. argo. K alabalık yerlerde yankesiciye a rk a la m a , [arka-la-ma] is. 1. Arkalam a eylemi. 2.
yardımcılık eden kimse. Koruma, destek olma,
ark a ç 1, -cı [arka-ç] {ağız} is. 1. Açıkta kurulan davar a rk a la m a k , [arka-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
ağılı. 2. Hakim rüzgârı bir tepenin kestiği kuytu bir Bir şeyi sırtına almak; yüklenmek. 2. mec. Bir kim
yamaçtaki koyun yatağı. 3. D ağlarda kuytu, siper seye, yardım etmek, güven vermek; desteklemek;
yer. [DS] müzaheret etmek,
arkaç2, -cı [arğac / arkaç ^ j l ] {eAT} is. Argaç, a rk alan ıcı, [arka-la-n-ıcı 43jT] {eAT} sf. Birinin
arkaçak, -ğı [âr-mak > ar-ka-mak > arka-çak ?] {eT} yardımına güvenen; birisine dayanan,
is. Ağza ilaç akıtmak için kullanılan içi delik bir a rk a la n m a , [arka-la-n-ma] is. A rkalanm ak işi; ken
araç; akıtmaç. [DLT] disine yardım edilme; korunma,
arkaçlık, -ğı [arkaç-lık] {ağız} sf. -*■ argaçlık. [DS] a rk a la n m a k , [arka-la-n-malc 4SjI / jajJ öjT]
arkaçtı, [ark+aç-tı] {ağız} is. Suyun kendi kendine
dönşl. f. [-ır] 1. Sırtını bir şeye dayamak; sırtını
açtığı ark. [DS]
vermek. {eAT} (aynı) 2. {eAT} Güçlenmek; güç bul
arkad, [İt. arcado (yay) > Fr. arkade] is. mim. Arala
mak; güvenmek, {ağız} (aym) [DS] 3. edil. f. Y ar
rındaki boşluğun üstü yay biçiminde olan sütun
dımcı veya destekçisi bulunmak; kendisine yardım
topluluğu.
edilmek; korunmak; desteklenmek; kayırılmak.
arkadaş, [arka-daş] is. 1. Savaşta, bir savaşçının ar {eT} (aym) [DLT]
kasını düşm an saldırısından koruyan savaşçı. 2.
a rk a la şm ak , [arka-la-ş-mak 43_,T] {eAT} {ağız}
Kendisine yakınlık duyulan, inanılıp güvenilen ki
şi; dost; yaren; ahbap; enis; hempa; ihvan; koldaş; işteş, f. [-ır] Birbirine yardımcı olmak; birbirine
muhip; refik; nedim; sağdıç. 3. B ir yerde bir arada destek olmak; yardımlaşmak. [DS]
bulunmakla birbirini tanıyıp dostluk kuran kişiler; a rk ala y ı, [arka-layı] {ağız} zf. Yokluğunda; kendisi
avane; ayaktaş; dadaş. 4. ünl. Tanım adık yaşıtlara yokken; gıyabında; arkasından. [DS]
seslenme sözü. “Arkadaş, yurdum a alçakları uğrat ark a lay ın , [arka-laym] {ağız} zf. -*• arkalayı. [DS]
ma sakın. ” M. Â k if Ersoy. fi3 a rk a d a ş canlısı, A r a rk a b , [arka-lı] sf. 1. Arkalığı, dayanacak yeri olan
kadaşına düşkün olan; arkadaşlığa değer veren. || 2. mec. Koruyucusu olan. 3. {ağız} Semiz; yağlı.
ark ad aş değil, a rk a taşı, Yararından çok zarar [DS] 4. {ağız} Devamlı; sürekli. [DS] 5. {ağız} Çok
veren arkadaşlara serzeniş sözü.\\ a rk a d a ş olm ak, kalabalık; büyük. [DS] 6. {ağız} (Ağaç için) m eyve
Biri ile sam im iyet kurup dost olmak. si çok. [DS]
arkadaşça, [arka-daş-ça] (arkada'şça) zf. A rkadaşlı a rk a lık , -ğı [arka-lık] is. 1. Sandalye, koltuk, kanepe
ğa yakışır, arkadaşlık bağını ve sevgisini gösterir gibi oturulacak eşyanın sırt yaslamaya mahsus yeri.
şekilde; dostça; içtenlikle; samimi olarak. 2. Hasta yataklarında yastıkları dik tutm aya yarar
ARK ÛIÜMIÜEüCE S Ö Z Iİ. 294
alet. 3. Hamalların yük taşım ak için sırtlarına yer ark e o p te rik s, [Fr. archeopteryh] is. B avyera’da Jura
leştirdikleri koruyucu. 4. {ağız} Ceket. [DS] 5. {ağız} devri yaprak kayaçları arasında fosili bulunmuş,
as. Artçı. [DS] 6. {ağız} Bir tür sepet. [DS] 7. {ağız} hem kuş hem sürüngen özellikleri gösteren bir hay
Saman kağnısının ardına bağlanan kilim parçası. van.
[DS] 8. {ağız} Tahta biçilecek tomruğun dört yanın a rk e tip , [Yun. arkhetupos (ilk model) > Fr. arche
dan çıkarılan kaim ve yumru tahtalar. [DS] type] is. Kendisine dayanılarak eser verilen ilk mo
a rkalıklı, [arka-lık-lı] sf. Arkalığı olan, del; ilk örnek,
arkalıksız, [arka-lık-sız] sf. 1. Arkalığı, sırt dayaya a rk ık , [ar-ık (pislik) > ar-k-ık] {eT} is. Pislik; tezek
cak yeri olmayan. 2. mec. K oruyucusu ve dayanağı [Mühennâ]
olmayan. a rk ın 1, [ar-km / arkun] {eT} zf. Gelecek yıl; öbür yıl.
a rk a lu , [arka-lu I _?! ^jT] {eAT} sf. Yardımcıları [DLT] ö a rk ın izi, {eT} Gelecek yıl; öbür yıl. [DLT]
a rk ın 2, [ar(ı)k-ın] {ağız} zf. Zayıf; cılız. [DS]
çok olan; kuvvetli,
a rk ın 3, [ar-km / ar-kun o^jTI feAT} sf. Yavaş; ağır;
ark alu c, [arka-la-mak>arkalu-mak>arkalu-c aîjT
aheste.
/ £^lsjl] {eAT} is. H am al semeri; arkalık.
a rk ın c a k , [ar-km-cak / ar-kun-cak j^ î j T ] {eAT} zf.
a rk a m a k , [âr-mak (dolaşmak) > ar-ka-mak] {eT} gçl.
-*■ arkuncak.
f. [-r] 1. Aramak; yoklam ak; arayıp taramak. [DLT]
[Yüknekî] 2. {ağız} Tutmak; sarmak. [DS] 3. {ağız} a r k ın , [arkır-ı / arknr-u Ls j j î ] {eAT} sf. 1. Eğri; yan
Y ardım etmek; arka çıkmak. [DS] üstü; yanlamasına. 2. Tersine; aykırı; karşı; ters. 3.
a r k a n 1, [eT. arka > arka-n [Dankoff]] is. İp. {ağız} Çarpık; çapraz. [DS] fi1 a r k ı n çıkm ak, {eAT}
a rk a n 2, [ar-kan] {eT} zf. 1. Nihayet. [Gabain] 2. {ağız} Yolunu kesmek; karşısına çıkmak.\\ a r k ı n gelm ek,
U zak. [DS] 1. {eAT} Karşı koymak; karşısına çıkmak; önüne
gerilmek. 2. {ağız} İtiraz etmek. [DS]
a rk a n 3, [Ar. carkan 0 1 ^ ] (arka:n) {OsT} is. Terleme.
a rk ış 1, [alk-ış / arkış] {eT} is. Alkış; övgü. [ETY]
a rk a p , -bı [Ar. rakaba] {ağız} is. Köpeklerin boyun
a rk ış2, [arkış / arvaş / arvış] {eT} is. Büyü; efsun.
larına takılan halka. [DS] [DLT]
a rk a r , [ar-mak (dolaşmak) > ar-ka-r] {eT} is. Dişi a rk ış3, [âr-mak (arasından geçmek, dolaşmak, aş
dağ keçisi. [ETY] [DLT] mak) > ar-k-ış] is. 1. Kervan. [EUTS] [ETY] [Gabain]
a r k a n , [?arkarı] {ağız} sf. Galip; üstün. [DS] [Tekin] [Yüknekî] 2. Y urdundan uzak düşmüş birine
ark a sın m a k , [arka-sın-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] gönderilen kimse; haberci; elçi. [EUTS] [ETY] 3.
Arkalanm ak; güvenmek. [DS] Mektup. [ETY] [DLT] S a rk ış tirk iş, Kervanlar.
ark asız, [arka-sız] sf. 1. Arkalığı, dayanacak yeri ol a rk ış4, [ar-kı-ş] {ağız} is. Değirm en taşlan arasına
m ayan 2. mec. Koruyucusuz. konulan demir gereç. [DS] S ark ış etm ek, {ağız}
a rk a ş [arka-ç] {ağız} is. -*■ arkaç. [DS] Yükü geçici olarak bir yere bırakmak. [DS]
ark a şm a k , [ar-ka-ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] 1. Arka a rk ıt, -dı [arkıt / argıt] is. 1. K öy evlerinde kapıların
arkaya gelmek; arka arkaya çıkmak. 2. Y ük yükle arkasına çakılmış bulunan kaim tahta kuşak. 2.
mekte birbirine yardım etmek. [DLT] {ağız} Dövenle boyunduruğu birbirine bağlayan ok.
ark eb ü z, [Holl. hakebusse > İt. archibuso / Fr. arqu- [DS] 3. {ağız} A sm a çardaklarında yatay uzatılmış
ebuse] is. On beşinci yüzyılda omuzda iki kişi tara ağaçlar. [DS] 4. {ağız} Kızakların arkasında ve ö-
fından taşm an ve yere çakılan bir kazığa kabzası nünde tutunm aya yarayan eğri ağaç. [DS] 5. {ağız}
dayanmak suretiyle ateş edilebilen b ir tüfek cinsi, Semerin eğri ağaçları. [DS] 6. {ağız} Ç adm n yatay
ark een , [Fr. arceen] is. Kambriyumdan önce' oluş uzanan ağaçları. [DS] 7. {ağız} Irmakta balık avla
muş yer katı. m akta kullanılan bir tür sal. [DS]
arkegon, [Fr. archegone] is. bot. Eğrelti otları, kara a rk m a k , [ark-mak] {ağız} g ç l . f [-ar] 1. Yardım et
yosunları ile bazı su yosunlarında ve açık tohum lu mek. 2. Arkaya sarkmak. [DS]
larda görülen dişilik organı, a rk o , [Yun. arktos (ayı) > arko] sf. 1. İnatçı. 2. Kaba.
arkeolog, -ğu [Fr. archeologue] is. Tarih öncesi ve 3. Bön. 4. Gülmez,
eski çağlardan kalm a eserleri inceleyen, araştıran, a rk o z, [Fr. arkose] is. jeol. Granit veya gnayslı ka-
değerlendiren uzman; kazı bilimci, yaçların aşınması ile oluşmuş feldspatlı kum.
arkeoloji, [Fr. archeologie] is. Tarih öncesi ve eski a rk tik , -ği [Yun. arktikos > Fr. arctique] is. coğ.
çağlardan kalm a eserleri tarih ve sanat değeri açı K uzey kutbu ve çevresi ile ilgili,
sından inceleyen, araştıran bilim dalı; kazı bilimi, a rk u , [ar-ku] {eT} is. N ehir; dere. [Gabain] [EUTS]
arkeolojik, -ği [Fr. archeologique] is. Tarih öncesi a rk u b , [Ar. ‘arküb (arku:b) {OsT} is. 1. Ökçe
ve eski çağlardan kalm a eserlerle ilgili; kazı bilim
siniri; eğrice. 2. Y alan ve kötü söz.
sel.
M M ig m iiK .2 9 5 ARM
arkuçı, [ar-mak (arasından geçmek) > ar-ku-çu] {eT} a rk u rtm a k , [arkur-t- mak t] {eAT} gçl.
is.l. İki kişi arasında aracılık eden kişi; aracı. 2.
f. [-ur] 1. Gidişini, akışını değiştirmek. 2. Yürüm e
Evlenme zamanı dünürler arasında gidip gelen kişi.
sine engel olup geri döndermek. 3. Bozm ak ve de
[DLT]
ğiştirmek.
arkuk, [ar-ku-k] {eT} sf. 1. İnatçı; ters; aksi. [Tekin]
a rk u t, -du [ar-mak > arkut / arkıt] {ağız} is. 1. Elbise,
2. Aykırı. [DLT] 3. İki direk veya duvar arasına
çamaşır asmaya yarayan ip, tel ya da ağaçtan uzun
çapraz olarak konulan ağaç. [DLT] S a rk u k kişi,
çubuk. 2. Hıyar filizlerini askıda tutturmak için u-
/. Söz dinlemez; inatçı. 2. K alp kimse. [DLT]
zatılan ağaç dalı. [DS]
arkuklanm ak, [ark-uk-la-n-mak] {eT} dönşl. f. H ay
a rk u y , [arkuy] {eT} is. Kale; m üstahkem mevki; is
lazlık etmek; dik başlık etmek. [DLT]
tihkâm. [ETY]
arkula, [Suriye Ar. ‘âlçüla] {ağız} is. Kuru dalları çe
a rla m a k 1, [ara-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
kip koparmaya yarayan ucu demir çengelli uzun Aralamak; seyrekleştirmek. [DS]
sink. [DS] a rla m a k 2, [âr-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı) -yor]
a rk u n 1, [ar-kun] {eT} is. 1. Gelecek yıl; öbür yıl. İyi olmak; hastalıktan kurtulmak. [DS]
[DLT] 2. Nihayet. [Gabain] [EUTS] 3. Yaban aygırı
a rla n m a, [Ar. ‘âr + T. -la-n-ma] is. Utanma, sıkılma,
ile evcil kısraktan olan at. [DLT] S1 a rk u n izi, {eT}
Gelecek yıl; öbür yıl. [DLT] a rla n m a k , [ar-la-n-malc] dönşl. f. [-ır] Utanç duy
mak; utanmak; sıkılmak; çekinmek; {eAT} (aynı).
arkun2, [eT. akru (yavaş, sessiz) > akru-n > arkun
arla n m a z , [ar-la-n-maz] sf. Utanmadan, sıkılmadan
jjs jl] {eAT} sf. 1. Yavaş; ağır; sakin; aheste. 2. zf.
hareket eden; utanmaz,
Yavaş ve alçak sesle. 3. Gizli. 0 a rk u n a rk u n ,
a rla şm a k , [ar-la-ş-malc] {ağız} dönşl. f. [-ır] K ovula
{eATj Yavaş yavaş; ağır ağır; h a fif hafif; giderek.
rak gitmek. [DS]
arkunca, [arlçun-cak / arhuncak / arkmcak a rla ştırm a k , [arlaş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Başından at
{eAT} zf. Yavaşça; hafifçe; sessizce, mak; kovmak,
arkuncacuk, [arkun-ca-cuk ■MrjüjT] {eAT} zf. Ya arlı, [ar-lı] sf. 1. A r sahibi olan. 2. Utangaç; sıkılgan.
vaşça; hafifçe, 3. Namuslu.
arkunlık, [arlçun-lık] {eAT} is. Yavaşlık; sakinlik, -arlık , [-r-lık /-rlik / -rluk / -rlük / -ırlık / -irlik / -
urluk / -ürlük / -arlık / -erlik] yap e. -*• -rlık.
arkunluğile, [arkun-luk + ile tLiiijSjI] {eAT} zf. Y a
a rlık , -ğı [arı-lık / ar-lık] {ağız} is. Hastalıktan kur
vaşça. tulm ak için okuyup üfleyenlere verilen ücret. [DS]
arkura, [arku-ra] {eT} sf. Çaprazlama; aykırı. S
a rm ,-m i [Ar. ‘arm / ‘arem {OsT} is. Kafa tutma;
a rk u ra y atm ak , {eT} Çaprazlama yatmak. [EUTS]
inatçılık.
ark u n , [arku-rı / arkı-rı / arku-ru ıjjjüjT] {eAT} sf. 1.
a rm a 1, [Yun. arma] {ağız} is. Bele bağlanan fişeklik.
Eğri; yan üstü; yanlamasına. 2. Tersine; aykırı; kar [DS]
şı; ters, fi1 a r k u n a r k u n , {eAT} Birbirinin tersine, a rm a 2, [Lat. arm a (silah) / İt. (teçhizat)] is. 1. Bir
çaprazlama. aileye, bir topluluğa veya bir kişiye atalarından ka
arkurıdan, [arku-rı-dan] {ağız} zf. Sebepsiz yere; ge lan, genellikle kalkan biçimli bir zemin üzerine
reksiz. [DS] işlenmiş özel işaret, yazı veya süslemeler. 2. dnz.
arkurm ak, [arku-r-mak] {eTj gçsz. f. 1. Çapraz geç Bir gemide direk ve serenlerle bunlar üzerinde yer
mek. [Gabain] 2. Karşıdan karşıya geçmek, alan çarmıh, yelken ve halat takımlarından oluşan
arkurtm ak, [eT. arkur-mak > arkur-t-mak] {eATj donanım. 3. ünl. Denizcilikte "Yap, aç! ” anlam ın
gçl.f. [-ur] Kovmak, da verilen emir. S a rm a b ra n d a , dnz. Eski gem i
arkuru, [âr-mak (dolaşmak) > arku-ru jjjsjl] {eT} {e- lerde hamakların kurulması için verilen emir. || a r
m a b u d a m ak , dnz. Top ateşi ile düşman gemisinin
ATj sf. 1. Çapraz; haç gibi; aykırı. [EUTS] 2. {ağız}
yelken ve direklerini tahrip etmek. || a rm a b u d a t
Doğru; düz. [DS] 3. {ağız} Kestirme. [DS] ö a r
m ak , dnz. Fırtına sebebiyle gem inin yelken takım
kuru çıkm ak, {eAT} Yolunu kesmek; karşısına
ları tahrip olmak. || a rm a d o ld u rm a k , dnz. Yelken
çıkmak.|| a rk u ru gelm ek, {eAT} Karşı koymak;
lerin esnemesini önlem ek için ana armanın boşla
karşısına çıkmak; önüne gerilmek. || a rk u r u tu r-
rını almak. || a rm a soym ak, dnz. Bir süre kullanıl
kuru, {eTj Çapraz; haçvari. [Gabain]|j a rk u r u tu r-
m ayacak olan geminin yelken takımını indirmek.||
mak, {eATj Göğüs germek; m aruz olmak.|| a rk u r u
a rm a tente, dnz. Gemi limandayken kullanılan ten
varm ak, {eATj K arşı koymak.
telerin açılması için verilen emir.|| A rm a yelken!
arkurusm a, [arkuru-s-ı-n-a {eATj zf. Y anla dnz. "Yelken a ç !” komutu.
masına; enine; aykırı olarak. a rm a 3, [Lat. arma] (a ’rma) is. argo. Paylama; azar.
ARM IM IİİR S Ö Z lıiİK . îs e
armacıhk, -ğı [arma-cı-lık] is. Armaları düzenleme nanımım üzerine alan, işleten kişi; donatan. 3. ar
ve doğru bir şekilde temsil ve tasvir etme teknik ve go. Bir fahişenin sırtından geçinen erkek; peze
kuralları. venk.
armada, [İt. armata] (arma'da) sf. dnz. 1. Silahlı. 2. armatörlük, -ğü [armatör-lük] is. Armatörün yaptığı
is. Donanma. iş veya meslek,
armador, [İsp. armador] is. dnz. 1. Gemilerdeki her armatür, [Fr. armature] is. 1. B ir alet veya tesisatın
türlü donanım işini yapan usta. 2. Yelkenli gemi ana bölüm ünü oluşturan parçaların tümü. 2. M us
lerde arma işlerini yürüten özel görevli, luk ve batarya türü sıhhi tesisat malzemelerinin ge
armadura, [İt. armadura] (armadu'ra) is. 1. Çatı; is nel adı. 3. fız. Bir kondansatörün yalıtkanla ayrıl
kele. 2. dnz. Yelkenli gemilerde hareketli arma ha mış iki iletkenden her biri; bir mıknatısın iki ucunu
latlarım bağlam ak için alabandalara çakılı ağaç ve birleştiren yum uşak demir. 4. müz. Donanım,
ya demir levhalar, armiş, [Far. ârmiş ji»jT] (a:rmiş) {OsT} is. Dinlenme;
armağan, [arma-ğan / yarm a-ğan / armagal] {eT} is. rahat; huzur,
Hısımlara doyumlukta verilen hediye; armağan. armoda, [Yun. armidi] is.dnz. B ir tür halat,
[DLT]
armoni, [Lat. harmonia] is. 1. Ayarlama. 2. müz. Ku
armağan, [Far. armağan ? => eT armağan / yarma-
lağa hoş gelen çeşitli sesler arasındaki uyum; a-
ğân] is. 1. B ir kişiyi sevindirmek için özel günlerde
henk. 3. ed. A ynı konuya ait verimlerin, parçaların,
verilen şey; hediye; ağırlık. 2. Önceden kararlaştırı
sözlerin, kelimelerin tutarlı bir biçimde bir araya
lıp ilan edilen ödül; mükâfat. 3. Kendisine saygı
getirilmesi; ahenk; uyum. 4. Konusu birlikte çıkan
duyulan birinin bağışı; lütuf; ihsan. 4. kütp. Bir
sesleri uyuşturmak olan m üzik sistemi. 5. Yalnızca
kim seye veya olayın anısına adanan kitap veya
üflemeli ve vurmalı çalgılardan meydana gelmiş
başka eser; ithaf. S armağan etmek, Birinin gön
orkestra. S armoniler, Fizikte frekansı, ana sesin
lünü hoş etmek, sevindirm ek için bir şey vermek;
frekansının tam. katında çakışan sesler.\ | armoni
hediye etmek.
orkestrası, Yalnızca üflemeli çalgılardan kurulmuş
arm ak1, [âr-mak] (a:rmak) {eT} gçsz. f. [-ur] 1.
orkestra.
Dolaşmak.2. A rasından geçmek; çapraz geçmek;
armonik, -ği [Fr. harmonique] sf. Armoni ile ilgili
içinden geçmek; girmek; hulûl etmek. [EUTS]
olan.
[ETY] [İKPÖy.] 3. gçl. f. Kandırm ak aldatmak.
[DLT] [EUTS] [Gabain] [Tekin] [ETY] S armak tev- armonika, [İng. harmonica] is. müz. Yan yana sıralı
deliklere yerleştirilm iş dilciklerinin titreşimi ile
m ek, {eT} H ile yapmak; aldatmak. [DLT] || armak
ayrı notalarda ses veren üflemeli bir çalgı çeşidi;
yuvm ak, {eT} Hile yapm ak aldatmak. [DLT]
ağız mızıkası,
armak, [âr-mak J^jT] (a:rmak) {eT} {eAT} {ağız} gçsz.
armonize, [Fr. harmonize] sf. müz. 1. Armoni kural
f. [-ur] Y orgun düşmek; yorulmak; aşırıya kaçmak; larına uygun düzenlenmiş. 2. (M üzik parçası için)
güçsüz kalmak. [DLT] [ETY] [İKPÖy.] [Gabain] [Mü tam amlayıcı sesler eklenmiş. 0 armonize etmek,
hennâ] [Yüknekî] [DS] B ir melodiye eşlik edecek bir veya birkaç parça
armak2, [ar-mak] {ağız} is. Çamaşır yıkama yeri. eklemek.
[DS]
armonyum, [Fr. harmonium] is. müz. Pedal yardı
armakçı, [ar-mak-çı] {eT} sf. Entrikacıaldatıcı; hile- mıyla bir körüğün meydana getirdiği hava ile çalı
kâr. [Tekin] [Gabain] [ETY] şan klavyeli ve üflemeli bir çalgı,
arm alı1, [arma-lı] sf. 1. Arması bulunan; belli bir armoz, [Yun. armos] is. dnz. Gemilerde borda ve
işareti olan. 2. argo. Süslü; şatafatlı. güverte kaplama tahtalarının boylam asına eklen
armalı2, [arma-lı] sf. argo. (Söz için) lastikli, mesi ile aralarında oluşan çizgi,
armalık, -ğı [arma-lık] is. Armaların etrafını süsle
armudî, [Far. emrüd + Ar. -ı (armu:di:)
yen oyma çiçeklerden yapılmış çerçeve,
{OsT} sf. Armut biçiminde olan,
arman, [Far. ârmân jl»jT] (a:rma:n) {OsT} is. 1. Öz
armudiye, [Far. emrüd + Ar. -iyye (armu:-
leme; özleyiş; hasret. 2. Zahmet; sıkıntı. 3. Teessüf.
4. Pişmanlık. diye) {OsT} is. 1. A rm ut biçiminde nazarlık olarak
takılan altın. 2. Tahta oymacılığında kullanılan bir
armani, [Far. ârmân > ârmâni (a:rma:ni:) tür rende. 3. {ağız} K adın başlıklarında yürek biçi
{OsT} sf. 1. Kederli; müteessif. 2. Pişman; hoşnut minde gümüş levha. [DS]
suz.
armun, [Yun. arrabön > Ar. ‘arabün j
armanmak, [arb-an-mak>arm-an-mak] {ağız} dönşl.
{OsT} is. Pey akçesi,
[-ır] 1. Tırmanmak. 2. Abanmak. [DS]
armatör, [Fr. armateur] is. 1. Ticaret gemisi sahibi. armut, -du [Far. emrüd => armud is. bot. 1.
2. Gemi sahibi olsun veya olmasın bir geminin do Gülgillerden ılıman bölgelerde yetişen beyaz çiçek
İIfliÜ K f filli.2 9 7 ARP
li, basit, düz veya düzensiz dişli yapraklı, damla Avrupa dilleri ailesinden İllir veya D acia dillerine
görünümünde ortası beş bölmeli ince kabuklu, sulu bağlı Arnavutluk halkının dili.
ve tatlı meyvesi olan bir ağaç veya ağaççık türü, Arnavutlaşma, [Amavut-la-ş-ma] is. Arnavut kültür
(Pirus comminus). 2. Bu ağacın sap kısmı dar alt ve yaşayışını benimseme.
kısmı geniş meyvesi; {eT} (ayın). [DLT] 3. argo. Arnavutlaşmak, [Amavut-la-ş-mak] dönşl. [-ır] A r
Fazla bön, avanak kimse. 0 armudun iyisini ayı navut kültür ve yaşayışını benimsemek; Arnavutluk
lar yer, İyi şeylere layık olmayanları tasvir etmek uyruğuna girmek.
için kullanılır,|| armudun sapı, üzümün çöpü var, arni, [Hint, arni] is. Hindistan mandasının yerli adı.
Hiçbir şeyi beğenmeyenler, m üşkülpesentler için
arnika, [İt. amica] (arni'ka) is. bot. Bileşikgiller fa
kullanılır. || armut gibi, Anlayışsız, bön kimse. ||
milyasından papatyaya benzer turuncu sarı kömeç-
armut kabağı, bot. Ürünü arm ut biçiminde olan
li, çayır ve ormanlarda biten, yaprak ve çiçekleri
bir süs kabağı.\\ arm ut kakı, {ağız} A rm ut kurusu.
şiddetli bir kusturucu nitelik taşıyan, çok yıllık otsu
[DS] 11 armut kurusu, D örde bölünmüş armutların
bitki; öküz gözü; sığır gözü; mastı çiçeği, (Arnica
gölgede kurutulması ile elde edilen kuru yemiş.\\
montana).
armut piş, ağzıma düş, H iç em ek vermeden bir i-
arnug, [âr-mak > ar-m-mak > âr-(ı)n-uğ / ar-(ı)n-uk
şin olmasını bekleyenler için söylenen söz.|[ armut
top, spor. Boksörlerin antrenmanda kullandıkları {eAT} sf. 1. Yorulmuş; yorgun. 2. is. Y or
içi havayla doldurulmuş yukarıdan asılı armut bi gunluk.
çimindeki meşin top. arnuk, [âr-mak > ar-ın-mak > âr(ı)n-uğ / ar(ı)n-ulç
armutçu, [armut-çu] is. A rm ut yetiştiren veya satan ı3^jT] {eAT} sf. -*■ amug.
kişi.
armuz, [Yun. armos] is. dnz. 1. Gemilerde güverte arnuklık, [amuk-lık {eAT} is. Yorgunluk.
ve borda kaplam a tahtalarının birbirine değdikleri aroma, [Yun. aroma (hoş koku) > Fr. aröme] (a-
yerdeki çizgiler. 2. {ağız} Y apılarda kullanılan di ro'ma) is. 1. Güzel koku. 2. Sebze ve m eyvelerden
rekler arasındaki açıklık. [DS] yayılan kendine özel hoş koku.
armür, [Fr. armure] is. Bir dokumayı oluşturan atkı aromatik, -ği [Fr. aromatique] sf. Hoş kokulu, aro-
ve çözgü ipliklerini çaprazlama alma biçimi, malı.
arnak, -ğı [am ak / almak] {ağız} is. 1. Annaç. 2. Y o arozöz, [Fr. arroseuse] is. Sulamada kullanılan ü ze
kuş; meyil. 3. Ön yüz. [DS] rine bir su deposu ile doldurma ve boşaltm a düze
arnaklamak, [amak-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)- neği kurulmuş motorlu araç.
yor] Bakmak; gözlemek. [DS] arp, [Fr. harpe] is. müz. Üçgen şeklindeki bir çerçeve
arnaşmak, [eT. ar-mak > ar(ı)n-aş-mak] {ağız} gçl. f. içine farklı uzunlukta paralel tellerin gerildiği elle
[-ır] 1. Dokunacak, örülecek bir şeye başlamak. 2. çalınan bir m üzik aleti.
Örgüde ikinci bölüme başlamak. 3. Nakışa, biçime arpa, [eT. arpa 4jjT] is. bot. 1. Buğdaygillerden tane
başlamak. [DS] leri ekmek ve bira yapımında, çoğunlukla hayvan
arnat1, -di [Güre, am ati (tırmık)] {ağız} is. Flarmanda yemi olarak kullanılan, buğdaya göre daha erken
tahılı toplamakta kullanılan araç; sıyırgı. [DS] gelişen ve olgunlaşan kılçıklı bir tahıl türü, (Hor-
arnat2, -dı [Ar. cimâs] {ağız} is. 1. Ü züm vermeyen deum vulgare). {eT} (aynı)[Mühennâ] [DLT] [EUTS]
azgın üzüm teveği. 2. Budanmam ış azgın üzüm 2. argo. Para. 3. argo. Kese; cüzdan. S arpa arpa,
dalı. [DS] {eAT} Ufak ufak; ince ince; zerre zerre. || arpa bile
Arnavut, [Rum. Arnavut] öz. is. 1. Arnavutluk halkı zik, {eAT} Boğumları arpa biçiminde olan bilezik.|[
ve bu soydan olan kimse. 2. {ağız} Dev. [DS] <5 arpa bölen, {ağız} K öy işi gören yönetim kurulu
Arnavut besası, Çabuk bozulmayan, kesin yem in.|| üyesi. [DS][| arpa ektim darı çıktı, “Umduğumu
Arnavut bacası, Çatı penceresi. || A rnavut biberi, bulamadım; beklenmedik şekilde sonuçlandı. ” an
Acı kırmızı biber. | A rnavut ciğeri, Un ve kırmızı lamında kııilandır.\\ arpa güzeli, {ağız} Arpayı sa
bibere bulanmış koyun karaciğeri ile bol yağda manından ayıran bir tür kalbur. [DS] | arpa kes
yapılan bir çeşit sote.|| A rnavut d a n sı, A k darı.\\ tirmek, {ağız} Yolculukta arabanın atlarını dinlen
Arnavut elması, A rnavutlukta yetişen lezzetli bir dirirken bir parça yem yedirmek. [DS]|| arpa orağı,
tür elma,\\ Arnavut halayı, Sivas yöresine ait A r {ağız} A rpa hasadı zamanı. [DS]j| arpa salmak,
navut satıcının je s t ve mimiklerinin taklit edildiği {eAT} A rpa atarak fa l bakmak. || arpası az gelmek,
ve ağır kısımlarında A rnavut türküsü söylenen bir argo. Verilen ceza ve azarlamadan yeteri kadar
kadın oyunu. || A rnavut kaldırımı, İrili ufaklı taş ders almamak. || arpası çok gelmek, A zgınlık et
ların döşenmesi ile m eydana getirilm iş kaldırım mek, coşmak, kudurmak.\\ arpa suyu, argo. B ira .||
veya yol.\\ Arnavut z a n , Yuvarlak ve beş yüzlü zar. arpa şehriye, Arpa biçiminde dökülmüş şehriye. ||
Arnavutça, [Amavut-ça] (arnavu'tça) öz. is. Hint- arpa tutmak, {eAT} (At için) arpalamak,\\ arpa
ARP OMMUŞ SİİMİ. 29s
unun yoksa, tatlı dilin de mi yok, İnsanları mem lık ödemeden yararlanılan, çıkar sağlanılan yer. 6.
nun etmek için tatlı dil yeter. {eAT} {ağız} Atın azı dişi. [DS] S arpalığı silin
arpacı1, [arpa-cı / ty r 4yi] is. 1. Arpa yetişti mek, {eAT} (At için) azı dişi aşınmak.|| arpalık
yapm ak, B ir yerden sürekli olarak çıkar sağla
ren veya arpa alım satımı ile uğraşan kimse. 2.
mak; sömürmek.
{eAT} Falcı. S arpacı kumrusu gibi düşünmek,
arpej [Fr. arpege] is. müz. B ir akort oluşturan sesle
Ç ok üzücü bir olay karşısında çaresiz kalarak ne
rin birbiri ardınca çalınması,
yapacağını bilemeden düşünmek.
arpacı2, [Yun. arpaksi (hırsız)] is. argo. Göz göre arradat, [Ar. carrâdat o b ly-] (arra.da.t) {OsT} is.
göre çanta, cüzdan gibi eşyaları kapıp kaçan hırsız; Tekerlekli mancınıklar; savaş arabaları,
kapkaççı. arrade, [Ar. ‘arrâde (arra:de) {OsT} is. Teker
arpacık, -ğı [arpa-cık] is. tıp. 1. Göz kapağının ke lekli mancınık; savaş arabası,
narında beliren iltihaplı çıban; it dirseği. 2. Tüfek,
arraf, [Ar. ‘irfan > ‘arrâf / ‘arrâfe 4sly^ / _^\ (ar-
tabanca gibi ateşli silahların nişan alınmasını ko
laylaştırm ak için namlunun ucuna konulan küçük ra:j) {OsT} is. 1. Bilen. 2. Kaybolmuş veya çalın
çıkıntı. 3. A rpa şeklindeki şehriye. 4. A rpa biçi mış eşyaları bulan kim se; müneccim. 3. Yıldızlara
m inde içi dolgulu bir nakış. 5. {ağız} Değirm en çar bakarak kehanette bulunan; bakıcı; falcı; kâhin. 4.
kının ortasında bulunan demir parça. [DS] 6. {ağız} Hakim; bilge. 5. Göçebe Arap kabilelerinin örfe ait
Tohum luk küçük soğan. [DS] 7. {ağız} Taze, küçük genel bilgileri,
hıyar. [DS] S1 arpacık soğanı, Tohumdan, baş so arras, [Ar. ‘arrâş ^ Iy>] (arra:s) {OsT} sf. 1. (Gök yü
ğan elde etm ek için yetiştirilen bir yıllık küçük so zü için) gürleyen ve şimşek çakan. 2. Şimşekli,
ğan. arrıg, [ar-ığ / am ğ] {eT} sf. Pek temiz. [DLT]
arpacdık1, -ğı [arpa-cı-lık] is. 1. A rpa yetiştirme
ars1, [arş ^ jT ] {eAT} {ağız} is. Gelincik denilen bir
veya alım satım işi. 2. {eAT} Falcılık.
arpacılık2, -ğı [Yun. arpaksi] argo. Göz göre göre tür sincap; as. [DS]
yapılan hırsızlık; kapkaççılık, ars2, [ars] {ağız} is. K ısır kadın. [DS]
arpagan, [arpa-ğan] {eT} {eT} is. A rpaya benzer fakat ars3, [Ar. ‘ars ^ y - ] {OsT} is. Sevinç; ferahlık.
tanesi zayıf bir bitki; yabani arpa. [DLT] ars4, [Ar. ‘arş ^ y - ] {OsT} is. 1. Yıldırımlı gök gü
arpağ, [eT. arpağ] {ağız} is. Eski Türk inanışında ve
rültüsü. 2. Yıldırım,
bugün hâlen o dine mensup Türk boylarında rastla
nılan kam ve baksılann hastaları iyileştirmek için arsa, [Ar. ‘arşa5 ^ y \ arsa:) {OsT} is. 1. Boş toprak;
söyledikleri anlamsız sözler; sihir; büyü. (Çeşitli yer. 2. Ü zerine bina yapılacak boş arazi. 3. M ülk
Türk lehçelerinde arbış, arbag, arbak, arvıç, arvış olarak edinilebilen gayrimenkul. S arsa-i âlem,
olarak söylenir.) [DS] / OsT} D ünya arsası; dünya meydanı. || arsa-i kâr-
arpağan, [eT. arpa-ğan > arpa-ğan] is. bot. Yabani zâr, {OsT} Savaş meydanı,|| arsa-i tarih, {OsT} Ta
arpa, yulaf. rih alanı.
arpağcı, [eT. arpağ-cı] is. 1. Eski Türklerde büyücü arsal, [ar-sıl / arsal] {eT} s f Kumral; konur al. [DLT]
lere verilen isim. 2. {ağız} Üfürükçü; büyücü. [DS] arsalık, [arsal-ık] {eT} is. Hem erkekliği hem dişiliği
arpalama, [arpa-la-ma] is. 1. Çoğunlukla atlarda a- olan bir hayvan; aslık. [DLT]
şırı yorgunluk veya uzun süre kapalı yerde besiye arsenik, -ği [Yun. arsenikon > Lat. arsenicum] is.
çekilm ekten doğan, ayaklarda deri altına kan birik kim. M aden filizlerinde yaygın olarak bulunabilen
m esi şeklinde görülün iltihaplı hastalık. 2. {ağız} atom numarası 33, atom ağırlığı 74.91, yoğunluğu
Ç ok arpa yemekten oluşan hayvan hastalığı. [,DS] 3. 5,7 olan metal görünüm lü element; sıçan otu; zır
{ağız} A ğzına geleni söyleme. [DS] nık; sembolü: As.
arpalamak, [arpa-la-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1. Arpa arsık, -ğı [ars-ık] {ağız} sf. Kızlık zarı güç açılan.
vermek. [DLT] 2. {ağız} Ağzına geleni söylemek; ne [DS]
dediğini bilememek. [DS] 3. argo. İşi iyi gitmek. 4. arsıkmak, [ar-sık-mak] {eT} gçsz. f. [-ır] 1. Aldan
(Hayvan için) çok arpa yiyerek hastalanmak, m ak [Mühennâ] [DLT] 2. {ağız} Utanmak; çekinmek.
arpalanm ak, [arpa-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] A r [DS]
pa sahibi olmak. [DLT] arsıkmış, [ar-sık-mış] {eT} sf. Aldanmış [Mühennâ]
arsıl, [ar-sıl] {eT} sf. Kestane rengi; kumral; konur al.
arpalık, -ğı [arpa-lık *jjT] is. 1. A rpa ekilen tarla. [DLT]
2. Arpa ambarı. 3. {eAT} İmparatorluk döneminde -arsın, [-r-sın / -a-r-sm / -u-r-sm / -e-r-sin / -ü-r-sin]
bazı devlet görevlilerine verilen ödenek veya bu {eAT} çek. e. -* -rsın.
nun karşılığı ihtiyaç maddesi. 4. Padişahların anne arsınmak, [ar-sın-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. U tan
sine, kız kardeşine ve haseki sultanlara verilen has mak; çekinmek. 2. Onuruna dokunmak. 3. Ayıp
lar; başmaklık. 5. argo. B ir emek vermeden, karşı saymak. 4. Üşenmek. [DS]
M O I İ İ K İM .2 9 9 ARŞ
a rsıu lu sa l, [ar(a)-s-ı+ulus-al] sf. U luslar arası; m il sek tabakası; Tanrı katı.|| arş-ı Huda, {OsT} Göğün
letler arası; beynelmilel; enternasyonal. en yüksek tabakası; Tanrı katı. || arş-ı İlâhi, {OsT}
-arsız, [-r-sız / -a-r-sız / -u-r-sız / -e-r-siz / -ü-r-siz] Göğün en yüksek tabakası; Tanrı katı. || arş-ı me-
{eAT} çek. e. -*■ -rsız. cîd, {OsT} Göğiin en yüksek tabakası; Tanrı katı. j|
arsız, [Ar. âr + T. -sız] sf. 1. (Kişi için) utanm ası ol arş-ı rahmân, {OsT} Göğün en yüksek tabakası;
mayan; yılışık; yüzsüz; arlanmaz; hayasız; kapak Tanrı katı.|| arş-ı Yezdânî, {OsT} Göğün en yüksek
sız; utanmaz; yırtık; perdesiz; pişkin; yüzsüz. 2. tabakası; Tanrı katı. || arş-ı berîn, Göğün en yüksek
Terbiye görmemiş; şımarık; terbiyesiz. 3. mec. tabakası. || arş-pâye, {OsT} Payesi arşa dek yü kse
(Bitki için) yerini yadırgamayan, hemen kök atıp len]] arş ü ferş, {OsT} Gökyüzü ve yeryüzü. || arş ü
gelişebilen. S a rs ız a rs ız , Utanmaz bir şekilde; kürsî, {OsT} Göğün arş kısmı ile altındaki kürsü.\\
sırnaşarak. || a rs ız p irsiz , Utanması olmayan. arş'üs-simâk, {OsT} İkizler takım yıldızı.|| arş'üs-
a rsız la n m a , [ar-sız-la-n-ma] is. Arsızlanmak işi; ar süreyya, {OsT} Ülker yıldızının altında bulunan bir
sızlık etme; arsız davranma; utanmazlanma, yıldı? kümesi. || arş ü zemîn, {OsT} Gökyüzü ve y e r
a rsız la n m a k , [ar-sız-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] A rsız yüzü.
lık etmek; yılışmak; utanmazlanmak, arş , [Fr. marche (yürü!) (m ’nin düşmesiyle)\ ünl.
a rsızlaşm a, [ar-sız-la-ş-ma] is. A rsızlaşm ak işi; arsız Askeri yürütmek için verilen emir; “marş marş!”
hâle gelme; yüzsüzleşme; şımarma, arş4, [Fr. arcus (kemer) > Fr. arche / archet] is.
a rsızlaşm a k , [ar-sız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Arsız Tramvayın elektrik enerjisini alm ak için tele değen
hâle gelmek; yüzsüzleşmek; şımarmak, kavisli bağlantısı; almaç.
arsızlık, ğı [ar-sız-lık] is. A rsız olm a durumu; yılı arşa, [Ar. ‘arş + Far. -a (arşa;) {OsT} is. dnz.
şıklık; şımarıklık; utanmazlık, Güverte.
arsi, [Sansk. rsi] {eT} is. Evliya; münzevi. [Gabain] arşak, -ğı [ağırşak > arşak] {ağız} is. 1. Diz kapağı. 2.
arsik, [ar-sık] {eT} is. Kestane rengi; kumral; konur Ağırşak. [DS]
al. [DLT] arşaklanmak, [arşak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
arslan, [Moğ. arsalan / arıslan oU -jT] {eT} {eAT} is. (Yara, çıban için) kızarıp şişmek. [DS]
Aslan. [Gabain] [Mühennâ] [DLT] [EUTS] fi1 arslan arşe, [Lat. arcus (yay) > Fr. archet] is. 1. müz. K e
havalı, {eAT} Doğası aslan gibi olan. man yayı. 2. Elektrikle işleyen araçlarda telden
akım çekmek için kullanılan yay şeldindeki iletken
arslanhane, [arslan + Far. -hane (arsla:n-
parça.
ha:ne) is. Aslanların tutulduğu bina,
arşetip, [Yun. arkhetupos (ilk model) > Fr. arche
arslani, [arslan+Far. - î^ ^ L » ^ ] (arsla.ni:) is. Aslanlı type] is. -*■ arketip.
gümüş para. arşevek, -ği [Fr. archeveque] is. Baş piskopos.
arslanlayu, [arslan-layu] {eT} zf. Aslan gibi; aslansı. arşın1, [eT. arış > ar(ı)ş-ın] is. 1. Orta parm ak ucun
[DLT] dan dirseğe kadar olan uzaklığı esas alan eski
arslık, -ğı [ars-lık] {eT} is. 1. Hem erkekliği hem di uzunluk ölçüsü birimi, yaklaşık 68 cm ’dir. 2. Bir
şiliği olan hayvan; arsalık; aslık. 2. {ağız} Cinsel adım boyu uzaklık. 3. argo. Bacak, fi1 arşın arşın,
ilişkiye girdiği hâlde kızlığı bozulm ayan kız. [DS] 1. Arşın kadar parçalara ayrılmış. 2. mec. P ek
arsu, [arsu] {eT} sf. Değersiz; kıymetsiz. [EUTS] çok. || arşına vurmak, Ölçmek. || arşınları açmak,
[DLT] argo. Adım larını açarak yürümek.
arş1, [Ar. ‘ariş] {ağız} is. 1. Çalgılarda kiriş; tel. 2. arşın2, [ar-şın] {ağız} is. Boya olarak kullanılan kire
Araba oku. [DS] mit rengi toprak. [DS]
arş2, [Ar. ‘arş {OsT} is. 1. Çardak; çadır. 2. arşınlama, [arşm-la-ma] is. 1. Arşın ile ölçme. 2. A-
dımlama.
Cumba; kafes. 3. Kürsü; taht; makam. 4. Çatı; dam;
tavan. 5. M ahiyeti insanlarca kesin olarak bilinm e arşınlamak, [arşın-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
yen fakat yüksekliği dolayısıyla bütün kâinatı kap A rşınla ölçmek. 2. Adımlamak. 3. mec. D ar bir yer
layan Allah’ın kudret ve azametinin tecelli ettiği de geniş adımlarla gidip gelmek. 4. {ağız} Hızlı ve
dokuzuncu kat gök. «O zam an yükselerek arşa de açık adımlarla yürümek. 5. {ağız} Adım adım, ya
ğer belki başım.» M. Â k if Ersoy. fi1 arş-fersâ, A rş vaş yavaş yürümek. [DS]
tan üstün; arşı yıpratan.|| arş-ı a'la, {OsT} Göğün arşınhk, -ğı [arşın-lık] sf. Belirtilen sayıdaki arşın
en yüksek tabakası. || arş-ı a'la-yı saadet, {OsT} kadar olan.
Mutluluğun en yüksek yeri.\\ arş-ı âşiyân, {OsT} arşidük, [Fr. archiduc] is. A vusturya hanedanlarına
Kutsal kişilerin öldükten sonra gideceklerine inanı ait özel unvan,
lan yer.\\ arş-ı a'zâm, {OsT} Göğün en yüksek taba arşidüşes, [Fr. archiduchesse] is. 1. A rşidük karısı ya
kası; Tanrı katı.|| arş-ı azîm, {OsT} Göğün en yü k da kızı. 2. A vusturya prensi.
ARŞ O lM IİK tt SAMİ, so#
arşipel, [Yun. arhipelagos] is. 1. Çok adası olan de sürmek, {eAT} Peşini bırakmayarak izlemek.|| ar
niz. 2. öz. is. Ege denizi, dın sürmek, {eAT} Peşini bırakmayarak izlemek]]
arşiv, [Yun. arheion (hükümet binası) > Fr. arcchi- ardı sıra, Ardınca, arkasından; peşinden. || arta
ves] is. 1. Evrak saklanan yer. 2. Tarihi tanıtan eski kalmak, 1. Geç kalmak; sona yetişmek. 2. Zaman
ferman, berat, mektup gibi belgelerin saklandığı kaybetmiş olmak. 3. A rtık olmak; artmış olmak.]\
yer; belgelik. 3. Belli bir konu üzerine biriktirilmiş art alan, Zemin; fon]] art arda, Arka arkaya, bir
yazılı belgeler. 4. argo. Çamaşır içindeki cinsel or birinin p eşi sıra]] art avurt, A ğız boşluğunun arka
ganlar. S1 arşiv karıştırm ak, argo. Birisinin cinsel bölümü]] art avurt ünsüzü, dbl. A rt avurt bölü
organlarını ellemek, okşamak. münde teşekkül eden “l" ünsüzü]] art ayağı ile
arşivci, [arşiv-ci] is. 1. Arşiv görevlisi. 2. Arşive ko kulağını kaşımak, D ensiz ve dengesiz işler ya p
nulmuş belgeleri inceleyip değerlendiren uzman, mak, huzur kaçırıcı davranışlarda bulunmak, kö
arşivleme, [arşiv-le-me] is. Arşive koyma; saklama, p eklik veya hayvanlık etmek]] art bağırsak, anat.
Sindirim kanalının art bölgesi; proktodeıım]] art
arşivlemek, [arşiv-le-mek] gçl. f. f- r j Arşive kaldır
beyin, anat. Beyincik ve medulla oblangatadan
mak; arşivde saklamak,
oluşan ve temel vücut faaliyetleri ile ilgili beyin
arşiyan, [Ar. carş > ‘arşiyân d ^ y - ] (arşiya:ri) {OsT} bölgesi; metensefalon]] art bölge, coğ. D eniz kıyı
is. Arşın etrafında teşbih edip dolaşan melekler, sına göre bu kıyı ile ticari ve ulaşım açısından iliş
arşu, [arju / arşu] {eTj is. Sırtlan [Mühennâ] kisi bulunan içeride kalan yöre.]] art damak, D a
arşun, \eT. arış > arışın] {eAT} is. -*■ arşın, mağın arka bölümü]] art damak ünsüzü, dbl. D i
art, -dı [âr-mak (dolanmak) / âr (arka) > âı-t] is. 1. lin sırtının yükselerek damağa değdiği yerde akci
A rka taraf; geri. {eT} (aym) [EUTS] [Gabain] [ETY] 2. ğerden gelen havanın sürtünm e veya sızma ile
B ir şeyin öbür tarafı. 3. {eT} Son. [ETY] 4. {eT} Dağ meydana getirdiği sesler; İki, Igl, İği.|| art düşün
geçidi; dağ beli; dağ yolu; sırt; boyun tepe. [DLT] ce, Açıklanmayan veya açıklanandan fa rklı düşün
[ETY] [EUTS] 5. {eT} Sarp yer; yokuş. 6. {eT} Yar ce]] art eteğinde namaz kılınır, 1. Namuslu ve
dım. [Gabain] [EUTS] 7. sf. Arkada olan; geride bu dürüst kadınlar için söylenir; namusu mücessem. 2.
lunan. 0 arda koymak, 1. Sonraya bırakmak. 2. mec. Riyakâr.]] art göğüs, biy. Böceklerde göğüs
{eAT} Geride bırakmak.\\ ardı arası kesilmemek, bölgesinin en arkada bulunan segmenti. || art işlem,
H iç durmamak; tek düze sürmek.]\ ardı ardına, N ükleer yakıtın reaktörde kullanıldıktan sonra kul
Aralıksız biçimde; ara vermeden,|| ardı kesilmek, lanılabilir olan ve tehlike yaratan kısımlarını ayı
Sonu gelmek; bitmek; tükenmek. j| ardına adam rıp değerlendirm ek için yapılan işlem..]] art kafa
toplamak, K endi görüş ve düşüncelerini beğenen kemiği, anat. Kafatasının arka tarafında bulunan
taraftar edinmek. || ardına atmak, 1. D eğer ver kemik; oksipital kem ik.|| art kapıdan çıkmak,
memek. 2. Geciktirmek. 3. {eAT} Terk etmek; vaz (Öğrenci için) başarısız olmak; arka kapıdan çık
geçmek; bırakmak.\\ ardına bakmamak, 1. D eğer mak]] art kök, anat. Omuriliğin, kelebek biçimin
vermemek; aldırış etmemek. 2. Korku ile yürek deki boz maddesinin ventral çıkıntıları]] artların
çarpa çarpa kaçmak. j| ardına düşmek, Peşinden sürmek, {eAT} Peşini bırakmamak; takip etmek]]
gitmek; arkasına düşmek; takip etmek. || ardına art lop, anat. H ipofız bezinin arka parçası. || art
kadar açık, Kapı ve pencere gibi nesnelerin sonu niyet, A çıklanmış bir niyet ve düşünce ile gizlen
na kadar açık bulunması.\\ ardına komam ak, Öç meye çalışılan henüz açığa vurulmamış ve çoğun
alm ak.|| ardın almak, {eAT} Arkasını çevirmek; lukla kötülük taşıyan düşünce.|| art oda, anat. Gö
kaçış yolunu kesmek; kuşatmak]] ardın ardın, zün iris ile billur cisim arasındaki içi özel bir sıvıy
{eAT} 1. Geri geri; arkaya doğru. 2. Geriden geri la dolu kısmı]] artsız arasız, Sürekli; aynı biçim ve
den,|| ardına söylemek, {eAT} Arkasından konuş düzende.]] art teker, Araçların arkada bulunan
m ak-H ardına uymak, {eAT} Arkasından koşmak; tekerleği]] art ülke, B ir bölgenin kıyıya göre daha
peşine düşmek.|| ardın basmak, {eAT} 1. Peşini içerde kalan kısımları]] art zamanlı, Evrime bağlı
bırakmayarak izlemek. 2. Geriden vurmak, || ardın olarak zam an içindeki gelişm elerle ilgili.]] art za
da gezmek, Peşini bırakmamak; sürekli izlemek.|| m anlı dil bilimi, dbl. Zaman içinde değişim geçi
ardından atlı kovalamak, Son derece hızlı git ren dil bilim konularının evrimsel gelişimini ve ba
m ek.|| ardından beri, {eAT} Arkaya doğru.|| ardın ğıntılarını inceleyen dil bilim; art süremli dil bilim;
dan sapan taşı yetişmem ek, Son derece hızla git tarihsel dil bilim.]] art zam anhlık, Toplum bilimle
mek; büyük bir telaşla kaçmak. || ardından var rinde toplumların zam an içindeki evriminin ince
mak, {eAT} Arkasından gitmek]] ardından yet lenmesi; tarihsel.
mek, Arkasından koşarak yetişm ek.|| ardını al artadm ak, [ar-ta-d-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Tahrip et
mak, Tamamlamak; bitirmek. || ardını boşlamak, mek; mahvetmek; bozmak. [Gabain]
Vazgeçmek, peşini bırakmak.|| ardını getirmek, artadmak, [art-mak+dur-mak> art-a+dur-mak] gçsz.
Tamamlamak, bitirmek; sona erdirmek. || ardını b . f [-ur] Gittikçe artmak; artmaya devam etmek.
i t e ı ı r e m . 301 ART
artag , [ar-ta-ğ] {eT} is. 1. Mahvolma. [Gabain] 2. Bo zeninde ilerlerken güvenliği sağlamak için geriden
zuk; yıkık; harap; bozulmuş. [EUTS] [Gabain] 0 gelen birlik; dümdar. 2. Tulumbacılar yangına gi
a rta g işlig, {eT} Ahlaksız. derken arkalarından gelen yardımcılar. 3. sf. G eç
artağ, [art+ağ] {ağız} is. 1. Çocuğu beşiğe bağlayan miş bir edebiyat veya sanat çığırını sürdüren. 4.
bez. 2. Kırılan hayvan bacağını oynatmadan düz {ağız} Arkadan gelen. [DS]
gün tutmaya yarayan tahta. [DS] artçılık , -ğı [art-çı-lık] is. as. Artçının görevi,
artağ an , [art-mak > art-ağan] sf. Beklenenden, alı artem a , [Sıhhî tesisat malzeme markası, ticarî mal]
şılmış olandan daha verimli; bereketli, is. argo. (Bu ürünün "Aç kapa, aç kapa, Artem a!"
artağanlık, -ğı [art-ağan-lık] is. Çok ürün verme hâ sloganlı reklamından) başkaları ile birlikte iken
li; bereket. tesettüre uyup örtünen, bu ortamın dışında ise dile
artak, [ar-ta-k] {eT} sf. Bozuk; fena; yıkık; kötüleş diği gibi özgürce giyinen kadın veya kız.
miş; bozulmuş. [EUTS] [DLT] [Yüknekî] 0 a rta k a rte r, [Fr. artere] is. anat. 1. Yüreğin sağ karıncığın
ta rta k , {ağız} Karm akarışık [DS].|| a rta k yavuz, dan akciğerlere, sol karıncığından vücudun diğer
{eT} Bozıık; kötü; perişan; harap. [EUTS] organlarına kan götüren damarlar; atardamar. 2.
artakalan, [art-a+kal-an] sf. 1. Geride, arkada kalan. mec. Trafiği yoğun olan yol.
2. Bitmemiş, tükenmemiş veya yıpranmam ış olup arte rie k to m i, [Fr. arteriectomie] is. tıp. Bir atarda
elde kalan. marın tıkanması veya iltihaplanması sonucu kesil
artakalm a, [art-a+kal-ma] is. 1. Geride kalma. 2. Sa mesini gerektiren cerrahi işlem,
tılmama. a rte rio g ra f, [Fr. arteriographe] is. tıp. A tardam ar a-
artakalm ak, [art-a+kal-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Geride tımlarmı kaydetmeye yarayan araç; sfıgmograf.
kalmak. 2. Satılmayıp elde kalmak. 3. A rtarak ge arterio g rafı, [Fr. arteriographie] is. tıp. Röntgen ı-
riye kalmak. 4. Birisi öldüğünde sağ kalmak. 5. şmlarım geçirmeyen bir sıvı şırınga edilmek sure
(Kadın için) ellenmiş olarak bırakılmak. 6. (Eşya tiyle atardamar atımlarının incelenmesi veya rad
için) eskitilmiş, kullanılmış olarak bırakılmak, yografi alınması,
artakalm ış, [art-a+kal-mış] sf. 1. Geride, arkada kal a rterio sk lero z, [Fr. arterio-sclerose] is. tıp. Damar
mış olan. 2. Çeşitli sebeplerle elden çıkmamış, elde sertliği.
kalmış. a rte rit, [Fr. arterite] is. tıp. A tardam ar iltihaplanm a
artal, [Ar. ‘artal JJ=y-] {OsT} sf. biy. (Canlı için) ola sı.
ğandan daha çok gelişmiş olan, artezy en , [Fr. Artois (Fransa'da bir kent) > artesien]
is. Toprağı burgu ile delerek basınç altındaki yer
artaliyet, [Ar. ‘artal > ‘artaliyyet o -ik y ;] {OsT} is. altı suyunun yeryüzüne fışkırmasını sağlayan kay
biy. Hayvan veya bitkilerde bir organ veya bütün nak; basınçlı kaynak. S artezy en kuy u su , Burgu
vücudun aşırı büyümesi hâli; irilik, ile açılmış ve ye r altı suyunu yüzeye çıkarmaya y a
artam , [art-a-m] {ağız} is. Yarar; fayda. [DS] rayan çeperlerine boru oturtulmuş basınçlı kuyu.
artam ak 1, [art > art-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-t(ı)- a rtg a ru , [art-ğaru] {eT} zf. Arkaya; geriye.
yor] 1. Artıp kalmak. 2. Aile bireylerinin birkaçı a r t ı1, [art-ı] {ağız} is. Akıbet; son. [DS]
nın ölümünden sonra sağ kalmak. [DS] a rtı2, [art-ı] is. mat. 1. Aritmetikte toplam a işleminin
artam ak2, [ar-ta-mak] {eT} g ç sz.f. [-r] 1. Bozulmak; yapılacağını belirten + işareti; zait. 2. Sıfırdan bü
mahvolmak; kötüleşmek. [DLT] [İKPÖy.] [Gabain] yük sayıları gösteren aynı işaret; pozitif. 3. {eT} sf.
[Yüknekî] 2. Batmak. [İKPÖy.] 3. Fazla olgunlaş Tamamıyla; tüm; tekmil. [EUTS] 4. zf. E k olarak;
mak. [İKPÖy.] 4. Çürümek. 5. gçl. f. Mahvetmek. ilavesi; eki. S a rtı sayı, Sıfırdan büyük ve + ile
[EUTS]
gösterilen sayı; p o z itif sayı. || a rtı uç, Doğru akım
artan, [art-mak > art-an] {eAT} sf. 1. Geriye kalan. 2. üretecinde potansiyel gücü en yü ksek olan uç;
Fazla gelen. elektroliz sırasında eksi yüklü iyonların toplandığı
artantı, [art-antı /art-mtı] {ağız} sf. Kullanıldıktan artı elektrot; anot.
sonra geriye kalan; artan; artık; artmış. [DS]
artıc ak , [art-ıcak / artu-cak jl] {eAT} zf. -* artucak.
artaşm ak, [ar-ta-ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Birbirini
bozmak. [DLT] a rtıg , [art (arka) > art-ığ] {eT} is. 1. Kadın mintanı;
göğüslük. [DLT] 2. B ir hayvana yükletilen yükün
artatm ak, [ar-ta-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Tahrip
dengi. [DLT]
etmek; mahvetmek; bozmak; yıkmak. [Tekin] [Ga
bain] [EUTS] [DLT] [ETY] [İKPÖy.] 2. Batırmak. artıg la tm ak , [ art-ığ-la-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Ç o
[İKPÖy.] S a rta tı u m ak , Bozabilmek. ğaltmak; teksir etmek. [ETY]
artça, [art-ça] {ağız} is. folk. Düğünden sonra tarafla a rtık , -ğı [eT. ar-t-mak (artmak, arta kalmak) > ar-t-
rın birbirine verdiği ziyafet. [DS] uk / adr-uk > art-ık jijl] sf. 1. Yenilip içilen şey
artçı, [art-çı] is. 1. as. Ordu savaş veya yürüyüş dü den, kullanılan, harcanan maldan geriye kalan; faz-
ART Ü I Ü M I Ü l C t S Ö M .3 D2
la. {eT} {eAT} (aynı) [Mühennâ] 2. Daha fazla; daha [DLT] 5. {ağız} Birinin üzerine kapanmak; çullan
çok. 3. mec. Değersiz; işe yaramaz. 4. {eAT} {ağız} mak. [DS]
Başka. [DS] 5. {ağız} Geçmiş. [DS] 6. is. Kalan veya a rtım , [art-ım] is. 1. Artma; çoğalış; bereket; bollan
artan bölüm. 7. {ağız} Kızlığım gayrimeşru ilişki ile ma; tezayüt; üreme. 2. Orman ağaçlarının belli bir
kaybeden kız. [DS] 8. zfi (İçinde bulunulan duru dönem içinde kalınlık ve boylarının artması,
mun veya yapılan işin sonuna gelindiğini ve yeni artım lı, [art-ım-lı] sf. Pişirince şiştiği için çoğalmış
bir durumun, işin başladığını belirtmek için cümle gibi görünen; artağan,
başı edatı olarak) bundan sonra; bundan itibaren; a rtın , [art-ı-n] is. kim. Katyon.
bundan böyle; fakat; amma; badema; daha;
a rtın m a k , [ar-t-m-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Yüklemek.
şimdengerü. 7. ünl. Sabır ve tahammül gücünün [DLT]
sonuna gelindiğini bildirir. Artık, yeter! S a rtık
a rtırılm a [art-ır-ıl-ma] is. A rtırılm ak işi.
d eğer, işçinin üretime katkısının aldığı ücretten
a rtırılm a k , [art-ır-ıl-mak] e d il.f. [-ır] Hakkında ar
çok olması dolayısıyla patronun açıktan bedel
tırm ak işi uygulanmak; artırm ak işine uğramak,
ödemeksizin elde ettiği kazanç.\\ a rtık diş, {ağız}
anat. A sıl dişlerin yanında çıkan ve düzgün olma a rtırım , [art-ır-ım] is. 1. Artırmak işi ve sonucu. 2.
ya n diş. [DS]|| a rtık em ek, M arksçı teoride işçinin Kazanılan paranın hepsi harcanmayıp bir kısmının
ücreti karşılığında ürettiğinin üstünde fazladan biriktirilm esi; tasarruf. 3. {ağız} A nasının yanında
çalışması.\\ a rtık eksik, 1. {eAT} Yerli yersiz; ge bulunan yavru. [DS]
reksiz; 2. {ağız} Gerçeğe uymaz; ileri geri. [DS]|| a rtırışm a k , [art-ır-ış-m ak {eAT} işteş, f i [-ur]
a rtık et, {ağız} K asaplık hayvanların iç yağların K arşılıklı olarak artırmak,
arasında bulunan kara et parçaları. [DS]|| a rtık a rtırm a , [art-ır-ma] is. 1. A rtırm ak işi. 2. Bir kamu
etm ek, {ağız} Yemekte artık bırakmak. [DS]|| a rtık m alını fiyatı en yüksek verene satm a biçimindeki
gün, H er artık yılda Şubat ayına eklenen 29. gün. || satış işlemi; mezat; müzayede. 3. İlk atlayandan
a rtık sa rtık , {ağız} Yemekten geri kalan; artık. daha uzağa atlayabilme esasına dayanan bir çocuk
[DS]|| a rtık sayı, kütp. Derlemedeki bir eserin bir oyunu. 4. {ağız} Biriktirme; çoğaltma. [DS] 5. {ağız}
den çok olan her sayısı.^ a rtık sü rtü k , {ağız} Her Balkon. [DS] 6. {ağız} M utfakta çanakların konduğu
erkekle düşüp kalkan veya çok sayıda eş değiştir raf. [DS] 7. {ağız} Y apılarda birinci kata göre ikinci
miş olan kadın, [DS]|| a rtık yıl, H er yılın fazladan katın yaptığı çıkıntılı kısım. [DS]
gelen altı saatini toplamak suretiyle dört yılda bir
a rtırm a k , [art-ır-mak] g ç l.f. [-ır] 1. B ir şeyi belli bir
gün eklemek suretiyle 366 gün olan yıl.
ölçüde çoğaltmak. 2. B ir malın fiyatına diğer alıcı
a rtık çı, [art-ık-çı] is. ve sf. Artıkları toplayıp değer lardan veya piyasa değerinden fazla para vermek;
lendirm ek veya satm ak suretiyle geçimini sağla fiyat yükseltmek. 3. B ir ihtiyaç maddesinin tam a
yan. mını tüketmeyip bir kısmını biriktirmek; tasarruf
artıkçılık, -ğı [art-ık-çı-lık] is. Artık toplayarak ge etmek; ekonomi yapmak; kısmak; kısınmak; tutum
çimini sağlama, yapmak. 4. mec. B ir davranışta aşırı gitmek,
a rtık ın , [ar-t-ık-ın] {eT} zf. Artık, artış, [art-ış] is. Değer, sayı ve fiyat bakım ından yük
a rtıklağı, [artık-lağı / artıklağa] {ağız} zf. 1. Bununla selme; çoğalma; artma; yükselme,
beraber. 2. Fazla. [DS] a rtışm a k , [ar-t-ış-mak] {eT} işteş fi [-ur] B ir yük
artık lam a, [art-ık-la-ma] is. Artıklam ak işi; yiyecek hayvana artmakta yardım ve yarış etmek. [DLT]
bırakma. a rtız m a k , [ar-t-ız-mak] {eT} gçl. fi. [-ur] 1. Kandır
a rtık lam ak , [art-ık-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. mak. [Gabain] 2. Arkasından gitmek. [EUTS]
A rtık yiyecek bırakmak. 2. Yiyeceği parçalayıp a rtist, [Fr. artiste] is. 1. Güzel sanatlardan birini m es
dökerek başkalarının yararlanamayacağı artık bı lek edinmiş kimse; sanatçı; sanatkâr. 2. Sinema ve
rakmak; artık etmek, tiyatro oyuncusu. 3. Gazino ve diğer eğlence yerle
a rtık lık , -ğı [art-ık-lık jia 'jl] is. 1. Daha çok olma rinde gösteri yapan kişi. 4. argo. Hareketleri yap
durumu; fazlalık. 2. bsy. Y angın ve hırsızlık gibi macık, samimi davranmayan, rol yapan kişi, fi1 a r
bilgi kaybına sebep olabilecek durumlara karşı bir tist gibi, 1. (Kadın için) güzel ve gösterişli. 2. Çok
den çok kopya bilgi bulundurma işi. 3. {eAT} Ü s güzel rol yapan, kandırmayı başaran.
tünlük; erdem; olgunluk. 0 a rtık lık derecesi, dbl. a rtistik , -ği [Fr. artistique] sf. 1. Güzel sanatlarla il
N itelem e sıfatlarının daha fa zla lık bildiren derece gili; sanatsal. 2. Sanat kaygısı duyularak yapılmış;
si; üstünlük derecesi. sanatsal. S a rtistik p a tin a j, Buz üzerinde yapılan
artılm ak , [ar-t-ıl-mak] {eT} edil. f. [-ır] 1. Y ükle sanat değeri olan gösteri.
m ek. [DLT] 2. Ardılmak. [DLT] 3. Bir binit üzerin a rtistlik , -ği [artist-lik] is. 1. Artistin yaptığı iş. 2.
de başı bir tarafa, ayaklan diğer tarafa gelecek şe A rtist olm a durumu. 3. argo. Y apmacık davranma;
kilde heybe gibi ardılmak. [DLT] 4. Erişilmek. davranış ve sözlerin gerçeğe uymaması; abartma.
« u r e a » . 303 ART
artizan, [Lat. artitianus > Fr. artisan] is. Zanaat er a rtu g ıra k , [art-uğ-(ı)-rak S jü jT] {eT} {eAT} zf. Faz
babı; esnaf. lasıyla; fevkalade; olağanüstü; artıkrak; daha fazla;
a rtla m a k 1, [art-la-mak] {eT} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. çokça. [EUTS]
Birinin ensesine tokat vurmak; sille vurmak. [DLT]
2. {ağız} Sırtlamak; sırtına almak. [DS] a rtu g ra c ık , [artuğ-ra-cık {eAT} zf. Fazlaca;
a rtlam ak 2, [ay-ır-t-la-mak] (aırtlamak) {ağız} gçl. f. biraz fazla.
[-r] [-l(ı)-yor] Ayıklamak. [DS] a rtu g ra k , [art-uğ-rak J l {eAT} zf. Daha fazla;
artlaşm ak, [art-la-ş-mak {eAT} {a- çokça.
ğızj işteş, f. [-ur] A ta binenin arkasına binmek; art artu h la g u , [art-uh-lağu jt}U-jSjl] {eAT} zf. Fazla o-
arda binmek. [DS] larak; fazla.
artlı, [art-lı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) varlıklı; zengin;
a rtu h ra g , [art-uh-rağ fcji-jI] {eAT} zf. Daha fazla;
arkalı. 2. (Ağaç için) bol meyveli. [DS]
artm a 1, [ard-ma] {ağız}is. 1. H ayvana çıplak iken çokça.
yüklenen yük. 2. D okumalarda enine atılan iplik. 3. a rtu k , [art-mak (artmak, arta kalmak) > art-uk 3jîjl]
Üzüm hereklerine yatay olarak atılan ağaç. [DS] {eT} zf. 1. Çok; sayıca fazla; pek çok; kalabalık;
artm a2, [art-ma] is. A rtm ak işi. artık; daha çok; fazla; aşırıca; ziyade; artık; küsur.
artm aç, [ard-maç] {ağız} is. Çuvala doldurulmuş ve {eAT} (aynı) [DLT] [Gabain] [İKPÖy.] [ETY] [Üç İtig
çıplak hayvana heybe gibi yüklenmiş yük; artma. sizler] [Tekin] [Yüknekî] 2. {eAT} Başka; diğer; gayri;
[DS] maada. 3. {eAT} ...-dan çok. 4. Son derece. [EUTS] 5
a rtm a k 1, [art-mak] gçsz. f. [-ar] 1. Ölçülebilir ve sf. İhtiyaçtan çok olan; arta kalan; gereğinden fazla
sayılabilir nitelikler bakım ından eskisinden daha olan, {ağız} (aynı). [DS] 6. Son. 7. {eAT} Üstün; fazi
çok olmak; çoğalmak; ziyade olmak; bereketlen letli. 8. {eAT} Arta kalan; artan. 9. is. {eAT} Fazla
mek; bolalmak; bollaşmak; nemalanmak. {eT} (ay lık; çokluk. 10. {eAT} Bolluk; bereket. 11. {eAT}
nı) [EUTS] [DLT] [ETY] [Mühennâ] [Yüknekî] 2. Es İlave; ek. {eAT} 12. B ir bütünün büyük bir kısmı.
kiye göre daha şiddetli veya yoğun olmak. 3. Gere 13. {eAT} Arta kalan şey. S a rtu k eylem ek, {eAT}
ği kadar kullandıktan sonra b ir kısmı geriye kal 1. Artırmak; çoğaltmak. 2. Üstün tutmak; şerefli
mak. 4. {eT} A rta kalmak. [ETY] 5. {eT} Ü stün gel saymak; mümtaz kılmak.]| a r tu k itm ek , {eAT} 1.
mek. [Gabain] S a rta d u rm a k , {eAT} Gittikçe art Zam yapmak; eklemek; artırmak; çoğaltmak. 2.
mak; artması sürm ek.|| a rta tu rm a k , {eAT} Gittikçe Üstün tutmak; yeğlemek. || a r tu k k ılm ak , {eAT} 1.
artmak; artmayı sürdürmek.\\ a rta v a rm a k , {eAT} Zam yapm ak; eklemek; artırmak; çoğaltmak. 2.
Gittikçe artmak. || a rttık ç a a rtm a k , Giderek çoğal Üstün tutmak; yeğlem ek.|| a rtu k lu eylem ek, {eAT}
mak.|| a rttı şa rttı (sarktı), Çok geldi. Üstün ve şerefliyapm ak.\\ a rtu k lu o lu n m ak , {eAT}
artm ak2, [ard-mak jl] {ağız} gçl. f. [-ar] 1. Bir işi Üstün ve şerefli kılınmak.\\ a r tu k olm ak, {eAT} Ço
başkasma yükletmek. 2. Yükletm ek. 3. {eAT} Y ük ğalmak; artmak.\\ a rtu k ta a rtu k , {eT} P ek iyi; fe v
lemek. 4. Asmak. 5. Sermek. [DS] S a rd a kom ak, kalade. [EUTS]
{eAT} Asıvermek; iliştirivermek. a rtu k 2, [art-mak > art-ık] {eAT} zf. Denebilir; tahm i
artm ak3, [ard-mak] {ağız} is. 1. Büyük heybe. 2. Ta nen.
neli mısır koçanının birbirine bağlanm ası ile mey a rtu k a l, [Yun. artokalon] {ağız} is. M ısır ekmeği pi
dana getirilmiş hevenk. [DS] şirmekte kullanılan bir tür kürek. [DS]
artmış, [ar-t-mış] {eT} sf. Bakir kalmış; kız. [Mühen a rtu k cı, [artuk-ca] {eAT} sf. Çok fazla; aşırı,
nâ] a rtu k ı, [art-uk-ı] zf. 1. Fazlası. [ETY] 2. is. Artı.
artrit, [Fr. arthrite] is. tıp. Eklem iltihabı, [ETY] S k ırk a rtu k ı yeti, K ırk yedi; 47. \\ b ir tü
artroz, [Fr arthrose] is. tıp. İltihaplı olmayan eklem m en a rtu k ı y eti bing, On yed i bin; 17 bin.
rahatsızlığı. a rtu k la g ı, [art-uk-lağı L5ili>jl] {eAT} zf. -*• artuklagu.
artucag, [art-ıcak / art-ucak / art-ucağ jjfjl] {eAT} zf.
a rtu k la g u , [art-uk-lağu yJJS'jl] {eAT} zf. Fazla olarak;
Fazlaca; ziyadesi ile.
fazla.
artucak, [art-ıcak / art-ucak / art-ucağ j i j l ] {eAT} zf.
artu k la m a k , [art-uk-la-m akj^Ü yjl] {eAT} g çl.f. [-r]
Fazlaca; ziyadesiyle,
Üstün kılmak; üstün tutmak,
artuç, [artış / artış / artuç] {eT} is. Ardıç ağacı. [Ga
a rtu k la n m a k , [art-uk-la-n-mak] {eT} gçsz. f. [-ur]
bain] [DLT] [EUTS]
Aşırı gitmek. [DLT]
artuçlanm ak, [artuç-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
Ardıcı çok olmak; ardıçlanmak. [DLT] artu k lıg ı, [artuk-lığ-ı] {eT} zf. Fazlası ile; fazla ola
rak.
artug, [art-uğ / art-uk jyi'jl] {eAT} zf. -*■ artuk S a r-
a rtu k h k , [artuk-lık / artık-lık jU jT ] {eAT} is. 1. Faz
tug olm ak, {eAT} Artm ak; çoğalmak.
lalık. 2. Üstünlük; erdem; olgunluk. 3. Aşırı dav
ART O İM H K C E S f l M i . so*
ranma; haddi aşma; aşırılık. 4. Bolluk; zenginlik; olmak, {eAT} 1. Günahlardan temizlenmek; tövbe
servet. S artuklık eylemek, {eAT} Aşırı davran etmek. 2. Noksan sıfatlardan uzak olmak; şanı yüce
mak; haddi aşmak; saldırmak.\\ artuklık eyleyici, olmak.\\ aru olınmış, {eAT} 1. Günahtan uzak tutul
{eAT} H addi aşan; m ütecaviz.|| artuklık istemek, muş; temizlenmiş; samimiyete erdirilmiş. 2. Terte
{eAT} Üstünlük sağlam ak istemek; üstün ve mezi miz; mukaddes.|| aru tutm ak, {eAT} Tenzih etmek;
yetli olmayı arzulamak,|| artuklıklan issi, {eAT} takdis etmek.
B olluk ve bereket sahibi; bolluğa eren. aru2, [arı / am jjT] {eAT} {ağız} is. zool. Arı. [DS] S
artuklug, [artuk-luğ] {eT} sf. Fevkalade. [Gabain]
aru evi, {eAT} Arı kovanı.
artukrak, [artuk-rak jly&'jT] {eT} {eAT} z f Fazlasıyla;
arub, [Ar. ‘arüb ^ j y 1] (aru:b) {OsT} sf. (Kadın için)
fevkalade; olağanüstü; artıkrak. [EUTS]
eşine veya sevgilisine çok düşkün.
artukraşmak, [artuk-ra-ş-mak {eAT} dönşl.
Aruba, [Ar. ‘arübâ L,jjp] (aru:ba:) {OsT} öz. is. Y e
f. [-ur] Daha da artmak; çoğalmak,
dinci kat göğün adlarından biri,
artuksı, [artuk-sı l_s—S {eAT} zf. Fazla olarak; da arubat, [arubat] {eT.} is. bot. Demirhindi. [DLT]
ha başka. aruca, [aru-ca {eAT} {ağız} sf. Temizce; arıca.
artuksuz, [artuk-suz] {eT} s f Artıksız; fazlasız. [Üç
[DS]
İtigsizler] artuma, [art-ır-ma / artuma] {ağız} is. Kü
çük balkon. [DS] arucak, [aru-cak J s rjjl] {eAT} sf. Zayıfça; arıkça,
artun, [ard-un / art-un?] {eT} is. Kimyon. [Gabain] arude, [Far. ârüde o^jjT] (a:ru;de) {OsT} sf. 1. Öfkeli;
[EUTS] kızgın. 2. Hırslı,
arturılmak, [artur-ıl-mak] {eAT} e d il.f. [-uı] Çoğal
aruf, [Ar. ‘arüf ^Asy1] (aru:f) {OsT} sf. Uzun süre ıs
tılmak.
arturılmış, [artur-ıl-mış] {eAT} sf. Çok; fazla, tırap çeken.
arturınılmak, [artur-m-ıl-mak] {eAT} edil. f. [-ur] arugde, [Far. ârüğde »JijjT] (a;ru;ğde) {OsT} s f Öf
Artırılmak; çoğaltılmak; bereketlendirilmek. keli; kızgın.
arturm ak1, [ar-mak (aldatmak) > ar-tur-mak] {eT} aruğ, [Far. ârüğ (a:ru:ğ) {OsT} is. Geğirme. S
g ç l.f. [-ur] 1. Aldatılmak; kandırılmak; aldanmak.
ârüğ-zen, Geğiren; geğirici.
[Gabain] [Tekin] [ETY] 2. Aldatmak; çağırmak; yön
lendirmek; celbetmelc. [EUTS] aruk, [âr-mak (yorulmak) > ar-uk osjT] {eT} is. 1.
arturmak2, [art-ur-mak {eT} {eAT} gçl. f. [- Yorgunluk; argınlık. [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] 2. sf.
Yorgun. [İKPÖy.] [ETY] [DLT] 3. {eAT} Zayıf; cılız;
ur] 1. Arttırmak; fazlalaştırmak; çoğaltmak; bü
semiz olmayan.
yütmek. [Yüknekî] 2. Aşırı gitmek; haddini aşmak.
[ETY] [DLT] 3. Yüksekte tutmak; üstün tutmak; aruklam ak1, [ar-mak (yorulmak) > ar-uk-la-mak]
meziyet sahibi yapmak. 4. Geriye artık bırakmak; {eT} gçsz. f. [-r] 1. Dinlenmek. [İKPÖy.] [DLT] 2.
fazla bırakmak. 5. Bol bol vermek. 6. M ühlet ver Uyumak. [DLT]
mek. 7. Uzatmak. S arturu arıtmak, {eAT} 1. İyi aruklam ak2, [aruk (zayıf)> aruk-la-m ak {eAT}
ce temizlemek. 2. Günahtan arıtmak.|| arturu dur {ağız} g ç sz.f. [-r] 1. Zayıflamak. 2. Çürümeye yüz
mak, {eAT} Artırmakta devam etmek; çoğaltmaya tutmak; çürümek. [DS]
çalışmak.
aruklandurm ak, [aruk-la-n-dur-mak ji]
artut, [artut] {eT} is. Hediye; beylere ve büyüklere at
vb. şeylerden verilen armağan; belek. [DLT] [Yük {eAT} g ç l . f [-ur] Zayıflatmak,
nekî] aruklatmak, [aruk-la-t-mak {eAT} gçl. f. [-
-aru, [-aru / -erü] {eAT} yap. e. Doğrultu bildiren ke ur] Zayıflatmak,
limeler türeten isimden isim yapma ekidir, angaru,
arukluk, [aruk-luk] {eT} is. Yorgunluk. [DLT]
ilerii.
aruksuz, [aruk-suz] {eT} sf. Y orulm ak bilmeyen; ar
aru1, [ar-ığ > aru jjl] {eT} {eAT} {ağız} sf. 1. Temiz; gın olmayan; yorulmaz. [Gabain] [EUTS]
saf. 2. İyi; güzel. [DS] 3. Helal. 4. Günahsız. S aru arulıgamak, [aru-lı(k)-a-mak] {eAT} g ç l.f. [-r] Te
avrat, {eAT} Namuslu, iffetli kadm.\\ aru duru, mize çıkarmak; tezkiye etmek; aklamak,
{ağız} Tertemiz. [DS]|| aru dutmak, {eAT} Yücelt arulık, [aru-lık] {eAT} is. K utsam a ve eksikliklerden
mek; üstün tutmak,\\ aru eren, {eAT} Namuslu er olmak; münezzeh olmak,
kekler. || aru etekli, {eAT} N am uslu; i]fetli.\\ aru
aruluk, [ar-ığ-luk > aru-luk jJ j j î ] {eT} {eAT} is. Te
eylemek, {eAT} 1. Temizlemek; arıtmak; tertemiz
yapmak. 2. iy i niyetle yapmak; tertemiz duygularla mizlik; saflık,
yerine getirm ek.|| aru neme, {eT} Temiz ruh.\\ aru arumdun, [? arumdun] {eT} is. Boya. [DLT]
ARZ
a ru n 1, [Far. arun O jjl] (a:ru:n) is. 1. İyi niteliklerle a rv , [Ar. ‘arv jy-] {OsT} is. 1. Sıtma gibi ateşli hasta
tanınma. 2. Güzel ve iyi huylular. lık yüzünden meydana gelen titreme. 2. B ir iş için
arun2, [? arun] {eAT} is. Büyük ve uzun yılan, birinin yanına sokulma,
aruna, [Güre, arona] {eAT} is. Karasaban, a rv alm ak , [arva-l-mak] {eTj edil. f. [-ur] Büyü ya
aru rak , [aru-rak] {eAT} sf. Daha temiz, pılmak; afsunlanmak. [DLT]
-a rv a m 1, [-r-men / -a-r-van / -a-r-van-ın / -a-r-vam / -
arus [Ar. ‘urs > 'arüs o-jy-] (aru:s) {OsT} is. 1. Dü
ır-ın / -a-r-am] {eATj çek e. -*• -rmen.
ğün. 2. Gelin. 3. Güvey. 4. kim. Kükürt, ö a rû s-i
-a rv a m 2, [-r-vam / -ar-vam / -er-vem / -ır-vam / -ir-
cihan, Dünya. || arû s-i çerh , Güneş. || arfls-i felek,
vem / -ur-vam / -ür-vem] {eAT} çek. e. -*■ -rvam.
Güneş. || arûs-i hâveri, Güneş.
a rv am ak , [arva-mak] {eT} gçl. f. [-r] Büyü yapmak;
arusan, [Ar. ‘arüs + Far. -ân oL*j_^] (aru:sa:n) {OsTj afsunlamak. [DLT]
is. Gelinler. 0 arflsân-ı bâğ, Bahçe gelinleri; tar -a rv a n 1, [-r-men / -a-r-van / -a-r-van-ın / -a-r-vam / -
lada biten yabani çiçekler.\\ arfisân -ı çem en, Çi ır-ın / -a-r-am] {eAT} çek e. -* -rmen.
menlik gelinleri; bahçe çiçekleri.\\ a rû sâ n -ı huld, -a rv a n 2, [-r-van / -ar-van / -er-ven / -ır-van / -ir-ven /
Sonsuzluk gelinleri; Cennet hurileri. -ur-van / -ür-ven] {eAT} çek. e. -*■ -rvan.
arusane, [Ar. ‘arüs + Far. -âne (aru:sa:ne) a rv an , [Far. sâr-bân / sârvân] {ağız} is. Deve götüren
{OsTj zf. 1. Gelin gibi; geline yakışacak biçimde. 2. adam; deveci. [DS]
Halktan düğünlerde alman vergi, arv a n a, [Far. ervâne => Liljjl] {eAT} {ağız} is. 1. Dişi
arusek, [Ar. ‘arüs > Far. ‘arüsek ^ j y > ] {OsT} is. 1. deve; maya. 2. Pekmez kaynatılan büyük kazan.
Gelincik. 2. Küçük gelin. 3. Bebek gibi güzel kız; [DS]
taş bebek. 4. Dişi baykuş. 5. Ateş böceği. 6. Süsle -a rv an ın , [-r-men / -a-r-van / -a-r-van-ın / -a-r-vam /
mecilikte kullanılan yeşil ve pembe hareli sedef, -ır-ın / -a-r-am] {eAT} çek e. -* -rmen.
arusekli, [arüsek-li] sf. Arusek ile işlenmiş, arv aş, [arva-ş] {eT} {eTj is. Büyü; afsun. [DLT]
arv a şm ak , [arva-ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Büyü
arusi, [Ar. ‘arüsî ^ j j ^ \ (aru:si:) {OsT} sf. 1. Düğüne sözlerini birlikte söylemek; beraberce dua etmek.
ait; geline ve güveye ait. 2. is. Düğün ziyafeti, [DLT]
arusiye, [Ar. ‘arüsı > ‘arüsiyye (aru:siye) a rv a t, [Ar. ‘avret] {ağız} is. 1. Kadın. 2. Olgun kadın.
{OsT} is. İmparatorluk döneminde, miktarı geline 3. Eş; zevce. 4. Yaşlı kadın. [DS]
göre değişen ve yeııi evli erkeklerden alman bir a rv a tb a z , [Ar. ‘avret + Far. -bâz] {ağız} is. Hovarda;
vergi. zampara. [DS]
arustak, [Erme, arastağ => arustak jl^ -jl] {eAT} is. arv en d , [Far. arvend -lîjjI] {OsTj is. Şan; şeref; ulu
Tavan. luk; azamet; debdebe,
arusuz, [eT. arıg > arığ-sız / aruğ-suz] {eATj sf. arvış, [arvış / arwış] {eTj is. Sihir; büyü; afsun.
Temiz olmayan; kirli; pis; murdar. S1 a ru su z av [EUTS] [Gabain] [DLT]
rat, {eATj Kötü, ahlaksız kadın.\\ a ru su z eren, arvışçı, [arvış-çı / arwışçı] {eT} is. Büyücü; afsuncu;
{eATj Ahlaksız erkek.|| a ru su z olm ak, {eATj Kötii sihirbaz. [EUTS]
olmak; elverişli olmamak. a ry a 1, [İt. aria] (a'ıya) is. müz. 1. Şarkı olarak tasar
aruşm ak, [aru-ş-mak / erü-şmek] {eT} dönşl. f. [-ur] lanmış enstrümantal parça; aria. 2. Operalarda solo
Erimek. [DLT] olarak seslendirilen ezgi.
arut, [arut / urut] {eT} sf. Kuru; soluk. S a r u t ot, a ry a 1, [İt. arria] is. dnz. 1. Açılmış bir yelkenin veya
{eTj Bir yıl önceden kalmış kuru ot. çekilmiş bir sancağın indirilmesi işi. 2. ünl. Çekili
-aruz, [-ruz / -a-r-uz / -u-r-uz / -e-r-üz / -ü-r-üz] bulunan yelken ya da bayrağın indirilmesi için ve
{eATj çek. e. -*• -ruz. rilen emir.
aruz, [Ar. ‘aruz (aru;z) {OsT} is. 1. Yan; taraf. a ry a m a n , [Far. aryâmân OULjl] {eTj is. Dost. [EUTS]
2. Yanak. 3. Yol; usul. 4. Büyük çadırların orta di A ryanizm , [Arius (İskenderiyeli bir papaz) > Fr. ari-
reği. 5. ed. Arap, Acem ve Türk şiirinde kullanılan anisme] is. Hıristiyanlıkta İskenderiye papazların
hecelerin uzun ve kısalığına dayanan ölçü. 6. ed. dan A rius’un kurduğu K elam ’ın İlahiliğini redde
Bir beytin ilk dizesinin son kısmı. 7. Konuşmada den bir akım.
belli bir yön. 8. M ekke ve M edine çevresine veri a ry u la n m a k , [aru-la-n-mak / aryu-la-n-mak] {ağızj
len adlardan biri. dönşl. f. [-ır] 1. Temizlenmek. 2. Güzelleşmek.
aruzî, [Ar. ‘arüz > ‘arüzî ^ j y - ] (aru;zi;) {OsT} sf. 1. [DS]
Aruz ölçüsüne ilişkin olan; aruzla ilgili. 2. is. Aruz a r z 1, [Ar. ‘arz Joy-] {OsT} is. 1. B ir nesneyi birinin ö-
ölçüsü ile şiir yazan kimse. nüne koyup gösterme; sunuş. 2. Sunma. 3. Y üksek
ARZ
mevkide bulunan birinin huzuruna çıkarma; takdim vttcüd etm ek, {OsT} Vücudunu vermek.]] arz kâğı
etme. 4. Piyasada belli bir fiyattan satılabilecek mal dı, İm paratorluk döneminde padişaha sunulmak
miktarı. 5. İmparatorluk döneminde padişahlara üzere sadrazamın mabeyin baş kâtibine verdikleri
divan görüşme ve kararlan hakkında bilgi sunulma 15x25 cm. ebadındaki tezkere. || arz talep kanunu,
işi. 6. Abbasilerden itibaren M üslüman devletlerde B ir ürünün fiyatını, arz hacm i ile talep hacmi ara
askerin teftiş ve yoklama işi. 7. Y üksek bir maka sında denge kurulduğu zam an belirleyen ekonomi
m a sunulan yazı; dilekçe. S arza girmek, Sadra kuralı.]] arz ü talep, M al satma; m al alma
zam ve divan görevlilerinin divan görüşmelerini arz2, [Ar. ‘arz {OsT} is. 1. Genişlik; en. 2. coğ.
padişaha bildirmek üzere huzura girmeleri. || arz
Enlem. S1 arz dairesi, coğ. Enlem dairesi. || arz de
ağaları, im paratorluk döneminde arz işlerinde kul
recesi, coğ. Enlem derecesi.]] arz-ı belde, {OsT}
lanılan en kıdem li dört hasodalı, (hasoda başı, si
coğ. H er hangi bir yerin üzerinden geçen enlem
lahtar ağa, çuhadar ağa, rikâbdar ağa). || arza
dairesi.|| arz-ı cenubî, {OsT} coğ. Güney enlemi.]]
kılmak, {OsT} A rz etmek. || arz-dâşt, Andaç; hatı
arz-ı kevkep, {OsT} Yıldız enlemi. || arz-ı şimalî,
ra; muhtıra.\\ arz divanı, Ordu mensuplarının def
{OsT} coğ. Kuzey enlemi.
terini tutan ve maaşlarını dağıtan daire.\\ arz et
mek, Yüksek makamda bulunan birine bir şeyi bil arz3, [Ar. erz > arz ^ j l ] {OsT} is. 1. Toprak, yer. 2.
dirmek; sunmak; takdim etmek. || arz-gâh, {OsT} 1. Ülke; memleket; diyar. 3. Y er yüzü; dünya; yer kü
B ir şeyi gösterm ek için toplanılan yer; toplanma resi. S arz-ı a'şariye, {OsT} Öşrü onda bir veren
yeri. 2. A skerî merasimlerin yapıldığı yer.\\ arz-ı yerler.|| arz-ı basit, {OsT} D üz yer.]] arz-ı gayr-i
cemâl, {OsT} Yüzünü gösterme. || arz-ı cü r’et et meskûn, {OsT} Boş yerler; yerleşim dışı olan y er
m ek, {OsT} Cesaret göstermek.]] arz-ı dîdâr, {OsT} ler; yaşanm ası mümkün olmayan yerler. || arz-ı ha-
Yüzünü gösterme.]] arz-ı dîdar etmek, {OsT} Yüzü râc, {OsT} Vergi ödeyen memleket.]] arz-ı meskûn,
nü göstermek; gözükmek. || arz-ı endam etmek, {OsT} 1. Yaşanabilir yer. 2. Memleket. || arz-ı m ev’-
{OsT} B oy göstermek; görünmek; gözükmek.]] arz-ı ud, {OsT} Musevilere göre vaat edilmiş topraklar;
hâcet, {OsT} İsteğini, dileğini bildirme.]] arz-ı hâl, Filistin.]] arz-ı mukaddes, {OsT} K utsal topraklar
{OsT} 1. H âlini söz ve yazı ile anlatma. 2. Dilekçe.]] Filistin ve çevresi.|| Arz-ı K en’ân, {OsT} N u h ’un
arz-ı hâl etmek, D urumu anlatmak.]] arz-ı hâl ey torunu Kenan 'ın yerleştiği Filistin toprakları.
lem ek, {OsT} Arz-ı hâl etmek. || arz-ı hayret, {OsT} arz4, [Far. ârz jjT] (a:rz) {OsT} is. Ardıç ağacı,
Şaşkınlık gösterme. || arz-ı hikmet etmek, {OsT}
arza, [Ar. ‘arz>Far. ‘arza Lay-\ (arza;) {OsT} is. Sun
Zekâsını göstermek. || arz-ı hulûs, {OsT} 1. İçten
gelen sevgiyi gösterme. 2. D alkavukluk etme.]] arz-ı ma; gösterme,
hulûs etm ek, {OsT} Sadakatini göstermek.]] arz-ı arzan, [Ar. ‘arzan (a'rzan) {OsT} zfi. Enine; ge
hüner, {OsT} H üner gösterisi.|| arz-ı hürmet, nişliğine.
{OsT} Saygı sunma.]] arz-ı hüsn, {OsT} Güzelliğini arzani, [Ar. ‘arzani (arza:ni;) {OsT} zf. Enle
gösterm e.|| arz-ı iftikâr, {OsT} İhtiyacım ortaya
mesine olarak; enine,
koyma. || arz-ı kudret, {OsT} Güç, kuvvet göster
me.]] arz-ı leşker, {OsT} A sker gösterme; askeri arzetmek, [Ar. ‘arz + T. et-mek {OsT}
teftişten geçirtme. || arz-ı mâ fl’z-zam ir, {OsT} g ç l.f. [-er] [-d(i)-yor] 1. Göstermek. 2. Sunmak. 3.
Gönlünden geçeni, içindekini açıkça söyleme.]] arz- Beyan etmek. 4. Y üksek bir m akam a bildirmek;
ı mahzar, {OsT} Toplu dilekçe.]] arz-ı meveddet, saygı ile iletmek. 5. dönşl. fi. Teşkil etmek; oluş
{OsT} Sevgiyi ifade etme.]] arz-ı minnettârî, {OsT} turmak. 6. Haiz olmak; bulundurmak; taşımak,
M innet altında bulunduğunu belli etme.]] arz-ı mu- arzhane, [Ar. ‘arz + Far. hâne *ıU- y-\ (arza;ni;)
âhât, {OsT} B ir durumun veya hareketin kardeşçe
{OsT} is. Topkapı Sarayında, Hırka-i Ş erif odasının
olduğunu bildirme.]] arz-ı muhabbet etmek, {OsT}
dışmdaki aralık oda; aslanhane.
Sevgisini gösterm ek.|| arz-ı müddea, {OsT} İddia
sını, fikrini bildirme.]] arz-ı nedamet, {OsT} Piş arzi1, [Ar. A rzi (arzi;) {OsT} sf. Toprakla ilgili;
manlığını ifade etme.]] arz-ı nefs, Fedakârlık gere toprağa ait.
ken bir durum da kendini öne sürme.]] arz-ı şikâyet arzi2, [Ar. ‘arzı ^ y - ] (arzi:) {OsT} sf. Ene ilişkin;
etm ek, {OsT} Yakınma için başvurmak.]] arz-ı şük enle ilgili; genişliğe ilişkin,
ran etmek, {OsT} Teşekkür etmek.|| arz-ı tazallüm,
arzin, [Ar. arz (yer) > arzın ow’jO (arzi:n) {OsT} is.
{OsT} H aksızlığa uğramaktan dolayı yapılan şikâ
yet.]] arz-ı ta’zimât, {OsT} Saygılarını sunma.]] Yerler; arzlar,
arz-ı teennî etmek, {OsT} Acele etm em ek.|| arz-ı arziyat, [Ar. arz (yer) > arziyyât (arziya:t)
teennî kılmak, {OsT} Acele etmemek.]] arz-ı ubü- {OsT} is. Y er bilimi; jeoloji,
diyyet, A llah'a kulluğunu gösterm e.|| arz-ı uhuv
arziye, [Ar. arz (yer) > arziyye {OsT} sf. 1.
vet, Kardeşçe birlik olunduğunu ifade etme.]] arz-ı
Toprakla ilgili. 2. Topraktan yetişen.
ım if f s a M .3 0 7 ASA
arziz, [Far. arzlz y jjl] (arzi:z) {OsT} is. kim. 1. K ur arzu su z, [arzu-suz] sf. 1. Heves duymayan, istekli
olmayan; isteksiz. 2. zf. İsteksiz bir şekilde.
şun. 2. Kalay.
AS. Ağır suyun kısaltması.
a rz u 1, [arju / arşu / arzu] {eT} is. Çakal. [DLT]
As. kim. A rsenik’in sembolü.
arzu2, [Far. arzu j j j l ] (arzu:) {OsT} is. 1. Bir şeyi el
a s 1, [as (yans.)] is. Aksırma, hapşırma ifade eden
de etmek için duyulan şiddetli istek; heves. 2. D i kök. as-kır-mak > aksır-mak, as-kır-mak > ahsır-
lek; istek. 3. Bedensel ve fizikî istek. 4. Cinsel is mak, as-kır-ık > agsır-ık.
tek; libido. S a rz u b u y u rm a k , (H ürm et gösterisi
as2, [as / aş] {eT} is. Aş; yemek. [EUTS]
olarak) istemek, buyurmak.|| â rzfl-d âr, {OsT} İstek
as3, [as] {eT} is. 1. Alt; dip. [ETY] 2. {ağız} Aşağı.
li, hevesli.\\ a rz u d u y m ak , Birine veya bir şeye
[DS]
karşı içinde istek uyarımak.\\ arzu etm ek, 1. iste
as4, [as] {eT} is. Cariye; kadın köle. [ETY] [DLT]
mek. 2. Cinsî istek duymak.\\ arz u hissetm ek, İhti
yaç duymak.|| ârzü-keş, {OsT} İstekli, hevesli.|| â r- as5, [as] {eT} sf. Az. [Gabain] [Mühennâ]
zü-m ân, {OsT} -*■ arzuman.|| ârzü -m en d , {OsT} İs as6, [aş / aşşı / assı ^~\] {eAT} is. 1. Yarar; çıkar; ka
tekli, hevesli.|| ârzü -m en d î, {OsT} İstek; heves.\\ â r- zanç; kâr. 2. Faiz.
zü-nâk, {OsT} İstekli.\\ ârzu -şik esten , {OsT} İstek as7, [ast > as] sf. Önüne getirildiği kelimenin bir alt
kırıklığı; isteğin yerine getirilmemesi.^ a rz u u y an kademesini ifade eder. S as a ltı k a t, Başka bir
m ak, İstek belirmek.|| arz u v erm ek , İstek hissi sayının içinde altı defa bulunan sayı. «6 sayısı,
uyandırmak.\\ a rzu y a dü şm ek , İstem ek.|| ârzü -y i 4 2 ’nin as altı katıdır. »\\ as k a t, -*■ askat.|| as yön,
hayât, {OsT} psikol. Yaşama isteği.
-*■ asyön.|| as on k at, mat. Başka bir sayının içinde
arzuhal, -li [Ar. ‘arz-ı hâl J U (arzuha:l) {OsT} on defa bulunan sayı. Beş, ellinin as on katıdır.
is. 1. Hâlini bildirme. 2. Kişilerin bir devlet daire as8, [Ar. ‘âsî => as] {ağız} is. Karşı gelme. [DS]
sine dilek ve şikâyet için verm iş oldukları mektup;
dilekçe; istida. S1 a rz u h â l gibi, 1. (Mektup için) as9, [Ar. âs ^T ] (a:s) {OsT} is. bot. M ersin ağacı.
çok uzun, 2. içtenlik bulunmayan, kuru ve resm î y a a s10, [Far. âs ^T ] (a:s) {OsT} is. Değirmen.
zılmış. 3. Gereksiz kelimelerle ve ağdalı dille y a
zılmış yazı. a s11, [Far. âs j - İJ {eT} is. zool. 1. Sansar cinsi, siyah
arzuhalci, [arzuhâl-ci] is. Para karşılığında dilekçe kuyruklu ve bedeni beyaz, derisi kürk yapmaya
ve mektup yazan kimse, elverişli bir av hayvanı; ermin; kakım, (Mustea
arzuhâlcilik, -ği [arzuhal-ci-lik] is. Arzuhalcinin işi erminea). 2. {eAT} Gelincik denilen hayvan.
ve mesleği. a s12, [Lat. as] is. 1. Para birimi. 2. İskambil kâğıtla
arzulama, [arzu-la-ma] is. İstek duyma, istek uyan rında “birli” ; bey; direk.
ma. a s13, [Fr. / Aim. as] sf. (Kişi için) bir alanda sivrilen
arzulamak, [arzu-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor] 1. ve çoğunlukla spor, sahne gösterilerinde liste başı
Bir şeyi elde etm ek için şiddetli istek duymak; arzu olan.
etmek. 2. Karşı cinsten birine karşı cinsel istek As, [Far. âs ^T ] (a:s) özl. is. Eski bir kavim adı.
duymak.
-asa, [Far. âsâ L J] (a:sa:) {OsT} son ek. Sonuna ge
arzulanma, [arzu-la-n-ma] is. Biri tarafından arzu
edilme, istenme, tirildiği Farsça kelimelere benzerlik, gibilik anlamı
arzulanmak, [arzu-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Biri ta katan son ek.
rafından arzu edilmek, istenmek. 2. A rzu edilir ol a ’sa, [Ar. a’sâ Uk>I] (a-sa:) {OsT} is. Değnekler; uzun
mak. sopalar.
arzulatmak, [arzu-la-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Kendisine a s a 1, [Ar. ‘asâ / 'asî l_r ^ ] (asa:) {OsT} sf. 1. Elverişli;
karşı istek duyulmasını sağlamak. 2. Özletmek,
uygun. 2. zf. Belki; acaba; ola ki; muhtemelen.
arzulayu, [arzu-layu] {eT} zf. Çakal gibi. [DLT]
arzulu, [arzu-lu] sf. 1. Heves duyan, isteyen; istekli. asa2, [Ar. ‘aşa U^p] (asa:) {OsT} is. 1. Değnek. 2. H ü
2. zf. Arzu ve heves duyar bir şekilde, kümdarların, din adamlarının, kumandanların elle
arzuman [Far. ârzü-mend > OLojjjT] {ar rinde tuttukları otorite sembolü değnek. 3. Y ürür
ken dayanmak için kullanılan baston. 4. Ateşli si
zu: man) {eAT} {ağız} is. 1. Arzu; şiddetli istek; öz
lahların icadından önce elde silah olarak bulundu
lem. 2. Kars yöresinde karm a olarak oynanan Azeri
rulan mızrak. 5. S1 asa gezi, {OsT} Yay yapımında,
kökenli bir halk oyunu. [DS] <9 arzumanını al
yayın ilk gerilişi sırasında özelliğini yitirmeden
mak, {ağız} isteğini yerine getirmek. [DS]
esneklik sağlam ak amacıyla kademeli germ e ve
arzumend, [Far. ârzü-mend w y-\ {OsT} sf. Özle gevşetme düzeneği bulunan araç.|| asâ-keş, {OsT}
yen; arzulayan; isteyen. I. Sopa çeken. 2. K ör yedekçisi.\\ asâ-yı M usa,
ASA 1MHKKBÜK.308
{OsT} Musa(AS) 'in mucize göstererek sihirbazların asabi1, -i’ı [Ar. uşbu‘ > aşâbi' ^U=l] (asa:bi) {OsT}
sopalarını y o k eden asası.
is. Parmaklar.
a sa ’, [Far. âsâ L »T ] (a:sa :) {OsT} is. 1. Esneme. 2. asabi2, [Ar. ‘aşabı (asabi:) {OsT} sf. 1. Sinirle
Ciddiyet. 3. Süs. ilgili; sinirsel. 2. biy. Y apısında sinir bulunan; si
asa4, [Far. hâse] {ağız} is. Gömleklik beyaz kumaş; nirli. 3. Çabuk kızan; hırçın; hiddetli; öfkeli.
patiska. [DS] asabi3, [Ar. ‘aşabı {OsT} sf. Baba soyu ile il
a’sab, [Ar. a'şâb (a-sa:b) {OsT} is. Sinirler. S1 gili.
a ’sâb-ı alâkaviye, {OsT} anat. D am ar hareketlerini asabileşme, [asabî-le-ş-me] (asabi:leşme) is. Asabi
sağlayan sinirler.j| a ’sâb-ı gflş {OsT} anat. Kulak durum alma; kızma; öfkelenme; sinirlenme,
sinirleri.|| a ’sâb-ı muharrike {OsT} anat. Hareket asabileşm ek, [asabi-le-ş-mek] (asabideşmek) dönşl.
sinirleri.|| a ’sâb-ı şemme, {OsT} anat. Koklam a si f. [-ir] Asabi durum almak; sinirlilik alametleri
nirleri. göstermek; kızmak; öfkelenmek; sinirlenmek,
asab1, [Ar. ‘aşab {OsT} is. 1. Sinir. 2. Damar. asabilik, -ği [asabı-lik] (asabi:lik) is. 1. Sinirlilik hâ
li. 2. Sinirli olanın durumu; sinirlilik; asabiyet,
fi1 asab-ı alâkavi, {OsT} anat. D am ar hareketi ile
ilgili sinir.|| asab-ı aynî, {OsT} anat. Göz siniri.|| asabiye, [Ar. ‘aşabiyye {OsT} is. 1. Sinir hasta
asab-ı basarî, anat. {OsT} Görme siniri.\\ asab-ı lıkları ile ilgili hekim lik dalı; nöroloji. 2. Hastane
enfî, {OsT} anat. Burun siniri.\\ asab-ı hançerevi, lerin sinir hastalıkları ile ilgili bölümü. S asabiye-i
{OsT} anat. Gırtlak siniri.|| asab-ı rievi-i m i’de, teşenniicât, {OsT} tıp. Sinir ağrıları.
{OsT} Akciğer-mide siniri.\\ asab-ı sem ’î, {OsT} asabiyeci, [asabiye-ci] is. Sinir hastalıkları ile ilgili
anat. İşitm e siniri.|| asab-ı şevkî, {OsT} anat. Omur hekim.
siniri.|| asab-ı tahte’l-lisânî-i kebîr, {OsT} anat. asabiyet, [Ar. ‘aşabiyyet {OsT} is. 1. Sinirli
B üyük dil altı siniri.|| asab-ı vustâ {OsT} anat. Orta
olm a durumu; sinirlilik; asabilik; öfke; hiddet; hır
damar.
çınlık. 2. İnsan severlik, yurtseverlik; milliyet duy
asab2, [Ar. âsâb T] {OsT} is. V ücudun alt kısım gusu. 3. Akrabalık; kandaşlık, fi1 asabiyet-i milli
larında çıkan kıllar. ye, Yurtseverlik; vatanperverlik.
asaba, [Ar. ‘aşabe / ‘aşaba ^ s - \ {OsT} is. 1. -*■ asabe. asacak, [as-acak] is. 1. Palto, pardösü ve elbise gibi
giyeceklerle, bir takım küçük mutfak eşyalarını ve
2. {ağız} Ölen bir erkeğin karısına düşen mal. [DS]
çerçeve gibi nesneleri asm aya yarayan özel olarak
3. Erkek mirasçı. 4. Dost; arkadaş. 5. {ağız} Bir il
yapılmış çengel veya çivi; askı. 2. {ağız} Omuza
de, bir m em lekette oturanlar. [DS] 6. {ağız} Soy;
alınarak taşınacak olan kapları takmaya yarayan
akraba; sülale. [DS]
sırık. [DS]
asabalık, -ğı [asaba-lık] {ağız}is. Haksız olarak alı
a ’sac, [Ar. a‘şac {OsT} sf. Saçları alnına dö
nan mal, toprak. [DS]
külmüş.
asabani, [Ar. ‘aşabânî (asaba:ni:) {OsT} sf. 1.
asaç, [as (kenet) > as-aç] {eT} is. Çanak,
Asabeye ait. 2. Sinirli.
asad, [Ar. esed > âsâd ^l~.T] (a:sa:d) {OsT} is. A s
asabat, [Ar. 'aşabât (asaba:t) {OsT} is. 1. Si
lanlar.
nirler. 2. M irasçılar. 3. Baba tarafından akrabalar.
asaf1, [İbr. âşaf (Hz. Süleyman'ın vezirinin adı)
4. Birinin kavminden olanlar.
(a:saf) {OsT} is. Vezir.
asabe1, [Ar. ‘aşabe / ‘aşaba {OsT} is. 1. Bir tek
asaf2, [Ar. aşaf ^~&\] {OsT} is. bot. Kebere çalısı,
sinir. 2. Kiriş.
(Cappanis spinosa).
asabe2, [Ar. ‘aşabe / ‘aşaba {OsT} is. 1. Baba
asafane, [Ar. âşaf + Far. -âne ^Ll^T] (a:safa:ne)
tarafından akrabalar. 2. Kavim; kabile. 3. Y ardım
{OsT} zf. Vezire yakışacak biçimde,
cı. 4. Esas mirasçılar hissesini aldıktan sonra geri
kalan hisseyi alabilenler. asafî, [Ar. âşafî (a:safı:) {OsT} sf. Vezire öz
asabe3, [Ar. ‘aşabe / ‘aşaba {OsT} is. 1. Külahın gü; vezire ilişkin,
veya fesin kenarı. 2. Uzun silindirik külah. 3. {eAT} asafir, [Ar. ‘uşfur > ‘aşâfır jiU ü ] (asa.fır) {OsT} is.
Baş örtüsü; başlık. 1. Serçeler. 2. zool. Serçegiller.
a’sabi, [Ar. a'sabî (a-sabi:) {OsT} sf. 1. Sinirli. asag, [as-mak > as-(a)ğ / as-(ı)ğ] {eT} sf. 1. Bir şeye
2. Kirişli. S a’sabiyyü’l-cenâh, zool. Sinir kanat- asılı olan. [İKPÖy.] 2. is. Bir sermayeye veya bir
lılar.|| a’sabiyyü’l-mizâc, Yaradılışı sinirli olan faaliyete kâr olarak bağlanan pay. [İKPÖy.] 3. Ya
kimse. rar; fayda; kâr. [İKPÖy.]
öI üM II{£ B Ö 1 İ« 3 0 9 asa
asagır, [Ar. şağır > aşağır / aşağıre o>U>I / >U>I] (a- asal3, [Ar. masal ?] {ağız} is. Bilmece. [DS]
sa:gır) {OsTj is. 1. Şeref ve mevki bakım ından en asalak, -ğı [as-(ı)l-ak > as-al-ak] is. 1. biy Başka
düşük olanlar. 2. En küçükler; en alçaklar. S a- türden bir canlıdan besin alarak o canlının üzerinde
sâgır ve ekabir, {OsT} K üçükler ve büyükler. veya dokuları arasında yaşayan, onu zayıflatan fa
kat öldürmeyen canlı; parazit. 2. Eski Rom a’da
asah, -hhı [Ar. sıhhat > şahîh > eşahh ç*>\] {OsT} is.
zenginlerin sofralarında maskaralık, şaklabanlık
En doğru; daha doğru, yaparak veya güzel şiirler okuyarak geçimini sağ
a s a h ib , [Ar. aşhâb > aşâhib v_o-U>l] (asâhib) {OsT} is. layan soytarılar sınıfı. 3. sf. mec. (Kişi için) kendisi
(Bu kelime çoğulun çoğulu; katm erli çoğuldur.) 1. çalışmadan başka insanların sırtından geçimini sağ
Sahipler; malik olanlar. 2. Efendiler. 3. Dostlar. 4. layan; parazit; tufeyli; ekti. S asalak bilimi, A-
mec. Yol arkadaşları, salaklarm y o l açtığı hastalıkları, yapılarını, y a şa
yışlarını inceleyen ve sebep oldukları hastalıklara
asaib, [Ar. ‘ışâbe (bağ, sargı) > ‘aşâib ] (asa:-
karşı tedavi yollarını araştıran bilim dalı; p a ra zi
ib) {OsT} is. 1. Cemaatler; topluluklar. 2. Bağlar; toloji.
başa bağlanan sargılar; kaşbastılar, asalaklaşma, [asalak-la-ş-ma] is. Asalak hâle gelme,
asakir, [Ar. asker > asâkir (asa:kir) {OsT} is. asalaklaşmak, [asalak-la-ş-mak] dönşl. f . [-ır] A sa
Askerler, fi1 asâkir-i bahriye, {OsT} D eniz kuvvet- lak durumuna düşmek; asalak olmak,
leri.|| asâkir-i berriye, {OsT} Kara kuvvetleri.|| asalaklık, -ğı [asalak-lık] is. Asalak olm a hâli; para
asâkir-i nizâm iye, {OsT} İlk defa askerlik yapan zitlik.
lar.|| asâkir-i redîfe, {OsT} İkinci defa askere alı
asale1, [Ar. aşale t L ^ ] {OsT} is. Çok zehirli ve kor
nanlar; ihtiyat birlikleri.\\ asâkir-i şâhâne, {OsT}
kunç yılan.
Askerler.
asakom ak, [as-mak+ko-mak jojsU .1] {eAT} gçl. b. f. asale2, -li [Ar. âsâle J L t ] (a:sa:le) {OsT} is. Bal
asakoym ak, [as-mak+koy-mak jijSLoT] gçl. f. [-ar] asalet, [Ar. aşl > aşâlet cJU>l] (asalet) {OsT} is. 1.
asal4, -li [Far. âsâl JU T] (a:sa:l) {OsT} is. Temel; a’sam2, [Ar. a'şam ^ı> \] (a-sam) s f (Hayvan için)
kök. ön ayakları sekili.
asal5, -li [Ar. aşıl > âşâl JL^T] (a.sa.l) {OsT} is. İkin asam 1, [Ar. ism (suç, günah) > âsâm flîT] (a;sa;m)
di ile akşam ya da yatsı arasındaki zamanlar. is. Suçlar; günahlar.
ASA 1 M Iİİ1 C E S 0 Z İIÜ İİ.3 1 O
asam 2, -m m ı [Ar. şumm > aşamm {OsT} is. 1. a ’sa r, [Ar. ‘aşr > a 'şa r jU ıtl] (a:sa:r) {OsT} is. Y üz
Sağır; işitmeyen. 2. Ses vermeyen; sessiz. 3. İçi do yıllar; asırlar. S a ’sâr-d îd e, {OsT} Yüzyıllar gör
lu olduğu için ses vermeyen. 4. dbl. Arapçada ikin müş; üzerinden asırlar geçmiş. || a ’sâr-ı ibtidâiye,
ci ve üçüncü harfleri aynı olan üçlü fiil kökü, {OsT} İlk asırlar.\\ a ’sâr-ı kadîm e, {OsT} Eski y ü z
asam ak, -ğı [as-mak > as-a-mak] {ağız} is. Asacak. yılla r.|| a ’sâ r-ı sab ık a, {OsT} Eski yüzyıllar. || a ’sâr-
[DS] S asa m a k ta k alm ak , {ağız} Sürüncemede ı salîfe, {OsT} Eski yüzyıllar.
kalmak; ihm al edilmek; geri bırakılmak; sum en altı as’a r, [Ar. aş'ar y ^ \ ] (as-ar) {OsT} sf. (Kişi için)
edilmek. [DS]
çarpık yüzlü ve kibirli.
asam blaj, [Fr. assamblage] is. Değişik nesnelerin
a s a r 1, [Ar. eser > âşâr jLM] (a;sa;r) {OsT} is. 1. E-
farklı biçimlerde birleştirilmesiyle meydana getiri
len üç boyutlu m odem sanat eserleri, serler. 2. Bir kimsenin veya toplumun meydana
asam ble, [Fr. assemble] is. 1. Bir görevi yerine ge getirdiği, yaptığı kalıcı ve sanat değeri taşıyan yapı,
tirm ek üzere seçilmiş veya atanmış kişiler toplulu eşya, kitap, yazılı ve sözlü ürünler; yapıtlar. 3. Bir
ğu; heyet; kuml. 2. Klasik dansta gerek teknik, ge şeyin geçmişte veya şu anda varlığım belgeleyen iz
rekse anlatım bakımından bir bitiriş adımı olarak ve kalıntılar; emare; nişan. 4. Kitaplar. S asâr-ı
iki ayağını birleştirerek zıplama şeklindeki temel atîk a, {OsT} Eski eserler.|| â sâ r-ı cedîde, {OsT} Ye
adım. ni eserler]| â sâ r-ı edebiye, {OsT} E debî eserler. ||
âsâr-ı eslâf, {OsT} Eskilerin yazdığı eserler] | âsâr-ı
asam m iyet, [Ar. aşamm > aşam miyyet o ^ l ] {OsT}
h â z ıra , {OsT} Çağdaş eserler.|[ â sâ r-ı ilm iye, {OsT}
is. Sağırlık; duymazlık. Bilim sel eserler.|| â sâ r-ı islâm iye, {OsT} İslâm î
a s a n 1, [asan / esen] {eT} sf. Sağlam; sağlıklı; esen; eserler.|| â sâr-ı kadîm e, {OsT} Eski eserler.|| â sâr-ı
sıhhatli. [EUTS] S1 asan tttkel, Sağ ve selamet; sağ kalem iyye, {OsT} K alem e alınmış, yazılm ış eser
ve esen. [EUTS] ler ]\ â sâr-ı k u d em â, {OsT} Eskilerin yazdığı eser
asa n 2, [Far. âsân oUT] (a:sa;n) {OsT} sf. ve zf. Kolay. ler ]\ â sâr-ı m a tb u a, {OsT} Basılmış eserler.|| âsâ r-
0 asan etm ek, B ir işi kolaylaştırmak, kolay hâle ı m erg u b e, {OsT} R ağbet kazanmış, tercih edilen
getirmek.\\ asan eylem ek, B ir işi kolaylaştırmak, eserler]\ â sâr-ı m ehdiye, {OsT} D ünya ekseninde
kolay hâle getirmek. || âsân-gir, {OsT} Kolaylıkla meydana gelen eğilme.\\ â sâ r-ı m ergübe, Beğeni
tutulan; kolay zapt edilen.\\ asan kılm ak, B ir işi kazanmış eserler]\ â sâ r-ı nefise, {OsT} Güzel sanat
kolaylaştırmak, kolay hâle getirmek. || asan olm ak, eserleri. || â sâ r-ı nisvân, Kadınların eserleri. || âsâ r-
K olay olmak. ı san a t, {OsT} Sanat eserleri,|| â sâr-ı sınaiye ve
asani, [Far. âsânî ^L^T] (a;sa:ni;) {OsT} is. Kolaylık, zarife, {OsT} Z a rif ve süslü eserler.\\ â s â rü ’ş-şe-
rîfe, K utsal emanetler,||
asanki, [Sansk. asamhyeya] {eT} sf. 1. Sayısız [Ga
a s a r2, [Ar. ‘aşar y^s.] {OsT} is. 1. Toz. 2. Sığmak.
bain] 2. Süre; zaman aralığı; devir. [EUTS]
asanlık, -ğı [asan-lık] (a;sa;nlık) {ağız} is. 1. Kolay a s a r3, [Ar. ‘ışr > âşâr _>U=T] (a;sa;r) {OsT} is. 1. Gö
lık. 2. İyilik. [DS] revler; vazifeler. 2. Yükler. 3. Kabahatler; cürüm
asansör, [Lat. ascendere (yukarı çıkmak) > Fr. ascen- ler; suçlar.
seur] is. Düşey raylar üzerinde üst ve alt katlar ara a s a r4, [Ar. ‘asar _>L~p] {OsT} is. Fakirlik.
sında yük ve insan taşımaya yarayan makineli ka
bin. S asan sö r boşluğu, İçinde kabinin ve karşı a s a r5, [Ar. hişâr (kuşatma) > Far. hisar / Ar. âşâr =>
ağırlığın hareket ettiği kapalı boşluk; asansör ku asar] {ağız} is. 1. Kale; burç. 2. Kayalık; tepe. [DS]
yusu. asare, [Far. âsâre ojU l] (a;sa;re) {OsT} is. Sayı; he
asansörcü, [asansör-cü] is. 1. Asansör yapan, kuran sap.
veya satan kişi. 2. Büyük binalarda asansörü işleten aşarim , [Ar. aşârlm ^jU jI] (asa:ri;m) {OsT} is. 1.
veya kişilere refakat eden görevli,
Çadır kümeleri. 2. Ayrı ayrı ve küçük insan küm e
asan v ar, [Sansk. asamvarika] {eT} is. Günah. [EUTS]
leri.
asap, -bı [Ar. ‘asab 1. Sinir. 2. Beynin duyu a sarlık , -ğı [asar-lık] {ağız} is. Tarihî yıkıntıların bu
alm a ve hareket uyarmalarını ulaştırmakla görevli lunduğu yer. [DS]
sinir. S a sab ı bozulm ak, 1. Sinirlenmek. 2. Psiko a sa rm a k , [Moğ. asar-mak / asra-mak J v - t ] {eAT}
lojik bakımdan huzursuz olmak. || a sab ı gerilm ek,
gçl. f. [-ur] 1. Kommak; esirgemek; sakınmak. 2.
Tedirgin bir bekleyiş içinde huzursuzluk duymak. ||
{ağız} Beslemek; büyütmek. [DS] 3. {ağız} (Ağaç
asab ın a d o k u n m ak , Sinirlenmesine sebep olacak
için) budamak; bakımını yapmak. [DS] 4. {ağız} İyi
hareketle karşılaşmak; bozulmak.j| asab ın a hakim
kullanmak; saklamak. [DS] 5. {ağız} dönşl. f. Y e
olm ak, K ızm a duygusunu ve öfkesini belli etme
tişmek; büyümek. [DS]
mek; sakin olmak; hiddet göstermemek; sinirlen
a sa rtm a , [asar-t-ma] {ağız} is. 1. Asartmak işi. 2. A
memek.
m M lM tS İ İ Ü .3 1 1 ASE
ğaçlık. 3. Bakılmış, budanmış ağaç. 4. Küçükten a- asbar, [Ar. şıbr > aşbar j W ’1] (asba:r) {OsT} is. A k
lınarak bakılıp büyütülmüş çocuk; besleme. [DS] bulutlar.
a sa r tm a k , [asar-t-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] 1. Besle asbaşkan, [as(t)+baş-kan] (a'sbaşkan) is. İkinci baş
mek; büyütmek; korumak; yetiştirmek. 2. (Ağaç kan.
için) budamak; bakmak. 3. Gururlandırmak; şı asbest, [Yun. asbestos (söndürülemez) > Fr. asbeste]
martmak. 4. Abartmak; mübalağa etmek. 5. gçsz. fi. is. min. Bir silikat türü tremolitin bozulm asıyla
Saygı göstermek. [DS] meydana gelmiş bulunan ateşe dayanıklı, kırılm a
a sa r tm a h k , -ğı [asart-ma-lık] {ağız} is. Koruluk; a- dan bükülebilen ipek görünümünde lifli yapıda hid
ğaçlık. [DS] ratlı doğal kalsiyum ve magnezyum silikat; am
asarun, [Far. âsârün jjjL » I] (a:sa:ru:n) {OsT} is. K e yant; taş pamuğu; kaya lifi. 0 asbest yünü, A sbes
di otu. tin işlenerek yün hâline getirilmişi.
asbestli, [asbest-li] sf. 1. Yapısında asbest bulunan.
asavi, [Ar. ‘aşâvı lS jU ^] (asa:vi:) {OsT} sf. A sa ile
2. Asbest karıştırılmış. 0 asbestli çimento levha,
ilgili; asaya ait. Eternit.
asayib, [Ar. ‘ışâbe (bağ, sargı) > ‘aşâyib ^ . U ^ ] (a- asbestoz, [Fr. asbestose] is. tıp. Uzun süre veya çok
sa:yib) {OsT} is. 1. Bağ, sargı, topluluk. 2. Toplu fazla asbest tozu karışmış havayı teneffüs etmekle
luklar; cemaatler; sosyete. 3. B aşa bağlanan bağlar; asbest liflerinin akciğerde meydana getirdiği taz
kaşbastılar. minat doğurucu bir meslek hastalığı,
asayiş, [Far. âsüden (dinlenmek) > âsâyiş T] (a:- asbetel, [? asbe+tel] is. Dokuma tezgâhlarında kulla
nılan m intar denilen tarağın telleri,
sa:yiş) {OsT} is. 1. K orku ve endişe verecek hiçbir
şeyin bulunmayışı; emniyet; güvenlik; huzur. 2. asced, [Ar. ‘asced {OsT} is. Saf altm.
Kanun ve nizam hakimiyeti; kam u düzeni. 3. Din asçekim, [as+çekim] is. fız. Yerin çekim alanından
lenme hâli; sükûnet, 0 âsâyiş-bahş, {OsT} Huzur daha düşük bir çekim alanında bulunan bir m adde
ve güven veren. || âsâyiş berkem âl, {OsT} 1. Güven ye etkiyen çekim kuvveti,
lik yerinde. 2. İşler yolunda.\\ âsâyiş-cû, {OsT} asda, -a’ı [Ar. şada' > aşdâ' (asda:) {OsT} is.
Asayiş arayan; güven ve huzur içinde olm ak iste Sesler; şadalar; avazlar,
yen.|| âsâyiş-cflyâne, {OsT} Güven ve huzur araya
asdaf, [Ar. şadef > aşdâf (asda.fi {OsT} is.
na yakışır biçimde; tam asayiş arayana göre. || âsâ-
yiş-perver, {OsT} 1. Asayişi sağlayan. 2. Barışa Sedefler.
hizmet eden.\\ âsâyiş-perver-âne, {OsT} Tam rahat, asdag, [Ar. şudğ > aşdâğ ^j-Usl] (asda:ğ) {OsT} is.
huzur ve güvenlik isteyenlere yakışır tarzda. anat. Şakaklar,
asayişli, [asayiş-li] (a:sa:yişli) sf. Rahat ve huzur asdagan, [Ar. aşdağân j l i j ^ l ] (asdağa:n) {OsT} is.
içinde; güvenli,
anat. İnsanın kollarındaki atardamarlar,
asayişsiz, [asayiş-siz] (a. sa.yişsiz) sf. 1. R ahat ve hu
zur kaçırıcı; karışık; huzursuz. 2. Kanun ve nizam asdak, [Ar. şıdk (doğruluk) > aşdâk jlj-^ l] (asda:k)
dışı; güvensiz; kargaşa içinde; anarşik, {OsT} is. 1. Gerçekler; hakikatler. 2. İçten ve doğru
asayişsizlik, [asayiş-siz-lik] (a:sa:yişsizlik) is. 1. K a olanlar.
nun ve nizamlara aykırı hareket etme; kanunsuzluk. asdana, [Far. âsitâne] {ağız} is. 1. Eşik. 2. Büyük
2. Kamu güvenliği ve düzeninin, kanun hakim iye derviş tekkesi. 3. Başkent. 4. İstanbul. [DS]
tinin sağlanamaması durumu; güvensizlik; karışık asdar, [Far. âster jt-T => asdar j-U ’l] {eAT} sf. (Bez
lık; anarşi. için) kaba; kalın. 0 asdar bez, {eAT} Kalın, kaba
asb, [Ar. ‘aşb ^-“^ 1 {OsT} is. 1. Sargı. 2. Bağ. 3. bez.
Mendil. asdika, [Ar. şâdık (doğru) > aşdikâ5 ^liJ-^l] (asdika:)
asbab, [Ar. şabeb > aşbâb (asba:b) {OsT} is. {OsT} is. Gerçek dostlar; samimi dostlar,
Çukur yerler. aseksüel, [Fr. asexuelle] sf. 1. Cinsiyetsiz. 2. biy.
asbag, [Ar. şıbğ > aşbâğ ^ W 1'] (asba:ğ) {OsT} is. Eşeysiz.
Boyalar. asel, [Ar. ‘asel J - t ] {OsT} is. 1. Bal. 2. Cennette akan
dört ırmaktan biri. 3. Bitkilerin tatlı özsuyu. 4. Bazı
asbah, [Ar. şubh > aşbâh (asba:h) {OsT} is.
ağaçlardan akan tatlı su; reçine; sakız,
Sabahlar.
aselbent, -di [Ar. ‘asel lubna] {OsT} is. 1. Güneydo
asban, [Far. âsbân jL-«T] (asba:n) {OsT} is. Değir
ğu A sya’da yetişen gövdesinden sızan reçineleri
menci. antiseptik ilaç ve parfüm sanayiinde kullanılan
asbani, [Far. âsbânî ^L ^T ] (asba:ni:) {OsT} is. D e günlük cinsi ağaç, (Sytax tonkinensis). 2. Bu ağacın
ğirmencilik. hoş kokulu reçinesi; balsam.
ASE im rare söm . 312
aseli, [Ar. 'aselî (aseli:) {OsT} sf. 1. Bal rengin aseton, [Fr. acetone] is. kim. Kalsiyum asetatın kuru
olarak damıtılm asıyla elde edilen renksiz, hoş ko
de; bal sarısı. 2. Bal renkli bir çeşit kumaş. 3. Eski
den Yahudilerin tanınmak için omuzlarına astıkları kulu, 56 °C ’de kaynar, su ile karışabilir ve yağ,
sarı kumaş parçası, reçine gibi organik maddenin çözücüsü en yalın
keton: C H 3 - C O - C H 3 ; propanon; dimetilketon.
aseliyet, [Ar. ‘aseli > ‘aseliyyet o {OsT} is. Bal
a sf1, [Ar. ‘aşf ıJuas.] {OsTj is. Rüzgârın kuvvetli es
özelliği.
mesi.
asem , -m mi [Ar. samm > aşamm jwslJ {OsT} sf. (Kişi
asf2, [Ar. ‘asf ■-i-p] {OsT} is. 1. Zulüm. 2. Haksızlık
için) çok sağır; kulakları hiç işitmeyen,
asenkron, [Fr. asynchrone) sf. Başlama ve bitiş etme. 3. Yoldan çıkma. 4. Can çekişme; ölüm hâli,
zamanları denk olmayan; yadın kurun, asfa, [Ar. şafvet > aşfa (asfa:) {OsT} is.
asepsi, [Fr. asepsie] is. 1. Flastalık yapan mikropların En saf ve temiz olan,
yokluğu. 2. Ameliyathanelerin ve ameliyat araçla asfad, [Ar. aşfad slL&\] (asfa:d) {OsT} is. Suçluların,
rının mikroplardan arındırılma işlemi,
mahkûm ların el veya ayaklarına bağlanan demir
aseptik, -ği [Fr. aseptique] sf. İçinde veya üzerinde
kelepçe.
mikrop bulunm ayan; mikropsuz,
asepsili, [asapsi-li] sf. 1. Mikropsuz. 2. Asepsi ile il asfaf, [Ar. aşfaf l İ I v I ] (asfa:f) {OsT} is. 1. Saflar. 2.
gili. Hatlar.
aser, [Ar. ‘aşer j~as.\ {OsT} is. Solaklık, asfalt, [Yun. asfaltos (zift) > Fr. asphalte] is. 1. Katı
kahverengi-siyah, l ’e yakın yoğunlukta, 50 ile 100
a’ser, [Ar. ‘uşr (zorluk) > a’şer _r at-\\ {OsT} sf. 1. Da
°C arasında yumuşayan, petrol eterinde erimeyen,
ha güç; en güç; çok zor ve dayanılmaz; dayanılma ancak karbon sülfürde eriyen bir madde; bitüm. 2.
sı çok güç olan. 2. Solak, Petrol tortularını teşkil eden petrolün damıtılması
aşerat, [Ar. ‘asere > ‘aşerat o ly p ] (asera:t) {OsT} is. sırasında elde edilen en ağır kısmı; petrol katranı.
1. Sürçmeler; takılmalar. 2. Yanılmalar, 3. Esas maddesi petrol katranı olan ve yol kapla
asere, [Ar. ‘asere °J&] {OsT} is. 1. Sürçme; takılma; makta kullanılan karışım. 4. gnşl. Asfalt ile kap
lanmış yol. 5. sf. argo. (İş için) kolay. 6. argo. (Baş
ayak kayması. 2. Flata yapma; yanılma,
için) kel; saçsız. S asfalt biti, argo. Küçük otomo
ases, [Ar. ‘as (nöbetçi) > ‘ases (nöbetçiler) bil. || asfalt etmek, argo. B ir kimseyi ayakta dura
{OsT} is. Gece bekçisi. S1 ases başı, İmparatorluk m ayacak kadar dövmek.
dönemi İstanbul’unda Yeniçeriliğin kaldırılmasın asfalten, [Fr. asphaltene] is. A sfaltta bulunan mole
dan önce güvenlik ve asayişi sağlamakla görevli kül ağırlığı çok yüksek hidrokarbon,
teşkilatın başı. asfaltit, [Fr. asphaltite] is. Organik maddelerin bitüm
asesiye, [Ar. ‘asesiyye {OsT} is. Gece bekçi ile karışması sonucu meydana gelmiş kömür,
sinin ücreti. asfaltlama, [asfalt-la-ma] is. Asfalt dökme işi.
asetat, [Lat. acetum (sirke) > Fr. acetate] is. kim. 1. asfaltlamak, [asfalt-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] Bir
A setik asidin tuzu veya esteri. 2. A setik anhidritin yeri asfalt ile kaplamak; asfalt dökmek,
sülfürik asit yardımıyla selüloza etkisinden meyda asfaltlanma, [asfalt-la-n-ma] is. 1. Asfalt dökülme.
na gelen, zor tutuşan ve kimyasal etkenlere karşı 2. Asfalt bulaşma; asfalta batma. 3. Asfalt yola sa
dayanıklı şeffaf plastik madde; asetilselüloz. hip olma. «B ütün köyler asfaltlanma yarışındalar.»
asetatlı, [asetat-lı] sf. Bileşiminde asetat bulunduran, asfaltlanmak, [asfalt-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Asfalt
asetik, -ği [Lat. acetum (sirke) > Fr. acetique] sf. 1. kaplam a yapılmak; asfalt dökülmek. Sokağımız as
Sirkeyle ilgili. 2. Sirkeyle aynı özellikte olan. S faltlandı. 2 . dönşl. f. A sfalt bulaşarak kirlenmek;
asetik asit, kim. Sirkeye tadını ve özelliklerinden asfalt olmak. Gömleğim asfaltlandı. 3. Asfalt yola
p e k çoğunu veren, boğucu bir kokusu olan ve deri sahip olmak. Bütün köyler asfaltlandı.
y e değince bir yanm a hissi veren asit: CH 3-CO 2H.H asfaltlı, [asfalt-lı] sf. İçinde asfalt bulunan; bitümlü,
kim. asetik asit ferm antasyonu, biy. Etil alkolden asfalya, [Yun. asphalia] is. 1. Elektrik sigortası. 2.
asetik asit oluşması.|| asetik anhidrit, kim. Asetil argo. Sigara, ö asfalyaları gevşemek, argo. D iz
klorüre sodyum asetat etkimesiyle elde edilen sıvı: lerinin bağı çözülmek.
(C H 3-C 0 ) 20 . asfar1, [Ar. şufret (sarılık) > aşfar / aşfer JupI] {OsT}
asetilen, [Fr. acetylene] is. Aydınlatma ve metal is. Sarı veya sarıya yakın açık renk.
kaynak sanayiinde ısıtıcı olarak kullanılan, kalsi
asfar2, [Ar. şıfr (boş) > aşfar jUv»l] (asfa.r) {OsT} is.
yum karbürün su ile tepkimesi sonucu açığa çıkan
doymam ış hâldeki gaz hidrokarbon: FIC=CH. 1. Sıfırlar. 2. Boş ve değersiz şeyler,
asetimetre, [Fr. acetimetre] is. Sirke asidinin yoğun asfen, [Ar. ‘asf > ‘asfen U~c] ( a ’sfen) {OsT} sf. Zu
luğunu ölçmeye yarayan asitölçer. lümle; zulmederek.
M İİM M .3 1 3 ASH
asfer, [Ar. aşfer yi^.1] {OsT} is. 1. Sarı. 2. Uçuk, sarı {OsT} Mal sahipleri.]] ashâb-ı güzîn, {OsT} Seçkin
ve meşhur sahabeler.]] ashâb-ı hayr, {OsT} H ayır
benizli. 3. Kızıl. 4. Islık çalıcı; ötücü. 5. Büsbütün
sahipleri.]] ashâb-ı idare, {OsT} Yöneticiler.]] as-
boş.
hâb-ı itibar, {OsT} Saygı gören kişiler.]] ashâb-ı
a sfın ik , -ğ i [Fr. acide phenique] {ağız} is. Naftalin.
kalem, {OsT} Memurlar.]] ashâb-ı kehf, {OsT}
[DS]
K ur'an-ı K e rim ’de bahsi geçen, zamanlarının za
asfiya, [Ar. şafvet (temizlik) > aşfıyâ Ij~ 3İ] (asfıya:) lim yönetiminden kaçarak saklandıkları bir m ağa
{OsT} is. 1. İçi saf ve temiz olanlar. 2. Gerçek dost rada uzun yıllar kalan ve uyandıkları zam an köpek
olanlar. 3. Azizler, lerinin kemiklerinden başka bir şeyin kalmadığını
asfıır, [Ar. ‘uşfur is. bot. -*■ aspur, gören muhterem kişiler; Yedi Uyurlar. || ashâb-ı
kiram, {OsT} Peygamberimiz Hz. M uham m ed’in
asga, [Ar. aşğa U ^l] (asga:) {OsT} sf. 1. Çarpık yüz
yakınları.|| ashâb-ı kubur, {OsT} K abir ehli; ölü
lü. 2. Öğrenmeye çok hevesli, ler.]]. ashâb-ı mesâlih, {OsT} D evlet dairesinde işi
asgançu, [as (cariye) > as-ğan-çu] {eT} is. Yaltak olanlar.|| ashâb-ı menâsıb, {OsT} Yüksek rütbeli
lanma; iki yüzlülük; riyakârlık. [EUTS] [Gabain] yöneticiler.]] ashâb-ı mütalaa, {OsT} Okuyucular.]]
asgançulamak, [as-ğan-çu-la-mak] {eT} g ç l.f. [-r] 1. ashâb-ı nâr, {OsT} Cehennemlikler]] ashâb-ı na
Eğlenmek; alay etmek; istihza etmek. [EUTS] 2. mus, {OsT} Namuslu kişiler]] ashâb-ı rivâyet,
Yaltaklanmak; iki yüzlülük etmek. [Gabain] [EUTS] {OsT} Hikâye ve menkıbe anlatanlar]] ashâb-ı
asgar, [Ar. şağır (küçük) > aşğar >*»l] {OsT} sf. 1. En salîb, {OsT} Haçlı askerleri.|| ashâb-ı sebt, {OsT}
Cumartesi sahipleri; cumartesiyi kutsal sayanlar;
küçük. 2. Daha küçük. 3. Pek küçük. S asgar-ı na
Yahudiler.]] ashâb-ı servet, {OsT} Zenginler.]]
mütenahi, Sonsuzluğun en küçük değeri; sonsuz
ashâb-ı suffa’, {OsTj Sofa ehli; Mescid-i N ebe
küçük.
vi ’nin yanında bulunan ve suffa (seki) denilen y e r
asgarımüşterek, -ği [Ar. aşğar-i müşterek de ikamet ederek Peygamberimizin her türlü sohbet
{OsT} is. Ortak noktaların en azı. ve nasihatlerini dinleyen ve K ur'an tahsil eden,
asgari, [Ar. aşğarî lS>^I] (asgari:) {OsT} sf. 1. En az, başka hiçbir dünyevi işle uğraşmayan, geçim leri
yalnızca Resulullah tarafından karşılanan sahabe. ||
en küçük olan; minimum. 2. En aşağı. 3. En azın
ashâb-ı süyüf, {OsT} Kılıç sahipleri; askerler. ||
dan. S asgari fiyat, Serbest piyasa ekonomisinde,
ashâb-ı tedbîr, {OsT} İdareciler; tedbir alan kişi
malların bedellerinin düşebileceği en az miktar]]
ler.]] ashâb-ı tevârih, {OsT} Tarih yazanlar; tarih
asgari hadde indirmek, En az, en düşük seviyeye
le- çiler.]] ashâb-ı tımar, {OsT} Tımar ve zeam et sa
indirmek.]] asgari ücret, Günün geçim şartlarına
hipleri.]] ashâb-ı yemîn, {OsT} İnanılır, güvenilir;
bağlı olarak iş kollarına göre işçiye ödenecek ücre
üm Allah ’a itaatleri ve amelleri iyi olup am el defterleri
tin en az miktarı.]] asgariye indirmek, En az, en
sağ taraftan verilecek insanlar; sağcılar.
düşük seviyeye indirmek.
asgı, [as-mak > as-ğı / as-kı] {ağız} is. 1. Askı. 2. ashap, -bı [Ar. şâhib > aşhâb (asha:b) {OsT}
[Bit Kadınların zincirle boyunlarına astıkları altınlar. 3. is. 1. Sahipler. 2. Bir varlık veya bir özelliğe sahip
İple bağlanıp tavana asılan meyve, sebze vb. [DS] olanlar. 3. Dostlar. 4. Tanınmış kişiler. 5. Peygam
ilme, asgılık, -gı [as-kı-lık] {ağız} is. Kışa saklanacak yaz berimiz Hz. M uham m ed’i sağlığında gören, sohbe
la sa meyvesi. [DS] tinde bulunan K ur’an’ı ve İslam ’ı bizzat kendisin
llar.» den öğrenen İslam büyükleri.
asgın, [as-mak > as-km] sf. -*■ askın,
Asfalt ashar1, [Ar. şıhr (enişte)> aşhâr j ^ l ] (asha:r) {OsT}
ashab, [Ar. şâhib > aşhâb (asha:b) {OsT} is.
uz as-
is. 1. Enişteler. 2. Evlilik yoluyla birbiri ile akraba
nmek; ■* ashap, ö ashâb-ı aba, {OsT} Hz. Muham-
olan erkekler.
\t, yola » /« /“ ' ’in ailesi (kızı Fatma, damadı Hz. Ali, torun
ları Haşan ve Hüseyin).|| ashâb-ı akar, {OsT} Gelir ashar2, [Ar. aşhâr {OsT} is. 1. (Kişi için) saçı
ümlü. sahipleri.|| ashâb-ı âmal, {OsT} A ç gözlüler, hırs kızıl. 2. (Kişi için) kırmızı tüylü,
rtası. 1 sahipleri.|| ashâb-ı Araf, {OsT} Cennetle cehennem ashiya, [Ar. ashiyâ 1 ^ 1 ] {OsT} sf. Cömert olan(lar).
go.
Y)\ı- arasında kalan, ikisine de giremeyen kimseler.]\ as-
-ası1, [-ası / -esi / -y-ası / -y-esi] {eAT} çek e. Geniş
lıâb-ı Bedr, {OsT} B edir savaşında bulunmuş olan
zaman eki “-ar, -ır” değerinde.
Müslümanlar.]] ashâb-ı cah, {OsT} M evki ve ma
a\] {Osl -ası2, [-ası / -esi / -y-ası / -y-esi] {eAT} ya p e. 1. G ele
kam sahipleri; rütbesi yü ksek olanlar. || ashâb-ı
cek zaman ortacı eki. Eski Türkçede yoktur, Eski
cahîm, {OsT} Cehennemlikler.]] ashâb-ı Cennet,
Anadolu Türkçesi devresinde ortaya çıkmıştır, bu
{OsT} lOsT} Cennete gidecek olanlar; iyi ve hayırlı kişi
gün yerini “-acak / -ecek” ekine bırakmıştır. 2 . -
ler.]] ashâb-ı devlet, {OsT} 1. Servet sahipleri. 2.
acağı. 3. -asıca; -sın. fi1 -ası gelmek, {eAT}. -m ak
■T} sf. Z* devletin ileri gelenleri. || ashâb-ı dirayet, {OsT}
istemek; -acağı gelm ek.|| -ası olm amak, {eAT} -
Becerikli ve yetenekli kimseler.]] ashâb-ı emlak,
mamak; -amamak.
ASI İ M İ K ® İ.- m
-ası3, [-a-sığ > -ası / -esi] yap. e. 1. Fiillerden, gele rıldığı eserin vb. şeyin kendisi; orijinal. 2. Devlet
cek zaman kavramlı sıfatlar yapar: kör olası (çı daireleri ile mahkemelerde yazılan yazıların imzalı
dam). 2. Dilek, dua ve beddua kavramı katan isim ve mühürlü ilk nüshası.\\ asıl ululugı, {eAT} Soy
ler yapar: göresi (gelmek). 3. Kalıcı isimler türettiği yüceliği; asalet. || asıl sayılar, Sıra veya üleştirme
de olur: çalası “yoğurt m ayası”, alası “a la ca k”, sıfat eki almamış olan yalın hâldeki sayılar.|| asıl
giysi (< giyesi < geyesi). vurgu, Kelimenin kendisinde önceden var olan
ası1, [eT. asığ ^ 1 ] {eT} {eAT} is. 1. Yarar; fayda. 2. vurgu. || aslı astarı, B ir şeyin gerçek durumu; iç
yüzü; gerçeği, doğrusu. || aslı astarı olmamak,
Kazanç; kâr. 3. Çıkar; menfaat. 4. Faiz.
Gerçekdışı, yalan ve uydurma olmak. || aslı çıkmak,
ası2, [eT. asığ] {ağız} sf. 1. İri; gösterişli; gelişmiş;
1. G erçek olduğu anlaşılmak; doğrulanmak. 2.
büyük. 2. Yetişkin; olgun. 3. (Koyun, kuzu yavru
Gerçekleşmek. || asb çıkm amak, Gerçekliği, doğru
su, ürün vb. için) Erken doğan; erken yetişen. 4. zf.
luğu kanıtlanmamış olmak. || aslı faslı olmamak,
Erken; gün doğmadan önce. [DS] <3 ası dana,
G erçek dışı, yalan ve uydurma olm ak.|| aslına ba
{ağız} Süt emme dönemi geçtiği hâlde daha anasını
karsan, Gerçeği öğrenm ek istersen, anlamında
emen dana. [DS]|| asıdan gelmek, {ağız} Tez gel
söze giriş cümlesi.\\ aslına bakmak, Kökünü, esa
mek; erken dönmek. [DS]
sını araştırmak.|| aslına dönmek, 1. Kökü, esası
ası3, [as-mak > as-ı] is. A sm ak işi. ö asıda olmak
gibi olmak; aslına rücu etmek. 2. İlk hâline, baş
(kalmak), (Iş için) sonuçlandırılmadan öylece bı
langıçtaki durumuna dönmek. || aslında, İşin gerçe
rakılmak.
ğini, olayın doğrusunu söylem ek gerekirse. || aslı
ası4, [Ar. ‘âsî => ası] {ağız} sf. İsyan eden; karşı ge nesli, Kökü ve kaynağı; soyu sopu. || asbnı aramak,
len; asi. [DS] S' ası gelmek, {ağız} Karşı gelmek. Kaynağını, kökünü bulmaya çalışmak. || ashnı asta
[DS] rını bilmek, İşin gerçek yüzünü bilmek; doğrusunu
aşıcı, [as-ıcı] is. 1. Cellat. 2. sf. Asılı tutan, fi1 aşıcı bilmek. || aslını astarını öğrenmek, İşin gerçek y ü
bağ, Karaciğer, yumurtalık, kamış gibi organları zünü, doğrusunu öğrenmek. || aslını bilmek, Bir
tutan kas büklümü. şeyin gerçeğini .ve doğrusunu bilmek. || aslını bul
asıcıl, [eT. asığ > ası-cıl] sf. H er işte kendine menfaat mak, B ir şeyin gerçeğini, doğrusunu ve ilk kayna
sağlamaya çalışan; çıkarcı, ğını, bizzat kendisini bulmak.\\ aslolan (asıl olan),
asıç, [as (yemek) > as-ıç] {eT} is. Çanak, En önemli ve ana tem el olan.
asıf, [Ar. ‘aşaf (esmek) > 'â sıf / ‘âsıfe UuAs- / 4jL^>Ip] asıl2, [? asıl] {ağız} sf. Güzel. [DS]
(a:sıf) {OsT} sf. (Rüzgâr, fırtına için) çok sert ve asılacak, -ğı [as-ıl-mak > as-ıl-acak Jş-U^T] {eAT} sf.
şiddetli esen. 1. A sılm aya değer. 2. A sılm aya müstahak; ip kaç
asıg, [as-mak > as-ığ] {eT} is. 1. Ası; kazanç; kâr. kını.
[DLT] [EUTS] 2. İstifade; fayda; yarar. [ETY] asılan, [as-ıl-mak > as-ıl-an o^L^T] {eAT} sf. D ik ve
[EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 3. Faiz. [EUTS]
yüksek yerde asılı gibi duran,
asıglıg, [as-ığ-lığ] {eT} sf. 1. Asılı; kazançlı. [DLT]
[EUTS] 2. Faydalı; yararı olan; yararlı. [EUTS] aşılandırmak, [eT. asığ (yarar) > ası-la-n-dır-m ak /
asıglık, [as-mak > as-ığ-lık] {eT} sf. Fayda; yarar, assı-la-n-dır-m ak ^ j - l J ^ I ] {eAT} gçl. f. [-ır] Y a
asıgsız, [as-ığ-sız] {eT} sf. 1. Asisiz; kazançsız. rarlandırmak.
[EUTS] 2. Faydasız; yararsız. [EUTS] aşılanma, [ası-la-n-ma 4*1 L^T] {eAT} is. Aşılanmak
asığlıg, [as-ığ-lığ] {eT} sf. Faydalı; kazançlı. [Mühen işi; yarar sağlama; yararlanma,
nâ]
aşılanmak, [eT. asığ (yarar) > ası-la-n-m ak / assı-la-
asık1, -ğı [eT. as-ığ] {ağız} is. Faiz. [DS]
n-m ak {eAT} dönşl. f. [-ır] Yararlanmak;
asık2, -ğı [as-mak > as-ık] sf. 1. Asılı. 2. (Yüz için)
kızgınlık, öfke ve hoşnutsuzluk ifade eden; somurt kazanç elde etmek,
kan. B asık suratlı, Öfkesini ve hoşnutsuzluğunu asılı, [as-ıl-ı] sf. Bir ucundan tutturularak sarkıtılmış
kızgın ve som urtuk bir yüzle ifade eden. hâlde; asık; asma; muallak,
asıklık, -ğı [asık-lık] is. 1. A sık olma hâli. 2. Yüzün asıhş, [asıl-ış] is. A sılm ak işi ve biçimi,
öfke ve hoşnutsuzluk ifade eden durumu; sertlik; asıllamak, [asıl (güzel) > asıl-la-mak] {ağız} gçl. f. [-
çatıklık; somurtkanlık. r] [-l(ı)-yor] 1. Düzeltmek. 2. Güzelleştirmek. [DS]
asıl1, -slı [Ar. aşl (kök) J-***-] is. 1. Kök. 2. B ir şeyin asıllı, [asıl-lı] sf. Her hangi bir millete, kavme, ırka
bizzat kendisi. 3. Bir şeyin çıktığı, başladığı yer; bağlı (olan). Hint asıllı Müslümanlar.
memba. 4. Soy; nesep; hasep. 5. B ir şeyin önde asıllu, [asıl-lu jULat] {eAT} sf. Soylu.
gelen birincil kısmı. 6. sf. Gerçek; hakiki; sahih. 7.
asılma, [as-ıl-ma] is. 1. A sılm ak işi. 2. Üstünde inat
Kaynak durum unda olan. 8. zf. Gerçekte. S asıl
la durma, ısrar etme.
nüsha, 1. B ir çevirinin yapıldığı, bir suretin çıka
nruH n ı t b o ü . 315 ASİ
asılmak', [as-ıl-mak] {eT} ed il.f. [-ur] 1. Artırılmak. rak boyun ve kulaklarına taktıkları gerdanlık ve kü
[EUTS] 2. dönşl. Artm ak; çoğalmak. [EUTS] [Üç pe gibi takılar.
İtigsizler] [EUTS] 3. Sının aşmak. [EUTS] -asın, [-a-sın / -e-sin / -y-a-sın / -y-e-sin] {eAT} çek e.
asılmak2, [as-ıl-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Yüksekteki bir 1. Gelecek zaman teklik ikinci kişi eki. 2. İstek kipi
şeye tutunmak, düşm em ek için sarılmak. 2. {eT} teklik ikinci kişi çekim eki; dilek-istek, emir, tavsi
Uzamak. [DLT] ye, tercih, serbestlik, gereklilik bildirir.
asılmak3, [as-ıl-mak] gçl. f. [-ır] 1. B ir şeyi tutup aşınm ak1, as-mak > as-m-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
çekmek. 2. V ücudunun bütün gücünü kullanarak Takınmak; kendi üzerine asmak. [DS]
çekmek. 3. B ir şeyi gayret ederek yapıp bitirmek; aşınmak2, [as-m-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Bir şeyi
güçlükle becermek. 4. argo. Israrla istemek; ısrar çekmek; germek; asılmak. [DLT]
etmek; üstelemek; inat etmek; m usallat olmak; sır aşınmak3, [as-ın-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Tırm an
naşmak. S Asılma depoya gider! argo. "Yılışma; mak. [ETY]
sırnaşma; boşuna üstelem e!" anlamında kullanılır. aşınmak4, [as-m-mak] {eT} dönşl. f. [-ır] [eT, -ur] 1.
asılmak4, [as-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. {eT} [-ur] U za Ası sağlamak; kazanç sağlamak. [EUTS] 2. Y arar
tılmak; çekilmek. [DLT] 2.Y ukarıda bulunan bir lanmak; faydalanmak. [EUTS] 3. Bağlanmak; ta
çengel, dal ağaç vb. şeye tutturulmak, bağlanmak; kınmak. [EUTS] [Gabain]{ağız} (aym) [DS] 4. A sıl
takılmak; iliştirilmek; sallandırılmak. 3. İdam edil mak. [EUTS] [DLT] [Gabain]
mek. asıntı', [as-mtı] is. 1. B ir işi geciktirme; tavik. 2.
asılmak5, [as-ıl-mak] gçl. f. [-ır] argo. 1. Y akın ar Birini tedirgin edecek kadar üzerine çok düşme;
kadaşlık kurm ak için bir kadına, kıza isteğini sözle, sırnaşma; tebelleş olma. 3. {ağız} Sallantı. 4. {ağız}
davranışla belli etmek; yanaşmak. 2. Rahatsız et İlgi; ilişik; askıntı. [DS] 5. {ağız} Sırnaşık kimse;
mek; sözle sarkıntılık etmek; sataşmak; tavlamaya yapışkan; yüzsüz. [DS] 6. argo. Ödenmemiş borç.
çalışmak. 3. Esrarlı sigaradan bir nefes çekmek. 4. S asıntı olmak, 1. argo. Tebelleş olmak; ya p ış
Futbolda bütün gücünü kullanarak topa vurmak. 5. kanlık etmek; gelip sırnaşmak. 2. {ağız} Birisinden
Eli ile kendi kendine cinsel tatminde bulunmak; geçinm ek isteğiyle ardını bırakmamak. [DS]
istimna etmek; abazaya varmak, asıntı2, [as-ıntı ?] {ağız} sf. Yüksek; yukarıda. [DS]
asıimalu, [as-ıl-ma-lu ji<J^T] {eAT} sf. A sılm ası ge asıntı3, [as-mak > as-ıntı] is. -* askıntı,
reken; asılacak olan, asır, -srı [Ar. ‘aşr (zaman)\ {OsT} is. 1. Yüz yıllık
asılmışadam, [as-ıl-mış+adam] is. bot. Ormanlık ve zaman süresi; yüzyıl. 2. Devir. 3. Zaman. 4. Çağ. 5.
çayırlık yerlerde yetişen pembe veya süsen rengin- Öğle ile akşam arası; güneşin batışından yaklaşık
deki çiçekleri asılmış insana benzeyen ve yumrulu iki buçuk saat öncesi; ikindi. 0 asır-dîde, {OsT}
kökleri kurutularak salep yapılan salepgiller fam il Asır görmüş, yaşlanmış, eskimiş. || asr-ı evvel,
yasının örnek bitkisi; salep, (Loroglossum). {OsT} İkindi namazının ilk vakti.|| asr-ı hâzır, {OsT}
asılsız, [asıl-sız] sf. Doğru olmayan; dayanaksız; içinde yaşadığımız, şimdiki zaman, çağ. || asr-ı sa
gerçek dışı; mesnetsiz. S asılsız fasılsız, H iç ger adet, {OsT} Peygamberimizin yaşadığı zaman.\\
çekle ilgisi olmayan; uydurma. asr-ı sabık, {OsT} Geçen devir.\\ asr-ı sâni, {OsT}
asılsuz, [asıl-suz l^T] {eAT} sf. Soysuz; asaletsiz. ikindi namazının son vakti.
asıltı, [as-ıl-tı] is. fız. kim. Katı, sıvı veya gaz hâldeki asırga, [as-mak > as-ır-mak / asır-ga] is. 1. A sılan
madde parçacıklarının sıvı ve gaz ortamda çözün şey. 2. Kulağa takılan uzun küpe,
meden dağılmış olm a şekli; jel; koloit. Katiların asırlık, -ğı [asır-lık] sf. Varlığını yüz yıl kadar sür
sıvı içindeki asıltısına (süspansiyon), sıvıların sıvı dürmüş, yüz yıldır hayatta olan; yüzyıllık,
içindeki asıltısına (emülsiyon), katı ve sıvıların gaz aşırmak, [as-ır-mak] {eT} g çl.f. [-ur] Terbiye etmek.
içindeki asıltısına (aerosol) denir, [EUTS]
asılu, [as-mak > as-ıl-u] {OsT} sf. Asılmış olan; asılı asışmak, [as-ış-mak] {eT} işteş, f. [-ur] A smakta y ar
hâlde. dım etmek. [DLT]
asım1, [as-ım] is. A sm a işi. S asım takım , K adınla -asız1, [-a-sız / -e-siz / -y-a-sız / -y-e-siz] {eAT} çek. e.
rın kulaklarına taktıkları küpe ile boyunlarına tak Gelecek zaman çokluk ikinci kişi eki.
tıkları gerdanlık gibi süs eşyası; takı. -asız2, [-a-sız / -e-siz / -y-a-sız / -y-e-siz] {eAT} çek. e.
asım2, [Ar. ‘ismet (men etmek) > ‘âsim (a;sım) İstek kipi çokluk ikinci kişi çekim eki; dilek-istek,
emir, tavsiye, tercih, serbestlik ve gereklilik bildi
{OsT} sf. 1. Kendisini günahlardan men eden, ha
rir.
ramdan çekinen; ismetli. 2. Temiz, namuslu; iffetli.
3. Yanma yaklaşılmayan; m en eden; yasak, asi1, [Ar. ‘işyan (baş kaldırma) > ‘aşı / ‘aşiye /
asımhk, -ğı [as-ım-lık] is. Kadınların süs eşyası ola (asi;) {OsT} sf. Çok isyancı.
ASİ
asi2, [Ar. ‘işyan (baş kaldırma) > ‘aşı (a:si:) asileşme, [asi-le-ş-me] is. Asi olma, asi durum a gel
{OsT} sf. 1. isteklere karşı direnen; uysal olmayan; m e işi.
karşı gelen; karşı duran. 2. Kanun ve nizam tanı asileşmek, [asi-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Asi duru
m ayarak devlete ve otoriteye karşı duran. 3. A l m a gelmek. 2 . İtaatsizlik etmek, kafa tutmak, karşı
lah ’ın em ir ve yasaklarına uygun davranmayan; gelmek.
günahkâr. 4. Haydut; şâki. S asi olmak, 1. Baş asilik, -ği [asi-lik] (a:silik) is. 1. B ir isyankâr olma
kaldırmak. 2. Günahkâr olmak.\\ asi zeybek, İspar hâli. 2. Günahkâr olm a hâli,
ta ve çevresinde yaygın olarak oynanan bir zeybek asilleşmek, [asil-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Asil ol
türü. mak. 2. Y üksek değer kazanmak,
asi3, [Ar. ‘âsî (a:si:) {OsT} sf. Ahlaksız; ahlakı asillik, -ği [asil-lik] is. Asil olm a durumu,
bozuk; çapkın. asilzade, [Ar. asîl + Far. -zâde (asi:lza:de)
asi4, [Ar. âsî ^ T ] (a:si:) {OsT} is. Doktor; cerrah. {OsT} is. Soylu ve görgülü bir aileye mensup olan
asi5, [Far. âsî ^ T ] (a:si:) {OsT} sf. M ahzun; kederli. kişi.
asilzadegân, [Ar. a sîl+ Far. -zâde-gân ol?ilji^sl] (a-
asib1, [A r.‘aşîb (asi:b, s kalın söylenir) {OsT}
si:lza:degâ:n) {OsT} is. Asilzadeler; soylular,
sf. Çok sıcak; kızgın.
asilzadelik, -ği [asilzade-lik] (asi:lza:delik) is. Soy
asib2, [Far. âsîb ı_~-T] (a:si:b) {OsT} is. 1. Bela; fe
luluk.
laket; musibet. 2. Zarar; ziyan. 3. Çarpışma; çatış
ma. S âsîb-i rüzgâr, Zamanın belası.|| âsîb-resân, asim, [Ar. ism > âsim jvîl] (a:sim) {OsT} sf. 1. Suç iş
B elaya düşüren; zarar veren. lemiş; kabahatli. 2. Günahkâr,
aside, [Ar. ‘aşîde °-W p] (asi:de) {OsT} is. 1. A rapla asime, [Far. âsîme (a:si:me) {OsT} sf. 1. Akıl
rın yağlı suda un kaynatarak yaptıkları bir tür bu sız; beyinsiz. 2. Şaşkın; sersem. S 1 âsîme-gî, 1.
lamaç. 2. {ağız} Yağ ve una pekmez veya şeker ka Akılsızlık; beyinsizlik. 2. Şaşakalmış olma. || âsîme-
rıştırılarak yapılan bir tür helva; un helvası. [DS] 3. sâr, K afası karışık. || âsîme-ser, K afası karışık.
Domates ve et suyu ile pişirilm iş pirinç pilavının asimetri, [Fr. asymetrie] is. Simetri yokluğu; bakı
ortasına bamya, kuş başı et veya tavuk doldurul şımsızlık.
m ak suretiyle yapılan bir Türk yemeği; asıda. 4. asimetrik, -ği [Fr. asymetrique] sf. Simetrik olm a
Un, et ve bam ya ile yapılan bir Arap yemeği, yan; bakışımsız,
asidimetre, [Fr. acidimetre] is. kim. 1. A sit çözeltile
asimilasyon, [Fr. assimilation] is. biy. 1. Sindirme;
rinin derişiklik derecelerini ölçmeye yarayan alet.
özümleme. 2. siy. K endi içinde eritme; kültürel
2. Sütün, şarabın vb. sıvıların asitliğini ölçmeye ya
yönden kendine benzetme; kendi kim liğine bürün
rayan alet; asit ölçer,
dürme; asimile etme. 3. dbl. Benzeşme,
asidoz, [Fr. acidose] is. tıp. Şeker hastalığı vb. sebep
asimptot, [Fr. asymptote] is. mat. Bir eğriye gittikçe
le kanda pH düşmesi,
yaklaşan ancak ne kadar uzatılırsa uzatılsın bir tür
asif, [Ar. ‘asıf (asi:f) {OsT} is. Para ile tutulan
lü kesm eyen doğru; sonuşmaz,
işçi; gündelikçi.
asin, [Ar. âsin j^-T] (a:sin) {OsT} sf. Pis kokulu.
asil1, [Ar. aşl (kök) > aşâlet (köklülük) > aşîl
asir1, [Ar. âsir j<uT] (a:sir) {OsT} sf. Bir efsaneyi ak
{OsT} sf. 1. Sağlam. 2. Köklü. 3. Bir hukuki işlemi
kendi adına bizzat kendisi yapan; kendi adına hare taran.
ket eden. 4. G erek doğuştan gerekse hükümdar ta asir2, [Ar. ‘âsir / ‘âsire »jŞ\s- / je U] (a:sir) {OsT} sf.
rafından verilen soyluluk unvanı. 5. Onuru, şerefi, A yağı kayan.
yüceliği; incelik ve zarafeti olan. 6. Saygı uyandı
asir3, [Ar. ‘âşir / ‘âşire » / jw>U] (a:sir) {OsT} sf.
ran. 7. Bir göreve kalıcı olarak atanan; görevinde
sürekli. S asil olarak, 1. B ir görevde kalıcı olarak. Ü züm ve benzeri şeylerin şırasını çıkarmak için
2. Adaylığı kalkmış olarak. sıkan.
asil2, [Ar. aşîl J^>l] (asi:l) {OsT} is. 1. Öğleden son asir4, [Ar. aşîr jrw=l] (asi:r, s kalın söylenir) {OsT} sf.
ranın son kısmı. 2 . Ölüm, 1. Bitişik; komşu. 2. Karmakarışık; dolaşık.
asilane, [Ar. asîl + Far. -âne <;}L^I] (asi:lâ:ne) {OsT} asir5, [Ar. ‘aşîr jw » ] (asi:r) {OsT} is. Şırası, yağı a-
zf. Asilce; soylulara yakışır şekilde; soylu gibi, lm mak üzere sıkılan şey; usare.
asile, [Ar. aşîle “<1^1] (aside) {OsT} is. 1. Öğleden asir6, [Ar. ‘asîr _*->*] (asi:r) {OsT} sf. 1. Zor; güç;
sonranın son kısmı; akşam. 2. Bir şeyin bütünü. 3. zahmetli; müşkül. 2. (Kişi için) titiz yaradılışlı.
Ölüm. asir7, [Yun. aiter (atmosferin ötesini dolduran renk-
f f lip r a b o i U n ASK
siz ve saydam madde; esir) > Ar. asır jy 'T ] (a:si:r) asitölçer, [asit+ölç-er] is. kim. 1. B ir asit çözeltisinin
derişiklik derecelerini ölçmeye yarayan alet. 2. Süt,
jOsT} is. Gökyüzü.
şarap vb. sıvıların asitliğini ölçmeye yarayan alet;
asire1, [Ar. ‘aşıre (asi:re, s kalın söylenir)
asidimetre.
{OsT} is. Cibre; posa. asitsever, [asit+sev-er] sf. bot. 1. (Bitki için) asit to p
asire2, [Ar. âşire ojw>T] (a:sire, s kalın söylenir) {OsT} rakları seven. 2. biy. (M ikroorganizma için) asit
is. Hayvanın ayağına takılan köstek, boyalarla boyanabilir,
asistan, [Fr. assistant] is. 1. Yardımcı. 2. Üniversite asiven, [Far. âslven J j^ T ] (a;si;ven) {OsT} sf. D ağı
öğretim üyeliğinin ilk basamağı; araştırma görevli nık düşünceli; sersem; şaşkın,
si. 3. Sinemada teknisyen yardımcısı,
asiya, [Far. âsyâ / âsiyâb v W -' / (a;siya;) {OsT}
asistanlık, -ğı [asistan-lık] is. 1. Yardımcılık. 2. A-
is. 1. Değirmen; su değirmeni. 2. Değirmen gibi
sistan olma durumu. 3. Asistanın işi ve görevi,
dönen şey. S1 âsiyâ-âjen, {OsT} D eğirmen taşı
asistoli, [Fr. asystolie] is. tıp. Kalp kasılması yokluğu
yontm akta kullanılan araç; dişengi. || âsiyâ-bân,
ya da yetersizliği; dolaşım yetmezliği,
{OsT} Değirmenci.\\ âsiyâ-bân!, {OsT} D eğirm enci
asit, -di [Fr. acide] is. 1. kim. Suda çözündüğü zaman
lik,|| âsiyâ-ger, {OsT} D eğirmen yapan.\\ âsiyâ-
H30 + iyonları veren, bazlar ve metaller üzerine etki
seng, {OsT} Değirmen taşı.|| âsiyâ-zene, {OsT} D e
ederek tuz oluşturan yakıcı sıvı; ekşit; hamız. 2. sf.
ğirmen taşı dişengisi; değirmen taşını yontup d ü
Asit özelliği gösteren. S’ asit alkol, kim. Hem asit
zelten dem ir alet.
hem de baz niteliği taşıyan «vz.|[ asit baz dengesi,
biy. kanda uygun p H ’y i devam ettirm ek üzere asit asiyab, [Far. âsiyâb v ^ T ] (a;siya;b) {OsT} is.-*- asi
lerin bazlara oranındaki denge. || asit borik, kim. ya.
Bordan türeyen H 3 B O 3 form ülü ile gösterilen az asiyan, [Ar. ‘âşı-y-ân o l ^ U ] (a;siya:n, s kalın sö y
etkili, sed ef görünüm ünde beyaz bir toz. || asit fe
lenir) {OsT} is. İsyancılar,
nik, kim. Boyacılık ve bazı plastiklerin üretiminde
asiyanopsi, [Yun. a (yok) + kyanos (mavi) > Fr. ac-
kullanılan maden köm ürü katranından elde edilen
yanopsie] is. tıp. Gözün mavi rengi görememe, se-
oksijenli benzin türevi bir sıvı; fenol. || asit kaya,
çememe rahatsızlığı,
min. Granit gibi, yapısında yüzde altmış beşten
fazla silis bulunan endojen kaya.\\ asit toprak, asiye, [Ar. âsiye 4^1] (a:siye) {OsT} is. 1. Mersin,
pH'si 6.5'ten küçük olan toprak. || asit yağmuru, (Myrtaceae). 2. Direk; sütun. 3. sf. (Kadın için) k e
Havanın nemi ile birleşen fa b rika bacalarından derli; üzüntülü,
çıkan sülfürik ve nitrik asit iyonlarının oluşturduğu asiye, [Ar. ‘âsiye ■ w it] (a;siye, s kalın söylenir)
bitkilere zararlı yağmurlar.
{OsT} sf. (Kadın için) isyancı,
asitan', [Far. âsitân j l ^ J ] (a:sita:n) {OsT} is. Yıldız ask, [Yun. askos (tulum) > Fr. asque] is. Asklı m an
falcılarının hesaplarına göre insan hayatının uğur tarlarda üremeyi sağlayan içinde genellikle sekiz
suz dakikaları. adet spor bulunan bir lif ucundaki kese; tozluk.
asitan2, [Far. âsitân jU*»T] (a:sita:n) {OsT} is. 1. Eşik. aska1, -a’ı [Ar. aşka' £ ^ l ] {OsT} is. Kanarya.
2. Ayakkabılık. 3. Tekke; dergâh. 4. Girecek, barı aska2, -a ’ı [Ar. şuk (taraf, nahiye) > aşkâ‘ j-Uwal] (aş
nılacak, dinlenilecek, yatılacak yer. 5. Başlangıç.
ka;) {OsT} is. 1. Bölgeler. 2. Çeşme duvarlarının
S âsitân-ı fena, {OsT} Ölümlü dünya.|[ âsitân-ı
bölmeleri.
memâlik-sitân, {OsT} 1. Ülkeler fethedenin eşiği.
askançulamak, [askan-çu-la-mak] {eT} g ç l . f [-r] 1.
2. mec. Sultanın sarayı; İstanbul.
Eğlenmek; alay etmek; istihza etmek. [EUTS] 2.
asitane, [Far. âsitâne jlx^T] (a;sita;ne) {OsT} is. 1. Yaltaklanmak; iki yüzlülük etmek. [EUTS]
Eşik. 2. Başkent; payitaht. 3. İstanbul. 4. Azizlerin askar, [Ar. aşkar Ju?I] {OsT} is. Üzüm şırası,
mezarı. 5. Bir tarikatın esas tekkesi, fi1 asitane
askarit, [Yun. aslcerizein (kıpırdamak) > Fr. asca-
kaymakamı, Sadrazam olmadığı zam an onun y e
ride] is. İp solucanlar bölümünden, iğ biçiminde
rine vekalet eden kimse.
bağırsaklarda asalak olarak yaşayan b ir solucan;
asitaneli, [asitane-li] (a:sita:neli) sf. İstanbullu,
bağırsak solucanı, (Ascaris lumbricoides).
asitin, [Far. âsitin ^ T ] {OsT} is. Giyecek kolu; yen. askarlamak, [Far. aşhar (potaslı kül) > aşkar-la-
asitlik, -ği [asit-lik] is. biy. 1. Ortamın, dokuların ve mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor. 1. İpleri boyamadan ön
bünyenin, içlerindeki serbest hidrojen iyonları mik ce küllü su ile kaynatmak. 2. Kurutulmuş sebzeleri
tarına göre gösterdikleri tepki. 2. kim. B ir cismin pişirmeden önce küllü su ile haşlamak; aşkarlam ak
alkaliliğe karşıt olan asit niteliği. S asitlik derece askat, [as+kat] is. mat. 1. Bir sayıyı tam olarak bölen
si» kim. Sıfırdan, yediye kadar gittikçe azalan bir sayılardan her biri. İki, dört, beş, on, yirmi, yirm i
derecelendirme ile gösterilen p H miktarı. beş ve elli, 100 un askatlarıdır. 2. Bir ölçme biri
ASK İM T Ü M tS Û M .:,,,.
minin ona bölünm esiyle elde edilen küçük ondalık Yurt savunmasını üzerine almış, m eslek edinmiş ki
birimler. şiler.|| a sk e r tayını, E r ve erbaşlara verilen günlük
a s k e r1, [Far. asker _£-»!] {OsT} sf. Devredici; seyyar. yiyecek. || a sk e r te rtip etm ek, Kanun çerçevesinde
belirli görevlileri silah altına almak.\\ a sk e r to p
a sk e r2, [Ar. casker JL-.t] {OsT} is. 1. Y urt savunması lam ak , Kanun çerçevesinde belirli görevlileri silah
için devlet tarafından yetiştirilip donatılan bütün altına almak. || a sk e r yazılm ak , İstekli olarak as
subay, astsubay, er ve erbaşlarla askerî mem ur ve kerlik hizmetine girmek. || a sk e r y azm a k , B ir gö
öğrenciler; çeri; leşker; cünd. 2. Ordu ve ordu men revliyi askerlik hizmetine kabul etmek. || a sk e r yok
suplan. 3. Herhangi bir rütbesi olmayan ordu men lam a kaçağı, Son yoklam asını yaptırm am ış olan
subu; er. 4. A skerlik görevi. 5. argo. Para (Elli lira erkek.
lık banknotların arkasında y e r alan A nkara Ulus- askerce, [asker-ce] (aske'rce) zf. 1. Askere yakışır
A tatürk Anıtındaki asker heykelinin resminden do biçimde; asker gibi. 2. A skerî anlayış,
layı.)', paranın m iktan. 6. argo. B ir kabadayının
ask erî, [Ar. 'askerî , j *] {OsT} sf. 1. Askerlere
emrindeki adam sayısı. 7. zool. K anncalarda toplu
luğu savunm akla görevli iri başlı karıncalar. 8. sf. mahsus. 2. Askerliğe ait. 3. Ordudan kaynaklanan.
A skere ait, askerliğe özgü. 9. A sker titizliği ve tu 4. Ordu içinde yapılan iş ve hareketler. 0 ask erî
tum u içinde olan. 10. Savaşa ve askerliğe yatkın ateşe, Yabancı ülkelerdeki elçiliklerimizde ülkemizi
olan. S a sk e r alm a, Yasalar gereği y u rt savunm a ilgilendiren askerî konuları takip ederek Genel
sında görev alma mecburiyetinde olanları kışlaya K urm ay Başkanlığına rapor eden görevli. || ask erî
toplama.\\ ask er çık arm a , 1. B ir milletin yu rt sa disiplin, 1. Kışla ve askerî birliklerde düzen ve bir
vunması için gerek duyduğunda savaşm ak üzere liği sağlam ak için uygulanan sıkı ve katı davranış
askere alabileceği muharip sayısı ifade edilirken kuralları. 2. K ışla disiplinini andırır sert ve affet-
kullanılır. 2. Düşman kıyılarına denizden askerî m esiz disiplin,\\ a sk e rî in zib at, Garnizon dahilinde
asayiş ve güvenliği sağlayan askerî güvenlik görev-
güç sevk etmek. || ask erd en dönm ek, M uvazzaf
hizmetini tamamladıktan sonra birliğinden evine ve lisi. || a sk e rî öğrenci, Subay ve astsubay yetiştiril
m ek üzere askerî okullarda veya sivil okullarda
işine dönmek. || askerden k u rta rm a k , argo. Bir
M illî Savunma Bakanlığı adına okuyan öğrenciler.
mazeret sebebiyle veya mazeret uydurarak askerlik
görevini yerine getirmemek.\\ ask erd en a rın d ırm a askerîleşm e, [askerî-le-ş-me] is. Askerî nitelik ka
(tecrit), Uluslararası anlaşmalar gereğince bir zanma.
bölgenin asker, askerî tesis, silah ve silah yapım ına askerîleşm ek, [askerî-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. As
ait her türlü faaliyetten arındırılmış olması. || aske kerî nitelik kazanmak. 2. B ir yerin askerlikle ilgili
r e alm ak, Kanun gereği askerlik görevini yapm ası hâle gelmesi.
gerekenleri acemi birliklerinde eğitime veya ihtiyaç a sk erîle ştirm e, [askerî-le-ş-tir-me] is. A skerî nitelik
hâlinde terhis olmuş bazı sınıfları göreve başlat- kazandırma.
mak. || ask ere çağ ırm ak , Son yoklam ası yapılmış ask erîle ştirm ek , [askerî-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir] 1.
olan yüküm lüleri çektikleri kuraya göre birliklerine Askerî nitelik kazandırmak. 2. B ir yeri askerlikle
katılm ak üzere davet etmek. || ask ere gitm ek, A s ilgili hâle getirmek,
kerlik görevini yapm ak üzere evinden ve işinden ask eriy an , [Ar. ‘askerîyân (askeri;ya;n)
ayrılarak kışlaya katılmak.\\ ask er etm ek, argo. 1. {OsT} is. Askerler,
Birini bir işle görevlendirmek. 2. Randevusuna geç
kalm ak gibi sebeplerle birini bir yerde uzun süre askeriye, [Ar. ‘askeriyye {OsT} is. 1. Silahlı
bekletmek.\\ asker-gâh, {OsT} A sker kampı.|| ask er kuvvetler; ordu teşkilatı; askerlik. 2. A skerlik hiz
gibi, 1. Disiplinli, düzenli yaşam ayı alışkanlık e- m etlerinin yürütüldüğü bina,
dinmiş. 2. Katı disiplin taraftarı; sert. || a sk e r k a ask erlik , -ği [asker-lik] is. 1. A sker olma durumu;
çağı, Emsalleri askere gittikleri hâlde kendisi as bayrak altı; vatan borcu. 2. Askerin işi. 3. Özel ka
kerlik kararı aldırmayan veya aldırdığı hâlde aske nun ve kurallar gereğince savaş yapm a usullerini
re gitmeyen erkek. || ask e r kişiler, Rütbeli ve rütbe öğrenme ve uygulam a sanatı. S1 ask e rlik çağı, H er
siz tüm ordu mensupları.\\ ask e r ocağı, Askerlik erkek Türk vatandaşı için 20 yaşına girdiği ocak
görevinin yapıldığı yer; kışla. || a sk e r olm ak, K a ayından 46 yaşına girdiği yılın ocak ayına kadar
nunun yüküm lü kıldığı y u rt savunması görevini olan süre. || ask e rlik d airesi, Kendisine bağlı as
yapm ak üzere kışlaya dahil olmak; silah altına kerlik şubelerinin çalışmalarını denetleyen ve asker
alınmak.|| ask er şevki, 1. Acem i erleri kışlaya, te alm a işlemlerinin düzenli yapılm asını sağlayan
mel eğitimini tamamlamış olanları birliklerine veya kurum. || ask e rlik etm ek, A skerlik görevini yerine
yükümlülüklerini bitirmiş olanları memleketlerine getirmek. || ask e rlik h atıra sı, K ırsal kesimden g e
toplu olarak götürme işi. 2. Savunma ve savaş a- len erlerin büyük şehirlerde sokak fotoğrafçılarına
macıyla bir yere asker gönderme. || a sk e r sınıfı, çektirdikleri resim. || a sk e rlik hizm eti, Askerlik ça
ASK
ğ ım gelmiş her gencin yaptığı y u rt savunm ası g ö cebinden p ara veya cüzdan çalmak.|| ask ı g ü n ü ,
revi]] askerlik şubesi, Askerlik çağm a giren va {ağız} folk. Gelinin çeyizlerinin askıya çıktığı düğü
tandaşların bu işle ilgili iş ve işlemlerini yürüten il nün ikinci günü. [DS]|| ask ı k ü p e, {eAT} Sarkan
ve ilçe kuruluşu. || ask erlik y ap m a k , Askerlik hiz küpe.|| askı olm ak, {ağız} Engel olmak. [DS]|| ask ı
metini yerine getirmek.]] ask erlik yoklam ası, A s to pu , klasik Türk mimarisinde camilerin kubbesin
kerlik çağma giren gençlerin iki defa askerlik şu den aşağıya doğru sarkıtılan, ucu püsküllü, çiniden
besine giderek yaptırdıkları askerlikleri ile ilgili iş veya ahşaptan yapılm a yuvarlak mç.|| askıya ağ
ve işlemler. m ak, {ağız} (İpek böceği için) koza sarm ak üzere
askı, [as-kı î] is. 1. Bir nesneyi asm ağa mahsus dallara çıkmak. [DS]|| askıya alm ak , 1. B ir işi bi
tirmemek; gecikmeye bırakmak; geçici olarak bı
yapılmış araç; askılık. 2. Duvara çakılmış çengel
rakmak. 2. Batm a tehlikesi geçiren bir gem iyi bir
şeklindeki çivi. 3. Pantolonların düşmemesi için
başka gem inin bordasına bağlamak. 3. (Onarılan
omuzdan aşırılarak çaprazlama arkadan bağlanan
bir yçpının yıkılm am ası için) dışarıdan payanda
ayarlanabilir lastik şerit. 4. Etek ve iç çamaşırı gibi
larla desteklemek. 4. A t ve diğer büyük baş hayvan
giyecekleri omuzda tutm aya yarayan kumaş şerit.
ları tedavi etm ek üzere karın ve koltuk altlarından
5. Hastanelerde alçıya alınan kol ve bacakların
geçirilen kalın kayışlarla tavandaki m akaralara
asılmak suretiyle tutturulduğu düzenek. 6. Kuru
bağlayarak kaldırmak. 5. Kesilen koyunları ve di
ması için ipe dizilerek yüksekçe yere asılan meyve.
ğer hayvanları yüzm ek veya parçalam ak için arka
7.folk. Düğün ve nişanlarda çeyiz sergileme işi. 8.
ayaklarından çengele takmak. || askıya çıkm ak, 1.
(ağız} folk. Gelin odasına serilen çeyiz eşyası. [DS]
huk. (Evlenme işlemi için) resm î ilan şeklinde d u
9. {ağız} Düğün ve nişanda çiftlere takılan ziynet
yurulmak. 2. (İpek böceği için) koza örm ek üzere
eşyası; takı. [DS] 10. ed. Saz şairleri arasında yapı
çalıların dallarına çıkmak. 3. {ağız} Kendini g ö s
lan karşılaşmalarda üstün gelene verilm ek üzere
termek için üst başa geçip kurulmak. [DS] 4. {ağız}
yarış yerinde duvara asılan armağan eşya. 11. Ev
folk. (Gelin için) alaya çıkmak. [DS] 5. {ağız} A r
ve iş yerlerinde üzerine palto, yağmurluk, şemsiye,
tırmaya, eksiltmeye konulmak. [DS]
şapka gibi eşyaların konulduğu asıldığı taşıyıcı. 12.
Evlenme, artırma eksiltme duyurusu gibi kanunun askıcı, [as-kı-cı] is. 1. Askı yapan veya satan kimse.
emrettiği şekilde ilan panolarına asılarak yapılan 2. argo. İşlerini geri bırakan, geciktiren kimse. 3.
yazılı ilanlar. 13. {ağız} İpek böceklerinin koza ör argo. Borçlarını zamanında ödemeyen kimse. 4.
meleri için konulan ağaç dalları. [DS] 14. {eAT} argo. Elbise satılan yerlerde, müşteri alacağı elbi
İpek kozası. 15. Tiyatro sahnelerinde dekorları da seyi denerken çıkardığı elbisenin ceplerini boşaltan
yamaya yarayan veya aydmlatm a lam balarının ta yankesici.
kıldığı ağaç dikmeler. 16. M otorlu araçlarda esne askık, [as-kı-lı] sf. 1. Askısı olan. 2. Askı takılmış. 3.
me ve darbeleri azaltan sistemin bütünü; süs Askı ile süslenmiş,
pansiyon. 17. {ağız} Nişan. [DS] 18. {ağız} Gümüş askılık, -ğı [as-kı-lık] is. 1. Üst giyim eşyasını çıka
paraları bir parça üzerine sıralayıp başa takılan ziy rıp asmaya yarayan ayaklı veya duvara çakılı tutu
net eşyası. [DS] 19. {ağız} Oğlakların yem esi için cu. 2. A ydınlatma araçlarmı duvara veya tavana
yüksekçe yere asılan yapraklı ağaç dalları. [DS] 20. tutturmaya yarayan sabit levha. 3. sf. Askıya gele
!ağız} Üzüm, elm a vb. meyve hevenkleri. [DS] 21. bilecek meyve,
{ağız} Avize. [DS] 22.-{ağız}] K üpeler düşm esin di askın, [as-kın] {eT} sf. Asılmış. [EUTS] S askın b a s
ye birbirine bağlayan iplik. [DS] 23. {ağız} Gözlük kın, Baskın ve benzeri hareket.
çıkarıldıktan sonra düşmesin diye iki yanından
askıntı, [as-kı-ntı] sf. 1. B ir kimseyi rahatsız edecek
bağlanarak boyna geçirilen kordon. [DS] 24. {ağız}
şekilde üzerine düşen; asıntı; sırnaşık; yapışkan. 2.
Kahvecilerin çay taşım akta kullandıkları yukarıdan
is. Daha kararı verilmemiş durum; beklemede olan,
tutacak yeri olan tepsi. [DS] 25. H avada tutm a işi.
ö a sk ın tı olm ak, argo. Birinin üzerine düşerek ra
26. Herhangi bir karara varm adan bırakış; bekle
hatsız etmek.
meye alma. 27. argo. Ödenmeyen borç; verecek, fi1
askı altını, {ağız} K adın feslerinin ortasına iğnele a sk ın tu rm a k , [as-kın-tur-mak] {eT} gçl. f [-ur] 1.
nen altın. [DS]|| askı çelenk, Mimarlıkta, çiçek de Asmak. [Gabain] 2. Astırmak; astırılmış olmak.
[EUTS]
metlerini veya yaprakları iç içe geçm iş veya kurde
le ile bağlanmış biçimde düzenlenen süslem e çeşi askısız, [as-kı-sız] sf. (Giyecek) askısı olmayan,
di]] askıda b ıra k m a k , B ir konuyu çözüme ulaştır askil, [Güre, askili] {ağız} is. Kuşburnu meyvesi. [DS]
madan, bir işi sonuçlandırmadan belirsizlik içinde asklı, [ask-lı] sf. Sporları ask denilen torbacıklar
bırakmak]] askıda k alm ak , 1. (Bir iş için) sonuç içinde bulunan. S asklı liken, Mantarı asklı m an
lanmamak. 2. (Resm î bir kâğıt için) ilan panosunda tar olan liken.]] asklı m a n ta r, A sk denilen torba
belli bir süre asılı kalmak. || ask ı etm ek, argo. B iri cıklar içinde olgunlaşan sporlarla üreyen mantar
nin abdest almak için askıya bıraktığı ceketinin lar.
ASK ö i ü r a m t E ® i . 320
ask o rb ik , -ği [Fr. ascorbique] sf. (Asit için) C vita sözde paylaşm a biçimi. || aslan p ay ı şirk eti, Ana
minini oluşturan, sözleşmesinde ortaklarından biri veya birkaçının
askospor, [Yun. askos (tulum) + sporos (tohum) > zarara katılmaması kararlaştırılmış ortaklık.]] as
Fr. ascospore] is. bot. B ir torbacık içinde çepere lan sü tü , argo. Rakı.]] aslan sü tü em m iş, Kahra
yapışm adan oluşan üreme tozu, man; cesur; yürekli. || aslan yatağı, 1. Yiğit ve ce
askug, [as-lçuğ] {eT} is. Askı; çardak. [EUTS] sur insanları çok olan yer. 2. argo. Hapishane;
asi, [Ar. aşl J-^l] {OsT} is. 1. Kök; asıl; dip; kütük. 2. tutuk evi || aslan y ü rek li, H içbir şeyden korkma
yan, cesur.
Temel; esas; kaide; kural. 3. Hakikat; gerçek; sıh
aslanağzı, [aslan+ağ(ı)z-ı] is. bot. Sıracagillerden çi
hat; doğruluk. 4. Soy; nesep. 5. B ir şeyin belli başlı
çekleri renk renk ağzını açmış bir aslana benzeyen,
kısmı. 6. Başlangıç; baş. 7. Yer. 8. sf. Gerçek; ha
tohum ları kapsüllü çok yıllık bir süs bitkisi; anası
kiki; esaslı; halis; safı. 9. zf. Aslında; esasen; zaten;
na babasına pay veren; vakvak çiçeği, (Antirrhinum
başlıca; en ziyade; alelusul; hakikaten. "5 asl-ı
majus)
m eyyit, {OsT} huk. Ölen kimsenin babası, babası
aslanayağı, [aslan+aya(k)-ı] is. bot. Bileşikgillerden
nın babası vd...|| asl-ı vakf, {OsT} Vakfedilen mal. ||
yaprak ve gövdesi yünsü tüycüklerle kaplı yabani
asi ü esas, {OsT} Gerçek; doğru. | asi ü fasl, {OsT}
bir bitki, (Leontopodium alpinium).
Gerçek; doğru. || asi ü nesi, {OsT} Soy sop.
aslanca, [aslan-ca] (asla'nca) zf. 1. Aslana yakışır
asla, [Ar. aşlâ M^l] (a'sla:) {OsT} zf. 1. Hiçbir za biçimde; aslan gibi. 2. Korkusuz bir biçimde, yiğit
man; ebediyen. 2. Hiçbir şekilde. S asla ve k a t'a , çe.
H içbir zaman. aslancı, [aslan-cı] is. 1. A slan yetiştiren, eğiten ve
asla, -a ’ı [Ar. aşla3 £İ«5İ] {OsT} sf. (Kişi için) başının bakan kimse. 2. İm paratorluk döneminde saraya ait
vahşi hayvanlara bakan kişiler,
ön tarafındaki saçları dökülmüş olan; dazlak,
aslangiller, [aslan-gil-ler] is. zool. Kedi türü bütün et
aslab, [Ar. şulb > aşlâb l_>}U>I] (aslâ:b) {OsT} is. 1. yiyicileri içine alan familya,
Beller. 2. Döller; soylar; nesiller, aslanh an e, [aslan+ Far. -hâne ■üli-'iLj] (aslanha;ne)
aslad, [Ar. aşlâd (aslâ:d) {OsT} sf. 1. Sert; katı is. Saraya ait vahşi hayvanların bakılıp korunduğu
ve düz. 2. (Çakmak taşı için) ateşsiz. 3. Cimri; ha yer.
sis; pinti. a sla n k u y ru ğ u , [aslan+kuyru(k)-u] is. bot. Ballıba
aslah , [Ar. şâlih > aşlâh ^ ^ l ] (aslâ:h) {OsT} is. Da bagillerden A sya ve A vrupa’nın pek çok bölgele
rinde yetişen yaprakları dilimli ve düzensiz loplu,
ha iyi; daha salih; en iyi.
çiçekleri parlak kırmızı renkte, halk hekimliğinde
aslak , -ğı [as-la-k] {eAT} sf. -*■ aslık,
terletici olarak kullanılan çok yıllık otsu bitki, (Le-
aslanı, [asığ > as(ı)-la-m] {eT} is. Fayda.
onurus).
a sla m a k 1, [as-la-mak] {eT} gçl. f. [-r] (Hayvanlar
aslanlı, [aslan-lı] sf. 1. Aslan bulunan (yer). 2. Y a
için) yemek. [EUTS]
nında aslanla dolaşan (kişi). 3. Aslan heykelleri
aslam ak 2, [Ar. aşl => asl-a-mak] {eAT} gçl. f. [-r] dizili. S aslanlı yol, Anıtkabir girişindeki iki tarafı
Aslını araştırmak, H itit aslanları ile süslü yol.
aslan , [Moğ. arsalan / arıslan > aslan / aslanlık, -ğı [aslan-lılc] is. 1. Aslanın hâli. 2. Kahra
is. zool. 1. Afrika ve A sya ormanlarında ya manlık, cesaret,
aslanpençesi, [aslan-pençe-s-i] is. Gülgillerden kır
şayan, iri yapılı, güçlü, kestane renginde, kükrem e
larda ve tarlalarda yetişen, demet ve talkım hâlinde
si çok korkunç, et yiyici vahşi bir hayvan, (Panthe-
sarı çiçekli ve yuvarlak loplu dişli kenarlı yaprakla
ra leo). 2 . mec. Y iğit ve cesur. 3. Belli özellikleriy
rı çok yıllık odunsu gövdeli halk hekim liğinde pek
le beğenilen, sevilen gençlere hitap için kullanılan
lik verici olarak kullanılan otsu yabani bir bitki,
söz. 4. Kuzey yarı kürede Yengeç ve Başak takım
(Alchemilla).
yıldızları arasında yer alan, en parlak yıldızı Re-
gulus olan bir takım yıldız kümesi. S aslan gibi, 1. asled, [Ar. aşled -d^l] {OsT} sf. 1. Katı; sert. 2. Cim
Sağlığı yerinde. 2. Güçlü kuvvetli. 3. Uzun boylu ve ri; pinti; tamahkâr.
yakışıklı.]] aslan kesilm ek, Aslan gibi cesur ve atak aslem , [Ar. aşlem (4-^1] {OsT} sf. K esik kulaklı,
olmak. || aslanın ağzına girm ek, Tehlikeyi göze
aslen, [Ar. aslen iL^I] (a'slen) {OsT} zf. Kökten; asıl
alarak büyük işler yapmak.\\ aslan ın ağzında ol
m ak, E lde edilmesi, kazanılması çok zor. || A slan olarak; soy bakımından,
M ustafa, Saz, def, cümbüş, keman ve darbuka eşli asb k , -ğı [as-lık jU *!] is. 1. {eAT} Cinsel organı bi
ğinde oynanan türkülü bir Konya yöresi kaşık oyu- tişik olup ilişkide bulunam ayan kadm. 2. sf. Kısır.
nu.|| aslan payı, 1. Paylaşmada en iyisi ve en çoğu. 3. {ağız} [DS] K ızlık zarı yırtılmamış. 4. {ağız} Ebe
2. En güçlünün en güzel veya en büyük payı aldığı ya da hekim tarafından kesilecek kızlık zarı. [DS]
İ M U R S İ M İ . 321 ASM
aslıkçı, [aslık-çı]{ağız} is. Cinsel ilişki ile yırtılması ven, Üst uçları bir yere bağlanarak kullanılan ip
mümkün olmayan kızlık zarını ameliyatla açan ebe m erdiven.|| asm a oda, mim. Yüksek tavanlı mekân
ya da hekim. [DS] larda bir köşeye altı boş olarak kurulmuş oda. |
aslınm ak, [as-(ı)l-m-mak] {eTj dönşl. f. [-ur] Bir asm a p u su la, Gemicilikte dümenin durumunu
şey, bir şeye takılmak. [DLT] kontrol için kullanılan asılı pusula.\\ asm a saat,
asli, [Ar. aşl (kök) > aslî LSİ~=I] (asli:) {OsT} sf. 1. Te D uvardaki bir çivi veya kancaya tutturularak kul
lanılan saat; duvar saati,\\ asm a sak al, çak m a
mel olan; esas. 2. K ök ve kaynağa ilişkin. 3. En
ayak, Yalan yanlış ve palavra sözler. || asm a salın
önemli. S asli âzâ, {OsT} Esas üye. || asli cüm le,
cak, B ir ağaç dalına veya yatay bir kirişe bağlan
dbl. Ana cümle. || asli m aaş, D evlet memurlarının
m ak suretiyle kurulmuş salıncak. || asm a üzüm ü,
yükselmelerine esas alm an maaş tutarları.|[ asli
{ağız} Kışın yenm ek üzere hevenk biçiminde asılıp
nüsha, B ir belgenin çoğaltılmasına esas alınan ilk
saklanabilen kalın kabuklu ve iri taneli üzüm. [DS]
metin; orijinal nüsha; özgün nüsha.
asm a2, [as-mak > as-ma] is. bot. Bir türünden üzüm
asliye, [Ar. aşlî > aşliyye “J ^ l ] {OsT} sf. Esas; temel. elde edilen tırmanıcı dalları olan bir ağaççık, (Vi-
fi1 asliye m ahkem eleri, huk. Özel ve idari ve sulh tis). S asm a biti, zool. Asmaların kök ve gövdele
mahkemelerinin görevleri dışında kalan ceza, hu rinde eşeyli ve eşeysiz üreme dönemleri geçirerek
kuk ve ticaret davalarına ilk derecede bakan yargı meydana getirdikleri urlarla asmanın kurumasına
kuruluşu. sebep olan küçük bitki biti; floksera, (Phylloxera
asliyet, [Ar. aşlîyyet cı~Ju^'] {OsT} is. Kendine özgü vastatrix) . || asm a bıyığı, Asma dallarının çevresine
tutunmasını sağlayan, dokunduğu yüzeyin durum u
olma hâli.
na göre kıvrılıp bükülebilen ince uzantılar.\\ asm a
aslub, [Ar. şulb > aşlub {OsT} is. 1. Beller. 2. çard ağ ı, Asm a dallarını bir çardak üzerine almak
Döller; soylar; nesiller. suretiyle meydana getirilen gölgelik, || asm a ç u b u
asm a1, [as-ma] is. 1. A sm ak işi. 2. {ağız} K ozak ya da ğu, Asm a dalı. | asm a k ü tü ğ ü , Asma bitkisinin ka
mısır koçanı hevengi. [DS] 3. {ağız} Menteşe. [DS] im gövdesi,|| asm a sülüğü, A sm a dallarının çevre
4 . {ağız} Tüfek ve tabanca mermilerini yerleştirildi sine tutunmasını sağlayan, dokunduğu yüzeyin du
ği meşin kemer; boğazlık. [DS] 5. {ağız} Asm a kilit. rumuna göre kıvrılıp bükülebilen ince uzantılar.\\
[DS] 6. {ağız} Ü stten kulplu kazan veya tencere. asm a sarısı, {ağız} zool. Güvercin büyüklüğünde,
[DS] 7. {ağız} Değirm en çarkının hızla dönmesini açık sarı renkte bir av kuşu, [DS] 11 asm a to p rağ ı,
sağlamak için gelen suyu çarka yönlendiren dik Bağ için elverişli, demirce zengin kırmızı toprak,||
meyilli tahta oluk. [DS] 8. sf. Bir ucundan tutturula asm a y ap rağ ı, Mutfaklarda sarma yapm ak için
rak yüksek bir yerden aşağı doğru sarkıtılan; asılı kullanılan asmanın az dilimli, taze veya salamura
olan, fi1 asm a b a b a , Yapıcılıkta mahya kirişlerinin yapılmış yaprakları.
yükünü dağıtm ak için makas kirişlerine oturtulan a sm aJ, [Ar. ‘aşm a (asma:) {OsT} sf. (Kişi için)
altı boş ikincil kiriş. || asm a b ahçe, Kem erler üzeri
eli veya ayağı eğri olan.
ne yerleştirilmiş sellere doldurulan topraklarla
kurulmuş bahçe.\\ asm a k ab ağ ı, bot. Süs bitkisi asm a4, - a ’ı [Ar. asm a^w*!] (asma:) {OsT} sf. 1. (Kişi
olarak yetiştirilen, armutsu veya iki boğumlu kaba için) uyanık; gözü açık; kurnaz. 2. (Kılıç için) kes
ğının dış kısmı odunsu, yum uşak yapraklı tırmanı kin.
cı, mevsimlik bir bitki, (Lagenaria vulgaris).\\ asm a asm agiller, [asma-gil-ler] is.bot. Örnek bitkisi asm a
kapı, Derebeylik dönem i kalelerinin girişinde bu olan sarılıcı ve tutunucu, üzümsü meyveleri olan
lunan yukarıdan palangalarla kumanda edilmek ağaççıklar familyası, (Ampelidaceae ve viteceae).
suretiyle kaldırılıp indirilebilen kapı. || asm a k a ra r , aşm alı, [Ar. aşmah {OsT} sf. (Kişi için) çok
müz. Klasik Türk m usikisinde asıl durak perdesin
kahraman; pek şecaatli.
den başka bir perdede yapılan kısa duruş.|| asm a
a sm a k ', [as-mak] {eT} g ç l . f [-ur] Çoğaltmak; artır
kat, mim. Binalarda zem in ile birinci kat arasında
mak. [EUTS]
yer alan altı boş yarım kat; şirvan; ara kat. || asm a
kilit, Kapalı kancalara geçirilerek dörtgen veya asm ak 2, [as-mak] gçl. f. [-ar] 1. Bir nesneyi bir yere
y a n yuvarlak bir gövdeye U biçimindeki kanca uç aşağı doğru sarkacak biçimde takmak, bağlamak.
ları girince kilitlenen; bu kancalar çıkınca açılan {eT} (aynı) [Mühennâ] [İKPÖy.] [DLT] 2. B ir nesneyi
bir tür kilit.\\ asm a k ö p rü , mim. N ehir ve boğazlar üzerine bağlamak, kuşanmak, takmak. Tüfeği om
üzerinden karşıya geçm ek için iki sahile konulmuş zuna astı. 3. B ir insanın boynuna ip takarak yüksek
yüksek ayaklar üzerinden aşırılarak kıyılara bağ bir yerden sarkıtm ak suretiyle öldürmek; idam et
lanan çelik halatlarla ağırlığı taşınan köprü. || as mek. 4. argo. Yapmak zorunda olunan bir işi yap
ma lam ba, Tavan ve kubbelerden aşağıya sarkı mamak; gidilmesi gereken bir yere gitmemek. Sizin
tılmak suretiyle kullanılan lamba.\\ asm a m erd i benden ne fa rkın ız var? Siz daireyi astınız, ben de
A SM 0 IÜ M IÜ M M .3 2 2
okulu... 5. Bazı sebze ve meyveleri kışa saklamak asm end, [Far. âsm end (a;smend) {OsTj sf. 1.
için hevenk yapıp tele veya çiviye takmak. 6. {ağız} Ü m it veren. 2. Hile ile kandıran; aldatan. 3. Alık;
Y em ek pişirm ek için kazan veya tencereyi sehpaya şaşkın.
takıp ateş üzerine sarkıtmak. [DS] S asa kom ak,
asm et, [Ar. şamt > aşmet c~<^>l] {OsT} sf. 1. Dilsiz;
{eAT} 1. Asıvermek. 2. Asıp bırakmak.]] asıp kes
m ek, 1. Yasaların tanıdığı yetkilerin dışına çıkarak konuşamayan; samıt. 2. Sessiz,
halka zulmetmek; müstebit davranmak; acımasız asm ıha, [Ar. şımâh > aşm ıha {OsT} is. Kulak
davranmak. 2. argo. Acım asız davranacağına dair delikleri.
bol bol palavra savurmak. |j astığı astık, kestiği asm ış, [as-mış] {eT} sf. Asılmış. [Mühennâ]
kestik, Yaptıklarından kimseye hesap vermek du asm olen, [Fr. asmaulaine] is. İnşaatlarda pişmiş top
rumunda değil, anlamında kullanılır. rak, cüruf gibi hafif m addelerden imal edilmiş ki
asm ak 3, [as-mak] {ağızj is. M ısır koçanı ya da üzüm rişler arasına konulan dolgu maddesi,
salkımı hevengi.
asm ug, [Far. âsmüğ jy ^ .T ] {OsT} is. Eski İran dini
asm aklık, -ğı [as-mak-hk] {ağız} sf. 1. (Üzüm salkı
olan Zerdüştlükte, kötülük ve bozgunculuk yaparak
m ı için) hevenk yapılarak kışa saklanabilecek özel
K ötülük Tanrısı Ehrim en'e yardım cı olduğuna ina
likte olan. 2. is. K ışa taze olarak saklamak amacıy
la asılmak için bir karış kadar dalı ile birlikte ke nılan bir cin; şeytan,
silmiş üzüm salkımı. [DS] asn ak , -ğı [eT. as-m-m ak (tırmanmak) > as(ı)-n-ak]
aşm alı, [as-ma-lı] sf. 1. Asması olan. 2. (Yer, çardak {ağız} is. Sarp yer. [DS]
vb. için) asma sardırılmış, asn am , [Ar. şanem > aşnâm j»Lwl] (asna:m) {OsT} 1.
asm alık, -ğı [as-ma-lık <u-^T] is. 1. Asm a yapımı Putlar. 2. mec. Put gibi güzel kadınlar; taş bebekler.
için ayrılmış bahçe; bağlık. 2. A sm a çubuklarının 3. Sevgililer.
ağdırıldığı çardak. 3. {eATj Çardak; kameriye. 4. asn g a rm ak , [asnar-mak] (asnarmak) {eT} gçsz. f. [-
{ağızj Sebze ve meyvelerden asma yaparak kışa ur] Haylazlaşmak; işten uzaklaşmak. [DLT]
saklanabilecek nitelikte olanları. [DS] 5. {ağız} aso, [İt. asso > Yun. assos] is. Oyun kâğıtlarından
Ocakların üstünde lamba vb. koymak için yapılmış birli.
çıkıntı. [DS] asonans, [Fr. assonance] is. ed. 1. Etrafındaki ünsüz
a sm a n 1, [as-mak > as-man] {ağız} is. Lamba ve fener leri dikkate alm adan sadece vurgulu ünlü benzeş
asılan yer. [DS] mesine dayanan yarım kafiye. 2. gnşl. M ısralarda
aynı ünlünün tekrar edilmesi ile yapılan ses ben
asm an 2, [Far. âsmân jl*^.T] (a:sma;n) {OsT} is. Gök;
zeşmesi.
sema; asuman, fi1 âsm ân-cunî, {OsT} l. Gök mavi
a so rti, [Fr. assorti] s f 1. Renk ve şekil bakımından
si. 2. G ök yakut denilen pa rla k mavi taş. j| asm ân-
birbirini tamamlayan, uyum içinde bulunan. 2. zf.
d e re , {OsT} Samanyolu.]] asm ân -d ırah ş, {OsTj
Renk ve şekilce birbirini tamamlayacak, uygun dü
Şimşek.]] asm ân-gün, {OsTj Gök mavisi.]] asm ân-ı
şecek biçimde,
b e rrin , {OsTj Göğün en yüksek tabakası; Arş-ı
a so rtim a n , [Fr. assortm ent] is. 1. Takım. 2. Tekstil
âlâ .|| asm ân-ı gflnî, {OsT} Gök mavisi.]] âsm ân-
de iplik üretimi için ham maddeyi eğirmeye hazır
pây e, {OsT} Göklere kadar yükseltilmiş; çok yü k
fitil hâline getirmek için geçirilen bir dizi makine
sek.]] asm ân -ren d , {OsT} M üneccim .|| asm ân-senc,
ve tarak takımı,
{OsTj Saat.]] asm ân ü rism ân , {OsT} 1. G ök ve ha
asosyal, -li [Fr. asociale] sf. 1. Topluma katılamayan.
lat. 2. Ciddi bir soruya verilen saçm a bir cevabı
2. Toplumsal yaşayışın gereklerini yerine getire
nitelem ek için söylenen söz. Ciddi bir söze karşılık
söylenen saçm a sapan söz; havadan sudan. meyen; toplum a uyum sağlayamayan,
a sp a rag a s, [Yun. ? [TİETZE]] is. Gazetecilikte olma
asm ane, [Far. âsmâne <üU-»T] (a:sma;ne) {OsTj is.
mış fakat olmuş gibi yayınlanan haber; düzmece
Tavan; kubbe; dam. haber.
asm anî, [Far. asmanı î] (a:sma:ni;) {OsT} sf. 1. aspidiotus, [Lat. aspidiotus] is. zool. Eşkanatlılar
Gökyüzüne, gök cisimlerine, Güneş'e, A y'a men takım ından dişilerin salgıladığı sıvı, 1,5 mm. kadar
sup. 2. A çık mavi. S asm âî âhen, {OsT} Yıldırım. çaplı ortası kabarık etrafı sarı halkayla çevrili bir
kabuk oluşturan meyve ağaçlarının ve bitkilerin
asm aniyan, [Far. âsmâniyân jU U —T] (a:sma:niya:n)
dallarına yapışarak bitki öz suyunu emmek suretiy
{OsTj is. Melekler, le zarar görmesine hatta kurum asına sebep olan bir
a sm ar, [Far. âsmâr jlw T ] (a;sma;r) {OsT} is. bot. cins kabuklu bit; San Jose koşnili, (Aspidiotus
Mersin ağacı, (Myrtus comminus). perniciosus).
asm e, [Zaza Kürt, asme] {ağızj is. 1. Gökyüzü. 2. Ay. a sp id istra, [Fr. aspidistra] (aspidi'stra) is. bot. Zam
[DS] bakgillerden Güney Çin, Japonya ve H indistan’da
ölûffilt I K SOEbÛH. 323 ASS
yetişen gösterişli yapraklı bir saksı bitkisi; salon yüzyıl. 2. İkindi namazının iki zamanı. 3. Gündü
yaprağı (Plectogyne variegata). zün ilk zamanı. 4. Gece ile gündüz,
aspir, [Ar. ‘uspur] ıs. -*• aspur. asra n e , [Ar. ‘aşrâne [Os T) is. İkindi namazı.
a s p ira tö r, [Fr. aspirateur] is. 1. Bir yerde birikmiş asrav ag , [? asravağ] {eT} is. B ir tür günahın adı.
gazlan veya içinde asıltı hâlinde toz, talaş vb. bu [EUTS]
lunan akışkanları emmeğe yarayan düzenek. 2. Ev asre, [Ar. ‘asre o/p] {OsT} is. 1. Ayak kayma; sürç
lerde toz alm ak için kullanılan alet; elektrik süpür
me. 2. Yanılma,
gesi. 3. Tıpta vücudun herhangi bir organında bi
rikmiş istenmeyen sıvıları uzaklaştırm ak için kul asrem , [Ar. aşrem ^ 1 ] {OsT} sf. 1. Kulağı sakat; ku
lanılan bir tür pompa, lağından hasta. 2. Ailesini geçindirmek için sıkıntı
a s p i r i n , [Aim. (tescilli) aspirin] is. 1. org.-kim. A ğn çeken.
kesici ve ateş düşürücü olarak kullanılan ve salisi- asrem an , [Ar. aşremân {OsT} is. Gece gün
lik asidin asetillenmesiyle elde edilen asetilsalisilik
düz!
asit: CH3-C 0 -0 -C 6H4-C 0 2H 2. argo. Küçük oto
asrı, [asrı] {eT} is. 1. Kaplan. [DLT] 2. sf. Kaplan gibi
mobil.
renkli. [DLT]
aspita, [Yun. aspita] (ağız) is. Yıldırım. [DS]
aspor, [Kürt. (Zaza) aspor] {ağız} is. Atlı; süvari. asri, [Ar. ‘aşrî ^j~&-] (asri:) {OsT} sf. 1. Çağın gerek
[DS] lerine uygun yaşayabilen; çağdaş; çağcıl; modern.
aspur, [Ar. ‘uşfur] {OsT} is. bot. 1. Renkli çiçeklerin 2. Yenilik adına değişiklikte ileri giden; züppe,
den boya, tohum larından da yağ elde edildiği için asrileşm e, [asrî-le-ş-me] (asrideşme) is. 1. A srileş
ekimi yapılan bileşikgiller fam ilyasından bir kültür mek işi. 2. Çağın gereklerine uygun yaşam a çabası;
ve sanayi bitkisi, aspir; yalancı safran; yaban zâ- çağcıllaşma; çağdaşlaşma,
feranı; papağan yemi; kır safranı, (Carthhamus tin- asrileşm ek, [asrî-le-ş-mek] (asrideşmek) dönşl. f. [-
ctorius). 2. mec. Çok kırm ızı boya, ir] 1. (Topluluğun, kişi, kurum vb. için) çağa uy
asr, [Ar. ‘aşr j-^p] {OsT} is. 1. Yüzyıl; asır. 2. İkindi mak; çağın gereklerine uygun hâle gelmek. 2. Y a
şama biçimini çağa uydunnak; çağcıllaşmak; çağ
vakti. 3. Çok uzun zaman. 4. {eAT} M evsim. 0 asr-
daşlaşmak.
dîde, {OsT} Yüzyıllık; asır görm üş.|| a sr-ı evvel,
asrilik , -ği [asrî-lik] (asri:lik) is. 1. Çağdaş olm a du
jOsT) İkindi namazının ilk vakti. || a sr-ı h azır, {OsT}
rumu. 2. Çağdaş olanın niteliği; çağcıllık; çağdaş
İçinde bulunulan çağ.|| asr-ı sabık, {OsT} Geçen
lık.
yüzyıl.|| asr-ı saadet, {OsT} 1. K utlu ve mutlu geçen
zaman. 2. mec. Hz. M uham m ed’in yaşadığı zaman asris, [Far. âsrîs (a:sri:s) {OsT} is. Atların
dilimi.\\ asr-ı sânî, {OsT} İkindi namazının son kı koştuğu alan; at meydanı; hipodrom,
lınma vakti. || A sr S uresi, isi. K ur'an-ı K e rim ’in asru şm ak , [as (yansıman) > as-(u)r-uş-mak] {eT}
103. suresinin adı. işteş f. [-ur] Birlikte aksırmak. [DLT]
asra, [as (aşağı, alt) > as-ra I / ^ \ ] {eT} {eAT} sf. assab, [Ar. ‘aşşâb u U t ] (assa. b) {OsT} is. İplik eği
1. Aşağı; aşağıya. [ETY]. [Gabain] [Tekin] 2. Aşağı; ren ve satan kimse; iplikçi.
alçak. [DLT] [EUTS] [Yüknekî] 3. A lçak gönüllü m ü assai, [İt. assai] zf. 1. Çok fazla. 2. müz. (Tempo için)
tevazı. [EUTS] [Gabain] 4. {eAT} is. Öte; ileri; karşı çabukluk veya yavaşlık bildiren,
taraf. 5. Alt; aşağı taraf. [DLT] [EUTS] [Yüknekî] 6.
assai, -li [Ar. ‘asel (bal) > ‘assâl JL-p] (assa.l) {OsT}
zf. Aşağıda altta; dipte. [ETY] [Gabain] [Tekin] {ağız}
(aym) [DS] S a sra geçe, {eAT} Öbür taraf; öte is. Balcı; arıcı,
yan. |] asra yüz, {eAT} Ö teyaka; karşı yaka. assale, [Ar. ‘assâle -dU-p] (assade) {OsT} is. 1. Arı
asraf, [Ar. şarf > aşrâf <-il^(] (asra:f) {OsT} is. 1. kovanı. 2. Bal peteği. 3. Bal ansı,
Masraflar; sarflar. 2. Değişiklikler; tahavvüller. a ssar, [Ar. ‘aşşâr j U - ] (assa:r) {OsT} is. Meyveleri
asragı, [eT. asrakı > as-rağı ^ I ^ T ] {eAT} is. (Gün, sıkarak öz su çıkaran kimse; şıracı,
gece için) önceki. S’ a sra g ı k ü n , {eT} Evvelki gün assı, [ e T asığ > ası > assı \ A ^ l ] is. 1. Ya
[Mühennâ]
rar; fayda. 2. Kazanç; kâr. {eAT} (aynı) 3. Çıkar;
asram , [Ar. şırm > aşrâm j » ^ '] (asra:m) {OsT} is. 1. menfaat; {eAT} (aynı). 4. Yetişkin; olgun. 5. {eAT}
İnsan kümeleri. 2. Çadır kümeleri. Faiz. 6. sf. İri, gösterişli. 7. zf. Erken, gün doğm a
asramak, [Moğ. asra-mak / asar-mak ^-T] {eAT} dan önce. t5 assı d eg ü rm ek , {eAT} Fayda verm ek.||
assı etm ek, {eAT} 1. Yarar sağlamak. 2. K â r et-
SÇl- f [-r] 1. Korumak; esirgemek; sakınmak. 2.
{ağız} Hayvan beslemek, büyütmek. [DS] mek. || assı eylem ek, {eAT} 1. K âr getirmek; kazanç
sağlamak. 2. yarar sağlamak.\\ assı itm ek , {eAT} -
asran, [Ar. 'aşrân o l (asra:n) {OsT} is. 1. İki assı etmek.|| assı kılm ak, {eAT} -*■ assı etmek.|| assı
A SS IM IİİM tS Ö M .^
kovm ak, {eAT} Yarar, çıkar peşinde koşmak.|| as- a s ta r3, [Far. aster >-»T] is. 1. Giyecek veya ayakkabı,
sıya k alm ak , {eAT} 1. Bedavaya gelmek; bedavaya çanta gibi eşyalarda dayanıklılığı artırm ak için iç
kalmak. 2. K âr kalmak.\\ assı ziyan, K âr ve zarar. kısm a geçirilen daha ucuz, koruyucu kum aş veya
a ssılan d ırm a, [assı-la-n-dır-ma] is. Assılandırmak deri. 2. Boya ve badana işlerinde yüzeyin pürüzle
işi; yararlandırma, rini giderm ek ve asıl boyanın dayanıklılığını artır
a ssılan d ırm ak , [assı-la-n-dır-mak gçl. f m ak için önceden sürülen boya. 3. Denizcilikte
[-ır] Birini bir şeyden yararlandırmak, kazandır yelkenlerin hareketli kısım larının aşınmam ası için
mak. sarılan kumaş parçası. 4. Sanayide kullanılan ka
assılanm a, [assı-la-n-ma] is. Assılanmak işi; yarar zanların dayanıklılığını artırm ak amacıyla içine
sağlama; yararlanma, geçirilen m etal kaplama. 5. Seram ik işçiliğinde se
assılanm ak, [assı-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Y ararlan ram ik çamurunun rengini gizlemek veya yüzeyde
mak, kazanç elde etmek, rahat çalışabilm ek için sürülen ince beyaz kil taba
kası. S a s ta r boyası, Boyanacak yüzeylere, atılan
assılı, [assı-lı / assı-lu J ^ I] {eAT} sf. Yararlı,
boyanın dayanıklılığını artırmak, pürüzleri gider
assılu, [assı-lu / assı-lı j l ^ î ] {eAT} sf. -*■ assılı. m ek veya renkleri örtm ek için vurulan ilk boya. ||
a s ta r k ap la m a, M arangozlukta ahşabın çarpıt
assısuz, [assı-suz j>*=T] {eAT} sf. Yararsız; boş; bey
maması için her iki yü ze de yapılan kaplama.
hude. a s ta r4, [Far. astar / Rum. astarava (kavramak)] is.
assız, [as-sız] {ağız} sf. 1. Yararsız; boş. 2. B ir şeye argo. Cinsel ilişki; cima. S a s ta r etm ek, argo.
benzem eyen. [DS] Sevişmek; cinsel ilişkide bulunmak.
assit, [Fr. ascite] is. tıp. Karaciğer sirozu, kalp yet a sta rla m a , [astar-la-ma] is. A starlam ak işi.
mezliği gibi rahatsızlıklar dolayısıyla karın zarı
a s ta rla m a k 1, [astar-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
boşluğunda sıvı birikm esinden doğan şişlik,
Bir elbise veya eşyanın içine astar geçirmek; astar
assolist, [Fr. as-soliste] is. 1. Bir gazinoda en son
kaplamak. 2. Boyanacak yüzeylere ilk kat olarak
şarkı söyleyen sanatçı. 2. argo. Edilgen eşcinsel er astar boya sürmek; astar çekmek. 3. Herhangi bir
kek. ahşap ve mermer levhanın dayanıklılığını artırmak
a s t1, [as (aşağı) -t] is. 1. Başkasının emrinde çalışılan için arkasına daha dayanıklı levha kaplamak
kademeli bir sistemde rütbesi düşük olanlar; m a
a sta rla m a k 2, [astar4-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor]
dun. Ast, üstünden aldığı emri uygular. 2. {eAT}
Çiftleşmek; sevişmek; cim a etmek,
{ağız} Alt; aşağı. [DS] 3. sf. Kademeli alt katları
a sta rla n m a , [astar-la-n-ma / astar-la-n-ma] is. A star
belirtm ek için sıfat tamlaması şeklindeki birleşik
lanm ak işi.
kelim eler yapm ada kullanılan bir çeşit önek. (Bu
a sta rla n m a k , [astar-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Bir
durumda sondaki t ’nin düştüğü görülür). D esim et
eşya veya giyeceğe astar geçirilmek. 2. dönşl. f .
re, metrenin askatıdır.
A star sahibi olmak,
ast2, [ast] {eT} is. Sokak. [DLT]
a sta rla tm a , [astar-la-t-ma] is. Astarlatm ak işi.
asta, [Far. aheste] {eAT} ünl. Yavaş!
a sta rla tm a k , [astar-la-t-mak] gçl, f. [-ır] 1. A starla
astal, [Mac. asztal (masa)] is. Y emek masası; masa,
mak işini bir başkasına yaptırmak. 2. Bir elbise ve
astan , [Far. âstân OU*-T] (a:sta:n) {OsT} is. 1. Eşik. 2. ya eşyanın içine astar geçirtmek; astar kaplatmak.
Pabuçluk. 3. Dergâh; tekke. S âstân -ı fenâ, Geçici 3. Boyanacak yüzeylere ilk kat olarak astar boya
dünya; fa n i dünya.\\ âstân-ı re fi’-m ek ân , {OsT} 1. sürdürmek; astar çektirmek. 4. Herhangi bir ahşap
Yeri yüksek olan eşik. 2. Sultan sarayı, ve m erm er levhanın dayanıklılığım artırmak için
astane, [Far. âstâne / âsitâne -üU^T] (a;sita:ne)<{OsT} arkasını daha dayanıklı levha ile kaplatmak,
is. -*• asitane. S âstân e-i aliyyü’l-m ekân, {OsT} 1. a sta rlı, [astar-lı] sf. A star geçirilmiş veya astarı olan.
Yeri yüksek olan eşik. 2. Sultan sarayı. 3. Istanbul.\\ fi1 a sta rlı zarf, İçi görünm emesi için ikinci bir iç
âstâne-i devlet-penâh, {OsT} 1. Devletin sığınağı, kâğıt ile kaplanmış zarf.
2. mec. Sultan sarayı.|| âstân e-i feyzâşiyân, {OsT} a sta rlık , -ğı [astar-lık] is. 1. A star yapım ında kulla
1. Feyiz yuvası olan eşik. 2. Sultan sarayı. 3. Istan- nılan kumaş, deri veya boya. 2. sf. A star olarak kul
bul.|| âstâne-i izzet-bünyân, {OsT} 1. Yapısı yüce lanmaya yarar,
olan eşik. 2. Sultan sarayı. 3. İstanbul.\\ âstâne-i a sta ry a , [Lat. stare (kalmak)] (asta'rya) is. B ir gemi
saadet-m eâb, {OsT} 1. M utluluk veren eşik. 2. Sul ye yüklem e veya boşaltm a için tanınan süre,
tan sarayı. 3. İstanbul. astasım , [as+tas-ım] (a'stasım) is. man. Öncüllerin
a s ta r1, [ast-ar] {ağız} is. Alt. [DS] den birisi bir önceki akıl yürütmenin sonucu olan
a s ta r2, [Ar. satr > astar jlU J] (asta:r) {OsT} is. Yazı akıl yürütme; kıyas-ı mülhak,
a stat, [Fr. astate] is. kim. Tabiatta bulunm ayan ancak
satırları; yazı dizileri; satırlar.
bizm utun hızlandırılmış alfa ışınları ile bom bardı
OriffllilgBOH.325 AST
manı sonucunda elde edilen, atom numarası 85, astigmatizm, [Fr. astigmatisme] is. Bir göz veya op
kütle numarası 211 olan radyoaktif element; elca- tik aletin astigmat olm a hâli; astigmatlık.
iyod; astatin; sembolü: At. astik, -ği [Erme, asdik / Yun. astikos (kentli)] sf. ar
a s t a t i k , [Fr. a-statique] sf. Bozulm az bir denge hâli go. Pezevenk; muhabbet tellalı.,
gösteren. S a s t a t i k i b r e l e r , Özel bir teknikle yerin astin, [Far. âstîn j ^ T ] (a:sti:n) {OsT} is. Giyecek ko
manyetik etkisinden kurtarılmış pusula iğnesi.
lu; yen. S’ astîn-berçîde, Hazırlanmış; hazırla-
a s t a t i n , [İng. astatine] is. kim. -+ astat,
nan.\\ âstîn-efşân, 1. Yen silken. 2. mec. Vazgeçen.Jj
a s t a z i , [Fr. astasie] is. tıp. H areket ve duyu sistemin
âstîn-mâlîde, Hazırlanmış; hazırlanan.
de bozukluk olmamakla birlikte kişinin ayakta du
astine, [Far. âstme a ^ -T ] (a:sti:ne) {OsT} is. Y um ur
ramaması biçiminde beliren rahatsızlık,
a s t e ğ m e n , [as+teğmen] (a'steğmen) is. O rduda en
ta.
küçük rütbeli subay; zabit vekili, astlançı, [astlan-çı] {eAT} is. Aracı tüccar; kom isyon
cu; tefeci,
a s t e ğ m e n l i k , - ğ i [as+teğmen-lik] is. 1. Asteğmen
rütbesi. 2. A steğm enin işi ve görevi, astma, [Yun. asthma] is. -*■ astım,
astor, [Zaza Kürt, astor] {ağız} is. At. [DS]
a s t e n i , [Yun. athenos (kuvvet) > Fr. asthenie] is. 1.
Ruhsal ve sinirsel uyarıların yokluğu sebebiyle be astragan, [Astrahan (Volga deltasında bir Rus kenti,
den gücünün azalması veya yokluğu. 2. Belirli bir eskiden Kalmukların başkenti) > astragan] is. Tür
organik sebep olmamakla birlikte bedendeki yor kistan’da yetişen Karakul koyunlarmın erken do
gunluk ve bitkinlik hâli, ğan veya ölü doğan kuzularından elde edilen post
a s t e n i k , - ğ i [Fr. asthenique] sf. 1. Asteni ile ilgili. 2. ve bu posttan yapılmış kürk,
Asteniye yakalanmış olan. astralon, [tescilli isim] is. tekst. Nem, ısı ve ışıktan
aster1, [Far. âster >*»T] {OsT} is. -*■ astar. etkilenmeyen, çapı hiç değişmeyen, genleşmeyen
termoplastik yapay bir iplik; tekstüre iplik,
aster2, [Yun. asteriskos (küçük yıldız) > Fr. aste-
astrofizik, -ği [Fr. astrophysique] is. g ö k b. Gök
risque] is. 1. Ortodoks papazların takdis edilmiş
cisimlerini fizik yöntemleri kullanarak inceleyen
ekmek üzerine koydukları dört ayak üzerine otur
bilim dalı; gök fiziği,
tulmuş haçlı eşya. 2. M atbaacılıkta eksikleri ve
göndermeleri belirtmek için konulan ( ) işareti; yıl astrolap, -bı [Yun. astron (gök cismi) + lambanein
(almak) > Fr. astrolap] is. Eskiden gök cisimlerini
dız.
incelemekte ve ufukla olan yüksekliklerini belirle
aster3, [Yun. asterion] {ağız} is. Beyaz bir yaban çi
mekte kullanılan aygıt; usturlab.
çeği. [DS]
astrolog, -ğu [Fr. astrologue] is. Yıldız falı ile uğra
asterisk, [Yun. asteriskos (küçükyıldız)] is. -*■ aster1,
şan kimse; müneccim,
asterizm, [Fr. asterisme] is. İlk kez safirde gözlenmiş
astroloji, [astrologie] is. Yer yüzünde meydana gelen
bulunan güçlü ışık altında altı kollu ışın yayma
olayların, yıldızların durumları ve etkisi altında ge
olayı.
liştiğini var sayan ve yıldızlan inceleyerek gelecek
asteroit1, [Fr. asteroîte] is. min. Işınsal yapılı manga- ten haber vermeye dayanan falcılık; müneccimlik,
nezli bir taş çeşidi.
astronom, [Fr. astronome] is. Gök cisimlerinin
asteroit2, -di [Fer. asteroîde] is. gök b. Küçük geze yapılarını, hareketlerini inceleyen, bu konuda he
gen. saplar yapan uzman,
astım, [Yun. asthma] is. tıp. Bronşların daralması ve astronomi, [Yun. astron (gök cismi) + nomos (ka
ya alerji yapan çeşitli etkenler sebebiyle güç soluk nun) > Fr. astronomie] is. Etrafım ızı çevreleyen
alıp verme. evrendeki bütün gök cisimlerinin yapısını, birbirine
astımlı, [astım-lı] sf. A stım rahatsızlığı olan, göre konumlarını, hareketlerini ve hareket kanunla
astın, [ast-ın] {eT} {eAT} is. Aşağı; alt. [DLT] rını, bu güne kadar geçirdikleri evrimi inceleyen
astırma, [as-tır-ma] is. A stırm a işi. bilim dalı; gök bilimi; ilm-i heyet. S 1 astronomi
astırmak, [as-tır-mak] g ç l.f. [-ır] 1. A sm ak işini bir tanı, g ö k b. Güneş ufkun altına 1 8 ° indiği ve altıncı
başkasına yaptırmak. 2. Bir nesneyi, birinin yük kadirden yıldızların çıplak gözle görülebildiği za
sekçe bir yere sarkacak şekilde takm asını sağla manki tan.\\ astronomi birimi, g ök b. H er türlü
mak. 3. Birini asm ak suretiyle öldürtmek; idam düzensizlikten uzak, kütlesi y o k denecek kadar kü
ettirmek. çük ve yıldız ayı 365, 256 898 326 3 ortalama gün
astigmat, [Yun, a (yok)+ stigma-atos (nokta) > Fr. olan bir gezegenin Güneş etrafında çizdiği yörü n
astigmate] sf. 1. (Optik aygıt için) merceklerindeki genin yarı çapm a eşit uzunluk birimi; ışık zamanı
kusurdan dolayı noktaları çizgi şeklinde görüntüle (499,004 782 sn) x ışık hızı (299 792, 458 m/sn) =
yen. 2. tıp. (Göz için) kornea tabakası ışığı düzgün astronomi birimi (149 597 870 km); Yerin Güneşe
kıramadığı için net göremeyen. uzaklığı; gök birimi.
AST Û IÜ M IÜ M ü SÖZlıÜH. 326
astronomik, -ği [Fr. astronomique] sf. 1. Astronomi asum 1, [Ar. ‘aşüm (asu:m) {OsT} sf. Obur; aç
ile ilgili; astronomiye ait. 2. mec. (Rakam için) çok gözlü.
yüksek; çok aşırı; abartmalı; tasavvur edilemeye
asum2, [Ar. ‘asüm (asu;m) {OsT} sf. Geçimini
cek kadar büyük. S1 astronomik fiyat, Çok yüksek
fiya t; aşırı pahalı.\\ astronomik rakam, İnsana sağlamak için çok çalışan,
şaşkınlık verecek kadar büyük rakam. asuman, [Fr. âsmân jU - J ] (a:sma;n) {OsT} is. Gök
astronot, [Yun. astro (yıldız) + nautes (gemici) > Fr. yüzü; asuman,
astronaute] is. Bir uzay aracı ile uzaya gitmiş olan asumani, [Far. âsmânî ^ ^ T ] (a;suma:ni) {OsT} sf.
kişi; hava küre dışında yoculuk eden kimse; uzay
1. Göğü ilgilendiren. 2. G ök yüzüne ait. 3. Açık
adamı.
mavi; havai mavi. 4 . is. Melek,
astronotik, -ği [Fr. astronautique] is. Yıldızlar arası
asun, [Soğd. zwn (hayat) > ajun / aşun / asun] {eT}
ulaştırm a bilimi; uzay trafiği,
is. Dünya; kâinat; evren. [EUTS]
astronotluk, -ğu [astronot-luk] is. Astronotun yaptı
asur1, [Sansk. asura / asuri > asur] {eT} is. Cin; şey
ğı İŞ- tan. [EUTS]
astropikal, -li [Fr. as-tropical] sf. coğ. (iklim kuşağı
asur2, [Ar. ‘âsür jy'Lc] (a;su;r) {OsT} is. Tuzak.
için) tropikal bölgelere yakın fakat daha üst enlem
de bulunan; subtropikal. Asurca, [Asur-ca] is. M.Ö. 1950-600 yılları arasında
astsubay, [as-t+sü+bay] (a'stsubay) is. as. Türk or M ezopotam ya’da konuşulmuş olan A kkat lehçesi,
dusunda erbaşlar ile subaylar arasında çeşit- asurgan, [as-ur-ğan] {eT} sf. Çok aksıran. [DLT]
lirütbeler taşıyan asker. S astsubay başçavuş, as. Asuri, [Asurî] (asuri.;) {OsT} sf. A sur devletinin hal
Ortası ay yıldızlı beş şerit ve bir bantlı rütbede ast kından olan.
subaylığın beşinci kademesi.\\ astsubay çavuş, as. Asurlu, [Asur-lu] sf. Asur halkından olan,
Ortası ay yıldızlı iki şeritli rütbede astsubaylığın asurmak, [as-ur-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Aksırmak.
birinci aşam ası.|| astsubay kıdemli başçavuş, as. [DLT] [EUTS] [Gabain]
Ortası ay yıldızlı beş şerit ve iki bantlı rütbede ast asurtgu, [as-ur-t-ğu] {eT} sf. Aksırtan. [DLT]
subaylığın altıncı ve son kademesi. || astsubay kı asurtguk, [asur-t-ğuk] {eT} sf. Anlayışlı; akıllı. [DLT]
dem li çavuş, as. Ortası ay yıldızlı üç şeritli rütbe asurtmak, [as-ur-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Aksırtmak.
de astsubaylığın ikinci aşaması.\\ astsubay kıdem li [DLT]
üstçavuş, as. Ortası ay yıldızlı beş şeritli rütbede asutmak, [as-ut-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Artırmak; ço
astsubaylığın dördüncü aşaması. || astsubay üstça ğaltmak. [Üç İtigsizler]
vuş, as. Ortası ay yıldızlı dört şeritli rütbede astsu
asüd, [Ar. âsüd JuJ] (a;süd) {OsT} is. İ. Aslanlar. 2.
baylığın üçüncü aşaması.
Yiğitler.
astsubaylık, -ğı [as-t+sü-bay-lık] is. as. Astsubayın
görevi ve rütbesi, aşüfte, [Far. âsüfte <cjLJ] (a.siifte) {OsT} is. 1. Hazır;
asturmak, [as-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Astırmak. hazırlanmış. 2. Ateşle işlenmiş,
[DLT] [EUTS] asügde, [Far. âsüğde o-ii-T] (a;süfte) {OsT} is. -* a-
asu, [as-u] {eT} bağ. Ya da; yahut; veya. [EUTS]
süfte.
asub, [Ar. 'asüb ] (asu:b) {OsT} is. 1. Arı beyi. asüman, [Far. âsümân jU _T] (a:süma;n) {OsT} is. -*
2. Lider; bey; başbuğ, asman.
asude, [Far. âsüden (rahat etmek) > âsüde o ij-l] asüm ani, [Far. âsüm ânî ^ ^ T ] (a:süma:ni;) {OsT}
(a:su.de) {OsT} sf. 1. Üzüntü ve sıkıntıdan ,uzak; is. -*■ asmani.
esen; huzurlu; rahat. 2. Sessiz; sakin, ö âsüde-dil,
asvaf, [Ar. şü f (yün) > aşvâfıJjv=l] {OsT} is. Yünler,
{OsT} Gönlü rahat; başı dinç.|| âsüde-dilî, {OsT}
Gönül rahatlığı.|| âsüde-gî, {OsT} Rahat; huzur; asvat, [Ar. şavt (ses) > aşvât] (asva:t) {OsT} is. Ses
asayiş.|| âsüde-hâl, {OsT} Durumu rahat olan.|| ler; sedalar.
âsüde-hâtır, {OsT} Gönlü rahat; başı dinç.|| âsüde- asveb, [Ar. şâib (doğru) > aşveb ^ j ^ l ] {OsT} sf. En
nişîn, {OsT} Rahatça oturan. doğru; daha doğru; pek doğru. S asveb-i akvâl,
asudelik, -ği [asude-lik] (a.su.delik) is. Üzüntü ve {OsT} Sözlerin en doğrusu.
endişeden uzak olma; huzur; esenlik. asvef, [Ar. şü f (yün) > aşvef {OsT} sf. Çok
asuf1, [Ar. ‘aşüf (asu;f) {OsT} sf. (Rüzgâr için) yünlü veya yapağılı.
çok şiddetli. 2. Flızlı yürüyen. asy, [Ar. aşy L^ - \ {OsT} is. Ayaklanma,
asuf2, [Ar. casüf J > (asu:f) {OsT} sf. Çok zulme asya, [Far. âsiyâ / âsyâ L*»T] (a;sya:) {OsT} is. De
den; en gaddar.
ğirmen.
i i ı e i g g ü ii .3 2 7 AŞA
Asya; [Yun. asia] (a'sya) is. Dünyanın en büyük ve aş3, [Far. aş j ı l ] (a;ş) {OsT} is. 1. Aş; yemek. 2. M u
en kalabalık kıt'ası.
harremde pişirilen aşure. S âş-ı halîl, {OsT} bot.
asyab, [Far. âsiyâb / âsyâb sjL-T] (a:sya:b) {OsTj is. M ercimek.|| âş-pez, {OsT} A şçı.|| âş-pez-hâne,
Değirmen; su değirmeni. S âsiyâb-ı âlem, {OsT} {OsT} Mutfak; aşevi.|| âş-pezî, {OsT} Aşçılık.
Bu dünya. | asiyab-ı devlet, {OsT} D evlet dairesi. aş4, -şşı [Ar. ‘aşş j it] {OsT} is. Kuş yuvası.
asyaban, [Far. âsiyâbân (a:sya:ba:n) {OsT} aşa1, [aş-mak > aş-a Lil / UT] {eT} zf. 1. Ötede; ö-
is. Su değirmenleri, tesinde. [Tekin] [Gabain] [ETY] 2. {eAT} Aşırı; aşa
asyaf, [Ar. şayf > aşyâf j i ^ l ] (asya:J) {OsT} is. Y a z rak; fazlasıyla; aşkın. [EUTS]
mevsimleri. aşa2, [Ar. ‘aşâ’ >Lip] (aşa;) {OsT} is. 1. Akşam ye
Asyalı, [Asya-lı] (a’s yalı) sf. 1. A sya kıtası halkların meği. 2. Akşam. 3. Yatsı vakti,
dan olan. 2. A sya’ya ait. a ’şa, [Ar. a ’şâ / i’şâ (a-şa:) {OsT} sf. (Kişi için)
A s y a l ı l ı k , -ğı [Asya-lı-lık] (a'syalılık) is. Asyalı olma
gözleri dumanlı,
durumu,
a ’şab, [Ar. a’şâb ı_jlipl] (a-şa;b) {OsT} is. Taze otlar,
asyön, [as+yön] is. A ra yön.
a ’şabe, [Ar. a’şâbe 4>Litl] (a-şa:be) {OsT} is. Otlar.
aş1, [eT. âş j i î ] is. 1. Pişirilerek hazırlanan yiyecek;
aşacak, -ğı [aş-mak > aş-acak] {ağız} is. Çit kapı.
yemek; gıda; katık; yiyecek;yenecek şey; çorba.
[DS]
/eT'I {eAT} (aynı) [DLT] [Gabain] [Yüknekî] [Mühennâ]
aşaç, [aş-aç] {eT} is. Tencere. [DLT]
[İKPÖy.] [EUTS] [ETY] 2. {eT} K urban yemeği; kur
aşadaçı, [aş-a-daçı] {eT} sf. Yiyici. [EUTS]
banlık. [EUTS] 3. {ağız} Pilav. [DS] S aş damı,
{eAT} {ağız} Yemek pişirm eğe m ahsus yer; mutfak. aşaga, [aşağa liLiT / LijJ / t ü l ] is. 1. {eAT} Alt
[DS]|| aş deliye kaldı, B ir maldan ortaklaşa yarar taraf; aşağı. 2. {eAT} Kötülük; sefalet. 3. {eAT} sf.
lanacak olanlardan bir kısmının vazgeçmesi duru Alçak; sefil; zelil. 4. {eT} zf. Aşağı. S1 aşaga ayak,
munda geri kalanlara şaka yollu söylenen söz. || aş {eAT} A lt derece; alt kısım; dip.|| aşaga düşmek,
doldurmak, {ağız} D olm a doldurmak; sarma ya p {eAT} 1. Aşağıya inmek. 2. Batm ak.|| aşaga inmek,
mak. [DS]|| aş ermek, 1. H amile kadınların bazı {eAT} 1. inmek. 2. Aşağı düşm ek veya yu va r lan-
yiyeceklerden tiksinme veya aşırı isteme şeklinde mak. || aşaga indürmek, {eAT} I. Üzerinden kal
ortaya çıkan davranışları. 2. mec. B ir şeye karşı dırmak. 2. Aşağı indirmek. || aşaga kalmak, {eAT}
aşırı istek duyma. || aş etmek, {ağız} Çok dövmek; Geri kalmak.\\ aşaga kalmış, {eAT} Alçak; p esp a
pestilini çıkarmak. [DS]|{ aş evi, -*• aşevi.|| aşın ko y e ,|| aşaga kılmak, {eAT} İndirmek; aşağı eğm ek.||
yusundan, işin kıyısından, Çıkarı olduğu zaman aşağı komak, {eAT} I. Alçak görmek; değer verm e
koşturan, çalışmaya gelince kaçan kişiler için söy mek. 2. Alçaltmak; hafifletmek. 3. Bırakmak. || aşa
lenir. || aşından yemedim, dum anından boğul ga olmak, {eAT} Aşağı eğilmek.\\ aşaga tamar,
dum, Yarar umarken zarar görüldüğünü ifade {eAT} anat. Dirseğin iç yanında y e r alan üç da
eder.|| aş içkü, {eT} Toy; şölen; ziyafet. [EUTS]|| aş mardan en aşağıda olanı; akciğer damarı; baş da
inciri, {eAT} Küçük cins incir.|| aş itmek, {eAT} marı.
Yemek pişirmek.\\ aş kesmek, {ağız} M akarna kes aşagarak, [aşağa-rak] {eAT} sf. 1. Daha aşağı taraf;
mek. [DS]j| aş ocağı, {eAT} Mutfak.\\ aş ocağı, 1. daha alt taraf. 2. En alçak; en aşağı; en kötü,
Yemek yapılan yer. 2. Yoksullara karşılıksız yiye aşagagı, [aşağa-ğı / aşa-ğa-kı ^ U L iT ] {eAT} zf. Aşa-
cek dağıtılan yardım kurumu; aşevi.|| aş olmak, {a- ğıki; aşağıdaki,
ğız} Pestili çıkmak. [DS]|| aş otu, 1. Yemekleri çeş
aşagakı, [aşağa-kı / aşağa-ğı ^ U U l ] {eAT} zf. -*■ a-
nilendirmek için kullanılan çeşitli baharatlar. 2.
Nane, maydanoz gibi yem eklere konulan otlar. \\ Aş şagagı.
pişti, bayram geçti. Geç kalındığını ifade eden aşagarag, [aşağa-rağ / aşa-ğa-rak / aşağ-ra-k <u^T]
söz. || Aş pişti, kaşık üstüne dikildi. H er şey hazır, {eAT} zf. Daha aşağı; bir derece aşağı,
bizi bekliyor, anlamında söylenir. || aş tahtası, aşagarak, [aşağa-rak / aşa-ğa-rağ / aşağ-ra-k JjU-iT]
iağız} Üzerinde yufka açılan tahta. [DS]|| aştan
{eAT} zf. -*• aşagarag.
kalmak, {ağız} İştahı kesilmek. [DS]|| aş taşmak,
lağız} Iş, aceleyi gerektirecek bir duruma gelmek. aşagaralak, [aşağa-ra-lak / aşağ-ra-lak {eAT}
[DS]|| aş yağı, {ağız} 1. Haşhaş yağı. 2. Tereyağı. zf. -*■ aşagralak.
PS]|| aş yarması, {ağız} D övülüp çekilmiş buğday. aşagelmek, [aş-mak+gel-mek > aş-a+gel-mek
[DS]|| aş yerikligi, {eAT} Aşerme.\\ aş yerm ek, H a
dUAS-] gçsz. b .f.[ -ü r ] Birden aşmağa başlamak,
mile kadınların bazı yiyeceklerden tiksinme veya
aşırı isteme şeklinde ortaya çıkan davranışları. aşağı, [aşağı / aşağa ^ U l ] {eAT} zf. Aşağı, fi1 aşağı
»Ş", [aş] {eT} is. Kenet. [DLT] varılmak, indirilmek; tenzil edilmek.
AŞA ÎDİM IBlCtSÖZİJÖli. 328
aşaglık, [aşağ-lık jltL iI ] {eAT} is. A lçak gönüllülük; dos; kıble. [DS]|| aşağı y u k a rı, 1. Yaklaşık olarak.
2. Boydan boya.
tevazu. S aşaglık eylem ek, (eAT} A lçak gönüllülük
göstermek. aşağılak, -ğı [aşağı-la-k] {ağız} sf. Aşağılık; şerefsiz.
[DS]
a şağ rak , [aşağ-rak jyuiT] {eAT} zf. Daha aşağı; bir
aşağılam a, [aşağı-la-ma] is. 1. A şağılamak işi. 2. Bir
derece aşağı. şeyi olduğundan daha küçük görme. 3. H or görme;
a şag ralak , [aşağ-ra-la-k j ! {eAT} zf. Biraz aşağı; horlama.
aşağı doğru. aşağılam ak, [aşağı-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
aşağ, [agurçak > ağırşak] {ağız} is. İplik eğirirken Bir şeyi değerinden ve niteliğinden daha düşük
iğin ağır dönmesini sağlayan tahta ağırlık; ağırşak. göstermek; hor görmek. 2. Birinin onurunu ve iti
[DS] barını kırıcı davranışta bulunmak; horlamak. 3. Söz
aşağa, [aşa-ğa] {eT} zf. Aşağı. [Mühennâ] [Yüknekî] ve davranışla küçük düşürmek,
aşağı, [eT. aşağa > aşağı > aşağı] is. 1. Yükseklik aşağılanm a, [aşağı-la-n-ma] is. 1. Aşağılanmak işi.
bakımından daha alt kısım larda bulunan kısım veya 2. Değer verilmeme. 3. H or görülme,
yer. 2. Dağ ve tepe yamaçlarının etek kısımları. 3. aşağ d an m ak , [aşağı-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Küçük
Söz ve yazının daha sonra gelecek kısmı; bundan düşürülmek; hakarete uğramak. 2. Onuru kırılmak;
sonrası. 4. sf. Yere yalcın olan; alçak; basık; dip; rencide olmak,
dun. 5. Kötü. 6. Sosyal tabaka veya eğitim bakı aşağdaşm a, [aşağı-la-ş-ma] is. 1. Aşağılaşmak işi. 2.
mından düşük olan. 7. Bayağı. 8. zf. Yere doğru. 9. Aşağılık durum a düşme. 3. Alçalma. 4. Küçülme,
Yüksekten alçağa doğru. 10. Bir akarsuyun ağzına aşağılaşm ak, [aşağı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. A şa
yakın olan havzası. 11. Bir dilin edebî diline göre ğılık duruma düşmek. 2. Alçalmak. 3. Küçülmek,
halkın konuştuğu basit konuşma dili. 12. ünl. Hay aşağ ılatm a, [aşağı-la-t-ma] is. 1. Aşağılatmak işi. 2.
di çabuk in, anlamında ünlem. S aşağı alm ak, Birinin aşağılanmasını sağlama,
{ağız} Dövmek; tepelemek. [DS]|| aşağı bitk iler, aşağ ılatm ak , [aşağı-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Birinin
Yosunlar ve mantarlar gibi boy atamayan damarsız aşağılanmasını, onuru ile oynanmasını, küçük dü
bitkiler.\\ aşağıdan, Uysal; yum uşak.|| aşağıdan
şürülmesini sağlamak,
alm ak, Öfkeli ve sert birine karşı yum uşak ve an
aşağılayıcı, [aşağı-la-y-ıcı] sf. Küçük düşürücü, hor-
layışlı davranmak. || aşağıdan gelm ek, {ağız} Çalım
layıcı, küçümseyici ve kötüleyici nitelikte (söz ve
satmayı bırakmak. [DS]|| aşağıdan g üreşm ek, Sert
davranış).
likle elde edilemeyen bir işi tatlı dil, güler yüzle
aşağılık, -ğı [aşağı-lık] is. 1. Aşağı olma durumu;
halletmek.\\ aşağıdan söylem ek, {ağız} A lçak gö
alçaklık. 2. Adilik. 3. Her türlü kötülüğü yapabile
nüllülükle konuşmak. [DS]|| aşağıdan y u k arıy a,
Boydan boya; bütüniiyle.\\ aşağı değil, En az onun cek nitelikte olan kişinin tutumu. 4. sf. Düzeyi ve
niteliği düşük olan; alçak. 5. Temel kişilik nitelik
kadar değerlidir.\\ aşağı düşm ek, 1. Değerini ve
niteliklerini kaybetmek. 2. Seviyesini düşürınek.\\ lerine sahip olmayan. S aşağılık duygusu, Kendi
aşağı ev, {ağız} B ir evin alt katı; alt kattaki oda. sini herkesten aşağı ve küçük hissetme şeklinde be
[DS]|| aşağı görm ek, Beğenmemek, küçük görmek,\\ liren psikolojik rahatsızlık; aşağılık kompleksi.
aşağı hava, {ağız} İmbat. [DS]|| aşağı in d irm ek , aşağısam a, [aşağı-sa-ma] is. Değersiz bulma; kü
Ucuzlatmak.|| aşağı k alır y eri o lm am ak, (Karşı çümseme.
laştırılan iki nesneden biri için) öteki kadar değerli aşağısam ak, [aşağı-sa-mak] gçl. f. [-r] [-s(ı)-yor]
ve tam olmak.\\ aşağı k alm ak , Geri kalmak. || aşağı Birini veya bir şeyi değersiz bulup beğenmezlik
kalm am ak , (Karşılaştırılan iki nesneden biri için) etmek; küçümsemek,
öteki kadar değerli ve tam olmak.\\ aşağı k u r ta r aşağısı, [aşağı-s-ı] zm. 1. A lt tarafı. 2. Fiyat bakım ın
m am ak, 1. Daha düşük fiya ta verememek. 2. dan daha azı.
(Ürün, mal vb. için) maliyeti verilen fiyattan daha a şa ğ rak , -ğı [aşağı-rak] {eAT} zf. Daha aşağı,
yüksek olmak.|| aşağı yeli, {ağız} Lodos. [DS]|| aşa aşağ rek , -ğı [aşağı-rak] {eAT} zf. -*■ aşağrak.
ğılı y u k arılı, Hem aşağı hem de yukarı kısımları
aşah, [aşak / aşah {eAT} sf. Alçak; aşağı.
dahil; altlı üstlü.|| aşağı m ahalle, 1. A lt tarafta lal
lan mahalle. 2. argo. Genel ev.\\ aşağı m al, Kalitesi aşa ir, [Ar. ‘aşiret > ‘aşâ’ir (aşa;ir) {OsT} is.
düşük mal.|| aşağının bayağısı, Kenar mahalleler Kabileler; oymaklar; aşiretler.
de oturan kişi. j| aşağı saym ak, Küçük görmek, de
a şa k 1, [aşağa jLiT] {eT} {eAT} zf. 1. Aşağı. 2. {eAT}
ğer vermemek.|| aşağı ta b a k a , Halkın kültür ve
eğitim seviyesi düşük olan kesimi; avam.|| aşağı Alçak. 3. Kısa arkalı. [Mühennâ] 4. Mütevazi. S. is.
tü k ü rsem sakal, y u k a rı tü k ü rse m bıyık, H er iki Dağ eteği, dibi. [DLT] S aşa k dilli,{eAT} Alçak
tercihin de zor durumda bıraktığını ifade eden gönüllü.\\ aşa k gönüllü, {eAT} Gönlü kırık; âciz.||
söz. || aşağı yel, {ağız} Güneyden esen rüzgâr; lo aşak v a rm a k , {eAT} A lçak gönüllülük göstermek.\\
ı ı e « e t » i • 329 AŞA
aşak yir, {eAT} 1. Çukur. 2. A yak yolu; aptesane; (ı)-yor] 1. {eATj Üstün gelmek; yenmek. 2. Çıkıl
hela. ması ve geçilmesi gerekli olan basamakları ve dö
aşak2, -ğı [ağırçak / ağır-şa-k] {ağız} is. 1. Ağırşak. 2. nemleri geçmek. 3. {ağız} Bir şeyin üzerinden ge
Makara. 3. Kuzulayacak koyunun memesinin bü çecek kadar adım aşırmak. [DS]
yümüş durumu. 4. Kabuk bağlamış çıbanın etrafın aşam akJ, -ğı [aş-a-mak] {ağız} is. 1. G eçit yeri; ge
daki sertlik. 5. anat. Diz kapağı. [DS] dik. 2. Çit ya da harımlara konulan, basamaklı
aşak3, -ğı [aş (kenet) > aş-ak] is. 1. İki su borusunu merdiven. [DS]
birbirine bağlayan kısa boru. aşam alandırılm ak, [aşama-la-n-dır-ıl-mak] edil, f [-
aşak4, [aş-a-k] {eT} sf. Yükselen. [Mühennâ]aşak5, -ğı ır] Aşamalı bir şekilde örgütlendirilmek; sıralandı
[aşak] {eAT} is. Miğfer; başlık. rılmak.
aşamalandırmak, [aşama-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır]
aşak6, -kı [Ar. ‘aşak j ^ t ] {OsT} is. Sarmaşık.
Bir aşama düzenine uygun bir şekilde örgütlemek;
aşaklamak, [aşak-la-mak] {eT} gçl. f. [-r] Aşağıla sıralamak.
mak; küçük saymak. [DLT] aşamalı, [aşama-lı] sf. Aşama düzeni içinde; kade
aşaklanmak, [ağırçak-la-n-mak > aşak-la-n-mak] {çı meli.
ğız} dönşl. f [-ır] İltihaplanmak; şişmek. [DS]
aşaman, [Far. âşâman jU U l] (a;şa;man) {OsT} is.
aşaklatmak, [aşağa > aşak-la-t-mak] {eAT} g ç l.f. [-
ır] Küçük görmek; tahkir etmek, İçenler.
aşamande, [Far. âşâmande ojLLoliT] (a;şa:mande)
aşaklık, [aşağa > aşak-lık j i ü l ] {eAT} is. 1. Alçak
{OsT} sf. İçen; içkici.
gönüllülük; tevazu. 2. Derin saygı; huşu. S a-
şaklık eylemek, {eAT} 1. A lçak gönüllülük göster aşamideni, [Far. âşâmıdenl ^ j^ L iT ] (a:şa:mi:deni:)
mek. 2. Boyun eğmek; itaat etmek. || aşaklık eyleyi {OsT} sf. Yenilip içilebilen.
ci, {eAT} 1. A lçak gönüllü; mütevazı; yum uşak huy aşanm ak1, [aş (yemek) > aş-a-n-mak] {eT} dönşl. f. [-
lu. 2. Boyun eğmiş; itaatkâr. || aşaklık eyleyici av ur] Beslenmek; gıda almak; yemek yemek.
rat, {eAT} A lla h ’ın emirlerine boyun eğmiş kadın.\\ [İKPÖy.] [EUTS]
aşaklık eyleyici eren, {eAT} A lla h ’ın emirlerine aşanmak2, [aşan-mak / aşunmak / asanmak ?] {eAT}
boyun eğmiş erkek.\\ aşaklık idici, {eAT} H uzur ve dönşl. f. [-ur] Yükselmek (?). [DK]
huşu içinde bıılunan.\\ aşaklık kılmak, {eAT} -*■ aşar, [aşkar (potash kül)] {ağız} is. 1. Boyanacak
aşaklık eylemek, ipleri asıl rengine boyamadan önce başka bir renk
aşalacak, [aş (yemek) / aç > aş-a-la-cak] (aşala'cak) ile boyamak. 2. Yıkanacak çamaşırları önce küllü
lağız} zf. Sabah hiçbir şey yemeden; aç karnına; aç suda bekletmek. [DS]
olarak; aç acına. [DS]
a ’şar, [Ar. ‘uşr / ‘öşr > a ’şâr jLi*l] (a-şa;r) {OsT} 1.
-aşam, [Far. -âşâm fLiT -] (a;şa;m) {OsT} son ek.
Onda birler. 2. Devlet giderleri için tarım ürünle
Farsça isimlerden "içen, içici" anlam ında birleşik rinden alman yüzde onluk aynî vergi; öşür. 3.
sıfatlar yapar. K u r’an-ı K erim ’den onar ayetlik bölümler,
aşam, [Far. âşâm j-UÎ] (a:şa:m) {OsT} is. Yiyecek; aşarı, [aş-arı] {ağız} zf. 1. Aşağı; aşağıya. 2. Aşırı;
içecek. ileri. [DS]
aşama, [aş-mak > aş-a-ma] is. 1. Varmak istenilen aşarî, [Ar. a’şâr > a’şârl jjL i*!] (a-şa;ri;) {OsT} is.
hedefe doğru geçilmesi gereken dönemlerin her Bir bütünün on eşit parçaya, her bir parçanın da
biri; merhale; evre; adım; basamak. 2. Önem bakı tekrar on eşit parçaya bölünm esi şeklinde devam
mından git gide yükselen bir sıra basamaklardan eden kurala dayanan aritmetik sistemi; ondalık,
her biri; mertebe; paye. S aşama sırası, 1. Otori aşartmak, [aş-mak > aş-ar-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır]
tenin en üst kademeden aşağıya doğru yayıldığı Abartmak; mübalağa etmek. [DS]
sosyal düzen; hiyerarşi, 2. Önem sırası bakımından
aşat, -dı [aş-mak > aş-a-t] {ağız} sf. Fazla. [DS]
yükselen basamaklar dizisi; hiyerarşi.\\ aşama
yapmak, Aşam alı düzende bir veya birkaç basa aşatmak, [aş (yemek) > aş-a-t-mak J a ^ T ] {eT} {eAT}
mak ilerlemek; aşama kaydetmek. gçl. f. [-ur] 1. Yedirmektattırmak; [Gabain] [DLT]
aşamak1, [aş (yemek) > aş-â-mak] (aşa;mak) {eT} [EUTS] doyurmak; yedirip içirmek; {ağız} (aynı).
SÇl- f [-r] 1. Y em ek yemek; gıda almak[DLT] [DS] 2. gçsz. f. {ağız} Flovardalık etmek. [DS]
[İKPÖy.] [ETY] {ağız} (aym). [DS] 2. (Yemek, için) aşavet, [Ar. ‘aşâvet o j l i * ] (aşa;vet) {OsT} is. tıp.
tüketmek; silip süpürmek. [EUTS] [İKPÖy.] 3. Ye Gündüz gördüğü hâlde gece görememe hâlinde bir
dirmek; beslemek. [Gabain] 4. Kabul etmek; hürmet göz hastalığı; tavukkarası,
etmek; saymak. [EUTS]
aşay, [Sansk. âşaya] {eT} is. Niyet; gaye; maksat.
aşamak% [aş-mak > aş-a-mak tiT] g ç l . f [-r] [-ş- [EUTS]
AŞA Û I İ M IÜ M M .3 3 0
aşaya, [Ar. ‘aşı > ‘aşâyâ LIüp] (aş:ya:) {OsT} is. A k yer; geçici mutfak. 6. tasvf. Tekkelerde yem ek pişi
şamlar. rilen yer. 7. {eAT} Y em ek yapılan yer; mutfak.
aşayir, [Ar. ‘aşâi’r yL i*] {OsT} is. Aşiretler, aşevi2, [Ar. ‘aşevi ts y ^ ] (aşevi:) {OsT} sf. Akşama
ait.
aşaylıg, [aşay-lığ] {eT} sf. Niyetli. [EUTS]
aşgana, [âşhâne => aşğana] {ağız} is. M utfak. [DS]
aşb, [Ar. ‘aşb / ‘uşb v - ^ ] {OsT} is. Yaş ot.
aşgançulanmak, [as (cariye) > as-ğan-çu > aş-ğan-
aşbar, [âş + bar (?) > aşbâr] {eT} is. Saman, kepek ve çu-la-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Yaltaklanmak; alay
ot karıştırılarak yapılan hayvan yemi. [DLT] etmek. [EUTS]
aşbaz, [aş (yemek) + Far. -pâz (pişiren)] (a:şba:z) aşgar, [Ar. aşkar] {ağız} is. 1. Aşkar. 2. Kızıl yüzlü
{eAT} is. Aşçı. ve yarasa tüylü kişi. 3. Yüz çehre. [DS]
Aşbini, [Sansk. asinî] {eT} öz. is. Bir yıldız adıdır. aşgarlanmak, [aşgar-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
[EUTS] (Çamaşır için) kirlilikten rengi değişmek. [DS]
aşçı, [aş-çı] is. 1. M esleği veya işi yem ek yapmak aşgınmak, [aş-ğın-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Aşınmak.
olan kimse; aş pişiren; ahçı. {eT} (aym) [Gabain] [DLT]
[Mühennâ] [EUTS] 2. Yemek pişirip satan kimse. 3. aşgun, [aş-gun] {ağız} sf. Aşkın; çok fazla. [DS]
gnşl. Küçük ve ucuz lokanta. 4. Evde yemek pişi aşgunçulanmak, [as (cariye) > as-ğan-çu > aş-ğun-
ren hizmetçi. 5. sf. Y emek pişiren. S aşçı baba, çu-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Yaltaklanmak;
Hacı Bektaş tekkesi kuruluşunda aşevini yöneten alay etmek. [EUTS]
derviş baba. || aşçı baltası, Mutfaklarda kem ikli et aşhana, [aş+hâne] {ağız} is. 1. Aşhane. 2. Büyük
kesmeye yarayan özel balta. || aşçı er, {eT} E rkek kulplu kazan. 3. Lokanta. 4. Y emek pişirm ek için
aşçı. [EUTS]j| aşçı güzeli, Yemeklerin üzerine dökü yapılan bacalı ocak. [DS]
len kızdırılmış ya ğ ve kırmızı toz biberle hazırlan
mış joi.|| aşçı yamağı, M utfakta aşçı başına y a r aşhane, [Fa. âş-hâne <:U^iT] (a:şha:ne) {OsT} is. Ye
dımcı olan kimse. m ek yapılan yer; aşevi; aşçı dükkânı.
aşçıbaşı, -yı, -nı [aş-çı+baş-ı] is. t. Büyük mutfaklar a şı1, [eT. aşü / aşı] is. Pas sarısı ya da kırmızı renkli
da yem ek yapm akla görevli kişilerin başı, toprak; kızıl kil; aşı boyası. ® aşı boyalı, Koyu
aşçıbaşılık, -ğı [aş-çı+baş-ı-lık] is. 1. Aşçıbaşı olma kırmızı kirem it rengine boyanmış. || aşı boyası, K o
durumu. 2. Aşçıbaşının yaptığı iş ve görev, y u kırmızı toprak boya. || aşı taşı, A şı boyası çıkar
aşçılık, -ğı [aş-çı-lık] is. 1. Aşçının işi ve mesleği. 2. makta kullanılan sert aşı boyası kayası.
Güzel yemek yapabilme kabiliyeti, aşı2, [eT. aş-mak (eklemek) > aş-ı] is. 1. tarım. Daha
iyi ürün veren cins elde etm ek için anaç adı verilen
aşduk, [aş-mak > aş-duk jJ-il] {eAT} sf. Aşılan,
meyve ağacı gövdesine kaynaştırılan canlı bir
aşebî, [Ar. ‘aşb > ‘aşebı / ‘aşebiyye ağaçtan alınmış filiz, yaprak veya tomurcuk. 2. tıp.
(aşebi:) {OsT} sf. 1. O ta ilişkin; ot ile ilgili. 2. Ota V ücuda hastalıklara karşı direnç ve bağışıklık ka
benzeyen; ot gibi, zandırmak için kas, damar veya sindirim yoluyla
aşendos, [Yun. ahendos] {ağız} is. Ahlat. [DS] verilen zayıflatılmış mikrop içeren eriyik. 3. {ağız}
Eskimiş giyeceklere yapılan yama; yamalık. [DS]
aşer, [Ar. ‘aşer yus.] {OsT} is. On; 10.
ö aşı anacı, tarım. Aşının uygulanacağı ana göv
aşerat, [Ar. 'aşerat o l (aşera.t) {OsT} is. mat. 1. de. || aşı bıçağı, tarım. Aşının uygulanacağı yeri
Onluklar. 2. Onlar basamağı, açmakta kullanılan özel bıçak.\\ aşı kâğıdı, Aşı
olunduğunu belirten resm î belge. || aşı kalemi, ta
aşere, [Ar. ‘aşere o>i^] {OsT} is. Onlar (sayı). 0 aşe-
rım. Kalem aşısında anaca sokulan iyi cins meyve
re-i mübeşşere, Cennetlik oldukları bizzat Hz. Mu- nin taze dalı. || aşı macunu, tarım. Bazı aşı çeşitle
ham m ed (SA) tarafından müjdelenmiş olan on sa rinde anacın ya ra yerine sürülen özel yapışkan
habe. madde.\\ aşı neşteri, tıp. Aşının uygulanacağı deri
aşermek, [aş+(y)er-mek] gçsz. f. [-er] 1. Hamile y i çizmeye yarayan neşter. || aşının tutması, 1. tıp.
kadınların bazı yiyeceklerden tiksinme veya aşırı Aşıdan istenilen amacın elde edilmesi; bağışıklığın
istem e şeklinde ortaya çıkan davranışları; aş yer sağlanması. 2. tarım. Anaca aşılanan parçanın
mek. 2. Bir yiyeceğe karşı aşırı istek duyma. kaynaşıp filiz vermesi. || aşı olmak, tıp. Bağışıklık
aşevi1, [aş+ev-i] is. 1. Parası ile yem ek yenilen yer; sağlamak amacıyla vücuda aşı sıvısı almak; aşı
lokanta. 2. Küçük lokanta. 3. Aşçı dükkânı. 4. yaptırm ak; aşılanmak.\\ aşı vurmak, tarım. Aşı
Yoksullara parasız yemek verilen yer; karşılıksız yapmak; aşılamak.\\ aşı yapmak, tarım. İyi cins
yiyecek dağıtılan yardım kurumu; aşhane. 5. Dü elde etm ek üzere anaç üzerine aşı uygulamak; aşı
ğün, nişan, mevlit vb. toplantılarda, verilecek ye lamak;|| aşı yeri, 1. tarım. Kalem ile anacın birleş
mekleri hazırlam ak için mutfak olarak kullanılan tiği yer. 2. tıp. Deride aşı uygulanan yerde kalan iz.
D İ f f ilI İ M İ . 3 3 1 AŞI
aşı3, [alçı > aşı] {eAT} is. Aşık oyununda kazanan a- Çatıda aşıkların kaymasını önlem ek için önlerine
tış; alçı gelme, makas kirişleri üzerine çakılan tahta parçaları.
aşıcı, [aş-ı-cı] is. 1. Meyve ağaçlarına aşı uygulayan âşıka, [Ar. ‘âşık > ‘âşıka 4iilp] (a;şıka) {OsT} is. Â-
kimse. 2. Aşı yapan sağlık memuru veya uzmanı,
şık kadın; seven kadın,
aşıcılık, -ğı [aş-ı-cı-lık] is. Aşı yapma işi veya m es
âşıkan, [Ar. ‘âşık + Far. -ân jU iU ] (a;şıka:n) {OsT}
leği.
is. Âşıklar.
aşıç, [aş (yemek) > aş-ıç] {eTj is. Tencere. [DLT]
âşıkane, [Ar. ‘âşık + Far. -âne ü lü U ] (a;şıka;ne)
aşıhmak, [aş-ıh-mak / aş-ık-m ak {eAT} gçsz.
f [-ur] Acele etmek. {OsT} sf. 1. Âşığa yakışır biçimde. 2. Konusu aşk
olan veya içinde aşk geçen. 3. Âşıkçasına, kendin
âşık1, -ğı [Ar. ‘ışk (sevgi) > ‘âşık J^ U ] {OsT} is. 1. den geçmiş durumda. 4. Aşk duygusu kamçılayan;
Çekici bir nesneye karşı sevgi besleyen. 2. Aşırı lirik.
seven kimse. 3. Karşı cinsten birine gönülden bağlı âşıki, [Ar. ‘âşıkî ,_/^Lp] (a;şıki;) {OsT} sf. Aşkla ilgili;
olan kimse; imre; emre; karasevdalı; mecnun. 4.
sevgiye ilişkin,
Birbirini seven iki cinsten çoğunlukla erkeğe veri
len isim. 5. Saz çalarak şiirler okuyan gezici halk âşıkin, [Ar. ‘âşıkîn jv ^ U ] (a:şıki;n, k kalın söylenir)
şairi. 6. tasvf. H er türlü dünya gailesi ve dünya ni {OsT} is. Âşıklar,
meti sevgisinden uzaklaşmış, bütün sevgisini A l âşıklama, [âşık-la-ma] {ağız} is. Âşık adı verilen saz
lah’a adamış derviş. 7. sf. Seven; algın; meftun; şairlerinin sazları eşliğinde söyledikleri türkü. [DS]
vurgun. 8. mec. Dikkatini toplayamayan. S âşığı aşıklama, [aşık-la-ma] {ağızj is. Atların arka ayak
olmak, B ir şeyin çok meraklısı olmak.|| âşık hikâ bileğinin bükülmesi ile meydana gelen topallama.
yeleri, Aşık denilen saz şairleri tarafından düzen [DS]
lenen ve yine onlar tarafından saz eşliğinde anlatı âşıklamak, [âşık-la-mak] {eATj g ç sz .f. [-r] Â şık ol
lan hikâyeler. || âşık-ı bî-karâr, K ararsız âşık. || mak; sevdalanmak,
âşık-ı sâdık, Son derece bağlılık gösteren âşık.|| âşıklık,ğı [âşık-lık] is. Â şık olm a durumu,
âşık-ı şeydâ, D elicesine âşık olan kim se.|| âşık-ı
aşıkmak, [aş-ıhmak / aş-ık-m ak j ^ i T ] {eATj {ağızj
zâr, A şk derdinden inleyen âşık.|| âşık kahvehane
leri, A şık denilen saz şairlerinin toplum önünde gçsz. f. [-ur] Acele etmek. [DS]
birbirleri ile atıştıkları, saz çalıp şiir söyledikleri aşıksız, [aşık-sız] sf. Hızlı yürüyen,
kahvehaneler; sem ai kahveleri.\\ âşık olmak, Karşı âşıktaş, [âşık-taş] is. Birbiri ile gönül eğlendiren ka
cinsten birini çok sevmek.\\ âşık postu, tasvf. Bek dın ve erkek; oynaş,
taşîlikte nasip alacak dervişin oturduğu kapının âşıktaşlık, -ğı [âşık-taş-lık] is. Aşkı ciddiye almadan
yanında eşik dibine konulmuş post. || âşık yolu, K ı sadece gönül eğlendirmek. 0 âşıktaşlık etmek,
rık çizgili bir kenar süsü; meandr.\\ âşık yolunu (Erkek ve kadın için) sevgiden uzak sadece gönül
şaşırdı, Birbirinin yolunu keserek düzenli zikzaklar eğlendirmek.
oluşturarak m eydana getirilen bir nakış türü. aşılak, -ğı [aşı-la-lc] {ağızj is. 1. Aşılanmış ağaç; aşı
aşık2, [aş-ık] {eAT} is. Akıntı; cereyan. lama. 2. Buz ya da kar katılarak soğutulm uş su.
aşık3, -ğı [eT. aşuk] is. 1. A yak bileğindeki kısa ke [DS]
mik. 2. Eğim li çatılarda eğik çatı m erteklerini tutan aşılama, [aşı-la-ma] is. 1. Aşı yapm ak işi ve işlemi.
makas kirişlerine yatay olarak yerleştirilm iş kalas; 2. Aşı yapılmış ağaç. 3. Düşünce yayma. 4. sf. Aşı
aşırma. 3. Mekanik parçalarda her tarafa dönmeyi lanmış. 5. Kuyuya sarkıtılarak soğutulmuş. 6. Bir
sağlamak için kullanılan küre biçimindeki oynar birine karıştırılmış içecekler,
parça. S aşığı alçı oturm ak, Talihi, şansı açık ol- aşılamak, [eT. aşu > aş-ı-la-mak] gçl. f. [-r] [-(!)-
mamak.\\ aşık altı, anat. A şık kem iği altında bulıt- yo r] 1. V ücutta bağışıklık sağlamak için aşı sıvısı
nan.|| aşık altı eklem i, anat. A şık kemiğinin topuk vermek. 2. İstenilen türde bir bitki elde etm ek için
kemiği ile yaptığı eklem. || aşık atmak, 1. A şık oyu anaç üzerine göz veya kalem yerleştirmek. 3. Hay
nunda karşılıklı olarak aşık kemiği atarak oyna vanları çiftleştirmek; ilkah etmek. 4. mec. B ir fikri
mak. 2. mec. Kendinden daha üstün ve yetenekli çevresine benimsetmek. 5. İçecekleri buz veya ku
birini geçmeye veya yenm eye çalışmak; rekabete yu içinde soğutmak. 6. Çok soğuk olan içecek ile
kalkışmak; boy ölçüşmek.\\ aşığı cuk (bek, bey, daha ılık olanını karıştırarak içilebilir ısıya yük
çift) oturm ak, 1. A şık oynarken kem iği en iyi ko seltmek. 7. Seyrek çıkan tohum veya bir kısm ı tut
numda düşürmek. 2. mec. İşlerin arzuya uygun m ayan fideler için araları doldurm ak amacıyla boş
gerçekleşmesini sağlamak; işi rast gitm ek.|| aşık luklara ekim ve dikim yapmak. 8. {ağız} Katmak;
kemiği, Tavla zarı gibi kullanılan koyun ve keçi karıştırmak. [DS] 9. Eski b ir eşyayı, genellikle gi
bacaklarından çıkarılan, her yü zü değişik özellikler yecek türü şeyi yenilemek; tam ir etmek. 10. Hasta
arz eden altı yüzlü kem ik oyun aracı. || aşık takozu, lığını bir başkasına geçirmek.
flI Ü M I O r a M .3 3 2
M L
aşılanma, [aşı-la-n-ma] is. A şılanmak işi. yavaş yavaş yıpratmak. 4. mec. B ir yere bezdire
aşılanmak, [aşı-la-n-mak] e d il.f. [-ır] 1. Aşı yapıl cek, bıkkınlık verecek kadar pek çok defa gidip
mak. 2. B iri tarafından kendisine aşı uygulanmak. gelmek.
3. (Dişi hayvan için) erkeği ile çiftleştirilerek gebe aşmdurnıak, [aşm-dur-mak] {eT} g ç l . f [-ur] Geçin
kalmasını sağlanmak. 4. dönşl. f. Aşı olmak. S. dirmek. [Yüknekî]
gnşl. Hastalanmak. 6. mec. Birinin yaymaya çalış aşınım, [aşın-ım] is. A şınm ak işi ve sürecinin sonu
tığı fikirleri benimsemek, cu.
aşılatma, [aşı-la-t-ma] is. Aşı yaptırma, aşınma, [aşm-ma] is. 1. A şınm ak işi. 2. Yıpranma;
aşılatmak, [aşı-la-t-mak] g çl.f. [-ır] Aşı yaptırmak, eskime; incelme. 3. Sel, rüzgâr, buzul gibi etkenle
aşılı, [aş-ı-lı] sf. Aşılanmış, kendisine aşı uygulanmış rin toprak parçasını, kayacı parçalaması ve sürük
olan. leme işi; erozyon; aşınım; itikal.
aşılma, [aş-mak > aş-ıl-ma] is. A şılmak işi. aşınm ak1, [eT. aşğm -mak > aşm-mak] dönşl. f. [-ır]
aşılmak, [aş-mak > aş-ıl-mak] ed il.f. [-ır] 1. Aşmak 1. Sürtünmekten dolayı incelmek; eprimek. 2. Çı
işi yapılmak. {eT} (aym) 2. Biri tarafından bir dağ kıntıları, pürüzleri gitmek. 3. Eskimek, yıpranmak.
beli, bir engel geçilmiş olmak; {eT} sınırı geçmek. aşınmak2, [âş-mak > aş-ı-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
[EUTS] [İKPÖy.] 3. B ir güçlüğün yenilmesi. 4. {eT} Öne geçmek.
Çoğalmak; artmak. [İKPÖy.] [Gabain] aşınmak3, [aş-ın-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] (Hayvan
aşılmaz, [aş-ıl-maz] sf. Altından kalkılması, yenil için) çiftleşme isteğinde bulunmak; kızışmak. [DS]
mesi, üstesinden gelinmesi veya üzerinden geçil aşınmaz, [aşm-maz] sf. 1. Dış etkenlere karşı daya
mesi imkânsız. nıklı. 2. K olay kolay aşınmayan. 3. Sağlam, daya
nıklı.
aşım 1, [aş-ım] is. 1. Erkek bir hayvanın kızışmış hâl
deki dişisiyle çiftleştirilmesi. 2. mat. Bir kümenin aşınmış, [aşm-mış] sf. 1. Yıpranmış; eskimiş; sivrilik
elemanlarının belirli niceliklere göre dizisi. S1 aşım ya da keskinliği gitmiş olan. 2. mec. Canlılığını,
mevsimi, D işi hayvanların kızgınlık gösterdikleri önemini ve etkisini yitirmiş olan,
zaman.\\ aşım rampası, Büyük baş hayvanların aşıntı, [aşm-mak > aşın-tı] is. 1. Aşınmış yer. 2.
çiftleştirilmesi sırasında kullanılan özel basamaklı Aşınm aya uğram a durumu. 3. {ağız} Gedik. [DS]
yer. aşır, -şrı [Ar. 'aşer > ‘aşr] {OsT} is. 1. On. 2. Onluk
aşım2, [aş-ım] {ağız} is. Çulda tek inen nakış. [DS] elde etme. 3. K ur’an-ı K erim ’den okunan on ayet-
aşınabilir, [aşm-a+bil-ir] sf. tekst. (Boyar madde i- lik bölüm. 4. {ağız} Aşure. [DS]
çin) aşındırıcı etkisine açık, aşıra, [aş-ır-a] {ağız} is. Balkom [DS]
aşındıran, [aşın-dır-an] is. ve if. 1. A şındırma özel aşıramento, [aş-ır-(a) + İt. -mento] is. argo. 1. H ır
liği olan. 2. Canlı dokuların özelliğini yavaş yavaş sızlık, çalma, aşırma. 2. Hırsızlık mal. S aşıra
bozan. S1 aşındıran süblime, kim. Cıva iki klorü- mento etmek, Çalmak.
rü. aşırı, [aşır-mak > aşır-ı] sf. 1. Bir şeyi aşarak; bir
aşındırıcı, [aşın-dır-ıcı] is. ve sf. 1. A şındırma işle şeyin üzerinden aşırarak. 2. Alışılagelen ölçü ve
mini yapan; aşındıran. 2. tek. Basınç altında yum u düzenin üstünde. 3. K arar sayılan bir miktarı ge
şak bir maddenin pürüzlerini koparan sert ve kesici çen. 4. Varlığını ve etkisini kişiyi bunaltacak dere
m ineral madde. 3. tekst. Kimi boyar m addeler üze cede hissettiren. 5. Toplum içinde kamuoyunun
rinde bozucu etkisi olan indirgeyici kimyasal etken. büyük bir bölüm ü tarafından kabul gören düşünce
fi1 aşındırıcı kafa, Mermer parlatm a makinelerin ve davranışların dışına çıkan; müfrit; fanatik; sivri.
de kullanılan döner taşlama taşı. 6. Toplumca benim senen değer ölçülerine ters dü
aşındırıcılık, [aşm-dır-ı-cı-lık] is. 1. Aşındırıcı olma şen; sapık; marazi. 7. zf. Gereğinden çok fazla; öl
durumu, 2. Aşındırıcı bir nesnenin aşındırma özel çüsüz; fahiş. 8. Yasalarca izin verilen sınırın üstün
liği. 3. M aden ocaklarındaki kayaçlarm kendisine de. 9. Öte, ileri. «D ağ aşırı. D eniz a şırı.» S aşırı
sürtünen makine parçalarını aşındırma özelliği, basınç, Atm osfer basıncının çok üstünde olan ba
aşındırma, [aşm-dır-ma] is. 1. Akarsu tarafından sınç.(| aşırı belleın, Öğrenip akılda tutma yeteneği
toprağın taneciklerinin alıp götürülmesi; sürükle nin çok fa zla oluşu. || aşırı besi, Çok fa zla yem ek
me. 2. Deniz dalgalarının kıyıdaki yerli kayalarda yem e veya yedirme. || aşırı birikim, Sermayenin iş
meydana getirdiği yıpranma. 3. Sun’i lifleri kesikli gücüne oranla çok daha fa zla gelişmesi.\\ aşırı boş
lifler hâline getirme, aşındırma baskı, Boyan luk, Çok ileri seviyedeki basınç düşüklüğü.\\ aşırı
mış bir kumaşın üzerine aşındırıcı uygulam ak sure doldurma, İç yanm alı motoru atmosfer basıncın
tiyle yapılan baskı. dan daha yüksek basınçtaki hava ile besleme. \\ aşı
aşındırmak, [aşm-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bir şeyin rı doldurm asız, Silindirleri atmosfer basıncı ile
aşınmasını sağlamak; yıpratmak. 2. Bir şeyin aşın beslenen içten yanm alı motor.\\ aşırı doygun,
masına yol açmak; eskitmek. 3. Kimyasal etki ile M agma kayaçlarmın aşırı derecede kuvars içerme-
ru M lK S Ğ M .333 A ŞI
si.|| aşırı doym a, Doyma sınırının üstüne çıkmış ma. [DS] 14. {ağız} B ar denilen halk oyunu. [DS] S
bir sıvının durumu.|| aşırı d oym ak, D oyma hâline a şırm a kayış, Dönme gücünü aktarmak için kas
denk gelen derişmeyi aşmak. || aşırı d u y u , D okun naktan kasnağa geçirilen çember şeklindeki kayış.
ma duyusu ile ilgili olarak uyarana karşı aşırı has aşırm acılık, [aşırma-cı-lık] is. B ir başka yazarın ese
sas olma hâli; anaftaksi.\\ aşırı erim e, B ir madde rinden konu veya şekil almak,
nin erime sıcaklığı altında da sıvı hâlde kalabilme a şırm ak , [aş-mak > aş-ır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bir
si hâli.|| aşırı fin an sm an , K redi kuruluşunun, kredi nesneyi yüksek bir şeyin üstünden öte yana geçir
isteyenin gerçek ihtiyacından fa zla miktarda kredi mek. 2. Tehlike altındaki bir şeyi acele oradan
açması durumu.\\ aşırı gitm ek, Beklenen davranış uzaklaştırmak. 3. argo. Çalmak; yürütmek. 4. Sı
tan daha fazlasını göstermek; ölçüyü kaçırmak; kıntılara göğüs gererek güçlükleri yenmek; atlat
usandırmak,|| aşırı hız, Olağan hızdan daha yüksek mak;. savmak. 5. Bir besteden diğerine geçmek. 6.
hız. || aşırı o tlatm a, biy. Otlatılan hayvan sayısının {ağız} Erkek hayvanı dişisi ile çiftleştirmek. [DS] 7.
çokluğu y a da otlatma süresinin uzunluğu sebebiy {ağız} Yüklü hayvanın yükünü yıkmak. [DS] 8.
le meranın çıplak alana dönüşmesi durumu.\\ aşırı {ağız} Savmak; atlatmak. [DS] 9. {ağız} Y olcu et
taşırı, Çok aşırı, çok fa zla miktarda; mübalağalar mek; uğurlamak. [DS] 10. {ağız} İşini görmek; be
la.|| aşırı uç, Politikada en sağ ve en sol kanattaki cermek. [DS]
yıkıcı ve yıpratıcı güçler. || aşırı ü re tim , B ir malın aşırm asyon, [aşır-ma + Fr. -tion] is. argo. Çalma,
talep miktarının üstünde üretimi, hırsızlık.
aşırıcı, [aşırı-cı] sf. 1. Siyasal olarak kabul edilmesi a şırt, [aş-mak > aş-ır-t] {ağız} is. B ir tepe ya da
mümkün olmayan görüşler ortaya atan. 2. Bir öğre yamacın arkada kaldığı için görünm eyen yüzü; ileri
tiyi aşırı sınırlarına kadar götüren, arka taraf. [DS] S a şırtta k alm ak , {ağız} Bir doğal
aşırıcı, [aşır-mak > aşır-ıcı] sf. A şırma işini yapan, engel yüzünden geride kalarak görünmemek. [DS]
aşırıcılık, -ğı [aşırı-cı-lık] is. Kabul edilmesi müm aşırtı, [aşır-tı] is. 1. Aşırılmış, çalınmış olan. 2. Bir
kün olmayan siyasal görüş sahibi olmak, kim senin sorumluluğu altında bulunan bir maldan
aşırılık, -ğı [aşırı-lık] is. 1. Aşırı olm a durumu; veya paradan bir kısmını çalması; ihtilas.
abartı; mübalağa. 2. Aşırı olan şeyin niteliği; ifrat. a şırtıc ı1, [aşırt-mak > aşırt-ıcı] sf. Aşırtmak işini ya
S aşırılığa kaçm ak, Toplumun beğeni ve değer pan.
yargılarının dışına çıkmak; ölçüyü kaçırmak; ifrata a şırtıcı2, [aşırtı-cı] is. A şırtı yapan kimse; muhtelis.
kaçmak.
a şırtm a , [aşır-t-ma] is. 1. A şırtm ak işi. 2. Kaçırma;
aşırılm a, [aşır-ıl-ma] is. A şırılm ak işi. gizleme. 3. Yaşmağın üst parçası. 4. {ağız} Panto
aşırılm ak, [aşır-ıl-mak] ed il.f. [-ır] 1. Üzerinden ge lon askısı. [DS] 5. {ağız} K adın geceliklerinin omuz
çirilmek. 2. Bir yerden aktarılmak; (bilgi) çalın askısı. [DS] 6. {ağız} Eyerde terki, semerde kolan
mak. 3. argo. Çalınmak, bağı. [DS] 7. {ağız} Aralıklı ve atlamalı dikiş. [DS]
aşırım, [aşır-ım] {ağız} is. Seyrek dikiş. [DS] 8. sf. Üstten atılan, aşırtılan. 9. Çalıntı,
aşırlam ak, [aşır-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] aşırtm aca, [aşır-t-maca] zf. Gizlice; göz ucuyla,
1. İri iri ve araklıklı olarak dikmek. 2. İki parçayı aşırtm aç, [aşırt-maç] {ağız} is. 1. Semer paldımının
üst üste koyup kenarlarından dolanarak dikmek. aşağıya düşmemesi için sağrı üzerinden ve iki yan
[DS] dan paldıma bağlanan kemer. 2. Doğal engebelerin
aşırm a, [aşır-ma lojyiT] is. ve sf. 1. Aşırmak suretiyle arkada kaldığı için görünmeyen yüzü. 3. sf. Çok.
yapılan; aşırtma. {eAT} (aym) 2. Birbiri üzerinden [DS]
geçirilip bağlanan şeyler. 3. Eğimli çatılarda eğik a şırtm a k , [aşır-t-mak] g ç l.f. [-ır] 1. B ir şeyi yüksek
çatı merteklerini tutan makas kirişlerine yatay ola bir yerden öte tarafa geçirmeyi sağlamak; atlatmak.
rak yerleştirilmiş kalas; aşık. 4. argo. Çalıntı. 5. ed. 2. Tehlikeyi, sıkıntıyı savuşturmasına yardımcı ol
Bir eserden kaynak göstermeden alınan veya ken mak. 3. argo. Çaldırmak,
disininmiş gibi gösterilen; intihal. 6. Üstünden su aşıru , [âşırü jyiT] {eAT} sf. Aşağı,
yun akmasına izin verilecek şekilde yapılan bent. 7. aşısız, [aşı-sız] sf. Aşı yapılmam ış olan,
{ağız} Küçük bakraç; kova. [DS] 8. {ağız} Pantolon
aşısızlık, -ğı [aşı-sız-lık] is. Aşısız olma hâli,
askısı. [DS] 9. {ağız} Boyuna asılan fişeklik. [DS]
10. {eAT} {ağız) Semer paldımının aşağıya düşm e aşışm ak, [aş-mak (çiftleşmek) > aş-ış-mak
mesi için sağrı üzerinden ve iki yandan paldıma {eAT} işteş f. [-ur] (Flayvan için) çiftleşmek veya
bağlanan yün veya kayış kemer. [DS] 11. {ağız) Bo erkek hayvanlar birbiri ile aşarmış gibi birbiri üze
yuna veya omuza asılan muska, hamaylı bağı. [DS] rine çıkmak.
12. {ağız) Abartılı konuşma; mübalağa. [DS] 13. aşıt, -dı [âş-mak (geçmek) > aş-ıt] is. 1. Küçük bir a-
spor, {ağız} Yağlı güreşe başlarken sağ kolunu, has karsuyu veya hendeği geçmek için yapılan küçük
ırımın sağ omzundan aşırıp belindeki kuşaktan tut köprü. 2. Dağ geçidi. 3. {ağız} Siper; kuytu yer.
I
ML lie MCEM . 334
[DS] 4. {ağız} Gözün göremediği yer; uzak. [DS] 5. aşinalık, -ğı [aşina-lık] (a:şina:lık) is. 1. Birbirini
{ağız} Dağ ve tepelerin üzerinden arka tarafa aşıla tanıma; tanışıklık. 2. Tanışıklığı gösterir tutum ve
cak yer. [DS] 6. {ağız} Tepe ve dağın görünmeyen davranış. S aşinalık duymak, Yakınlık hissetmek,
arka yüzü. [DS] 7. {ağız} Zahire koymak için ev içi tanımak.|| aşinalık etmek, Yakınlık duyduğu ve
ne kazılan çukur. [DS] 8. {ağız} Yatak yorgan konu tanıdığını belli etmek; selamlamak.|| aşinalık gös
lan evin bölmesi. [DS] 9. {ağız} sf. Gizli. [DS] termek, Tanıdığını belli etmek; ilgilenmek.
aşıtlamak, [aşıt-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] aşinayan, [Far. âşinâyân jlL ^ T ] (a:şina:ya:n) {OsT}
1. Utanmak. 2. Gizlice, dikkatten kaçırarak bir ha
is. 1. Tanıyanlar; bilenler; anlayanlar. 2. Tanışıklık
rekette bulunmak. 3. gçl. İri iri teyellemek. [DS]
lar; dostluklar.
aşıtmak, [eT. aşğı-t-mak] {eAT} gçl. f. [-ur] A şın
dırmak. aşinayi, [Far. âşinâyl (a;şina;yi) {OsT} is. Ta
aşi1, [Far. aşı ^ T ] (a:şi:) {OsT} is. Aşçı. nıdık olm a durumu; dostluk; ahbaplık,
aşine, [Far. âşine tıiT] (a;şine) {OsT} is. Yumurta,
aşi2, [Ar. ‘aşı Lrip] (aşi:) {OsT} sf. 1. Gece körlüğüne
aşinos, [Yun. ahinos] {ağız} is. Deniz kestanesi. [DS]
yakalanmış. 2. is. Akşam. 3. Akşam yemeği.
aşir1, [Ar. 'aşer (on) > ‘uşr (onda bir) > ‘âşir _^U]
aşi3, [Ar. ‘âşî ^ I p ] (a:şi:) {OsT} sf. Akşam yemeği
(a:şir) {OsT} sf. 1. Onuncu. 2. is. İm paratorluk dö
yiyen.
neminde, tarım ürünlerinden alınan onda birlik
aşi4, [Ar. câşı / 'âşiye / ^ U ] (a:şi:) {OsT} sf. vergiyi toplayan mem ura verilen ad.
Gidip uzaklaşan, aşir2, [Ar. ‘aşer (on) > ‘aşır (aşi:r) {OsT} sf. 1.
aşib, [Ar. 'aşib v - ^ ] {OsT} sf. Çok otlu. Onda bir. 2. is. K u r’an-ı K erim ’den herhangi bir
aşib, [Ar. ‘aşib (aşi.b) {OsT} sf. Bol otlu; daha toplulukta okunan on ayetlik bölüm. 3. Yakın arka
daş. 4. Eş, koca,
çok otlu.
aşiran, [Far. ‘aşıran 01 (aşi:ra:n) {OsT} is. müz.
aşifte, [Far. aşüften (aklı karışmak) > aşüfte 4xül]
Türk musikisinde mi perdesi üzerinde uşşak ile
(a:şifte) {OsT} is. -*■ aşüfte,
buselik dizisinin birleşm esi suretiyle yapılmış Hü-
aşihe, [Far. âşıhe H (a:şi:he) {OsT} is. Kişneme. seynî aşiran makamının ve perdesinin kısaltılmışı.
aşik, [Ar. ‘aşık J ^ ] (aşi:k, k kaim söylenir) {OsT} fi3 aşiran perdesi, Türk musikisinde orta sekizlide
ki mi notasının adı; hüseynî aşiran.
sf. Çok âşık; karasevdalı,
aşiren, [Ar. ‘aşer (on) > ‘uşr (onda bir) > ‘âşir > ‘âşi-
aşikâr, [Far. âşkâr jlSLiT] (a:şikâ:r) {OsT}sf. 1. Gözle
ren f ^ it] (a:şiren) {OsT} zf. 1. Onuncu olarak. 2.
görülebilen; meydanda. 2. Belirli; açık. 3. İnkâr
edilemez. 4. İspata gerek kalmayan. 5. zf. A çık bir Onuncu sırada,
şekilde; saklamadan; açıkça. S aşikâr etm ek, 1. aşiret, [Ar. ‘aşiret O ju it] (aşi:ret) {OsT} is. 1. Kökü
M eydana çıkarmak. 2. B elli etmek. || aşikâreye aynı olan, birlikte yaşayan ve birlikte konup göçen
vurmak, Meydana çıkarmak. | aşikâr kılmak, Or insan topluluğu. 2. B ir soya bağlı ve yerleşik olm a
taya çıkarmak; belli etmek; açığa vurmak. || aşikâr yan halk; konar göçer; göçebe. 3. Kabile; uruk;
olm ak, Ortaya çıkmak, belli olmak.
boy; oymak. 4. Sivas dolaylarında oynanan bir ha
aşikâre, [Far. âşkâre ojlS^sJ] {OsT}zf. Saklamaya giz lay.
lemeye gerek görmeden; belli ederek; açık olarak; aşivada, [Yun. ahivada] {ağız} is. zool. Deniz böceği,
açıkça. (Cardium edule). [DS]
aşikâren, [Far. âşkâr > Ar. -en IjlSLiT] (a:şikâ:ren) zf. aşiy, -yyi [Ar. ‘aşiyy L^s-] {OsT} is. Günün batması;
A çık olarak. akşam.
aşina1, [Far. şinâhten (tanımak) > âşnâ l^iî] (a:şina:) aşiyan, [Far. âşiyân ö^-iT] (a;şiya:n) {OsT} is. 1. Kuş
{OsT} sf. 1. Bildik; tanıdık. 2. Bilgisi olan; bilen. 3. yuvası. 2. Ev; bark; yuva. S âşiyân-gîr, Yuva tu
is. Bildik tanıdık kimse; yakın kişi. 4. Dost. 5. zf. tan; yuvalanan.\\ âşiyân-ı aşk, Aşkyuvası.\\ âşiyân-
ı harâb, Yıkık yuva. || âşiyân-ı mürg-i dil, Gönül
Tanıdık bir şekilde; dostça. S aşina çıkmak, Ta
kuşunun yuvası. “Aşiyan-ı m ürg-i dil zülf-i p erişa
nımak. bilmek.\\ aşina gelmek, Tanıdık çıkmak.\\
nındadır / Kande olsam ey p eri gönlüm senin y a
aşina kılmak, İki kişinin birbirini tanımalarını, ilgi
nındadır. ” Fuzulî || âşiyân-sâz, Yuva yapan, y e r tu
ve yakınlık duymalarını sağlamak.\\ aşina olmak,
tan.
Tanıdık, bildik, ahbap olmak.
aşiyye, [Ar. ‘aşiyye v H {OsT} is. 1. Akşam. 2. Öğ
aşina2, [Far. âşnâ l^iT] {OsT} sf. Suda yüzen.
leden sonra.
diüKEn mmsflzıoK «335 AŞK
aşk, [Ar. ‘ışk > ‘aşk {OsT} is. 1. B ir kişiyi, karşı lecek bir iş yapana söylenen takdir sözü; aferin. 2.
(Cümle vurgusu başta.) Beğenilmeyecek bir davra
cinsten birine bağlayan, güçlü ruhsal ve bedensel
nış için sitem sözü. 3. içki meclislerinde söylenen
duygu; sevda; sevgi; sevi. 2. gnşl. Sevgi ilişkisi. 3.
iyi dilek sözü. || aşk olsun, aşkın cemal olsun,
Bir şeye karşı aşırı düşkünlük. 4. tasvf. A llah sev
Kendisine niyaz eden dervişe şeyh “A şk olsun. ”
gisi. 5. B ir ideale veya yüce tanınan değere bağlı
der; derviş de “aşkın cemal olsun. ” karşılığını ve
lık. 6. Heyecan; coşkunluk. S1 aşka dalmak, Sevgi
rir. || aşk pazarı, mec. Sevgiden başka hiçbir şeyin
içinde kendini kaybetmek. || aşka düşmek, A şık ol
önem taşımadığı yer; sevgi dünyası.|| aşk-perver,
mak; sevdalanmak; vurulmak; tutulmak; sevda
Aşkı besleyen; aşkı artıran. || aşkta kazanmak, 1.
lanmak.,|| aşka esir olmak, Bütün gücünü sevgi
Sevdiğinden karşılık görmek. 2. Sevilmek.\\ aşktan
yolunda harcamak. || aşka gelm ek, B ir işi yapm ak
anlamak, Sevginin ve sevmenin değerini takdir
için içinde güçlü bir istek duymak; istekle yapmak. ||
etmek; aşk erbabı olmak; aşk ehli olmak. || Aşk
aşka kul olmak, Bütün gücünü sevgi yolunda har-
Tanrısı, mit. Yunan mitolojisinde okları ile insan
camak.\\ aşk ateşi, Aşkın ıstırap verici özelliği.\\
ları kalbinden vuran y a da kalpleri tutuşturan sevgi
aşk badesi, Saz şairlerinin rüyalarında sevgilileri
tanrısı; E ros.|| aşk u sevda, Çok derin sevgi.\\ aşk
veya pirleri elinden içtikleri, âşıklık ve şairlik nasi
u şevk, Derin sevgi ve bunun heyecanı.|] aşk ve
binin verildiğinin nişanesi olduğu söylenen içki. ||
meşk, İçten gelerek yapılan çalıp söyleme. || aşk ve
aşk-bâz, 1. A şk oyuncusu. 2. Sevm ediği hâlde sever
niyaz, tasvf. D ervişler arasında selam ve tevazu
görünen.|| aşk câmı, ed. Saz şairlerinin aşk bade
gösterm e.|| aşk vermek, Şeyhin dervişin selamına
sini içtikleri kadeh. || aşk çilesi, Sevgi yüzünden çe
karşılık vermesi. || aşk yapmak, B irisi ile cinsel
kilen, katlanılan sıkıntılar. || aşk deryası, Sevgi de-
ilişkide bulunmak; sevişmek\\ aşk yolu, Sevgiye
nizi.|| aşk ehli, 1. Gönlü sevgi dolu kimse. 2. Sevgi
götüren yol; reh-i aşk. || aşk yuvası, 1. Sevgi ve
den anlayan kimse.|| aşk elinden, Sevgiyüzünden.\\
m utluluk dolu ev. 2. Sevgililerin buluşup seviştikle
aşk erbabı, 1. Gönlü sevgi dolu kimse. 2. Sevgiden
ri yer. 3. Yasal olmayan cinsel ilişkide bulunulan
ve sevenin hâlinden anlayan kimse. || aşk etmek, 1.
ev, oda.
Vermek. 2. (Tokat için) atmak; vurmak. 3. Tutuş
turmak.|| aşk gecesi, Sevişerek geçirilen gece. || aşk a ş k â r ', [Far. âşkâr jlSLiT] (a;şkâ:r) {OsT} sf. -*■ aşi
günahı, Yasak sevişmenin sonucu] | aşk-ı cismânî, kâr.
Tensel arzulara dayanan sevgi; maddi aşk.\\ aşk-ı
aşkar2, [Ar. şakar (koyu olmak) > aşkar yi^l] {OsT}
derün, Gönlün içinde, derinliklerinde olan sevgi. ||
aşkı domalmak, {ağız} Şevke gelmek. [DS]|| aşk-ı sf. 1. Koyu al. 2. (Kişi için) kızıl saçlı adam. 3.
eflatunî, Platonik aşk.|| aşk-ı fazl u hak, D oğruluk {ağız} Sarı saçlı adam. [DS] 4. D oru at. 5. {ağız} Kiri
ve fazilet sevgisi.\\ aşk-ı füsflnkâr, Büyüleyici aşk. || çıkarılamayan beyaz çamaşırların donuk rengi.
aşk-ı hakîki, Maddeye bağlı olmayan, gerçek sev- [DS] 6. {ağız} A çık sarı boya. [DS] 7. {ağız} Saçının
gi.\\ aşk-ı İlahi, Allah sevgisi.|| aşk ile, Kendinden ön kısm ı dökülmüş adam. [DS] 8. {ağız} Çil. [DS] 9.
geçercesine; gönülden.\\ aşkım, Sevilen kimseye {ağız} Hayvanların başındaki beyazlık. [DS] 10.
hitap sözü. || aşk-ı makhûr, Kahırdan mahvolmuş {ağız} Edepsiz kadın. [DS] S aşkar gözi, {eAT} Bir
aşk.|| aşk-ı marazı, D üzensiz bir ruh hâlini yansı tür içki kadehi.
tan anormal sevgi; karasevda.\\ aşk-ı m ecazî, A l aşkar3, [Ar. eşkâl => aşkar? / aşğar] {ağız} is. Şekil;
lah sevgisine ulaşmak için onun yarattığı geçici biçim; eşkal; nişan. [DS] S aşkarı bozuk, {ağız} 1.
suretlerden birini sevme. || aşk-ı mem nu, Yasak Çirkin; biçimsiz; yüzsüz. 2. Sözüne güvenilmez kişi.
aşk.|| aşk-ı mürde, Ölmüş, y o k olmuş aşk.\\ aşkın [DS]
dan çıldırmak, Sevgide aşırı davranmak; mecnuna aşkar4, [Far. aşhar (potas)] {ağız} is. 1. Ilık su. 2.
dönmek. || aşkından delirmek, Sevgide aşırı dav Küllü su. 3. K ök boya işlemine başlamadan önce
ranmak; mecnuna dönmek. || aşkından deliye dön uygulanan kimyasal işlem ve bu işte kullanılan sı
mek, Sevgide aşırı davranmak; m ecnuna dönmek.\\ vı. 4. Gübre ve küllü su gibi maddelerdeki asitli et
aşkından ölmek, Sevgide aşırı gitmek. || aşkından ken madde. 5. Renk. [DS] fi1 aşkar vermek, {ağız}
sapıtmak, Sevgide aşırı davranmak; m ecnuna dön- Boyayı tutturmak. [DS]
mek. || aşkını verm ek, Bütün sevgisini bir tek kişiye aşkarlamak, [aşkar-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
ayırmak. || aşk-ı ruhanî, M anevi sevgi; Allah sevgi- yor] 1. Kuru sebzeyi küllü su ile haşlamak. 2. Ye
si. || aşk-ı sehhâr, Büyüleyici aşk. || aşk itmek, meği baharat ile terbiye etmek. 3. Derileri tanenli
{eAT} Sevgi ve saygı sunm ak.|| aşk izdivacı, Eşlerin bitkilerle terbiye etmek. 4. Y ün ya da pam uğu bo
birbirini severek yaptıkları evlenme. || aşk kadehi, yamadan önce kimyasal işlemden geçirmek. [DS]
Saz şairlerinin aşk badesini içtikleri kadeh. || aşk
aşkarlanmak, [aşkar-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
macerası, Kalıcı olmayan, gelip geçici sevgi ve
1. içerlem ek; sıkılmak. 2. K ir tutmak. [DS]
sevişme olayı.\\ aşk odu, Aşkın ıstırap verici özelli
aşkarsız, [aşkar-sız] sf. 1. Yüzsüz; biçimsiz; sevim
ği-H aşk olsun, 1. (Cümle vurgusu sonda.) Beğeni
AŞK o iü e m c îfflL ü ii.
siz; çirkin. 2. Herhangi bir iz, belirti veya nişanı yırtık yerlerini örerek onarmak. [DS] 3. {ağız} Ya
bulunmayan. mamak. [DS]
aşkefza, [A r.‘aşk+Far. efzâ Ijil jj-î*] (aşkefza:) {OsT} aşlamak2, [aş (yemek) > aş-la-mak] {eT} gçl. f. [-r]
Yemek; içmek; gıda almak. [İKPÖy.] [EUTS]
is. müz. Türk musikisinde Kürdi makamın hüseyni
aşlamak3, [aş-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Kat
(mi) perdesindeki göçürüm ü ile elde edilen bir m a
mak; karıştırmak. 2. {ağız} Aşı yapmak. [DS] 3.
kam.
Sebze fıdesi dikmek,
aşkı, [aç-mak > aç-kı] {ağız} is. Oklava. [DS]
aşlamalık, -ğı [aş(ı)-la-ma-lık] is. Fidanlık,
aşkılık, -ğı [aç-mak > aç-kı-lık] {ağız} is. 1. B ir tür
aşlanmak, [aşla-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Bir şeye
anahtar. 2. B ir tür yufka böreği. [DS]
göz dikmek; ağzı sulanmak. [EUTS]
aşkın1, [aş-mak > aş-kın] sf. 1. Aşmış olan; geçmiş
aşlaşturu, [aşla-mak > aş-la-ş-tur-u] {eT} zf. (Bağla
bulunan. 2. Belli bir süreyi ve zamanı geçen. 3. Be
mak için) iyice; sağlamca. [EUTS]
lirli bir ölçünün üstüne çıkan. 4. Fazla; çok. 5. Son
aşlatmak, [aşla-mak > aşla-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
ra. 6. fel. Deney dünyasının sınırları dışında. 7.
Kap kenetlenmek. [DLT]
{ağız} (Hayvan için) dişiye çok düşkün. [DS] S1 aş
kın sigorta, Malın değerinden fa zla sigorta değe- aşlık1, -ğı [aş-lık jJ-iT / jLiT] is. 1. Yemeklik; {eT}
n .|| aşkın taşkın, Giyeceklerden dışarı sarkacak {eAT} (aym). /Mühennâ] [DLT] 2. Yıkanıp tem izlen
şekilde çok fa zla iri, aşırı. dikten sonra kurutulan yemeklik buğday; zahire.
aşkın2, [ış-kın] {ağız} is. 1. Kuzukulağı; ışkın, (Ru- {eT} (aynı) [Mühennâ] [DLT] 3. {ağız} Buğday ve mı
m ex acetosa). 2 . A smanın yeni yeşeren dalları; taze sırdan yapılan çorbalık, bulgur gibi yiyecekler.
sürgünler. [DS] [DS] 4. {ağız} Yem eklik sebze. [DS] 5. {eT} Aşevi;
mutfak; yemekhane. [Gabain] [EUTS] S aşlık keş-
aşkına, [Ar. ‘aşk => aşk-ı-n-a] zf. 1. (Bir kutsal ya da
lik, Yemeklik sebzeler.\\ aşlık pilavı, Kızartılmış
değer için) uğruna; yoluna. 2. ünl. (İçki meclisinde) erişteden yapılan pilav.
şerefine; sağlığına, aşlık2, -ğı [aç-lık] {ağız} is. -*■ açlık. [DS]
aşkmlık, [aş-km-lık] is. Aşkın olma durumu, aşlıkçı, [aşlık-çı] is. Y iyecek şeyler müteahhidi.
aşkınsuz, [‘aşk-ın-suz j-SJLit] {eAT} sf. Senin aşkın Aşlis, [Sansk. aslesâ] {eT} öz. is. Bir yıldız adı.
olmadan; sevginden uzak olarak, [EUTS]
aşm a1, [aş-ma] is. 1. Aşm ak işi. 2. Bakırdan yapılan
aşki, [Ar. ‘aşk > ‘aşkı / ‘aşkiyye / ^yüp] (aşki:,
silindir biçiminde kova. 3. Erkek hayvanın dişi
k kalın söylenir) {OsT} sf. A şka ilişkin; aşkla ilgili; hayvanla cinsel ilişkide bulunması. 4. Hücum.
sevgi ile ilgili, aşma2, [aç-mak > aç-ma] is. 1. Kayısı, erik, şeftali
aşklı, [aşk-lı] sf. Aşk içinde; sevgi dolu, gibi m eyvelerin çekirdeği çıkarılarak kurutulması
aşku, [Far. âşkü / âşküb / _jSLiT] (a:şkû:) {OsTj işi. 2. Yufka.
is. 1. Tavan. 2. Tabaka; kat. 3. Gökyüzü; felek, aşm ak1, [eT. âş-mak ^«-iT] gçl. f [-ar] 1. Yüksekte
aşkuıısuz, [aşk-un-suz] sf. A şkın olmadıkça; aşkın bulunan bir engelin üzerinden öbür tarafa geçmek;
dan uzak olarak, bir şeyin üstünden geçmek. {eT} (aym) [ETY]
aşlagçı, [aş-lağ-çı] {eT} is. Kap kacak tamircisi [Mü [Gabain] [Tekin] [Mühennâ] 2. Bir uzaklığı geçip
hennâ] gitmek; kat etmek. 3. Kurallarla belirlenmiş bir
aşlak, -ğı [aş-(ı)-la-k] {ağız} is. 1. Aşılanmış, aşı davranışı aşırılığa vardırmak; sınırı geçmek. 4. Ön
yapılmış fidan. 2. İyi cins yemiş. 3. Eskidiği için ek de giden birini bilgi, beceri ve başarısıyla geçmek.
ve yam a yapılmış giyecek. 4. Kolsuz kadın bluzu. 5. Engel olarak görülen bir sorunun üstesinden gel
5. s f Budala; ahmak. 6. Cılız; çelimsiz. [DS] mek. 6. Belirli bir miktarı geçmek; taşmak. {eAT}
aşlalmak, [aşla-mak > aşla-l-mak] {eT} edil. f. [-ur] (aym) 7. Basmadan geçmek; atlamak. 8. {eT} Ço
Kap kenetlenmek. [DLT] ğaltmak artmak; çoğalmak. [EUTS] [Gabain] 9. {eT}
aşlam a1, [aş-la-ma] {ağız} is. 1. Aşı yapılmış fidan. 2. Bir tepeyi öbür yana geçmek; öne geçmek. [DLT]
Aşılanmış armut. 3. Yeni dikilmiş fidan. [DS] 10. Kaçmak; uzaklaşmak. S1 aşa gelm ek, {eAT}
Birden aşmağa başlamak.
aşlama2, [aş-la-ma] {ağız} is. 1. İçine buz veya kar
karıştırılarak soğutulmuş su. 2. Meyan kökü şuru aşm ak2, [er. âş-mak J«^T] {eAT} {ağız} gçl. f. [-ar]
bu. [DS] ö aşlama su, {ağız} İçine buz veya kar (Erkek hayvanlar için) dişisiyle çiftleşmek. [DS]
karıştırılarak soğutulmuş su. [DS] aşna1, [Far. âşnâ L^iT] (a:şna:) {OsT} sf. 1. Yüzen;
aşlama3, [aş-la-ma] {ağız} is. Eskimiş çorapları öre yüzücü. 2. is. Yüzme. 3. Yüzgeç. S âşnâ-ger, 1.
rek yapılan onarım. [DS]
Yüzücü. 2. Yüzgeç.|| âşnâ-gerî. Yüzücülük.\\ âşnâ-
aşlam ak1, [aş (kenet) > aş-la-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1. ver, 1. Yüzücü. 2. Yüzebilen şey veya insan. || âşnâ-
Kap kenetlemek. [DLT] 2. {ağız} Yün giyeceklerin verî, Yüzücülük,
aşna2, [Far. aşina / aşna liiT] (a:şna:) {OsT} sf. 1. Ta aşrulmak, [aş-(u)r-ul-mak] {eT} edil, f. [-ur] Tepe
nıdık; dost; aşina. 2. {ağız} Bilgili. [DS] 3. {ağız} den aşırılmak. [DLT]
Güler yüzlü çocuk. [DS] 4. {ağız} K adın tarafından aşsam ak1, [aş (yemek) > aş-sa-mak] {eT} gçsz. f. [-r]
sevilen erkek; dost; sevgili. [DS] S aşna fişne, I. Yem ek yemek istemek. [DLT]
argo. Gizli dost; oynaş. 2. {ağız} Dedikodusu, adı aşsamak2, [âş-mak > aş-sa-mak] {eT} gçl. f. [-r] T e
çıkmış kimse. [DS]|| aşna fişne etmek, 1. Gizli peyi aşmak istemek,
dostluk kurmak. 2. (Karşı cinsten iki kişi için) bir aşsatmak, [aş-sa-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Y emek ar
birlerinden hoşlandıklarını belirten hareketlerde zulatmak. [DLT]
bulunmak; oynaşmak.\\ aşna fişne olmak, {ağız} aşsız, [aş-sız] {eT} sf. Yiyeceksiz; yemeksiz; aç. [Te
Dedikodusu yayılmak; adı kötüye çıkmak. [DS][| kin] [ETY] [EUTS]
aşnalan açılmak, {ağız} Önceleri durgunken son aşşab, [Ar. ‘aşâb (ot) > ‘aşşâb v ’^ ] (aşşa:b) {OsT}
radan harekete gelmek. [DS]|| aşna vişne, {ağız} 1.
is. 1.,Bitki sınıflaması ile uğraşan bilgin; botanikçi.
Gizlice sevişen. 2. Gizli bir şeyi ima etme. [DS]
2. Hastaneler için şifalı bitki toplayan kimse,
aşnab, [Far. âşnâb ^U iT ] (a:şna:b) {OsT} sf. Yüzücü, aşşağılak, -ğı [aşağı-la-k] {ağız} sf. aşağılak. [DS]
aşnah, [Far. âşnâh oUiT] (a:şna:h) {OsT} sf. Yüzücü, aşşar, [Ar. ‘âşâr > ‘aşşâr _>lip] (aşşa:ıj {OsT} is. Öşür
aşnalık, -ğı [aşna-lık] {ağızjis. 1. Şaka. 2. Floş soh toplayıcısı; aşar tahsildarı; öşürcü; ondalıkçı,
bet. 3. Dostluk; sevişme. [DS] aştal, [âş-ta-1 ?] {eT} sf. En son ? S aştal oğul, {eT}
aşnav, [Far. âşnâv jl-^T] [a;şna;v) {OsT} sf. -*■ aşnab. Birinin en son çocuğu. [DLT]
aşnayan, [Far. âşnâyân OLUiT] (a;şna;ya;n) {OsT} is. aştırma, [aş-tır-ma] is. Aştırmak işi.
Aşinalıklar; dostluklar; tamdıklıklar. aştırmak, [aş-tır-mak] gçl. f. [-ır] (Erkek hayvan
için) dişisi ile çiftleştirmek.
aşnayi, [Far. âşnâyı (a:şna:yi;) {OsT} is. 1. A-
aştî, [Far. âştî (a:şti:) {OsT} is. Barış; barışık
şinalık; bildiklik; tanıdıklık. 2. Yüzme sanatı; yü
zücülük. lık; sulh, fi1 âştî- bahşây, {OsT} Barışı sağlayan.\\
aşnı, [eT. aşnu (geçmiş)] sf. Geçmiş dönemden ka âştî-hüre, {OsT} Barış ziyafeti.|| âştî-perver, {OsT}
lan; arkaik. Barış yanlısı; barış isteyen.\\ âştî-perver-âne,
aşnu, [âş-mak > aş-u-mak (önce gelmek) > aş-(u)n-u] {OsT} Barışçıya yakışır biçimde.|| âştî-perverî,
{eT} zf. 1. Eskiden; önce; geçen; geçmiş daha önce; {OsT} Barış yanlılığı; barışçılık.\\ âştî-sâz, {OsT}
evvel; evvelce. [EUTS]. [DLT] [Mühennâ] [İKPÖy,] Barışçı; barışsever. | âştî-sâzî, {OsT} Barışseverlik.
[Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Önünde. [İKPÖy.] aştiye, [Yun. aşkia (gölge)] {ağız} is. 1. Gölge. 2.
aşnuça, [aşnu-ça] {eT} zf. Önce; daha evvel; önceleri. Korkuluk. 3. Haberleşme amacıyla kullanılan bez.
[EUTS] [DS]
aşnugı, [aşnu-ğı ^ j ^ T ] {eAT} sf. Önceki; eski; ka aşu, [aş-u] {eT} {ağız} is. Boya yapılan kırmızı top
rak; aşı toprağı. [DLT] [DS]
dim.
aşnukan, [aşnu-kan] {eT} zf. Önceleri. [EUTS] -aşub, [Far. âşüften (karıştırmak) > -âşüb
aşnukı, [âş-mak > aşunm ak > aşnu-kı] {eT} sf. Önce (a:şu:b) {OsT} son ek. Osmanlıcada, sonuna getiril
ki; ilk; evvelki. [ETY] [Mühennâ] [EUTS] S aşnukı diği pek çok Arapça ve Farsça kelimeden "karıştı
ana, İlk ana; Havva. [Mühennâ]S aşnukı ata, İlk ran, karıştırıcı" anlamında sıfatlar yapılmıştır,
ata; Adem. [Mühennâ] aşub, [Far. âşüften (karıştırmak) > âşüb (o>
aşnurak, [aşunmak > aş-nu-rak] {eT} zf. Önceden; şu:b) {OsT} is. 1. Kargaşa; karışıklık. 2. sf. K arıştı
evvelden; baştan, [Gabain] [EUTS] ran; karıştırıcı. S âşflb-engîz, {OsT} Kargaşaya
aşot, [Yun. aşoti] {ağız} is. Akarsuların ortasındaki sebep olan.|| âşüb-gâh, {OsT} Kargaşa yeri; gürül
adacık. [DS] tülü patırtılı yer.\\ âşflb-geh, Karışıklıkyeri.\\ âşflb-
aşoz, [Yun. agatos] (a'şoz) is. dnz. Ahşap gemilerde i gavga, {OsT} Kavganın yarattığı karışıklık.
borda kaplamaların uçlarının yerleştirildiği üçgen aşug1, [aş-uğ / aş-uk {eAT} is. Aşık kemiği; aşık
oluk.
oyunu.
aşr, [Ar. ‘aşr y ^ ] {OsT} is. 1. Ona yükseltme; doku
aşug2, [Far. âşüğ £j^T] (a;şu:g) {OsT} sf. N e olduğu
za bir ekleyerek on sayısını elde etme. 2. Dinî tö
belirsiz; serseri; yabancı; bilinmeyen; meçhul,
renlerde K ur’an-ı K erim ’den on ayetlik bir bölüm
okuma, fi1 aşr-hân, {OsT} Ezbere on ayetlik bölüm aşuğ, [Ar. ‘âşık => Erme, aşuğ] is. Türk saz şairleri
okııyan.\\ aşr-ı â h ir, {OsT} Ayın on günlük son kıs- nin etkisinde kalarak âşıklık geleneğine bağlı
'’"•II aşr-ı evsat, {OsT} A ym ikinci on günlük kıs- Türkçe ya da Ermenice şiirler söyleyen Ermeni saz
""■II a?r-ı evvel, {OsT} Avın ilk on günü. şairlerine verilen ad.
AŞU lKttlHliCtSM.338
aşuk, [aş-uk / aş-uğ {eT} is. 1. Aşık kemiği; to aşvan, [Kürt, aşvan] {ağızj is. Değirmenci. [DS]
puk kemiği; topuk. [DLT] 2. D em ir başlık; tolga; aşve, [Ar. ‘aşve » y ^ ] {OsTj is. 1. Akşam karanlığı. 2.
(doğrusu yaşuk). [DLT] Akşam yemeği.
aşu k lam ak , [aşuk-la-malc] {eT} gçl. f. [-r] A şık ke A şvini, [Sansk. asinî] {eTj öz. is. Bir yıldız adı.
miğine vurmak. [DLT] [EUTS]
aşu k m ak , [aşuk-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] 1. İvmek; aşy, [Ar. ‘aşy {OsTj is. Akşam yemeği,
acele etmek. [Gabain] [EUTS] 2. Özlemek. [DLT]
aşyân, [Ar. ‘aşyân jL-i*] (aşya:n) {OsT} is. Akşam
aşulm ak, [yaş-mak (örtmek) > aş-ul-mak] {eT} edil.
f. [-ur] 1. Örtülmek. 2. dönşl. f. Örtünmek. [DLT] yemeği yiyen.
aşum ak, [âş-mak > aş-u-mak] {eT} gçsz f. [-r] K oş -a t,1 [-t / -at / -et] yap. e. -*■ -t.
mak; aşmak. [DLT] -a t2, [Ar. -ât o l - ] {OsT} son e k A rapça çoğul eki.
aşu n , [Soğd. zwn (hayat) > ajun > aşun / asun] {eT} A t. [Fr. astate] kısalt, kim. Tabiatta bulunm ayan an
is. Dünya; kâinat; evren. [EUTS] cak bizm utun hızlandırılmış alfa ışınları ile bom
aşu n m ak , [aş-un-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Önce bardımanı sonucunda elde edilen, atom numarası
gelmek; geçmek; aşmak. [DLT] [Gabain] 85, kütle numarası 211 olan radyoaktif element
aşu r, [Ar. ‘aşr (on) > ‘âşür _>j-iLc] (a:şu:r) {OsT} is. astatinin sembolü.
Aşure. a t1, [ât] (a:t) {eT} is. 1. İsim; ad. [ETY] [Üç İtigsizler]
aşu re, [İbr. ‘âsör (Yahudîlerin bir bayramı) / Ar. ‘aşr [Gabain] 2. Unvan; ün; şöhret; nam; lakap. [DLT]
[Yüknekî] [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] [Mühennâ]
(on) > ‘âşüra’ t-lj^iU] {OsT} is. 1. M uharrem ayının [Nevâyî] S a t k ü , A d ve ün; a d san. || a t öng, İsim
onuncu günü. 2. Şeker, buğday, nohut, fasulye ve ve renk; isim ve sıfat. [EUTS]|| a t u rm a k , A d ver-
kuru yemişlerle yapılan bir tatlı. 3. mec. İçinde de mek\\ a t yol, Ün; ikbal; şöhret. [EUTS]
ğişik öğelerin bulunduğu karışım. S1 aşu re ayı, a t2, [at] is. zool. 1. A tgiller fam ilyasından binek, yük
M uharrem ayı,\\ aşu re günü, Muharrem ayının ve çeki hayvanı olarak kullanılan ortalama otuz yıl
onuncu günü. ömürlü, memeli, tek toynaklı, evcil ve otçul hay
aşurelik, -ği [aşure-lik] (aşu:relik) sf. 1. A şure yap van, (Equus caballus). {eT} (aynı). [ETY] [EUTS]
m aya uygun nitelikte olan. 2. is. Aşure yapm ak için [Nevâyî] [Gabain] [Tekin] [Mühennâ] 2. Satranç oyu
ayrılmış yiyecek maddesi. nunda her yönde L şeklinde bir kare hareket edebi
a ş u rm a 1, [aş-ur-ma] {ağız} is. 1. Büyük kazan. 2. Kü len bir taş. S a ta atla n m a k , {eATj A ta binmek.||
çük kazan; büyük kulplu tencere. 3. Büyük su ko a ta b inm eden ay a k la rın ı salla m a k , Vakitsiz dav
vası. [DS] ranm ak ve sevinmek; dereyi görmeden paçaları
a şu rm a 2, [aş-ur-ma -u^il] {eAT} is. 1. Aşırtma kolan. sıvamak.\\ a ta b in m ek , A tın üzerinde y o l almak.||
2. {ağızj Çarığın burnundaki ipler. [DS] a ta et, ite o t v erm ek, 1. B ir şeyi ihtiyacı olana de
ğ il de ihtiyacı olmayan birine verm ek 2. İşi ters
aşu t, [aş-mak > aş-ut oyol] is. 1. {eATj A şılacak yer;
yapmak. 3. M evki ve makamları uygunsuz kişilere
bel; geçit. 2. {ağız} Hudut. [DS] 3. {ağız} Sel. [DS] vermek.\\ a t agaç, {eAT} D eğnekten oyuncak at.|| at
aşu tm ak , [yaş-mak (örtmek) > (y)aş-ut-mak] {eTj ak d a rıcı, {eAT} Binicisiyle birlikte atı yere düşüren
gçl. f. [-ur] Örttürmek. [DLT] savaşçı; bahadır]\ a ta n al çakıldığını görm üş,
aşüfte, [Far. âşüften (perişan olmak) > âşüfte <txüT] k u rb a ğ a ayağını uzatm ış, D eğerli bir şeyi layık
{OsTj sf. 1. Şaşkın; kendinden geçmiş. 2. Delice olmayan ve ihtiyacı olmayan kişilerin de talep etti
sevgi yüzünden perişan olmuş. 3. (Kadın için) ah ğini ifade eden söz. \\ a t anası, ir i yarı ve erkeksi
laksız ve iffetsiz; hafif meşrep; baştan çıkmış; oy yapılı kadın.|| a t a ra b a sı, Atın gücünden yararla
nak; silisiz; sürtük; şıllık; yollu. 4. Çekici; fettan; narak yürütülen tekerlekli araç.\\ a t a rk a sın a gel
havalı. S âşüfte-dil, {OsT} Gönlü perişan olm uş.|| m ek, A ta binmek; ata binmeyi öğrenmek {eAT} (ay
âşiifte dim ağ, {OsT} Aklı perişan olmuş.|| âşüfte- nı)]] a t ayağı, 1. Atın yürüyüşü. 2. Ayağın ucuna
g ân, {OsT} 1. Aşüfteler; âşıklar. 2. İffetsiz kadın basabilecek şekildeki doğuştan veya sonradan olan
lar,|| âşüfte-gî, {OsT} Aşüftelik.\\ â şü fte-h âtır, anatom ik bozukluk]] a t b ağ ışlam ak, {ağız} Büyük
{OsTj Gönlü şaşmış; tedirgin]] âşüfte olm ak, 1. bir iyilik veya bağış yapmak. [DS]|| a t başı, 1.
Aşırı derecede sevmek. 2. A klı başından gitmek. Uzunluğu bir at başı kadar olan. 2. mec. P ek az.\\
aşüftelik, -ği [aşüfte-lik] is. 1. Aşüfte olm a hâli; a t b aşı b e ra b e r, Aynı hizada]\ a t b aşı çekm ek,
iffetsizlik. 2. A şk sebebiyle aklı başından gitmiş {ağızj Çekinerek konuşmak; hatır için söz söyle
olm a hâli. 0 aşüftelik etm ek, Birinin hoşuna g it mek. [DS] || a t başı gitm ek, 1. Beraber gitmek. 2.
m ek için aşüfte kadınlar gibi davranmak. Aynı seviyede o lm ak || a t b eslen irk e n , kız iste n ir
aşva, [Ar. ‘aşvâ’ »Iys-] (aşva:) {OsT} is. Gece körlü ken, H er şey zam anında yapılm alı,|| a t b ıra k m a k ,
{eATj A t sürmek. || a t b ırk ıg ı, {eT} Atın veya eşeğin
ğü olan bayan.
M ia i i l i f f S i i » . 3 3 9 AT
genizden ses çıkarması. [DLT]|| at bilimi, Atın sağ la at sürmek; a t koşturmak.\\ at koşmak, {eAT} B ir
lığına ve bakımına uygulanmak üzere atı morfolo yere yetişm ek için hızla at sürmek; at koşturmak. ||
jik açıdan inceleyen bilim dalı; hippoloji.\\ at bin at koşturacak kadar geniş, (Alan, boşluk için) çok
mek, {eAT} A ta binmek.|| at boynuna düşmek, 1. geniş. || at koşturmak, 1. B ir yere yetişm ek için
Savaşta düşmanın hücumundan kurtulm ak için atın hızla at sürmek. 2. mec. Dilediği gibi hareket et
boynuna sarılmak. 2. {eAT} Boynu üzerine eğilerek mek; serbest olmak. 3. Biriyle çekişmek. || at koşu
atı hızla sürmek. || at cambazı, 2. Sirklerde at üs su, Binicinin yönetiminde atları koşturma zji.|| at
tünde gösteri yapan kişi. || at cambazı, Alışverişe kulağı, {eAT} Uzun ayaklı bir tür kadeh.\\ atla ar
yatkın. || at cambazlığı, A t alıp satm a işi ve m esle payı dövüştürmek, İşe fe sa t karıştırmak; ara
ği,|| at cıvlandurmak, {eAT} A t oynatmak(?); şah bozmak. || atla deve değil, 1. Çok fa zla büyütmeye
landırm am at çalındıktan sonra ahırın kapısını gelmez. 2. Çok pahalı değil, satın alınabilir,|| atlar
kapamak, Iş işten geçtikten sonra tedbir almak.\\ anası, Erkeksi yapıda ve iriy a rı kadın.|| atlar nal
at çapmak, {eAT} 1. A t salm ak; at sürmek. 2. Atla lanırken kurbağalar ayağını uzatmaz, Küçükler
hücum etmek.\\ at çatlatmak, Atı öldürünceye ka büyüklerin yanında daima haddini bilmelidir.\\ at
dar hızlı ve devamlı koşturmak.\\ at depmek, {eAT} lar tepişir, olan eşeklere olur, Büyüklerin çatış
Atı şiddetle ileri sürmek.|| at depretm ek, {eAT} A t masından küçükler zarar görür. || at meselesi, Sa t
sürmek. || at doldurm ak, Atı doludizgin son hızla rançta bir atın her haneden bir defa geçm ek üzere
sürmek.|| at donu, Atın rengi.|| at elin, it elin; bize altmış dört haneyi de dolaşması. || at nalı (biçimin
ne? Herkes kendi malını dilediği gibi kullanabilir.\\ de, gibi), 1. A t nalına benzer; kesik elips gibi. 2.
at eri, {eAT} Binici.|| at evi, Kervansaraylarda, Süs eşyalarının büyüklüğünü abartm ak için söyle
hanlarda atların bakıldığı yer. || at görüp aksa nir. || at nalı kadar, Süs eşyalarının büyüklüğünü
mak, su görüp susamak, Gerekli gereksiz her abartm ak için söylenir.\\ at oğlanı, {eAT} Ata bakan
nesneyi edinmeye kalkışmak; ayran gönüllü ol- hizmetçi; seyis.\\ at oğlanları, İm paratorluk döne
mak.|| at götlügi, {eAT} A tın sağrısını örtm ek üzere minde saray atlarına bakmak, yetiştirm ek ve eğit
eyerin arkasına dikilen örtüparçası.\\ at gözlüğüy mekle görevli seyislere verilen ad. || at otayıcı,
le bakmak, Olayları ve kişileri gerçek boyutları ile {eAT} Baytar.\| at oynağı, {eAT} A t oynatılan yer. ||
değil de kendi açısından, dar bir açıdan değerlen- at oynatm ak, 1. A t üzerinde gösteriler yapmak. 2.
dirmek.\\ at gözü, argo. D işilik organı.|j at hırsızı mec. Kendisine engel bulunmayışından dolayı y a p
gibi, Giyim kuşamı ile güven vermeyen kişi. || atı tığı işte dilediği gibi davranmak. 3. mec. H üner
alan Ü sküdar’ı geçti, Yapacak bir şey kalmadı; göstermek. 4. Biriyle yarışmak, çekişmek. || at pa
fırsat kaçtı.|| atı doldurm ak, {eAT} A tı doludizgin zarı, Satıcıların a t sattıkları veya alıcılara atlarını
sürmek. || atı eşkin, kılıcı keskin, H er bakımdan gösterdikleri meydan.\\ at pazarında eşek osurt
mükemmel ve dediğini yaptırabilecek kudrette. || mak, argo. Konuştuklarının boşa gitmesi, dinle-
atına eşek mi dedik, Onu küçümseyici söz etme- nilmemesi.\\ at salmak, {eAT} A t sürerek düşmana
dik. || atını sağlam kazığa bağlam ak, Tedbirli ol- hücum etmek.|| at seğirtimi, A t koşturma zamam.\\
mak.|| atın ölümü arpadan olm ak, Aşırı kaçırılan at seğirtmek, {eAT} A t koşturmak.\\ at serumu,
fakat hoşlanılan bir iş veya yem ek için sonucu göze Tetanos tedavisi için attan elde edilen serum. || at
almak. || atın yüğrükse bin de kaç, İm kânın varsa sineği, zool. Larvaları at ve sığırların sindirim sis
kaç, kendini kurtarmaya bak!|| at izi, it izine ka teminde yaşayan, kendileri memeli ve kuşların kan
rışmak, K arışıklık ve kargaşa içinde kimin ne ol larını emerek yaşayan kızılımsı yassı kabuklu bir
duğu anlaşılmamak,|| at kafalı, Aptal, bön.|| at dış asalak çift kanatlı, (Hippobosca equina).\\ at
kaldırmak, {eAT} Bir yere yetişm ek için hızla at sülüğü, Sülüğün işe yaram az olanı. || at sürmek, 1.
sürmek; at sürmek; at koşturmak.\\ at kamçısı, {eT} Hücum etmek. 2. A t koşturmak.\\ atta duran var,
Atın erkeklik organı. [DLT]|| at kapatm ak, Atı duramayan var, B ir işi yapabilecek olan ve y a
binmeye hazır hâle getirmek. || at kasnısı, {eAT} pam ayacak olan da vardır. || at takımı, Arabaya
bot. Bir tür zam k veren bitki. || at kestanesi, bot. veya sabana, koşulacak ata bağlanan kayış, ham ut
Beyaz ve pem be çiçekleri hoş kokulu, yaprakları el vb. gereçler; koşum. || attan inip eşeğe binmek,
ayası şeklinde, cadde ve meydanları süslem ek için M evki ve hayat tarzı bakımından geri gitmek.\\ at
yetiştirilen, meyveleri yenm ez ancak taze iken p terbiyesi, Atın bineğe alıştırılmasından sonra bini
vitamini bakımından zengin olan 15-30 m. kadar cisinin vereceği işarete uyabilmesi için yapılan eği-
büyük bir ağaç; H int kestanesi, (Aesculus). || at kes- tim.|| at tonı, {eAT} Savaşta ata giydirilen zırh.|| at
tanesigiller, is. Ö rnek tipi atkestanesi olan tonu, 1. Atın rengi. 2. Eskiden savaşlarda ata g iy
terebinthales takımından, meyveleri dikenli veya dirilen zırh.|| at uşağı, {eAT} A ta bakan hizmetçi;
kabuklu ağaç ve ağaççıklar. || at kılı, Atın sert kuy seyis.\\ at uşağı, A ta bakan hizmetçi; seyij.|| at var,
ruk kılı.|| at kişnemesi, Atın kendine has bağırma- meydan yok, İş yapacak güç var fa k a t bunu uygu
•si-ll at koparmak, {eAT} B ir yere yetişm ek için hız layacak imkân olmamak. || at yapılı, iri yarı. || at
ATA 0 I Ü M I İ 1 ® S Û M .; , m
yarışı, A tlar arasında binicili olarak yapılan çeşitli atabî, [Ar. ‘atabı ^ ^ ] (atabi;) {OsT} is. (Eskiden)
yarışlar.\\ at yelesi, Atın ensesindeki uzun ve sert
Bağdat, İsfahan ve A lm eria’da dokunan sağlam
tüyler. || at yemi, A t ve at cinsi hayvanlara yedirilen
ipekli kumaş.
tahıl kırm ası,|| at yerine eşek bağlamak, D eğerli
atacak, -ğı [at-mak > at-acak] {ağız}[ is. 1. Hallaç
ve becerikli birinin yerine değersiz, beceriksiz biri
tokmağı. 2. Çocukların ok, taş atm ak için kullan
ni getinnek.\\ at yili, {eAT} A t yelesi.
dıkları sapan. [DS]
ata1, [eT. ât (isim) at-a W / 4îT] is. 1. {eT} {eAT} Baba. atacılık, -ğı [ata-cı-lık] is. biy. 1. A talardan birinde
[ETY] [EUTS] [DLT] [Gabain] [Mühennâ] [Yüknekî] 2. var olan özelliğin çocuklarda kaybolduktan birkaç
Soyundan gelinen büyük baba ve onların babaları; kuşak sonra tekrar ortaya çıkması şeklinde beliren
cet. 3. Sevilen ve sayılan büyüklere verilen unvan. kalıtsal özellik; atasallık; atavik. 2. mec. Soya has
4. Soyundan gelmekle birlikte bizden çok önceleri, davranış.
asırlar önce yaşam ış olan kimseler; ecdat. 5. Öğ ataç, [âta-ç] {eT} is. 1. Sevgili ata. [Gabain] 2. Büyük
retmen; şehzâdelerin öğretmenleri. 6. Din büyükle lük gösteren çocuk. [DLT] 3. sf. Atalardan gelen,
ri. 7. {eAT} Bektaşi şeyhi. S ata ana, {eAT} Baba
atad, [Ar. ‘atâd :>U&] (ata;d) {OsT} is. 1. Gerekli olan
ve anne; ebeveyn.|| ata atası, {eAT} Babanın babası
olan dede. || ata ekesi, {eT} Babanın kız kardeşi; araçlar takımı. 2. Büyük kadeh,
hala. [Mühennâ]|| ata er karındaşı, {eAT} Amca.\\ ataerld, [ata+erk-i] is. sos. Soyda temel olarak baba
ata karındaşı, {eT} Babanın erkek kardeşi; amca yı ve babanın hakim iyetini esas alan topluluk dü
[Mühennâ][| ata karındaşı oğlanı, {eAT} A m ca oğ- zenine bağlı olma; pederşâhi.
lu.|| ata kız karındaşı, {eAT} H ala.| ata kulı, {eAT} ataerkil, [ata+erk-i-1] sf. sos. Soyda temel olarak
Lala. || ata yolluğu, {ağız} Gelin olacak kızın baba babayı ve ailede babanın hakimiyetini esas alan;
sına verilen hediye; para. [DS]|| atalar yurdu, pederşâhi; patriarkal,
Türklerin atalarının tarih sahnesine ilk defa çıktık ataerkillik, -ği [ata+erk-i-l-lik] is. sos. Soyda temel
ları Orta Asya toprakları,|| ata yadigârı, Atalardan olarak babayı ve babanın hakim iyetini esas alan
kalmış armağan niteliğindeki şeyler.\\ ata yadigârı topluluk düzeni; pederşâhilik.
dostluk, Çok eski geçmişi bulunan, bir kaç kuşaktır ataf1, [Ar. ‘a tf > ‘âtıfet (şefkat) > a 'ta f ^iks-l] {OsT} sf.
devam edan ailevi dostluk. || atadan oğula geçmek,
Daha merhametli; en merhametli; pek çok m erha
Baba öldükten sonra evlatlara kalmak.
metli.
ata2, -a’i [Ar. catâ >1Ut] (ata;) {OsT} is. 1. Verme; ve
ataf2, [Ar. ‘a tf > a 'tâ f lİLUpI] (a-ta;f) {OsT} is. 1. M er
riş. 2. Büyüğün küçüğe verdiği hediye; bağış; ih hametler; şefkatler. 2. Lütuflar.
san; bahşiş. 3. Bağışlama; af. 4. Sipahilere yılda iki
atag, [at-ağ] {eT} is. Son; nihayet. [EUTS]
defa hâzineden verilen mal. fi1 atâ-bahş, {OsT}
atağan, [at-ağan] {ağız} sf. 1. Övünen; atıp tutan. 2.
Bahşiş veren.|| atâ etmek, {OsT} Hediye etmek, ba
is. K ızak kayılan yerde çocukların kardan yaptıkla
ğışlamak; vermek.|| atâ eylemek, {OsT} H ediye et
rı yükseklik. [DS]
mek, bağışlamak; vermek. | atâ-ullâh, Allah vergi
si. atahe, [Ar. ‘atâhe <u»Ut] (ata:he) {OsT} is. 1. Şaşkın
atanlıg, [atan-lığ] {eT} sf. İğdiş edilmiş devesi bulu ve tutumunu takip eden, kendi ülkesine bilgi ve
nan kimse. [DLT] rapor veren yardımcı uzman görevli; elçilik uzm a
atanma, [at-a-n-ma] is 1. A tanmak işi. 2. Yetkili kişi nı. «Eğitim ataşesi.»
adına hareket etm ek üzere bir işte görevlendirilme; ataşelik, -ği [ataşe-lik] is. A taşenin işi, görevi ve
tevkil kılınma. 3. B ir devlet memurunun açık bulu makamı.
nan bir kadroda görevlendirilmesi; tayin edilme, ataşlanmak, [ateş-len-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1.
atanm ak, [eT. ât-an-mak] e d il.f. [-ır] 1. Yetkili kişi Şehveti galeyana gelmek. 2. (Gübre için) buğulan
adına hareket etm ek üzere bir işte görevlendiril mak. [DS]
mek; tevkil kılınmak. 2. (Bir devlet mem uru için) ataşlık, -ğı [ateş-lik] {ağız} is. 1. Kibrit. 2. Çakmak.
açık bulunan bir kadroda görevlendirilmek; tayin 3. Ateş yakmaya yarayan yer; ocak. 4. Sigara ve
edilmek; {eT} (aym) tayin edilmiş olmak. [EUTS] nargile yakm ak için ateş konulan küçük pirinç
[ETY]. 3. {eT} Şöhret kazanmak. 4 . {eT} Tesmiye mangal. 5. Ateş yakm akta kullanılan her türlü araç.
edilmek adlandırılmak; adlanm ak ad almak. 6. Salep güğümünün altındaki ızgara. [DS]
[Yüknekî] [Gabain] [Üç İtigsizler] 5. {eT} Ünlenmek; atatmak, [at-at-mak] {eT} gçsz. f. (Tay için) at hâline
ünlü olmak. [ETY] gelmek. [DLT]
atar, [at-ar] {ağız} is. Cesaret; cüret; kudret. [DS] Atatürk çiçeği, [Atatürk+çiçe(k)-i] is. t. Anayurdu
ataraç, [ak-tar-mak > ak-tar-aç] {ağız} is. Aktaraç. M eksika olup Atatürk zamanında Türkiye’ye geti
[DS] rildiği için böyle adlandırılan sütleğengillerden kır
ataraksiya, [Yun. ataraksia] is. tıp. Tepki yokluğu mızı veya beyaz yapraklı, sarı çiçekli bir süs bitki
yüzünden oluşan durgunluk hâli; sarsılmazlık. si; ponsetya, (Euphorbia pulcherrima).
atardam ar, [at-ar+damar is. anat. Yüreğin Atatürkçü, [Atatürk-çü] sf. 1. A tatürkçülükle ilgili.
sağ karıncığından akciğerlere; sol karıncığından da 2. Atatürkçülüğü benim sem iş ve A tatürkçülük yan
vücudun diğer organlarına kan götüren damarlar; lısı olan; Kemalist.
arter. {eAT} (aym) S1 atardamar bozukluğu, A tar Atatürkçülük, -ğü [Atatürk-çü-lük] is. Türkiye
dam ar gömleklerinin iltihaplanması veya fiziksel Cumhuriyetinin siyasal, toplum sal ve kültürel geli
bozukluğu.|| atardamar kanalı, anat. Dölütte, ak şimini ön gören, akla ve bilime dayalı olarak A ta
ciğer atardamarı ile aortu birleştiren kanal.\\ atar türk’ün kurduğu ve geliştirmeyi hedeflediği millî
damar kireçlenmesi, tıp. Aterom sırasında atar devlet, millî egemenlik, kişi hürriyeti ve her çağda
dam ar çeperinde kireç birikmesi. çağdaş olmayı amaçlayan evrensel boyutlu, birbiri
atarkanal, [at-ar+kanal] is. anat. Erkekte spermayı ile uyumlu ilkeler ve uygulam alar bütünü,
idrar yoluna salan iki kanaldan her biri, atav, [? atav] {ağız} is. Ölülerin ruhları için üçüncü
atasagun, [ata+sağ-un] {eT} is. 1. Hekim; doktor. veya yedinci günü verilen ziyafet. [DS]
[DLT] 2. Eski Türklerde bilge hekimlik unvanı, atavik, -ği [Fr. atavique] sf. Atavizme ait, atacılıkla
atasağan, [ata+sagun]('ağ!z/w. -*■ atasagun. [DS] ilgili; atasallık.
atasal, [ata-sal] sf. 1. Atadan gelen. 2. Atayla ilgili, atavil, [Ar. atvel > atâvil JjU=l] (atâvil) {OsT} is. 1.
atasallık, -ğı [ata-sal-lık] is. biy. 1. A talardan birinde En uzunlar. 2. Uzun boylular. 3. Seçkinler
var olan özelliğin çocuklarda kaybolduktan bir kaç atavizm, [Fr. atavisme] is. biy. Atalardan birinde var
kuşak sonra tekrar ortaya çıkması şeklinde beliren olan özelliğin çocuklarda kaybolduktan bir kaç ku
kalıtsal özellik; atacılık; atavizm. 2. mec. Soya öz şak sonra tekrar ortaya çıkması şeklinde beliren
gü davranış. kalıtsal özellik; atacılık; atasallık.
atasözü, [ata+söz-ü] is. B ir fikri, bir öğüdüs mecaz ataya, -a’i [Ar. ‘atiyye > ‘atâyâ5 ^ ULU&] (ata.ya:)
yolu ile kısa ve kesin olarak anlatan, eskiden beri
{OsT} is. 1. Verilenler. 2. Bahşişler; hediyeler; ar
ağızdan ağza söylenegelen anonim özlü sözler; me
mağanlar. S atâyâ-yı İlahîye, {OsT} A lla h ’ın ver
sel; darb-ı mesel; durub-ı emsâl; hikmet; kelam-ı
dikleri; nim etler.|| atâyâ-yı seniye, {OsT} Padişa
kibar.
hın verdikleri.|| atâyâ-yı tabiat, {OsT} Tabiatın in
ataş2, [Ar. ‘ataş J ^ - \ {OsT} is. Susuzluk; hararet. sanlara verdiği şeyler.
ataş1, [Far. âteş =>ataş] {ağız} is. -*• ateş. [DS] atayıb, [Ar. tıyb > atâyıb ;U=I] (ata.yıb) {OsT} is.
ataş3, [Fr. attache] is. 1. Toka. 2. Kâğıtları bir arada Hoş kokulu olanlar; en iyiler.
tutturmaya yarayan küçük metal veya plastik çen
atba1, -a’ı [Ar. tıb > atbâ' ^U»l] (atba:) {OsT} is De
gel.
reler; kanallar.
ataşa, [Ar. ‘atâşâ liUap] (ata:şa:) is. Susuzlar; susa
atba2, -a’ı [Ar. tıb > atba' £İ=1] {OsT} sf. En pis.
mışlar.
ataşe, [Fr. attache] is. Elçiliklerde, kendi alanıyla atba3, [Ar. tayb > atbâ U>l] (atba:) {OsT} is. Meme
ilgili olarak görevli bulunduğu ülkenin durumunu başları.
O TO BIÖ lffSöM « 343 ATE
atbak, [Ar. tabak > atbak JU=I] (atba:k) {OsTj is. 1. (dalga boyu 0.8 mikron ile 1 mm. arasında ye r
alan) ışınlarını geçirmeyen.
Tabaklar. 2. Kapaklar. 3. İnce katlar; tabakalar,
a tero m , [Yun. athera (bulamaç) > Fr. atherome] is.
atbal, [Ar. tabi > atbâl JLW] (atba.j) {OsT} is. D a
Atardam arların orta gömleğinin iç kısımlarında ve
vullar. iç gömleğinde yer yer kolesterol ve kalsiyum tuzla
atbalığı, [at+balı(k)-ı] is. zool. 1. Tatlı sularda ve rı birikm esine yol açan yozlaşma.
göllerde yaşayan yayın türü, büyük başlı eti yenir
ateş, [Far. âteş j ^ ] is. 1. Yanıcı cisimlerin tutuşm ası
iri bir balık, (Silurus glanis). 2. Su aygırı,
ile ortaya çıkan ışıklı ısı; od. 2. Odun ve köm ür
atbıka, [Ar. atbak > atbıka {OsT} is. 1. Tabak cinsinden yakacakların tutuşmuş veya korlaşmış
lar. 2. Kapaklar, hâli. 3. gnşl. Pişirme ve ısıtma işlerinde kullanılan
atbin, [Far. âtbin j^ T ] (atbi.n) {OsT} sf. (Kişi için) araç veya ocak. 4. Bir şeyi yakmak, tutuşturmak
için kullanılan ucu alevli veya alevlenebilir nesne.
özü ve sözü doğru olan,
5. mec. Coşkunluk. 6. mec. Hastalıkta yükselen
atçı, [at-çı] is. 1. İyi cins at yetiştiren kimse. 2. At
vücut ısısı. 7. mec. Silahlı kavga, savaş. 8. mec.
bakıcısı; seyis,
Tehlike; felaket. 9. mec. Aşk. 10. mec. Kırmızı
atçılık, -ğı [at-çı-lık] is. 1. A t yetiştirm e işi ve m es
renk; pembelik. 11. sf. Yakan, yakıcı. 12. mec. Acı
leği. 2. At yarışlarıyla ilgili çalışm aların tümü. 3.
veren. 13. Alev renginde, ö ateş açm ak , A teşli
At sırtında veya at ile uygulanan spor gösterileri,
silah ile birine mermi atmak.|| ateş alanı, 1. B ir
ate, [Yun. atheos > Fr. athee] is. A llah’ın varlığına silahın atış yapabildiği açısal sınırlar ve m enzil
inanmayan, inkâr eden kimse; tanrıtanımaz, çizgisi arasında kalan alan. 2. B ir askerî birliğin
ateb, [Ar. ‘atebe > at'ateb *_*x&] {OsT} is. Eşikler; ba eğitim atışları yaptığı yer; atış alanı. j| ateş alır gi
samaklar. bi, Çabuk ve acele olarak; oyalanmadan.\\ ateş
alm ak , 1. Yanmak, tutuşmak. 2. Silahtaki merminin
atebat, [Ar. 'atebe > ‘atebât o L it] (ateba. t) {OsT} is.
patlaması. 3. Telaşlanmak.\\ ateş alm ay a gelm iş
1. Eşikler; basamaklar. 2. Eşiği öpülen kutsal yer gibi, Çabuk ve acele olarak; oyalanmadan.\\ ateş
ler. 3. İranlıların kutsal ziyaret yerleri; Meşhet. a ra b a sı, {ağız} Lokomotif. [DS]|| ateş a tm a k , {ağız}
atebe, [Ar. ‘atebe / ‘atabe ^ ] {OsT} is. 1. Kapı eşiği. Yarışmak. [DS] | ateş b acay ı sa rm a k , 1. B ir tehli
2. Merdiven basamağı. 3. gnşl. Eşiği öpülen yüce kenin önüne geçmenin mümkün olmaması. 2. Iş,
makam. 0 atebe-bûs, {OsT} 1. Kapı eşiğini öpme. işten geçm iş olmak. |j ateş balığı, zool. Sardalyegil-
2. Taht önünde yeri öpme. || ateb e -i felek-m ertebe, lerden sıcak ve ılık denizlerde sürüler hâlinde y a
Osmanlı padişahlarının sarayı. || atebe-i seniyye, şayan, planktonlarla beslenen 25-30 cm. boyunda
Osmanlı padişahlarının sarayı.\\ atebe-i ulyâ, P a kemikli balık; sardalye, (clupeapilchardus).\\ âteş-
dişah sarayı. b â r, {OsT} 1. Ateş yağdıran. 2. Yakıcı şiddetli.\\
âteş-bâz, Ateşle oynayan; fişekçi. || âteş-bâzî, E ski
ateh, [Ar. ‘ateh ^ ] {OsT} is. Bunama; bunaklık. S
savaşlarda yapılan savaş araç ve gereci. || ateş
ateh getirm ek, {OsT} Bunamak.\\ ateh-i k a b le ’l- basm ak , 1. Öfkeden rengi kızarmak. 2. Sıkılmak. ||
ııııad, {OsT} Erken bunama. || a te h — ı p ırı, {OsT} ateş başı, Ateş yanan yerin yakını.|| â teş-b erk ,
Yaşlılık bunaması. || ateh-zede, {OsT} Bunak. {OsT} Ç akm ak || âteş-beste, {OsT} 1. Ateşe bağlı. 2.
ateist, [Fr. atheist] sf. A llah’ın varlığına inanmayan, Som altın. || ateş böceği, 1. zool. K m kanatlılardan
inkâr eden; tanrıtanımaz dişisi geceleri parla k sarı-yeşil ışık saçan bir böcek
ateizm, [Fr. atheisme] is. A llah’ın varlığına inanma- türü; yıldız böceği, (Lampyris noctiluca) 2. bot.
yış, Allah’ı inkârcılık; tanrıtanımazlık; zındıklık, Ballıbabagillerden anayurdu Brezilya olan ateş
atel, [Lat. astella > Fr. atelle] is. tıp. Tedavi merkezi kırmızısı renkleri sebebiyle bahçelerde yetiştirilen,
ne ulaştırmcaya kadar kırık kol veya bacağı tespit ada çayı cinsinden otsu bir süs bitkisi; ateş çiçeği,
etmeye yarayan tahta ya da benzeri maddeden ya (Salvia splendens).\\ ateş böceğini g örünce y angın
pılma cetvel parçaları; cebire. san m ak , Olağan bir şeyi çok abartmak; mübalağa
ateme, [Ar. ‘ateme 4*^p] {OsT} is. 1. Üşengeçlik; tem etmek. || ateş b ü rü m e k , Etrafı yanan alevlerle çev
rilmek,]| ateş böcekleri, zool. Ö rnek türü
bellik. 2. Gecenin ilk üçte biri,
malachius ve telephorus olan, nemli bölgelerde
atenyum, [Fr. athenium] is. kim. A ynştaynyum un es
ki adı. yaşayan, canlı ve parla k renkli, km kanatlı etçil
böcekler grubu.\\ ateş çıkm ak, Yangın meydana
aterina, [Yun. atherine] (ateri'na) is. zool. Gümüş
gelmek. || ateş çiçeği, bot. Ballıbabagillerden ana
balığıgillerden sıcak ve ılım an denizlerde yaşayan,
yurdu Brezilya olan mayıstan sonbahar ortalarına
sırtı sarımsı yeşil, yanları beyaz bir şeritli bir tür
kadar açan ateş kırmızısı çiçekleri sebebiyle bah
balık; gümüş balığı, (Atherinapresbyter).
çelerde yetiştirilen, ada çayı cinsinden otsu bir süs
aterm an, [Fr. athermane] sf. (Cisim için) kızıl altı bitkisi; (Salvia splendens labiate). || âteş-d âm ,
ATE ı m r a z i i i i i i . , 44
{OsT) 1. Ateşlik. 2. Ocak. 3. Mangal. || âteş-dân, mek.\\ âteş-gîre, {OsT} 1. A teşi tutuşturan; meşale;
{OsT) A teşlik; ocak; mangal.\\ âteş-dâr, {OsT) Ateş çıra. 2. M aşa.|| ateş gömleği, 1. Yılancık hastalığı,
tutan; ateşli.\\ âteş-dem, {OsT} A teş nefesli; yanık 2. {ağız} K ızıl hastalığı. [DS] j| ateş göynügi,
ve dokunaklı sesli.|| ateş demiri, {ağız} Ateş küreği, {18.yy.} 1. Cemre. 2. Yanıkkara veya kara kabarcık
[DS][| ateş değirmeni, {ağızj M otorlu değirmen; un denilen çıban.\\ âteş-gün, {OsT} 1. Ateş renkli. 2.
fabrikası. [DS]|j âteş-dîde, {OsT) Ateş görmüş; Parlak kırmızı; al.|| âteş-hâne, {OsT} 1. Ateş evi. 2.
ateşten geçm iş.|| âteş-dîl, {OsT} 1. Ateş gönüllü. 2. M ecusilerin tapınağı. 3. Ocak. 4. Hamam külhanı.\\
Etkili konuşan. 3. H er gördüğüne âşık olan. 4. Pek âteş-hvâr, {OsT} 1. Ateş yiyen. 2. Zalim ve merha
zeki adam.|| ateş dikeni, bot. Giilgillerden parklar metsiz kişi. 3. Keklik.\\ âteş-hâtır, {OsTj 1. H er gü
da, yaz kış yeşil kalan yaprakları ve kışın parlak zeli seven. 2. Sözü dokunaklı ve zeki adam. j| ateş
kırmızı üzümsii meyveleri sebebiyle süs bitkisi ola hattı, Savaşta en ilerideki birliklerin ellerindeki
rak yetiştirilen bir tür çalı, (Pyracantha),|[ ateş silahlarla ateş açabilecekleri çizgisel kuşak. || âteş-
düşmek, Çok şiddetli ağrı ve acı duymak. || ateş hirâm, {OsT} Hızlı yürüyen.j| âteş-lıîz, {OsT} 1.
düşürücü, A teşli hastalıklarda vücut ısısını dü Ateş kaldıran. 2. Ateş tutuşturucu; ateşleyen; ateş
şürmek için kullanılan ilaç.\\ ateşe dayanıklı, E v veren.| âteş-hulk, {OsT} Sert yaradılışlı; huysıız.\\
lerde kullanılan ocaklardaki ateşin sıcaklığı ile âteş-i âb-perver, {OsT} 1. Su besleyen ateş. 2. mec.
bozulmayan (gereçler.)|| âteş-efrflz, {OsT} Ateş y a Hançer; kılıç.|| âteş-i bahâr, {OsT} 1. Bahar ateşi.
kan; ateş tutuşturan,|| âteş-efşân, {OsT} Ateş sa- 2. mec. Lale. 3. mec. Kırmızı gül. 4. mec. Baharın
çan.|j âteş-efşânî, {OsT} Ateş saçma; ateş püskürt yum uşaklığı ve güzelliği,\\ ateşi başına vurmak, 1.
m e,| ateşe kesmek, mec. Mahvetmek.\\ ateşe kö Coşmak. 2. Sinirlenmek,|| âteş-i be-cân, {OsT} 1.
rükle gitmek, B ir tartışmayı, sürtüşm eyi kızıştıra Candan olan ateş. 2. Yanıp tutıışma.\\ âteş-i beste,
rak dövüş veya çatışma çıkarmak.\\ ateşe nal koy {OsT} 1. Donmuş ateş. 2. Som kızıl altın.\\ âteş-i bî-
mak, {eAT} B ir kimseyi büyülemek için ateşte nal bâd, {OsT} 1. Şarap. 2. İşkence; zuliim.\\ âteş-i bî-
kızdırmak.\\ âteş-engîz, {OsT} 1. Ateş koparan. 2. düd, {OsT} 1. Güneş. 2. Hiddet; öfke. 3. Şarap.\\
Ateşleyen; kundakçı. 3. Fesat çıkaran. 4. Yakıcı, âteş-i bî-zebâne, {OsT} 1. Alevsiz ateş. 2. Kırmızı
şiddetli. 5. Dağlam a aracı.|| ateş etmek, Silahla akik. 3. Şarap.|] âteş-i câm -ı zîbekî, {OsT} Gümüş
mermi atmak.\\ ateşe tutmak, 1. Alevlere karşı tu veya billur kadehten içilen şarap. || ateş içi gecesi,
tarak biraz ısıtmak. 2. Birine veya bir yere silah ile {ağız} Donanma; şenlik gecesi. [DS]|| âteş-i derün,
bir seri mermi atmak. |[ ateşe urmak, {eAT} Yak- {OsT} 1. İçteki ateş. 2. Gönülyanıklığı.\\ ateşi düş
mak.\\ ateşe verm ek, 1. Bilerek yangın çıkarmak; mek, H astalık sebebiyle yükselen vücut sıcaklığı
tutuşturmak; kundaklamak. 2. Birini çok telaşlan nın normale dönmesi,\\ âteş-i füsürde, {OsT} 1.
dırmak. 3. Ülkeyi, karışıklık çıkararak büyük zarar Donmuş ateş. 2. A ltın.|| âteş-i hecr, {OsT} Ayrılık
lara uğratmak.\\ ateş evi, {eAT} Ateşe tapanların ateşi,\\ âteş-i heft-m ecm er, {OsT} gök b. Yedi geze-
içinde sürekli ateş yaktıkları ev.\\ ateşe vurmak, gen. || âteş-i Hindî, {OsT} Eskiden Hindistan'da y a
Yemeği pişirm ek üzere ateşin üzerine koymak; pılan değerli bir kılıç.|| âteş-i hûn-i hamiyyet,
ocağa yem ek vurmak. || ateşe vursan duman ver {OsT} Hamiyet kanının ateşi. || âteş-i Müsî, {OsTj
mez, H içbir şeyini başkası ile paylaşmaz, bir şey Güneş.|| âteş-i m ücessem , Kılıç, kama, hançer gibi
vermez; cimri.\\ ateşe yakmak, 1. Tutuşturmak. 2. kesici ve delici silahlar. || ateşin ağzına atılmak,
Yakmak.\\ ateşe yanmak, Çok büyük zarara uğra Kendini tehlikeye atmak.\\ ateşin başı, İsınm ak için
mak; mahvolmak.\\ ateşe yürümek, 1. Bile bile teh yakılan ateşin yanı. || ateşine bırakm ak, {ağız}
likeye atılmak; ölüme gitmek. 2. Cesurca savaş- Üşüyüp titreme nöbetinden sonra ateş bırakmak.
mak.\\ âteş-fâm, {OsT} 1. Ateş renkli. 2. Kırmızı; [DS]|| âteş-i Nemrut, {OsT} (Nemrut ateşi) N em
al. || âteş-feşân, {OsT} A teş saçan; ateş püsküren.\\ rut'un İbrahim peygam beri içine attığı ateş. || ate
âteş-fürüz, {OsT} Ateş yakan; ateş tutuşturan,|| şine yanm ak, 1. B ir şeye alışkanlık kazanmak. 2.
âteş-gâh, {OsT} Ateşe tapanların tapmağı.\\ ateş A şık olmak. 3. Kendi kusuru olmaksızın birinin se
gecesi, Ortodoksların her y ıl 24 haziranda ateş bep olduğu olumsuzluğun sıkıntı ve eziyetini çek
yakarak kutladıkları yortu. || ateş geçmez, Ateşte mek.|| ateşini almak, Vücut ısısını termometre ile
yanmaz; ateşe dayanıklı,\\ âteş-gede, {OsT} Ateşe ölçmek.\\ âteş-i Parsî, {OsT} 1. tıp. K ara kabarcık
tapanların ibadetyeri.\\ âteş-gede-i behrâın, {OsT} denilen bir tür yara; ya n ıkka ra . 2. Cemre. 3. Ateşe
g ök b. Koç burcu. || âteş-geh, {OsT} Ateşe tapanla tapanların taptıkları hiç sönmeden yanan ateş.\\
rın ibadet yeri.\\ ateş gemisi, as. dnz. Düşman g e âteş-i pür-âb, {OsT} 1. Su dolu ateş. 2. mec. Üzüm
mileri arasına sokularak patlatılan, yakıcı ve p a t şarabı. 3. Kanlı gözyaşı. 4. içine şarap doldurul
layıcı maddelerle dolu yelkenli gemi. || ateş gibi, 1. muş yaldızlı kadeh.\\ âteş-i Rûmî, {OsT} Düştüğü
Çok sert ifade taşıyan; acı söz. 2. Çok hareketli ve yerde yangın çıkaran eski bir silah; Rum ateşi.\\
yerinde duramayan; canlı.|| ateş gibi yanmak, 1. âteş-i rüz, {OsT} 1. Gün ateşi. 2. Giineş.\\ âteş-i
Çok sıcak olmak. 2. Vücut sıcaklığı çok yiiksel- seng, {OsT} Lal ve yaku t. || ateşi sönm ek, Eski şid
İ M « M l . 345
deti kalmamak.\\ âteş-i se rd , {OsT} 1. Şarap. 2. Som cam süslemeciliği gibi ateş kullanılarak işlenen
altm.|| âteş-i seyyâle, {OsT} 1. Su gibi akan ateş. 2. sanat dalları. || ateş sarm a k , 1. Etrafı ateş ve alev
Şarap.|| âteş-i sîm -âb-sân, {OsT} 1. Cıva gibi ateş. lerle çevrilmek. 2. Heyecanlanmak,|| âteş-su h ân ,
2. Güneş.|| âteş-i subh, {OsT} 1. Sabah ateşi, 2. {OsT} 1. Ateş sözlü. 2. Çok kırıcı konuşan; sözleriy
mec. Güneş.|| âteş-i sûzân , {OsT} 1. Yakıcı ateş. 2. le inciten; kalp kıran.|| âteş-tâb , {OsT} 1. Ateş gibi.
mec. A şk.|| âteş-i tâ k , {OsT} Şarap.\\ âteş-i te r, 2. Yakıcı sıcak. 3. Aydınlık. 4. Ateş yakıcı. 5. H uy
{OsT} 1. Yeni ateş. 2. Kırmızı şarap. 3. A teşli hasta suz, geçim siz ve sert kişi.|| ateş tavası, {ağız} Ateş
lık. 4. G ö zya şı.|| ateşi u y a n d ırm a k , Sönm ek üzere küreği. [DS]|| ateşten göm lek, Tahammül edilmez
olan ateşe yakacak koyarak tekrar alevlendirmek; derecede eziyet eden, acı ve sıkıntı veren durum. ||
ateşi canlandırmak,|| ateşi yükselm ek, H astalık ateşten in d irm ek , Yemeği piştikten sonra ocaktan
sebebiyle vücut ısısının artması. || âteş-i zer, {OsTj indirmek.\\ ateş to p rağ ı, Yüksek sıcaklıkta p işiril
}. Altın ateşi. 2. Parlaklık.\\ â teş-k âr, {OsT} 1. diği zaman bozulmayan bir cins kil.|| ateş to p u ,
Ateşçi. 2. K ülhana bakan kimse. 3. mec. Kızgın, gö k b. Ateşten bir topmuş gibi görünen büyük ve
öfkeli. 4. mec. Aceleci. 5. mec. M erhametsiz. || âteş- parla k gök taşı; bolit.\\ ateş to rb ası, {ağız} Fener.
k a râ r, {OsT} Ateşte duran; cehennemlik olan; g ü [DS]|| ateş tuğlası, Fırın, ocak gibi içinde yüksek
nahkâr. || ateş kayığı, Düşman gem ileri arasına ısıda ateş yanan yerleri döşemekte kullanılan ateşe
sokularak patlatılan yakıcı ve patlayıcı maddelerle dayanıklı bir çeşit özel tuğla.|| âteş ü âb, I. Kılıç ve
dolu faaj^fcHateş k ay m ak , {ağız} Ateş yakmak. benzerleri. 2. Kadeh dolusu şarap. 3. Gerdek hâli. ||
[DS]|| ateş kesilm ek, 1. Viicut sıcaklığı çok yüksel ateş y ağ d ırm a k , 1. B ir yere ateşli silah ile dur
mek. 2. Birden bire canlanmak, hareketlenmekti maksızın bol miktarda mermi atmak. 2. Aşırı dere
ateş kırm ızısı, P arlak kırmızı; al.|| ateş kulesi, Es cede öfkelenerek etrafındakilere kırıcı sözler söy
kiden haberleşmede kullanılan ateş yakm aya m ah lemek]) ateş y ak m ak , Isınm ak veya pişirm ek am a
sus birbirinin dumanını gören kuleler.\\ ateş k ü re , cıyla yakacak maddelerini tutuşturmak. || âteş-zâd,
jeol. B ir zam anlar sıcak ve eriyik hâlde olduğu ka {OsT} 1. Ateşten doğma. 2. mec. Ateşli. 3. Yakıcı])
bul edilen dünyanın çekirdeği.|| ateş küreği, Ocak âteş-zâr, {OsT} 1. Ateşlik. 2. Çok sıcak yer.)) âteş-
tan, mangaldan kor alm ak için kullanılan bir çeşit zeb ân , {OsT} 1. Ateş dilli. 2. Güzel şiir okuyan. 3.
küçük kürek. || ateşle u ğ ra şm a k , Tehlikeli veya y a İçli, dokunaklı konuşan]) âteş-zede, {OsT} 1. A teşe
sak bir işle uğraşmak. || ateşler içinde olm ak, H as uğramış. 2. Yakılmış; yakılan.|| âteş-zen, {OsT} 1.
talık sebebiyle vücut ısısı çok fa z la artmış hâlde Ateş vuran, 2. Yakan, tutuşturan şey; yakıcı]) âteş-
bulunmak.\\ âteş-m eşreb , {OsT} 1. Ateş huylu 2. zene, {OsT} 1. Ateş vuran. 2. Çakmak.
Geçimsiz.|| âteş-m izâc, {OsT} 1. Ateş huylu. 2. Ge ateşbaz, [Far. âteş-bâz jL-ü'T] (a;teşba:z) {OsT} is. 1.
çimsiz.,|| âteş-nâk, {OsT} l. Ateşli. 2. Yakıcı, kız
Ateş oynayan. 2. Ateşle çeşitli gösteriler düzenle
gın, || âteş-nihâd, {OsT} 1. Ateş huylu 2. Geçimsiz.\\
yen kişi; hokkabaz. 3. Bayramlar ve diğer kutlama
âteş-nisâr, {OsT} 1. Ateş saçan. 2. Çok öfkeli])
törenleri için havai fişekler yapıp gösteriler düzen
âteş-nüm â, {OsT} A teş gösteren. || ateş oku, E ski
leyen kişi. S âteşbâz-ı velî m ak am ı, tasvf. M evle
den savaşlarda düşman tarafında yangın çıkarmak
vi tekkelerinde dervişlerin eğitimi amacıyla ayrılan
ta kullanılan, ucunda yanıcı m addeler bulunan tu
mutfak bağlantısından olan meydan-ı şerifteki be
tuşturularak atılan ok.\\ ateş olsa c irm i k a d a r yer
yaz post. || âteşbâz-ı velî ocağı, tasvf. Mevlevi tek
yakm ak, Birinin palavralarına önem vermemek;
kelerinde lokma pişirilen mutfak.
önem vermeye değmez.\\ ateş o y u n ları, H avai fişe k
gösterileri.|| âteş-pâ, {OsT} 1. A teş ayak. 2. Çevik; ateşbazi, [Far. âteş-bâzı ^jLü'T] (a:teşba:zi:) {OsT}
atik. || ateş p ah ası, Fiyatı çok yüksek; pahalı. \\ ateş is. 1. Ateşbazlık. 2. Eski savaşlarda kullanılan silah
parçası, 1. Hareketli ve eline çabuk. 2. Çalışkan ve vb. malzemeleri üretme işi.
iş bilir. 3. Çok hareketli, cıvıl cıvıl çocuk.|| âteş- ateşçi, [ateş-çi] is. Ateş yakarak ısıtma sistemi ile
pâre, {OsT} 1. Ateş parçası. 2. Kıvılcım. 3. Ele çalışan kalorifer, fırın, kazan, lokomotif, gemi gibi
avuca sığmaz. 4. Şiddetli. 5. [DS] tıp. Yılancık has araçların ocaklarına köm ür atan ve ısıtm a kazanı
talığı. {ağız}|| âteş-pâş, {OsT} A teş saçan.|| ateş nın işlemesinden sorumlu kişi,
perest, {OsT} Ateşe tapan.)) âteş-perestî, {OsT} ateşçilik, -ği [ateş-çi-lik] is. Ateşçinin mesleği ve
Ateşperestlik; ateşe tapıcılık.\\ âteş-p erv er, {OsT} yaptığı iş.
Suyu iyi verilmiş kılıç. || âteş-p ey k er, {OsT} 1. Gü ateşd an , [Far. âteş-dân oIj^jT] {OsT} is. Ocak,
neş. 2. Şeytan ve cin topluluğu.\\ ateş p ü sk ü rm ek ,
Çok kızmak; öfkeden sağa sola saldırmak.\\ âteş- ateşek, [Far. âteş-ek A ü T] is. 1. Küçük ateş. 2. Ateş
reng, {OsT} 1. Ateş rengi. 2. Parlak kırmızı; kızıl; böceği. 3. Şimşek. 4. Frengi hastalığı,
al.|| âteş-rîz, {OsT} 1. Ateş döken. 2. K arışıklık çı ateşgâh, [Far. âteş-gâh oLS-ü'T] (a;teşgâ;h) {OsT} is.
karan; fitneci]) ateş saçm ak , Çok kızmak; öflceden Zerdüşt ve M ezdekî tapm aklarında özel kokulu a-
sağa sola saldırmak.\\ ateş sa n a tla rı, Seram ik ve ğaçlarla yakılan ateşin bulunduğu kapalı yer.
ATE o k u To r » ı . 346
ateşgede, [Far. ateş-gede o-iS-üi] (a:teşgede) {OsT} ateşlenme, [ateş-le-n-me] is. 1. A teşlenmek işi. 2.
(Silah veya fuze için) tutuşturulm a, tetiği çekilme.
is. 1. Ateş yeri. 2. Mecûsilerin (Zerdüşt ve Mezdek)
3. V ücut ısısının yükselmesi. 4. Kızma; öfkelenme.
özel kokulu ağaçlarla yaktıkları ateşin bulunduğu
5. Tutuşma; alevlenme. 6. mec. Coşma, heyecan
kapalı yer çevresinde kare planlı ve açık mekânlı
lanma, kızışma.
tapınakları.
ateşlenm ek1, [ateş-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. (Bir
ateşhane, [Far. âteş-hâne -üUjüT] (a:teşha:ne) {OsT}
silah veya fîize için) itici gücü sağlayan maddesi
is. Seramik fırınlarında sırça eritmek için kubbeli tutuşturulmak; tetiği çekilmek.
tandır şeklinde ateş yakılan kısım; cehennemlik. ateşlenmek2, [ateş-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Hasta
ateşî, [Far. âteşi ^ (a:teşi:) {OsT} sf. 1. Ateş ren lık sebebiyle vücut ısısı yükselmek. 2. Kızmak; çok
ginde. 2. Ateşli. 3. Dokunaklı. 4. Öfkeli; hiddetli. öfkelenmek. 3. Tutuşmak; alevlenmek; yanmak. 4.
5. is. Cehennem zebanisi, mec. Coşmak; heyecanlanmak; kızışmak,
ateşletme, [ateş-le-t-me] is. A teşletm ek işi.
ateşîn, [Far. âteşin j^ 'T ] (a:teşi:n) {OsT} sf. 1. Ateş
ateşletmek, [ateş-le-t-mek] gçl. f. [-ir] 1. Ateşlemek
ten. 2. Ateşli. 3. Ateş gibi yakıcı. 4. Canlı, coşku
işini yaptırmak. 2. Bir başkası aracılığıyla bir silah
dolu. 5. Ateş renginde, parlak. S âteşîn-dem, Sesi
veya füzenin patlatılm asmı veya ateşlenmesini sağ
dokunaklı olan.|| âteşîn-libâs, {OsT} 1. Kırmızı el
lamak; ateş ettirmek,
bise. 2. Kırmızı elbise giym iş kişi. || âteşîn-mâr,
ateşleyici, [ateş-le-y-ici] is. Bir silah veya patlayıcı
{OsT} 1. A teşli yılan. 2. A teş alevi. 3. H avai fişek. 4.
Yanık ak.\\ âteşîn-pençe, {OsT} Başladığı işi çabuk maddenin patlatılm asm a yarayan özel düzenek;
ve en iyi biçimde bitiren kimse; eline çabuk; bece tetik.
rikli.|| âteşîn-sedef, {OsT} Güneş. ateşli, [ateş-li] sf. 1. İçinde ateş bulunan; ateşi olan.
2. Hastalık sebebiyle vücut ısısı yükselmiş olan. 3.
ateşiyan, [Far. âteşi > âteşiyân jL a i] (a:teşiya:n)
Coşkun; heyecanlı. 4. mec. Şiddetli bir cinsel ilişki
{OsT} is. Cehennemlik olanlar, arzusu içinde olan. ateşli silah, Patlayıcı m ad
ateşize, [Far. âteşîze °>ü'T] (a;teşi;ze) {OsT} is. zool. delerin m eydana getirdiği ani gaz genleşmesinin
Ateş böceği. itici gücünden yararlanarak mermi fırlatm aya y a
ateşkes, [ateş+kes] is. Savaşta, savaşan tarafların rayan silah.
aralarında anlaşarak belirli bir süre çarpışmayı dur ateşlik, -ği [ateş-lik] is. 1. İçinde ateş yakılan veya
durmaları; mütareke, ö ateşkes ilan etmek, 1. Sa ateş bulunan yer. 2. Ateş ısısı ile çalışan fırın, ka
vaşan tarafların anlaşarak çarpışmalara ara ver zan ve fabrika gibi yerlerde ateş yakılan özel bö
meleri. 2. Birbiri ile kavgalı ve düşman olan aile ve lüm. 3. {ağız} Fırınlı mutfak sobası. [DS] 4. {ağız}
kişilerin barışmaları,|| ateşkes anlaşması, D evlet Baca. [DS] 5. {ağız) Ağızlığın sigara geçirilen metal
ler arasındaki savaş sona ermeden barış görüşm e ucu. [DS] 6. {ağız} Mutfak. [DS] 7. {ağız} Iskarta
lerine imkân tanımak için ta ra f komutanlarınca tütün. [DS] 8. sf. Yakm aya uygun malzeme; yaka
imzalanan geçici süre savaşı durdurma anlaşması; cak.
bırakışma; silah bırakışması; mütarekenâme. ateşlilik, -ği [ateş-li-lik] is. Ateşli olm a durumu,
ateşleme, [ateş-le-me] is. 1. Ateşlemek işi. 2. Tutuş ateşperest, [Far. âteş-perest {OsT} sf. 1. A-
turma. 3. Bir silahı veya füzeyi, özel ateş alm a dü
teşe tapan. 2. is. Mecusi ve Mezdeki.
zeneğini harekete geçirerek yakıtının tutuşmasını
ateşsiz, [ateş-siz] sf. 1. A teşi olmayan. 2. tıp. (Hasta
sağlama. 4. mec. Öfkeli birini, kızdığı şeyle ilgili
lık için) ateşsiz seyreden,
olarak daha da çok öfkelenmesi için harekete geçi
recek teşviklerde bulunmak; kışkırtma. 5. {ağız} Bir atf, [Ar. ‘atf uiLt] {OsT} is. -* atıf. 0 atf-ı beyân,
tür çocuk oyunu. [DS] {OsT} Cümlede anlamı güçlendirm ek için bağlaç
ateşlem ek, [ateş-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1. kullanma.\\ atf-ı nazar etmek, {OsT} Bakmak, göz
Tutuşturmak, yanmasını sağlamak. 2. Bir silah ve atmak. || atf-ı nigâh, {OsT} Göz atma; şöyle bir bak-
ya füzenin, özel ateş alma düzeneğini harekete ge ma.|| atf-ı tefsir, {OsT} Anlamı kuvvetlendirmek
çirerek yakıtını tutuşturmak; tetiği çekmek. 3. mec. için bir kelimenin eş anlamlısını vav-ı âtıfa (ve) ile
Birinin daha da çok öfkelenmesi için harekete geçi bağlayarak yan y a n a kullanma.
recek teşviklerde bulunmak; kışkırtmak, atfen, [A r.‘atf (meyletme)> ‘atfen ULp] (a'tfen) {OsT}
ateşlendirm e, [ateş-le-n-dir-me] is. Ateşlendirmek
zf. 1. Birine mal ederek. 2. Birine veya bir şeye
işi.
yükleyerek; ona dayandırarak. 3. Birinin adına.
ateşlendirm ek, [ateş-le-n-dir-mek] g ç l . f [-ir] 1. Bir
kimseyi veya bir topluluğu heyecana getirmek, coş atfetme, [Ar. ‘atf (meyletme) + T. et-me ı_ikp]
turmak. 2. Yatışmak üzere olan bir olayı alevlen is. 1. Atfetmek işi. 2. (Söz ya da eylem için) birine
dirmek, kişileri olay çıkarmak üzere kışkırtmak yükleme; ona mal etme.
İ İ M I E S M .3 4 7 ATI
harekete geçen, toplum lideri olmaya can atan yü atımcı, [at-ım-cı] is. Özel araçları ile pam uk ve yünü
rekli kişi; girişken. 2. Tehlikeden ve güçlüklerden kabartma ve ditme işini yapan kişi; hallaç,
yılmadan öne fırlayan; atak; cesur; cüretkâr. 3. atımcılık, -ğı [at-ım-cı-lık] is. Atımcının işi ve mes
/ağızj is. Çağlayan; şelale. [DS] leği.
atılganlık, -ğı [at-ıl-gan-hk] is. 1. Atılgan olma du atımlık, -ğı [at-ım-lık] sf. 1. (Barut vb. için) silahı
rumu. 2. Atılgan olanın niteliği, doldurabilecek veya bir sefer atış yapabilecek ka
atılı, [at-ıl-mak > at-ıl-ı] sf. 1. Bir yere atılmış olan; dar; barut hakkı. 2. mec. (Harcanacak güç için) son.
atılmış. 2. Terk edilmiş; bırakılmış, ® bir atımlık barutu olm ak (kalmak), Gücünim
atılım, [at-ıl-ım] is. 1. Atılma, ilerleme. 2. Bir işi ve takatinin son sınırına gelm iş olmak.
daha ileri duruma getirmeye, canlandırmaya, hız atın, [ad-mak (farklı olmak) > ad-ın / atın] {eT} sf.
landırm aya yönelik hareket; hamle. S atılım yap Diğer; başka; başkası; yabancı; yad. [EUTS]
mak, B ir işi daha iyi ve daha ileri duruma getir atmak, -ğı [at-ın-ak] {ağız} is. Y iyecek dilimi. [DS]
m ek için harekete geçmek. atınçu, [at-mç-u] {eT} sf. Atılan. [DLT]
atılımcı, [at-ıl-ım-cı] sf. Durumunu daha iyiye gö atınmak, [at-m-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Bir tarafa
türm ek için çaba sarf eden, atılım yapan, atılmak; yuvarlanmak; atar gibi görünmek. [DLT] 2.
atılış, [at-ıl-ış] is. 1. Atılmak işi; atılma. 2. Atılma {ağız} Yüzmek. [DS]
biçimi. atıntı, [at-m-tı] {ağız} is. 1. İki tarlanın sınırını belir
atılma, [at-ıl-ma] is. Atılmak işi. ten toprak yığını. 2. Çift sürerken dönüm başında
atılmak, [at-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Birisi tarafından öküzlerin döndüğü yer. 3. Rüzgârın savurup bir
fırlatılmak; atılmak işine konu olmak. {eTj (aym) 2. yere yığdığı kar. 4. Gelin çeyizi kesilirken akraba
Kovulmak; işten çıkarılmak; uzaklaştırılmak. 3. lara alınan hediyelik giysiler. 5. sf. Atılmış; terk
Y ok edilmek. 4. Örtülmek, serilmek. 5. Havale edilmiş; çürüğe çıkmış. [DS]
edilmek. 6. Terk edilmek, bırakılmak. 7. Kabartıl atır, [Ar. ‘ıtr > ‘âtır ^ U ] (a:tır) {OsT} sf. 1. Güzel
mak. 8. dönşl. f. B ir yere veya bir şeye doğru ken
kokulu; güzel kokan. 2. Güzel kokulan seven,
dini atmak; hamle yapmak; koşmak; fırlamak. 9.
atırmak, [ad-ır-mak / at-ır-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
Yeni bir alanda çalışm aya veya bir işe başlamak;
Ayırmak; tefrik etmek. [EUTS]
teşebbüs etmek; girişmek. 10. Saldırmak, ani hü
atırt, [ad-ır-mak > at-ır-t] {eT} is. 1. Ayrılık; fark.
cum a geçmek. 11. Gereksiz yere beklenm edik şe
[EUTS] 2. Tıpkı; aynı. [EUTS]
kilde söze karışmak. 12. {eTj (Çiçek için) açılmak.
13. {eT} (Bir şey için) çatlamak; ayrılmak. [DLT] atıs, [Ar. ‘âtıs j-b U ] (a:tıs) {OsT} sf. 1. Aksıran. 2. is.
14. {ağızj (Kapı, pencere keresteleri için) eğrilmek. Şafak.
[DS] S atıldı atılacak, 1. K ovulm ak üzere. 2. ileri atış1, [at-ış] is. 1. Atm ak işi; fırlatma işi. 2. Atma bi
fırla m a k için hazır vaziyette. || atılıp gitmek, {ağızj çimi. 3. Sevk etme; gönderme. 4. biy. Kalbin kan
1. Birdenbire bayılmak. 2. Ansızın düşüp ölmek. basımı sırasında nabızda veya boyunda duyulan
[DS]|| atılıp satümak, {ağızj Elden çıkarılmak; ilgi basınç artışı ve sesi. 5. as. Silahı ateşleyerek hedefe
si kesilmek. [DS]|| atılır benzin deposu, 1. Savaş fırlatma işi. 6. {eT} Atışma; küfür; kavga. [EUTS]
uçaklarında boşaldıktan sonra atılan yedek benzin [DLT] 7. argo. Cinsel ilişkide er suyu fışkırması. 0
deposu. 2. H edefte yangın çıkarm ak için yere atılan atış çizgisi, Okçuların atış yapacakları zam an dur
dolu benzin deposu. || atılmış pamuk gibi, Kabarık maları gereken çizgi. || atış planı, as. Muharebe ve
ve beyaz bir yığın hâlinde eğitim amaçlı atışların ayrıntılı olarak belirtildiği
atım 1, [at-mak > at-ım / ^T] {eAT} is. Adım. plan, kroki.|| atış yeri, as. Silahla atış eğitiminin
yapıldığı alan; poligon.
atım 2, [at-ım ^1] is. 1. Atmak işi. 2. Silahın mermi
atış2, [Ar. 'atş > ‘atış J ^ \ {OsT} sf. Susuz; susamış,
sini ateşleme; ateş etme. 3. Atılan şeyin aldığı yol;
silahın menzili. B ir kurşun atımı burnumuzun di- atışgan, [at-ış-ğan] {eT} sf. Daima atışan. [DLT]
bindeler. 4. Ateşli silahlarda barut hakkı. 5. {eTj atışm a1, [at-mak > at-ış-ma] is. 1. Atışm ak işi. 2.
N işan atış. [DLT] [Gabain] 6. {eT} Atıcı; nişancı. Sözlü kavga; çekişme; dırıltı; dırlaşma; didişme;
[DLT] 0 atımına düşürmek, {ağız} Sırasına g e hırlaşma.
tirmek; tavına getirmek. [DS]|| atımına getirmek, atışma2, [eT ay-ıt-ış-m a > ay-t-ış-ma > at-ış-ma] ed.
{ağız} Sırasına getirmek; tavına getirmek. [DS]|| Â şık adı verilen saz şairlerinin kendi aralarında
atım yiri, {eAT} Ok, kurşun menzili; okun y a da belirli kurallar çerçevesinde düzenledikleri karşı
kurşunun erişebileceği yer. laşma, yarışma; deyişme; karşı; aytışma.
atım 3, [at-ım] {ağız} is. Lokma. [DS] atışm ak1, [at-ış-mak j^-üT] işteş, f. [-ır] [eAT, -ur]
atım 4, [Ar. câtım p-klt] (a:tim) {OsT} sf. M ahvolan; ö- Karşılıklı olarak birbirine bir şey atmak; birbirine
len. atmak; fırlatmak. {eAT} (aym)
l M Î İ M lıl. 3 4 9 ATK
a t ı ş m a k 2, [eT. ay-ıt-ış-m a > ay-t-ış-ma > at-ış-mak] (ati:k, k kalın söylenir) {OsT} sf. 1. Eski zam anlar
işteş, f [-ır] 1. Karşılıklı olarak birbirine hoş olm a dan kalma; eski; aşnı. 2. Antika değerinde; kıym et
yan sözler söylemek; söz dalaşı etmek. 2. Karşılıklı li. 3. Geçmiş; kadim.
nükteli ve nazik sözler söylemek. 3. ed. Âşıkların atik3, -kı [Ar. ‘âtik ji'U ] (a:tik, k kalın söylenir)
verilen bir ayağa uygun olarak saz eşliğinde karşı {OsT} is. Sırtın üst kısmı.
lıklı olarak birbirini tam amlayan şiirler söylemele
atik4, -kı [Ar. 'u tk (güzellik) > 'atîk jj-xp] (ati:k, k ka
ri. 4. {eT} Atışmak; kavga etmek; küfürleşmek.
[DLT] lın söylenir) {OsT} sf. 1. (Kız için) güzel ve genç. 2.
a t ı ş t ı r m a , [at-ış-tır-ma] is. A tıştırm ak işi. S a t ı ş t ı r Soylu; asil. 3. Kölelikten çıkmış olan; azat edilmiş;
m a y e r i , Ayak üstü bir şey yenilen veya içilen yer. azatlı.
a t ı ş t ı r m a k , [at-ış-tır-mak] gçl. f . [-ır] 1. A yak üstü atik5, -ki [Ar. ‘âtik dUU-] (a:tik) {OsT} sf. Berrak; saf;
ve acele olarak bir şeyler yiyip içmek. 2, gçsz. f . karışmamış.
Kar veya yağmurun seyrek ve iri olarak yağması; atikiyat, [Ar. ‘atîk > ‘atıkıyât o U » ] (ati:kıya:t)
serpiştirmek. 3. {ağız} Dövmek; tokatlamak. [DS]
{OsT} is. Eski eserler bilimi; arkeoloji,
a t ı ş t ı r m a k , [atış-mak2 > atış-tır-mak] gçl. f. [-ır] İki
atikleşme, [atik-le-ş-me] is. Atıkleşm ek işi.
ve daha çok halk şairinin atışm a türü şiirler söyle
atikleşm ek, [atik-le-ş-melc] dönşl. f. [-ir] Çabuk ha
mesini sağlamak,
reket etmeye veya çabuk davranmaya, başlamak;
a t ı ş t ı r m a l ı k , - ğ ı [at-ış-tır-ma-lık] is. Atıştırmaya
çevikleşmek.
mahsus veya yetecek kadar yiyecek, içecek,
atiklik, -ği [atik-lik] is. 1. Atik olm a durumu; çabuk
a t ı z , [at-ız / etiz] {eT} is. İki dere arasındaki su geçe
luk; çeviklik. 2. Atik olanın niteliği,
cek set. [DLT]
atil, [Ar. ‘âtil JjU ] (a:til) {OsT} is. Ücretli yardımcı,
a t ı z l a m a k , [at-ız-la-mak / etizlemek] {eT} gçl. f . [-r]
Ark açmak; set yapmak; toprağı parçalara ayırmak; atim, [Ar. ‘âtim / ‘âtime «ülp / pJlp] (a:tim) {OsT} sf.
evleklemek. [DLT] Ağır; yavaş.
a t ı z l a n m a k , [at-ız-la-n-rnak] {eT} e d il.f. [-ur] (Tarla
at’ime, [Ar. ta'âm > at'im e <uuil] (t, kalın söylenir)
için) bölümlere ayrılmak; sulanm ak için bölümlere
{OsT} is. Yemekler; aşlar,
ayrılmak. [DLT]
a t ı z m a k , [at-mak (titremek) > at-ız-mak / ıt-ız-mak / atime, [Ar. atîme <u^kl] (ati:me, t kalın söylenir)
et-iz-mek] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Titretmek. [İKPÖy.] {OsT} s f Ateş yakılan ocak veya mangal,
2. Çınlatmak. [İKPÖy.] 3. (Telli saz için) çalm ak bir atire, [Ar. ‘âtire °ylp] (a:tire) {OsT} is. 1. Putlara k u r
musiki aleti çalmak. [İKPÖy.] [EUTS] ban edilen dişi koyun. 2. Arapların İslam lık öncesi,
a t i 1, [Ar. ityân (gelme) > âtı ^ T ] (a:ti:) {OsT} is. 1. Recep ayında kestikleri kurban,
Gelecek zaman; yarın; istikbal. 2. sf. Gelecek. 3. atiş, [Ar. ‘âtiş / ‘âtişe / ^itLp] (ati:ş) {OsT} sf.
Bir yazı için daha sonra gelen bölümde belirtilen;
Susuz; susamış,
aşağı. S â t î ' ü l - b e y â n , {OsT} A şağıda söz edilecek
atit, [Ar. atîtJaJ»l] (ati:t, t ’ler kalın söylenir) {OsT} is.
olan.|| â t î ' ü z - z i k r , {OsT} A şağıda belirtilecek, biraz
sonra belirtilecek olan. Gıcırtı.
a t i 2, [Ar. cutv > ‘atı (ati:) {OsT} sf. İnatçı; kaim atiyat, [Ar. ‘atiyye > ‘atiyyât oL kp] {OsT} is. -*■ atiy-
kafa. yat.
ati3, [Ar. 'ât! / 'âtiye / ^/Ip] (a:ti:) {OsT} sf. İs atiye1, [Ar. ‘ata (verme) > 'atiyye 4-kp] {OsT} is. B ü
yan eden; kafa tutan, yüklerin küçüklere verdikleri hediye ve bahşiş. S
atid, [Ar. 'atîd -i~p] (ati:d) {OsT} s f Hazır; hazır atiye-i seniyye, Padişahın verdiği hediyeler; atiye-
lanmış. i şahane.
atide, [Ar. 'atıd °-t~p] (ati:de) {OsT} is. Elbise sandı atiye2, [Ar. âtî (gelecek) > âtiye -uiT] (a:tiye) {OsT} is.
1. Gelecek olanlar. 2. Gelecek zamanlar,
ğı-
Htih, [Ar. 'âtih / 'âtihe / v Ip ] (a. tih) {OsT} sf. atiyen, [Ar. ıtyân (gelme) > âtiyyen lirT] (a:ti’y en)
İsyan eden; kafa tutan. {OsT} zf. Gelecekte; sonra; ileride,
atik1, -ği [at-ık > atik] sf. 1. Çabuk davranıp hızlı atiyyat, [Ar. 'atiyyât oLLp] (a:tiyya:t) {OsT} is. A r
hareket edebilen; çevik; eline çabuk. 2. zf. Çabuk, mağanlar; bahşişler; ihsanlar,
hızlı. S atik davranmak, Herkesten önce dav atkag, [at-ka-ğ] {eT} is. Bağ; kelepçe; bent. [EUTS]
ranmak, çabuk harekete geçmek.\\ atik tetik, Ça
atkaglıg, [at-ka-ğ-lığ] {eT} sf. Bağlı; kelepçeli; bentli.
buk davranan, çevik.
[EUTS]
atik , -kı [Ar. ‘itk (eskilik) > ‘atîk / 'atılca / «~p] atkak, [at-ka-k] {eT} is. Bilinç nesnesi; nesne; obje;
ATK Ö IÜ H IÜ B K C t S Ö M . a s»
şey. [Üç İtigsizler] atkalmak, [at-ka-l-mak] {eT} atlab1, [Ar. tâlib > atlâb (atla.b) {OsT} is. 1.
gçsz. f [-ur] Ok atmak istemek; silah atmak.
Arayanlar. 2. Öğrenciler; talibler; talebeler.
[EUTS]
atkam ak, [at-ka-mak] {eT} gçl. f. [-r] Bağlamak. atlab2, [Ar. tılb > atlâb (atla:b) {OsT} is. Ka
[Gabain] dın peşinde koşanlar; hovardalar; zamparalar,
atkançsız, [at-ka-nç-sız / ad-ğa-nç-sız] {eT} sf. Bağ- atlaç, [at-la-ç] {ağız} is. Yamaç; dağm bir yüzü, sırtı.
sız; serbest. [Gabain] [DS]
atk an g u , [at-kan-ğu / at-kanu] {eT} is. Duyu sahası; atlag, [at-lağ / at-lığ] {eT} sf. Adlı; isimli sanlı; ünlü;
duyu nesnesi. [Üç İtigsizler]atkanguluksuz, [at-kan- meşhur. [EUTS] [Gabain]
ğu-luk-suz] {eTj sf. Kelepçelenmeyen; bağlanm a atlak1, -ğı [at-la-k] is. tekst. 1. Atlanmış. 2. Kadife
yan. [EUTS] dokuması sırasında bir kaç atkı ipliğinin düğüm
atkanm ak, [at-lça-n-mak / ad-ğa-n-mak] {eT} edil. f. lenm eyerek serbest kalm ası durumu. 3. {ağız} Çay
[-ur] 1. Bağlanmak; kelepçelenmek. [Gabain] [E- vb. akarsudan geçmek için aralıklarla konulm uş iri
UTS] 2. Kavramak; algılamak [Üç İtigsizler] 3. Ya taşlar. [DS] 4. {ağız} Köprü. [DS]
pışmak. [Üç İtigsizler] atkanm aksız, [at-kan-mak- atlak2, -ğı [at-la-k] {ağız} zf. Kadar. [DS]
sız] {eT} sf. Serbest; bağlanmış olmadan; bağlan- atlal, [Ar. talel > atlâl J tsltl] (atlâ.T) {OsT} is. 1. Bi
maksızm. [EUTS]
çimler; şekiller; resimler; kalıplar. 2. Ören yerler;
atkı, [at-mak > at-kı] is. 1. Omuza ve başa örtülebi- harabeler.
len pamuklu veya ipekli kumaştan yapılmış geniş
atlama, [at-la-ma] is. 1. Atlam ak işi. 2. spor. En yük
örtü. 2. Soğuktan korunmak için boyuna sarılan
sek veya en uzak atlamayı esas alan yarışm a dalla
yünlü veya kaba kumaştan yapılmış dolama; kaş
rı. 3. Uçaktan paraşütle yere inme. 4. Gazetecilikte
kol. 3. Ayakkabıların üzerinde aşırtmalı bağlama
diğer basın yayın organlarının verdiği önemli bir
veya ilikleme için yapılmış şerit. 4. Dokumacılıkta
haberden haberi olmamak. 5. Ö rgü işlerinde birbi
enine geçirilen iplikler. 5. Binalarda kapı, pencere
rine bitişik olmayan ilmekleri bağlayan parça iplik.
gibi boşlukların üzerinden geçirilen kiriş. 6. M at
6. İm tihanlarda sorulardan bazılarını yanlışlıkla boş
baacılıkta defter ve fatura gibi elle yazılacak basılı
bırakma. 7. M atbaacılıkta dizgi sırasında bir keli
evrak için satırları göstermek amacıyla konulan
me, cümle veya bir bölüm ün eksik dizilmesi ile
noktalı çizgiler. 7. Ekin saplarını yükseğe atmak
oluşan anlam bozukluğu. 8. Paraşütle bir hava ara
için kullanılan yabadan çok daha büyük tarım ara
cından boşluğa atılma. 9. {ağız} Eşik. [DS] 10. {ağız}
cı.
A karsuyun atlanarak geçilebilen yeri. [DS] S at
atkıç, -cı [at-mak > at-kıç] is. Taş atm a aracı; sapan, lama bacak oyunu, Yere oturmuş karşılıklı iki ço
atkılama, [at-kı-la-ma] is. tekst. 1. Tezgâhtaki çözgü cuğun üst üste koydukları ayakları ve yum rukları
iplikleri üzerinden atkı ipliğini geçirme; atkı atma. ile oluşturulmuş yükseklikten atlamaya dayanan bir
2. Bir dokumanın atkı düzeni, çocuk oyunu. || atlama beygiri, spor. Atlam a yapa
atkılamak, [at-kı-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] tekst. cak jim nastikçinin koşarak gelip destek aldığı jim
1. Dokumada atkı işini yapmak. 2. {ağız} El tezgâh nastik aleti. || atlama direği, {ağız} Çatının oturdu
larında m ekik atarak dokuma yapmak. [DS] ğu kısımda dört metre aralıkla konulan direkler.
atkılı, [at-kı-lı] sf. 1. Atkı sahibi olan. 2. Atkısını ta [DS]|| atlama işareti, M atbaacılıkta atlanan kısım
kınmış. ları gösterm ek amacıyla kullanılan 0 işareti. || at
atkılık, -ğı [at-kı-lık] is. tekst. 1. Sadece atkı ipliği lama tahtası, mec. Sosyal mevki veya idari bir m a
olmaya elverişli. 2. Kısa lifli ve zayıf merinos ipli kam itibariyle daha iyi durum a gelm ek için kullanı
ği- lan makam, yer. || atlama tahtası yapm ak, Daha
atkın, [at-kın] {ağız} is. 1. K ırkılm ak üzere olan ko- iyi bir konuma gelm ek için birini veya bir yeri ba
yunların yünlerinin dibinden çıkan yeni join. 2. sf. sam ak olarak kullanm ak\\ atlama taşı, Çay, dere
Yavrusunu ölü doğuran. 3. Parasız. 4. (Kız için) gibi derin olmayan küçük suları içine girmeden
çapkın. [DS] atlayarak geçm ek için adım lanabilecek aralıklarla
atkuçı, [at-mak > at-ku-çı] {eT} sf. Atan, dizilmiş taşlar; atlangıç. || atlama vaziyeti, Havacı
atkuyruğu, [at+kuyruk(k)-u] is. bot. Nemli yerlerde lıkta, paraşütçülerin güvenli bir şekilde dışarı çı
yetişen çiçeksiz, damarlı ve kök saplı, çok yıllık bir kabilmelerini sağlam ak amacıyla uçağın düşük
bitki; boynuzluca ot. (Equisetum arvense). S at hızda, bir kararda ve düz uçuş yapm ası durumu.
kuyruğu saç, Tepede toplanıp bağlanarak a t kuy atlamak, [at-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor] 1. Bir
ruğu gibi sarkıtılmış uzun saç biçimi. yükseklikten ayakları yerden kesilmiş olarak sıçra
atkuyruğugiller, [at+kuyru(k)-u-gil-ler] is. bot. Ör yıp geçmek; {eT} (aym); çıvmak; hoplamak; kalgı
nek türü atkuyruğu olan eğreltiotlanndan içi boş mak; sekmek; sıçramak. [EUTS] D uvardan atla
saplan boğumlu, boğum yerlerinden çepeçevre dal mak. 2. Ayakları yerden kesilmiş olarak sıçrayıp
lar çıkan sporlu bitkiler familyası, (Equiseticeae). bir uzaklıktan ileri geçmek. Su birikintilerinden
l l M T İ l if f S O M . 351 A TL
atlamak. 3. Bir şeyi yakalam ak için ileri doğru fır atlanm ak1, [at-mak > at-la-n-mak] ed il.f. [ -ır ] \. A t
lamak. Kaleci, topa atladı. 4. Y üksekte bulunan bir lamak işi yapılmak. 2. {eT} Bir şeyin üzerine çık
yerden aşağı doğru kendini atmak. Çatıdan atla mak. [EUTS]
mak. 5. argo. Binmek. Otobüse atladığı gibi... 6. atlanmak2, [at > at-la-n-mak jiibrT] dönşl. f. [-ır] 1. .
Bir makamdan, bir mevkiden daha iyisine geçmek.
A t sahibi olmak. 2. Ata binmek. {eT} {eAT} (aym) 3.
7. Bulaşmak. Sığır vebası Trakya ’y a atladı. 8. Sıç
{eT} Atla gitmek. [Gabain] [Mühennâ] [EUTS] 4. {eT}
ramak. Yangın, karşıya atladı. 9. Birbiri ile ilgisi
Atlaşmak; at hâline gelmek. [DLT]
bulunmayan nesneler ve olaylar arasında geçiş
atlanturmak, [at > at-la-n-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
yapmak. Şimdi, Anadolu Selçuklularını bırakıp İs
Ata bindirtmek; atlandırmak. [EUTS]
panya 'ya atlayalım. 10. Bir sınıfı okumadan bir üst
smıfa geçmek. Çok zeki çocuktu, ikiden dörde atla atlas1, [Ar. talaş (pürüzsüz olmak) > atlas 0JL\\{OsT}
dı. 11. Saldırmak. D üşmanın üstüne yıldırım gibi is. 1. Yüzü ipek, altı pamuklu kıymetli bir kumaş
atladı. 12. mec. Aldanmak, kandırılmak. 13. argo. cinsi. 2. coğ. B ir yeri, bir kıtayı, bir ülkeyi veya
(Erkek için) cinsel ilişkide bulunmak; cinsel ilişki bütün dünyayı bütünüyle gösteren haritalar. 3. Y ıl
ye alet etmek. 14. gçl. f. Bir yeri sıçrayarak geç dızları ve burçları bütünüyle gösteren gökyüzü ha
mek. Burayı bir adımda atlayabilir misin? 15. B i ritası. 4. Lehçeleri ile birlikte b ir dilin konuşulduğu
rini veya bir nesneyi dikkate almamak; yok say yerleri gösteren harita. 5. İnsan vücudundaki organ
mak. Allah aşkına atla şu mızmızı. 16. Dikkatsizlik ve dokuların yerlerini gösteren şematik resimler. 6.
sonucu unutmak veya gözden kaçırmak. Bankaya sf. Atlastan yapılmış. 7. Pürüzsüz; temiz; parlak, fi1
taksit vardı, bak atlamışız. 17. Birbirini takip eden atlas-ı çarh, {OsT} Gökyüzü.|| atlas dikişi, {ağız}
konu, şekil, yazı, rakam gibi bölüm leri bilerek dik Yorgancılıkta baklava biçimi bir dikiş türü. [DS]|j
kate almadan ya da dalgınlıkla unutarak geçmek. atlas-ı gerdün, {OsT} Gökyüzü. |j atlas-ı mina,
18. Gazeteciler için, önemli bir haberi alamamak. {OsT} Gökyüzü.|| atlas-püş, {OsT} Atlas giyen; atla
19. {eT} Adım atmak. [Mühennâ] S atlayıp gelmek, sa bürünen.\\ atlas-rengîn, {OsT} Koyu kırmızı.
İlk araçla hemen gelmek. atlas2, [Ar. talaş > atlâs ^ > ^ 1 ] (atla:s) {OsT} is. 1.
atlambaç, -cı [at-la-mak > at-la-n-gaç / atla-mbaç] Eskitmeler; yıpratmalar; mahvetmeler. 2. sf. Eski;
is. l.Y ere oturmuş karşılıklı iki çocuğun üst üste aşınmış.
koydukları ayaklan ve yumrukları ile oluşturulmuş atlas3, [Yun. atlas (bir m itolojik varlık) > Fr. atlase]
yükseklikten atlamaya dayanan bir çocuk oyunu. 2. is. 1. özl. is. mit. (Baş harfi büyük yazılır) İlk çağ
Suya atlanılacak yüksekçe yer. 3. {ağız} Çay ve de Yunan mitolojisinde tanrılara isyan ettiği için Zeus
re gibi yerlerden atlayarak geçmek için su içine tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşım aya m ah
konulmuş iri taşlar. [DS] kûm edilen titan. 2. mim. Bir balkon veya saçağı
atlandırma, [at > at-la-n-dır-ma] is. B ir askerî birliği yahut bir kornişi taşım ak için sütun yerine kullanı
ata bindinne. lan veya sütun başı olarak düzenlenen erkek heyke
atlandırmak, [at > at-la-n-dır-malc] gçl. f. [-ır] Bir li. S1 atlas kemiği, anat. İnsan boynundaki birinci
askerî birliği atlı hâle getirmek, ata bindirmek, omur. || atlas çiçeği, bot. Brezilya kökenli boğum
atlandurmak, [at > at-la-n-dur-m ak j^jj-u b 'I] {eAT} boğum yassı veya üç köşeli gövde üzerindeki uzun
bir sap ucunda genellikle y ıl başına doğru çok can
gçl.f. [-ur] A ta bindirmek,
lı kırmızı, pembe, sarı ve beyaz çiçekler açan dola
atlangaç, -cı [at-la-mak > at-la-n-gaç] {ağız} ıs. f arla yısıyla süs bitkisi olarak saksılarda yetiştirilen bir
aralarında yalnız yayaların geçebileceği biçimde kaktüs çeşidi; N oel kaktüsü; y ıl başı çiçeği, (Zygo-
yapılmış iki tarafı merdivenli yüksek geçit. [DS] castus truncatus) ve (Epiphyllum).\\ atlas çiçeği-
atlangıç, -cı [at-la-n-gıç] is. Çay, dere gibi derin ol giller, bot. Ö rnek bitkisi atlas çiçekleri olan kak
mayan suları, içine girmeden atlayarak geçmek için tüsler.
adımlanabilecek aralıklarla dizilmiş taşlar; atlama atlaş, [at-la-ş] {ağız} is. Atın sağrısı; atm arka tarafı.
taşı. [DS]
atlanılma, [at-la-n-ıl-ma / at-la-n-ıl-ma] is. Atlanıl atlaşm ak1, [at-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. (Tay için)
mak işi. at olmak; at durum una gelmek. 2. mec. (Kişi için)
atlanılmak1, [at-la-mak > at-la-n-ıl-mak] edil. f. [-ır] at gibi kalın adaleli bir vücuda sahip olmak.
1. Bir yerden atlamak işi yapılmış olmak. 2. Atlara atlaşmak2, [ay-ır-t-la-ş-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] A yırt
binilmek. etmek. [DS]
atlanılmak2, [at (binek hayvanı) > at-la-n-ıl-mak] e- atlaşmak3, [at-la-ş-mak] {ağız} işteş f. [-ır] İki kişi
birden ata binmek. [DS]
dil.fi [-ır]A i sahibi olunmak,
atlaştırmak, [ay-ır-t-la-ş-tır-mak / at-la-ş-tır-mak]
atlanma, [at-la-n-ma] is. 1. A tlanm ak işi. 2. A t sa
{ağız} gçl. f. [-ır] Kavga eden insan ya da dövüşen
hibi olma işi. 3. A ta binm e eylemi.
hayvanları ayırmak. [DS]
ATL 0 IÛ M T Ü J K S Û M . »
atlatıcı, [at-la-t-ıcı] is. 1. Atlatm a işini yapan; atla gelişmiş olan. 2. Atletlere özgü; atlete uygun. 3.
tan. 2. Paraşütle atlama eğitimi sırasında paraşütçü A tletizm le ilgili,
lerin uçaktan atlamasına yardımcı olan uzman, atletizm, [Fr. athletisme] is. Koşu, atlama ve atma
atlatılma, [at-la-t-ıl-ma] is. Atlatılmak işi. yarışmalarını kapsayan bireysel sporlar,
atlatılmak, [at-la-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Birisi ta atlı, [eT. at-hğ / at-lı] is. 1. A ta binmiş kişi; binici;
rafından atlatma eylemine uğramak; Çocuklar an süvari; sipahi. {eT} (aym) [EUTS] [DLT] [Tekin]
neleri tarafından çamurdan atlatıldı. 2. mec. Çeşit [Mühennâ] [Gabain] [ETY] 2. Askerlikte binek atı
li bahanelerle oyalanmak; kandırılmak. A dam sö kullanan kişi veya sınıf. 3. sf. A ta binen. 4. Atı olan
zünde durmadı, atlatıldık. 3. Savuşturulmak. F ab ve ata binmiş olan. 5. Atla yapılan, ö atlı ases,
rikada yangın tehlikesi atlatıldı. Yeniçeri ocağına mensup olup İstanbul asayişinden
atlatma, [at-la-t-ma] is. 1. A tlatm ak işi. 2. B ir gaze sorumlu askerlerin at üzerinde gezerek görev y a
tecinin önemli bir haberi diğer gazetecilerden önce panları.,|j atlı ases gibi gezmek, Gece gündüz ser
duyurması. 3. Örgücülükte mevcut ilmiklerin ya bestçe dolaşabilmek. [| atlı azığı, B ir at menziline
nında ikinci bir ilm ik sırası oluşturma. 4. {ağız} Ka ulaştıracak kadar yiyecek.\\ atlı gibi, {ağız} (Kadın
pı ve pencere üstlerine konulan uzun taş. [DS] S için) hamarat. [DS]|| atlı karaca, Atlıkarınca.\\ atlı
atlatma haber, B ir gazetenin diğer gazetelerin karaço, Atlıkarınca. \\ atlı karınca,, zool. İri gövde
hiçbirinin haberi olmadan yayınladığı önemli ha li bir karınca türü, (Ponera grandis).|| atlı kıtalar,
ber. (Eskiden) atın kendisinden veya gücünden yararla
narak savaşa katılan askerî birlikler.\\ atlı spor, A t
atlatmaca, [at-la-t-mak > at-la-t-maca] is. Atlatma
üzerinde yapılan bütün sporların genel adı.
düzeni; kandırm ak için oyun kurma.
atlıg, [ât-lığ] {eT} sf. 1. Adlı; adı olan; ad almış;
atlatm ak1, [ at-la-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Ata bin
isimli; sanlı. [Üç İtigsizler] [EUTS] [ETY] 2. ... de
dirmek. [ETY]
nen. [Üç İtigsizler] 3. Unvanlı; unvan sahibi; rütbesi
atlatmak2, [at-la-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Birine atlama olan; ünlü; tanınmış; meşhur. [ETY] [Tekin] [Mü
işini yaptırmak. 2. Sıkıntılı bir durumu savuştur hennâ] 4. M illetin büyüğü. [DLT] athk, -ğı [at-lık]
mak. 3. Çok önemli bir haberin diğer gazete muha {eT} is. 1. A t bağlanacak yer. [Mühennâ] 2. {ağızj
birlerine duyurmadan yalnız kendi gazetesinde ya K öy odalarının yanında konuk atlarının bağlandığı
yınlanm asını sağlamak. 4. mec. Birini başından ahır; tavla. [DS]
savmak; kandırmak. 5. {ağız} Aklını kaybetmek. atlıkarınca, [at-lı + karaço (< İt. carozza)] is. Bir
[DS] m erkez etrafında dönen yapm a hayvan ve otomo
atlaturmak, [at-la-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Ata billerden oluşmuş ve çocukların binerek eğlendik
bindirmek. [İKPÖy.] 2. A ta bindirilmek. [İKPÖy.] leri panayır oyuncağı,
atlavuç, [at-la-mak > at-la-n-guç] {ağız} is. Dere, çay atlım, [at-h-m] {ağızj sf. Şanlı; namlı. [DS]
gibi yerlerden geçmek için su içine konulan büyük
atliye, [Ar. tılâ > atliye «titl] {OsTj is. Merhemler,
taşlar; atlama taşı. [DS]
atlayıcı, [at-la-y-ıcı] is. 1. Atlamayı iş ve meslek e- atlu, [eT. at-lığ > at-lu ^ T ] {eATj sf. Atlı, t? atlu
dinmiş kişi. 2. spor. Atletizmin atlama dallarından ases, {OsT} 1. A tla gezen gece bekçisi. 2. Fahişe;
birinde yarışan sporcu, hayat kadını.\\ atlu azuğı, {eATj B ir at menziline
atlayış, [at-la-y-ış] is. Atlama işi ve biçimi, ulaştıracak m iktardaki azık.|| atlı kişi, {eATj Süva
ri.
atlaz, [Ar. talaş => atlaz j} U ] {eAT} is. -*• atlas1
atma, [at-ma -a-sT] is. 1. A tm ak işi. 2. Lokom otif ta
atles, [Ar. talaş (pürüzsüz olmak) > atles {OsT}
rafından itilen bir vagon dizisinin kazandığı hız ile
sf. Eski; yıpranmış; yırtık, yapılan manevra. 3. Atletizmin çekiç, gülle, cirit ve
atlesi, [Ar. atles! Lf~ü>l] (ailesi:) {OsT} sf. 1. Atlastan disk atışı ile ilgili yarışmalarına verilen ad. 4. İnşa
yapılmış. 2. Atlas gibi, atlarda geniş açıklıkları tutmak için oluşturulan
birleşik kirişler. 5. {ağız} Nişan hediyesi. [DS] 6.
atleşmek, [ay-ır-t-la-ş-mak / at-le-ş-mek] {ağız} işteş
{ağız} Kış geceleri sırayla, haftada bir yapılan ye
f. [-ir] Ayrılmak; düzelmek. [DS]
mekli sohbetler. [DS] 7. {ağız} Yamaçlardaki, uçu
atleştırmak, [atleş-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ir] Dü
rumlardaki kaya parçaları. [DS] 8. {ağız} Yapıların
zeltmek; ayırmak. [DS]
üzerini örtmede kullanılan kalın ağaçlar. [DS] 9.
atlet, [Yun. athletes / athlos (güreş) > Fr. athlete] 1. Patik, ayakkabı vb.nin üstten geçen ve yandan ilik
A tletizm le uğraşan sporcu. 2. Kolsuz ve yakası lenen kayışı. 10. sf. Atm ak işi ile oluşan. S’ atma
açık erkek iç fanilası. 3. sf. Sağlam yapılı; güçlü. 0 dan atmak, {ağız} Kündeden atmak; atlatmak.
atlet yapılı, Vücudu ve adaleleri iyi gelişm iş sağ [DS]11 atma ip, {eAT} Dokumacılıkta enine atılan ve
lam yapılı kişi. tarakla sıkıştırılan iplik; atkı.|| atma taş, {ağız} Ço
atletik, -ği [Fr. athletique] sf. 1. Vücudu ve kasları cukların oynadığı bir taş oyunu. [DS]
r u i i ı ı » ! « 353 A TM
atmaca, [at-mak > at-ma-ca] is. zool. 1. K artalgiller tirmek; abartmak. 37. (Renk için) solmak; açılmak.
den ormaıılık alanlarda yaşayan, küçük kuşlan ve 38. Ne yapacağını abartılı biçimde anlatmak. S at,
kemirgenleri avlayarak beslenen geniş kanatlı, u- atamazsın, sat, satamazsın, 1. İşe yaram adığı
zun kuyruklu yırtıcı ve etçil bir kuş, (Accipiter hâlde bir türlü vazgeçilemeyen eşya veya kimseler
nisas). 2. {ağız} Çocukların kuş avlamakta kullan için kullanılır. 2. İstenmediği hâlde a h ’abalık bağ
dıkları bir araç; sapan. [DS] 3. (atma'ca) zf. Bir şey ları olduğu için terk edilemeyen kişi için söylenir.\\
atarak; atma yoluyla. S atmaca gibi, Çok hızlı ve atıp eğirmek, {ağız} 1. Birinin kötülüklerini sayıp
çevik.\\ atmaca gibi atılmak, (Bir iş y a da para dökmek, 2. H ar vurup harman savurmak; isra f et
için) sahip olabilmek için büyük bir hırsla harekete mek. [DS]|| atıp savurmak, 1. Birinin veya bir şe
geçmek.\\ atmaca kartalı, zool. Uçuşu kartala, yin aleyhinde konuşmak. 2. Bir konu hakkında çok
rengi atmacaya benzeyen bir yırtıcı kuş, (Hiera- abartılı komışmak.\\ atıp tutmak, 1. Birinin veya
aetus fscistus).\\ atmaca kelebeği, zool. P ul ka bir şeyin aleyhinde konuşmak. 2. Bir konu hakkın
natlılardan larvaları bitkiler için zararlı bir kele da çok abartılı konuşmak.\\ atıp üfürmek, {ağız}
bek, (Celerio lineata). Birinin kötülüklerini sayıp dökmek. [DS]11 at m ar
atmacacı, [atmaca-cı] is. Atmacayı bir avcı kuş o- tini Debreli Haşan, Yalan söyleme, mübalağa et
larak yetiştiren, eğiten kişi, ö atmacacı başı, İm me, şeklinde uyarı.\\ atma Recep din kardeşiyiz,
paratorluk döneminde atmacacılar denilen avcı Yalan söyleme, mübalağa etme, şeklinde uyarı.\\
kolunun başı. atsan atılmaz, satsan satılmaz, 1. İşe yaram ıyor
atmacacılık, ğı [atmacacı-lık] is. Avcılıkta birinin fa k a t bir türlM vazgeçemiyorum, anlamında söyle
kaldırdığı ava o daha ateş etm eden ateş etmek. nir. 2. İstenmediği hâlde akrabalık bağları olduğu
atmak1, [at-mâkj gçl. f. [-ar] 1. Bir nesneyi elden için terk edilemeyen kişi için söylenir.|| attığı
bırakıp boşluğa, ileriye doğru fırlatmak. {eT} (aym) adımdan dönmemek, Sözünden ve kararından
[DLT] [Nevayı] [Yüknekî] [Mühennâ] [İKPÖy.] 2. Üze vazgeçmeme'k.\\ attığı attık, tuttuğu tuttuk, D ile
rinden hızlı bir şekilde çıkarıp bir kenara rasgele diğini yapabilecek kadar serbest olmak. || attığı taş
bırakmak; çıkarmak. 3. Bir şeyi birine hızlıca ver ürküttüğü kurbağaya değmemek, Yapılan bir iş
mek, 4. Uzağa ve istenmeyen bir yere göndermek; için harcanan emek ve parayı kazancın karşılam a
uzaklaştınııak. 5. Gereksiz bularak elden çıkannak. ması durumu, attığı tırnak bile olamamak, Sevi
6. Kullanmaktan vazgeçmek. 7. Terk etmek. 8. yesine ulaşamamak:\\ attığını vurmak, 1. İyi ni
Gönlünden, düşüncesinden uzaklaştınııak. 9. K oy şancı olmak. 2. Giriştiği her işi başarmak.
mak. 10. Yerleştirmek. 11. İleri bir tarihe bırak atmak , -ğı [at-mak] {ağızj is. 1. Asmayı yerden
mak. 12, İp, halat, zincir gibi şeylerin bir ucunu yüksekte tutm ak için ağaçlardan yapılan çardak. 2.
ulaştırmak, 13. Götürmek, taşımak, 14. Dinamit, Heybe gibi, hayvana yükletilmek için iki tarafı
bomba, silah vb. ateşlemek, patlatmak. 15. {eT} denk olarak hazırlanan yük. [DS]
(Ok için) atmak; nişana atmak; silah atmak; nişan atmalı, [at-ma-li] {ağız} is. 1. K âra bile dayanıldı ince
almak. [EUTS] [ETY] 16. Birini dövmek, bir şeyle kabuklu yuvarlak bir kış üzümü. 2. Çocukların oy
vurmak: dövmek {eT} (aym). ;[EUTS] 17. (Hapse, nadığı bir tür ceviz oyunu. [DS]
zindana) kovmak, kapatm ak; hapsetmek. 18. (G ön Atm an, [Ar. tosm ân>R um , atman] öz. is. Bizans kay-
deri için) posta ile göndermek. 19. (İıııza, tarih naklannda Osman Beyeverilen ad.
için) yazmak. 20. (Pam uk, yün yapağı vb. lifler atman, [Sansk. atman] is. 1. Hinduizmde hayat so
için) yay ve tokm ak ile kabartmak. 21. Y ok say luğu; ruh. 2. İnsanın "ben"i.
mak. 22. fağız} Yüklemek. [DS] 23. {ağız} (Sperma
atmar, [Ar. tım r > atmâr jU il] (atma.r) {OsT} sf. 1.
için) cinsel organından sperma fışkırmak; beli gel
mek. |ÛSı] 24. {ağız} (Sinek içitı) yumurtlamak; kurt Eski püskü elbiseler. 2. Paçavralar,
atmak, [DS] 25, .{eAT} B ir şey fırlatarak vurmak. 26. atmasyon, [atmak + Fr. -tion] sf. argo. Gerçekle il
(Söz, yalan, palavra, nutuk vb.) söylemek; ortalık gisi olmayan; asılsız; uydurma; yalan; mübalağa,
yerde konuşmak: demek, 27. (T ur için) dairevi bir atmasyoncu, [atmasyon-cu] is. argo. Gerçekle ilgisi
dönüş yapmak, 2&. gçsz. (Y ürek için) çarpmak; olmayan, yalan şeyler söyleyen kimse; yalancı; pa
hafifçe titreşmek, 29. Bir kadeh veya daha az bir lavracı.
kaç yudum içld içmek. 30. Sökülmek; dikiş, yapış- atm asyonculuk, -ğu [atmasyon-cu-luk] is. argo. Y a
tiwia ve kaplam a açılmak, 31. {eT} Avlanmak. lancılık; uydurmacılık; palavracılık,
(ETY] 32. {eT} (Şafak, tan için) sökmek. [EUTS] 33.
atme, [Ar. atme {OsT} is. 1. Ateş kaynağı. 2.
t* p Fışkırmak; akmak; çağlamak. [EUTS] 34. {eT}
Titremek. [İKPÖy.] 35. argo. Y alan söylemek; ya Volkan çukuru; krater,
lan sayılacak derecede abartmak. 36. argo. Kesin atm ık1, [at-mık] {eT}sf. A t sahibi. [Mühennâ]
bilgi Sahibi olmadan tahm in ederek söylemek; kes atmık2, -ğı [at-mık] is. biy. Erkek cinsel organından
ATM öiüieıırosaM.354
salgılanan ve içinde döl hücreleri bulunan sıvı; m e atom izör, [Fr. atomiseur] is. Sıvı, eriyik veya asıltı
ni; er suyu; bel; sperma, hâlindeki ilaçların m olekül hâlinde püskürtülerek
atmosfer, [Yun. atmos (buhar) + sphaira (küre) > Fr. kullanılmasını sağlayan araç,
atmosphere] is. 1. Herhangi bir gök cismini özellik atonal, -li [Fr. atonal] sf. müz. Ton ve makam kural
le de Yer küreyi çevreleyen gaz tabakası. 2. D ün larına uymadan m eydana getirilmiş müzik eserleri
yayı çevreleyen ve meteorolojik olayların cereyan için kullanılır; eksensiz. S atonal sapm a, Verilen
ettiği troposfer tabakası. 3. gnşl. B ir kişinin yaşadı bir frekans ve dinleyici için, işitme eşiği ile tonal
ğı ve etkisi altında kaldığı ortam. 4. Seramikçilikte algılama eşiği arasındaki fark.
içindeki basınç ve sıcaklık ayarlanabilen kapalı atölye, [Fr. atelier (m arangoz işliği)\ is. 1. El işleriy
pişirm e fırmı. le uğraşanların birlikte çalıştıkları yer. 2. B ir sanat
atm osferik, -ği [Fr. atmospherique] sf. Atmosferle il çının veya ustanın çevresinde çalışanlardan mey
gili; cevvî. dana gelmiş topluluk. 3. Fotoğraf çekmek, resim
yapm ak gibi amaçlarla kullanılan kapalı alan. 4.
atnab, [Ar. tmâb > atnâb o l i l (atna:b) {OsTj is. 1.
Fabrikada işin gereği bir grup işçinin çalıştığı bö
Çadır ipleri. 2. Ağaç kökleri. 3. Vücuttaki sinirler, lüm. 5. K üçük imalathane,
atnaştırm ak, [ayırtla-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
atraksiyon, [Fr. attraction] is. 1. Çekicilik; cazibe. 2.
Ayırmak; çözmek. [DS]
Eğlence; zevk. 3. İlgi çekici ve heyecan verici gös
atol, -lü [Maldiv d. atol] is. Tropikal denizlerde m er teri.
can kabuklarının birikmesi sonucu meydana gel
atrab, [Ar. tarab (eğlence) > atrâb ol_^>l] (atra:b)
m iş, ortası göl, çevresi kara olan adacık,
atom , [Yun. atomos (kesilemeyen) > Fr. atome] is. {OsT} is. Eğlenceler; oyunlar; şenlikler; neşeler,
kim. ve. fız. Bir maddenin tem el özelliklerini taşıyan atraf, [Ar. ta rf> atrâfı-iljtl] (atra:f) {OsT} is. Gözler.
en küçük parçacığı. S atom ağırlığı, B ir elementin
atrak, [Ar. târik > atrâk jl jt l] (atra:k) {OsT} is. 1.
atomunun, l2C (karbon izotopu)nun kütlesinin on
Gece gelenler. 2. Geceleyin gelen yaya gezginler,
ikide birine bölümüyle elde edilen ağırlık veya küt
le miktarı.|| atom kütlesi birimi, Atom ların ağırlı atrar, [Ar. turra > atrâr (atra:r) {OsT} is. Ke
ğını ve kütlelerini ölçmekte kullanılan Hidrojen narlar; uçlar.
atomunun kütlesi veya 12C izotopunun 1/12 oranın
atras1, [Ar. tırs > atrâs ^1 Jb\] (atra:s) {OsT} is. Ya
daki birim; sembolü: akb.|| atom bombası, Atom
çekirdeğinin parçalanması esasına dayanan pa tla zılmış sayfalar.
yıcı madde.\\ atom çağı, Atom enerjisinin insanlık atras2, [İsp. tras (arka)] is. argo. Kıç; makat,
hizmetinde kullanılmaya başladığı dönem. || atom atreş, [Ar. atreş J*\] {OsT} sf. İşitme engelli; sağır.
çekirdeği, Atomun nötron ve protondan oluşan atrium, [Lat. atrium] is. mim. 1. Avlu etrafına dizil
merkez kısmı.|| atom enerjisi, Atomların çekirdek miş odalardan m eydana gelen geniş aile tipi evler
parçalanm ası suretiyle açığa çıkan ısı, ışık ve rad topluluğu. 2. Orta Çağda kralların içinde gösterişli
yasyon, || atom numarası, B ir atomun çekirdeğinde
kabul törenleri düzenledikleri konut bölümü,
bulunan proton sayısına denk gelen sıralama sayı
atrofî, [Yun. a (yok) + trophe (besin) > Fr. atrophie:
sı. || atom reaktörü, Nükleer parçalanm a sırasında
is. 1. tıp. Bir organın ya da dokunun hacmini ve ça
açığa çıkan enerjiyi kontrol altında tutmaya yara
lışm a gücünü azaltan beslenm e bozukluğu; körel-
ya n düzenek; atom pili. || atom santralı, Atomun
me; dumur. 2. Bazı yetilerin zayıflaması,
parçalanm asıyla açığa çıkan enerjiden yararlan
atropin, [Fr. atropine) is. kim. Güzel avrat otundan
m ak amacıyla kurulmuş elektrik üreten fabrika.\\
elde edilen zehirli bir alkaloit.
atom sayısı, B ir atomun çekirdeğinde bulunan p ro
ton sayısına denk gelen sıralama sayısı. atruk, [Ar. tarîk > atrak ı 3 I ] {OsT} is. Yollar,
atom al, -li [atom-al] sf. Atomla ilgi, ats, [Ar. ‘ats ^-J^] {OsT} is. 1. Aksırık. 2. gnşl. Şafak
atomcu, [atom-cu] is. 1. Atomu ve atom olaylarını sökme. S ats-ı subh, {OsT} 1. Sabahın aksırığı. 2.
inceleyen bilgin. 2. fel. Atomculuk görüşünü be Sefıer vakti; tan.|| ats-ı şeb, {OsT} 1. Gecenin aksı
nim seyen; atomist. rığı. 2. Şafak vakti; tan.
atom culuk, -ğu [atom-cu-luk] is. fel. Kâinatın kendi atsak, -ğı [at-sa-mak > at-sa-k] {ağız} sf. (Kısrak için)
liğinden tesadüfi ve mekanik olarak birleşmiş a- aygır isteyen. [DS]
tom lardan meydana geldiğini savunan felsefi gö
atsam ak1, [at-mak > at-sa-mak] {eT} gçsz. f. [-r]
rüş; atomizm.
Atm ak istemek. [DLT]
atomik, -ği [Fr. atomique] sf. 1. A tom a ait. 2. Atom atsam ak,2[at-sa-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-s(ı)-yor] 1.
la ilgili.
(Kısrak için) aygır istemek. 2. (Binici için) ata
atomist, [Fr. atomiste] is. fel. Atomcu. binmeyi özlemek. [DS]
■ C T 1 T O M .3 5 5 ATY
atse, [Ar. ‘ats > ‘atse 4—kt] {OsT} is. Tek aksırık, S’ attırgan, [at-tır-gan] {ağız} sf. (Kadın için) cinsel
atse-i anberîn, {OsT} Güzel kokulu nefes.|| atse-i isteklerini açığa vurmuş olan; isterik. [DS]
çâh, {OsT} Kuyudaki yankı.\\ atse-i keman, Ö k s e attırgeç, [at-tır-geç] {ağızj is. Yalancı. [DS]
si]] atse-i subh, {OsT} Şafak; tan.|| atse-i şeb, Şa attırık, -ğı [attır-mak > attır-ık] {ağızj sf. Eski püskü;
fak; tan.|| atse-i tîg, {OsT} K ılıç sesi. dağınık; pejmürde. [DS]
atsırmak, [ask (yans.) > ask-ır-mak > at-sır-mak] attırma, [at-tır-ma] is. 1. Attırm ak işi. 2. {ağız}]
g ç s z .f [-ır] Hapşırmak. Mektuptaki selam. [DS
atsız1, [at-sız] {eT} sf. Atsız; atı olmayan. [EUTS] attırmak [at-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Atm ak işini bir
atsız2, [ât-sız] {eT} sf. 1. İsimsiz; adsız. [EUTS] 2. başkasına yaptırmak; {eTj (aym). 2. Atılmasını sağ
{ağız} Ortanca oğul. [DS] 3. {ağız} Yüzük parmağı. lamak. 3. {ağız} Ayakta işemek. [DS] 4. {ağız} (Su
[DS] ® atsız erngek, A dsız parm ak; yü zü k parm a veya başka sıvı şeyler için) basınçla fışkırmak. [DS]
ğı. [EUTS]|| atsız parm ak, {ağız} Orta parm ak; y ü 5. {ağız} Meni gelmek; sperma fışkırmak. [DS] 6.
zük parmağı. [DS] argo: Yapmak; etmek. 7. argo. Vermek. 8. argo.
Cinsel ilişkide bulunmak,
atsızlar, [ad-sız-lar] is. Eski Türklerde bir kahram an
lık göstermedikleri için ad alamayan veya bir suç atu, [Fr. atout) is. İskambil oyununda üstün olan
tan dolayı obadan atılarak eski adlarını taşıyam a kâğıt; koz.
yan ve isimsiz dolaşan kişiler, atub, [Ar. ‘atüb v j^ -] (atu:b) {OsT} sf. İnatçı,
atş, [Ar. ‘atş / ‘ataş {OsT} is. Susama; susuzluk; atud, [adut] {eT} sf. Avuç dolusu. [EUTS]
hararet. S atş-dârân, {OsT} Susuzluk çekenler; su atuf, [Ar. ‘atf (meyletme) > ‘atü f JjJa t] (atu:f) {OsT}
suzlar. sf. 1. Birine sevgisi, meyli olan. 2. Çok merhametli,
atşa, [Ar. ‘atşa *^*s-] {OsT} is. Susamış olanlar, atufet, [Ar. ‘atf (meyletme) => ‘atüfet oijlap] (atu;-
atşan, [Ar. ‘atşân o lik t] (atşa.n) {OsT} sf. Susuz kal fe t) {OsT} is. M erhamet ve şefkat,
mış, susamış. atufetli, [‘atüfet-li] (atu.fetli) {OsT} sf. Şefkat ve
atta, [çocuk d. atta] is. Çocuk dilinde gezmeye git merhameti olan,
mek. atufetlû, [‘atüfet-lü >1%U*] (atu:fetlû:) {OsT} sf. İm
attar, [Ar. ‘ıtr (güzel koku) > ‘attâr *&] (atta;r) paratorluk döneminde yüksek rütbe kazanmış olan
{OsT} is. 1. Güzel koku, kokulu şeyler ve iğne iplik larla birinci dereceden ferikler için yazışmalarda
satan kimse; aktar. 2. Bu m alzemelerin satıldığı kullanılan hitap unvanı,
dükkân. 3. {ağız} Köylerde hayvanla gezerek satıcı atuh, [Ar. ‘ateh (bunama) > ‘atüh o$&] (atu:h) {OsT}
lık yapan. [DS] sf. Bunak; bunamış,
attarcı, [attar-cı (ikinci kez m eslek adı yapılmış)] atuk, -ğu [at-uk] {ağız} sf. Artık. [DS]
{ağız}] is. Aktar. [DS
atum, [Ar. atüm j»_jtl] (atu:m) {OsT} is. Su kaplum ba
attaret, [Ar. ‘attâret OjlL*] (atta;ret) {OsT} is. A k
ğası.
tarlık.
atun, [Ar. âtün ûjS'T] (a:tu;n) {OsT} is. 1. Kızlara di
attarî, [Ar. ‘attârî jjU at] (atta.ri:) {OsT} is. 1. Aktar
kiş ve okuma yazm a öğreten kadın. 2. anat. Döl
lık. 2. Aktar dükkânı, yatağı.
attaristan, [Ar. ‘attâr + Far. istân jU-jU^p] (attaris- atus, [Ar. ‘ats > ‘âtüs (a:tu:s) {OsT} is. Aksır-
ta:n) is. Aktarlar çarşısı, tıcı nesne; enfiye vb.
attarya, [Ar. ‘attâriye => attarya] {ağız}] is. 1. Bak atvad, [Ar. tavd > atvâd ->1^1=1] (atva. d) {OsTj is. D ağ
kal dükkânı. 2. Seyyar satıcı. [DS] lar.
attas, [Ar. ‘ats > ‘attâs ^Uap] (atta.s) {OsT} sf. A ksı atvak, [Ar. tavk > atvâk ö ^ ] (atva:k) {OsT} is. 1.
rıklı; hep aksıran, Gerdanlıklar. 2. Tasmalar. 3. Boyundaki halkalı
attaş, [Ar. ‘atş > ‘attâş JiUa*] (atta.ş) {OsT} sf. Çok çizgiler. 4. Güçler; kuvvetler; takatlar.
susuz. atvel, [Ar. tavıl > atvel J j t l ] {OsT} sf. P ek uzun; en
uzun.
attat, [Ar. attât J»U=I] (atta;t) {OsT} sf. (Kişi için) çok
atyan, [Ar. tiyn > atyân OLtl] (atya:n) {OsT} is. Ç a
bağırıp çağıran; gürültücü; şamatacı,
attırgaç, -cı [aktar+ağaç] {ağızj is. 1. Ekm ek çevir murlar; balçıklar,
mekte kullanılan tahta araç; ekm ek küreği. 2. Pa atyeb, [Ar. tıyb > atyeb {OsT} sf. Daha güzel;
muk atan aygıt. [DS] pek güzel; en güzel; çok güzel.
ATY ÛIÜMIüRMıÜtuiM
a ty er, [Ar. tayr > atyer {OsTj sf. (İlaç, koku vb. av a3, [Far. âvâ] fa v a ;) is. Gürültü patırtı; ses bollu
ğu; cıvıltı.
için) çok uçucu; çok çabuk kaybolan; hızla buhar
avaç, -cı [ağaç / avaç] {ağızj is. Ağaç. [DS]
laşan.
a v a d 1, [Far. âbâd] {ağızj sf. Bayındır. [DS]
A u [Lat. aurum] kısalt, kim. Atom numarası 79, atom
ağırlığı 197.2, özgül ağırlığı 19.5 gr/smJ olan, a v a d 2, [Ar. ‘avâid] {ağız} is. 1. H ediye; armağan, 2.
1064°C’de ergiyen, parlak sarı renkte, yoğun, in- fo lk. Kız evinden gelin alırken verilen bahşiş. [DS]
celtilebilen, havadan ve sudan etkilenm eyen ticari a v a d a n 1, [Far. âbâdân (derli tophı) => oaljî] f a m
değeri çok yüksek bir metal olan altının sembolü, dan) {eATj zf. I. İyice; adamakıllı; hakkıyla; ta
a u ra , [Lat. aura (nefes)] is. tıp. Sara nöbetinden önce mamıyla. 2. {OsTj (Toprak için) iyi işlenmiş. 3.
görülen belirtiler, (Yer için) iyi bakılmış; mamur.
a u t, [İng. out] (avvt) is. 1. Dışarı. 2. spor. Sahada oy av a d an 2, [Far. âb-dân] {eATj is. 1. Su kabı. 2. {ağızj
nanan top oyunlarında topun oyun alanı dışına çık Kavrulmuş kahvenin soğutulduğu tahta kap. [DS] 3.
ması; avut. <3 a u t atışı, K ale atışı.\\ a u t çizgisi, {ağızj Araç; aygıt. [DS] 4. {ağız} Ziynet eşyası. [DS]
K ale çizgisi. 5. {ağızj Av çantası. [DS]
-av, [-av f -ev] yap. e. 1. Fiillerden isim türeten K a av a d a n a, [Sansk. avadana] is. 1. Budacılıkta ahlaki
zan Lehçesinden alınma bir ektir. Fiilin bildirdiği ve dinî öğüt veren hikâyelerin adı. 2. İnsanların
işin sonucu, ürünü kavramını taşıyan isimler yapar: öbür dünyaya göçüşü sırasında iyi veya kötü dav
türev, ödev. 2. Yapılan işin adı anlam ında fiil ya ranışlarına göre nasıl m ü k âfatlan d ırd ığ ın ı anlatan
par: sınav, söylev, işlev. Budha hikâyesi,
a v 1, [av (yans.)] is. Rüzgâr, soluk sesini vb. bildiren av ad ancı, [avadan-cı] is. İmparatorluk döneminde
kök. af-ır zav-ır, av-ur zav-ur. sarayın sünnet ve sarık odalarının temizliğini yapan
av2, [av] {eTj ünl. Verilen buyruğu tanımamayı ve hizm etlilere verilen ad.
reddetmeyi bildiren ünlem. [DLT] a v a d a n lık 1, -ğı [Far, âbâdân => avadan-hk ^ b i j f ]
av 3, [ağ / av] {ağızj is. Ağ. [DS]
{eAT} s f 1. (Yer için) bayındır; bakımlı; mamur;
av4, [av / ab jT] is. İ. K arada ve denizde yabani hay im ar edilmiş. 2. {ağızj is. M am ur ve bayındır yer.
vanları avlama İşi. {eTj (aym) [DLT] [Gabain] [Mü [DS] 3. {ağız} İyi işlenmiş toprak. [DS]
hennâ] 2. A vlam ak suretiyle ele geçirilmiş yaban a v ad an lık 2, -ğı [Far. âb-dân = > avadan-lık is.
hayvanı. [Gabain] [Mühennâ] 3. B ir yırtıcı hayvanın
1. Dülger ve marangoz esnafının aletlerini koyduğu
yemek amacıyla başka bir hayvanı yakalama işi. 4.
kutu veya dolap; alet ve edevat dolabı; sandık;
Keklik. [DLT] 5. mec. Aldatılan, tuzağa düşürülen
{ağız} (aynt). [DS] 2. gnşl. Bir işi yapm ak için gerek
kişi; kurban; yemlik. S ava b inm ek, {eAT} Avlan
li olan aletler. 3. gnşl. Kadınların mücevherleri. 4.
maya gitm ek.|| ava çıkm ak, Ava gitm ek.|| av alanı,
H er hangi bir makinenin, tamamlayıcı parçası ol
Avlanm ak için izin verilmiş alan. || av alm ak , {eAT}
m am akla birlikte, iyi çalışması ve bakımlı olması
A vı yakalamak. || av av lam ak, Avlanm ak.|| av av
için gerekli olan yardımcı aletlerin hepsi. 5. {ağızj
lam ak , kuş k uşlam ak , Yerde kaçan dört ayaklı
A let ve edevat yapmak için kullanılacak ağaç. [DS]
hayvan ve havada uçan kuş avlamak için ava g it
6. {ağız} Hurda, kullanılmayan eşya. [DS] 7. {ağız}
mek]] av avlanm ış, tav tav lan m ış, İş işten geçmiş;
Kış için kurutulm uş sebze. [DS] 8. argo. Erkek cin
çok geç kalınmış. || av belleği, {ağızj A v yeri; av için
siyet organının tamamı.
seçilen yer. [DS]|| av çantası, Avcının avını taşıdığı
sırt çantası.|| av havası, Avın en iyi yapılabileceği avade, [Ar. ‘avd =>avade] {ağız} is. Armağan;, ikra
karlı ve puslu hava.\\ av h ayvanı, Çoğunlukla etin miye. [DS]
den yararlanm ak amacıyla veya zararlı olduğu için avadi, [Ar. 'avâdî eP 'j*] (ava;di;) {OsT} is. Zulm e
avlanan yaban hayvanları.|| av iti, {eTj A v köpeği. denler; zalimler,
[Mühennâ]|| av itm ek, {eAT} A v avlamak; avlan
av ah , [Far. âvâh j- 1jT] fa v a .h ) {OsT} ünl. 1. Eyvah;
m ak,|| av köpeği, A v sırasında avcıya yardım cı ol
m ak amacıyla alıştırılmış tazı, kopoy ve zağar cinsi yazık! 2. is. Rızık; nasip; kısmet,
köpek.\\ av kuşu, 1. Avlanması yasak olmayan çoğu avaid , [Ar. ‘avd (geri dönme) > ‘avâid JJlj»] (ava;id)
zam an eti için avlanan kuş. 2. Avlam aya alıştırılan {OsT} is. 1. Gelirler; iratlar; kazançlar. 2. Bahşişler.
atmaca ve şahin gibi yırtıcı kuşlar]\ av u çak la rı, S av âid-i vakf, {OsT} Vakfın gelirleri.
Uçuş hâlindeki düşman uçaklarını yo k etmek ama
avaik, [Ar. ‘avâik (ava:ik) {OsT} is. 1. Engel
cıyla h a fif silahlarla donatılmış savaş uçağı.
ler. 2. Zor işler; müşküller,
a v a 1, [av-a] {eTj ünl. Acıma bildiren ünlem. [DLT]
a v a2, [ağa / ava] {ağızj is. 1. Ağa; patron; efendi. 2. a ’vak, [Ar. a'vâk Jlj^ ] (a-va;k) {OsTj is. Durdurma
Ağabey. 3. Baba. 4. Dede. [DS] lar; alıkoymalar; vazgeçirmeler.
ö i ı ı e i R M i i « 357 AVA
avak, -ğı [Erme, avanağ] {ağız} sf. Bön; şaşkın; a- -avan, [-a-van / -y-a-van / -y-am / -y-em / -a-y-ın / -
vanak. [DS] y-a-y-ın / -e-y-in / -y-e-y-in / -a-y-ım / -e-y-im / -y-
avakıb, [Ar. ‘akab (geri) > ‘avâkıb ^ y ] (ava;kıb) a-y-ım / -y-e-y-im] {eAT} çek. e. İstek kipi teklik
jOsTf is. Ortaya çıkabilecek sonuçlar. S avâkıb-ı birinci kişi çekim eki; dilek-istek, tavsiye, tercih ve
ahvâl, {OsT} D urumların sonu. |J avâkıb-ı hasene, gereklilik bildirir.
{OsTj İyi sonlar; hayırlı son nefesler:|| avâkıb-ı a ’van, [Ar. ‘avn (yardımcı) > ‘avân o \y \] (ava;n) is.
umur, {OsT} İşlerin sonucu. 1. {OsT} Yardımcılar; yardakçılar. 2. {ağız} Devlet
avakıd, [Ar. ‘akd (b a ğ la m a )^ avâkıd Jily -\ (ava:kıd) memuru. [DS] 3. {ağız} Kurt. [DS]
jOsTl is. 1. Bağlayanlar; düğümleyenler. 2. Anlaş avan1, [Ar. ân (lâhza) > avân oljl] (ava;n) {OsT} is.
ma yapanlar. Vakitler; zamanlar; anlar; çağlar.
avakır, [Ar. ‘avâkır } \ y ] (ava;kır) {OsT} is. I. V e avan2, [Far. ‘avân o \y ] (ava;n) sf. 1. {eAT} {ağız}
rimsizler. 2. Kısırlar. 3. Kudurmuşlar. 4. Yoksullar; Zorba; vurucu kırıcı; kötü. [DS] 2. {ağız} Obur. [DS]
fakirler. 3. {ağız} Hırsız. [DS] 4. {ağız} (Kişi için) iri yarı.
avaklanmak, [avak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] [DS] 5. {ağız} Sert; titiz; sinirli. [DS] 6. {ağız} (Tarla
(Yara için) şişmek; azmak. [DS] için) sürülmesi zor; sert topraklı. [DS] S avan
aval1, [? aval] sf. Şaşkın, aptal; bön; salak, fi1 aval avan, {ağız} Sersem sersem; alık alık. [DS]
aval, Aptal bir şekilde; bön bön. avan3, [Fr. avant (ön)] zf. Bir kumar oyunu olan
aval2, -li [Ar. el-vala > İt. avallo > Fr. aval] is. Bir bakarada, daha önce anlamına kullanılır. S a v a n
bono veya poliçede imzası bulunanların ödemem e proje, B ir projenin ilk tasarısı; ön tasarı.
si durumunda bir üçüncü kişinin tem inat vermesi. avanak, -ğı [Erme, hawanak (sıpa, aptal)] sf. 1. K o
avalak1, -ğı [Erme, avanağ] {ağız} sf. 1. Bön; şaşkın; lay kandırılabilen; anlayışsız; kavrayışsız; alık; e-
avanak. 2. Tembel. [DS] nayi; şaşkın; bön; aptal. 2. {ağız} is. Sağanak yağ
avalak2, -ğı [oğ-la-k / oğa-la-k] {ağız} is. Keçi yavru mur. [DS] 3. {ağız} Sıpa. [DS]
su; oğlak. [DS] avanaklık, -ğı [avanak-lık] is. 1. Avanak olma du
avalamak, [av-a-la-mak] {eT} gçsz. f. [-r] Karışıklık rumu. 2. Avanakça davranış; aptallık; bönlük. 0
sonrası bir yerde toplaşmak; üşüşmek. [DLT] avanaklık etmek, A vanakça davranmak; aptallık
etmek.
avalim, [Ar. ‘âlem > ‘avâlim y-] (ava.lim) {OsT} is.
avangart, -dı [Fr. avant-garde] is. Herhangi bir dü
Dünyalar; âlemler. S avâlim -i süfliye, {OsT} D ün
şünce ve sanat akımı ile ilgili olarak kendisinden
ya ile güneş arasındaki Utarit ve Zühre.\\ avâlim-i
önce gelenlerle ilgisini keserek yeni bir çığır açan;
ulviye, {OsT} Yüksek âlem; M erih ve Müşteri.
öncü.
avaltı, [ev+alt-ı] {ağız} is. Ev arkasındaki bahçe veya
avani1,. [Ar. inâ (kap) > avânî (ava;ni;) {OsT} is.
tarla. [DS]
Kaplar; kap kacak; mutfak takımları.
a’vam, [Ar. ‘âm (yıl) > a ‘vâm p '^ '] (a-va:m) {OsT}
avani2, [Ar. ‘avânî ^ y - ] (ava.ni;) {Osm.T.} sf. M u
is. Yıllar.
zır kimse.
avam, [Ar. ‘amm (genel)> ‘avâm flj*-] (ava;m) {OsT}
avans, [Fr. avance] is. 1. ileride yapılacak bir öde
is. 1. Cahil halk tabakası. 2. Aşağı tabaka. 3. Halk. m eden düşülmek üzere önceden verilen para; önde
>5 avâm-firîb, {OsT} Halkın hoşuna gidecek bi lik. 2. Bir oyunda rakibe tanınan ileri sayı. 3. M a
çimde konuşarak halkı aldatan; demagog. || Avam kine ve m otor hareketi sırasında tanınabilen boşluk
Kamarası, İngiltere’de halk tarafından seçilen ve esneklik durumu. 4. Önceden verilen şey. 5. ar
millet vekili meclisi.|| avâm pesend, {OsT} Halkın go. Kadın ve kızların bakışları ile erkeğe davetkâr
hoşuna gidecek, cahil kimselerin sevebileceği şey bir um ut vermesi. 6. mim. Binalarda yapılan çıkın
ler'.|| avam takımı, i. D üzensiz ve intizamsız insan tılar. ö avans almak, Vadesi gelm em iş veya hak
kalabalığı. 2. A yak takımı denilen işsiz güçsüzler
edilmemiş bir alacak için önceden bir miktar para
grubu.
almak; avans çekmek.|| avans vermek, I. İleride
avamca, [avam-ca] (ava'mca) zf. A vama yakışır bi kesilmek üzere birinin alacağına karşılık bir m iktar
çimde. ödeme yapmak. 2. Oyunda avantajlı başlaması için
avami, [Ar. ‘avâm > ‘avâmı ^ y ] (ava;mi;) {OsT} sf. rakibe önceden sayı hakkı tanımak. 3. argo. (Ka
1. Halkla ilgili. 2. Halka ait. dınlar için) bakış ve davranışları ile erkeği davet
avamil, [Ar. ‘amel (iş) > ‘âmil (iş yapan) > ‘avâmil etmek.
avansen, [Fr. avant-scene] is. Tiyatrolarda sahne ö-
J “W (ava:mil) {OsT} is. 1. Sebepler. 2. İşleyenler.
nüne rastlayan loca; sahne önü.
3. Valiler. 4. dbl. Arapçada kelime sonlarına gelen avant, [Sansk. anbant] {eT} is. Sebep; illet; esas; te
ünlülerin okunuşunu konu alan dilbilgisi. mel. [EUTS]
AVA ÖIÜMIİİfCESÜM.353
a v a n ta 1, [İt. avanti] (a'vanti) ün. dnz. Haydi; marş! a v a r zav ar, (ağız) Bahçede ve tarlada ekili bulu
a v a n ta 2, [Fr. avantage / Suriye Ar. ‘avente (pusu) / nan sebze ve tahıl. [DS]
İt. agguato (pusu)] (ava'nta) is. argo. 1. Emek, za a v a ra 1, [Far. âvâre => avara ojljl] (ağız} sf. 1. İşe ya
m an ve para harcamadan elde edilen kazanç. 2. ramaz; kötü; bayağı; adi. {eAT} (aym) 2. Normal
Kumarda hile yaparak kazanan kim seden alman olarak gelişemeyen ekin. 3. Şaşkın; kararsız; bece
sus payı. 3. (ağız) Avare, işsiz, aylak ve kötü kimse. riksiz; işsiz. 4. Verim siz ve çorak toprak. 5. Kağnı
[DS] 4. {ağız} Hile. [DS] S a v a n ta v u rm a k , argo. arabasının okları üzerine dikilen kazık. 6. Hamal.
A vanta ile kazanç elde etm ek.|| a v a n ta yem ek, 1. 7. Manda. 8. Ekim ayı. 9. Eylül ayı. [DS] 0 a v a ra
Başkalarının em ek harcayarak kazandığı p a ra ve d u rm a k , (ağız} Boş durmak; çalışmamak. [DS]||
maldan geçinmek. 2. A vanta yoluyla yaşamak. a v a ra k alm ak , (ağız} Boş kalmak. [DS]
av an tab , [Far. ‘avân (zorba) + Ar. tâb‘ (karakter) a v a ra 2, [İt. avare] (ava'ra) is. dnz. 1. Bir deniz aracı
(ava:nta:b) sf. Zorba ruhlu, nın yanaştığı kıyı ve iskeleden hareket ederek
açılması. 2. ünl. (Gemi için) sahilden ya da yanaş
avantacı, [avanta-cı] is. ve sf. 1. A vanta yoluyla ge
tığı bir gemiden “ayrıl!” komutu. 0 a v a ra etm ek,
çimini sağlayan; bedavacı; beleşçi. 2. Kumarhane
dnz. Yanaşılan yerden denize açılmak.\\ a v a ra et
lerde avanta toplayan. 3. {ağız} Düzmeci; hileci.
tirm ek , dnz. B ir deniz aracını yanaştığı başka bir
[DS]
deniz aracının bordasına sürttürm em ek için ittir
avantacılık, -ğı [avanta-cı-lık] is. 1. Avanta yoluyla mek.
geçim ini sağlamaya çalışma; bedavacılık; beleşçi
a v a ra 3, [Far. âvâre] sf. (Düzenek için) üzerinde dön
lik. 2. Kumarhanelerden avanta toplam a işi.
düğü ve kendisini taşıyan milden bağım sız olarak
av an ta d an , [avanta-dan] (ava'ntadan) zf. Avanta yo çalışan; boşta. 0 a v a ra k a sn a k işlem ek, Boş yere
luyla; avanta olarak, çalışmak.\\ av a ra y a alm ak , Birbirine bağlı olarak
av a n ta j, [Fr. avantage] is. 1. Bir özel konum veya çalışan iki ve daha çok kısımdan birini durdurmak
durumun taraflardan birine sağladığı yarar, kolay için avara koluna manevra yaptırm ak; boşa almak.
lık ya da üstünlük; üstünlük sağlayan şey. 2. Spor
a v a ra 4, [Ar. ‘afare (başaklama) °jU*-](ağız} is. Bağ
da taraflardan birinin, rakibin yaptığı hatadan veya
kendi çabası sonucu elde ettiği üstünlük. 3. Teniste bozulduktan sonra teveklerde kalan tek tük üzüm,
sayılar 40-40 berabere iken ilk sayıyı alan tarafın a v aracı, [avara-cı] is. 1. Dolan tuz vagonlarını iterek
üstünlüğü. 0 av an ta j k u ra lı, spor. Takım hâlinde taşıyan işçiler. 2. (ağız} A vara şeyler toplayan kim
ki karşılaşmalarda hata yapan takımı cezalandır se. [DS] 3. sf. Beceriksiz; işsiz; avare,
ması durumunda o takımın avantajlı duruma geçe a v aralık , -ğı [avara-hk] (ağız} is. 1. İşsizlik. 2. Ha
ceğini anladığı an oyunu kesmeden sürdürmesi. || mallık. 3. Yağmurlu, rüzgârlı gün. [DS] 0 a v a ra lık
a v an ta j elde etm ek, H erhangi bir karşılaşma veya v erm ek , {ağız} Çalışan kişiyi işinden alıkoymak.
m ücadelede rakibe karşı üstünlük sağlamak. [DS]
av an ta jlı, [avantaj-lı] sf. 1. Ü stünlük elde etmiş olma av arce, [Far. âvârce (a:va:rce) (OsT) is. 1.
durumu. 2. zf. Avantaj elde etmiş olarak, Kasa, kayıt defteri. 2. Hatıra defteri,
a v an tajsız, [avantaj-sız] sf. 1. Üstünlüğü başkasına
av arçe, [Far. âvârçe (a:va:rçe) (OsT) is. -*■ a-
kaptırm ış olm a durumu. 2. zf. Başlangıçta herhangi
bir üstünlüğü olmaksızın, varce.
a v a n tü r, [Lat. adventura > Fr. aventüre] is. 1. M ace av arcı, [avar-cı] (ağız} is. Sebze yetiştiren. [DS]
ra. 2. Hiç düşünülmedik, hesapta olmayan ve bek avarcılık, -ğı[avar-cı-lık](ağız} is. Sebzecilik. [DS]
lenm edik bir olay; macera; serüven; entrika., 3. Ka a v a rd ı, [ev+ard-ı] (ağız} is. Eve yakın sebze bahçesi.
rışık iş; olağanüstü durum, [DS]
a v a n tü rist, [Fr. avanturiste] is. 1. Para kaynaklan a v a re , [Far. âvâre ojljl] (a:va:re) (OsT} is. 1. İşsiz
alanında büyük maceralara girişen kimse. 2. Büyük güçsüz dolaşan kişi; aylak; başıboş; ipsiz; serseri;
dolandırıcı. derbeder; haylaz. 2. Kararsız; dengesiz. 3. Tek ba
av an tü riy e, [Fr. aventurier] sf. Maceradan hoşlanan; şına yaşayan; kimsesiz; yalnız. 4. Sürgüne gönderi
maceraperest; serüvenci. len. 5. Vahşice etrafa bakan göz; vahşi bakış. 6.
a v a r 1, [Ar. ‘avâr J y ] (ava:r) {Osm.T.} is. 1. Ayıp; (eAT) Bir kum aşın güzel tarafı; kumaş yüzü. 0 (bir
kusur. 2. Fesat; bozgunculuk. şeyden) av are, {OsT} Uzak; m ahrum.|| av a re ava
re , 1. B ir amacı olmadan. 2. İşsiz. 3. Başıboş bi
a v a r2, [? avar] (ağız) is. 1. Sebze bahçesi. 2. Tarlada
ki sebze. 3. Hıyar. 4. Sebze dikmek için açılan ark. çimde. || a v a re d o laşm ak , İşsiz güçsüz, başıboş
5. Bent ve set yapmaya yarar dallı budaklı ağaç. gezmek. || av a re etm ek, Çalışan veya çalışmak iste
[DS] S a v a r etm ek, (ağız) Sebze dikmek. [DS]|| yen birini işinden alıkoymak, oyalamak.\\ âvâre-
a v a r yeri, (ağız) Eve yakın sebze bahçesi. [DS]|| gerd , {OsT} İşsiz güçsüz kimse; serseri. || âvâre-gî,
m W K E S M • 359 AVA
{OsT} 1■ İşsiz güçsüzlük; serserilik; perişanlık. 2. avarlık, -ğı [avar-lık] {ağız} is. 1. Eve yakın sebze
Sürgünlük.\\ avare kılmak, {OsT} Uzaklaştırma; bahçesi. 2. Sebze. [DS]
a y ı r m a k . \ \ avare ol! {OsT} D efol! || avare olmak, 1. avarya, [It. avaria] (ava'rya) is. dnz. Y olculuk anın
İşsiz güçsüz ve başıboş dolaşmak. 2. M emleketin da geminin veya yükünün doğal etkenlerden gör
den, yaşadığı yerden ayrılmak; gurbete düşmek; müş olduğu zarar,
yabana gitmek. [| âvâre-reviş, {OsT} Başıboş dav
avasıf [Ar. ‘âşıfa > ‘avâşıf Uı^>\y] (ava;sıf) {OsT} is.
ranan; avare tavırlı.|| âvâre-ser, {OsT} Başıboş.
Sert rüzgârlar; fırtınalar,
avareleşme, [avare-le-ş-me] (a:va:releşme) is. Avare
duruma gelme; aylaklaşma, avasım [Ar. ‘işmet (temizlik) > ‘âşım (temiz) > ‘avâ
avareleşmek, [avare-le-ş-mek] (a:va;releşmek) dönşl. sim ^ \ y ] (ava:sım) {OsT} is. 1. Temiz kimseler;
f [-ir] Avare bir durum kazanmak; aylaklaşmak; günahsızlar. 2. Sınırlarda kurulan istihkâmlar ve
serserileşmek, buralardaki şehirler. 3. Halife Hz. Öm er devrinden
[avare-lik] (a:va;relik) is. 1. A vare ol
a v a re lik , -ğ i itibaren İslam toprakları ile Bizans topraklarını b ir
ma durumu. 2. A varenin niteliği. S av arelik et birinden ayıran ve savunması güçlendirilmiş sınır
mek, İşi gücü olmadığı için başıboş dolaşmak; ay lara ve buraların yönetimine verilen isim,
laklık etmek. avasir [Ar. ‘âsur > ‘avâsır y ] (ava;si;r) {OsT} is.
avarık, -ğı [? avarık / avar-lık] {ağız} is. Sebze bah Tuzaklar.
çesi. [DS] avat, [Yun. avatin] {ağız} is. Böğürtlen. [DS]
avarız, [Ar. ‘arıza (engel) > ‘avarız ^ J y ] (ava;rız) avatara, [Sansk. avatara (iniş)] is. 1. H induizm de
{OsT} is. 1. K aza ve belalar. 2. Yeryüzündeki enge tanrı V işnu’nun yeryüzüne inerek ruh hâlinden ci
beler; tümsekler. 3. huk. Yerine getirme mecburi sim hâline dönmesi. 2. gnşl. B ir insanın veya bir
yetini ortadan kaldıran veya hükümlerinde değişik şeyin şekil değiştirmesi; başkalaşma. 3. Felaket,
lik meydana getiren durumlar. Ayağı olmayan biri üzücü olay.
si için abdest alırken ayağını yıkam a m ecburiyeti avataralama, [Sansk. avatara (iniş) + lama] is. Bu-
nin kalkması bir avarızdır. 4 . im paratorluk döne dacılıkta lamalardan biri öldüğünde içindeki tanrı
minde deprem, sel, yangın gibi tabii afetlerle savaş nın bir bebeğe geçip varlığını m ucizelerle belli et
hâllerinde toplanan ek vergiler; felaket vergisi. 5. mesiyle ortaya çıktığına inanılan din adamı,
{ağız} Köy tüzel kişiliğinin malları. [DS] 6. {ağız} avatıf, [Ar. ‘âtıfet > ‘avâtıf y ] (ava:tıf) {OsT} is.
Mahalle halkının ihtiyacı için işletilen vakıf ya da İyilikseverlikler; merhametler,
faize verilen para. [DS] S avarız akçesi, {OsT} P a avatık, [Ar. ‘â tk > ‘avâtık ^ y ] (ava:tık) {OsT} is. 1.
ra olarak toplanan avarız vergisi.\\ avârız-ı m ük
Ö zgür olanlar. 2. Yaşlılar; ihtiyarlar. 3. Genç k ız
tesebe, {OsT} Cahillik ve sarhoşluk gibi insanın
lar. 4. Y avru kuşlar,
iradesiyle ortaya çıkan durumlar. | avârız-ı zemîn,
avatlamak, [ev-mek > ivedi > avat-la-mak] {ağız}
{OsT} Dağ, dere, tepe gibi ye r yüzündeki engebe
g çsz.f. [-r] [-l(ı)-yor] Acele etmek. [DS]
ler.|| avarız kalemi, {OsT} A varız vergilerinin ka
yıtlarım tutan devlet dairesi.\\ avarız sandıkları, av’ava, [Ar. ‘av‘ave °y y ] {OsT} is. Havlama. S
{OsT} Avarız vakıflarının paralarının toplandığı ve av'ave-i kilâb, {OsT} Köpeklerin havlaması.
korunduğu yer.\\ avârız-ı sem âviye, {OsT} Delilik, avave, [Ar. ‘av'ave oy y ] is. -*■ av'ava.
uyku, bunama ve ölüm gibi insanın elinde olmadan avay, [av-ay] {eT} is. Ayva. [DLT]
ortaya çıkan durumlar.\\ avarız vakfı, {OsT} Avarız
avayid, [Ar. ‘avâ’id jjIy ] {ağız} is. 1. Hizmet karşı
vergilerini karşılam ak için daha önceden hazırlıklı
olmak veya o bölgenin yoksullarına yardım ama lığı ödenen bedel. 2. Zarara neden olan hayvanların
cıyla kurulmuş vakıflar. sahiplerinden köy korucusunun aldığı ceza. 3. D ü
ğüne davet için başka köylere okuyucu giden kişiye
avarızcı, [avarız-cı] (a:va;rızcı) is. Avarız vergisini
toplayan tahsildar. verilen bahşiş. 4. Gelin olacak kız için istenen para;
başlık parası. 5. Bahşiş olarak verilen yiyecek. [DS]
avari, [Ar. ‘avârî i j j y ] (ava.ri.) {OsT} is. Ödünç
a’vaz, [Ar. ‘ivâz > a‘vâz ,J=\yI] (a-va;z) {OsT} is.
şeyler.
Bedeller; karşılıklar,
avarif, [Ar. ‘ârif (bilen) > ‘avârif *-iJy] (ava:rif)
avaz, [Far. âvâz jljT] (a;va:z) {OsT} is. 1. Y üksek ses.
{OsT} is. işten anlayanlar; bilenler; arifler,
2. B ir kim senin kendine özgü sesi. 3. Bağırma; nâ-
avarizat, [Ar. ‘avârız > ‘avârizât o L i j \y ] (ava;ri- râ; feryat. 4. Ses tonu. 5. Bir m üzik aletinin sesi. 6.
za;t) {OsT} is. 1. Sakatlıklar. 2. Engeller. 3. En Klasik Türk müziğinde bağımsız bir makam olm a
gebeler. 4. Olağanüstü durum larda halktan toplanan yıp ancak diğer makamlara birer çeşni katm ak için
vergiler. eklenen ses dizisi. 7. {ağız} Melodi; makam; beste.
AVA İM IİİUKCî M .
[DS] 8. Şöhret; ün. 9. {ağız} Durum; keyif. [DS] S lanılan, kokusuz, Manisa lalesine benzer parlak
avaz avaz, Yüksek sesle; bangır bangır.\\ avaz kırmızı çiçekli, zehirli ve acı bir bitki; keklik gözü,
çekmek, 1. Şarkı, türkü söylemek. 2. {eAT} Ötmek; (Adonis vernalis).|| avcı uçağı, as. Havada düşman
ses çıkarmak.\\ avaz etmek, 1. {OsT} Çağırmak. 2. uçaklarını y o k etm ek amacıyla üretilmiş ve h a fif
{ağız} Yas tutmak; ağıt yakm ak; ağlamak. [DS]|| silahlarla donatılmış özel uçak.]\ avcı üzümü, bot.
avaz eylemek, {eAT} Seslenmek.\\ avaz götürmek, Beyaz veya pem be çiçekli, yaprakları tanenli, her
{eAT} Sesi yükseltmek; bağırmak.]] âvâz-ı bülend, mevsim y eşil bir ağaççık; yaban mersini; ayı üzü
{OsT} Yüksek ses.|| avazı çıktığı kadar, Bütün g ü mü; çoban üzümü; çay üzümü; Sapanca çayı;
cünü kullanarak (bağırma).]] âvâz-ı musikî, {OsT} Trabzon çayı, (Vaccinium arctostaphylos).
M üzik jesz'-H avazın götürmek, {eAT} Sesini yü k avcıl, [av-cıl] {ağız} sf. (Hayvan için) iyi av avlayan.
seltmek; bağırmak.|| âvâz-ı ra’d ü sâikâ, {OsT} [DS]
G ök gürültüsü ve yıldırım seyi.|| avaz urıcı, (eAT} avcdık, -ğı [av-cı-lık] is. 1. Avcının yaptığı hayvan
Seslenen; bağıran.|| avaz virmek, {eAT} Ses çıkar lan yakalam a ve öldürmek amacıyla yapılan kova
mak. lama, tuzak kurma, ağ atma ve silahla ateş etme vb.
avaze, [Far. âvâze ojb'i] (a:ava;ze) }OsT} is. 1. Ses. işler. 2. mec. Çok arzu edilen bir şeyi ele geçirmek
“Avazeni gök kubbeye Dâvud gibi sal.” Yahya için harcanan çaba; gayret. 3. Bisiklet yarışında ar
kadan gelenlerin öndeki sporcuyu yakalamak için
Kemal 2. Haber. 3. Şan; şöhret. 4. Dedikodu; şayia.
S âvâze-h'ân, {OsT} Şarkıcı; hanende. gösterdikleri çaba. S avcılık etmek, Avcılıkla uğ
raşmak.
avazlamak, [avaz-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-l(ı)-
y o r j Bağırmak. [DS] avcu, [av-cu] {ağız} is. 1. Avcı. 2. sf. Avcıl. [DS]
avazlı, [avaz-lı] sf. Yüksek sesli, avcun, [avuç + un-u] {ağız} is. Değirmenciye öğütme
avcalamak, [avuç > avc-a-la-mak] {ağız} gçl. fi -r [- bedeli olarak paranın dışında verilen bir miktar un.
[DS]
l(ı)-yor] 1. Ovmak. 2. Bir şeyi herkesten önce
kapmak; kapıp kaçmak. [DS] avçı, [av-çı] {eT} is. Avcı [EUTS] [DLT] [Mülıen-
n&]{ağız} (aynı). [DS]
avcar, [Far. afzâr => avcar {eAT} is. 1. Tence
avd, [Ar. ‘avd >y] jOsT) is. 1. Geri gelme; dönme. 2.
reye konan yemek malzemesi. 2. {ağız} Lezzet; tat.
[DS] 3. {ağız} Tane. [DS] 4. Pastırma ve sucuğa ko Hasta ziyaret etme. 3. Yoldan sapma,
nulan baharat. 5. {ağız} Hıyar, karpuz vb. tohumu. avdal, [Ar. âbdâl] {ağız} sf. Alık; aptal. [DS]
[DS] 6. {ağız} Saçma, barut gibi av malzemesi. [DS] avdamak, [av-da-mak] {ağız} gçl. fi. [-r] [-d(ı)-yor]
7. {ağız} Mantık; mantıki düzen. [DS] 8. {ağız} Kı Oyalamak; meşgul etmek. [DS]
vam; karar. [DS] 9. {ağız} sf. Ezilmiş; parçalanmış. avdan, [avda-mak > av-da-n] is. Pazar günü,
[DS] S avcar etmek, {ağız} Parçalamak; ezmek. avdanertesi, [avdan+erte-s-i] is. Pazartesi,
[DS] avdas, [Far. âb-dest] {ağız} is. Abdest. [DS]
avcarlamak, [avcar-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-1(0-
avdaz, [Far. âb-dest => avdaz jijl] {eAT} is. Abdest.
yo r] Et, balık gibi yiyeceklerin kokmasını önlemek
ya da kokusunu almak için baharatlamak. [DS] avdet, [Ar. ‘avdet o s ^ ] {OsT} is. 1. Hareket edilen
avcarsız, favcar-sız] {ağız} sf. 1. Gelişigüzel. 2. Abuk yere geri gelme; dönme. 2. Tekrarlama. S1 avdet-
sabuk. [DS] azîmet, {OsT} Gidiş-döniiş.]] avdet etmek, Geri
avcı, [eT ab-çı / aw-çı > av-cı] is. 1. Avlanmayı dönmek.]] avdet eylem ek, Geri dönmek; geri gel
kendine iş edinen kişi. 2. Bir spor dalı olarak av mek.]] avdet-nâme, {OsT} İm paratorluk döneminde
yapan. 3. Avlanmayı seven kişi. 4. mec. Bir şeyi taşrada çalışan memurların geri dönmelerini em
ele geçirmek için büyük bir istekle peşinden giden. reden resm î yazı,
S. İmparatorluk döneminde sarayda avcı kuşların avdetî, [Ar. ‘avdeti (avdeti:) {OsT} is. 1. Dö
yetiştirilm esi ve eğitimiyle uğraşan, padişahla bir
nüşle ilgili. 2. Dönüşe ait. 3. M üslümanlığa geçmiş
likte ava çıkan görevlilerden her biri. 6. sf. Avcılık
olan Musevi; dönme,
ta usta olan hayvan. S avcı botu, as. Sahillerde
denizaltı avlam ak için donatılmış hafifi ve hızlı g e avdık, -ğı [av-da-mak > av-d-ık] {ağız} is. 1. Cacık.
mi.]] avcı canavar, {eAT} A v için kullanılan hay 2. Ayran. 3. Kavrulmuş buğdayı el değirmeninde
van; avcı hayvanı. || avcı eri, as. Piyade birliğinde çekerek elde edilen iri undan süt ve şekerle yapılan
silah taşıyan her savaşçı er.]] avcı kediye kurnaz çorba ya da helva. [DS]
fare, Başkalarını aldatmakla tanınmış birinin kar avdır, [av-da-mak > av-dı-r] {ağız} is. Erkek cinsel
şısına aldatılması zor ve kurnaz biri çıktığını an organı. [DS]
latmak için söylenir. || avcı otu, bot. Düğün çiçeği- avduk, [ağ-dı-k > av-du-k] {ağız} sf. Şımarık; kendini
gülerden otlaklarda yetişen ve elde edilen kalbe bilmez; alık; aç gözlü. [DS]
kuvvet verici bir madde dolayısıyla hekimlikte kul avdurmak, [ağ-dır-mak > av-dur-mak] (ağızj gçl. fi
ÜİSH1K SKlıiiii»361______________________ ________________________________________________ A V G
[.ur] Bir şeyi sırtın öbür yüzüne aşırmak; devir averdeni, [Far. âverden! (a:verdeni:) (OsTj is.
mek; yuvarlamak. [DS]
Getirilmesi uygun olan şey; hediyelik,
a ’v e c , [Ar. 'avec (eğrilik) > a'vec (a-vec) {OsTj averdide, [Far. âverdıde (a:verdi:de) {OsTj
sf. Eğri büğrü; çarpık, sf. 1. Saldıran; saldırmış olan. 2. Saldırıya uğrayan,
a ’v e d , [Ar. a'ved jjp I] (a-ved) {OsTj s f Daha yararlı; averta, [İsp. abierto] sf. Pesata oyununda, açık anla
en yararlı. m ında kumar terimi. S averta kesmek, Kâğıtları
[ev-mek > iv-e-di] {ağızj sf. ve zf. Acele. [DS]
a v e d i, açmak.
aveh, [Far. âveh ç-j\\ (a:veh) {OsT} iinl. 1. Eyvah; Avesta, [Far. apastâk > avistâ] (ave'sta) is. Bütünü
on iki bin öküz derisi üzerine yazılı olup İsken
yazık! 2. is. Rızık; nasip; kısmet,
der’in Persepolis’te yaktırdığı söylenen Zerdüşt
aven, [Ar. âven Ojl] (a:ven) jOsTj s f Çok sakin; en dinine ait ilahileri bulunduran kitap ve bu ilahilerin
sakin. her biri.
avend, [Far. âvend JujT] (a:vend) {OsTj is. 1. İp; a ’vez, [Ar. a'vez j y \ ] {OsTj is. 1. Anlaşılması güç
sicim. 2. Senet; delil. 3. Kap kacak. 4. Taht benzeri şiir. 2. sf. Anlaşılmaz; anlamsız,
yüksek makam. 5. Satranç oyunu. 6. zf. Önce; ev avez, [Ar. 'avez j y ] {OsTj is. Yoksulluk; geçim sı
vel; ilk. kıntısı; fakirlik,
a v e n d i, [Far. âvend! j-U ji] (a:\endi:) {OsTj is. Şarap avgâh, [av + Far. -gâh (avgâ:h) {OsTj is. A v
fıçısı; şarap kabı, cının saklandığı yer; avcı bekleme yeri.
avene, [Ar. ‘avn (yardım) > a'vân (yardımcılar) > 'a- avgan1, [Far. âb-kand] {ağız} is. 1. Üstü açık ya da
vene {OsTj is. 1. Yardakçılar; yamaklar. 2. Ya kapalı su yolu. 2. Açık sarnıç. 3. Pınar. 4. Suyun
dere kenarlarında oyduğu, su birikintisi olan çukur.
sal olmayan, uygunsuz bir işe yardım edenler; yar
[DS] S avgan kuşu, Şeytan uçurtması.
dakçılar; kafadarlar; çete. S avene-i havene, {OsT}
Hainlikte yardım cı olanlar. avgan2, [av-un-mak > av-gan] {ağız} sf. (İnek için)
gebe. [DS]
aveng, [Far. âveng J u jl] (a:veng) {OsT} is. 1. Kuru
avgana, [Far. âb-hâne] {ağız} is. Apteshane. [DS]
tulmak üzere ipe asılmış meyve askısı. 2. Arka ar avganlamak, [avgan-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
kaya sıralanmış şeyler; dizi. S aveng-i büyüt, yor] Asmaların dibini kabartmak. [DS]
jOsTj 1. Evler topluluğu; toplu konut. 2. Bina top
avganmak, [av-ga-n-mak] {ağızj dönşl. f. [-ır] (Su
luluğu]] âveng-i şühür, {OsTj A ylar dizisi.
için) çukurda toplanmak. [DS]
avengân, [Far. âveng > âvengân Ol&jT] (a:vengâ:n) avgant, [Far. âb-kant] {ağız} is. 1. Su yolu; ark; ka
{OsTj sf. 1. Asılı duran. 2. is. Çivi; çengel, nal. 2. Bahçe duvarlarından açılan su deliği. [DS]
avenü, [Fr. avenue] is. 1. Bir konuta giden iki yanı avgar, [av-ga-r] {ağız} is. Bıldırcın avlamakta kulla
ağaçlı yol. 2. İki yanına ağaç dikilmiş geniş kent nılan bir tuzak. [DS]
yolu. avgeştirmek, [ev-ge-ş-tir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] (İp
-aver, [Far. âverden (getirmek) > -âver jjT] (a:ver) vb. için) karıştırmak; dolaştırmak. [DS]
{OsTj son ek. Sonuna getirildiği Farsça isimlerden avgın, [Far. âvkant / âbğün / âvğün] (a:vgu:n) {OsTj
"getiren, sebep olan, sahip olan" anlamında birle is. 1. Suyun kanallardan arklara aktarılması sıra
şik sıfatlar yapan ek. sında akış hızını azaltmak veya yönünü değiştir
mek için konulan engelle meydana getirilen küçük
a’ver, [Ar. a'ver {OsT} sf. 1. Tek gözü kör olan.
gölcük; avlan; avgan. 2. Y er altı su kanalı. 3. Avlu
2. is. anat. Kör bağırsak. veya istinat duvarı gibi yapıların iç kısmında biri
aver1, [Ar. ‘aver j y ] {OsTj sf. Tek gözü kör olma, ken suyu akıtmak için konulmuş kiink, boru vb.
aver, [Far. âver jjT] {OsT} sf. Gerçek; hakiki; halis. delik. 4. {ağız} Lağım. [DS] 5. {ağız} Kapalı su yol
larından su almak için açılan delikler. [DS] 6. {ağız}
averaj, [İng. average] is. spor. Bir karşılaşmada ta Suyun akışını sağlayan meyil; akkm. [DS]
kımların yaptıkları sayıların, karşı takımın sayısına
avgun1, [Far. âvkant / âbğün / âvğün jjp jl] is. 1.
bölünmesiyle elde edilen puan; puan hesabı,
{eAT} Yer altı su kanalı. 2. {ağızj Üstü açık sarnıç.
averd, [Far. âverdlden (savaşmak) > âverd ijjT] (a:-
[DS] 3. {ağızj Kanalla gelen suyun çeşmelere ayrı
verd) {OsTj is. Savaş; harp. S âverd-gâh, Savaş
lacağı yerde biriktiği küçük taş havuz. [DS] 4. {ağızj
alanı.
Bol sulu ve sulak yer. [DS] 5. {ağız} Asıl arıktan
averde, [Far. âverden (getirmek) > âverde ojjjT] (a:- ayrılan su yolunda açılıp kapatılabilen yer ve bura
verde) {OsTj sf. Getirilmiş; naklolunmuş. daki kapak. [DS] 6. {ağızj Pınar. [DS]
AVG H I K H .a a
avgun2, [av-un-mak > av-gun] {ağız} s f 1. (Tarla a v ırm a k [av-ır-mak / ev-ir-mek] {eT} gçl. f. [-ur] 1.
için) sürülerek ekime hazırlanmamış. 2. (İnek için) Evirmek; çevirmek; tercüme etmek. [Gabain] 2.
boğa isteyen; boğasak. [DS] Dönmek; dolaşmak. [EUTS]
avı, [ağu / ağı] {ağız} is. 1. Zakkum. 2. Ağı; zehir. 3. a v ırt, [avurt / avırt] {ağız} is. Avurt; yüz. [DS] S
Tırtıl. [DS] ay ırd ım y ırtm a k , {ağız} Çalım satarak küfreden
avıç, -vcı [avuç] {ağız} is. Avuç; el ayası. [DS] kişiyi cezalandırmak. [DS]|| a v ırt çıkm ak, {ağız}
avıçga, [aba /apa (baba) > ab-ıç-ka / av-ıç-ğa] {eT} Sertleşm ek; hiddet göstermek. [DS]|| a v ırt itm ek,
sf. İhtiyar; kocamış kişi; ihtiyar adam. [DLT] {ağız} Surat asarak çalım satmak. [DS]
[EUTS] a v ırta , [av-ır-ta] {eT} is. Toplum; topluluk; tüm.
avıçka, [aba /apa (baba) > ab-ıç-ka / avıçka / avınçka [EUTS]
/ avaç-ğa] {eT} 1. Yaşlı erkek; koca; ihtiyar. [Ne a v ırtla k , -ğı [avırt-la-k] {ağız} sf. 1. A vurdu yumru
vâyî] [Gabain] [EUTS] 2. Başkan; reis, ya da sarkık olan. 2. (Ekin için) başak tutm ak üzere
avıkm ak , [av-ık-mak] {ağız} g çsz.f. [-ır] (Küçük kö olan. [DS]
pek için) ava alışmak. [DS] avış, [Sansk. avış] 1. En aşağı cehennem in adı.
avıkkın, [av-ık-km] {ağız} sf. 1. (Dişi hayvan için) [EUTS] 2. Sihir; büyü; afsun. [EUTS]
erkek isteyen; kızışmış. 2. (Köpek için) ava alışkın. a v ıtm ak , [av-ıt-mak {eAT} {ağız} g ç l . f [-ur]
[DS] Avutmak; teselli vermek. [DS]
av ık tırm ak , [av-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] A lış avız1, [ağız] {ağız} is. 1. Ağız. 2. Kez; kere. [DS]
tırmak; cesaretlendirmek. [DS] avız2, [anız] {ağız} is. Tarlanın ekinleri kalktıktan
avıl, [ağıl] {ağız} is. Ağıl. [DS] sonraki durumu; anız. [DS]
avılku, [avıl-ğu / afılgu] {eT} is. Kırmızı meyveli bir avi, [Far. ‘âvî / ‘âviye (a:vi:) {OsT} sf.
ağaç. [DLT]
Uluyan; hırlayan,
avılm ak, [eT. uvu-l-mak > av-ıl-mak] {ağız} dönşl. f.
avihte, [Far. âvihten (asmak) > âvihte -u^T ] (a:vihte
[-ır] 1. Yüreği ezilmek. 2. El ayaları arasında ovu
larak toz gibi olmak. [DS] , h kalın söylenir) {OsT} sf. Asılmış olan; asılı, fi1
avınak, -ğı [avanak ? / av-m-ak] {ağız} sf. Avanak. âvihte etm ek, Asmak.
[DS] S av ın ak ıslatan, {ağız} A hm ak ıslatan. [DS] avihtegî, [Far. âvihte-gı 1_5Sü-jT] (a:vihtegi:) {OsT} is.
avın, [avın] {eT} is. Ağaç. [DLT] A sılmış olma durumu,
avınç, [av-ınç/ aw-mç] {eT} is. Alışma; ısınma; a- avije, [Far. âvıje (a:vi:je) {OsT} sf. 1. Temiz;
vunma. [DLT] [Mühennâ]
saf; halis. 2. is. mec. Şarap,
avm çga, [aba /apa (baba) > abmçka / avınçka] {eT}
avijgân, [Far. âvîjgân o ^ > jT ] (a:vi:jgâ:n) {OsT} is.
is. İhtiyar. [EUTS]
avınçsız, [av-ınç-sız] {eT} sf. Korkusuz. [EUTS] 1. Yakınlar; mahremler. 2. Gençler; güzeller,
avınçu, [av-ın-çu] {eT} sf. Avunulan; alışılan. [DLT] avil, [Ar. 'avıl J j.^ ] (avi.T) {OsT} is. Feryat,
av ın d ırm ak , [av-m-dı-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Döl avind, [Far. âvind -UjT] (a:vind) {OsT} sf. Önce; ilk;
alm ak amacıyla, dişi hayvanlan erkeği ile çiftleşti
evvel.
rerek gebe kalmasını sağlamak. [DS]
avine, [Ar. âvine <5jT] (a:vine) {OsT} is. Zamanlar;
avm g, [av-ın] (avın) {eT} sf. 1. Yabancı. [EUTS] 2.
Çalışkan; faal. [EUTS] vakitler; çağlar,
avıngu, [ab-ın-ğu / aw-m-ğu] {eT} is. Avunma, av ineten, [Ar. âvineten i j l ] (a:vine’ten) {OsT} zf.
avınılm ak, [av-m-ıl-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Kendi Ara sıra; rastlantısal olarak,
sini iyi hissetmek. [EUTS] avisto, [İt, avisto] is. “Görünce” anlamında, görüldü
avm m ak, [ab-ın-mak / av-ın-mak j i j l / jijT ] {eT} ğü an ödenmesi gereken poliçelere yazılan açıkla
{eAT} dönşl. f. [-ır] [eT, eA T -ur] 1. Alışmak; ma.
avunmak; teselli bulmak; {ağız} (aym). [DLT] [DS] avişe, [Far. âvîşe ^ j î ] (a:vi:şe) {OsT} is. bot. Kekik,
2. {ağız} (Dişi hayvan için) erkeği ile çiftleşerek -aviz, [Far. âvihten (asmak) > -âvîz jjjT -] (a:vi:z)
gebe kalmak; döl tutmak. [DS] 3. {ağız} Soğukta
{OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimeler
üşüyüp kendinden geçmek. [DS]
"asılı, asılmış olan" anlamı katarak birleşik sıfatlar
avınt, [Sansk. anbant] {eT} is. Sebep; illet; esas; te
yapan son ek.
mel. [EUTS]
avırdaçı, [avır-daçı] {eT} sf. Bir şeyin çevresinde aviz, [Far. âvihten (asmak)> -âvîz (a:vi:z) {OsT}
dönüp dolaşan. [EUTS] sf. Asılı bulunan; asılmış,
avırdalık, [Sanks. dhâtri > eT âvirdâ > avırda-lık avize, [Far. âvihten (asmak) > âvîz (asılı şey) > âvıze
{eAT} is. Ebelik. ojjjT] (a:vi:ze) {OsT} is. 1. Tavana asılı süslü aydın-
if f iiım r a ı.3 6 3 AVL
latma aracı. 2. Istanbul tersanelerinde üretilen ge avkılmak, [avk-ıl-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] (Bal i-
milere padişahın ve diğer devlet büyüklerinin gön çin) peteğinden ayrılmak. [DS]
derdiği mefruşat. S avize ağacı, bot. P ark ve bah avkım ak, [eT. uv-mak > av(ı)k-mak > avk-ı-mak]
çelerde süs ağacı olarak yetiştirilen gövde kısmı {ağız} gçl. fi. [-r] 1. Avuç içine alarak sıkmak; ov
odunsu, yığın hâlinde birleşik yaprakları ve ucunda mak; ovalamak; çitilemek. 2. Çamaşırı durulamak.
beyaz veya m or büyük çiçekli zam bakgillerden bir 3. Yoğrulm uş hamuru, bulaşmaması için una bula
ağaççık, (Yucca gloriosa).\\ âvize-i gûş, {OsTj K u yarak yumak hazırlamak. [DS]
lağa asılı süs eşyası; küpe. || âvize-i nücüm, {OsT} avkın, [Far. âbgün] {ağız} is. 1. Pınar; kaynaktaki su
Yıldız kümeleri. gölcüğü. 2. Su yolu; kanal; ark. 3. Su deposu. [DS]
avizgin, [Far. âvlz-gin j^ jjjT ] (a:vizgin) {OsT} sf. 1. avkınlamak, [av-(ı)k-ın-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-
Israrcı; ısrar eden. 2. Askıntı olan; musallat olan. 3. l(ı)-yor] Gezip dolaşmak. [DS]
is. Bir şey almadan bırakmayan dilenci, avkınmak, [av-(ı)k-ın-mak] {ağız} ed il.f. [-ır] Tuza
avizo, [îsp. bare de aviso] is. dnz. Donanmada yer ğa düşmek. [DS]
alan küçük gemilerden biri. avkırak, -ğı [avk (yans.) > avk-ır-a-k] is. Balgamlı
avk1, [av > av-(ı)k ?] {ağız} is. Fiile; düzen. [DS] S tükürük.
avka düşmek, {ağız} Tuzağa düşmek. [DS] avkırı, [ay-kır-ı] {ağızj s f aykırı. [DS]
avk2, [Ar. ‘avk ö y ] {OsT} is. Durdurma; alıkoyma; avkırm ak1, [avkır (yans.) > avkır-mak] {ağızj g ç sz .f.
vazgeçirme. [-ır] Havlamak. [DS]
avkalamak1, [eT. uv-m ak > av-(u)k-mak > av-(ı)k- avkırmak2, [eT. uv-m ak (ufalamak) > av-(u)k-ır-
ala-mak] {ağız} gçl. f. [-r] f-l(ı)-yor] 1. Avuç dolu mak] {ağızj gçl. fi [-ır] 1. Çalmak; aşırmak. 2. Ov
su almak. 2. Avuç içine alıp sıkıştırmak; çitilemek; mak; okşamak. [DS]
ovmak. 3. Örselemek; hırpalamak. 4. (Köpek vb. avkırtmak, [av-(ı)k-ır-t-mak] {ağızj gçl. fi. [-ır] 1.
için) ısırmak. 5. Ansızın altına almak. 6. Karıştır Aldatmak; sezdirmemek. 2. Avlamak. [DS]
mak; iyice karıştırıp kabartmak. 7. Sıkıştırmak; avkma, [av-(ı)k-ma] {ağız} is. Çökelek, taze soğan ve
tehdit etmek; azarlamak. 8. Oynamak. 9. Ovmak; zeytinyağı ile yapılan bir tür salata; Çingene pilavı.
masaj yapmak. 10. Çalkalamak; elemek. 11. Yaka [DS]
lamak; tutmak; avuçlamak. 12. Ezmek; ufalamak. avkmak, [eT. uv-m ak (ufalamak) > av-(ı)k-mak /av-
13. Buruşturmak. 14. Doğal maddelerle deriyi ter (u)k-mak] {ağız gçl. f i [-ar] 1. Eli ile ovalayarak
biye etmek. 15. M ıncıklamak. [DS] küçük parçalara bölmek; ufalamak. 2. İyice karış
avkalamak2, [Ar. ‘avk (engel) => avk-ala-mak] gçl. tırmak. 3. Dövmek. 4. Çamaşırı durulamak. 5. A-
vuç içinde sıkıştırmak; ovmak; ovalamak; çitile
fi [-r] [-l(ı)-yor] Engel olmak; geciktirmek,
mek. 6. Yenmek; mağlûp etmek. 7. Yakalamak;
avkalanmak, [avkala-n-mak] {ağız} edil. f. [-ır] 1.
tutmak. 8. Zedelemek; ısırmak. [DS]
Zedelenmek; hırpalanmak; örselenmek. 2. Ufalan
mak. 3. Buruşmak. 4. Örselenmek; kırılmak; ufak avku, [av-(ı)k-u] {ağızj is. Cevizin dış kabuğu. [DS]
parçalara ayrılmak. [DS] avkulu, [av+kul-u?] {ağızj sf. Ava çok düşkün; av
peşinde koşan. [DS]
avkalaşmak, [av-(ı)k-a-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır]
1. Oynaşmak; sevişmek. 2. Şakalaşmak. 3. Boğuş avkurlanmak, [eT. uv-m ak (ufalamak) > av-(ı)k-ur-
mak; didişmek; alt alta üst üste gelmek. [DS] la-n-mak] {ağız} ed il.f. [-ır] Kırılmak. [DS]
avkam, [av-k-a-m] {ağız} sf. 1. İnsanın iki el ile avkuru, [arkuru / aykırı] {ağızj sf. 1. Düz; kestirme;
alabileceği miktar; avuç dolusu. 2. Hayvanın ağzı kese. 2. Aykırı; yan üstü. 3. Ters; çapraz. 4. (Yol
için) döne döne. [DS] S1 avkuru doğkuru gitmek,
ile bir kerede alabileceği miktar. [DS]
{ağızj Zikzaklı gitmek. [DS]
avkamak, [eT. uv-m ak (ufalamak) > av-(u)k-mak >
avk-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-k(ı)-yor] 1. Avuç avkuş1, [avkuş T] {eATj {ağızj is. bot. Mürdü-
içine alarak ovmak; çitilemek; ovalamak. 2. A zar mük; mürdük. [DS]
lamak; tekdir etmek; paylamak. [DS] avkuş2, [av+kuş] {ağızj is. Av hayvanı. [DS]
avkan, [av-ka-n] {ağız} is. Uzak. [DS] avl1, [Ar. ‘avl ö y ] {OsTj is. 1. Tecavüz; haddi aşma.
avkant, [Far. âb-kant] {ağız} is. Üstü açık ya da ka
2. Doğru yoldan sapma; meyletme. 3. huk. Miras
palı su yolu. [DS]
hisselerinin payda sayısını aşması.
avkeşe, [Ar. ‘avkeşe y ] {OsT} is. tarım. H annan
avl2, [Ar. ‘avl J y ] {OsTj is. 1. Feryat; acınma. 2. Sı
savurmakta kullanılan parm aklı kürek; yaba.
kıntı sebebi.
avketmek, [Ar. ‘avk (engel olma)] {ağız} g ç l.f. [-(d)-
avla, [av-la-ğu > avla / Yun. avlara 'sljT] {eAT} {ağızj
er] 1. Engel olmak; mani olmak. 2. Geciktirmek.
[DS] is. 1. Bahçelerin etrafına ince dal ve çalılardan ya
AVL ÖIÜMIÜK SİMİ. 3w
pılan büyük çit. 2. Ay ağılı; hâle. 3. Ağıl. 4. Avlu; avlanma, [av-la-n-ma] is. Avlanmak işi.
evlerin önündeki küçük bahçe. 5. Tahta perde. 6. avlanmak, [av-la-n-mak) edil. fi. [-ır] 1. Biri tarafın
Tahıl yıkam ak için arık kıyılarına yapılan küçük dan av olarak ele geçirilmek. {eT} (aym) [DLT]. 2.
beton havuz. 7. Balık tutm ak için derelerde taşla mec. Biri tarafından hile ile emellerine alet edil
çevrilen daire. 8. Çerçeve; çevre. 9. Ahırda hayvan mek; kandırılmak; tuzağa düşürülmek. 3. dönşl. fi
ların yem yediği yer. 10. İnce uzun çam ağacı; bu A va gitmek; avcılığa çıkmak. 4. Av avlamak. {eT}
ağaçtan yapılan direk; sırık. 11. Dam merteklerinin (aym) [DLT] S avlanıp kuşlanmak, {ağız} Ava çık
küçüğü. [DS] mak; av yapmak. [DS]
avlağı, [av-la-ğı {eAT} -*• avlagu. avlar, [Yun. avlara] {ağız} is. Etrafı çevrilmiş bahçe;
avlu. [DS]
aviagu, [av-la-mak (kuşatmak) > av-la-ğu y s l jl ]
avlaşm ak1, [av-la-ş-mak / âv-lâ-ş-mek] {eT} işteş, fi
{eAT} is. Çalıdan yapılmış çit.
[-ar] 1. Toplanmak; yığılmak. [DLT] 2. {ağız} Çe
avlağa, [av-la-mak (kuşatmak) > av-la(ğ)-a] {ağız} is. virmek. [DS]
1. Ay ağılı; hâle. 2. Ağıl. 3. Çit. 4. Avlu. 5. Kuzu
avlaşmak2, [eb-le-ş-mek / evleşmek] {eT} işteş, fi. [-
ağılı. 6. Duvar. 7. Ahırda hayvanların yem yediği
ur] Evini ortaya koyup kum ar oynamak; evini ödül
yer. 8. M em e başının çevresi. [DS]
koymak. [DLT]
avlağı, [av-la-mak (kuşatmak, çevirmek) > av-la(ğ)-ı]
avlaştırm ak, [av-la-ş-tır-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] K ol
{ağız} is. 1. Av yeri; avı çok olan yer. 2. Evin biti
lamak; sakınmak; korumak. [DS]
şiğindeki tarla. 3. K ayalıklar arasındaki geçit. 4.
avlatmak, [av-la-t-mak] g ç l.f. [-ır] [eT. -ur] 1. B i
Dağlık yerlerdeki bol otlu düzlük. 5. Çerçeve; çev
rine avlama işini yaptırmak. 2. Bir avı başkasına
re. [DS] S avlağa atmak, {ağızj Çevirmek. [DS]
yakalatmak, tutturmak. {eT} (aym) [DLT]
avlak1, -ğı [eT. ab-la-mak (avlamak) ab-la-ğ > av-la-
avlaz, [av-la-z] {ağız} sf. Av meraklısı. [DS]
k is. 1. Avı bol olan yer. {eT} {ağız} (aym)
avle, [Ar. ‘avle {OsT} is. Feryat.
[Nevâyî] [DS] 2. A vlanma bölgesi; av yeri; avlanılan
yer. {eT} {eAT} (aym) [Nevâyî] 3. {ağız} Avlanmayı avlu 1, [Yun. auli)'is. mim. 1. Bir yapının ortasında
bilen hayvan. [DS] etrafı duvarlarla çevrili üstü açık yer; asma bahçe.
avlak2, -ğı [avla-mak (çevirmek, kuşatmak) > / Yun. 2. {ağız} Hol; koridor. [DS] 3. {ağız} Evlerin bodrum
aulaks (açılan iz) ?] {ağız} is. 1. Bahçelerin etrafına ya da zemin katındaki salon. [DS] 4. {ağız} Kiler.
çekilen ince dal ve çalı çit. 2. Kuzu ağılı. 3. Hudııt; [DS] 5. {ağız} Kışlık küçük evlerin karşısında büyük
sınır; çerçeve. 4. Çiçek yetiştirmek için hazırlanan yazlık ev. [DS]
yer. 5. İyi bir ekin içinde zay ıf kalm ış yer. 6. Evle avlu2, [ağ-ıl] is. 1. {ağız} Ağıl. 2. Köyün yakınındaki
rin damlarından akan ve biriken sular. 7. Bataklık verimli tarla. [DS]
ve sulak yer. 8. Derelerden akan ince sular. 9. avluk, -ğu [uyku-luk] {ağız} is. İşkembe. [DS]
A karsularda balık avlanan durgun yer. 10. Su kana avlukçu, [av-luk-çu] {ağız} sf. Başkasından geçinen;
lı. 11. Dere; vadi, avantacı. [DS]
avlaksız, [avlak-sız] {ağız} sf. Sersem; budala. [DS] avlum, [av-(u)l-um / ağ-ul-um ?] {ağız} is. 1. Daire.
avlatmak, [av-la-l-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] A vlan 2. Ay ağılı; hâle. [DS]
mak. [DLT] avm, [Ar. ‘a v m ^ ] {OsT} is. Yüzme.
avlama, [av-la-ma] is. Avlamak işi. avm ak1, [av-mak / avalanmak / avlamak] {eT} gçsz.
avlam ak1, [eT ab-la-mak (avlamak) > av-la-mak fi. [-ar] 1. Toplaşmak; üşüşmek; etrafını çevirmek.
gçl- f i [-r] [-l(ı)-yor] 1. Bir av hayvanını [DLT] 2. Avlanmak. [DLT]
yakalamak veya bir silahla öldürmek. {eT} (ay avm ak2, [av-mak] {eT} gçsz. fi. [-ar] 1. Sıhhatte ol
nı) [Gabain] [Mühennâ] [EUTS] [DLT] 2. mec. Çok mak; sağlıklı olmak. [EUTS] 2. {ağız} D ef etmek;
arzu edilen fakat az bulunur bir şeyi ele geçirmek. kovmak. [DS]
3. mec. Birini yalan ve düzen kurarak emellerine avn, [Ar. ‘avn ojp] {OsT} is. 1. Yardım. 2. Süleyman
alet etmek; kandırmak; tuzağa düşmek. 4. {eT} Ele Peygambere yardım eden cinin adı. 3. sf. Yardımcı.
geçirmek. [Gabain] [Mühennâ] [EUTS] [DLT] 5. {eAT} fi1 avn-i Hak, Allah 'm yardımı.
Yakalamak.
avnî, [Ar. ‘avn> cavnı J> ^\ (avni:) {OsT} sf. Y ardım
avlam ak', [av-la-mak / av-mak / avala-mak jjljl]
la ilgili.
{eT} gçl. fi. [-r] 1. Bir şeyi çevrelemek; çevresini
avniye, [Ar. 'avniye (başkomutan Hüseyin A vni'nin
dolaşmak. [EUTS] 2. Toplanmak; üşüşmek. [DLT]
3. {eAT} Çevresini kuşatmak; etrafını çevirmek. 4. adından) is. 19. yy.da giyilen kukuletalı bir
{ağız} Bir şeyin çevresini çitle çevirmek. [DS] tür yağmurluk,
avlan, [av-la-n] {ağız} is. Avcı. [DS] avokado, [İsp. abogado] is. bot. 1. Ilıman kuşakta
ö l E Î İ E t B İ . 365_____________________________________________ ______________________ __________________________ A V S
yetişen Amerika kökenli her mevsim yeşil yapraklı göbekleri ile dizleri arasında, kadınların el, y ü z ve
5-15 m. boyunda defnegillerden bir tür meyve ağa ayakları dışında kalan bedenlerinde namaz kılar
cı, (Persea). 2. Bu ağacın meyveleri; Amerika ar ken örtülmesi gereken yerler; mahrem yerler.
mudu. avrı, [avn] {eATj is. Yaprak şeklinde olan para;
a v r a 1, [av-ra] /ağız} is. Daldırma. [DS] banknot.
a v r a 2, [afra / avra] {ağız} is. Dara. [DS] avrıka, [Afrika / A vrupa ?] /ağızj is. Bir tür saç tı
a v r a d , [avrat / avret] /ağızj is. -*• avrat. [DS] raşı. [DS]
a v r a d a p a , [avrat+apa] {ağızj sf. Kılıbık. [DS] avrılmak, [ab-(ı)r-ıl-mak / avrıl-mak JİjjT ] {eATj
A v r a f r i k a , [Avrupa+Afrika] is. Avrupa ve Afrika dönşl. fi [-ur] Bir şeyin üzerine kapanır gibi eğil
anakaralarının ikisine birden verilen ortak ad. mek.
a v r a k , [av-ra-k] {ağızj sf. Ahmak; aptal. [DS] avrındı, [av-rı-ndı] {eTj is. Kırıntı; döküntü. [DLT]
a v r a m a k , [av-ra-mak] {ağızj g ç l.f. [-r] [-r(ı) -yor] 1.
avril, [Erme, abril] {ağızj is. Nisan. [DS] S avril
Kollamak; korumak; zaptetmek. 2. Kavramak. [DS] beşi, {ağızj I. Eski takvimle beş nisan. 2. Bugünkü
avran, [av-ra-n] {eTj is. 1. Demirci ocağı biçiminde takvimle 18 nisan. [DS]
yapılan ekmek fırını. [DLT] 2. /ağızj sf. Obur. [DS] avrizi, [Yun. vrudion [Tzitzilis]] {ağızj is. Deniz
S avran davran, {ağızj Enine boyuna. [DS] yosunu. [DS]
avrana, [Far. arvâna => ‘avrana {ağızj is. 1. Di Avro, [Yun. Europa > Euro] is. Avrupa Birliğinin
şi deve. 2. Yük devesi. 3. Büyük tencere. 4. Leğen. resmî para birimi,
5. sf. Ağzı büyük; büyük ağızlı. [DS] S avrana avroş, [Yun. avroh] {ağızj is. Bir tür kuş tuzağı. [DS]
ağızlı, {ağızj Büyük ağızlı; ağzı biiyiik. [DS] avruk, [av-(ı)r-uk ?] {ağızj is. 1. Yanak. 2. Yaylaya
Avrasya, [Avrupa+Asya] (avra'sya) is. Avrupa ve götürülen eşya. 3. Hasta. 4. s f Obur. [DS]
Asya anakaralarının ikisine birden verilen ortak ad. avrumak, [av-(ı)r-u-mak] {ağızj gçsz. fi [-r] H asta
avrat1, -dı [Ar. ‘avret ^ j y - \ {eATj is. 1. Erkeğin eşi; lanmak. [DS]
avrumpa, [avrupa > avrumpa] {ağızj is. Kadın saçma
karı; zevce. 2. Kadın. S avrada yakınlık, {eATj
yapılan ondüle. [DS]
Kadınla cinsel ilişkiye girm e.|] avrat abla, {ağızj 1.
Avrupa, [Yun. Europa (Yer tanrısı)] (avrıı'pa) is. 1.
Boşboğaz erkek. 2. Erken gelişm iş kız. [DS] || avrat
Dünya'nın beş ana karasından birinin adı. 2. Batı;
ağızlı, Karısının sözünden çıkmayan (erkek)\\ avrat
batı ülkeleri. 3. {ağızj Başın ön tarafında bir miktar
almak, {eATj B ir kadınla evlenmek.\\ avrat boşa
saç bırakılarak yapılan saç tıraşı; kâküllü tıraş. [DS]
mak, Erkek için boşanmak.\\ avrat çekmek, {eATj
Kadın getirmek. || avrat kişi, {ağızj Karı koca. [DS]|| 4. {ağızj Entarinin arka tarafında, omuzlarla boyun
avrat oğlan, {eATj Çoluk çocuk. |.| avrat oynatmak, arasında kalan kısım. [DS]
folk. Çengi adı verilen kadınları oynatarak içkili Avrupai, [Avrupa+ Ar.î] {OsTj sf. 1. AvrupalIlara ve
çalgılı eğlenmek.|| avrat pazarı, 1. Eskiden cariye- A vrupa’ya özgü. 2. zfi. AvrupalIlara benzer biçim
lerin alınıp satıldığı pazar. 2. Satıcıları çoğunlukla de.
kadın olan pazar.\\ avrat vakti, {eATj Yakınlık za Avrupah, [Avrupa-lı] (avrupa'lı) is. ve sf. 1. Avrupa
manı; halvet zamanı, || halkından olan veya A vrupa’da yaşayan. 2. A vru
avrat2, -di [Ar. ‘avret > ‘avrat (avra:t) {OsTj pa’ya has olan; A vrupa’dan gelmiş.
is. 1. Kadınlar. 2. İnsan vücudunun mahrem yerleri, Avrupaldaşm ak, [Avrupa-lı-la-ş-mak) dönşl. f i [-ır]
1. Düşünce, davranış ve yaşam a biçimi bakımından
avratbaz, [Ar. ‘avret + Far. -bâz {ağızj sf. AvrupalIlara benzemek. 2. A vrupa’ya ait kültürel
Kadın avcısı; zampara. [DS] değerleri benimsemek.
avratlanmak, [avrat-la-n-mak] {ağızj dönşl. f. [-ır] Avrupalılık, -ğı [Avrupa-lı-lık] is. 1. Avrupah olma
1. Ev işlerinde becerikli, bilgili olmak. 2. M ızıkçı durumu. 2. A vrupah olanın niteliği,
lık etmek. [DS] avruşmak, [av-(ı)r-uş-mak] {ağızj dönşl. f i [-ur] Tır
avrattık, [avrat-lık jii'jy-] {eATj is. 1. Zevcelik; eş manmak. [DS]
olma. 2. {ağızj İyi ev kadınlığı. [DS] avruz, [Far. âbrîz] {ağızj is. 1. Lazımlık; oturak. 2.
avratsı, [avrat-sı] / ağızj sf. (Kız için) kadınlığa öze Dibi dar, ağzı geniş, iki kulplu, yoğurt mayalamaya
nen. [DS] yarayan toprak kap. [DS]
avreş, [? avreş] is. folk. E lazığ’da klarnet eşliğinde, avsak1, -ğı [av-sa-k] {ağızj is. Aldatma. [DS]
meydanlarda erkekler tarafından oynanan halk avsak2, -ğı [ak-sa-k / ağ-sa-k] {ağızj sf. 1. H afif topal;
oyunu. aksak. 2. Hayvan yükünün bir tarafa hafif m eylet
avret, [Ar. ‘avret ^ j y - \ {OsTjis. İnsan bedeninde çıp miş, ağmış durumu. [DS]
lak olarak gözükmesi ayıp ve dinen haram sayılan avsakJ, -ğı [av-sa-k] {ağızj sf. Ava istekli; av istekli
yer, edep yeri; ut yeri, S avret yeri, Erkeklerin si. [DS]
AVS Ö IÜ M M C tM .3 6 6
avsal1, [av-sa-1 ?] {ağız} is. 1. Yürüme bilmeyen kim avsunlam ak2, [efsun-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(u)-
se. 2. sfi Gerek; gerekli. [DS] yor] 1. Büyü yapmak; afsunlamak. 2. Hastaları iyi
avsal2, [av-sal ?] {ağız} s f 1. (Yer için) avı çok olan. leştirmek için bir takım büyülü işler yapma; oku
2. Kolay; çabuk. [DS] yup üflemek. 3. Zehirli hayvanların sokmaması
avsana, [? avsana] {ağızj sf. Sersem; aptal; saf. [DS] için büyü yapmak; şerbetlemek. [DS]
avsunlam ak3, [avsun-la-mak] {ağız}\ gçl. f. [-r] [-
avsıl, [av-ız > avış-ıl ? {eAT} Sığırların dilinde
l(u)-yor] 1. Aldatmak; kandırmak; gafil avlamak.
ve ayaklarında oluşan bulaşıcı bir hastalık.
2. Oyalamak. 3. Hastalık bulaştırmak. [DS]
avsın1, [Far. afsün > avsın] {ağız} is. 1. Flayvan sok
avsunlatmak, [efsun-la-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
malarının zehir ve ağrısını etkisiz kılm ak için yapı
Hastaları iyileştirmek için hocaya okutmak. [DS]
lan işlem. 2. Sihir; büyü; afsun. [DS]
avsut, [Yun. aspida (jant.) > avsut / ispit] {ağızf is. 1.
avsın2, [avurt > av-sın] {ağız} is. Bir tür göz hastalığı.
Kağnı tekerleğinin ağaç kısmı. 2. H er türlü tekerle
[DS]
ğe mazının geçtiği delik. [DS]
avsın3, [av + sin-mek > av-sm] {ağız} is. Avcıların av
avşak1, -ğı [av-(ı)ş-a-k] {ağız} is. 1. Bir tür ardıç
sırasında pusu kurdukları, ya da gizlendikleri kü
çalısı. 2. ilkbaharda çiğdemle birlikte açan, koku
çük kulübem si yer. [DS]
suz, menekşeye benzer bir çiçek. [DS]
avsıncı, [afsun-cu / avsın-cı] {ağız} is. Büyü yapan
avşak2, -ğı [ağırşak / avşak] {ağız} is. 1. Somun,
kimse; afsuncu; büyücü. [DS]
cıvata, çivi gibi şeyleri sıkıştıran, gevşeten, düzel
avsınmak, [av-sı-n-mak] {ağız}\ g ç l.f. [-ır] Bir kim
ten bir tür anahtar. 2. Ağırşak. [DS]
seyi ezmek istemek. [DS]
avşallamak, [avşal-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
avsınlam ak1, [av-sı-n-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
yo r] Acele yapmak; gelişigüzel yapmak. [DS]
l(ı)-yor] 1. Kestirmeden gitmek. 2. Aldatmak. [DS]
avşar1, [Kazan, avş-mak (itaat etmek, müsaade et
avsınlamak2, [av-sı-n-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
mek) > afş-ar] (a fşa r) sf. 1. -► afşar. 2. {ağız} Atlı
l(ı)-yor] 1. Avuç dolusu almak. 2. Masaj yapmak.
jandarm a. [DS] 3. {ağız} Ucu sivri bıçak; kama. [DS]
[DS]
4. {ağız} Pekmezin pişmeden önce şiddetle kayna
avsınlamak'1, [efsun > avsın-la-mak] {ağız} gçl. f. [-
ması. [DS] 5. {ağız} Tarhana yaparken pişirilen so
r] [-l(ı)-yor] 1. Büyü yapmak; afsun yapmak. 2.
ğan, biber ve yoğurt karışımı. [DS] 6. {ağız} Yular.
H asta insan ya da hayvanı iyileşmesi için okutup
[DS] 7. {ağız} sf. Hamarat; becerikli. [DS] S avşara
üfletmek; afsun yaptırmak. [DS]
gelmemek, {ağız} (M emeli hayvan için) sağımı güç
avsınlanmak, [efsun-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [-ır] olmak; sağım sırasında huysuzluk etmek. [DS]||
Afsuncu tarafından okuyup üflenerek iyileştiril avşar sağmak, {ağız} Koyunu A fşar usulünde sağ
mek. [DS] mak. [DS]
avsınlı, [efsun-lu] {ağız} sf. Afsunlanmış; büyülü. avşar2, [Far. afsâr] {ağız} is. Yular. [DS]
[DS]
avşarlamak, [avşar-la-mak] {ağızj gçl. f i [-r] [-(ı)-
avsıt, [Yun. aspida (jant.)] {ağız} is. Kağnı tekerleğini
yo r] 1. Kızdırmak. 2. İşi büyütmek. [DS]
m eydana getiren üç parça ağaç; demirsiz kısım.
[DS] avşarlanmak, [avşar-la-n-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır]
Hiddetlenmek. [DS]
avsıtmak, [av-sı-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. A ldat
mak; kandırmak; gafil avlamak. 2. Oyalamak. [DS] avşin, [Far. â v ş in ^ jT ] {OsT} is. bot. Kekik.
avsukmak, [av-su-k-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] 1. K or avşut, -du [Yun. apsida > avşut ?] {ağız} is. Köşe.
kutmak. 2. Z ayıf düşürmek. 3. Yenmek. [DS] [DS]
avsun1, [Far. efsün => avsun Oj-jT] {ağız} .is. 1. avu, [ağu/ ağı] {ağız} is. 1. Zehir; ağı. 2. Zehirli bitki.
[DS]
Büyü; sihir; afsun. {eAT} (aynı). 2. Üfürük; nefes. 3.
Büyücülerin efsun yapmakta kullandıkları madde. avuç, -cu [eT. adut > avut > avuç / avuç £ jT / jT]
4. Telkin; etki; tesir. 5. Kurşun dökme işinde kulla is. 1. Elin iç tarafı. 2. Parm aklar toparlanm ış ve
nılan eritilmiş kurşun. [DS] ortası hafifçe çukurlaştırılmış hâlde iken elin aldığı
avsun2, [avurd > av-sun] {ağız} is. Vücutta beliren miktar; apaz; aya; koşam. Avuç dolusu altın. S
kabartılar. [DS] avcu delik, {eAT} Para tutmaz.|| avcu kaşınmak,
avsun3, [av+ sin-mek > av-sun] {ağız} is. Tavşan ve Yakında eline p a ra geçeceğine dair batıl inancı. ||
kuş gibi av hayvanlarını vurmak için kurulan giz avcuna saymak, Peşin ödemede bulunmak.\\
lenm e yeri; pusu. [DS] avcundan okumak, Fala bakmak.\\ avcunu yala
avsunlam ak1, [avsu-n-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] mak, Beklediğini, umduğunu bulamamak.\\
[l(u)-yor] 1. Tohumu avuç içinde ovalayarak ka avcunun içi gibi bilmek, B ir yeri çok iyi tanımak,
buklarından çıkarmak. 2. Fındık kabuklarım ka bilmek.\\ avcunun içinde olmak, Birinin dilediğini
bartmak. [DS] ya p a r durumda olmak. || avcunun içinde tutmak,
a r m » ™ • 367 AVU
Birine dilediğini yaptıracak durumda bulunmak.)| avulanmak, [ağu-la-n-mak] {ağız} edil. f. [-ır] 1.
avcunun içine almak, Yönetimi altına almak. || Zehirlenmek. 2. dönşl. f. Sıcağın ya da yorgunlu
avucunu açmak, {eAT} Cömert davranmak.|| avuç ğun etkisi ile ağzının tadı kaçmak; dili damağına
açmak, Dilenm ek.|| avuç alaması, {ağız} Çakıl bü yapışmak. [DS]
yüklüğünde taş; elle atılabilecek taş. [DS]|| avuç avulatmak, [ağu-la-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Zehir
avuç, Bol miktarda; çok ç o k || avuç dolusu, 1. letmek. [DS]
Avcun alabildiği miktarda. 2. Çok fa zla miktarda. || avulu, [ağu-lu] {ağız} s f Zehirli. [DS]
avuçı delik, {eAT} Para tutmaz.|| avuçını açmak, avumak, [avu-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] Yardım et
{eAT} Cömert davranmak.\\ avuç kayası, {eAT} E l
mek; işine yaramak. [DS]
ile atılabilen taş; el kayası.\\ avuç içi kadar, Çok
avunç, -cu [avun-mak > av-un-ç] is. Üzüntünün,
küçük yer.\\ avuç unu, Değirm enciye verilen öğüt
tasanın dağılması ile ortaya çıkan durum; teselli;
me ücreti karşılığı un; değirmenci hakkı. {eAT} (ay-
avuntu; aldanca; yatıştırma,
m)\\ (bir) avuç, 1. Çok az miktarda. Bir avuç kah
raman, koskoca düşman ordusunu perişan etti. 2. avundurma, [av-un-dur-ma] is. 1. Avundurmak işi.
Çok fa zla miktarda. Şu uyduruk şeye bir avuç p ara 2. Birinin avunmasını sağlama işi.
verdim. avundurmak, [av-un-dur-mak] g ç l.f. [ -u r ] \. Birinin
avuçka, [eT. abı-ç-ka / avuç-ka] {eT} is. Başkan; reis, üzüntü ve acısını unutması veya bu durumun hafif
avuçlama, [avuç-la-ma] is. 1. Avuçlamak işi. 2. A- lemesi için girişimde bulunmak. 2. {ağız} Kızışmış
vuçta tutma; avcuna alma, bulunan dişi hayvanı çiftleştirerek gebe kalmasını
sağlamak. [DS]
avuçlamak, [avuç-la-mak ^u\s~i\]{eAT} gçl. f. [-r)]
avunma, [av-un-ma] is. 1. A vunm ak işi. 2. Dişi
f-(ı) -yor] 1. Avcunu dolduracak kadar bir şeyden
hayvanın gebe kalması,
almak. 2. Avuçta tutm ak veya avcuna almak,
avunmak, [eT avl-mak / av-ın-mak] dönşl. f. [-ur] 1.
avuçlatmak, [avuç-la-t-mak] g ç l.f. [ - ır ) ] \. A vuçla
ma işini birisine yaptırmak. 2. Birinin, bir şeyi Düşüncesini, kendisini üzen veya sıkıntıya sokan
avuçlamasını sağlamak, izin vermek, olay veya durum dışındaki şeylere yönelterek acı
sını unutmaya, sıkıntılardan uzaklaşm aya çalışmak;
avujgun, [? avuj-ğun] {eT} is. Deri sepilem ekte kul
kendini teselli etmek; teselli bulmak; gönül aldat
lanılan palamut meyvesi. [DLT]
m ak {eT} {ağız} (öj™,)[Nevâyî]. [DS] 2. B ir işle oya
avuk, -ğu [av-uk] {ağız} sf. 1. Avare. 2. is. Dağların
dik ve sarp sırtları. [DS] S1 avuk olmak, îşten kal lanıp kendini unutmak; meşgul olmak; vakit ge
mak; avare olmak. çirmek. 3. {eT} Flâlinden memnun olmak. [Clauson]
4. {eT} Eğlenmek. [Clauson] 5. {ağızj (Dişi hayvan
avukat, [Lat. advocare (yanına çağırmak) > ad-
lar için) kızışm ak ve döl tutmuş olmak; gebe kal
vocatus > Fr. avocat] is. 1. Flukuk işlerinde ücreti
mak. [DS] 6. {ağız} (Kadın için) cinsel ilişkide tat
karşılığında halka yardımcı olan özel ihtisas sahibi
kişi; dava vekili; müdafi; savunucu. 2. mec. K endi min olmak. [DS]
sini doğrudan ilgilendirmediği hâlde başkasını sa avuntu, [av-un-tu] is. 1. İnsanm avunmasını sağla
vunan kişi. yan şey; teselli. 2. Üzüntü ve sıkıntıları hafifletme
avukatlık, -ğı [avukat-lık] is. A vukatın yaptığı iş ve ye veya gidermeye yarayan şey; avunç; avutucu,
mesleği. S (birinin) avukatlığını yapmak, 1. B ir avunuk, -ğu [av-un-uk] {ağız} sf. (Dişi hayvan için)
davada birinin savunm asını üstlenmek; müdafaa döl tutmuş; gebe kalmış. [DS]
etmek. 2. mec. Kendisini doğrudan ilgilendirmediği avur1, [ağır] {ağız} sf. Ağır. [DS]
ve üzerine düşmediği hâlde birini savunuvermek. avur2, [av (yans.) av-ur] {ağız} is. Gereksizlik, ho
avukmak1, [av-uk-mak / avk-mak] {ağız} g ç l.f. [-ur] m urtu bildiren gövde. [DS] 0 avur zavur, {ağız} 1.
Kırmak ezmek. [DS] Ivır zıvır; gereksiz eşya; önemsiz ve anlamsız söz
avukmak2, [av-uk-mak] {ağız} gçsz. f [-ur] 1. A lış ler. 2. Kuru gürültü. [DS]|| avur zavur etmek,
mak; dadanmak. 2. B ir şeyi göre göre, yapa yapa {ağız} Tehdit edici sözler söylemek; ileri geri terbi
öğrenmek. [DS] yesizce konuşmak. [DS]
avukturmak, [avuk-tur-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] 1. avurçuk, [ağır > avur-çuk] {eAT} is. A ğırlık merkezi,
Aldatmak; kandırmak; oyalamak. 2. Alıştırmak; avurd, [eT. adurt > avurt / avurd {eAT} is. 1.
öğretmek. [DS]
Söz; laf; sohbet. 2. -*■ avurt, fi5 avurda çekmek,
avul, [Başkurt, Kazak, Tatar, av-ıl /av-ul] is. 1. K abi
{eAT} Söze tutup lafa boğmak.|j avurdı yelli, {eAT}
le, oymak. 2. Köy; avıl. 3. {ağız} Küçük dal ve çalı
{ağız} Palavracı; çok konuşan. [DS]|| avurdı yellü,
larla yapılmış bahçe çiti. [DS] 4. {ağız} Ağıl. [DS] 5.
{eAT} Palavracı; çok konuşan. || avurd itmek, {eAT}
Kış için meyve saklanan yer. 6. {ağız} Asker. [DS]
Atıp tutmak.\\ avurdu yelli, Çok gereksiz konuşan;
avulamak, [ağu-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(u)-yor]
palavracı; lafazan; {eAT} (aym).
Ağılamak; zehirlemek. [DS]
avurda, [Sanks. dhâtrı > eT. âvirdâ / avurda / avurta J M M tıÛ li. ••
{eAT) is. Ebe. E ıkeğinin kuyruğu Ur biçiminde ve çok süslü, ser-
avurdalık, [avurda-lık jJ ijjl] {eAT} is. Ebelik. çegillerden A vu stra lya ’da vaşayan bir kuş, (M ae-
nııra, superba).
avurdlaşmak, [avurd-la-ş-mak] {eAT} işteş, f. [-ur] A vustralyalI, [Avustralya-lıJ (avııstura'lyalı) sf. I-
Sohbet etmek; çene çalmak; konuşmak,
Avustralya ile ilgili olan. 2. A vustralya’da yaşayan
avurlaınak, [avur-ia-mak] {ağızj gçl. f. [-r] [-l(ıı)- veya oradan gelen.
y o r] Tehdit etmek. [DS]
A vusturyalI, [Avusturya-lı] (avustu 'ryah) sf. I- A-
avurt, -du [eT. adurt > avurd > avurt] is. 1. Ağız vusturya ile ilgili olan. 2. A vusturya’da yaşayan
boşluğunun yanaklara gelen kısmı. 2. Yanakların veya oradan gelen.
ağız boşluğunu örten dış yüzü. 3. Söz, sohbet; de avusvaş,
vusvaş, [? avusvaş] is. matb. Lito ve ofset baskı
dikodu. {eAT) {ağız}(aym) [DS] 4. {ağız} Bilimsel ka kalıpları
ç T\ üzerindeki
indeki lekeleri airlormal'
lekeleri giderm irtin kullanı-
ek için Î/-TiUCJÎİ1-
riyere sahip olmadığı hâlde yetkinmiş gibi konu , ı as a f ve terebentinkarışım ı tem izlik maddesi.
şan; bilgiç. [DS] 5. {ağız} Başağın saptan ilk çıktığı 7 a U ^ avutJ (c'ğ&l is, 1. Hayvanın sırt kısmı.
yer. [DS] 0 avurda çekmek, S ö ze tutup lafa boğ 2. Avurt; yüz. [DS]
mak. {eAT} (aym)\\ avurdu avurduna geçmek, Ya ı'du lağ,zf is■ 1- A S lt- 2. B ağırarak ağ
naklarının çökmesinden belli olacak kadar zayıf- lamak; sesli ağlama. [DS]
lamak.|| avurt dağıtmak, Bağırıp çağırmak.|| avurt <>vut , [a v -u t/a d u t] {eT} is. Avuç. [DLT]
etmek, {ağız} 1. Övünmek için palavra atmak; atıp ' . | H ,a n ’ fav~ut'k an / av-ut-gan] {ağız} sf. Avutan;
tutmak. 2. Dedikodu yapmak. [DS]|| avurt kesmek, aldatıcı; avutucu. [DS]
Övünmek için palavra atmak. |j avurt öttürmek, 1. T a k m a ? ’ [aV-U;-,a-makJ S ç l f - f - r j [-l(u) -yor] O-
{eAT) Çene almak; sohbet etmek. 2. Gevezelik et yaiamak, meşgul etmek.
mek; çene yormak. 3. Bağırıp çağırmak.\\ avurt u tm a, [av-ut-ma] is. 1. A vutm ak işi. 2. Teselli
satmak, Övünmek için palavra atmak.\\ avurt sa tpm fr ’ ^ ar|dırma. 4. ed. Eski Latin edebiyatında
vurt, Şarlatanlık. {eAT) (aym)\\ avurt şişirmek, eserleriVer*C* m a^ ‘^ ette yazılm ış ahlaki inceleme
Ağzım su veya hava ile doldurarak yanaklarım dı
şa doğru şişirmek.|| avurt urmak, {eAT) Çene çal vutmak, [eT. avıt-m ak > avut-mak] gçl. f. f-u r ] 1-
mak; sohbet etmek. || avurt Unsiizü, dbl. Dilin ucu ırımn acılarını, sıkıntılarını hafifletm ek; teselli
damağa dayanmış hâlde iken akciğerlerden gelen etmek, oyalamak. 2. A ldatm ak, kandırm ak. 3. Ço
hava avurt içine yayılmış olarak çıkarılan ses: UL\ ğu oyalamak, hırçınlığını teskin etmek. 4. {ağız!
avurt zavurt etmek, 1. Gerekli gereksiz konuş «olcu etm ek; savmak. [DS]
mak. 2. Yüksekten atmak,
a n*!!ıU rniak’ favut' tur-mak] g ç l . f [-urJ Birini avut-
avurta, [Sanks. dhâtri > eT âvirdâ / avurda / avurta] ışını ve eylem ini bir başkasına yaptırm ak,
{eT) is. Süt nine; daya. [DLT]
u tu cu , [avut-ucu] sf. 1. (Kişi için) birini teselli et-
avurtlak, -ğı [avurt-la-k] {ağız} s f 1. (Kişi için) ^ L yatlŞtIrmayı üstlenen- 2. (Söz ve davranış
yanakları büyük olan. 2. Yanakları sarkık olan. 3. için) irini teselli etmeye, avutm aya yarayan.
Büyük ağızlı. 4. (Ekin için) başak tutmak üzere ' vutulma, [avut-ul-ma] is. A vutulm ak işi.
olan. 5. is. Vücuda tam oturmayan elbisedeki kaba
rıklık; potluk. [DS] a v u tu lm ak , [avut-ııl-mak] edil, f f-u r ] B iri tarafm-
an yapılan avutma işinden etkilenm ek.
avurtlama, [avurt-la-ma] is. 1. Çalım. 2. Palavra.
avvac, [Ar. avvâc (avva:c) /OsT} is. 1. Fil dişi
avurtlamak, [avurt-la-mak] gçsz.f. [-r] [-l(u)-yor] 1.
satıcısı. 2. Fil dişi işçisi.
Çalım satmak. 2. Palavra atmak. 3. {ağız} Ağzını
doldura doldura, yanaklarını şişire şişire yemek. avvad, [Ar. 'û d > 'avvâd ^ ] (avva:d) {OsT} s f Ut
[DS] 4. {ağız} Anlaşılmaz homurtularla sözü değiş çalan.
tirmek. [DS]
a v z 1, [Ar. 'avz {0sT) is , Slğjnm a 2. S ığ ın ak -
avurtlaşmak, [avurt-la-ş-mak] işteş, f. [-ır] 1. Sohbet
etmek; konuşmak. {eAT} (ayıv) 2. Çene çalmak. a v j , [Ar. 'avz / 'ivaz {0sT} « , L Bedel. 2. De
{eATj (aym)
ğiş tokuş; takas; trampa,
avurtlu, [avurt-lu] sf. Gurur ve kibir sahibi; büyük avza, [Ar. eczâ] (ağız} is. Kibrit. [DS]
lenen.
avzıtmak, [avıt-mak > avıd-ız-m ak / avzıt-m ak
avus, [Bulg. uvus ?] {eTj is. Bal mumu; mum. [DLT] [DS]^ ^ ^~lr^ ®ya^am ak; aldatm ak; avutma
Avustralya, [Port, australis > İng. Australia] (a-
vııstra'lya) öz. is. Güney Yarım kürede. Eski Dün a '[DS]' ^ Un' a^n tls] {ağız} is. zool. B ir balık çeşidi
ya anakaraları topluluğunun doğusunda ve en kü
çük anakara, ö A vustralya k ara tavuğu, zool. -avuz, [-a-Vu2 / _e-vüz / -y-a-vıız / -y-e-vüz] i ^ !
Çek e. 1. Gelecek zaman çokluk birinci kiş> cK '
>il. . ' • 369 AY
bugünkü “-arız; -ırız; -acağız” değeriyle kullanıl göz önüne alınarak düzenlenmiş olan takvim yılı. ||
mıştır. 2. İstek kipi çokluk birinci kişi çekim eki; Ay harmanlanmak, A y in etrafında hâle meydana
dilek-istek, tavsiye, tercih ve gereklilik bildirir; gelmek.\\. A y’ı gördüm Allah, amentü billah, Yeni
bugünkü “-alım; -yalım ” değeriyle kullanılmıştır. ayı görünce uğur getireceğine inanılarak söylenen
3. Geniş zaman kipi çokluk birinci kişi eki. S’ - bir çeşit şükür sözü.|| A y’ı gördüm yıldıza itiba
avuz mı? {eAT}. ... mıyız. Bu zulmetten bulavuz mı rım yok, D aha iyisini bulunca önceden beğenilen
(bulur muyuz) rehayı?. Y usuf ile Zeliha. lere değer vermez olmak]| aym aydını süt gibi,
avya1, [avya] {eT} is. Utanç; ar; haya; hacalet. [EUTS] {ağız} Dolunay. [DS]|| aym on dördü, D olunay za-
avya2, [Rus. ayva] {eT} is.. -*■ ayva, manı. | ayın on dördü gibi, (Kadm için) beyaz tenli,
avyakirt, [Skr. avyâktra] {eT} is. sf. İzah edilemeyen; ve güzel. [I ay ışığı, Ay in Güneş 'ten alarak geceleri
açıklanamayan; meçhullük; belirsizlik. [EUTS] y er yüzüne yansıttığı ışık; ay aydınlığı; mehtap. || ay
ışık, {ağız} Mehtap; ay ışığı. [DS]|| ay karanlığı, 1.
avzurı, [av-(u)z-ur-ı] {eT} is. Buğday ve arpa unu
A y in bulut arkasına girm esi ile oluşan ya rı karan
karıştırılarak yapılan ekmek; karışık ekmek. [DLT]
lık. 2. Ayın gökyüzünde göriinmediği zaman.\\ ay
_ay, [-ay / -ey] yap. e. 1. İsimlerden isim türetir.
karanlık, {ağız}. M ehtapsız gece. [DS,];|| ay kılıfı,
Köke ilgili olma kavramı katar: dikey, düzey, g ü
{eAT} H âle.| ay köpügi, {eAT} Geceleri ay ışığında
ney, kuzey. 2. Fiilden fiil yapar. Fiildeki anlama
bulunduğu söylenen bir çeşit beyaz ve saydam taş. |
bağlı olarak belli bir özellik gösterme kavramı ka
Ay modülü, 1969 yılında astronotları A y ’a götü
tar: olay, yatay, yapay, uzay, biikey, onay (ona-ay).
ren uzay aracının A y 'a inip kalkan parçası.^ Ay
Ay, [ay] öz. is. Dünyanın uydusu olan bir gök cismi; örümceği, A y modülümün A y yüzeyine konmasını
Ay; Kamer. {eT} (aym) [ETY] [DLT] [EUTS] [İKPÖy.]
ve daha so m a kalkışım sağlayan örümcek g örü
[Gabain] [Yüknekî] S ay ağılı, {eAT} A y ağılı; hâle.|j
nümündeki taban ve rampa kısmı.|| ay parçası, B e
Ay ağılı, Bulutsuz, gecelerde A y 'ın etrafında görü
ya z tenli güzel kadm.\\ ay saati, A y ışığı ile saatleri
nen ışık demetinden meydana gelen çember; ayla;
gösteren kadran. \\ ay şavkı, {ağız}: A y ışığı; mehtap.
hâle; ay evi. |[ ay ayaz, {eT} Aydınlık; mehtaplı g e
[DS]|;| ay şavkına, {ağız} Boşuna; sebepsiz; verim
ce. [EUTS][| ay aydın, gün beyaz, Ümit verici, f e
siz. [DS]j| ay şelvesi, {ağız} A y ışığı; mehtap. [DS]||
rahlatıcı (günler, aylar, yıllar). || ay aydın, hesap
ay takvimi, Sadece ayın hareketleri göz önüne alı
belli, Her şey açıkça görülüyor, anlaşılıyor, anla
narak düzenlenmiş olan takvim. | Ay tutulması,
mında kullanılır. || ay aydını, {eAT} A y ışığı; meh
gök b. Yer, A y ile Güneş arasına girdiğinde gölge
tap. || ay aydunı, {eAT} A y ışığı; mehtap.\\ aya
sinin A y üzerine düşmesi olayı] ] Ay uğralanm ak,
yersgü, {eT} Yarasa. [DLT]|| ay bacayı aşmak, B ir
{ağız} A y tutulmak. [DS]f| ay ve gün ağılı, {eAT}
işin yapılma zam anı geçmek; geç kalmak. || ay balı
H âle.|| ay yenisi, {eAT} Yeni ay; ayça; hilal.\\ ay
ğı, zool. B asık vücutlu kuyruğu yarım ay şeklinde
yıldız, Türk dünyasının kullandığı sem bol.H ay yıl
2-3 m. boy ve bir ton ağırlığına kadar ulaşabilen
dızlı, Üzerinde ay ve yıldız motifi bulunan. || ay yd-
kemikli bir balık; mersin balığı; kamer balığı, (Mo
dızlı bayrak, Türk bayrağı.|| ay yıldızlı form a,
la mola).II ay balığıgiller, zool. Örnek türü ay balı
M illî form a. || ay yıldızlı mayo, M illî mayo. || ay
ğı olan kemikli, balıklar takımından çengel çeneli
yılı, A y in Yer çevresinde on iki defa dolanması ile
ler alt takımına giren bir fam ilya, (Molidete))] ay
meydana gelen yıl; kam erî yıl. || ay yurdı, {eAT}
balta, 1. Yüzü yarım ay şeklinde olan savaş baltası.
Hâle.
2. Kereste yontm ada kullanılan yüziı ay biçiminde
ay1, [ay / hay (yans.)] is. Flaykırma bildiren kök, ay-
olan balta. || ay çatal, Vites kutusu içinde taşıyıcı
kır-mak.
bir mil üzerinde kaydırılarak vites değiştirmeye
yara)>an parça.| ay dede, Çocuk dilinde A y] | ay ay2, [eT. ay / ey (yans.)] ünl. 1. Beklenm edik bir du
dedeye misafir olmak, Geceyi açıkta geçirmek. || rum karşısında beliren şaşkınlık, ürküntü ve korku
Ay doğdu, Yeni ay.\\ Ay evi, B ulutsuz gecelerde yu ifade eder. {eT} (aym,)[İKPÖy.] [EUTS] 2. Üzüntü,
ayın etrafında görünen ışık demetinden meydana sıkıntı ve acı bildirir. 3. Seslenme edatıdır. {eT} (ay
gelen çember; hâle; ay ağılı.\\ ay gibi, 1. (Kadın ın) [DLT] "O ğul oğul ay oğul / Bilür misin neler
için) güzel ve parlak. 2. İnce ve kavisli; hilal gibi. || oldu?" Dede Korkut fi1 ay ay! Hafife alma ve alay
aya kök, {eT} A çık hava. [DLT] || aya sen doğma ifade eder.
ben doğuyorum demek, Güzellikte üstüne rakip ay5, [ağ-ı > ay] {eT} is. Turuncu renkte ipek kumaş.
tammamak.\\ aya ya sen doğ, ya ben doğayım, [DLT]
demek, Çok giizel bir kadından bahsederken söy ay4, [ay] {eT} ünl. Buyruğu tanımamayı bildiren ün
lenen beğenme sözü.|| aydan arı, günden duru, 1. lem. [DLT]
Çok temiz. 2. Çok güzel. 3. A çık seçik; besbelli)]
ay3, [iy / ay^T] {eAT} is. M arangoz kalemi; iskarpela.
ay-gün takvimi, Güneş ’in görünen hareketlerine
göre düzenlenmiş takvim. || ay-gün yılı, Hem Gü S ay demüri, {eAT} M arangoz kalemi; iskarpela,|]
neş in görünen hareketleri, hem de A y ’ın evreleri ay temüri, {eAT} Marangoz kalemi; iskarpela.
AY DIÜMIİİİR SÖM. 37c
ay6, [eT. ây / ay] is. Genel olarak A y'ın Dünya etra aya4, [Far. aya 1] (a:ya:) {OsT} ünl. 1. Şüphelenme
fında bir kez dolanımma eşit, yılın on ikide biri
ve kararsızlık bildirir; şaşma bildirir; acaba. 2.
olan zaman dilimi. {eT} (aym) [ETY] [İKPÖy.] [E-
{eAT} Veya; yahut.
UTS] [Tekin] [Mühennâ]. 0 ay ayca, {eAT} Aydan
aya5, [Yun. agios] is. K utsal kimse; ermiş; aziz,
aya. || ay başı, A yın ilk günleri. || ay çevrimi, Yahu-
ayaca, [ağa-ca / ayaca] {ağız} is. Y abanlık giysi. [DS]
dilerde 12'si normal, 7'si artık 19 yıllık devre.\\ ay
da bir, B ir ayda bir kere, ayda kazandığını gün ayacuk, -ğu [aya(k)-cık / aya-cuk ^ ^ .T ] {eAT} is.
de yemek, Geleceğim düşünmeden hesapsızca p a Ayakçağız,
ra harcamak.\\ aydan aya, B ir ay arayla; bir aydan ayaç, -cı [? ayaç] {eAT} is. Hazine,
diğer aya kadar. \\ ayda yılda bir, Çok seyrek ola- ayad, [Ar. ıyd (bayram) > a'yâd iL tl] (a-yâd) {OsT}
rak. || ayda yılda bir namaz, onu da şeytan
is. Bayramlar. S 1 ayâd-ı müslimîn, M üslüman bay
komaz, Nadiren iyi bir iş yapm aya kalkışm ak fa k a t ramları.
daha başlamadan vazgeçmek.|| ayı günü, {ağız}
ayag1, [ay-a-mak > ay-a-ğ] {eT} is. 1. Hürmet; saygı;
Vakti; zamanı. [DS]|| ayı günü belli, {ağız} Vakti
şeref; itibar. [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Lakap;
zam anı belli. [DS]|| ayı günü belli olm amak, Ya
takm a ad. [DLT] S ayakka tegimlik, İtibarlı; san
pılm ası düşünülen bir işin zamanı kesin olarak bi-
lı; hürmetli. [EUTS]
linmemek.\\ ayı güntt tamam olmak, 1. (Genellikle
ayag2, [T. ayak > Far. eyağ > ayağ > ayag / jA j]
ham ile bayanlar için) doğum zamanı yaklaşmak. 2.
Olacak bir şeyin zamanı dolmuş olmak. || ayı günü {eAT} is. 1. Ayaklı büyük içki kadehi. 2. Altta ze
yakın, {ağız} (Gebe kadın için) doğum yapm a za mine oturacak çemberli veya aşağı doğru genişle
m anı yakın. [DS]|| ayı günü yitmek, {ağız} (Gebe yen konik tabanı olan tas veya çanak.
kadın için) gebelik süresini tamamlamış, doğum ayag3, [ayağ {eAT} is. 1. Ayak. 2. Basamak. S
yapm a zam anı gelm iş olmak. [DS] || ayın kaçı? Ayın ayağa bırakm ak, {eAT} A yak altında bırakmak.\\
hangi gününde olunduğunu anlam ak için sorulan ayağa binm ek, {eAT} Savaş çıkmak; savaş birden
soru. || A yı var, yılı var, ivecek ne var? B ir işi za bire başlamak.\\ ayağa durmak, {eAT} 1. Ayağa
manında yapm ayı geciktiren kişiler için alay ola kalkmak. 2. Ayakta durmak. || ayağa dttşmek, {eAT}
rak söylenen söz.\\ ay yenisi, {eAT} Ayın başlangı 1. Kuvvetten düşmek; aciz kalm ak 2. Değerini,
cı,|| ay yinisi, {eAT} -*■ ay yenisi. saygınlığını yitirmek. || ayağa kalkm ak, {eAT} A-
ay7, [ad / ay] {eT} is. Beylerin hizmetçisi, kölesi; yaklanmak.\\ ayağa salmak, {eAT} A yak altında
bunların adının yazılı olduğu defter. [DLT] S ay bırakmak; ayak altına atmak. || ayağa turmak,
bitiği, Askerin isim ve tayınının yazıldığı defter. {eAT} 1. Ayağa kalkmak. 2. Ayakta durmak.|| ayağı
[DLT] bağlanm ak, {eAT} 1. Boş yere oyalanıp kalmak. 2.
a’ya, [Ar. a‘yâ Ltl] (a-ya:) {OsT} sf. Hiç iktidarı ol B ir yerden ayrılamamak.\\ ayağı düz basmak,
mayan; en güçsüz; daha güçsüz. {eAT} İşi yoluna g irm ek || ayağı kabın, {eAT} Ayak-
aya1, [ay a!] {eT} ünl. 1. Ey! hey bakm. [EUTS] kabısını.|| ayağına balta urmak, {eAT} İşine engel
olmak.|| ayağına baş urmak, {eAT} A yağına ka
[Yüknekî] 2. {ağız} “U lan” anlam ında kaba hitap.
[DS] 3. {ağız} Şaşma bildirir. [DS] panm ak; yalvarmak. || ayağına düşmek, Ayağına
kapanmak; yalvarmak. || ayağın almak, {eAT} 1.
aya2, [eT. aya 4J ] is. anat. 1. Elin iç tarafta, bilek ile Aleyhte bulunarak kuvvet ve itibarını düşürm ek 2.
parm ak dipleri arasında kalan içbükey yüzü; avuç Çelme takıp yere düşürmek.\\ ayağın durmak,
içi. {eAT} {eT} (aym)[İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] 2. bot. {eAT} A yak üzeri durmak; ayakta kalmak.\\ ayağın
B itki yapraklarının klorofil bakım mdan zengin, turgurm ak, {eAT} A yak üzeri durdurmak; ayağa
geniş, düz ve parlak olan üst yüzü. 3. Terazi kefesi. kaldu-mak.\\ ayağın turm ak, {eAT} A yak üzeri
{eAT} (ayru) 4. Sapanın taş konulan örgü veya deri durmak; ayakta kalm ak\\ ayağın yürümek, {eAT}
den yapılmış geniş yüzeyli bölümü. 0 aya avazı, H areket hâlinde olmak; yürüm ek] | ayağı sıvık,
{eAT} E l şakırtısı; el çırpma sesi; alkış.|| aya çal {eAT} B ir yerde duramayıp sürekli dolaşan.\\ ayağı
m ak, E llerini birbirine vurm ak suretiyle ses çı şaşmak, {eAT} Ayağı kaymak; sürçmek.|| ayağı yer
kartmak; aya öttürmek; el çırpmak; aya çatlatmak; basm amak, {eAT} Sevinçten yerinde duramamak;
alkışlamak; aya kakmak; {eAT} (aynı).| aya çatlat ayağı yere erişememek\\ ayag üstine durur, {eAT}
m ak, {eAT} E l çırpmak; alkışlamak,|| aya kars- D ik duran; yukarı doğru yükselen; yere serili ol-
111 ak, {eAT} E l çırpmak; alkışlamak.|| aya ötdür- mayan.|| ayag üzere gelmek, {eAT} Ayağa kalk
mek, {eAT} E l çırpmak; alkışlamak. || aya taşı, 1. A- mak.
vuç içine sığabilecek büyüklükte taş; {eAT} (aym). 2. ayagan, [ayag-an] {ağız} is. Kurumuş fakat ayakta
{eAT} Sapan taşı. duran ağaç. [DS]
aya3, [ay-a-mak > ay-a] {eT} is. 1. Sonradan takılan ayaglag, [ayağ-lağ] {eT} sf. Şanlı; hürmetli; sanlı;
isim; lakap [Mühennâ] [DLT] 2. {ağız} Vekil. [DS] itibar sahibi. [EUTS]
M lI H g S M . »Ti AYA
ayaglıg, [ayağ-lığ] {eTj sf. Şanlı; hürmetli; sanlı; dın için) ahlakı bozuk; fahişe. [DS]|| ayağa b a k
itibar sahibi. [EUTS] m ak , {ağız} K ötü amaçla bakmak. [DS]|| ayağa bı
ayaglug, [ayağ-luğ] {eTj s f Şanlı; hürmetli; sanlı; ra k m a k , A yak altında bırakmak.\\ ayağ a çıkm ak,
itibar sahibi. [EUTS] {ağızj (Kadın için) ya sa dışı cinsel ilişkilerle hayat
avagsız, [ayağ-sız] {eTj sf. İtibarsız; hürmetsiz. sürdürmek; orospu olmak. [DS]|| (söz, iş) ayağa
[EUTS] dUşmek, B ir işe ve söze yetkili ve bilgili olmayan
ayağ, [eT. ay-a-mak (lâkap takmak) > ay-a-ğ] {ağızj kişiler de karışmak.\\ ayağa dü şm ek , 1. {ağızj (Ka
is. Lakap. [DS] dın için) ya sa dışı cinsel ilişkilerle hayat sürdür
ayağan, [ayağ-an] {ağızj is. Biçilmesi sona bırakılan mek; orospu olmak. 2. A ciz olmak. 3. D eğerini ve
zayıf ekin. [DS] saygınlığım yitirmek. [DS]|| ayağa fırla m ak , Otur
duğu yerden hızlı bir şekilde kalkmak, doğrulmak.\\
ayağuç, -cu [ayak+uç] {ağızj is. Ayak ucu; son taraf;
ayağa geçirm ek, 1. (Pantolon, çorap, don gibi g i
aşağı taraf. [DS]
yecek için) acele ile giymek. 2. (Ayaklarına ayak
ayah, [ayak / ayah j j ] {eATj is. 1. Ayak. 2. B asa kabı, terlik vb. için) giymek.\\ ayağa gelm ek, {ağız}
mak. (inek için) kızmak; kızışmak; çiftleşme arzusu duy
ayak1, -ğı [eT. ad-ak / adhak > ay-ak / azak JSLj] is. mak. [DS]|| ayağa ip ta k m ak , {ağız} Ayıplamak;
1. anat. İnsan ve hayvanlarda yere basm aya ve yü çekiştirmek; kötülemek; zemmetmek. [DS]|| ayağa
rümeye yarayan organ. {eATj {eTj (aym) [DLT] k a ld ırm a k , Telaş ve heyecan yaratmak.\\ ayağa
[Mühennâ] 2. gnşl. Bacak ve ayak. 3. İnsan vücudu k alk m ak , {ağız} (Kadın için) ya sa dışı cinsel ilişki
nun belden aşağı bölümü. 4. Adım. 5. Masa, iskem lerle hayat sürdürmek; orospu olmak. [DS]|| ayağı
le, köprü gibi yüksek bir mekân oluşturan cisimle ağ ır, {ağız} Gebe. [DS]|| ayağa k a lk m ak , 1. D ikel
rin yerden yükselmelerini sağlayan dayanakları. 6. mek. 2. mec. Telaşa kapılmak. 3. Saygı ifadesi ola
Yürüyüş hızı. 7. mim. Büyük binalarda çatı, kemer rak oturduğu yerden kalkıp doğrulmak. 4. (Hasta
ve tonozları taşıyan mimari unsurlar. 8. Merdiven için) iyileşmek.\\ ayağı ağırlı, {ağız} 1. Gebe. 2.
basamakları. 9. (İngilizceden tercüme) Yarım arşın Yüklü. [DS] || ayağı ağm ak, {ağız} 1. Düşmek. 2. İyi
uzunluğunda (30.5 cm.) ölçü birimi; kadem. 10. bir durumdan kötü duruma düşmek. [DS]|| ayağı
İngiliz ölçü birimi fo o t' tan alınma buz dolabı hac alışm ak, B ir yere sık sık gitm eye başlamak; da
mini belirleyen ayak küp. 11. mat. Bir doğrunun danm ak.|| ayağı alm ak , {ağız} Oyun havasının tem
başka bir doğruyu veya bir düzlemi dik kestiği posuna ayak uydurm ak [DS]|| ayağı bozuk, {ağız}
nokta. 12. coğ. Bir akarsuyun kendisine karışan (Kadın için) ahlakı bozuk; fahişe. [DS]|| ayağı ça
kolları. 13. coğ. Bir gölün suyunu boşaltan akarsu rıklı, Kurnaz ve becerikli köylü.\\ ayağı çekilm ek,
lar. 14. {ağızj M aden ocaklarında sarmaların altında {ağız} 1. İftiraya uğramak. 2. Ağızdan ağza dolaş
açılan boşluk. [DS] 15. Sıcak su kaynağı. 16. {ağızj mak. [DS]|| ayağı d ışarı, 1. {ağız} (Kadın için) baş
Kavşak; yol ağzı. [DS] 17. Havuz ve çeşme gibi ka erkeklerle ilişkide bulunan; fahişe. 2. (Erkek
toplanmış suların alttan akıp gittiği delik; {eATj için) başka kadınlarla ilişkide bulunan; zampara.
(aym). 18. ed. Türk halk şiirinde kafiye. 19. matb. [DS]|| ayağı düşm ek, Oradan geçm esi gerekm ek.||
Klişelerin baskı seviyesine gelmesi için altlarına ayağı d ü z b asm ak , İşi yoluna girmek. || ayağı düze
konulan tahta parçaları. 20. {eTj {eATj {ağızj Fin b asm ak , Sıkıntıyı atlatmak, rahatlamak.\\ ayağı ile
can; kadeh; tas; çanak; kâse. [Gabain] EUTS] [ETY] gelm ek, 1. B ir yere kimse zorlam adan kendi isteği
[DLT] [DS] 21. {ağızj Su tası; maşrapa. [DS] 22. ile gelmek. 2. B ir şeyin em ek çekilmeden elde edil
lağızj Çay bardağı; bardak. [DS] 23. mec. Tavır; mesi)] ayağı k a rın c a lı, {ağızj Bozuk ahlaklı; fa h i
nağme. 24. {ağız} Değirm en taşını kaldırıp indir şe. [DS]|| ayağı k ay m ak , Kötü yola düşmek.\\ ayağı
meye yarayan ayar odunu. [DS] 25. Sacayak. 26. kesilm ek, B ir daha gelm ez olmak. || ayağı köstekli,
Küçük çay masası; sehpa. 27. {ağızj spor. Güreşte Yürümekte geç kalmış çocuk.|| ayağım yağlı, {ağızj
desteden önceki bölüm; başlangıç. [DS] 28. {ağızj folk. Tek ayak üstünde oynanan bir çocuk oyunu.
Asıl söze başlamadan önce yapılan giriş; başlangıç. [DS]|| ay ağına b ağ olm ak, 1. Birinin bulunduğu
[DS] 29. {ağızj Koyun sürüsü satışlarında hesaba yerden ayrılmasına engel olmak. 2. Birinin işleri
katılmayıp bedelsiz olarak verilen zayıf koyun ve için engel olmak.|| ayağına b a ğ v u rm a k , Birinin iş
kuzular. [DS] 30. argo. Hile; dümen. 31. argo. Rol ve çalışmaları için engel çıkarmak. || ayağına b a lta
yapma; ... gibi davranma. 32. argo. İlişki; bağlantı. (v )u rm ak , İşine engel olmak. || ayağına baş
33. Tavladaki adımlardan her biri; hane. 34. Ayak (v )u rm ak , Ayağına kapanmak.\\ ayağına bok b u
ta koşarak yapılan işler. 35. Büyük sözler; edebiyat laşm ak , {ağız} Ceza almayı gerektiren bir suçla
yapma. 36. {eT} sf. Kez; defa. [EUTS] 37. {ağızj Bir ilgisi olmak; kötü, iğrenç bir olayda suçlu olmak.
payın dörtte biri; çeyrek. [DS] S ayâ (ayağı) cıvık, [DS]|| ay ağ ın a ç a b u k olm ak, 1. A yak işlerini ça
{ağız} Bir yerde durup dinlenmeyen; gereksiz yere buk yapmak. 2. Gidilecek yere çabuk gitm ek veya
dolaşıp gezen. [DS]|| aya (ayağı) d ışarı, {ağız} (Ka gelm ek.|| ay ağ ın a çağ ırm ak , Yanına gelm esini is
AYA m ra H C E u .
temek. || ayağına çelm e takmak, 1. Biri yürürken mek. [DS]|| ayağını giym ek, Ayakkabılarını ayağı
önüne ayak uzatıp düşürmek. 2. Birinin yükselm e na giym ek.|| ayağını kaldırmak, {ağız} (Memur
sine, ilerlemesine engel olmak.\\ ayağına dolan için) başka yere atanmak; nakledilmek. [DS]|| aya
mak, 1. Birinin yürüm esine engel olmak. 2. Çalı ğını kaydırmak, Birini, bir fırsatını bulup işinden
şan birinin iş yapm asına engel olmak. 3. Başkası etmek. || (birinin) ayağını kesmek, O kişiyi, bir yere
için tasarlanan kötü niyetli bir iş başarılamamak uğramaz hâle getirmek; gelm esine engel olmak.\\
ve zararı sahibine geri dönmek.\\ ayağına dolaş (bir yerden) ayağını kesm ek, Oraya uğramaz ol-
mak, 1. Birinin yürüm esine engel olmak. 2. Çalı m ak.|| ayağının altına alm ak, 1. Dövmek. 2. Ayak
şan birinin iş yapm asına engel olmak. 3. Başkası ları ile üzerine basmak, çiğnemek. 3. Üstüne çık
için tasarlanan kötü niyetli bir iş başarılamamak mak]] ayağının altına karpuz kabuğu koymak,
ve zararı sahibine geri dönmek. || ayağına donu Birinin işini ve düzenini sezdirm eden bozmak.\\
yok, fesleğen takar başına, Yoksulluğuna aldır ayağının altına sabun kalıbı koymak, Birinin
madan süslenmeye kalkar. || ayağına düşmek, A ya işini ve düzenini sezdirm eden bozmak. || ayağının
ğına kapanmak.\\ ayağına gelm ek, 1. A lçak gönül altına yatırmak, Dövmek.|| ayağının bağını çöz
lülük göstererek birinin yanına varmak. 2. M ecbur mek, 1. Boşamak. 2. Serbest bırakmak. 3. Boşan
olarak birine gelmek. 3. (Kısmet için) em ek harca m ak,|| ayağının bastığı yerde ot bitmemek, Gittiği
madan arzu edilen bir şeye kavuşm ak.|| ayağına yere uğursuzluk getirm ek.|| ayağının pabucu ola
gitmek, 1. A lçak gönüllülük göstererek birinin y a mamak, D eğer bakımından karşılaştırılan kişiden
nına varmak. 2. Saygı duyarak yanına gitmek. 3. çok aşağıda bulunmak.\\ ayağının pabucunu başı
M ecbur olarak birine gelmek. || ayağına ip tak na giydirmek, 1. D eğersiz birine olduğundan fa zla
mak, 1. Hakkında konuşmak. 2. Gıyabında dediko değer vermek. 2. D engi olmayan biri ile evlenmek]]
du yapmak.\\ ayağına kapanmak, 1. Özür dilemek ayağının tozu ile, 1. Gelir gelmez, hemen. 2. H iç
amacıyla yalvarmak. 2. Nüfuzlu birine aczini be dinlenmeden,|| ayağının türabı olmak, 1. "Ayağını
lirtmek. 3. Alçalarakyalvarmak.\\ ayağına kara su bastığın toprak olayım. ” anlamında aşırı saygı
inmek, Ayakta durm ak veya çok yürüm ekten dolayı gösterm e ifadesi. 2. Kul, köle gibi bağlanıp hizmet
ayakları yorulmak.\\ ayağına kira istemek, Gelme etmek]] ayağının ucuna basm ak, Gürültü yapm a
y e veya gitmeye üşenmek; nazlanmak.\\ ayağına mağa özen göstererek sessiz ve yavaş yürümek]]
oturm ak, (Ayakkabı için) tam ayağına göre ol- ayağını öpmek, 1. Büyük bir alçak gönüllülük ve
m ak.|| ayağına sıcak su mu, soğuk su mu? Çok a şın saygı göstermek. 2. işlenen bir kusur için özür
seyrek gelen misafirler için söylenen sitem ve se dilemek. 3. Y alvarm ak|| ayağını sürüm ek, 1. Veri
vinç sözii,|| ayağına sıkı, Hızlı ve çok yürüyen.]] len bir görevi oyalanarak yapmak. 2. Bir yerden
ayağına Üşenmek, 1. Tembellik, uyuşukluk 2. uzaklaşm ak niyetinde olmak. 3. (M isafir için) daha
A yak işlerini yapm aktan iişenmek.\\ ayağına üşen kalabalık m isafir gelm esine neden olduğunu san
memek, 1. Çalışkan ve çabuk olmak. 2. A yak hiz mak. 4. Ölmek üzere olmak]] ayağını tek (dek)
metlerini üşenmeden yapmak. 3. Yürümeye üşen atmak, Hareketlerine dikkat etmek, başkalarını
memek,|| ayağına yüz sürmek, 1. H er hangi bir rahatsız etmemek]\ ayağını tetik atmak, H areket
sebeple gidip yalvarmak. 2. Emrinden çıkmayaca lerine dikkat etmek, başkalarını rahatsız etmemek.]]
ğını bildirmek. 3. Saygıda aşırı gitmek.\\ ayağında ayağını turgurm ak, Ayağa kaldırmak, ayak üzeri
top tutmak, spor. Futbolda topla fa zla oyalanıp durdurmak.]] ayağını vurmak, (Ayakkabı için)
arkadaşlarına zam anında topu ulaştıramamak.\\ ayakta ya ra açmak]] ayağını yere bastırmamak,
ayağın durmak, 'ağızj Saygı göstermek. [DS]|| 1. Birini sürekli olarak araçla gezdirmek; hiç yü-
ayağını alam amak, Bir yere gitmekten kendini riitmemek. 2. Çok fa zla itibar göstermek.]\ ayağını
alıkoyamamak]] ayağını almak, {ağız} 1. Ayağını yorganına göre uzatm ak, Giderini gelirine göre
kaydırmak; kötülük yapmak. 2. (Kişi için) ortalıkta düzenlemek.]] ayağı pek, {ağız} Atik; çevik. [DS]||
dolaşarak çalışmasına engel olmak; ayağa takıl ayağı sınmak, {ağız} Doğum yapmak. [DS]|| ayağı
mak. 3. Günahını almak; zanda bulunmak. 4. A ley sıvık, B ir yerde duramayan, sürekli dolaşan.]] aya
hinde konuşmak. 5. (Hasat için) sona erdirmek; ğı suya değmek, 1. Bir gerçeği sonradan anlayıp
bitirmek. [DS]|| ayağını altına almak, Tek bacağını pişm anlık duymak. 2. Bir şeyin önemini sonradan
altına alarak yere oturm ak || ayağını bağlamak, anlamak]] ayağı şaşmak, l. Ayağı sürçmek, kay
Birinin iş ve çalışmaları için engel çıkarmak. || mak. 2. Uygunsuz ve yanlış harekette bulunmak]]
ayağını çekmek, 1. Gitmekten vazgeçmek. 2. Git ayağı takılmak, B ir engelle karşılaşmak]] ayağı
m eyi kesm ek.|| ayağını çıkartmak, Ayakkabılarım taşa dokunmak, B ir engelle karşılaşmak]] ayağı
çıkarmak..|| ayağını denk almak, Hareketlerine uğurlu, Gelişinden dolayı hayır görülen kişi]]
dikkat etmek, başkalarım rahatsız etmemek. || aya ayağı uğurlu gelmek, Gittiği yerde hayırlı işlere
ğını denk basmak, Dikkatli ve uyanık davran sebep olmak]] ayağı üzengide olmak, Hareket et
m ak.|| ayağını esirgemek, {ağız} Gitmekten çekin mek üzere hazır beklemek]] ayağı yanm ış it gibi,
ÖlilföüI K S01i^j73 AYA
Yerinde durmayıp oradan oraya koşturmak]] ayağı mak.|| ayak çeşmesi, {eAT} Hela.\\ ayakda kalmak,
yeğni, {ağız} Atik; çevik. [DS]|| ayağı yer basm a {eAT} İşi ilerletemeyip yarıda bırakmak]] ayakda
mak, Sevinçten yerinde duramamak.\\ ayağı yer komak, Ortada bırakmak; avare etmek. || ayakda
den kaldırmak, 1. Ayağı yere değmez olmak. 2. koymak, {eAT) Ortada bırakmak; avare etm ek]]
Bir taşıta binerek yaya yürüm ekten kurtulmak.\\ ayakdan ayağa, {eAT} H er bir basam akta.||
ayağı yerden kesmek, 1. Ayağı yere değmemek. 2. ayakdan başa, {eATj Baştan ayağa.|| ayakdan bı
Bir taşıta binerek yaya yürüm ekten kurtulmak.\\ rakmak, {eAT} 1. Düşürmek; yıkmak. 2. Yürüyemez
ayağı yürüten baştır, Halkın huzur ve güvenini duruma getirm ek.|| ayakdan çıkmak, {eAT} H are
sağlayan, ülkenin gelişm esini planlayan ve yü rü ket etmeye gücii kalmamak; kendini yitirmek]]
tenler daima başta bulunan yöneticilerdir,|| ayak ayakdan düşmek, {eATj 1. Yıkılmak. 2. Güçsüz
açmak, 1. ed. (Sazı eline ilk alan için) atışmalarda kalmak. 3. Aciz düşmek; felakete uğramak]]
belli bir kafiye (ayak) ile şiire başlamak; ayak ayakdan salmak, {eATj Çökertmek; düşürmek]]
vermek. 2. {ağız} folk. (Nişanlı kız için) ilk olarak ayak davıştısı, {ağız} A yak sesi. [DS]|| ayak
nişanlısının evi çevresinde gezi yapmak. [DS]|| davuşı, {eATj Ayak sesi; ayak patırtısı]] ayak de
ayak alışverişi, {ağız) Çerçilik; gezgin satıcılık. ğiştirmek, Askerlerin uygun adım yürürken adım ı
[DS]|| ayak almak, {eAT} 1. Çelme takıp yere ser nı diğerlerine uydurmak amacıyla kısa bir adım ile
mek. 2. Aleyhinde bulunarak saygınlıktan düşür sağ adım yerine sol adım atmak.]] ayak deri, {eATj
mek; giiçten düşürmek. 3. {ağız} Oyunda ayaklar İşçiye verilen ücret; alın teri.]] ayak derligi, {eAT}
çalgının temposuna uymak. [DS] 4. {ağız} Bir kişi İşçilik ücreti. || ayak diremek, 1 . İnatçılık etmek;
nin kötülüğüne çalışmak; manen yüklenmek. [DS]|| yapm am akta ısrar etmek. 2. D üşüncesinden ve tu
ayak altı, 1. Gelip geçilen, kalabalık yer; gelip tumundan taviz vermemek.|| ayak divanı, 1 . İm pa
geçenlerin çok olduğu yer; ortalık. 2. {ağızj Kapı ratorluk döneminde acil hâllerde o anda bulunulan
önü. [DS] 11 ayak altında dolaşmak, B ir iş görm e yerde padişahın katılmasıyla yapılan toplantı. 2 .
diği hâlde çalışanların işine engel olacak biçimde Bir meclisin ayakta toplanarak karar alması. 3.
dolaşmak,|| ayak artmak, {ağız} 1. B ir kimsenin {eAT} Ayaküstü acele yapılan toplantı]] ayak do
kötülüğüne çalışmak. 2. B ir kimseye manen yü k lamak, {eAT} İftira ederek kötü duruma düşürmek]]
lenmek [DS]|| ayak atmak, 1. Yürüyüş ve dansta ayak dolaşığı, {ağız} A yak altında dolaşan; serbest
ayağını ileri veya geri hareket ettirmek. 2 . ilk defa harekete engel olan; ayak bağı. [DS]|| ayak dön
gitmek. 3. Gitmek, varmak. 4. Girmek.\\ ayak at me, {ağız} folk. Gelinin evlendikten on beş gün son
mamak, Bir yere hiç gitmemek, uğramamak.\\ ra baba evine ilk gidişi. [DS]|| ayak dönümü, {ağız}
ayak ayak, {eAT} Basam ak basamak, kademe ka folk. -*• ayak dönme. [DS]j| ayak döşeği, {ağız} folk.
deme, derece derece; yavaş ya va ş.|| ayak ayak üs Nişan takılırken kızın ayağının altına serilen hedi
tüne atmak, İskemle veya koltukta bir bacağı di yelik kumaş. [DS]|| ayak durmak, {eAT} Ayak üs
ğerinin üstüne koyarak oturmak.\\ ayak bacı, {eAT} tünde durmak; ayakta durmak]] ayak duşağı,
Satılan canlı hayvanlardan alınan vergi.\\ ayak {ağız,1- Hayvan kösteği. [DS]|| ayak dutm ak (tut
bağı, Bir yere gitmeye engel olan şey. (| ayak bağı mak), Kadeh sunmak, içki vermek.]] ayak eni,
kesmek, {ağız} Yürüme çağına geldiği hâlde yü rü {ağız} folk. 1. Nişan takılırken kızın ayaklarının al
yemeyen çocukların ayaklarına ip bağlayarak bu tına serilen hediyelik kumaş. 2. Evlenen kız baba
ipi kesmek. [DS]|[ ayak bağı olmak, 1. B ir kim se evinden çıkarken ayaklarının altına güvey tarafın
nin çalışmasına ve hareketlerine engel olmak. 2 . dan serilen kumaş. [DS][| ayak eskisi, {ağız} 1.
Yapmakta olduğu iş için engel çıkarmak.\\ ayak Ayakkabı. 2. Ayakkabı eskisi. 3. Kundaklanan be
bağlamak, {ağız} B ir yere sık sık gelip gitmeye beklerin ayaklarına sarılan bez. 4. Rezil; kepaze.
alışmak. [DS]|| ayak basımı, {eAT} Yere basan aya [DS]| ayak eşiği, {ağız} E şik [DS]|| (bir) ayak ev
ğın boyu kadarlık ölçü.\\ ayak basılmam ış, (Yer vel, B ir an önce; ilk sırada; ilk önce; tezden]] ayak
için) üzerinde hiçbir insan yaşamayan, jj ayak gezeletmek, {ağız} Vakit geçirmek; zam an öldür
basmak, 1. Bir yere gitmek, girmek. 2. Bir taşıttan mek; ayak sürümek. [DS]|| ayak gitmek, {ağız}
inmek. 3. Bir ülkeye varmak, almak; savaş için as (Ayak için) çalınan havaya uymak; ayak uydurmak.
ker çıkarmak. 4. Egemenliği altına almak. 5. Yeni [DS]|| ayak götürmek, {eAT} 1. Çabucak huzurdan
bir ortama, topluluğa girmek. 6 . {eAT} Karşı koy çekilmek. 2. Çekilip gitmek, ayağını çekmek.]] ayak
mak; direnmek; ısrar etmek; azmetmek.\\ ayak götürüp gitmek, {eAT} Çekilip gitmek; ayağını
basmamak, B ir yere hiç gitmemek, uğramamak.\\ çekmek. || ayak işi, I. B ir iş yerinde asıl üretimle
ayak beraber, {eAT} H ep birlikte; beraberce.\\ ilgili olmayan getir-götür işleri. 2. {ağız} Gezgin
ayak berberi, {eAT} Gezici berber.|| ayak bileği, satıcılık; çerçilik. [DS]|| ayak işleri görmek, H a
anat. Baldır kemikleri ile ayak tarakları arasında demelik, hizmetçilik gibi getir-götür işleri yapmak. ||
bulunan ve yedi kemikten oluşan bölüm.\\ ayak ayak izi, Yürürken ayakların yerde bıraktığı iz.]]
çelmek, Birinin düşmesi için ayağına çelme tak ayak kaldırmak, {ağız} Çabuk yürüm ek; acele et
AYA Ö I Ü M T İ İ K S Û M .3 7 4
mek. [DS]|| ayak karısı, {ağız} K ötü yola düşmüş uçarcasına yürümek.]] ayak makinesi, P edal ile
kadın; fahişe. [DS]|| ayak kavafı, Çok gezen. || ayak çalışan dikiş makinesi]] ayak mühürlemek, tasvf.
keseri, {ağız} Büyük marangoz keseri. [DS]|| ayak D ergâhlarda dem işlerin şeyh huzuruna çıkararak
kesm e, {ağız} folk. Yürümesi geciken çocuklar için sağ ayağının baş parm ağını sol ayağının baş p a r
yapılan tören. [DS] || ayak kirası, 1. folk. B ir haber mağı üzerine koym ak suretiyle şeyhinin emrinden
veya eşya getirene zahm eti için verilen para; bah dışarı çıkmayacağına dair söz ve karar vermek. ||
şiş. 2. {ağız} folk. Gelin attan inerken verilen hedi ayak nâ’ibi, {eAT} Gezgin yargıç.|| ayak orusı,
ye. [DS]11 ayak koymak, {eAT} A yak basmak, gir {eAT} Hela]] ayak oyunu, 1. Şaşırtmaca hareket
mek]] ayaklar altına almak, 1. D eğer vermemek. ler. 2. Tenis, boks ve eskrim gibi sporlarda sporcu
2. H or görmek. 3. H akaret etmek.\\ ayaklar altında nun en uygun ve hakim durumda bulunmasını sağ
bırakm ak, Korum ak ve kollamak zorunda olduğu layan duruş. || ayak patırtısı, Yürürken ayakların
birinin ezilmesine, yo k olmasına göz yummak.\\ çıkardığı se.î.|| ayak satıcısı, Gezgin satıcı; seyyar
ayaklar altında ezilmek, Güçlülerin tahakkümü satıcı; bohçacı. || ayak sesi, Yürürken ayakların
altında y o k olmak; varlık gösterememek]] ayakla çıkardığı .ses.|| ayak sürtmek, İşsiz güçsüz, başıboş
ra salmak, {eAT} Ayak altına atmak; ayak altında dolaşmak.]] ayak sürüm ek, 1 . İsteksiz isteksiz ça
bırakmak. || ayaklar baş, başlar ayak olm ak, Ça lışm ak veya yürümek. 2. Bir misafirin getirdiği
lışkan, dürüst ve değerli kişilerin görevden alına uğur sebebiyle ardından daha çok misafirin gelm e
rak, beceriksiz ve sıradan kişilerin görev başına si]] ayakta kalmak, i. Oturacak y er bulamamak.
getirilm esi.|| ayakları birbirine dolaşmak, 1. Yor 2. Yıkılmamak, durmak. 3. {eAT} İşi ilerletemeyip
gunluk, heyecan vb. sebeplerden yürüyem ez olmak. yarıda bırakmak]] ayak takımı, 1. Görgüsüz ve
2. Adım atacak gücü kalmamak]] ayakları geri bilgisiz kişiler. 2 . işe yaramaz, beceriksiz insan
geri gitmek, Bir yere isteksizce gitmek. || ayakları kalabalığı; külhanbeyi; serseri; kopuk. || ayakta
karıncalanmak, Hareketsizlikten dolayı ayakları kom ak (koymak), {eAT} Garip ve avare etmek, or
uyuşmak. || ayaklarına dolanmak, 1. Birinin yürü tada bırakmak]] ayaktan, (Kasaplık hayvanlar
mesine engel olmak. 2. Çalışan birinin iş yapm ası için) canlı olarak.|| ayaktan ayağa, {eAT} Her bir
na engel olmak. 3. Başkası için tasarlanan kötü basamakta.|| ayaktan başa, {eAT} Baştan başa;
niyetli bir işi başarılamamak ve zararı sahibine baştan ayağa; tümüyle.|| ayaktan bırakm ak, {eAT}
geri dönmek]\ ayaklarına dolaşmak, 1. Birinin Yürüyemez durum a getirmek; düşürmek; yıkmak]]
yürüm esine engel olmak. 2. Çalışan birinin iş ya p ayaktan çıkmak, {eAT} H areket etmeye gücü kal
masına engel olmak. 3. Başkası için tasarlanan mamak, kendini kaybetmek. || ayaktan düşmek,
kötü niyetli bir iş başarılamamak ve zararı sahibi {eAT} 1. Güçsüz kalmak, yıkılmak, kuvvetten düş
ne geri dönmek. || ayaklarına düşmek, Birine çok mek. 2. A cz içinde kalmak; felakete uğramak. ||
yalvarm ak,|| ayaklarına kapanmak, Özür dilemek, ayaktan salmak, {eAT} Çökertmek; düşürmek.]]
ço k yalvarmak.\\ ayaklarına kara sular inmek, ayak tarağı, anat. A yak parm aklarının bağlı bu
Ayakta durm ak veya çok yürüm ekten dolayı ayak lunduğu beş uzunca kemikten oluşan ve ayağın
ları yorulmak. || ayaklarını çıkartmak, Ayakkabı tümsekçe olan kısmı.]] ayak taşı, 1. Yıkanırken a-
larını çıkarmak]] ayaklarının altında olmak, Yük yağın kirini çıkarmaya yarayan pürtüklü taş; topuk
sek bir yerden manzarayı bütünüyle görebilmek. || taşı. {eAT} (aynı) 2. Okçuların yarışm ada ok atacak
ayaklarının ucuna basmak, Gürültü yapm amağa ları noktayı belirleyen ve ayaklarını üzerine basa
özen göstererek sessiz ve yavaş yürümek. || ayakla cakları taş. 3. (ağız} Seksek, kaydırak oyunu. 4.
rını öpmek, 1. B üyük bir alçak gönüllülük ve aşırı {ağız} Üzerine basılarak yıkanılan taş. [DS] || ayak
saygı göstermek. 2 . İşlenen bir kusur için özür di tayınmak, {eAT} A yak diremek; ısrar etmek.]]
lemek. 3. Yalvarmak.|| ayaklarını sürümek, 1. İs ayakta uyumak, Çok dalgın y a da dalgın olmak.]]
teksiz isteksiz çalışmak veya yürümek. 2. B ir misa ayak tavışı, {eAT} A yak sesi; ayak patırtısı]] ayak
fir in getirdiği uğur sebebiyle ardından daha çok tavuşdusu, {eAT} ayak tavışı.|| ayak tavuşı,
misafirin gelm esi.|| ayakları suya ermek, 1. Bir {eAT} A yak sesi; ayak p a tırtısı.|| ayak tedavisi,
gerçeği sonradan anlayıp pişm anlık duymak. 2. Bir H astanede yatm aksızm doktora veya hastaneye
şeyin önemini sonradan anlamak]] ayakları uğur gidip gelinerek yapılan tedavi. || ayak teri, 1. Ayak
lu gelmek, Varılan yerde sevindirici olaylar m ey parm ağı aralarından çıkan ter. 2. {eAT} B ir işten
dana gelmek]] ayakları yerden kesilmek, 1. Ayağı ücret almadan çalışanlara verilen emek parası ve
yere değm ez olmak. 2. B ir taşıta binerek yürüm ek y a bahşiş. 3. {ağız} Yol parası. [DS]|| ayak tola-
ten kurtulmak. 3. (,Sevdiğine kavuşan kız veya kadın mak, {eAT} Birine iftira ederek kötü duruma dü
için) aşırı m utluluk duymak; mutluluktan uçacak şürmek.]] ayak tonı, {eAT} Don; iç çamaşırı]] ayak
gibi olmak. 4. Uçmak.]] ayakları yere basmak, topu, Futbol. || ayak tutmak, {ağız} Söz açmak;
H ayal kurmaktan vazgeçip gerçeklere dönmek. || öncülük etmek. [DS]|| ayak ucu, 1. Yatan bir kim
ayakları yere değmem ek, Sevinçten, mutluluktan senin ayaklarının bulunduğu taraf. 2. Yere serilen
lHriKîSÖMIİ.375 AYA
bir eşyanın alt tarafı. 3. Yere sadece ayak parm ak rını uzun göstermek için bir çatalına basarak yürü
ları ile basarken ayak parmaklarının oluşturduğu dükleri sopa. 2. Seyyar merdiven. [DS]
dar dayanma yüzeyi. || ayak uydurmak, 1. Tabi ayakçılık, -ğı [ayak-çı-lık] {ağız} is. Çorabın taban
olmak, uymak. 2. as. Askerlikte uygun adım yürü kısmı. [DS]
mek. 3. Çağın gereklerine veya yaşayış tarzına g ö ayakçın, [ayak-çm] is. Dokuma tezgâhlarında ayakla
re davranmak. 4. ed. Saz şairlerinin atışmalarda basılarak atkı ipliklerinin (mekik) hareketini sağla
ayağı, önceki şairin ayağına uydurmaları zjz.|| yan tahta parçası,
ayak üzere gelm ek, {eAT} Ayağa kalkmak, dikel ayakdaş, [ayak-daş jil-islT] is. 1. {eAT} İşlerini el
mekti ayak üzerine gelmek, {eAT} -* ayak üzere
birliği ile yapanlardan her biri. 2. {ağız} Yol arka
gelmek.|| ayak verm ek, ed. Saz şairlerinin atışma
daşı; yoldaş. [DS] 3. {ağız} Eş; zevce. [DS] 4. {ağız}
larda sazı eline ilk alanın, belli bir kafiye (ayak) ile
Arkadaş. [DS] S ayakdaş olmak, {eAT} Ayak uy
şiire başlaması; ayak açmak. || ayak yapmak,
durmak.
(ağız} 1■ Kandırmak. 2. Söz açmak; öncülük etmek.
3. Bildiği hâlde bilmezmiş gibi yapmak. [DS]|| ayak ayakkabı, -yı [ayak+ka(p)-ı] is. Ayağı korum ak için
genellikle deri ve sentetik m addelerden yapılmış
yolama, {ağız} K eçi yolu. [DS]|| ayak yolu, {ağız} -*
dış giyim eşyası, ö ayakkabı çevirmek, 1 . folk.
ayakyolu. [DS]
Misafirlerin giderken daha kolay giyebilm eleri için
ayak2, [ayak ] {eAT} sf. (Küpe vb. için) saçak; saçak
ayakkabılarını gidiş yönüne göre düzenlemek. 2.
lı. İstenmeyen birini gitmeye zorlamak. 3. tasvf. Tekke
ayakaltı, [ayak+alt-ı] is. Yol uğrağı olan, herkesin şeyhinin, bir dervişin ceza olarak dergâhtan ayrıl
gelip geçtiği yer; çiğnek; işlek; uğrak, masını istemesi durumunda ayakkabılarını burun
ayakbastı, [ayak+bas-tı] is. Bir ülkeye girenden ları dışarı, topukları kapıya gelecek şekilde koy-
alman vergi; ayakbastı parası, durtması. || ayakkabı dolabı, Evlerde ayakkabıla
ayakça, [ayak-ça] {eT} zf. 1. A şağı doğru; engine. 2. rın konulduğu dolap; ayakkabılık.\\ ayakkabı sık
(ağız} Ayak üzere. [DS] mak, (Ayakkabı için) dar gelerek ayakları rahatsız
ayakçak, -ğı [ayak-çak] is. 1. Y üksek bir yere ulaş etmek. || ayakkabı vurmak, (Ayaklara uygun olma
mak için üzerine çıkılan eşya. 2. Seyyar merdiven. yan ayakkabı için) ayakta ya ra açmak.\\ ayakkabı
3. Çocukların veya sirklerde cambazların uzun sı dama atılmak, itibardan düşmek; pabucu dama
boylu görünmek için çatalına ayaklarını basarak atılmak.
kullandıkları sırık. 4. Dokuma tezgâhlarında çözgü ayakkabıcı, [ayakkabı-cı] is. 1. Ayakkabı yapan
hareketini sağlamak için kullanılan pedal. 5. Ekin veya satan kimse; kunduracı; pabuççu. 2. Ayakkabı
biçerken ayaklara sarılan ot demetleri. 6. Karda tamircisi. 3. gnşl. Ayakkabı satılan yer.
yürümeyi kolaylaştıran geniş yüzeyli bir çeşit dış ayakkabıcılık, -ğı [ayakkabı-cı-lık] is. 1. Ayakkabı
ayakkabı. 7. {ağız} A rkalıksız iskemle. [DS] 8. cının işi ve mesleği. 2. Ayakkabı yapım ı ile ilgili
/ağızj Merdiven; merdiven basamağı. [DS] 9. {ağız} sanayi kolu.
Direğe çıkmaya yarayan aygıt. [DS] 10. {ağız} Ta ayakkabılık, -ğı [ayakkabı-lık] is. 1. Evlerde ayak
ban ve koncu tek parça ağaçtan yapılmış, burnuna kabıların konulduğu dolap, raf; ayakkabı dolabı;
meşin geçirilmiş ayakkabı. [DS] 11. {ağız} Takma ayakkabı rafı. 2. sf. Ayakkabı yapmaya uygun (deri
ayak. [DS] vb. malzeme),
ayakçalık, -ğı [ayak-ça-lık] {ağız} is. 1. Sacayak. 2. ayaklama, [ayak-la-ma] is. Ayaklamak işi.
Meyve toplamaya yarayan üç ayaklı merdiven.
ayaklamak, [ayalc-la-mak) gçl. f. [-r] f-l(ı) -yo r] 1.
[DS]
Bir yeri ayakla ya da adımla ölçmek. 2. Bir şeyin
ayakçı, [ayak-çı) is. 1. B ir iş yerinde ayak işlerini
üzerinde görmeden sadece ayak yordam ı ile yürü
gören kimse; ayakta çalışan işçi; hademe; hizmetli.
mek. 3. Ayak altına alıp çiğnemek; ayak altına al
2. Otobüs terminallerinde, taksi duraklarında m üş
mak {eAT} {ağız} (aym). [DS] 4. {ağız} Kötülemek;
teri toplayan kişi. 3. {ağız} İşçi başı. [DS] 4. {ağız}
kovmak. [DS] 5. gçsz. {ağız} Gezinti yapmak. [DS]
Ekin işi bitinceye kadar çalışan tarla işçisi. [DS] 5.
6. {ağız} Çabuk yürümek. [DS]
(ağız} Seyyar satıcı; çerçi. [DS] 6. tasvf. M evlevi ve
ayaklandırma, [ayak-la-n-dır-ma] is. 1. Ayaklandır
Bektaşi dergâhlarına girmeye karar veren bir kişi
nin, geçirmesi gereken on sekiz merhaleden ilki mak işi. 2. Ayaklanmasını sağlama,
sayılan mutfak hizm etinde bulunduğu adaylık süre ayaklandırmak, [ayak-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
sinde, kendisine verilen ad. 7. {ağız} Haydut; şaki. Ayağa kaldırmak. 2. İsyan için kışkırtmak; tahrik
[ÜS] 8. {ağız} Harmanı dövmüş, henüz savurma du etmek. 3. Bir şey yapm ak üzere harekete geçirmek,
rumuna getirememiş kimse. [DS] ayaklandurm ak, [ayak-la-n-dur-mak] {eAT} gçl. f. [-
ayakçı", [ay-ak-çı] {eT} is. Çanakçı; kâseci. [Mühen ur] Ayağa kaldırmak; ayağa kalkm asına yardım
nâ] [DLT] etmek.
avakçık, -ğı [ayak-çık] {ağız} is. 1. Çocukların boyla ayaklanma, [ayak-la-n-ma] is. 1. Ayaklanmak işi. 2.
AYA tora u s u . * ? *
Devlet otoritesine karşı isyan etme; başkaldırma; Basamak; merdiven basamağı. 3. Çocukların ve
başkaldırı; isyan, cambazların yüksek görünmek için çatalına bastık
ayaklanmak, [ayak-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Aya ları sırık. [DS]
ğa kalkmak; dikilmek. {eATj {ağızj (aynı) [DS] 2. ayaksmdırmak, [ayak-sın-dır-mak] {ağız} g ç l . f [-ır]
(Çocuk ve hayvan yavruları için) yürüm eye başla 1. Boşuna zahmet vermek; yormak. 2. Yol ettir
mak. 3. Gitmeye davranmak, gitmek için kalkmak. mek. [DS]
4. (Hasta için) iyileşerek yataktan çıkıp yürüyecek ayaksınmak, [ayak-sın-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
duruma gelmek. 5. Devlet otoritesini yıkm ak için Zahmet etmek. 2. Sık sık gidip gelmek; yol etmek.
isyan etmek; baş kaldırmak. 6. {eAT} Ayakla çiğ 3. (Hayvan için) sudan geçerken ayakları ile suyu
nenmek. bulandırmak. [DS]
ayaklaşmak, [ayak-la-ş-mak] {ağızj işteş.f. [-ır] 1. Zıt ayaksız, [ayak-sız) sf. Ayağı olmayan,
gitmek; çekişmek. 2. dönşl. f. Ayaklanmak; dav ayaksızlar, [ayak-sız-lar] is. zool. Omurgalı hayvan
ranmak; kalkışmak. [DS] lardan kolsuz, bacaksız amfibyum lar alttakımı,
ayaklı, [ayak-lı sf. 1. Ayağı olan. 2. Bir destek ( Gymnophiona).
veya dayanakla yere basan, tutunan. 3. Ayak gü ayakta, [ayak-ta) zf. 1. Oturmuş veya yatmış hâlde
cüyle çalıştırılan. 4. mec. Gezici; seyyar. 5. ed. değil, ayağa kalkm ış vaziyette; ayaklar üzerinde
Türk halk edebiyatında ayak adı verilen kafiye, durarak. 2. mec. Telaşlı. 3. mec. Karışıklık ve kar
red if veya nakarat mısraı gibi unsurlarla meydana gaşa hâlinde. S ayakta durmak, 1. Oturmadan
getirilmiş şiir. Ayaklı kalenderi, ayaklı koşma, ayakları üzerine basarak durmak; dikilmek; dikel
ayaklı mani, ayaklı semaî. 6. {ağız} (Hayvan için) mek. 2. Yıkılmadan, kaybolmadan durmak; ya şa
yüksek boylu, iri ve bakımlı. [DS] 7. {ağız} (Hayvan ma'k.\\ ayakta tedavi, Hastanede yatm aksızın dok
için) çabuk yürüyen. [DS] 8. is. {ağız} Merdiven; tora veya hastaneye gidip gelinerek yapılan teda-
merdiven basamağı. [DS] 9. {ağız} Sahan. [DS] 10. vî. 11 ayakta tutmak, 1. O turtm am ak 2. Yıkılmasına
{ağızj Sacayak. [DS] 11. {ağızj Bir tür ağaç karyola. ve yozlaşm asına meydan vermemek. 3. B ir kurulu
[DS] 12. {ağız} Arkalıksız iskemle. [DS] 13. {ağızj şun yaşam asını sağlamak.\\ ayakta uyumak, I.
Kadınların başlarına taktıkları 5-6 parçalı altın süs. Çok dalgın ve yorgun olmak. 2. Olan bitenin fa r k ı
[DS] 14. {ağızj Gelinin odasına asılan süs. [DS] S na varamamak; gaflete dalmak
ayaklı canavar, Yaramaz çocuk.|| ayaklı gazete, ayaktaş, [ayak-daş > ayak-taş jıUasLl] is. 1. İşlerini
B ir yerde olan her şeyden haberi olan, havadis ve el birliği ile yapanlardan her biri. {eAT} (aynı) 2.
ren kişi.|| ayaklı küpe, {eATj Salkım küpe.\\ ayaklı Arkadaş. 3. {ağız} Yol arkadaşı; yoldaş; hempâ.
kütüphane, Çok okumuş ve çok bilgi edinmiş kim [DS] 4. {ağız} Suç ortağı. [DS]
se]] ayaklı makas, Saç levhaları kesmek için kul
ayakucu, [ayak+u(ç)-u] is. g ö k b. Düşey doğrultunun
lanılan ayaklar üzerine oturtulmuş büyük makas. ||
gök küresini deldiği noktalardan ufkun altında ka
ayaklı makine, A yak gücü ile çalıştırılan makine. |j
lanı.
ayaklı saya, folk. H alk hikâyelerinde ve m asallar
da secili ve kafiyeli olarak söylenen sözler. ayaküstü, [ayak+üst-ü] zf. 1. Oturmadan, ayakta du
ayaklıg, [ayak-lığ] {eT} sf. Kaseli; çanaklı. [DLT] rarak; ayak üzeri. 2. Kısa bir zaman içinde,
ayaklık, -ğı [ayak-lık] is. 1. Otururken veya bir iş ayaküzeri, [ayak+üzer-i] zf. 1. Oturmadan, ayakta
yaparken işin gereği olarak ayakların dayandığı, durarak; ayaküstü. 2. Kısa bir zaman içinde,
konulduğu yer. 2. Ayakla çalışan makine ve tez ayakyolu, [ayak+yol-ıı] is. İnsanın sindirim artıkları
gâhlarda ayağın basıldığı parça; pedal. {eATj (aynı) ile idrarını boşalttığı tem izlik yeri; apteshane; hela;
3. Elle taşınır merdiven. 4. Üzerine basıp yüksek kademhane; memişhane; kenef; tuvalet.
ten bir şey almaya yarayan şey. 5. Evlerde ayakka ayal1, -li [Ar. ıyâl > ‘ayâl JL^] (aya.l) {OsTj is. 1.
bıların çıkarıldığı yer. 6. Kağnılar durduğunda yü Eş; karı. 2. Aynı çatı altında oturup geçimleri aynı
kün öküzlere binmesini önlemek için kağnı okuna kişi tarafından sağlanan topluluk; aile.
dayanan destek; dayak. 7. {eAT} Ayak zırhı. 8. {a-
ğız} Sokak kapısının eşiği. [DS] 9. {ağız} Basma ka ayal2, -li [Ar. ‘ayâl > a yâl JLp] (a-ya.l) {OsT} is.
dın şalvarlığı. [DS] Kadınlar; zevceler; ayaller,
ayaklu, [ayak-lu] {eATj sf. Ayaklı. ayalama, [aya-la-ma 4İ <>.T] is. 1. Ayalamak işi; a-
ayakm ak1, [ay-ık-mak / ay-ak-mak] {ağızj gçsz. f. [- vuçlama. 2. Avuç dolusu. 3. {ağız} Toprak örtülü
ır] 1. Ayıkmak; kendine gelmek. 2. Batmak; gurup evlerin damındaki karlan atm ak için kullanılan ge
etmek. [DS] niş kürek; kürüden. [DS] 4. {ağız} Harmanda tane
ayakm ak2, [aya-k-mak] {ağızj g çl.f. [-ır] El ayası ile karışık samanı yığm akta kullanılan büyük yaba;
süpürmek. [DS] kilrütkü; sıyırgı. [DS] S. {ağızj Harman dövüldükten
ayakman, [ayak-man] {ağız} is. 1. Takunya; nalm. 2. sonra tınaz yapılırken altta kalan tanesi çok samanı
jjJiiKÎİ B İ İ R SöZlfOp »377 AYA
az kısım. [DS] 6. sf. {18. yy.} (Taş için) avcu doldu saba y a da köyün ileri gelen A/yM7.|| ayan delisi,
racak büyüklükte olan, {ağız} Hoppa; şımarık. [DS]|| ayan meclisi, / OsTj
a y a la m a k , [aya-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Bir Danışma kıırıılıı; senato. || ayan ü eşraf, {OsT} İleri
şeyi elinin ayası ile tutmak, avuçlamak. 2. Ekilmiş gelenler; seçilmişler; varhklılar.
tarlayı düzeltmek; sürgülemek. 3. {ağız} El ayası ile ayan1, [a-yeğen] {ağız} ünl. Y akın birine "a yeğen,
bir şeyi toplamak, süpürmek. [DS] 4. {ağız} Tahılı ayol" gibi bir hitap sözü. [DS]
ayıklamak, temizlemek. [DS] 5. {eT} Elinin ayaları ayan2, [Ar. ‘ayn (göz) > ‘ayân / ıyân oL t] (aya.n)
nı birbirine vurmak; el çırpmak; alkışlamak. [DLT] {OsT} sf. Gözle görülür bir şekilde açık ve belli
6. {ağız} Uz kullanmak; kayırmak; korumak. [DS] 7. olan; âşikâr. S ayân beyân, Apaçık, besbelli.||
{ağa} Sahip çıkmak; benimseyip kendine mal et ayân etmek, Gözle görülür hâle getirmek,|| ayân-ı
mek. [DS] 8. {ağız} Ayalama ile kar küriimek. [DS] hâriciye, {OsT} Dış dünyadaki nesneler.\\ ayân-ı
9. {ağız} Harman sonunda harman yerinde kalan muvassıta, {OsT} Aracı nesneler.| ayân-ı m üşah
taneleri tırm ıkla toplamak. [DS] 10. ,’ağız} El tez has; {OsTj Gözle görülür, elle tutulur eşya.\\ ayân-ı
gâhlarında varan gelen ağacı yukarı kaldırarak me sâbite, {OsT} tasvf. Sofilere göre eşyanın yaratıl
kik yerini açmak. [DS] madan önce ilahi bilgide sabit olan biçimleri,||
ayalanmak, [aya-la-n-mak] {ağızI dönşl. f. [-ır] (To ayân olmak, Açıkça belli olmak. || ayân ve aşikâr
hum için) çokça üremek; çoğalmak. [DS] olmak, Açıkça belli olmak.
ayalı boyalı, [aya-lı + boya-lı] ikile, sf. (Kadın için) ayana, [ay+ana] {ağız} is. Ana; anne. [DS]
aşırı süslü; makyajlı, ayanç, [ay-a-nç / ay-ınç] {eT} is. 1. Hürmet; saygı.
ayalmak, [aya-l-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Uyanmak. [EUTS] 2. Korku; heybet. [Gabain]
[DS] ayançang, [ay-a-nç-an] {eT} s f Saygıdeğer; hürmete
ayama, [ay-a-ma] {ağız} is. 1. Ayam ak işi. 2. Takma layılc; sanlı. [EUTS] [Gabain]
ad; lakap. [DS] ayançsız, [ay-a-nç-sız / ay-mç-sız] {eTj sf. Korkusuz.
ayamak1, [ay-a-mak & a J] g çsz.f. [-r] [-y(ı)-yor] 1. [Gabain]
Saygı göstermek; hürm et etmek; saymak; ulula ayandon, [Yun. aya andon] is. Ocak sonlarında (28-
mak. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [DLT] [EUTS] [Gabain] 30 Ocak) görülen bir fırtına,
[DS] 2. {eT} Lakap vermek. [Gabain] 3. {ağız} Ser ayanen, [Ar. ‘ayân > ‘ayânen UL p ] (aya:'nen) {OsT}
best büyümek; zorluk çekmeden gelişmek. [DS] 4.
zf. Açıkça.
gçl. f. Saygı ile anmak. 5. {eT} Korumak; himaye
ayanga, [? ayınga] {ağız} is. -*■ ayınga. [DS]
etmek. [DLT] [Tekin] 6. {eTj Arzulamak. [EUTS] 7.
ayanı, [ev yanı > ayanı] {ağız} is. Avlu; ev bahçesi.
{ağız} Uz kullanmak; kayırmak; korumak. [DS] 8.
[DS]
/ağız} Çok yüz vermek; şımartmak. [DS] 9. {ağız}
Serbest bırakmak. [DS] ayaniyet, [Ar. ‘ayân > ‘ayâniyyet ojULp] (aya:niyet)
ayamak2, [aya-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-y(ı) -yor] 1. {OsT} is. Ortaya çıkma; açıklık,
Yasaklamak; menetmek. 2. Karşı koymak; dayat ayanlama, [ayan-la-ma] {ağız} is. 1. Karanlığın ay
mak. [DS] dınlanması; fena havanın iyileşmesi. 2. Ağır hasta
ayamak3, [aya-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-y(ı) -yor] 1. nın tehlikeyi atlatması. [DS]
Yalnız kalmak. 2. İşsiz kalmak. [DS] ayanlık, -ğı [ayan-lık] (a-ya:nlık) is. 1. Ayan olma
ayamak4, [aya-mak] {ağız} gçl. f [-r] [-y(ı) -yor] 1. durumu; ileri gelenlerden olma; büyüklük. 2. Sena
Temizlemek. 2. Bitki ya da fidanın çevresini tem iz törlük.
lemek; meydana çıkarmak. [DS] ayanmak, [aya-n-mak J^L>.I] {eAT} edil. f. [-ır] İyi
ayamak5, [ay-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-y(ı) -yor] bakılmak, korunmak,
Mehtapta yürümek; gezmek. [DS] ayanta, [avanta / ayyâr > ayanta ?] {ağız} Tembel;
ayamak6, -ğı [aya-mak] {ağız} is. Üzerinden yalnız ihmalci. [DS]
bir insan geçebilecek kadar m erdivenimsi köprü.
[DS] a’yar, [Ar. ‘ayr > a 'y âr jl^ l] (a-ya:r) {OsTj is. fi
şekler.
a’yan, [Ar. ‘ayn (göz) > a yân OL^I] (a:-ya:n) {OsT}
a y a r1, [Ar. ‘ayar / ıyâr jLp] (aya.ıj {OsTj is. 1. Bir
is. 1. Gözler. 2. Bir yerin ileri gelen, nüfuzlu kişile
ri; eşraf; seçkinler. 3. İmparatorluğun 1877 ve 1908 aygıtın veya düzeneğin arzu edilen en iyi biçimde
Meşrutiyet dönemlerinde danışma meclisi niteli çalışması için yapılan düzenleme ve işlem. 2. Ça
ğindeki Ayan M eclisi üyeliği yapmış kişiler. 4. lışma ve işleme düzeni için herkesçe kabul edilmiş
{ağız} Köy ya da mahalle muhtarı. [DS] 5. {ağız} ölçü; standart ölçü. 3. Değer derecesi; kalite. 4. Al
İhtiyar; yaşlı; koca. [DS] S ayan azası, Meclisin tın ve gümüş için saflık oranı; derece. 5. mec. Bir
kararlarını denetleyen kurul üyesi.\\ ayan başı, K a kişinin itibar ve seviye durumu. 6. huk. Kullanılan
AYA Ü M I Ü R S ü M . :İ?B
ölçü ve tartı aletlerinde beraberlik, doğruluk ve mek. 2. Kötü yola sapmak, baştan çıkmak; yolunu
hassaslık sağlayabilmek için belirlenmiş ölçüt. 7. sapıtmak. 3. gçl. f. Taklit etmek. 4. Olumsuz bir işi
M utluluk yolu. 8. Hayvanların nallarını sağlamlaş yapm ak için ikna etmek; kışkırtmak; kandırmak. 5.
tırma. 9. İnsanın değer ve seviye derecesi. 10. {ağız} Ayartmak. [DS]
{ağızj Bir tahıl ölçüsü. [DS] 11. {ağız} Fındık taşı ayarsız, [ayar-sız] sf. 1. Ayarı bozulmuş ve ayarlan
m aya yarayan orta boy sepet. [DS] 12. {ağız} Bir mamış. 2. Belli bir ayarı ve ayar damgası olmayan
zeytin yağı ölçü birimi ve kabı. [DS] 0 ayara (altın ve gümüş). 3. mec. Hareketleri tutarsız ve
vurmak, Belirli bir ölçüye göre değerlendirmek.\\ dengesiz; deli; şuursuz {ağız} (aynı). [DS] 4. {ağız}
ayar damgası, Altın ve güm üş süs eşyasının ayarı Dönek. [DS] 5. {ağız} Terbiyesiz; edepsiz. [DS] 6.
nı gösteren resm î damga.|] ayâr-dân, {OsT} 1. Öl {ağız} Namussuz. [DS] 7. {ağız} Aşağılık; karakter
çü. 2. Değerbilir kimse.\\ ayardan düşmek, İtiba siz. [DS]
rını kaybetmek; gözden düşmek. || ayar etmek, Bir ayarsızlık, -ğı [ayar-sız-lık] is. 1. Ayarsız olma
aygıtın işleme düzeneğini istenilen biçime getir- durumu. 2. mec. Tutarsız ve dengesiz olma,
mek. || ayarı bozuk, 1 . işlem esi çalışması istenilen
ayart, [ayar-mak (yoldan sapmak) > ayar-t-mak] {a-
düzene göre olmayan; ayarsız. 2. D avranışlarında
ğız) is. Yoldan saptırma; kandırma. [DS]
denge bulunmayan; güven vermeyen (kişi). || ayar
ayarta, [?ayarta] {ağız} sf. 1. Kendi işinde iyi çalıştığı
saati, Yer yüzünde kesin saati bulmak için başvuru
hâlde başkasının işinde tem bellik eden. 2. Hayal
lan son derece hassas saat.
seven; hayalperest. [DS]
ayar2, [Ar. ‘ayyâr => ayar] {ağız} sf. 1. İşten kaçan;
ayartı, [ayar-mak (yoldan sapmak) > ayar-t-ı] is.
tembel. 2. Haşarılaşm ış at. 3. Hoş sohbet. [DS] Baştan çıkarma, kandırma,
ayar3, [eyer] {ağız} is. Eyer. [DS]
ayartıcı, [ayar-mak (yoldan sapmak) > ayar-t-ıcı] sf.
ayarcı, [ayar-cı) is. 1. Esnafın elinde bulunan ölçü, Doğruluktan, doğru yoldan saptıran; baştan çıka
tartı aletlerinin doğru ve hassas olup olmadığını ran; ayartan.
kontrol eden görevli. 2. Ayarı bozuk ve ayarlanma ayartıcıhk, -ğı [ayar-mak (yoldan sapmak) > ayar-t-
sı gereken düzenekleri ayarlayan kişi,
ıcı-lık] is. 1. Ayartıcı olma durumu. 2. Ayartıcının
ayarlama, [ayar-la-ma] is. 1. Ayarlam ak işi. 2. Bir niteliği.
düzeneği veya aleti çalışma bakımından istenilen
ayartılma, [ayar-mak (yoldan sapmak) > ayar-t-ıl-
ölçüye getirme işi. 3. Bir aleti doğru işleyecek bi
ma] is. 1. A yartılm ak işi. 2. Kandırılma. 3. Doğru
çimde düzeltme. 4. mec. İşleri zamanında yapılacak
yoldan saptırılma. 4. Kışkırtılma,
ve bitirilecek şekilde düzene sokma. 5. mec. Birini
ayartılmak, [ayar-mak (yoldan sapmak) > ayar-t-ıl-
kandırma, ayartma; ikna etme. 6. Uyum gösterme,
mak] ed il.f. [-ır] 1. A yartm ak işi yapılmak. 2. B i
ayarlamak, [ayar-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Bir
risi tarafından kandırılmak. 3. Doğru yoldan saptı
düzeneğin veya aletin çalışma bakımından istenilen
rılmak; baştan çıkarılmak. 4. Kışkırtılmak; tahrik
ölçüye gelmesini sağlamak. 2. Yanlış işleyen bir
edilmek.
aleti doğru işleyecek biçimde düzeltmek. 3. mec.
İşleri zamanında yapılacak ve bitirilecek şekilde ayartılmış, [ayar-t-ıl-mış] {ağızj sf. Şımarık. [DS]
düzenlemek. 4. mec. Birini kandırmak, ayartmak; ayartma, [ayar-mak (yoldan sapmak) > ayar-t-ma]
ikna etmek. 5. U yum sağlamak. 6. {ağız} Azarla is. A yartm ak işi.
mak; tekdir etmek. [DS] 7. argo. Birisini isteklerini ayartmak, [ayar-mak (yoldan sapmak) > ayar-t-
kabule razı etmek. 8. Birisine, bir başkası için ya mak] gçl. f. [-ır] 1. Yakınlık, arkadaşlık gibi etki
kın ilişki kurm ayı kabul ettirmek, lerden yararlanarak birini doğruluktan ayırmak,
ayarlanma, [ayar-la-n-ma] is. Ayarlanmak işi. doğru yoldan saptırmak; baştan çıkarmak. 2. Dü
ayarlanmak, [ayar-la-n-mak] e d il.f. [-ır] 1. Ölçüye şünce bakım ından yanıltmak; kandırmak; aklını
uygun hâle getirilmek; ayar edilmek. 2. dönşl. f. çelmek. 3. Çeşitli vaatlerde bulunarak birini çalış
Davranışlarını kontrol altında tutabilir hâle gelmek, tığı yerden ayırıp kendi işine veya hizmetine gir
ayarlaşmak, [ayyar => ayar-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. mesini sağlamak. 4. {ağız} Uyarmak; ikaz etmek.
[-ır] Tembelleşmek. [DS] [DS]
ayarlatma, [ayar-la-t-ma] is. A yarlatmak işi. ayas, [ay-âs] {eT} is. 1. Ayaz; serinlik. [EUTS] 2.
ayarlatmak, [ayar-la-t-mak] g ç l.f. [-ır] Başka birine Kölelere verilen ad. [DLT] 3. {ağız} Çardak. [DS]
ayarlama işini yaptırmak, ayaş, [ay-mak > ay-a-ş] {eT} sf. Sözleşen; dostlaşan
ayarlı, [ayar-lı) sf. 1. (Bir alet veya makine için) kim se [Mühennâ]
doğru çalışması sağlanmış. 2. (Altın ve gümüş için) ayat1, [Ar. hay5at] {ağız} is. 1. Evlerin önünde top
ayarı ve ayar damgası bulunan, raktan yapılmış kaldırım. 2. Sundurma. 3. Evlerde
ayarlık, -ğı [ayyar-lık] {ağız} is. Tembellik. [DS] sofa. 4. Kapı. 5. Avlu; açık arsa. 6. A lt kattaki sofa;
ayar mak, [ay-a-r-mak] g çsz.f. [-ır] 1. Ardından git taşlık. [DS]
Ş lffltü M M .3 7 9 AYB
ayatz, [Ar. âyet (işaret) > a y a t o l I] (a:ya:t) {OsT} is. ayazlandırmak, [ayaz-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] A-
I. İşaretler; belirtiler. 2. Mucizeler. 3. Kur'an-ı Ke- yazda bırakarak soğutmak,
rim'i meydana getiren cümleler. S âyât-ı Kur'â- ayazlanm a, [ayaz-la-n-ma] is. A yazlanm ak işi.
niye, {OsT} Kur'an-ı Kerim'in ayetleri.|| âyât-ı ayazlanm ak, [ayaz-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. A yaz
muhkemât, {OsT} Anlam ı kesin ve açık olan, başka da kalıp üşümek. 2. edil. f. Soğuması için ayazda
türlü anlam verilmesi olanaksız olan ayetler. || bırakılmak.
âyât-ı müteşabihât, {OsTj Anlamı kesinlik kazan ayazlaşmak, [ayaz-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır) 1. Soğu
mamış, tevil edilebilen, benzer durumlara uygula mak. 2. mec. İşleri bozulmak. 3. argo. Elinde hiçbir
nabilen ayetler.|| âyât-i şerîfe, {OsT} M übarek a- şeyi kalmamak,
yetler. ayazlatma, [ayaz-la-t-ma] is. A yazlatm ak işi.
ayatan, [? ayatan] {ağız}is. Çukur yerlerde birikmiş ayazlatmak, [ayaz-la-t-mak] gçl. f. [ ı r ] 1. Soğukta
yağmur suları. [DS] tutmak, bekletmek. 2. Ayaza koyarak soğutmak,
ayatılm ak, [ay-at-ıl-mak] {eTj edil. f. [-ur] Sayıl ayazlı, [ayaz-lı] sf. (Hava) açık ve sert soğuk,
mak; saygı gösterilmek. [EUTS] ayazlık, -ğı [ayaz-lık] is. 1. Evlerde serinlemek
ayatm ak, [ay-at-mak] {eT} g ç l.f. [-ur] 1. Saydırmak; amacıyla yapılmış üstü açık sundurma. 2. {ağızj
hürmet ettirmek; itibar görmek. [EUTS] 2. Korkut Balkon; taraça; tahtaboş. [DS] 3. {ağız} Salon. [DS]
mak; teftiş etmek. [EUTS] 4. {ağız} Sofa. [DS] 5. {ağız} Güverte. [DS]
ayay, [ay-ay] {ağız} is. Parlak yıldız. [DS] ayazma, [Yun. hagiasma (kutsal) / ayasma] is. 1.
ayaz, [eT. ay-az / ay-âs jU ] is. 1. Açık, bulutsuz ha Hıristiyanlıkta aziz ve azizelere ithaf edilen, halk
arasında şifalı sayılan ziyaret kaynak ve pınarları.
va, {eAT} (aym). 2. Durgun ve bulutsuz havada çı
2. /ağızj Kutsal kaynak. [DS] 3. {ağız} Kaynak. [DS]
kan sert soğuk; serinlik. {eT} [EUTS]. 3. {ağız} gnşl.
4. {ağız} M aden suyu. [DS]
Dominoda noktasız taş. [DS] 4. {ağız} Evlerin
önündeki üstü açık balkon; tahtaboş. [DS] 5. {ağız} ayb, [Ar. ‘ayb *_*^] {OsT} is. Utanılacak şey; kusur;
Çardak. [DS] 6. {ağız} Aydınlık; ışık. [DS] 7. {ağız} ayıp; leke. S ayb-cfl, {OsT} İnsanın ayıbını araştı
Yıldız. [DS] 8. {ağız} Avlu; açık arsa. [DS] 9. sf. So rıp soran.|| ayb etmek, {eAT} Ayıplamak; kına-
ğuk (gece, hava). 10. {ağız} mec. Saçsız; kel. [DS] mak.|| ayb eylemek, {eAT} Ayıplamak; kınamak.\\
I I . argo. Parasız; züğürt. 12. argo. (Durum, gidiş ayb-gû, {OsTj Dedikoducu.\\ ayb-güyî, {OsT} Dedi-
vb. için) elverişsiz; kötü; fena. 0 ayaz almak, B ü koduculuk.\\ ayb-ı hâdis, {OsT} huk. Satılan mal
yük bir üm it ve gayretle başlanan işten bir şey elde müşteri elinde iken oluşan kusur.\\ ayb-ı kadim,
edememek.\\ ayaza verm ek, {ağız} M eydana ver {OsT} huk. Satılan m al satıcı elinde iken oluşan
mek. [DS]|| ayazını almak, {ağızj Ayazda kalıp üşü kusur.\\ ayb itmek, {eAT} Ayıplamak; kınamak.||
mek; ayazlamak. [DS]|| ayaz kesmek, Ayazda uzun ayb kılmak, {eATj Ayıplamak; kmamak.\\ ayb-nâk,
süre kalarak üşümek; çivi kesmek. || ayaz vurmak, {OsTj Kusurlu; noksan.\\ ayb-püş, {OsTj Ayıbı ör
(Sebze ve m eyveler için) soğuktan donmak. || (hava) ten.
ayaza çekmek, K uru soğuk çıkmak; ayazımak. || ayba, [ay be] {ağız} ünl. “A sla!” anlam ında şaşırtıcı
ayaza kalmak, Geç kalmak, fırsatı kaçırmak. || ve kabul edilmesi zor bir durum karşısında söyle
ayazda kalmak, 1. Soğukta kalmak. 2. Boş yere nen söz. [DS]
beklemek; ayazlamak.\\ ayaz paşa kol gezinmek, aybagudur, [aybagudur] {ağız} is. Maymun. [DS]
şaka. Kuru soğuk çıkmak. aybang, [ay+ban] (ayban) {eT} is. Kel. [DLT]
ayazımak, [ayaz-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] (Hava
aybaşı, [ay+baş-ı] is. Kadınlarda yaklaşık olarak her
için) ayaza çekmek. [DS]
ay görülen fizyolojik durum; âdet. S aybaşı gör
ayazıtmak, [ayaz-ı-t-mak] {ağız} g ç l . f [-ır] (Yağışlı mek, (Kadınlar için) âdet görm ek.|| aybaşından
ve kapalı hava için) açılmak; ışımak; açılır gibi ol kesilmek, A d et görm e durumu sona ermek. || ayba
mak. [DS] şı olmak, Kadınlarda âdet hâli kam gelmek; âdet
ayazi, [ayaz + Ar. -!] {ağız} sf. (Baş için) saçsız; görmek. || aybaşısı tutmak, {ağız} A yda bir kez be
çıplak; kel. [DS] S ayazî kel, {ağız} Başında hiç liren geçici delilik nöbeti gelmek. [DS]
saç bulunmayan. [DS] aybatçı, [aybat-çı] {ağız} sf. Gürültücü; şamatacı.
ayazlağı, [ayaz-lağı] !ağızj is. Rüzgârı kesen, soğuk [DS]
tan koruyan ağaç ya da çit. [DS] aybe, [Ar. ‘aybe {OsT} is. 1. Deri çanta. 2. Hey
ayazlama, [ayaz-la-ma] is. Ayazlam ak işi. be.
ayazlamak, [ayaz-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı) -yor] 1. aybeay, [T. ay+ Far. be + T. ay] {OsT} zf. Aydan aya;
(Hava için) kuru soğuğa çevirmek. 2. Ayazda kala her ay.
rak çok üşümek. 3. Soğumak. 4. argo. Boş yere aybecer, [ayb+ecer ?] {ağız} sf. Şekilsiz; biçimsiz;
beklemek. 5. {ağız} Serinlemek. [DS] çirkin. [DS]
AYB o m e n iif f H .a o
a y b e t1, [Ar. 'aybet ] {OsT} is. 1. Deri çanta. 2. aydeşm ek, [ay-(ı)d-iş-mek) {ağız} gçsz. f. [-ir] 1.
Heybe. Tartışm ada aksi cevap vermek; inatlaşmak. 2. Kö
tülemek; uğraşmak. 3. İtişmek; didişmek. [DS]
ay b et2, [Ar. ‘aybet {OsT} is. Ayıp;, kusur,
-aydı, [-aydı / -eydi] {eAT} çek. e. Geniş zaman hikâ
ayca, [ay-ca 4^J] zf. Aylık; bir ay süresince. S ayca ye birleşik zaman çekim inin üçüncü tekil kişi eki; -
ayca, {eAT} Aydan aya. ardı; -irdi.
aycık, -ğı [ay-çık / ay-cık) is. 1. Süsleme amacıyla aydın, [eT. ay-dın (ay ışığı) > ay-dm j-b.T / /
bayrak veya kumaş üzerine işlenen hilal resmi.
i)-ij] is. 1. Aylı gece. 2. A y aydınlığı, ay ışığı;
Ayçığı altın tuğ geliyor. 2. mat. Hilali m eydana
getiren iki dairenin yarı çaplan 7/10 oranında olan mehtap. 3. Işık; aydınlık; nur. {eAT} {eT}(aym) [Mtt-
veya hilalin uçlarının küçük dairenin çapının çem hennâ] 4. {ağız} Alnı beyaz sığır. [DS], 5. {ağız} Ay
beri kestiği noktada olan hilal; Hippocrates aycığı, çiçeği. [DS] 6. sf. Işık alan; aydınlatılmış; aydınlık;
ayça, [ay-ça / ay-ca] is. 1. Ayın ilk günlerinde gö ışıklı; parıltılı. {eAT} (aym) 7. gnşl. (Kişi için) bilgi
ründüğü yay biçimi; hilal. 2. Bayrak gönderi ile si, kültürü ve tecrübesi engin olan; münevver. 8.
minare tepelerindeki döküm ay yıldız, (Yazı, söz vb. için) açık ve anlaşılır; aşikâr; belli;
vazıh. {eAT} (aym) 9. Ü m it verici; ferahlatıcı; m ut
ayçiçeği, [ay+çiçe(k)-i] is. bot. Bileşikgillerden to-
lu; sevinçli. 0 aydın çiçeği, {ağız} Ayçiçeği. [DS] ||
hum lanndan yağ elde edilen, bütün ve dişil yaprak
aydın eşi, {ağız} Kız. [DS]|| aydın etm ek, 1. {eAT}
lı, geniş, sarı ve gösterişli çiçekleri bulunan bir yıl
Güzelleştirmek. 2. Aydınlatmak.\\ aydın eylem ek,
lık otsu kültür bitkisi; güne bakan; gündöndü; gü-
{eAT} Aydınlatmak.\\ aydın gülü, {ağız} Ayçiçeği.
nâşığı, (Helianthus annuus). 0 ayçiçeği yağı, Ye
[DS]j| aydın itm ek, {eAT} Güzelleştirmek.\\ aydın
m eklik olarak kullanıldığı gibi margarin, yağlıbo
kılm ak , {eAT} Aydmlatmak.\\ A ydın tatlısı, {ağız}
ya, deterjan sanayiinin de ham maddesi olup ayçi
Kuru incir. [DS]|| A ydın zeybeği, folk. D avul ve
çeği tohumlarından elde edilen düşük asitli sarım
zu m a eşliğinde genellikle tek kişi tarafından efece
tırak sıvı yağ.
bir tavır ile oynanan bir zeybek; A ğır Aydın zeybe
ayçöreği, [ay+çöre(k)-i] is. İçine ceviz ve tarçın ko
nularak hilal biçiminde yapılmış çörek, ği-
ayd ın cak , -ğı [aydm-cak] {ağız} is. Aydınlık. [DS]
ayda, [hayda] {ağız} ünl. Şaşma, üzülme, isteklerime
aydıng, [ay-dın] (aydın) is: I. {eT} A y aydınlığı.
bildirir ünlem. [DS]
[DLT] 2. {eAT} Işık; aydınlık; parlaklık. 3. {eT} s f
a y d a m a k 1, [ayda-mak] {ağız} sf. Tembel; işten ka
Aydın. [DLT] 4. {eAT} Parlak; ışıklı. 0 aydın ey
çan. [DS]
lem ek, {eAT} Aydınlatmak; ışık vermek.|| aydın ey
ay d am a k 2, [hayda-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-d(ı)-
leyici, {eAT} Aydınlatan; ışık veren; nur saçan.\\
yo r] 1. H ayvanları sürmek; arabayı sürmek; sevk
ay d ın olm ak, {eAT} Aydınlanmak;parlam ak.
etmek. 2. Hikâye etmek; söylemek; anlatmak. [DS]
aydınger, [aydın+gör > aydınger?] is. Plan ve yazı
a y d a ş1, [eT. iğdiş (melez)] {ağız} sf. 1. Zayıf; cılız. 2.
kopyacılığında kullanılan yarı şeffaf bir kâğıt türü,
Bacakları çarpık. 3. Şaşı. 4. is. Yaşma girmemiş
çocuk. 6. Anormal doğan çocuk. [DS] S aydaş aşı, aydınglık, [ay-dın-lık jiS'-bJ] (aydınlık) {eAT} sf. A y
{ağız} folk. Cılız, gelişmeyen çocukları iyileştirmek dınlık; ışık; nur; parıltı. S aydınlık delügi, {eAT}
için yapılan ilaç, yemek. [DS] || aydaş olm ak, {ağızj Işık girecek yer; pencere.
(Bebek için) çok zayıflamak. [DS] ay d ın ılm ak , [ayt-mak > ayd-m-ıl-mak] {eAT} edil. f .
aydaş2, [ay-daş] sf. (Çocuklar için) aynı ay içinde [-ır] 1. Denilmek; söylenmek. 2. Sorulmak,
doğan. ay d ın lan m a, [aydm-la-n-ma] is. 1. A ydınlanm ak işi.
aydaşık, -ğı [aydaş-ık] {ağız} sf. 1. Zayıf; cılız. 2. 2. jiz. Birim yüzeye düşen ışık akışı miktarı,
Beceriksiz; âciz. [DS] ay d ın lan m ak , [aydm-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Işık
aydede, [ay+dede] {ağız} is. Ayçiçeği. [DS] S1 alarak aydınlık duıum a gelmek; aydınlatılmak. 2.
aydede kuşağı, {ağız} 1. Gök kuşağı. 2. İşlem eli bir dönşl. f. Açıklık kazanmak. 3. Bilgi sahibi olmak;
tür erkek kuşağı. [DS] bilgilenmek. 4. (Gün için) ağarmak,
aydem üri, [ay+demür-i lsT] is. M arangoz kale ay d ınlatıcı, [aydın-la-t-ıcı] s f 1. A ydınlık veren. 2.
Bilgi veren, açıklık getiren,
mi; keskin iskarpela.
aydem ir, [ay+demir-i > aydemir] is. 1. M arangozla ay d ın latılm a, [aydm-la-t-ıl-ma] is. 1. Işık alır hâle
gelme. 2. Bilgi sahibi edilme,
rın yontm a işlerinde kullandığı yüzü yay biçiminde
olan keser. 2. Yüzü yarım yuvarlak iskarpela. a y d ın latılm ak , [aydın-la-t-ıl-mak] edil. f. [ ı r ] 1.
aydeş, [eT. iğdiş (melez)] {ağız} sf. 1. İğdiş. 2. Zayıf; Işıklı bir hâle getirilmek. 2. mec. Birisi tarafından
bilgi verilmek,
cılız. 3. Vücudu düzgün olmayan; çirkin. 4. (Çocuk
için) akşama kadar durmadan koşup oynayan. [DS] ay d ın latm a, [aydm-la-t-ma] is. 1. Daha iyi görüle
I I Ö I Î Î İ R ® K • 381 AYG
bilmesi için bir yeri veya bir şeyi ışık alır hâle ge a ’yen, [Ar. a yen j^ l] (a-yen) {OsTj sf. 1. İri gözlü.
tirme; ışıtma. 2. Bilgi vererek düşünce ve görüş
2. Bakılacak yer. 3. mec. Herkesin ümit bağladığı,
kargaşasını giderme; aşikâr kılma. 3. tiy. Sahnede
daha iyi görünüm elde etm ek için yapılan ışıklan ayen, [Far. âyen j j J ] (a:yen) {OsT} is. Demir,
dırma düzeni. S aydınlatma feneri, Binaların ay ayenan, [Ar. ‘ayenân o Ll^] (ayena:n) {OsT} is. 1. Bol
dınlatılmasını sağlam ak için tavan veya kubbede
akan göz yaşı. 2. Suyu gür değirmen,
bırakılan boşluk;, aydınlık. [|: aydınlatm a fişeği, as.
Gece görüşü sağlamak için özel olarak yapılm ış ve ayende, [Far. âmeden (gelmek) > âyende ojjjT] (a:~
atıldıktan sonra bir süre çok parla k ışık vererek yende) {OsT} sf. 1. Gelen. 2. Gelecek günler; istik
yanan askerî malzeme. bal. fi1 âyende-nümâ, {OsT} Kapıyı çalanı görm ek
aydınlatmak, [aydm-la-t-mak) g ç l.f. f - ı r j l . Işıtmak. için birinci kat hizasına karşıya konulan ayna. ||
2. Işık kaynağı kullanmak suretiyle karanlığı gi âyende ve revende, {OsT} Gelen ve giden.
dermek; ışıklandırmak. 3. Anlaşılması zor bir ko ayendegân, [Far.âyendegân <jl?JcüT] (a:yendegâ:n)
nuyu açıklamak; bilgi vermek; izah etmek. 4 . Se {OsT} is. 1. Gelenler. 2. Yeni doğan bebekler.
vindirmek; mutlu etmek; mübarek kılmak.
ayet1, [Ar. âyet c_J] {OsT} is. 1. Kimsenin inkâr ede
Aydınlı, [Aydm-lı] is. 1. Aydın halkından olan; Ay-
dm'dan gelmiş olan. 2. Karagöz oyununda uzun meyeceği açık delil;, nişan; belirti; alamet. 2. M a
boylu iri yapılı, mahallenin düzenini sağlamakla nen uyanmaya sebep olan olay. 3. K u r’an-ı Ke-
görevli kabadayı tipi, rim ’de sureleri meydana getiren cümle ve cüm le
aydınlık, -ğı [aydm-lık] is. 1. B ir yeri aydınlatan ciklerden her biri. 4. mec. Y üklü anlam taşıyan an
güç; ışık. 2. Gecenin sonundan itibaren gökyüzün laşılması ve kavranması güç ifade. S âyete’l-
de görülen ağarma. 3. mim. D ışarıya açılan pence kürsî, Bakara suresinin 255. ayeti. [| âyet-i kerîme,
resi olmayan kapalı binalarda tavandan ışık ve hava K utsal ayet. || âyet-i maksfid, Nisâ Suresinin 12.
almayı sağlayan boşluk; ışıklık. 4. {ağız} Cam. [DS] ayeti.\\ ayeti’n-nür, N ur Suresinin 12. ayeti. | âyet-
5. {ağız} Mutluluk; saadet. [DS] 6. sf. Aydınlatılmış; i tergîb, Cennetteki iyilikleri, güzellikleri anlatan
ışıklı. 7. İçeride ışık yanmadığı hâlde dışarıdan ışık ayet.\\ âyet-i terhîb, Cehennemin korkunçluğunu
alan. 8. Şevk ve neşe. 9. Mutlu, huzurlu. 10. Te anlatan ayet. || âyetü’l-hıfz, Muskaya yazılan ayet.||
miz; saf. S aydınlığa çıkm ak, 1. Rahata ve huzu âyetü’l-mevâris, N isâ Suresinin 12. ayeti.
ra ermek. 2. A çıklığa kavuşmak; anlaşılm ak.|| ay ayet2, [Ar. âye(t) (mucize; örnek) i l ] {OsT} sf. M ü
dınlık delügi, {eAT} Işık geçirecek delik, pencere. kemm el olan; örnek; ibret. [Asım]
aydınlıkölçer, [aydm-lık+ölç-er] is. B ir yüzeye dü ayetli, [ayet-li] sf. Üzerinde, içinde ayet bulunan;
şen ışık miktarını ölçm eye yarayan alet; lüksmetre. ayet yazılı olan,
aydınlu, [aydm-Iu ^ ;-b J] {eATj sf. 1. Işıklı; aydınlık. ayetlik, -ği [ayet-lik] is. Kula halılarında bordür üze
2. Açık; belli; aşikâr. 3. is. Işık; aydınlık; nur. rine işlenen dar, uzun ve küçük dikdörtgen çerçeve,
aydınmak, [ay-(ı)d-ın-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. ayg, [ay-(ı)ğ] {eT} is. Kelime; söz. [Gabain]
Kötü kötü söylenmek; sövmek. 2. Darılmak. 3. aygarangı, ay+karan-ı] (aygarafn) {ağız} sf. (Gece i-
Nankörlük etmek. 4. K endi kendine söylenmek. 5. çin) aysız, ışıksız. [DS]
Şikâyet etmek; yakınmak. 6. Ummak; üm it etmek. aygın, [ay-ğm] sf. 1. Gözü açık; uyanık; ayık, {ağız}
[DS] (aynı) [DS] 2. {ağız} Yaşlı; ihtiyar. [DS] 3. {ağız} Da
aydırmak, [ay-dır-mak?] {ağız} g ç l . f [-r] 1. Bayıla ha çok. [DS] S aygın baygın, 1. Bitkin, hâlsiz, der
nı ayıltmak. 2. Yenmek. 3. Caydırmak; vaz geçir mansız. 2. Duygusallıkta aşırı gitmiş. 3. Kendinden
mek. [DS] geçercesine âşık; vurgun.
aydışmak, [ay-(ı)d-ış-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] 1. aygır, [eT ad-ğır > aygır] is. 1. Döl için seçilmiş, iğ
Tartışmak; sözlü kavga etmek. 2. Tartışm ada karşı diş edilmemiş damızlık erkek at. {eT} (aynı) [Mü
cevap vermek; aksini söylemek; inatlaşmak. [DS] hennâ] [DLT] 2. mec. Büyük bir cinsel gücü olduğu
aydıvirmek, [ay-(ı)d-mak + i-vermek li-bl] sanılan erkek. 3. {ağız} A t arabalarının tekerlekleri
{eATj gçl.f. [-ür] Söyleyivermek, ni tespit etmekte kullanılan takoz. [DS] 4. {ağız}
aydivermek, [ay-(ı)d-mak + i-vermek] {ağız} gçl. f. Pekmez kaynatılan ocağın arkasında, ham şıra ko
[-ir] Söylemek; haber vermek; açıklamak; anlat nulan büyük delik. [DS] 5. {ağız} Arabalarda fala
mak. [DS] kanın takıldığı eğri demir. [DS] 6. {ağız} Arabanın
ok demiri. [DS] 7. {ağız} s f Azgın; arsız; edepsiz.
aydos1, [İt. gaiton] ( a ’y dos) is. dnz. Kısa ikindi var
[DS] S aygır deposu, D am ızlık atların bakılıp bes
diyası.
lendiği büyük ahır. || aygır gibi, (Kişi için) iri yapı
aydos2, [Yun. aetos (kartal)] {ağız} is. Y üksek dağ;
lı, cüsseli, güçlü kuvvetli.|| aygır incir, {ağız} Erkek
dağların sarp ve dik olarak uzanan çıkıntıları. [DS]
incir. [DS]
AYG
aygırcık, -ğı [aygır-cık] {ağız} is. A raba yastığının Zeytinyağı çıkaran m engenelerdeki çatal ağaç. [DS]
oturduğu ağaç tabla. [DS] S ayı ağırşağı, {ağız} bot. Yabanî soğan. [DS]|| ayı
aygırı, [arkurı > aykırı] {ağız} sf. Ters; yanlış; aykırı. asması, {ağız} bot. H anım eli çiçeği. [DS]|| ayı ba
[DS] cağı, {ağız} dnz. 1 . Öndeki küçük yelken; folk. 2 .
aygırlanmak, [ayğır-la-n-mak >j.T] {eAT} dönşl. Payanda direği. 3. D uvar örerken kullanılan iske
lenin altındaki dayak. 4. E v çıkmalarının altındaki
f. [-ur] Aygır tavrı takınmak; aygır gibi davranmak,
direk. 5. Bulutların arasından uzanan güneş dem e
aygırlaşmak, [aygır-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] \ . Aygır
ti. [DS]|| ayı balası, {ağız} Ayı yavrusu. [DS]|| ayı
gibi iri yarı hâle gelmek. 2. A ygır tavrı takınmak,
baldıranı, {ağız} bot. Yumru köklü zehirli bir ot;
aygırlık, [aygır-lık] is. 1. A ygır özelliği. 2. mec.
baldıran otu. [DS]|| ayı balığı, zool. Ayakları yüz-
Sertlik, haşinlik. 3. sf. (At için) damızlık olarak
geçleşmiş, başı köpek başına benzer iki metre ka
seçilebilecek nitelikte olan,
dar boylanabilen memeli bir deniz hayvanı; fok.\\
aygırsak, -ğı [aygır-sa-k] {ağız} sf. 1. (Dişi hayvan ayı balık, {ağız} zool. Yeşilırmak'ta yaşayan iri p u l
için) çiftleşmek isteyen; kızışmış. 2. (Kadın için)
lu, yassı gövdeli bir tür balık. [DS]|| ayı boğan,
cinsel ilişkiye girme isteğinde bulunan. [DS] {ağız} Yenmesi zor, boğaz tıkayan bir arm ut çeşidi.
aygırsamak, [ayğır-sa-mak {eAT} g ç sz .f. [- [DS]|| ayı çiğdemi, {ağızj bot. Seyrek dokulu ve acı
r ] [-s(ı)-yor] (Kısrak için) kızmak; aygırla çiftleş bir orman çiğdemi. [DS]|| ayı elm ası, {ağız} Çalı.
m ek istemek. [DS]|| ayı eriği, {ağız} bot. Çok ekşi y a da acı oldu
aygıt, [? aygıt] is. 1. B ir iş gördürmek amacıyla mey ğu için yem eğe elverişli olmayan bir erik türü; y a
dana getirilmiş pek çok parçalardan meydana gelen ban eriği. [DS]|| ayı fındığı, bot. Kışın yapraklarını
düzenek; alet; aparat; cihaz; düzenek; ısdar; sistem. döken, alm aşık yapraklı beyaz salkım şeklinde hoş
2. anat. V ücutta belli bir görevi üstlenen organların kokulu çiçekleri bulunan yuvarlak açık kahverengi
tümü. 3. {ağız} Kereste; kerestelik ağaç. [DS] 4. tohumlarından tespih yapılan 2 - 6 m. boyunda bir
{ağız} Ev eşyası; eşya. [DS] 5. {ağız} Şey; nesne. ağaç; tespih ağacı, (Styrax officinalis).\\ ayı fıstığı,
[DS] 6. {ağız} Yemeğe konulan malzemeler; yem ek {ağız} Gürgen meyvesi. [DS]|| ayı götü, {ağız} Uç
lik. [DS] 7. {ağız} Baharat. [DS] 8. {ağız} M eyve ku yüzlü, üç taraflı bina çatısı. [DS] || ayı gülü, bot. 1.
rusu; kuru yemiş. [DS] S aygıt elek, {ağız} 1. Öte ik i çenektiler sınıfının düğün çiçeğigiller fa m ilya
beri; şu bu. 2. Ev eşyası. [DS] sından bir tür şakayık, (Peconia carollina). 2. Ge
aygıtmak, [aygı-t-mak ?] {ağız} gçl. f. [-ır] Götür lincik çiçeği. || ayı gibi, iri yarı yapılı olmakla bir
mek. [DS] likte kaba davranışları bulunan; görgüsüz; anla
ayguçı, [ay-mak (hükmetmek; hakan yerine karar y ış sız ^ ayu (ayı) inceği, 1. {eAT} A yı yavrusu. 2.
vermek; söylemek) > ay-ğu-çı] {eT} sf. 1. Söyleyen; Ayı barınağı, ini. || ayı kulağı, {ağız} 1. Ağaçlarda,
hatip; [Gabain] 2. is. Kağan danışmanı veya sözcü balta ile vurularak üst tarafı kesilip alınan ve çatal
sü; hakan adına emir veren; yaver; sözcü; danış kulak hâlinde kalan kısım. 2. Tam yerinde verilen
man; müşavir; akıl veren. [EUTS] [ETY] 3. Kuman cevap. 3. Yufka ekmeğinden bükülerek kaşık gibi
dan. [EUTS] yem ek doldurulan lokma. [DS]|| ayının kırk hikâ
aygur, [aygır / ayğur jj~.T] {eAT} {ağız} is. Aygır; yesi varmış; kırkı da arm ut üstüne, Hep aynı
hikâyeyi anlatanları alaya alm ak için söylenir. || ayı
damızlık erkek at. [DS]
kazana sıçtı, Çok güzel ve uyumlu bir işin kaba ve
aygut, [ay-mak > ay-ğu > ayğu-t oyu.I] {eAT} is. 1. anlayışsız biri tarafından bozulması, berbat edil-
Karşılık; mükâfat. 2. zf. K arşılık olarak; bilm uka mesi. || ayı oynatm ak, Ayıyı yavru iken alıp şart
bele. landırmak suretiyle d e f ve zil eşliğinde gösteri ya p
aygün, [ay+gün] sf. Hem Ay hem de Güneş ile, ilgili tırmak.]| ayı pençesi, bot. A kdeniz bölgesinde yeti
olan. şen yaprakları halk hekimliğinde balgam söktürü-
aykınmak, [ay-km-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Kay cü, p eklik verici ve yaraları iyileştirici olarak kul
mak. [DS] lanılan dikenli ve yü ksek boylu otsu bitkiler; ayı
aykıntı, [ay-km-tı] {ağız} is. Toprak akan yer. [DS] yoncası., (Acanthus).\\ ayı tabanı, bot. 1. Yılan
ayı1, [ay-ı] zf. Pek; çok. [EUTS] [Gabain] yastığıgillerden yaprakları geniş ayalı delikli ve
ayı2, [eT. ad-ığ /ay-ığ > ayı] is. zool. 1. Etçil olmakla derin parçalı, koçan biçiminde etli çiçekli tırmanıcı
beraber bal, meyve ve köklerle beslenen iri yapılı, otsu bir süs bitkisi, (M onstrea deliciosa). 2. Bece
tabanları üzerinde yürüyen, kısa kuyruklu, uzun riksiz. || ayı üzümü, bot. Fundagillerden Karadeniz
burunlu, postu uzun tüylü, 25 -30 yıl kadar yaşayan bölgesinde ormanlardan açılmış alanlarda yetişen
m em eli bir hayvan; kocaoğlan (Ursus arctos). 2. kurutulmuş yaprakları çay yerine kullanılan bir
mec. Kaba, iri yarı ve görgüsüz kimse. 3. ünl. argo. ağaççık; Trabzon çayı; çay üzümü; çay yapraklı
Kabalık yapan birisine kızıldığında söylenen haka Anadolu otu, (Vaccinium aretostaphylos).\\ ayıya
ret ve küfür sözü. 4. {ağız} Topaç. [DS] 5. {ağız} dalanm aktansa çalıyı dolanm ak, Kısa yoldan
nine W H C t S M i. 383 AYI
gidip de tehlike ile karşılaşmaktansa yolu biraz ayıg4, [ay-ık / ay-ığ ğT] {eT} {eAT} sf. Ayık; aklı
daha uzatarak tehlikesizce işi halletmek.\\ ayıya başında. [ETY]
kaval çalmak, Anlamayan aptal birine anlatmak
ayıgiller, [ayı-gil-ler] is. zool. Tabanlarına basarak
için dil dökmek. || Ayı yavrusu ile oynamak, Güç
yürüyen, hantal görünmelerine rağmen çevik, iri
bakımından kendisinden çok daha aşağı durumda
yapılı, kalın ve uzun tüylü postu olan memeli hay
olanlarla güç denemesine kalkışmak; ezmek. || ayıyı
vanlar familyası, (Ursidiae).
vurmadan postunu satm ak, Ele geçm emiş bir şey
ayıglamak, [ayığ-la-mak] {eT} g ç l.f. [-r] Kötülemek.
için hayaller kurarak hesapyapm ak.\\ ayı yoncası,
[EUTS]
bot. Akdeniz bölgesinde yetişen, yaprakları halk
ayıgma, [ay-mak (hükmetmek; hakan yerine karar
hekimliğinde balgam söktürücü, p eklik verici ve
vermek; söylemek) > ay-ığ-ma] {eT} is. Kağan da
yaraları iyileştirici olarak kullanılan, dikenli ve
nışmanı veya sözcüsü; hakan adına emir veren;
yüksek boylu otsu bitkiler; ayı pençesi, (Acanthus).
sözcü. [ETY]
Ayı, [ayı] is. g ök b. Kuzey gök kutbu yakınında ül
ayığ, [ay-ığ] {eT} is. Ayı [Mühennâ]
kemizden her zaman görünebilen iki ayrı takım
ayık1, [ay-mak > ay-ık] {eT} sf. 1. Vaat; söz verme.
yıldızın (Büyük Ayı, K üçük Ayı) adı; (Ursa major,
[DLT] 2. Nezir; adak. [Gabain]
Ursa minor).
ayıb, [Ar. ‘ayb => ayıb] {eAT} is. Kusur; eksiklik; ayık2, -ğı [eT ad-m ak > (kendine gelmek) > ad-ığ >
çirkinlik. S ayıblardan arulıg ila anmak, {eATj ay-ık jjiT] sf. 1. Aklı başında, bilinci yerinde olan.
Kusurlardan tenzih ve teşbih etmek. {eT} {eAT} {ağız} (aym) [Mühennâ] [DS] 2. mec. A -
ayıbacağı, [ayı+baca(k)-ı] is. dnz. Çift yelkenlerden çıkgöz, uyanık, zeki; anlayışlı, {ağız} (aym) [DS] 3.
birini sağdan birini de soldan kullanma biçimi, zf. Bilinci yerinde olarak. 0 ayık kafayla, Bilinci
ayıbalağı, [ayı + bala(k)-ı / Yun. arkopallakon (ayı yerinde olarak; sarhoş olmadan; ayıkken.\\ ayık
yavrusu, sözcüğünün tercümesi)~\ is. İri ve hantal olm ak, {eAT} Uyanık bulunmak.\\ ayık oyuk {eAT}
adam. 1. İşsiz güçsüz; bomboş. 2. Bostan korkuluğu gibi.
ayıboğan, [ayı+boğ-an] sf. 1. Dev gibi iri yarı. 2. is. ayıkdırmak, [ay-ık-dır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] A yılt
Bir armut çeşidi, mak; uyandırmak; gözünü açmak. [DS]
ayıblamak, [ayıb-la-mak] {eAT} gçl. f. [-r] Ayıpla ayıkla, [ayık-la] {eAT} zf. A yık iken,
mak; alaya almak, ayıklama, [ay-ık-la-ma] is. 1. Ayıklam ak işi. 2. Ge
ayıblanmak, [ayıb-la-n-mak] {eAT} ed il.f. [-ur] K ı reksiz ve zararlı olanları çıkarıp atma; temizleme.
nanmak; ayıplanmak, ayıklam ak1, [ay-ık-la-mak] gçl. f. [-r] f-l(ı) -yor] 1.
ayıblanmış, [ayıb-la-n-mış] {eAT} sf. 1. Kınanmış. 2. Bir şeyin gereksiz ve zararlı olan parçalarını veya
Hakarete uğramış, içinde bulunmaması gereken yabancı unsurları çı
ayıblayıcı, [ayıb-la-y-ıcı] {eAT} sf. Başkasının kusur karıp atmak; ayırtlamak; ayıtlamak; ayurtlamak. 2.
larını araştırmayı alışkanlık edinen kimse; ayıpla- Temizlemek. 3. Seçmek. 4. Çözümlemek. 5. {ağız}
yıcı. Soymak. [DS] 6. {ağız} Bir meseleyi incelemek.
ayıbsuz, [ayıb-suz] {eAT} sf. H er türlü eksiklikten a- [DS] S ayıkla pirincin taşını, İşlerin içinden çı
rınmış; kusursuz; noksansız, kılmaz hâle geldiğini anlatm ak için kullanılır.
ayıcı, [ayı-cı] is. 1. A yroynatarak geçim ini sağlayan ayıklamak2, [ayık-la-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] f-l(ı)-
kimse. 2. mec. Görgüsüz; hoyrat; kaba, t? ayıcı yo r] Şaşmak; bilememek; tereddüt etmek; şaşır
mak. [DS]
oyunu, {ağız} folk. B ir kişiyi ayı kılığına sokarak
oynanan köy seyirlik oyunu. [DS] ayıklanma, [ayık-la-n-ma] is. 1. Gereksiz ve zararlı
ayıcılık, -ğı [ayı+cı-lık] is. Ayı yetiştirm e ve oynat unsurlardan kurtulma. 2. Temizlenme. 3. Seçilme.
ma işi ve mesleği, 4. biy. Doğal şartlara uyamayan bireylerin neslinin
bitmesi, en iyi uyum sağlayabilenlerin ise üreyip
ayıdagacı, [Ar. ‘îd + ağac-ı => ayıd ağacı ^LfcTjjl]
neslini devam ettirebilmesi olayı; istifa; seleksiyon.
{eAT} is. bot. -*• ayıt.
ayıklanmak, [ayık-la-n-mak] edil, fi [-ır] Birisi ta
ayıg1, [ad-ığ /ay-ığ] {eT} is. Ayı. [DLT] rafından üzerinde ayıklama işlem inin uygulanması;
ayıg , [ayıg] {eT} ünl. 1. “N e iyi ne kötü” anlamında ayırtlanmak; ayıtlanmak.
kullanılan bir edat. 2. İyilik ve kötülük bildiren ke
ayıklatma, [ayık-la-t-ma] is. A yıklatm ak işi.
limeleri pekiştirmede kullanılan bir edat. [DLT]
ayıklatmak, [ayık-la-t-mak] gçl. fi [ ı r ] Birine ayık
ay 'g \ [ay-ığ / an-ığ / any-ığ] {eT} sf. 1. Kötü, fena;
lam a işini yaptırmak,
fenalık. [EUTS] [ETY] . [Üç İtigsizler] [Gabain] 2.
Çok. [İKPÖy.] 3. Hile. [EUTSJS1 ayıg bilge, Kötü ayıldık, -ğı [ayık-lık] is. 1. A yık olm a durumu; bi-
fikir; hile; fe n a adam. [EUTS]|| ayıg kılınç, Günah; linçlilik. 2. Sarhoşluktan kurtulmuş olma,
kötü hareket. [EUTS] ayıkm ak, [eT. adıg > ayık-mak] {eAT} {ağız} gçsz. fi
AYI D lH Iİİfiü fE S M . >34
{ ‘■ur] 1. Ayılmak; kendine gelmek; uyanmak. 2. ayın, [ay-mak > ay-ın jsî] {eAT} sf. Ayık; uyanık. S
Aklını başına almak. [DS]
ayın b ay ın olm ak, {eAT} {ağız} 1. Şaşıp kalmak;
ayıkulağı, |a \ ırkula(k)-i > ayı+kula(k)-ı] is. bot. 1. şaşkına dönmek; tuhaflaşmak. 2. Acayip şekil al
Çuha çiçeğigillerden sarı çiçekli bir süs bitkisi, mak; yüzünün şekli değişmek. [DS]||
(Primula auricula). 2. Gelincik çiçeği, ayınç, [ay-mç] {eT} is. Korku. [EUTS]
ayılam ak, [ay-mak > :ı>-ı-hı-ıruık ) {ağız} gçsz. f. [-r]
ayınçlıg, [ay-ınç-lığ] {eT} sf. Korkulu; korkunç.
j- ltn yor] Düşünmek. [DS] [EUTS]
ayılgan, [ayıl-gan] {ağız} is. Yol üzerinde bulunan bir ayınçsız, [ay-mç-sız] {eTj sf. Korkusuz. [EUTS]
■akarsuyun geçilebilecek sığ, temiz, dar yeri. [DS]
ay ın g a1, [ay-ın-ğa] {eTj zf. Aylarca; her ay, [EUTS]
ayılık, -ğı [ayı-lık] is. 1. Ayı olma hâli. 2. Ayı gibi
ayınga2, [Erme, aymka ?] is. 1. Tütün. 2. Kaçak tü
davranış. 3. rrıec. Kabalık,
tün,
ayılm a, [ay-ıl-ma] is. Ayılmak işi, eylemi ve duru
mu. ayıngacı, [aymga-cı] is. 1. Tütün kaçakçısı, {ağız}
(aynı) [DS] 2. {ağız} Tütün kolcusu. [DS]
ay ılm ak 1-, [ay-ıl-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Baygınlıktan
kurtulmak. 2. Sarhoşluğu geçmek. 3. Uykudan u- ayıngacılık, -ğı [ayıîiga-Cı-lık] is. Kaçak olarak tütün
yanmak. 4. Kendine gelmek. 5. mec. Gerçeği göre yetiştirme, işleme, satma işi ve mesleği, {ağız} (av
rek aklı başına gelmek; uyanmak, S ayılıp b ayıl ın) [DS]
m a k , 1. B aygınlık geçirmek. 2. K riz geçirmek. 3. aym geç, [? aymgeç] {ağız} is. Zakkum ağacı. [DS]
'Histeri krizleri geçirecek derecede birini sevmek. a yınm ak, [ay-m-mâk] {e'T} gçsz. f. [-ur] Korkmak;
ayılm ak2, [ay-mak > ay-ıl-mak] {eT} edil. f. [-ur] sakınmak; çekinmek. [ETY] [EUTS]
Söylenmek'; denilmek, [DLT] ayıp, -b ı [Ar. cayb ^ ^ ] {OsT} is, 1. Küsur ve eksik
ayıltı, |a\-ıl-tı | is. İçkiyi çok içmiş birisinin duyduğu lik. 2. Utanılacak durum. 3» Suç ve cürüm. 4. Şeref
baş ağrısı ve sersemlik; mahmurluk, ve haysiyete aykırı düşen hâl. 5. h u k Bir malın de
ayıltm a, a\ -ıl t-m a| is. Ayıltmak işi. ğerini azaltan kusurlu olma hâli. 6. sf. Uygunsuz;
ayıltm ak, [ây-ıl-t-mak] gçl. f. j-ır] 1. Sarhoş veya ■kötü. 1. Nezakete aykırı. 8. Terbiye dışı. 9. Utanç
baygın birinin kendisine 'gelmesini sağlamak. 2. verici; müstehcen. 10. ünl. “Bundan inanmalısın,
mec. Birinin gerçekleri görmesine yardımcı olmak; yaptığın çök kötü şey” anlamında azarlama sözü.
gözünü açmak; fağız} 'faym), [DS] S ay ıb ın ı a ç m a k , Birimin kasanım., ayıbım ortaya
-ayım . ‘[-a-van / -y-a-van / -y-am / -y-em / -a-y-ln / - dökm ek]] ayıbını ö rtm ek , K uşunum gizlemeye ça
y-a-y-ın / -e-y-in / -y-e-y-in / -a-y-ım / -e-y-im / *-y- lışm ak ve söylemesi gerekirken söylememek. || ayı
a-y-ım / -\ -e-y-im | -{eÂT} çek. <e. -avan. b ın ı y ü zü n e v u rm a k . B ir kişinin kusanım ı çekin
-ay ım 2, | a\ını / eşimi {eT} çek. e. Emir kipi teklik meden yüzüne karşı ’s öylem ek]| ayıp a ra m a k , K u
birinci kişi ekidir, har-ıiyıın (varayitn) sur bulmaya ıığraşmak.\\ ayıp ayıp, zf. 1. M üsteh
-aym , [-â-van / -y-a-van / -y-am / -y-em / -a-y-m / -y- cen b ir hâlde. 2. Utanılacak bir durumda ]\ ayıp
a-y-ın / -e-y-in / -y^e-y-in / -a^y-ıln / -e-y-iıiı / -y^a- 'davası, Â h a m n ayıplı b ir m al dolayısıyla satıcı
y-ını / -y e v irn] {eT} {eAT} ç ek -e. İstek kipi teklik aleyhine açtığı dava]\ ayıp d ü şm ek , Hoş karşı-
birinci kişi ekidir, bir-eyin fvereyim) -*• -avan. lamrnımıik. ayıp etm ek, 1. Nezaket, dışı, hoş kıirşı-
a y ın '. [Ar. ‘ayn ‘ i {OsT} is. Gırtlaktan çıkan kalın ve lanmayan bir harekette bulunmak. 2. fağızj Kusur
işlem ek [DS]|j ay ıp k a çm a k , Hoş karşılanmamak,
sürtünmeli bir sesle söylenen Arap alfabesinin on
uygunsuz olmak, || ayıp koşm ak, Birine kusur bul
sekizinci harfi M . S ayın kayın, {ağız} Sıkı fıkı. mak; kusurlu olduğunu söylemek.\\ ayıp olm ak,
{DS] || ayın kuyun etm ek, {ağız} Ayıplamak. [DS]|j H oş olmamak]] ayıp sallam ak , argo. Uygunsuz bir
ayılıları çatlatm ak , A ra p ça ’dan dilimize girmiş ka reket yapmak]] ayıp saym ak, 1, H oş karşılama
içinde ayın geçen kelimeleri söylerken aslındaki mak, 2. Kusur saymak]] a y ıp tır söylemesi, 1. Bunu
gibi gırtlaktan telaffuz etmek. || aym oyun, {ağızj burada açiklam ak Uygun düşmez, 2. Söylersek
H ite; desise; oyun; entrika. 2. B ozuk düzen; karı övünm üş gibi oluruz. || ayıp y ap m ak , Nezaket dışı,
şık. 3. Oliır olmaz; baştan savma; gelişigüzel. 4. A- hoş karşılanmayan bir harekette bulunmak]] ayıp
cctyip. 5, Öteberi; ufak tefek şeyler. [DS]|| aym yerler-, insan vücudunda mahrem olan yerler.
oyuncu, {ağız} Hileci; dalavereci; düzenci. ![DS]|| ay ıp lam a, :[ayıp-la-ma] is. Ayıplamak işi.
aym oyun etm ek, {ağız} 1. Döküp saçmak; te ie f
ay ıp lam ak , [ayrp-la-mak] gçl, f, j r j [ in ) y o r] 1. Bir
etmek; çar çur etmek. 2 . işe yaram az duruma g e
hareketin, bir sözün ve durumun yakışıksız, kusur
tirmek; bozmak. 3, D alavere yapmak; aldatm ak 4.
lu veya çirkin öldüğünü çeşitli şekillerde belirtmek.
K aşla göz arasında y o k edivermek. 5. Acayip kılığa
2, 'Suçlamak. 3-. Kusurlu bulmak, 4. Kınamak. 5.
sokmak. [DS]|| aym oyun olm ak, {ağızj 1. eğlence
Beğenmemek,
konusu olmak; oyuncak gibi olmak. 2 . ‘Ç ar çur ol
mak. [DS] ay ıp lan m a, [ayıp-la-tı-ma] is. Ayıplanmak durumu.
I H 1 1 K S sM!»385 AYI
ayıplanmak, [ayıp-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Kötü, yer almak. 6. Ayrı tutmak; fark gözetmek; ayrım
kusurlu görülmek. 2. Suçlanmak, yapmak. {eAT} (aym) 7. Darıltmak; aralarını açmak.
ayıplayıcı, [ayıp-la-y-ıcı] sf. K usur bulucu, suçlayıcı, 8. Bir amaçla kullanmak veya birinin istifadesine
ayıplı, [ayıblu / ayıp-lı] sf. Ayıbı olan; utanılacak bir sunmak; tahsis etmek. 9. Saklamak; alıkoymak;
hâli bulunan; kusurlu, biriktirmek. {eAT} (aym) 10. Aradaki farkı görebil
mek, benzer nitelikleri sezebilmek. 11. Kavga veya
ayıplıca, [ayıbluca > ayıp-lı-ca] sf. Ayıplı sayılabilir,
dövüşe engel olmak. 12. Birbirinden ayrı olarak de
ayıplık, -ğı [ayıp-lık] {ağız} is. Utanma duygusu; ha
ğerlendirmek. 13. Birbirine bağlı olarak çalışan
ya. [DS]
makinenin iki öğesinin birbiri ile hareket ilişkisini
ayıpsam ak, [ayıp-sa-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-s(ı)-
kesmek; uzaklaştırmak {eAT} (aynı) 14. Elektrikle
yor] Ayıplamak. [DS]
ilgili bir devrenin bağlantısını kaldırmak, fi1 ayır
ayıpsınm ak, [ayıp-sı-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-r] 1.
bayır etmek, {ağız} Parçalara ayırmak; parçala
Ayıp saymak; ayıplamak. 2. Utanmak. [DS]
mak. [DS]
ayıpsız, [ayıp-sız] sf. Hiçbir ayıbı olmayan; kusur
ayırt, [eT adırt > ayır-t] is. 1. Bir niteliği oluşturan
suz. özellik; vasıf. 2. Birbirinden ayırma; tefrik. 3. {eAT}
ayıraç, -cı [ayır-mak > ayır-aç] is. kim. Belirli mad Ayrım; fark. 4. {ağız} Süzgeç; kevgir. [DS] ayırt
delerle girdikleri tepkim eler sonucu belli olduğun edici, B ir şeyi veya bir kişiyi benzerleri arasından
dan herhangi bir maddenin cinsini tepkime yoluyla ayırmaya yarayan özellik; mümeyyiz,|] ayırt edil
tespit etmeye yarayan kim yasal madde; miyar, mek, Belirleyici özellikleri anlaşılmak; ayırtlan-
ayıran, [ayır-an] sf. fız. Işığı yalın öğelerine ayırma mak. || ayırt etmek, B ir nesneyi fa rklı kılan nitelik
özelliği taşıyan, leri ile benzerleri arasından tanıyıp seçebilmek;
ayırdılanmak, [ayır-d-ıl-an-mak {eAT} tefrik etmek; temyiz etmek. || ayırt eylemek, {eAT}
dönşl. f. [-ur] Ayıklanmak; ayırtlanmak. Fark gözetmek; ayrım yapmak. || ayırt gayırt, {ağız}
ayırdım, [ayır-(t)-ım] {ağız} is. 1. Y olun ikiye ayrıl- Ayrı gayrı. [DS]
. dığı yer; kavşak. 2. Suyun taksim yeri. [DS] ayırtı, [ayır-t-ı] is. 1. Benzerleri arasındaki çok ince
ayırıcı, [ayır-ıcı] sf. 1. A yırm a özelliği ve ayırma fark; nüans. 2. tiy. Konuşmalarda ana düşünceyi ta
gücü bulunan. 2. Bir şeyi tanımaya, benzerleri ara mamlayan cümle.
sından ayırmaya yarayan. 3. Sanayide birbirine ka ayırtlamak, [eT. adırt-la-mak > ayırt-la-mak
rışmış maddeleri ayırmaya yarayan düzenek. 4. {ağız} g ç l.f. [-r] 1. {eAT} Ayırıp çıkarmak; seçmek.
Akümülatörlerde kurşun levhaların araşma yerleşti 2. A yırt etmek; çözümlemek. 3. Temizlemek; ayık
rilen ince yalıtkan, lamak. [DS] 4. {eAT} Fark gözetmek; ayrım yap
ayırım, [ayır-ım / ay-r-ım] is. 1. A yırm ak işi; tefrik. mak. 5. {eAT} Açıklamak; beyan etmek. 6. {eAT}
2. Birbirine karıştırm ama eylemi. 3. Farklı dav (Saç, sakal için) taramak. S ayırtlayu hükm ey
ranma. 4. Kişiler ve nesneler arasında karışmayı lemek, {eAT} Haklıyı haksızdan ayırt edip kararını
önleyen belirtiler; işaretler; fark. 5. Uzun yazılarda vermek.
bölümlerle ayrılan parçalardan her biri; fasıl. S a- ayırtlanmak, [ayır-t-la-n-mak {eAT} edil. f .
yırım yapmak, 1. F ark gözetmek. 2. E şit davran
[-ur] 1. Ayrılmak; tefrik edilmek; seçilmek. 2. A-
mamak.
yıklanmak; temizlenmek,
ayırma, [ayır-ma] is. 1. A yırm ak işlemi ve eylemi. 2.
ayırtlaşm ak, [ayır-t-la-ş-mak {eAT} işteş, f
Uzaklaştırma. 3. B ir niteliği seçme. 4. kim. Bir ka
rışım veya bileşikten bileşenin birini veya birkaçını [-ur] Ayrılmak,
açığa çıkarma. 5. Sanayi ham maddelerini fiziksel ayırtma, [ayır-t-ma] is. Ayırtm ak işi.
veya kimyasal özelliklerine göre sınıflandırma. S ayırtmaç, -cı [ayır-t-maç] {ağız} is. Yolun ikiye
ayırma gücü, B ir optik aletin birbirine yakın iki ayrıldığı yer; kavşak. [DS]
noktayı ayırt edebilme gücü.|| ayırma sınırı, Bir ayırtmak, [ayır-t-mak] g ç l.f. [ ı r ] 1. Ayırm a işini bir
gözlem aletiyle ayrı ayrı gözlemlenebilen iki nokta başkasına yaptırmak. 2. Tutmak; kiralamak; rezer
arasındaki en küçük aralık. vasyon yapmak; yer tutmak; peylemek,
ayırmaç, -cı [ayır-maç] is. Bir şeyi benzerlerinden ayırtman, [ayır-t-man] is. Sınavlarda soruları hazır
ayırt edici özellik; farika, layan, sınavı yapan ve cevapları değerlendiren öğ
ayırmak, [eT ad-ır-m ak > ayır-mak] gçl. f. [ ı r ] 1. retmen; mümeyyiz,
Bir bütün veya bütün sayılan şeyi bölmek, parça ayırtmanlık, -ğı [ayır-t-man-lık] is. Ayırtmanın yap
lamak; parçalara bölmek. {eAT} (aym) 2. Birbirin tığı iş ve görev; mümeyyizlik,
den uzaklaştırmak. {eAT} (aym) 3. Bütünü parçadan ayısıt, [ayi-z-ıt > ayısıt > ayzıt] {eT} is. Yaratıcı; ay-
yoksun bırakmak; koparmak; parçalamak {eAT} zıt.
(aym) 4. {eAT} Yarmak; ikiye bölmek. 5. Arasında ayıt1, -di [Ar. ‘îd > ayıd / ayıt / hayıt] is. bot. M ine
AYI ü ff in rıiK s o m . ass
çiçeğigillerden, Akdeniz bölgesi ile A nadolu’da kudemâ, 'OsTj Eskilerin yolu, usulü. || âyîn-i ru-
bol m iktarda yetişen, beyaz veya mavimsi çiçekli hânî, {OsT} Kiliselerde yapılan dinî tören.|| âyîn-i
el şeklinde yaprakları olan, halk hekim liğinde gaz selâtin-pîşî üzre, {OsT} E ski padişahların koyduğu
söktürücü ve idrar artırıcı, yatıştırıcı; tohumları kanun ve uyguladıkları nizama, usule göre. || âyîn-i
şehveti giderici olarak kullanılan, dallarından sepet şerîf, {OsT} tasvf. Mevlevihanelerde, ayinhanların
örülen çalı görünümünde ağaç; hayıt; Y emen saf söyledikleri ilahiler. || âyîn-perestî, A lçak gönüllü
ranı; beşparmak ağacı, (Vvitex agnus-castus). lükle edilen hizmet.
ayıt2, [ay-ıt] {eT} is. Öğüt; vaaz. [EUTS] ayine, [Far. âyine aiJ ] (a.yine) {OsT} is. 1. Ayna. 2.
ayıt3, -dı [ay-ıt] {ağız} is. Ayırt. [DS] S ayıt beyit
mec. B ir nesneyi veya durumu yansıtan. 0 âyine-
olmak, {ağız} Şaşkına dönmek; ayın bayın olmak.
dân, {OsT} Ayna koruyucusu.|| âyine-dâr, {OsT} 1.
[DS]
Ayna tutan. 2. Berber.]| âyine-den, {OsT} Ayna ko-
ayıtgan, [ay-ıt-ğan] {eT} sf. Soran. [DLT]
ruyucusu.|| âyine-efrüz, {OsT} A yna cilası.\\ âyine-
ayıtgu, [ay-ıt-ğu] {eT} is. Soru.
fürüz, {OsT} Ayna cilası.\\ âyine-i âb, {OsT} Suyun
ayıtlamak, [ay-ıt-la-mak j*-tol] {eAT} {ağız} g ç l . f [- p a rla k yü zü.|| âyine-i âlem -nümâ, {OsT} İsken
r] [l(ı)-yor] 1. Ayıklamak; seçmek; temizlemek. 2. der ’in, İskenderiye ’de kurdurttuğu ve çok uzakları
Çapalamak. [DS] gösterdiği söylenen ayna.|| âyine-i âsumân, {OsT}
ayıtlanmak, [ay-ıt-la-n-mak "fcl] {eAT} e d il.f. [- Güneş.|| âyine-i billur, {OsT} K utsal ayna.|| âyine-i
celal, {OsT} Büyüklüğü aksettiren nesne. || âyine-i
ur] -*■ ayırtlanmak.
çîn, {OsT} Cilalı madenden yapılm ış ayna. || âyine-i
ayıtm ak1, [ay-mak (anlatmak) > ay-ıt-m ak / ay-t-
devrân, {OsT} K ader çarkı.|| âyine-i in ’itâf, {OsT}
m ak / ey-it-m ek {eT} {eAT} gçl. f. [-ır] 1. B ir nesnenin aksedip göründüğü ayna. || âyine-i
Sormak. [Üç İtigsizler] [İKPÖy.] [ETY] [DLT] [Gabain] pür-tâb, {OsTj Parlak ayna. | âyine-i pür-tâb-ı
2. Söylemek; demek; konuşmak. [Yüknekî] [ETY] mücellâ, {OsT} Cilalı parla k ayna. I âyine-i vic
DLT] 3. {ağız} Anlatmak; nakletmek. [DS] 4. {ağız} dan, {OsTj Vicdanın aynası.|| âyine-i zânu, {OsTj
T ürkü söylemek. [DS] D iz kapağı. || âyine-rü, {OsT} Yüzü ayna gibi parla
ayıtmak2, [eT. ad-ıt-m ak > ay-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [- yan.,|| âyine-sâz, {OsT} Aynacı.\\ âyine-veş, {OsT}
ır] Ayıklamak; seçmek; temizlemek. [DS] A yna gibi,|| âyine-zedây, {OsT} A yna cilası.\\ âyi-
ayıtmak3, [ay-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Beyazlat ne-zidây, {OsT} A yna silici.
mak; parlatmak. [DS] ayise, [Ar. âyise a- o.T] (a:yise) {OsT} is. Adetten kesi
-ayız, [-ayuz / -eyüz / -ayız / -eyiz] {eAT} çek. e. -* -
len kadın; m enapoza giren kadın,
ayuz.
ayisıt, [ayisıt / ayzıt] {eT} is. Yaratıcı,
ayi, [ayi] {eT} is. 1. Gerçek. 2. Yaratma. 3. Yaratıcı
kudret. ayiş, [Ar. ‘âyiş / 'âyişe / *£;>] (a:yiş) {OsT} sf.
1. Yaşayan. 2. R ahat yaşayan.
ayib, [Ar. âyib / â’ib ı_*J] (a:yib) {OsT} sf. 1. Geri
ayişne, [Far. âyişne a^ T] (a.yişne) {OsT} is. 1. Ca
dönen. 2. Dönüp çekilen,
sus. 2. Dalkavuk,
ayid, [Ar. 'ây id / ‘â’id Jo.U] (a:yid) {OsT} is. aid.
ayişte, [Far. âyişe -^.T ] (a:yişte) {OsT} is. 1. Casus.
ayij, [Far. âyij jj.T] (a.yij) {OsT} is. Kıvılcım,
2. Dalkavuk.
ayijek, [Far. âyijek J^.T] (a.yijek) {OsT} is. Kıvılcım, ayiştene, [Far. âyiştene a^ . T ] (a.yiştene) {OsT} is. 1.
ayil, [Ar. ‘âyil / ‘âyile aLU / JjU ] (a.yil) {OsT} sf. 1. Casus. 2. Dalkavuk,
Ailesini besleyen; ailesine bakan. 2. Kalabalık aile ayka, [Sırp, âyka / hây-ka [TİETZE]] {ağız} is. Sürek
si olan. 3. Yoksul. 4. (Terazi için) dengesiz. 5. A şı avı. [DS]
rı. aykaklık, [Çağ. ayğa (kovucu) > aykak-lık jJali.T]
ayin, [Far. âyin juT] (a:yi:n) {OsT} is. 1. Töre; âdet. {eAT} is. Kovuculuk; münafıklık,
2. Usul; tarz. 3. Dinî tören. 4. Bir mezhebin kendi ayke, [Ar. ‘ayke {OsTj is. Sık koruluk,
ne özgü töreni. 5. Tekkelerde, belli günlerde, ge
aykevi, [Ar. ‘aykevı (aykevi:) {OsT} sf. Or
nellikle musiki eşliğinde yapılan zikir, tören. 6.
folk. Amacı gizli bir gücü belirli bir eyleme yönel manla ilgili,
tebilm ek için yapılan büyü. 7. {eAT} Süs eşyası; aykı, [ay-kı] {eT} sf. Aylık; b ir aylık. [EUTS]
ziynet. S âyîn-hvân, {OsT} tasvf. Tekkelerde ayin aykıncak, -ğı [ay-km-cak] {ağız} is. Kızak. [DS]
okuyan.|| âyîn-i cem (Cemşîd), {OsT} 1. tasvf. Bir aykınm ak, [ay-km-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. Çı
tarikatın üyeleri arasında yapılan tören. 2 . içkili kışmak. 2. K ızakla kaymak. [DS]
toplantı.\\ âyîn-i kadîm, {OsT} tasvf. Mevleviha- aykıntı, [ak-ıntı / ayk-mtı] {ağız} is. Çam sakızı; re
nelerde ayinhanların okuduğu eski ilahiler.\\ âyîn-i çine. [DS]
Ö l i M M C E S B E b Q li» 3 8 7 AYL
aykır, [aygır] {ağızŞ is. Aygır. [DS] aykırılaşmak, [aykırı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] A ykırı
aykırdak, -ğı [ay-kır-da-k] {ağız} is. 1. Semerin yan bir durum kazanmak; aykırı bir hâle gelmek,
ağaçlan. 2. Kalın ve kaba sopa. 3. Dövenin yan a- aykırılık, -ğı [aykırı-lık] is. 1. Aykırı olm a durumu;
ğaçları. 4. Bağ ve çardaklardaki asm a çubukları. 5. muhalefet. 2. Benzeşmezlik; mugayeret.
Üzerine damın oturduğu direkler. [DS] aykırlamak, [aykır(ı)-la-mak] {ağızj dönşl. f. [-r] [-
aykırdakçı, [ay-mak (demek) > ay-kır-da-k-çı] {ağız} l(ı)-yor] 1. Dağın eteğine paralel olarak gitmek. 2.
sf. 1. Sürek ya da tavşan avında avı ürküten. 2. Ara Düz yoldan ayrılarak kestirmeden gitmek. 3. Y an
bozucu; müzevir. [DS] çizmek; kaytarmak; caymak. 4. Kaçmak; uzaklaş
aykırı, [eT âr-mak (dolaşmak) > ar-kur-m ak (çapraz mak. 5. Tarlayı enine boyuna sürmek. 6. Karşı gel
mek; karşılık vermek. 7. Uzanmak; yatmak. 8.
geçmek) > ar-ku-r-ı > aykırı ^ . T ] sf. ve. zf. 1.
Çaprazlama koymak. 9. Önünü kesmek. 10. Y anlış
Çaprazlamasına. 2. Yanlamasına. 3. Yan üstü. 4. yola gitmek. 11. Kıyıdan gitmek. [DS]
Eğri. 5. Ters. 6. Alışılmış biçime zıt olarak. 7. (Kişi aykırlşnm ak, [ayğır-la-n-mak {eAT} dönşl. f
için) huysuz ve aksi. 7. huk. Muhalif. 8. dbl. B ili
[-ur] Aygır tavn takınmak; aygır gibi olmak; ay-
nen kurallara ve düzene uygun olmayan dil verileri.
gırlanmak.
9. {ağız} Yamaç; yan. [DS] 10. {ağız} Şehla. [DS] 11.
aykırm ak, [ay (yans.) > ay-kır-mak] {eTj gçsz. f. [-
{ağız} Karşı. [DS] 12. {ağız} Kestirme yol; düz yol.
ır] 1. Haykırmak. [Gabain] [EUTS] 2. {ağızj D eğir
[DS] 13. {ağızj Kağnıda önden arkaya doğru uzatı
men zahiresiz kalmak; boşa dönmek. [DS] 3. {ağızj
lan sırık. [DS] fi1 aykırı çıkmak, 1. Yolunu kesmek.
U zanmak; yatmak. [DS] 4. {ağız} V um ıak istemek.
2. Karşısına çıkmak. || aykırı doğrular, Ayrı düz [DS]
lemlerde yer alıp birbirini kesmeyen ve para lel ol
aykırt, [ay-kır-t oyü.l] {eAT} sf. Eğri; çapraz. S
mayan doğrular.\\ aykırı doykuru, {ağızj 1. Eğri
büğrü; gelişigüzel; düzensiz. 2. Tarla y a da bağla aykırt duykurt, {eAT} Eğri büğrü.
rın enine ve boyuna sürülmüş hâli. 3. Yalan dolan; aykırtıcı, [aykır-t-ıcı] {ağız} sf. 1. Yanıltıcı. 2. K ışkır
yalan yanlış; dolambaçlı. [DS]|| aykırı doykuru laf tıcı. 3. Söz getirip götüren. [DS]
etmek, {ağızj Yersiz ve asılsız konuşmak. [DS]|| ay aykırtmak, [aykır-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Yoldan
kırı durmak, 1. Göğüs germek. 2. M aruz kalmak. || çıkarmak; saptırmak. [DS]
aykırı düşmek, Uygun gelmemek; ters düşmek. || aykur, [ay -k u r/ ay-ğur {eATj is. Aygır.
aykırı gelmek, {ağızj 1. Karşı koymak; itiraz et ayla1, [ay-la-malc (dönmek, dolanmak) > ay-la] is. 1.
mek. 2. Karşısına çıkmak. 3. Önüne gerilmek. [DS]|| Çeviren, dolanan, kuşatan. 2. A y ’ın ve bazı yıldız
aykırı gitmek, 1. Ters yöne gitmek. 2. Zıtlaşmak. ların çevresinde görülen ışık dairesi; ay ağılı; hâle.
3. Belli bir yoldan ve usulden sapmak. 4. {ağızj 3. Diğer dinlerde özellikle Hıristiyanlıkta bazı kut
Kestirme yoldan gitmek; düz yoldan ayrılmak. sal kişilerin resimleri yapılırken başının etrafında
[DS]|| aykırı inm ek, {eATj Yol kesmek; önüne çık gösterilen ışıklı çevre.
mak.|| aykırı olmak, Ters, zıt olmak.|| aykırı kat ayla2, [ay+ile > ayla aLT] {eATj zf. Ay hesabıyla;
manlaşma, jeol. Yer tabakalarının düzensiz bir
aylık olarak.
şekilde üst üste gelmesi.\\ aykırı roman, ed. R o
aylak1, -ğı [ay-la-mak (dönmek, boş gezmek) > ay-la-
mandaki olay, kahraman ve ruh tahlilleri gibi ge
k il / jM ] sf. ve zf. 1. İşsiz güçsüz, boş
leneksel öğelere yer verilmeden alışılmış romana
tepki olarak insanoğlunun kavrayış ve yorum u dı gezen; avare; {eAT} (aym). 2. Sabit bir işi ve m esle
şında saçma bir dünyayı ele alan yeni roman anla ği olmayan; boşta gezer. 3. İşe yaramaz; kalp. 4.
yışı; antiroman.\\ aykırı seyir, dnz. Birbirine zıt {eATj {ağızj Bedava; parasız; ücretsiz. [DS] S ay
yönlerde seyretmek. || aykırı uyku, Beden kasları lak aylak gezmek, Çalışmadan bomboş dolaşmak;
uyku hâlinde olmasına rağmen rüya durumunda tembellik etmek.\\ aylak aylak oturm ak, Çalışma
yıp boş durmak; tembel tem belyatm ak.\\ aylak ça
beynin fa a l olması hâli; paradoksal uyku. || aykırı
dırı, {eATj Nöbetçi, bekçi vb. çadırı. || aylak dur
varmak, Karşı koymak. || aykırı yel, {ağız} Kuzey
mak, {ağız} Karşılıksız, bedava hizmet etmek. [DS]||
batıdan esen yel. [DS]|| aykırı yol, {ağızj 1. Zirveye
aylak iletmek, {eAT} Boş yere harcamak; boşuna
yandan dolaşarak çıkan yol. 2. Kestirm e yol. [DS]
geçirmek.\\ aylak olmak, Yapacak bir iş bulama
aykırılam a, [aykırı-la-ma] is. Aykırılam ak işi. mak; boş durmak.|| aylakta kalmak, {ağız} 1 . İşsiz
aykırılam ak, [aykırı-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] kalmak; boş kalmak. 2. Boşlukta kalıyormuş gibi
1. Dikey olarak gelmek. 2. {ağızj Bilinen yoldan olmak. [DS]
aynlarak kestirmeden gitmek. [DS] 3. {ağızj Bir aylak2, -ğı [ay-la-k] {ağızj is. Bir aylığına tutulan işçi
şeyi konulacak yere paralelden başka biçimde koy ya da hizmetçi. [DS]
mak. [DS] aylak3, -ğı [ay-la-k] {ağızj sf. 1. Açık; belli; aşikâr. 2.
aykırılaşm a, [aykm-la-ş-ma] is. A ykın bir hâl alma. Yalnız; tek. [DS]
AYL 0IÜMIÜ1ISS0M.388
aylak4, [aylak?] {ağız} zf. Geniş zamanın üçüncü kıl yürütmede veya tartışmada dönüp dolaşıp aym
teklik kişi sonuna getirilerek "-ir, -mez" anlamlı yere gelmek; işin içinden çıkamama; döngü; kısır
zarf fiil yapar. Gelir aylak (gelir gelmez). [DS] döngü.
aylakçı, [aylak-çı is. 1. Sürekli bir işi olm a aylanm ak1, [ay-la-n-mak ^^>.1] dönşl. f. [ ı r ] [eT,
yan, iş buldukça çalışan kişi. 2. Çok az bir ücretle eA T -ar] 1. B ir şeyin çevresinde tam bir devir yap
veya sadece kam ını doyurma karşılığında çalışan mak; dönmek; devretmek; dolaşmak; gezmek; {eT}
işçi. 3. B ir zorlama ve mecburiyet olmamasına {eAT} {18.yy.} {ağız} (aynı). [Nevâyî] [DS] 2. {ağız}
rağmen hiçbir ücret almadan, bir menfaat sağlama gnşl. Dışarı çıkarak biraz dolaşmak. [DS] 3. Dönüp
dan çalışan işçi. 4. İmparatorluk döneminde, do dolaşıp aynı yere gelmek. 4. {eT} Benzemek. [Ne
nanm a sefere çıktığı zaman geçici olarak alman vâyî] 5. {ağız} (Kuş için) döne döne uçmak. [DS] 6.
ücretli asker. 5. {eAT} {ağız} gnşl. Hizmetçi; işçi. {ağız} Yolda, işte ağır aksak ilerlemek. [DS]
[DS] 6. {ağız} İş sahibinin ve aile başkanm ın ücret aylanm ak2, [ay-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Ay
siz yardımcısı. [DS] 7. {ağız} sf. Asalak; beleşçi. ışığında durmak; ay ışığında kalmak. [DS]
[DS] 8. {ağız} Avcıların ağırlığım taşıyan tüfeksiz aylı, [ay-lı] sf. 1. Üzerinde hilal resm i bulunan. 2.
avcı. [DS] (Gece, gökyüzü vb. için) ay ışığı olan; mehtaplı. 3.
aylakçılık, -ğı [ay-la-k-çı-lık] is. 1. Aylakçı olm a du Aylık süresi olan. 4. {eAT} Gebe; hamile. S aylı
rumu. 2. Aylakçı olanın niteliği, günlü, {ağızj (Kadın için) doğum yapm ası yakın
aylaklık, [ay-la-lc-lık] is. 1. A ylak olm a durumu; a- olan; gebe. [DS]
varelik. 2. Aylak olanın niteliği. S aylaklık et aylıg, [ay-lığ] {eTj sf. (Belirtilen miktarda) aylık; ...
m ek, 1. Boş oturmak; çalışmamak. 2. Tembellik et aylık. [ETY]
mek, 3. İşi olmadığı için veya çalışmak istemediği aylık, -ğı [ay-lık] is. 1. Devlet m em urlarına veya bir
için boş gezmek; avarelik etmek. işte sürekli olarak çalışanlara emekleri karşılığı
aylaktan, [aylak-tan] {ağız} zf. Bedavadan; beleşten. veya bir kadroya dayalı olarak her ay ödenen ücret;
[DS] maaş. 2. sf. (Para, ücret, kira, faiz vb. için) her ay
aylama, [ay-la-ma] is. 1. A ylamak işi. 2. mim. Bir hesaplanarak ödenen. 3. (Gazete, dergi vb. için) her
kemerin veya tonozun içbükey yüzeyi. S aylama ay çıkan, basılan veya yayınlanan. 4. (Süre, zaman
su, Girdap. dilimi olarak) o kadar ay tutarında olan; ay hesa
aylam ak1, [ay-la-mak] gçl. f [-r] [-l(ı)-yor] 1. D ön bıyla. {eATj (aym) 5. Ayda bir kere olan; ayda bir
mek. 2. {ağız} Devam etmek, sürdürmek. [DS] 3. görülen. 6. (Çocuk, yavru, vb. canlı için) belirtilen
{ağız} Sözü uzatmak. [DS] 4. {ağız} Beklemek. [DS] m iktardaki aydan beri var olan. <3 aylığa geçmek,
aylamak2, [ay-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] {ağız} 1. Gündelik, haftalık veya aylık ücret ile veya geçi
B ir aylık süreyi geçirmek. [DS] ci olarak çalışırken aylı almaya başlamak. 2. H er
aylan, [ay-la-n] {ağız} is. 1. Açıklık; alan; meydan. 2. ay p a ra alacak şekilde bir iş bulabilmek.\\ aylık
Kuyudan su çekmekte kullanılan hayvanın yürüdü almak, Çalışmaları karşılığında bir ay tutarında
ğü yol. 3. Tarla sulamakta kullanılan kuyu. [DS] ücret almak; maaş almak. || aylık bağlanm ak, B i
rine çalışmaları veya hizmeti karşılığında her ay
aylanç, [ay-la-n-mak > ay-la-n-ç / ay-la-nç] {ağız} is.
ücret verilm esi kararlaştırılmak; maaş bağlamak.\\
Viraj. [DS]
aylık verm ek, B ir aylık çalışması karşılığında üc
aylandırm ak1, [ay-la-n-dır-mak jjjj-d jl] gçl. f [-ır] ret ödemek.
[eAT. -ur] Etrafı gezdirmek; çevrede dolaştırmak. aylıkçı, [ay-lık-çı] is. 1. Çalışmasının karşılığını ay
aylandırmak2, [eğ-le-n-dir-mek / oya-la-n-dır-m ak > lık olarak alan kimse. 2. Geçimini yalnızca aylığa
ay-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] Savsaklamak; gecik bağlamış olan kimse,
tirmek. aylıklı, [ay-lık-lı] sf. 1. (Kişi için) aylık alan; maaşlı.
aylandız, [Endonezya y. d. > Çin. ai-lan-to (gök a- 2. (İş için) ödemeleri aylıkla karşılanan. 3. (İş, alış
ğacı)\ is. bot. Sedef otugillerden, ana vatanı Çin veriş, kira vb. için) ödemesi aydan aya yapılan.
olan, çabuk yetiştiği için gölge ağacı olarak yetişti aylıncak, -ğı [ay-lın-cak?] {ağız} is. Salıncak. [DS]
rilen, kökleri çok kötü kokan bir ağaç; kokar ağaç;
aylok, [aylâ (öyle) + ok (pekiştirme edatı)] {eT} zf.
osuruk ağacı, (Ailanthus glandulosa).
Öyle. [DLT]
aylandurmak, [ay-la-n-dur-mak] {eAT} gçl. f. [-ur]
aym a1, [ay-ma] {ağızj is. Avuç. [DS]
D olaştırmak; çevrede gezdirmek,
ayma2, [ay-ma] {ağızj is. Takm a isim; lakap. [DS]
aylangıç, [ay-la-n-gıç] {ağız} is. Pervane. [DS]
ayma3, [ay-ma] is. Gerçekleri görme, kendine gelme;
aylanlamak, [ay-la-n-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-
ayıkma.
yor] 1. Yalnız kalmak; ayrılmak. 2. Y an çizmek;
dolanıvermek; sıvışmak. 3. Yoldan sapmak. [DS] aym aç1, [ay-maç] {ağızj is. Yağda kızartılmış ekmek
ufağı. [DS]
aylanma, [ay-la-n-ma] is. 1. Aylanmak işi. 2. Bir a
Oİ10 IM JE SoZlıÜK. 389 AYN
aymaç2, [ay-ma-ç] (ağızj- sf. Karışık; dökük saçık. bet, {OsT} Yapılacak olan işlerin tam kendisi.||
[DS] ayn-ı keramet, {OsTj 1. Kerametin kendisi. 2. P ey
aymak1, [ay-mak ^ I] gçsz. f. [-a r] 1. Ayılmak; ken gamberlere yakışır yolda; keram et gibi.|| ayn-ı
mazmün, {OsT} huk. Kusur olsun olmasın, m utlak
dine gelmek; {eAT} {ağız} (aym). [DS] 2. Dalgınlık
tazmini gereken ayn,\| ayn-ı mevkuf, {OsT} huk.
tan sıyrılmak. 3. Kendine gelmek; uyanmak. 4. A l
Vakfolunan şey. |j ayn-ı mürekkep, {OsT} zool. 1.
datıldığının sonradan farkına varmak. 5. mec. Ger
Petek göz. 2. Birleşik göz.\\ ayn-ı vâhid, {OsTj Tek
çeği anlamak. 6. {ağızj Caymak; vazgeçmek. [DS]
gözlü.|| aynü’d-devle, {OsT} Devletin gözü (hü
7. /ağızj Pişman olmak. [DS]
küm dar unvanı). || aynü’l-bakar, {OsT} 1. bot.
aymak2, [ay-mak] gçl. f. [-ar] 1. A yıltmak. 2. Sar
Öküz gözü denilen papatya çeşidi; arnika, (Chry
hoşluğunu gidermek. 3. Uzaklaştırmak; defetmek.
santhemum leucanthemum). 2. min. Damarlı akik.||
aymak3, [ay-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Anlatmak; açık ayn’ül-hayat, {OsTj H ayat çeşmesi; abıhayat.||
lamak; söylemek; konuşmak; haber vermek; belirt aynii’l-hirr, {OsT} K edi gözü denilen kıymetli taş.||
mek; tasvir etmek; demek; takdim etmek. [ETY] aynü’l-kemâl, {OsT} Kötü bakışı, nazarı bozan
[İKPÖy.] [Gabain] [Yüknekî] [Mühennâ] [DLT] [EUTS]
bakış. || aynü’l-lâme, {OsT} K ötü bakış, kötü na-
B ayu birmek, {eT} Söyleyivermek.
zar.|| aynü’s-sevr {O sTj 1. Boğa gözü. 2. g ö k b.
aymak4, [ay-mak] {ağız} gçl. f. [-a r] Gözetmek; ne Gök kürenin kuzey yarımküresinde bulunan Boğa
zaret etmek. [DS] Burcunun en parlak yıldızı; Taurus. || aynü’ş-şems,
aymak5, [ay-mak] {ağız} gçl. f. [-a r] Parlatmak; a- {OsT} Değerli bir taş.
ğartmak; temizlemek. [DS] ayna1, [Far. âyîne => ayna] is. 1. Işığı yansıtarak ci
aymalamak, [ay-ma-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [~l(ı)~ simlerin görüntüsünü veren arkası sırlı cam; gözgü.
yor] 1. El ile karıştırarak sıvı hâle getirmek. 2. 2. gnşl. Ayna gibi ışığı yansıtan düz yüzey. 3. mec.
Yolmak; tırmalamak. 3. Kabaca okşamak. [DS] Bir olayı veya durumu göz önüne seren, göz önün
aymalık, -ğı [ay-ma-lık] {ağız} is. 1. Bağlardaki bek de canlandıran şey. 4. argo, {ağız} Çok iyi ve mü
çi kulübesi. 2. Ev çatılarında kiremit altı. [DS] kemmel; yolunda; iyi bir hâlde. [DS] 5. Çayır kuş
aymana, [haymana ?] {ağız} sf. Avare; başıboş; ay larını avlamakta kullanılan, dik bir ayak üzerine
lak. [DS] yerleştirilen küçük aynalardan meydana gelmiş av
aymanç, [ay-ma-nç] {eT} is. Çekingenlik; korku. aleti. 6. Müneccimlerin, sihirbazların baktıkları
[EUTS] [Gabain] cam küre. 7. Akıntı ve anaforun birleştiği yerlerde
aymançsız, [ay-ma-nç-sız] {eT} sf. Korkusuz. [EUTS] m eydana gelen su düğümlenmesi. 8. Yatay ve di
aymanmak, [ay-ma-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] key açıları ölçmeye yarayan alet; sextant. 9. Kayık
Korkmak; çekinmek. [EUTS] [Gabain] küreklerinin yassı uç kısmı. 10. Su altını görmeye
aymaz, [ay-mak (ayılmak) > ay-maz] sf. 1. Çevre yarayan dibi camdan kova biçimindeki denizcilik
sinde olup bitenden habersiz. 2. Gerçekleri görüp aracı. 11. Geçme kapılarda kapı kanatları ve kuşak
kendisine kurulan tuzakları sezemeyen; gafil. 3. lar arasında kalan geniş düz levhalar. 12. Marangoz
{ağız} Edepsiz; utanmaz. [DS] araçlarından olan rendenin düz olan tabam. 13. A t
ların diz kapağı. 14. Cuma günü. 15. Karagözcü
aymazlık, -ğı [ay-maz-lık] is. 1. Aymaz olma duru
perdesi. 16. {ağız} Tütün balyalarının düz ve parlak
mu. 2. Aymaz olanın niteliği. 3. Çevresinde olup
yüzü. [DS] 17. {ağız} Ördek avı için özel olarak ha
bitenlerden haberdar olamama ve kurulan tuzakları
zırlanan temiz gölcük. [DS] 18. {ağız} Röntgen;
sezememe; gaflet.
radyoskopi. [DS] 19. {ağız} Tütün kurutmak için
ayn, [Ar. ‘ayn {OsT} is. 1. Göz. 2. Bakış; nazar. özel olarak yapılmış kurutma yeri. [DS] 20. {ağız}
3. Kaynak, pınar. 4. Gözetleme yeri. 5. gnşl. Mal Işıldak. [DS] 21. {ağız} Kayıkların kıç tarafındaki
veya eşya. 6. Kendisi, aslı, tıpkısı. 7. huk. Para dı düz yüzey. [DS] 22. {ağız} Binalarda ön yüz; cephe;
şında edinilmesi mümkün olan maddî, manevi her antre. [DS] 23. argo. sf. Kötü; berbat, fi1 ayna aç
şey. S ayne’l-yakîn, {OsT} 1. D oğrudan gözlem ma, Ormancılıkta ağaç kesiminden önce kesilecek
leme yoluyla elde edilen kesin bilgi. 2. Gözüyle ağaçları işaretleyip damgalamak için balta ile el
görmüş gibi bilmek. 3. zf. K esin olarak, güvenerek. ayası şeklinde kabuk sıyırma; sakar açma. || ayna
II ayn-ı bahıka, {OsT} K ör olan tek göz.|| ayn-ı camı, ik i yüzü de düz, ayna yapım ına elverişli cam
betrâ, 1. Ayın harfinin başı. 2. Hemze. || ayn-ı ha veya kristal.| ayna ertesi, {eAT} Cumartesi.|| ayna
kikat, {OsT} Gerçeğin kendisi.|| ayn-ı hata, {OsT} gibi, 1. Aynaya benzer. 2. Çok temiz ve berrak. 3.
Yanlışlığın ta kendisi. || ayn-ı hayat, {OsT} 1. H a Pürüzsüz. 4. A çık ve net görülebilen; karm aşık de
yat pınarı. 2. Abıhayat; bengi su. || ayn-ı hikmet, ğ il.|| ayna günü, {eAT} Cuma.|| ayna işareti, Erken
/OsTj Gerçek sebebin kendisi. || ayn-ı ıyan, {OsT} bunamanın belirtisi olarak, hastanın yaşlandığını
Gerçeğin görünüşü. || ayn-ı ibret, {OsT} İbret gözü. iddia ederek uzun süre ayna karşısında kendini
II ayn-ı inayet, {OsT} İyi niyetli bakış.|| ayn-ı isa incelemesi şeklinde beliren hastalık.\\ ayna kemiği,
AYN m U K C E S U i.a »
{ağız} anat. 1. D iz kapağı kemiği. 2. A şık kemiği. fiyakalı; süslü; gösterişli [DS], 6. {ağız} Saçsız; kel.
[DS]|| ayna konuşm ası, Kelimeleri ve cümleleri [DS] 7. {ağız} Sevdalı; âşık. [DS] 8. {ağız} Başıboş;
tersinden söyleme şeklinde görülen bir hastalık.\\ avare. [DS] 9. {ağız} (At ve sığır için) alnında beyaz
ayna sırı, A yna yapım ında kullanılan ve camın bir leke bulunan. [DS] 10. is. {ağız} Em irdağ’da doku
yüzüne sürülen kalay malgaması. || aynası açılmak, nan kilimlere verilen ad. [DS] 11. {ağız} Cam bilye.
{ağız} (At için) tökezleyip dizini yaralamak; [DS] 12. {ağız} İnce süs altını. [DS] 13. {ağız} Tek
aynalamak. [DS]|| ayna tahtası, {ağız} Merdiven fişekli martin. [DS] S aynalı dolap, Kapısında ay
basamaklarındaki dikey tahta. [DS]|| ayna taşı, 1. na olan elbise dolabı. || aynalı içlik, Yüzü ve astarı
Çeşmelerde oluğun takıldığı dik ve işlemeli taş. 2. arasına pam uk düşenmiş kadın elbisesi. || aynalı
{ağız} Çeşmenin m usluk takılan yeri. [DS] 3. Evle işlik, {ağız} Aynalı içlik. [DS]|| aynalı nakış, {ağız}
rin ön yüzü için düzgün yontulm uş taş. 4. {ağız} B ir tür çorap nakışı. [DS]|| aynalı Pembe, Süsüne
D eğirmen oluğunun altına ilk konan taş. [DS] 5. çok düşkün ve elinden ayna düşmeyen kadın.\\ ay
{ağız} H ela deliğinin altına ilk konan taş. [DS]|| ay nalı sakar, {ağız} A lnı beyaz keçi. [DS]|| aynalı sal
na tırnağı, Aynayı duvara tutturmaya yarayan kü ma, {ağız} B ir tür kilim motifi. [DS]|| aynalı sazan,
çük kancalar. || ayna tutmak, 1. Birinin aynada zool. K uyruk yüzgeci dik ve tatlı sularda yaşayan
kendisini görebilm esini sağlamak. 2. Ayna ile g ü bir balık türü, (Cyprianus carpio).\\ aynalı tıraş,
neş ışığını yansıtarak böylece haberleşmek. 3. {ağız} Başın üst kısmı ustura ile kazınıp yanlarda
{ağız} K alleşlik etmek. [DS] saç bırakarak yapılan tıraş. [DS]|| aynalı yazı, hat.
ayna2, [ay-(ı)n-a] {eT} is. Şeytan. [EUTS] Sim etrik bir şekilde düzenlenmiş süs yazısı.
aynâ3, [Ar. ‘ayna (ayna:) {OsT} sf. (Kadın için) aynalık, -ğı [ayna-lık] is. 1. {ağız} Eskiden, ev duvar
iri ve güzel gözlü, larına ayna asmak ya da oturtm ak için hazırlanmış
özel yer. [DS] 2. {ağız} Pencere. [DS] 3. dnz. Gemi
aynabakar, [Ar. ‘aynü’l-bakar] is. bot. 1. Kocaeli
nin adı ve bağlı olduğu limanın yazılı bulunduğu
taraflarında yetişen yum urta büyüklüğünde, kırmı kıç bölümü. S aynalık tahtası, dnz. B ir filikanın
zım sı mavi renkli, ince kabuklu meyveleri olan veya sandalın kıç tarafında oturan dümencinin sır
yerli bir erik türü; sığır gözü; inek gözü, (Arunus tını dayadığı ve yolcuları ayırmaya yarayan tahta.
domestica). 2. Dağ kestanesi, (Arnica montana).
aynasız, [ayna-sız] sf. 1. Aynası olmayan. 2. argo.
aynacı, [ayna-cı] is. 1. Ayna yapan veya ayna satan Hoşa gitmeyen; yakışıksız ve çirkin. 3. {ağız} argo.
kimse. 2. Eskiden saraylarda veya hamam larda ay Biçimsiz; çirkin; kötü; düzensiz. [DS] 4. Hileli tavla
na taşıyan kimse. 3. Ayna falına bakan falcı. 4. ar zarı. 5. argo. Polis ve jandarm a. 6. {ağız} Kabadayı.
go. İşine hile karıştıran, göz boyayıp aldatmaya ça [DS] 7. {ağız} D üşük karakterli; terbiyesiz. [DS]
lışan kimse; hileci. 5. Gemilerde teleskoplara bak
aynasızlık, -ğı [ayna-sız-lık] 1. Aynası olmama hâli.
m akla görevli olan kişi,
2. argo. Hoş karşılanmayacak, düzensiz ve kötü
aynacıklı, [ayna-cık-lı] {ağız} sf. 1. Yakışıklı. 2. is.
biçim.
Y ünden örülmüş bir tür erkek çorabı. [DS]
aynaş, [oyna-ş / aynaş] {ağız} is. Kadının âşığı; ho
aynak, -ğı [ay-na-k?] {ağız} sf. 1. Işıklı; aydınlık. 2.
vardası. [DS] S aynaş koynaş etmek, {ağız} K ar
Su kıyılarında yaşayan küçük ve kara bir tür leylek;
m akarışık etmek; çarpık çurpuk hâle getirmek.
kelaynak. [DS] S aynak gazzak, {ağız} Düzen; da
[DS] || aynaş oynaş olmak, {ağız} Sevişmek. [DS]
lavere; estek köstek. [DS]|| aynak oynak, {ağız}
aynaşık, -ğı [ay-(ı)n-a-ş-ık ?] {ağız} sf. 1. Sırnaşık;
Karm akarışık; darmadağın. [DS]
arsız. 2. K anşık; karm akarışık; dağınık. [DS]
aynalamak, [ayna-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
aynaşm ak, [ay-(ı)n-a-ş~mak ?] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
A yna takmak; aynalı hâle getirmek. 2. gçsz. f.
Sırnaşmak; musallat olmak; sataşmak. 2. Bırakıp
{ağız} (At için) tökezleyip dizini yaralamak; aynası
uzaklaşmak. 3. Girişmek; işe başlamak; koyulmak.
açılmak. [DS] 3. {ağız} Parlamak; görülesi bir du
4. Alay etmek; eğlenmek. 5. Karışmak; karm akarı
rum oluşmak; m anzara arz etmek. [DS]
şık olmak; birbirine girmek. 6. Yapışmak. [DS]
aynalanma, [ayna-la-n-ma] is. Aynalanmak işi.
aynalanm ak1, [ayna-la-n-mak] ed il.f. [-ır] 1. Aynalı aynaştırmak, [ay-(ı)n-a-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
1. Çözmek; düzeltmek; halletmek; uyuşturmak. 2.
duruma getirilmek. 2. Parlatılmak; cilalanmak. 3.
Karıştırmak. [DS]
dönşl. f. A yna görünümü kazanmak. 4. {ağız} (Sıvı
için) ayna görevi yapabilecek kadar durulmak. [DS] aynat, [Yun. ayennitos => aynat] {ağız} sf. Daha
5. {ağız} Dizi üstüne düşerek diz kapağı yaralan beter; kötü. [DS] S aynat beynet, {ağız} Ucube;
mak. [DS] 6. Ayna sahibi olmak; ayna edinmek, doğal dışı; gayritabii. [DS]
aynalı, [ayna-lı] sf. 1. Aynası olan. 2. Üzerine ayna aynaz, [? aynaz] is. 1. Seyirlik köy oyunlarının yö
konulmuş veya ayna ile süsülenmiş olan. 3. argo. netmeni. 2. {ağız} Bataklık; sulu yer. [DS]
Uygun, elverişli. 4. argo. Durumu düzgün, iyi olan. ayne, [Far. âdine => ayne] {eAT} is. Cuma. S ayne
5. {ağız} argo. Alımlı ve çekici güzelliği bulunan; irtesi, {eAT} Cumartesi.|| ayne irtesi eylemek,
M E H İ Ç İ M SDZbÜll. 391 AYR
{eAT} (Yahudiler için) cumartesi yasaklarına uy ğeri yüksek taşınabilir (mal). S aynî akitler, huk.
mak. Borçlunun alacaklıdan bir şey alması ile kurulan
a y n e k , [Far. ‘aynek dLu*] {OsT} is. Gözlük, ve tamamlanan borç ilişkisini doğuran sözleşm e
ler. || aynî dava, huk. A ynî haklara ilişkin dava.\\
a y n e n ', [Ar. ‘ayn (asıl) > ‘aynen iLt] (a'ynen) {OsT}
aynî haklar, huk. Eşya üzerinde doğrudan tasarruf
zf. 1. Olduğu gibi, değiştirilmeden; aynıyla; aynı yetkisi veren ve herkese karşı ileri sürülebilen hak
biçimde; tas tamam; harfi harfine. 2. {ağız} Çok lar]] aynî kredi, bank. Banka tarafından rehin
doğru; bildiğin gibi; söylediğin gibi; tas tamam alınm ak suretiyle verilen borç. || aynî mesuliyet,
öyle. [DS] huk. Başka mallarla değil de belli bir malla sorum
a y n e n 2, [Ar. ‘ayn-en l i t ] (a'ynen) {OsT} zf. (Borç ö- lu olmak. || aynî sermaye, ekon. B ir ticaret ortaklı
deme için) para değil de belirlenmiş bir mal ile. ğında ortakların m al olarak verdikleri ve bilançoya
a y n e y n î, [Ar. ‘ayneynı (ayneyni:) {OsT} sf. İki geçirilebilir varlıklar. || aynî teminat, huk. B ir bor
ca karşılık menkul veya gayrimenkul bir malın te
gözle bakan.
minat gösterilmesi. || aynî yardım , Çalışanlara üc
aynı, [Ar. ‘ayn (asıl) + Far. -î (izafet kesresi) > aynı
retin dışında yiyecek, giyecek gibi m al vererek ya
(a'ynı) sf. 1. B ir şeyin kendisi, başkası değil; pılan sosyal yardım.
yine o. 2. A yırt edilemeyecek kadar nitelikleri ben ayniyat, [Ar. ‘ayn (göz, esas nesne) > ‘ayniyyât
zeyen; özdeş. 3. Zaman içinde değişikliğe uğram a
o L - t ] (ayniya;t) {OsT} 1. K ullanm aya ve tüket
yan; eski hâlini koruyan; farklı değil. S aynı ağzı
kullanmak, Benzer biçimde konuşmak; ağız birliği meye elverişli malzeme. 2. Resmî dairelerde mal
etmek. || aynı kapıya çıkmak, Sonuçta bir şey de zeme ve mal işleriyle ilgilenen bölüm. S ayniyat
ğişmemek, aym sonucu almak. || aynı kaptan su defteri, B ir ticarethanedeki veya kurumdaki mal
içmek, 1. Bir başkasıyla benzer işler yapmak. 2. kayıt defteri. || ayniyat memuru, D evlet dairelerin
(İki ayn kişi için) benzer nitelikler taşımış olmak.|| de demirbaş eşya ve mali işlerden sorumlu görev-
aynı şekilde, Birbirine çok benzer biçimde. || aynı li. || ayniyat muhasebesi, B ir kuruma giren ve çı
şey, Nesne, olay veya durum olarak ayrı olmaları kan malların kayıtları ile ilgili hesaplar.
na rağmen sonuç olarak bir şey değiştirmeyen; ayniye, [Ar. ‘ayn (göz) > ‘aynîyye (a yn iye)
fa rk etmez; hepsi bir.|| aynı telden çalm ak, 1. Bir {OsT} is. 1. Taşınabilir değerli eşya. 2. Göz hasta
başkasıyla benzer şeyler söylemek. 2 . İki ve daha lıkları kliniği. 3. sf. Para değil de eşyanın kendisi
çok kişinin benzer davranışlarda bulunması.\\ aynı
olarak alman. 4. sf. Gözle ilgili.
yolun yolcusu, Aynı kötü sonucu doğurucu işleri
yapan kişiler. || aynı zamanda, 1 . İş ve oluş bakı ayniyet, [Ar. ‘ayn > ‘ayniyyet ■_—_*] {OsT} is. A ynı
mından beraberlik içinde bulunan; bununla bera lık; tıpkılık; özdeşlik,
ber. 2. Ayrıca. 3. Hem de. aynştayniyum, [Fizikçi Einstein > Fr. einstenium] is.
aynılık, -ğı [aynı-lık] is. Aynı olm a durumu; özdeş kim. Atom numarası 99 olan, tabiatta bulunmayan
lik; ayniyet. ancak U ranyum -238’in ışıması veya termonükleer
aynımak, [ay-(ı)n-ı-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] 1. Bü tepkime sırasında oluşan Es 253, Es 254 ve Es 255
yümek; gelişmek. 2. Sağlığı düzelmek. [DS] adlarında üç ayrı izotopu bulunan radyoaktif ele
aynısefa, [Ar. ‘ayn-ı şafa’ j ^ ] (aynısefa;) is. ment; sembolü: Es.
bot. Bileşikgillerden uzun süre açan parlak sarı çi ayol, [ay+oğul > ayol] (a'yol) ünl. Daha çok kadınlar
çekli; çiçeklerinin boyam a ve dezenfektan özelli tarafından hitap amacıyla kullanılan bir seslenme
ğinden yararlanılan otsu bir kır bitkisi; kadife çiçe sözü.
ği, (Calendula arvensis). -ayom , [-ayom / -eyom] {eAT} çek. e. Geniş zaman
aynışlı, [ay-(ı)n-ış-lı] {ağız} sf. Akıllı; algılı. [DS] teklik 1. kişi, -ıyorum. Seni alayom (alıyorum) de-
aynışsız, [ay-(ı)n-ış-sız] {ağız} sf. Akılsız; algısız. yü p yakınnık eyledi. Şer’iye Sicilleri.
[DS] -ayor, [-a+yor / -e+yor] {eAT} çek. e. Geniş zaman
aynıtmak, [ay-(ı)n-ıt-mak] gçl. f. [-ır] Geliştirmek; teklik 3. kişi, -ıyor; -uyor.
büyütmek. ayöte, [ay+öte] is. g ö k b. Bir gök cisminin yörünge
aynıyla, [aynı + ile] (aynı'.yla) zf. H içbir değişiklik sinin A y ’a en uzak olan noktası,
olmaksızın; olduğu gibi; aynen. S aynıyla vaki, aypek, [ay+pek] {ağız} is. Ay'ın on beşinci günü; do
Tam söylenen gibi meydana gelme; aynen öyle. lunay. [DS]
ayni1, [Ar. ‘aynı (ayni;) {OsT} sf. -*■ aynı. ayr, [Ar. ‘ayr {OsT} is. Eşek.
ayn' ı [Ar. ‘aynı L!^ş-] (ayni;) {OsT} sf. 1. Gözle ilgili. ayra, [ay-ır-mak > ay-(ı)r-a] {ağız} is. Ağaç çengel.
2. Göze ait. 3. Karşılığı mal olarak ödenen. 4. De [DS]
AYR 0 ia M If lH t S 0 Z ll.5 9 s
ayraç, -cı [ay-ır-mak > ay-ır-aç > ay-(ı)r-aç] is. 1. ay ran sız, [ayran-sız] {ağız} sf. 1. Yoksul. 2. Çirkin.
Cümleyi anlam ca pekiştirmesine rağm en cümle [DS]
kuruluşu içinde yer almayan bir öğeyi belirtmek ay rı, [eT ayrığ > ayrı] sf. 1. Birbiri ile beraber, bitişik
için başına ve sonuna konulan ( ) işaretleri; paran bulunmayan; yerleri bir olmayan; aralıklı. 2. Birbi
tez; muteriza; tırnak. 2. mat. M atematikte öncelikle rine benzemeyen, özdeş olmayan; farklı; değişik;
yapılacak işlemleri belirtm ek için kullanılan {[( )]} başka. 3. {ağız} Uzak; ırak. [DS] 4. zf. Kendi başına,
işaretleri. S ay raç açm ak, ed. Söz y a da yazıya kendi kendine. 5. Diğerlerinden farklı olarak. 6.
anlatımın akışına uygun düşmemekle birlikte do {ağız} zf. -a doğru; -dan yana. [DS] S a y rı ay rı, 1.
laylı olarak konuyu ilgilendiren söz ekleme girişi ik i ve daha fa zla şeyi birbirine karıştırmadan. 2 .
mi.^ ay raç içinde, ed. Konu dışına çıkarak; ayrıca. Ayrılmış olan şeylerin her biri için teker teker. |
ay ran, [eT. ayran] is. 1. Yoğurdun sulandırılması ile ay rı basım , B ir dergide veya ansiklopedide yayım
elde edilen bir içecek. {eT} (aynı) 2. Yayıkta yoğurt lanmış bilimsel bir yazının ayrıca kitap veya broşür
su ile çalkalanmak suretiyle üstte biriken yağın olarak basılması. || a y rı baş çekm ek, K endi bildi
alınmasından sonra altta kalan besleyici sıvı. 3. ğini yapmak.\\ a y rı biçim lenm e, kim. B ir elementin
{ağız} Sönmüş kireçten hazırlanan badana kireci. kristalleşme sırasında atomlarının farklı düzende
[DS] fi1 a y ran ağızlı, argo. Aptal; bön; budala; yerleşm esinden dolayı değişik fiziksel yapı göster
sersem; salak; boşboğaz; geveze. || a y ra n aşı, {ağız} mesi; allotropi.\\ a y rı cinsten, Yapısı ve türü farklı
Buğday, mısır y a da arpa kırması ile yapılan bir olan; gayri mütecanis; heterojen.\\ ay rı çan ak
tür ayranlı çorba. [DS] || a y ra n böreği, Ayran kı y a p ra k lıla r, bot. Çanak yaprakları birbirine bitişik
vamındaki ham ur içine ısırgan otu veya ıspanak olmayan bitkiler.|| ay rı çekm ek, {ağız} 1. Karşı
karıştırarak fırın d a yapılan bir tür börek. || a y ra n koymak; m uhalefet etmek; tersine gitmek. 2. Kendi
budalası, Çabuk kandırılabilen; ahmak; budala; dilediğince hareket etmek. [DS]|| ay rı düşm ek, I.
bön. || a y ran delisi, Çabuk kandırılabilen; ahmak; Beraber bulunması gereken iki ve daha fa zla kişi
budala; bön; safdil.\\ a y ra n geven, {ağız} 1. Aptal; veya nesnenin birbirinden uzak kalması, 2. D üşün
sersem; budala, beceriksiz; geveze; miskin. 2. D al celeri fa rk lı olmak. 3. Ayrılmak. || a y rı eşeyli, Yal
kavuk. [DS]|| a y ran gönüllü, {ağız} 1. Bir şeyden nız erkek veya dişi gam et meydana getiren. || ay rı
çabuk bıkan, çabuk usanan; maymun iştahlı, 2. H er g ay rı bilm em ek, Birbirlerinden bir şey esirgeme
gördüğüne âşık olan; şıpsevdi. [DS]|| a y ra n ı k a y ecek kadar yakın olmak.\\ a y rı seçi, {ağız} Farklı
b a rm a k , argo. 1. Aşırı ölçüde öfkelenmek; köpür uygulama; ayrık işlem. [DS] 11 ay rı seçi olm ak,
mek. 2. Aşırı cinsel arzu duymak. 3. {ağız} H aylaz {ağız} Başka türlü muamele görmek; ayrı tutulmak;
lık etmek. [DS] 4. Terbiyesizlik etmek.\\ ay ra n ım eşitlik gözetilmemek. [DS]|| a y rı sesli, dbl. Yazılış
b u d u r, yarısı su d u r, “Elimde bulunan imkân bu ları birbirine benzemesine rağmen başka sesler
kadar; ancak buna gücüm yetiyor. ” anlamında veren h a rf veya heceler.\\ ay rı taç y a p ra k lıla r, bot.
özür dileme sözü. j| a y ra n ı y o k içm eye atla gider Taç yaprakları birbirine bitişik değil de yan yana
sıçm aya, argo. Yoksulluğuna rağmen gösteriş için y er almış bulunan bitkiler.|| ay rı tu tm a k , Birini
harcamada bulunanlara söylenen alay sözü.\\ ay diğerlerinden daha üstiin görmek, değer vermek.
ra n içm eye geldik, a ra açm aya değil, Anlaşm az ayrıç, [ad-rı-ş > ayrış > ayrıç j- jjT] {eAT} is. İki yolun
lığı büyütmek değil, anlaşma ve dostluğu güçlen ayrıldığı yer.
dirmek amacında olunduğunun ifadesi. || a y ra n ke ayrıca, [ayrı-ca] (a'yrıca) zf. 1. Başkalarından ba
sen, Sabahleyin güneş doğmadan önce esen sert ve ğımsız olarak; ayrı olarak. 2. Özel olarak; özellikle.
soğuk rüzgâr. || a y ra n kovanı, {ağız} Yağ, peynir 3. Biraz ayrı duran; azıcık ayrılmış. 4. bağ. Bunun
yapm ak için yoğurdun içinde karıştırıldığı geniş ve yanı sıra; bundan başka;
derin kap. [DS] ayrıcalı, [ayrı-ca-lı] sf. 1. Başkalarına benzemeyen;
ay rancı, [ay-(ı)r-an-cı] is. 1. Geçimini ayran yapmak müstesna. 2. Ayrı tutulan,
veya satmakla sağlayan kimse. 2. Erkeğin eşine ay rıcalık , -ğı [ayrı-ca-lık] is. 1. Başkalarından ayrı
hitap sözü. 3. sf. Zayıf, ve üstün tutulm a durumu; imtiyaz. 2. huk. Bir kim
ayrancılık, -ğı [ay-(ı)r-an-cı-lık] is. Ayrancının işi ve seye veya topluluğa tanınan özel haklar. S ay rıca
mesleği. lık ta n ım a k , 1. Başkalarından daha fazla yarar
ay ranlaşm a, [ay-(ı)r-an-la-ş-ma] is. Ayran görünüm lanma hakkı vermek; imtiyaz tanımak. 2. Başkala
ve kıvam ına gelme, rından daha üstün tutmak, onlardan fa zla değer
ay ran laşm ak , [ay-(ı)r-an-la-ş-mak] dönşl. Ayran gö vermek.
rünüm ve kıvam ına dönüşmek, ayrıcalıklı, [ayrı-ca-lık-lı] sf. 1. Ayrıcalığı olan ve
a y ran lık , -ğı [ayran-lık] {ağız} is. Badana kirecinin ayrıcalık tanınan; imtiyazlı. 2. zf. Diğerlerinden üs
hazırlandığı çukur; kireç kuyusu. [DS] S ay ran lığ ı tün tutarak; gözeterek,
k a b a rm a k , {ağız} Öfkelenmek; kızmak; ayranı ka ay rıcalıksız, [ayrı-ca-lık-sız] sf. Herhangi bir ayrıca
barmak. [DS] lığı olmayan; ayrıcalık tanınmayan; imtiyazsız.
İlIlİffiH IİİBHÇE SöZbÜK« 3 9 3 AYR
ayrıcasız, [ayrı-ca-sız] zf. 1. Ayrı tutulmadan. 2. Tam sindeki en beri noktasından iki defa geçişi arasın
ve kesin olarak. 3. Belirlenmiş kurallara uygun b i daki süre farkı. || ayrıksı yıl, g ö k b. D ünya'nın ken
çimde; istisnasız. di yörüngesindeki gün beri noktasından iki geçişi
ayrıç, [a4-n-ş > ayn ? > ayrıç ] /ağızj is. Yolun ikiye arasındaki süre farkı; ayrık yıl.
ayrıldığı yer; yol ayrımı; yol çatı; kavşak. [DS] ayrıksılık, -ğı [ayrık-sı-lık] is. 1. Ayrıksı olma du
ayrık, -ğı [eT. ad-ır-m ak (ayırmak) > ad-(ı)r-ık / ay rumu. 2. Ayrıksı olanın niteliği,
rık 3j>J] sf. 1. Birbirinden ayrı duran. 2. Arasında ay rık sım ak , [ayrık-sı-mak {eAT) gçsz. f. [-r]
açıklık bulunan; aralıklı. 3. Bölünmüş, ayrılmış. 4. Başka türlü olmak; başkalaşmak; değişmek,
Benzerlerinden ayrı tutulan; müstesna. 5.fız. Sınırlı a y rık sıra k , [ayrık-sı-rak] s f ve zf. Daha başka türlü;
sayıda; süreksiz. 6. {eTj {eATj Yaban geyiği. 7. is. bambaşka.
bot. Ayrık otu. {eTj (aym) [DLT] 8. man. Veya bağ ay rık sıtm a k , [ayrık-sı-t-mak] gçl. f. [-ır] Başka
lacı ile ikiye ayrılmış önerme. 9. Çocukların kuş laştırmak, değiştirmek,
avladıkları sapanın çatalı. 10. zf. {eTj (eATj Bundan ayrıksız, [ayrık-sız] zf. 1. Ayrığı bulunmayan. 2. K i
sonra; bir daha; artık; başka; özge; diğer; gayri; şiler ve nesneler arasında hiçbir ayrım yapmadan;
farklı; maada. [Mühennâ] "5 a y rık etm ek, {eATj ayrım yapmaksızın; istisnasız; bilaistisna. 3. (Tarla,
Ayırmak; ayırt etmek.|| a y rık koçu, {eATj 1. Yabani bahçe vb. için) ayrık otu bulunmayan,
geyik. 2. Yaban sığırı.|| a y rık koyum , {eATj 1. Ya ay rılan , [ayrı-l-an] sf. Ayırma işlemine konu olan,
ban koyunu. 2. Yaban sığırı.\\ a y rık küm e, mat. ay rılan m a, [ayrı-la-n-ma] is. fız. Bütünden ayrılıp
Aralarında hiçbir ortak eleman bulunmayan küm e bir yerde toplanma,
ler. || ay rık otu, bot. Buğdaygillerden yurdum uzda ay rıla n m a k , [ad-ru-la-n-m ak'ay-ru-la-n-m ak j*-ü_^T]
yirmi kadar türü bulanan, çok hızlı gelişerek ya yı
{eATj dönşl. f . [-ur] Ayrılmak,
lan, kökleri halk hekimliğinde idrar söktürücü ola
rak kullanılan tarıma zararlı bitki, (Agropyrum).\\ a y rılaşm a, [ayrı-la-ş-ma] Ayrılaşmak işi.
ayrık sütun, mim. Herhangi bir duvar veya ayakla ay rılaşm ak , [ayrı-la-ş-mak] dönşl. f. [ ı r ] \ . Benzer
birleşmeyen tek başına sütun. || a y rık toplam a, leri arasından farklı bir durum ve konuma gelmek;
mant. Çeşitli terimlerin birbirini dışarıda bırakma farklılaşm ak. 2. Birbirinden ayrılmak,
sını gerektiren mantıki toplama.\\ ay rık yıl, g ö k b. a y rıla ştırm a k , [ayrı-la-ş-tır-mak] gçl. f. [ - ır ] \. Ayrı
Güneşin kendi ekseni etrafında yılda yaptığı 11 durum almasmı sağlamak. 2. dil b. B ir sesin başka
saniyelik fa zla dönmeden dolayı yıldız yılm a göre bir ses etkisi ile değişikliğe uğraması,
4' 45" daha fa zla olan yıl. ayrıld ıg u n lay ın , [ayrı-l-dığu-n-laym] {eATj zf. A yrı
ayrıklı, [ayrık-lı] sf. 1. Ayrık durumda bulunan; a- lır ayrılmaz; ayrıldığı gibi; ayrıldığı vakit; ayrılın
ralıklı; fasılalı. 2. Ayrık tutulan; bağışık; muaf. 3. ca.
Benzerlerine uymayan; istisnai. 4. İçinde ayrık otu ayrılı, [ayrı-lı) sf. Ayrılmış, uzaklaşmış bulunan. S
bulunan. ay rılı gayrılı, 1. Birbirinden uzaklaşmış olanlar. 2.
ayrıklık, -ğı [ayrık-lık] is. 1. Ayrıklı olma durumu; Birbirine yabancı imiş gibi davranan veya öyle bir
istisna. 2. Ayrı tutulma; istisna. 3. Ayrı tutma; is izlenim bırakanlar.
tisna. 4. gök b. Gezegenlerin görünürdeki düzensiz ayrılıcı, [ayrı-l-ıcı] {eAT} sf. 1. Terk eden; bırakan. 2.
liği veya yörüngesi bir konik olan gök cismini Göç eden; bulunduğu yerden uzaklaşan.
merkeze birleştiren doğrunun büyük eksen ile yap
ayrılık , -ğı [ayrı-lık is. 1. Ayrı olm a durumu.
tığı açı; anomali. 5. man. Ö nermeler arasında veya
ile belirlenen ilişki; mantıksal toplam. 6. fel. K ap 2. Birinden uzakta kalma; hasret. 3. Sevdiği kim se
lamları birbirinden farklı olm akla birlikte aynı ya lerden uzak veya başka bir yerde bulunma; hicran.
kın cinsin kaplam ına giren kavram lar arasındaki 4. Görüş ve düşünceler arasındaki farklılık; uymaz
ilişki. Ev - okul: Bina. 7. Ayrık otu bol bulunan lık; mtibayenet. 5. huk. Boşanma öncesinde haki
yer. min belki anlaşabilirler düşüncesiyle geçici bir süre
eşler arasındaki evlilik birliğine ara verme kararı.
ayrıksı, [ay-ru-k-sı / ayruhsı / ayrık-sı sf. 1.
6. Eşlerin kendi istekleriyle birbirlerinden ayrı ya
Benzerlerinden ayrı olan; başka; başka türlü; farklı. şaması. S a y rılık çeşm esi, 1 . İki göğüs arası. 2 .
{eATj (aym) 2. Alışılmış durum veya genel kurallara Uzım süre köyünden ayrılacak olan kişilerin uğur-
uymayan; kural dışı; eksantrik. 3. Başkaları ile bir landığı köy dışındaki çeşme başı,|| a y rılık davası,
likte hareket etmeyen; ayrı baş çeken. 4. Çevresin huk. Boşanm a davasına dayanak olması için eşler
dekilere ters düşen; acayip; başka; bambaşka; hiç den birinin geçici süre ile evlilik birliğine ara ve
bir şeye benzemeyen; tuhaf. 5. {ağızj Çekingen.
rilmesi amacıyla açtığı dava. || ay rılık göz yaşı,
[DS] 6. {ağızj Kendini beğenmiş. [DS] 7. A yrık otu
Gurbete gidenlerle yakınlarının ayrılırken ağlamak
na benzer; ayrık gibi olan. 8. zf. Başkalarından
suretiyle akıttıkları göz yaşı.\\ ay rılık karg ası,
farklı olarak, fi1 ayrık sı ay, gök b. A y 'ın yörünge
{eAT} Burnu ve ayaklan kırmızı karga.|| ayrılık
AYR 1MIİHES0M.394
türküleri, folk. Uzun süre köyünden, evinden ayrı dikleri paralar. [DS] 8. {ağız} Yol ayrımı; kavşak.
kalm ak üzere gurbete gidenler hakkında yakılm ış [DS] 9. {ağız} Bölüm; bölük; parça. [DS] ö ayrım
türküler; gurbet türküleri; hasret türküleri. gözetm ek, Ayrım yapm ak; fa r k gözetmek. || ayrı
ayrılıkçı, [ayrı-lık-çı] is. ve sf. 1. Ayrılık yanlısı, ay mına varmak, Farkını anlamak, ayırt edebilmek;
rılm a taraftarı olan; bölücü. 2. Ayrılmak için mü ayrımsamak; tefrik edebilmek.\\ ayrım yapmak,
cadele eden. 3. Ayrılıkçılığa ait. B ir topluluk veya kişiye denklerinden fa rklı dav
ayrılıkçılık, -ğı [ayrı-lık-çı-lık] is. 1. İçinde yaşadığı ranmak; ayrıcalıklı davranmak.
ülke veya tabi olduğu devletten koparak ayrı bir ayrımcı, [ayrı-m-cı] sf. 1. Ayrım cılığa ait, ayrımcı
devlet olmak için girişimde bulunma. 2. Ait olduğu lıkla ilgili. 2. Ayrım cılığı savunan,
siyasi veya toplum sal gruptan farklı tutum içine ayrımcılık, [ayrı-m-cı-lık] is. B ir kim seyi veya sos
girerek baş çekme, gruplaşma olayı, yal topluluğu ırk, din, cinsiyet ve sosyal konum vb.
ayrılır, [ayrı-l-ır] sf. Ayrılması mümkün olan; ayrı etkenlerden dolayı benzerlerinden aşağı görme ve
labilir. düşm anca davranm a eğilimi,
ayrılış, [ayrı-l-ış] is. Ayrılm ak işi ve biçimi, ayrım lama, [ayrı-m-la-ma] is. 1. Ayrım lam ak işi. 2.
sin. Senaryonun ayrıntılarıyla belirlendiği, karak
ayrılışmak, [ayrı-l-ış-mak {eAT} işteş, f . [-
terlerin ayrıntılarının çizildiği, konuşmaların son
ur] Birbirinden ayrılmak,
şeklini aldığı aşama,
ayrılma, [ayrı-l-ma] is. 1. Ayrılmak işi. 2. Bölünme; ayrımlamak, [ayrı-m-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
parçalanma; uzaklaşma. 3. siy. Ü niter bir devlet Ayrımları belirlemek; farklılıkları, ayrıntıları orta
içinde yaşayan etnik bir grubun ayrılarak bir devlet ya koymak.
kurm ası veya komşu bir başka devletle birleşmesi.
ayrım laşm a, [ayrı-m-la-ş-ma] is. 1. A yrım laşm ak
4. fız. Kararlılık derecesinin altına kadar soğutulan
işi. 2. biy. Canlılarda üreme aşam asında yaşayış ve
bir çözeltinin kendiliğinden birleşenlerine ayrılm a
tür özellikleri bakım ından yapısal değişikliklerin
sı olayı.
ortaya çıkması; farklılaşma. 3 . jeol. Y er kabuğunu
ayrılmak, [eT ad-(ı)r-ıl-mak / ay-rı-l-mak] dönşl. f. [- m eydana getiren kayaçların m agm a hâlinde katıla
ır] 1. Birlik veya bütünden kopmak, uzaklaşmak; şırken dışarıdan yabancı madde karışmadan farklı
terk etmek. {eT} (aynı) [Mühennâ] 2. {eAT} Seçilen birleşimler hâlinde değişime uğraması; farklılaşma,
lerle birlikte bir kenara çekilmek. 3. Birlikte olduğu ayrımlaşmak, [ay-(ı)r-ım-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
kimselerle ilişkisi kesilmek. 4. Evlilik bağına son
Birbirinden ayrı olarak gelişmek. 2. Ayrımlı duru
vermek; boşanmak. 5. Birlik ve bütünlüğü bozul ma gelmek; farklılaşmak,
mak; dağılmak. 6. A na parçadan kopmak, ilişkisi
ayrımlı, [ayrı-m-lı] sf. 1. A ralarında benzerlik bu
kesilmek. 7. Ortak özellikten, özdeşlikten çıkarak
lunmayan; farklı. 2. Ayrımı olan; değişik; bölümlü;
farklı bir yapı kazanmak; farklılaşmak. 8. H er za
mütevafıt.
man bulunduğu yerden uzaklaşmak; gitmek; göç
etmek. {eAT} (aym) 9. ed il.f. Belirli ölçütlere göre ayrımlılık, -ğı [ayn-m -lı-hk] is. Ayrımlı olma duru
mu; farklılık.
sınıflandırmaya tabi tutulmak. 10. (Yer, mal vb. i-
çin) bir kişi için hazır tutulmak; tahsis edilmek. 11. ayrım sal, [ayrı-m-sal] sf. Ayrım a dayanan; ayrımla
{eAT} Başkalarından ayrı olarak değerlendirilebil- ilişkili. S1 ayrımsal basınç, tıp. En yüksek ve en
mek; temyiz edilmek, düşük atardamar basıncı arasındaki fa rk ı belirten
sayı.|| ayrım sal damıtma, fız. Kaynama derecesi
ayrılmazlık, -ğı [ayrı-l-maz-lık) is. 1. Bir şeye özden
ve çözünürlük gibi fa rklı özelliklerden yararlana
bağlı olma; bir bütünden bölünme, parçalanma ve
kopm a gibi ayrılma olayının mümkün olmaması rak sıvıları damıtma ve ayrıştırma metodu.
durumu. 2. man. B ir özelliğin kendisini taşıyan ayrım sama, [ayrı-msa-ma] is. Ayrım samak işi.
varlıktan ayrı olamaması hâli, ayrım samak, [ayrı-msa-mak] g ç l . f [ r ] [ s (ı) -y o r ] \.
ayrılmış, [ayrı-l-mış jii^.T] sf. 1. A yırt edilmiş. 2. Bir şeyin farkına varmak; görmek. 2. Bir şeyi an
lamak, kavramak. 3. Ayrım ına varmak,
{eAT} Uzak.
ayrımsız, [ayrı-m-sız] sf. Aralarında ayrım bulunma
ayrım, [eT ad-ır-m ak > ad-ır-ım > ayrı-m] is. 1.
yan; aynı; farksız,
A yırm ak işi ve sonucu; tefrik. 2. Nesneleri ve in
sanları birbirinden ayıran özellik; fark. 3. Benzer ayrım sızlık, -ğı [ayrı-m-sız-lık] is. Ayrım sız olma
şeylerin birbirine karışmasını önleyen ayrılık; baş durumu; aynılık; farksızlık,
kalık; farklı oluş. 4. Bir bölüm içinde yer alan ikin ayrınılmak, [ay(ı)r-ın-ıl-mak] {eAT} edil. f. [-ur] 1.
ci, üçüncü derecedeki bölümler; alt bölüm. 5. A y Ayrılmak. 2. Açıklanmak. 3. Seçilmek,
rılm a yeri, ayrılma başlangıcı. 6. psikol. Değişik ayrıntı, [ayrı-ntı] is. 1. Bir bütün meydana getiren ve
uyaranları algılayarak birbirinden ayırt edebilme bütüne göre ikinci derecede kalan öge; detay; fer'i;
yetisi. 7. {ağız} Kadınların başlarına süs olarak diz müfredat; incelik; tafsilat. 2. Edebiyat ve sanat
eserlerinde bir bütünü meydana getiren ve bütün ay ru g , [ad-(ı)-ru-ğ ^ I] {eAT} zf. ayruk.
kadar önem taşıyan öge; teferruat; tafsilat. 3. tiy.
Tiyatroda esas düşünceyi tamamlayan yardımcı ay ru h , [ad-(ı)-ru-k > ayruh {eAT} zf. -* ayruk.
cümle, eşya veya dekorun küçük bir parçası. 0 ay ru h sı, [ayruh-sı _*T] {eAT} zf. -*■ ayruksı.
a y r ı n t ı d a boğulm ak, 1. Ayrıntılarla çok gereksiz
ay ru k , [eT. ad -(ı)r-uk/ ad -ru -k / ay-ru-k Jjj.T /
olarak oyalanmak. 2. Bütünü ile uğraşması gere
kirken ayrıntılara çok fa zla önem vermek. || a y rın tı {eT} e. 1. Başka; ayrı; diğer; gayri; maada. {eAT}
larına inm ek, 1. Titizlikle her noktasını incelemek, {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 2. {eAT} {ağız} Artık; bun
ele almak. 2. Bütün yönleriyle değerlendirmek,|| dan sonra; bir daha. [DS] 3. sf. {ağız} Muhalif. [DS]
(bütün) ay rın tılarıy la, H içbir noktayı unutmadan, 4. {eAT} Dağınık. 5. zf. Diğeri; öbürü; başkası,
her şeyi ile tam olarak; eksiksiz. ö a y r u k ta n ay ru k , {eAT} Bambaşka.
ayrıntılı, [ayrı-ntı-lı] sf. 1. En küçük ayrıntılarına ay ru k c a , [ad-(ı)r-uk-ca {eAT} zf. Başka türlü;
dikkat edilerek hazırlanmış; detaylı; mufassal; te başkaca.
ferruatlı; tafsilatlı. 2. zf. Ayrıntılarına inilerek. S 1 ay ru k sa m a k , [ad-(ı)r-uk-sa-mak Ja —Sjj.T] {eAT} gçsz.
ayrıntılı çizim, Teknik bir parçanın, fa rk lı yönler
f [~r] Başkalaşmak; başka türlü olmak; değişmek,
den ve asıl elemana bağlantılarının tek tek ele
alınmasıyla elde edilen ölçümlü geom etrik görü a y ru k sı, [ad-(ı)r-uk-sı ^ 3^ / {eAT} sf. ve
nümü. || ayrıntılı tiy atro , Natüralist tiyatro. zf. Başka; başka türlü; farklı. S a y ru k sı eylem ek,
ayrışabilir, [ay-(ı)r-ış-a+bil-ir] sf. dbl. (Biçim birimi {eAT} Değiştirmek; başka hâle getirmek; tağyir
için) birleşik kelimelerin anlamı bozulm adan ayrı etmek. || a y ru k sı olm ak, {eAT} M uh a lif olmak; kar
labilen. "Kitabevi”nin ikinci kelimesi olan “ev" şı çıkmak. || ay ru k sı re n k , {eAT} (Sarı dışında) baş
ayrışabilir bir biçim birimidir. ka bir renk; alaca.
ayrışık, -ğı [ay-(ı)r-ış-ık] sf. 1. Ayrılmış olan. 2. De a y ru k sım ak , [acl-(ı)r-uk-sı-mak i^.T] {eAT} gçsz.
ğişik nitelikteki parçalardan meydana gelmiş olan;
f M Başkalaşmak; başka türlü olmak; değişmek,
çeşit çeşit; heterojen, i . Ayrı cinsten olma. S a y rı
şık odak, //z. Yalnızca önemli bölümün seçik, diğer a y ru k sıra k , -ğı [ad-(ı)r-uk-sı-rak T] {eAT} zf.
kısımların odak dışı kaldığı merceksel düzenek. Daha başka türlü,
ayrışıklık, -ğı [ay-(ı)r-ış-ık-lık] is. A yrışık olma a y ru k sıtm a k , [ad-(ı)r-uk-sı-t-mak {eAT}
durumu. g çl.f. [-ır] Başkalaştırmak; değiştirmek,
ayrışım, [ay-(ı)r-ış-ım] is. Ayrışm ak işi.
a y ru k su m ak , [ad-(ı)r-uk-su-m akLj* -iJj.I] {eAT} gçsz.
ayrışma, [ay-(ı)r-ış-ma] is. 1. Ayrışm ak işi. 2. kim.
f [-r] -*■ ayruksımak.
Bir birleşiğin kendisini meydana getiren elem entle
rine ayrılması işlemi. 3. psikol. Kişide ruhsal çö ay ru ld u ğ u n lay ın , [ayrul-duğun-layın _y.T] {e-
zülme şeklinde görülen şizofreninin ilk başlangıç AT} zf. Ayrıldığında; ayrıldığı zaman,
evresi. ay sar, [ay-sa^r] sf. 1. A y ’ın dolunay olması ile huyu
ayrışmak, [ad-(ı)r-ış-mak > ay-(ı)r-ış-mak] dönşl. f. değiştiği sanılan (kimse). 2. N e zaman, nasıl dav
[-ır] 1. Kendisini m eydana getiren birleşenlere ve ranacağı belli olmayan; kararsız; dengesiz; tuhaf;
ya öğelere ayrılmak. 2. Birliği, bütünlüğü veya ya huysuz.
pısı bozulmak. 3. {ağız} Ortalığı kaldırmak. [DS] 4.
aysberg, [İng. iceberg) is. coğ. Kutuplardaki kalın
{eT) işteş, f. Birbirinden ayrılmak. [DLT]
buz tabakalarından koparak akıntılarla denizlere
ayrıştırıcı, [ay-(ı)r-ış-tı-r-ıcı] sf. ve is. Organik m ad sürüklenen ve gemiler için tehlike yaratan büyük
delerin çürümesini, minerallere ayrılmasını sağla buz kütleleri; buz dağı,
yan bakteri ve mantarlar; mikroorganizma,
aysfilt, -d i [İng. icefield) is. coğ. Buzla; bankiz,
ayrıştırm a, [ay-(ı)r-ış-tır-ma] is. Ayrıştırm ak işi.
aysız, [ay-sız] sf. 1. (Gece için) ay ışığı olmayan. 2.
ayrıştırm ak, [ay-(ı)r-ış-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Ele
(Yer için) ay ışığı ile aydınlanmamış,
manlarına ayırmak. 2. Derinden bozmak, çürütmek.
3. mec. Elem anlarına ayırarak incelemek; analiz aysun, [aysun] {ağız} sf. Uysal; yum uşak başlı. [DS]
etmek. 4. {ağız} A yırm ak [DS]. 5. {ağız} Temizle ayş, [Ar. ‘ayş {OsT} is. 1. Yaşama, yaşayış. 2.
mek. [DS] Hoşça yaşama; safa. 3. Gününü gün ederek, haya
ayrıt, [ay-(ı)r-ıt] is. Prizmalarda yan yüzeyleri birbi tın tadını çıkararak yaşama; zevk sürme. S ayş-i
rinden ayıran ara kesit. d eh -rû z, {OsT} 1. On günlük hayat. 2. mec. Bu
ayru, [ad-m / edin / ad-(ı)r-uk / ad-ru / ay-ru dünyadaki kısacık ömür. || ayş ü d em eylem ek,
leAT} {eT} zf. ve sf. Başka; öteki; ayrı; diğer. [DLT] {OsT} içki içerek eğlenmek.\\ ayş ü nûş, {OsT} Yiyip
15 ayru b arm ak lu olm ak, {eAT} Çift tırnaklı ol- içip eğlenmek. || ayş ü ta ra b , {OsT} Çalgı ile yiyip
nıak.|| ayru olm ak, {eAT} Ayrı kalmak. içme; eğlence.
a y ş ____________________________________________________________________________ « n s « .
ayşekadın, [ayşe+kadm] is. bot. Taze olarak tüketi -ayuz, [-ayuz / -eyüz / -ayız / -eyiz] {e.AT} çek. e.
len kılçıksız ve lezzetli bir fasulye çeşidi, İstek kipi çokluk birinci kişi; -alım. “Kastım ız hot
ayşene, [aş + Far. -hâne ?] /ağız} is. Mutfak. [DS] bııdur anı süreyüz (sürelim). ” Y usuf ve Zeliha.
ayşuşe, [Ar. 'ayşüşe (ayşu:şe) {OsT} is. Eğ a ’yün, [Ar. ‘ayn > a‘yün {OsT} is. 1. Gözler. 2.
lenceli ve zevkli hayat, Kaynaklar; pınarlar.
aytaç, [iğdiş /' aydış] {ağız} sf. (İnsan ya da hayvan a y v a 1, [Far. âbiâ => avya > ayva] is. bot. 1. Gülgil-
için) bacakları eğri olan. [DS] lerden asıl vatanı G irit’in Kydonia bölgesi olan 4-5
aytar, [ay-(ı)t-ar] {ağız} is. Flaberci. [DS] m. kadar boylanabilen, pembemsi beyaz renkli gü
zel çiçekli, etli ve beş bölmeli meyvesi için yetişti
ay tarm ak , [ay-(ı)t-ar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Oya
rilen bir ağaç; (Cydonia vulgaris). 2. Ayva ağacının
lamak; aldatmak; kandırmak. [DS]
iri ve sarı renkli, ekşimsi ve tıkız, beş böhneli, üze
aytıg, [ay-(ı)t-ığ] {eT} is. 1. Soru; sorgu. [Üç İtigsizler]
ri tüycüklil meyvesi, ö ayva çevirm esi, Koyu ayva
2. Hitap. [DLT] 3. H atır sorma. [DLT]
reçeli şurubunu hep aym yönde iistü beyazlaymca-
aytıgm a, [ay-ıt-mak (demek) > ay-(ı)t-ığ-nıa] {eT} sf.
y a kadar çevirmek suretiyle yapılan tatlı.\\ ayva
... denilen; ... denen; (öyle) adlandırılan. [ETY]
ezmesi, Kurutulmuş pişm iş ayva ezmesinden nişas
aytılm ak, [ay-ıt-mak (demek) > ay-(ı)t-ığ-mak) {eT}
ta ile yapılan bir tatlı. || ayva göbekli, Göbeği çu
edil. f. [-ur] Sorulmak; söylenmek. [DLT]
kur olan. || ayva hoşafı, Kurutulmuş ayvalardan
a ytınm ak, [ay-ıt-mak (demek) > ay-(ı)t-ığ-ma] {eTj yapılm ış suyu bol şekerli tatlı.|| ayva kom postosu,
dönşl. f. [-ur] Sormayı kendi üstüne almak. [DLT] Şekerli suda pişm iş soyulmuş ve dilimlenmiş ayva
aytış, [ay-ıt-mak (demek) > ay-(ı)t-ış] {eT} is. Hatır tatlısı. || ayva pişm işi, {ağız} Koyu kavun içi renk.
sorma. [DLT] [DS]|| ayva reçeli, Ayvaların şeker içinde çok az su
aytışm a, [ayıtmak > ay-ıt-ış-m ak > ay-t-ış-ma] is. 1. ile pişirilm esiyle elde edilen bir çeşit tatlı. || ayva
Aytışm ak işi. 2. ed. Â şık adı verilen saz şairlerinin sarısı, A çık yeşile çalan sarı. || ayva tü y ü , 1. Ayva
kendi aralarında belirli kurallar çerçevesinde dü nın üzerindeki tüycüklü kısım. 2 . insan vücudunda
zenledikleri karşılaşma, yarışma; deyişine; karşı; ki sarı ve ince, küçük tüyler. \\ ayvayı yem ek, 1. K ö
atışma. tü bir duruma düşmek. 2. Zarara uğramak.
aytışm ak, [ayıtmak > ay-(ı)t-ış-mak > ay-t-ış-mak] ayva2, [Far. eyvân] {ağız} is. 1. Kapı. 2. Kapı önü.
işteş, f. [-ır] 1. Tartışmak; eytişmek; münakaşa et [DS]
mek. 2. Söyleşmek, görüşmek. 3. M ünakaşa eder ayva3, [ay + vay] {OsT} (16. yy) ünl. Feryat; figan,
ken sert cevaplar vermek. 4. ed. (Âşıklar için) ken ay v ad an a, [Yun. aghıovotaııo] is. bot. B ileşik g iller
di aralarında belirli bir ayak üzerine yarışmak; de- den çalı görünümünde, yaprağı yaban nanesine
yişmek; atışmak, benzer koyu yeşil renkli, soluk sarı çiçekli çok yıl
aytıverm ek, [ay-ıt-mak + i-vermek] {ağız} g ç l f. [- lık otsu bir bitki, (Artemisia vulgaris / A. herba
ir] Söyleyivermek; demek; haber vermek; açıkla- alba).
yıvermek. [DS] ayvalık, -ğı [ayva-lık] is. 1. Ayva ağaçlarının bulun
ay tm ak, [ay-ıt-mak / ay-t-mak / eT} gçl. f. [- duğu yer, ayva ağacı bahçesi. 2. Ayvaların (meyve)
ar] 1. Söylemek; demek. [ETY] [Gabain] [Mühennâ] saklandığı korunduğu yer.
2. Sormak. [ETY] [Gabain] [Mühennâ] a y v a n 1, [yay-van] {ağız} sf. Geniş; yayvan. [DS]
a y tu rm ak , [ay-(ı)t-ur-mak / ay-tur-mak] {eT} gçl. f . ayvan2, [Far. eyvân] is. 1. Teras, sundurma. 2. Bir
[-ur] Söyletmek. [DLT] yanı dışarıya açık oda. 3. {ağız} A skerî malzeme
ayu, [adıg / ayı y.~\] {eAT} is. Ayı. S ayu güli,Y eAT} deposu. [DS] 4. {ağızj Mısır, fındık vb. kurutmaya
yarayan yerden yüksekçe yer. [DS] 5. {ağız} Çok
Gelincik çiçeği]| ayu incegi, {eAT} Ayı yavrusu.||
pencereli ya da bir tarafı açık üst kat odası. [DS] 6.
ayu kulağı, {eAT} Gelincik çiçeği.
{ağız} Damdaki düzlük; düz dam. [DS]
a y u k 1, [ay-uk] {eT} is. Egemen olunan ülke; mülk;
memleket. [Tekin] ayvay, [Far. ây vây (a:yva:y) {OsT} ünl. Korku
a y u k 2, -ğu [ay-uk] {ağız} is. Taş topluluğu; taş yığını. ve şikâyet bildirir.
[DS] a y v az 1, [Ar. ‘ivaz] {OsT} is. 1. Büyük konaklarda ve
ayuk3, -ğu [ay-uk] {ağız} sf. 1. Ayık; uyanık. 2. zf. sarayda mutfaktan yemek taşıyan hizmetçi. 2. {a-
Artık. 3. Biraz; azıcık. [DS] ğız} Koca; erkek eş. [DS] 3. {ağız} Gemilerde cerrah
a y u rtlam ak , [ad-ur-t-la-mak {eAT} g ç l.f. [-r] yardımcısı; hasta bakıcı. [DS] S ayvaz k asap , hep
-*■ ayırtlamak. b ir h esap , “H angi y o l denenirse denensin, sonuç
ayuto, [İt. aiuto (yardım)] (a ’y uto) is. Kâğıt oyunla değişmez. ’’ anlamında kullanılan bir deyim.
rında ortak. ayvaz2, [Ar. ‘ivaz] {ağız} is. Karşılık; bedel. [DS]
I
H H f l l l H l f f i S i f f l f i » 397 AZ
ayvaz3, [? ayvaz] {ağız} sf. 1. B ir gözü kör; kör. 2. Ucu ucıına; ancak. 2. Şöyle böyle. 3; Biraz; bir
Güzel; yakışıklı. 3. Saçsız; kel. 4. Sağır. 5. Hoyrat; pa rça.|| az bulmak, Daha çoğunu ummaktan dola
kaba. [DS] y ı eline geçeni yeterli saymamak; azımsamak.\\ az
ayyab, [Ar. ‘ayb (kıısıır) > ‘ayyâb v ’W ayya:b) buz değil, Küçümsenemeyecek kadar çok.\\ az can
lı, {ağız} Aceleci; sabırsız. [DS]|| az çok, Önemli
(OsT) sf. Çok ayıplayan, çok kusur bulan,
ölçüde; epeyce; oldukça. || az çok dememek, Uzun
ayyan, [Ar. ‘ayyân j L p ] ayya:n) (OsT} sf. 1. N e ya süre incelemeden, düşünmeden hemen kabul et-
pacağını bilemeyen. 2. Yorgun, mek.\\ az daha, Neredeyse; hemen hemen; az kal
ayyar, [Ar. ‘ayyâr jL^] (ayya:r) {OsT} sf. 1. Hilekâr. sın. || azdan az, {ağız} 1. Çok az; birazcık. 2. Son
derece az; en az. [DS]|| az değil, “Göründüğü gibi
2. Dolandırıcı. 3. Kurnaz. 4. Çevik; atik. 5. {ağızj
değil, çok hüner sahibidir." anlamında.\\ az dolu,
Tembel. [DS]
{ağız} Coşkun; taşkın. [DS]|| az gelişmiş, (Ülke için)
ayyaran, [Ar. ‘ayyâr > ‘ayyârân jl jt * ] (ayya:ra:n) sanayileşememiş ve tarımsal geliri yetersiz. || az
(OsTj sf. Aldatanlar, dolandıranlar, gelişmişlik, A z gelişm iş ülkelerin niteliği.|| az gel
ayyarlık, -ğı [ayyar-lık] is. Dolandırıcılık, aldatıcılık, mek, 1. Yetecek kadar olmamak. 2. Daha isten
ayyaş, [Ar. ‘ayş (yiyip içmek) > ‘ayyâş (birlikte içki m ek.|| az gitmek, uz gitmek, 1. A z y o l aldığı hâlde
çok şeyler görmek, çok olaylar yaşamak. 2. M asal
içilen arkadaş) > Far. ‘ayyâş jiL *] (ayya:ş) {OsT}
larda mekân değişikliğini anlatan tekerleme. || az
sf. 1. Çok içki içen; alkolik. 2. Eğlenceye düşkün. gitti, {ağız} A z kaldı. [DS]|| az görmek, A z bulmak.\\
S ayyâş-ı bed-maâş, {OsT} Geçimi kötü; sarhoş. az günün adamı olm amak, Çok görmüş ve çok
ayyaşan, [Far. ‘ayyâş > ‘ayyâşân j l i L t ] (ayya:şa:n) yaşam ış olmak.|| azı çoğa saym ak, Verilen bir he
(OsTj sf. Ayyaşlar, sarhoşlar, diyenin m addî değeri düşük olmasına rağmen onu
m anevi yönden değerli bilmek.\\ az kaldı, (Olumsuz
ayyaşlık, -ğı [ayyaş-lık] is. İçkiye düşkün olm a hâli;
bir şey) neredeyse oluyordıı.\\ az kalsın, (Olumsuz)
sarhoşluk.
bir şeyin meydana gelmesine çok az bir zaman
ayyuk, [Ar: ‘ayyük (ayyuık) {OsT} is. 1. gök b. kalm ıştı.|| az kişi, {eAT} Önemsenmeyecek kim se.||
Gök kubbesinin kuzey yarım küresinde bulunan az oldu, A z kaldı.\\ az öğüş, {eATj Biraz; az çok;
Auıigae takım yıldızının en parlak olan Keçi yıldı bir miktar. || az sonra, Kısa bir zam an sonra; bi-
zı, (Alpha Aurigae). 2. mec. Gökyüzünün en yük razdan.\\ az söyleyip uz söylemek, Çok konuşma
sek noktası. S ayyuka çıkmak, 1. (Ses için) çok mak, konuşunca da çok önemli ve özlü şeyler söy
yükselmek veya çok fa zla çıkmak. 2. Yayılmak, her lemek]} az zamanda, Kısa bir süre içinde.
taraftan duyulmak; herkesçe bilinir olmak. 3. Şid az2, [âz] {eT} bağ. Yahut; veya. [EUTS]
detini artırmak.\\ ayyuka ser çekmek, Çok yüksek azJ, [az] {eT} sf. (At donu için) sarı; sarı renkli at.
lere ulaşmak. [Gabain] [ETY]
-az, [-z / -iz / -ız / -az / -ez /-uz / -üz] yap. e. -*■ -z. az4, [ez-ik / az / iz] {eT} is. Uzunlamasına çizik tırnak
Az [Fr. azote] kısalt. Eskiden, atom sayısı 7, kütlesi izi. [DLT]
14 olan havanın yaklaşık yüzde seksenini oluşturan az5, [âz] {eT} sf. 1. Yanlış. 2. Sürçme; sehiv; yanlış
renksiz, kokusuz bir gaz olan azotun sembolü idi, lık. [EUTS]
şimdi N (nitrojen) kullanılmaktadır.
az6, [Far. âz jT] (a;z) {OsT} is. Açgözlülük; tamah;
az1, [eT. âz jT] sf. 1. Ölçü ve derece bakım ından ye
hırs; arzu; heves. {eT} (aym) [EUTS]
tersiz; çok olmayan; biraz. {eT} (aym) [Mühennâ] az7, [ağız > az ?] {ağızj is. İç taraf. [DS]
[DLT] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] [EUTS] [İKPÖy.]
[ETY] 2. Küçük bir bölüm; biraz. 3. Ölçü ve dere az8, -zzı [Ar. ‘azz {OsTj is. Isırma, fi1 azz-i be-
cesi beklenenden eksik olan; yetersiz; sınırlı; m ah nâm, Parm ak ısırma.
dut. 4. Yarım (porsiyon). 5. {eT} is. Azlık; kısalık. az9, -zzı [Ar. ‘âzz / ‘âzze (a;z) {OsT} is.
[Üç İtigsizler] 6. zf. Seyrek. 7. Yetersiz olarak; eksik.
Isıran; ısırıcı.
8. Kararlaştırılandan daha az zaman içinde. 9. {eAT}
Biraz, fi1 aza çoğa bakmam ak, Elindeki ile yetin a ’za, [Ar. ‘uzv > a‘zâ Uiti] (a-za:) {OsT} is. -*■ aza1.
mek. || aza kanaat etmek, Daha az bir şeyle yetin- 0 a ’zâ-yı dâhiliye, (OsT} anat. İç organlar]] a ’zâ-
mek.\\ aza saymak, {eAT} A z bulmak, küçümsemek; yı fahriye, {OsT} B ir dernek veya kuruluşun şartla
az görmek.|| aza tutmak, {eAT} A z görm ek.|| az az, rına uygun olmadığı hâlde saygı duyarak kaydetti
Küçiik miktarlar hâlinde fa k a t süreyi uzun tutarak; ği üye; fa h r î iiye; onur üyesi; şe r e f iiyesi]\ a’zâ-yı
yavaş yavaş; gittikçe artırarak,|| az biraz, {ağız} hâriciye, {OsTj anat. Dış organlar.|| a ’zâ-yı mev-
Az; azıcık. [DS]|| az bir şey, B ir parça; bir küçük cüde, {OsT} H azır bulunan üye.|| a ’zâ-yı tabiiye,
miktar.\\ az boz, {ağız} 1. Biraz; birazcık; azıcık; az {OsT} B ir kuruluşun doğal üyeleri.|| a’zâ-yı te-
buçuk. 2. İhm al edilir miktarda. [DS]|| az buçuk, 1. nâsüliye, {OsTj anat. Üreme organları.
AZA f l l Ü M I İ İ M E S Ö M .s »
aza', [Ar. ‘uzv > a‘za Ua*l] (a.za.j is. 1. Vücut par ser, {OsT} Başında derdi olmayan; başıboş; başı
çaları; organlar. 2. B ir demeğe, bir komisyon veya dinç; gailesiz.|| âzâde-serâne, {OsT} Başıboş ola
rak.
daireye bağlı kimse; üye. 3. Vücut parçası; uzuv. S1
aza olmak, B ir dernek veya birliğe kayıt olmak; azadelik, -ği [azade-lik] (a:za:delik) is. 1. Bağım sız
üye olmak. lık, serbestlik. 2. Başıboşluk. 3. Sorumsuzluk. 4.
Hürriyet.
aza2, -a ’i [Ar. ‘azâ1 (aza:) {OsT} is. 1. Yas; ma
azadî, [Far. âzâdı ^ j T ] (a:za:di:) {OsT} is. Özgür
tem. 2. Cenaze alayı. 3. Başsağlığı ziyareti. 4. Sa
bır. fi1 azâ-hâne, {OsT} -*• azahane.|| aza tutmak, lük; serbest olma,
{OsT} Yas tutmak.\\ azâ vermek, {OsT} Başsağlığı azadlu, [âzâd-lu jb ljl] (a:za:dlu) {eAT} sf. 1. Serbest
dilemek.\\ azaya gitmek, {ağız} Başsağlığı dilemeye bırakılmış; azat edilmiş. 2. is. Özgür kimse; hür ki-
gitmek. [DD] şi.
a’zab 1, [Ar. ‘azeb > a'zâb v b * '] (a-za:b) {OsT} is. azadvari, [Far. âzâd-vârî tolvLiT] (a:za:dva:ri:)
Bekâr erkekler. {OsT} is. Irak Türkmenleri arasında söylenen yay
a’zab2, [Ar. a'zab (a-zab) {OsT} sf. (Hayvan gın bir bestenin adı.
için) düşük kulaklı veya kırık boynuzlu. azag, [az-ağ] {eT} s f Sapık; yanlış yola sapmış.
[EUTS] [Üç İtigsizler]
azab1, [Ar. ‘azb (bekârlık) > ‘azab / cazeb j p] {OsT}
azaf, [Ar. zı‘f (kat, kere) > az‘a f / a d 'â f {Os T}
is. 1. Bekâr; evlenmemiş erkek. 2. Çiftlik uşağı. 3.
sf. (Belirtilen miktarda) misiller; katlar,
as. Eski Türk ordusunda asıl çekirdeği oluşturan
h afif piyade askeri. 4. as. D onanmada görevli er. S azahane, [Ar. ‘azâ1 (matem)+ Far. hâne (ev)
azab ağası, {OsT} Azapların en yü ksek âm iri.|| (aza:ha:ne) {OsT} is. A cıya uğram ış yaslı ev; m a
azab çağırmak, {OsT} Azapları silah altına almak. tem evi.
azab2, [Ar. ‘azâb ^ l l t ] (aza:b) {OsT} is. -*• azap. S azahî, [Ar. ızhiyye > azâhı (aza:hi:) {OsT} is.
azâb-engîz, {OsT} Azap verici.|| azâb-ı ahiret, Kurban bayram ında kesilen hayvanlar; kurbanlar,
{OsT} Ahret azabı. || azâb-ı cehennem, {OsT} 1. Ce azahik, -ki [Ar. udhuke / uzhuke > azâhik
hennem azabı. 2. mec. Büyük sıkmtı.\\ azâb-ı elîm,
{OsT} Çok üzüntü veren azap.|| azâb-ı intizâr, (aza:hik, h kalın söylenir) {OsT} is. Gülünç şeyler;
{OsT} Beklemenin verdiği sıkıntı.|j azâb-ı marâz, güldürücü şeyler.
{OsT} Hastalığın verdiği eziyet.|| azâb-engîz, {OsT} azaim 1, [Ar. ‘azime (tılsım) > ‘azâim pJİy-\ (aza:im)
Azap verici. {OsT} is. Cin, yılan, hastalık gibi zararlı şeylerden
azabunsuz, [‘azab-un-suz {eAT} zf. Azapsız. korunm ak için okunan dua ve yapılan muskalar;
azacık, -ğı [az-a-cık] zf. Azıcık; biraz. sihirli sayılan sözler; efsunlar. S1 azâim -hvân,
{OsT} 1. D ua okuyan. 2. Üfürükçü.\\ azâim ü’r-
azad1, [Ar. ‘azâd (aza:d) {OsT} sf. K ısa ve sık
ruka, {OsT} Büyü yaparken okunan K ur 'an ayetle
dikilmiş.
ri.
azad2, [Far. âzâd iljT] (a:za:d) {OsT} sf. 1. ->■ azat. 2.
azaim2, [Ar. ‘azm (karar) > ‘azâim (aza.im)
Kusursuz; ayıpsız. S âzâd-merd, {OsT} D ünyevi
{OsT} is. Verilen kararda durmalar; sebatlar; kesin
bağlarından kurtulmuş kimse.\\
kararlılıklar.
azaddiraht, [Far. âzâd (serbest) + diraht (ağaç)
azaim 3, [Ar. ‘azîme (uyarı) > ‘azâim p-sljf- / pjy-] (a-
c-i-ljjjlj'î] {OsT} is. bot. Yaprakları hayvanları öl
za:im) {OsT} is. Kusur bulmalar; ayıplamalar; ten
dürecek kadar zehirli bir ağaç; henzel meyvesinin
kitler; kınamalar; uyarılar.
ağacı, (Melia azadirachta).
azade, [Far. azade »MjT] (a:za:de) {OsT} sf. 1. Hür. 2. azaim4, [Ar. ‘azime (büyük iş) > ‘azâim Uip] (a-
Serbest. 3. ed. Anlamı tamamlanmış tek dize; bir za:im) {OsT} is. 1. Dehşet verici olaylar. 2. Önemli
cümle oluşturan mısra. 4. zf. (-den ayrılma hâlin ve büyük şeyler.
den sonra) Uzak. 5. Yakasını sıyırmış olarak; kur azak1, [ad-ak / azak] {eT} is. Ayak. [DLT]
tularak. S âzâde-dil, {OsT} Kalben birine bağlı azak2, [az-mak > az-ak / az-uk] {eT} is. 1. Nereden
olmayan.|| âzâde-gân, {OsT} Özgür olanlar; kur ve kimden geldiği belli olmayan ok. [DLT] 2. {ağız}
tulmuş olanlar; hürler.\\ âzâde-gî, {OsT} Özgürlük; K uzeydoğudan esen yel. [DS] <3 azak eğiri, bot.
serbestlik; hürlük.\\ âzâde-hâtır, {OsT} Gönlünü Yılan yastığıgillerden durgun su kenarlarında yeti
her türlü hırstan kurtarmış olan.|| âzâde-hayât, şen şerit yapraklı, başak çiçekli; kurutulmuş kök
{OsT} Hayattan kurtulmuş olan.]| âzâde mısra, sapları parfüm sanayiinde, halk hekimliğinde terle
{OsT} ed. H erhangi bir beyte veya nazım birimine tici ve spazm giderici olarak kullanılan otsu bitki,
bağlı olmayan tek başına söylenmiş mısra. || âzâde- (Acorus calamus).
mıeıımMiıöii.39» AZ A
azak3, -ğı [azak] {ağız} is. Domates. [DS] azametlu, [azamet-lü] (aza.metlû:) {OsT} sf. İm para
azaklamak, [az-ak-la-mak] {ağız} gçl. f. f- r j [- torluk döneminde padişahların büyüklüğünü ifade
l(ı)yor] İzini kaybettirmek; şaşırtmak. [DS] için kullanılan unvan sıfatı; azametli,
azaktan, [az-ak-tan] {ağız} zf. Birazdan. [DS] a ’zamî, [Ar. a'zam (en büyük) > a'zam î LS^ - ] (a-za-
azal, [Ar. ezel > âzâl JljT] (a:za:l) {OsT} is. Öncesi mi:) {OsT} sf. -*■ azamî,
olmayan zamanlar; başlangıçsız zamanlar; ezeller, azamî, [Ar. a'zam (en büyük) > a'zam î (a:za-
azalak, -ğı [az-mak > az-a-la-k ?] {ağızj sf. Bol; çok.
mi:) {OsT} sf. 1. En çok, en fazla. 2. En üstün. 3.
[D S]
mat. Maksimum. S azamî derecede, En yüksek
azalan, [azal-mak > azal-an] sf. 1. Ölçü ve sayı ba
olarak.
kımından giderek küçülen, eksilen. 2. A zalm a eği
limi gösteren. azamim, [Ar. izmâme > azâmim ^ U > l] (aza:mi:m)
azalık, -ğı [aza-lık] (a:za:lık) is. A za olma durumu; {OsT} is. Desteler; kümeler; zümreler,
üyelik. a ’zamiyet, [Ar. a'zam î > a'zam iyyet (a-za-
azalım, [azal-mak > azal-ım] is. 1. A zalmak işi ve miyet) {OsT} is. 1. Pek büyük olm a durumu. 2. mat.
sonucu. 2 .fız. Sönümlenmiş bir dalganın ardışık en Bir sayının diğerinden büyük olması durumu,
büyük iki genliği arasındaki oran, azamut, [Ar. a'zam et (büyüklük) > a'zam üt
azalış, [az-al-ış] is. A zalm a işi ve biçimi,
(azamu:t) {OsT} is. A llah’ın sözle anlatılamayan
azalil, [Ar. uzlüle > azâlll J^Ual] (aza:li:l) {OsT} is. büyüklüğü.
Yanlışlar; yanılmalar, azan1, [Ar. üzn (kulak) > âzân jliT] (a:za:n) {OsT} is.
azalma, [az-al-ma) is. A zalmak işi; eksilme; tenakus, Kulaklar.
azalmak, [eT âz > az-al-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Önce azan2, [Sansk. asana] {eTj is. 1. Sedir. [EUTS] 2. {a-
kinden daha küçük ve az durum a gelmek. 2. Sayıca ğız} is. bot. K atır tırnağı; bir çeşit dikenli bitki; çalı.
eksilmek. 3. Kuvvetini ve şiddetini kaybetmek. 4. [DS]
Hafiflemek. 5. Zayıflamak. 6. Seyrekleşmek. 7. azand, [?azand] {eT} is. Hikâye; masal. [EUTS]
Kıtlaşmak. 8. (Işık için) sönükleşmek, azanık, -ğı [az-an-ık] {ağız} sf. Zengin. [DS]
azaltılma, [az-al-t-ıl-ma] is. Azaltılm ak işi. azanlam ak, [az-an-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
azaltılmak, [az-al-t-ıl-mak] edil. f. [ ı r ] Sayı ve ölçü yor] (Yara, çıban için) azmak. [DS]
bakımından eksiltilmek, azanlatmak, [az-an-la-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1.
azaltım, [az-al-t-ım] is. 1. A zaltm ak işi ve sonucu. 2. Azdırmak. 2. Şakayı kavgaya çevirmek. 3. Sarpa
Bir değişkenin her adım ında veya her turunda kay sardırmak; karıştırmak. [DS]
bettiği değer, azap1, -bı [Ar. 'azâb i^] (aza:b) {OsT} is. 1. Günah
azaltma, [az-al-t-ma] is. Azaltm ak işi. işleyenlere, kâfirlere ve inkârcılara ölüm sonrası
azaltmak, [az-al-t-mak] g ç l . f [ ı r ] l . Ölçü bakım ın verilecek ceza ve uygulanacak eziyet. 2. İnsan be
dan küçültmek. 2. Sayıyı indirmek. 3. Yoğunluğu deninden veya ruhi sebeplerden kaynaklanan ıstı
düşürmek. 4. Şiddeti hafifletmek, rap; acı. 3. Pişmanlık; nâdim olma. 4. Korku. 5.
azalya, [Yun. azalea > İng. azalea] is. bot. Bir bahçe Şiddetli ve bunaltıcı sıkıntı; buhran. S1 azap çek
çiçeği. mek, Sıkıntı ve acı duymak; çok üzülmek. || azap
a’zam, [Ar. ‘azâmet (büyüklük) > a'zâm pUipl] (a- verm ek, Sıkıntı ve acı vermek; eziyete sokmak. ||
za:m) {OsT} sf. 1. Yaş ve mevki bakım ından daha azaba düşm ek, Sıkıntı, acı ve eziyete uğramak.
büyük. 2. En büyük. 3. Ç ok büyük, ö azâm-ı azap2, -bı [Ar. 'azzâb v 'j* ] is. 1. Çiftlik uşağı. 2. Sa
esbâb, {OsT} En büyük sebep. ğız} Bir yıllığına tutulan erkek hizmetçi; uşak. [DS]
azam, [Ar. azam p il] {OsT} is. 1. Kin; düşmanlık; 3. {ağız} B ir yaşını geçmiş erkek keklik. [DS] 4.
{ağız} D okumada bir ilmikteki iki çözgü telinden
kötü niyet; öç alma duygusu. 2. Öfke; hiddet. 3.
Kıskançlık. birincisi. [DS] 5. {ağız} Köy dışında çobanların ve
hayvanların barınması için yapılan dam. [DS] 6.
azamet, [Ar. 'azam et c~»Ui£.] (aza:met) {OsT} is. 1. {ağız} sf. Güçlü; kuvvetli. [DS]
Büyüklük; ululuk. 2. İri yapılı ve büyük bedenli azaplı, [azap-lı] sf. Azap veren, sıkıntıya sokan,
olma; heybet. 3. K endini başkalarından büyük azapsız, [azap-sız] sf. 1. Azap çekmeden. 2. Utanç
görme; kibir; gurur; çalım; kurum. 4. Büyük göste duymadan.
riş, görkem; tantana; debdebe; ihtişam; şatafat. 5.
a’zar, [Ar. ‘özr > a'zâr jli^l] (a-za:r) {OsT} is. Ö-
Allah’ın her şeyi kapsayan büyüklüğü,
azametli, [azamet-li] (aza.metli) sf. 1. Büyük, ulu; zürler; engeller; bahaneler.
yüce. 2. İri yarı; heybetli. 3. Kibirli; gururlu; çalım azar1, [az-ar] sf. Az olarak, t? azar azar, K üçük mik
lı. 4. Görkemli; muhteşem. tarlar hâlinde fa ka t süreyi uzun tutarak.
AZA
Ö IİİM IİİlfS SÖZlilll .4 9 0
azar , [ibr. azar / Far. âzer j i l ] {OsT} is. 1. M art ayı. azatlama, [azat-la-ma] is. 1. Azatlam ak işi. 2. K öle
ye hürriyetini verme, serbest bırakma,
2. Celali takviminde Kasım ayı.
azatlamak, [azat-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
azar3, [Far. âziirden (incitmek) > âzâr jljT] (a:za:r)
(Köle için) hürriyetini vermek; serbest bırakmak. 2.
{OsTj is. Yaptığı bir kusurdan dolayı birisine söy (Kuşu) serbest bırakmak. 3. Öğrencileri okuldan
lenen kırıcı söz; paylama; tekdir. S âzâr-dîde, salıvermek. 4. A vrupa’da derebeylik döneminde
{OsT} Zulüm görmüş, incitilmiş,j| âzâr-dil, Gönül toprak kölesi olm aktan kurtarmak,
kırıklığı.\\ âzâr-ende, {OsT} Azarlayan, inciten.|| a-
azatlı, [azat-Jı] sf. 1. A zat edilmiş, eline azat belgesi
zar işitmek, K in ci ve kaba sözlere muhatap ol
verilmiş. 2. {ağız} Kimsesi olmayan. [DS] 3. is.
mak; azarlanmak; paylanmak.\\ âzâr-mend, {OsTj
A zat edilmiş cariye veya köle. 4. (ağız} Birkaç kere
Üzüntülü; incitilmiş,|| âzâr-mendî, {OsT} İncitilmiş
evlenmiş kadm. [DS] fi1 azatlı cariye, {OsT} İm pa
olan; kırılmış.\\ âzâr-resân, {OsT} Üzüntüye yo l
ratorluk dönem inde haremde dokuz yıllık çalışma
açan.\\ âzâr-resîde, {OsTj Kırılmış, üzülmüş.
dönemini doldurduktan sonra bir belge verilerek
azar4, -rrı [Ar. zarar > azarr {OsT} sf. Çok za
azat edilen, serbest bırakılan cariye.
rarlı: en zararlı, fi1 azarr-ı müskirat, {OsT} İçkile azatlık, -ğı [azat-lık] is. 1. Azat olma durumu. 2.
rin en zararlısı. Esaretten kurtulm a; hürriyete kavuşm a; özgürlüğü
azari, [Far. âziirden (incitmek) > âzârî (a:za;- nü elde etme. 3. Serbest kalma. 4. sf. (Köle veya
ri;) {OsT} is. 1. Azarlanmış olma; incitilmiş olma. cariye için) azat olm a hakkını elde etmiş. 5. {OsT}
2. Küfürbazlık; muzırlık, İm paratorluk dönem inde Darüssaade ağalarından
azariş, [Far. âzürden (incitmek) > âzâriş (a;- azledilerek M ısır’a sürgün edilenlere bağlanan ma
za;riş) {OsT} is. İncitme; kırma; azarlama, aş.
azarlama, [azar-la-ma] is. Azarlamak işi. azatnam e, [Far. âzâd-nâm e ^ob^SjT] (a:za;lna;me)
azarlamak, [Far. âzâr > azar-la-mak] gçl. f. [-r] [- {OsT} is. A zat edilen cariyelere verilen belge; ıtık-
l(ı)-yor] Birinin işlediği bir suç veya kusurdan do name.
layı sert ve kırıcı bir ifadeyle uyarmak; paylamak; azatsız, [azat-sız] sf. A zat edilemez durumda,
tekdir etmek; ikaz etmek; çıkışmak, azaylı, [Far. âzâdî] {ağız} sf. Terbiyeli. [DS]
azarlanma, [azar-la-n-ma] is. A zarlanm ak işi. azaysız, [azay-sız] {ağız} sf. Huysuz; terbiyesiz. [DS]
azarlanmak, [azar-la-n-mak] edil. f. [-ır] K usurla azaz, [Ar. ‘azâz (aza:z) {OsT} is. Tek lokma.
rından dolayı birisi tarafından azar işitmek; pay azazel, [İbr. azazel] is. Y ahudilerin her yıl Kefaret
lanmak; tekdir edilmek, (Yom K ippur) bayram ında bütün günahları temsilî
azarlatma, [azar-la-t-ma] is. Azarlatmak işi. olarak yükledikleri keçi (kefaret keçisi, günah keçi
azarlatmak, [azar-la-t-mak] gçl, f. [-ır] Birini azar s i)’yi götürüp sundukları çöl şeytanı,
lam a işini başkasına yaptırmak; paylatmak; tekdir azazet, [Ar. ‘izz (şeref) > ‘azâzet o jljp ] (aza'.zet)
ettirmek. {OsT} is. Büyüklük; itibar; değer.
azat1, -dı [Far. âzâd iljT] (a:za;t) sf. 1. Kölelikten ve A zazil, [Ar. ‘azâzıl J i j ^ ] (aza:zil) is. Şeytanın A l
esaretten kurtulmuş; hür; özgür; serbest. 2. (Kuş lah ’a isyan etm eden önceki adı; İblis’in meleklik-
için) kafesten salıverilmiş. 3. is. Serbest bırakma. teki adı.
4. Okulu tatil edip öğrencileri serbest bırakma;
azb', [Ar. ‘azb v*-**] {OsT} is. Bekârlık.
paydos. 5. mec. Bağlarından, baskılardan kurtulma.
6. Gölgesinden veya aşılayarak meyvesinden yarar azb2, [Ar. ‘uzübet (tatlılık) > ‘azb /OsTj is. 1.
lanm ak amacıyla tarla içlerinde bırakılan genç İçimi hoş. 2. Tatlı. S azbü’l-beyân, {OsTj A nlatı
ağaç. 7. {ağızj Kırda yetişen tek ve büyük ağaç. mı çok hoş; tatlı dilli.
[DS] 8. {ağız} Yabani armut; ahlat. [DS] S azat azb3, [Ar. ‘azb {OsT} is. 1. Kesme. 2. İsırma. 3.
buzat, beni cennet kapısında gözet, Tutulmuş bir
Ç ok kötü azarlam a. 4. Hastalık yüzünden zayıfla
kuş veya yabani hayvanı kendi ortamına bırakırken
söylenen dua nitelikli tekerleme.\\ azat etmek, Ser ma. 5. sf. Keskin.
best bırakmak, hürriyetini eline vermek.\\ azat ey azb a1, -a ’i [Ar. ‘azb â’ ►!?>] (azba;) /OsT} is. 1. Ku
lem ek, A zat etmek, | azat kabul etmez bendeniz, lağı kesik veya boynuzu kırık hayvanlar. 2. Dışı
{OsT} Eskiden mektuplarda imzanın üstüne konulan deve. 3. Hz. M u h a m m e d ’in devesinin adı.
bağlılık ifadesi bir deyim. |[ azat olmak, Serbest azba2, -a’ı [Ar. zab ‘ > azbâ‘ £~^'] (azba;) {OsT/
bırakılmak,|| azat vakti, {OsT} Öğrencilerin okul
dan çıkma zamanı. K olun yukarı kısm ı,
azbar, [K ırım Tat. azbar] {ağızj is. Ahır önündeki
azat-, [az-mak > az-at] {ağız} sf. 1. İşe yaramaz. 2.
Güçlü; kocaman. [DS] toprak m eydan. [DS]
j ı ı ı ® a » . 401 AZG
azbet, [Ar. hazbe <>yr] [ağızj is. Aşireti oluşturan kü is. 1. Bekâr; evlenmemiş erkek. 2. Çiftlik uşağı. 3.
as. Eski Türk ordusunda asıl çekirdeği oluşturan
çük topluluklardan her biri. [DS]
hafif piyade askeri. 4. as. Donanmada görevli er.
azbu, -u’ı [Ar. zabu' > azbu‘ £-i=l] {OsT} is. zool.
azeban, [Ar. ‘azeb > ‘azebân (azeba:n) {OsT}
Sırtlanlar,
is. 1. Bekârlar. 2. Donanmada hizm et gören erler,
azca, [az-ca] sf. Oldukça az.
azcık, -ğı [az-cık] (a'zcık) sf. 1. Çok az. 2. zf. H afif azeh, [Far. âzeh ^jT] (a:zeh, h kalın söylenir) {OsT}
çe, belli belirsiz, is. Siğil.
azcıktan, [az-cık-tan] {ağız} zf. Birazdan; biraz sonra. a ’zel, [Ar. a'zel J j* l] (a-zel) {OsT} is. Yalnız ve si
[DS]
lahsız bulunan kimse,
azcuk, [az-cuk jş-jl] (a'zcuk) {eAT} sf. Azıcık, azelya, [Yun. azaleos / Lat. azalea] (aze'lya) is. G ü
azça, [az-ça] {eT} sf. Biraz. [ETY] zel ve gösterişli çiçekleri dolayısıyla saksılarda ye
azd, [Ar. ‘azd {OsT} is. 1. Kolun üst kısmı. 2. tiştirilen orman gülü, (Rhododendron indicıtm).
Destek. 3. Güç; kuvvet; kudret. 0 azdü’d-devle, azer, [Far. âzer jiT] (a:zer) {OsT} is. Ateş. S1 âzer-
{OsT} Devletin desteği. ahş, {OsT} Yıldırım,|| âzer-âsa, {OsT} Ateş gibi;
azdad, [Ar. zıdd > azdâd jl-uil] (azda:d(x) {OsT} is. kıpkızıl.\\ âzer-gede, {OsT} Ateşe tapanların tapı
1. Zıtlar; karşıtlar. 2. İki zıt anlama gelen kelime nağı; ateşgede.\\ âzer-gûn, {OsT} 1. Ateş rengi;
ler. kırmızı. 2. Kenarları kırmızı ortası siyah bir tiir
şakayık.|| âzer-kede, {OsT} Ateşe tapanların tapı
azde, [Far. âzde oijl] {OsT} sf. 1. Boyalı; boyanmış.
nağı; ateşgede.|| âzer-kîş, {OsT} Ateşe tapan; Me-
2. Matkap vb. ile delinmiş, cusi.|| âzer-perest, {OsT} Ateşe tapan; M ecusi.||
azdırılma, [az-dır-ıl-ma] is. Azdırılm ak işi. âzer-şeb, {OsT} 1. Ateşte yanm adığı söylenen bir
azdırılmak, [az-dır-ıl-mak] edil. f. f- ır j Azmasına m asal hayvanı; Semender. 2. Şimşek.\\ âzer-şîn,
yol açılmak, {OsT} Semender.|| âzer-yün, {OsT} •* azer-gün.
azdırma, [az-dır-ma] is. Azdırm ak işi.
Azerbayigân, [Far. âzer-bâyigân jl&LpT] (a;zerba:-
azdırmak1, [az-dır-mak g ç l . f [-ır] 1. Yoldan yigâ;n) {OsT} is. Azerbaycan,
çıkarmak; şaşırtmak. 2. Tahrik etmek; kışkırtmak.
azerd, [Far. âzerd JjiT] (a;zerd) {OsT} is. Boya; renk,
3. Çocukları yaram azlık yapmaya teşvik etmek;
kışkırtmak. 4. Köpek veya kedi gibi hayvanlan eve azerî, [Far. âzer + Ar. -î ısjiî] (a;zeri:) {OsT} sf. A -
dönemeyecekleri ıssız bir yere bırakarak kaybol teşli.
malarım sağlamak. 5. Duyguları coşturmak, zapt
Azerî, [Far. âzer-î lSjİÎ] (a:zeri:) {OsT} is. 1. A zer
edilmez hâle getirmek. 6. Cinsel arzulan tahrik et
mek. 7. Kesik veya sivilce gibi açık yaralara m ik baycan’da yaşayan Türk soylu halk ve bu soydan
rop kaptırmak; iltihaplanmasına sebep olmak. 8. olan kimse; AzerbaycanlI. 2. sf. AzerbaycanlIlara
Çamaşırı tem izlenemez hâle gelinceye kadar kir ait.
letmek. 9. Beyaz çamaşırları soğuk su ile yıkayarak Azerice, [Azerî-ce] is. 1. Azerbaycan Türklerinin
ağarmaz hâle getirmek. 10. {eAT} Değiştirmek. 11. kullandığı Türk lehçesi. 2. sf. Azerbaycan Türkle
{ağız} Birsini, bir başkası aleyhine kışkırtmak. [DS] rinin kullandığı Türk lehçesi ile yazılmış eser,
12. {ağız} Kızdırmak. [DS] 13. {ağız} Başıboş bı azerm, [Far. âzerm pj~\] (a;zerm) {OsT} is. 1. U-
rakmak; baştan savmak; şaşırtıp ortada bırakmak. tanma. 2. Şefkat. 3. Haşmet. <3 âzerm-cû, (OsTj
[DS] 14. {ağız} Y olunu şaşırmak; şaşırtmak. [DS] Terbiyeli; kibar; ince.
15. {eAT} İğfal etmek. 16. {ağız} (Yüz için) asmak;
azfar, [Ar. zufr > azfar jU tl] (azfa;r) {OsT} is. Tır
surat etmek. [DS]
azdırmak2, [az-dır-mak] {eAT} gçl. f. [-ur] Azalt naklar.
mak. azfendak, [Far. âzfendâk JİJuijT ] (a:zfenda;k) {OsT}
azdurıcı, [azdur-ıcı] {eATj sf. Doğru yoldan çıkaran; is. Gökkuşağı,
saptıran.
azfer, [Ar. zufr > azfer ] {OsT} sf. (Kişi için) uzun
azdurmak, [az-dur-mak] {eAT} gçl. f. [-ur] 1. Doğru
yoldan çıkannak; saptırmak. 2. Vazgeçirmek. 3. tırnaklı.
Boşa çıkarmak. 4. Bozguna uğratmak; harap ve azgan1, [az-ğan] {eT} {ağız} is. bot. Kuşburnu bitkisi.
perişan etmek. [DLT] [DS]
a’zeb, [Ar. ‘azb > a'zeb v ^ ' ] (a-zeb) {OsT} is. En azgan2, [Ar. zığn > azğân (azğa:n) {OsT} is.
lezzetli; en tatlı, Kinler; garezler,
azeb, [Ar. ‘azb (bekârlık) > ‘azab / ‘azeb {OsT} azgas, [Ar. zağs > azğâs (azğa;s) {OsT} is. 1.
AZG o m ııııe s o m . 402
Demetler; desteler. 2. Karmakarışık rüya ve söy birini doğru yoldan saptırmak; iğva etmek. 2. Bir
lentiler. birine kızmak,
azgaş, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > az- azgurmak, [eT. âz-m ak (yoldan çıkmak; sapmak) >
ğa-Şjilfcjl] {eAT} is. Mücadele, az-ğur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Yanlış yola götür
mek; azdırmak; saptırmak; ayartmak. [Gabain] [E-
azgaşmak, [eT. âz-m ak (yoldan çıkmak; sapmak) >
UTS]
az-ğa-ş-m ak jA-iUjT] {eAT} {ağız} dönşl. f. [-ır]
azha, [Ar. zahve > azhâ 1^1] (azha:) {OsT} is. Göl
[eAT.. -ur] 1. Kızmak. 2. Kızışmak. 3. A zgınlaş
ler; göletler; havuzlar,
mak. [DS]
azgın, [eT âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > az azher, [Ar. zahir (açık) > azher / azhar ^ 1 ] {OsT} sf.
gın] sf. 1. Azmış olan. 2. Öfkeden kontrolünü kay Çok açık; çok belli; meydanda; aşikâr,
betmiş; gözü dönmüş. 3. Saldırmaya hazır. 4. V ah azı, [eT az-ığ / az-ık] is. 1. H er iki çenede sağlı sollu
şi. 5. (Deniz için) dalgalı ve kabarmış. 6. (Rüzgâr beşer adet bulunan öğütücü dişler; azı dişi. 2. {ağız}
için) çok şiddetli, kasıp kavuran. 7. Cinsel bakım Kağnı dingilini yanlara bağlayan ağaç kama. [DS]
dan aşırı istek duyan; doyumsuz. 8. (Çocuk için) 3. {ağız} Keskin aletlerin, tırnağın dip tarafı. [DS] S
etrafı kırıp döken, söz dinlemeyen; yaramaz; haşa azı kazığı, {ağız} Kağnılarda araba evi, dingil ve
rı. 9. (Ten, deri vb için) çabuk iltihaplanan; yarası oku birbirine bağlayan k a zık [DS]
geç iyileşen. 10. Doğru yoldan ayrılmış; sapık; sap azıcık, -ğı [az-ı-cık / az + ıcık (biraz) az-cuk] (azı'-
kın. S azgın azgın, Coşkun ve taşkın bir hâlde. cık) sf. 1. Çok az, biraz, yetersiz. 2. zf. A z bir za
azgına, [az-ğına] {eT} zf. Azıcık; azca; çok az. [E- man olarak, biraz,
UTS]
azıd, [Ar. ‘azd {Os T} is. 1. Kolun üst kısmı. 2.
azgınlaşma, [azgın-la-ş-ma] is. Azgınlaşmak işi.
azgınlaşmak, [azgın-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. A z Destek. 3. Güç; kuvvet; kudret,
gın ve saldırgan duruma gelmek. 2. Aşırı cinsel azıg, [az-ığ] {eT} is. Azı dişi. [DLT] [EUTS] [ETY]
istek duymak, [Gabain] S1 azıg tiş, Azı dişi. [EUTS]
azgınlık, -ğı [azgın-lık] is. 1. Kızgınlık, öfke, saldır azıglamak, [azığ-la-mak] {eT} g ç l . f [-r] Azı dişi ile
ganlık gibi duygu ve davranışlarda aşırı gitme; taş ısırmak; azı dişine vurmak. [DLT]
kınlık. 2. A şırı yaramazlık; haşarılık. 3. Aşırı cinsel azıglıg, [eT. âz-m ak (yoldan çıkmak; sapmak) > az-
istek. 4. Sapıklık. 5. Kötülük, fesat. S azgınlık ığ-lığ] {eTj sf. 1. Azılı; korkunç; azı dişi belirmiş
etm ek, 1. Aşırı gitmek. 2. F esat çıkarmak, bozgun olan. [DLT] 2. Azı dişi. [EUTS] S azıglıg tonuz,
culuk etmek. A zı dişli domuz.
azgınmak, [âz > az-ğın-mak {eAT} gçl, f [- azıgzımak, [az-ığ-(ı)z-ı-mak {eAT} g ç l.f. [-r]
ur] Az görmek; azımsamak, Az bulmak; az görmek; azımsamak,
azgıntı, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > az- azık, [eT. az-ık / az-uk JjT] {eT} is. 1. Yiyecek; er
gın-tı] {ağız} is. Soytarı; serseri. [DS] zak; nevale. {eT} (aym) [EUTS] [Mühennâ] 2. Yolcu
azgışmak, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > luğa çıkarken yolda yem ek için götürülen yiyecek
az-ğı-ş-mak T] {eAT} dönşl. f. [-ır] 1. Kızmak. ve içecekler; kumanya; yol yiyeceği. {eT} {ağız}
2. Kızışmak. 3. Azgınlaşmak, (aym) [EUTS] [Mühennâ] [DS]® azık karıştırmak,
azgun, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > az- {ağız} H ep beraber yem ek için azıkları birbirine
karıştırmak. [DS]|| azık tutmak, {eATj Yiyecek bi
ğun / az-kun ö y-j\] {eAT} sf. Doğru yoldan ayrıl
riktirmek.
mış; baştan çıkmış; sapkın; sapık. S azgun işli,
azıkçı, [azık-çı] {ağız} is. A zık taşıyan. [DS]
{eATj Bozguncu.
azıklamak, [azık-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor]
azgunırak, [azğun-ırak] {eATj sf. 1. Daha sapık. 2.
Geliri ile kendini idare etmek; ürünü ihtiyacına ye
Daha şaşkın. 3. Daha çok uzaklaşmış, daha çok
tecek kadar olmak. [DS]
ayrılmış olan,
azgunlık, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > azıklandurmak, [azık-la-n-dur-mak {eAT}
az-ğun-lık {eATj is. 1. Azgınlık; taşkınlık; gçl. f [-ur] Azık vermek,
sapıklık. 2. Kötülük; fesat; bozgunculuk. 3. İnsanı azıklanma, [azık-la-n-ma] is. A zıklanm ak işi ve du
imtihan edecek şey; şaşırtacak şey; fitne. S1 rumu.
azgunlık eylemek, {eAT} Bozgunculuk yapmak; azıklanmak, [azık-la-n-mak edil. f. [-ır] 1.
fesa t çıkarmak.|| azgunlıga okuyıcı, {eAT} Sapıklı Yiyecek verilmek; rızklanmak. 2. dönşl. f. [-ır]
ğa çağıran. Azıklı hâle gelmek; azık sahibi olmak; azık edin
azgurışm ak, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > mek; erzak edinmek. {eATj (aynı)
az-ğur-ış-mak {eAT} işteş, f [-ur] 1. Bir azıklı, [azuk-luğ > azık-lı] sf. 1. Azığı olan. 2. Azıkla
i B ru M » » 4 0 3 AZI
birlikte. 3. {ağızj Y oksullan doyuran; aç doyuran. lar. || azın lık ta kalm ak, Bir grubun veya partinin
[DS] kalabalık grup karşısında sayıca z a y ıf kalması.
a zık lık , -ğı [azuk-luk > azık-lık] is. 1. Azık olarak azınlık2, -ğı [az-mak > az-ın-lık] {ağız}is. Usanç;
hazırlanan yiyecek. 2. A zık konulan kap, sepet, bıkkınlık. [DS]
torba. 3. Hemen yem ek üzere, harm an zamanından azın m ak , [azmak > az-ın-mak] {eAT} dönşl. f. [-ur]
önce biçilip savrulan ekin. 4. {ağız} Geçim; maişet. Kaybolmak.
[DS] azın sam ak , [azm-sa-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-s(ı) -yor]
a zıla m a k , [azı > azı-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] f-l(ı) Az görmek; az bulmak; azımsamak. [DS]
-yor] İncitmek; ısırmak; düşmanlık etmek. [DS] azm sım ak, [azın-sı-mak] {ağız} gçl. f. [-r] Az gör
azılanm ış, [azıla-n-mış] {ağız} sf. K afa tutan; baş kal mek; az bulmak; azımsamak. [DS]
dıran. [DS] azıntı, [az-ıntı] {ağız} sf. 1. İşe yaramayan ve nereden
azılı, [azığ-lu > azı-lı] sf. 1. A cımadan kötülük yapa geldiği belli olmayan; serseri. 2. Zorba; azgın. 3.
bilecek durumda olan; zorba; azgın. 2. Hiçbir şey Azıtılmış hayvan. 4. Soyu bozulmuş; melezleşmiş.
den korkmayan. 3. Tehlikeli. 4. Korkutucu. 5. (Ço [DS]
cuk için) yaramaz, kavgacı; haşarı. 6. Üç yaşını a z ırak , -ğı [az-ı-rak J j jl ] {eAT} {ağız} sf. ve zf. Daha
geçmiş yaban domuzu, az; azıcık. [DS]
azılma, [az-ıl-ma] is. Azılm ak işi ve dirimi, azırak lı, [az-mak > az-ır-ak-lı] {ağız} sf. Kavgacı;
azılm ak, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > az- kızgın; belalı. [DS]
ıl-mak] {eT} dönşl. f. [-ır] [eT. -ur] 1. Yanılmak. azırg am ak , [az-ır-ğa-mak ^IfcjjT] {eAT} gçl. f. [-r]
[Yüknekî] 2. Azgınca davranışlarda bulunmak. {eT}
1. Az görmek; az bulmak; azımsamak. 2. Önem
(aynı) [DLT]
vermemek.
azılu, [eT. azığ-lu > az-ı-lu {eAT} sf. Taşkın;
azırg an , [az-ır-gan] {ağız} is. Y ol kenarlarında birbi
çılgın. rine sarılarak büyüyen ve boyu iki metreyi bulan
azım ak1, [az-ı-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1. Sızmak. 2. dikenli çalı. [DS]
Gürültüden ağır duyar olmak. [DLT] azırg an m ak , [az-ır-ğa-n-mak jA Jijjl] {eAT} gçsz. f.
azım ak2, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) > az-
[-ır] [eAT. -ur] 1. Azımsanmak; azımsamak; az
ı-mak] {ağız} gçsz.f. [-r] Baş kaldırmak. [DS]
bulmak. 2. {ağız} Nazlanmak. [DS] 3. {ağız} Çekin
azım sam a, [az-ımsa-ma] is. A z bulma, az görme, mek; kaçınmak. [DS] 4. {ağız} Zor gelmek; isteksiz
azım sam ak, [az-ımsa-mak] gçl. f. f- r ] (-s(ı)-yor] 1. olmak. [DS]
Az bulmak; yeterli görmemek. 2. Daha çoğunu is
azırgu, [az-ır-ğu jl] {eAT} zf. Azca,
temek. 3. U m duğundan az bularak beğenmemek;
azgınmak; azımsımak; azımsınmak; azırgamak; a- a z ırk a m a k , [az-ır-ka-mak {eAT} g ç l.f. [-r] -*■
zırganmak. azırgamak.
azın, [az-ın ujl] sf. 1. Biraz; hafifçe. {eAT} (aynı) 2. zf. a z ırra , [Ar. darır / zarir > azırrâ (azırra;) {OsT}
Az olarak. {eT} (aynı) S azın azın, {eAT} A zar a- is. Körler,
zar; yavaş yavaş; tedricen; az az. azışm a, [az-ış-ma] is. Azışmak işi.
azınlık1, -ğı [az-ın-lık] is. 1. B ir toplulukta sayıca az azışm ak, [eT az-ğı-ş-mak > az-ış-mak j^ -ijl] dönşl. f.
olan. 2. Dil ve din bakım ından farklı egemen bir
[ ı r ] 1. Gittikçe şiddetlenmek; kızışmak; azgınlaş
devlet içinde yaşayan küçük topluluk; ekalliyet. S
mak. 2. işteş, f. Kavgaya tutuşmak, dövüşmek. 3.
azınlık g ru b u , B ir mecliste genel eğilimden fa rklı {eAT} Birbirini yitirmek,
düşünen ve davranan küçük grup. \\ azınlık h a k la rı,
a z ıştırm a, [az-ış-tır-ma] is. Azıştırm ak işi.
Mecliste veya ticari bir ortaklıkta azınlıkta olanla
ra tanınan yargıya baş vurma ve kararlara itiraz azıştırm ak , [az-ış-tır-mak] gçl. f. [ ı r ] 1. Gittikçe
şiddetlenmesini sağlamak; kızıştırmak; tutuştur
etme gibi haklar.|| azınlık h ü k ü m eti, M ecliste y e
mak; şiddetlendirmek. 2. Kavgaya tutuşturmak, dö
terli çoğunluğa sahip olmayan parti grubunca,
vüştürmek.
başka partili veya bağımsızların desteklem esi so
azıtg an , [az-ıt-ğan] {eT} sf. Daima yoldan çıkaran;
nucu kurulmuş hükümet.\\ az ın lık la r h u k u k u , Bir
azdıran. [DLT]
devletin egemenliği altında yaşam ak zorunda kalan
azınlıklara tanınan din ve ibadet hürriyeti, kültür azıtm a, [az-ıt-ma] is. 1. Azıtm ak işi. 2. Kovarak
ve geleneklerini yaşatma, dillerini serbestçe kulla uzaklaştırma. 0 azıtm a kedi, Yabani hayata dön
nabilme ve hakim topluluğa tanınan bütün haklar müş olan evcil kedi.
dan eşit olarak yararlanabilm e haklarının bütünü. || azıtm ak , [az-ıt-mak jijT ] gçsz. f. [ ı r ] [eAT. -ur] 1.
azınlık okulları, Azınlıkların eğitim ve öğretimini Azmış hâle gelmek; azgınlık etmek. {eT} {eAT} (ay
sağlamak üzere özel kanunlara göre açılmış okul nı) [EUTS] [Gabain] 2. Zapt edilemez olmak. 3. K en
AZİ a i u M T u M O M . 34
di yolunu şaşırmak; doğru yoldan sapmak; {eAT} Kesin kararlı. 2. Bir yere gitmeye kesin karar ver
(aym) yolunu yitirm ek..4. gçl. Birisini azdırmak, miş olan.
yoldan çıkarmak, şaşırtmak. {eT} {eAT} (aynı) 5. azimat, [Ar. âzime > âzim ât olojT] (a:zima:t) {OsT}
{eTj Karıştırmak karm akarışık bir hâle getirmek;
is. Kıtlık yılları.
düzensiz hâle koymak; intizamı bozmak. [EUTS]
[Gabain]. 6. {eT} İşi yolundan sapıtmak; yoldan çı azim e1, [Ar. ‘azm > ‘azîme *ş.y] (azi.:me) {OsT} is. 1.
karmak. [DLT] [Mühennâ] 7. Kedi köpek gibi evcil Sebat, kararlılık. 2. folk. Cin, yılan gibi zararla şey
hayvanları yabana salıvermek; başıboş bırakmak, lerden korunm ak için yazdırılan tılsımlı kâğıt;
azide, [Far. âzîde o-^jT] (a:zi:de) {OsT} sf. M atkap vb. muska. S1 azime okumak, folk. Büyü için dua
okumak; büyü yapmak.\\ azîm et-h'ân, {OsT} Büyü
ile delinmiş,
cü.
azife, [Ar. âzifeAsjl] (a:zife) {OsT} is. Kıyamet,
azime2, [Ar. ‘azamet (büyüklük) > ‘azîme <uJip] (a-
azifet, [Ar. âzifet c i j l ] (a:zifet) {OsT} is. Kıyamet. zi:me, z kalın söylenir) {OsT} is. Büyük iş; büyük
aziğ, [Far. âzîğ £ j l ] (a;zi;ğ) {OsT} is. Nefret; kin; günah; büyük bela,
düşmanlık. azime, [Ar. âzime <u>jT] (a:zime) {OsT} is. 1. Kıtlık
azihe, [Ar. ‘azîhe 4^ * ^ '] (azi:he) {OsT} is. Yalan; if yılı. 2. Azı dişi,
tira. azimet, [Ar. ‘azm ( niyet, yola gitme) > ‘azimet
azik, [Ar. ‘azik ö -H {OsT} sf. Floşa giden. c~£jp] (azi:met) {OsT} is. 1. Yola çıkma; gitme; gi
diş. 2. Büyü duası; tılsım; efsun. S azimet etmek
azil1, -zli [Ar. ‘azl J y ] {OsT} is. 1. Geri çekme; geri
(buyurmak, eylemek), Yola çıkmak, gitmek. || azî-
alma. 2. İşten çıkarma; görevine son verme. 3. huk.
met-hvân, Büyü duası okuyan. || azim et ü avdet,
B irine verilmiş olan vekâlet yetkisinin tek yanlı
{OsT} Gidiş ve dönüş.
beyan ile geri alınması işlemi. 4. Cinsel ilişkide
erkeğin dışarıya boşalması. 5. M emuriyet görevinin azimkar, [Ar. ‘azm (karar) + Far. -kâr (azim-
yetkili m akam tarafından alınması; memuriyetten kâr) {OsT} sf. Kararlı, sebatlı; azimli,
atılma. S azletmek, Verilen görevden veya vekâ azim kârane, [Ar. ‘azm (karar) + Far. -kâr-âne
letten uzaklaştırmak,|| azleylemek, Verilen görev
den veya vekâletten uzaklaştırmak.|| azlolmak, Gö <üljLSLojs-] (azim kâ.ra.ne) {OsT} zf. Kesin kararlı
revinden uzaklaştırılmak, işten çıkarılmak.\\ azlo olarak.
lunmak, Kendisine verilen görevden veya vekâlet azimli, [azim-li] sf. 1. V arm ak istediği hedef veya
ten uzaklaştırılmak. yapmak istediği bir iş için her türlü güçlüğü yenme
azil2, [Ar. ‘azil J i lt ] (a:zil) {OsT} sf. 1. Azarlayan; çı kararlılığında olan; kararlı; sebatkâr. 2. zf. Yılgınlık
kışan; paylayan. 2. is. Kadınlarda aybaşı hâline se ve um utsuzluk göstermeden,
bep olan kanal. azim ut, [Ar. el-sim üt (yanlar.) > İsp. Fr. asimut] is.
1. Açısal uzaklık. 2. gök b. Bir yıldız ile gözleme
azil3, [Ar. ‘azîl J t ^ ] (azi.T) {OsT} sf. Düzeltilemez;
vinin bulunduğu yerin düşeyinden meydana gelen
serkeş; inatçı. düzlem ile gözlemevinin boylam düzlemi arasında
azim 1, [Ar. ‘azamet (büyüklük) > ‘azım / ‘azime ki açı; açıklık, fi1 azim ut kadranı, D ik çubuklu g ü
(azi:m, z kalın söylenir) {OsT} sf. 1. neş saati. || azim ut pusulası, Mıknatıs ibresinin
gözlemeye yarayan büyük çaplı pusulası; güney
Büyük; ulu; yüce. 2. Şiddetli; kuvvetli; hayret u-
açısı.
yandırıcı; görkemli; muhteşem. 3. Derecesi ve
mevkii yüksek olan; yüceliği sınırsız; Allah. S a zin 1, [Ar. izn > âzin oiT] (a;zin) {OsT} sf. 1. İzin
azîm 'ül-kadr, {OsT} Değeri yüksek olan.|| azî- veren. 2. is. Kefil. 3. Kapıcı; perdeci.
m ü’ş-şân, {OsT} D erecesi ve mertebesi çok yüksek azin2, [Far. âzin jjj.iT] (a:zi:n) {OsT} is. 1. Süs; ziynet.
olan (Allah).
2. Donanma; şenlik. 3. Kural; yasa; kanun. 4. Yo
azim2, -zmi [Ar. ‘azm ç y ] {OsT} is. 1. Yapılm ak iste ğurttan yağ çıkarmakta kullanılan yayık.
nen bir iş, varılmak istenen bir hedef için her türlü azine, [Far.âzîne ^.iT] (a;zi;ne) is. 1. Cuma günü. 2.
güçlüğü göğüsleme kararlılığı; kesin karar; irade;
Bayram günü.
gayret; gaye; niyet. 2. Yola gitme; yolculuğa çık
ma. S azim olmak, {ağız} Kararlı olmak; azimli azir1, [Ar. ‘azir jj.it] (azi:r) {OsT} sf. 1. Özür dile
olmak. [DS]|| azm ü cezm, {OsT} Kesin karar.\\ azm yen. 2. is. Özür.
ii hıram etm ek, {OsT} Gitmek. azir2, [Ar. ‘azir j.y-] (azi:r) {OsT} is. Biçilmiş ekinin
azim3, [Ar. ‘azm > ‘azim fjU ] (a:zim) {OsT} sf. 1. tarlada satılması.
| | « t l İ M 0 5 __________________________________________________ ________________________________________________ A ZM
azir', [Far. âzır jj.iî] (a.zi.r) (OsT} is. 1. Ağrı; sızı. 2. ur] 1. Hırslanmak. [Üç İtigsizler] 2. Haset etmek;
kıskanmak; çekememek. [EUTS] 3. Arzulamak.
Istırap. 3. Akıntı. 4. Azar; çıkışma.
[EUTS]
aziş, [Far. azış (a:zi:ş) {OsT} is. 1. Eşik tahtası. azla n m a k 2, [âz > az-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Az
2. Ağaç veya tahta parçası; yonga; talaş, bulmak; az görmek; azımsamak. [DLT]
aziy, -yy» [Ar. âziyy ^ j l] (a:ziy) {OsT} is. Deniz azla n m a k 3, [eT. âz-mak (yoldan çıkmak; sapmak) >
dalgası. az-(ı)l-m-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Yanılmak; hata
etmek. [EUTS]
aziz, [Ar. ‘izzet (büyüklük) > ‘azîz / ‘azize /
azlem , [Ar. zulm (karanlık, eziyet) > azlem (Ulit]
■jji-l (azi:z) {OsTj sf. 1. Sevgi ve saygıda üstün tu
{OsTj sf. 1. En fazla zulüm ve haksızlık eden; en
tulan; değerli; sayın; saygın; muazzez. 2. Kutsal. 3. zalim. 2. En karanlık,
is. Ermiş erkek; eren. 4. Flıristiyanlıkta Incil’in ru
azlık, -ğı [az-lık] is. Ölçü ve sayı bakımından yeter
huna uygun yaşadığı tespit edilen ve kendisine
siz olm a durumu; yeterli gelmeme durumu. {eTj
uyulması kilisece kabul edilen kişi. 5. M ısır valisi. (aym) [EUTS]
6. gnşl. Hayatı ve dinî yaşayışı başkalarına örnek
azlu, [az-lu _jJjT] {eAT} sf. Nasibi, kısmeti az olan.
olabilecek nitelikte olan kimse. 7. ünl. Sevgi ve
saygı ifade eden hitap sözü. S aziz etm ek (kıl a z m 1, [Ar. azm ^ ] {OsTj is. Kemik. S azm -i acz,
mak), 1. Değerini yükseltmek. 2. Saygı duyulacak {OsTj anat. Sağrı kemiği.|| azm -i adesî, {OsTj anat.
hâle getirmek]] azîz-i h ak im , {OsTj H ikm et sahibi, M ercimek kemiği.|| azm -i amiği, {OsTj anat. Pazı
kuvvetli (Allah).]] azîz-i M ısr, Hz. Yusuf.]] aziz ol kemiği.]] azm -i akab, {OsT} Ökçe kemiği.|| azm -i
m ak, Manen yükselmek. cehî, {OsT} anat. Alın kemiği.]] azm -i cidarî, {OsTj
azizan, [Ar. ‘azîz > ‘azîzân J (azi:za:n) {OsT} is. anat. Yan kemiği.|| azm -i dil'î, {OsTj anat. Eğe ke
Azizler. miği.]] azm -i enfi, {OsTj anat. Burun kemiği.]] azm -
i fahz, {OsTj anat. Uyluk kemiği.]] azm -i ğırbalî,
azize, [Ar. ‘izzet (büyüklük) > ‘azize (azi:ze)
{OsTj anat. K albur kemiği.|| azm -i hanek, {OsT}
{OsT} is. 1. Ermiş kadın. 2. ünl. Bayanlara sevgi hi anat. D amak kemiği.|| azm -i h ark afa, {OsTj anat.
tabı. K alça kemiği. j| azm -i k a'b , {OsTj anat. Aşık kem i
azizlik, -ği [aziz-lik) is. 1. Aziz olm a durumu. 2. ği.]] azm -i kafa, {OsTj anat. A rt kafa kemiği. || azm -
Büyüklük, ululuk. 3. Ermişlik. 4. gnşl. Şaka, m u i kasaba, {OsTj anat. Baldır kemiği.]] azm -i kass,
ziplik 5. Beklenmedik, hoş olmayan can sıkıcı du {OsT} anat. Göğüs kemiği.]] azm -i kitf, {OsTj anat.
rum. S azizlik etm ek, Birini beklenmedik ve hoş Omuz kemiği; kürek kemiği.|| azm -i k û 'b ere, {OsTj
olmayan bir duruma düşürmek; m uziplik yapmak. anat. Ön kol kemiği.]] azm -i lamî, {OsTj anat. Dil
azkına, [az-kına / az-kıya] {eT} zf. Azıcık; pek az; kem iği.|| azm -i m ik'a, {OsTj anat. K aşık kem iği.||
biraz. [Tekin] [EUTS] azm -i rem îm , {OsTj Çürük kemik.|| azm -i rıdfa,
azkınga, [az-kı-na / az-kına] (azkıha) {eT} zf. Çok az; {OsTj anat. Dizkapağı kemiği.|| azm -i rikâbî, {OsTj
azıcık. [ETY] anat. Üzengi kemiği,]] azm -i sûdgî, {OsTj anat. Şa
azkıya, [az-kı-na / az-kına] {eTj zf. Azıcık; biraz. kak kemiği.]] azm -i şazye, {OsTj anat. Kaval kem i
[EUTS] ği.]] azm -i terkova, {OsTj anat. K öprücük kemiği.]]
azkinek, [Karaim T. az-gınak > az-kinek] {OsT} zf. azm -i us'us, {OsT} anat. K uyruk kemiği,]] azm -i
Azıcık. vecanî, {OsTj Elm acık kemiği.]] azm -i vetedî, {OsTj
anat. Temel kemiği.|| azm -i zend, {OsTj anat. D ir
azkun, [az-kun jjsjT] {eATj -*• azgun.
sek kemiği.]] azm -i zıfrî, 'OsTj anat. Tırnaksı ke
azkuna, [Yun. zvura] {ağızj is. Topaç. [DS] mik.
azkura, [Yun. zvura] {ağızj is. -*• azkuna. [DS]
azm 2, [Ar. ‘azm j-y] {OsTj is. -*• azim, fi1 azm -ı
azl1, -li [Ar. ‘azl J ^ \{ O s T j is. 1. Başa kakma. 2. A-
k a t’î, {OsT} Kesin karar.]] azm ü cezm , {OsT} K e
zarlama. sin karar.
azl2, -li [Ar. ‘azl J_jp] {OsT} is. -+ azil. a z m a 1, [az-ma] is. 1. Azm ak işi, 2. sf. Değişmiş, bo
azlaf, [Ar. zılf > azlâf ıJ^Uip] (azlâ:f) {OsTj is. zool. zulmuş. 3. Hatırda kalmış; anı kırıntısı. 4. {ağızj
Siyah renkli, gagasının üzerinde küçük küçük be
Çatal tırnaklı hayvanların tırnakları,
yaz benekli çukurluklar olan iri güvercin. [DS] 5.
azlal, [Ar. zili (gölge) > azlâl J^Uit] (azlâ:l) {OsT} is. {ağızj Irmak kıyılarındaki çimenlik. [DS] 6. {ağızj
Gölgeler. Irmak kenarlarındaki kavaklık. [DS] 7. sf. (Hayvan
azlamak, [az-la-mak] {eT} g ç l.f. [->] Azımsamak; az lar için) iki ayrı ırkın karışımı olma; melez; kırma.
görmek. [Yüknekî] azm a2, [az-ma] {eTj is. Taşağının derisi yarıldığı için
azlanm ak1, [az (hırs) > az-la-n-mak] {eTj dönşl. f. [- aşamayan koç. [DLT]
A ZM İ M lÜ K S İM İ, « s
azm a3, [Far. âzmüden > azma / âzmây ısUjT / UjT] azmayı, [Far. azma>azmayî ^.UjT] (a:zma:yi:) {OsTj
(âzma:) {OsT} sf. 1. Denemiş. 2. Denenmiş is. 1. Denenmiş olm a hâli. 2. Denemiş olm a hâli,
azm ak1, [eT âz-mak > az-mak ^ j l ] (eT a:zmak) azmayiş, [Far. âzmâyîş jio.L»;!] (a:zma:yi:ş) {ağız}
gçsz. f. [-ar] 1. {eTj Yolunu şaşırmak; yoldan çık {OsT} is. Deneyim. [DS]
mak; yolu yitirmek; şaşırmak. {eATj (aym) 2. mec. azme, [Ar. 'azm > ‘azme ^ y ] {OsT} is. 1. Karar; ni
Ç ok kötü hareket etmeye başlamak; azgınlaşmak;
bozulmak; değişmek; yoldan çıkmak; sapmak; ay yet. 2. Görev; vazife.
rılmak; yanılmak; şaşırmak; ahlakı bozulmak, yol azm en1, [Ar. ‘azm > ‘azmen C y ] (a z ’men) {OsT} zf.
dan çıkmak; sapkınlığa düşmek. {eAT} {ağızj (aynı) Kararlı olarak; karar vererek; niyet ederek.
[DLT] [ETY] [ETY] [EUTS] [Gabain] [Mühennâ] [DS]
3. {eATj Başa gitmek; heba olmak. 4. {eATj Bozul azmen2, [Ar. ‘azm > ‘azmen {OsTj sf. 1. Pek
mak; fesada uğramak. 5. {eAT} Özellikleri bozul çok şeyi taşıyan; en çok şeyi içine alan. 2. En çok
mak; değişmek; ekşimek. 6. {eATj Ayrı düşmek; güven duyulan,
ayrılmak. 7. Hareketleri alışılmışın dışına çıkmak; azmend, [Far. âz (tamah) > âzmend -u»jT] (a:zmend)
taşkınlık göstermek; coşmak. 8. (Çocuklar için)
{OsTj sf. Tamahkâr; aç gözlü; haris,
yaram azlığı artırmak. 9. (Hayvanlar için) zor zapt
edilir olmak; idare edilemez hâle gelmek. 10. (Fır azmetme, [Ar. ‘azm (karar) + T. et-me ^ . 1 ^ y ] is.
tına, rüzgâr) şiddetlenmek. 11. (Sel ve deniz dalga Azm etm ek işi.
ları için) kabarmak; köpürmek; taşmak. 12. (Bitki azmetmek, [Ar. ‘azm (karar) + T. et-mek çy]
ler için) ürün verm eyi engelleyecek şekilde aşırı
boylanmak. 13. (Yara için) iltihaplanmak, iyileş gçsz. f. [-(d)-er] 1. Yapmak istediği iş ve varmak
m esi gecikmek. 14. (Çamaşır için) rengi açılama istediği hedef için bütün güçlükleri yenmeye, en
yacak derecede kirlenmek. 15. Cinsel isteği artmak. gelleri aşmaya kesin kararlı olmak. 2. Çok arzu
16. {ağız} (Toprak için) tavını kaybetmek. [DS] 17. etmek; çok istemek,
{ağız} (Yemek için) ekşimek; tadı bozulmak. [DS] azmettirme, [Ar. ‘azm (karar)+T. et-tir-me ^ j A ç y ]
18. {ağızj Oyun, eğlence amacıyla boğuşmak. [DS] is. A zm ettirm ek işi.
S azmak kudurmak, Coşkunluktan zapt edileme
yecek hâle gelmek. azmettirm ek, [Ar. ‘azm (karar) + T. et-tir-m ek ? y
azmak2, -ğı [az-mak ^ jT ] is. 1. {ağızj Geçici olarak «ilojul] gçl. f [-ir] 1. Bir kimseyi yapmak istediği
su altında kalan yer. [DS] 2. Bir su kanalından ayrı bir işe heveslendirmek. 2. huk. Birini yasa dışı iş
lan kol; ark; {eAT} 3. Tuzlalardaki tuz tavaları. 4. yapması veya suç işlemesi için kışkırtmak, yönlen
{ağız} Akarsuların yatak değiştirmesi sonucu mey dirmek.
dana gelen küçük su birikintileri. [DS] 5. Saz ve azmî, [Ar. ‘azm > ‘azmi L/ ^ - ] (azmi:) {OsT} sf. 1.
kamışlarla kaplı bataklıklar. 6. {ağız} Akarsuyun
Kemikten yapılmış. 2. Kemikli,
denize döküldüğü yer. [DS] 7. {ağızj Kaynak;
memba; göze. [DS] 8. {eAT} {ağızj Yapışkan çamur azmî, [Ar. ‘azm (karar) > ‘azmî / ‘azmiye ^ y t ^ y \
lu bataklık. [DS] (azmi:) {OsT} sf. 1. Azimle ilgili. 2. Kesin kararla
azm an1, [az-man] sf. 1. Alışılmışın üstünde büyüyüp ilgili.
gelişen; iri yarı. 2. Taze iken toplanmadığı için to azmin, [Ar. ‘azmî > ‘azmîn (azmi:n) {OsT} is.
hum a kaçmış lahana, karnabahar gibi bitkiler. 3. anat. Kemik iliği,
B ir başka cins veya ırk ile çaprazlama sonucu do
ğan kedi, köpek cinsi hayvan. 4. {ağızj (Davair için) azmkâr, [Ar. ‘azm+Far. kâr y ] (azmkâ.r) {OsT}
beş yaşını geçmiş. [DS] 5. {eTj Sarımtırak. [Tekin] sf. Azimli; kararlı,
6. {eT} is. İğdiş; iğdiş at. [ETY] [Gabain] 7. {ağız} azmkârane, [Ar. ‘azm + Far. kâr-âne -gIj ISU^p] (azm-
İğdiş edildiği hâlde erkekliğini kaybetm eyen ko
kâ:ra:ne) {OsT} zf. Kararlı olarak; kararlılıkla; a-
yun, keçi, boğa. [DS] 8. {ağız} Dört yaşını geçmiş
zimle.
boğa. [DS] 9. {ağız} Çalı, diken ve yabancı otlarla
dolu tarla. [DS] 10. {ağız} Bataklık. [DS] 11. {ağız} azmude, [Far. âzmüden (denemek) > âzmüde
Bitkilerde kök filizi; kök sürgünü. [DS] (a.zmu. de) {OsT} sf. Denenmiş; tecrübe edilmiş,
azman2, [Far. âsumân] {ağızj is. Gökyüzü; asuman. azmudegi, [Far. âzmüdegî J î o-s^jT] (a:zmu:degi:)
[DS]
{OsT} is. 1. Deneyimli; alışık olma. 2. Görgülü ol
azmanlaşma, [azman-la-ş-ma] is. Azmanlaşmak işi.
m a hâli.
azmanlaşmak, [azman-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Alı
şılm ışın dışında büyümek ve gelişmek, azmun, [Far. âzmüden (deneme) > âzmün jyoT ] (a:-
azmantı, [Far. azmendı] {ağızj sf. Zorba. [DS] zmu:n) {OsTj is. 1. Tecrübe; deneme; sınav; imti-
H C T i B l f f î S İ M »407 A ZU
han. 2. sf. Denenmiş; tecrübe edilmiş. 3. Denemiş Azrail, [İbr. Azer el > Ar. ‘azra’il J-Jİjjp] (azra:i:l)
olan; tecrübe etmiş olan, {OsT} is. Dört büyük melekten, A llah’ın emri ile
aznaş, [az-mak > az(ı)n-a-ş] {eATj is. Tartışma; kav insanların canını almakla görevli olanı; ölüm m ele
ga- ği. S1 A zrail’e bir can borcu olm ak (kalmak), 1.
a z n a şla m a k , [aznaş-la-mak] {eATj gçsz. f. [-r] 1. Bütün borçlarını bitirmiş, ödemiş olmak. 2. insan
Tartışmak; münakaşa etmek; kavga etmek. 2. K a ların ölümlü olduğunu, dolayısıyla kendi ölümünü
bul etmek; ikrar etmek, de kabullenmek.\\ A zrail’e el ense çekmek, argo.
a z n a ş m a k , [az-(ı)n-a-ş-mak] {ağızj işteş, f. [-ır] 1.
1. Ölümü göze alarak çalışmak. 2. K aza veya has
Bozuşmak; kavga etmek; birbirine girmek. 2. Bela talık yüzünden ölümden dönmek. || Azrail gibi, Can
olmak. 3. dönşl. f. Kızışmak; şiddetlenmek. [D S ] alacakmış gibi korkutucu ve ürkütücü (kimse).\\
az n av u r, [Güre, aznauri / Erm. aznawor jyj\] {ağızj A zrail’in elinden kurtulmak, Ölüm tehlikesi a t
is. 1. İri yarı, kuvvetli kim se {eATj (aym) [D S ] 2. latmak:.|| A zrail’le burun buruna gelmek, Ölüm
{eAT} Kötü ahlaklı kimse. 3. sf. Azgın. {eATj (aym) tehlikesi atlatmak.
4. Korkusuz ve zalim. 5. {ağızj A sık suratlı; sinirli; azrak, [az-ra-k Jj_>jT] sf. 1. Daha az; azca. {eAT} {eT}
haşin. [D S ] & a z n a v u r g i b i , {ağızj Çok zalim dav
(aynı) [DLT] 2. Nadir,
ranan.
azrakça, [az-rak-ça] {eTj zf. Pek az. [Gabain]
azne, [Zaza Kürt, azna] {ağız} is. Yüzme. [DS] S az-
ne etmek, {ağız} Yüzmek. [DS] azrar, [Ar. zarar > azrâr j l ^ l ] (azra:r) {OsTj is. Z a
aznif, [Erme, aznif (kibar.)\ is. Ortadaki taşın dört ta rarlar; kayıplar,
rafına da işlenebilen ve işlenen taşların toplamı beş azref, [Ar. azref {OsT} sf. 1. Çok narin, zarif;
ve beşin katlan olduğu zaman puan alman bir tür
en zarif; pek zarif. 2. Zayıf. 3. Çok zeki. S1 azref-i
domino oyunu,
zttrefâ, {OsT} Zariflerin en zarifi.
azoik, -ği [Fr. azoi'que] is. jeol. 1. Yapısı hayvansal
azrek, [az-ra-k iljjl] {eAT} sf. -*■ azrak.
olmayan. 2. En eski jeolojik katman,
azoospermi, [Fr. azoospermie] is. Kısırlığın başlıca azreng, [Far. âzreng (a.zreng) {OsTj is. 1. Şon
sebebi olarak erkekte spermatozoitlerin yokluğu derece katı; sert. 2. Çok keder. 3. Aşırı eziyet; m e
durumu. şakkat.
azot, [Yun. a (sız) + zöe (hayat) > Fr. azote] is. kim. azsınmak, [az-sın-mak] {ağızj dönşl. f. [-ır] A z bul
Atom sayısı 7, kütlesi 14 olan havanın yaklaşık mak; az görmek. [DS]
yüzde seksenini oluşturan renksiz, kokusuz bir gaz; azsız, [az-sız] {eTj sf. Hırssız; öfkesiz; sakin. [EUTS]
nitrojen; sembolü: N. <5 azot bakterisi, biy. H ava azu, [âz-mak (yoldan sapmak) > az-u j j l] bağ. 1. İki
daki serbest azotu nitrat hâline dönüştüren bakte
şeyden biri; veya; ya da; yahut; şayet. [EUTS] [Ga
ri,|| azot çevrimi, biy. Azotun tabiatta havadan
bain] [DLT] 2. Yoksa. [ETY] [Tekin] 3. Acaba. [Üç
toprağa, topraktan bitkilere ve havaya, bitkilerden
İtigsizler] 4. is. Azı dişi. S azu issi, A zı dişi olan
toprağa doğru akışı.
yırtıcı, hayvan.
azotlama, [azot-la-ma) is. A zotlam ak işi.
azuça, [az-u-ça] {eT} bağ. Veyahut yahut; yine. [E-
azotlamak, [azot-la-mak] g ç l.f. [-r] f-l(u)-yor] İçine UTS] [Gabain]
azot katarak karıştırm ak veya birleşik hâle getir
azud, [Ar. ‘azud -u it] {OsT} is. 1. Kolun üst kısmı. 2.
mek.
Destek. 3. Güç; kuvvet; kudret,
azotlu, [azot-lu] sf. Birleşiminde ve yapısında azot
bulunan. azuf, [Ar. ‘azüf (azu:f) {OsT} is. Yiyecek; er
azotometre, [Fr. azotometre] is. Organik bir m adde zak.
de hacim bakım ından ne kadar azot bulunduğunu azug1, [az-uğ {eATj sf. -*■ azuk2.
tespit etmeye yarayan alet; azot ölçer,
azug2, [Far. âzüğ j-jiT] (a:zu:ğ) {OsTj is. Kir; pas.
azotölçer, [azot+ölç-er] is. Organik bir maddede
hacim bakımından ne kadar azot bulunduğunu tes azuk1, [âz-mak (yoldan sapmak) > âz-uk] (a:zuk)
pit etmeye yarayan alet; azotometre, {eTj sf. Yolunu kaybeden; nereye gittiği ve nereden
azr, [Ar. ‘azr y y \ {OsT} is. Azarlam a; paylama, geldiği belli olmayan. [DLT]
azuk2, [az-uk jjjT ] (a:zuk) {eT} {eAT} is. Azık; yi
azra, -a’i [Ar. 'azrâ5 (azra:) {OsTj is. 1. Bakire
yecek; katık; erzak; yol yiyeceği. [EUTS] [ETY]
kız. 2. Delinmemiş inci. 3. Medine. 4. Üzerinde hiç
[DLT] [Gabain] [Yüknekî] [Tekin]® azuk virmek,
iz olmayan kum. 5. Hz. Meryem,
{eAT} Beslemek.
azrahş, [Far. âzrahş (a:zrahş) {OsTj is. 1.
azuklanm ak, [az-uk-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
Şimşek. 2. Yıldırım. 3. Gök gürültüsü. A zık sahibi olmak. [DLT]
AZU ÖIÜMIİKCîffliilUo.r
azuklug, [az-uk-luğ] {eT} sf. Azığı olan; azıklı. [DLT] azv, [Ar. ‘azv (nispet etme) s y ] {OsT} is. Bir sözü
azukluk, [az-uk-lulç] (eT) is. Azık için hazırlanmış veya hareketi bir başkasına yükleme; iftira; isnat,
şey; azıklık. [DLT]
azva, [Ar. zav’ > azvâ l>i*] (azva;) {OsT} is. Işıklar;
azul, [Ar. ‘azül J j l t ] (azu.T) {OsT} sf. Çok azarlayan;
aydınlıklar; parıltılar,
çok çıkışan.
azvan, [eT. azgan] {eAT} is. Çalılık; çalı,
azumet, [Ar. ‘azümet c~oj_^-] (azu:met) {OsT} is. Eğ
azvana, [? azvana] (eAT} is. 1. Haykırma; gürültü. 2.
lence. Devenin çıkardığı ses. S azvana urmak, {eAT}
azun1, [Soğd. zwn (hayat) > ajun > aşun / asun] (eTj Kükremek; haykırmak.
is. Dünya; acun. [EUTS]
azvay [Far. azvay j l j j l ] is. bot. Zambakgillerden
azun2, [Far. âzün ojjT] (a:zu:n) {OsT} zf. Öylece; o-
Demre dolaylarında yetişen, yapraklan rozet şek
nun gibi. linde yukarı doğru bükülen, dik ve sık salkım çi
azunlug, [azun-luğ] {eT} s f Dünyevi; dünya ile ilgili. çekli, yapraklarından çıkarılan sıvı kurutulm ak su
[EUTS]
retiyle müshil olarak kullanılan, bal bozucu bir
azur, [Far. âzür jjjT] (a:zu:r) {OsT} sf. Cimri; pinti; madde olan sarısabır elde edilen çok yıllık bir bitki;
tamahkâr. öd ağacı; sarısabır; {eAT} (aym), (Aloe vera).
azuz, [Ar. ‘azüz (azu:z) {OsT} sf. Isırıcı, azvi, [Ar. ‘azv > ‘azvı ı j j y ] (azv'ı;) (OsT} sf. Kendisi
azttg, [Far. âzüğ jiT ] (a:züğ) {OsT} is. 1. A sm a veya ne iftira edilen,
ağaç budantısı. 2. Flurma lifi, azviyat, [Ar. ‘azv > ‘azviyyât cjUjjp] (azviya:t) {OsT}
azürde, [Far. âzürde o ^ jjl] (a:zürde) {OsT} sf. İn is. İsnatlar; iftiralar,
cinmiş; kırılmış; gücenik. S azürde dil, {OsT} azyak, [Ar. azyak {OsT} sf. Daha dar; çok dar;
Gönlü kırılmış; gücenmiş; mahzun.\\ azürde-gî,
pek dar; en dar.
{OsT} Gücendirilmiş olan; incitilmiş,|| azürde-hâ-
tır, {OsT} Hatırı kırılmış; gönlü kırılmış.\\ azürde- azze, [Ar. ‘izzet (yücelik) > ‘azze y ] {OsT} ü n l “A-
püşt, {OsT} 1. (Hayvan için) yükten sırtı berelen ziz olsun!” anlam ında padişahlar için dua sözü. S
miş. 2. B eli bükük; yaşlı; ihtiyar. azze ensâruh, {OsT} (Padişahlar için ferm anlarda
azüre, [Fr. azure] is. matb. 1. Düz zemin üzerine ya geçen dua sözü) yardım ı bol olsun.|| azze nasrühu,
tay yaldızlı çizgiler çizmek için kullanılan metal. 2. {OsT} (Padişahlar için ferm anlarda ve paralarda
Ç ek ve senetlerde silinti ve kazıntıyı önlemek için geçen dua sözü) onun yardım ı aziz ve bol olsun. j|
rakam yazılan yerlere konulan taramalı çizgiler, azze ismihü, {OsT} Onun adı yücelsin.\\ azze ve
azürit, [Fr. azurite] is. min. Mavi renkli doğal bakır celle, (OsTj Aziz ve Çelil olan (Allah).
karbonat filizi; Cu 3(C 03 )2( 0 H )2; şesilit.
b, [B / b] (be) dbl. Latin asıllı Türk alfabesinin ikinci atom ağırlığı 137,36 olan alkali bir element olan
harfi. Ses olarak, titreşimli (tonlu) bir çift dudak baryum elementinin simgesi,
ünsüzüdür. Akciğerlerden gelen ve ses tellerinden b a ', [Ar. bâ Ij / ■_>] (ba:) {OsT} is. dbl. Arap asıllı
titreşerek geçen hava ağız boşluğunu terk ederken
Türk alfabesinin ikinci harfi. Ebced hesabıyla de
kapalı bulunan dudakların birden açılması ile mey
ğeri iki’div. S b â-i m uv ah h ide, {OsT} Tek noktalı
dana gelir. Orhun Kitabelerinde b sesi ev şeklinde
be.\\ b â-i tah tân iy e, {OsT} N oktası altta olan be.
bir işaretle temsil edilir; ev kelimesi de eb olarak
b a 2, [ba / be / bı / bo / bö / bü] (yans.) is. 1. (İnsan
söylenir. Sıralamada m adde başı olarak ikinci sırayı
için) bağırma, seslenme, gevezelik etme, yüksek
göstermek için kullanılır.
sesle konuşmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
B1 [bat-ı] kısalt, coğ. Y önlerden b a tı’nın kısaltma
ba-ğır-ış, ba-ğ-(ı)r-ın-mak 2. (Hayvan için) bağır
sıdır.
ma, seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfıkar] ba-r-
B2 [Fr. bore] is. kim. Atom numarası 5, atom ağırlığı
t-lak, ba-gır-mak. 3. {ağız} Şaşma, korku, pişman
10,82; çok sert, kahverengi-siyah amorf, yoğunlu
lık, beğenmeme, öfke, acıma bildirir. [DS]
ğu 2,4 olan ve 2000 C ’de ergiyen ve bilinen hiçbir
b a 3, [Yun. ba] is. {ağız} “Hey, ey, y a h u " anlamında
eriticide çözünmez bir elem ent olan b o r’un sem bo
kullanılır. 5. Evet; peki; şüphesiz; tabiî. [DS]
lü.
B3 [İt. basso] kısalt, müz. 1. En kalın erkek sesi olan b a 4, - a ’ı [Ar. bâ‘ (ba:) is. 1. Kulaç. 2. Erişme;
bas veya basso’nun kısaltması. 2. İngiliz ve Alm an yetme. 3. Güç; kuvvet; beceriklilik. 4. Şeref,
lar tarafından kullanılan si notasının işareti. b a a rs , [Far. bars => baars] {eT} is. 1. Pars. [EUTS] 2.
B4 biy. Alyuvarlarda ve kan sıvısında B sınıfı ag- Türk takviminde üçüncü yılın adı (Kaplan yılı da
lütinojenleri bulunmasından dolayı bu kan grubuna denir). [EUTS]
verilen ad. b a b 1, [Ar. bâb ı_>y (ba:b) {OsT} is. 1. Giriş çıkış yeri;
B5 biy. Suda çözünür folik asit (B0), tiyamin (B]),
kapı. 2. Hükümet dairesi. 3. Saray. 4. Batıniye’de
riboflavin (B2), pantotenik asit (B3), nikotinam it
yedi imamdan dördüncüsüne verilen isim. 5. Bazı
(B5), pridoksin (B6), kam itin (B7), kobalam in (B I2),
tarikatlarda en yüksek makam da bulunana verilen
p-aminobenzoyik asit (Bx), biyotin (Bw) vitaminle
unvan. 6. Geçit, boğaz. 7. Kitapların bölüm lerinden
rinin genel adı.
her biri. 8. tasvf. Tövbe, ö b âb -ı adâlet, {OsT} H ak
B.6 [bay] kısalt. "Bay" kelimesinin kısaltmasıdır.
kapısı.|| b âb -ı âlî, {OsT} -*■ Babıali|| b âb -ı âsafî,
ba-, [Far. bâ- l>] {OsT} ek. dbl. Başına getirildiği A- {OsT} Sadrazam konağı.|| b âb -ı cennet, {OsT} Cen
rapça ve Farsça kelimelere “- li” veya “ile ” anlamı netin girişi.|| b âb -ı fetvâ-penâhî, {OsT} Şeyhülis
veren bir ön ektir. S b â -a n ki, {OsT} Şu sebeple ki; lam katı.|| b âb -ı hü k ü m et, {OsT} D evlet dairesi.||
şu şartla ki.|| b â-d âd , {OsT} Adil; doğru.|| b â-em r-i b âb -ı hüm âyfln, {OsT} Topkapı Sarayının birinci
alî, {OsT} Sadrazamın emri ile.\\ b â -h a b er, {OsT} -*■ kapısı.|| b âb -ı irtişâ, {OsT} Rüşvet kapısı.|| b â b -ı
bahaber.|| b â-m azb ata, {OsT} Tutanak ile.|| b â- k eb îr, {OsT} 1. Büyük kapı. 2. 29 harfli Fars alfa
posta, {OsT} Posta ile.\\ b â -re n k , {OsT} Renkli.|| besi.]] b âb -ı m eşihat, {OsT} Şeyhülislam katı.]] b â b -
bâ-sâm ân, {OsT} Zengin; varlıklı.]] b â -v a k a r, ı saa d et, {OsT} 1. M utluluk kapısı. 2. İstanbul.]]
I OsT) Ağırbaşlı; vakarlı. || b â-viicüd-ki, {OsT} Böy b âb -ı sagîr, {OsT} 1. K üçük kapı. 2. 22 harfli Arap
le iken; bununla beraber. alfabesi.|| b â b -ı ser-ask erî, {OsT} A skerlik dairesi.]]
Ba [Yun. barys (ağır) > Fr. baryum] is. kim. Gümüş b âb -ı şerîf, {OsT} 1. Ş e re f kapısı. 2. K o n ya ’da
parlaklığında 3.7 yoğunluğunda, atom numarası 56, M evlâna türbesinin kapısı.]] b âb -ı ta h k ir, {OsT}
BAB 0 İ M I Û K I M .4 < 2
dbl. Arap dilbilgisinin, isimlerde küçültme bölü 1. Kamu malını gereksiz şekilde harcayan, tüketen
mü. || bâb-ı vâlâ-yı fetvâ, {OsT} Şeyhülislam.|| bâb- veya kullanana söylenen uyarı sözü. 2. Kendi kişi
ı zabtiyye, {OsT} İm paratorluk döneminde İstan sel tasarrufu altında bulunan bir m al veya iş için
b u l’un güvenliğinden sorumlu daire] ] bâbü’l-eb- gereksiz yere m üdahalede bulunana söylenen “K a
vâb, {OsT} Bölüm; iş; konu.|| bâbü’l-tevvâb, {OsT} rışm a !” anlamında kırgınlık sözü]] babanın şarap
Tövbe kapısı.\\ Bâbü’ş-şerif, {OsT} K o n ya ’daki çanağına., argo. K üfür ve hakaret sözü.]] baba o-
M evtana türbesinin kapısı. cağı, 1. Bir insanın babası başında olarak yaşadığı
bab2, [Far. bâb (ba:b) {OsT} sf. 1. Elverişli; uy aile ortamı. 2. Atalardan kalan toprak, yurt.]] baba
olmak, Bir erkeğin kendi dölünden çocuk sahibi
gun, layık. 2. Uğurlu. S bâb tutmak, {OsT} H ayır
olması.|| babasının çiftliği, B ir kamu kurumunda
lı uğurlu saymak.
dilediği gibi davranan veya hesabı sorulmazcasına
bab3, [Far. bâb (ba:b) is. 1. İş; maslahat; konu. yürütm ede bulunan kişi için söylenen ayıplama sö
2. Şekil; gidiş; usul; mevzu; yol. zü.]] babasının hayrına, K arşılık beklemeden, iyi
bab4, [Far. bâb / bâbâ / UU] (ba:b) {OsT} is. 1. lik ve yardım olsun diye.]] babasının oğlu, Yaratılış
ve huyu babasına benzeyen oğul]] babasız oğlan
Ata; baba. 2. Önder; şeyh.
doğurmak, Aşırı güçlük çekerek bir işi başarmaya
b ab a1, [eT. / çoc. d. baba] is. 1. Bir çocuğun dünyaya çalışmak]] baba torik, 1 . İri ve şişman torik. 2 . ar
gelmesinde etken olan erkek; ata; cet; peder; {eAT}
go. Erkeklik organı. || babayı almak, argo. Kötü
(aynı). [EUTS] [Gabain] 2. Yaşlı erkeklere hürm et
bir durumla karşılaşmak.]] babayı yemek, argo.
amacıyla seslenme sözü. 3. Çevresindekileri bir Yenilmek, kaybetmek.]] baba yolluğu, {ağız} D ü
baba şefkati ile koruyan seven kimse; velinimet. 4. ğünde oğlan evinin, kızın babasına aldığı hediye.
B ir bilim dalının veya sosyal kurumun kuruluşunu
[DS]|| baba yurdu, Geçmiş atalardan beri ailenin
sağlayan kimse. 5. tasvf. Tekke büyüklerine veya
malı olan ev, toprak ve yurt.
tarikat liderlerine verilen unvan. 6. Y asa dışı işler
yapan bir organize kuruluşun lideri; mafya lideri; baba2, [baba l>l>] is. 1. Topuz; yumru. 2. dnz. Rıhtım
gangster şefi. 7. argo. Erkeklik organı. 8. {ağız} ve iskelelerde gemi halatının bağlandığı yuvarlak
Erkek hindi. [DS] 9. argo. Niteliği yüksek; kaliteli. boğumlu çıkma. 3. M otor ve kayıklarda zincir, hal
S baba adam, 1. Ağırbaşlı, sevecen erkek. 2. Yaşlı at bağlanan kalın ve kısa kütük, taş ya da demir
bir adama karşı saygısızlığa varır derecede sevgi yuvak; {ağız} (aym). [DS] 4. Merdivenlerde korku
anlatımı. || baba bir kardeş, A ym babanın çocukla lukların sahanlığa bağlandığı kaim dikme. 5. Çatı
rı olan kardeşler]] baba bucağı, Baba evi. || baba larda makas kirişlerinin yükünü azaltmak için altı
değil, tırabzan babası, Babalık görevlerini yerine na dikilen kaim ağaç direk. 6. {eAT} Çatı yapımında
getirm eyen kişiler tanımlanırken kullanılır,|| baba tam merkeze dikilen kaim ağaç. 7. {eAT} Sancak ve
dan kalık, {ağız} Babadan kalma; miras. [DS]|| ba çadır başlarına geçirilen top. 8. {ağız} M eyve fidan
badan kalm a, 1. Babadan çocuklara miras yoluyla larına destek olarak dikilen sopa. [DS] S baba tat
kalmış olan taşınır veya taşınmaz mallar. 2. Çağın lısı, Mayalı hamurun baba adı verilen kalıplarda
tekniklerine aykırı olarak atalardan öğrenildiği g i pişirilm esi ve üzerine şerbet, krem, üzüm dökülerek
bi yapılan]] babadan oğula, Atadan oğula, kuşak hazırlanan bir tatlı çeşidi.
tan kuşağa, nesilden nesile şeklinde sürüp giden]] baba3, [Ar. vebâ => baba [Tietze]] {ağız} is. 1. Zenci
baba dostu, 1. Birine iyilik eden ve babasının ar lerde görülen bir çeşit sara hastalığı. {eAT} (aynı). 2.
kadaşı olan kimse. 2. argo. Hayırsız, kötülük yapan Ur; yumru. 3. Büyük ve onulmaz yara; çıban. 4.
kimse. 3. Hayrı dokunmayan eski bir tanıdık.]] ba (İlenç için) onulmaz dert veya hastalık. [DS] ö ba
ba evi, 1. B ir kimsenin barındığı aile ortamı. 2. ba çıka, {ağız} "Öl, geber" anlamında kullanılan
Babadan kalma ev. 3. Geçimi baba tarafından sağ bir ilenç sözü. [DS]|| babaları tutmak, (Zencilerin
lanan aile topluluğu]] baba evi gibi, (Yer için) çok yakalandığı saradan gelme) çok öfkelenmek.]] ba
iyi bilinen ve iyi karşılanılan]] baba hindi, İri ve baları üstünde olmak, Çok sinirli halde bulun
kart hindi.]] baba inciri, {ağız} Olgunlaşmadan dü mak.]] babası çıka, H alk dilinde "birinin ölümünü
şen erkek incir. ’[DS]| babalarımız, Bizden önceki dilem e" anlamında ilenme sözü; geber.]] baba tut
kuşak. || babam, Yaşlı erkeklere karşı kullanılan bir mak, Zaman zam an azgınlık göstermek. || baba
seslenm e sözü]] .. babam.. Süreklilik ifade eden bir tutmaz, {ağız} Dayanıklı, sağlam, kuvvetli kimse.
anlatımda edat olarak kullanılır.]] babana rahmet, [DS]|| baba uğramak, {eAT} Vebaya yakalanmak.
Görülen bir iyilik karşılığında söylenen dua sözü]] babaanne, [baba+anne] is. 1. (Çocuk için) babanın
babanın aşık kemiğine., argo. K üfür ve hakaret annesi; nine. 2. ünl. Yaşlı kadınlara seslenme sözü,
sözü.|| babanın canı için, Ölmüş olan babana ha babacan, [baba+can] is. ve sf. 1. Güvenilir ve cana
y ır olsun anlamında söylenen bir istek sözü.]] ba yakın erkek. 2. {ağız} Güçlü kuvvetli; cesur; yiğit;
banın canına rahmet, (Bir iyilik veya beğenilen iri yapılı. [DS] 3. {ağız} İyiliksever; merhametli.
davranış için) teşekkür ederim. || babanın malı mı? [DS]
T ü l ü S M . 413 bab
babacanca, [baba+can-ca] zf. 1. Güvenilir ve cana miş böcek ve solucanla beslenen bir tür kertenkele;
yakın olarak. 2. Babacana yakışır tarzda, kör yılan; (Anguis fragilis). [DS]
babacanlaşma, [baba+can-la-ş-ma] is. Babacanlaş babakudum, [baba + Ar. kudüm] {ağız} is. Uğursuz
mak işi. adam. [DS]
babacanlaşmak, [baba+can-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] babalanma, [baba-la-n-ma] is. Babalanm ak işi.
Sevecen ve cana yakın bir durum a gelmek, babalanm ak1, [baba-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] (Zen
babacanlık, -ğı [baba+can-lık] is. Babacan olm a du cilerde görülen bir çeşit sara hastalığına benzer
rumu, cana yakınlık, şekilde) Çok öfkelenmek, hiddetlenmek; babaları
babacı, [baba-cı] sf. Baba yanlısı, babaya bağlı olan, tutmak.
babacık, -ğı [baba-cık] {ağız} is. Araba teknesini ko babalanm ak2, [bâbâ-la-n-mak {eAT} dönşl. f
rumak için teknenin iki yanına konulan çift ağaç; [-ur] 1. Babalık taslamak; baba tavrı takınmak. 2.
dayama. [DS] {ağız} Böbürlenmek. [DS]
babacıl, [baba-cıl] sf. (Çocuk için) babasını çok se babalı1, [baba'-lı] sf. Babası olan. 0 babalı kâğıt,
ven; babasına düşkün olan, argo. Üzeri işaretlenmiş olan iskambil kâğıdı.\\ ba
babacılık, -ğı [baba-cı-lık] is. fel. Çeşitli sınıflar üze balı kızlı olmak, {eAT} Aralarında sıkı ilişki bulun
rinde egemen olarak denge kurm aya çalışan devlet mak; içli dışlı olmak.
yönetim sistemi; patemalizm. babalı2, [baba2-lı] sf. Çok sinirli; öfkeli; babası tutan.
babaç, -cı [baba-ç] is. 1. İri ve yaşlı erkek kümes babalık1, -ğı [baba-lık] is. 1. Baba olm a durumu ve
hayvanı; erkek kuş. 2. {ağız} H er bakım dan babası niteliği. 2. {ağız} Üvey baba. [DS] 3. sf. Babaya öz
na benzeyen çocuk. [DS] 3. sf. mecaz. İri yapılı, gü olan. 4. ünl. Yaşlı fakat herhangi bir özelliği
gösterişli. bulunmayan erkeklere alaylı ve küçümseme yüklü
babaçça, [Yun. papadia / Sırp, popadica] (baba'çça) seslenme sözü. 5. {ağız} Kaymbaba. [DS] 6. folk,
jağız} is. 1. Papatya. 2. Pire öldüren bir ot. [DS] {ağız} Düğünlerde güveyin babasına vekillik eden
babaçko, [Makedon Slav, babaçko] (baba'çko) sf. 1. kimse. [DS] l.fo lk . {ağız} Güvey tarafından gelinin
(İnsan ve hayvan için) iri; büyük yapılı. 2. argo. babasına verilen para; ağırlık. [DS] fi1 babalık da
(Kadın için) iri yapılı; gösterişli; güçlü; büyük. vası, huk. E vlilik dışı doğmuş çocukların yasal hak
babadiye, [Yun. papadia => bâbâdiye ioLl.] {eAT} is. lardan yararlanm asını sağlam ak için açılan hukuk
Papatya. davası.|| babalık etmek, Baba gibi davranmak;
kollayıp gözetmek, korumak. || babalık karinesi,
babadya, [Yun. papadie => bâbâdya {eAT} is. huk. Evlilik dışı doğan çocuğun doğumundan geri
Papatya. ye doğru 180 ile 300 gün arasında cinsel ilişkide
babafingo, [Yun. papafıgos / İt. pappafıgo] (baba- bulunulduğunun ispatı ile mahkemece erkeğin baba
fı'ngo) is. dnz. 1. Yelkenli gemilerde güverteden sayılması.
itibaren yelken direklerinin üçüncü ve en üst parça babalık , -ğı [baba -hk] {ağız} is. İsteksizce ve "zehir
sı. 2. argo. Erkeklik organı, zıkkım olsun" der gibi verilen, sunulan yemek. [DS]
babagir, [bawagir / bayagir] {eT} is. 1. Hayat. [EUTS] babam, [baba-m] {ağız} ünl. 1. kaba. Erkeklere hitap
2. Kâinat. [EUTS] sözü. 2. (Yinelenen ikinci kişi emir fiili arasında
Babai, [baba + Ar. -î (baba:i:) {OsT} is. Babaîlik kullanıldığında) süreklilik bildirir. [DS] “git babam
g it."
tarikatından olan.
babat, -dı [Ar. bâbet] {ağız} is. Çeşit; tür. [DS]
Babailik, [babaı-lik (baba:i:lik) is. A nadolu’da on
babata, [Yun. bobota] {ağız} is. 1. M ısır unu. 2. M ı
üçüncü yüzyılda Baba İshak tarafından kurulan ve
sır unu ile yapılan bir tatlı. [DS]
büyük isyanları başlatmış batm î, şamanı ve yerli
inanışlarla kaynaşmış bir tarikat. babatomi, [Fr. anatomie (sözcüğün başındaki “a-
n a ”nın yerine “b a b a ” konulm ak suretiyle Fikret
babak, [? babak j* ] {eAT} {ağız} sf. 1. Korkak. 2. D ö
Mualla üretmiştir)] is. (Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun
nek; hileci; vefasız. [DS] kullandığı anlam) Erotik resimler.
babakır, [bawakir / bayagir] {eT} is. -*■ babagir. babayan, [Far. bâbâ-yân jlL L ] (ba:ba:ya:n) {OsT}
babaklamak, [babak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
is. 1. Babalar. 2. Tarikat şeyhleri, tarikat babalan.
yor] 1. Korkutmak. 2. Kaçırm ak; yenmek. [DS]
3. Bektaşî şeyhleri.
babaklık, -ğı [babak-lık] {ağız} is. Pişmanlık. [DS]
babayane, [Far. bâbâyâne -gV?.1>Vî] (ba:ba:ya:ne) {OsT}
babakoru, [Hint, bâbâğürî] {ağız}] is. Pek değerli
olmamakla birlikte süs eşyası yapım ında kullanılan sf. -* babayani,
beyaz bir taş. [DS babayani, [Far. bâbâyâne aîLL.L.] (babaya:ni) sf. 1.
babaköş, [? babaköş] {ağız} is. zool. A yaklan körel Derviş gibi. 2. Gösterişsiz ve kibirsiz. 3. Y aşlı ve
BAB n u i i t t anon. 414
ağır başlı bir kişiye yakışır biçimde; sade. S baba babica, [Yun. babitza (ördek)\ {ağız} is. Çömlek.
yani tavır, Yaşlı ve ağır başlı birine yakışır şekilde [DS]
gösterişsiz, kibirsiz davranış. || babayani kıyafet, babik oğlanı, [? babik + oğlan-ı] is. t. argo. Eşcinsel
Süsten ve gösterişten uzak, sade giyim. erkek; ibne.
babayanilik, -ği [babayani-lik] (babaya:ni:lik) is. 1. babiko, [baba + Yun. -iko (küçlt. eki)] {ağızj ünl.
Babayani olm a durumu. 2. Babayani olanın taşıdığı Babanın oğluna sevgi hitabı. [DS]
nitelik. Babilik, -ği [Öz. is. Bâb-î-lik] (ba:bi:lik) {OsTj is.
babayerli, [baba+yer-li] sf. sos. Babayerliliğe daya On dokuzuncu yüzyılda yeni bir kitapla din kurmak
nan. üzere görevlendirildiğini savunan yalancı peygam
babayerlilik, -ği [baba+yer-li-lik] is. sos. Evlenen ber M irza Ali M uham med Bâb tarafından on dokuz
kişilerin erkeğin ailesi yanında yaşaması esasına sayısının ve kombinezonlarının kutsallığına daya
dayanan evliliklerle kurulu toplum düzeni, nan din.
babayiğit, -di [baba+yiğit] sf. 1. İri yarı, güçlü kuv babka, [Pol. babka (kadıncık)] {OsT} is. 17. yy.da
vetli kimse. 2. M ert ve cesur kişi; yürekli. 3. D ü kullanılan ve 6 akçe değerindeki gümüş Polonya
rüst, özü sözü bir. parası.
babayiğitlik, -ği [baba+yiğit-lik] is. 1. Babayiğit babon, [Aim. babuin / Fr. baboin] is. zool. A frika ve
olm a durumu. 2. Babayiğitçe davranış, Güney A rabistan’da yaşayan, düşm anlarından ko
babba, [çocuk d. pabuç > babba] {ağız} is. Küçük ço runm ak için ağaçlara çıkarak uyuyan, bitki ve bö
cuk ayakkabısı. [DS] ceklerle beslenen bir m aym un türü, (Papio ursi-
babbık, -ğı [Sırp, papak] fağız} is. Hayvan tırnağı. nus).
[DS] Baböfçtt, [Babeuf-çü] is. sos. B aböf taraftarı olan.
babet, [Ar. bâbet c_jI] {eAT} is. 1. Layık; haiz. 2. Baböfçülük, [Babeuf-çü-lük] is. sos. Yetenekleri ve
K âr; iş. 3. Tür; çeşit; bent; fıkra. 4. Uygun bir şey. mülkiyeti reddeden, üretim in şeklinden ziyade üre
5. İlişki; taalluk. 6. Süs olarak kullanılan elmas dal tilenin eşit paylaşılmasını esas alan, Fransa’da siya
cık. 7. (Listede) denden işareti, (") sal komünizmin ilk kurucusu B ab e u fu n (17. yy.)
babı, [babı] {ağız} is. 1. Y aşlı kadın; kocakarı. 2. ve çömezlerinin öğretisi; Babuvizm.
(İnsan ve hayvan için) iri; büyük. 3. Beceriksiz; babuc, [Far. pâ-püş => bâbüc ^jjL>] {eAT} is. Ayak
asalak. [DS] kabı; pabuç.
Bâbıâli, [Ar. bâb(kapı)-ı âlî (yüce)] (babıa.Ti:) {OsT} babuk, -ğu [Far. bâbük (ba:bu:k) is. 1. {OsT}
is. 1. Osmanlı hükümeti. 2. İmparatorluk dönemin
(Kişi için) ahmak; sersem; alık; budala. 2. {ağız}
de Başbakanlık, Dışişleri, İçişleri bakanlıkları ile
Eşcinsel erkek; ibne. [DS]
Şura-yı Devlet dairelerinin bulunduğu yer. 3. gnşl.
İstanbul’da yayınlanan büyük gazeteler veya bu babuUık, [Far. bâbu’l-hâne (genelev) / bâbe’l-lûk
gazetelerin yayın merkezlerinin bulunduğu semt; (H alep’in eski bir mahallesi) > babul-lık jJıLL
basın semti. / jUIjjL;] {eAT} is. Fuhuş yeri; sefahathane.
babıçsız, [pabuç-suz] {ağız} sf. Evine sadık olmayan;
babulluk, -ğu [Far. bâbul-hâne (genelev) > babul-luk
hovarda. [DS]
j i L l / jJJIjjL] {OsT} is. 1. Fuhuş. 2. Meyhane. 3.
babık1, -ğı [Sırp, papak] {ağızj is. Hayvan tırnağı.
[DS] {ağız} Aşınma; genişleme; laçka olma. [DS]
babık2, -ğı [? babık] {ağız} sf. Tutkun; vurgun; m ef babuna, [Far. bâbüne => b â b ü n a ^ U ] is. Papatya,
tun. [DS]
babunç, [Ar. bâbünec {ağız} is. Papatya. [DD]
babıneç, -ci [Ar. bâbünec] {ağız} is. Küçük çiçekli ve
kokulu bir tür papatya. [DS] babune, [Far. bâbüne / bâbünec {OsT}
babır, [Yun. pâpiri / pâpiros] {ağız} is. Göl kenar is. Papatya. S bâbüne-i gâv, {OsT} Sığırgözü.
larında biten bir çeşit saz. [DS] babur, [Far. bebr (leopar)] {ağız} is. Eskiden Afrika
babırık, -ğı, [bab-ır-ık] {ağız} sf. (Yemek için) ekşi ve A sya'da yaşadığı söylenen, bir tür kediye benzer
miş; bozulmuş. [DS] gayet büyük, postu yol yol tüylü, saldırdığı zaman
babırlık, -ğı [babır-lık] {ağız} is. Sazlık. [DS] bütün tüyleri kabararak korkunç bir durum alan, bu
babış, [Yun. papitzâ] {ağız} is. 1. Ördek. 2. Ö rdek ve hâliyle kaplanı bile korkutan yırtıcıya verilen ad.
kaz yavrusu. [DS] [DS]
babi1, [Yun. papi] {ağız} is. 1. Ördek. 2. Ö rdek ve babuş, [Yun. papitzâ] {ağız} is. 1. Ördek. 2. Ö rdek ve
kaz yavrusu. [DS] kaz yavrusu. [DS]
babi2, [İng. baby] {ağız} is. Köpek yavrusu; fino kö babuşça, [Yun. papadia / Sırp, popadica] (baba'çça)
peği. [DS] {ağız} is. Papatya. [DS]
fllÖffiltJMESMUıs BAC
babuşka, [Rus. babuşka (koca karı)] {ağız} sf. K ısa Bacaların tepesinde rüzgârın baca içine girmesini
boylu; tıknaz; bodur. [DS] önlem ek için konulan döner kapak.|| baca kaşı, 1 .
babülhane, [Far. bâbul-hâne (genelev) / bâb’el-lûk Ocakların üstüne konulan küçük raf; baca başı. 2.
(Halep'te eski bir mahalle) / Babil + Far. hâne Toprak damın kenarlarındaki saçak çıkıntısı.|| baca
(ba:bülha:ne) {OsT} is. 1. Fahişelerin top kulağı, Ocakların iki yanm a küçük şeyler koym ak
için taştan yapılm ış küçük çıkıntı raflar. \\ baca kü
landığı yer. 2. Genelev. 3. Tembeller yurdu. 4. H ır
lahı, Rüzgâr, yağm ur ve karın girmesini önlem ek
sızlar ocağı.
için bacaların tepesine konulan saç parça. || baca
babülhaneci, [babülhane-ci] (ba:bülha:ne) is. Gene küngü, Baca yerine kullanılan toprak boru. | baca
lev yöneticisi, kürsüsü, Bacaların dam üstünde kalan ve üzerine
babüllük, [Far. bâbu’l-hâne (genelev) / bâbe’l-lûk baca oturtulan çıkıntılı kaide kısmı.|| baca om uz
(Halep'in eski bir mahallesi) JİL.L; / jDljjlJ (bâbül- luğu, {ağız} Baca başı. [DS]|| baca peteği, Külahı
lük) is. Genelev, tutmaya yarayan parm aklıklar; baca feneri. || ba
babttr, [Far. bebr (leopar)] is. zool. -* babur. cası1tütmek, (Aile için) varlığını sürdürmek.\\ ba
cası eğri de olsa dum anı doğru çıkmak, Çevresi
babüssaade, [A r.bâbü’s-saâde »iU-JI ujL] (ba;büssa- olumsuzluklarla dolu olmasına rağmen özünde ta
a:de) {OsT} is. 1. M utluluk kapısı. 2. öz. is. Topka- şıdığı doğruluktan ayrılmamak.\\ bacası tütmek,
pı Sarayının üçüncü kapısı; Enderun kapısı, Harem Düzeni, rahatı, sağlığı yerinde olmak.|| bacası tüt
kapısı. mez olmak, 1. (Aile için) varlığını sürdiirememek;
babüsselam, [Ar. bâbü’s-selâm ^ 5LJI (ba:büsse- dağılıp gitmek; y o k olmak. 2. Evi ıssızlaşmak. 3.
lâ:m) {OsT} is. 1. Kurtuluş kapısı. 2. öz. is. Topkapı Yoksul düşmek; perişan olmak.\\ baca tomruğu,
Sarayının ikinci kapısı; Orta kapı, Bacanın damdan yukarı bölümü.\\ baca şevliği,
Yüksek bacalarda dayanıklılığı artırm ak için yu ka
babzen, [Far. bâbzen jjjL] (ba:bzen) {OsT} is. Kebap rıdan aşağı doğru genişleyen dış yapı.|| baca zarı,
şişi. Baca içinde duman yollarını ayıran bölmeler.
bac1, [bac / baç / maç / paç] (yans.)] is. Öpme sırasın bacak, -ğı [Far. pâ (ayak) > T. -acak [Egorov] / pâça-
da çıkarılan sesi bildiren kök. [Zülfıkar] k [Râsânen]] is. 1. İnsan bedeninin bel kemeri ile
bac2, [Far. bâc ^ L] {eAT} {OsT} is. 1. Vergi; haraç; ayak bileği arasında kalan bölümü. 2. Hayvanlarda
yürüme ve zıplama organı. 3. Bazı eşyaların yerden
cizye. 2. {ağız} Zorbalıkla alm an para. [DS] <3 bâc-
yüksekte durmasını sağlayan parça; ayak. 4. İs
bân, {OsT} Yol güvenliğini sağlama karşılığı ola
kambil kâğıtlarından üzerinde oğlan resmi buluna
rak alman vergiyi toplayan tahsildar. || bâc-dâr,
nı; vale, fanti, oğlan. 5. Yazıda harflerin alt hizaya
{OsT} Vergi toplayan; tahsildar. || bâc-gâh, {OsT}
kadar inen çizgileri. 6. {ağız} Hisse; pay. [DS] 7.
Vergilerin toplandığı ye r.|| bâc-gîr, {OsT} Vergi
{ağız} Tırpanla ekin biçerken yapılan ekin demeti.
toplama memuru; tahsildar.\\ bâc-güzâr, {OsT} I.
[DS] 8. {ağız} Ekinin kök kısmındaki filizler. [DS] 9.
Vergi veren. 2. H araç ödeyen. 3. Geçiş parası ö-
{ağız} Küçük baş hayvanlar hakkında sayı bildiren
demekle yüküm lü olan.|| bâc-hâh, {OsT} 1. Vergi
söz; tane; adet. [DS] ö bacağından sürüm ek, 1.
isteyen. 2. H araç isteyen.\\ bâc-ı ağnam, {OsT} K o
K avga veya taşımaya dayanan mücadele sırasında
yun ve keçi cinsi mallardan alm an kırkta bir ora
bacağından tutarak sürüklemek. 2. mecaz. Zorla
nındaki vergi.|| bâc-ı kirtil, {OsT} Hayvanlardan
m ak,|| bacağını çekmek, {ağız} Topallamak. [DS] ||
alman vergi.\\
bacak arası, İki bacak arasında kalan açıklık. ||
baca, [Far. bâd-câh > bâce => baca / U: / U-t] bacak bacak üstüne atmak, Sandalye veya koltuk
is. 1. Ocak, fırın gibi ateş yakılan yerlerde oluşan ta otururken bir bacağını diğerinin üzerine koy-
duman vb. gazların atılm asına yarayan yapı öğesi. mak. || bacak çanı, D eve katarında en arkada bula
2. Maden ocağı, tünel, su yolu, lağım gibi yer altı nan deveye takılan en büyük çan. || bacak çekiştir
yapılarının yüzeye açılan hava delikleri. 3. K aya mek, {ağız} 1. Birinin arkasından konuşmak; dedi
lıklarda insan geçebilecek kadar dik ve dar boşluk kodu yapmak. 2. K ıt kanaat geçinmek; zor durum
lar. 4. {eAT} Işıklık; pencere. 5. {ağız} Lamba. [DS] da bulunmak. [DS]|| bacak çiftlemek, {ağız} E vlen
6. {ağız} Lam ba şişesi. [DS] 7. {ağız} K apaksız do mek. [DS]|| bacak gibi atmak, {ağız} Palavra at
lap. [DS] 8. {ağız} Tren. [DS] S baca ağzı, Baca mak; yüksekten konuşmak. [DS]|| bacak kadar, 1.
ların tepesinde bulunan ve duman çıkmasına ya ra Küçük, ufak boylu. 2. Çocuk sayılacak yaşta. || ba
yan delik.|| baca başı, Ocağın üstündeki taş raf; cak kalemi, K aval kemiği. || bacakları kopmak,
baca fa7£i.|| baca deliği, İçinden dumanın geçm esi Yürümek veya ayakta durmak yüzünden çok yorul-
için bacalarda yukarıdan aşağıya doğru uzanan mak. || bacaklarını uzatm ak, 1. Dinlenm ek üzere
borumsu boşluk. || baca feneri, K ülahı tutmaya y a bacaklarını uzatarak yere oturmak. 2. Çalışması
rayan parmaklıklar; baca peteği. || baca fırıldağı, gerektiği yerde dinlenmeye çekilmek.\\ bacakları
BAC Ö I Ü M I Ü M tS Ö M .
tutm am ak, Ayakları üzerine basarak yürüyem e- bacılık, -ğı [bacı-lık] {ağız} is. 1. Bacı olm a durumu.
yecek kadar yorgun veya hasta olmak. || bacak pa 2. (K ızlar arasında) kardeş yerine tutulan yakın ar
rası, {ağız} Hayvan satışı sırasında satıcıdan alı kadaş; kardeşlik. [DS]
nan vergi. [DS]|| bacak sürümek, {ağız} 1. D ediko bacına, [Yun. bazina] {ağız} is. 1. Yağlı et, bam ya ve
du yapmak. 2. K ıt kanaat, zorluk içinde yaşamak. hamurla yapılan bir tür yemek; arabaşı. 2. Bir çeşit
[DS]j| bacaktan yapışmak, {ağız} Dedikodu ya p un helvası. [DS]
mak. [DS] baco, [bacı > Kürt, baco] {ağız} is. Kız kardeş; abla.
bacakçı, [bacak-çı] is. Hayvan alım satımlarında [DS]
hayvan başına almış olduğu para ile geçimini sağ bacut, -du [eT. butik (deri su kabı) > boduç / bacut /
layan kimse. bocut] {ağız} is. 1. Testi. 2. Maşrapa. [DS]
bacakkıran, [bacak+kır-an] is. bot. Zambakgillerden -baç, [-maç > -baç] yap. e. Fiil gövdelerinden isimler
nem li yerlerde yetişen, küçük ve büyük baş hay türetir, dola-n-maç > dolanbaç, sakla-n-m aç >
vanlar için zehirli yeşilimsi sarı çiçekli bir otsu bit saklanbaç
ki, (Narthecium). b aç1, [bac / baç / maç / paç (yans.)] is. Öpme sırasın
bacaklanm ak, [bacak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] da çıkarılan sesi bildiren kök. [Zülfıkaı] 0 baç et
(Hayvan için) boy atmak; boyu uzamak; gelişmek. mek, {ağız} Öpmek. [DS]
[DS] baç2, [Far. bâj > bâc] {OsT} is. 1. İm paratorluk dö
bacaklı, [bacak-lı] sf. 1. Bacağı olan. 2. Bacakları neminde limanlara uğrayan gemilerden, bu gemi
uzun olan. 3. Felem enk parası. 4. {ağız} (Hayvan lerden boşaltılan m allardan veya kervanlardan alı
için) yüksek boylu; iri kemikli. [DS] S bacaklı nan bir nevi gümrük vergisi. 2. Zorla alman para;
çorba, {ağız} Uzun uzun kesilmiş hamur ile pişiri haraç. 3. {ağız} H ayvan vergisi. [DS] S baç almak,
len bir tür çorba. [DS]|[ bacaklı yazı, İri ve oku 1. Vergi toplamak. 2. H araç almak.|| baç vermek,
naklı yazı. Vergi ödemek.
bacaklık, [bacak-lık] is. Çeşitli top oyunlarında ba baça1, [Soğd. pâm ak (korunmak) > pâç > baç-a] {eT}
cakları korum ak için giyilen deriden yapılma toz is. Günah. [EUTS]
luk. baça2, [paça > baça] {ağız} is. Kasaplık hayvanların
bacaksız, [bacak-sız] sf. 1. Bacağı bulunmayan. 2. ayaklarından yapılan yemek, veya çorba. [DS]
K ısa boylu. 3. mecaz. Yaşından büyük davranışları baçag, [Soğd. pâm ak (korunmak) > pâç > baç-ag /
sergileyen, kendinden beklenm edik sözler söyleyen Mog. maçag] {eT} is. Oruç. [EUTS] S baçag otur
çocuk. mak, {eT} Oruç tutmak. [EUTS]
bacaluşka, [İt. basilisco] {OsT} is. Eskiden kullanılan baçak, [Soğd. pâm ak (korunmak) > pâç > baç-ağ /
bir top çeşidi, baç-ak] {eT} is. 1. Oruç. [Gabain] [EUTS] 2. Hristi-
bacanak, [bacı / baca (kız kardeş) > bacı-nak > baca yanların orucu; perhiz. [DLT]
nak] is. 1. Eşleri kardeş olan erkeklerin birbirlerine baçamak, [Soğd. pâm ak (korunmak) > pâç > baç-a-
göre durumları. 2. gnşl. Dost, baldızın kocası kadar mak] {eT} gçl. f. [-r] Oruç tutmak. [Gabain] [EUTS]
yakın ve samimi arkadaş,
baççı, [baç-çı / bac-cı] is. Baç vergisi toplayan kim
bacanaklık, -ğı [bacanak-lık] is. İki kız kardeşle ev se; tahsildar, gümrükçü,
lenen erkekler arasındaki yakınlık durumu ve bağı,
baçı, [baç (yans.) > baç-ı] {ağızf is. Öpücük. [DS]
bacandırm ak, [bacan-dır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
baçıg, [Soğd. pâm ak (korunmak) > baç-ık] {eT} is.
spor. İdman yaptırmak; çalıştırmak. [DS]
Sözleşme; ant. [DLT] ö baçıg kılmak, {eT} Ant
bacanmak, [bacan-mak] {ağız} gçsz.f. [-ır] 1. Gayret laşmak; ahitleşmek; sözleşmek. [DLT]
etmek; çaba harcamak; kuvvet sarf etmek. 2. spor.
baçka, [Far. bâc > baç-ka ?] {ağız} is. M ısır koymaya
İdman yapmak; hazırlanmak. 3. Üşenmek. [DS]
yarayan büyük ambar. [DS]
bacarmak, [baş-ar-mak / becer-mek] {ağız} gçl. f. [-
-bad, [Far. büden (olmak) > bâd / bâdâ iL / b l]
ır] Başarmak; becermek. [DS]
(ba:d) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça ke
baccı, [bac-cı L5» - y {18. yy.} is. Gümrükçü; vergi
limelere "olsun, olaydı, ola" anlamı katar.
toplam a görevlisi, b ad1, [bad / pad (yans.)] is. Gürültülü patırtılı, kaba
bacı, [Moğ. bacı / baca is. 1. {ağız} Kız kardeş; ve düzensiz konuşmayı; baş ağrıtıcı konuşmayı,
hemşire; {eAT} (aym). [DS] 2. Yaşlı zenci hizmetçi gevezelik ve dedikodu etmeyi anlatan kök. [Zülfı-
kadın. 3. tasvf. Bir şeyhe bağlı olarak tarikata giren kar] bad-ı budu, bad-ıl badıl, bad-ır badır, bad-ı
kadınlara verilen isim. S baciyân-ı Rûm, {OsT} güdü, bad-ır-da-mak.
(Anadolu bacıları) A n ad o lu ’nun fe th i sırasında bad2, [bad / pad / m ad (yans.)] is. Düzensiz hafif pa
savaşlara katılmış bulunan tekke mensubu kadın tırtılı hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz ve
lar,|| bacı yolu,/oW:. {ağız} Söz kesiminde am ca ve ya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan kök.
dayıya verilen hediyeler. [DS] [Zülfıkar] bad-al badal, bad-ı badı, bad-ar badar.
ûiuennictsöaı.417 BAD
bad3, [? b a d ! bat] {eTj zf. Hemen; derhal. [EUTS] badak', -ğı [bad (yans.) > badak] {ağız} sf. 1. Kısa
bad4, [Erme, bad (bölme)] {ağızj is. 1. Bahçe ve tarla boylu; tıknaz; bodur; cüce. 2. Paytak yürüyen; ba
kenarlarına yapılan çit vb; çevirge. 2. Ocak ve tan cakları çarpık. [DS]
dırların iç yüzü. 3. Ocak içinde kazan konulacak badak2, -ğı [bağ-da-mak > ba(ğ)-da-k] {ağız} is. 1.
yüksekçe yer; ocak içi sekisi. 4. Dolma içi gibi ha Kardeşlik olmak için iki çocuğun serçe parm akla
zırlanan katık. 5. Değirmende, taşın kenarlarına rını kanca hâline getirerek birbirine takıp tutuşm a
biriken taşlı, kıyraklı un. [DS] ları hareketi. 2. Güreşte çelme takma; çelme. 3. Bir
bad5, [Far. bâd jL,] (ba:d) {OsT} is. 1. Rüzgâr; yel. 2. şeyi uzatm ak için yapılan ek; ilave. 4. sf. Eş; denk;
akran. [DS]
Hava. 3. Nefes; soluk. 4. Kibir; gurur. 5. Methiye;
badakJ, -ğı [bar-dak] (ba:dak) {ağız} is. Bardak. [DS]
Övgü. 6. Hızlı koşan at. 7. mecaz. Söz; laf. 8. N ikâh
işlerinde görevlendirildiğine inanılan melek. 9. badak4, -ğı [boğ-da-k > badak] {ağızj is. 1. Husye;
tasvf. A llah’ın yardım ve lütfü. 10. ünl. İç çekme erkeklik bezi. 2. Husyeleri iyi burulmamış, dolayı
sesi; ah! S bâd-dâden, {OsTj Yele vermek]| bâd- sıyla dişisi ile yeterli ilişkiye giremeyen hayvan. 3.
âver, {OsTj 1. Rüzgârın getirdiği. 2. Zahmetsiz ele Orta büyüklükte manda yavrusu. 4. s f Dermansız;
geçen, emeksiz kazanç; bedava.|| bâd-ber, {OsT} I. takatsiz; çevik olmayan. 5. Duygusuz; vurdum
Uçurtma. 2. Elinden iş gelm ediği halde boş yere duymaz. [DS]
övünün kimse.|| bâd-der-keff, {OsT} 1. Rüzgâr el badal1, [bad (yans.) > bad-al] {ağız} is. Düzensiz h afif
de. 2. Beklentisi boşa çıkmış olan; aldanmış.\\ bâd- patırtılı hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz
ı berîn, {OsTj Batıdan esen tatlı ve hoş rüzgâr; veya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan yan
meltem; imbat.|j bâd-ı cem, {OsT} Süleyman p e y sımalı gövde. [DS] S badal badal, {ağız} 1. (Yü
gamberin hükm ettiğiyel.\\ bâd-ı cenubî. {OsT} Gü rümek, dolaşm ak için) yalınayak. 2. Gelişigüzel;
ney rüzgârı, || bâd-ı hazân, {OsT} Sonbahar rüzgâ- düzensiz. [DS]|| badal badal yürümek, {ağa} Yalın
n.|| bâd-ı herze, {OsT} 1. Boş, anlamsız. 2. H ırsız ayak yürümek, dolaşmak. [DS]
ların ev sahiplerini uyutm ak için söyledikleri tıl badal2, [bat-mak > bat-al ?] sf. Pis; karışık. S badal
sımlı sözler, || bâd-ı neva, {OsT} L Ses. 2. Nağme. bayrak, {ağız} 1. Eski püskü; yırtık pırtık. 2. Ardına
3, Nakarat.\\ bâd-ı nev-rüz, {OsT} B ahar rüzgârı.|| kadar açık; apaçık. [DS]
bâd-ı peyâm, {OsT} H aber ulaştıran rüzgâr.|| bâd- badal3, [bag-da-mak > bağ-da-1] {ağız} is. 1. Çamur
ı pttrgû, {OsTj Sürekli sesler çıkaran, ıslık çalan da açılmış fakat daha sonra kurumuş ya da donmuş
3 >e/.|| bâd-ı sabâ, {OsT} 1, Doğudan esen hoş ve tekerlek izi çukuru. 2. Yol veya tarladaki girinti
hafif rüzgâr, 2. müz. B ir makam adı.\\ bad-ı sarsâr, çıkıntı; tümsek. 3. Hızlı gitmeyi önlem ek için yola
!OsTj Fırtına. || bâd-ı seher-hîz, {OsT} Sabahları yapılan yükselti. 4. B ir dönümün üçte biri kadar
gün doğusundan esen h a fif ve ürpertici rüzgâr; tan arazi parçası. 5. Tarla sekisi. 6. Tuzak; fak. 7. Teh
yeli; seher yeli.|| bâd-ı senıüm , {OsTj Sam yeli.\\ like. 8. Engel; güçlük. 9. Ağacın gövdesinden ilk
bâd-ı serd, {OsTj Derinden çekilen ah.|| bâd-ı ayrılan sürgün. 10. Bacak. 11. Geniş adımlarla y a
subh, {OsTj Sabahları esen ince ve serin rüzgâr. || pılan yürüyüş. 12. Zıpzıp; bilye. 13. Ceviz içinin
bâd-ı Süleyman, {OsT} L Hz. Süleyman'ı istediği dörtte biri. [DS] S1 badala basmak, {ağız} I. Tuza
yöne götüren rüzgâr, 2. Büyüklük, azamet]] bâd-ı ğa düşmek; aldanmak. 2. (Çocuk için) yaşm a g ir
sümüm, {OsT} Sıcak rüzgâr; çö l fırtın a sı.j| bâd-ı mek; bir yaşını doldurmak. [DS]1| badala kalmak,
şinıâlî, {OsT} Kuzey rüzgârı.|| bâd-pâ (pay), {OsT} {ağızj (Bağ için) kesilip tımar edilmeden bırakıl
1. Rüzgâr ayaklı. 2. (At için) ayağına çabuk.\\ bad- mak. [DS]|| badal olm ak, Engel olmak.
rcftâr, {OsT} 1. Rüzgâr yürüyüştü. 2. Hızlı giden; badal4, [? badal] {ağızj sf. Eş; akran; denk. [DS]
çabuk; sürat li]\ bâd-seyc, {OsT} Rüzgâr gibi ko badal5, [İt. pedale] {ağız} is. M erdiven basamağı.
şan; hızlı yürüyen; ayağına çabuk. [DS]
-bada. [Far. büden (olmak) > bâd / bâdâ / bL] badala, [? badala] {ağızj is. Okul sırası. [DS]
badalak, -ğı [bağ-da-mak > bağda-la-k] {ağızj is. A t
(ba:da;) {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Farsça ke
arabasında koşum kayışlarının bağlandığı ağaç.
limelere "olsun, olaydı, ola" anlamı katar,
[DS]
bada, [bad (yans.) > bad-a] (ba'da) {ağız} sf. 1. Bece
badalan, [Lat. patella (küçük tabak) > Ar. bâdalân]
riksiz; iş bilmez; tertipsiz. 2. is. Harmanda dövülüp
{ağız} is. 1. Bir deniz salyangozunun büyük ve eş
savrulmak üzere yığılm ış sam an ve tane karışımı;
kenar üçgen biçimindeki kabuğu. 2. Y ayık ve b ü
tınaz. [DS] ® bada bada, {ağız} 1. Büyük büyük; iri
yük yüz. 3. Normalden büyük olan her şey. [DS]
iri; kocaman kocaman. 2. Hantal. 3. Budalaca; g e
badallamak, [badal-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
lişigüzel; patavatsızca. [DS]
yor] 1. Şeklini olum suz biçimde değiştirmek; boz
badahtı, [Far. pâ (ayak) + tahte (alt)] {ağız} is. Do
mak; yıpratmak. 2. Çıkışmak; azarlamak; gülünç
kuma tezgâhlarında hareketi sağlayan tahta ayak
durum a düşürmek; terslemek. 3. Basamak yapmak.
lık; pedal. [DS]
[DS]
BAD OnuHIİKCE SÖZLÜK. 4ı«
b a d a m , [Far. badam fbl>] (ba:da:m) {OsT} is. Ba b a d an asız, [badana-sız] sf. 1. Badana yapılmamış. 2.
Badana yapılmış olm asına rağmen kirlenmiş veya
dem. S1 b âd âm -ı dü-m ağz, {OsT} İki içli badem.
badanası bozulm uş olan,
b ad am a , [Yun. pâtoma] {ağız} is. K öy evlerinde ha
b ad a n a z , [Yun. apotamenos (ölmüş)] {ağız} is. Y aş
yat.
lanmış, çürümüş bağ kütüğü. [DS]
b a d am a k , [bağ-da-mak] (ba:damak) {ağız} gçl. f. [-
b a d a r, [bad (yans.) > bad-ar] {eT} sf. 1. Gürültülü. 2.
r] [-d(i)-yor] Doldurmak. [DS]
(Tekrar ile) patır patır. [DLT] S b a d a r b a d a r yü-
b ad am e, [Far. bâdâme «bL ] (ba:da:me) {OsT} is. 1. g ü rm ek , {eT} P atır p a tır yürümek. [DLT]|| b a d a r
İpek böceği. 2. N azar boncuğu; nazarlık. 3. Zincir kılm ak , {eT} Gürültü çıkararak çarpmak; itmek.
halkası. 4. Süslü püslü nesne. 5. Et beni. 6. Eski [DLT]
püskü hırka. b a d a ra , [Yun. paterö (kiriş)] {ağız} is. 1. Çamaşır
bad am i, [Far. bâdâm ı ^ b L ] (ba:da:mi:) {OsT} sf. teknesi. 2. Değirm en taşının taşınm ası sırasında
altına konulan ağaçlar. 3. Tuzak; fak; tehlike. [DS]
Badem biçiminde,
ö b a d a ra y a b asm ak , {ağız} Tuzağa düşmek; al
b a d a n a , [Ar. bitâne [Tietze]] is. 1. Duvarları boya danmak. [DS]
m akta kullanılan sıvı boya veya kireç. 2. Tavşan
b a d a rız , [badarız] {ağız} is. 1. Ağacın gövdesinden
derisine şekil verm ek için kullanılan cıvalı nitrat
ilk çıkan dal. 2. Odun yapm aya elverişli çalı çırpı
eriyiği. 3. argo. Cinsel ilişkiye girmeksizin organ
bulunan yer; fnndalık. [DS]
ları sürtmek yoluyla dıştan tatmin; cinsel sürtünüm;
b a d a rla m a k , [badar-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
kızlığı bozmadan girişilen cinsel ilişki. S1 b a d a n a
yor] 1. Bozmak; şeklini değiştirmek; yıpratmak. 2.
bulam acı, Derileri yum uşatm ak veya tüylerini
Yemeğin üzerinden kim se görm eden alıp yemek. 3.
yolm ayı kolaylaştırm ak amacıyla etli kısmına sürü
Birini gülünç durum a düşürmek; azarlamak; tersle
len sodyum sülfür eriyiği ve sönmüş kireç karışı
mek. [DS]
m ı]| b a d a n a etm ek, D uvar ve tavan gibi alanları
badana ile boyamak; badanalamak.\\ b a d a n a edil b a d a rn a , [? badama] {ağız} is. Tarla, bahçe sulamak
m ek, Badana ile boyanmak; badanalanmak.\\ b a için yapılmış büyük cetvel; evlek. [DS]
d a n a fırçası, Badana yapm aya yarayan fırça. || b a b ad a s, [bat-mak > bat-az > badas ?] {ağız} is. 1. Har
d a n a olm ak, Badana ile boyanmak; badanalan- m an sonunda yerde kalan toz toprak karışığı tane
mak.\\ b a d a n a v u rm a k , 1. D uvar ve tavan gibi a- ler; harm an döküntüsü. 2. Talaş, çör çöp dökün
lanları badana ile boyamak; badanalamak. 2. Tü tüsü; kir; pislik. 3. Zahire, kuru üzüm vb. ürünler
yünü kolay yolm ak için derilerin etli yüzüne özel içinde bulunan sam an ve çöp parçaları. 4. Tuğla.
hazırlanmış macun sürmek. || b a d a n a y ap m ak , D u [DS]
var ve tavan gibi alanları badana ile boyamak; b ad asin , [bad (yans.) > bad-a-sin ? [Vâsâry]] {ağız} is.
badanalamak. Ördek. [DS]
b ad an acı, [badana-cı] is. Badana yapan ve geçimini b a d a sta n , [badas-tan] is. Dövende sürülmüş saman
badana yaparak sağlayan kişi, ile tahıl karışım ı; dövülmüş harman.
b ad an acılık , -ğı [badana-cı-lık] is. Badanacının işi b a d a ş 1, [bağ-da-ş / bağ-daş] (ba;daş) {ağız} is. Bir
ve mesleği. arada bulunan ve birlikte iş yapan kişiler; iş arka
daşları; okul arkadaşları; arkadaş; ortak. [DS]
b a d a n a la m a , [badana-la-ma] is. Badanalamak eyle
mi. b a d a ş2, [Far. bâdâş j i b l J (ba;da;ş) is. Ödül; mükâ
b a d a n a la m a k , [badana-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] fat.
D uvar ve tavan gibi yerleri boyamak için boya ve b ad aşık , -ğı [bağ-da-ş-ık] (ba.daşık) {ağız} is. 1. İş
ya sıvı kireç sürmek; badana etmek, badana vur ve okul arkadaşları. 2. sf. Yapışık; bitişik. 3. zf. Sıra
m ak, badana yapmak, ile birbirine yardım ederek; nöbetleşe. [DS]
b a d a n a la n m a , [badana-la-n-ma] is. Badanalanm ak b a d aşm a, [bağ-da-ş-ma] (ba:daşma) {ağız} is. 1.
işi. Bağdaşmak eylemi ve tutumu. 2. Köpeklerin çift
b a d a n a la n m a k , [badana-la-n-mak] edil. f. [-ır] leşmesi. [DS]
Üzerine badana sürülmek; badana edilmek; badana b a d a şm a k , [bağ-da-ş-mak] (ba:daşmak) işteş, f. [-ır]
yapılmak. 1. Bir iş veya oyun için eş tutmak; eşleşmek, eş
b a d a n a la tm a , [badana-la-t-ma] is. Badanalatm ak işi. tutmak; ortaklaşmak. 2. (Aynı işi yapacak olan eş
b a d a n a la tm a k , [badana-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Bir ler için) kendi aralarında anlaşmak; uyuşmak. 3.
başkasına badana işini yaptırmak, dönşl. f. Alışmak; geçinmek.
b ad an alı, [badana-lı] sf. 1. Badana sürülmüş olan; b a d a t1, [Orta. Ame. yerlilerinden Taino Kızılderili
badanalanmış. 2. mecaz. (Kadın için) yüzüne çok dili, badata (patates)] is. bot. Bileşikgillerden şeke
fazla pudra ve boya sürmüş. ri bol bir tür yer elması, (Helianthus tuberasus).
ffîM B K » . 4 1 9 BAD
badat2, [? badat] {ağızj is. Erbezi tek olan keçi. [DS] Kibirli. 2. Şişman. 3. Deli. 4. Bir işle ilgisi olm a
badaver, [Far. bâd-âver (ba:da:ver) sf. 1. Rüz yan.
gâr tarafından getirilmiş. 2. Bedavadan elde edil b a ’de, [Ar. b a'de o-uj (ba-de) {OsT} zf. 1. Sonra. 2.
miş. 3- is- müz. Doğu müziğinde bir ses. {ağız} Başka; gayri. [DS] S b a ’de h a ra b ü ’l-B asra,
badaverd, [Far. bâd-âver JjjTiL.] (ba.da.verd) sf. -*■ {OsT} (Basra harab olduktan sonra) Iş işten geçin
ce.|| b a ’de hazâ, {OsT} Bundan sonra; bundan böy
badaver.
le]] b a ’de-hû, {OsT} -* badehu.|| b a ’de-hüm , {OsT}
badaverde, [Far. bâd-âverde »jjjlilı] (ba:da:verde) Onlardan sonra.|| b a ’d e ’l-asr, {OsT} İkindiden son
sf -* badaver. ra]] b a ’de’l-edâ, {OsT} Yapddıktan sonra.|| b a ’-
b ad a v ra 1, [paçavra] {ağız} sf. 1. Eski püskü; yırtık. 2. d e ’l-feth, {OsT} Fetihten sonra.|| b a ’de’l-h a rb ,
Kılıksız. [DS] {OsT} Savaştan sonra.|| b a ’d e ’I-icrâ, {OsT} Yapıl
badavra2, [Yun. petavro] {ağız} is. 1. Evlerin üzerine dıktan sonra. || b a ’d e ’l-îfâ, {OsT} Yapıldıktan son-
kiremit yerine örtülen tahta. 2. Çatılarda üzerine ra.|| b a ’d e ’l-imzü, {OsT} İmzadan sonra.|| b a ’d e ’l-
kiremit döşenen tahta. 3. Bağdadi duvarlara çakılan istihsâl, {OsT} Elde edildikten sonra; sağlandıktan
tahtalar. 4. K eklik tutm akta kullanılan tahtadan ya sonra. || b a ’d e ’l-istizân, {OsT} İzin alındıktan son
pılmış bir tür tuzak. [DS] ra]] b a ’d e ’l-izdivâc, {OsT} Evlendikten sonra.||
badaz, [bat-mak > bad-az ?] {ağız} is. 1. Flarman b a ’d e ’l-lüteyyâ ve’l-letî, {OsT} N ice zahm et ve
sonunda yerde kalan toz toprak karışığı taneler; sıkıntıdan sonra. || b a ’de-m â, {OsT} Bundan sonra.||
harman döküntüsü. 2. Savrulan ekinin ince samanı. b a ’d e ’l-m evt, {OsT} Ölümden sonra.|| b a ’de’l-m u-
3. sf. Sarı yüzlü; solgun; hastalıklı. [DS] S 1 b ad az sâlah a, {OsT} Barıştan sonra.|| b a ’d e ’l-m ü tâlâa,
sam anı, {ağız} Toprak damların üzerine atılan har {OsT} Okuduktan sonra.\\ b a ’d e ’l-m ü târek e, {OsT}
man yerindeki tozlu saman. [DS] Ateşkesten sonra.|| b a ’de’l-m üzâkere, {OsT} Gö
badazlı, [badaz-lı] {ağız} sf. Beceriksiz; iş bilmez. rüşmeden sonra.|| b a ’d e’l-vukfl’, {OsT} Olduktan
sonra.|| b a ’d e ’l-yevm , {OsT} Bundan sonra; bu
düzensiz; şaşkın. [DS]
günden itibaren.\\ b a ’d e ’t-ta am , {OsT} Yemekten
badban, [Far. bâd (yel) + bân (koruyan) ol>.sl>] (ba:d- sonra.\\ b a ’d e ’t-ta h k îk , {OsT} İncelemeden sonra.||
ba:n) {OsT} is. dnz. 1. Yelken. 2. Gemi sereni. S b a ’de-zâ, {OsT} Ondan sonra. \, b a ’de-zâlik, {OsT}
bâd-bân-güşâ, {OsT} Yelken açan.|| b â d -b ân -ı ah- Ondan sonra. || b a ’de-zem ân, {OsT} B ir zaman son
dâr, {OsT} 1. Yeşil yelken. 2. mecaz. Gökyüzü; se ra]] b a ’de-zîn, {OsT} Bundan sonra. || b a ’d e’z-ze-
ma. 3. Felek. || b âd -b ân -g ü şâ-y i azîm et olm ak, vâl, {OsT} Öğleden sonra]] b a ’d e ’z-zu h r, {OsT}
{OsT} Yelkenleri açıp yola çıkmak. Öğleden sonra.
badbani, [Far. bâdbânî ^ ^ L ] {OsT} is. im paratorluk b ad e, [Far. büden (olmak) > bâde (olmuş; olgun) o^L]
döneminde tersane halkından olup kalyonlarda yel (ba:de) {OsT} is. 1. Şarap, içki. 2. tasvf. mecaz. İla
kenleri korumakla görevli sınıf; yelkenci, hî aşk. S b âd e-fttrû ş, {OsT} Şarap satıcısı; m ey
badbat, [Sürya. şabatbât] {ağız} is. bot. Yaprakları haneci.|| bâde-keş, {OsT} Şarap içen.|| bâde-nflş,
yaralan deşmekte kullanılan bir tür zehirli ot, {OsT} Şarap içen.\\ bâd e-p erest, {OsT} 1. Şaraba
(Polygonum). [DS] tapan. 2. Şaraba çok düşkün. || b âd e-p erestân ,
badbar, [Far. bâd-bâr jl o t] (ba:dba:r) {OsT} is. 1. {OsT} 1. Şaraba tapanlar. 2. Şaraba çok düşkün o-
lanlar.|| b ad e süzm ek, i. Şarap süzmek. 2. İçki iç
Yelpaze. 2. dnz. Manika,
mek.
badbaz, [Far. bâd-bâz jloL] (ba:dba:z) {OsT} is. Y el
b a ’dehu, [Ar. ba‘de-hü oJju] (b a ’dehu;) {OsT} zf. On
paze.
dan sonra.
badbedest, [Far. bâd-be-dest (ba:dbedest) b ad ela, [Yun. patela] {ağız} is. Küçük sepet; el sepe
{OsT} is. Elinde avucunda olanı kaybetmiş; iflas et ti. [DS]
miş. b adeli, [bade-li] sf. İçkili; içki içmiş. S badeli âşık,
badber, [Far. bâd-ber jjjlJ (ba:dber) {OsT} is. 1. U- ed. folk. Saz şairlerinden rüyalarında gördükleri
çurtma. 2. Çok övündüğü halde bir iş beceremeyen; bir pîrin elinden dolu adı verilen bir içki içm ek su
palavracı. retiyle âşık-şair olanlarına verilen isim.
badbiz, [Far. bâd-bîz jajjlj] (ba:dbi:z) {OsT} is. Y el b ad em , [Far. bâdâm => bâdem jol>] {OsT} is. bot. 1.
paze. Gülgillerden 6-8 m. boyunda meyvesi sert kabuklu
bir meyve ağacı, (Amygdalus communis). 2. Bu
badbizen, [Far. bâd-bızen (ba:dbi:zen) {OsT}
ağacın sert kabuklu meyvesi. 3. Bu meyveye ben
is. Yelpaze. zer şekilde olan; oval. 4. argo. Tabanca kurşunu. 5.
baddar, [Far. bâd-dâr (ba:dda:r) {OsT} sf. 1. argo. Dişilik organı; klitoris; bızır. 6. satıcı argosu.
BAD Ö IÜ M T Ü lff S Ö M İ .4 2 0
Taze salatalık. 7. sf. argo. Kötü; çok fena, fi1 ba badfüruş, [Far. bâd-fürüş] (ba;dfüru:ş) {OsT} is. Bir
dem arısı, zool. Zarkanatlılardan, kurtçuğu çeşitli kimseyi, soyunu da sayarak öven kimse; dalkavuk,
ağaç yapraklarıyla beslenen iri vücutlu zararlı si badgam ak, [bad-mak (bağlamak) > bad-ga-mak /
nek; büyük testere sineği, (Cimbequadrimacula- bag-da-mak] {eT} gçl. f. [-r] Güreşte ayak yakala
tus).\\ badem bıyık, Üst dudağın iki yarımda ba mak; çelme takmak. [DLT]
dem şeklinde bırakılan bıyık.|| badem ezmesi, Ezil badgân, [Far. bâd-gân (ba:dgâ:n) {OsT} is. 1.
miş badem içi, şeker, nişasta ve yum urta sarısı ile
Gözeten; gözetici. 2. Bekçi. 3. Hazinedar,
yapılan bir çeşit şekerlem e.\\ badem gibi, Çok taze
ve körpe (sebze, salatalık). || badem gözlü, Badem badgâne, [Far. bâd-gâne (ba:dgâ:ne) {OsT} is.
içi biçiminde iri gözleri olan. || badem helvası, B a Kafesli pencere,
dem, şeker, un ve ya ğ ile yapılan bir tatlı. || badem badger, [Far. bâd-ger (ba:dger) {OsT} is. K a
karga, {ağız} B ir tür ördek. [DS]|| badem kürk,
sırga.
Tilkinin yalnız bacak derilerinden yapılan kürk,
{eAT} (aynı). || badem parmak, {ağız} işaret parm a badgerd, [Far. bâd-gerd j / i L ] (ba:dgerd) {OsT} is.
ğı. [DS]|| badem sübyesi, Soyulup ezilmiş badem Kasırga.
den çıkarılan bir çeşit süt. || badem şekeri, 1. N i badges, [Far. bâd-ges jJ o L J (ba.dges) {OsT} is. Ka
şastalı şeker tabakasıyla kaplı badem içi. 2 . argo.
sırga.
Kurşun. || badem tatlısı, Iç badem çekildikten sonra
irmikle yapılan bir çeşit tatlı.|| badem tırnak, Ba badgir, [Far. bâd-glr jŞ^\Ş\ (ba:dgi:r) {OsT} is. 1.
dem şeklinde beğenilen bir tırnak şekli.|| badem Baca. 2. N argile ve sem aver başlığı. 3. Vantilâtör.
yağı, Badem içinden basınç altında çıkarılan, deri badgünd, [Far. bâd-günd (ba;dgünd) sf. 1.
eşyaları yum uşatm ak amacıyla veya ilaç olarak
Erbezi şişmiş olan. 2. Kasık fıtığı olan,
kullanılan yağ.\\ badem zım ba, {ağız} Kayışların
üzerine süs yapm akta kullanılan bir araç. [DS] badhaye, [Far. bâd-hâye (ba:dha:ye) sf. Er
badema, [Ar. ba'de-m â (b a ’dema:) {OsT} zf. bezi şişmiş olan,
Bundan sonra, bundan böyle, badherze, [Far. bâd-herze ojyol;] (ba:dherze) {OsT}
bademcik, [badem-cik] is. anat. Boğazın iki yanında is. 1. Büyü; sihirbazlık. 2. Güzellik; letafet.
solunum yoluna ve yutağa giren m ikroplan dur b adı1, [bad (yans.) > bad-ı] {ağız} sf. 1. (Kişi için)
durm a görevini üslenen badem şeklindeki ağ doku şişman, ablak yüzlü, kısa boylu. 2. Tembel; uyu
su kesecikleri. 0 badem cik iltihabı, tıp. Badem şuk. 3. is. Çorabın eskimem esi için bezden yapılan
ciklerin içine yerleşen mikroplar dolayısıyla yangı terlik. 4. Uçlarını koltuk altına dayayıp, çatallarına
lanmaları. ayak konularak yürünen bir çift sopadan yapılma
bademi, [Far. bâdâmı => bâdem î (ba.dem i;) oyun aracı. 5. D okum a tezgâhını harekete geçinnek
için ayakla basılan pedal. 6. Erkek zenci. [DS] S
{OsT} sf. 1. Badem gibi; bademsi. 2. Bademe iliş
badı budu, {ağız} Gürültü patırtı; şamata; kaba
kin.
konuşma. [DS]|| badı güdü, {ağız} Gürültü patırtı;
bademli, [badem-li] (ba:demli) sf. İçinde badem bu
şamata; gevezelik; kaba konuşma. [DS]|| badı kısa,
lunan. 0 bademli krema, içinde çekilmiş badem
{ağız} Budalaca; patavatsızca; gelişigüzel. [DS]||
içi bulunan koyu krema.
badı kttdü, {ağız} -*■ badı güdü. [DS]|| badıya bin
bademlik, -ği [badem-lik] (ba:demlik) is. 1. Badem miş, {ağız} K örkütük sarhoş. [DS]
ağaçlarının bol bulunduğu yer. 2. Badem konulan
badı2, [Erme, bad] {ağız} is. 1. Kaz. 2. Ördek. 3. H in
kap.
di. 4. K az ve ördek yavrusu. [DS] S badı badı,
bademsi, [badem-si] (ba. demsi) sf. Badem biçiminde
{ağız} (Yürüyüş için) çarpık, eğri ve iki yana salla
olan. 0 bademsi spor, biy. Şekli bademi andıran
narak, yalpalayarak; ördek gibi. [DS]
m antar sporları. || bademsi volkanik kaya, jeol.
badıç1, [bad-mak (bağlamak) > bad-ıç] {eT} is. A sma
Badem şeklindeki boşlukları başka minerallerle
çardağı. [DLT] S badıçlık yıgaç, {eT} Çardak
dolmuş volkanik kaya.
yapm ak üzere ayrılmış ağaç. [DLT]
baderna, [İt. badema] (bade'rna) is. dnz. H alatlann
badıç2, -cı [Erme, patic] is. 1. Bakla, fasulye gibi
sürtünen yerlerinin aşınmaması için üzerine dola
sebzelerin her birinde bir dizi tohum bulunan kılıf;
nan bez veya eski halat sargı. S baderna etmek,
tohum yatağı. 2. {ağız} Yeşil sebzelerin çiçekten
dnz. Halatların aşınmaması için sürtünme yerleri
hemen sonraki küçük hâli. [DS] 3. Erkeğin erkeklik
ne bez ve halat dolamak.
organının sünnet olurken kesilen kısmı. 4. Çekir
badester, [Ar. bâdester] (ba:dester) {OsT} is. K un
genin yere gömdüğü yumurtası.
duz.
badıç3, -cı [Far. bâdîc] {ağız} is. K adm lann giydiği
badeş, [bağ-da-ş] (ba.deş) {ağız} is. Bağdaş. [DS] S
dizden bileğe kadar olan bir tür çorap. [DS]
badeş kurmak, {ağız} Bağdaş kurmak. [DS]
l i m i t a a ı . 421 BAD
badihava, [Far. bâd (rüzgâr) + Ar. hevâ (hava) > di yavrusu. 7. Ufak mısır; cin mısır. 8. sf. Vara yo
bad-ı hevâ / bedava] {OsT} is. 1. M evcut olmayan ğa, uluorta konuşan. 9. Kısa boylu; ufak tefek; tık
şey. 2. Rüzgâr. 3. sf. Emeksiz ve bedelsiz olarak naz. [DS] S b a d i b ad i, (Koşmak, yürüm ek için)
elde edilen; bedava, ördek gibi iki yana sallanarak,|| b ad i b a d i b acak ,
badik, -ğı [bad (yans.) > bad-ı-k ?] {ağız} sf. Kısa Kısa bacak.|| b a d i b a d i y ü rü m ek , Ördek gibi vü
boylu; tıknaz. [DS] cudunu iki yana sallayarak yürüm ek; paytak p a y
badıl, [bad (yans.) > bad-ıl] is. 1. Gürültü patırtıyı, tak yürümek.
gürültülü ve kaba konuşmayı anlatan yansımalı b a d i2, [Ar. bed’ (başlama) > bâdı lpL] (ba;di;) {OsT}
gövde. 2. Yalpalayarak, çarpık çarpık yürümeyi sf. 1. Sebep; sebep olan. 2. Başlangıç, ilk. 3. Açık;
anlatan yansımalı gövde. S b ad ıl b ad ü , {ağız} 1 . aşikâr, fi1 b â d î ebed-in, {OsT} H er şeyin başı.|| b â-
(Konuşmak için) gürültülü ve kaba konuşma; geve dî-i em r, {OsT} İşin başında, başlangıçta.|| bâd î-i
zece. 2. (Yürümek için) yalpalayarak, eğri ve çar em ird e, {OsT} İşin başında, başlangıçta.|| b â d îi’l-
p ık olarak. [DS]|| b ad ıl b a d ıl y ü rü m e k , {ağız} Ya e m r, {OsT} İşin başında; başlangıçta,|| bâd î-i n a
lın ayak yürümek. [DS] z a r, {OsT} İlk bakışta; ilk görüşte.|| b â d î olm ak,
badılcan, [Far. bâdincân] {ağız} is. 1. Patlıcan. 2. Do {OsT} Sebep olmak. || b â d îy ü ’l-em r, {OsT} İşin ba
mates. [DS] S badılcan suyu, {ağız} D omates sal şında; başlangıçta.\\ b âd îy ü ’r - r e ’y, {OsT} İlk dü
çası. [DS] şünce.
badınos1, [Rus. podnos] {ağız} is. Çay tepsisi. [DS]
b a d i3, [Ar. bâdî ^ L ] (ba:di:) {OsT} is. Çölde oturan;
badm os2, [Yun. makedonis > Ar. bakdünis] {ağız} is.
bedevi.
Maydanoz. [DS]
b a d ır1, [bad (yans.) > bad-ır] is. Gevezelik etmeyi, b a d i4, [Far. bâdî (ba;di;) {OsT} sf. 1. Rüzgârla
gürültülü patırtılı konuşmayı anlatan yansımalı ilgili; havaya ilişkin. 2. Geçici,
gövde. S b a d ır b a d ır, {ağız} 1. (Konuşmak için) badic, [Far. bâdîc g.-sl;] (ba;di;c) (OsT} is. 1. Tozluk.
gürültülü ve kaba; gevezece. 2. Gürültü çıkararak;
2. Potur.
şamata yaparak. [DS]
badır2, \eT. bağır > badır ?] {ağız} is. Karın; göbek. b a d ig a rd , [İng. body (vücut) + guarde (koruyucu)]
[DS] S b a d ır alan, {ağız} (Bağ, bahçe, ev vb. için) is. Koruma; muhafız,
duvarsız, çitsiz, kenarı çevrilmemiş. [DS]|[ b a d ır b ad ig ir, [Far. bâd-gîr] {ağız} is. Tavan veya dam pen
bayrak, {ağız} 1. E ski püskü; yırtık. 2. Kılıksız. 3. ceresi. [DS]
Darmadağın; karmakarışık. [DS] b a d ig ü d ü , [bad (yans.) > bad-i+güd-ü] {ağız} is. Gü
badıra, [Yun. patero] {ağız} is. Döşeme kirişi. [DS] rültülü ve kaba konuşma; gevezelik; şamata; gürül
b adırdam ak, [bad (yans.) > bad-ır-da-mak] {ağız} tü. [DS]
gçsz.f. [-r] [-d(ı)-yor] 1. N e söylediği anlaşılmaya b ad ih , [Ar. bedâhet (açık ve belli olma; hemen söy
cak biçimde konuşmak; homurdanmak. 2. Gereksiz leyiverme) > bâdih / bâdihe / «.jL] (ba.'dih)
yere söylenmek. 3. Konuşmak; laf etmek; çene {OsT} sf. 1. (Olay için) birdenbire olan; beklen
çalmak. 4. Çekişmek; kavga etmek. 5. Gürültü et medik. 2. is. Beklenm edik ziyaret.
mek. [DS]
badırdaşm ak, [bad-ır-da-ş-mak] {ağız} işteş f. [-ir] b ad ih e, [Ar. bâdih > bâdihe <uot;] (ba;dihe) {OsT} is.
1. Birkaç kişi aralarında alçak sesle konuşmak; ki 1. Beklenm edik olay. 2. Kadın ziyaretçi. 3. tasvf.
mi duyulur kim i duyulmaz biçimde aralarında ko A ni ilham.
nuşmak. 2. dönşl. f. Söylenmek; anlaşılır anlaşıl b ad ik , -ği [Erme, patig / Ar. batt / bad (yans.) > bad
maz söylenmek. [DS]
ik] {ağız} is. 1. Ördek yavrusu. 2. Palaz. 3. Ördek
badırga, [badır-ga ?] {ağız} is. Taşçı çekici. [DS] gibi sallana sallana yürüyüş. 4. sf. mecaz. Kısa boy
badırgüdür, [bad (yans.) > bad-ır+güd-ür] {ağız} is. lu ve tıknaz. [DS]
Gürültülü ve kaba konuşma; gevezelik; şamata;
badiklem e, [badik-le-me] is. Badiklem ek işi; ördek
gürültü. [DS]
gibi iki yana yalpa yaparak yürüme,
b ad ırık 1, -ğı [bad-ır-ık] {ağız} sf. 1. Konuşmasını ve
davranmasını bilmez; kaba. 2. Başına buyruk. [DS] bad ik lem ek , [badik-le-mek] gçsz. f. [-r] [-l(i) -yor]
badırık2, -ğı [bat-ır-ık] {ağız} is. 1. Soğan, may Ördek gibi iki yana yalpa yaparak yürümek; badi
danoz, domates, bulgur, asm a yaprağı ile yapılan badi yürümek.
ve çiğ olarak yenen bir yemek; batırık. 2. sf. Çok b a d in 1, [Bulucusu R. E. B adin’in adından] is. Bir
ekşi; kekre. [DS] uçağın hızını çevresindeki havaya göre bağıl olarak
badi1, [Erme, bad > Ar. batt / bad (yans.) > bad-ı / ölçen aygıt; badin hız ölçeri, sürat saati,
bad-i] {ağız} is. 1. Ördek. 2. Kaz. 3. Kaz ve ördek b a d in , [Ar. bâdin j-slj (ba;din) {OsT} sf. Şişman vü
yavrusu. 4. Hindi. 5. Köpek; köpek yavrusu. 6. K e cutlu.
BAD Ü IÜ M IllfCESÖ M .422
badinc, [Far. bâdinc g jilj (ba:dinc) {OsT} is. bot. bado, [Fr. badaud] sf. argo. İşsiz güçsüz; serseri; alık
alık gezen.
Hindistan cevizi, (Cocos nucifera).
badok, -ğu [Rus. podog (sopa)] is. A raba tekerle
badincan, [Far. bâdincân / bâdencân / bâdingân
klerini birbirine bağlayan eksen; dingil; mil.
jU oL ] (ba:dincan) {OsT} is. bot. Patlıcan, (Sola
badpay, [Far. bâd-pây l S ^ ] (rüzgâr ayak) (ba:d-
rium melongena). S bâdincân-ı ahmer, Domates,
(Lycopesicum esculentum). pa:y) {OsT} is. Rüzgâr gibi hızlı koşan at.
badincani, [Far. bâdincân-ı ^ U o l ] (ba:dinca:ni:) badper, [Far. bâd-per _jol.] (ba:dper) {OsT} is. 1. Kâ
{OsT} sf. Patlıcan renginde; mor. ğıt uçurtma. 2. Kamçı topacı. 3. sf. (Kişi için) ken
dini öven; övüngen.
badincaniye, [Far. bâdincân + Ar. -iyye 4-jUolJ
badpeyma, [Far. bâd-peym â U-ojL.] (ba:dpeyma:)
(ba:dinca:niyye) {OsT} is. bot. Patlıcangiller,
{OsT} sf. Başıboş gezen; serseri; işsiz güçsüz,
badingân, [Far. bâdingân öl£jjl>] (ba:dingâ:rı) {OsT}
badra, [Yun. paterö (kiriş)] {ağız} is. 1. Çamaşır tek
is. Patlıcan.
nesi. 2. Döşeme kirişi. [DS]
badir, [Ar. bedr (dolgunluk, şaşırtmak) > bâdir >>L>] badrak, [bad (yans.) > bad-(ı)r-a-k] {ağız} sf. Ko
(ba.dir) {OsT} sf. 1. Birdenbire olan. 2. Hemen nuşm asını bilmez; kaba. [DS]
yapm ak isteyen. 3. (Ay için) dolun. 4. (Çocuk için) badram, [bad-ra-m] {eT} is. Sevinç ve eğlence günü;
serpilip gelişmiş. 5. (M eyve için) olgun. bayram. [DLT]
badire, [Ar. bedr (habersiz geliş) > badire opL] ( b a badram ak, [bad (yans.) > bad-(ı)r-a-mak] {ağızf gçsz.
dire) {OsT} is. 1. Birdenbire otaya çıkan tehlikeli f M [-r(0-yor] Gürültü yapmak. [DS]
durum; felaket; bela. 2. Öfkeli bir hâlde iken yapı badrambaz, [Far. bârân-bâzı] {ağız} is. Y ağm ur dua
lan yanlışlık. 3. Aşılması güç geçit. 4. Birdenbire sından sonra çocukların birbirini ıslatmak için oy
söyleniveren söz. 5. Namlunun, kılıcın veya bitki nadıkları oyun. [DS]
lerin uç kısmı. 6. Sıkıntısızca, güçlük çekmeden badreng, [Far. bâd-reng (ba:dreng) {OsT} is.
söylenen söz.
1. Hızlı giden at. 2. Hıyar. 3. Acur. 4. Turunç. 5.
badiye1, [Ar. bâdiye -loIi] (ba:diye) {OsT} is. Çöl; Ağaç kavunu. S bâd-rengîn, {OsT} 1. Övgü; med-
sahra, kır. S bâdiye-i gül, 'OsTj 1. D ev çölü. 2. hiye. 2. mecaz. Şiir.
Dünya,|| bâdiye-i nişin, {OsT} Çölde oturan; bede- badron, [Slav, patron (barut ölçüsü) > Aim. Patrone]
vî.\\ bâdiye-i peymâ, {OsTj Çölde dolaşan. {ağız} is. Mermi. [DS]
badiye2, [Yun. badheia / Far. bâdiye] {ağız} is. 1. badruk1, [bat-mak > ba(t)-r~uk] {eT} is. Bayrak.
Büyük bakır kap. 2. Ağzı dar dibi geniş yağ kabı. [EUTS] [Gabain]
3. Büyük bakır tencere. 4. Yemek kabı. 5. Çorba badruk2, -ğu [? badruk / Far. / Haşan Badruk (E.
tası. 6. Yayvan, kulpsuz toprak çanak. [DS]
Çelebi uyd.) {OsT} sf. Kaçak; firari.
badkeş, [Far. bâd-keş (ba.dkeş) {OsT} is. Yel
badseha, [Far. bâd + Ar. sehâ U^oL] (ba. dseha:) is.
paze.
1. Cömert. 2. mecaz. Dünya; bu dünya,
badlamak, [Erme, bad (bölme) > bad-la-mak] {ağız}
gçl. f. [-r] [-(ı)-yor] 1. (Bağ, bahçe ve bostan için) badsene, [Far. bâd-sene] (ba:dsene) {OsT} sf. 1.
hayvanlardan korum ak için etrafını çitle çevirmek. Büyüklük taslayan; kibirli. 2. Kötü niyetli.
2; Eski çarığın altını sırımla örmek. 3. (Değirmen badsüvar, [Far. bâd-süvâr (ba:dsüva:r) is. 1.
için) taş dönerken etrafa un saçmak. [DS] Hızlı koşan at. 2. Koşu atı; yarış atı. 3. Hızlı giden
badmak, [bad-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] 1. Batmak. atlı.
[EUTS] 2. gçl. f. Bağlamak; bent etmek. [EUTS] 3. badubudu, [bad (yans.) > bad-ı+bud-u] {ağız} is. Gü
Ekin ekmek. [EUTS] rültülü, patırtılı konuşma; kaba konuşma; gürültü
badman, [ba-d-man / bat-man] {eT} is. Batman; öl patırtı. [DS]
çek. [EUTS] baduç1, -cu [Yun. babitza (ördek) > babica ? [Tzit-
badminton, [İng. Badminton (bir şato adı)\ is. spor. zilis]] {ağız} is. Toprak, çam ya da madenden ya
Tenise benzer bir oyun. pılm a emzikli testi. [DS]
badnüma, [Far. bâd-nümâ IbU] (ba.dnüma:) {OsT} baduç2, -cu [Erme, patiç] {ağız} is. 1. Badıç. 2. Taze
is. 1. Rüzgâr gülü. 2. Fırıldak. bakla; bakla. [DS]
badnus1, [Rus. podnos (alttan) + nosity (taşımak)] baduk3, -ğu [bod-uk] {ağız} sf. 1. Kısa boylu ve
{ağız} is. Tepsi veya büyük sahan. [DS] şişman; tıknaz. 2. is. Domuz yavrusu. [DS]
badnus2, [Yun. peteinos] {ağız} is. Horoz. [DS] baduka, [? baduka] {ağız} is. Patates. [DS]
BAG
badul1, [? badul] {ağız} is. 1. Taranan yünden ayrılan bafte2, [Far. bafte 4aL] (ba.fte) {OsT} is. 1. Renkli,
aynı büyüklükteki parçalar. 2. Lapa lapa yağan kar.
büyük leke. 2. Oyma levha. 3. Parça. 4. Büyük bir
[DS]
haritayı oluşturan parçalardan her biri; pafta,
badul2, [? badul] {ağız} is. Havuç. [DS]
bafur, [İt. vapore (buharj] {ağız} is. Buharla çalışan
badur, [Sansk. patra] {eT} is. huk. Sıvı ölçüsü birimi.
gemi; vapur. [DS]
[EUTS]
b ag1, [ba / bag / bağ (yans.)] is. Bağırmayı, seslenme
badut, -du [? badut] {ağız} is. Bezelye, bakla, fasulye
yi, böğürmeyi, gevezelik etmeyi, yüksek sesle ses
gibi sebzelerin salkımları. [DS]
lenmeyi anlatan yansımalı kök. [Zülfıkar]
badval, [Rus. podvâl] {ağız} is. 1. Bodrum; mahzen;
karanlık yer. 2. Kiler. 3. Tavlada altı kapıya girme. bag2, [bâ-mak (bağlamak) > bâ-ğ £_l>] (ba:g) {eT} is.
[DS] 1. Bağ; bağlayan şey; bent; köstek; ip. [Üç İtigsizler]
badviz, [Far. bâd-vız (ba:dvi:z) is. Yelpaze, [EUTS] [ETY] 2. Bohça. [EUTS] 3. Düğüm; bağ;
odun vb. bağlamları. [DLT] 4. Kabile; boy; halk
badya, [Yun. bathus (çukur) > badheia / Far. bâdiya
topluluğunun bir bölümü; bölük. [Gabain] [EUTS] 5.
ajjL] {eAT} is. 1. Geniş ağızlı, yayvan, büyükçe su Birleşik boylar; konfederasyon; müttefik; müttehit.
kabı. 2. İçine şarap konulan büyük kap. [ETY] 6. Allah; Tanrı. [ETY] 7. {eAT} Demet; bağ
badzehr, [Far. bâd-zehr y»jiL>] (ba:dzehr) is. Panze lam. 0 bag badrık, {eAT} Canlı hayvanları hile ile
yakalam a aracı; tuzak.|| bag bodun, {eT} B oylar ve
hir.
kabileler federasyonu.
badzen, [Far. bâd-zen jjil;] (ba.dzen) is. Yelpaze, bag3, [Far. bâğ] {eT} is. 1. Bağ; asma bahçesi. [Ga
badzene, [Far. bâd-zene AijiL] (ba:dzene) is. Y elpa bain] [EUTS] 2. Üzüm asması; bağ. [DLT] 3. Bahçe.
[EUTS] 0 bağ borluk, {eT} Üzüm bağı. [EUTS]||
ze.
bag gözi, {eAT} Asm anın filiz verecek olan tomur
-baf, [Far. bâften (dokumak) ı J l -] (ba:J) {OsT} son cuğu; asma gözü. || bag özdeği, {eAT} B ağ kütüğü.
ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelerden "doku baga1, [bağ-a] {eT} sf. Rütbece aşağı; ast. [ETY] [Te
yan, dokuyucu" anlam ında birleşik sıfatlar yapan kin]
son ek. baga2, [bag (yans.) > bak-â / bağ-â UJ {eT} is. 1. Kara
baf, [? baf] {ağız} is. Akciğer. [DS]
kurbağa; odlu bağa. [EUTS] 2. {eAT} {ağız} Kap
bafa, [Far. bâfa 4sl] is. 1. D ört tutam lık ekin demeti. lumbağa. [DS] 3. {18.-19.yy.} Kaplumbağanın ka
2. Mumlu balık yumurtası hazırlam ak için kam ı buğu. 4. {ağız} Binek ve yük hayvanlarının ayakla
yarılarak iç organları ve yumurtaları çıkarılmış ke rının altında zorlamadan ileri gelen şişlik. [DS] 5.
fal balığı. {ağız} Hayvan yemliği. [DS] 6. {eT} (Çokyaşamasın
bafat, [Ar. bâbat i l ] is. {ağız} Tarz; yol; yöntem, dan dolayı, sonsuzluğun, ebedîliğin simgesi olarak) bü
yük kim selere verilen san. Baga Tarhan
bafat, [Ar. bâbe (çeşit) > bâbat / i l ] is. {ağız}
bagacak, -ğı [bağ (bağlantı) > bağ-acak ?] (ba
Tarz; yol; yöntem, ğa ’cak) {ağız} is. Nesil; sülale. [DS]
bafende, [Far. bâfende o-usl] (ba.fende) {OsT} sf. Do bagaç, [bağ-aç] {ağız}] is. Koyulaşmış, hamur kıva
kuyucu. mındaki madde; macun. [DS
bafer, [Far. bâ (ile) + -fer (parlaklık)] (ba:fer) {OsT} bagaj, [Lat. baga (sandık) + Fr. bagage] is. 1. Y ol
sf. Şen; sevinçli, cunun beraberinde götürdüğü giyim vb. eşyalar. 2.
bafir, [? bafır] {ağız} is. Çok; sayısız; dolu. [DS] Tren, otobüs, uçak ve gemilerde yolcuların berabe
rinde götürdükleri eşyaların konulduğu özel yer. 3.
bafkâr, [Far. bâf-kâr jl^âU] (ba:fkâ:r) is. Dokumacı; Otomobillerde eşya koymağa mahsus bölme. 4.
çulha. argo. Kalça. 0 bagaja verm ek, (Yolcu için) bera
bafon, [Fr. backfong] {ağız} is. Gümüş görünümünde berinde götürm ek istediği eşyalarının taşıtın bagaj
bakır, çinko ve bakır alaşımı; fakfon. [DS] bölümüne konulmasını sağlamak.
bafra, [Yun. Pavra > Bafra] is. bot. Samsun ve Bafra bagal, [Far. bağal] {OsT} is. 1. Koltuk; koltuk altı. 2.
yöresinde yetişen sigara yapılabilecek nitelikte kü Kolla sarma; kucaklama. 3. Dağ ve tepelerin kena
çük boylu, ince dokulu, tok içimli bir tütün türü, rı. 4. Kasık.
baft, [Far. bâft oiL ] (ba:ft) {OsT} is. Kumaş; doku bagar, [bağar / bağır] {eT} is. 1. Karaciğer. [Gabain]
ma. 2. Karın. [EUTS] 3. mecaz. Dost; akraba; sevgili.
[Gabain]
bafte1, [Far. bâfte 4âU] (ba:fte) {OsT} is. 1. Dokuma bagarcak, [bağ-ar-cak] {ağız} is. Örme ip; kem er ge
tarzı; dokuyuş. 2. İpek, altın veya gümüş tire, pul nişliğinde yün ya da kıldan örme ip; kolan. [DS] 0
vb. ile dokunan kumaş. 3. sf. Dokunmuş. bagarcak atmak, {ağız} (Koyun geceleyin yatağın-
BAG I B M İ M İ . «4
dan kalkıp gitm eye yöneldiğinde çobanın uyanması ralamak]] bağrını ezmek, {eAT} Yüreğini yara
için) uykuya yatm adan önce kendi ayağı ile baş lamak,|j bağrı yağın eritmek, {eAT} Korku ve ü-
koyunun ayağına ip bağlamak. [DS] züntii içinde bırakmak.
bagarsak, [bağar-sak] {eAT} is. Bağırsak, bağır3, [bağır / bakır] {eT} is. Bakır. [ETY]
bagarsuk, [bağır-suk > bağar-suk] {eTl {eAT} is. 1. bagırak, [ba (yans.) > ba-gır-ak] {ağız} sf. Çok bağı
Bağırsak. [EUTS] [Gabain] 2. Merhamet. [EUTS] ran. [DS]
bagas, [Erme, bağas => bağ-az / bağ-az] {ağız} is. bagırçak, [bağır-çak] {eT} is. Eşek semeri. [DLT]
Aptal; alık; sersem. [DS]
bagırdak, [bağır-dak] {eT} is. 1. Kadın göğüslüğü.
bagat, [Far. bağ + Ar. -ât] (ba;ga:t) {OsT} is. Bahçe [DLT] 2. {eAT} Beşik bağı,
ler; bağlar.
bağırdan, [ba (yans.) > ba-gır-dan] sf. Bağırtan,
bağaya, [Ar. bagıyy (fahişe) > bagâyâ] (bağaya)
bagırlak, [ba (yans.) > ba-ğır-lak] {eT} is. Bağırtlak
{OsT} is. Fahişeler,
kuşu. [DLT]
bagça, [bağ-ça] {eT} is. Bohça; bağ; çıkın; paket.
[EUTS] bagırlamak, [bağır-la-mak] {eT} g ç l.f. [-r] 1. Bağrı
na vurmak. 2. Yayın tutamağını düzeltmek. [DLT]
bagçe, [Far. bâğ-çe-t^iL] (ba:ğçe) {OsT} is. 1. Küçük
bagırlanmak, [bağır-la-n-mak] g çsz.f. [-ur] 1. Pıhtı
bağ. 2. Bahçe,
laşmak. 2. Koyulaşmak. [DLT]
bagçevan, [Far. bâğ-çe-vân (ba:ğçeva:n) bagırlıg, [bağır-lığ] {eT} sf. 1. Bağırlı. 2. mecaz. Yü
{OsT} is. Bağcı; bahçıvan, rekli; cesur; kimseyi dinlemeyen. 0 bedük bagır-
bagçı, [bağ-çı] {eT} is. Bahçıvan; bağcı. [EUTS] hg, K imseye boyun eğmeyen; ciğeri büyük. [DLT]
bağda, [bağ-da] {eAT} is. Güreşçi çelmesi; sarma, fi1 bağırsak1, [bağır-suk / bağar-suk] {eT} is. 1. Bağır
bağda urmak, {eAT} Güreşte sarmaya almak; çel sak. [EUTS] 2. Karm. 3. Dost; akraba. [Gabain] i?
me takmak. bağırsak sıyırması, {eAT} Bağırsak sancısı.\\ ba
bagdalamak, [bağ-da-la-mak] {eAT} gçl. f. [-r] Gü ğırsak sıyrındısı, {eAT} Bağırsak sancısı.
reşte sarmaya almak; çelme takmak, bağırsak2, [bağır-suk > bağır-sak] {eT} is. 1. Merha
bağdamak, [bağ-da-mak] {eT} {eAT} g ç l . f Güreşte met. [EUTS] 2. s f M erhametli; gönül alıcı. [DLT]
sarmaya almak; ayak yakalamak; çelme vurmak. bagırsaınak, [bağır-sa-mak] {eT} g ç l.f. [-r] Canı ci
[DLT]
ğer istemek. [DLT]
bağdanmak, [bağ-da-n-mak] {eAT} edil. f. [-ur] Çel
bagırsuk, [bağ-ır-suk] {eT} {eAT} is. 1. Bağırsak.
me takılmak.
[EUTS] [DLT] 2. Merhamet. [EUTS]
bağdatmak, [bağ-da-t-mak] {eT} g ç l . f [-ur] Güreşte
bağırtlak, [ba (yans.) > ba-ğır-t-lak] {eAT} is. Yabani
sarm aya aldırmak. [DLT]
ördek; kıl kuyruk kuşu,
bagel, [Far. bâgel (ba:gel) {OsT} is. Ilık su.
bağış, [bağ-ış] (ba:ğış) {eT} is. 1. Çadır bağı; ak evin
baget, [Fr. baguette] is. 1. Küçük, kısa ve ince değ bent ve bağı; bağ; ip; çadır ipi. [ETY] [Nevâyî] 2.
nek. 2. Haddeye verilm ek üzere hazırlanmış külçe Kalın urgan; halat. [EUTS] [Gabain] 3. Parmak, ka
altm, gümüş. 3. Y irm i b e ş y ü z e y e ta şla n m ış mış vb.nin boğumu; eklem; boğum. [DLT] [ETY]
d ik d ö rtg e n tab an lı elm as. 4. müz. Orkestra şefi bağışlatmak, [bağ-ış-la-l-mak] {eT} edil. f. [-ur]
nin kullandığı küçük değnek, Bağışlanmak. [DLT]
bagetlik, -ği [baget-lik] is. Trampet kayışlarının üze bağışlamak, [bağ-ış-la-mak] {eT} gçl. f. f r ] Bağış
rine baget takm ak için yerleştirilmiş yuva, lamak. [DLT]
baggal, [Ar. bağğâl JUj] (bagga:l) is. Katırcı. bağışlanmak, [bağ-ış-la-n-mak] {eT} edil. f. Bağış
bağır1, [ bağır] {eT} ünl. Ne acı; ne yazık! lanmak. [DLT]
bağır2, [bağır / bağar] {eT} is. 1. Karaciğer; {eAT} (ay bügıy, -yyı [Ar. bagıyy ^ ] {OsT} s f Fahişe.
nı). [EUTS] [Gabain] 2. Bağır. [DLT] 3. Karın.
[EUTS] 4. Göğüs; sine. {eAT} (aynı) [EUTS] 5. me b ağ ız1, [Ar. buğz (nefret) > bâğız ^ i t l ] (ba;gız)
caz. Dost; akraba; sevgili. [Gabain] [EUTS] 6. Bir {OsT} s f Tiksinen; nefret eden; buğz eden.
ilaç. [EUTS] 7. {eAT} Akciğer. 8. {eAT} Yürek. S bağız2, [Ar. buğz (nefret) > bağîz 1_ti ^ ] (bagv.z)
bağır basmak, {eAT} Saygı gösterisi olarak ellerini
{OsTj sf. Herkesten nefret eden; kimseyi sevmeyen.
göğsü üzerine koymak.\\ bağrı baş, {eAT} Yüreği
yaralı.|| bağrı başlı, {eAT} Yüreği yaralı.|| bağrı b a g i1, [Ar. bağy (serkeşlik) > baği {OsT} is. Baş
başlu, {eAT} Yüreği yaralı.|| bağrı çıkmak, {eAT} kaldın; serkeşlik; azgınlık.
Canı çıkmak.\\ bağrı kara, {eAT} Bağırtlak kuş; kıl
b ag i2, [Ar. bağy (serkeşlik) > bâği ^ L ] (ba;gi) {OsT}
kuyruk kuşu.|| bağrı katı, {eAT} Acımasız; m erha
m etsiz]| bağrını baş eylemek, {eAT} Yüreğini y a sf. Baş kaldıran; serkeşlik eden; haksızlık eden.
B l« m i© M .4 2 5 B AĞ
bagi3, [Far. bağı ^ L ] (ba:gi:) {OsT} sf. Aynı bahçede bagy, [Ar. bağy {OsT} is. İleri gitme; azgınlık;
yetişen. serkeşlik.
bagilik, -ği [bâgi-lik] (OsT} is. Baş kaldırma; asilik, b a g z a 1, [Ar. buğz (nefret) > bagza {OsT} is. 1.
serkeşlik.
Şiddetli nefret. 2. Düşmanlık.
bagiy, [Ar. bağy {OsT} is. 1. Doğru yoldan sap bag za2, [Ar. buğz (nefret) > bağzâ Ui>] (bagza:)
ma. 2. Aşırılık, ileri gitme. 3. Azgınlık. 4. Serkeş
{OsT} is. Şiddetli nefret; hiç sevmeyiş.
lik. 5. M asumlara dokunmayan fakat devlet otorite
b a ğ 1, [bağ (vans.)] is. 1. Suyun çağlamasını, sıvıların
sine isyan ederek bir bölgeyi hakimiyeti altına al
bol bol akışını, dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar]
mış bulunan zorba; isyankârlık. 6. İnsanlara karşı
bağ-ıl bağıl. 2. Bağırmayı, seslenmeyi, böğürmeyi,
üstünlük iddia edip onları, zulüm ve baskı altında
gevezelik etmeyi, yüksek sesle çağırmayı anlatan
yaşatmak. S bagy-etm ek, {OsT} I. Azgınca, aşırı
yansımalı kök. [Zülfıkar] S b ağ bağ, {eAT} (Su vb.
şekilde davranmak. 2. Zina yapmak.
sıvıların akışı için) şa r şar; şarıl şarıl.
bagiyane, [Ar. bagy + Far. -âne] (ba:giya:ne) {OsT}
zf. İsyan edenlere yakışır şekilde; asilikle, bağ2, [Far. bâğjA J (ba:ğ) {OsT} is. 1. Meyve bahçesi.
bagiz, [Ar. buğz (nefret) > bâğız / bagiz] (ba:giz) 2. Üzüm yetiştirilen bahçe; asma bahçesi. 3. Asma;
{OsT} sf. Herkesten nefret eden. üzüm kütüğü. 4. Bostan; büyük bahçe. 5. Gezinti
yeri. 6 . mecaz. Cennet. S b ağ a ra la m a k , İyi ge
bagi, [Ar. bağl J a J {Os T} is. Katır.
lişmesini sağlam ak için asma kütüklerindeki dalları
bağlam ak, [bağ-la-mak / boğ-la-mak] {eT} g ç l . f [-r] seyrekleştirmek.|| b ağ b ahçe, Yeşillik alan.|| bağ
1. Bağlamak; raptetmek. [EUTS] [DLT] [Yüknekî] 2. beli, {ağız} Belirli zam anlarda bağda yapılan ba
{eAT} Kapamak. 3. {eATj Durdurmak; alıkoymak; kım ve temizlik işleri. [DS]|| b ağ bellem ek, Üzüm
engel olmak. 4. {eAT} Sarmak. 5. (eATj Ayırmak; dikili bahçe toprağını bel ile alt üst etmek, kabart
hasretmek. 6. Hasıl etmek, mak.|| bağ bıçkısı, {ağız} Bağ budamakta, ot biç
baglam alu, [bağ-la-ma-lu] {eAT} sf. Bağlanması ge mekte kullanılan eğri ve dişli ağızlı bir tür bıçak;
rekli; zincire vurulması gereken, bıçkı. [DS]|| b a ğ b ozm ak, Olgun üzümleri tamamen
bağlanm ak, [bağ-la-n-mak / boğ-la-n-mak] {eT} edil, toplayarak bağı terk etmek.|| bağ bozu m u , /. Ol
f. [-ur] 1. Bağlanmak. [Yüknekî] [DLT] 2. {eAT} Ka gun üzümlerin toplanma zamanı. 2 . Üzümleri top
panmak. 3. {eAT} Sonuçlandırılmak; bir şekil veril lama; üzüm hasadı.\\ bağ b u d a m a k , H er y ıl asma
mek. dallarından bir kısmını kesilip kısaltmak.\\ b ağ c ır
bağlatm ak, [bağ-la-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Bağlat cırı, zool. D üz kanatlıların cırcır böceğigiller f a
mak; bohçalatmak. [DLT] milyasından büyük kanatlı, soluk renkli bir tür cır
cır böceği, (Oecanthus pellucens).\\ b a ğ çırp m ak ,
bagle, [Ar. bağle ^U.] {OsT} is. Dişi katır.
{ağız} Bağ budamak. [DS]|| b ağ çu buğu, 1. Asma
bağlı, [bağ-lı] {eAT} sf. 1. Bağlı. 2. Kapalı. 3. Erkek fıdesi. 2. Asm a dalı.|| bağ d am ı, {ağız} Bağda, çalı
liği bağlanmış olan, çırpı vb.den yapılan kulübe. [DS]|| b a ğ depm ek,
baglıg, [bağ-lığ] {eT} sf. 1. Bağlı; tutuklu. [EUTS] 2. {ağız} Bağ bellemek. [DS]|| b a ğ evi, {ağız} Muhtar
is. Bohça; paket. [EUTS] odası. [DS]|| bağ gözü, {OsT} Asma dallarındaki
bagmak, [ba-mak > ba-ğ-mak] {eT} g ç l.f. [-ur] Bağ küçük tomurcuklar.]] bâğ-ı A dn, {OsT} Cennet.j
lamak. [ETY] bâğ-ı b a h a r, {OsT/ B ahar bahçesi.\\ bâğ-ı b e d i’,
bagna, [Moğ. bağna] {eT} is. Merdiven basamağı. {OsT} 1. Eşsiz bağ. 2. mecaz. Cennet.\\ bâğ-ı behiş-
[DLT] tî, /OsT} Cennet bağı.|| bâğ-ı cihân, /OsT} Dünya
bahçesi.]] bâğ-ı cinân, /OsT} Cennetler bağı.|| bâğ-ı
bağra, [Far. bağrâ Iyu] (bağra:) {OsT} is. Erkek do
d eh r, {OsT} Dünya bahçesi. || bâğ-ı firdevs, /OsT}
muz. Cennet bağı.|| bâğ-ı huld, /OsT} Sekiz cennetten
bagrak, [ba-ğ-rak] {eA T} is. Oba. birinin bahçesi.|| bâğ-ı İrem , /OsT} 1. İrem bağı. 2.
bagrıkm ak, [bağ(ı)r-ık-mak] {eT} g ç s z .f [-ur] Ciğe Cennet.|| bâğ-ı kuds, /OsT} 1. K utsal bahçe. 2. me
ri göğüs kemiklerine yapışmak. [DLT] caz. Cennet.|| bâğ-ı n aîm , /OsT} 1. Bolluk, bereket
bağrın, [bağ(ı)r-m] {eT} zf. 1. Bağır ile. [EUTS] 2. bahçesi. 2. Cennet.|| bâğ-ı re fî’, /OsT} 1. Yüce bah
Kamı üzerine; yüzükoyun, çe. 2. mecaz. Cennet.|| bâğ-ı rıd v ân , /OsT} i. H oş
bagşiş, [Far. bâhşîş] {eAT} is. Bahşiş, nutluk bahçesi. 2. Cennet.|| bâğ-ı vahş, /OsT} H ay
bagorya, [Yun. pagouria] {ağız} is. Pavurya; çağa vanat bahçesi.]] bâğ-ı vesî’, /OsT} 1. Geniş bağ. 2.
noz. mecaz. Cennet.\\ b ağ k ü tü ğ ü , Asmanın ana gövde
si.]] bağ m ay m u n cu ğ u , zool. D eğişik alacalı renk
bagursuk, [bağır-suk] {eAT,' is. Bağırsak.
te zeytin ağacına, asmaya, yoncaya, sebzelere ve
bagut, [Ar. b â ğ ü to ^ U ] (ba:gu:t) {OsT} is. Paskalya. meyve bahçelerine zarar veren p e k çok cinsi bulu
BAĞ İ M İ M E S A M İ. 42e
nan böcekler, (Otiorrhyrıchus).\\ bağ özdeği, Bağ bağacuk, -ğu [bağa-cuk ^ {eAT} is. Eskiden
kütüğü. || bağ tavası, Pekmez kaynatılan biiyük ba
kaleyi kuşatanların, kaleye yaklaşarak duvar del
kır kap.|| bağ yanığı, Asm alarda guignardia bid-
mekte kullandıkları seyyar kulübe,
vellii adlı mantarın meydana getirdiği hastalık.
bağaç, [bağ-aç] is. 1. İki şeyi birbirine bağlayan, tut
bağ3, [eT. bâ-m ak (bağlamak) > ba-ğ > bağ] is. 1.
turan nesne. 2. Mayası tutmadan pişirilmiş ekmek,
Bağlam aya yarayan ip, tel ve şerit gibi düğüm
bağalak, [Far. bağanak] {ağız} is. İçine, peynir, çö
lenebilir nesne. 2. Bağlam aya yarayan araçla ya
kelek konulan oğlak ya da kuzu derisi; tulum. [DS]
pılmış düğüm. 3. Sargı. 4. {ağız} Bağlanarak deste
bağalı, [bağa-lı] {ağız} sf. Boğazında guatr dolayısıy
yapılmış nesne; demet; bağlam. [DS] 5. mecaz. İlgi;
la şişlik bulunan kimse. [DS]
alaka; rabıta. 6. Engel; mania. 7. dbl. Aynı cins ve
eş görevde olan cümle, kelime veya gruplar arasın bağaltak, [eT. bağır-dak > bağal-tak] {ağız} is. Hırka.
[DS]
daki ilişki; bağlaç. 8. Birlik; bağlılık; ittifak. 9.
Kemikleri birbirine tutturan, iç organları yerli ye bağana1, [bağ-an-a] {ağız} is. Direk. [DS]
rinde tutan lif demetleri. 10. {ağız} Bir araya bağ bağana2, [Far. bağanak / bağana / bağnak] is. 1. Ana
lanm ış beş çile pam uk ipliği. [DS] 11. {ağız} Çatıda rahminde, içinde dölüt bulunan kese; etene. 2. Ölü
kullanılan asıl kirişler. [DS] 12. {ağız} Bina katları doğan çocuk; düşük. 3. {ağız} Üç yaşına kadar olan
nın her biri; katları ayıran ağaç kısımlar. [DS] 13. küçük çocuk; bebek. [DS] 4. Ölü doğan kuzunun
{ağız} M aden ocaklarında tünellerin çökmemesi derisi; astragan. 5. {ağız} D ört beş günlük keçi yav
için konulan direkler üzerine çakılı dirseklerin bir rusu. [DS] 6. {ağız} İçine kuru peynir ya da çökelek
leştiği yerler. [DS] 14. {ağız} Dört tekerli arabalarda konulan keçi ya da koyun derisi; tulum. [DS] S
dingili yastık altma bağlayan vidalı demir. [DS] 15. bağana kürkü, Astragan kürk.|| bağana resmi,
{ağız} Yaklaşık olarak 100-150 kg. gelen kendir Astragan kürk için ödenen vergi.
demeti. [DS] 16. {ağız} Fincan tepsisi; tepsi. [DS] S bağanak, -ğı [Far. bağanak] {ağız} is. 1. Doğum vakti
bağ badrık, A v hayvanlarını yakalam ak için ku gelmeden hayvanın kam ından çıkarılan yavru. 2.
rulmuş tuzak. || bağ doku, anat. Çoğunlukla eklem Keçi veya koyun tırnağı; bakanak. [DS]
lerde yer alan çok güçlü beyazımsı l i f demeti. || bağ bağar, [eT. bağır (karın, karaciğer)] {ağız} is. 1. Gö
fiil, dbl. H em eylem anlamı taşıyan hem de cümle ğüs. 2. K am ı hastalık yüzünden şişmiş kimse. [DS]
unsurlarını veya grupları birbirine bağlayan fiilim bağarcak, -ğı [bağ (ip) > bağar-cak] {ağız} Koyunlar
siler; zarffiil.\\ bağ kolanı, E yer veya sem eri hay yataktan kalktığında, uyanabilmesi için çobanın
vanın sırtında tutturmaya yarayan kayış veya ke uyumadan önce bir ucunu kendine öbür ucunu baş
mer. || bağ taşı, mim. îk i duvarı birbirine bağlamak koyuna bağladığı ip. [DS]
için kullanılan bir yüzü duvarın yüzüne diğeri de bağarcık, -ğı [bağar-cık] {ağız} is. 1. Arabalarda ön
öteki duvarın taşları arasına giren boyu eninden yastık ile ön dingil arasına konulan ve dingil üze
daha uzun inşaat taşı. rindeki oku yerinde tutm aya yarayan enli uzun a-
bağa, [bag / bağ (yans.) > eT bak-â / bağ-â UJ is. 1. ğaç parçası. 2. Düşmem esi için beşik ya da salın
Kaplumbağa. 2. Kaplumbağa gibi hayvanların vü cakta çocuğu bağlamaya yarayan enli kuşak; bağır-
cudunu koruyan boynuzsu örtü; kavkı; karapaks. 3. dak. [DS]
Bu kabuktan yapılmış süs eşyası. 4. {ağız} Vücudun bağarda, [bağar-da] {ağız} is. İşsiz; boş gezen. [DS]
herhangi bir yerinde oluşan sert dokulu ur. [DS] 5. bağardak1, -ğı [bağar-dak] {ağız} is. Çamdan oyu
{ağız} Guatrın sebep olduğu boğaz şişliği. [DS] 6. larak yapılmış su kabı. [DS]
{ağız} Hayvanların ayağının altında, zorlama yü bağardak', -ğı [bağar-dak] {ağız} is. Düşmemesi için
zünden oluşan şişlik. [DS] 7. {ağız} Bağ kütüğünün beşik ya da salıncakta çocuğu bağlam aya yarayan
üzerindeki pütürler. [DS] 8. {ağız} Birkaç günlük enli kuşak; bağırdak. [DS]
kurbağa yavrusu. [DS] 9. {ağız} Hayvan yemliği. bağarsak, -ğı [bağır-suk > bağarsak {eAT} is.
[DS] 10. {ağız} Tepsi; fincan tepsisi. [DS] 11. {ağız}
Bağırsak.
Kağnıda iği tahtalara tutturan ortası delik ağaç.
bağarsık, -ğı [bağar-sık] {ağız} is. Çorap ya da başka
[DS]
örgülerdeki başlangıç. [DS]
bağacak, -ğı [bağ-a-cak] {ağız} is. -*• bağacık. [DS]
bağacık, -ğı [bağ-a(ç)-ık] {ağız} 1. Koyunlar yataktan bağarsuk, -ğu [eT. bağır-suk j - y s ] {eAT} is. Bağır
kalktığında uyanabilmesi için çobanın, uyumadan sak.
önce bir ucunu kendine öbür ucunu baş koyuna bağartlak1, -ğı [bağır-lık / bağ(ı)r-la-k / bağart-la-k]
bağladığı ip. 2. Kadınların kundaklı çocuğu sırtla is. 1. Y em ek yerken ya da ağız suyu ile önünün
rına bağlamakta kullandıkları yün ya da pam uk ip kirlenm emesi için bebeklere takılan önlük. 2.
liğinden örme ip. 3. Çorap bağı; ip. 4. Bağ ve bah Uyurken düşmemesi için çocuğu beşik ya da salın
çe kapılarına yapılan ağaç tırkı veya kilit. [DS] cağa bağlamakta kullanılan enli kuşak.
öiöifitH R Snzbün. 427 BAĞ
bağartlak, -ğı [ba (yans.) > ba-ğır-t-lak > bağar-t-lak] bağdadı, [bağdadi] {ağız} is. -*■ bağdadi. [DS]
{ağız} is. 1. Çok ağlayan çocuk. 2. zool. Bağırtlak. bağdadi, [Ar. bağdâd (Bağdat) > bağdâd-ı
[DS]
(bağda:di:) is. 1. Birbirine paralel olarak çakılmış
bağat, [Far. bağ + Ar. at] (ba:ğa:t) {OsT} is. 1. Bağ
tahta çıtaların üzeri sıva ile kapatılarak duvar veya
lar; üzüm bağları. 2. Bahçeler,
tavan meydana getirme tekniği; ahşap çatma. 2. Bu
bağaz, [boğaz / baz / bağaz] is. {ağız} B ir değir teknikle yapılmış inşaat. 3. Eskiden kullanılan bir
mende, tanelerin iki taş araşma dökülmesi için üst tür değerli kumaş cinsi. 4. öz. is. Bağdatlı. S bağ
taşının ortasında açılmış delik. [DS] dadi çıtası, Bağdadi tekniğinde taşıyıcı direk veya
bağban, [Far. bâğ-bân OL-tL.] (ba:ğba:n) {OsT} is. 1. kalaslar üzerine çakılan 1 cm. kalınlığında ve 2-3
Bahçıvan; bağcı. 2. Bahçe veya bağ bekçisi, cm. enindeki çıtalar; çatmalık.\\ bağdadi kâğıt,
Sem erkant kâğıtları örnek alınarak 9. yy. dan itiba
bağbani, [Far. bâğ-bânî (ba:ğba:ni:) {OsT} is.
ren üretilmeye başlanan bir çeşit iyi cins kâğıt;
Bahçıvanlık. B ağdat kâğıdı.
bağboğan, [bağ+boğ-an] is. bot. Sarm aşıkgillerden bağdadilik, -ği [bağdadi-lik] (bağda.di.Tik) is. 1.
asma, baklagil ve diğer bazı bitkilere sarılan, mor Düz ensiz tahta. 2. Bağdadi tahtalarını tutturmaya
renkli çiçek açan, klorofilsiz zararlı, asalak bir bit yarayan çivi.
ki; küsküt, cin saçı, şeytan saçı, (Cuscuta).
bağdadiye, [Ar. bağdadıyye i-sl-U;] (bağda:di:ye)
bağcı1, [bağ-cı] is. 1. Bağ ve üzüm yetiştiren kimse.
2. Bağ ve bahçe sahibi. 3. Geçimini bağ ve meyve {ağız} is. Aralarına ağaç konularak yapılan ince du
ağacı yetiştirerek sağlayan kişi. S bağcılar ocağı, var. [DS]
İmparatorluk döneminde sarayın bahçelerine ba bağdala1, [bağ+dal-a (bağ dala kaldı sözünden)]
kan görevlilerin bağlı olduğu teşkilat. {ağız} is. Birkaç yıl işlenmemiş asma kütüğü. [DS]
bağcı2, [bağ-cı] is. 1. Bağlam a işini yapan kimse. 2. bağdala2, [? bağdala] {OsTj is. Çevre; havali; etraf,
{ağız} Sürek avında avm geçeceği yerde bekleyen bağdalama, [bağda-la-ma] is. Bağdalam ak işi.
avcı. [DS] 3. Flayvanlarm kırık ve çıkığını tedavi bağdalam ak, [eT. bağda-mak (çelmek) > bağda-la-
eden köylü. 4. Ekin biçenlerin arkasında biçilen e- m ak jlİJi-U] {OsTj gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] spor. 1.
kinleri demet ederek bağlayan kimse.
Güreşte bacaklarını, rakibinin bacaklarına sararak
bağcık1, -ğı [bağ-la-mak > bağ-cık] is. 1. Bağlam aya
yere düşürmek; güreşte çelme takmak. 2. Birini
yarar küçük şerit veya ipçik. 2. Ayaktan çıkmaması düşürmek için ayaklarına çelme takmak; çelmele-
için ayakkabıları bağlam akta kullanılan bağlar. 3. mek. {ağız} (aynı) [DS]
{ağız} Arabalarda, okun arabaya takılan yeri. [DS]
bağdalanm ak, [bağda-la-n-mak] {ağızj edil. f. [-ır]
4. {ağız} Göl kamışı. [DS] 5. {ağız} Çocuğun kulak
D üşecek gibi olmak; ayağı birbirine dolanmak.
larının şekli bozulm asın diye çene altından geçiri
[DS]
lerek kulak üzerinden alınıp tepede bağlanan bez.
bağdama, [bağda-ma] is. Bağdamak eylemi,
[DS] S bağcık atmak, {ağız} Biçilen ekini demet
yapmak. [DS]|| bağcık ipi, {ağız} K oyunlar yataktan bağdamak, [bağda-mak / ^İJju ] g ç l . f [-r] [-
kalktığında, uyanabilmesi için çobanın uyumadan d(ı)-yor] 1. Nesneleri birbiri içine geçirmek sure
önce bir ııcunu kendine öbür ucunu baş koyuna tiyle bağlamak; kenetlemek. 2. mecaz, işleri için
bağladığı ip. [DS] den çıkılmaz hale getirmek. 3. {OsT} {ağız} Çelme
bağcık2, -ğı [bağa-cık] {ağız} is. Kaplumbağa. [DS] takmak. [DS]
bağcıklı, [bağ-cık-lı] sf. Bağcıkları bulunan, bağdan, [bağda-mak > bağda-n] {ağız} is. Birleşme
bağcılık, -ğı [bağ-cı-lık] is. Ü züm yetiştirm e işi ve yeri; kavşak. [DS]
mesleği. bağdanma, [bağda-n-ma] is. Bağdanmak eylemi ve
bağda1, [eT. bağ-da-m ak (engel olmak) > bağ-da durumu.
ûJ^>] is. 1. Bağdaş. 2. Çelme. 3. Güreşçi çelmesi. 4. bağdanmak, [bağda-n-mak jiİJJu] {OsT} ed il.f. [-ır]
{ağızj Engel; güçlük. [DS] 5. {ağız} Kement; bağ; Çelme takılmak; çelmelenmek.
düğüm. [DS] 6. {ağız} Yürüm e çağma gelen çocuk bağdaş, [eT. bağ-da-mak > bağda-ş is. 1. A-
ların yürüyememe durumu. [DS] S bağda atmak,
yaklarmı karşılıklı uyluklarının altına alarak bir
1. Çelme takmak; bağda vurmak. 2. Güçlük çıkar
çeşit yere oturma biçimi; bağda, bağdaç, bardaç. 2.
mak; engel olmak.|| bağda urmak, {eAT} Güreşte
sf. {ağız} Birbiri ile her bakım dan anlaşan, içli dışlı
sarmaya almak; çelme takmak. |[ bağda vurmak,
olan; uyuşmuş. [DS] 0 bağdaş olmak, {ağız} R ahat
Iağızj Güreşte ayağa çelme takarak düşürmek. [DS]
olmak. [DS]|| bağdaş kurmak, {ağız} I. Ayaklarını
bağda2, -a’i [Ar. bağzâ1 / bağda5 * U ü J (bağda:) sf. karşılıklı olarak uyluklarının altına alarak otur
Şiddetli nefret; hiç sevmeme durumu. mak. 2. D aha zor gelmek. [DS]
BAĞ ııe iü M M .^
bağdaşık, -ğı [bağdaş-mak > bağdaş-ık] sf. 1. Birbiri dolu. 2. Şarap kadehi dolu.|| B ağdat’ı tam ir et
ile uyuşan; imtizaçlı, imtizaç etmiş. 2. Aralarında mek, Yemek yemek, karın doyurmak.
anlaşmış olanlar. 3. Öğeleri arasında birlik ve tutar bağı, [eT. bak-ı > bağ-ı] is. Büyü; efsun; sihir,
lılık; yapı ve nitelikçe benzerlik bulunan; homojen. bağıcı, [bak-ı-cı > bağ-ı-cı] is. 1. Büyücü; efsuncu. 2.
4. {ağız} Suç ortağı. [DS] 5. {ağız} Birbiri ile uyuşup Falcı. 3. Bağlayıcı. 4. Baştan çıkaran; kandıran;
anlaşmış. [DS] S bağdaşık olaylar, İstatistikte, yoldan saptıran,
aynı zamanda meydana gelen ve birbiri ile ilintili bağıç, [bağ-ıç] is. 1. Çadır ipleri. 2. Bir şeyi bağla
olduğu kabul edilen olaylar. maya yarayan ip vb. şeylerin tümü,
bağdaşıklaştırmak, [bağdaş-ık-la-ş-tır-mak] gçl. f . bağık, -ğı [bağ-ık] {ağız} is. 1. Flam meyve; tadı bu
M Birbiri ile bağdaşır hale getirmek; homojen ruk yemiş. 2. Yabani meyve. [DS]
leştirmek.
bağıl1, [bağ (yans.) > bağ-ıl] is. {ağız) 1. (Su için)
bağdaşıklık, -ğı [bağdaş-ık-lık] is. 1. Bağdaşık olma şarıltı, çağlama bildiren gövde. 2. is. Hayvanların
durumu. 2. Bağdaşık olanın niteliği; homojenlik. 3. sütlerinin sağım gecikm esinden dolayı akması.
mat. Çözümü mümkün bir denklem sisteminin [DS] S bağıl bağıl, {ağız} Şarıl şarıl; çağıl çağıl.
özelliği. [DS]|| bağıl bağıl aktarmak, {ağız} Çok kusmak.
bağdaşılma, [bağdaş-ıl-ma] is. Bağdaşılmak işi. [DS]
bağdaşılmak, [bağdaş-ıl-mak] ed il.f. [-ır] Birbiri ile bağıl2, [bağ-ıl] sf. Varlığı veya durumu bir başka
anlaşır, uyuşur, kaynaşır hâle gelmek, şeye bağlı olan; görece; göreli; izafi (1944). S ba
bağdaşım, [bağda-ş-ım] is. 1. Benzer nesneler ara ğıl değer, mat. 1. B ir rakamın önüne (+) veya (-)
sında ya da bir bütünü oluşturan parçalar arasındaki işaretlerinden birinin yazılm ası halinde aldığı de
uyuşma; insicam. 2. Tutarlılık ilişkisi, ğer. 2. Rakamın bulunduğu basamağa göre aldığı
bağdaşma, [bağda-ş-ma] is. Birbiri ile uyuşma, değer.\\ bağıl nem, biy. B ir metre küp hava içinde
anlaşma, uzlaşma, bulunan su buharı miktarının, aynı sıcaklıkta ha
bağdaşm ak, [eT. bağda-m ak > bağda-ş-mak] işteş. [- vanın doymuş haldeki su buharı miktarına oranı.||
ır] 1. Anlaşmak, kafaca denk olmak; imtizaç et bağıl yoğunluk, fız. B ir maddenin yoğunluğunun
mek. 2. Uygun düşmek. 3. Alışmak. 4. Uzlaşmak. birim kabul edilen bir başka maddenin yoğunluğu
5. (Çocukların oyununda) eş tutmak; eşleşmek, na oranı.
bağdaşmaz, [bağda-ş-maz] sf. 1. Birbiri ile uyuş bağılcı, [bağ-ıl-cı] is. ve sf. Bir taneciğin, boşlukta
mayan; uyuşmaz. 2. Aralarında bir uyum ve tutarlı ışık hızına yaklaştığı zamanki hızı ve bu anda ha
lık bulunmayan; tutarsız. 3. Birbiri ile bağlantısı reketsiz olduğu zamankinden daha fazla olan kütle
olmayan; ilintisiz. <5 bağdaşm az olaylar, İstatis si.
tikte aym anda gerçekleşmesi ve birbiriyle bağlan bağıldak, -ğı [eT. bağ-ır-da-k > bağıldak] is. 1. Be
tısı mümkün olmayan olaylar; ilintisiz olaylar. beklerin beşikten düşm emeleri için üzerlerine sarı
bağdaşm azlık, -ğı [bağda-ş-maz-lık] is. 1. U yuş lan geniş bez kuşaklar; beşik bağı. 2. Kadınların
mazlık. 2. Geçimsizlik. 3. Tutarsızlık. 4. İlintisiz- âdet zamanlarında kullandıkları bağ.
lik. 5. mat. Çözümü olmayan bir denklem sistemi bağıllık, -ğı [bağ-ıl-lık] is. 1. Bir kimsenin veya nes
nin taşıdığı özellik, nenin bağıl olma hali. 2. Bağıl olanın taşıdığı nite
bağdaştırıcı, [bağda-ş-tır-ıcı] is. Bağdaşma ve uz lik; izafiyet, görelik, görecelik, rölativite.
laşma sağlayan; uzlaştırıcı, bağım 1, [bağ-ım] is. 1. Bir şeyin veya bir nesnenin
bağdaştırma, [bağda-ş-tır-ma] is. Bağdaştırmak ey etkisi ve gücü altında bulunm a hali; tâbiiyet. 2.
lemi. {ağız} Büyü. [DS]
bağdaştırmacılık, -ğı [bağda-ş-tır-ma-cı-lık] is. fel. bağım 2, [bağ (yans.) > bağ-ım] is. Bağırmayı anlatan
Birbiri ile uzlaşmaz gibi görünen iki ve daha çok yansımalı gövde, ö bağım bağım bağırmak, /a-
kuramı veya görüşü birbiri ile kaynaştırm ak ama ğız} Bas bas bağırmak. [DS]
cını güden felsefe akımı, bağım lama, [bağ-ım-la-ma] is. Bağımlı kılma,
bağdaştırmak, [bağda-ş-tır-mak] g ç l . f [-ır] 1. An bağım lam ak, [bağ-ım-la-mak] gçl. f [-r] [-l(ı) -yor]
laşma ve uzlaşma sağlamak; uzlaştırmak. 2. Uyum Bağımlı hale getirmek; tâbi kılmak,
lu bir bağlantı kurmak; uyuşturmak. 3. gnşl. Uygun bağım laşım, [bağ-ım-la-ş-ım] is. Karşılıklı olara bir
görmek, uygun bulmak. birine bağlı ve etkileyici olm a durumu,
Bağdat, [Far. bagdât / bağdan (Tanrı'nın hediyesi) bağım laşm a, [bağ-ım-la-ş-ma] is. 1. Karşılıklı olarak
■MjJl.] öz. is. Irak’ın başkenti. S' Bağdat gülü, K a birbirine bağımlı olma. 2. Doğal olaylar arasındaki
d iri tarikatı şeyhlerinin başlarına giydikleri tacın düzenli bağlantı. 3. Devletler hukuku açısından
üstüne dikilen iç içe on sekize bölünmüş daireden devletler arasındaki karşılıklı bağlantılar. 4. Ortak
meydana gelen parça. || Bağdat harap, Karnım aç, çıkarları olan devletler arasında önceden yapılmış
mide boş.|| Bağdat mamur, 1. Karnım tok, mide siyasî düzenleme.
O B İlE T O M « 429 BAĞ
bağımlı, [bağ-ım-lı] sf. 1. Başka bir şeye bağlı olan; deki farklı öğelerin birbirleri üzerine olan etkileri
tâbi, (1944). 2. Etki altında olma. 3. Herhangi bir nin bütünü. 5. dbl. Bir cümledeki kelime ve kelime
siyasi ve ideolojik düşünceye itirazsız uyan. 4. is. gruplarının birbiri ile olan ilişkileri. S bağıntı
gnşl. Aşırı ölçüde alışkanlık edinen. A lkol bağım lı fonksiyonları, biy. Canlı varlığın dış ortam ile
sı. S bağım lı sıra cümle, Anlam bakımından bir ilişkisini sağlayan hareket, duyu, ses, ısı, ışık gibi
birine bağlı ve özne, yüklem, tümleç gibi öğeleri etkilerin tümü.
ortak olan cümleler. bağıntıcı, [bağ-ıntı-cı] is. Bağıntıcılık taraftarı olan;
bağımlılık, -ğı [bağ-ım-lı-lık] is. Bağımlı olm a du bu görüşü savunan felsefeci,
rumu; tâbiiyet, bağıntıcılık, -ğı [bağ-mtı-cı-lık] is. fel. Bilginin ger
bağımsız, [bağ-ım-sız] sf. 1. Davranış, tutum ve fikir çekliğini ve değerini başka bilgilere göre, bağlantılı
bakımından başka birisine bağlı olmayan; hür; öz olarak ifade eden felsefî görüş; görelilik,
gür; müstakil. 2. Herhangi bir siyasi ve ideolojik bağıntılı, [bağ-mtı-lı] s f 1. Başka bir şey ile ilgisi
düşünce veya gruba girmeyen, hiçbir baskıya gele olan, ona bağlı olan; bağlı. 2. Bağım sız davrana-
meyen, dilediği gibi düşünen; kendi başına davra- mayan; bağlantılı. 3. Bir şeye zorunlu olarak çok
nabilen; yansız. 3. Resmî kayıtlara ve kurallara uy sıkı bağlı olan. 4. M utlak olmayan. 5. gnşl. Sınırlı.
mak istemeyen. 4. Herhangi bir şeyle ilişiği ve bağ 6. fel. Sınırlı veya göreli bilgi. 7. fel. Öznenin bir
lantısı olmayan. 0 bağım sız milletvekili, siy. H er durumuna bağlı olan; öznel,
hangi bir partiye girmeden kendi başına seçilen bağıntılılık, -ğı [bağ-mtı-lı-lık] is. 1. Başka bir şeye
veya bir partiden seçilmesine rağmen istifa ile ay göre olm a durumu; izafiyet, görelilik, rölativite. 2.
rılan ve bir gruba katılmayan milletvekili. || bağım Bağlantılı olm a durumu; bağlantılılık.
sız sıralı cümle, dbl. Özneleri, tümleçleri ve y ü k bağır1, [bayır] {ağız} is. Bayır; yamaç. [DS]
lemleri ayrı olmakla birlikte anlamca ilgi bulunan,
bağır2, -ğrı [eT. bağır (karın, karaciğer) J h I >l>] is.
aralarına virgül, noktalı virgül veya bağlaç konul
muş cümleler. 1. Göğüs; sine. /eAT} (aynı) 2 . {eAT} Kalp; yürek. 3.
bağımsızlaşma, [bağ-ım-sız-la-ş-ma] is. Bağım sız {eAT} Akciğer. 4. {eAT} Karaciğer. 5. Dağın orta
laşmak işi. yeri. 6. mecaz Sevgili. 7. mecaz. (Bir yer için) orta
sı; göbeği; içi; derinliği. “A na d o lu ’nun bağrından
bağımsızlaşmak, [bağım-sız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
gelen yiğit. ” 8. Sevgi, üzüntü, endişe gibi özel
Bağımsız duruma gelmek; bağımlı olmaktan kur
duygularla inanç ve vicdan gibi yüksek değerlerin
tulmak.
hissedildiği manevi derinlik. 0 bağır basmak,
bağımsızlaştırma, [bağım-sız-la-ş-tır-ma] is. Bağım
{eAT} Saygı göstermek, selam verm ek için elini
sızlaştırmak işi.
bağrına götürmek.\\ bağır geçmek, {ağız} Uyukla
bağımsızlaştırmak, [bağım-sız-la-ş-tır-mak] g ç l f
mak. [DS]|| bağır içliği, {ağız} Yelek; mintan. [DS]|
[-ır] 1. Bağımlı olmaktan çıkarmak. 2. Sömürge ya
bağır iğnesi, {ağız} Çengelli iğne. [DS][| bağır
da yarı bağımlı bir ülkeyi bağım sız hale getirmek;
köpen, {ağız} Beşikte bebek üzerine örtülen örtü.
bağımsızlığını kazandırmak,
[DS]|| bağır yeleği, 1. Eskiden savaşçıların zırh
bağımsızlık, -ğı [bağım-sız-lık] is. 1. M addî ve altına giydikleri köseleden yapılm a kolsuz yelek. 2 .
manevi yönlerden hiçbir kim seye bağlı olmamak; Sadece göğsü örtm ek için giyilen kısa yelek. 3.
özgürlük, hürriyet. 2. Bir ülkenin kendi sınırları {ağız} Avcı yeleği. [DS]|| bağra basmak, Sevgi ile
içinde başka bir ülkeye bağlı olm adan kendi ege kucaklamak.\\ bağra taş basmak, Aşırı dayanıklılık
menliğini elinde bulundurması; istiklal. 3. Baskıya göstermek; tahammül gösterm ek.|| bağrı açık, P e
gelemeyen kişinin karakteri. 4. Başka bir gruba ve rişan. j| bağrı bağdaşık, {ağız} Gönülden bağlı; ay
siyasi, ideolojik görüşlere katılm adan kendine özgü nı düşüncede olan; arkadaş canlısı; göbeği bir ke
davranma; yansızlık, sik. [DS]|| bağrı bağdaş olmak, {ağız} Duyguları,
bağm, [bağ-ın] is. inş. 1. Temel veya kanal hafriyatı düşünceleri bir olmak. [DS]|| bağrı başlı, {eATj
yapıldığı zaman yandaki toprakların göçmem esi i- Gönlü yaralı; derin üzüntülü; yaslı.|| bağrı başlu,
çin konulan ağaç destek. 2. Ev onarımı sırasında {eATj -*■ bağrı başlı.|| bağrı bitişik, {ağız} Gönülden
duvarların yıkılm aması için dikine uzatılmış kalas bağlı; aym düşüncede olan; arkadaş canlısı; göbe
lar arasına yatay sıkıştırılmış dayak, ğ i bir kesik [DS]|| bağrı bütün, {ağız} 1. M erha
bağındaş, [bağ-m-daş] is. dbl. Bir cümlenin iki öğesi metsiz. 2. Acıya, kedere dayanıklı; geniş yürekli.
arasındaki bağıntıyı belirten kelime; bağlaç, [DS]|| bağrı çıkmak, {eAT} Cam çıbnak; ölm ek.||
bağıntı, [bağ-ıntı] is. 1. Bir nesne veya olayı bir bağrı çökük, Göğüs kafesi içeri doğrıı çökmüş
başkası ile ilgili kılan bağlantı; münasebet; ilişki, olan.|j bağrı geçik, {ağız} (İnsan ve hayvan için)
(1942). 2. İş ve dostluk bağlantıları. 3. Düzenli ka karnı içine çekik [DS]|| bağrı geçmek, {ağız} 1.
ra, hava ve deniz yolu bağlantıları; irtibat. 4. biy. Uyuklamak; içi geçmek. 2. Zamanında evleneme-
Aynı ortamdaki canlıların veya aynı canlı üzerin mek; evde kalmak. [DS]|| bağrı göçük, 1. Z a y ıf ve
BAĞ HKEnHKEE SOZbOK . 430
çelimsiz yapılı. 2. Göğüs kafesi ve karnı içeri doğru bağırgan2, [bağır-gan] {ağız} is. Tarla sarmaşığı. [DS]
çökmüş olan.|| b a ğ rı hun olm ak, {OsT} Çok acına bağırış, [ba-ğır-ış] is. 1. Bağırm ak işi. 2. Bağırma
cak bir durumda bulunmak; çok acımak. || b a ğ rı hâli ve biçimi. S bağırış çağırış, 1. Gürültü. 2.
k alk m ak , {ağız} 1. Heyecanlanmak. 2. K ederlen Gürültü çıkararak.
mek; içlenmek. 3. Kıvanmak; göğsü kabarmak. 4. bağırm a, [bağır-ma] is. Bağırm ak işi.
A dam olmak; olgunlaşmak. 5. Zenginleşmek. [DS]|| bağırm ak, [eT. ba (yans.) > ba-kır-m ak > ba-ğır-mak]
b a ğ rı k a ra , 1. Çok kahır çekmiş. 2. Yaslı; kederli.\\ g ç sz.f. [-ır] 1. Korku, öfke ve heyecan gibi duygu
b a ğ rı katı, {eAT} Merhametsiz, acıması olmayan; larını yüksek sesle belirtmek; haykırmak. 2. Sesini
zalim .|| b a ğ rı kül olm ak, Çok üzüntü ve keder duy yükseltmek. 3. K usurundan dolayı birine yüksek
mak; içiyanm ak, dertlenmek.\\ b a ğ rın a b asm ak , 1. sesle çıkışmak. 4. mecaz. Ortalıkta apaçık görünür
Sevgi ve içtenlik duyarak kucaklamak. 2. mecaz. durum da olmak. 5. {ağız} Ağlamak. [DS] S bağıra
Severek korumak, gözetmek; yardımcı olmak. 3. bağıra, Yüksek sesle, heyecanlı bir şekilde gürültü
K abul etmek. | b ağ rın a işlem ek, Çek etkili olmak; ederek; bağırarak. || bağıra çağıra, Yüksek sesle,
tesir etmek. || b a ğ rın a taş b asm ak , Sıkıntıya şi- heyecanlı bir şekilde gürültü ederek; bağırarak,||
kâyetlenmeden katlanmak; kendini zorlayarak bü bağırıp çağırm ak, 1. Yüksek sesle konuşmak; gü
y ü k bir acıyı unutmaya çalışmak. j| b a ğ rın d a n rültü etmek; yaygara koparmak. 2. Azarlamak. 3.
k opm ak, içinden çıkmak; ortasından meydana gel- D üşünüp taşınmadan, ağzına geldiği gibi söylen
mek.\\ b a ğ rın ı baş eylem ek, {eAT} Yüreğini yarala mek.
mak]] b a ğ rın ı delm ek, 1. Çok üzmek; acı vermek.
bağırsak, -ğı [eT. bağar-suk / bağır-suk > bağırsak]
2. İçine işlemek; çok dokunmak.\\ b a ğ rın ı d o ğ ra
is. anat. Sindirim sisteminde mideden sonra gelen
m ak , Acı ve sıkıntı vermek. || b a ğ rın ı ezm ek, {eAT}
ve besinlerin kana karışmasını, artıkların dışarı
Yüreğini yaralamak.] b ağ rın ı h u n etm ek, Çok acı
atılmasını sağlayan organ. S bağırsak askısı, biy.
çektirmek; eziyet etmek. || b a ğ rın ı k an etm ek, Çok
ince bağırsakları karnın orta kısmına bağlayan ve
kötü duruma sokmak; perişan etmek; üzmek.\\ b ağ
karın zarının bir bölümünü oluşturan lifli bağlar.||
rın ın yağı erim ek, Acıklı olmak.\\ b a ğ rın ı yerden
bağırsak boşluğu, biy. Bağırsak içindeki boşluk;
k ald ırm ak , {ağızj Yardım etmek. [DS]|| b a ğ rı piş
sindirim kanalı boşluğu. || bağırsak düğümlenme
m ek, {ağız} Istırap çekmek; içi yanmak. [DS]|| bağ
si, tıp. Bağırsaklardan bir bölümünün bağırsak
r ı sarsılm ak , Çok üzülmek. || b a ğ rı taş, Tevekkül
askısı çevresinde besin geçişini engelleyecek bi
eden.|| b a ğ rı taşlı, {ağız} Çok dert çekmiş. [DS]||
çimde boğulması,|| bağırsak düşüklüğü, tıp. H a
bağrı(nm ) yağın(ı) eritm ek , {eAT} Korku ile karı
milelik veya aşırı zayıflam a yüzünden taşıyıcı ba
şık üzüntü içinde bırakmak.\\ b ağ rı y anık, 1. Çok
ğın gevşem esi ile enine kalın bağırsağın aşağı
eziyet çekmiş. 2. Dertli; perişan. || b a ğ rı y an m ak ,
sarkm ası.|| bağırsak gazı, Yemekte yutulan veya
D erin acı duymak; içiyanmak.\\ b a ğ rı y ırtık , {ağız}
besinlerin sindirimi sırasında çıkan, karında şiş
Cömert. [DS]|| b a ğ rı yufka, Çok çabuk merhamete
kinlik yaparak rahatsızlık verici gaz. || bağırsak
gelen; yufka yürekli; merhametli.\\ b a ğ rı yuka,
ingini, tıp. Çoğunlukla ishal ile birlikte olan ağrılı
{ağız} Bağrı yufka; merhametli. [DS]
bağırsak rahatsızlığı,|| bağırsak kazıntısı, Kalın
b ağ ırd ak , -ğı [eT. bağır-da-k / bağır-dak / Jb y u bağırsaktaki iltihaplar yüzünden dışkı ile birlikte
jİjji-Lı / lS V J Bebeklerin beşikten veya sa çıkan siimüksü madde.|| bağırsak sıyırması (sıy-
rındısı), {eAT} B ağırsak sancısı.\\ bağırsak soluca
lıncaktan düşmemesi için üzerlerine sarılan enli
nı, zool. I. insanların bağırsaklarında asalak y a
kuşak. 2. Kundaklanan bebeğin üstünün açılmama
şayan 25 cm. kadar boyundaki yuvarlak solucan;
sı için kundağın üzerinden dolaştırılan enli şerit. 3.
askarit, (Ascaris lumbricoides). 2. Hayvanların
Bebeklerin altlarındaki ıslaklığı emmesi için konu
sindirim organlarında ve karaciğerlerinde yaşayan
lan bez. 4. Kadınların âdet zamanı kullandıkları
her türlü şerit, iplik solucan ve sülüklerin genel
bağ. 5. {ağız} Küçük çocukların göğüslerine sarılan adı. | bağırsak tıkanması, tıp. Bağırsak felci, y a
kuşak. [DS] 6. {ağız} Çocuk kundağı. [DS] 7. {ağız} pışm a veya düğümlenme gibi sebeplerle bağırsak
Çocukları beşiğe bağlam akta kullanılan yuvarlak taki besin akışının durması.
tahta. [DS] 8. {ağız} Harman aktarma sırasında altta
bağırsuk, -ğu [bağır-şük 3 y a >?] is. Bağırsak.
kalan diri saplar. [DS]
b ağ ırd an lık , -ğı [bağır-dan-lık] {ağız} is. Yörük bağırtgan, [bağır-t-gan] {ağız} sf. 1. Bağırtkan. 2.
kadınlarının giyim eşyalarından bağır yeleği. [DS] (Çocuk için) çok ağlayan; yaygaracı. [DS]
b a ğ ırg a n 1, [ba (yans) > ba-ğır-gan] sf. 1. Çok bağı bağırtı, [bağır-tı] is. Bağırm a sesi; haykırış,
ran; bağırmayı alışkanlık haline getirmiş olan. 2. bağırtkan, [bağır-t-lcan] sf. 1. Bağırıp çağırmayı alış
Ses tellerindeki dengesizlik yüzünden çok yüksek kanlık edinmiş olan. 2. {ağız} Geveze; yaygaracı;
sesle konuşmak zorunda kalan. 3. {ağız} Bağırtlak. gürültücü. [DS] 3. {ağız} Çok ağlayan. [DS] 4. {ağız}
[DS] is. Çok ağlayan çocuk. [DS]
İ M İ M İ S O M . 431 BAĞ
bağ ırtlak 1, [ba (yans.) > ba-ğır-m ak > bağır-la-k > hastalık mikroplarına ve özellikle virüslere karşı
bağır(t)-lak] {ağız} sf. 1. Geveze; yaygaracı; çok ba yapay yollardan dirençli hâle getirme,
ğıran; gürültücü. 2. Asabî; titiz; sert. 3. (Çocuk bağ ışık lam ak , [bağışık-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
için) çok ağlayan. 4. (Hayvan için) çok bağıran. 5. Bağışık kılmak, bağışıklık kazandırmak,
is. Ağustos böceği. 6. mecaz. Taşlık arazi. [DS] S bağışıklık, -ğı [bağışık-lık] is. 1. Sorumluluk dışında
bağ ırtlak göz, {ağızj Patlak göz. [DS] kalm a durumu; muafiyet. 2. Canlının hastalık yapı
bağırtlak2, -ğı [bağır-t-la-k] is. Kadınların göğüs cı etkenlere karşı dirençli olma hâli; muafiyet; im-
lerini kapamakta kullandıkları göğüslük. münite. S bağışıklık bilim i, tıp. Bağışıklığın orta
bağırtlak3, -ğı [ba (yans.) > eT. bağ-ır-lak > bağır-t- y a çıkma şartlarını, gelişimini ve alınması gereken
lak jk y u ] is. zool. 1. Küçük yapılı, erkeğinin başı önlemleri, uygulanacak tedavi yollarını araştıran
bilim dalı; immünoloji.|| bağışıklık cevabı, biy.
koyu kahverengi, kanatları gri-mavi alalı, geniş
Vücudun antijenlere karşı makrofaj, lenfosit, gra-
beyaz kaşlı bir yaban ördeği; yaz bağırtlağı, (Anas
nüllü lökosit, trombosit, mast hücresi, endotelyum
querquedula). 2. Erkeğinin başı kızıl kahverengi ve
ve fibroblastlar tarafından korunması. || b ağışıklık
iki yanında parlak yeşil şeritler bulunan A vru
k aza n m a k , tıp. Bazı hastalıklara karşı vücudun
pa’nın en küçük yapılı yaban ördeği; kış bağırtlağı,
direnç kazanması; muafiyet kesbetmek. || b ağışıklık
(Anas crecca). 3. Ayakları üç parm aklı ve tüylü,
m ek tu b u , siy. Orta çağ Avrupa 'sında toprak köle
kuyruğu ve kanatları ince uzun, steplerde sürü ha
lerine p a ra karşılığında verilen yazılı balge.\\ b a ğ ı
linde göç ederek yaşayan balçık renginde siyah be
şıklık seru m u , tıp. Belirli hastalık mikrobuna karşı
nekli bir kuş; kılkuyruk; (Syrrhaptes paradoxus).
{eATj (aym) bağışıklığı olan hayvan vücudundan alınan kan
serumu.
bağırtm a, [bağır-t-ma] is. Bağırtmak işi.
bağışlam a, [bağış-la-ma] is. 1. Bağışlamak eylemi
bağırtm ak, [bağır-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Birinin ba
ve işi. 2. Bir kişinin kendi elinde bulunan malını bir
ğırmasını sağlamak. 2. Birinin canını yakarak veya
başkasına veya kurum a karşılıksız olarak vermesi
kızdırarak bağırmasına yol açmak. 3. Bir haberi ve
işlemi; hibe etme, teberru etme. 3. Kusurun gerek
ya ilanı duyurm ak için bir başkasına yüksek sesle
tirdiği cezayı uygulamama; affetme. 4. {ağız} folk.
söyletmek; tellala vermek,
Gelin, oğlan evine geldiğinde kaymvalide ve ka
bağırya, [Yun. pagoüria] {ağızj is. Pavurya; çağanoz,
yınpederin geline verdiği hayvan veya arazi gibi
bağırza, [? bağırza] {ağızj sf. Kızılımsı. [DS] hediyeler. [DS] 5. {ağız} Sünnet çocuğuna anne ve
bağıştan, [Far. bâğ-istân O U -ilJ (ba:ğısta:n) {OsTj babası tarafından verilen hediye. [DS] 6. {ağız} El
is. 1. Bahçe yapmaya elverişli yer. 2. Bağlık; bah öpme karşılığı olarak verilen mal, arazi. [DS]
çelik. b ağışlam ak, [Far. bahş-kerden => bağış-la-mak] gçl.
bağış1, [eT. bağ-ış] is. 1. Ek yeri. 2. {ağızj Boğum. f [~r] [-l(l)- y ° r] 1- Yardım amacıyla kendi elinde
[DS] bulunan malını bir başkasına veya kurum a karşılık
bağış2, [Far. bahş-kerden => bağış] is. 1. Af. 2. sız olarak vermek; teberru etmek; hibe etmek. 2.
Bağışlamak eylemi ve biçimi. 3. Sahip olduğu bir Ceza verme yetkisinde iken bir kişiyi kusur veya
malı bir kişiye veya insanların yararlanabileceği bir suçundan dolayı cezalandırmamak; affetmek; m a
yere karşılıksız olarak vermek. 4. Bu şekilde veri zur görmek. 3. Bir kişinin üzerinde bulunan görevi
ve sorumluluğu kaldırmak. 4. Alacağından vaz
len, bağışlanan şey; teberru, hibe. 5. Üstün ve yara
geçmek. 5. Lütfen bildirmek. Adını bağışlar mısın?
tıcı bir güce sahip olan A llah’ın insanlara verdiği
S1 bağışla, "Affedersiniz, kusura bakm ayın!" an
şeyler; lütuf, ihsan. 6. Büyüklerin küçüklere verdiği
lamında özür dileme sözü.|| bağışlayın am a, “Sizi
armağanlar. S bağ ışta b u lu n m ak , B ir hayır ku-
kırm ak istemiyorum fa k a t yine de söylemem gere
rumuna veya yardım a muhtaç birine karşılıksız
kiyor. " anlamında itiraz sözü.
olarak mal, pa ra vb. vermek.
bağışlanm a, [bağış-la-n-ma] is. Bağışlanmak işi.
bağış3, [? bağış] {ağız} is. Bahçeleri sulama sırası.
[DS] b ağ ışlan m ak , [bağış-la-n-mak] e d il.f. [-ır] 1. K arşı
lıksız verilmek; hibe edilmek. 2. Cezalandırılma
bağışçı, [bağış-çı] is. Bağış yapan kimse,
mak; affedilmek, hoşgörü ile karşılanmak, m azur
bağışık, -ğı, [bağış-ık] sf. 1. Bağışlanmış. 2. Sorum görülmek.
luluğun dışında kalan; muaf, (1935). 3. tıp. Aşı, se
bağ ışlatm a, [bağış-la-t-ma] is. Bağışlatm ak işi.
rum gibi sağlık tedbirleri ile vücudu mikroplara
b ağ ışlatm ak , [bağış-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Birinin
karşı direnç kazanmış olan. 4. is. biy. Bir canlının, bağışlamasını sağlamak; affettirmek,
dolaşım sisteminde, antijene karşı olan antikorları bağışlayıcı, [bağış-la-y-ıcı] sf. 1. Kusurları gör
ya da T lenfositleri taşıması sonucu mikrop bulaş mezden gelen, affeden (kimse). 2. M erhamet sahi
masına dayanıklı olması; immün. bi. 3. Günahları affeden, bağışlayan anlam ında Al
bağışıklam a, [bağışık-la-ma] is. Bir canlıyı bazı lah’ın sıfatı; Gafur, Gâfır, Rahîm.
BAĞ
bağışlayış, [bağış-la-y-ış] is. Bağışlama işi ve biçimi, bağlalmak, [bağ-la-l-mak {eATj dönşl. f. [-ur]
bağıt, [bağ-ıt] is. huk. 1. Tarafların karşılıklı ve 1. Bağlanmak. 2. Ara bulmak.
birbirlerine uygun irade beyanlarıyla belirli bir ko
bağlam, [bağ-la-m] is. 1. Aynı cins olan şeyleri bir
nuda anlaşmaları; akit, sözleşme; mukavele; kont
araya getirip bağlam ak suretiyle meydana getiril
rat. 2. (ağızj Ferman; emir. [DS]
miş yığın; demet; deste; tutam, (1944). 2. ed. M an
bağıtçı, [bağıt-çı] is. huk. A ralarında anlaşarak söz zum eserlerdeki dörtlüklerin, k ıt’aların her biri;
leşme yapan taraflardan her biri; âkit, bent. 3. Bir olayda birbiriyle eş zaman ve durumda
bağıtlanma, [bağıt-la-n-ma] is. Bağıtlanmak işi. var olan ilişkiler örgüsü; çerçeve. 4. B ir ifadenin
bağıtlanmak, [bağıt-la-n-mak] e d i l .f [-ır] Sözleşme anlamını pekiştiren veya açıklık kazandıran metnin
ile sonuçlanmak; akde bağlanmak, bütünü; kontekst, (1972). 5. dbl. B ir ifade içinde
bağıtlaşma, [bağıt-la-ş-ma] is. Bağıtlaşmak işi. herhangi bir dil öğesinden önce ve sonra gelen ve o
bağıtlaşm ak, [bağıt-la-ş-mak] işteş, f. [-ır] Karşılıklı birimin anlamını belirleyen bilgilerin tümü; kon
anlaşarak sözleşme yapmak, tekst.
bağıtlı, [bağ-ıt-lı] is. 1. Aralarında sözleşme yaparak bağlam a, [bağ-la-ma] is. 1. Bağlamak işi. 2. Türkü
yüküm lülük altına girmiş olanlardan her biri; âkit. lerde tekrarlanan mısralar; kavuştak. 3. Yazılı eser
2. Uluslararası anlaşmalarda yetkili olarak imza lerde bir kesinti ile ayrılmış bölüme yapılan eklen
atan kişiler. 3. sf. Bağıt altına alınmış, bağıt konusu ti. 4. Köylerde bahçeye hayvan bağlam ak veya ta
olan. 4. Para ödeyerek alındı karşılığında verilen rım araçlarını koymak için yapılan ek bina; ahır. 5.
mektup, paket vb. şeyler; taahhütlü, A nadolu’da kullanılan uzun kollu şişkin gövdeli,
tezene adı verilen mızrapla çalınan, cura ve mey
baği, [Far. bâğî (ba:ği:) (OsTj sf. Aynı bahçede
dan sazı arası, orta büyüklükte b ir telli çalgı. 6.
yetişen. {ağızj Potin; yemeni. [DS] 7. {ağız} Akarsuyun ya
bağkesen, [bağ+kesen] is. zool. Kınkanatlılardan tağını yükseltmek, suyunu biriktirm ek ya da başka
yavrularını beslemek için bağ filizlerini ve körpe yöne çevirmek için yapılan bent. [DS] 8. {ağız} Y ö
ekinleri keserek zarar veren uzun kafalı, siyah, yu nünü değiştirme; başka yöne yöneltme. [DS] 9.
varlak bir böcek; makaslı böcek, (Lethrus apterus). {ağız} Bir erkeği, eşi ile cinsel ilişkide bulunmasını
bağla1, [bağ-la] {ağız} is. 1. Değirmen çarkını dur önlemek amacıyla yapılan büyü; iktidarsız kılma.
durmaya yarayan kalas parçası. 2. Su bendini ka [DS] 10. {ağızj Evli bir kimsenin eşinden başka bi
pamaya yarayan tahta parçası veya tıkaç. 3. Dere rine sevdalanmasını sağlamak için büyü yapma.
ve çay sularının seviyesini yükseltm ek için yapılan [DS] 11. {ağız} Kağnıda iki oku mazı üzerine tespit
bent. 4. Ufak göl. [DS] eden ve enine konulan ağaç. [DS] 12. (ağızj Renkli
bağla2, [bakla > bağla] {ağızj is. 1. Ekin içinde bulu basm adan yapılan baş örtüsü; yemeni. [DS] 13.
nan burçak ya da mercimek cinsi yabancı otlara {ağız} Köylü kadınların işte giydikleri şalvar. [DS]
verilen ad. 2. Baklaya benzeyen ve pişirilip yenile 14. {ağızj İp; kendir. [DS] 15. {ağız} Köylünün e-
bilen bir tür bitki. 3. Fasulye. [DS] vinden başka, köy dışında tarlada yaptığı, içinde
bağlaç, -cı [bağ-la-ç] is. 1. Raptiye, (1935). 2. dbl. bazı hayvanlan, çift aletlerini sakladığı yer. [DS] &
Cümleleri veya cümlede eş görevli kelime ve keli bağlama düzeni, {ağız} müz. Sazın akortlarından
me gruplarını birbirine bağlayan kelime; bağlama biri. [DS]|| bağlama edatı, dbl. Söz içinde kelimele
edatı, (1944). S bağlaç grubu, dbl. Bağlaç ile bir ri, kelime gruplarını ve cümleleri birbirine bağla
birine bağlanmış aynı nitelikte iki ve daha çok ke yan veya aralarında ilgi kuran, tek başına belli bir
limeden oluşan öbek; bağlaç öbeği. anlamı olmayan kelimeler. || bağlama zarf fiili, dbl.
bağlaçlı, [bağ-la-ç-lı] sf. dbl. Bağlacı olan. S bağ Kendisinden sonra gelen fiile zaman, kip ve kişi
laçlı tam lama, dbl. İsim leri ve sıfatları arasına bakımından uyan çoğunlukla ve bağlacı yerine kul
bağlaç almış bulunan isim veya sıfat tamlaması.\\ lanılan z a r f fiil. “Erken yatıp erken kalkmalı. ”
bağlaçlı yan cümle, dbl. Birleşik cümlelerden ki bağlam acı, [bağlama-cı] is. 1. Bağlama adı verilen
bağlacıyla bağlanmış olan yan cümle. müzik aletini yapan ve satan kimse. 2. Bu aleti ça
lan kişi.
bağlağı, [bağ-lağı] is. Bir nehir veya ırmağın suyunu
biriktirip tarlalara vermek için yapılan set. bağlam ak, [bağ-la-mak / jUpI>] gçl. f. [-ı] [-
bağlak, -ğı [bağ-la-k] is. 1. tiy. Bir eserin sonuç bö l(ı)-yor] 1. İp veya tel benzeri bir şeyi etrafında
lümü; epilog; bağlanış. 2. (ağızj Av hayvanlarını dolayıp düğüm yaparak tuttunnak. 2. Yara ve ağrı
geçit yeri. [DS] 3. {ağız} Ormanlık ve kayalık arazi yan yere ilaç koyup üzerini sarmak. 3. Birkaç şeyi
deki geçitler. [DS] 4. (ağızj Tarla kenarlarına çeki bir araya getirerek birbirine tutturmak. 4. Boyun
len harçsız duvar. [DS] 5. (ağızj Ana suya kavuşan bağı, ayakkabı, uçkur gibi şeyleri düğüm yapmak.
derecikler. [DS] 6. (ağız) Desenli basmalardan yapı 5. Eşyaları toplayıp denk yapmak; paketlemek;
lan başörtüsü; yemeni. [DS] bohçalamak; yükünü sannak. 6. Kaymak, kabuk,
İ İ P l i M t i S İlıuri • 433 ________________________________________________ B A Ğ
kireç vb. oluşmak, 7, Üzerine takmak; kuşanmak, sına yatay olarak konulan ağaçlar; {ağız} (aym). [DS]
8. Birbiri ile birleştirmek. 9. Bağlantı kurmak; ilgi 7. anat. Bir kasın iskelete bitiştiği yer. 8. {ağız}
sini sağlamak. 10. Bitirmek; tamamlamak. 11. me Damın mukavemetini artırmak için kullanılan ağaç.
caz. Sevmek; gönül ilişkisi kurmayı sağlamak. 12. [DS] 9. {ağız} Bir işin veya sözün sonu; sonuç; neti
{eAT} Kapamak. Ben yârim den a y n düştüm / Sen ce, [DS] 10. {ağız} Arabaya ekin demetleri sarıl
yolumu bağlar mısın? Yunus Emre 13. {eAT} Dur dıktan sonra bağlam ayı kolaylaştırmak için en üste
durmak; engel olmak; alıkoymak; men etmek. 14. konulan deste. [DS] 11. {ağız} Bir saz demetini bağ
Ayırmak, hasretmek, {eAT} (aym). 15. Anlaşma ile layan saz parçası. [DS] 12. {ağız} Arabalarda dingil
bitirmek; anlaşmak. 16. {ağız} Akan suyun önüne üzerindeki parçalan birbirine bağlayan demir. [DS]
set yapmak. [DS] 17. {ağız} Bir akışı istenilen tarafa 13. {ağız} Araba sandığım alt kısma bağlayan bü
çevirmek. [DS] 18. {ağa} Büyülemek; aldatmak. yük çiviler. [DS] 14. {ağa} Bağıt; mukavele, [DS]
[DS] 19. {ağız} Erkeği büyüleyerek cinsel ilişkiye 15. {ağız} Taş ya da tuğla yığma binalarda duvar
giremeyecek duruma getirmek, [DS] 20. {ağız} üstlerine atılan beton kuşak; hatıl. [DS] 16. {ağız}
Kısmetine engel olmak. [DS] 21. {eAT} Sarmak. 22. iki şeyin birbiri ile birleştiği yer; kavşak. [DS] 17.
{eATt Oluşturmak; meydana getirmek; hasıl etmek, {ağız} Paragraf; bent; fıkra, [DS] 18. {ağızj Çocuğu
bağlamalık, [bağ-la-ma-lık] is. 1. Bağlamaya yara olmayanların baş vurduğu, dede adı verilen büyü
yan şey. 2. Bağlama yapmaya elverişli. 3, {ağız} sf. cü. [DS] S bağlantı borusu, inş. Çok katlı bina
Bağlamayı gerektirecek biçimde azıtmış. [DS] larda p is suyu ana borulara ileten yan borular. ||
bağlamalu, [bağla-malu {OsT} sf. bağlantı kelimesi, dbl. Birbirine benzer iki kavram
arasında ilişki kuran, bir cümleyi diğer cümleye
Bağlanması gerekli; zineirlik.
veya tümleci tümlenene bağlayan kelime; bağlaç;
bağlan, [bak-lan > bağ-lan] is. zool. -*• baklan, bağlama edatı.\\ bağlantı kurmak, 1. Birbiri ile
bağlanım, [bağ-la-n-ım] is. 1. Bağlanm ak eylemi ilgili iki şey arasındaki ilişkiyi sağlamak. 2. Ortak
veya bağlanm a sürecinin sonucu. 2. T araf tutma, noktalan tespit etmek. 3. Biri ile haberleşmeyi sağ
bağlanış, [bağ-la-n-ış] is. 1. Bağlanm a tarzı, bağ lam ak,|| bağlantı yapmak, 1. İlişki kurmak. 2. Söz
lanma şekli. 2. ed. Edebî eserin sonucu, leşme yapmak, anlaşmak.
bağlanma, [bağ-la-n-ma] is. 1. Bağlanm ak işi. 2. bağlantılı, [bağ-la-n-tı-lı] sf. Aralarında bağlantı
Tutturulma; düğümlenme, bulunan kişi ve nesneler; irtibatlı; rabıtalı,
bağlanmak, [bağ-la-n-mak edil f. [-ır] 1. bağlantısız, [bağ-la-n-tı-sız] sf. 1. Aralarında bağlan
Bağlamak eylemi yapılmak. 2. Birbirine iliştiril tı bulunmayan. 2. Askerî ve siyasi yönden hiçbir
mek, düğümlenmek. 3. Sona erdirilmiş olmak; biti gruba bağlı olmayan; bloksuz. S bağlantısız ülke
rilmek. 4. Belirli bir yere veya kişiye ayrılmış bu ler, siy. Siyasi ve askeri yönden hiçbir bloka bağlı
lunmak; tahsis edilmek. 5. dönşl. Sözleşme veya olmayan ülkelerin oluşturdukları topluluk.
söz verme ile taahhüt altına girmek. 6. {eAT} K a bağlantısızlık, -ğı [bağ-la-n-tı-sız-lık] is. Bağlantısız
panmak. 7. mecaz. Beklenilen, umulan elde edile olma durumu, fi3 bağlantısızlık politikası (siyase
mez olmak. 8. Yalnızca bir işle uğraşm ak zorunda ti), A skerî ve siyasi yönden herhangi bir bloka bağ
kalmak; ayrılamamak. 9. Sevmek; ilgi duymak. 10. lı olmama siyaseti; bloksuzluk siyaseti.
{ağız} Alay etmek; takılmak. [DS] 11. {ağız} (Erkek bağlaşık, -ğı [bağ-la-ş-ık] sf. 1. A ralarında sözleşme
için) cinsel ilişkide iktidarsız olmak. [DS] 12. {eAT} yaparak birbirine bağlanmış olan; müttefik. 2.
Sarınmak; kuşanmak. 13. Katılaşm ak; donmak. 14. (Nesne, terim vb. için) birbirine sebep-sonuç ilişki
{eAT} Şekil verilmek; sonuçlandırılmak, si içinde sıkı sıkıya bağımlı bulunan. 3. is. {ağızj
bağlanmamış, [bağ-la-n-ma-mış] is. Henüz bağlantı Karar; antlaşma; birlik. [DS] 4. {ağız} Sarmaşık.
sı yapılmamış durumda olan, [DS]
bağlanmış, [bağ-la-n-mış] sf. 1. Bağlı hâlde olan. 2. bağlaşıklık, -ğı [bağ-la-ş-ık-lık] is. Bağlaşık olma
Bağı olan; bahçeli, durumu.
bağlantı, [bağ-la-ntı] is. 1. Bağlanma hâli. 2. Birden bağlaşım, [bağ-la-ş-ım] is. 1. Bağlaşm a işi. 2. Ortak
çok şeyin birbiri ile ilgili olma durumu; irtibat; ra çıkarları olan devletler arasında anlaşmaya dayanan
bıta. 3. Bir bütünü oluşturan parçaların ve bölüm le karşılıklı ilişkiler,
rin art arda gelmesi. 4. Birbirine bağlı kavram lar ve bağlaşımlı, [bağ-la-ş-ım-lı] sf. 1. (Olay ve eylem)
nesneler arasında ilişkiyi sağlayan bağ. 5. müz. N o aralarında sebep - sonuç bakımından karşılıklı iliş
talar arasında süre bakım ından düzenleme yapıla ki bulunan. 2. (Devletler için) ortak çıkarlar için
cağını belirten eğik çizgi. 6. mim. Bir yapının çeşit birbirine bağlı hareket etmeyi kararlaştırmış,
li bölümlerini birbirine bağlayan sistem; binanın bağlaşma, [bağ-la-ş-ma] is. 1. Bağlaşm ak işi; ittifak.
dayanımını artırmak için köşelere konulan kılıç 2. man. İki cümlenin "ve" ( ) ile bağlanması; m an
biçimindeki demir veya köşebentler; duvarlar ara tıki çarpım.
BAĞ n r u M iü R S ö M .« 4
bağlaşmak, [bağ-la-ş-mak] işteş, f. [-ır] Bir şeyi bağlılaşm ak, [bağ-lı-la-ş-mak] işteş f. [-ır] Karşılıklı
yapm ak için birbiri ile anlaşma ve sözleşme ile olarak bağlılık sağlamak,
karşılıklı bağlanmak; ittifak etmek, bağlılık, -ğı [bağ-lı-lık] is. 1. Bağlı olma hali. 2. İlgi.
bağlatma, [bağ-la-t-ma] is. Bağlatmak eylemi, 3. Uyma; riayet. 4. Birine karşı saygı ve sevgi yü
bağlatmak, [bağ-la-t-mak] g ç l.f. [-ır] Bağlam ak işi zünden yakınlık duymak; sadakat. 5. {ağız} Cinsel
ni bir başkasına yaptırmak, bakım dan iktidarsızlık. [DS]
bağlayıcı, [bağ-la-y-ıcı] sf. 1. Bağlama niteliği taşı bağli, [bağ-lı] {ağız} is. Aylık; maaş. [DS]
yan. 2. Bağlam aya ve birleştirmeye yarayan. 3. bağlu, [eT. bağ-luğ > bağ-lu {eAT} sf. 1. Kapalı.
Uyulm ası gerekli olan; ilgililerin başka türlü dav
2. (Erkeklik için) büyü ile cinsel gücü bağlanmış
ranm alarına imkân tanımayan,
olan.
bağlayım, [bağ-la-y-ım] {ağız} is. Bir m iktar iplik;
bağm ak, [ba-ğ-mak] gçl. f. [-ar] 1. Bağlamak. 2.
çile; tura. [DS]
mecaz. Büyülemek. 3. Baştan çıkarmak, kandır
bağlayış, [bağ-la-y-ış] is. 1. Bağlama işi. 2. Bağlama mak.
biçimi.
bağm an, [Far. bâğbân / bâğvân => bağman] {eAT} is.
bağlı, [eT. bağ-lığ > bağ-lı sf. 1. Bağlanmış 1. Bağ bekçisi. 2. {ağız} Bostan. [DS]
olan. 2. m ecaz B ir düşünceye, bir kimseye veya bağmançı, [Far. bâğbân => bağman-çı] {ağız} is. Bağ
gruba saygı, sevgi ve başka duygularla bağlanmış bekçisi. [DS]
olan; tutkun. 3. İlgisi ve ilişkisi olan; alakalı. 4. bağnak, [Far. bağanak / bağana / bağnak] is. 1. Ölü
Belirli şartlarla kayıt altında bulunan. 5. Gerçek doğmuş veya doğumundan hemen sonra öldürül
leşmesi için belirli şartları gerektiren; vabeste. 6. müş kuzudan elde edilen deri. 2. {ağız} Koyunun
B ir şeyle sınırlanmış, verilen izinle sınırlı bulunan. kam ı yarılarak alınan ve hemen kesilen kuzunun
7. Kapatılmış, tutulmuş olan; kapalı; {eAT} (aym). 8. derisi. [DS] 3. {ağız} sf. Akılsız. [DS]
B ir kurum veya kuruluşun yetkisi içinde olan. 9. bağnaz, [Aim. banause / E. Yun. banausos (ümmi;
Kendini inandığı değerlere adamış olan; sadık. 10. cahil)] sf. Bir düşünceye aşırı derecede ve körü kö
argo. Büyü ile cinsel güçten mahrum bırakılmış rüne bağlanan ve bunun dışındaki fikirleri redde
sanılan erkek. 11. Bağlandığı ve inandığı şeylerin den; tutucu; mutaassıp, (1935).
gereklerini yerine getiren. 12. Kapalı. 13. {eAT} bağnazlık, -ğı [bağnaz-lık] is. 1. Başka fikirleri
{ağız} (Erkek için) kendisine büyü yapıldığı için reddederek tek bir düşünceye körü körüne bağlan
cinsel bakımdan iktidarsız olan; büyülü. [DS] 14. ma; taassup. 2. gnşl. Tutkuyla bağlanma. 3. sf. Dü
{ağız} is. Maaş; aylık. [DS] fi1 bağlı kalmak, Uy şünce biçimi ve genel durum u bu şekilde olan kim
mak, tâbi olmak.\\ bağlı olmak, Tâbi bulunmak.\\ se ve topluluğun durumu; tutuculuk,
bağlı talep, Birbirinden fa rklı olmakla birlikte biri
bağrak, -ğı [bağ-rak 3 y j {eAT} is. Oba.
kullanılınca diğer bir mala da duyulan ihtiyaç.\\
bağlı ürünler, Belli bir üretim alanında aynı şey bağrıkara, [bağrı+kara] is. zool. Karatavukgillerden
den elde edilen fa rklı ürünler. || bağlı vektör, B aş isketenin bir çeşidi olan böcekçil, ötücü, göçmen
langıç noktası sabit olan vektör. bir kuş türü; takırdayan; kuyrukkakan; (Saxicola
bağlık1, -ğı [bağ-lık] is. 1. Üzüm bağlarının bol bu torquata). {eAT} (aynı)
lunduğu yer. 2. sf. Üzüm yetiştirmeye elverişli bağrınm ak, [ba (yans.) > ba-ğ(ı)r-ın-mak] {ağız}
olan. S bağlık bahçelik, Bağı ve bahçesi bol, dönşl. f. [-ır] Sürekli bağırmak; bağırıp durmak.
ağaçlarla, yeşilliklerle dolu olan yer. [DS]
bağlık2, -ğı [bağ-lık] sf. 1. Bağ olarak kullanı bağrış, [ba (yans.) > ba-ğ(ı)r-ış] is. 1. Bağırm ak işi. 2.
labilecek nitelikte olan. 2. is. {ağız} Uçkur takılan Bağırm a hali ve biçimi. 0 bağrış çağrış, 1. Gürül
yer. [DS] tü. 2. Gürültü çıkararak.
bağlılaşık, -ğı [bağ-lı-la-ş-ık] is. fel. 1. Biri diğerine bağrışma, [bağ(ı)r-ış-ma] is. Bağrışmak işi.
bağlı olarak mevcut olan. 2. Biri olmadan ötekinin bağrışm ak, [bağır-mak > bağ(ı)r-ış-mak] işteş, f. [-
varlığının düşünülmesi imkânsız olma. 3. sf. dbl. ır] Flep birlikte karşılıklı olarak bağırmak,
Karşılıklı bağlılaşım ilişkisi içinde bulunan ve bağriya, [Yun. pagoûria] {ağız} is. Pavurya; çağanoz.
cümlenin iki öğesi arasında ilişki sağlayan ayrı iki [DD]
kelimenin niteliği. Öyle ağladı ki.. bağsa [Ar. bağsa U~] (bağsa:) is. 1. İşe yaramayan
bağlılaşım, [bağ-lı-la-ş-ım] is. fel. 1. Bağlılaşık iki kimseler; kuru kalabalık. 2. İnsan kalabalığı; izdi
kavram arasındaki ilişki; korelasyon. 2. biy. Orga ham. 3. Avam; ayak takımı,
nizmanın değişik yapı ve organları arasındaki bağsız, [bağ-sız] sf. Bağı olmayan; bağlı değil,
uyum ve bağlantı; korelasyon,
bağsızlık, -ğı [bağ-sız-lık] is. 1. Bağsız olma duru
bağlılaşma, [bağ-lı-la-ş-ma] is. Karşılıklı bağıntı mu. 2. dbl. Cümleleri aralarında bağlaç veya o gö
işlemi.
nH lHTOllliCtSöM .435 BAH
revi gören bir kelime kullanmadan yan yana getir bahadırlanmak, [bahadır-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
meye dayalı anlatım; yan yanalık. Cesur olmak. 2. Yiğit hale gelmek,
bağşış, [Far. bahşiş => bağşış {eAT} is. Bağış; bahadırlık, -ğı [bahadır-lık] is. 1. Bahadır olm a
durumu; kahramanlık, yiğitlik. 2. Bahadırlara yakı
bahşiş.
şır davranış; kahramanca, yiğitçe.
bağtak, -ğı [eT. bağıltak / buğtak / baktak / bahtak]
is. 1. Padişah harem inde önemli kadınlar tarafından bahadur, [Far. bahâdur (baha:dur) {OsT} sf.
giyilen yüksek başlık. 2. Ferace. 3. Göğüs, bel veya Cesur.
başın etrafına sarılan uzun kumaş veya şal parçası, bahai, [Ar. bahâ’ı^ 'l ^ ] (baha:i:) {OsT} sf. Alışkın.
bağteten, [Ar. ‘alâ bağtetin iau] (b a ’ğteten) {OsT} zf. Bahailik, -ği [Bahai-lik] (baha:i:lik) is. din. Bütün
Birdenbire, ansızın, dinlerin aynı gerçeği yansıttığını, ırk, din ve cinsi
bağursuk, -ğu [bağır-şük {eAT} is. Bağır yet farkının ortadan kalkması gerektiğini savunan;
her yılın son on dokuz günü oruç tutup günde üç
sak.
vakit özel bir namaz kılan, ibadetten çok toplumsal
bağurya, [Yun. paguri / pagurya] {OsT} is. Yengeç;
ahlaka önem veren B abîlik’ten ayrılarak 19. yy.da
pavurya. İran’da Bahaullah M irza Hüseyin Ali Nuri tarafın
bağvan, [Far. bâğbân] {ağız} is. Bahçıvan. [DD] dan kurulan bir din.
bağzar, [Far. bâğ-zâr j l > y (ba:ğza:r) {OsT} is. bahak1, [Ar. bahak j £ ] is. Patlak veya çukura kaç
Bağlık yer. mış göz.
bah1, [Ar. bâh »y (ba:h) {OsT} is. 1. Şehvet. 2. Bir bahak2, -ğı [? bahak] {ağız} sf. (Kişi için) çok öksü
kadınla cinsel ilişkiye girme. rüklü. [DS]
bah2,[Far. bâh ^ y (ba:hj is. Yol. bahaklaşmak, [bahak-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
Lekelenmek; benekleşmek. [DS]
bah3, [Far. pah => bah jj] {eAT} ünl. N e iyi, ne
bahalık, [Ar. behlâk > bahâlık (baha:lık) is. 1.
mutlu .ı? bah bah, {eAT} N e güzel; ne hoş.
Boş ve çürük şeyler. 2. Boş sözler,
baha1, -a’i [Ar. behâ *lfr.] (beha:) {OsT} is. 1. Parıltı.
bahali, [Far. bahâ-lı (baha.Ti:) sf. Pahalı,
2. Güzellik; zariflik. 3. Alışma; dadanma; alışmış-
bahan, [? bahan] {ağız} zm. Bana. [DS]
lık.
bahana, [Yun. pakhni] {ağız} is. Hayvan yemliği.
baha2, [Far. bahâ (baha:) {OsT} is. B ir mal veya [DD]
işin değeri; kıymet. 0 baha biçilm ez, D eğeri ölçü bahane, [Far. bahâne / behâne -ol^] (baha:ne) {OsT}
lemeyecek kadar yüksek.\\ baha biçmek, Değerini
is. 1. Asıl sebebi gizlemek amacıyla söylenen söz
tahmin etmek, fiyatlandırmak. || bahadan inmek,
de sebep. 2. Gerçek dışı özür. 3. Vesile; sebep. Alış
{eAT} D eğeriniyitirm ek.\\ bahâ-dâr, {OsT} Değerli;
veriş bahane; maksat sokağa çıkmak. 4. Eksiklik;
kıymetli]] bahâ-gîr, {OsT} Değerli; kıym etli.|| baha
kusur; noksan. 0 bahane aramak, 1. Mazeret
kesmek, {eAT} D eğer biçmek.|| bahaya kesmek,
bulmağa çalışmak. 2. Sebep aramak. || bahane
{eAT} Belli bir ücret bağlamak.
bulm ak, 1. Mazeret bulmak. 2. Bir takım sebepler
baha3, [Ar. bahâ / bâhâ UL, / U ] (baha:) is. 1. Bir ortaya çıkarmak. 3. K usur bulmak.\\ bahâne-cû,
evin çevresindeki kapalı avlu. 2. Evin çevresindeki {OsT} 1. Bahane arayan. 2. F ırsat gözeten.\\ baha
bahçe. 3. Açık alan; meydan. 4. Suyun derin yeri, ne etmek, O lmayacak bir şeyi sebep olarak öne
bahaç, -cı [Erme, pağaç / Rus. pogâç] {ağız} is. M ısır sürmek.\\ bahâne-furüş, {OsT} 1. Bahane satan. 2.
unundan yapılan ekmek. [DS] M azeret uyduran.|| bahâne-perdâz, {OsT} 1. Özür
bahadır, [Moğ. bağatur > e T bagatur > Far. bahâdır dileyen. 2. Sebep bulan.
bahank, -ngı [? bahank] {ağız} is. Bedenin bazı yer
jjLjj] (baha.dır) {OsT} sf. Savaşlarda gücü ve
lerinde ve elde meydana gelen beyaz lekeler. [DS]
gözüpekliğiyle üstün gelen; kahraman; yiğit; cesur;
batur. bahar1, [Ar. bahâr jl*>] (baha:r) is. 1. Yiyeceklere
hoş bir koku ve tat vermek için kullanılan acılı ve
bahadırane, [Far. bahâdır-âne (baha. dıra. ne)
kokulu maddeler. 2. Sarı papatya; sığır gözü. 3.
{OsT} z f Cesurca, yiğitçe, Put. 4. Atılmış pamuk. 5. Ölçek. 6. Güzellik. 7. sf.
bahadıri, [Far. bahadırı l S j ^ J (baha:dıri:) {OsT} is. Güzel.
Bahadırlık; yiğitlik; kahram anlık; cesaret, bahar2, [Far. bahâr jl^ ] (baha:r) is. 1. Kıştan sonra
bahadırlandırmak, [bahadır-la-n-dır-mak] gçl. f. [- gece ile gündüzün eşit olduğu anda (21 Mart) baş
ır] Cesaret sahibi kılmak; yiğit niteliği kazandır layıp güneşin ekvatora en uzak noktada olduğu
mak. zamana (21 Haziran) kadar süren ılık mevsim; ilk
BAH
bahar, ilkyaz. 2. Bu mevsimde meyve ağaçlarının baharlanm ak2, [bahar-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] (Fla-
açtığı çiçekler, kırlardaki yeşillikler. 3. mecaz. va için) ısınm aya başlamak; bahar gelmek,
G ençlik; tazelik devri. 4. {ağız} Yeşillik; yenilebi baharlı, [bahar-lı] sf. 1. (Yiyecek için) içine nane,
len otlar. [DS] S bahar açmak, 1. Baharın geldiği maydanoz, karabiber gibi acı ve koku veren mad
belli olmak. 2. (Meyve ağaçları için) çiçeklenmek.\\ deler konulmuş. 2. {ağız} Tadında acılık bulunan.
bahar-âsâ, Baharı andıran; bahar gibi. || bahar [DS]
faslı, İlkbahar.|| baharı başına vurmak, (Soğuk bahasıla, [Ar. bahâşıla ■‘1^1^] (baha:sıla) {OsT} is. 1.
havada ince giyinenler için y a da yaşına başına
Beyaz yüzlü, kısa boylu, bodur ve edepsiz kadınlar.
bakmadan gençler gibi davrananlar için) şaşırmış
2. Sürüp çıkarmalar; uzaklaştırmalar,
olmalı anlamında alay için söylenir.\\ bahâr-ı ha
bahasınmak, [Far. bahâ => baha-sın-mak] {ağız} gçl.
yât, {OsT} Hayatın baharı; gençlik.\\ baharını al
m ak, {ağız} Yeşil otları çok yem ek; taze ota kan f [~l,‘] Pahalı bulmak. [DS]
mak. [DS]|| bahâr-ı ömr, {OsT} Gençlik.|| bahâr-ı bahatir, [Ar. bühter > bahâtir y l^ ] (baha;tir) {OsT}
şevk, {OsT} Sevinç ve istek baharı.\\ bahar nezlesi, sf. K ısa boylu kadınlar; bodurlar,
tıp. Saman nezlesi.|| bahar noktası, gök. b. İlkba bahayim , [Ar. behım e > bahâyim (baha.yim)
harda gece ile gündüzün eşit olduğu zaman Gü
{OsT} is. Dört ayaklı hayvanlar; canavarlar,
n e ş ’in gö k ekvatoru üzerinde bulunduğu nokta;
ilkbahar ılım noktası. bahbaha, [Ar. bahbaha -*-^-1 {OsT} is. 1. (Deve için)
baharan, [Far. bahârân oLıl^] (baha:ra;n) {OsT} is. kükreyip ses çıkarma. 2. Çıtırdama; mışıldama.
İlkbahar günleri, bahça, [Far. bâğ-çe => bahça {eAT} is. Bahçe,
baharat, [Ar. baharat o ljljj] (baha;ra;t) is. Yiyecek bahçe, [Far. bâğ-çe (küçük bağ)] is. 1. Küçük çaplı
ürün elde etm ek veya süslemek amacıyla düzen
lere hoş bir çeşni vermek amacıyla kullanılan her
lenmiş, içinde çiçek, sebze ve ağaç yetiştirilen, et
türlü tuzlu, acı, ekşi ve kokulu maddelerin toplu
rafı çevrili küçük toprak parçası. 2. gnşl. Üstü açık
adi.
yazlık gazino. S bahçe evi, B ağ ve bahçelere y a
baharatçı, [baharat-çı] (baha.ratçı) is. Baharat satan
pılan küçük ya zlık ev.\\ bahçe kapısı, 1. Bahçeden
kimse.
yola açılan küçük ve parm aklıklı kapı. 2. Evlerin
baharatçılık, -ğı [baharat-çı-lık] (baha:ra;tçılık) is. bahçeye açılan kapısı.\\ bahçe kekiği, bot. Ballıba
1. Baharat üretme ve satma işi. 2. Baharatçının işi bagillerden timolce zengin esansını elde etm ek için
ve mesleği. bahçelerde yetiştirilen bir tür kekik, (Thymus vul
baharatlı, [baharat-lı] (baha;ra;tlı) sf. (Yiyecek, garis). j| bahçe kızılkuyruğu, zool. Karatavukgil
içecek vb. için) içine baharat konulmuş; içinde ba lerden A vrupa ve A sya'da yaşayan sırtı esmer,
harat bulunan, karnı açık esmer, 15 cm. boyunda, tırtıl ve böcek
baharet, [Ar. bahâret OjlA] (baha;ret) {OsT} is. lerle beslenen bir ötücü kuş, (Phoenicurus phoeni-
Üstünlük; seçkinlik, curus).|| bahçe kurdu, zool. Sebzelerin yaprak ve
köklerine zarar veren çeşitli böceklerin ortak adı.||
baharın, [Far. bahâr + T. -m] {ağız} zf. Bahar vakti;
bahçe ötleğeni, zool. Park ve bahçelerde yaşayan
ilkbaharda. [DS]
ötleğengillerden sırtı esmer zeytin yeşili, karnı kül
bahari, [Far. bahâr-ı cSjljJ (baha:ri:) {OsT} sf. İlk rengi bir ötücü kuş, (Sylvia hortensis).\\ bahçe
bahar günleri ile ilgili, parmaklığı, Bahçelerin etrafını çevreleyen ahşap
baharistan, [Far. bahâristân (baha;rista:n) veya m adenî çubuktan engeller. || bahçe tarağı,
Bahçe toprağını düzeltm ek ve içinde bulunan taş ve
{OsT} is. 1. İlkbahar mevsimi. 2. Yeşil ve çiçekli
çöpleri toplamaya yarayan küçük tırmık.\\ bahçe
yer.
teresi, bot. Çabuk büyüyen bir tür tere, (Lepidium
bahariye, [Far. bahâr + Ar. -iyye »j (baha.riye) sativum) . || bahçe uyu k lan , zool. K ızıl kahverenkli,
{OsT} sf. 1. Baharla ilgili olan. 2. ed. Klasik dönem uzun kıllı kuyruğu bulunan, sıçan iriliğinde, meyve
Türk edebiyatında bahar tasviri ile başlayan kaside leri kem irerek beslenen zararlı bir memeli hayvan,
lere verilen isim. 3. Padişah tarafından her yıl ba (Eliomys quercinus).
har aylarında yeniçeri ağasından başlayarak bütün bahçeci, [bahçe-çi] is. Çiçek, ağaç ve sebze yetiştiren
ocak ağalarına verilen yazlık elbise, kimse.
baharlanm a, [bahar-la-n-ma] is. Baharlanmak eyle bahçecilik, -ği [bahçe-ci-lik] is. 1. Bahçecinin yaptı
m i ve durumu. ğı, uğraştığı iş ve meslek. 2. Meyve, sebze, süs ve
baharlanm ak1, [bahar-la-n-mak] e d il.f. [-ır] (Yiye şifalı bitkilerin yetiştirilm esi, bakımı ve bunların
cek için) üzerine bahar ekilmek; baharat ile işlem yetiştiği ortamların düzenlenmesi sanatı,
görmüş olmak. bahçeli, [bahçe-li] sf. Bahçesi olan.
öHHWCtBOIİ.«7 BAH
bahçelik, -ği [bahçe-lik] is. Bağı ve bahçesi olan yer. bahir2, -hri [Ar. bahr (yazmak, ayırmak) _^] {OsT}
bahçesiz, [bahçe-siz] sf. Bahçesi olmayan, is. -*■ bahr.
bahçevan, [Far. bâğ-çe-vân] (bahçeva:n) (OsT} is.
bahir3, [Ar. bahir j ^ l ] (ba:hir) sf. 1. Yalancı. 2. A h
Bahçıvan.
mak; alık.
bahçıvan, [Far. bâğçe-bân / bâğçe-vân => bahçıvan]
is. Bahçeye bakan, bahçe bakımı ile sebze meyve bahir4, [Ar. bahir ^ L ] (ba:hir) sf. Ekin sumayan; su-
yetiştirmeyi meslek edinm iş kimse, layıcı.
bahçıvancı, [bahçıvan-cı] (ağız} is. Bahçıvan. [DS] bahire1, [Ar. bahire ıy lj] (ba:hıre) {OsT} is. 1. D i
bahçıvanlık, -ğı [bahçıvan-lık] is. 1. Bahçıvanın kenli çalı. 2. Koşucu deve.
yaptığı iş ve meslek. 2. Bahçe bakımı; çiçek, sebze bahire2, [Ar. bahire o.**] (bahiıre, h kalın söylenir)
ve meyve yetiştirme sanatı,
{OsT} is. Araplarda cahiliye döneminde onuncu do
bahdavar, [Far. baht + âver (getiren)} {ağız} s f
ğumdan sonra etinden, sütünden, derisinden ve yü
Bahtiyar; mutlu; talihli. [DS]
nünden yararlanmanın yasak olduğuna inanılarak
bahdele, [Ar. bahdele <J-iA] {OsT} is. 1. tıp. (Kürek kulağı işaretlenip çöle serbest bırakılan deve veya
kemiği için) eğilme; kırılma. 2. İşte çabukluk gös koyun. (Bu âdet, Maide Suresi 103. ayet ile kaldı
terme. rıldı.)
bahdeniz, [Yun. makedonis] {ağız} is. Maydanoz. bahire3, [Ar. buhar > bahire » y-lj (ba.hire, h kalın)
[DS] {OsT} is. Buharlı gemi.
bahe, [Far. bâhe-u-L.] (ba:he) is. Kaplumbağa, bahired, [Far. bâ-hired ijs -y (ba:hıred) sf. Zeki;
bahem, [Far. bâ-hem ^ U ] (ba:hem) zf. Bir arada; akıllı.
birlikte; beraber, bahis1, [Ar. bahş (söz) > bahis (ba:his) {OsT}
bahhal, [Ar. buhl (cimrilik) > bahhâl JU-] (bahha:l) sf. 1. Bahseden, söz konusu eden, konuşan. 2. Bir
{OsT} s f 1. Çok cimri, pek cimri. 2. Çok alçak, konu üzerinde yapılmış inceleme ve araştırmayı
anlatan (eser).
bahhar, [Ar. bahr (deniz) > bahhâr / behhâr jlA]
bahis2, -hsi [Ar. bahş (söz) {OsT} is. 1. Söz; laf.
(bahha:r) {OsT} is. Denizci; gemici,
2. Üzerinde konuşulan konu; sorun, mesele, m ev
bahhas, [Ar. bahş (tartışma) > bahhâs / behhâs Cj\A] zu. 3. Konuşma, sohbet. 4. Belli bir konu üzerinde
(behha:s) {OsT} s f 1. Tartışmayı çok seven. 2. Çok iddialaşma; iddia. 5. Bir kitabın bölümlerinden her
bahseden; bahsetmeyi seven. biri. 6. At yarışı tahmini. S bahis açdmak, Sözü
bahî, [Ar. bâhı (ba:hi:) {OsT} sf. Şehvete ait; geçmek, hakkında konuşulmak.\\ bahis açmak, B e
lirli bir konuda konuşmaya başlamak; söz etm ek.||
şehvetle ilgili,
bahis buyurmak, (hem alay, hem de hürmet ede
bahide, [Far. bahîde o jJt] (bahi.de) sf. 1. (Yün vb. rek) hakkında konuşmak. || bahis konusu, Üzerinde
için) taranmış. 2. (Koza için) çözülmüş; sağılmış, tartışılan şey. || bahis konusu olmak, Üzerinde ko
nuşulmak‘.|| bahis tazelemek, B ir konuyu yem den
bahik, -kı [Ar. bâhik (ba:hik, h ve k kaim söy
gündem e getirerek konuşmak, tartışmak. || bahis
lenir) {OsT} is. Bir gözü kör adam, (bahse) tutuşmak, B ir konu hakkında karşılıklı zıt
bahika, [Ar. bâhika 4ü-L] (ba:hika, h söylenir) {OsT} iddiada bulunan tarafların, kimin iddiası doğru
sf. (Göz için) görmeyen; kör. çıkarsa ona verilm ek üzere ortaya koydukları m ad
d î şeyi veya parayı alma hakkını elde ettiği bir söz
bahil1, [Ar. behl (salıvermek) > bâhil J*l>] (ba:hil)
leşmede bulunmak.\\ bahis yok! Konuşm a y o k .||
(OsT,1 sf. 1. Serseri, başıboş dolaşan. 2. Eli değnek- bahis yürütm ek, Hakkında konuşmak. || bahse
siz (çoban). 3. Yularsız salıverilmiş (deve). başlamak, Konuşm aya başlamak.\\ bahse dönmek
bahil2, [Ar. buhl (cimrilik) > bahıl JJS-] (bahi.T, h ka (gelmek), Yeniden aynı konuya gelmek; sadede gel
mek:.|| bahse girişmek, Bir konu hakkında karşılıklı
lın söylenir) {OsT} sf. 1. Cimri, hasis, pinti. 2. me
zıt iddiada bulunan tarafların, kimin iddiası doğru
caz. Çorak.
çıkarsa ona verilmek üzere ortaya kovdukları m ad
bahile, [Ar. behl (salıvermek) > bâhile «iUIJ (ba:hile) d î şeyi veya parayı alma hakkını elde ettiği bir söz
{OsT} is. Dul kadın. leşmede bulunmak.\\ bahse girmek, 1. Konuya gi
bahir1, [Ar. behr (güzellik) > bahir (ba:hir) riş yapmak. 2. İddianın tarafı olmak. || bahse sok
mak, Konuya dahil etmek.|| bahs-i ahar, {OsT}
{OsT} 1. Çok parlak, ışıklı. 2. Diğerlerini geride
Sonraki konu.|| bahs-i diğer, {OsT} Öteki konu.||
bırakan, üstün gelen. 3. Ayan beyan, apaçık. bahsi geçmek, Hakkında konuşma yapılm ış ol-
BAH İ M llf S Ö M İ .,* ,
mak. || b ah si getirm ek, Konuşmayı konuya getir sırtı beyaz veya kırmızı, sivri gagalı, kısa bacaklı,
m ek.,|[ b ah si k ap am a k , Görüşülen konu hakkındaki kısa fakat hızlı uçuşa elverişli kanatlı, 17-18 cm.
tartışmayı bitirmek. || bahsi kaybetm ek, İddiasında boyunda parlak renkli bir kuş türü; yalı çapkını,
haklı çıkamayıp ortaya konulan parayı ödemek.\\ (Alcedoatthis). 2. Loplu dalgıçgiller familyasından
b ah si k azan m ak , iddia ettiği konuda haklı çıkarak sazlık ve göllerde yaşayan başında siyah tüylerden
konulan parayı almak. bir sorguç bulunan bir tür kuş; tepeli batagan; tepe
bahisçi, [bahis-çi] is. At yarışlarının sonucunu tah li dalgıç; elmabaş, (Podiceps cristatus).
m in ederek para yatırmak suretiyle bahis oynayan b a h riy e 1, [Ar. bahriyye ^.jA] {OsT} is. 1. Deniz kuv
kişi; müşterek bahisçi,
vetleri. 2. sf. D eniz kuvvetlerine ait. S 1 b ah riy e
b ah l, [Ar. buhl (cimrilik) > bahl J2-] {OsT} is. Cim çiftetellisi, folk. Çok hareketli bir halk oyunu.\\
rilik; hasislik, b ah riy e nezareti, tar. İm paratorluk döneminde
b ah m ak , [bah-mak {eAT} gçsz. f. [-ar] Bak deniz kuvvetlerinin ve donanmanın ihtiyaçlarını
mak. karşılam ak amacıyla kurulmuş bakanlık.
b ah m an , [Far. behmân İiUjj] (bahma:n) is. Filan; b ah riy e 2, [Ar. bahriye {OsT} sf. 1. Denizle ilgili.
bahşayende, [Far. bahşayende o-Lblia-] {OsT} sf. A f lih]] b a h tı y â r olm ak, Şanslı olmak, mutlu olmak.||
b a h t-ı y aver, {OsT} İyi talih.|| b a h t işi, Sonucu te
fedici; bağışlayan,
sadüfe bırakılan, olması için gayret ve emek har
bahşayiş, [Far. bahşayiş (bahşa.yiş) {OsT} is. canmayan iy.|| b a h t körlügi, {eAT} Talihsizlik,||
1. Bağışlayış; ihsan ediş. 2. Affetme. 3. Şefkat; b ah t-m en d , {OsT} Şanslı; talihli.
merhamet.
b a h t2, [Ar. baht {OsT} sf. Saf; katışıksız; halis.
bahşayişger, [Far. bahşâyişger (bahşa.yiş-
b a h ta b a k a r, [Far. baht + T. -a+bak-ar] {ağız} is. Fal
ger) {OsT} sf. Affeden; merhametli, cı. [DS]
bahşende, [Far. bahş-ende o-i^ür] {OsT} sf. 1. Veren. b a h ta k , [Far. bahtâk] (bahta;k) {OsT} is. Miğfer; sa
2. Affeden; bağışlayan. vaş başlığı.
bahşetm e, [Far. bahş (bağış) + T. et-me 4^.1 j& ] is. b a h ta v a r, [Far. baht-âver / bahtiyar] (bahtava:r) {a-
ğız} is. Bahtiyar. [DS]
Bahşetmek işi.
b ah te, [Far. bâhte «â-L] (ba;hte) is. Kumarda veya o-
bahşetm ek, [Far. bahş (bağış)+ T. et-mek J& ]
yunda kaybetmiş olan,
g ç l . f [-e(d)-er] [-e(d)-iyor] 1. Bağış vermek, he
diye vermek. 2. Bağışlamak. 3. Dağıtmak, b ah te k , [Far. bahtek dbJt] {OsT} is. 1. K ötü talih. 2.
bahşi, [Sansk. bhiksu / Çin. pak shi > baksı / bahşi / Uykuda basan ağırlık; karabasan; kâbus,
bahşi] {eT} is. 1. Muallim; öğretmen. [EUTS] [Üç b ahten iz, [Yun. makedonesi > maydanoz] {ağız} is.
İtigsizler] [Gabain] 2. Üstat; usta. [Üç İtigsizler] [Ga Maydanoz. [DS]
bain] [EUTS] 3. Hekim; doktor; tabip. [EUTS] 4. Es b a h te r, [Far. bâhter jü-L] (ba;hter) {OsT} is. 1. (E s
ki Türk topluluklarında fala bakan, hastaları iyi kiden) doğu. 2. (Yeni) batı,
eden ve aynı zamanda kopuz çalıp şiir söyleyen bir
b a h te re, [Ar. bahtere o>£] {OsT} sf. Salına salma
çeşit din adamı; ozan; kam.
güzel yürüyüş; hoş yürüme,
bahşiş, [Far. bahşîden > bahşiş {OsT} is. Bir
b a h te ri, [Ar. bahteri tsj&] (bahteri:) {OsT} sf. 1.
hizmete karşılık asıl ücretinden başka memnuniyeti
ifade etmek için verilen ek para. S bahşiş alm ak, Salına salına güzel yürüyen; yürüyüşü güzel. 2.
Görülen bir hizmete karşılık ek p a ra almak. || b a h Kendini beğenmiş; kibirli,
şiş toplam ak, B ir gösteri sonunda seyircilerden b a h tiy a r, [Far. bahtiyar jL it] (bahtiya;r) {OsT} s f
para toplamak.\\ bahşiş v erm ek , A sıl ücretten da Ummadığı, beklem ediği kadar iyiliğe, mutluluğa
ha fazla para vermek. kavuşan. S b a h tiy a r etm ek (eylemek), Sevindir
bahşude, [Far. bahşüde 0.55ü--] (bahşu:de) {OsTj sf. 1. mek, mutluluk vermek. || b a h tiy a r olm ak, Mutlu ol
Verilmiş; bağışlanmış. 2. Affedilmiş; bağışlanmış. mak, sevinmek.
b a h tiy a ra n e , [Far. bahtiyâr-âne (bahtiya;-
baht1, [Far. baht o £ ] {OsT} is. 1. Gelecekteki olay
ra;ne) {OsT} zf. M utlu olanlara yakışacak biçimde;
ları kaçınılmaz biçimde belirleyen İlahî gücün in
san ve toplum için çizdiği yaşayış biçimi; talih; m esut olarak; bahtiyarcasına.
kader; şans; kısmet; ikbal; nasip. 2. Ata; büyük ba b a h tiy a ri, [Far. bahtiyarı ıs_>l~£] (bahtiya;ri:) {OsT}
ba. 3. Kargı. 6 > b a h ta b a k a n , {ağız} 1. (Üzerine is. Mutluluk; bahtiyarlık,
örtü örterek aldığı renk dolayısıyla fa la bakıldığı b ah tiy arlık , -ğı [bahtiyar-lık] is. Bahtiyar olma hali;
için) bukalemun. 2. Falcı. [DS]|| b a h t-â v e r, {OsT} mutluluk.
Talihli.\\ baht-b er-g eşte, {OsT} Talihi dönmüş; ta- b a h tiy a rn a m e , [Far. bahtiyâr-nâme j L ^ ] (bahti-
lihsiz.|| b ah t-h u fte , {OsT} Talihi uyumuş; talihsiz.\\
ya. rna. me) is. M utluluk bilgisi kitabı,
bahtı açık, İşleri umduğu gibi yolunda giden;
b ah tlı, [baht-lı] sf. Şanslı, talihli,
şanslı, talihli.\\ b a h tı açılm ak, İşlerinin daha kolay
ve yolunda olarak gitmeye başlaması.\\ b a h tı ay bah tsız, [baht-sız] sf. Şanssız, talihsiz,
dınlanm ak, 1. Talihi açılmak. 2. iy i haber almak. bahtsızlık , -ğı [baht-sız-lık] is. Bahtsız olma hali;
3. Sevinmek]] b a h tı b ağ h , 1. İşleri yolunda gitm e şanssızlık, talihsizlik,
yen. 2. Evlenemeyen (kız). || b a h t-ı bed, {OsT} Kötü b a h tv e r, [Far. baht-ver sf. Bahtlı; talihli; şanslı.
talih.|| b a h t-ı b î-d âd , {OsT} Kötü talih.|| b a h t-ı
b a h u r 1, [Ar. bâhür (ba;hu;r) {OsT} sf. 1. Çok
bîdâr, {OsT} A çık talih.|| b a h t-ı d ü m ahe, {OsT}
sıcak. 2. is. Yerden yükselen buğu. 3. Çok fazla
Dönek talih.|j b ah t-ı hâb îd e, {OsT} K ötü talih.||
sıcaklık.
bahtı k a ra , işleri beklendiği gibi gitmeyen, olum
suz sonuçlanan; şanssız, talihsiz. || b ah tın a küs b a h u r2, [Ar. bahür jjir] (bahu. r) {OsT} is. Tütsü; bu
mek, işlerinin yolunda gitmem esi yüzünden ka hur. S b a h ü r-i M eryem , {OsT} bot. Buhurum er
ramsarlığa düşmek.|| b a h t-ı siyah, {OsT} K ötü ta yem.
BAH I H W E U . ^
b a h u rd a n , [Ar. bahur + Far. -dan (bahu:r- rük. S b a j-b a n , {OsT} Haraççı; gümrükçü]] b âj-
d â n , {OsT} H araç ve güm rük sandığı.
da:n) {OsT} is. Buhurdan; tütsü kabı; tütsülük.
b a k 1, [bak-mak > bak] is. as. Bakışla selam verme
b a h u rd a n i, [Ar. bahür + Far. -dânî ^ b j ^ ] (hahırr-
komutu. Sağa bak!
da:ni:) {OsT} is. Özel günlerde tütsü yakmakla gö
b a k 2, [bâ-k / ba-ğ j l ] {eT} is. 1. Bağ; bent; köstek.
revli kişi.
[EUTS] {eAT} (aym) 2. Bohça. [EUTS] 3. Kabile;
bah u su s, [Far. bâ- + Ar. huşüş (ba:husu:s)
boy; halk topluluğunun bir bölümü. [EUTS] 4.
{OsT} zf. 1. Özellikle. 2. Üstelik, {eAT} Sargı.
bahye, [Far. bahye v r ] {OsT} is. Dikiş; oyulgama; b a k J, [Far. bak ill>] {OsT} is. 1. Korku; kaygı. 2. Çe
teyel. kinme; sakınma. <5 b a k degül, {OsT} K orkacak bir
b ah y ed ar, [Far. bahye-dâr _>b {OsT} sf. Dikişli; şey yok.
teyelli. b a k a 1, [bak a {eAT} is. Baksan a! S b a k a hey!
bahyezen, [Far. bahye-zen o j {OsT} is. Dikişçi; {ağız} 1. Bana bak. 2. D em ek ki. [DS]
terzi. b a k a 2, [bakâ] (baka:) {eT} is. Kara kurbağa; kurbağa.
[Gabain] [DLT] S m üngüz b a k a , Kaplumbağa.
b ah z, [Ar. bahz {OsT} is. 1. Sıkıntı yaratma; can [DLT]
sıkma. 2. Ağırlığı yüzünden yükün hayvanı çökert b a k a 3, [bak-mak > bak-a] {ağızj sf. (Saban demiri
mesi. 3. Bir kimseyi sakalından tutarak çekme, için) açıklığı fazla olan; aşağı doğru bakan. [DS]
b a ’îd , [Ar. b u 'd (uzaklık) > b a'ld / b a'ıde Joju / b a k a 4, [Ar. baka 4sb] (ba:ka) {OsT} is. Demet; deste;
{OsT} sf. 1. Uzak; ırak. 2. Erişilmez. S b a ’îd d ü ş tutam.
m ek, B ir yerden uzaklaşmak; uzak kalmak; uzak b a k a b u n g a , [Lat. beccabunga] is. bot. Sulak yerler
düşmek]] b a ’îd 'ü l-a h d , {OsT} Geçmiş zaman.\\ de ve ırm ak kıyılarında yetişen küçük pembe, mavi
b a ’îd 'ü l-g ay r, {OsT} Çok derin bilgisi olan kimse.|| çiçekli uzunca yapraklı bir tür yavşan, (Veronica
b a ’îd'U l-ihtim âl, {OsT} Olası değil; ihtimalden beccabunga).
uzak. b ak a ca k , -ğı [bak-mak > bak-acak is. 1. Bak
b a ’ika, [Ar. bâ’ika •ii'lj] (ba:ika) {OsT} is. Yıkım; be ma, gözetleme yeri. 2. H er yanı görebilecek yüksek
la; musibet; felaket, yer veya bir tepenin hakim noktası; gözleme yeri.
b a ’im , [Ar. bacîm (bav:'m) {OsT} is. 1. Put; hey {eAT} (aym) 3. Doğal gözetleme yeri. 4. Pencere, 5.
{ağız} Balkon. [DS] 6. {ağız} Ayna. [DS] 7. Göz.
kel. 2. s f Cahil; aptal; bön.
{eAT} (aym) 8. {ağız} Evliya mezarı; türbe. [DS] 9.
b a ’in, [Ar. bâ’in (ba:in) {OsT} is. Dibi geniş ku {ağız} Eski evlerde, sokaktan geleni görebilecek
yu; bostan kuyusu. şekilde ocağın yanında açılmış bulunan küçük gö
b a ’î r 1, [Ar. b a'ır jys] (bai:r) {OsT} is. Erkek deve. zetleme deliği. [DS] 10. {ağız} sf. Güzel manzaralı.
[DS]
b a ’i r 2, [Ar. ber (kazmak) > b a’ir / ba’ire / »yl>] b ak a ç, -cı [bak-mak > bak-aç] is. 1. Dürbün. 2. Fo
(ba:ir) {OsT} is. Sürülmemiş, sert toprak; katı yer. toğraf makinesinin vizörü.
b a ’i r 5, [Ar. bâ’ir j i y (ba:ir) {OsT} sf. Durumu peri b a k a ç a , [İt. beccaccia / Yun. bekatsa] is. zool. Eski
D ünya’nın fundalık ve ormanlık alanlarda yaşayan,
şan olan; şaşkın,
eti için avlanan, uzun gagalı, kısa bacaklı, esm e
b a ’is, [Ar. bas (gönderme) > bâ'is / bâ'ise / aîsy rimsi ala tüylü bir av kuşu; çulluk, (Scolopa rus-
(ba. is) {OsT} is. 1. Sebep. 2. Gerektiren. 3. Gön ticola).
deren. S’ b â ’is-i bad i, {OsT} 1. Aslını bulan. 2. Se b a k aç u k , [baka-çuk] {eT} is. 1. Kurbağacık. 2. Eğe
bep olan. || b â ’is-i beka, {OsT} Devamlılık sebebi; kemikleri ile kol arasındaki et parçası. [DLT]
siirüp gitm e sebebi.|| b â ’is-i fery âd , {OsT} Şikâyet b ak ag an , [bak-mak > bak-ağan jA i] {eAT} sf. Bakıcı,
sebebi; yakınm a sebebi.\\ b â ’is-i hüzn, {OsT} Üzün
tü sebebi.|| b â ’is-i leyi ii n e h â r, {OsT} Gece ile b a k a ğ a n , [bak-ağan j i i ] {eAT} sf. Bakıcı. <3 baka-
gündüzün sebebi; Allah.|| b â ’is-i m eserret, {OsT} ğan olm ak, Geçici olarak bakma, gözleme işini
Sevince sebep olan; sevinme sebebi. |j b â ’is-i şekvâ, yapmak.
{OsT} Yakınma sebebi; şikâyet sebebi.|| b â ’is ol b a k a k alm a , [bak-a+kal-ma] is. Bakakalmak işi.
m ak , {OsT} Sebep olmak. b ak a k a lm a k , [bak-a+kal-mak] g ç sz .f. 1. Şaşkınlığa
baisiyet, [Ar. bâ'isiyyet c~aL>] (ba:isiyet) {OsT} is. uğrayarak ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez
durum a düşmek. 2. Şaşkın şaşkın bakmak,
Nedenlilik; sebep olma; sebebiyet,
b ak a l, [Yun. pakalos ?] is. 1. zool. A vrasya’da yaşa
baj, [Far. bâj / bâc jL.] (ba:j) {OsT} is. Flaraç; güm yan, kısa kuyruklu, uzun gövdeli, siyaha yalcın par
r gHKESÖM.441 BAK
lak esmer tüylü, böceklerle beslendiği için tarıma zey yöneticilerinin görev yaptığı bina. S bakanlık
yararlı, ötücü bir kuş; sığırcık, (Sturmıs vulgaris). emrine alma, huk. yön. Eskiden uygulanan, m em u
2. {ağız/ Karatavuk. [D S ] riyet sıfatı, sona ermeden bir kamu görevlisini kuru
bakalak, -ğı [bak-arak] is. 1. Bakıcı. 2. Bekleyici; luşun merkez teşkilatında tutarak bir nevi görevden
gözleyici. 3. zf. Bakarak; gözetleyerek. S bakalak uzaklaştırma cezası.
olmak, {ağız} Göz kulak olmak; beklemek. [D S ] bakanuk, [baka-nuk / bakayuk] {eT} is. A t tırnakla
bakalarya, [İt. bacalera] (bakala’rya) is. den. 1. Ge rının ortasındaki tüm sek et parçası. [D L T ]
milerin kıç kapıları için konulan yarımay şeklinde bakar1, [bak-ar] sf. 1. Bakma işini ve eylemini ya
ki boşluklar. 2. Gemilerdeki kıç altında bulunan top pan. 2. Bakışlarını bir yere yöneltmiş olan. 3. {ağız}
delikleri. is. Ayna. [ D S ] S bakar kör, 1. Gözleri sağlam g ö
bakalım, [bak-alı-m] ünl. 1. Şüphe ve tereddüt bildi ründüğü halde göremeyen. 2. mecaz. Dalgın, etra
rir. 2. M erak bildirir. 3. Tehdit bildirir. 4 . ed. Cüm fın d a olanları fa r k edemeyen; çok dikkatsiz.
leyi kuvvetlendirir, bakar2, [bakar / bakır] {eT} is. Mangır; para. [ E U T S ]
bakalit, [Tescilli isim; bulucusu: Baekeland > Fr. bakar3, [Ar. bakar j i ] {OsT} is. 1. Sığır, öküz. 2. m e
bakalite] is. Form aldehit ile bir fenolün yoğun
caz. İyi ile kötüyü ayırt edemeyen; ahmak, sersem,
laşması sonucu elde edilen ve sanayide elektrik
aptal, fi1 Bakara Suresi, K u r ’an-ı K e rim ’in ikinci
yalıtkanı, kalıp ve döküm malzemesi, yapıştırıcı
ve en uzun suresi.
olarak pek çok alanda kullanılan fenoplastlar gru
bakara1, [Fr. baccarat] is. 1. Fransa’nın Baccarat
bundan bir sentetik reçine,
şehrinde üretilen bir cins kristal. 2. İskambil kâğıdı
bakalorya, [Lat. baccalarius (genç adam) > Fr. bac-
ile oynanan dokuz veya dokuza en yakın sayıyı
calaurat] (bakalo'rya) is. Eskiden liseyi bitiren öğ
tutturmaya dayanan bir kumar oyunu.
rencilerin üniversiteye girebilmeleri için verm ek
zorunda oldukları yeterlik sınavı, bakara2, [Far. bekere (kuyu çıkrığı) »yi;] {eAT} {ağız}
bakam, [Ar. bakkam] is. bot. 1. Baklagillerden sıcak is. Makara. [D S ]
ülkelerde yetişen ve odunundan kırmızı boya çıka bakari, [Ar. bakar! (bakari;) {OsT} sf. 1. Sığırla
rılan bir cins ağaç, (Haematoxylon campechianum). ilgili. 2. Sığır cinsinden olan,
2. Bu bitkiden elde edilmiş boya maddesi; bakkam.
bakariye, [Ar. bakariyye ^.yû] (bakari;) {OsT} is.
bakan1, [bak-mak (gözetmek) > bak-an] sf. 1. Bak
mak işini yapan (kimse). 2. is. Devletin yürütme ile zool. Sığırlar,
ilgili görevlerinden olan kam u işlerinin bir bö bakasya, [Yun. mpekâtsa] {ağız} is. zool. Çulluk.
[D D ]
lümünden sorumlu en yetkili kişi ve hüküm et üye
lerinden biri; vezir; nazır; vekil, (1935). 0 bakan bakaturmak, [bak-mak + tur-mak] {eT} gçsz. b. f i [-
lar kurulu, Başbakan ve diğer bütün bakanlardan ur] Bakadurmak; bakakalmak. [D L T ]
oluşan kurul; hükümet; heyet-i. vekile; vekiller he bakaya, [Ar. bakıyye (artan) > bakaya L li] (ba
yeti. k a y a :) {OsT} is. 1. A rta kalan; kalıntılar. 2. as. Son
bakan2, [ba-mak (bağlamak) > ba-kan] {eT} is. Hal yoklamasını yaptırdığı hâlde gününde kıtasına ka
ka; toka. [D L T ] tılmayan asker yükümlüler. 3. maliye. A it olduğu
bakanak', -ğı [eT. bakâ-nak / o b i / ^ l i ] is. İ. yıl içinde tahsil edilemeyerek ertesi yıla kalan vergi
alacağı.
Geviş getiren hayvanların tırnakları; çatal tırnaklı
hayvanlarda iki tırnaktan her biri ve iki tırnak arası;
bakayak, [baka-nak / baka-yak] {eT} is. Çatal tırnaklı
hayvanlarda iki tırnaktan her biri ve iki tırnak arası.
{eT} {eAT} {ağız} (aynı). [D L T ] [D S ] 2. {eT} {eAT}
[D L T ]
Nal. [E U T S ] 3. {eAT} At, deve, sığır gibi hayvanlar
bakayorurken, [bak-mak + yorı-mak > bak-a+yor-
da topuk ile taban arasındaki boğum; bukağılık. 4.
Hayvanların yürüyüş sırasında yere değmeyen kör ur-ken jS'jjjj.Uj] {eAT} zf. Bakarken; bakm akta i-
tırnakları; mahmuz. 5. gnşl. Y alancı tırnak; şeytan ken; bakıp dururken,
tırnağı. bakayuk, [baka-yuk] {eT} is. A t tırnaklarının orta
bakanak2, -ğı [bak-mak > bak-anak] {ağız} is. 1. sındaki tüm sek et parçası. [D L T ]
Göz. 2. Gözbebeği. 3. Ayna. [D S ] bakça, [Far. bâğçe => bakça {eAT} is. Bahçe,
bakanlıg, [bakan-lığ] {eT} sf. Halkalı; tokalı. [D L T ] bakçan, [Çin. mak tş‘an] {eT} is. Sessiz ve hareket
° bakanlıg kadış, {eT} Tokalı kayış. [D L T ]
sizce düşünme; tahayyül; tefekkür; mütalaa. [E U T S ]
bakanlık, -ğı [bakan-lık] is. 1. Devletin görevi olan
kamu hizmetlerinden bir bölüm ünü yürüten ve ba bakend, [Far. bakend -uSl.] {OsTj is. 1. Yakut. 2.
şında bir bakan bulunan teşkilat; nezaret; vekâlet. Renkli, ipek kumaş.
2. Bakanın görevi ve yükümlülüğü; nazırlık; vekil bakı1, [bak-ı] is. 1. Haber almamayan veya kayıp eş
lik. 3. Bakan olm a durumu. 4. Bakanın ve üst dü yalar için bakılan fal; {ağız} (aym). [D S ] 2. Teftiş. 3.
BAK Ü M Ü K S İ M İ . 442
Müfettiş. 4. {ağız} Hastaya ve çocuğa bakm a işi; li bakımı yapm akla görevli kişi. 3. {ağız} Falcı. [DS]
bakım; besleme. [DS] 5. coğ. Yamaçların güneş ışı 4. {ağız} Orman korum a ve bakım memuru. [DS]
ğına göre konumu veya baktığı yön. bakımevi, [bak-ım+ev-i] b. is. 1. Hastaları muayene
bakı2, [bakı(r)] {eT} is. 1. Bakır. [EUTS] 2. Tartı öl etmek, acil durum larda sağlık tedbirlerini almak
çüsü. [EUTS] 3. Sikke; para; mangır. [EUTS] için semtlerde kurulan sağlık kurumu. 2. Hasta ve
bakıa, [Ar. bakı'a-uil.] (ba:kıa) {OsT} is. Dert; bela. yoksul kişilerin tedavi edildiği, bakıldığı yer. 3.
Makinelerin, motorlu araçların bakılıp onarıldığı
bakıcı1, [bak-mak > bak-ıcı] is. 1. Bakma, görme işlik. Karayolları Kocatepe bakımevi.
veya korum a işini yapan kimse. 2. Bir kişinin veya
bakımlı, [bakım-lı] sf. 1. (Yer için) yapılan bakımı
hayvanın bakımından sorumlu olan kişi. 3. argo.
belli edecek nitelikte görünen. 2. (Makine, motor
Satın almayı düşünmeden satılık malları seyrederek
vb.) iyi bakılan ve korunan, düzenli çalışan. 3. (Ço
vakit geçiren kimse. 4. {ağızj Dadı. [DS] 5. {ağız}
cuk, hasta, yaşlı vb. için) iyi ve temiz bakılmış. 4.
Görücü. [DS] 6. sf. Bakma işini yapan.
(Besi hayvanı için) iyi bakılmış besili ve semiz. 5.
bakıcı2, [bak-mak > bak-ı > bakı-cı is. Kendi (Kişi için) kendi sağlığına ve giyimine özen göste
sinden haber alınamayan bir kişi veya kayıp bir ren, temiz.
eşyadan haber verm ek üzere fala bakan kadın; fal bakımlık, -ğı [bakım-lık] is. tek. Film üzerine alın
cı; {18-19.yy.} (aym). mış resimlere görüntü sağlayan araç; (Fr. vision-
bakıcılık1, -ğı [bak-ıcı-lık] is. Bakıcının yaptığı ko neuse).
rum a ve gözetme işi ve mesleği. bakımlılık, -ğı [bakım-lı-lık] is. Bakımlı olma hali
bakıcılık2, -ğı [bakı-cı-lık] is. Falcılık, ve niteliği.
bakıg, [bak-mak > bak-ığ] {eT} is. Bakma; bakış. bakımsız, [bakım-sız] sf. 1. İyi bakılmamış, gerekli
[DLT] olan bakım işlemleri yapılmamış. 2. Yeterli ilgi ve
bakıl, [Ar. baki (yeşillik) > bakıl JiL] (ba:kıl) {OsT} özen gösterilmemiş; ihmal edilmiş. 3. Sağlıklı, ter
tipli, düzenli olmayan. 4. zf. Bakımsız olarak. S1
sf. 1. (Toprak, yeryüzü için) yeşillenen. 2. Filizle
nen. 3. Görünür hale gelen. 4. (Bakıl adında aptal bakımsız tarzan, argo. Sıska ve cılız erkek.
lığıyla meşhur bir Arap'tan telmihen) Aptal, bakımsızlık, -ğı [bakım-sız-lık] is. Bakımsız olma
durumu.
bakıla, -a’i [Ar. bâkılâ5 e- ^l>] (ba:kıla:) {OsT} is.
bakmak, -ğı [bak-ın-mak > bak-m-ak] {ağız} sf. Ba
bot. 1. Bakla. 2. Fasulye cinsi sebzeler, kım a muhtaç. [DS]
bakıldak, -ğı [Ar. baki (yeşillik) > bakıl + T. -dak] bakıncak, -ğı [bak-ın-(a)cak] is. 1. Tüfeklerde hede
{ağız} is. 1. Baklagillerin badıçları. [DS] 2. {ağız} fin yakın ve uzaklığına göre ayarlanabilen nişan
Taze fasulye. [DS] 3. {ağız} Harmanda çıkan çürük alm a tertibatı; nişangâh; gez. 2. mim. Çoğunlukla
tane. [DS] S bakıldak otu, {ağız} Susam. [DS] eski binalarda küçük bir odacık biçiminde taşma
bakılma, [bak-ıl-ma] is. Bakılma işi. yapan pencereli çıkıntı; cumba,
bakılmak, [bak-ıl-mak] e d il.f. [-ır] 1. Görme organı bakındı, [bak + imdi (şimdi)] (ba'kındı) ünl. “Bak
yoluyla görme duyusundan yararlanılmak; {eT} (ay hele, olacak şey d eğ il!’’ anlam ında şaşkınlık ifade
nı). [DLT] 2. (Biriyle) özen gösterilerek ilgilenil si; bak şimdi.
mek. 3. Başkası tarafından korunm ak veya ihtiyaç
bakınılmak, [bak-ın-ıl-mak edil. f. [-ır] 1.
ları karşılanmak,
Bakılmak. {eAT} (aym) 2. Bakınm ak eylemi yapıl
bakım, [bak-ım |*îL] is. 1. Bir şeyin iyi durumda bu mak.
lunması veya kullanılır olabilmesi için yapılan iş. bakınma, [bak-ın-ma] is. Bakınm ak işi.
2. Bir şeyin veya kimsenin bakımlı olması, için ve bakınmak, [eT. bak-ın-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Gözle
rilen emek. 3. Bir kimsenin sağlıklı ve huzur içinde riyle çevresine bakıp araştırmak; {eT} (aym).
yaşaması için yapılan temizlik, beslenme, giyim ve [Yüknekî] 2. {eT} Bir şeyin sonuna bakmak; düşün
barınma gibi ihtiyaçlarını giderme işi. 4. mecaz. mek; beklemek. [DLT] 3. {ağız} Doktora muayene
Görüş açısı, değerlendirme; -e göre. 5. e. İçin; -e olmak. [DS] 0 bakına bakma, Etrafına bakarak,
göre; nokta-i nazarından. 6. {eAT} Bakış. 7. {eAT} araştırarak.
Görünüş. 8. {ağız} Fal. [DS] S bakıma bakıtmak, bakır1, [eT. bakır / bâ-kır [Gülensoy]] is. kim. 1. Es
{ağız} F ala baktırmak. [DS]|| bakım bakmak, {ağız} m er kızıl renkte, ısı ve elektriği iyi ileten, dövüle
F al bakmak. [DS]|| bakım yurdu, Yetimler, yaşlı rek şekillendirilebilecek yumuşaklıkta, atom numa
lar, kimsesizler ve sakatlar için kurulmuş barınma rası 29, kütlesi 63,34, ergime sıcaklığı 1084 C olan
yerleri; yoksullar yurdu, yetim ler yurdu, dârülace- metal; sembolü: Cu. {eT} (aym) [ETY] [DLT] [EUTS]
ze. 2. Bu madenden yapılmış eşya. 3. {eT} Çin parası.
bakımcı, [bakım-cı] is. 1. Bir yerin bakımı ile gö [DLT] 4. {ağız} Tencere. [DS] 5. sf. Bakırdan yapıl
revli kişi. 2. Bir makinenin iyi çalışması için gerek ma. 6. (Renk için) kızıl. S1 bakır ağacı, {ağız} Bak
S I Q H I l g S M . 443 BAK
raçla su taşırken omuza alman uçları ipli ağaç. b ak ırcılık , -ğı [bakır-cı-lık] is. 1. Bakır kap kacak
[DS] 11 b a k ır akçe, D eğeri düşük para. | b a k ır ala yapma ve satma işi. 2. Bakır işleme sanatı,
şımı, kim. Başka elementlerin içine bakır katarak b a k ırh a n e , [bakır + Far. -hâne J U] (bakırha. ne)
yapılmış olan alaşım; içinde bakır bulunan ala
{OsT} is. Bakır işlenen, bakırdan kap kacak yapılan
şım.[| b a k ır b asm a, tıp. {ağız} 1. Vücudun her tara
yer; bakır atölyesi,
fının kızarması ile beliren alerjik bir hastalık. 2.
b ak ırla g , [bakır-lağ] {eT} sf. Bakırdan yapılmış.
Dizlerden aşağıda çıkan yara. [DS]|| B a k ır çağı, [EUTS]
tar. ilk bakır eşyaların ortaya çıkması ile beliren
b a k ırla n m a , [bakır-la-n-ma] is. B akırlanm ak eylemi
Cilalı taş ve Tunç çağları arasında kalan tarihî
ve durumu. S' b a k ırlan m ay ı giderm e, as. Nam lu
devir; kalkolitik çağ. || b a k ır çak ır, {ağız} Kap ka
da biriken bakır kalıntılarını temizleme işlemi.
cak. [DS]|| b a k ır çalığı, tıp. Bakır kaplara konulan
b a k ırla n m a k , [bakır-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] as.
yiyeceklerden bakır tuzları ile birleşerek hâsıl olan
A teşli silahlarda namlunun yivleri dibinde mermi
zehirlenme.\\ b a k ır çalm ak , kim. (Yiyecekler için)
çeperinin kalıntıları dolayısıyla bir bakır tabakası
bakır tuzları ile birleşerek zehirli durum kazan
nın oluşması,
mak,|| b a k ır eksikliği, tıp. Vücudun dem ir ve C
b ak ırla şm a , [bakır-la-ş-ma] is. Bakırlaşm ak işi.
vitaminin yükseltgenm esi için gerekli olan bakırı
b a k ırla şm a k , [bakır-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Rengi
yeterli olarak alamaması rahatsızlığı,|| b a k ır gibi,
bakır kızılm a dönmek,
{ağız} Çok kurumuş. [DS]|| b a k ır hava, {ağız} Yük
b ak ırlı, [bakır-lı] sf. İçinde bakır bulunan,
sek bulutlu hava. [DS]|| b a k ır k ap la m a , kim. sany.
Başka metallerden yapılm ış eşyaların yüzeyini ince b ak ırlıg , [bakır-lığ] {eT} sf. Bakırlı. [DLT]
bakır levha ile sıvama işlemi.\\ b a k ır kelebeği, b a k ırm a k , [ba (yans.) > bâ-kır-mak] (ba;kırmak) {eT}
zool. Narin yapılı ve oldukça hızlı uçan bakır ren- g çsz.f. [-ur] Bağırmak. [DLT]
gindeki yanar döner parıltılı kanatlarıyla dikkat b akış, [bak-ış] is. 1. Bakma eylemi. 2. Bakma, ince
çeken bir kelebekler alt fam ilyası, (Lycaeninae). || leme tarzı. 3. {eT} Bakışma; gözle birbirine bakma.
b ak ır k ırı, {ağız} (At donu için) boz renk. [DS]|| [DLT] fi1 bakış açısı, 1. B ir olayı belirli bir incele
b ak ır oksit, kim. Bakırın oksijenli bileşiği; m e yönü; görüş açısı. 2. Yaklaşım.|| b ak ış doğ
C u0,C u20 .|| b a k ır pası, kim. 1. Rutubetli ortam ru ltu su , gök b. Astronom ik gözlem yapan birinin
larda karbondioksit gazının etkisi ile bakır metal gözünden incelenen gök cismine doğru uzanan çiz-
yüzeyler üzerinde meydana gelen bakır hidrokar gz.|| b ak ış noktası, Gözlemcinin gözünün bulundu
bonat tabaka. 2. S a f olmayan bakır bazik asetat. 3. ğu nokta.|| b ak ış tarzı, Olayı incelemedeki biçim
Myceliophtora lutça adlı bir mantar tarafından farklılığı.\\ b ak ışa bak ışa, Birbirlerine bakmak su
meydana getirilen m antar hastalığı. 4. min. Yüzey retiyle.
deki çakıl ve kayaların üzerinde buharlaşma sonu bak ışg an , [bak-ış-ğan] {eT} sf. Herkese göz ucuyla
cu demir ve manganez oksitleri ile silisten meydana bakan. [DLT]
gelmiş ince, koyu kırmızı renkli m ineral katman; b akışık, -ğı [bak-ş-mak > bak-ış-ık] sf. 1. Birbirinin
patina. || b a k ır rengi, K ızıl kahverengi. || b a k ır so karşısında olan. 2. Birbirine bakan. 3. Belirli bir
kum , {eT} gök b. M erih yıldızı. [DLT]|| b a k ır sül nokta veya eksene göre aynı uzaklıkta ve benzer
fat, kim. Göz taşı; C u S 0 4. || b a k ır taşı, min. Bakır konumda olan,
hidratlı doğal karbonat; malakit.|| b a k ır tu tm a k , b akışıksız, [bak-ış-ık-sız] sf. 1. Birbirine bakar
{ağız} Bakır çalmak. [DS]|| b a k ır tu zu , kim. Kristal durumda veya karşı karşıya durmayan. 2. Belirli bir
yapılı bakır birleşiği. nokta veya eksene göre uzaklıkları ve konumları
değişik olan.
bakır2, [Ar. bakr (delmek) > bakır (ba;kır) {OsT}
b ak ışım , [bak-ış-mak > bak-ış-ım] is. 1 . İki ve daha
sf. 1. Delen, yırtan. 2. Ciddi bir araştırma yapan. 3.
çok nesne arasında durum, konum ve şekil bakı
Geniş. 4. is. Aslan. 5. anat. G öz damarı,
mından uyum. 2. mat. İki geometrik şeklin bir nok
bakırbaş, [bakır+baş] is. zool. B aşlan bakır renginde ta veya eksene göre ölçüsel uyumu; simetri; tena
olmasına rağm en genellikle birbiriyle sınıflandırma zur.
ilgisi bulunm ayan bir çok yılan türü,
b akışım lı, [bak-ış-ım-lı] sf. mat. A ralarında bakışım
bakırca, [bakır-ca] {ağız} is. 1. Dibi geniş, ağzı dar bulunan; simetrik; mütenazır,
bir çeşit su kabı; bakraç. 2. Tandır veya fırında et
bakışım sız, [bak-ış-ım-sız] sf. mat. A ralannda bakı
yemeği pişirm eye yarayan kulplu bakır kap. 3.
şım bulunmayan; asimetrik; gayri mütenazır,
Ocakta su ısıtmaya veya yem ek pişirm eye yarar
bakışım sızlık, -ğı [bak-ış-ım-sız-lık] sf. mat. 1.
bakır kap; bakraç. [DS]
Bakışımsız olm a hali; asimetri, adem-i tenazur. 2.
bakırcı, [bakır-cı] is. Bakır işleyen, bakır kaplama
Ortalamadan büyük ve küçük terim sayısının denk
yapan veya bakır kap kacak satan kimse.
olmadığı bir eğrinin durumu.
BAK o r i i M i ı e i M .444
bakışma, [bak-ış-ma] is. Bakışm ak eylemi, Kırm ızı, sarı veya eflatun renkli yakut. 2. Renk
bakışmak, [bak-mak > bak-ış-mak] işteş f. [-ır] 1. renk iplikle dokunmuş bir cins ipek kumaş,
K arşılıklı birbirine bakmak. 2. Kaçamak olarak bakir, [Ar. biler (kızlık) > bakir (asıl anlamı “en er
birbirini gözlemek; yandan süzmek; karşılıklı; göz ken, zam anından ö n c e”dir) (ba:kir) {OsT} sf.
ucu ile bakmak. {eT} (aym) [DLT] 1. (Kişi için) hiç cinsel ilişkide bulunmamış. 2. me
bakıt, -dı [bak-ıt] {ağız} is. Bakma ve gözetleme yeri. caz (Eşya, nesne vb. için) hiç kullanılmamış; el
[DS] değmemiş; yeni. 3. (Toprak için) işlenmemiş. 4.
bakıtçı, [bak-ıt-çı] {ağız} is. Cadı. [DS] Eskimemiş; yıpranmam ış; yeni kalabilmiş.
bakıtmak, [bak-mak > bak-ıt-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
bakiran, [Ar. bâkir+Far. -ân jljS"y (ba:kira:n) {OsT}
1. Baktırmak. [DLT] 2. {ağız} Yapılmış olan bir bü
is. 1. Bakir olanlar. 2. El değmem iş kadınlar. S
yüyü bozdurmak için büyü yaptırmak. [DS]
bâkirân-ı behişt, Cennet kızları.
bakıyat, [Ar. beka > bâkıyât o L sl] (ba:kıya:t) {OsT}
bakire, [Ar. bikr / bâkir > bakire (asıl anlamı, “tur
is. Sürüp giden şeyler, fi1 bâkıyât-ı sâlihât, {OsT} fa n d a ’’dır) «jS'y (ba:kire) {OsT} s f 1. (Kadın için)
Sevabı sürüp giden şeyler.
hiç cinsel ilişkide bulunmamış; kız; kız oğlan kız.
bakiye, [Ar. beka (kalmak) > bâkıyye 4J I ] (ba:kıye) 2. is. Kızlığı bozulmamış, iffetli, namuslu kız. 3.
{OsT} is. 1. Arta kalan; geri kalan; artık. 2. Damıt gnşl. Hz. İsa'nın annesi M eryem'in adı.
m a ve arıtm a işlemleri sonucunda işleme giremeye bakirelik, -ği [bakire-lik] (ba:kirelik) is. 1. Bakire
rek olduğu gibi tortu hâlinde kalan; artık. 3. huk. olanın durumu ve niteliği; erdenlik. 2. Başkası tara
Taraflar arasındaki hesabın kapanmasından ya da fından dokunulmamış ve kirletilmemiş olm a hali;
hesabın kısmen ödenmesinden sonra bir tarafın di erdenlik; bekâret; kızlık,
ğerine borçlu kaldığı miktar. 4. Muhasebede borç bakirlik, -ği [bakir-lik (ba:kirlik) is. 1. Hiç cinsel
ve alacak toplamları arasındaki fark, fi1 bâkıye-i ilişkide bulunm amış kişinin durumu veya niteliği;
bükâ’, {OsT} Ağlamaktan kalan iz.|| bâkıye-i bekâret; erdenlik. 2. El değmemişlik; bozulmamış-
m atlûb, {OsT} Alacağın geri kalan kısmı.\\ bâkıye-i lık; doğal hâlde oluş.
m edeniyet, {OsT} M edeniyet kalıntısı.\\ bâkıyetü’s- bakiyat, [Ar. bâkî > bâkiyât o L ü l] (ba:kiya:t, k kalın
selef, {OsT} İyi ve hayırlı olan eski alışkanlıklara
söylenir) {OsT} is. 1. Sürüp giden, devam eden şey
bağlı olan. |j bâkıyetü’s-seyf, {OsT} Kılıç artığı.[|
ler. 2 . Ölümsüzler.
bâkıyettt’s-süyflf, {OsT} 1. Kılıçtan geçirilmekten
kurtulanlar. 2. mecaz. Arta kalanlar \ bâkıyet- bakiye1, [Ar. bâkî > bakîye -usl] (ba:kı:ye, k kalın
ullâh, {OsT} tasvf. A lla h ’ın sevgisini kazandıran ve söylenir) {OsT} sf. 1. Devamlı ve ebedî; sonsuz. 2.
mutluluğu sağlayan iyi ve güzel iş. Kalıntı. 3. A rta kalan.
bakıyevî, [Ar. bâkıyyevî (ba:kıyyevi:) {OsT} bakiye2, [Ar. bâkî > bâkiye ■uS'y (ba:kiye) {OsT} sf.
sf. Artıkla ilgili; bakiyeye ait. S bâkıyevî külte, (Kadın için) ağlayan,
jeol. Aşınım kayaları. bakiyen, [Ar. bâkî > bakiyen LS"y (ba:kiyen) {OsT}
bak i1, [Ar. beka (devamlılık) > bakî JiL] (ba:ki: k, zf. Ağlayarak,
kalın söylenir) {OsT} is. 1. Sürekli kalıcı; sonsuz. 2. bakka, [Ar. bakka - ij is. 1. Sivrisinek. 2. Tahta biti,
Ölümsüz; ebedî. 3. Korunup saklanmış; muhafaza
edilmiş. 4. Geri kalan; arta kalan. 5. “Ölümsüz ve bakkal, [Ar. baki (sebze, yeşillik) > bakkal JUJ is. 1.
ebedî kalıcıdır. ” anlamında A llah’ın sıfatlarından Yiyecek, içecek ve tem izlik malzemelerini satan
birisi. S bâkî defteri, tar. İm paratorluk 'd ö n e küçük esnaf. 2. Bu tür eşyaların satıldığı dükkân.
minde devlet alacaklarının yazıldığı defter.|| baki S bakkala bırakma! B ir işi savsaklam ak niyetin
kalmak, 1. Geride kalmak. 2. Arta kalmak. 3. Elde de olan birisi “Bakalım! ” dediğinde söylenen şaka
kalmak. 4. Sonsuz olarak sürekli kalmak.\\ bâkî yollu uyarı sözü. || bakkal çakkal, Bakkal ve onun
kulu, tar. im paratorluk döneminde, merkezde dev ayarında olan esnaf.\\ bakkal defteri, Temiz tutul
let gelirlerini yazmakla, gerekli defterleri tutmakla mamış, karalanmış ve düzensiz kullanılmış defter.||
görevli memurlara verilen ad. || baki selam, Mek bakkal kâğıdı, Kalın ve kaba bir cins kâğıt.
tuplarda “ism i sayılanlardan başka burada saya bakkalhane, [Ar. bakkal + Far. hâne ajüS-Lüj] (bak-
madıklarıma da selam ederim. " anlamında kısa ka:lha:ne) is. Bakkal dükkânı,
ifade.
bakkaliye, [Ar. bakkâliyye 4J U ] (bakka:liye) {OsT}
baki2, [Ar. bükâ (ağlamak) > bâkî ^ y (ba.ki:) is. 1. Bakkal dükkânında satılan şeyler. 2. Biraz
{OsT} sf. 1. Ağlayan. 2. Yağmur bulutu, büyükçe bakkal dükkânı,
bakide, [Far. bâkıde o-Lİ'y (ba:ki:de) {OsT} is. 1. bakkallık, -ğı [bakkal-lık] is. 1. Bakkalın mesleği;
s û m i. 44s BAK
bakkalın işi. 2. s f Bakkal dükkânında satılacak ni [DS] fi1 b ak lalı keklik, {ağız} Göğsünde kara be
telikte; bakkala uygun. nekler bulunan keklik. [DS]
bakkam , [Ar. bakkam is. bot. 1. Baklagillerden b ak lalık , -ğı [bakla-lık] is. 1. Bakla tarlası. 2. {ağız}
Fasulye tarlası. [DS] 3. sf. (Zincir için) belirtilen
sıcak ülkelerde yetişen ve odunundan kırmızı boya
sayıda halkadan oluşan,
çıkarılan bir cins ağaç; kızıl ağaç, (Haematoxylon
campechiamım). 2. Bu bitkiden elde edilmiş boya bak lam sı, [bakla-msı] sf. Biçimi bakla tanesini
andıran. S b ak lam sı meyve, Bakla, fa su lye gibi
maddesi; bakam.
sebzelerin her birinde bir dizi tohum bulunan k ılıf
b akkar, [Ar. bakkâr jUl] (bakka:r) is. Sığır çobanı;
b a k la n , [bak-lân / bağlan is. zool. Kırmızı ki
sığırtmaç.
rem it tüylü, evcilleştirilebilen, daha çok ırmak ve
bakku, [bak-kü / bak-ü] {eT} is. Tepe; yüksekçe yer.
göl kenarlarında yaşayan bir çeşit kaz; angıt; angut;
[DLT]
baklan kaz, (Casara ferruginea). fi1 b a k la n kaz,
baki, [Ar. baki J i ] {OsT} is. Sebze; yeşillik. {eAT} Angut kuşu.|| b a k la n k u zu , Taze ve sem iz
bakla, [Ar. balçl (sebze, yeşillik) > bakla -di] is. bot. kuzu. [DLT]
1. Baklagillerden yurdum uzun hem en her yerinde b ak lav a , [eAT bakla-ğı / bakla-ğu / bakla-vu ?] is.
yetişen, taneleri badıç içinde bulunan bir yıllık bit Çok ince açılmış yufka içine kaymak, ceviz içi,
ki, (Viciafaba). 2. Bu bitkinin yeşil veya kuru ola badem, fıstık ezmesi gibi şeyler konularak yapılan
rak yenilen tohumu. 3. gnşl. Zinciri oluşturan hal bir tatlı. S’ b a k lav a açm ak, Baklava yapm ak üzere
kalardan her biri; zincir halkası, {ağız} (aynı) [DS] 4. ince yufka açmak. || b a k lav a biçim i, Eşkenar dört
{ağız} Fasulye. [DS] S b a k la açm ak , Bakla ile fa la gen; main, şibih münharif.\\ b a k lav a b ö re k , D iğer
bakmak.\\ b a k la atm ak , B akla ile fa la bakmak.\\ lerine göre çok kolay, zevkli bir iy.|| b ak la v a d ili
bakla çiçeği, Eflatuna çalan beyaz renk. || b ak la mi, Eşkenar dörtgen biçiminde dilimlenmiş.\\ b a k
dökm ek, Bakla ile fa la bakmak.\\ b a k la falı, Bakla lava eleği, {ağız} İpekten yapılm a bir tür elek. [DS]||
açarak bakılan fal. || b a k la gibi (kadar), Olduğun b a k lav a tepsisi, Fırında baklava pişirm ek için kul
dan daha iri. |[ b ak la k a d a r, (Küçük şeyler için) lanılan alçak kenarlı, geniş, yuvarlak tepsi.
olduğundan çok daha iri. || b a k la k ırı, Beyaz üzeri bak lav acı, [baklava-cı] is. Baklava yapıp satan kişi,
ne pu l şeklinde kırmızı ve siyah karışımının oluş bak lav acılık , -ğı [baklava-cı-lık] is. Baklava yapm a
turduğu koyu kirli at donu. {eAT} (aynı)|| b a k la ve satma işi.
salmak, {eAT} Bakla ile fa la bakmak.\\ b a k la sofa, b ak lav a lı, [baklava-lı] sf. 1. Baklavası bulunan. 2.
Kiiçük giriş; dar koridor.|| b a k la soğanı, {ağız} Desenleri eşkenar dörtgen biçiminde olan, fi1 b a k -
Bakla zamanı çıkan bir tür soğan. [DS]|| b a k lay ı lavalı bezem e, Oyma veya boyama yöntem iyle
ağzından çık arm ak , Açıklanması uygun düşm eye baklava dilim i şeklinde oluşturulan yüzey bezeme
cek bir şeyi daha fa zla sabredemeyip söyleyiver si.
mek'.|| bakla-yı beyyine, {OsT} bot. Sem izotu.|| b ak lav a lık , -ğı [baklava-lık] sf. 1. Baklava yapmaya
bakla-yı h am k â, {OsT} bot. Semizotu. j| b ak layı elverişli olan. 2. Baklava yapım ında kullanılan,
ıslatmak, Sır saklamak; susmak.
b ak lav u , [bakla-ğı /bakla-ğu / bakla-vu ? {eAT}
baklacı, [bakla-cı] is. 1. Bakla yetiştiren veya satan.
is. Baklava.
2. {ağız} Bakla ile fal bakan; falcı. [DS]
baklacık, -ğı [bakla-cık] is. B ir çiçek adı. b ak lin , [Ar. bakim (bakli;n) {OsT} is. Baklagil
baklagı, [bakla-ğı / bakla-ğu / bakla-vu ? {eAT} lerin tanelerinden çıkarılan bitkisel protein; bitkisel
kazein; legümin
is. Baklava.
baklagiller, [bakla-gil-ler] is. bot. Akasya, bakla, b ak liy at, [Ar. bakl>bakliyyât o L U ] (bakliya;t) {OsT}
fasulye gibi çiçekleri bakışım lı iki yanlı, taç yap is. Baklagillerden fasulye, nohut, mercimek, bakla,
raklı meyvesi baklam sı, köklerinde azot biriktiren bezelye gibi ürünler,
bakterilerle ortak yaşayan, yapraklan birleşik ve bakliye, [Ar. baki > bakliyye (sebzelik) O ıi] {OsT} is.
telek biçimli pek çok bitki topluluğundan meydana
bot. Baklagiller,
gelmiş familya; (Legum inosa).
b a k m a, [bak-ma] is. Bakmak işi.
baklagu, [bakla-ğı / bakla-ğu / bakla-vu ? jAİi] {eAT} b ak m aç , [bak-maç] is. 1. Dağ ve tepelerden geçen
is. Baklava. yolların düzlük yerleri. 2. Çevreyi en iyi görebilen
baklağı, [bakla-ğı ? {eAT} {ağız} is. Baklava. yüksekçe yer; bakacak,
[DS] b a k m ak , [eT. bak-m ak gçsz. f. [-ar] 1. Bakışı
baklalı, [bakla-lı] sf. 1. İçinde bakla bulunan. 2. {a- veya gözleri bir şeye çevirmek; {eT} (aym). [Yük
ğız} Üzerinde baklaya benzer benekler bulunan. nekî] [DLT] 2. Görmek. 3. Seyretmek. 4. Araştırma
BAK Ö IM IÜ K S Ö M • ite
yapmak. 5. Göz atmak. 6. Yönelmek; dönmek. 7. b ak teriy o faj, [Yun. bakterion + phagein (yemek) >
İlgilenmek; itina göstermek. 8. Geçimini sağlamak. Fr. bacteriophage] is. biy. Bakterileri enfekte eden
9. Hizmetinde bulunmak. 10. Muayene etmek; te virüs.
davi uygulamak. 11. Üzerinde durmak; incelemek. bak teriy o lo g , -ğu [Yun. bakterion (değnek) + logos
12. Andırmak. Turuncuya bakar kırmızı. 13. (Ken (bilim) > Fr. bactriyologue] is. Bakteriyoloji ala
di) sağlığına dikkat etmek. 14. Tamir edilmek, nında çalışan bilim adamı veya uzman,
üretm ek için belirli bir emek veya para harcamak b ak teriy o lo ji, [Yun. bakterion (değnek) + logos
zorunda kalmak. Bu iş beş milyon liraya bakar. 15. (bilim) > Fr. bactriyologie] is. M ikropların ve ço
Birine inanıp güvenmek. Sen bunların dediğine ğunlukla bakterilerin yapılarını, biçimlerini ve nite
bakma. 16. {17. yy.} Beklemek; durmak 17. {17. liklerini inceleyen bilim dalı,
yy.} Gözlemek. S b a k a d u rm a k , Bakmaya devam b ak teriy o lo jik , [Yun. bakterion (değnek) + logos
etmek. {eAT} (aynı)|| b a k a körgil, {eT} Bakıver.||
(bilim) > bakteriyologique] sf. Bakteriyoloji ile il
B a k a r m ısın? Seslenme sözü.
gili.
b ak m az lan m ak , [bak-maz-la-n-mak] dönşl. f. [-ır]
b a k teriy o sta tik , [Fr. bactriostatique] sf. Bakterileri
Bakmıyormuş görünümü vererek bakmak; çaktır
öldürmeyen ancak ürem esini durduran,
m adan bakmak,
b a k tırm a , [bak-tır-ma] is. Baktırmak işi.
b a k r, [bak-ır / bak-(ı)r] {eT} is. Bakır. [EUTS]
b a k tırm a k , [bak-mak > bak-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
b ak ra c ık , [bak(ı)r-a(ç)-ık] is. Küçük bakraç,
Birinin bakışlarım bir şeye yöneltmesini sağlamak.
b ak ra c ik , [bakır > bak-(ı)r-a(ç)-cik tiU-yi;] {eAT} is. 2. M uayene ettirmek. 3. Birinin bir şeye, bir kim
Küçük bakraç, seye bakmasını veya onu korum asını, gözetmesini
b a k ra ç , -cı, [bakır > bak(ı)r-aç] is. 1. Ağzı geniş, sağlamak. 4. B ir aracın bakım ını ve onarımını yap
oynar tek kulplu bakır kap; bakırcak. 2. {ağız} tırmak. 5. Geçim ve yaşam ası için gerekli olan ihti
Kulplu tencere. [DS] 3. {ağız} D eniz taşıtlarında yaçları birine yüklemek.
birinden diğerine vinçlere takarak köm ür ak b a k u 1, [bak-kü / bak-ü] {eT} is. 1. Tepe; yüksekçe
tarm akta kullanılan yaklaşık 700 kg. kadar kömür yer. 2. Yokuş. [DLT]
alabilen sacdan yapılma büyük kap. [DS]
b a k u 2, [bak-mak > bâk-ü jsl>] {eAT} is. Tedavi.
b a k ra k , [bakır > bak(ı)r-ak] {eAT} is. Bakraç,
baksı, [Sansk. bhiksu (mürebbi; mürşit) / Çin. pâk b a k u re 1, [Ar. bakar > bakure oj^i] (baku:re) {OsT}
shi] {eT} is -*■ bakşi. is. 1. Sığır sürüsü. 2. sf. İyiyi kötüden, yararlıyı
baksım at, [Yun. paksimadi ü L u i ] {eAT} is. Pek zararlıdan ayıramayan; aptal.
simet. b a k u re 2, [Ar. bikr > bâküre »jjsL>] (ba:ku:re) {OsT}
baksız, [Far. bak + T. -sız] {eT} sf. Korkusuz, fi1 is. Önce yetişen; turfanda. S b â k flre tü ’l-hayât,
bâksız kılm ak, Cesaretlendirmek. {OsT} Gençlik.
bak şi, [Sansk. bhiksu (mürebbi; mürşit) / Çin. pâk b a k u rm a k , [bak-ur-mak] {eT} gçl. f [-ur] B aktır
shi] {eT} 1. M uallim; öğretmen. [EUTS] 2. Üstat; mak. [DLT]
usta. [EUTS] 3. Hekim; doktor; tabip. [EUTS] 4. Es b ak y az, [Far. fakyâz => bakyâz j L i / jUl>] {eAT} is .
ki Türk topluluklarında fala bakan, hastaları iyi
1. Yeni ev edinenlerin tanıdıklarına verdikleri ziya
eden ve aynı zamanda kopuz çalıp şiir söyleyen bir
fet. 2. Şerbetlik; bahşiş,
çeşit din adamı; ozan; kam; çalgıcı; falcı,
b aktenis, [Yun. makedonisi] {ağız} is. Maydanoz. b a ’l, [Ar. ba'l {OsT} is . 1. Karı kocadan her biri;
[DD] eş. 2. Sahip; patron. 3. İslâm lık öncesinde A rapla
b a k te ri, [Yun. bakteria (çubukcuk) > Fr. bactrie] is. rın putlarından birinin adı; Güneş tanrısı.
Toprakta, suda ve canlılarda bulunan; kokuşm a ve b a l1, [Hint-Avr. d. / Lat. mel ? > eT bal [Clausen] / bal
m ayalanm a meydana getiren, stoplazmalarmda çıp (balçık) [Menges]] is. 1. A rıların çiçeklerden topla
lak DNA ’ları bulunan, tek hücreli, basit yapılı, klo dıkları ve kursaklarında özlendirerek petek gözleri
rofilsiz, bölünerek çoğalan; bitkilerden ve hayvan ne doldurdukları tatlı, kokulu, açık sarıdan esmere
lardan farklı, canlılar dünyasında denge sağlayan kadar değişen koyu kıvam lı sıvı madde. {eT} (ayr>1)
canlı yaratıklar, [DLT] 2. Çok olgunlaşm ış meyvelerden özellikle
b ak terid i, [Fr. bactridie] is. Örneği şarbon mikrobu incirden sızan tatlı sıvı. 3. Ağaçların çatlak kabuk
olan hareketsiz basiller, larından sızarak pıhtılaşan koyu öz su; kedi balı. 4.
b ak terig iller, [bakteri-gil-ler] is. bot. Bakterileri içi mecaz. Çok tatlı, bal tadında olan, fi1 b a l ağ>z>
ne alan canlılar topluluğu, {ağız} Konuşması tatlı kimse; hoş sohbet. [DS]|| bal
b ak terisit, -di [Fr. bactcide] is. Bakterileri öldüren a la c ak çiçek, İşe yarayan ve yarar s a ğ l a n a b i l e n
her türlü kim yasal ve fiziksel etken. şey. || b a l a lac ak çiçeği bilm ek, E n iyi şekilde yo-
flT U g m l . 4 4 7 BAL
rarlamlabilecek kaynağı seçebilmek.\\ bal arısı, bal2, [bala] {ağız} is. 1. Erkek kardeş. 2. Kardeş. 3.
zool. Zar kanatlılardan bal ve p ete k elde etm ek için K üçük kız çocuğu. [DS]
toplu halde kovanlarda barındırılan eklem bacaklı bal3, [? bal] {ağız} is. Yanak. [DS] S1 bal almak, ar
türü; an, (Apis mellifıca).\\ bal başı, En iyi ve en go. Öpmek.
temiz bal.|| bal çiçeği, {ağız} bot. Hanımeli. [DS]|| bal4, [Far. bal JU] (ba;l) {OsT} is. 1. Kanat. 2. Kol. 3.
bal demekle ağız tatlanmam ak, Uygulamaya
Boy bos. 4. Üst kısım, ö bâl-güşâ, {OsT} K anat
dönmeyen sözler geçersiz olmak. || bal dök de yala!
açan, uçan.|| bâl- şikeste, {OsT} Kanadı kırık.|| bâl
Bir yerin çok temiz olduğunu ifade eden deyim. ||
ü per, {OsT} K anat.|| bâl-vâne, {OsT} 1. Darı kuşu;
bal dudak, {ağız} 1. Yüze gülen; iki yüzlü; dalka
orak kuşu. 2. D ağ kırlangıcı.\\ bâl-ver, {OsT} Uça
vuk. 2. Geveze. [DS]|| bal dudaklı, H oş sohbet, tatlı bilen; kanatlı.|| bâl-zen, {OsT} K anat vuran; uçan.
dilli.|| bal gibi, 1. Çok tatlı. 2. Şüpheye y e r bırak
bal5, [Ar. bâl J l ] (ba.T) {OsT} is. 1. Kalp; yürek;
mayacak biçimde', basbayağı, pekâla, adamakıllı;
su götürmez; hiç şüphe yok.\\ bal gömeci, 1. B al gönül. 2. Dikkat; merak. 3. Durum,
peteği. 2. B al peteğini andıran büzgülü dikiş. || bal bala'y [eT. bala] is. 1. Kuş yavrusu; palaz; yavru;
kabağı, bot. 1. İri ve tatlı bir kabak cinsi, (Cucur- {eT} {eAT} {ağız} (aynı). [D L T ] [D S ] 2. {ağız} Çocuk.
bita moschata). 2. argo. Aptal; anlayışı kıt; beyin- [D S ] 3. {eAT} Çiftçilik ve diğer işlerde yardımcı;
siz.|| bal kelebeği, zool. Tırtılları arı yavrularının çırak. [D L T ] 4. {ağız} Oğlan çocuğu. [D S ] 5. {ağız}
bulunduğu gözleri özel bir madde ile kapatarak Bezden yapılm a bebek. [D S ] 6. {ağızj sf. Küçük;
içerde kurtçuğun ölmesine ve kovanın çökmesine ufak. [D S ]
yol açan kül rengi bir kelebeği olan çok zararlı bir bala2, [Far. vâlâ => bala / mala] {eAT} is. 1. Baş
güve, (Galleria mellonella)\\ bal köpüğü, A çık örtüsü. 2. {ağız} Marangozların cila yapm akta kul
sa n .|| bal m um ı yapışdurm ak, {eAT} Unutmamak landıkları içi pamuk dolu bez. [DS] 3. {ağızj Bulaşık
için işaret koymak.\\ bal mumu, 1. Arıların p etek bezi. [DS]
yapmak için salgıladıkları soğukta kırılganlaşan, bala3, [Ar. belâ U>] {ağız} is. 1. Bela. 2. Zor; güç.
yumuşak, esnek, sarı bir madde. 2. gnşl. K olay kırı [DS]
lıp bükülen, şekil değiştiren; dayanıksız. || bal m u bala4, [bala] {ağızj is. Tatar. [DS]
mu gibi erimek, Çok zayıflamak}] bal mumu gibi
bala5, [Far. bâlâ "ili;] (ba;lâ:) {OsT} is. 1. Üst; yukarı.
sararmak, Rengi kaçmak; solmak. || (kırmızı dipli)
bal mumu ile davet etmek, Gelmesini hararetle 2. Uzun boy. 3. Yedek atı. 4. sf. Yüksek; yüce; u-
zun. 5. Azat, fi1 bâlâ-bülend, {OsT} Uzun boylu.\\
istemek, çok arzu etmek. || bal mumu macunu,
bâlâ-bülendân, {OsT} Uzun boylular. || bâlâ-dest,
Mobilya kusurlarını örtmek için kullanılan toprak
{OsT} Eli üstün; galip.|| bâlâ-destî, {OsT} 1. E l üs
boya karıştırılmış bal mumu. || bal mumu yapış
tünlüğü; galibiyet. 2. Zulüm . || bâlâ-hvân, {OsT} Bir
tırmak, Unutulmaması için işaret koyup dikkati
şeyi aşırı derecede abartan; şişiren. || bâlâ-hâne,
çekmek. {eAT} (aynı)|| bal otu, bot. Buğdaygillerden
{OsT} Evin en üstü; çatı katı. || bâlâ-hvânî, {OsT}
Avrupa, Asya ve A frik a ’da yetişen yaprak ve to
B ir şeyi aşırı derecede abartma; şişirme. || bâlâ-
humları tüylü, çiçekleri ince uzun koçan biçiminde
himmet, {OsTj Himmeti yüksek olan.\\ bâlâ-kad,
çok yıllık küçük otsu bitki; kadife otu, (Holcus). ||
{OsTj Uzun boylu.|| bâlâ-keşîde, {OsTj Boy atmış;
bal özü, bot. Çiçeklerin içinde bulunan ve arıların
boyu uzamış; uzun boylu.|| bâlâ-nişîn, {OsT} Üstte,
bal yapm akta kullandıkları tatlı sıvı; nektar.|| bal
yukarıda oturanlar,|| bâlâ-pervâz, {OsTj 1. Yüksek
özü bezi, Bitki çiçeklerinin yum urtalık veya erkek
uçan. 2. mecaz. Palavracı.\\ bâlâ-pervâz-âne,
organlarının dibinde bulunan balözü salgılayan
{OsTj Yüksekten atıp tutarak; palavra atarak;
bezler. || bal özü em engiller, zool. Tüyleri çok p a r
abartarak. || bâlâ-pûş, {OsTj Palto, p a r döşü gib i üst
lak, dilleri yırtm açlı boru şeklinde, çiçeklerin bal giyecekleri.|| bâlâ-rev, {OsTj Yüksekten giden.||
özlerini emen yü z kadar türü bulunan ötücü kuş bâlâ-ter, {OsT} D aha yüksek; p e k yüksek.\\ bâlâ-
ailesi, (Nectariniidae).\\ bal özülük, bot. Çiçek terîn, {OsT} Enyüksek.\\ bâlâ vü pest, {OsTj 1. Üst
lerde, bal özü çıkaran bezlerin y e r aldığı organ ve alt. 2. mecaz. G ök ve yer. || bâlâ-yı bülend,
lar.^ bal peteği, Arıların bal ve yavru üretmek için {OsT} Uzun boy.
yaptıkları altıgen yüksü k p etek gözlerinden meyda balaban, [Far. bâlâ (yüksek) + ban (ses) (küçük da
na gelmiş bal mumu tabakası.\\ bal rengi, Kahve
vul) uLİ; / / jU L ] is. 1. Hazar doğusu Türk
rengiye yakın sarı. || bal sağmak, Kovandan y a da
arıların yuva yaptıkları ağaç dalından bal p etek lerinde kullanılan dokuz delikli bir tür zuma; bara-
lerini toplamak. {eAT} (aynı)|| bal tutup parmak ban. 2. Büyük davul ve bu davulun tokmağı; kös. 3.
yalamak, 1. Yararlanmak. 2. H er zam an istemek. || Sokak sokak gezdirilerek oynatılan ayı. 4. {ağızj
bal yiyen arısını söndürsün, "Zevkini süren zah A tm aca ve doğan cinsi bir yırtıcı kuşun yöresel adı;
metine de katlansın ” anlamında kullanılır. alıcı kuş; çakır doğan; üsküflü doğan. (Falco pe-
BAL
regrim s), (eATj (aym) [DS] 5. biy. Balıkçılgillerden, Gümrük kolcusu; güm rük muhafaza memuru. 2.
yurdum uzun hemen her bölgesinde dört mevsim Gümrükten çıkan malları tekrar saran görevli. 3.
rastlanan, kamışlık ve bataklıklarda yaşayan, bura Bekçi, 4. {ağız} K uru üzüm ve incir tüccarı; bu tüc
larda yuva yaparak kuluçkaya yatan, çoğunlukla carların başkanı. [DS]
alaca karanlıkta ve gece ortaya çıkan, sırtı siyah, balafur, [Yun. parafümin] {ağıt} is. 1. Saman alevi.
diğer bölgeleri sarı, siyah ve kahverengi karışımı 2, Fırının ikinci tavı, [DS]
tüylerle kaplı bir kuş, (Botaurus stellaris). 6. {ağıt} balağız, [bal+ağız / avuz] {ağız} is. Bal mumu, [DS]
Örümcek. [DS] 7. {ağa} Mayıs böceği. [DS] 8. b alak1, [balak / balık] {eT} 1. Balık. [Gabain] [EUTS]
{ağır; Kağnı tekerleğinin çıkmaması için mazının 2. Şehir. [EUTS]
ucuna takılan çivi; kama. [DS] 9. {ağız} Yapıtım balak2, -ğı [Yun. pallak ? / bala (çocuk) > bala-k
üstüne atılan kalın ağaç kiriş. [DS] 10* s f Çok iri
[EREN] J ^ ] is. 1. {eAT} {ağız} M anda yavrusu; m a
yapılı; kocaman; 11. {ağız} (Çocuk için) şişman;
lak. [DS] 2. {ağız} Flayvan yavrusu. [DS] 3. {ağız}
gürbüz. [DS] 12. {ağız} Yakışıklı; yiğit. [DS] 13.
Ayı yavrusu. [DS] 4. {ağız} Tavşan yavrusu. [DS]
{ağız} Nazlı; cilveli. [DS] S' balaban kuşu, zool.
Balıkçılgillerden büyük gollerde alaca karanlıkta balak3, -ğı t? balak] {ağız} is. 1. Pantolon ve şalvar
yalnız dolaşan, esmer benekli kırmızım tırak sarı türü giyeceklerin paçası. 2. Kadife. [DS]
renkli, ilkbaharda boğa böğürmesine benzer ses balak4, -ğı [eT. balık] {ağız}] is. Sulu çamur; batak.
çıkaran oldukça kısa bacaklı 70 cm. boyunda bir [DS
yabanı kuş, (Botaurus stellaris). balaklacı, [balak-la-(y-ı)cı] {ağtzfis. Gebe manda.
[DS]
balabanlanma, [balaban-la-n-ma] is. Balabanlanmak
balaklamak, [balak-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [~l(ı)~
eylemi.
yo r] (M anda için) doğurmak, [DS]
balabanlanm ak1, [balaban-la*n*mak] {ağız} d ö n şl f .
[-ır] İrileşmek, [DS] balalam ak, [bala-la-mak] {eT} g ç s z . f j- ı] [-h ij-yo r/
1. (K uşlar için) yavrulamak, [DLT] 2. {ağız} (Hay
balabanlanm ak2, [balaban-la-n-mak] dönşl. f f i r ]
van için) doğunnak. [DS j
Balaban sahibi olmak; balaban edinmek,
balalas, [Yun, palalos] fağız} s f Aptal; budala; serse
balabanlaşm a, [balaban-la-ş-ma] {ağız}] is, İrileşme,
ri; deli, [DS]
[DS
balalayka, [Rus. balalayka] is, müz. Üçgen gövdeli,
balabanlaşmak, [balaban-la-ş-mak] {ağız} gçsz, f. [-
ır] Çok büyümek, irileşmek; balabanlanmak. [DS] m ızrapla çalman, üç telli b ir çeşit Rus tamburası,
balabanlık, -ğı [balaban-lık] is. Balaban olm a duru balalı, [bala-lı] {ağız} s f 1. (Hayvan için) gebe. 2.
mu; balaban olanın niteliği, (Hayvan için) yavrusu olan, [DS] S’ balalı takım,
{ağız} D okuz parçadan ibaret olan mobilya takımı.
balâca, [bala-ca] {ağız} is. 1. Yavru; çocuk. 2. sf.
[DS]
Küçük. [DS]
balalos, [Yun. palalos] {ağa} sf. palalas. [DS]
balacan, [bala+caıı] {ağız} sf. 1. (Çocuk için) şişman;
balam a1, [Rom. balamo (Rum)] is.i . Ortaoyunu ve
gürbüz. 2» Nazlı; işveli, 3. Yakışıklı, 4. Büyük; iri.
Karagözde Rum tipi. 2. {ağa} Bir tür sert ve düz
5. iinl. Sevgili canım; yavrum. [DS]
taş. [DS]
balacık, -ğı [bala-cık] is. Küçük yavru; yavrucuk. Ö
balam a2, [bağ-la-ma] (,ba.iam a.) {ağa} is. Bağlama;
balacık etler, {eA T} Kaba et gibi şişkin olan etlen
saz. [DS]
balaçora, [? balâçoraj {ağız} ş f 1. Pasaklı; pis, 2.
Kalender. 3. Dobra dobra konuşan, [DS] balam an, [Far. balaban] {ağa} is. Nefesli bir tür saz;
mey; balaban. [DS]
balad, [Lat. ballâre (dans etmek) > Fr. ballade] {OsT}
balam bıt, [? balambıt] {ağız} is. İki kişi tarafından
is, 1. ed. Anlatıcı şiir. 2. müz. Anlatıcı m üzik türü,
kullanılabilen ve ağaç kesmekte kullanılan büyük
balada, [Yun. poulâda] {ağız} is. Altı aylık piliç: [DS] testere; kolustur; kolastar. [DS]
baladen, [Fr. baladin] is. 1. Tiyatrolarda perde arası balanıır, [bala-m ır ?] is. 1. Anadolu evlerinde kapı
dansları yapan soytarı oyuncu. 2. M eydan soytarısı. üstlerinde eşya koymaya yarayan küçük oyuk; ba-
3. Kötü komedi oyuncusu, lamur. 2. {ağa} Büyük taş. [DS]
baladır, [? baladır] is. bot. Sakız ağacıgillerden balam oz, [Rom- balamo (Rum)] is, argo, 1. Yaşlı
sürekli yeşil ve basit yapraklı, böbrek biçimindeki kimse; ihtiyar. 2. Davranışları ve görünüşü çirkin,
meyveleri yenebilen ve aynı zamanda frengi ilacı kaba saba adam,
olarak kullanılan bir öz su veren bir A sya ve balam ur, [bala-mur] {ağız} is. -*■ balamır. [DS]
Avustralya bitkisi; bataklık cevizi; m alak baklası,
balam ut, [Yun. palanidi (meşe)] {ağız} is. Çam ve
(Semecarpus anacardium).
meşe ağacının meyvesi; palamut. [DS]
baladız, [? baladız] {ağız} is. 1. Asma ve ağaç filizi;
sürgün. 2. Taze ve olgun incir. [DS] balan, [Far. balân o% ] (bala:n) is. 1. Koridor; giriş.
baladur, [İt. imbalador > Yun. baladuros] is. L 2. Tuzak; kapan.
iItlIW E » i.449 BAL
balançina, [İt. balansinna] (balarıçi'na) is. dnz. Ge izleyen nakarat ve ağırlamadan oluşan üç bentlik
milerde seren, bumbar, çubuk vb. bir donanımı ser küçük lirik şiir. 3. Romantik müzik.
best uçundan tutan halat, b a la t2, -dı [? balat] {ağız} is. 1. Fincan tepsisi. 2.
balane, [Far. balâne (ba.la:ne) is. Koridor; giriş. Ufuk. 3. Pazartesi. [DS]
b a la ta 1, [Fr. plateau de frein / Alın, balata] is. tek.
balanit, [Fr. balanite] is. tıp. Erkeklik organının ba
Sürtünmenin önem taşıdığı teknik aygıtlarda sür
şını örten zarm iltihaplanması,
tünme kat sayısını artırıcı özel m alzemeden yapıl
balans, [Lat. bi (çift) + lanh (kefe) > bilancia (terazi)
mış parça.
> Fr. balance] is. 1. Denge; muvazene. 2. İki yollu
b a la ta 2, [Guyana d. balata] is. bot. A m erika’nın tro
ses düzeninde ses ayarını yapan düzenek. 3. Banka
pikal bölgelerinde yetişen beyaz, pembe, kahve
larda müşterilerin günlük hesap bakiyelerini belir
rengi veya kırmızı-mor renkli kerestesi olan bir çok
ten belge. 4. G ünlük alacak ve borç durumunu be
çeşidi bulunan büyük boylu ağaçlar, (Sapotaceae).
lirten cetvel; bakiye. 5. M ekanik saatlerde, salınım
b a la te r; [Far. bâlâ (yüksek) + -ter] (ba:lâ:ter) {OsT}
hareketi yaparak saatin çalışmasını sağlayan parça.
sf. Daha yüce,
0 balans ayarı, Otomobillerde tekerleğin dönm e
b a la te rin , [Far. bâlâ-ter-m] (ba:lâ:teri:n) {OsT} sf.
sinden dolayı m eydana gelen salınmayı ve sarsıl
En yüksek.
mayı önlemek için ağırlık takarak denge sağlama
balay, [eT. bol-mak (olmak) > bol-a / bu+ol-a]
işi. (ba ’lay) {ağız} zf. 1. Belki. 2. İnşallah. [DS]
balansine, [İt. balansinne] (balanci’ne) is. -* balan
b alay a , [Ar. beliye (musibet) > belâyâ] (belaya:)
çina. {OsT} is. Musibetler; belalar; kaygılar; kederler,
balar, [Far. balar j'jH.] {ağız} is. Çatılarda kiremitlerin b alayı, [Fr. lune (ay) de miel (bal) (tercümesi) >
altına çakılan ince tahta; pedavra; padavra. [DS] bal+ay-ı] is. Evliliğin ilk ayı, ilk günleri; balım gü
balaran, [bal-ar-mak > bal-ar-an / bal+er-en] {ağız} lüm ayı.
is. Taze ve olgun incir. [DS] balayki, [bol-mak (olmak) > bol-a-y+ki] {ağız} zf.
b'alarık, -ğı [bal-ar-mak > bal-ar-ık] {ağız} is. Taze Bari; hiç olmazsa. [DS]
ve olgun incir. [DS] b a lb a l1, [Moğ. barimal (heykel) > barmal > barbal]
balarm ak, [bala-r-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1. Büyü {eT} is. 1. M üslümanlıktan önce Türk alplarının
mek; yetişmek. 2. Kanlı canlı olmak; canlanmak; mezarlarının doğu tarafına, öldürdükleri düşman
kendine gelmek. 3. Çoğalmak. 4. Şişmek; kabar sayısınca dikilen taştan kaba heykeller veya sivri
mak. 5. Bir işten kaytarmak; kaçam ak yapmak. uzun taşlar; m ezar taşı; ölen kahram anın öldürdüğü
[DS] düşman sayısınca dikilen heykel. [Gabain] 2. Ö ldü
rülen düşmanın taştan yapılma heykeli. [Tekin]
balasır, [İt. plastro > balasır / balastır ?] (bala ’sır)
[ETY]
{ağız} is. Hatıl. [DS]
b alb al2, [bal+bal] {ağız} is. Y uvarlak taneli bir tür
balast, [İng. ballast] is. 1. K arayollarında düzeltilmiş
üzüm. [DS]
toprağın üzerine, demiryollarında ise traverslerin
b a lb a l3, [bar (yans.) > bar+bar / balbal] {ağız} sf. G ü
altına serilen kırm a taş. 2. Gemilerde dengeyi sağ
rültücü; şamatacı. [DS]
lamak için özel tanklara alınan su; safra. 3 .fız. Flü-
b albaşı, [bal+baş-ı] {ağız} is. 1. Koyu pekmez. 2.
oresan lambalarda elektrik akımını sabit tutmaya
K ovanda kalan bal artıklarının kaynatılması ile el
yarayan direnç, ö b a la s t d iren ç, fız. Gerilimin
de edilen bir tür pekmez. 3. Koyu kıvamlı kayna
yüksek değişimlerinde akımı sabit tutmak için dev
tılmış şeker; ağda. 4. Şırayı tatlandırm akta kullanı
reye konulan direnç.\\ b a la st gem i, dnz. Yükü ol
lan güzel kokulu, sarı çiçekli, ince yapraklı bir b it
mayan, ancak dengeyi sağlayabilmek için balast ki. 5. Sulu yara. [DS]
tanklarına safra almış olan gemi.
b alcan , [Far. bâdincân] {ağız} is. -*■ patlıcan. [DS]
balastır, [İt. plastro > balastır / balasır] (b a la ’stır) balcı, [bal-cı] is. 1. Bal üretmek amacıyla bal arısı
Iağız} is. Hatıl. [DS]
yetiştiren kimse; arıcı. 2. Bal ticareti yapan kişi,
balastlam ak, [balast-la-mak] is. 1. Karayoluna veya balcıgiller, [bal-cı-gil-ler] is. zool. Dillerinin ucun
demiryoluna balast sermek. 2. fız. G eminin yük daki bir çeşit kıskaç ile çiçeklerden bal özü topla
durumuna göre dengesini sağlamak için balast yarak beslenen, sıcak ülkelerde yaşanan bir tür ötü
tanklarına safra almak. 3 .fız . B ir elektrik devresin cü kuş familyası, (M eliphagidae).
deki ani akım dalgalanmalarını önlem ek için uygun b alcık, -ğı [bal-cık] {ağız} is. Ağaçlardan sızan tatlı
bir direnç yerleştirmek. sıvı. [DS]
balat1, -dı [Fr. ballade] is. ed. 1. B ir kahram anlık hi balcıl, [bal-cıl] {ağız}] is. İşçi arı. [DS
kâyesini konu alan m üzik ve dans eşliğinde söyle balcılık, -ğı [bal-cı-lık] is. Balcının yaptığı iş; balcı
nen şiir. 2. Latin edebiyatında üç beyitlik bentleri nın mesleği.
BAL ım r c u ı.4 »
b alcım am ak, [mal > malcı-mak (malı gibi görmek) b a ld ır ’, [baldır] {eT} sf. Üvey. S b a ld ır kız, {eT}
> balcı-ma-mak] {ağız} gçl. f. [-z] [-m(ı)yor] K en Üvey kız. [DLT]|| b a ld ır oğul, {eT} Üvey oğul.
dine uygun görmemek. [DS] b a ld ır4, [eT. baltır (bitki gövdesi) is. 1. Baca
balç, [İng. bulge] (şişkinlik) is. dnz. Gemilere çarpa
ğın diz kapağı ile ayak bileği arasında kalan kısım;
cak olan torpilin patlam a noktasını karinadan uzak
incik. 2. Bu bölüm ün şişkin, yum uşak kaslı arka
tutm ak için geminin gövdesine uydurulmuş şişkin
tarafı. 3. {eT} Dağın burun gibi çıkan yeri. [DLT] 4.
kısım.
{eAT} Bitki gövdesi. 5. {ağız} Yaş meşe odunu. [DS]
b a lç a k ', -ğı [Moğ. balçak is. 1. {eAT} {ağız} is. S b a ld ır b ac ak , {ağız} A çık saçık görünen kadın
K ılıç kabzası; kılıç sapı. [DS] 2. {ağız} Bıçak ve kı baldırı ve bacağı; çırılçıplak; çıplak. [DS]|| b a ld ır
lıçların tutacak yerlerinde elin kesici kısma kay b a y ra k , 1. Çok yırtık; param parça. 2. Terbiyesiz
m am ası için yapılmış küçük çıkıntı; kabza siperi. ce davranış.|| b a ld ır b a y ra k açm ak , {ağız} Dile
[DS] düşm ek [DS]|| b a ld ır b a y ra k etm ek, {ağız} Param
b alça k 2, -ğı [balk > balk-aç > balçak] {ağız} is. Bal pa rça etmek. [DS]j| b a ld ırı beyaz, {ağız} Pırasa.
çık. [DS] [DS]|| b a ld ırı çıplak, 1. B ir iş tutmayan serseri;
balçı, [balçı(k) > balçı] {ağız} is. Balçıktan yapılmış ayak takımı. 2. {ağız} Yoksul. [DS] 3. {ağız} Pırasa.
su kabı; testi. [DS] [DS]|| b a ld ırı kız, {ağız} Sem iz otu. [DS]|| b a ld ır
balçık, -ğı \eT. Arguca, Oğuzca, balk (çamur) + aç > kem iği, anat. Baldırda y e r alan iki kemikten ince
balkaç > balçık j^ L ] is. 1. Sıvık çamur. 2. B atak olanı, (fibula).\\ b a ld ır p aça, {ağız} A çık saçık; çı
rılçıplak. [DS]|1 b a ld ır p a ç a sıvam ak, {ağız} Kav
lık. 3. Y apışkan ve koyu kıvamlı çamur; killi ça
gaya davranmak; hücuma kalkışmak. [DS]
mur. 4. Heykel yapım ında kullanılan çamur. 5.
b a ld ıra k , -ğı [baldır-ak] is. 1. Pantolon ve uzun don
İçinde çokça kil bulunan yağlı ve su geçirmez koyu
gibi giyeceklerin diz altında kalan kısımları. 2.
renkli toprak. 6. Yatağından taşan akarsuyun bırak
Ayağın baldır kısmını örtmek için giyilen tozluk;
tığı, içinde kum, kil ve çokça organik madde bulu
baldırlık. 3. A ta eyersiz olarak binenlerin baldırla
nan verimli toprak. 7. {ağız} Kilimlerde, paralel
rına içten sardıkları deri parçaları. 4. Kılıç kayışı
kenar şeklindeki desenler. [DS] S balçığa b a tır
nın aşağı sarkan parçası,
m ak , 1. Onurunu kırmak; lekelemek. 2. K üçük dü
şürmek; horlamak.\\ b alçık hastalığı, Bitkilerde b a ld ıra n , [eT. baldır-ğan] is. bot. 1. M aydanozgiller
görülen bir tür mantar hastalığı.\\ b alçık h u rm a , den nemli yerlerde yetişen pek çok zehirli bitkinin
{eAT} Kabına bastırılarak konmuş, ezik ve yapışık ortak adı; su baldıranı; bataklık maydanozu; ak bal
hurm a.|| b alçık h u rm ası, {ağız} Sandıklara basıla dıran, (Cicuta virosa), (Anthriscus). 2. Gövdesi
ra k kurutulan y a da kurutulduktan sonra sandık m or benekli, çok parçalı büyük yapraklı, şemsiye
lara basılan ezik hurma. [DS]|| b alçık inciri, San biçiminde küçük beyaz çiçekler açan, tohum larında
dıklara. basılmış ezik kuru incir. zehirli bir alkaloit bulunduran, yüksek gövdeli otsu
bir bitki; ağı otu; büyük baldıran; sukıran; lekeli
balçıklalm ak, [balçık-la-l-mak] gçl. f.[-r] [-l(ı) -yor]
baldıran; şemsiye otu; yılan otu, (Conium macula-
Balçıkla sıvamak,
tum) S’ b a ld ıra n şerb eti, Büyük zorluklarla, çok
b alçıklam ak, [balçık-la-mak {eAT} gçl. f. [- büyük acılar çekerek elde edilen başarı ve kazanç.
r] Balçıkla sıvamak, b a ld ıra n lık , -ğı [baldıran-lık] is. Baldıranı çok olan
balçıklı, [balçık-lı] sf. 1. Balçıkla karışık; içinde, yer.
üzerinde balçık bulunan. 2. Balçıkla sıvanmış, b a ld ırg a n , [baldır-gan] {ağız} is. bot. 1. Baldıran. 2.
b alçuk, [bal-çık > bal-çuk {eAT} is. Balçık; Orta A sya ve Akdeniz bölgesinde, kaya aralarında
bataklık. yetişen uzun saklı, üzeri dikensiz, pis kokulu bir
b ald ak , [Çağ. bağıldak] is. Kılıç kolanının halkası, bitki; şeytan tersi; şeytan boku, (Ferula assafoeti-
b ald ak en , [Fr. baldaquin] is. mim. Taştan yapılan da). [DS]
sayvan. b a ld ırık a ra , [baldır-ı+kara] is. bot. 1. Nemli yer
b ald an , [? baldan] {ağız} sf. Ahmak. [DS] lerde yetişen adiantum ve asplenium cinsinden pek
çok eğrelti otunun ortak adı. 2. Islak kayalık ve ku
b a ld ır1, [bal-d (yans.) > bal-d-ır] is. Parıltı, parlama
yu ağzı gibi yerlerde yetişen, yaprak ve loplarının
bildiren gövde. S b a ld ır b a ld ır, {ağız} P arıl parıl.
[DS] sapları siyah renkte, acı bir tadı ve özel bir kokusu
b a ld ır2, [eT. baldır] sf. 1. {eT} Çağı başında yapılan; bulunan halk hekimliğinde göğüs yumuşatıcı şurup
dönem başında olan. 2. {eT} İlk olarak meydana yapım ında kullanılan çok yıllık otsu bir bitki; kara
gelen. [DLT] 3. is. Çağı başında meydana gelen ve baldır; Venüs saçı, (Adiantum capillus-veneris).
ya ilk olarak yapılan iş. S b a ld ır kuzu, İlk doğan b a ld ırlam ak , [baldır-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı) -yor]
kuzu. [DLT]|] b a ld ır tarıg , {eT} İlkbahar başında (Binici için) baldırları ile uyararak atı harekete ge
ekilen ekin. [DLT] çirmek.
ra i ü M M . 4 5 1 BAL
baldırlanmak, [bal-dır-la-n-mak {eAT} hastalığı, {ağızj Filoksera adlı bir bağ hastalığı.
[DS]|| balgam taşı, min. Damarlı ve saydam değer
gçsz.f. [-ur] (Ağaç gövdesi için) gelişmek,
li bir taş; Hacıbektaş taşı, Kadıköy taşı.
baldırpatlatan, [baldır+patlat-an] is. spor. Yağlı gü
reşte rakibin bir ayağını diz çukuruna sıkıştırıp di balgam2, [balık (çamur) > balkan] {ağızj is. 1. Saz
lık; bataklık. 2. Karların erimesinden ya da yağ
ğerini bunun üzerine doğru bükm ek suretiyle yapı
murdan sonra oluşan sulu çamur; balçık. [DS]
lan tehlikeli bir oyun,
baldırsokan, [baldır+sok-an] is. zool. Çiftkanatlı- balgami, [Ar. balğamî] (balgami:) sf. 1. Balgamla
ların sinekler familyasından, karasineğe benzer an ilgili. 2. (Bünye için) balgam üstün olan. 3. mecaz.
Soğuk mizaçlı,
cak daha güçlü ağız hortumu ile canlıların kanını
emen, kurtçukları çürük saman ve gübre içinde ge balgamlı, [balgam-lı] sf. Balgamı olan,
lişen, özellikle şarbon hastalığı başta olm ak üzere balgam hk, -ğı [balkan-lık > balgam-lık] {ağız} is. 1.
pek çok bulaşıcı hastalık m ikroplarını taşıyan si Bataklık. 2. Sık ormanlık; çalılık; fundalık; balkan-
nek, (Stomaxys calcitrans). lık. [bS]
baldız1, [eT. baltır [Gabain] > baltız > baldız] {eT} is. balgan, [balık (çamur) > balkan] {ağız} is. 1. Sazlık;
1. (Erkek için) eşinin kız kardeşi. 2. {eT} Kadının bataklık. 2. Atık suların biriktiği yer. [DS]
kendinden küçük kız kardeşi. [DLT] balgarisa, [İt. barcarizzo] (balgari’sa) is. dnz. Y an
baldız2, [bald (yans.) > bald-ız] {ağız} is. Şimşek. [DS] dan çarklı eski gemilerde davlumbazların iki tara
fi1 baldız çakmak, {ağız} Şim şek çakmak. [DS]|| fında bulunan çıkmalar,
baldız oynamak, {ağızj Şim şek çakmak. [DS] balgımak, [bal-gı-mak] {ağızj g çsz.f. [-r] 1. Suyun i-
baldızık, -ğı [bald (yans.) > bald-ra-m ak > baldırık > çinde oynamak; balkımak. 2. Yumuşaklığından do
layı oynak halde bulunmak; bılkımak. 3. (Hayvan
baldızık jj- iJ y {eATj is. tik ve sonbaharda tan vakti
lar için) otlakta sere serpe otlamak. 4. (Çıban için)
doğan bir yıldız, olgunlaşmak. 5. Parlamak; parıldamak; balkımak.
baldon, [Fr. paletot > Az. baldun] {ağızj is. Palto. [DS]
[DS] balgır, [bal (yans.) > bal-gır] {ağız} is. -*■ balgız. [DS]
baldu, [baldu j j JL] {eTj {eATj is. Balta. [DLT] balgız, [bal-kız / bal-gır] {ağız} is. 1. Şimşek. 2. sf.
baldur, [eT. baltır > baldur jjjJU ] {eAT} is. 1. Bitki Güzel; sevimli. [DS]
balgüm eci, [bal+ g(ö)me(ç)-i] {ağızj is. Dikişle bal
gövdesi. 2. {ağızj Baldır. [DS]
peteği şeklinde büzgüler yapılmış bir nakış türü.
balduz, [eT. balduz / baldız] {ağız} is. Baldız. [DS] [DS]
ba’le, [Ar. ba'le is. 1. Erkeğin eşi; zevce. 2. Say bahg1, [bal-ığ ^JU] {eTj {eAT} {ağız} is. Balık. [EUTS]
gıdeğer bayan; baş kadın. 3. Metres, [DS] S1 bahg kulağı, {ağız} Midye. [DS]
bale, [İt. balletto > Fr. ballet] is. 1. Dans, jest ve balıg2, [bâ-mak > bâ-lığ] {eT} sf. Yaralı. [DLT]
müziğin yer aldığı sahne gösterisi. 2. Bu tür gösteri [Gabain]
yapan sanatçı topluluğu, balıg3, [bal-ığ] {eTj is. Şehir. [EUTS]
balena, [İt. balena] (balina) is. Dik durması için balıgça, [balığ-ça] {eTj sf. Balık gibi. [EUTS]
gömlek yakası, sutyen ve korse gibi giyeceklerde balıgçı, [balığ-çı] {eTj is. Balıkçı. [EUTS]
kullanılan, eskiden balina çubuğundan, şimdi ise
balıglıg, [balığ-lığ] {eT} sf. Şehirli; kentli. [EUTS]
plastik veya metalden yapılmış dar, uzun, yassı ve
balık1, [ba-mak (bağlamak) > ba-l-mak (bağlanmak;
esnek çubuk; balina,
kuşatılmak) > ba-l-(ı)k] {eTj is. 1. Bağlanmış. 2.
balerin, [Fr. ballerine] is. 1. Bale gösterisi yapan
Surlarla çevrilmiş yer; kale. [DLT] [İKPÖy.] 3. Şe
bayan sanatçı. 2. Dansçıların giydiği bir cins hafif
hir; kent. [İKPÖy.] [DLT] [Tekin] [ETY] [EUTS] S
ayakkabı.
balık begi, Şehir beyi; vali. [EUTS]
balerinlik, -ği [balerin-lik] is. Balerinin yaptığı iş ve
balık2, [bal-ık] {eTj is. Çamur; balçık. [ETY] [DLT]
sanat. [Tekin]
balet, [İng. ballet] is. Bale yapan erkek sanatçı.
balık3, -ğı [balık JİU] {eT} is. zool. 1. Omurgalılardan
balgam1, [Yun. flegma > Ar. balgam is. tıp. So tatlı ve tuzlu sularda yaşayan, genellikle solungaç
lunum yollarının iltihaplanması sonucu ağızdan larıyla suyun içinde erimiş halde bulunan havayı
aksırarak atılan sümüksü akıntılar, fi1 balgam at emmek suretiyle solunum yapan, yum urta ile çoğa
mak, ]. Yapılmakta olan bir iş için birisi tarafın lan kemikli hayvanların genel adı. {eT} (aynı)
dan, çalışanların işkillenmesine y o l açacak veya [EUTS] [DLT] [Gabain] [İKPÖy.] 2. {ağızj Hamut,
hevesim kıracak bir söz söylenmek. 2. İftira etmek.\\ semer vb. altına konulan keçe parçası. [DS] 3. argo.
balgam bırakmak, {ağız} Söz ve hareketleri ile bir Hırsız ve yankesiciler için çalınacak şey. 4. argo.
>Şefesat karıştırmak; balgam atmak. [DS]|| balgam Kolay kandırılabilecek kimse; hödük. S balığa
BAL 1 H I İ İ R S Ö M İ .4 5 2
çıkmak, Balık tutmaya gitmek. || balık adam, dnz. m ak.|| balık unu, Çiftlik hayvanlarını beslemede
D eniz altında bir müddet kalması için gerekli do kullanılan çoğunlukla hamsi türü balıklar pişirilip
nanım larla hareket eden yüzücü ve dalıcı; dalgıç, kurutulduktan sonra öğütülmek suretiyle elde edi
kurbağa adam .|| balık agusı, {18.-19. yy.} S a n süt- len un. || balık yağı, D eğişik balıkların çeşitli or
leğen. || balık avlamak, argo. Şansı yardım cı ol- ganlarından elde edilen, sanayide ve ilaç yapım ın
mak. || balık baştan kokar, Toplumda bozulma y ö da kullanılan, vitamin ve m ineralce zengin ya ğ .||
neticilerden başlar.|| Balık burcu, Kova ile Koç balık yumurtası, 1. Balıkların ürem ek amacıyla
burçları arasında yer alan burcun adı.\\ balık sığ ve akıntısız sulara bıraktıkları yumurta. 2. Dişi
duzagı, {eAT} B alık ağı; olta.|| balık eti, {ağız} 1. balıktan alınan, tütsülendikten veya bal mumuna
Kolun üstünde duran şişkince kısım; pazı. 2. Kas. batırıldıktan sonra gıda olarak sunulan yum urta
[DS]|| balık eti(nde), N e z a y ıf ne de şişman, orta kütlesi; havyar.
halde tombulca.\\ balık gibi, Kolayca ele geçm e balıkçın, [balık-cın {eATj {ağız} is. Balıkçıl.
yen, yakalanmayan; kaypak.|| balık gözü, {ağız} -*■
[DS]
balıkgözü. [DS]|| balık iğnesi, Oltanın ucuna bağ
lanarak balık yakalam akta kullanılan m adenî çen- balıkcır, [balık-cır {eATj is. Balıkçıl.
gel. || balık istifi, Genellikle toplu taşıma araçla balıkçı, [balık-çı] is. 1. Balık tutan kimse. {eT} (aym)
rındaki çok sıkışık ve kalabalık durum.\\ balık jela [İKPÖy.] [EUTS] 2. Balık satıcısı. 3. sf. Balıkla ilgi
tini, M ersinbalığınm yüzm e kesesinden elde edilen lenen. fi1 balıkçı ateşi, B alık teknesinde balıkları
ve şarap durultmada kullanılan jelatin; kolajen. || çekm ek için yakılan ateş.|| balıkçı aynası, Su için
balık kapaması, !ağızj B alık pilakisi. [DS]|| balık deki balıkları ve akın yönlerini görm eye yarayan
kartalı, zool. Balıkla beslenen, pençeleri balıkları dibi şe ffa f uzun boru. || balıkçı gemisi, Açık deniz
yakalam aya elverişli, kanatları güçlü, oldukça bü lerde balık avlamaya elverişli ve özel donanımlı
yük, dünyanın hemen her yerinde rastlanır bir kar gemi. || balıkçı ilmiği, Balıkçıların ağ örmede kul
tal türü, (Pandion haliaetus).\\ balık kartalıgiller, landıkları özel düğüm. || balıkçı kazağı, Çoğun
zool. Kartallar takımından örneği balık kartalı lukla balıkçıların giydiği yakası çene altına kadar
olan ve balıkla beslenen yırtıcı kuşlar. || balık ka uzanan ve katlanıp kıvrılır yakalı kazak. || balıkçı
vağa çıkınca, H içbir zaman yerine getirilm eyecek yaka, Balıkçı kazağının yakası gibi boyunda katla
bir söz verme veya hiç olmayacak bir iş için söy nabilen ve çene altına kadar uzanan dik yaka.
lenir. || balık kıran, {ağız} Tohumları suya atıldı balıkçıl, [eT. balık-çm > balıkçıl sf. 1. Balıkla
ğında balıkları sersemleterek onların suyun yüzüne
beslenen. 2. is. zool. Çoğunlukla balık ve su kıyısı
çıkmasına neden olan sarı çiçekli, sapları sütlü bir
böcekleri ile beslenen uzun boylu, uzun gagalı,
bitki; sütleğen; balık otu. [DS]|| balık kulağı, {eAT}
uzun bacaklı iri, ürkek bir kuş, (Ardea cinerea). S
A t boncuğu, katır boncuğu da denilen deniz böcek
balıkçıl otagası, {eAT} B ir tür tuğ y a da taç.
leri kabuğu.\\ balık kulağı, {ağız} 1. M idye kabuğu.
balıkçılgiller, [balıkçıl-gil-ler] is. zool. Leyleksiler
2. Kışın balıkların biriktiği, çok olduğu yer. 3. İn
takımından küçük başlı, ensesi tüylü, uzun gagalı,
sanların biriktiği, kalabalık olduğu yer. [DS]|| balık
balıkla beslenen kuşlar ailesi; (Ardeidae).
mumu, {ağız} Yağı süzülmüş, temiz mum. [DS]||
balık nefesi, Balinagillerin başından çıkarılan ve balıkçılık, -ğı [balık-çı-lık] is. dnz. 1. Tekne ve ağ
kozm etik sanayiinde ve süslü mumlar yapım ında kullanarak veya sadece ağla büyük çapta balık av
kullanılan yağlı bir madde. || balık otu, Kabuğunda lam a işi ve tekniği. 2. Balık satıcısının işi. 3. Balık
ve besi dokusunda kusturucu ve zehirli madde bu avcılığını ele alan ve sorunlarını inceleyen bilim ve
lunan, suya atıldığında balıkları uyuşturup suyun tekniklerin bütünü. 4. Balık üretme işi ve teknikle
yüzüne çıkaran, bira imalatında şerbetçi otu yerine ri.
kullanılan bir cins sarmaşık, (Anamirta cocculus). || balıkçıllar, [balıkçıl-lar] is. zool. Balıkçıl ve çekiç
balık öldüren, {eATj S a n sütleğen bitkisi. || balık başları içeren uzun bacaklı ve uzun gagalı kuşlar
sapkını, {ağız} Yumurtlama mevsiminde balıkların familyası; leyleksiler takımı, (Ardea).
dere ağızlarına doğru yaptığı akın. [DS]|| balık sır balıkçın, [eT. balık-çm] is. zool. 1. Perde ayak
tı eğe, {ağız} Sırtı yuvarlak; altı düz bir tür eğe. lılardan uzunca gagalı ve uzun çatal kuyruklu, de
[DS]|| balık sütlegeni, {eAT} Sarı sütleğen bitkisi.|| niz kıyılarında yaşayan, balıkla beslenen bir kuş
balık sütleğeni, {ağız} Sarı sütleğen; balık kıran. türü; deniz kırlangıcı; sumru, (Sterna hirundo). 2.
[DS]|| balık tabağı, 1. Balık konulan kap. 2. Yayvan {eT} Balıkçıl. [DLT]
ve uzunlamasına oval servis tabağı. || balık torbası, balıkgözü, [balık+göz-ü] is. 1. Ayakkabı ve kemer
Tutulan balıkların içine konulduğu ağdan torba. || gibi eşyanın deliklerine takılan metal veya kemik
balık tutkalı, B alık artıklarından özellikle köpek cinsi halka. 2. optik. Çok geniş açılı objektif,
balığı ve morinadan elde edilen yapışkan bir mad- balıkhane, [balık+ Far. hâne] (balıkha:ne) is. Balık
de. || balık tutmak, Balık avlamak, balık yakala alınıp satılan yer.
f f lW l l g » 1 .4 5 3 BAL
balıklağı, [balık-lağu / balık+kulağı] is. -*■ balıklava, b a li1, [Far. bari] {ağız} e. Bari; keşke; hiç olmazsa;
balıklağa, [balık-lağu / balık+kulağı] is. -*■ balıklava, öyle ise. [DS]
balıklağu, [balık-lağu / balık+kulağı] is. -*■ balıklava, bali2, [Ar. bâl! JU ] (badi:) {OsT} sf. 1. Eski. 2. K öh
balıklama, [balık-la-ma] zf. 1. K ollar önde, vücut ne.
gergin ve düz, baş aşağı gelecek biçimde (suya at balici, [tie. isim Bally (yapısında tiner türü uçucu
lamak). 2. Sonunu ne olacağını düşünmeden. 3. zf. madde bulunan bir yapıştırıcı) > bali-ci] is. argo.
Balık gibi atlayarak. 4. Bir işe sonucunun ne olaca Bally koklayan uyuşturucu alışkanlığı olan kişi.
ğını düşünmeden girişilerek,
b aliğ1, [Ar. buluğ (yetişme, erme) > baliğ jll>] (ba:-
balıklamak, [balık-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(ı) -yor] 1.
liğ) {OsT} sf. -*• baliğ1.
Bir yere balıklama girmek; dalmak. 2. {ağız} Y üz
mek. [DS] baliğ2, [Far. baliğ / bâlüğ y U / £JL] (ba.liğ) {OsT}
balıklandırma, [balık-la-n-dır-ma] is. Balıklandır is. -*■ baliğ2.
mak işi. baligan, [Ar. bâliğan W l] (ba.liğan) {OsT} zf. -*■ ba-
balıklandırmak, [balık-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. liğan.
Bir yerde balık üretmek ve çoğaltmak. 2. Balıklan
baliğ1, [Ar. buluğ (yetişme, erme) > baliğ £Jl>] (ba:-
masını sağlamak,
balıklanma, [balık-la-n-ma] is. Balıklanm ak duru liğ) {OsT} sf. 1. Çocuğu olabilecek yaşa gelmiş o-
lan; ergin hale gelen; ergen. 2. Bir yere ulaşan; vâ
mu.
sıl olan. 3. Ü st noktaya, en son mertebeye gelmiş
balıklanmak1, [balık-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
bulunan. 4. is. Toplam; sonuç, fi1 baliğ olmak, 1.
Balık sahibi olmak; balığı olmak; balıklı hâle gel
Ulaşmak, varmak. 2. (İnsan için) fizyo lo jik ve ruhi
mek. {eT} (aym) 2. edil. f. Balık kokusu, yağı vb.
bakımdan çocuğu olabilecek çağa ve duruma g el
bulaşmak.
mek. 3. (Belirli bir miktara veya özelliğe) erişmek.
balıklanmak2, [balık-la-n-mak] {eT} ed il.f. [-ur] Ça-
baliğ2, [Far. baliğ / bâlüğ y i . / jJ l] (ba.Tiğ) {OsT}
murlanmak.
balıklanmak3, [balık-la-n-mak] {eT} edil. f. [-ur] K a is. 1. Boynuzdan yapılmış kadeh. 2. Bir kadeh şa
le yapılmak. [DLT] rap.
balıklava, [balık-laca > balık-lak / balıklağu / ba- baliğan, [Ar. bâliğan û)l>] (ba.liğan) {OsT} zf. U laş
lık+kulağı] is. D eniz ve göl ile akarsularda balığı mış olarak; varmış olarak. S1 bâliğan mâ-belağ,
bol olan yer. {OsT} Yeter de artar bile; fazlasıyla; bol bol; fera h
balıklı, [balık-lı] sf. 1. Balığı olan. 2. is. {ağız} Bir ferah.
kilim çeşidi. [DS] balîn, [Far. bâlîn jJl>] (ba:li:n) {OsT} is. 1. Yastık. 2.
balıklıg1, [balık-lığ] sf. Balığı olan; balıklı. [DLT] Koltuk. S bâlîn-perest, {OsT} 1. Tembel; uyuşuk.
balıglıg2, [balık-lığ] {eT} sf. (Yer için) çamurlu. 2. Can besleyen. 3. Hizmetçi.
[DLT]
balina, [İt. balaena] (b a li’na) is. 1. Balinagillerden
balıglıg3, [balık-lığ] {eT} sf. Şehirli,
başı büyük ve geniş, kam ı düz ve parlak, çatal k u y
balıkmak, [ba-l-ık-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Yaralan ruklu, boyu 25 m.yi, ağırlığı da 200 000 kg.ı bulan
mak. [DLT] en büyük memeli deniz hayvanı; ada balığı; kaşa
balıksamak, [bal-ılc-sa-mak] {eT} gçsz. f. [-r] Balık lot, (Balaena mysticetus). 2. Gömlek yakası gibi
yemek istemek. [DLT] dik durması gereken giyeceklere konulan sert ve
balıksı, [balık-sı] sf. Balığa benzer; balık gibi, esnek parça. S balina biti, zool. Balinaların sır
balıksırtı, [balık+sırt-ı] is. 1. Çiçek tarhlarındaki tında yaşayan 2-15 mm. boyunda yassı gövdeli bir
hafif yükselti. 2. B alık kılçıklarını andırır şekilde dış asalak, (Cymidae).\\ balina çubuğu, Balinanın
birbirine paralel ve diğer sıra ile çapraz düşen do üst çenesinde y e r alan ağzına aldığı deniz canlıla
kuma deseni. 3. Bir yüzü düz diğer tarafı bombeli rını tutmaya yarayan boynuzsu çubuklar.
eğe. 4. sf. Balıksırtı gibi olan, balinagiller, [balina-gil-ler] is. zool. Çoğunlukla ku
balım, [bal-ım] {ağız} ünl. "Sevgili kardeşim, arka tup denizlerinde yaşayan, örneği balina olan, ağız
daşım, şekerim ” anlamında, daha çok kadınlar ara larında diş yerine balina çubuğu bulunan dişsiz ba
sında seslenme sözü. [DS] lıklar.
balınç, [Far. bâliş > Az. T. balmç ?] {ağız} is. Tüy balinalar, [balina-lar] is. zool. Soğuk denizlerde ya
yastık. [DS] şayan, derisi düz ve tüysüz, başı büyük, ön ayakları
balınglamak, [balm-la-mak] (balınlamak) {eT} gçsz. yüzgeç biçiminde, arka ayakları olmayan, burun
f l-r] Birden korkup sıçramak; uykuda korkup sıç deliklerinden su fışkırtan memeli hayvanlar takımı,
ramak; belinlemek. [EUTS] (Cetacea).
BAL Ö IÜ M IÜ M E S Ö M .4 5 4
balinalı, [balina-lı] sf. (Korse veya yaka için) balina Işık saçmak; parlamak; parıldam ak; ışıldamak;
takılmış. {eAT} {ağız} (aynı). [DS] 2. {ağız} (Şimşek için) çak
balistik, -ği [Yun. ballein (fırlatmak) > Fr. balis- mak. [DS] 3. {ağız} (Su için) halkalanmak; dalga
tique] is. 1. Silahtan atılan merminin namlu içinde lanmak; harelenmek. [DS] 4. Suyun içinde oyna
ve havadaki hareketlerini inceleyen bilim dalı. 2. mak. 5. {ağız} K esik kesik ağrımak; sancımak. [DS]
sf. Mermi atma tekniği ile ilgili. 3. gnşl. Bir mermi 6. (Y ara için) zonklamak.
gibi hareket eden, fi1 balistik barut, İtici barut. balkım ak2, [bılk (yans.) > bılk-ı-mak] {ağız} gçsz. f.
baliş, [Far. bâliş ^L .] (ba:liş) {OsT} is. 1. Yüz yastı [-ır] 1. (M eyve için) yenem eyecek derecede olgun
laşmak. 2. (Meyve için) fazla olgunluktan dolayı
ğı. 2. Altın. 3. M oğollar tarafından kullanılan altm
çürümek. 3. Uyumak; içi geçmek. [DS]
para. S bâliş-i çâr-mîn, D eri yastık. | bâliş-i per,
balkın, [balk-ı-mak (içi geçmek) > balk-ı-n] {ağız} sf.
{OsT} Kuş tüyü yastık.|| bâliş-i zer, {OsT} Sırmalı
Aşırı; çok. [DS] S 1 balkın çolkun, {ağız} D öke sa
yastık.
ça; bol bol. [DS]
balişçe, [Far. bâliş-çe (badişçe) {OsT} is. Kü balkır, [balk (yans.) > balk-ır] {ağız} is. 1. Parıltı; ışık.
çük yastık. 2. Şimşek. [DS]
b alk 1, [ba-l-(ı)k] {eT} is. Çamur. [DLT] balkırm ak1, [balk-ı-r-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır] (Şim
balk2, [bal (yans.) > bal-k] {ağız} is. 1. Hava açık şek için) çakmak. [DS]
olduğu zamanlar gece karanlığında ufukta görülen balkırmak2, [bal-kır-mak y {eAT} g ç sz .f. [-ur]
parıltı. 2. Şimşek. [DS] S1 balk balk, {ağız} 1. (Şim
Balgam çıkarmak,
şek için) sık sık çakma durumu. 2. (Ay parlaklığı,
aydınlığı için) p a rıl parıl. [DS]|| balk oynamak, balkız, [balk-ır / balk-ız] {ağız} -*• balkır. [DS] S
{ağız} Parlamak. [DS]|| balk urmak, {eAT} Parla halkız oynamak, {ağız} Parlamak. [DS]
mak; parıldam ak; ışık saçmak. balkon, [İt. balcone > Fr. balcon] is. mim. 1. Ya
balkam ak, [bal (yans.) > balk-a-mak / balk-ı-mak] pıların genellikle üst katlarında etrafı duvar veya
{ağız} gçsz. f. [-r] [~k(ı)-yor] 1. (Güneş için) doğ parm aklıkla çevrili dışarıya doğru çıkmalar. 2. Si
mak. 2. (Şimşek için) çakmak. [DS] nema veya tiyatrolarda asma kat. 3. argo. Kadın
larda göğüs. 4. argo. Şişman erkeklerde göbek,
balkan, [eT balık > bal(ı)k-an] is. 1. Bataklık; sazlık;
{ağız} (aynı). [DS] 2. Su birikintisi. 3. {ağız} Pis sula balköpüğü, [bal+köpü(k)-ü] is. 1. A çık sarı renk. 2.
rın biriktiği yer. [DS] 4. Sık ormanlarla kaplı dağlık Krem ve gümüş rengi arası bir at donu,
bölge. 5. Sarp ve ormanlık dağ. 6. mecaz. D ağ gibi ballak, [Yun. pallak ? / bala (çocuk) > bala-k] {ağız}
adam; pehlivan; atlet. is. M anda yavrusu. [DS] "5 ballak bullak, {ağız}
Balkanlı, [balkan-lı] sf. Balkan ülkeleri halkından Sersem; hiçbir şeye aklı ermeyen. [DS]
olan (kimse). ballama, [bal-la-ma] {ağız} is. 1. Ballamak eylemi. 2.
balkanlık, [balkan-lık] sf. 1. Sık orman ve sıra Karın ağrısını geçirm ek için bal ve kuru nane karı
dağlarla kaplı. 2. Dağlık ve taşlık. şımından yapılan yakı. [DS]
Balkar, [Bolğar (eski bir Türk boyu) / M alkar (boy ballamak, [bal-la-mak] gçl. f. [-r] [~l(ı)-yor] Bal
beyi adı) / balık > malka (Balkar ülkesinde bir ne koymak; bal karıştırmak; bal bulaştırmak,
hir adı)] is. Kuzey K afkasya’da yaşayan bir Türk ballandırm a, [bal-la-n-dır-ma] is. Ballandırmak ey
kavmi. lemi.
Balkarca, [balkar-ca] is. dbl. Balkarlarm kullandığı ballandırm ak, [bal-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bal
Kıpçak grubunun kuzey-batı kolundan ve ses ka gibi tatlı hale getirmek. 2. Bal kıvamım vermek. 3.
rakteri bakım ından ise taw’lu (dağlı) grubundan bir mecaz. Bir şeyi çok fazla m übalağa yaparak im re
Türk şivesi. nilecek şekilde anlatmak. 4. argo. Göndermek; ver
Balkarlı, [balkar-lı] sf. Balkar halkından olan, mek; sökülmek,
balkarm ata, [İt. barca armata] {OsT} is. dnz. Eskiden ballanma, [bal-la-n-ma] is. Ballanmak eylemi ve du
kullanılan küçük bir savaş gemisi, rumu.
balkı, [balk-ı ^ y {eAT} is. 1. Parıltı; parlama. 2. ballanm ak1, [bal-la-n-mak] dönşl. f. [ - ır ] \. Bal gibi
tatlı hale gelmek. 2. Bal koyuluğunu almak. 3.
{ağız} Ağrı; sancı. [DS] 3. {ağız} sf. (İnsan için) gü
(Çok olgun meyve için) tatlı sıvısı sızıp donmak. 4.
zel; süslü; parlak. [DS]
edil. Bal sürülmek; bal bulaşmak.
balkık, -ğı [balk (yans.) > balk-ı-mak > balk-ı-k]
ballanm ak2, [bal-la-n-mak] gçsz. f. [-ır] Bal sahibi
{ağız} sf. (Kavun, karpuz, kabak gibi meyve ve seb
olmak; bal edinmek,
ze için) çürük. [DS]
balkıma, [balk-ı-ma] is. Balkımak işi. ballı, [bal-lı] sf. 1. İçinde bal bulunan. 2. Üzerine bal
sürülmüş. 3. mecaz. (Kişi için) çok aranıp sorulan,
balkım ak1, [bal-kı > balkı-m ak j*Ji)y g ç sz.f. f - r j l . ziyaret edilen. 4. {ağız} Tatlı dilli; sevimli; terbiyeli.
İ İ M M M I İ • 455 BAL
[DS] 5. {ağızj (Kişi için) cilveli; nazlı. [DS] 6. argo. ö balling derecesi, fız. Balling yoğunlukölçerinin
Şanslı. 7. argo. Fahişe. 8. {ağız} Koyu pembe renk. gösterm iş olduğu derece.
[DS] 9. {ağız} is. Şerbetle yapılan bir tür börek. [DS] balmak, [ba-mak (bağlamak) > ba-l-mak / ba-n-
S ballı basra, zool. 1. Kabuklu bitgillerden incirin mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Bağlanmak; kuşatılmak.
meyve, dal ve yaprakları ile çeşitli tarım bitkilerine [İKPÖy.] [DLT] [Üç İtigsizler]
zarar veren bir tür kabuklu bit; kanlı balsıra; incir balmumu, [bal+mum-u] is. Arıların peteklerini yap
koşnili, (Ceroplastes rusci). 2. {ağız} Püseron. tıkları esnek madde,
[DS]|| ballı boynuz, {ağız} Bakla şeklinde ve kahve balnine, [bal+nine] {ağız} is. Anneanne. [DS]
rengi renkli, yenilebilen tatlı bir meyve; keçiboynu balo, [İt. ballo] (ba'lo) is. Resmî giyimli ve danslı
zu; harnup. [DS]|| ballı börek, {eAT} {ağız} 1. Çok gece toplantısı. S1 balo vermek, Büyük bir danslı
hoş; uygun. 2. mecaz. Ç ok lezzetli. 3. Çok istenilir; toplantı tertip etmek.
uygun. [DS]|| ballı börekli olmak, Çok iyi anlaş
balocu, [balo-cu] (ba ’locu) is. Balo düzenleyen veya
mak, iyi geçinm ek.|| ballı darı, lncir.\\ ballı pasta,
baloya giden kimse,
Üzerine veya içine bal katılmış pasta.
balon, [Fr. ballon] is. 1. Havayla veya daha hafif bir
ballıbaba, [bal-lı+baba] is. bot. 1. Ballıbabagillerden
gazla şişirilen ince kauçuk veya bağırsak zarından
yaprakları çoğu zaman beyaz benekli ve tüycük
elde edilen küçük küre. 2. Özel olarak yapılmış, içi
kaplı, dört köşe saplı, çiçekleri beyaz veya fırfırı,
ısıtılmak suretiyle dengede tutulan bir hava taşıtı.
halk hekim liğinde yaprakları kan dindirici, çiçekle
3. Laboratuarda kullanılan uzun boylu küresel cam.
ri yara iyileştirici olarak kullanılan otsu bitki,
4. Çizgi roman veya karikatürlerde konuşm aların
(Lamium). 2. {ağız} Boynuz gibi meyvesi olan ve
veya zihinden geçenlerin yazıldığı yuvarlaklar. 5.
tanelerinden tespih yapılan bir ağaç; keçi boynuzu;
argo. Prezervatif; kaput. 6. argo. Yalan. S balon
harnup. [DS]
balığı, zool. D ört dişligillerden, sıcak deniz ve tatlı
ballıbabagiller, [bal-lı+baba-gil-ler] is. bot. Y aprak
suların sığ kısımlarında yaşayan, bir tehlike anında
ları karşılıklı, çiçekleri iki kanatlı, tek bakışımlı,
karnına doldurduğu su ve hava ile balon görünüm ü
yapraklarında kokulu yağ salgılayan ıtırlı bitkiler,
alan, y ü z kadar türü bulunan kemikli balık türü,
(Lamiaceae).
(Tetrodon spadiceus).|| balon çıkarm ak, Burun
ballıbabalar, [bal-lı+baba-lar] is. Ballıbabagiller ile salyasını veya tükürüğünü balon gibi şişirmek. ||
ona yakın olan bitkiler takımı, (Lamiales). balon lastik, Geniş tabanlı bir tür bisiklet lastiği. |j
ballıca, [bal-lı-ca] {ağız} is. 1. Ballıbaba. 2. Ekmek balon uçurmak, argo. Ortalığı karıştırmak veya
parçalarını pekmez ya da bal şerbetine yatırarak yetkililerin tepkisini ölçmek amacıyla asılsız haber
yapılan bir tür ekmek tatlısı. 3. Meşe ağacı. 4. Tatlı yaymak.
bir armut türü. [DS]
baloncu, [balon-cu] is. 1. Balon üreten, satan veya
ballıdarı, [bal-lı+darı] {ağız} is. İncir. [DS] balonlu havacılık sporu yapan kimse. 2. argo. Y a
ballık, -ğı [bal-lık] is. 1. Çiçeklerin bol olduğu za lancı.
manlarda daha çok bal almak için kovanların üstü balonculuk, -ğu [balon-cu-luk] is. 1. Balon yapma,
ne eklenen ikinci kovan. 2. {ağız} Bal konulan kap. satma ve spor amacıyla değişik balon tipleri geliş
[DS] 3. {ağız} Y azın arı koym ak için yapılan dam. tirm eye yönelik çalışma. 2. argo. Yalancılık,
[DS] 4. {ağız} Bağlarda görülen külleme hastalığı.
balonlam ak, [balon-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı) -yor]
[DS] 5. {ağız} bot. Ballıbaba. [DS] 6. {ağız} Meşe
1. Bir yanında balona benzer şişlik oluşmak; balon
ağacı. [DS] 7. {ağız} Küçük ve sivri kulaklı keçi.
[DS] yapmak. 2. Balon vermek.
ballıka, [Yun. politka] {ağız} is. Soya fasulyesi. [DS] balonlu, [balon-lu] sf. Balonu bulunan, ö balonlu
balık, zool. Yüzgeçayaklıgiller takımından Grön-
ballıklı, [bal-lık-lı] sf. 1. Ballığı olan. 2. B allık hasta
lığı olan. land kıyılarında yaşayan, gövdesi beyaz benekli,
başı ve üyeleri kara, boyu üç metreyi bulan, erke
ballım1, [Ar. vebal + T. -li-m / bal-lı-m] {ağız} ünl.
ğinin altında balonumsu bir kesesi bulunan bir f o k
Sevgilim. [DS] ö ballım güllüm olm ak, {ağız} Çok
türü, (Cystphora cristata).
sevişmek; sıkı fık ı olmak; kaynaşmak; anlaşmak.
[DS] balotaj, [Fr. ballotage] is. Bir seçimde adaylardan
ballım2, [Far. bârî=> bâli > bâlim > ballım] {ağız}] e. hiçbirinin yeterli oyu alamaması sonucu ortaya çı
Bari; keşke; hiç olmazsa. [DS] kan durum.
balhşıka, [bal-lı + Yun. siko (incir)] {ağız} is. İncir. baloz, [Yun. balos] is. 1. Eskiden gemici ve işçilerin
[DS] eğlenm ek için gittikleri danslı, içkili eğlence yeri.
ballimun, [bal+ liman] {ağız} zf. Sütliman. [DS] 2. Az para ile eğlenilen içkili ve danslı yer.
balling, [Fr. Balling] is. fız. Bir eriyikteki şeker yüz- balsa, [? balsa] is. Tropik bölgelerde yetişen, m an
desini 20°C’ta gram cinsinden ölçmeye yarar alet. tardan daha hafif fakat sağlam tahtası olan ochro-
BAL Ö IÜ M IÜ M ÎS Û M . , *
m a cinsinden çabuk büyüyen bir ağaç türü, (Ochro- (bir) baltaya sap olmak, B ir iş ve meslek sahibi
m a lagopus). olmak, çalışmak.\\ balta yem eği, Cenazeden sonra
balsam, [Yun. balsamon > Lat. balsamum > İng. verilen yem ek.|| baltayı asmak, B ir şeyi ınüdafa
balsam] is. kim. İlaç ve parfüm üretiminde kullanı ederek durdurmak.|j baltayı taşa vurmak, Bilme
lan bazı ağaç ve bitkiler tarafından salgılanan reçi- den birini üzecek söz söylemek; p o t kırmak.
nemsi kokulu madde; belsem; pelesenk, baltabaş, [balta+baş] is. dnz. 1. Baş bodoslaması çe
lik lam adan omurgaya dikey olarak yapılmış bir tür
balsama, [İt. balsamo => balsama «U JU ] {eAT}
gemi; balta burun. 2. Burnu çok büyük olan insan;
{OsT} is. M isvak ağacı, gaga burunlu,
balsamlı, [balsam-lı] sf. ecz. A ntiseptik ve deri bes baltacı, [balta-cı] is. 1. Balta yapan veya satan kim
leyici olarak içinde balsam bulunan, se. 2. Odun yarıcısı. 3. İm paratorluk döneminde
balsara, [bal-sara / bal-sıra / bal+şıra ? ^ Jl>] is. 1. önceleri ordunun ormanlık ve koruluk alanlardan
{eAT} Kudret helvası. 2. {ağız} Çoğunlukla meşe geçişini sağlamak amacıyla kesim yaparak yol
ağacında görülen, çıkardığı tatlı sıvıdan arıların bal açan, yükleri indirip bindiren; sonraları ise kızlar
aldığı bir tür parazit; püseron. [DS] 3. {ağız} Bostan ağasına bağlı olarak sarayı korum akla görevli sınıf;
ve karpuz yapraklarının güneşe gelen yanlarının teberdar, teberli. S baltacı kuşu, {ağız} Tarla kuşu.
sararması. [DS] [DS]
balsek, [bal-sa-k] {ağız} is. Tatlımsı; balımsı. [DS] baltacık, -ğı [balta-cılc] is. 1. K üçük el baltası. 2.
balsınmak, [bal-sı-ıı-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] D ok {ağız} Değirm en taşlarından hareketli olan üst taşı
tora muayene olmak; bakınmak. [DS] döndürm ek için özel yuvasına geçirilen çarktan
gelen m ilin üzerine oturan metal parça. [DS] 3.
balsıra’, [bal-sara / bal-sıra oj*aSL] is. 1. Yaprakların
{ağız} H acamat neşteri. [DS] 0 baltacık erkeği,
üzerinde beyaz lekeler halinde beliren bir tür küf. {ağız} Değirmen taşını çeviren milin alt taşının or
2. {ağız} Ormanlarda meşe ve gökçe ağaç yaprakla tasından çıkan kare kesitli parça. [DS]
rına geceleri ineıı tatlı su damlacıkları; kudret hel
baltalama, [balta-la-ma] is. 1. Baltalam ak eylemi ve
vası; {eAT} (aynı). [DS] 3. {ağız} Balı alınmış petek
durumu. 2. mecaz. Yapılm akta olan bir işin gecik
leri yıkayarak elde edilen bal şerbeti. [DS] 4. {ağız}
mesine veya hiç yapılamam asına sebep olacak ve
Pekmezi çok kaynatarak elde edilen ağda. [DS]
ya kurulu bir işletmeye, kamu mallarına maddî za
balsıra2, [ba-mak (bağlamak) > ba-l-sı-ra / bağ+sıra rar verecek kasıtlı eylem; sabote etme; sabotaj. S1
?] {ağız} is. Duvar arasına konulan hatıl. [DS] baltalamadan gitmek, Kaba ve kırıcı konuşmak.
balta, [eT. baltu / baldu] is. 1. Kesme, yarm a ve baltalam ak, [balta-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
yontm a işlerinde kullanılan ağaç saplı metal yüzlü Balta ile vurarak kırıp parçalamak. 2. mecaz. B ir işi
kesici bir el aleti. 2. {ağız} Değirmen taşını mile bile bile bozm aya kalkışmak; sabote etmek; dina
bağlayan metal parça. [DS] 3. {ağız} Gümüş kuşak m itlemek; ayağının altına karpuz kabuğu koymak;
larda süs için yapılan gümüşten dişli bir kısım. [D S] tekerine taş koymak,
4. {ağız} Engel. [DS] 5. {ağız} Dört yaşından yukarı
baltalayıcı, [balta-la-y-ıcı] is. 1. Y'ıkıcı. 2. İş bozucu,
koyun. [DS] 6. argo. Bir kimseye musallat olan. 7.
argo. Kaba saba erkek. S balta asmak, i. Yeniçe baltalı, [balta-lı] sf. 1. Baltası olan. 2. is. Askerlikte
rilerin yen i yapılan bir binaya veya limana giren baltacılık ve arabacılık yaparak vergiden bağışık
bir gem iye birer nişan tahtası asarak sahibinden köylüler için kullanılan bir terim. 3. {ağız} zool.
Çavuş kuşu; hüthüt. [DS] 4. {ağız} Kenar suyu; ke
haraç istediklerini bildirmeleri. 2. M usallat olmak,
nar süsü; su. [DS] 5. {ağız} Avşar kilimlerinde bir
sırnaşmak; başına bela olmak. 3. Sarkıntılık et
mek:.|| balta başlı, dnz. Baş bodoslaması su yüzüne süs öğesi, desen. [DS] 0 baltalı mızrak, Sivri ve
d ik olan gem i.|j balta görmemiş (değmemiş, gir keskin dem ir uçlu bir m ızrak türü.
memiş), 1. H iç ağaç kesilmemiş orman. 2. Sık a- baltalık, -ğı [balta-lık] is. Orman içinde veya yakı
ğaçlık. || balta güplengisi, {ağız} Balta ve kazm ala nında yaşayan köylülerin yakacak ihtiyacını karşı
ra sap yuvası açmakta kullanılan çivi şeklindeki lam ak amacıyla belirli bir büyüklüğe gelmiş ağaç
çelik alet. [DS]|[ balta İle yontulmuş, /. D üzgün ları sık sık kesilen orman; koru. S baltalık hakkı,
yontulmamış, ince işçiliği olmayan, parlatılmamış. Orman köyü halkının yakacak olarak baltalıktan
2. mecaz. Kaba adam.\\ balta kazma, {ağız} Bir yararlanm a hakkı.
tarafı kazmaya diğer tarafı kesmeye yarayan tarım baltama, [balta-ma?] {ağız} is. 1. Güvercin yakala
aracı. [DS]|| balta kesmez, {ağız} (Kişi için) görgü m ak için kurulan bir tür ağ tuzak. 2. Mumya. [DS]
süz; patavatsız. [DS]|| balta olmak, 1. Israrlı bir baltır1, [baltır] {eT} 1. Baldız. [Gabain] 2. Baldır.
şekilde istekte bulunmak; musallat olmak; takıl [EUTS]
mak. 2. Vakitli vakitsiz tedirgin etmek; rahatsız et baltır2, [ba-mak (bağlamak) > bal-(ı)t-ır] {ağız} is.
mek; rahat vermemek. 3. Üzerine çok düşmek.\\ Rüşvet. [DS]
fljK tlt 1QH W C E M I' i »4S 7 BAM
baltız, [baltır > baltiz. jkL] {eAT} is. Baldız, balyağa, [bal+yağ-a] {ağız} zf. Sıkı fıkı; dost. [DS]
balyağar, [bal+yağ-ar] {ağız} is. Yaprak açma zam a
balto, [eT. / Moğ. baltu] /eTj is. Balta. [EUTS]
nında tatlı ve yapışkan olarak gökten yağdığı sanı
baltrap, [İng. ball (top) + trap (yay) > ball-trap] is.
lan su; kudret helvası. [DS]
Avcıları, uçar kuşu vurmaya alışmak için hedef
balyalama, [balya-la-ma] is. Balyalamak işi.
vazifesi gören küçük halkaları havaya fırlatan alet,
balyalamak, [balya-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı) -yor]
baltu, [eT. baltu] {eT) is. Balta. [Gabain] [EUTS]
Aynı türden ticarî malları bir araya getirip keten
balu1, [ba-mak > ba-l-u] {eTj çek.f. Bağlıyor. [EUTS]
vb. bezi ile sardıktan sonra çember geçirip bağla
S balu balu, Ninni. [DLT]
mak; balya yapmak,
balu2, [Far. bâlü] (ba.lû:) is. 1. Ana ve baba bir
balyalanm a, [balya-la-n-ma] is. Balyalanmak işi.
kardeş. 2. Siğil,
balyalanmak, [balya-la-n-mak] edil. f. [-ır] Balya
balu’a, [Ar. bâlü'a (ba:lu:a) is. Su dökecek
durumuna getirilmek,
çukur; delikli taş. balye, [İt. balla > Aim. ballen] (b a ’lye) is. -*■ balya1.
balude, [Far, bâlüde » ijiy (ba:Iû:de) sf. Büyümüş; balyem ez1, [İt. bala ramada > Yun. mpalarmes
boy atmış. [EREN] => balyem ez > J y {OsT} is. Osmanlı ordu
balug, [Far. baliğ / bâlüğ j ^ j y (ba:lû:g) {OsT} is. 1. sunda kullanılan orta büyüklükte kale dövmek için
Boynuzdan yapılma şarap kadehi. 2. Bir kadeh şa kullanılan uzun menzilli bir top. S balyem ez topu,
rap. {eAT} Eskiden kullanılan bir tür uzun menzilli top.
baluk, -ğu [bal-ık / bal-uk] {ağız} is. Balık. [DS] balyemez2, [var+ye-mez] (ağız) sf. M alını yemeyen;
balum, [bal-ım] {ağız} ünl. Yavrum. [DS] cimri. [DS]
balüt, [Fr. ballon + parachute > ball-ute] is. N ormal balyos, [Lat. baiulus (hamal) > Vend. İt. bailo >
paraşütün açılmasının mümkün olmadığı düşük Yun. mpailos > balyemez >?. Jl* / ^ j J y {OsT} is.
yoğunluklu atm osfer bölgelerinde düşüşü yavaş 1. İmparatorluk döneminde Venedik elçilerine veri
latmak için kullanılan arm ut biçiminde küçük bo len ad. 2. Eskiden Doğu A kdeniz’deki Venedik
yutlu balon, koloni valilerine verilen ad.
balvan, [Mac. bâlvâny] {ağız} is. Direk. [DS] b alyoz1, [Yun. bareios] is. Büyük taşları kırmak ve
balvar, [Far. bâlvâr jljJ y (ba:lva:r) {OsT} sf. Kanat kazık çakmak için kullanılan büyük ve ağır çekiç;
lı; uçabilen. varyos. S1 balyoz gibi, (Yumruk, darbe vb. için)
çok ağır; ezici.
balver, [Far. bâlver _yjy (ba.Tver) {OsT} sf. -*■ bal
balyoz2, [Lat. baiulus (hamal) j j J y {OsT} is. -*■ bal
var.
yos.
balya1, [İt. balla > Aim. ballen] (b a lya ) is. 1. Ticaret
eşyasının keten bezi vb. malzeme ile sarılıp çem- balyozlama, [balyoz-la-ma] is. Balyozlamak işi.
berlenmesi ile m eydana getirilmiş denk. 2. Yeni balyozlamak, [balyoz-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
biçilmiş ekin ve ot saplarının demet yapılıp kalıpta Balyozla vurmak, kırmak, ezmek, çakmak,
sıkıştırılması ile meydana getirilen denk. 3. {ağız} balzen, [Far. bâl-zen j j i y (ba:lzen) sf. Kanat vuran;
İyi cins erkek sığır; damızlık boğa. [DS] S balya kanat çırpan; uçan.
bıçağı, {ağız} Tütünün güneş görmeyen alt yaprak
b am 1, [bam / bamb (yans.) j>y is. Düzensiz adım at
larının en iyisi. [DS]|| balya m akinesi, Biçilm iş ot
veya ekin saplarını silindir veya prizm a şeklinde ma, zıplama vurma ve çalma anlatan kök. [Zülfıkar]
sıkıştırıp bağlayan makine.\\ balya yapm ak, Tica bam bam, bamkal. S bam bam, 1. {eAT} (Yürü
ret eşyalarının dağılıp zarar görm esini önlemek mek, gitmek, çıkm ak için) çaresizlik ve bekleyiş
veya taşınmasını kolaylaştırm ak amacıyla balya içinde düzensiz ayak sesleriyle. 2. D ik dik. [DK]
şeklinde denk yapm ak; balyalamak. banı2, [Far. bâm j»L] (ba:m) {OsT} is. 1. Çatı; dam. 2.
balya", [İt. bala] is. dnz. Eski halat parçalarından Kubbe. 3. Göz kapağı. & bâm-gâh, {OsT} Seher
yapılmış top mermisi. vakti.|| bâm-geh, {OsT} -*■ bâm-gâh.|| bâm-ı bedî,
balya3, [İt. palla] is. Kalafatçılıkta, tahta aralarına üs {OsT} Dokuzuncu kat gök.\\ bâm-biilend, {OsT} 1.
tüpüleri yerleştirm ekte kullanılan çatal demir. Yüksek çatı. 2. Gökyüzii.\\ bâm-ı çeşm, {OsT} anat.
balyaç, -cı [Lat. baiulus (b a ’lyaç) {OsT} is. Gözün üst kapağı.\\ bâm-ı D ünyâ, / OsTj 1. D ünya
nın çatısı; Dünyanın damı. 2. Himalaya dağlarının
İmparatorluk döneminde, Fransa’dan gelen ticaret
en yüksek yeri; Pamir; Everest.\\ bam-ı ferah,
gemilerinin konsolosluklara ödediği aidat,
{OsT} 1. Geniş ve açık çatı. 2. Gökyüzü.|| bâm-ı
balyadur, [İt. im balador > Yun. baladuros => bal-
hadrâ, {OsT} 1. Yeşil çatı. 2. Gökyüzü.|| bâm-ı M e
yadur j j j U I ] {OsT} is. -*■ baladur. sih, {OsTj Dördüncü kat gök.|| bânı-ı nühüm,
BAM ÛIÜMIİİMISÖM.458
{OsT} 1. D okuzuncu çatı. 2. mecaz. Dokuzuncu kat uçar böcek. 5. Yaban arısı. 6. bot. Y azın tarlalarda
gök; dokuzuncu felek. || bâm -ı refî, {OsT} D okuzun biten, develerin yediği beyaz çiçekli, boz yapraklı
cu kat gök.|| b âm -ı vasî, {OsT} 1. Geniş çatı. 2. boz bir ot. 7. Kabuğu kendiliğinden soyulmuş ceviz
Gökyüzü.|| bâm -ı zam âne, {OsT} 1. Zamane çatısı. ve badem vb. 8. A lt dudağın altında çıkan sık sa
2. En aşağıdaki dünya; birinci kat gök. kal. [DS] S b am b ıl arısı, {ağız} Yaban arısı. [DS]
b a m 3, [Far. bâme / bemm / bam j>U] (ba:m) {OsT} is. b am b ıl2, [bamb (yans.) > bambıl] {ağız} sf. 1. (Çocuk
veya hayvan yavrusu için) tombul; şişman. 2. Şı
1. Uzun, gür ve kaba sakal. 2. Borç. 3. Sabah; sa
marık; nazlı; hoppa; yılışık. [DS] S b am b ıl bam -
bah vakti; sabah ışığı. 4. Telli çalgılarda en pes tel.
b ü , {ağız} Tombul tombul. [DS]
S b am teli, 1. Sazın en kalın ses veren teli. 2.
{OsT} A lt dudağın altındaki seyrek sakal telleri. 3. b am b u , [M alezya d. > Fr. bambou] is. bot. Buğday
mecaz. B ir kimsenin çok hassas olduğu, en kolay gillerden sıcak ülkelerde yetişen, 25 m. kadar boy-
incindiği taraf. || b a m teline b asm ak , Birinin çok lanabilen, kabarık düğümlü gövdesi mobilya, mer
duyarlı olduğu konuyu açm ak veya kızacağı bir şey diven, baston gibi eşya yapım ında kullanılan, yirmi
yapmak. beş kadar türü bulunan kamış bitkiler; Hint kamışı;
b a m 4, [bam (yans.)] {ağız} is. Davulun tokm akla vu hezaren, (Bambusa vulgaris). S b a m b u ayısı,
rulan yüzü. [DS] zool. B oz ayıdan daha büyük, beyaz postlu kulakla
rı, ayakları koyu kahverengi, bambu kamışı ile bes
b am ad o r, [İt. pomi d ’oro (altın elmalar)] {ağız} is.
lenen otçul memeli hayvan; büyük panda,
Domates. [DS]
(Ailuropoda melanoleuca).
b am ak , [bâ-mak] (ba:mak) {eT} gçl. f. 1. Bağlamak;
b am b u l, [bamb (yans.) > bam b-ul / banb-ul] is. zool.
raptetmek. [ETY] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî]
1. Kurtçukları ekinlerin köklerini, erginleri de ba
[İKPÖy.] [EUTS] [DLT] 2. Örgü yapmak; örmek.
şakların içindeki taze taneleri yiyerek zarar veren,
[DLT]
km kanatlı, zararlı bir böcek; süne böceği, (Anisop-
b am b , [bam / bamb (yans.)] is. D üzensiz adım atma,
lia austriaca; A. syriaca). 2. {ağız} Zambak. [DS] 3.
zıplama vurm a ve çalma anlatan kök. [Zülfıkar]
{ağız} Dut meyvesi. [DS] 4. {ağız} sf. Tombul; şiş
bamb-ıl bambıl, bamb-ul, bamb-al. ö b am b ın a
man; gürbüz. [DS] 5. {ağız} Şımarık; hoppa. [DS] S
b asm ak , {ağız} Birinin kızacağı bir şey yapmak;
b a m b u l k u rd u , {eAT} K uduz kurdu.|| b am b u l otu,
bam teline basma. [DS]
bot. Hodangillerden beyaz, mavi veya eflatun çi
bam bagiya, [Yun. bambakion] {ağız} is. Pazen. [DS]
çekleri gün batarken ve doğarken vanilya kokusu
bam b al, [bamb (yans.) > bamb-al] {ağız} sf. 1. (Ço yayan, çok su ve sıcak y e r isteyen çalımsı bir bitki,
cuk, hayvan yavrusu vb. için) tombul; şişman; gür (Heliotropium).
büz. 2. Şımarık; hoppa; yılışık. 3. Erkek bal arısı.
b a m b u rta , [İt. bombardone] {ağız} is. Bandoda yer
[DS] S b a m b a l böceği, {ağız} 1. Zehirli örümcek;
alan en kalın sesli borazan. [DS]
böğü. 2. Sığırlara dadanan ve deri altına yavru
b a m b u ru k , -ğu [Bulg. baraboy / brımbare / Aim.
bırakan bir böcek; böğelek. [DS]
Bramburk ?] {ağız} is. Patates (?).[DS] S b am b u -
b am b am , [bam (yans.) > bam+bam] is. Sopalarla oy ru k la rın ı sökm ek, argo. Birini kötülemek; rezil et
nanan bir oyun, mek; kara sürmek.
b am b an , [? bamban] {ağız} is. Az pişmiş yumurta; b am b u s, [? bambus] {ağız} is. Tavukların tepeliği.
rafadan. [DS] [DS]
b a m b an lam ak , [bamban-la-mak] {ağız} gçsz. f. f-r] b a m d a d , [Far. bâm dâd .ıl-uL] (ba:mda:d) {OsT} is. 1.
[-l(ı)-yor] Güvenmek. [DS]
Seher vakti; sabah. 2. Tan yeri. 3. zf. Seher vaktin
b am b aşk a, [ba(m)+başka] (ba'mbaşka) sf. pekşt.
de; sabahleyin,
Benzerlerinden ve türdeşlerinden çok ayrı bir özel
liği bulunan; apayrı; büsbütün başka; farklı; deği b am d ad î, [Far. bâm dâdî \pl_uL ] (bamda:di;) {OsT}
şik; ayruktan ayruk. is. Sabahın erken vakti; seher,
b am b aşk alık , -ğı, [ba(m)+başka-lık] is. 1. Bambaşka bam e, [Far. bâme «L] (ba:me) {OsT}is. 1. Uzun, gür
olm a durumu; gariplik, tuhaflık. 2. Bambaşka olan ve kaba sakal. 2. sf. Sık ve gür sakallı,
şeyin niteliği,
bam ıl, [bam (yans.) > bam-ıl is. {eAT} Kuduz
bam bık, -ğı [pam-buk / pamuk] {ağız} is. Pamuk.
[DS] böceği.
b a m b ıl1, [bamb (yans.) > bambıl] {ağız} is. zool. 1. bam iye, [Ar. bâmiye] {ağız} is. bot. Bamya. [DS]
Ekinler taze iken tanelerin özünü yiyen böcek ve bam y a, [Ar. bâmiye] (ba'mya) is. bot. 1. Meyveleri
bu böceğin sebep olduğu hastalık; süne; tahıl biti; yem ek yapılarak tüketilen ebegümecigillerden bir
{eAT} (aynı). 2. Baklagillere zarar veren bir böcek. sebze, (Hibiscus esculentus). 2. Bu bitkinin kuru ve
3. Üzüm tanelerini yiyen kahverengi ve tüylü bir taze olarak yenilen meyvesi. 3. argo. Çocukların
böcek. 4. Ağaçların yaprak ve çiçeklerini yiyen bir cinsel organı. S b am y a ocağı, Topkapı sarayı teş-
kilatmda bahçe işlerine bakan sınıf.|| b am y a ta r la b a n a 2, [Slav, bana] is. Ilıca; kaplıca, {ağız} (aynı) [DS]
sı, argo. Mezarlık. b an aca, [ben > bana-ca] (bana’ca) {ağız} zf. Bana
-ban, [Far. bârı (koruyucu)] jOsT} son ek. Sonuna göre; bana özgü. [DS]
getirildiği isimlere, o varlığı “koruyan, saklayan, - ban aç, -cı [ban-mak > ban-aç] {ağız} is. Banak. [DS]
cı ” anlamları katan Farsça son ek.
b a n a d u ra , [İt. pomi d ’oro (altın elma)] {ağız} is. 1.
b a n 1, [ban / ban / ban (yans.)] is. Kabaca bağırmayı, Patates. 2. Domates. [DS] S b a n a d u ra pekm ezi,
tavuk ve kuş ötüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] ban
{ağız} Domates salçası. [DS]
ban etmek, ban-la-mak, bang-la-mak, bang-ıl
bangıl, bang-ır bangır, ö b an b an etm ek, {ağız} 1. b a n a k , -ğı [ban-mak > ban-ak] {ağız} is. 1. Kaşık ve
Dövünerek söylenmek. 2. Şaşmak. [DS]|| b a n b an çatal yerine küçük bir külah biçimi verilerek yem e
konuşm ak, {ağız} Yüksek sesle ve iddialı konuş ğe banılan ekmek parçası. 2. Lokma. 3. Sulu ye
mak. [DS] mek; sulu katık. 4. sf. Bir parça; biraz. 5. {ağız} D e
fa; kere; kez. [DS] S b a n a k aşı, {ağız} Sulu yemek.
ban2, [Far. ban 0l>] (ba:n) {eAT} sf. 1. Ulu; büyük. 2.
[DS] '
İleri gelen; bey. 3. is. Arabanın üstü. 4. {OsT} Evin b anak çı, [ban-ak-çı] {ağız} sf. 1. Başkalarının sırtın
üstü; dam; satıh. 5. Çadırların veya evlerin tepesin dan geçinen; hakkı olmayan sofrada kam ını doyu
de baca yerine duman çıkması için açılan delik ve
ran; asalak; dilenci yaradılışlı. 2. Pisboğaz. [DS]
ya ışıklık. ö b an ev, {eAT} Büyük ve görkem li ça-
b a n a k la m a k , [banak-la-mak] {ağız} gçl. f . f- r j [-l(ı)-
dır.|| b an iv, {eAT} Büyük ve görkem li çadır; büyük
yor] 1. Sulu yemeklere ekmeğini batırarak yemek.
ev.
2. Olur olmaz yerde yemek yemek. [DS]
ban3, [Far. bang JSl.] is. 1. Haykırm a veya yüksek
ban al, -li [Fr. banale (köylü işi)] sf. 1. Herkes tara
avaz. 2. Ezan, fi1 b an b a n etm ek, {ağız} 1. Şaşmak.
fından anlaşılan. 2. Herkesin kullandığı. 3. gnşl.
2. D övünerek söylenmek. [DS]|| b an b a n k o n u ş
Bayağı; harcıâlem; âdi.
m ak, {ağız} Yüksek sesle ve iddialı bir şekilde ko
nuşmak. [DS]|| b a n b a n la tm a k , {eAT} Ezan okut b an allik , -ği [banal-lik] is. Banal olm a durumu,
mak. [DK]|| b an verm ek , {ağız} Yankılamak. [DS]|| b a n an ı, [ban-mak > ban-ım / ban-am] {ağız} is. Bir
ban virm ek, (vermek), {eAT} 1. Yüksek sesle ba banımlık yemek; çok az yemek. [DS]
ğırmak; seslenmek. 2. Ezan okumak. b a n a z 1, [ban-az] {ağız} sf. 1. Sersem; beceriksiz;
ban4, [ban] {ağız} is. Otlak; mera. [DS] S b a n a v e r akılsız. 2. Gözleri iyi görmeyen. 3. Karmakarışık;
m ek, {ağız} Sağm al hayvanları otlatm ak üzere ço dağınık. 4. Sersemletecek kadar kuvvetli esen rü z
bana vermek. [DS]|| b an olm ak, {ağız} Yayılarak gâr. [DS] S1 b a n a z olm ak, {ağız} 1. Başı dönmek;
oturmak. [DS] sendelemek; sersemlemek. 2. Şaşmak. 3. Deliye
ban5, [Hırv. ban (bey) / Yun. banos jU] {OsT} is. İm dönmek. [DS]
paratorluk döneminde M acaristan, Y ugoslavya ve b a n a z 2, [ban-az] {ağız} is. Akarsuyun yüzecek kadar
çevresindeki topraklardaki küçük prenslere ve san derinleştirilmiş kısmı; su birikintisi. [DS]
cak beylerine verilen unvan. b a n a z ırm a k , [ban-az-ır-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1.
ban6, [Çin. pan] {eT} is. Ü zerine yazı yazılan tahta, Sersemlemek. [DS] 2. Banaz olmak,
yazı tahtası. [EUTS] b a n b , [banb (yans.)] is. Düzensiz adım atma, zıplama
ban7, [Çin. wan] {eT} is. On bin. [EUTS] vurm a ve çalm a anlatan kök. [Zülfıkar] banb-ıl,
ban8, [Ar. ban OL] (ba:n) {OsT} 1. Sorgun ağacı; bey banb-ul.
söğüdü. 2. mecaz. Sevgilinin boyu. S1 b a n ağacı, b a n b a l1, [banb-al] {ağız} is. Arı büyüklüğünde yeşil
bot. Sıcak bölgelerde yetişen sevgi çiçeğigillere başlı bir tür sinek. [DS]
yakın kırmızı veya beyaz çiçekli, gövdesinden ve b a n b a l2, [bamb-al / banb-al] {ağız} sf. 1. Şımarık. 2.
tohumlarından elde edilen tatlı ve kokusuz yağı M irasyedi. [DS]
halk hekimliğinde m üshil ve kusturucu olarak kul b a n b a n , [ban+ban] (banban) {ağız} sf. (Kişi için)
lanılan bir ağaç, (M oringa oleifera).|| b a n o tu , bot. yüksek sesle konuşan; gürültücü. [DS]
Çiçekleri morumsu, meyveleri siyah, korularda ban b ıl, [banb (yans.) > banb-ıl] {ağız} sf. 1. Hantal. 2.
yetişen, zehirli ve uyuşturucu tohumları tıpta kulla is. Bambul. 3. is. Yaban arısı. [DS]
nılan patlıcangillerden bir bitki, (Hyoscyamus ni-
ger). || b an yağı, Ban ağacının meyvesinden elde b a n b u k , [p an b u k jj^ lı] {eAT} is. Pamuk.
edilen ve halk hekimliğinde m üshil olarak kullanı b an b u l, [banb (yans.) > banb-ul is. -*■ bambul.
lan yağ; H int yağı.
<5 b a n b u l k u rd ı, {eAT} Kuduz böceği.
ban a1, [bene > manna > bana] zm. Birinci teklik kişi
banc, [banc (yans,)] is. M ıncıklamayı anlatan kök;
zamiri (ben)'m yaklaşm a hali. <3 b a n a m ısın de
banc-ık-la-mak.
m em ek, H iç oralı olmamak; aldırış etmemek.
BAN öIÜ M IİİM E S öM . 4 6 0
bancı, [ban > ban-cı] {ağız} is. Müezzin. [DS] fi1 bandıra, [İt. bandiera] is. dnz. 1. Bir geminin hangi
bancıla kal! {ağız} “Ol, geber!" anlamından ilenç ülkeye ait olduğunu gösteren bayrak. 2. Yabancı
sözü. [DS] devlet bayrağı. 3. gnşl. Renkli flama. 4. Uyrukluk,
bancıklam ak, [banc (yans) > banc-ık-la-mak] {ağız} bandıralı, [bandıra-lı] sf. 1. Bandırası olan. 2. Belir
gçl- f [~r] [~Hl)-yor] 1. Yemeğin kıyısından bir tilen ülkenin bandırasını taşıyan,
parça yemek; tadına bakmak. 2. Parmakla karıştır bandırgaç, [ban-dır-gaç] {ağız} is. M ürekkep kalemi;
mak. [DS] kamış kalem. [DS]
banço, [Amerikan İng. banjo] (ba'nço) is. miiz. 1. bandırma, [ban-dır-ma] is. 1. Bandırmak eylemi. 2.
A merikan zencilerinin kullandığı, daha sonra da {ağız} B ir ipliğe dizilmiş ceviz ve fındık gibi kuru
caz topluluklarında yer almış bulunan göğsü deri yemişlerin şekerli nişasta veya pekmez içine daldı
kaplı, yuvarlak gövdeli, uzun saplı, telli saz. 2. rılması ile elde edilen tatlı; cevizli sucuk; tatlı su
Otobüslerde karşılıklı iki kollu arka köprü karteri.
cuk; şekerli sucuk. [DS] 3. İri taneli, beyaz üzüm;
banda, [Yun. banda] {ağız} is. Dik dörtgen biçiminde razakı. 4. {ağız} Kuru üzüm. [DS] 5. {ağız} Üzümleri
desenleri olan renkli işleme; duvar süsü. [DS] potaslı suya batırm ak için kullanılan iki kulplu
bandaj, [Fr. bandage] is. 1. Bir yarayı veya yaralı bir süzgeç. [DS] 6. {ağız} Üçgen olarak kesilmiş yufka
organı saran şerit halindeki bez; sargı; bağ. 2. Sargı yı tereyağında kızarttıktan sonra üzerine şerbet dö
beziyle sarma işi; sarma; bağlama. 3. oto. Otomobil kerek yapılan cevizli tatlı. [DS] 7. {ağız} Bir direk
tekerleğinin jantını çevreleyen çelik veya kauçuk ucunda denize atılan bir tür balık ağı. [DS] S ban
çember. S bandaj takma, Isıtma yoluyla bir ara dırma kabı, Kurutulacak üzüm, incir ve kayısı gibi
ba tekerleğine dem ir çember geçirme. meyvelerin serilmeden önce içine daldırıldıkları
bandajlama, [bandaj-la-ma] is. Bandajlamak eyle potaslı sıvının konduğu kap. | bandırma keleteri,
mi; sarma; bağlama, {ağız} Üzümleri bandırmak için kullanılan sepet.
bandajlamak, [bandaj-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı) -yor] [DS]|| bandırma tahtası, {ağız} Bandırılan üzüm
Bir yarayı veya yaralı organı sargı ile sarmak; bağ sepetlerinin üzerine konularak akan sııyun tekrar
lamak; sarmak, su kabına akmasını sağlayan tahta. [DS]|| Bandır
bandajlanm a, [bandaj-la-n-ma] is. Bandajlanmak i- ma taşı, Parke kaldırım yapım ında kullanılan cam
şi; sarılma; bağlanma, gibi parla k parçalı, magnezyum borattı sert taş.
bandajlanmak, [bandaj-la-n-mak] edil. f. [-ır] Sarıl bandırm ak, [ban-dır-mak {ağız} g ç l . f [ - u ] \.
mak; bağlanmak, Batırmak; bulaştırmak. {eAT} (aynı) [DS] 2. Daha
bandak, -ğı [ban-mak > ban-dak] {ağız} is. 1. Banak. şeffaf, sarı görünmesi veya çabuk kuruması için
2. Dağlardan inen suyun, dağın eteklerinde meyda kurutulacak üzüm incir ve kayısıyı potaslı sıvı içine
na getirdiği bataklık. 3. Uçlarından bağlanm ış ot daldırmak. 3. {ağız} Suya batırmak; daldırmak. [DS]
demeti. [DS] 4. {ağız} Yemekten almasına, yemesine izin ver
bandakçı, [ban-dak-çı] {ağız} sf. Fler işe girişen fakat mek. [DS] 5. {ağız} Lokmaları yemeğin suyuna hatı
başarısız olan; beceriksiz. [DS] ra batıra yemek. [DS] 6. {ağız} Şerbeti tatlıya içirt
bandaklam ak, [ban-dak-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [- mek; emdirmek. [DS]
l(ı)-yor] 1. Bir yeri elle karıştırmak; elle bozmak. bandırm alı, [ban-dır-ma-lı] {ağız} sf. Yasa dışı cinsel
2. Cıvık şeyleri parmakla almak. 3. Ondan bundan ilişkilerde bulunan kadın; orospu. [DS]
karıştırmak. 4. Yemeğin kenarından azıcık alıp ye bandik, -ği [? bandik] {ağız} is. 1. Şalvar. 2. Çocuk
mek; tadına bakmak. [DS] ayakkabısı. 3. K üçük lamba. 4. Çabuk ateş alabilir,
bandana, [İng. bandanna] is. Lekeler bırakılarak bo yanabilir madde; kav. 5. Çam ağacından yapılmış
yanmış mendil, bardak veya testi. 6. Parmak. [DS] fi1 bandik at
bandal, [İt. bandera] {eT} is. 1. Ağaçtan omuz başı mak, {ağız} Parm ak atmak. [DS]
biçiminde çıkarılan parça. 2. Karnından sırtına ka bandiklemek, [bandik (parmak) > bandik-le-mek]
dar kemer gibi beyazı olan hayvan. [DLT] S ot {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(i)-yor] 1. Yemeğin kıyısından
bandal, {eT} Ağaçtan omuz başı biçiminde çıkarıl azıcık yemek; parm akla tadına bakmak. 2. (Bece
dıktan sonra yakılarak közii ile oynanan bir tür riksiz ve ehliyetsiz kişi için) bir işi beceremeyerek
çevgen oyunu. [DLT] bozmak. [DS]
bandıkm ak, [ban-dık-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1. bando,1 [İt. banda] (bando) is. müz. Vurmalı ve
Çok ağlamak. 2. Bunalmak; ıstırap çekmek; çok nefesli çalgılardan meydana gelmiş askerî mızıka
yorulmak; yorgunluktan ölecek gibi olmak. 3. Çok topluluğu.
susamak; hararet basmak. 4. Fazla istekli olmamak. bando2, [İt. in bando] (b a ’ndo) ünl. Çekilmekte ya
5. Çok acıkmak. 6. İmrenmek; ağzının suyu akmak. da koyuverilmekte olan bir halatın birden bırakıl
7. Suyu, şarabı patlaymcaya kadar içmek. [DS] ması için verilen “Bırak ! ” emri ve sözü.
o r y M iif a a ü ü .4 6 1 BAN
bandocu, [bando-cu] is. Bandoda görevli olan kimse, bangaru, [ben > ben-ğaru] (bananı) {eT} zm. Teklik
bandrol, -lü [Fr. banderole] is. 1. Paket veya şişe birinci kişi zamirinin yönelme durumu; bana doğru,
ağzına süs olsun diye veya tüketicisinden önce açıl banger, [İt banchiere] is. argo. Çok zengin kimse,
masın diye konulmuş renkli yaprak. 2. D evlet tara bangıdak, -ğı [bang (yans.) > bang-ı-dak] {ağız} zf.
fından belli bir verginin alındığını belirten küçük (Ağlam ak için) yüksek sesle. [DS]
etiket. 3. Bayrak direğinin tepesine süs olsun diye bangıl, [bang (yans.) > bang-ıl] is. Y üksek sesle ba
konulan uzun şerit, ğırma, ağlama, uluma bildiren yansımalı gövde. S
bandura, [Yun. pandura > Fr. bandoura] is. müz. bangıl bangıl, {ağız} 1. (Konuşma için) kaba, hid
M oğollar tarafından bulunmuş, bugünkü mandolin, detli ve yüksek sesle. 2. (Suyun akışı için) çağıl ça
tambur ve balalaykanın babası sayılan bir telli çal ğıl; gürül gürül. [DS]|| bangıl bungul, {ağız} (Ko
gı- nuşma için) kaba ve yüksek sesle. [DS]
bandurma, [ban-dur-ma] {ağız} is. Flaşlarm ış tavuk bangıldamak, [bang (yans.) > bang-ıl-da-mak] {ağız}
veya hindinin suyuna parm ak kalınlığında dürül g ç sz .f. [-r] [-d(ı)-yor] Yüksek sesle ve öfkeli ola
müş yufkalar batırılıp tepsiye dizildikten sonra üze rak bağırmak; rasgele bağırarak konuşmak. [DS]
rine de haşlama etler konularak yapılan yemek. bangır, [bang (yans.) > bang] is. Y üksek sesle bağır
[DS] ma, haykırma bildiren yansımalı g ö v d e . ö bangır
bandurmak, [ban-dur-mak {eAT} g ç l.f. [-ur] bangır, 1. Gürültülü bir şekilde; avazı çıktığı ka
dar. 2. Yüksek sesle. 3. {ağız} Çok üzüntülü olarak.
Batırmak; bulaştırmak,
[DS]|| bangır bangır bağırm ak, Bütün kuvvetiyle,
bane, [Far. bâne ^L] (ba:ne) is. Kasık, avazı çıktığı kadar bağırmak.\\ bangır bangır ko
baneva, [Far. bânevâ / bânüvâ IjjL] (ba.neva:) sf. 1. nuşmak, {ağız} Yüksek sesle konuşmak. [DS]
Mal mülk sahibi; zengin. 2. Tanınmış; ünlü; m eş bangırdama, [bang (yans.) > bang-ır-da-ma] is. B an
hur. gırdamak işi.
bang1, [ban / ban / bang / bank / beng (yans.)} is. bangırdam ak, [bang (yans.) > bang-ır-da-mak] gçsz.
Kabaca bağırmayı, tavuk ve kuş ötüşünü anlatan fi [-r] [-d(ı)-yor] Öfkeden yüksek sesle bağırıp ça
kök. [Zülfıkar] bang-la-mak, bang-ıl bangıl, bang-ır ğırmak.
bangır. S bang etmek, {ağız} Bağırmak; seslen bangırdm ak, [bang (yans.) > bang-ır-t-mak] {ağız}
mek; çağırmak. [DS] gçl. fi. [-ır] Sinirlendirerek bağırmasına yol açmak.
bang2, [Far. bâng Jü y (ba:ng) {OsT} is. 1. Haykırma. [DS]
bangırmak, [bang (yans.) > bang-ır-mak] {ağız} gçsz.
2. Ses; seda. S bâng-i Allah, Ezan. | bâng-i na
fi. [-ır] (M anda için) bağırmak. [DS]
maz, E zan.|| bâng-i revârev, 1. B üyük bir şahsın
bangış, [? bangış] {ağız} is. Dişi yaban domuzu. [DS]
geldiğini haber vermek için çalınan borazan sesi.
hangilenmek, [bang-i-le-n-mek] {ağız} gçsz. fi [-ir]
2. İsra fil’in m ahşer gününü ilan etm ek için çalaca
Budalalık etmek; dikkatsizlik etmek. [DS]
ğı söylenen ikinci boru se.sz.|| bâng-zen, Haykıran;
seslenen. banglam ak1, [bang (yans.) I Far. bang > ban-la-mak
,3^-KiL;] (banlamak) {eAT} gçsz. f. [-r] 1. Yüksek
bang3, [ban i)lı] (ban) {eT} is. 1. Bağırma. [DLT] 2.
sesle bağırmak; haykırmak; seslenmek; çağırmak;
{eAT} is. Ezan, fi1 ban banlatmak, {eAT} Ezan
{ağız} (aynı). [DS] 2. Ezan okumak. [DK] 3. Gök
okutmak.|| ban barmağı, {eAT} Şahadet parm ağı.||
gürlemek. 4. {ağız} (Horoz için) ötmek. [DS] 5.
ban sıgtamak, {eT} Bağırmak. [DLT]|| ban virmek,
{ağız} (Eşek için) anırmak. [DS] 6. {ağız} Sayıkla
{eAT} I. Ezan okumak. 2. Yüksek sesle bağırmak;
mak. [DS] 7. {ağız} (Sır için) ağzından kaçırmak;
seslenmek.
söyleyivermek. [DS]
bang4, [Far. bang ti l] is. argo. Afyon; haşhaş bitki banglam ak2, [bang (yans.) > ban-la-mak] (banlamak)
sinden çıkarılan uyuşturucu madde; haşiş. {ağız} g çsz.f. [-r] [-l(ı)-yor] Davetsiz gelmek. [DS]
banga1, [ben-ğa > bana] (bana) {eT} zm. Teklik bi bangnamak, [bang (yans.) > ban-la-mak] (banna-
rinci kişi zamirinin verm e durumu; bana. [ETY] S mak) {ağız} g ç sz .f. [-r] [-n(ı)-yor] -*• banglam ak1.
bana seni gerek, {eA T} Bana sen gereksin. [DS]
banga2, [bang (yans.) > bang-a] {ağız} is. Yankı; aksi banı, [ban-ı] {ağız} is. 1. Yayla evi; çiftlik. 2. M andı
seda. [DS] ra; ağıl. [DS]
bangaboz, [Yun. panagatos (iyi kalpli)} sf. argo. Saf; banıç, -cı [ban-ıç] {ağız} is. 1. Banak. 2. Yudum. [DS]
bön; ahmak. banıkm ak, [ban-ık-mak] {ağız} gçsz. fi [-ır] 1. Çok
bangaçça, [İt. bancaccia] (ba ’ngaçça) is. dnz. Gemi susamak; hararetlenmek. 2. Bunalmak; sıkılmak.
de dizi halinde duran sandık ya da kasalar, [DS]
bangadak, -ğı [bang (yans.) > bang-adak] {ağız} zf. banım , [ban-ım] {ağız} is. 1. Banak. 2. Yudum. 3. Az
(Bağırmak, ağlamak için) birdenbire. [DS] kalmış yemek. 4. Sütün kaymağı. [DS]
BAN Û I Ü M T Ü R S Ü M .^
banıt, [Sansk. phânita] {eT} is. Şurup. [EUTS] [Gabain] faizle para veren kişi. 3. Büyük m iktarda altın ve
bani, [Ar. bina (kurmak) > banı ^Jl] (ba.ni:) {OsT} para ticaretiyle uğraşan kişi. 4. mecaz. Çok zengin
kişi.
is. 1. İnşa eden veya ettiren; yapan, yaptıran. 2. Ku
ran; kurucu; müessis. 3. Yaratıcı (Allah). bankerlik, -ği [banker-lik] is. 1. Bankerlerin işi ve
mesleği. 2. Bankerlerce gerçekleştirilen iş ve iş
banjo, [İsp. > Amerikan İng. banjo] (ba'njo) is. miiz.
lemlerin tümü,
1. Amerikan zencilerinin kullandığı, daha sonra da
caz topluluklarında yer almış bulunan göğsü deri bankerzede, [İng. banker + Far. zede (uğrayan)] is.
kaplı, yuvarlak gövdeli, uzun saplı, telli saz; banço. Bankerden para aldığı parayı ödeyemediği veya
bank1, [ban / ban / bang / bank / beng (yans.)] is. Ka yüksek faiz umarak çok büyük m iktarda para yatı
baca bağırmayı, tavuk ve kuş ötüşünü anlatan kök. rıp geriye tahsil edemediği için çok büyük zarara
[Zülfıkar] bank-ır-mak, bank-ıl bankıl. uğramış kişi, (20. yy. sonu).
bank2, [Far. bang (afyon)] {ağız} sf. Sersem; budala; banket, [Fr. banquette] is. 1. Karayollarının kaplama
şaşkın; duygusuz. [DS] ö bank olmak, {ağız} Ser dışında kalan, taşıtların güvenle durmaları için ve
sem olmak. [DS] ya yayaların kullanım ına ayrılmış çakıllı bölüm. 2.
Arkalıksız, küçük oturaklı sıra; küçük bank,
bank3, [Aim. banki > Fr. banque] is. 1. Park ve
bahçelerde oturmak için konulmuş uzunca ve arka bankıl, [bank (yans.) > bank-ıl] {ağız} is. Yüksek
lıklı bir çeşit sıra. 2. Camcıların aletlerini yerleştir sesle bağırmayı anlatan yansımalı gövde. [DS] S
dikleri küçük sıra. 3. dnz. Kürekçi sırası. bankıl bankıl, {ağız} (Ağlamak için) yüksek sesle
ve acı acı. [DS]
bank3, [Fr. banque] is. Bankanın kısaltılmışı.
bankır, [bank (yans.) > bank-ır] is. Kabaca bağırma
bank4, [Dan. banke > İng. bank (sığlık)] is. dnz.
yı, tavuk ve kuş ötüşünü anlatan yansımalı gövde,
Denizlerde mercan kayalıklarından meydana gel
ö bankır bankır bağırm ak, {ağız} Avazı çıktığı
m iş sığ ve tehlikeli yer.
kadar bağırmak. [DS]
bank5, [İt. banco (sıra, masa)] is. M ağazalardaki tez
bankırm ak, [bank (yans.) > bank-ır-mak] {ağız} gçsz.
gâh.
f. [-ır] 1. Böğürmek. 2. Bağırmak; bağrışmak. [DS]
banka1, [İt. banco (para bozma tezgâhı)] (b a ’nka) is.
bankiz, [Aim. Bank (geniş blok) + Eis (buz) ? > Fr.
1. Faizle para alıp veren, çeşitli parasal işlemler
banquise] is. coğ. Kutup bölgelerinde deniz suyu
yapan, kasalarında para veya değerli eşya saklayan
nun donmasıyla meydana gelen geniş buzluk alan;
kuruluş. 2. Bankacılık işlemlerinin yapıldığı yer. S
buzla.
banka cüzdanı, Bankada hesabı olanlara hesapla
rının dökümünü gösterm ek amacıyla verilen küçük banknot, [İng. bank (banka) + note (kâğıt)] is. bank.
defter.\\ banka gibi, Çok zengin kim se.|| bankadan 1. Banka kâğıdı. 2. Kâğıt para; kaime. 3. Lira,
para çekmek, Bankadaki hesabından para almak. || banko, [İt. banco] (b a n ko ) is. 1. Bir kurum a iş için
bankaya para yatırmak, Bankadaki hesabına p a gelenlerle görevliler arasında yer alan yüksek ve
ra koymak. dar masamsı bölme. 2. Ayak üstü yem ek yenen
banka2, [İt. banco] is. dnz. Kadırgalarda kürekçilerin yerlerde duvara bitişik dar tabla; büfe. 3. At yarışı
oturduğu sıra, ve loto gibi tahm ine dayalı kumar oyunlarında ka
bankacı, [banka-cı] is. 1. Bankada görevli ve banka zanacağına kesin gözü ile bakılan seçenek. 4. Oyu
cılık işlemleri ile uğraşan kimse. 2. Bankası olan nu yöneten kişinin ortaya koyduğu para. 5. Kumar
kişi. 3. Banka yöneticisi, oyununu yöneten kişi,
bankacılık, -ğı [banka-cı-lık] is. 1. Bankacının işi; banlama, [ban-la-ma] is. Banlam ak işi.
bankacının mesleği. 2. Bankalar tarafından yapılan banlam ak1, [bang (yans.) > ban-la-mak] gçsz. f. f r ]
veya bankalarca gerçekleştirilen işler. "5 bankacı [-l(ı)-yor] 1. Y üksek sesle bağırmak; seslenmek;
lık hukuku, huk. Bankaların kuruluşunu, işleyişini haykırmak; {ağız} (aynı). [DS] 2. Ezan okumak. 3.
ve yaptığı çalışmaların denetlenmesi usullerini dü {ağız} (Horoz için) ötmek. [DS] 4. Gök gürlemek. 5.
zenleyen hukuk kuralları. {ağız} Anırmak. [DS] 6. {ağız} Sayıklamak. [DS] 7.
bankamatik, -ği [banka+ (oto)-matik] is. Banka {ağız} Gizlenmesi gereken şeyi söyleyivermek. [DS]
gişelerine gitmeden şifreli özel kartlarla para çek 8. {ağız} Şaşmak. [DS]
me, yatırma, havale vb. işlemleri günün her saati banlam ak2, [dam-la-mak ? > ban-la-mak] {ağız}
yapabilen para makinesi, (20. yy. sonu). g çsz.f. f r ] [-l(ı)-yor] Davetsiz gelmek. [DS]
banke, [Rus. banka => banke] {ağız} is. İçine reçel, banliyö, [Fr. ban (yasak) + lieue (fersah) > banlieue]
salça vb. konulan toprak kap; çömlek. [DS] (ba ’nliyö) is. Bir şehrin yakınında oturma alanı ola
banker, [İt. banchiere > İng. banker] is. 1. Banka rak düzenlenmiş küçük kasaba veya köy; dış m a
sahibi; bankacı. 2. Hisse senedi, tahvil alım satımı halle; çevre; dolay. S banliyö treni, Şehir ile ban
ile uğraşan, faizle para toplayıp isteyenlere yine liyö arasında işleyen tren.
BAR
banm a, [ban-ma] is. 1. Banmak eylemi. 2. {ağız} Ça bir bölüm ünü güneşin kimyasal ve fiziksel etkisin
maşır yıkamak, pekmez kaynatm ak için kullanılan de bırakmak. S banyo havlusu, Yıkandıktan sonra
altı dar ağzı geniş bakır kap; kazan. [DS] 3. {ağız} kullanılmak üzere imal edilmiş büyük boy havlu.\\
Kap içinden hayvan gibi eğilerek ağzını batırıp su b anyo k azanı, Termosifon.\\ banyo küveti, içine
içme. [DS] sıcak su doldurularak yıkanılan özel yapılmış tek-
banm aç, [ban-maç] {ağız} is. Un ile yapılan sirkeli ve «e.|| b anyo sab u n u , Yıkanılırken kullanılan özel
sarımsaklı bir yemek. [DS] sabun.\\ banyo süngeri, Yıkanırken sabunlanmakta
banm ak, [bâ-mak > ba-n-mak] {eT} gçl. f. [-ar] 1. kullanılan özel temizlik aracı.|| b an y o teknesi,
Bağlanmak. [DLT] 2. (Okluk için) beline bağlamak; {ağız} Çamaşır teknesi. [DS]|| ban y o y a girm ek , Su
bağlanmak; kuşanmak. [ETY] [DLT] 3. Y emek a- dolu küvet içine girerek yıkanmak.\\ banyo y a p
macıyla bir yiyeceği sulu ya da tuz, biber gibi toz m a k (etmek), Yıkanmak; çimmek.
bir maddeye batırıp çıkarmak. 4. {ağız} Kap içinden banyol, [İt. bagnuolo (küçük hamam)] {OsT} is.
hayvan gibi eğilerek ağzını batırıp su içmek. [DS] Kadırgada kürek mahkûmu olanların hapishanesi,
5. {ağız} (Kedi, köpek vb. için) yiyeceklere dilini b an zala, [? banzala] {ağız} sf. Biçimsiz; büyük. [DS]
batırmak. [DS] 6. dönşl. f. {ağız} Batmak; batıp b an zı, [Kençek. banzı] {eT} is. Bağ bozulduktan son
çıkmak; her tarafı bulaşmak. [DS] ra asm alarda kalan taneler. [DLT]
banm ık, [bâ-n-mık] {eT} is. B ir tür hastalık. [EUTS] b ao b a p , -b ı [Ar. bü hibab / Afrika yer. d. baobab] is.
bansı, [ban-sı] {ağız} is. Sığırların yem ve ot yedikle bot. A frika ve A sya’nın sıcak bölgelerinde yetişen,
ri yemlik. [DS] gövdesinin çapı çok geniş, kabağı andıran tatlı
bansım ak, [ban-sı-mak] {ağız} g ç sz.f. f r ] Götürü iş m eyveleri olan, kabuğunun sert lifleri dokumacılık
almak. [DS] ta kullanılan bir ağaç, (Adansonia digitata).
bant, -dı [Fr. bande] is. 1. Düz, dar, yassı bağ; şerit. b ap , -bı [Ar. bâb «_>Lj] {OsT} is. 1. Kapı. 2. Kitap bö
2. Küçük yaraları kapatm ak için üzerine yapıştırı lümleri. 3. Konu. 4. Arap gramerinde mastar çeşit
lan ilaçlı kâğıt. 3. Ses ve görüntü kaydetm ek için lerinden her biri. S b a p tu tm a k , {eAT} Uğurlu
kullanılan m anyetik şerit. S b a n d a alm ak , B ir sesi saymak.
veya görüntüyü özel cihazla kaydetmek. || b a n t dol
b a p ir, [Kürt. bâw (baba) + pır (yaşlı) > bâw-i pır]
d urm ak, B ir bandı ses veya görüntü ile doldur-
{OsT} is. Hükümdar; reis,
mak. || b a n tta n verm ek , D aha önceden banda kay
b a p u r, [İt. vapore (buhar)] {ağız} is. -*■ vapur. [DS]
dedilmiş görüntü veya sesi radyo ve televizyondan
yayınlamak. -b a r, [Far. bâriden (yağmak) > -bâr jl> -] (ba:r) {OsT}
banting, [bânden / bantin] (bantih) {eT} is. Oturmaya son ek. 1. Sonuna getirildiği isimlere "yağan, y a ğ
mahsus sıra. [EUTS] dıran, saçan, serpen, dökeri” anlamları katarak bir
bantlam a, [bant-la-ma] is. Bantlamak işi. leşik sıfatlar yapan Farsça bir son ek. 2. Bir yerin
bantlam ak, [bant-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] 1. İki içindeki bolluğu ve kalabalığı anlatan son ek.
ve daha çok nesneyi bir bant ile tutturmak; bantla B a r, [Ar. bârı (yaratan) jL] (ba:r) {eT} {OsT} is. Tan
bağlamak. 2. Bant yapıştırmak, rı. S B âr-i h ü d â, {OsT} Allah; Tanrı.
banu, [Far. bânü _ylj] (ba:nu:) {OsT} is. 1. Bayan; ka b a ’r, [Ar. ba‘r is. (Küçük küreler halindeki) hay
dın; hanım. 2. Hanımefendi; prenses; soylu kadın. van pisliği.
3. Gelin. 4. Şarap, gül suyu gibi sıvıların kabı; sü b a r 1, [bar (yans.)] is. Y üksek sesle bağırmayı, ağız
rahi. S bânfl-yı m aşrık , D oğu prensesi; Güneş. || kavgası gürültüsünü anlatan kök. [Zülfıkar] bar bar
bânü-yı M ısr, M ısır prensesi; Y u su f ile Züleyha bağırmak, ö b a r b a r, (Bağırmak için) öfkeli ve
hikâyesinin kadın kahramanı; Zeliha.
yü ksek sesle.|| b a r b a r b ağ ırm a k , Yüksek sesle
banuc, [Far. bânüc (ba:nu;c) is. Salıncak. bağırmak, çağırmak. || b a r v erm ek , {ağız} B ir kim
banyo, [Lat. balneum > İt. bagno] (b a ’nyo) is. 1. senin üzüntü ile ağlayıp sızlam asına dayanama-
Binaların, yıkanma, tem izlik ve tuvalet ihtiyacı için mak. [DS]
ayrılmış, içinde lavabo, tuvalet ve duş, küvet gibi b a r 2, [bar / par (yans.)] is. Alevlenm eyi, parlamayı
tesisatı bulunan bölümü; akarca; armak; çimek; anlatan kök. [Zülfıkar] bar-la-mak.
duş; gusülhane; hamam. 2. Y ıkam ak veya yıkan b a r 3, [bâ-mak (olmak; mevcut olmak; var olmak) >
mak eylemi. 3. Tedavi ve sağlığı korum ak amacıy bâ-r (r; geniş zaman eki) / ba-r-ır] (ba;r) {eT} is. 1.
la dezenfektan bir sıvı içine vücudun bir bölümünü Var; mevcut. [İKPÖy.] [Yüknekî] [Gabain] [Üç
daldırma işi. 4. Teknik bir işlem için özel olarak İtigsizler] [Nevâyî] [DLT] [Tekin] [ETY] 2. sf. Hep.
hazırlanmış sıvı. 5. İçinde yıkanılan tekne ve küvet. [EUTS] 3. Büyük. [DLT] 4. Varlık. S b a r m u? Var
6. Sıcak su tedavisinin uygulandığı yer; ılıca; kap mı? [DLT]|| b a r yigde, İri iğde (Zizypha rubra).
lıca. 7. Tedavi amacıyla vücudun tam amım veya [DLT]
BAR Ö IÜ M IÖ lftS Ö Z b İilU M
b ar4, [ba-mak > ba-r] {eT} is. 1. Düğüm. 2. Anlaşma; b ar10, [Fr. barre] is. 1. Çubuk halindeki jim nastik
akit. 3. Sulh. aleti. 2. Dansçıların alıştırma çalışmaları yaptıkları
bar3, [Erme, p ’ar / m ar > bar jl>] {eAT} is. 1. Kir; pas. duvarlara tutturulm uş ağaç sopalar.
2. Kapların dibinde oluşan tortu. 3. {ağız} Sirke ve bar11, [Lat. b a n a (parmaklık, engel) > İng. / Fr. bar]
pekmez gibi sıvıların üzerinde meydana gelen küf; is. 1. Meyhanelerde m üşterilerin ayakta içki içtikle
por. [DS] 4. {ağız} Hastalıktan dolayı ağızda mey ri yüksekçe tezgâh. 2. Dans edilip eğlenilen içkili
dana gelen beyazlık. [DS] 5. {ağız} Sürahi, çaydan yer. 3. gnşl. Tiyatro, vapur vb. yerlerde içki içilen
lık ve bardak gibi kaplarda oksitlenme vb. neden yer. S bar kadını, İçkili yerlerde müşterilerle on
lerle meydana gelen pas; tortu; kireç. [DS] 6. {ağız} ların hesabından içki içip onları eğlendiren kadın.
Tükürük; salya. [DS] 7. {ağız} Yapışkan olan her b ar12, [İng. bar] is. matb. Kesme ve ayırma işareti o-
hangi bir madde. [DS] S bar bağlamak, {ağız} K ir larak kullanılan iki paralel çizgi; (//).
tutmak; kirlenmek; kireç bağlamak. [DS] b a r13, [Yun. baros (ağırlık) > Fr. bar] is. Hava basınç
bar6, [Erme, bar / par (oynamak, dans)] is. fo lk. 1. birimi, bara1, [bara] {eT} is. 1. B ir ilaç. [EUTS] 2.
Erzurum ve dolaylarında el ele tutuşularak oynanan Bir tartı ölçüsü birimi. [EUTS] 3. {ağız} Demirden
hareketli bir halk oyunu. 2. {ağız} Deniz turu. [DS] kaldıraç çubuğu. [DS]
bar7, [Far. bâr j l ] (ba:r) {OsT} 1. Yük. 2. Hamilele b ara1, [bara] {eT} is. 1. Bir ilaç. [EUTS] 2. Bir tartı
ölçüsü birimi. [EUTS]
rin karınlarında taşıdıkları cenin. 3. mecaz. Sıkıntı,
üzüntü. 4. Yay kirişi. 5. Meyve, çiçek ve yaprak bara2, [Bulg. bara] {ağız} is. 1. Bataklık. 2. Göl. 3.
gibi ağaç ürünleri; meyve ağaçlan ile sebzelerin Sis; duman. 4. Ocak başı. [DS]
çiçekleri, {ağız} (aym) [DS] 6. mecaz. Sermaye; ana bara3, [Yun. mpâra] {ağız} is. Demirden kaldıraç
mal. 7. {ağız} Fasulye, bezelye gibi bitki tohum ları çubuğu. [DS]
nın yeşil kabuğu. [DS] fi1 bâr-âver, {OsT} 1. Bol Baraba, [baraba] is. Batı Sibirya’da yaşayan bir
meyve veren; meyveli. 2. iy i sonuç veren; faydalı.\\ Türk kavminin adı.
bâr-ber, {OsT} Yük taşıyan; hamal.\\ bâr-berdâr, baraban, [Far. bâlâ-bân => balaban] is. -*• balaban,
{OsT} I. Yük kaldıran hamal. 2. Sıkıntıya tahammül barabar, [Far. ber â ber yly] {ağız} zf. -*■ beraber.
eden; sabırlı.\\ bâr-dân, {OsT} 1. Bavul, denk, do [DS]
lap, çekmece gibi içine eşya konulan yer. 2. Şarap
barabarlaşmak, [Far. ber â ber + T. -le-ş-mek
şişesi.|| bâr-dâr, {OsT} 1. Yüklü; hamile. 2. (Ağaç
için) bol meyveli. | bâr-gîr, {OsT} 1. Yiik kaldıran; j-o-iJ] {OsT} {eAT} işteş, f. [-ur] Beraberleşmek.
y ü k tııtan. 2. -*■ bargir. 11 bâr-ı dil, {OsT} Gönül y ü barabat, [Yun. parapat] {ağız} is. 1. Bir tür balık ağı.
kü; gam; keder.\\ bâr-ı girân, {OsT} Ağıryük.\\ bâr- 2. gnşl. Hile; düzen; yalan. [DS]
hâne, {OsT} 1. Yüklük. 2. Yolcu eşyası indirilecek baracuk, [eT. barak > barak-çuk] {eAT} is. Uzun
yer. || bâr-ı hayât, {OsT} 1. H ayat yükü. 2. Yaşamın tüylü küçük köpek,
ağır yönleri.\\ bâr-ı intizâr, Bekleme yükü; bekle
baragadi, [Yun. paragadi] {ağız} is. Çok iğneli uzun
m enin verdiği ıstırap. | bâr-ı istihfaf, K üçük gö
balık oltası. [DS]
rülmeden duyulan üzüntü.\\ bâr-ı kaza, Kaderin
baragan, [bar-mak (varmak) > bar-ağan] {eT} sf.
verdiği elem ve üzüntüler; kader yükü,|| bâr-ı ke
Daima giden; çok varan; çok giden. [DLT]
der, {OsT} Üzüntü yükü; keder yükü.\\ bâr-ı mih
net, {OsT} Eziyet ve elem yükü.\\ bâr-keş, {OsT} I. baragidi, [Yun. bre (hey) + T. gidi / bar-m ak (var
mak, gitmek) + git-m ek > bar-a gid-i ?] {ağız} ünl.
Yük kaldıran hamal. 2. Sıkıntıya tahammül eden;
A dama bakın; hey! [DS]
sabırlı. | bar-m end, {OsT} (Ağaç için) m eyveli;
m eyve veren.\\ bar olmak, {OsT} Yiik olmak.\\ bâr baraj, [Fr. barrage] is. 1. Taşma tehlikesini azaltmak
olm a yar ol! {OsT} “Kimseye yü k olma, yardımcı veya biriktirerek suyundan çeşitli şekillerde yarar
o l ” anlamında kullanılan iyi dilek sözü.| bâr- lanm ak amacıyla bir akarsuyun önüne yapılan set.
nâm e, {OsT} Yiik ve eşya belgesi.|| bâr-seııc, {OsT} 2. Bir sınavda başarılı sayılmak için aşılması gere
Yük tartan kantar.|| bâr ü bengâh, {OsT} Taşınabi ken puan. 3. Bir seçimde seçilebilmek için alınması
lecek eşya; bagaj. gereken en az oy. 4. Engel. S' baraj ateşi, as.
D üşmanın bir bölgeyi ele geçirm ek için ilerlemesi
bar8, [Far. bâr j l ] (ba:r) {OsT} zf. Kere; misli. ni engellemek kasdıyla açılan sürekli ateş.\\ baraj
bar9, [Far. bâr j l ] (ba:r) {OsT} is. 1. Giriş; girişe ve gölü, B ir akarsuyun baraj arkasında meydana ge
tirdiği su birikintisi,|| barajı aşmak, B ir imtihan
rilen izin. 2. {ağız} Bahçe çevresine harçsız olarak
veya seçim yarışında getirilen en az puan veya oyu
çalı çırpı vb. şeyden yapılan duvar. [DS] ö bâr-
geçmek. || baraj yapm ak (kurmak), spor. Futbolda
gâh, {OsT} 1. Mesken; konut. 2. Girmek için izin
yakın mesafeden kaleye yapılan atışlarda rakip
alınması gereken özel yer veya makam.\\ bâr-geh,
takım oyuncular tarafından, 9.15 m.den kaleyi ka
{OsT} -*■ bar-gâh.
p atacak şekilde engel meydana getirmeleri.
Ö lü E itlE tlM u 4 6 5 BAR
barak1, -ğı [bar-mak (varmak, gitmek) / bar (yüksek, {ağızj Zeytinlik ve incirlikleri iki defa sıkça sürmek.
iri) > bar-ak / Far. barak] is. 1. Uzun ve sık tüylü [DS]
iyi koşan bir av köpeği. jeTj (aynı) [DLT] 2. gnşl. baran4, [Slav, baran / Zaza Kürt, beran / İt. barra-
Uzun tüylü çuha. 3. {ağızj Çok akıllı insan. [DS] 4. mina] {ağızj is. Üç yaşındaki koç; iri koç. [DS]
{ağızj Kır bekçisi; korucu. [DS] 5. {ağızj folk. Kız barana1, [Yun. perama] is. 1. Çatal kazık; fasulye
evinden oğlan evine gönderilen çiçek veya üzeri sırığı; üzüm çubuklarını dayamaya yarayan çatal
işlemeli mendil. [DS] ağaç; {ağızj (aynı). [DS] 2. Bağ ve bahçe etrafındaki
barak2, -ğı [bar-ak] {ağızj is. 1. Y eşillenm iş sazlık. 2. çit. 3. {ağızj İnce döşeme. [DS] <3 barana demiri,
Kirli göl. [DS] {ağızj Kuyu kazmak, taş çıkarmak için kullanılan
barak3, -ğı [Ar. varak => barak] {ağızj is. Yaldızlı elli altmış santimetre sapı olan bir tür demir. [DS]
kâğıt. [DS] barana2, [Ar. Bürân (Halife Me ’mun ’un eşi) > bora
barak4, -ğı [bar-ak] {ağızj s f 1. Çiçek bozuğu; çopur. na / barana] /ağızj is. 1. Lop yumurtanın üzerine
2. Çorak. 3. Karışık renkli. 4. Eğri. [DS] sarımsaklı yoğurt dökerek yapılan yemek. 2. Sala
barak5, -ğı [Barak] is. Müz. Bir türkü ağzı, ta; ot yemeği. 3. İspanak, semizotu gibi sebzeler
den yapılan yemek. 4. Kuru üzüm, nohut ve koyun
baraka, [İt. barraca] is. 1. H afif malzemeden yapıl
eti ile yapılan yemek. [DS]
mış, çabuk kurulup sökülebilen, tek katlı ve tem el
barana3, [Slav, borana / branâ] {ağızj is. Tırmık. [DS]
siz bina. 2. Derme çatm a malzemeden yapılmış
barınak; huğ. barana4, [Far. bâr-hâne «jU-jlJ (bara:ne) {ağızj is. 1.
barakan, [barak > barak-an] is. Kaba yünden yapıl Göç kafilesi. 2. Göç. 3. Amaçları ve çalışmaları bir
mış bir tür sof. olan kişilerin meydana getirdiği topluluk; kafile;
Baraklar, [barak-lar] öz. is. Oğuzların Bayat boyuna grup; bölük; küme; parti. 4. Toplantı. [DS]
bağlı Gaziantep ve Nizip dolayları ile komşu Suri Barani, [Sansk. baharanl] {eTj öz. is. Bir yıldız adı.
ye topraklarında yakın köylerde yaşayan ve tarımla [EUTS]
geçinen, laik yaradılışlı, geleneklerine bağlı bir barani, [Far. bârân-ı (ba:ra:ni:) sf. 1. Y ağ
Türk boyunun adı. murla ilgili. 2. is. Yağmurluk; kaput,
baraklı, [barak-lığ > baraklı] sf. Köpeği olan; köpek baranlam adan, [baran-la-ma-dan] {ağızj z f Ansızın.
ti. [DS]
baraklıg, [bar-ak-lığ] {eTj sf. Köpeği olan; köpekli. baranlık, -ğı [baran-lık] {ağızj is. 1. Baran3 yapılacak
[DLT] yer; Meyve ağacı dikilecek yer. 2. Fidelik. [DS]
baral, [? baral] {ağızj sf. Benekli. [DS] barapahna, [Yun. parapahna] {ağızj is. Dört köşeli
baralak, -ğı [baral-ak ?] {ağızj is. Yeni çıkan meşe tahta hayvan yemliği; yalak. [DS]
yaprağı. [DS] baranta, [Mog. / eT. bar-mak > bar-anta?] is. Yağma
baram, [bar (var) > baram / barım] {eTj is. 1. Mal; için yapılan akın; baramta. barumta, parmtı.
servet; varlık. [EUTS] 2. Zenginlik. [EUTS]
baras, [Ar. baraş ^ y ] {OsTj is. Vücutta yer yer be
barama, [Far. behrâme <^1^] {ağızj is. İpek kozası.
yaz lekeler meydana getiren ve tedavisi olmayan
[DS] bir hastalık.
baramina, [Yun. paramina] {ağızj is. Kayaları delip barası, [bar-mak > bar-ası] {eTj sf. (Yer için) varıla
parçalamakta kullanılan iki metre boyunda sekiz cak; gidilecek. [DLT]
köşeli demir çubuk; küliink. [DS]
barata, [İt. berretta] (b a re’ta) is. 1. İmparatorluk dö
baramit, [Sansk. paramitâ] {eTj din. Çare yolu; hal
neminde bostancıların, topçuların ve kapıcıların
letme yolu. [EUTS]
giydikleri kırmızı çuhadan yapılmış, ucu kıvrık,
baramlıg, [baram-lığ / barım-lığ] {eTj sf. Müreffeh; uzun külah. 2. {ağız} Leş. [DS] 3. {ağız} Artık; kalın
varlıklı; zengin [EUTS] [Gabain] tı. [DS]
baran1, [baran] {ağızj sf. Yüksek; ulu. [DS]
baratarya, [İt. barataria > Fr. barater (aldatmak)}
baran2, [Far. bâriden (yağmak) > bârân jljL] (ba:- (barata’rya) is. 1. Aldatmak, hile yapmak. 2. dnz.
ra:n) {OsTj is. Yağmur. 0 bârân-dîde, {OsTj 1. Kaptanın ve gemi adamlarının, yük sahibi veya
Yağmur görmüş. 2. Başından çok olay geçmiş; tec- sigortacı aleyhine, kasıtlı davranışları,
rübeli.|| bârân-rîz, {OsTj Yağmur saçan; yağm ur barav, [Erme, barav] {ağızj is. Kocakarı. [DS]
gibi dökülen. || bârân-zede, {OsTj Yağmurda ıslan barayı, [Far. bı-rey (düşünmeden) => barayı] {ağız}
mış. is. Rıza; razı olma; muvafakat etme. [DS]
baran3, [Erme, paran] {ağızj is. 1. Meyve ağaçları barba, [İt. barba (sakal) > Yun. barbas] (b a ’rba) is.
dizisi; üzüm ve meyve ağaçları dizisi. 2. Çift sürer 1. Sakallı erkek; ihtiyar. 2. argo. Meyhane işleten
ken sabanın açtığı iz. 3. Sebze irdelerinin dikildiği adam; meyhaneci. 3. {ağızj Araba tekerleğinin orta
hendek; karık. 4. Bostan. [DS] S baran etmek, sındaki yuvarlak demir. [DS] 4. {ağızj Karadaki ka
BAR lie IK S O M . 466
yık ve motorların dengesini sağlamak için destek atışlarının yapılabileceği şekilde yapılmış girintili
olarak kullanılan kısa kütük. [DS] 5. {ağız} Ağaç çıkıntılı korkuluklar,
temel. [DS] 6. ünl. Rum meyhaneciye seslenme sö barbe, [Fr. barbet] is. Ö rdek avcılığında kullanılan
zü. iyi yüzücü bir av köpeği cinsi,
barbah, [Ar. barbâ Ly] {OsT} is. 1. M ısırlıların tapı barbektt, [Haiti yer. d. > İsp. barbacoa > Amerikan
nağı. 2. M ısır’ı koruduğuna inanılan taş sütun bi İng. banbecue] is. 1. Açık havada ızgara ve çevir
çim indeki tılsım, me yapm aya yarar bir çeşit mangal. 2. Yazlık evle
rin balkonlarında bir köşede yer alan şömineyi an
barbakan, [Ar. bâb’el-bâkare (sığır deliği) > İsp.
dırır bacalı ocak,
barbacana > Fr. barbacane] is. 1. İstihkâm. 2. Kale
kapılarını savunm ak için meydana getirilmiş tah barben, [Fr. barbin] is. Çözgü makinelerinde ipliği
kim li mevzi. 3. Güvenli b ir şekilde ateş edebilmek göndermeye yarayan parça,
için kale duvarlarından açılan mazgal, barbet, [Fr. barbette] is. as. dnz. Gemi topları için
barbal, [Güre, borbal (tekerlek, çark) > barbal] {ağız} hazırlanmış siperlik,
is. 1. Değirmenin dönmesini sağlayan suyun çarp barbitürik, [Fr. barbiturique] sf. Barbitürik asitten
tığı kanatlar. 2. K urutulmak için dizilmiş m ısır de türetilen S barbitürik asit, kim. Üre ve etil
metleri. [DS] malonattan elde edilen bir organik bileşik; CH2
barbar', [bar (bağırma sesi) + bar] {ağız} sf. 1. Gü (CONH)2 CO; malonilüre.
rültücü, patırtıcı. 2. Palavracı. 3. Atak. 4. Yabancı. barbun, [İt. barbone] {ağız} is. -* barbunya. [DS]
5. Bir kimsenin aleyhinde bulunan, kötülük yapan. barbunya, [İt. barbone / Yun. barbouni] (barbu'nya)
6. Gelişigüzel ve saygısızca konuşan. [DS] is. 1. zool. Sıcak ve ılık denizlerin kıyıya yakın dip
barbar2, [Lat. barbarus > Yun. barbaros (G rek olma lerinde yaşayan kırmızı pullu beyaz etli bir balık
yan) > Fr. barbare] is. 1. (Eski Yunan, Rom a için) türü; çuka: mıcır; tekir, (Mullas barbatus). 2 . bot.
Got, Vandal, Burgont, Süev, Hun, Alan, Frank ka- Yuvarlak ve üzeri kırmızı benekli bir tür fasulye. 3.
vim leri ve daha sonra Hıristiyanlara göre kendile argo. Tam not; on numara. 4. argo. Rengi dolayısı
rinden olm ayan kavimler. 2. Uygarlaşmamış ka ile (eskiden) on milyon, (şimdi) on liralık liralık
vim. 3. gnşl. Kaba ve zalim kimse. 4. {ağız} Sert kâğıt para.
kim se; haşin adam. [DS] barbunyagiller, [barbunya-gil-ler] is. zool. Örneği
barbunya ve tekir olan, vücutları iri pullarla kaplı
barbarca, [barbar-ca] zf. 1. Barbarlara yakışır bi
çimde. 2. Kabaca, dikenli yüzgeçliler alt takımından balıklar, (Mııl-
lidae).
barbariça, [Yun. barbarikion] {OsT} is. Bir kumaş
barbut', [? barbut] is. 1. Zar atarak oynanan bir tür
türü.
kum ar oyunu. 2. A rabada arka tekerlekleri tutan
barbarişke, [İt. bozza alla barbaresca] is. dnz. Halat
ağaç.
düğümleme yöntemlerinden biri,
barbut2, [Far. Bârbud (İranlı müzikçi) / Yun. barbi-
barbarizm , [Fr. barbarisme] is. dbl. Bir sözün fone
tone J y j lj {OsT} is. Eski bir çalgı,
tik veya morfolojik yapısında yapılan büyük yan
lışlık. barbüngâh, [Far. bâr-bün-gâh oLSj^jU] (ba:rbüngâ:h)
barbarlaşm a, [barbar-la-ş-ma] is. 1. Barbarlaşmak is. Yüklük.
işi. 2. Eski Rom a’da halkın, barbarların etkisi ile barcak, -ğı [barcak] {ağız} is. Katır nalı. [DS]
gelenek ve görenek bakımından yozlaşması, barcı, [bar-cı] is. Bar işleten kimse,
barbarlaşm ak, [barbar-la-ş-mak] dönşl. f ı r ] 1. barcık, -ğı [Far. bâr (yük) => bar-cık] is. A t arabala
(Eski Roma im paratorluğu halkı için) barbar ka- rında alt yastık,
vim lerin etkisi ile kendi ö rf ve âdetlerini kaybet barcılık, -ğı, [bar-cı-lık] is. Bar işletmeciliği,
mek. 2. Barbar gibi davranmak, barcın, [barcın] {ağız} is. Yayla. [DS]
barbarlık, -ğı [barbar-lık] is. 1. Barbar olma duru barça1, [bar (var; olan, mevcut) > bar-ça] {eT} sf. ve
mu. 2. Bir barbardan beklenebilecek davranış; vah zf. 1. Bütün; hep; hepsi; büsbütün; tamamıyla; ne
şilik; canavarlık. 3. Roma fetihlerinin sonunda, kadar varsa; olanca. [DLT] [ETY] [EUTS] [İKPÖy.]
Yunan-Latin kültürüne karşı yönelen kuvvetlerin [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Büyük.
tümü. 4. (Hristiyanlar için) Hristiyan olmayan m il barça2, [İt. barza / barga / bargia] (ba ’rça) is. dnz. 1.
letlerin durumu, K ürek ve yelkenle işletilen yük gemisi. 2. Kalyon
barbaşı, [bar+baş-ı] is. Erzurum yöresi oyunlarında türünden küçük savaş gemisi,
oyuncuların sağ tarafında yer alan ve oyunun dü barçak, -ğı [eT. bâ-m ak > bal-mak (bağlanmak) >
zenini sağlayan kişi; ban yöneten kişi, bal-çak / bar-çak] is. Bıçak ve kılıçların tutamakla
barbata, [İt. barbetta (sakal) > barbetta (kiiçük sa rında elin kesici kısma kaymam ası için yapılmış
kal)] (barba’ta) is. Kale duvarlarının üzerinde top küçük çıkıntı; kabza siperi.
i ıM im î i m i . 467 BAR
barçin, [Çuv. purçm [Clauson] / Far. abrişim [Tietze]] bardal1, [İt. bardallo (g en elev)] {ağız}~lfi4, jCarşılık-
{eT} is. 1. Bir tür kumaş. [Gabain] 2. Kadife. [EUTS] sız; bedava. 2. Fahişe; orospu. [DS]
3. İpekli kumaş. [DLT] bardal2, [partal > bardal] {ağız} sf. Taranmamış saç.
bard, [bard / bart] {eAT} is. Yara; baş. [DS]
barda1, [Ar. barda'a * e o {ağız} is. Eyer. [DS] bardalam ak, [barda-la-mak] {ağız} g çl. f . f r ] f l ( ı ) -
y o r ] Kösteklemek. [DS]
barda2, [Aim. barte (balta) / Rumen, barda (fıçı
bardalanm ak, [barda-la-n-mak] {ağız} g ç sz. f . [ - ır ]
baltası) / İt. alabarda] {ağız} is. 1. Özel olarak ya
Yürürken veya koşarken ayaklar dolaşmak; bir ye
pılmış bir çeşit dülger baltası. 2. Dam ustalarının
re takılarak kösteklenmek. [DS]
kullandığı bir tarafı keskin öbür tarafı çember par
çası gibi eğri bir tür çekiç. 3. Fıçıcı keseri. 4. M a bardalhana, [İt. bardello + Far. -hâne] {ağız} is. G e
rangoz bıçağı. [DS] nelev. [DS]
bardabaş, [İt. vardabassol] {ağız} sf. 1. Serseri; ha bardan1, [Far. bâr-dân] {ağız} is. Saman taşım ak için
şarı; burnunun doğrusuna giden; saygısız. 2. Ter kıldan yapılan büyük çuval; teliz. [DS]
tipsiz; işini bilmez; perişan; savruk; pasaklı. [DS] bardan2, [? bardan] {ağız} sf. Pek beyaz. [DS]
bardacık, -ğı [barda(k)-cık] is. bot. 1. Küçük boylu bardar, [Far. bâr (yü k) + dâr (tu ta n ) jb jl> ] {OsT} sf.
taze incir, {ağız} (aym) [DS] 2. {ağız} U zunca boylu Gebe.
sarı veya m or renkli bir tür erik; bardak eriği. [DS] bardaş1, [bar-daş] {ağız} is. 1. Oyun başlamadan ön
S bardacık arısı, {ağız} Görünümü ve yuvası bar ce iki arkadaşın oyuna girenleri seçmek için söz
dak biçiminde olan eşek arısından biraz küçük, in leşmesi; eş tutma. 2. Birleşip anlaşma. [DS]
ce yapılı, sarı kara, uzunca arı. [DS]
bardaş2, [bağ-da-ş] {ağız} is. Bağdaş. [DS]
bardaçı, [bar-mak > bar-daçı] {eT} s f 1. Gidici; bardaşmak, [bardaş-mak] {ağız} g çsz. f . f ı r ] Oyun
varıcı. [DLT] 2. Zarar. [DLT]
başlamadan önce iki arkadaş oyuna girenleri seç
bardak, [bart (testi) > bart-ak > bard-ak j^jL] is. 1. m ek için sözleşmek; eş tutmak. [DS]
Toprak testi. {eAT} {ağız} (aym) [DS] 2. Su ve benze bardel, [İt. bardello] {ağız} is. Fahişe; orospu. [DS]
ri sıvıları içmek için kullanılan çoğunlukla camdan bardelhana, [İt, bardello+ Far. hâne] {ağız} is. Gene
yapılmış kap; ayağ; çıngı; kadeh; kayna; kupa. 3. lev. [DS]
{ağız} Çamdan yapılmış su testisi. [DS] 4. {ağız} Çe bardena, [? bardena] {ağız} is. Yünün taranıp eğril
şitli maddelerden yapılm a ibrik; sağrak; suğrak. meye hazır biçimi. [DS]
[DS] 5. {ağız} Kiremit. [DS] S bardağı taşıran son bardı, [bardı] {ağız} is. Dam kenarlarına saçak yerine
damla, Sabrın son sınırını zorlayan davranış. || döşenen ve hasır yapılan bir tür saz; hasır otu. [DS]
bardağı taşırmak, Sabrın son sınırını aşmak.\\ bardıç, -cı [Far. bârdıc / Erme, p ’ardiç ?] {ağız} is.
bardak ağacı, bot. A sya ve Okyanusya ’da yetişen Fırın süpürgesi. [DS]
uzun ve ardışık yapraklı bir sarm aşık türü ağaç,
bardi, [Yun. pardin (pars)] {ağız} is. Bir tür çakal.
(Nepenthes distillatoria)\\ bardak altı, 1. Bardağın
[DS]
konulduğu yeri kirletmemesi için kullanılan çoğun
bardo, [Lat. burdo / Yun. badön > Fr. bardot] is. 1.
lukla cam, porselen, plastikten yapılm ış veya hasır
Babası at, annesi eşek olan m elez hayvan. 2. {ağız}
cinsi malzemeden örülmüş altlık. 2. Tavan arası. ||
Katır. [DS]
bardak eriği, bot. Uzunca boylu sarı veya mor
renkli, iri ve tatlı bir tür erik; bardacık. || bardak bardok, [bar-mak (v a rm a k ) > bar-duk] {eT} sf. (Yer
güveci, {ağız} Toprak çömlekte pişirilen etli yemek. için) varılan; gidilen. [ETY]
[DS]|| bardak kuşu, {ağız} Bardakçıl. [DS]|j bar bardona, [İt. bardone] (b a ’rd o n e ) is. dnz. Direği kıça
daktan boşanırcasına yağmak, Çok fa zla ve şid bağlayan halat,
detli yağm ur yağmak. bardukı, [bar-dulçı] {eT} zf. Vardığı. [DLT]
bardakçı, [bardak-çı] {ağız} is. 1. Çam ağaçlarından bare, [Far. bâre ojl] (b a :re) {OsT} is. 1. Kere; kez;
bardak yapan kimse. 2. Taze incir. [DS] S bardak defa. 2. Kale. 3. Zülüf. 4. At.
çı kuşu, {ağız} Tarla kuşu. [DS] barebollom, [Lat. para-bellum] ( p a r a b e llu m ) {ağız}
bardakçıl, [bardak-çın > bardakçıl] {ağız} is. Ağaç is. Eskiden Alman ordusunda kullanılmış olan bir
larda, taş kovuklarında bardak şeklinde yuva yapan ateşli silah markası. [DS]
bir kuş; bardak kuşu. [DS]
barec, [Far. bârec £ jl J (b a .re c ) {OsT} is. b o t. İt
bardakçın, [bardak-çın] {ağız} is. -*■ bardakçıl. [DS]
üzümü.
bardaklık, -ğı [bardak-lık] is. 1. Kahvecilerin içine
bardak sıraladıkları tezgâh üstündeki süslü dolap baregâh, [Far. bârgâh »lSjl>] (b a :r e g â :h ) is. 1. Hü
veya bölme. 2. {ağız} Evlerin duvarlarında bardak kümdarın sarayı; saray; taht salonu. 2. Yük hay
koymak için yapılan raf. [DS] vanlarına yük vurulan avlu ya da meydan.
BAR Ö I Ü M I K S 0 M .« 8
bareha, [Far. bare (kez) > bâre-hâ L»jL.] (ba:reha:) barhana, [Far. bâr (özel yer) + hane (ev) -s-iU-jL>]
{OsT} zf. Ç ok defa; nice lcez. (barha’na) is. 1. Kafile; grup, {ağız} (aym) [DS] 2.
barekallah, [Ar. bârek (mübarek etsin) + Allah iijl) {ağız} Küçük kervan. [DS] 3. {ağız} Göç. [DS] 4.
{17.yy.} Göç eşyası. 5. {ağız} Aile fertleri. [DS] 6.
aJlİ I] {OsT} ünl. 1. M übarek olsun; Allah mübarek {ağız} Ev eşyası. [DS] 7. {ağız} Ev eşyası konulan
etsin. 2. Maşallah; aferin! 3. Ne güzel; harikulade, yer. [DS] 8. Büyük han, kervansaray; {ağız} mola;
barekmor, [Aramca. barek-mor] ünl. Suriye Hris- konak. [DS] 9. {ağız) Toplantı; parti; fırka; demek.
tiyanları dilinde "Tanrım, takdis et! ” anlamında es [DS] 10. {ağız} M otor ve kayıkların güneşten ko
ki bir selamlaşma sözü, runm ası için yapılan üstü kapalı yer. [DS] 11. {ağız}
barem, [Fr. Barreme (Fransız matematikçi)] is. Dev Büyük kazan. [DS] 12. {ağız} Kaba tüylü hah. [DS]
let mem urlarının aylıklarını düzenleyen cetvel, 13. {ağız} Büyük ev. [DS] fi1 barhana yeri, {ağız} 1.
barende, [Far. bârende o-UjL] (ba.rende) sf. 1. Yağ Toplanma yeri; biriktirme yeri. 2. Kafilenin konak
yeri. [DS]
dıran. 2. Yağdıncı.
barenim, [Yun. paranimion] {ağız} is. Bir kimseye barhane, [Far. bâr (özel yer) + hâne (ev)
bir kusurundan dolayı takılan ad. [DS] (ba:rha:ne) is. 1. Yüklük. 2. Y olcu eşyası indirile
baret, [Fr. barette] is. Çoğunlukla madenci ve inşaat cek yer.
çıların giydikleri başı darbelere karşı koruyucu baş Barhasuvadi, [Sansk. Brhaspati] {eT} öz. is. Jüpiter
lık. yıldızı. [EUTS]
barfiks, [Fr. barre (çubuk) + fixe (sabit)} is. spor. İki barhık, -ğı [Kürt, berh (kuzu) + -ik (küçült, e.)] {ağız}
ayak üzerine tutturulmuş paralel çubuktan meydana is. Kuzu. [DS]
gelen jim nastik aleti, barhüda, [Far. bâr-hüdâ (ba:rhüda:) is. 1.
barfor, [? barfor] is. Köknarın öz odunundan elde e- Odacı. 2. öz. is. Allah.
dilen kalın kereste,
b a rı1, [eT. bar (var) > bar-ı] zm. Belirsizlik zamiri;
barfur, [? barfur] is. Kereste biçilirken kütüğün hepsi. [ETY]
kenar taraflarından çıkarılan düzgün olmayan tahta,
barı2, [Far. bârü (duvar)] {OsT} is. 1. Kale. 2. Etrafı
barg, [bağ-ır > barğ ^jL>] {eAT} is. Bağır, surlarla çevrilmiş yer. 3. {ağız} Avlu duvarı üzerine
bargaç, [bar-gaç] {ağız} is. Kuzu ağılı. [DS] konulan çalı çırpı; çit. [DS] 4. {ağız} Tarla sınırı.
[DS] 5. {ağız} Tarlanın alt yanma yapılan taş set.
bargâh, [Far. bâr (yük) + gâh (yer) / bargeh / aSjI.
[DS] 6. {ağız} Bağ çubuğu, [DS] 7. {ağız} Yokuş.
olfjL] (bargâ:h) {OsT} is. 1. Y ük hayvanlarının [DS] 8. {ağız} Pirinç tarlalarındaki parsel. [DS] 9.
yüklendiği avlu veya alan. 2. İzinle girilebilecek {ağız} K öy evlerinde bulunan ocak başı. [DS] 10.
yer. 3. gnşl. A llah’ın huzuru. 4. H ükümdar sarayı Bahçe duvarı.
veya çadırı; otağ; taht salonu; saray, barıg1, [bar-ığ / bırığ] {eT} sf. Kokmuş (şey). [DLT]
bargam, [Fr. merlu => barlam > bargam ?] {ağız} is. barıg2, [bar-ığ] {eT} is. 1. Yolculuk; gidiş. [EUTS]
zool. Levreğe benzer bir tür balık, (Merluccius [DLT] 2. Yürüyüş. [EUTS] [Gabain]
merluccius) [DS] barıglı, [barığ-lı] {eT} sf. 1. Varmayı, gitmeyi dile
bargan1, [bar-ğan] {eT} sf. Varan; giden; gidici. yen. 2. (Kişi için) varmak, gitmek üzere olan.
[DLT] [DLT]
bargan2, [baz-ğan / bar-ğan] {eT} is. Meyve; mersin barıgma, [bar-mak (gitmek, varmak) > bar-ığma] sf.
ağacı yemişi. [DLT] Giden; varan. [ETY]
bargir, [Far. bâr (yük) + -gir (tutan) j Ş j U] {OsT} Yük bangsam ak, [bar-ığ-sa-mak] {eT} gçsz. f. [-r] Git
hayvanı; yük atı; beygir, mek istemek; varm ak dilemek; gitmeyi düşünmek.
bargirci, [bargir-ci] is. Beygirci. [DLT] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain]
bargu, [bar-ğu] {eT} sf. Varılacak; gidilecek. [DLT] barık1, -ğı [bar-ık] {ağız} is. Sivri tepeler arasındaki
uçurum; yüksek kayalar arasındaki yarıklıklar. [DS]
barguçı, [bar-ğu-çu] {eT} sf. Varıcı; gidici. [DLT]
barguluk, [bar-ğu-lulç] {eT} is. ve sf. Gitmeyi hak barık2, -ğı [bar-ık] {ağız} is. 1. Herhangi bir şeyin
eden kişi. [DLT] çok bulunduğu yer. 2. Ot, çayır vb. bitkilerin çokça
bulunduğu yer. 3. Çayırlık; yeşillik yer. [DS]
barha1, [Far. bârhâ UjL] {OsT} zf. Sık sık; zaman
barıkmak, [bar-ık-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Yük
zaman; defalarca. altında, sığır vb. arasında kalarak ezilmek. [DS]
barha2, [Far. bâr (yük) + -hâ (çokluk eki) UjL] (ba:r- bardamak, [Far. bârü (duvar) > barı-la-mak] {ağız}
ha:) {OsT} is. Yükler, g ç l.f. f r ] fl(ı)-y o r ] (Bağ, bahçe vb. için) etrafını
barhal, [Erm. parxtrts [Tietze]] {ağız} is. 1. Kuzey. 2. çalı ile çevirerek çit yapmak. [DS]
K uzey rüzgârı. [DS] b anlanm ak, [Far. bârü (duvar) > barı-la-n-m ak / eT.
1 1 1 1 H İÇ E S O I . 469 BAR
ban-m ak > ban-l-an-m ak] dönşl. f. [-ır] Kendini barısı, [eT. bar (var) > bar-ı-s-ı] {ağız} zm. Tamamı;
korumak ve savunmak için uygun bir yere çekil bütün; hepsi. [DS]
mek. barış1, [bar-ış] {ağız} sf. (Alışveriş iş vb. için) götürü;
barılı, [Far. bârü (duvar) > barı-lı] {ağız} sf. M uhafa kabala; toptan. [DS] S> barış almak, {ağız} Bir işi
zalı; korunaklı. [DS] yapm ak üzere sahibi ile götürü pazarlık etmek.
barılmak, [bar-ıl-mak] {eT} edil. f. [-ur] Varılmak; [DS]|| barışa vermek, {ağız} B ir işi götürü p a za r
gidilmek. [DLT] [EUTS] lıkla vermek. [DS]
barını, [ba-mak (bağlamak) / Moğ. bari-mek (tut barış2, [bar-mak (varmak) > bar-ış] is. 1. Barışmak
mak) > barı-m] {eT} is. Zenginlik; m al mülk; ser işi. 2. Savaş halinde olmayan ülkenin durumu;
vet; varlık. [Gabain] [Tekin] [İKPÖy.] [ETY] [EUTS] sulh. 3. Bireyler arasındaki uzlaşma, anlaşma. 4.
barımak, [Moğ. barimek (elde etmek, tutmak, yaka {eT} Gidiş; varış. [Gabain] S’ barış antlaşması, S a
lamak, gasp etmek) > ban-m ak] gçl. f. f r ] 1. İnşa vaşı sona erdirmek amacıyla tarafların yaptığı ant
etmek; yapmak. [ETY] 2. Tutmak; elde etmek. laşm a,|| barış görüş olmak, H er türlü dargınlığı,
[ETY] 3. Bakmak; korumak; hizm et etmek, {ağız} küskünlüğü unutarak barışmak; barışıp yeniden
(aynı). [DS] 4. {ağız} Kendine gelmek; güçlenmek. dost olmak, {ağız} (aym) [DS]
[DS] 5. (Bitki için) dikildiği yerde tutmak; kök sal barışçı, [bar-ış-çı] sf. 1. Barış yanlısı; barışsever. 2.
mak; kökleşmek, Barış isteyen,
barımlıg, [barım-lığ] {eT} s f Müreffeh; varlıklı; zen barışçıl, [bar-ış-çıl] sf. 1. Barış yanlısı; barışsever. 2.
gin. [EUTS] [Gabain] Barış isteyen.
barımsınmak, [bar-ımsın-mak] {eT} gçsz. f. 1. Git barışçılık, -ğı [bar-ış-çı-lık] is. 1. Barıştan yana
mek istemek; varm ak istemek. 2. Gider gibi gö olma; barışseverlik. 2. Barış istem e hâli,
rünmek. [DLT] barışdurmak, [bar-ış-dur-mak] {eAT} gçl. f. f u r ]
barın1, -rnı [bağır-m / barın] (ba:rm) {ağız} is. Gö Uyuşturmak; kaynaştırmak; imtizaç ettirmek.
ğüs. [DS] S1 barnı yuka, Merhametli. barışık1, -ğı [bar-ış-ık sf. 1. Herhangi bir kim
barın2, [barı-n] {ağız} is. Öküzleri otlatma; karınları
se ile düşmanlığı ve dargınlığı olmayan. 2. Çevresi
nı doyurma. [DS]
ile uyuşan; anlaşan. 3. is. {eAT} Barışıklık; sulh. S1
barınak, -ğı [ban-m ak > barı-n-ak] is. 1. Barınılacak barışık itmek, {eAT} Barış içinde olmak.
yer; yatak, (1935). 2. Ev. 3. Yurt. 4. dnz. Kıyılarda
barışık2, -ğı [bar-ış-ık] {ağız} sf. (Alışveriş, iş vb.
gemilerin sığınması için yapılmış m endirekli li
için) götürü; kabala; toptan. [DS]
man.
barışıklık, -ğı [bar-ış-ık-lık j İü j Lj] is. B arışık olm a
barındırma, [bann-dır-ma] is. B arm dınnak işi.
barındırmak, [barın-dır-mak] gçl. f. f ı r ] 1. Barın durumu; sulh; düzenlik; {eAT} (aym).
masını sağlamak. 2. M isafir etmek. 3. Korumak, barışlıg, [bar-ış-lığ] {eT} is. 1. Varılan, gidilen yer. 2.
saklamak. Konuk odası. [DLT]
barınlık, -ğı [bağır-ın-lık / barm-lık] (ba:rınlık) barışma, [bar-ış-ma] is. 1. Barışmak eylemi ve du
{ağız} is. Göğsü korum ak için dıştan sarılan geniş rumu. 2. Dargın olmama. 3. Uzlaşma; uyuşma; uz
kuşak. [DS] luk.
barınma, [barı-n-mak > ban-n-m a] is. 1. K orunma barışmak, [bar-mak (varmak, gitmek) > bar-ış-mak
amacıyla oturma. 2. Sığınma. 3. Yerleşme. 4. Sak işteş, f. f ı r ] [eT., eAT. -ur] 1. Birbirine
lanma. gitmek, gitmekte yardım ve yarış etmek. {eT} (aym)
barınm ak1, [bar-m-mak] {eTj g ç sz .f. f u r ] 1. Varır, [DLT] 2. {eAT} Uyuşmak; hoşlanmak; kaynaşmak;
gider görünmek. [DLT] 2. Boşanmak; serbestlen imtizaç etmek. 3. Arada var olan düşmanlığı veya
mek. [EUTS] 3. Ay başı kanı gelmek. [DLT] dargınlığı kaldırarak anlaşmak; görüşmek. {eAT}
barınmak2, [eT. bâ-mak (bağlamak) > ba-r-m ak > (aym) 4. {ağız} Bir işi götürü olarak almak veya
bar-ı-m ak > bar-ı-n-m ak J ^ j l ; ] dönşl. f. f ı r ] 1. vermek; götürü anlaşmak. [DS]
Kendini yaşatmak; geçinmek; ihtiyacını karşılamak barışsever, [bar-ış+sev-er] sf. 1. Devletler arasında
{eAT} {ağız} (aym). [DS] 2. K orunmak için bir yeri barıştan yana olan. 2. H er şeye rağmen barışı savu
veya bir şeyi siper edinip otunnak; sığınmak; {ağız} nan. 3. Herkesle iyi geçinen. 4. Barışı devam ettir
(aym). [DS] 3. Yerleşmek; oturmak. 4. Anlaşarak,
meye çalışan,
uyuşarak bir arada oturmak. 5. Saklanmak. 6. {ağız} barışseverlik, -ği [bar-ış+sev-er-lik] is. Barışsever
Bulunduğu durumu uzun süre korumak. [DS] 7. olma durumu,
{ağız} Bir yerde, bir işte çalışmak. [DS] 8. {ağız} barıştırm a, [bar-ış-tır-ma] is. Barıştırmak işi.
Kendine gelmek; güçlenmek. [DS] 9. {ağız} Tatmin barıştırm ak, [bar-ış-tır-mak ^ jj- ijL ] gçl. f. f ı r ] 1.
olmak. [DS] 10. {eAT} Kıt kanaat geçinmek. Dargm olan kişilerin aralarını bularak anlaşmaları-
BAR ÖIÜMIIKCE S Q M . 4?o
nı ve barışmalarını sağlamak. 2. Boşanm ak üzere baril, [İt. barile] {OsT} is. dnz. Varil,
olan karı kocanın anlaşmasını sağlayarak evlilik barilim, [Far. bâri + T. -lim (etkisiz, doldurma bir
birliğine dönmelerini sağlamak. 3. Uyuşturmak; ek)] (ba:rilim) {ağız} zf. Hiç olmazsa. [DS]
imtizaç ettirmek, barim, [Far. bâri + T. -m] (ba: ’rim) {ağız} zf. Hiç ol
b an t, [Ar. bârüd / Far. bârüt] {ağız} is. Barut. [DS] 3 mazsa. [DS]
b a n t gibi, {ağız} Çok ekşi. [DS] barimetre, [Fr. barymetre] is. Gürültü şiddetini ölç
bantlam ak, [barıt-la-mak] {ağız} gçsz. f. f r ] [-l(ı)- m eye yarayan alet,
yor] Öfkelenmek. [DS] barimetri, [Fr. barymetrie] is. Beden ölçülerinden
b ari1, [Ar. ber’ (yaratmak) > bâr! ı^jl;] (ba:ri:) {OsT} yararlanarak bir hayvanın yaklaşık olarak ağırlığım
sf. 1. Yaratan, yaratıcı. 2. (A llah’ın sıfatlarından) tahmin etme.
her şeyin tek yaracısı. 0 Bârî-Taâlâ, {OsT} Yüce baris, [Yun. baris (kayık)] is. zool. K m kanatlıların
Tanrı. hortum ağızlıgiller familyasından, kurtçuğu turpgil
bari2, [Far. bari ^jU] (ba: ’ri) {OsT} e. 1. Öyle ise. 2. ler ve sevda çiçeğigillerin sapında gelişen küçük
zararlı bir böcek,
H iç olmazsa; hiç değilse. 3. Keşke. 4. Bir defa, bir
kerecik olsun. barisfer, [Fr. barysphere] is. jeol. Y er kürenin için
deki çok yüksek yoğunluklu kısım; ağır küre.
bari3, [Yun. barys (ağırlık)] is. CGS sisteminde bir
din/cm2 ye eşdeğer basınç birimi. barisiye, [Ar. bârisiyye (ba:ri:siye) {OsT} is.
bari4, -i’ı [Ar. bari' jj l.] (ba:ri) sf. Mükemmel; çok huk. Eskiden ölen Hristiyanların mirasçılarından
alman vergi.
üstün; çok güzel,
baristariyon, [Yun. peristereön] {OsT} is. bot. Mine
bari’a, [Ar. bâri'a] (ba:ria) sf. -*■ bari4,
çiçeği.
barid, [Ar. berd (soğukluk) > bârid jjLı] (ba:rid) bariş, [Far. bâriden (yağmak) > bâriş jijL ] (ba:riş)
{OsT} sf. 1. Soğuk. 2. Serin; hoş. 3. mecaz. Sevim {OsT} is. 1. Yağmur. 2. Yağma. 3. Sağanak,
siz; soğuk. S bârid-kelâm, {OsT} Acı dilli; neza
barit, -di [Fr. baryte] is. kim. 1. Baryum oksit: BaO.
ketsiz:.|| bâridü’l-m i’zâc, {OsT} Soğuk, çekingen
2. Baryum hidroksit: Ba(O H)2.
yaradılışlı.
baritin, [Fr. barytine] is. min. Doğal baryum sülfat:
baridane [Ar. bârid + Far. -âne 4Jbjlı] (ba:rida:ne) B a S 0 4.
{OsT} zf. 1. Soğuk bir tarzda. 2. Soğuk bir eda ile. bariton, [Yun. barus (ağır) + tonos (ses tonu) > Fr.
barih, [Ar. bârih j-jl>] (ba:rih, h kaim söylenir) is. baryton] is. müz. 1. Tenor ve bas arasındaki erkek
Yazın A frika’dan esen sıcak ve kuru rüzgâr; sam sesi. 2. Alto ile basso arasında ses çıkaran pistonlu
yeli. çalgı. 3. dbl. Son hecede vurgu olmayan kelime,
bariha, [Ar. bâriha a=-jLi] (ba.rifıa) zf. 1. Önceki gü baritonlaşm a, [bariton-la-ş-ma] is. Ses perdesinde
inceden kalm a geçiş olarak beliren değişiklik.
nün gecesi; dünkü gece. 2. Dünkü gün.
bariy, -yyi [Ar. bâriyy ^jU] (ba:riy) {OsT} is. -*
barik1, [Ar. berk (şimşek) > bârik jjl>] (ba:rik, k,
bariya.
kalın söylenir) {OsT} sf. 1. Şimşekli. 2. Parıltılı;
ışıklı; parıldayan. bariya, -a’i [Ar. bâriyâ5 ^ L>._>W] (ba.riya:) {OsT} is.
barik2, [Far. bârik <İİjjI>] (ba:ri:k) {OsT} sf. 1. Dakik. Hasır.
2. Nazik; ince. S bârîk-bîn, {OsT} 1. İnce şeyleri bariye, [Ar. bâriye 4jjI>] (ba:riye) {OsT} is. -*■ bariya.
gören. 2. En ince ayrıntılarına kadar gözden geçi- bariz, [Ar. büruz (açıklama) > bâriz (düz bir zeminde
ren.\\ bârîk-rîş, {OsT} İnce ve z a r if olarak eğiren. || öne çıkan) jjlj] (ba:riz) {OsT} sf. İspata gerek ol
bârîk-ter, {OsT} D aha ince; p e k ince.
mayacak şekilde açık; besbelli. 2. Gözle görülür;
barika, [Ar. berlç (şimşek) > bârika aijL] (ba:rika) belirgin. S bariz olmak, {OsT} Görülmek; ortaya
{OsT} 1. Şimşek. 2. Şimşek çakması veya yıldırım çıkmak; vaki olmak.
düşmesi sırasında meydana gelen aydınlık. S1 barizleşme, [bariz-le-ş-me] is. Barizleşmek işi.
bârika-i hakikât, {OsT} Gerçeğin şimşeği.|| bâri-
barizleşmek, [bariz-le-ş-mek] dönşl. f. f-ir] Açık o-
ka-nümâ, {OsT} Parlak.
larak ortaya çıkmak; belirginleşmek.
barikat, [Fr. barrique (fıçı) > barricade] is. 1. Bir
bark1, [bark (yans.)] is. Ö rdek sesine benzer sesleri
cadde veya yoldan geçişi durdurmak amacıyla elde
belirten yansımalı kök; vark; vak.
bulunan her türlü malzemeden yararlanılarak yapı
bark2, [eT. bâ-m ak > ba-r-ı-m ak > bar-k] {eT} is. 1.
lan engel. 2. as. Düşmanın ilerleyişini durdurmak,
Barınak; ev bark; konut; ev; bina; mesken. [EUTS]
yavaşlatm ak ve kayıp verdirmek için konulan oya
[DLT] [ETY] [Gabain] [Tekin] 2. M al mülk; taşın-
layıcı engeller.
ıra lire ®ml 471 BAR
maz. [Gabain] [Tekin] 3. M ezarların üzerinde türbe barko, [İt. barco] (b a ’rko) is. Üç direkli, yelkenli
şeklinde yapılmış olan bina; anıt-kabir. [Gabain] gemi.
[Tekin] 4. H ükümdar sarayı. [EUTS] 5. {ağız} Otel. barku, [? barku] {eT} is. Trompet. [EUTS]
[DS] 6. {ağız} Bahçe. [DS] S bark itgüçi, Mimar; barlak, -ğı [bar-lak ?] is. K afkasya’da, boynu kesici
bina yapımcısı. darbelerden korum ak için giyilen kalın kumaştan
barka, [Isp. barca] (ba ’rka) is. dnz. Büyük sandal, yapılmış başlık,
barkalonga, [İt. barca lunga] {OsT} is. dnz. Bir tür barlam, [İt. merlano / Yun. merlanos] is. M ezgitgil
İspanyol gemisi, lerden uzun, iri başlı, büyük keskin dişli, kemikli
barkan, [? barkan] is. Rüzgârın estiği yönde yarımay balık, (Merluccius merluccius).
şeklinde oluşan ve yer değiştiren kum yığını, barlam ak, [par (yans.) > bar-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-
barkana, [Far. bârhâne => barhana / barkana] {ağız} r] fl(ı)-y o r ] Parlamak; alevlenmek; tutuşmak. [DS]
is. 1. Grup; takım; kafile. 2. Y em ek için birkaç ki harlanmak, [Erm. p ’ar => bar-la-n-mak] {ağız} gçsz.
şinin bir araya gelmesi. 3. Çobanların yemeklerini f f ı r ] 1. Paslanmak; k ü f bağlamak; kireç bağla
koydukları yer. [DS] mak; porlanmak. 2. Mide bozukluğu yüzünden dil
barkanak, -ğı [barkana-k] {ağız} is. Ü stü başı dar de pas oluşmak. [DS]
madağınık olan; pasaklı; perişan. [DS] barlı1, [Erme. p ’ar= > bar-lı] {ağız} sf. 1. Küflü; paslı.
barkar, [? barkar] {ağız} is. Poyraz. [DS] 2. Kirli. 3. Pis; murdar. 4. Kekremsi. [DS]
barkarmak, [bark-ar-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] Ev bark barlı2, [bar-lı] {ağız} sf. Kibirli. [DS]
sahibi yapmak. [DS] barhg, [bar-lığ] {eT} sf. Mallı; zengin. [DLT]
barkarol, -lü [Fr. barcarolle] is. müz. 1. Gondol- barlık, [bar-lık] {eT} is. Varlık. [Yüknekî]
cularm önceden söz ve müziği yazılmadan içlerin barm a1, [bar-ma] {eT} sf. Geçen. [Gabain]
den geldiği gibi söyledikleri şarkı. 2. Çalgı ve insan barma2, [? barma] is. {ağız} 1. Çukurlarda biriken su.
sesi için yazılmış üç zamanlı orta tem poda m üzik 2. Musluk. [DS]
parçası. barmacık, -ğı [parmak > barma(k)-cık] {ağız} is.
barkıl, [bark (yans.) > bark-ıl] {ağız} is. Gürültü ve Kilim ve kıl dokumalarda kullanılan bir süs öğesi.
kalabalığın karışıklığını anlatan yansımalı gövde. [DS]
[DS] S barkıl çarkıl, {ağız} B üyük küçük kim var
barmacuk, [bar-ma(k)-cuk j ^ y ] {eAT} is. Parmak-
sa; çoluk çocuk; gürültülü kalabalık. [DS]
çık.
barkıldak, -ğı [bark (yans.) > bark-ıl-da-k] {ağız} is.
Ördek. [DS] barmah, [bar-mah ^ojL>] {eAT} is. Parmak.
barkımak, [balk-ı-mak > bark-ı-m ak J^ây] {eAT} {a- barm ak1, [bar-mak {eAT} is. 1. Parmak; {ağız}
ğız} gçsz. f. [-ır] Parlamak; parıldam ak; ışık saç (aynı). [DS] 2. {ağız} Bağ budanırken filiz vermesi
mak. [DS] için bırakılan küçük çubuk. [DS] 3. {ağız} Araba
barkın, [b a r-m a k > b a r-k m ] {eT} sf. V a ra n ; v a rı tekerleğinin göbeğini kenarlara bağlayan demir
cı; v a rm a k iç in h e r şey i g ö z e alm ış o lan . [DLT] çubuklar. [DS] 4. {ağız} Dokuma kilim ve çullarda
fi1 b a r k ın k işi, {eT} K e n d in i, y o lu n d a n h iç b ir kullanılan bir süs öğesi. [DS] 5. {ağız} Nişan ve di
şe y in a lık o y a m a d ığ ı y o lc u . [DLT] kiş kesm e törenlerinde yapılan özel ekmek. [DS] S
barkıt, [bark-mak (sarkmak) > bark-ı-t] {ağız} is. 1. barmaga diş urmak, {eAT} Parmağını ısırmak;
Ekinleri kuşlardan korum ak için yapılan korkuluk. şaşmak.\\ barm ak dişlemek, {eAT} Parm ak ısır
2. Çocukları korkutmak için söylenen hayalî yara mak; şaşmak.\\ barm ak hesabı, {eAT} Alacaklının
tık; umacı; öcü vb. 3. Vahşî adam; yaban insanı. 4. alacağı kalmadığı sonucuna varan hileli hesap.
Sırtlan. [DS] S barkıt sarkıtmak, {ağız} K ış gece barm ak2, [bar-mak / ber-mek] {eT} gçsz. f. f u r ]
lerinde şaka yapm ak ve aynı zam anda ev sahibinin Peyda olmak; var olmak; mevcut olmak. [Gabain]
içine çerez koyması için uzun bir ip ucuna bağlan [Tekin]
mış su kabağı ya da tenekeyi komşunun bacasından barm ak3, [bar-mak] {eT} gçsz. f. f u r ] 1. Varmak;
aşağı sarkıtmak. [DS] gitmek; ulaşmak. [EUTS] [DLT] [ETY] [İKPÖy.]
barklamak, [bark-la-mak] {ağız} gçl. f. f r ] fl ( ı ) - [Nevâyî] {ağız} (aynı). [DS] 2. Yardımcı fiil; tezlik
yor] Ev bark sahibi olmasını sağlamak; evlendir fiili. 3. {ağız} Eğlenmek. [DS]
mek. [DS] barmakca, [par-mak-ca {eAT} sf. Parm ak ka
barklanma, [bark-la-n-ma] is. Barklanm ak eylemi, dar.
barklanmak, [bark-la-n-mak] dönşl. f. f ı r ] 1. Ev barmakçalık, -ğı [par-mak-ça-lık] {ağız} is. Düzgün
lenmek, yuva sahibi olmak. 2. Aile olmak. biçilm iş ince ve uzun tahta; çıta. [DS]
barkmak, [bark-mak {eAT} gçl. f. [-ur] Bırak barmaklık, -ğı [parmak-lık] {ağız} is. Parmaklık.
mak; salıvermek; sarkıtmak. [DS]
B AR
barmen, [tng. barman] (ba ’rmen) is. Barlarda hazır üzerindeki ağırlık etkisini göstermeye yarar kapalı
ladığı içkileri tezgâh başında müşterilere ikram e- ve havası boşaltılabilen fanus içinde terazi bulunan
den erkek. deney aracı.
barmenlik, -ği [barmen-lik] is. Bar tezgâhtarlığı, barparalel, [Fr. barre paralelle] is. Düşey direkler
barn, [İng. big as a bam (ambar kadar büyük)] is. üzerine tutturulm uş iki paralel çubuktan ibaret jim
fız. Çekirdek fiziğinde bir atomun etkin kesitinin nastik aracı.
hesabında kullanılan 10 ~24 cm2 değerindeki yüzey barri, [Ar. bârrî ^jl;] (ba:rri:) is. İnce kumaştan ö-
birimi. rülmüş hasır.
barnak, -ğı [parmak] {ağız} is. Havuç. [DS] bars', [Far. pars => bars] {eT} zool. 1. Leopar; pars;
baro1, [Fr. barre (bölme parmaklığı) > barreau] kaplan. [Gabain] [ETY] [DLT] [EUTS] {ağız} (aym)
(b a ’ro) is. 1. Eskiden mahkemelerde avukatların [DS] 2. Egemenlik hakkının simgesi. [MİRŞAN] fi1
oturduğu parm aklıkla ayrılmış bölüm. 2. B ir bölge bars yılı, {eT} Eski Türk takviminde, on ikinci yılın
veya şehir avukatlarının bağlı olduğu m eslekî kuru adı; pars yılı. [DLT] [EUTS]
luş. bars2, [? bars] {eT} is. Bit, pire gibi hayvanların
baro2, [Çing. baro (büyük, önemli)] is. argo. 1. (Eğ ısırm asından m eydana gelen kabartı. [DLT] S bars
lence yeri, fahişe vb. için) bol paralı müşteri; cinsel bolmak, {eT} Kabarmak. [DLT]
ilişkiler uğruna bol para harcayan erkek. 2. sf. Saf; bars3, [? bars] {ağız} is. Arı oğulu. [DS]
enayi. 3. Yabancı,
barsa, [Far. bârsa L-jL] {OsT} is. A celeyle yapılan
barograf, [Fr. barographe] is. Uçağın ulaştığı yük
şey.
seklikleri grafikler halinde kaydeden cihaz; yüksel
ti kaydedici. barsak, -ğı [? barsak] {ağız} is. 1. Ekinlerin başak
tutma zamanı. 2. Kedilerin çiftleşme zamanı. [DS]
barok, [Port, barroco (acayip şekilli inci) / Federigo
barsam, [Yun. barsami] is. zool. Yüzgeçleri dikenli
Barocci (İtalyan ressam) > Fr. baroque] is. 1. Batı
ve zehirli çarpan balığı; varsam, (Trachinus
da on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda klasik sanatı
vipera). {ağız} (aym) [DS]
izleyen resim ve mimarlık üslubu. 2. ed. Batı ede
biyatında denge yerine harekete, düşünce yerine barsam a, [İt. balsamo] is. bot. 1. Hoş kokulu bir
duyguya, biçimlerin serbestçe oluşturulmasından çiçek; yarpuz, (Achillea millefolium, Mentha
duyulan heyecana önem veren, çelişkilerden çe pulegium). 2. Yemeklere konan nane ve kekik bit
kinmeyen, aşırı abartmayı seven, etkili olmayı ön kilerinin ortak adı.
planda sayan edebiyat akımı. 3. gnşl. sf. Abartılı; barsamak, [bar-sa-mak] {eT} gçsz. f. f r ] Varmak,
mübalağalı; fantastik. S1 barok müzik, müz. Çalgı gitmek istemek. [DLT]
larla çalgılar veya sesler arasında karşıtlıklar ku barsam ba, [İt. balsamo] {ağızj is. bot. -* barsama.
ran on altı ve on yedinci yüzyıl batı müziği tarzı. [DS]
barokçuluk, [barok-çu-luk] is. Canlılık, yaşama zev barsan, [Yun. barsami] {ağız} is. zool. -*■ barsam.
[DS]
ki ve olağanüstü olaylara hayranlık duymakla beli
ren sanat akımı; baroquisme. barsçı, [bars-çı] {eT} is. Vahşî hayvan terbiyecisi.
[Nevâyî]
baromana, [Yun. paramöna] {ağız} is. Lohusaya
barşa, [? barşa] {ağız} sf. Kavgacı. [DS]
götürülen yemek. [DS]
bart', [bart (yans.)} is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava
barometre, [Fr. barometre] (barom e’tre) is. 1. At
ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama sonucu
mosfer basıncını ölçmeye yarar alet. 2. Her türlü
patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök.
değişime uyarlı şey.
bart-la-k, bart-la-t-mak. S bart bart, Korna se.î/.||
barometri, [Fr. barometrie] (barom e’tri) is. fız. Hava bart burt tutmak, {eT} Ansızın her yandan yaka
basıncı olaylarını inceleyen bilim dalı, lamak. [DLT]
barometrik, -ği [Fr. barometrique] (barome ’trik) sf. bart2, [bar-t] {eT} is. 1. Su içilen kap. 2. Sıvı ölçüsü.
fız. Barometre ile ilgili, [DLT]
baron, [Frankça, baro (serbest adam) > Fr. baron] is. bart3, [bart o y ] {eAT} is. Yara,
1. Derebeyi. 2. Doğrudan doğruya krala bağlı dere
beyi. 3. A vrupa’da bir asalet unvanı, bartak, [bart-ak ji y ] {eAT} is. Testi.
baronet, [Fr. baronet] is. İngiltere’de baron ile şö bartık, -ğı [bart-ık] {ağız} is. 1. Yufka ekmeğiyle
valye arası bir soyluluk unvanı, yapılan bir tür tatlı. 2. M eyve şurubu. [DS]
baronluk, -ğu [baron-luk] is. 1. Derebeylik. 2. Baron bartıl, [Ar. birtıl J^ky] {ağız} is. Rüşvet. [DS]
rütbesi. 3. Krallığa bağlı baronların tümü,
bartılcı, [bartıl-cı] {ağız} s f Rüşvet alan. [DS]
baroskop, -bu, [Yun. baros (ağırlık) + skopein (gö
bartış, [Sur. Ar. bırtâş jlll»y] {ağız} is. Eşik. [DS]
zetlemek) > Fr. baroscope] is. fız. Flavanın cisimler
OTiiKMICtSCdıiDS•473 BA S
bartlak1, [bağır > bağır-lak / bağırt-lak] {ağız} is. 1. luk döneminde baruthanede barut imalinde çalışan
Çocukların ağız suyu ve mam a akıntılarının üstle işçi.
rini kirletmesini önlemek için takılan önlük. 2. Ka baruthane, [Far. bârüt-hâne <bUoj_,l;] (barutha:ne)
dınların iş yaparken kullandıkları önlük. 3. Genç
{OsT} is. İmparatorluk döneminde ordunun ihtiyacı
kadın ve kızların kullandığı göğüslük; sutyen. 4.
olan barutun imal edildiği yer.
Beşik bağı. [DS]
barutluk, -ğu [barut-luk] is. İçine barut konularak
bartlak2, -ğı [ba (yans.) > ba-gır-lak > bağır-t-lak]
üstte taşınılan kap; barut kabağı,
{ağız} is. 1. zool. Bağırtlak. 2. İlkbaharda tarlalarda
biten sarı çiçekli bir yabani ot. [DS] barya, [Yun. pouria => poyra > barya] {ağız} is. A-
raba tekerleğinin ortasındaki yuvarlak demir. [DS]
bartlakJ, [bart (yans.) > bart-la-k] {ağız} is. Bir yaşın
daki manda danası. [DS] baryöz, [Yun. veraia (ağırlık) > vareos] {ağız} is.
A ğır taşçı çekici; demir küskü. [DS]
bartlatmak, [bart (yans.) > bart-la-t-mak] {ağız} gçl.
f [-ır] (M anda için) doğurtmak. [DS] baryum, [Yun. barys (ağır) > Fr. baryum] is. kim.
Gümüş parlaklığında 3.7 yoğunluğunda, atom nu
bartmak, [bar-t-mak / bır-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
marası 56, atom ağırlığı 137,36 olan alkali bir ele
Kırmak; parçalamak. [Gabain] [EUTS]
ment; sembolü: Ba S baryum karbonat, kim. Ba-
bartun, [Yun. parten] {ağız} is. Yiyen hayvanları
rit üzerine karbondioksit etkisiyle elde edilen beyaz
öldüren zehirli bir ot. [DS]
katı madde.|| baryum sülfat, kim. Baritin BaS()4.
barturmak, [bar-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Vardır
barz, [bar-ıs] {eT} is. -* bars.
mak; göndermek. [DLT]
barza, [Am. bardhâ] {ağız} is. Yarısı beyaz, yarısı si
baru1, [Far. bârü j j l J (ba:ru:) {OsT} is. 1. Kale yah keçi. [DS]
duvarı; sur. 2. Sığmak; siper, fi1 baru kalkanı,
ba’s, [Ar. ba's o ^ ] {OsT} is. 1. Gönderme; yollama.
Mazgal aralıklarının iki yanında adam boyundaki
2. A llah’ın halkı dine davet etmek üzere bir pey
siperlikler; barbata sığıncası.
gam ber göndermesi. 2. Yeniden dirilme ve dirilt
baru2, [bar-u] {eT} zf. Beri; dolayı. [EUTS]
me. 0 ba’s etmek, {OsT} 1. Diriltmek. 2. B ir g ö
baruçı, [bar-uçı] {eT} sf. Varıcı; gidici. [DLT] revle göndermek,|| b a’s-ı emvât, {OsT} 1. Ölülerin
barud, [Far. bârüd (ba. ru. d) {OsT} is. -*■ barut. dirilmesi. 2. Peygamberlik,|| b a’s’ü b a’d ’el-mevt,
S bârüd-i siyah, {OsT} Kara barut. {OsT} Öldükten sonra tekrar dirilme.
barudhane, [Far. bârüd-hâne «iU -jjjl] (ba:ru;dha;- b as1, [bas] {eT} is. 1. Baş; kafa. [EUTS] 2. Başlangıç;
birinci; ilk. [EUTS] 0 bas başı, {ağız} Tohum eler
ne) {OsT} is. 1. Barut üretilen yer. 2. as. Barut de
ken eleğin üstünde kalan iri buğday taneleri. [DS]||
polanan yer; barut deposu,
bas bıçağı, {ağız} Ustura. [DS]
barudi, [Far. bârüdî (ba:ru:di:) {OsT} is. 1. bas2, [bas] {eT} is. Yara; yara başı. [EUTS]
Sulandırılmış kurumun içine zam k karıştırılarak bas3, [bas-mak > bas] {ağız} is. Sokmak, saplamak,
elde edilen sarımsı kahverengi boya. 2. Koyu gri bastırm ak eyleminin kökü. [DS] S bas itmek,
renk. {ağız} (Bıçak, kama, kazık vb. sivri nesneler için)
barutnak, [baru-mak] {eAT} gçl. f. f r ] Korumak; sokmak; saplamak. [DS]
yardım etmek, bas4, [İt. basse] is. müz. 1. En kaim erkek sesi. 2. En
baruş, [Ar. barş > burüş ji jy ] {ağız} is. Küçük kazan, kaim erkek sesine sahip sanatçı. 3. O rkestranın en
[DS] kaim sesli çalgısı, fi1 bas bariton, Bas ile bariton
arası bir tınıya sahip erkek sesi.\\ bas bas, (Bağır
barut, [Ar. / Far. bârüd -ijjU / Yun. pyr (ateş) + litos
m ak fiili ile birlikte kullanılır.) yüksek sesle. || bas
(taş)] is. Ateşli silahlarda, merminin fırlatılması tutmak, İnce sesli çalgılara tek perdeden eşlik et
için kullanılan patlayıcı katı madde. 0 barut ağa mek.
cı, bot. Özünden elde edilen köm ür kara barut y a
basa, [bas-mak > bas-a] {eT} is. 1. Art; arka; peş. 2.
pımında, kabuğu halk hekimliğinde m üshil olarak
zf. Sonra; müteakiben; ondan sonra; akabinde;
kullanılan A vrupa'nın serin ormanlarında yetişen
onun arkasından; hemen sonra, {ağız} (aym) [DLT]
bir ağaç, (Rhamnus fangula).\\ barut fıçısı gibi,
[EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] [DS] 3. Bundan sonra;
Her an karışıklık ve savaş çıkma ihtimali olan yer. ||
artık. 4. Yine. [ETY] 5. {ağız} Fazla; baskın; üstün.
barut gibi, 1. Çok sert; keskin. 2. Çok ekşi. |[ barut
[DS] 0 basa basa, {eT} Biteviye; durmadan; arta
hakkı, Mermiyi hedefe kadar ulaştırabilmek için
rak; kesilmeden. [EUTS]|| basa bermek, {eT} Arka
yeterli miktardaki barut.\\ barut kesilmek, Çok
vermek; yardımcı olmak; destekleyivermek.
kızmak. || barut olm ak, Çok kızmak.
basabas, [bas ha bas (Farsça ikilemelerine öykünme
barutçu, [barut-çu] is. 1. Taş ve maden ocaklarında yoluyla) / eT. basa+bas(a)] {ağız} zf. Durmadan;
patlayıcı madde yerleştiren işçi. 2. tar. İm parator aralıksız olarak. [DS]
BAS İ H T Ü R S O M . 4?4
basacak, -ğı [bas-acak is. 1. Basamak; basam ak, [bas-amak is. 1. Bir yük
{eAT} (aym). 2. Merdiven. 3. {ağız} Takunya. [DS] 4. seklikten inmek veya bir yüksekliğe çıkmak için
{ağız} Tulum a peynir basarken kullanılan yuvarlak konulmuş art arda gelen ayak konulacak düzlükler;
kalın sopa. [DS] basacak, {ağız} (aym) [DS] 2. Bir araca binm ek için
basaç, [bas-aç] {ağız} is. Çamaşır bastırm aya ve ka konulmuş ayak basacak yer. 3. M evki ve makam
rıştırm aya yarayan sopa. [DS] bakım ından alçalan veya yükselen diziler, yerler;
basador, [İt. pasador] is. dnz. Bordanın iç tarafında rütbe; derece; kerte; aşama. {eAT} (aym) 4. mecaz.
yer alan ve gemicilerin üzerine bastıkları halat ya B ir amaca ulaşm ak için kullanılan kişi veya durum.
da takozlar. 5. mat. Bir sayıda rakam ların bulunduğu yer. Onlar
basamağı. 6. Denklemde bilinm eyen elemanın en
basafa, [Far. bâ-şafa (ba:safa:) sf. Samimi,
yüksek kuvveti. 7. {eAT} {ağız} Merdiven. [DS] 8.
basair, [Ar. başıre (ibret verici) > başâ’ir jSUu] (ba- {ağız} Dere, çay vb. yerlerden üzerine basarak geç
sa:ir) {OsT} is. Başkalarına ders olan durumlar; mek için suyun içine birer adım aralıklarla konul
ibret verici durumlar, muş taş. [DS] 9. {ağız} Tulum a peynir basmakta
kullanılan kalın ve yuvarlak sopa. [DS] 0 basa
başak', -ğı [bas-mak > bas-ak] {ağız} is. 1. Eşik. 2.
m ak basam ak, A rt arda gelen basamaklar halin
M erdiven; el merdiveni. 3. M erdiven basamağı. 4.
de; kademe kademe; derece derece. || basam ak ol
İskele. 5. Paspas. [DS] 0 başak başı, Merdiven
mak, Birinin yükselm esi için aracı veya dayanak
başı.
olmak.|| basam ak yapm ak, Bir kimseyi veya bir
başak2, -ğı [bas-mak > bas-ak] {ağız} is. 1. Mühür. 2.
durumu yükselmek, ilerlemek veya daha iyi bir yere
Kaim, tabaklanmış deri. 3. Basmahane. 4. sf. Sağ
geçm ek için aracı olarak kullanmak.
lam; katı; dayanıklı. [DS]
basam aklı, [bas-amak-lı] sf. 1. Basamağı olan. 2.
başak ’, -ğı [baş-mak > baş-ak jU > y {eAT} zf. Baskın Basamaklar halinde,
olarak; baskın düzenleyerek. 0 başak düşmek, basam aksı, [bas-amak-sı] is. Basamağa benzer, ba
{eAT} Baskın vermek. sam ak gibi.
başakçı, [basak-çı] {ağız} is. Sürek avında, yanlardan basaman, [Far. bâ-sâmân OUL«l>] (ba;sa;ma;n) {OsT}
birini tutan avcı. [DS] sf. 1. Varlıklı; zengin. 2. Düzgün; düzenli,
basaklamak, [basak-la-mak] {ağız} gçl. f. f r ] fl ( ı ) - basan, [bas-ğan > bas-an] {eT} is. Ölü gömüldükten
yo r] 1. Baskın yaparak yakalamak. 2. Üstüne çök sonra yenilen yemek. [DLT]
mek. 3. B ir kadın veya kızla zor kullanarak cinsel basancak, -ğı [bas-an-cak] {ağız} is. 1. İnce ağaçtan
ilişkide bulunmak. [DS] yapılan kızak. 2. M erdiven; basamak. [DS]
basal1, [Ar. başal {OsT} is. 1. Soğan biçiminde basancı, [bas-an-cı] {ağız} is. Dükkân önlerine yapı
kök. 2. {eT} Soğan. [Yüknekî] lan beton düzlük. [DS]
basal2, [Yun. pasali] {ağız} is. Kütük yarm akta kulla basanga, [bas-mak > bas-ğan > bas-an-ga] {ağız} is.
nılan ağaç veya demir çivi. [DS] Küskü. [DS]
basangaç, [bas-an-gaç] {ağız} is. 1. M erdiven; basa
basala, [Ar. başala <>1^] {OsT} is. Vücutta yaratılıştan
mak. 2. Am bar vb. içine inip çıkmak için kullanılan
gelen herhangi bir kabartı. 0 basala-i sîsâiye, basam ak taşı. [DS]
{OsT} anat. Omuriliğin beyin ile birleştiği yerde
basar1, [Ar. başal => ? basar] {eT} is. D ağ sarımsağı.
görülen şişlik; om urilik soğanı.
[DLT] 0 basarlıg tag, {eT} Sarımsaklı dağ. [DLT]
basalak, -ğı [bas-ala-k] {ağız} is. 1. Ayak basmışlık;
gezmişlik. 2. Sığırın sırt derisi. [DS] basar2, [Ar. başar _ ^ ] {OsT} is. 1. Görme yeteneği.
basalamak, [bas-ala-mak] {ağız} gçl. f. f r ] fl ( ı ) - 2. Görüş. 3. Zihinsel algı. 4. Zekâ. 0 basar-ı müz-
yo r] 1. Çamaşırı suya basmak. 2. Bir kaba konulan devic, {OsT} 1. İki gözle görme. 2. Çift görme. || ba-
eşyayı üstünden bastırıp sıkıştırmak. [DS] sarü’l-Hak, {OsT} Tanrının algılayıcı gücü.
basalga, [bas-al-ga] {ağız} is. 1. Sık ağaçlı yer. 2. A- basarak, -ğı [Ar. başâret => basarat / basarak] {ağız}
ğaç gölgesi veya kuytusu. 3. sf. Engin; alçak. [DS] is. Görme kuvveti. [DS]
basalgan, [bas-al-gan] {ağız} sf. (Yer, mekân için) basaret, [Ar. başâret o j l ^ j] {OsT} is. 1. Etraflı ve de
havası bunaltıcı; sıkıcı. [DS] rin görüş, {ağız} (aym) [DS] 2. İyi kavrayış. 3. Göz
basalık, -ğı [bas-a-lık] {ağız} is. 1. Çukurova dolayla açıklığı.
rında görülen ılık ve nemli sis. 2. sf. Bunaltıcı ve basarık, -ğı [bas-mak > bas-ar-ık] {ağız} is. Dokuma
sıkıcı. [DS] tezgâhlarının ayaklığı. [DS]
basaliye, [Ar. başaliyye {OsT} is. bot. Soğanlı basarı, [Ar. başar! (basari;) {OsT} is. Görme
bitkiler. ile ilgili.
V
B i l l i l l i K M K . 475 BAS
basarna, [Yun. basarina] (basa’rna) is. 1. Kaldıraç. bashun, [bas-ğun > bas-hun {eAT} sf. -*• bas
{ağız} (aym) [DS] 2. A ğır bir kütleyi bir tarafından gun.
kaldıraçla yükseltm e işi. 3. {ağız} Dalyan kapağının
bası, [bas-mak > bas-ı] is. Klişe, dökme harf, taş ka
bulunduğu yer. [DS]
lıp ve başka teknikler kullanarak yazı veya resim
basaruk, -ğu [bas-mak > bas-ar-m ak > bas-ar-uk]
basm a işi; tabı; baskı; basım.
{ağız} is. Korku. [DS] 0 basaruğu olm amak, {a-
basıcı1, [bası > bası-cı] is. Kitap, dergi ve gazete gibi
ğız} K orkusu olmamak. [DS]
şeylerin basımı işi ile uğraşan kimse.
basat, [bas-at ?] {ağız} is. Tepegöz. [DS]
basıcı2, [bas-mak > bas-ıcı] sf. Basma işini yapan;
basavab, [Ar. bâ-şavâb (ba:sava:b) zf. D oğ
basan.
ru olarak; doğrulukla; doğruca, basıcüık, -ğı [basıcı-lık] is. Basıcının yaptığı iş ve
basbank, -ngı [bang > ba(s)+ba/nk] {ağız} pekşt. sf. meslek; basımcılık,
Sersem; budala; şaşkın. [DS] basıg, [bas-mak > bas-ığ] {eT} is. Gece baskını yapı
basbas, [bas-mak > bas+bas] {ağız} is. 1. Çatılarda lacak ve düşmanın ansızın yakalanacağı yer. [DLT]
üzerine makasların bindiği dikme. 2. A cele yürü basıgsız, [bas-ığ-sız] {eT} sf. Minnetsiz. [EUTS]
yüş. 3. Bel adı verilen tarım aracının ayakla basılan
basık1, -ğı [eT. bas-mak > bas-uk > bas-ık] sf. 1.
yeri. [DS]
Basılmış; basılı olan. 2. Yüksekliği az olan; alçak;
basbasa, [Ar. başbaşa {OsT} is. 1. Köpeğin kısa. 3. Üzerine basm akla veya herhangi b ir şekilde
kuyruk sallayarak yaltaklanması. 2. Dalkavukluk yassılaştırılmış; yassı. 4. mecaz. İnsana sıkıntı v e
etmek; yaltaklanmak, ren; sıkıntılı; kasvetli, {ağız} (aynı) [DS] 5. {ağız}
basbaya, [ba(s)+ba/yağı] (b a ’sbaya:) {ağız} sf. -*■ Havasız, alçak ve dar. [DS] 6. {ağız} Cılız; zayıf;
basbayağı. [DS] boysuz. [DS] 7. {ağız} Çok iyi; pek iyi; fevkalade.
basbayağı [ba(s)+ba/yağı] (b a ’sbayağı) sf. 1. Alışıl [DS] ö basık burunlu, Burnunun genişliği uzun
mışın dışında bir durumu, olağanüstülüğü olmayan. luğuna göre fa zla olan. || basık kemer, mim. Yük
2. T eklif ve tekellüften uzak. 3. zf. Hiç yorum a ge sekliği açıklığının yarısından az olan kemer; sepet
rek duyurm ayacak biçimde yapılan (eylem), kulpu. || basık ökçe, Kalın kısa topuk. || basık tonoz,
bas-blö, [Fr. bas-bleu] (basb'lö:) is. Bilgiç, ukala mim. Yüksekliği açıklığının yarısından küçük olan
kadın yazar. tonoz.
basdık, [bas-mak > baş-dık ı3-w=L] {OsT} is. Ü züm şı basık2, -ğı [bas-ık] {ağız} is. 1. A rkasına basılarak gi
yilen ayakkabı, terlik; yemeni vb. 2. A ltı tahta a-
rasını kaynatıp içine nişasta bulam akla yapılan pel
yakkabı. 3. Harmanda fazla ıslanmış buğday. [DS]
te.
basıkça, [basık-ça] (bası'kça) zf. Biraz basık olan;
basdıkmak, [bas-dık-mak / bas-tık-mak] {eT} gçsz. f .
baskınca.
f u r ] 1. Ezilmek. [Gabain] 2. Basılmış olmak.
[EUTS] basıkdırmak, [bas-ık-dır-mak] {ağız} g ç l.f. f ı r ] Y a
tıştırmak. [DS]
basdırma, [baş-dır-ma {eAT} is. 1. Kurutul
basıkerte, [bas-ı+kerte] {ağız} is. Barometre. [DS]
muş tuzlu et; pastırma. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2.
basıldık, -ğı [bas-ık-lık] is. 1. B asık olma durumu. 2.
{ağız} Sucuk; mumbar. [DS] 3. {ağız} Etli kabak ya
Basık olan şeyin niteliği. 3. mat. Bir elipsin büyük
da patates musakkası. [DS] 4. {ağız} Odun yığını.
ve küçük eksenleri arasındaki farkın büyük eksene
[DS]
oranı. 4. gök b. Bir gök cisminin özellikle D ün
basdurmak, [baş-dur-mak joj-Uı.] {eAT} gçl. f. [-ur] y a ’nm ekvator ve kutup yarıçapları farkının ekva
Yendirmek; alt etmek, tor yarıçapına bölümü,
basen, [Fr. bassin (havuz, leğen)] is. 1. Kalça. 2. basıkmak, [bas-ık-mak] {eT} gçl. f. f u r ] 1. Bastır
anat. Pelvis ve leğen. 3. Terzilerin belden yirmi cm mak; içine sokmak; sokmak; [Tekin] [ETY] 2. dönşl.
kadar aşağıdan aldıkları kalça ölçüsü, f. Düşman tarafından basılmak; yenilmek. [DLT] 3.
basgan, [bas-mak > bas-ğân > bazğân] (basgam) {ağız} Y ük altında ezilmek; çökmek. [DS] 4. {ağız}
{eT} is. Çekiç. [Gabain] (Sığır, at vb. için) çiftleşmek. [DS]
basgı, [bas-kı / bas-gı] {ağız} is. 1. Baskı. 2. Kurutma basıktırm ak, [bas-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f. f ı r ] 1.
kâğıdı. 3. Bastırm a işlerinde kullanılan bir ayakka Baskı uygulamak; bastırmak; sıkıştırmak. 2. Gözü
bıcı aracı. [DS] nü korkutmak; yıldırmak. [DS]
basguk, [bas-mak > bas-ğuk] {eT} sf. 1. Yekpare; basıla, [bas-ıl-mak > bas-ıl-a] is. Son kontrolü ve
som. [EUTS] 2. is. Yoğunluk. [EUTS] 3. Dağ parça düzeltmesi yapılmış olan bir eserin baskıya hazır
sı; kaya. [EUTS] 4. D ağ silsilesi; sıra dağlar. [Ga olduğunu belirtmek üzere "basılabilir, basılsın”
bain] anlam ında üzerine yazılan kelime. S basıla ver
basgun, [bas-mak > baş-ğün jjju o lJ {eAT} {ağız} sf. mek, B ir eserin baskıya hazır olduğunu bildirmek;
Baskın; saldın. [DS] basılmasına izin vermek.
BAS İ M İ K S 0 M . 47s
basılagelm ek, [bas-ıl-mak+gel-mek] {ağız} gçsz. b. f. ve bazı kolaylıklar sağlayan kim lik belgesi. || basın
[-ir] Ağzına kadar dolmak; tıka basa dolmak. [DS] to p lan tısı, Yetkili bir kişinin kamuoyunu ilgilendi
basılak alm ak , [bas-ıl-mak+kal-mak] {ağız} g ç sz.f. [- ren konularda açıklama yapm ak üzere basın men
ır] Ağzına kadar dolmak; tıka basa dolmak. [DS] supları ile yaptığı toplantı.
b a sılı1, [bas-ıl-ı] sf. Baskı yoluyla elde edilmiş. b asın cak , [baş-m-cak {eAT} is. 1. Basamak.
basılı2, [bas-ıl-ı] {ağız} sf. (Loğusa kadın ve çocuk {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Taşınabilir merdiven; el
için) hastalanan ve gelişmesi geciken. [DS] merdiveni. [DS] 3. {ağız} Paspas. [DS] 4. {ağız} Seki.
basılış, [bas-ıl-ış] is. Basılmak işi. [DS] 5. {ağız} İskele. [DS] 6. {ağız} Baskın. [DS] 7.
basılm a, [bas-ıl-ma] is. 1. Basılmak işi. 2. {ağız} Y e {ağız} Tutsaklık. [DS] 8. {ağız} Etki. [DS] S
ni doğmuş çocuklar hakkında bazı asılsız inançlarla b a sın cak edinm ek, {eAT} 1. A yak altına almak. 2.
açıklanan gelişme geriliği. [DS] Yükselme aracı olarak kullanmak. 3. {ağız} Bir
kimseyi korkutarak etkisi altına almak. [DS] 4. {a-
basılm ak, [baş-ıl-mak edil. f. f ı r ]
ğız} Eza cefa etmek. [DS] 5. {ağız} Gereğinden çok
[eAT -ur] 1. Başkası tarafından kendisine basmak iş vermek; aşırı y ü k yüklemek. [DS]|| b asıncak
fiili uygulanmak; bastırılmak. {eAT} (aym) 2. Suç idinm ek, {eAT} 1. A yak altına almak. 2. Yükselme
üstü yakalanmak; tutulmak; yakalanmak; enselen aracı olarak kullanmak.
mek. 3. Eşkıya baskınına uğramak; baskına uğra
b asm c, [bas-ınc / ^ —1] {eAT} is. Zulüm, istib
mak. {ağız} (aym) [DS] 4. {eAT} A lt olmak; yenil
mek; mağlup olmak. 5. {eAT} Yere serilmek; çiğ dat; baskı.
nenmek. 6. {eAT} Horlanmak. 7. (Yer, ülke, kara b asınç, -cı [bas-ınç is. 1. Zorlayarak
vb. için) adım atılmak; çıkılmak. 8. Çoğaltılmak; bastırma, itme eylemi; tazyik; baskı. {eT} (aym)
tabedilmek. 9. {eAT} Yatıştırılmak. 10. {ağız} (İnek (1935) 2. Bastırm a ve itme eylemi sonucu. 3. fız.
ve kısrak için) çiftleşmek. [DS] 11. {ağız} Tasalan Bir yüzey üzerine etkide bulunan bastırma gücü
mak; sıkılmak. [DS] nün, birim alana düşen miktarı,
basım , [bas-mak > bas-ım] is. 1. Basmak eylemi ve b asın çak , [bas-m-çak] {eT} sf. Basılan; baskı altında
sonucunda ortaya çıkış. 2. M ürekkeplenmiş bir ka tutulan; basınç uygulanan. S b asın çak er, {eT}
lıbı kâğıt, kumaş cinsinden bir yüzeye bastırm ak Z a y ıf görülen, önem verilmeyen kimse. [DLT]
suretiyle bir resmin veya yazının örneklerini çı
basınçlam a, [bas-ın-ç-la-ma] is. fız. Bir uçağın iç ba
kartma, çoğaltma işlemi; tabaat. 3. Bası işi; tabı;
sıncını atm osfer basıncından daha aşağıda tutmak
tipografya. 4. {ağız} Baskı aracı ile üzüm suyunun
eylemi.
çıkarılması işi. [DS] S basım evi, -*• basımevi,
b asın çlam ak , [bas-m-ç-la-mak] gçl. f. f r ] fl(ı)-y o r ]
basım baç, -cı [bas-maç > bas-ım-baç] {ağız} is. 1.
B ir uçağın iç basıncını atmosfer basıncından daha
M erdiven. 2. Merdiven basamağı. 3. Hareketli
aşağıda tutmak; basınçlam a işlemini uygulamak,
merdiven. [DS]
basınçölçer, [bas-ın-ç+ölç-er] is. A çık hava basıncını
basım cı, [bas-ım-cı] is. 1. Baskı işi ile uğraşan kim
ölçmeye, yer yükseltilerini ve hava değişimlerini
se. 2. Basım evi işleten kimse; matbaacı,
belirlemeye yarayan alet; barometre,
basım cılık, -ğı [bas-ım-cı-lık] is. 1. Basım evi işlet
b asın d ırık , -ğı [bas-m-dır-ık] {ağız} is. Devrilen eşya
me işi. 2. Kitap, dergi, gazete gibi basılı malzemeyi
ya da yıkıntı altında kalma. [DS]
basma, üretme işi; matbaacılık,
b a sın d u rm a k , [bas-m-dur-mak] {eT} edil. f. 1. Ezil
basım evi, -ni, -vleri [basım+ev-i] is. Basım işinin
mek. [Gabain] 2. Tazyik edilmek; basılmak. [EUTS]
yapıldığı yer; matbaa,
basıngıç, [bas-ın-gıç] {ağız} is. 1. Yenilgi; mağlu
basın , [bas-mak > bas-m] is. 1. Günlük, haftalık,
biyet. 2. Korkma; çekinme. 3. Baskı altında bu
aylık vb. olarak çıkan gazete ve dergilerin bütünü; lunma. [DS] S basıngıç etm ek, {ağız} 1. Yenmek;
matbuat, (1935). 2. Gazete ve dergi çıkarma işi. 3. alt etmek. 2. Baskı altında tutmak. 3. Korkutmak.
Gazete ve dergi çalışanlarının bütünü. S basın ah [DS]
la k yasası, huk. gaz. Basının itibarını ve basın hür
b asm m a k , [bas-ın-mak {eT} gçl. f. [-ur] 1.
riyetini korum ak amacıyla basının kendi kendini
denetleme sistem i.|| basın ajan sı, gaz. Gazete ve Basmak; ezmek; zayıf görmek; kahretmek. [DLT]
dergilere, haber, röportaj ve resim gibi basını ilgi [Gabain] [EUTS] 2. {eAT} H or görmek. 3. ed il.f. Ye
lendiren bilgi ve belgeler veren kuruluş.|| b asın a nilmek; mağlup olmak. [ETY] 4. dönşl. f. Batmak.
ak setm ek , H aber değeri olan ve ilgilileri tarafın [ETY] 5. Çökmek; kahrolmak. [ETY]
dan gizli tutulmaya çalışılan bir konunun gazeteci b a sın tu rm a k , [bas-ın-tur-mak] {eT} edil. f. f u r ]
ler tarafından öğrenilerek haber yapılması]] basın Bastırılmak. [EUTS]
k a rtı, gaz. Yerli ve yabancı basın mensuplarına basıölçer, [bas-ı+ölç-er] is. fız. 1. Kapalı gazların
devletçe verilen ve kendilerini tanıtmaya yarayan kabın yüzeyine yaptığı basıncı ölçmeye yarayan
Mffitilie sual. 477 BAS
alet; manometre. 2. Akışkanların basıncını ölçen basıta, [Ar. basıta *W>y (ba:sıta) {OsT} sf. biy. (Kas
alet. için) açan.
basır, [Ar. basar (göz)>bâsır ^ y (ba.’sır) {OsT} sf. basıtmak, [bas-ıt-mak] {eT} edil. f. f u r ] 1. B asıl
1, Gören. 2. Görünce hemen anlayan. 3. Keskin mak; tazyik edilmek. [EUTS] 2. Ezilmek. [Gabain]
gözlü. 3. Baskına uğratılmak; düşmana basılmak; yenil
basıra1, [bal+şıra ? > balsıra / bas-ır-m ak > bas-ır-a mek. [ETY] 4. gçl. f. Bastırmak; ansızın hücum et
> basra] {ağız} is. 1. Külleme hastalığı. 2. Püseron. tirmek. [ETY]
3. Sisli havalarda yapraklar üzerinde oluşan su basi, -i’ı [Ar. başı' (basi;) {OsT} is. Ter.
damlacıkları. 4. Kanser hastalığı. 5. Sızdırılmış bal.
basi’a, [Ar. b â sfa -u o y (ba:sia) {OsT} is. Ç ok kırmızı
6. Çamlarda bal yapan beyaz böcek. [DS] S basıra
olan dudak.
balı, {ağız} Çam balı. [DS]
basic, [İng. Beginner’s All purpose Symbolic
basıra2, [Ar. başar > bâşıra » j^ y (b a sıra ) is. 1. Gö
Insturiction C od (başlayanlar için çok amaçlı sem
rüş; görme. 2. Görme gücü. 3. Göz. bolik komutlar imi)] (beyzik) is. kısalt. Bilgisayar
basırak, -ğı [basır-mak > bas-ır-ak] {ağız} is. Yoğurt ların birbirine bağlı olarak işletilmesi için tasar
yapmak için mayalanmış sütün üzeri örtülerek ko lanmış programlama dili,
nulduğu yer. [DS]
basik, [Ar. bâsik j f l ] (ba:sik, k kalın söylenir) sf. Eli
basırganma, [bas-ır-ğan-ma] {eAT} is. 1. Basırgan
açık; cömert.
mak işi. 2. Kâbus,
basika, [Ar. bâsika <tfîy (ba:sika) is. Ağzına kadar
basırganmak, [bas-ır-ğan-mak] {eAT} dönşl. f. f ı r ]
[-ur] 1. Üzerine ağırlık çökmek. 2. Kâbus görmek. su dolu olan kuyu.
3. {ağız} U ykudan korku ile sıçrayıp uyanmak. [DS] basil1, [Lat. bacillus (çubuk, çomak)] is. biy. Silindir
basırık, [bas-ır-ık] is. tıp. 1. Vücudun hareketsiz böl veya çubuk biçimindeki bakteri.
gelerindeki kılcal damarlarda kan birikm esi sonucu basil2, [Ar. basil J —y (ba:sil) is. 1. Y iğit kişi; kah
oluşan ağrılı yanma. 2. {ağız} Tahta veya demirden ram an adam. 2. Haram şey. 3. Kötü söz. 4. Çirkin
yapılma kapı sürgüsü. [DS] 3. {ağız} Damların üze kişi.
rini kapatm akta kullanılan düzgün ardıç kerestesi. basile, [Ar. başıle -<1^] (basi:le, s kalın söylenir) is.
[DS] 4. {ağız} Gizli, kapalı yer; hücre. [DS] 5. {ağız}
bot. Soğan.
Kıştan kuyulara doldurulm ak suretiyle biriktirilmiş
basilemi, [Fr. basilemie] is. tıp. 1. Kanda basil b u
ve üzeri sap, saman ile bastırılm ış olan kar yığını.
lunması. 2. Basilden ileri gelen kan yangısı,
[DS] S1 basırık tahtası, {ağız} D am larda üzerine
toprak konulan tavan tahtası. [DS] basilimsi, [basil-imsi] sf. Çomak biçiminde olan,
basırılı, [bas-ır-ıl-mak > bas-ır-ıl-ı] {ağız} s f (Kapı basiloz, [Fr. bacillose] is. tıp. 1. Basilden ileri gelen
için) örtülmüş; kapatılmış; bastırılmış. [DS] her çeşit hastalık. 2. Akciğer veremi.
basilUri, [Fr. bacillurie] is. tıp. İdrarda basil bulun
basırılmak, [bas-ır-ıl-mak jijv > y {OsT} edil. f. [-ur]
ması.
Bastırılmak; kapatılmak,
basim, [Ar. besm > bâsim ^ y (ba:sim) sf. Güler
hasırlamak, [bas-ır-ıl-a-mak] {ağız} g ç l.f. f r ] fl ( ı ) -
yor] Kapıyı kapatarak sürgüsünü mandalını tak yüzlü; şen.
mak; sürgülemek; mandallamak. [DS] basir, [Ar. başar (görme) > başır _£**] (basi:r) {OsT}
basırmak, [bas-ur-mak > bas-ır-m ak / / jK r-i sf. 1. Gören. 2. Görüp anlayan. 3. Anlayışlı ve zeki.
4. H er şeyi görüp anlayan anlamında A llah’ın sıfat
j a ^ y {eAT} {OsT} gçl. f. f ı r ] [eAT -ur] 1. B astır larından biri.
mak. 2. Kapatmak. 3. Saklamak. 4. {ağız} (Kapı basire, [Far. bâsire o^-y (ba:sire) is. Ekin.
için) sürgülemek; mandallamak; desteklemek. [DS]
5. {ağız} Kapamak; örtmek; bastırmak. [DS] 6. basiret, [Ar. başar (görme) > basiret o (basi:ret)
{ağız} Dikişte kumaş kenarını kıvırarak dikmek; {OsT} is. 1. D oğru görüş; sağgörü. 2. Uyanıklık. 3.
kıyı bastırmak. [DS] Gönül gözüyle görme. 4. Uzağı görüş; seziş. 5. A n
basış, [bas-ış] is. 1. B asm ak işi. 2. Basm a biçimi, layış, kavrayış; feraset. 6. Uyarı; tembih. 7. K al
basışmak, [bas-ış-mak] {eT} işteş, f. f ı r ] Basmakta kan; siper. 0 basireti bağlanmak, 1. Gerçeği a n
layamaz hale gelmek. 2. Tehlikeyi sezememek; g a f
yardım ve yarış etmek. [DLT]
lete düşmek. || basîret-kâr, {OsT} Ön görüşlü; sez-
basit, [Ar. bast (yayma) > bâsıt Ja*»y (ba:sıt) {OsT} gin.|| basîret-kâr-âne, {OsT} Önceden tehlikeyi
sf. 1. Yayıcı; yayan. 2. anat. B ir organı kasıp açan görebilecek şekilde]] basîret-kârî, {OsT} Önceden
kas. görm e durumu.
BAS 0 1 İM IÜ 1 1 K C E S Ö Z L Ü K . 4 7 8
basiretli, [basiret-li] (basi:retli) sf. 1. Gerçeği ve baskak, [basık-mak > bas(ı)k-ak] is. 1. Türk-M oğol
tehlikeyi önceden gören, sezen; sağgörülü; anlayış devletlerinde yeni fethedilen yerlerden vergi top
lı; uyanık. 2. Uzak görüşlü, lam akla görevli devlet memuru. 2. Vali. 3. Tahsil
basiretsiz, [basiret-siz] (basi:retsiz) sf. 1. Olan bitene dar. {ağız} (aynı) [DS]
rağmen gerçeği görmekten, anlamaktan uzak olan; baskaklık, [b a sk a -k -lık jli-l;] {eAT} is. Valilik.
gafil. 2. Sığ görüşlü,
baskancak, -ğı [bas(ı)k-an-cak] {ağız} is. 1. Üzüm
basiretsizlik, -ği [basiret-siz-lik] (basiretsizlik) is. suyu çıkarmakta kullanılan b ir tür cendere. 2. M er
Gerçekleri, ileriyi ve uzağı görememe. diven; merdiven basamağı. [DS]
basit1, [Ar. bast (açma, uzatma) > basit Ja-lJ (ba:sit) basket, [İng. basket] is. 1. Sepet. 2. spor. Basketbol-
lOsT} sf. 1. Açılan; uzanan. 2. Uzatılmış; uzun. 0 da kazanılan sayı. S basket yapmak, spor. Bas-
bâsitü’l-kef, {OsT} D ilenci.|| bâsitü’l-yed, {OsT} ketbolda sayı kazanmak.
Güçlü olup tahakküm eden. basketbol, [İng. basket (sepet) + ball (top)] is. spor.
basit2, [Ar. besatet (sadelik) > bast (açma, genişlet 1. Sepet topu. 2. Beşer kişilik takımlarla topu raki
be ait yerden üç metre yükseklikteki ağ geçirilmiş
me) > basit {OsT} sf. 1. Karışık olmayan; an
sepete atm aya dayanan bir çeşit takım sporu.
laşılması kolay olan; yalın; sade. 2. Orta halli; gös
basketbolcu, [basketbol-cu] is. Basketbol oynayan
terişsiz; süssüz. 3. Sıradan; bayağı; kuru. 4. mecaz.
kişi; basketçi.
Her zaman rastlanandan farklı bir özelliği olmayan;
basketbolculuk, -ğu [basketbol-cu-luk] is. Basket
olağan. 5. Kolay. 6. M enfaati uğruna bazı değerler
bolcu olma durumu,
den vazgeçebilen; onursuz. S basit cisim, fız.
Maddesi tek elementten oluşmuş cisim. || basit çi basketçi, [basket-çi] is. Basketbol oynayan kişi;
çek, bot. Taç yaprak sayısı normal olan çiçek.\\ basketbolcu.
basit cümle, dbl. Tek yüklem li cümle. || basit faiz, baskı, [bas-mak > baş-kı l>] is. 1. B ir maddeyi
bank. Faizlerin de fa izi eklenmemiş, sadece ana bastırm ak suretiyle sıkma ve sıkıştırma işi; tazyik.
paranın faizi. || basit kelime, dbl. K ök halinde bu 2. Basm a işinde kullanılan alet; cendere; ağırlık.
lunan kelime; yalın kelime. || basîtü ’1-vech, {OsT} {eAT} (aym) 3. B ir eserin basılış biçimi; basılma
Güler yüzlü; güleç.|| basîtü’l-yed, {OsT} E li açık; durumu. 4. B ir eserin, bir gazete veya derginin bir
cömert. || basit zaman, dbl. F iil çekimlerinde ya r seferde basılan miktarı. 5. B ir eserin değişik za
dımcı fiil veya ek fi il kullanmadan yapılan çekim. m anlarda tekrarlanan basılm a işi ve sırası. 6. me
basita, [Ar. bast (açma, uzatma) > bâsita -tk-,1;] (ba;- caz. H ak ve özgürlükler açısından etki altında tut
sita) {OsT} is. Uzak yer. ma; zorlama; cebir; despotluk; müstebitlik; sıkıyö
netim; zecir. 7. Belirli bazı isteklerin çeşitli etkiler
basite, [Ar. bast (açma) > basite (basi:te) {OsT}
le yerine getirilememesi durumu. 8. Takım halin
is. 1. Düz yer; yüzey. 2. Y er yüzü; arz. 3. Yatay deki spor karşılaşmalarında rakip oyuncuların ha
güneş saati. reketlerini kısıtlayıcı şekilde yakın takip. 9. İplik
basitleşme, [basit-le-ş-me] is. 1. Basitleşmek işi. 2. atmaması için kumaşın kıvrılıp dikilen kısmı. 10.
Bayağılaşma; adileşme, {ağız} Sabanın eğikliğini ayar etmeye yarar geçme
basitleşmek, [basit-le-ş-mek] g ç sz.f. f i r ] 1. K arm a tahta parçası. [DS] 11. Eğitim; disiplin; inzibat; ter
şık ve zor anlaşılır olmaktan çıkarak anlaşılır ve biye. {ağız}(aym) [DS] Yİ.'{ağız} Demiri sıcakken
kolay hale gelmek; kolaylaşmak. 2. Bir takım de düzeltmeye ve biçim verm eye yarayan demirci
ğerleri hiçe sayarak kendini alçaltıcı, küçük düşü avadanlığı. [DS] 13. {ağız} Değirm en taşını ayar
rücü ve onur kırıcı davranışlar sergilemek; adileş etm ek için kaldırıp indirmeye yarayan kaldıraç ve
mek; bayağılaşmak, bağlı takozlar. [DS] 14. {ağız} Oda kapılarını açmak
basitleştirme, [basit-le-ş-tir-me] is. Basitleştirmek için üzerine basılan kol. [DS] 15. {ağız} Halı dokur
işi. ken çözgü iplikleri arasından sokularak çeşitli ağız
lıkları açmak için indirilip kaldırılan uzun sopa.
basitleştirmek, [basit-le-ş-tir-mek] g ç l . f f ir] K ar
[DS] 16. {ağız} Kerpiç veya taş yığm a duvarlarda,
m aşık ve anlaşılması zor bir şeyi kolay ve anlaşılır
duvar örülürken taş ve tuğla aralarına konulan ağaç
bir duruma getirmek; sadeleştirmek; kolaylaştır
parçaları; hatıl. [DS] 17. {ağız} Tarım aracı olan be
mak; yalınlaştırmak,
lin sapına geçirilen ve bel yaparken ayakla üzerine
basitlik, -ği [basit-lik] is. 1. K olay ve anlaşılır olma
basılan çıkıntı. [DS] 18. {ağız} K ağnının yan tahta
durumu; yalınlık. 2. İnsanlık onuruna yakışm aya
larının düşmemesi için çevre kazıklarına geçirilen
cak davranışlarda bulunan kişiden beklenebilecek
tahta kam a vb. parça. [DS] 19. {ağız} Kağnılarda
davranışlar; adilik,
boyunduruğu üstten bastıran kama parçası. [DS] 20.
başka, [Slav. / Mac. palaska] {ağız} is. Bel korsası. {ağız} Arabalarla ot taşırken en üstte yanlamasına
[DS]
w
İM I K S O M U 479 BAS
uzatılan ve bağlama iplerinin altında kalan tahta ya rağın yüzeyinin sertleşmesi yüzünden filizlendiği
da sırık. [DS] 21. fağız} Saman basm aya yarayan üç hâlde çıkamayan ekin. [DS] 6. {ağız} Havasız, basık
çatallı ve uzun saplı ağaç. [DS] 22. {ağız) Tütün yer. [DS] 7. {ağız} Sıcak sis. [DS] 8. {ağız} Alışveriş
dikmekte kullanılan ucu sivri saplı alet. [DS] 23. te aşırı fiyat. [DS] 9. {ağız} Kuluçka tavuk vb. kuş
{ağızf Çökelek, un vb.’ni kaba koyarken üstten bas lar. [DS] 10. {ağızj s f Pek çok; yığın yığın; pek bol.
tırarak sıkıştırmaya yarayan bir tür kalın oklava. [DS] 11. {ağız} (Çocuk için) cin ve perilere tutuldu
[DS] 24. (ağız) Saz damlarda sazları üstten bastıran ğu sanılarak gelişemeyen; cılız; sıska. [DS] 12.
ağaç. [DS] 25. {ağız} B ir kunduracı aleti. [DS] 26. {eAT} sf. (Güreşte) herkese yenilen. 13. Üstün; bas
{ağız} Altın, gümüş vb. madenî pul gibi şeylerle tırmış; yeğin. 14. {ağız} (Hayvan için) gebe kalmış.
süslenmiş kadın fesi. [DS] 27. {ağız} Tütün denkle [DS] 15. {ağız} Gelişmiş; dolgun vücutlu. [DS] S 1
rini bastırıp sıkıştırma; presleme. [DS] 28. {ağız} b a sk ın a gelm ek, {ağız} Kavga etmek, dövüşmek vb.
Herhangi bir şeyi bastırm akta kullanılan ağırlık. gibi amaçlarla birinin evine gelmek. [DS]|| bask ın
[DS] 29. {ağız} Saç tokası. [DS] 30. {ağız} Bez, eşarp alayı, Eskiden, mahalle halkının, zina yapıldığı
vb. üzerine kalıp ile desen işleme. [DS] 31. {ağız} bildirilen bir evi basmak üzere oluşturduğu toplu
Kış için saklanmak üzere tuzlu suya konulmuş taze luğa verilen ad.|| b a sk ın a u ğ ra m a k , 1. Beklenm e
sebze. [DS] S b ask ı altın d a , H areketleri kısıtlan d ik bir zaman ve yerde düşman saldırısıyla karşı
mış olarak.|| b ask ı altın d a tu tm a k , Birine davra laşmak. 2. Suçüstü yakalanmak. 3. Beklenmedik za
nış ve düşünce serbestliği tanımamak.\\ b ask ıd a manda misafir gelm ek.|| bask ın gelm ek (çıkmak),
kalm ak, (Yağmur yağdıktan sonra toprağın üst Emsallerini geçmek; onlara üstün gelmek.\\ baskın
kısmının sıkışarak altta kalan tohum için) yüzeye y a p m a k , 1. Suçluları yakalam ak amacıyla suç iş
çtkamamak.\\ b ask ıd an k u rtu lm a k , Serbestliğe, lenen yere veya suçluların bulunduğu yere ani ola
hürriyete kavuşmak. || b ask ı g örm em ek, {ağız} İyi rak girmek; akın çapmak; akm eylemek; akm sal
eğitim görmek. [DS]|| b ask ı g ru b u , Çıkarları doğ dırmak; akın salmak; basa düşmek; başak düşmek.
rultusunda kamuoyunu ve siyasi otoriteyi yönlen 2. mecaz. Ansızın m isafir gelm ek.|| b ask ın y ü rü
dirmeye çalışan çıkarları ortak kişiler. || b a sk ı k a m ek, {ağız} Sırtındaki ağır yü k yüzünden rahat yü -
lıbı, Kitap kaplarına süslem eler basm ak için hazır rüyememek. [DS]
lanmış kalıp.|| b ask ı m akinesi, K âğıt üzerine baskı b ask ın cak , -ğı [bas-kın-cak] {ağız} is. Merdiven; ba
yapm aya yarayan makine. || bask ıy a koym ak, samak. [DS]
matb. 1. B ir eseri basılması için matbaaya vermek. baskıncı, [bas-kın-cı] is. 1. Baskın yapan kişi. 2.
2. Bir kimseyi disipline sokmak. {ağız} folk. Kına gecesinde ellerinde meşale, fener
baskıcı, [bas-kı-cı] is. 1. Baskı makinesinde kitap, vb. ile davul çalarak erkek evine baskına giden kız
dergi veya gazete gibi eserlerin basımı işini yapan evi grubu. [DS]
kimse. 2. Kumaş üzerine m akine veya kalıp ile de b ask ın lık, [bas-km-lık] is. psikol. Y üz yüze ilişkiler
sen basan kimse. 3. {ağız} Sürek avında yan taraftan de başkalarına üstün gelerek lider olma eğilimi,
giden avcı. [DS] 4. {ağız} Makasçı. [DS] 5. sf. m e
baskısız, [bas-kı-sız] sf. 1. Hak ve özgülükleri kısıt
caz. Hürriyeti kısıtlayan; serbest davranm aya engel
lanmamış olan. 2. Disiplinsiz. 3. {ağız} mecaz. Ter
olan.
biyesiz; ahlaksız. [DS] S1 b askısız büyü m ek , {ağız}
baskıcılık, -ğı [bas-kı-cı-lık] is. Baskıcının işi ve 1. Serbest yetişmek. 2. Disiplinsiz yetişmek. [DS]
mesleği.
b ask la rn e t, [Fr. basse clarinette] (b a ’sklârnet) is.
baskıc, [bas-kıc {eAT} is. Merdiven, müz. Kalın sesli klarnet,
baskıç, [bas-kıç] {ağız} is. M erdiven. [DS] b a sk u k , [bas-mak > bas-ğuk / bas-kuk] {eT} is. 1.
baskılı, [bas-kı-lı] sf. Ü zerine baskı yapılmış olan, Kaya parçası. [EUTS] 2. Miİlî marş. [EUTS] 3. İlahi.
[EUTS]
baskılık, -ğı [bas-kı-lık] is. M asa üzerindeki kâğıtla
rın uçmaması veya açılmış olan sayfaların kapan b ask ül, [Fr. basculer (arkaya vurmak) > bascule] is.
maması için konulan ağırlık, 1. A ğır ve büyük bir yükü çok daha az bir tartı b i
rimi kütlesi ile tartmaya yarayan alet; kantar. 2 .fız .
baskım ca, [bas-kı-mca {eAT} sf. Basıkça; İki kolu sıra ile kalkıp inebilen ve herhangi bir ye
engince. rinden sabit bir noktaya dayanan kaldıraç,
baskın, [bas-mak > bas-km is. 1. Düşmana b ask ü lö r, is. [Fr. basculeur] is. B ir römorku, bir va
ummadığı yer ve zamanda, beklenm edik bir darbe gonu veya kömür arabasını yana doğru devirmek
indirmek amacıyla yapılan kısa süreli ani saldırı; suretiyle bir defada boşaltmaya yarayan mekanik
vurgun. 2. Suç işlemekte olanları suç mahallinde düzenek.
yakalamak; suçüstü. 3. mecaz. Beklenm edik anda baslangaç, [bas-ıl-mak > bas-(ı)l-an-gaç] {ağız} is.
kalabalık m isafir gelmesi. 4. biy. Bir yerde en çok K öy evlerinde çatıyı kaldırm akta kullanılan basit
görülen bitki türü. 5. {ağız} Yağmurdan sonra top kaldıraç düzeneği. [DS]
BAS 1 M I Ü I C Î S Ö M . 4M
baslık, [bas-lılt {eAT} is. Dirseğin iç yanında bürümek; örtmek. 10. Mühür, kaşe, isim gibi ters
yer alan üç damardan en aşağıda olanı; akciğer da kalıplı nesnelerle kâğıt üzerine iz çıkartmak. 11.
marı; baş damarı; aşağı damar, Baskın yapmak; bastırm ak; ansızın hücum etmek;
baskına uğratmak. {eT} (aym) [ETY] [Tekin] 12. Ba
basluk, [bas-lukjL-L;] {eAT} is. -*■ baslık.
sınç yapm ak suretiyle akışkanları bir yerden başka
basm a, [bas-ma] is. 1. Basmak işi. 2. Üzerine bası bir yere taşımak; aktarmak. 13. Aşırılık ve sertlik
tekniği ile resim yapılmış olan pamuklu kumaş. 3. ifade etm ek üzere bazı isim lerden som a getirilir.
Basılmış; baskı işleminden geçmiş. 4. Baskın yap Kahkahayı basmak. 14. {eT} Üzerine çökmek; yık
ma. 5. {ağız} Yakacak olarak kullanılan kurutulmuş mak; üstüne oturmak; altına almak. {eAT} (aym)
hayvan pisliği tezeği; gübre; tezek. [DS] 6. {ağız} [DLT] 15. {eT} M ahvetmek; yenmek; kazanmak; alt
Anjin. [DS] 7. {ağız} Helva karılan kazan. [DS] 8. etmek. {eAT} (aym) [Gabain] [EUTS] 16. Yaymak.
{ağız} Geniş saplı tütün yaprağı [DS] 9. {ağız} Bir [EUTS] 17. {eAT} Bastırmak; kapatmak. 18. {eAT}
iskâmbil oyunu. [DS] 10. sf. (Elbise için) üzeri bası Teskin etmek; yatıştırmak. 19. {eAT} Atmak; sa
tekniği ile resimlendirilmiş pamuklu kumaştan ya vurmak; yağdırmak. 20. {eAT} Kaplamak; bürümek.
pılmış olan. 11. (Kitap için) basılmış; matbu. 0 21. Koyup, yatırıp bastırmak. 22. {ağız} Evlenmek
basm a helva, {ağız} Un helvası. [DS]|| basma kalı amacıyla bir kızı baskın düzenleyerek alıp kaçır
bı, Kitap ve kumaş gibi şeylerin üzerine bir resim mak. [DS] 23. {ağız} (Erkek için) karşı cins ile cin
veya yazı basm ak için hazırlanmış kalıp. sel ilişkide bulunmak. [DS] 24. {ağız} Oyunda yen
basm aca, [bas-maca] {ağız} is. 1. Kapı mandalı. 2. mek. [DS] 0 basa düşm ek, {eAT} Basıvermek; an
Ezilip sıkışmış nesne. 3. Kayısı kurusu. 4. İskambil sızın basmak; baskın etmek. |j başak dUşmek, {eAT}
kâğıtları ile oynanan bir oyun. [DS] Basa düşmek. || basıp geçmek, I. Öndekine yetişe
basmacı, [bas-ma-cı] is. 1. Basm a yapan veya satan rek geçip gitmek. 2. Önemsemeden geçip gitmek;
kimse. 2. {ağız} Bohça ile köylerde dolaşarak do uğramamak.\\ basıp gitmek, argo. Acele gitm ek.||
kum a türü eşya satan kimse; bohçacı. [DS] 3. Tül bas tabanı! {ağız} Çekil git; yürü! [DS]|j bastığı
bent üzerine resim basan kimse. 4. Matbaacı. 5. koduğu yeri bilmemek, {ağız} N e yaptığını, ne
{ağız} Eşkıya; baskın yapan çete. [DS] 6. Orta Asya ettiğini bilmemek. [DS]|| bastığı yerde ot bitme
Türk devletleri bağımsızlıklarım kaybedip Rus ha mek, 1. Gittiği yerin dirlik ve düzenini bozmak. 2.
kim iyetine girdikleri sırada baskınlar düzenleyerek Bereketini kaldtrmak.\\ bastığı yeri bilmemek, 1.
hâzineye ait malları yağmalayıp halka dağıtan eş Çok sevinmek. 2. Kederden, sıkıntıdan yaptığı işin
kıya çetesi. S1 basm acı hareketi, Sovyet ihtilaline farkında olmamak; durumunu kontrol edememek.\\
karşı 1917 yılında Türkistan’da kum lan silahlı bastım yellendi, {ağız} Körük. [DS]
mukavemet teşkilatı. basm akalıp, [bas-ma+kal-ıp] sf. 1. Aynı kalıbı tekrar
basmacık, -ğı [bas-ma-cık] {ağız} is. 1. İçine dövül eden. 2. H içbir değişikliği ve Özgünlüğü olmayan;
m üş ceviz doldurulmuş kuru kayısı veya şeftali. 2. harcıâlem. 3. Taklit. 4. Her yerde tekrarlanabilir ni
Kilim lerde kullanılan bir süs öğesi. [DS] telikte olan; klişe,
basm acılık, -ğı [bas-ma-cı-lık] is. 1. Pamuklu kumaş basm alık, -ğı [bas-ma-lık] {ağız} is. 1. Basamak;
üzerine baskı tekniği ile resim ve desen yapma işi. merdiven. 2. Üzerine basıp geçmek için dere ve
2. Basma alım satımı ile uğraşanların işi ve m esle çay içine dizilen taşlar. 3. Gübrelik; gübrelerin top
ği. 3. Kitap, dergi, gazete gibi kâğıt üzerine baskı landığı yer. [DS]
tekniği ile yazı yazm a işi ve mesleği, başm anca, [bas-man-ca] {ağız) is. Zembereğin bo
basmaç, -cı [bas-maç] {ağız} is. Yazı tura oyunu. şalmasını önleyen tırnak; tetik. [DS]
[DS] basra1, [bas-ra / asra] {eT} sf. Aşağı; alt. [Yüknekî]
basm ahane, [bas-ma + Far. hâne] is. 1. Basma tek basra2, [bal+şıra > bal-sı-ra / bas-mak > bas-ır-mak
niği ile desenlendirilen pamuklu kumaş üretilen iş > bas(ı)ra] {ağız} is. 1. Külleme. 2. Püseron. 3. A rı
yeri. 2. {ağız} Matbaa; basımevi. [DS] ların çam ağaçlarından emdiği su. 4. Havadaki bu
basm ak, [bas-mak gçsz. f. f a r ] 1. harın etkisi ile ağaç yaprakları üzerinde oluşan ya
Ayakların tabanı ile vücudunun ağırlığını verecek pışkan sıvı. 5. Kabak ve hıyar cinsi sebzelerin çi
şekilde yere veya bir şey üzerine çıkmak, durmak. çekli hâli. 6. Yüzde oluşan çil ve lekeler. 7. İskam
2. (Çocuklar için) yürüm ek üzere ayakta durabil bil kâğıtları ile oynanan bir tür oyun. [DS]
mek. 3. B ir şeyin üzerine kuvvet vererek itmek. Basralılar, [Ar. B asra + T. -lı-lar] is. Sekizinci yüz
Komutan zile bastı; nöbetçi anında damladı. 4. yılda B asra’da yaşam ış, kurallı dilin aleyhine A rap
Yeni bir yaşa daha girmek. 5. {ağız} (Kümes hay ça ’yı halk diline dayandırmaya çalışan Arap dilci
vanları için) kuluçkaya yatmak. [DS] 6. Gitmek. 7. leri.
gçl. Bir şeyi sıkıştırarak yerleştirmek. 8. Resim ve basrık, -ğı [bas-mak > bas-(ı)r-ık] {ağız} is. 1. Kapı
ya kitap baskısını gerçekleştirmek. 9. Kaplamak, sürmesi. 2. Küçük çadır. 3. Yaz için kuyulanarak
Ö®IrtIÜlBS6EİJİ.48i BAS
saklanmış kar. 4. Çadır iplerinin bağlandığı kazık Geçmişe ait; eski. 2. is. Tarih. 3. mecaz. Dünya. S
lar. [DS] bâstân -ı b îbekâ, {OsT} 1. Sonsuz tarih. 2. mecaz.
b asrık m ak , [bas-(ı)r-ık-mak {eAT} edil. f. f D ünya.|| bâstân-şinâs, {OsT} Geçmişi tanıyan; ar
keolog; tarihçi.
ur] Basılmak; çiğnenmek; basılarak sıkıştırılmak.
b a sta n 2, [Far. büstân] {ağız} is. 1. Salatalık. 2. Pilav.
B asriyyun, [Ar. Basra > Basriyyün] (basriyyır.n)
[DS]
{OsT} is. -*• Basralılar.
b a stan b a k , -ğı [bas-amak > bastanbak] {ağız} is. 1.
b asrug, [bas-mak > bas-ır-mak > bas-(ı)r-uğ] {eT} is. Basamak. 2. Atlama taşı. [DS]
A k ev parçalarından rüzgâr, yağm ur ve sıcaktan
b a sta n c a k , -ğı [bas-ıt-mak > bas(ı)t-an-cak] {ağız} is.
korunmak için yurt etrafına çekilen keçe. [Nevâyî]
1. Küçük çocukların ayakta durabilmeleri için ya
b asru k , [bas-mak > bas-ır-mak > bas-(ı)r-ık] {eT} is.
pılmış olan kafes; yürüteç. 2. Bağ çubuğu dikerken
Baskı. [DLT] ayakla basılarak çukur açmaya yarayan ağaçtan
bassıkm ak, [bas-mak > bas(s)-ık-mak] {eT} ed il.f. f tarım aracı. [DS]
ur] Basılmak; baskına uğramak. [DLT] b astan i, [Far. bâstân + Ar. -î] (ba:sta;ni;) {OsT} sf. 1.
basso, [İt. basso] (b a ’sso) is. müz. En kalın sesli Çok eskiler. 2. Tarihle ilgili,
erkek sanatçı. b a sta rd a , [İt. bastarda (melez)} (ba ’starda) is. İm pa
bast, [Ar. bast -k-J {OsT} is. (+etmek, + eylemek, + ratorluk dönemi Türk donanmasında kullanılan bir
olmak yardım cı fiilleriyle kullanılır.) 1. Yayma, tür savaş gemisi; baştarda.
açma, serme. 2. Uzun uzadıya, ayrıntılı olarak an bastı, [bas-mak > bas-tı] is. 1. Tencereye sıra ile ve
latma. 3. Utangaçlığı bırakma; rahatlama. 4. Sevin kat kat kıyma veya kuş başı et, sebze koymak sure
dirme. 5. tasvf. Hurufîlikte, cezbe ile kendinden tiyle yapılmış sebze yemeklerinin genel adı. 2.
geçme. S’ b a st hali, Allah 'a niyaz ederken sevinç, Külbastının kısa adı. 3. {ağız} Patlıcan veya kabak
neşe, açılma ve onunla sohbete ulaşma durumu. || ile yapılmış kır yemeği. [DS] 4. {ağız} Bulgur ile
bast-ı b isât eylem ek, {OsT} Halı kilim, örtü ser- yapılmış kadınbudu köfte. [DS] 5. {ağız} Şeker ve
.mek.|| bast-ı cevâb eylem ek, {OsT} K arşılık ver- cevizle pişirilmiş kara kabak tatlısı. [DS]
mek.|| bast-ı d a ’vâ eylem ek, {OsT} D ava açmak.\\ bastıb acak , -ğı [mastı (iri yapılı, kısa bacaklı köpek)
bast-ı m ak al etm ek, {OsT} Söz açm ak.|| bast-ı + bacak [EREN] sf. 1. Bacakları kısa ve çarpık olan;
m uk ed d em ât eylem ek, {OsT} Esas konuya girm e kısa boylu. 2. mecaz. Yaramaz küçük çocuk; yu
den önce bir giriş yapm ak.|| b ast-ı y e’d olm ak, murcak. 3. {ağız} Kurnaz. [DS] 4. {ağızj is. Sacayak.
{OsT} E l uzatmak; üzerine almak; yerine getirmek. || [DS]
bast-ı ye’d eylem ek, {OsT} 1. E l atmak; üzerine al bastık , -ğı [Yun. pastilos > Erme, basteg => bastık]
mak; yerine getirmek. 2. Tahakküm etmeye yelten- {ağız} is. 1. Pekmez pestili. 2. Lahana yemeği. [DS]
mek.|| b ast ü beyân eylem ek, {OsT} Ortaya koy fi1 b a stık çalm ak , {ağız} Pestil yapmak. [DS]|| b as
mak; açıklamak. tık k av u rm ası, {ağız} Kavrulmuş p estil üzerine
b asta1, [Bulg. postav (alta konan kap) ?] {ağız} is. 1. dövülmüş ceviz dökerek yapılan bir tür tatlı. [DS]
Pazar yerinde satıcıların kurduğu geçici tezgâh. 2. b astık m ak , [bas-mak > bas-tık-mak / bas-dık-mak]
İşportacı tezgâhı; tabla. 3. Küçük vitrin. 4. Dükkân {eT} edil. f. f u r ] 1. Ezilmek. [Gabain] 2. Basılmış
tezgâhı. [DS] S b asta k u rm a k , {ağız} Pazarda olmak. [EUTS]
sergi açmak. [DS]
b a stıra k , -ğı [bas-tır-ak] {ağızj is. 1. Kapı sürgüsü. 2.
basta2, [İt. pasta / Yun. paste (arpa lapası)} {ağız} is. Kapıyı kapadıktan sonra arkasından vurulan demir
İnce bulgurdan yapılan pilav. [DS] destek; kol demiri. 3. Kapıyı kapatm akta kullanılan
basta3, [Lat. pasta (hamur)] {ağız} is. Duvar örülür kargaburnu benzeri bir kanca. 4. Kapıya dışardan
ken konulan harç. [DS] asma kilit takmakta kullanılan iki parçalı kanca.
basta4, [İt. basta] (b a ’sta) ünl. dnz. Bırak artık! [DS]
basta5, [? basta] {ağız} is. Elbisedeki kırma; pile; b a stıra n , [bas-tır-an] sf. 1. Bastırmak eylemini ya
pens. [DS] pan. 2. {ağız} Kuyularda, üzerinde makaralar bulu
baştaban, [bas+taban] {ağız} sf. Eşit; denk. [DS] nan çatı direkleri. [DS] 3. {ağız} Halı tezgâhlarına
bastacı1, [basta'-cı] {ağızj is. 1. Sebze satan sergici; geçirilen ip. [DS]
manav; sebzeci. 2. Seyyar satıcı; işportacı. [DS] b a s tırık 1, -ğı [bas-tır-ık] is. 1. Bastırılmış olan şey. 2.
bastacı2, [basta2-cı] {ağız} is. Duvar yapım ında harç Kapıyı arkadan kapamak için kullanılan sopa; da
taşıyan işçi. [DS] yak.
bastacılık, -ğı [bastacı'-lık] {ağız} is. Pazarlarda sergi b a stırık 2, -ğı [bas-tır-ık] {ağızj is. 1. Ağırlık; baskı;
açarak yapılan satıcılık; işportacılık; pazarcılık. yük. 2. Üzüm şırası çıkarmakta kullanılan bir tür
[DS] kaldıraç ve cendere düzeni. 3. B ir kimseyi koruyup
bastan1, [Far. bâstân jLi-U] (ba;sta;n) {OsT} sf. 1. gözeten eğiten kişi. 4. Sıkı eğitim; sıkı disiplin;
BAS Ö I Ü H I Ü 1 W S Ö M .4 8 2
baskı. 5. Koruma; gözetme. 6. Yasal olmayan, kötü argo. Vermek; koymak. Bedava değil, beş milyonu
ve iğrenç bir olayı, kabahati, suçu gizleme işi; ört bastırdım, aldım. 12. {ağız} (Kümes hayvanı için)
bas etme. 7. Yağmurdan sonra toprağın yüzünün kuluçkaya yatırmak. [D S ] 13. (Doğan ve şahin gibi
sertleşmesi nedeniyle yüzeye çıkamayan filizlen avcı kuş için) avını pençeleri ile yakalamak. 14.
m iş ekin; kaymak basması. 8. Tohumun derin ekil {ağız} (Yemek için) pişirilebilecek hâle getirmek;
m e ya da kuraklık yüzünden çıkamaması hâli. 9. hazırlayıp ateşe koymak. [D S ] 15. {ağız} (Yemek
Örtü. 10. A ğır basma; kâbus. 11. Hapishane. 12. için) patlıcan, kabak gibi sebzeleri et ve kıym a ile
K apı sürgüsü. 13. Kapıyı arkadan güvenceye almak tavaya döşeyip pişirmek. [D S ] 16. {ağız} Kapının
için konulan ağaç sopa; dayak. 14. Ot yığını; mısır bastırağım indirip kapatmak. [D S ] 17. {ağız} K ay
yığını; demet. 15. M ahallenin ortak fırınları ile ça nak suyunu örme taş ile kanal içine alıp üstünü ör
m aşırhanelerde sırayı bellemek için taşlarla bastı terek akıtmak. [D S ] 18. {ağız} (Tarla için) tamamen
rılm ış çalı vb.; nöbet. 16. Yağ, yoğurt, peynir gibi yüzeyi örtülünceye kadar sulamak. [D S ] 19. {ağız}
süt ürünlerinin yapıldığı, saklandığı yer. 17. Çevre (Sökülen yam a v b .’ni) dikmek. [D S ] 20. {ağız} Bir
köy ve m era sütlerinin mandıracıya satılmak üzere şeyin üzerini kapatmak; örtmek. [D S ] 21. {ağız}
toplandığı yer. 18. Çay kenarındaki tarlalan su (Dişi hayvan için) erkeği ile çiftleştirmek. [D S ] 22.
baskınından korum ak için yapılan ağaç, taş vb. set. gçsz. f. (Sıcak, yağm ur vb. için) birdenbire etkisini
[ D S ] S 1 b a s t ı r ı ğ a k o y m a k , {ağız} (Düzelmesi iste şiddetli olarak göstermek; kaplamak. Sıcaklar bas
nen nesne için) üzerine ağırlık koyarak bastırmak. tırdı.
[D S ] b a s t i k a , [İt. (Vend.) pasteca] (paste’ca) is. dnz. 1.
b a s tırık la n m a k , [bas-tır-ık-la-n-mak] {ağız} gçsz. f . Geminin serenine veya başka bir ahşap kısmına
[-ır] 1. H asta ve bitkin bir durumda olmak. 2. Has açılan delik. 2. A çılır kapanır makara,
talık yüzünden sayıklamak. [D S ] b a s t i y u n , [İt. bastire (üretmek) > bastione] is. as.
b a s t ı r ı k t a , [bas-tır-ık-ta] {ağız} sf. (Söz ya da eylem Tabya.
için) gizlenen; saklanan. [D S ] b a s t o n , [İt. baston > Fr. bastone] (b a ’ston) is. 1.
b a s t ı r ı l m a , [bas-tır-ıl-ma] is. Bastırılm ak işi. Yürürken dayanmaya yarayan özel olarak süslen
b a s t ı r ı l m a k , [bas-tır-ıl-mak] e d il.f. f ı r ] Birisi tara miş işlenmiş değnek; asa; el ağacı; el değneği; kö
fından bastırm a eylemine uğramak, tek. 2. Geminin baş taraftaki yatık direğinin dışarı
b a s t ı r m a , [bas-tır-ma] is. 1. Bastırmak eylemi. 2. ya doğru olan çıkıntısı. 3. {ağız} Francala. [D S ] 4.
{ağız} Patlıcan ve kabakla yapılan b ir tür kır yem e argo. Erkeklik organı. S b a s t o n f r a n c a l a , İnce
ği; bastı. [D S ] 3. psikol. Kişiyi sıkıntıya sokan fakat uzun fra n ca la ekmek. || b a s t o n y u t m u ş g i b i , H iç
çevrede ahlakça uygun görülmeyen arzu ve istekle eğilmez veya eğilemez halde, dim dik duruş.
rin bile bile engellenmesi; ahlakça uygun görülme b a s t o n c u , [baston-cu] is. Baston imal eden veya bas
yen bir istekten vazgeçme. 4. Güreş gibi oyunlarda ton satan kimse,
rakibini yere düşürüp üzerine yüklenmek suretiyle b a s t o n c u l u k , [baston-cu-luk] is. Baston imal etme
hareketsiz bırakma. 5. Bahçe işlerinde kaba toprağı veya baston ticareti,
sıkıştırma. 6. {ağız} Yıkanan çamaşırları küllü suya b a s t u k , - ğ u [bas-tuk] {ağız} is. 1. Baklava biçiminde
yatırma. [D S ] 7. {ağız} Kadınların giydiği bir tür kesilmiş pestil. 2. H urmadan yapılan lokum gibi bir
sıkı kazak. [D S ] 8. {ağız} Sucuk. [D S ] 9. {ağız} Pas çeşit pestil. [D S ]
tırma. [D S ] 10. {ağız} Kavrulmuş et. [D S ] 11. {ağız} b a s t u r m a k , [bas-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Bastır
Salamura. [D S ] 12. {ağız} Ü st üste konularak dört mak; bağlam ayı ve bastırm ayı emretmek. [D L T ]
gen şeklinde kurutulmuş incir. [D S ] 13. {ağız} Kışın
b a s u 1, [bas-mak > bas-ü] (basu:) {eT} is. Demir
hayvanlara yedirmek için bir yerde toplanmış yap
tokmak; çekiç. [D L T ]
raklı ağaç dalı. [D S ] 14. {ağız} Gübre yığını. [D S ]
b a s u 2, [eT. bas-ığ] {eAT} is. Baskın; ani hücum,
[bas-tır-mak] gçl. f. f ı r ] 1. Bir şeyi, bir
b a s tırm a k ,
b a s u k , - ğ u [bas-mak > bas-uk] {ağız} is. 1. Zayıf;
şeye basm ak işini yaptırmak; basırmak; basmak;
cılız. 2. (Çocuk için) çeşitli nedenlerle büyümesi
basurmak. Parmaklarını kanayan yarasına bastırı
geciken; gelişemeyen. [D S ] S b a s u k d e r m a n ı ,
yordu. 2. B ir tehlikeyi veya zararlı bir olayı önle
{ağız} Büyü yüzünden yürüyem ediği sanılan çocuğu
mek; savmak. 3. Ezmek. 4. Bir şeyi eliyle iterek bir
büyücüye götürmek; büyüyü kestirmek. [D S ]|| b a
yere sığdırmak; baskı uygulamak. 5. Üstün gelmek.
s u k d i l l i , {ağız} Kekeme. [D S ]
B u felaket, bütün acılarımı bastırdı. 6. Bir kumaşın
kenarını iplikler atmasın diye kıvırıp dikmek. 7. b a su r, [Ar. bâsür j,^X ] (ba:su:r) {OsT} is. tıp. Kalın
(Açlık için) gidermek. B ir lokma ile açlığını bas bağırsağın dışa açılan kısım larında meydana gelen
tırdı. 8. Hemen cevap vermek; yetiştirmek. 9. Ha toplar damar varisleri, f i 1 b a s u r m e m e s i , tıp. Ge
bersiz ve ansızın birine varmak. 10. Bir resmin ve nişleyip meme gibi uzayan dam ar yığını. || b a s u r
ya kitabın baskısını yaptırmak; tabettirmek. 11. o t u , bot. Düğün çiçeğigillerden ya tık saplı, yürek
ı m if f s o M .4 8 3 BAŞ
şu konmak, 1. Şanslı olmak. 2. Beklenmedik bir lattıklarını yeni baştan anlatmak; tekrar tekrar an
nim ete konmak.\\ başa düşmek, 'ağız} Sezmek; fa r latmak.,|| baş asmak, {eAT} Başını kaldırıp düşün
kına varmak; anlamak. [DS]j| başa ekşimek, (Bir iş mek.|| başa sürmek, Yapılmakta olan işi veya tu
veya kimse) birine yü k olup takılmak.\\ başa eriş tumunu, iyiliği sonuna kadar devam ettirmek, {ağızj
mek, ‘ağız} (Kız ve erkek için) evlenecek çağa gel (aynı) [DS] | baş aşağı, 1. Başı aşağı gelecek bi
mek; büluğa ermek, [DS]|| başa geçirmek, (Bir işi çimde; tersine dönmüş olarak. 2. {ağız} İniş aşağı.
vb. şeyi) birinin üzerine yıkmak; fe n a hale koy- [DS] 11 baş aşağı düşmek, Kişiliğinden ve itibarın
m ak.\| başa geçmek, Lider veya başkan olmak.'] dan kaybederek toplum içinde kötü bir mevkie gel
başa geçmiş, /eAT} Başa gelen.\\ başa gelen, Şans m ek. j| baş aşağı eylemek, {OsT} D üşünceye var-
veya kısmet olarak geldiği sanılan sıkıntı. || başa mak.| baş aşağı gelmek, 1. Kötü bir duruma düş
gelen çekilir, Kötü durumlar karşısında sabretm e mek. 2. Tepe üstü düşmek. || baş aşağı gitmek, İş
y i öğütleyen söz. | başa gelmek 1. Felaket ile karşı leri yolunda gitmemek; sürekli zarar görmek. || ba
laşmak; sıkıntısını çekmek. 2. {eAT}. Sona ermek; şa tapmak, {ağız} 1. Yapılan iyiliği, yüzüne karşı
son bulmak. 3. {eAT} Başa çıkmak; giicü yetmek. 4. söyleyerek o kişiyi incitmek; başa kakmak. 2. A n
K ötü bir durumla karşılaşmak. 5. Görüp geçir lamak; akıl erdirmek. [DS] | başa taş yağdırmak,
m ek. || başa gün doğmak, Büyiik bir şans veya kıs Rahatsız edip sıkıntı verm ek.[| başa taş yağmak,
m et açıklığına uğramak.\\ başa güreşmek 1. Yağlı Ceza görmek. | başa tedarik görmek, {OsT} Kurtu
güreşte, baş pehlivanlık için güreşmek. 2. En iyi luş çareleri aramak.\\ başa teller takınmak, Sevinç
sonucu alm ak için mücadele etmek. | baş ağa, El taşkınlığı göstermek.\\ başa toprak saçmak, {OsT}
örgüsü yün çoraplarında giyenin toplum içinde Yas tutmak.\\ başa üşm ek, {OsT} B ir kimsenin çev
önem li bir mevkisi olduğunu simgeleyen motifler.\\ resinde rahatsız edici biçimde toplanmak.\\ başa
baş ağacı, {ağız} Kağnılarda, boyunduruğun çık varılmak, {eAT} Başa çıkılmak.|| başa varmak,
m aması için arabanın okundaki deliğe sokulan a- {eAT} 1. Bitirmek; sonuçlandırmak; tamamlamak;
ğaç. [DS] 11 baş ağı, {ağız} 1. Hayvanın başına takı başa çıkmak. 2. Olup bitmek; sonuçlanmak. |j başa
lan ip; yular. 2. mecaz. (Çocuk için) baştan çıkmış; verm ek, {ağız} M al değişiminde üste para veya
söz; nasihat dinlemeyen; terbiyesiz. [DS]|| baş ağ fazladan bir şey vermek. [DS]|| başa vurmak, {ağızj
rısı 1. Pek çok sebeplere dayalı olarak başta mey 1. Başa kakmak. 2. Başlanılan bir işin sonunu ge
dana gelen ağrı hissi, {ağız} (aym) [DS] 2. B ir kişi tirmek. 3. (içkinin etkisi) rahatsız edecek biçimde
nin huzurunu kaçıran ona sıkıntı veren durum.\\ baş ağrısı y a p m a k [DS]|| baş ayak yitmek, {ağız}
baş ağrısı olmak, 1. Birine sıkıntı vermek. 2. Uğ H içbir iz bırakmaksızın yo k olmak[DS]|| başa yazı
raştırmak,|| baş ağrısı vermek, Sıkıntı vermek; ra lan, {eAT} Kader; alın yazısı.|| başa yetirmek, 1.
hatsız etmek; sıkmak.\\ baş ağrıtmak, 1. Birini te Sonuca ulaşmak. 2. {ağız} Evlilikte, sonuna kadar
dirgin etmek. 2. Bıkkınlık vermek. 3. Can sıkmak; mutlu yaşamak. [DS]|| başa yetişmek, {ağız} (Kız ve
rahatsızlık vermek.|| başa (bir) hâl gelmek, Çok erkek çocuk için) evlenecek çağa gelmek; büluğa
zo r ve sıkıntılı günler geçirmek. || başa hasır yak ermek. [DS]|| başa yıkm ak, I. {OsT} Azletmek. 2.
mak, {OsT} Durumundan yakınmak; sızlanmak.\\ Güçlüğü bütünüyle birinin üzerinde bırakmak.\\
başa iletmek, {eAT) Sona erdirmek; tamamlamak.\\ başa yular geçirmek, (Birini) istediği gibi kullan
başa iltmek, {eAT} -*■ başa iletmek.|| başa indir m ak]| başa zindan kesilmek, {OsT} (Bulunulan ye r
m ek, Çok gürültü yapmak. || başa kaka anlatmak, için) sıkıntı verecek bir durum alm ak.|| baş baca
K aba bir şekilde ve çekinmeden söylemek. || başa dan aşmak, (Kız için) evlenme çağı geçm ek.|| baş
kakmak, Yapılan iyiliği, kırmak incitmek amacıyla badarak, {ağız} 1. Yönetici; başkan. 2. Akıllı ve iş
yüzüne vurmak. || baş alamamak, İşlerin çokluğu bilir kimse. 3. Üst baş. 4. Başıboş; serseri. [DS]|
yüzünden fırsa t bulamamak.\\ baş alan, {ağız} is. baş bağı, {ağız} 1. Sığırların boynuzuna bağlanan
Yarışta birinci gelen hayvan. [DS] baş alıp baş kısa ip. 2. Çalı çitlerin üzerini sağlamlaştırm ak ü-
verm ek, Ö ldürmek ve ölmek; savaşmak; boğuş zere konulan uzun sırıklar. 3. folk. D üğünlerde ge
m ak,|| baş almak, 1. {eAT} Baş kesmek; can almak. linlere elbise giydirilirken çalgıcılara verilen bah
2. {ağız} Çamaşır yıkamak. [DS] 3. {ağız} K urtul şiş. 4. folk. D am adın gelin tarafına düğünde verdi
mak; felah bulmak; onmak. [DS]|| baş almamak, ğ i bahşiş. 5. folk. Düğünde, damat tarafının verdiği
{OsT} işi çok olmak; uğraşmak.|| baş altı, spor. ziyafet. 6. Havlu; peşkir. 7. Yaşlı kadınların başla
Yağlı güreşte, en üst kategori olan baştan sonra rına bağladıkları çember. 8. Başa ve alna bağla
gelen sıra.\\ baş alup baş virmek, {eAT} Öldürmek nan bez. 9. (Kadın için) erkek eş; koca. 10. {eAT}
ve ölmek. || baş ana, {ağız} Ortakçılık yapan çiftçi Baş örtüsü. [DS]|| baş bağlam a, {ağız} folk. 1. Ger
nin attığı tohum karşılığım harmanda aldıktan son dek sonrası kadınların geline yaptıkları ziyaret ve
ra payına düşen ürün miktarı. [DS]|| başa pervane bu amaçla düzenlenen tören. 2. Geline taç giydir
gibi dönmek, Aşırı ilgi göstermek. || başa sarmak, m e merasimi. 3. Nişandan sonra, nişanlıların bir
1. M usallat etmek; sıkıntı verdirmek. 2. argo. A n yere gidip eğlenmeleri. 4. Çocukların kırda yedik
■ CT « t S O M . 485 BAŞ
leri yemek. [DS]|| baş bağlam ak, 1. Birine bağlan başının üzerinde çevirerek verdikleri hediye. [DS]||
mak; intisap etmek. 2. K endini birinin çekip çevir baş çevzinmek, {eAT} Dönmek; dolaşmak.|| baş
mesine bırakmak. 3. B aşak vermek. 4. Başına bir çıkarmak, {eAT} Görünmek; ortaya çıkmak; zuhur
örtü örterek saçlarını toplamak.\\ baş baş, {eAT} 1. etmek.|| baş çıkmak, {ağız} Bitirmek; sonuca ulaş
Teker teker. 2.. Baş başa.\\ baş başa I. Başları bir mak; başa çıkmak. [DS]|| baş çigzinmek, jeAT}
birine değmiş olarak. 2. Teke tek. 3. Birlikte; bera- Dönmek; dolaşmak.\\ baş çivisi, {ağızj Sabanın ök
berce. || baş başa bırakmak İki kişiyi yalnız bırak- çesi ile okunu birleştiren parçaya çakılan ağaç
mak.\\ baş başa gelmek, {ağız} Berabere kalmak; kama. [DS]|| başdan candan çıkmak, {eATj Canım
birbirinden üstün olmamak. [DS]|| baş başa kal yitirmek; başı elinden gitmek.|| başdan candan eî
mak, İlgisi olmayanlardan uzak olarak biriyle y a l yumak, {eAT} Hayattan el çekmek; yaşam dan vaz
nız kalmak.|| baş başa verm ek I. Dayanışmak. 2. geçm ek,|| başdan çıkmak, {eAT} 1. Canını, başını
Birkaç kişi bir araya gelerek bir konuyu özel ola yitirmek, başı elden gitmek. 2. Ahlakı bozulmak;
rak görüşüp karara varmak; beraberce düşünmek.\\ baştfin çıkmak. || başdan baş, {ağız} Yüksek. [DS]||
baş baş etmek, {eT} (Çocuk dili) elini başına götü başdan kara, {eAT} 1. Kendini kaybetmiş; çok sa r
rerek selam vermek.\\ baş başı, {ağız,1 Kalburda hoş. 2. {ağız} Başlangıcından beri bozuk olan.
elenen hububat ve bulgur türü şeylerin üstte kalan [DS]|| baş dara gelmek, Çok sıkışık durumda kal
iri taneleri. [DS]|| baş baş yapmak, {ağızj (M anda mak,|| baş darda kalmak, {ağız} Sıkıntıya düşmek;
lar için) başlarım suya solanak. [DS] || baş belası, bunalmak; sıkılmak. [DS]|| baş dastarı, {ağız} B e
Bir kimseye sıkıntı ve dert açan fakat bir türlü yaz baş örtüsü. [DS] | baş derdine düşmek, 1.
uzaklaştırılamayan kim se veya durum. || baş bera K endi sıkıntısı ile uğraşmak. 2. Başkaları ile ilgile-
ber, {ağızj Aym. [DS]|| baş beraberlik, {ağız} Karı nememek.\\ baş dermek, l.fo lk . Gelinin başını sü s
kocanın aralarında anlaşmaları; birbirinin sözle lemek. 2. Evlendirmek. 3. Geçinip gitm ek.|| baş
rine uymaları. [DS]|| baş beyin kalmamak, Gürül dikmek, (eAT} i. Lider seçmek; işi çevirmekle g ö
tü ve iş çokluğu yüzünden aşırı rahatsız olmak; ka revlendirmek. 2. Başkan olarak atamak.\\ baş dinç
fası şişmek.\\ baş bezi, {eAT}l. Baş örtüsü. 2. Men- olmak, Rahat ve huzur içinde bulunmak; herhangi
dil.|| baş bıçağı, {ağız} Ustura. [DS]|| baş bilme bir derdi, sıkıntısı bulunmamak.\\ baş dinlemek,
mek, {eAT} (Binek ve hizmet hayvanı için) ham du Sıkıntılardan uzak kendi kendine rahat içinde bu-
rumda olmak. || baş bir etmek, {ağız} (Kadın için) lunmak.\\ baş donanma, {ağız} folk. Damadın g er
zina yapmak. [DS]|| baş bitig, {eT} Ana belge; temel dekten bir gece önce yaptırdığı eğlence, şenlik.
belge. [EUTS]|| baş boğ, {eT} Komutan; elebaşı.|| [DS]|| baş döndürücü, 1. Hızlı. 2. Baygınlık verici
baş boğum, {ağız} Kesilen kerestelik ağacın top nitelikte,|| baş dönmek, Kendini tutamayacak de
rakta kalan ana gövdesi. [DS]|| baş boy En iyi kali recede göz kararmak; ayakta duramamak.\\ baş
te. || baş bozgunu, {ağız} K arı ve kocadan birinin dönmesi, Gözü kararıp düşecek gibi olma hâli.||
ölüm gibi sebeplerle eşsiz kalmaları. [DS]|| baş baş dünürcü, {ağız} fo lk. Gelin almak için kız evine
böğrek, {ağız} K asaplık hayvan yüreği. [DS]|| baş atlı giden kadınların başkam. [DS]|| baş düzmek,
buğu (bunu), {ağız} (Çocuk için) yaramaz. [DS]|| {eATj Kendi aklını başkasının aklına uydurmak.\\
baş bulamamak Müşterinin verdiği fiy a t kazanç baş edebilmek, Biri ile veya bir şeyle uğraşmaya
elde edecek kadar olmamak.\\ baş bulmak, B ir alış gücü yetmek, başarmak.\\ baş edemem ek, Biri ile
verişte kâr kalmak.\\ baş bunlığı, {eAT} Baş darlığı; veya bir şeyle uğraşmaya gücü yetmemek, başara-
sıkıntı.|| baş bunluğu, Sıkıntı; bunaltı.\\ baş bü mamak.\\ baş eğmek, {OsTj 1. Saygı için baş eğe
rümcüğü, {ağız} Renkli hotoz. [DS]|| baş cigrin- rek selam vermek. 2. Direnmekten vazgeçerek itaat
mek, {eAT} Dönmek; dolaşmak.\\ baş ciğez, {ağız} ettiğini göstermek; boyun eğmek; kabul etmek; razı
Çıban başı. [DS]|| baş çadırı, {ağız} Şemsiye. [DS]|| olmak; inkıyat etmek. || baş elde iken, Henüz hayat
baş çanağı, {eATj K afatası.|| baş çatm ak I. Başını ta iken; sağken; yaşarken. || baş ele gelmek, {eAT}
bir bezle sıkıca bağlamak. 2. Baş başa vermek, y a Kendine gelmek; ayılmak; başı yerine gelmek.\\ baş
kın olmak; ülfet etmek.|| baş çatması, {ağız} folk. eri, {eAT} K omutan.|| baş etmek, i. Gücü yetm ek;
Düğünde, hamam günü gelin yıkanırken yapılan hakkından gelmek; başa çıkmak {ağız} (aym) [DS] 2.
tören. [DS]|| baş çegzinm ek, {eAT} Dönmek; do {ağız} B ir işi bitirmek. [DS] 3. Başkan yapmak, ko
laşma!1.1| baş çekişmek, {ağız} Bahis tutuşmak. mutan yapmak. 4. {ağız} Mücadele etmek. [DS] 5.
[DS]|| baş çekmek, {eAT} 1. Ayrılmak; vazgeçmek. {ağız} Geçinmek. [DS]|| baş etmek, {ağız} i. Baş
2. Karşı gelmek; isyan etmek; inat etmek; serkeşlik sallayarak işaret etmek. 2. Baş ile selam vermek.
etmek. 3. Ön ayak olmak; başta gitmek. 4. İleride [DS] || baş etmek, {ağız} 1. Çamaşırı ilk suda y ıka
yürümek. || baş çenberi, {eAT} Baş örtüsü.|| baş mak. 2. Söğüt ve kara kavak gibi ağaçları tepede
çevirmek Selam vermemek; dargınlık sergilemek.\\ birkaç dal kalacak şekilde budamak. [DS]|| baş ev,
baş çevresi, {ağızj 1. K ız çocuklarının başlarına {ağız} M isafir odası; başoda. [DS]|| baş eylem ek, 1.
örttükleri örtü. 2. folk. Nişanda, davetlilerin kızın {eAT} Başkan yapm ak; komutan yapmak. 2. {ağız}
BAŞ Ö llİ ie iÜ ir o S Ö M .4 8 6
B ir işi bitirmek; baş etmek. [DS] | baş ezmek, Bir {ağız} (Aile y a da kişi için) işleri çekip çeviren kim
daha aym davranışı gösteremeyecek biçimde ceza sesi bulunmamak. [DS]|| başı belada, Kurtulması
landırmak.,|| baş gelememek, {ağız} Dayanama- veya çözülmesi güç bir durumda.\\ başı belaya
mak. [DS][| baş gelmek, {ağız} Gücü yetm ek; ba girm ek, İnsana üzüntü verici bir durumla karşı
şarmak; başa çıkmak. [DS] |j baş göğe ermek, Çok laşm ak,|| başı beri, {ağız} (Kadın için) eş; koca.
aşırı sevinmek; büyük bir sevinç içinde bulunmak.\\ [DS]|| başı bez, K adın.| başı bile, {ağız} Araları iyi;
baş gölgesi, {ağız} B ir kadının eşi; koca. [DS]|| baş sözleri bir. [DS]|| başı bir olmak, {ağız} Gizlice
gösterm ek, Ortaya çıkmak; belirmek; zuhur et sevişmek. [DS] 11 başı boş, {ağız} 1. (Kadın için) dul.
mek; vuku bulmak.\\ baş götürmek, {eAT} 1. Başını 2. (Erkek için) bekâr. 3. (Binek hayvanı için) ser
kaldırmak; başını yukarı kaldırmak. 2. Baş göster best; dizginle idare edilmeyen. [DS] | başı boydak,
mek; ortaya çıkmak; meydana gelmek. 3. {ağız} {ağız} Tek başına; yalnız olarak; kendi kendine.
Gemi azıya almak. [DS]|| baş göz etmek, 1. Evlen [DS]|| başı bozuk, {ağız} 1. (Kadın veya erkek için)
dirmek. 2. {ağız} Herhangi bir tehlikeden sakınılan dul. 2. K açak tütün. 3. (Kişi için) kötü; serseri;
işi alelacele yaparak bitirmek. [DS]|| baş gözi, külhanbeyi. [DS]|[ başı bozulm ak, {ağız} D ul kal
{eAT} (Gönül gözü karşıtı olarak) beden gözü; mak. [DS]|| başı bütün, 1. E şi sağ olan. 2. {ağız}
görm e organı.|| baş göz olmak, 1. Evlenmek. 2. D urumu iyi; geçim sıkıntısı çekmeyen. [DS] 3. (Ka
Şımarmasına sebep olmak. 3. Resm iyeti kaldır dın için) evli. 4. Kırmızı pancar.\\ başı büyük,
m ak,|| baş göz sadakası, 1. “Allah sağlık versin" {ağız} Dertli; tasalı; sıkıntılı; mihnetli. [DS]|| başı
anlamında dilenci sözü. 2. Herhangi bir kaza ve canı ele almak, {eAT} Ölümü göze almak; kelleyi
beladan uzak tutacağı düşüncesi ile verilen sadaka koltuğa almak.|| başı çalkanm ış, {eAT} Başı dön
v£>. || baş gözü, K alp gözü karşıtı olarak nesnel müş; şaşkın; aklı başında olmayan. || başı çatla
görm e organı olan göz.|| baş göz yarmak, 1. Zorlu mak, Başı çok ağrımak. || başı çekmek, 1. B ir işte
bir kavgaya tutuşmak. 2. Yapılan işi eldeki malze ön ayak olmak; en önde gitmek; baş çekmek; {ağız}
meye zarar vererek yapıp bitirmek; başarılı ola (aym). [DS] 2. H alay çekenleriyönetmek.\\ başı çev
mamak.^ baş güreşi, spor. Yağlı güreşte en usta rilmek, {eAT} Başı dönm ek.|| başı çıplak, Saçsız. ||
pehlivanların katıldığı en üst derece. || baş hapı, başı dar, {ağız} (Kişi için) sinirli. [DS]|| başı dara
{ağızj Aspirin. [DS]|| baş havada olmak, Kibirli düşmek, 1. Çare bulunması güç olan bir sıkıntıya
davranmak.\\ baş heykeli, güz. sant. Başı ve vücu girmek. 2. Para bakımından sıkıntı çekmek.\\ başı
dun üst tarafını gösteren heykel. || baş hoş itmek, daralm ak, Parasız kalıp sıkıntı çekmek. || başı
{eAT} Sevişmek; anlaşmak.\\ baş hoş olmak, {OsT} darda kalmak, 1. P arasızlık çekmek. 2. Başına
1. Rahatı, geçim i iyi olmak; esenlik içinde bulun sıkıntılı bir iş gelm ek.|| başı darda olmak, 1. Para
mak. 2. Birisiyle araları iyi olmak. || başı açık, 1. sızlıktan dolayı sıkıntıya düşmek. 2. Kendi başına
Başında bir örtü veya şapka bulunmayan. 2. Süslü içinden çıkamadığı bir meselesi olmak. || başı değ
olduğu kadar edebî yazı yazan (kâtip). 3. Utanmaz; miş, {ağız} (Kişi için) olgun. [DS]|| başı derde gir
hayasız.|| başı açık yalan, Besbelli yalan.|| başı mek, 1. Önceden tahmin edilemeyen bir sıkıntıyla
açılmak, Saçları dökülmek.\\ başı açmak, argo. karşılaşmak. 2. B ir şeye yakalanmak.\\ başı (biri /
Çekilip gitmek.\\ başı ağır, {ağız} Ağırbaşlı. [DS]| bir şey ile) dertte olmak, Birisi veya bir iş dolayı
başı ağırlaşmak, Uykusu gelmek. || başı ağrımak, sıyla problem li bir ilişki içinde bulunmak.\\ başı
Olumsuz bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek. || devletli, Şanslı; talihli.\\ başı dışarı, {ağız} 1. (Evli
(— ın) başı altından, Yüzünden; teşviki ile.\\ başı kadın için) başka erkeklerle ilişkide bulunan. 2.
araya gitmek, 1. istem eden kavgaya karışmak. 2. Eviyle ilgilenmeyen. [DS]|| başı dik tutmak, Onur
A rada harcanmak.\\ başı aşağa, {eAT} 1. K abahat lu görünm ek.|| başı dim dik, Onurunu korumasını
li; suçlu. 2. Şerefsiz.|| başı aşağa olmak, {eAT} bilmiş olarak; onurlu. || başı dinç, Üzüntüsüz ve
Utanmak; mahcup olm ak.|j başı aşağı, 1. K abahat tasasız; huzurlu; kaygısız. || başı dinç olmak, H u
li. 2. Şerefsiz. | başı aşağı eylemek, {OsT} D üşün zu r içinde, kaygısız, tasasız yaşam ak.|| başı din
ceye varmak. || başı aşağı olmak, Utanmak; m ah lenmek, Rahata ve huzura kavuşmak.\\ başı dön
cup olm ak.|| başı aşağı salmak, {OsT} Düşünceye mek, 1. D engesini yitirmek. 2. Yorucu ve hareketli
varmak. |[ başı ateşe yanmak, 1. Başkası uğruna bir iş ve yaşayış dolayısıyla düşünmeye ve olup
zarar görmek. 2. Belalı bir işe girmiş olmak.\\ başı bitenleri ayırt etmeye fırsa t bulamamak. 3. Olağa
bağlanm ak, {ağız} Nişanlanmak. [DS]|| başı bağlı, nüstü güzel bir şey karşısında şaşırmak. 4. Para ve
I. Serbest değil. 2. Evli, nişanlı veya, sözlü. 3. m evki sebebiyle şımarmak. || başı dumanh, 1. K en
{ağız} (Kişi için) yaslı; kederli. [DS] 4. {ağız} Or dinden geçecek kadar sarhoş olmuş. 2. A şık olmuş.
man ağaçlarının üstü kesildikten so m a kuruyan 3. (Dağlar için) başını sis kaplamış olm ak.|| başı
kök kısmı. [DS] 5. {ağız} Tütün yaprağı demeti. elde, {eAT} Başı yum uşak; yum uşak başlı at. || başı
[DS]|| başı ballı, {ağız} Kesilen çamın toprakta ka fırlanmak, {ağız} Başı dönmek. [DS]|| başı göğe
lan kuru kökü. [DS]|| başı bedireği olmamak, değmek, 1. Ummadık bir mutluluğa kavuşmak. 2.
ıe T iiîa a o ii.4 8 7 BAŞ
Layık olmadığı bir şeye ulaşmaktan dolayı böbür lanılan iöz.|| başına çevirmek, {eAT} 1. Başının
lenmek. || başı gülmek, {ağız} M utlu olmak; saadete çevresinde dolaştırmak. 2. "Başım, gözüm sadakası
ermek. [DS]|| başı havada olmak, 1. Sevinmek. 2. olsun. ” diye başının etrafında dolaştırarak sadaka
Kibirlenmek; burnu havada olmak. || başı hoş et vermek. 3. {ağız} folk. Geline getirilen hediyeleri,
mek, Anlaşmak; sevişm ek.|| başı hoş olmak, {eAT} davetlilere gösterm ek için gelinin başı üzerinde
Sevişmek; anlaşmak.\\ başı (bir şeyle) hoş olma çevirm ek [DS]|| başına çezginmek, {eAT} Çevre
mak, O şeyden hoşlanmamak.|| başı(mn) gö sinde dolaşmak.\\ başına çıkarmak, 1. Şım arm ası
zükün) sadakası, Gelecek bir felaketi veya belayı na izin vermek, çok yü z vermek. 2. Bilerek şım art
savm ak için önceden yapılan hayır veya fedakâr- m ak..|| başına çıkmak, 1. Tepesine çıkmak, varmak.
lık. || başı için, Birinin varlığım ortaya koyarak y a l 2. Yüz bularak şımarıklık etmek.|| başına çizgin-
varm a^ başı kaba, {eAT} Başı açık; başı kabak.|| mek, Etrafında dolaşmak, dönmek.|| başına çorap
başı kabak, {ağız} K üçük çocuk. [DS]|| başı kakışlı, örmek, 1. Birinin haberi olmadan, onu sıkıntıya
{ağız} (Kişi için) hakkında ileri geri konuşulan; de düşürecek davranışta bulunmak. 2. Birine kötülük
dikodusu çıkan. [DS] || başı kalabalık, Etrafında iş etmek. || başına çökmek, 1. Altına alarak dövmek.
dolayısıyla çok sayıda insan bulunan.\\ başı kara, 2. Büyük bir iştahla sofraya oturmak. 3. Bir işi ça
{ağız} Talihsiz. [DS]|| başı kayısı olmak, {eAT} Teh bucak yapm ak üzere ele almak. 4. {ağız} Bir kadın
likeli bir ortamda, yalnız kendini kurtarmanın y o l veya kızın ırzına geçmek. [DS]|| başına değirmen
larını aramak; kendi derdine düşmek; tehlikeden çevirmek, Çok fa zla rahatsızlık vermek. || başına
yalnız kendini korumak.\\ başı kayu olmak, {eAT} dermek, Etrafında toplamak.\\ başına dert açıl
Başının derdine düşmek; canı tehlikede olmak. || mak, Çözümü zor bir işle karşılaşmak,|| başına
başı kayusı, {eAT} Başının derdine düşen; canı dert açmak, 1. Kendisini veya birini çok kötü du
tehlikede olan.|| başı kayusı olmak, {eAT} Başının ruma sokmak; bela bulmak. 2. Kendine üzüntü ve
derdine düşmek; canı tehlikede olmak.\\ başı kazan keder verici işlerle uğraşmak. || başına dert almak,
gibi olmak, Çok çalışmaktan veya gürültüden ser 1. İyi sonuç alacağını düşünerek büyük sıkıntılara
seme dönmek; sağlıklı düşünememek.\\ başı kel, ve üzüntülere sebep olacak işlere girişmek. 2. Sı
Yağız} 1. Suçlu. 2. Başkalarının minneti altında kıntı ve üzüntü verici bir olayın gelmesine sebep
olan. [DS]|| başı kızmak, Öfkelenmek; kafası kız- olmak. || başına dert çıkarmak, Kendine üzüntü ve
mak.\\ başı kopsun, Beddua sözü.\ başı kurtul keder verici işlerle uğraşmak.]] başına dert etmek,
mak, {ağız} Çocuk doğurmak. [DS]|| Başım için! Yolunda giden bir şeyi kendisine üzüntü verecek
Kendi varlığını, canını ortaya koyarak yalvarma.\\ hale getirmek. || başına devlet kuşu konmak, 1.
Başım kel mi? B ir şeyden mahrum bırakılan kişi Şansı gülmek. 2. D aha iyi duruma gelmek.]] başına
nin itiraz ederken söylediği söz. || Başım la beraber, dikilmek, 1. Çalışan birinin başından ayrılmamak.
“Memnuniyetle; seve seve. ” || Başım üstüne! (Edi 2. İşini çabuk bitirmesi için ayakta beklemek.]] ba
len bir te klif y a da verilen em ir için) kabul; evet. || şına dikmek, 1. Birini veya bir şeyi korumak am a
başına and (ant) içm ek, {eAT} K endi varlığı üzeri cıyla birini görevlendirmek. 2. Bir kap içindeki içe
ne yem in etmek.|| başına ateş yağmak, Felakete ceği tamamen bitirecek şekilde yukarıya doğru di
uğramak.\\ başına baydak, {ağız} Kendi bildiğin kerek içmek.]] başına dolamak, 1. Sıkıntı ve huzur
den şaşmayan; başına buyruk. [DS]|| başına bela suzluk verici bir durumu bile bile birine yöneltm ek
almak, Kendisine sıkıntı verecek bir işe girişmek. || ve yüklemek; musallat etmek. 2. Birisine uğraşıp
(birinin) başına bela olmak, 1. Birine sıkıntı vere duracağı bir işi bırakıp gitmek. || Başına döne!
cek şekilde davranmak. 2. Tedirgin etmek; musallat {ağız} "Yaptığın kötü işin sonucu kendine zarar
olmak.\\ (birinin) başına bela sarmak, Birine sıkın versin" anlamında ilenme sözü; "Bana ettiğini
tı verecek bir durum sergilemek. || başına belayı kendin de bulasın”. [DS]|| başına dönmek, 1. {eAT}
satın almak, Sıkıntı ve üzüntü verici bir işe kendi H izm et için çevresinde dolaşmak. 2. {ağız} Yalvar
isteğiyle girmiş olm ak.|| başına binmek, 1. Şım ar mak; yakarmak. [DS] 11 başına dört dönmek, Çok
mak. 2. Birine sıkıntı ve eziyet verm ek.|| başına bir ilgi gösterm ek.|| başına ekm ek çağırmak, {ağız}
hâl gelmek, 1. Bir tehlikeye veya felakete uğra Geçim için gerekli çabayı göstermemek; çalışm a
mak. 2. Kötü bir duruma düşmek. 3. Ölmek. || başı mak; tembellik etmek. [DS]|| başına ekşimek, 1.
na bitmek, İstenm ediği halde birinin çalıştığı veya Birinin yanında bıktırıncaya kadar kalmak; yük
bulunduğu yere gelmek, olm ayacak istekte bulun olmak. 2. Taciz etmek, sıkıntıya sokmak. 3. Üstüne
mak; tebelleş olmak. || başına boş, {ağız} Başıboş; kalm ak.|| başına geçirmek, 1. Şapka gibi şeyleri
özgür; hür. [DS]|| başına buyruk, K im seye bağlı başına giymek. 2. Öfke ile birinin başına bir şey
olmadan, kendi bildiğince davranan. || başına çal vurmak, i. Yönetimi bırakmak; yönetici seçm ek.||
mak, Bir şeyi öfke ve nefretle, sert bir tavırla geri başına geçmek, 1. B ir işi yapm ak üzere gerekli
vermek. || Başına çalsın! B ir şeyin öfke ve nefretle, olan alet ve makinenin yanında hazır olmak, çalış
sert bir tavırla geri verildiğini ifade etm ek için kul tırm ak veya çalışmak. 2. Yönetimi eline almak.]]
BAŞ Ü I Ü M I İ İ W t S Ö M .W8
başına gelen, pişmiş tavuğun başına gelmemek, içinde olmak]] başına urmak, {eAT} 1. Başına
Çok büyük felakete uğramak. || başına gelmek, 1. giymek. 2. Başına giydirmek]] başına üşüşmek,
Felakete uğramak. 2. Beklenm edik bir durumla Birinin çevresinde birdenbire kalabalık oluşmak;
karşılaşmak]] başına girmek, {ağız} Kendi dengi başına birikmek; başına toplanmak]] başına vur
olmayan biri ile kavga etmek; tartışmak, [DS]|| ba (ağzından) lokm asını al, 1. Sessiz ve sakin birin
şına güneş geçmek, Güneş çarpmak.|| başına iş den söz edilirken kullanılır. 2. Birinin pısırık, m is
açmak, 1. İyi sonuç alacağını düşünerek biiyük kin ve aciz olduğunu belirtir.]] başına vurmak, 1.
sıkıntılara ve üzüntülere sebep olacak işlere giriş Oruç, sevinç gibi durumlardan ötürü ne yaptığını
mek. 2. Sıkıntı ve üzüntü verici bir olayın gelmesine bilemeyecek şekilde kendini kaybetmek. 2. İçkinin
sebep olmak. 3. Zor durumda kalmak.\\ başına iş etkisi ile çok sarhoş olmak. 3. Sıcak, soğuk veya
çıkarm ak, Kendisi için sıkıntı doğurucu bir olaya hava değişimi gibi sebeplerle başı ağrımak]] başı
sebep olmak. || başına iş çıkmak, Beklenmedik bir na yıkm ak, 1. Sıkıntı ve huzursuzluk verici bir du
güç durumla karşılaşmak.\\ başına kakmak, Yap rumu bile bile birine yöneltm ek ve yüklemek. 2.
tığı iyiliği incitmek amacıyla iyilik yaptığı kişiye Birisine uğraşıp duracağı bir işi bırakıp gitm ek.||
hatırlatmak.|| başına kalmak, 1. İstemediği halde başına yular geçirmek, i. Hükmü altına almak,
bir işi yapm ak zorunda olmak. 2. İstemediği birine dilediğini yaptırmak. 2. Özgür davranmasına fırsa t
bakm ak zorunda kalmak.]] başına kan çıkmak, vermemek]] başın çaresine bakmak, Son tedbirle
Çok öfkelenmek, çok kızmak.]] başına karalar bağ ri almak; son sözü söylemek]] başında ateş yan
lam ak, 1. Yas tutmak. 2. Çok kederlenmek, üzül mak, B üyük bir sıkıntı içinde olmak]] başında
mek.]] başına komak, {eAT} Yalnız bırakmak; kendi beklemek, i. B ir kimseyi gözlem altında tutmak. 2.
başına bırakmak.]] başına lanet yağmak, L H er Yaşlı, hasta veya çocuk gibi b a k m a muhtaç kişile
kes tarafından hakaret görmek. 2. Felakete düş re yardım cı olm ak için yanında bulunmak; bak
mek.]] (kabak) (benim, senin, onun, bizim, sizin, mak.]] başında değirmen çevirm ek (döndürmek),
onların) başına (başıma, başına, başımıza, başını 1. Birine rahat yüzü göstermemek. 2. Çok yormak.
za, başlarına) patlamak, İşi bizzat yapm ak zorunda 3. Birini belaya ıığratmak.\\ başında dönmek,
kalm ak.|| başına piyade, {ağız}] Kendi bildiğinden {ağız} Yanından hiç ayrılmamak; başını beklemek.
şaşmayan; başına buyruk. [DS || başı nâra yan [DS]|| başında durmak, B ir hastanın veya korunup
mak, Başkası uğruna büyük bir zarara uğramak.]] gözetilmesi gereken şeyin yanından ayrılmamak]]
başına sarmak, 1. Sıkıntı ve huzursuzluk verici bir başında kavak yelleri esmek, 1. Aklı sürekli başka
durumu bile bile birine yöneltm ek ve yüklemek. 2. bir şey ile m eşgul olmak. 2. Ciddî davranmamak,
Birisine uğraşıp duracağı bir işi bırakıp gitmek. || h a fif meşreplik etmek. 3. Bir sorumluluk altına
başına soğuk geçmek, 1. Anlayışını yitirmek, an girmeden zevk ve eğlence peşinde koşmak. 4. Ger
layıştan uzak kalmak. 2. Aptalca hareket etmek.\] çekleşmesi mümkün olmayan işler peşinde koş
başına sovuk geçmek, {eAT} Anlayışım yitirmek; mak.]] başından almak, 1. Yapılmakta olan bir işi
anlayıştan uzak kalmak.]] başına söylemek, {eAT} yeni baştan yapm aya başlamak. 2. B ir konuşmayı
K endi kendine söylenmek. |[ başın aşağa bırakmak, yineleyerek en baştan anlatmaya başlamak]] ba
{eAT} 1. Başını önüne eğmek. 2. Utandırmak; m ah şından aşağıya kaynar sular dökülmek, 1. A nsı
cup etmek.]] başın aşağa eylemek, {eAT} 1. Başım zın kötü bir haberle karşılaşarak fen a lık geçirmek.
önüne eğmek. 2. Utandırmak; mahcup etmek.]] ba 2. Çok üzücü ve utanç verici bir olayla karşılaşa
şın aşağa itmek, {eAT} 1. Başını önüne eğmek. 2. rak vücudunu ter basmak.|| başından aşkın, İşi
Utandırmak; mahcup etmek.|| başın aşağa kılmak, çok.|| başından aşmak, 1. Çok gelmek, fa zla la ş
{eAT} 1. Başını önüne eğmek. 2. Utandırmak; m ah mak. 2. Başaramayacağı kadar artmak.]] başından
cup etmek.]] başın aşağa salmak, {eAT} 1. Başım atmak, i. H oşuna gitmeyen birini yanından uzak
önüne eğmek. 2. Utandırmak; mahcup etmek. || ba laştırmak. 2. Sıkıntı verici bir işten kendini kurtar
şın aşağa tutmak, {eAT} 1. Başını önüne eğmek. 2. mak, başkasına yüklemek. 3. Sürdürülmesi gereksiz
Utandırmak; mahcup etmek.]] başına taç etmek, bir beraberliğe son vermek; kurtulmak; savmak.||
Çok değer vermek, itibar göstermek, el üstünde başından ayrılmamak, 1. Birinin yanında sürekli
tutmak.|| başına taş yağmak, Felakete uğramak.]] olarak bulunmak. 2. Hasta, çocuk veya yaşlı bir
başına teller takınmak, Çok sevinmek.|| başına kimseye yardımcı olm ak amacıyla sürekli yanında
tokm ak olmak, Zapt etmek; kontrol altında tut durmak]] başından baytambala kalmak, {ağız}
mak]] başına toplamak, Çevresine çok kalabalık Mirasçısız ölerek malları hâzineye kalmak. [DS]||
insan biriktirmek; bir çok kimseyi yanına getir başından bezmek, {ağız} Kendini salıvermek; ken
mek.]] Başına toprak! 1. {eAT} Yazıklar olsun; öl dine bakmamak; kendinden geçmek. [DS]|| başın
sün! 2. Birinin ölümünün arzu edildiğim ifade eden dan büyük iş, (Bir kimse için) beceremeyeceği,
beddua sözii.]] başına toprak koymak, {eAT} Ölü başaramayacağı kadar zo r veya büyük if.|| başın
münü istemek.|| başına toprak saçmak, Matem dan büyük işlere girişmek, Beceremeyeceği, al
w
0 1 ffilIÜ lE S M tu 4 8 9 BAŞ
tından kalkamayacağı, başaramayacağı işlere g i serbest bırakmak.\\ başını çöndermek, {ağız} Evli
rişmek.|| başından büyük işlere kalkışmak, Bece karı kocayı biiyii ile birbirinden ayırmak. [DS]|| ba
remeyeceği, altından kalkamayacağı, başaramaya şını derde sokmak, /. Kötii bir duruma düşmek. 2.
cağı işlere girişmek. || başından büyük yalan söy Birini büyük bir sıkıntıya uğratmak.\\ başını dik
lemek, Çok aşırı yalan söylemek. || başından geç tutmak, 1. Gururlanacak bir durumda olmak. 2.
mek, I. Benzeri olayı daha önce yaşam ış olmak. 2. Utanacak bir işyapmamak.\\ başını dinlemek, Ses
Olayları yaşam ak veya tanık olmak, |j başından siz ve sakin bir köşede yaşam ak veya dinlenmek;
kalsın, (Parası ve malı ile övünen, birine) ölümünü yalnız kalarak dinlenmek.\\ başını dönlemek, {ağız}
dilemek amacıyla söylenen beddııa.\\ başından B ir kimsenin başında beklemek; başından ayrıl
kesmek, Yapılması istenmeyen bir işi daha başla mamak. [DS]|| başını ezmek, 1. Zararlı bir şeyi
madan reddetmek.\\ başından korkmak, 1. H aya ortadan kaldırmak, y o k etmek. 2. Kımıldayamaz ve
tından endişe duymak. 2. Cezalandırılacağı endişe kötülük edemez duruma getirmek.\\ başını gözünü
sini taşımak.\\ başından nikâh geçmek, Daha ön yarmak, 1. Çok kötü bir şekilde dövmek; berbat
ce, en az bir kere evlenmiş olmak.\\ başından sav etmek. 2. Bir işi çok kötü şekilde yapmak; becerik
mak, B ir bahane uydurarak yanından uzaklaştır sizlik yapmak; berbat etmek. 3. B ir metni anlamdan
mak.. || başında olmak, 1. Bir sıkıntıya uğramak. 2. uzak ve yanlışlarla dolıı olarak okumak.\\ başını
Bir işin başkanı, yöneticisi olmak. 3. Aynı durumda hangi taş katıysa ona vur, H er türlü sonuca m ey
bulunmak; ilerleme kaydetmem ek,|| Başında para dan okumayı öğütleyen söz.|| başını hırkaya çek
lansın! Bir iyilik başa kakılınca söylenen artık on mek, {OsT} Dalmak; uyumak. || başını iki eliyle
dan iyilik beklenmediğini ifade eden söz. | başında tutmak, Yazıklanmak; acınmak. | başını inanmak,
taşımak, Saygı göstermek; hürmet etmek, itibar 1. Kendini birine teslim etmek. 2. Ona çok giiven-
göstermek. || başında torbası eksik, Birinin hayvan mek. || başını istemek, 1. Birinin öldürülmesini ta
gibi davrandığını ifade etmek için kullanılan haka lep etmek. 2. B ir görevlinin görevinden uzaklaştı
ret sözü; eşek gibi; anlayışsız; kaba ve saygısız. | rılmasını talep etmek.\\ başını kaldırmamak, Çok
başını adamak, Kutsal bulduğu veya çok değer çalışmak]] başını kaşımağa eli değmemek, Çok
verdiği, sevdiği şey uğruna canından olmayı, ölme fa zla işi olmak.|| başını kaşımağa vakti olm amak,
y i göze almak.|| başını ağrıtmak, 1. Çok söz ederek Çok çalışmak zorunda olmak]] başını kazıtmak,
konuyu uzatmak. 2. Gereksiz sözlerle birini bu {eAT} Saçım tıraş ettirmek.]] başını kel etmek,
naltmak. 3. B ir iş dolayısıyla birini tedirgin etmek, {ağızj Usandırmak; bıktırmak. [DS]|| başını koltu
uğraştırmak.\\ başını alam am ak, 1. İş çokluğun ğunun altına almak, 1. Yapmak istediği bir iş için
dan dolayı kendi ihtiyaçlarını karşılayamamak. 2. hayatını ortaya koymak. 2. Canına değer verm e
Elinden kurtulamamak.]\ başını alıp gitmek, Kim mek.]] başını koltuğunun altında taşımak, Ölümü
seye haber vermeden kendi bildiğine gitm ek.|| ba göze almış olmak.]] başını kurtarmak, 1. Başkala
şını alıp kaçmak, Yalnız kalacağı bir yere çekil rını düşünmeden kendisini kurtarmak. 2. Canını ve
mek.,|| başını almak, 1. Serbest kalmak. 2. {eAT,1 hayatını korumak. 3. Kendi geçim ini sağlayabilir
Birinin başım kesmek.\\ başını ateşlere yakmak, duruma gelmek.]] başının altında, Yastığının altın
Kendi isteğiyle sonunun kötü olacağını tahmin da]] başının altından çıkmak, Düzen ve hilelerin
edemediği bir işe girişm ek.|| başını bağlam ak, 1. kurucusu ve sahibi olmak, sebep olmak.]] başını
Birini nişanlamak veya evlendirmek. 2. İşleri düze nâra yakmak, Kendisini veya birisini çekilmez bir
ne sokm ak veya kolaylamak. 3. {ağız} Bir işi bitir sıkıntıya, dayanılmaz bir derde bulaştırmak]] başı
mek. [DS] 4. {ağız} K andırarak bir malın değerin nın çaresine bakmak, 1. Kendi canını kurtarmak.
den daha düşük fiya ta satılmasına neden olmak. 2. Sıkıntılı durumdan kurtuluş çarelerini kendisi
[DS] 5. {ağızj- Kaparo vererek bir malın satışını ke arayıp bulmak ve kurtulmak,| başının derdi, Çev
sinleştirmek. [DS] 6. {ağızj Pazarlık yapm ak; pazar resine çok zarar veren kişi]] başının derdine
lıkta uyuşmak. [DS] 7. {ağız} B ir iş için kesin karar düşmek, Başkaları ile ilgilenmeyi bırakarak kendi
vermek. [DS] 8. {ağız} B ir kızı, evlenme sözü vere canını veya malını kurtarmaya gayret etmek]] ba
rek kandırıp uzun süre bekletmek. [DS] 9. {ağızj şının dikine gitmek, B ir işte başkalarının düşünce
(Gelin için) başım süslemek. [DS]|| başını bağrını ve öğütlerine değer vermeksizin kendi bildiğini
yemek, {ağızj (Fiyatlar için) çok yükselmek; p a h a yapmak]] başının etini yemek, Sürekli ısrar ede
lanmak. [DS]|| başını beklemek, 1. Birini korumak rek bıktırmak; rahat bırakmamak]] başının
ve kollamak üzere göz önünden ayırmamak. 2. A ğır gaydına bakmak, {ağız} Başının çaresine bakmak.
hasta olan birinin yanından hiç ayrılmamak.\\ ba [DS]|| başının gözünün sadakası, Başa gelebilecek
şını belaya sokmak, 1. Kötü bir duruma düşmek. bir belayı önlemek amacıyla verilen sadaka, ha
2. Birini büyük bir sıkıntıya uğratmak.|| başını bir yır]] başının üstünde yeri olmak, Saygı duymak;
yere bağlamak, Birini bir işe yerleştirmek]] başını itibar etmek]] başını okutmak, Baş ağrısı gibi
boş bırakmak, Birini kontrolsüz ve kendi halinde hastalıklardan dolayı iyileşmesi için dua ettirmek.]]
B AŞ
başını ortaya koymak, 1. D eğer verdiği veya kut veya sonu kestirilememek; ne yaptığını bileme-
sa l saydığı bir şey için canından olmayı göze al mek.|| başı şaşmak, {eAT} 1. Başı dönmek. 2. Aklı
mak. 2. {eAT} Canını fe d a etmek.\\ başını öne eğ başından gitmek.\\ başı şaşmak, 1. Başı dönmek. 2.
mek, Ç ok utanmak.\\ başını önüne salmak, 1. Aklı başından gitmek. || başı tapmak, {ağız} Anla
Utandırmak, mahcup etmek. 2. Başını önüne eğ mak. [DS]|| başı taşa değmek, Hayatın güçlükleriy
mek.\\ (birinin) başını örtmek, {eAT} l.(B ir kadını) le de karşılaşmak; bu olaydan ders almak. || başı
kendisine eş olarak kabul etmek. 2. {ağız} Kızını ev taşa gelmek, 1. Hayatın zorluklarıyla karşılaşmak;
lendirmek. [DS]|| başını secdeye koymak, İbadet bu olaydan ders almak; zorluğu anlamak. 2. Sıkın
etm ek.|| başını secdeye koymamış, H iç ibadet et tılı bir duruma uğramak. || başı taşa, taşı başa
m emiş,|j başını sokmak, 1. Sığınılacak ve koru- vurmak, H er türlü çareyi deneyerek güç bir işi
nulacak bir yere girmek. 2. Kira veya satın alma başarmaya çalışmak.\\ başı taşı birle, {eT} Tama
yoluyla bir ev edinerek oturmak. | başını süzmek, mıyla; bütünü ile [EUTS]|| başı tutm ak, 1. Çok gü
{ağız} 1. Başını dik tutmak. 2. (Ekin için) başak ver rültüden veya konuşma dinlemekten dolayı başı
mek. [DS]|| başını taşa döğmek, {eAT} Pişm anlık ağrımaya başlamak. 2. A klı karışmak. 3. {ağız} Sa
duymak; başını taşa vurmak. || başını taşa dövmek, ra nöbeti gelmek. [DŞ]|| başı tübüne (dibine) et
Pişm anlık duymak; başını taşa vurmak. || başını mek, {ağız} A ltüst etmek; karm akarışık hâle getir
taşa vurmak, D aha önce yaptığı işten veya verdiği mek. [DS]|| başı üstünde yeri olmak, 1. Saygı ve
karardan dolayı çok pişm an olmak. |] başını taştan sevgi gösterip değer vermek. 2. B ir görüşü uygun
taşa vurmak, 1. Yaptığı veya yapam adığı bir işten bulmak.\\ başı yastığa düşmek, Yorgunluktan veya
dolayı çok pişm anlık duymak. 2. B ir çok sıkıntılara hastalıktan yatıp uyuyakalmak.\\ başı yastık yüzü
düşmek. || başını toplamak, (Kadınlar için) saçla görmem iş, 1. R ahat nedir bilmeyen. 2. H iç hasta
rını tarayıp güzel bir şekil vermek; baş bağlamak.\\ lanıp yatağa yatm am ış olmak. | başı yelli, {eAT}
başını uçurmak, Kesici bir alet ile başını gövde Hafifmeşrep; havaî.|| başı yellü, {eAT} H afifmeş
sinden ayrılacak şekilde kesmek; öldürmek; katlet rep; havaî.\\ başı yerde, 1. Utanç içinde. 2. Kır-
m ek,|| başını üzmek, {ağız} Başını koparmak. [DS]|| gın. || başı yerine gelm ek, 1. Dinlenmiş olmak. 2.
başını verm ek, Şehit olmak. |[ başını yakmak, B i Aklını sağlıklı kullanabilir hâle gelmek. 3. Sarhoş
rini dönüşü olmayan güç bir duruma düşürmek.\\ luktan kurtulma; ayıkm ak.|| başı yillü, {eAT} H a
başını yaptırmak, (Bayanlar için) berberde saçını fifm eşrep; havaî.|| başı yirde, {ağız} Utangaç. [DS]||
düzelttirmek, süsletmek,|| başını yarıp gözünü çı başıyla oynamak, Hayatını tehlikeye düşürücü
karmak, Yapmakta olduğu bir işi becerememek; işlerle uğraşmak.\\ başı yortusuna, {ağız} Kendi
düzeltmeden ziyade zarar vermek.\\ başını yemek, bildiğine. [DS]|| başı yukarda, Çekinecek bir du
1. Felaketine sebep olmak. 2. Birinin ölümüne se rumu olamayan; alnı ak; başı dik.|| başı yukarı, 1.
bep olmak.|| başını yenmek, {eAT} Atın başını tu Başı yukarıya gelecek şekilde. 2. {ağız} Yokuş.
tabilmek; zaptetmek.\\ başını yere komak, Secde [DS]j| başı yukarıda, Kibirli, gururlu, kendini be
etm ek.|] başını yire komak, {eAT} Secde etmek.| ğenm iş,|| başı yum uşak, Uysal, söz dinler; geçimli.
Başınızı ağrıtmayayım, Uzun uzadıya anlatılan {ağız} (aym) [DS]|| başı zapt olunmak, (At için)
bir konu bağlanırken söylenen bir çeşit özür dileme dizgine alıştırılmak; ehlileşmek.\\ başı zongulda-
sözü.|| başın kayu etmek, {ağız} Baş aşağı etmek. mak, {ağız} Başı ağrımak; başı tutmak. [DS]|| baş
[DS]|| başın önüne (önine) salmak, {eAT} 1. Başını indirmek, {eAT} 1. K abul etmek; razı olmak; boyun
önüne eğmek. 2. Utandırmak; mahcup etmek. || Ba eğmek, itaat etmek. 2. Boyun eğdiğini, teslim ol
şın sağ olsun! Yakınlarından biri ölmüş kimseye duğunu belirtmek.|| baş indürm ek, {eAT} Boyun
söylenen taziye sözü. || başın salmak, {eAT} 1. Ba eğmek; itaat etm ek.| baş ip, {eAT} D okuma tezgâ
şını önüne eğmek. 2. Utandırmak; mahcup etmek. hına gerilen çözgü ipi; çözgülük; direzlik.\\ baş ipi,
3. {eAT} Başını sallamak.\\ başı önünde, 1. Çevre {ağız} Kağnı y a da araba çeken öküzleri yedm ek
dekilerin namusu üzerinde gözü olmayan. 2. Utan için kullanılan ve öküzlerin başlarına takılan ip.
gaç; m ahcup.|| başı örtülü, {eAT} K adın.|| başı [DS]|| baş itmek, {eAT} Başkan yapmak; komutan
pek, 1. Anlayışsız. 2. {eAT} (At için) gem almaz; seçmek.\\ baş kakıncı, {ağız} 1. Başa kakma nedeni.
başı sert; binicinin emirlerini dinlemeyen,\\ başı 2. Yemek kabı. [DS]|| baş kaldıramamak, 1. H as
satma (sadme) taşma değmek, {ağız} Acı bir dene talıktan iyileşememek, yataktan kalkamamak. 2. Bir
yim geçirmek. [DS]|| başı sert, 1. Anlayışsız. 2. (At işten vakit bulamamak; yakasını kurtaramamak.\\
için) binicinin emirlerini dinlemeyen, gem alma- baş kaldırma, İsyan etme. || baş kaldırmak, 1. Yö
yan. | başı sıkılmak, 1. B ir güçlük karşısında bu netime karşı gelmek; isyan etmek. 2. {eAT} Varlığı
nalmak. 2. Zorluklarla mücadele etmek.\\ başı sı nı belli etmek; kendini gösterecek, belli edecek bir
kışmak, Darda kalmak, bunalmak.\\ başı sıkıya durum sergilemek. 3. A çık bir şekilde görülmek,
gelmek, Herhangi bir güçlük karşısında bunal sivrilmek. || baş kaldırmamak, 1. İş çokluğundan
m ak,|| başı sonu belli olmamak, İşin başlangıcı dolayı çok çalışmak. 2. Çevresini görebilecek du
® I1 Î 1 1 M İ.4 9 1 BAŞ
rumda olmamak. || baş kaygısı, Can için duyulan dadan çekinmemek.\\ baş öğrenmek, {eAT} (Binek
endişe.|| baş kayısı, Baş derdi, can baş kaygısı.\\ hayvanı için) talimli olmak.|| baş öğmek, {ağız}
baş kayusı, {eAT} Baş derdi; can baş kaygısı.\\ baş folk. -*■ baş övmek. [DS][| baş öğrenmek, (Binit
kazıtmak, {eAT} Saçını tıraş ettirmek.\\ baş kesil hayvanı için) talimli olmak.|| baş öğretmek, {ağız}
mek, Zorbalık edilmek, zorbalık kol gezmek.\\ baş H ayvan terbiye etmek; yük, binek çift gibi işlere
kesmek, {eAT} 1. Başını indirmek; baş eğmek. 2 alıştırmak. [DS]|j baş örme, {ağız} Kına gecesi g e
Baş eğerek saygı selamı vermek, {ağız} (aynı) [DS] lin ve güveyin eline kına yakm a işi. [DS] 11 baş ört
3. A lçak gönüllü davranmak. 4. Selam için, sağ mek, Örtü ile başını kapatmak.\\ baş örtiisi, {eAT}
elini göğsüne bastırırken başını fazla ca eğmek. 5. Taç.|| baş örtüsü, Başı örtmek için kullanılan ku
Dervişlerin şeyhlerine gösterdikleri saygı duruşu. maş; çarşaf; {ağız} (aynı). [DS]|| baş övmek, {ağız}
6. (Dervişler için) şeyhlerden gelen emirleri itiraz folk. Geline, çalgı eşliğinde öğüt vermek. [DS]|| baş
sız kabul etmek.|| baş kıç belli olmamak, Büyük parası, {ağız} 1. Alışverişte üste alınan para. 2.
bir karışıklık egemen olm ak.J| baş kılı, {eAT} &Jf.j| H ayvan satışlarında alıcının çobana verdiği bah
baş kıltığı, {ağız}Yatağın baş tarafı. [DS] [| Baş kı şiş. [DS]|| baş parmak, Eldeki en kaim ve diğerle
rılır fes içinde, kol kırılır yen içinde. Aile içinde rine göre daha kısa ve yum ruk yapıldığında dışta
ve yakın arkadaşlar arasında olan tatsızlıklar ve kalan parmak.\\ baş pekliği, {eAT} Sert başlılık.||
uyuşmazlıklar dışarıya duyurulmaz; kendi arala baş sağlığı, Ölenin yakınları için gösterilen ilgi,
rında halledilir. || baş kırmak, K ibir ve inat sahibi söylenen hayır dua ve yakınlık ifadesi. || baş sağlığı
birine karşı durmak.\\ baş koçanı, {ağız} K im lik dilemek, Yakını ölmüş birisine acısını paylaştığını
belgesi; nüfus cüzdanı. [DS]|| baş komak, {eAT} 1. ifade etmek.[| baş sallamak, 1. Uygun görmek, ka
Can fe d a etmeğe razı olmak. 2. Saygıyla baş eğ bul etmek. 2. D alkavukluk etmek,|| baş salmak,
mek. 3. Razı olmak; kabul etmek. || baş koparmak, {eAT} Başını sallamak]] baş sedir, {ağız} -*
{ağız} Baş kesmek; başı gövdeden ayırmak. [DS]|| başsedir. [DS]|| baş seki, {ağız} -*■ başseki. [DS]|
baş korkusu, B ir cezaya çarptırılacağına ilişkin baş selamı, Başım eğerek verilen selam. | baş sı
duyulan korku; cezalandırılma endişesi. || baş koş kılmak, 1. Para sıkıntısı çekmek. 2. B ir derde uğ
mak, {eAT} 1. Baş başa verip fik ir birliği etmek; ram ak,| baş suyu, {ağız} Doğum öncesi gelen akın
arkadaş olmak; birlikte düşüp kalkmak, {ağız} (aym) tı; amniyos suyu. [DS]|| baş şeker, {eAT} Kelle şe
[DS] 2. Canla başla bir işin üstüne düşmek, {ağız} ker]] başta bitmek, 1. Hemen gelip yanında bu
(aynı) [DS] 3. {OsT} Başkan veya komutan olarak lunmak; başına hemen dikilmek. 2. Göz açtırma
atamak, {ağız} (aynı) [DS] 4. Yarış etmek. S. {ağız} mak]] başta büyük, {ağız} Akıl, zekâ ve tedbir ba
İlgi göstermek. [DS] 6. {ağız} Uğraşmak; iddia et kımından üstün kimse. [DS]|[ başta bulunm ak, B ir
mek; rekabet etmek; tartışmak. [DS] 7. {ağız} Yap işin yönetim ini elinde bulundurmak; yönetici ol
mak; düzenlemek; onarmak. [DS]|| baş koymak, mak,|| baş tacı, Çok sevilen ve saygı duyulan kişi
{eAT} 1. B ir şey uğruna canını vermeğe razı olmak. veya manevi değeri yüksek şey]] baş tacı etmek,
2. Boyun eğmek; itaat etmek. 3. Saygıyla baş eğe Sevgi ve saygı bakımından üstün tutmak, değer
rek selam vermek.|| baş költiirmek, {ağız} Baş kal vermek. || başta ekşimek, Birine rahatsızlık verecek
dırmak; isyan etmek; itiraz etmek. [DS]|| başköşe, kadar y ü k olmak]] başta gelmek, 1. E n önde bu
başköşe.|| baş kurtarm ak, 1. Tehlikeyi savuş lunmak. 2. Yarışta üstün durumda bulunmak.]\ baş
turmak. 2. Cezadan kurtulmak.\\ baş kün, {ağız} -*■ ta gitmek, En ileri durumda bulunmak.]] başta
başkün. [DS]|| başlı başına, 1. Tek başına. 2. Oldu hamam tokm ağı olmak, Durmadan rahatsızlık
ğu gibi. 3. B ir gruptan ayrı olarak. || başlu başı vermek. [| başta kalmak, Birine rahatsızlık verecek
kayusı olmak, {eAT} Başı dertte olmak; canının kadar y ü k olmak.]] başta kavak yelleri esmek, 1.
derdine düşmek; kendini kurtarmaya çalışmak.|| Kendi zevk ve eğlencesinden dolayı başkalarından
baş nâre yanmak, 1. B ir derde belaya uğramak. 2. ve çevresinden haberi olmamak. 2. {ağız} Toyca
Birinin kötülüğüne uğramak. | Baş nereye giderse hayaller peşinde koşmak. [DS]|[ baş tamarı, {eAT}
ayak da oraya gider, K üçükler her zaman büyük Dirseğin iç yanında en aşağıda yer alan damar;
leri örnek alırlar. || baş oda, -*■ başoda.|| baş oğul, akciğer damarı; başlık.|| baştan, Bir işin başlangı
{ağız} -*■ başoğul. [DS]|| Baş olan boş olmaz, 1. Bir cından beri; önceden; evvelden.]] baştan aşağı, 1.
yerde lider olan kimse oraya değerli olduğu için Hepsi. 2. Tamamı; tümü. 3. Baştan ayağa. 4. H iç
gelmiştir. 2. Yöneticilerin işi çok olur. || Baş ol da bir yanını eksik bırakmadan; A 'dan Z 'y e kadar. 5.
istersen soğan başı ol, Küçük de olsa bir yerde, bir Tepeden tırnağa. || baştan aşağı bir kova sıcak su
işte yönetici olm ak iyidir. | baş olmak, Yönetici dökülmek, Birdenbire büyük bir heyecan içinde
olmak; yönetim yetkisi taşımak; reis olmak. || baş kalmak]] baştan aşağı kulak kesilmek, Çok dik
olmamak, {ağız} Bir işi sonuçlandıramamak; biti- katle, bütün benliğiyle dinlemek.]\ baştan aşağıya,
rememek. [DS]|| baş ot, {ağız} Kibrit. [DS]|| baş oy Bütünüyle, her yanı. | baştan aşırmak, 1. Sınırı
namak, {eAT} Hayatını tehlikeye atmak, canını f e aşmak. 2. İleri gitmek]] baştan aşmak, P ek çok
BAŞ O lÜ M IİİM flM .
olmak; yapılamayacak, bitirilemeyecek kadar çok yatını fe d a etmeye hazır olmak.]] baş ucu, 1. Yatın
olmak.\\ baştan atmak, 1. Kurtulm ak için başka bir ca baş konulan veya yatan birinin başından taraf.
yere göndermek; de:fetmek. 2. Önem verilmemek]] 2. Herhangi bir şeyin başından tarafı. 3. mecaz.
baştan ayağa, Yukarıdan itibaren ta aşağılara ka Çok yakını]] baş urmak, {eATj Baş eğmek; saygı
dar; hiçbir yanı eksik olmaksızın; bütünüyle]] baş ile eğilmek.|| baş utmak, {eATj Kelle almak; kelle
tan ayak, jağızj (Kişi için) söz dinlemez; itaatsiz; kesmek.|| baş üstünde tutm ak, Çok iyi ağırlamak,
saygısız. [DS]|| baştan baş, {ağız} En iyi; ekstra. saygı gösterm ek.|| baş üstünde yeri olmak, Büyük
[DS]|| baştan başa, 1. Bir işin başından sonuna bir saygı ve sevgi ile karşılanmak]] baş üstüne,
kadar. 2. B ir yerin her tarafı. 3. Hiçbirim ayırt et Verilen emrin uygulanacağını ifade eden cevap;
meksizin; hepsi. | baştan, candan el yumak, H a uygun; pekala]] baş üzerinde yeri olmak, Saygı
yattan, yaşam aktan vazgeçmek. || baştan çıkarmak, görmek; itibar edilmek.]] baş üzre gelmek, /eATj
1. Birini kötü yola teşvik etmek, kötülük yapm aya Saygı ile eğilmek]] baş varmak, {eATj Baş elden
alıştırmak; ayartmak. 2. K andırarak namusunu gitmek; ölmek]] baş ve bug, {eAT} Başkan; komu
kaybetmesine, sebep olmak.]] baştan çıkarmak, 1. tan.]] baş verm ek, 1. Belirmek, ortaya çıkmak. 2.
B ir kimseye, yapm aması gereken bir şeyi yaptır {OsTj Canını fe d a etmeyi göze almak; kendini fe d a
mak; yoldan çıkarmak; saptırmak; azdırmak. 2. etmek. 3. Kaynamış çamaşırı soğuk su ile çalkala
Kötülüğe sürüklemek.|| baştan çıkkın, {ağızj Yolsuz mak 4. (Ekin için) başak bağlamak, {ağız} (aynı)
ilişkelerde bulunmayı yaşam a biçimi olarak seçmiş [DS] 5. {ağızj Alışverişte, takasta üste p ara vermek.
kadın; fahişe; orospu. [DS][| baştan çıkmak, 1. [DS] 6. {ağızj (Tohum için) filizlenip toprak üstüne
Kötü yola sapmak. 2. Namusunu kaybetmek. 3. çıkmak. [DS] 7. {ağız} Asm anın meyve verecek dal
Ayartılm ak suretiyle ahlakı bozulmak. 4. Canını ve larını bırakarak budamak. [DS] 8. {ağızj Kayığın
başını yitirmek.]] baştan defetmek, 1. Savmak; sa burnunu dalgalara çevirmek. [DS] || baş virmek,
vuşturmak. 2. Kurtulmak.]] (bir şe)') baştan geç {ağızj Artmak; çoğalmak; üremek. [DS]|| baş vur
mek, Önceden görüp geçirmek; yaşam ış olmak]] mak, {ağızj 1. Birinin durumunu, hatırını sormak
baştan hüküm vermek, B ir şey hakkında önceden üzere ziyarete gitmek; uğramak. 2. Yüksek bir ye r
kesin kararı vermiş olmak]] baştan inme, 1. Kural den denize balıklama atlamak. 3. A kıl danışmak;
lara ve alışılmış usullere aykırı olarak en üst ma bakmak. 4. iki şey arasında bocalamak; inip çık
kamdan verilen emirle yapılan; tepeden inme. 2. mak. [DS] 11 baş yakmak, 1. Birinin başını derde
Umulmadık bir zamanda yaşanan, başa gelen. 3. sokmak, 2. K ötü bir duruma düşürmek]] baş yap
Aralıksız gelen; soluk aldırmayan]] baştan kalmış, mak, 1. (Berber için) saç bakımı ve düzenlemesi
Başkası tarafından kullanılarak artmış durumda.]] yapmak. 2. {ağızj Gelin başı süslemek. [DS]|| Baş
baştan kara etmek, -*■ baştankara etmek.|| baştan yarılır börk içinde, kol kırılır kürk içinde, Aile
savma, Önem vermeyerek; üzerinde titizlik gös üyeleri arasındaki anlaşmazlık ve kırgınlıklar aile
termeden; üstün körü. | baştan savmak, 1. Kovar- içinde kalmalıdır,|| baş yarıp göz çıkarmak, K av
casına göndermek; defetmek. 2. {eATj (Tehlike için) ga ve dövüşte birinin başını veya gözünü yarala
kendinden uzaklaştırmak]] baştan soğuk su dö mak.]] baş yastığı, Yatarken başın altına konulan
külmek, 1. Beklenmedik bir sonuçla karşılaşmak. yastık]] baş yazmak, {ağızj Saç taramak. [DS]|| baş
2. Şaşırıp kalmak]] baş tapıncağı, {ağızj Sürekli yeli, {eATj Havailik]] baş yemek, Sofraya çorba
başa kakılan; yü z karası olan; sürekli üzüntü ve dan sonra ilk sırada gelen yemek, baş yemek, 1.
ren. [DS]|| baş tapmak, {ağızj Bir kimse aleyhine mecaz. Birinin ölümüne sebep olmak. 2. Birinin
konuşmak; dedikodu yapmak. [DS]|| baş taraf, Baş sıkıntıya düşmesine sebep olmak; çok iizüntii, sıkın
langıç kısmı]] baş tartmak, {eAT} Baş kaldırmak; tı vermek.|| baş yenge, {ağız} folk. Düğün yem eğini
isyan etmek]] baştan tırnağa, Hiç eksik yeri kal yöneten kadın. [DS]|| baş yerine gelmek, D ağınık
mamacasına]] baş taşa değmek, Yapılmakta olan olan zihni toplamak; dinlenmek.]] baş yimek, {ağızj
işin ve yöntem in kötülüğünü kavramak; sıkıntı y a Ölümüne sebep olmak. [DS]|| baş yirde komak,
ratan bir sona ulaşmak.]] başta taşımak, Çok saygı {eAT} Yere yüz sürmek; aşırı saygı göstermek]] baş
göstermek, değer vermek]] baş terk etmek, Canını yire komak, {eATj Yere yü z sürmek; aşırı saygı
fe d a etmek.]] baş terk itmek, {eATj Canını fe d a göstermek]] baş yire salmak, {eATj Başını yere
etmek]] baş tokası, {ağız} Baş belası. [DS]|| baş eğmek.|| baş yoldaşı, {ağızj 1. Eş; karı; zevce. 2.
toplamak, {ağızj (Soğanlı bitkiler için) başı büyü Karı veya koca. 3. Çok sam im i arkadaş; dost. [DS]||
mek. [DS]|| baş tutan, {ağızj Kılavuz. [DS]|| baş tu baş yukarı, {ağızj Yokuş yukarı; suyun kaynağına
tar, {ağızj Başkan; elebaşı. [DS]|| baş tutmak, 1. doğru; akışın tersine. [DS]|| baş yukarda olmak, 1.
{eATj Baş çıkarmak; başak tutmak; başaklanmak. Kibirli olmak. 2. Kimseden korkusu olmamak.
2. {ağızj Aracılık etmek. [DS] 3. Çok gürültü vb.
yüzünden başa ağrı girmek. || baş tüyü, Başa takı baş2, [baş jiL.] {eTj {eAT} Yara; yara başı. [EUTS]
lan tüy; sorguç]] baş u can oynatmak, {eATj H a [DLT] [Gabain] S baş bart, {eAT} is. Yara bere;
ö î ö B i ö i r a i ı f .4 9 3 BAŞ
çıban; sivilce.\\ b a ş b ö r t , /eATj Yara bere; çıban; b a ş a k ç ı, [başak-çı is. Tarlalarda kalan başak
sivilce.|| b a ş u y u z u , /eATj Suluca denilen sivilce.\\
ları veya bahçelerde hasat sonu dökülmüş olan
b a ş v e b a r t , (eAT} Yara bere; çıban; sivilce.| b a ş
meyveleri toplayan kimse, {ağızj (aynı) [D S ]
v e r m e k , {ağız} (Yara için) iyice iltihaplanıp akıntı
b a ş a k ç ı k , - ğ ı [başak-çık] is. Ekinlerde başağı m ey
verecek hale gelmek; olgunlaşmak. [DS]|| b a ş
dana getiren, dip tarafında kavuzlar bulunan çiçek
y a p m a k , 1. {ağızj Çıban hâline getirmek. 2. mecaz.
ler topluluğu.
Mübalağa etmek; işi büyütmek. [DS]
b a ş a k l a m a , [başak-la-ma -uJJLij] is. 1. Başaklam ak
b a ş 3, [baş > Anı. baş] {ağızj zf. Tam o anda. [DS]
işi. 2. {eATj Ürün toplandıktan sonra dal ve sap ü-
b a ş 4, [Far. bâş J ı l ] (ba:ş) ünl. Olsun; ola!
zerinde kalan artıklar,
b a ş a , [baş+ağa > başa] (başa:) is. Ağabey,
b a ş a k l a m a k , [başak-la-mak] gçl. f. [-ar] [-!(ı)-yor]
b a ş a c a , [baş-a-ca] {ağızj zf. 1. (M utluluğun derecesi 1. Tarlalarda veya bahçelerde hasat sonu kalmış
ni anlatmak için) sonuna kadar. 2. is. Mutluluk; olan meyveleri veya başaklan toplamak; başak top
gönül rahatlığı. [DS] lamak. 2. {eTj Temren takmak. [D L T ] 3. jağızj Ba
b a ş a d m a k , [baş (baş, doruk) > baş-ad-mak] {eTj gçl. şak çekmek. [D S ] 4. {ağızj Sağım bittikten sonra,
f. [-ur] 1. Başa geçirmek; riyasete geçirmek. [ETY] koyun ve keçileri kalan süt için yeniden sağmak.
2. Başında olmak; liderlik etmek; kumanda etmek; [D S ] 5. / ağız) Boşaltılan evi tekrar gözden geçir
baş olmak; önder olmak. [Tekin] [ETY] 3. Yedmek; mek. [D S ]
çekip götürmek. [ETY] b a ş a k l a n m a , [başak-la-n-ma] is. Başaklanmak du
b a ş a g u t , [baş-a-ğut] {eTj sf. Sevilen; hoş görülen; rumu ve başaklanmak eylemi.
başta gelen. [EUTS] b a ş a k l a n m a k 1, [başak-la-n-mak] ed il.f. [ - ır ] \. (Ba
b a ş a ğ a ç , - c ı [baş+ağaç] is. Yaş halkaları görülecek şakçılar tarafından, hasattan sonra) başak toplan
şekilde gövdesinden dikine kesilmiş olan ağaç, mak; başaklamak eylemi yapılmak; başak edilmek.
b a ş a ğ ı r l ı k , - ğ ı [baş+ağır-lık] is. spor. Bazı spor 2. {eTj (Ok için) temren takılmak. [D L T ]
dallarında sınırsız tutulan en ağır kilolu sporcuların b a ş a k l a n m a k 2, [baş-ak-la-n-mak] dönşl. f. [-ır]
katıldığı grup; ağır sıklet. (Ekin için) başakları oluşmak; başak tutmak,
B a ş a k , [baş-ak] is. g ök b. Ekvatorun biraz güneye b a ş a k l ı , [başak-lı sf. Başak bağlamış; başağı
doğru üstünde, en parlak yıldızı “B a şa kçı" (kadiri
olan. S b a ş a k l ı o k , {eATj Ucu başak şeklinde ve
1, 2; tayfı B2) olarak adlandırılan takımyıldızın adı.
yelekti oktan daha büyük ok.
b a ş a k 1, [eT baş > baş-ak j l i > ] İS: 1. {eTj {eATj Ok b a ş a k l ı g , [baş-ak-lığ] {eTj sf. Temreni olan; temrenli.
ucuna geçirilen sivri metal başlık; temren. [DLT] 2. [D L T ]
Buğday ve arpa gibi ekinlerin bir eksene bitişik b a ş a k t ö r , [baş+aktör] (ba ’şaktör) is. tiy. Bir tiyatro
tanelerini taşıyan kılçıklı baş kısmı. 3. biy. Uzun oyununda başrolü oynayan kadın veya erkek oyun
lamasına ortak bir eksene bitişik er-dişi çiçeklerden cu.
meydana gelen çiçek topluluğu. 4. Tarlalarda, bağ b a ş a k t ö r l ü k , - ğ ü [baş+aktör-lük] (b a ’şaktörlük) is.
ve bahçelerde hasat sonu kalm ış veya dökülmüş tiy. Başrol oyunculuğu,
olan tek tük başak veya meyve taneleri. {eTj {eATj b a ş a k t r i s , [baş+aktris] (ba ’şaktris) is. tiy. Bir tiyatro
{ağızj (aym) [DS] 5. {eTj (Çiğilce) Pabuç. [DLT] 6. oyununda başrolü oynayan kadın oyuncu,
Iağızj Sigara izmariti. [DS] fi1 b a ş a k b a ğ l a m a k ,
b a ş a k t r i s l i k , - ğ i [baş+aktris-lik] (b a ’şaktirislik) is.
Ekinlerde başak oluşmak; başaklanmak.\\ b a ş a k
tiy. Bir tiyatro oyununda başrol kadm oyunculuğu,
ç e k m e k , {ağız} Tohumluk için, harmandan iyi ba
b a ş a k tu rm a k , [baş-ak-tur-mak / baş-ık-tur-malc]
şakları seçmek. [DS]|| b a ş a k d ü z m e , {ağızj (Buğ
{eTj gçl. f. [-tır] Yaralamak. [Yüknekî]
day için) başak hâline gelmek. [DS] | b a ş a k ö r g ü ,
mim. Başağı andırır biçimde bir eksen etrafına b a ş a l , [baş+ay / başal?] {ağızj is. Haziran. [D S ]
başları yukarı meyilli olarak konulan tuğla ve taş b a ş a l a c a k , - ğ ı [baş-a+al-acak / baş+alaca] / ağızj is.
örme şekli.|| b a ş a k t o p l a m a k , Tarlalarda veya Kadınların başlarına örttükleri tülbent. [D S ]
bahçelerde hasat sonu kalmış olan meyveleri veya b a ş a l t ı , [baş+alt-ı] (b a ’şaltı) is. dnz. Gemicilerin
başakları toplamak; başaklamak,'] b a ş a k t u t m a k , yattığı, gemilerin baş tarafının altındaki odacık, fi1
1. (Kişi için) çiftçilik yapm ak; ekin işleri ile uğraş b a ş a l t ı n d a n y e t i ş m e Denizcilikte, miçoluktan baş
mak. 2. (Ekin için) başaklar oluşmak; bağlamak; layarak derece derece yükselme.
çıkarmak; başaklanmak. b a ş a n ı , [Far. bâşâm ^LiL] (ba:şa:m) {O sTj is. Perde;
b a ş a k 2, -ğı [Ar. başak j i l ı ] (ba:şak) is. zool. Bir tür örtü.
küçük atmaca, [bâş (yara) > baş-a-mak] {eTj g ç l.f. [-r]
b a ş a m a k 1,
1. Yara açmak. [D L T ] 2. Ağaçlara kertik yapmak;
b a ş a k ç ı, [başak-cı {eAT} is. -*■ başakçı.
kertiklemek. [D L T ]
BAŞ örtiM lİİH 1fC tS 0M .494
başam ak2, [baş-a-mak] {eT} gçl. f. f r ] Ağaçları bir başarm a, [başar-ma] is. Başarm ak işi.
ucundan birbirine dayalı olarak koymak; çatmak. başarm ak, [eT baş-ğar-m ak (yenmek, üstün gelmek)
[DLT]
> baş-ar-m ak j-ojlio] gçl. f f ı r ] 1. Girişilen bir işi
başam ak3, [baş-a-mak] {eT} gçl. f. f r ] Yenmek;
üstün gelmek. [EUTS] becermek; üstesinden gelmek; gerçekleştirmek. 2.
İstenilen şekilde bitirmek; muvaffak olmak; itmam
başame, [Far. bâşâme <u>Lil>] (ba:şa:me) {OsT} is.
etmek. 3. İyi sonuç almak; kıvırmak; elde etmek;
Kadınların başlarına örttükleri yaşmak; baş örtüsü; isteğine ulaşmak. {eAT} (aynı) 4. {eAT} Yönetmek;
bürümcük; namaz bezi, idare etmek,
başangı, [baş-an-gı] {ağız} sf. 1. Akıllı. 2. Baştan başarum am ak, [başar-mak + u-ma-mak
çıkmış; huysuz; haşan; yaramaz; hırçın; ele avuca
{eAT} gçl. f. f z ] 1. Dayanamamak. 2. Başa çıka
sığmaz; ahlaksız. [DS]
mamak.
başanı, [baş-an-ı] {ağız} sf. 1. Baştan çıkmış; huysuz;
haşarı; yaramaz; hırçın; ele avuca sığmaz; ahlaksız; başasistan, [baş+asistan] (başasistan) is. En üst
başangı. 2. Aklı ermediği hâlde işe karışan. [DS] derecedeki asistan,
başarat1, -di [Ar. basâret => başarat] {ağız} is. Ya başasistanlık, -ğı [baş+asistan-lık] (b a ’şasistanlık)
nılmaksızın gerçeği görebilme yetisi; basiret. [DS] is. 1. Başasistan olm a durumu. 2. Baş asistanın gö
başarat2, -dı [baş+ er + Ar. -ât ?] {ağız} is. Bir işi revi.
yöneten kimse; başkan. [DS] 0 başarat etmek, başat, [baş-at] sf. biy. Benzerleri arasında gücü ve ö-
{ağız} Bir işe başlamak; girişimde bulunmak; te nemi üstün olan; başta gelen; hâkim; dominant,
şebbüs etmek. [DS][| başarat parmağı, {ağız} Baş (1935). S başat karakter, biy. B ir melezde her
parmak. [DS] zam an ortaya çıkan karakter.
başaratlı, [başarat1-11] {ağız} sf. Becerikli. [DS] başatlık, -ğı [başat-lık] is. biy. 1. Başat olma duru
başaret, [Ar. basâret => başaret] {ağız} is. M uhake mu; hakimiyet. 2. Başat olanın özelliği, fi1 başatlık
me. [DS] yasası, biy. Melezlemede güçlü olan öz yapının
başargan, [başar-gan] {ağız} is. 1. Kumandan. 2. Po diğerlerinden ve sonraki soylardan daha öne çık
lis amiri. [DS] ması kuralı.
başavut, [baş+avut] (b a ’şavut) {ağız} sf. Geveze.
başarı1, [başar-ı] is. Üstesinden gelme; başarma;
[DS] —
muvaffakiyet, (1935). S başarı göstermek, Başa
rılı olmak; başarmak; m uvaffak olmak.\\ başarı başbakan, [baş+bak-an] (b a ’şbakan) is. Parlamenter
sağlamak, Başarılı olmak; başarmak; m uvaffak ol yönetimlerde hüküm et adı verilen yürütme organı
mak. nın başı; başvekil,
başarı2, [baş+er-i] {ağız} is. 1. Bir kurulu, bir işi yö başbakanlık, -ğı [baş+bak-an-lık] (b a ’şbakanlık) is.
neten kimse; başkan; yönetici. 2. Çocuk oyunların 1. Başbakan olm a durumu. 2. Başbakanın görevi.
da, ebe. [DS] 3. Başbakanın makamı. 4. Başbakan ve bağlı gö
revlilerin çalıştığı daire.
başarık, -ğı [başar-ık] {ağız} is. Başarı. [DS]
başbaş, [baş+baş] (ba şbaş) {ağız} sf. Pezevenk. [DS]
başarıklı, [başar-ık-lı] {ağız} sf. Becerikli. [DS]
başarılı, [başar-ı-lı] sf. 1. Başarı gösteren; muvaffa başbayi, -i [baş+bayi] (ba ’şba.yi) is. Bir ticarî malın
kiyetli; böke; muvaffak. 2. Üstesinden gelinmiş; bir bölgede toptan dağıtımını ve satışını yapan ba
başarılmış. 3. zf. Başarılı olarak; başarılmış biçim yi-
de. başbir, [baş+bir] {ağız} is. 1. Başkan; başbuğ; lider.
2. Çocuk oyunlarında ilk oynayan, oyuna ilk başla
başarılma, [başar-ıl-ma] is. Başarılmak işi.
yan çocuk. [DS]
başarılmak, [başar-ıl-mak] e d il.f. /w r/B aşarı ile so
na erdirilmek, başbuğ1, [baş+buğ (lider) £j> j i l ] is. 1. Baş. 2. Baş
başarım, [başar-ım] is. 1. B aşan ile elde edilen so kan. {eAT} (aym) 3. Komutan. {eAT} (aym) 4. Baş
nuç. 2. spor. Bir sporcunun elde edebileceği en iyi komutan. {eAT} (aynı) 5. Milis kuvvetleri komutanı.
sonuç; performans. 3. Dayanma gücünün en son sı 6. İsyancıların lideri. 7. B aşka birliklerden seçile
nırı; takat. rek bir araya getirilmiş kuvvetlerin komutanı.
başarısız, [başar-ı-sız] sf. 1. Başarı gösteremeyen; başbuğ2, [baş+bun] is. {ağız} sf. (Çocuk için) yara
muvaffakiyetsiz; akîm. 2. Üstesinden gelinememiş; maz. [DS]
başarılamamış. 3. zf. Başarı gösteremeyerek; başa başçı, [baş-cı l_?^ ] {eAT} is. Yönetici; amir; baş.
rısızlıkla, başarmaksızın. başcıl, [baş-cıl] {ağız} is. 1. İşçi başı; başkan. 2. Ço
başarısızlık, -ğı [başar-ı-sız-lık] is. Başarısız olma cuk oyunlarında, başkan olan ve oyuna ilk başlayan
durumu; muvaffakiyetsizlik; akamet; fiyasko. çocuk. [DS]
m
fllM T iW M .4 9 5 BAŞ
başçavuş, [baş+çavuş] (başçavuş) is. 1. as. Türk si başeser, [baş+eser] (b a ’şeser) is. Kendi türü içinde
lahlı kuvvetlerinde, üstçavuş ile kıdem li başçavuş en mükemmel eser; şaheser; başyapıt,
arasında yer alan subay yardımcılarından bir astsu başeski, [baş+eski] (ba ’şeski) is. 1. Bir dairede veya
bay ve rütbesi. 2. tar. Yeniçeri ocağının çavuşu, kurum da en kıdemli kimse. 2. tar. Yeniçeri oca
başçavuşluk, -ğu [baş+çavuş-luk] (ba ’şçavuşluk) is. ğında orta ve bölüklerin en kıdemlisi,
as. Başçavuşun rütbesi ve görevi. başfiyat, [baş+fıyat] (b a ’şfıyat) is. Tarım ürünlerini
başçı1, [baş-çı] is. Pişmiş veya çiğ olarak kasaplık desteklemek amacıyla devletin en üstün kalitedeki
hayvan başı satan kişi. ürüne verdiği fiyat,
başçı2, [baş-çı] is. 1. İşçi başı. 2. {ağız} Başkan; baş başga, [baş-ğa-u^io] {eT} {eAT} sf. Başka.
buğ; lider. [DS]
başgak, [baş-ğak] {eT} is. Uyluk kemiklerinin üstü.
başçık, -ğı [baş-çık] is. bot. Çiçeklerin erkek orga [DLT]
nında çiçek tozlarını taşıyan çoğunlukla sarı renkte başgan, [baş-ğan] {eT} is. 1. Başkan; reis. [Clauson] 2.
uzunca torba veya kapçık; haşefe, Büyük balık. [DLT]
başçıl, [baş-çıl] {ağız} is. 1. Başkan; başbuğ; lider. 2. başgardiyan, [baş+gardiyan] (ba'şgardiyan) is. Ce
Çocuk oyunlarında başkan olan ve ilk oynayan ço za evlerinde tutukluların düzen içinde ve yasalara
cuk. [DS] uygun biçimde davranmalarını sağlamakla görevli
başdak1, [baş+teg > baş-dak j-tio] {eAT} zf. 1. Tek kişilerin başkanı,
başına. 2. sf. Baş açık. başgarson, [baş+garson] (b a ’şgarson) is. Lokanta,
başdak2, -ğı [baş-dak] {ağız} is. A ğaçların başından otel, pastahane, kahvehane gibi yerlerde müşterile
kesilmiş parçalar; gereksiz parçalar. [DS] re hizm et etmekle görevli kişilerin başkanı; m etr
başdanak, -ğı [baş+dola-k] {ağız} is. Kışm erkeklerin dotel.
başlarına sardıkları yün başlık. [DS] başgarsonluk, -ğu [baş+garson-luk] (ba ’şgarsonluk)
başdanışman, [baş+dan-ış-man] (başdanışm an) is. is. 1. Başgarson olm a durumu. 2. Başgarsonun işi;
Danışmanların lideri; başmüşavir. metrdotellik.
başdanlık, -ğı [baş-dan-lık] {ağız} is. Sahur yemeği. başgedikli, [baş+gedik-li] (b a ’şgedikli) is. as. En
[DS] yüksek rütbeli astsubay,
başdaş, [baş-daş {eAT} is. Kafadar; emsal; başgil, [baş-ğıl] {eT} sf. Başı ak. [DLT]
akran. başgil, [baş-gil] is. Baş olanlar; başlar,
başgu, [baş-ğu] {eT} sf. 1. (At için) başında beyaz
başdaşlık, -ğı [baş-daş-lık jU I-Lib] {eAT} is. B era
leke olan [ETY] 2. is. Alnı akıtmalı at. [Tekin]
berlik; eşitlik,
başgûn, [Far. bâşgün / bâşgüne
başdı, [baş-dı] {ağız} sf. Tepeleme dolu; ağız ağıza.
[DS] (ba:şgû:n) sf. 1. Baş aşağı; ters. 2. Uğursuz; şom.
başdınkı, [baş-dın-kı] {eT} sf. İlk; birinci; baştaki. başhakem, [baş+hakem] (b a ’şhakem) is. spor. Y a
[EUTS] rışmayı veya oyunu yöneten hakem lerin başı; baş
başdizgici, [baş+diz-gi-ci] (ba'şdizgici) is. Bir dizgi yargıcı.
evindeki veya matbaadaki dizgicilerin başı; başmü- başhanımefendi, [baş+hanım+efendi] is. Cumhur
rettip, sermürettip. başkanının eşi.
başdutan, [baş+dut-an] {ağız} is. Yol gösteren; kıla başhekim, [baş+hekim] (ba ’şhekim) is. B ir hastaneyi
vuz. [DS] yönetm ekle görevli hekim; baştabip; sertabip.
başe, [Far. bâşe ^ l ;] (ba:şe) {OsT} is. Atmaca; doğan başhekimlik, -ği [baş+hekim-lik] (b a ’şhekim) is. 1.
kuşu. Başhekimin işi ve görevi. 2. Başhekim in makamı,
başhemşire, [baş+hemşire] (başhem şire) is. Bir
başed, [Far. büden (olmak) > bâşed -liL] (ba.şed)
sağlık ocağında veya hastanede görevli hemşireleri
{OsT} e. 1. Olsun; olur ki; ola ki. 2. Olabilir; belki, yönetm ekle görevli hemşire,
başefendi, [baş+efendi] (ba ’şefendi) is. 1. Devlet da başhem şirelik, -ği [baş+hemşire-lik] (ba ’şhem-
irelerindeki en kıdemli memur; başkâtip. 2. tar. şirelik) is. 1. Başhemşire olm a durumu. 2. Başhem
İmparatorluk döneminde sarayın hazine-i hümayun şirenin işi ve taşıdığı sorumluluk,
bölümünde çalışan mem urların en kıdemlisi,
başı, [baş-ı] zm. (İsim tamlamasında tam lanan ola
başeksper, [baş+eksper] (b a ’şeksper) is. Başuzman; rak) tanesi; her biri, ev başına, adım başı; kişi ba
bilirkişi ve uzmanların başkanı, şına.
başeng, [Far. bâşeng J liU ] (ba:şeng) {OsT} is. 1. As başıboş, [baş-ı+boş] (b a şı’boş) sf. 1. Hiçbir yere ve
ma üzerindeki üzüm salkımı. 2. Tohumluk olarak kimsenin denetimine bağlı olmayan. 2. Bağlanma
ayrılmış iri ve sarı hıyar. mış, serbest bırakılmış olan. 3. mecaz. Yönetimsiz;
B AŞ 0IÜ M M C E » I . , » ®
denetimsiz; kurallara bağlı olmayan. 4. zf. Serbest başimam, [baş+imam] (b a ’şimam) is. Birden çok i-
bir şekilde. S başıboş bırakmak, 1. Birinin üze m amın görev yaptığı camilerde, yönetici durumun
rinde hiçbir denetim ve baskı bulundurmamak. 2. daki imam.
K endi haline bırakmak; serbest bırakmak; salmak.\\ başir, [Ar. bâşir yılı] (ba;şir) {OsT} sf. 1. Müjdeci. 2.
başıboş kalmak, 1. Kendi bildiğine hareket edebi
M utlu; mesut; güler,
lir olmak. 2. Herhangi bir karışanı görüşeni olma
mak; serbest; özgür. 3. Kontrolden uzak kalmak. başire, [Far. bey' ü şarâ] {ağız} is. Alışveriş. [DS]
başıboşluk, -ğu [baş-ı+boş-luk] (başı ’boşluk) is. Ba başka, [ e rb a ş -ğ a [Râsânen] > baş-ka « i ] sf. 1. Di
şıboş olma durumu; serbestlik, ğer şeylere benzemeyen; apayrı. 2. {eAT} Ortaksız;
başıbozuk, -ğu [baş-ı+boz-uk] (b a şı’bozuk) is. 1. müstakil; yalnız; bağımsız. 3. Bilinenden ayrı. 4.
tar. İmparatorluk döneminde savaş sırasında ordu Diğer. 5. Yabancı. 6. N itelik yönünden alışılmışın
ya katılmış bulunan gönüllülere verilen ad. 2. gnşl. dışında bir üstünlüğü olan. 7. Konu edilenlerin dı
Düzensiz topluluk. 3. {ağız} Dul kadın veya erkek. şında kalan. 8. {ağızj Usta. [DS] 9. {ağızj is. Çinge
[DS] 4. sf. Düzene uymayıp dilediğince davranan; ne. [DS] 10. e. Ayrı; ayrıca; üstelik; bir yana, fi1
düzensiz; disiplinsiz. S başıbozuk alayı, Düzensiz başka başına, {eATj 1. K endi başına. 2. Başlı başı
ve karışık insan toplulıığu.\\ başıbozuk paşası, Ba na. 3. Ayrı.\\ başka başka, H er biri ayrı nitelikte.\\
şıbozuk kom utanına alay etm ek için verilen isim. başka biri, D iğer bir kimse veya nesne.\\ başka
başıbozukluk, -ğu [baş-ı+boz-uk-luk] (başı ’bo çıkarmak, {eAT} {OsTj Benzerleri içinden seçip a-
zukluk) is. 1. Başıbozuk olma durumu. 2. Düzensiz yırmak; ayırmak. || başka çıkartmak, Usta çıkart
davranış; düzensizlik; disiplinsizlik, m ak.|| başka çıkmak, {eATj {OsTj Usta olup, usta
sından ayrı iş yapm aya başlamak.\\ Başka işi(n)
başıbütün, [baş-ı+bütün] (b a şı’bütiin) {ağız} sf. 1.
yok mu? “Gereksiz yere uğraşma(sın) ’’ anlamında
Durumu yerinde; hâli vakti yerinde. 2. (Kadın için)
uyarı sözü.|| başka kılmak, {eAT} {OsTj Usta olma
evli. [DS]
sı için benzerleri arasından seçip almak; ayırmak.
başık, [bas-ık / baş-ık] {eTj is. Türkü; şarkı. [EUTS]
başkaca, [başka-ca] (başka’ca) zf. 1. Ayrıca. 2. Biraz
başıkabak, -ğı [baş-ı+kabak] (başı ’kabak) sf. 1. Saçı değişmiş.
dökülmüş. 2. Saçları dibinden kesilmiş. 3. zf. Başı
başkafiye, [baş+kafıye] (b a ’şkafıye) is. Şiirde mısra
nı örtmeden. başlarında yer alan kafiye çeşidi,
başıkmak, [baş-ık-mak {eAT} gçsz. f. başkağa, [baş+kayu ?] {ağızj zf. Bilhassa; mahsus.
[ - ır ] \. Yaralanmak. 2. (Çıban için) baş bağlamak, [DS]
başıl, [baş-ğıl > baş-ıl] {eT} sf. (Kara koyun için) te başkahram an, [baş+kahraman] (b a ’şkahraman) is.
pesinde beyaz tüyleri bulunan. [DLT] ed. Bir eserdeki kişilerden en önde geleni; başkişi.
başkalaşım, [başka-la-ş-ım] is. l.je o l. Kayaçlarda iç
başın, [baş-m (ba'şm) {eAT} zf. Başta; önce;
etkiler sonucu meydana gelen fiziksel ve kimyasal
ilkin. değişim; metamorfizm. 2. biy. Bir dokunun temel
başına, [baş-ı-n-a (başına) {eAT} zf. Tek başı maddelerinde beliren durum değişikliği; metamor
na; yalnızca, fi1 başına buyruk, 1. Yalnız kendi ba fizm.
şına buyruk hareket eden. 2. Kimseden izin almak başkalaşma, [başka-la-ş-ma] is. 1. Bir varlığın başka
sızın; kendi bildiği gibi. bir varlığa dönüşmesi. 2. Bir kimsenin hâlinde gö
başında, [baş-ı-n-da] zf. (Yer almak, bulunmak, gel rülen tam değişiklik. 3. Bir eşyanın biçiminde ve
m ek vb. için) sıralanmış kişi ve nesnelerin en ö- görünüşünde meydana gelen değişme; istihale; m e
nünde. tamorfoz. 4. biy. Bir canlının yumurtadan çıktıktan
sonra şekil değiştirmesi ve normal gelişiminin bir
başından, [baş-ı-n-dan] zf. 1. Yüzünden; sebebinden.
evresine ulaşması,
2. Yeniden; yeni baştan. 3. Başlangıcından. S ba
şından beri, Başlangıçtan itibaren, başlayalıdan başkalaşmak, [başka-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
Başka bir varlığa dönüşmek. 2. Nitelik ve biçim
beri.
değiştirmek. 3. Öncekinden farklılık göstermek. 4.
başıra, [baş-ı-ra o^L.] (başı’ra) {eAT} zf. Başına. S mecaz. Bozulmak; kötü olmak,
başıra urmak, {eAT} Başına vurmak. başkaldırı, [baş+kal-dır-ı] 1. Yönetimin otoritesine
başıyla, [baş-ı-y-la] (başı’y la) zf. 1. Başını kullana karşı harekete geçme; isyan; ayaklanma. 2. Bir du
rak. 2. (Tahıl için) başağından ayrılmadan; başaklı rum a veya tutum a uymayı reddetme,
olarak. başkalık, -ğı [başka-lık] is. 1. Alışılmış olana ben
başıyle, [baş-ı + ile {eAT} zf. (Tahıl için) başak zememe; değişiklik. 2. Değişik olma durumu. 3.
Farklılık. 4. fel. Başka ve farklı olma durum ve
taki haliyle; kabuklu olarak.
özelliği; özdeşliğin karşıtı. 5. tar. İmparatorluk dö
I İ f lllC E B İ .4 9 7 BAŞ
mun, zool. Güney A frika ’da yaşayan uzun kuyruk başm uavin, [baş+muavin] (ba'şmuavin) {OsT} is. B ir
lu bir tür maymun, (Cebus capucines). yönetici grubu içinde m üdür yardımcılarının m ü
başlıksız, [baş-lık-sız] sf. 1. Başlığı olmayan. 2. Başı dürden sonra bağlı bulundukları yönetici; başyar
açık. dımcı.
başlu, [bâş (yara) > bâş-lu {eAT} sf. Yaralı; başmuavinlik, -ği [baş+muavin-lik] (ba'şmuavinlik)
is. Başmuavinin işi ve görevi,
mecruh.
başmubassır, [baş+mubassır] (baŞm ubassır) {OsT}
başluk, [baş-luk {eAT} is. Başlık. is. Gözetmenlerin başı olan kimse,
başmabeyinci, [baş+mabeyitı-ci] (b a ’şmabeyinci) is. başmuharrir, [baş+muharrir] (ba'şmuharrir) {OsT}
İmparatorluk döneminde sarayın mabeyin dairesi is. Makalesi, gazete veya derginin baş sayfasında
nin sorumlusu; başkâtip, yer alan yazar; başyazar,
başmak, -ğı [eT. bâ-m ak > bâş-mak [Clauson] / başa başmuharrirlik, -ği [baş+muharrir-lik] (başm uhar
mak > baş-mak [Doerfer] is. 1. Altı rirlik) is. Başyazarlık,
düz kösele, üstü giyenin sosyal konumuna göre sa başmurakıp, -bı [baş+murakıp] (ba'şmura:kıp)
rı, kırmızı veya siyah sahtiyandan yapılmış, burnu {OsT} is. Denetçilerin başı; başdenetçi.
küt, üstü açık ayakkabı. 2. Z arif ve süslü kadın başmurakıplık, -ğı [baş+murakıp-lık] (baŞm ura:-
ayakkabısı. 3. {eT} {eAT} {ağız} Pabuç; ayakkabı. kıpltk) is. Başmurakıbm işi ve görevi,
[DLT] [DS] 4. {ağız} Takunya. [DS] 5. {ağız} Terlik. başm üdür, [baş+müdür] (ba'şmüdür) is. En üst
[DS] S başm ak-ı şerîf, {OsT} (Hz. M uham m ed’e düzeydeki müdür,
ait) kutsal ayakkabı. başmüdürlük, -ğü [baş+müdür-lük] (ba'şmüdürlük)
başmakale, [baş+makale] (ba'şmakale) is. Günlük is. 1. Başmüdürün görevi ve işi. 2. Başmüdürle yö
olaylarla ilgili olarak bir gazete veya derginin gö netilen kurum. 3. Başmüdürün görev yaptığı yer ve
rüşü doğrultusunda yazılmış baş sayfa makalesi; bina.
başyazı. başmüezzin, [baş+müezzin] (ba'şmüezzin) {OsT} is.
başmakçı, [başmak-cı {eAT} is. Birden çok müezzin bulunan camilerde en kıdemli
ve yönetici durumda olan müezzin,
Ayakkabıcı.
başm üezzinlik, -ği [baş+müezzin-lik] (ba'şmüezzin-
başmakçı, [başmak-çı] is. 1. Başm ak yapan ve satan
lik) is. Başmüezzinin işi ve görevi,
kişi. 2. {ağız} Ayakkabıcı. [DS] 3. {ağız} Takunyacı.
[DS] başmüfettiş, [baş+müfettiş] (ba'şmüfettiş) is. Aynı
başmakçılık, -ğı [başmak-çı-lık] is. Başmakçının işi kuruma bağlı denetim elemanları arasında daha üst
ve mesleği; ayakkabıcılık, yetkilere ve denetçilerin görevleri arasında düzen
lemeler yapm a hakkına sahip müfettiş,
başmakdar, [başmak + Far. -dâr jl-üU-iL] (başmak-
başm üfettişlik, -ği [baş+müfettiş-lik] (başm üfettiş
da:r) {OsT} is. tar. M em luk sultanlarının ayakkabı lik) is. 1. Başmüfettiş olma durumu. 2. Başmüfet
larını taşıyan görevli, tişin işi ve görevi,
başmaklanmak, [başmak-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] başmühendis, [baş+mühendis] (baŞmühendis) is.
[eT. -ur] Başmak sahibi olmak. {eT} (aynı) [DLT] Çalıştığı işletmede diğer mühendislere am ir olacak
başmaklık, -ğı [baş-mak-lık {eAT} is. 1. tar. durumdaki mühendis,
İmparatorluk döneminde padişahın annesi, kız kar başm ühendislik, -ği [baş+mühendis-lik] (b a şm ü
deşi, kızı vb. sultanlara, elbise ve diğer ihtiyaçları hendislik) is. Başmühendisin yaptığı iş ve görevi,
nın karşılanması için, yirmi bin akçaya kadar veri başm ürettip, -bi [baş+mürettip] (baŞmürettip) {OsT}
len ödenek; başm aklık hası; has; arpalık. 2. Cami is. Bir matbaada dizgi işlerinden sorumlu ve diğer
lerde ayakkabı koymaya yarar raflar; ayakkabılık, dizgicilerin işlerini düzenleyen ve kontrol eden
başmal, [baş+mal] (ba'şmal) is. Anamal; kapital; dizgici.
sermaye. başmttrettiplik, -ği [baş+mürettip-lik] (baŞm ürettip-
başman, [baş-man] is. Başpiskopos, lik) is. Başmürettibin işi ve görevi,
başmanlık, -ğı [baş-man-lık] is. Başpiskoposluk, başmüşavir, [baş+müşavir] (baŞmüşa:vir) {OsT} is.
başmimar, [baş+mimar] (ba'şmimar) is. 1. M imarla Bir kurumdaki danışmanların lideri; başdanışman,
rın başı. 2. Mimarbaşı, başm üşavirlik, -ği [baş+müşavir-lik] (baŞmüşa:vir-
başmisafir, [baş+misafır] (ba'şmisafır) is. En değerli lik) is. Başmüşavirin görevi ve görevini sürdürdüğü
konuk; başkonuk. yer.
başmuallim, [baş+muallim] (b a ’şmuallim) {OsT} is. başnalmak, [baş-la-n-mak > baş-(ı)n-al-mak
Öğretmenlerin en kıdemlisi; başöğretmen. {eAT} ed il.f. [-ur] Başlamak işi yapılmak.
BAŞ 0 IU M IİİM M .
başoda, [baş+oda] (baŞoda) is. Geleneksel Türk ev başpiskoposluk, -ğu [baş+piskopos-luk] (başpisko
lerinde diğer odalara göre daha iyi ve güzel döşen posluk) is. 1. Başpiskoposun görevi. 2. Başpisko
miş olan çoğunlukla misafirlerin ağırlandığı oda. posun makamı. 3. Başpiskoposun yargılama alanı
başoğul, [baş+oğul] (ba'şoğul) is. Arının verdiği ilk içine giren dinî bölge.
oğul. başra1, [baş-(ı)-ra] (baŞra) zf. Bir başına; yalnızca.
başot, [baş+od (ateş)] (baŞot) is. Kibrit, başra2, [baş-(ı)-ra°y ^ ] (eAT} zm. Onun başına.
başoyuncu, [baş+oyuncu] (ba'şoyuncu) is. tiy. Sine başrahibe, [baş+rahibe] (baŞra:hibe) is. M anastır
m a ve tiyatro oyununda başrolü canlandıran oyun larda rahibelerin yöneticisi durumundaki rahibenin
cu. unvanı.
başoyunculuk, -ğu [baş+oyuncu-luk] (başoyuncu başrahip, [baş+rahip] (baŞra.hip) is. Manastırlarda
luk) is. 1. Başoyuncu olma durumu. 2. Başoyuncu keşişlerin yöneticisi durum unda olan keşişin unva
nun işi. nı; başkeşiş.
başöğretmen, [baş+öğretmen] (ba'şöğretmen) is. başrol, -lü [baş+rol] (baŞrol) is. tiy. 1. Bir sinema
Eskiden ilkokullarda yönetim görevi verilen en kı veya tiyatro eserinde başkahramanı canlandırma. 2.
demli öğretmen; başmuallim. Başoyuncunun rolü,
başöğretmenlik, -ği [baş+öğretmen-lik] (başöğret başsavcı, [baş+savcı] (ba'şsavcı) is. Üst düzey savcı,
menlik) is. Başöğretmen olm a durumu ve görevi, başsavcılık, -ğı [baş+savcı-lık] (baŞsavclık) is. Baş
başörtü, -yü [baş+ört-ü] is. Kadınların saçlarını ört savcının görevi ve makamı,
m ek için kullandıkları düz veya renkli bez; eşarp; başsedir, [baş+sedir] (baŞsedir) is. 1. Geleneksel
bürgü; çarşaf; çatkı; dastar; örtme; yaşmak; yazma; Türk evinde, misafirlerin ağırlandığı başodanın en
yemeni. güzel ve en şerefli kısmı sayılan, cephe penceresi
başörtülü, [baş+ört-ü-lü] sf. Başını başörtüsü ile önünde boydan boya, saygı duyulan kişiler için
örmüş olan. özel minder ve yastıklarla döşenmiş kerevet. 2.
başörtüsü, -nü, -tüleri [baş+ört-ü-s-ü] is. Kadınların (ağız) Bir odanın en iyi yeri; başköşe. [DS]
saçlarını örtmek için kullandıkları kumaş; eşarp; başseki, [baş+seki] (ba Şseki) {ağızj is. Bir odanın,
bürgü; çarşaf; çatkı; dastar; örtme; yaşmak; yazma; evin en iyi yeri; başköşe. [DS]
yemeni. başsız, [baş-sız] sf. 1. Başı olmayan. /eTj (aym)
başpapaz, [baş+papaz] (baŞpapaz) is. 1. Katolik ki [EUTS] 2. mecaz. Yöneticisi, yönlendiricisi olma
liselerinde piskopos yardımcısı olan papaz. 2. Do yan. 3. zf. Yöneticisiz ve başsız olarak,
ğu kiliselerinde bazı papazları daha üstün mevkie başsızlık, -ğı [baş-sız-hk] is. 1. Başı veya başkanı
getiren onursal unvan, bulunm ama durumu. 2. sos. Yasası ve yöneticisi
başpapazlık, -ğı [baş+papaz-lık] (baŞpapazlık) is. 1. olmayan topluluğun özelliği; erksizlik; karışıklık;
Başpapaz olma durumu ve unvanı. 2. Başpapazla anarşi.
rın yönettiği bölge. 3. Başpapazın yaşadığı yer ve başşağı, [baş+aşağı] zf. -*■ baş aşağı,
makamı. başşak, -ğı [baş-ak] is. -*■ başak,
başpare, [Far. bâş-pâre »jL Jil.] (baŞpa:re) {OsT} is. başşehir, -hri [baş+şehir] (baŞşehir) is. Bir devletin
yönetim merkezinin bulunduğu şehir; devlet mer
1. Baş parçası. 2. Nargilenin ağza konulan çıkarılıp
kezi, başkent,
takılabilir parçası. 3. Ney, girift gibi kamıştan yapı
baştaban, [baş+taban] (baŞtaban) is. mim. 1. İlkçağ
lan nefesli sazların ağza alınan baş kısmına geçiri
mimarisinde sütunların üstünde kiriş görevini gö
len parça. 4. Ok nişanı arkasındaki siper,
ren tek parça taş. 2. Kapı kanadını sergenden ayı
başparm ak, -ğı [baş+parmak] (baŞparmak) is. anat.
ran büyük silme,
İnsanın el ve ayaklarında en başta bulunan kaim ve
baştabip, -bi [baş+tabip] (baŞtabip) is. Bir hastaneyi
kısa parmak.
yönetmekle görevli hekim; başhekim, sertabip.
başpehlivan, [baş+pehlivan] (baŞpehlivan) is. 1.
baştabiplik, -ği [baş+tabip-lik] (baştabiplik) is. Baş
Yağlı güreşte başa güreşerek bütün pehlivanları
tabibin görevi ve makamı,
yenen pehlivan. 2. Başa güreşen pehlivanlardan
baştak, -ğı [baş-la-k > baş-ta-k?] {ağızj zf. 1. Yalnız
birinci gelen pehlivan,
başına; kimsesiz; yalnız. 2. Çoluğu çocuğu olma
başpehlivanlık, -ğı [baş+pehlivan-lık] (başpehli yan. 3. (Çocuk için) yaramaz; haylaz; başıboş. 4.
vanlık) is. 1. Başpehlivan olma durumu. 2. Başpeh İşsiz güçsüz; başıboş. 5. is. Başbuğ. [DS]
livanın unvanı,
baştaklık, -ğı [baştak-lık] {ağızj is. Odun kırarken
başpiskopos, [baş+piskopos] (baŞpiskopos) is. Kato- alta yanlam asına konulan büyük kütük. [DS]
liklerde, belli bir bölgedeki piskoposlar üzerinde baştaksız, [baştak-sız] {ağız) sf. (Kişi için) her şeye
yönetim yetkisi ve aynı zamanda onursal unvan. burnunu sokan; her şeye karışan. [DS]
BAŞ
baştan1, [baş+dan / baş-tan] {ağız) is. 1. Başkan. 2. diği varsayılan iki noktadan ufkun üstünde olanı;
Rehber. [DS] başucu noktası; zenit. S başucu uzaklığı, gök b.
baştan2, [baş-tan] {eTj zf. Bir daha başından başlaya Gökyüzünde belirlenen bir noktanın veya bir yıld ı
rak; tekrar; yeniden. zın başucu noktasından itibaren açısal uzaklığı.
baştankara1, [baş-tan+kara] (ba'ştankara) is. zool. 1. başuzman, [baş+uz-man] (ba'şuzman) is. Bir kuru
Altmış kadar çeşidi bulunan, tüyleri canlı renklerde luştaki uzmanların en yetkili ve üst düzeyde olanı,
olan, başı ve gerdanı siyah, tarım için çok yararlı başuzmanlık, -ğı [baş+uz-man-lık] (ba’ş uzmanlık)
böcekçil ötücü kuş, (Parus major). is. 1. Başuzman olma durumu. 2. Başuzmanın işi
baştankara2, [baş-tan+kara jju il] is. 1. dnz. Ge ve görevi.
minin baş tarafından karaya oturması. 2. mecaz. başülke, [baş+ülke] (ba'şülke) is. Sömürge im para
Batma; mahvolma. 3. mecaz. Sarhoş olma. 4. Kara torluklarında egemen durumda olan ülke; metropol,
turp. S. sf. Kendini kaybetmiş. 6. {ağız} (Hasta için) başüstü, [baş+üst-ü] zf. Çabuk; derhal; vakit kay
koma halinde [DS] 7. Çok sarhoş. 8. {ağız} zf. (İş betmeden.
yapmak, gitmek vb. için) gelişigüzel; baştan sav başvekâlet, [baş+vekâlet] (ba'şvekâ.Tet) {OsT} is. 1.
ma; ulu orta; körü körüne. [DS] S baştankara et Başbakan olma durumu. 2. Başbakanın görevi. 3.
mek, dnz. I. (Batma tehlikesi geçiren gem i için) Başbakanın makamı. 4. Başbakan ve bağlı görevli
başım karaya vurup oturmak. 2. Zorlayıcı bir ne lerin çalıştığı daire; başbakanlık,
den yüzünden geminin baş tarafı karaya gelecek başvekil, [baş+vekil] (ba'şvekil) {OsT} is. Parlamen
biçimde sahile oturtmak. 3. Sonunu düşünmeden ter yönetimlerde hükümet adı verilen yürütme or
tehlikeye karşı hareket ederek perişan olmak.\\ baş ganının başı; başbakan,
tankara gitmek, H esapsızlık yüzünden batarcası- başvekillik, -ği [baş+vekil-lik] (ba'şvekillik) is. 1.
na yaşamak; tehlikeye karşı bile bile hareket et- Başbakan olma durumu. 2. Başbakanın görevi. 3.
mek.|| baştankara yanaşm ak, dnz. Geminin baş Başbakanın makamı. 4. Başbakan ve bağlı görevli
tarafını sahile getirm ek üzere iskeleye yanaştırmak. lerin çalıştığı daire; başbakanlık,
baştankaragiller, [baş-tan+kara-gil-ler] (baştanka başvurma, [baş+vur-ma] is. 1. Başvurm ak eylemi ve
ragiller) is. zool. Ötücü kuşlardan küçük yapılı,
durumu. 2. Ü st m akam a bir iş veya durum için ya
gagası güçlü, parlak ve gür tüylü, kısa yuvarlak
zılı dilekçe vermek. 3. Yasaların tanıdığı haklardan
kanatlı yüz kadar kuş türü familyası, (Paridae).
yararlanmak üzere ilgili ve yetkili yere isteğini ilet
baştar, [baş-ta-r] {eT} is. Orak. [DLT] mek.
baştarda1, [İt. galea bastarde (melez kalyon)] (baş- başvurm ak, [baş+vur-mak] gçsz. f. [-ur] 1. H erhan
ta'rda) {OsT} is. dnz. İmparatorluk dönemi Türk
gi bir dilek veya şikâyeti o konu ile ilgili yetkili
ordusunda kullanılan, oturak sayısı 20-36 arasında
makam a iletmek; müracaat etmek. 2. B ir işin ya
değişen, kadırga türü savaş gemisi.
pılması için birinin aracılığını istemek. 3. Bir ko
baştarda2, [Yun. bastardos] {ağız} is. M eşru olmayan nuda birisinin bilgi ve görgüsünden yararlanmak;
çocuk; piç. [DS] danışmak. 4. Bir işi yapabilmek için bir şeyden ya
baştaş, [baş-daş > baş-taş jıU il. / j u ^ l ] {eAT} is. rarlanm ak amacıyla girişimde bulunmak. 5. (Balık
Kafadar; emsal; akran, için) oltanın ucundaki yemi kapm ak için didikle
baştaşlık, -ğı [baş-daş-lık] is. Beraberlik; eşitlik, mek.
başteknisyen, [baş+teknısyen] (ba'şteknisyen) is. başvuru, [baş+vur-u] is. Başvurm ak işi; müracaat,
Çok sayıda teknisyen çalıştıran fabrika ve atölye başvurucu, [baş+vur-u-cu] is. B ir iş için başvuran
lerde yönetici durumunda olan en üst düzeydeki kimse; müracaatçı,
teknisyen. başvurulma, [baş+vur-ul-ma] is. Başvurulmak eyle
baştene, [Slav, bastina] {OsT} is. İm paratorluk dö mi ve durumu; müracaat edilme,
neminde, Bosna'daki H ristiyanlar arasında babadan başvurulmak, [baş+vur-ul-mak] edil. f. [-ur] B aş
oğula geçebilen araziye verilen ad. vurm ak eylemi yapılmış olmak,
baştın, [baş-tm] {eT} zf. İlki; önceki. [EUTS] başyapıt, [baş+yap-ıt] (ba'şyapıt) is. B ir türün, bir
baştına, [Slav, bastina] {OsT} is. -*• baştene. yazarın veya sanatçının en iyi ve en güzel eseri;
baştınkı, [baş-tm-kı] {eT} sf. İlk; birinci; baştaki. başeser, şaheser,
[Gabain] [EUTS] S baştmkıta baştankı, H er şey başyardımcı, [baş+yardım-cı] (ba'şyardımcı) is. Bir
den önce. [EUTS] dairede müdür yardımcılarından en kıdemli veya
baştutar, [baş+tut-ar] (ba'ştutar) {ağız} is. Yönetici, yetkice en üstün olanı; başmuavin.
başkan; elebaşı. [DS] başyargıcı, [baş+yar-gı-cı) (ba'şyargıcı) is. spor. Y a
başucu, [baş+u(ç)-u] (ba'şucu) is. gök b. Belli bir rışmayı veya oyunu yöneten hakem lerin başı; baş
yerden geçen düşey doğrultunun gökküresini del hakem.
BAŞ 1 M IÜ R M .5 0 2
başyaver, [baş+ Far. yaver] (ba'şya:ver) (OsT} is. bat7, [İng. butt] {ağız} is. Kurşun boruların ağzını aç
Cumhurbaşkanının güvenliğini sağlamak, emirleri maya yarar şimşirden yapılmış sivri uçlu takoz.
ni yerine getirmekle görevli yüksek rütbeli subay, [DS]
başyaverlik, -ği [baş+yâver-lik] (ba'şya:verlik) is. 1. bat8, [Fr. batte] is. Beyzbol, kriket gibi oyunlarda
Başyaver olma durumu. 2. Başyaverin makamı ve topu geri göndermeye yarayan tahta araç,
görev alanı. bata, [bu+hafta > bata] (ba:ta) zf. 1. Bu yıl. 2. Bu
başyazar, [baş+yaz-ar] (ba ’şyazar) is. Bir gazetenin kez; bu kere.
baş yazılarını yazan yazar; başmuharrir; sermuhar bataet, [Ar. batâ’et oiUaJ (bata:et) {OsT} is. Yavaş
rir. davranma; yavaşlık, fi1 bataet göstermek, {OsT}
başyazarlık, -ğı [baş+yaz-ar-lık] (ba'şyazarlık) is. 1. A ğır davranmak.
B aşyazar olm a durumu. 2. Başyazarın görevi ve işi. batağan, [bat-ağan] is. 1. Bataklık. 2. sf. Eline geçen
başyazı, [baş+yaz-ı] (ba'şyazı) is. Günlük olayları parayı boş yere harcayan,
gazete veya derginin görüşü doğrultusunda ele a- batak, -ğı [bat-mak > bat-ak is. 1. Üzerine ba
lan, gazete veya derginin baş sayfasında çıkan ma sıldığı zaman çöken çamurlaşmış toprak. 2. {eAT}
kale; başmakale, Bataklık. 3. Eski İstanbul hamam larında hahamlar
başyazıcı, [baş+yazı-cı] (ba'şyazıcı) is. tar. İmpara tarafından kutsandıktan sonra Yahudilerin girip
torluk dönemi Hazine-i Hümayun dairesinde en yıkandıkları kapalı ve özel havuz. 4. {ağız} Bir iki
usta dört yazıcıdan en kıdemli ve bilgili olanı, kiloluk küçük çömlek. [DS] 5. {ağız} Maşrapa. [DS]
başyazman, [baş+yaz-man] (ba’ş yazman) is. Bir 6. {ağız} Sirke, zeytinyağı gibi maddelerin konul
kurum da çalışan yazıcıların başı; başkâtip, duğu kabın dibinde bıraktığı tortu. [DS] 7. {ağız}
başyazmanlık, -ğı [baş+yaz-man-lık] (başyazm an tıp. Zatülcenp. [DS] 8. {ağız} Reçinesi çok olan ke
lık) is. 1. Başyazman olma durumu; başkâtiplik. 2. reste. [DS] 9. sf. mecaz. K ötü durum a sürüklenen;
Başyazmanın görevi ve makamı, hayır gelmez; iflas eden, batmış. S batağa sap
başyıldız, [baş+yıldız] (ba'şyıldız) is. gök b. Çift yıl lanmak, 1. Z or duruma düşmek, 2. Çıkmaza gir-
dızlarda büyük olan yıldız, mek. || batak çulluğu, zool. Bataklık ve sulak alan
başyukarı, [baş+yukarı] is. Maden ocaklarında üst larda yaşayan kahverengi tüylü, boylamasına açık
galeriye geçmek için açılan eğik ve dar kesitli ge çizgili, 30 cm. kadar boyunda uzun gagalı göçmen
çit. kuş, (Gallinago gallinago).\\ batak otu, bot. Milli
kıyılarda yetişen uzun saplı, tüysüz bütün yapraklı,
bat1, [bat (yans.)] is. Düzensiz hafif patırtılı hareket
küçük pem be veya beyaz çiçekli otsu bitki, (Limo-
leri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki yana
sella).
sallanarak adım atmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bat
batakçı, [batak-çı] sf. 1. Borcunu ödememeyi alış
bat.
kanlık haline getirmiş olan. 2. Eline geçen parayı
bat2, [bat (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava iyi kullanamayan; batıran,
ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama sonucu batakçıl, [batak-çıl] sf. (Bitki ve hayvan için) batak
patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök. lıkta yaşamayı seven ve bataklık ortamında yaşa
bat-la-k, bat-la-rı-gaç yabilen.
batJ, [bat] {eT} sf. 1. Kötü; değersiz; fena. [ETY] 2. batakçılık, -ğı [batak-çı-lık] is. Batakçı olm a duru
Tortu; çöküntü. [ETY] mu.
bat4, [bat] {eT} zf. Hemen; derhal; çabuk; hızlıca. batakhane, [batak+ Far. hâne] (batakha:ne) is. 1.
[ETY] [Gabain] [EUTS] Gelen müşterileri çeşitli usullerle aldatan, zor du
bat5, [bat] {ağız} is. 1. Soğan, ceviz, tuz, bulgur, kır rum da bırakan, geçimini kumar, dolandırıcılık gibi
m ızı biber, domates, maydanoz ile yapılan ve asma uygun olmayan yollardan kazananların bulunduğu
yaprağı ile çiğ olarak yenilen bir tür dolma. 2. Bak yer. 2. mecaz. Vatandaşın işinin sürüncemede bıra
la içi, nane, reyhan ile yapılan bir tür katık. 3. A s kıldığı veya bin bir güçlük çıkarılmak suretiyle
m a yaprağı. 4. Merdiven basamağı. [DS] uzun süre sonra tamamlandığı kurum ve daire,
bataklı, [batak-lı] s f (Yer, iş için) batağı olan,
bat6, -ttı [Ar. batt J^] {OsT} 1. Kaz. 2. Kuyu veya ko
bataklıg, [batak-lığ / batık-lığ] {eT} is. Abdesthane;
va gibi yerlerden su alıp içmeye yarar kulplu bar ayakyolu; hela; tuvalet. [Gabain]
dak; kaz şeklindeki sürahi; maşrapa. 3. Uzun bo bataklık, -ğı [bat-ak-lık] is. Kısmen bitkilerle kaplı,
yunlu testi, şarap kabı. 4. M eşin çanak. 5. {ağız} Ör az derin, yer yer sularla örtülü alan; batak yer. S1
dek. [DS] S batt-ı mey, {OsT} Şarap kabı; şarap bataklık ardıcı, zool. Bataklıklarda ve su kıyıla
testisi.|| batt-ı şehd, {OsT} Bal çanağı.|| batt-ı şîr, rında yaşayan sırtı kirli sarı, karnı açık pas sarısı
{OsT} Süt kabı.|| batt-ı zer, {OsT} 1. A ltm kap. 2. ve kuyruğu zeytin yeşili küçük bir ötleğen kuşu,
Güneş. (A crocephaluspalustris).|| bataklık baykuşu, zool.
l e ı g s o » « 503 BAT
Ilıman bölgelerde ağaçsız ve sulak yerlerde y a şa batal2, [Ar. battal => batal] {ağız} sf. 1. Bozuk; h a
yan sırtı pas sarısı, karnı açık p a s sarısı veya kirli rap; işe yaramaz. 2. Büyük; iri. 3. Çirkin. [DS]
beyaz renkte gezici bir baykuş; ishak kuşu, (Asio
batalet1, [Ar. betâlet cJUaJ (bata.let) {OsT} is. 1. İş
flammeus).\\ bataklık çamuru, Durgun sularda di
be çöken siyah ve ağır çamur. || bataklık düğünçi sizlik, avarelik. 2. Tembellik, gevşeklik. 3. Kulla
çeği, bot. Düğün çiçeğigillerden ya tık saplı, yürek nılmaz durumda olma, işe yaramazlık. 4. Konuşma
biçimli yaprakları olan, serin yerlerde yetişen, kö ve davranışlarda hafiflik; yüzeysellik. 5. Yiğitlik;
kündeki uzun yum rucuklar kaynatılarak elde edilen cesaret; kahramanlık.
sıvı basur memelerinin tedavisinde kullanılan bir batalet2, [Ar. batalet c J IkJ (bata:let) {OsT} is. Bâtıla
otsu bitki; basur otu, (Ficaria ranunculoide)\\ ba inanma.
taklık engeli, D üşmanın piyade ve motorlu araçla batalka, [bat-al-ka] is. 1. Sazlık; bataklık. 2. Bırakıl
rının geçişini engellemek veya oyalam ak için yo lla mış, kullanılmayan yer.
rı üzerine meydana getirilm iş batak alan. || batak batalya, [İt. battella] (ba'talya) is. dnz. Küçük san
lık gazı, Metan gazı.|| bataklık humması, Sıtma dal.
hastalığı.|| bataklık kaplumbağası, zool. Avrupa' batan1, [bat-an] {ağız} is. Zatürrie ve zatülcenp h as
nın ılıman kesimlerinde tatlı sularda yaşayan, y a talıklarında göğüste ve sırtta hissedilen ağrı; batar.
zın yum urtlam ak ve kışları geçirm ek için karaya [DS]
çıkıp kendim toprağa gömen, çoğunlukla kabuklu batan2, [bat-an] {ağız} is. Çoban köpeklerini, kurt ve
hayvanlar, böcekler ve küçük balıklarla beslenen köpeklerden korum ak için boyunlarına takılan di
etçil bir kaplumbağa türü, (Emys orbicularis).\\ kenli tasma. [DS]
bataklık keteni, bot. Papirüsgillerden bataklıklar batan3, [bat-an] {ağız} is. Dağ geçidi. [DS]
da yetişen bir bitki; p am uk otu, fıka ra saçı, batancı, [bat-an-cı] {ağız} is. Av gözetleyen, av kal
(Eriophorum).\\ bataklık kırlangıcı, zool. Bozkır dıran silahsız avcı. [DS]
larda, tuzlu göl ve bataklık kıyılarında yaşayan,
batanet, [Ar. batânet oilLu] (bata:net) {OsT} is. 1.
gerdanı koyu, göğsü açık kahverengi, kuyruksoku-
mu beyaz, kısa gagalı orta boylu, çatal kuyruklu, Büyük karınlı olm a durumu. 2. Ç ok yiyicilik; obur
uçarken deniz kırlangıcını andırır, yerde koloniler luk.
halinde yuva yapar ve uçarken böcekleri avlayan batar1, [bat-ar] {ağız} is. 1. Göğüs ve karında ağrı;
bir göçmen kuş, (Gloreola prandicola).\\ bataklık sancı. 2. Zatürrie. [DS]
kunduzu, zool. Am erika kökenli, bataklıklarda su batar2, [Ar. batar _^] {OsTj is. 1. Çok sevinme. 2.
bitkileriyle beslenen, kızıla çalan kısa tüylü kürkü Kibirlenme. 3. Haksızlık etme,
için avlanan ve çiftliklerde yetiştirilen büyük bir batardo, [Fr. batardeau] is. Köprü vb. inşaatı gibi
kemirgen, (M yocaster coypus). || bataklık nergisi, sebeplerle bir akarsuyun önüne yapılan geçici bent;
bot. Avrupa ve Kuzey Am erika bataklıklarında y e ti su tutmalık.
şen, gövdesinin içi boş, sarı, pem be ve beyaz çiçek batarika, [Ar. batrik > batarika ^ .J ^ ] (batari:ka)
li çok yıllık süs bitkisi, (Caltha polustris). || batak
{OsT} is. Patrikler,
lık servisi, bot. K uzey A m erika kökenli, parklarda
süs olarak yetiştirilen, kerestesi ve süs amacıyla
batarya, [Lat. batture (dövmek) > İt. batteria] is. 1.
as. B ir subayın komutasındaki ağır silahlarla bunla
yetiştirilen, Louisiana servisi olarak da bilinen iğ
ne yapraklı fa k a t kışın yapraklarını döken bataklık rın hizmetinde bulunan araçların bütünü. 2. dnz.
Yan yana dizilmiş borda toplan. 3. İlgili, birden
ağacı türlerinin ortak adı, (Taxodium distichum;
çok aracın yan yana dizilmesi ile meydana gelmiş
Glyptotrobus pensilis; Glyptotrobus heterophyl-
takım. 4. elkt. Gruplanmış üreteçler topluluğu; akü.
lus).|| bataklık sutavuğu, zool. A vrupa ve Asya'nın
bataklık bölgelerinde yaşayan, böcek, kurt ve y u batasıca, [bat-ası-ca] (batası'ca) ünl. "Yok ol, öl" an
muşakça ile beslenen, ürkek olduğu için alaca ka lamında ilenme sözü,
ranlıkta avlanmaya çıkan, sazlıklarda yaptığı on batasıya, [bat-ası-y-a] zf. Sermayeyi yok edecekmiş
kadar yum urta üzerine kuluçkaya yatan ve tropikal gibi.
Afrika'da kışlayan küçük su kuşları, (Porzana por- batayih, [Ar. batha5 > batâyih (bata.yih, h ka
zana, P. pusilla, P. parva). lın söylenir) {OsT} is. Sazlı dereler.
bataklu, [bat-ak-lu jÜbL] {eAT} is. Bataklık. batbat1, [Ar. batt => bat+bat] {ağız} is. Ördek. [DS]
batakseven, [batak-sev-en] is. bot. Antillerle Güney batbat2, [Ar. batbat JaJaJ (batba:t) is. bot. Yaprakları
Amerika kıyılarında yetişen ve akvaryum süslemek
zehirli bir ot, (Hyoscymus niger).
için kullanılan bir tür su bitkisi, (Limnocharis).
batal1, -li [Ar. battal > batal] {OsT} sf. Kahraman; batbata, [Ar. batbata ak^k.] {OsT} is. 1. Kazm ötmesi.
yiğit. 2. K azm suya dalışı.
BAT İ M İ K S M I. m
batbit, [Ar. batbît -UJaJ (batbi:t) is. bot. -*• batbat2. geri alınma ihtimali olmayan. [DS] 6. Mal varlığını
kaybetmiş; iflas etmiş. 7. {ağız} Harap olmuş; yı
batça, [bat-ça] {ağız} is. 1. Ağzı geniş büyük bakır
kılmış; perişan. [DS] 8. {ağız} Çirkin. [DS] 9. is.
kap. 2. Pestil koymaya yarayan geniş ağızlı toprak
gnşl. Batmış gemi enkazı. B batık olmak, {ağız}
testi. 3. Küçük testi. [DS]
Kirlenmek; pislenmek. [DS]
batere, [Far. bâtere o/L] (ba:tere) {OsT} is. Tef.
batıl, [Ar. butlan (boş, anlamsızlık) > bâtıl J il.] (ba:-
bateri, [Fr. batterie] is. müz. Bir orkestrada yer alan tıl) {OsT} sf. 1. Gerçekle ilgisi olmayan; doğru ol
vurmalı çalgılar topluluğu,
mayan. 2. Çürük; boş; asılsız; geçersiz. 3. is. Yanlış
baterici, [bateri-ci] is. müz. Orkestrada davul çalan inanç; hak olmayan inanç; inançlara uymayan. 4.
kişi; davulcu. Asılsız, doğru olmayan düşünce; kitaba uymayan
baterist, [Fr. batteriste] is. müz. Bateri çalan kişi; ba iddia; haksızlık. 5. {eAT} İşlemez; battal. S batıl
terici; davulcu, (inanç) itikat, Yersiz ve boş olan, doğruluğu ispat
batğa, [bat-ğa ?] {eT} is. Külah yapmak için üzerinde edilemeyen, gerçeklere ters düşen inanç.
yün keçe kesilen tahta. [DLT] batılgan, [bat-ıl-gan] /ağızj is. 1. Sazlık; bataklık. 2.
batgan, [Far. bâdgân] {ağız} is. 1. Bir giysi üzerinde Heyelana müsait yer. [DS]
ki yakalığın ön ve arka kısımları. 2. Peştamal. [DS] batılı, [batı-lı] is. ve s f 1. Diğer benzerlerine göre
batğın, [bat-mak > bat-gm] {ağız} sf. -*■ batkın. [DS] batıda oturan; garplı. 2. gnşl. Batı medeniyetini
batha, -a’i [Ar. bathâ’ (batha:) {OsT} is. 1. benimsemiş olan. 3. Değeri az olan taş veya inci,
Sazlı, çakıllı sel yatağı. 2. İki dağ veya tepe arasın batılılaşma, [batı-lı-la-ş-ma] is. Batılılaşmak işi;
daki dere. 3. M ekke'de bir derenin adı. 4. Mekke. 5. garplılaşma.
Mekke vadisinin en alçak kısmı. batılılaşmak, [batı-lı-la-ş-mak] dönşl. f. f ı r ] Batı
uygarlığını benimsemek; AvrupalIlar gibi yaşamak;
batı, [eT. bat-mak > bat-ığ > bat-ı is. 1. Güneş'
garplılaşmak.
in battığı taraf; garp; gün batısı; mağrip; batsıg.
batılılaştırma, [batı-lı-la-ş-tır-ma] is. Batılılaştırmak
{eAT} (aynı) 2. Batı yönü. {eAT} (aynı) 3. gnşl. Batı
işi; garplılaştırma,
yönündeki ülkeler; Avrupa ülkeleri. 4. sf. Batı ta
batılılaştırmak, [batı-lı-la-ş-tır-mak] g ç l.f. f ı r ] Bir
rafta olan. S batı bloku, NATO'ya dahil ülkelerin
kim senin veya topluluğun Batılılar gibi yaşamasını,
hepsi.\\ batı müziği, müz. Batı ülkelerindeki müzik
onlar gibi davranmasını, Batılıların taşıdığı değer
çalışmalarını belirtmek için kullanılan terim. || Batı
leri benim sem esini sağlamak; garplılaştırmak,
Türkçesi, dbl. Türkiye, Kıbrıs, Batı Trakya, İran,
Irak, Afganistan, Türkmenistan, Azerbaycan, K ı batılılık, -ğı [batı-lı-lık] is. 1. Batılı olm a durumu;
rım, Kuzey Kafkasya, Suriye ve Romanya'da konu garplılık. 2. Batılı olanın niteliği,
şulan Türk dili; Güneybatı Oğuzcası. || batı yeli, batılmak, [bat-ıl-mak {eT} ed il.f. [-ur] 1. Bat
Karayel. mış olmak; gömülmek. [EUTS] [Gabain] 2. {eAT}
batıcı1, [bat-ıcı] sf. 1. Batma, ağrı ve sızı duygusu Batırılmak. 3. {eAT} dönşl. f. Batmak; gömülmek;
veren; batan. 2. Sivri uçlu. 3. Batm ak etmek üzere gark olmak.
olan. 4. İflas etm ek üzere olan. batım, [bat-mak > bat-ım] is. 1. Batm ak eylemi ve
batıcı2, [bat-ı-cı] sf. Batı kültür ve medeniyetini süreci; batma. {eT} (aynı) [ETY] [Gabain] [Tekin] 2.
benim sem iş olan; batı yanlısı; garpçı. {eT} Derinlik. [ETY]
batıcılık1, -ğı [bat-ıcı-lık] is. Batma özelliği; batıcı batın1, -tnı [Ar. batn (içte, gizli olma) > batın j k j
niteliği taşıyan.
{OsT} is. 1. Karın. 2. Bir şeyin içi, ortası. 3. mecaz.
batıcılık2, -ğı [bat-ı-cı-lık] is. Batı'nın yaşam a ,ve dü
Soy; nesil; kuşak; göbek. 4. Bir olayın iç yüzü,
şünme biçimine bağlı olma durumu; Batı yanlısı ol
gerçeği. 5. Gizli olan, mistik anlam.
ma; özellikle A vrupa medeniyetine bağlılık; garp
çılık. batın2, [Ar. batn (içte, gizli olma) > bâtın jtL ]
batıç, -cı [bat-ıç] {ağız} is. Kimsenin görmediği, bil (ba:tın) {OsT} is. 1. İçte, gizli olan. 2. İç. 3. İç yüz.
mediği gizli yer. [DS] 4. İç anlamı. 5. mecaz. Allah. 6. sf. Gizli, gözle gö
batıg, [ba-t-ığ] {eT} sf. 1. Derin; suyun derin olan rülmeyen; deruni.
yeri. [DLT] [Gabain] 2. Bataklık. [Gabain] batınca, [bat-mca] {ağız} is. Düden; suyun kayboldu
batıglık, [bat-ığ-lık] {eT} is. Ayakyolu; hela; tuvalet; ğu yer. [DS]
apteshane. [EUTS] batmen, [Ar. bâtın > bâtmen lltL] (ba: ’tmen) {OsT}
batık, -ğı [bat-mak > bat-ık] s f 1. Su ve başka sıvılar zf. İçle ilgili olarak; içten; dahilen,
içine gömülmüş. 2. {ağız} Kirli; pis; lekeli. 3. {ağız}
S af olmayan; karışık; bozuk. [DS] 4. Dağlarda etra
batini, [Ar. batn (içte, gizli olma) > bâtını (ba:-
fı bodur ağaçlarla çevrilmiş çukur. 5. (Para için) tıni:) {OsT} sf. 1. İçe ait. 2. Sır ve gizlilikle ilgili. 3.
OİOKEÎİ TüRKCî ÜRMIİ • 505 BAT
fel. Belirli bir topluluğun dışında kim seye bildiril {OsT} sf. 1. Yavaş, ağır hareketli; uyuşuk. 2. Tem
meyen, yalnızca topluluğun üyeleri ile sınırlı dar bel. S' batîü’l-hareke, {OsT} Davranışları ve ha
bir çevreye aktarılan, kapalı, gizli bilgi veya dü reketleri yavaş olan.|| batîü’l-hazm, {OsT} Sindiri
şünce sistemi; içrek. 4. öz. is. Batmilik inancında mi yavaş; sindirimi güç.\\ batîü’l-mizâc, {OsT} Ya
olan kişi. radılışı ağır, yavaş olan.
Batınilik, -ği [batmi-lik] is. -*• Batıniye. bati2, [İt. batti] ünl. dnz. "Ters çevir!" komutu,
Batıniye, [Ar. batn (içte, gizli olma) > bâtmiyye batih, [Ar. batıh ^Jaj] (bati:h, t ve h kalın söylenir)
(ba:tıniye) {OsT} sf. 1. Kur'an-ı Kerim'in gö {OsT} sf. (Kişi için) zengin,
rünen, dışa ait anlamı olduğu gibi, görülmeyen, içe batiha, [Ar. bathâ5 (sazlık, çakıllık) > batıha 4= -^ ]
ait anlamı da olduğunu; bu iç anlamın bilinmeden,
(bati.ha) {OsT} is. 1. Sazlı dere. 2. Çakıllı dere ya
dış anlamı ile emredilenlere uymanın önem taşı
tağı.
madığını savunan, daha Abbasiler döneminde orta
ya çıkmış olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep; Batıni- batik1,-k ı [Ar. batik j t y (ba. tik, k kalın söylenir)
lik. 2. Özel toplum oluşturm ak amacıyla üyeleri {OsT} sf. Keskin.
dışındaki kişilere bilgi aktarmayı yasaklayan kapalı batik2, -ği [Cava d. batik (benekli)] is. 1. Uzak doğu
toplum yapısı; içrekçilik. ya ait, bir kumaş veya derinin üzerine çizilmiş de
-batır, [-p+tur-ur] {ağız} ek. Sürerlik ya da şimdiki sen ve resimlerden bir kısmının renk emmemesi
zaman bildiren ek. -Baban ne yapıyor? -Karnını için balmumu ile kapladıktan sonra diğer kısımla
doyurubatır. [DS] rının boyanması ve mum kazındıktan sonra bu kez
batır1, [Moğ. bagatur > batur / batır f» ] {eAT} {ağızj boyalı yerlerin mumlanması ve diğer kalan yerleri
nin boyanması şeklinde devam ederek boyama yo
sf. Yiğit; cesur; kahraman; bahadır. [DS]
lu ile elde edilen kumaş boyama yöntemi. 2. Bu
batır2, [Sansk. patra] {eTj is. Sıvı ölçüsü. [EUTS] yöntemle boyanmış kumaş. 3. sf. Bu tür boyanmış
batırdamak, [bad (yans) > bat-ır-da-m ak / bad-ır-da- kumaştan yapılmış,
mak] {ağız} gçsz. f. f r ] [-d(ı)-yor] Dedikleri anla
batikleme, [batik-le-me] is. Batik usulü ile boyama,
şılmaz biçimde söylenmek; homurdanmak. [DS]
batikula, [İt. batticulo] (ba ’tikula) dnz. Direği yukarı
batırgan, [bat-mak > bat-ır-gan] {ağız} is. Sazlık; ba çekmekte kullanılan halat,
taklık. [DS]
batimetri, [Fr. bathymetrie] is. Deniz derinliğini ölç
batırık, -ğı [bat-ır-ık] {ağız} is. 1. K ıym a et, bulgur, me işi; derinlik ölçümü.
soğan, domates, maydanoz, biber,, hıyar ile yapıl
mış ve haşlanmış lahana veya asm a yaprağı ile so batin, [Ar. batın > batın jJa J (ba:ti:n, t kalın söyle
ğuk olarak yenilen bir yiyecek. 2. sf. Bozulmuş; nir) {OsT} sf. 1. Büyük karınlı. 2. İyi doldurulmuş.
ekşimiş. [DS] 3. Gizli, uzak yer.
batırılma, [bat-ır-ıl-ma] is. Batırılmak işi. batir1, [Ar. batır jJa;] (bati:r, t kalın söylenir) {OsTj
batırılmak, [bat-ır-ıl-mak] edil. f. f ı r ] 1. Batırmak is. Nalbant.
eylemi yapılmak. 2. Kendisine batırm ak eylemi
batir2, [Ar. bâtir yl>] (bati:ıj {OsT} sf. (Kılıç için)
uygulanmak,
keskin.
batırma, [bat-ır-ma] is. Batırmak işi.
batırmak, [eT. bat-ur-m ak > bat-ır-mak] gçl. f. f ı r ] batir3, [Far. bâtir y i ] (ba:tir) {OsT} is. Turna.
1. Bir şeyin, bir sıvının veya yumuşak bir m adde batire, [Ar. bâtire oyl] (ba:tire) {OsT} is. Keskin k ı
nin içine girmesini ve gömülmesini sağlamak. 2.
lıç.
Batmasına yol açmak. 3. Birini kötülemek. 4. Kir
letmek; bulaştırmak. 5. Boşa harcamak; yok etmek;
batisfer, [Yun. bathus (derin) + sphaira (küre) > Fr.
bathysphere] is. dnz. Deniz derinliklerini incelemek
mahvetmek.
için kullanılan su üstündeki bir gemiye çelik kablo
batısık, [bat-ı-sık] {eT} is. Batı; garp. [ETY] 0 batı-
ile bağlı dalma küresi,
sık kün, {eT} Güneşin battığı yer; batı uçtaki top
raklar. [ETY]
batiskaf, [Yun. bathus (derin) + skaphe (kayık) > Fr.
bathyscaphe] is. dnz. Deniz derinliklerini incele
batış, [bat-ış] is. 1. Batm ak işi ve biçimi. 2. Bir gök
mek amacıyla geliştirilmiş bir çeşit insanlı balon,
cisminin ufuktan kaybolması,
batist, [Fr. batiste] {OsT} is. İnce dokunmuş kumaş;
batiye, [Far. bat (içki sürahisi) > Ar. bâtıyye patiska.
(ba:tıye) {OsT} is. 1. A ğzı geniş iki kulplu kadeh. 2. batiş, [Ar. batş > batlş (bati:ş, t kalın söylenir)
Göğün güney yarım küresinde yer alan bir yıldız
kümesi. {OsT} sf. Sertlikle hareket eden; şiddetle davranan,
batkak, -ğı [bat-(ı)k-ak?] {ağız} is. Çamur ve su b i
bati1, -i’i [Ar. batâ’et (yavaşlık) > batî5 s - ^ ] (bati:) rikintisi. [DS]
BAT QTliMIiilCESOM.soe
batkı, [bat-kı] « ^ B o rçların ı ödeyememe durumu; topun yerine kullanılan taş; kantar topu. [DS]|| bat
batkınlık; iflas, man terazi, {ağız} Bir batmandan daha ağır mad
batkın, [bat-mak > bat-km] sf. 1. Borçlarını ödeye deleri tartmakta kullanılan büyük terazi. [DS]
m ez durumda olan; iflas etmiş, müflis. 2. {ağız} batm anlık, -ğı [batman-lık] {ağız} sf. Ağırlığı bir bat
(Ekin için) İyi gelişmemiş. [DS] man gelen. [DS]
batkınlık, -ğı [bat-kı-n-lık] is. 1. Borçlarını ödeye batm ul, [Sansk. pippala] {eT} is. Karabibere benzer
mem e hâli. 2. Bu durumu mahkeme kararı ile tespit bir bitki; dar-ı fulfill. [DLT]
ve ilan edilmiş tüccarın durumu; iflas. batn, -tnı [Ar. batn (içte, gizli olma) {OsT} is. -*
batlak1, -ğı [bat (yans.) > bat-lak] {ağız} is. Patlamış batın. S batn-ı kebir, {OsT} Büyük karın.
mısır; patlak. [DS]
batnen, [Ar. batn > batnen] zf. 1. Karınla, içle ilgili
batlak2, -ğı [Ar. batt => bat-lak] {ağız} is. 1. Büyük
olarak. 2. Soydan, fi1batnen ba’de batnın, {OsT}
şarap fıçısı. 2. Testi. [DS] Soydan soya; kuşaktan kuşağa; nesilden nesile.
batlamak, [bat-la-mak] {eT} gçl. f. f r ] Kolalamak.
[DLT] batni, [Ar. batn > batni (batni;) {OsT} sf. Ka
batlangaç, -cı [bat (yans.) > bat-lan-gaç] {ağız} is. Ço rınla ilgili; kam a ait.
cukların ağaçtan yaptığı tabanca; patlangaç. [DS] batoloji, [Yun. Battos (kekeme K yrene kıralı) >
batlangıç, -cı [bat (yans.) > bat-lan-gıç] {ağız} is. Pat battologia > Fr. battologie] is. 1. Aynı sözün, aynı
langaç. [DS] cümlenin, aynı düşüncenin yararsız biçimde tekra
batlı, [bat-lı] {ağız} sf. Kısa boylu; bücür; bodur. [DS] rı. 2. Konuşmada bir söz veya söz parçasının tekra
rına yol açan konuşm a bozukluğu; kekemelik; ke
batm a1, [bat-ma] is. 1. Batmak eylemi ve durumu. 2.
keleme.
Yıkılma ve çökme; yok olma; inkıraz. 3. Bir gök
batom a, [Yun. patoma] {ağız} is. Tahta taban döşe
cisminin ufkun altına geçmesi.
mesi. [DS]
batm a2, [Yun. patne] {ağız} is. 1. Yemlik; ahır yem
batonsale, [Fr. bâton sale] is. Tuzlu hamurdan ya
liği. 2. Testi. [DS]
pılmış ve üzeri susamla kaplanm ış ince uzun çu
batmak, [bat-mak / jil>] gçsz. f. f a r ] 1. Bir buk.
sıvının veya yumuşak bir maddenin içine girmek; batos1, [Fr. batteuse] {ağız} is. -*■ batöz. [DS]
gömülmek. {eAT} (aym) 2. Dibe inmek; dibe çök batos2, [Yun. batos] {OsT} is. Frenk üzümü,
mek. 3. (G ök cisimleri için) ufuk çizgisinin altına batöz, [Fr. batteuse] is. Harman dövme makinesi,
geçmek. {eT} (aynı) [Gabain] [ETY] [EUTS] 4. Zararlı
batpazarı, [Ar. bâ’it (bayat) + pazar-ı] {ağız} is. Eski
çıkmak; iflas etmek. 5. Kirlenmek; bulaşmak. 6.
Saplanmak. 7. İncitmek; dokunmak; acıtmak; batar eşyaların alınıp satıldığı yer; bitpazarı. [DS]
gibi ağrımak, {ağız} (aym) [DS] 8. Huzursuz ve te batrak, [bat-(ı)r-ak] {eT} is. Ucuna ipek parçası ta
dirgin etmek. 9. Hoşuna gitmeyecek durumla karşı kılan mızrak. [DLT]
laşmak; gücüne gitmek; ağır gelmek. 10. mecaz. batrık, [Yun. patrikios => batrık j {eAT} {OsT} is.
Hayal ve düşünce âleminde olmak; dalmak. 11. On bin erin komutanı,
mecaz. Çok daha kötü durumla karşılaşmak. 12.
batruş, [ba-t-(ı)r-uş] {eT} sf. 1. Bulanık. 2. (Çorba
{eT} Gözden kaybolmak. [DLT] 13. (Giyecek, kap
vb. için) koyulaşmış. [DLT]
vb. için) kirlenmek; kir bulaşmak. 14. {ağız} (Ürün
batruşmak, [ba-t-(ı)-r-uş-mak] {eT} işteş, f. [-ur]
için) çok olmak. [DS] fi1 bata çıka, Güçlükle; zor
Birbirini batırmak; batırışmak. [DLT]
lukla; sürüklenerek.|| batıp bulanmak, Tepeden
tırnağa kirlenmek, bulaşmak.\\ batıp çıkmak, Suya batsat, [Ar. vakt sâ'at] {ağızj zf. Ara sıra; bazen; sey
çabucak girip çıkmak. rek olarak; tek tük. [DS]
batm an, [eT. bat-mak > bat-man [Clauson]] is. 1. batsıg, [bat-sığ] {eTj is. Batı; garp. [DLT]
M iktarı yer yer 2,5 kg. ile 10 kg. arasında değişen batsık, [bat-ı-sık / bat-sık] {eT} is. 1. Batış. [Gabain]
eski bir ağırlık ölçüsü birimi. 2. {ağız} Bir batman- [EUTS] 2. Batı. [ETY] 3. Gün batısı. [Tekin]
lık tahıl ekilebilen veya o kadar mahsul alınabile batş, [Ar. batş jü a J {OsT} is. 1. Şiddetle tutma ve ko
cek genişlikteki arazi alanı birimi; 200 m2’lik arazi
parma; sert tutuş. 2. Saldırgan güç; şiddet, haşinlik,
ölçüsü. 3. [DS] {eT} Ölçek. [EUTS] [DLT] 4. {ağız}
Büyük çömlek. [DS] 5. {ağız} Büyük su testisi. [DS] batt, [Ar. batt iaj {OsT} is. 1. Kaz. 2. Kaz şeklindeki
6. sf. Büyük; ağır, ö batman buçuk, {ağız} D uvar sürahi; su kabı,
örülürken düzgün taşlar arasına konulan irili ufak batta, [Ar. batt > batta 4k>] {OsT} is. Kap.
lı taşlar. [DS]|] batman helkesi, {ağız} Yağ, pekm ez
vb. konulan üstten kulplu büyük bakır kap; bakraç. b attal1, [Ar. batalet (avarelik, cesaret) > battal JUaJ
[DS]|| batm an taşı, {ağız} Yağhanelerde kantardaki (batta.T) {OsT} sf. 1. Cesur, kahraman. 2. İptal edil
I U M lf f S İ M .5 0 7 BAV
miş, kullanımdan kaldırılmış. 3. Hantal; biçimsiz. büyük kap. 3. {ağız} Pişmiş çamurdan yapılan yay
{ağız} (aynı) [DS] 4. İşsiz, {ağız} (aynı) [DS] 5. is. D a van kap. [DS]
irelerde müsvedde için kullanılan bir tarafı parlak batyal, -li [Yun. bathus (derin) > Fr. bathyal] sf.
kaba kâğıt. S battal battal, {ağız} 1. Biçimsizce. 2. (Deniz için) derinliği 200 m. ile 2000 m. arasında
Ağır ağır. [DS]|| battal boy, (Kâğıt için) 57x82 cm. değişen.
iki kırımlı boyutu.\\ battal çekmek, İptal etmek.|[ baud, [Fr. Emile Baudot (mühendis) > baod] is. T el
battal çizgisi, Kullanılmaz veya geçersiz olduğunu graf haberleşmesinde, mors alfabesiyle bir saniye
belli eden çizgi. || battal etmek, Kullanımdan kal de bir aralık gönderilmesine dayanan hız birimi,
dırmak; iptal etmek. || battal hattı, {ağız} Çift sü baun, [? baun] is. Bir tür iskambil oyunu,
rerken ortaya vurulan derin saban izi. [DS]|| battal
b a’uz, [Ar. ba‘üz (bau:z) is. zool. Sivrisinek,
kâğıt, Çift boy kâğıt. || battal olmak, Kullanılmaz
olmak.\\ battal torbası, tar. Eskiden devlet dairele ba’uza, [Ar. ba'ü za (bau:za) is. zool. Sivrisi
rinde işlemi bitmiş ve geçerliliği kalmamış olan nek. ,
evrakın konulduğu, üzerine ay ve yılı yazılı torba; bav1, [eT. boğ-mak > ba-ğ / bav] {ağız} is. 1. Bohça.
battaliye. 2. Düğüm; bağ. 3. (Çocuk dilinde) yok. [DS]
battal2, [Ar. battal JIW] {OsT} is. Kahraman; cesur; bav2, [Moğ. buu / bau] {ağız} is. 1. Ahır. 2. Ahır hay
yiğit. vanı. 3. (Çocuk dilinde) korkunç hayvan. 4. Av
köpeği, doğan, şahin gibi hayvanları ava alıştırma
battaliye, [Ar. battal > battâliyye (batta:liye)
işi. [DS]
{OsT} is. İşi bitmiş evrakların saklanmak üzere içi bava, [? bava] {ağız} sf. Kaba. [DS]
ne konulduğu torba, bavagir, [bayagir / bavagir] {eT} is. 1. Hayat. [EUTS]
battallık, -ğı [battal-lık] {ağız} is. Alışverişte durgun 2. Kâinat; evren [EUTS]
luk. [DS] bavcı, [bav-cı] is. Avcı hayvanları alıştıran, yetiştiren
battancılar, [Ar. battâna (çift kat etme, astarlama) + kimse.
T. -cı-lar] (batta:ncılar) is. Yeniçeri ocağı için ge
baver, [Far. bâver jjL.] (ba:ver) {OsT} is. 1. Tasdik; i-
rekli olan çuhaları dövüp kaplam akla görevli esnaf
veya köylü. nanma. 2. sf. Sağlam; pek doğru,
bavılamak, [bav-ı-la-mak] {ağız} gçsz. f. f r ] f l ( ı ) -
battaniye, [Ar. battana (çift kat etme) > battâniyye
yor] Sarkıntılık etmek. [DS]
‘LjUaJ (batta.niye) {OsT} is. Yatağın üzerine yorgan
bavırmak, [ba (yans.) > ba-gır-m ak > bavır-mak]
yerine, bazen de yorganın üstüne konulan çoğun {ağız} gçsz. f. f ı r ] Bağırmak. [DS]
lukla yünden dokunmuş kalın örtü,
bavlamak, [bav-la-mak {eAT} gçl. f. f r ]
battava, [Far. bâd (yel) + hevâ (olmayan şey) =>
Zorlamak; zorla açmak,
bedava / battava] {ağız} s f Parasız; bedava. [DS]
battı, [bat-tı] {ağız} sf. K ısa boylu; cüce; bücür. [DS] bavlı, [Moğ. bauli => bavlı J y ] is. 1. Köpekleri ava
fi1 battı buttu, Saçma sapan; gelişigüzel. alıştırmakta kullanılan içi doldurulmuş yapma kuş.
2. {eAT} sf. Av tutmaya alışmış, alıştırılmış,
batuk, [bat-uktSj^ / Jy L ] {eAT} sf. Batmış; müflis.
bavlımak, [bavlı-mak gçl. f. f r ] 1. Köpek ve
batuluk, [batu-luk ji'L] {eAT} Bataklık.
doğan gibi avcıya yardımcı hayvanları eğitmek,
batun, [but (bacak) > but-un (but ile) > batün / OjLu ava alıştırmak. 2. {OsT} gçsz. f. (Tazı için) av tu t
ı j j t l ] {eAT} zf. Çabuk; çeviklikle. maya alışmak,
batur, [Moğ. bağatur > batur] {eT} sf. Savaşlarda gü bavlıtmak, [bavlı-t-mak {OsT} gçl. f. f ı ı r ]
cü ve gözü pekliğiyle üstün gelen; kahraman; yiğit; Köpek ve doğan gibi avcıya yardımcı hayvanları
cesur; bahadır. [ETY] eğitmek; ava alıştırmak,
baturgan, [bat-ur-ğan] {eT} sf. Saklayan (kimse) bavlumuş, [bav-lu-muş] {ağız} sf. (Kişi için) kurnaz;
[DLT] usta; aldanmaz. [DS]
baturmak, [bat-ur-mak] gçl. f. f u r ] 1. {eT} {ağız} bavnumak, [bavlı-mak > bavm-mak?] {ağız} dönşl. f.
Gizlemek; saklamak; kaybetmek. [EUTS] [Gabain] f r ] 1. Başkasından görerek yapmak; taklit etmek.
[DS] 2. {eT} Bağlatmak. [DLT] 3. {eAT} {ağız} Ba 2. (Tazı için) ava alışmak. [DS]
tırmak; sokmak. [DS] 4. {ağız} Kirletmek; pislet bavrık, -ğı [bav-(ı)r-ı-k] {ağız} sf. 1. (Bitki için)
mek. [DS] S baturu baturu, {eAT} Batıra batıra. verimsiz toprakta yetişmiş ve bakımsızlıktan bodur
batut, [bat-ut] {eT} sf. Gizli; saklı. [EUTS] kalmış. 2. Zayıf; çelimsiz; cılız. [DS]
batuta, [İt. battuta] is. müz. Ölçü, bavrım ak, [bav > bav-(ı)r-ı-mak] {ağız} dönşl. f. f ı r ]
batya, [Yun. batheia => batya U=L. / .uk] is. 1. Ağzı Bir işte, daha çok hile ve fesat taraflarında pişmek;
ustalaşmak; kurnazlaşmak. [DS]
geniş ve yayvan kap. 2. {eAT} İçine şarap konulan
BAV
bavşın, [bav-(ı)ş-ın ?] {eT} is. Varis; mirasçı. [EUTS] Çoktandır. 2. Çok önceleri; eskiden. 3. Demin; az
bavul, [İt. / Fr. baule] is. Genellikle yolculukta eşya önce. [DS]
koymaya yarayan büyük çanta; büyük valiz. S ba bayağı1, [baya (geçen) + ok (pekiştirme edatı, za
vul ticareti, Gezi için gidilen ülkeye bavul içinde man, hâl) > bayak / bayakı / bayağ / bayağı (önceki
ticaret eşyası götürüp satmak ve o ülkeden alman gibi)] sf. 1. H içbir özelliği olmayan; basit; sıradan;
ticaret eşyasının tekrar bavullar ile güm rüksüz ve adi; alelâde. 2. D üşük nitelikli; kibar değil. 3. Aşa
y a çok az vergi ile ithali şeklindeki dış ticaret.|| ba ğılık; pespaye; soysuz. 4. zf. Kötü bir şekilde. 5.
vul turizmi, Sadece alış veriş yapm ak için yapılan {ağız} is. Y organcılıkta bir dikiş usulü. [DS] S ba
gezi. yağı kaçmak, (Söz, davranış, giyim için) yakışm a
bavullamak, [bavul-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- mak, uygun düşmemek, kaba düşmek, ayıp sayıl-
l(u)-yor] A bartarak övmek; abartılı salık vermek. mak. || bayağı kesir, mat. Payı ve paydası tam sayı
[DS] olan kesir.
bavur1, [bağ-ır > bav-ur] {ağız} is. Karaciğer. [DS] bayağı , [baya (geçen) + ok (pekiştirme edatı, za
bavur2, [Yun. paguros] {ağız} is. Bir tür yengeç; pa man, hâl) > bayak / bayakı / bayağ / bayağı (önceki
vurya. [DS] gibi)] (b a ya ğ ı) zf. 1. Hemen hemen; oldukça; çok;
bavurçi, [Moğ. b a ’urçi] {eAT} is. Aşçıbaşı, âdeta; iyice. 2. Pekâlâ; çok iyi.
bavurya, [Yun. pagurya] is. Bir tür yengeç; pavurya. bayağıca, [bayağı-ca] (bayağı'ca) {eAT} zf. Oldukça
b ay1, [bay (yans.)] is. Acıyla yanmayı ya da yalnız bayağı; alelâde.
yanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bay-ır bay-ır. bayağılaşma, [bayağı-la-ş-ma] is. 1. Bayağı duruma
gelme; bayağı bir hâl alma. 2. Bayağılaşmak işi;
bay2, [eT. bay lsIj] (ba:y) sf. 1. {eT} {eAT} {ağız} Zen
adileşme; alçalma; pespayeleşme; basitleşme,
gin; varlıklı; ağa. [EUTS] [İKPÖy.] [ETY] [DLT]
bayağılaşmak, [bayağı-la-ş-mak] dönşl. f. f ı r ] 1.
[Gabain] [Tekin] [DS] 2. {eAT} Ulu; kibar; soylu. 3.
Bayağı bir durum kazanmak. 2. Bayağı bir duruma
{eAT} Temiz. 4. {eAT} Bir şeye ihtiyaç duymayan;
girmek; alçalmak, pespayeleşmek. 3. B ir takım de
müstağni. 5. (Şamanizmde bazı kutsal varlıkların
ğerleri hiçe sayarak kendini alçaltıcı, küçük düşü
sıfatı olarak) kutlu. 6. {ağız} Geniş. [DS] 7. Bey ve
rücü ve onur kırıcı davranışlar sergilemek; adileş
efendi anlam ında erkeklere verilen bir unvan,
mek; basitleşmek,
[TBMM Zabıt C. XXIV, 1934, s. 52] (1935). 8.
bayağılaştırm a, [bayağı-la-ş-tır-nıa] is. Bayağılaştır
ünl. Adı bilinmeyen erkeklerden bahsederken veya
mak işi; âdileştirme, alçaltma, pespayeleştirme, ba
onlara hitap ederken kullanılan bir seslenme sözü.
sitleştirme.
fi1 bay kılmak, {eT} {eAT} Zengin etmek; zenginleş
bayağılaştırmak, [bayağı-la-ş-tır-mak] gçl. f. f ı r ]
tirmek.|| bay kişi, {eAT} Zengin adam.|| bay ü gedâ,
{OsT} Zengin ve yoksul; herkes. Bayağılaşmasına yol açmak; âdileştirme; alçalt
mak; pespayeleştirmek; basitleştirmek,
baya, [baya] (baya:) zf. 1. {eT} {eAT} Evvelce; önce
bayağılayın, [bayağı-layın] {eAT} zf. Eskisi gibi,
den; demin; az önce. [DLT] [Gabain] [EUTS] 2.
{ağız} (Zaman ve yol, boy vb. uzunluk için) epeyce; bayağılık, -ğı [bayağı-lık] is. 1. Bayağı olma hâli;
hayli; oldukça. [DS] 3. {ağız} Gerçekten; hakikaten; adilik, basitlik. 2. Bayağı birinden beklenebilecek
ciddî olarak. [DS] 4. Muhakkak; mutlaka. 5. Hemen davranış; alçaklık, aşağılık, soysuzluk,
hemen. 6. İnadına. 7. Bayağı, bayağınlayın, [bayağı-n-layın] {eAT} zf. -*■ bayağıla-
bayadan, [baya-dan / bayağ-dan] (baya: ’dan) {ağız} ym.
zf. 1. Çoktandır. 2. Çok önceleri; eskiden. 3. Şim bayak, [eT. baya (demin) + ok (pekiştirme edatı,
diye kadar. [DS] zaman, hâl) > bayâk ^ I (baya:k) zf. 1. {eAT}
bayağı, [baya (geçen) + ok (pekiştirme edatı, tam an, {ağız} Demin; az önce; geçmiş olan. [DS] 2. Yuka
hâl) > bayak > bayakı > bayağı ^ L j ] {eAT} sf. 1. rıda geçen. 3. {eT} Deminki. [EUTS] 4. Geçen za
Önceki; eskisi; eski; evvelki; deminki. 2. zf. Eskisi man. 5. {ağız} Eski. [DS] 6. {ağız} Bayat; taze olm a
gibi. yan. [DS]
bayakı, [bayâk > bayâk-ı] (baya.kı) {eT} zf. Demin,
bayağıca, [bayâ-ğı-ca {eAT} zf. Alelade,
az önce.
bayagılayın, [bayâğı-layın jJ iL j] {eAT} zf. Eskisi gi bayakın, [bayâk / bayakı > bayâkı-n] (baya:kın) {eT}
bi. z f Demin, az önce,
bayagir, [? bayagir / bavagir] {eT} is. -*■ bavagir. bayakleyin, [bayâk-leyin] {ağız} zf. Demin; az önce.
bayagut, [bay-a-gut] {eT} is. 1. Zengin tüccar; zengin [DS]
kimse. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. sf. Varlıklı; zengin. bayaktan, [bayâk > bayâk-tan] {ağız} zf. Biraz önce;
[EUTS] demin. [DS]
bayağdan, [bayağı-dan / bayağ-dan] {ağız} zf. 1. bayakur, [baya-kur] {eT} sf. Varlıklı; zengin. [EUTS]
ıo E n iB m iii. 5 0 9 BAY
bayam, [Far. badâm =>badam /bayam j>lo] is. 1. {eATj bayatlamak, [bayat-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor]
1. (Yiyecekler) zaman geçmekle tazeliğini kaybet
{ağız} Badem. [DS] 2. {ağız} Çağla. [DS]
mek, kurumak, bozulmak. 2. (Olaylar, düşünceler
bayamak, [bay-a-mak / bay-u-mak] {eTj- gçsz. f. f r ]
vb.) güncelliğini ve önemini kaybetmek; geçerlili
M üreffeh olmak; zenginleşmek. [Gabain]
ğini yitirmek. 3. mecaz. Eskimek.
bayan, [Sansk. punya > muyan / bayın / Moğ. bayan
bayatlatma, [bayat-la-t-ma] is. Bayatlatm ak işi.
(zengin)] is. 1. Hanım ve hanımefendi anlamında
bayatlatmak, [bayat-la-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Taze
unvan, (1934). 2. Kadınlara seslenme sözü,
iken tüketmeyip bekleterek bayat duruma getirmek.
bayandur, [bayan-dur] {ağızj sf. İyilik yapmayı se
2. Bayatlamasına yol açmak. 3. Bozulma başlangı
ven. [DS]
cına kadar bekletmek.
bayar, [? bayar] {ağızj is. Ekilmemiş toprak. [DS]
bayatlık, -ğı [bayat-lık] is. 1. Bayat olma durumu. 2.
Bayat, [Oğuz, baya > bayâ-t cjL J (baya.t) {eTj sf. 1. Bayat olan şeyin niteliği,
Sonsuz geçmişten beri var olan; kadim. 2. (Tanrı bayatsı, [bayat-sı] /ağızjsf. Bayatlamaya yüz tutmuş;
nın "ezelî" sıfatı için) Kadim. [Yüknekî] 3. is. Ulu bayatımsı. [DS]
Tanrı. [DLT] 4. Oğuzların hâkim boylarından Ka- bayatsımak, [bayat-sı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] B ayat
yı'dan sonra gelen ve Bozok koluna mensup bir lamaya yüz tutmak; bayatlar gibi olmak. [DS]
Türk boyu. 5. Tahtacı. bayatsıtm ak, [bayat-sı-t-mak] {ağız} gçl. f. [ -u ]
bayat1, [Oğuz, bay > bay-at] (baya:t) sf. 1. {ağızj Bayatlamasına neden olmak; bayatlatmak. [DS]
Devletli. [DS] 2. Varlıklı, zengin, bol nimetli. baybayuk, [bay+bay-uk] {eTj is. Kelebek kuşu.
bayat2, [Ar. b â’it (kuru ekmek) / Far. beyât / e r baya [DLT]
baybice, [bay (zengin) + Far. beçe (çocuk) > Çağ.
> baya-t] sf. 1. Eski. 2. Tazeliği kaybolmuş. 3. m e
bay beçe] {ağızj is. Büyük adamların eşlerine veri
caz. Zamanı geçmiş, güncelliğini kaybetmiş olan.
len unvan. [DS]
4. Bıktıracak kadar çok söz edilmiş olan. 5. {ağız}
İki ayrı cins güvercinin birleşmesinden meydana baybunuç, [Ar. bâbünec] {ağızj is. Papatya. [DS]
gelen melez yavru. [DS] S bayat pazarı, B it p a za bayça, [bây-ça {eAT} sf. Zengin.
rı. baydabalası, [badiye+bala-s-ı] {ağız} is. Yoğurt
bayatı, [Bayat! (Bayatlarla ilgili) > bayatı] is. 1. A- yapm akta kullanılan iki lcg'lık bakır tas. [DS]
zerî edebiyatında yedili hece ölçüsü ile söylenmiş, baydak, -ğı [Far. payedâk => baydak / boydak /
birinci, ikinci ve dördüncü mısraları kafiyeli ve tek poydak] {ağız} zf. 1. Yayan. 2. is. Yaya; piyade. 3.
dörtlükten ibaret anonim nazım türü; mani. 2. {ağız} Satrançta piyade adlı taş. [DS]
Bayatî makam ında okunan şarkı. [DS] 3. {ağız} A - baydalak, -ğı [bayda(k)-lak ?] (ağız) sf. (Kadın için)
ğıt. [DS] açık saçık gezen,
bayatımsı, [bayat-ımsı] {ağız} sf. Bayatlamaya yüz baydalan, [eT. bayâ-da-leyin / bay-dan] {ağız} zf. 1.
tutmuş. [DS] Başka zaman. 2. Her zaman. 3. Önceden. [DS]
bayati, [Bayat (bir Türk boyu) > Ar. -î (baya:- baydang, [bay-dan] (baydan) {ağız} sf. Şımarık; yüz
ti:) is. 1. Bayatlara ait, bayatlarla ilgili. 2. müz. süz. [DS]
Türk müziğinde uşşak dörtlüsüne buselik beşlisi baydanlanm ak, [baydan-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. f
katılmak suretiyle meydana getirilmiş bir makam, ır] Şımarmak. [DS]
baydara, [bay(ı)-d-ar-a / baydara] is. 1. Eski Türk-
bayatiaraban, [Ar. bayatî + ‘araban ^ 'lo ] (ba-
lerde (İskit) ölünün kendisi ile birlikte kesilerek
ya:ti:araba:n) {OsTj is. 1. Bayatlara ait Arap usulü. gömülen atları için yapılan heykeller; balbal; tabık.
2. müz. Türk m üziğinde Araban ve Bayati m akam 2. Kurban edilen hayvanın derisi, başı ve kuyruğu
larının birleştirilmesi ile meydana gelmiş bir birle ile bir sırığa gerilmiş hâli,
şik makam. baydıl, [bay-(ı)dıl] {ağız} sf. Eğri; yamuk. [DS] S
bayatibuselik, -ği [bayatı + bûse-lik ^ baydıl buydul, Eğri büğrü.
(baya:ti:bu:selik) {OsTj is. 1. Bayatlara ait buselik baydır, [bay-(ı)d-ır / bay-(ı)d-ur] {ağız} sf. Güçlü;
usulü. 2. müz. Türk müziğinde Zekâi Dede'nin bul kuvvetli. [DS]
duğu Bayati makam ının buselik beşlisi veya dört baydırmak, [bay-mak > bay-dır-mak] gçl. f f ı r ] 1.
lüsü ile sona eren bir birleşik makam, Bayıltmak. 2. Bir kimsenin, birisi tarafından bayıl-
bayatikürdi, [bayatı + kürdî (b a ya itiştir tılmasmı sağlamak,
di:) {OsT} is. 1. Bayatlara ait Kürt usulü. 2. müz. bayeste, [Far. bâyeste 4x-jI>] (ba.yeste) {OsT} sf. Ge
Türk müziğinde Bayati makam ının Kürdi dörtlüsü rekli; lüzumlu,
ile sona eren bir birleşik makam, bayezit, [Ar. abâ (baba) + yezîd {eAT} is. Y e
bayatlama, [bayat-la-ma] is. Bayatlamak işi. zidin babası.
BAY DIÜMMESÖM.İO
baygân, [Far. bay-gan jlS A ] (ba:ygâ:n) {OsTj is. bayılmak, [bay-mak > bay-ıl-m ak joL L ] g ç sz.f. f ı r ]
Bekçi; koruyucu, 1. {eAT} Telaşa düşmek; endişe etmek; üzülmek. 2.
baygaz, [eT. bayık > bay(ı)ğ-az] {ağız} is. 1. Yanlış. Solunum ve dolaşım sürdüğü halde kendinden geç
2. zf. Aksine. [DS] mek; bilincini kaybetmek. 3. Duygu ve hareket im
baygı, [bay-gı] {ağız} sf. Budala; şaşkın; sersem. [DS] kânını geçici olarak bir süre yitirmek. 4. mecaz. A -
baygın, [bay-gm] sf. 1. Kendisini kaybetmiş durum şırı derecede hoşlanmak, beğenmek; hayran olmak.
da. 2. Bayılmış. 3. Birine gönül vermiş, bağlanmış; 5. (Çiçek ve sebze için) susuzluk veya sıcaktan te
âşık. 4. {ağız} Yorgun. [DS] 5. zf. Bayılmış hâlde; peleri buruşup eğilmek. 6. argo. Para vermek; öde
baygın olarak veya bayılacak durumda. 6. {ağız} is. mek. 7. dnz. (Gemi için) herhangi bir sebeple yan
H ah ve kilim desenlerindeki renk uyumsuzluğu. yatmak. S bayıla bayıla, Seve seve, isteyerek.
[DS] £? baygın baygın, Süzülerek, süzgün süzgün. || bayıltıcı, [bayıl-tı-cı] sf. 1. Bayıltan. 2. Bayıltacak
baygın baygın bakmak, Beğendiğini belli edecek gibi etkide bulunan,
şekilde süzgün gözlerle bakmak.\\ baygın düşmek, bayıltm a, [bayıl-t-ma] is. Bayıltm ak eylemi,
Ç ok yorulmak; yorgunluktan bayılır gibi olmak. ||
bayıltmak, [bayıl-mak > bayıl-t-mak] gçl. f. f ı r ] 1.
baygın koku, İnsanı kendinden geçirecek kadar
Birisinin bayılm asına sebep olmak. 2. Bayılmasını
güzel fa k a t ağır koku.
sağlamak; baygın hale getirmek,
baygınlaşm a, [baygm-la-ş-ma] is. Baygınlaşmak hâ
bayım, [bay-ım] {ağız} is Bayılmak eylemi; bayılma;
li; baygın duruma gelme,
baygınlık süreci. [DS] fi1 bayım bayım bayılmak,
baygınlaşmak, [baygm-la-ş-mak] dönşl. f. f ı r ] Bay
1. Sık sık bayılmak. 2. Çok arzu etmek.
gın hale gelmek; baygın bir durum kazanmak; sü
zülmek. bayım ak1, [eT. bay (zengin)> bây-î-mak
baygınlık, -ğı [baygm-lık] is. 1. Baygın olma duru {eT} {eAT} {ağız} g ç sz.f. f ı r ] 1. Zengin olmak; var-
mu; kendinden geçme hâli. 2. Solunum ve dolaşım lıklanmak. 2. Serpilip gelişmek; büyümek. [DS]
devam etmekle birlikte bilincin yitmesiyle vücudun bayım ak2, [eT. bağ-m ak / bây-m ak (sarmak, bağla
kımıldamaması biçiminde kendinden geçme duru mak) > bay-m ak / bay-ımak] {ağız} g ç l . f f r ] Büyü
munun birinci derecesi. 3. Dermansızlık; mecalsiz ile gözünü bağlamak; büyülemek. [DS]
lik. S baygınlık geçirmek, Bilinci işlememek; ba-
bayın1, [bay-ın] {eT} sf. Koyu kırmızı; gelincik çiçeği
yılmak. || baygınlıklar geçirmek, Çok fenalaşm ak. ||
renginde olan. [DLT]
baygınlıklar gelm ek, Çok sıkılmak.
bayın2, [bay-m] sf. Şımarık; terbiyesiz; arsız,
baygıntı, [bay-gın-tı] is. Baygınlık. S1 baygıntı
bayındır, [Far. pâyan-dâr [Tietze] ? / bayın-dır] sf. 1.
gelm ek, Fenalık gelmek.
İm ar edilmiş, bakılmış; bakımlı; işlenmiş 2. Güzel
bayıcı, [bay-mak > bay-ıcı] {ağız} sf. 1. Uyutucu. 2.
ve yaşanabilir durum da olan; mamur; abadan,
Kandırıcı. [DS]
(1934). 3. {ağız} İyiliği seven. [DS] 4. öz. is. Yirmi
bayık1, [eT. bây-ık ^.lı] sf. 1. {eT} (Söz için) doğru; dört Oğuz boyundan Üçoklarm sol koluna mensup
gerçek. [DLT] 2. {eAT} Açık; belli; aşikâr. 3. {eAT} bir Türk boyu,
{ağız} Gerçek; kuşkusuz; kesinlikle; şüphesiz. [DS] bayındırlaşma, [bayındır-la-ş-ma] is. Bayındırlaş
4. is. D oğru söz. ö bayık bolmak, {eAT} Çabala mak işi.
mak; gayret sarfetmek; çabalamak.
bayındırlaşm ak, [bayındır-la-ş-mak] dönşl. f. f ı r ]
bayık2, -ğı [bay-mak > bay-ık] {ağız} sf. Tuzu az ye Gelişip güzelleşmek, im ar edilmek,
mek. [DS]
bayındırlaştırm a, [baymdır-la-ş-tır-ma] is. Bayın
bayık3,-ğı [bay-ık] {ağız} sf. Şımarık; arsız. [DS]
dırlaştırmak işi.
bayık4, -ğı [bay-mak > bay-ık] {ağız} sf. Bayılmış o-
bayındırlaştırm ak, [baymdır-la-ş-tır-mak] gçl. f f
lan; bayılmış halde bulunan; baygın. [DS] ö bayık
ır] Bir yeri bayındır durum a getirmek; im ar etmek,
bayık baymak, {ağız} Bütünüyle baymak; tamamen
bayıltmak. [DS] bayındırlık, -ğı [baymdır-lık] is. 1. B ayındır olma
durumu; ümran. 2. Bayındır hale getirme işi; imar;
bayıldan, [bay-ıl-dan] {ağız} is. 1. Karnıyarık. 2.
nafıa. S Bayındırlık Bakanlığı, Demiryolu, kara
İmambayıldı. [DS]
yolu, liman, havaalanı, baraj ve sulanm /işlerini
bayıldı, [bay-ıl-dı] {ağız} is. Karnıyarık. [DS]
yürütm ekle görevli devlet kuruluşu; N a f ı a Nezareti,
bayılma, [bay-ıl-ma] is. 1. Baygın duruma gelme. 2.
Nafıa Vekâleti.
K endinden geçme. 3. mecaz. Çok sevme; beğenme.
bayındırmak, [bayındır-mak] gçl. f. f ı r ] Bayındır
4. Kayıtlı bir sesin okunması sırasında okuma aygı
tında oluşan anza dolayısı ile hız düşmesinin ku hâle getirmek; im ar etmek; mamur hâle getirmek,
lakta oluşturduğu hoşnutsuzluk. 5. {ağız} Sara has bayınık, -ğı [bay-ın-ık] {ağız} sf. (Göz için) baygın
talığı. [DS] bakışlı; süzgün. [DS]
ö T u iK tM M .5 1 1 BAY
b ay ınlanm ak, [bay-m-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] b a y i’, -yi’ı [Ar. bey' (satma) > bayi' £.1] (ba:yi)
1. Şımarıklık etmek; yüzsüzlük etmek; nazlanmak.
{OsT} is. -*■ bayi,
2. Çok söylemek. [DS]
bayi, -yii [Ar. bey' (satma) > bayi' £.l>] (ba;yi) sf. 1.
bayınlık, -ğı [bay-m-lık] {ağız} is. Şımarıklık. [DS]
b ay ın m ak 1, [bay-ıl-mak / bay-m-mak] {ağız} dönşl. f . Satıcı; satan. .2. is. Bazı ihtiyaç maddelerini üretici
1. Bayılmak. 2. Uyumak. 3. Kendini bir şeye ver firmanın adına izin belgesi alarak sürekli satan
mek; dalmak. 4. (Hasta için) kendinden geçmek. 5. kimse ve bu kişinin iş yeri. 3. Gazete, sigara, alkol
Tahammül etmek. 6. g ç l . f argo. Vermek; ödemek; lü içki gibi şeylerin satıldığı küçük dükkân,
bayılmak. [DS] bayiiye, [Ar. bayi'iyye (ba:yii;ye) {OsT} is. Es
bayınm ak 2, [bay-(ı)n-ı-mak / bay-ın-mak] {ağız} kiden, gümrük vergisi dışında pazar yerine gönde
dönşl. f. [-ır] 1. Gelişmek, güzelleşmek. 2. Serpilip rilen mallardan alman bir vergi,
büyümek; gürbüzleşmek. [DS] bayik, [Ar. bayi'] {ağız} is. -*■ bayi. [DS]
b a y ır1, [bay-ır (yans.)] is. Yanma, acım a anlatan yan
bayilik, -ği [bayi-lik] (ba.yilik) is. 1. Herhangi bir
sımalı gövde. S b a y ır b ay ır, {ağız} B iber gibi acı
malın sürekli satıcılığı. 2. Bir yerde bir firmanın
acı yanarak. [DS]
mallarını satma ve dağıtma işi. 3. Bayilik işinin
bayır2, [Ar. bâir ? > bayır] is. 1. Küçük yokuş; küçük
yapıldığı bina,
yamaç. 2. Yüksekliği fazla olmayan tepe ve yamaç.
3. {ağız} Kıraç tarla; kır. [DS] 4. {ağız} A sma yetiş b ayin, [Ar. beyn (ara) > bâyin jj.li] (ba.yin) / OsT} sf.
tirmeye uygun toprak. [DS] 5. {ağız} Otlak. [DS] S Ayıran; ayırıcı; aralayan,
bayıra sa rm a k , {ağız} 1. Bayıra çıkmaya başla b a y ir, [Ar. ber (kazmak) > bâyir / bâyire y.L, / oyl]
mak; bayıra çıkmak. 2. (İş için) zorluğa uğramak;
(ba.yir) {OsT} is. Sürülmemiş, sert toprak,
sarpa sarmak. [DS]|] b a y ır aşağı, Yamaçta tepeden
aşağı doğru; iniş. || b a y ır k u şu , zool. Sinek kapan- bayist, [Far. bâyist o —j.I>] (ba.yist) {OsT} is. Vacip.
gillerden ağaçlara yuva yapan, meyve ve sineklerle S b ay ist olm ak, {ağız} Sebep olmak; illet olmak.
beslenen, ötücü ve iri bir kuş; çalı bülbülü, (Sylvia [DS]
hortensis).|| b a y ır taşı, {ağız} K at kat olan ve kolay bayiste, [Far. bâyiste c~~>.l>] (ba.yiste) {OsT} is. G e
kırılan bir tür taş. [DS]|| b a y ır tu rp u , 1. bot. Turp rekli; zaruri; lüzumlu. S bâyiste-i hestî, {OsT} Ce-
gillerden kökleri sofralarda çeşni, çiçekleri ve y a p nab-ı Hak.
rakları halk hekimliğinde idrar artırıcı olarak kul
b a y k a r, [Ar. baykar JL>] is. Dokumacı; bez ve kumaş
lanılan bütün ılıman bölgelerde köklerini bıçakla
parçalara ayırarak toprağa göm m ek suretiyle y e dokuyan kimse; çulha,
tiştirilen otsu bitki; eşek turpu; yaban turpu; kara b a y k a ra , [Ar. baykara oyio] {OsT} is. 1. Helak olma;
turp, (Armoracia lapathifolia). 2. mecaz. Kaba ve mahvolma. 2. Böbürlene böbürlene, salına salına
saygısız erkek. || b a y ır y u k a rı, Yamaçta yukarı te yürüme. 3. Malı çok olma. 4. {ağız} sf. Soytarı;
peye doğru; yokuş. maskara. [DS]
bayırcık, [bayır-cık] is. Küçük tepe, baykı, [bay-kı] {ağız} is. Kırlarda dolaşan ve insana
bayırcın, [bayır-cm] {ağız} is. zool. Bir tür tarla kuşu; yarı alışık olan hayvan. [DS]
bayır kuşu. bay k ım ak , [bay-kı-mak] {ağız} g ç sz.f. f r ] Kaçmaya
bayırdam ak, [bay-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- hazırlanmak. [DS]
d(ı)-yor] Y anar gibi acımak. [DS] b ay k ır, [bal-kı-r / bay-kı-r] {ağız} is. Ay ışığı. [DS]
Bayırku, [bay-ır-ku] {eT} öz, is. B ir Oğuz boyu. [Ga b ay k u ş, [bay-kuş] is. 1. zool. Geceleri kemirgenleri
bain] avlayarak tarım a büyük ölçüde yararlı, kulak yerine
bayırlaşm a, [bayır-la-ş-ma] is. Bayırlaşm ak işi. tepesinde iki sorgucu bulunan bir gece yırtıcı kuşu;
bayırlaşm ak, [bayır-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] 1. (Yol kukumav, (Asio otus) 2. mecaz. Uğursuz; sersem;
ve yüzey şekli için) git gide dikleşmek, yokuş ol aptal. 3. argo. Polis. S baykuş bacağı, {ağız} H a fif
mak. 2. (Arazi için) aşınm a sonucu bayır hâle gel bulutlu hava; yağm ur yağm ası muhtemel hava.
mek. [DS]|| bay k u ş gibi, Uğursuzluk getirdiği sanılan
bayırtı, [bay-ır-tı] {ağız} is. Yanm a acısı. [DS] kişilere söylenen söz.
bayıtm ak, [bay-ı-t-mak J^.L>] {eAT} gçl. f. [-ur] B i baykuşgiller, [bay+kuş-gil-ler] is. zool. Çeşitli bü
rinin zengin olmasını sağlamak; zengin etmek, yüklükte kukumav, puhu gibi gece yırtıcı kuşlarını
içine alan familya,
bayıverm ek, [bay-mak + ver-mek] g ç sz.f. [-ir] Razı
bay lan , [? baylan] {ağız} sf. 1. Şımarık; çok yüz
olmak; kabul etmek.
bulmuş. 2. Nazlı; işveli. 3. Densiz; yaramaz1, şirret.
bayız, [Ar. bayız (ba:yı;z) {OsT} sf. Yumurt 4. Sebatsız. 5. Tembel; işsiz güçsüz. [DS]
layan; yumurtlayıcı. baylan lık , -ğı [baylan-lık] is. N az; işve; şımarıklık.
BAY ÖTÜMIÜKSÖM.
baylanmak, [bay-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. lerin çiçeğinde en üstte bayrak gibi dik duran taç
N azlanmak. 2. Şımarmak. 3. Keyiflenmek; zevk yaprak. 7. Bağ budarken omcalarm en üstünde bı
lenmek. [DS] rakılan dört ila on gözlü çubuk. 8. {ağız} Uçurtma.
baylık, -ğı [bay-lık j l l ] feT} {eAT} is. 1. Zenginlik, [DS] 9. {ağız} Tahıl biçilirken arada biçilmeyerek
kalan buğdaylar. [DS] 10. {ağız} folk. Köy düğünle
2. {ağız} Mutluluk; huzur; ferah. [DS] 3. /ağız} Er
rinde, düğün evini gösteren değişik renk ve biçim
keklik. [DS]
lerdeki kumaş parçası. [DS] fi1 bayrağı indirmek,
baym ak1, [bay-mak] g çl.f. f a r ] 1. Bayıltmak; /ağız}
Bayrağı çekili olduğu direk veya gönderden al-
(aynı). [DS] 2. M idede ezinti yapmak. 3. {ağız} (Yi
m ak.|| bayrağı yarıya indirmek, M illîya s ilan edi
yecek için) mideye bulantı vererek halsiz bırak
len günlerde bayrağı direğin yarısına kadar inmiş
mak. [DS] 4. (Özü için) acımak; çok acımak. 5.
olarak çekili bırakmak. || bayrak açmak, 1. Gönül
(O lum suz biçimde) kıyamamak; acısına dayana-
lü asker toplamaya çalışmak. 2. Önderlik etmek. 3.
mamak. 6. Iağızj Bir acıya tahammül göstermek;
Ayaklanmak, isyan etmek. 4. {ağızj Yüz bıdup şı
katlanmak; dayanmak; özü götürmek; bakabilmek.
marmak. [DS]5. Iş sahibi olmak.|| bayrak askeri,
[DS] 7. {ağız} Can sıkmak; bıktırmak; üzmek; ca
Eskiden halktan toplanmış gönüllü askerlere veri
nından bezdirmek. [DS] 8. {ağızj (Eşya için) eskiye
len ad. || bayrak asm ak (çekmek), 1. Bayrağı dire
rek biçimi bozulmak. [DS]
ğine veya göndere takarak yükseltmek. 2. Egem en
baymak2, [eT. bâğ-m ak (sarmak, bağlamak) > bay liğini ilan etmek.\\ bayrak çeken, {ağız} B ir toplu
mak] gçl. f. f a r ] 1. {eT} Kelepçelemek; bağlamak; luğun içine fe s a t karıştıran; kavgayı kızıştıran.
bent etmek; ipe vurmak. [EUTS] [ETY] 2. Aldat [DS]|| bayrak dikmek, 1. Ucunda bayrak asılı olan
mak; kaşla göz arasında yapıvermek. gönderi veya mızrağı yere saplamak. 2. {ağız} B ü
baymakJ, [bay > bay-m ak jılı] {eATj g çsz.f. f a r ] 1. tün ekinleri biçip bitirme sırasında tarla sahibin
Kanmak; inanmak; kanaat getirmek; tatmin olmak; den bahşiş almak için bir tutam ekin bırakmak.
{ağız} (aym). [DS] 2. {ağız} Gelişmek, gürbüzleş [DS]|| bayrak direği, B ayrak çekilmesi gereken bi
mek; neşv ü nema bulmak. [DS] 3. {ağız} (Hayvan na ve kum rularda bayrağın çekildiği uzun gönder. ||
tırnağı için) uzamak. [DS] 4. {ağız} Kurtulmak. [DS] bayrak donanması, Bayramlarda gemilerin büyük
baymal, [Far. pây-mâl (ayak altında) ?] {ağız} sf. bayraklarla süslenmesi. || bayrak ekmeği, {ağızj
(Kişi için) yürürken ayak uçlarını içeri doğru ba folk. D üğünün ilk günü yenen yemek. [DS]|| bayrak
san. [DS] gibi, 1. Uzaktan kendini belli edecek şekilde. 2.
baymaşık, -ğı [bay(ı)m-aş-ık] {ağızj sf. Gevşek; uyu Güneşte yanm aktan dolayı yüzünün ve derisinin
şuk; ağır. [DS] rengi kızarmış olan. 3. Parlak kırmızı.\\ bayrak
göstermek, 1. Gemilerin karşılaşmalarında milli
baynak, [ban-ak / bayn-ak / may-âk] {eT} is. Pislik;
yetleri belirtmek için bayrak çekmek. 2. İşaret bay
gübre. [DLT]
rakları göstererek Mors alfabesi ile haberleşmek.\\
baynamak, [ban-la-mak (ötmek) > baynamak ?]
bayrakları açmak, 1. Bağırıp çağırmak; yaygara
g çsz.f. f r ] (Horoz) ötmek,
etmek. 2. Şirretlik etmek; edepsizlikyapm ak.\\ bay
baynım ak, [bay-m-a-mak > baynı-mak] dönşl. f. f r ] rak merasimi, -*■ bayrak töreni.|| bayrak töreni,
1. Hayatta iken iyilik görmek. 2. Zengin olmak. 3. M illî Marş eşliğinde bayrağı göndere çekme ve
M uradına erişmek; mutluluğa ulaşmak; arzularına gönderden indirme sırasındaki saygı duruşu.|| bay
kavuşmak. 4. {ağız} Çelimsizlikten kurtulup geliş rak yarışı, spor. 1. Atletizmde dörder kişilik takım
mek, büyümek; kendini toplamak. [DS] lar arasında 100, 200, 400, 800 ve 1500 metrelerde
paypas, [Ing. bypass] is. Yan geçiş; yan bağlantı, yapılan bir takım yarışı. 2. Yüzmede dörder kişilik
bayra, [Yun. barea] {ağız} is. 1. Büyük çekiç; demir takımlar arasında (serbest, karışık) 100 ve 200
ci çekici; varyoz. 2. Araba tekerleğinin ortasına metrelerde yapılan takım yarışı.
geçirilen içi delik demir; kovan. [DS] bayrakaltı, [bayrak+alt-ı] is. Askerlik görevi; ordu
bayrak, -ğı [eT. bat-ır-mak > bat-rak (mızrak) > bad- hizmeti.
rak / Soğd. bad-rak ? > bayrak j«] is. 1. Bir mille bayrakçı, [bayrak-çı] is. 1. Bayrak imal eden ve sa
tin kendine sembol olarak seçtiği işaret ve renkler tan kişi. 2. Bayrak taşıyan kişi; bayraktar. 3. Bay
den meydana gelmiş, bir gönderin ucuna takılı, top rakla işaret veren kişi.
lumun birleşme sembolü olarak kullanılan, manevi bayrakdar, [bayrak+ Far. -dar (taşıyan) jl-üj«] {OsT}
değeri yüksek kumaş parçası; sancak. {eAT} (aym) is. -*■ bayraktar.
[DLT] 2. Bir askeri birliğin, bir kuruluşun renkleri
bayraklam a, [bayrak-la-ma] is. Arızalanan uçağın
ni, alametlerini taşıyan ve bayrak gibi kullanılan
pervanelerinin en az direnç oluşturacak biçimde
sembolü. 3. mecaz. Önder. 4. Benzerlerini temsil
yönlendirilmesi.
edebilecek nitelikte olan; sembol. 5. Eskiden bu
günkü tabur karşılığı olan askerî birlik. 6. Baklagil bayraklaşma, [bayrak-la-ş-ma] is. Bayraklaşmak işi.
OlKHrmKSEl)Ui;.5i3 BAY
b ay raklaşm ak, [bayrak-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] Bir D inî bayramlarda, bayram kutlaması için yapılan
akımın veya kuruluşun önderi durum una gelmek, kısa ziyaret.
b ay rak laştırm a, [bayrak-la-ş-tır-ma] is. Bayraklaş- b ay ram calık , -ğı [bayram-ca-lık] {ağız} is. 1. Bay
tırmak eylemi, ram elbisesi. 2. folk. Bayram öncesinde nişanlıların
bay rak laştırm ak , [bayrak-la-ş-tır-mak] gçl. fi 1. Bi birbirine gönderdiği elbiseler. 3. Mide ekşimesi. 4.
rinin bayraklaşmasını sağlamak. 2. Sembol hâline Bayramlarda çocuklara verilen hediye. [DS]
getirmek. b ay ram cı, [bayram-cı] {ağız} sf. Bayram ziyafetine
bayraklı, [bayrak-lı] sf. 1. Bayrağı olan. 2. Bayrak gelen. [DS]
taşıyan veya gönderine bayrak çekilmiş olan, b ay ra m i, [bayram + Ar. -T (Hacı Bayram Velî y a n
b ay ra k ta r, [bayrak+ Far. -dâr (taşıyan) jl-üjru] (OsT) daşı)] {eAT'} is. Bayramilerin giydiği cinsten kumaş,
is. 1. Görevi bayrak taşım ak olan kişi. 2. Bir hare b ay ram laşm a, [bayram-la-ş-ma] is. Birbirinin bay
ketin önderi veya lideri. 3. {ağız} Köy düğünlerini ramını tebrik etme,
yöneten kişi. [DS] b a y ra m la şm a k , [bayram-la-ş-mak] işteş, f. f ı r ]
b ay ra k ta rlık , -ğı [bayraktar-lık] is. Bayraktarın işi Birbirinin bayramını kutlamak; tebrikleşmek.
ve görevi. S b a y ra k ta rlık etm ek, B ir topluluğa b ay ram lık , -ğı [bayram-lık] sf. 1. Bayramda kullanı
önderlik etmek, y o l göstermek; liderlik etmek. || (bir lan. 2. Bayramlara özgü. 3. is. Bayramda verilen
şeyin) b a y ra k ta rlığ ın ı y ap m ak , B ir görüşün, akı hediye veya harçlık; bahşiş. 4. {ağız} Süs. [DS] fi1
mın veya örgütün lideri olmak. b ay ra m lık ad, Birisi tarafından hakaret yollu söz
söylendiğinde bu sözün kendine ait olduğunu bil
bayram , [Far. bâdrâm ? > eT. badram (sevinç günü)
dirmek için kullanılan ifade.\\ b a y ra m lık ağız, ar
> bayram .*>] is. 1. Özel eğlence ve tören düzenle go. Küfiir. || b ay ra m lık ağzını açm ak, argo. K ü f
nerek kutlanan dinî ve millî önemi olan gün. 2. me retmek; kaba konuşmak.
caz. Sevinç ve neşe. 3. Bir olayı anmak amacıyla b a y ra m ü stü , [bayram+üst-ü] is. Bayrama yakın gün
yapılan gösteri ve eğlencelerden oluşan resmî tö- ler.
ren.fi1 b ay ram ağası, Yakınlarını çok seyrek ziya b ay ram ü z e ri, [bayram+üzeri] is. Bayramı da içine
ret eden kişi.\\ b a y ra m alayı, tar. im paratorluk alan günler.
döneminde padişahların Ramazan ve Kurban bay b a y raşm ak , [bayram-la-ş-mak > bayra-ş-mak (Mev-
ramı namazlarına gidiş ve gelişleri sırasında dü lâna 'nın geriye benzeşim yoluyla türettiği bir keli
zenlenen tören.\\ b a y ra m arifesi, Bayramdan ön me)] {eAT} işteş, f. [eAT. -ur] Bayram yapmak; eğ
ceki gün. |i b ay ram aşı, {ağız} D inî bayramların bi lenmek.
rinci günü zengin kişilerin verdiği ziyafet. [DS]|| b ay rı, [bay-rı] sf. 1. Çok eskiden var olmuş. 2. Çok
b ay ram ayı, Ramazandan sonra gelen şevval ayı, || eskiden beri var olan; kadim,
b ay ram bahşişi, folk. D in î bayramlarda el öpmeye b ay rılık , -ğı [bay-n-lık] is. Eskiden beri var olma;
gelen küçüklere verilen hediye veya harçlık p a ra kıdem.
sı. || b ay ram beyi, {ağız} (Kişi için) çok yem ek yedi baysal, [bay-sal] s f Huzur ve refah içinde olan,
ği için sindirim sistem i bozulan. [DS] 11 b a y ra m be baysallık,-ğı [bay-sal-lık] is. Huzur ve refah içinde
yi olm ak, {ağız} Çok yem ekten dolayı m idesi bo bulunma durumu,
zulmak; ishal olmak. [DS]|| b a y ra m sey ran , {ağız} b ay su n g u r, [bay+sungur] is. Şahin cinsinden yırtıcı
I. Önemli gün. 2. A rada sırada. [DS]|| b a y ram d a bir kuş.
seyranda, Seyrek olarak; arada bir. || b a y ra m d a n b ay t, [İng. byte] is. bsy. Bilgisayarlarda bir birim
b ay ram a, Çok seyrek olarak; nadiren.|| b a y ra m olarak işlenebilen bir rakam, h arf veya özel bir işa
etm ek, Çok sevinmek. || b a y ra m havası, Neşeli ve ret biçiminde gösterilebilen b it’ler kümesi,
sevinçli ortam. || b a y ra m koçu, folk. Oğlan tarafı b ay tal, [baytal] {eAT} is. Üç yaşını geçmemiş kısrak.
nın nişanlısının ailesine hediye olarak gönderdiği
b a y ta r1, [Yun. hippos (at) + iatros (hekim) > hip-
kurbanlık koç.\\ b a y ra m koçu gibi, Gösterişli fa k a t
piatros > Ar. beytâr jUa-J {OsT} is. Hayvan hasta
zevksiz bir şekilde süslenmiş. || b a y ra m n am azı,
folk. D inî bayramlardan Ramazan ve Kurban bay lıkları hekimi; veteriner.
ramlarında güneş ufkun üstünde yükseldikten sonra b a y ta r2, [bay-(ı)t-ar ?] {ağız} is. Yokuş; bayır. [DS]
cemaatle kılınan iki rekatlık özel namaz. || b a y ra m b a y ta ra , [Ar. baytara o_^] {OsT} is. Hayvan hekim li
şekeri, folk. D inî bayramlarda özellikle Ramazan ği; baytarlık; veterinerlik,
bayramında misafirlere ikram edilen, misafirliğe
b a y ta ra n , [Ar. ‘abaysarân] {ağız} is. bot. K ekik gibi
giderken de hediye olarak götürülen şeker. || b ay
ram ü stü, Bayram a yakın, bir kaç gün kala. || b a y güzel kokulu bir ot; biberiye, (Rosmarinus offici
ram yeri, Bayram larda çocukların eğlenmesi için nalis). [DS]
kurulan eğlence yerleri. || b a y ra m ziy areti, folk. b a y ta rın a , [baytar-ı-na] {ağız} zf. Yokuş yukarı. [DS]
BAY I M H B C E S M .S 14
baytari, [Ar. baytar! / baytarîye {OsT} baş aşağı. 2. Baştan çıkmış; ahlakı bozulmuş. 3. U-
sf. Baytarlıkla ilgili, ğursuz.|| bâz-güşâ, {OsT} İnsandaki iyiyi kötüden
ayırt etme yetisi.|| bâz-hâh, {OsT} Aynısı ile geri
baytarlık, -ğı [baytar-lık] is. Baytarın işi ve mesleği,
isteyen.\\ bâz-hast, {OsT} 1. Dirilme; ayaklanma. 2.
bayuk, -ğu [bay-uk] {ağız} sf. Yıkılacak derecede yan
mecaz. Kıyamet.\\ bâz-hîz, {OsT} Yeniden kalkma;
yatmış; eğri; eğik. [DS]
kıyamet. | bâz-küşâ, {OsT} İnsandaki iyiyi kötüden
bayumak, [bay-u-mak] {eT} gçsz. f. f r ] Zenginleş ayırt etme yetisi.|| bâz-m ande, {OsT} 1. Geri kal
mek. [DLT] mış. 2. Artık. 3. Kurtulmuş. 4. Kabiliyetsiz.\\ bâz-
bayutmak, [bay-u-t-mak] {eT} gçl. f. f u r ] Zengin mandegî, {OsT} Geri kalma durumu; gerilik.\\ bâz-
leştirmek. [DLT] pest, {OsT} 1. Geri. 2. Yeniden.
bayzar, [Ar. bayzar jU ^ ] {OsT} is. 1. Dilcik; klitoris. baz8, [Yun. mazi] {ağız} is. Ekm ek ya da yufka ha
2. Sövüp sayma. muru. [DS]
-baz, [Far. bâhten (oynamak) > bâz -] (ba:z) {OsT} b az10, [Ar. bâz jU] (ba:z) zf. 1. Gerisin geriye; geri. 2.
son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere ".. ile Yeni baştan; yeniden; geriye; geri; tekrar,
oynayan " anlam ında birleşik sıfatlar türeten son ek. baza, [Am. bardhe] {ağız} is. Yarısı beyaz, yarısı ka
ba’z, [Ar. b a 'z is. 1. Bölük; kısım. 2. Bir şeyin ra keçi. [DS]
küçük bir parçası. 3. sf. Bir miktar; biraz; bir kısım. bazal, -li [Fr. basal] sf. 1. Temele ait; tem ele has;
esasi. 2. (Tuz için) bazı çok olan. 3. (Madde için)
baz1, [baz (yans.)] is. Cızırtı ile yanma ya da pişmeyi
baz özelliği taşıyan,
anlatan kök. [Zülfıkar] baz-da-maç, baz- dır-ma,
baz-la-ma, baz-la-maç, baz-la-n-baç. bazalak, -ğı [Far. baz (doğan) => baz-ala-k] {ağız} is.
baz2, [baz (yans.)] is. Kızgın nesne üzerine dökülen 1. Küçük doğan. 2. Dişi atmaca. [DS]
yağ ve suyun, ya da yaş odunun yanarken çıkardığı bazalt, [Fr. basalte] is. Koyu renkli, feldspatlı sert bir
sesi anlatan kök. [Zülfıkar] baz-la-mak, baz-ır-da- volkan kayası,
mak. bazaltik, [Fr. basaltique] sf. 1. Bazalttan meydana
baz3, [baz (yans.)] is. 1. Vızıltı sesini anlatan kök. gelmiş. 2. Bazaltla ilgili,
[Zülfıkar] baz baz. 2. is. Sarı renkli, iri bir yaban bazan, [Ar. ba‘z (bir kısım) > ba'zen (ba ’zan)
arısı.
{OsT} zf. -*■ bazen,
baz4, [ba-mak (bağlamak) > ba-z] {eT} sf. 1. Bağımlı;
bazar, [Far. bâzâr jljL>] (ba:za:r) {eAT} {OsT} is. 1.
tabi. [ETY] 2. Muti. [ETY] 3. Garip; yabancı; yat.
[DLT] [ETY] S 1 baz kılmak, {eT} Bağımlı kılmak; Pazar; çarşı, {ağız} (aym) [DS] 2. Alış veriş yeri. 3.
egemenliği altına almak. [Gabain] Pazar yeri. 4. {ağız} Flaftanm ilk günü; pazar. [DS]
baz5, [Fr. base] is. 1. Temel; esas. 2. kim. Asitlerle 5. {ağız} Alışveriş; ticaret; alım satım işlemi. [DS]
birleştiğinde tuz oluşturarak yansızlaştıran bileşik 6. {ağız} Pazarlık. [DS] 7. {OsT} Şehirdeki iş ve tica
ler. 3. mecaz. Taban; dayanak. ret merkezi, fi1 bazara komak, {OsT} Satılığa çı
baz6, [Far. bâz j l ] (ba:z) {OsT} is. 1. Doğan kuşu; karmak; satışa sunmak. | bazar avradı, {ağız} H a
fifm eşrep kadın; aşüfte. [DS]|| bazar başı, {eAT}
şahbaz. 2. s f {ağız} İri; büyük; gösterişli. [DS] S
Çarşı ağası; belediye zabıta amiri. || bazar(a) du-
bâz-bân, {OsT} 1. Doğan saklayan. 2. Kuşçu.|| baz
tulm ak, {eAT} (Satılmak üzere) p a za r yerine çıka
başı, {ağız} Yarı pişm iş kavurma. [DS]|| bâz-hâne,
rılm ak.,| bazar ekmeği, {ağız} i. Çarşıda satılan
{OsT} 1. K afes kuşlarının üretildiği yer. 2. Doğan
ekmek. 2. ince ve pişkin pide. [DS]]| bazar etmek,
kafesi.|| bâz-ı bâlâ-pervâz, {OsT} 1. Yükseklerde u-
{OsT} Alışveriş yapmak.\\ bazar eylemek, {eAT}
çan doğan. 2. mecaz. Gücünün üstünde işlere'karı
Pazarlıkyapm ak.\\ bazar helvası, {ağız} Tahin hel
şan; yüksekten atan; palavracı.|| bâz-nâme, {OsT}
K uşçuluk üzerine yazılm ış kitap. vası. [DS]|j bâzâr-ı âlem, {OsT} Bütün çarşı pazar. ||
bâzâr-ı aşk, {OsT} A şk pazarı.j| b a za n döndür
baz7, [Far. bâz j l ] (ba:z) is. 1. Fark etme; ayırma. 2.
mek, {eAT} Pazarlığı bozmak.|| bâzâr-ı esb, {OsT}
Y an taraf. 3. Sel uğrağı. 4. Şarap. 5. Flaraç. A t pazarı.|| bazar itmek, {eAT} Pazarlık yapmak.\\
baz7, [Far. bâz jb] (ba:z) {OsT} sf. 1. Açık; açıkça. 2. bazar kılmak, {eAT} Pazarlık yapm ak.|| bazar
Dönük. 3. (Belirtilen) kulaç kadar. 4. (Belirtilen) uşağı, {ağız} (Çocuk veya genç için) alışverişe ya t
karış kadar. 5. İniş; yukarıdan aşağı doğru. S bâz- kın, gözü açık. [DS]|| bazar yiri, {ağız} Pazar kuru
geşt, {OsT} 1. Geri dönüş; vaz geçme. 2. Tövbe; lan yer. [DS]
pişmanlık. 3. İki kişi arasında geçmişte olan kavga, bazargâh, [Far. bâzâr-ğâh olS jjlı] (ba;za:rgâ;h)
tartışma vb. 4. tasvf. M ünacat ve mukabele ile oku
{OsT} is. Pazar yeri; çarşı,
nan dua, kıraat.|| bâz-geşte, {OsT} Dönmüş; vaz
geçmiş; pişm an.|| bâz-gûn, {OsT} 1. Ters dönmüş; bazari, [Far. bâzâr + Ar. -î (ba:za;ri:) {OsT} sf.
e ® iiir a M ! U 5 i5 BAZ
1. Pazarla ilgili. 2. Çarşıda alınıp satılabilen. 3. is. ba’zı, [Ar. ba‘z (bir kısım) + -ı (izafet kesresi) > b a'zı
İş, sanat ve ticaret adamı; tüccar,
ji«)] (ba:zı) {OsT} sf. -*• bazı1.
bazaristan, [Far. bâzâr-istân (ba:za:rista:n)
bazı1, [Ar. ba‘z (bir kısım) + -ı (izafet kesresi) > b a'zı
{OsT} is. Şehrin alışveriş merkezi; çarşı; pazar,
bazarlanmak, [bazar-la-n-mak] {eAT} dönşl. [-ur] ^ijy] (ba:zı) {OsT} sf. 1. Bir kısım; birtakım. 2.
Alış veriş etmek, Kimi. 3. zf. Arada sırada; bazen; bazı, fi1 bazı bazı,
bazarlık, -ğı [bazar-lık] is. Pazarlık. S bazarlığı pi Arada sırada, zaman zaman. || bazıları, B ir kısmı;
şirmek, {ağız} (Yasa dışı ilişkilerde) anlaşmaya bazı parçaları; birtakım; kimisi.\\ bazısı, -*• bazıla
varmak; kadın ve erkek aralarında anlaşmak. [DS] rı.
bazarlıklı, [bazar-lık-lı] {ağız} sf. 1. (Ticaret eşyası bazı2, [Yun. pasa / pası] {ağız} is. -*■ pazı. [DS]
için) pazarlık yapılarak alınıp satılan. 2. (Kişi için) bazı3, [baz (yans.) > baz-ı] {ağız} is. Bazlama. [DS]
alışverişlerinde hep pazarlık yapan. [DS] 3. ("İç bazı’a, [Ar. bâzı'a] (ba;zıa) {OsT} is. tıp. Derisi k e
ten ” kelimesi ile birlikte) sinsi; art niyet güden,
silmek üzere olan yara,
bazbend, [Far. bâzu-bend] {OsT} is. pazıbent,
bazıh, [Ar. bâzıh j-İL.] (ba:zıh) {OsT} sf. Yüce; yük
bazban, [Far. bâz-bân jUjU] (ba:zba:n) {OsT} is.
sek.
Kuşçu; doğancı,
bazdamaç, -cı [baz (yans) > baz-da-maç / baz-la- bazik, -kı [Ar. bâzılç jiL ] (ba;zık) {OsT} sf. Akıllı;
maç] {ağız} is. Bazlama. [DS] zeki.
bazdar, [Far. bâz-dâr jb j lJ (ba:zda:r) {OsT} is. tar. bazıma, [baz (yans.) > baz-ı-ma] {ağız} is. Bazlama.
[DS]
İmparatorluk döneminde avcı kuşları yetiştirip ter
biye eden saray görevlisi, bazınıng, [Ar. b a ‘zı + T. -n-ın d L * ^] (ba.zınıh)
bazdırma, [baz (yans.) > baz-dır-ma] {ağız} is. Baz {eAT} zm. Bazısının,
lama. [DS] bazırdam ak, [baz (yans.) > baz-ır-da-mak] {ağız}
bazek, -ği [Far. bâzek Jjlı] {OsT} is. Küçük doğan gçsz. fi f r ] fd (ı)-y o r] (Yanmakta olan yaş odun
veya üzerine su dökülen ateş, sıcak kül için) ses
kuşu.
çıkarmak; cazırdamak. [DS]
bazen1, [Ar. ba‘z (bir kısım) > ba'z-en lys] (ba:zen)
bazırdatmak, [baz (yans.) > baz-ır-da-t-mak] {ağız}
{OsT} zf. 1. Ara sıra; zaman zaman; dembedem; gçl. fi f ı r ] Yaş odunu yakarak, ateş veya sıcak kül
gâh; bazı bazı; vakit vakit. 2. A rada bir; bazı za üzerine su dökerek ses çıkartmak; cazırdatmak.
man; kimi vakit; nadiren. [DS]
bazen2, [Fr. basin] is. -*■ pazen, bazırdı, [baz (yans.) > baz-ır-tı] {ağızj is. Yaş odunun
bazende, [Far. bâzende o-Ujl;] (ba:zende) {OsT} sf. yanarken veya üzerine su dökülen közün, sıcak kü
Oynayan; oyuncu, fi1 bâzende-zebân, {OsT} Geve lün, kızgın demirin çıkardığı ses; cazırtı. [DS]
ze; boşboğaz. bazırma, [baz (yans.) > baz-ır-ma] {ağız} is. Bazlama.
[DS]
bazergân, [Far bâzerğân ol?jjL.] (ba:zergâ:n) {OsT}
b azi1, [Ar. bâzı ^iL.] (ba:zi;) {OsT} sf. 1. Beğenme
is. Tüccar.
yen; istihfaf eden. 2. Ağzı bozuk; küfürbaz.
bazergâni, [Far. bâzergâm ^ If jjL ] (ba:zergâ:ni:)
bazi2, [Far. bâzı ^jL.] (ba.zi;) {OsT} is. 1. Oyun; eğ
{OsT} is. Tüccarlık,
lence. 2. Kandırmaca, hile, fi3 bâzî-gâh, {OsT}
bazgan, [bas-mak > bas-ğân / baz-ğân] {eT} sf. 1.
Oyun yeri; eğlence yeri. || bâzî-gede, {OsT} Oyun,
Basan; ezen. [EUTS] 2. zf. Tazyik ederek. [Gabain]
eğlence yeri. || bâzî-ger, {OsT} Oyun oynayan; rak
3. is. Çekiç. 4. M ersin ağacı yemişi. [DLT] 5. M ey
kas; köçek.\\ bâzî-gerî, {OsT} Oyunculuk; köçeklik;
ve. [DLT]
çengilik.\\ bâzî-güş, {OsT} Şakacı, şen kimse.\\ bâzî-
bazgeşt, [Far. bâz-geşt (ba:zgeşt) {OsT} is. 1. hâne, {OsT} Oyun, eğlence yeri.
Geri dönme; pişmanlık. 2. Gerileme; çöküş. baziçe, [Far. bâzi-çe 4şujl.] (ba;ziçe) {OsT} is. 1. O-
bazgûn, [Far. bâzgün / bâzgüne yun. 2. Oyuncak. 3. Tiyatro oyunu,
(ba:zgû:ne) {OsT} sf. 1. Ters; baş aşağı. 2. Uğursuz; bazidiyospor, [Fr. basidiospore] is. bot. Bazitli m an
şom. tarların sporları,
bazgüşa, [Far. bâz-güşâ LifjL] (ba:zgüşa:) {OsT} is. baziger, [Far. bâzi-ger] (ba;ziger) {OsT} is. 1. O yun
Ayırdetme yeteneği, cu; aktör. 2. Çengi; dansöz,
bazhane, [Far. bâz-hâne ^U-jU] (ba:zha:ne) {OsT} is. bazik, -ği [Fr. basique] sf. kim. 1. Baz özelliği göste
ren. 2. Birleşimindeki baz özelliği tuza göre daha
Avcı kuşların yetiştirildiği yer. çok olan, ö bazik oksitler, kim. Oksijen bakımın
BAZ ö iü m iü m m .
dan zayıf, su ile birlenince baz, asitle birleşince tuz bazlatmak, [baz (yans.) > baz-la-t-mak] {ağız} gçl. f.
oluşturan oksitler. [-ır] Yaş odunu yakarak, sıcak nesneler üzerine su
bazil, [Ar. bezT (bol verme) > bâzil Jil>] (ba:zil) dökerek ses çıkartmak; cazlatmak. [DS]
{OsT} s f 1. Bol bol para dağıtan; para harcayan. 2. bazmande, [Far. bâz-m ânde (ba;zma:nde)
Çok cömert, ö bâzilü’n-ni’âm, {OsT} Nimetler {OsT} sf. 1. Geri kalmış; durmuş. 2. Kafasız; yete
dağıtan; ihsanlarda bulunan. neksiz; kabiliyetsiz,
bazilika, [Yun. basilike (kral revakı) > Lat. basilica bazname, [Far. bâz-nâm e ioUjL] (ba:zna:me) {OsT}
> Fr. basilique] is. 1. Kral sarayı. 2. Uç kısmında
is. Kuşçuluk ve kuş avcılığı üzerine yazılmış eser,
yarım daire şeklinde absid çıkıntısı bulunan dik
dörtgen biçimindeki Roma mahkemesi. 3. Ortadaki bazpes, [Far. bâz-pes (ba:zpes) {OsT} zf. 1.
bölümü yüksek, iki yanları alçak üç bölmeli kilise. Geri. 2. Yeniden; tekrar,
4. Ölçüleri çok büyük olan Katolik kilisesi, bazr, [Ar. bazr / bayzar J ^ \ {OsT} is. anat. Bızır; kli
bazir, [Ar. bâzir j i l ] (ba:zir) {OsT} sf. 1. Eken; ekici. toris.
2. Dedikodu yapan; dedikoducu. 3. Geveze, bazrakı, [Ar. bazzâka] {ağız} is. Salyangoz. [DS]
bazit, [Yun. basis (temel) > Fr. baside] is. bot. 1. bazu, [Far. bâzü jjL ] (ba:zu:) {OsT} is. 1. Kolun dir
Bazitli mantarların dört spor taşıyan gözle görüle
sekle omuz arasındaki kaslı kısmı; pazı. 2. {eAT}
meyecek kadar küçük uzantıdan ibaret üreme orga
Kuvvet; kudret. S bâzü-dirâz, {OsT} I. Uzun kol
nı. S bazitli mantarlar, bot. Sporları bazitler
lu. 2. Sözü geçer; nüfuzlu. 3. Zalim. 4. Müdahaleci.
içinde bulunan beş yüz kadar cinsi, bin beş yü z ka
dar da türü bulunan mantar grubu. bazubend, [Far. bâzü-bend (ba:zu:bend)
bazkeşt, [Far. bâzgeşten (dönmek) > bâzkeşt o-iS'jl.] {OsT} is. -*■ pazubent.
(ba:zkeşt) {OsT} is. 1. Dönüş. 2. tasvf. Nakşibendî bazudiraz, [Far. bâzü-dirâz jLpjjl;] (ba:zu:dira:z) sf.
tarikatında zikir sırasında müritler tarafından gönül 1. Uzun kollu. 2. Sözü geçer; nüfuz sahibi. 3. Karı
dili ile Lailaheillallah dedikten sonra tekrarlanan şan; müdahaleci. 4. Zalim,
on bir sözden biri olan "Ya Rabbi benim amacım bazuk, -ğu [Far. bazu > bazuk] {ağız} is. Hayvanların
serisin ve senin rızandır" kelimesi, kol ve bacaklarındaki kaslar. [DS]
bazlam a, [Yun. mazı (hamur) [Tietze] => pazı / baz bazuka, [İng. bazooka (Amerikalı komedyen Bob
(yans.) > baz-la-m a aİjLj] is. 1. Saçta pişirilmiş m a Burns'un tasarladığı soba borusu şeklindeki müzik
aleti)] (bazo'ka) is. as. 1. İki ucu soba borusu gibi
yalı kaim ekmek; sac pidesi. {eAT} {ağız} (aynı) [DS]
açık, saç boru içinde kendi itmeli roket atan silah;
2. Tatlısı bol kaim gözleme tatlısı.
roketatar. 2. spor. Futbolda, çok şiddetli atış ve o-
bazlam aç, [baz (yans.) > baz-la-mac / nun patlama sesi,
g f j y {eAT} is. Bazlama. bazuvan, [Far. bâzu-vân öljjjL ] {OsT} is. 1. Kolun
bazlam acı, [bazlama-cı] {ağız} is. Bazlama yapıp sa üst kısmı ve o bölgedeki kaslar 2. Kol gücü,
tan. [DS] bazzıldı, [baz (yans.) > baz(z)-ıl-tı] {ağız} is. Yanan
bazlam ak1, [Yun. mazi (hamur) [Tietze] => pazı > yaş odunun veya üzerine su dökülen kızgın nesne
pazı-la-m ak / baz (yans.) > baz-la-mak] {ağız} gçl. f. nin çıkardığı ses; cazırtı. [DS]
f-r] [-l(ı)-yor] 1. Topak halindeki hamuru kabaca be- [Far. be- 4J {OsT} ön ek. 1. Farsça yönelme duru
açmak. 2. Acele olarak ekmek pişirmek. 3. Hamuru mu eki. 2. ..-e kadar. S be-ân-şart ki, {OsT} Şu
saca yapıştırmak. 4. Bir şeyi yere yapıştırmak; ya
şartla ki.|| be-câ, {OsT} Yerinde.\\ be-ceyb, {OsT}
tırmak. [DS] Yakaya doğru.|| be-der, {OsT} Dışarıya.\\ be-dûş,
bazlam ak2, [baz (yans.) > baz-la-mak] {ağız} gçsz. f . {OsT} Omza; omuzda.|| be-gâyet, {OsT} Çok aşırı;
[-r] [-l(ı)-yor] (Üzerine su dökülen sıcak nesne son derece.\\ be-hakkı, {OsT} ..-in hakkı için.|| be-
veya yanan yaş odun için) ses çıkarmak; cızırda hakkı H udâ, {OsTj Allah hakkı için.|| be-hod,
mak. [DS] {OsT} Kendi başına; yalnız.|| be-httkm-i kader,
bazlam bac, [baz (yans.) > baz-la-maç > bazlambac {OsT} K aderiw hükmüyle.\\ be-hükm -i kadı, {OsT}
^.jU] {eAT} is. Bazlama. Kadı kararı ile.|| be-hükm -i li’llâh, {OsT} A lla h ’ın
hükmünce.\\ be-kavl, {OsT} D ediğine göre; sözüne
bazlanbaç, -cı [baz (yans.) > baz-la-maç > bazlanbaç]
göre.|| be-kavl-i şârî, {OsT} huk. 1. Yasa koyucuya
{ağız} is. Bazlama. [DS]
göre. 2. Kamuoyuna göre.\\ be-kef, {OsT} E l içinde;
bazlanm ak, [baz-la-n-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Ba avuçta.|| be-küsiste, {OsT} 1. Kopmuş; kopuk. 2.
ğımlı olmak; tabi olmak, Çözülmüş; çözük. 3. Gevşek. 4. Düşük.\\ be-leb,
bazlaşma, [baz-la-ş-ma] is. kim. Bir maddenin baz {OsT} D udakta.|| be-nâm, {OsT} 1. Ünlü; meşhur;
durum una gelmesi. namlı. 2. {ağız} Güzel; iyi; nadide. [DS]|| be-ser,
M f f iH f lig S K W H .5 1 7 BEB
{OsT} Baş üstüne. || be-ser ü çeşm , {OsT} Baş(ım) görülen çocuklara alay etm ek için söylenir. 3.
göz(üm) üstüne; baş üstüne.|| be-tahsîs, {OsT} O- {ağız} Lale tomurcuğu. [DS] 4. {ağız} Gelincik çiçe
zellikle; hususiyle; hele. ği. [DS]
Be [Fr. beryllium] (beri'lyum) kim. Özgül ağırlığı bebek, -ği [beb / bebe (yans.) > bebe-k] is. 1. Meme
1,85, atom ağırlığı 9,013, ergime sıcaklığı 1215 °C emen küçük çocuk. 2. İnsan şeklinde yapılmış kü
olan berilyum adlı hafif bir metalin sembolü. çük oyuncak. 3. ünl. Sevgi ifadesi olarak kullanılan
be1, [ba / be / bı / bo / bö / bü (yans.)] is. 1. (İnsan bir söz. 4. Gözde irisin ortasındaki siyah kısım. 5.
için) bağırma, seslenme, gevezelik etme, yüksek {ağız} Bostan korkuluğu. [DS] 6. {ağızj Yetişkin
sesle konuşma ve seslenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] erkek. [DS] 7. {ağız} Kırşehir'de tek kadın tarafın
be-ğir-mek 2. (Hayvan için) bağırma, seslenme, dan oynanan oyun. [DS] 8. Güzel giyinmiş, süs
böğürme anlatan kök. [Zülfıkar] be-le-mek, be-ğer- lenmiş kız. 9. mecaz. Çok sevilen ve üzerine titre
mek. 3. ünl. {eTj Koyun meleme sesi. [DLT] mlen şey. 10. {ağız} Gelişmiş, büyük kene. [DS] fi1
be2, [b / be] is. Türk alfabesinin ikinci harfi ö'nin adı. bebek beklemek, (Kadın için) doğurmak üzere
be3, [be] is. 1. "Ey, hey, yahu" anlamlarında diğer ke bulunmak; hamile olmak.|| bebek gibi, 1. D avra
lime ve cümlelerin anlamını ve duyguyu belirtmek nışları bebeği andıran. 2. (Kadınlar için) çok gü
için teklifsiz konuşm alarda kullanılır. 2. Kaba bir zel. || bebek oynamak, Oyuncak bebekle oynamak.
hitap için kullanılır.
bebekçe, [bebek-çe] (bebe'kçe) zf. 1. Bebeğe yakışır
be4, [be (yans.)] (be) {ağız} is. (Çocuk dilinde) büyük biçimde. 2. Bebek gibi.
aptes. [DS]
bebekleşme, [bebek-le-ş-me] is. Bebekleşmek duru
be5, [be] (be:) {eT} is. Kısrak.
mu.
be6, [Far. be {OsT} bağ. 1. Aynı iki kelime arasına
bebekleşmek, [bebek-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
girerek ikileme yapar, yan-be-yan (yan yana), diz- Bebek durumuna gelmek; bir bebekten beklenecek
be-diz (diz dize) 2. Aralarının uzak olm a durumunu türden davranışta bulunmak. 2. Şımarık davran
belirtir, ay-be-ay (aydan aya), köy-be-köy (köyden mak.
köye) 3. Aynı olan iki sıfat arasına girerek anlamı
bebeklik, -ği [bebek-lik] is. 1. Bebek olm a durumu.
pekiştirir, evvel-be-evvel, öz-be-öz
2. Yeni doğan çocuğun sürekli olarak yetişkinlerin
beanşart, [Far. be-ân-şart -ty i j t ] {OsT} e. Şu şartla bakım ına muhtaç olduğu dönem. 3. Bebekçe dav
ki. ranış. ö bebeklik etmek, 1. Yaşına göre daha kü
beat, [Amer, beat (vurma, çırpma)] (bi:t) is. 1. Caz çüklere yakışır davranışlarda bulunmak. 2. Şım a
müziğinde ölçünün kuvvetli zamanı. 2. Bir caz ese rıklık etmek.
rindeki ritim şiddeti, bebelenmek, [bebe-le-n-mek] {ağız} gçsz. fi [-ir] 1.
beatnik, [Amer. İng. beat generation > beatnik] Çocukça davranışlarda bulunmak; çocukluk etmek.
(bi:tnik) is. 1. Beat kuşağı hareketinden yana olan. 2. Tanelenmek; taneleri meydana çıkmak. [DS]
2. Genel davranışları ve hırpani kılığı ile sosyal
yapıdan kopm a eğilimi gösteren, toplum un dışında beberuhi, [bebe(k)+ Ar. rühî y - s ı (bebeni: ’hi:)
bir hayat süren genç, {OsT} is. mecaz. 1. Sevimsiz, budala ve kısa boylu
beb, [beb (yans.)] is. Kekelemeyi anlatan yansımalı erkek. 2. öz. is. Karagöz oyununda çok konuşkan,
kök. beb-il-de-k. yılışık, başkalarına eziyet etmekten zevk alan, kü
bebal, [Ar. vebal] {ağız} is. Günah. [DS] lah, salta ve çizme giyen cüce tipi; Altıkulaç, Piş-
bop.
beban, [Ar. bebân oL J (beba:n) {OsT} is. -*■ bebban.
bebga, -a’i [Ar. bebğâ *1^] (bebğa:) {OsT} is. Pa
bebban, [Ar. bebân / bebbân OL,] (bebba.n) {OsT} is.
pağan; dudu.
Yol; yordam; üslup; tarz. S bebbân-ı şübbân,
{OsT} Gençlerin tarzı, yürüyüşü, yolu. bebgaiye, [Ar. bebğa’ıye {OsT} is. psikol. Pa
bebe1, [bebe(k) / Fr. bebe] is. 1. Bebek; süt çocuğu. pağan gibi anlamsız biçimde konuşma.
2. Yeni yetişen çocuk; genç. S bebe becik, Çoluk bebil, [beb (yans.) > beb-il] {ağız} sf. 1. Nazlı. 2.
çocuk. || bebe belik, {ağız} Büyüklü küçüklü çocuk Tombul. [DS] S bebil bebil, {ağız} Etine dolgun;
topluluğu; çoluk çocuk. [DS]|| bebe çiçeği, {ağız} tom bul tombul. [DS]
Papatya. [DS]|| Bebe Ruhî, -*■ beberuhi.|| bebe top bebildek, -ği [beb (yans.) > beb-il-de-k] {ağız} sf.
rağı, {ağız} Höllük. [DS] Söylediği tam anlaşılamayan; geveleyerek konu
bebe2, [Çocuk, d. be-be] {ağız} is. 1. Taneli yiyecek şan. [DS]
maddeleri. 2. Tohum. 3. Keçi pisliği. [DS] bebillemek, [beb-il-le-mek] {ağız} gçl. fi f r ] fl( i) -
bebecik, -ği [bebe(k)-cik] is. 1. Yeni doğmuş; küçük yor] Bir şeyin üzerine fazlaca düşmek; aşırı değer
bebek. 2. Büyüdüğü hâlde bebek gibi hareketleri vermek. [DS]
BEB n n iC E H .
bebillenmek, [beb-il-le-n-mek] {ağız} g ç sz.f. f i r ] 1. becel, [Ar. becel J^r] {OsT} is. 1. Yalan; iftira. 2. Şaş
Büyümek; gelişmek. 2. Birinin sırtından geçinmek; ma.
ondan yararlanmak. [DS]
becellemek, [becer-le-mek] {ağız} gçl. f. f r ] fl ( i ) -
bebir, [Far. bebr / bebir _«] {OsT} is. zool. 1. Kaplan, yor] Bir işi başarmak; üstesinden gelmek; becer
(Felis tigris). 2. Pars; leopar, (Felis pardus). mek. [DS]
bebirlenm ek1, [beb (yans.) > beb-ir-len-mek] {ağız} becelleşme, [becel-le-ş-me] is. Becelleşmek işi.
gçsz. f. [-ir] 1. Mırıldanmak. 2. Doyar gibi olmak. becelleşmek, [Ar. cedel (çatışma) > becel-le-ş-mek]
3. Y ere gelişigüzel oturmak; çömelmek. [DS] g çsz.f. f i r ] 1. Uğraşmak; çekişmek. 2. Tartışmak,
bebirlenmek2, [Far. bebr > bebir-len-mek] {ağız} becen, [? becen] {ağız} is. Tavşan yavrusu. [DS]
g ç sz.f. f ı r ] 1. Böbürlenmek; gururlanmak. 2. B iri
becene, [Sırp, bezanija (kaçış yeri) => becene ■cşr] is.
nin sırtından geçinmek. 3. Geçimini sağlamak; ge
çinip gitmek. [DS] 1. Ördek avı için yapılmış kulübe; güme, {ağız} (ay
nı) [DS] 2. {eAT} Avcı kulübesi. 3. {eAT} Kulübe. 4.
bebr, [Far. bebr (leopar) jsı] {OsT} is. zool. -*■ bebir,
Tuzak; pusu. 5. {OsT} Sığınılan gizli yer. 6. {ağız}
babur. Issız, tenha ve korkunç yer. [DS] 7. {ağız} Sarp, ka
bebük, -ğü [beb-ük] {ağız} is. 1. Bebek. 2. Tomur yalık ve taşlık yer. [DS]
cuk. 3. Leblebi, mısır gibi kavrulup yenilebilen ta becenelik, -ği [becene-lik] {ağız} is. Bataklık; sazlık.
neli yiyecekler. [DS] [DS]
bec1, [bec (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır beceri, [becer-i] is. 1. Elinden iş gelme; maharet; us
ma, kovalam a anlatan kök. [Zülfıkar] talık, (1935). 2. Kişinin yatkınlık ve öğrenme gü
bec2, [bec (yans.)] is. M ızıkçılık etmeyi anlatan kök. cüne bağlı olarak bir işi sonuçlandırm a yeteneği;
[Zülfikar] bec-ik-le-mek. maharet. 3. spor. Vücudun, yapılması zor alıştırma
bec3, [Far. bec g j {OsTj is. 1. Su ya da şarap sızıntısı. lara yatkınlığı,
2. A ğzın içi; avurt. becerik, -ği [becer-ik] is. -*■ beceri,
beca1, [Far. be- (verme) + câ (yer) > becâ Lf] (beca:) becerikli, [becer-ik-li] sf. 1. Tuttuğu işi, ustalıkla,
anlayışla ve yetkiyle başaran; maharetli; usta. 2. E-
{OsT} sf. 1. Yerinde; uygun. 2. zf. Uygun bir şekil
linden iş gelen; acar,
de. 3. is. Karaca; geyik. S becâ-nâ-becâ, {OsT}
beceriklilik, -ği [becer-ik-li-lik] is. Becerikli olma
Yerli ve yersiz; iyi ve kötü; uygun ve uygunsuz.
hali.
beca2, -a’i [Ar. becâ1 *Lf] {OsT} sf. Geniş; bol.
beceriksiz, [becer-ik-siz] sf. 1. Yapm ak için başına
becalet, [Ar. becâlet cJU :] (beca.Tet) is. 1. Haşmetli geçtiği bir işi başaramayan; âciz. 2. Elinden doğru
olma. 2. Heybetli oluş, dürüst bir iş gelmeyen; kabiliyetsiz; istidatsız,
becana, [Sırp, bezanija (kaçış yeri) ? > becene] {ağız} beceriksizlik, -ği, [becer-ik-siz-lik] is. 1. Beceriksiz
sf. (Yapı için) yıkılmış veya yıkılmaya yüz tutmuş; olma durumu. 2. Elinden hiçbir iş gelmeme,
harabe. [DS] becerlemek, [becer-le-mek] {ağız} gçl. f. f r ] fl ( i ) -
becanalık, -ğı [becana-lık] {ağız} is. Korkunç yer. yo r] 1. Başarmak; becermek. 2. Bulup buluştur
[DS] mak; elde etmek. 3. Kötü bir işin hakkından gel
becanibi, [Far. bicânibi ^ l ^ ] (beca: ’nibi) sf. Uysal, mek. 4. Irzına geçmek. [DS]
becerme, [becer-me] is. Becerm ek işi.
becari, [Ar. becârı ıSjLf] (beca:ri:) sf. Belalı; talih
becermek, [başar-mak > bacar-mak > becer-mek]
siz. g ç l . f f i r ] 1. Güç bir işi, yolunu bularak başarı ile
becayiş, [Far. be-câ-yiş yolA] (beca.-yiş) {OsT} is. 1. bitirmek. 2. Başarm aya gücü yetmek. 3. Bir işin
Karşılıklı yer değiştirme. 2. huk. Kadroları aym üstesinden gelmek. 4. Doğru olarak söyleyebilmek.
olan iki devlet mem urunun karşılıklı olarak yer 5. mecaz. Bozmak, kirletmek. 6. argo. Birini öl
değiştirmesi. S becayiş etmek, Karşılıklı y e r de dürmek. 7. Birinin ırzına geçmek. 8. Hile ile elde
ğiştirmek. etmek. 9. Büyük aptesini yapmak,
becet, [? becet] {ağız} is. zool. Serçegillerden, küçük
becbece, [Ar. becbece ı ^ > ] {OsT} is. 1. Çocuğu eğ
bir kuş, (Passer). [DS]
lendirmek ya da uyutm ak için söylenen ninni ya da beci, [be3-ci] sf. 1. Konuşmasında “be”yi çok kulla
hokkabazlık. 2. Çocuğu eğlendirmek; teskin etmek. nan. 2. Ahmak; aptal.
bece1, [Far. baça (çocuk) > beçe] {ağız} is. A n oğulu.
[DS] becid, -ddi [Far. be- + Ar. cidd J^ ] {OsT} is. 1. Cid
bece2, [Ar. bece <£] is. 1. Sivilce. 2. Arpacık, dî; gerçek; önemli. 2. {eAT} zf. Çabuk; acele; der
hal. 3. {eAT} Bir işin üstüne çok düşen; düşkün. 4.
becek, -ği [Far. pıçak => becek JLf] {eAT} is. 1. Tül. {eAT} Sık sık; sürekli olarak. 5. {eAT} Çok; fazla. 6.
2. {ağız} Tülbent. [DS] {eAT} Gerek; lazım. 7. {ağız} sf. Gerekli; önemli;
O T Ü K I I I R M « 519 B EÇ
acil. [DS] 8. {ağızj Peşin. [DS] 0 becid durmak, çe-i nev, {OsT} 1. Yeni doğan çocuk. 2. Yeni doğ
{eATj 1. Üzerine düşmek; ısrar etmek. 2. Acele et- muş yavru. 3. Yeni filizlenm iş bitki; tomurcuk. 4.
mek.|| becid dutmak, {eAT} -*■ becid tutmak.|| be Yeni ortaya çıkmış o/ay.|| beççe-i tâvüs-i ulvî,
cid dutmamak, {eATj Aldırış etmemek.\\ becid ol {OsT} 1. Gökteki tavusun yavrusu. 2. Güneş. 3. Ay.
mak, {eATj Sürekli çalışmak; üzerine düşmek; ıs 4. Gündüz. 5. Ateş. 6. Yakut.
rar etmek. || becid tutmak, {eATj 1. Üzerine düş
beççedan, [Far. beççe-dân j b 4^j] (beççeda:n) {OsT}
mek; ısrar etmek. 2. Acele etmek.
is. Dölyatağı; rahim,
becidlemek, [becid-le-mek dli-bf:] {eAT} {ağız} g ç l.f.
beççegân, [Far. beççe-gân oISjjj] (beççegâ:n) {OsT}
[-r] 1. Sıkı tutmak; ciddî tutmak; sıkıştırmak. 2.
Acele ettirmek; çabuklaştırmak. [DS] is. Çocuklar; yavrular,
becidletmek, [becid-le-t-mek d U Jjjf] {eAT} gçl. f. beçe, [Far. beçe / beççe ^ ] {OsT} is. Çocuk. S beçe-
[-iir] Hazırlatmak, bâz, {OsT} 1. Çocukla oynayan. 2. Çocuklarla cin
becik, -ği [bec (yans.) > bec-ik] {ağız} is. Buzağı. [DS] sel ilişkiye giren edilgin eşcinsel erkek.
beciklemek, [bec (yans.) > bec-ik-le-mek] {ağız} gçsz. beçedan, [Far. beçe-dân o b *^] (beçeda.n) {OsT} is.
f [-r] H (i)-y ° r] M ızıkçılık etmek, -*• beççedan.
becil, [Ar. becıl J~ t] (beci:l) {OsTj is. 1. Saygın bü beçedar, [Far. beçe-dâr j b 4^] (beçeda:r) {OsT} is.
yük kişi. 2. Gösterişli kimse. 3. Şişman,
1. Çocuğu olan; yavrusu olan. 2. Gebe; hamile,
becir, [Ar. becır j £ ] (beci:r) {OsT} sf. Birçok; sayı
beçegân, [Far. beçe-gân olİ 4^>] (beçegâ. n) {OsT} is.
sız; pek çok.
1. Yavrular. 2. Çocuklar. 0 beçegân-ı dîde, {OsTj
becit, -di [Far. be- + Ar. cidd (ciddiyet) > becid -l£] Gözyaşları.
{ağız} sf. 1. Çabuk; acele; derhal; 2. Bir işin üstüne
beçek, -ği [Far. beçek dW ] {OsTj is. 1. B ir tür kesici
çok düşen. 3. Sık sık; sürekli olarak. 4. Çok; fazla.
5. Gerekli, lüzumlu 6. Güç; zor; çetin. [DS] 0 becit alet. 2. Küçük silah,
durmak (tutmak), 1. Üzerine düşmek, ısrar etmek. beçel, [beçel] {eT} sf. 1. (Kadın için) sünnet edilm e
2. Acele etmek. || becit olmak, Üzerine düşerek sü miş. [DLT] 2. {eAT} (Kadın için) büyük bızırlı. 3.
rekli çalışmak. (Erkek için) hadım edilmiş. [DLT] 4. (Hayvan için)
iğdiş. [DLT] 5. {ağız} (İnsan için) sakat; çolak; to
becitlemek, [becit-le-mek dU L^] {eAT} gçl. fi [-r] -*■
pal. [DS] 6. {ağız} (Hayvan için) sakat. [DS]
becidlemek.
beçene, [beçene] {ağız} sf. Gayretli; çalışkan. [DS]
becitletmek, [becit-le-t-mek] g ç l.f. [-r] Flazırlatmak.
beçik, -ği [beç (yans.) > beç-ik] {ağızj is. Keçi yavru
becra, -a’i [Ar. becrâ’ tlyf] (becra;) {OsT} sf. 1. su; oğlak. [DS]
(Kadın için) göbeği çıkık. 2. (Yer için) yüksek; te beçin, [Far. büzina > beçin] (be:çin) {eT} is. M ay
pe. mun. S beçin yılı, {eT} On iki hayvanlı Türk tak
Beç, [Mac. becs (bodrum)'] öz. is. 1. Eskiden Viya- viminde dokuzuncu yılın adı.
na'ya verilen ad. 2. A vusturya anlam ında da kulla
beçiş, [Far. becest (sıçrayışla)] is. Kımıltı. S beçiş
nılmıştır. S Beç tavuğu, zool. Sülüngillerden kü
beçiş, K ım ıl kımıl.
çük ve çıplak başlı, kısa kuyruklu, tüyleri beyaz-
siyah kırçıllı bir kuş; Kartaca tavuğu, Türk tavuğu, Beçkâri, [Mac. Bec (Viyana) + Far. -kârı] (beckâ;ri;)
{OsT} sf. (Eşya için) Viyana'dan gelen; Avusturya
Hint tavuğu, (Numida meleagris).
işi.
beç1, [beç (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır
ma, kovalama anlatan kök. [Zülfıkar] beçi beçi. S beçkem, [Far. bickam (at kuyruğu) [Doerfer]] {eT} 1.
beçi beçi, {ağız} K eçi veya köpek çağırma ünlemi. Alamet; belge. 2. İpek veya yaban sığırı kuyru
[DS] ğundan yapılarak savaşta askerlerin taktığı alamet.
beç2, [beç] {ağız} sf. 1. Aptal; budala. 2. Aklı başında [DLT]
olmayan; deli. [DS] beçkemlenmek, [beçkem-le-n-melc] {eT} dönşl. f i [-
ür] Savaşta belge takınmak; beçkem takınmak.
beççe, [Far. beççe / beçe ^ ] {OsT} is. 1. İnsan veya
[DLT]
hayvan yavrusu. 2. Esir çocuk. 0 beççe-bâz, {OsT}
beçküm, [Soğd. ptskup / Far. baçkam [Doerfer]] {eT}
/. Çocukla oynayan. 2. Kulampara.\\ beççe-dâr,
is. Evin sofası. [DLT]
{OsT} Çocuk sahibi olan; hamile.\\ beççe-i hor,
{OsT} Değerli taş.|| beççe-i hûnîn, {OsT} 1. Kanlı Beçli, [Mac. Bec (Viyana) + T. -li] sf. Viyanalı;
yavru. 2. Acı gözyaşları.|| beççe-i hflrşîd, {OsT} 1. AvusturyalI.
Güneşin yavrusu. 2. D eğerli taş; değerli maden.\\ Beçlû, [Mac. Bec (Viyana) + T. -lu] {OsT} sf. -*■ Beç
beççe-i küy, {OsT} Gayrimeşru doğan çocuk. || beç- li.
BED Ö lü l î t îl T O m tCİ S 0 M . 52-
bed', -d ’i [Ar. bed’ *-b] {OsT} is. Başlama; başlayış, ö huylu; kötü yaradılış lı.\\ bed-m est, {OsT} i. Çok f e
na sarhoş olan. 2. Kendini bilmez derecede sar-
bed’etmek, (OsT) Haşlamak, bed ’-i besmele,
hoş.\\ bed-mestî, {OsT} Kötü sarhoşluk.\\ bed-mez-
{OsT} Sarayda şehzadelere verilen ilk okuma dersi.
hep, {OsT} (Küfür olarak kullanılır) kötü mezhepli;
bed2, [Far. bed Ju] {OsT} sf. 1. Kötü. 2. (Ses için) çir dinsiz.|| bed-m ihr, {OsT} İyilik etmeyen; insani
kin. 3. İşe yaramaz; fena. 4. (Yüz için) somurtkan; yetsiz.|| bed-nâm , {OsT} Adı kötüye çıkmış; fen a
asık. 5. z f Düşmanca. 6. is. Ateş tutuşturmakta kul tanınmış.\\ bed-nesl, {OsT} A slı kötü olan; soysuz.\\
lanılan yarı yanmış paçavra. S bed-âgâz, {OsT} bed-nigâh, {OsT} K ötü bakışlı.|| bed-nihâd, {OsT}
K ötü başlangıçlı; kötii bir şekilde başlandmış.\\ K arakteri zayıf; rezil; aslı bozuk; bayağı.\\ bed-
bed-ahd, {OsT} Verdiği sözde durmayan; yalancı.\\ nijâd, {OsT} Soyu bozuk; aslı bozuk; bayağı.|| bed-
bed-ahlak, {OsT} Ahlakı kötü olan.|| bed-ahter, nîk, {OsT} İyi kötü.\\ bed-niyet, {OsT} Niyeti kötü
{OsT} Talihi kötii. || bed-âhû, {OsT} Z a y ıf karakter olan.|| bed-nümâ, {OsTj Çirkin görünüşlü.\\ bed-
li; kötü huylu.\\ bed-alef, {OsT} Pisboğaz.|| bed- pesend, {OsT} 1. Kötülükten hoşlanan. 2. Kötü kişi
amel, {OsT} İşi ve davranışları kötü olan. | bed- lerce beğenilen. 3. Kötülüğü öven; kötülükten hoş-
âmfiz, {OsT} Kötü şeyleri öğrenen ve öğreten.|| latıan.|| bed-peym ân, {OsT} Sözünde, andında dur
bed-asl, {OsT} Aslı, soyu kötü olan.|| bed-âvâz, mayan; sözünün eri olmayan.|| bed-râh, {OsT} Yolu
{OsT} Çirkin sesli. || bed-âyin, {OsTj 1. Gelenek ve kötü olan; kötü yola sapan.|| bed-râm , {OsT} 1.
görenekleri kötü olan. 2. D in î düşünceleri aykırı Sert başlı at. 2. Hoş; latif; yakışıklı. 3. zf. Daima;
olan. | bed-azmâ, {OsT} Kötülüğü denenmiş kim- siirekli.\\ bed-rân, {OsT} 1. İşleri kötii yöneten. 2.
se.|| bed-baht, {OsT} -*• bedbaht. | bed bed, Kötü Çapkın kadın; fahişe; orospu. |j bed-rây, {OsTj K ö
kötü. || bed bed bakmak, B ir kötülük yapacakmış tii düşünceli.\\ bed-reftâr, {OsT} Hareketi, gidişi
gibi bakmak; kötü kötü bakmak.\\ bed-bîn, {OsT} -*■ kötii olan.|| bed-reg, {OsT} (İnsan, hayvan için) aslı
bedbin.|| bed-bü, {OsT} K ötü kokulu.|| bed-büd, kötü ve huysuz olan; kötü yaradılışlı,|| bed-reng,
{OsT} Kötü yapılı.\\ bed-bük, {OsTj Kötü korkak.| {OsT} Orta koyulukta kirli renk.|| bed-rey, {OsT}
bed-cins, {OsT} Soyu bozuk; cinsi bozuk.j| bed- Düşüncesi yanlış, kötü olan. || bed-rüzgâr, {OsT}
çehre, {OsTj Çirkin yüzlü,\\ bed-çeşnı, {OsTj Kötü Talihsiz.\\ bed-sigâl, {OsT} Fena düşünceli; herkes
gözlü; nazarı değen. || bed-çihre, {OsT} -*■ bed-çeh- hakkında kötü söyleyen.\\ bed-sîret, {OsT} Ahlaksız;
re.|| bed-dil, {OsT} K ötü yürekli; korkak; yüreksiz. \\ kötü huylu.|| bed-sirişt, {OsT} Yaradılışı kötü.||
bed-dimag, {OsT} İnatçı; muhteris; kaprisli.|| bed- bed-sflret, {OsT} Görünümü, biçimi çirkin olan.||
edâ, {OsT} Kaba davranışları olan; terbiyesiz.|| bed-şekl, {OsT} Biçim i bozuk.|| bed-şükûn, {OsT}
bed-encâm , {OsT} Sonu kötü olan. || bed-endâm, Uğursuz.|| bed-tali’, {OsTj Talihi kötü olan; talih
{OsT} Çirkin vücutlu; biçimsiz; çarpık.\\ bed-endîş, siz,|| bed-tedbîr, {OsT} N iyeti bozuk; isteği kötü
{OsTj Kötü niyetli; kötülük yapm ayı diişünen.\\ bed olan.|| bed-ter, {OsT} D aha kötü; çok kötü; beter.||
etm ek, {ağız} I. Yanlış yapmak. 2. Fena etmek. bed-tıynet, {OsT} Ahlaksız; cinsi, mayası bozuk.||
[DS]|| bed-fal, {OsT} Uğursuz.\\ bed-fercâm, {OsT} bed-üslûb, {OsT} Kötü yolu tutan.|| bed-zebân,
Sonu kötü olan.|| bed-fermâ, {OsT} Kötülük y a p {OsT} i. Ağzı bozuk; küfürbaz. 2. K ötü dil.\\ bed-
mayı, giinah işlemeyi emreden. || bed-fiâl, {OsT} zehre, {OsT} Korkak; yüreksiz; ödlek. || bed-zinde,
K ötü işler yapan.\\ bed gelmek, {OsT} Çirkin g ö {OsT} Cansız; kuvvetsiz.
rünmek.|| bed-gevher, {OsTj Özü bozuk; mayası bedâat, -ti [Ar. bed â'at opIju] (beda;at) {OsT} is. 1.
bozuk.|| bed-girdâr, {OsTj Kötü yaradılışlı; kötü Güzellik. 2. Yenilik; özgünlük; orijinallik. 3. Güzel
işler yapan.|| bed-güher, {OsT} Mayası bozuk.|| söz söyleme.
bed-güm ân, {OsT} 1. Şüphelenen. 2. Kötülük düşii-
bedad, [Ar. bedâd (beda.d) {OsT} is. 1. Bölük;
nen.\\ bed-hâh, {OsT} Birinin veya bir işin kötülü
ğünü isteyen; kötücül.\\ bed-hâhâne, {OsTj Kötülük fırka; parti. 2. Pay; hisse; nasip. 3. Savaşacak ak
isyene yakışır biçimde.|| bed-hâl, {OsT} Durumu ran.
kötü olan; düşkün.|| bed-hisâl, {OsT} K ötü yaradı bedahet, [Ar. bedahet / bedâhe c-al-b / 4j>İjo] (be-
lışlı^| bed-hû, {OsT} Somurtkan; asık suratlı. \\ bed- da:het) {OsTj is. 1. Ayan beyan, ortada olma; bel
hüy, {OsT} 1. Kötü yaradılışlı; fe n a huylu. 2. Kötü lilik; anlaşılırlık. 2. Ansızın ortaya çıkma; beklen
huy.\\ bed-kadem, {OsT} Ayağı uğursuz; kadem medik olay. 3. man. Açıklık; şüpheden uzak oluş.
siz,|| bed-kâr, {OsT} Kötü şeyler yapan; işi ve ha 4. Hazırlıksız konuşabilme yeteneği. 5. Başlangıç.
reketi kötü olan.|| bed-legâm, {OsT} 1. Gem almaz,
bedaheten, [Ar. bedâheten L»Ijlj] (beda;he'ten)
serkeş at. 2. Söz dinlemez kimse; serkeş. 3. Çöl
adamı; bedevî.|| bed-likâ, {OsT} Çirkin suratlı; kö {OsTj zf. 1. Düşünmeden. 2. Ansızın. 3. Hiç şüphe
tü yüzlü.\\ bed-maâş, {OsT} Geçimi, yaşayışı iyi bırakmayacak şekilde açık seçik.
olmayan; kötü yaşayan.|| bed-mâye, {OsTj (Kişi bedahş, [Bedahşan (Afganistan'da bir eyalet)
için) huyu bozuk; kötü yaradılışlı; kötü soydan ge {OsT} is. Bedahşan. S bedahş-ı muzâb, {OsT} 1.
len; sütü bozuk; soysuz.|| bed-m eniş, {OsTj Kötü Erim iş yakut. 2. Şarap.
Ö IK M İİI î M . 5 2 1 B ED
bedahşan, [Bedahşan (Afganistan'da bir eyalet) güzellikleri ,|| bedâyi’-i mâneviye, {O sTj K avram
jU i-Ju] (bedahşa;n) {OsT} is. Bedahşan'da çıkarılan sal güzellik.^ bedâyi’-perver, {OsTj Sanatkâr.\\ be-
dâyi’-pesend, {OsTj Güzelleri ve güzellikleri se-
iyi cins, açık pembe yakut,
ven. |1 bedâyi’-şinâs, {OsTj Güzelliği tanıyan; g ü
bedahşî, [Bedahşan (Afganistan'da bir eyalet) > be-
zelden anlayan.
dahşî] (bedahşi;) {OsT} sf. 1. Bedahşan'a ait. 2. is.
bedbaht, [Far. bed (kötü) + baht (talih) > bedbaht
Açık pembe yakut,
c J i - b ] {OsTj sf. 1. Talihi kötü olan; bahtsız; talihsiz.
bedaih, [Ar. bedıh > bedâ’ih (beda:ih) is. Güzel
2. Felakete uğramış olan. 3. Çok üzüntülü; mutsuz.
sözler.
4. zf. Keder ve üzüntü içinde olarak; mutsuzlukla.
bedal', -li [Ar. bedâl J I j J (beda.T) is. Karşılıklı de S bedbaht etmek, 1. Ümitsizliğe düşürmek. 2.
ğişme; trampa; değiş-tokuş; mübadele. Çok üzm ek.|| bedbaht olmak, 1. Çok üzücü olaylar
bedal2, [Yun. petalion] {ağızj is. 1. Kadınların yüzle yaşamak. 3. Hayatı kararmak. 2. Ümitsizliğe düş
rine sürdükleri boya; allık. 2. Gelinlerin yüzlerine mek.
yapıştırılan yaldızlı pullar. [DS] S bedal dökmek, bedbahtlık, -ğı [bedbaht-lık] is. 1. Çok derin bir ii-
{ağızj Gelinlerin yüzlerine yaldızlı p u l yapıştırmak. züntü içinde olma; mutsuzluk. 2. Talihi kötü olma;
[DS] bahtsızlık; talihsizlik,
bedalize, [Yun. petaluda] {ağız} is. Kelebek; pervane. bedbin, [Far. bed (kötü) + bin (gören) (bedbi.n)
[DS]
l OsTj sf. Her şeyi olumsuz ve kötü yönlerinden de
bedaluşka, [İt. basilisco] {OsT} as. is. Eskiden kulla
ğerlendiren; karamsar; pesimist. S bedbin etmek,
nılan bir çeşit top.
Birini ümitsizliğe düşürmek, karamsarlığa yönelt-
bed’an, [Ar. bed'ân U-l>] (b e ’da:n) {OsT} zf. İlk mek.\\ bedbin olmak, Bir şeyi olumsuz yönlerinden
başta; başlangıç olarak, ele alarak karamsarlığa düşmek.
bedan, [Far. bedân oİJu] (beda:n) {OsTj is. Kötüler; bedbinane, [Far. bedbln-âne ^ L ^ ] (bedbi:na;ne)
çirkin şeyler. {OsT} zf. Karamsar biçimde,
bedanet, [Ar. bedânet cJİJo] (beda.net) {OsTj is. bedbinî, [Far. bedbini (bedbi:ni:) is. Daima
Yağlı ve besili olma; semizlik, karamsar oluş,
bedava, [Far. bâd-ı hevâ ly» => bedava] (beda:va) bedbinleşme, [bedbin-le-ş-me] is. Bedbin olma; ka
{OsTj is. 1. Emek vermeden, zahmet çekmeden ka ram sarlığa düşme,
zanılan; beleş; anafor. 2. Kolay bulunan; ucuz. 3. bedbinleşmek, [bedbin-le-ş-mek] dönşl. fi [-ir] Bir
zf. Parasını ödemeksizin; bedelini ödemeden, şeyi olumsuz yönlerinden ele alarak karamsarlığa
düşmek; kötümserleşmek; karamsarlaşmak,
bedavacı, [bedava-cı] (beda:vacı) sf. Başkalarının
yanında beslenen; çalışmadan, emek harcamadan, bedbinlik, -ği [bedbin-lik] is. B ir şeyi olumsuz yön
bedavadan ve çalıp çırpma ile kazanç sağlayan; lerinden ele alış; kötü yönlerini düşünme; kötüm
anaforcu; beleşçi, serlik, karamsarlık,
bedavacılık, -ğı [bedava-cı-lık] (bedavacılık) is. Be beddua, [Far. bed (kötü) + Ar. du‘â (yakarma) Uoju]
davacı olma durumu, (beddua;) {OsTj is. 1. Allah'tan birinin kötülüğe
bedavadan, [bedava-dan] (beda:vadan) zf. 1. Parası uğraması için dilekte bulunma; ilenme. 2. Kötülü
nı, bedelini ödemeksizin. 2. Kolayca. S bedava ğünü dilemek; inkisar. S beddua (bedduasını) al
dan ucuz, Çok ucuz. mak, K endisi hakkında birisinin kötülük dilemesi
bedavet, [Ar. bâdiye (çöl) > bedâvet o j I-l] (beda:- ne sebep olmak.|| beddua etm ek, B ir kimsenin kö
tülüğü için aleyhinde dua etmek; ilenmek; intizar
vet) {OsTj is. 1. Boş arazi; çöl. 2. Çölde yaşama;
etmek.| beddua sinmesi, Birinin bedduasından
çadır hayatı; bedevîlik,
dolayı işlerin kötü gitmesi.
bedavi, [Ar. bedevi > bedâvî (beda.vi.) {OsTj
bedel1, [Ar. bedel J j J / OsTj is. 1. Bir şeyin yerini tu
is. Bedeviler; çöl Arapları,
tabilen; karşılık. 2. Kıymet; değer. 3. Fiyat. 4. Baş
bedayi, -yi’i [Ar. b id â'a > bedâyi' ^.Ui;] (beda.yi)
kasının yerine, onun parası ile hacca giden kimse.
{OsTj is. Anamallar; sermayeler, 5. Askerlik görevini yerine getirmek istemeyen
bedayi, -yi’i [Ar. bedi'a (güzel şey) > bedayi1 lerin devlete ödedikleri para. 6. Eşit; denk. 7. dbl.
(bedayi) {OsTj is. 1. Geçmişte görülmemiş, yeni Bir kelimenin yerine geçebilecek başka bir kelime.
icat edilmiş güzel şeyler. 2. Güzel konuşmalar. 0 8. {ağızj Bir ücret karşılığı çalışan kimse; uşak;
bedâyi’-âşinâ, {OsT} Güzelliği tanıyan; güzellikten hizmetçi; çoban. [DS] 9. {ağızj Evlenen erkeğin kız
anlayan.\\ bedâyi’-i âsâr, {OsTj Eserlerin güzellik tarafına verdiği para. [DS] 10. {ağızj Kendisine mi
leri,|| bedâyi'-i lâfziye, {OsT} Şekil güzellikleri; söz ras kalan kimse; vâris. [DS] S bedel almak, Bir
BED ÜİÜHIİİİCE SOM. S22
şeye karşılık olmak üzere p ara almak. || bedel et cut kaslarını güçlendirm e ve sağlığı koruma ama
mek, 1. B ir şeyi, başka bir şeyin yerine geçirmek. cıyla araçlı ve araçsız olarak hareket yapma. | be
2. B ir kimseyi, başka bir kimsenin yerine tutmak. 3. den sakası (sakağısı), {ağız} Atlarda görülen tuzlu
{OsT} Arm ağan olarak dağıtmak.\\ bedel-i mâ- balgam hastalığı; sakağı. [DS]
yetehallel, biy. Organların harcadığı enerjiye kar bed’en, [Ar. bed’an U jJ (b e ’d-en) {OsT} zf. İlk başta;
şılık olarak yenilip içilen şeyler.\\ bedel-i nakdî,
başlangıç olarak,
as. Kanun gereğince askere alınacak er miktarının
bedence, [beden-ce] (bede'nce) z f Bedeniyle; vücu
ordu ihtiyacından fa zla olması durumunda, Millî
duyla; fiilen.
Savunma Bakanlığına tanınan yetkiye göre askerlik
görevlerinin bir kısmı yerine, görevini yapm ış say
bedenci, [beden-ci] is. öğr. argosu. Beden eğitim öğ
retmeni.
m ak için alınan para. || bedel kılıç, {ağız} Saban
veya dövenin okunu boyunduruğa bağlayan ağaç bedene, [Ar. bedene ^-bj {OsT} is. K urbanlık deve.
kısım. [DS]]] bedel olmak, B ir başkasının yerine bedenen, [Ar. bedenen UjJ (bede'nen) {OsT} zf. Be
geçm ek.|| bedel ödemek, Karşılık ödemek.\\ bedel
deniyle; vücuduyla; fiilen,
tutmak, as. Kendi yerine askerlik hizmetini ya p
tırm ak veya bir başka yüküm lülüğü yerine getirt bedenî, [Ar. bedenî ^Ju] (bedeni:) {OsT} sf. 1. Be
m ek üzere bir başkasını para ile tutmak. denle ilgili. 2. Bedene ait. S bedenî zevk, Bedenle
bedel2, [Malay, vettila] {OsT} is. K eyif verici bir alınan m addî zevk.
madde. bedenkâr, [Ar. beden + Far. -kâr jLSLiJo] (bedenkâ.r)
bedelci, [bedel-ci] is. 1. Askerlik görevinin bir kıs {OsT} is. İçi as kürkü ile kaplı ceket,
mını bedel ödeyerek yerine getirmiş sayılan kimse. bedenli, [beden-li] sf. 1. Bedeni olan. 2. İri yapılı,
2. Eskiden, askerlerin tayın pusulalarını alıp satan
bedennur, [Ar. beden-nur j y u-)o] (bedennu:r) {OsT}
kimse. 3. {ağız} Para ile kendisine hizmetçi, çırak
veya işçi tutan kimse. [DS] 4. {ağız} Bir bedel karşı is. İçi samur kürk kaplı ceket,
lığında çalışan kimse; uşak; hizmetçi; çoban. [DS] bedenos, [Yun. petenos] {ağız} is. Horoz. [DS]
bedelcilik, -ği [bedel-ci-lik] is. Askerlerin tayın pu bedensel, [beden-sel] sf. Bedene ilişkin, bedenle
sulalarını alıp satma işi. ilgili.
beder, [bed-er / bed-iz] {eT} is. Heykel,
bedelen, [Ar. bedelen (bede'len) {OsT} zf. K arşı
bedergâh, [Far. be-dergâh »lS jju] (bedergâ:h) {OsT}
lık olarak; mukabilinde,
bedeliç, -ci [Yun. petalitsa] {ağız} is. Taşlı, killi ve is. 1. Kapıya çıkma. 2. İm paratorluk döneminde
kireçli bir toprak tabakası. [DS] acemi ocaklarında hizm et edenlerin belli bir süreyi
doldurduktan sonra yaya kapıkulu ocağına geçme
bedelize, [Yun. peteluza] {OsT} is. Kelebek,
lerine verilen ad.
bedelleşmek, [bedel-le-ş-mek dU-iJJju] {OsT} işteş, f. bedes, [Far. be-dest (elde)] {ağız} is. Deri terbiyesin
[-ür] Eşit olmak; denk olmak, de, derilerin her gün için bir kere elden geçirilmesi
bedelli, [bedel-li] sf. 1. Bedeli olan; bedel ödenmiş işlemi. [DS]
bulunan. 2. Paralı. 3. is. Bedelci. S bedelli asker bedest, [Far. b e d e stc —Ju] {OsT} ünl. Elde; elinde.
lik, as. Askerlik yüküm lülüğünün bir süresim dev
bedesten, [Far. bezzâzistân (bez çarşısı) > bedesten]
lete para ödeyerek yapılan kısa süreli askerlik hiz
{OsT} is. Dokuma ürünleri, silah, mücevher vb. de
meti.
ğerli eşyaların alınıp satıldığı kapalı çarşı, ö be
bedelsiz, [bedel-siz] sf. 1. Bedeli olmayan. 2. Bedeli desten tellalı, Bedestende açık artırma ile yapılan
ödenmemiş bulunan. 3. Parasız. S bedelsiz itha satışlarda tellallık eden kimse.
lat, tie. D evlet tarafından resmen döviz tahsis edil
bed’et, [Ar. bed’eto lJu ] (bed-et) is. Başlangıç,
memiş bir malın ithali.
beden, [Ar. beden jju] {OsT} is. 1. Canlıların maddî bedeten, [Ar. bed5eten sÎ-l>] (bed-eten) {OsT} zf. İlk
varlıkları; vücut. 2. İnsanda kol, bacak ve baş dı başta; başlangıç olarak,
şında kalan kısım; gövde. 3. Ağacın dal, budak gibi bedevi, [Ar. bâdiye (çöl) > bedâvet (çölde oturmak)
kısım larından geri kalan asıl kütük kısmı. 4. Kale > bedevi ^j-b] (bedevi:) {OsT} is. 1. Çölde, çadırda
duvarı. 5. Oltada fırdöndünün üstünde kalan asıl yaşayan Arap. 2. sf. Çölle ilgili. 3. İlkel şartlarda
kısım. 6. Elbisenin gövdeye gelen, kol ve etek hari yaşayan. 4. {ağız} Huysuz; ahlaksız. [DS] 5. (At
cindeki kısmı. 7. {ağız} Kışın elbise altına giyilen için) hızlı koşan. 6. öz. is. Bedevîlik tarikatına
giyecek; içlik. [DS] S beden cezası, İnsan vücudu m ensup olan. S bedevi gömleği, {ağız} Yensiz
üzerinde uygulanan ceza.|| bedenden arık, {ağız} gömlek. [DS]
Zayıf; cılız. [DS]|| beden duvarı, Binanın esasını bedevilenme, [bedevî-le-n-me] {ağız} is. İnsanlıktan
oluşturan ana duvarlar.\\ beden eğitimi, eğit. Vü çılana. [DS]
o it t i r a ı t t m ı . 523 BED
bedevilik, -ği [bedevî-lik] (bedevi.lik) is. 1. Bedevî bedihiyat, [Ar. bedıhiyyât oL^jJu] (bedi:hiya:t)
olma durumu. 2. öz. is. Abbas Seyyit Ahmet'ül-Be- {OsT} is. Delil ve ispat gerektirmeyen, apaçık şey
devî'nin 13. yy.da kurmuş olduğu bir Sünnî tarikat, ler.
bedeviyane, [Ar. bedevî + Far. -âne ajIjjJj] (bede- bedihiye, [Ar. bedîhîyye ^ - b ] (bedi:hiye) {OsT} is.
vi:ya:ne) {OsT} zf. Bedeviler gibi; çölde yaşayanla Hazırcevaplılık, fi1 bedihiye-gûyân Yeri geldiğin
ra yakışacak biçimde, de güzel söz söyleyebilenler.
bedeviyet, [Ar. bedeviyyet is. Bedevî olma bedihiyet, [Ar. bedîhiyyet o-^.ju] (bedi.:hiyet) {OsT}
durumu; bedevilik; ilkellik, is. Açıklık; bedihî olm a durumu,
bedevre, [Yun. petauron] {ağız} is. 1. Damda üzerine bediî, [Ar. bed‘ (meydana getirmek, yaratmak) >
kiremit döşenen tahta. 2. Damda kiremit gibi döşe
nen tahta örtü. 3. Keklik tutm ak için tahtadan yapı bed î'ı ^ ,-b ] (bedi:ı:y) {OsT} sf. 1. Güzel; beğenilen.
lan tuzak. [DS] 2. is. Güzellik; estetik,
bedfial, [Far. bed + Ar. fı‘âl JUsju] {OsT} sf. Yara bediiyat, [Ar. b ed fiy y ât ü U j u ] (bedi:iya:t) is. 1.
maz. Güzellikler. 2. Güzel sanatlar. 3. Estetik,
bedfiil, [Far. bed + Ar. fı‘l J*sJu] {OsT} sf. Kötülük bedii, [Ar. bedel (karşılık) > bedii Jj.oJ (bedid) {OsT}
yapan. is. 1. Bir şeyin karşılığı. 2. Bir şeyin veya kimsenin
yerini alan. 3. Bahsi kaybeden kim senin ödeyeceği
bedhah, [Far. bed (kötülük) + hah (isteyen) oU-jJ
şey.
(bedha:h) {OsT} is. Başkalarının kötü olmasını, kö
bedinus, [Yun. peteinos {eAT} is. -*■ bednus.
tü duruma düşmesini isteyen kişi,
bedi, -d i’ı [Ar. bed‘ (meydana getirmek, yaratmak) > bedir, -dri [Ar. bedr jju] {OsTj- is. Aym on dördünde
bedîc (bedi:) {OsT} sf. 1. Eşi ve benzeri gö aldığı en büyük ve yuvarlak hâl; dolunay, fi1 bedr-i
bülend, {OsT} Ayın on dördü.\\ bedr-i kâmil, {OsT}
rülmemiş bir şeyi meydana getiren. 2. Yeni icat
A ym on dördüncü gecesi.|| bedr-i münîr, {OsT}
edilmiş. 3. is. Benzeri görülmemiş şey. 4. Gökleri
Parlak dolunay.| bedr ü kemâl, {OsT} Bir yazı bi
ve yeri güzelliklerle donatarak yaratan; Allah. 5.
çimi.
Sözün kulağa hoş gelecek ve ruha heyecan verecek
biçimde düzenlenmesini ele alan bilim dalı; söz bedire, [Yun. butina (yağ kabı) ?] {ağız} is. Su kova
estetiği. S bediü’l-beyân, {OsT} Anlatımı çok g ü sı; bakraç. [DS]
zel olan. bediren, [? bediren] is. Çitlembik çiçeği,
bedirik, -ği [Erme, patruyk => bedrik > bedirik]
bedi’a, [Ar. bedc (meydana getirmek, yaratmak) >
{ağız} is. 1. Eğrilmek için yıkanmış, taranmış, atıl
bedî'a aju-aJ (badi:a) {OsT} is. 1. Estetik değeri mış ve uzunca dürülmüş pamuk. 2. Pamuktan fitil.
yüksek sanat eseri. 2. Eşine az rastlanır güzellik, fi1 [DS]
bedî’a-i hayaliye, {OsT} Ülkü; ideal.\\ bedî’a-zâr, bediz, [bediz] {eT} is. 1. Resim; tasvir. [ETY] [EUTS]
,'OsT} Güzellik yeri. [Gabain] [Tekin] 2. Heykel. [ETY] [Gabain] [Tekin]
bedid, [Far. be-dıd (görüş) JuJu] (bedi:d) {OsT} sf. {ağız} (aym) [DS] 3. Süs; bezek; nakış. [ETY] [EUTS]
Görünür halde; apaçık; meydanda, [Gabain] [Tekin] 4. sf. Narin. [ETY] 5. {ağız} Heykel
bedidar, [Far. be-dîdâr (görüş) jİJuJu] (bedi:da:r) tıraş. [DS] fi1 bediz burhan, Buda heykeli. [DLT]
{OsT} sf. Meşhur; ortada; görünür hâlde, bedizci, [bediz-çî] (bedizçi:) {eT} is. 1. Ressam.
bedih, [Ar. bedîh (bedi.lı, h kalın söylenir) [ETY] [Tekin] 2. Heykeltıraş. [ETY] 3. Nakkaş; sa
natkâr. [ETY] 4. Taş yontucu; hakkâk. [EUTS]
{OsT} sf. Şan ve şerefi büyük olan,
bedizedm ek, [bediz-ed-mek] {eT} gçl. fi [-ür] Süs
bedihe, [Ar. bedahet (açıklık; düşünmeden söz söy
letmek; bezetmek. [EUTS]
leme) > bedîhe Hi-b] (bedi. he) {OsT} is. 1. Önceden
bedizemek, [bediz-e-mek] {eT} gçl. fi [- 1] Süslemek;
hazırlık yapılmamış, düşünülmeden söylenmiş gü bezemek. [EUTS]
zel söz. 2. Hazırcevaplılık. 3. Herkes tarafından
bedizenm ek, [bediz-en-mek] {eT} edil. fi. [-ür] Süs
ispatsız kabul edilmiş temel ilke; aksiyom. 4. Baş
lenmek; bezenmek. [EUTS]
langıç.
bedizetmek, [bediz-et-mek] {eT} gçl. fi [-ür] Süsle
bedihî, [Ar. bedâhet (açıklık; düşünmeden söz söy
mek; resmettirmek; bezetmek. [Tekin] [EUTS]
leme) > bedîhı ^.-L>] (bedi:hi:) {OsT} sf. İspat ge
bedizlemek, [bediz-le-mek] {eT} g ç l.f. [-y-ür] Süs
rektirmeyecek şekilde açık seçik. 0 bedîhî-i ülâ, lemek. [ETY]
{OsT} Kanıta gerek duymayan; gün gibi apaçık.
bedizlig, [bediz-lig] {eT} sf. Süslü; bezenmiş. [DLT]
BED Ö Iü M IÜ M M .
bedizmek, [bediz-mek] {eT} gçl. f. f ü r ?] 1. Süsle bedrik, -ği [Erme, bedruyk => bedrik Jj-b] /eATj {a-
mek; bezemek. [EUTS] [Tekin] 2. Resmetmek; tas
ğız} is. Eğrilmek için uzunca dürülmüş pam uk lü
vir etmek; nakşetmek. [ETY]
lesi. [DS]
bedkâr, [Far. bed-kâr j^ -b ] (bedkâ:r) {OsTj sf. Kö bedriz, [Far. bed-riz ?] {ağız} sf. 1. N am az kılmayan;
tülük eden, abdestsiz. 2. Ahlaksız. [DS]
bedi, [Ar. bezi JAJ {OsT} is. -*■ bezi. bedro, [Slav, vedro] {ağız} is. Su kovası. [DS]
bedrud, [Far. bedrüd {OsT} is. Esenlik; esen
bedle, [Ar. bedle Jju] {Os T} s f (Elbise için) takım.
lenme; veda,
bedlek, -ği [bed (yans.) > bed-le-k] {ağız} sf. Korkak;
ödlek. [DS] bedrük, [Erm. bedruyk i!j-b] jeAT} is. -*■ bedrik.
bedlemek, [bed-le-mek / bet-le-mek] {ağız} gçsz. f. f bedrüs, [Erm. bedruys] {ağız} is. Ağaca vurulan aşı
r] [-l(i)-yor] 1. Kızmak; öfkelenmek; huylanmak. çubuğu. [DS]
2. gçl. f. Ayıplamak. [DS] bedter, [Far. bed-ter yJo] {OsT} sf. Daha kötü; beter,
bedleşnıek, [Far. bed + T. -le-ş-mek] gçsz. f. f i r j
Çirkinleşmek, beduat, [Ar. bedü'at c~&3-b] {OsT} is. Güzellik; yeni
bedmek, [bed-mek] (be.dmek) {eTj gçsz. fi f ü r ] lik.
(Göz için) zayıf görmek. [DLT] beduh, [Ar. ( o be, :> dal, j vav (u), ^ ha) > beduh
bedmest, [Far. bed-mesto~~o.ı>] {OsT} sf. Çok sarhoş, ^ j-^] {OsT} is. 1. Eskiden uğur getirdiğine inanılan,
bednam, [Far. bed (kötii) + nâm (ün, isim) fli-b] mektupların üzerine elle yazılan veya kaşe olarak
(bedna:m) {OsT} sf. 1. Adı kötüye çıkmış olan. 2. basılan Arapça be, dal, vav, ha harflerinden mey
Kötü ün kazanmış, dana gelmiş kelime. 2. Uğur getireceğine inanıla
rak üç sıralı, dokuz kareden meydana gelmiş dış
bednus, [Yun. peteinos {eAT} is. Horoz,
karenin köşe karelerine be, dal, vav, ha harfleri ya
bedr, [Ar. bedr j j J is. -*■ bedir, hut da ebcet hesabı ile karşılıkları olan 2, 4, 6, 8
rakamları yazılarak diğer kareler uygun rakamlarla
bedra, [Far. bed-râ l_>-b] (bedra:) {OsT} sf. Kötü dü
doldurularak alt alta, yan yana ve köşegenler top
şünceli; niyeti kötü, lamı olarak hep aynı sayı elde edilirdi,
bedraka, [Far. bedraka « j j J {OsTj is. Kılavuz. beduhadan, [beduh-a-dan] {ağız} zf. Ansızın; bir
denbire. [DS]
bedre1, [Ar. bedre °jJo] {OsT} is. 1. Kuzu, oğlak deri
beduk, [Erm. bedug] {ağız} is. Çam sakızı; reçine.
si. 2. Eskiden, sütten kesilmiş keçi derisinden ya [DS]
pılan, bin gümüş veya yedi bin altm sikke alabilen bedük1, [bedü-mek > bed-iik] {eT} sf. 1. Büyük. [Ga
para kesesi. bain] [ETY] [DLT] 2. Yüksek; ulu; azametli. [EUTS]
bedre”, [bedre] {ağızj is. Gözbebeğinde görülen per bedük2, [Erme, bedug => bedük] is. Çam sakızı; re
deye benzer leke; perde. [DS] çine.
bedreg, [Far. bed (kötü) + reg (soy) *İj-b] {OsTj sf. bedüklem ek, [bedük-le-mek] (bedükle:mek) {eT} gçl.
Kötü soylu; soydan kötü, fi f r ] 1. Büyük saymak. [DLT] 2. gçsz. fi Büyü
bedrek, -ği [Far. bed + reng / bedrenk / bedrek] mek; yükselmek. [EUTS]
{ağızj sf. 1. (Kumaş için) kötü renkli. 2. Rengi açık. bedüklentürmek, [bedük-le-n-tür-mek] {eT} g ç l.f. [-
[DS] ür] Büyüttürmek. [EUTS]
bedreka, [Far. bedrehe (yol büyüğü) > Ar. bedreka bedüklük, [bedük-lük] {eT} is. Büyüklük. [KB]
43jjo] {OsTj is. 1. Yol gösteren; kılavuz. 2. Manevi bedümek, [bedü-mek] (bedü:mek) {eT} gçsz. fi f r ]
rehber; mürşit, 1. Büyümek. [DLT] [ETY] [EUTS] [Gabain] 2. Ço
bedreli, [bedre-li] {ağızj sf. (Göz için) lekeli; perdeli. ğalmak. [DLT] [ETY] [EUTS] [Gabain]
[DS] bedürmek, [eT. bedü-m ek (büyümek) > bedü-r-mek]
bedrem, [bed-re-m / badram] {eTj is. Sevinç ve g ç l.f. [-ür] Büyütmek,
eğlence günü; bayram. [DLT] t? bedrem yer, Gö bedürük, -ğü [Erme, bedruyg => bedirik > bedürük]
nül açan yer. [DLT] {ağız} sf. Temiz; pak; beyaz. [DS]
bedren, [? bedren] {ağız} is. Sakız ağacının (melen- bedütmek, [bedü-t-mek] {eT} gçl. fi f ü r ] Büyütmek;
giç) meyvesi. [DS] yükseltmek. [EUTS] [DLT]
bedri, [Far. bedri / Ar. bedre > bedriyye ^j-b] (bed bedüttürdeçi, [bedü-t-tüı-deçi / bedü-t-tür-teçi] {eT}
ri:) is. İçi altm dolu kese. s f Büyütücü; büyütecek olan.
8 I l t l I 0 g '^ 'İ . 5 2 5 B EG
bedüttürnıek, [bedü-t-tür-melc] {eT} gçl. fi [-Hr] Bü begedmek, [beg-ed-mek] {eT} gçsz. f. f ü r ] Beylik
yüttürmek. etmek; hükmetmek; bey olmak. [EUTS]
bedzemek, [bediz (resim, heykel) > bedz-e-mek] begelinmek, [beg-el-in-mek dU^ASl / dl»J&] {eATj
(bedze:mek) (eTj- gçl. f. Heykel ve resimlerle süs
edil. f. f ü r ] Beğenilmek,
lemek; bezemek. [ETY]
begend, [Far. begend {OsTj is. 1. Kümes; fol
bedüzlig, [bedüz-lig] }eTj sf. Süslü; bezenmiş. S be-
düzlig ev, Süslü ev. [DLT] luk. 2. Yuva.
bedzetmek, [bediz > bedz-e-t-mek] {eT} gçl. f. f ü r ] begenecekleyin, [beg-en-ecek-leyin j ı K ş ^ ] {eAT}
Süsletmek. [ETY] zf. Beğenilecek gibi; beğenmeye değer,
bedzindegâni, [Far. bed (kötü) + zindegânî (geçim) beğenesi, [beg-en-esi ^-uSL,] {eAT} zf. Beğeneceği,
^ilif-Ujju] (hedzindegâ:ni:) {OsT} sf. Geçimsiz.
begenmezlenraek, [beg-en-mez-le-n-mek dU_ü_^So]
befm, [Far. befm ^ / OsTj is. Keder; tasa; sıkıntı,
{eAT} dönşl. fi f ü r ] Beğenmezlik tavrı takınmak,
befş, [Far. befş jU .] {OsTj is. Azamet; gösteriş; deb begiç, [beg-iç] {eT} is. Beycik. [ETY]
debe. begilemek, [beg-i-le-mek] {ağız} gçsz. fi f r ] fl ( i ) -
yor] Bilmezden gelmek; bilmiyormuş görünmek.
beft, [Far. baften (dokumak) > beft c~i] / OsTj sf. 1.
[DS]
Dokuyan. 2. is. Dokumacı,
begimsinmek, [beg-im-si-n-mek] {eT} dönşl. fi [-ür]
beftere, [Far. baften (dokumak) > beftere «jîjL] {OsTj 1. Bey olmaya alışmak. [Gabain] 2. Beylik tasla
is. Avcıların ava alıştırdıkları avcı kuşlar, mak; bey kılığına girmek; kendisini bey sanmak.
[EUTS]
befterî, [Far. befterî ^jU.] {OsT} is. Sık dişli çulha
begin, [Fr. beguine] is. M anastırlarda yaşayan ve bo-
tarağı. zulabilecek yemin ederek topluluğa giren, dua et
beg1, [Çin. pö (yüzbaşı) / pök [Clauson] > beg di] mek, hastaları ziyaret etmek, dantel yapm ak ve
(be:g) {eTj is. 1. Bey; soylu kişi; efendi; ileri gelen; çamaşır dikmekle ömürlerini geçiren bir tür rahibe,
sözü geçen; nüfuzlu, zengin kişi. {eAT} (aynı) beginler, [begin-ler] is. On üçüncü yüzyılda bazı
[Gabain] [Tekin] [EUTS] [İKPÖy.] 2. Erkek; eş; koca; dindar kim selerin kurduğu bir tür kilise topluluğu
evli erkek; zevc. {eAT} (aym) [DLT] [EUTS] [DLT] 3. nun üyelerine verilen ad.
{eAT} Küçük devlet başkanı. 4. {eAT} İleri gelen; begir, [Far. bargir > beygir > begir] (be:gir) {ağız} is.
sözü geçen; zengin adam; nüfuzlu kimse; amir. B At; kısrak.
beg börki, {eAT} Bostan güzeli; kadife; horoz ibi begirmek, [be (yans.) > be-gir-mek dUjdL] {eAT}
ği.\\ beg er, {eT} Şehzade; prens. [EUTS]|| begler
g çsz.f. f ü r ] Melemek,
bodun, {eT} Beyler ve halk.
beglemek, [beg-le-mek dL {eT} {eAT} g çl.f. f r ]
beg2, [beg d l] {eAT} is. Kuş avlam ak için kullanılan
Bey saymak; bey olarak adlandırmak; beyliğe,
başka kuş.
emirliğe kabul etmek. [DLT]
begaııuş, [Far. beğânüş J * > ^ ] (beğa;nu;ş) {OsTj is.
beglenm ek, [begle-mek > beg-le-n-mek dU-JSL.] {eT}
Eşkin at veya katır,
{eAT} dönşl. fi f ü r ] 1. (Kadın için) bey sahibi ol
begas, [Ar. beğâs o U J (beğa:s) {OsT} is. 1. Lııri mak; koca edinmek; evlenmek. [DLT] 2. {eAT} Bey
denilen kuş. 2. Kartal, karga gibi kuşlar, olmak. 3. {eAT} Beylik elde etmek. 4. {eAT} Beylik
begavet, [Ar. beğâvet ojUu] (bega;vet) {OsTj is. Zor taslamak.
balık. begler, [beg-ler] {eT} is. Beyler. [Telcin]
begavz, [bek+ağız] /ağızj sf. Ağzı pek; sır tutan; ağzı beglerbegi, [beg-ler+ beg-i] {OsT} is. 1. Beylerin be
sıkı. [DS] yi; sancak beylerinin beyi. 2. Beylerbeyi,
begaya, [Ar. beğâyâ LLiu] (beğa.ya;) {OsTj is. as. beglig, [beg-lig {eT} sf. 1. Beyli. 2. Şahane; bey
begayet, [Ar. be-ğâyet oj.U J (beğa.yet) {OsTj zf. 1. beglik, [beg-lik S & ] {eT} sf. 1. Bey olmaya layık;
Son derece. 2. Pek çok. 3. Pek aşırı, bey olacak olan. [ETY] [Tekin] 2. Beyi olan; beyli.
[ETY] 3. is. {eAT} Beylik; küçük devlet başkanlığı.
begçugez, [beg-çü(k)-ez {eAT} is. Beyceğiz.
[DLT] 5 1 beglik bez, {eAT} Değersiz, bedava bez.
begdeme, [begdeme] {eTj is. Cennet. [ETY] beglücak, [beg-lü-cek jLş-_j)SÖ] {eAT} is. Beyliğe ben
begeç, [beg-eç] {eT} is. 1. Beyceğiz. [DLT] 2. Küçük
zeme durumu; beyliğe benzetilm ek istenen durum.
bey.
B EG ÖIÜMIİİfflfÇESÖM.sas
begni, [? begni] {eTj is. Buğday, darı, arpa gibi şey beğenilmek, [beğen-il-mek] edil. f. [-ir] Başkaları
lerden yapılan içki; bira. [EUTS] [ETY] nın hoşuna gitmek, takdir edilmek,
begonvil, [Fr. Bougainville (Fransız kaptan) / bu- beğenişiz, [beğen-i-siz] sf. Zevksiz,
gonvillee] is. bot. -*• bugenvilla. beğeniş, [beğen-iş] is. Beğenme eylemi ve biçimi;
begonya, [Fr. Michel Begon (17. yy. D om inik genel beğenme.
valisi)] is. bot. Bakışımsız yapraklan ve ebrulî, mat beğenme, [beğen-me] is. 1. Beğenmek işi. 2. Be
veya parlak renkli çiçekleri olan, kök saplı, dona ve ğenmiş olm ak durumu,
soğuğa karşı dayanıksız, tropikal kökenli bin üç beğenmek, [beğen-mek] g ç l.f. [-ir] 1. Bir şeyi iyi ve
yüzden çok türü bulunan bir süs bitkisi, (Begonia). güzel bulmak; takdir etmek. 2. Hoşlanmak. 3. Ben
begonyagiller, [begonya-gil-ler] is. bot. İki çenekli- zerleri içinden seçmek; tercih etmek; ayırmak. 4.
lerin parietales takımına giren, örnek tipi begonya Uygun bulmak; tasvip etmek. 5. Sürprizli bir haber
olan bitkiler familyası, verirken şart cümlesinden sonra geniş zaman ikinci
begrek, [beg (bey) + -rek (üstünlük eki)] {eTj sf. 1. kişi olarak kullanılır. Ne dese beğenirsin.
Çok büyük bey; çok soylu bey. [İKPÖy.] 2. is. Bey; beğenmem ek, [beğen-me-mek] gçl. olmsz. f. f z ] f
şehzade. [EUTS] [Gabain] m(i)-yor] 1. İyi bulmamak. 2. Hoşlanmamak. 3.
begsig, [beg-sî-mek > beg-si-g [Clauson]] {eT} sf. Bey (Birinin durumu için) şüphelenmek; şüpheli yanları
soyundan. [Gabain] olduğunu düşünmek. 4. Uygun bulmamak; tasvip
begsik, [*beg-sı-mek > beg-si-k] {eT} sf. Bey gibi; etmemek. 5. Küçümsemek. S Beğenmeyen küçük
beye benzer. [DLT] oğluna almasın, (Bir olay veya durum için) be
ğenm eyene aldırış edilmediğini belirtmek için kul
begşene, [beg + Far. şâne (eda) > begşene 4-LiSo]
lanılır.\\ Beğenmeyen küçük kızını vermesin, (Bir
{OsT} zf. Beycesine; şaha, sultana yakışacak tarzda, olay veya durum için) beğenmeyene aldırış edilme
begter, [Far. begter jcS^] {OsT} is. Eskiden kullanılan diğini anlatm ak için kullanılır.
zırhlı elbise; cebe, beğensimek, [beğen-si-mek] {eAT} gçl. f. f r ] Bir
begüm, [eT. beg-üm) > begüm] is. Hindistan'da ku parça beğenmek; beğenir gibi olmak,
rulan Türk devletlerinde prenseslere verilen unvan, beğermek, [be (yans.) > be-gir-mek] {ağız} gçsz. f. f
ir] -*■ beğirmek.
beğ, [Çin. pö (yüzbaşı) ? [Clauson] > beg di.] {eATj
beğirmek, [be (yans.) > be-gir-mek] {ağız} gçsz. f. f
{OsT} {ağız} is. Bey. [DS] ir] (Hayvan için) bağırmak; melemek. [DS]
beğdeş, [ben-deş > beğdeş Jİ. 1&] {eAT} sf. Eş; ben beğit, [Yun. pağida] {ağız} is. A v yakalamakta kulla
zer. nılan düzenek; tuzak. [DS]
beğlemek, [eT. beg-le-m ek > beğ-le-mek] {eAT} gçl.
beğdeşsiz, [ben-deş-siz > beğdeş-siz j-Ji-iSl] {eAT}
f f rl Bey edinmek; kendisine bey olarak seçmek,
sf. Benzersiz; eşsiz,
beğlenm ek, [beğ-le-n-mek] {eAT} dönşl. f. f ü r ] Bey
beğe, [Erme, beg] {ağız} is. 1. Yemlik. 2. Ahır. 3. lik taslamak; bey geçinmek; bey gibi davranmak,
Ağıl. [DS] beğlik, -ği [beğ-lik / bey-lik] {ağız} sf. 1. Bedava. 2.
beğence, [beğen-ce] is. Yetkili bir kişi tarafından ya Devlete ait olan; beylik. 3. Köyün ileri gelenlerine,
zılarak kitabın baş tarafına konulmuş övgü yazısı; zenginlerine ait olan. 4. Herkesin kullandığı; bas
takriz. makalıp; özgünlükten yoksun; beylik. 5. is. Askere
beğendi, [hünkâr + beğen-di] is. Közde pişirilmiş verilen küçük kilim. 6. Beyin yönetimi. 7. Beyin
patlıcan ezmesine yağda kavrulmuş un eklenerek yönetiminde bulunan yerler. 8. Küçük devlet. [DS]
sütle yapılan püre, beğnek, -ği [Far. beğnek dliL] {OsT} sf. (Hayvan
beğendirme, [beğen-dir-me] is. B eğendinnek işi.
için) kuyruğu kesik; güdük,
beğendirmek, [beğen-dir-mek] g ç l.f. [-ir] 1. Birinin
beğşene, [beğ + Far. şâne 4_LiSl>] {eAT} zf. Beğ gibi;
kabul etmesini sağlamak. 2. Bir şeyi birinin takdir
etmesine sebep olmak. 3. Birinin hoşuna gitmesini sultan gibi; beycesine.
sağlamak. beğurmek, [be (yans.) > be-gir-mek] {ağızj g çsz.f. f
beğeni, [beğen-mek > beğen-i] is. 1. Kişinin hoşlan ur] -* beğirmek. [DS]
ma ve beğenme duygusu; zevk, (1935). 2. Sanat beğzade, [beğ + Far. zade ojI^Sj] (beğza:de) {OsTj is.
eserinde iyi ve kusur sayılan yönleri ayırt edebilme Bey oğlu bey; atadan bey; aristokrat; beyzade,
yetisi. 3. İnsanda güzel olan şeyin uyandırdığı duy beh, [Far. beh > peh 4J {OsTj ünl. Bravo.
gu. 4. Bir dönemin, bir çağın görme, duyma ve al
gılama tarzı, beha1, -a’i [Ar. behâ’ ^t^;] (beha:) {OsTj is. 1. Güzel
beğenik, -ği [beğen-ik] sf. Beğenmiş, lik; parıltı; zariflik. 2. Alışmak; dadanmak; alışmış-
beğenilme, [beğen-il-me] is. Beğenilmek işi. lık.
o j e l i m i n BEH
beha2, [Far. behâ (beha:) {OsT} is. Fiyat; değer; {OsT} zf. 1. Ne olursa olsun. 2. H er halde. 3. M utla
ka.
kıymet.
beher1, [Aim. Becher (etileni bulan Alm an kimyacı)]
behacet, [Ar. behâcet (beha:cet) {OsTj is. Gü
is. kim. Kimyasal deneylerde hacim ölçmeye yara
zel yüzlü olma, güzellik, yan küçük cam, porselen veya plastik kap.
behaim, [Ar. behme (hayvan) > behâ’im pil^] (be beher2, [Far. be (ile) + her > beher _^>] {OsTj sf. Her
ha: im) {OsT} is. Dört ayaklı hayvanlar, bir; her; başına. S beher-hâl, {OsTj -*• beherhal. ||
behak, [Ar. behak j ^ ] {OsT} is. İnsanın derisinde pul beher-mâh, {OsTj H er ay.
pul beyazlık ve alaca renk meydana getiren bir tür beherhâl, -li [Far. beher+Ar. hâl J L - ^ ] (be’herha. l)
hastalık. {OsT} zf. Herhalde; mutlaka,
behak, -kkı [Ar. behak jA ] {OsT} zf. ... hakkı için, beheri, [Far. beher + T.-i (iyelik) is. Düzine,
behamin, [Far. behâmîn (beha:mi:n) is. Bahar deste veya daha başka toplulukta yer alanlardan her
mevsimi. biri; tanesi.
behane, [Far. bahâne / behâne ^1^] (baha:ne) {OsTj behet, [Far. behet o ^ ] {OsT} is. 1. Sütlaç. 2. Pirinç u-
nu ile yapılmış helva; memnuniye.
is. -* bahane,
behey, [be+hey] ünl. Kızgınlık anında çıkışma bildi
behas, [Ar. behaş {OsT} is. Susama,
ren bir ünlem.
behat, -ttı [Ar. behatt {OsT} is. Süt lapası; süt behhar, [Ar. bahr (deniz) > bahhâr / behhâr jU ]
laç. (behha:r) {OsTj is. Denizci, gemici,
behavyorizm, [İng. behavior (davranış) > beha
behhas, [Ar. bahs (tartışma) > bahhâs / behhâs i U ]
viorism] is. psikol. Bilincin psikoloji ile ilgisinin
olmadığını, psikolojinin inceleme alanının sadece (behha:s) {OsTj sf. 1. Tartışmayı çok seven. 2. Çok
davranışlar olduğunu iddia eden görüş; davranışçı bahseden; bahsetmeyi seven,
lık. behi, [Ar. bâyi‘] {ağız} is. Tekel malı satıcısı; bayi.
behbeh, [Far. bih şuden (iyileşmek) > behbeh v ^ ] [DS]
{OsT} is. Sağlığına kavuşma; iyileşme, behic, [Ar. behcet > behlc g ^ ] (behi:c) {OsT} sf. 1.
behbehlenmek, [behbeh-le-n-mek] {OsT} dönşl. f. f Güler yüzlü; şen. 2. Güzel; parlak,
ir] İyileşmek; kendine gelmek, behice, [Ar. behlc > behıce (behi:ce) {OsT} sf.
behbud, [Ar. behbüd 33^ ] (behbu:d) {OsT} is. İyilik; (Kadın için) güler yüzlü; şen; güzel,
sağlık; sıhhat. behile, [Ar. behıle ■tLjJ (behi. le) {OsT} sf. -*■ behire.
behc, [Ar. behc {OsT} sf. (Kişi için) keyfi her
behiın, [Ar. behım (behi:m) {OsTj is. 1. D üz si
zaman yerinde olan,
yah nesne. 2. Alacasız hayvan. 3. Dik ve pürüzsüz
beheet, [Ar. b e h c e t c ^ J {OsTj is. -*• behçet. ses.
behçet, [Ar. b e h c e t o ^ . ] {OsT} is. 1. Güzellik. 2. Se bellime, [Ar. behme (kuzu, oğlak, buzağı) > behlme
vinç. 3. Güler yüzlülük. S Behçet hastalığı, tıp. (behi:me) {OsT} is. Dört ayaklı hayvan.
Türk hekimi profesör Behçet H ulusi tarafından behim î, [Ar. behıme > behımî ^5- ^ ] (behvmi:) {OsT}
1937 yılında tanımı yapılan süreğen bir deri ve göz sf. 1. Hayvana yakışır tarzda; hayvanca. 2. Cinsel
hastalığı.
ihtiras içinde olan; şehevî,
behdel, [Ar. behdel J - 14;] {OsT} is. 1. Sırtlan yavrusu.
behim iyet, [Ar. behîmiyyet c~*^>] (behi:miyet)
2. (Erkek için) büyük memelilik. {OsT} is. 1. Hayvanlık. 2. Kabalık. 3. Aklın kay
behek, [Ar. behek {OsT} is. -* behak. bolm a hâli.
behem, [Far. be- (ile) + hem (bütün) > behem («-$;] behir, [Ar. behr (güzel olma); (solunum zorluğu) >
ı'OsTj zf. 1. Birlikte; beraber; hep bir yerde. 2. sf. behîr jrvjJ (behi:r) {OsT} sf. 1. (Erkek için) tıknefes;
Büzüşen; kasılan. S behem -ber-âm den, {OsT} 1. soluğan. 2. Göğüs darlığı yüzünden solumaktan yol
Toplanmak: birikmek. 2. mecaz. Kızmak; üziilmek.\\ yürüyemeyen,
behem olmak, {OsT} Büzüşmek; kasılmak.\\ be- behire, [Ar. behr (güzel olma);(solunum zorluğu) >
hem-zede, {OsT} Topluluğu dağıtmış, bozmuş. behîre oj^] (behi:re) {OsT} sf. 1. (Kadın için) güzel.
behemehal, -li [Far. be (ile) + hemâ (bütün) + Ar. 2. Asil. 3. Şişmanlıktan dolayı nefes alm a güçlüğü
hâl (durum) > behemehal 4*-^] (be'hemeha:l) çeken.
BEH O M ItM C tM .,:,
behişt, [Far. behişt c~i^>] (OsTj is. Cennet. S behişt- veya beyaz çiçekleri dolayısıyla kırmızı (Statece li
monitim) ve ak behmen (Centaurea behen) olarak
âşiyân, {OsTj Yeri cennet olan; merhum.\\ behişt-
adlandırılan otsu bitkiler. 4. sf. Anlayışı yerinde;
lııranı, {OsTj 1. Cennete gitmiş. 2. M elek gibi y ü
rüyen,| behişt-i aşk, {OsTj A şk cenneti.|| behişt-i zeki; kavrayışlı. 5. Tedbirli,
d ü n y â, {OsTj D ünya cenneti.|| behişt-i güm geşt, b eh n am e, [Far. beh-nâme -u t^ ] (behna.me) {OsT} is.
{OsT} Kaybolmuş cennet.|| b ehişt-nişân, {OsT} Cinsel ilişkiye yönelik yazı ve resim ler bulunduran
İçinde cennetten iz, belirti bulunan.\\ behişt-nişîn, kitap.
{OsTj Cennette oturan.\\ beh işt-n ü m â, {OsTj Cen b e h n a n , [Ar. behnân (behna:n) {OsTj is. Güler
net görünüşlü.\\ b eh işt-rü , {OsT} Cennet gibi güzel
yüzlü ve iyi huylu adam,
yü zlü .j| behişt-sim â, {OsTj Cennet gibi güzel yüz.\\
b eh işt-zâr, {OsT} Cennet gibi güzel olan yer. b e h n a n e ', [Ar. behnâne ^L ^] (behna:ne) {OsTj is.
behiştî, [Far. behişt + Ar. -î (behişti:) {OsT} sf. Güler yüzlü ve iyi huylu kadın.
1. Cennete ilişkin. 2. M elek gibi güzel. 3 behiştî- b e h n an e2, [Far. behnâne ^L ^] (behna:ne) {OsT} is.
rû , {OsTj H uri gibi giizelyüzlü. Maymun.
behite, [Ar. behıte (behi:te) {OsTj is. Yalan söz; b eh n an e3, [Far. peh-nâne] (behna:ne) {OsT} is. Be
yaz pide.
iftira.
behne, [Ar. behne -u^] {OsT} sf. (Yer için) yumuşak,
behiye, [Ar. behâ (güzellik) > behiye -ujj] {OsT} sf.
Güzel. 5 1 behiye-i behiye, {OsTj Güzel hediye. behneke, [Ar. behneke *£4^ ] {OsT} sf. (Kadın için)
behkele, [Ar. behkele {OsT} is. Narin ve güzel güzel vücutlu, şişmanca kadın,
vücutlu kız; sevgili, behnes, [Ar. behnes {OsTj sf. (Erkek için) kaba;
behken, [Ar. behken jS^>] {OsT} sf. (Genç erkek için) çirkin; sakil,
yakışıklı ve gösterişli, behni, [Yun. pahni] {OsT} is. Hayvan yemliği.
behkene, [Ar. behkene {OsT} is. -*■ behkele. b e h r1, [Ar. behr {OsT} is. 1. Uzaklık. 2. Felaket.
3. Ümidin boşa çıkması.
behkeşe, [Ar. behkeşe {OsT} is. Bir işe çabuk
b e h r2, [Ar. buhr > Far. behr _^] {OsT} is. 1. Pay; his
başlama ve bitirme; emir ve işte çabukluk,
se. 2. e. İçin. 3. {ağız} O zaman için; zamanında.
behl, [Ar. behl J j J {OsTj is. 1. Lanet; nefret. 2. sf. [DS]
Az. b eh ra , [Far. behrâ 1^] (behra:) {OsT} zf. 1. Onun
behle, [Far. behle 4I 4J {OsTj is. Yırtıcı kuşların bakı için. 2. Ondan dolayı,
m ını yapan kişilerin ellerine giydikleri kalın eldi b eh ra m , [Far. behram j>l^] (behra:m) {OsT} is. 1.
ven.
Zerdüşt dininde yolcuları koruduğuna inanılan me
behlek, -ği [? behlek] {ağızj sf. (Göz veya bakış için) lek. 2. Güneş yılında ayın yirminci günü. 3. öz. is.
süzgün; baygın. [DS] gök b. Merih yıldızı,
behlel, [Ar. behlel J l j J {OsT} sf. 1. Abes; batıl. 2. b e h ram e, [Far. behrâme «I_^] (behra:me) {OsT} is.
Boş yere; boşuna. Yeşil elbise.
behlül, [Ar. behle (aptallık) > behlül J (behli1:1) b eh ram ec, [Far. behrâme > Ar. behrâmec (be
{OsTj is. 1. Çok gülen ve güldüren; şakacı, komik. hra: mec) {OsT} is. 1. Çiçeği kokulu olan bir tür sö
2. Hayır yapmayı seven; hayır sahibi. ğüt ağacı; sorgun söğüt; sultani söğüt. 2. Her renkte
behm an, [Far. behmân oU*.] (behma:n) sf. Filan; fi olabilen leylak çiçeği,
lanca. b e h ram en , [Far. behrâmen / behrem an ^>»1^ ] (beh-
b eh m ar, [Far. behmâr j I h J (behma:r) zf. Çok fazla; ra:men) {OsT} is. 1. Bir cins kırmızı yakut. 2. Ka
aşırı. dınların kullandığı allık; kırmızı düzgün. 3. bot.
A sfur çiçeği. 4. Bir tür kırmızı gül. 5. Yedi türlü
behm e, [Ar. behme <u^j] {Os T} is. 1. Kuzu. 2. Oğlak. ipekten dokunmuş bir cins ince kumaş,
3. Buzağı. 4. Keçi otu. b eh re, [Ar. behre o_^] {OsT} is. 1. Hisse; pay. 2. Na
b ehm en, [Far. behmen j h J {OsTj is. 1. Zerdüşt di sip; kısmet. 3. {ağız} Dokuma tezgâhında çalışan
ninde büyük baş hayvanları koruyan meleğin adı. işçilerin ücreti. [DS] S b e h re -b e r, {OsT} Ortak;
2. Güneş yılında 20 Ocak - 20 Şubat arasına denk şerik.|| b eh re-b erî, {OsT} Ortaklık.\\ b eh re -d âr,
gelen bir ayın adı. 3. bot. Behmen ayında (20 {OsT} 1. H isse almış; faydalanm ış. 2. Payı olan.||
0cak-20 Şubat) çiçek açan turpa benzer, kırmızı b e h re -d â rî, {OsT} H issesi olmak; hisse almak.||
ö iiiıır- BEK
behre-mend, {OsT} H isse almış; nasip almış. \\ beh- bej, [Fr. beige (boyasız koyun yünii)] is. 1. Boyan
re-mendî, {OsT} H isse sahibi olma; yararlanm a,|| mamış koyun yünü. 2. Sarıya çalan beyaz renk; saz
behre-ver, {OsTj 1. Hisse ve nasip sahibi. 2. Bahti rengi; krem.
yar; şanslı.\\ behre-yâb, {OsT} H isse ve nasibi o- bejendi, [Far. bejendı (bejendi;) is. Geçim sı
lan; başarı sahibi.
kıntısı; geçim darlığı,
behrec, [Ar. behrec jry&J {OsT} sf. 1. Yararsız; işe
bejman, [Far. bejmân ol»>] (bejma:n) s f 1. Hüzünlü;
yaramaz. 2. Arzuya bırakılmış olan. 3. Eksik veya
kederli. 2. Yaslı. 3. Yırtık dökük; pejmürde.
ayarı bozuk para,
bek1, [be-mek (sert, sıkı, sağlam olmak) > be-k] {eTj
behrek, -ği [Far. behrek 4 ^ ] {OsT} is. 1. Çok ça sf. 1. Sabit. [İKPÖy.] 2. Sert; katı; sıkı; yoğun; pek;
lışmadan dolayı el ve ayak derilerindeki sertleşme. berk. {eAT} {ağız} (aym) [DS] [EUTS] [DLT] [İKPÖy.]
2. Yaralardan akan irin, 3. Sağlam; güçlü, muhkem. [İKPÖy.] {ağız} (aym)
behrem, [Ar. behrem j*_^>] {OsT} is. bot. 1. Asfur [DS]'4. is. Muhafaza; kilit; emniyet. [Yüknekî] 5.
{ağız} Avcının beklemek suretiyle avlandığı yer;
çiçeği. 2. Kırmızı gül.
pusu. [DS] 6. {ağız} Pusuda beklemek suretiyle ya
behreme1, [Ar. behreme -u_^] {OsT} is. 1. Çiçeğin pılan av. [DS] 7. /ağız} Beklenen iş. [DS] 8. {ağızj
göz alıcı güzelliği ve parlaklığı. 2. Hintlilerin ta Sürek avında gözcülük yapan avcı; gözcü. [DS] 9.
pınması. 3. Saç ve sakalı kına ile boyama. {ağızj Bekçilik ücreti. [DS] 10. {ağızj Bekleme yeri;
behreme2, [Far. behreme {OsT} is. Burgu, gözcü mahalli. [DS] ö 1 bek bekeç, {eT} Tekinlerin
unvanı. [DLT]|| bek parası, {ağız} Pey. [DS]|j bek
behremen, [Far. behrâmen / behrem en / OsT} turmak, {eTj Yerinde sağlam durmak. [DLT]|| bek
is. -* behramen. yüzlü, {eATj Katı suratlı;yüzü tutan.
behremend, [Far. behrem end {OsT} s f Hisse bek2, [bek / pek] {ağız} zf. 1. Hızlı olarak; çabuk. 2.
li; paylı; ortak. S behremend kılmak, {OsT} 1. Fazla; çok; pek. [DS] S bek dayı, {ağız} Çok g ü
Hisseli kılmak. 2. Haberdar etmek. zel,| [DS]| bek elitmek, {ağızj Çabuk getirmek.
[DS]|| bek kadın, /ağızj Çok iyi; iyi. [DS]|| bek ol
behresiz, [behre-siz] {ağız} sf. 1. Hissesi ve payı ol
mak, {ağız} (Hasta için) ağırlaşmak. [DS]
mayan. 2. Kısmeti kesik. [DS]
bek3, [beg / bek d i] {eAT} is. -* beg.
behs, [Ar. behs {OsT} is. 1. Neşe ve güler yüzle
bek4, [Fr. bec] is. Havagazı veya kaynak makinesinin
karşılaşma. 2. Yılmazlık. 3. sf. Kahraman; yiğit,
yüksek sıcaklık veren ucu.
behsus, [Ar. behşüş ^ y ^ ] (behsıı;s) {OsT} sf. B i bek5, [İng. back] is. 1. Arka; geri. 2. spor. Futbol tü
raz; çok az; azıcık, rü takım oyunlarında savunma oyuncularına verilen
beht, [Ar. beht o-fcj {OsT} is. Şaşkınlık durumu; hay ad.
ret. fi1 behte uğramak, {OsT} Şaşkınlıktan dona beka, [Ar. beka Uu] (beka:) {OsT} is. 1. Önceki duru
kalmak. j| beht ü hayret, {OsT} Hayret ve şaşkınlık. munu koruma. 2. Sürdürme; devam; sebat. 3. Ka
behtere, [Ar. behtere {OsT} is. Yalan söyleme. lıcılık; yok olmama. 4. Ölmezlik; ebedî olma. S
beka bulmak, Devam etmek.|| bakâ-yı hayat,
behuda, [Far. be-hudâ İJı£] (b e ’huda:) {OsT} iinl. {OsT} Yaşamın sürmesi.|| bekâ-yı nev, {OsT} biy.
Allah aşkına. Bir türün devamı.\\ bekâ-yı şöhret, {OsT} Tanın-
belıut, [Ar. behüt o^> ] (behu:t) {OsT} is. Duyanları mışlığın sürdürümü; iyi adın kalması; iyi namını
devam ettirme.|| bekâ-yı vücüd, {OsT} Varlığın
şaşırtacak nitelikteki yalan veya iftira.
devamı; ölmezlik.
behv1, [Ar. behv / behve {OsT} is. 1. M isa bekaça, [İt. beccaccia] (beka'ça) is. zool. Çulluk,
fir odası. 2. Y er altındaki hayvan ağılı. 3. Geniş
bekam, [Far. be-kâm flsy (bekânn) {OsT} zf. 1. İs
meydan; alan. 4. Boğazdan mideye kadar olan u-
zaklık. 5. Döl yolu. tendiği zaman; arzuya göre. 2. sf. A macına ulaşmış
olan; hedefine varan,
behv2, [Far. behv {OsT} is. 1. Köşk. 2. Sofa. 3.
bekamet, [Ar. bekâmet c^olSl] (beka:met) is. D ilsiz
Salon. 4. Cumba. 5. Çardak,
lik.
behz, [Ar. behz >jj] {OsT} is. Şiddetli olarak göğse bekâr1, [Ar. bikr > bekâret (kızlık) > bakir > bekâr
vurma. jlSl] (bekâ:r) {OsT} is. 1. Evli olmayan kimse. 2.
beis, -e’si [Ar. be’s ^ l ] {OsT} is. 1. Zarar; ziyan. 2. Ailesinden uzakta tek başına yaşayan erkek. 3. Ta
Korku. 3. Sıkıntı. 4. Fenalık. 5. Güç kuvvet; kudret. tillerde eve çıkmayan yatılı öğrenci. S bekâr ha
® beis görmemek, Çekinilecek bir durum görm e mamı, {ağız} Eskiden bekârların yıkanm ası için
mek; mahzur görmemek. zenginler tarafından hayır olarak yaptırılm ış soğuk
B EK 1MIÜMÎS0M.B3O
su hamamı. [DS]|| bekâr kalmak, Evlenmemiş ol beket, [bek-et] {ağızj is. Hudut. [DS]
mak; evlenememek. || bekâr odası, Eskiden İstan beketmek, [bek-et-mek] {ağız} gçl. f. f i r ] 1. K apat
bul'a taşradan çalışm ak için gelmiş olanlarla be mak; tıkamak; örtmek. 2. Pekiştirmek. 3. Hapset
kârların oturmaları için yapılm ış odalar. || bekâr mek. [DS]
yaşam ak, Evlenmemiş olarak yaşamak.
bekevül, [bökevül / bekevül] {eT} is. Pişen yemeğin
bekâr2, [Far. be-kâr (kazanç için) > bekâr jis y (be tadına bakan kişi; çeşnici. [Nevâyî]
kâr) {OsT} sf. 1. İş için; çalışm ak üzere. 2. (Erkek bek i1, [bek-i] {ağız} is. 1. Gediklere kapatılan şey; bir
için) bir yerde çalışmak üzere ailesinden ve eşinden tür kapak. 2. Paçavra. 3. Tarla ve bahçe etrafına ya
uzak kalmış. 3. İşsiz; boş. {ağız} (aym) [DS] 4. is. pılan çit. 4. Bahçe ve tarla etrafındaki ağaçlı ince
Götürü çalışan işçi; rençper. 5. {ağızj Çiftlik işle yol. 5. Bekleme yeri; bekçi kulübesi. [DS]
rinde çalışan işçi; rençper. [DS] 6. {ağızj Uşak;
bekil, [Ar. bekîl J ^ ] (beki.T) {OsT} sf. Yakışıklı ve
hizmetçi. [DS] 7. {ağızj Para ile tutulmuş özel sı
ğırtmaç. [DS] süslü genç.
bekar3, [İt. bekuadro > Fr. becarre] is. müz. Bir no bekilemek, [eT. bek (hızlı) > bek-i-le-mek] {ağızj
tanın değişimden önceki tabiî durumuna yükseltile gçl. f. f r ] fl(i)-y o r ] 1. (Kapı, pencere vb. için)
ceğini belirten işaret. sürgülemek. 2. (Kişi için) sıkılamak; doldurmak;
dolduruşa getirmek. 3. mecaz. Korumak; kayırmak.
bekâret, [Ar. bikr > bekâret (kızlık) (bekâ:ret) [DS]
{OsTj is. 1. Hiç cinsel ilişkide bulunmamış kim se bekili, [beg-ni / bek-(i)n-i / bek-(i)l-i] {eTj is. Bira.
nin durumu; erdenlik, kızlık, bakirelik. 2. Taze ve [EUTS]
doğal olma hali. 3. mecaz. Masumiyet. 4. Sanat ve bekim , [Ar. bekim (~SÖ] (beki:m) sf. (Kişi için) dilsiz;
düşünce alanında yenilik; orijinallik. 5. Ulaşılm a
ebkem; ahraz.
m ış ve el değmem iş olan şeyin durumu, fi1 bekâret
küpesi, tasvf. M evlevi dervişlerinin m ücerret ol bekim ek, [eT. bek-ü-mek > bek-i-mek] {ağız} gçsz. f.
duklarını ifade etm ek için kulaklarına taktıkları f r ] fy o r ] 1. Sertleşmek; katılaşmak; pekişmek. 2.
küpe. || bekâret kemeri, tar. Haçlı seferlerine katı İyileşmek; sağlamlaşmak. 3. gçl. f. Sağlamlaştır
lan Avrupalı erkeklerin eşlerine namuslarını koru mak. [DS]
m ak için taktıkları özel bir kemer. bekini, [beg-ni / bek-(i)n-i / bek-(i)l-i] {eTj is. Bira.
[EUTS]
bekârlık, -ğı [bekâr-lık] (bekâ:rlık) is. 1. Bekâr olma
durumu. 2. Bekâr olanın taşıdığı nitelik, fi1 bekâr bekinm e, [bek-(i)n-me] is. Bekinm ek eylemi,
lık sultanlık, Bekârlığın evlilikten daha iyi oldu bekinm ek, [bek-in-mek gçsz. f. [-ir] 1. İnat
ğunu belirten söz. etmek; direnmek. 2. {ağızj Çekinmek. [DS] 3. {ağızj
bekas, [İt. beccaccia > Fr. becasse] is. zool. Çulluk, İyice yerleşmek. [DS] 4. {eATj edil. f. Kapanmak;
bekasa, [İt. becazza] is. zool. Çulluk, kapatılmak; tıkanmak.
bekçi, [bek-çi] is. 1. Bir şeyi veya yeri bekleyen; b ekir1, [Ar. beker (erken kalkmak) > bekir ^ . ] {OsTj
bekleme işini yapan. 2. Bir yeri veya bir şeyi ko is. Erken kalkma.
rum ak amacıyla başında beklem ekle görevli kişi. 3.
G üvenlik kuruluşu içinde geceleri dolaşarak güven bekir2, [Ar. beker (erken kalkmak) > bekîr j^j] (be-
liği sağlamakla görevli kişi. 4. Köy korucuları, ki:r) {OsT} sf. Erken kalkmayı alışkanlık edinen,
bekçilik, -ği [bek-çi-lik] is. Bekçinin işi; bekçinin bekişdürmek, [bek-iş-dür-mek] {eAT} gçl. f. f ü r ]
görevi. S bekçilik etmek, Biri adına koruyuculuk Sağlamlaştırmak; sıkılaştırmak; pekiştirmek,
etmek; beklemek. bekişgin, [bek-iş-gin] {ağız} sf. Sağlamlaştırılmış;
dayanıklı; katı; sert. [DS]
bekdaş, [ben-deş > bek-daş is. Eş; benzer,
bekişmek, [bek / pek > bek-üş-mek > bek-iş-mek
bekdeş, [ben-deş > bek-deş is. Eş; benzer, ıiU-iSL] {eTj dönşl. f. f ü r ] 1. Pekişmek; sağlamlaş
bekdeşsiz, [bek-deş-siz j™ ijısy sf. Eşsiz; benzersiz, mak. {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 2. {eATj {ağızj Katı
bekelmek, [pek > bek-el-mek] {ağızj gçsz. f. f i r ] 1. laşmak; sertleşmek; sıkışmak. [DS]
Çoğalmak. 2. Kuvvetlenmek; sağlamlaşmak. [DS] bekiştirm ek, [bek-iş-tir-mek dL>_,JLiSy {eATj {ağızj
bekenti, [bek-en-mek > bek-en-ti] {ağız} is. Set. [DS] g ç l.f. f i r j 1. Pekiştirmek; sağlamlaştırmak. 2. Sı
bekere, [Ar. bakra (makara) > bekere] {ağızj is. 1. kıştırmak; sertleştirmek. [DS]
Makara. 2. Kuyu makarası. 3. İplik eğirmekte kul bekitme, [bek-it-me] is. Bekitmek işi.
lanılan çıkrığın iğinin hızlı dönmesini sağlayan bekitmek, [bek-üt-mek > bek-it-m ek {eT}
boynuzdan yapılma makara. [DS]
{eAT} {ağız} g ç l.f. f i r ] 1. Sağlamlaştırmak; pekit
bekermek, [bek-er-mek] /eTj gçsz. f. f ü r ] Pekiş
mek; katılaştırmak; tahkim etmek. [DLT] 2. Kapat
mek; sertleşmek. [Clauson]
T
ö îo ra ıo ff if f iM .5 3 1 B EK
mak; tıkamak. 3. {ağız} Kuşatmak; çevirmek. [DS] beklenti, [bekle-nti] is. 1. Bir çalışma ve girişim so
4. {ağız} Bir yere gözcü dikmek. [DS] 5. {ağız} V ur nucunda her zamanki hâliyle olması gereken ve
mak [DS] umulan şey; düş; umu; umut. 2. Kişinin taşıdığı ön
bekiz1, [bek > bek-iz] {eT} sf. Sağlam; güçlü; kudret görüş.
li; kuvvetli. [EUTS] bekler, [bekle-mek > bekle-r ^1£>] {eAT} sf. Bekleyen,
bekiz2, [Far. pâkıze (açık, belli) > bekiz] {eT} sf. A-
bekleşme, [bekle-ş-me] is. Bekleşmek işi.
çık; sarih; net. [EUTS] [Üç İtigsizler] S bekiz
bekleşmek, [eT. bekle-ş-mek] işteş, fi f i r ] 1. {eT}
belgülük, {eT} Açık; sarih; belli. [EUTS]
Antlaşma yapmak; ahitleşmek. [DLT] 2. {eT} K a
bekkem, [Far. bekkem ^Sö] {OsT} is. -*■ bakkam. patm akta yardımlaşmak. [DLT] 3. {eT} Beklemekte,
beklelmek, [bekle-mek > bekle-l-mek] {eT} ed il.f. [- gözetlemekte yardımlaşmak. [DLT] 4. Birlikte bek
ür] Beklenmek. [Clauson] lemek.
bekleme, [bek-le-me] is. Beklem ek işi. S bekleme bekletilme, [bek-le-t-il-me] is. Bekletilmek işi.
odası (salonu, yeri), B ir işyerin d e ve yolculuklarda bekletilmek, [bek-le-t-il-mek] edil, fi [-ir] 1. B ekle
birini veya aracı beklemek amacıyla oturulan oda, mek işi başkası tarafından yaptırılıyor olmak. 2.
yer, salon. Kendi arzusu dışında başka birisinin sebep olduğu
beklemek, [eT. bek (sabit; sıkı; güçlü) > bek-le-m ek durum dolayısıyla beklem ek zorunda olmak,
dl» *K>] g çsz.f. f r ] fl(i)-y o r ] 1. {eT} Sabit kılmak; bekletme, [bek-le-t-me] is. Bekletmek işi.
hareketsiz bırakmak; tespit etmek. [İKPÖy.] 2. {eT} bekletmek, [eT. bekle-t-mek] g ç l.f. [-ir] [eT. -ür] 1.
{eATI Bir Şeyi korumak; güvenli bir yerde tutmak; {eT} Bağlatmak; hapsettirmek. [DLT] 2. {eT} K o
gözetmek; saklamak; esirgemek; hapsetmek; kapalı rutmak; gözettirmek; muhafaza ettirmek. [EUTS]
tutmak; gizlemek; m uhafaza etmek; kilitlemek; [DLT] 3. Beklemek işini başkasına yaptırmak. 4.
kapatmak; bağlamak. [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] 3. {eT} Birinin beklemesine sebep olmak,
Tahkim etmek; muhafaza etmek; pekitmek; sıkılaş- bekleyiş, [bek-le-y-iş] is. 1. Bekleme işi ve biçimi. 2.
tırmak. [İKPÖy.] [Yüknekî] [Gabain] 4. Bir şeyin ya Biri gelinceye veya bir şey oluncaya kadar bir yer
pılıp bitirilmesi için süre tanımak. 5. Birinden bir de kalmak; intizar,
şey ummak. 6. Karşılaşılması ihtimali bulunmak. 7. beklig, [bek-lig] {eT} sf. Bağlı; kilitli; kapalı. [EUTS]
Aramak; istemek. 8. gçsz. fi Herhangi bir sebeple
beklik, [bek-lik tlUsy {eT} {eAT} is. 1. Kuvvet; sağ
bir yerde durmak; kalmak; aylamak. 0 Belde yâ
rin köşesini! K ısa zam anda gerçekleşm esi mümkün lamlık; metanet. 2. {ağız} Kabızlık; peklik. [DS] 3.
olmayan um utlar için söylenir. {ağız} folk. Söz kesimi sonrası yapılan tören. [DS]
beklemeli, [bekle-me-li] sf. (Öğrenci için) sınıfta kal 0 beklik takma, {ağız} folk. Söz kesme. [DS]
dığı halde derslere devam etmeden yalnızca kaldığı bekmes, [Far. bigmâz ?] {eT} is. Pekmez. [DLT]
derslerden sınava giren, bekmez, [Far. bigmâz ? > bekmez ><X>] {eAT} {ağız}
beklenilme, [bekle-n-il-me] is. Beklenilm ek işi. is. Pekmez. [DS] S bekmez ebesi, {ağız} Pekmezin
beklenilmek, [bekle-n-il-mek] edil, fi f i r ] 1. Biri ağartılmasında kullanılan yoğurt ve yum urta karı
tarafından bekleniyor olmak. 2. Beklenm ek eylemi şımı. [DS]|| bekmez kefi, {ağız} 1. Pekmez üzerin
yapılmak. deki köpük. 2. Bu köpüğün renginde olan. 3. (At
beklenme, [bekle-n-me] is. Beklenm ek eylemi, donu için) kulanın biraz koyusu; açık pekm ez ren
beklenmedik, -ği [bekle-n-me-dik] sf. 1. Olması ve gi. [DS]|| bekmez toprağı, {ağız} Pekmez yaparken
ya yapılması hiç umulmadık. 2. İnsanın tedbir al şıranın asidini gidermeye yarayan kireçli beyaz bir
makla önüne geçemeyeceği, insanın irade ve gay tür toprak. [DS]
retlerinin dışında olan, bekni, [? begni / bekni] {eT} is. 1. Bira. [EUTS] 2.
beklenmek, [eT. bekle-m ek > bekle-n-m ek dU-dsy Boza. [DLT]
edil. f. f i r ] 1. Biri tarafından beklenir durumda bekr, [Ar. bekr ^ ] {OsT} is. İki ile beş yaş arasın
bulunmak. 2. {eT} Bağlanmak; kapatılmak; kilit daki genç deve,
lenmek; saklanmak. [EUTS] 3. dönşl. fi {eAT} Pe
bekre, [Ar. belere »jSo] {OsT} is. 1. Kuyu vb. yerlerde
kişmek; sağlamlaşmak; pekleşmek. [DLT]
beklenmezlik, -ği [bekle-n-mez-lik] is. 1. Beklenme kullanılan makara, çıkrık ve çarklara verilen ad. 2.
me durumu. 2. U m ulm adık bir durum ve biçim, ö anat. Eklemlerde m akara gibi oyuk kemiklere veri
beklenmezlik fiili, dbl. B ir işin istenmeden, arzu len ad.
edilmeden m eydana geldiğini ifade eden, -eceği bekrek, [be-mek (sert, sıkı, sağlam olmak) > be-k
yapılı sıfat fiile tutm ak yardım cı fiilin i getirerek y a (sabit; sıkı; güçlü) > bek-re-k] {eT} sf. Pek; yüksek;
pılan birleşik fiil. üstün. [EUTS]
B EK Ö IÜ M IİIM M .
bekreşm ek, [beker-mek > bekrü > bekr(e)-ş-mek] lım Sultan (Hızır Balı) tarafından canlandırılan Ba
{eTj dönşy. fi. [-ür] Pekişmek; katılaşmak; sertleş tınî ve M elamî bir tarikat. 2. Bektaşî tarikatına
mek. [DLT] mensup olma.
bekrevî, [Ar. bekrevî Ls j ^ ] (bekrevi:) {OsT} sf. Ma B ektaşiyan, [Far. bektâşiyân j L i l K J (bekta:şiya:n)
kara biçiminde olan. {OsT} is. 1. Bektaşiler. 2. Yeniçeriler,
b e k ri1, [Ar. beker (erken kalkmak) > bekrî j^Sö] (bek b ektaşlık, -ğı [bektaş-lık] {ağız} is. Eş olma durumu;
ri:) {OsTj zf. Erken; sabah sabah. eşitlik; denklik. [DS]
b e k ri2, [Bekri M ustafa (17. yy.da İsta n b u l’da ya şa bek û nek , [Far. bekünek d ljS y (bekû:nek) {OsTj is.
mış bulunan meşhur ayyaş) > bekrî lSj^] sf. 1. İçki Tahta kılıç.
içmeye daha sabahtan başlayan. 2. İçki düşkünü; b e k û r, [Ar. bekür] (bekû:r) {OsTj sf. Erken; ilk.
sürekli sarhoş; ayyaş, b e k û rî1, [Ar. bekürî (bekûri.) {OsTj sf. (Çocuk
bekrilenm ek, [bekri-le-n-mek] dönşl. fi f i r ] İçkiye
için) ilk doğan.
düşkünlük göstermek,
b ekrilik, -ği [bekrî-lik] (bekri:lik) is. İçkiye çok düş b e k û rî2, [Far. bekürî (bekûri:) {OsTj sf. 1. Kör.
kün olma hali; sarhoşluk, 2. ..e rağmen; bununla beraber,
b e k rü , [beker-mek > bek(i)-rü / bek(i)r-ü [Clauson]] b ek û riy y et, [Ar. beküriyyet c o jjS y (bekû:riyyet)
{eT} zf. Sıkıca; kuvvetlice. [İKPÖy.]
{OsTj is. İlk çocuk olma durumu,
beksem ad, [Yun. paksimadi > Far. beksimât oU~£>] bek ü d m ek , [bekü-t-mek] {eT} gçl. fi f ü r ] Sağlam
(beksima.d) is. -* peksimet, laştırmak; berkitmek. [EUTS]
beksem at, [Yun. paksimadi > Far. beksimât o l . —<^] b ek ü m ek , [bekü-mek] {eTj g ç sz.f. Pekişmek. [DLT]
(beksema:t) is. -*■ peksimet, b ek ü rm ek , [bekü-r-mek] {eT} gçl. fi f ü r ] Berkit
beksim ât, [Yun. paksimadi > Far. beksimât o U - i ] mek; tahkim etmek; takviye etmek. [EUTS] [Gabain]
b e k ü rü , [belcü-r-ü] {eTj sf. Sağlam; berk; pek; kuv
(beksima:t) is. -*■ peksimet,
vetli. [EUTS] [Gabain]
beksim et, [Yun. paksimadi => beksimet £>]
beküşm ek, [beku-ş-mek] {eT} gçsz. fi. Pekişmek; sağ
{eAT} is. -*■ peksimet, lamlaşmak. [DLT]
beksiz, [bek-siz] {eTj sf. 1. Arık; zayıf; güçsüz; b ek ü t, [bekü-t] {eT} sf. Gizli; saklı. [DLT]
dayanıksız. [Gabain] [EUTS] 2. İstihkâmsız; tem el
b ek ü tm ek , [bekü-t-mek] {eTj g ç l.f. f ü ı ] Berkitmek;
siz; geçici. [EUTS]
sağlamlaştırmak; pekitmek. [DLT] [EUTS]
b eksum at, [Yun. paksimadi => beksumat o * - s y b e l1, [bel (vans.)] is. Sıçrama, ürkm e ve irkilme anla
{eATj is. -* peksimet. tan kök. [Zülfıkar] bel-in, bel-in-le-mek.
b e k ta ş1, [ben-deş > bektaş / Far. bektâş ? jilsSy bel2, [bel (yans.)] is. Şaşkın ve durgun bakışı anlatan
{eATj {ağızj is. 1. Akran, eş. 2. sf. Eşit; denk, müsa kök. [Zülfikar] bel bel bakmak. S bel bel, Şaşkın ve
vi, emsal; benzer. [DS] durgun bir vaziyette; anlamsız anlamsız.\\ bel bel
b e k ta ş2, [eT. bek (sert) + taş] is. Sert taş. b a k m a k , Uzun uzun anlamsız olarak bakmak.
B ektaşi, [bektaş > Ar. -î ^ b ^ ] sf. 1. ta sv f Hacı bel3, [eT. be 1 / bil / bel] (eT, be:l) is. 1. {eT{ Kol ve
bacakların birleştiği yer; bel. [DLT] [İKPÖy.] [ETY]
Bektaş Veli hazretlerinin kurmuş olduğu tarikata
2. {eTj Gövde. [İKPÖy.] 3. {eT} Böbrekler. [İKPÖy.]
m ensup olan. 2. Yeniçeri. S B ek taşî b abası, Bek
4. {eTj Kuşak. [İKPÖy.] 5. anat. İnsan bedeninde
taşi tarikatına mensup derviş. | B ektaşî fıkrası, göğüs ile karın arasında kalan dar kısım. 6. Göğüs
İslam iyet’in uygulama ve şeriatın hükümleriyle ile karın arasında kalan bölümün sırt tarafındaki
alay eden, kahramanı bir Bektaşi dervişi olan halk içbükey kısmı. 7. Hayvan vücudunda omuz ile sağ
fıkraları.\\ B ektaşî kavuğu, bot. Kaktüsgillerden rı arasında kalan kavisli kısım. 8. Dağ sırtlarında
kırk kadar türü bulunan şişkin gövdeli, tepesi çok geçit verecek durumda olan alçak kısım; dağ geçi
az diken tüylü, sarı çiçekli bir süs bitkisi, (Echina- di; belen. 9. Geminin orta bölümü. 10. Cinsel bir
cactus grusonii). || B ektaşî sırrı, Çok iyi saklanan leşme sırasında erkekten akan salgı; atmık; meni;
sır. || B ektaşî-m eşreb, D inî konularda serbest ha sperm. 11. Duvar, tavan, köprü gibi yerlerdeki
reket eden.|| B ektaşî üzüm ü, bot. Taşkırangiller- eğiklik; çökme; sarkma; şişkinlik; kabarıklık, ff
den kahverengi tüycüklii gövdeli, yaprakları yürek bel ağacı, {ağızj 1. Üzerine ağır y ü k konulan araba
biçiminde 60-150 cm. boyunda, nohut iriliğinde ya da rafın ortasının çökmemesi için altına konulan
mayhoş sarı, yeşil veya sarı sulu meyveli bir çalı ağaç destek. 2. K eten liflerini dolayarak ip, sicim
türü; Frenk üzümü, (Ribes grossularia). vb. yapm aya yarayan ağaç. [DS]|| bel ağrısı, İnsa
B ektaşîlik, [Bektaşi-lik] is. 1. Hacı Bektaş Veli haz nın bel bölgesinde çeşitli sebeplere bağlı olarak
retlerinin kurmuş olduğu ve on altıncı yüzyılda Ba
r
M H iif f is a a i- 5 3 3 B EL
ortaya çıkan ağrı. | bel altı, {ağızj Uçurumların, dölü olmak, çocuğu olma. {eAT} (aym)|| (birinin) be
yarların ve bazı dağların altında bulunan oyuk; linden inmek, {ağız} O erkeğin dölü olmak. [DS]||
barınak. [DS]|| bel bağlam ak, {eATj Önem vermek; beline kadar, Yukarıdan itibaren bel kısmına ka-
azmetmek; hazırlanmak.\\ bel bağı, 1. Kuşak; ke dar.|| beline sağlam olmak, Başkalarının ırz ve
mer; uçkur. 2. {ağızj Donun uçkur yeri. [DS] 3. namusuna saygılı olmak; zina et.memek.\\ belini a-
Iağızj Bebeği belinden beşiğe, salıncağa bağlama lamamak, Yerinden doğrulamamak.\\ belini al
ya yarayan enli bez. [DS] 4. {ağız} Arabanın ortası mak, {ağız} Belini doğrultarak yerinden kalkıp
na sarılan uzun zincir. [DS]|| bel bağlam ak, 1. Gü sendelemeden yürüyebilmek. [DS]|| belini bağla
venmek, dayanmak. 2. Önem vermek. 3. Azmetmek, mak, {eATj 1. Hazırlanmak. 2. tasvf. Tarikata ka
hazırlanmak.\\ bel bıkın, {eATj B el kemiği; arka.|| bul edildiğinin belgesi olarak şeyh tarafından der
bel bıkın göstermek, {eATj Yürürken kalçalarım vişin beline kemer kuşatmak.\\ belini bükmek, 1.
oynatarak erkeklerin ilgisini çekecek, davetkâr bir Yenmek. 2. Çaresizlik içinde bırakmak.\\ belini çö
tavır takmmak.\\ bel but, {ağız} B el ve kalça. [DS][| kertmek, Kamburlaşmak; eğilınek.\\ belini doğ
bel bükmek, E ğilerek selam vermek. || bel çivisi, rultmak, M addî durumunu düzeltmek, geçim sıkın
/ağızj Arabanın ortasına sokulan dem ir çivi. [DS]|| tısından kurtulmak.\\ belini kırmak, Çaresiz bı
bel çubuğu, {ağız} Yapıda binanın ortasına yatay rakmak, bir şey yapam az duruma düşürmek. | beli
olarak konulan ağaç. [DS]|| bel demiri, {ağız} Se ni taş eylemek, {eAT} 1. Kamburlaştırmak. 2. İhti-
merlere sap saman kakm ak için kullanılan bir se yarlatmak.\\ belini toplayamamak, 1. Belindeki
merci aygıtı. || belden aşağı, A çık saçık, cinsel iliş rahatsızlıktan dolayı doğrulamamak. 2. Yaşadığı
kiye yönelik olan; erotik; müstehcen. 11 bel dolam a kötü bir durumdan dolayı kendine gelememek; du
sı, Kuşak.|| bel evladı, Balım Sultan tarafından rumunu düzeltememek.\\ beli pek, {ağız} 1. Kendine
Bektaşîliğin yeniden düzenlenmesi sırasında Hacı güveni tam olan. 2. Cinsel isteklerine kendisini
Bektaş soyundan geldiklerini iddia ederek ayrılan kaptırmayan. [DS]|| beli salık, {ağız} 1. (Hayvan
tarikat mensupları.\\ bel eşeği, {ağız} Çatının orta için) bel kemiği kırılmış, sakat. 2. Serseri; başıboş.
sına konulan ağaç. [DS]|| bel getirmek, {ağız} Me- [DS]j| beli salınmak, {ağız} Beli çıkmak. [DS]|| beli
niyi akıtmak; atm ık çıkarmak. [DS]|| bel fıtığı, B el savak olmak, {ağız} (Hayvan için) beli tutmamak;
omurları arasına om urilik veya kas sıkışması şek sakat olmak. [DS]|| bel kemeri, E tek ve pantolon
linde beliren rahatsızlık,| bel gevşekliği, 1. Cinsel gibi giyecekleri tutturmak için bele takılan deri ve
güçsüzlük; iktidarsızlık. 2. H oşuna giden herkesle y a kumaş şerit. | bel kemiği, 1. Omurganın bel kıs
cinsel ilişkiye girm ek eğiliminde olma; hovardalık, mında ye r alan beş omur; bel omuru. 2. Omurga.
zamparalık. 3. {ağızj Spermayı tutamama hastalığı. 3. mecaz. B ir şeyin varlığını teşkil eden en önemli
[DS]|| bel gibi akmak, Çok ince fa k a t basınçlı ola bölümü; temel; esas. |j bel kesmek, {ağızj D ağ baş
rak damlamak, akmak.|| beli açılmak, 1. Çişini tu larında yolcuların önünü keserek soygunculuk
tamaz olmak. 2. {ağız} Sık sık aybaşı olmak; çocuk yapmak. [DS]|| bel kılçığı, {ağız} Bel zinciri. [DS]||
tutamamak. [DS] 3. {ağız} Kendini zorlam aktan do bel kılmak, {eT} B ir kimseye istediğinden daha çok
layı bel fıtığ ı olmak. [DS]|| beli ayrılmak, {ağızj yem ek vermek. [DLT]|| bel kıra kıra, Kırıtarak,
Çok çalışmaktan dolayı bitkin düşmek. [DS] | beli sallanarak yürümek.\\ bel kırmak, Vücudu belden
bağlı, {ağız} 1. Kerkenez. 2. Atmaca. 3. K artal ya v sağa ve sola bükerek yürümek.\\ bel kündesi, Gü
rusu. 4. Altı ve üstü dar, ortası şişkin kap. [DS]|| reşte rakibini belinden kavrayarak tuşa getirm ek
beli bek olmak, {ağızj Güveni tam olmak. [DS] 11 için uygulanan bir oyun.|| bel salmak, {ağız} 1.
beli bükük, Yaşlılık sebebiyle belini, doğrultama- (Hayvan için) üstündeki yükün ağırlığını çekeme
yan.\\ beli bükülm ek, 1. Yaşlılık veya fizikse l ra yerek çökmek. 2. Gevşemek; tavsamak. [DS]|| bel
hatsızlık sebebiyle belini dik tutamamak; eğik dur soğukluğu, tıp. Gonokok adı verilen bir tür bakte
mak. 2. Yaşlanmak.\\ beli çökertmek, {ağız} K am rilerin döl yolu ile sidik yollarında meydana getir
burlaştırmak. [DS]|| beli düşük, {ağızj Beli aşağı diği ve cinsel ilişkiyle bulaşan bir hastalık.\\ bel so
doğru sarkık olan [DS]|| beli gelmek, 1. Cinsel bir ğukluğuna uğratmak, argo. Bir söze ve işe gerek
leşme sırasında salgı boşalmak. 2. argo. Bıktırıcı siz yere karışarak norm al akışa engel olmak.|| bel
bir şekilde bir sözü tekrar etmek. 3. mecaz. D uru tolaması, {eAT} Kuşak. || bel vermek, 1. D ik veya
mundan memnun olduğu en güzel anı yaşamak. | yatay durması gereken bina elemanlarında içe ve
beli germe, {ağız} Atın böğründeki damarın şişm e y a aşağıya doğru eğrilme olmak; kamburlaşmak. 2.
siyle belirginleşen bir hastalık. [DS]|] beli gevşek, (Yük vb. için) altına belini destek etmek; beli ile
!ağızj Menisi çabuk gelen. [DS]|| belin bağlamak, dayanmak. 3. {ağızj Yardım için söz verm ek [DS] 4.
leATj 1. Hazırlanmak. 2. tasvf. B ir tarikata kabul {ağızj (İş için) yolunda gitmemek. [DS] 5. (Kadın
edildiğinin belgesi olarak şeyh tarafından o kişinin için) zo r kullanarak kendisi ile cinsel ilişkiye g ir
beline kemer kuşatmak.\\ (birinin) belinden gel mek isteyen erkeğe teslim olmak. || bel yol, {ağız}
mek, O kişinin sulbünden gelmek, evladı olmak, D ağın geçit verdiği yerden geçen yol. [DS]|| bel
BEL D l Ü M I İ l f f S Ö M . 534
zinciri, {ağız} I. Bel kemiği. 2. Odun yüklü araba kıntıya diişiirmek.\\ belâ-yı berzah, {OsT} Kurtul
nın ortasına bağlanan zincir. [DS] ması güç bela.|| belâ-yı hilkat, {OsT} Yaratılış be-
bel4, [eT. bel (iz; işaret)\ {ağız} is. Zahire, un gibi lası.|| belâ-yı muazzâm, {OsT} Büyük üzüntü ve
şeylerin üzerinden alınıp alınmadığının anlaşılması sıkıntı. | belâ-yı nâgâh, {OsT} Ansızın gelen bela. |
için önceden konulan özel işaret; bellilik, nişan. belayı satın almak, Bilerek sıkıntı ve üzüntü verici
[DS] S1 bel etm ek, {ağız} İşaretlemek; işaret koy bir işe girm ek.|| belayı savm ak, Sıkıntılı durumdan
mak. [DS] kurtulmak.\\ belâ-yı slyâh, {OsT} Acı olay ve du
bel5, -l’ı [Ar. bel' {OsT} is. 1. Yutma. 2. mecaz. rum; kara bela.|| belâ-zede, {OsT} Belaya uğramış.
bela3, [Slav, bela (beyaz)] {ağız} is. Her tarafı beyaz
Rüşvet. S bel’ etmek, {OsTj Yutmak.|| bel’-i lok
koyun. [DS]
ma, {OsT} 1. Lokmanın yutulması. 2. Emme.
belabil1, [Ar. bülbül > belâbil J> ^ ] (bela:bil) {OsT}
bel6, -İli [Ar. beli Jj] {OsT} is. Islatma.
is. Bülbüller.
bel7, [Far. bel J J is. 1. Ökçe. 2. tarım. Toprağı insan
belabil2, [Ar. belbâl > belâbil J>}1] (belabil) {OsT} is.
gücü ile aktarmaya yarayan, sap üzerindeki tepme-
liklerinden ayakla basılarak toprağa saplanan uzun Tasalar; kuruntular; vesveseler,
saplı, ucu sivri kürek, fi1 bel bellemek, B el ile top belad, [Far. belâd / belâde ° ^ ] (bela:de) {OsT} sf. 1.
rağı alt üst etmek, kabartmak.\\ bel demiri, Topra Kötü kişi; günahkâr. 2. Söz taşıyıcı; müzevir. 3.
ğı sürmekte kullanılan tarım aleti. [DS] Kötü şey.
b el8, [Ar. bel J J {OsT} e. Belki. beladan, [Yun. blatanos] {ağız} is. Çınar ağacı. [DS]
bel9, [İng. Graham Bell (İngiliz fizikçi, müzisyen) > beladet, [Ar. belâdet o j ^I.] (bela:det) {OsT} is. İzan-
beli] is. Ses şiddetini ölçmekte kullanılan 10 12 W 'a sızlık; akılsızlık; sersemlik; budalalık; aptallık,
eşit birim.
beladır, [Ar. belâ (musibet) + Far. dur (uzak) j^5l>]
b ela1, [Ar. belâ / Far. beli ^1>] (bela:) {OsTj e. Peki;
(bela.dır) {OsT} is. -*■ beladur.
hayhay; evet; öyle (yalnız “kâlü-belâ” sözünde g e
çer). beladur, [Ar. belâ (musibet) + Far. -dur (uzak) j j a ^ ]
(bela. dur) {OsT} is. 1. Belaya uğram amak veya ya
bela2, [Ar. belâ 51.] (belâ:) is. 1. İçinden çıkılması,
şanılan bir sıkıntıdan kurtulmak için verilen sada
kurtulunması çok zor durum; musibet; felaket. 2. ka. 2. Nazarlık. 3. Kadınların takındığı altın, elmas
Kendisinden korunulması, sakınılması gereken şey; gibi takılar. 4. Gelin tacı. 5. bot. Meyvesi ilaç ola
kötülük. 3. Büyük sıkıntı ve zarar sebebi olan olay rak kullanılan ve Hindistan'da yetişen bir ağaç;
veya kişi. 4. Büyük dert; keder. 5. Hak edilmiş ola Amerikan elması, (Semicarpus anacardium).
rak verilen ceza. 6. Kişiyi istemediği davranışa zor
layan etki; kaygıdan doğan durum. S bela ara belag, [Ar. belâğ ^M>] (bela.ğ) {OsT} is. 1. Yetiştir
mak, 1. Üzüntü ve sıkıntı vereceği belli olan işlere me; eriştirme. 2. Yetiştirilen şey; eriştirilen söz. S1
girişmek. 2. Kavga çıkarmak için sebep aramak.\\ belağü’l-mübîn, {OsT} İlahî tebliğ; K ıır’an-ı K e
belâ-cü, {OsT} Kendisine dert arayan.\\ belâ-cû- rim.
yân, {OsT} D ert arayanlar.\\ bela çekmek, Eziyet belagat, -ti [Ar. belagat c ^ i ^ ] (bela:gat) {OsT} is. 1.
ve üzüntü verici bir durumu yaşamak.\\ belâ-dîde, Etki gücü; tesirlilik. 2. İncelik; hassasiyet. 3. Güzel
{OsT} i. Bela görmüş. 2. Belaya uğramış.|| belâ- konuşm a ve ikna etme yeteneği; uz dillilik. 4. Söz
efşân, {OsT} Bela saçan.|| belâ ender belâ, {OsT} sanatları bilgisi; retorik. 5. mecaz. Anlatım gücü. 6.
K atm erli bela.|| belâ-gerdân, {OsT} Belayı savuştu Bir söz veya işarette gizli olan derin anlam .0 be-
ran,|| bela kesilmek, Sıkıntı ve eziyet verici şekilde lâgat-fürüş, {OsT} Uz dillilik taslayan.| belâgat-
birisine musallat olm ak.|| belâ-keş, {OsT} Sıkıntı ve fürüşâne, {OsT} Uz dilli olana yakışır biçimde.\\
eziyet çeken.|| belâ-keşîde, {OsT} Bela çekmiş.\\ be belâgat-fürüşî, {OsT} Uz dillilik.\\ belagât-perdâz,
la okumak, Birisinden gördüğü kötülük karşısında, {OsT} İyi ve düzgün söz söyleyebilen.
Allah'tan cezalandırılması için dilekte bulunmak;
belagatli, [belagat-li] (bela:gatli) sf. Belagat sahibi
beddua etmek. | belalar mübareği, Aşk gibi insana
olan.
sıkıntı veren fa k a t vazgeçilemeyen durumlar. || be-
lâ-senc, {OsT} Bela tartan.|| (çektiği ..i) belası, belağ, [Ar. belâğ jO lJ (bela.ğ) {OsT} is. Olgunluk.
Çektiği sıkıntıların sebebi.|| belasını bulmak, H ak belahat, -ti [Ar. belâhet oj.M.] (bela:het) {OsT} is.
etmiş olduğu cezaya uğramak.\\ belasını çekmek,
Aptallık; bönlük; alıklık,
Davranışları yüzünden sıkıntıya düşmek. || belaya
çatmak, Üzücü ve sıkıntı verici işlerle karşılaş belak, [Ar. belak jL ] {OsT} is. Ayakları alacalı olan
ma.fc|| belaya girm ek, Üzüntü verici, sıkıntılı bir at.
duruma düşmek. || belaya sokmak, B ir kimseyi sı
ilia i f f sözmüş BEL
belakik, -ki [Ar. belakik j * ^ ] (b e la .k ik , k 'l e r k a lm tar. im paratorluk döneminde bir şehir veya kasaba
halkından devlet ve kişiler arasında meydana gelen
sö y le n ir) {OsT} is. 1. Düz ovalar. 2. Çöller,
ihtilafları çözümleyen yargı görevlisi.
belal, [Ar. belâl / bilâl J5L] (belâ.T) {OsT} sf. 1. Su
Beldeitayyibe, [Ar. belde-i tayyıbe (güzel) »-'L]
gibi ıslatan. 2. Islatış. 3. Islaklık,
(beldeitayyi:be) {OsT} is. 1. Güzel ve sevgili şehir.
belalek, -ği [Far. belârek / belâlek (b e- 2. gnşl. Medine, Kudüs ve İstanbul şehirlerinin her
lâ :lek) {OsT} is. -*■ belarek. biri.
belalı, [bela-lı] (b e lâ :lı) sf. 1. Çok üzüntü verici, beldir, [beld (yans.) > beld-ir] {ağız} sf. 1. (Göz için)
yorucu. 2. Çok kavga eden; şirret. 3. Yolsuz kadın patlak; fırlak. 2. (Kişi için) patlak gözlü. [DS] S
ların, zorbalığından çekinerek dost olm ak zorunda beldir beldir, {ağız} (Çocuk gözü için) canlı; p a r
kaldıkları erkek; oynaş, lak. [DS]|| beldir beldir bakmak, {ağız} 1. Anlam
bel’am, [Ar. bel'âm j*5l>] (b e l-â :m ) {OsT} is. Terbi sız şekilde, aptal aptal bakmak. 2. (Çocuk için) ne
olup bittiğini anlamadan ancak dikkatle ve canlı
yesiz; açgözlü; obur,
bir şekilde bakmak. [DS]|| beldir beldir koşmak,
belan, [bel-en] {ağız}] is. -*■ belen. [DS
{ağız} H a fif h a fif koşmak. [DS]|| beldiri bestek,
belarek, -ği [Far. belârek / belâlek / dü 51] (b e {ağız} (Konuşmak için) yerli yersiz. [DS]
l â r e k ) {OsT} is. 1. İyi su verilm iş çelik. 2. İyi su beldirgöz, [beld-ir+göz] {ağız} is. Tavşan. [DS]
verilmiş kılıç. 3. Kılıca iyi su verildiğini belirten bele', [bele] {ağız} is. 1. İki kardeş çocukları; kuzen.
üzerindeki menevişler. 4. Ok mahfazası; sadak. 5. 2. Teyze; hala. [DS]
Ok temreni. bele2, [böyle > bele] (be.Te) {ağızj zf. Böyle. [DS]
belaya, [Ar. belâya 1 51] (b e lâ .y a :) {OsT} is. Fela bele3, [Bulg. bela] {ağız} is. Her tarafı beyaz koyun.
ketler; gamlar; kederler; tasalar, [DS]
belbağı, [bel+bağ-ı] {ağız} is. Dayanak; güvence; ma beled, [Ar. beled -ÜJ {OsT} is. 1. Ülke. 2. Şehir; bel
nevi destek. [DS] de. S Beled Sûresi, isi. İnsanın iyi ve kötüyü ayırt
belbal, -li [Ar. belbâl / belbâle JLL] (belba.T ) {OsT} edebilecek biçimde ve imtiyazlı yaratıldığını; ben
is. Vesvese; telaş; tasa; kuruntu,
ciliği bırakarak yoksulu ve yetim i korumak gerekti
ğini, inanç sahibi olmanın değerini anlatan ve
belben, [Sur. Ar. leben (sü t) > melben] {ağız} is.
M üslümanların ileride M ekke'yi fethedecekleri
Pestil. [DS]
müjdesini veren, Kur'an-ı K erim ’in 20 ayetlik 90.
belbele, [Ar. belbele aLL] {O s T} is. 1. Sürahi. 2. İçki suresi.
konurken çıkan ses; gulgule. beledi', [? beledi] is. zool. Tatlı su kefali, (Squalius
bclber, [İt. barbiere] {ağız} is. -*■ berber. [DS] cephalus).
belboy, [İng. beli (zil) + boy (o ğ la n )] is. Otellerdeki
beledî2, [Ar. beledî lJjJJ (beledi:) {OsT} sf. 1. Şehirli.
oda hizmetçisi; oda görevlisi; kat görevlisi,
2. Yerleşik; yerli. 3. Belediye ile ilgili. 4. is. Cilt
belbus, [Far. belbüs (b e lb u :s) {OsT/ is. 1. Y a
bezi denilen bir tür dokuma,
bani soğan. 2. Dağ sarımsağı. 3. Bir tür haşhaş,
belediye, [Ar. beledî > belediyye m-üJ is. Kasaba ve
belce, [bel-ce] is. İki kaşın arası,
belcek, -ği [bel-cek] {ağız} is. 1. Kuşak; kemer. 2. şehirlerde yerel hizmetleri götürmekle görevli ve
Eteklik. 3. Mintan; içlik; frenk gömleği. [DS] seçimle iş başına gelen kuruluş. S belediye baş
kanı, Belediye kuruluşunu yöneten ve seçimle iş
belçe, [Far. bel (k ü re k ) > bel-çe] {ağız} is. Kürek.
[DS] başına gelen kimse. || belediye encümeni, Belediye
meclisince seçilmiş üyeler ve daire amirlerinden
bcld, [beld (vans.)] is. Canlı ve dikkatli bakışı anlatan
meydana gelm iş belediyenin işlerini düzenlemekle
kök. [Zülfıkar] b e ld - ir b e ld ir b a k m a k , b e ld - ir (göz).
görevli kurul.
beldanat, [Far. bel (ta rım a ra c ı) + Yun. anadoti ?]
belediyeci, [belediye-ci] is. Belediyede görevli kişi,
{ağız} is. Harman savurmakta ve ekin demetlerini
kağnıya yüklemekte kullanılan üç çatal parmaklı belediyecilik, -ği [belediye-ci-lik] is. 1. Belediye
tarım aracı; çatal. [DS] işleri. 2. Belediyelerin gerçekleştirdiği işler. 3. B e
lediyeye ait yönetme ve yürütme usul ve esasları,
beldar, [bel + Far. -dâr j I a L ] (b e ld a :r) {OsT} is. tar.
beleg, [eT. bele-mek > bele-g (bir şeye sarılarak
İmparatorluk döneminde dağ geçitlerini koruyan, sunulan)] {eT} is. Hediye,
yolcuların güvenliğini sağlayan korucu; derbentçi.
beleglemek, [beleg-le-mek] {eT} gçl. fi f r ] Hediye
belde, [Ar. belde »jJb] {OsT} is. 1. Ülke. 2. Şehir. 3. vermek. [DLT]
Kasaba. 4. Oturulan, yaşanılan yer; memleket. S1 beleh, [Ar. beleh 4J4] {OsT} is. Bönlük; ahmaklık; ap
belde devleti, Ş e h ir d e v le ti; site . |[ belde kadısı,
tallık.
BEL OIİM IİM M .
belek1, -ği [bele-mek (sarmak) > bele-g (bir şeye belen2, [bel-en > bel-en] is. 1. Dağların iki tepesi
sarılarak sunulan) / belek dil] {eT} {eAT} {ağız} is. arasındaki geçit; dağ üzerindeki yüksek geçit. 2.
1. Konuğun yakınlarına getirdiği armağan; bir yer {ağızj Yamaç; sırt; bayır. [DS] 3. {ağız}] Üzeri yassı
den başka bir yere gönderilen armağan. [DLT] yüksek yer; düzlüklü tepe. [DS 4. {ağızj Dağ eteği.
[Gabain] [Yüknekî] [DS] 2. {ağız) Düğün hediyesi. [DS] 5. {ağız} Y üksek dağlarda görülen ağaçsız düz
[DS] 3. {ağız} folk. Düğünde gelinin başına davetli lük yer. [DS] 6. {ağızj Engebeli yer. [DS] 7. {ağızj
ler tarafından konulan yazma. [DS] 4. {ağız} folk. Issız, kimsesiz yer. [DS]
Düğünde davet edilen yakın akrabalara yollanan belen3, [bel-en] {ağızj is. 1. Havale; sara. 2. Dudak
kumaş. [DS] 5. {ağız} Yarış ve karşılaşmalarda bi larda oluşan uçuk. [DS] ö belen olm ak, {ağızj H a
rinci gelene verilen ödül. [DS] valeye tutulmak. [DS]
belek2, -ği [bel-ek dil] {eAT} is. Belgit; nişane; ala belen4, [bel-en / bel-in] {ağızj is. Deli. [DS] ö belen
aynası, {ağız} İçbükey ayna. [DS]
met; örnek.
belekJ, -ği [bele-mek (sarmak) > bele-k] {ağız} is. 1. belend, [Far. belend -uL] {OsTj sf. 1. Yüksek; yüce;
Çocuk bezi. 2. Kundak. 3. Beşiğe serilen yatak. 4. bülent. 2. Kapı pervazı veya çerçevesi,
Ok ve yay kuburu; sadak. [DS] belendin, [Far. belendin (belendi:n) {OsTj is.
belek4, -ği [Erme, belek] {ağızj sf. Alacalı; karışık 1. Kapı pervazı. 2. Pencere çerçevesinin alt tahtası,
renkli. [DS]
beleng, [bel-en d il] (beleh) {eATj is. 1. Dağlık sarp
belek5, -ği [be-le-k] {ağız} is. 1. Korku. 2. sf. Korkak.
[DS] yer. 2. Dağ beli. 3. {ağız} Dağ yamaçlarında aşınma
sonucu oluşmuş çıkıntılar. [DS]
belek6, -ği [bel-ek] {ağızj is. Hedef. [DS]
belengaz, [Kürt, belengaz] {ağız} sf. Üstü başı eski
belek7, -ği [belen / belek] {ağız] is. Dağ geçidi; bel.
[DS] püskü; dilenci. [DS]
beleke, [beleke] {ağızj is. Yarı yarıya buğday çavdar belengez, [Kürt, belengez] {ağız} sf. Düşüncesiz,
karışımı tahıl. [DS] tasasız; hiçbir şey düşünmeyen. [DS]
belekim, [böyle+ki > belekim] e. Keşke, belenglemek, [bel (yans.) > bel-en-le-mek] {ağız}
g çsz.f. f r ] fl(i)-y o r ] -* belinglemek. [DS]
beleklem ek, [belek-le-mek] {eTj gçl. f. f r ] Armağan
kılmak; hediye etmek; vermek. [DLT] belenlemek, [bel-en-le-mek] {ağızj gçl. f. f r ] fl( i) -
yor] Azarlamak. [DS]
belekli, [belekJ-li] {ağızj sf. Alacalı; karışık renkli. S'
belekli at, {ağız} Vücudunun bir çok yerinde beyaz belenm e, [bele-n-me] is. Belenm ek işi.
benekler bulunan at. [DS] belenmek, [be-le-n-mek dU-il] edil. f. f i r ] 1. (Ço
belel, [Ar. bell > belel J-l] {OsT} is. 1. Yaşlık; ıslak cuklar için) kundaklanm ak veya beşiğe yatırılıp
lık. 2. M ihnet; keder. 3. Düşkünlük. 4. Mücadele; bağlanmak. {17.yy.} (aynı) 2. dönşl. fi Bulaşmak,
bulanmak. {eATj {ağızj (aynı) [DS] 3. {ağızj Toz top
kavga. 5. sf. Hastalıktan kalkan; iyileşen,
rak içinde yatıp yuvarlanmak. [DS] S beleni bele
belelmek, [bele-mek > bele-l-mek] {eT} dönşl. f. f
ni, {ağızj Rahatça; sere serpe. [DS]
ür] Batmak; bir şeye bulanmak. [DLT]
belem e, [ba-mak (bağlamak) > be-le-me] is. Bele belensem, [Ar. belensem p—Jl»] {OsTj is. Katran,
mek işi. beler, [bel-er] {ağız} is. Dam ucu; saçak. [DS]
belem ek1, [be (yans.) > be-le-mek] (be'dem ek) {eTj belerçin, [bel-eı-çin j ^ l ] {eAT} {ağız} sf. (Göz için)
g çsz.f. f r ] (Koyun için) melemek. [DLT] dışarı çıkık; pörtlek. [DS] B1 belerçin gözlü, {eAT}
belem ek2, [bele-mek dU l] {ağızj gçl. f. f r ] fl ( i ) - {ağız} Gözü dışarı çıkık; belermiş gözlü; pörtlek
yor] 1. {eAT} Çocuğu kundaklamak. [DK] 2. Beşiğe gözlü. [DS]
yatırıp bağlamak. 3. Beşik sallamak. [DS] belergen, [bel-er-gen] {ağızj sf. (Göz için) patlak;
belem ek5, [bele-mek] {ağız} gçl. f. f r ] fl(i)-y o r ] 1. dışarı fırlak. [DS]
Bulamak; bulaştırmak. [DS] 2. Katıştırmak; karış belergöz, [bel-er+göz] {ağız} sf. Şaşkına dönmüş.
tırmak. [DS] [DS] S’ belergöz etmek, {ağız} Şaşkına döndürmek.
belem ir, [? belemir / pelemir / melemir] is. bot. Orta [DS]]| belergöz olmak, {ağızj N e yapacağını bile
Anadolu'da tarlalarda yetişen tarakotugillerden açık mez olmak; şaşkına dönmek. [DS]
mavi çiçek açan bir yıllık otsu bitki; mavi kantaron, belerm ek1, [bel-er-mek dlo ^] {ağız} gçsz. fi. [-ir] 1.
peygamber çiçeği, (Cetaurea cyanus). Ortaya çıkmak; belirmek. [DS] 2. {eAT} (Göz için)
b elen 1, [bel-en] {eATj is. Süslü ve işlemeli kılıç ke fazla açılıp kalmak; akı iyice belirecek biçimde
meri. açılmak, fi1 beleri kalmak, {eATj {ağızj 1. (Göz
için) fa zla açılıp kalmak. 2. {ağız} Korkudan gözle-
ffliflllHMIi S İ M » 537 BEL
fini kocaman kocaman açıp bakakalmak. [DS]|| hangi bir eşya. 3. Eskiden orta öğretimde iki yıl üst
beleril k alm ak, {eAT} Belermek. üste kalan öğrencilerin başarısız olarak okulla ili
belerm ek2, [bel-er-mek] {ağız} gçsz. fi [-ir] (Cilt şiklerinin kesildiğini bildirir yazı. 0 belge analizi,
için) çimdik veya sıkışmadan dolayı hafif m orar Bilgi saklama ve belgeleri sınıflandırma işlemleri
mak. [DS] nin bütünü.
belerti, [bel-er-ti] {ağız} is. Derideki hafif morluk. belge2, [böl-ge / belge] {ağız} is. Kısım; parça. [DS]
[DS] belgeci, [belge-ci] is. Belgesel film ler çeken sinema
belertm e, [bel-er-t-me] is. Belertmek işi.
veya televizyon programı yapımcısı,
belertm ek1, [bel-er-t-mek] {ağız} gçl. fi [-iı] (Göz
belgegeçer, [belge + geç-er] is. 1. Yazı ve resim gibi
için) şaşkınlık veya kızgınlık ifadesi olarak koca
belgelerin kopyasını uzaktaki bir yere aktaran m a
manca açmak. [DS]
kine; faks. 2. Bu yolla alınmış belge,
belertm ek2, [bele-r-t-mek] {ağız} g ç l.f. f i r ] (Deri ve
belgelem e, [belge-le-me] is. Belgelemek işi; tevsik,
cilt için) hafif morluk kalacak biçimde sıkmak veya
belgelem ek, [belge-le-mek] g ç l.f. f r ] fl(i)-y o r] Bir
çimdiklemek. [DS]
olayın doğruluğunu belge göstererek ispat etmek;
belesan, [Far. belesân jl_X] (belesa:n) {OsT} is. bot. tevsik etmek.
1. Pelesenk ağacı. 2. Bu ağacın yağı; balsama, belgelendirm e, [belge-le-n-dir-me] is. Belgelendir
belesüz, [belü-süz > bele-süz >-L] {eAT} sf. Gizli; bi mek işi.
belgelendirm ek, [belge-le-n-dir-mek] gçl. fi f i r ]
linmeyen.
İddia ettiği durum ve olayla ilgili olarak belge gös
beleş, [Ar. bilâ (hiç) + şey (nesne) > bilâşey > beleş] termek, iddialarını belgeye dayandırmak,
(be'leş) {OsT} sf. argo. Hiçbir emek veya karşılık
belgelenm e, [belge-le-n-me] is. 1. Belge sahibi olma.
verilmeden elde edilen; bedava. S beleşe k onm ak,
2. Belge ile ispat edilme.
Hiç emek vermeden, para harcamadan elde etmek.
belgelenm ek1, [belge-le-n-mek] dönşl. fi. f i r ] İki yıl
beleşçi, [beleş-çi] is. Para ödemeden sahip olmayı se aynı sınıfı okuduktan sonra belge ile okuldan uzak
ven ve alışkanlık haline getirmiş olan; bedavacı; laştırılmak.
lüpçü.
belgelenm ek2, [belge-le-n-mek] edil, fi f i r ] (Bir o-
beleşçilik, -ği [beleş-çi-lik] is. 1. Beleşçi olma duru lay veya iddia edilen konu için) belge gösterilerek
mu. 2. Beleşçi olanın niteliği. ispat edilmek,
beleşmek1, [beleş-mek] {ağız} dönşl. f. f i r ] Hantal belgeli, [belge-li] sf. 1. Belgesi olan. 2. İkna edici y e
laşmak. [DS] terlikte belgesi bulunan. 3. İki yıl üst üste sınıfta
beleşmek2, [bele-ş-mek] {ağız} dönşl. f. f i r ] Yere kalm ış olup da belge ile okuldan ilişiği kesilmiş
yuvarlanmak. [DS] bulunan.
beleşten, [beleş-ten] (bele'şten) zf. Karşılıksız; emek belgelik, -ği [belge-lik] is. 1. Belgelerin saklandığı
ya da para vermeksizin. ve korunduğu yer; arşiv. 2. sf. Belge olarak kullanı
belet1, [? belet] {ağız} sf. Yüksek; yüce. [DS] labilecek nitelikte olan,
belet2, [Fa. balad (kılavuz)] {ağız} sf. 1. Bilen; tanı belgesel, [belge-sel] sf. 1. Belge niteliği taşıyan. 2. is.
yan; vâkıf. 2. Bilinen; bellenen; öğrenilmiş. 3. is. Belge özelliği bulunan radyo ve televizyon prog
Yol gösteren kimse; kılavuz. [DS] ramı. 0 belgesel film, Tabiattan veya hayatın
içinden alınmış ve gerçekte süregelen akışı içinde
belevi, [bel+ağa] {ağız} is. K öy ağası; eşraf. [DS]
hazırlanarak bilgi vermeyi amaçlayan film .
belevürt, [? belevürt] sf. 1. (Göz için) şekilsiz; kor
belgi1, [eT. bel-gü > bel-gi] is. 1. Bir şeyi benzerle
kunç. 2. is. Ölçüp karşılaştırma. 0 b elev ü rt et
rinden ayıran özellik; alamet; nişan; damga; ala-
mek, Ölçüp karşılaştırmak.
met-i farika; {ağız} (aym). [DS] 2. Duyuş, düşünüş
beleykim, [böyle+kim] {ağız} e. Şayet. [DS]
ve inanıştaki ayırıcı özellik; şiar. 3. {ağız} Hedef.
belez, [bel-ez] {ağız} is. 1. Ağrı; sızı. 2. Romatizma. [DS]
[DS] 0 belez belez, {ağız} 1. (Yürümek için) ken belgi2, [böl-gü / belgi] {ağız} is. 1. Bir odayı ikiye
dinden geçm iş hâlde. 2. (Bakmak için) şaşkın şaş ayıran bölme. 2. Yüklük; musandıra. [DS]
kın. [DS]
belgilem e, [belgi-le-me] is. Belgilem ek işi.
belezek, -ği [bel-ez-ek] {ağız} is. Uyku kaçması du
belgilem ek, [belgi-le-mek] gçl. f i f r ] f l ( i ) -yor] 1.
rumu. [DS]
Bir işaret koyarak belli olmasını sağlamak; belir
belge , [eT. bel-gü > bel-ge] is. 1. Bir gerçeği aydın lemek. 2. İşaretinden tanımak,
latmak veya bir hak iddia etmek için kullanılabile
belgili, [belgi-li] sf. Belli edilmiş olan; belirli, m uay
cek yazılı bilgi, fotoğraf, resim vb. şeyler; vesika;
yen.
doküman, (1935). 2. mecaz. Delil olabilecek her
BEL 1M IÜ İCESÖ M .538
belgilik, -ği [belgi-lik] sf. B ir yapıyı nitelemek, gö belgütmek, [belgü-t-mek] (b e lg ü :tm e k ) {eTj g çl. f . f
revini belirlemek için kullanılan işaret veya kısalt ü r ] Göstermek; sergilemek. [Clauson]
ma; alamet-i farika, belgüzar, [Far. bergüzâr] {ağızj is. bergüzar. [DS]
belgin, [bel-gin] sf. Tam ve kesin olarak belirlenmiş belham , [Far. belham {OsT} is. Saban (tarım
bulunan; apaçık; sarih,
aracı).
belginlik, -ği [bel-gin-lik] is. Tam ve kesin olarak
belirlenmiş olma durumu; sarahat, belî, [Ar. belâ > Far. beli (b eli:) {OsT} e. Peki,
beling, [bel-in (belifi) {eT} {eAT} is. 1. Korku; ür belirginleştirm e, [belir-gin-le-ş-tir-me] is. Belirgin
leştirmek işi.
küntü; panik; dehşet. [Gabain] [EUTS] 2. Düşman
b elirg in leştirm ek , [belir-gin-le-ş-tir-mek] gçl. fi f
gelmesi yüzünden halkta beliren ürküntü ve korku;
ir] Açıkça görülür, anlaşılabilir duruma gelmesini
panik; dehşet. [DLT]
sağlamak; belirginlik kazandırmak,
belingçi, [belin-çı] (belinçi:) {eTj sf. Çok korkak; çok
b elirginlik, -ği [belir-gin-lik] is. 1. Belirgin olma du
ürkek. [DLT]
rumu. 2. Belirgin olan şeyin niteliği. 3. dbl. Bir di
belingdek, [belin-dek] (belindek) {eT} sf. Korkunç;
lin yapısal gereği olarak herhangi bir dil unsuru
korkutucu. [Clauson]
nun, diğerleriyle benzer özellik taşım asına rağmen,
belingemek, [bel (yans.) > bel-in-e-mek] {ağız} gçsz.
bir yönüyle farklılık gösterdiği için ayrı biçimbirim
f [.,■] fn (i)-y o r] -*• belinlemek. [DS]
sayılma özelliği, «/p/ sesi /b/'den titreşimsizliği ile
belinglegü, [belin-le-gü] {eT} is. Korku. [Gabain]
belirginlik kazanır.»
[EUTS]
belirlem e, [belir-le-me] is. 1. Belirlemek işi. 2. B e
belinglem ek, [bel (yans) > bel-in-le-m ek / bel-ün-le-
lirli kılma; ayırma. 3. Açıklama. 4. y er b. Konumu
mek LİUKy (belinle :mek) {eT} {eAT} g ç sz.f. f r ] 1. bilinm eyen bir noktanın bilinen noktalar aracılı
Şaşkınlıkla karışık korku duymak; belinlemek; ğıyla koordinatını hesaplama işlemi,
korkudan titremek; korku ile birden sıçramak; ir b elirlem ek, [belir-le-mek] gçl. fi f r ] fl(i)-y o r] 1.
kilmek; ürkmek. [EUTS] [Gabain] 2. Uykudan korku Belli olacak bir durum kazandırmak. 2. Benzerle
ile sıçramak. [DLT] 3. (Hayvan için) bir şeyden ür rinden ayırt edilebilecek şekilde ortaya koymak;
küp sıçramak. [DLT] 4. Afallamak.fi1 belinleyü tayin etmek, (1942). 3. Bellilik koymak; işaretle
durm ak, {eAT} Uykudan korku ile sıçrayıp kalk mek; damgalamak. 4. Bir şeyin gelişimini, sonra
mak. dan alması gereken durumu, kazanması gereken
belinglenmek, [bel (yans.) > bel-in-le-n-mek] {ağız} özellikleri etkileme ile önceden yönlendirmek. 5.
dönşl. fi [-ir] 1. Şaşkınlıkla karışık korku duymak. dbl. (Tanımlayıcı sıfatların görevleri söz konusu
2. Ürkmek; irkilmek; afallamak; şaşmak. 3. Uyku olduğunda) belirtme. 6. man. Yeni bir kavramı,
da sıçramak.[DS] özünü teşkil eden unsurları açıklamak suretiyle ta
belingletmek, [belin-le-t-mek tiUslSüb] (belinletmek) nımlamak; tayin etmek. 7. man. B ir kavram ı ayırıcı
{eTj {eAT} gçl. fi. f ü r ] Korkutmak; ürkütmek. [E- unsur ekleyerek sınırlamak; kapsam ım daraltmak,
UTS] belirlenim , [belir-le-n-im] is. 1. Belirli duruma
belingteg, [belin+teg] (belinteg) sf. 1. Korkunç. gelme; belirginleşme. 2. fel. Yeni bir kavramın an
[Gabain] 2. is. Korkma; donup kalma. [EUTS] lamının, muhtevasının, yapısının, sınırlarının tam
belinleme, [belin-le-me] is. Belinlem ek işi. olarak tespit edilmesi durumu; gerektirim, determi
belinlem ek1, [eT. belin-le-m ek > belin-le-melc] gçsz. nasyon.
fi M fl ( i ) - y ° r] !■ {aSlz} K orku ile uykusundan belirlenim ci, [belirlenim-ci] sf. fel. Her olayın başka
sıçramak; birden korku ile uyanmak. [DS] 2. (Hay olayların zorunlu sonucu olduğu görüşünde olan;
van için) habersizce bir şeyden korkup ürkmek. 3. gerekirci, determinist,
Şaşkın şaşkın bakmak; afallamak. 4. Ürkmek. 5. belirlenim cilik, -ği [belirlenim-ci-lik] is. fel. H er
{ağız} Şaşkınlıkla karışık korku duymak; irkilmek. olayın başka olayların gerekli ve kaçınılmaz sonu
[DS] 6. {ağız} Dudakta uçuk çıkmak; uçuklamak. cu olduğunu savunan felsefî görüş; gerekircilik; de
[DS] terminizm.
belinlemek2, [bel-in-le-mek] {ağız}] g ç l . f f r ] fl ( i ) - belirlenm e, [belir-le-n-me] is. 1. Belirlenm ek işi. 2.
yor] (Hayvan için) yükün ağırlığı ile beli çökmek. Belirli hale getirilme,
[DS belirlen m ek , [belir-le-n-mek] edil, fi f i r ] Açıkça
belinm ek', [bel-in-mek] {ağız} gçsz. f i f i r ] Hayal anlaşılır ve görülür duruma getirilmek,
etmek. [DS] belirlenm ezci, [belirlenmez-ci] is. fel. 1. B ir sebebe
belinmek2, [böl-ün-mek / bel-in-mek] {ağız} gçsz. fi bağlanm ayan olayların da bulunduğunu savunan
f i r ] Bölünmek; parçalanmak. [DS] kimse; indeterminist. 2. İnsanın özgür iradesinin
belinti, [böl-ün-tü / bel-in-ti] {ağız} is. B ir odayı ikiye hiçbir şarta bağlı olmadığını savunan kimse,
ayıran şey. [DS] belirlenm ezcilik, -ği [belirlenmez-ci-lik] is. fel. 1.
belirgin, [belir-gin] sf. 1. Belirmiş durumda olan; H er zaman sebep-sonuç ilişkilerinin geçerli olm a
bariz; besbelli. 2. A çıkça görülen; açık; sarih. 3. dığını, bir sebebe bağlı olmayan olayların da var
Benzerleri arasında hem en göze çarpan, olduğunu öne süren felsefî görüş; indeterminizm.
belirginleşme, [belir-gin-le-ş-me] is. Belirginleşmek 2. İnsanın özgür iradesinin hiçbir kayıt ve şarta
işi. bağlı olmadığını, içinde bulunduğu şartlarla belir
belirginleşm ek, [belir-gin-le-ş-mek] dönşl. fi f i r ] lenmediğini savunan görüş.
Açıkça görülüp sezilebilir durum a gelmek.
BEL l i e ili® s o m . ;40
belirleyen, [belir-le-y-en] sf. 1. Belirlem ek eylemini belirtili, [belir-t-i-li] sf. 1. Belirtisi olan. 2. Belirtil
yapan; belirleyici. 2. (Olay için) başka bir olayı miş olan. 3. Belirli kılınan. S belirtili nesne, dbl.
belirleyen. Cümlede geçişli fiille kurulu bir yüklem in belirttiği
belirli, [belir-li] sf. Başka bir şeyle k arıştırılm ay a eylemden etkilenen ve ismin belirtme durumunda
cak şekilde işaretlenmiş, sınırlanmış ve açıklanmış bulunan öge. || belirtili tanılama, dbl. Belirlenmiş
olan; belli; muayyen; sınırlı, (1944). S1 belirli geç bir kavramı içermek üzere tamlayanı ilgi (-in) ha
miş, dbl. Fiilin belirttiği eylemin içinde bulunulan linde; tamlananı da iyelik üçüncü kişi (-i; -leri)
zam andan önce yapıldığını veya olup bittiğini kesin ekini almış olan isim tamlaması.
bir dille bildiren kip; -di'li geçmiş, görülen geç belirtilme, [belir-t-il-me] is. Belirtilm ek eylemi ve
miş. || belirli nesne, dbl. Geçişli fiilin yapıldığını işi.
bildirdiği eylemden doğrudan etkilenen ve ismin belirtilmek, [belir-t-il-mek] edil. f. f i r ] 1. B ir baş
yüklem e hali ile belirlenmiş olan cümle öğesi; -i kası tarafından açık ve anlaşılır hale getirilmek. 2.
hâl eki almış nesne. Açıklanmak. 3. Belli edilmek,
belirlilik, -ği [belir-li-lik] is. 1. Belirli olm a durumu. belirtisiz, [belir-t-i-siz] sf. 1. Belirtisi olmayan. 2.
2. Belirli olan şeyin taşıdığı nitelik, Belirlenmemiş olan; gayrimuayyen. S1 belirtisiz
belirme, [bel-ir-me] is. Belirmek eylemi ve durumu; nesne, dbl. Geçişli bir fiille kurulmuş cümlede yük
tebellür etme, lemin belirttiği eylemden etkilenen ve yalın halde
belirmek, [bel-ir-mek] gçsz. f. f i r ] 1. (Önceden gö bulunan öge. || belirtisiz tam lama, dbl. Belirlen
rülmeyen veya belli olmayan bir şey için) ortaya memiş bir kavramı içermek üzere tamlayanı yalın,
çıkmak, görünür olmak; tezahür etmek. 2. (Bir dü tamlananı iyelik üçüncü kişi (-i; -leri) ekini almış
şünce veya durum için) kesinlik kazanmak; tebellür bulunan isim tamlaması.
etmek. 3. İyice görülebilir, kesin olarak anlaşılabi belirtke, [belir-t-ke] is. Gösterge,
lir duruma gelmek; tebarüz etmek, belirtken, [belir-t-ken] is. 1. Bir özlü sözle birlikte
belirsiz, [eT. belür-süz > belir-siz] sf. 1. Belirlemesi kullanılan işaret. 2. Soyut bir kavram ın sembolü
yapılmam ış olan; gayr-i muayyen. 2. Niteliği hak olan eşya, varlık veya şekil; amblem. 3. Gösterge,
kında kesin bilgi edinilemeyen; müphem. 3. Bilin belirtme, [belir-t-me] is. 1. Belirli hale getirme; be
meyen; meçhul. S belirsiz geçmiş, dbl. Fiilin be lirli kılma; tasrih. 2. Göz önüne koyma; temayüz
lirttiği eylemin, içinde bulunulan zam andan önce ettirme. 3. Açıklama. 4. Görüş bildirme. 0 belirt
olup bittiğinin başkasından öğrenildiği veya belir me durumu, dbl. Cümlede yüklem in bildirdiği ey
tilerinden tahmin edildiğini ifade eden kip; -miş'li lemden doğrudan etkilenen nesne arasındaki ba
geçmiş; öğrenilen geçmiş, duyulan geçmiş.
ğıntıyı belirten durum; yüklem e durumu; -i hâli;
belirsizlik, -ği [belir-siz-lik] is. 1. Belirsiz olm a du akkuzatif; mefulünbih.\\ belirtme grubu, dbl. Tam
rumu. 2. Belirsiz olan şeyin taşıdığı nitelik, lamalardan daha geniş kelime grubu.\\ belirtme
belirteç, -ci [belir-t-mek > belirt-eç] is. dbl. 1. Fiille sıfatı, dbl. İsim leri gösterme, soru, sayı veya belgi
rin, sıfatların ve zarfların anlamını nitelik veya ni sizlik yönlerinden belirten sıfat.
celik bakım ından sınırlayan kelimeler; zarf. 2. kim.
belirtmek, [belir-t-mek] g ç l.f. f i r ] 1. Bir şeyi belirli
İçinde bulunduğu ortamın asit veya baz oluşunu
hâle getirmek; tebarüz ettirmek. 2. Daha açık ve
renk değişimi ile belli eden kimyasal madde,
anlaşılır hale getirmek. 3. İşaret etmek. 4. Göster
belirten, [belir-t-en] sf. 1. Belirtme işini yapan. 2. is. mek. 5. Vurgulamak,
dbl. Cümlede başka bir terimdeki asıl düşünceyi ta
belişm ek, [böl-üş-mek / bel-iş-mek] {ağız} işteş, f. f
mamlayan terim; tamlayan,
ir] Bölüşmek; paylaşmak. [DS]
belirti, [belir-t-i] is. 1. Bir olayın veya bir durumun
b elit1, -di [Ar. bellit > pelit] {ağız} is. 1. M eşe ağacı
bilinmesine, tanınmasına, anlaşılmasına yardım e-
nın meyvesi; palamut. 2. Ağaç yaprağı. [DS] S be
den şey; alamet; nişan; nişane, (1944). 2. tıp. H as
lit ağacı, {ağız} 1. Meşe ağacı. 2. Pırnar ağacı.
talıkların tanınmasına yarayan ağrı, sızı veya bo
[DS]
zukluklar; semptom. 3. {ağız} Görüntü; hayal. [DS]
belit2, [bel-it] is. man. Açık, anlaşılır ve gerçekliği
fi1 belirti bilimi, tıp. H astalık belirtilerini incele
kendiliğinden olup hiçbir tanıtlama istemeyen ve
yen, teşhis ve tedavi için bunların anlamını araştı
bu sebepten diğer önermelerin dayanağı olan temel
ran tıp bilimi dalı; semptomatoloji.
önerme; mütearife, aksiyom,
belirtici, [belir-t-ici] sf. Belirtme işini yapan; belir
belitke, [belit-ke] is. man. A ksiyom a ilişkin; belitle
ten.
ilgili.
belirtik, -ği [belir-t-ik] sf. fel. Açık; sarih; belli,
belirtilen, [belir-t-il-en] is. 1. Belirtilmiş olan; tasrih belitken, [belit-ken] is. man. Belitler sisteminden o-
edilmiş; muayyen. 2. dbl. İsim ve sıfat tam lam ala lan.
rında dizilişe göre ikinci sırada yer alan asıl öge; belitleme, [belit-le-me] is. man. Tümdengelimci bir
tamlanan. bilim e temel olacak belit düzeni; aksiyomatik.
beliyat, [Ar. beliyye > beliyyât oLL] (beliya:t) {OsT} sıntı sonucu belleğin kaybolması şeklinde görülen
is. Sıkıntılar; kederler; belalar; felaketler, ruh hastalığı. 2. Belleğin kısa bir süre durup işle
memesi; amnezi. || belleğini yitirmek, Bellek kay
beliye, [Ar. beliyye {OsT} is. 1. Bela. 2. Felaket. bına uğramak; yaşanılan olayları hatırlayamamak.
3. Dert; sıkıntı; keder; meşakkat. 4. Cahiliye Arap- bellek2, -ği [bel-le-k] {ağız} is. 1 . İşaret; nişan. 2. Ön
larının savaşçı veya eşraftan birinin mezarına bağ ceden işaretlenen, bellenilen yer. 3. Bilinen; belli
layarak ölünceye kadar aç bıraktıkları deve veya olan. [DS] t5 bellek koymak, {ağız} İşaret koymak.
kısrak. [DS]
belka1, -a’i [Ar. belkâ’ >UL] (belka:) {OsT} sf. (At bellek'5, -ği [bel-lek] {ağız} is. Aşağı, alçak yer; bat
kın. [DS]
için) alaca; alacalı.
bellekti, [bel-le-k-li] is. 1. Bellek sahibi olan. 2. G üç
belka2, -a’ı [Ar. belka' £•!>] {OsT} sf. 1. (Çöl için) lü bir hafızaya sahip olan; belleği kuvvetli; {ağız}
tenha. 2. (Yer için) harap ve boş. (ayın). [DS]
belkaptan, [îng. beli (zil) + captain (kaptan)] is. Bü belleklik, -ği [bel-lik-lik > bellek-lik] {ağız} is. Enta
yük otellerde oda hizmetlerini yöneten kimse, rinin eskiyen belden yukarı kısmını değiştirmeye
belki, [Ar. bel (olabilir) + Far. ki > belki 4SÜ4] (be'lki) yarayan kumaş parçası. [DS]
{OsTl e. 1. Olabilir ki. 2. Herhalde. 3. B ir ihtimale bellem, [bel-le-m] is. Bellemek kabiliyeti; hıfz.
göre; muhtemel olarak. 4. Sanılırsa; zannedilirse. 5. bellem e1, [bel-le-me] is. Bellemek işi.
bağ. Olsa olsa. S belki de, "Şu da olabilir.." belleme"’, [bel-le-me -ulo] is. 1. A t ve eşek gibi binek
belkileyim, [belki-leyin] {ağız} e. Belki. [DS] hayvanlarının sırtına örtülen keçe veya kalın do
belkili, [belki-li] s f 1. Çözümü şüpheli olan. 2. kuma; haşa; yapık, {ağız} (aym) [DS] 2. Yapı ustala
Eylemi, sonucu şüpheli. 3. fel. Yeter delil gösteril rının ayaklarını basmaları için konulan kalasları
mediği için ispat edilmesi gerekli görülen; doğru uçlarından bindirmek için dikmelere yatay olarak
luğu kadar yanlışlığı da mümkün olabilen; ihtimali, çakılmış kalas parçaları. 3. {ağız} Kapı arkalarına
olasılı. 4. man. Sadece olabilirlik taşıyan, zorunlu iki yerden çakılan kaim ağaç kuşak. [DS] 4. {ağız}
olmayan, fi1 belkili yargı, fel. K ant felsefesinde, Duvara yıkılmaması için yapılan destek. [DS] 5.
özne ile yüklem ilişkisi sadece mümkün görülen {ağız} Yünden yapılmış kısa ceket. [DS] 6 . {eAT} is.
yargı. Yelek gibi bele kadar olan giysi. 7. {ağız} Eyer üs
belkim, [Ar. bel (olabilir) + Far. kim > belkim JJ tüne konulan yastık. [DS] 8. {ağız} Arkası basık bir
(be'lkim) {eAT} zf. Belki, tür erkek ayakkabısı. [DS] 9. {ağız} Ayakkabıya
beli, [Ar. beli J>] is. Islatma. sonradan vurulan pençe. [DS] 10. {ağız} Eteklik.
[DS] 11. {ağız} Kadınların giydiği bir tür gömlek.
belladon, [İt. belladonna] is. Belladonnadan çıkarı [DS] 12. {ağız} Renkli gömlek. [DS]
lan zehir.
belleme2, [bel7 > bel-le-me] is. 1. Bel ile toprağı
belladonna, [İt. bella (güzel) + donna (kadın) > Fr.
kazma, aktarma işlemi. 2. {ağız} Belin çıkardığı iri
belladone] (bellado'na) is. bot. 1. Patlıcangillerden
toprak parçası. [DS]
orman açıklıklarında yetişen, yaprakları düz kenar
belleme4, [bel > bel-le-me] {ağız} sf. Yarım; yarıya
lı, kısa tüylü, çiçekleri morumsu, meyveleri siyah
kadar. [DS]
kiraz biçiminde, tatlı fakat zehirli, yaprak, kök ve
kök saplarında bulundurduğu zehir (atropin) tıpta bellem ek1, [eT. bel-gü / bel > bel-le-mek] g ç l.f. f r ]
ağrı kesici, spazm çözücü ve salgı azaltıcı olarak fl(i)-y o r ] 1 . Öğrenip akılda tutmak; ezberlemek;
kullanılan pis kokulu bir bitki; güzelavrat otu, öğrenmek. 2. Sanmak; öyle bilmek; zannetmek.
(Atropa belladonna). 2. G üzelavrat otu bitkisinden {ağız} (aym) [DS] 3. {ağız} Kararlaştırmak. [DS] S
çıkarılan zehir, belle ki, {ağız} Söz gelişi; diyelim ki; varsayalım.
[DS]
bellegen, [bel-le-gen] {ağız} sf. Çabuk öğrenen; akıllı.
[DS] bellem ek2, [bel (tarım aracı) > bel-le-mek] g ç l.f. f
bellek1, -ği [bel-le-mek > bel-le-k] is. 1 . psikol. r] fl(i)-y o r ] Bel ile toprağı işlemek.
Yaşanılanları, öğrenilenleri ve bunların geçmişle bellem ek3, [bel-le-mek] {ağız} g ç sz .f. f r ] fl(i)-y o r]
ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü; ha 1. Bel vermek; eğilmek. 2. Hasta ziyaretine gitmek.
fıza; akıl; hatır; zihin, (1942). 2. bsy. Bilgisayarda [DS]
programı değişmeyen verileri, yapılacak işlem için bellemek4, [bel-le-mek] {ağız} gçl. f. f r ] fl(i)-y o r]
gerekli olan sonuçları toplayan bölüm, ö bellek kaba. (Erkek için) kadınla cinsel ilişkide bulun
karışıklığı, tıp. Kelimelerin doğru anlamını hatır mak. [DS]
layamamak y a da ilk kez gördüğü bir şeyi daha bellengeç, -ci [bel-le-n-geç] {ağız} is. Öğrenmek için
önce gördüğünü sanm a biçiminde beliren ruh has yapılan alıştırma; temrin. [DS]
talığı. || bellek yitimi, tıp. 1. B üyük darbe veya sar
BEL lMIİlftîSflZİJÜK.542
bellenme, [bel-le-n-me] is. Bellenmek eylemi ve du mek, 1. Sezdirmek; açığa vurmak. 2. Açıklamak;
rumu. görünür, bilinir duruma getirmek. || belli etmemeye
bellenm ek1, [bel-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. (Toprak çalışmak, B ir durumu başkalarının anlamaması,
için) bel ile aktarılmak, işlenmek. 2. dönşl. f. Bel sezmem esi için gayret göstermek.\\ belli olmak, 1.
adındaki tarım aracına sahip olmak. Sezilmek; anlaşılmak. 2. Açıklanmak; bilinir duru
bellenmek2, [bel-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. Akılda ma getirilmek.
tutulacak şekilde öğrenilmek; ezberlenmek, kav b ellik 1, -ği [belli-lik / bel-lik] is. 1. Bir şeyin belli
ranmak. 2. Benimsenmek. olması için üzerine konulan işaret; iz; nişan; marka.
bellenmek3, [bel-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] (Duvar, 2. {ağız} Nişan töreni. [DS] 3. {ağız} folk. Nişanla
tavan veya yatay uzatılmış kalaslar için) ortasından nan kıza verilen hediye veya takılan altın. [DS]
kamburlaşmak; bel vermek, bellik2, -ği [bel-lik] {ağız} is. Bel bağı; bele takılan
şey. [DS]
bellenti, [bel-le-n-ti] {ağız} is. 1. Bilgi. 2. Talimat;
yönerge. [DS] bellilemek, [belli-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
Bellemek; öğrenmek. [DS]
belleşmek, [bel-le-ş-mek] {ağız} işteş, f. [-ir] Tanış
mak. [DS] bellilik, -ği [belli-lik] is. 1. Belli olm a durumu. 2.
Belli olan şeyin niteliği; bedahet, muayyeniyet. 3.
belleten, [bel-le-t-en] is. 1. Bilim kuram larının ça
{ağız} M ezar taşı. [DS]
lışmalarını veya haberlerini yansıtan süreli yayın;
İlmî dergi, bülten, bellisiz, [belli-siz j—L] sf. 1. {eAT} Belirsiz; meçhul.
belletici, [bel-le-t-ici] is. psikol. 1. Bazı yararlı alış 2. Belli olmayan. 3. Bilinemeyen. 4. gzl. sntl. Göze
tırm alarla bellemeyi kolaylaştıran ve belleği gelişti çarpmayan, güç fark edilen şekiller,
ren. 2. Yatılı öğrencilerin çalışmalarına ve ödevle bellisiiz, [belli-süz >-!.] {eAT} sf. Belirsiz; meçhul,
rine yardım eden öğrenmen. 3. Bir konunun öğre
bellu’a, [Ar. b ellü'a jJİJ (bellû.a) {OsT} is. 1. Kü
nilmesi için alıştırma yaptıran kişi; çalıştırıcı; öğre
tici. çük aptes bozulacak yer. 2. Suları lağıma akıtan
delikli taş.
belletme, [bel-le-t-me] is. Belletmek işi.
belletmek1, [bel-le-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] (Ayak bellût, [Ar. bellüt bjL] (bellû;t) {OsT} is. 1. Pelit ağa
kabı için) pençe yaptırmak; pençeletmek. [DS] cı. 2. Meşe palamudu,
belletmek2, [bel-le-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Toprağı bellfi, [bel-lü / ^L] {eAT} sf. Belli; açık; aşikâr, ö
bel ile işletmek. [DS] bellü ad, {eAT} Tanınan, şöhret bulan ad.|| bellü
belletmek3, [bel-le-t-mek] g ç l.f. [-ir] 1. Bellemesini bayık {eAT} 1. Muhakkak; kesinlikle. 2. Apaçık;
sağlamak. 2. Ezberletmek. 3. Öğretmek, {ağız} (ay besbelli.\\ bellü bilmek, {eAT} İyi bilmek; iyice an
nı) [DS] lamak; kanaat getirmek.\\ bellü kişi, {eAT} İleri g e
belletmek4, [bel-li+et-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Belli len, saygın kim se.|| bellü söz, {eAT} Delil; kanıt.
etmek; açığa vurmak. [DS] bellülemek, [bel-lü-le-mek {eAT} gçl. f. f r ]
belletmen, [bel-le-t-men] is. Yatılı öğrencilerin çalış
Belli etmek; tayin etmek,
malarına, ödevlerine yardım etmek, yoklama yap
m ak ve çalışm a disiplinini sağlamakla görevli öğ bellttsi, [bel-lü-s-i ^ ^ L ] {eAT} sf. A çık olan; aşikâr
retmen; belletici, olan.
belleyik, -ği [bel-le-y-ik] {ağız} sf. Bellemiş; öğren belma, [Far. belm â l»A>] (belma;) {OsT} sf. 1. Y arar
miş. [DS] sız. 2. İri; kaba. S belm â-rîş, {OsT} 1. K abasakal
belli1, [bel-li] sf. 1. Bel adlı tarım aracına sahip olan. 2. Ahmak.
2. (Toprak için) bel ile işlenmiş; bellenmiş. belme, [Far. belm e -u l] {OsT} sf. -*• belma. S belm e-
belli2, [bel-li] sf. (Hayvan için) beli uzunca ve dolgun rîş, {OsTj -*• belmâ-rîş.
olan.
belmek, [böl-mek / bel-mek] {ağız} gçl. f. f e r ] B öl
belli3, [bel-li] sf. 1. Herkes tarafından bilinen; özel mek. [DS]
likleriyle iyi tanınan; malum. 2. Gizli olmayan; belmuş, [bulamaç > Bulg. balmuş] {ağız} is. Taze
ortada, herkesin gözü önünde olan; açık, aşikâr; peynir ile yapılan bir tür tatlı; höşmerim. [DS]
zahir. 3. Anlaşılan. 4. {ağız} folk. Nişanlanırken ta
belsem , [Lat. balsamum] is. Bazı bitkilerin gövde
rafların birbirine verdiği hediye. [DS] S’ belli başlı, sinden damlayan benzoik asit veya sinnam ik asit
I. En önemli; başlıca. 2. Sınırlı; muayyen.|| belli ihtiva eden kokulu madde; reçine. S1 belsem ağacı,
belirsiz, Zorlukla seçilebilen; belirli olmayan;
bot. Sıcak bölgelerde yetişen sedefotugillerden ve
açıkça görülem eyen.\\ belli bir şey, "Tereddüde ge
burseraceae fam ilyasından, reçinesinden eskiden
rek yok, açıkça ortada" anlamında kullanılır. \\ belli eczacılıkta yararlanılan p e k çok ağaç türü, (Balse-
boncuk, {ağız} Göze çarpan kimse. [DS]|| belli et
m ea commiphora; B. amyris; B. myrrha)
in lin e S I M . 543 BEN
belsemi, [Ar. belsemi (_s^—JL] (belsemi:) {OsT} sf. B el belvaz, [Far. belvâz jljl>] (belva:z) {OsT} is. Duvar
sem ile ilgili; pelesenk yağı ile ilgili, dan dışarı çıkan direk ucu; çıkıntı,
belsemiye, [Ar. belsemiyye {OsT} is. bot. Kına belyad, [Far. belyâd :>Lİ.] (belya:d) {OsT} is. İşleme-
çiçeğigiller, (Balsaminecae). siz, sade elbise,
beltem, [Ar. beltem {OsT} is. (Kişi için) peltek bem, -mmi [Ar. bemm p->] {OsT} is. müz. 1. Kanun,
konuşan. tam bur gibi çalgılara takılan tel. 2. Pes ses.
beltir, [bel-tir] {eT} is. 1. Yolların birleştiği yer; kav bemberk, -ği [be(m)+be/rk] {ağız} pekşt. sf. Çok sıkı;
şak; dört yol ağzı. [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] 2. çok sağlam. [DS]
Akarsuların birleştiği yer. [ETY] bembeyaz, [be(m)+beyaz] (be’mbeyaz) pekşt. sf. 1.
beltürmek, [bel-tür-mek] {eT} gçl. f. f ü r ] Göster Çok beyaz. 2. Her yanı beyaz olan; apak. S (yüzü)
mek. [Gabain] bembeyaz kesilmek, Korku ve heyecan gibi sebep
belu, -u’ı [Ar. bel‘ > belü' (belû:) {OsT} sf. Çok lerle solmak.
yiyici; obur. bemek, [be-mek] {eT} g çsz.f. f r ] 1. Sert, sıkı, yoğun
beluce, [İt. bello (güzel) => belu-ce] (be'luce) sf. olmak. [İKPÖy.] 2. Sabit olmak. [İKPÖy.] 3. Güçlü,
argo. Güzel; güzelce, sağlam olmak. [İKPÖy.]
belul, [Ar. belül JjL ] (belû.T) {OsT} is. Hastalıktan bemol, -İÜ [İt. b molle (yumuşak b)\ is. müz. Önüne
konulduğu notaları yarım la ton indiren işaret.
kurtulma.
b en 1, [ben (yans.)] is. Sıçrama, ürkme ve irkilme
belum, [Ar. bel'üm / b ü f üm (bel-u:m) {OsT} is. anlatan kök. [Zülfıkar] ben-il-e-mek, ben-il-de-mek.
anat. Hançere; gırtlak, ben2, [ben / beng / ben (yans.)] is. Kabaca bağırmayı,
belus, [Far. belııs / bülüs j - ^ ] (belû:s) {OsT} is. 1. tavuk ve kuş ötüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] beng-ir
Yalan dolan; hile. 2. Tevazu. 3. sf. Hileci, bengir, ben-ir-mek, beng-il-de-mek, ben-ir-mak.
ben3, [eT. ben / men] {eT} zm. 1. Teklik birinci kişi
belut, [Ar. belüt iji>] (belû:t) {OsT} is. bot. 1. Meşe
zamiri. {eT} (aym). [DLT] [ETY] 2. psikol. Bireyi ve
ağacı. 2. M eşe ağacı meyvesi; palamut, kişiliği oluşturan öge. 3. Bireyi diğerlerinden ayı
bclutiyye, [Ar. belütiyye (belû:tiye, t kalın ran kişilik. 4. Düşünen ve eylemde bulunduğunu
söylenir) {OsT} is. Meşegiller. bildiren özne. S ben bana, {eAT} Kendi kendime.\\
ben ben demek, Hep kendini düşünmek; bencillik
belük, -ğü [bel-ük / bil-ük {eAT} is. Ok yay
etmek.|| ben beni, {eAT} Kendi kendimi.\\ Ben bu
kuburu; sadak, işte yokum, Ben bu işe karışm ak istemiyorum; bu
bdünglemek, [bel-üfi-le-mek lİMS"^] (belühlemek) işte beni y o k sayın.\\ Bende o göz var mı? “Bu y a
{eAT} {ağız} g çsz.f. f r ] Belinlemek. [DS] lanlara ve kandırmacalara inanacak kadar aptal
belürmek, [eT. belgür-mek>bel-ür-m ek ^j>L .] {eAT} değilim. ” anlamında söylenir.\\ Benden günah git
ti, Ben üzerime düşen hatırlatma ve söyleme g ö re
gçsz. f. f ü r ] Belli olmak; ortaya çıkmak; meydana
vini yerine getirdim; artık kendimi suçlu saymam. ||
çıkmak.
benden sonra tufan, Bencillik ederek yalnız ken
belürmek, [er. bel-gür-mek] {eAT} gçsz. f. f ü r ] O r dini düşünenler için söylenir.|| benden söylemesi,
taya çıkmak; belirmek; görünmek, Bu konuda bana düşen görev hatırlatm ak veya söy
belürsüz, [belür-süz] {eAT} sf. Belirsiz, lemektir; artık gerisini sen bilirsin,|| Benden uzak
beliirtmek, [belür-d-mek ıiloj_ji>] {eAT} gçl. f. [-ür] dursun da isterse M ısır'a sultan olsun, Benimle
Ortaya çıkarmak; izhar etmek, ilgisini kessin de ne kadar yetkili olursa olsun, a n
belürtmek, [eT. belgür-t-mek] {eAT} gçl. f. f ü r ] lamında kullanılır. || ben dışı, fel. Özneden başka
belirtmek. bütün nesneler.\\ benem dimek, {eAT} K ibirlen
mek; kendini beğenmek.\\ ben gibi, {eAT} Benim
belüsüz, [eT. belgü-süz > belü-süz {eAT} sf.
gibi. || ben hancı sen yolcu oldukça, İlişkilerim iz
Belirsiz; meçhul, sürdükçe.|| Beni bana komaz, {eAT} 1. Beni kendi
helva, [Ar. belvâ ^^L] (belva:) {OsT} is. Keder; gam; hâlime bırakmaz; irademi elimden alır. 2. H ayatı
tasa; felaket; ıstırap, ma kast eder. || ben içinci, fel. Beniçincilik yanlısı
olan; ben m erkezci.|| ben içincilik, /e/. Kişinin ben
bclvaje, [Far. belvâje ojl^L] (belva.je) {OsT} is. Şişe.
liğini evrenin merkezi sayan dünya görüşü; ben
Iıelvaye, [Far. belvâye 4^ ] (belvaye) {OsT} is. K ır merkezcilik, egosantrizm. || benim diyen, Güçlü ve
langıç. kendine güvenen kişi. || Benim oğlum bina okur,
döner döner yine okur, Verimsiz kişi ne kadar
aym şeyleri tekrar tekrar yapsa da başarı sağla-
BEN ÖIÜMIİİMM.
yaniaz.|| Beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın, 1. benbek, -ği [Ar. benbek^Ly] {OsTj is. Kadırga balığı
Kim seye zararı dokunmayan zararı bilinen kişilere
denilen bir tür deniz canavarı,
dokunm amak gerekir. 2. (Bencillik eden kişiler
için) başkaları için zararlı olsa bile beni ilgilen benbel, [Far. benbel {OsT} sf. 1. Ekşi. 2. is. Ekşi
dirmez, anlamında kullanılır. || Ben şeyhimi (şâhı- elma.
mı) bu kadar severim, Bundan daha çok özveri benbenci, [ben + ben-ci] {ağız} sf. Sürekli kendinden
beklemeyin.\\ ben üstü, psikol. "Ben"in üstünde yer söz eden; kendini beğenmiş; hep kendini öven; bö
alan soyut bir kavram; üst ben, üst ego. bürlenen; kibirli. [DS]
ben4, [eT. be-m ek (sert, sıkı, sağlam olmak) > be-ng- benbencilik, -ği [ben + ben-ci-lik] is. 1. Benbenci
(e)k > beneg / ben] {eTj is. 1. Leke; benek. 2. Ge olm a durumu. 2. Benbenci olanın niteliği,
netik olarak deride meydana gelen koyu renkli leke benc, [Far. beng > Ar. benc gy] {OsTj is. -*■ beng.
veya kabarıklıklar. 3. M eyvelerde olgunlaşma be
bencek, -ği [Rus. pidzak] {ağızj is. Ceket. [DS]
lirtisi olarak ortaya çıkan renk değişiklikleri, {ağızj
benci, [ben-ci] sf. 1. Kendini her konuda üstün gö
(aym) [DS] 4. Saç ve sakalda beliren beyazlıklar.
ren. 2. Kendini beğenen; hodpesent, megaloman. 3.
{ağızj (aynı) [DS] fi1 ben düşmek, {ağızj 1. (Meyve
is. Benciliği savunan; bencilik yanlısı,
için) olgunlaşma belirtisi olarak üzerinde benek
bencil, [ben-cil] sf. 1. Yalnız kendini düşünerek, ken
oluşmak. 2. (Saç ve sakal için) ye r ye r beyaz leke
di çıkarlarını başkasından üstün tutan; hodbin;
ler oluşmak. [DS]
hodkâm, (1935). 2. fel. Bencilik öğretisine bağlı
ben5, [eT. men / beng / Far. beng ?] {ağızj is. 1. Ku
olan. S bencil olmak, B encil davranışlarda bu
şun yavrularına taşıdığı yem. 2. Oltaya veya tuzağa
lunmak.
konulan yem. [DS]
bencilce, [ben-cil-ce] (benci'lce) zf. 1. Bencile yakı
ben6, [Far. ben j.] {OsT} is. 1. Harman; ekin. 2. Bağ. şır biçimde. 2. sf. Bencil kişiye ait olan,
3. Çitlembik. S ben-vân, {OsTj Tarla, harman ve bencileyin, [ben-ci-leyin (eşitlik eki) {eATj zf.
y a ekin bekçisi.
1. Benim gibi. 2. Bana benzer,
ben7, [belen > ben] {ağızj is. Dağm veya tepenin gö
bencilik, -ği [ben-ci-lik] is. 1. Benci olma durumu;
rünm eyen yüzü. [DS]
kendini düşünme. 2. fel. Bütün ahlak kurallarının
bena, [Ar. benâ U>] {OsT} is. Oğullar; evlat. ve insan davranışlarının temelinde kendini sevme
benabe, [Far. benâbe 4.L4] (bena. be) {OsTj is. 1. Kez; içgüdüsünün yattığını savunan görüş. 3. fel. Kendi
benini, kendi çıkarlarım hayatın mutlak ve tek ilke
defa. 2. Nöbet,
si sayan anlayış,
benadık, [Ar. bunduk > benâdık ljjL>] (bena:dık)
bencilleşme, [ben-cil-le-ş-me] is. Bencilleşmek işi.
{OsT} is. 1. Y uvarlak kurşunlar. 2. Fındıklar, bencilleşmek, [ben-cil-le-ş-mek] dönşl. f. f i r ] 1.
benadir, [Far. bender > Ar. benâdir j^ lj] (bena:dir) Bencil duruma gelmek. 2. Bencil olmak,
{OsT} is. 1. Deniz ticaret yerleri. 2. Limanlar, bencillik, -ği [ben-cil-lik] is. Başkalarının çıkarını
hiçe sayarak yalnızca kendi çıkarlarına uygun dav
benahak, [Far. be-nâ-hak ^1-4] {OsT} zf. 1. Hakkı
ranışlar sergileme durumu, fi1 bencillik etmek,
olmadan. 2. Haksız yere, Bencil davranmak.
benam, [Far. be-nâm fto] (bena:m) {OsT} is. 1. Par
-bend, [Far. besten (bağlamak) > -bend -] {OsT}
m ak ucu. 2. Tanınmış; meşhur; namlı,
son ek. Sonuna getirildiği Farsça isimlerden "bağ
benan, [Ar. benân jln] (bena:n) {OsT} is. 1. Parm ak layan, bağlanan, bağlanmış ” anlamında birleşik sı
lar. 2. Parm ak uçları, fatlar türeten son ek.
benat, [Ar. bint (kız) > benât o b ] (benaıt) {OsT} is. bend, [Far. bend -iy] {OsTj is. bent. S1 bend bağ
1. Kızlar. 2. Kız evlatlar. 3. Yapm a bebekler; kuk lamak, {ağız} Su bendi yapmak. [DS]]| bend-bâz,
lalar. S benât-ı dehr, {OsT} Hayatın uğursuz kız {OsT} İp cambazı.\\ bend etmek, {OsT} Bağlamak.\\
ları (uğursuzlukları),|| benât-ı Havva, {OsT} Havva bend-gâh, {OsTj Mafsal. || bend-i âhenin, {OsTj
kızları; kadınlar.\\ benât-ı na'ş-ı kübrâ, {OsT} B ü D em ir bağ; kelepçe.\\ bend-i dil, (OsTj Gönül bağı;
yükayı yıldızı kümesi.\\ benât-ı na'ş-ı suğrâ, {OsT} sevgi; alaka; ilgi; sevgi. || bend-i engüşt, {OsT}
Küçükayı yıldızı kümesi. | benat'ül-lahm, {OsT} Parm ak boğumu. |] bend-i nay, {OsTj Kamışın bo
E tli butlu, şişman kızlar. ğum yeri.\\ bend-rug, {OsTj Tarla kenarında akan
benava, [Far. bî-nevâ (biçare)] {ağız} sf. Serseri; ah suyun birikmesi için yapılan set. || bend ü bela,
mak; aptal. [DS] {OsT} A şk ve bu yüzden doğan eziyet. || bend ü best
etmek, {OsTj İşe hile karıştırmak; sahtekârlık et
benaver, [Far. benâver jjU.] (bena:ver) {OsT} is. Kan
mek.
çıbanı; iri çıban.
İ I D P B K 1 M I İ .5 4 5 BEN
bendaka, [Ar. bendeka 4îxl.] {OsT} is. 1. Sert bakış; bendî, [Far. bend + Ar. -I i_s-Uj] (bendi:) {OsT} sf.
hiddetli bakma. 2. Bir şeyi fındık gibi ufaklama. Düşman eline geçen; esir; tutsak; köle,
bende, [Far. besten (bağlamak) > bend > bende ben d id e, [Far. bendıde o-b.^o] (bendi.de) {OsT} sf. 1.
{OsT} is. 1. Bağlanmış insan. 2. Esir. 3. Kul; köle. Bağlı; bağlanmış. 2. is. Esir; tutsak,
4. Sultanın emri altında olan herkes. 5. Taraftar; bendim e, [Far. bendime 4j;ah] (bendi:me) {OsT} is. 1.
intisap eden. 6. {ağız} Göğüslük. [DS] fi1 bende- Düğme; ilik. 2. Giyecek yakasına açılan ilik,
gân, {OsT} bendegân.|| ben d e-h ân e, {OsT} -*■
bendin e, [Far. bendine / bendene 4^.->-o] (bendime)
bendehane.|| bende-i d ire m -h a rîd e , {OsT} Para ile
satın alınmış köle. || bende-i d irin e, {OsT} Eski ya ş {OsT} is. -* bendene,
lı köle.\\ bende-i efgende, {OsT} D üşkün köle.\\ b e n d ir, [? bendir] {OsT} is. Tekke müziklerinde ku
bende-i ferm an , {OsT} Ferm an kölesi.\\ bende-i dümle birlikte kullanılan vurmalı çalgılardan biri
halka be-gûş, {OsT} 1. Kulağı küpeli köle. 2. me olup gümlemeyi önlemek ve çift tınılı ses elde et
caz. İtaatli; uysal. | bende-i h arîd e , {OsT} 1. Satın m ek için iç yüzeyine kiriş geçirilmiş, zilsiz büyük
alınmış köle. 2. Taraftar.\\ b ende-i hirîd e, {OsT} 1. def.
Satm alınmış köle.\\ b en d e-i ü fkende, {OsT} Vur bendiş, [Far. bendiş j i ^ ] {OsT} is. A ltm ve gümüş
gun kul.\\ bende-nüvâz, {OsT} K ölesine iyi davra- üzerine yapılan süs; savat,
nan.|| bende-nüvâzâne, {OsT} Kölesine iyi davra
b end uk i, [Ar. benduki ^J-4] (benduki:) {OsT} is. En
nan kimseye yakışır biçimde.\\ b end e-p erv er, {OsT}
Kölelerim ve emrinde çalışanları kayıran.\\ bende- iyi keten bezi,
zâde, 1. Köle çocuğu. 2. (Alçakgönüllülük için) bene, [Far. bene 4aJ {Os T} is. İnce urgan; ip; palamar,
kendi çocuğum. b ened ik tin , [Fr. Benedictus (bir tarikat kurucusu) >
bendegân, [Far. bendegân j l ? «j^.] (bendegâ:n) benedictine] is. Bir tür likör,
{OsT} is. 1. Kullar; köleler. 2. Padişahın hizmetinde benefsec, [Ar. benefşe > Ar. banafsec ^ - ^ 4] {OsT} is.
olanlar. bot. Menekşe. S benefsecü’l-kilâb, {OsT} Kokusuz
bendegî, [Far. bendegı J j-ü] (bendegi:) {OsT} is. 1. menekşe; köpek menekşesi, (Viola eanina).
Kulluk; kölelik. 2. sf. Bendeye ilişkin; köleye ait. benefsenciye, [Ar. benefsenciyye {OsTj is.
bendehane, [Far. bende-hâne 4i U- «jjJ (bendeha:ne) bot. Menekşegiller,
zf. (Alçakgönüllülük göstermek için) evimiz; evim, benefş, [Far. benefş {OsT} s f Menekşe rengi;
bendek, -ği [Far. bendek / bendeş Jj-l,] {OsT} is. 1. mor.
Atılmış pam uk yumağı. 2. Eğrilm ek üzere hazır benefşe, [Far. benefşe 4-üu] {Os T} is. bot. 1. M enek
lanmış pam uk parçası, şe. 2. M enekşe rengi, fi1 benefşe-gün, {OsT} Me
bendene, [Far. bendene / bendim e / bendine 4İjuj] nekşe renkli gökyüzü. | benefşe-zâr, {OsT} Menekşe
{OsTj is. Elbise üzerindeki düğme, kopça vb. şey tarlası.
ler. benefşi, [Far. benefş + A. -I (benefşi:) {OsT} sf.
bendeniz, [Far. bende + T. -niz (iyelik çokluk ikinci Menekşe rengi; mor.
kişi eki) ji i j ] {OsT} zm. 1. Köleniz; hizmetçiniz. 2. b e n e k 1, -ği [Far. benek dL. > e T benek] is. 1. Ben
Eskiden, kendinden söz ederken alçakgönüllülük gibi küçük leke. 2. Küçük ben. 3. K âğıt veya ku
ifadesi olarak "kulunuz, köleniz” anlam ında kulla maş üzerindeki küçük yuvarlak lekeler. 4. Galva
nılan saygı sözü; ben. nizle kaplanmış saçlar üzerinde görülen küçük le
bender, [Far. bender j-u J {OsT} is. 1. Ticaret ge keler. 5. M eyvelerde olgunlaşma belirtisi olarak
milerinin yanaştığı iskele ve liman. 2. Ticaret yeri. görülen renk değişimleri. 6. Mücevhercilikte, pır
fi1 bender-gâh, {OsT} Lim an şehri; ticaret merkezi. lanta, züm rüt gibi değerli taşların üzerinde görülen
küçük lekeler; sinek. 7. {eT} Tane; sertleşmiş tane
benderek, [Far. benderek J İ { O s T } is. 1. Küçük
cik; habbe. [DLT] [İKPÖy.] 8. {eT} Bakır para. [DLT]
iskele; mendirek. 2. Boğaz ağzına yapılamış küçük 9. {OsT} Nokta, fi1 b en ek benek, 1. Küçük lekeler
kale; kalecik, halinde. 2. Küçük gruplar halinde. || benek düş
benderz, [Far. benderz jj-u.] {OsT} is. Çuvaldız. m ek, 1. Beneklenmek; benek çıkmak. 2. Meyvelerin
bendeş, [beng-deş / bek-daş] {eAT} {ağız} sf. Eş; be olgunlaşmaya başladığının belirtisi olarak üzerle
zer; aynı. [DS] rinde küçük lekeler oluşmak.\\ b en ek hastalığı,
bendeşsüz, [beng-deş-süz] (bendeşsüz) {eAT} sf. -*■ Meyve ağaçlarının meyve, dal ve yapraklarında
bengdeşsiz. görülen bir hastalık.
BEN n e iü M îM i.
benek2, -ği [Far. benek *iU>] {OsTj is. 1. Atlas zemin beng4, [Far. beng / benc ^ ] {OsT} is. bot. 1. Yaprak
üzerine sırm a işlemeli bir cins kumaş. 2. {ağız} uçlarında bulunan sakızından uyuşturucu elde edi
Herhangi bir kumaştan alınıp süs olarak işlenen len bitki; ban otu, (Hyoscyamus niger). 2. Bu otun
ufak parça. [DS] <3 benek altunlu, (eAT} Altın iş sakızından elde edilen uyuşturucu madde. 3. Bu
lemeli; altın benekli.|| benek-i büzürg, {OsT} Eski bitkinin yağlı tohumları. 4. Kiiçük çitlembik. 5.
kumaşlarda bulunan yuvarlak motifin adı. Atlas üzerine işlenmiş sırma çiçekli bir tür kumaş,
beneklenme, [ben-ek-le-n-me] is. Beneklenmek ey bengâh, [Far. benğâh o&j] {O s T} is. 1. Keçeden ya
lem i ve durumu, pılm a Türkmen evi; akev. 2. Büyük rütbeli kim se
beneklenmek, [ben-ek-le-n-melc] dönşl. fi. [-ir] 1. nin çadırı.
Benekli veya lekeli hale gelmek. 2. Üzerinde benek bengdemek, [ben-de-mek > men-de-mek] (behde:-
oluşmak. mek) gçl. fi f r ] (Çiçek; saç vb. için) koparmak;
benekleşme, [ben-ek-le-ş-me] is. Benekleşmek işi. çekmek; yolmak. [Clauson]
benekleşmek, [ben-ek-le-ş-mek] dönşl. fi. [-ir] Be bengdeş, [ben-deş (bendeş) {eAT} sf. Eş; ben
nek hâlini almak,
zer; emsal.
benekli, [ben-ek-li] sf. 1. Küçük lekeleri bulunan;
beneği olan. 2. {ağız} (Halı, kilim, basm a vb. için) bengdeşsiz, [ben-deş-siz (behdeşsiz) {eAT}
üzerinde benek benek çiçek işlenmiş veya dokun sf. 1. Eşsiz; benzersiz; emsalsiz. 2. Benzemeyen;
m uş olan. [DS] S benekli eğrelti otu, bot. Kayalık aykırı; zıt.
larda yetişen dilimli basit yapraklı, yapraklarının bengdeşsüz, [ben-deş-süz (bendeşsüz) {eATj
arkasında toprak sarısı spor keseleri bulunan eğ
sf. bengdeşsiz.
relti otları, (Polypodium).\ benekli geyik, zool.
bengdetmek, [ben-de-t-mek / men-de-t-mek] {eT}
A sya ormanlarında sürüler halinde yaşayan ve de
g ç l.f. f ü r ] Yoldurmak; çektirmek; kopartmak,
risinin üzerinde beyaz lekeler bulunan bir tür g e
yik, (Cervus axis / Axis axis).|| benekli güvercin, bengere, [Far. bengere oj>^S\ {OsT} is. Çocukları u-
zool. Kuyruğunu açtığı zam an üzerinde beyaz y u yutm ak için söylenen ninni,
varlak benekler beliren bir güvercin çeşidi. || be benggü, [Moğ. mönkü > ben-gü / ben-gü / benü /
nekli kırlangıç, {ağızj B ir tür kırlangıç balığı. mengi] (bengü:) {eTj sf. Öncesi ve sonu olmayan;
[DS]|| benekli köpek balığı, zool. K üçük boylu ve sonsuz; ebedî. [ETY] fi1 bengü taş, {eT} E bedî taş;
üzerinde siyah benekleri bulunan bir cins köpek m ezar yazıtı; abide; anıt.
balığı, (Scylliorhinus canicula). bengi1, [beng / ben (yans.) > bengi / ben-i] {ağız} is.
benes, [Ar. benes {OsT} is. Kötülükten kaçınma; Ürkme; korkma; şaşırma. S 1 bengi etmek, {ağız}
fenalıktan çekinme, Ürkütmek; korkutmak; şaşırtmak. [DS]
benevi, [Ar. beni > benevl J (benevi:) {OsT} sf. bengi2, [Moğ. mönkü > ben-gü / ben-gü / benü /
mengi] sf. 1. Sonu olmayan. 2. Hep kalacak olan;
Oğula mensup; oğulla ilgili,
ebedî. 3. is. folk. Balıkesir yöresinde oynanan bir
beneviş, [Far. benefş => beneviş {eATj is. Çit tür zeybek. S1 bengi su, İçenlere sonsuz hayat ver
lembik. diğine inanılan ve efsanelerde geçen ölümsüzlük
benevre, [Far. benevre ojjj] {OsT} is. Asıl; esas; te suyu; ab-ı hayat.
mel. bengi3, [beni / mine / mini] {eT} is. Beyin. [Clauson]
benevrek, -ği [Yun. epanobraki => benevrek / me- bengi4, [bengü > bengi / mengi] is. {eT} Sevinç;
nevrek] {ağız} is. Kıl dokuma şalvar. [DS] mutluluk. [ETY]
benevşe, [Far. benefşe => benevşe {ağız} is. bengî5, [Far. beng + Ar. -I l5Sjo] (bengi:) {OsT} sf. 1.
Menekşe. [DS] Afyon içen; esrarkeş. 2. {ağız} Baygın; sersem. [DS]
beng1, [beng / ben (yans.) is. Sıçrama, ürkm e ve bengigü, [ben-i-gü > beng-gü / ben-gü / benü]
irkilme anlatan kök. [Zülfikar] beng-il-e-mek, beng- (benigü) {eT} s f -*■ benggü. [ETY]
il-de-mek. bengildek, -ği [beng (yans.) > beng-il-dek] {ağız} sf.
beng2, [beng] (ben) {eT} is. Yüzdeki ben; leke. [ETY] 1. Şaşkınlıkla karışık korku duyan. 2. Uykudan sıç
S ben düşmek, {eAT} (Meyveler için) olgunlaşma rayarak kalkan. 3. İrkilen; ürken. S bengildek ol
belirtisi ortaya çıkmak; olgunluk rengi ortaya çık mak, {ağız} 1. Şaşkınlıkla karışık korku duymak. 2.
mak. Uykudan sıçrayarak kalkmak. 3. İrkilmek; ürkmek.
[DS]
beng3, [men> ben dl>] (beh) {eT} is. 1. Kuş yemi. 2.
bengildem ek1, [beng (yans.) > beng-il-de-mek / ben-
(Arpa, buğday vb. için) küçük tane. [Clauson] 3.
il-de-mek] {ağız} gçsz. fi. f r ] fd (i)-y o r] Bir korku
{eAT} Hayvanları avlam ak için tuzağa konulan
ile ansızın sıçramak; ürkmek. [DS]
yem.
İ f f l l E j ö M • 547 BEN
b e n g i l d e m e k 2, [bang (yans.) > beng-il-de-mek] {ağızj ğünü bilmesine dayanan bir oyun. || benzi çalın
gçl. f f r ] [-d(i)-yor] 1. Boşa konuşmak. 2. Ezan mak, {eAT} Yiizii değişmek.|| benzi gülmek, {eAT}
okumak. 3. Seslenmek. [DS] Yiizü gülmek; sevinmek.\\ benzi ürpermek, {eAT}
b e n g i l d e t m e k 1, [beng-il-de-t-mek] {ağızj gçl. fi [-ir] Rengi atmak.
Ürkütmek; korkutmak; şaşırtmak. [DS] bengizlenmek, [mefiiz-le-n-mek > *beniz-le-n-mek]
b e n g i l d e t m e k 2, [bang (yans.) > beng-il-de-t-mek] {eT} gçsz. fi f ü r ] Yüzüne kan gelmek; benzi dü
{ağızj gçl.f. [-ir] Bebeği ağlatmak. [DS] zelmek. [Clauson]
b e n g i l e m e , [bengi-le-me] is. Ölümsüzleştirme. bengizlig, [meniz-lig / *beniz-lig] {eT} sf. Güzel.
b e n g i l e m e k 1, [beng (yans.) > beng-i-le-mek / ben-î- [Clauson]
le-mek / menî-le-mek] (beni:le: mek) jeTj {ağızj bengkü, [ben-kü] (benkü) {eT} is. Yazıt; kitabe.
gçsz.f. f r ] Ürkerek geri çekilmek. [DS] [ETY]
b e n g i l e m e k 2, [beng (yans.) > ben-î-le-m ek / menı-le- benglem ek, [ben-le-mek (benlemek) {eATj
mek] (beni:le:mek) {eT} g ç sz .f. f r ] Sevinmek; se g ç l.fi f r ] N işan koymak.
vinç duymak. benglenm ek1, [ben-le-n-mek dU-ıK.] (behlenmek)
b e n g i l e m e k 3, [bengi-le-mek] gçl. f. [-ı] [-l(i)-yor] 1.
{eAT} g ç sz.f. f ü r ] (Koruk için) olgunlaşmaya baş
Sonsuz yaşama niteliği kazandırmak. 2. Bengi kıl
lamak.
mak; ebedîleştirmek. 3. Ölümsüzleştirmek,
benglenm ek2, [men-le-n-mek > *ben-le-n-mek] {eTj
b e n g i l e ş m e , [bengi-le-ş-me] is. Ölümsüzleşme,
gçsz. f i f ü r ] (Kuş için) kendisine yem toplamak,
b e n g i l e ş m e k , [bengi-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir] Sonsuz
bengletmek, [men-le-t-mek / *ben-le-t-mek] {eT}
yaşama niteliği kazanmak; ebedîleşmek, ölümsüz
gçl. fi f ü r ] (Kuş vb. için) yemlemek; yem vermek,
leşmek.
benglig, [beng-lig > ben-lig] (benlig) {eT} sf. Benek
b e n g i l e t m e k , [beng (yans.) > befi-i-le-t-mek] {ağız}
li; beyaz benekli. [ETY]
gçl. f. [-ir] Ürkütmek; korkutmak; şaşırtmak. [DS]
bengü, [Moğ. mönkii > ben-gü / ben-gü / benü /
b e n g i l i g , [benı-lig / menî-lig] (beni.Tig) {eT} sf. 1.
mengi] (eT. benü) {eT} sf. 1. Sabit kalacak nitelikte;
Sevinçli. 2. M utlu; mesut. [Clauson]
sonsuz; ebedî. [İKPÖy.] [Gabain] 2. zfi. Ebedî olarak.
b e n g i l i k 1, - ğ i [benî-lik / menı-lik > bengi-lik] is. 1.
[Tekin] 3. is. Anıt; yazıt; kitabe. [ETY] [İKPÖy.] fi1
Zaman bakımından başlangıcı ve sonu; zamanla
bengü su, Ab-ı hayat.|| bengü taş, {ağız} Anıt; kita
ilgisi olmayan varlık. 2. Ölmezlik; sonsuzluk; ebe
be. [DS]
diyet; {eT} (aynı). [Clauson] 3. Sonsuz ve ölçülmez
zaman. 4. {eT} Sevinç; mutluluk. [Clauson] bengzedmek, [benze-d-mek (behzedmek) gçl.
b e n g i l i k 2, - ğ i [Far. bengî (sarhoş) + T. -lik] {ağız} is. f i f i i r ] Benzetmek,
1. Gelincik çiçeği. 2. B ir tür bayıltıcı ilaç. [DS] bengzeg, [menze-mek > menze-g / *benzeg] (ben-
b e n g i l l e m e k , [beng (yans.) > ben-il-le-mek] (benille- zeg) {eT} sf. 1. Benzerlik. 2. Benzer,
mek) {ağız} gçsz. f. f r ] fl(i)-y o r ] -*■ bengildek ol bengzemek, [ben(i)z-e-mek (benze;mek)
mak. [DS] {eAT} gçsz. fi f r ] Benzemek. S benzedem olanı,
bengilletmek, [beng (yans.) > ben-il-le-t-mek] (benil- {eAT} Benzetmiş olmalıyım.
letmek) {ağız} gçl. f. f i r ] Ürkütmek; korkutmak;
bengzenmek, [benz-e-n-mek (benzenmek)
şaşırtmak. [DS]
{eAT} dönşl. fi f ü r ] Kendini bir başkasına benzet
bengiltmek, [Far. bengî (sarhoş) + T. -1-t-mek] {ağız}
mek.
gçl.f. f i r ] Bayıltmak. [DS]
bengirlemek, [beng (yans.) > ben-ir-le-mek] {ağız} bengzer, [benze-r (benzer) {eAT} zf. Öyle gö
g çsz.f. f r ] fl(i)-y o r ] 1. Şaşkınlıkla karışık korku rünüyor ki; öyle anlaşılıyor ki.
duymak. 2. U ykudan sıçrayarak kalkmak. 3. İrkil bengzeş, [benze-ş joSL] (benzeş) {eAT} sf. Eş; benzer.
mek; ürkmek. [DS]
benzetm ek, [benze-t-mek] {eT} gçl. f i fd - ü r ) Ben
bengirmek, [be (yans.) > be-gir-m ek > benir-mek]
zetmek.
(benirmek) {ağız} gçsz. f. f i r ] (Hayvan için) ba
ğırmak; acı acı ses çıkarmak; melemek. [DS] beni, [Ar. ibn (oğul) > benî ^ (beni;) is. Oğullar;
bengiz, [men-iz > *beniz jSÖ] (beniz) {eT} is. 1. Be oğulları. S1 benî-Âdem, {OsT} Ademoğulları; in
sanlar. || benî-beşer, İnsanoğulları. || benî-İsrâil,
niz. {eAT} (aym) [ETY] 2. {eAT} Yüz. 3. {eAT} Renk.
lsrailoğulları.\\ benî-nev,İnsanoğulları.
® beniz aldurm ak, {eAT} Benzi atmak; korkudan
sararmak.\\ beniz geçmek, {eAT} Yüzünün rengi benik, [Far. benîk dJui>] (beni;k) {OsT} is. Çorap üre
değişmek.\\ benzi ahnmak, {eAT} Benzi bozularak timinde kullanılan düşük kaliteli ipek.
sararmak.\\ benzi boz oyunu, {eAT} Üzeri örtülü
ebenin kendisine kim in dokunduğunu veya dürttü
BEN ÛIÜMIİİMtSÖM.
benika, [Ar. benıka 4JL4 ] (beni:ka) {OsT} is. 1. Atm benlem ek1, [ben (leke) > ben-le-mek] gçl. [-r] [-l(i)-
yor] N işan koymak; işaretlemek.
göğsünden yukarı doğru, boğazı üstünde çıkan çı
kan tüyden oluşmuş iki dairenin biri. 2. Elbisenin benlem ek2, [ben-le-mek] {ağız} gçl. f. [r] [-l(i) -yor]
koltuk altına eklenen parça, (Kuş için) yavrusunu beslemek. [DS]
benildeme, [ben-il-de-me] is. Belinleme. benlenm e1, [ben (leke) > ben-le-n-me] is. Benlen-
mek eylemi ve durumu; m eyvelerin olgunlaşmaya
benildemek, [ben (yans.) > ben-il-de-mek] gçsz. fi [-
başlaması.
r] [-d(i)-yor] Belinlemek.
benlenm e2, [ben (teklik 1. kişi) > ben-le-n-me] is.
benimseme, [ben-imse-me] is. 1. Benimsemek ey
Benlenm ek eylemi ve durumu; benlik taslama; bö
lem i ve tutumu. 2. Sahip çıkma; tesahup. 3. içten
bürlenme.
gelen bağlılık,
benlenm ek’, [ben (leke) > ben-le-n-mek] dönşl. f. [-
benim semek, [ben (kişi zm.) > ben-imse-mek] gçl. fi.
ir] 1. Üzerinde ben oluşmak; lekeler oluşmak; le
[-r] [-s(i)-yor] 1. Bir şeyi kendine mal etmek, sa
kelenmek. 2. (M eyveler için) yumuşayıp olgunlaş
hiplenmek. 2. Kabullenmek. 3. Kendisi ile aynılaş-
maya başlamak. 3. (Yüz ve cilt için) ben oluşmak.
tırmak; hazmetmek, sindirmek. 4. mecaz. Birine,
benlenm ek2, [ben (teklik 1. kişi) > ben-le-n-mek
b ir şeye bağlanmak; içi ısınmak,
benim senme, [ben-imse-n-me] is. Benim senmek ey iİU-lL.] dönşl. f. [-ir] 1. {eAT} Benlik taslamak; bö
lem i ve durumu, bürlenmek. 2. {ağız} Sahip çıkmak. [DS]
benim senmek, [ben-imse-n-mek] edil. fi. [-ir] Baş benli, [ben (leke) > ben-li] sf. 1. Üzerinde benler bu
kası tarafından kendisine sahip çıkılmak, kabulle lunan; 2. (Kişi için) yüzünde veya teninde beni bu
nilmek. lunan.
benim setm e, [ben-imse-t-me] is. Benimsetmek işi. benlik1, -ği [ben-lik dlio] is. 1. Bir kimseyi kendisi
benim setm ek, [ben-imse-t-mek] gçl. fi [-ir] Birinin yapan şey; enaniyet; kendilik. 2. Kişiliği meydana
bir şeyi veya birini benimsemesini sağlamak, getiren öz varlık; şahsiyet. 3. Öznede var olan bi
benim seyiş, [ben-imse-y-iş] is. 1. Benimseme. 2. Be linçli kişilik. 4. Bencil bireysellik; nefs. 5. Kendi
nimseme biçimi. kişiliğine önem verme; kendini öne çıkarma; ken
benîn, [Ar. benî > benîn (beni:n) {OsT} is. 1. dini beğenme; kendini övme; kibir; gurur, {ağız}
Oğullar. 2. sf. (Kişi için) akıllı; temkinli, (aym) [DS] 6. sf. Benim yapabileceğim; tam bana
göre, fi1 benliği gitmek, {eAT} Bilincini yitirmek;
bening, [ben-in / ben-in] (benih) {eT} zm. Teklik bi
ne yaptığını bilememek.\\ Benliğime lanet! {ağız}
rinci kişi iyelik durumu; benim. [ETY]
“Kendimden öğünerek söz etm ek zorunda kaldığım
benirlemek, [ben (yans.) > ben-ir-le-mek] {ağız} gçsz.
için tiksiniyorum. ” anlamında kullanılır. [DS] 11
f [~r] H 0 )-y o r ] K orku ile uyanmak; belinlemek.
benliğinden çıkmak, 1. Kendine benzemez olmak.
[DS]
2. Şahsiyet değiştirmek. [| benliğini aşmak, 1. K en
Beniye, [Ar. beniyye 4^ ] {OsT} is. Kâbe. di gücünün ve imkânlarının sınırını aşacak işe g i
beniz, -nzi [men-iz / beniz > beniz] is. 1. Yüzün ren rişmek. 2. D eğişik bir kimliğe bürünmek.\\ benlik
çatışması, psikol. K endi kişiliği ile olm ak istediği
gi. 2. Yüz. S benizden çıkmak, {eAT} Sararıp
bir başka türlü kişilik arasında kararsızlık içinde
solmak. || benzi ağarmak, Yüzünün rengi sarar
bulunmaktan doğan ruhsal sıkıntı.\\ benlik davası,
mak, solm ak.|| benzi atmak, Yüzünün rengi ansızın
Kendini herkesten üstün görme. | benlik eylemek,
solmak; beti benzi atmak.\\ benzi bezik, {ağız} Yüzü
{OsT} K endisini üstün görm ek.|| benlik göstermek,
solgun. [DS] 11 benzi boz, {ağız} Yüzü solgun. [DS]||
Varlık iddiasında bulunmak.\\ benlik ikileşmesi,
benzinde kan kalmamak, Korku, heyecan veya
psikol. K işilik bütünlüğünün, birliğinin bozulması
hastalıktan dolayı yüzünden kan çekilmek, solmak.\\
sonucu zihnindeki olguları kendi dışında sanma
benzine kan gelmek, Yüzünün rengi normale dön
veya kendinde birbirinden fa rklı iki kişi varmış his
m ek; canlı kanlı olmak.|| benzi geçmek, Yüzü sol
sine kapılma şeklinde beliren ruhsal hastalık.\\ ben
m ak.]| benzi kül gibi olmak, Yüzünden kan çekile
lik yitimi, psikol. insanın kendini benliğinden sıy
rek solmak; beti benzi kül gibi olmak. || benzi sa
rılmış, başka biri olmuş gibi hissetmesi şeklinde
rarmak, 1. Kan çekilmesinden dolayı yüzü sarar
beliren şizofreni başlangıcı.
mak. 2. H astalıktan dolayı yüzünün rengi sarar-
m ak.|| benzi uçmak, Ansızın yüzünün rengi sol benlik2, -ği [ben-lik] {ağız} is. Hayvanlara belli ol
mak; kanı çekilmek. ması için vurulan damga; bellilik; en. [DS]
benlikçi, [ben-lik-çi] is. 1. Hep “ben ben” diyen, her
benka, [Far. banka {OsT} is. bot. Burçak türün
konuda kendini öne süren kimse. 2. Benlikçilik
den mercimeğe benzer bir bitki ve ürünü, yanlısı olan kimse.
benlek, -ği [ben-le-k] {ağız} sf. Ukala. [DS]
İp im m iş BEN
benlikçilik, -ği [ben-lik-çi-lik] is. 1. Her konuda, hep bentonit, [Fr. bentonite] is. Renk giderme gücü fazla
kendini öne sürme ve kendinden bahsetme durumu. olan lekeci kili,
2. Kendi benliğinin gelişimini bütün davranışları bentos, [Yun. behthos (derinlik)] is. biy. Deniz diple
nın ilkesi yapan kişinin niteliği; egotizm. 3. ed. Bir rinde yaşayan ancak az hareket edebilen bitki ve
yazarın kendi kişiliğini sergilemek amacıyla yaptı hayvan topluluğu,
ğı çözümsel inceleme. 4. Benliğini yükseltmeyi a- benu, [Far. benü _ji>] (benu:) is. Yığın; küme,
maçlayan ahlak öğretisi. 5. Bireyci mükemmelliği
arama çabası. benuh, [Far. benüho>o] (benu:h) is. Yığın; küme,
b e n m a r i , [Ar. M eryem (ünlü simyacı M usa'nın kız benun, [Ar. ibn > benün jj^ı] (benu:n) {OsT} is.
kardeşi, bu aygıtı bulan) > Fr. bain-marie] is. 1. Oğullar.
Alttaki kapta su, onun içinde de ısıtılacak madde
benüle, [ben+ ile > benflle <J^] {eAT} e. Benimle.
nin konulduğu iç içe iki kaptan meydana gelmiş
laboratuar veya mutfak gereci. 2. M utfak fırınları benvan, [Far. ben-vân j l j j ] (benva:n) is. Tarla, h ar
nın su deposu. man veya ekin bekçisi; kır bekçisi,
b e n m e r k e z c i , [ben + Ar. merkez + -ci] sf. psikol.
benve, [Far. benve « y j (OsT} is. Yığın; küme.
Egoist.
benven, [ben-men > ben-ven j ^ J {eAT} zm. Ben
benna, -a’i [Ar. bina (yapı) > bennâ1 >l^>] (benna:)
...im
{OsT} is. Yapı işleri ile uğraşan mimar, dülger, kal
fa gibi kimselerin genel adı; inşaat ustası. benvenlik, [ben-ven-lik ^Ujjh] {eAT} is. Bencillik;
b en n ak , -k i [Ar. bennâk i)U/j (benna:k, k ince söyle benlik,
benz, [beniz] is. -*■ beniz.
nir) {OsT} is. huk. Eskiden, reayanın tımar sahiple
rine ödedikleri bir tür kazanç vergisi. benzaldehit, [Fr. benzaldhite] is. kim. Acı badem y a
ğında bulunan, renksiz, kokusuz, ışığı kıran, acı
benne1, [Ar. benne <i] {OsT} is. Güzel koku.
badem kokusunda bir aldehit; benzoik aldehit,
benne2, [Ar. bennâ >Ll>] {ağız} is. Duvarcı; sıvacı. C6H 5-CHO.
[DS] benzek, [benze-k] is. 1. Bir cisme benzer şekilde
bensemek, [ben (kişi zm.) > ben-se-mek] {eAT} g ç l.f. başka bir maddeden yapılmış şey; şibih. 2. ed. D i
f r ] (İkinci kişi için) birinci kişiyi özlemek; beni van edebiyatında usta bir şairin yazdığı şiirin kafi
özlemek. ye ve ölçülerini kullanarak meydana getirilmiş tak
bensiz, [ben-siz] {eT} zf. Ben olmaksızın; ben olma lit şiir; nazire,
dan. benzeme, [eT. menze-mek > benz-e-me] is. Benze
mek işi.
benş, [Ar. benş {OsT} is. Tembellik; ihmal.
benzemek, [eT. men-(i)z-e-mek > benze-mek] gçsz.
bent, -di [Far. besten (bağlamak) > bend J-4] is. 1. fi f r ] fz (i)-y o r] 1. İki kişi veya nesne arasmda
Bağlama. 2. Bağ; bağcık. 3. Yular; rabıta. 4. Zincir. birbirini andıracak kadar çok ortak nokta bulun
5. İp; urgan. 6. İp düğümü. 7. Rehin veya esir mak. 2. Öyle olduğu sanısını uyandırmak; .. gibi
alınmış kimse. 8. Balya veya kâğıt tomarı. 9. M af görünmek. 3. Örnek alman birisi gibi davranmaya,
sal; boğum. 10. ed. Bir yazının kendi içinde bir bü süslenmeye veya giyinmeye çalışmak. 4. argo.
tünlük teşkil eden bölüm leri; paragraf; fıkra. 11. Sarhoş olmak,
ed. Bir şiirdeki kıtalardan her biri; bağlam. 12. Ka benzen, [Fr. benzene] is. kim. M aden kömürü katra
nun maddelerindeki aynı yargıya tabi fakat başka nından üretilen ve daha çok benzin adıyla bilinen
olay ve durumları belirten harflerle sıralanmış pa C6H 6 formülündeki çevrimsel bir hidrokarbon,
ragraflar. 13. Su tutm ak veya akış yönünü değiş benzer, [benze-mek > benze-r] sf. 1. Yapı, görünüş
tirmek için konulmuş taş, duvar, tahta, çalı çırpı ve nitelik bakım ından bir başkasına benzeyen veya
gibi malzemelerle yapılmış engel; büğet. 14. Su ona eş olabilen; müşabih; mümasil. 2. mat. K arşı
biriktirmek için iki dağ arasına yapılan set; baraj. lıklı açıları eşit ve karşılıklı bütün kenarlan orantılı
15. Su akışı için yapılan kemer. 16. Gazete yazısı. olacak şekilde aralarında bağlantı kurulabilen. 3. is.
17. Birini emri altına alma. 18. sf. Bağlayan; bağ sin. Tehlikeli sahnelerde oyuncunun yerine oyna
lamış.S bende çekmek, 1. Bağlamak. 2. Zincire yan benzeri kişi; dublör. 4. e. Öyle görünüyor ki,
vurmak.\\ bent etmek, 1. Bağlamak. 2. Hükmü altı öyle anlaşılıyor ki. S benzer şekiller, mat. K arşı
na almak. |[ bent olm ak, Yakalanmak, tutulmak, lıklı kenarları arasındaki oran sabit ve karşılıklı
bağlanmak. açıları eşit olan şekiller.
bentograf, [Fr. bentographe] is. Çok derin deniz dibi benzerlik, -ği [benze-r-lik] is. 1. Benzer olma duru
fotoğraflarını çekmekte kullanılan aygıt. mu; müşabehet. 2. Benzer olan şeylerin niteliği. 3.
BEN ÛIÜMIİİMî S Ö M . ,50
mat. İki üçgende köşelerinin eşlenmesine göre kar fi1 benzetm ek gibi olm asın, Birinin kötü durumu
şılıklı açıların eş ve karşılıklı kenarların orantısın nu anlatırken örnek verilen kişinin durumuna düş
dan doğan durum, mesinin temenni edilmediğini belirtmek için söyle
benzersiz, [benze-r-siz] sf. 1. Benzeri olmayan. 2. nir.
Eşsiz. benzetm eli, [benze-t-me-li] sf. Benzetm e yoluyla
benzersizlik, -ği [benze-r-siz-lik] is. 1. Benzersiz yapılmış olan; benzetilm iş öğeler taşıyan; benzet
olm a durumu. 2. Benzersiz olan şeyin niteliği; eş meye dayanan. S benzetm eli üslûp, ed. Benzetm e
sizlik. lerin, mecazların ve karşılaştırmaların çokça kul
benzeş, [benze-ş] sf. 1. Eş, benzer. 2. Benzetilebilen; lanıldığı anlatım biçimi.
bir tutulabilen; müşabih; nazir. benzeyiş, [benze-y-iş] is. Bir şeyin başka bir şeye
benzeşen, [benze-ş-en] sf. 1. Benzeşme özellikleri benzemesi hâli; andırış; müşabehet,
bulunan. 2. dbl. (Ses için) ünlü ve ünsüz benzeşm e benzil, [Fr. benzyl] is. 1. Formülü C6H5-CH2- olan
lerinde etki altında kalan, tek değerli kök. 2. ön ek. B ir molekülde benzil kö
benzeşim , [benze-ş-im] is. 1. Ortak yönleri bulunan künün bulunduğunu belirten ön ek. 0 benzil-alkol,
iki nesne arasındaki uygunluk. 2. mat. İki şeklin kim. Formülü C6H s-CH2-O H olan birincil alkol. ||
karşılıklı açıları eşit ve karşılıklı bütün kenarlan benzil-am in, kim. Am onyaktaki hidrojen atomları
orantılı olacak şekilde aralarında bağlantı kurulabi nın yerine benzil kökünün geçm esi ile oluşan amin,
lecek durum. <3 benzeşim o ran ı, Benzer iki şeklin c 6h 5- c h 2-n h 2
kenarları arasındaki oran. benzilen, [Fr. benzylne] is. kim. Formülü C6H4-CH2-
benzeşlik, -ği [benze-ş-lik] is. 1. Benzeş olma duru olan iki değerli kök.
m u. 2. Benzeş olan şeylerin taşıdığı nitelik; mü- benzin, [Fr. benzine] is. Otomobil ve uçak yakıtı
şahebet. olarak kullanılan, petrolün damıtılması ile elde edi
benzeşm e, [benze-ş-me] is. 1. Benzeşmek işi. 2. dbl. len sıvı ürün. S1 benzin istasyonu, Akaryakıt, ba
B ir kelimede bir sesin başka bir sesi kendisine ben sınçlı hava, m otor yağı gibi otomobiller için gerek
zetm e etkisi. li tüketim maddelerinin satıldığı yer. || benzin
benzeşm ek, [benze-ş-mek] g çsz.f. f i r ] Birbirine be po m p ası, Otomobillere benzin doldurmakta kulla
zemek; müşabih olmak, nılan, verilen miktarı, birim fiya tı ve tutarını göste
ren elektronik veya m ekanik benzin basma makine
benzeşm ezlik, -ği [benze-ş-mez-lik] is. dbl. Bir keli
si.
m ede bulunan aym veya benzeri seslerden birinin
değişikliğe uğraması; ayrışım; disimilasyon. benzinci, [benzin-ci] is. 1. Benzin satan kimse. 2.
benzeti, [benze-t-i] is. B ir şeyin niteliklerini anlat Benzin satılan yer; benzinlik, benzin istasyonu,
m ak için o nitelikleri eksiksiz olarak özünde bu benzincilik, -ği [benzin-ci-lik] is. Benzincinin işi.
lunduran başka bir şeyi örnek alma; benzetme; teş benzinli, [benzin-li] sf. (Motor, otomobil, uçak, çak
bih. S benzeti ressam ı, gzl. snt. Büyük ressamla mak vb. için) yakıt olarak benzin kullanan,
rın eserlerini bakarak kopya eden ve benzeti oldu b enzinlik, -ği [benzin-lik] is. Akaryakıt, basınçlı
ğunu söyleyen ressam. hava, m otor yağı gibi otom obiller için gerekli tüke
benzetici, [benze-t-i-ci] sf. Benzeterek imal eden; tim maddelerinin satıldığı yer; benzin istasyonu,
kopyacı; sahteci. S benzetici ressam , Büyük res benzol, -lü [Fr. benzol] is. 1. M aden kömürü katra
samların eserlerim bakarak kopya eden ve gerçeği nından damıtılmak suretiyle elde edilen, içinde
diye satan sahteci ressam. toluen ve oksilen bulunan sıvı. 2. Toluen katılmış
benzetilm e, [benze-t-il-me] is. Benzetilmek eylemi, benzin. S benzol zehirlenm esi, tıp. Benzolün bile
benzetilm ek, [benze-t-il-mek] edil, fi f i r ] Biri tara şimine giren maddelerden toluen, oksilen veya ben
fından benzetme işi yapılmak, zin esanslarının sebep olduğu (kan yapısını benzo
benzetiş, [benze-t-iş] is. Bir şeyi başka bir şeye lün bozması yüzünden meydana gelen karaciğer
benzetm ek işi veya biçimi, yetersizliği, vitamin eksikliği gibi belirtilerle ortaya
benzetm e, [benze-t-me] is. 1. Benzetmek işi. 2. ed. çıkan) zehirlenme.
B ir nesneyi, biçim ve görünüş bakım ından onunla benzollendirilm iş, [benzol-le-n-dir-il-miş] sf. kim.
benzerliği bulunan daha mükemmel nesnelerden Birleşimine benzol katılm ış bulunan,
katkılarla daha etkili ve daha şiirli biçimde anlat bepela, [Güre, pepela] {ağız} is. Kelebek. [DS]
ma; teşbih.
bep g a, [Far. bepğâ 1%] (bepğa:) {OsT} is. Dudu; pa
benzetm ek, [benze-mek > benze-t-mek] gçl. fi f i r ]
1. Benzer duruma getirmek. 2. B ir nesnede başka pağan.
nesneyi çağrıştırır yönler bulmak. 3. mecaz. Boz b e r-, [Far. ber y] ek. Başına getirildiği Farsça keli
mak, berbat etmek; işe yarar hal bırakmamak. 4. melere “üst, üzeri, üzerinde, üzere ” anlamlarını ve-
argo. Birini sözle azarlamak; dövmek; hırpalamak.
HGKEnrüRKCt SQEbur,. 551 BER
rerek sıfatlar yapan bir önek, S’ ber-akis, {OsT} kil etm ediğinin mahkeme kararı ile tespit edilmesi;
Tersine; aksine.\\ ber-bâd, {OsT} 1. Perişan; ha aklanmak. S beraat etmek, huk. Suçsuzluğunun
rap; viran; berbat. 2. Pis; fen a ; kirli. || ber-bah, mahkemece kanıtlanması.|| berâat-ı zim met, B o r
{OsT} Erbezi üstü.|| ber-belend, {OsT} Gayet yü k cu ve zimm eti olmama durumu.\\ Berâat-ı zim met
sek yer veya rütbe. || ber-bend, {OsT} Çocuğu anne asildir, huk. Bir kimsenin suçlu olduğu kanıtlan
sinin sırtına bağlamaya yarayan kemer. || ber-câ, madıkça suçsuz sayılması hakkı ve böyle olmasını
{OsT} Yerinde; tam; doğru; münasip.\\ ber-ceste, gerektiren hukuk ilkesi.
{OsT} 1. Sağlam ve latif. 2. Seçme. 3. ed. Kolayca beraber, [Far. ber-â-ber yly] (bera.ber) {OsT} zf. 1.
hatıra gelen fa k a t güzel ve anlamlı dize. | ber-dâr, Bir arada, birlikte. 2. Aynı anda. 3. Aynı düzeyde;
{OsT} 1. D arağacına çekilmiş; asılmış. 2. Meyveli. | seviyeleri eşit. 4. Aynı hizada. 5. N icelik bakım ın
ber-devâm, {OsT} Sürekli.\\ ber-düş, {OsT} Omuz dan eşit. 6. Aynı anlamda. 7. Refakatinde; birlikte;
üzerinde; omuzda.|| ber-hak, {ET} Haküzere.\\ ber- yanında. S beraber bulunm ak, Yanında olm ak.||
hayât, {OsT} Yaşayan; canlı; diri.\\ ber-karar, beraber düşiip kalkmak, Birlikte yaşamak.\\ be
{OsT} 1. Kararlı. 2. Yerleşmiş; yerli.|| ber-kemâl, rabere bitmek, (Karşılaşmalarda taraflar) birbi
{OsT} Yolunda; iyi; mükemmel.\\ ber-m inval-i sa rine üstünlük sağlayamamak.\\ berabere kalmak,
bık, {OsT} Eskisi gibi.\| ber-m ucib, {OsT} Gereğin (Yarışan taraflar için) başa baş kalmak; yenişe-
ce; gereğine göre.|| ber-m urâd, {OsT} Arsuzuna u- memek.|| beraberinde, Yanına alarak.\\ beraberine
laşan; dileğine eren.|| ber-m urâd etmek, {OsT} A r gelmek, {eAT} Tekabül etmek; eşdeğer olmak.|| be
zusuna kavuş turmak\\ ber-murâd olmak, { O sT } A r raber itmek, {eAT} B ir araya getirmek.\\ beraber
zusuna kavuşmak; muradına ermek. || ber m u’tâd, lik çekişmek, {eAT} Biriyle eşitlik, denklik iddia
{OsT} H er zam an olduğu gibi; alışılmış şekilde. sında bulunmak.
beraberce, [beraber-ce] (bera:be ’rce) zf. Hep birlik
-ber, [Far. burden (götürmek) > -ber y -] son ek. So
te; ortaklaşa.
nuna eklendiği Farsça kelimelerden "götüren, geti
ren, alan ” anlam larında kelimeler yapan son ek. beraberî, [Far. beraberi lS^U] (bera.beri:) {OsT} is.
ber1, [berü / *ber] {eT} zf. Beri. Beraberlik; farksızlık; müsavilik,
ber2, -rri [Ar. berr y] is. 1. Toprak. 2. Yer. 3. Kara. beraberlik, -ği [beraber-lik] (bera:berlik) is. 1. B ir
leşme durumu. 2. Beraber olma hâli; bir arada oluş;
S berr-i atîk, {OsT} Eski kara; Asya, Avrupa, A f
birliktelik. 3. spor. Süreli karşılaşmalarda yenişe-
rika kıt'aları.\\ berr-i cedîd, {OsT} Yeni kara; A m e
meme durumu; eşitlik. 0 beraberlik müziği, müz.
rika ve Avustralya kıtaları.\\ berr-i Şam, Şam top
Çok sesli müzik.
raklan.| berr ü bahr, {OsT} K ara ve deniz.
Berabir, [Ar. berber > berâbir / berâbire y \y / oyly]
ber3, -rri [Ar. berr y] is. 1. İyilik, güzellik, hayır. 2.
(bera. bir) {OsT} is. 1. Berberîler. 2. Berberistan.
Doğru sözlü, sözünde duran kimse. 3. Hayır ve iyi
beracim, [Ar. bürcüme > berâcim] (bera:cim) {OsT}
lik sahibi kimse. 4. V efalı insan. 5. Allah.
is. anat. Eklem yerleri; boğumlar; mafsallar,
ber4, [Far. ber y] {OsT} is. 1. Göğüs; kucak; sine. 2.
beraet, -ti [Ar. ber (temiz) berâet y] (bera:et)
Evin kapısı. 3. En; genişlik. S ber-bat, {OsT} 1.
Kaz göğüslü. 2. müz. Lavta. {OsT} is. -* beraat,
ber5, [Far. bâr > ber y] {OsT} is. 1. A ğaçlardaki m ey beragis, [Ar. bürgus > berâğis 0 ^i-\y\ (bera:ğis)
ve. 2. Yaprak. 3. Meme. 4. Genç kadın. {OsT} is. Pireler.
ber6, -r’i [Ar. ber’ *y] {OsT} is. 1. (Hasta için) iyiliğe berah1, [Ar. berâh j-ly] (bera:h) {OsT} is. Açık, ağaç
dönme. 2. Yaratma. sız ve ekilip dikilmeyen yer.
ber7, [Erme, per] {ağız} is. 1. Davarın sağıldığı yer. 2. berah2, [Ar. berâh ^ty] (beraıh) {OsTj is. Ayrılma;
Ağıl. [DS] gitme; gidiş; uçuş.
bera, [Far. berây <s\y\ {OsT} e. İçin; amacı ile; m ak berah3, [Ar. berâh °ly] (bera:h, h ince söylenir) {OsT}
sadıyla; dolayısıyla. sf. 1. Doğru; gerçek. 2. Yolunda; düzeninde,
beraat1, [Ar. berâ'at cuply] (bera:at) {OsT} is. İyi berahencide, [Far. berâhencîde y \ (bera:hen-
lıuy, fazilet gibi davranışlarla benzerlerinden üstün ci;de) {OsT} sf. (Silah için) çekilmiş; çıkarılmış,
olma.
berahide, [Far. berâhıde «■V’Lh] (bera:hi:de) {OsT} is.
beraat2, -ti [Ar. ber (temiz) berâet o ily] (bera;et)
Y ola çıkarılmış; gönderilmiş; yollanılmış,
{OsT} is. 1. Temizlik; arılık. 2. Suçlu sanılarak hak
kında dava açılan kim senin iddia olunan suçun sa berahihte, [Far. berâhihte 4^-aly] (bera;hihte, ikinci
hibi olmadığının veya söz konusu iddianın suç teş h kalın) {OsT} sf. (Silah için) çekilmiş; çıkarılmış.
BER 0IÜMIÜMZİJİ.5K
berahime, [Hint, brahm an > Ar. berahime tercümanlığı ile yabancı elçilerin devletin izin ve
beratıyla Fener Patrikhanesine bağlı Rum ve Er-
(bera.hime) {OsT} is. 1. Brahmanlar. 2. Mecusîlerin
menilerden kullanmış oldukları tercümanlar,|| be-
ruhani lideri.
ratlı tüccar, tar. İm paratorluğun izin verdiği yerli
berahin, [Ar. bürhan (kanıt) > berâhîn j J (be- ve yabancı tüccar.
ra:hi:n) {OsT} is. Kanıtlar; deliller. S berâhîn-i beraver, [Far. ber (meyve) + âver (getiren) jj lj J (be-
adîde, {OsT} Bir çok kanıt. | berâhîn-i aleniyye,
ra:ver) {OsT} sf. 1. M eyve veren. 2. is. M eyve ağa
{OsT} Açıkça belli olan kanıtlar.\\ berâhîn-i ik-
cı.
nâiyye, {OsT} İnandırıcı kanıtlar.\\ berâhîn-i kâ-
tı’a, {OsT} Kesin kanıtlar,|| berâhîn-i kaviyye, beraverde. [Far. berâverde tojjly] (bera:verde) {OsTj
Güçlü kanıtlar. sf. 1. Yukarı kaldırılmış; yükseğe götürülmüş. 2.
beranis, [Ar. btirnüs > berânis (beramis) {OsT} (Kişi için) kayırm a ve korum a ile ileri sürülmüş. 3.
Ayrılmış; seçilmiş. 4. Yapılmış; ortaya konmuş;
is. 1. Arapların üstten giydikleri bir giyecek. 2.
bina edilmiş. S berâverde kılmak, {OsT} Yapmak;
Kollu ve başlıklı ham am havlusu; bomuz. 3. Bir tür
ortaya koymak; gerçekleştirmek.
kadın yeldirmesi,
beray, [Far. berây / berâ ^ s ] (bera.y) {OsT} e. İçin;
berarende, [Far. berârende (bera:rende) {OsT}
amacı ile; maksadıyla; dolayısıyla. S berây-ı cin
sf. Üste getiren; üzerine getiren,
siyet, {OsT} Aynı cinsten olm ak dolayısıyla.\\ be-
berarî, [Ar. berârî lS jU ] (bera.ri:) {OsT} is. Çöller; rây-ı hâtır, {OsT} H atır için. || berây-ı iltihak,
sahralar. {OsT} Katılm ak için.|| berây-ı isticvâb, {OsT} Sorgu
beras, [Ar. beraş / baraş ^ y ] {OsT} is. 1. Leke has maksadıyla. || berây-ı istikbâl, {OsT} Karşılamak
için.|| berây-ı m a’lûm at, {OsT} Bilgi için.|| berây-ı
talığı; abraşlık. 2. Hayvan derisinde eski yara ye
maslahat, {OsT} İş için.\\ berây-ı nezâket, {OsT}
rinde çıkan beyaz tüyler,
incelik gereği; nezaket icabı.\\ berây-ı tasdîk,
berasin, [Ar. bürsün > berâsin j î lj J {OsTj is. Yırtıcı {OsT} D oğrulam ak için; tasdik için. || berâ-yı teb-
hayvan pençeleri, dîl-i hevâ, {OsT} Hava değişimi için.|| berây-ı te
beraslı, [beras-lı] sf. Leke hastalığı olan; alacalı; ab davi, {OsT} Tedavi için.|| berây-ı tenezzüh, {OsT}
raş. Gezinti için. || berây-ı vazife, {OsT} Görev gereğin
berat, [Ar. berâet (bağışıklık) => berât o l^ ] (bera:t) ce; vazife sebebiyle.
is. 1. A zat belgesi. 2. Kefalet belgesi. 3. tar. İmpa beraya, [Ar. beriyye (halk, yaratık) > berâyâ U
ratorluk döneminde göreve atama, maaş tahsisi, (bera.ya:) {OsT} is. 1. Yaratıklar. 2. Halk. 3. tar.
rütbe ve nişan gibi haklar ile bağışıklıkların tanın İm paratorluk döneminde vergi verm eyen Miislii-
dığına dair devletçe verilen belge. 4. Teknik ve sa manlar ile kılıç ehli,
nayi alanında bir buluş sahibi olana verilen işletme berbad, [Far. ber-bâd (berba;d) {OsT} sf. -*■
hakkı belgesi; patent. 5. Devlet dairelerinde resmî
berbat.
m ühür kullanma yetkisini belirten belge. 6. Diplo
ma. S Berat gecesi (Berat kandili), isi. Hz. Mu- berbah, [Ar. berbâh ^ fiy \ (berba;h) {OsT} is. anat.
hammed(sa) 'e peygam berlik müjdesinin geldiği Erbezi üstü.
şaban ayının on dördünü on beşine bağlayan ge berbar, [Far. berbâr (berba.r) {OsT} is. 1. Çar
ce. | berât-ı azâdî, Azatlık belgesi. || berât-ı cibâ-
dak. 2. Sundurma. 3. Tahtaboş. 4. Kameriye. 5.
yet, huk. Vakıflara ve hâzineye ait vergileri top
Evin damında bulunan oda.
lamakla görevli memurlara yetki veren belge. || be-
rât-ı humâyun, tar. Padişah tuğrası bulunan yetki berbare, [Far. berbâre ojL>^] (berba.re) {OsT} is. -*■
belgesi. || berât-ı terhânî, huk. Olağanüstü yararlık berbar.
gösterenlere verilen vergi muafiyeti tanındığına berbat1, -ttı [Far. ber (göğüs) + Ar. batt (kaz) > ber-i
dair belge.|| berât resmi, Berat verilenlerden alı batt (kaz göğüslü) -1^] {OsT} is. müz. Sapı kısa
nan vergi.
gövdesi büyük ve yuvarlak, lavtaya benzer, m ız
beratî, [Far. berâtî (bera:ti:) {OsT} is. Yoksul rapla çalman bir telli saz. S berbat-nevâz, {OsT}
lara verilen eski elbise, Berbat çalan kimse.
beratil, [Ar. berâtîl J J*s\y] (bera:ti:l, t kalın söylenir) berbat2, [Far. ber (üzere) + bâd (rüzgâr) > berbâd
{OsT} is. Rüşvetler; hediyeler, (rüzgâra terk edilmiş) il>^] (berba:t) sf. 1. Kötü;
berattı, [berat-lı] sf. 1. Beratı olan. 2. is. Kendisine fena hâlde; vahim. 2. Çirkin; beğenilmeyen; pis,
beratla birlikte imtiyaz verilmiş kimse. S beratlı sevimsiz. 3. Bozuk. 4. Dağınık, karmakarışık; peri
tercüm an, tar. İmparatorluğun Divan-ı Hümayun şan. 5. Bakımsız; viran. 6. is. Mahvolma; ziyan. S
0 r « I Ü » M • 553 BER
berbat etmek, 1. Kötü hâle getirmek; mahvetmek. berdaht, [Far. perdâht c ^ - ^ ] (berda:ht) {OsTj is. -*■
2. Bozmak.|| berbat olmak, 1. Kötü duruma düş
perdah.
mek. 2. Perişan hâle gelmek. 3. Bozulmak.
-berdar, [Far. berdâsten > berdâr j b ^ -] (berda:r)
berber, [İt. barba (sakal) > barbiere / Far. berber yy]
{OsTj son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere
js, 1. Saç, sakal kesmeyi, tıraş etmeyi meslek "kaldıran, dayanan, tahammül eden ” anlamı kata
edinmiş olan kişi. 2. Berber dükkânı. 3. özl. is. Ku rak birleşik sıfatlar yapan son ek.
zey Afrikalı bir kavim, fi1 berber balığı, zool. H a
berdar, [Far. ber-dâr jb ^ ] (berda:r) {OsTj sf. 1. (Kişi
nigillerden, Akdeniz 'de yaşayan, kuyruğu çatal ve
iki yanında çok keskin birer diken bulunan, yassı için) darağacma çekilmiş; asılmış. 2. (Ağaç için)
gövdeli, eti yenebilen kemikli bir balık, (Serranus meyveli; yemişli,
anthias). berdaşte, [Far. ber-dâşte ^ b ^ ] (berda:şte) {OsTj sf.
berberhane, [İt. berber+ Far. -hâne y y ] (ber- Yükseğe kaldırılmış.
berha:ne) {OsTj is. Berber dükkânı. berde1, [Ar. bedre ^ J ] {OsTj is. tıp. Mide şişkinliği.
Berberî, [Ar. berberi <syy\ {OsTj sf. Berber kavmine berde2, [Far. bedre {OsTj is. Esir; köle; karavaş;
mensup olan. tutsak.
Berberistan, [Far. berberistân 0 1 ^ ^ ] {OsTj is. Ber- berdegî, [Far. berdegı ^ /^ y ] (berdegi:) {OsTj is. K ö
berîler ülkesi. lelik; esaret.
berberlik, -ği [berber-lik] is. 1. Berberin yaptığı iş. berdeng, [Far. berdeng ^ y ] {OsTj is. Çöl ortasın
2. Berberin mesleği,
daki küçük dağ ya da tepe,
bere, [burç > bere ^ y ] {eATj is. Ökse yapmak için
berdevam, [Far. ber- (üzere) + Ar. devam
yapışkan madde çıkarılan bir meyve; M acar üzü
(berdeva:m) {OsTj sf. Sürüp giden; devam üzere,
mü.
berdi, [Ar. berdıy (saz) _*] {ağızj is. Dam örtmekte
berca, [Far. ber- (üzere) + cay (yer) > bercâ Ur
kullanılan saz, sırık, çıta vb. şeyler. [DS]
(berca:) sf. 1. Uygun; münasip. 2. Yerinde,
berdin, [berü / *ber > ber-din] {eTj zf. 1. Beride. 2.
berced, [Ar. berced -^-y] {OsT} is. 1. Kalın dokun Güneyde.
muş kilim. 2. Türk halısı, berdinki, [*ber-din-ki / ber-din-ki] {eTj sf. Güneyde
berceste, [Far. ber- (üzere) + ceste (seçilmiş) y] ki. [EUTS]
{OsTj sf. 1. Seçilmiş; beğenilmiş. 2. Güzel; hoş; berdiy, [Ar. berdıy ^ y ] (berdi.y) {OsTj is. Eski M ı
latif. 3. ed. Kolayca ve hemen hatırlanabilen yük sır’da dışından hasır, özünden kâğıt yapılan bir tür
sek anlam taşıyan şiir. S berceste mısra, ed. Tek hasır otu.
başına yetebilen, seçkin ve en güzel söylenmiş mıs
berduş, [Far. ber- (üzere) + düş (omuz, sırt)
ra.
berci, [ber6 -ci] {ağızj is. Hayvan sağıcısı. [DS] {OsTj is. ve sf. 1. (Her şeyi) sırtında, omzunda. 2.
Evsiz barksız, toplum dışı yaşayan kişi; başıboş,
bercis, [Ar. bercis / bircis y] {OsTj is. 1. Çok süt
serseri. 3. Üstü başı perişan.
veren deve. 2. özl. is. Güneşin uydularından en bü
b ere1, [eT. ber-mek (vurmak) > ber-e] is. 1. Yırtılma
yüğü ve yalcınlık bakım ından beşincisi; Jüpiter;
sonucu damarlardan çıkan kanın dokular içinde
Müşteri; Erendiz.
birikmesi ile meydana gelen ağrılı hal. 2. Dövme,
berçide, [Far. ber (üzerinde)+çîde (toplanmış) x] vurma, düşme, çarpma gibi sebeplerle deride mey
(berçi:de) sf. Toplanmış; devşirilmiş; yığılmış, fi1 dana gelen morluk.
berçîde dâmen, 1. Eteğini toplamış. 2. Dünyadan bere2, [Moğ. bere] {eTj is. Bir uzunluk ölçüsü birimi;
elini eteğini çekmiş. mil; 8000 ayak. [EUTS]
Berçik, [ber-çik] {eTj öz. is. Bir İran kavmi. [Tekin]
bere3, [Far. bere oy] {OsTj is. Kuzu. S bere-i âb,
berçin, [Far. ber-çîn O kvJ (berçi:n) sf. Toplayıcı; {OsTj Dalga. || bere-i dü-m âderî, 1. İki analı kuzu.
toplayan. 2. mecaz. Nazlı büyütülmüş; talihli.\\ bere-i felek,
berd, [Ar. berd a*] {OsTj sf. 1. Soğuk. 2. is. Soğuk {OsTj H amel Burcu; Güneşin 21 M artta girdiği
luk. 51 berd’el-âcuz, 1. Kocakarı soğuğu. 2. On burç.
bir ve on yedi m art günleri arasm da devam eden bere4, [Fr. beret] is. Siperliği olmayan bir tür başlık.
soğukların halk arasındaki adı. bere5, [Yun. poreia (yol) ?] {ağızj is. Tarla araların
dan ya da içlerinden akan çok küçük su. [DS]
BER m n & H .
bered, [Ar. bered {OsT} is. Fırtınalı havalarda ya bereketsiz, [bereket-siz] sf. 1. Çabuk tükenen. 2.
Verimsiz. 3. K endinden beklenen yararı sağlaya
ğan dolu.
mayan.
berefşan, [Far. berefşân ûL iijJ (berefşa:n) {OsT} is. bereketsizlik, -ği [bereket-siz-lik] is. Bereketsiz ol
müz. Türk müziğinde otuz iki zamanlı ve on dört m a durumu,
darplı büyük bir makam, bereleme, [bere-le-me] is. Berelemek işi.
berehlemek, [Far. be-râh (yolunda) > bereh-le-mek] berelemek, [bere-le-mek] gçl. f. f r ] fl(i)-y o r ] 1.
{ağız} gçl. f. f r ] [-l(i)-yor] Layık görmek; uygun Bereli durum a getirmek. 2. Hafifçe yaralamak,
bulmak; yaraştırmak. [DS] ezikler m eydana getirmek.
berehmen, [Ar. berehmen / Far. berehmen / berhe- berelenm e1, [bere-le-n-me] is. Berelenmek eylemi
m en j* - ^ ] {OsT} is. ve sf. 1. Brahma dinine men ve durumu; yaralanma; bereli hale gelme.
sup; Brahman. 2. M ecusîlerin dinî lideri. 3. Puta berelenm e2, [bere-le-n-me] is. Bere sahibi olma; be
re satın alma.
tapan. 4. Puta tapanların papazları. 5. Ateşe tapan
ların bilginleri. berelenm ek1, [bere-le-n mek] e d il.f. f i r ] Birisi ta
rafından cildinde, vücudunda kan oturmasına sebep
berehne, [Far. berehne / bürehne {OsT} sf. Çıp olacak davranışta bulunulmak; bere meydana ge
lak. tirilmek.
berehnegi, [Far. berehne-gı L5S^*J;] (berehnegi:) berelenm ek2, [bere-le-n-mek] gçsz. f. f i r ] Bir bere
{OsT} is. Çıplaklık, ye sahip olmak; bere edinmek.
b ereli1, [bere-li] sf. H afif ezik ve morarma şeklinde
berehrehe, [Ar. berehrehe {OsT} sf. (Kadın
yarası olan.
için) çok güzel; alımlı, bereli2, [bere-li] sf. 1. Başına bere giymiş olan. 2.
berekât, [Ar. bereket>berekât olS"^] (bereka:t) {OsT} Bere sahibi olan.
is. 1. Bolluklar. 2. Uğurlar; hayırlar; mutluluklar. 3. bereli3, [bere-li] sf. Kuzulu.
Keramet. S berekât-ı kelâm-ullâh, {OsT} Allah berem, [Far. berem p j {OsT} is. 1. Üzüm çubukları
kelamının verdiği feyizler, bolluklar, uğurlar. nın altına dikilen çatal ağaç; herek. 2. Asma ve ka
bereket, [Ar. bereket (kutsama) c S ^] is. 1. Bolluk. bak çardağı,
2. Gürlük. 3. Ongunluk; feyiz. 4. A llah’ın verdiği bereme, [Yun. perama] {ağız} is. Kayık. [DS]
nimetler. 5. Yağmur, {ağız} (aynı) [DS] 6. zf. İyi ki, berenarı, [beri + anaru] (b e ’renarı) {ağız} sf. Şöyle
iyi bir tesadüf olarak. 7. iinl. .. sayesinde. 8. A l böyle; biraz iyi; oldukça; üstünkörü. [DS]
lah’ın verdiği nim etler için şükran ifadesi. S bere berencen, [Far. berencen {OsT} is. Kadın bile
ket boynuzu, tar. Romalılara ait barış ve bolluğu ziği.
tem sil eden içinden meyve ve çiçeklerin taştığı
boynuz sem bolü.|| bereket ki (bereket versin, bere berencin, [Far. berencîn (berenci:n) {OsT} is.
ket versin ki), 1. A llah'a şükür ki.. 2. İyi ki.. 3. İyi Kadın bileziği,
bir rastlantı olarak.\\ (Allah) bereket versin, 1. berend, [Far. berend y] {OsT} sf. 1. (Kılıç, hançer
Yemek sonu Allah ’m nimetlerini artırması için edi vb. için) keskin. 2. is. N akışsız ipek kumaş. 3. Kılı
len dua sözü. 2. Satıcıların alışverişten kazandıkla cın suyu.
rı p ara için A llah'a dua sözü. 3. B ir kimsenin du
rumundan hoşnutluğunu ifade eden şükür sözw.|| berendahte, [Far. berendâhte 4^ - - ^ ] (berenda.hte)
bereket yağmak, 1. Bolluk olmak. 2. Yağmur yağ- {OsT} sf. 1. Y ukarıya fırlatılmış. 2. Üste, yukarıya
mak. || (Halil İbrahim) bereketi, (Hz. İbrahim (as) çıkarılmış.
örneği) bolluk ve refah. berendaz, [Far. berendâz / berendâze jİJuy / »jl-^]
bereketlenme, [bereket-le-n-me] is. Bereketlenmek (berenda:z) {OsT} s f 1. Yükseğe atan; yukarı fırla
işi. tan. 2. Yukarıya kaldıran. 3. Y ok eden,
bereketlenmek, [bereket-le-n-mek] dönşl. [-ir] Ço
berere, [Ar. berr > berere {OsT} sf. (Kişi için)
ğalmak; artmak,
hayır sahibi olanlar; iyilik severler; doğrular,
bereketli, [bereket-li] sf. 1. Bol. 2. Bolluklu. 3.
Verimli. 4. Kalabalık. S bereketli olsun, Yemek berevat, [Ar. berât > berevât (bera:va:t) {OsT}
yiyenlere veya ürün toplama ve harman işleri ile is. Rütbe, imtiyaz ve nişan belgeleri. S berevât-ı
uğraşanlara söylenen iyi dilek sözü. şerife, {OsT} Padişah beratları.
bereketlilik, -ği [bereket-li-lik] is. Bereketli olma berf, [Far. b erf ^ ] {OsT} is. Kar. ® berf-âb, 'OsTj
hali.
Karlı, buzlu soğuk m/.|| berf-alüd, {OsT} Kara bu
laşmış]] berf-dân, {OsT} Buzluk; kar deposu.||
T f a j g s a a ı * 555 ________________________ ________________________________________________B E R
berf-dâr, {OsT} Karlı.|| b erf-n â k , {OsT} Yaz kış öküz vb. için) kamçı ile sürülmek. 3. gçsz. fi. Sıç
karh o la n yer.\\ b erf-p â re , {OsT} K ar parçası. ramak.
berfend, [Far. berfend j^ ] {OsT} is. 1. Asker. 2. berg erd e, [Far. bergerde o^ y ] {OsT} sf. Ezberlen
(Söz için) güzel. 3. (Yer için) derin, miş; hatırda tutulmuş,
berfın, [Far. berfîn (berfi:n) {OsTj sf. 1. Karla b erg erü , [*ber > beı-gerü / bırğaru] {eT} zf. 1. Beriye
ilgili. 2. Kardan yapılmış. 3. Karla yapılmış, doğru. [ETY] 2. Cenuba doğru. [ETY]
bergesem ek, [berge > berge-se-mek] /eT} gçsz. f i f
berfüs, [Far. berfflz / berfüs ^ y ] (beıfiü:s) {OsT} is.
r] Kırbaçlamak istemek,
-* berfüz.
bergeşide, [Far. bergeşıde y] (bergeşi:de) {OsTj
berfüz, [Far. berfüz / berfüs }jiy] (berfiitz) {OsT} is.
sf. 1. Çekilmiş; sıyrılmış. 2. Tartılmış,
Ağzın dış kenarı; dudakların çevresi.
bergeşte, [Far. bergeşten (dönmek) > bergeşte _^]
berg1, [Far. berg S y \ {OsT} is. Yaprak. S 1 b erg-bîd,
sf. Ters dönmüş. S b erg eşte-ah ter, {OsT} Yıldızı
{OsT} 1. Söğüt yaprağı. 2. Söğüt yaprağı biçiminde
dönmüş; talihsiz; bahtsız.|| b erg eşte-b ah t, {OsT}
olan süngü ucu.|| b e rg -d â r, {OsT} 1. Yapraklı. 2.
Talihi ters dönmüş; şanssız. || b ergeşte-hâl, {OsTj
Geçimi iyi olan.\\ b erg -g âh , {OsT} Saman sapı.||
1. İşleri ters giden; durumu iyi değil. 2. Geçim sı
berg-i çeşm , {OsT} Göz kapağı.|| b erg-i d ira h t,
kıntısı çefen.|| berg eşte-rü z, {OsT} Günü dönmüş;
{OsT} Ağaç yaprağı.|| b erg-i gül, {OsT} Gül yapra-
şanssız; talihsiz.
ğı.\\ berg-i hazân , {OsT} Sonbaharda sararıp dökü
le n yaprak.\\ berg-i te r, {OsT} 1. Yeşil yaprak. 2.
berg itm ek , [berg-it-mek / berg-üt-mek] {ağız} gçl. fi
Hediye.|| b erg-rîz, {OsT} 1. Yaprak döken. 2. Son- [-ir] Birbirine geçirerek tutturmak; kenetlemek.
bahar.|| berg-rîzân, {OsT} -*• berg-riz.|| b erg ü b â r, [DS]
{OsT} Sermaye; geçinilecek şey; mal. || b erg ü ne b e rg ü 1, [ber-ge / bir-ge / ber-ke / ber-gü] {eT} is.
va, {OsT} Geçinecek şey.|| b erg ü şâh, {OsT} bot. Kamçı. [EUTS]
Dal budak. b e rg ü 2, [ber-mek (vermek) > ber-gü] (be;rgü;) is. 1.
berg2, -ğı [Far. berg '^y\ (berğ) {OsT} is. Bent; set. Verilecek, ödenecek şey; vergi. [İKPÖy.] 2. Bağış.
[İKPÖy.] 3. Borç; verecek. [DLT]
bergJ, [Far. berg S y ] {OsT} is. Azık; yiyecek, b erg ü rm ek , [ber-gü-r-melc] {eT} gçl. fi. f ü r ] Belirt
bergab, [Far. berğ-âb (berğa:b) {OsT} is. Su mek; belli ettirmek. [EUTS]
bendi; su biriktirilen yer; baraj, b erg ü stv an , [Far. bergüstvân J (bergüstva. n)
bergam an, [Far. berğamân ola-t y \ (berğama.n) {OsT} is. Eyerin altına serilen sırmalı, işlemeli örtü;
{OsT} is. Büyük yılan; ejder, haşa.
bergam ot, [T. M ustafa beg (Mustafa bey) + a rm u d - b erg ü z ar, [Far. bergüzâr j ^ y ] (bergüza;r) {OsT} is.
u / İt. pero (armut) + Bergamo (İtalya ’da bir şehir) 1. Küçük hediye. 2. Anı olarak alınıp verilen veya
> bergamotta (Bergamo ’hi)] is. bot. 1. Açık sarı saklanan eşya; hatıra; yadigâr; anmalık; andaç,
renkli armut biçimindeki limon türü ekşimsi mey b erg ü zide, [Far. ber-güzıde oJoj?_^] (bergüzi;de)
velerinin kabuğundan, kolonya imalinde kullanılan
{OsTj sf. Seçilmiş; seçkin,
bergapten esansı çıkarılan bir Akdeniz bölgesi
meyve ağacı, (Citrus bergamia). 2. Bu ağacın, ka b erh , [Far. berh ^ y \ {OsT} is. 1. Pay; hisse; nasip. 2.
buğundan esans çıkarılan ve reçel yapılan meyvele Az şey; parça. 3. Su birikintisi. 4. Şimşek. 5. Yaş
ri. odunun yanarken çıkardığı sıvı. 6. Balık,
bergaşte, [Far. bergâşte y] (berga:şte) {OsT} sf. b e rh a b e , [Far. berhâbe ^.U-^] (berha.be) {OsT} is. 1.
Yüz çevirmiş. Minder; döşek; yatak. 2. Bir yatakta birlikte yatılan
berge1, [ber-ge / bir-ge / ber-ke] {eT} is. Kamış; kimse.
çubuk; kamçı; kırbaç. [EUTS] [DLT] [Gabain] b e rh a n a , [Far. bar (yük) + hâne] {ağız} is. 1. Ev eş
berge2, [Far. berge-i zerdâlü] {ağız} is. Kayısı, zerda yası. 2. Göçebelerin çadır eşyası. 3. Kervanın ko
li, şeftali türü meyveler. [DS] nak yerinde toplanan eşyası. [DS]
bergekm ek, [berge > berge-k-mek] {eT} gçl. fi [-ür] b e rh a n e 1, [Far. bar + hâne - b U - (berha. ne) {OsT} is.
Kamçılamak; kırbaçlamak. [EUTS] 1. Kervansaray. 2. Büyük ve kullanışsız ev. 3. Yol
bergelenmek, [berge > berge-len-mek] (berge.Ten- cuların yük indirdikleri yer. S b e rh an e gibi, Ge
mek) {eT} dönşl. fi. [-ür] 1. (Damar için) kan ile do reğinden büyük, kullanışsız evler için kullanılan
larak sertleşmek; dikilmek. 2. (Arabaya koşulan benzetme.
BER ÖIÜMIİİICtSĞM.ssç
berhane2, [Far. berhane ^^~y] (berha:ne) {OsT'} is. berhurdar, [Far. ber-hurdar j b j y] (berhıı:rda:r)
Eski ve harap durumdaki büyük ev; kullanılabilme {OsT} sf. Mutlu olan; m esut olan; berhudar olan;
si için tamire gerek duyulan ev. onan.
berhaste, [Far. ber-hâste 4^ - y ] (berha.ste) {OsTj sf. berhurdarî, [Far. ber-hürdârî (berhu:r-
Kalkmış; ayaklanmış, da:ri) {OsT} is. Sevinme; mutlu olma; onma,
berhava, [Far. ber- (üzere) + Ar. hevâ (berha berhüyun, [Far. berhüyün 0 * ^ ;] (berhüyu.n) {OsT}
va:) {OsT} s f 1. H avaya atılmış; uçurulmuş. 2. me is. Küçük ev; küçük oda.
caz. Yararsız ve boş. S berhava etmek, 1. Patla berhuz, [Far. berhüz j_ ^ y \ (berhu:z) {OsT} is. Da
yıcı ile havaya uçurmak. 2. Yok etm ek.|| berhava
ğarcık; torba.
olm ak, 1. Patlama yoluyla havaya uçmak. 2. me
caz. Boşa gitmek. b eri1, [eT. be-ru > be-ri ^syj is. I. Konuşana göre
berhay, [Ar. berhâ] {ağız} is. Ağıt; feryat. [DS] önündeki uzaklıklardan kendisine en yakın olanı;
berhayat, [Far. ber- (iizere) + Ar. hayât cjL> y ] (ber- jeTj (aynı). 2. sf. En yakında bulunan. 3. zf. (Çıkma
durumu eki -den ile) bir olayın veya durumun baş
haya:t) {OsT} sf. Hayatta olan; canlı; yaşayan,
langıcını ve süresini ifade etmekte kullanılır, S1
berhe, [Ar. berhe « y] {OsT} is. Zaman; süre. beri almak, {ağız} (Hayvanlar için) geri çevirmek.
berhem, [Far. berhem j*^] {OsT} sf. 1. Bir araya gel [DS]|[ beri benzer, {ağız} Alelade; sıradan; bayağı.
[DS]|| beri eylem ek, {ağız} Geri çevirmek; bu tara
m iş; toplanmış. 2. Karışık; dağınık. 3. Ters. S ber
fa döndürmek; yakına getirmek. [DS]|| beri öte,
hem gelmek, {OsT} Bir araya gelm ek; toplanmak.\\
{eAT} İleri geri.
berhem-hurde, {OsT} Çarpışarak birbirine gir
miş]] berhem-zede, {OsT} Karmakarışık; altı üs beri2, [Ar. barâet > beri <sy\ (beri:) {OsT} sf. 1. Te
tüne getirilm iş.[| berhem-zen, {OsTj Karmakarışık miz; arınmış. 2.. Kurtulmuş. 3. Uzak. S 1 berîü’z-
eden; altını üstüne getiren. zim me, {OsT} Zimmetinden arınmış olan; aklanmış
berheva, [Far. ber + Ar. hevâ ty>^] (berheva:) {OsT} olan.
berhihte, [Far. berhıhte 4^ * ^ ] (berhi:hte) {OsT} sf. {OsT} sf. 1. O lgunluk ve güzelliğiyle emsallerinden
üstün olan kadın. 2. Sevgili,
Silah çekilmiş; hamle edilmiş; saldırılmış,
beribenzer, [beri + benzer] {ağız} sf. 1. Eş; benzer;
berhiz, [Far. ber hasten (kalkmak)>beîiüz y i-y ] (ber- emsal. 2. Yakışıklı. [DS]
hi:z, h kalın söylenir) {OsT} sf. 1. Atılan; sıçrayan. beriberi, [Seylan dil. beri (zafiyet) > Fr. beriberi]
2. Zorbalık eden, (beri.be ’ri) is. B| vitamini eksikliğinden ileri gelen,
berhud, [Far. berhüd ^ y v ] (berhu:d) {OsT} is. Saç ileri derecesi ölümle sonuçlanan bir hastalık,
ma sapan söz. bericen, [Far. berîcen ^ y ] (beri:cen) {OsT} is. İçi
berhudar, [Far. berhörden (isabet etmek) > berhör- nde ekmek pişirilen ocak; fırın,
dâr => berhudâr (berhuda:r) {OsT} sf. 1. berid, [Far. burden (götürmek) > berid -u^] (beri:d)
Payını almış. 2. Mutlu; mesut; onmuş, fi1 Berhu sf. 1. H aber getiren; postacı; ulak. 2. is. tar. Orta
dar ol! {OsT} "Ç okyaşa, mutlu o l!” anlamında iyi Çağ Müslüman devletlerinde posta ve haberleşme
dilek sözü. işlerine bakan kuruluş. 3. Ortalama yürüyüşle dört
saatlik uzaklık; on iki mil. fi1 berid-i canan, {OsT}
berhudarı, [Far. berhödâr => berhudarı jJ
Sevgilinin habercisi.|| berid-tayr, {OsT} H aber ku
(berhuda:ri:) {OsT} is. Sevinme, şu.
berhudarlık, -ğı [berhudar-lık] is. Mutlu olma; se
beridan, [Far. berid > beridân 01-l..^] (beri:da:n) is.
vinme; iyi gün geçirme.
Ulaklar; postacılar,
berhuh, [Far. berhüh oyv] (.berhır.h) {OsT} is. Sabun,
beriden, [eT. be-ri-den] zf. 1. Beri taraftan. {eT} (ay
berhun, [Far. berhün o y ^ ] (berhu:n) {OsT} is. 1. Or nı) [ETY] 2. {eT} Güneyden. [ETY]
tası boş şey. 2. Çember; kemer; daire. 3. Duvar dip berig, -ği [Far. beriğ ^y] (beriğ) {OsT} is. Bent; set.
lerine yapılan çalı çırpı çit. berigli, [ber-ig-li] {eT} sf. Vermek isteyen. [DLT]
berhur, [Far. berhür ^] (berhu:r) {OsT} is. Pay; berigme, [ber-mek (vermek) > ber-igme] {eT} sf.
hisse; nasip. Vermiş olan. [ETY]
i l l W E S B i . 557 BER
b e rig s e m e k , [be r-mek > *berig > ber-ig-se-mek] vetli bulundurmak; sağlamlaştırmak,|| berk yüzlü,
{eT} gçl■ f [-r] Vermek istemek; vereyazmak. Yüzü yumuşamayan.
[D L T ] berk2, -gi [Far. berg i y ] {OsT} is. Yaprak.
b e rik , -k i [Far. berik ^._h] (beri:k, k kaim söylenir)
berkJ, -kı [Ar. berk j ^ ] {OsT} is. 1. Şimşek. 2. Parıl
{OsT} is. Işık; parıltı,
tı; kıvılcım. S berk-âsâ, {OsT} Şim şek gibi yakıcı. \\
b e rik e , [Ar. berlke aS^j] (beri.ke) {OsT} is. Un hel berk-âşiyân, {OsT} Yuvası şim şek olan.|| berk-
vası. efşân, {OsT} Şim şek saçan.|| berk-endâz, {OsT}
b e rik i, [ber-i-ki] zm. 1. Daha yakında, beride bulu Parlayıcı; parıldayıcı.\\ berk-ı hatîf, {OsT} Göz ka
nan. 2. Öbürü; diğeri, maştıran şimşek. || berk-ı şerer-hîz, {OsT} Kıvılcım
b e r i l e m e k , [beri-le-mek] {ağız} gçl. f. f-r] [-l(i)-yor] yağdıran şimşek.\\ berk urmak, {OsT} Şim şek çak
1. Geri çevirmek. 2. Bu tarafa döndürmek. 3. Y akı mak.
na getirmek. [D S ] berkaiı1, [Ar. berkân j l i j J (berka:n) {OsT} is. 1. Şa
b e r i l m e k , [ber-mek > ber-il-mek] {eT} edil. f. [-ür]
kıma. 2. Parıldama.
Verilmek. [D L T ]
berkan2, [Far. berkân oli^] (berka. n) {OsT} sf. K ıvır
b e r i l y u m , [Fr. beryllium] (b e ri’lyum) is. kim. Özgül
ağırlığı, 1,85, atom ağırlığı 9,013 ve ergime noktası cık tüylü kuzu postu,
1215 °C olan hafif bir metal; sembolü: Be. berkarar, [Far. ber-karâr (berkara:r) {OsT} sf.
b e r i m , [ber-mek > ber-im] (be:rim) {eT'} is. 1. Ver 1. Kararlı. 2. Yerli; yerinde; devamlı,
me; ödeme. 2. Borç; verecek. [D L T ] 3. {eAT/ Vergi, berke, [ber-ge / bir-ge / ber-ke] {eT} is. Dövmek ve
b e r i m ç i , [ber-im-çî] {eT} sf. Borçlu. [D L T ] sürmek için kullanılan değnek, sopa; kamış; çubuk;
b e r i m l i g , [ber-im-lig] {eT} sf. 1. Verimli. 2. Borçlu. kamçı. [EUTS] [Gabain] [DLT]
[D L T ] berkelenmek, [ber-ke-le-n-mek] {eT} g ç sz .f. 1. Kan
berin, [Far. berin ^ ] (beri:n) {OsT} sf. 1. En yük toplamak. [DLT] 2. Kamçı sahibi olmak. [DLT]
sek; en üst. 2. Pek yüce. 3. Soylu; asil; necip. S berkelyum, [İng. Berkeley (A B D ’de bir Üniversite)
berîn-dâire, {OsTj Gökyüzü. > berkelium / Fr. berkelium] (berkelyum ) is. kim.
beriş, [ber-mek > ber-iş] {eT} is. Veriş, Tabiatta doğal olarak bulunmayan, ancak am erik
berişim, [Far. berişim] {OsT} is. -*■ ibrişim, yum 241’in alfa tanecikleriyle veya küriyum
berişmek, [ber-mek > ber-iş-melc] {eT} işteş, f. [-ür] 242’nin dötonlarla bombardımanı sonucunda elde
Verişmek. [DLT] edilen, atom numarası 97 olan yapay bir radyoaktif
berişti, [Far. fırişte] {eT} is. Melek; ferişte. [EUTS] element; sembolü: Bk.
beriye, [Ar. beriyye *■_*] {OsT} is. 1. Yaratık. 2. in berkend, [Far. berkend -uS"y] {OsT} sf. Genç irisi,
berj, [Far. berj j^ ] {OsT} is. 1. Şiddetli kasırga. 2. Su berkeşide, [Far. ber-keşîde o.uiS'y \ (berkeşi;de)
{OsT} sf. 1. (Silah için) çekilmiş; kınından çıkarıl
çevrintisi; girdap,
mış. 2. mecaz. Çekilip meydana getirilmiş; ilerle
berjer, [Lat. berbex (enenmiş koç) > Fr. bergere (kız
tilmiş.
çoban)] is. Arkası kabarık, koltuklan yastıklarla
beslenmiş, oturacak yeri geniş koltuk. berkıye, [Ar. berkıyye v y] {OsT} sf. 1. Şimşek gibi
berk1, [eT. ber-k ^y ] {eT} sf. 1. Sağlam. {eAT} (aym) parlak. 2. is. Elektrik.
(1935) [Gabain] [Yüknekî] [DLT] [EUTS] 2. Tahkim berki, [Ar. berk > birkî/ berkiye y / ^ y ] (berki:)
edilmiş; muhkem; kuvvetli. {eAT} (aym) [DLT] {OsT} sf. 1. Şimşek gibi. 2. Parlak,
[EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 3. İyi korunmuş; takviye
berkidilmek, [berk-it-il-mek dlİjıS"y] {eAT} edil. f. [-
li. [DLT] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 4. Katı; sert.
{eAT} (aym) [DLT] [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 5. ür] Kuvvetlendirilmek; sağlamlaştırılmak,
{eAT} Şiddetli. 6. {eAT} Hızlı; süratli. 7. {ağız/ K uv berkilmek, [berk-il-mek viLJS"jJ {eAT} ed il.f. [-ür] 1.
vetle; şiddetle; sıkı olarak; sağlam bir şekilde. [DS] Pekitilmek; tespit edilmek; sabitleştirilmek. 2. Sağ
8; {ağız} (Ses için) kuvvetli olarak. [DS] S’ berk lamlaştırılmak; pekiştirilmek.
bağlamak, 1. Sıkı bağlamak. 2. Sağlam bağla-
berkilü, [berk-il-ü y] {eAT} sf. 1. Sağlamlaştırıl
mak. || berk etmek, {ağız} 1. Kapamak; tıkamak;
örtmek. 2. Sağlamlaştırmak; pekiştirmek; takviye mış; pekitilmiş. 2. Kapalı,
etmek. [DS]|| berk eylem ek, 1. Kuvvetli bulundur berkime, [berk-i-me] is. Berkim ek işi.
mak. 2. Sağlamlaştırmak ,|| b erk itm ek , {eAT} K uv
BER Ö IÜ M IÜ M M .®
b erkim ek, [berk-î-mek y] {eAT} {ağız} g çsz.f. [- b e rm a h , [Far. bermâh / bermâhe y \ (ber-
r] 1. Sağlamlaşmak. 2. Pekişmek; sıkılaşmak. 3. ma:)ı) {OsT} is. Burgu; matkap,
Kuvvetlenmek. 4. Yerleşmek. 5. gçl. f. Tıkamak. b erm al, -li [Far. bermâl JL«^] (berma.T) {OsT} is.
[DS]
Dağ tepesi; doruk,
b erkinm e, [berk-i-n-me] is. Berkinmek işi.
b erm ek , [be r-mek / bir-mek] (be:rmek) {eTj gçl. fi
b erkinm ek, [berk-i-n-mek y \ {eAT} dönşl. fi f [-ür] 1. Vermek. [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] [EUTS]
ür] 1. Sağlamlaşmak; pekişmek. 2. Kendini sağla [Yüknekî] 2. (Birisi için bir şey) yapmak. [İKPÖy.]
ma almak. 3. Kuvvetli olmak. 4. edil. Pekiştiril 3. Tezlik fiili yapan yardımcı fiil. [ETY] [EUTS] 4.
mek. 5. Yapışmak; takılmak; yerleştirilmek; ko Varmak. [DLT]
nulmak. b erm ezid, [Far. ber (üzere) + mezıd (artırma) M yy]
b erk irm e k , [berk-ir-mek] {eT} gçl. fi. [-iir] Berkit {OsT} Artırma; yükseltme. S berm ezid eylem ek,
mek; sağlamlaştırmak. [EUTS] {OsT} Artırmak; ziyadeleştirmek.
berkişm ek, [berk-iş-mek dU-iS^] {eAT} dönşl. fi [- b e rm u d a , [Bemıuda (A tlantik’te bir ada) > İng. / Fr.
ür] Sağlamlaşmak; pekişmek; yerleşmek, bermuda] (bermu ’da) is. Dizlere kadar inen dar ve
b erk iştirm ek , [berk-iş-tir-mek] {ağız} gçl. f i [-ir] kısa pantolon,
Sağlamlaştırmak. [DS] b erm u d e, [Far. bermüde » 3 ^ ] (bermu:de) {OsT} is.
berkitm e, [berk-i-t-me] is. 1. Berkitmek işi. 2. Tak Nesne; şey. S b erm ü d e -i ferm û d e, {OsT} Emredi
viye etme. len şey.
b erk itm ek [berkî-mek > berki-t-mek y j {eTj b e rm u ta d , [Far. ber- (üzere) + Ar. m u'tâd (alışılmış)
{eAT} g ç l.f. [-ir] 1. Sağlamlaştırmak, (1935). [DLT] iLouy] (bermu:ta:d) {OsT} zf. -*• bermutat,
2. Pekitmek. 3. Takviye etmek. 4. {ağız} Sıkıca
b e rm u ta t, -dı [Far. ber- (üzere) + Ar. m u'tâd (alı
bağlamak; bağcığını sıkmak. [DS] S. {ağız} (Sökük
için) dikmek; yamamak. [DS] 6. {ağız} Üst üste şılmış) İ^ _ h ] (bermu:ta:t) zfi 1. A det olduğu üze
yığmak; yüklemek. [DS] 7. {ağız} Hareket edemez re. 2. Alışıldığı gibi. 3. Her zaman olduğu gibi,
durum a getirmek; tespit etmek [DS] 8. (Sözleşme b e rn a , [Far. bem â b*] (berna:) {OsT} sf. 1. Genç;
için) yapmak; imzalamak,
delikanlı. 2. Yiğit,
b erklem ek, [berk > berk-le-mek] (berkle:mek) {eTj
gçl. fi [-r] Saklamak; hapsetmek. [DLT] b e rn ai, [Far. bem â’î (berna:i:) {OsTj is. 1.
berkletm ek, [berkle-mek > berk-le-t-mek] {eT} gçl. Gençlik; delikanlılık. 2. Toyluk; deneyimsizlik;
fi. [-iiı] Korutmak; muhafaza ettirmek; korumakla tecrübesizlik.
emretmek. [DLT] b ern am e, [Far. ber-nâme ^ y \ (berna:me) {OsT} is.
b erklig, [berk-lig] {eT} zf. 1. Muhafaza ederek. [Ga 1. Mektup başlığı; unvan. 2. Dizin; fihrist. 3. Z arf
bain] 2. sf. Berk; pek; sağlam. [EUTS] üzerine yazılan adres,
berklik, -ği [eT. berk (sağlam) > berk-lik dlls'y] is. 1. b ern ik , -kı [Ar. bem ık ^ y] (berni:k, k kaim söyle
{eAT} Sağlamlık. 2. {eAT} {ağızj Sertlik; katılık. nir) {OsT} is. Su aygırı,
[DS] 3. {eAT} Metanet. 4. Güvenme; itimat, berniş, [Far. bem ış J ^ y ] (beı-ni.ş) {OsT} is. 1. Karın
berksiz, [berk-siz] {eT} sf. Sağlam olmayan; çürük.
ağrısı; sancı. 2. Eklem ağrısı; romatizma,
[EUTS]
berniye, [Far. berniye ^jy] {OsT} is. 1. Büyük küp. 2.
b erk u , -k u ’u [Ar. berkü' y] (berku:) {OsT} is.- Yüz
Küçük horoz,
örtüsü; burka; peçe,
b e rk u k , -ğu [Ar. berkük oy>y] (berku:k) {OsT} is. 1. b e rn u n , [Far. bem ün j y ^ ] (bernıı:n) {OsT} is. Çok
len; temiz; güzel. 5. mecaz. Kolay anlaşılabilen; bersam, [Far. ber-sâm / bir-sam j>Uy] (bersa.m)
açık seçik. S1 b e r r a k su konisi, foto. Bulanık su {OsT} is. tıp. Zatülcenp hastalığı; satlıcan,
içinde resim veya film çekmekte kullanılan içi ber
bersig, [ber-mek / ber-mek > ber-sig] {eT} is. Verme
rak su dolu bir parça.
arzusu. [ETY]
berraka, [Ar. berrâka ü\y] (berra:ka) is. 1. Parlak, bersim, [Ar. birsim] {ağız} is. Yonca. [DS]
aydınlık bir görünüşe sahip güzel kadın. 2. Güzel bersiyah, [Far. bersiyâh « L ^ ] (bersiya:h) {OsT} sf.
liğiyle çarpıcı kadın,
Esmer.
berraklanma, [berrak-la-n-ma] is. Berraklanmak ey
bersöz, [Fr. berceuse] is. müz. Ninni olarak düzen
lemi ve durumu,
lenmiş müzik parçalarına verilen ad; ninni,
berraklanmak, [berrak-la-n-mak] gçsz. fi. [-ır] Ber
rak hâle gelmek; durulmak; aydınlanmak, berş, [Ar. berş ji ^ ] {OsT} is. 1. Afyonlu şurup. 2.
berraklaşma, [berrak-la-ş-ma] is. Berraklaşmak işi. Keten yaprağından yapılmış sarhoş edici şurup. 3.
berraklaşmak, [berrak-la-ş-mak] gçsz. fi [-ır] 1. Arzu; heves; istek. S berş-hvör (hâr), {OsT} Uyuş
Durulaşmak. 2. Temiz ve şeffaf hale gelmek, turucu bağımlısı.
berraklaştırma, [berrak-la-ş-tır-ma] is. Berraklaş berşan, [Far. berşân (berşa. n) is. 1. Ümmet. 2.
tırmak eylemi, Bir peygamberin din ve kitabını kabul ve tasdik
berraklaştırmak, [berrak-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] eden halk.
Duru hâle getirmek, berşi’sa, [Ar. berşi'sâ li * ^ ] (berşi-sa:) {OsT} is. 1.
berraklık, -ğı [berrak-lık] is. 1. Berrak olm a hali. 2.
Uyuşturucu. 2. Afrodizyak.
Berrak olanın niteliği. 3. Temizlik, parlaklık. 4. A-
bert1, [bert (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava
çık seçik olm a hâli,
ya da sıvıların dışarı çıkışlarım, haşlama sonucu
berran, [Far. büriden (kesmek) > berrân / bürrân j l y] patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök,
(berra:n) {OsT} sf. Keskin, bert-le-mek, bert-le- k.
berrana, [Ar. berrânî] (ağız} sf. Yabani. [DS] bert2, [bert (yans.)] {eT} is. Deride oluşan eziklik ve
berranî, [Ar. berrânî y] (berra.ni:) {OsT} sf. 1. çürüklükler; morarma.
Kıra ait; kırsal. 2. Sahraya ilişkin. 3. Dışarıya iliş bertJ, [be r-m ek > ber-t] {eT} is. Efendisinin h er yıl
kin; haricî. 4. Şeriat kurallarına uygun davranm a köleden aldığı vergi. [DLT]
yan. bert4, [Ar. berd] sf. -* berd.
berraş, [Ar. berş (afyon) > berrâş jily ] (berra:ş) bertaft, [Far. ber-taft ^ j l ^ ] {OsT} is. Dönüş; büküş;
{OsT} sf. Uyuşturucu bağımlısı; afyonkeş, döndü.
berrat, [Ar. berrât o ly ] (berran) {OsT} is. 1. Törpü. bertaraf, [Far. ber- (üzere) + Ar. taraf (yön) > ber
2. Bıçkı. taraf ‘-i‘J>y] zf. 1. Bir yana. 2. Şöyle dursun. 3. Say
berrek, -ği [berü-rek] {ağız} zf. A z beride. [DS] mazsak. 4. sf. Bir yana atılan; ortadan kaldırılan. S
berren, [Ar. berr > berren \'y] (b e ’rren) {OsT} zfi. bertaraf etmek, 1. Ortadan kaldırmak. 2. Yok et
mek. || bertaraf olmak, /. Ortadan kaldırılmak. 2.
Karadan; kara yolu ile. S berren ve bahren, {OsT!
Yok edilmek.
Karadan ve denizden.
berteng, [Far. ber-teng &>’y ] {OsT} is. 1. At koşu
berreyn, [Ar. berr > berreyn ^y.y] {OsT} is. İki kara;
munun sırt kayışı. 2. Cüppe veya ferace kuşağı. 3.
Avrupa ve Asya kıtaları,
Küçük çocuğu anasının sırtına bağlamakta kullanı
berrî, [Ar. berr > berrî / berriye j y I a^ ] (berri:) lan kuşak.
{OsT} sf. 1. Karaya ait; karaya ilişkin; kara ile ilgili; bertek, [bert-ek] {eT} sf. Sakat; parçalanmış. [EUTS]
karasal. 2. is. Sıcak memleketler; ekvator bölgesi. bertelemek, [bert-ele-mek] {eT} g ç l . f f r ] 1. Y ara
® berrî iklim, {OsT} Kara iklimi. lamak. 2. Tahrip etmek; yıkmak. [EUTS]
berriye, [Ar. berrî > berriye ^ y ] {OsT} is. Çöl; ova; bertelmek, [bert-el-mek] {eT} gçl. fi f ü r ] -*■ berte
sahra. lemek.
berrüste, [Far. berrüste y ] {OsT} is. 1. Dalları yer berter, [Far. ber-ter y y ] {OsT} sf. 1. Daha üstün. 2.
de sürünen bitkiler. 2. mecaz. (Kişi için) rezil; e- Daha ağır. 3. Daha önemli,
depsiz; bayağı. berterin, [Far. berterîn jş y y ] (berteri:n) {OsT} sf. 1.
bers, [Ar. bers o ^ ] {OsT} is. Çukur yer; çukur. Daha yüksek; çok yüksek; en yüksek. 2. Üstün;
meziyeti çok; değerli.
BER OlMUKCESBMi.seo
b ertetm ek , [bert-mek > be-r-t-(e)t-mek] {eT} gçl. f . b eru m en d , [Far. berum end ^ ° 3 y l (benrm end) {OsT}
[-ür] 1. Vurarak sertleştirmek, yoğun ve sıkı bir
sf. 1. Taze. 2. Verim li; yararlı; faydalı. 3. Payını
duruma getirmek. [İKPÖy.] 2. Berkitmek. [İKPÖy.]
almış olan; nasibini elde etmiş; isteğine ulaşmış
3. Çiğnemek. [İKPÖy.]
olan.
b ertik , -ği [bert-mek > bert-ik] is. 1. Bere; yara;
{ağız} (aym). [DS] 2. İncinmiş, burkulmuş eklem; b eru m en d î, [Far. berümendı j-llo j^ ] (beru:mendi:)
{ağız} (aym). [DS] 3. Deri altında kan oturmasından {OsT} is. Yararlı olma; fayda sağlama,
meydana gelen m or leke. 4. Üst derinin sıyrılması b eru z, [Far. berüz }jy] (beru.z) {OsT} is. Kavga;
veya yırtılması ile meydana gelen yara; bere. S. savaş.
D okularda ve kas bağlarında eklemlerde meydana
b erü , [*ber > berü / berü jy ] (berü:) {eT} {eAT} zf.
gelen incinme,
b ertilm e, [bert-il-me] is. Bertilmek işi. Beri, beriye; .. -den beri; buraya; bu yana doğru;
buradan; beri. [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] [Gabain]
bertilm ek, [bert-il-mek] edil. fi. [-ir] 1. İncinmek;
burkulmak; {ağız} (aynı). [DS] 2. Ü st deride yara b erü k i, [berü > berü-kî] (beriiki:) {eT} zfi. Beriki;
lanma, ezilme, sıyrılma meydana gelmek; {ağız} berideki. [ETY]
(aynı). [DS] 3. Deri altındaki dokulara kan oturma b erü le k , [berü-rek / berü-lek] {eAT} zfi. Biraz beriye
sından m or lekeler oluşmak; {ağız} (aym). [DS] 4. doğru.
{ağız} Surat asmak; somurtmak. [DS] 5. {ağız} (Top b e rü re k , [berü-rek] {eAT} zf. Biraz beriye; biraz bu
rak için) yarılmak; çatlamak. [DS] tarafa doğru.
b ertinm ek, [bert-mek > bert-in-mek dU-ü_^] {eT} b e rv a k , [Ar. bervâk 3 h y ] (berva:k) is. Sarı zambak
{ağız} dönşl. f. [-ir] [eT. -ür] 1. Berelenmek; yara çiçeği.
lanmak; kendisini yaralamak. [EUTS] 2. El yorgun b e rv a r, [Far. bervâr j\jy] (berva:r) {OsT} is. 1. Ha
luğu peyda etmek. [DLT] 3. {eAT} Burkulup incin
vadar mesken; köşk. 2. Sayfiye, 3. Evin küçük ka
mek. [DS]
pısı; arka kapı,
b ertişm ek, [bert-mek > bert-iş-mek] {eT} dönşl. f. [-
b e rv a re , [Far. bervâre »jljjJ (berva:re) {OsT} is. -*■
ür] 1. Sertleşmek. 2. işteş, fi Birbirini kesmek; ya
ralamak. [DLT] bervar.
b e rtle k 1, -ği [bert (yans.) > bert-lek] {ağız} sf. (Göz b erv aze, [Far. bervâze ojbjj] (berva:ze) {OsT} is. Pik
için) pörtlek. [DS] nik; gezintili kır yemeği,
b ertlek 2, -ği [ba (yans.) > ba-ğır-t-lak > bert-lek] b ervech, [Far. ber- (üzere) + Ar. vech (yüz) > ber-
{ağız} is. zool. Bağırtlak. [DS]
vech zf. 1. Olduğu üzere. 2. Olarak, fi1 ber-
b ertlem ek, [bert (yans.) > bert-le-mek] {ağız} gçsz. f.
vech-i âtî, {OsT} Aşağıda olduğu gibi.|| bervech-i
[-r] fl(i)-y o r ] 1. (Göz için) heyecan, korku vb.
b alâ, {OsT} Yukarıda olduğu gibi.|| bervech-i işti
dolayısıyla fazla açılmak; dışarı doğru fırlamak. 2.
ra k , {OsT} Ortaklaşa; müştereken.\\ bervech-i
(Y ara için) şişmek. 3. (Kişi için) fırlamak; acele
m ülkiyet, {OsT} Mülk edinmiş olarak. || bervech-i
kalkmak. [DS]
peşîn, {OsT} Peşin olarak; önceden. || bervech-i
b ertlenm ek, [bert-le-mek / bert-ü-le-n-mek] {eT}
ta ’cîl, {OsT} A cil olarak.|| bervech-i tafsil, {OsT}
dönşl. fi [-iir] Hırkalanmak; hırka giymek. [DLT]
Ayrıntılı olarak; teferruatlı; tafsilatlı olarak. ||
bertm e, [bert-me] is. Bertmek işi. bervech-i tah k îk , {OsT} İncelenmiş olarak; tahkik
b ertm ek , [bert-mek] {eT} gçl. fi. [-ir][eT. -iir] 1. olunarak.\\ bervech-i yesîr, {OsT} Kolaylıkla,|| b er-
Ezmek; çiğnemek; berelemek; kırmak; parçalamak. vech-i zîr, {OsT} Aşağıda olduğu gibi.
[EUTS] [İKPÖy.] 2. Vurarak sertleştirmek; pekiştir berye, [*ber > ber-ye] {eT} zf. 1. Bu yana; bu tarafa.
mek; sıkılaştırmak; berkitmek; sıkıştırmak. [İKP 2. Güneye. [Clauson]
Öy.] [İKPÖy.] 3. Vurarak sağlamlaştırmak. [İKPÖy.]
beryeki, [berye > berye-kı] (beryeki;) {eT} zf. Gü
4. Çarpmak; dövmek. [İKPÖy.] 5. gçsz. fi. Berelen
neydeki. [Clauson]
mek. [DLT] 6. İncinmek; burkulmak. 7. Üst deride
yaralanma, ezilme, sıyrılma meydana gelmek. 8. b erz, [Far. berz jy ] is. Tarım; ekim; ziraat. 0 berz-
Deri altındaki dokulara kan oturmasından m or le g â r, {OsT} Çiftçi; ekinci. || b erz-ger, {OsT} Çiftçi;
keler oluşmak. ekinci.\\ b erz-g irî, {OsT} Ekincilik; çiftçilik.\\ berzî-
b e rtu rm a k , [ber-mek > ber-tur-mak] {eT} gçl. fi f ger, {OsT} Çiftçi; ekinci.
ur] Verdirmek; vermesine sebep olmak. [Clauson] b erza h , [Ar. berzah ^ jy ] is. 1. İki şey arasındaki u-
b ertü , [bertü / partu] {eT} is. Hırka; pardösü. [DLT] zaklık; mesafe. 2. Aralık. 3. mecaz. Can sıkıcı yer.
bertülenm ek, [bertü-le-n-mek] {eT} dönşl. fi. [-iir] 4. Huzursuzluk; sıkıntı; darboğaz; ekonomik kriz.
Hırkalanmak; hırka giymek. [DLT] 5. B ir âşığın geçirdiği sıkıntılı ve heyecanlı durum;
® | p İMCE S O M . « i B ES
ayrılık. 6. tasvf. Dünya; geçici dünya. 7. Bir kara b esat, [Ar. bast (yayma, açma) > besât J=l~o] (besa. t)
parçasının iki deniz arasında kalan dar kısmı; kıs
{OsT} is. 1. Düz yer. 2. Düz ve yayvan kap.
tak. 8. isi. Ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bek
leyecekleri yer. 9. İnce uzun kara parçası; dil. 10. besatet, [Ar. bast (yayma, açma) > besâtet ci=l_o]
sf. Zor ve güç. S berzah-ı belâ, İçinden çıkılması (besa.tet, ilk t kalın) {OsTj is. 1. Basitlik; sadelik. 2.
zor ve güç durum. Düzlük. 3. Dilde düzgünlük. 4. Rahat ve serbest
konuşma. 0 b esâtet-i a rz , {OsT} Yerin diizlüğii.
berze, [Far. berze njy] {OsTj sf. 1. Yakışıklı nazik. 2.
is. İpekli kumaş. 3. Latiflik; zariflik. 4. Dal; budak. b esatin, [Far. büstân > Ar. besâtın juL o] (besa:ti:n)
5. Tarım; ekim işi; ziraat. S berze-gâv, {OsTj Çift {OsT} is. Sebze bahçeleri; bostanlar.
öküzü. besavend, [Far. besâvend -Ujl—.] (besa.vend) {OsT}
berzec, [Ar. berzec {OsTj is. Kadife türü ku is. 1. ed. Kafiye. 2. Aralarında mutlak bağlantı b u
maşlarda beliren pürüz, lunan iki nesne veya kişi,
berzede, [Ar. berzede loj^] sf. 1. Derlenip toplanıp besbas, [Far. besbâs j-L —J (besba:s) sf. (Söz için)
bir araya getirilmiş. 2. Birleştirilmiş. 3. Yukarı kal saçma sapan.
dırılmış. besbase, [Ar. besbâse -t-L—j] (besba:se) {ağız} is. Re
berzen, [Far. berzen j j j J {OsTj is. 1. Sokak. 2. Cad zene, (Foeniculum vulgare). [DS]
de. 3. Köşe başı. 4. Mahalle. 5. Sahra; kır. b esbedava, [be(s)+be/dava> besbedava] (b e ’sbeda:-
berzug, [Ar. berzüğ (berzu:ğ) is. Etine dolgun va) pekşt. sf. Pek ucuz,
besbel, [? besbel] {eT} is. Bir tel iplik; bir sağım
genç.
iplik. [DLT]
be’s, [Ar. be’s j-L] {OsT} is. -*■ beis. besbelli, [be(s)+be/lli > besbelli] (be ’sbelli) pekşt. sf.
bes1, -ssi [Ar. bess h ] {OsTj is. 1. Dağıtma. 2. Y ay 1. Çok belli; çok açık; apaçık. 2. zf. A nlaşıldığına
ma. 3. M eydana çıkarma; açığa vurma. 0 bess-i göre; öyle anlaşılıyor ki..
da’vâ, {OsT} Şikâyeti açığa vurma.\\ bess-i şekvâ, b e sb e rab e r, [be(s)+be/raber >] (be'sbera:ber)
{OsT} Şikâyeti ortaya atma. {eAT} z f Bütünüyle birlikte olarak,
bes2, [Far. bes ^ ] {OsT} e. 1. Yeter; kâfi. 2. Çok; ga besbese, [Ar. besbese .u™u] {OsT} is. Çok çabuk yü
yet. 3. {ağız} Yalnız; sadece. [DS] rüyüş.
besa1, [Am. besa] is. 1. (A m avutlarda) yemin; ant iç b esb eter, [Far. beter > be(s)+be/ter > besbeter] (be ’s-
me. 2. Sözleşme; antlaşma. 3. A rnavut parası. beter) pekşt. sf. Çok kötü.
besa2, [Far. besâ Lo] (besa:) {OsT} e. 1. Pek çok; besdek, -ği [Far. besdek J j —J {OsT} is. 1. Harman
hayli; nice. 2. {ağız} iinl. Yeter; kâfi. [DS] yerine toplanmış ekin demeti. 2. Esneme,
besa3, [Habeş, d. besa] is. Habeşistan’da kullanılan besdel, [Yun. pasteli] {ağızj is. 1. Pestil. 2. Reçel. 3.
Talari’nin yüzde biri değerinde bakır para, Özel bir şekilde koyulaştırılmış pekmez. [DS]
besait, [Ar. basit (yalın) > besâ’it -LsL-J (besa:it) b esdenm ek, [bes-le-n-mek / besde-n-mek] {ağızj
{OsT} is. 1. Yalın olanlar; basitler. 2. Sade şeyler, dönşl. f. f i r ] Beslenmek. [DS]
besak, [Far. besâk i)Lo] (besa:k) {OsT} is. Zafer tacı, besdil, [Yun. pasteli => besdil J j**j] {eAT} is. Pestil.
beseğil, [bir + Ar. sehil (hafif)} {ağızj zf. Biraz; azı
besalet, [Ar. besâlet cJl~ > ] (besa:let) {OsT} is. 1.
cık. [DS]
Kahramanlık; cesaret; yiğitlik. 2. Yararlılık,
besek, -ği [Far. b ese k d U J {OsT} is. -*■ besdek.
besaletli, [besalet-li] (besa.Tetli) {OsT} sf. 1. Yararı
olan. 2. Cesur; kahraman, besel, [Ar. başal => besel] {ağız} is. Soğan. [DS]
besamet, [Ar. besâm et c~oL~>] (besa:met) {OsT} is. 1. beselek, -ği [bes-e-l-ek] /ağızj sf. (İnsan ve hayvan
için) başıboş gezen. [DS]
Güler yüzlü olma. 2. Güler yüzlülük,
besant, [Lat. byzantium] is. Altm veya gümüş Bi besend, [Far. besend {OsT} e. Tamam; yetişir;
zans parası. yeter.
besare, [Far. besâre °jL~;] (besa:re) {OsT} is. D ivan besende, [Far. besende »j—J {OsT} e. -*• besend.
hane; sofa; salon. S besâre-nişîn, {OsT} 1. Sofada beser, [Far. be-ser _ ^] ünl. Baş üstüne.
oturan. 2. Hizmetçi; uşak.
besere, [Ar. besere / besr I {OsT} is. 1. Küçük
beşaret, [Ar. beşaret OjL^j] (besa:ret) {OsT} is. 1.
sivilce. 2. Çıban.
Göz açıklığı. 2. İleri ve derin görüşlülük.
BES ö i ü m i i ® sözlük. »
beserek, [Far. bıserak / Moğ. besereg (melez) &j~ ■] dan. S besinsiz k alm ak , Belli bir şiire yeterli mik
tarda besin alalamamak; z a y ıf düşmek.
{eAT} is. 1. Tüylü ve besili erkek deve; hecin. 2.
{ağız} Dişi boz deve ile erkek buhur devenin çift besinsizlik, -ği [besin-siz-lik] is. 1. Besini olmama
leşm esinden doğan erkek deve; damızlık deve. [DS] durumu. 2. Yeterli beslenemem eden doğan sağlık
3. {ağız} Erkek at veya eşek. [DS] bozukluğu.
besgek, [bes-gek] {eT} is. 1. Soğuk. 2. Sıtma. [EUTS] b esirek , [Far. bîserâk / Moğ. besereg (melez)} {eAT}
is. -*■ beserek.
besgûy, [Far. besgüy J (besgû.y) sf. Çenesi dü
b esir, [Ar. besîr j^ ] (besi:r) {OsT} sf. Çok; birçok.
şük; geveze; çalçene.
b esi1, [bes-i] is. 1. Y aşamak için gerekli olan gıdayı besise, [Ar. besise ■ w -J (bes'v.se) {OsT} is. 1. Bula
verme; yedirme işi. 2. Sürü hayvanlarım ahıra ka maç. 2. İftira; nifak,
patıp taneli ve hazır yemlerle semirtme. 3. Hayvan- beskele, [Far. beskele *K-j] {Os T} is. Kapı mandalı;
larm besiye çekilip semirtildikleri yer. 4. İnşaatta
kapı sürgüsü.
iki taş veya tahta arasını dolgu malzemesi ile ka
patm a işi. 5. {ağız} Kurbanlık hayvan. [DS] 6. {ağız} beslek, -ği [bes-le-mek > bes-le-k] {ağız} is. 1. Evlat
Beslenen, besiye çekilmiş hayvan. [DS] 7. {ağız} İyi lık alınarak beslenen ve ev işlerinde çalıştırılan kız;
beslenmiş, güçlü deve. [DS] 8. {ağız} Kaz; tavuk. beslenti. 2. Ahretlik. [DS]
[DS] 9. {ağız} Yem. [DS] S besi d o k u , biy. Tohum beslem e, [bes-le-mek > bes-le-me] is. 1. Beslemek
ların içinde embriyonu çevreleyen bölüm; endo işi. 2. Gıdalandırma. 3. Geçindirme. 4. Evlatlık ola
sperm. || besi dokusu, biy. Yumurta akı.|| besi h ay rak alınan küçük hizmetçi hız. 5. Baskı, delgi vb.
vanı, biy. Ahıra kapatılarak besiye çekilmiş hay makinelerde basılacak ve delinecek kâğıt vb. mal
van.]| besi ö rü , biy. Tohum çimlenirken yen i çıkan zemeler azaldıkça yapılan ilave; takviye. 6. Bir
bitkiyi beslemeye yarayan embriyon çevresindeki elektronik aletin işlemesi için gerekli enerjiyi veren
besleyici maddelerin tümü. || besi suyu, biy. Bitkile düzen. 7. B ir elektrik devresine akım verme. 8. İn
rin sıvı kanallarında dolaşan besleyici sıvı. şaatlarda temel öğelerin veya askı elemanlarının
altını veya yanlarını doldurma. 9. Su depolarında
besi2, [Far. besi (besi:) {OsT} is. 1. Çokluk; faz
kullanma sonucu azalan suyu ekleme; tamamlama;
lalık. 2. {eT} sf. Bir çok; çok. [Yüknekî] takviye. S beslem e basın, Bir kuruluşun veya si
besic, [Far. besîc (besi:c) {OsT} is. 1. Yol hazır ya si otoritenin m alî destekler sağlayarak kendi gö
lığı; sefer hazırlığı. 2. Yol azığı, rüşlerini savundurttuğu veya kendi görüşlerine uy
gun yayın yaptırdığı basın ve yayın kuruluşu. || bes
besici, [besi-ci / bes-ici] is. 1. Sığır ve koyun cinsin
lem e gibi, Giydiği yakışmayan, kılıksız kadın. \\ bes
den kasaplık hayvanları çayır ve mera gibi yerlerde
lem e kız, Evlatlık alınarak beslenen ve ev işlerinde
besleyerek semirten kişi. 2. Semiz hayvan yetişti
çalıştırılan kız; beslenti; beslek; beslengi.
ren ve satan kişi,
beslem ek, [bes-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1.
besicilik, -ği [besi-ci-lik / bes-ici-lik] is. 1. Besicinin
Birinin kam ını doyurmak; yedirmek. 2. Beslenme
yaptığı iş ve edindiği meslek. 2. {ağız} Ucuz iken
sini sağlamak. 3. Birinin yiyip içeceğini sağlamak.
davar alıp besledikten sonra satmak işi. [DS]
4. Yetiştirmek, büyütmek. 5. (Hayvan için) besiye
besilek, -ği [besi-le-k] {eAT} sf. Yetişmiş; etli canlı,
çekmek; semirtmek. 6. Birinin geçinmesi için ge
besilenm ek, [besi-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1. rekli olan ihtiyaçları sağlamak; geçindirmek. 7. Bir
Tavlanm ak; beslemek. 2. Büyütülmek; yetiştiril şeyi korumak veya sağlamlaştırm ak amacıyla yan
mek. [DS] larım ve altım yardımcı malzeme ile doldurmak;
besili, [besi-li] sf. 1. Beslenmiş; semirtilmiş; semiz. sağlamlaştırmak, pekiştirmek, takviye etmek. 8.
2. is. Kalın boya. gnşl. Hissetmek; duymak. 9. Bir duyguyu gönülde
besim , [Ar. besm > besim (besi.m) {OsT} sf. saklamak, hatırda tutmak. 10. Geliştirmek. 11. Oto
Güler yüzlü; güleç, matik makinelerin kazanına işlenecek malzemeyi
eklemek; takviye etmek. 12. İnşaatta asıl öğeyi sağ
besin, [bes-in ?] is. 1. Beslenmeye ve sindirilmeye
lamlaştırmak veya aynı hizaya getirmek için alt
elverişli her türlü yiyecek, içecek; azık; gıda,
veya yanlarını yardımcı malzeme ile doldurmak.
(1935). 2. mecaz. Yaşamak için gerekli olan şey. S
13. Terzilikte sağlamlığı artırmak veya elbisenin
besin deposu, biy. Bitkilerde ileride kullanılmak
vücuda oturmasını sağlamak için kumaşın altını
üzere kök, gövde ve yaprak gibi kısımlarında birik
yardımcı malzeme ile doldurmak. 14. Su ve diğer
tirilen; insan ve hayvanların yararlandıkları besin
sıvı malzemeler için depoda azalanın yerine yeni
maddeleri yığını.
sini eklemek. 15. Elektrik enerjisi verm ek veya
besinli, [besin-li] sf. Besini olan; gıdalı,
mevcut enerjiye başka bir hattan ekleme yapmak.
besinsiz, [besin-siz] sf. 1. Besini olmayan. 2. Yeterli S Besle k arg ay ı, oysun gözünü, İyiliğe kötülükle
besin alamayan; gıdasız. 3. zf. Yeterli besin alma karşılık verenlere sitem etme sözü.
Will Wig SEblHt.5«3 BES
beslemelik, -ği [bes-le-me-lik] is. 1. Evlatlık alınarak langıç. S besmele çekmek, Bismillahirrahma-
beslenen ve ev işlerinde çalıştırılan kız; beslenti, nirrahîm demek.|| besmele-hamdele-salvele, M üs
beslengi; besleme. 2. zf. Besleme olarak, lüman yazarların kitaplarının önsözlerindeki A l
beslenen, [bes-le-nen] sf. 1. Beslenme durumunda lah in adıyla başlama, Allah 'a şükür ve ham d et
olan. 2.fız. Sönümsüz. me, Peygambere salavat getirm e ve duadan ibaret
beslengi, [besle-mek > besle-n-gi ls£jUl_>] is. Evlatlık üç böliim.\\ besmele-hvan, {OsT} Besmele çeken.||
besmele-keş, {OsT} Besmele çeken.
alınarak beslenen ve ev işlerinde çalıştırılan kız;
besmelesiz, [besmele-siz] is. 1. (Çocuklar için) “piç”
beslenti; beslek; besleme, (eATj (aynı)
anlamında sövme sözü. 2. zf. Besmele çekmeden,
beslenilme, [besle-n-il-me] is. Beslenilmek işi.
beslenilmek, [bes-le-n-il-mek] edil. f. f i r ] Başkası besr, [Ar. besr / besere _^] {OsT} is. 1. Küçük sivilce.
tarafından beslenme işi yapılmak, 2. Çıban.
beslenme, [besle-n-me] is. 1. Beslenm ek işi. 2. Vü bessam, [Ar. bessâm pl—.] (bessa:m) {OsT} sf. (Kişi
cut için gerekli besin maddelerinin alınması, ff için) güler yüzlü; gülen,
beslenme çantası, Anaokulu ve ilkokul öğrencile
best, [Far. besten (bağlamak) > best g - j] {OsT} is. 1.
rinin beslenme eğitimi saatinde yem ek üzere y iye
cek koyup götürdükleri küçük çanta.\\ beslenme Bağlama; düğümleme. 2. Düğüm,
eğitimcisi, Beslenm e konularında kişilerin yetişti bestar, [Yun. bestares] {ağız} is. Yürüyemeyen ço
rilmesi için eğitim veren uzmanlaşmış kişi. || bes cuk. [DS]
lenme eğitimi, insanların beslenmeleri için gerekli beste, [Far. besten (bağlamak) > beste a^o] is. 1.
olan besin maddelerinin özellikleri ve bunların alı {OsT} Bağlı; bağlanmış. 2. Kapalı. {OsT} 3. D on
nış biçimleri, ölçüleri konusunda kişileri yetiştirm e muş. {OsT} 4 . müz. B ir müzik eserini oluşturan ez
beslenme odası, Anaokulu ve ilkokullarda giler bütünü. 5. Bir müzik eserinin sadece müzik
beslenme eğitimi saatinde yem ek yem len oda. || bes kısmı. S beste bağlamak, Bestelemek.\\ beste-
lenme saati, Anaokulu ve ilkokullarda derslere ara dehân, {OsT} D ili bağlı; suskun.|| beste-dem, {OsT}
verilerek evden getirilen veya okulun verdiği y iye Nefesi tutulmuş.|| beste-dil, {OsT} Gönlü bağlı.|
ceklerin yenildiği süre. || beslenme uzmanı, Bes beste etmek, {OsT} Bestelemek.\\ beste-gî, {OsT} I.
lenme sorunu olan kişilerin beslenmelerini sağla Bağlılık. 2. Kapılı olma; kapalıhk.\\ beste-hvân,
mak amacıyla yardım cı olan ve bu konuda eğitim {OsT} Beste okuyan; şarkıcı.|| beste-leb, {OsT} D u
görmüş yetkin kişi. dağı kapalı.|| beste-nigâr, {OsTj müz. Klasik Türk
beslenmek, [besle-n-mek] dönşl. f. f i r ] 1. Kendini müziğinde eski bir birleşik makam.|| beste-pâ,
beslemek. 2. edil. Besleme işi başkası tarafından {OsT} Ayağı bağlı.|| beste-rahîm, {OsT} Kısır ka
yapılmak. 3. mecaz. Yaşamak; gelişmek; yetişmek, dın.]| beste yapmak, müz. B ir müzik eseri düzen
beslenti, [besle-n-ti] is. Evlatlık alınarak beslenen ve lemek, meydana getirmek.
ev işlerinde çalıştırılan kız; beslengi; beslek; bes besteci, [beste-ci] is. müz. Beste yapan kimse; beste
leme. kâr; kompozitör,
besletme, [besle-t-me] is. Besletmek işi. bestekâr, [Far. beste+kâr jlS" a^_j] (bestekâ.r) {OsT}
besletmek, [besle-t-mek] gçl. f. f i r ] Besleme işini
is. müz. Beste yapan kimse; besteci; kompozitör,
başkasına yaptırmak,
besleyici, [besle-y-ici] sf. 1. Besleyen. 2. Beslemeye bestekâran, [Far. bestekârân ol.)15" ax~J (beste-
yarayan. 3. Besin değeri yüksek, kâ;ra;n) {OsT} is. müz. Beste yapanlar; besteciler,
beşli, [bes-(i)-li > bes-li] sf. Beslenmiş; besili; semir bestel, [Yun. pasteli] {ağız} is. 1. Pestil. 2. M eyveler
tilmiş; semiz. den yapılan bir tür tatlı. 3. Bir tür sirke. 4. Pestil.
[DS]
beslü, [bes-(i)-lü y~o] {eATj sf. Besili,
besteleme, [beste-le-me] is. Bestelemek işi.
besman, [Far. besmân jl» -j] (besma:n) {OsTj is. Bir bestelemek, [beste-le-mek] gçl. f. f r ] fl(i)-y o r]
anlaşmadan sonra verilen rehin veya kaparo, Beste yapmak,
beşme, [Ar. beşme a*_>] {OsT} is. Rastık, bestelenme, [beste-le-n-me] is. Bestelenmek eylemi,
bestelenmek, [beste-le-n-mek] edil. f. f i r ] Bestele
besmele, [Ar. besmele ■>!»—J is. 1. K ur’an-ı K erim ’de
m ek işi birisi tarafından yapılmış olmak; beste ya
her surenin (Tevbe Suresi hariç) başında yer alan pılmak.
(Nemi Suresinin de ayrıca içinde geçen) bir ayet besteli, [beste-li] sf. Bestelenmiş; bestesi olan,
olup bir M üslüm an’ın meşru bir işi iyi niyetle ve
bestenigâr, [Far. beste-nigâr] (bestenigâ;r) {OsT} is.
Allah’a dayanıp güvenerek başarm ak azmiyle giriş
müz. Türk müziğinde saba makam ına ırak maka-
tiğini ifade için “Rahman ve Rahim olan A llah’ın
adıyla başlarım” sözünün kısaltılmış adı. 2. Baş
B ES Ö I Ü M I Ü R S Ö Z b Ü ll.
minin pes dörtlüsünün eklenmesi ile meydana geti beş2, [beş] {ağızj is. Bazı hayvanların alınlarındaki
rilm iş en değerli birleşik makam, beyaz leke. [DS]
bestesiz, [beste-siz] sf. 1. Bestesi olmayan. 2. (M üzik beş3, [Ar. bes (dağıtma)] {ağızj is. Hisse; pay. [DS]
eseri için) değişmez bir besteye sahip olmayan; beşaat, [Ar. b eşâ'at c~tli>] (beşa:at) {OsTj is. 1. Yi
herkesin dilediği şekilde seslendirebildiği.
yecek ve içeceklerdeki acılık. 2. Kabahat,
bestil, [Yun. pasteli] {eAT} is. 1. Pestil. 2. {ağız}
Köfte. [DS] 3. Pekmez nişasta ile kaynatıldıktan
beşam, [Ar. beşâm j»Li>] (beşa:m) {OsT} is. bot. Mek
sonra yufka gibi açılıp kurutularak içine çeviz kon ke çevresinde, yetişen saplarından misvak yapılan
duktan sonra küpe basılm ak suretiyle elde edilen hoş kokulu bir ağaç; balsam ağacı; belsem ağacı;
yiyecek. 4. Pekmezden yapılan bir tür kuru yiye M ekke pelesengi; belesen, (Commiphora oppobal-
cek. S bestil etmek, {ağız} Çok dövmek; pestilini samom).
çıkarmak. [DS] beşamel, [Fr. Bechameil, (sosu bulan marki)] is.
bestra, [Bulg. bistra (alacalı keçi)] {ağızj is. K am ın M eyanesine süt katılarak yapılan bir çeşit beyaz
da iki beyaz lekesi olan keçi. [DS] sos.
best-seller, [İng. best (en iyi) + (to) sell (satmak)] Beşanika, [Sırp, bosnyak (boşnak) > Ar. beşânika
(bestze.T'r) is. Çok satılan kitap, ■OiLio] (beşa;nika) {OsT} is. BosnalIlar; Boşnaklar.
besur, [Ar. besr > besür j j i ] (besu:r) {OsTj is. Sivil beşaret, [Ar. beşaret ojLso] (beşa;ret) {OsTj is. 1. İyi
celer; küçük çıbanlar, haber; müjde. 2. mecaz. (Kadın için) çirkin ve aca
besus, [Ar. besüs ^j-~i] (besu:s) {O sTj is. 1. Okşa yip giyim. 3. Yeni çıkan acayip şeyler. S beşâret-
dıkça süt veren deve. 2. Araplarca uğursuz olduğu âver, {OsT} Müjdeci; haberci]] beşâret-i Meryem,
na inanılan bir kadın. Hz. M eıyem ’e hamile kalacağının Cebrail (as) ta
rafından müjdelendiği giin; 25 M art yortusu.
beş1, [eT. beş / beş / be ş / biş] (eT be:ş) is. 1. Dört
ten sonra, altıdan önce gelen sayının adı. {eT} (avm)
beşaretlenmek, [beşaret-le-n-mek] (beşa;retlenmek)
g çsz.f. f i r ] Sevinçli haber almak; müjdelenmek,
[Gabain] [Tekin] [İKPÖy.] [ETY] [DLT] 2. Bu sayıyı
gösteren rakam; 5; V. 3. argo. (Eski yazıda beş ra beşaretli, [beşaret-li] (beşa:retli) sf. 1. Sevinçli haber
kamı şimdiki sıfıra benzediğinden) edilgin eşcinsel veren. 2. Uğurlu,
erkek; ibne. S beş altı, Çok değil, tahminen beş beşaretname, [Ar. beşaret + Far. nâm e ^obijLij] (be-
altı adet.\\ beş beş dökmek, Sessiz sessiz ağlamak.\\ şa:retna:me) {OsT} is. M üjde yazısı,
beş beter, Çok kötü; besbeter]] beş binlik, Beş bin beşaşet, [Ar. beşâşet o - ili.] (beşa:şet) {OsTj is. Gü
lira değerindeki kâğıt veya metal para. || beş bu
caklı, {eAT} Muhammes; beşgen.\\ beş çifte, On ler yüzlülük.
kürekli filika. || beş duyu, anat. Dokunma, koklama, beşaşetli, [beşaşet-li] (beşa;şetli) {OsTj sf. Güler yüz
tat alma, işitme ve görme duyuları]] beşi bir yer lü; beşuş.
de, Beş altın değerinde tek süs altını; beşibirlik.]] beşbeter, [be(s)+be/ter / beş (kat) + beter] (b e ’şbe-
beş kardeş, Tokat, şamar]] beş kardeşi yemek, ter) zf. Çok kötü,
Birisinden tokat yemek, şam arlanmak,|| beş kırk, beşbıyık, [beş+bıyık] is. Muşmulanın iri olanı.
{eTj Otuz beş. || beş on, Sayıca çok az. || beş otuz, beşe1, [baş+ağa > beşe > <i>] is. 1. Oğuzlarda ilk do
{eT} Yirmi beş.]] beş para, Değeri çok az. || beş pa ğan çocuğun adı. 2. {eAT} Başkan; emir. 3. {eAT}
ra almamak, H iç para almamak]] beş para et İleri gelen. 4. {eAT} Ağabey.
memek, 1. Hiç değeri olmamak. 2. (İnsan için)
itibarsız olmak. 3. işe yaramamak.]] beş paralık,
beşe2, [Far. beşe ^io] is. zool. Atmaca.
Toplum içinde itibarı ve değeri olmayan. || beş pa beşe3, [Far. pişe => beşe] (be;şe) {ağız} is. Meslek;
ralık etmek, Birini değersiz kılmak, rezil etmek, zanaat. [DS]
gururunu kırmak]] beş paralık olmak, Kusurları beşe4, [beş-e] {ağızj is. 1. Şubat ayı. 2. Martın son üç
açığa çıkmak, itibarını kaybetmek, alçalmak]] beş günü ile nisanın ilk iki gününü içine alan beş gün
parasız, 1. Hiç p ara verilmeden. 2. (insan için) lük süre. [DS]
parası olmayan, yoksul. || beş para vermemek beşegü, [be ş > beş-egü] {eTj zf. Beşi birden; beşi ile
(saymamak), Hiç para vermeden sahip olmak.]] beş birlikte.
pençe, 1. zool. D eniz yıldızı. 2. Büyüden korudu beşek, [beşek] {eTj is. Haremlik. [EUTS]
ğuna inanılan beş kollu yıldız sembolü]] beş tü
beşel, [Far. beşel Jio ] {OsTj is. 1. İki şeyin birbirine
men, {eTj Elli bin]] beş vakit, 1. B ir gün içinde
fa r z namazları kılma zamanları. 2. Gün boyu]\ beş sarılması. 2. İki kimsenin birbirine tutuşması veya
yıldız, argo. Edilgin eşcinsel erkek; ibne]] beş yüz sarılması. 3. ünl. Sarıl!
lük, /. Beş yüz lira veya beş yü z bin lira değerinde beşem, [Far. beşem p-io] {OsTj sf. 1. Kederli; yaslı. 2.
kâğıt para. 2. içinde beş y ü z tane bulunan. (Yiyecek, içecek için) güç sindirilir.
IfB Iff SO ». 565 BEŞ
beşen, [Far. beşan {OsT} is. 1. Beden; cisim; vü b eşik 1, -ği [eT. beşl-mek (sallamak) [EREN] > beşü-k
/ bişü-k > beşi-k] is. 1. Süt çocuklarını yatırm aya
cut. 2. Uzun boy. 3. Kenar; uç; yan.
ve sallayarak uyutm aya yarar küçük yatak; {eT}
beşenc, [Far. beşenc {OsT} is. Yüz güzelliği ve (aym). [DLT] 2. mecaz. Bir şeyin ortaya çıktığı, ge
gençlik; yüz tazeliği, parlaklığı, liştiği yer; kaynak. 3. gnşl. Atış sırasında top nam
beşenk, [Far. pış-âheng] {ağız} is. Kervanın önünde lusunu ileri geri kaydıran yatak. 4. Sivri uçlu
giden at. [DS] yontm a kalemi. S beşiğini sallam ak, 1. Birini kü
b eşer1, [beş-er] sf. Her birine beş tane; beş sayısının çüklüğünden beri tanımak. 2. Birini büyütüp yetiş
üleştirme sayı sıfatı. tirmek.|| beşik alayı, tar. Sultan veya şehzadelerin
doğumunda yapılan resm î tören. || b eşik k ertiğ i
beşer2, [Ar. beşer i ] {OsT} is. 1. İnsan. 2. İnsan so
(beşik kertme), folk. Beşikte iken ana ve babalar
yu. & B eşer şaşar, İnsan yanılabilir,|| b eşer üstü, tarafından verilen nişan sözü.|| beşiklig u rag u t,
İnsan gücünün üstünde. {eTj Beşikti; emzikli kadın. [DLT]|| beşik ö rtü sü ,
beşere, [Ar. beşere »^io] {OsT} is. 1. Üst deri. 2. {ağız} -*• beşikörtüsü. [DS]|| beşik salıncağı, B ay
(Kürkçülükte) kılların tutunduğu zarsı kısım. 3. ram yerlerine kurulan büyük salıncak. || beşikten
bot. Kütikül. S beşere-i m u h ât-ı rasafî, {OsT} m eza ra k a d a r, Doğumdan itibaren ölünceye ka
anat. Yassı epitelyum.|| beşere-i m u h ât-ı ü stüvâni, dar; hayat boyu.
{OsTj anat. Yuvarlak epitelyum.|| beşere-i m u- beşik2, -ği [beş-ik] {ağız} sf. (Hayvan için) alnında
hâtiye, {OsT} biy. İç organların dış yüzü.\\ beşere-i beyaz lekesi bulunan. [DS]
m uhâtiyye-i m i’de, {OsT} anat. Midenin sümiiksü beşikçi, [beşik-çi] is. Beşik yapan veya satan kimse,
zarı. beşiklig, [be şük > beşik-lig] {eT} sf. (Kadın için)
beşerî, [Ar. beşerî / beşeriyye ıSr^. ! (beşeri:) beşikte yatacak kadar küçük bebeği olan,
{OsT} sf. 1. İnsanla ilgili. 2. İnsanlığa özgü. S be b eşik ö rtü sü , [beşik+örtü-s-ü] is. M ahya aşığından
şerî ilim ler, Konusu insan ve insan hayatı olan itibaren yalnız iki yana akıntısı olan çatı biçimi,
bilimler. beşinci, [eT. beş-inç > beş-inci] sf. Sıralamadaki yeri
beş olan. S beşinci kol, as. D üşmanla işbirliği
beşeriyat, [Ar. beşeriyyât o l y - J (beşeriya:t) {OsT}
yaparak bir ülkeyi içerden çökertmeye çalışanlar.
is. Beşerî ilimler; antropoloji,
beşinç, [be ş > beş-inç] {eT} sf. Beşinci. [DLT] [ETY]
beşeriye, [Ar. beşeriyye ^._^] {OsT} sf. -*■ beşerî,
beşir, [Ar. beşâret (müjdeleme) >beşîr jvij] (beşi:r)
beşeriyet, [Ar. beşeriyyet o / j {OsT} is. 1. İnsanlık. {OsT} sf. 1. Sevinçli haber getiren; müjdeci. 2. G ü
2. Bütün insanlar. 3. İnsanın korku, acıkma cinsin ler yüzlü; güleç,
den yaratılış özellikleri, beşirlem ek, [başar-la-mak] {ağız} gçl. f. f r ] fl ( i ) -
beşerleme, [beş-er-le-mek] {OsT} is. Eskiden uygu yor] Başarmak; becermek. [DS]
lanan bir vergi türü, beşiz, [beş-iz (-lerj] is. 1. Tek doğumda dünyaya
beşerlemek, [beş-er-le-mek] gçl. f. f r ] fl(i)-y o r] gelen beş çocuk. 2. sf. (Kardeşler için) beşi birden
Her bir grubu beşe tamamlamak; beş beş yapmak, doğmuş olan,
beşerli, [beş-er-li] {ağız} sf. H er biri beş taneden beşizli, [beş-iz-li] sf. Beş tanesi bir arada,
oluşmuş; beş beş. [DS] beşko, [Rus. peçka] {ağız} is. Soba. [DS]
beşerlik, -ği [beş-er-lik] {ağız} sf. H er birine beş tane beşlem e, [beş-le-me] is. 1. Beşe bölme. 2. Beş kere
düşecek biçimde; beş beş ayrılmış olarak. [DS] üst üste tekrarlama. 3. Tahmis,
beşg, [Far. beşg {OsT} is. 1. Naz; işve. 2. Dolu beşlem ek, [beş-le-mek] gçl. f. f r ] fl(i)-y o r] 1. Bir
veya kar. 3. Çiy; şebnem, işi beş kere yapmak. 2. Beşe bölmek. 3. Bir şeyin
miktarını beşe çıkarmak. 4. müz. Silindir borulu
beşgen, [beş-ken] is. mat. Beş açısı ve beş kenarı
çalgılarda ana sesle birlikte üst beşli sesi çıkarmak.
olan geometrik şekil,
b eşli1, [beş-li] sf. 1. Beş parçadan meydana gelmiş o-
beşhana, [Far. paşşa (sivrisinek) + hâne] (beşha:na)
lan. 2. Beşi bir yerde bulunan. 3. is. Oyun kâğıtla
{ağızj is. Dam üzerine kurulan karyolanın etrafına
rında ve pullarında üzerinde beş rakam ı veya işareti
çevrilen bez çadır; cibinlik. [DS]
bulunan. 4. Klasik Türk Edebiyatında beş mısralı
beşi, -şi’ı [Ar. b e şf £^i>] (beşi:) {OsT} sf. 1. Acı; ekşi. kıtalardan meydana gelmiş manzume; muhammes.
2. Tadı kötü olan, 5. Türk halk şiirinde üç mısralı bir kıtaya aynı öl
beşibirlik, -ği [beş-i+bir-lik] is. Beş altm liradan çülü iki mısra daha eklenmesi ile meydana gelen
meydana gelmiş süs altını; beşibiryerde, manzume biçimi. 6. müz. Beş ses ve beş çalgı için
beşibiryerde, [beş-i+bir+yer-de] is. Beş altın liradan yazılan m üzik eseri. 7. Beş müzikçiden oluşan top
luluk. 8. {ağız} Beşi bir yerde altm. [DS] 9. {ağızj
meydana gelmiş süs altını; beşibirlik.
Beş fişek alan tabanca. [DS] 10. {ağız} Piyade tüfe-
BEŞ
ği. [DS] 11. {ağız} Beş parmaklı. [DS] 12. {ağız} Çin bet2, [bet] sf. 1. Çok; pek. {ağız} (aym) [DS] 2. {ağız}
gene. [DS] 13. {ağız} Beş yaşındaki erkek davar. İyi; güzel. [DS] S bet bereket kalm amak (kaç
[DS] 14. argo. Edilgin eşcinsel erkek; ibne. mak), 1. Azalmak, 2. Verimsizleşmek. 3. Çabuk bit
beşli2, [Far. piş > peş-li] {ağız} is. Kadın gömlekleri m ek.|| betine gitmek, {ağız} H oşuna gitmek. [DS][|
nin yakasına konulan kumaş parçası; peşli. [DS] bet olmak, {ağız} Çok iyi olmak. [DS]
beşlik, -ği [beş-lik] 1. sf. Beş tanesi bir arada bulu betJ, [Far. bed -i>] {OsT} sf. 1. Kötü. 2. Çirkin. 3. İşe
nan. 2. Beş tane alabilecek hacimde olan. 3. is. Beş
yaramaz. S bet bet bakmak, {OsTj 1. B ir kötülük
para, beş kuruş veya beş lira değerindeki metal pa
yapacakm ış gibi durmak. 2. Kötü kötü bakmak |
ra. S beşlik bozmak, {ağız} Dedikodu etmek; biraz
bete gitmek, {ağız} Beğenmemek; fenasına gitmek.
laflamak. [DS] | beşlik sim it gibi harcamak, Hiç
[DS]|| bet etmek, {ağız} Kiiçük düşürmek; utandır
değer vermemek, oralı olmamak, adam yerine koy-
mak. [DS]|1 betine gitmek, {OsT} 1. İncinmek. 2.
mamak.\\ beşlik sim it gibi kurulmak, Değerli biri
Kendi gururuna yedirememek. 3. {ağız} Tasalan
si imiş gibi baş köşeye geçip yayılarak oturmak.
mak. [DS]|| bet suratlı, {OsT} Kötülük yapm ak niye
beşlü, [beş-lü] {OsT} is. Günde beş akçe alan yeniçeri
ti yüzünün görünüşünden belli olan.
neferi.
bet4, -tti [Ar. bett o j {OsT} is. Tiftikten yapılmış şal;
beşm, [Far. beşm j^ j] {OsT} is. 1. Kırağı. 2. sf. D in
bir tür boyun atkısı; sof.
siz. 3. Mezhepsiz.
bet5, -tti [Ar. bett o j {OsT} is. 1. Önünü kesmek; en
beşme, [Far. beşme -wio] {OsT} is. 1. Her biri ayrı
gel olmak. 2. Karar; sonuç; ilam.
renklerde dokunmuş beşerli çubuklar halinde yol
bet6, [Far. bend] {ağız} is. Çeltik tarlasını sulamak
yol desenli kumaş. 2. Küçük çıkrık. 3. İşlenmemiş
için suyun gideceği yeri kapayarak oluşturulan göl
ham deri. 4. tıp. Çeşmezen adında bir göz ilacı,
cük. [DS]
beşöyür, [Far. bı + Ar. şu'ür jy-Z, ^ {ağız}
beta1, -a ’i [Ar. beta1 L] {OsT} is. Bir yerde oturma;
zf. Bilinçsiz olarak; şuursuzca. [DS]
ikamet.
beşparmak, -ğı [beş+parmak] is. zool. 1. Derisi
beta2, [Yun. beta] (b e ’ta) is. Yunan alfabesinin ikinci
dikenlilerden beş ışınlı yıldız biçiminde deniz hay
vanı; beşpençe, (Uraster). 2. Beş renkte dokunmuş harfi ((S). S beta ışınlan, fız. Bazı radyoaktif ele
çubuklu kumaş, fi1 beşparm ak otu, bot. Gülgiller- mentlerin yaydıkları elektron akışı.
den beyaz, sarı, pem be veya kırmızı çiçekler açan, betat, [Ar. betât 0 I4] (beta:t) {OsT} is. 1. Bir yolcu
çoğunlukla y o l kenarlarında ve kayalıklarda biten, luk için gerekli eşyalar. 2. Halı, kilim gibi ev eşya
halk hekimliğinde ishale karşı kullanılan bir otsu sı. 3. sf. Kesin; k at’i.
bitki', kurt pençesi, (Potentilla reptans). betatron, [Fr. beta (cylo)-tron] is. Pek girici ışınım
beşpençe, [beş+ Far. pençe] is. zool. -* beşparmak, lar veya atom parçacıkları elde etmek için büyük
beştahta, [Far. pış-tahta (rahle) 4^ ^ ; ] {ağızj is. kinetik enerjisi bulunan elektronlar üretmeye yara
Okul sırası. [DS] yan bir elektrom anyetik araç,
beştaş, [beş+taş] is. Fındık büyüklüğünde beş tane betel, [Malabar dili, betel] is. H indistan’ın bir çok
taşı katlamalı sayılarla atıp tutm ak suretiyle oyna bölgesinde yetişen tırm anıcı karabiber ağacı; Hint
nan bir çocuk oyunu. asması, (Piper belel).
betelemek, [Far. bed > beter-le-mek / bete-le-mek]
beştek, -ki [Far. beştek dUi.] {OsT} is. 1. Kap; zarf.
gçl. f. f r ] fl(i)-y o r ] Sert ve kaba davranmak; ne
2. Vazo. 3. Çini saksı. 4. Kâse, zaketi bırakmak,
beşuş, [Ar. beşâşet (güler yüzlülük) > b eşü ş' j i betelenmek, [Far. bed (kötü) > beter-le-n-m ek / bete-
(beşu:ş) {OsT} sf. Güler yüzlü, güleç, le-n-mek] edil, fi f i r ] Sert ve kaba davranışa ma
beşuşane, [Ar. beşüş + Far. -âne üLiyL] (beşu:şa:ne) ruz kalmak.
betellem ek, [Far. beter > beter-le-mek] {ağız} gçl. fi
{OsT} zf. Güler yüzlülükle; gülümseyerek,
f r ] fl(i)-y o r) -*• betelemek. [DS]
beşük, [beşük / böşük / büşük] {eT} is. Beşik,
betelmek, [Far. bed (kötü) > bet-e-l-melc] {ağız}
beşyun, [Far. beşyün (beşyu:n) {OsT} sf. Se
dönşl. fi f i r ] 1. Sertleşmek; kabalaşmak; nezaketi
miz; besili; yağlı. bırakmak 2. Surat asmak; kafa tutmak. [DS]
bet1, [eT. bet] is. Yüz; çehre. 0 bet beniz kalma beter, [Far. bed (kötü) + -ter (daha / sıfat dereceleme
mak, Yüzü sararmak; solmak. | beti benzi kireç
eki) > beter {OsT} sf. 1. Daha kötü; daha fena. 2.
kesilmek, -*■ beti benzi uçmak. || beti benzi atmak,
-*■ beti benzi uçmak.|| beti benzi uçmak, Korku, {ağız} Kötü; fena. [DS] S beter etmek, Daha kötü
heyecan ve baygınlık gibi sebeplerle yüzünün kam duruma sokmak. || beter olmak, Olduğundan daha
çekilmek; rengi soluklaşmak. kötü duruma düşmek.\\ beterin beteri, Kötünün de
• 567 BET
kötüsü; en kötü. || (Allah) beterinden saklasın, A l betni, [Yun. petni] {ağız} is. Ahırda, taş ve tahtadan
lah daha kötü duruma düşürmesin. yapılmış oluk biçimdeki hayvan yemliği. [DS]
beti, [biti-mek (yazmak) > biti] is. 1. Resim ve hey beton, [Lat. bitumen (çamur zift karışımı) > Fr.
kel sanatlarında varlıkların şekilleri; şekil; suret; beton] is. 1. Kum, çakıl ve su gibi maddeleri bağ
figür. 2.fe l. Sınırlanmak suretiyle belirlenen uzay layıcı bir ürün olarak çimento ile karıştırdıktan son
ve madde; şekil. 3. {ağız} M ektup; yazı. [DS] S1 ra meydana gelen sert ve dayanıklı yığışım. 2. sf.
beti taşı, Yazıt; kitâbe. Bu tür karışımla elde edilmiş olan. S beton gibi,
betik, -ği [biti-mek (yazmak) > biti > biti-k > betik] Çok sert ve dayanıklı.
is. 1. Yazılmış şey. 2. Mektup. 3. Kitap, betonarm e, [Fr. beton + arme (silahlanmış)] is.
betil, [Ar. betıl (beti:l) {OsT} is. 1. Ana ağaçtan Eğilme ve çekme kuvvetlerine karşı dayanıklılığı
ayrılıp başka kök salan fidan. 2. Salkımları sarkık arttırmak amacıyla içine metal çubuklar bağlanarak
olan ağaç. 3. Nehirlerdeki akıntı. 4. Hz. M eryem ’in dökülmüş beton,
lakabı. betoncu, [beton-cu] is. Yapılara beton dökme işi ile
uğraşan işçi veya usta,
betile, [Ar. betîle aJls,] (betide) {OsT} is. Ayrılmış
betoniyer, [Fr. betoniere] is. Beton karma makinesi;
hurma fidanı.
betonkarar.
betili, [beti-li] sf. (Resim, heykel vb.) insan, hayvan
betonkarar, [beton+ kar-ar] is. Beton karm a m aki
ve doğa öğeleri bulunan; figüratif. S betili sanat,
nesi; betonyer.
Doğanın görünen biçimlerini işleyen sanat; fig ü ra
tif sanat. betonlaşmak, [beton-la-ş-mak] dönşl. fi f ı r ] 1. (D ö
külen beton harcı için) donup sertleşmek; beton
betim, [beti-m] is. 1. Betimlemek işi; betimleme, tas
hâline gelmek. 2. mecaz. Sağlamlaşmak,
vir, (1942). 2. ed. Bir olayı, bir kimseyi, bir şeyi
veya bir duyguyu betimleyen söz ve yazı; tasvir, betr, [Ar. betr ju] {OsT} is. 1. Kesme. 2. Kusurlu, ek
betimleme, [betim-le-me] is. Betimlemek işi; tasvir, sik bırakma.
betimlemek, [betim-le-mek] gçl. fi f r ] fl(i)-y o r] betra, [Ar. ebter > (dişil) betrâ5 *!_«] (betra:) {OsT}
Bir nesnenin kendine özgü niteliklerini tam olarak
is. K ısır kadın,
resim, yazı veya söz ile belirtmek; tasvir etmek,
betimlenme, [betim-le-n-me] is. Betimlenmek işi. betre, [Ar. betre »jû] {OsT} is. Dişi eşek,
betimlenmek, [betim-le-n-mek] edil, fi f i r ] Biri bettar, [Ar. bettâr jUJ (betta.r) {OsT} sf. Çok ve iyi
tarafından betimleme işi yapılmak, kesen; çok keskin,
betimleyici, [betim-le-y-ici] sf. 1. Betimlemeye
bettat, [Ar. bett > bettât ol^.] (betta:t) {OsT} is. Şal
dayanan; musavver. 2. Amacı betimleme olan; tas-
virci. 3. Betimlemeye ağırlık veren; musavver, tas- yapan veya satan kimse; şalcı.
virci. betuk1, -ğu [Ar. betük i!^>] (betu;k) {OsT} is. Y u
betimsel, [betim-sel] sf. 1. Betimle ilgili; tasvirî. 2. varlak tabla; pazarcı tezgâhı.
Betimleme yoluyla üretilmiş. S betimsel dil bilgi
betuk2, -ğu [Ar. betük (betudc) {OsT} sf. Çok
si, dbl. B ir dilin belirli bir çağını inceleyen dil bil
gisi; betimlemeli dilbilgisi, tasvirî dil bilgisi. keskin.
betisetmek, [bedize-t-mek] {eT} gçl. fi f ü r ] Süslet betul, [Ar. betül J j^ ] (betud) {OsT} sf. 1. Bakire. 2.
mek; bezetmek. [EUTS] (Kadın için) erkeklerden çekinen; namuslu. 3. is.
betisiz, [beti-siz] sf. (Resim, heykel vb.) insan, hay Ayrı kök salan fidan,
van ve doğa parçası bulunmayan; şekilsiz; suretsiz; betula, [Lat. betula] is. bot. Huş ağacı,
nonfıgüratif. S betisiz sanat, gzl. sntl. Şekilsiz, su
retsiz heykel veya resim vb. sanat verileri. betuliye, [Ar. betüliyye j^>] (betudiye) {OsT} is.
betkeçi, [Süry. batğa / biti-mek / betkeçı] (betke;çi;) bot. 1. Kayıngiller. 2. Gürgengiller.
{eT} is. Süsleyici; bezeyici, betuliyet, [Ar. betüliyet o J ^ ] (betudiyet) {OsT} is.
betkiş, [Far. betkış (betki.ş) {OsT} is. Atılacak Bakirelik; el sürülmemişlik; iffetlilik.
okları içine koyup omuza alınacak mahfaza; okluk; betük, [betü-k / bedii-k] {eT} sf. Büyük; yüksek; ulu;
sadak; tirdan. azametli. [EUTS]
betlek, -ği [bet-le-k] {ağız} is. Defter. [DS] betül, [Ar. betül J (betud) sf. -*■ betul.
betlemek, [Far. bed (kötü) > bet-le-mek] {ağız} gçl. fi betüm ek, [betü-mek / bedü-mek] {eT} gçl. fi. Büyü
f r ] fl(i)-y o r] Birinin ardından kötü söz söylemek. mek. [EUTS]
[DS] betyab, [Far. betyâb ^ L ^ ] (betya:b) {OsT} is. Dert;
keder; üzüntü; mihnet.
BET ÖIÜHIİİfflfCESÖM.568
betyar, [Far. betyar (betya:r) {OsT} is. 1. Gör bevarik, -kı [Ar. barika (şimşek) > bevârik J jljJ
m ek istenmeyen şey. 2. Düşman. 3. Şeytan, gulya- (beva.rik, k kalın söylenir) {OsT} is. 1. Şimşekler,
bani, dev gibi kötülük yapacağına inanılan şeyler, yıldırım parıltıları. 2. Göz kamaştırıcı parıltılar, ff
bev, [bew / böv / bög] {eT} is. Böğ; zehirli örümcek; bevârık-ı süyûf, {OsT} Kılıçların parıltıları.
tarantula. bevas, [Far. bevâs (beva:s) {OsT} is. 1. Sıkıntı;
bev, -v’ı [Ar. bev‘ £_*] {OsT} is. 1. Kulaç. 2. Kulaç keder. 2. Yolduk,
lama. 3. Atın seyrek basması. 4. Sataşma. 5. sf. bevasır, [Ar. bâsür > bevâsır Iy] (bevasv.r) {OsT}
(Y er için) kuytu, is. Basurlar; mayasıllar,
beva, -a’i [Ar. bevâ1 *1^] (beva:) {OsT} is. 1. Bera bevaşe, [Far. bevâşe (beva:şe) {OsT} is. Yaba;
ber; beraber oluş. 2. Benzerlik, harman savurmakta kullanılan tarım aracı,
bevabet, [Ar. bevâbet colj J (beva:bet) {OsT} is. Ka bevatıl, [Ar. bevâtıl J k ljJ (beva:tıl) {OsT} is. Batıl
pıcılık; kapı bekçiliği, şeyler; yaram az şeyler,
bevabi, [Ar. bevâbı ^1^] (beva.bi:) {OsT} is. Kapıcı bevatın, [Ar. bâtın (gizli) > bevâtın jklj*] (beva: tın)
lık. {OsT} is. 1. Gizli kapalı şeyler. 2. İç odalar,
bevadi, [Ar. bâdiye > bevâdı l S ^ ] (beva.di:) is. Çöl bevatir, [Ar. bâtire > bevâtir y lj J (beva:tir) {OsT} is.
ler; kırlar; sahralar, Keskin kılıçlar,
bevadir, [Ar. bâdire > bevâdir ji lj J {OsT} is. Oluve- bevatron, [Fr. BeV (bir m ilyar elektron volt) +
elektron > bevatron] is. fız. Ağır tanecikleri bir
ren olaylar; badireler,
m ilyar elektron volttan daha büyük bir enerjiye
bevah, [Ar. bevâh (beva:h) {OsT} is. Belli; yükselten hızlandırıcı; kosmotron.
apaçık; meydanda; aşikâr,
bevbat, [Ar. bevbât o ly j] (bevba:t) {OsT} is. Sahra;
bevahe, [Ar. bevâhe (beva.he) {OsT} zool. is. 1. kır; çöl.
Dişi baykuşlar. 2. Ahmaklar. 3. Çakır doğanlar,
bevc, [Ar. bevc {OsT} is. 1. Yorulma. 2. Şimşek.
bevahen, [Ar. bevâhen L-lj;] (beva:hen, h kalın 3. Flaykırma.
söylenir) {OsT} zf. Belli olarak; aşikârca,
bevd, [Ar. bevd ^ ] {OsT} is. Kuyu.
bevahid, [Ar. bevâhid (beva:hid) is. Belalar;
bevg, [Ar. bevğ (bevğ) {OsT} is. Galip gelme; üs
felaketler; m usibetler (tekil olarak kullanılır).
tünlük.
bevaik, [Ar. bâ’ika > bevâ’ik (beva:ik) {OsT} is.
Belalar; afetler; musibetler, bevga, -a ’i [Ar. bevğâ5 * li^ ] (bevğa:) {OsT} is. Yu
beva’is, [Ar. bâ'is > bevâ'is (beva:is) {OsT} is. muşak toprak.
Sebep olanlar; sebepler, bevh1, [Ar. bevh °^] {OsT} is. 1. Düşünme. 2. Flaberli
bevaki, [Ar. bevâkı ^1 ^ ] (b e v a : k i k kaim söylenir) olma. 3. Lanet etme; sövme. 4. Cinsel ilişkide bu
lunma.
{OsT} is. Sürekli kalanlar; baki olanlar,
bevan, [Ar. bevân jlj;] (beva:n) {OsT} is. Çadır di bevh2, [Ar. bevh ^ ] {OsT} is. 1. Ortada; meydanda;
bevani, [Ar. bevânî (beva:ni:) {OsT} is. 1. Ka bevh3, [Ar. bevh {OsT} is. 1. Ateşin sönmesi. 2.
burga kemikleri. 2. Deve ayakları, Öfke ve kızgınlığın geçmesi,
bevar, [Ar. bevâr jIjj] (beva:r) {OsT} is. Y ok olma; beviş, [Far. beviş Ji^] {OsT} is. Farz etme; tahmin et
mahvolma; ölme, me; oranlama,
bevari, [Ar. bevârî lSjIjj] (beva:ri.) {OsT} is. İnce ka bevj, [Far. bevj j^ ] {OsT} is. 1. Şiddetli kasırga. 2. Su
mıştan örülen hasırlar, çevrintisi; girdap.
bevarid, [Ar. bârid > bevârid ijljJ (beva:rid) {OsT} bevk1, -ki [Ar. bevk j ^ ] {OsT} is. 1. Birine keder ve
is. 1. Soğutulmuş yiyecekler. 2. Sakat şeyler. 3. bela getirme; fenalık etme; düşmanlık yapma. 2.
Boyun etleri. Felaket; musibet; bela. 3. Bir yere izinsiz olarak
bevarih, [Ar. bârih (sam yeli) > bevârih ^ (be- ansızın gelme. 4. Çalıp çırpma; hırsızlık vb. 5. Şid
detli yağmur. 6. sf. Yalan. 7. Geveze; boşboğaz.
va:rih, h kalın söylenir) {OsT} is. Sam yelleri.
f ll« I K « K . 5 6 9 BEY
bevk2, [Ar. bev k i!^] {OsT} is. 1. Bir araya gelme; bi bevvabi, [Ar. bevvâb > bevvâb! ^I^ı] (bevva.bi:)
rikme. 2. Su kaynağını açarak akıtma. 3. K armaka {OsT} sf. Kapıcı ile ilgili; bevvaba ait.
rışık olma. 4. Sıçrayıp binme. bevvabîn, [Ar. bevvâbın (bevva:bi:n) {OsT} is.
bevka, -a’i [Ar. bevka’ e ^ y ] (bevka:) {OsT} is. Kar- Kapıcılar. S bevvabîn-i medâris ü mekâtip,
gaşa. {OsT} Okul ve medrese kapıcıları.
bevl, [Ar. bevl J ^ ] {OsT} is. 1. Sidik; idrar. 2. İşeme. bevval, -li [Ar. bevl (işeme) > bevvâl J l^ ] (bew a:l)
B bevl etmek, İşemek. {OsT} sf. Çok işeyen; sık sık işemeye çıkan. S
bevldan, [Ar. bevl + Far. -dan OI-iJjJ (bevlda:n) bevval-i çeh-i Zemzem, {OsT} 1. Zemzem kuyusu
na işeyen. 2. mecaz. Şöhret kazanmak için kutsal
{OsT} is. 1. İşeme kabı; lazımlık. 2. İşenecek yer;
değerlere saldıran; uygunsuz işler yaparak tanın
ayak yolu.
ma yolunu seçen.
bevle, [Ar. bevl > bevle aJ^>] {OsT} sf. 1. Çok idrar
bevvan, [Ar. bevvân (bevva:n) {OsT} is. Çadır
yapan; sidikli. 2. is. Kız çocuğu,
direği.
bevlî, [Ar. bevlî (bevli:) {OsT} sf. İdrarla ilgili.
bevvap, -bı [Ar. bâb (kapı) > bevvâb i-jIjJ (bevva:p)
bevliye, [Ar. bevliyye aJ j*] {OsT} is. tıp. 1. İdrar yol {OsT} is. -*■ bevvab.
ları ve böbrek hastalıkları. 2. Bu hastalıklarla ilgili bevvaplık, -ğı [bew ap-lık] is. Kapıcılık.
tıp dalı; üroloji, b evz1, [Ar. bevz ^ y ] {OsT} is. 1. Sürekli oturuş. 2.
bevliyeci, [bevliye-ci] is. tıp. İdrar yolları hastalıkları
Yüzde çiller geçtikten sonra oluşan güzellik.
üzerine uzmanlaşmış hekim; ürolog.
bevz2, [Far. bevz j^ ] {OsT} is. 1. N em yüzünden olu
bevn1, [Ar. bevn öj;] {OsT} is. İki nesne arasındaki a-
şan yeşil küf. 2. Eşek arısı. 3. Ağacın gövdesinde
çıklık; uzaklık; mesafe, ö bevn-i baîd, {OsT} Uzak
köke yakın yerleri,
mesafe.
bevzek, [Far. b e v z e k i jjJ {OsT} is. -»-bevz2.
bevn2, [Far. bevn j j J {OsT} is. Pay; hisse; nasip,
bey’, -y ’ı [Ar. bey‘ £o] {OsT} is. 1. Satma; satış. 2.
bevne, [Ar. bevne i OsTj is. Küçük kız çocuğu.
M alın malla değişimi; takas. S bey’-gâh, {OsT}
bevr, [Ar. bevr j^ ] {OsT} is. 1. Yoklama; sınama. 2. Pazar yeri.|| bey’-i bât, {OsT} huk. Kesin satış.||
Yok olma; mahvolma. 3. Mal ve eşyada ortaya çı bey’-i bâtıl, {OsT} huk. Geçersiz satış.\\ bey’-i câiz,
kan kıtlık ya da azalma. 4. Sermaye düşüşü. 5. Sü {OsT} huk. Geçerli satış; doğru bey’-i b i’l-
rülmemiş yer. isticâr, {OsT} huk. Bedeli sonradan ödenm ek sure
bevs, [Ar. bevş ^ y \ {OsT} is. 1. Acele. 2. İleri geç tiyle kısım kısım m al almak.\\ bey’-i b i’l-istiğlâl,
{OsTj huk. Alıcının malın ürününden yararlanm ası
me; ileri gitme. 3. Bıktırasıya ısrar etme. 4. Bir
şartıyla yapılan satış.|| bey’-i b i’l-kâli, {OsT} huk.
kimseden kaçıp gizlenme. 5. Bir şeyin rengi. S
Bedeli, m al teslimi anında ödenmek üzere yapılan
bevs etmek, {OsT} 1. Teftiş etmek. 2. Dağıtmak.
bey’-i bi’l-mücâzefe, {OsTj huk. Götürü
bevsa, -a’i [Ar. bevşâ’ (bevsa:) sf. (Kadın satış.\\ bey’-i bi’l-vefâ, {OsTj huk. Belirli bir süre
için) kaba etleri iri olan, içinde geri alm ak şartıyla yapılan satış; bir tür re-
bevş, [Far. bevş {OsT} is. Çalım; gösteriş; deb hin.|| bey’-i câiz, {OsTj huk. Geçerli satış.|| b ey’-i
fâsid, {OsTj huk. Şeklen tamam ve geçerli olmakla
debe.
birlikte niteliği bakımından geçersiz şatış.|| b ey’-i
bevt, [Ar. bevt h y \ {OsT} is. Zengin iken yoksul düş gayr-i lâzım, {OsT} huk. Alıp almama tercihine
me; düşkünlük, bağlı satış; muhayyer satış.\\ bey’-i gayri-m ün’a-
bevva, [Ar. bevvâ IjJ {OsT} is. Hindistan cevizi. kid, {OsT} huk. Geçersiz olan satış biçimi.|| bey-i
lâzım, {OsT} huk. Alıcı ve satıcı için m uhayyer ol
bevvâb, [Ar. bâb (kapı) > bevvâb (bevva:b) is. mayan satış.|| bey’-i mâlem yukbaz, {OsT} huk.
1. Kapıcı. 2. Eskiden okul hizmetlilerine verilen Teslimsiz satfzy.H bey’-i mekruh, {OsT} huk. K anu
isim. 3. Küçük çocukları okula getirip götüren na uygun fa k a t şeriata aykırı satış. || bey’-i mevkflf,
hizmetli. 4. tar. Topkapı sarayı kapılarını bekleyen {OsT} huk. Başkasının iznine bağlı «7/i£.|| b ey’-i
kapıcılara verilen unvan. {OsT} ö bevvâb-ı m i’de, m in-yezîd, {OsT} huk. A çık artırma ile satış.|| b ey ’-
{OsT} Mide kapısı. i mukâyaza, {OsT} huk. Malı malla değişmek sure
bevvaban, [Ar. bevvâb > bevvâbân (bevva:- tiyle yapılan satış; değiş tokuş.|| bey’-i mün’akit,
Sözleşilmiş, bağlanmış jafy.H bey’-i nâfiz, {OsT}
ba:n) {OsT} is. Kapıcılar,
huk. Üçüncü bir kişinin herhangi bir hakkı söz ko
bevvabet, [Ar. bevvâbet c ^ ] {OsT} is. Kapıcılık. nusu olmayan satış.|| bey’-i sahîh, {OsTj huk. Yasal
B EY Ğ IİİM IÜ M tS Ö M . .o
ve geçerli olan ,saîi£.|[ bey’-i selem, {OsT} huk. Pe ğırmak için adları yerine kullanılan hitap sözü. 4.
şin para ile veresiye m al alma.\\ b ey’i-sırf, {OsT} Kadının eşi; koca. 5. Bir yörenin ileri gelen kişisi;
huk. P ara bozma.|| bey’-i teâtî, {OsT} huk. Alıp zengin; eşraftan kişi. 6. İskambil kâğıtlarında birli.
vermekle olan fiilî satış akdi. || bey’-i telcie, {OsT} 7. Beylik adı verilen küçük devlet başkanı. 8. Ko
huk. Danışıklı bey’us-sadakat, {OsT} huk. mutan. 9. Aşık oyununda aşığın dört yüzünden bi
D ürüst satış.|| bey’us-sarf, {OsT} huk. D eğiş tokuş risi. 10. {ağız} Arı beyi; ana arı; kraliçe arı. [DS] S
yoluyla satış.j| bey’us-sulh, {OsT} huk. Uzlaşma bey armudu, bot. -*■ bergam ot, (Citrus berga-
yoluyla s a ^ . || bey’üd-deyn bi’d-deyn, {OsT} huk. rnia). || bey danası (devesi) gibi yan gelip geviş
B orç ile bey’ül-ayne, {OsT} huk. Aynısı ile getirmek, Sadece yiyip içmekle meşgul olmak; key
satış}' bey’ül-berâet ani’l-ayb, {OsT} huk. Kusur fin e bakmak]] bey erki, sosy. Sosyolojik değerlen
lardan arınmış olarak satış.\\ bey’ül-edyân, {OsT} dirmelere göre zengin kişide var olan yaptırım. ||
huk. Bir ticarî malı veya taşınmazı, borcuna karşı bey gemileri, tar. dnz. Kaptan p aşa eyaletinin bey
lık, doğrudan verm ek suretiyle yapılan sa/zj.|| lerince oluşturulup donatılan ve donanmanın yedek
bey’ül-garer, {OsT} huk. || bey’ül-hasat, {OsT} gücünü oluşturan gemiler]\ bey gibi yaşamak,
huk. Ürün bey’ül-hibe, {OsT} huk. Bağış Bolluk içinde rahat bir hayat sürmek.
şeklinde bey’ül-ikâle, {OsT} huk. Tarafların bey2, [beg > bey] {eA T} is. Kuş avlamak için tuzağa
birlikte arzusu ile bozulabilir sa/ıy.|| bey’ül-ilkâ, bağlanan başka bir kuş; yem olarak kullanılan kuş.
{OsT} huk. Satıştan vazgeçme.|| b ey’ül-kâlî, {OsT}
bey’a 1, [Ar. b ey'a / b î'a 4*-.] (bey-a) is. 1. Satma,
huk. Bedeli mal tesliminde ödem ek üzere yapılan
satın alma. 2. Bir alım satımda pazarlığı bitirmek
satış.\\ bey’ül-mazmün, {OsT} huk. Başkası adına
için el sıkışma. 3. El bağlam ak hareketi yaparak
yapılan saftf.|| bey’ül-melküh, {OsT} huk. H ayvan
hüküm dara bağlılığını bildirme; biat.
ların doğacak olan yavrularını satma. || bey’ül-
muâvem e, {OsT} huk. B ir yıllığına yapılan satış.|| beya2, [Far. beyâ y (beya;) {OsT} sf. 1. Dolu; dol
bey’ül-mugâbene, {OsT} huk. Tarafların birbirini muş. 2. is. Girilecek yer; kapı.
aldatarak yaptıkları satış. \\ bey’ül-muhâkale, bey’aat, [Ar. bey' > bey'aât o i y (beyaa.t) {OsT} is.
{OsT} huk. || bey’ül-muhâtara, {OsT} huk. Zararı
Satın alma.
na satış. || bey’ül-mukâyaza, {OsT} huk. Değiş to
kuş]] bey’ül-murâbaha, {OsT} huk. K âr koyarak beyaban, [Far. beyaban O i y (beya:ba:n) {OsT} is.
satm a.|| bey’ül-muvâzaa, {OsT} huk. Üçüncü kişi Çöl; kır. 5" beyâbân-nişîn, {OsT} Bedevî..
leri aldatmak üzere yapılm ış danışıklı satış. || beyabani, [Far. beyabanı ^ y (baya;ba;ni:) {OsT}
b ey’ül-mülâmese, {OsT} huk. E l sıkışarak yapılan
is. 1. Çöl adamı. 2. Göçebe. 3. sf. Vahşî.
satış.|| bey’ül-münâbeze, {OsT} huk. Ürün üzerin
den yapılan sa?î^.|| bey’ül-müsâveme, {OsT} huk. beyad, [Ar. beyâd j y {OsT} is. Y ok olma; mahvol
Pazarlıkla safrf.|| bey’ül-muztâr, {OsT} huk. İhti ma.
ya ç dışı m al sa/ı#j.|| bey’ül-müzâbene, {OsT} huk. beyadıka, [Ar. beyâdika ^ y (beya;dıka) {OsT} is.
B elli bir miktarda ürünü miktarı belli olmayan bir 1. Satrançta piyadeler. 2. sf. (Kişi için) küçük boylu
ürünle değiş tokuş etme.|| bey’ül-vazia, {OsT} huk.
olup çabuk yürüyenler; paytaklar.
Zararına satış.|| bey’ül-vefâ, {OsT} huk. B ir malı,
beyadir, [Ar. beyâdir j j y (beya.dir) {OsT} is. Har
ödenen para geri verilince iade etm ek üzere yapı
lan satış; bir tür rehin]\ bey’ün-ntts’e, {OsT} huk. manlar.
K redili satış]\ bey’üs-selef, {OsT} huk. 1. Peşin p a beyağabey, [bey+ağa+bey] is. Orta yaşlı erkeklere
ra, kredili y a da başka bürlü satma. 2. Bedeli mal saygı ile seslenme sözü.
tesliminde ödenmek üzere yapılan satış.|| bey’üs- beyah, [Ar. beyâh / biyâh ^ y (beya;h) {OsT} is. Kü
selem, {OsT} huk. Parası peşin malı veresiye satış. || çük balık.
b ey’üs-sirâr, {OsT} huk. Gizli pazarlıkla yapılan
bey’a n 1, [Ar. bey'an] {OsT} zf. Satış yoluyla.
satış.\\ b ey’üs-sünyâ, {OsT} huk. Götürü satış. ||
b ey’üş-şirke, {OsT} huk. Ortaklık payını satış; his beyan2, [Ar. beyân o y (beya:n) is. 1. Söyleme. 2.
se satışı.|| bey’üt-teâtî, {OsT} huk. Takas.\\ bey’üt- Açıklama. 3. Bildirme. 4. ed. Belagatın teşbih, isti
telcie, {OsT} huk. Danışıklı ,saf^.|| bey’üt-terâzî, are, mecaz ve kinaye gibi bölümlerinden söz eden
{OsT} huk. Karşılıklı uyuşarak yapılan satış. || kısım. 5. dbl. A rapça dilbilgisinde idgatnm zıddı. 6.
bey’üt-tevliye, {OsT} huk. Peşin p ara ile satış. || huk. Bir hukukî durumu veya bir olayın varlığını
bey ü ferağ, {OsT} huk. F erağ suretiyle satış.\\ bey bildirm e veya doğrulama. S beyana tâbi, Bildi
ü şi’râ, {OsT} huk. Alım satım; ticaret. rilmesi zorunlu olan.|| beyan etmek, I. Bildirmek.
bey1, [eT. beg / beg / beğ > bey] is. 1. Erkek. 2. 2. Açıklam ak,|| beyân-ı efkâr, {OsT} Düşünceleri
Erkek adlarından sonra kullanılan unvan ve saygı açıkça söyleme. | beyân-ı hâl etmek, {OsT} Hâlini
sözü; efendi. 3. Erkeklere seslenmek ve onları ça anlatmak]] beyân-ı hoşâmedî, {OsT} "Hoş geldi-
ÛlM B IİffŞ D » .5 71 _________________________ BEY
niz!" deme.\\ beyân-ı istikra’, [OsT} Önceki bir beyavar, [Far. beyâvâr jIjLj] (beya;va:r) {OsT} is.
kelimeyi sonradan gelen bir cümleyle tamamlama.\\ Meşguliyet; iş güç; uğraşı.
beyân-ı keyfiyet, {OsT} Durumu açıklama. || be-
yân-ı matlab, {OsT} Dileğin bildirilmesi.\\ beyân-ı beyaz, [Ar. beyâz / beyâd (beya;z) sf. 1. Gün
mazeret etmek, {OsT} Bir özrü, mazereti bulundu ışığının tayfındaki bütün renklerin karışımı ile
ğunu söylemek. || beyân-ı mülâhaza, {OsTj B ir dü meydana gelmiş ve örneği süt ile karda görülen
şünce ileri sürmek; düşüncesini bildirme.\\ beyân-ı renk; ak. {OsT} (aym) 2. Bu renkte olan. 3. Teninin
mütalaa, {OsT} Görüşünü açıklama.\\ beyan-ı rengi açık olan. 4. Rengi, benzerlerine göre daha
matlap, {OsT} D ilek bildirme; dilekte bulunma.\\ açık tonda olan. 5. is. Bir nesnenin beyaz renkli
beyân-ı tağyir, {OsT} Duyu değişikliklerinin açık olan bölümü. 6. argo. Eroin. 7. (Çoğul olarak) ren
lanması.|| beyân-ı tebdil, {OsT} Önceki kelimenin gi beyaz olup yıkama sırasında birbirini boyam a
anlamını değiştirerek açıklama]] beyân-ı tefsir, yan iç çamaşırı, çarşaf gibi şeyler. 8. Matbaacılıkta
{OsT} Yorumlayıcı açıklama.\\ beyân-ı zaruret, normal koyulukta görünen h arf ve yazı. 9. {OsT}
{OsT} Hukukta, söylenmediği halde söylenmiş sayı mecaz. Nur; aydınlık. 10. {ağız} Ayran. [DS] 11.
lan işaret, susuş veya durum gereği açığa çıkan {OsT} Yumurta akı. S 1 beyaza çekmek, Bir yazının
ifade.|l beyan olunm ak, 1. Söylenmek. 2. Açıklan temiz ve okunaklı kopyasını çıkarmak.\\ beyaza
mak. çıkmak, {eAT} Müsvette yazı veya kitabı temize
beyanat, [Ar. beyanât o liL J (beya:na:t) is. Resmî çekmek. || beyaz adam, Beyaz ırktan olan kimse;
genellikle Avrupalı.|| beyaz altın, Bire bir oranın
olarak yapılan açıklama; demeç. S beyanatta bu
da altm ve güm üş alaşım ı.|| beyaz cam, Televizyon
lunmak (beyanat vermek), B elli bir konu üzerinde
ekranı.|| beyaz eşya, Buzdolabı, çam aşır makinesi,
açıklamada bulunmak; demeç vermek.
bulaşık makinesi, fırın gibi ev aletlerinin genel
bey’ane, [Ar. bey'âne (bey-âne) {OsT} is. Alım adı.\\ beyaz et, Kümes hayvanları ile balık etlerinin
satımda anlaşmayı kesinleştirmek amacıyla verilen genel adı.\\ beyaz etmek, {OsT} (Yazı için) temize
para; kaparo. çekmek. || beyaz gece, Kuzey kutbunda altı ay güne
beyani, [Ar. beyânî (beyani;) {OsT} sf. 1. Beya şin batmadığı zamanlar]\ beyaz gelen, {ağız} Biraz
na ilişkin. 2. Söylemeye, açıklamaya bağlı, beyaz; beyazca. [DS]|| beyaz gümüş, Gümüşü az
nikeli çok alaşımdan yapılm ış (eşya). || beyaz ırk,
beyanname [Ar. beyân + Fr. nâme (mektup) -ub üLj]
Avrupa, K uzey Amerika, Güney ve Batı Asya ile
(beyanna. me) {OsT} is. 1. Yazılı açıklama; bildirge. Kuzey A frik a ’da yaşayan insan ırkları.|| beyaz iş,
2. Herhangi bir konuda yayınlanan yazı; bildiri. 3. Yatak çarşafı ve örtü, perde dikiş işleri.\\ beyaz ki
Hukukî ve fiilî bir durumun varlığını belirten, bil tap, B ir konuyu aydınlatmak için bir kurum veya
diren yazılı belge; bildirim. 4. Diplomatik belge; hükümet tarafından yayınlanan kitap.\\ beyaz kö
manifesto. 5. Vergi yüküm lüsü olanların belirli dö mür, H idroelektrik santrallerinde elde edilen elek
nemlerde vergi dairelerine verdikleri yazılı bildi trik enerjisi.|| beyaz küf, Etkeni Coniothyrium dip-
rim. lodiella adındaki mantar olan bir bağ hastalığı]\
beyar, [Ar. bâ’ir] {ağız} is. Üç yıl ekilmemiş tarla. beyaz oy, Oylama konusu olan şeyi kabul ettiğini
[DS] belirten oy; kabul oyu.\\ beyaz perde, 1. Gösterici
beyare, [Far. beyâre »_>y (beya;re) {OsT} is. Geliş aygıttan çıkan ışınların üzerinde yansıyarak görün
tü elde edilen düşey büyük yüzey. 2. gnşl. Sinema]]
memiş, kısa boylu fidan veya fide,
beyaz peynir, Katılaştıktan sonra küpler halinde
beyariş, [Far. beyâriş ji_)L>] (beya;riş) {OsT} is. 1. kesilerek tuzlu su içinde tenekelere basılan bir tür
Çare; tedbir. 2. İlaç, p eyn ir çeşidi.\\ beyaz salkım, bot. Yol kenarlarını,
bey’at, [Ar. b ey 'at cu*-;] (bey-at) {OsT} is. 1. Kabul p a rk ve bahçeleri süslem ek için yetiştirilen salkım
ve tasdik etme işlemi. 2. Birinin egemenliğine gir şeklinde hoş kokulu, tatlı, beyaz ve m or çiçekler a-
me. S’ bey’at etmek, {OsT} B ir hükümdarın ege çan, baklagillerden bir tür akasya, (Robinia pseu-
menliğini tanımak.\\ bey’at kılmak, {OsT} B ir kim dacacia).|| beyaz tel, Ağarmış, beyazlaşmış saç.||
senin egemenliğine girmek. beyaz Türkçe, En açık ve kolay anlaşılır Türkçe]]
beyaz üzerine, Beyaz renkli kumaş üzerine (yapı
beyat, [Ar. beyât o L ] (beya. t) {OsT} is. Geceyi uyu
lan işleme veya baskı).\\ beyaz üzerine buyrultu,
mayarak işle geçirme, tar. Sadrazam tarafından bir iş için doğrudan ya zı
beyati, [Far. beyâtı (beya;ti:) {OsT} is. müz. lan buyrultu. || beyaz üzerine sadır olan hatt-ı
Türk müziğinin en eski m akam larından birisi olup hümâyün, tar. B ir istek veya seçim üzerine doğru
uşşak makamının inici şeklidir. dan doğruya çıkarılan hatt-ı hümayun; resen çıka
rılan hatt-ı hümayun. || beyaz üzüm, Tanelerinin
rengi açık renk olan üzüm cinsleri. || beyaz yalan,
BEY IMIİMCESİİZIiİİİİ.572
Söylendiği zaman zarar getirm eyecek olan yalan. || b ey d ak , -ğı [Ar. beydak j x j ] {O s T} is. Satranç oyu
beyaz zehir, Eroin, kokain gibi sıvı olmayan uyuş
nunda piyade adı verilen taşlar; paytak,
turucu.
beyazım sı, [beyaz-ımsı] sf. Beyaza yakın renkte; beydane, [Ar. beydâne ^ y (beyda:ne) {OsT} is.
beyazımtırak, soluk, Yaban eşeğinin dişisi,
b ey azım tırak , [beyaz-ımtırak] sf. Beyaza yakın b ey d er, [Ar. beyder _ ,jy {O s T} is. 1. Ekin harmanı.
renkte; beyazımsı; soluk,
2. Harman yeri. 3. Doğru sözlük,
beyazi, [Ar. beyazı (beya.zi:) {OsT} is. 1. Ak
bey d ere, [Ar. beydere o jjy {O s T} is. Ekini harman
lık; beyazlık. 2. Uzunluğuna açılan kitap ya da def
etme.
ter; sığır dili.
beyazlam ak, [beyaz-la-mak] gçsz. f. f-r] [-l(ı)-yor] beyderi, [Ar. beyden lSj-uJ (beyderi:) {OsT} sf. 1.
1. Rengini kaybederek beyaz duruma gelmek; ağar Harmanla ilgili. 2. is. Harmancı,
mak; solmak. 2. Kiri gitmek; temizlenmek. b ey d ud et, [Ar. beydüdet o j ı j j y (beydu:det) {OsTj
beyazlanm a, [beyaz-la-n-ma] is. Beyaz duruma gel
is. Yok olma.
m e; ağarma; aklanma,
beydili, [eT. beg+dil-i] is. Büyük sözü; büyük sözü
beyazlanm ak, [beyaz-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Beyaz
gibi değerli ve aziz,
bir durum almak; ağarmak; aklanmak,
beyazlaşm a, [beyaz-la-ş-ma] is. Beyazlaşmak işi; beyefendi, [bey+efendi] (beyefendi) is. 1. Saygı
aklaşma; ağarma, ifadesi olarak erkek isimlerinin yerine kullanılan
beyazlaşm ak, [beyaz-la-ş-mak] g ç sz .f. [-ır] g ç s z .f. söz. 2. ünl. Erkeklere saygılı biçimde seslenme sö
[-ır] Beyazlık kazanmak; aklaşmak; ağarmak, zü.
beyazlatılm a, [beyaz-la-t-ıl-ma] is. Beyazlatılmak beygâh, [Ar. bey' + Far. gâh » l i y (beygâ:h) {OsT}
eylemi; aklaştırılma; ağartılma, is. Pazar; pazar yeri,
beyazlatılm ak, [beyaz-la-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] is.
b ey g ar, [Far. beyğâr / beyğâre / « jL y (beyga:r)
Birisi tarafından beyaz duruma getirilmek; aklaştı
rılmak; ağartılmak, {OsT} is. 1. Sitem etme. 2. Sövme; küfretme. 3. Ba
beyazlatm a, [beyaz-la-t-ma] is. Beyazlatmak eylemi; şa kakma. 4. Çıkışma; azarlama,
beyaz durum a getirme; aklaştırma; ağartma, beygir, [Far. bâr-gır (yük taşıyan) is. 1. At. 2.
beyazlatm ak, [beyaz-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Beyaz A raba çekmek ve yük taşım ak için kullanılan at. S
duruma getirmek; beyazlık kazandırmak; aklaştır bey g ir gücü, 75,9 kgm/s veya 0.7457 K W h 'a eşit
mak; ağartmak, güç birimi, (İng. H orse Power) kısaltması: HP,
beyazlık, -ğı [beyaz-lık] is. 1. Beyaz olma durumu. Türkçe, 5G.|1 bey g ir k u sk u n u , Eyere bağlanarak
2. Beyaz olanın niteliği. 3. Bir bütün içinde görülen atın kuyruğu altından geçirilen kayış. || b ey g ir k et
beyaz veya açık renkli kısım. 4. Beyaz renkli nes h ü d ası, {OsT} tar. im paratorluk döneminde iğdiş
ne. edilmiş atlara bakan has ahır görevlisi.
beyazsinek, -ği [beyaz+sinek] is. zool. Özellikle pa beygirci, [beygir-ci] is. Binm ek isteyenlere at kirala
m uk üzerinde çoğalarak bitkinin öz suyunu emmek yan kimse.
suretiyle zarar görmesine sebep olan bir tür sinek,
bey h an , [Ar. beyhân j U y (beyha:n) {OsT} is. 1. Sır
beybaba, [bey+baba] (b e’y baba) is. 1. Yaşlı erkekle
re saygı ile seslenme sözü. 2. Çocukların babaları saklamayan. 2. Düşündüklerini hemen söyleyive
için kullandıkları saygı sözü, ren; boşboğaz,
beybence, [Far. peymânçe {eATj is. Şeyh kar beyhoş, [Far. bî-höş] {ağız} sf. 1. Baygın. 2. Şaşkın;
sersem. 3. Aptal; budala. [DS]
şısında niyaz ve teslimiyet duruşu,
b eyhude, [Far. bı- (olumsuzluk eki) + hüde (fayda)
bey can, [bey+ Far. cân] {ağız} ünl. "Bey kardeşim,
beyefendi ” anlamlarında seslenme sözü olarak kul => beyhüde o>_h^] (beyhu:de) {OsT} sf. 1. Boşuna.
lanılır. [DS] 2. Yararsız; anlamsız. S bey h u d e y ere, Boşu bo
beyda, -a ’i [Ar. beydâ’ * l . y (beyda:) {OsT} sf. 1. şuna; boş yere.
(Y er için) tehlikeli. 2. is. Çöl; sahra, beyhudegî, [Far. beyhüdegı (beyhu.degi:)
b eydah, [Far. beydâh / bidâh {OsT} is. Sert baş {OsT} is. Beyhudelik; boşuna olma,
lı, haşarı at. b eyhudegû, [Far. beyhüde-gü (beyhu:degû:)
beydaha, [Ar. beydaha {Os T} is. İri ve şişman sf. Boş yere konuşan,
ca kadın. b e y h u d ek â r, [Far. beyhüde-kâr (beyhu:de-
kâ:r) {OsT} sf. Boş yere çalışan.
« 573 BEY
beyhudelik, -ği [beyhude-lik]. (beyhu:delik) is. Ya beyin yıkam ak, Bir kimseyi şartlandırma yoluyla
rarsızlık; boşuna olma, kendi görüş, düşünce ve inançlarından arındırarak
beyhuşt, [Far. beyhuşt {OsT} sf. 1. Kökün bir fik ri veya ideolojiyi savunur hale getirmek. || be
yin zarı, anat. Beyni üst üste saran üç zar.\\ beyni
den, dibinden kopmuş. 2. is. Koparılmış şey.
bulanm ak, 1. A çık seçik düşünemez olmak; ser
bey’i, [Ar. bey1 <**] {OsTj is. -*■ bey2. semlemek. 2. Olayların akışından veya işin gidişin
beyik1, [bedük / beyik / biyik] sf. Büyük. den kötü şeyler sezinleyerek kuşku duym ak.|| beyni
delik, {ağız} Akılsız; aptal. [DS]|| beyni dönmek,
beyik2, -ği [bey-ik dLJ {eATj is. 1. Gömleğin koltu
Gözü hiçbir şeyi görm eyecek kadar çok sinirlen
ğuna dikilen üçgen parça. 2. {ağız} Don ve şalvarın
mek, öfikelenmek.\\ beyni karıncalanmak, Aşırı
iki bacak arasında kalan ağ kısmı. [DS] zihin yorgunluğu sebebiyle sağlıklı düşünememek.\\
beyikli, [bey-ik-li] {ağız} is. Ağı bol ve yere kadar beyninde şimşekler çakmak, 1. Çok üzücü bir
olan kadın şalvarı. [DS] olay yüzünden sarsılmak. 2. Ansızın zihninde iyi bir
beyiksiz, [bey-ik-siz] {ağız} sf. (Erkek için) açık saçık görüş veya düşünce belirmek.\\ beyninden vurul
konuşan. [DS] muşa dönmek, Beklenm edik ve üzücü b 'ır olay kar
beyin, -yni [eT. meni / *beni > beyin [Clauson]] is. şısında düşünme gücünü yitirir gibi olmak. || bey
anat. 1. Kafatasının içinde iki yarım küre halinde nine girmek, 1. Anlatılanlardan, dinlediklerinden
yer alan sinir dokusundan meydana gelmiş duyum yeteri kadar yararlanmak, iyi anlamak. 2. Birini
ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ; dimağ. 2. kandırarak bir şey yapm aya yönlendirmek. 3. {ağız}
İnsanın tanıma, algılama, muhakeme etme ve kav Canını sıkmak. [DS]|j beynine vurmak, İçki veya
rama yetisi; usa vurma. 3. mecaz. B ir kurum, kuru açlık yüzünden sağlıklı düşünemez, ne yaptığını
luş veya örgüt için planlama ve uygulam ada yöne bilemez olmak.\\ beynini kemirmek, B ir düşünce
tici durumunda olan kimse. 4. mecaz. Zihinsel ye veya kuruntu, rahatını kaçırmak; huzursuz etmek.\\
tenekleri, bilgisi, eğitimi ve düşüncesi yüksek dü beyninin kapağı atmak, {ağız} H iddetini yenem e-
zeyde olan kimse. 5. bsy. Bilgisayarlarda bilgilerin mek; kendini tutamamak; öfkesini açığa vurmak.
depolandığı ve gerektikçe çağrılabildiği manyetik [DS]|| beyni sulanmak, Sağlıklı ve doğru düşünme
ortam. S beyin cerrahı, tıp. Beyin üzerinde am eli gücünü kaybetmek; bunamak.
yat gerçekleştirebilen uzman hekim; nöroşirür- beyincek, -ği [Rus. pidzak] {ağız} is. Ceket. [DS]
jiyen.|| beyinden etm ek, {ağız} Bilincini kaybettir beyincik, -ği [beyin-cik] is. anat. Art kafa çukurunda
mek; sersemletmek. [DS]|| beyinden olmak, {ağız} ve beyin kökünün üst arka kısmında yer alan hare
Gürültü ve patırtıdan sersem e dönmek. [DS]|] beyin ket işlem lerinin yürütüldüğü organ; dimağçe.
göçü, İleri düzeyde eğitim görm üş ve yetişm iş bilim
beyinciksiz, [beyin-cik-siz] sf. (Hayvan için) beyin
adamları ile uzman kişilerin y u rt dışında iş bularak
ciği tamamen ya da kısmen ameliyatla çıkarılmış
yerleşmeleri. || beyin gücü, B ir ülkedeki yetişm iş
olan.
uzman ve bilim adamlarının fik ir ve düşünce gücü. ||
beyinli, [beyin-li] sf. 1. Beyni olan. 2. mecaz. D ü
beyin kabuğu, anat. Sinir hücrelerinin oluşturdu
şünceli; akıllı,
ğu, beyin yarım kürelerini saran boz madde kat-
mam.\\ beyin kanaması, tıp. Beyni besleyen da beyinsi, [beyin-si] sf. Beyne benzeyen,
marların çatlamasıyla dışarıya kan sızmasından beyinsiz, [beyin-siz] sf. 1. Beyni olmayan. 2. mecaz.
dolayı o bölgenin beslenememesi sonucunda görev Düşüncesiz; akılsız. 3. mecaz. İyi düşünemeyen.
yapamaz olması. || beyin karıncıkları, anat. İçi beyirmek, [be (yans.) > be-gir-mek] {ağız} gçsz. f i f
beyin-omurilik sıvısı ile dolu olan kafatasının dört ir] (O ğlak için) bağırmak. [DS]
boşluğundan her biri.|| beyin om urilik sıvısı, anat. beyit, -yti [Ar. beyt (ev) / Yun. baitylos / İbra, betel]
Örümceksi zar ile ince za r arasındaki boşlukta bu {OsT} is. 1. ed. Aynı ölçü ile yazılan kafiye bakı
lunan, beyin ile omuriliği çepeçevre saran s;vz.|| mından birbirine bağlı iki mısradan meydana gel
beyin orağı, ant. Önde ibiksi çıkıntıdan arkada miş nazım parçası. 2. Ev; mesken; oda. 3. Ev halkı;
beyincik çadırına kadar uzanan ve iki beyin yarım aile. S beyt-i ankebüt, {OsT} 1. Örümcek evi. 2.
küresi arasmda yer alan sert zar örtüsü. || beyin D erm e çatma ev.\\ beyt-i iddet, {OsT} Evlilik sıra
salatası, Dana veya koyun beyni haşlandıktan son sında eşlerin birlikte oturdukları ev.\\ beyt-i mâl-i
ra limon ve zeytin ya ğ ı katılarak yapılan bir ye- müslim în, {OsT} İslam devletinde bütün M üslü
mek.\\ beyin takımı, B ir kurum veya kuruluşu y ö manların ortak malı sayılan devlet hâzinesi. || beyt-i
neten ve yönlendirenlerden etki gücü en fa z la olan m usarra, {OsT} ed. Mısralarının ikisi de birbiri ile
ların meydana getirdiği topluluk.\\ beyin tavası, kafiyeli beyit.|| beyt-i şerîf, {OsT} K âbe.|| beyt-i
Dana veya koyun beyninin yağda kızartılması sure tam, {OsT} ed. Şekil ve anlam bakımından hiçbir
tiyle yapılan bir yem ek. || beyin üçgeni, anat. D eniz kusuru bulunmayan beyit.\\ beyt-i zifaf, {OsT} ed.
atından çıkarak hipotamulusa giden sinir demeti. || İki mısraı da aynı vezinde olan beyit.|| beytü’l-
BEY ÖIİİMIIKCE SÖZLÜK. 57
ahzân, {OsT} ed. 1. H üzünler evi. 2. Hz. Y u su f kay beylikçi, [bey-lik-çi] is. tar. İm paratorluk döneminde
bolduktan sonra Hz. Yakub’un içinde bulunduğu Divan-ı Hümayun kâtibinin adı. fi1 beylikçi kese
hüzün dolu evi. 3. Hz. Muhammed(sa) 'in ölümün d a rı, tar. Beylikçiliğe ilişkin belgeleri, yazıları ha
den sonra kızı Fatm a (ra) ’nın oturduğu eve verilen zırlayan ve beylikçiye veren kalem zabitinin unva
ad. 4. D ünya.|| b e y tü ’l-arû s (beytü’z-zifaf), {OsT} nı.
Gelin odası; gerdek.\\ b e y tü ’l-gazel, {OsTj ed. Ga beym an, [Far. bı + Ar. îmân] {ağız} is. 1. İnançsız;
zelin en güzel beyti.|| b ey tü ’l-h a râ m , {OsTj K âbe.|| imansız. 2. Yalan yere yemin eden. 3. İnsafsız. 4.
b e y tü ’l-hikm e, {OsT} Allah sevgisi ile dolu gönül.| Ahlaksız. [DS]
b e y tü ’l-kasîd, {OsT} ed. Kasidenin en güzel beyti.|| beyn, [Ar. beyn jo] {OsT} is. 1. Ara; aralık. 2. zf. A -
b e y tü ’l-m akdîs (beytü’l-mukaddes), {OsT} K u
rada; arasında. S beyn beyn, {OsT} İkisi arası.\\
d ü s ’teki kutsal m abet.|| b e y tü ’l-m a’m ü r, {OsT} Ye
b e y n ’A llah, {OsTj 1. Allah ile onun arasmda. 2.
dinci kat gökte Firdevs cennetinde bulunurken Hz.
Yalnız Allah ve o bilir.\\ beyne beyne, 1. Ne iyi ne
Adem ile yeryüzüne indirilmiş, ancak tufan ile bir
kötü; ikisi arası. 2. Şöyle böyle. 3. Orta halli.\\
likte tekrar cennete çıkarılmış bulunan köşk. || bey-
b e y n ’ed -d ıl’î, {OsT} anat. Kaburga kemikleri ara
t ü ’l-m uzlim , {OsT} K aranlık oda; fo to ğ r a f makine
sı]] b e y n ’ed-düvel, {OsT} D evletler arası]\ beyne-
si.]] b ey tü ’z-zifaf, {OsT} Gelin odası; gerdek.
h ü b ey n ’A llah, {OsT} 1. Onunla Allah arasmda. 2.
bey’iye, [Ar. bey'iyye (bey-iye) {OsT} is. Alım B ir kendi bir de Allah bilir.\\ b eyne-hüm â, {OsT}
satım işinde aracıya verilen pay; komisyon. S İkisi arasında]] b e y n ’el-adale, {OsTj anat. Kaslar
b ey’iye tezkeresi, Satış izni. arası.|| b e y n ’el-ahâlî, {OsT} H alk arasında; toplum
beykem , [Far. beykem {OsT} is. 1. Salon. 2. So içinde]] b e y n ’el-ak rân , {OsT} Yaşıtlar arasmda;
fa. 3. Yazlık köşk, benzerleri arasında]] b ey n ’el-an âsır, {OsT} Unsur
lar arasında. || b ey n ’el-avâm , {OsT} H alk arasın
beyle, [bu+ile > böyle > beyle {eAT} zf. Böyle,
da]] b e y n ’el-enâm , {OsT} H alk arasında]] b e y n ’-
beylek, -ği [Far. beylek diLj] {OsTj is. 1. Berat. 2. el-esâbî, {OsTj Parm aklar arasıda]] b ey n ’el-evid-
Ferman. 3. Belge; hüccet, d â, {OsT} Gerçek dostlar arasında]] b ey n ’el-fakdî
ve’I-vücud, {OsT} Yoklukla varlık arasında]]
beylem , [Ar. beylem p-LJ {OsT} is. 1. Açılmamış pa
b ey n ’el-guzât, {OsT} Gaziler arasında]] b e y n ’el-
m uk kozası. 2. Kazma. 3. M arangoz rendesi, h alk, {OsT} H alk içinde; toplumda]] b e y n ’el-havf
beyler, [bey-ler] is. tar. Kahvecibaşı, berberbaşı, tü- v e’l-recâ, {OsT} Ümitle üm itsizlik veya korku ile
tüncübaşı, esvapçıbaşı, seccadecibaşı gibi padişa yalvarış arasında]] b eyn ’el-hücrevî, {OsT} anat.
hın veya şehzadelerin özel ve kişisel işlerini gören Canlı hücrelerinin arasm da olan.]] b e y n ’el-ihvân,
görevlilere verilen ad; bendegân-ı şahane, {OsT} Yakınlar, arkadaşlar ve kardeşler arasında]]
beylerbeyi, [bey-ler+bey-i] is. İm paratorluk döne b e y n ’el-m edâreyn, {OsT} coğ. D önenceler arası;
minde eyaletlere atanan askerî ve mülkî yetkilere ekvatorun iki yanı]] b e y n ’el-m efâsıl, {OsT} Eklem
sahip memur, ler arası]\ b e y n ’el-milel, {OsT} -*■ beynelmilel.||
beylerbeylik, -ği [bey-ler+bey-lik] is. 1. Beylerbeyi b ey n ’el-ulem â, {OsT} Bilginler arasında. || b ey n ’-
tarafından yönetilen topraklar; eyalet. 2. Beylerbe el-üdebâ, {OsTj Edebiyatçılar arasında]] b e y n ’en-
yinin görevi, nâs, {OsTj H alk arasında]] b e y n ’en-nehreyn,
beylerce, [bey-ler-ce] {ağız} is. Bir tür üzüm. [DS] {OsT} coğ. İki nehir arası; M ezopotamya.|| b ey n ’-
beylik, -ği [beg-lik > bey-lik] is. 1. Bey olm a duru en-nevm v e’l-yakaza, {OsT} Uyku ile uyanıklık a-
mu. 2. B ey tarafından yönetilen bölge; eyalet. 3. rasında,|| b e y n ’es-sem â’ v e ’l-arz, {OsT} Gökle yer
gnşl. Rahat yaşama. 4. Bir tür battaniye. 5. Devlet arasında]] b e y n ’es-su tü r yaldız, gzl. sntl. Eski
malı; resmî. 6. {ağız} Damızlık hayvan. [DS] 7. yazm aların satırları arasına yapılan yaldızlı süs
{ağız} Köylü tarafından ağalarına ekilen tarla. [DS] lemelere verilen ad.]] b e y n ’ez-zevceyn, {OsT} Karı
8. {ağız} folk. N işanlanacak erkek tarafından nişan koca arasmda.
takm ak üzere seçilen kadınlar. [DS] 9. sf. Devlete beynam az, [Far. bi- (yok) + nemâz => beynamaz
ait olan. £? beyliğe çıkm ak, {ağız} (Herhangi bir
jU^o] (beynama;z) {OsT} sf. 1. Namazsız. 2. Namaz
m al için) sahipsiz kalarak devlet tarafından satılı
ğ a çıkarılmak. [DS]|| beylik gezm ek, tar. Saraylı kılmayan. 3. Dince namaz kılması doğru olmayan;
ların kır gezintileri]] beylik sefâin, tar. dnz. D evle pis. 4. gnşl. Tembel, üşengeç,
te ait savaş gem ileri ile asker taşımakta kullanılan beynelm ilel, [Ar. beyn’el-milel JÜI ju] sf. Uluslar
gemilere verilen ad.\\ beylik söz, Herkes tarafından arası; m illetler arası,
kullanılan, basmakalıp söz.]] beylik tuğla, tar. Bir
beynelm ilelcilik, -ği [beynelmilel-cilik] is. Ülkeler
parm ak kalınlığındaki ince tuğla. || beylik yemeği,
arası ilişkilerin millî çıkarlara göre değil de sınıf
tar. Saraylarda kalfalara çıkan sofra.
ÛIUIIMSMİ.575 BEY
çıkarlarına uygun olarak düzenlenmesi gerektiğini tam bala kalmak, {ağız} (İlenç için) yo k olmak; öl
savunan ideolojik akım; uluslararasıcılık; enternas mek. [DS]
yonalizm. beytar, [Ar. beytâr jlko] (beyta.r) {OsT} is. Baytar;
beyni, [eT. meni > beni > beyni {eAT} is. Beyin, veteriner.
ff beynini suvarm ak, {eAT} İkna etmek; kandır beyti, [Ar. beyt-ı] (beyti;) {ağız} is. Evde pişmiş; ev
mak.|| bey nisi, {eAT} Beyni. yöntemiyle; ticaret amacıyla çarşıda üretilenlerden
beyninde, [Ar. beyn + T. -i(n)-de] {eAT} zf. Arasında, olmayan. [DS]
beynisüz, [beyni-süz j j — j] {eAT} sf. Beyinsiz; ah beytara, [Ar. beytârâ IjLko] (beyta;ra:) {OsT} is.
mak; anlayışsız, H ayvan hekimliği; baytarlık; veterinerlik.
beynunet, [Ar. beyn > beynünet oj^-o] (beynu:net) Beytullah, [Ar. beyt (ey)+AUah > B eyt’ullah tül c y
is. 1. İlci şey arasındaki uzaklık; mesafe. 2. Anlaş (beytulla:h) {OsT} is. A llah’ın evi; Kâbe.
mazlık; ara bozukluğu. 3. gök b. Herhangi bir ge beytutet, [Ar. beyt > beytütet c~ ;> y (beytu;tet)
zegen ile Güneş arasında, köşesi Y er olan açı. 0 {OsT} is. Geceleme; geceyi geçirme; gece yatısına
beynünet-i a ’zâmiye, {OsT} gök. b. Uzanım. kalma.
beyreın1, [bedrem / badram / beyrem] {eT} is. Bay
beytülmal, -li [Ar. beytü’l-mâl JU.I c y (beytülma.T)
ram; sevinç ve eğlence günü. [DLT]
is. 1. M al evi. 2. Devlet hâzinesi,
beyrem2, [Ar. beyrem j-ju] {OsT} is. 1. M arangoz ren beytülmalci, [beytülmal-ci] {OsT} is. 1. Devlet hâzi
desi. 2. (Araç olarak) kazma. 3. Sert ve uzun taş. 4. nesine bakan kimse. 2. Ölen yeniçeriye ait miras
Yağlı sürme (makyaj malzemesi), işlerine ve yeniçeri ortasına vakfedilen malların
beysbol, [İng. base (kale, köşe) + ball (top)] is. spor. sandığa yatırılmasını sağlayan görevli,
Dokuzar kişilik iki takım arasmda bir top ve sopay beyu, [Far. beyıı j^ ] (beyu:) {OsT} is. Gelin,
la oynanan, topu uzaklaştırm a ve bu süre içinde
belirli bir yolu aşabilmeye dayanan oyun, beyug, [Far. b e y ü g ^ o ] (beyu;g) {OsT} is. Gelin.
bevsbolcu, [beysbol-cu] is. Beysbol oyuncusu, beyugâni, [Far. beyügânı (beyu:gâ;ni:) {OsT{
beysemet, [Yun. paksimadin] {ağız} is. Hayır olsun is. Düğün.
diye cuma günleri dağıtılan çörek. [DS]
beyun1, [Ar. b e y ü n o ^ ] (beyu;n) {OsT} is. Geniş dip-
beyt, [Ar. beyt c - J {OsT} is. 1. Ev; mesken; oda. 2. li kuyu; bostan kuyusu.
Çadır. 3. ed. Aynı ölçüde iki dizeden oluşan man
beyun2, [Far. b ey ü n o j^ ] (beyu.n) {OsT} is. Afyon,
zume birimi; beyit. S beyt-i ahzân, {OsT} 1. Gam
ve keder yuvası. 2. Dünya. || beyt-i ankebut, (OsT} beyus, [Far. beyüs (beyu:s) {OsT} is. 1. İstek. 2.
Örümcek yuvası. || beyt-i atî, {OsT} Öbür dünya; Ümit. 3. Tamah. 4. Yaltaklanma. 5. A lçak gönüllü
ahret.II beyt-i hallî, {OsT} anat. A rt oda.|| beyt-i lük.
iddet, {OsT} huk. Evlilik devam ederken karı koca beyuz, [Ar. beyzâ > beyüz (beyu;z) {OsT} sf.
nın birlikte oturdukları ev.|| beyt-i kuddâm î, {OsT}
Çok yumurtlayan,
anat. Ön oda.|| beyt-i m urassa, {OsT} ed. H er iki
dizesi de kafiyeli olan beyit.\\ beyt-i muzlim, {OsT} beyya, -a’ı [Ar. b ey ' > beyyâ' £_y (beyya:) {OsT} is.
1. Karanlık oda. 2. F o to ğ ra f kutusu.\\ beyt-i şerîf, Perakende satış yapan küçük esnaf,
{OsT} Kâbe.\\ beytü’l-ahzân, {OsT} 1. Gam ve ke beyyab, [Ar. beyyâb ^ y (beyya:b) {OsT} is. Saka;
der yuvası; Yusuf’u kaybeden Yakub ’un çadırı. 2.
sucu.
Dünya.|| beytü’l-arüs, {OsT} Gelin odası.|| beytü’l-
gazel, {OsT} ed. Gazelin en güzel; en iyi olan bey- beyyâhe, [Ar. beyyâhe 4»-L>] (beyya;he, h kalın sö y
//.|| beytü’l-haram , {OsT} K âbe.|| beytü’l-hüzn, lenir) {OsT} is. Balık ağı.
{OsT} Üzüntülü ev.|| beytü’l-kasîd, {OsT} ed. K asi beyyakallah, [Ar. beyyâk’allâh <111 J y (beyya;kal-
denin seçilmiş en güzel beyti.|| beytü’l-mâl, {OsT}
löh) {OsT} ün. “Allah seni sevindirsin, isteğine ka
-* beytülmal.|| beytü’l-m âm ur, {OsT} Hz. Â d e m ’le
vuştursun” anlam ında iyi dilek sözü,
birlikte yer yüzüne, Kâbe yakınlarına indirilmiş,
tufandan sonra tekrar yerine alınmış bulunan g ö beyyar, [Far. bı (-sız, yok) + Ar. ‘âr (utanma)] {ağız}
ğün yedinci katında bir cennet köşkü.| beytü’s-sa- sf. Utanmaz. [DS]
\ daka, {OsT} is. Yardım sandığı]] beytü’z-zifaf, beyyin, [Ar. beyân (açık söyleme) > beyyin ju] {OsT}
{OsT} Gelin odası; gerdek. sf. Açık; belli; aşikâr, ö beyyinü’l-hilaf, {OsT}
beytambal, [Ar. beytü’l-mâl JU.I c y {ağız} sf. 1. Ha Yanlışlığın açık o/am.|| beyyinü’s-sadakat, {OsT}
yırsız; uğursuz. 2. Dağınık; çapaçul. [DS] 0 bey- Doğrunun ve doğruluğun açık olanı.
BEY ÖIÜMIÜMî SÖELÜİİ.576
beyyinat, [Ar. beyân > beyyinât o L ] (beyyina:t) beyzah, [Ar. beyzah {OsT} sf. (Erkek için) etine
{OsT} is. Açık olan şeyler; belli olanlar, dolgun; şişmanca,
beyyine, [Ar. beyân (açık söyleme) > beyyine beyzaha, [Ar. beyz > beyzaha / beyzehe {OsT}
{OsTj is. 1. Kanıt; delil. 2. huk. Davacının davasını is. Yumurtalar,
ispat eden sağlam, açık delil, t? beyyine-i âdile, beyzar', [Ar. beyzâr j i y (beyza:r) {OsT} is. Cinsel
{OsTj D oğru tanık.|| Beyyine Suresi, M ed in e’de
organ.
nazil olan, sekiz ayetlik, K ur 'an-ı Kerim ’in 98. su
resi. beyzar2, [Ar. beyzâr (beyza:r) sf. Geveze; çal
beyyinen, [Ar. beyân > beyyinen lL?] (beyyi’nen) çene.
{OsTj zf. Açıkça; açık olarak; aşikâr olarak, beyzare1, [Ar. beyzâre (beyza:re) {OsTj is. Ge
beyz, [Ar. büyüz > beyz {OsTj is. 1. Yumurta. 2. veze; çalçene.
Kuşun yumurtlaması. 3. Atların ayaklarında görü beyzare2, [Ar. beyzâre ojl^] (beyza:re) {OsTj is. Bü
len yumurta büyüklüğündeki şişlik, yük ve uzun sopa,
beyza', [Ar. beyz > beyze / beyza 4^ ] {OsTj is. 1. beyzavi, [Ar. beyz > beyzavı (beyzavi:) {OsT}
Yumurta. 2. Demirden savaşçı başlığı. 3. Orta; ara; sf. Y umurta biçiminde olan; oval; beyzî.
kısım. ® beyza-bâz, {OsTj Top veya yum urta gibi beyzbol, [İng. base ball] is. spor. -*• beysbol,
yuvarlak cisimlerle gösteri yapanlara verilen ad.||
beyze, [Ar. beyz / beyze / beyza 4-^ 0 ] {OsT} is. 1.
beyza-der-külâh, {OsT} 1. Hokkabazlıkta yum urta
ile oynama. 2. insan yüreği.\\ beyza-i tuğra, gzl. Yumurta. 2. Haya; husye. 3. Demir başlık. S
sntl. Tuğranın sol tarafındaki yuvarlak bölü.m.\\ beyze-i âftâb, {OsT} Güneş.\\ beyze-i âteşîn, {OsTj
beyzatü’d-dîk, {OsTj 1. Anka kuşu yumurtası. 2. Güneş.|| beyze-i çarh, {OsT} Güneş.|| beyze-i
H oroz yum urtası; az bulunur şey. || beyzatü’l-âfl- mahî, {OsT} Balıkyum urtası.\\ beyze-i subh, {OsT}
tâb, {OsT} Giineş.|| beyzatü’l-ânkâ, {OsTj 1. Anka Güneş.|| beyze-i zer, {OsT} Güneş.|| beyze-i zerrin,
kuşu yumurtası. 2. Horoz yum urtası; az bulunur {OsT} Giineş.\\ beyzetü’d-dîk, {OsTj 1. H oroz y u
şey.|| beyzatü’l-arz, Yer mantarı.\\ beyzatü’l-âte- murtası. 2. Bulunmaz şey.\\ beyzetü’l-akr, {OsT} 1.
şîn, {OsT} Güneş.|| beyzatü’l-beled, {OsTj 1. D eve K ısırlık yumurtası. 2. H oroz yumurtası. 3. mecaz.
kuşu yumurtası. 2. Belediye başkanı. 3. Mantar. |j Çok nadir bulunur şey.|| beyzetü’l-arz, {OsTj Yer
beyzatü’l-çarh, {OsT} Güneş.|| beyzatü’l-enük, yum urtası; y e r mantarı; domalan.\\ beyzetü’l-be-
{OsT} 1. K artal yumurtası. 2. D eğerli ve az bulunur led, {OsTj Devekuşu yumurtası. | beyzetü’l-hâr,
şey.|| beyzatü’l-hâkî, {OsT} Dünya; yerküre.|| bey- {OsTj Şiddetli sıcaklık.\\ beyzetü’l-hıdr, {OsT} Gü
zatü ’l-harr, {OsT} 1. Şiddetli sıcaklık. 2. Yazın en zel ve örtülü kadın. | beyzetü’l-islâm, {OsT} 1. İs
sıcak zamanı.\\ beyzatü’l-hıdr, {OsT} 1. E l değme lam toplumu. 2. İsla m iyet’in yayıldığı yerler. 3. İs
m iş temiz şey. 2. Bâkire kız veya bâkir erkek. | bey- lamiyet ’in gerçek merkezi.
zatü ’l-İslam, {OsT} 1. İslam ümmeti. 2. İslam ülke- beyzehe, [Ar. beyz > beyzaha / beyzehe {OsTj
sz'.|| beyzatü’l-kayz, {OsTj 1. Şiddetli sıcaklık. 2. is. Yumurtalar,
Yazın en sıcak zamanı. | beyzatü’l-ukr, {OsT} 1.
beyzeteyn, [Ar. beyze > beyzeteyn o^-Ah] {OsTj is.
A nka kuşu yumurtası. 2. H oroz yum urtası; az bulu
nur şey.|| beyzatü’n-nehâr, {OsT} Gün ışığı.\\ bey- anat. Hayalar,
zatü ’s-sayf, {OsT} 1. Şiddetli sıcaklık. 2. Yazın en beyzi, [Ar. beyz (yumurta) > beyzı LX-io] (beyzi:) sf.
sıcak zam anı.|| beyzatü’s-subh, {OsT} Güneş. [| 1. Y umurta biçiminde; oval. 2. is. Yumurta şeklin
beyzatü’z-zer, {OsT} Güneş.| beyzatü’z-Zerrîn, deki cisim.
{OsT} G üneş.|| beyza-yı zerrin, {OsT} Yıldızlar. b ez1, [eT. be-m ek (sert, sıkı, sağlam olmak) > biz /
beyza2, -a’i [Ar. beyaz > ebyâz > beyzâ1 » U y (bey bez] is. biy. 1. İçinden geçen kandan veya kendi öz
za:) {OsTj s f 1. Ç ok beyaz. 2. En beyaz. 3. argo. suyundan bazı maddeleri ayrıştırarak özel salgılar
Eroin. çıkaran organ; gudde, iç salgı bezi. 2. Etle deri ara
sında bulunan kabarcık; tümör; çıban; beze. {eT}
beyzade, [T. bey + Far. -zâde =ol>J (beyza:de) {OsT}
(aym) [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] [Gabain] 0 bez tüyler,
is. 1. Bey oğlu. 2. Bir büyüğün oğlu. 3. Soylu; aris
Bitkilerde ucunda küçük salgı bezleri bulunan tiiy-
tokrat. 4. mecaz. İhtimamla yetişmiş nazlı çocuk
cükler.
veya genç.
bez2, [bed / bez] {eT} is. Süs.
beyzadelik, -ği [beyzade-lik] is. Bey oğlu olm a du
rumu; asilzadelik; aristokratlık. bez3, [Yun. bussos (keten) / Ar. bezz / eT. böz / biz /
bez] is. 1. Pamuk ve ketenden yapılmış dokuma. 2.
İnce pamuklu dokuma. 3. Temizlik işlerinde kulla
nılan dokuma parçası; çaput. 4. Herhangi bir kumaş zeytinyağlı hamur. 4. Sac üzerinde pişirilen meyve
parçası. 5. gnşl. Kefen. 6. sf. Bezden yapılmış, fi1 li ekmek. [DS]
bez ayağı, Sade dokum a; tafta. || bez bağlamak, bezdirm e2, [bez-mek > bez-dir-me] is. Bezdirmek
Bebeklerin altlarını ıslatmamaları için aralarına eylemi.
yumuşak pam uklu bez koymak.\\ bez baş, {ağız} A l bezdirm ek, [bez-mek > bez-dir-mek] gçl. f. f i r ] 1.
dırışsız; ilgisiz. [DS]|| bez bebek, Tembel, işe y a Aynı türden davranışlarla birine usanç vermek;
ramaz; cansız, cılız kim se.|| bez bedrek, {ağız} D o bıktırmak. 2. Duygusal yönden huzursuz olacak
kuma çeşitleri; manifatura; kumaş türleri. [DS]|| kadar yormak; bunaltmak. 3. {ağız} Eskitmek; sol
bez çözmek, 1. Dokunmuş bezi tezgâhlara almak. durmak. [DS]
2. mecaz. Sürekli gidip gelmek. || bezden dam, {a-
bezdüm, [bez-düm ^ f ] {eAT} is. Pöç; uca; kuyruk
ğız} Çadır. [DS]|| bez dokumak, İşini çevirmek.
bez4, [bez] {ağız} is. Altından Su çıkan küçük çayırlık. sokumu.
[DS] beze', [Ar. beyze (yumurta, husye)] is. 1. Deri altında
bez', [bez] {ağız} is. Sinek. [DS] herhangi bir yara veya çıban sonucunda meydana
beza, [Ar. bezâ li>] (beza:) {OsT} is. Konuşmada açık gelen katı yumruluk. 2. L enf düğümlerinin herhan
gi bir hastalık sırasındaki ağrılı ve şiş hali.
saçıklık.
beze2, [Far. beze »>.] {OsT} s f 1. Yoksul. 2. Miskin.
bezadi, [Ar. bezâdî (beza:di;) {OsT} is. 1. M a
viye çalan renkte değerli taş. 2. Küçük yakut, beze3, [Far. beze {OsT} is. 1. Kabahat; suç; hata.
bezaga, [Far. bezâğa «■IjJ (beza:ğa) {OsT} is. zool. 2. Günah, fi1 beze-kâr, {OsT} Günahkâr; suçlu. ||
beze-kârî, {OsT} Günahkârlık; suçluluk.
Kertenkele; keler,
beze4, [Fr. baiser] is. Yumurta akı ve pudra şekeri ile
bezane, [Far. bezâne 4^ ] (beza:ne) sf. (Rüzgâr için)
yapılan bir tür kuru pasta.
esici; esen. beze5, [Yun. meze] is. 1. Hamur topağı; pazı. 2.
bezazet1, [Ar. bezâzet ^ j\y ] (beza:zet) {OsT} is. {ağız} Küçük yufka ekmeği. [DS] B beze çevir
Bezcilik; manifaturacılık. mek, {ağız} Hamuru beze hâlinde yuvarlamak. [DS]
bezazet2, [Ar. bezâzet cjİIİJ (beza:zet) {OsT} is. Üst beze6, [beze] {ağız} is. V ücut yapısı; bünye. [DS] B
beze basm ak, {ağız} Damarına basmak; kızdırmak.
baş perişanlığı; kıyafet bozukluğu; pejmürdelik;
[DS]
dağınıklık.
bezegen, [beze-gen] {eAT} sf. Çok süsleyen.
bezazistan, [Ar. bezzâz + Far. istân j l ^ j l ^ ] (beza:-
bezek1, -ği [eT. beze-kiij;] is. 1. Nakış, süsleme, süs.
zista.n) {OsT} is. Bez satılan yer; bedesten; esnaf
{eT} (aym) [Yüknekî] [DLT] 2. Bir eseri süslemek
çarşısı.
için renkli veya renksiz; kabartma veya düz m otif
bezbaz, [Far. bezbâz (bezba:z) {OsT} is. Hin lerden meydana getirilmiş süsleme şekli; bezeme;
distan cevizi kabuğu, nakış. 3. {eAT} Ziynet. 4. {eAT} {ağız} Ziynet eşyası.
bezbeze, [Ar. bezbeze {OsT} is. 1. Hızlı yürüme; [DS] 5. {ağız} Süslü elbise. [DS] 6. {ağız} Bayram;
kaçma. 2. Şiddetle sarsma; depretme. şenlik; donanma; resmî eğlence. [DS] 7. {ağız} L e
ke; benek. [DS] 0 bezek kılmak, {eAT} Süslemek.\\
bezbeze, [Ar. bezbeze ojuju] is. 1. Üstünlük; galebe.
bezek virmek, {eA T} Süslemek; tezyin etmek.
2. Zafer. 3. Nasip; pay; kısmet. 4. Sıkılma; daral bezek2, -ği [büz-ek / bezek] {ağız} is. 1. Şalvar ve do
ma.
nun uçkur geçirilen yeri. 2. Donun uçkuru ya da diz
bezci, [bez-ci] is. Bez dokuyan veya satan kimse, üzerindeki bağı. [DS]
bezcilik, -ği [bez-ci-lik] is. Bez dokuma ve satmak
bezekçi, [bezek-çi , j ^ y \ is. 1. Tavan ve duvarları
işi.
bezdirici, [bez-mek > bez-dir-ici] sf. 1. Usanç veren. resim, şekil ve desenlerle süsleyen, boyayan kişi;
2. Bezginlik getiren, nakkaş. 2. Köylerde gelinleri süsleyen kimse. 3.
bezdirilme, [bez-mek > bez-dir-il-me] is. Bezdiril Alçı veya m ermer görünümündeki malzemelerle
mek işi. bezem e yapan kişi. 4. {ağız} Gelin süsleyen kadın.
[DS] 5. {eAT} sf. Süsleyen; süs yapan,
bezdirilmek, [bez-mek > bez-dir-il-mek] ed il.f. f i r ]
Birisinin bezginlik verici davranışlarına uğramak, bezeklem e, [bezek-le-me] is. 1. Bezeklemek işi. 2.
sf. Çeşitli desen ve renklerle yapılan süsleme; tez
bezdirme', [baz (yans.) > bez-dir-me 4-»^] {eAT} {a-
yinat.
Slzl is. 1. Saç ekmeği; bazlama. 2. Yağlı, yassı bul bezeklem ek, [bezek-le-mek] gçl. f. f e r ] fl(i)-y o r ]
gur köftesi. 3. İncinen ve bertilen yere yapıştırılan Süslemek, bezemek; tezyin etmek.
BEZ ö rü M IİİlC E ffiıÜ ll.5 7 8
bezeklenm ek, [bezek-le-n-melc dUjdSjj] {eAT} dönşl. V ücutta meydana gelen şişkinliği ayranla, yoğurtla
ovmak. 2. Şifalı olduğuna inanılan çamur, toprak
f i [-iir] Süslenmek,
ve suyu yüze sürmek. [DS]
bezekli, [bezek-li] {ağızj sf. 1. Süslenmiş, süsü bulu
bezemekJ, [beze-mek] {ağız} g ç l . f f r ] fz (i)-y o r] 1.
nan; müzeyyen. 2. Süslü; bezenmiş. [DS]
Hamuru bir parça açmak. 2. Ağzının payını ver
bezeklik, [bezek-lik] {eT} is. Süslenme yeri. [EUTS]
mek. [DS]
bezeklü, [bezek-lü {eATj sf. Süslü; ziynetli. bezemek4, [beze-mek] {ağız} is. İnsan ve hayvan vü
bezel, [bez-el] sf. 1. Bezle ilgili; guddevî. 2. Görünü cudunda m eydana gelen şişlik. [DS]
şü, biçimi bezi andıran, bezem ek5, [beze-mek] {ağız} is. Küçük olarak açıl
bezeleme, [beze (hamur topağı) > beze-le-me] is. mış yufka ekmeği; çörek. [DS] S bezemek çevir
Bezelemek işi. mek, {ağız} Yufka hamurunu yavaş yavaş açmak.
bezelem ek1, [beze (hamur topağı) > beze-le-mek] [DS]
g ç l . f f r ] fl(i)-y o r ] Hamuru yapılacak ekm ek ve bezemeli, [beze-me-li] sf. Bezemesi olan; süslü,
ya pastanın büyüklüğüne uygun olarak küçük to bezen, [beze-n] is. Bezek; süs.
paklar haline getirmek. bezenç, [beze-mek > beze-nç] {eT} is. İpek ya da yün
bezelemek2, [bez-ele-mek] {ağız} gçsz. f. f r ] f l ( i ) - yumağı.
yo r] Eskimek. [DS] bezenek, -ği [beze-n-ek] {ağız} is. 1. Basiret. 2. Cesa
bezelemekJ, [beze-le-mek / meze-le-mek] {ağız} gçl. ret. [DS] fi1 bezeneğine basm ak, {ağız} Damarına
fi fr] flfi)-y°rJ Alaya almak; eğlencelik edinmek. basmak; kızdırmak. [DS]
[DS]
bezenilmek, [bez-e-n-il-mek {eAT} edil. fi. f
bezeli1, [beze-li] sf. Bezenmiş; süslenmiş; bezekli.
bezeli2, [beze'-li] sf. Bezesi olan; beze meydana ge ür] Süslenmek; tezyin edilmek,
tirmiş olan. bezeniş, [beze-n-iş] is. Bezenmek işi; bezenme du
bezeli3, [beze3-li] sf. Yumurta akı ve pudra şekeri ka rumu.
tılmış. bezenk, -ngi [bez-mek > bez-en-k] {ağız} sf. Baygın;
bezeli4, [beze-li] {ağız} sf. Gürbüz; iri; kuvvetli; be bitkin; yıpranmış. [DS]
sili. [DS] bezenlik, -ği [beze-n-lik] is. Süs olarak kullanılmak
bezelmek, [beze-mek > beze-l-mek] {eT} dönşl. fi. [- için kıymetli taşlardan yapılmış küçük süs eşyası,
ür] Bezenmek; nakışlanmak. [DLT] bezenme, [beze-n-me] is. Bezenmek işi.
bezelye, [İt. pisallo / Yun. bizelia] (beze ’iye) is. bot. bezenm ek1, [eT. beze-m ek > beze-n-mek edil,
1. Baklagillerden yurdumuzda çok miktarda yetişti
f i f i r ] 1. Birisi tarafından bezeli hâle getirilmek;
rilen, yuvarlak taneleri taze ve kuru olarak tüketi
nakışlanm ak; süslenmek. 2. dönşl. Kendini beze
len tırmanıcı bitki, (Pisum sativum, P. kortense). 2.
mek; süslenmek. {eT} {eAT} (aym). [DLT] S1 bezene
Bu bitkinin badıçlar içinde gelişen yuvarlak tanele
bezene, {ağız} Özenerek; itina ile. [DS]
ri.
bezenm ek2, [beze-n-mek] edil, fi f i r ] 1. Vücutta
bezem e1, [beze-me] is. 1. Süsleme işi. 2. Süsleyen
oluşan kızartılılara karşı tedavi olunmak. 2. Üfü
şey; süs. 3. Duvar süsleri. 4. Sanat eserlerinin yü
rükçü tarafından okunup üflenmek.
zeyini süslemek için kullanılan desen ve şekiller.
bezeme2, [beze-me] {ağız} is. 1. Vücutta şiş ve kızar bezer1, [Ar. bezer jJo] {OsT} is. Gevezelik.
tılarla beliren bir tür deri hastalığı. 2. Kızıl hastalı bezer2, [Far. bızâr] {ağız} sf. Aksi. [DS]
ğı. 3. Frengi. 4. Yüzde ve vücutta zaman zaman bezerlik, [bez-mek > bez-er-lik / Far. bı-zâr (bezgin)
çıkıp kaybolan sivilceli durum. 5. İnsan ve hayvan
+ T. -lik dUjjJ {eAT} {ağız} is. Usanma; bezme;
vücudunda oluşan şişlikler. [DS] S bezeme yap
mak, {ağız} Bir tür kocakarı ilacı ile hastalığı te bezginlik; bıkkınlık. [DS]
davi etmek; otamak. [DS] bezerm ek1, [bez-er-mek (bez gibi olmak) ? / beyaz-
bezemeci, [beze-me-ci] is. Bezeme yapan nakkaş ar-mak ?] {ağız} gçsz. fi f i r ] 1. Solmak; rengi at
veya oymacı; dekoratör. mak. 2. (Kirli çamaşır için) beyazlamak. [DS]
bezerm ek2, [boz-ar-mak / bez-ermek] {ağız} gçsz. fi
bezem ek1, [eT. bed(i)z-e-mek > beze-m ek d i y gçl.
f i r ] 1. K ızararak olgunlaşmak. 2. (Ekin için) ol
f i f r ] fz (i)-y o r] 1. Süslemek; tezyin etmek, dekore
gunlaşmaya başlamak. [DS]
etmek. {eT} {eAT} (aym) [DLT] [EUTS] [Yüknekî] 2.
bezerm ek3, [eT. bez (gudde)/ Ar. beze (gudde) >
Donatmak. 3. Bir bina, mobilya, kumaş, kitap veya
bez-er-m ek / beze-r-mek] {ağız} g ç sz.f. f i r ] (Yara
herhangi bir şeyi süslerle güzelleştirmek; nakşet
için) iyileşmeye yüz tutmak. [DS]
mek.
bezemek2, [beze-mek] {ağız} g ç l.f. f r ] fz (i)-y o r] 1. bezerm iş, [bez-mek > bez-er-miş] {ağız} sf. Bezmiş;
bıkmış; usanmış. [DS]
otiiffill l l C t S O M «579 BEZ
bezeşmek, [beze-mek > beze-ş-mek] {eT} işteş fi f çin) güçlü; kuvvetli; zorlu. 2. Kızgınlığını belli et
iir] Nakşetmekte yardım ve yarış etmek. [DLT] meyip soğukkanlı davranan,
bezetgen, [beze-t-gen] {eT} sf. Daima bezeten. [DLT] bezin, [Far. bezîn (bezi;n) {OsT} sf. Esici; esen,
bezetigsek, [bezet-mek > *bezet-ig > bezetig-sek]
bezinç, [bez-inç] {eTjis. İpek ve yün yumağı. [DLT]
{eT} sf. Süslemeye, süs yapmaya düşkün,
b e z ir1, [Ar. bezir j.L] {OsT} sf. Geveze.
bezetmek, [eT. bedize-t-mek > beze-t-mek] gçl. fi f
ir][eT, -iir] Birine bezeme işi yaptırmak; nakşet b ez ir2, -zri [Ar. bezr / bezir j İ J is. 1. Ekilmek üzere
tirmek; süsletmek; {eT} (aynı). [DLT] ayrılmış bitki tanesi; tohum. 2. Ekim dikim işi; ta
bezeyici, [beze-y-ici] is. Bezeme işini yapan; nakkaş; rım. 3. Keten tohumu. 4. mecaz. Dağıtılmış, saçıl
dekoratör. mış şey. S b ezir işi m ü rek k ep , Keten tohumu y a
bezeyiş, [beze-y-iş J^.yi] is. 1. Bezeme işi; siisleyiş. ğının yakılm ası ile oluşan isten yapılan miirekkep.\\
bezir yağı, Keten tohumu yağı.
2. zfi Bezeme biçimi,
bezez, [Ar. bezzaz] {ağız} is. Kumaş tüccarı; manifa b ezirg an , [Far. bâzar-gân j l Sjy. I jlİjjU ] (bezirgâ;n)
turacı. [DS] is. 1. Tüccar; esnaf. 2. Boynuna astığı b ir tabla ve
bezgek, [bez-mek > bez-gek] (bezgeık) {eTj- is. 1. ya sepette iğne; iplik, boncuk türünden şeyler sa
Soğuk. [EUTS] 2. Titreme; titretici sıtma; {ağızf (ay tan; çerçi. 3. Alışverişte çok kâr peşinde koşan
nı). [DLT] [DS] kimse. 4. mecaz. Korkak. 5. (Aşağılayıcı ifadeyle)
Yahudi.
bezgi1, [bez(e)-gi] is. Süs; bezek.
b ezirg ân b aşı, [bezirgân+baş-ı] is. tar. 1. İm parator
bezgi2, [bez-mek > bez-gi] {ağız} is. Usanç. [DS]
luk döneminde padişahın kullanacağı çuha, bez,
bezgin, [bez-mek > bez-gin] sf. 1. Yaşama ve çalış
tülbent gibi eşyaları satın almak ve korumakla gö
ma isteklerini yitirmiş durumda olan; hayatından
revli Dârüssaade ağasına bağlı görevli. 2. folk. Bir
bezmiş. 2. H er şeyden bıkmış; bıkkın; usanmış,
çocuk oyunu.
bezginleşme, [bez-gin > bez-gin-le-ş-me] is. B ezgin
bezirgânlık, -ğı [bezirgân-lık] is. 1. Bezirgânm yap
leşmek işi; bıkma, usanma, tığı iş ve meslek. 2. mecaz. Tamahkârcasma davra
bezginleşmek, [bez-gin-le-ş-mek] gçsz. fi f i r ] Bez nış.
gin hale gelmek; yaşam a ve çalışma isteğini yitir
bezirg er, [Ar. bezr + Far. -ger j-L] is. Tohum sa
miş durumda olmak; bıkmak; usanmak,
çan; çiftçi.
bezginlik, -ği [bez-gin-lik] is. Bezgin olm a durumu;
bıkkınlık; usanç; yorgunluk. ® bezginlik g e tir b e zirh an e, [Ar. bezir + Ar. hâne ^U-j-u] {ağız} is.
mek, Yorulmak; usanmak; bıkmak.\\ bezginlik v e r Bezir yağı üretilen yer. [DS]
mek, Yormak; usandırmak; bıktırmak. bezirlem e, [bezir-le-me] is. Bezirlemek işi.
bezi, - zi’ı [Ar. bezı‘ (bezi;) {OsT} sf. (Çocuk bezirlem ek, [bezir-le-mek] gçl. f i f r ] fl(i)-y o r ] 1.
için) akıllı uslu; zarif, Keten tohum u yağı ile yağlamak. 2. Bezir yağı sür
mek.
bezig, [bez-mek > bez-ig] {eT} is. Titreme; tüyleri
diken diken olma. [DLT] bezistaıı, [Ar. bezz + Far. istân jl^ > ı] (bezista:n)
bezik1, -ği [bez-mek > bez-ik] {ağız} sf. 1. Soluk; {OsT} is. Bez satılan yer; bedesten; esnaf çarşısı,
rengini atmış. 2. Buruşuk; zayıf; cılız. 3. Pembe. beziş, [bez-mek > bez-iş] is. Bezmek eylemi ve bi
[DS] çimi.
bezik2, -ği [Erme, bazuk (pancar)] {ağız} is. Pancar bezitm ek, [bez-it-mek] {eT} gçl. f i f ü r ] Titretmek.
yaprağı. [DS] [DLT]
bezik3, -ği [Fr. besique] is. Dört deste as, papaz, kız, bezk, [Far. bezk J j J {OsTj is. zool. Tespih böceği,
vale, onlu ve dokuzludan ibaret 96 iskambil kâğıdı
bezi, [Ar. bezi Jju] {Os T} is. 1. Cömertçe harcama. 2.
ile ve iki, üç, dört veya beş kişiyle oynanan bir is
kambil oyunu, Bol bol, acımadan verme; saçma. S bezl-i cân,
bezil, [Yun. pezuli (taş seki)] {ağız} is. 1. K ayalar {OsT} Canını, hayatını seve seve fe d a etme. || bezl-i
üzerindeki küçük çıkıntılı düzlükler; seki. 2. Evler cehd, {OsT} Elinden gelen çabayı gösterme. || bezl-i
de testi konulan yükseltiler. [DS] g ayret, {OsTj Elinden gelen çabayı gösterme. ||
bezl-ü g ü h er, {OsT} Cevher dağıtma; inci saçm a.||
bezilme, [bez-il-me] is. Bezilmek işi.
bezl-i him m et, {OsTj Elinden gelen çabayı gös
bezilmek, [bez-mek > bez-il-mek] edil, fi f i r ] Bez
terme. || bezl-i m a k d e re t, {OsT} Elinden gelen ça
mek eylemi yapılmak; bezginlik durumuna getiril bayı gösterm e.|| bezl-i m a k d ü r, {OsT} Elinden g e
mek.
len çabayı gösterm e.|| bezl-i m echüd, {OsT} E lin
bezim, [Ar. bezim ^ .1 ] (bezi;m) {OsT} sf. 1. (Kişi i- den gelen çabayı gösterme. || bezl-i nefs, {OsT}
BEZ ö IÜ M IİM tS û M .
Kendini harcama; hayatını verme. j| bezl-i nükud, bezrek, -ği [Far. bezr > bezrek Ay] {OsT} is. Küçük
i OsT! Bol bol para verme. tohum
bezla, -a’i [Ar. bezla5 sf. Felâket getiren,
bezreka, [Ar. bezreka «j-İJ {OsTj is. Yol gösteren;
bezle, [Far. bezle Jjj] (OsTj is. 1. Hoşa giden, nazik kılavuz; delil,
söz; latife; şaka tarzında söylenen lakırdı. 2. bezrgâr, [Ar. bezr + Far. -gâr _>\Sjy] (bezrgâ:r) is.
Ahenkle okunan şiir. S bezle-bâz, ',OsTj Lal ifeci;
Tohum saçan; çiftçi,
şakacı.|| bezle-gû, {OsT’, Latifeci; şakacı.
bezlemek, [bez-le-mek] g ç l . f f r ] fl(i)-y o r ] 1. Bez bezrger, [Ar. bezr + Far. -ger £ j l ] {OsTj is. Tohum
yapıştırmak; bez koymak. 2. (Harita vb. için) yır saçan; çiftçi.
tılmalarını önlemek amacıyla arkasına bez yapış bezrkâr, [Ar. bezr + Far. -kâr jlS"jy] (bezrkâ;r) is.
tırmak; astarlamak. 3. {ağız} Çocuğu bezlerine sar Tohum saçan; çiftçi,
mak. [DS] 4. {ağız} geçsz. fi (Cilt için) pul pul ka
barmak. [DS]
bezul, [Ar. bezi > bezül Jj-i;] (bezu:l) {OsTj sf. Eli
açık; cömert.
bezm1, [Ar. bezm j*y {OsT} is. 1. Diş ucu ile ısırma;
kırma. 2. Yayın kirişini çekip salıverme. bezyun, [Ar. bezyün j jy ] (bezyıı;n) {OsT} is. 1. İnce
kumaş. 2. Altm işlemeli atlas; siindüs.
bezm2, [Far. bezm j-iı] is. 1. Toplantı. 2. Topluluk. 3.
İçkili, eğlenceli sohbet toplantısı. 4. Ziyafet. S bezzaz, [Ar. bezz > bezzâz jl_n] {OsTj (bezza;z) is. 1.
bezm-ârâ, {OsT! Katılımı ile toplantıya renk veren; Kumaş satan kimse; bezci. 2. Kumaşçılar çarşısı,
toplantıyı süsleyen. || bezm-efzâ, {OsT} Ziyafetin, bezzazistan, [Ar. bezzâz + Far. istân / OsTj
eğlencenin zevkini artıran.|| bezm-i aşk, {OsT} Aşk (bezza;z) is. Bez satılan yer; bedesten; dokumacılar
meclisi. || bezm-i cem, {OsT} Cemin meclisi; içkili
çarşısı.
toplantı, eğlenti. || bezm-i cihan, {OsT} Diinya mec-
bezzazlık, -ğı [bezzaz-lık] is. Kumaş satıcısının işi;
lisi.|| bezm-i elest, {OsT} A lla h ’ın ruhları yarattık
manifaturacılık,
tan sonra onları toplayıp "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? ” diye sorduğu ve ruhların da "Evet, Rab- bezzeke, [Ar. bezzâka ■üly] {ağızj is. Sümüklü böcek.
bim izsin!” cevabını verdikleri toplantı.\\ bezm-i [DS]
fenâ, {OsTj Dünya; hayat.\\ bezm-i fütûh, {OsTj bı1, [ba / be / bı / bo / bö / bü (vans.)] is. (Hayvan
Zafer meclisi. || bezm-i gâm, {OsT} Üzüntü meclisi. || için) bağırma, seslenme, böğürme anlatan kök.
bezm-i hâs, {OsTj Özel içki meclisi.|| bezm-i işret, [Zülfıkar] bı-ğır-ma.
{OsT} içki meclisi.|| bezm-i mey, {OsTj İçki mecli- bı2, [bı] /eTj is. Bıçak; çakı; kesecek alet. [EUTS] [Ga
si. bezm-i muhabbet, 'OsTj İçki meclisi. || bezm-i bain] S bı bıçku, {eT} Bıçak. [EUTS]
nûş â nflş, {OsTj İçki m eclisi.|| bezm-i safâ, Eğlen bıbık, -ğı [Çoc. d. bıbık] {ağızj is. Küçük kız çocuk
ce meclisi.\\ bezm-i vuslât, Buluşma meclisi. larının cinsiyet organı. [DS]
bezman, [bez-men / bez-mân] {eT} sf. Bezgin; bitkin. bıc1, [bıc (yans.)] is. Çocukların konuşma tarzını an
bezme1, [bez-me] is. Bezmek işi; bıkıp usanma. latan kök. [Zülfikaı] bıc-ı bıcı.
bezme2, [Ar. bezme {OsT} is. Gündüz yenilen bir bıc2, [bıc (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır
öğün yemek. ma, kovalam a sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] bıc-ı
bıcı.
bezme3, [Far. bezme ^ y ] is. İçki veya sohbet meclisi
bıc3, [bıc (yans.)] is. M ızıkçılık etmeyi anlatan kök.
köşesi.
[Zülfıkar] bıc-ık-la-mak, bıc-ı-mak, bıc-ık-mak, bıc-
bezmek, [eT. bez-m ek (soğuktan titremek)] g ç sz.f. [- ık.
er] 1. {eT} Titremek. [Gabain] [DLT] [EUTS] 2.
bıc4, [bıc (yans.)] is. Y ıkanma biçimi anlatan kök.
Usanç duymak; bıkkınlık getirmek. 3. Yaşama ve
[Zülfıkar] bıc-ı bıcı, bıc-ı bıcı yapmak.
iş yapma gücünü yitirmek; yaşamaktan ve çalış
bıc5, [bıc / biç (yans.)] is. Sulanmış, cıvıklaşmış nes
maktan zevk alamaz olmak,
nelerin kımıldamaları halindeki görünümünü ve
bezmgâh, [Ar. bezm + Far. -gâh (bezmgâ:h) durumunu anlatan kök. [Zülfikar] bıc-ıl, bıc-ıl-gan,
is. Eğlence ve içki meclisi. . . : bıc-ır-a-mak, bıc-ır, bıc-ır-gan.
''« •.r1 r Ar. bezr - \A {n^Tl is. Tohum; ekilecek tane, b ıf6v fbıc / h»ç / bflc ftwis.J}'/* < •'
o- oezr-ger, ,'OsTj -* Dezrger.[| bezrö’l-bene, «fin yağlanarak <sazı bölgelerinin sarkmasını, şiş
manlığın verdiği hantallığı ve tembelliği anlatan
{OsT} bot. Ban otu tohumu.
kök. [Zülfıkar] bıcı bıcı, bıcı-lan-mak, bıc-ır-mak,
bezr2, [Far. bezr j y] {OsTj is. 1. Ekim; tarım; ziraat. bıcı-l-da-k.
2. Çiçek ve sebze tanesi. bıcı1, [bıc (yans) > bıc-ı] is. Çocukların konuşma tar
BlffilMKt SOMÜ« 581 BIC
zını anlatan yansımalı gövde, fi1 bıcı bıcı, /ağız} bıcıldamak, [bıc (yans.) > bıc-ıl-da-mak] {ağız} gçsz.
(Çocukların konuşması için) tatlı tatlı; neşeli. [DS] fi f r ] [-d(ı)-yor] Bıcıltılı sesler çıkarmak,
bıcı2, [bıc (yans.) > bıc-ı] is. Yıkanma biçimi anlatan bıcılgan, [eT. bıç-ıl-ğân > bıcılgan jU Jif] is. 1. A tla
yansımalı gövde. [Ziilfikar] S bıcı bıcı, (Çocuk dili) rın ve sığırların tırnak kökünde meydana gelen sulu
yıkanma.\\ bıcı bıcı yapmak, Yıkanmak. yara. {eAT} (aynı) 2. Sulu yara; egzama; mayasıl. 3.
bıcı3, [bıc (yans.) > bıc-ı] is. Keçi ve diğer hayvanları sf. (Yara için) azmış,
çağırma, kovalam a sözünü anlatan yansımalı göv bıcılganmak, [bıcılgan-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] Eg
de. S bıcı bıcı, {ağız} Keçi çağırma ünlemi. [DS] zama olmak. [DS]
bıcı4, [bıc / buc / büc (yans.) > bıc-ı] is. Şişman olm a bıcılık, -ğı [bir+çal-ık > bıcılık] (b ı’cılık) {ağız} sf.
yı, bedenin yağlanarak bazı bölgelerinin sarkması Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
nı, şişmanlığın verdiği hantallığı ve tembelliği an bıcılkan, [bıc (yans.) > bıc-ll-kan] {ağız} is. -* bıçıl-
latan yansımalı gövde. S bıcı bıcı, {ağızj Şişman; gan2'. [DS]
hantal. [DS]|| bıcı bıcı bitmek, (ağız} Yediği ya ra bıcıltı, [bıc (yans.) > bıc-ıl-tı] {ağız} is. Yoğurt, ayran
mak; şişmanlamak. [DS] vb.nin yüzeyinde küçük kabarcıklarla birlikte çıkan
bıcı5, [bıc (yans.) > bıc-ı] is. M ızıkçılık etmeyi anla ses.
tan yansımalı gövde. S bıcı bıcı, {ağız} Baştan sa bıcımak, [bıc (yans.) > bıc-ı-mak] {ağızj gçsz. fi [-ır]
van; savsaklayın. [DS] 1. Mızıkçılık etmek; sözünden dönmek. 2. U san
bıcıbıcı1, [bıc (yans.) > bıc-ı+bıc-ı] {ağız} is. Bir tür mak. [DS]
çocuk oyuncağı. [DS] bıcımık, -ğı [bir+çim-dik > biı+cım-ık] (bı ’cırnık)
bıcıbıcı2, [bıc (yans.) > bıc-ı+bıc-ı] {ağız} sf. Baştan {ağızj sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
savıcı; savsaklayıcı. [DS] bıcımıcık, -ğı [bir+çal-ım-lık / -cık > bıcımıcık]
bıcıbıcı3, [bıc (yans.) > bıc-ı+bıc-ı] {ağız} is. Otomo (bı ’cımıcık) {ağızj sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bil yıkama düzeneği. bıcınmak, [bıc (yans.) > bıc-ın-mak] {ağızj gçl. f i [-
bıcık1, -ğı [eT. bıç-uk > bıç-ık] {ağız} is. 1. Dörtte bir ır] Okşayarak sevmek. [DS]
parça; dilim. 2. Ceviz içi. [DS] bıcır1, [bıc (yans.) > bıc-ır] is. Sürekli olarak cıvılda
bıcık2, -ğı [eT. bıç-uk > bıcık] {ağız} is. Dişi kedinin ma biçiminde konuşmayı anlatan gövde. S bıcır
üreme organı. [DS] bıcır, 1. (Konuşma için) sürekli olarak, hoşa g ide
bıcık3, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ık] {ağız} is. Buzağı. [DS] cek şekilde. 2. (Terlemek için) bol bol. 3. (Çocuk
bıcık4, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ık] {ağızj is. Kadınların için) canlı; hareketli; sevimli.
meme uçlarında, çocukların ayaklarında çıkan sulu bıcır2, [bıc (yans.) > bıc-ır] {ağızj sf. Gözleri sulanan.
[DS]
yara. [DS]
bıcırJ, [Bul. cebur] {ağız} is. Büyük fıçı. [DS]
bıcıkçı, [bıc (yans.) > bıc-lk-çı] {ağız} sf. Mızıkçı.
[DS] bıcıramak, [bıc (yans.) > bıc-ır-a-mak] {ağızf gçsz. fi
f r ] fr (ı)-y o r] Kımıldamak. [DS]
bıcıkım, [bir+çık-ım > bıcıkım] (bı ’çıkım) {ağız} sf.
Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bıcırdamak, [bıc (yans.) > bıc-ır-da-mak] {ağız} gçsz.
fi f r ] fd (ı)-y o r] Mutluluğun, hoşnutluğun belirtisi
bıcıklamak, [bıc (yans.) > bıc-ık-la-mak] {ağız} gçsz.
olarak sürekli ve hafif sesler çıkarmak. [DS]
fi f r ] fl(ı)-y o r ] M ızıkçılık etmek; sözünden dön
bıcırgan1, [bıc (yans.) > bıc-ır-gan] {ağız} sf. Ortalığı
mek. [DS]
karıştıran; fitneci. [DS]
bıcıkmak, [bıc (yans.) > bıc-ık-mak] {ağız} g ç sz .f. f
bıcırgan2, [biç-mek / bıç-mak > bıc-ır-ga-n ?] is. 1.
ır] Mızıkçılık etmek; sözünden dönmek. [DS]
Metal boruların iç yüzlerini parlatıp düzleştirmekte
bıcıl1, [bıc (yans.) > bıc-ıl] is. anat. 1. A şık kemiğinin
kullanılan bir araç. 2. {ağız} Çelik matkap. [DS]
altında bulunan küçük bir kemik. 2. Bu kemikle
bıcırgan3, [bıc (yans.) > bıc-ır-gan] {ağız} is. tshal.
oynanan bir tür zar oyunu. [DS]
bıcıl2, [bıc (yans.) > bıc-ıl] {ağız} sf. Yumuşak. [DS] bıcırgan4, [bıc (yans.) > bıc-ır-gan] {ağız} is. Midye.
bıcılanmak1, [bıc (yans.) > bıc-ıl-an-mak] {ağız} [DS]
dönşl. fi f ı r ] Sızlanmak. [DS] bıcırgan5, [bıc (yans.) > bıc-ıl-gan / bıcır-gan] {ağız}
bıcılanmak2, [bıc (yans.) > bıc-ıl-an-mak] {ağız} is. Sulu yara. [DS] S bıcırgan otu, Nanegillerden,
dönşl. fi f ı r ] Biraz .şj^ a n la m a k ; toplanmak; iyi f*3ç olarak kullan dan kokulu ve zehirli bir ot.
leşmek. [DS] . ~ 's t c -g [ b , c y w /ij.7 0 * b lç - f r - ğ ? * » ! !? ; '! ‘
bıcıldak1, -ğı [bıc (yans.; > bıc-ll-âa-fc] (ağız} is. Kü Çamurlu yer. [DS] ■" 'y '
çük çocuk. [DS] bıcırık1, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ır-ık] sf. 1. Sıska; çe
bıcıldak2, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ıl-da-k] {ağız} is. 1. limsiz. 2. Yaramaz. 3. Geveze; bit bit. S bıcırığı
Azmış ve yayılmış yara. 2. Hayvanların tırnak dip çıkmak, {ağız} (Çok olgun yem işler için) p a rça
lerinde olan yara. [DS] lanmak; içi ışına çıkmak. [DS]
BIC Ö IÜ M IİİM E S Ö M .
b ıcırık2, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ır-ık] sf. Bol. [DS] bıçakçı, [bıçak-çı] is. 1. Bıçak ve buna benzer kesici
b ıcırık3, -ğı [bıc (yans.) > bıc-ır-ık] is. İshal. [DS] aletler yapan kimse. 2. B ıçak satıcısı. 3. Bu esnafın
bıcırm ak, [bıc (vans.) > bıc-ır-mak] {ağızj gçsz. f. f dükkânı.
ır] Biraz şişmanlamak; iyileşmek; toplanmak. [DS] bıçakçılık, -ğı [bıçak-çı-lık] is. 1. Bıçakçının işi; bı
b ıc ıtm a k 1, [bıc (yans.) > bıc-ıt-mak] {ağızj g ç l . f f ı r ] çakçının mesleği. 2. Bıçak sanayii,
B ir bitkiyi sökerken örselemek, yaralamak. [DS] b ıçak lam a, [bıçak-la-ma] is. Bıçaklamak eylemi. S1
bıcıtm ak2, [bıc (yans.) > bıc-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] b ıçak lam a m akinesi, Koyun derisinde kalmış olan
İşin tadım kaçırmak; çığırından çıkarmak; ciddili ya ğ ve et parçalarını temizlemekte kullanılan ma
ğini bozmak; cıvıtmak. [DS] kine.
b iç1, [bıc / biç (yans.)] is. Sulanmış, cıvıklaşmış nes bıçak lam ak , [bıçak-la-mak] gçl. f. f r ] fl(ı)-y o r] 1.
nelerin kımıldamaları anındaki görünüm ünü ve Bıçakla kesmek. 2. Bıçakla birini yaralamak veya
durum unu anlatan kök. [Zülfıkar] bıç-ık, bıç-ıl-gan, öldürmek.
bıç-ır-gcm. b ıçak lan m a, [bıçak-la-n-ma] is. Bıçaklanmak işi.
biç2, [biç (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır b ıç a k la n m a k 1, [bıçak-la-n-mak] e d il.f. f ı r ] 1. Ken
m a, kovalam a sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] bıç-ı disine biri tarafından bıçakla yaralamak eylemi uy
bıçı. gulanmak; bıçakla yaralanmak. 2. Bıçaklı hâle ge
bıça, [bıç-a] {eT} is. Yırtık; yırtma. [EUTS] tirilmek; bıçak takılmak.
b ıç a k la n m a k 2, [bıçak-la-n-malc] dönşl. f. [-ır] Bıçak
bıçah, [bıç-mak > bıç-ak > bıç-ah {eATj is. Bı
edinmek; bıçak almak; bıçak sahibi olmak; kendim
çak. bıçaklı hâle getirmek.
bıçak, -ğı [eT. bıç-m ak (biçmek) > bıç-ak] is. 1.
b ıç a k la şm a k 1, [bıçak-la-ş-mak işteş f. f ı r ]
Tutacak bir sapı olan, genellikle kesme işinde kul
[eAT, -ur] Birbirini bıçaklamak; karşılıklı olarak
lanılan el aracı. [EUTS] {eTj (aynı) 2. Çeşitli kesme
bıçaklam a eylemini gerçekleştirmek; {eATj (aym).
işlerinde kullanılan kesici ağzı bulunan ve amaca
göre şekli ve niteliği değişen araçlar. 3. Tıraş ol b ıçak laşm a k 2, [bıçak-la-ş-mak] gçsz. f. f ı r ] Bıçak
m akta kullanılan kesici; jilet veya ustura. S bıcaga durum una gelmek; bıçak gibi olmak,
düşm ek, {eATj -*■ bıçağa düşmek.|| b ıcaga gelm ek, bıçaklı, [bıçak-lı] sf. Bıçağı olan,
{eAT} -*■ bıçağa gelmek.|! bıçağa düşm ek, 1. Son b ıçaklık, -ğı [bıçak-lık] is. M utfak aleti olarak bıçak
çareyi bıçakta aramak. 2. Kendini bıçakla öldür ların konulduğu çekmece veya askı,
m ek.|| bıçağa gelm ek, (Kasaplık hayvanlar için) bıçası, [bıç-mak > bıç-ası] {eT} is. Biçecek; kesecek.
kesilecek kadar büyümek. || bıçak ağzı, 1. Bıçağın [DLT]
keskin yüzü. 2. {ağız} Yarım ay. [DS]|| b ıçak altın a bıçgak, [bıç-mak > bıç-ğâk / buçğâk] (bıçga:k) {eTj
y atm ak , A m eliyat olmak. | bıçak artığı, K esilm e is. Köşe.
miş kasaplık hayvan.]| b ıça k bıçağa gelm ek, B ı bıçgas, [bıçğas / baçıg / bıçığ] {eT} is. Uluslar arasm
çakla dövüşecek duruma gelmek.\\ b ıç ak b ıç a k ol da yapılan antlaşma ve bağlantı. [DLT]
m ak , {ağız} B ir yeri sancımak. [DS]|| b ıça k çek bıçgıl, [bıç-ğıl / bıç-ıl-ğan] {eTj is. 1. Eldeki ve ayak
m ek, Bıçakla saldırmak. || b ıçak gibi, 1. İnce ve taki çatlaklar; bıçılgan. 2. Yerdeki yarık ve çatlak
keskin. 2. (Soğuk için) şiddetli ayaz. || b ıçak gibi lar. [DLT]
kesm ek, 1. Çok keskin olmak. 2. (İlaç için) etkisini bıçgu, [bıç-ğu] {eT} is. 1. Bıçkı; testere. 2. Bıçak. 3.
hemen göstermek.\\ bıçak gibi sap lan m ak , Şiddetli Biçme. [EUTS] [DLT] [Gabain]
ve ani bir sancı başlamak.\\ b ıçak kaçığı, Ayakka bıçguç, [bıç-ğuç] {eTj is. Makas; sındı. [DLT]
bıcılıkta bıçağın yanlış kullanılmasıyla ortaya çı bıçguluk, [bıç-ğu-luk] {eTj is. Bıçkılı; bıçaklı.
kan kesik.\\ bıçak kem iğe d ay an m a k , 1. D ayana [EUTS]
cak hâl kalmamak. 2. Sabrın son sınırına varmak.|| bıçı, [biç (yans.) > bıç-ı] is. Keçi çağırma ünlemi. S
bıçakla k eser gibi kesm ek, Kesin olarak bitirmek, bıçı bıçı, {ağız} Hayvanları çağırma ve kovalama
sona erdirmek.\\ b ıçak sırtı, 1. Çok az zaman. 2. ünlemi. [DS]
Ç ok az kalan yol. 3. Tehlikeli, korkulu durum ve bıçıg, [bıç-mak > bıç-ığ] {eT} is. Anlaşma; sözleşme.
yer.jl b ıçak silm ek, İşi sonuçlandırmak, bitirmek.\\
b ıç ık 1, -ğı [bıç-mak > bıç-ık] {ağız} is. 1. Sel yatağı;
b ıç a k sünüge erm ek, {eAT} B ıçak kemiğe dayan-
dere; dere yatağı. 2. Dağ yamacı. [DS]
mak. || b ıçak v u rm a, Dericilikte deride kalmış olan
bıçık2, -ğı [biç (vans.) > bıç-ık] {ağız} is. -*■ bıçılgan2.
et ve yağ parçalarım sıyırıp atma z£z'.|| b ıç ak y a ra
[DS]
sı, 1. Bıçakla yaralanma sonucu deri üzerinde ka
b ıçılg an 1, [bıç-ıl-mak > bıç-ıl-ğan] {eTj {eAT} is. 1.
lan iz. 2. (Dudak için) ince, kesin çizgili. || bıçak
H erhangi bir çatlak; yarıntı. 2. Hayvanların ayakla
yem ek, Birisi tarafından bıçakla yaralanmak.
rında hasıl olan yara; çatlak.
« ffl [ l i g S O M . 583 B ID
bıçılgan2, [biç (yans.) > bıç-ıl-gan] {ağız} is. 1. Yara bıçkınlık, -ğı [bıç-kın-lık] is. Bıçkın olm a durumu;
azması. 2. Kadınların meme uçlarında, çocukların kabadayılık.
ayaklarında ter vb. sebeplerden oluşan sulu yara. bıçkınmak, [bıc-(ı)lc-ın-mak] /ağızj g çsz.f. [-ır] B ur
[DS] 3. {ağız} Göl kıyılarında, su içinde midye ka kulmak; acımak. [DS]
buğuna benzer kaygan bir madde. [DS] bıçm a, [bıç-ma] {eTj is. Biçme; kesme. & bıçma yo-
bıçılgm, [biç (yans.) > bıç-ıl-gın] {ağız} is. -+ bıçıl- rınçga, {eTj Biçilmiş yonca. [DLT]
gan2. [DS] bıçmak, [bıç-mak / biç-mek] {eT} gçl. f. [-ur] Biç
bıçılkan, [biç (yans.) > bıç-ıl-kan] {ağız} is. -*■ bıçıl- mek; kesmek. [DLT] [ETY] [EUTS] [Gabain] [Tekin]
gan2. [DS] bıçtaçı, [bıç-taçı] {eT} is. Cellat. [EUTS]
bıçılmak, [bıç-mak > bıç-ıl-mak] {eT} edil. f. [-ır] bıçturmak, [bıç-malc > bıç-tur-mak] {eTj g ç l.f. [-ur]
Biçilmek; kesilmek. [Gabain] [EUTS] Biçtirmek; kestirmek. [DLT]
biçim, [bıç-mak > bıç-ım] {eT} is. Kesim; dilim. bıçuk, [bıç-mak > bıç-uk] {eTj sf. 1. Biçilmiş; kesik.
[DLT] 2. Kesilmiş şeyin yarısı; buçuk,
bıçımak, [bıç-mak > bıç-ı-mak] {eT} gçl. f. [-r ?] bıçum ak, [bıç-mak > bıç-ü-mak] {eT} gçl. f. [-r]
Biçmek. [Nevâyî] Kesmek. [EUTS]
biçin, [bıçm / biçin] {eT} is. Maymun. [Gabain] bıçuşmak, [bıç-uş-mak] {eTj işteş, f. [-ur] Kesişmek.
bıçınggıcık, -ğı [bir+çmgı-cık > bıçıngıcık] (bı'çıh- [EUTS]
gıcık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bid1, [bid / bit (yans.)] is. Gürültülü patırtılı, kaba ve
bıçıngı, [bir+çın-gı > bıçmgı] (bı ’çıngı) {ağız} sf. Bir düzensiz konuşmayı; baş ağrıtıcı konuşmayı, geve
parça; biraz; azıcık. [DS] zelik ve dedikodu etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
bıçmmak, [bıç-mak > bıç-m-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] bıd-ı bıdı, bıd-ı-la-mak, bıd-ır bıdır, bıd-ı-ra-mak,
1. Bir şeyi kendi için doğramak. 2. Kendini doğrar bid bit, bıd-ra-mak, bıd-ra-ş-mak.
gibi göstermek. 3. Kendi başına doğramak. [DLT] bid", [bid / bid (yans.)] is. Düzensiz h afif patırtılı
bıçıntı, [bıç-mak > bıç-mtı] {ağız} is. 1. Sel yatağı; hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki
dere. 2. Bıçağın parm ağı hafifçe kesmesinden olu yana sallanarak adım atmayı anlatan kök. [Zülfıkar]
şan küçük yarık. [DS] bıd-ır bıdır, bıd-ış bıdış. fi1 bid bid, {ağız} (Yürü
bıçırgan, [biç (yans.) > bıç-ır-gan] {ağız} is. Sulu ya m ek için) çarpık; eğri; yalpalayarak. [DS]
ra; bıçılgan. [DS] bid3, [bid / bid (yans.)] is. Kümes hayvanlarını çağır
bıçırganlık, -ğı [biç (yans.) > bıç-ır-gan-lık] {ağızj is. mak ve kovalam ak için kullanılan seslenmeyi anla
Çamurlu yer. [DS] tan kök. [Zülfıkar]
bıçıkan, [biç (yans.) > bıç-ır-kan] {ağızj is. -*■ bıçıl- bid4, -d ’ı [Ar. bid / bız‘ {OsT} is. Geceden bir
gan2. [DS] kısım.
bıçış, [bıç-mak > bıç-ış] {eT} is. Büyüklerin davetine, bid5, [bid / bid (yans.)] is. Küçük boyluluk ya da yu
düğününe gidenlere verilen ipekli kumaş. [DLT] varlaklık anlatan kök. [Zülfıkar] bıd-ık.
bıçışmak, [bıç-mak > bıç-ış-mak] {eTj işteş, f. [-ur]
bıdaa, [Ar. b ıdâ'a / bıdâ'at / bızâ'at « U / i&Liu]
Biçmekte, kesm ekte yardım ve yarış etmek. [DLT]
bıçka, [Rus. spiçka] {ağızj is. Kibrit. [DS] (bıda:a) {OsTj is. 1. Sermaye. 2. Bilgi,
bıçkı, [eT. bıç-ğu > bıç-kı] is. 1. Ağaç kesm ek veya bıdaat, [Ar. b ıdâ'a / bıdâ'at / bızâ'at ip L i] (bıda:at)
tahta biçmekte kullanılan ağzı dişli büyük testere. {OsTj is. Sermaye,
2. Motorlu testere. 3. Saraçların kullandığı bıçak; bıdak, -ğı [eT. butl-m ak > but-ık] {ağız} is. 1. Budak.
falçata. 4. Bağ budamaya yarayan dişli küçük çakı 2. Ü züm salkımının her bir parçası. [DS]
bıçağı. S bıçkı evi, Tahta biçilen yer. bıdam a, [buda-ma] {ağız} is. 1. Kesilmiş, budanmış
bıçkıcı, [bıç-kı-cı] is. 1. Ağaç ve tahta biçerek geçi bağ çubuğu. 2. Kasımpatı. [DS]
mini sağlayan ve bu işi meslek edinmiş kimse. 2. bıdam ak, [eT. butl-m ak > buda-mak] {ağız} gçl. f. [-
Bıçkı makineleri yapan ve satan kimse, r] Budamak. [DS]
bıçkıhane, [bıçkı + Far. hâne] (bıçkıha:ne) is. Tom bidati, [bıda-tı] {eT} sf. Boş; faydasız. [Üç İtigsizler]
rukların biçilip tahta haline getirildiği yer.
bıdbıt, [bid (yans.) > bıd+bıt] {ağız} sf. Geveze. [DS]
bıçkın, [bıç-mak (biçmek) > bıç-kın] sf. argo. 1. bıddık, -ğı [bir+tik-i > bıddık] {ağız} sf. Bir parça;
Külhanbeyi; kabadayı, {ağız} (aym) [DS] 2. {ağızj biraz; azıcık. [DS]
Cesur; yürekli. [DS] 3. {ağız} Hovarda; serseri. [DS]
bıdı1, [bid (yans.) bıd-ı] {ağız} is. İki kişi arasmda,
4. {ağız} Yaramaz; haşan. [DS]
duyulabilir ancak söylenilenlerin anlaşılamadığı
bıçkınlaşma, [bıç-km-la-ş-ma] is. Bıçkınlaşmak işi.
türden konuşma. [DS] S bıdı bıdı, {ağız} B ebek
bıçkınlaşmak, [bıç-km-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] okşama sırasında kullanılan sevgi sözü. [DS]|| bıdı
Kabadayılık taslamak.
bıdı etm ek, {ağız} 1. Ağız kavgası etmek. 2. Kendi
BID 0IÜMIİM2biiti.^
kendine konuşmak. [DS]|| bıdı bıdı konuşm ak, b ıd ıld am ak , [bid (vans.) > bıd-ıl-da-mak] {ağızj gçsz.
{ağızj 1. Kavga edercesine konuşmak. 2. Kendi fi. f r ] fd (ı)-y o r] Kendi kendine konuşmak; mırıl
kendine konuşmak; mırıldanmak; homurdanmak. danmak; homurdanmak. [DS]
[DS] b ıd ıld an m ak , [bıd (yans.) > bıd-ıl-da-ıı-mak] {ağız}
bıdı2, [bid (yans.) > bıd-ı] {ağız} sf. Geveze. [DS] dönşl. fi f ı r ] Kendi kendine söylenmek; mırıldan
bıdı3, [bid / bid (yans.)] is. Düzensiz hafif patırtılı mak. [DS]
hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki b ıd ır1, [bid (yans.) > bıd-ır] {ağız} is. 1. Çocuğun tatlı
yana sallanarak adım atmayı anlatan yansımalı tatlı konuşm asını anlatan yansımalı gövde. 2. Ken
gövde. [Zülfıkar] S1 b ıd ı bıdı, {ağızj (Küçük hay di kendine konuşmayı, mırıldanmayı anlatan yan
vanlar için) sıçrayarak. [DS] sımalı gövde. [DS] S b ıd ır b ıd ır, /ağızj 1. (Çocuk
bıdıbıdı, [bid (vans.) > bıd-ı+bıd-ı] {ağızj is. G eveze için) kendi kendine tatlı tatlı söylenmesi. 2. Kendi
lik. [DS] kendine konuşmayı, mırıldanmayı anlatır. [DS])
b ıd ır b ıd ır etm ek, {ağız} 1. Kendi kendine konuş
bıdıcı, [bid (yans.) > bıd-ı-cı] {ağızj sf. Geveze. [DS]
mak. 2. Gevezelik etmek. 3. (Çocuk için) tatlı tatlı
b ıdıdaşm ak, [bid (yans) > bıd-ı(r)-da-ş-mak] {ağızj
konuşmak. [DS]
işteş f. [-ır] -*■ bıdırdaşmak. [DS]
b ıd ır2, [bid (vans.) > bıd-ır] is. Düzensiz hafif patırtılı
b ıd ık 1, [bıd-ık] {eTj is. Bıyık. [DLT]
hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki
b ıd ık 2, -ğı [bid (yans.) > bıd-ık / Erme, bızdig ?] sf. 1. yana sallanarak adım atmayı anlatan yansımalı
(İnsan için) kısa boylu ve tıknaz; şişman ve yuvar gövde. S 1 b ıd ır b ıd ır etm ek, {ağız} (Şişman kim se
lak yüzlü. 2. {ağız} (Meyve, tohum için) küçük; lerin vücutları için) yürürken titremek.
ufak. [DS] 3. {ağızj Tavuk. [DS] 4. {ağızj Yumurta. b ıd ıra m a k , [bıd (yans.) > bıd-ır-a-mak] {ağızj gçsz. fi
[DS] 5. {ağızj ünl. Küçükleri severken kullanılan f r ] [-r(ı)-yor] 1. Kendi kendine konuşmak; mırıl
sevgi sözü. [DS] danmak; söylenmek; homurdanmak; fısıldanmak.
b ıd ık J, -ğı [bid (yans.) > bıd-ık] is. Düzensiz hafif 2. Yersiz ve çok konuşmak. [DS]
patırtılı hareketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz b ıd ıra şm a k , [bıd (yans.) > bıd-ır-a-ş-mak] {ağız} işteş
veya iki yana sallanarak adım atmayı anlatan yan fi f ı r ] H afif sesle konuşmak. [DS]
sımalı gövde. S b ıd ık bıdık, {ağızj (Çocuğun y ü b ıd ırd a m a k , [bıd (yans.) > bıd-ır-da-mak] {ağız} gçsz.
rüyüşü için) yavaş yavaş. [DS] fi f r ] [-d(ı)-yor] 1. Kendi kendine konuşmak; m ı
b ıdıkı, [bir+tık-ı > bıdıkı] (bı 'diki) {ağızj sf. Bir rıldanmak; homurdanmak. 2. Çok yersiz konuş
parça; biraz; azıcık. [DS] mak; söylenmek. 3. (İki kişi için) aralarında hafif
b ıdıkım , [bir+tıkı-m > bıdıkım] (bı ’dikim) {ağızj sf. sesle konuşmak. 4. (Küçük çocuk için) anlaşılmaz
Bir parça; biraz; azıcık. [DS] fakat neşeli sesler çıkarmak; konuşm aya çalışmak.
b ıd ıl1, [bid (yans.) > bıd-ıl] {ağızj sf. Dengesiz ve [DS]
düzensiz yürüm eyi, sallanarak hareket etmeyi anla b ıd ırd a n m a k , [bıd (yans.) > bıd-ır-da-n-mak] {ağız}
tan yansımalı gövde. [DS] S bıdıl bıdıl, {ağızj (Ço dönşl. fi f ı r ] Kendi kendine konuşmak; mırıldan
cuğun yürüyüşü için) yavaş yavaş; pıtır pıtır. [DS] mak; homurdanmak,
bıdıl2, [bid (vans.) > bıd-ıl] is. Gürültülü patırtılı, ka b ıd ırd a şm a k , [bıd (yans.) > bıd-ır-da-ş-mak] {ağız}
ba ve düzensiz konuşmayı; baş ağrıtıcı konuşmayı, işteş fi f ı r ] 1. Ağız kavgası yapmak; atışmak; tar
tışmak. 2. İki kişi konuşmak. [DS]
gevezelik ve dedikodu etmeyi anlatan yansımalı
gövde. S bıdıl bıdıl, {ağızj (Çocuğun konuşması b ıd ırg ı, [bıd-ır-gı] {ağızj is. Kuruntu; vehim; vesve
se. [DS]
için) tatlı tatlı. || bıdıl bıdıl ko n u şm ak , {ağızj İki
kişi h a fif sesle konuşmak. b ıd ırık , -ğı [bıd (yans.) > bıd-ır-ık] {ağızj sf. Geveze.
[DS]
b ıd ıla m a k 1, [bid (yans.) > bıd-ı-la-mak] {ağızj g ç sz.f.
b ıd ırıv erm ek , [bıd-ır-ı+ver-mek] {ağızj g ç sz .f. f i r ]
f r ] fl(ı)-y o r] Kendi kendine konuşmak; bıdır-
Ağız kavgası yapmak; atışmak. [DS]
damak. [DS]
b ıd ırlan m a k , [bıd (yans.) > bıd-ır-la-n-mak] {ağızj
b ıd ılam ak 2, [bid (yans.) > bıd-ı-la-mak] {ağızj gçsz. f.
dönşl. fi f ı r ] Kıt kanaat geçinmek; güç hâlde idare
f r ] fl(ı)-y o r] Koşmak. [DS]
etmek. [DS]
bıdılanm ak, [bid (yans.) > bıd-ı-la-n-mak] {ağızj
b ıd ırtı, [bıd (yans.) > bıd-ır-tı] {ağızj is. l.Y avaş ve
dönşl. fi f ı r ] Kendi kendine söylenmek. [DS]
işitenler tarafından anlaşılmayacak şekilde konuş
bıdılaşm ak, [bid (yans.) > bıd-ı-la-ş-mak] {ağızj işteş. ma; yavaş ses. 2. A ğız kavgası. 3. Gevezelik. [DS]
fi f ı r ] İki kişi konuşmak. [DS]
bıdısgan, [Far. bıdısğân jlA-*-b] (bıdısğa:n) {OsTj is.
bıdılavık, -ğı [bid (yans.) > bıd-ı(r)-la-(m)ık / bıd-ı-
bot. Sarmaşık,
la-ğuk] {ağız} sf. Ağzının içinden konuşan; dediği
anlaşılmayan. [DS] bıdış, [bıd (yans.) > bıd-ı-ş] {ağızj sf. Sevimli ve kü
çük. [DS] S bıdış bıdış, {ağızj 1. Çocuğun yavaş
i i n l » » • 585 BIJ
vavaş yürüyüşünü anlatır. 2. K üçük ve sevimli hay bığıltı, [bığ (yans.) > bığ-ıl-tı] {ağız} is. Kulağı rahat
van yavruları ve onların hareketlerini anlatır. [DS] sız etmeyen su şırıltısı. [DS]
bıdışgan, [Far. bıdışğân j U i j J (bıdışga;n) (OsT} is. b ığ ır1, [bığ (yans.) > bığ-ır] {ağız} is. H afif hafif sal
lanmayı, sallanarak yürümeyi, suyun yavaş yavaş
bot. Sarmaşık,
akışını anlatan yansımalı gövde. [DS] S b ığ ır bı-
bıdik, -ği [bıd (yans.) > bıd-ik] jağızj ünl. 1. Köpek
ğ ır, {ağızj 1. Suyun kaynarken çıkardığı ses. 2. Etli;
çağırma ünlemi. 2. is. Küçük nakış veya leke. [DS]
yağlı; şişman; tıkız. [DS]j| b ığır b ığ ır bitm ek,
bıdrak, -ğı [bıd (yans.) > bıd-(ı)r-alc] {ağızj sf. Geve
{ağızj 1. Çok şişmanlamak. 2. (Bitki için) yerden
ze. [DS] çok fışkırm ak. [DS]
bıdram ak, [bıd (yans.) > bıd-(ı)r-a-mak] {ağızj gçsz.
b ığır2, [bağır / bığır] {ağızj is. 1. Ceviz kütüğü. 2.
f [-r] Konuşmak. [DS] Ağacın gerçek odun yapılan kısmı. [DS]
b ıdranm ak, [bıd (yans.) > bıd-(ı)r-a-n-mak] {ağızj
b ığ ırık , -ğı [bir+kır-ık > bığırık] (bı ğırık) {ağızj sf.
dönşl. fi [-ır] Çok ve yersiz konuşmak. [DS]
B ir parça; biraz; azıcık. [DS]
bıdraşm ak, [bid (vans.) > bıd-(ı)r-a-ş-mak] {ağız} gçl.
b ığ ırm a, [bığ (vans.) > bığ-ır-ma] {ağız} is. Tavşanın
[ [-ır] Çağırmak. [DS]
bağırması; tavşan sesi. [DS]
bıgıcık, -ğı [bir+kıyı-cık > bıgıcık] (bı ’gıcık) {ağızj
b ığ ırm ak , [bığ (yans.) > bığ-ır-mak] gçsz. fi. [-ır]
sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
{ağız} (Avcı için) tilki veya kurdu tuuzağa düşür
bıgıdık, -ğı [bir+kıt-ık > bıgıdık] (bı ’gıdık) {ağızj sf. mek için tavşan gibi bağırmak.
Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
b lğ ış1, [bığ (yans.) > bığ-ış] {ağızj sf. (Bağ için) zayıf;
bıgır, [bıg (yans.) > bıg-ır] is. Y emeğin kaynama se cılız. [DS]
sini anlatan yansımalı gövde. S b ıgır bıgır, {ağızj
bığış2, [bığ (yans.) > bığ-ış] {ağızj sf. Etli; yağlı; şiş
(Yemeğin kaynaması için) fık ır fıkır. [DS] man. [DS]
bıgırdam ak, [bıg (yans.) > bıg-ır-da-mak] gçsz. fi [-
bığıycık, -ğı [bir+kıyı-cık > bığıycık] (bı ğıycık) {a-
r] [-d(ı)yor] Fokur fokor kaynamak,
ğızj sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bıgırdaşm ak, [bıg (yans.) > bıg-ır-da-ş-mak] dönşl. fi.
b ığlam ak, [bığ-la-mak] {ağızj gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor]
[-ır] Fokur fokur kaynaşmak,
Korumak. [DS]
bıgırdı, [bıg (yans.) > blg-ır-dl] {ağızj is. Yemeğin
b ıh 1, [bıh (yans.)] is. (Çocuk dilinde) kesme, koparma
kaynaması sırasında çıkan ses. [DS]
anlatan kök. [Zülfıkar] bıh etmek, bıh-ı-la-mak, bıh-
bıgırık, -ğı [bir+kır-ık > bıgırık] (bı ’gırık) {ağızj sf. la-mak. S’ bıh etm ek, {ağızj (Çocuk dilinde) kes
Bir parça; biraz; azıcık. [DS] mek. [DS]
bıgrıg, [boğ-mak > boğ-ur-m ak > boğ-(u)r-uğ / bığ- bıh 2, [bıh (yans.)] is. Şişman olmayı, bedenin yağla
(ı)r-ığ / bığ-(ı)r-ıl / boğ-(u)r-ul / buğ(u)r-ul] {eTj is. narak bazı bölgelerinin sarkmasını, oynamasını
Dolu çuval veya tulumda meydana gelen büküntü, anlatan kök. [Zülfıkar] bıh-ır bıhır.
girinti ve çıkıntılar. [DLT] bıhağı, [buka-ğu > bukağı > bıhağı] {ağızj is. Bukağı;
bıgrıl, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-uğ / bığ- demir köstek,
(ı)r-ığ / bığ-(ı)r-ıl / boğ-(u)r-ul / buğ(u)r-ul] {eTj is. b ıh ılam ak , [bıh (yans.) > bıh-ı-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-
-*• bıgrıg. [DLT] r] [-l(ı)-yor] Bastırarak kesmek. [DS]
bıgza, Ar. buğz > buğza <wii>] {OsTj is. Şiddetli nef b ıh ır, [bıh (yans.) > bıh-ır] is. Şişman olmayı, bede
ret; hiç hoşlanmayış. nin yağlanarak bazı bölgelerinin sarkmasını, oy
bığ1, [bığ (yans.)\ is. Suyun çağlamasını, sıvıların bol namasını anlatan yansımalı gövde. S1 b ıh ır b ıh ır,
bol akışını, dökülüşünü anlatan kök. [Zülfıkar] bığ-ıl {ağızj Etli; şişman; tıknaz. [DS]
bığıl, bığ-ıl-tı. b ıh lam ak , [bıh (yans.) > bıh-la-mak] {ağızj gçl. fi [-r]
bığ", [bığ (yans.)] is. Şişman olmayı, bedenin yağla [-l(ı)-yor] (Çocuk dilinde) kesmek. [DS]
narak bazı bölgelerinin sarkmasını, oynamasını an b ıh tı1, [? bıhtı] {ağızj is. Kavrulmuş kıyma. [DS]
latan kök. [Zülfıkar] bığ-ır bığır, bığ-ış. b ıh tı2, [Far. püht => pıhtı > bıhtı] {ağızj is. Pıhtı,
b |ğ \ [bığ] {ağız}is. 1. Tarlada açılan su yolu. 2. Alüv b ıj', [bıj (yans.)] is. H afif aydınlanmayı, birazcık
yon. [DS] görmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bıj etmek, bıj-ıl-da-
bığıl, [bığ (yans.) > bığ-ıl] is. Suyun düzlükte yavaş mak. S 1 bıj etm ek, {ağızj Göz altından parm ağı ile
yavaş akışını anlatan yansım alı gövde, fi1 bığıl bı- biraz çekerek aldanmayacağını ifade etmek.
ğıl, {ağızj 1. (Sıı için) kendi hâlinde çağlamadan a- b ıj2, [bıj (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanlan çağırma,
ktşı. 2. Etli butlu; şişman; dolgun; bıngıl bıngıl. kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] bıj-ı bıjı.
[DS] b ıjJ, [bıj (yans.)] is. Sulanmış, cıvıklaşmış nesnelerin
bığılcım, [bığ (yans.) > bığ-ıl-cım] {ağızj is. Suyun kımıldamaları halindeki görünümünü ve durumunu
üstündeki buz. [DS] anlatan kök. [Zülfıkar] bıj-gır, bıj-ır-gan.
BIJ ö IİM IlC tS O M .sse
bıjgırmak, [bıj (yans.) > bıj-gır-mak] {ağız} g ç sz.f. [- b ik ir1, [bık (yans.) > bık-ır] is. Kaynam a bildiren
ır] (Yoğurt, turşu vb. için) ekşiyip küflenmek. [DS] yansımalı gövde. 0 bikir bikir, {ağız} (Kaynamak
bıjı, [bıj (yans.) > bıj-ı] is. Kuzu, koyun çağırma ünl için) fiıkırtılı sesler çıkararak; fi'okor fokur. [Zülfı-
emi. fi1 bıjı bıjı, {ağız} Koyun, kuzu çağırma ün kar]|| bikir bikir kaynamak, {ağız} Fokur fokur
lemi. [DS] kaynamak. [Zülfıkar]
bıjıldam ak1, [bıj (yans.) > bıj-ıl-da-mak] {ağızj gçsz. bikir2, [? bikir] {ağız} is. K ayaların parçalanmasıyla
fi- [~rl [-d(ı)-yor] (Göz için) kanlanmak; sulanmak; oluşan yar; kayalık uçurum. [DS]
çapaklanmak. [DS] bıkırık, -ğı [bir+kır-ık > bıkırık] (bı ’kırık) {ağız} sf.
bıjıldamak2, [bıj (yans.) > bıj-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
f M [~d(ı)-yor] Hafifçe aydınlanmak. [DS] bıkka, [bık-ka] {ağız} sf. U fak tefek; kısa boylu. [DS]
bıjırgan, [bıj (yans.) > bıj-ır-gan] {ağız} is. Sulu yara. bıkkın, [bık-mak > bık-km] sf. Bilemiş olan; bezgin,
[DS] bıkkınlık, -ğı [bık-km-lık] is. Bıkkın olm a durumu;
bık1, [bık (yans.)] is. (Çocuk dilinde) kesme, koparma bezginlik.
anlatan kök. [Zülfıkar] bık etmek, fi1 bık etmek, bıkla, [Ar. mukla (gözün akı ve gözbebeği) / Sur. Ar.
{ağız} (Çocuk dili) kesmek. [DS] mıkıl / bık (yans.) > bık-la [Zülfıkar]] {ağız} 1. Kıy
bık2, [bık (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi kabarıp malı yumurta. 2. Yoğurt ve yumurta ile yapılan
sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı ola yemek. [DS]
rak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] bık bık etmek. S bıkma, [bık-ma] is. Bıkm ak işi.
bık bık etmek, {ağız} Kaynamak. [Zülfıkar] bıkmak, [eT. bök-m ek > bık-mak] gçsz. fi [-ar] 1.
bık3, [bık (yans.)] is. Şişman olmayı, bedenin yağla Tekrarlanan şeyler yüzünden insanın doygunluğa
narak bazı bölgelerinin sarkmasını, oynamasını ve yorgunluğa ulaşması sonucu istemezlik durumu
anlatan kök. [Zülfıkar] bık-ıl. ortaya çıkmak. 2. mecaz. Dayanılm az hâl almak,
bıka, -a’ı [Ar. b u k 'â (toprak parçası) > bıkâ‘ ^U ] bıktırıcı, [bık-tır-ıcı] sf. İnsanda bıkkınlık durumu
(bık-a:) {OsT} is. 1. Toprak parçaları; araziler. 2. ortaya çıkaran,
Ülkeler. bıktırm a, [bık-tır-ma] is. Bıktırm ak işi.
bıkanak, -ğı [eT. baka-n-ak / bı-kı-n > bıkın-ak] bıktırmak, [bık-tır-mak] gçl. fi [-ır] 1. Birinin bık
{ağvz} is. 1. Ayak, bilek ve diz eklemi. 2. Bakanak. masına yol açmak. 2. Bıkkınlık vermek. 3. Usan
[DS] dırmak.
bıkbık1, -ğı [bık (yans.) > bık+bık] {ağız} is. Pekmez bıkyaz, [Far. bağyâz] {ağız} is. 1. Yeni yapılan ev
karıştırılm ış ince bulgur. [DS] dolayısıyla verilen ziyafet. 2. Önemli bir yitik şeyin
bıkbık2, -ğı [bık (yans.) > bık+bık] {ağız} is. Kaynak; bulunması sebebiyle verilen ziyafet. [DS]
göze. [Zülfıkar] bil, [bil (yans.)] is. Oynama, dalgalanma, kımıldanma
bıkıl, [bık (yans.) > bık-ıl] {ağız} sf. Obur. [DS] anlatan kök. [Zülfıkar] bıl-dır bıldır, bıl-dır-da-mak.
S bil bil, {ağız} (Gaz lambasının alevi için) titreye
bıkıldam ak1, [bık (yans.) > bık-ıl-da-mak] {ağız}
rek; tir tir. [DS]
gçsz. fi [-r] [-d(ı)-yor] (Gövde için) geriye bük
m ek. [DS] bılamaç, -cı [bula-mak > bula-maç] {ağız} is. 1. Kay
namış suya un koyarak yapılan bir yemek. 2. Pelte;
bıkıldam ak2, [bık (yans.) > bık-ıl-da-mak] {ağız}
muhallebi. [DS]
gçsz. fi. [-r] [-d(ı)-yor] (Su vb. için) yavaş yavaş
kaynamak. [DS] bılaşık, -ğı [bula-ş-mak > bıla-ş-ık
bıkılm a, [bık-ıl-ma] is. Bıkılmak işi. {eAT} {ağız} sf. 1. Bulaşık. 2. (Kişi için) birine balta
bıkılmak, [bık-mak > bık-ıl-mak] edl. fi [-ır] Bıkkın olan; yapışkan. [DS]
durum a gelmek; bezilmek; usanılmak, bılaşkan, [bula-ş-mak > bıla-ş-kan ü lü L ] {eAT} sf.
bıkımık, -ğı [bir+kıy-mık > bıkımık] (bı ’kımık) Çok bulaşan; sıvaşkan.
{ağız} sf. B ir parça; biraz; azıcık. [DS]
bılaşmak, [bula-ş-mak > bılaş-m ak {eAT} {a-
bıkın, [bık (yans.) > bık-m ? / Moğ. mikan (et) [Vla-
ğız} gçsz. fi. [-ur] Bulaşmak. [DS]
dimirtsov] ,> i] {eT} is. 1. Kalça. [EUTS] [Gabain] 2. bild ik 1, -ğı [bıl-dık] {ağız} sf. (Domates, ceviz vb
{eT} {eAT} Böğür; boş böğür. [DLT] 3. {ağız} Omur için) ufak. [DS]
ga; bel. [DS] bildik2, -ğı [bıld (yans.) > bıld-ık] sf. (Bir zar, kabuk
bıkmak, -ğı [baka-n-ak > bıkın-ak] {ağız} 1. Eklem. vb. içinde bulunan şeyler için) basıldığında veya
2. Bilek. 3. Bakanak. [DS] sallandığında oynayan; titreyen; bıngıldayan. S
bıkınmak, [bık (yans.) > bık-m-mak] {ağız} dönşl. fi bildik bildik, {ağız} Sulu ve yum uşak; bıngıl bıngıl.
[-ır] Zorlayıp birdenbire ayağa fırlamak. [DS] [DS]
bıkıntı, [bık-mak > bık-mtı] is. Bıkm a durumu; bez- bıldır1, [bil / bıld (yans.) > bıld-ır / bıltır] {ağız}] is.
gi- Oynama, dalgalanma ve titreme anlatan yansımalı
l i e M ff S Q M .5 8 7 BIN
gövde. [DS fi1 bıldır bıldır, {ağız} (Kişi ve hayvan bılık, [bılh / bıl(ı)k (yans.)] is. Şişmanlık ve yağlı, be
ların yürüyüşü için) şişmanlıktan titreme hâli; bın sili olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] fi1 bılık bılık,
gıl bıngıl. [DS] |J bıldır bıldır etmek, 1. (Şişman {ağızj Şişman; tombul; tıkız; bıllık bıllık. [DS]
kimse veya besili sığır için) yağları sallanmak. 2. bılışka, [? bılışka] {ağız} is. 1. Rüşvet. 2. Bir emek
Pelte gibi sallanmak. karşılığı olmayan hediye vb. [DS]
bıldır2, [bir+yıl-dır > bıldır j-lL / jjJL,] {eT} {eAT} {a- b ılk1, [bılg / bılh / bilk / bulk / bülk / bülg (yans.)] is.
ğız} is. 1. Geçen yıl. 2. zf. Geçen yıl. [DLT] 3. Bir M ayalanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu
yıl önce. [DS] bırakm a gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi,
dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bılk bılk etmek,
bıldırcın, [bıld (yans.) > eT budur-sun > *buld-ur-sln
bılk-ık, bılk-ı-mak. 0 bılk bılk etmek, {ağız} (İlti
[Clauson] > bıldır-cm] is. zool. 1. Tavukgillerden
kısa bacaklı, toparlak gövdeli, keklik büyüklüğün hap için) içi sıvı ile dolmak; yum uşamak; çürümek.
[DS]
de, esmer benekli tüyleri bulunan, yuvasını yerde
bılk2, [bılh / bıllc (yaııs.)] is. Şişmanlık ve yağlı, besili
ve ekin tarlaları içinde yapan, ılıman bölgelerle
olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bıl(ı)k bılık, bıl(lı)k
sıcak kuşak arasında göç eden bir av kuşu,
(Coturnix) 2. argo. Sokak kızı. S bıldırcın eti, bıllık.
Avlanan veya çiftliklerde üretilen bıldırcının lezzet bılkak, -ğı [bılk-ı-k / bılk-a-k] {ağız} sf. 1. Yum uşa
li eti. |j bıldırcın gibi, (Kadın için) kısa boylu, dol mış; sulanmış 2. Olgunlaşmış. 3. Erimiş; zedelen
gunca fa k a t alımlı. miş. [DS]
bıldırçm, [bıld (yans.) > bıld-ır-çm] {eT} is. zool. B ıl bılkık, -ğı [bılk-ı-k / bıllc-a-lc] {ağızj sf. 1. Yumuşa
dırcın. mış; sulanmış 2. Olgunlaşmış. 3. Erimiş; zedelen
bıldırdamak, [bıld (yans.) > bıld-ır-da-mak] {ağız} miş. [DS]
gçsz.f. [-r] [-(ı)-yorj 1. (Yaprak için) sallanmak. 2. bılkım ak, [bılk (yans.) > bılk-ı-mak] {ağız} gçsz. fi [-
Parlamic. [DS] r] 1. Çürümeye, erimeye yüz tutmak; bozulmak. 2.
Yumuşamak; sulanmak. 3. Zedelenmek. 4. (Yara
bıldırgı, [bir+yıl-dır+ki > bıldır-ğı ^ j- ii;] {eAT} sf. -+
için) iltihaplanmak. 5. (İltihap için) su dolmak; çü
bildirici. rümek; yumuşamak. [DS]
bıldırkı, [bir+yıl-dır+ki > bıldır-lçı {eAT} sf. -*• bılkınm ak, [bıllc (yans.) > bılk-ı-n-mak] {ağız} dönşl.
bıldırki. fi. [-ır] -*■ bılkımak. [DS]
bıldırki, [bir+yıl-dır+ki > bıldır-ki _>aL] {eAT} sf. bılla, [bula (hanım) / Yun. pula (abla) / bula (yüzü
Geçen yılki. örtülü Türk kadım) > bılla / abla / abula / abıla]
{ağız} is. 1. Abla. 2. Görümce. 3. A ğa karısı. 4.
bıldırsı, [bir+yıl-dır-(ı)-s-ı] {ağız} sf. Geçen yıllci.
[DS] (Çobanlara göre) sürü ve hayvan sahibi kadm. 5.
bılg, [bılg / bılh / bilk / bulk / bülk / bülg (yans.)] is. Hanım; kadm. [DS]
Mayalanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bıllakm a, [bir+lolcma > bıllakma] (bı llakm a) {ağız}
bırakma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi, sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bılg bılg. fi1 bıllakm acık, -ğı [bir+lokma-cılc > bıllakmacılc] (bı 7-
bılg bılg, {ağız} İçi sıvı dolu olup yumuşayan. [DS] lakmacık) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bılgımak, [bılg (yans.) > bılg-ı-mak] gçsz. fi [-r] 1. bıllık1, -ğı [bılk (yans.) > bıl(lı)k] is. Şişmanlık ve
(Meyve için) çok olgunlaşmaktan dolayı yum uşa yağlı olma bildiren gövde. S bıllık bıllık, (Çocuk
mak. 2. {ağız} (Yoğurt, turşu vb. için) ekşimek; küf veya kadm için) çok tombul; etli butlu.
lenmek; kurtlanmak. [DS] bıllık2, -ğı [bıllc (yans.) > bıl(lı)k] is. Sulu ve yumuşak
bilgin, [Ar. bilgin ,>*!.] (bılğvn) {OsT} is. Afet; mu olm a bilderen gövde. S bıllık bıllık, {ağız} Sulu;
yum uşak; bıngıl bıngıl. [DS] || bıllık bıllık etmek,
sibet; felaket.
{ağız} 1. içi sıvı dolduğu için yumuşamak. 2. (Yara
bılh1, [bılg / bılh / bilk / bulk / bülk / bülg (yans.)] is.
için) iltihap dolarak yumuşamak. [DS]|| bıllık bıllık
Mayalanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu
oynamak, {ağız} -*■ bıllık bıllık etmek. [DS]
bırakma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi,
bıllıkmak, [bılk (yans.) > bıl(lı)lc-mak] {ağız} gçsz. fi
dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bılh bılh .S 1
[-r] 1. Çürümeye, erimeye yüz tutmak; bozulmak.
bdh bılh etmek, {ağız} (İçi sıvı dolu esnek şeyler
için) hareket ettirilince yum uşakça sallanmak; bıl- 2. Yumuşam ak; sulanmak. 3. Zedelenmek. [DS]
kımak. [DS] bıllım, [bil (yans.) > bıl(l)-ım] is. Sulu ve yumuşak
bılh“, [bılh / bılk (yans.)] is. Şişmanlık ve yağlı, besili olm a bilderen gövde. S1 bıllım bıllım etmek, {ağızj
olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bılh bılh, bıl(ı)h bılıh. (Yara için) iltihap dolarak yum uşamak; çürümek.
bılıh, [bılh (yans.) > bıl(ı)h] {ağız} sf. Yağlı; şişman; [DS]|| bıllım bıllım oynamak, {ağız} bıllım bıl-
tıkız. [DS] S bılıh bılıh, {ağız} Şişman; tombul; lım etmek. [DS]
tıkız; bıllık bıllık. [DS] bin, [bl-n / bi-n] {eTj is. Bin. [Gabain]
BIN lMIiifflfCES0Zlji.se
lunar, [bing / bin (yans.) > eT. mufi-ar > bun-ar > bin- bmk, [bin / bmg / bm k / böng / bunk / bung / bün /
ar] is. {ağız} Çeşme; pınar. [DS] büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka
bındıldam ak, [bmg (yans.) > bm g-il-da-m ak > bmd- barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı
ıl-da-mak] gçsz. f. f r ] fd (i)-y o r] {ağız} -* bıngıl olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] bmk-ıl-da-
damak. [DS] mak, bınk-ıl-da-y-ık.
b in g1, [bmg (yans.)] is. Şişmanlığı, yağlılığı ve etlerin bınkıldam ak, [bınk-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. fi f r ] [-
sarkıklık sonucu oynamasını anlatan kök. [Zülfıkar] d(ı)-yor] Zonklamak. [DS]
bm g-ıl bıngıl, bıng-ıl-da-mak, bıng-ıl-da-k. bmkıldayık, [bm ğ-ıl-da-y-ık {eATj is. Bın
bm g2, [bin / bm g / bm k / böng / bunk / bung / bün / gıldak.
büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka
bir1, [bir (yans.)] is. Y üksek sesle bağırmayı, ağız
barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı
kavgası gürültüsünü anlatan kök. [Zülfilcar] bir bir,
olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] bm g-ıl-da
bırbır-lan-mak.
mak, bmg-ıl-dak.
bir2, [bir / bir / bir-i] {eT} zf. 1. Burada; sağ taraf.
bıngJ, [Moğ. minğan > bin / bin / bin / min] (bin)
[Gabain] 2. Güney. [Gabain]
{eT} is. Bin; 1000. S bmg başı, Binbaşı. [Gabain]
bıragındı, [bırak-mak > bırağ-mdı {eAT} is.
bınga, [bin (bin) > bın-a] (bina) {eT} is. Bin askerden
oluşan askeri birlik. [ETY] S bınga başı, Bin başı. İşe yaram az duruma gelmiş eşya; döküntü,
[Gabain] bırağmtı, [bırak-mak > bırak-ıntı] {ağız} is. (Hayvan
bmgar, [bun (yans.) > bın-ar j i s y (bıhar) {eT} {eAT} lar için) düşük yavru. [DS]
is. Pınar; çeşme. [Clauson] bırahmak, [bırak-mak > bırah-mak {eAT} gçl.
bıngıl, [bmg (vans.) / eT. ban-ıl (geçkin meyve) > fi f u r j Bırakmak,
bmg-ıl] is. Şişmanlık ve yağlılık bildiren yansımalı bırakılm a, [bırak-ıl-ma] is. B ırakılm ak işi.
gövde. S 1 bıngıl bıngıl, 1. Vücudu çok dolgun ve bırakılm ak, [bırak-ıl-mak] edil, fi [-ır] 1. Bırakmak
şişman, kasları gevşek olduğu için hareket halinde işi yapılmak; bırakm ak eylemine konu olmak. 2.
etleri titreyen. 2. {ağız} Etli; yağlı; şişman. [DS] 3. Terk edilmek,
{ağız} (Yara için) azmış; iltihaplı. [DS] 4. {ağız} bırakım, [bırak-ım] is. Bırakm ak eylemi; bırakmak
(Erimiş katilar, sıvılar, kas vb. için) oynama, sal eyleminde bulunm a girişimi ya da işlemi; terk,
lanma ve titreme durumunu belirtir. [DS] bırakıntı, [bırak-mtı] {ağız} is. 1. Geline getirilen
bıngıldak, -ğı [bıngıl-da-y-ık / bmgıl-dak] is. 1. hediye. 2. Deniz ve akarsuların kıyılarda bıraktığı
Çocuklarda kafatası kemikleşmeden önce kem ikle artıklar; birikinti. 3. Piç. 4. Bırakılmış kadm. 5.
rin birleşme yerlerinde görülen kıkırdak yapılı Ekilmeden bırakılan tarla. [DS]
alanlar. 2. mecaz. Oyuncak. 3. Bataklık. 4. {ağızj bırakışma, [bırak-ış-ma] is. Bırakışm ak eylemi; mü
Suyun kaynama hâli. [DS] 5. {ağız} sf. (Kadm için) tareke.
etleri hareket halinde iken sarsılacak, oynayacak bırakışmak, [bırak-ış-mak] işteş, fi. f ı r ] Savaşı kar
hâlde. [DS] 6. {ağız} Sözünde durmayan; oynak. şılıklı olarak bırakmak; mütareke yapmak,
[DS]
bırakm a, [bırak-ma] is. 1. Bırakmak eylemi. 2. Terk
bıngıldam a, [bmg (yans.) > bmg-ıl-da-ma] is. Bıngıl etme; vaz geçme. 3. Gitmesine izin verme. 4. Bir
damak işi. yere koyma; tutmaz olma. 5. {ağız} Balığın geleceği
bıngıldam ak, [bmg (yans.) > bıng-ıl-da-mak] gçsz. f. yan açık olm ak üzere yarım daire biçiminde uçları
f r ] [-d(ı)-yor] 1. Şişmanlıktan ötürü etleri titre kıvrılarak suya bırakılan ağ. [DS] 6. {ağız} Büyük
mek. 2. Yumuşaklıktan ötürü hafif sarsıntıda oy ağ. [DS]
namak. 3. {ağız} (Bataklık için) basıldığı zaman iki
bırakmak, [Alt. bir (terk, atılma) > bırak-mak
yana oynamak. [DS] 4. {ağız} Zonklamak. [DS]
/ ^ I j j j ] gçl. f. [-ır] 1. Elde tutulan veya taşman şe
bıngıldayık1, [bınğıl-da-yık Jj.IaİLü] {eAT} {ağız} is.
yi tutmaz olmak. {eAT} (avm) 2. Eldeki, sırttaki bir
Bıngıldak. [DS]
şeyi bir yere koymak; indirmek. {eAT} (aym) 3. Bir
bıngıldayık2, [bınğıl-da-yık] {ağız} is. Kaynak; pmar. işi veya çalışmayı bitirmeden sona erdirmek; kes
[DS]
mek. 4. Bir alışkanlıktan vazgeçmek; alışkanlığı
bıngılkak, -ğı [bmğıl-dak > bmgılkak] {ağız} is. Bın sürdürmeyi kesmek. 5. Terk etmek; ayırmak; ay
gıldak. [DS] rılmak. 6. Birinin bir şeyi yapmasına engel olma
bıngıllık, [bmg (yans.) > bmgıl-lık] is. 1. Şişmanlık. mak; mani olmamak; müsaade etmek. 7. Gitmesine
2. Şişmanlık dolayısı ile uyuşukluk; tembellik, engel olmamak; gitmesine izin vermek; salmak. 8.
bınıkmak, [*tımk-mak [Clauson] / bmık-mak] {eTj Teslim etmek; vermek. 9. (Bıyık ve sakal için)
gçsz. f. [-ur] İyileştirmek; şifa vermek; tedavi et uzatmak; koyuvermek; sarkıtmak. 10. Miras kal
mek; sağaltmak. [EUTS] masını sağlamak. 11. Sahiplik hakkını bir yere ve
nTiiffil t l l l f c 5fl|''jQ rı « 5 8 9 BIŞ
ya birine devretmek; bağışlamak. 12. Başka bir bırk 1, [bırk (yans.)] is. Kaynayıp çıkma biçiminde
zamana ertelemek; tehir etmek. 13. Geriye kalm a gülmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bırk-ıl-da-mak.
sını sağlamak. 14. Korumak üzere vermek; emanet bırk", [bırk (yans.)] is. Kurcalamayı, karıştırmayı an
etmek. 15. Sorumluluğu başkasına vermek; dev latan kök. [Zülfıkar] bırk-a-la-mak.
retmek. 16. Sınıf geçirmemek. 17. Unutmak; uğ bırkalamak, [bırk (yans.) > bırk-ala-mak] {ağızj gçl.
raşmamak. 18. (ne .. ne ile yapılan olumsuz cümle fi. f r ] fl(ı)-y o r ] Karıştırmak; elle örseleyerek oy
lerde) tümünü kapsatmak. N e mal bıraktı ne mülk, namak; kurcalamak. [DS]
hepsini sattı, yedi. 19. (Erkek için) eşini boşamak; bırkaru, [*ber > *ber-gerü > bır-ğaru [Clauson / bır-
eşinden ayrılmak. 20. V azgeçmek; değer vermez karu] {eTj is. Güney; cenup. [EUTS]
olmak; saymamak. Bırak şu bilmem neyi Allah aş
bırkığ, [*bırk-mak > bırkl-m ak > bırk-ığ] {eT} is.
kına. 21. Bir malı, pazarlık sonucu fiyat indirimine
Atın veya eşeğin genizden çıkardığı ses. [DLT]
razı olarak satmak; indirim yaparak vermek. 22.
bırkıldam ak, [bırk (yans.) > bırk-ıl-da-mah] (ağızj
Beraberinde bulunması gereken şeyi yanma alm a
gçsz. f i f r ] fd (ı)-y o r] 1. Kaynamak. 2. Güleceği
mak. 23. Yapışık bulunması gereken şeyler ayrıl
gelmek; birden gülmeye başlamak. [DS]
mak; yerinden kopmak; açılmak. 24. /eATj Çıkar
mak; salmak. 25. (ağızj (Hayvan için) düşük yap bırkırmak, [bırk (yans.) > bırk-ır-mak] {eTj g çsz.f. f
mak; yavruyu vakitsiz doğurmak. [DS] 26. {eATj ur] (At ve eşek için) bunlundan hapşırık şeklinde
Atmak. 27. g ç sz .f. Tutmaz olmak; işlemez olmak. ses çıkartmak. [Clauson]
Soğuktan elleri de bırakmıştı, fi1 bırağu görmek, bırnar, [Yun. prinari => pırnar] {ağızj is. Bir meşe
(eATj Bırakıvermek,|| bırak A llah’ını seversen cinsi; pırnal, (Juniperus sabina, Cuercus ilex). [DS]
(Allah aşkına), Birinin değer verilecek nitelikte ol bırt, [bırt (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava
madığını ifade etmek için kullanılır,|| Bırakınız ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama sonucu
yapsınlar, bırakınız geçsinler, yönt. Devletin, ki patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök,
şilerin ekonomik fa a liyetlerim karışmaktan ziyade bırt-la-k, bırt-la -mak.
onları koruması gerekliğim, ancak kişilerin güçleri bırtıl, [Ar. bırtıl (bırti.i, t kalın söylenir) is. 1.
üstünde olan işleri üstlenebileceğini savunan Adam
Rüşvet. 2. Rüşvet olarak verilen şey. 3. Varyoz.
Smith 'in sözü.
bırtlak, -ğı [bırt-la-k] (ağızj sf. 1. Çok olgun. 2. (Göz
bırakmamak, [bırak-ma-mak] gçl. fi f z ] f(ı)-y o r]
için) patlak. 3. (Yanak için) sarkık. [DS]
(Bir eylem için) sürekli ve şiddetli olmak,
bırtlamak, [bırt (yans.) > bırt-la-mak] gçsz. f. f r ] f
bıraktırma, [bırak-tır-ma] is. Bıraktırmak işi.
l(ı)-yor] -* pırtlamak,
bıraktırmak, [bırak-tır-mak] gçl. f f - ı r ] 1. Bir şeyi
bırtmak, [bırt-mak / birt-mek / bart-mak] (eTj gçl. fi
bırakma işini başkasına yaptırmak. 2. Bir şeyi biri
f u r ] 1. Kırmak; parçalamak; yaralamak. [EUTS]
nin bırakmasını sağlamak, [Gabain] 2. Şekil vermek; yön vermek. [EUTS]
bırangar, [Moğ. baran (sağ) + gar (kol)] is. Moğol bıruk, [buyur-mak > buy(u)r-uk > bır-uk] (eTj is.
askeri kuruluşunda ordunun sağ kanadı,
Hakanın yanm a derecesine göre büyükleri alan ve
bırantı, [bırak-mak > bıra(k)-mtı > bırağıntı > bı- yer gösteren görevli, teşrifatçı; buyruk. [DLT]
rântı] (bıraıntı) {ağız} is. 1. Bırakılmış olan şey. 2.
bıs, [bıs (yans.)] is. Sinmeyi, ürküntü duymayı anla
sf. Yetim ve kimsesiz. [DS]
tan kök. [Zülfıkar] bıs-ır-ık, bıs-ır-ık-lı.
bırbır, [bir (yans.) + bir] {ağızj sf. Gevezelik; söylen
bısat, [Ar. bisât] {ağızj is. Elbise; pusat. [DS]
me. [DS]
bısırık, -ğı [bıs-ır-ık] {ağızj sf. İşe yaramaz; pısırık;
bırbırlanmak, [bir (>ms.j+bır-la-n-mak] {ağızj dönşl.
hastalıklı. [DS]
fi [-ır] Gevezelik etmek; yerli yersiz söylenmek.
[DS] bısırıklı, [bıs-ır-ık-lı] {ağızj sf. -*■ pısırık. [DS]
bısta, [Far. beste ? > bısta / biste] {eTj is. Tüccarı
bırdırdaşmak, [bir (yans.) > bır-dır-da-ş-mak / bıd-
evinde konuk eden, malını satıveren ve tüccar dö
ır-da-ş-mak] {ağızj işteş, fi f ı ı ] Ağız kavgası et
mek. [DS] nerken onda bir baş koyun alan kimse,
bırg, [bırg (yans.)] is. Kurcalamayı, karıştırmayı an bışarmak, [bış-ar-mak] {eT} gçl. f i f u r ] Olgunlaştır
mak. [EUTS]
latan kök. [Zülfıkar] bırg-a-la-mak.
bırgalamak, [bırg (yans.) > bırg-ala-mak] {ağızj gçl. bışıg, [bış-mak > bış-ıg] {eTj sf. 1. Olgun. 2. Pişmiş.
[Gabain]
fi f r ] fl(ı)-y o r] Karıştırmak; elle kurcalamak. [DS]
bışlak, -ğı [bış-la-k] (ağızj is. Peynir. [DS]
bırgaru, [*ber > *ber-gerü > bıı-ğaru [Clauson]] {eTj
zf. Güneyden, bışmak, [bış-mak / biş-mek] (eTj {ağız} gçsz. fi f a r ]
[eT. -ur] 1. Olmak; pişmek. [Gabain] [EUTS] 2. O l
bırıg, [bırığ / barığ] jeTj sf. Kokmuş. [DLT]
gunlaşmak. [Üç İtigsizler] [EUTS] [DS]
bırıtmak, [bın-t-mak] (ağızj gçsz. fi. [-ır] Darılmak;
bışrılmak, [bış-ur-m ak> bış-(u)r-ıl-mak] {eTj e d il.f.
alınmak; somurtmak. [DS]
[-ur] Pişirilmek.
BIŞ ÛIÜMIÜICtSÖM.^o
bışrun, [bış-mak > bış-(u)r-un] {eT} sf. 1. Olgun. 2. yerde kaldığı için yeme içme konusunda huysuz
Ustalaşmış; temrinli. [Gabain] laşmak. [DS]
bışrunmak, [bış-mak > bışur-m ak > bış-(u)r-un- bıtırmak, [Ar. batır => bıtır-mak] {ağız} gçsz. f. f ı r ]
mak] {eT} gçsz. f. [-ıır] 1. Olgunlaşmak. 2. Talim Sevinçten dolayı taşkınlık yapmak. [DS]
etmek; işlemek; uygulamak. [Üç İtigsizler] 3. Öğ
bıtmak, [bit (yans.) > bıt-mak] {ağızj gçsz. fi f a r ]
renmek; işte pişmek; pişkin hâle gelmek. [EUTS]
Sıkıştığı yerden birden kurtulmak. [DS]
bışrunulm ak, [bışrun-mak > bışrun-ul-mak] {eTj
bıtmul, [Sansk. pippala] {eT} is. Biber. [EUTS]
edil.f. [-ur] Tamamıyla yapabilir olmak; beceri ka
zanmak. bıtn, [Ar. bıtn {OsT} sf. 1. (Kişi için) zengin. 2.
bışurmak, [bış-ur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Pişirmek. Bodur. 3. Obur. 4. Şaşkın. 5. Yalnız kendi çıkarını
[EUTS] düşünen.
bit1, [bıd / bit (yans.)] is. Gürültülü patırtılı, kaba ve bıtna, [Ar. bıtna -uk] {OsT} is. 1. Mide dolgunluğu. 2.
düzensiz konuşmayı; baş ağrıtıcı konuşmayı, geve Malın ve paranın çokluğundan doğan sevinç,
zelik ve dedikodu etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bit bıtrak, -ğı [bıt-rak] {ağız} is. Öd. [DS]
bit etmek, bıt-dak
bittik, -ğı [eT. büt-mek (bitişmek) / bit (yans.) >
bit2, [bit (yans.)] is. Basılıp sıkıştırılan bir yerden bir bıt(t)-ık] {ağız} is. Dişilik organı. [DS]
nesnenin fırlamasını anlatan kök. [Zülfıkar] bıt-mak,
bittim, [Ar. butm > bittim] {ağızj is. 1. Bir tür fıstık
bıt-tır-mak.
bit3, [bit (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava ya ağacı. [DS] 2. Defne tohumu,
da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama sonucu pat bıttih, [Ar. bıttîh (bıtti:h, t ve h kalın söylenir)
layıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök, (OsT} is. 1. Kavun. 2. Kapuz.
bıt-ık, bıt-mak, bıt-tı-ş. bıttırınak1, [fıt-tır-mak ? > bıt-tır-mak] {ağız} g ç sz.f.
bıta, -a’i [Ar. bıta’ * UaJ (bıta:) {OsT} is. Gecikme; a- f ı r ] Sevinç yüzünden taşkınlık göstermek. [DS]
ğır davranma, bıttırmak2, [bıt-tır-mak] {ağız} gçl. fi f ı r ] Bir şeyi
iki parm ak arasında sıkıştırıp bastırarak ileri doğru
bıtaka, [Ar. bıtâka «Usu] (bıta:ka) {OsT} is. Yazılı kü
fırlatmak. [DS]
çük kâğıt; pusula; yafta; varaka, bıttış, [eT. büt-m ek (bitişmek, kaynaşmak) / bit
bıtane, [Ar. bıtâne ^Uaj] (bıta:ne) {OsT} sf. 1. Gizli (yans.) > bıt(t)-ış] {ağız} is. -* bittik. [DS]
şey; gizlenilen durum. 2. is. Mahrem; sırdaş. 3. Bir bıyam, [İt. pian ? => meyan / piyan / bıyam] {ağız}
şeyin ortası. 4. Astar, is. M eyan kökü bitkisi. [DS]
bıtbıdık, -ğı [bit (yans.) +bıt-(ı)k] {ağız} is. 1. Tavuk bıyık, -ğı [eT. bıd-ık > bıyık] is. 1. Ü st dudak üzerin
sesi; gıtgıdak. 2. Bıldırcın. [DS] de çıkan kıllar. 2. A sma ve sarmaşık gibi tırmanıcı
bıtbıt1, [bit (yans.) + bit] {ağız} sf. Geveze. [DS] bitkilerin tutunmasına, tırmanmasına yarayan filiz
bıtbıt2, [bit (yans.) +bıt] {ağız} is. İnce bulgur. [DS] leri. 3. Bazı balıklardaki deri uzantıları. 4. dnz.
Yelkenli gemilerde, baş taraftaki üçgen yelkenlerin
bıtbul, [Sansk. pippala] {eT} is. Biber. [Gabain] [E-
UTS] bağlı olduğu direğe dikey olarak konulmuş yatay
seren. 5. (ağızj A sma filizi. [DS] fi1 bıyığına gül
bıtdak, -ğı [bit (yans.) + bıt-dak] {ağız} zf. (Konuşmak
mek, {eAT} Sakalına giilmek.\\ bıyığın burmak,
için) hızlıca. [DS]
{eAT} Böbürlenmek; gıırurlanmak.\\ bıyığını balta
bıtdıh, [eT. büt-mek (bitişmek) / bit (yans.) > bıt(d)-ık
kesmez olmak, {eAT} 1. Çok kibirli olmak. 2. K im
> bıddıh] {ağız} is. -*• bittik. [Gemalmaz]
seden korkusu olmamak.\\ bıyığı yelli, {eAT} K ibir
bitik, -ğı [eT. büt-mek (bitişmek) / bit (yans.) > bıt-ık] li; gururlu.\\ bıyığına gülmek, A lay etmek.| bıyı
{ağızj is. -*■ bittik. [DS] ğını okutmak, Yeni bıraktığı bıyıkları için hocaya
bitim, [Ar. butm => bitim] is. Yabani fıstık ağacı, dua ettirmek.\\ bıyığını silmek, B ir işin sonuna
bitir, [Ar. batır => bitir] {ağız! sf. 1. Gamsız; düşün geldiğini düşünerek yapm aktan vazgeçmek. || bıyığı
yelli, Gururlu; kibirli. || bıyık altından gülmek,
cesiz. 2. (Hayvan için) kapalı yerde kalm aktan do
Gizli gizli sevinmek, alay etmek. || bıyık bırakmak,
layı huysuzlaşan. 3. (Havan için) aşırı beslenmek
Bıyıklarım tıraş etmeyip ıızatmak.\\ bıyık burmak,
ten dolayı azgınlaşmış. [DS] S bitir olmak, {ağız}
1. Çalım yapm ak amacıyla bıyıklarını eliyle bük
1. Arsızlaşmak. 2. Gamsızlaşmak.
mek. 2. Böbürlenmek; gururlanmak.\\ bıyık çek
bıtırak, -ğı [bit (yans.) > bıt-ır-ak / bıt-(ı)r-ak / pıt-ra-
mek, Boya ile üst dudağına bıyık şekli yapmak.\\
k] {ağız! is. Kırlarda yetişen bir yabancı otun dışı bıyık falı bakmak, Durmadan bıyığı ile oynamak.\\
dikenli tohumu. [DS] bıyıkları terlemek, D elikanlılık çağm a girmek;
bıtırlaşmak, [bıtır-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. f ı r ] 1. bıyıkları çıkmaya başlamak.\\ bıyıklarını balta
Gamsızlaşmak. 2. Arsızlaşmak. 3. (At için) kapalı kesm emek, 1. Kimseden korkusu olmamak. 2. Çok
I B M M Û Ü .5 9 1 BIZ
kibirli olmak.\\ b ıy ık ları ele alm ak , D elikanlılık b ızd ık 3, -ğı [biz (yans.) > bız-dık] {ağız} is. 1. Kuyruk
çağma girmek. || bıyık m aşası, Bıyıklara şekil ver sokumu. 2. Cinsel organ. [DS]
mek için kullanılan maşa.\\ bıyık yastığı, {ağızj B ı b ızd ık lam ak , [biz (yans.) > bızdılc-la-mak] {ağız}
yığı çoğaltmak için, uçlarının altına sakaldan ekle gçsz. f. f r ] fl(ı)-y o r] 1. Kaçmak. 2. M ızıkçılık
nen kısım. [DS] etmek. [DS]
bıyıkdak, [bıyılç-dak {eAT} sf. Bıyığı terlemiş. b ızgım ak, [biz (yans.) > bız-gı-mak] {ağız} gçsz. f. f
r] Mızıkçılık etmek; oyunbozanlık etmek. [DS]
bıyıklanm a, [bıyık-la-n-ma] is. Bıyıklanm ak eylemi
bızgıncı, [biz (yans.) > bız-mak > bız-gm-cı] {ağız} is.
ve durumu.
Mızıkçı; oyunbozan. [DS]
bıyıklanm ak, [bıyık-la-n-mak] gçsz. f [-ır] 1. Bıyığı
b ızg ırm ak , [biz (yans.) > bız-gır-mak] {ağızj gçsz. f.
çıkmak. 2. Bıyıklı duruma gelmek,
f ı r ] (Yoğurt, turşu vb. için) ekşiyip paslanmak
bıyıklı, [bıyık-lı] sf. 1. Bıyığı olan. 2. Bıyığını tıraş veya kurtlanmak. [DS]
etmemiş olan. 3. (Taze fasulye, bakla gibi bitkiler
bızıgi, '[Güre, bizikı] {ağız} is. Eşek arısı. [DS]
için) çok kılçıklı. 4. {ağız} Yayın balığı. [DS] S
b ız ık 1, -ğı [biz (yans.) > bız-ık] {ağız} is. Sidik; idrar;
bıyıklı balık, zool. Sazangillerden tatlı sularda
çiş. [DS] S bızık etm ek, {ağız} İşemek. [DS]
yaşayan çenesinin altında dört tane bıyık bulunan
bızık2, -ğı [biz (yans.) > bız-ık] {ağız} is. Kıça atılan
kemikli bir tür balık, (Barbus fluviatilis),\\ bıyıklı
parmak. [DS]
Fadim e, {ağız} Kadın yaradılışlı erkek. [DS] j| bıyık
bızık3, -ğı [bız-ık / bızzık] {ağız} is. Sıkıntı. [DS] S
taşı, {ağız} K öm ür ocaklarında odunun bittiği yere
bızık bızık olm ak, {ağız} Paniğe kapılmak; kaça
sıralanan taş. [DS]|| bıyıklıya piyaz v erm ek , argo.
cak delik aramak; sinmek. [DS]
Polisle iyi geçinmek.
bızıkçı, [biz (yans.) > bız-ılc-çı] {ağız} sf. Mızıkçı;
bıyıksız, [bıyık-sız] s f 1. Bıyığı olmayan. 2. Bıyığını
oyunbozan. [DS]
tıraş etmiş halde olan.
b ız ık la m a k 1, [biz (yans.) > bız-ık-la-mak] {ağız} gçl.
biz1, [biz (yans.)] is. Cızırtı ile yanm a ya da pişmeyi
f. f r ] Kıça parm ak atmak. [DS]
anlatan kök. [Zülfıkar] bız-la-mak.
b ızık lam ak 2, [biz (yans.) > bız-ık-la-mak] gçsz. fi f r ]
biz2, [biz (yans.)] is. Ekşimeyi, mayalanmayı, küf
fl(ı)-y o r] 1. Zor karşısında şaşırmak. 2. {ağız}
lenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bız-gır-nıak.
Oyunbozanlık etmek; caymak; mızıkçılık etmek.
biz3, [biz (yans.)] is. V ızıltı sesini anlatan kök. [Zülfı- [DS]
kar] bız-b-ıl-dık. b ızıkm ak, [biz (yans.) > bız-ık-mak] {ağız} gçsz. f i f
biz4, [biz / biz (yans.)] is. (İnsan ve hayvan için) ır] 1. Sıkılmak; sıkışmak; bunalmak. 2. Acıkmak.
vızıltılı işemeyi anlatan kök. [Zülfıkar] bız-ık etmek, 3. Oyun bozanlılc etmek; m ızıkçılık etmek. [DS]
bız-ı-la-mak, bız-ık. b ızık tırm a k , [biz (yans.) > bız-ık-tır-mak] {ağız} gçl.
biz5, [biz / biz / büz (yans.)] is. İşten kaçmayı, kay f i f ı r ] Tadını kaçırmak; usandırmak. [DS]
tarmayı, mıymıntılık ve m ızıkçılık etmeyi anlatan b ız ıla m ak 1, [biz (yans.) > bız-ı-la-mak] {ağız} g ç sz .f.
kök. [Zülfıkar] bız-dık-la-mak, bız-ık-çı, bız-ık bızık, f r ] [-l(ı)-yor] Kederlenmek. [DS]
bız-ık-la-mak, bız-ık-tır-mak. b ızılam ak 2, [buzağı > bızı-la-mak] {ağız} gçsz. fi f r ]
bıza, [buzağı / bızâ] (bıza:) {ağız} is. Buzağı. [DS] fl(i)-y o r ] (Sığır için) doğurmak; buzağılamak.
bızaa, [Ar. bıdâ'a / b ıdâ'at / bızâ'at apU^] (bıza:a) [DS]
b ızılam ak 3, [biz (yans.) > bız-ı-la-mak] {ağız} gçsz. fi
{OsT} is. -*■ bızaat.
f r fl(ı)-y o r ] İşemek; çiş yapmak. [DS]
bızaat, [Ar. b ıdâ'a / bıdâ'at / bızâ'at İpUsj] (bıza:at) bızm , [biz (yans.) > bız-m] {ağız} is. 1. Keçi. 2. Da
{OsT} is. 1. A na para; sermaye. 2. Bilgi, var. [DS]
bızagu, [bız-ağu jtljj] {eAT} is. Buzağı. bızır, [Ar. bazr / bazr ^ / J i ] is. anat. Kadınların
bızbıldık, -ğı [biz (yans.) > bız(b)-ıl-dık] is. {ağız} avret yerinde bulunan dilcik; bitrik; dılı; klitoris,
İnce söğüt dalından yapılan düdük. [DS] b ız ırd a m a k , [biz (yans.) > bız-ır-da-mak] {ağız} gçsz.
bızbılik, -ği [biz (yans.) > bız(b)-ıl-ik] is. {ağız} fi f r ] fd (ı)-y o r] K endi kendine konuşmak; m ırıl
bızbıldık. [DS] danmak; homurdanmak; söylenmek. [DS]
bızbız, [biz (yans.) + biz] is. Davul çalarken sol elle b ızırık , -ğı [biz (yans.) > bız-ır-ık] {ağızj is. Eritilmiş
vurulan küçük değnek. kuyruk yağından arta kalan kıkırdaklar. [DS]
bızdık1, -ğı [Erme, piztik (küçük) => bızdık] is. 1. bızlacı, [buzağı > bazağı-la-y-ıcı] {ağızj sf. (Sığır
Küçük, afacan çocuk. 2. {ağız} sf. Kısa boylu; cüce; için) gebe; buzağılayıcı. [DS]
bodur. [DS] ö b ızd ık bızdık, {ağız} (Köpek yavru b ız la m a k 1, [buzağı-la-mak] {ağız} gçsz. f i f r ] [-l(ı)-
ları için) çok sayıda ve küçük. [DS] yor] (Sığır için) doğurmak; buzağılamak. [DS]
bızdık2, -ğı [biz (yans.) > bız-dık] {ağız} is. Adım. b ızlam ak 2, [biz (yans.) > bız-la-mak] {ağızj gçsz. f i f
[DS] r] (Et için) ateşte pişmek. [DS]
BIZ O lÜ ffiH Iü M tM .9 2
bızlam ak’, [biz (vans.) > bız-la-mak] /ağız} g ç l.f. f r ] zâ, {OsT} İmza ederek; imzalanarak.\\ bi’l-incimâd,
fl(ı)-y o r ] Bir şeyi bırakmak; terk etmek. [DS] {OsT} Donarak.\\ b i’l-infâz, {OsT} Yerine getirerek;
bızlamak4, [biz (vans.) > bız-la-mak] {ağızj- gçsz. f. f infaz yoluyla; yaparak]] bi’l-infîlak, {OsT} Patla
r] [-l(ı)-yor] Sıkılmak; sıkışmak; bunalmak. [DS] m a suretiyle; infilak ederek; patlayarak.]| b i’l-in-
bızlamak5, [biz (vans.) > bız-la-mak] {ağızj gçsz. fi f fikâk, {OsTj Çözülerek; ayrılarak; yarılarak. || b i’l-
r] fl(ı)-y o r ] İşemek; çiş etmek. [DS] infirâd, {OsT} Ayrılmak suretiyle tek başına ka
larak,|| b i’l-infisâl, {OsT} Yerini bırakıp giderek;
bızr, [Ar. bızr {OsT} is. Boş; beyhude.
uzaklaşarak; ayrılarak.|| bi’l-in’ikâd, {OsT} Bir a-
bızzık1, -ğı [bız-ık / bızzık] {ağızj is. Sıkıntı. [DS] raya gelerek; toplanarak,|| bi’l-inkisâm, {OsT} Bö
bızzık2, -ğı [biz (yans.) > bız(z)-lk] {ağızj is. Küçük lümlere, kısımlara ayırarak; bölerek.\\ bi’l-inkişâf,
parça; çıtır. S bızzık bızzık, {ağızj (Kırılmak için) {OsT} Gelişerek; açılarak. || b i’l-intâc, {OsT} Sonuç
sırça gibi parça parça. [DS] lanarak; neticelenerek.\\ b i’l-intihâb, {OsT} Seçe
bi-1, [Ar. bi- ^jj] {OsT) ön ek. Başına getirildiği Arap rek,|| b i’l-intikal, {OsT} Birinden diğerine geçerek;
ça kelimelere “ile, birlikte ” anlamı katan edat kö intikal ederek.|| b i’l-intisâb, {OsTj Birine mensup
olarak. | b i’l-irâe, {OsT} Göstererek; gösterip öğre-
kenli ön ek. S bi-avni, {O sTj Yardımıyla.\\ bi-av-
n i’llahi teâla, {O sTj A lla h ’ın yardım ıyla,|| bi-ay- terek.|| b i’l-irkâb, {OsT} Bindirilerek,|| b i’l-iskât,
nihî, {O sTj Olduğu gibi; tıpkı.|| bi’d-da’vâ, {OsTj {OsT} Ağzını kapatarak; susturm akla,|| b i’l-isti’câl,
D ava ederek.|| b i’d-da’ve, {OsT} D avet ederek.\\ {OsT} Acele ederek; ivedilikle.|| bi’l-istîcâr, {OsT}
b i’d-dePat, {O sTj D efalarla; birçok kez.|| bi’d- Kiraya vererek; kiralam ak sııretiyle.\\ bi’l-isticvâb,
devletü ve’l-ikbâl, {OsT} D evlet ve ikbal /Ye. | bi’d- {OsT} Cevabını alarak; soruşturarak,|| bi’I-istidlâl
(dal ile), {OsT} D elil getirerek; y o l göstererek.||
devr, {O sTj Devreden; dolaşarak,|| b i’d-duâ, {OsT}
D ua ederek. | bi-ecmâihîm, {OsT} Hepsi; cümlesi.|| b i’l-istidlâl (dat ile), {OsT} Yoldan çıkarmak sure
bi-esrihi, {OsT} H ep bir arada. || bi-eyyi-hâl, {OsTj tiyle; kandırarak.|| b i’l-istifâde, {OsT} Yararlana
Herhalde; mutlaka; elbette.|| bi-fazli’l-lâhi teâla, rak; fiaydalanarak.\\ bi’l-istifsâr, {OsTj Sorup anla-
{O sTj Allahın fazlıyla.\\ bi-gayr, {OsT} 1. Başkasıy
yarak.|| b i’l-istihbâr, {OsT} H aber alarak.|| bi’l-
la. 2. -s ız .|| bi-gayr-i hakkın, {OsT} H aksız yere; istihdânı, {OsT} Hizmetinde olarak; kullanarak.\\
haksız olarak. || bi-gayr-i kasdin, {OsT} İstem eye bi’I-istihkâk, {OsT} Hakkı ile; hak etmiş olarak;
rek,|| bi-hakkın, {O sTj Hakkıyla; tamamıyla.\\ bi- layıkıyla.|| b i’l-istihsâl, {OsT} Üreterek; meydana
hamdi lillâh, {O sTj A lla h ’a şükür olsun. || bi- getirerek; husule getirerek.|| bi’l-istikbâl, {OsTj
haseb, {OsT} Bakımından; -ce.|| bi-hasebi’l-merâ- Karşıcı giderek; karşılayarak,|| b i’l-istiklâl, {OsTj
tib, {OsT} Rütbe bakımından; rütbece. || bi-hase- Bağımsız olarak; başlıbaşına.|| bi’l-istilzâm, {OsTj
b i’l-örf ve’I-izafe, {OsTj Âdet olduğu gibi; alışıl Gerekli görerek; gerektirerek,|| b i’l-istimlâk, {OsT}
mış düzene göre.|| bi-ibâretihâ, {OsT} Kelimesi Kamulaştırarak; istimlak yoluyla.\\ bi’l-istintâk,
kelimesine aynı; tıpkısı.\\ bi-izn’illâh, {OsTj A l {OsT} Sorguya çekerek; sorgulayarak,| bi’l-istirâr,
la h ’ın izniyle. || bi-izn’illâhi teâla, {OsTj A llah'ın {OsTj İster istemez.|| b i’l-istisnâ, {OsT} Ayırarak;
izniyle.|| bi-izn-i şer’î, {OsTj Şeriatın izniyle.|| bi’l- ayırma ile.|| b i’l-istişâre, {OsT} Danışarak; istişare
âfiye, {OsT} Esenlikle; yaram ış olarak; afıyetle.\\ yoluyla.|| b i’l-istîzân, {OsTj İzin alarak; ruhsat
b i’l-farz, {OsT} Saymaca olarak; diyelim ki; ile.|| b i’l-iş’âr, {OsTj Yazı ile bildirerek.\\ bi’l-işgâl,
{OsT} İşgal ederek.\\ bi’l-iştirâ, {OsT} Satın ala-
farzedelim ki.|| b i’l-fi’il, {OsT} Eylemli olarak; ger
rak.|) bi’l-iştirâk, Ortaklaşa; birleşerek.|| b i’l-i’tâ,
çekten; bizzat. || bi’l-hâssa, {OsT} Özel olarak;
mahsus; hususi olarak. || b i’l-hayr, {OsT} Hayırla; {OsT} Vererek; vermek suretiyle)] b i’l-i’tirâf, {OsT}
uğurlu olarak.\\ b i’l-hükmü, {OsT} .. hükmünden B ir şeyi gizlemeden söyleyerek; itira f ederek. | bi’l-
dolayı; .. hiikmüyle.\\ bi’l-îcab, {OsT} Gerek'duyul- itmâm, {OsT} Tamam ederek; bitirerek.\\ b i’l-itti-
dıığıı için; gereğince. || b i’l-icrâ, {OsT} Yaparak; fâk, {OsTj Beraberce; uyuşarak; elbirliğiyle; oy
icra ederek. || b i’l-iddiâ, {OsT} İddia için; iddia birliğiyle,|| b i’l-ittihâd, {OsTj Birleşerek; bir araya
ile. || bi’l-iftihar, {OsT} Öğünerek; iftiharla.\\ b i’l- gelerek.|| bi’l-ityân, {OsT} Getirerek.|| bi’l-izâfe,
ihtimam, {OsT} Özenerek; özenle; dikkat ederek. || {OsT} B ir şeye bağlayarak; ilişik olarak; ilişkin
b i’l-ihtirâm, {OsT} Saygı duyarak; saygıyla.\\ bi’l- olarak; bağıl olarak.|| b i’l-izzi ve’l-ikbâl, {OsT} İz
ihtiyar, {OsT} Dileğiyle; isteğiyle. || b i’l-iktidâr, ze t ve ikbal ile.\\ b i’l-kalb, {OsT} D eğiştirme yoluy
{OsTj İktidar ile; gücüyle; erkiyle. || b i’l-iktisâb, la]] b i’l-kayd, {OsT} Kayıt yaparak; kaydederek,||
{O sTj Elde ederek; kazanarak.\\ b i’l-iktizâ, {OsT} bi’l-keşf, {OsT} Keşfederek.]] b i’l-kimyâ, {OsTj
G erektiğinden ,| b i’l-iltizâm, {OsT} Bile bile.\\ bi’l- Kim yasal yolla; kimyaca]\ b i’l-kuvve, {OsT} Yalnız
imla, {OsT} Sözlerini yazdırarak; dikte ettirerek. || düşünce olarak; tasavvur halinde.\\ bi’l-külliye,
b i’l-imtihân, {OsT} Sınavla; imtihan ederek. || bi’l- {OsT} Bütün olarak; büsbütiin.\\ b i’l-lisân, {OsT}
imtisâl, {O sTj Örnek vererek; misallendirerek.\\ D il ile; konuşarak. || bi’l-m â’, {OsT} kim. 1. Sulu
b i’l-imtizâc, {OsTj Anlaşarak; uyuşarak.|| b i’l-im- olarak. 2. H idrojen halinde]] b i’l-maiye, {OsTj
o rn m g « .s 9 3 BIZ
Adamlarıyla; maiyetiyle,|| bi’l-muhafaza, (OsT) {OsT} Evsiz; yuvasız.|| bî-bahâ, {OsT} D eğer biçi-
Korunarak; koruyarak; saklayarak.\\ bi’l-mukâ- lem eyecek derecede pahalı.]] bî-bahâne, {OsT}
bele, {OsT} Karşılık olarak.|| b i’l-muvâcehe, {OsT} H içbir bahanesi olmayan; sebepsiz. || bî-baht,
Yüz yüze; yüzleştirerek.]] bi’l-münâsebe, {OsT} Bir {OsT} Şanssız; talihsiz; bahtsız.|| bî-bâk, {OsTj
münasebetle; sırasını getirerek.|| bi’l-münâvebe, Korkmayan; çekinmeyen; sakınmayan.]] bî-bâkî,
{OsT} Değişe değişe; nöbetleşe. || b i’I-müşâfehe, {OsT} Korkusuzluk; aldırış etmezlik.]\ bî-bâr, {OsT}
{OsT} Konuşm ak suretiyle; konuşarak.]] bi’l-mü- Meyve vermeyen; meyvesiz; kuru.]] bî-basîret,
şâhede, {OsT} Gözlemleyerek; görerek. || bi’I-mü- {OsT} Basiretsiz; etrafndakileri görmeyen.]] bî-
şâvere, {OsT} Danışarak; konuşarak.]] bi’l-mü- bedel, {OsT} Benzersiz; eşsiz.]] bî-behre, {OsT} 1.
zâkere, {OsT} Görüşüp konuşarak; tartışarak; mü Nasipsiz; behresiz; mahrum. 2. Değersiz.]] bî-bekâ,
zakere ile.|| b i’l-umüm, {OsT} Bütün; hep.]] b i’l- {OsT} Bekasız; sonlu.|| bî-beraat, {OsT} Kurtuluşu
lütfihî, {OsT} Kerem ve bağışı ile; lütfü ile.]] b i’l- olmayan.|| bî-berg, {OsT} D alsız.|| bî-câ, {OsT} Yer
vâsıta, {OsT} Aracılığıyla; araçlı olarak. || bi’l-ve- siz.]] bî-cân, {OsT} Cansız.|| bî-cevâb, {OsT} Cevap
kâle, {OsTj Vekil olarak; vekâlet ederek. || bi’l-ve- sız; yanıtsız.]] bî-ciğer, {OsT} Yüreksiz; korkak.]] bî-
sîle, {OsTj Yeri gelmişken; bu vesile ile.]] b i’l-vü- çâr, {OsT} Çaresiz; zavallı. || bî-çâre, {OsT} Çare
cüh, {OsT} H er yönden.|| bi’n-nâr, {OsT} Ateşle; siz; zavallı]] bî-çâregân, {OsT} Çaresizler; zavallı
ateşli olarak.|| b i’n-nisbe, {OsT} 1. Oranla; nisbet- lar.]] bî-çâregî, {OsT} Çaresizlik; zavallılık.]] bî-
le. 2. Bir dereceye kadar.]] bi’s-suhflle, {OsT} K o çâre-vâr, {OsT} Çaresiz gibi; zavallıca.|| bî-çûn,
laylıkla.]] bi-takdîr-i İlâhî, {OsTj A llah'ın takdiri {OsT} 1. Emsalsiz; eşsiz. 2. Sebep sorulmaz; Allah.]]
bî-dâd, {OsT} -► bidad2. || bî-dâd-ger, {OsT} Zalim;
ile.]] bi-tamâmihâ, {OsT} Tamamıyla.]] bi-tamâ-
gaddar; hain.]] bî-dâd-gerî, {OsT} Zalimlik; gad
mihî, {OsTj Tamamıyla,|| bi’t-tabi’(bi’t-tab’),
darlık; hainlik.]] bî-dâdî, {OsT} Zalimlik.]] bî-der-
{OsT} D oğal olarak; tabiatiyle.]] bi’t-tafsîl, {OsT}
mân, {OsTj Dermansız; güçsüz.j| bî-devâ, {OsT}
Ayrıntılı olarak; etrafıyla; uzun uzadıya. || bi’t-tah-
Onulmaz; devasız; çaresiz. || bî-devlet, {OsT} Mut
kîk, {OsT} Araştırıp inceleyerek; tahkik yoluyla.]]
suz.]] bî-dil, {OsT} 1. Korkak. 2. Nüktesiz. 3. Âşık. 4.
bi’t-tahrîk, {OsT} 1, Hareket ettirerek; oynatarak.
Kalpsiz; gönülsüz.|| bî-dimâğ, {OsT} Akılsız; beyin
2. Kışkırtarak; teşvik ederek.|| b i’t-tarîk, {OsT} Yo
siz; kafasız.]] bî-dîn, {OsT} 1. Dinsiz. 2. Acımasız;
luyla; usulüyle.|| bi’t-tarîk’it-tecrîd, {OsT} Ayırm a
merhametsiz,|| bî-direng, {OsT} Durmayan; eğlen
yoluyla; ayırarak.|| bi’t-tarîk’it-tem sîl, {OsT} Ben
meyen; çarçabuk. || bî-diriğ, {OsT} 1. Esirgenme
zetme yoluyla; em sal göstererek.]] b i’t-tasmîm,
yen. 2. Elinden geleni yapan; esirgemeyen.]] bî-
{OsT} Tasarlayarak; kurarak.|| b i’t-tav’, {OsT} İs duht, {OsT} 1. Kızı olmayan; kızsız. 2. Venüs geze
tek üzere; isteyerek. || b i’t-tavassut kabul, {OsT} geni; Zühre.]] bî-edât, {OsT} Aletsiz; araçsız.]] bî-
ekon. Poliçenin muhatabı tarafından kabul edil edeb, {OsT} Edepsiz; terbiyesiz. || bî-edebâne,
memesi hâlinde ikinci bir kişi tarafından işin yü rü {OsT} Edepsizcesine.\] bî-enbâz, {OsT} Arkadaşsız;
tülmesini kolaylaştıran kabul işlemi.|| b i’t-tavassut ortaksız.|| bî-encâm, {OsT} Sonsuz; sınırsız.|| bî-
te’diye, {OsT} bank. Ödenmesi ret veya protesto endâze, {OsT} Ölçüsüz; aşırıp bî-fâide, {OsT} Ya
edilen poliçenin üzerinde ismi bulunan herhangi rarsız; faydasız]] bî-fark, {OsT} Farksız.]] bî-fütûr,
bir kişi adına poliçe bedelinin bir kişi tarafından {OsT} Korkusuz; korkusuzca.]] bî-gâh, {OsT} Vakit
ödenmesi durumu.]] bi’t-teâdî, {OsT} Yasaları ve siz.]] bî-gam, {OsT} Gamsız; tasasız.|| bî-gâne,
hakları çiğneyerek; zulm ile.]] b i’t-tedrîc, {OsT} {OsT} 1. Kayıtsız; ilgisiz. 2. Yabancı. 3. tasvf. D ün
Derece derece; azar azar.]] bi’t-tesâdüf, {OsT} y a ile ilgisini kesmiş olan.]] bî-gâne-gân, {OsTj Ka
Raslantı olarak; tesadüfen.]] b i’t-te’sîr, {OsT} Etki yıtsızlar; ilgisizler.]] bî-gâne-gî, {OsTj Yabancılık.]]
leyerek; etki ile; tesir ederek.]] b i’t-teşvik, {OsT} bî-gâne-hüy, {OsT} Soğuk tabiatlı; utangaç; sıkıl
Teşvik ederek; kışkırtarak.]] bi’t-tevkif, {OsT} Tu gan]] bî-gâne-meşreb, {OsT} Tanıyıp da tanıma-
tuklama yoluyla; tutuklanarak.]] bi-zâtihî, {OsT} mazlıktan gelen; kayıtsız yaradılışlı.]] bî-garez,
Kendiliğinden.]] b i’z-zarure, {OsTj İster istemez.|| {OsT} 1. Garezsiz. 2. Tarafsız; ta ra f tutmayan.]] bî-
bi’z-zât, {OsT} -* bizzat. garezâne, {OsT} Tararfsız bir biçimde.|| bî-gavr,
bi-2, [Far. bî (bi;) {OsT} ön ek. Başma getirildiği {OsT} D ipsiz.|| bî-gâyât, {OsT} Sonsuzlar; sonu ol
mayanlar.]] bî-gâye, {OsT} 1. Gayesiz. 2. Sonsuz;
Farsça kelimelere olum suzluk anlamı katan ön ek; -
çok.|| bî-gayret, {OsT} Gayretsiz; hareketsiz; can
siz. S bî-âb, {OsT} 1. Kuru; susuz. 2. Donuk. 3.
sız; tembel.|| bî-gerân, {OsT} Nihayetsiz; sınırsız;
Hayâsız; rezil.|| bî-ad, {OsT} Sayısız.]] bî-adet,
uçsuz; bucaksız.|| bî-gış, {OsT} Karışıksız; hilesiz;
{OsT} Hesapsız. || bî-adil, {OsT} Benzersiz; benzeri
samimi.]] bî-gümân, {OsT} Şüphesiz.|| bî-günâh,
olmayan.]] bî-aman, {OsTj Amansız; acımasız.]] bî-
{OsT} Günahsız; suçsuz; zavallı.|| bî-hab, {OsT}
âr, {OsT} Utanmaz; arsız.]] bî-ârâm, {OsT} 1. D u
Uykusuz; uyumaz; uyanık.]] bî-haber, {OsT} Ha
rup dinlenmeyen. 2. Tek düze. 3. Rahatsız. || bî-asl,
bersiz; bilgisiz; vurdumduymaz.]] bî-had, {OsT}
{OsT} Asılsız; temelsiz.|| bî-asl ü esâs, {OsT} Aslı
Sınırsız; hadsiz; p ek çok.]] bî-hadd ü pâyân, {OsT}
esası olmayan; dayanağı olmayan.]] bî-âşiyân,
BIZ
Sınırsız ve sonsuz; uçsuz bucaksız; tükenmez. || bî- Güçsüzlük; halsizlik; bitkinlik.\\ bî-mekân, {OsT} I.
hanümân, {OsT} Yersiz yurtsuz; çolııksuz çocuk Yersiz yurtsuz. 2. Serseri. || bî-mer, {OsT} Hesapsız;
suz,|| bî-hâr, {OsT} D ikensiz.|| bî-hareket, {OsT} sayısız. j| bî-merâ, {OsT} Riyasız; iki yüzlülük etme-
Hareketsiz; kımıldamayan.\\ bî-hâsıl, {OsT} 1. Son den.|| bî-merhâmet, {OsT} M erhametsiz; acımasız;
suz; nihayetsiz. 2. Verimsiz.|| bî-baste, {OsT} Aciz; katı yürekli.\\ bî-mezak, {OsT} Zevksiz; tat almasını
şaşkın; yorgun.\\ bî-hayâ, {OsT} Arsız; utanmaz.\\ bilmez.|| bî-meze, {OsT} Tatsız tuzsuz.|| bî-mihr,
bî-hayât, {OsT} Cansız.|| bî-hazân, {OsT} Sonba {OsTj Sevgisiz; şefkatsiz,|| bî-m ihr ü vefa, {OsT}
harsa; her zaman taze; her zam an bahar. || bî- Sevgisi ve vefası olmayan. || bî-mikdar, {OsT} 1.
hemâl, {OsT} Eşsiz; benzersiz.|| bî-hemtâ, {OsTj Sayısız. 2. Önemsiz. || bî-minnet, {OsT} Yaptığı iyi
Benzersiz.|| bî-hengâm, {OsT} Zamansız; vakitsiz.|| liği başa kakmayan; gücendirici bir şekilde hatır-
bî-hesâb, {OsT} Hesapsız.\\ bî-hıred, {OsT} Akılsız; latmayan.|| bî-misâl, {OsT} Eşi ve benzeri bulun
kafasız.|| bî-hicâb, {OsT} Utanmaz; utanması olma mayan; eşsiz; benzersiz.|| bî-muâdil, {OsT} Eşi
yan; arsız.|J bî-his, {OsT} Duygusuz; hissiz.|| bî- dengi olmayan; eşsiz. || bî-mubâlat, {OsT} D ikkat
hod, {OsT} 1. Kendinden geçm iş olan; çılgın. 2. siz; kayıtsız; şartsız. || bî-mflcib, {OsT} Gereksiz;
Bayılmış.|| bî-hodâne, {OsT} Baygınlıkla.|| bî-hodî, sebepsiz; y o k yere; bir gereği yokken.\\ bî-muhâbâ,
{OsT} Baygınlık.\\ bî-hüd, {OsT} Kendinden giçmiş; {OsT} Çekinmeksizin; çekinmeden.|| bî-mubâlat,
baygın.|| bî-hüde, {OsT} Boş yere; beyhude.\\ bî- {OsT} Dikkatsiz; kayıtsız.|| bî-müdânî, {OsT} E m
hüde-gî, {OsT} Yararsızlık; boşıınalık; beyhudelik.\\ salsiz; benzersiz.|| bî-mürüvvet, {OsT} Mürüvvet-
bî-hflde-kâr, {OsT} Boşyere çalışan.|| bî-hudüd, siz; insaniyetsiz.|| bî-nâm , {OsT} Adsız; sansız.|| bî-
{OsT} Sınırsız; p ek çok. j| bî-hûş, {OsT} 1. Şaşkın; nâm ü nişân olmak, {OsT} Adı sam kalmamış ol-
sersem. 2. Deli. || bî-hflşâne, {OsT} Şaşkıncasına; mak.\\ bî-namâz, {OsT} Nam az kılmayan; beyna-
kendinden geçmişcesine.\\ bî-hutüt, {OsT} 1. Çizgi- m az.|| bî-namâzî, {OsT} 1. Namaz kılmama duru
siz; hatsız. 2. K arışık çizgili.|| bî-huzür, {OsT} H u mu. 2. Kadınların âdet görm e durumu. || bî-nasîb,
zursuz; rahatsız.|| bî-hüdegû, {OsT} Geveze; çalçe- {OsT} Nasipsiz; talihsiz; şansı kapalı.\\ bî-nazîr,
ne.|| bî-hüde-gûyâne, {OsTj Gevezelikle.|| bî-hü- {OsT} Eşsiz; benzersiz.\\ bî-nemek, {OsT} Tatsız;
ner, {OsT} Hünersiz; erdemsiz.]| bî-ihtiyâr, {OsT} tuzsuz; lezzetsiz.|| bî-nemekî, {OsT} 1. Tuzsuzluk;
E lde olmayarak; irade dışı; kendiliğinden,|| bî- lezzetsizlik; tatsızlık. 2. mecaz. Vefasızlık.\\ bî-
iktidâr, {OsT} Güçsüz; iktidarsız.|| bî-ilâç, {OsT} nesâk, {OsT} Sırasız; düzensiz.|| bî-nevâ, {OsT} 1.
İlaçsız (aç bı-ilaç deyiminde geçer). | bî-infisâl, Nasipsiz; çaresiz. 2. Zavallı; yoksul. || bî-nevâ-yi
{OsT} Ayrılmasız.|| bî-insâf, {OsTj İnsafsız; acıma- firâk, {OsT} A yrılık yüzünden zavallı duruma düş
sız.]| bî-intihâ, {OsT} Sonsuz; nihayetsiz]| bî-ir- müş olan.|| bî-nevâyî, {OsT} 1. Sessizlik; sükût. 2.
tiyâb, {OsT} Şüphesiz.|| bî-iştibâh, {OsT} Şüphesiz]] Yoksulluk; nasipsizlik.|| bî-nigâh, {OsT} Bakım sız.||
bî-i’tibâr, {OsT} Saygınlığı olmayan; itibarsız.|| bî- bî-nihâye, {OsT} Sonsuz; tükenmez; nihayetsiz,|| bî-
i’tidâl, {OsT} Ölçüsüz; aşırı.|| bî-ittisâl, {OsTj Ka- nişân, {OsT} Belirtisiz; işaretsiz.|| bî-niyâz, {OsT}
vuşmasız.|| bî-izzet, {OsT} D eğeri olmayan; kıym et Yalvarma ve yakarm a gereğini duymayan; ihtiyaç-
siz. || bî-kâm, {OsT} Yararsız. || bî-kâr, {OsT} I. İş sız.\\ bî-niyâzî, {OsT} Zenginlik; ihtiyaçsızlık.\\ bî-
siz. 2. Bekâr.|| bî-karâr, {OsTj 1. Kararsız. 2. Ra- nür, {OsT} 1. Nursuz. 2. Uğursuz. 3. Görme engel
hatsız.\\ bî-karârî, {OsT} Kararsızlık.|| bî-kayd, li,|| bî-nümfld, {OsT} Belirmez; görünm ez.|| bî-
{OsT} Kayıtsız; alakasız; aldırmaz.\\ bî-kaydâne, pâyân, {OsTj Sonsuz; tükenmez.|| bî-per ü bâl,
{OsT} Kayıtsızca; kayıtsızlıkla; ilgisizlikle; aldırış {OsT} 1. K olsuz kanatsız. 2. Başarısız.|| bî-perde,
etmeksizin.|| bî-kelimât, {OsTj Sözsüz; kelimesiz {OsT} Arsız; utanmaz.|| bî-pervâ, {OsT} Çekinmek
olarak.\\ bî-kem ü kast, {OsTj Eksiksiz olarak; ta sizin; sakınmadan.|| bî-râh, {OsT} 1. Yolsuz. 2. K ö
mam olarak. | bî-kerân, {OsT} 1. Sınırsız; sonsuz. tü yo la sapan. 3. Münasebetsiz. 4. (Okuyucu için)
2. Kıyışız; uçsuz.|| bî-kes, {OsT} Kim sesiz.|| bî-kes- m üzik bilmeyen.\\ bî-râhe, {OsT} I. Çıkmaz sokak.
âne, {OsT} Kimsesizlere yakışır biçimde. | bı-kesî, 2. Yolu olmayan sapa ye r.|| bî-râhî, {OsTj 1. Yol
{OsT} Kimsesizlik.\\ bî-kıyâs, {OsT} Ölçüsüz.|| bî- suzluk. 2. K ötü yo la sapan. 3. Aforoz; sürgün.\\ bî-
kıymet, {OsT} Değersiz.|| bî-mahal, {OsT} Yersiz.|| rahm, {OsT} M erhametsiz; kalpsiz.\\ bî-reh, -► bî-
bî-kusür, {OsT} Kusursuz.|| bî-lerzîş, {OsT} Titre reh. || bî-reng, {OsT} 1. Renksiz. 2. Taslak resim. 3.
şimsiz; titremeden.|| bî-mağz, {OsT} Beyinsiz; akıl tasvf. İlahî cevher. || bî-rengî, {OsT} Renksizlik,|| bî-
sız.] bî-mağz-âne, {OsT} Akılsızca.\\ bî-maksad ü revgen, {OsT} Yağsız.|| bî-rey, 1. Oysuz; reysiz. 2.
bî-günâh, Am açsız ve suçsuz olarak.|| bî-m â’nâ, D üşüncesini açıklamayan,|| bî-reyb, {OsT} Şüphe
{OsT} Anlam sız.|| bî-mânend, {OsT} Benzersiz; eş siz,|| bî-riyâ, {OsT} Yalansız; iki yüzlülük etmeden;
siz,|| bî-mâye, {OsT) 1. Yoksul; güçsüz. 2. Mayası riyasız.|| bî-rü, {OsT} Yüzsüz.|| bî-rüh, {OsT} Can-
bozuk; kötü yaradılışlı.\\ bî-meâl, {OsT) Anlamsız; sız. [| bî-rüyî, {OsT} Yüzsüzlük; utanmazlık; arsız
hükümsüz; saçm a sapan.|| bî-mecâl, {OsT} Halsiz; lık.,|| bî-rûz, {OsT} K ısm etsiz.|| bî-rflzî, {OsT} K ıs
takatsiz; bitkin.\\ bî-mecâl-âne, {OsT) Bitkin ola metsizlik; talihsizlik,|| bî-sabr, {OsT} Sabırsız]] bî-
rak; güçlükle; dermansızca.\\ bî-mecâlî, {OsTj sâm ân, {OsT} Parasız; sermayesiz; züğürt.|| bî-
I B KESKWBI. 595 BİB
sânî, /OsT} İkinci bir benzeri olmayan; benzersiz.|| Birinin egemenliğine girme. 2. Birinin emirlerine
bî-sâz, {OsT} Gerekli aracı bulunmayan,|| bî-sebât, uyacağını kabul etme. 3. Saçak öpme. 4. El sıkma.
j OsT} Sebatsız; dönek. || bî-sebeb, {OsT} Bir sebep S’ biat edilmek (olunmak), Birinin hükmüne gi
olmaksızın; y o k yere.\\ bî-seher, {OsT} Sabahsız.|| rilmek, hakimiyeti kabul edilmek. || biat etmek (ey
bî-semen, {OsT} D eğer biçilemez,|| bî-ser, Başsız.|| lemek), Birinin buyruğu altına girmek; siyasi otori
bî-ser ü bün, {OsT} İpe sapa gelmez. || bî-ser ü pâ, tesini kabullenmek.
/O sT j Başsız; intizamsız; düzensiz.|| bî-ser ü sâ-
bib, [Ar. bîb i_~j] (bi:b) {OsTj is. 1. Havuza su akıtan
mân, {OsT} Sefil ve perişan. || bî-serân, {OsT} Baş
sızlar.,|| bî-sfld, {OsT} Boş; faydasız; sonuçsuz.\\ bî- musluk. 2. Havuzdan dışarıya su boşaltan delik. 3.
sükûn, {OsT} Duraksız; durmadan.\\ bî-sütün, H avuza gelen su yolu,
{OsT/ 1. Direksiz. 2. Gökyüzü. |] bî-şâibe, {OsT} Le biban, [Ar. bâb > bîbân jl~ .] (bi;ba;n) is. Kapı.
kesiz; kusursıız.\\ bî-şebîh, {OsT} 1. Benzeri olma
bibehre, [Far. bı-behre ^ (bi.behre) sf. 1. Pay
yan; benzersiz. 2. Allah.\\ bî-şek, {OsTj Şüphesiz.||
bî-şekl, {OsT} Şekilsiz]] bî-şernı, {OsT} Utanmaz.|| altlam ış olan; nasipsiz. 2. Pay sahibi olmayan,
bî-şevâib, {OsT} Kusursuz; eksiksiz. || bî-şikîb, biber, [Sansk. pippala / pippali > Lat. piper / Yun.
{OsT} Sabırsız; sabrı tükenmiş.|| bî-şübhe, {OsT} peperi > biber] is. bot. 1. Patlıcangillerden hem ta
Şüphesiz; kesin.|| bî-şümâr, {OsT} Sayısız; p ek ze tüketilen hem de kurutulup bahar olarak kullanı
çok.\\ bî-şuurâne, {O sTj Şuursuzca; düşünm eden,|| lan, koni şeklinde meyveleri olan bir yıllık otsu
bî-tâ, {O sTj Buruşuksuz.|| bî-taayyün, {OsT} Adı bitki, (Capsicum annuum). 2. Bu bitkinin taze veya
sanı beli.rsiz.\\ bî-tâb, {OsT} Bitkin; yorgun.|| bî- kurutulmuş olarak tüketilen meyvesi. S' biber gibi,
tâb-âne, {OsT} Bitkin bir hâlde.\\ bî-tahamm ül, I. Çok acı. 2. Çok sinirli..\\ biber gibi yanmak,
{OsT} Tahammülsüz; dayamlmaz.\\ bî-tâil, {OsT} (Göz veya deri için) şiddetli yanm a hissi ile ııya-
Yararsız; işe yaram az; boş.|| bî-tâk, {OsT} Güçsüz; rılmak.\\ biber dolması, D olm alık biberlerden ya
takatsiz.\\ bî-tâkat, {OsT} Güçsüz; takatsiz. || bî-tak- pılan dolma. || biber salçası, Etli kırmızı biberler
sîr, {OsT} Eksiği bulunmayan; kusursuz. j| bî-takvâ, den yapılmış salça.\\ biber turşusu, Yeşil biberler
{OsTj İbadetsiz; günahkâr. \\ bî-taraf, {OsT} Taraf den yapılm ış turşu.
sız.,|| bî-tarafâne, {OsT} H erhangi bir kimseyi tut-
biberdan, [biber + Far. -dan jb jo ] is. Biberlik.
makstzın; tarafsız; yansız olarak.\\ bî-tedbîr, {OsT}
Çaresiz; tedbirsiz.\\ bî-vakt, {OsT} Vakitsiz; uygun biberiye1, [Yun. piperia ajjo] is. bot. Ballıbabagil
suz. || bîvâye, {OsTj Nasipsiz; m ahrum . || bî-vâyegî, lerden Akdeniz bölgesinde kumluk alanlarda süs
{OsTj Yoksulluk.\\ bî-vend, {OsT} Vefasızlık.\\ bî- bitkisi olarak yetiştirilen, yaz boyunca açık mavi
vuküf, {OsTj Durmayan.\\ bî-vücfld, {OsT} Vücııt- çiçekler açan, yapraklarından ve çiçeklerinden ba
sıız. |[ bî-zâd, {OsT} Azıksız; zahiresiz.\\ bî-zâr, harat ve ıtriyat sanayimde yararlanılan, yaprakları
{OsTj Rahatsız.\\ bî-zebân, {OsTj Dilsiz.\\ bî-zeneb, nı dökmeyen bir bitki; kuşdili, (Rosmarinus offi
{OsTj Kuyruksuz.|| bî-zer, {OsT} 1. Altınsız. 2. Cim cinalis).
ri; pinti.\\ bî-zevâl, {OsT} Sonu olmayan; bitim siz. ||
bî-ziyâ, {OsT} Işıksız. biberiye2, [biber + Ar. -iyye is. bot. Biberler,
bi-3, [Lat. bi- / bis-] ön ek. Önüne getirildiği Latince (Piperaceae).
kelimelere "çift ” anlamı veren ön ek. biberiza, [Yun. piperitza] {ağızj is. bot. Yaprağı bi
Bi [Fr. bismuth] kısalt, kim. Atom ağırlığı 209, atom bere benzeyen bir bitki. [DS]
numarası 83, yoğunluğu 9,8 olan 271.3°C ’de ergi biberleme, [biber-le-me] is. Biberlemek işi.
yen kızılımsı beyaz renkli kırılgan ve katı bir ele biberlemek, [biber-le-mek] gçl. fi. f r ] f l ( i ) -yor]
ment olan bizmutun sembolü, Biber ekmek; biber katmak,
bi', [bi] {eT} is. Kısrak. [ETY] [DLT] biberli, [biber-li] sf. 1. Biber ekilmiş. 2. Acılı. 3. is.
bi2, [bö g] {eT} is. Zehirli örümcek; böy. [DLT] {ağız} Kenarlarına iğne oyası ile biber motifleri iş
bi3, [eT. beg > bi] is. Orta A sya Türklerinde amir, lenmiş baş örtüsü; biberli yazma. [DS]
vezir gibi büyük mem urlara verilen unvan. biberlik, -ği [biber-lik] is. Toz biber konulan kap.
bi4, [Çin. p ’i (kırmak) > bı] (bi;) {eT} is. Çakı; bıçak. biberon, [Fr. biberon] is. Çoğunlukla süt çocuklarına
[Clauson] süt veya sıvı yiyecekleri içirmek için kullanılan ağ
bi5, [bi(r)] {ağız} sf. 1. Bir. “Bi kişi geldi. ” 2. zf. Bir. zı emzikli şişe,
"Ah bi tatil olsa ” [DS] bibersiz, [biber-siz] sf. 1. İçine biber konulmamış. 2.
bi’a 1, [Ar. bey' > bı‘a] (bi;a) {OsT} is. Satış; satın Acısız.
alma. bibi1, [Far. bıbî ^ ^ {eAT} is. 1. Babanın kız
bia2, [Ar. bfa-t*^] (bi:a) {O sTj is. Kilise. kardeşi; hala. 2. Ev kadını, hanım. 3. {eATj Hanım;
hanımefendi. 4. {ağız} A mca karısı; yenge. [DS] 5.
biat, [Ar. bey'at (uyma) > b f a t c^> ] (bi;at) is. 1. {ağız} Abla. [DS]
B İB IM IİİM tS Ö M .
bibi2, [Bulg. / Slav. dili, biba / bibe (ördek)] {ağız} is. zak. 2. Av için saklanma yeri, fi1 biçene olmak,
Hindi. [DS] {eAT} B ir yere kapanmak; gizlenmek; sığınmak.
bibi3, [Çoc. d. bibi / pipi] {ağız} is. -*• pipi. [DS] bicgü, [bıç-mak > bıçğü] {eT} is. Bıçkı; testere,
bibil1, [Güre, bibilo] {ağız} is. İbik. [DS] bicımık, -ğı [bir+çim-dik > bicımık] (bi ’cırnık) {ağızj
bibil2, [Yun. pipil] {ağız} is. Çekirdek. [DS] sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bibli, [Sansk. pippala / pippali] {eT} is. Bir tür kara bicınna, [bir+çımak > bicınna] (bi'cm na) {ağız} sf.
biber; kuyruklu karabiber; darıfülfül, (Piper Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
longus). [DLT] b ici1, [bic-i] {ağız} is. Hayvanları kovalama ve ça
bibliyofil, [Fr. bibliophile] is. Kitap sever, ğırma ünlemi. [DS] S' bici bici, {ağız} H ayvan ça
bibliyograf, [Fr. bibliographe] is. Belli bir konuda ğırm a ve kovalama ünlemi. [DS]
yayınlanmış olan kitapları inceleyen uzman, bici, [bic (yans.) > bic-i] {ağız} İs. Oğlak. [DS]
bibliyografi, [Fr. bibliographie] is. Belli bir konuda bicibici, [bici+bici] {ağız} is. Bit pire cinsi küçük za
yazılmış eserler dizisi; kaynakça; kitabiyat. rarlılar. [DS]
bibliyografik, -ği [Fr. bibliographique] is. Kaynak bicik 1, -ği [biç-mek > bicek / bicik S 4 ] {eAT) {ağız)
eselerle ilgili; kitabî,
is. Meme; meme başı. [DS]
bibliyografya, [Fr. bibliographie] is. 1. Belli bir
bicik2, -ği [bir-cik] {ağız} zf. 1. Biraz; azıcık. 2. Bir
konuda yazılmış eserlerin bütünü. 2. Bir inceleme
tanecik. 3. Bir parça; bir lokma. 4. sf. Küçük; ufak
ve araştırma eserini hazırlarken başvurulan eserler,
tefek. [DS] S bicik bicik, {ağız} 1. Birer birer. 2.
bibliyoloji, [Fr. bibliologie] is. Kitap bilimi,
Küçük küçük. [DS]
bibliyoman, [Fr. bibliomane] is. Hastalık derecesin
bicik3, [bic (vans.) > bic-ik] ünl. Hayvanları çağırma
de kitap seven,
ve kovalam a ünlemi. S bicik bicik, Hayvanları
bibliyomani, [Fr. bibliomanie] is. Hastalık derece
kovalama ve çağırma ünlemi. [DS]
sinde kitap sevme,
bicikli, [bicik-li] {ağız} sf. (Genç kız için) yeni yeti
bibliyotek, -ği [Fr. biblioteque] is. Kütüphane; kitap
şen; göğsü yeni yeni büyümeye başlayan. [DS]
lık.
bicimcik, -ği [bir+çim-dik / bicimik] {ağız) sf. U fa
bibliyotekçi, [bibliyotek-çi] is. 1. Kütüphane görev
cık; bir parçacık; bir tutam. [DS]
lisi. 2. Kitapçı,
bicirtik, -ği [bir+çir-t-ik > bicirtik] (bi ’cirtik) {ağız}
biblo, [Fr. bibelot] is. Masa, ra f ve etajer gibi eşyalar
üzerine konulan küçük heykelcik veya vazo cinsi s f Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
şeyler. S biblo gibi, (Kadın, çocuk için) ufak tefek bicişk, [Far. bicişk is. 1. Bilge; hakîm. 2. zool.
ve zarif. Serçe.
bibr, [Far. bibr j.u] {OsT} is. Fare; sıçan. bicrit, [Ar. bicrîtc-jy^] (bicr'v.t) sf. Temiz; halis; arı.
bic, [bic (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağırma,
bicük1, [bıç-mak > bıç-uk > bic-ük A j£] {eAT} is. Se
kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] bic-ik
bicik, bic-i bici. lin yardığı yer; sel yolu; bıçık.
bicük2, [bic (vans.) > bic-ük] {ağız} is. Buzağı. [DS]
bicad1, [Ar. bicâd ->1^] (bica:d) {OsT} is. 1. Çizgili
biç, [biç (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağırma,
olarak yol yol dokunmuş aba, hah kilim vb. 2. Hz.
kovalama anlatan kök. [Ziilfikar] biç-i biçi.
Peygamberin babasının lakabı.
biçala, [bir+çal-a] {ağız} zf. Bir aralık; az bir zaman.
bicad2, [Ar. bicâd iLf] (bica:d) {OsTj is. 1. Saman [DS]
çöpünü kehribar gibi kendisine çeken kırmızı bir biçalım, [bir+çal-ım] {ağız} zf. 1. Bir aralık; az bir
taş. 2. mecaz. Kırmızı dudak. zaman. 2. Uygun bir zamanda. [DS]
bicade, [Ar. bicâde ojLf] (bica:de) {OsTf is. -* bicad2. biçare, [Far. bî-çâre o j ^ ] (bi:ça;re) {OsT) sf. 1.
S bicâde-müzab, Erimiş yakut; kırmızı şarap. Çaresiz. 2. Zavallı; âciz. 3. Çelimsiz. 4. Eski ve
bicek, -ği [eT. bıç-mak / biç-mek > biç-ek / bucak] bakımsız.
{ağız} is. 1. Çuval, yatak, yorgan vb.nin köşesi. 2. biçaregân, [Far. bî-çâre-ğân (bi:ça;re-
Herhangi bir köşe. [DS] gâ;n) is. Zavallılar,
bicekli, [bicek-li] {ağız} sf. 1. Biceği olan; köşeli. 2. biçarelik, -ği [bîçare-lik] (bi;ça;relik) is. Zavallılık;
(Kesilmiş kumaş vb. için) üçgenimsi; üçgen yapan. çaresizlik.
3. is. Köşegeninden ya da ona paralelel olarak bir
biçek, -ği [eT. bıç-mak > bıç-ak / biç-ek] {eT} is. 1.
uca yakın yerden katlanmış başörtüsü ile yapılmış
Bıçak. [Gabain] [DLT] [EUTS] 2. {ağız} Tarlalara
bir baş örtme biçimi. [DS]
saatle su verme. [DS] 3. {ağız} Biçerbağlar makine
biçene, [Sırp, bezanija > beçene / becene] is. 1. Tu si. [DS] 4. İyi biçmeye elverişli buğday veya arpa.
BİÇ
biçeklemek, [biçek-le-mek] {eTj gçl. fi f r ] Bıçakla ma; hasat. [DS] 10. {ağız}[ (Kumaş, elbise vb. için)
mak; bıçakla vurmak. [DLT] biçiliş. DS] 11. {ağızj Beğenilmeyen durum veya
biçeklenmek, [biçek-le-n-mek] {eT} gçsz. fi [-ür] nesne. [DS] “Bu ne biçim y o l böyle?" 12. Uygun
Bıçak sahibi olmak. [DLT] zaman ve durum; çalım; yerindelik. S biçim al
biçelge [biç-el-ge] {ağız} is. 1. Biçilecek yer. 2. Ça mak, 1. Belli bir şekle girmek, biçimlenmek. 2.
yır. [DS] {ağızj Uygun düşmek; yakışmak. [DS]|| biçim ayı,
biçem, [biç-mek > biç-em] is. Bir sanat eserinde {ağız} Temmuz. [DS]|| biçim bilimi, 1. Yapı bilimi;
sanatçının kendine has ortaya koyduğu ifade biçi moıfoloji. 2. dbl. Dildeki kelime ve şekillerin, kök
mi; tarz; üslup; stil, (1978). lerin, eklerin yapısını ve görevlerini inceleyen bi
lim dalı.\\ biçim birim, dbl. Kelimeleri kullanım
biçenek, -ği [biç-mek > biç-enek] {ağız} is. Otlak.
açısından biçimlendiren, çoğu ek olan d il öğeleri;
[DS]
morfem.\\ biçim çıktı, {.ağız} Tarla veya çayır biçme
biçerbağlar, [biç-mek + bağ-la-mak] is. Ekin ve ot
hasadında biçme ve demet halinde bağlam a işini zamanı. [DS]|| biçime gelmek, {eAT} Biçilecek ka
dar olm ak.|| biçime sokmak, Düzeltmek, istenilen
birlikte yapan bir tarım makinesi,
özellikleri kazandırmak.\\ biçimine getirmek, 1.
biçerdöver, [biç-mek + döv-mek] is. Ekin ve diğer
Uygun zamanı yakalamak. 2. Kıstırmak; yakala
taneli ürünleri tarlada dolaşarak biçen, döven, tane
m ak,|| biçim vakti, Ekin biçme zam anı.|| biçim
sini samanından ayırdıktan sonra samanı demet
verm ek, Şekillendirmek.
veya balya hâline getiren, taneleri depolayan tarım
biçimci, [biçim-ci] sf. 1. (Kişi için) işin ve konunun
makinesi.
özünden çok dış görünüşüne önem veren, alışılmış
biçge, [bıç-mak > bıç-ğu / bicgü / biç-ge] {eT} is.
kuralların, tutum ve davranışların dışına çıkmayan;
Bıçkı; testere,
şekilci; formaliteci; formalist. 2. (Kişi için) biçim
biçımdıcak, -ğı [bir+çim-dik-cek > biçımdıcak]
cilik yanlısı olan,
(b i’çımdıcak) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
biçimcilik, -ği [biçim-ci-lik] is. 1. Dış görünüşe, bi
biçi1, [biç (yans.) > biç-i] is. Hayvan kovalam a veya çime önem verme ve sıkı sıkıya bağlılık. 2 .fel. İşin
çağırma ünlemi. S biçi biçi, {ağız} Hayvan kova özüne ve taşıdığı değere önem vermeden, yalnızca
lama ve çağırma ünlemi. [DS] biçimini ve görünüşünü ön plana alan; tabiatın kav-
biçi2, [biçi / biçe] {eT} is. 1. Kadm. [ETY] 2. Kraliçe. ranabilirliğini düşüncenin biçimleri veya kanunları
[ETY] ile açıklamaya çalışan görüş. 3. ahlak. İradenin ey
biçici, [biç-mek > biç-ici] sf. 1. Biçme işini yapan. 2. lem ilkesini öz bakımından değil de biçim olarak
is. At veya traktör arkasına bağlanarak tekerlekler ele alan ahlak anlayışı. 4. ed. Edebiyat eserini top
den aldığı hareketle ekin biçm eye yarayan alet; lumsal, felsefî ve psikolojik yapılara ulaşmak için
orak makinesi. değil de sadece edebiyat kurallarına bağlılığı yö
biçik1, -ği [biç (yans.) > biç-ik] {ağızj is. Buzağı. [DS] nünden değerlendiren, 1916 ile 1930 yılları arasın
biçik2, -ği [biç-mek > biç-ik d İ» ] {eAT} {ağız} sf. 1. da M oskova, Leningrat ve P rag’da egemen olan ve
Kesik; kesilmiş. 2. is. İki derenin birleştiği yer. 3. daha sonra dilbilimde yapısalcılığın ortaya çıkm a
sına sebep olan edebiyat eleştiriciliği. 5. gzl. sntl.
Sel yatağı; dere; yarıntı. 4. Dağda iki kaya arasın
Gerçeği somut olarak dile getirmek yerine soyut
daki boşluk. 5. Dağdan denize doğru uzanmış kara
lamayı tercih etme eğilimi,
parçası; burun. 6. Su yolu. [DS] S biçik biçik,
{ağız} Parça parça. [DS] biçimdik, -ği [bir+çim-dik > biçimdik] (b i’çimdik)
{ağızj sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
biçilme, [biç-il-me] is. Biçilmek işi.
biçimleme, [biçim-le-me] is. 1. Biçimlemek işi. 2.
biçilmek, [biç-il-mek] edl. f. f i r ] 1. Biri tarafından
Biçimler ile biçimsel imkânlar arasındaki ilişkileri
biçme işi gerçekleştirilmek. 2. (Ekin, ot gibi bitki
araştırma ve düzenleme işi; kompozisyon,
ler) hasat edilmek. 3. (Kumaş) elbise için kesilmek.
4. (Ceza veya ödül) uygun görülmek; kararlaştırıl biçimlemek, [biçim-le-mek] gçl. fi f r ] f l ( i ) -yor]
mak. fi3 biçilm iş kaftan, Çok uygun; bütünüyle el Güzel bir görünüş kazandırmak; kompoze etmek,
verişli. biçimlendirilme, [biçim-le-n-dir-il-me] is. Biçim
lendirilmek işi.
biçim, [biç-im p^»] is. 1. Biçmek, kesm ek işi. 2. Biç
biçimlendirilmek, [biçim-le-n-di-r-il-mek] edl. f i f
me, kesme, yontma, ekleme, sıralama, düzenleme, ir] Biçim verilmek,
yazma, çizme, boyama gibi işlemlerle bir şeye ka
biçimlendirme, [biçim-le-n-dir-me] is. Biçimlen
zandırılan özel görünüş; şekil; form. 3. Dış görü dirmek işi; şekillendirme,
nüş. 4. Sanat ve edebiyat eserlerinde dış görünüş;
biçimlendirmek, [biçim-le-n-dir-mek] g ç l.f. f i r ] 1.
yapı. 5. Bir şeyin benzeri. 6. M anzum eserlerin ka
Bir nesneye belirli bir biçim vermek; şekillendir
fiye ve mısra sayısına dayanan düzenlemesi. 7. Üs
mek. 2. Budama yoluyla ağaçlara istenilen şekli
lup; tarz; biçem. 8. Yakışma. 9. {ağızj Ekin kaldır
vermek. 3.fel. Kendi biçiminde meydana getirmek.
BİÇ ÖIÜMIIİKSÖM.
biçimlenme, [biçim-le-n-me] is. Biçimlenmek işi. biçme, [biç-me -u^>] is. 1. Biçmek işi. 2. Yontulmuş
biçimlenmek, [biçim-le-n-mek] dönşl. fi [-ir] Bir yapı taşı. 3. mat. A lt ve üst tabanları birbirine eşit
nesne, belirli bir şekil kazanmak; şekillenmek, ve paralel iki çokgenden yan ayrıtları da paralel ve
biçimli, [biçim-li] sf. Biçimi güzel olan; düzgün; eşit doğrultulardan meydana gelen çok düzlemli
mevzun. cisim; çok yüzlü; prizma; menşur. S biçmeli ol
biçimlik, [biçim-lik] is. 1. Biçme zamanı gelmiş ekin mak, {eATj Biçilecek kadar olmak.
ve diğer ürünler. 2. /ağızj Ortaklaşa biçilen çayır.
biçmek, [eT. bıç-mak > biç-mek ^iU^] g ç l . f f e r ] 1.
[DS]
biçimsel, [biçim-sel] sf. 1. Biçime dayanan. 2. B i Herhangi bir nesneyi istenilen özellikte kesmek;
çimle ilgili; şeklî. 3. huk. Delillerin biçimine bağ {eT} {eAT} (aym). [Yüknekî] [ETY] [EUTS] 2. Kumaşı
lanan. dikilecek elbiseye uygun olarak kesmek. 3. Ekin ve
biçimsellik, -ği [biçim-sel-lik] is. Biçime uygun ol ot gibi şeyleri kesmek, yolmak. 4. mecaz. Düşmanı
yaylım ateşine tutarak öldürmek; kırmak, yok et
m a durumu.
mek; mahvetmek, kökünü kazımak; {eAT} (aym). 5.
biçimsiz, [biçim-siz] sf. 1. Şekli çirkin. 2. Uygunsuz.
mecaz. (Satılık bir mala fiyat) tespit etmek,
3. Hoşa gitmeyen,
biçimsizleşme, [biçim-siz-le-ş-me] is. Biçimsizleş biçrek, -ği [Far. biçrek iiy ^ ] {OsTj sf. (Kişi için) al
m ek işi. datılarak kendisiyle alay edilen,
biçimsizleşmek, [biçim-siz-le-ş-mek] dönşl. f. f i r ] biçtirme, [biç-tir-me] is. Biçtirmek eylemi,
1. Biçimsiz duruma gelmek. 2. Biçimi bozulmak. biçtirmek, [biç-tir-mek] g ç l.f. f i r ] Biçm ek işini bi
3. argo. Terbiyesi bozulmak, risine yaptırmak.
biçimsizlik, -ği [bizim-siz-lik] is. 1. Biçimsiz olma . b id 1, [bid / bid (yans.)] is. Düzensiz h afif patırtılı ha
durumu. 2. Yakışık almama durumu; yakışıksızlık. reketleri, patırtılı ve dengesiz, düzensiz veya iki
3. Çirkinlik. yana sallanarak adım atmayı anlatan kök. [Zülfıkar]
biçin1, [bı-çın / bi-çin ? Far. büzına / Çin. fei-shen] {eTj bid bid. S’ bid bid, {ağız} 1. (Küçük hayvanların
is. 1. Maymun. [DLT] [Gabain] [Tekin] [EUTS] 2. sıçrayışı için) kısa ve hızlı kıpırtılarla. 2. (Çocukla
Eski Türk takviminde dokuzuncu yılın adı. [ETY] rın yürüyüşü için) kısa adımlarla, [DS]
[EUTS] B1 biçin yılı, On iki hayvanlı Türk takvi bid2, [bid / bid (yans.)] is. Kümes hayvanlarım çağır
m inde dokuzuncu yıl. [DLT] mak ve kovalam ak için kullanılan seslenmeyi bildi
biçin2, [biç-mek > biç-in j ^ ] {eATj is. 1. Ekin biç rir. [Zülfikar] bid-i bidi.
m e; hasat. 2. Biçim; kesim, bid3, [bid / bid (yans.)] is. Küçük boyluluk ya da
yuvarlaklık anlatan kök. [Zülfıkar]
biçinmek, [biç-in-mek {eAT} dönşl.
bid4, [bid] {eT} is. 1. Bit. [EUTS] 2. Bet; beniz; yüz.
f. f ü r ] Kendisine elbise yapılmak üzere kumaş
kestirmek; elbise kestirmek, [EUTS]
biçinti, [biç-inti] {ağız} is. 1. Yar. 2. Topraktaki ya bid5, [Far. bid Jo] is. Hintlilerin dört bölüm lük kutsal
rık. [DS] kitabı; veda.
biçişk, -gi [Far. biçişk {OsT} is. Hekim; dok bid6, [Ar. bid jlj] (bi:d) {OsT} is. Yok olma.
tor. bid7, [Far. bid jlo] (bid) {OsT} is. Söğüt ağacı. S bîd-
biçiz, [Far. biçız (biçi.z) {OsT} sf. 1. (Nesne berg, {OsT} Söğüt yaprağı.|| bîd-i giryân, {OsTj
için) pek küçük ve değersiz. 2. Hiçbir şeysiz; yok Salkım söğüt.\\ bîd-i ham, {OsTj Ö d ağacı (Aquila-
sul. ria agallochum) filizi.|| bîd-i mecnûn, {OsTj Salkım
biçrek, -ği [Far. biçrek i ! ^ ] sf. (Kişi için) aldatıla söğüt.|| bîd-i müşk, {OsT} Sultam söğüt.|| bîd-i nâ-
rak sürekli kendisi ile alay edilen, lân, {OsT} Salkım söğiit.\\ bîd-i piyâle, {OsT} Sal
kım söğüt.\\ bîd-i revân, {OsT} Salkım söğüt.|| bîd-i
biçfin, [Far. bı-çün (bi:çün) {OsT} sf. 1. Eşsiz;
sernigûn, {OsTj Salkım söğüt. || bîd-i sürh, {OsTj
emsalsiz; benzersiz. 2. Sebebi ve niyeti aranmaz;
K ızıl söğüt.
A llah’ın sıfatlarından. 0 bî-çûn ü çirâ, {OsT} N i
çin ve nedensiz; mutlak; Allah. bida, -a ’ı [Ar. b id'at > bidac j o j {O s T} is. Sonradan
biçki, [biç-ki] is. Elbiselik kumaşı belirli bir model çıkan şeyler.
ve ölçüye göre kesm e işi ve sanatı. S biçki dikiş bidad1, [Ar. bidâd :>İJu] (bida.d) {OsT} is. 1. Karşılık
yurdu, (biçki yurdu), Biçki ve dikiş öğretilen okul verme. 2. Pay verme. 3. Değiş tokuş; takas; müba
ve kurs yeri. || biçki yapmak, D ikilecek kumaşı kes dele. 4. Arkadaşlar arasmda sıra ile satın alma.
mek.
bidad2, [Far. bı-dâd jIj^ ] (bi.da.d) is. 1. Zulüm; ezi
biçkici, [biç-ki-ci] is. Elbiselik kumaşı belli bir mo
dele ve kalıba göre kesen kimse. yet; işkence; adaletsizlik. 2. sf. Zalim.
ü e iK tt S 0 M » s 9 9 BİD
bidah, [Far. bıdah j-xo] (bi:dah) sf. (At vb. için) tan. 2. Para karşılığında tarlaya tohum serpen işçi.
[DS]
huysuz; sert başlı; haşan,
bidester, [Far. bıdester >~Xo] (bi.dester) {OsT} is.
bidak, -ğı [Far. bidak j-b] {OsT} is. Pantolon vb. gi
Kunduz.
yeceklerin paçası,
bidevlet, [Far. bi + Ar. devlet (bi'.devlet)
bidal, [Ar. bedel (karşılık) > bidâl J I j J (bidad) {OsT}
{OsT} sf. 1. Uğursuz. 2. Bedbaht,
is. Karşılıklı değişmek suretiyle yapılan alış veriş;
bidgeçi, [bit-ge-çi / bit-gü-çi] {eT} is. Yazıcı; kâtip.
değiş tokuş; takas; tram pa etme,
[EUTS]
bidamlacık, -ğı [bir+damla-cık > bidamlacık] (bı ’-
bidgüçi, [bid-gü-çi] {eT} sf. Savaş dansı yapan. [ETY]
damlacık) {ağız} sf. B ir parça; biraz; azıcık. [DS]
bidh, [Ar. bid h ^ -b ] {OsT} is. Geniş ova.
bidar, [Far. bîdâr (bi:da:r) {OsT} sf. Uyanık,
bidıkı, [bir+tık-ı > bidıkı] (b i’dıkı) {ağız} sf. Bir par
uykusuz. ® bîdâr-baht, {OsT} Mutlu.\\ bîdâr ol
ça; biraz; azıcık. [DS]
mak, {OsT} Uyanmak.
bidıkım , [bir+tık-ı-m > bidıkım] (b i’dikim) {ağız} sf.
bidare, [Far. bıdâre »jl-U;] (bi:da:re) {OsT} sf. D üş
Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
kün; âşık. bidımcırak, -ğı [bir+dım-cır-a-k > bidımcırak] (bi ’-
bidari, [Far. bîdârî (bi:da:ri:) {OsT} is. 1. dımcırak) {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
Uyanıklık. 2. Çabalama; uğraşma. 3. Dikkatli olma, bidınnak, -ğı [bir+tımak > bidmnak] (b i’dınnak)
{ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bid’at, -ti [Ar. bid'at o^-u] (bid-at) {OsT} is. 1. Son
bidırnak, -ğı [bir+tımak > bidımak] (b i’dırnak)
radan çıkan. 2. İslam dininde Hz. M uham m ed(sa)’-
{ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
in ölümünden sonra ortaya çıkan aşırılıklar ve yeni
bidi1, [bid (yans.) > bid-i] {ağız} is. Deve yavrusu; bir
likler. fi1 bid’at çıkarmak, Yenilikyapm ak.\\ b id ’-
aylık deve yavrusu. [DS] ö bidi bidi, {ağız} Deveyi
at-i hasene, {OsT} Ortaya çıkan bu yeniliklerin şe
ve yavrusunu çağırmakta kullanılandır. [DS]
riata uygun olanları; güzel yenilik.\\ bid’at-i mak-
büle, {OsT} Beğenilen yenilikler.\\ bid’at-i mer- bidi2, [bid (yans.) > bid-i] {ağız} is. Yuvarlaklık, kü
dûde, {OsT} Beğenilmeyen, reddedilen yenilik.\\ çüklük bildiren yansımalı gövde. [DS] ö bidi bidi,
bid’at-i seyyie, {OsT} Şeriata aykırı olan yenilik, {ağız} 1. Küçük; küçücük. 2. (Yürümek için) ördek
kötü yenilik. gibi; badı badı. [DS]
bidi3, [bid (yans.) > bid-i] is. 1. Kaz yavrularını ça
bidayet, [Ar. bedâ’et / bidayet c~>İJo] (b id a yet) {OsT}
ğırma ünlemi. 2. Köpek çağırma ünlemi. S bidi
is. 1. Başlangıç. 2. Başlama. S’ bidâyet mahkem e bidi, {ağız} K az yavrusu çağırmakta kullanılandır.
si, {OsT} Eskiden, asliye mahkemelerine verilen ad. [DS]
bidayeten, [Ar. bidâyeten UjIjj] (bida.ye'ten) {OsT} bidig, [Çin. piet (fırça) > bit (yazı fırçası) > bit-i-mek
zf. 1. Başlangıçta. 2. Önce, > bid-ig / bit-ig] {eT} is. 1. Yazı; kitap; belge; vasi
yetname; vesika. [EUTS] 2. Büyük; yüksek; ulu;
bidbaf, [Far. bld-bâf ı- s i y (bi:dba:f) {OsT} is. Sepet azametli. [EUTS]
örücüsü; sepetçi, bidik1, -ği [bid (yans.) > bid-ik] {ağız} sf. 1. Kısa boy
bidde, [Ar. bidde {OsT} is. Güç; takat; derman. lu; ufak yapılı; bodur. 2. (Hayvanlar için) yavru;
küçük. 3. is. Oğlak. [DS]
bide, [Fr. bidet (küçük at)] is. Tuvaletlerde büyük ve
ya küçük aptesini yaptıktan sonra tem izlenmeye bidik2, -ği [bir+tik-e > bidik] (bi'dik) {ağız} sf. Bir
yarar fayans veya metalden yapılmış bir çeşit yı parça; biraz; azıcık. [DS]
kanma yalağı, bidiki, [bir+tik-e > bidiki] (bi ’diki) {ağız} sf. B ir par
bidek, -ği [Yun. apidak] {ağız} is. Yabani ağaçların ça; biraz; azıcık. [DS]
yenmeyen meyvesi. [DS] bidikicik, -ği [bir+tik-e-cik > bidikicik] (b i’dikicik)
{ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bidencir, [Far. bıdencîr {OsT} is. bot. Hint
bidili, [bid (yans.) > bid-i-li] {ağız} sf. (Yavru için)
yağı bitkisi, (Ricinus communis). küçük ve sevimli [Tietze] S1 bidili bidili, {ağız}
bidene, [bir+tane] {ağız} sf. 1. Bir tane; bir tanecik. 2. (Yavru için) küçük küçük ve sevimli. [Tietze]
Eşi bulunmayan. [DS] S bidene bidene, {ağız} 1. bidimede, [bir+deme-de > bidimede] (b i’dimede)
Birer birer; teker teker. 2. A zar azar. [DS]|| bide- {ağız} zf. Bir anda; bir çırpıda; hemen. [DS]
nem, {ağız} B ir tanem; sevgilim. [DS] bidimek, [bidi-mek / büdi-mek] {eT} gçsz. f . f r ]
bider, [Ar. bidâr jİJu] (bida;r) {eAT} {ağız} is. Tohum. Dans etmek. [ETY]
[DS] bidimik, -ği [bir+tit-mik > bidimik] (bi ’dimik) {ağız}
biderci, [bider-ci] {ağız} is. 1. Tohumcu; tohum sa sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
BİD Ğ I İ İ M I İ I f C E S Ö M .,0 0
bidinga, [bir+tinga > bidinga] (bi'dinga) {ağız} sf. Kayıtsız olmak; ilgilenmemek.|| bîgâne olmak,
B ir parça; biraz; azıcık. [DS] {OsT} İlgisiz davranmak; kayıtsız kalmak.\\ bîgâne
bidinnak, -ğı [bir+tımak > bidinnak] (b i’dinnak) vü aşnâ, {OsT} Yabancı ve tamdık.\\ bîgâne vü hiş,
i ağızf sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] {OsT} Yabancı ve akraba.
bidisgân, [Far. bidisgân jl5_»-b] (bidisgâ:n) (OsT) is. bigânegân, [Far. bî-ğâne-ğân j l ? ajI^j] (bi:gâ:ne-
bot. Sarmaşık otu. gâ:n) {OsTj is. Yabancılar,
bidist, [Far. bidist / bedest c —.a>] ,'OsTf is. Karış, bigânelik, [Far. bigâne + T. -lik] (bi:gâ:nelik) is. 1.
Yabancılık. 2. Kayıtsız kalma; ilgisizlik
bidistan, [Far. bid-istân OL^ju] (bidistcvn) {OsT] is.
bigas, [Ar. beğâs / biğâs o l i ] (biga:s) is. Kartal, kar
Söğütlük.
ga gibi avlanamayan kuşlar,
bidnus, [Yun. peteinos => bidnus {eATj is.
big-beng, [Amer, big-bang] is. Evrenin, en az on
Horoz. m ilyar yıl önce, çok ağır yoğunluk ve çok yüksek
bidon, [Fr. bidon] is. 1. Beş litrelik tahta güğüm; bir sıcaklıkta bir top halinde iken, ani ve büyük bir
çotra. 2. İçine akaryakıt, yağ, su gibi sıvılar konu patlamayla meydana geldiğini savunan görüş,
lan kaim saç veya plastikten yapılmış büyük kap. bigelenmek, [big-e-len-mek] {eTj gçsz. f. f ür] Akıl
bidönüm , [bir+dön-üm > bidönüm] {ağız} sf. Bir lanmak; akıllılaşmak. [DLT]
sefer; bir kez. [DS]
bigeran, [Far. bî-gerân j l (bi:gera;n) sf. Sınırsız;
bidre, [Far. bidre o_,-b] {OsTj is. Ağaç kurdu,
nihayetsiz; sonsuz,
bidrud, [Ar. bidrüd JjjJu] (bidnr.d) {OsTj is. Esenlik; bigıdık, -ğı [bir+kıt-ık > bigıdık] (bi ğıdık) {ağız} sf.
sağlık selamet, Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
biduruma, [bir+durum-a > biduruma] {ağız} sf. Bir bigırık, -ğı [bir+kır-ık > bigırık] (b i’g ırık) {ağız} sf.
sefer; bir kez. [DS] Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bidüze, [bir + düze] (b i’düze) z.f. 1. Eşit olarak. 2. Bir bigıyak, -ğı [bir+kıy-ık > bigıyak] (bi'gıyak) {ağızj
sıradan. 3. Ardı arkası kesilmeden, sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bidüzeye, [bir + düze-ye] (b i’düziye) {ağızj zf. Eşit bigıyuh, [bir+kıy-ık > bigıyuh] (bi'gıyuh) {ağız} sf.
olarak. [DS] Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bidüziye, [bir + düze-ye] (bi ’diiziye) zf. -»■ bidüze. bigi, [eT. gibi / kıb / kibî > bigi ^X.] {eATj e. Gibi.
bidvend, [Far. bıdvend ü j İ j ] (bi.dvend) {OsTj is. bigildemek, [bing (yans.) > bing-il-de-m ek > big-il-
K an taşı. de-mek] {ağızj gçsz. f. [-r] fd (i)-y o r] Korkmak.
bie, [Far. bre-tio] (bi:e) {OsT} is. Yurt; konak. [DS]
biguanid, [Fr. biguanid] is. ecz. Şeker hastalığının
bienal, -li [Lat. biennus (iki y ıl siireli) > Fr. biennale]
tedavisi için kullanılan ilaçların genel adı.
is. İki yılda bir yinelenen kurumsal faaliyet,
bigudi, [Fr. bigoudi] is. Kadınların saçlarını kıvır
biet, [Ar. b f e t (bi:et) {OsT} is. 1. Bir konak
mak için kullandıkları metal veya plastikten yapıl
yerine inme; konaklama. 2. Durum; hâl; keyfiyet, mış küçük yuvarlak araçlar,
biftek, -ği [İng. beef (sığır) + steak (külbastı) > beef bigü, [bir-mek (vermek) > bir-gü > bigü] {eTj is.
steak > Fr. bifteck] is. Tavada veya çoğunlukla ız Armağan; vergi. [EUTS]
garada pişirilmiş dana eti; dilimlenmiş dana eti.
bîgünah, [Far. bı-günâh «b? (bi:güna:h) {OsT} sf.
big, [b ig / beg db] {eATj is. Bey.
Suçsuz; günahsız.
biga, [Lat. biga (iki atlı)] (bi'ga) is. İki tekerlekli ve
b ih 1, [Ar. bi-h <4] {OsTj zm. O; ona; ondan; onlara.
iki atlı yarış veya zafer gösterisi arabası.
bigal1, -li [Ar. bağl > biğâl JU J (biga:l) {OsT} is. bih2, [Far. bih *;] {OsTj sf. 1. İyi; yeğ. 2. is. Ayva, f?
Katırlar. bih-güzîn, {OsT} 1. İyisini seçen. 2. İyi olarak seçi
len. 3. Sarraf.
bigal2, -li [Far. biğâl JL^o] (bi:ga:l) {OsTj is. Mızrak;
kargı. bih ’, [Far. bıh jjo] (bi:h, h kalın söylenir) {OsT} is. 1.
bigam i, [Fr. bigamie] is. İki eşli evlilik, Esas; kök; temel. 2. Kaynak, fi1 bîh-efgen, {OsT}
Kökünden söken.|| bîh-i kûhî, {OsTj bot. Baldıran
bigâne, [Far. bı-gâne ^l5Lo] (bi:gâ:ne) {OsTj sf. 1.
kökü; dağ kökü.|| bîh-ken, {OsT} K ök kazan; kök
Yabancı. 2. Bir yabancı gibi kayıtsız duran; ilgisiz.
söken.|| bîh ö bün, {OsTj K ök ve temel.
3. tasvf. Dünya ile ilişiğini kesmiş olan. 4. is. Tek
keye yeni gelen derviş, fi1 bîgâne-hüy, {OsTj So bih a1, -a ’ı [Ar. bihâ' £_l£] (biha:) {OsTj is. anat. O-
ğu k yaradılışlı; utangaç.\\ bîgâne kalmak, {OsT} murilik kanalı.
o ie iM M iU o ı BİK
biha', [Ar. bi-ha l*] (biha:) {OsT} zm. (K adınlar için) larca yüz yirmi yılda bir on üç ay olarak kabul edi
len yıl.
ona; onda; onunla,
bihterî, [Far. bihterî (bihteri:) {OsTj is. En iyi
bihaber, [Far. bi- + Ar. haber #>- ^ (bi:haber)
olma durumu; üstünlük,
{OsTj sf. 1. Habersiz. 2. Bilgisiz,
bihterîn, [Far. bihterîn (bihteri. n) {OsTj sf. En
bihah, [Ar. bihâh / bihâhe (biha:h)
iyi; pek iyi.
{OsT} is. Ses kısıklığı,
bihude, [Far. bı-hüde (yarar) {OsTj sf. Boş
bihak, -kı [Ar. bihâk jU t] (biha:k) {OsT} is. Erkek
yere; beyhude,
kurt.
bihuş, [Far. bî-hüş (bi:hıı:ş) {OsTj sf. 1. Şaş
bihakkın, [Ar. bi- (ile) + hakkın {OsT} zf. 1.
kın; sersem. 2. Aklı başında olmayan; deli,
Haklı olarak. 2. Hakkıyla. 3. Gerçekten,
bije, [Far. blje (bi.je) {OsT} sf. 1. Katıksız; saf;
bihan, [Far. bih > bihân (biha:n) {OsT} is. iyiler;
salt. 2. zf. Özellikle; hususiyle,
iyi kimseler.
bijon, [Fr. bouchon] is. Tıpa, fi1 bijon anahtarı,
bihar1, [Ar. bahr (deniz) > bihâr _>lA] (biha:r) {OsT}
Otomobillerde, tekerleri bağlayan somunları sık
is. Denizler. >5 bihâr-ı baîde, {OsTj Uzak denizler. m ak veya gevşetmekte kullanılan araç.
bihar2, [Far. bı-hâr jU- ^ (bi. ha. r) sf. Dikensiz. bijeng, [Far. bijeng {OsT} is. Kapı anahtarı,
bihasıl, [Far. bî- + Ar. haşıl (bi:ha:sıl) biju, [Fr. bijou] is. Mücevher,
{OsT} sf. 1. Verimsiz. 2. Sonsuz, bijuteri, [Fr. bijouterie] is. 1. Kuyumcular tarafından
yapılan kıymetli takılar. 2. Değeri olmayan taş ve
bihaste, [Far. bîhaste (bi:haste) {OsTj sf. 1.
madenlerden yapılan taklit takı ve süs eşyası. 3.
Yorgun. 2. Şaşkın; âciz, Mücevher kutusu. 4. M ücevher satılan yer.
bihbud, [Far bih (iyi) + büd (bihbu:d) {OsTj sf. bik, [Sur. Ar. bık dLJ {ağız} is. Mermer kesmeye ya
İyi; sağlam. rayan külünk. [DS]
bihdane, [Far. bih-dâne <;] (bihda:ne)
bika1, -a ’ı [Ar. buka‘ (yer) > bikâc £_U] (bika:) is.
{OsT} is. Ayva tohumu,
Ülkeler; topraklar; yerler.
bihi, [Far. bih-î (bihi:) {OsTj is. 1. İyilik. 2. bot.
bika2, [Ar. bika 4%.] (bi:ka) {OsT} is. Mercimek,
Ayva.
bikâr, [Far. bi-kâr jlS" ^ / j l s y {OsT} sf. 1. İşsiz. 2.
bihim, [Ar. bi-him {OsT} zm. (İkiden çok erkek
Kazançsız. 3. is. İşsizlik,
için) onlara; onlardan; onlarla,
bikarar, [Far. bî- (olumsuzluk eki) + Ar. karâr (dur-
bihima, [Ar. bihim â I04J (bihima:) {OsT} zm. (İki
ma) j 'j 5 lsJ (bi:kara:r) {OsT} sf. 1. Kararsız. 2.
erkek için) onları; onlara; onlarda; onlardan, Rahatsız.
bihin, [Far. bihîn / bihlne / 4^ . ] (bihi:ne) {OsTj
bikarari, [Far. bî + Ar. karâr + Far. -î ^ jlJ> (bi:-
sf. 1. En iyi olan. 2. is. Hallaç,
kara:ri:) {OsTj is. Kararsızlık,
bihişt, [Far. behişt / bihişt {OsT} is. behişt. bikarbonat, [Fr. bi- (çift) + carbonate] is. 1. B ir a-
bihken, [Far. bih-ken jS” £->] (bi:hken) {OsTj sf. Kök tom daha hidrojen atomu taşıyan karbonatlı tuz. 2.
Sodyum bikarbonat; N aH C 0 3.
söken; kökünden söken,
bikarbonatk, [bikarbonat-lı] sf. İçinde bikarbonat
bihnane, [Far. bihnâne (bihna. ne) {OsTj is. Has bulunan; bikarbonat katılmış olan,
un ekmeği; beyaz ekmek, bikare, [Fr. bi-carre] is. mat. İki kat kare. S bikare
bihr, [Ar. bihr £ ] {OsT} is. Ağız kokusu, denklem , is. mat. İki kat kareli denklem,
bike, [eT. beg / big > bike / büke] {ağızj is. 1. Kadm;
bihram, [Far. bihrâm fl_^] (bihra:m) {OsTj is. Oruç,
hanım ; bayan. 2. Görümce. [DS]
bihred, [Far. bihred i {Osİ} sf. (Kişi için) akıllı, bikelle, [bir+kerre > bikelle] (bi ’kelle) {ağızj zf. Bir
bihte, [Far. bıhte (bi:hte) {OsTj sf. Elenmiş; kere. [DS]
bikere, [bir+kere] (b i’kere) {ağızj zf. 1. Bir kere. 2.
elekten veya kalburdan geçirilmiş,
B undan sonra; artık; bu defa. 3. Bunun üstüne; so
bihter, [Far. bih-ter / bih-terek ji# / 4>fc] {OsTj sf. nuç olarak. [DS]
Çok iyi; en iyi bikeremiz, [bir+kere-miz] (bi 'keremiz) {ağız} zf.
bihterek, -ği [Far. bihterek ^ > 4 ;] is. Eskiden İranlı- Bunun üstüne; sonuç olarak. [DS]
BİK ı r a IM S SAMİ. 602
b ik e s1, [Far. bı- (olumsuzluk eki) + kes (kişi) > bıkes b il3, [Far. bel > bel / bil J - J is. 1. {eATj Ayakla ba
sf. 1. Kimsesiz. 2. Yalnız. 3. Çaresiz. sarak toprağı işlemeye yarayan özel tarım aracı;
bikes2, [bir+kez > bikes] (bi ’kes) {ağız) zf. Bunun üs bel. 2. {OsTj bot. Hint ayvası. 3. {OsTj Gübre sepe
tüne; sonuç olarak. [DS] ti.
bikeslik, -ği [bikes-lilc] {OsTj is. 1. Kimsesizlik; yal bila-, [Ar. bilâ- (bilâ;) {OsTj e. Arapça isimler
nızlık. 2. Çaresizlik, den yokluk, olum suzluk bildiren sıfatlar yapan ön
bikez, [bir+kez > bikez] (bi ’kez) {ağızj zf. Bunun üs ek; -siz. S bilâ-bedel, {OsTj Parasız; bedelsiz;
tüne; sonuç olarak. [DS] bedava.|| bilâ-fâsıla, {OsTj A ra vermeksizin; ardı
bikırıcık, -ğı [bir+kır-ık-cık > bikırıcık] (b i’kırıcık) ardına; aralıksız.|| b ilâ -fü tu r, {OsTj Çekinmeksi
{ağızj sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] zin; düşünmeden. || bilâ-ihm âl, {OsTj İhm al etmek-
b ik ırık , -ğı [bir+kır-ık > bikırık] (b i’kırık) {ağızj s f sizin.\\ b ilâ -ih tâ r, {OsT} Hatırlatmadan; ikaz etme
B ir parça; biraz; azıcık. [DS] den; uyarmadan.\\ b ilâ-ih tirâz, Çekinmeden.|| bilâ-
b ik ırtık , -ğı [bir+kır-t-ık > bikırtık] (bi ’kırtık) {ağızj ih tiy â r, {OsTj İstemeden; irade dışı.|| bilâ-iltizâm ,
sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] {OsTj Gönüllü olarak; mecbur tutulmaksızın.|| bilâ-
biki, [bir+kıyı > biki] (b i’ki) {ağızj sf. Bir parça; bi in k ıta, {OsTj D evamlı olarak; sürekli; kesintisiz.||
raz; azıcık. [DS] b ilâ-in tih âb , {OsTj Seçim yapılmaksızın; seçilme
bikini, [İng. Bikini (Pasifikte, Fransızların atom den; seçmeden.\\ bilâ-in tik al, {OsT} 1. İntikal et
bombası denemesi yaptıkları ada)] is. Çok küçük meden; geçmeden; ulaşmadan. 2. Kavramadan.\\
iki parçadan meydana gelmiş kadın mayosu. b ilâ -irtik ab , {OsTj 1. Görevden usulsüz çıkar sağ
lamadan; irtikap yapmadan. 2. Rüşvet almakiizın.\\
b ik ir, -k ri [Ar. bikr _£>] is. -*• bikr.
b ilâ-isb at, {OsT} lspatsız.\\ bilâ-isticvâb, {OsTj
b ik iti, [bir+kıt-ı > bikiti] (bi ’kiti) {ağızj sf. B ir parça; Sormadan; söyletm eden.|| b ilâ-istisnâ, {OsT} -*■
biraz; azıcık. [DS] bilaistisna.|| b ilâ-iş’a r, {OsTj Bildirmeden; haber
b ikle, [Ar. bikle 4İSÖ] {OsTj is. 1. Yaradılış; tabiat. 2. vermeden. || b ilâ-iştirâk , {OsT} Katılım olmaksızın;
Şekil; biçim. 3. K ılık kıyafet, ortaksız; yalnız başına.|| bilâ-k ay d ü ş a rt, {OsTj
K ayıtsız ve şartsız; hiçbir sınırlama ve şart tanı
bikm az, [Far. bikmâz jU sy {OsT) is. 1. Şarap. 2. Şa maksızın. || bilâ-lüzüm , {OsT} 1. Gereksiz; lüzum
rap içme; şarap meclisi, suz. 2. Gerek görülmeden; lüzum olmadan; gerek
b ik r, [Ar. bikr {OsTj is. 1. Herhangi bir şeyin meden.|| b ilâ -m a’ni, {OsTj Zorlayıcı sebep olma-
ilki. 2. İlk yavru. 3. Tazelik. 4. Gençlik. 5. Doku- dan.|| b ilâ-m en faat, {OsT} Çıkar aramaksızın.\\ bi-
nulm amışlık. 6. K ız olma; kızlık; bakirelik. 7. huk. lâ-m ü n âk aşa, {OsT} Tartışmasız; münakaşa etme-
Evli olsa da hiç cinsel ilişkide bulunmamış kız. 8. den.\\ bilâ-m ezâh im (müzâhim), {OsT} 1. Bir engel
sf. El değmemiş, dokunulmamış. 9. Bakire; kız oğ çıkmadan. 2. Sıkıntıya sokmadan; sıkmadan. || bilâ-
lan kız. S1 b ik r-i fik r, {OsT} O zam ana kadar hiç niyye, {OsTj N iyet olmadan; niyet olmaksızın,||
ortaya atılmamış düşünce; ilk fikir. || b ik r-i hakîkî, b ilâ-n o k san , {OsTj Eksiksiz.\\ b ilâ-özr, {OsT} Özür
{OsTj huk. Erkekle beraber olmamış, hiçbir cinsel süz olarak.|| b ilâ -ru h sâ t, {OsT} İzinsiz olarak; ruh-
ilişkiye girmem iş kız.|| b ik r-i hü k m î, {OsTj huk. satsız.|| bilâ-sah ip , {OsT} Sahipsiz.|| bilâ-sebep,
Tekrar etmemekle birlikte zina ettiği bilinen kız. {OsT} Sebepsiz olarak]| b ilâ-şüphe, {OsT} Şüphe
siz,|| b ilâ-taab , {OsTj Zahm etsizce.|| b ilâ-tah k ik ,
b ik ra n , [Ar. bikr > bikrân ol^Sö] (bikra:n) {OsTj is. {OsT} Sorup soruşturm aksam ; tahkik etmeden.||
Bakireler, fi5 b ik râ n -ı bihişt, {OsTj Cennet bakire b ilâ-ta k sîr, {OsT} Kusursuz; taksirsiz.|| bilâ-tas-
leri; huriler.\\ b ik râ n -ı çerh, {OsTj 1. Yıldızlar ve hîh, {OsT} Düzeltilmeksizin; tashih edilmeden.\\
gezegenler. 2. Huriler. b ilâ-teem m ül, {OsT} Düşünmeden; irticalîolarak.\\
b il1, [bil / bül (yans.)] is. Kümes hayvanlarını çağır b ilâ -te ’h îr, {OsT} Gecikmeden; sonraya bıralana-
mayı anlatan kök. [Zülfıkar] bil bil, bil-i bili, bil-iç, dan.|| b ilâ-te râh î, {OsT} Yumuşamaksızın; sertliği
bil-ik. fi1 bil bil, {ağızj Kümes hayvanlarını çağır bırakmadan.\\ b ilâ -te re d d ü t, {OsT} Tereddüt etme-
m a ünlemi. [DS] den.|| bilâ-tev ak k u f, {OsT} Durmadan; durakla-
bil2, [bel / bil / bel J - J (be:l) {eTj {eATj is. 1. Bel. maksızın.|| b ilâ-u d u l, {OsT} Sapmadan; dönme
den.|| b ilâ-ü cret, {OsT} Ücretsiz; parasız.|| bilâ
[ETY] [EUTS] [Gabain] 2. {eAT} Dağların yamaçları;
v asıta, {OsT} D oğrudan doğruya; araç ve aracı
dağlar üzerindeki geçitler; dağ beli. 0 b il bagi,
kullanmaksızın; vasıtasız.|| bilâ-veled, {OsT} Ço
{eTj B el bağı; kuşak; kemer. [EUTS]|| bil b ağ
cuksuz,|| b ilâ -z a rü re tin , {OsT} B ir zaruret olma
lam ak, {eAT} Önem vermek; hazırlanmak; güven
dan; m ecbur olmadan.
mek; azmetmek; bel bağlamak.\\ bilini bağ lam ak ,
{eATj 1. Hazırlanmak. 2. tasvf. Tarikata giriş töre bilabil, [Ar. bilâbil Jo%] (bilâ;bil) {OsT} is. 1. Üzün
ninde müridin beline kuşak takmak. tü; elem; keder; tasa. 2. Telaş.
, « M M » 603____________________________ __________________________________________________B İL
bilaca, [İt. plagia (plaj)] (b i’laca) {OsTj is. 1. Gemi bunları sağlamak için kullanılan öz ve yabancı kay
yatağı; liman. 2. Sahile yakın korunaklı demirleme nakların gösterildiği çizelge. 2. mecaz. Girişilen bir
yeri. işin belirli bir süre sonra kazandırdıkları veya za
bilad, [Ar. belde > bilâd (bilâ:d) {OsTj is. 1. rarları konusunda yapılan değerlendirme. 3. Bir
olayın sonucu, fi1 bilançosunu y ap m ak , Bir olayın
Beldeler. 2. Ülkeler. S bilâd -ı âm ire, {OsT} Ba
olumlu ve olumsuz durumlarını tespit edip değer
vındır hâle getirilmiş yerler.\\ b ilâd-ı aşere, {OsT}
lendirmek.
İzmir, Eyüp, Kandiye, Halep, Selanik, Sofya, Trab
b ilar, [Yun. bilarion (macun)] is. dnz. Kalafat işle
zon Galata, Kudüs, L a rissa 'dan ibaret on şehir. ||
rinde kullanılmak üzere katranlı kıldan yapılmış
bilâd-ı cesîme, {OsT} Büyük ülkeler.\\ bilâd-ı
özel macun.
erbaa, {OsT} Edirne, Bursa, Şam ve K ahire'den
b ilard o , [İt. biliardo / bigliardo] (bila ’rdo) is. Üzeri
ibaret dört şehir. || bilâd-ı garbiye, {OsT} Batı ülke
arduaz kaplı ve yeşil çuha örtülmüş kenarları çevri
leri]] bilâd-ı harâciye, {OsTj Haraç vergisi alınan
topraklar]] bilâd-ı isnâ aşer(e), {OsT} Adana, E r li bir masa üzerinde isteka adı verilen özel sopalar
zurum, Bağdat, Beyrut, Diyarbakır, Rusçuk, Saray- la ve üç fildişi top ile oynanan bir salon oyunu,
bosna, Sivas, Maraş, Trablusgarp, Antep ve Çankı b ilard o cu , [bilardo-cıı] is. 1. Bilardo oynayan kişi. 2.
r ı ’dan ibaret on iki şehir.|| bilâd -ı R um , {OsT} 1. Bilardo oynatan kişi. 3. Bilardo araçlarının üreten
Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahil topraklar. ve satan kişi,
2. Anadolu.|| bilâd-ı selâse, {OsT} Eski İsta n b u l’un bilaş, [Ar. bilâ-şey3 {eAT} is. Boş yere; beleş,
idare sisteminde Eyüp, Galata ve Üsküdar sem tleri bilavasıta, [Ar. bila- (olumsuzluk eki) + vâsıta (araç)
için kullanılan ifade.
biladan, [Yun. platanos] {ağız} is. Çınar. [DS] (bilâ:va:sıta) {OsT} sf. 1. Araçsız. 2. D o
laysız; doğrudan. 3. zf. Araçsız ve dolaysız olarak,
bilade, [Far. bilâde (bilâ.de) {OsT} sf. Söz ge
b ilb o rd , [İng. bill-board] is. İlan tahtası,
tirip götüren; müzevir; fesatçı,
bilcüm le, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + cümle
bilader, [Far. birader] (bilâ:der) {ağız} is. 1. Erkek
(bütün) > b i’l-cümle «14-1;] (b i’lcümle) zf. 1. Bir
kardeş. 2. ünl. Sitem ve seslenme sözü. [DS] S1 b i
lader ağacı, bot. Tropikal iklim kuşağında yetişen şeyin hepsi; tamamı. 2. Bütün, hep; tüm.
meyvesi yenilebilen, kızıl kahve renkli kerestesin bilçe [bel / bil-çe] {eT} zf. Bele kadar; belce. [EUTS]
den mobilyacılıkta yararlanılan orman ağacı; aka bilde, [Yun. ptilon] {ağızj is. 1. Pamuk yumağı. 2.
ju; Amerika elması; maun. Fitil. [DS]
bilağ, [Ar. belâğ jOlı] (bilâ;ğ) {OsTj is. belağ. bildik, -ği [bil-mek > bil-dik] is. 1. Her zaman konu
şulup görüşülen, yakından tanınan ve bilinen kişi;
bilah, [Ar. belıha > bilâh ^5L>] (bilâ;h) {OsTj is. tanıdık; dost; ahbap. 2. sf. Yabancı olmayan; bili
Arkası büyük olan kadınlar, nen. S b ild ik çıkm ak, Biri ile doğrudan veya do
bilahare, [Ar. b i’l-âhire / b i’l-âhere (b ilâ h a laylı tanışık çıkmak]] bild ik g ö rd ü k , {ağızj Eş dost.
[DS]
re) {OsT} zf. 1. Sonra. 2. Sonradan. 3. Sonunda,
b ild ir, [bir+yıl-dır] {ağızj is. Geçen sene. [DS]
bilaistisna, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + istisna
b ild ircin , [bildircin] {ağızj is. Bıldırcın. [DS]
(ayrı) > bi-lâ-istisnâ (bilâ:istisna:) {OsT} b ildirge, [bildir-mek > bildir-ge] is. 1. Bir kişinin
zf. 1. Ayrım yapılmaksızın; istisnasız. 2. Ayrıcalık herhangi bir durum hakkında resmî kuram lara
sız. verm iş olduğu belge; beyanname, (1935). 2. Vergi
bilakis, [Ar. bi’l-'aks j-S U jy (bilâ:kis) {OsT} zf. 1. yükümlülerinin belirli zamanlarda kazanç veya
Tam tersine. 2. Aksine olarak, vergi yükümlülükleri ile ilgili olarak vergi dairele
rine verdikleri belge; beyanname,
bilakuza, [Yun. plakutza] {OsTj is. Bayramlarda
b ild iri, [bildir-mek > bildir-i] is. 1. Bir kurum veya
yemek için yapılmış çörek vb. şeyler,
kuruluş tarafından herhangi bir durumu ilgililere
bilal, [Ar. bilâl J^U] (bilâ:l) {OsTj sf. 1. Su gibi duyurm ak üzere yazılmış yazı; tebliğ, (1935). 2.
ıslatan. 2. Islatış. 3. Islaklık, Bilim sel konuda yapılan açıklama; tebliğ,
bilama, [bir+lokma > bilama] (bi'la:ma) {ağız} sf. b ild irilm e, [bildir-il-me] is. Bildirilm ek işi.
Bir parça; biraz; azıcık. [DS] b ild irilm ek , [bildir-il-mek] edil. f. f i r ] Başkası
bilan, [bel-en / bilan ? OUJ {eAT} is. Süslü ve işle tarafından bildirme işi yapılmak; haber verilmek;
meli kılıç kemeri, duyurulmak.
bilanço, [İt. bilanciare (dengelemek) > bilancio (den b ild irim , [bildir-im] is. 1. Yazılı açıklama. 2. Yazılı
ge)] (bilanço) is. 1. B ir işletmenin belirli bir dö bildirme; tebliğ. 3. Yazılı duyurunun yapıldığı kâ
ğıt; ihbarname. S b ild irim ödencesi, Sözleşme
nem sonundaki taşınır ve taşınm az varlıkları ile
gereği haber vermeden yapılan bir ticarî uygula
BİL irtiMIİKCESÛM .bo*
madan karşı tarafın uğradığı zararı karşılamak bile2, [Far. bîle alo] (bi;le) {OsT} is. 1. Ada. 2. Yanak.
üzere yapılan ödeme; ihbar tazminatı.
3. Yan. 4. Küçük bahçıvan beline benzer ok temre
bildiriş, [bildir-iş] is. Bildirme işi ve biçimi, ni; kesme. 5. K ayık küreği,
bildirişim, [bildir-iş-im] is. 1. Karşılıklı olarak bil
bilece, [bile-ce / 4 ^ ] {eAT} {ağız} zf. Birlikte;
dirme, haberleşme işi. 2. İletişim; komünikasyon,
bildirişme, [bildir-iş-me] is. 1. Bildirişmek eylemi. beraber. [DS]
2. {ağız} Haberleşme. [DS] bilecen, [bil-ecen {eAT} {ağız} sf. 1. Çok şey
bildirişmek, [bildir-iş-mek] işteş, f. [-ir] 1. Karşılıklı bilen; hemen her şeyden anlayan. 2. Bilgiçlik tasla
olarak bildirmek. 2. Bir duygu veya düşünceyi ses yan; ukala. 3. Bilgin. 4. Yaşına göre çok şey bilen.
ve yazı ya da işaretlerle bildirerek karşısındaki ile [DS]
anlaşmak; haberleşmek, bilecenlik, -ği [bil-ecen-lik] is. Bilecen olma duru
bildirm e, [bildir-me] 1. Bildirmek işi. 2. Bir durumu mu.
veya yasa gereği zorunlu görülen bilgileri ilgili m a bilecik, -ği [bilek-cilc] {ağızj is. İnce bilek; iri olma
kam a yazı veya söz ile iletme, duyurma; beyan, fi1 yan bilek. [DS]
bildirm e cümlesi, dbl. Yüklemi bildirme kiplerin bileg1, [bel-ek / bil-eg] {eT} is. Armağan. [EUTS]
den birisi ile kurulu olan ciimle.\\ bildirme eki, dbl. bileg2, [bel-en / bileng] {ağızj is. Yolcuların hemen
isim cümlelerinde bildirme görevi yüklenen -im , - ansızın ortaya çıkıverdiği, görüldüğü dağ yamacı;
sin, -dir ekleri.\\ bildirme kipleri, dbl. Yapılan, iki tepe arasındaki çukurluk; belen. [DS]
yapılm akta veya yapılacak olan eylemleri zam ana
bilegen, [bi-l-egen jSLL / {eAT} sf. İyi bilen.
bağlı olarak belirten kipler.
bildirm ek, [bil-mek > bil-dir-mek] gçl. f. f i r ] 1. bilegü, [bile-mek > bile-gü] (bile.gü) {eT} is. Bileği.
[DLT] [EUTS]
Herhangi bir şeyi haber vermek. 2. Herhangi bir
konuda bilgi vermek. 3. Anlatmak; ifade etmek. 4. bilegüsüz, [bile-gü-süz] (bile;güsüz) {eT} sf. Bilen
Tanıtmak. 5. Öyle göstermek, memiş; keskinleştirilmemiş. [Clauson]
bildizm ek, [bil-mek > bil-diz-mek] {eTj gçl. f . f ü r ] bileği, [eT. bile-m ek > bile-gü > bileği] is. Kesici,
Bildirmek; öğretmek. [DLT] yarıcı, yontucu aletleri keskin hale getirmek için
kullanılan araç, t? bileği taşı, Çakı, bıçak, makas
bildükli, [bil-mek > bil-dük-li {eAT} sf. Tanı
gibi kesici aletleri bilemekte kullanılan ince taneli
dığı, bildiği olan, sarı şist.
bildürmek, [bil-mek > bil-dür-mek] {eT} gçl. f. f ü r ] bilek1, -ği [eT. bilek] is. 1. El ile kolun, bacak ile
Bildirmek; anlatmak. [Üç İtigsizler] [Yüknekî] ayağın birleştiği eklem boğumu. {eT} (aym) [Gabain]
bildüzm ek, [bil-mek > bil-düz-mek / bil-tür-mek] [DLT] [EUTS] 2. mecaz. Güç; kuvvet. 3. {ağız} Ara
{eT} g ç l . f f ü r ] Bildirmek. ba tekerleğinin parmaklıkları. [DS] 4. Kayık küre
b ile1, [bir+ile-n > birlen / bir-le / bilen / bile zf. 1. ğinin kayış geçen ince kısmı. S bileğin almak,
{eATj Eline yapışm ak.|| bileğinde altın bilezik ol
Birlikte; beraber. {eT} {eAT} (aym) [EUTS] [ETY]
mak, Geçerli bir iş ve meslek sahibi olmak. || bile
[Yüknekî] 2. e. Cümleyi güçlendirerek umulmazlık,
ğine güvenmek, 1. K endi beden ve kol kuvvetine
beklenmezlik, aynı zam anda anlamlarım katar; hat
güvenerek işe girişmek. 2. Kendi ustalığıyla başa
ta; üstelik; de. {eAT} (aym) 3. Şart cümlesini karşıt
rabileceğini tahmin etm ek.|| bileğine kadar, 1.
lık ilişkisi içinde başka bir cümleye bağlar; dahi.
(Çamur veya kar için) ayak bilekleri örtülecek ka
{eAT} (aym) 4. {eAT} İle. fi1 bile doğmuş, {eAT} Yaş-
dar olmak. 2. (Elbise ve etekler için) ancak ayakla
taş; akran]| bile komak, {eAT} B ir arada bulun
rı ve elleri görülecek kadar örtülü olmak. || bileği
durm ak,|| bile koşmak, {eAT} I. Eklemek; birleş
nin hakkı ile, K endi çalışma ve gayreti ile.|| bilek
tirmek. 2. Arkadaş etmek.|| hilelerince, {eAT} B e
bilek (Akmak için) gür bir şekilde; gürül gürül.||
raberlerinde; yanlarında.\\ hilelerinde, {eAT} Bera bilek boşalması, {ağızj (Hayvan için) ön ve arka
berlerinde; yanlarında.|| hilelerine, {eAT} Yanları- ayakların çökmesi. [DS]|| bilek boşandırma, {ağızj
na.|| bilemce, {eT} {eAT} Yanımda olarak; bera (At için) yürürken tökezleme. [DS]|| bilek damarı,
berimde.|| bilence, {eAT} Senin beraberinde; y a Nabız.\\ bilek demiri, {ağızj Tabaklıkta deri kazı
nında olarak.|| bilende, {eAT} Senin beraberinde; makta kullanılan bir aygıt. [DS]|| bilek dikmesi,
yanında.|| bile olm ak, {eAT} Birlikte bulunmak,|| {ağızj Bileğin bükülmesi. [DS]|| bilek gibi, Kalınlığı
bilenüze, {eAT} Yanınıza.|| bileşince, {eAT} Onun bilek kalınlığına denk olan.|| bilek güdü, 1. K ol ve
beraberinde; yanında olarak.|| hilesinde, {eAT} beden kuvveti ile iş yapma. 2. Kaba kuvvet. || bilek
Onun yanında; beraberinde; onunla birlikte.\\ güreşi, Karşılıklı olarak birbirinin bileğini bükmek
bilesine, {eAT} Onun yanında; beraberinde; onunla suretiyle yapılan güç denemesi. || bilek kadar, K a
birlikte.|| (onun) bilesiye, {eAT} Yanma.|| bile tog- lınlığı bilek kalınlığında olan.|| bilek kanalı, anat.
mış, {eATj Akran; yaştaş.|| bileye, Yanına. Bilek kemiklerinin ön yüzü ile bilek ekleminin ön
o if ttM r a i.e o s BİL
bağı arasında y e r alan kanal. \\ bilekin alm ak , E li bilen, [bir-le-n / bile-n] {eTj zf. 1. İle; beraber; birlik
ne yapışm ak.|| bilek kuvveti, Beden ve kol kuvve- te. [EUTS] [Gabain] 2. /ağızj Bile. [DS]
ti. || bilek saati, Bileğe takılan küçük saat; kol saati. bileng, [bel > bel-en > bil-en dUL] (bilen) {eAT} is.
bilek2, [bel-ek / bil-ek] jeTj is. Hediye. [Gabain] Dağ yanı; sarp geçit; belen,
bilek3, [Far. bilek dlLJ {OsT} is. Çatal temrenli bir tür
bilengce, [bile > bile-n-ce İ ^ İ j ] {eAT} zf. Yanında;
ok. beraberinde.
bilek4, -ği [beleng I bileng] {ağız} is. Belen. [DS]
bilengde, [bile > bile-n-de »jıSUJ {eAT) zfi. Yanında;
bilekçe, [bilek-çe {ağız} is. 1. Kelepçe. 2. Bi
beraberinde.
leklik. 3. Bukağı. 4. {eAT} is. Bilek. 5. {eAT} H ay
bilengüze, [bile > bile-n-üz-e ojjSÜJ {eATj zf. Y a
vanlarda topuk ile tırnak arası. 6. zf. Bilek kadar.
[DS] nınıza.
bilekçek, [bilek-çek dU^L.] {eAT} {ağız} is. Suçluların bilenm e, [biie-n-me] is. Bilenmek işi.
b ilen m e k 1, [bile-n-mek] edil, fi f i r ] 1. (Bir kesici
bir yerden bir yere götürülmesi sırasında kaçmala
alet için) biri tarafından bilemek suretiyle keskin
rını önlemek için bileklerine takılan kilitli metal
hâle getirilmek. 2. dönşl. Bir işi yapmak için azim
halka; kelepçe. [DS]
ve hırs kazanmak; hırslanmak.
bileke, [Yun. plaka] {ağız} is. Fare ve çakal gibi
zararlı hayvanları yakalamakta kullanılan bir tür bilenm ek2, [bula-n-mak > bel-en-mek d U J y {eATj
tuzak. [DS] dönşl. fi f ü r ] Her yanı bulaşmak,
bileki, [Yu. plaki] is. {ağızj 1. Kalınlığı az yayvan b ilerek, [bil-erek] zfi. Yaptığı işin doğuracağı sonuç
granit taş. 2. M ısır ekmeği pişirm ekte kullanılan içi ların farkında olarak; bile bile; amaçlı; bilinçli ola
oyuk taş. 3. Taş sacda pişirilen mısır ekmeği. [DS] rak; kasıtlı; kasten,
bilekim , [bile+kim?] zf. Dilerim; beklerim; umarım, bilerzüv, [bilek > biler-zük / bilerzüv] {eT} is. Bile
bileklig, [bilek-lig] {eT} sf. Bilekli; güçlü kuvvetli. zik. [Clauson]
[DLT] bileşince, [bile > bile-s-i-nce / 4^ » 4İo /
bileklik, -ği [bilek-lik] is. 1. Bazı işlerde ve spor
/ {eAT} zf. Beraberinde; yanında; birlikte,
karşılaşmalarında bileğin burkulmasını veya in
cinmesini önlemek için bileğe sarılan meşin sargı. hilesinde, [bile > bile-s-i-n-de ojcl_L / o-ll-, tL.] {eAT}
2. Atların bacaklarının sarılmasında kullanılan ham zf. Beraberinde; yanında; birlikte,
bez ya da eski kumaş parçaları,
bilesine, [bile > bile-s-i-n-e {eAT} zfi
bilekter, [Yun. plektarion (sepet)] {ağız} is. Sırtta ta
Beraberinde; yanında,
şman küçük sepet. [DS]
bilesiye, [bil-mek > bil-esi-y-e] zf. 1. Bilerek. 2.
bileli, [bil-mek > bil-e-li ^ iL>] sf. Bilen; bilmiş olan, Bilinceye kadar,
bilelik, [bile-lik dULo / dİ) «L] {eAT} is. Beraberlik; bileşen, [bi(r)-le-ş-mek > bile-ş-mek > bileş-en] is. 1.
maiyet. fiz. Bir bileşke oluşturan öğelerin her birisi. 2. kim.
Fiziksel ve kimyasal bakımdan bir denge içinde
bilem, [bile-m] {ağız} zf. Bile. [DS]
bulunan bir bileşiği meydana getiren elementlerden
biiemce, [bile > bile-m-ce *«Jb] {eAT} zf. Yanımda; her biri.
beraberimde. bileşik, -ği [bi(r)-le-ş-mek > bile-ş-mek > bileş-ik] sf.
bilem e1, [bile-m-e] {ağız} zf. Çok az. [DS] 1. Oluşum unda çeşitli madde, cisim veya değişik ö-
bileme2, [bile-me] is. Bilemek işi. S bilem e açısı, geler bulunan nesne; mürekkep, (1942). 2. kim.
meka. K esici aletlerin keskinleştirilen yüzünün eği Kimyasal tepkimeler sonucu iki veya daha çok
mi ile bileme aracının taban yüzeyi arasındaki açı. elementten oluşan ve bunlardan bağımsız fiziksel,
bilem ek1, [eT. bile-mek dl« <tio] {eT} g ç l . f f r ] fl ( i ) - kimyasal nitelikler gösteren. 3. bot. Her biri başlı
başına bir. bütün sayılabilecek birçok benzer organ
yor] 1. Bileği taşm a veya başka bir bileme aletine
lardan meydana gelmiş (organ). 4. is. Ses ve müzik
tutarak kesici aletlerin ağzım keskin duruma getir
görüntüsünün birlikte verildiği film. 5. Birkaç ele
mek; keskinleştirmek; zağlamak. {eT} (aym) [DLT]
mentten oluşmuş madde, fi1 bileşik b aşak , biy.
SEUTS] 2. mecaz. Bir duygunun etkisini artırmak,
Ana eksen üzerindeki dallarında başakçık denilen
^(içlendirmek. 3. {eAT} Bulamak; bulaştırmak.
küçük başaklar taşıyan başak. || bileşik çiçek, bot.
bilem ek2, [be-le-mek dUlo / dUL] {eAT} gçl. f. f r ] Papatyada olduğu gibi köm eç şeklindeki toplu çi
Kundaklamak, çek,|| bileşik faiz, bank. Süre bitimine~kadar tahak
bilem sinm ek, [bile-mek > bile-msin-mek] {eT} gçl. fi kuk eden fa iz ile ana p ara toplamına uygulanan
f ü r ] Bilirmiş gibi görünmek. [DLT] fa iz. || bileşik göz, biy. Böceklerde ve kabuklularda
BİL n u r c u .
görülen birbirine benzer bir çok hücreden oluşmuş biletme, [eT. bile-m ek > bile-t-me] is. Biletm ek işi.
göz; petek göz; mürekkep göz. |j bileşik kaplar, fız. biletmek, [eT. bile-mek > bile-t-mek] gçl. fi gçl. fi. f
Alttan bir boru ile birbirine bağlanmış içinde sıvı ir] Birine bileme işini yaptırmak. {eT} (aynı) [DLT]
bulunan kaplardan meydana gelmiş fizik deney bilevü, [bile-mek > bile-gü / bilewü] {eT} is. Bileği,
araçları. || bileşik kesir, mat. İçinde tam sayı bulu
bileyci, [bile-y-ici / bile-y-ci] is. -*■ bileyici,
nabilen; pa yı paydasına eşit veya büyük kesir. \\ bi
bileyici, [bile-y-ici] is. Kesici aletleri bileme işini
leşik lipit, biy. Protein, karbonhidrat y a da kükürt,
kendisine m eslek edinmiş olan kimse; zağcı,
azot gibi elementlerle birleşmiş y a ğ molekülü.\\ bi
leşik meyve, biy. D ut ve incir gibi sık çiçek duru bileyicilik, -ği [bile-y-ici-lik] is. Bileyicinin yaptığı
mundan meydana gelen meyveler. || bileşik öner iş; bileyicinin mesleği; zağcılık.
me, mant. Mantıkta içinde iki ve daha çok önerme bileye, [bile > bile-y-e {eAT} zf. Yanma.
bulunduran önerme. bilezik, -ği [bilek + üzülc ? / e T bilezük / bilersük /
bileşikgiller, [bileş-ik > bileş-ik-gil-ler] is. bot. bilerzik] is. 1. Süs için bileğe takılan değerli m a
Bitişik yapraklı iki çenekli bitkilerden çiçekleri denlerden yapılmış halka. 2. {ağız} Uç uca gelen iki
kömeç halinde toplu olarak bulunan familya, boruyu birleştirmek için kullanılan genişçe halka.
bileşim, [bileş-mek > bileş-im] is. kim. 1. İlci ve daha [DS] 3. M otor pistonundaki özel yuvalara yerleşti
çok öğenin bir araya gelerek yeni bir öge oluştur rilm iş yağlama, soğutma ve sızıntıyı kesm e gibi
maları işi. 2. Bir maddenin hangi basit elem entler amaçlarla yerleştirilmiş, uçları açık esnek metal
den meydana gelmiş olduğunu ortaya koyan verile halka. 4. argo. Kelepçe. 5. mim. Sütunların gövde
rin tamamı; terkip, (1942). 3. Birleşme sonucu lerini yatay olarak bölen silmeler. 6. {ağız} Kuyula
meydana gelmiş bulunan yeni nesne; terkip, rın ağzına konulan ortası oyuk tek parça yuvarlak
bileşke, [bileş-mek > bileş-ke] is. 1. Çeşitli nitelik ve taş. [DS] 7. spor. Okçuların yay telinin darbesinden
nicelikte öğelerin birbirine etki etmesi sonucunda ellerini korum ak için sol bileklerine taktıkları m e
ortaya çıkan, kendisini oluşturan öğelerin nitelik ve şin bilezik. 8. Kuşlar hakkında araştırma yapanların
niceliğinden farklı sonuç. 2. fız. Bir cisme etki eden yakalayıp saldıkları kuşların ayaklarına taktıkları
farklı kuvvetlerin toplamına eşit olan ve bu kuvvet numaralı alüminyum halka. 9. argo. Kelepçe. 10.
lerden nicelik ve yön bakımından farklı olan kuv argo. Fahişe. 11. {ağız} Taraktan geçirilerek eğril
vet; kuvve-i muhassala. meye hazır hâle getirilmiş bileğe dolanabilecek
bileşken, [bileş-ken] sf. Elektronik devrelerin ger miktardaki yün. [DS] S bilezik yapm ak, {ağız}
çekleştirilmesinde kullanılan etken ve edilgen öğe Harmana gelen sapı döşek etrafında bilezik biçi
lerden her biri, minde yığmak. [DS]
bileşme, [bi(r)-le-ş-mek > bile-ş-me] is. 1. Bileşmek bilezikli, [bilezilc-li] sf. 1. Bileziği bulunan. 2. Bile
eylemi; terekküp. 2. Bileşim meydana getirme, zik takınmış olan,
bileşmek, [bi(r)-le-ş-mek > bile-ş-mek] işteş, f. f i r ]
bilezük, [bilek+üzük (yüzük)> bile-z-ülc / dJj.jio]
fız. kim. İki ve daha çok öge bir araya gelerek yeni
bir öge oluşturmak; terekküp etmek, {eT} is. Bilezik. [DLT] S bilezük urınmak, {eAT}
bileştirici, [bileş-mek > bileş-tir-ici] sf. 1. Bileştir B ilezik takınmak.
m ek işini yapan. 2. Birleşmeyi sağlayan, bilezüklenm ek, [bilezük-le-n-mek] {eT} dönşl. fi. f
bileştirme, [bileş-mek > bileş-tir-me] is. Bileştirmek ür] Bilezik takınmak. [DLT]
işi. bilfarz, [Ar. bi-(ön ek) + el (h a r fi tarif) +farz (say
bileştirmek, [bileş-mek > bileş-tir-mek] gçl. f i f i r ] ma) >] (b i’lfarz) {OsT} zfi. 1. Sayalım ki.. 2.
1. Bileşmesini sağlamak. 2. Birleşmesine yol' aç Öyle olduğunu kabul edelim. 3. Tut ki. 4. Söz geli
mak; bitiştirmek. 3. fız. İki ve daha çok vektörün şi.
paralel kenar kuralına göre geometrik toplamını bilfiil, [Ar. b\-(ön ek) + el (harf-i tarif) + fı’il (iş, ey
almak.
lem) > b i’lfı'il J* Jl;] (b i’lfıil) {OsT} zf. 1. Eylemli
bilet, [İt. biglietto > Fr. billet] is. Para karşılığı giri
len sinema, tiyatro, gösteri vb. yerlere girmek; oto olarak. 2. Yaparak. 3. Gerçekten. 4. İş edinerek. 5.
büs, tren, uçak, gemi gibi ulaşım araçlarına binm ek İş olarak. 6. Harekete geçmek suretiyle.
için veya şans oyunlarına katılm ak amacıyla satın bilge, [eT. bil-m ek > bil-ge aSX / aSI] (bilge;) is. 1.
alınan özel basımlı kâğıt parçası. S (birinin) bile Bilgi sahibi, iyi ahlaklı, örnek alınacak olgunluğa
tini kesmek, argo. (Birisini) öldürmek.\\ bilet kes ulaşmış kişi; hakîm; akıllı; dirayetli; fetanetli; muk
mek, 1. Alıcıya para karşılığı bilet vermek, bilet tedir; mütebahhir. {eT} {eAT} (aynı) (1935). [ETY]
satmak. 2. argo. Pezevenklik etmek. [EUTS] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Tekin] 2. {eAT} Geniş
biletçi, [bilet-çi] is. Bilet satan kişi, ve derin bilgi sahibi; bilgin; âlim. {eT} (aynı) [DLT]
biletçilik, -ği [bilet-çi-lik] is. B ilet satma işi. [İKPÖy.] [EUTS] [Üç İtigsizler] [ETY] 3. {eAT} Bilge;
ö im t u r m • 607 B İL
bilgili kişi; hakîm. [Gabain] [EUTS [ETY] 4. Da Bilgiç olanın niteliği, fi1 bilgiçlik satmak, B ir şeyi
nışman. [ETY] 5. Bilgi. [İKPÖy.] bilmediği halde biliyormuş görünerek akıl vermeye
bilgece, [bilge-ce] (bilge’ce) zfi. Bilgeye yakışır; ha kalkışmak.\\ bilgiçlik taslamak, Bir şey bilmediği
kimane; akıllıca; makul, halde çok şey biliyor görünmek.
bilgedmek, [bilge-d-mek / bilge-t-mek] {eT{ gçsz. fi bilgilendirilme, [bilgi-le-n-dir-il-me] is. Bilgilendi
f ü r ] Akıllanmak. [DLT] rilm ek işi.
bilgelenmek, [bilge > bilge-le-n-mek] {eT} gçsz. fi f bilgilendirilmek, [bilgi-le-n-dir-il-mek] edil, fi f i r ]
ür] Bilir görünmek; bilgelik taslamak. [Clauson] Birisi tarafından bilgi sahibi edilmek,
bilgelig, [bilge-lig] (bilgedig) {eT} sf. Hakîm olan; bilgilendirme, [bilgi-le-n-dir-me] is. Bilgi sahibi ol
bilge olan. [ETY] masını sağlama,
bilgelik, -ği [bilge-lik] is. 1. Bilge olma durumu. 2. bilgilendirm ek, [bilgi-le-n-dir-mek] gçl. f i f i r ] B i
Bilgenin niteliği. 3. fel. Bilgi; hikmet. 4. İlk Çağ rinin herhangi bir konuda bilgi sahibi olmasını sağ
felsefesinde kendini tanıma, kendini bilmenin bil lamak; bilgi vermek,
gisi; vukuf. bilgilenme, [bilgi-le-n-me] is. Bilgilenmek işi.
bilgetmek, [bilge-d-mek / bil-ge-t-mek] {eT} gçsz. fi bilgilenmek, [bilgi-le-n-mek] dönşl. fi f i r ] Bir ko
f ü r ] Akıllanmak. [DLT] nuda bilgi sahibi olmak; öğrenmek,
bilgi, [bil-mek > bil-ig > bil-gi l_s£L] is. 1. İnsanın bi bilgili, [bilgi-li] sf. 1. Bilgi sahibi olan; öğrenen; a-
gâh; aydın. 2. zfi. Bilerek,
lebileceği, akimın erebileceği olgu, gerçek ve ilke
ler; malumat. 2. Öğrenme, inceleme, araştırma ya bilgilik, -ği [bilgi-lik] is. Genel kültür veya belirli
da gözlemle elde edilebilecek gerçekler; vukuf; uzm anlık alanına ait bilgileri alfabe sırası ile sunan
malumat. 3. İnsan düşüncesinin ürünü olarak orta eser; ansiklopedi,
ya çıkan düşünce. 4. fel. Zihnimizin ilk olarak kav bilgimsinmek, [bilgi-msin-mek] {eT} gçsz. fi. f i r ]
radığı veya duyu organları yoluyla algılama, hayal Kendini akıllı göstermek. [DLT]
gücü ve bellek yardımıyla yargıda bulunma, akıl bilgin, [bil-gin] is. Bir bilim dalında derin ve geniş
yürütme gibi zihnî faaliyetler sonucunda ortaya bilgisi olan, o bilim dalma bilimsel çalışmaları ile
çıkan edinim. 5. Bilim. 6. Kurallardan yararlanarak katkıda bulunan kimse; âlim, bilim adamı,
kişinin veriye yüklediği anlam. 7. {eAT} is. Bilici; bilginlik, -ği [bilgin-lik] is. 1. Bilgin olm a durumu.
kâhin. <3 bilgi çevren, B ir elektronik hesap maki 2. Bilginin taşıdığı nitelik,
nesi ya da bilgisayar türü bilgi işlem makinelerinin bilgisayar, [bilgi+say-ar] is. Ç ok sayıda aritmetiksel
kullanılabilmesi için gerekli olan bilgilerin tümü.\\ veya mantıksal işlemlerden oluşan bir işi, önceden
bilgi edinm ek, 1. Öğrenmek. 2. B ir durumu öğren verilm iş bir program çerçevesinde kısa sürede ya
mek.|| bilgi işlem, bsy. Bilgisayar gibi makinelerle pıp sonuçlandıran elektronik araç; elektronik beyin,
yapılan bilgi depolam a veya kaynaştırma, aktarma kompüter; ordinatör. S bilgisayar ağı, blş. Birbi
işlemlerinin bütünü; veri işlem; informatik.\\ bilgi rine bağlı bilgisayarlar düzeni.
işlem ağı, Ortaklaşa işlem yapm ak için birbirine bilgisayarcı, [bilgi+say-ar-cı] is. Bilgisayar uzmanı,
bağlanmış bilgisayarlar küm esi.|| bilgi kuramı, fel. bilgisayarcılık, -ğı [bilgi+say-ar-cı-lık] is. Bilgisayar
Bilginin elde edilişini, yöntemlerini, geçerlilik ve uzmanlığı.
güvenirlilik durum larım ele alan felsefe disiplini; bilgisiz, [bilgi-siz] sf. 1. Bir insan için gerekli temel
epistemoloji. bilgilerden yoksun olan; cahil; alaylı; bihaber; na
bilgici, [bilgi-ci] is. Bilgiyi başkasını eleştirmek için dan. 2. Herhangi bir konuda yeterli bilgisi ve dene
kullanan kişi; safsatacı; sofist, yimi bulunmayan; malumatsız,
bilgicilik, -ği [bilgi-ci-lik] is. 1. Kendisinin de doğru bitgisizcilik, -ği [bilgi-siz-ci-lik] is. Bilgi edinmeyi
olmadığını bildiği bir şey ile başkasmı yanıltarak ve öğrenmeyi zararlı sayarak, engellemeye çalışma
kendisine çıkar sağlama gayreti; safsatacılık. 2. İlk sistemi.
Çağ Yunan felsefesinde bir tür eleştiri akımı; so bilgisizlik, -ği [bilgi-siz-lik] is. 1. Bilgisiz olm a du
fizm. rumu; cahillik; cehalet. 2. Bilgi yokluğu; cehalet,
bilgiç, -ci [bil-giç sf. 1. Çok bilen; her malumatsızlık.
şeyi bilen, anlayan; hakîm . {eAT} (aym) 2. Bilgi sa bilgiyazar, [bilgi+yaz-ar] is. Elektronik sistemle diz
hibi olan. 3. mecaz. Y arım yamalak bilgilerini çok gi yapan araç; printer,
şey ve mükemmel biliyormuş gibi övünen kimse; bilgü, [bil-mek > bil-gü lsSİL / {eAT} is. Bilici;
ukala. '4. is. mecaz. Bilgisiz olduğu halde kendisini
kâhin.
bilirmiş gibi gösteren kimse, ö bilgiç bilgiç, Çok
bilgttçi, [bilgü-çi] {eT} sf. Bilgin; bilen; üstat. [EUTS]
bilmiş bir şekilde.
bilgiirmek, [bil-mek > bil-gü-r-mek] {eT} gçl. f i f ü r ]
bilgiçlik, -ği [bilgiç-lik] is. 1. Bilgiç olma durumu. 2. Bildirmek. [EUTS]
BİL ÖIÜMI K I M . s e
bilhassa, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + haşşa bitiksizlik, [bilig-siz-lik] {eTj is. 1. Bilgisizlik; ceha
let. [DLT] 2. sf. Bilgisi olmayan. [EUTS]
(özellik) ivsli-L.] (bi'lha:ssa) (OsT) zf. 1. Özellikle.
bilili, [bili-li L^Uu] {eATj sf. Bilgili; âlim; hakîm.
2. H er şeyden önce. 3. En çok. 4. Hele.
bili1, [bil (yans.) > bil-i] is. Tavuk ve kuş çağırmak bililmek, [bil-mek > bil-il-mek] {eTj gçsz. f. f ü r ] Bi
için kullanılan yansımalı gövde, ff bili bili, (ağızj linmek; tanınmak. [EUTS] [Üç İtigsizler]
Tavukları çağırmakta kullanılan ünlem. [DS] bililtizam, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + iltizâm
bili2, [eT. bil-ig > bil-i > bil-ü ^ is. {eATj is. 1. (isteme) j-ljJ'ill.] (b i’liltiza:m) {OsTj zf. 1. Bilerek ve
Bilgi; ilim; irfan; idrak; malumat. 2. Zihin; fikir. S isteyerek. 2. Bile bile,
bilisi şaşmak, {eATj Bildiğini şaşırmak; bildiği bililü, [bili-li > bili-lü {eAT} sf. Bilgili; âlim; ha
şeyleri zihninde toplayamamak.\\ bilisi yanılmak,
kîm.
/eATj Ne söylediğini, ne yaptığını bilemez duruma
bilim, [bil-mek > bil-im] is. 1. Evrene ve olaylara ait
gelmek; bunamak.\\ bili virm ek, {eATj A kıl öğret
bir bölüm birbirine bağlı konuları ele alıp deneye
mek.
dayalı yöntemlerden yararlanarak gerçekleşebilir
bilici, [bil-mek > bil-ici ,_^Ah] sf. 1. Bilme özelliği ta yasalar, kurallar çıkarmaya yönelik düzenli bilgi;
şıyan; bilen. 2. {eATj Bilgin; hakîm; âlim, ilim, (1935). 2. Bazı olay ve olgular basamaklarına
biliç, [bil (yans.) > bil-iç [Zülfıkar] / Yun. poulitsi göre düzenlenmiş sistemli bilgiler bütünü. 3. Bir
[Theodoridis]] {ağızj is. Piliç. [DS] şeyi öğrenm ek amacıyla yola çıkarak edinilen bil
bilig, [bil-mek > bil-ig] {eTj is. 1. Bilgi; hikmet; giler süreci. S bilim adamı, Bilim sel alanda ken
vukuf; malumat. [ETY] [DLT] [Gabain] [Tekin] [Üç dini yetiştirm iş ve bilim çevrelerince otoritesi kabul
İtigsizler] 2. Bilim ilim; [Yüknekî] [Gabain] [Tekin] görmüş, bilimsel çalışm alar yapan kişi; bilgin;
[EUTS] 3. Akıl; us; zekâ; zihin; şuur. [Gabain] [Te âlim. |j bilim dışı, Bilim e aykırı ya da bilimsel araş
kin] [ETY] tırma kurallarından yoksun.|| bilim kuramı, fel.
bilige, [bil-mek > bil-ig-e] {eT{ is. 1. Akıllı. [ETY] 2. Bilimlerin ortaya koyduğu düşünsel sorunları ince
Danışman. [ETY] leyen, her bilimin tek tek yöntemlerini, ilkelerini,
biligin, [bilig-in] {eT} zf. Bilgi ile. [DLT] var sayımlarını araştıran felsefe dalı.\\ bilim kur
biliglig, [bilig-lig] {eT} sf. Bilgili; bilgin; eğitimli. gu, ed. sin. Bilim sel buluşların ve teknolojideki ge
[EUTS] [DLT] lişmelerin gelecekteki insan yaşam ını ne şekilde
biligsemek, [bilig-se-mek] {eTj gçsz. f. f r ] 1. Bil yönlendireceğini ve etkileyeceğini bir takım var
m ek istemek; bilgi edinmeyi çok arzulamak. 2. sayımlara dayandırarak oluşturulmuş hayal ürünii
Akıllanmak; akıllı olm ak istemek. [DLT] edebiyat ve sinem a eserleri tiirü.
biligsiz, [bilig-siz] {eTj sf. 1. Bilgisiz; cahil. [ETY] bilim ci, [bilim-ci] is. Bilgin.
[EUTS] [Gabain] [Tekin] 2. Akılsız. [ETY] bilim cilik, -ği [bilim-ci-lik] is. fel. 1. Bilginin temeli
biligsizlik, [bilig-siz-lik] {eTj is. Bilgisizlik; cehalet. olarak yalnız bilim sel yönteme önem verme biçi
bilik1, -ği [bel > bel-ik > bil-ük A^L ] {eATj is. Ok ve minde ortaya çıkan maddeciliğin bir biçimi ve po-
yay kuburu. zitivist (olgucu) akım. 2. Hıristiyanlık teolojisi,
bilimsel, [bilim-sel] sf. 1. Bilimle ilgili. 2. Bilime ve
bilik2, -ği [eT. bil-mek > bil-ik dil] {eATj {ağız} is. 1.
bilim in verilerine dayanan; ilmî. 3. Bilimin belirle
Akıl; us; anlayış; kavrayış; bilgi. [DS] 2. {ağızj Ta yici özelliklerini taşıyan. S bilim sel deneycilik,
nık. [DS] 3. {ağızj Bilirkişi. [DS]
H er bilimin deney, gözlem gibi bilimsel dayanak
bilik'5, -ği [bil (yans.) > bil-i-k] {ağızj is. 1. Tavşan. 2. larla doğrulanabileceğim, sınanabileceğim savu
Piliç. 3. Anaç tavuk. [DS] nan felsefe akım ı.|| bilimsel düşünce, Bilimin veri
bilik4, -ği [bil (yans.) > bil-i-k] {ağızj is. Kırık leblebi. lerine ve bilimsel yöntem lere dayanan, eleştirici,
[DS]
araştırıcı özgür düşünce.\\ bilim sel sosyalizm , İhti
bilik5, -ği [Far. pîlta ? / bilik / belik] {eTj is. Fitil. lalci sosyalizm; Marxçılık. || bilim sel toplantı, Bi
[Clauson]
lim alanlarından bir konunun ele alınıp tartışıldığı
bilik6, -ği [bil (yans.) > bil-ik] {ağızj is. Erkek çocuk
toplantı; kolokyum.
ların cinsel organı. [DS]
bilim selleştirme, [bilim-sel-le-ş-tir-me] is. Bilimsel
bitiklenmek, [bel / bel > bilik-le-n-mek dUjliL] leştirmek işi.
{eAT} dönşl. f. f ü r ] Sadağını takınmak; silahını bilim selleştirmek, [bilim-sel-le-ş-tir-mek] gçl. f. f
kuşanmak; silahlanmak, ir] 1. Bilimsel nitelik kazandırmak. 2. Bilimsel ve
bilikli, [bil-mek > bil-ik-li] {ağız} sf. Anlayışlı; akıllı; rilere ve metotlara uygun duruma getirmek,
bilgili. [DS] bilim sellik, -ği [bilim-sel-lik] is. 1. Bilimsel olma
biliklik, [bilik-lik] {eT} sf. Fitillik. [Clauson] durumu. 2. Bilimsel olanın niteliği.
B İL
bilim sinmek, [bil-imsi-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür] bilinçlilik, -ği [bilinç-li-lik] is. 1. Bilinçli olma du
Bilir görünmek. [DLT] rumu; şuurluluk. 2. Bilinçli olanın niteliği. 3. p s i
bjiiınsiz, [bilim-siz] sf. 1. Bilimden, bilgiden yoksun kol. Çevredeki nesne, olay ve edimlere karşı uyanık
olan; bilgisiz. 2. Bilimsel yollara uygun olmayan; bulunm a durumu,
bilim dışı; gayr-ı İlmî, bilinçsiz, [bilinç-siz] sf. 1. Bilinci olmayan; baygın;
bilimsizlik, -ği [bilim-siz-lik] is. Bilim siz ve bilgisiz komada; şuursuz. 2. Bilinçle yapılmayan. 3. Kendi
olma durumu, etkinliklerinin eleştirmeli olarak farkında olmayan,
bilin, [Yun. pilini] {ağız} is. Topraktan yapılm a bir bilinçsizlik, -ği [bilinç-siz-lik] is. 1. Bilinçsiz olm a
tür fıçı. [DS] durumu; şuursuzluk. 2. Bilinçsiz olanın niteliği. 3.
bilincek, [bil-mek > bil-in-cek dU jl.] {eAT} is. Sahibi psikol. Çevredeki nesne, olay ve işlere karşı uyanık
tarafından bilm en ve tanınan çalınmış ya da satıla bulunamama durumu,
rak el değiştirmiş mal. S b ilincek çıkm ak, {eAT} b ilindik, -ği [bil-mek > bil-in-dik] sf. Bilinen,
Tanımak; bilmek. bilinem ez, [bil-mek > bil-in-e-mez] sf. 1. Bilinmesi
bilinç, -ci [bil-mek > bil-inç] is. 1. İnsanın kendini ve mümkün olmayan. 2. is. fel. İnsan aklı ile kavra
çevresindekileri tanıma yeteneği; şuur; uyanıklık. namayan ve bilinm eyen şey.
2. psikol. Herhangi bir olgu veya gerçeklik üzerine bilinem ezci, [bilinemez-ci] sf. fel. 1. Bilginin bağın
zihinde açık olarak beliren anlama ve izleme süre tılı olduğuna, bundan dolayı bilginin salt olmadığı
ci; şuur. 3. mecaz. Temel düşünce ve görüş. 4. Bir na inanan (kimse) 2. A llah’ın ve evrenin nereden
topluluğun taşıdığı ruhî etkinlik ve yönlendirme ve nasıl türediğinin bilinemeyeceğini ileri süren
duygularının bütünü. 5. Dimağ. S bilincine v a r öğretiyi benim seyen kimse; laedri; agnostik,
mak, Önemini anlamak, kavramak. || b ilincini yi bilinem ezcilik, -ği [bilinemez-ci-lik] is. fel. 1. M ut
tirm ek, tıp. Beyin ile ilgili herhangi bir etkilenme lak bilginin insan akimca kavranamayacağmı, do
sonucunda bilinç faaliyetlerinden yararlanam a
ğanın özünün ve varlıkların kökeninin ve geleceği
mak; şuurunu kaybetmek. || bilinç akışı, 1. Düşün-
nin bilinemeyeceğini savunan öğreti. 2. A llah’ın ve
.celerin arka arkaya birbirini izlemesi. 2. ed. Olay
evrenin nereden ve nasıl türediğinin bilinem eyece
anlatımında, geçenlerin birinci kişi ağzından anla-
ğini ileri süren öğreti; laedriye; agnostisizm,
tılması.|| bilinç dışı, psikol. 1. Bilinçsizce yapılan iş
ve etkinlikler. 2. İnsan ruhunda baskı altında tutu bilinen, [bil-mek > bil-in-en] is. mat. Değeri belli o-
lan istekler ve bunlara ait olup da bilince ulaşama lan nicelik; malum; bilindik,
yan düşünceler. bilinm e, [bil-in-me] is. Bilinm ek işi.
bilinçaltı, [bil-inç+alt-ı] is. 1. Hakkında belli belirsiz b ilinm edik, -ği [bil-in-me-dik] sf. mat. Bilinmeyen,
bilinç sahibi olduğumuz şeyin niteliği. 2. A ydınlık bilinm ek, [bil-mek > bil-in-mek edil. f. [-ir] 1.
olmayan bilinç; yarım bilinç. 3. psikol. Bilinç dışı
Öğrenilmiş, tanınmış olmak; anlaşılmak; bilinmek.
olmakla birlikte gerektiği zaman bilinç düzeyine
{eT} (aym) [DLT] [Yüknekî] [ETY] 2. Başkaları tara
getirilebilen zihinsel faaliyet bölgesi; şuur altı; tah
fından kendisi hakkında bilgi edinilmiş olmak. 3.
teşşuur.
{eAT} Adı yayılmak; tanınmak. 4. Gizlisi saklısı
bilinçek, [bil-mek > bil-in-çek] {eT} is. B ir zaman
kalmamış olmak. 5. dönşl. f. {eT} Kavramak; anla
sonra hırsızın elinde veya başkasının elinde bulu
mak. [İKPÖy.] 6. {eT} Pişman olup açığa vurmak;
nan malın adı. [DLT]
itiraf etmek. [EUTS] [DLT] [Gabain] 7. {eT} Kendi
bilinçlendirm e, [bilinç-le-n-dir-me] is. Bilinçlendir
işini bilmek. [DLT]
mek işi.
bilinçlendirm ek, [bilinç-le-n-dir-mek] g ç l . f [-ir] 1. bilinm elü, [bil-in-mek > bil-in-me-lü {eAT} sf.
Bilinçlenmesini sağlamak. 2. Bilinçli durum a getir Bilinen; tanınan; meşhur, fi1 bilinmelU olm ak,
mek; şuurlandırmak. {eAT} H erkesçe bilinmek.
bilinçlenme, [bilinç-le-n-me] is. Bilinçli hâle gelme; bilinm eyen, [bil-in-mek > bil-in-me-y-en] sf. 1.
şuurlanma. Kimse tarafından görülmemiş, tanınmamış, öğre
bilinçlenmek, [bilinç-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. nilmemiş olan. 2. is. mat. Değeri belli olmayan ni
Bilinçli duruma gelmek; kendini bilmek. 2. Dış celik.
dünyayı ve olayları bilinçle algılar, kavrar ve yargı bilinm ez, [bil-in-mez] sf. 1. N e olduğu belli olm a
lar durum kazanmak; kişilik kazanmak; şuurlan- yan. 2. Bilinmeyen; meçhul. 3. Anlamı gizli ve an
mak.
laşılması güç olan; muğlak. 4. Belli olmaz; kuşku
bilinçli, [bilinç-li] sf. 1. Bilinci olan; ayık; kendinde;
lu.
şuurlu. 2. Dış dünyayı ve olayları bilinçle algıla
bilinm ezlik, -ği [bil-in-mez-lik] is. Bilinmez olma
yan, kavrayan ve yargılayabilen; aklı başında. 3.
durumu.
Eleştirmeye dayalı olarak kendi etkinliklerinin far
kında olan. 4. Bilerek ve isteyerek yapılan. b ilir, [bil-mek > bil-ir] sf. “Anlar, sayar, ya p a r" an
BİL o ru iertiflK ffM .6 1 0
lamlarında isimlerin sonuna gelerek birleşik sıfatlar gerektiğinde bunların onarımmı gerçekleştiren uz
yapar. man kişi.
bilirkişi, [bil-ir+kişi] is. 1. Bir anlaşmazlığı çözüm bilişlik, -ği [bil-iş-lik dlLii,] {eAT} is. Tanışıklık; aşi
lemek için kendi bilgisine başvurulan anlaşmazlık
nalık. S bilişlik virm ek, {eAT} Tanıdığını belli et
konusu olay veya durum la ilgili derin bilgisi olan
mek; aşinalık göstermek.
kişi veya uzman; ehl-i hibre; ehl-i vukuf; eksper. 2.
bilişm e, [bil-iş-me] is. Bilişm ek işi.
huk. Görülen bir davada bilimsel bilgiyi gerektiren
konularda bilgisine veya oyuna baş vurulan uzman, bilişm ek, [bil-mek > bil-iş-m ek dU-iL] işteş, fi f
bilirkişilik, [bil-ir+kişi-lik] is. 1. Bilirkişinin yaptığı ir][eT, eAT, -ür] 1. Karşılıklı olarak birbirini tanı
iş. 2. Bilirkişi olma durumu, mak; tanışmak. {eT} {eAT} {ağız} (aym) [DLT] [DS]
bilirlenmek, [bil-ür-le-n-mek > bil-ir-le-n-mek 2. {ağız} dönşl. fi. Bilmek; öğrenmek. [DS]
dU-JjJb] {eAT} dönşl. f. [-ür] Bilirim iddiasında bu biliştirm ek, [bil-iş-tir-mek tiUj-LsJb] {eAT} gçl. fi. f
lunmak; işgüzarlık etmek; ahkâm kesmek; bilgiçlik ür] İki ve daha fazla kişinin birbirlerini bilmelerini
taslamak. sağlamak; tanıştırmak,
bilirubin, [Far. biluribine] is. tıp. Alyuvar hücreleri biliturmak, [bil-mek+tur-mak {eAT} gçl.
nin dalakta yok edilmesi sırasında hem oglobin m o b. fi f u r ] Bilip durmak; bilmekte olmak,
leküllerinin parçalanması ile açığa çıkan ve karaci
billahi, [Ar. bi- (ön ek) + Allah > b i’llâhi aJUL]
ğerde süzülerek ödle dışarı atılan sarı madde; öd
sarısı. (billa:hi) {OsT} ünl. "Allah 'a ant olsun. ” anlamın
da bir yemin.
biliriibinemi, [Fr. bilirubinemie] is. tıp. Kanda
bilirübin miktarının artması, billem ek, [bil-le-mek] {ağız} g ç l.f. f r ] fl(i)-y o r ] Bir
araya getirmek; toplamak. [DS]
bilistifade, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + istifa
bitlenmek, [bil-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi f i r ] Y ığıl
de (yararlanma) o jU ^ U ] (b i’listifa:de) {OsT} zf.
mak; toplanmak; birikmek. [DS]
Yararlanarak, bitli1, [bil (yans.) > bil-li] {ağız} is. 1. Çelik çomak
biliştir, [Yun. homolister] {ağız} is. Duvarcı malası. oyununda çelik. 2. Küçük kuş. [DS]
[DS] bitli2, [bil (yans.) > bil-li] {ağız} is. Küçük ekmek.
biliş1, [bil-mek > bil-iş jsJb] is. 1. Bilmek eylemi ve [DS]
biçimi. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] 2. psikol. Canlının bitlik', -ği [bil-li-k ?] {ağız} is. 1. Ekin sapının sert
bir olayın, bir nesnenin varlığına dair bilgi sahibi kısmı. 2. Küçük çömlek.
olması veya bilinçli duruma gelmesi; vukuf. 3. bittik2, -ği [bil (yans.) > bil-li-k] {ağız} is. Çelik ço
{eAT} Marifet; sezgiye dayanan bilgi. S biliş çık mak oyununda çelik. [DS]
mak, Birbirlerini eskiden tanımış oldukları anla bitlik3, -ği [bir-lik / billik] {ağız} is. Birlik. [DS]
şılmak. billokm a, [bir+lokma > billokma] (bi ’llokma) {ağız}
biliş2, [bil-mek > bil-iş-mek > bil-iş-(iş) [Tietze] jîJlo] sf. B ir parça; biraz; azıcık. [DS]
{ağız} is. 1. Tanıdık, bildik kimse; dost, tanış; aşina. billur, [Yun. beryllos > Far. bilür / Sur. Ar. billur
{eAT} {ağız} (aym) 2. {eT} Bilen; bilici. [DLT] [DS] (berrak cam) (billû:r) {OsT} is. 1. Duru, temiz
S biliş görüş, {eAT} Bildik; tanıdık. kesm e cam; kristal. 2. Bazı cisim lerin kimi fiziksel
biliş3, [bil (yans.) > bil-iç / biliş [Zülfıkar] / Yun. etkiler altında aldıkları veya doğal olarak bulun
poulitsi [Theodoridis]] {ağız} is. Piliç. [DS] dukları geometrik şekil. 3. Parlak saydam bir taş;
bilişdürmek, [bil-iş-dür-mek] {eAT} gçl. f. f ü r ] N ecef taşı. 4. sf. mecaz. Parlak. 5. N ecef taşından
Tanıştırmak. yapılmış olan. S billur bilim, min. Billurlaşmış
bitişiklik, -ği [bil-iş-ik-lik] {ağız} is. Tanışıklık. [DS] maddelerin oluşumlarını, fiziksel, kim yasal ve geo
m etrik özelliklerini kurallarıyla belirleyen bilim
bilişim, [bil-mek > bil-iş-im] is. İnsanların günlük
dalı.|| billur cisim, anat. Gözde, irisin arkasında
hayatta, işte, teknik ve ekonomik alandaki haber
m ercek görevini yapan m ercim ek şeklindeki say
leşmede kullandığı ve bilimin dayanağı olan bilgi
dam cisim; göz merceği.|| billur gibi, 1. (Su için)
nin elektronik makineler aracılığıyla düzenli olarak
çok temiz ve duru. 2. (Kadm kol, göğüs, gerdan ve
işlenmesini konu alan bilim dalı; bilgi işlem,
teni için) beyaz ve düzgün, pürüzsüz. 3. (Ses için)
(1983). S bilişim ağı, blş. Bilişim alanında elde
pürüzsüz, berrak; duru.
edilen bilgi veya verilerin birbirinden ayrı yerlerde
bulunan birimler veya kişiler tarafından kullanıl billuri, [Ar. billüri (billû;ri:) {OsT} sf. 1. K ris
masını sağlayan bağlantılar bütünü; network. talleşmiş. 2. Kristalden yapılmış. 3. is. kim. Kristal,
bilişimci, [bilişim-ci] is. Bilişim alanında kullanılan billurîn, [Ar. billürîn j o j l J (billû;ri;n) {OsT} sf. Bil
makineleri tasarlayan, programlarını hazırlayan, lur gibi; kristalden.
BİL
billuriye, [Ar. billuriyye 4^ ] (billû:riye) {OsT} sf. num un durumunu kavrayıp kendine çeki düzen
vermek. 16. Birinin veya bir şeyin değerini takdir
1. Billurdan yapılmış. 2. Billurla ilgili. 3. Billurdan
edebilmek. 17. Çıkarma uygun davranmak; işine
yapılmış eşya satılan dükkân,
öyle gelmek. 18. (A llah’la ilgili olarak) inanmak;
billurlaşma, [billur-la-ş-ma] (billurlaşm a) is. 1.
emirlerine uymak. 19. (Dil için) kullanabilmek. 20.
Billur durumuna gelme; kristalleşme. 2. Bazı ci
Kararlı olmak. 21. Sürüp gitmek. 22. (Birleşik fiil,
simlerin moleküllerinin Fiziksel ve kimyasal or
yeterlilik) gücü yetmek. 23. (Olumsuz 1. teklik ki
tamda billur durumuna gelmesi,
şi) tereddüt etmek; duraksamak, fi1 bildiği gibi,
billurlaşmak, [billur-la-ş-tır-mak] (billûrlaşm ak)
Canının istediği şekilde. || bildiğin (bildiğiniz) gibi,
g ç s z .f f ı r ] 1. Billur halini almak. 2. Billur olarak
Eskiden olduğu gibi; hiç değişmedi. || bildiğinden
yoğunlaşmak; kristalleşmek,
şaşmamak, H içbir etki altında kalmadan kendi
billurlaştırma, [billur-la-ş-tır-ma] (billûrlaştırma) is.
düşündüğünü uygulamak. || bildiğini okumak,
Billurlaştırmak işi.
Kim senin uyarısına aldırmadan kendi istediği, di
billurlaştırmak, [billur-la-ş-tır-mak] (b illû rla ştır lediği gibi davranmak.\\ bildiğini yapmak, Uyarı
mak) gçl- fi f lr] Billur durum una getirmek, ve öğütleri dikkate almayıp eski yanlış tutumunu
billurlu, [billur-lu] (billû.rlu) sf. içinde billur bulu sürdürmek.\\ bildiğini yedi mahalle bilmemek,
nan. Çok kurnaz ve bilgili olmak.|| bildim bileli (bildik
billursu, [billûr-su] (billû:rsu) sf. 1. Billura benze bileli), Eskiden beri. || b iİd iifı ola, {eAT} Bildin m i? ||
yen, billuru andıran; kristolit. 2. is. Diyalize uğra bile bile, 1. Önceden tasarlanmış olarak, 2. B ile
yarak çözümlenen madde, rek. 3. Kasten; çekinmeden.\\ Bile bile lades, B ile
bilme, [bil-me] is. 1. Bilmek işi. 2. fel. B ir şeyin rek aldanmak, olumsuzlukları bilerek kabullen
niteliği ve niceliği ya da ne olduğu hakkında bilinç mek,|| bilemedin (bilemediniz), En fazla, en çok.. ||
sahibi olma. 3.fe l. Bilgi edinm enin amacı ve sonu Bilen bilir, Söz konusu edilen olay hakkında bilgi
cu. ve görgüsü olanlar daha iyi değerlendirme yapabi
bilmece, [bil-mek > bil-me-ce] is. 1. Bir şeyin özel lir,|| bilerek, Kasten; bile bile; isteyerek.|| bilir
liklerini sayarak onun ne olduğunu buldurmaya da bilmez, Tam anlamıyla bilmeyen; yarım yam alak
yanan bir oyun. 2. mecaz. Bilinm eyen şey; m uam bilgi sahibi olan.|| bili turmak, {eAT} Bilip dur
ma. S bilmece çözmek, Bilmecenin cevabını bul- mak; bilmekte olmak.\\ bilmeden, 1. Bilmeyerek. 2.
mak.|| bilmece gibi konuşm ak, Kapalı ve anlaşıl Sonucu kestiremeden.\\ bilmem hangi (kaç, kim,
ması güç bir anlatımla konuşmak. nasıl, ne), Önemsiz görülen şeylerden bahsederken
bilmedük, [bil-me-dük i)-uL] {eT} {eAT} sf. Bilinm e kullanılan söz.|| Bilmezsin mi, {eAT} Bilmez mi-
miş; tanınmamış; bilinmeyen, tanınmayan; meçhul. sin ?|| Bilmiş ol, (eAT} İyi bil.|| bilüp bilmeyüp,
[DLT] {eAT} B ilir bilmez; bilerek veya bilmeyerek.\\
biliirdi ola, {eAT} B ilir m iydi?|| bilürin işlemek,
bilmek, [bil-mek d U J gçl. fi f i r ] 1. B ir şeyi öğren
{eAT} Bildiğini yapmak.
miş, kavramış olmak; m alum at edinmek. {eT} {eAT} bilmemek, [bil-me-mek] {eT} gçl. fi f z j Bilmemek.
(aynı) [Gabain] [Yüknekî] [ÎKPÖy.] [DLT] [Tekin] 2. [Tekin]
Bir konuda bilgisi bulunmak; bir şeyden anlamak; bilm em em ezlik, [bil-me-mez-lik] is. Bilmezlik.
farkına varmak. {eT} (aynı) [Üç İtigsizler] 3. Bir bilim
bilmez, [bil-mek > bil-mez j^io] sf. 1. Hiçbir şey bil
dalında veya sanat kolunda yeterli bilgi sahibi ol
mak; vâkıf olmak. 4. Deneyerek, yaşayarak, okuya meyen. {eAT} (aym) 2. Hiçbir şeyden haberi olm a
rak öğrenmiş olmak. 5. Olan biteni duymuş, haber yan; cahil. {eAT} (aym) S bilmeze urmak, {eAT}
almış bulunmak; haberi olmak. 6. Beceri ve ustalık Bilmez görünmek; bilmezden gelm ek.|| bilmez gibi,
isteyen bir işten anlıyor ve o iş elinden geliyor ol Bilmiyormuş gibi davranma. || bilmez görünmek,
mak; anlamak. 7. Tam olarak anlamak; tadına ve Bildiği halde bilmiyormuş gibi davranmak. || bil
zevkine varabilmek. 8. Tanımak. {eT} (aym) [EUTS] mezden gelmek, Bildiği tanıdığı halde bilmiyor
9. Birini, bir şeyi veya bir olayı tanıtılan veya belir muş, tanımıyormuş gibi davranmak; aldırmamak;
tilen biçimde kabul etmek; var saymak; farz etmek. oralı olmamak.
10. Birini veya bir şeyi özelliklerinden tanıyıp çı bilmeziye, [bil-mez-i-y-e] {ağız} zfi. Bilmeksizin; bil
karmak; idrak etmek {eAT} (aynı) 11. (Kusur, kaba meyerek; bilmeden. [DS]
hat vb. için) birinde görmek; öyle tahm in etmek; bilmezleme, [bilmez-le-me] is. Bilmezlemek işi; tec-
güçlü bir şekilde o kişi ile ilgisi bulunduğunu san hil.
mak. 12. Hiç unutm adan daim a dikkate alıp davra bilmezlemek, [bilmez-le-mek] gçl. fi. f r ] fl(i)-y o r]
nışlarını ona göre düzenlemek. 13. Birinin emrine 1. Birinin hiçbir şey bilmediğini ortaya koymak. 2.
boyun eğmek, dediklerine uymak. 14. Gereğini Bir kim seyi bir şey bilmiyormuş gibi göstermek;
yerine getirmek. 15. Sahip olduğu iş ve sosyal ko techil etmek.
BİL Ö lün T Ü K S ö M . 612
bilm ezlenm e, [bilmez-le-n-me] is. Bilmezlenmek işi; le r, {eAT} Bilgililer; âlimler.\\ bilttsi şaşm ak , {eAT}
tecahül; tegafül. Bildiğini şaşırmak; bildiği şeyleri zihninde topla-
bilm ezlenm ek, [bilmez-le-n-mek dLjJj^Jj] dönşl. fi. fi yam am ak.|| bilüsi y an ılm ak , Ne söylediğim bilmez
duruma gelmek; bunamak. || bilü v irm ek , {eAT}
il] Bildiği tanıdığı halde bilmiyormuş, tanımıyor-
A kıl öğretmek.
m uş gibi davranmak; aldırmamak; oralı olmamak;
b ilüç, [Yun. poulitsi [Theodoridis] / bili (tavuk ça
tecahül etmek; bilmez görünmek; bilmezden gel
mek. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] ğırm a ünl.) > bili-ç > bilüç gJu] {eAT} is. Piliç.
bilm ezlik, -ği [bilmez-lik dUj*JL] is. 1. Bilmez olma bilü k , [bel-ik > bel-ük / bil-ük .djL] {eAT} is. Ok ve
durumu; cahillik; cehalet. {eAT} (aym) 2. {eAT} Bili yay kuburu; sadak,
rim iddiasında bulunmama. S 1 bilm ezlikten gelme, bilfilü, [bili > bili-lü > bilü-lü 3) . ^ ] {eAT} sf. Bilgili;
ed. Bir şair veya yazarın nükte yapm ak amacıyla
âlim; hakîm.
bir şeyi bildiği halde bilmezmiş gibi anlatması sa
natı; tecahül-i arifane. || bilm ezlikten gelm ek, B il b ilü r, [bil-ür {eAT} sf. Bilen; âlim,
diği halde bilmiyormuş gibi davranmak. b ilü rlen m ek , [bil-ür-le-n-mek dU JjjL ] {eAT} g ç sz .f.
bilm iş, [bil-mek > bil-miş] sf. 1. H er şeyi iyi bilir f ü r ] Bilirim iddiasında bulunmak,
geçinen; bilgiçlik taslayan. 2. Her şeye aklı eren;
zeki, akıllı. 3. Çıkarını iyi bilen; kurnaz; sofistike. b ilü rm e k , [bel-ür-mek > bil-ür-mek dUj_jL] {eAT}
4. {eT} Bilinmiş; tanınmış; bilinen; tanınan. [DLT] gçsz. fi f ü r ] Belli olmak; ortaya çıkmak,
bilm ukabele, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + b ilüsüz, [bilig > bilü-süz {eAT} sf. Bilgisiz; ca
mukabele (karşılık) -üjlill.] (b i‘lmuka:bele) {OsT} hil.
zf. 1. Karşılık olarak. 2. (Selamlaşmada) ben de. bilüsttzlik, -ği [bilig > bilü-süz-lik {eTŞ
bilm ünasebe, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + {eAT} is. Bilgisizlik; cahillik,
münâsebe (ilişki) (bi'ltnünasebe) {OsT} zf. bilüsttzün, [bilig > bilü-süz-in {eAT} zf.
Sırası geldiğinde, Bilmeyerek; bilmeden,
bilokm a, [bir+lokma > bilokma] (bi ’lokma) {ağız} sf.
bilv asıta, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + vâsıta
B ir parça; biraz; azıcık. [DS]
(araç) (b i’lva;sıta) {OsT} zf. 1. Aracılığıyla.
bilsam , [Ar. / Far. bilsâm j>L-Jb] (bilsa.m) {OsT} is.
2. Dolaylı olarak,
Akciğer zarı iltihabı; satlıcan,
bilve, [Ar. bilve °^L] {OsT} is. Üzüntü; keder; tasa;
bilsaniye, [Ar. bilsâniyye (bilsa:niye) {OsT} is.
ıstırap.
bot. 1. Sarmaşıkgiller. 2. Hanımeligiller,
bilvesile, [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + vesile
bilsat, [bil-gi + sat-mak > bil+sat] sf. Şirketler veya
işletmeler arasında para ile yapılan bilgi alış verişi; (sebep) ‘tL-jL] (b i’lvesi:le) {OsT} zf. Sebep olarak;
bilgileşim. sebebiyle,
bilsikâ, -â ’i [Ar. bilsikâ 5 ^ lSL_Ju] (bilsikâ:) {OsT} is. b ilya, [İt. biglia] (bı ’lya) is. -* bilye,
bot. Yapışkan otu. bilye, [İt. biglia] (b i’lye) is. 1. Sert maddeden yapıl
mış küçük küre; yuvarcık. 2. Makinelerde dönme
bilsikm ek, [bil-mek > bil-si-k-mek] {eT} gçsz. f i f
ekseni üzerine yerleştirilen sürtünmeyi azaltıcı çe
ür] Bilinmek; tanınmış olmak; bilinm iş olmak.
[EUTS] [Gabain] [DLT] lik yuvarlak.
biltizm ek, [bil-mek > bil-tiz-mek] {eT} gçl. fi. f ü r ] bilyeli, [bil-ye-li] sf. Bilyesi olan. S 1 bilyeli yatak,
Bildirmek; belli etmek. [Gabain] [EUTS] B ir eksen etrafında dönm ek zorunda olan makine
parçalarında sürtünm eyi azaltm ak amacıyla içine
biltttrm ek , [bil-mek > bil-tür-mek] {eT} gçl. fi f ü r ]
bilye yerleştirilm iş bölüm.
1. Öğretmek. 2. Bildirmek. [DLT] [EUTS] [Gabain]
bilyon, [Fr. billion] is. Milyar,
b ilum um , [Ar. bi- (ön ek) + el (harf-i tarif) + umüm
bim , [Far. bîm p-J (hi:m) {OsT} is. 1. Korku; endişe.
(genel, hep) (b i’lumu.m) {OsT} zfi. Bütün;
2. Tehlike, fi1 bîm -engîz, {OsT} Ürküten; ürkütü
hep; hepsi. cü,|| bîm -i can, {OsT} Can korkusu.|| bîm -i dflzah,
bilu r, [Far. bilür j^L] (bilû:r) {OsT} is. Billur; kristal. {OsT} Cehennem korkusu.|| bîm -i ta ’ne, {OsT} A-
zarlanm a korkusu.|| b îm -n âk , {OsT} Korkuya ka
bilurin, [Far. bilürin jjjjlı] (bilû:ri:n) {OsT} sf. 1.
pılm ış; korkmuş. || b îm ü Umîd, {OsT} Korku ve ü-
Billurdan; kristal. 2. Billur gibi, mit.
bilü, [eT. bil-ig > bil-ü ^ ] {eAT} is. 1. Bilgi; ilim; b im a r, [Far. bım âr jU -J (bi:ma:r) {OsT} sf. 1. Hasta
irfan; idrak; malumat. 2. Zihin; fikir, ö bilü bilen olan; sayrı. 2. (Göz için) baygın bakışlı. S’ b îm â r-
İ I 0 İR S İM İ. 613 BİN
ciğer, {OsTj Aşırı derecede üzüntülü ve sıkıntılı.|| fa zla olm ak.|| bini bir paraya, 1. Bolluk. 2. Pek
bîmâr-çeşm, {OsTj Gözü baygın bakışlı olan.|| bî- çok yapılan.\\ binin yarısı dört (tane) yüz yirm i
mâr-dâr, {OsT} H asta bakıcı.|| bîm âr-dârân, beş, Çok düşünceli birisini teselli etm ek için "al
{OsTj Hasta bakıcılar ,|| bîmâr-dil, {OsT} Üzüntü dırm a" anlamında söz oyununa dayalı uyarı.\\ bin
lü. || bîmâr-hîz, {OsT} Hastalıktan yen i kalkan kim- kalıba girmek, Birbirine benzemeyen bir çok iş
se.|| bîmâr-istân, {OsT} -*• bimaristan. yapm ak. || bin pişman olmak, Çok pişm anlık duy-
bimaran, [Far. bîmârân jljlt^ ] ( b i:m a :ra :n ) {O sTj is. mak.|| bin renge girmek, Çok ve çeşitli hileye baş
vurmak.\\ bin tarakta bezi olmak, Çok çeşitli işler
Hastalar.
yapmak, hüner göstermek. || bin yaşa, Birinin dav
bimare, [Far. bımâre njU*/) (bi:ma:re) {OsT} sf. 1. ranışlarından duyulan memnuniyeti ifade eden
Hasta. 2. A kınlar ve savaşlar sırasında ele geçen söz. || bin yedi yüz on beş, argo. (TC M erkez Bank,
kadın esirlerin ayrıldığı sınıflardan her biri, kuruluş yasa numarası) rüşvet.
bimarhane, [Far. bîmâr-hâne -uü-jU-o] (bi:ma:rha:- bin2, [Âr. bin jj] {OsTj is. ..’in oğlu.
ne) {OsT} is. Akıl hastanesi, bin3, [Ar. bîn jy] {OsT} is. Bölge; mıntıka.
bimari, [Far. bîm âri (bi:ma:ri:) {OsTj is. 1. bin4, [Ar. bünyâd / Far. bun] {ağız} is. Temel; esas.
Hastalık. 2. Hasta olma durumu; keyifsizlik, [DS]
bimaristan, [Far. bîm âristân ob^jU -;] (b i:m a :ris - bin a1, -a ’i [Ar. bina *Lo] (bina:) {OsT} is. ->• bina2. S
ta:n) {OsT} is. Hastane, binâ’-berîn, {OsT} Dayanarak. || bina emini, {OsTj
bimer, [Far bi- (-siz)+ m er (ö lçü ) (b i.m e r ) {OsT} im paratorluk döneminde devlete ait binaların y a
pım, malzeme temini ve korunması ile görevli kişi.||
sf. Sonsuz; sayısız,
bina etmek, 1. Kurmak, inşa etmek, yapmak. 2.
bimetal, [Lat. bis (iki) + metal > Fr. bimetal (te sc illi Geliştirdiği düşünce sistem ini belirli bir görüşe,
isim )] is. Değişik bir maden tabakasıyla kaplanmış
ilkelere dayandırmak.\\ bina okumak, F iil çatısı ile
olan metal. ilgili dilbilgisi konularını okumak, öğrenmek. || bi-
bimetalizm, [Lat. bis (iki) + metal > Fr. bimetalisme] n â’-yı İlâhî, (Allah 'm yapısı) insan.
is. Altın ve gümüş gibi iki değerli maden esasına
bina2, [Ar. bina t- L>] (bina:) is. 1. O turm ak veya baş
dayanan para birimi sistemi,
ka amaçlarla kurulmuş yapı. 2. dbl. A rap dil bilgi
bimezak, [Far. bî-mezâk (b i:m e z a :k ) {ağız} sf.
sinde fiil çatılarını konu edinen bölüm veya kitap.
Tatsız; zevksiz. [DS] 3. Çatı. 4. Dayama.
bimikdar, [Far. bî- + Ar. mikdâr (bi:mikda:r) bina3, [Far. diden (görmek) > bînâ L^>] (bi:na:) {OsT}
{OsTj sf. 1. Sayısız. 2. Önemsiz. 3. Güçsüz; kudret sf. 1. Gören; görücü. 2. is. Göz.
siz. 4. Yoksul,
binab, [Far. bînâb (bi:na:b) {OsT} is. Manevi
bimnak, -ki [Far. bîm nâk (bi:mna:k) sf. Kork
görüş; dalış.
muş; ürkmüş.
binaber, [Ar./Far. binâber _hI-4] (bina:ber) {OsT} e.
-bin, [Far. dıden (g ö rm e k ) > -bin] {OsT} s o n ek.
Bundan dolayı; bunun üzerine,
Sonuna eklendiği A rapça ve Farsça kelimelere
"gören, g ö r ü c ü " anlam ında birleşik sıfatlar yapan binaberîn, [Ar. / Far. binâberîn (bina:beri:n)
son ek. {OsT} e. -* binaber.
bin1, [min / m in / bin > bin] sf. 1. Dokuz yüz doksan binadil, [Far. binâ-dil J^Lo] (bi. na.dil) {OsT} sf. Ger
dokuzdan bir fazla; on kere yüz. 2. is. Bu sayıyı
çeği gönlüyle kavrayan; uzgören; basiretli,
gösteren rakam; 1000. 3. mecaz. (İsimle beraber)
aşırılık ve çokluk ifade eder. S bin (bir) ayak bir binaen, [Ar. binâ-en *Lo] (bina‘:en) {OsT} zf. 1. D a
ayak üstünde, A yakta duran çok kalabalık.\\ bin yanarak. 2. ..-den dolayı, ..-den ötürü. S bina-en
bela ile, Güçlükle, zorla. || bin bir, P ek çok, çok alâ-zâlik, {OsT} Bunun üzerine; bundan dolayı.
sayıda. || bin can ile, İsteyerek; arzu ederek. || binde binaenaleyh, [Ar. binâ-en + ‘aleyh aJs- <-L>] (bina: ’-
bir, Pek seyrek olarak.|| bin bir delik otu, bot. enaleyh) {OsT} zf. 1. Buna dayanarak. 2. Bundan
Yaprakları basit, karşılıklı dizili, çanak ve taç ya p dolayı, bundan ötürü, bu sebepten, bu nedenle, bu
rakları beş parçalı kokulu çalımsı bitki, nun için.
(Hypericum),\\ bin bir yaprak otu, biy. Civanper-
çemi.|| bin derde deva, P ek çok işe yarayan, p e k binagerde, [binâ-gerde "OjfUJ (bina:gerde) {OsT} sf.
çok sıkıntıyı gideren. || bin dereden su getirmek, 1. Kurulmuş.
Oyalamak için bahaneler bulmak. 2. K andırm ak bi.raaguş, [Far. binâgüş JijfLo] (bina:guş) {OsT} is.
için çeşitli yollara başvurmak.\\ bini aşmak, Çok K ulak memesi; kulak tozu.
BİN ÜHIÜfflfCtSOM• 614
binam az, [Far. bı-nemâz jU io] (bi:namaz) {OsT} sf. b in e k 1, -ği [bin-mek > bin-ek] is. 1. Binmeye ayrıl
-*■ beynamaz. mış at. 2. sf. Üzerine binilen; binmeye yarayan. S
b in ek a ra b a sı, İnsanların binmesi için yapılmış,
binavend, [Far. binâvend JJjb J (bina:vend) {OsTj is. hayvanlar tarafından çekilen araba. || b in ek atı, 1.
Engel; mani. A t sahiplerinin ve antrenörlerin yarış yerlerinde,
binayi, [Far. binayı ^.U;] (bi:na:yi:) {OsT} is. Görü yarış atlarının antrenmanlarını görm ek için üzeri
ne bindikleri at. 2. B inm ek ve yarışlarda koşturmak
cülük. S bînâyî-refte, {OsT} Görme yetisi gitmiş;
amacıyla yetiştirilip eğitilen iyi cins at.\ \ b in ek taşı,
kör.
A vlu kapısı önlerinde, sokak başlarında y a da köy
binbaşı, -yı [bin+baş-ı] (b i’nbaşı) is. t. Türk Silahlı
çıkışlarında atlara binmek için özel olarak konul
Kuvvetlerinde rütbesi yüz başı ile yarbay arasında
muş yüksek taş.
bulunan ve asıl görevi tabur komutanlığı olan üst
subay. b in ek 2, -ği [Far. bînek {OsT} is. Gözbebeği.
binbaşılık, -ğı [bin+baş-ı-lık] is. 1. Binbaşı rütbesi. binem ek, [Far. bı-nemek] {OsT} sf. Tatsız tuzsuz;
2. Binbaşının yaptığı görev, yavan.
bincişk, [Far. bincişk] {OsT} is. Serçe. S bincişk-i b in en d e, [Far. bîn (gören) + -ende (yapan) oj~j]
züvân, bot. D işbudak ağacının meyvesi; kuş dili. (bi:nende) sf. 1. Gören; görücü. 2. mecaz. İleriyi ve
bindallı, [bin+dal-lı] is. Çoğunlukla m or kadife üze geleceği düşünen; akıllı; uyanık.
rine sırtna ile yaprak, çiçek, dal kabartmaları işlen
binendegî, [Far. bîn-ende-gı (bi:nendeği:)
m iş kumaş veya elbise,
b inde, [bin-de] sf. 1. (Oran için) bin üzerinden he is. 1. Görebilme. 2. Uzak görüşlülük,
saplanan. 2. is. {ağız} Vergi. [DS] b ineng, [Far. bineng (bi:neng) {OsT} sf. N a
b indirilm e, [bin-dir-il-me] is. Bindirilmek işi. mussuz; şerefsiz; rezil.
b in d irilm ek , [bin-dir-il-mek] edil. f. [-ir] Başkaları b in e r1, [bin-er] sf. 1. Bin sayısının üleştirmeli biçimi.
tarafından bindirmek işi gerçekleştirilmek. 0 b in 2. H er defasında bin tane. 3. Her birine bin tane.
dirilm iş kuvvetler, as. Motorlu taşıtlara bindiril b in e r2, [bin-mek > bin-er {eAT} sf. Binici.
m iş askerî birlikler.
b in e t1, [bin-mek > bin-et > bin-it] {ağız} is. Binek atı.
b in d irim , [bin-dir-im] is. Fiyat artırma işi; zam.
[DS]
b indirim li, [bin-dir-im-li] sf. Fiyatı artırılmış; zamlı, b in e t2, [Yun. pinakoti] {ağız} is. Ekmek yaparken be
b in d irm e, [bin-dir-me] is. 1. Bindirmek işi. 2. Bir zelerin konulduğu, göz göz ağaç araç. [DS]
kemerin art arda gelen kuşakları arasmda bunları
binevend, [Far. binevend / binâvend jûj^] (bi.ne-
birbirine dayandırmak için bırakılan 15 cm.lik ara
lıklar. 3. Duvar üstüne gelen ve dışarıya bindirme vend) {OsT} is. Engel; mani.
suretiyle yapılan çıkıntı. 4. argo. Zar oyunlarında b in g 1, [bing (yans.) is. Sıçrama, ürkme ve irkilme
istenilen sayıyı getirmek için zarı fazla yuvarlama anlatan kök. [Zülfıkar] bing-il-de-mek.
dan atma. S b in d irm e ram p a sı, Gemi, tren ve di bing2, [ min > bin dLJ (bin) is. {eT} {eAT} is. Bin
ğ er araçlara yüklem e yapm ak için özel yapılmış sayısı; 1000. [ETY] [Gabain] [Tekin] [EUTS] S bin
yükselti.
an ca, {eAT} Bin katı.|| b in a rtu k , {eAT} Binden fa z-
b in d irm ek , [bin-dir-mek] gçl. f. [-ir] 1. Bir şeyin la.|| bin b a şla r, {eAT} Binbaşılar.|| bin begi, {eAT}
veya birinin binmesini sağlamak. 2. dnz. (Gemi Binbaşı.\\ bin b in , {eAT} Binlerce; türlü türlü.||
için) baş taraftan bir başka gemiye çarpmak veya b in den b ir, {eAT} Binde bir.|| bin in binin, {eAT}
karaya oturmak. 3. mecaz. Çarpmak. 4. İnşaat ge Binlerce.|| b in in d e b irin i, {eAT} Binde birini.|| bin
reçlerini bir kısmı diğerinin üstüne gelecek şekilde kez, {eAT} Milyon.
yerleştirm ek; bağlamak; çakmak. 5. Eklemek; kat
b in g ân , [Far. bingân jl& J (bingâ. n) {OsT} is. 1. Tas;
mak; zam yapmak. 6. topg. Haritacılıkta hava fo
toğrafı çekerken arada boşluk kalmaması için bir kâse. 2. Kadeh. 3. Çiftçilerin akar su paylaşmakta
öncekinden üçte bir kadar daha geriden alınarak kullandıkları bir ölçüt,
çekilen resimleri birbirini tamamlayacak şekilde bin g -b an g , [İng. bing-bang] is. Ses duvarını aşan bir
üst üste getirmek. 7. argo. Rastlamak, uçar cismin çıkardığı gürültüyü belirten yansımalı
b indirm elik, -ği [bin-dir-me-lik] is. mim. Döşeme söz.
kirişlerinin taşıyıcısı olarak kullanılan duvar içine bingem ek, [eT. minge-m ek > bin-ge-mek] {ağız} gçl.
gömülmüş büklüm gibi dışa taşan ahşap ya da de f f r ] [-g(i)-y°r'] Birbiri üstüne koymak; yığmak.
m ir parçası. [DS]
bine, [bin-mek > bin-e / bin-i] {ağız} is. Kapı ve pen b in g ere, [Far. bingere « {OsT} is. İğe sarılmış pa
cere pervazı. [DS] m uk ipliği.
ilH B C W I U is BİN
bingeşdirmek, [bingeş-dir-mek > bin-eş-dür-mek binilm ek, [bin-il-mek] edil. fi. f i r ] [eAT, -ür] B in
jLejjJ&i] {eAT} gçl. fi [-ür] 1. Birbirinin üzerine mek eylemi yapılmak. {eAT} (aym)
bindirmek. 2. Birbirinin ardına bindirmek; altlaş binilmelü, [bin-il-melü {eAT} sf. (At vb. için)
tırmak. binilebilecek durumda olan. S binilmelü itmek,
b i n g e ş i k , [bingeş-ik o] {eAT} sf. Birbirinin üze {eAT} Binilecek duruma getirmek.
binim, [bin-mek > bin-im] {ağız} is. 1. Semer. 2.
rine binmiş durumda.
Eyer, semer, yular gibi eşyalar. [DS]
bingeşmek1, [eT. minge-m ek > binge-ş-m ek
bininci, [bin-inci] sf. Sıralamada yeri bin olan.
{eAT} işteş, fi f i r ] [eAT, -ür] 1. Birbirinin üzerine
b in iş1, [bin-mek > bin-iş ,jii.] is. 1. Binm ek işi, bin
binmek; {ağız} (aym). [DS] 2. Birbirinin arkasına
binmek. 3. Birbirine uymak; birbirinin arkasından me biçimi. 2. Atlı alaylarda giyilen özel kıyafet. 3.
gelmek. 4. Sıra ile binmek. 5. {ağız} (Damarlar için) tar. Padişahın at gezintisi. 4. {eAT} is. Eskiden bil
üst üste gelmek; kram p girmek. [DS] 6. {ağız} ginlerin cüppe üzerine giydiği bedeni ve kolları
Uyuşmak; felce uğramak. [DS] geniş üstlük. 5. Üniversite öğretim elemanlarının
bingeşmek2, [bin-mek > binge-ş-mek] {ağız} işteş fi giydiği üst elbise; cüppe. 6. argo. (Erkek için) cin
[-ir] Kavga dövüş etmek. [DS] sel ilişki. S binişi kuvvetli, argo. (Erkek için) cin
sel gücü yüksek olan.|| biniş olmak, {eAT} A tlılar
bingi, [bin-gi] is. mim. Kemerler üzerine oturtulmuş
yürüyüşe hazırlanmak.\\ biniş yanı, {eAT} Atlara
kubbeler ile kemerler arasını kapatan üçgenimsi
binerken veya eyer vururken kullanılan atın sol
kubbe parçası,
yanı.
bingildemek, [bing (yans.) > bing-il-de-mek] {ağız}
gçsz. fi f r ] fd (i)-y o r] Birdenbire sarsılmak; ür biniş2, [Far. biniş j i ^ ] (bi:niş) {OsT} is. 1. Görüş;
permek. [DS] görme yetisi. 2. Mülakat,
bingin, [bin-mek > bin-g-in] {ağız} sf. Dargın; kavga binişme, [bin-iş-me] is. 1. Binişmek işi. 2. Biri kıs
lı. [DS] men diğerinin üstüne gelen iki nesnenin durumu. 3.
binginlik, -ği [bin-gin-lik] {ağız} is. Zorbalık. [DS] Kırık bir kemiğin iki parçasının üst üste gelmesi,
bingişik, -ği [bin-mek > bin-gi-ş-ik / bin-iş-ik] {ağız} binişmek, [bin-iş-mek] işteş, fi f i r ] 1. İki parçadan
sf. Bitişik. [DS] birinin bir kısmının diğerinin üstüne gelmek. 2.
bingişmek, [bin-mek > bin-gi-ş-mek] {ağız} gçsz. fi Kas kirişleri birbirinin üstüne gelmek. 3. (Kırık bir
f i r ] -*■ bingeşmek. [DS] kem ik için) iki parçası üst üste gelmek.
-bini, [Far. -bînî -] (,bi. n i:) {OsT} son ek. Sonuna binit1, [bin-mek > bin-it c-l,] {eAT} is. Üstüne binilen
getirildiği Farsça isimlerden ".. görürliik" anlamı hayvan veya taşıt; binecek hayvan. [DK]
katarak birleşik isimler yapan son ek. binit2, [Yun. pinakoti] is. Firma ekmekleri atmakta
kullanılan tahta kürek,
bini1, [bin-ü / bin-i ^ {eAT} is. 1. Binm ek eylemi;
binme işi. 2. K ozadan ipek sağmaya yarar alet. 3. binitli, [binit-li J - ^ ] {eAT} {ağız} sf. Atlı; süvari; bin
{ağız} İpliği yum ak yapm akta kullanılan haç şek miş; bindirilmiş. [DS]
linde bir araç. [DS] 4. Kapı ve dolap gibi şeylerin binitlü, [binit-lü jJb^] {eAT} sf. -*■ binitli.
kapakları kapatıldığında arada kalan boşluğu örtme
bink, [İt. pinco] {OsT} is. Bir tür ticaret gemisi,
için üst kapağa çakılmış olan çıta. S1 biniden ta
binlerce, [bin-ler-ce] (binle’rce) sf. 1. Pek çok bin. 2.
raf, {eAT} Hayvanın binilecekyam .\\ biniden yanı,
Pek çok; sayısı binlerle ifade edilen,
{eAT} -*■ biniden taraf.
binlik, -ği [bin-lik] is. 1. Bin lira değerindeki kâğıt
bini2, [men / ben > bin-i] {eT} zm. Teklik birinci kişi
para. 2. Üç litrelik şişe. 3. Sayısı bin olan demet
zamirinin yükleme hâli; beni. [ETY]
veya grup,
bini3, [Far. bînî] (bi:ni:) {OsT} 1. anat. Burun. 2. coğ.
binme, [bin-me] is. Binm ek eylemi,
Burun. 3. Uç. 4. D ağ tepesi. 5. Yayın ele alınan
kısmının ucu. binm ek, [eT. mün-m ek > m in-m ek > bin-m ek dU^>]
bini4, [Yun. pinnini] {ağız} is. İpliği yum ak yapm akta gçsz. fi f e r ] 1. Y üksek bir şeyin veya hayvanın
kullanılan haç biçimindeki araç. [DS] üzerine çıkıp ayaklarını sallandırarak oturmak. {eT}
binici, [bin-ici] is. 1. Binm e işini yapan; binen. 2. {eAT} (aynı) [Gabain] [Tekin] [ETY] 2. B ir yere git
Ata iyi binen kişi; süvari. 3. bot. İkiye katlı olan ve m ek için bir taşıtta özel ayrılmış yere oturmak. 3.
içinde yine kendisi gibi ikiye katlı bir organın yarı (Bisiklet ve m otosiklet veya at için) kullanmak. 4.
sını bulunduran bitki kısmı. 4. argo. Erkek, (Tartışma veya iş için) istenilmeyen ve arzu edil
binicilik, -ği [bin-ici-lik] is. 1. A ta binm e ustalığı. 2. meyen bir hâl almak. 5. Bir şey sıkışma sonucu
At üzerinde yapılan spor, yanındakinin üstüne çıkmak. 6. Zamlanmak, fiyatı
binilme, [bin-il-me] is. Binilm ek işi. artmak. 7. Eklenmek; katılmak. 8. İnşaatta bir kiriş,
BİN Ö IÜ M IİİltE S Ö M . I8
diğer bir kirişin üstüne gelm ek veya dayanmak. 9. bipiç, [bip (yans.) > bip-iç] {ağızj is. Söğüt dalından
{eAT} Çıkmak; oturmak; cülus etmek. 10. argo. yapılmış düdük. [DS]
(Erkek için) cinsel ilişkiye girmek. 11. {ağız} İs b iplem ek, [bip (yans.) > bip-le-mek] {ağız} gçsz. f. f
kambil oyununda, daha büyük değerli kâğıt ile kü r] fl(i)-y o r] U yarm ak için düdük vb. şeyle kısa bir
çükleri almak. [DS] S bindiği d alı kesm ek, K endi ses çıkarmak. [DS]
sine yararlı olabilecek şeyi y o k etmek. || binen b i r 1, [eT. bîr (eT. b i ’;r) is. 1. Sayma sayılarının
b inenün, {eAT} Binen binene.
ilki. {eT} {eAT} (aym) [ETY] [İKPÖy.] [EUTS] [DLT]
binom , [Fr. binöme] is. mat. İki terimli, [Üç İtigsizler] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] 2. Bu sayıyı
b in sa r, [Ar. binşır / binşâr j -om / _>Uı^] (binsa:r) gösteren rakam: 1. 3. sf. Miktarı bu sayı kadar olan.
{OsT} is. -*■ binsır. 4. sf. Belirsiz herhangi bir varlık. 5. Tek. 6. Birleş
miş; bir araya gelmiş; birleşik. 7. Ortaklaşa; müşte
b in sır, [Ar. binşır / binşâr / jU ^ ] {OsT} is. Yü
rek. 8. Birbirine denk; eş; aynı. 9. (Belirtileni olan
zük parmağı. isim tamlaması cümlenin yüklemi olursa) önemsiz;
b in t, [Ar. bint c~l>] {Os T} is. Kız. S 1 b in t-i am m , değer verilmeyen. 10. (Sıfat ve za rf olarak başına
{OsT} A m ca kızı.|| bint-i ineb, {OsT} Üzümün kızı; geldiği kelimelere) kuvvet, istek veya belirsizlik
şarap.|| b in t-i lebün, {OsT} İki yaşında dişi deve. || anlamı katar. 11. zf. (Aralı tekrarlarda) bir kez. {eT}
b in t-i m ehâd, {OsT} İki yaşına girm ek üzere olan {eAT} (aym) [ETY] [İKPÖy.] 12. Sadece. 13. Ancak;
deve.|| b in tü ’l-cebel, {OsT} Dağların kızı; yankı.\\ yalnız. 14. (Topluluk isimlerinden önce geldiğinde)
b in tü ’I-fîkr, {OsT} Düşüncenin kızı; || b in tü ’ş- çokluk bildirir. 15. {eT} Aynı. [ETY] 16. {eAT}
şefe, {OsT} Dudağın kızı; söz; konuşma. Öbür. S B ir ab a m v a r a ta rım , n ered e olsa y a ta
b in tip al, [Sansk. bihindipâla] {eT} is. Mızrak. [EUTS] rım . Tek başına olan kişinin sorumluluktan uzak,
b in tü rm ek , [bin-tür-mek] feT} g ç l.f. f ü r ] (Ata) bin dilediği gibi yaşayıp rahat edebileceğini anlatan
dirmek. [ETY] söz.|| b ir adım ay rılm am a k , Peşini bırakmamak.\\
b ir ad lu , {eATj Adları aynı olan; adaş.\\ b ir ağız,
b in ü , [bin-ü > 4] {eAT} is. Binme; biniş; binme. S 1 bi-
{eAT} Bir kere; bir defacık.\\ b ir ağızdan, 1. Hep
nüye y a ra m a k , {eAT} (Binek hayvanı için) Binile birlikte, aynı şeyi söyleme. 2. Beraberce, hep bir
cek çağa ve duruma gelmek. likte. || B ir ağızd an çıkan bin dile yayılır, Söyle
b in ü lü , [bin-ü-lü 5^ ] {eAT} sf. (Belirtilen binek nen söz çok çabuk ya y ılır.\\ b ir alag a t, {ağız} I. Bir
hayvanına) binmiş olarak; .. e binmiş; bineği .. o- aralık. 2. Biraz. [DS]|| b ir alay, Birçok, bir siirii,
lan. p e k çok. || b ir âlem , K endine özgü durumu var. || b ir
an , Çok kısa bir süre. || b ir an önce, M ümkün oldu
b in ü t, [bin-mek > bin-üt o y j {eAT} is. Binek hay ğu kadar çabıık.\\ b ir a ra (aralık), 1. K ısa bir za
vanı; binilecek hayvan; binit; binek atı. man. 2. Geçmişte bir zaman.\\ b ir a ra b a , 1. (Odun,
bintttlü, [bin-üt-lü / bin-it-li {eAT} sf. Atlı; sü kömür, taş cinsinden şeyler için) bir araba doldu
vari. racak miktarda. 2. mecaz. P ek çok; fa zla sayıda. ||
b ir a ra d a , Toplu olarak; hep beraber.|| b ir aray a
b in y a p ra k , -ğı [bin+yaprak] is. bot. Yaprakları halka
gelm ek, Toplanmak, buluşmak.\\ b ir a ra y a g etir
dizilişinde, daha çok akvaryumlarda yetiştirilen su
m ek, Toplamak, buluşturmak.|| b ir a rp a boyu yol
bitkisi, (Myriophyllum).\\ b in y a p ra k otu, bot. Bile
şikgillerden parçalı yapraklı, çok tiiylü, beyaz veya g itm ek, Çok az y o l almak. || b ir aşağı, b ir y u k arı,
Amaçsız gezinme. || b ir atım lık b a ru tu kalm ak,
s a n çiçekli çok yıllık otsu bitki; civanperçenıi,
Sözü edilen konuda yapabileceği p e k az bir şeyi
(Achillea).
olmak; giicii tiikenmek.\\ b ir avuç, 1. Avuç doldu
bioenerji, [Fr. bioenergie] is. -*• biyoenerji.
racak kadar. 2. Ç ok az sayıda; yetersiz. || b ir avuç
biosfer, [Fr. biospere] is. -* biyosfer,
to p ra k olm ak, Ölmek.\\ b ir ayağı b ir y erd e ol
binye, [Ar. binye 4^ ] {OsT} is. Bünye. m ak , 1. H er zam an oraya uğramak. 2. Oraya uğ
b ip, [bip (yans.)} is. Ağaç dallarından yapılmış dü ramaktan vazgeçememek. || b ir ayağı ç u k u rd a ol
düklerin çıkardığı sesi anlatan kök. [Zülfıkar] bip- m ak , 1. Sağlığı bozulmuş, yaşayacak az zamanı
biç, bip-iç. kalmış olmak. 2. İhtiyar,|| b ir a y a k önce, Zaman
b ip a ra , [bi(r) + Far. pâre] {ağız} sf. Biraz; şöyle böy kaybetmeden, bir an önce. || b ir ay ak ü stü n d e bin
le. [DS] y alan söylem ek (bir ayak üstünde bin yalanın beli
ni bükmek), K ısa bir süre içinde p e k çok yalan söy
b ipbiç, [bip (yans.) > bip(b)-iç] {ağız} is. Söğüt dalın
lemek,|| b ir b ak ım a, Başka bir görüşle; başka bir
dan yapılmış düdük. [DS]
düşünceye göre. || b ir bakışım lı, bot. Bir eksene gö
b ip erv a, [Far. bı-pervâ ^ (bi:perva;) {OsT} sf. 1. re değil de bezelye, aslanağzı gibi bitkilerin dikey
Korkusuz; gözü pek. 2. zf. Çekinmeden; korkm a bir düzleme göre bakışımlı olan çiçekleri. || b ir ba-
dan. kışım lılık, bot. D ik bir düzleme göre iki yanlı bakı-
İH E IIIÖ İC İS İM ^ t BİR
şıın gösteren çiçeklerin bakışım biçimi.\\ bir bakış iki olmamak, İstediği her şey yerine getirilm ek^
ta, 1- Hemen. 2. B akar bakmaz.\\ bir bakmak, bir dediğini iki etm emek, Birinin her isteğini y e
{eAT} Eşit tutmak; bir görmek.\\ bir baltaya sap rine getirmek.\\ bir defa, 1. İlk önce; hele. 2. Oldu
olmak, Belirli bir iş edinmek.\\ bir banımlık, {ağız} bitti artık.|| bir defada, Ara vermeden.|| bir defa
(Tabakta kalan yem ek için) çok az. [DS]|| bir bar lık, 1. Bir kez yapm aya yetecek kadar. 2. Sadece
dak suda fırtınalar koparmak, Önemsiz bir şeyi bir kereye ait olm ak üzere. || bir derece (bir derece
biivütmek]\ bir baş, {eAT} 1. B ir düzeye; durmaya ye kadar), Biraz.|| bir deri, bir kemik kalmak,
rak; amaca doğru. 2. {ağız} Doğrudan doğruya; Çok zayıflamak.|| bir dikili ağacı olmamak, E vi
hiçbir yere uğramadan. [DS]|| bir başına, I. Ya veya malı olmamak.\\ bir dirhem, Çok az.\\ B ir
nında kimse bulunmadan; tek başına. 2. Başka bi dokun bin ah işit, D ertli insanları konuşturmak
rinin yardımı olmaksızın.|| bir başlı, {ağız} Taah için bir iki çift söz yeter.|| bir dolu, Birçok.|| Bir
hütlü. [DS]|| bir baştan bir başa (bir uçtan bir don, bir gömlek, Yarı çıplak.|| bir dostluk, {ağız}
uca), Sözü edilen yerin bir kenarından karşı kena (Satılacak m al için) çok az kalan; bir dosta yetecek
rına kadar. \\ bir bel su, {ağız} B ir tarlayı sulamaya kadar. [DS]|| bir dönüm, {ağız} B ir kez; bir sefer.
yetecek gürlükte akan su. [DS]|| bir ben, bir de Al [DS]|| bir dönüm su, {ağız} İki kova ile bir defada
lah bilir, Çekilen sıkıntıyı başkalarının anlaması getirilen su. [DS]|| bir döşek, {eAT} Birlikteyatm a.\\
mümkün değildir.\\ bir biçimli, 1. Aynı biçimde, Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, M asallardaki
aynı görünüşte olan. 2. Çeşidi olmayan.|| bir bi korkunç dev kadar çirkin.\\ bir duruma, {ağız} H iç
çimli alan, mat. H er noktası da aynı yön, aynı şid durmadan; arasız. [DS]|| bir düzen, {eAT} Bir bi-
det ve aynı doğrultuda olan vektörel alan. || bir bi çim.\\ bir düzeye, 1. {eAT} Aynı düzlükte; hep bir
çimli hareket, Sabit hızdaki hareket] | bir biçim li biçimde; sürekli olarak. 2. {ağız} E şit olarak. [DS]||
lik, Her parçası ile benzer olanın, çeşidi ve deği bir düziye, Sürekli. || bire bin katmak, Çok abart
şikliği olmayanın taşıdığı özellik.\\ bir bir, Birer mak; yalan söylemek.\\ bire bir, E şit miktarda; ay
birer; ayrı ayn, tek tek. {eTj {eAT} (aynı) [EUTS]|| nı oranda.\\ bire bir eşleme, mat. İki kümenin ele
bir birin, {eAT} Birer birer.|| bir boy, 1. B ir kez. 2. manları arasında, bir elemana karşı öbür kümeden
Hele. || bir boyda, Boyları eşit, denk. || bir boynuz bir eleman alarak yapılan işlem. \\ bire bir gelmek,
lu, zool. Tek boynuzu bulunan.\\ bir boyun mal, Etkisini hemen ve kesin olarak göstermek; işe ya -
{ağız} Bir çift ökiiz. [DS]|| Bir bu eksikti, Sıkıntılı ramak.\\ bir el, (Ateşli silah için) bir defalık atım .||
durum üstüne gelen ikinci bir sıkıntı için söylenen bir elden, 1. Aynı kişi tarafından. 2. Tek m erkez
söz.|| bir bulaşım, {ağız} A ncak ele bulaşacak ka den. 3. {eAT} H ep beraber; birlikte; birden.\\ bir
dar; çok az. [DS]|| bir çakım, {eAT} B ir çakımlık; elden çıkm ış, {eATj H ep aynı biçimde; yeknesak.||
bir çakımda kullanılacak m iktarda.|| bir çala, {eAT} bir elini bırakıp öteki elini öpmek, Aşırı saygı
{ağız} Göz açıp kapayıncaya kadar; bir aralık. gösterm ek.|| bir elin sesi çıkmamak, i . Toplumun
[DS]|| bir çatı altında, Aynı binada.\\ bir çekirdek büyük bir bölümünü ilgilendiren konulara az kişi
geri kalmamak, Bütünüyle denk olmak. || bir çe ilgi gösterdiği için başarılı olamamak. 2. Yardım
nektiler, Oğulcuğu bir çenekten oluşmuş kapalı laşarak yapılan işte başarılı olmak.|| bir elin ver
tohumlu bitkiler sınıfı.|| bir çenetli, Kapsüllii y e diğini öbür el duymamak, Yapılan iyilik ve hayır
mişlerin tek parçalı olanı. |[ bir çırpıda, Ele alır ları gizli tutmak, bu konuda övünmemek. || bir eli
almaz, hemen.\\ bir çiçekli, bot. Lale gibi tek çiçeği yağda, bir eli balda olmak, Bolluk ve rahat içinde
olan.|| bir çift, Aynı şeyden iki adet.\\ bir çift söz, yaşamak.\\ bir elle verdiğini öbür elle almak, İyi
Söylenecek bir iki söz. || bir çift sözü olmak, Söyle lik yaptığı kişilerden çıkar sağlamak.\\ bir elmanın
yecek bir şeyleri olmak.\\ bir çim dik, {ağız} İki yarısı o, yarısı bu, Birbirine çok benzeyen iki kişi. ||
parmak arasında tutacak kadar; bir tutam. [DS]|| birem birem, Birer birer. || bir evcikli, bot. Mısır,
bir çirtim, {ağız} B ir damla. [DS]|| bir çuval inciri ceviz, fın d ık gibi erkek ve dişi organları ayrı çiçek
berbat etmek, Düzelm eye yü z tutmuş bir işi yersiz lerde fa k a t aynı kök üzerinde bulunan bitkiler]] bir
bir hareketle tekrar bozmak; eskisinden daha kötü eylemek, {eAT} Birleştirmek; bir araya getirm ek.||
duruma getirmek. || bir daha, 1. B ir defa daha. 2. bir eyyam, B ir süre için. || bir fırsatta, Uygun bir
Artık hiçbir zam an.|| bir dahi, {eAT} 1. B ir daha; zamanda; fırsattan istifade.\\ Bir fincan (acı) kah
yeniden. 2. Başka tiirlü. || bir damarlı, bot. (Bitki venin kırk yıl hatırı vardır, Görülen iyilikler ne
için) yapraklarında tek dam ar bulunan.\\ bir dam kadar küçük olursa olsun unutulmaz,|| Bir gecelik,
la, /. Çok az. 2. (Çocuk için) çok küçük.\\ bir 1. B ir gece içinde. 2. Bir gece süresince; gecelik. 3.
damzım, {ağız} Bir yudum ; bir parça; çok az. [DS]|| B ir gece yetecek kadar]\ bir geçirim, {ağız} (İplik
bir de, 1. Var olanlara eklenen için kullanılır. 2. için) iğneye bir kullanımlık m iktarda saplanan.
Beklenilenin dışında; beklenenden başka.\\ bir de [DS]|| bir gelmek, E şit olmak; denk olmak.|| bir
diği bir dediğini tutm am ak, Tutarsız konuşmak; getirmek, Yan yana tutmak.|| bir gezden, {eAT}
söyledikleri arasında terslik bıılunmak.\\ bir dediği H ep birden; birden.|| bir göç mikdârı, {eAT} Bir
BİR üIİİHIİİKES0M.618
konaklık. || bir gömlek aşağı olmak, Birinden bir birim birim, {eAT} B irer birer.|| birin birin, {eAT}
derece daha düşük olmak. || bir gömlek fazla es B irer birer.|| birin birine, {eAT} Birbirine.|| birin
kitmek, D aha fa z la yaşamış, görmüş geçirmiş ol ikin, {eAT} Birer ikişer.|| birisi gün, {eATj Öbür
mak; daha deneyimli olmak.\\ bir görmek, E şit ve gün. || birisi yd, {eAT} Ertesi yıl; öbür yıl. || bir işa
denk tulmak. || bir gözeli, 1. Yapısı bir tek hücreden retine bakmak, B ir işi yapm ak için hazır bekle
m eydana gelen canlı; tek hücreli, bir hücreli. 2 . mek; emre hazır olmak. || bir iştir olmak, 1 . İsten
biy. Bir tek hücreden ibaret olan; tek hücreli; bir meyen, kötü durum lar için söylenir. 2 . İş işten
hücreli. || bir gözeliler, 1. Hayvanlar âleminin bir geçmek. || biri yiyip biri bakmak, Aynı şeyden y a
bölümünü meydana getiren klorofilsiz dış beslek rarlanması gerekenler arasında doğan haksızlığı
tek hücreli basit organizmalar; tek hücreliler, bir anlatan söz. || bir kadılık yol, {ağız} B ir kadıya iş
hücreliler. 2. Bitkilere yakın bir hücreli klorofılli düştüğünde, danışm ak için alınacak üç saatlik yol.
canlılar; tek hücreliler, bir hücreliler. || bir göz [DS]|| bir kafada olmak, Aynı düşüncede olmak.\\
gülmek, Hem gülmek; hem ağlamak. || bir gûna, I. bir kalem de, B ir seferde; toptan. || bir kapı açıl
Başka türlü. 2. H içbir.|| bir günden bir güne, H iç mak, İyi bir fırsa t doğmak. || bir kapıya çıkmak,
bir zaman; hiç. || bir gün evvel, Olabildiğince ça Ayrı ayrı olsa da, ayrı şeylerm iş gibi görünse de
buk; kısa sürede.|| Bir günlük beylik, beyliktir, sonucu aynı olmak. || bir karar, Durumu hiç de
H oşa giden bir durum kısa sürse bile çekicidir; ğişmeden; durumunu koruyarak. || Bir kararda bir
yaşam aya değer. || bir güzel Çok iyi; iyice. || bir Allah, İnsanın şansı her zam an dönebilir; hep böy
hâl itmek (etmek), {eATj 1. Çaresine bakmak. 2. le sürüp gitmez, anlam ında kullanılır.|| bir karış,
B ir şeye benzetmek; bozmak; örselemek.\\ bir hâl 1. Çok kısa. 2. Çok az.|| Bir karış beberuhi, Alay
olmak, 1. Çok tekrarlama sonucu bıkkınlık veya etm ek için çok kısa boylu kişilere söylenir.|| bir
yorgunluk çökmek. 2. Huyu, davranışları değişmek. kaşık suda boğmak, Birine çok kızmak. || bir kav
3. Üzücü bir durumla karşılaşmak; kazaya uğra bir çakmak, {ağız} Kavgaya hazır. [DS]|| bir ka
mak; ölmek.\\ bir hamlede, B ir atılışta, çarçabuk.\\ zanda kaynamak, 1 . İyi anlaşmak; uyuşmak. 2 .
bir hata (kata), {eT} B ir kez; bir defa. [EUTS]|| bir Aynı huy ve düşüncede olmak. || bir kere, i. B ir kez.
hayli, Oldukça çok; epey; çok sayılacak bir mik 2. Aslına bakarsan; aslında.\\ bir kerecik, B ir kez.||
tarda'. || bir hoş, {ağız} D eğişik ve tu h a f bir şekilde; bir kese akçe, tar. içinde beş yüz akçe bulunan
garip; yadırgı. [DS]|| bir hoş eylemek, Hüzünlen- kese.\\ bir kezden, {eAT} Birden; hep birden.|| bir
dirmek.\\ bir hoşluğu olmak, 1 . Üzerinde bir neşe kıdım, {ağız} B ir parça; azıcık; biraz. [DS]|| bir
sizlik; bir hüzün görülmek. 2. Rahatsız olmak. || bir kıyam ettir gitmek (kopmak), Çok fa zla gürültü,
hoş olmak, 1. {eAT} {ağızj N e yapacağını bileme kargaşalık ve telaş olmak. || Bir kızı bin kişi ister,
mek; şaşırmak; tuhaflaşmak. [DS] 2. {ağız} Üzüntü bir kişi alır, İyi ve güzel olan şeyin isteklisi çok
den eli ayağı kesilmek; hüzün bürümek. [DS]|| bir olmasına rağmen ancak ona bir kişi sahip olabi
hücreli, 1. B ir tek hücreden ibaret olan; bir gözeli. lir. [| bir kol çengi, Etrafına neşe saçan kişiler için
2. Yapısı bir tek hücreden meydana gelen canlı; bir söylenir.|| Bir koltuğa iki karpuz sığmaz, Aynı
gözeli. || bir hücreliler, 1. Hayvanlar âleminin bir anda birden çok işle ilgilenmek başarısızlık geti
bölümünü meydana getiren klorofilsiz dış beslek rir. || bir koşu, Koşarak; çabucak.\\ bir koyun aşığı
tek hücreli basit organizmalar; bir gözeliler. 2 . olmak, {eAT} Aynı soydan olmak; soyu bir olmak.\\
Bitkilere yakın bir hücreli klo ro fili canlılar; bir Bir koyundan iki post çıkmaz, Birinden gücünün
gözeliler.\\ biri bir, {eAT} Birer birer; birbiri ar- dışında özveri ve çalışma beklemek doğru değil
dınca.|| biri birine, {eATj Birbiriyle.\\ biri birine dir. || Bir köroğlu, bir ayvaz, Yakınları veya ço
koymak, {eATj Birbirine düşürmek.\\ biri birine cukları yanında olmayan; yalnız başına kalmış kan
urmak, {eATj Birbirine katmak.|| biri birisinden, koca için kullanılır.|| bir köşeye atmak, Gerektiği
{eAT} Birbirinden,|| biri birisinden, Birbirinden.\\ zam an kullanılmak üzere bir yere koymak. || bir kö
bir içim su, (Kadınlar için) çok hoş ve çok güzel. || şeye koymak, Saklamak; biriktirmek.|| bir kula
bir içim suya gitmek, Çok ucuza satılmak.\\ biri ğından girip öbür kulağından çıkmak, Söylenen
gün, {eATj Öbür gün.\\ bir iğne, bir iplik, Çok za lere önem vermemek; nasihatlere uymamak. || bir
y ı f || bir iki, 1 . {eAT} Birkaç. 2. A z sayıda, çok az; kulağının arkası kalmak, argo. 1. Sürekli haksız
birkaç kez. || bir iki demeden, Karşısındakine hiç lık ve kandırma ile karşılaşmış olmak. 2. Cinsel
vakit bırakmadan; duraksamadan.\\ bir iki derken, ilişkide çok kullanılmış olmak. || bir kurşun atımı,
I. K ısa sürede. 2. Umulmadık zamanda. 3. Oyala Kurşunun alabileceği y o l kadar uzaklık. || bir lok
nırken. || bir iki dimemek, {eATl Tereddüt etme ma, bir hırka, A z şeye razı olmak; dervişçe ya şa
mek; vakit geçirmemek.\\ bir iki günlüge (olmak), m ak,|| bir m isli, B ir kat daha.\\ bir mum alıp ken
{eAT} 1. B ir iki günlük olmak; 2. B ir iki günlük öm di derdine yanmak, Başkalarının eksik ve kusur
rü kalmak.\\ bir ikinti, {eTj Birbiri; yekdiğeri. larıyla ilgilenmektense kendi durumunu düşün
[EUTS]|| bir illü, {eAT} Aynı memleketli; hemşehri.\\ m ek,|| bir nebze, Çok az; bir parça. || bir neçe, {eTj
nHiKBİTtlUHCE SÖZlıÜK .619 BİR
{ağız} Birkaç; bir miktar. [DS]|| bir nefeste, (Söz ve eden sevgi sözii. | b ir ta ra fa b ıra k m a k , 1 . Hesaba
içecek için) ara vermeden, bir seferde. || bir nice, katmamak; değerlendirmeye sokmamak. 2 . Önem
{eAT} {eAT} Birkaç; birçok; p e k çok; bir hayli.\\ bir verm emek|| b ir ta ra fa k oym ak (bırakmak), Önem
nice el, {eAT} P ek çok kez.|| bir niceler, {eAT} Bir vermemek; benimsememek; geriye bırakmak]] b ir
çokları; p e k çok kim se.|| bir niçe, {eT} Birkaç.|| bir taşla iki kuş v u rm a k , Bir hareketle birden çok
numaralı, Başta bulunan; birinci sırada olan.|| bir yarar sağlamak.|| b ir te k atm ak , B ir kadeh içki
o kadar, Var olan kadar daha; bir katı, bir misli i.çmek]\ b ir tek , {eT} Bir kez; bir defa; bir yol.
daha.\\ bir olmak, B ir araya gelmek; iş birliği [EUTS] || b ir tem iz, Gereği gibi; özen göstererek;
yapmak; birlik olmak. || bir olmuş ki, Çok kötü du adamakıllı. || b ir terim li, B ir tek işlemi gerektiren.||
ruma düşenlerden söz edilirken söylenir.\\ bir oya b ir terim li, B ir tek terimi olan cebirsel ifade. || b ir
na, bir bu yana, 1 . İki tarafa yalpalayarak. 2. to rb a kem ik, Çok zayıf.\A b ir tu h af, Anlaşılm ası ve
Rasgele hareketlerle; düzensizlik içinde. || bir anlatılması güç bir durum]\ b ir tuhaflığ ı olm ak,
ödün, {eT} Yalnız bir defa; yalnız bir kez; bir öğün. Kendini iyi bulmamak; kötü hissetm ek,|] b ir tu t
[EUTS] || bir örnek, A ym biçimde olan; yeknesak, m ak, E şit saym ak.|| b ir tü rlü , i. (Olumlu ve olum
tekdüze.|| bir paralık etmek, 1. Çok utanç verici suz iki cümleyi bağladığında) kötü sonuç açısından
duruma düşürmek. 2 . İşe yaram az duruma getir yapm akla yapm am ak arasında fa r k olmamak. 2 .
mek.|| bir paralık olmak, Saygınlığını yitirmek; H içbir biçimde; hiçbir yolla.|| b ir u ğ u rd a , {eAT}
itibardan düşmek. || bir parça, Azıcık; çok az; bi- Birden; hep birden; birdenbire; derhal.\\ b ir u ğ u r
raz.|| bir pare, {eAT} B ir parça; biraz.|| bir par dan , {eAT} Birden; hep birden; birdenbire; der-
mak, Parm ak ucuyla alınabilecek miktarda.\\ bir hal.|| b ir u ğ u rd a n e , {eAT} Birden; hep birden; bir
parmak bal olmak, D edikodu konusu haline gel denbire; derhal.\\ b ir v ak itler, Uzak geçmi.şte]\ b ir
mek. || bir posta, argo. B ir kez. || bir pula satmak, v arm ış, b ir yokm uş, 1. “E skiden” anlamında ma
Bir dostu, arkadaşı çıkarı uğruna terk etmek.\\ bir sal tekerlemesi sözü. 2. “Geçip giden o zamanların
pul etmemek, Hiç değeri olmamak.\\ bir punduna artık şimdi hayali kaldı. ” anlamında söylenir. 3.
getirmek, Uygun bir anınıyakalam ak.\\ bir renkli Ölen birisi anılınca, hayatın geçiciliğini anlatmak
lik, Bazı maddelerin, içinden geçen ışığın yönü ne için kullanılır,|| b ir y ak a d a n b aş çık arm ak , {eAT}
olursa olsun, hep aym renkte kalma özelliği.\\ bir Toplu olarak birlik, bir düzen ve dirlik içinde ya-
sesli, Bir seslilik özelliği olan. || bir seslilik, Birlikte şamak. || b ir yana, (Sözü edilen şey) dışlanacak
çıkan iki ses arasmda aralık bulunmaması,|| bir olursa; sayılmazsa; -den başka. || b ir y an a atm ak ,
sıkımlık canı olmak, Çok cılız ve güçsüz olmak.|| Vazgeçmek, bırakmak.\\ b ir y an a itm e k (etmek),
bir sıra, Ardı ardına; üst üste; birbiri peşine. || bir {eAT} Ortadan kaldırmak; bertaraf etmek; gider-
sokum, {ağız} B ir lokma. [DS]|| bir solukluk, {ağız} mek.|| b ir y a n a olm ak, {eAT} B ir tarafa çekilmek;
Kısa bir zaman içinde; bir anlık. [DS]|| bir solukta, uzaklaşmak; ayrılmak. || b ir y an d an , D iğer taraf-
Çok kısa bir sürede; çabucak. || bir söyleyip pir tan.|| b ir y an itm ek, {eAT} Ortadan kaldırmak;
söylemek, Uzatmadan gereği gibi, yeteri kadar b erta ra f etmek; gidermek. || b ir y astığ a baş koy
söylemek.|| bir sözünü iki etm emek, Birinin iste m ak, Evli olmak. || b ir y astık ta k ocam ak, Karı
ğini hemen karşılamak, yerine getirmek. || bir sürü, koca için birlikte uzun ömür sürmek. || b ir y aşın a
Çok sayıda; p e k çok. || bir şey, Niteliği ve niceliği d a h a b asm ak , Çok hayret etmek, şaşkınlık içinde
tam olarak bilinmeyen bir nesne; herhangi bir nes kalmak.\\ b ir yaşına d a h a g irm ek, O zam ana ka
ne; gayr-i muayyen nesne. || bir şeycik, K üçük bir dar hiç görm ediği ve şaşılacak bir şeyle karşılaş
nesne.|| bir şey sanmak, Birini veya bir şeyi, hayal mış olmak. || b ir yayım , {ağız} (Yoğurt için) bir p a r
kırıklığına uğrayacak şekilde olduğundan başka ça; biraz. [DS]|j b ir yaylım , {ağızj B ir hayli; epey
türlü düşünmek; sanmak. || bir şey söylemek, 1 . ce. [DS]|| b ir yekte, 1. Teker teker. 2. (Ödemek
Konuşmak. 2. Bir şeyler anlatmak; ifade etmek. || için) aksatmadan; tıkır tıkır. || b ir yığın, P ek çok;
bir şeye benzememek, İşe yarayacak durumda bir sürü; birçok. || b ir yıllık, biy. (Bitki için) hayat
olmamak]] bir şeye yaramam ak, Yararlı olm a devirlerini bir yılda tamamlayan.\\ b ir yigirm i,
mak,|| bir şeyler (şey) olm ak, 1. Huyu değişmek. 2. {eT} On bir. [EUTS]|| b ir y ird e d irilm ek (deril
Fenalık geçirmek; bayılmak. 3. Ölmek. | bir şey mek), {eAT} B ir arada yaşam ak; birlikte ömür sür-
ler.. bir şeyler.., "Devamını söylem ek istemiyo mek.|1 b ir yire gelm ek, {eAT} Birleşm ek,|| b ir yi-
rum, kısa kesiyorum, siz anlayın artık. ” anlamında yim , {eAT} B ir kerede yenilebilecek miktar.|| b ir
söylenir.|| bir tahtada, B ir defada.\\ bir tahtası yiyip b in şü k retm ek , Durumu kötü olanlara baka
eksik olmak, Akılca eksikliği bulunmak; yarım ra k kendi hâlinin değerini daha iyi anladığını ifade
akıllı.\\ bir takım, Belirsiz bir çokluk; kimi, bazı.|| etm ek.|| b ir yol, {eAT} {ağız} B ir kere; bir kez. [DS]||
bir tamam, H iç eksiksiz. || bir tane, Biricik, bir tek; b ir yol tu ttu rm a k , B ir davranış biçimi ve tutum
eşi bulunmamak.\\ bir tanem , Birini seven bir kişi belirlemek]\ b ir y olunu b u lm ak , İşi sona erdirmek
nin sevdiği başka bir kişi veya şey olmadığını ifade için çare bulmak.\\ b ir yönlü, 1. Yer değiştirme
BİR 0IU M IU «M .,29
yönü tek olan. 2. fız. (Anten için) elektromanyetik is. Bira içilen, yanında da çabuk hazırlanan sıcak
dalgayı tek yönden alan. || bir yönlü akım, B ir ilet yiyeceklerle soğuk mezelerin yendiği yer.
kende hep aynı yönde giden akım; doğru akım. |[ bir birahaneci, [birahane-ci] ( b i’raha;neci) is. Birahane
yumurtacıktı, bot. (Meyve yaprakları için) m ay işleten kimse,
danozgiller örneğinde olduğu gibi tek yumurtacığı biralık, -ğı [bira-lık] sf. Bira yapm aya uygun.
bulunan.\\ bir zaman (bir zamanlar), Geçmişte;
biran1, [Far. bîrân / bırâne jljw / ulju] {OsT} sf. Y ı
eskiden; vaktiyle.
bir2, [bu+yer > ber / bir] {eT} zf. 1. Bu taraf. [İKPÖy.] kık; dökük; harap; viran.
2. is. Güney; cenup. [Gabain] [EUTS] [İKPÖy.] 3. biran2, [Far. büryân => biran] (bira;n) {ağız} is. Ke
Sağ. [İKPÖy.] bap. [DS]
bir3, [Çin. p ie t= > b lr] {eT} is. Yazı fırçası. [Gabain] biraste, [Far. bırâste *^lju] (bi:ra:ste) {OsT} sf. (A-
bir4, [Ar. b i’r jiî\ {OsT} is. Kuyu. S b i’r-i muattal, ğaç için) gereksiz dallan kesilmiş; budanmış.
{OsT} K ör kuyu.|| b i’r-i zemzem, {OsT} M e k k e’deki biraz1, [bir+az / Ar. biraz ^ y ] (b i’ra;z) sf. 1. Çok
Zemzem kuyusu. değil, bir parçacık; az şey. 2. Yeter ölçüden daha
bir5, -rri [Ar. birr j J {OsT} is. 1. İyilik; hayır. 2. Gü az. 3. zf. K ısa bir süre için. 4. is. Bütüne göre az
sayılacak bir parça.
zellik. 3. A na ve babaya itaat. 4. Bağışta bulunmak.
biraz2, [Ar. birâz jljj] (bira.z) {OsT} is. Savaşa atıl
bir6, [Far. bîr j^] (bi:r) is. 1. Yıldırım. 2. Yatak,
ma; karşı karşıya dövüşme,
kilim vb. cinsi ev eşyası,
birazban, [Far. birâzbân / birâzvân / jljjl^ ]
bira, [Lat. bibere (içmek) > İt. birra] (b i’ra) is. Şer
betçi otu ve çimlendirilmiş arpa şekerim m ayalan (bira;zba;n) {OsT} is. Kılıç, hançer, bıçak gibi araç
dırarak yapılan bir alkollü içki; arpa suyu. S1 bira ların kabzaları içine bağlanan demir,
bardağı, Bira içilen özel büyük bardak.\\ bira ma birazcık, -ğı [biraz-cık] sf. Pek az.
yası, 1. M ayalanma durumundaki biranın üzerinde birazdan, [biraz-dan] (b i’razdan) zf. Az bir zaman
biriken mantar tabakası. 2. H am ur kabartma işle sonra.
minde kullanılan bir tür kuru veya yaş maya. birazer, [Far. birader] (bira:zer) {eAT} is. Erkek kar
biracı, [bira-cı] is. 1. Bira yapan veya satan kimse. 2. deş; birader.
sf. (Kişi için) çok bira içen, birazı, [biraz-ı] (bi ’razı) zm. İçlerinden çok az bir
biracılık, -ğı [bira-cı-lık] is. Bira yapma ve satma işi. bölümü.
birazvan, [Far. birâzbân / birâzvân
birad, [Far. bırâd .slje] (bi:ra;d) {OsT} sf. 1. Yaşlı;
(bira;zva:n) {OsT} is. -*■ birazban.
ihtiyar. 2. Pir. 3. Dermansız; güçsüz,
birbandi, [Yun. birbandis] {ağız} sf. Serseri. [DS]
birader, [Far. birader j-ilje] (bira;der) {OsT} is. 1. birbas, [Ar. birbâs ^L.^] (birba:s) {OsT} is. Derin
Erkek kardeş. 2. ünl. “H ey arkadaş, dostum !" an kuyu.
lamında seslenme sözü. 3. Masonların birbirlerine
birbiri, [bir-i+bir-i Liy y \ zm. 1. Karşılıklı olarak biri
verdikleri ad; (kısaltması, teklik B; çokluk BB). fi1
birâder-ender, {OsT} Üvey kardeş.|| birader han ötekini, öteki de berikini. 2. Biri diğerinin yanı sıra.
de, {OsT} Kardeşliğe kabul edilmiş kim se.|| birâ- 3. {ağız} Yabancı olmayan; akraba; yakın. [DS] S
der-i can beraber, {OsT} Çok yakın dost.\\ birâ- birbiri için yaratılmış olmak, Biri diğerine uy
mak; iyi anlaşmak]] bir birine çalmak, {eAT} Bir
der-i m a’nevî, {OsT} A hret kardeşi; din kardeşi.||
birine diişürmek.\\ birbirine düşmek, Aralarında
birâder-i rızâî, {OsT} Süt kardeşi. || birâder-zâde,
anlaşmazlık çıkmak. || birbirine düşürmek, İyi ge
{OsT} Yeğen.
çinen kişilerin aralarım açmak; anlaşmazlık çıkar
biraderan, [Far. birâderân oLpW] (bira;dera;n) m ak.|] birbirine girmek, 1 . İç içe girmek; karış
{OsT} is. Erkek kardeşler; biraderler, mak; dolaşmak. 2. mecaz. Kavga etmek; dövüş
biraderane, [Far. birâder-âne «JİjJİju] (bira:dera;ne) m ek.,|| birbirine katmak, 1. Etrafı, ortalığı karış
tırmak. 2. mecaz. Olay çıkarmak]] birbirini al
{OsT} zf. Kardeş gibi; çok iyi dost olarak,
mak, {eAT} Evlenmek.] birbirini basmak, {eAT}
biraderi, [Far. birâder-î lS_pL«] (bira:deri;) {OsT} sf. Birbirini çiğnemek]] birbirini tutmaz, 1. Birbiri
1. Kardeşe özgü; kardeşçe. 2. is. Biraderlik; kardeş ile ilgisi olmayan. 2. Tutarsız; çelişik]] birbirini
lik. yemek, 1 . (iki ve daha çok kişi) birbiri ile uğraş
biraderlik, -ği [birader-lik] (bira;derlik) is. Kardeş mak. 2. Sürekli veya şiddetli kavga etmek]] birbi
lik. rinin ağzına girmek, 1. Çok yakın oturmak; dur
mak. 2. Birbirine çok düşkün olmak]] birbirinin
birahane, [bira+Far. hâne^U - lj«] (b i’rahanıe) {OsT} ağzına tükürm ek, B ir konuda sözleşmiş gibi ağız
8 İ M T O M 1 İ .6 2 1 BİR
birliği yapanlar için kullanılan söz. || birbirinin gö lamında seslenme. {eAT} (aym) 2. Eh artık, yeter an
zünü çıkarmak, Kıyasıya döviişmek.\\ birbirinin lamında “be!” yerine kullanılır. {eAT} (aynı) 3. Şaş
gözünü oymak, Aralarında sürekli geçim sizlik ol- kınlık ifadesi. 4. Tekrarlanan aynı fiilin arasmda
mak.|| birbiriyle koşulmak, Birbirine eş olmak.\\ kullanıldığı zaman süreklilik, bitmezlik veya usanç
birbirini tutmaz, (ilgili sayılan iki şey için) arala bildirir. 5. Aman. S Bire aman! Şaşkınlık ve kor
rında ilgi bulunmayan; tutarsız.|| birbirini yemek, ku, bildirir.\\ bire bire yapmak, {ağız} “Bire vur
Sürekli kavga etmek; karşısındakini huzursuz et- ha!. ” diye gürültü yaparak kargaşalıkta mal ka
mek.|| bir biriyle koşulmak, {eAT} Birbirine eş ol çırmak. [DS]
mak. birebir, [bir-e+bir] (b i’rebir) sf. 1. Kesin etkili. 2.
birce, [bir-ce] zf. Bir tek; tek bir tane; biricik, mecaz. Tam istenildiği gibi; uygun. S birebir gel
birci, [bir-ci] sf. 1. Bircilik yanlısı olan; tekçi; mo mek, 1. Tam uygun gelmek; denk gelmek. 2. iy i
nist. 2. Birciliği tutan ve savunan, gelmek.
bircik, -ği [bir-cik] {ağız} zf. Bir tek. [DS] S bircik biredi, ■[*bir-ed-mek > bir-ed-i] {ağız} sf. Toptan.
bircik, {ağız} Birer birer; birer tane birer tane ola [DS]
rak. [DS] bireg, [Far. blreg (bi'reg) {OsT} sf. Soysuz;
bircilik, -ğ [bir-ci-lik] is. fel. Varlığın madde ve ruh
arsız.
olarak iki cevherden değil de tek bir cevherden
meydana geldiğini, A llah’ın ve evrenin özdeşliğini biregi, [bir-egü > bir-egi y] {eAT} zm. B ir
ve H egel’in ruh cevherinden (spirtualist), M arx’in kimse; başkası,
madde cevherinden (maddeci), Spinoza’nm ise kar biregü, [bir-egü £\j>. / {eT} zm. 1. Her biri.
ma cevherden (panteist) ibaret olduğunu savunduk
[Gabain] 2. {eAT} Biri; bir kimse; birey. 3. {eAT}
ları felsefi görüş; tekçilik; monism.
Başkası. 4. sf. Birinci. [EUTS]
Bircis, [Ar. bircîs / Far. bercis t_r~rr_*] (birci;s) {OsT}
biregüsi, [bir-egü-si] {eT} zm. Onlardan biri; birisi.
is. 1. Mars; Müşteri yıldızı; Jüpiter; Erendiz. 2. [EUTS]
Çok süt veren deve, birekm ek, [bir-ik-m ek> bir-ek-mek] {ağız} gçsz. f. [-
birçek, -ği [eT. bür-çek / pür-çek] {ağız} is. Saç; kâ (ğ)-irj Toplanmak; birikmek. [DS]
kül; zülüf. [DS] birelleş, [bir+el-le-ş] {ağız} s f Yardımlaşarak; bera
birçoğu, [bir+ço(k)-u] (b i’rçoğu) zm. Çok sayıda o- berce; elbirliğiyle. [DS]
lan kişi veya nesne,
birem, [bir-em] {ağız} sf. Tek olan; bir tek. [DS] S
birçok, -ğu [bir+çok] (bi ’rçok) sf. 1. Oldukça çok. 2. birem birem, {ağızj B irer birer; teker teker; tane
Sayısı belirsiz. S birçokları, zm. Çok sayıda olan tane. [DS]
kişi veya nesne.
birer, [eT. bir-er] sf. 1. Bölüştürülen şeylerden bölü-
birde, [bir-de] {ağız} zf. Birdenbire. [DS]
şenlerin her birine bir tane düşecek biçimde. {eT}
birdem, [bir-dem / bir-tem] {eT} zf. Beraber; birden;
(aynı) [EUTS] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] 2. {eT} Her bir;
birlik; büsbütün; tamamıyla. [EUTS] [Gabain]
bazı. [EUTS] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] B birer birer,
birdemlemek, [bir-dem-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] fi H er biri ayrı olarak; tek tek. || birer ikişer, Değişik
tti)-yor j Demet yapmak; birleştirmek. [DS] sayılarda küçük gruplar halinde. || birer ödün, {eT}
birdemleti, [bir-dem-le-t-i] {eT} zf. Tam olarak; tam; B ir defada. [EUTS]
hiçbir zaman; asla. [Üç İtigsizler]
bireşim, [bir-eş-im] is. 1. Parça veya öğelerin bir
birdemlig, [bir-dem-lig] {eT} zf. Tam; tam olarak. araya getirilip birleştirilmesi. 2. Bireşmek suretiyle
[Üç İtigsizler]
meydana gelen bütün. 3. kim. Elementleri bir araya
birden, [bir-den] (bi'rden) zf. 1. Hepsi bir defada; bir getirm ek suretiyle madde oluşturma; sentez. 4. fel.
arada. 2. Ansızın; birdenbire,
Yalından karm aşık olana, zorunludan olasıya, ilke
birdenbire, [bir-den+bir-e] (bi'rdenbire) zf. Ansızın; den uygulam aya (sonurguya), genel yasadan birey
beklenmedik bir anda, sel duruma, sebepten sonuca, nedenden etkiye, ön
birdin, [bir-din] (eT} is. 1. Güney. [ETY] 2. zf. Gü cülden sonuca, külliden cüz’îye inen düşünme ve
neyden. [ETY] fi1 birdin yan, {eT} Güney tarafın ispatlama metodu; terkip; sentez. 5. K ant felsefe
dan. sinde, karşı tez meydana getiren iki düşüncenin
birdirbir, [bir-dir+bir] (bi ’dirbir) is. Oyuncuların art üçüncü bir düşüncede çözülmesi. 6. Hegel felsefe
arda birbirlerinin üstünden atlayarak oynadıkları sinde nazarî diyalektiğin üçüncü evresi, fi1 bireşim
bir çocuk oyunu. danışmanı, işlet. Geniş bir çalışma alanından so
bire1, [Moğ. bere] {eT} is. 1. Mil (uzaklık ölçüsü). rumlu işletme şefinin, işletmenin bütünü ile ilgili
[EUTS] 2. Uzaktan görünen şey; nesne. [EUTS] özel teknik sorunların çözümlenmesinde yardımcısı
bire2, [mere / bir-e «^] (b"re) iinl. 1. “Ey! Hey!” an olan danışman.
BİR örüMIİfflfCESÖZİİ. 622
bireşimli, [bir-eş-im-li] sf. Bireşim yoluyla elde edi lama. 3. İnsanların doğal, toplumsal ve tarihî ge
len; sentetik. lişmesinden, kendine özgü olan şeylerin, özellikle
bireşmek, [bir-eş-mek] işteş, f. [-ir] 1. İki ya da daha rin, bireysel olanın ayrılıp çıkarılması,
çok şey birleşerek bir bütün oluşturmak. 2. Bireşim bireyselleştirmek, [bir-ey-sel-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-
haline gelmek, ir] fel. Bir şeyi birey olarak, ayrı olarak ei^ alıp
bireştirici, [bir-eş-tir-ici] sf. 1. Bireştirme işini ya değerlendirmek,
pan. 2. is. Değişik tınılardaki seslerden sonsuz sa bireysellik, -ği [bir-ey-sel-lik] is. fel. 1. Birey olma
yıda kaynaşım sağlamaya yarayan elektronik âlet; olgusu; ferdiyet. 2. Bir kişiyi benzerlerinden ayıran
elektronik org. özelliklerin tümü. 3. Bir bireyin biricik ve kendine
bireştirm ek, [bir-eş-tir-mek] gçl. f. [-ir] 1. Birden özgü oluşu.
çok şeyi birleştirip bir bütün meydana getirmek. 2. bireyüstü, [bir-ey+üst-ü] is. fel. 1. Tek bir bireyi
Bireşim oluşturmak. aşan. 2. Bireylerin çevresini aşan; bireylerin bilin
b irey1, [eT. bir-egü > bir-ey] is. 1. B ir bütün içinde cinden bağımsız olan.
bir birim oluşturan varlıklardan her biri; fert, birez, [bir+az > birez jy] {eAT} sf. Biraz. S birez
(1935). 2. sosy. Topluluğa oranla tek başına ele
gün, {eAT} Birkaç gün.
alınan kişi; fert. 3. biy. Tür meydana getiren ve
çiftleşebilen organizmaların her biri. 4. man. Bir birezcük, [birez-cük ^ y r j y \ {eAT} sf. Birazcık.
türün kapsamı içine giren somut varlık. 0 birey birezden, [bir+az-dan] {ağız} zf. Birazdan; az sonra.
oluş, biy. Yumurtanın döllenmesinden bireyin y e t [DS]
kin duruma gelmesine kadar geçirdiği gelişim ev birezim, [biraz-ım] {ağız} sf. Biraz. [DS]
relerinin bütünü. birge1, [bir-ge / ber-ge / ber-ke] {eT} is. Kamış; çu
birey2, [bir+iyi?] {ağız} zf. 1. Epeyce; iyice. 2. Usule buk; kamçı; kırbaç. [EUTS] [Gabain]
uygun biçimde. [DS] birge2, [bir-ge] {ağız} is. Kuma; ortak. [DS]
bireyci, [bir-ey-ci] sf. 1. Kişi haklarını savunan. 2. birge3, [Ar. birka] {ağız} is. Havuz. [DS]
Bireycilikten yana olan; ferdiyetçi, birgerm ek, [bir-ger-mek] {eT} gçl. f. [-ür] Çalkala
bireycilik, -ği [bir-ey-ci-lik] is. sosy. 1. Bireyin hak mak. [EUTS]
larının toplumun haklarından daha önde geldiğini birgertmek, [bir-ger-t-mek] {eT} g ç l.f. [-ür] Bir ara
savunan toplumsal görüş; ferdiyetçilik; individüa- ya getirmek. [Üç İtigsizler]
lizm. 2. fel. Bütüne, genele değil de bireye, tek ola
birgerü, [bir+ ger-ü] {eT} zf. Beraber; bir noktada;
n a üstünlük tanıyan görüş. 3. Bütün değerlerin top
hepsi bir arada; beraberce; tüm ü ile. [EUTS] [İKP
lumdan değil de bireyden çıktığını savunan görüş, Öy.] [Gabain] [Üç İtigsizler]
bireydi, [bire > bire-y-di] (bi ’reydi) {ağız} ünl. Bu ne birgerü, [biri (güney; bu yan) > bir(i)-gerü (yön
sabırsızlık. [DS] bildiren, işin yapılm a noktasını belirten ek)] {eT} zf.
bireyleşme, [bir-ey-le-ş-me] is. fel. 1. Türle ilgili bir Güneye doğru; güneye; güneyde. [Tekin]
örneğin bir bireyde gerçekleşmesi. 2. psikol. Birey birgin, [bir-mek (vermek) > bir-gin] {eT} is. (Borç
olduğunun farkına varma. 3. Bağımsız kişilik sahi
için) ödeme. [Gabain] [EUTS]
bi olana kadar geçen gelişme süreci,
birgos, [Yun. pirgos] {eAT} is. Kule,
bireyleşm ek, [bir-ey-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir] 1. Birey
birgurdane, [bir+uğur-da-ne] {eAT} zf. Birden; hep
durumuna gelmek. 2. Birey olduğunun farkına var
birden; birdenbire; derhal,
mak.
birgü, [bir-mek > bir-gü] {eT} is. 1. Armağan. [EUTS]
bireyleştirme, [bir-ey-le-ş-tir-me] is. Bir varlığı bi
2. Vergi. [EUTS]
rey olarak belirleme veya niteleme,
bireyleştirmek, [bir-ey-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir] 1. birgülük, [bir-gü-lük] {eT} sf. Bütün; hep. [Gabain]
B ir varlığı bireye özgü hale getirmek. 2. B ir varlığı b iri1, [bi-r / bı-r / bi-ri] {eT} is. 1. Güney. [Gabain]
başkalarından ayırmak, [ETY] [EUTS] 2. Sağ. [EUTS]
bireylik, -ği [bir-ey-lik] is. 1. Bir bireyi diğerlerin biri2, [eT. bir-egü > bir-egi > bir-i] zm. 1. Bir tanesi.
den ayıran özelliklerin tümü; ferdiyet. 2. B ir bireyi {eT} (aym) [EUTS] 2. Bir kimse. {eT} (aym) [EUTS]
dış gözlemcinin gözünde benzersiz ve tek kılan ö- 3. Bilinmeyen, tanınmayan bir kimse. {eT} (aym)
zellikler veya bunların biçimi, [EUTS] 4. (İsim tam lam alarında tamlanan olarak
bireysel, [bir-ey-sel] s f 1. Bireye ait olan; bireye kullanıldığında) tam layanın küçümsendiğini bildi
özgü. 2. Bir tek kişiyle ilgili olan. 3. Bir tek kişi rir. 5. ed. Hikâye etmede kahramanı olaya sokmak
tarafından yapılan, için kullanılan söz. S Biri eşikte, biri beşikte. K ü
bireyselleştirme, [bir-ey-sel-le-ş-tir-me] is. fel. 1. çük büyük çok çocuğu olan kişiler için kullanılan
Bireysel duruma getirme. 2. Ortaklaşa veya kamu ifade. || Biri vardı geceden, biri düştü bacadan.
malı olan şeyleri bireylere verme, bireylere uygu Eski sıkıntıyı atlatmadan bir başka sıkıntı geldi,
ö îû B İ llg SOMU. 623 B İR
anlamında kullanılır. || birinden biri, Birkaç kişi birikli, [birik-li] {eT} sf. Birikmiş. [EUTS]
içinden bir tanesi. || birileri, Bazı kimseler. birikme, [bir-ik-me] is. 1. Toplanıp yığılma. 2. Bir
biri3, [biri ?] {ağız} sf. 1. Görgülü. 2. Tecrübeli; e- biri ardına gelerek toplanıp çoğalma; katlanma;
mektar. [DS] kümelenme; kümülasyon. ö birikm e havzası,
birig, [Far. birîğ ^ . y \ (birv.ğ) {OsT} is. Üzüm salkı coğ. K ar ve yağm ur sularının toplanıp biriktiği
bölge.
mı.
biribimek, [ber-mek (vermek) > bir-ib+i-m ek > vir- birikmek, [eT. bir-ük-m ek > bir-ik-mek dUS"y] gçsz.
ib+i-mek dU -oJ {eAT} g ç l.f. [-r] Göndermek. f [-i*"] [eAT. -iir] 1. Birleşmek; bir olmak. {eT}
{eAT} (aym) [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [ETY]
biricik, -ği [bir-cik > bir-(i)-cik ^ . y ] (b i’ricik) sf. 1. [EUTS] 2. Ü st üste veya yan yana gelerek toplan
Eşi ve benzeri olmayan; bir tanecik, yegâne. 2. Çok mak; yığılmak. 3. Birbirine eklenerek çoğalmak. 4.
sevilen. 3. {eAT} zf. Bir kerecik. {eT} {eAT} B ir araya gelmek; toplanmak. [ETY]
biridürmek, [bir-id-ür-mek / bir+id-ür-mek] {eT} [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî]
gçl. [-ür] Birleştirmek. [Üç İtigsizler] birikmiş, [bir-ik-miş] sf. Bir araya gelen; birbirine
birigerfi, [biri (güney; bu yan) > bir(i)-gerü] {eTj zf. eklenen; katlanmış; kümeli; kümülatif,
Güneye doğru; güneyde. biriktirilmek, [birik-tir-il-mek] edil, [-ir] 1. Biri
birik1, -ği [Fr. break / Rus. brika] {ağız} is. İki teker tarafından toplanıp yığılmak, çoğaltılmak. 2. Ko
lekli araba. [DS] leksiyon yapılmak. 3. Tasarruf edilmek,
birik2, -ği [bir-ik] {ağız} sf. Eş; benzer. [DS] biriktirim, [birik-tir-im] is. Biriktirme işi ve bu sü
birik3, -ği [Far. pır > bir-ik ?] {ağız} is. Ö rümcek ağı. recin sonucu,
[DS] biriktirme, [birik-tir-me] is. Biriktirm ek eylemi,
birikdirmek, [bir-ik-dir-mek / bir-ik-dür-mek] {eAT} biriktirmek, [birik-dür-mek > bir-ik-dir-mek > bir-
gçl. f. [-ür] Birleştirmek, ik-tir-mek dU_>j£ y] gçl. f. [-ir] 1. B irer birer bir
birikdürmek, [bir-ik-dir-mek / bir-ik-dür-mek]
araya getirmek. 2. Toplayıp yığmak. 3. Kazandık
{eAT} gçl. f. [-ür] Birleştirmek,
larını ölçülü harcayarak bir kısmını gelecekte kul
birike, [Ar. birke => birike y \ {eAT} is. 1. Hazine. lanm ak üzere arttırmak; tasarruf etmek. 4. Öğren
2. Mahzen. 3. Sarnıç, mek, araştırmak veya boş zamanlarım değerlen
birikgin, [bir-ik-mek > bir-ik-gin] {ağız} sf. Toplan dirm ek amacıyla toplamak; koleksiyon yapmak,
mış; yığılmış. [DS] biriktttrmek, [birik-dür-mek dlojj f y ] {eAT} gçl. f. [-
biriki, [birik-mek > bir-ik-I] (birki:) {eT} sf. Birleşik; ür] -* biriktirmek,
müttehit. [Gabain] [Tekin]
birilm ek, [bir-il-mek] {eT} gçsz. f. [-ür] Birleşmek.
birikilmek, [birik-mek > birik-il-mek] {eT} e d il.f. [- [İKPÖy.]
ür] Toplanmak; bir araya gelmek. [Yüknekî] birilm ek, [bir-mek (vermek) > bir-il-m ek / ber-il-
birikim, [birik-mek > birik-im] is. 1. Bir yerde top mek] {eT} ed il.f. [-ür] Verilmek. [Yüknekî]
lanıp yığılma; yığmak; tahaşşüt. 2. Gözlem, deney birim 1, [bir-im] is. 1. Bir kümenin her elemanı. 2.
ve diğer yollarla elde edilen bilgilerin bütünü. 3. Bir çokluğu oluşturan varlıkların her biri; ünite. 3.
sosy. Toplumların kültürel yönlerinin gelişip yük Bir çokluğu ölçmek için örnek seçilen değişmez
selmesi süreci. 4. ekon. Mal veya paranın bir yerde ölçü parçası; vahit. 4. Geniş bir kuruluştaki alt bö
toplanıp çoğalm a süreci; tasarruf. 5. jeol. Yeryü lümlerden her biri. 5. Bir dilin, oluşturduğu yapı
zünde meydana gelen aşınma sonucu taşman alüv içinde, belli bir düzlemde yer alan ve öbür öğelerle
yonlu maddelerin bir yerde toplanması, kurduğu bağıntılarla tanımlanan ayrı nitelikli öğesi;
birikinti, [birik-mek > birik-inti] is. 1. Bir yerde ünite. 6. bsy. Bir bilgisayar sistemi içinde donanımı
kendiliğinden toplanıp biriken madde yığını; der oluşturan öğelerden her biri, fi1 birim birim, {ağız}
lem. 2. {ağız} Toplantı. [DS] S birikinti konisi, B irer birer; adım adım. [DS]|| birimler bölüğü,
coğ. D ağlık bölgelerden sel sularının sürükleyerek mat. Rakam lar yazılırken 1 'den 999 'a kadar sayı
getirdiği aşıntı malzemelerinin, düzlük bir yerde lar bölüğü; sağdan itibaren üç rakamın yer aldığı
suyun taşıma gücünün düşm esi sonucunda, meyda bölük.
na getirdiği dar ucu daha yüksek, yelpaze biçimin
birim2, [bir-im (iyelik eki) ^.y] {eAT} {ağız} zm. 1. Bir
deki yığın.
birikiş, [birik-mek > birik-iş] is. 1. Birikme işi. 2. tanem. 2. Biriciğim. [DS]
Birikme biçimi, birim 3, [ber-mek (vermek) > bir-im > ber-im j>_*] {eT}
birikişme, [birik-mek > birik-iş-me] is. biy. Yığınlar 1. Borç; verme. [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] 2. {eAT}
meydana getirme; aglutinasyon. Haksız ve usulsüz tahakkuk ettirilen vergi; yolsuz
birikişmek, [birik-iş-mek] işteş, f. [-ir] B ir araya salınan vergi. S birim alım, {eT} Vergi; borç. [E-
gelmek; toplaşmak; yığılmak. UTS]
BİR İ M ru n s S İM . «4
birimci, [bir-im-ci] sf. Bir topluluğu oluşturan her bir derece. S1 birincilikler, spor. Şam piyonluk için
elemanı ele alan; tek tek bireylerle ilgilenen; birim yapılan yarışlar ve karşılaşmalar.
lere yönelik, fi5 birimci ekonomi, ekon. Ekonom i birinç, [bîr > bir-inç] {eT} sf. Birinci. [DLT] [EUTS]
nin, toplumu meydana getiren fe r t ve aile ile küçük birinde, [bir-i-n-de] zf. 1. Bir zaman. 2. Bir kere. 3.
işletmelerin ekonomik faaliyetlerini inceleyen dalı; Bir gün.
mikroiktisat, mikroekonomi. birisi, [bir-i > bir-i-s-i] zm. 1. Bir tanesi. 2. Bir kim
birimçi, [ber-mek > bir-im-çi] {eT} sf. Borçlu. [E- se. 3. Bilinmeyen, tanınmayan bir kimse. 4. (İsim
UTS] tam lam alarında tamlanan olarak kullanıldığında)
birimlig, [ber-mek> bir-im-lig] {eT} sf. Borçlu. [E- tamlayanın küçümsendiğini bildirir,
UTS] biriş, [bir-mek (vermek) > bir-iş] {eT} is. Veriş; ver
birimsel, [bir-im-sel] sf. Bir birim öğeyi ilgilendiren; me. [EUTS]
birim öğelerle ilgili; birimlere dayanan,
birişsiz, [bir-mek (vermek) > bir-iş-siz] {eT} sf. Ve-
birin, [bir-in {eT} sf. Birer; teker. S birin birin, rişsiz. [Üç İtigsizler]
{eT} {eAT} 1. Birbiri ardınca. 2. Birer birer; teker birişt, [Far. ferişte => birişt] (eT} is. Melek. [ETY]
teker. [DLT] [EUTS] birişte, [Far. birişte y ] {OsT} sf. Kızartılmış,
birine, [Far. birine ç^.y] {OsT} is. 1. Pirinç. 2. Pilav.
birişüm, [Far. berişim (vAoJ (biri:şüm) {OsT} is. İb
3. Pirinç (metal),
rişim.
birincasb, [Far. birincâsb (birinca;sb) {OsT} birit, [Fr. bride (gem)] is. Kumaş üzerine geçirilen
is. -*• birincasıf, şerit ya da iplik,
birincasıf, [Far. birincâsf (birinca:sf) is. biriye, [biri-y-e] {eT} zf. Güneyde; güneye. [Tekin]
bot. B ileşikgillerden pembe renkli, çiçekleri he birkaç, [bir+kaç] sf. Çok az sayıda; çok olmayan;
kim likte uyarıcı, sindirim yardımcısı ve antiseptik kolayca sayılabilecek kadar,
olarak kullanılan, gövdeleri tüylü ve köşeli çok yıl birkaçı, [bir+kaç-ı] zm. B ir küme içinden belirsiz o-
lık otsu bir bitki; m isk otu; koyun otu; hayvan per laralc bahsedilen çok az sayıda kişi veya nesne.
çemi, (Artemisia vulgaris). b irke1, [bir-ge / ber-ge / ber-ke] {eT} is. Kamçı.
birince1, [bir+nice > birince tiju ] {eAT} zf. Birkaç; [EUTS]
birçok; pek çok. birke2, [Ar. birke £ y] {OsT} is. 1. Küçük göl; göl
cük. 2. Büyük havuz. 3. Göğüs,
birince2, [bir-i-n-ce ^ j h ] {eAT} zf. 1. Biri kadar. 2.
birkelemek, [bir-mek (vermek) > bir-ke-le-mek] {eT}
Biri oranında. 3. Bire bir oranında,
gçsz. f. [-r] Verme kabiliyet ve gücünde olmak.
birinci, [eT. bir-inç > bir-inci] sf. 1. Sıraya dizilmiş [EUTS]
olanlardan başta bulunan; sırası bir olan. 2. Zaman, birkerü, [bir-kerü] {eT} zf. Hepsi bir arada olarak;
sıra ve yer bakımından diğerlerinden en önde ge
tümü ile. [EUTS]
len. 3. Ü st kalitede. 4. is. Önem bakımından ve sı
ralamada en önemli olan. 5. zf. İlk olarak; ilk başta. birkıl, [Ar. birkîl JJ>y] (birkv.l) {OsT} is. 1. Tüfek. 2.
S birinci çağ, Yer yüzünün oluşu sırasında yakla Zemberek adı verilen bir savaş aracı.
şık üç yü z yetm iş milyon y ıl süren ilk oluşum çağı. \ b irki1, [bîr-ik-mek > bır-(i)k-i] (bi;rki) sf. Birleşik;
birinci çıkmak, (Okul için) en iyi derece ile bitir müttehit. [ETY]
m ek.,|| birinci gelmek, Bir karşılaşmada, yarışm a birki2, [bir+iki] {eAT} zf. Bir iki; birkaç,
da bütün yarışm acılara ve rakiplere iistim gelmek. || birle, [bir+il-mek (bağlanmak) > bir + (i)l-e (-e; z a r f
birinci olmak, Başta gelmek, önde olmak. || birinci fi il eki) aIjj] (birle:) {eT} {eAT} e. ve bağ. 1. İle; bir
orun, Uçaklarda yüksek mevki sahibi kişilere tah
likte; beraber. [ETY] [DLT] [EUTS] [İKPÖy.] [Gaba
sis edilmiş yer; birinci mevki; first-clas.\\ birinci
in] [Tekin] [Yüknekî] 2. Bununla birlikte. [Üç İtig
tüketici, biy. Bitkilerle beslenen hayvanlar; besin
sizler]
zincirinde üreticilerle beslenen tüketici. j| birinci
birleme, [bir-le-me] is. 1. Bir etme; birleştirme. 2.
zaman, tar. İki yü z milyon y ıl kadar önce son bu
Tek duruma getirme; tevhit,
lan en uzun jeo lo jik zamana verilen ad. || birinci
zar, bot. Yemişlerin en dış kabuğu. birlemek, [bir-le-mek dlL^j] g ç l.f. [-r] [-l(i)-yor] 1.
birincil, [bir-inci-1] sf. 1. Sırada ilk gelen. 2. Önemi Bir etmek; tek kılmak. 2. Çoğu tek duruma getir
en çok olan; ana; temel; esas, fi1 birincil eşey ka mek. 3. {eAT} (A llah’ın) birliğini kabul etmek; şirk
rakterleri, biy. Üreme ile doğrudan ilgili olan or koşmamak.
ganlar; dış eşey organları. birlen, [bir+il-e-n] {eT} zf. e. bağ. İle; beraber; birlik
birincilik, -ği [bir-inci-lik] is. 1. Birinci olma duru te. [EUTS]
mu. 2. B ir sıralamada, dizide en baş sıra; en üst birlenmek, [bir-le-n-mek] ed il.f. [-ir] Bir kılınmak.
OIÜKîil TÜHKCt SÖ2İIÖ1İ « 625 B İR
birler, [bir-ler] is. 1. Çok sayıda bir. 2. mat. Onluk birleşmek, [bir-le-ş-mek] gçsz. fi [-ir] 1. Ayrı nesne
sistemle sayıların yazılışında en sağda yer alan ba ler iken bir araya gelerek tek olmak; bütün oluş
samaktaki sayılar, turmak. 2. Buluşmak; bir araya gelmek. 3. Görüşle
birleşek, [bir-le-ş-mek > bir-le-ş-ek] is. anat. 1. Ya ri aynı olmak. 4. Aynı amaç çerçevesinde toplan
rık şeklindeki bir açıklığın kenarlarının birleştiği mak. 5. Söz birliği etmek; anlaşmak. 6. kim. İki ve
nokta. 2. Tüm beyindeki sinir merkezlerinin bakı daha fazla madde birbiri içinde kaynaşarak tepkime
şık iki parçasını doğrudan doğruya birleştiren sinir sonucu, başka bir madde meydana gelmek. 7. (İki
demeti. 3. bot. Maydanozgillerin meyvelerinde iki akarsu için) birbirine katılmak,
meyve yaprağının bitiştiği yer. birleşmiş, [bir-le-ş-miş] sf. Birleşerek bir araya gel
birleşen, [bir-le-ş-en] is. mat. (Doğru veya yay için) miş; birlik oluşturmuş,
birbirini kesen veya bir noktada kesişen, birleştirici, [bir-le-ş-tir-ici] sf. 1. Birliği sağlayan. 2.
birleşik, -ği [bir-le-ş-ik] sf. 1. Bir araya gelerek Uzlaşmayı ve anlaşmayı sağlayan. 3. İki ve daha
birleşmiş olanlar. 2. Birleşme yoluyla meydana çok nesnenin birleşmesini, birbirine tutunmasını
gelmiş olan; müttehit. 0 birleşik cümle, dbl. Bir sağlayan.
ana ciimle ile bir veya birden fa z la yan cümleden birleştirim, [bir-le-ş-tir-im] is. Birleştirm ek eylemi
kurulmuş cümle. || birleşik fiil, dbl. B ir kelime ile ve bu eylemle ilgili sürecin sonucu,
biçim ve anlam bakımından kaynaşıp kalıplaşan birleştirme, [bir-le-ş-tir-me] is. 1. Birleştirmek işi. 2.
fiil. || birleşik isim, dbl. Birleşik kelime biçiminde tıp. Yaranın kapanmasını kolaylaştırm ak amacıyla
olan isim.|| birleşik kap,/zz. içlerine konulan sıvı iki yakasını bir araya getirme. 3. eko. Ham m adde
ların yoğunluklarıyla orantılı olarak seviyeleri nin elde edilmesinden son ürünün bitişine kadar ya
farklılık gösteren, birbirine tabandan bağlı kap pılan bütün işlemlerin aynı üretim birimine bağlan
lar. || birleşik kelime, dbl. Ses düşmesi veya türe ması. 4. kim. Birkaç maddenin tek bir madde haline
mesi gibi ses olayları meydana gelmiş, üzerindeki getirilmesi için kimyasal yolla bağlanması. S bir
ekin görevini yitirm esi veya anlam kayması dolayı leştirme çizgisi, hat. Yazıda harflerin asıl çizgile
sıyla aralarına ek girem eyecek kadar kalıplaşmış rinden olmayan fa k a t ayrı haıfileri birbirine bağla
iki ve daha çok kelimeden m eydana gelm iş kelime. || yan ince çizgi.
birleşik oturum, Çeşitli organların bir araya gele birleştirmek, [bir-le-ş-tir-mek] gçl. fi. [-ir] 1. Bir
rek yaptıkları oturum. || birleşik oy pusulası, siy. araya getirmek; uzlaştırmak; anlaştırmak. 2. Birbiri
Seçime katılan bütün partileri ve adaylarını ayrı ile ilgisi olan öğelerin bağlantısını sağlamak; yapış
ayn gösteren oy pusulası. || birleşik zam an, dbl. tırmak; takmak; bağlamak. 3. Birbirine darılarak
Bir fiilin köküne önce kip eki daha sonra da ek f i i ayrılmış olan kişi ve grupların arasını bularak tek
lin, geniş zaman, görülen geçm iş zaman, öğrenilen rar ilişki içine girmelerini sağlamak,
geçmiş zaman, şart çekimlerinden birini getirm ek birleyici, [bir-le-y-ici] sf. Tek kılan; bir yapan,
suretiyle oluşan zaman. birli, [bir-li] is. 1. İçinde veya üzerinde bir tane nes
birleşilme, [bir-le-ş-il-me] is. Birleşilm ek işi. ne bulunduran şey. 2. Oyun kâğıtlarında veya pul
birleşilmek, [bir-le-ş-il-mek] edil. fi. [-ir] 1. Birleş larında üzerinde “bir" işareti olanı,
mek işi yapılmak. 2. Bir araya gelinmek; buluşul birlik, -ği [bir-lik d J J is. 1. Bir tek olm a durumu;
mak. vahdaniyet. {eATj (aym) 2. Bütünlük; bölünmezlik.
birleşim, [bir-le-ş-im] is. 1. Birleşm ek işi. 2. Ü yele 3. Birleşmiş olma. 4. Beraber veya bir arada bu
rinin yeterli sayıyı bulması halinde, bir meclisin bir lunma; dayanışma; tecanüs. 5. Bağlılık ve üslup
gün içinde yaptığı toplantı; inikat. 3. biy. D öllen benzerliği; bağlantı, münasebet. 6. Belirli bir toplu
mek amacıyla erkek hayvanla dişisinin çiftleşmesi. luğun yararını korum ak için kurulmuş demek. 7.
4. Farklı iki parçayı birbirine ekleyen parça. 5. İki Askerlikte bölük, tabur, alay gibi bir bütün sayılan
ayrı binayı birbirine bağlayan ek yapı, topluluk. 8. ed. Konunun bir ana fikir etrafında top
birleşme, [bir-le-ş-me] is. 1. Birleşmek işi. 2. Bera lanması. 9. biy. Aynı çevresel ortamı paylaşan aynı
ber olma, bir araya gelme. 3. Cinsel ilişkide bu ya da farklı türdeki bitkilerden oluşan topluluk. 10.
lunma. 4. bot. Birbirine çok yakın iki organın ge fel. Bölünmezliği içeren yalın bütün. 11. müz. En
lişme sırasında kaynaşması. 5. tıp. Kapanmasını büyük değerdeki nota; dört dörtlük. 12. sf. B ir ta
sağlamak amacıyla bir yaranın kenarlarını bir araya neden oluşmuş. 13. Hacim olarak bir taneyi alabi
getirme. 6. siy. Bir toprak parçasının, sınır komşusu len. 0 birlik eylemek, {eAT} Birleşmek.\\ birlik
ülke ile siyasi ve ekonomik birlik içine girmesi, fi1 itmek, {eAT} Birleşmek,|| birlik olm ak, 1. B ir işi
birleşme değeri, kim. Bir elementin atomu ile bir yapm ak için güçlerini ve imkânlarını birleştirmek.
leşebilecek hidrojen atomlarının en yüksek mikta- 2. Aynı fikirleri taşım ak.\ birlik ve beraberlik
n.|| birleşme tüpü, biy. Çiftleşme yapabilen bakte içinde, Bir arada yaşam ak zorunda olan kimselerin
riler arasında oluşan tüp şeklindeki yapı; konju- çok iyi anlaşmaları ve aynı görüşleri paylaşmaları
gasyon tüpil durumu.
BİR O ie iiifflitE S B M .M e
birlikte, [bir-lik-te] zf. 1. B ir arada; beraberce. 2. biruz, [Far. bîrüz jjjo ] {OsTj is. 1. Zümrüte benzer,
Yanında; beraberinde,
pek de değerli sayılm ayan yeşil bir taş; gök züm
birliktelik, -ği [bir-lik-te-lik] is. Birlik olma durumu;
rüt; yalancı zümrüt. 2. sf. Kısmetsiz.
beraberlik.
birmek, [bir-mek / ber-mek] {eT} g ç l . f [-ür] 1. Ver biruzec, [Far. bîrüzec j-jjj* ] (bi:ru:zec) {OsT} is. Fi
mek. [ETY] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] ruze.
2. Yardım cı fiil. [EUTS] birük, [bir-ük] {eT} zf. 1. Şimdi. [EUTS] [Gabain] 2.
birmemek, [bir-me-mek] {eT} g ç l . f [-z] Vermemek; Fakat; ise; şayet. [EUTS] [Gabain]
[Tekin] birükm ek, [bir-ük-m ek d U i " {eAT} dönşl. f. [-ür]
birnis, [Far. bim îs y \ (birni.s) is. bot. A t kes Birleşm ek; bir araya gelmek,
tanesi. biryan, [Far. büryân / biryan {OsT} is. Susuz
biro, [Mac. birov] {OsT} is. Yargıç; hakim, kavurm ak suretiyle veya tandırda pişirilm iş et ye
biron, [Yun. pironi] {ağız} is. Çatal. [DS] meği; kebap; püryan. ö biryân-ı muhallâ, {OsT}
birov, [Mac. birov] {OsT} is. -*• biro. Tere, nane ve p iyazlı kebap. || biryan olmak, Su
birök, [bîr (bir kez) > bîr+ök (ök: pekşt. edatı)] {eT} suzluktan yanm ak; kavrulmak; susuz kalmak.
e. 1. Yine de; ama bir de. [İKPÖy.] 2. Şimdi; fakat; biryancı, [biryan-cı] is. Biryan yapan ve satan kim
ise. [Gabain] 3. Eğer; şâyet. [EUTS] [Üç İtigsizler] se; kebapçı.
birsam, [Ar. birsam j - L . (birsa:m) {OsT} is. 1. tıp. birye, [ biri-ye / bir-ye] {eT} zf. Güneyde. [ETY]
biryedim , [bir+ye-d-im ?] is. Kocayemişi, (Arbutus
Zatülcenp hastalığı. 2. Sayıklama; hezeyan. 3.
unedo).
psikol. Uyanık bir insanm mevcut olmayan bir şeyi
görür gibi olması; sanrı; varsam; halüsinasyon. biryeki, [biri-ye > bir-ye-ki] {eT} sf. Güneydeki.
[ETY]
birsan, [Ar. birsân (birsa:n) is. Develere vuru
birze, [Far. bırzed / bîrze / bîrzî (bi;rze) {OsT} is.
lan en. Kasnı.
birsehel, [bir + Ar. sehl (hafif)] {ağız} zf. 1. A z bir
zaman; bir an. 2. Birazdan. [DS] birzed, [Far. bîrzed / bîrze / bırzî y] (bi.rzed) {OsT}
birsemek, [bir-se-mek] {eT} gçsz. f. [-r] V erm ek is is. bot. Kasnı,
tem ek; versemek. birzevn, [Ar. birdevn] {OsT} is. Beygir,
birsim, [Ar. birsim p-^y] (birsi.m) is. bot. Yonca. birzi, [Far. bîrzed / bîrze / bîrzî ^ jy ] (bi;rzi;) {OsT}
birt, [bir-mek (vermek) > bir-t] {eT} is. B ir tür vergi. is. bot. Kasnı,
[EUTS] [Gabain] bis-, [Fr. bis-] ön ek. kim. Bir m olekülün iki eş kökün
birtem, [bir-dem / bir-tem] {eT} zf. 1. Beraber; bir birleşiminden meydana geldiğini belirten ön ek.
den; birlik. [EUTS] [Gabain] 2. Büsbütün; bütünüy b is1, [bis / büs / büş (yans.)] is. 1. Kedi cinsi hayvan
le; tamamıyla; toptan. [EUTS] [Gabain] 3. Uzun za lan çağırmayı ya da kovalamayı anlatan kök, bis-i
man; uzun müddet. [DLT] S1 birtemledi, {eT} Ta bisi, bis-i, bis-t, bis-ik. 2. {ağız} ünl. Hayvan dur
mamladı; bütünledi. [EUTS] durm a ünlemi. [DS]
birteviye, [eT. bütegü > biteviye] zf. -* biteviye, bis2, [bis] {eTj is. Beş; 5. [EUTS]
birtin, [bir-tin] {eT} sf. 1. Bir taraflı. [Gabain] 2. zf. bis3, [Lat. bis] is. 1. İki kez. 2. müz. B ir şarkının ya
Güneyden. [EUTS] da müziğin seyircinin isteği üzerine ikinci defa ça
birtişmek, [bi-r-t-mek (kırmak) > bi-r-t-iş-mek] {eT} lınması, söylenmesi. B bis etm ek, müz. Yinelemek.
işteş, f. [-ür] 1. Birbirini cezalandırmak. 2. Birbiri bisar, [Ar. büsre > bisâr j L ] (bisa;r) {OsT} is. 1. Ta
ni hor görmek. 3. Birbirini tahkir etmek. [EUTS]
zeler. 2. is. Uçlar; başlar. 3. Genç kız ve oğlanlar;
birtmek, [bı-r-t-mak / bi-r-t-mek / ba-r-t-mak] {eT} gençler.
gçl. f. [-ür] Kırmak; parçalanmak; yaralamak.
[EUTS] [Gabain] bisat, [Ar, bast (yaymak) > bisât 1 .L J (bisa. t) {OsT}
birtsiz, [bir-t-siz] {eT} sf. Vergisiz. [EUTS] is. Keçe, halı, kilim gibi yaygılar. S bisât-büsî,
birtürmek, [bir-tür-mek] {eT} gçl. f. [-ür] Verdir {OsT} Etek öpme.|| bisât-ı arz, {OsT} Yeşillik; çi
mek. [EUTS] menli!1.1| bisât-ı berf, {OsT} K ar döşeği; karla kaplı
alan.|| bisât-ı felek, {OsT} Yeryuvarlağı; D ünya.||
birun, [Far. bîrün o jjtJ (bi:ru:n) {OsT} sf. 1. Dış. 2.
bisât-ı hâk, {OsT} Yeryüzü.\\ bisât-ı kevn ü me
zf. Dışarı. 3. is. İmparatorluk döneminde saray dı kân, {OsT} Evren; kâinat.|| bisât-ı satranç, {OsTj
şındaki bakanlık daireleri, Satranç tahtası.
biruni, [Far. bîrimi (bi:ru:ni:) {OsT} is. Selam bisbiitün, [bi(s)+bü/tün {eATj pekşt. sf. Büs
lık dairesi; selamlık odası. bütün.
bi’se, [Ar. bi’se 4—^] {OsT} ünl. N e kötü; ne çirkin. bism, [Ar. bi- + ism > bism jv-J {OsT} zfi Adıyla; is
biseğel, [bir+ Ar. sehl > biseğel] (bi ’seğel) {ağız} sf. miyle. S 1 bism-i şâh, {OsT} tasvf. Bektaşilerce bis
Bir parça; biraz; azıcık. [DS] millah yerine kullanılan terim.
biseksüel, [Lat. bis (iki yanlı) + sexiiel] (b i’seksüel) bismil, [Ar. besmele > Far. bismil J-«—>] {OsT} sf. 1.
sf. 1. İki yanlı cinsel zevk alan. 2. İki cinsiyetti, (Kasaplık hayvan için) kesilmiş; boğazlanmış. 2.
bisel, [bir + Ar. sehl (kolay)] (bise:l) zf. -*■ birsehel. mecaz. (Kişi için) sabırlı ve yumuşak huylu. 3.
biser', [Far. bıser ^~o] (bi:ser) {OsT} is. zool. Zağa {eAT} Temiz; pak. 4. Ağır; gevşek. 51 bismil-gâh,
{OsT} Hayvan kesilen yer; mezbaha; salhane.\\
nos denilen yırtıcı bir atmaca.
bismil-şude, {OsT} (Hayvan için) boğazlanmış; ke
biser2, [Far. bî-ser j - ^ (bi:ser) sf. Başsız. S bî-ser silmiş.
ü bun, {OsT} (Söz, hareket için) ipe sapa gelmez.\\ bismillah, [Ar. b i’sm i’llâh (A llah’ın adıyla) tül
bî-ser ü pâ, {OsT} Düzensiz; savruk. || bî-ser ü sa
(bismilla:h) {OsT} ünl. “Bismillahirrahmânirra-
man, {OsT} Sefil ve perişan.
hîm ” (esirgeyen bağışlayan Allah ’ın adıyla) sözü
biserak, [Far. bîserâk (bi:serak) {eAT} is. -*■ nün kısaltılmışı. S bismillah demek, İşe başla
biserek. mak.
bisere, [Far. bîsere °j~^i] (bi:sere) {OsT} is. zool. -*■ bismişah, [Ar. be-ism-i şâh (Hz. A li'nin adıyla) >
bismişâh] (bismişa:h) {OsT} ünl. Bektaşilerce
biser1.
“bismillah (A llah’ın adıyla)” yerine kullanılan
biserek, [Far. biserek (bi:serek) {eAT} is. 1. “be-ism-i şah [şah (Hz. A li)’ın adıyla]" sözünün
Tüylü erkek deve. 2. {OsT} İki hörgüçlü erkek deve hafıfletilmişi.
ile bir hörgüçlü dişi devenin yavrusu, bisr, [Ar. bişr yj] {OsT} sf. (Kişi için) vücudu si
bi’set, [Ar. b i'şet {OsT} is. 1. Gönderme. 2. vilceli.
Peygamber gönderme. S b i’set-i nebeviye, {OsT} bisre, [Ar. bişre°jî>] {OsT} is. Sivilce.
isi. Hz. M uham m ed’in gönderilmesi.
b ist1, [bis (yans.) > bis-t] ünl. Kediyi kovalama, azar
bisi, [bis (yans.) > bis-i / pıs-i] {ağız} is. Kedi. [DS] B lam a ünlemi.
bisi bisi, {ağız} K edi çağırma ünlemi. [DS]
bist2, [Far. bıst {OsT} is. Yirmi. S bîst-gânî,
bisik1, [bişik > bisik] {eT} is. 1. Nesil; akrabalık; soy;
{OsT} -*• bistgani.
sop. [EUTS] 2. Parça. [EUTS] S taş bisiknin, {eT}
Taş parçasının. [EUTS] bistah, [Far. bıstâh (bi:sta:h) {OsT} sf. (Kişi
bisik2, [bis (yans.) > bis-ik] {ağız} is. Kedi. [DS] için) edepsiz; hayâsız; küstah; utanmaz,
bisiklet, [Lat. bi- (çift) + Yun. kiklos (tekerlek) + Fr. bistam, [Far. bistâm fb—j] (bista:m) {OsT} is. M er
-ette (-cik)] is. Tekerleği ayak ile çevrilerek hareket can.
sağlayan iki tekerlekli taşıt; çift teker; velosipet.
bistar, [Far. bistâr j l i - J (bista:r) {OsT} sf. 1. Gevşek.
bisikletçi, [bisiklet-çi] is. 1. Bisiklet satan veya tamir
eden kişi. 2. Bisikletle spor yapan kimse, 2. Çarpık; eğri,
bisikletçilik, -ği [bisiklet-çi-lik] is. 1. Bisiklet satma biste, [bis-te / biş-te] {eT} is. Tüccarı evinde konukla
veya onarma işi. 2. Bisikletle yapılan spor, tıp mallarını satıveren ve koyunlarım toplayan ve
giderken de yirmide bir koyun alıkoyan kişi; ko
bisikletli, [bisiklet-li] sf. Bisikleti olan; bisiklete
misyoncu. [DLT]
binmiş olan; bisikletle giden,
bistek, [bistek] {eT} is. Fitil. [Clauson]
bisinoz, [Yun. byssos (pamuk) + nosos (hastalık) >
Fr. byssinose] is. tıp. Pam uk işçilerinde görülen bir bister, [Far. bister j —J {OsT} is. Yatak; döşek,
tür nefes darlığı, bistgâni, [Far. bist-gânî (bistgâ:ni:) {OsT} is.
bisküvi, [Lat. bis (iki defa) + coctus (pişmiş) > Fr. Çocuklara, hizmetçilere ve askerlere aym yirm isin
biscuit] is. Un, tuz ve sütle yapılan, uzun süre sak de verilen ücret,
lanabilen kuru ve gevrek bir pasta, bistik, [bis-tik] {eT} is. 1. Eğrilmek üzere atılmış ve
bisküvicilik, -ği [bisküvi-ci-lik] is. Bisküvi yapımı hazırlanmış pamuk yumağı. [DLT] 2. Fitil. [DLT]
ve ticareti; bisküvi sanayii, bistiyar, [Rumen, vistierie (devlet hâzinesi)] {OsT}
bisleğeç, -ci [piş-ir-mek > piş-ir-geç > bişirgeç / is. Defterdar.
bileğeç] is. Saçtaki yufkayı çevirmeye yarayan tah bistro, [Fr. bistro] (b i’stro) is. İçkili küçük kahveha
ta araç. ne veya lokanta,
bislemek, [bis-le-mek dUJ_>] {eAT} gçl. fi [-r] Bes bistuh, [Far. bistüh {OsT} sf. 1. (Kişi için) za
lemek. yıf; çelimsiz. 2. Beceriksiz; âciz.
İIÜ M IÜ M î M . sm
bisturi, [İt. Pistoja (bıçakları ile ünlü İtalyan şehri) > bişek, -ği [eT. bış-m ak (dövmek) > biş-ek] {ağız} is.
pistorino (bir tür kama) > Fr. bistouri] is. Cerrahlar Y ayık döveci; yayık kolu. [DS]
tarafından kullanılan eti çizmeye ve kesmeye yara b işi1, [biş-i / piş-i] {eT} is. A kçe; pul.
yan küçük bıçak; neşter,
bişi2, [biş-mek > biş-i {eAT} is. 1. Yağda
bistüm, [Far. bıstüm / bıstümîn {OsT} sf. Yir kızartılmış çörek. 2. {ağız} Gözleme. [DS] 3. {ağız}
minci. Tatlı yapılm ak üzere kızartılan ekmek. [DS]
bistümin, [Far. bıstüm / bıstümîn {OsT} sf. bişi3, [Far. bîşî (bi:şi:) {OsT} is. Fazlalık.
Yirminci.
bişik1, [bi-s-ik / bi-ş-ik dlio / dLio] {eT} 1. Beşik.
bisud, [Far. bı-süd ^ ^ (bi:su:d) sf. Boş; yararsız; [EUTS] 2. Parça. [EUTS]
sonuçsuz. bişik2, -ği [biş-mek > piş-ik] {ağız} is. -*■ pişik. [DS]
bisut, [Ar. bisut / büsut ia_o] {OsT} sf. Cömertlik; el bişinç, [beş / biş-inç] {eT} sf. Beşinci. [ETY] [Üç
açıklığı. İtigsizler] S bişinç ay, {eT} Beşinci ay.
bisü, [bes-i > bis-ü {eAT} is. Semirtmek i- bişing, [Far. bişing ıü i.] {OsT} is. 1. Kazma. 2. Bal
çin besleme; besi, yoz. 3. Küskü. 4. Burgu,
bisük, [bi-s-ük] {eT} is. Beşik. [ETY] bişirgeç, -ci [pişir-mek > biş-ir-geç] {ağız} is. 1. De
bisüs, [Lat. bisus] (b i’süs) is. Pinna adlı iki çenekli mir şiş. 2. Saçta yufka ekmeği çevirmeye yarayan
bir yumuşakçanın, bir yere tutunmak veya yuva tahta aygıt. [DS]
yapm ak için salgıladığı ve deniz ipeği adı ile kadın bişirik, -ği [Erme, p ’sruk] {ağız} is. Evlerde tavan
giyim eşyası yapılan iplikçik, tahtalarının üstüne konulan çamur ya da kireçli
harç. [DS]
bistitun, [Far. bîsütün ü y ~ ^ \ (bi:sütu:n) {OsT} sf. 1.
bişirikiemek, [bişirik-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(i)-
Direksiz. 2. is. Gökyüzü,
yor] Evlerde tavan tahtalarının üzerine çamur dö
bisyar, [Far. bisyâr jL ^h] (bisya:r) {OsT} sf. Çok. S şemek. [DS]
bisyâr-ber, {OsT} B ol meyveli.|| bisyâr-gû, {OsT} bişirmek, [biş-ür-mek > biş-ir-mek dloj *Zj] {eAT} gçl.
Çok konuşan.|| bisyâr-husb, {OsT} Çok tembel.\\
f. [-ür] Pişirmek,
bisyâr-kes, {OsT} Çok arkadaşı olan; çevresi g e
niş. bişirtmek, [biş-ir-t-mek l i i o {eAT} gçl. f. [-ür] Pi
şirtmek.
bisyari, [Far. bisyâr-ı lSjL-^>] (bisya:ri:) {OsT} is.
Çokluk. bişkel, [Far. bişkel {OsT} is. 1. Üzüntü; keder;
gam; kasavet. 2. Kıvırcık saç. 3. Eğri anahtar,
biş1, [bi-ş > beş > beş {eT} {eAT} is. Beş; 5.
[Gabain] [Tekin] [Üç İtigsizler] [ETY] [EUTS] bişkele, [Far. bişkele ı K i ] {OsT} is. -*■ bişkel.
biş2, [Far. bîş jio ] (bi:ş) {OsT} sf. Fazla; artık, ö bîş- bişkene, [Far. bişkene {OsT} is. -* bişkel.
bahâ, {OsT} Pahalı.\\ bîş-ter, {OsT} Daha çok.|| bîş bişkûfe, [Far. bişküfe (bişkûfe) {OsT} is. 1.
ü kem, {OsT} Çok ve eksik.
Çiçek. 2. Kusma,
bişar, [Far. bişâr _>L0o] (bişa:r) {OsT} sf. 1. Esir; tut
bişkûh, [Far. bişküh (buşkû:h) {OsT} is. 1.
sak. 2. Dermansız. 3. Saçan. 4. is. Altm ve gümüşle
Kuvvet ve iktidar sahibi. 2. Saygıdeğer kişi,
yapılmış kakmalı süsler. 5. Tutuş. 6. Saçılan şey;
saçı. bişkûl, [Far. bişkül JjSLi] (bişkû.T) {OsT} sf. 1.
bişare, [Ar. bişâre / bişâret / beşaret ojLio] (bişa.re) Becerikli. 2. Çevik. 3. İşine düşkün. 4. Akıllı. 5.
Tedbirli; uyanık; dikkatli. 6. is. Rastık,
{OsT} is. Müjde,
bişleç, -ci [piş-mek > bişir-geç > bişleç] is. -*• pişir
bişaret, [Ar. bişâre / bişâret / beşâret O jliJ (bi- geç-
şa.ret) {OsT} is. Müjde, bişleç, -ci [piş-mek > bişir-geç > bişleç] is. -*• pişir
bişbok, [Aim. bischof {OsT} is. tar. Osmanlı geç.
tarihçilerinin savaşçı papazlar için kullandıkları bişleğeç, -ci [piş-mek > bişir-geç > bişleğeç] is. -*■
isim. pişirgeç.
bişme, [biş-me] {ağız} is. 1. Pişme. 2. Yemek; aş.
bişe, [Far. bîşe {OsT} is. 1. Sazlık. 2. Meşelik. 3.
[DS]
Orman. S bîşe-zâr, {OsT} 1. Ormanlık; meşelik. 2.
bişmek, [bı-ş-mak > bi-ş-m ek dL -iJ {eT} gçsz. fi [-
Sazlık.
ür] 1. Olmak; kemale gelmek; yetişmek. [ETY] 2.
bişegen, [biş-egen 4-ij] {eAT} {ağız} sf. Çabuk pi {eAT} Pişmek. [Gabain] 3. {ağız} (Meyve için) ol
şen. [DS] gunlaşmak. [DS] 4. {ağız} Yanmak. [DS]
İM TUfflCtSöM .ezs BİT
bişmez, [biş-mez / piş-mez] {ağız} sf. Söz anlamaz; b ita 2, [Far. bî-tâ l~;] (bi:ta;) {OsT} sf. Buruşuksuz,
dik kafalı; inatçı. [DS]
b itab , [Far. bî-tâb (bi:ta:b) {OsT} sf. -*■ bitap
biştniş, [piş-mek > biş-miş] {ağızj is. Yemek; aş. [DS]
bişmuş, [Far. bîş + muş (bi:şmu:ş) {OsT} is. b itap , -bı [Far. bî-tâb o l —;] (bi;ta;p) sf. Güçsüz; ta
1. zool. Eskiden eti panzehir olarak kullanılan, bıl katsiz; bitkin; halsiz. S b itap düşm ek, Çok yo ru l
dırcın otu ile beslenen bir tür fare. 2. bot. Bıldırcın mak; bitkinleşmek.
otu ile birlikte yetişen safran kökü, b ita ra f, [Far. bî + Ar. taraf ^ (biıtaraf)
bişon, [Fr. bichon] is. Çok tüylü, yuvarlak başlı, sivri
{OsT} sf. Yan tutmayan; tarafsız; yansız,
çeneli, çoğu beyaz renkli küçük süs köpeği,
bişpul, [Far. bişpül (bişpu.l) {OsT} sf. Perişan; b ita ra fa n e, [Far. bî + Ar. taraf + Far. âne lti\
dağınık. (bi:tarafa:ne) {OsT} zf. Tarafsız olarak;
biştam , [Far. biştâm (bişta.m) {OsT} sf. 1. K en herhangi bir yanı tutmadan,
di gelen. 2. Sığıntı. 3. Asalak, b ita ra fa n e , [Far. bî + Ar. taraf + Far. âne
bişük, [biş-ük / böş-ük / büş-ük] {eT} is. 1. Beşik. (bi:tarafa:ne) {OsT} zf. Tarafsız olarak;
[Tekin] [Gabain] 2. Dost; sevgili. [Tekin] [Gabain] 3.
Akraba. [ETY] 4. Akrabalık; sıhriyet. [EUTS] herhangi bir yanı tutmadan,
b ita ra flık , -ğı [bîtaraf-lık] (bi: taraflık) is. Yan tut
bişürm ek, [biş-ür-mek dLojyiü / {eAT} gçl. fi
mama; tarafsız olma durumu; tarafsızlık; yansızlık,
[-ür] 1. Pişirmek. 2. Olgunlaştırmak. 3. Beslemek;
b itb it, [bid / bit (yans.) > bit+bit] {ağız} is. Ufak bul
geliştirmek.
gur. [DS]
bit1, [eT. bit] is. zool. 1. İnsanların kıllı yerlerinde ve
b itb ü l, [Sansk. pippala] {eT} is. -* bitmül.
memelilerin kılları arasmda kan emerek yaşayan
yarım kanatlılar alt takımından asalak böcek; kehle, b ite 1, [Ar. bîte (bi:te) {OsT} is. Geceleme; geceyi
(Pediculus). {eT} (aym) [EUTS] [DLT] 2. {ağız} Ta geçirme; konaklama.
hıl, baklagil vb.nde oluşan her türlü küçük böcek. bite2, [İt. bitta] (b i’te) is. dnz. Halat bağlam ak için
[DS] S b it atm ak , argo. Kavga çıkarmak için ba güverteye konulmuş baba,
hane aramak.\\ b it dengi, {ağız} Çok kiiçük; çok az;
bir damlacık. [DS]|| b it gebesi, {ağız} Bitlenmesi bitegen, [bit-egen jSöü / {eAT} sf. -* biteğen.
yakın tahıl. [DS]|| biti k an la n m a k , (Sıkıntı içinde biteğen, [bit-mek (yetişmek) > bit-egen] s f İyi yeti
yaşayan biri için) m addî durumu düzelmek.\\ b itin i şen; çok biten.
şişirm ek, {ağız} Şımartmak; nazlandırmak. [DS]|| b ite k 1, -ği [bit-mek (yetişmek) > bit-ek i) «*J & I-
biti şişm ek, {ağız} Nazlanmak; şımarmak. [DS]|| b it
k adar, Çok küçiik; çok ufak. || b it otu, 1. A m eri (Toprak için) bol ürün yetişen; verimli; mümbit. 2.
ka 'da yetişen zam bakgillerden sarı çiçekli, soğanlı {eAT} is. Bitki yetişen yer.
çok yıllık otsu bir bitki; p a paz otu, (Schoenocaulon b itek 2, -ği [bit-mek (tükenmek) > bit-ek] {ağız} is.
officinale). 2. Ege ve Akdeniz kıyılarında yetişen, Pekmez konulan küçük küp. [DS]
kaynatılarak suyu böcek ilacı olarak kullanılan, biteksiz, [bitek-siz] sf. (Toprak için) verimsiz; gayr-ı
düğiin çiçeğigillerden yarı asalak, pem be çiçekli münbit.
zehirli bir otsu bitki; mevzek, (Delphinium stap- bitelge, [bit-mek (yetişmek) > bit-el-ge] is. 1. Bir
hisagria).\\ b it yeniği, B ir işte gizli kalmış kuşku toprağın verimlilik gücü; kuvve-i inbâtiye. 2. {ağız}
verici durum. Ekilmiş toprak. [DS] 3. {ağız} Yarar; çıkar; fayda.
bit2, [be-t / bi-t] {eTj is. Yüz; bet; beniz. [EUTS] [Ga [DS] 4. {ağız} Ürün verme gücü. [DS] 5. {ağız} Bitki.
bain] [DS]
bit3, [Çin. piet] {eT} is. Fırça. bitelik, -ği [bit-e-lik ?] {ağız} sf. Şaşkın; sersem;
bit4, [Ar. bit (bi;t) {OsT} is. 1. Güç kuvvet. 2. Gı yorgun. [DS]
da. bitem essük, -ğü [Far. bî- Ar. temessük (senet)] {OsT}
bit5, [İng. binary + digit] is. bsy. 1. 0 ve 1 gibi iki sf. Sınırdan giriş izin belgesi olmaksızın; pasaport
ayrı değerden başkasını almayan bilişim öğesi bi suz.
rimi. 2. Bir bilgisayar belleğinin kapasitesini ölç b ite m i1, [bit-mek (tükenmek) > bit-em-i] {ağız} zf.
mekte kullanılan birim. S b it yoğunluğu, bsy. Bir Tamı; tamamı. [DS]
kayıt ortamı üzerinde birim boyuta kaydedilen bit
b item i2, [Yun. pitami] {ağız} is. Arşın değerinde u-
sayısı.
zunluk ölçüsü birimi. [DS]
bita1, -a ’ı [Ar. bita‘ £s<] {OsT} is. 1. Bal ve hurmadan
b iten, [bit-mek (yetişmek, olmak) > bit-en ^ ] {eAT}
yapılan bir tür şarap; koyu şıra. 2. sf. (Kişi için) u-
zun boylu. is. Bitki; nebat.
BİT İ M Miff SOM. e»
biter, [Far. bed-ter => biter jo] {eAT} zf. Daha çok; Yazış; tahrirat. [DLT] 7. Muska; afsun; üfürük.
[DLT] 8. Vasiyetname; [Gabain] [EUTS] 9. Yazıt.
beter.
[ETY] S1 bitig taş, {eT} Abide; yazıt; yazılı taş.
biterge, [bit-mek > bit-er-ge] {ağız} is. Bitecek iş; ih
[EUTS]|| bitig taş itgüçi, {eT} Yazıt yapımcısı.
tiyaç. [DS]
bitigaçi, [bit-i-ge-çi] {eT} is. Kâtip; yazıcı. [EUTS]
biterli, [bit-mek (yetişmek, olmak) > bit-er-li J j ö ] bitigçi, [bitig-çi] {eT} is. Yazıcı; kâtip; sekreter,
{eAT} sf. (Yer için) bitki yetişen; bitkili. bitigli, [ bitig-li] {eT} sf. Yazılı. [ETY]
bitet, [Ar. bıtet (bi:tet) is. Gece kalma; gece bitiglig, [bitig-lig] {eT} sf. Yazı yazılacak şey sahibi;
leme; gece konaklama, bitiği olan.
biteturm ak, [bit-mek + tur-mak > bit-e+tur-m ak ^ bitiglik, [bitig-lik] {eT} is. Yazı yazılacak malzeme,
bitigm e, [bitig-me] {eT} sf. Yazan. [ETY]
{OsT} gçsz.f. [-ur] Bitmekte olmak.
bitigü, [bitı-gü] (biti:gü) {eT} is. Türklere özgü yazı
bitev, [eT. büt-m ek > bit-egü (bütün) > bitev] {ağız} kalemi ve diğer yazı malzemeleri,
zf. 1. Tamamen; hepsi; tümden. 2. sf. Tam; kesik bitigüçi, [biti-gü-çı] (bitigiiçi:) {eT} is. Yazıcı. [Ga
siz. [DS] bain]
bitevi, [eT. büt-mek > bit-egü (bütün) > bitevi b itik1, -ği [bit-i-mek (yazmak) > bit-ig > bit-ik
{eAT} {OsT} zf. -*■ biteviye, {eT} {eAT} is. 1. Yazılmış şey. 2. Kitap, {ağız} (aynı)
biteviye, [eT. büt-mek > bit-egü (bütün) > bitevi > [DS] 3. Mektup; {ağız} (aym). [DS] 4. Amel defteri.
bitevi-y-e] (biteviye) {eAT} zf. 1. Sürekli, durmadan. 5. Senet. 6. Muska, efsun, üfürük. 7. {ağız} Zarf.
2. sf. Hep aynı biçimde, değişmeden; yeknesak; [DS] 8. {ağız} Kitap, defter forması. [DS] 9. {ağız}
monoton. 3. Düzgün; hepsi bir sırada, Vekâletname, senet, kim lik kartı, tezkere vb. belge.
biteviyelik, [biteviye-lik] is. Hep aynı biçimde sürüp [DS]
gitme durumu; yeknesaklık; monotonluk, bitik2, [bit-mek (tükenmek) > bit-ik] sf. 1. Hastalık
bitey, [bit-mek > bit-ey] is. Bitki örtüsü; flora, veya yorgunluk sebebiyle gücü kalmamış olan. 2.
bitgeçi, [biti-mek > biti-g > bitge-çi] {eT} is. Yazıcı; Durumu kötü, ümitsiz olan. 3. Donmuş; katılaşmış.
kopyacı; kayıt memuru; kâtip; yazman. [ETY] 4. is. Tükenmiş pekmezin dibinde kalan tortu. S
[İKPÖy.] [Gabain] [EUTS] bitik pekmez, {ağız} Koyulaşmış pekmez. [DS]
bitgel, [bit-mek (yetişmek) > bitek-el > bitgel] {ağız} bitik3, -ği [bit-mek (yapışmak, kaynaşmak) > bit-ik
sf. Verimli. [DS] d b ] sf. 1. (Yara vb. için) bitişmiş; kaynaşmış. 2.
bitgen, [bit-mek (tükenmek) > bit-gen] {ağız} is. Son; {eAT} Bitişik.
uç. [DS] bitik4, -ği [bit-mek (yapışmak) > bit-ik] {ağız} sf. 1.
bitgin, [bit-mek (yetişmek) > bit-gin] {ağız} sf. 1. {eAT} Bitişik; ekli. 2. Dolaşık. 3. Tüm. [DS]
(Y eni dikilmiş bitik için) tutmuş; bitmiş. 2. (Ürün bitik5, -ği [bit-mek > bit-ik] is. {ağız} Bahşiş. [DS]
için) boy vermiş. [DS] bitik6,-ği [bir+tek > bitik] (bi ’tik) {ağız} sf. Bir parça;
b iti1, [Çin. piet (fırça) / e r bıç-mak (biç-mek) > bit-î- biraz; azıcık. [DS]
m ek > bit-i ^ {eT} is. 1. Gökten inen kitaplardan bitikçi, [bitik-ci {eAT} is. Yazıcı; kâtip.
her biri. [DLT] 2. {eAT} {ağız} Yazılmış şey; mek
bitike, [bir+tik-e > bitike] (bi ’tike) {ağız} sf. Bir par
tup. [DS] 3. {eAT} Amel defteri. 4. {eAT} Senet; bel
ça; biraz; azıcık. [DS]
ge. 5. {ağız} Defter. [DS] 6. {ağız} Kitap. [DS] 7.
bitiki, [bir+tik-i > bitiki] (bi ’tiki) {ağız} sf. Bir parça;
{ağız} Kitap forması. [DS] 8. {ağız} Muska. [DS] 9.
biraz; azıcık. [DS]
{ağız} Belge, senet, kimlik cüzdanı, tezkere, .vekâ
letname gibi resmî kâğıtlar. [DS] bitikli, [eT. bitik-lig > bitik-li] sf. Yazı yazacak mal
zemesi olan.
biti2, [bir+tik-e > biti] (bi'ti) {ağız} sf. B ir parça;
biraz; azıcık. [DS] bitiklig, [bitik-lig] {eT} sf. Yazı yazılacak şey sahibi.
[DLT]
bitici, [biti-ci] {ağız} is. Yazman. [DS]
bitiklik1, [bitik-lik] {eT} is. Yazı yazılmak için hazır
biticik, -ği [bir+tek-cik > biticik] (bi ’ticik) {ağız} sf.
lanan şey. [DLT]
B ir parça; biraz; azıcık. [DS]
bitiklik2, -ği [bit-mek (olmak, yetişm ek) bit-ik-lik] is.
bitidmek, [Çin. piet (fırçaj / e T bıç-mak (biç-mek) >
Bitik olm a durumu,
bit-ı-m ek > bit-i-d-mek] gçl. f. [-ür] Yazdırmak.
[ETY] bitilemek, [biti-le-mek dUJu^] {eAT} gçl. f. [-r] Bir
bitig, [bit-î-mek > bit-ig / bit-ik] {eT} is. 1. Yazma; kimsenin yanına mektup vermek,
yazı; harf. [Gabain] [DLT] 2. Hurufat; harfler; alfa bitilgen, [biti-l-gen] {eT} sf. Daima yazılan. [DLT]
be. [EUTS] 3. Kitap. [Gabain] [DLT] 4. Mektup. bitilm ek, [biti-mek > biti-l-mek] {eT} {eT} edil. f. [-
[DLT] [Gabain] 5. Yazılı şey; yazılı kâğıt. [DLT] 6. ür] Yazılmak. [Yüknekî] [DLT] [EUTS]
ö m w tS H ü n .6 3 i BİT
bitim', [bit-mek (tükenmek) > bit-im] is. 1. Sona er bitirm ek1, [bit-mek (tükenmek) > bit-ir-mek] gçl. fi.
me; tükenme durumu. 2. Son; nihayet; uç. [-ir] 1. Bitmesini sağlamak, tüketmek. 2. Sona er
bitim2, [bit-mek (yetişmek, olmak) > bit-im] {ağızf is. dirmek; tamamlamak; sonuçlandırmak. 3. Gücünü
1. Bitmek eylemi ve bu sürecin sonucu. 2. (Canlılar tüketmek; güçsüz bırakmak; bitkin duruma getir
için) yapı; bünye; yaradılış. 3. Ekinin yerden bit mek. 4. Onulmaz duruma getirmek; mahvetmek;
mesi; çimlenme. [DS] öldürmek. 5. Çok memnun etmek. 6. {ağız} Kız ver
bitimcik, -ği [bir+tim-cik > bitimcik] (bi ’timcik) [a- meye razı etmek. [DS]
ğız) sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS] bitirmek2, [bit-mek (yetişmek, olmak) > bit-ir-mek]
g ç l.f. [-ir] 1. Yetiştirmek; üretmek. 2. Olgunlaştır
bitim ek1, [bit-i-mek ıiU*] {eAT} gçl. f. [-r] 1. Nasib
mak.
etmek; mukadder kılmak. 2. gçsz. f. Kısm et olmak;
bitirmiş, [bit-ir-miş] sf. 1. (Kişi için) bir bilim dalın
mukadder olmak.
da bilginin doruğuna ulaşmış. 2. argo. Bilgili; açık
bitimek2, [Çin. piet (fırça) > bit-ı-mek] (biti:mek) göz.'
{eT} g ç l . f 1. Yazmak; hakketm ek (kazımak); kop
bitiş, [bit-iş] is. 1. Bitmek işi. 2. Bitme biçimi. 3. B it
ya etmek. [EUTS] [DLT] [Tekin] [Gabain] [Yüknekî]
me, sona erme,
[İKPÖy ] 2. {eAT} N asip etmek; mukadder kılmak.
bitişik, -ği [bit-iş-ik] sf. 1. Birbirine dokunacak kadar
3. {eAT} Kısm et olmak; mukadder olmak. S
yaklaşmış olan. 2. Birbirine bitişmiş olan; ekli. 3.
bitimek bedzetm ek, {eT} Yazmak ve süslemek.
Yandaki. 4. is. Yandaki evde oturanlar; komşu. S
bitimli1, [bit-mek (yetişmek, olmak) > bit-im-li] {a- bitişik çanak yapraklılar, bot. Çanak yaprakları
ğız} sf. Gelişme ve büyümesi iyi olan; gösterişli. birbirine bitişmiş olan bitkiler.\\ bitişik düzen, B i
[DS]
naların aralık bırakılmadan yapılması.\\ bitişik
bitimli2, [bit-mek (tükenmek) > bit-im-li] sf. 1. Bit harfler, hat. İki ayrı harfi, bir araya getirerek, bir
meye, tükenmeye mahkûm olan. 2. Sonu olan; son birine değecek şekilde yazılan harfler (JE, ce gibi). \\
lu; mütenahi. bitişik kentleşme, Çevre yerleşim leri birbirine bi
bitimsiz, [bit-mek (tükenmek) > bit-im-siz] sf. 1. B it tişmiş ve kaynaşmış olan birden çok kentin oluştur
mek bilmeyen; tükenmez. 2. {ağız} Sonu olmayan; duğu şehirleşme biçimi.|| bitişik taç yapraklılar,
sonsuz; namütenahi. 3. Smırlandırılamayan. [DS] bot. Taç yaprakları birbirine yandan bitişmiş olan
bitinmek, [bitî-m ek> biti-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür] bitkiler. \\ bitişik yazı, hat. E l yazm alarında y e r ka
Yazılmak; yazınmak; kendisi için başkasının yar zanm ak amacıyla elin bir tek hareketiyle birbirine
dımı olmadan yazmak. [DLT] ekli olarak yazılan harfler.
bitirilme, [bit-mek (tükenmek) / bitm ek (yetişmek, bitişiklik, -ği [bit-iş-ik-lik] is. 1. Bitişik olan iki şe
olmak) > bit-ir-il-me] is. Bitirilm ek işi. yin durumu. 2. Bitişik olma hâli,
bitirilmek1, [bit-mek (tükenmek) > bit-ir-il-mek] e- bitişim, [bit-iş-im] is. 1. Bitişme. 2. dbl. Dil işlevini
dil. f. [-ir] 1. Birisi tarafından tüketilmek, sona er yerine getirebilmek amacıyla kelime kök ve gövde
dirilmek. lerinin sonuna ekler getirme,
bitirilmek2, [bit-mek (yetişmek, olmak) > bit-ir-il- bitişimli, [bit-iş-im-li] sf. Bitişme özelliği olan; bitiş
mek] edil.f. [-ir] Yetiştirilmek, üretilmek. ken.
bitirim1, [bit-ir-im] is. 1. Bitirmek eylemi ve bu bitişken, [bit-iş-ken] sf. 1. Bitişmiş, yan yana gelmiş.
sürecin sonucu. 2. Bitiş noktası; bitirme, tüketme 2. Bitişik olm aya yatkın. S bitişken dil, dbl. K eli
yeri. 3. {ağız} folk. Söz kesme. [DS] me çekimleri ve türetmeler yapılırken kelime kökü
bitirim2, [bit-ir-im> bitrim / bitrüm] is. argo. 1. Çok değişmeyen, çeşitli dil işlevleri kökün başına veya
hoşa giden yer. 2. Beğenilen kişi. 3. argo. K abada sonuna getirilen ekle yürütülen dil; iltisakî dil.
yı. 4. sf. Becerikli ve zeki. S bitirim yeri, argo. bitişkenlik, -ği [bit-iş-ken-lik] is. 1. Bitişken olma
Kumar oynatılan, barbut atılan yer. durumu ve özelliği. 2. dbl. Yeni bir kelime türet
bitirimci, [bit-ir-im-ci] is. Kumarhane işleten, barbut mek için köklere ek getirme özelliği,
oynatan kişi. bitişme, [bit-iş-me] is. Bitişm ek işi; ittisal. S bitiş
bitirimhane, [bit-ir-im + Far. hâne (yer)] (bitirim- me noktası, 1 . İki serbest parçanın birbirine değ
ha:ne) is. argo. Barbut oynatılan, kumar oynanan diği yer. 2 . İki parçanın ek yeri.
yer. bitişm ek1, [bit-mek > bit-iş-mek] işteş, f i [-ir] B irbi
bitirme, [bit-ir-me] is. 1. Bitirm ek eylemi; itmam; rine dokunacak kadar yan yana gelmek.
mezuniyet. 2. Okuyarak sonuna kadar gelme; ha bitişm ek2, [bit-iş-mek] {eT} dönşl. fi. [-ür] İkrar
tim. S bitirme fiili, dbl. "-miş yapılı ” bir sıfat fiile etmek. [DLT]
"olmak” yardım cı fiili getirilerek yapılan ve y a r bitişm ek3, [biti-mek > biti-ş-mek] {eT} işteş, fi. [-ür]
dımcı fiilin belirttiği zam andan önce işin olup bitti Yazm ada yardım ve yarış etmek. [DLT]
ğini ifade eden birleşik fiil. bitiştirme, [bit-iş-tir-me] is. Bitiştirm ek işi.
BİT U fllü K S Ö M İ.M *
bitiştirmek, [bit-iş-tir-mek] g ç l.f. [-ir] 1. İki ve daha bitkicilik, -ği [bitki-ci-lik] is. Bitki yetiştirm e işi.
çok nesnenin bitişmesini sağlamak. 2. Birbirine de bitkiciller, [bitki-cil-ler] is. zool. H er şeyi yiyen km
ğecek biçimde yaklaştırmak, eklemek, kanatlı böcekler grubu,
bititdeçi, [biti-mek > biti-t-deçi / bit-i-t-teçi] {eT} is. bitkileşme, [bitki-le-ş-me] is. Bitkileşmek işi.
Yazdırıcı. [DLT] bitkileşmek, [bitki-le-ş-mek] gçsz. [-ir] Bitki duru
bititgü, [biti-mek > biti-t-gü] {eT} sf. Yazdıracak. m una gelmek,
[DLT] S bitit bititgü orung, Yazı yazdıracak yer. bitkimsi, [bitki-msi] sf. Bitkiye benzer; bitkiyi andı
[DLT] rır. fi1 bitkim si hayvanlar, zool. Mercan, sünger
bititküçi, [bitî-mek > biti-t-küçi] {eT} is. Yazdırıcı. gibi bitki görünüm ünde olan hayvanlar (derisi di
[DLT]
kenliler, selentereler).
bititmek, [bitî-mek > biti-d-mek / bit-i-t-mek] {eT}
bitkin, [bit-mek (tükenmek) > bit-kin] sf. Kuvveti tü
gçl. f. [-ür] Yazdırmak; istinsah ettirmek; yazdırt-
kenmiş; güçsüz kalmış; takatsiz. S bitkin düş
mak. [DLT] [ETY] [Gabain] [Tekin] [EUTS]
mek, 1. Çok yorulmak. 2. Güçsüz kalmak.
bititmek, [bit-i-t-mek dUza / dU^_J gçl. f [-iir] {e- bitkinlik, -ği [bitkin-lik] is. 1. Bitkin olma durumu.
AT} 1. Takdir etmek; nasip etmek; yazmak. 2. {eAT} 2. Bitkin olanın niteliği. 3. Yorgunluktan veya has
M eydana getirmek; hasıl etmek, talıktan kaynaklanan güçsüzlük,
bititmiş, [bitî-mek > biti-t-miş] {eT} sf. Yazılmış. bitkisel, [bitki-sel] sf. 1. Bitki ile ilgili. 2. Bitki cin
[DLT] fi1 bititm iş bitik, Yazılmış yazı; eser. [DLT] sinden olan. 3. Bitkiden elde edilen; bitki kaynaklı;
bititteçi, [bitî-mek > biti-t-teçi] {eT} is. Yazdırıcı. nebati. 0 bitkisel beslenme, Yalnızca bitkisel be
[DLT] sinlerle beslenme düzeni; et yem ezlik; vejetaryen-
bitke, [Ar. bitke {OsT} is. Kesilen bir şeyin kü lik. || bitkisel hayat, tıp. H astalık veya kaza sebe
çük küçük parçaları; kesinti; kırıntı; kırpıntı; talaş, biyle zihinsel yeteneklerini kullanamadan, sadece
bitkeçi, [Çin. piet (fırça) > bit-î-mek > bitig > bitke- yaşam ak için gerekli temel ihtiyaçların giderilmesi
çi] is. Yazıcı; kopyacı; kayıt memuru; kâtip; yaz biçiminde yaşama. \\ bitkisel kazein, kim. Küspe ve
man. [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] sıvı ya ğ artıklarından elde edilen azotlu madde. |[
bitken, [bit-ken] {ağız} sf. (Bitki için) çabuk büyü bitki taslağı, biy. Tohumlu bitkilerde çimlenmeden
yen. [DS] önce tohumun içinde uyku halinde bulunan embri
bitki1, [bit-mek (yetişmek) > bit-ki] is. 1. Besinini yon.
kısmen veya tamamen suda, havada ve toprakta bitkürmek, [bit-gür-mek / bit-ktir-mek] {eT} gçl. f. [-
erimiş halde bulunan madensel tuzlarla karbondi iir] (Rica, istek vb. için) yerine getirmek. [Clauson]
oksit gazından elde eden, genellikle yeşil (klorofıl- bitlab, [Far. bitlâb (bitlâ;b) {OsT} is. Hurma
li) ve bittiği yere (toprağa) kökleriyle tutunmuş çiçeğinin kapçığı; hurm a tomurcuğu,
olarak gelişip üreyen, ömrünü tamamladıktan sonra
bitleme, [bit-le-me] is. Bitlemek işi.
kuruyup varlığı sona eren yosun, ot, ağaç gibi can
lı; nebat. 2. {ağız} Ürün. [DS] S bitki asalağı, B it bitlem ek1, [bit-le-mek dL loj gçl. f. /-/•/ [-l(i)-yor] 1.
kiler üzerinde asalak yaşayan mantar ve küsküt Birinin bitlerini ayıklamak; bit kırmak. {eAT} (ayın)
cinsi asalaklar.\\ bitki bilimci, Bitki bilimiyle uğra 2. {eT} Bit aramak; bit avlamak. [DLT]
şan uzman; botanikçi,|| bitki bilimi, Bitkileri ince bitlem ek2, [bit-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
leyen bilim kolu; botanik.\\ bitki bitleri, zool. Bitki B ir işin ardına düşmek. [DS]
ler üzerinde yaşayan, öz sularını em erek zarar ve bitlenme, [bit-le-n-me] is. Bitlenm ek durumu, işi.
ren, çok hızlı çoğalan böceklerin genel adı. || bitki bitlenm ek1, [bit-le-n-mek] dönşl. f. [-iı] 1. Vücu
biyolojisi, Bitkisel canlı varlıkları ve faaliyetlerini dunda bit üremek. 2. Bir yerden veya birinden bit
inceleyen bilim dalı; fıtobiyoloji.\\ bitki coğrafyası, kapmak. 3. (Birinden veya bir şeyden) huylanmak,
Bitkilerin y e r yüzünde dağılışım inceleyen bilim şüphelenmek.
dalı.\\ bitki ekolojisi, Bitkilerle ilişkisi bakımından bitlenm ek2, [bit-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Kendi
canlı cansız bütün varlıklarla ilgili ortamı incele bitlerini kırmak; bitlerini ayıklamak. 2. argo. Oya
yen-bilim dalı.\\ bitki örtüsü, H erhangi bir coğraf lanmak. 3. argo. Durumu düzelmek; paralı hâle
yada o çevrenin doğal şartlarına uygun olarak ge gelmek.
lişen orman, çalı, çayır gibi bitki topluluğu.\\ bitki
bitler, [bit-ler] is. zool. Ağız yapıları sokup kan em
sütü, Bazı bitkilerin süt görünümündeki öz suyu.
meye elverişli, memelilerde asalak olarak yaşayan
iitki2, [bit-mek (tükenmek) > bit-ki] {ağız} is. Son; böcekler takımı, (Siphunculata, Anoplura).
uç. [DS]
bitli, [bit-li] sf. Üzerinde bit olan, bitlenmiş. 0 bitli
bitkici, [bitki-ci] is. Bitki yetiştiren kimse,
kokuş, argo. (Kadın için) temizliğe dikkat etmeyen,
bitkicil, [bitki-cil] sf. zool. Bitkisel maddelerle bes üstü başı kirli.
lenen.
bitme, [bit-me] is. Bitmek işi.
bitmek1, [eT. büt-mek > bit-m ek gçsz. f. [-er] bittabi, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + tab’ (tabi
at, doğa) > bittabî] (b i’ttabi;) {OsT} zf. 1. Elbette.
1. (Bitki için) topraktan yeşerip çıkmak, yetişmek;
meydana gelmek; hasıl olmak; çıkmak. {eATj (aym)
2. Doğal olarak; tabiatiyle; tabii,
2. (Sakal, tüy, kıl için) deri üstüne çıkmak, büyü bittamam, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + ta
mek. 3. (İnsan için) beklenm edik bir anda görün mâm] (bi'ttama;m) {OsT} zf. 1. Tamam olarak. 2.
mek, ortaya çıkmak, {ağız} (aym) [DS] 4. (Kişi için) Tamamiyle; eksiksiz,
yetişip büyümek. S bite turmak, {eATj Bitmekte bitter, [Al. bitter (acı)] (b i’tter) is. 1. Sarı sabır, ka
olmak; yetişm ekte olmak. kule, güvercin otu kökü, centiyane ve kınakına ka
bitmek2, [eT. büt-mek > bit-mek] gçsz. f. [-er] 1. buğu gibi değişik bitkilerin 45 derecelik alkolde
(Para, yiyecek vb. için) hiç kalmamak; tükenmek. haşlanması ile elde edilen acımsı likör. 2. Bir tür
2. (İş, süre, yol, vb. için) sona ermek; tam am lan acı bira. 3. Bir tür ardıç rakısı. 4. Sütsüz ve şeker
mak. 3. (Kişi için) dayanma gücü kalmamak; çok oranı az çikolata,
yorulmak; zayıflamak; güçsüz kalmak. 4. mecaz. bitti, [bit-ti] {ağız} is. folk. 1. Saklambaç oyunu. 2.
Perişan olmak; mahvolmak; iflas etmek. {eATj (ay Kazıkları yere saplamaya dayalı bir oyun ve bu
nı) 5. argo. Çok sevmek; bayılmak; beğenmek; oyunda kullanılan ucu sivri kazıklar. [DS]
hoşlanmak. 6. {ağızj Usanmak; bıkmak. [DS] S bit bittiği, [bir+tik-i > bittiği] (b i’ttiği) {ağız} sf. Bir
meğe yüz tutmuş, A z kalmış; bitmek üzere olan; parça; biraz; azıcık. [DS]
sona yaklaşmış.\\ bitmek tükenmek bilmemek, bittiğicik, [bir+tik-i-cik > bitiğicik] (bi'ttiğicik)
Bir türlü sonu gelmemek; eksilmemek. \\ bitmez tü {ağız} sf. Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
kenmez (bitip tükenm ez), 1. Hiç bitmeyen. 2. Sonu bittik, -ği [bit-ti-k] {ağız} is. M ayasız hamurdan ya
gelmeyen. 3. Uçsuz bucaksız.\\ bitmiş gün, {eAT} pılan küçük ekmek; bazlama. [DS]
Son gün; vade günü. bittike, [bir+tik-e > bittike] ( b i’ttike) {ağız} sf. Bir
bitmek3, [eT. büt-mek > bit-m ek {eAT} {ağız} parça; biraz; azıcık. [DS]
gçsz. f. [-er] (Yaralanma sonucu açılan cilt vb. bitüm, [Fr. bitume] is. 1. Keskin bir koku, alev ve
için) bitişmek; kaynaşmak. [DS] koyu duman çıkararak yanan, karbon ve hidrojen
bitmek4, [eT. büt-mek > bit-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] bakımından zengin yakıtların genel adı; yer sakızı,
1. (Pekmez, bal gibi şekerli maddeler için) koyu kara sakız. 2. Yol kaplamasında, çatıların su ge-
laşmak; donmak; şekerlenmek. [DS] çirmezliğini sağlamada, köm ür tozundan briket
bitmek5, [eT. büt-mek > bit-mek] {ağız} g ç sz.f. [-er] yapım ında kullanılan, doğal ısıda katı, yoğunluğu
(Saç, yün vb. için) birbirine girmek; karışmak; ke bire yakın, koyu kestane renginde doğal madde,
çeleşmek. [DS] bitümek, [bit-ü-mek dUj^] {eAT} g çsz.f. [-r] M ukad
bitmiş, [bit-miş] {ağız} is. Donmuş, şekerlenmiş pek
der olmak; kısmet olmak. Konuk umduğun yem ez
mez. [DS]
bitüdüğün yer. N ev’izâde Atâî (15.yy.)
bitmişi, [bit-miş-i] {ağız} is. (Pazarlıklarda) taraflar
dan birinin verebileceği en son fiyat; en sonu. [DS]
bitttmleme, [bitüm-le-me] is. Bitümlemek işi.
bitmül, [Sansk. pippala => bitbül / bitmül / pitbül] bitümlemek, [bitüm-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
{eT} is. Uzun taneli bir tür karabiber; darıfülful. Su geçirmezlik sağlamak için belirli kalınlıkta bi
tüm ile kaplamak,
bitne, [Güre, p ’it’na] {ağızj is. bot. Nane. [DS]
bitümlü, [bitüm-lü] sf. 1. İçinde bitüm bulunan. 2.
bitnel, [bit-nel J ^ ] {eAT} {ağız} sf. M ümbit; verimli.
Bitüm ile kaplanmış, bitüm katılmış. 3. Bitümün ö-
[DS] zelliklerini gösteren. S bitümlü kömür, Yağlı kö
bitnik, -ği [İng. beat (ritim) + Lehç. nuda (sıkıntı) > mür. || bitümlü beton, Bağlayıcı olarak bitüm ka
nudnik > İng. beatnik] is. 1. Bit kuşağı hareketin tılmış kum, çakıl gibi temel malzeme ile hazırlanan
den yana olan. 2. Genel davranışları ve döküntü karayollarm daki 7-12 cm ’lik üst beton kaplama.
kıyafeti ile toplumdan kopma noktasına gelen veya
toplumun dışında bir hayat süren genç kız veya bitttn, [ b i t - ü n ^ ] {eAT} is. Bütün. S bitün ile, {eAT}
erkek. Bütün olarak.
bitpazarı, [Ar. bat + Far. bâzar + T. -ı] is. Eski, kul bitünile, [bitün+ile <ü^;] {eAT} zf. Bütün olarak.
lanılmış eşyaların satıldığı çarşı pazar, bitüri, [bit-mek > bit-ür-i lSjj^] {eAT} zf. Bitinceye
bitrik, [Far. pistih (fıstık) = > bitrik] {eT} is. 1. Fıstık.
dek.
2. Dılak; dilcik; klitoris. [DLT]
bitürmek, [bit-mek > bit-ür-mek / büt-ür-mek diojj^]
bitrişmek, [bit-(i)r-iş-mek dU-ijü] {eAT} işteş, f. [-ür]
{eT} g ç l . f [-ür] 1. Sona erdirmek; tamamlamak. 2.
Hesaplaşmak; ödeşmek,
Giydirmek. [Yüknekî] 3. {eAT} Peyda etmek; hasıl
bitrüm, [bit-(i)r-üm fjjö] {eAT} sf. Ü stün nitelikleri etmek; meydana getirmek; üretmek; başarmak. 4.
bulunan; çok yüksek. Bitiştirmek; kaynaştırmak.
BİT İM H K C E S Ö M .6 M
bityar, [Far. bityar / bityare °jW ] (bitya:r) yo r] 1. Konuğu en iyi şekilde ağırlamak. 2. Kabul
etmek.
{OsT} is. Elem; keder; sıkıntı,
biyik, [bedü-mek > bedü-k / biyik] {eT} sf. Büyük.
biuza, [Ar. bi'üza (biu:za) {OsT} is. zool. Siv [Clauson]
risinek. biyim, [begüm > biyim] {ağız} is. K ırım ’da saraya
biv, [Far. blv (bi:v) {OsT} is. Güve, mensup bayanlara verilen unvan. [DS]
biyo-, [Yun. bios > Fr. bio] ön ek. "Hayat, ca n lı” an
bivabet, [Ar. bivâbet / bevâbet c J j J {OsT} is. -*■ be- lam ında Y unanca bir ön ek.
vabet. j biyoakustik, [Fr. bioacustique] is. biy. Hayvanların
bivan, [Ar. bivân / bevân / bevvân j l j J (beva:n) çıkardıkları sesleri ve nedenlerini araştıran bilim
{OsT} is. -*■ bevan. dalı.
biyoayrışabiliriik, [biyo+ay-r-ış-a+bil-ir-lik] is. Bi-
bivar, [Far. bıvâr jlj-j] (bi:va:r) {OsT} sf. On bin.
yoayrışkan bir maddenin niteliği,
bivare, [Far. bîvâre (bi:va:re) {OsT} sf. 1. Za biyoayrışkan, [biyo+ay-r-ış-kan] sf. biy. (Madde i-
vallı; âciz. 2. Kimsesiz; garip, çin) biyolojik etkenlerle tahrip edilen,
biyoayrışma, [biyo+ay-r-ış-ma] is. biy. Tabiata terk
bivaz, [Far. bıvâz jl^>] (bi:va:z) {OsT} is. 1. Yarasa.
edilen biyoayrışkan bir maddenin toprakta ve su
2. Kabul etme; onama; muvafakat, içinde bulunan mikroorganizmalar tarafından par
bive, [Far. bıve o**] (bi:ve) {OsT} is. Dul. fi1 bive- çalanarak toprağa eklenmesi,
zen, {OsT} D ul kadm. biyocoğrafya, [biyo+coğrafya] is. biy. Bitki ve hay
vanların yeryüzünde dağılışını inceleyen coğrafya
bivefa, [Far. bı-vefa lâj^] (bi:vefa:) {OsT} sf. Sevgi
dalı.
sine bağlılık göstermeyen; vefasız, biyodönüşüm, [biyo+dön-üş-üm] is. biy. Organik bir
bivefayi, [Far. bî-vefayı ^ M ^i] (bi:vefa:yi:) {OsT} is. maddenin toprakta bulunan mikroorganizmalar ta
Vefasızlık. rafından parçalanarak tekrar canlıların yararlanabi
leceği hale getirilmesi.
bivegî, [Far. bîve-gî J> y.r\ (bi:vegi:) {OsT} is. Dulluk,
biyoelektrik,-ği [Fr. bioelectrique] is. biy. Canlıların
biver, [Far. bıvâr / bıver (bi:ver) {OsT} sf. On ürettiği elektrik,
bin. biyoenerji, [Fr. bioenergie] is. biy. Biyokütlenin
bivezen, [Far. bıve-zen jj j^ ] (bi:vezen) {OsT} is. Dul kimyasal dönüşüm üyle elde edilen yenilenebilir e-
nerji.
kadm.
biyofizik, -ği [Fr. biophsique] is. Canlılardaki enerji
bivezn, [Far. bî- + Ar. vezn (tartı) j j j ^ {OsT} sf. dönüşüm lerinin fiziksel yönlerini inceleyen bilim
Ölçüsüz. dalı; biyolojik fizik,
biya, -a’ı [Ar. bı‘a > biya' £*] {OsT} is. Kiliseler, biyoforlar, [Fr. biophores] is. biy. Kromozomlar gibi
çok karm aşık yapıları oluşturacak şekilde bir araya
biyaat, -ti [Ar. biyâ'at c ^ lo ] (biya:at, t ince söyle gelmiş bulunan son derece küçük elemanlar,
nir) {OsT} is. Satılık mal. biyogenetik, [Fr. biogenetique] sf. biy. Biyogenezle
biyah, [Ar. biyâh / beyâh j-Lj] (biya:h) {OsT} is. K ü ilgili. S1 biyogenetik eleman, Hayvansal veya bit
kisel canlı maddenin bileşimine giren basit cisim.
çük balık.
biyogenez, [Fr. biogenese] is. biy. İlk canlının yara
biyan, [Yun. pian => biyan / meyan / piyan] {ağız} is.
tılmadığını, cansız maddelerden meydana geldiğini
K ökünden tatlı bir madde çıkarılan çalım sı. bitki,
ve bütün canlıların bu ilk canlıdan, her canlının da
(Glycyrrhiza glabra). [DS]
kendisini doğuran bir yaratıktan geldiğini kabul
biyana, [big / beg > beğ+ana] {ağız} is. A mca karısı; eden görüş.
yenge. [DS] biyografi, [Yun. bios (hayat) + graphe (yazı) > Fr.
biye1, [be / biye] {eT} is. Kısrak. biographie] is. 1. H ayat hikâyesi; tercüme-i hâl; hâl
biye2, [Fr. biais (çapraz çizgi)] is. Elbiselerin yaka, tercümesi. 2. Yaşayışları ve yaptıkları ilgi çekici
kol ve etek çevresine aynı veya başka bir kumaştan görülen önemli kişilerin hayatına ait derlenen bilgi
verev kesilerek geçirilmiş ince şerit, lerin düzenli olarak anlatıldığı yazı türü,
biyel, [Fr. bielle] is. mekanik. Pistonun gidip gelme biyografik, -ği [Fr. biographique] sf. Biyografi ile
şeklindeki doğrusal hareketini dairesel bir harekete ilgili.
çevirmek amacıyla bir ucu pistona, diğer ucu vola biyojeografi, [Yun. bios (hayat) + ge (yer) + graphe
nı çeviren kaldıraca bağlı metal çubuk, (yazı) > Fr. biogeographie] is. Bitki ve hayvanların
biyeli, [biye-li] sf. Biyesi olan; biye geçirilmiş, yer üzerindeki dağılımını ve bunun sebeplerini in
biyerlemek, [bey-er-le-mek] {eAT} gçl. f. [-r] [-l(i)- celeyen bilim; canlılar coğrafyası.
ö in îiiii» ıı.6 3 5 BİY
biyokatalizör, [Fr. bioctalyseur] is. biy. Canlı doku biyom as, [Fr. biomasse] is. Yeryüzünün belli bir böl
ların hepsinde çok az bulunan ve hayat için gerekli gesinde veya okyanusların, tatlı suların belli bir
kimyasal tepkimeleri uyandıran veya kolaylaştıran yerinde denge halinde yaşayan hayvansal ve bitki
madde. sel canlı varlık kütlesi; biyokütle.
biyokimya, [Fr. bio+ Ar. kimya] is. Hücreden en ge biyomedikal, [Fr. biomedical] sf. Tıp ve biyolojinin
lişmiş organa kadar canlı dokuların bileşimi ile dı ortak konusu olan,
şarıdan alman besinler atılıncaya kadar organizma biyom ekanik, [Fr. biomecanique] is. ve sf. Biyoloji,
da ortaya çıkan tepkimeleri inceleyen bilim dalı; fizyoloji ve tıp sorunlarına mekanik yasaların uy
canlılar kimyası, gulanması.
biyokimyacı, [biyokimya-cı] is. Biyokimya uzmanı, biyom eteoroloji, [Yun. bios (hayat) + meteor (hava
biyokimyasal, [biyokimya-sal] sf. Biyokimya ile il-, da oluşan) + logos (söz) > Fr. biometeorologie] is.
Hava olaylarının canlılar üzerindeki etkisini ince
gili.
leyen bilim.
biyoklima, [Yun. bios (hayat) + climat (iklim) > Fr.
biyom etri, [Fr. biometrie] is. biy. Canlılara istatistik
bioclimat] is. Canlı varlıkları, özellikle insanı etki
leyen iklim şartları, metotlarını ve ihtimal hesapları formüllerini uygu
layan biyoloji bölümü,
biyoklimatik, [Yun. bios (hayat) + climat (iklim) >
biyom ikroskop, [Fr. biomicroscope] is. Canlı gözü
Fr. bioclimatique] sf. Biyoklim atolojiyle ilgili olan,
incelemek için kullanılan ince yarıklı lambalı özel
biyoküm atolojv [Yun. bios (hayat) + climat (iklim)
aydınlatma düzenekli, iki gözle bakılabilen m ik
+ logos (bilim) > Fr. bioclimatlogie] is. biy. Canlı
roskop.
organizmaların gelişm esinde iklimin etkilerini
biyom imetik, -ği [Fr. bio-mimetique] is. Doğadaki
araştıran bilim kolu,
canlıların koruyucu yapılarını ve tasarımlarını ince
biyokütle, [biyo+kütle] is. Yeryüzünün belli bir böl
leyen, bulgularından teknikte yararlanmayı am aç
gesinde veya okyanusların, tatlı suların belli bir
layan bilim dalı,
yerinde denge halinde yaşayan hayvansal ve bitki
biyom orfoz, [Fr. biomorphose] is. biy. B ir canlı var
sel canlı varlık kütlesi; biyomas.
lığın başka bir canlı varlık üzerindeki etkisinin so
biyol, [bir+yol] {ağız} zf. B ir kez; bir kere. [DS] nucu.
biyolog, -ğu [Yun. bios (hayat) + logos (söz) > Fr. biyonik, -ği [Yun. bios (hayat) + elektro/nique > Fr.
biologue] is. Biyoloji ile uğraşan kimse; biyoloji bionique / İng. bionic] sf. 1. Biyoloji ve elektrikle
uzmanı. / ilgili olan. 2. is. Yönelme ve sezme gibi bazı biyo
biyoloji, [Yun. bios (hayat) + logos (söz) > Fr. lojik süreçleri inceleyen; sonuçların askerlik ve
biologie] is. Bitkilerle hayvanların doğma, gelişme, sanayide kullanılmasını amaçlayan bilim. 3. Dirim
üreme gibi yaşayış evrelerini inceleyen bilim dalı; kurgu.
dirim bilimi; hayat ilmi, biyopsi, [Yun. bios (hayat) + opsis (görme) > Fr. bi-
biyolojik, -ği [Yun. bios (hayat) + logos (bilim) > Fr. opsie] is. tıp. M ikroskopta yapısını incelemek üze
biologique] sf. Biyoloji ile ilgili; dirimsel; dirim re canlıdan bir doku parçası alma. 0 biyopsi yap
bilimsel. 0 biyolojik saat, biy. Bir çok hücre ve mak, Canlıdan doku parçası almak.
organizmada bulunan metabolitik ve davranış ri biyoritim, -mi [Fr. biorythme] is. Fizyolojik faaliye
timlerinin temelinde bulunan mekanizma.\\ biyolo tin düzenli ve periyodik değişimi,
jik yanlanm a, fız. Canlı dokuya, organa veya or biyos, [Fr. bios] is. biy. 1. Bitkisel horm onlar gru
ganizmaya verilen radyoaktif madde miktarının bundan bira mayası m antarının büyümesini etkile
yansının ortamdan atılması için geçen zaman. yen hormon. 2. Canlı organizmalar,
biyolojizm, [Fr. biologisme] is. fel. Gerçekliği yal biyosanayi, [biyo+sanayi] is. Gıda, ilaç ve enerji a-
nızca biyoloji açısından ele alan, organik hayatın lanlarmda biyodönüşüm tekniklerinden yararlanan
kavramlarını öteki gerçeklik alanlarına da uygula sanayi.
yan görüş; dirim bilimcilik, biyosemez, [Fr. biocemese] is. A yılardaki kış uykusu
biyolüminesans, [Fr. biolüminescence] is. Ateş bö gibi çevre soğuması, oksijen ve su azlığı gibi se
ceği ve bazı bakteriler gibi canlıların organik bir beplerle uyuşuklaşmış ve yavaşlamış hayat,
işleve bağlı olarak ısısız (soğuk) ışık yaymaları, biyosenoz, [Fr. biocenose] is. Biyolojik bir ortamda
biyom, [Fr. biome] is. Okyanus, tatlı su, orman, çayır karşılıklı bağım lılık ve denge içinde yaşayan hay
gibi dünyanın büyük ekolojik birimlerinden her bi van ve bitkiler topluluğu,
ri. biyosentez, [Fr. biosynthese] is. biy. Canlı varlığın,
biyomağnetizma, [Fr. biomagnetisme] is. biy. Canlı kendi bünyesinde enzimler yardımı ile küçük m o
varlıkların mıknatıs alanında gösterdikleri duyarlı lekülleri kim yasal bireşime sokarak büyük m ole
lık ve tepki. küllü organik madde yapımını gerçekleştirmesi.
BİY lffitiriKCtM .536
biyosfer, [Fr. biosphere] is. Canlı organizmaların bir lanılır. || bizim kız, {ağız} K ız kardeş. [DS]|| bizim
biri ile ilişkilerinin sürdüğü, üzerinde hayat olan oğlan, {ağız} Kardeş; arkadaş; dost. [DS]
kayaç, su ve havadan ibaret yeryüzü örtüsü; ekos- biz6 [böz > biz j*] {eT} {eAT} {OsT} is. Bez; kumaş.
fer.
[Yüknekî]
biyosit, [Fr. biocide] is. kim. M ikroorganizmaları
biz7, [Çağ. bigiz > biz] is. 1. Kösele, deri gibi sert bir
yok eden kimyasal ürün,
şeyi dikerken iğnenin geçeceği delik açmak için
biyostazi, [Fr. biostasie] is. Toprağın biyolojik ba özel olarak yapılmış ucu sivri ağaç saplı araç; tığ.
kımdan durgunluk evresi, 2. Şiş. S biz çöreği, {ağız} Gözleme. [DS]
biyoşim i, [Fr. biochimie] is. Biyokimya, b iz8, [? biz] is. zool. Ü lkemiz sularında yaşayan bir
b iyoteknik, -ği [Fr. biotchnique] is. Canlı varlıkların tür mersin balığı; şip, (Acipenser nudiventris).
biyokimyasal özelliklerinden yararlanarak biyodö- biz9, [Lat. bis (çift) > Fr. bis] ünl. (Seyirci ya da din
nüşüm ler gerçekleştirmeyi amaçlayan tekniklerin
leyici haykırışı) bir daha!
tümü.
biza, -a ‘i [Ar. biza’ *-IJb] (biza;) is. Bir kim seye karşı
b iy o terap i, [Fr. biotheraphie] is. tıp. Bir hastalığı
tedavi için kefir, maya gibi canlı mikroorganizma kaba ve çirkin davranışta bulunma,
lardan ve fizyolojik ürünlerden yararlanan tedavi b izaa t, [Ar. bizâ'at c^Li>] (biza;at) {OsT} is. Ticaret
yöntemi. eşyası; tüccar malı; satılık mal.
biyotip, [Fr. biotype] is. Dış görünümünün yanı sıra
b izah m et, [Far. bî- + Ar. zahmet j {OsT} zf.
genetik varlığıyla da birbirine benzeyen aynı tür
den bireyler topluluğu, Zahmetsizce.
biyotit, [J. B. B iot’un adından Fr. biotite] is. Siyah bizahl, [bir+ Ar. sehl > bizahl] (bi ’z ahl) {ağız} sf. Bir
renkli, heksegonal yapraklar halinde bulunan mo- parça; biraz; azıcık. [DS]
noklinik mika; kara mika, Bizanslı, [Byzantion (İstanbul’un yerinde bulunan
biyotop, [Fr. biotope] is. biy. Organizmaların içinde antik kentin adı) > Fr. Byzance => Bizans-lı] sf. 1.
yaşadığı bir bataklık, çöl, çayır, orman veya mağa Bizans ve Bizans imparatorluğu ile ilgili. 2. Bi
ra gibi biyolojik ortam, zans’ta ve Bizans imparatorluğunda oturan,
b iyotropizm , [Fr. biotropisme] is. bot. Asalak bitki b iz a r, [Far. bı-zâr ( bi;za;r) {OsT} sf. 1. Rahatsız;
lerin köklerinin gelişme ve büyüme yönsemesi.
tedirgin. 2. Usanmış; bıkmış; bezmiş, ff b iz a r et
-biz, [Far. bihten (elemek, kalburdan geçirmek) > - m ek, 1. Rahatsız etmek. 2. Usandırmak,|| b iz a r ol
bîz jü] {OsT} sf. 1. Eleyen; kalburdan geçiren. 2. m ak , Usanmak; bıkmak.
son ek. Sonuna getirildiği Arapça ve Farsça keli b izare, [Far. bızâre » jll] (bi;za;re) {OsT} is. Oyun;
m elerden yapan, .. ed e n ” anlamında birleşik sı
hile; desise. S b îzâre-i d îd â re , {OsT} A şk oyunu;
fatlar yapan son ek.
aşk hilesi.
b iz ', [biz / biz (yans.)] is. (İnsan ve hayvan için) vı-
zıltılı işemeyi anlatan kök. [Zülfıkar] biz-ik etmek. b iz a ri, [Far. bî-zâri (bi:za;ri;) {OsT} is. 1.
biz2, [biz / biz / büz (yans.)] is. işten kaçmayı, kaytar Bezginlik. 2. Usanç. 3. Küskünlük,
mayı, mıymıntılık ve mızıkçılık etmeyi anlatan b izatih a, [Ar. bi-zâtihâ L^'b;] (biza; ’tiha:) {OsT} zf.
kök. [Zülfıkar] biz biz, biz-ik-le-mek.
-* bizatihi.
b iz3, [biz (yans.)] is. Organların uyuşmasını anlatan
kök. [Zülfıkar] biz-ir-de-mek. bizatihi, [Ar. bi-zâtihi ^\y] (biza; ’tihı) {OsT} zf. 1.
biz4, [biz (yans.)] is. Vızıltı sesini anlatan kök. [Zülfı- (Varlığı) kendinden; kendiliğinden; özünden. 2.
kar] biz-i-ki. Kendisi.
b iz5, [bi-z / mi-z] zm. 1. Çokluk birinci şahıs zamiri; bizaz, [Ar. bizâz ili;] (biza;z) {OsT} is. Dağınıklık;
{eT} (aym). [İKPÖy.] [DLT] [ETY] [EUTS] [Üç İtig pejmürdelik.
sizler] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] 2. (Resmî üslupta
b izazet, [Ar. bizâzet o j l j J (biza;zet) {OsT} is. Bezci
ve önemli kişiliği olan bir kimsenin ağzından) ben.
3. (Daha süslü bir anlatım sağlamak; alçak gönüllü lik; dokumacılık,
lük göstermek; kendisini ön plana çıkarmamak gibi b izbilik, [biz (yans.) > biz+bil-ik] {ağız} is. Söğüt
sebeplerle bazı yazarlar için) ben. 4. İçinden geli dalından yapılmış düdük. [DS]
nen bir topluluk ya da millet. S1 biz bize, Hiçbir bizbiz, [biz (yans.) > biz+biz] {ağız} zf. (Çalışmak
yabancı bulunmaksızın yalnız biz. || bizden, {eAT} için) ağır ve uyuşuk; mızmız. [DS]
Bizim tarafımızdan.\\ bizden iyileri, {eAT} Peri; bizcileyin, [biz-cileyin avW>;] (biz-cileyin) {eAT} zf.
cin.|| bizden yeğler, {eAT} Peri; cin.|| Bize de m i
Bizim gibi.
lolo? "Senin çevirdiğin dolapları bilirim, beni de
m i aldatabileceğini sanıyorsun?" anlamında kul bizçileyin, [biz-çileyin {eAT} zf. -*• bizcileyin.
i i i i n m r o :S M i .6 3 7 B LE
bizeğil, [bir+ Ar. sehl > bizeğil] (b i’z eğil) {ağız} sf. bizle1, [Ar. bizle 4İ>>] {OsT} is. Gündelik elbise.
Bir parça; biraz; azıcık. [DS]
bizle2, [Far. bizle {OsT} is. Şaka; latife,
bizek, [beze-mek > biz-e-k] {eT} is. Bezek. [Yüknekî]
bizel, [bir+ Ar. sehl > bizel] (b i’ze:l) {ağız} sf. Bir bizleme, [biz-le-me] is. Bizlemek işi.
parça; biraz; azıcık. [DS] bizlemek, [biz-le-mek] g ç l.f. [-er] [-l(i)-yor] 1. Ka
bizelgen, [beze-mek > biz-e-mek > biz-e-l-gen] {çı lın deri veya başka maddeyi biz ile delmek. 2. U cu
ğız} sf. Süslü. [DS] nodullu değnek ile hayvanları dürtmek, {ağız} (aym)
[DS] 3. {ağız} Karıştırmak. [DS] 4. {ağız} (Arı, akrep
bizemek, [beze-mek > biz-e-m ek {eT} {eAT}
vb. hayvan için) sokmak. [DS] 5. /ağızj Tarizde b u
g ç l .f [-r] Bezemek. [Yüknekî] lunmak; iğnelemek. [DS]
bizemsek, [bez-mek > biz-emsek dL~ojj] {eAT} sf. bizlenc, [biz-le-nç {eAT} is. -*■ bizlengiç.
Âciz; düşkün; muhtaç,
bizlengec, [biz-le-n-gec {eAT} is. -*■ bizlengiç.
bizenmek, [beze-n-mek / biz-e-l-mek / bizre-n-mek]
{eT} dönşl. f. [-ür] Bezenmek; süslenmek. [Nevâyî] bizlengiç, [biz-le-n-gic gSÖJ>>] {eAT} is. -* bizlengiç.
bizermek, [beze-mek > bize-m ek > bize-r-mek] Za bizlengiç, -ci [biz-len-giç] {ağız} is. 1. U cu nodullu
ğız/ gçl. f [-ir] Süslemek. [DS] değnek; övendire. 2. Kunduracıların kullandığı biz.
bizgiç, [biz-giç] {ağız} is. Çarık dikm ek için kullanı [DS]
lan demir ya da ağaç çivi. [DS] bizlik, -ğe [biz-lik dlJ^] {ağız} zf. 1. {eAT} Bize yarar;
bizgin, [bez-mek > bez-gin / biz-gin r / y ] {eAT} sf. tam bize göre. 2. is. Kendi yaradılışım ız; kim liği
Bezgin; bîzar. miz. [DS]
bizh, -hı [Ar. bizh ^ i .] (h, kalın söylenir) {OsT} is. bizlfi, [biz-lü {eAT} zf. Bize ait; bizim tara
Eli kesilmiş olan kimsenin yarası, fımızda.
bizi, [biz (yans.) > biz-i] {eT} is. Ekmeğin üzerindeki bizmut, [Aim. W issen (Alm anya’d a y e r adı) + muten
yanık kabuklar. [DLT] (maden aramak) > W ismut > Fr. bismuth] is. kim.
bizik, -ği [biz (yans.) > biz-ik] {ağız} is. Çiş. S1 bizik Atom ağırlığı 209, atom numarası 83, yoğunluğu
etmek, {ağız} Çiş etmek. [DS] 9,8 olan 271.3°C ’de ergiyen kızılımsı beyaz renkli
biziki, [biz (yans.) > biz-ik-i / Güre, bizikı] {ağız} is. kırılgan ve katı bir element. Sembolü: Bi.
Eşek arısı. [DS] bizni, [biz-ni] {eT} zm. Teklik birinci kişi zamiri yük
biziklemek, [biz (yans.) > biz-ik-le-mek] {ağız} gçsz. leme durumu; bizi. [ETY]
f M t~l(i)-y°r] (Kümes hayvanları için) korkudan bizon, [Lat. bison] (bi ’z on) is. zool. Kambur cidavlı,
acı acı bağırmak; cıyaklamak. [DS] kalın postlu, geniş ve kısa kafalı, kıvrık kısa boy
bizimki, [biz-im-ki] zm. 1. Bizim olan. 2. Bizimle nuzlu, tüm sek alınlı bir sığır türü, (Bison bonasus;
ilgili. 3. {ağız} Kadınlar kocalarından; erkekler de Bison americanus).
karılarından söz ederken eşlerinin adı yerine kulla
bizüm , [biz-üm] {eAT} zm. Bizim,
nırlar; eşim; kocam / karım. [DS] 4. Y akın çevre
bizzarure, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + za-
mizde olan birinden söz ederken kullanılır. 5. (Ki
şiler için) daha önce kendisinden söz edilen, rûre(t) (gerekli) o j j ^ l ; ] (b i’z zaruıre) {OsT} zf. Zo
bizing, [bi-z-in] (bizin) {eT} zm. 1. Teklik birinci kişi runlu olarak; ister istemez; mecbur kalarak,
zamiri iyelik durumu; bizim; [Tekin] [ETY] 2. Biz- bizzat, [Ar. bi-(ön ek) + el (harf-i tarif) + zât (kişi) >
ler. [EUTS] bizzat ol-L] (b i’zza. t) {OsT} zf. 1. Kendi; kendisi;
bizinge, [biz-i-ne] (bizine) {eT} zm. Teklik birinci ki
şahsen. 2. Doğrudan doğruya. S bizzat ihkak-ı
şi zamiri yönelme durumu; bize; [Tekin] [ETY]
hak etme, K endi hakkını zo r kullanarak elde etme,
[EUTS]
koruma.
bizinte, [biz-inte] {eT} zm. Teklik birinci kişi zamiri
blakavt, [İng. black-out] (b'lakavt) is. as. Karartma,
bulunma durumu; bizden,
blanko, [İsp. blanco] (b’la ’nko) is. Tam yetki; açık
bizir, [biz (yans.) > biz-ir] {ağız} is. 1. Tohum. 2. Er
bono.
kek eşey hücresi; sperma. 3. Çekirge, karınca vb.
küçük hayvanların yumurtası. [DS] blast, [Fr. blaste] (b’last) is. biy. Tohum; yeni hücre
bizirdemek, [biz (yans) > biz-ir-de-mek] {ağız} gçsz. ler verecek olan yapı ya da hücre,
f M [-d(i)-yor] (Organlar için) uyuşmak. [DS] blastula, [Fr. blastula] (b'la’stula) is. biy. Yumurta
hücresi embriyon durumuna gelirken morulanın
bizişk, [Far. b izişkdL ijJ is. Doktor; hekim,
gelişerek içi boş yuvarlak bir şekil alması,
bizlah, [Ar. bizlâh (bizlâ:h) {OsT} sf. (Kişi i- blazer, [İng. blazer] (b'lazer) is. B ir tür spor ceket,
çin) çenesi düşük; geveze. blender, [İng. blender] (b'lender) is. Çeşitli m alze
B Lİ Ö I Ü M I İ İ M tS Ö M .^
m elerin kesilip ufalanmasına ve karıştırılm asına bloksuzluk, -ğu [blok-suz-luk] (b'loksuzluk, ilk l ince
yarayan alet; karıştırıcı, söylenir) is. Bloksuz olm a durumu; tarafsızlık,
blider, [Yun. pliteri] (b'lider) {ağız} is. El bezi. [DS] blöf, [İng. bluff] (b’löf) is. 1. İskambil oyunlarında e-
blok, [Holl. bloc (kesilmiş ağaç gövdesi) > Fr. bloc] lindeki kâğıtları olduğundan daha iyi göstererek
(b"lok, l ince söylenir) is. 1. Ağır ve büyük yığın. 2. karşı tarafın sinmesine veya çekilmesine sebep ola
İçine resim kâğıtları konulan karton kap. 3. B irbiri cak tavır takınma. 2. Bir işte rakibini alt etmek için
ne bitişik olarak yapılmış büyük binalar topluluğu. söylenen yalan veya takınılan aldatıcı tavır; kuru
4. argo. Sinemalarda asıl filme sonradan eklenen sıkı, fi1 b löf yapm ak, K arşısındakini caydırmak i-
açık saçık sahneler bulunan bölüm. 5. mecaz. Aynı çin kendini ve elinde olan imkânları olduğundan
görüşü benimseyenlerin, aym inancı paylaşanların daha üstün gösterici söz söylem ek veya tavır ta
meydana getirdiği topluluk. 6. Politik çıkarları için kınmak.
birlik oluşturan devletler topluluğu. 7. M endirek ve blöfçü, [blöf-çü] (b'löfçü) is. B lö f yapan,
köprü ayakları ile yanlarına konulan büyük beton blucin, [İng. blue (mavi) + G enova (kaba kumaşın
kitle. 8. A ynı yol üzerinde giden veya m anevra ya dokunduğu kent) > jean (pamuklu bez)] (b'lû'cin)
pan trenlerin çarpışmasını önlemek amacıyla kulla is. 1. Elbise yapılan çapraz dokunmuş bir cins mavi
nılan ışıklı işaret sistemi. 9. sf. Birden çok bölüöıü kaba kumaş. 2. sf. Bu tür kumaştan yapılmış (giye
bir araya getirilmiş ve bir bütün oluşturan.Ö blok cek).
in ş a a t, Birbirine bitişik binalardan meydana gelen
blum, [Fr. blum] (b'lûm) is. Elli iki kâğıtla oynanan
inşaat. iki veya dört kişilik bir iskambil oyunu,
blokaj, [Fr. blocage] (b'lo'ka.j, l ince söylenir) is. 1. bluz, [Fr. blouse] (b“lûz) is. Gömlek gibi giyilen ince
Belirli bir noktada tutma; dondurma; tutmak. 2. kumaştan yapılmış veya örülmüş astarsız kadm
Hareketine engel olma; yolu kapatma; bloke etme; giysisi.
durdurmak. 3. Sert bir frenleme ile aracın savrul b o 1, [ba / be / bı / bo / bö / bü (yans.)] is. (Hayvan
masına veya kızaklamasına neden olacak şekilde için) bağırma, seslenme, böğürm e anlatan kök.
tekerleklerin durdurulması. 4. bank. Banka hesa [Zülfıkar] bo-gür-mek, bo-ğur-t-lak, bo-vur-mak.
bındaki paradan hesap sahibinin dilediği gibi yarar bo2, [bo] {eT} sf. Bu. [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain]
lanmasını engelleme. 5. tie. Bir ülkeyle serbest ti
boa, [Lat. boa (su yılanı)] is. zool. 1. Güney Afri
caret yapımına engel olma veya bazı m allar için k a’da yaşayan, sarılarak öldürdüğü sıcak kanlı
kısıtlam a getirme. 6. inş. İnşaatlarda toprak ile be hayvanlarla beslenen, dört metre kadar boyunda
ton arasmda bir kat oluşturmak üzere döşenen irili zehirsiz bir yılan, (Boa constrictor). 2. Kadınların
ufaklı taş dolgu, sadece boyunlarına aldıkları yılan biçimindeki dar
bloke, [Fr. bloquer > bloque] (b'loke, l ince söylenir) ve uzun kürk; boyun kürkü,
is. El değiştirmesini, kullanılmasını veya hareketini boagiller, [boa+giller] is. zool. Avını sarılarak öldür
önlem ek amacıyla el koyma; tutma; durdurma, ö m ek suretiyle yiyen zehirsiz yılanlar familyası,
bloke etmek, bank. 1. M alî işlemlerde bir paranın (Boaidae).
kullanılmasını durdurmak; tutmak. 2. Kambiyo iş
boalar, [boa-lar] is. zool. Sürüngenler sınıfının, yı
lemlerinde hükümet kararnamesi olmadan parayı
lanlar takımının bir bölüm ü, (Boaeformia).
kullanılmaz duruma getirmek; durdurmak. 3. Fut
boba, [baba / boba / buba] {ağız} is. Baba. [DS]
bolda kalecinin kaleye atılan topu iki elle yakala
ması; tutmak, yakalamak. || bloke para, bank. Tu bobaçça, [Sırp, popadica > papatya / babaçça / bo-
tulmuş para. baçça] {ağız} is. Papatya. [DS]
blokhavz, [Aim. block-haus] (b'lo’khavz, l. ince bobi, [İng. boby (Robert erkek adının kısaltılmışı)]
söylenir) is. Küçük savunma istihkâmı; korunak, is. Süs köpeği; fino,
bloklaşma, [blok-la-ş-ma] (b'loklaşma, l ince söyle bobin, [Fr. bobine] 1. Üzerine tel, iplik gibi şeyler
nir) is. Bloklaşmak işi. sarılabilen ağaç veya plastikten yapılmış silindir. 2.
elkt. Ü zerine akım geçirebilen dışı yalıtılmış tel sa
bloklaşmak, [blok-laş-mak] (Vloklaşmak, l ince söy
rılı m anyetik ortam oluşturarak çeşitli amaçlarla
lenir) gçsz. f. [-ır] Siyasi partiler ve devletler kendi
kullanılan alet. 3. oto. Patlamalı motorlarda ateşle
aralarında kitle oluşturmak,
meyi sağlamak amacıyla kullanılan indükleyici.
bloknot, [Fr. bloc+notes] (b'loknot, l ince söylenir)
bobinaj, [Fr. bobinage] is. 1. Bobin yapmak. 2. Elek
is. Yaprakları kolayca çıkartılabilecek veya yırtıla-
trik bobininde elektrik devresini oluşturan iletken
bilecek şekilde yapılmış not almaya yarar küçük
kümesi.
defter.
bobinatör, [Fr. bobinateur] is. Bir piliği, teli vaya şe
bloksuz, [blok-suz] (b'loksuz, l ince söylenir) sf. H iç
ridi makaraya sarmakta kullanılan aygıt,
bir siyasi gruplaşmada veya devletler kitlesinde yer
almayan; tarafsız. bobo, [Çoc. d. bobo / bobos] {ağız} is. Küçük çocuk-
IİİHMKE M . 63» BOD
lari korkutmak için uydurulmuş yaratık; umacı. boçça, [Yun. mpotsa] {ağız} is. Küçük testi. [DS]
[DS] boçga, [Rus. boçka] {ağız} is. 1. Testi. 2. Yayık. 3.
boboç, [Erme, bobocag] {ağız} is. Sümük. [DS] Fıçı. [DS]
bobos, [Çoc. d. bobo / bobos] {ağız} is. -*■ bobo. [DS] boçke, [Rus. boçka] {ağız} is. -*■ boçga. [DS]
bobstil, [tng. bobstyle] is. Yirminci yüzyılın ortala boçuk, -ğu [Erm. poçi] {ağız} is. -*■ bocu. [DS]
rında gençler arasında yaygın olan gösterişli bir gi bod1, [böd] (bo:d) {eT} is. Boy; vücut; kamet; gövde.
yim biçimi; züppe, [EUTS] [DLT] [Yüknekî] [İKPÖy.]
boca, [İt. poggia] (bo'ca) is. dnz. 1. Geminin rüzgâr bod2, [böd] (bo:d) {eT} is. 1. Kurumlaşmış topluluk;
almayan yanı. 2. ünl. Geminin baş tarafını rüzgâra
boy; halk; aşiret; kabile; cemaat. [EUTS] [ETY]
doğru çevirme emri. S boca alabanda, 1. Yelkenle
[Gabain] [İKPÖy.] 2. İttihat; birleşme; birlik. [ETY]
seyreden bir gem inin pupasından kontra değiştire
bod3, [böd / boy] (bo:d) {eT} is. Çok az bir m isk
rek dönmesi. 2. Bu iş için verilen emir. || boca et
kullanılarak yapılan makyaj malzemesi. [DLT] ö
mek, 1. dnz. Seren, yelken, fıç ı gibi şeylerin altını
bod moncuk, {eTj Cariyelerin takındığı boncuk.
üstüne getirmek. 2. Bir kabı ters çevirerek içindeki
[DLT]
leri birden boşaltmak.
bod4, [bod] {eT} is. Toy kuşu. [DLT]
bocalama, [boca-la-ma] is. Bocalam ak eylemi,
bocalamak, [boca-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. bodam, [Yun. potamo] {ağız} is. Bir yapıya büyük
dnz. (Gemi için) rüzgâra karşı gidem eyerek sürük kiriş atıldıktan sonra iki tarafta boydan boya kalmış
lenmek. 2. Rüzgârdan kaçarak hız kesmek. 3. me olan bölmeler. [DS]
caz. Bir işte tutulm ası gereken yolu bilememek; bodana, [Yun. mpoutina] {ağız} is. 1. Tahta kap. 2.
kararsızlık içinde bunalmak. 4. Yeni bir işe ve or Küçük fıçı. 3. Toprak kap. [DS]
tama ayak uyduramamak; alışamamak. bodaşmak, [bod-aş-mak] {ağız} işteş f. [-ir] Kollarını
bocalatma, [boca-la-t-ma] is. Bocalatm ak işi. birbirinin boynuna dolayarak yürümek. [DS]
bocalatmak, [boca-la-t-mak] g ç l . f [-ır] 1. Birisinin bodes, [Yun. podesin] {ağız} is. Büyük boy öreke.
bocalamasına yol açmak. 2. Birini, ne yapacağını [DS]
bilemez durum a getirmek, bodımak, [bod-u-mak / bod-ı-mak] {eTj g ç l.f. [-r] 1.
bocanma, [boca-n-ma ?] {ağız} is. Gayret. [DS] Yapıştırmak. 2. Boyamak. [Gabain]
boccik, -ği [Erme, boç (kuyruk) > boc-cik] {ağız} is. bodısabat, [Sansk. bodhisattva] {eT} sf. 1. Özü,
Keçi kuyruğu. [DS] eksiksiz bilgiye dayalı olan. [İKPÖy.] 2. is. Buda
boci, [İng. bogie] is. A ğır yükleri taşım akta kullanı düzeyine erişmesine yalnızca bir basam ak kalan
lan iki küçük, kalın tekerleği olan el arabası, Budacı aziz. [İKPÖy.]
bocu, [Erme, poçi] {ağız} is. 1. Küçük köpek. 2. Tazı. bodi, [Sansk bodhi] {eT} is. 1. Tanrısal aydınlanma;
tenvir; ilham; nur; erme. [Gabain] [EUTS] 2. İrfan.
3. Domuz yavrusu. [DS]
[EUTS] 3. Buda bilgeliği,
bocuk, -ğu [Slav, bojuku] is. 1. Domuz. 2. Hz. İsa
(as)’m Ortodokslar tarafından kutlanan doğum yor
bodiri, [Yun. potiri] {ağız} is. Küçük konyak kadehi.
[DS]
tusu. S bocuk domuzuna dönmek, Şişmanlamak.
bodiye, [Yun. podia] {ağız} is. Kızların okul önlüğü.
bocur, [Sırp, bojur] {ağız} is. bot. Küçük kırmızı [DS]
renkli bir çiçek; şakayık, (Paeonia). [DS]
bodlamak, [eT. botu-la-m ak / bot-a-la-mak] {ağız}
bocurgat, [Yun. mpotzergates / ? boci+ırgat] is. 1. gçsz. f. [-r] [-l(u)-yor] (M anda ve deve için) do
Ağır yükleri kaldırm akta kullanılan ve bir manivela ğurmak. [DS]
ile döndürülen özel bir çıkrık. 2. {ağız} Yağ değir
bodlacı, [botla-cı] {eAT} sf. Gebe deve.
menlerinde hayvan veya insanlar tarafından çevri
len ve döndükçe üzerine halat dolanarak pres göre bodlug1, [bod-luğ / bod-uğ] {eT} is. Boya; kına.
vi yapa kalın direk. [DS] 3. {ağız} İri yarı adam. [DLT]
[DS] S bocurgat yapmak, argo. Burnunu karış bodlug2, [bod-luğ] {eT} sf. Boylu. [DLT] [EUTS]
tırmak. bodoslama, [Yun. podostamo] is. 1. Bir teknenin baş
bocurum, [Yun. epidromus] is. dnz. Kotra ve filika ve kıç tarafından kaldırılan kaplam aların birleştiği
gibi deniz taşıtlarının kıç direğinde yer alan dört yerdeki ağaç. 2. argo. Burun. 3. argo. Göğüs; gö
köşe yelken. bek. 4. zf. Ön taraftan; cepheden. S1 bodoslama
bocut, -du [bod-uç / boc-ut] {ağız} is. 1. Ağaçtan o- demiri, Kayığın ön tarafındaki demir.
yularak yapılmış testi. 2. Topraktan yapılm a ağzı bodoslamadan, [bodoslama-dan] zf. Önden, cephe
geniş testi. 3. Kısa boylu insan. [DS] den; tam karşıdan,
boça, [İt. boccia] (b o ’ça) {OsT} is. dnz. On yedinci bodrak, [böd-rak] {eT} sf. (At donu için) kızıl kahve
yüzyılda kullanılan bir tür top güllesi. rengi. [ETY]
BOD ÖIÜMIİİCESÛM.mc,
b o d ru m , [Yun. hypo (altında) + dromos (yol)] is. b o d u rla şm a , [bodur-la-ş-ma] is. Bodurlaşmak eyle
Binanın yol seviyesinden aşağıda kalan kısmı. S mi.
b o d ru m gibi, B asık ve karanlık (yer).|| b o d ru m b o d u rla şm a k , [bodur-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] Bodur
k a tı, B ir binanın zemin altında kalan ve oturulabi- durum a gelmek,
len kısmı. || b o d ru m m ezarı, Türbe ve kiliselerin b o d u rlu k , -ğu [bodur-luk] is. 1. Bodur olma duru
bodrumlarına ölü göm ülm esi için yapılan oda; me mu. 2. Bodur olan şeyin niteliği,
za r oda. b o d u tm a k , [bodü-mak > bodu-t-mak] {eT} gçl. f. [-
bodsuz, [bod-suz] {eT} sf. 1. Boysuz; endamsız. 2. ur] Boyatmak.
Bedensiz. b o g 1, [böğ (bo:ğ) {eT} {eAT} is. Bohça; heybe.
b o d u , [bod-u] {ağız} is. 1. Dokuma tezgâhının altma [DLT]
ve üstüne takılan yuvarlak ağaç. [DS] bog2, [bo-ğ] {eT} is. Küf. [Gabain]
boduç, -cu [eT. butik (tulum) > boduc ç^ji] {ağız} is. bog3, [beg / baş-buğ] {ağız} is. Başkan; amir. [DS]
1. Ağaç veya topraktan yapılmış kısa boylu, ağzı boga, [boğa] {eT} is. Boğa. [EUTS]
içine el girebilecek genişlikte küçük küp; bodur bogaga, [*bukâ-mak > bukâ-ğü] {eT} is. Kelepçe;
cuk. 2. {eAT} Emzikli toprak su kabı. 3. Çömlek. 4. bent; bukağı. [EUTS]
K üçük güğüm. [DS] bogaguçı, [buka-ğu-çî] {eT} sf. 1. Kelepçe vuran.
b o d u çk a, [bodur + Slav, -ka (küçültme eki)] {ağız} sf. [EUTS] 2. is. Cellat. [EUTS]
Bodur. [DS] bogagulug, [buka-ğu-luğ] {eT} sf. Boğulmuş; kelep
b o d u g 1, [bodü-mak (boyamak) > bodu-ğ] {eT} is. 1. çelenmiş. [EUTS]
Boya; renk. [DLT] [KB] 2. Çivit; boya; kma. [EUTS] bogagulukçı, [bukağu-luğ-çı] {eT} is. 1. Cellat.
b o d u g 2, [bod > bod-uğ] {eT} is. Heykel. [EUTS] [EUTS] 2. Katil; boğazlayan. [EUTS]
boduglug, [boduğ-luğ] {eT} sf. Boyalı; renkli. [EUTS] b o g am ak , [boğ-amak / buğ-anak] {eAT} is. Sağanak,
b o d u k 1, -ğu [eT. botu > botu-k / bod-uk] {ağız} is. 1. bogang, [*boğan] {eT} is. -*■ bogay.
Deve yavrusu. 2. Ayı yavrusu. 3. Küçük çocuk. 4. b o g a rm a k , [boğ-ar-mak] {eT} g ç l.f. Ağaca kertik aç
T ek boynuzu kırık hayvan. [DS] mak. [DLT]
b o d u k 2, -ğu [bod-uk ?] {ağız} is. Ağaç kovuğu. [DS] b o g arsu k , [boğ-ar-suk / bağ-ar-sık] {eAT} is. Bağır
b o d u lm ak , [bod-ul-mak] {eT} edil. f. [-ur] 1. Bağ sak.
bogasa, [boğ-ası / boğ-asa] {eAT} is. Kalın çulha be
lanmak; yapışıp kalmak. [EUTS] [Üç İtigsizler] 2.
zi.
Takılmak; asılmak. [Gabain] 3. Boyanmak. [Gabain]
[KB] b o ğ asam ak , [boğa-sa-mak / boğa-sı-mak] {eAT}
b o d u m ak , [*böd > bod-u-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1. gçsz. f. [-r] (İnek için) boğa ile çiftleşmek istemek;
Yapıştırmak; [Gabain] 2. Boyamak; renklendirmek. kızmak.
[DLT] [Gabain] 3. Asmak; süzmek. [EUTS] 4. Y ak b ogasım ak, [boğa-sa-mak / boğa-sı-mak] {eAT} gçsz.
mak. [EUTS] f [~lr] boğasamak,
bo d u n , [böd (boy; kurumlaşmış topluluk) > böd-(u)n b o g ata, [İt. bugada / Yun. plogada (küllü su)] is. Y ı
(-n: çokluk, topluluk bildiren ek)] is. 1. Millet; kamadan önce çamaşırı küllü ya da ilaçlı suya bas
halk; insanlar. [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] 2. Boylar; tırma.
oymaklar; kabileler. [Tekin] [Gabain] [İKPÖy.] [ETY] bogay, [boğan > boğay] {eT} is. Alçak; kısa. [Clauson]
bodunlug, [bodun-luğ] {eT} sf. Bir boya mensup o- boğaz, [boğ-az / boğ-uz] {eT} is. Boğaz. [DLT] [Gaba
lan; kavimli; milletli; boylu, in] [EUTS] S boğaz b o lm ak , {eT} Hamile kalmak.
b o d u r, [bod (boy) >bod-ur] sf. Enine göre boyu kısa [EUTS]|| boğaz deliği, {eAT} Yemek borusu.|| bo
olan; tıknaz. S b o d u r ağaç, bot. 1 . İklim şartları ğazı ele virm ek , {eAT} Yakalanmak; yakayı ele
sebebiyle yeterince boy atamayan ağaç. 2. Maki; vermek.|| boğazı k u h , {eAT} Pisboğaz.|| boğazın
çalı.\\ b o d u r çap ak , zool. Sazangillerden gö l ve ır alm ak , {eAT} Boğazına yapışmak; boğazından y a
maklarda yaşayan 20-30 cm. boyunda tatlı su balı kalama!1.1| boğazı tolusına, {eAT} Boğaz tokluğu-
ğ ı,|| b o d u r k alm ak, I. Boyu uzamamak, kısa kal na.|| boğaz y â ri, {eAT} Boğazına düşkün.
mak. 2. Gelişememek.\\ b o d u r p as, bot. A rpa ya p bo g azd ak , [boğaz-dak] {eT} is. -*■ bağırdak. [Clauson]
raklarına yerleşen ilkel bir mantar (Puccinia hor- bogazlagı, [boğaz-lağu>boğaz-lağı
deli) ve bu mantarın y o l açtığı hastalık.\\ B o d u r {OsT} is. 1. Boğazlam a yeri. 2. Gırtlak; hançere,
ta v u k h e r dem piliç, “K ısa boylu olan kimse her
bogazlagu, [boğaz-lağu {eAT} is. Gırtlak;
zaman olduğundan daha genç ve güzel görünür"
anlamında kullanılan söz. hançere.
b o d u rc u k , [bod-ur-cuk] is. Küçük ve geniş karınlı, bogazlavu, [boğaz-lavu {OsT} is. Gırtlak; han
geniş ağızlı toprak kap. çere.
i B t n i ö i ı C E a i ‘ 64! BOĞ
bogdam, [boğ-dam] {eT} sf. 1. Küflü. [Gabain] 2. is. bogrul, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-ul / buğ-
Küf. [Gabain] 3. Bayatsımış; kokuşmuş. [EUTS] (u)r-ul] {eT} sf. -*■ bogrıl. [DLT]
bogday, [boğday] {eT} is. Buğday, bogruşmak, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-uş-
bogım, [boğ-ım / boğ-um / boğ-un] {eT} is. 1. Bo mak / buğ-(u)r-uş-mak] {eT} işteş f. [-ur] Ağaç
ğum. [DLT] 2. Eklem; oynak. yontm akta yardım ve yarış etmek. [DLT]
bogınmak, [boğ-m-mak {OsT} dönşl. f. [-ur] bogsuk, [boğ-suk / boh-suk] {eT} is. Kölelerin bo
yunlarına geçirilen lale. [DLT]
Kendi kendini boğmak,
bogtaçi, [boğ-taçi] {eT} is. Kurtarıcı. [Gabain]
boglam ak, [boğ-lâ-mak / bağ-lâ-mak] (boğla:mak)
bogtag, [boğ-tâğ] {eT} sf. Kurtarılmış; hidayete er
jeT{ g ç l - f [->'] 1- Boğmak. [DLT] 2. Bohçalamak.
miş. [Gabain]
[DLT]
bogturmak, [boğ-tur-mak] {eT} g ç l . f [-ur] Boğdur
boglanm ak, [boğ-la-n-mak] {eT} edil. f. [-ur] Bohça-
mak. [DLT]
lanmak. [DLT]
bogug,'[boğ-uğ / buğ-uğ] {eT} sf. Yuvarlak. [EUTS]
boglatm ak, [boğ-la-t-mak] {eT} g ç l.f. [-ur] 1. Boh-
çalatmak. 2. Boğdurmak, boğuk, [boğ-uk] {eT} sf. Boğuk; kapalı. [EUTS]
boğulmak, [boğ-ul-mak] {eT} edil. f. [-ur] Boğul
boglunm ak, [boğ-lu-n-mak] {eT} edil. f. [-ur] B o
mak. [DL.T]
ğulmak. [DLT]
boğum, [boğ-um] {eT} is. Boğum; eklem. [DLT]
bogmag, [boğ-mağ {eAT} is. Gerdanlık; kol
boğun, [boğ-un {eT} is. Boğum; eklem; {eAT}
ye.
(aym). [DLT]
boğm ak1, [boğ-mak {eT} is. 1. Gerdanlık;
bogundı, [boğ-un-dı] {eT} is. Hayvanların sidik tor
gelin gerdanlığı; {eAT} (aynı). [DLT] 2. Gömlek bası; hayvan mesanesi. [DLT]
düğmesi. [DLT] bogunmak, [boğ-un-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] B o
boğm ak2, [boğ-mak] {eT} gçl. f. [-ar] Boğmak; ğulmak. [DLT]
.sıkarak bağlamak. [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] bogurda, [boğ-ur-da] {eT} sf. Kıvırcık. S bogurda
boğmak’, -ğı [bog-mak] {ağız} is. Parm ak eklemi. saç, {eT} Kıvırcık saç. [DLT]
[DS]
bogurtlak1, [bo (yans) > bo-ğur-t-la-k {OsT}
bogmaklalmak, [boğmak-la-l-mak] {eT} dönşl. f. [-
is. zool. Bağırtlak.
ur] Düğmelenmek; gömleğim iliklemek. [DLT]
bogmaklamak, [boğmak (düğme) > boğmak-lâ-mak] bogurtlak2, [boğ-ur-t-la-k / jis j- y ] 'OsTj is.
(boğmakla:mak) {eT} gçl. f. [-r] Düğmelemek; ilik Boğaz; gırtlak,
lemek. [Clauson] boğuşmak, [boğ-mak > boğ-uş-mak] {eT} işteş f. [-
bogmaklanmak, [boğ-mak-la-n-m ak {eAT} ur] Birbirini boğmak; boğuşmak. [DLT] [EUTS]
dönşl. f. [-ur] Boğmak takınmak; gerdanlık takın boguz, [boğ-mak (boğmak) > boğ-uz {eT} {eAT}
mak. is. 1. Boğaz; gırtlak. [EUTS] [İKPÖy.] [DLT] [Ga
bognak, [boğ-un-mak > boğ-(u)n-ak] {eT} is. Boğu bain] [ETY] [KB] 2. {eT} Hayvan yemi olarak kulla
cu; nefes almayı güçleştirici, nılan tahıl. [EUTS]
bognaklanmak, [boğnak-la-n-mak] gçsz. f. [-ur] boguzlagu, [boğ-uz-la-ğu] {eT} is. Boğaz; nefes bo
(Bulut için) parça parça olmak; dağılmak [DLT] rusunun üst kısmı; gırtlak. [Nevâyî]
bogoz, [boğ-uz / boğoz] {eT} is. -* boguz. boguzlamak, [boğ-uz-la-mak {eT} gçl. f. [-r]
bogra, [boğ-ra] {eT} is. 1. Her hayvanın döl almak Boğazlamak; kesmek. {eAT} (aynı) [Clauson]
için ayrılmış erkeği. [DLT] 2. Aygır. [DLT] 3. Boğa. boguzlanm ak, [boğ-uz-la-n-mak] {eT} edil. f. [-ur]
[DLT] 4. Deve aygırı. [DLT] Boğazlanmak,
bogralanmak, [boğ-ra-la-n-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] böğürmek, [bo (yans.) > bo-gür-mek] {ağız} gçsz. f. [-
1. Boğa veya aygır sahibi olmak. [DLT] 2. Boğa ür] (Hayvan için) böğürmek. [DS]
veya aygır haline gelmek; boğalaşmak; aygırlaş- boğ1, [eT. boğ > boğ] {ağız} is. 1. Sofra bezi. 2. B oh
mak. [DLT] ça. 3. Nişanlı kız tarafından erkeğe gönderilen he
bogramak, [boğ-ra-mak] {eT} g ç l.f. [-r] Ağaçta ker diye bohçası. 4. Bağlanmış paket. 5. Hediye; arm a
tik açmak. [DLT] ğan. [DS] S1 boğa gitmek, {ağız} Yiyecek bir şey
bogrıl, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-ıl / boğ- alarak baş sağlığı dilemeye gitmek. [DS]
(u)r-ul] {eT} sf. (Koyun için) boynu beyaz. [DLT] boğ2, [eT. boğ] {ağız} is. Çöplük; gübre. [DS]
bogrug, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-uğ / bığ- boğa, [eT buka / buga / boğa] is. Damızlık erkek sı
(')r-ığ] {eT} is. Torba, çuval ya da deride katlanma ğır. fi1 boğa dikeni, bot. Yeryüzünde yaygın olarak
sonucu oluşan büküntüler. [DLT] yetişen p e k çok türü bulunan maydanozgillerden
BOĞ OIüraiİİMCESOM.642
otsu bir bitki; çakır otu; deve dikeni; göz dikeni. || hassas ve korum asız yer; gırtlak; ümük. 2. Boynun
boğa gibi, Vücudu iyi gelişmiş, güçlü görülen. || ön ve yan kısımlarını oluşturan organlar. 3. Boynun
boğa güreşi, İspanya başta olm ak üzere Latin iç tarafı ve ağız boşluğundan sonra gelen, yiyecek
Amerika, Portekiz ve F ra n sa ’nın bir bölümünde lerin ve soluğun geçtiği kısım. 4. coğ. İnsan vücu
yaygın olarak yapılan vahşi boğalarla dövüş. || bo dunun en dar yeri olan boğaza benzeyen coğrafî
ğayı savmak, {ağız}] (İnek için) gebe kalmak. [DS] yerler; iki sarp dağ arasındaki dar geçit; derbent. 5.
boğaça, [Sırp. / Bulg. pogâca / It. focacia / boğ-mak Şişe, testi, güğüm, vazo gibi kaplarda ağza yalcın,
> boğ-a-ça [Gülensoy]] {ağız} is. -*■ poğaça. [DS] dar ve uzunca kısım. 6. coğ. İki denizi birbirine
boğada, [It. bucato / Yun. mpogada (küllü su)] is. bağlayan ve iki kara arasındaki dar uzun su geçidi.
Y ıkam adan önce çamaşırları killi, küllü veya ilaçlı 7. Çay ağzı. 8. mecaz. Y eme içme. 9. mecaz. Yiye
suda bastırma, ceği içeceği bir kişiye bağlı kişi sayısı; gırtlak. 10.
boğak, -ğı [boğ-ak] is. tıp. Anjin, mecaz. Yedirip içirme yükümlülüğü; iaşe. 11. Tele
boğalık, -ğı [boğa-lık] is. 1. Boğa olma durumu veya fon hatlarında telin bağlandığı fincanın boğumlu
boğanın niteliği. 2. sf. (Erkek dana için) boğa ol yeri. 12. E sk id e n , o k a tm a y a rışla rın d a y irm i
mak üzere ayrılan, d ö rd e a y rıla n d e re c e le rin so n d ö rt b ö lü m ü . 13.
boğan, [boğ-mak > boğ-an] sf. Boğma işini yapan; {ağız} Değirmen taşının ortasındaki delik. [DS] 14.
boğucu, fi1 boğan otu, bot. Avrupa ve Asya dağla {ağız} Bitkilerin kölce yakın kısmı. [DS] S boğaza
rında yetişen düğün çiçeğigillerden dik gövdeli, çalmak, {ağız} Değirmen taşını çevreleyen kasnağa
çok zehirli ve çok yıllık otsu bitki; kurt boğan; kap un birikmek. [DS]|J boğaz açılmak, İştahı gelmek.\\
lan boğan, (Acunitum napellus). boğaz açmak, Ağaçların dibini çapalayıp kabart
boğanak, -ğı [eT. boğ(u)n-ak (insanı boğan şey) > mak; yabancı otları ve sürgünleri temizlemek. || bo
boğ-anak {ağız} is. 1. Fırtına sırasında görü ğaza durmak, i. Lokmayı yutamamak. 2. Yemek
yiyene sıkıntı vermek. 3. {ağız} Kötü sözlerle karşı
len hortum; kasırga. 2. Şiddetli yağmur; sağanak. 3.
sındakini kırm ak veya kızdırmak. [DS]|| boğaza gir
Tipi halindeki kar. 4. Yağmur öncesinde görülen
mek, {ağız} Değirm ende sıraya girm ek y a da buğ
boğucu ve sıcak hava. 5. Yağmur bulutu. 6. sf.
dayını sepete boşaltmak. [DS]|| boğaz ağı, {ağız}
(Renk için) parlak olmayan; karışık ya da bozuk. 7.
Kadınların başlarına bağladıkları yazma. [DS]||
(Y er için) sıkıntılı; boğucu; havasız. [DS] S boğa
boğaz ağrığı, {ağız} H azır yiyici; başkalarının ka
nak boğanak, {ağız} 1. B oğuk boğuk. 2. Silik silik;
zancını yem e durumunda olan. [DS]|| boğaz alan,
dumanlı, puslu gibi. [DS]
{ağız} (Armut, ayva vb. meyve için) sulu olmadığı
boğarsuk, -ğu [bağır-suk > boğarşuk {eAT} için yerken boğaza takılan, zor yutulan. [DS]|[ bo
is. Bağırsak. ğaz alma, {ağız} Boğaza tıkanma. [DS]|| boğaz ar
boğartlak, -ğı [boğ-ar-t-la-k] {ağız} is. Yeni çıkan sızı, {ağız} H azır yiyici; tembel. [DS]|| boğaza sa-
başak. [DS] rdmak, i. Sıkıştırmak. 2. Zorlamak.|| boğaza tık
boğasa, [tsp. bocacı => boğasa {OsT} mak, (Söz için) hemen geri çevirip söyleyenin y ü
züne gerçeği vurm ak.j| boğaz bağı, {ağız} Çuvalla
is. Kalın çulha bezi,
rın ağzını bağlamakta kullanılan ip; ağız bağı; ağız
boğasak, -ğı [boğa-sa-k] sf. (İnek için) kızışan; çift
ipi. [DS][| boğaz boğaza gelmek, Birbirinin boğa
leşmek için boğa isteyen,
zına sarılacak kadar şiddetli kavga etmek. || boğaz
boğasam a, [boğa-sa-ma] is. Boğasamak eylemi,
cengi, Oburluk; pisboğazlık.\\ boğaz çalan, {ağız}
boğasam ak, [boğa-sa-mak gçsz. f. [-r] [- Gırtlaktan çıkan kaval sesine benzer ses. [DS]|| bo
s(ı)-yor] {OsT} 1. (İnekler için) kızışmak; boğa is ğaz çekmek, {ağız} H ava akımı yapmak. [DS]|| bo
temek. 2. Çiftleşmek, ğaz çiçeği, {ağız} 1. Papatya. 2. Ekilen bitkilerin
boğası, [İsp. bocacı / İt. boccascino [Tietze] ^ l i ^ ] düzgün biçimde açan çiçeği. [DS]|| boğazda bı
rakmak, Rahat ve huzur vermemek. || boğazda
{OsT} is. tekst. 1. Bez ayağı armürle dokunan ince
durm ak, (Yenilen y a da içilen şey için) büyük bir
astarlık bez. 2. Döşemelik kumaşları sağlamlaştır
ürküntü yüzünden yutulamamak.\\ boğazda kal
m akta kullanılan kolalı ve zamklı astar,
mak, (Lokma için) aşırı şaşkınlıktan yiyememek. ||
boğasımak, [boğa-sı-mak {OsT} boğazdan artırmak, A z harcayıp, az yiyerek para
g çsz.f. [-r] (İnek için) boğa istemek, biriktirmek. || boğazdan geçmem ek, 1. Yiyememek.
boğata, [İt. bigotta] is. dnz. Deliğinden halat geçiri 2. Hatırlanan birisine yenen yem ekten ayırmak.\\
len, dıştaki yuvalarına da sabit bir halat takılarak boğazdan kesmek, Yemeyerek biriktirmek. || boğaz
hareketli m akara gibi kullanılan ancak döner olma deliği, {eAT} Yemek borusu.\\ boğaz derdi, 1. Ge
yan bir çeşit makara, çim için verilen mücadele. 2. Yemek pişirm e ve ha
boğaz, [boğ-mak > boğ-uz / boğaz > boğaz] is. anat. zırlam a sıkıntıları,|| Boğaz dokuz boğum, Söyle
1. Boynun ön kısmında hava borusunun geçtiği nenler çok iyi düşünülerek söylenmelidir. || boğaz
BOĞ
doldurma, Sebze ve meyve bitkilerinin diplerine boğaz içinde kavga, Yeme içme; yem ek. || boğaz
toprak yığm a.|| boğaz durmaz, Beslenm e ihtiyacı ipi, {ağız} Çift öküzlerini boyunduruğa koşarken
biitün ihtiyaçlardan önemlidir; insan sürekli bes boyunlarına bağlanan ip. [DS]|| boğaz kavgası, 1.
lenmek zorundadır.\\ boğaz düşmek, {ağız} Badem Yiyecek tartışması. 2. Geçimini sağlamak için veri
cikler şişmek; boğaz ağrımak. [DS]|] boğaz geç len miicadele.\\ boğaz kaydında olmak, Yemekten,
mek, {ağız} 1. Söz vermek. 2. Değirm ende taşı dön içmekten başka bir şey düşünmez olmak. || boğaz
düren milin çevresi delinerek tahıl çark evine ak kıstı, {ağız} Anjin. [DS]|| boğaz kökü, {ağız} Bitkile
mak. [DS]|| boğazı açılmak, İştahı artmak.|| boğazı rin boğaza yakın kökleri. [DS] || boğaz kulu, P is
düğümlenmek, Üzüntüden boğazı tıkanmak.\\ bo boğaz, obur. || boğaz kurumak, Çok konuşmak. ||
ğazı ele vermek, {eAT} Yakalanmak.|| boğazı in Boğaz ola! argo. A fiyet olsun.\\ boğaz olmak, 1.
mek, Bademcikleri şişmek, iltihaplanmak.\\ boğazı Boğaz ağrısına yakalanmak. 2. İmrenmekten boğa
işlemek, Durmadan bir şeyler yiyip içmek. || boğazı zı şişm ek.|| boğaz tokluğuna, 1. Sadece çalıştığı
kara, {ağız} Uğursuz. [DS]|| boğazı kısa, Sır tutma sürece karnını doyurma karşılığında iş yapma. 2 .
yan; düşündüğünü hemen söyleyiveren,|| boğazı Kârsız ;f.|| boğaz vermek, {ağız} Sebzeleri çapala-
kulu, {eAT} Obur; pisboğaz.|| boğazı kurumak, mak. [DS]|| boğaz yâri, Boğazına düşkün; yem e ve
Çok susamak. || boğazına dikkat etmek, Sağlıklı içmeyi seven.|| boğaz yılanı, {ağız} Boğaza akacak
beslenmek için özenli yiyip içmek.\\ boğazına di kadar küçük ve ince yılan. [DS]
zilmek, Üzüntü, korku gibi sebeplerle yiyecek ve boğazcıl, [boğaz-cıl] {ağız} sf. Hazır yiyici; tembel.
içeceği yutamamak.\\ boğazına durmak, Yiyeceği [DS]
yutamamak.\\ boğazına düğümlenmek, Söylem ek boğazkesen, [boğaz+kes-en] is. Bir boğazı ve geri
istediği şeyleri söyleyememek. || boğazına düşkün, sindeki topraklan savunmak için deniz kıyısına ya
1. Çok yem ekten zevk alan. 2. Ağzının tadını bilen. \\ pılan hisar,
boğazına indirmek, Gelişigüzel yem ek. || boğazına boğazlağı, [boğaz-lağı] is. {ağız} Huni. [DS]
kadar, Yeterinden çok; aşın.'} boğazına kavi, İlı boğazlama, [boğaz-la-ma] is. Boğazlamak eylemi,
ğız} Boğazına düşkün. [DS]|| boğazın almak, {eAT} boğazlamak, [boğuz-la-mak / boğaz-la-mak] gçl. f.
Boğazından yakalamak; boğazına yapışmak. j| bo [-r] [-l(ı)-yor] 1. Bir canlıyı boğazını kesm ek sure
ğazına sabırsız, N e bulursa zam an ve sıra gözet tiyle öldürmek. 2. mecaz. Gaddarca, kan dökerek
meden yiyen.|| boğazına sarılmak, Sinirlenerek öldürmek. 3. Kurban kesmek. 4. {ağız} B ir bitkinin
üzerine yürümek; dövmeye kalkışm ak,|| boğazında dibindeki toprağı çapa ile gevşetmek. [DS]
bırakmak, Yemeği yem esine fırsa t bırakmamak.|| boğazlanma, [boğaz-la-n-ma] is. Boğazlanmak eyle
Boğazında dursun! Yediği şeyin yaram aması dile mi.
ğiyle birine yapılan bir beddua.\\ boğazında dü boğazlanmak, [boğaz-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Bo
ğümlenmek, H eyecan ve üzüntü gibi sebeplerle ğazı kesilerek öldürülmek. 2. (Hayvan için) kurban
söylemek istediği şeyleri söyleyememek. || boğazın edilmek. 3. dönşl. f. Yemek yemeye başlamak; iş
da kalmak, 1. Ağzındaki üzüntü dolayısıyla lok tahı gelmek.
mayı yutamamak. 2. Yemeği yiyip bitirmesine fırsa t boğazlaşma, [boğaz-la-ş-ma] is. Boğazlaşmak işi.
kalmamak]] Boğazında kalsın! Kızılan birisine boğazlaşm ak1, [boğaz-la-ş-mak] işteş, f. [-ır] 1. Bir
karşı yiyip içtiği şeyin sıkıntı vermesi için edilen birini boğazlayarak öldürmek. 2. Kıyasıya dövüş
beddua.\\ boğazından artırmak, Yiyeceğinden kı mek.
sarak para artırmak.\\ boğazından geçmemek, boğazlaşmak2, [boğaz-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Bo
Düşünülen kimsenin yokluğu veya yoksulluğu y ü ğaz haline gelmek,
zünden huzur içinde yem ek yiyememek.\\ boğazın
boğazlatma, [boğaz-la-t-ma] is. Boğazlatmak işi.
dan kesmek, Yiyecek içecek harcamalarını azalt
boğazlatmak, [boğaz-la-t-mak] gçl. f [-ır] 1. (Bir
mak.|| boğazını çıkarmak, A ncak geçim ini karşıla
kasaplık hayvan vb. için) bir kimseye, boğazım
yabilmek,|| boğazını çıkartmak, Karnını doyura
kestirm ek suretiyle öldürtmek. 2. Gaddarca öldürt
cak, geçim ini sağlayacak kadar p a ra kazanmak.\\
mek. 3. Kurban kestirmek,
boğazını doyurmak, Karnını doyurmak.\\ boğazını
boğazlayan, [boğaz-la-y-an] sf. 1. (Kişi için) kasap
kazımak, {ağız} Zorla tükürmek. [DS]|| boğazını
lık hayvanları kesen. 2. (Katil için) insanları boğaz
sevmek, Yiyip içmeye düşkün olmak.\\ boğazını
layarak öldüren,
sıkmak, 1. Birini bir şey için zorlamak. 2. B ir şeyin
boğazlı, [boğaz-lı] sf. 1. (Nesne için) boğazı olan. 2.
mutlaka yapılm asını istem ek.|| boğazını yırtmak,
mecaz. Çok yemek yiyen; iştahlı. 3. {ağız} Obur;
Çok bağırmak.\\ boğazın kökü tutuşmak, Yenilen
pisboğaz; boğazsak. [DS]
veya içilen şeyin çok acı oluşundan dolayı boğa
boğazsak, -ğı [boğaz-sak] {ağız} sf. Obur; pisboğaz.
zında dayanılmaz acı veya yanm a hissi duymak.\\
[DS]
boğazın kökü yanm ak, -+• boğazın kökü tutuş-
mak.|| boğazı tolusuna, {OsT} B oğaz tokluğuna.\\ boğazsı, [boğaz-sı] sf. dbl. A rt damaksıl, küçük dil
ünsüzü, boğazsı gibi art ünsüzlerin genel adı.
BOĞ HHCEH.
boğazsıl, [boğaz-sıl] sf. dbl. Dil kökünü yutak çepe boğm ak1, [eT. boğ-m ak > boğ-mak] gçl. f. [-ar] 1.
rine değdirmek suretiyle söylenen ünsüz, Boğazını sıkmak suretiyle nefes almasını engelle
boğazsıllaşma, [boğaz-sıl-la-ş-ma] is. dbl. Yutağın yerek öldürmek. 2. Başka yollardan nefessiz bıra
kasılm asıyla art ağız boşluğunun şekil değiştirmesi karak öldürmek. 3. Suya batırarak nefessiz bırakıp
sonucunda etkilediği seslerin bemolleşmesi olayı, öldürmek. 4. (Ses, renk vb. için) anlaşılmasını ön
boğazsırak, -ğı [boğaz-sı-ra-k] {ağız} sf. (Hayvan i- lemek; silik duruma getirmek; bastırmak; örtmek.
çin) obur. [DS] "Sokağın gürültüsü, m üziği boğuyordu. ” 5. mecaz.
boğazsız, [boğaz-sız] sf. 1. (Nesne için) boğazı ol Bütünüyle kaplam ak; sarmak. 6. mecaz. Bol bol
mayan. 2. mecaz. A z yemek yiyen; iştahsız, vermek; aşırı yapmak. 7. (Araçlar için) fazla yakıt
boğcalamak, [boğ-ca-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- vererek çalışamaz duruma getirmek. 8. İşine gel
yo r] 1. Tırmalamak. 2. Örselemek; gırtlağını sık meyen bir durumu, başka bir eylemle örtmeye,
m ak; eziyet etmek. [DS] unutturm aya çalışmak. 9. (Bitkiler için) gelişmesini
engellemek. 10. (Renkler için) birbirinin etkisini
boğcalaşmak, [boğ-ca-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır]
yok etmek, karartmak, silikleştirmek. 11. mecaz.
Boğuşmak. [DS]
Bunaltmak. 12. Bir şeyi ip veya benzer şeyle sıkıp
boğça, [eT. boğ (bohça) > boğ-ça] {ağız} is. Bohça.
bağlamak. "Kanamayı durdurmak için üst tarafın
[DS]
dan bir bezle boğunuz. ” 13. {ağız} Torba, kese, çu
boğdu, [boğ-du] is. 1. Üçgen kısmı ile baş örtüldük
val vb. gibi şeylerin ağzını büzdürerek bağlamak.
ten sonra iki ucu çene altından çapraz dolanarak
[DS] 14. {ağız} Ağaçları, kuruması için gövdesinin
ensede bağlamak suretiyle kullanılan baş örtüsü. 2.
çevresini çentik açarak yaralamak. [DS] 15. argo.
Boyuna, kulağa, başa sarılan her türlü örtti.
Kumarda hile ile yenmek. 16. argo. Birisinden çe
boğdurma, [boğ-dur-ma] is. Boğdurmak işi.
şitli yollarla çıkar sağlayıp sırtından geçinmek.
boğdurmak, [boğ-dur-mak] gçl. f. [-ur] 1. Boğma
boğmak2, [eT. bud-m ak > buy-mak > boğ-mak] {a-
işini birine yaptırmak. 2. Bir insanı veya bir hayva
ğız} gçsz. f. [ar] Donmak; buymak. [DS]
nı birine boğmak suretiyle öldürtmek,
boğmak3, -ğı [boğ-mak] is. 1. Boğum yeri; düğüm;
boğdurtma, [boğ-dur-t-ma] is. Boğdurtmak işi.
boğum. 2. Eklem. 3. Boyun halkası; kolye; gerdan
boğdurtmak, [boğ-dur-t-mak] gçl. f. [-ur] Boğmak lık. 4. Hayvanların boynuna takılan halka. 5. Sağa
işini birisi aracılığıyla bir başkasına yaptırtmak, nak şeklindeki yağmur,
boğdurulm a, [boğ-dur-ul-ma] is. Boğdurulmak işi. boğm aklam ak, [boğ-mak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
boğdurulm ak, [boğ-dur-ul-mak] edil. f. [-ur] Birisi [-l(ı)-yor] Bir ağacı kurutmak için kabuğunu boğa
tarafından boğdurm ak işi yapılmak, zına yakın yerden çevre dolayı çentiklemek. [DS]
boğlama, [boğ-la-ma] {ağız} is. Atkı, baş örtüsü gibi boğmaklı, [boğ-mak-lı] sf. 1. Boğumları olan. 2.
örtü. [DS] Eklemli. 3. Düğümlü. S1 boğmaklı kuş, zool. Tar
boğma, [boğ-ma] is. 1. Boğmak eylemi. 2. Havasız la kuşugillerden, tüyleri çok koyu esmer, kalın ga
bırakarak öldürme. 3. {ağız} Paçaları büzgülü bir galı, uzun kanatlı büyük bir tarla kuşu; bir tür toy
tür şalvar. [DS] 4. İpekböceği üretiminde, kozaları gar, (Melanocorypha calandra).
kelebekleri delip çıkmaması için uygulanan sıcak boğmuk, -ğu [boğ-muk / boğ-mak] {ağız} is. Boğum
hava ve buhar ile öldürme işlemi. 5. İncir ve dut yeri; boğum; kalınca şişkinlik. [DS]
gibi meyvelerden ilkel yöntemlerle kaçak olarak boğnak, -ğı [boğ-(u)n-ak] {ağız} is. Enine kesilmiş
yapılan alkollü içki. 6 . {ağız) Kanı çıkmadan öldü tomruk parçası. [DS]
rülen hayvan. [DS] 7. {ağız} Bir tür kaçak rakı. [DS]
boğnamak, [boğ-(u)n-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
8. {ağız} Altınların bir beze sıra ile dizilmesinden
n(u)-yor] 1. Boğar gibi sıkı sıkı bağlamak. 2. Bir
meydana gelen gerdanlık. [DS] 9. {ağız} Parmaklara
dalı çentikleyerek kertik açmak; kertiklemek. [DS]
ara ara yakılmış kına. [DS] 10. {eAT} Boğaz ağrısı;
boğnuk, -ğu [boğ-mak > boğ-un-mak > boğ-un-uk]
anjin. 11. sf. Sıkılmış; boğulmuş. S boğma kiraz,
{ağız} sf. 1. Boğuk. 2. Sıkıntılı. 3. Kısık; kapalı. 4.
{ağız} Boğazına kadar gübre ile doldurmak suretiy
Donuk. [DS]
le zamanından önce yetiştirilen kiraz. [DS]
boğsak1, -ğı [boğ-sa-k] {ağız} sf. Çok şımarık; hoyrat.
boğmaca, [boğ-ma-ca] zf. 1. Boğmak suretiyle. 2. is.
[DS]
tıp. Çoğunlukla çocuklarda görülen öksürük nöbet
boğsak2, -ğı [boğ-sa-k] {ağız} is. 1. Dere kıyısı; sığ
leri halinde kendini gösteren bir kok basilinin se
ve nemli yer. 2. Derelerin birleştiği yer; boğaz. 3.
bep olduğu ateşli ve bulaşıcı hastalık. 0 boğmaca
Dağların birleştiği yerler. [DS]
böreği, {ağız} K ol böreği. [DS]
boğsu, [? boğsu] {ağız} is. Döşeme tahtasının altına
boğmacalı, [boğ-ma-ca-lı] sf. (Kişi için) boğmacaya
konulan kaim direk. [DS]
yakalanmış.
boğu, [boğ-mak > boğ-u] {ağız} is. Nişanlı kız tara
boğmacamsı, [boğmaca-msı] sf. (Öksürük için)
fından erkeğe gönderilen hediye bohçası. [DS]
boğmaca nöbetini andırır.
® 'Ş' • 64r,_______ _________________ ________________________________________________ B OĞ
boğucu, [boğ-mak > boğ-ucıı] sf. 1. Boğma özelliği na gelen kapanma ya da daralma; telaffuz, fi1 bo
bulunan. 2. Boğulmaya sebep olan. 3. Solunumu ğumlanma bölgesi, dbl. Ağız boşluğunda seslerin
güçleştiren veya yok eden. 4. mecaz. Çok sıcak. 5. oluştuğu bölgelerin biri.|| boğumlanma noktası,
mecaz. Sıkıntı veren, dbl. Ağız boşluğunda seslerin meydana geldiği
boğuk, -ğu [boğ-mak > boğ-uk] s f 1. Boğulmuş o- noktaların her biri; çıkak; mahreç.
laıı. 2. (Ses için) kısık ve zor çıkan; çatallı; hırıltılı; boğumlanmak, [boğ-um-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] 1.
pürüzlü. 3. {ağızj is. balikç. Akşamdan ağa düşmüş Boğum meydana getirmek;boğum boğum olmak. 2.
ve kulak kapaklan ağa takılarak ölen kalkan balığı dönşl. fi Bir ses çıkarmak için ses yolunun herhangi
na balıkçıların verdiği ad. [DS] S boğuk fıtık, tıp. bir yerinde bir daralma veya kapanma olmak: telaf
Dar ve çıkmış olan fıtığın geri tekrar girmesine en fuz edilmek.
gel olan filik. boğumlu, [boğ-um-lu] sf. 1. Boğumu olan. 2. (Kuş
boğuklaşma, [boğ-uk-la-ş-ma] is. Boğuklaşmak ey için) boynunda halka şeklinde değişik renk tüyleri
lemi. olan. 3. (Sütun için) gövdesinde boğum lar bulunan,
boğuklaşmak, [boğ-uk-ia-ş-mak] gçsz. f [-ır] 1. Bo boğun, [eT. boğ-un > boğ-un] {eATj is. Boğum; ek
ğuk bir durum almak. 2. (Ses için) kısılmak; çatal lem.
laşmak; kısıklaşmak, boğunak, -ğı [boğ-un-ak] {ağızj sf. Boğuk. [DS]
boğulma, [boğ-ul-ma] is. 1. Boğulmak eylemi ve du boğunmak, [eT. boğ-un-mak > boğ-un-mak] {eATj
rumu. 2. Havasız kalarak ölme. 3. (Ses için) kısıl edil, fi [-ur] Kendi kendini boğmak,
ma. 4. Vücuttaki herhangi bir damarın veya boru boğuntu, [boğ-un-tu] is. 1. Boğum yapılmış, boğul
nun sıkılması, muş elan yer. 2. Zor nefes alıp vernıe; tıkanma. 3.
boğulmak, [boğ-ııl-mak] edil. f. [-ur] l. Birinin yap {ağız} Yoksulluk; sıkıntı; dert. [DS] 4. {ağızj Bir
tığı boğma eylemine uğramak. 2. argo. Parasını malı gerçek değerinden daha yüksek fiyata satma;
kaptırmak; aldatılmak; kandırılmak. 3. dönşl. fi Ha vurgun; ihtikar. [DS] 5. {ağızj Sıkıntılı ve boğucu
vasız kalarak ölmek. 4. Güç nefes almak. 5. İçi sı havalı yer. [DS] 6. argo. Hile; dalavere. 7. argo.
kılmak; bunalmak. S - boğula boğula, Nefesini zor Hiçbir para harcamadan kazanılan para ya da mal.
alıp vererek.|| boğulacak gibi olm ak, Nefessiz kal 0 boğuntuya gelmek, Dolandırılmak; aldatılmak;
mak; tıkanmak.|| boğulacak kadar, 1. Çok sinir kandırılmak,|| boğuntuya getirmek, Birini şaşır
lenmiş olarak. 2. Tıkanmış olarak. tıp. kandırarak kendisinden bir şey karşılığında çok
boğum, [boğ-um] is. 1. Boru şeklindeki bir nesnede miktarda para almak; yutturmak. || boğuntu yeri,
boğmak suretiyle meydana getirilmiş dar ve oyuk argo. 1. Kumarhane. 2. Girenin çok p ara harca
kısım; boğulmuş, sıkılmış yer. 2. İki tarafından mak zorunda kalacağı yer.
sıkmak suretiyle meydana getirilmiş dar ve şişkin boğunuk, -ğu [boğ-un-uk] {ağızj sf. 1. (Ses için)
ce kısım. 3. Parmak ve kamış gibi şeylerin şişkince kısık; boğuk. 2. İnsanın içini karartan, sıkıntı ve
kısımları. 4. Baş parmağın ucundan ilk büküm ye ren; kapalı; donuk. [DS]
rine kadar olan uzunluğu esas alan ölçü birimi. 5. boğur1, [boğur / buğur] {eATj is. Develerle yapılan
Bir çift sucuk. 6. anat. İnce damarların veya sinir taşımacılık.
lerin yumak gibi toplandığı yer. 7. {ağızj Avuç içi boğur2, [bu + uğur (zaman)] {eATj zf. 1. İşte. 2. Şim
ne alındığında, serçe parmak ile işaret parmağı ara di.
smda kalan uzunluk; dört parmak. [DS] S boğuma boğurdak, -ğı [boğ-ur-dak] (ağızj is. anat. 1. Gırtlak;
kalkmak, Ekin için, topraktan dikilmek; baş ver boğaz. 2. Başak tutm aya başlamış ekin. [DS]
mek.\\ boğum bağlamak, Başaklanmak. || boğum boğurtlak1, [boğ-ur-t-lak] {ağız} is. -*■ boğurdak.
boğum, Çok boğumu olan. || boğum boğum bo boğurtlak2, [bo (yans.) > bo-gur-t-lak] {ağızj is. zool.
ğulmak, Çok bunalmak. Bağırtlak. [DS]
boğumlama, [boğ-um-la-ma] is. Boğumlamak işi. boğuşma, [boğ-uş-ma] is. Boğuşmak eylemi,
boğumlamak, [boğ-um-la-mak] gçl. fi [-r] [~I(i)~ boğuşmak, [boğ-uş-mak] işteş, fi [-ur] 1. Birbirinin
yor] 1. Ses çıkarırken ses yolunun herhangi bir ye boğazına sarılarak kavga etmek. 2. Dövüşmek. 3.
rini daraltmak veya kapamak. 2. {ağızj Yuvarlak İtişip kakışmak. 4. (Köpek vb. için) birbirini boğ
şeylerin kalınlıklarını karşılaştırm ak için sağ elin maya çalışmak; dalaşmak. 5. mecaz. B ir problemi
baş ve orta parmakları ile kavrayarak ölçmek. [DS] halletm ek için olanca gücüyle mücadele etmek, fi1
3. {ağız} Ağaç kütüklerini enine keserek parçala boğuşa dövüşe, Hayatın getirdiği güçlüklerle didi
mak. [DS] nerek.
boğumlanma, [boğ-um-la-n-ma] is. 1. Boğumlan boğuşulma, [boğ-uş-ul-ma] is. Boğuşulm ak eylemi,
mak eylemi ve durumu. 2. dbl. Akciğerden gelen boğuşulmak, [boğ-uş-ul-mak] edil. fi. [-ur] Boğuş
havanın ağız veya burun boşluğunda sese dönüş mak eylem inde bulunmak,
mesi için ses yolunun herhangi bir yerinde meyda
boğuz, [eT. boğ-uz > boğuz] {eATj is. Boğaz.
BO Ğ
boğuzlam ak, [boğ-uz-la-mak] gçl. [-r] [-l(u)-yor] na gelen “ahsak bohsak” ikilemesinde kullanılır.
Boğazlamak. [DLT]
bohça, [eT. boğ (bohça) > boğ-ça > bohça] is. 1. İçi b o h sam ak , [boh-sâ-mak] {eT} gçsz. f. [-r] B ir işi
ne çamaşır, elbise vb. konularak bağlanan dört köşe istem eyerek kabul etmek; kerhen yapmak. [DLT]
kumaş parçası. 2. Bohça içine konulmuş giyim eş [Clauson]
yaları. 3. Küçük ve seçme tütün dengi. 4. {ağız} b o h satm ak , [boh-sa-t-mak / buk-sa-t-mak] {eT} gçl.
Çeyiz. [DS] 5. {ağız} folk. Nişanlı kıza oğlan evi f. [-ur] D ik kafalılık ettirmek. [DLT]
tarafından, nişanlıların birbirine veya evlenenlerin b o h su k , [boh-sâ-mak > bohsuk / bohsok] {eT} is.
karşı tarafın akrabalarına gönderdikleri hediyeler. Kölelerin boyunlarına takılan halka; kelepçe. [DLT]
[DS] 6. {ağız} Baş örtüsü. [DS] 7. {ağız} Ekmek çıkı b o h su k lan m ak , [bohsuk-la-n-mak] {eT} edil. f. [-ur]
nı. [DS] 8. argo. But; kaba et; kalça. S5 b ohça b a Eli boynuna bağlanmak. [DLT]
h a , tar. Bayram ve önemli günlerde sadrazam ve b o h tay , [bög + Moğ. -tây > boğ-tây > boh-tây] {eT}
diğer devlet erkânının padişaha sundukları değerli is. Elbise bohçası; elbise heybesi. [DLT]
hediyeler.\\ bohça böreği, Kare şeklinde kesilmiş b o h u r, [buğra > buğur / bohur [Râsânen]] {ağız} is. 1.
yufkaya iç konulduktan sonra bohça gibi yapılan Kışın azgınlık gösteren erkek deve. 2. Ç ift hörgüç
börek. || boh ça etm ek, Eşyalarını toplayarak bir lü deve. [DS]
bohça içine koymak.|| bohça gibi, 1. D er top edil
bojik, [Bul. bozik] {OsT} is. Noel.
miş hâlde. 2. Sıkıca tutulabilecek hâle getirilm iş,||
b o k 1, [bok (yans.)] {eT} is. Kavun kabak gibi şeylerin
boh ça gön derm ek, folk. Nişanlıyken veya düğün
yere düştüğünde çıkardığı patlama, yarılma sesi.
sırasında bohça içinde hediye göndermek. || b o h ça
[DLT]
sın ı atm ak , {ağız} folk. (Kız için) nişandan vazge
b o k 2, [eT. bök] (eT. bo:k) is. 1. {eT} Yeşil küf. [Cla
çerek oğlan tarafının hediyelerini iade etmek. [DS]||
uson] 2. kaba. İnsan ve hayvanların sindirim sonucu
bohçasını bağlam ak, 1. Yolculuğa hazır olarak
vücutlarından dışarı boşalttıkları sindirime girme
beklemek. 2. Bir yerden ayrılmak için eşyalarını
yen atıklar; dışkı. {eT} (Oğuzca)} (aym) [DLT] [E-
toplamak.\\ bohçasını k o ltu ğ u n a alıp kaçm ak ,
UTS] 3. Hakaret anlamlı alçaltıcı söz. 4. Güç bir
H izm etçi kız gibi yoksul olarak gitmek, ayrılmak.\\
durum. 5. sf. kaba. Tiksinilen ve hor görülen; pis;
bohçasını koltu ğ u n a verm ek, H orlayarak kov
değersiz; niteliksiz; kötü, ö b o k a basm ak , 1 .
mak; başından defetmek. || bohça verm ek, Hediye
İçinden çıkılmaz bir duruma düşmek; belaya çat
vermek.
mak. 2. Suç işlemek.\\ b o k a b asm az, {ağız} 1. K en
bohçacı, [bohça-cı] is. 1. Bohça içinde çamaşır ve di
dini tarta tarta yürüyen. 2. Kendini beğenmiş; ku
ğer dokuma eşyasını gezdirerek satan kadın. 2. ar
rumlu. [DS]|| b o k a ta ş a tm a m a k , B ir şey söyleyin
go. İbne. S bohçacı k adm , Evlere satılık ev eşyası
ce kötü bir karşılık alacağını bilerek söz söyleme-
getirerek satan çerçi kadın.
mek. || b o k a tm a k , 1. Birisini kötülemek. 2. iftira
bohçacılık, -ğı [bohça-cı-lık] is. Bohçacının yaptığı etmek. 3. Hakkında kötü şeyler söylemek.|| b o k b a
iş ve mesleği, şı, Ottan yapılan bağ kulübesi.\\ b o k b oklavat,
bohçalam a, [bohça-la-ma] is. 1. Bohçalamak işi. 2. {ağız} Ivır zıvır; gereksiz şey. [DS]|| b o k boğaz, Pis
{ağız} Köfte. [DS] 3. zf. (Suya atlama biçimi için) boğaz.|| b o k b o k ü stü n e ko y m am ak , H içbir işi
kendini çuval gibi aşağıya bırakarak, becerememek. || b o k böceği, zool. K ın kanatlılar
b o h çalam ak, [bohça-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. dan genellikle hayvan pisliklerinde yaşayan ve
B ir şeyi bohça içine koyarak bağlamak. 2. Bir şeyi onunla beslenen bir böcek, (Geotrupes stercora-
bohça gibi sarıp bağlamak. 3. argo. Birini kendin rius).|| b o k b u laşm ak , {ağız} Üstüne suç atılmak;
den geçinceye kadar döverek bir yere götürüp bı iftira etmek. [DS]|| b o k etm ek, İşi berbat etmek.\\
rakmak. b o k g ö tü rm ek , H er yanı pislik içinde olmak.\\ bok
bohçalık, -ğı [bohça-lık] is. folk. Kız evinin oğlanın h a rk etm ek, {ağız} B ir eşyanın kıymetini bilme
kendisine ve yakınlarına gönderdiği hediye çamaşır mek; onu kırıp bozmak. [DS]|| b o k k a rıştırm a k ,
takımı. Uygunsuz bir iş yapm ak.|| b o k p ü sü r, Ivır zıvır;
bohem , [Bohemya (Çek Cumhuriyetinde bir eyalet) değersiz şeyler. || b o k p ü sü rü k , {ağız} Değersiz şey
> Fr. boheme (Çingene)} is. Yarım düşünmeden ler; ufak tefek; ıvır zıvır. [DS]|| b o k soylu, H akaret
günü birlik, başıboş ve derbeder yaşam a yönelen ve küfür sözü. || b o k tan b o k a sokm ak, {ağız} Çok
sanat ve edebiyat çevresinden kişi. S bohem h a kötü bir şekilde hakaret etmek, küçültmek; rezil
y atı, Başıboş yaşayış. etmek. [DS]|| b o k ta n terazi, {ağız} Derme çatma;
bohsam ak, [boğ-sa-mak > boh-sa-mak] {eT} g ç l . f [- bozuk düzen. [DS]|| b o k tu lu m u , Çok şişman kim
r] Boğulur gibi olmak; boğulur gibi ses çıkarmak; se]] b o k u cinli, Çok sinirli. || boku çıkm ak, Bir
boğuna boğuna ağlamak. [Nevâyî] şeyin kötü yönleri ortaya çıkmak, anlaşılmak. || bo
bohsak, [boh-sa-k] {eT} sf. “Topal ve ço la k” anlam ı k u m u n ağa b ab ası, Kuruntulu birisi ile alay etmek
için söylenen söz. || b o k u n u ç ık a rm a k , {ağız} Bir
I H I İ İ M M . 647 BOK
şeyin kötü yanları da ortaya dökülünceye kadar boks, [îng. to box (yumruklamak)\ is. 1. spor. Özel
uğraşmak. [DS]|| bokunu çomaklamak, {ağız} Ge eldiven takmış iki kişinin yumruk vurm ak suretiyle
reğinden çok alçak gönüllülük göstermek. [DS]|| yaptıkları karşılaşma. 2. Ahırlarda atlan ve diğer
bokunu temizlemek, Birinin yaptığı hatayı dü evcil hayvanları tek tek ayırmaya yarayan bölme.
zeltmek]]| (birinin) bokunu yemek, Aşırı derecede 3. Tek hasta yatm labilecek küçük oda.
o kişinin tarafını tutmak. || bokun Üstünde otur boksak, [bok-sak] {ağız} is. 1. Hela çukuru. 2. G üb
mak, Çevresini ve evini temiz tutmadan, p is ve p a relik. [DS]
sak içinde oturmak. || bok üstünde badem, Birbiri boksalık, -ğı [bok-sa-lık ?] {ağız} sf. (Kişi için) yassı
ne uymayan iki şey.|| bok üstünde badem kadm, burunlu. [DS]
Kendisi süslü evi pasaklı kadın. || bok üstünde bok,
bokser, [Aim. boxer] is. zool. Alman dogu ile buldog
Tutulacak tarafı olmayan. || bok yedi başı, argo.
melezi bir bekçi köpeği,
Her şeye burnunu sokan.\\ bok yemek, A Yanlış
boksit, [Fr. Baux (Güney F ransa'da bir yer) > ba
bir iş yapmak. 2. Hatalı, kusurlu bir söz s a r f et-
mek.|| (..ne) bok yemek düşm ek, Taraflardan biri uxite] is. jeol. M ineralojik unsurları içinde alüm in
ni savunur biçimde söz söylemeye hakkı ve yetkisi yum bulunduran beyazımtırak renkte çakıyla çizi-
olmamak.\\ bok yemenin Arapçası (âlâsı, gül lebilen kaya türü; korindon.
pembesi), Affedilm ez büyük hata.|| bok yetiştir boksör1, [Fr. boxseur] is. spor. Boks sporu yapan
mek, Çok acele etmek. || bok yolu, H elanın çukur kimse.
kısmı.|| bok yoluna gitmek, B ir hiç yüzünden, boş boksör2, [İng. box (hücre)] is. 1. Ahırlarda hayvanla
yere hayatını kaybetmek. rı tek tek yatırm ak için yapılmış bölme. 2. Hasta
boka, [boka] {eT} is. Boğa. [DLT] yatm labilecek küçük oda.
bokadmak, [boka-d-mak / boka-t-mak] {eT} gçsz. f. boksörlük, -ğü [boksör-lük] is. Boksörün yaptığı iş
[-ur] Boğa olmak; boğalaşmak. [DLT] ve spor.
bokagçı, [buk-mak > bokağ-çı] {eT} sf. Bukağı vu boksu, [bok-su] {ağız} zf. Bok gibi; boka benzer; u-
ran; köstekçi. [EUTS] tanılacak. [DS] 0 boksu düşmek, Ayıbının meyda
bokagu, [buk-mak > bok-ağu] {eT} is. Bukağı; bent; na çıkmasından utanmak.
köstek; bağ. [EUTS] boksuratmak, [boksu-ra-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
bokak, [boka-k] {eT} is. Yuvarlak. [EUTS] (Sigara için) dumanını keyifle savurtmak; fosur
bokaponto, [ît. boca del ponte] (bo ’kaponto) is. dnz. datmak. [DS]
Ambar ağzı. boksut, [? boksut] {eT} is. huk. Kural; kaide; nizam;
bokça, [boğ (bohça) > boğ-ça > bokça {OsT} is. usul. [EUTS]
bokşut, [? bokşut] {eT} is. huk. -*■ boksut.
Bohça; büyük çıkın,
bokdam, [bok-dam] {eT} sf. Boka benzer; bok gibi. bokuk, [buk-mak > buk-uk > bok-uk] {eT} is. 1. H e
[Clauson] kim. [EUTS] 2. Boğaz uru; boğazdaki şişlik. [EUTS]
boklağı, [bok-lağı] {ağız} is. 1. Hela; boksak; bokluk. 3. Kuş vb. kursağı. [Clauson] 4. Tomurcuk; çiçek
2. Hayvan dışkısını atmaya yarar araç. [DS] tomurcuğu. [Clauson]
boklama, [bok-la-ma] is. Boklam ak eylemi, bokuklanm ak, [bokuk-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
boklamak, [eT. bok-lâ-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] Tomurcuklanmak. [Clauson]
kaba 1. Bir işi kötü duruma getirmek. 2. B ir yeri bokuklug, [bokuk-luğ] {eT} sf. Guatrı olan. [DTL]
kirletmek; kirletmek; {eT} (aynı). [DLT] bokulm ak, [buk-mak > buk-ul-mak / bok-ul-mak]
boklanmak, [bok-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] kaba. 1. {eT} edil.f. [-ur] Bükülmek. [DLT]
Kötü bir duruma gelmek. 2. Pislenmek, bokun, [bok-un] {eT} is. (Bodun sözcüğü ile birlikte
boklaşmak, [bok-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] kaba. Kötü kullanılır) halk birliği; oymak. [Clauson]
bir duruma girmek, bokunmak, [bok-un-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Çek
boklu, [bok-lu] sf. kaba. Boku olan; pis. S boklu mek. [EUTS] 2. Yerleşmek. [EUTS]
mum, Mumu alınmış p etek kalıntısı. || boklu şehit, bokunlug, [bokun-luğ] {eT} sf. Oymağı olan; oymak-
Iağız} argo. Dikkatsizliği yüzünden bir kazaya uğ lı. [DTL]
rayıp ölen. [DS]
bokunmak, [buk-un-mak / bok-un-mak] {eT} dönşl.
bokluca, [bok-lu-ca] sf. (Hayvan adları için) pis
f. [-ur] 1. (Diz vb. için) bükmek; kıvırmak. 2. Say
kokan. 0 bokluca bülbül, B ir tür bülbül.\\ boklu
gı göstermek; selam için eğilmek,
ca bülbülü, Çalı kuşu.
bokursı, [Toh. pyâkeş => bokursı [Windekens]] {eT}
bokluk, -ğu [bok-luk] is. kaba 1. Pislik. 2. mecaz.
is. Saban demiri. [DTL]
Kötü durum; kötülük; bozukluk. 3. Hayvan pislik
lerini taşımakta kullanılan gereç. 4. {ağız} işkembe. bokuz, [boğ-uz > bok-uz] {eT} is. Boğaz. [EUTS]
[DS] bokttn, [bo+kün / bu+kün] {eT} zf. Bugün. [Gabain]
BO L ö iü m iü m m . 40
bol1, [bol] sf. 1. Ölçü ve sayı bakımından alışılandan bolartı, [bol-ar-mak > bol-ar-tı] {ağız} is. 1. Genişlik.
daha çok olan; aşırı; aşkın; derecesiz; dolu; dolgun; 2. Ferahlık. [DS]
gür; gani. {eT} (aym) [DTL] 2. Ölçüyü aşan; geniş. bolartmak, [bol-ar-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. Bol
5 1 bol ağızdan, (Atıp tutmak için) çok fazla. \\ boi laştırmak; genişletmek. 2. Çoğaltmak. [DS]
ahenk, Usta şarkıcı kadınlara takma ad. || bol bolaşmak, [bulaş-mak / bolaş-mak] {ağız} gçsz. f. /-
avurt, {ağız} Ölçüsüz konuşan; rasgele atıp tutan. ır] Bulaşmak. [DS]
[DS]|| bol bol, I. Sıkıntıya düşmeden. 2. Çok m ik bolat, [Far. pulâd] {ağız} is. Polat; çelik. [DS]
tarda.|| bol bol yiyip bel bel bakmak, Geleceği
bolatan, [bol+at-an] {ağız} sf. 1. Kendisine ait şeyleri
düşünmeden yapılan harcama sonunda darlığa
büyüterek anlatan. 2. Abartıcı. [DS]
düşmek.]] bol biçmek, B ir şeyi bütün ihtimalleri
holatlamak, [bolat-la-mak] {ağız; gçl. f. [-r] Çakı,
düşünerek daha çok hazırlamak, tasarlamak. || bol
bıçak vb. kesici aletin ağzına çelik geçirip kaynat
bulam at (bolamat, bulama, boiama), Fazla fazla;
mak; polatlamak. [DS]
bol bol.|| bol doğramak, 1. Parasım hesapsız har
camak. 2. B o l bol yalan vaatte bulunmak,| bol gel bolayki, [bol-mak > bol-a-y+ki / d U {eA T}
mek, 1. (Giyim eşyası için) ölçüden daha geniş {OsT} e. İ. Belki; inşallah. 2. Bari; keşke,
gelmek. 2. (Kişi için) yeni girdiği ortamın huzurlu bolaykim, [bol-mak > bol-a-y+kim [»-“^ J^] {eAT}
ve özgür havasından yararlanarak taşkınlık gös
{OsT} e. -*■ bolayki.
termek.]] bol kepçe, Yemekleri norm al ölçüsünün
bolca, [bol-ca] sf. 1. Oldukça geniş; genişçe. 2. zf.
üstünde çok veren.]] bol keseden atmak, 1. Yapıl
m ası mümkün olmayan vaatlerde bulunmak. 2 . Çok miktarda; oldukça çok; çokça. 3. Bereket!',
Başkasının malından cömertlik yapm aya kalkış bolcaman, [bol-ca-man] {ağız} sf. Çokça; genişçe.
mak. 3. Abartmak.]] bol paça, 1. {ağız} Pantolon. 2. [DS]
mecaz. D ökük saçık; şapşal. 3. Pasaklı. [DS]|| boi bolcana, [bol-ca-(y)ı-n-a] {ağız} sf. Çokça; genişçe.
[DS]
paçadan atmak, 1. Aşırı şekilde övünmek. 2. Ge
reksiz cöm ertlik taslamak.]] bol sözlü, Geveze; çal bolcaş, [Moğ. bolcal > bulcaş] {eAT} is. Buluşma ye
çene. ri.
bol2, [bol / bül] {eTj sf. (At için) ayakları beyaz olan. bold, [İng. bold] sf. matb. (Harf, yazı için) koyu; si
yah.
bol3, [Yun. bolos (toprak yığını) > Fr. bol] is. vet. 1.
A tlara ve sığırlara ilaç yutturm ak için verilen lok boldaçı, [böl-daçı > bol-taçı] (bo.Tdaçı) {eT} sf. Ola
m a biçimindeki hap. 2. Normalden daha btiyiik öl cak. [ETY]
çülerdeki hap. bolero, [İsp. bolero] is. 1. müz. Ağır ritimli bir İs
bol4, -lü [İng. bowl > Fr. bol] is. 1. Sofralarda meyve panyol dansı ve bu dansın müziği. 2. Bretonlarm
yendikten sonra, elleri içindeki suya daldırarak mahallî kıyafetlerinden olan ve buradan moda dün
meyve yapışkanını gidermeye yarayan yayvan ça yasına yayılmış bulunan boyu beli geçmeyen, kısa
nak. 2. Yarı küre şeklindeki bir cam kap içinde ha kadm ceketi; cepken. 3. Boğa güreşçilerinin giydiği
zırlanan likör, şarap, meyve ve maden suyu karışı ponponlu fötr şapka,
mı içki. 3. Dişçilerin alçı karıştırmakta kullandıkla bolgonok, [Rus. poykovnik] {ağız} is. Albay. [DS]
rı plastik kâse. bolgu, [böl-ğu] {eT} is. Olma: oluş; olgu. [DLT]
bolad, [bol-ad {eAT} zf. Çok; bol. boigusuz, [bol-ğu-suz] {eTj sf. Olması düşünülemez;
olmaz; oluşsuz; olgusuz. [KB]
bolada, [Yun. pulada] {ağız} is. Altı aylık piliç. [DS]
boliçe, [İbr. boletz] (boli'çe) is. Yahudi kadını. “B a
bolakinı, [bol-mak > bol-a+kim ^S "^ ] (b o la ’ki) lat kapısından girdim içeri / Boliçeler oturmuş iki
{OsT} e. 1. Belki; inşallah. 2. Bari; keşke, g eçeli." Halk türküsü.
bolalma, [bol-al-ma] is. Bolalmak eylemi, bolka1, [Yun. polka => bolka ^J^j] is. 1. PolonyalI
bolalmak, [bol-al-mak] gçsz. f. [-ır] Bollaşmak; ge kadm. 2. {eAT} Çuha ya da kadifeden yapılmış ce
nişlemek; çoğalmak, ket; hırka.
bolaltmak, [bol-al-t-mak] {eAT} g ç l.f. [-ır] 1. Bol bolka2, [? balka / bolka] {eAT} is. İpek iplik çilesi,
laştırmak. 2. Çoğaltmak, bollanma, [bol-la-n-ma] is. Bollanmak eylemi,
bolam ak, [bul-a-mak / bol-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r] bollanmak, [bol-la-n-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Bol du
[~l(u)-yor] Sürmek; lekelemek; bulaştırmak. [DS] ruma gelmek. 2. Çoğalmak,
bolar, [bu-lar / bu+olar] {eT} zm. Bunlar. [Üç İtigsiz bollaşma, [bol-la-ş-ma] is. Bollaşmak eylemi,
ler] bollaşmak, [bol-la-ş-mak] dönşl. f [-ır] 1. Genişle
bolarına, [bol-ar-ma] is. Bolarmak duru ve eylemi, mek ve bol duruma gelmek. 2. Çoğalmak; fazla
bolarmak, [bol-ar-mak] {ağızj gçsz. f. [-ır] 1. Bol olmak.
laşmak; genişlemek. 2. Çoğalmak. [DS] bollaştırma, [bol-la-ş-tır-ma] is. Bollaştırmak işi.
J
B itil M K liM i» 649 BOM
bollaştırm ak, [bol-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bol boluglug, [bol-uğ-luğ] {eT} sf. Varlık; var oluş. [Cla
duruma gerinmek. 2. Çoğaltmak. 3. (Terzi için) dar uson]
gelen elbiseyi sökerek ölçüsüne göre yeniden dik boluigamak, [bol-ul-mak > bol-ul-ğa-mak] {eT}
mek. gçsz. f. [-r] Karışmak; karm akarışık olmak. [EUTS]
bollatma, [bol-la-t-ma] is. Bollatmak eylemi, bolulmak, [bol-mak > bol-ul-mak] {eTj e d il.f. [-ur]
bollatmak, [bol-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Bol duruma 1. Elde edilmek. [EUTS] 2. Erişmek. [EUTS]
getirmek; bollaştırmak, bolum, [Yun. polimi] {ağız} is. Pekmez yapımı sıra
bolluk, -ğu [bol-luk] is. 1. Bol olma durumu; geniş sında ezilmiş üzüm şırasının toplandığı kap. [DS]
lik. 2. Her şeyin bol olduğu zaman. 3. Fazlalık; ar bölümsüz, [bol-mak > bol-um-suz] {ağızj sf. 1. Tu
tıklık; bereket. 4. ekon. Mal arzının istekten daha tumsuz. 2. Kudretsiz; beceriksiz; yeteneksiz. [DS]
çok olması durumunda piyasada mal fazlalığının 3. / eTj Layık olmayan,
ortaya çıkması. 5. Terzilerin dikiş sırasında elbise bolun, [bol-un] {eT} is. Esir; tutsak. [ETY]
nin belirli yerlerinde bıraktıkları kumaş fazlalığı. 6. bolung, [bulun > bol-un] (bolun) {eT} is. 1. Köşe;
sf. (Yer için) her şeyi bo! olan, yön; taraf; cihet. [EUTS] 2. Bir tür ilaç. [EUTS] 3.
bolmagu, [bol-ma-ğu] {eT} is. Olmayacak (şey). Ölçü; miktar. [EUTS]
[DLT] S boldm g erin ç b olm agu, Olmcjyacak bir bolunmak, [bul-mak > bul-un-mak] {eTj ed il.f. [-ur]
şey oldun. [DLT] 1. Bulunmak. [Yüknekî] 2. Olmak. [KB]
bolmak, [bol-mak j ’. j J {eT} {eAT} gçsz. yard. f. 1. boluş, [bol-mak > bol-uş] {eT} is. î. Sözle yardım;
Olmak. [DLT] [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] yardım. [DLT] 2. Yardımcı. [Clauson] S boluş kıl
[Gabain] [Tekin] [Yüknekî] [KB] 2. Bulunmak. mak, Sözle yardım etmek. [DLT]
[İKPÖy.] 3. Meydana gelmek. [İKPöy.J S bola boluşçu, [bol-uş-çu] {ağız} is. Yardımcı. [DS]
kim, {eATj Belki; ola ki; inşallah.\\ bolay kı, {eAT} boluşluk, -ğu [bol-uş-luk] {ağız} is. Yardım. [DS]
Belki; ola ki; inşallah.\\ bolay kim, {eAT} Belki; ola boluşnıak, [bol-mak > bol-uş-mak] {eTj dönşl. f. [-
ki; inşallah.\\ bolsa kerek, {eT} Olmalıdır.\\ bolsa ur] 1. Birinden yana çıkmak. 2. Birinin dileğine
erdi, {eT} Olsaydı. uymak. [DLT] 3. {ağız} Yardım etmek. [DS]
bolmamak, [bol-ma-mak] {eT} gçsz. olmsz. f. [-z] bolut, [Ar. ballüt] {ağız} is. Meşe palamudu. [DS]
Olmamak. [Tekin] bom, [bom (yans.)\ is. 1. Bomba ve silah türünden
bolmuş, [bol-muş] {eT} sf. Olmuş. [DLT] S bolmuş patlayan şeylerin çıkardığı ses; patlama sesi. [Zülfı-
aş, {eT} Olmuş, pişm iş aş. [DLT] kar] 2, (Çocuk dilinde) düşmeyi anlatır. 3. Bir is
bolometre, [Fr. bolometre] is. Işıyan bir enerji akışı kambil oyunu. 4. argo. Yalan; uyduruk söz. 0
nı metal şeridin direncindeki değişiklikle ölçemeye bom atmak, Yalan söylemek, uydurmak.
yarayan bir alet, bomb, [Fr. bombe] {OsT} is. Bomba.
bolsımak, [bol-sı-mak {OsT} gçl. f. [-r] Çok bom ba1, [Yun. bomboş] (b o ’mba) is. 1. İçi yanıcı ve
görmek; çok saymak; fazla bulmak. patlayıcı maddelerle dolu ve bir ateşleme düzene
Bolşevik, [Rus. bol’şe (daha çok) > b o l’şevik] is. 1. ğiyle patlayan, canlı ve cansız bütün hedefleri tah
Azınlık durumunda olan M enşeviklere karşı 1903 rip eden mermi. 2. Elle atılan, tahrip gücü bulunan
Brüksel ve Londra kongrelerinde Lenin’in paıti her türlü patlayıcı. 3. Büyük fıçı veya varil. 4. ar
teşkilatlanması ile ilgili görüşlerini kabul eden Rus go. Güzel ve çekici kadın. 5. argo. (Kadm veya
Sosyal Demokrat partisi çoğunluk m ensuplan. 2. kızda) göğüs. 6. argo. Şaşırtıcı haber veya bilgi. S
sf. Bolşevik görüşleri benimseyen. bomba gibi, 1. İyi ve sağlam. 2. (Kadın için) çok
güzel ve çekici. 3. (Öğrenci) dersine iyi hazırlan-
Bolşeviklik, -ği [bolşevik-lik] is. R usya’da yirminci
«7/.j.|| bomba gibi patlamak, 1. Öflcelenerek birden
yüz yıl başlarında Lenin tarafından geliştirilen işçi
bağırıp çağırmak. 2. (Olay veya durum) birdenbire
partisi diktatörlüğüne dayanan azami devrimci ha
reket. ortaya çıkarak herkesi şaşırtmak.\\ bomba patlat
m ak, argo. 1. Şaşırtıcı haber vermek. 2. Çalmak,
Bolşevistan, [Rus. bolşevik + Far. -istân] {ağızj is.
hırsızlık yapmak; aşırmak.\\ bombası patlamak,
Bolşeviklerin ülkesi. [DS]
argo. Yalanı düzeni anlaşılmak, ortaya çıkmak.
Bolşevizm, [Fr. bolchevisme] is. Bolşeviklik,
bom ba2, [İt. boma] (bo 'mba) is. dnz. -* bumba.
boltaçı, [bol-daçı / bol-taçı] {eT} sf. Olacak; olucu.
[ETY] bom bacı, [bomba-cı] is. 1. Bomba imal eden kimse.
2. Bomba kullanan kimse. 3. Dinamit gibi patlayıcı
bolu, [bol-u] {ağız} is. I. Çelik çomak oyunundaki
çomak. 2. Kira. [DS] S bolu yığması, {ağız} İyice maddelerle balık avlayan kimse.
doldurulmuş yer; yığılm ış şey. [DS] bombacdık, -ğı [bomba-cı-lık] is. 1. Bomba yapma
bolug, [bol-mak (olmak) > bol-uğ] {eT} is. V ar olma; veya patlatma işi. 2. Dinamit gibi patlayıcı madde
varlık; mevcudiyet. [ETY] lerle balık avlama usulü.
BOM
ÖIİMIİİMM . om
bombalama, [bomba-la-ma] is. Bombalamak işi.
bonboncu, [bonbon-cu] is. Bonbon yapan veya satan
bombalamak, [bomba-la-mak] gçl. [-r] [-l(ı)-yor] 1. kişi.
as. Belli bir hedefe bom ba atarak tahrip etmek;
bonbonculuk, -ğu [bonbon-cu-luk] is. Bonbon yap
uçurmak; top ateşine tutmak. 2. B ir yere bombalı m a ve satma işi.
saldırıda bulunmak. 3. argo. (Erkek için) cinsel
ilişkide bulunmak. boncuk, -ğu [eT. m on-çuk > bon-cuk] is. 1. Cam,
taş, sedef, tahta, plastik gibi m addelerden yapılm a
bombalanma, [bomba-la-n-ma] is. Bombalanmak
eylemi. ortası delikli ve renkli süs aracı. 2. {eAT} Cam. 3.
M ahya kurm a için minarelerin üst şerefelerine geri
bombalanmak, [bomba-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. len halatın uçlarına geçirilen şim şir halka. 4. argo.
Bombalı saldırıya uğramak. 2. dönşl. f. B om ba sa Çingene veya zenci kadın. 5. {ağız} H avale geçir
hibi olmak.
me. [DS] 0 boncuk boncuk, Yuvarlak yuvarlak;
bombalatma, [bomba-la-t-ma] is. Bom balatm ak ey tane tane.\\ boncuk gibi, K üçük ve m avi (göz).II
lemi. boncuk mavisi, Yeşile çalan mavi; türkuaz.\\ bon
bombalatmak, [bomba-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Birine cuk tutkalı, B oncuk şeklindeki glüten tutkal.
bir yeri bom balam a eylemini yaptırmak, boncukçu, [boncuk-çu] is. Boncuk yapan ve satan
bombar, [Far. mubâr] {ağız} is. Bumbar. [DS] kimse.
bombarda, [İt. bombarda] {ağız} is. dnz. Eski bir boncuklanm a, [boncuk-la-n-ma] is. Boncuklanm ak
savaş gemisi. [DS] işi.
bom bardım an, [Fr. bombardement] ıs. 1. as. Bir boncuklanm ak, [boncuk-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1-
yeri top mermileri atarak tahrip etmek; topa tutma. (Göz yaşı, çiy taneleri, ter ve ağaçlardan sızan öz
2. Bomba atmak. ® bombardıman etmek, 1. as. sular için) boncuk biçiminde, tane tane, y u v a rla k
Top ateşi veya bombalar atarak saldırmak. 2. me damlacıklar oluşmak. 2. Boncuk takınmak. 3. B on
caz. Birini ağır sözlerle azarlamak. || bombardı cuk sahibi olmak. 4 .{ağız} H avale gelm ek; titrem ek.
m an uçağı, as. Bom balama işinde kullanılan uçak. [DS] 5. {ağız} Billurlaşmak. [DS]
bombardon, [Fr. bombardon] is. müz. Bandoda en boncuklaşma, [böncuk-la-ş-ma] is. B o n c u k la şm a k
kaim sesi veren pistonlu, nefesli çalgı. işi.
bombe, [Fr. bombe] is. 1. Şişkinlik; tümsek; kabarık boncuklaşm ak, [boncuk-la-ş-mak] g ç sz.f. [-ır] B on
lık. 2. sf. Şişkin; kabarık; tümsekli. cuk biçimi almak; boncuk gibi olmak,
bombeli, [bombe-li] sf. Şişkinliği veya kabarıklığı o- boncuklu, [boncuk-lu] sf. 1. Boncuğu olan. 2. B o n
lan. cukla süslenmiş. 3. jeo l. (M ineraller için) boncuk
şeklinde bulunan,
bombok, [bo(m)+bo/k] (bo ’mbok) sf. kaba. Ç ok kö
tü; çok berbat. boncukluk, -ğu [boncuk-luk] is. 1. Boncuk konulan
torba veya kutu. 2. sf. (M alzeme için) boncuk y ap -
bomborisa, [İt. bompresso] (bo'mborisa) {OsT} is.
m aya uygun,
dnz. Cıvadra.
bonçuk, [mon-çık / bon-çuk] {eT} is. Boncuk,
bombol, [bo(m)+bo/l] pekşt. sf. Çok bol.
bonçuklanm ak, [monçuk-la-n-m ak > bonçuk-la-n-
bombort, [Fr. bomborde] is. müz. Bandoda en kaim
mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Boncuk sahibi olm ak. 2-
sesli üflemeli çalgı.
Süs eşyası edinmek; takılanmak. [DLT]
bomboş, [bo(m)+bo/ş] (bom boş) sf. Tamam en boş
bond, [İng. James Bond (film kahram anı) > bond] is-
olan.
E vrak taşım ada kullanılan kilitlenebilir ve g ü venli
bomboz, [bo(m)+bo/z] (bo m b o z) sf. Tamam en boz bir çantayı nitelem ekte kullanılır; bond çantası,
olan.
bone, [Fr. bonnet] is. 1. Yum uşak veya kıvrım lı k u
hombus, [Lat. bombus] is. zool. Yaban arısı, maş vb. maddeden yapılmış, başı iyice saran k e n a r
bom uz, [? bom uz / bom us / bamus] {ağız} sf. 1. U- sız başlık. 2. Banyoda ve denizde saçları v e k u la k
tangaç; sefil. 2. Keder; sıkıntı. [DS] ları korum ak için takılan plastik başlık,
bonaça, [İt. bonaccia] is. dnz. Sütlimanlık; rüzgârsız bonet, [Fr. bonnette] is. Dürbünlerde gözü k o ru m ak
hava; dalgasız deniz. için gözün dayandığı yere yerleştirilen k a u çu k p a r
bonata, [İt. bonetta] (bo ’nata) is. dnz. Cunda yelke ça.
ni. bonfile, [Fr. bon (iyi) + filet (pişmiş et)] is. K a s a p lık
bonavela, [İt. bonavoglia] (bonave’la) is. dnz. Ka hayvanların bel kemiğinin iki yanında, karın için e
dırgalarda ücretle çalışan kürekçi; banavela. bakan tarafından kalçanın içinden böbreklere k a d ar
bonbon, [Fr. bon (iyi) > bonbon] is. Emilen veya olan kısımdan çıkarılan ve sevilerek yenen y u m u
çiğnenen bir tür şekerleme; fondan. S bonbon şe şak et.
keri, Bonbon. bonfilelik, -ği [bonfile-lik] sf. (Et için) bonfile o larak
ayrılabilecek nitelikte olan.
Ü B l i » 651 BOR
bong, [bon (yans.)] (bon) {eTj is. 1. Ağır bir şeyin ye üstünde m eydana gelen tuzlu beyaz tabaka. [DS] 3.
re düşerken çıkardığı ses. 2. sf. (Kişi için) ağır; {ağız} Yollarda havaya kalkan toz. [DS] 4. {ağız}
hantal; iri yarı. [DLT] Kireç; tebeşir; beyaz toprak. [DS] 5. {ağız} Taşların
bongo, [İng. bongo drums] is. Elle vurularak çalman güneye bakan yüzünde oluşan yosun birliği. [DS] 6.
bir tür çifte dümbelek, {ağız} sf. Yumuşak. [DS] S bor bırakmak, {ağız}
bonjur, [Fr. bon-jour] ünl. 1. Günaydın; iyi günler. Tarlayı ekecekmiş gibi sürüp boş bırakmak. [DS]
2. is. Eskiden giyilen uzun siyah ceket ve çizgili bor6, [İng. bort] is. 1. Örtü olarak kullanılan yünden
pantolondan oluşan erkek elbisesi, kaba dokuma. 2. Yuvarlak tanecikli sarımtırak el
bonjurlaşmak, [bonjur-la-ş-mak] işteş, f. [-ır] Elle mas. 3. Kuyumculukta ve sanayide kullanılamayan
tokalaşmak; selamlaşmak, kara elmastan başka her elmas.
bonker, [İng. bunker] is. Vapurda yakılmak için ve bor7, [Yun. bor] {eT} is. Bora; kar fırtınası; boran;
rilen kömür. fırtına. [ETY] [Gabain] [Tekin]
bonkör, [Fr. de bon (iyi)+ coeur (kalp)] sf. 1. İyi yü bor8, [Fr. bore] is. kim. Atom numarası 5, atom
rekli. 2. Cömert; eli açık, ağırlığı 10,82; çok sert, kahverengi-siyah amorf,
bonkörlük, -ğü [bonkör-lük] is. 1. İyi yüreklilik. 2. yoğunluğu 2,4 olan ve 2000°C’de ergiyen ve bili
Cömertlik. nen hiçbir eriticide çözünmez; Gay-Lusac ile
Thenard ve Dauy tarafından 1808’de aynı zamanda
bonmarşe, [Fr. Au Bon M arche (özel isimden)
ayrı ayrı bulunan bir element; sembolü: B. S bor
(ucuz)] is. İçinde her ttirlü giyim ve süs eşyası, o-
yuncalc vb. satılan büyük mağaza, zehirlenmesi, tıp. B orik asidin sebep olduğu zehir
lenmeler.
bono, [İt. buono] (bo ’no) is. tie. Belirli bir süre so
nunda, belirli bir paranın, belirli bir kim seye öde bora1, [? bora °j^] is. 1. {OsT} Maden eğentisi; m a
neceğini belirten senet; vadeli borç senedi. S1 bono den cürufu. 2. {ağız} Küp ya da teneke dibinde ka
kırdırmak, ic. Vadesi dolmamış olan bir bonoyu lan bulanık zeytinyağı tortusu. [DS]
üzerinde yazılı olan miktardan daha az bir para bora2, [Yun. boreas (kuzey rüzgârı) > Vend. İt. bora]
tahsili ile bankaya vermek. (b o ’ra) is. Sağanak yağmurla beraber gelen çok
bonservis, [Fr. bon service] is. Birine çalıştığı yer şiddetli ve geçici rüzgâr. S bora patlamak, B ir
den ayrılırken iyi hizm et yaptığına dair verilen ve den şiddetli rüzgâr çıkmak.\\ bora yemek, Boraya
yaptığı işin ne olduğunu, özelliğini ve süresini be yakalanm ak ve sığınacak yer bulamamak.
lirten belge; tem iz iş kâğıdı, boraç, -cı [bor-aç] {ağız} is. Toprak kap; boduç. [DS]
bonzai, [Jap. bon (kesim) + sai (ağaç)] is. Japon borada, [Ar. burada] {ağız} is. Demir tozu. [DS]
ya’da yaygın olarak özel yöntem lerle yetiştirilen borağan, [Moğ. bora-ğan / buru-ğan] {ağız} is. Bora;
cüce ağaç. fırtına; kasırga; sis. [DS]
booş, [bö-ş] (bo:ş) {eT} Boş; serbest. [EUTS] borak, -ğı [Yun. pouribor => bor / bor-ak] is. Tarıma
bop, [Slav, bob] is. 1. Pokerde her oyuncunun ortaya elverişli olmayan, taşlık veya işlenmemiş toprak,
koyduğu para. 2. Aynı oyunda yerdeki paraya razı boraks, [Far. burâh > Ar. bürak > Fr. borax] is. kim.
olduğunu anlatmak için söylenen söz. Yoğunlaşmış bir borik asitten türeyen Na 2B 407 ,
boppa, [Yun. pappos] {ağız} is. B üyükbaba. [DS] 1 0H2ö formülündeki sodyum tuzu,
bopstil, [İng. bobstyle] is. 1. Züppece giyim. 2. Böy boral, [Fr. borale] is. fız. nükl. Alüminyum içinde
le giyinen kimse. bulunan bor karbürden oluşan ve ısısal nötronlar
bor1, [bor (yans.)] is. Y üksek sesle bağırmayı, ağız için büyüle bir soğurma gücü gösterdiği için ışı
kavgası gürültüsünü anlatan kök. [Zülfıkar] bor bor nım dan koruyucu ekran imalinde kullanılan bir
bor-ıl-de-mek. S bor bor barıldemeh (harılda madde.
mak), {ağız} is. Yüksek sesle konuşmak; bas bas ba boralı, [bora-lı] sf. Yağmurlu, sert ve soğuk rüzgârlı.
ğırmak. [Zülfıkar]
boran1, [Moğ. bora-ğan / buru-ğan > boran j b j J is.
bor2, [bor j j J is. 1. {eAT} Boz renk; boz. 2. {ağız} 1. Rüzgâr, şimşek ve gök gürültüsü ile beraber or
Boz renkli sığır. [DS] taya çıkan sağanak yağmur ve dolu yağışı. 2. {eAT}
bor3, [Far. bör] {eT} is. Şarap; içki. [DLT] [EUTS] is. Fırtınalı yağmur. 3. {ağız} Sis; duman. [DS]
[İKPÖy.] [KB] [Gabain] [Yüknekî] boran2, [bor-an] {ağız} is. 1. İç sıkıntısı. 2. Bela; fe
bor4, [bor-a-mak > bör] (bo:r) {eT} is. Fırtına; bora. laket. [DS]
[Clauson] boran3, [? boran] {ağız} is. B ir tür yaban güvercini.
bor5, [Kazk. bor (tebeşir) / Yun. poros / pori / pouri [DS]
(yumuşak taş) / Erme, pur (alçı) jy ] {eAT} is. 1. b orana1, [Far. bürânî] {ağız} is. 1. Borani. 2. Suda
Taşlık, sürülmemiş, otsuz ve tarım a elverişli olm a haşlanmış yum urta üzerine sarımsaklı yoğurt dökü
yan sert toprak. 2. {ağız} Yağmurdan sonra toprağın lerek yapılan bir tür yemek. 3. Komposto. 4. Ekşi
BOR IM IİİM E S Ö M .
m eyvelerden pekmez ve etle yapılan bir tür yemek. borbaş, [moyum > moyum -â-m ak > borba-mak >
5. Kışlık olarak kurutulmuş taze fasulye. 6. Ispa borbâ-ş] jeTj sf. Gevşek; tembel; uyuşuk; nam.
nak. [DS] [Clauson]
borana2, [Slav, boronâ / branâ] {ağız/ is. Toprak dü b o rb aşm ak , [moyum > moyum -â-m ak > moyum-â-
zeltmekte kullanılan bir tür tırmık. [DS] ş-mak > borba-ş-mak] /eT} işteş, f. [-ur] Karışmak;
boranhane, [boran + Far. -hâne] (boranha.ne) {ağız! dolaşmak. [Clauson] [DLT]
is. Güvercinlik. [DS] borbatnıak, [moyum > moyum-â-mak > borbâ-mak
> borba-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] (Birinin işi için)
boranı, [Ar. Bürân (Halife M e ’m u n ’un eşi) > Far.
karıştırmak; geciktirmek; oyalamak. [DLT]
bûrânl] {ağız} is. 1. Yoğurtlu mantı; tatar böreği. 2.
borbay, [bor-bay ?] {ağı:} is. 1. Baldır. 2. Bilek. [DS]
Sarımsaklı yoğurt. [DS]
borani, [Ar. Bürân (Halife M e'm un'un eşi) > F3v. bore, [Sogd. pure => bore ^ j y ] is. Borç. S b o re issi,
bürânî] (bora:ni) is. Pirinç veya bulgur ile pişirilen {eAT} Alacak sahibi; alacaklı.
ıspanak, semizotu üzerine sarımsaklı yoğurt dökü borca, [İt. bolgia] {OsT} is. Çukur,
lerek yenen bir tür yemek, borcak, -ğı [büı-mak > burçak] {ağızj is. Sarı çiçekli.
boranlamak, [boran-la-mak] /ağızj gçsz. f [-r] /- yakılabilen, süpürgeye benzer bir ot. [ÜS]
l(ı)-yor] 1. Kar yağmak., 2. Hava bulanmak; sislen borç1, -cu [Sogd. pure] is. 1. Birine verilmesi, öden
mek. [DS] mesi gerekli olan para veya maddî değeri o k n şey;
boranlı, [boran-lı] {ağız} sf. (Hava için) kapalı; bulut' ariyet; ikraz; karz; kredi; ödünç; takıntı; takanak. 2.
lu; sisli. [DS] mecaz. Manevî ve ahlaki yükümlülük; ödev; m in
borantı, [boran-tı] {ağız} is. Eski elbise; giyilmiş el net;. S borca almak, Bedelini daha sonra ödemek
bise. [DS] üzere almak; veresiye almak.\\ borca batmak, Aşı
borasit, -di [Fr. boracite] is. jeol. Doğal magnezyum rı derecede borcu olmak.\\ borca ginnek, 1. Borç
kloroborat. p ara almak. 2. Borçlanmak.\\ borcunu bilmek.
Borcunu zam anında öder olmak. |j borcunu harcııii
borat, [Fr. borate] is. kim. Borik asidin tuzu veya
bilmek, {ağız} Ödeyemeyeceği borç altına girm e
esteri.
mek; hesaplı davranmak; dürüst davranmak. [DS]||
borata, [? borata] is. Unu kepeğinden ayıran elekli
borcunu kapatmak, Borçlarını ödeyip bitirmek]]
dolap.
borcu asm ak, Ödememek.|| borç açmak, Borç
boraz1, [bor5 > bor-az] {ağızj is. 1. Yağmur sonrasın lanmakr.|| borç almak, Sonra ödemek üzere birin
da toprağın üzerinde oluşan tuzlu tabaka. 2. İşlen den p ara veya bir başka şey almak !| borç altına
m ediği için boş kalmış ve sertleşmiş tarlanın topra girm ek, /. Borçlanmak. 2. Yükümlülük doğuran
ğı; taşlık ve sert toprak. [DS] bir davranışta bulunmak. 3. Borç para almak.\\
boraz2, [Yun. apörizo (kökten çıkan sürgün)] kığız} borç bakiyesi, Hesap kesiminde borçlu kalınan
is. 1. Yeni dikilen asma çubuğu. 2. M eyve fidan’. para miktarı. ]| borç bilmek, Bir şey yapm ayı yeri
[DS] ne getirilm esi gerekli bir yüküm lülük olarak değer
borazan, [boru + Far. -zen (çalan) > boru+zen] is. 1. lendirmek.|| borç bini aşmak, l. Ödemede zorla
as. Koni şeklinde genellikle piyade tarafından çalı nacak kadar borçlanmak. 2. Çok borçlu olmusma
nan perdesiz üflemeli bakır çalgı. 2. Bu aleti çalan karşılık aldırm azlık etmek.\\ borç etmek, Borçlan
kişi. S borazan gibi, (Ses için) çok kalın ve gür. mak.i| borç gırtlağa çıkmak, A şın derecede borç
borazancı, [borazan-cı] is. Borazan çalan kişi, lanmak,|| borç harç, Borçlanarak veya benzeri yo l
borazancıbaşı, -nı [borazan-cı+baş-ı] is. Baş bora lara baş vurarak. ]| borç ikrarı, hıık. Borçlu olun
zan. duğunu kabullenme.|| borçlar hukuku, huk. Borç
borazancılık, -ğı [borazan-cı-lık] is. Borazancının ilişkilerini düzenleyen kuralların tümii.|| borç issi,
işi. {eAT} Alacak sahibi; alacaklı.\\ borç p a ç ad a n ak
borbag, [moyum > moyum-â-mak > borbâ-mak > mak, Çok borçlu olmak.\\ borç paçasından ak
borbâ-ğ] {eTj is. İşi savsaklama, uzatma ya da ya mak, Ödeyemeyeceği miktarda borçlanmak. || borç
rım bırakma. pusulası, Alacaklıya ödenecek paraları gösteren
cetvel.|i borç senedi, Borçlu tarafından alacaklıya
borbal, [Güre, borbal] {ağız} is. Değirmen taşını dön
ödenecek parayı ve ödeme gününü gösteren senet]\
düren suyun çarptığı kanatlar; su çarkı; türbin. [DS]
borçtan ibra, Borçlu ile alacaklı arasmda düzen
borbalmak, [moyum > moyum-â-mak > borbâ-mak
lenen borçtan kurtıılunduğuna dair senet. || borçtan
> borbâ-l-mak] {eT} edil. f. [-ur] Karışmak; karışık
kurtulmak, Borçlarını ödeyip bitirmek)] borç ver
lık içine düşmek; sorun yaratmak. [DLT]
mek, ileride geri alm ak üzere vermek; hesap aç
borbamak, [moyum > moyum-â-mak > borbâ-mak] mak; kredi açm ak.|| borç yapm ak. Borçlanmak.^
{eT} gçl. f [-r] İşin üzerine düşmemek; titiz dav borç yem ek, Geçimini sağlamak için borca gir
ranmamak; savsaklamak. [DLT] mek.
i p w e m ı . 653 ___ _____ _______________________________ BOR
borç2, [Rus. borse] is. Pancar, lahana ve et ya da tek atışta savurduğu mermilerin ağırlık toplamı.\\
krema konularak yapılan bir tür çorba; porç; borş. b o rd a batary ası, as. Aynı anda atış yapan topların
borça, [bör > bor-çâ] (borça:) {eT} is. Fırtına; bora. tümü.|| b o rd a etm ek, Yandan yanaşmak.]} b o rd a
[ETY] bo rd ay a, dnz. iki geminin yan yana birbirine y a
borçı, [bör (şarap) > bor-çı] (borçı:) {eT} is. 1. Bah naşarak yatması.\\ b o rd a botu, dnz. Gemilerin bor
çıvan. [EUTS] 2. Üzüm vergisi toplayan memur. dasını temizlemek için ayrılmış küçük fi!ika.\\ b o r
[EUTS] 3. sf. İçki içen; içkiye düşkün. [KB] d a d a n alm ak, dnz. Rüzgârı veya akıntıyı geminin
borçıgın, [? borçığın / borçikın] {eT} sf. Koyu mavi omurgasına dikey yönden karşılamak. |[ b o rd a de
gözlü. nizi, dnz. Gemiye dalgaları bordalarından çarpan
borçın, [Moğ. borçın] {eT} is. Dişi ördek; burçin. deniz. || b o rd a fenerleri, dnz. Gemilerin sol yanın
[Nevâyî] da kırmızı, sağ yanında yeşil olarak yakılan lamba
borçikın, [bor-çi-kın / bor-çı-ğm] {eT} sf. Koyu mavi lar. || b o rd a hattı, as. Donanma gemilerinin aynı
gözlü. hizada ve paralel olarak girm ek için aldıkları e-
m ir.|| b o rd a iskelesi, dnz. Geminin sol tarafı.|| b o r
borçlandırılm a, [borç-la-n-dır-ıl-ma] is. Borçlandı
da kaplam ası, dnz. Bir gemi teknesinin su çizgi
rılmak eylemi,
sinden güverte hizasına kadar dış taraftan döşenen
b orçlandırılm ak, [borç-la-n-dır-ıl-mak] edil, f [-ır]
kaplama.\\ b o rd a levhası, ıılaşt. Uçak veya otom o
Birinin borçlanmasına yol açılmak,
billerde pilotun veya sürücünün rahat görebileceği
borçlandırm a, [borç-la-n-dır-ma] is. Borçlandırmak
şekilde yerleştirilmiş gösterge ve cihaz tablası.\\
işi. b o rd a yelkeni, {OsT} dnz. tar. Eski gemilerde kul
borçlandırm ak, [borç-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] Bi lanılan yelkenlerden birisinin adı.
rinin borçlanmasını sağlamak,
b o rd a ', [Yun. pörta] {ağız} is. İki kanatlı büyük kapı.
borçlanılm a, [borç-la-n-ıl-ma] is. Borçlanılm ak ey [DS]
lemi. b o rd alam ak , [borda-la-mak] gçl. f. [-r] [-(ı)-yor]
borçlanılm ak, [borç-la-n-ıl-mak] edil. f. [-ır] Borca dnz. 1. Bir gemiye bordası hizasından yaklaşmak.
girilmek, borç edinilmek, 2. Bir gemiye borda hizasından çarpmak. 2. Bir
borçlanm a, [borç-la-n-ma] is. Borçlanm ak eylemi, geminin sancak veya iskele hizasında olmak. 3.
borçlanm ak, [borç-la-n-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Borç Kıyıya paralel olarak gitmek.
almak; kredi almak; veresiye almak. 2. Borca gir b o rd a n a 1, [Yun. protano / bordona] /ağızj is. Düz
mek; borç yapmak; takmak. 3. mecaz. M anevî bir direk. [DS]
yükümlülük altına girmek,
b o rd a n a 2, [? bordana] {ağız! «■ Gelin götürülürken
borçlu, [borç-lu] sf. 1. Borcu olan; borç almış, borca süs olarak atın üzerine örtülen işlemeli kumaş. [DS]
girmiş bulunan. 2. huk. Borç konusu olan edimi ye
bordel, [İt. bordello / Fr. bordel] {ağız} is. Genelev.
rine getirmekle görevli kimse; medyun; zimmetli.
[DS]
3. mecaz. M anevî bir yükümlülüğü bulunan; min
b o rd ın a r, [Yun. prinari] {ağız} is. Pırnar meşesi, (Ju-
nettar. S b o rçlu çıkm ak, A lacak verecek hesa
niperus sabina). [DS]
bının denkleştirilmesi sırasında vereceği kalmak.\\
borçluya kefil, güçlüye vekil, Korkulu işlere gire b o rd lam ak , [bord (yans.) > bord-la-mak] {ağız} gçl. f.
cek kadar gözii p ek olan. [-r] [-l(u)-yor] (M anda ve deve için) yavrulamak;
doğurmak. [DS]
borçluluk, -ğu [borç-lu-luk] is. Borçlu olma durumu,
b o rd o , [Fr. Bordeaux (Fransa ’da bir şehir ve burada
borçsuz, [boıç-suz] sf. 1. Borcu olmayan. 2. zf. Borç
yapmaksızın. S borçsu z h arçsız, H içbir borç y a p üretilen şarapların renginden)] is. 1. Mora çalan
madan. kırmızı, şarap tortusu rengi. 2. sf. Bu renkte olan,
borçsuzluk, -ğu [borç-suz-luk] is. Borçsuz olma du bordozluk, -ğu [? bordoz-luk] {ağız} is. Kabadayılık.
[DS]
rumu.
b o rd ro , [Fr. bordreau] is. 1. Bir hesabın ayrıntılarını
bord, [bord / bort (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkı
gösteren cetvel. 2. Hizmet akdi ile çalışanlara öde
şan hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama
nen ücretlerin aslını, kesintilerini ve ödenecek m ik
sonucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anla
tan kök, bord-la-mak. tarları gösteren cetvel,
b o rd a1, [İt. bordo] (b o ’rda) is. 1. dnz. Geminin su borduz, [Yun. paradeisos (park) > Far. bardüz / pâllz
üstünde kalan kısmının yanlan. 2. Temeli su içinde / Ar. falız] {eT} is. Sebze bahçesi; bostan. [DLT]
kalan iskele, m endirek gibi yapıların yan tarafı. 3. b o rd ü r, [Fr. bordure] is. 1. Herhangi bir şeyin kenarı
Dönülen taraf. 4. ünl. as. Düşman gemisine yanaşa boyunca uzanan süs. 2. Bir şeyi korumak ve süsle
rak zorla girme emri.fi1 b o rd a ateşi, as. B ir borda mek amacıyla kenarına yapılan çerçeve. 3. Bahçe
da bulunan topların aynı zam anda ateş etmeleri.\\ lerde çiçekli ve çimenli kısımları yoldan ayıran
borda atış gücü, as. Borda toplarının hepsinin bir bölme. 4. süsl. Halı, minyatür ve yazma kitaplarda
BOR ıra m tE s o M .
sayfaların, örtü ve mendillerin, kutu ve çekmece gi b o rsa , [Yun. bursa (meşin) > İt. borsa (kese) / An-
bi eşyaların etrafını çeviren süslemeli kısım, vers’te yabancı tüccarların toplandığı m eydan adın
b o rg u , [bor-ğü y -jy ] {eAT} is. Boru. dan] (bo'rsa) is. 1. Bazı tüccar ve özellikle sarraf
larla değerli kâğıt ve tahvil alış verişi ile uğraşanla
borguy, [bör-ğü-y ?] {eT} is. Üflenerek öttürülen bo rın, alım satım ve değişim amacıyla devletin dene
ru. [DLT] tim i altında iş yaptıkları yer. 2. Menkul kıymetler
b o rh an a, [Slav, boronâ] {ağız} is. Toprak düzeltmek ya da emtia üzerine alım satım yapılan piyasa. 3.
te kullanılan bir tarım aracı. [DS] Borsaya devam eden kişilerin tümü. 0 b o rsa oyu
b o n , [bor-ı / bür-ı] {eT} is. 1. -*■ büri2. 2. Hokka ve n u , Tahvil, hisse senedi, döviz gibi değerlerin yük
taş gibi şeylerin yarılmaması için ağızlarına geçiri selm e veya düşmesinden yararlanarak yapılan alış
len halka. [DLT] veriş işlemi.\\ b o rsa sim sarı, Borsada aracılık y a
b o rik , [yor-ık / yor-uk] {eT} is. -*■ yorık. [DLT] p a n kimse.
b o rik , -ği [Fr. borique] is. kim. Bordan türeyen bir b o rsacı, [borsa-cı] is. İşi ve mesleği borsa işlemleri
asit ve bir anhidridin adı. S b o rik asit, E tkisi az, olan kimse.
beyaz, s e d e f görünümünde, çözeltisi antiseptik ola b orsacılık, -ğı [borsa-cı-lık] is. 1. Borsada yapılan iş
rak kullanılan H 3 B O 3 form ülündeki bor asidi; asit ve işlemler. 2. Borsacının yaptığı iş; borsacının
borik. mesleği.
b orikli, [borik-li] sf. kim. İçinde borik asit bulunan, b o rsm u k , [Toh. borsumuk> borsmuk / porsuk] {eT}
b o rin a, [İt. borina] (bori ’na) is. dnz. Direkteki yatay is. Porsuk,
serenlere açılan dört köşe yelkenleri geri doğru ge b o rsu , [borsu] {eT} is. Fasulye. [EUTS]
ren iplerin bağlandıkları köşelere yakın olarak bu b o rsu k , [Toh. borsum uk > borsmuk / borsuk] {eT} is.
lunan ve yelkeni çevreleyen halatın üzerindeki üç Porsuk.
gen sapanlara bağlanan ip; burina. b o rş, [Rus. borse] is. 1. Lahana çorbası. 2. Sebzeler
b o rin eta, [İt. borinetta] (b o ’rinetta) {ağız} is. Yelken le, kırmızı lahana ve pancarla yapılan, ekşi krema
lilerde kullanılan bir tür halat; burinata. [DS] ve haşlam a sığır etiyle sunulan çorba; borç; porç.
b o rla, [Slav, bürilo] {ağız} is. Çamdan yapılmış su b o rt, [bord / bort (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan
kabı. [DS] hava ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlam a so
borlag, [bor-lağ jy ] {eAT} is. Sürülmemiş tarla. nucu patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan
kök, bort-dür-mek, bort-la-mak.
h o rlam ak , [borğü > boru > bor-la-mak] {ağız} gçl. f.
b o rta , [bortâ] (borta:) {eT} is: Altm kırıntıları. [DLT]
[-r] [-l(u)-yor] İçini oymak. [DS]
[Clauson]
borlo, [Fr. brule] {ağız} is. Bezik oyununda kullanı
b o rta la m a k , [bortâ-lâ-mak] (borta: la:mak) {eT} gçl.
lan "geçti, değişmez artık” anlamında bir deyim.
f [~r] A ltm yaprakları ile süslemek. [Clauson] [DLT]
[DS]
b o rta la n m a k , [borta-la-n-mak] {eT} edil. f. [-ur] A l
b o rlo ta, [İt. burlota] {ağız} is. dnz. Eskiden deniz sa
tm yaprakları ile süslenmek. [DTL] [Clauson]
vaşlarında kullanılan bir ateş gemisi. [DS]
b o rtd ü rm e k , [bort (yans.) > bort-tür-mek] {ağız} gçl.
b o rlug, [bor-luğ / bor-luk] {eT} is. -*■ borluk. [EUTS]
f [~ür] Biraz haşlamak; börttürmek. [DS]
b o rlu k , [bör (şarap) > bor-luk] {eT} is. Meyve bah
b o rtlacı, [bort (yans.) > bort-la-(y-ı)cı] {ağız} sf. -*■
çesi; üzüm bağı. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain]
bortlayıcı. [DS]
bo rlu k çı, [bor-luk-çı] {eT} is. -*■ borlukçu. [EUTS]
b orlu k çu , [bör (şarap) > bor-lulc-çu] {eT} is. Bağcı; b o rtla k , -ğı [bort (yans.) > bort-lak J {eAT} {ağız}
bahçıvan. [İKPÖy.] is. Deve yavrusu. [DS]
b o rluvu, [bor-lağu > borluvu] {ağız} is. Damların ke h o rtla m a k , [bort (yans.) > bort-la-m ak {eAT}
narındaki oluk; saçak oluğu. [DS] {ağız} gçsz. f. [-r] (Deve, m anda vb. için) yavrula
b o rn o , [İt. pemo] is. dnz. M akara ekseni. mak; doğurmak. [DS]
bornoz, [Ar. büm üs o-o* > Fr. burnous] is. 1. Önden b o rtlay ıcı [bort (yans.) > bort-la-mak > bort-la-y-ıcı]
açık, kollu, havludan yapılmış, banyodan sonra ku {ağız} sf. (Deve ya da manda için) gebe. [DS]
rulanm ak için giyilen giyecek. 2. A frika’da Berbe- b o ru , [eT. bor-ğu / bor-ğu-y > boru] is. 1. Bir yerden
rilerin giydikleri başlıklı, kısa kollu, geniş bir üst başka bir yere sıvı veya gaz akıtmaya yarar, içi boş,
lük. uçları açık, dar ve uzun yuvarlak nesne. 2. as. tar.
M ehter ve daha önceki saltanat alameti olan tuğlar
b o rn u z, [Ar. büm üs > böm üz i r _>_*;] {OsT} is. -*• bor
da yer alan ve nefesle çalman perdesiz madenî çal
noz. gı; nefir. 3. Megafon. 4. argo. Boş söz; saçma. 5.
b o ro , [? boro] {ağız} is. Ü stü iki yarım, altı bütün {ağız} Söğütten çıkarılan düdük. [DS] 6. argo. Gü
gözlü büyük dolap. [DS] rültü. 7. argo. Fahişe. 8. argo. Erkeklik organı. 9.
M lM f f S M .6 5 5 BO S
argo. Edilgin eşcinsel erkek. 10. sf. argo. Kolay; ların geçtiği organik yapılar. 2. bot. Bitişik çanak
zahmetsiz. 11. argo. Anlamsız; manasız. S b o ru ve taç yaprakların altında bulunan borum su bölüm,
ağı, Tesisatı oluşturan boruların bütünü. || b o ru b o ru c u k lu , [boru-cuk-lu] sf. bot. (Bitki için ) bir ya
a n a h ta rı, Boruları birbirine bağlam ak için kulla da daha çok borucuğu olan.
nılan özel anahtar.|| b o ru askısı, H er türlü boru b o ru k 1, -ğu [? borak / poruk] {ağız} is. bot. Süpürge
nun asılmasında kullanılan lama demirden ya p ıl yapmakta kullanılan, sarı çiçekli, tohumları zehirli
mış askılık.\\ b o ru bileziği, 1. Soba borularının ek bir yabani çalı; katır tırnağı, (Spartium junceum )
yerlerine geçirilen süslü çember. 2. Birbirine ekle [DS]
nen boruların ağızlarının etrafına geçirilen enli b o ru k 2, -ğu [bor-uk] {ağız) sf. (Meyve için) ham.
halka.\\ b o ru çalm ak , müz. Borazan öttürmek.|| [DS]
boru çiçeği, bot. Bahçe ve çardakları süslem ek için b o ru lu , [boru-lu] sf. Borusu olan,
yetiştirilen sarm aşık türü bir bitki; çan çiçeği; tatu b o ru m su , [boru-msu] sf. Boru biçiminde olan,
la, (İpomaea purpurea) . || b o ru çiçeğigiller, bot. b o ru zen , [boru + Far. -zen] {OsT} is. tar. Boru çalan
Çan çiçeğigiller.\\ B oru değil! argo. D eğer veril kimse.
meyecek durum değil.\\ b o ru dem eti, B ir ısı değiş
b o ry a 1, [Far. büriyâ] {ağız} is. Hasır. [DS]
tiricisindeki boruların tümü. || b o ru dirseği, D irsek
b o ry a2, [Yun. puryâ] {ağız} is. A raba tekerleğinin or
gibi kıvrılmış boru.|| b o ru döşem ek, Akışkan bir
tasına geçirilen çelik boru parçası; poyra. [DS]
maddeyi bir yerden başka bir yere aktarm ak veya
taşımak için boruları birbirine eklemek. || b o ru gibi boryaz, [Yun. boreas => boryaz jk j.r] {eAT} is. Poy
ötm ek, Boş şeyler konuşmak. || b o ru h a ttı, 1. Birbi raz.
rine bağlanmış boruların m eydana getirdiği dizi. 2 . b o rza, [Yun. aporizo] {ağız} is. 1. Yeni dikilen asm a
Askerî ve ekonom ik am açlarla bir yerden başka bir çubuğu. 2. M eyve fidanı. [DS]
yere akaryakıt veya ham petro l akıtm ak için kulla b o s1, [bos] {ağız} is. "Vücutyapısı, endam ” anlamın
nılan boru tesisleri.\\ b o ru k ab ağ ı, bot. Boğumsuz daki "boy bos ” ikilemesinde kullanılır. [DS]
ve boru gibi uzun su kabağı. || b o ru kelepçesi, Bo bos,2 [Far. büs] {OsT} is. Öpücük,
ruyu duvara tespit etmekte kullanılan, bir tarafı
bosa, [İt. bozza] (b o ’sa) is. dnz. Demir zincirini
sabit, diğer bölümü cıvata ile sıkıştırılabilen g e
tutmakta kullanılan kısa halat veya zincir,
reç.|| b o ru m engenesi, D iş açma, kesme gibi işlem
bosaga, [Moğ. bosa-ğa] {eT} is. Yurt adı verilen ça
leri yapabilm ek için borunun sıkıca bağlandığı
dırın kapı çerçevesinin alt kısmı; eşik. [Nevâyî]
alet.|| B oru m u b u? K üçük sayılacak bir şey veya
durum değil. || b o ru sesi, tıp. Bazı akciğer hastalık bosanç, [bos-anç] {eT} is. Elem; keder. [ETY]
larında üflenen bir boru sesini andıran ve dinle bo şan m ak , [bos-an-mak / bus-an-mak] {eT} gçsz. f.
mekle işitilebilen ,se.s'.|| b o ru su ötm ek, 1. Yetkisi [-ur] Kederlenmek; m üteessir olmak; kaygılan
olmak. 2. Sözü geçmek; dilediğini yaptırabilmek.\\ mak; üzülmek. [EUTS]
borusuna ot tık a m a k , Gücünü ve etkisini kesmek. || b o sa n tu rm a k , [bosa-n-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
(birinin) b o ru su n u çalm ak , Çıkar sebebiyle bir Kederlendirmek; üzmek. [EUTS]
kimsenin şahsını, fikirlerini övmek; söylediklerini bosgak, [bos-ğalc / boz-ğak] {eT} sf. 1. Bozulmuş.
aktarmak.|| b o ru su tu tm a k , 1. (Zenciler için) ağzı [EUTS] 2. Bozulma. [EUTS]
köpürerek kriz geçirmek; babaları tutmak. 2. Çok b o sk u n m ak , [baksı / bahşi ? > boskun-mak] {eT}
öfkelenerek etrafa saldırm ak.|| b o ru te rtib a tı, g çsz.f. [-ur] Öğrenmek; okumak. [EUTS]
İçinden sulu veya toz halinde akışkanların dolaştığı bo sm ak , [bos-mak / boz-mak] {eT} gçl. f. [-ur] B oz
boru ve kanalların tamamı. || b o ru yollu bilgisa mak; kırmak; parçalamak. [EUTS]
yar, biş. Aynı anda çalışan bir dizi işlemcide bilgi
b ostan , [Far. bü (koku) + -sitân (yer) {OsT} is.
leri seri halinde işlem ek için çok büyük hızlara g ö
1. Sebze bahçesi. 2. Kavun, karpuz tarlası. 3. Ka
re tasarlanmış bilgisayar; pipeline]] b o ru yolu, 1 .
vun ve karpuzun ortak adı. 4. {ağız} Hıyar. [DS] S
Bir tesisatta boruların geçtiği veya döşendiği yer;
b o stan bekçisi, Bostan bekleyen kimse. || b o stan
kanalizasyon. 2. Petrolü çıktığı yerden başka bir
bozan, {ağız} bot. Bitkiler üzerinde asalak olarak
yere akıtan boru tesisatı; payplayn.|| b o ru y u çal
yaşayan klorofilsiz bitkilerin genel adı; canavar
mak, 1. Bir nimete konmak. 2. Başarmak.
otu; taun otu, (Orobancaceae). [DS]|| bo stan bo
borucu, [boru-cu] is. 1. Boru yapıp satan kimse. 2.
z u n tu su , 1. Belirli bir düzen içinde olmayan, dar
Boru takma ve yerleştirm e işinde çalışan kimse. 3.
m adağınık yer. 2. Bostana benzeyen, bostan gibi
as. Boru çalmakla görevli asker; borazan. 4. tar.
görünen.|| b o stan böceği, {ağız} zool. Danaburnu.
Tulumbacılık kuruluşunda yangın söndürme hortu
[DS]|| b o stan dolabı, Eskiden kuyulardan su çek
munun borusunu taşım akla görevli kişiler,
mekte kullanılan ve hayvan gücü ile çalışan bir dü
borucuk, -ğu [boru-cuk] is. anat. 1. Uzunluğu az,
zenek.|| b o stan güzeli, {ağızj bot. 1. Küçük fa k a t
çapı küçük, içinden bir takım vücut sıvısı ve salgı
kokulu yuvarlak bir tür kavun. 2. Tarlalarda yeti
BOS ÖIİİKEHIÜB1İCE SOEIÛH • ese
şen hardala benzer kırmızı çiçekli bir ot. 3. Ayçiçe sım ile ilgisini kesmek. 2. Etkin bir görevdeki gö
ği. [DS]|| bostan kebabı, Ana m alzemesi bostan revliyi herhangi bir sorumluluğu ve yetkisi olma
patlıcanı ve kuzu inciği olan bir tür tencere keba- yan bir makama getirm ek.|| boşa atm ak , Hedefi
bı.|| bostan kesen, {ağızj zool. Danaburnu. [DS]|| vuram amak.|| boşa çalışm ak, Emeğinin karşılığını
b ostan k o rk u lu ğ u , 1. Tarlalarda kuşları ürkütmek alamamak; avara kasnak işlemek; buz üstüne yazı
için dikilmiş insan şeklindeki kukla. 2. Kendisinden yazmak; havanda su dövmek; pösteki saymak; yap
istenilen verim alınamayan, kendisini kimsenin tığı hayır ürküttüğü kurbağaya değmemek]] boşa
saym adığı kişi. || bostan otu, {ağızj bot. Semizlik; çalm ak , {ağız} Boyca gelişmemiş ekinleri sadece
semizotu. [DS]|| b ostan patlıcan ı, Çekirdeksiz, iri biçmiş olm ak için tırpan sallamak. [DS]|| boşa çık
ve yuvarlak bir tür patlıcan.\\ b o stan yıldızı, {ağızj m ak, (Emek, uğraş, um ut vb. için) olumlu bir so
Akşam yıldızı; çoban yıldızı. [DS] nuç y a da kazanç elde edememek]] boşa gitm ek,
b ostana, [Ar. bustâne (küçük bahçe)] {ağızj is. Sala H erhangi bir işe yaram am ak,|| Boşa koydum
ta. [DS] dolm adı, doluya koydum alm adı, Kararsızlık
bostancı, [bostan-cı] is. 1. Bostan yetiştiren kimse. 2. içinde kalanların söyledikleri söz.|| boş alm ak,
{ağızj Bostan bekçisi. [DS] 3. tar. İm paratorluk dö Bağlanan nesnelerdeki gevşekliği giderm ek için
neminde sarayın güvenliği ile sarayın bahçesinin gerdirm ek veya sıkmak.|| boş atıp dolu tu tm a k ,
bakımını ve İstanbul’un asayişini sağlamakla gö Beklediği sonucu gerçekleştirememek.\\ boş atıp
revli teşkilatta görevli kişi, fi1 b ostancı ocağı, tar. dolu v u rm a k , Beklenm edik olumlu bir sonuç elde
Bostancıların bağlı olduğu ocak. etmek; bilmeden başarı sağlamak.] boş b ağ arsu k ,
b ostancık, -ğı [bostan-cık] {ağızj is. Çıbana benzer {eAT} anat. K ör bağırsak.|| boş b ıra k m a k , 1. (Ev,
büyük şişlik. [DS] ülke vb. için) içinde veya üzerinde oturan kimse
b o stan cılar, [bostan-cı-lar] is. tar. Saray kuruluşun kalmamak. 2. (Tarla için) ekim yapmamak; sür
da, padişah saraylarının korunması ile görevli su memek. 3. (Hayvan için) salıvermek. 4. (Çocuk,
bay ve askerler; bostancıyan. öğrenci için) onunla ilgilenmemek]] boş b ıra k m a
bostancılık, -ğı [bostan-cı-lık] is. 1. Bostan yetiştir m ak, 1. Birine para, yiyecek vb. konularda yardım
m e ve satm a işi. 2. Bostancının görevi, etmek. 2. Yalnız yaşayan birini sık sık ziyaret et
bostancıyan, [bostan-cı + Ar. -y-ân OL (bos mek. 3. İşsiz kalmasına, boş gezmesine meydan
vermemek]] boş b irm ek , {eTj 1. Yardım etmek; ia
tancıya:n) {OsTj is. tar. -* bostancılar,
ne vermek. 2. Feda etmek. [EUTS]|| boş bitig, {eT}
bostaniyan, [Far. bostâniyân OUU-jj] (bosta:niya:n) huk. Serbestlik belgesi; azatlık kâğıdı. [EUTS]|| boş
is. tar. -*• bostancılar, b ö ğ ü r, {eATj {ağız} anat. Böğrün eğe ve kalça ke
b ostanlık, -ğı [bostan-lık] is. Bostan olan yer. m ikleri arasındaki boş kısmı; böğür. [DS]|| boş b u
bosuş, [bos-uş] {eT} is. Kaygı; keder; gam; üzüntü. lu n m ak , 1. Tedbirsiz davranmak; habersiz ve ha
[EUTS] zırlıksız yakalanm ak. 2. Düşünmeden söyleyiver
bosuşlug, [bos-uş-luğ] {eTj sf. Kaygılı; kederli; üzün mek. 3. A ni bir ses veya gürültüden ürkmek, irkil
tülü. [EUTS] [ETY] mek.]] boş çıkm ak, Umduğu gibi bulamamak.]] boş
bosüm ek, [bos-u-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] Üzülmek. ç ık m am ak , A z da olsa ya ra r sağlamak]] boş do
[DS] lap, {ağız} Banyo yeri. [DS]|| boş d ö n d ü rm em ek ,
bosütm ek, [bos-u-t-mak] {ağızj gçl. f. [-ür] Üzmek; A z da olsa bir şeyler vermek.|| (eli / eli kolu) boş
kederlendirmek. [DS] d önm ek, 1. Gittiği yerden veya yaptığı işten ka
boş, [ef. boş / boş] sf. 1. {eTj {eAT} {ağız} Serbest; zanç elde edememek. 2. H içbir şey kazanmadan ya
hür; özgür. [DS] 2. Üstünde ve içinde hiç kimse ve da sonuç alamadan gelm ek.|| boş d u rm a k , Hiçbir
bir şey bulunmayan; çıplak; tehi. {eT} (aynı) [ETY] işle uğraşmamak,| boş d u rm a m a k , 1. Sürekli bir
[EUTS] [Gabain] [Yüknekî] [KB] 3. Issız; tenha. 4. iş ile uğraşmak; çalışmak. 2. Birinin yaptığı kötü
Yapacak bir işi olmayan; iş bulamamış olan; işsiz. lüğe karşılık vermeye hazırlanmak]] Boş d u ru la
5. mecaz. Bilgisiz. 6. (Makam için) görevlisi olma cak zam an değil, Bir şeyler yapm ak gerekir. || boş
yan; münhal. 7. mecaz. Yararsız. 8. Bir işte kulla dü şm ek , isi. huk. Eşinden hükmen boşanmış ol
nılmayan. 9. Gerçeğe dayanmayan; hayal ürünü. mak]] boş gezenin boş kalfası, H içbir iş yapm a
10. mecaz. Anlamsız; abes. 11. mecaz Verimsiz. dan dolaşan; işsiz ve serserice gezm ekte ısrar e-
12. mecaz. (Toprak için) sürülmemiş; ekilmemiş. den; aylak.]] boş gezm ek, İşsiz dolaşmak.|| Boş git
13. {eAT} Ergin. 14. {eATj Boşanmış. 15. {eAT} Söl sin dolu gelsin, elek D im y at’a v arsın . Hiç zahmet
pük; gevşek; pörsük. 16. {eTj {eATj Salıverilmiş. çekmeden kazanm ak isteyenlerle alay için söyle
17. Boşaltılmış. [DLT] 18. {ağız} Koyun ya da keçi nir]] boş gö n d erm em ek , 1. Bir istekte bulunanın
doldurması. [DS] 19. {ağızj Bağlı olmayan. [DS] C işini yapmak. 2 . İstediği şeyi vermek. || boş gözlerle
boşa alm ak, 1. Çalışan bir makinenin iş yapan kı b a k m a k , Anlam sız şekilde bakmak.]] boş inan,
w
nlffiHruflKglM.657 BOŞ
Kaynağı İlahî vahye dayanmayan inanç; batıl iti ve diğer fizyolojik olaylar sonucu vücutta meydana
kat; hurafe.|| boş inanç, Kaynağı İlahî vahye da gelen artıkların ve salgıların dışarıya atılma işlemi;
yanmayan inanç; batıl itikat. || boş kâğıdı, huk. boşaltım; ifrağ,
Cumhuriyet öncesi m edenî hukukta boşanm ak iste boşaltıcı, [boş-a-l-t-ıcı] is. fız. Yükleri aynı olmayan
yen kocanın eşine verdiği boşanma belgesi. || boş iki iletkeni aynı yük düzeyine getirmekte kullanılan
kalmak, 1 . İşi tamamlayıp bitirmek. 2 . İşsiz kal yalıtkan saplı iletken,
mak.|| boş kdmak, {eT} A zat etmek; bırakmak. boşaltılma, [boş-al-t-ıl-ma] is. Boşaltılmak işi.
[DLT]|| Boş kile, dipsiz ambar, 1. Yararsız uğraş. boşaltılmak, [boş-al-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] Boş duru
2. Savurganlık.|| boş komak, {eAT} Serbest bırak ma getirilmek,
mak; azat etmek.|| boş koymak, I. Yoksun bırak boşaltım, [boş-al-t-ım] is. 1. Boşaltma işlemi. 2. Sis
mak; mahrum etmek. 2. Boşaltmak. 3. Peşini bı tem lerin çalışabilmesi için gerekli olan boşaltma
rakmak.|| boş kiime, mat. H içbir elemanı olmayan işlemleri; boşaltı. 3. biy. Sindirim ve diğer fizyolo
küme.|| boş küp, Bilgisiz insan.|| boş laf, Gereksiz jik olaylar sonucu vücutta meydana gelen artıkların
söz.|| boş laf etmek, Gereksiz ve yararsız sözler ve salgıların dışarıya atılma işlemi; ifrağ. 0 boşal
söylemek. || Boş ol! Eski hukukta erkeğin eşini bo tım aygıtı, Vücuttan dışarı atılması gereken m ad
şamak için söylediği söz.|| boş olmak, 1. (Kadın deleri toplayıp boşaltan organ.
için) eşi tarafından boşanmak. 2. {eAT} Boş dur- boşaltma, [boş-al-t-ma] is. 1. B oşaltmak eylemi. 2.
mak.|| boş oturm ak, H erhangi bir işle uğraşma Bir yerden herhangi bir durum nedeni ile toplu ola
mak; işsiz olmak.\\ boş salmak, {eAT} Boş bırak- rak çıkma; tahliye. 3. B ir bölgeyi terk etme. 4. D o
mak.\\ boş söz, Herhangi bir düşünce ürünü olarak kumacılıkta çözgü levendini sökmeden çözgüyü
değil de konuşmuş olm ak için söylenen söz. || boş gevşetme. 5. Yükün taşım a aracından çıkarılması.
şey, Yararsız.\\ boşta gezmek, İşsiz olmak.|| boşta 6. Bir ateşli silahın mermi kovanını yataktan çı
kalmak, İşe veya okula giremem ek.|| boşta otur karm a ya da ateş ederek mermilerin tüm ünü b itir
mak, İşsiz kalmak.|| boşu boşuna, 1. Yararsız. 2. me. 7. fız. Elektrik yükünü sıfıra indirme. S b o
Boş yere; nafile. || boşunu silkmek, {ağız} B ir kim şaltma havzası, coğ. Sularını bir ırmak veya göle
senin niyetini anlamak için konuşturarak ağız ara akıtan yerlerin bütünü.
mak; söyletmek. [DS]|| Boş ver! argo. Aldırma.\\ boşaltmak, [boş-al-t-mak] g ç l . f [-ır] 1. B ir şeyi boş
boş vermek, Aldırmamak, ilgilenmemek; oralı ol durum a getirmek. 2. Bir şeyi başka bir şeyin içine
mamak,|| boş yere, H içbir ya ra r sağlamadan; g e tamamen dökmek; boca etmek. 3. B ir silahta ne
reksiz; beyhude; nafile.\\ boş zaman, B ir kimsenin kadar mermi varsa hepsini arka arkaya ateşleyerek
çalışarak geçirm ek zorunda olduğu saatlerle din bitirmek. 4. mecaz. Derdini dökmek. 5. Kusmak. 6.
lenme süresi dışında kalan zaman. Bağlı bir şeyi veya cıvatayı gevşetmek; açmak. 7.
Boşa, [Erme, p ’osa => boşa / poşa] is. Hindikuş kö Elektrik yükünü sıfıra indirmek. 8. Bir yerde toplu
kenli olup beşinci yüzyılda Kafkaslara yerleşmiş hâlde bulunan insanları toptan dışarıya çıkarmak.
olan Çingenelere verilen ad. 9. psikol. İçe itilmiş olan düşünce ve eğilimleri tek
boşalım, [boşal-mak > boşal-ım] is. 1. Boşalm ak işi. rar bilinç alanına çıkarmak,
2. Boş durum a gelme; deşarj. 3. fız. Bir elektrik boşaltmalık, -ğı [boş-al-t-ma-lık] is. Bir su ya da sıvı
yükünün bir iletken aracılığı ile devri tam am lana tankındaki maddeyi tamamen boşaltm ak amacıyla
rak sıfıra inmesi. konulmuş olan ağız ya da musluk,
boşalma, [boş > boş-al-ma] is. 1. Boşalm ak eylemi boşam a, [boş-a-ma] is. Boşamak eylemi,
ve durumu; inhilal; deşarj. 2. mecaz. Derdini birine boşam ak, [eT. boş-ü-mak (bırakıvermek, salıvermek)
açarak ferahlama; rahatlama. 3. fız. Elektrik yükü / boş-a-mak] gçl. f. [-r] [-(u)-yor] 1. {eT} Bırak
nün başka bir iletkene geçmesi veya yükün denge mak; terk etmek; ayrılmak. [KB] 2. {eT} Kurtarmak.
lenmesi. [Gabain] 3. (Koca için) eski hukuka göre eşi ile ara
boşalmak, [boş > boş-al-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Boş sındaki nikâh bağını kaldırmak. 4. (Yargıç vb. için)
duruma gelmek. 2. İçinde hiçbir şey kalmamak. 3. kanunlara göre kan ile koca arasındaki evlilik ba
Bir kap içinden dışarıya akmak, dökülmek. 4. (İp, ğının sonlandırılmasma karar vermek. 5. argo.
halat, tel vb. için) gevşemek; açılmak; çözülmek. 5. V azgeçmek; değer vermemek. 6. {ağız} Yapıp bi
mecaz. Derdini ve sıkıntısını birine anlatarak ferah tirmek. [DS]
lamak; deşarj olmak. 6. (Hayvan için) bağından, boşandırma, [boşa-n-dır-ma] is. Boşandırmak işi.
ipinden kurtulmak. 7. Cinsel ilişkide beli gelmek.
boşandırmak, [boşa-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bir
boşaltaç, -cı [boş-al-t-aç] is. fız. Kapalı bir yerdeki akıcının önünde bulunan tıpa veya set gibi engelleri
havayı boşaltmaya yarayan alet; hava boşaltm a m a kaldırarak hızla akmasını, boşalmasını sağlamak. 2.
kinesi. Bağlı duran bir hayvanı bağlarından kurtarmak;
boşaltı, [boş-al-tı] is. 1. Boşaltma işlemi. 2. Sindirim serbest bırakmak; bağdan kurtarmak. 3. Y ay ve
BOŞ D lÜ H U K C E SöM .ess
zem berek gibi kurulu bulunan esnek gereçleri ku boşgurm ak, [*boşğü-mak > boşğu-r-mak] {eT} gçl. f
rulu kalmasını sağlayan tırnaktan kurtarmak. 4. [-ur] 1. Eğitmek; öğretmek; talim etmek. [EUTS]
Boşaltmak. 5. (Evli çiftlerin) kanun gereği boşan [ETY] [Gabain] 2. Akıl vermek. [ETY] 3. Yapmak;
malarını sağlamak. 6. {ağız} Atı dört nal ile rahvan düzene sokmak. [ETY] [Tekin]
arasında koşturmak. [DS] boşgut, [*boşğü-mak > boşğu-t] {eT} is. 1. Öğüt; na
boşandurm ak, [boşa-n-dur-mak {eAT} gçl. sihat; talimat. [Gabain] [KB] 2. Okuma. [EUTS] 3.
Öğrenme; öğrenim; ders. [Clauson] [EUTS] [KB]
f. [-ur] Boşaltmak,
boşgutçı, [*boşğü-mak > boşğu-t-çı] {eT} is. Öğret
boşanm a, [boşa-n-ma] is. Geçerli bir evliliğin kanu
men; muallim; mürebbi. [EUTS]
nun öngördüğü sebeplerden dolayı eşlerin sağlığın
da mahkeme kararı ile bozulması. S boşanm a da boşgutlanmak, [*boşğü-mak > boşğu-t-la-n-mak]
vası, huk. Karı veya koca tarafından evlilik birliği {eT} dönşl. f. [-ur] Çırak sahibi olmak; çıraklan-
ne son verdirecek, bozucu yenilik doğuran kararı mak; çırak edinmek. [DTL] [Clauson]
alm ak üzere açtığı dava. boşgutlug, [*boşğü-mak > boşğu-t-luğ] {eT} is.
Öğrenci; öğrenen; eğitim altmda bulunan. [EUTS]
boşanm ak1, [eT. boş-un-mak > boş-an-mak jiL i^ ]
[Clauson]
dönşl. f. [-ır] [eT, eAT, -ur] 1. {eT} Kendini bir yer boşgutmak, [*boşğü-mak > boşğu-t-mak] {eT} gçl. f.
den kurtarmak; kurtulmak; serbest olmak; hür ol [-ur] Öğretmek; okutmak. [EUTS]
mak; başına buyruk olmak. [ETY] [EUTS] 2. {eT} boşgutsuz, [boşğu-t-suz] {eT} sf. A rtık öğrenmeyen.
B ağı çözülmek; boşalmak. [DLT] 3. Boş kalmak; [Üç İtigsizler]
boşalmak. {eAT} (aynı.) 4. Birdenbire dışarı uğra boşılıg, [boşü-mak > boşı-lığ] {eT} is. Kurbanlık.
mak. 5. (Gergin bir zemberek vb. için) birdenbire [EUTS]
çözülüp açılmak; yuvasından kurtulup fırlamak, boşka, [Sırp, buçka > boçke] {ağız} is. 1. Testi. 2.
çözülmek; kurulu hâlden serbest hâle geçmek. 6. Yayık. 3. Fıçı. [DS]
Birden gevşemek; hâlden düşmek. 7. (Hayvan için)
boşkut, [*boşğü-mak > boşku-t] {eT} is. Okuma; öğ
bağlarından ve iplerinden kurtulmak. 8. (Akıcı ve
renme; ders. [EUTS]
yağm ur için) birden ve bol akmak. 9. H üngür hün
boşla, [eT. boş-la-ğ / boş-la] {eAT} zf. Boş olarak,
gür ağlamak. 10. Söyleyeceklerini birdenbire söy
boşlag, [boş-lâ-mak > boş-lâ-ğ] (boşla:ğ) {eT} sf. 1.
leyivermek. 11. mecaz. Derdini anlatmak, ö Bo
Bırakılmış; terk edilmiş; boş verilmiş. 2. Avare;
şan da semerini ye! Çok obur kimseler için söyle
boş. [KB] 3. Boş; gevşek. [Yüknekî]
nen ayıplama sözü.
boşlaglanm ak, [boş-la-ğ-la-n-mak] gçsz. f. [-ur] 1.
boşanmak2, [boş-a-n-mak] dönşl. f. [-ır] huk. (Karı
Kızmak. 2. Ö ğüt tutmamak. [DLT]
koca için) mahkeme kararı ile evlilik birliğini bitir
mek; ayrılmak; ayağının bağını çözmek; ev boz boşlama, [boş-la-ma] is. Boşlam ak eylemi,
mak; yuvasını yıkmak, boşlamak, [boş-la-mak {OsT} gçl. f. [-r] [-
boşatma, [boş-a-t-ma] is. Boşatmak işi. l(u)-yor] 1. Serbest bırakmak; kendi hâline terk
boşatm ak1, [b o ş-a -t-m a k ^ L i^ / y \ g ç l . f . [-ır] etmek. 2. Boşaltmak. 3. İlgi göstermemek; önem
vermemek; ihmal etmek. 4. {ağız} Peşini bırakmak;
1. Boşama işini yaptırmak; ayırmak. {eT} (aynı)
vazgeçmek. [DS] 5. K ocalık görevini yerine getir
[DLT] 2. Boşandırmak. 3. {eT} {eAT} Boşaltmak;
memek.
çözmek.
boşatmak2, [boşa-mak > boşa-t-mak] gçl. f. [-ur] boşlanmak, [boş-la-n-mak {OsT} edil. f. [-
{eAT} Çözülmek; bırakılmak, ur] Terk edilmek; boş bırakılmak,
boşboğaz, [boş+boğaz] sf. 1. Saklanması gereken boşlık, [boş-lık] {eAT} is. Boşanmış olma; boşanmış
sırları saklayamayıp söyleyiveren. 2. Yerli yersiz olm a hâli.
konuşan; sır saklamaz; geveze; çenebaz; lafçı; zev boşluk, -ğu [eT. boş-luk jL i^ ] is. 1. {eT} Kurtulma;
zek.
serbest kalma. [KB] 2. {eAT} Boş kalmış olma; bo
boşboğazlık, -ğı [boş+boğaz-lık] is. Boşboğaz olma şanmış olma. 3. Herhangi bir yerdeki oyukluk ve
durumu. S boşboğazlık etmek, Düşünmeden, ge çukurluk. 4. Birbiri ardına gelmesi gereken nesne
reksiz ve yersiz konuşmak. ler ve elem anlar arasındaki kesinti; açıklık; ara;
boşçu, [boş-çu] {ağız} is. Kömür yükletirken boşalan mesafe. 5. Çalışmadan, boş geçen süre. 6. Psikolo
küfeleri motora atan hamal. [DS] jik olarak hissedilen bir eksiklik veya yoksunluk
boşgunm ak1, [*boşğü-mak > boşğu-n-mak] {eT} duygusu. 7. mecaz. Yetersizlik. 8.fız . İçinde hiçbir
dönşl. f. [-ur] Öğrenmek; okumak. [Gabain] [EUTS] cisim bulunm ayan uzay; vakum. S boşluğunu al
[Clauson] mak, argo. 1. B ir kimsenin karnına yum ruk atmak.
boşgunmak2, [boş > boş-ğun-mak] gçsz. f. [-ur] Boş 2. B ir kimsenin karnm ı kesici y a da delici bir silah
kalmak; boş olmak; işten yorulmak. [DLT] la yaralamak.\\ boşluk tulumbası, Kapalı bir yer
01M 1 W SDM .659 BOT
deki havayı boşaltmaya yarayan alet; hava boşalt boşurkanm ak, [boşu-r-ka-n-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1.
ma makinesi; boşaltaç. Kurtarmak. [Gabain] 2. Rahatsızlık hissetmek. [E-
boşlukçuluk, -ğu [boş-luk-çu-luk] is. fel. Tabiatta UTS] 3. Kendisini kusurlu saymak. [EUTS] 4. Kay
boşluğun bulunabileceğini kabul eden felsefî görüş, gılanmak. [EUTS]
boşluklaşma, [boş-luk-la-ş-ma] is. fız. H areket ha boşurm ak, [*boşğu-mak > boş(ğ)u-r-mak > boşu-r-
lindeki bir sıvının içinde buhar veya gazla dolu mak] {eT} gçsz. f. [-ur] 1. Öğrenmek. [EUTS] 2.
boşluklar oluşması, Öğretmek; okutmak; ders vermek; talim ettirmek.
boşluklu, [boş-luk-lu] sf. 1. Boşluğu olan. 2. mecaz. [EUTS] [Gabain]
Yeterli ve tam olmayan, boşutgan, [boşü-mak > boşu-t-ğan] {eT} sf. 1. Çok
yumuşatan. 2. İshal eden; müshil. [DLT]
boşlunmak, [boşü-mak > *boş-ul-mak > boş-(u)l-
un-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] (Kadın için) doğum boşutmak, [boşü-mak > boşu-t-mak] {eT} gçl. f. [-
yapmak; doğurmak. [Clauson] ur] 1. Bırakmak. 2. Boş bırakmak. [KB] 3. Serbest
bırakmak. [KB] 4. (Erkek için) karısını boşamak;
Boşnak, [Bosna (Yugoslavya’da bölge ve kent) >
eşinden ayrılmak. 5. İshal etmek; yumuşaklık ver
boşnyak] is. Bosnalı veya kökeni B osna’ya ilişkin
mek. [DLT]
olan. S Boşnak eriği, {ağız} Elle kolayca bölüne-
b ot1, [Fr. botte] is. 1. Uzun konçlu ve kapalı ayakka
bilen mor renkli iri ve söbe bir tür erik. [DS]|| Boş
bı. 2. {ağız} Çizme boğazı. [DS]
nak güzeli, Dolgun çehreli, sarışın, al yanaklı g ü
zel kız. bot2, [İng. boat] is. dnz. Bir tekneden kıyıya gidip
gelmeye yarar küçük sandal.
boşnak, -ğı [boş-(u)n-ak] {ağız} is. Kocasından kaça
rak başka biri ile evlenen kadın. [DS] bot3, [bot] {ağız} is. Deve yavrusu. [DS]
boşnulmak, [boş-(u)n-ul-mak] {eT} g çsz.f. [-ur] Ser bot4, [bot] {ağız} is. (Kuş için) kuyruksuz ya da kuy
best kalmak. [ETY] ruğu kısa olan. [DS]
boşu, [Far. püşî] {ağız} is. Erkekler tarafından kulla bota, [eT. botü > botuk / boduk / boto] {eT} is. Deve
yavrusu.
nılan renkli, ipek baş örtüsü; poşu. [DS]
botak1, -ğı [bota-k] {ağız} is. Orta büyüklükte manda
boşug, [boşü-mak > boşu-ğ] {eT} is. 1. Bağış; hediye;
yavrusu. [DS]
ihsan. [KB] 2. Bağışlanma; azat; af; kurtuluş; halas.
[EUTS] [Gabain] 3. Han tarafından dönmesi için el botak2, -ğı [bat-ak > botak] {ağız} Serçeden biraz iri
çiye izin verme; diplomatik izin. [DLT] fi1 boşug bir kuş; batak; karatavuk,
yarlıg, A zat yarlığı; azat belgesi. [EUTS] botalamak, [bota-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
boşugu, [boşu-ğ-u] {eT} is. Salıverme zamanı. [DLT] yor] (Deve için) yavrulamak; doğurmak. [DS]
boşukmak, [buş-mak > buş-uk-mak / boş-uk-mak] botanik, [Yun. botane (ot) + botanikos > Fr.
{eAT} g çsz.f. [-ur] Kızmak, botanique] is. Biyolojinin bitkileri ele alan ve bü
tün bitkisel yaşam biçimlerinin yapısını, özellikle
boşumak, [boşü-mak / boş-a-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1.
rini ve biyo-kimyasal süreçlerini inceleyen bilim
İzin verip bırakmak. 2. Boşamak. [DLT] 3. Günahı
dalı; bitki bilimi; nebatat; ilm-i nebatat. S botanik
bağışlamak; a f etmek; kurtarmak. [Gabain] [EUTS]
bahçesi, B itki grupları arasındaki akrabalık ilişki
4. gçsz. Boşalmak. 5. Boşanmak. 6. Çözülmek;
lerini yansıtm ak amacıyla düzenlenmiş canlı bitki
gevşemek.
koleksiyonu.
boşuna, [boş-u-n-a] zf. 1. G ereksiz yere; hiçbir gere
botanikçi, [botanik-çi] is. Botanik alanında uzm an
ği yokken. 2. Bir kazanç elde edemeden; yararsız
laşmış bilim adamı; bitki bilimci,
olarak; beyhude; nafile; havaya; sonuçsuz,
botin, [Fr. bottine] is. B ir tür kapalı kadın pabucu,
boşunak, -ğı [boşü-mak > boşu-n-ak] {ağız} is. Bo
şanma belgesi. [DS] botlacı, [bot(a)-la-cı ^ «Jiîjj / {eAT} sf. (D e
boşunçsuz, [boşü-mak > boşu-nç-suz] {eT} sf. A ffe ve için) gebe,
dilmez. [Clauson] botlak, -ğı [bot-la-k] {ağız} is. 1. Deve yavrusu. 2.
boşungu, [boşu-n-gu / boş+umgu] {ağız} is. Serap. M anda yavrusu. [DS]
[DS] botlamak, [bort-la-mak > pot-la-m ak j * - ^ ] {eAT}
boşunmag, [boşü-mak > boşu-n-mağ] {eT} gçsz. f. -*■
{ağız} gçsz. f [-r] [-l(u)-yor] (Deve için) yavrula
boşunmak.
mak. [DS] S botlamalı olmak, {eAT} (Deve için)
boşunmak, [boşü-mak > boşu-n-mak] {eT} dönşl. f. yavrulayacak duruma gelmek.
[-ur] 1. Boşanmak; serbest olmak; azat olmak; kur
botlayıcı, [bot-la-y-ıcı] {ağız} sf. (Deve için) gebe;
tulmak; serbest kalmak. [ETY] [EUTS] 2. Tövbe
doğurm ak üzere olan. [DS]
etmek; kusurunu açıklamak. [EUTS] 3. Boşalmak.
botlug, [böd > böd-luğ] {eT} sf. Boylu; boyu uzun
[DLT] 4. Günahtan kurtulmak; günah çıkartmak.
[Gabain] olan. [Clauson]
BOT IM IİİIK S Ö M .
boto, [bota / botü / botu-k / botö] {eT} is. Deve yav fasının tepesi arasmda kalan uzunlamasına olan
rusu; potuk. [ETY] ölçüsü; endam. 2. {eAT} Beden; vücut. 3. Bir nes
botolamak, [boto > botö-lâ-mak] (boto:la:mak) {eT} nenin tabanında en yüksek noktasına kadar olan
gçsz. f. [-r] (Deve için) yavrulamak. [ETY] uzaklık. 4. İki boyutlu bir yüzeyde en sayılan ke
botor, [Moğ. bagatur > botor] {ağız} sf. (Kişi için) narları arasındaki uzunluk. 5. Büyüklük derecesi;
taşkınlık eden. [DS] beden. 6. Dağ, dere, deniz ve yol kıyısı; uzantısı. 7.
botorluk, -ğu [Moğ. bagatur > botor-luk] {ağız} is. (Kumaş için) ölçü. 8. A t ve tekne yarışlarında ya
Taşkınlık. [DS] rışçıları birbirinden ayıran at veya tekne uzunluğu
bottu, [bot-u / bot(t)-u] {ağız} is. Kısa boylu adam. birimi, fi1 boy abdesti, Müslümanlarca, cünüplük
[DS] adı verilen m addî ve m anevî kirlilikten arınmak
botu, [bota / botü / botu-k / botö] (botu:) {eT} is. 1. için el, ağız, burun ile vücudun bütününü hiç kum
Deve yavrusu; potuk. [DLT] [Gabain] 2. Çocuk; y er kalmamacasına yıkam a biçiminde fa r z olan te
yavru; bebek. [KB] mizlik; gusül.|| boya çekmek, 1. Boy atmak; uza
mak. 2. {eATj Bağımsızca iş yapm ak; ayrı baş çek-
botuc, [eT. butik ? > botuc {eAT} is. Emzikli
m ek.|| boy almak, Boyu uzamak; boylanmak.\\ boy
toprak su kabı; çömlek, atmak, Büyümek; uzamak; gelişmek, boylanmak.\\
botuk, -ğu [eT. botü > botu-k] {ağız} is. Deve yavru boya yetm ek, {eAT} Boylanmak; yükselmek.\\ boy
su. [DS] aynası, İnsanı bütünüyle gösteren ayna; endam ay-
botulanıak, [botü > botü-lâ-mak] (botu:la:mak) {eT} nası.\\ boy bos (boy pos), 1. Vücudun boy bakımın
gçsz. f. [-r] (Deve için) yavrulamak. dan güzelliği, biçimi. 2. mecaz. Değeri olma, g e
botur, [Erme, p ’ot’or jj^ y ] {OsT} is. -*• potur, çerlilik,| boy bos devrilmek, (Beddua olarak)
ölümünü dilemek; ölmek.\\ boy bosun, {eAT} Boy
boturasam ak, [botur-a-sa-mak {eAT} gçsz. bos; endam. || boy bos yerinde, Uzun ve biçimli;
f M (Dişi deve için) erkek deve ile çiftleşme iste yakışıklı.\\ boy boy, 1. Boyca değişik değişik. 2.
ğinde bulunmak; kızmak, D eğişik boylarda. 3. Uzun bir kuyruk oluşturan ka
boturmak, [-ıp+tur-mak / -ıp+otur-mak > -(b)otur- labalıklarla,|| boy bürüğü, {ağızj Ç arşaf yerine
mak] {ağız} yar. f. [-ur] Sürdürmek; bir düzende kullanılan çift etek. [DS]|| boy çuvalı, {ağız} En bü
durmak. [DS] "Ne yapalım, çalışıp boturuz. ” y ü k çuval. [DS]|| boydan aşmak, 1. Sınırı geçmek;
bovarizm [Flaubert’in Madam Bovary rom anından > fa zla olmak. 2. İleri varmak. || boydan boya, Bir
Fr. bovarysme] is. psikol. Genç kadınların, sosyal uçtan diğer uca. || Boydan kesat, içten fesat, Kısa
ve duygusal doyumsuzluklara bağlı olarak, kendi boyluların kıskanç olacaklarına dair yaygın kanaa
lerinde hissettikleri eksiklik duygusunu tatmin ti ifade eden söz.{\ boy entarisi, Topuklara kadar
amacıyla kendini beğenme ve hayal dünyasına sı inen entari, || boy etmek, Boylarına göre sırala
ğınm a şeklinde görülen ruhsal dengesizlik, mak; iriliğine veya ufaklığına göre ayıklamak,|
bovartlak, -ğı [boğ-ar-t-la-k] {ağız} is. Gırtlak. [DS] boy gömleği, {ağız} K olsuz ve uzun kadın iç çama
bovasamak, [boğ-a-sa-mak / bov-a-sa-mak] {ağız} şırı; kombinezon. [DS]|| boy göstermek, 1. Görün
g çsz.f. [-r] [-s(ı)-yor] Yorulmak. [DS] mek; ortaya çıkmak. 2. Gösteriş yapmak. 3. H içbir
bovurmak, [bağ-ır-mak / boğ-ur-mak > bo-vur-mak] iş yapm adan ortalıkta görünmek.\\ boyı bükülmek,
{ağız} g çsz.f. [-ur] Bağırmak. [DS] {eAT} Beli biikülmek.\\ boy kürkü, D iz kapakların
boy1, [bod > boy ^sy) is. sosy. 1. Ortak bir atadan dan aşağıya kadar uzanan kürk.^ boy ölçüşmek, 1.
Yarışmak; rekabet etmek. 2. Güç ve nüfuz yarışına
geldiklerine inanan, ortak bir sosyal düzen içerisin
girişmek.\\ boy sürmek, Boyu uzamak; boyca bü
de yaşayan insanların meydana getirdikleri en basit
yüm ek; boylanmak.\\ boy tüfeği, {ağız} Tek kurşun
topluluk; klan; ulus; kavim; kabile; aşiret; hısım.
atan, insan boyuna yakın uzunluktaki tüfek. [DS]|
{eT} [DLT] 2. Eski Türklerde özellikle de Oğuzlarda
boyu batmak, {ağız} (Sövme ve kötü dilek olarak)
temel siyasi ve sosyal birlik. 3. {eAT} Bir aşiretin
ölmek. [DS]|| boyu boyanmak, {ağız} (Sövme ve
kollarından her biri. S boy başı, {eAT} Kabile rei-
kötü dilek olarak) ölmek. [DS]|| Boyu (bosu) dev
sz.|| boy begi, {eAT} Boyun başkanı; aşiret reisi.||
rilsin! (devrilesi), “Ö lsün!’’ anlamında beddua.\\ ..
boy boylamak, {eAT} Bir kimsenin soyunu sayarak
boyu, (Tamlayana bağlı olarak) 1. Boyu kadar. 2.
övmek, || boy beyi, 1. Yurdunda boyu ile birlikte y a
Süresince.|| Boyu bacadan mı aştı? (Kızlar için)
şayan ve boyunu bir devlet düzeni içinde yöneten
“D aha evlenecek yaşa gelmedi. ” anlamındaki söz. ||
başkan. 2. {ağız} Ağa; ileri gelen; köy büyüğü. [DS]
boyu beraber, K endi boyunca; boyu kadar, yetiş
3. {ağız} A şiret reisi. [DS]|| boy beyi gibi, İşsiz güç
süz. kin.,|| boyu boyuna, huyu huyuna, Eşler arasında
ki fiz ik ve davranış uyumluluğu.\\ boyu güzel, {ağızj
boy2, [böd (vücut, beden) > boy g y] (bo:y) is. 1. Vü Görümce. [DS]|| boyuna almak, {eAT} Yanına al
cudun, insan ayakta dik durduğu zaman, yerle ka mak; kendine arkadaş edinmek. || boyuna biçilmiş
İllftfll ffîfiijÇÇ’İİİCİjir « 661 BOY
kaftan, B ir insan için, yapabileceği en iyi bo folk. K ız evinde gelinin saçları boyanırken yapılan
yuna bosuna b ak m ad a n , Yapışma ve gücüne bak eğlence [DS]|| boya günü, /ö//c. Kına gecesinden ik'ı
madan; gücünün üstünde.]] boyuna b o su n a b ak gün önce geline kına hazırlamak için toplanma,||
m am ak, Yaş bakımından küçük oluşunu göz önüne boya kalem i, 1. Öğrencilerin resim yapm akta kul
almadan büyüklerin yapabileceği bir işe kalkış landıkları renkli kalemler. 2. Makyaj kalemi. | boya
mak.|| boyuna verm ek, B ir elbiseyi kumaşın boyu kökü, D oğal olarak boya elde etmekte kullanılan
n a göre kesmek ve dikmek.\\ B oyun b ir k a rış uzadı bitki kökleri; kök boya. || boya k u llan m ak , Boyan
a rtık , Gereksiz bir iş yapana söylenen "Çok şey mak, makyaj yapmak. | boya k u tu su , içine boya
kazandın, yü kseld in ." anlamında söylenen alay konulan çeşitli kutular.'] boya m addesi, H ayvan ve
sözü.i| boyundan b ü y ü k işlere k alk ışm ak , Üste bitki dokularına renk veren madde.\\ boyası atm ak ,
sinden gelemeyeceği, başaramayacağı işlere kal Rengi solmak.\\ boyası m ey d an d a, {ağız) Ne oldu
kışmak,|[ boyunda olm ak, {ağızj (Çocuk için) aııa ğu belli. [DS]|| boya tah tası, {ağız} Sandalın ya n
karnında olmak. [DS]|| b o yu n u n ölçüsünü alm ak, tahtası üstündeki tahta. [DS]|| b oya tu tm a k , 1. B o
1, Birinden beklediği ilgiyi ve yakınlığı görem e yayı kabullenmek. 2. Boyalı şeyler arasında uyum
mek. 2. Yetersizliğini ve beceriksizliğini anlamak. veya benzerlik olmak.\\ boya v u rm ak , Boya sü r
3. Bir kez denemiş oImak.\\ Boyu sırık , aklı yılık, mek; boyamak.
Uzun boyluların aklının kıt olduğu şeklindeki ya y boyacı, [boya-cı] is. 1. Boya üreticisi. 2. Boya satıcı
gın kanaati belirten söz.|| boy v erm ek , 1. (Su için) sı. 3. Boyama işini yapan kimse. 4. M esleği ayak
insanın boyunu aşacak derinlikte olmak. 2. Suyun kabı boyamak olan kimse. 5. {ağız) Göz boyayıcı;
derinliğini kendi boyu ile ölçmek. 3. Büyümek; g e sihirbaz. [DS] ö boyacı kedisi, Tiirlii renklere bo
lişmek. 4. (Kumaş için) elbise olacak uzunlukta ol yanm ış; maskara gibi. \\ boyacı köpeği, Türlü renge
mak. 5. {ağız} Felakete dayanmak; sabretmek. boyanmış; maskara gibi.|| boyacı k ü p ü , I. Eskiden
[DS]|| boy verm em ek, (Su için) insanın boyunu kumaş ve ipliklerin boyanmak için daldırıldıktan
geçmeyecek kadar sığ _olmak.\] boy v irm ek , {eATj küp. 2. Çabucak yapılamayacak, zaman alacak iş
l. İtaat etmek; boyun eğmek. 2. Kefil göstermek. ler için kullanılan “Boyacı küpü mü bu? Daldırıp
boy’, [bod / boy] {eTj is. Renk; boya. [Gabain] [EUTS] çıkaralım, ” sözünde geçen deyim.\\ boyacı k ü p ü n e
girm iş gibi, Çok fa zla makyaj yapm ış kadınlar için
boy4, [boy {eATj is. 1. Derece; mertebe; ayar. 2.
söylenir.]] boyacı sandığı, Ayakkabı boyacılarının
{ağızj Parça: kere; kez; miktar. [DS] boya araç gereçlerini kovdukları, müşterilerin
boy5, [bod > boy] is. Hikâye; bir Tiirk boyunun geç ayakkabısını boyarken ayaklarını bastırdıkları ta
mişine ait kahramanlıkların anlatımı. "Dedem K or şınabilir özel sandık.
kut geldi, boy boyladı, soy soyladı..” Dede Korkut boyacılık, -ğı [boya-cı-lık] is. 1. Boya üretim ışı. 2.
Kitabı. Boya satıcılığı. 3. Boya yapan kim senin mesleği,
boy6, [Far. bü (koku) > boy [Tietze] {eT} is. To boyaçm , [boya-çın] {ağız} is. bot. Kökü kırmız;
humu pastırma çemeninde kullanılan bir bitki; boy renkli boyar madde olarak kullanılan, bir iki metre
otıı; poy otu, (Trigonella foenograecum ). {eAT} (ay boyunda, soluk sarı çiçekli, rizomlu, çok yıllık bir
nı) [DLT] 0 boy otu, bot. Baklagillerden, beyaz, tür ot; boyalık; boya çili; kök boya, (R;;bia
mavi ve sarı çiçekli, ezildiğinde kuvvetli bir koku tinctorıım). [DS]
yayan tohumları kurutularak çemen yapılan bir boyahane, [boya + Far. hâne] (boyahu;ne) is. Boya
bitki; boy otu; çemen, (Trigonella faenum -gra- ve boyama işleri yapılan yer.
ecum). boyak, -ğı [eT. boduğ > boy-ak ,j U jJ {eAT} {ağız} is.
boy , [İng. boy (oğlan)] is. Sömürgelerde uşak olarak Boya. [DS]
kullanılan gençlere verilen ad.
boyakcı, [boyak-cı ^ ^ j : ] {eAT} is. Boyacı,
boya, [eT. bod-uğ > bod-uğ (renk) > boyağ / boyak]
is. 1. Renklendirmek veya dış etkenlerden korumak boy alam a, [boya.-la-ma] is. Boyalamak işi.
amacıyla eşyanın dışına sürülen veya içine katılan boy alam ak , [boya-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yoı] 1.
renkli madde. 2. Renk. 3. Yazı mürekkebi. 4. M ak Gelişigüzel boya sürmek. 2. Boya lekesi oluştur
yaj. 5. Makyaj malzemesi. 6. mecaz. Aldatıcı görü mak. 3. (Solan çamaşır gibi şeyler için) rengi başka
nüş. S1 boya a b raşı, Kumaşların iyi boyanmaması birine bulaşmak. 4. {ağız} Kandırmak; gözünü bo
sonucu, açıktı koyulu olması. | boya ağacı, Kabuğu yamak. [DS]
dericiler tarafından boya yapm ak için kullanılan boyalı, [boya-lı] sf. I. Boyanmış. 2, Boya 3/a batırıl
bir tür kayın ağacı. || boya aim ak , İyi boyanır ol mış olm a durumu. 3. Renkli. 4. (Kadm için) aşırı
mak)] boya atm ak , 1. Boyamak. 2. (Boyalı bir şey makyajlı. 5. argo. M avi ispirto. S b oyak basın.
için) rengi solmak. j| boya fırçası, Boya ve badana Okuyucusunun ilgisini çekmek için yazıdan daha
yaparken kullanılan özel fırça. || boya gecesi, {ağız} çok renkli resimlere y e r veren basııı aracı.
BOY Ö i a H I K SÖZLÜK. 662
boyalık, -ğı [boya-lık] is. 1. Boya konulan kap veya Soluk. 4. (Kadm için) boya kullanmamış; makyaj
yer. 2. Boya yapım ında kullanılan malzeme. 3. {çı sız.
ğız} bot. Kökü kırmızı renkli boyar madde olarak boyata, [? boyata] is. argo. Kıç; göt.
kullanılan, bir iki metre boyunda, soluk sarı çiçekli, boyatı, [bayatı / boyatı] {ağız} is. Ağıt. [DS]
rizomlu, çok yıllık bir tür ot; boyalık; boya çili; boyatılma, [boya-t-ıl-ma] is. Boyatılm ak işi.
kök boya, (Rubia tinctorum). [DS] 4. sf. Boya ya
boyatılmak, [boya-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] Üzerine bo
pım ı için ayrılmış olan; boya yapım ında kullanılan,
ya yaptırılmak,
boyama, [boya-ma] is. 1. Boyamak işi. 2. Renkli
boyatm a, [boya-t-ma] is. Boyatm ak işi.
yazm a veya mendil. 3. Rengi sonradan verilmiş
boyatm ak, [boya-t-mak] gçl. [-ır] Birine boyama
olan. 4. {ağız} Boyanmış bez, şalvar, başörtüsü vb.
işini yaptırmak,
[DS] S boyama kitabı, eğit. Çocukların el alışkan
lıklarını geliştirmek, renkleri tanımalarını sağla boyayıcı, [boya-y-ıcı] is. Boyamaya yarayan; boya
m ak amacıyla hazırlanmış boyanabilir kitaplar. yan.
boyamak, [eT. bodu-m ak > boyâ-mak] gçl. f. [-r] [- boybamak, [borbâ-mak / boybâ-mak] {eT} gçl. f. [-r]
y(u)-yor] 1. Üzerine boya sürerek veya boya içine (İş için) savsaklamak. [DTL]
batırarak renklendirmek. 2. mecaz. Küçük düşürü boyca, [boy-ca] (b o yca j zf. 1. Boya göre. 2. Boy
cü ağır söz söylemek; hakaret etmek; aşağılamak. bakımından. 3. ..’in boyu kadar. S boyca evlat,
3. {ağız} (Koku için) ortalığı kaplamak. [DS] Büyümüş yetişm iş çocuk.|| boyca günaha girmek,
boyan, [İt. pian => boyan OUjJ {eAT} is. bot. Meyan B üyük bir günah işlemek y a da işlenmesine sebep
olmak. || boyca kalıbını basmak, Bütün varlığı ile
bitkisi.
kefil olmak; güvenmek; inanmak. || boyca kefil ol
boyana1, [boya+ Far. hâne] (boya:na) {ağız} is. Boya
mak, Biri hakkında hiç düşünmeksizin kefil olmak.
evi. [DS]
boydak, -ğı [Far. payâdak > Ar. baydak > boydak]
boyana2, [It. (Vend.) baona] (boyana) is. dnz. an-
{ağız} s f 1. Yükü olmayan yaya. 2. Bekâr; yalnız.
dalı kıçtan yürüten kısa kürek; boyna,
3. Çocuksuz kadm. 4. Başıboş; işsiz. 5. Kötü kadm.
boyanacı, [boyana-cı] (boya:nacı) {ağız} is. Boyacı. [DS]
[DS]
boydan, [boy-dan] sf. Belirtilen nitelikte olan; .. çe
boyandibi, [İt. pian => meyan > boy-an+dib-i şitten.
^ .ı] {eAT} is. M eyan kökü. boydaş [boy-daş sf. 1. Aynı boyda olan. 2.
boyandurm ak, [boya-n-dur-mak {eAT} gçl. {eAT} is. Boyları denk olanlar; akran; emsal,
f . [-ur] Boyamak; boyanmasını sağlamak, boydaşlık, -ğı [boy-daş-lık] is. Boydaş olma durumu,
boyanık, -ğı [boya-n-ık J ^ r ] {OsT} sf. Boyanmış; boyın, [boyın / moym] {eT} is. 1. Boyun; ense; ger
dan. [EUTS] 2. Vücut. [EUTS] 3. Tutamak. [DLT]
boyalı.
boykot, [İng. (Charles B o yco tt’un adından) > boy
boyanma, [boya-n-ma] is. Boyanmak eylemi.
cott] is. 1. Bir kuruluşa, bir kim seye veya ülkeye
boyanm ak1, [boy > boy-an-mak J^ .^ ;] {eAT} dönşl. baskı yapm ak amacıyla onlarla her türlü ilişkiyi
f . [-ur] Erişmek; ulaşmak; uzanmak. kesme. 2. Bir işi bir davranışı yapmam a kararı al
boyanm ak2, [boya > boya-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. ma. 3. huk. Bir insan topluluğunun bir plana göre
Kendi kendini boyamak. 2. Yüzüne boya sürmek; veya aniden bir veya birden fazla kişi ile sosyal ve
makyaj yapmak. 3. edil. f. Biri tarafından boya ya İktisadî ilişkilerini kesmesi. S boykot etmek, Bir
pılmak; üzerine boya uygulanmak. 4. Üzerin'e boya işi bir davranışı yapm am aya karar vermek.
dökülmek, sürülmek veya başka bir şeyin rengi boykotaj, [Fr. boycottage] is. Boykot etme,
geçmek. boykotçu, [boykot-çu] is. Boykot yapan veya boyko
boyanm ak3, [Far. büy => boy-a-n-mak] {ağız} gçsz. ta katılan kimse,
f. [-ır] 1. Zıkkımlanmak. 2. Zehirlenmek. [DS] boykotçuluk, -ğu [boykot-çu-luk] is. Boykotçu olma
b oyar1, [boya-r] sf. Boyayıcı niteliği olan. S boyar durumu.
madde, Bazı ortamlarda çözünerek, ortama renk boykutmak, [boy-(u)k-ut-mak ?] {ağız} gçl. f. [-ur]
veren madde. 2. biy. Hücre öz suyunda eriyik halde Reddetmek; geri vermek. [DS]
bulunan renk verici madde. boyla1, [Alt. / Proto-Bulg. boyla] {eT} is. Bir rütbe;
boyar2, [Rus. boyarin / Slav, bolyarin] is. 1. Prensin unvan. [Tekin]
arkadaşlarının oluşturduğu üst sınıf. 2. Rusya, Tuna boyla2, [Yun. poreia> poyra] {ağız} is. 1. Değirmeni
bölgesi ve Transilvanya’da soylulara verilen un çeviren çarkı döndüren suyun çıktığı delik; poyra.
van. 3. Eflak ve Boğdan soylusu, 2. Değirm en oluğu. [DS] S boyla kazığı, {ağızj
boyasız, [boya-sız] sf. 1. Boyanmamış. 2. Renksiz. 3. Saban kulaklarının geçtiği ağaç. [DS]
M e n » » .« a BOY
boylam , [boy-la-mak > boy-la-m] is. ast. Yeryüzün- {eT} edil. f. [-ur] Kafası karışmak; bunalmak. [Cla
deki herhangi bir noktanın m eridyen dairesi ile baş uson]
langıç seçilen Greenwich gözlem evinin meridyen b o y m am ak , [moyum > *boymâ-mak] {eT} gçsz. f. [-
dairesi arasındaki açı değeri; tul. r ?] Karışmak; dolaşmak. [Clauson]
boylam a, [boy-la-ma] is. 1. Boylam ak eylemi. 2. boym aşm ak, [*bonum / boyum / m oyum > boy(u)-
{ağız} Bir bağla boyna bağlanan muska. [DS] 3. m-aş-mak] {eT} g çsz.f. [-ur] 1. Dolaşmak. [DLT] 2.
{ağız} Kadm entarisi. [DS] fi1 b o y lam a h a la tı, Balık (İp vb. için) açılmamak; karışmak. [DLT]
ağını dik tutmak için, ağın baş tarafından bir m an boym ul, [buy-mul > boy-mul J-Şjj / J 3 İ 3J sf. 1. {eT}
tara bağlanan ip. (Doğan için) beyaz boyunlu. [ETY] 2. {eT} {OsT}
boylam ak1, [boy > boy-la-mak JaL jj] gçl. f. [-r] [- (Hayvan, kuş vb. için) boynunda beyazlık olan;
l(ıı)-yor] 1. Boylu boyunca dalmak; bütün vücu boynunda renkli bir halka bulunan. [DLT] 3. is.
duyla girmek; batmak; inmek. {eAT} (aynı) 2. Y ük {OsT} Doğan türünden yırtıcı kuş, (Circus cyaneus,
selmek; çıkmak. C. ceruginosus). 4. {ağız} Boynu siyah koyun. [DS]
boylam ak2, [boy > boy-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)- b o y n a 1, [boy / beğ +ana] {ağız} is. Nine. [DS]
y o rj 1. İstemeye istemeye bir yere gitm ek zorunda b oyna2, [İt. baona] is. dnz. 1. Sandalı kıçtan yürüten
kalmak. 2. Hoşlanılm ayacak bir durum almak. kısa kürek. 2. {ağız} Balıkçı kayığında dümen yeri
ne kullanılan küçük kürek. [DS]ö b o y n a etm ek,
boylam ak3, [boy > boy-la-m ak j^-lo] {eAT} gçl. f. [-
Sandalı kıçtan tek kürekle yürütmek.
r] [-l(u)-yor] 1. Boy ölçmek. 2. B oy ölçüşmek. b o y n ak , [boy-ın > boy(ı)n-ak / moynok] {eT} is. 1.
boylam ak4, [boy > boy-la-m ak gçl. f. [-r] [- Dar geçit. 2. Dağ boynu; belen. [DLT] 3. Yılana ağı
l(u)-yor] {eAT} Sürekli olarak izlemek, veren keler. [DLT] 4. sf. {ağız} Boynu eğri; eğri.
[DS]
boylam asına, [boy-la-ma-s-ı-n-a] zf. Uzun tarafına
b o y n am ak , [boy-(ı)n-a-mak / moyno-mak] {eT} gçsz.
gelecek şekilde; uzunlamasına; boyun yönünde,
f. [-r] 1. Kurulmak; gururlanmak; böbürlenmek;
boylan, [boy-la-n] {ağız} is. Kibir. [DS]
mağrur olmak. 2. (At için) dik başlı olmak; diren
boylanış, [boy-la-n-ış] is. Boylanm ak işi veya biçi mek; inat etmek; itaatsiz olmak. [DLT]
mi. b o y n atm ak , [boyna-mak > boyna-t-mak] {eT} gçl. f.
boylanm a, [boy-la-n-ma] is. Boylanm ak eylemi, [-ur] D ik başlılık ettirmek; itaatsizlik ettirmek.
boylanm ak, [boy-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Boyu uza [DLT]
mak; boy atmak; gelişmek; büyümek, b o y n ıra, [boy-(ı)n-ı-ra»y j^ ] {eAT} zf. Boynu üzerine,
boylaşm ak, [boy-la-ş-mak {OsT} işteş, f. [- boynok, [boynok / boynak] {eT} sf. -* boynak.
ur] Boy ölçüşmek, b oynuk, -ğu [boy-(u)n-uk] {ağız} sf. Boynu kısa. [DS]
boyler, [İng. boiler] is. Hem ısıtma, hem de kullan b oynul, [*moy-mak / boy-m ak > *boy-(u)m > boy
ma suyunu ısıtan kazan, mul] {eT} sf. (Doğan için) beyaz boyunlu. [ETY]
boylı, [Yun. boukla / vukla] {ağız} is. Kağnı tekerle boynuz, [mün-mek (binmek) + -iz (ikili çokluk eki) >
ğinin dingilden çıkmaması için mazı başına takılan m ün-üz / min-iz > bün-üz > boynuz] is. 1. Bazı
çivi. [DS] hayvanların başında bulunan, tırnaksı maddeden
boylu, [boy-lu] sf. 1. Boyu uzun olan; bacaklı; en sert ve sivri çıkıntı. 2. (Böceklerde) duyarga. 3.
damlı; şehlevent. 2. {ağız} Gebe. [DS] S boylu bos H acamat işleminde kullanılan alet. 4. Barbarların
lu (poslu), Boyu uzun ve gösterişli olan. || boylu içki kadehi olarak kullandıkları öküz boynuzu;
boyuna, (İnsan için) bedeni bütün olarak.|| boylu hanap. 5. Öküz boynuzunun ucuna delik açılarak
boyunca, 1. Boyunun uzunluğunca. 2. Bütün uzun yapılmış bir tür m üzik aleti; yuh borusu. 6. {ağız}
luğuna. Keçiboynuzu; harnup. [DS] S boynuz çekm ek,
boyluca, [boy-lu-ca] sf. Biraz uzun boylu, H acam at etmek; kan almak. || b o ynuz dikm ek,
boylug, [eT. böd-luğ] {eT} sf. Boylu, (Kadın için) başka bir erkekle cinsel ilişki kurarak
boylum, [boy-lu-m] {ağız} zf. Boyunca. S boylum kocasını aldatmak.\\ boynuz eğm ek, 1. Karşı tara
boylum , {ağız} Boylu boyunca. [DS] fın gücünü kabul etmek. 2 . İstemeye istemeye kabul
boyma, [boy(a)-ma] {ağız} is. Gelinlere örtülen kır etmek. || boynuz, k ulağı geçm ek, (Sonradan y e ti
mızı bir örtü. [DS] şenler için) bir konuda öncekilerden daha üstün
olmak. || b o y n u zları y ald ızlatm ak , Tekrar tekrar
boym ak1, [*moy-mak / bon-mak] {eT} gçsz. f. [-ur]
aldatılmak.\\ boynuz ta k m a k , 1. (Erkek için) karısı
Karışmak; karışık durum almak. [Clauson]
veya başka bir yakını kadın tarafından aldatılmak.
boym ak2, [boy-mak] {ağız} g ç l . f [-ar] Yorumlamak.
2. (Kadm için) eşini aldatmak. || b o ynuzu k u rtlu ,
[DS]
Yakını olan bir kadının başkaları ile ilişki kurm ası
boym alm ak, [moy(u)m -al-mak > boy-(u)m-al-mak]
na aldırmayan veya bunu sağlayan erkek.
BOY n u r c u .* .,
boynuzcuk, -ğu [boynuz-cuk] is. anat. Burun boş b o y ralam ak , [boy-ra-la-mak] {ağa} gçl. f. [-r] (Acı
luklarının dış yan çeperinde bulunan üç küçük ke için) tazelenmek; yinelenmek. [DS]
m ik çıkıntısının adı. boyraz, [Yun. borias => boyraz j'y .jJ {OsT} is. Poy
boynuzlam a, [boynuz-la-ma] is. Boynuzlamak işi.
raz.
boynuzlam ak, [boynuz-la-mak] gçl. f [-r] [~l(u)~
boysuz, [boy-suz] sf. 1. Boyu benzerlerine göre daha
yo r] 1. (Hayvan için) boynuzu ile vurmak; süsmek.
kısa olan. 2. mecaz. Fitneci.
2. mecaz. (Kadın için) başka bir erkekle sevişerek
boyum , [*moy-mak / boy-m ak > boy-um / moy-um]
kocasını aldatmak,
{eT} sf. Karışık. [Clauson]
boyn u zlan m a, [boynuz-la-n-ma] is. Boynuzlanmak
eylemi. b o y u n 1, -ynu [eT. bon / boy > boy-ın > boy-un j j j J
bo y nuzlanm ak, [boyııuz-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. is. anat. 1. Gövdenin baş ile omuz arasında kalan
Boynuz darbesine maruz kalmak; boynuz yarası kısmı; âdem elması; boğaz; emik; imik; ümük; sa
almak. 2. mecaz. (Erkek için) karısı veya yakını kak. {eTj (aym) [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. gnşl. Şişe,
tarafından başka bir erkekle aldatılmak. 3. dönşl. f. güğüm, testi gibi araçlarla vida gibi gereçlerin nis
(Hayvan için) boynuzu çıkmak; boynuz sahibi ol peten dar olan üst bölümleri. 3. Sorumluluk; mesu
mak. liyet. 4. Kefil; üst; uhde. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 5.
Bir engebenin, bir dağın keskin sırtının alçalan ve
boynuzlaşm a, [boynuz-la-ş-ma] is. Boynuzlaşmak
öbür yam acına geçmeye elverişli yeri, {ağız} (aym/
eylemi.
[DS] 6. {eAT} Deveboynu denilen gerdanlık. 7. {eT}
boynuzlaşm ak, [boynuz-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] Boy
Vücut. [EUTS] 8. /ağız} Tomurcuk. [DS] B boyın
nuz haline gelmek,
u rm a k , {eAT} Başını kesmek.\\ b oyna alm ak, Bil
boynuzlatm a, [boynuz-la-t-ma] is. Boynuzlatmak işi yapm ayı y a da birine babnayı üstlenmek.]] boy
işi. n a b in m ek , 1. Zorlamak. 2. Aralık verm eyerek de
boyn u zlatm ak , [boynuz-la-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. diğini yaptırmak.\\ boyna geçirm ek, Esir ve köle
Bakımı ve gözetimi altında bulunan bir hayvan ta hâline koymak.|| boyna sarılm ak , Sevgi göster-
rafından, başka bir hayvana veya insana boynuz m ek.|| boynu b u n lu , {eAT} Boyııu bükük; mahzun)]
darbesi vurarak yaralanmasına sebep olmak. 2. boynı b u ru lım ş, {eAT} Boynu bükük; mahzwı)\
(Erkek için) karısının, kendisini başkası ile aldat boyn ın a alm ak , {eAT} Üzerine almak; üstlenmek,||
masına göz yumm ak veya fırsat vermek, boyn ın a el b ıra k m a k , {eAT} Boynuna sarılm ak.j|
boynuzlu, [boynuz-lu] sf. 1. Boynuzu bulunan (hay boyn ın a kol b ıra k m a k , {eAT} Boynuna sarılm ak.j]
van). 2. mecaz. Karısının veya yakınlarından bir boynına salm ak , {eAT} Kendisine bırakmak; ıs-
kadının iffetsizliğine göz yuman (erkek). 3. argo. marlamak.\\ boynına sa rm a k , {eAT} Bir kimseye
Troleybüs. hoşlanmadığı bir işi yüklemek]] boynını b u rm ak ,
boynuzluböce, [boyııuz-lu+böce {OsT} {eAT} Boynunu bükm ek; sızlanmak.\\ beynim u r
m ak, {eAT} Başını kesmek.\\ boynu a ltın d a kal
is. Salyangoz; kabuklu sümüklü böcek,
m ak , (Beddua için) başına bela gelmek; ölmek. ||
boynuzlugiller, [boynuz-lu-gil-ler] is. zool. Keçi,
Boynu a ltın d a kalsın (kalasıca)! Birinin ölümünü
koyun, sığır ve antilop gibi içi boş ve çatalsız sü
dileme, beddua.\\ boynu a rm u t sap m a dönm ek,
rekli boynuza sahip bulunan, geviş getiren, çift tır
Çok zayıflamak.]] boynu b u ru k , {ağız} 1. Yetimlik
naklı, köpek dişi ve üst çene kesici dişleri olmayan
ten dolayı iizgiin olan. 2. insan pisliği. 3. Dalında
m em eliler familyası, (Bovidae).
olmuş, sapı bükülmüş incir. 4. Menekşe. [DS]j| boy
boynuzluteke, [boynuz-lu+teke] is. zool. Kınkanatlı nu b ü k ü k (burulu), I. Yoksun. 2. Üzgün, kederli,]]
lardan meşe ağacında yaşayan, tırtılı ağaçta derin bo y n u eğri, 1. H er şeyi kabul edecek durumda. 2.
delikler açan, sadece geceleri dışarı çıkan oduncul Zavallı, i. {ağız} Herhangi bir sebepten birine söz
bir böcek, (Cerambyxeros) söyleyemeyecek, itiraz edemeyecek durumda olan;
öoynuzsu, [boynuz-su] sf. Boynuz gibi; boynuzu o kimseye karşı minnet duyan. [DS]|| boynu kıldan
andıran. ince olm ak, Doğru ve haklı bularak verilen görevi
öoynuzsuz, [boynuz-suz] sf. Boynuzu olmayan. itirazsız kabul etm ek.|| Boynu kopsun! “Ö lsün!”
b o y ra 1, [Far. büriyâ] is. 1. Hasır, {ağız} (aynı) [DS] 2. anlamında beddua.|| b o y n u n a, Üstüne.|| boynuna
{ağız} K ara örtü; toprak dam. [DS] alm ak, Verilen bir görevi üstlenmek,|] boynuna
b o y ra 2, [Yun. pouria => borya / boyra] {ağız} is. 1. atılm ak , Sevinç ve mutluluktan sevdiği birinin boy
Değirmen çarkına çarpan suyun çıktığı ortası delik nuna sarılm ak.|| b o y n u n a a tm ak , Kabahati bir
parça; poyra. 2. Değirmen oluğu. 3, Araba tekerle başkasına yüklemek]] b o y n u na geçirm ek, I. Bir
ğinin ortasına takılan metal oluk. 4. Topraktan ya şeyi kendine m al etmek. 2. Zimmetine geçirmek)]
pılan su borusu; kiremit kiink. [DS] 0 b o y ra to p b o y n u n a kol (el) b ıra k m a k , Boynuna sarılmak.||
ra k , {ağız} Kıraç toprak. [DS] b o y n u n a salm ak , Kendisine bırakmak, ısmarla
H B 1 I 1 K İ B 1 .6 6 5 BOY
mak,1| boynuna sarm ak , B ir kim seye hoşlanmadığı tererek beklemek.\\ boyun verm ek, {ağız} 1. Yar
bir iş yiiklemek.\\ bo y n u n d a k alm ak , B ir sözü ve dım yapm aya söz vermek. 2. K efil olmak. 3. Kena -
selamı yerine iletmediği veya bir borcu ödemediği sine verilecek her türlü cezayı göze almak. [DS]j|
için üzerinde bir yüküm lülük olarak kalmak.\\ boy boyun virm ek , {eAT} 1. İtaat, etmek; boyun eğmek.
nunu b ü k m ek (burmak), 1. Acınacak bir durumda 2. K efil gösterm ek,|| boyun v u rm a k , Boynundan
ve çaresizlik içinde kalmak. 2. B ir durumu veya bil kesm ek suretiyle öldürmek.
işi ister istemez kabul etmek. j| b o ynunu k ırm ak , boyun", [bod > bod-un] {eT} is. -*■ bodun; budun.
(Hakaret olarak) dinlemeden ve söyleneni yapm a
b o y u n a 1, [boy-u-n-a] sf. Ene dik durumda; uzunla
dan çekip gitm ek.| boyn u n u u za tm a k , 1. H er şeye,
masına; boyunca.
her cezaya razı olmak. 2. H er işe karışmak; burnu
b o y u n a2, [boy-u-n-a] (boyuna) zf. Hiç dürme dair,
nu sokmak.]] boynunu v u rm a k , 1. Başını boynun
sürekli olarak; aralıksız; aleddevam; ardışık; duı-
dan keserek öldürmek. 2. {ağız} Budamak; yaşlı
maksjzm; fasılasız; inkıtasız; layenkati; mııttası:;
kütüğü tepesinden kesmek. [DS][| b o ynunu yem liğe
uzatır gibi, Kendini teslim etmiş olarak.|| boynu mütemadiyen,
uzak, {ağız} Gurbet. [DSj|| boynu uzun, {ağız} K ar b oyunca, [boy-u-n-ca] (boyu’nca) zf. 1. Boyu veya
nı dar, boynu uzun yoğurt çömleği. [DS]|| boynu uzunluğu kadar. 2. Sürdüğü zaman kadar; süresin
yoğun, {ağız! Boynıı kalın ve şişman. [DS]|[ boyuna ce. S boyunca çocuğu olm ak, Yetişkin çocuğu
alm ak, {eAT} Yanına almak; kendine arkadaş et olmak. |j boyunca g ü n ah a g irm ek, Çok büyük g ü
mek'.|| boyun alm ak, {eAT} Kefil olmak; üzerine naha girmek.
almak.|| boyun bağı, Gömlek yakasının altından b o y u n cak , -ğı [boy-un-cak] /ağızj is. Boyunduruk.
geçirilerek süs olarak bağlanan, özel olarak yapıl [DS]
mış, uzun ve enlice kumaş parçası; Aravoi.il boyun b o y u n d u ru k , -ğu [boyun-turuk / boyun-duruk] is. î.
bağlam ak, 1. İtaat etmek. 2. Tevekkülle karşıla- Çift süren veya araba çeken öküzlerin, birlikte
mak.\\ boyun bastı, (ağızj Gerdanlık. [DS]|| boyun çekmelerini sağlamak amacıyla iki ucu öküzlerin
bezi, {OsT} Boyun atkısı.|| boyun b o rcu , 1. M innet boynuna, ortası da saban veya kağnıya bağlanan
duygusundan dolayı yapılm ası gereken hareket, iş. uzun ağaç. {eT} (aynı) [DLTJ [EUTS] [Gabain] 2. m e
2. Yapmayı, yerine getirm eyi kendisi için yüküm lü caz. Zulüm ve zorbalık biçimindeki m addî ve m a
lük sayma durumu,|| boyun b ü k m ek , 1. Çaresiz nevî baskı; esaret, kölelik. 3. İnşaatta iki dikme
kalmak. 2. Çaresizliğini kabul etmek.\\ boyun cebe arasına yatay olarak bağlanan atkı; kiriş, lento. 4.
si, {OsT; Boynu kaplayan gerdanlık. || boyun çekici, spor. Güreşte rakibin başını koltuk altına alıp kol
{OsT} Kimseye boyun eğmeyen; i.taatsiz.\\ b oyun dolam a şeklindeki oyım. 5. Çitlerin arasından geç
dartmak,, {eAT} 1. Kendini geri çekmek; kaçınmak. memeleri için hayvanların boynuna takılan bir tür
2. Kibirlenmek.\\ boyun d u tm ak , {eAT} 1. A zm et halka. 6. M engenenin üst kısmındaki kemer biçi
mek; üzerine almak. 2. Boyun eğmek; rıza göster minde olan bölüm. 7, {ağızj Maden ocaklarında
mek. || boyun eğm ek, 1. Karşısındakinin gücü kar yapılan bağların üst kısımlarım bağlayan yatay di
şısında bir şey yapam ayarak rıza göstermek; ister rek. [DS] S b o y u n d u ru ğ a alm ak, spor. Oiireştr-
istemez razı olmak. 2. Yalvarır bir durum alm ak || rakibine boyunduruk vıırmak.\\ b o y u n d u ru ğ a
boyıın kesm ek, 1. Başını eğmek. 2. Bayağı bir hâl v u rm a k , Baskı altına almak.\\ b o y u n d u ru k a ltıa a
de itaat etmek.\\ boyun k ırm a k , 1. Çekip gitmek. 2. girm ek , Başkasının emir ve baskısı altına girmek. j|
Her şarta ve cezaya rıza göstermek. 3. Saygı göste b o y u n d u ru k bağı, {ağız} Kağnı kolunu y a da sa
risi olarak ayakta durup başı öne doğru bükmek. || ban okunu boyunduruğa bağlayan kayış. [DS]|! b o
boyun kıstı, {ağız! Gerdanlık. [DS]|| boyun ko y u n d u ru k h ak k ı, tar. İmparatorluk, döneminde tı
mak, {eAT} 1. Teslimiyet göstermek. 2. Selam vere marlı sipahilere verilen topraklardan alınan ürün
ne Icarşı esenlik dilemek.\\ boyun k ö k ü , {ağız} Ense. vergisi.\\ b o y u n d u ru k p a ra sı, folk. Bir mahalleden
[DS]|| boyun k ü tü ğ ü , {ağız} Ense. [DS]|| boyun ol veya köyden başka yere giden gelin için kaynatanın
mak, /. {eAT} {ağızj K efil olmak; sorumluluğu üze o yerin delikanlılarına verdiği bahşiş.
rine almak. [DS] 2. {ağızj Kendini bir işe vermek. b o y u n d ııru k çu , [boyun-duruk-çu] is. Boyunduruk
[DS]|| boyun su n m ak , {eAT! İtaat etm ek.| boyun yapan usta.
tartm ak, {eAT} 1. Kendini geri çekmek; kaçınmak. b o y u n d u ru k lu , [boyun-duruk-lu] sf. 1. Boynuna
2. Kibirlenmek,|| boyun tu cu , {ağız} Ense köki'ı. boyunduruk takılm ış olan. 2. is. Köle,
[DS]|| boyun tu tm ak , {eAT} 1. Azmetmek; üzerine b oyu n lam ak , [boyun-la-mak {eT} {OsT} gçi.
olmak. 2. Boyun eğmek; rıza göstermek.\\ boyun fi f-r] Boyuna vurmak; boynunu kırıp öldürmek
tutulm ası, Sebebi ne olursa olsun aşırı kas gergin [DLT]
liğinden dolayı başın hareketlerini engelleyen bo boyunlu, [boy-un-lu] s f Kalın enseli.
yun ağrısı.\\ boyun u rg a n ı, {ağız} İneklerin boynu b o y u n lu k 1, -ğu [boyun-luk jL j# ] {eAT} is. Kefalet;
na takılan urgan. [DS]|| boyun u zatm ak , Rıza gös
sorumluluğu üzerine alma.
BOY İ M İ K İ M . 6 66
boyunluk2, -ğu [boyun-luk] is. tıp. 1. Boynun dik boz laf, {ağız} Anlam sız söz. [DS]|| boz madde,
durm asını sağlayan sağlık gereci. 2. Boynu soğuk anat. Beynin dış, omuriliğin iç kısmında y er alan
tan korumak için kullanılan dokuma ya da kumaş sinir hücreleri tabakası. | boz muhalif, {eAT} Kirli
parçası. boz.|| boz sulu, {ağız} Çömlek kebabı. [DS]|| boz
boyunsak, -ğı [boyun-sa-k] is. 1. Hayvanların bo toprak, {ağız} 1. Boz renkli, killi toprak. 2. İyi ürün
yunlarına takılan çember. 2. mim. Sütun taban ya veren sert toprak. [DS]|| boz yakalı, Çiftçi; köylü. ||
da üstlerinde iki yarım daire silme arasına açılmış boz yazı, {ağız} iy i ürün veren tarla. [DS]|| boz yel,
ters yay şeklindeki veya boyun gibi oyuk olarak Güney y a da güney batıdan esen ılık rüzgâr; lo
açılmış silme biçimi, dos. || boz yer, {ağız} Bozkır. [DS]|| boz yörük,
boyunsalık, -ğı [boyun-sa-lık] {ağız} is. 1. Hayvanın {ağız} Üstü h a fif benekli, uzun bir yılan. [DS]
boyııu altından geçen, geme ve yulara takılan ip. 2. boz2, [boz] {eT} is. Tiksinti; nefret; kin. [Gabain] [E-
Boyun atkısı. 3. Hamut. [DS] UTS]
boyuntruk, [boy-un+t(u)r-uk] {eT} is. Boyunduruk. boz3, [boz] {ağız} is. Kurt; bozkurt. [DS]
[EUTS] boza1, [? boza] {ağız} is. Y ün ceket. [DS]
boyut, [boy-ut / Ar. bu'ut] is. 1. Bir cismin herhangi boza2, [Far. / Sogd. büza (mısır) / eT. bohsum / boz
b ir yöndeki uzanımı; buut, (1937). 2. (Soyut bir m ak > boza] (bo ’za) is. M ısır, arpa ve buğday gibi
kavram için) ele alman değişik yönlerden her biri. tahılların ham urunun ekşitilmesi ile elde edilen ko
yu ve mayhoş bir içki. {eT} [Nevâyî] S boza etmek,
3. mecaz. Nitelik; genişlik; büyüklük; düzey; çap;
hacim; kapsam. 4. mecaz. Durum. 5. mat. (Cisim Utandırmak. || boza gibi, (Sıvılar için) koyu ve bu
veya şekil için) ölçülebilen en, boy, yükseklik ya lanık'.|| boza olmak, Utanmak; bozum olmak.
da derinlik gibi üç doğrultudan her biri; buut. 6. bozac, [boz-ac j j J {eAT} sf. Boz renkte; boz renkli.
sosy. Kavranmağa çalışılan bir toplumsal olayı [DK]
m eydana getiren öğelerin tümü. S boyut kazan bozacı, [boza-cı] is. Boza yapan veya satan kimse,
mak, Yeni bir durum, içerik, genişlik y a da kapsam bozacılık, -ğı [boza-cı-lık] is. Boza yapma ve satma
kazanmak. işi.
boyutlandırma, [boy-ut-la-n-dır-ma] is. Boyutlan- bozagu, [boz-âğü] {eT} is. Buzağı. [ETY] [EUTS]
dırm ak eylemi, bozagulam ak, [bozağu-la-malc] {eT} gçl. f. [-r]
boyutlandırm ak, [boy-ut-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] Buzağı doğurmak; buzağılamak. [ETY]
1. (Soyut bir kavram için) kapsadığı alanın sınırla bozağanlık, -ğı [boz-ağan-lık] {ağız} is. Bozguncu
rını belirlemek. 2. Yapı öğelerini ve bileşenlerini luk; geçimsizlik; mızıkçılık. [DS]
belirli bir ölçüye getirmek,
bozahane, [boz-a+ Far. hâne (ev, yer)] (bozaha;ne)
boyutlanm ak, [boy-ut-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] (So is. Boza üretimi yapılan veya satılan yer.
yut bir kavram) nitelik, durum ve kapsam bakım ın
bozak, -ğı [boz-ak / mozak] {ağız} is. 1. Manda. 2.
dan yeni özellikler kazanmak,
Domuz yavrusu. 3. Erkek çocuk. [DS]
boyutlu, [boy-ut-lu] sf. (Belirtilen sayıda) boyutu o- bozaki, [boz-mak + Yun. -aki] {ağız} is. “Bozulmak”
lan.
anlamındaki “bozaki olmak” sözünde kullanılır.
boyutsal, [boy-ut-sal] sf. Boyuta ilişkin, [DS] S bozaki yapm ak, {ağız} R ezil etmek. [DS]
boyutsuz, [boy-ut-suz] sf. fız. Boyutu olmayan; bu bozal, [boz-al] {ağız} is. Boz keçi. [DS]
sebeple sayısal değerlerle ifade edilemeyen büyük
bozalak', -ğı [boz-alak / boz-anak] {ağız} is. 1. Eg
lük.
zam a türü bir deri hastalığı. 2. sf. Kel. [DS]
b oz1, [eT. böz is. 1. Açık toprak rengi. {eT} (aynı) bozalak2, -ğı [moza / boza-lak] {ağız} is. 1. Yaprak
[DLT] [Gabain] [Tekin] [ETY] 2. sf. Bu renkte olan. tomurcuğu. 2. Çalının taze sürgünü. 3. Taze mısır
3. {eAT} (Toprak için) açılmamış ve sürülmemiş. 4. koçanı. [DS]
{OsT} is. Gözbebeğinde görmeğe engel olan beyaz bozalanm ak, [bozal-mak > bozal-an-mak] {ağız}
lık; aksu. 5. {ağız} Öğrenim görmemiş, herhangi bir dönşl. f [-ır] Nemlenm ek. [DS]
gelişme ve eğitim görmemiş basit kişi; yoz adam. bozaltı, [boz-al-tı] {ağız} is. Alaca karanlık. [DS]
[DSJfi1 boz bulamaç, {ağız} Un çorbası. [DS]|| boz bozamık, -ğı [boza-mık] {ağız} is. 1. Yakacak olarak
bulanık, D uru olmayan, çok bıılanık.\\ boz deve, kullanılan ufak boz renkli bir ot. 2. Gelip geçici
{ağız} K üçük bir yerli deve türü. [DS]|| boz duman, yağmur; bulutlu hava. [DS]
{ağız} Sisli ve fırtınalı hava. [DS]|| boz düşmek,
bozan, [boz-an] {ağız} is. Sürülmemiş, boz tarla; boz
{ağız} 1. Göz bebeğinde leke oluşmak. 2. H ayvanla
lak. [DS]
rın gözüne perde inmek. [DS]|| boz erkeç, {ağız}
bozanak, -ğı [boz-anak] {ağız} sf. 1. Tozlu; dumanlı.
B oz renkli keçi. [DS]|| boz güneş, {ağız} Soğuk ve
2. Sarmal biçim de kıvrılmış. 3. is. Topaç. [DS]
güneşsiz hava. [DS]|| boz kavara, {ağız} Sıska.
[DS]|| boz kırağı, {ağız} K oç katımı zamanı. [DS]|| bozancalık, -ğı [boz-an-ca-lık] {ağız} is. Kavga. [DS]
İ E l E t M • 667 BOZ
bozancılık, -ğı [boz-an-cı-lık] {ağızj is. Kavga. [DS] bozcıl, [boz-cıl J ^ j ^ ] {eAT} sf. (At için) boz renkli;
bozantı, [boz-antı] {ağız} is. 1. Sulak yer. 2. Otlak. 3. bozumtırak.
Dağ. [DS] bozdagan, [buz-mak (bozmak) > *buz-da-mak >
bozar, [boz-ar] {ağız} is. Ayıp; kusur. [DS]
bozdağan 0 U jj^ ] {eAT} is. Demir topuz; gürz.
bozarak, -ğı [boz-(ı)-ra-k / boz-(a)-ra-k Jjljji] {eAT}
bozdamak, [boz-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-d(u)-
sf. Bozca; bozumsu; boz renge yakın, yor] Koşmak. [DS]
bozaran, [boz-ar-an] {ağız} is. Haziran ve ağustos ay bozdoğan, [buz-mak (bozmak) > buz-dur-ğan > boz
ları. [DS]
doğan {eAT} is. 1. Demir topuz; gürz. 2.
bozarantı, [boz-ar-an-tı] {ağız} is. H afif boz renkli
İyi cins bir armut.
lik. [DS]
bozdoğan1, [boz+doğan] is. zool. Kartalgillerden
bozarık, -ğı [boz-ar-ık] sf. Bozarmış; boza çalar
Avrupa ve A sya’da yuva yapan, kışları tropikal
renkte.
bölgelerde geçiren, gri-mavi sırtından dolayı boz
bozarıntı, [boz-ar-ıntı] {ağız} is. H afif boz renklilik.
renkli görünen, kırmızı paçalı, gözlerinin etrafı si
[DS]
yah tüylerle çevrili, küçük kuşlar ve kemirgenlerle
bozarma, [boz-ar-ma] is. Bozarmak eylemi,
beslenen bir doğan türü, (Falco aesalon).
bozarmak, [boz-ar-mak J^jjj;] gçsz. f. [-ır] 1. Boz bozdoğan2, [buz-mak (bozmak) > buz-dur-ğan >
renge girmek; sararmak. 2. {ağız} Rengini atmak; buzdoğan] is. Yeniçeriler tarafından kullanılan ve
rengini atarak solmak. [DS] 3. {ağız} Utanmak; atlarının eyerlerinde asılı duran altı toplu gürz,
utançtan kızarmak. [DS] 4. {ağız} Yüz ekşitmek; bozdurma, [boz-dur-ma] is. Bozdurmak işi.
surat asmak. [DS] 5. {ağız} (Karpuz, kavun için) ol bozdurmak, [boz-dur-mak] gçl. f. [-ur] 1. Bozmak
gunlaşmak; kızarmak. [DS] 6. {eAT} Kırlaşmak; sa işini birisine yaptırmak. 2. Büyük miktardaki para
rarmak; ağarmak, yı daha küçük paralarla değiştirmek. 3. argo. (K ız
bozartı, [boz-ar-t-ı] {ağız} is. 1. Deride görülen yer için) bekâretinin giderilmesine izin verecek ilişkiye
yer morluk; boz renk. 2. Tarlada ya da dağlarda girmek. S Bozdur bozdur harca, Yetersiz olan
görülen yer yer açık renk yerler. 3. Ekinin yer yer bir şeyin çok az olduğunu anlatmak için söylenen
yeşilden sarıya dönerek sararmaya, olgunlaşmaya alay sözü.
başlaması; ekinin olgunluk belirtisi. 4. Hayal meyal bozdurtma, [boz-dur-t-ma] is. Bozdurtm ak işi.
görülen şey. [DS] bozdurtm ak, [boz-dur-t-mak] gçl. f. [-ur] 1. B oz
bozaş, [boz+aş] {ağız} is. Bulgur, yarm a vb. şeylerle mak işini ikinci dereceden birisine yaptırmak;
yapılan bir tür çorba. [DS] bozm ak işini yaptırmak. 2. Birisinin bozmasına i-
bozatmak, [boz-at-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Gözün zin verm ek veya göz yummak,
renkli kısmında beyaz bir leke m eydana gelmek. bozdurulm a, [boz-dur-ul-ma] is. Bozdurulmak işi.
[DS] bozdurulmak, [boz-dur-ul-mak] edil. f. [-ur] B oz
bozayı, [boz+ayı] is. zool. Prene ve Balkanlarda ya mak eylemi yaptırılmak,
şayan, hem etçil hem otçul, insana kolay alışan, bozgak, [boz-mak > boz-ğak / buz-gak [Clauson]]
arka ayakları üzerinde doğrulabilen bir ayı türü; {eT} sf. 1. Bozulmuş. [EUTS] 2. Kısa. [Clauson] 3. is.
koca oğlan, (Ursus arctos). Bozulma. [EUTS]
bozbakal, [boz + Yun. pakalos => boz+bakal] is. bozgeven, [boz+geven] is. bot. Yurdumuzda Erciyeş
zool. Asya ve A vrupa’nın orm anlık kesimlerinde dağında yetişen bir tür geven, (Astragalus micro-
yaşayan boz renkli, ancak başı, kuyruk sokumu ve cephalus).
başının arkası beyaz, böcek ve meyvelerle besle bozgun, [boz-gun] is. 1. Bir topluluk içinde karşılıklı
nen, sinekkapangillerden bir tür ardıç kuşu; top güvenin bozulması ile ortaya çıkan karışıklık; peri
karın ardıç kuşu, (Turdus pilarisu). şanlık. 2. Y enik düşen ordunun, askerî disiplin ve
bozbaş, [boz+baş] {ağız} is. 1. K avurma et. 2. Ka bağlantı yönünden yaşadığı karışıklık ve perişanlık;
vurmanın az kızarmış hâli. 3. Yahni. 4. Söğüş. 5. hezimet. 3. {ağız} İshal. [DS] 4. {ağız} Bozuk para.
Tirit. [DS] [DS] 5. sf. Bozgunluk içine düşmüş olan; perişan. 6.
bozca, [boz-ca sf. 1. Boza çalan renkli; bo {ağız} Sağlık durumu bozuk; zayıf. [DS] ö bozgu
na dUşmek, {ağız} İshal olmak. [DS]|| bozguna uğ
zumsu. 2. is. İşlenmemiş, çalılık toprak; ham tarla.
ramak, Yenilip perişan olmak; büyük bir yenilgiye
® bozca aş, {eAT} Yoğurtlu çorba.|| bozca aşı,
uğramak. [| bozgun söylemek, {eAT} B ir şeyin iyi ve
{eAT} -*• bozca aş.
kötü yanlarım söylemek; tenkit etmek.
bozcana, [boz-ca-n-a] {ağız} sf. 1. Rengi boza çalar;
bozguncu, [boz-gun-cu] sf. Bir toplulukta güven sar
bir parça boz. 2. Biraz bozucu; bir parça utandırıcı.
sıcı ve kişileri birbirine düşürücü durum yaratan;
[DS]
BOZ Ö IİİM Iİİlffl; S İ M .
anarşist; asî; fesatçı; bölücü; kara çalı; iğtişaşçı; Tarlayı sürüp ekmeyerek boş bırakmak; gen bı
kundakçı; militan; ordubozan; yıkıcı, rakmak. [DS]
bozgunculuk, -ğu [boz-gun-cu-luk] is. Bozguncuya bozlan, [boz-la-n / boz-lan] {ağızj sf. 1. Boz renkte
yakışır davranış ve tutum, olan. 2. Kireçli toprak. [DS]
bozgunluk, -ğu [boz-gun-luk] is. 1. Bozgun. 2. Boz bozlatm ak1, [bozlâ-mak > boz-la-t-mak] {eTj gçl. f.
gun olanın durumu; perişanlık, Böğürtmek. [DLT]
bozguntu, [boz-mak (utandırmak) > boz-gun-tu] {a- bozlatmak", [boz-la-t-mak] {ağızj g ç l.f. [-ır] Tarlayı
ğız} is. Sürprize uğramak ya da utanmaktan ileri ge nadasa bırakmak. [DS]
len şaşkınlık; bozuntu. [DS] bozluk, -ğu [boz (bez) > boz-luk] {ağızj is. Pamuklu
oozırak, [boz-ı-rak 3jy] {eATj sf. Bozca; bozumsu. dokuma; bez. [DS]
bozma, [boz-ma] is. 1. Bozmak işi. 2. {ağızj Pamuğu
bozkır, [boz+kır] is. İlkbaharda yeşeren yaz ortaları
toplanmış tarla. [DS] 3. sf. Biçimi ve kullanılışı de
na doğru kuruyup sararan otsu bitkilerle küçük
ğiştirilmiş olan. 4. Melez,
ağaççıklardan meydana gelmiş bitki örtüsü; step;
badiye; beyaban; burtlak; kepir. S bozkır sanatı, bozmacı, [boz-ma-cı] is. Eski şeyleri satın alıp boz
sanat, tar. Bronz çağında Moğolistan 'dan Roman duktan sonra parça parça satan kimse,
y a ’y a kadar uzanan Avrasya bozkırları alanında bozmak, [eT. buz-m ak (yıkmak, kırmak) > boz-mak]
yaşam ış olan göçebe toplulukların meydana getir gçl. f. [-ar] 1. Bir şeyi kendisinden bekleneni yeri
dikleri sanat eserleri. ne getirem eyecek duruma düşürmek; yıkmak; kır
bozkırlaşm a, [boz+kır-la-ş-ma] is. Bozkırlaşmak ey mak; parçalamak. {eT{ (aynı) [DLT] [EUTS] [ETY] 2.
lemi. Bir yerin veya bir şeyin düzenini karıştırmak. 3.
Zarar vermek, dokunmak. 4. mecaz. Kötü duruma
bozkırlaşmak, [boz+kır-la-ş-mak] g çsz.f. [-ır] Yük
getirmek; kötü etkide bulunmak. 5. Geçersiz duru
sek boylu ağaçların yok olması ile erozyona uğra
ma getirmek; iptal etmek; hükümsüz kılmak. 6.
yan toprak üzerindeki bitki örtüsü, giderek bozkır
mecaz. Birini, beklem ediği davranışı göstererek
bitkilerine dönüşmek; bozkır hâline gelmek.
kırmak; yalanını ortaya çıkararak küçük düşürmek.
bozkun, [boz-kun Ojsj^] {OsTj sf. Bozuk, 7. Yenmek; bozguna uğratmak. 8. Büyük parayı
hozkunluk, -ğu [boz-kun-luk {OsT; is. Bo ufak birimlere ayırmak. 9. Altını paraya; dövizi
Türk parasına çevirmek. 10. Bağ ve bostanm en
zukluk.
son kalan ürünlerini de toplamak. 11. mecaz. (Bir
bozkurt, -du [boz+kurt] is. M itolojiye göre, Göktürk
şeyle aklını) yitirecek derecede ilgilenmek. 12. Ak
hanedanın kökü olan A sena’nm türemiş olduğu
lını kaybetmek. 13. (Erkek için) bir kızın bekâretini
söylenen efsanevî bir dişi kurt.
gidermek. 14. Biçimini ve kullanılışını değiştir
bozlak1, -ğı [boz-la-k] is. I. Sürülmemiş, nadasa
mek. 15. Birini, yalanını meydana çıkararak utan
bırakılmış tarla; gen. 2. Verimsiz tarla veya çayır,
dırmak. 16. (M ide için) yiyecek zarar vermek. 17.
çimen. 3. Killi toprak.
mecaz. İyi davranışları kötüye çevirmek. 18. {ağızj
bozlak2, -ğı [boz (vans.) > boz-la-mak (bağırmak, bö Tarlayı ürün alımmdan sonra ilk defa sürmek. [DS]
ğürmek) > boz-la-k] is. müz. 1. Orta ve Güney
bozmancalık, -ğı [boz-man-ca-lık] {ağız} is. 1. Ara
A nadolu’da söylenen bir tür uzun hava makamı. 2.
bozma. 2. Pazarlıktan cayma; sözünden dönme.
Bu makam a uygun olarak söylenen acıklı konulan
[DS] ö bozmancalık yapmak, Arayı bozmak; p a
olan türküler. 3. {ağızj Hikâye. [DS]
zarlığı bozmak; sözünden dönmek; caymak.
bozlakJ, -ğı [boz-la-k] {ağızj is. 1. Boz renkli bir tür
bozördek, -ği [boz+ördek] is. zool. Sık sazlıklı su
kuş. 2. Yağsız çıra; çırasız odun. 3. sf. Boza çalar
larda yaşayan, çamuru süzmek için yüzeyi karıştı
renkte olan; bozumsu. [DS]
ran, başı pek fazla süslü olmayan bir tür ördek,
bozlak4, -ğı [boz-la-mak > boz-la-k] {ağızj is. 1. (Anas strepera).
Yünden örme kısa kollu giyecek; hırka; aba. 2.
bozrak, -ğı [boz-ra-k] sf. Rengi boza çalan,
Ekmek yaparken kullanılan büyük yün örtü. [DS]
boztagan, [eT. buz-mak (bozmak) > buz-dur-ğan >
bozlama, [boz-la-ma] is. Bozlamak eylemi.
boztağan j U i j ^ ] {eAT} is. Demir topuz; gürz,
bozlam ak1, [bos / buz / bus (yans.) / *boz (keder) >
boztogan, [eT. buz-m ak (bozmak) > buz-dur-ğan >
boz-la-m ak j i j ^ ] {eTj gçsz. f. [-r] [-l(u)-yor] 1. Ses
boztoğan {eATj is. Demir topuz; gürz,
vermek; bağırmak; böğürmek. {eATj (aym) [DLT]
[DK] 2. (Dişi deve için) yavrusunu çağırmak için bozucu, [boz-ucu] sf. Tahrip edici.
ses çıkarmak. [Nevâyî] 3. (M atemliler için) sesli bozuk2, -ğu [buz-mak > buz-uk > boz-uk J j j ^ ] sf. 1.
olarak yas tutup ağlamak. [Nevâyî] 4. mecaz. Çığlık
Bozulmuş olan; kırık; yıkık. [DLT] {eT} (aym) 2.
atmak.
İşlemeyen ya da sağlıklı çalışmayan. 3. Düzensiz.
bozlamak2, [boz-la-mak] {ağızj gçl. f. [-r] [-l(u)-yor] 4. Kusurlu. 5. mecaz. Kötü. 6. (Yemek için) kok
M E ll M e ‘ SflEbiih. 669 BOB
muş; yenmeyecek duruma gelmiş; bayat. 7. mecaz. tangaçlık, mahcupluk.\\ bozum olmak, argo. Uta
(Kişi için) kızgın; sinirli. 8. mecaz. (Kişi için) ke nacak duruma düşmek; utanmak; mahcup olmak.
yifsiz; sıkıntılı. 9. (M adenî para için) değeri küçük. bozumca, [Far. buzmâce is. Boz renkli bir
10. {ağız} (Kız için) bakire olmayan. [DS] 11. is.
tür kertenkele,
{ağız} Kötü kadın. [DS] 12. {OsT} müz. Uzun saplı
tambur ile bağlam a tipinde, makamdan makama bozumtuk, [boz-umtuk {OsT} sf. Boza çalar,
geçişte akort edilmesi gerekli olan bir telli çalgı. bozun, [bod-un] {eT} is. -*• bodun; budun,
13. {ağız} Ekini biçilip alınmış tarla. [DS] 14. {ağız} bozunma, [boz-un-ma] is. fız. 1. B ir atom çekirdeği
Ekin biçme, ürün kaldırma zamanı; sonbahar. [DS] nin enerji yayarak veya alarak kütle, yük, ömür vb.
15. {ağız} Eski tip bir av tüfeği. [DS] fi1 bozuk nitelikleri farklı bir çekirdeğe dönüşmesi olayı. 2.
adam, Fitneci, ahlaksız, baştan çıkmış kimse. || bo Kumaş boyalarında çeşitli etkenlerin neden olduğu
zuk adım, Uygun adım yürüyüşte ahengi bozan, bozulma.
düzensiz yürüyenlerin adımı.|| bozuk atmak, 1 . bozuntu, [boz-guntu / boz-untu] is. 1. Bozulmuş bir
Sinirlendiğini, öfkelendiğini belli etmek. 2. A zar
nesneden arta kalan; döküntü. 2. Kendinde bulun
lamak; paylamak.\\ bozuk çalmak, Canı sıkılmış,
ması gerekli nitelikleri taşımayan. 3. Şaşkınlığa
yüzü asılmış olmak.|| bozuk düzen, 1. D üzeni bo
düşme. £? bozuntuya uğramak, Şaşkınlığa düş
zuk olan; düzensiz. 2. Ahlakı bozuk. 3. müz. Türk
mek. || bozuntuya vermem ek, Floşa gitmeyen bir
halk müziğinde bağlamalarda uygulanan bir uyum
durumda veya yanlışlıkta fa r k etmemiş gibi dav
düzeni.|| bozuk para, Ufak birimlere ayrılmış olan
ranmak.
para; ufaklık]] bozuk para gibi harcamak, İtiba
bozuşm a, [boz-uş-ma] is. Bozuşmak eylemi,
rını ve değerini düşürecek şekilde birinden yarar
lanmaya kalkışmak. bozuşmak, [boz-uş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Araları
açılmak; dostlukları bozulmak. [DLT]
bozuk2, -ğu [boz-uk] {ağız} is. Armut. [DS]
bozuşuk, -ğu [boz-uş-uk] sf. A ralan açık, bozuk o-
bozukluk, -ğu [boz-uk-luk] is. 1. Bozuk olm a duru
lan.
mu. 2. Küçük değerde madenî para,
bozuşukluk, -ğu [boz-uş-uk-luk] is. 1. Bozuşuk ol
bozulacak, -ğı [boz-ul-acak] sf. 1. Bozulabilir bir
ma durumu. 2. Karşılıklı bozulma içinde,
nitelik taşıyan; bozulan. 2. Kolay bozulan. 3. (Para
için) bozukluk hâle getirilebilecek nitelikte olan, bozyürük, -ğü [boz+yürü-k] is. zool. Küçük başlı,
kalın ve kısa kuyruklu, zararsız ve zehirsiz bir y ı
bozulamak, [bo (yans.) > bo-z-u-la-mak] {ağız} gçsz.
lan, (Eryx).
f [-r] [-l(u)-yor] 1. (Deve için) acı acı bağırmak. 2.
Kuvvetli bir şekilde iniltili ve acı ses çıkarmak. 3. b ö 1, [ba / be / bı / bo / bö / bü (yans.)] is. 1. (İnsan
Deve gibi bağırmak. 4. (Su için) çağlamak. [DS] için) bağırma, seslenme, gevezelik etme, yüksek
sesle konuşmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
bozulaşmak, [bozu-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır]
bö-gür, bö-ğ(il)l-e-mek 2. (Hayvan için) bağırma,
(Develer için) bir arada bağrışmak. [DS]
seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfıkar] bö-gür-
bozulma, [boz-ul-ma] is. Bozulm ak eylemi,
mek, bö-ğiir-ü böğürü ağlamak; bö-ğür-t-lek.
bozulmak, [boz-ul-malc] edil. f. [-ur] 1. Biri tarafın
dan bozma eylemi yapılmak. {eT} (aym) [DLT] 2. bö2, [eT. böy / bög / bö (bö;) {eAT} is. 1. Zehirli ö-
{ağız} (Ürün alınan tarla için) ekime hazırlık olarak rümcek; tarantula. 2. {ağız} is. Korkunç yaratık;
tekrar sürülmek. [DS] 3. {ağız} (K ız için) kızlığı korkunç böcek. [DS] S bö böcüğü, {ağız} Zehirli
giderilmek. [DS] 4. dönşl. (Yiyecek) sağlık açısın örümcek. [DS]
dan yenilmeyecek duruma gelmek, kokmak, ekşi bö3, [bö] (bö ;) {ağız} is. Korkutm a sözü. [DS]
mek. 5. iyi ve değerli niteliğini yitirmek. 6. mecaz.
böbek, -ği [bebek / böbek] {ağız} is. Bebek. [DS]
Sağlığını yitirerek güçten, kuvvetten düşmek. 7.
böbrek, -ği [eT. böğür > bög(ü)r-ek / bögrik > böy-
(Ordu için) yenilmek; bozguna uğram ak, dağılmak.
rek > böbrek] is. 1. anat. Kandaki zararlı maddeleri
8. mecaz. Bir kim seye kızmak; sinirlenmek,
süzen, idrar salan, karın bölgesinin arkasında o-
bozulmaz, [boz-ul-maz] sf. 1> Bozulma niteliği ol
murgam n iki yanında birer tane bulunan fasulye
mayan. 2. Harekete veya dinginliğe karşı hiçbir
biçiminde organ. 2. sf. Böbrek biçiminde olan. 0
eğilimi olmayan; eylemsiz,
böbrek düşüklüğü, tıp. Böbreğin anorm al sark
bozuluş, [boz-ul-uş] is. 1. Bozulm a işi. 2, Bozulma m ası.|| böbrek genişlemesi, tıp. Böbrek havuzcu
biçimi. ' v ğunun idrar birikmesi sonucu genişlem esi. || böb
bozum, [boz-um] is. 1. Bozulm ak eylemi ve sonucu. rek taşı, tıp. Böbrekte idrar içindeki kalsiyum bile
2. Utangaçlık; mahcupluk; küçük düşme. 3. {ağızj şiklerinin çöküntüsü ile oluşan taş.|| böbrek üstü
Ürünü alınmış ^tarlayı yeni ekime hazırlık olarak bezi, anat. H er iki böbreğin üzerinde ve böbrek
sürme; anız bozma. [DS] bozum etmek, Utan yuvasının içinde ye r alan, soldaki böbreği takke
dırmak; mahcup etmek.\\ bozum havası, argo. U- gibi örten, sağdaki ise bir virgülü andırır hayatî
BÖB Û I Ü M I İ İ f f l f C E S İ M .s T o
önem taşıyan hormonları salgılayan içsalgı bezi. | böcekçil, [böcek-çil] sf. biy. (Hayvan ve bitki i-
böbrek yağı, K asaplık hayvanların böbrekleri et çin) böceklerle beslenen,
rafında toplanan iç yağı. || böbrek yatağı, {ağız} böcekçilik, -ği [böcek-çi-lik] is. 1. İpelcböceği yetiş
K asaplık hayvanların sırt kısmındaki dikensi çıkın tiriciliği veya koza ticareti. 2. {ağız} Pezevenklik.
tının iki yanında bulunan et; fileto. [DS] [DS]
böbrekli, [böbrek-li] sf. 1. Böbreği bulunan. 2. Belir böcekçiller, [böcek-çil-ler] is. zool. İki yüz kadar
tilen sayıda ya da nitelikte böbreğe sahip olan. 3. türü bulunan, sivri fare, kirpi gibi böceklerle besle
{ağız} Yürekli; cesur; güçlü. [DS] nen, karada yaşayan memeli hayvanlar takımı,
böbreksi, [böbrek-si] sf. Böbrek biçiminde olan, (Insectivora).
böbür, [Far. bebr] is. zool. 1. Suriye’de yaşayan, ko böcekhane, [böcek+ Far. hâne (ev)] (böcekha;ne) is.
bay büyüklüğünde, uzun burunlu, kısa kuyruklu, İpek böceği yetiştirilen yer; böceklik,
benekli derili, gözleri fırlak, toynaklı ve memeli, böcekkapan, [böcek+kap-an] is. bot. Bazı organları
yırtıcı bir hayvan; Suriye damanı, (Hyrax syri- böcek yakalam aya ve sindirmeye elverişli bitkilerin
ensis). 2. Kibir; kendini büyük görme. S böbür genel adı, (Apocynum, Dionea, drosera).
böbür, Yüksekten atarak; gururla.\\ böbür bübür böceklenme, [böcek-le-n-me] is. Böceklenm ek ey
böbürlenm ek, Çok böbürlenmek. lemi.
böbürlenm e, [böbür-le-n-me] is. Böbürlenm ek eyle böceklenm ek, [böcek-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. İ-
mi. çinde veya üstünde böcek ürem iş olmak; bitlen
böbürlenm ek, [Far. bebr (leopar) > bebir-le-n-m ek / mek. 2. {ağız} mecaz. Oyalanmak. [DS]
böbür-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] Kendini beğenmek; böcekler, [böcek-ler] is. zool. Vücutları baş, göğüs
övünerek kabarmak; kurumlanmak; kibirlenmek, ve karın olm ak üzere üçe ayrılan, duyargaları birer,
böbürlü, [böbür-lü] sf. Övünç dolu, kanatları ikişer, ayakları ile ağız parçaları üçer çift
böbürtü, [böbür-tü] is. Böbürlenme, olan eklem bacaklılar sınıfı, (İnsecta).
böce, [eT. bög-çek > böce(k)] {ağız} is. 1. Dörtten böcekli, [böcek-li] sf. İçinde veya üstünde böcek bu
çok bacağı bulunan küçük hayvan. 2. Akrep, çıyan, lanan; böceklerm iş,
örümcek gibi zehirli böceklerin genel adı. 3. K or böceklik, -ği [böcek-lik] is. İpek böceği yetiştirilen
kunç böcek; korkunç yaratık. 4. Sırtlan. 5. Kurt. 6. yer; böcekhane.
İpek böceği. [DS] S böce börtü, {ağız} Akrep, çı
böceksiz, [böcek-siz] sf. İçinde veya üstünde böcek
yan, örüm cek gibi zehirli böcekler. [DS]
bulunmayan.
böcek, -ği [eT. bö / böğ (örümcek) > böğ-cek / bö-cü
böcelenm e, [böce-le-n-me] is. 1. Böcelenmek eyle
> bö-cük > bö-celc] is. 1. Trake solunumu yapan,
mi. 2. Böcelenm ek durumu,
başı göğsünden ayrı, her bir parçası birbirine ek
lemle bağlanan ve birer çift bacak bulunan üç bo böcelenm ek, [böcek-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1.
ğum gövdeli, omurgasız küçük hayvanların genel Sersemleşmek. 2. Kuşkulanmak. 3. Oyalanmak. 4.
adı; haşarat; haşere. {eAT} (aynı) 2. Kelebek, kurt ve (Tahıl ve baklagiller için) kötü ambarlanma şartları
tırtıl dışında kalan küçük hayvancıkların halk ara dolayısıyla böceklenmek; bitlenmek. [DS]
sındaki adı. 3. İstakozgillerden ilk ayakları küt kıs böcen, [böce-n] {ağız} sf. Kısa; ufak. [DS]
kaçlı, 3 0 - 40 cm. uzunluğunda, sarı renkli, yenile böcü, [bö / böğ (örümcek) / bö (yans.) > bö-ce > bö-
bilen bir deniz hayvanı; langust. 4. mecaz. Sevimli cü j=rji] is. 1. Böcek. 2. {OsT} Çocukları korkutmak
çocuk. 5. tar. İm paratorluk döneminde eski hırsız için söylenen hayalî yaratık; umacı; öcü. 3. {ağız}
ve yankesicilerden kurulu gizli zabıta teşkilatında, Kurt. [DS] 4. {ağız} Akrep, çıyan, örümcek gibi ze
aralarında kadınların da bulunduğu görevlilere ve hirli böcekler. [DS] 5. İpek böceği. S böcü börtü,
rilen ad. 6. argo. Etken eş cinsel erkek. 7: argo. {ağız} 1. Kurt, çakal, domuz gibi zararlı sayılan
Gizli dinleme aygıtı. 0 böceği sönmek, {ağız} Gü hayvanlar. 2. Akrep, çıyan, örüm cek gibi zehirli
cü tükenmek; umutsuzluğa düşmek. [DS] 11 böcek böcekler. [DS]|| böcü tutmak, {ağız} İpekböceği
başı, {OsT} tar. B ir tür zabıta görevlisi.|| böcek çı beslemek. [DS]
karmak, ipek böceği yetiştirmek.\\ böcek bilimci,
zool. B öcek bilimi konusunda uzmanlaşmış kimse. |[ böcük1, -ğü [bö / böğ (örümcek) > bö-cük
böcek bilimi, zool. Böcekleri inceleyen bilim dalı; {OsT} is. Böcek; {ağız} (aynı). [DS]
entom oloji.|| böcek kabuğu, 1. B öcek kabuğu ren böcük2, -ğü [bö-cük] {ağız} is. Kötü kadın. [DS]
gi. 2. M etal parlaklığında, yeşille mor arası renkte böcük3, -ğü [bö-cük] {ağız} is. 1. Dirilik; canlılık. 3.
olan. Şans. [DS]
böcekbaşı, [böcek+baş-ı] is. tar. İm paratorluk döne böcttkmek, [bö-cük-mek] {ağız} g ç sz.f. [-ür] Kanma
minde gizli polis örgütünün yöneticisi, susamak. [DS]
böcekçi, [böcek-çi] {ağız} is. 1. Küçük tüccar; esnaf. böcül, [bö (yans.) > bö-cül] is. Böceklerin baktığı gibi
2. Kötü kadın. 3. Pezevenk. [DS] iki yana bakm ayı anlatan yansımalı gövde. S1 bö-
ie ifffifS ö M • 671 BÖG
ciil böcül, {ağız} (Bakış için) gözlerim iki yana oy böget, [böge-mek > böge-t / büge-t o ^ ] {eAT} is.
natarak. [DS] Akar su yatağında suların biriktiği çukur yer; k ü
böcülem ek, [böcü-le-mek] {ağız}gçsz. f. [-r] f-l(ü)- çük gölet; büğet.
yor] Kaçmak. [DS]
bögi, [bögi / bögü] {eT} is. Hakîm; akıllı; bilgili.
böcümek, [böcü-mek] {ağız} g çsz.f. [-r] 1. Caymak; [ETY]
vazgeçmek. 2. Usanmak. [DS]
böglünm ek, [bög-ül-mek > bög(ü)l-ün-mek] {eT}
böcüyükmek, [böcü-y-ük-mek] {ağız} gçsz. f. [-ür]
dönşl. f. [-ür] (Yürümekte olan askerî birlik ya da
Zihni karışmak; bunalmak. [DS]
akarsu için) durgunlaşmak; önü kapanmak; büğen-
böd, [böd] {eT} is. Taht. [ETY] mek; birikmek; toplanmak. [Clauson]
bödek, -ği [böd-ek] {ağız} is. 1. Böbrek. 2. İç organ
bögmek, [bög-mek] {eAT} g ç l.f. [-er] 1. {eT} Topla
lar. 3. Yürek. [DS] mak; biriktirmek. [Clauson] 2. Birlikte bir araya ge
bödelek, -ği [böd-elek] {ağız} is. 1. Böbrek. 2. Öd tirmek; devşirmek. 3. (Su için) önünü keserek b ü
kesesi. 3. Karm. [D S|0 bödeleği düşük, {ağız} ğemek.
Kansız; z a y ıf [DS]
bögö, [bögö / bögü] (bögö:) {eT} is. -*■ bögü.
bödene, [Moğ. bödene] {ağız} is. Bıldırcın. [DS]
bögölem ek, [bögö -le-mek] {eT} g ç l . f [-r] -* bögü-
bödenek, -ği [böd-elek > bödenek] {ağız} is. Böbrek.
lemek.
[DS]
bödenk, -gi [büg-dek > bügdenk] {ağız} is. Dere ve bögölenm ek, [bögö > bögö-le-n-mek] {eT} dönşl. f .
çayların derince olan yerleri. [DS] [-ür] -*■ bögülenmek.
bödet, -di [büge-mek > büge-t] {ağız} is. Dere; çay. bögölög, [bögö > bögö-lög / bögü-lüg] {eT} sf. -*■
[DS] bögülüg.
bödig, [bödî-mek > bödı-g] (bödi.g) {eT} sf. Oyna bögör, [bögör / bög-ür] {eT} is. -*■ böğür.
yan; zıplayan; dans eden. [Clauson] böğre, [bög-re] {eT} is. Böbrek. [EUTS]
bödimek, [bödı-mek] (bödi:mek) {eT} gçsz. f. [-r]
bögrek, -ği [bögir > bögr-ek i i ^ / i l {eAT} {OsT}
Oynamak; dans etmek. [DLT]
bödke, [ bu + öd-kâ] {eT} zf. Bu zamanda; bu devirde is. Böbrek. S bögrek eriği, {eAT} Can eriği.
[Tekin] [ETY] bögrik, [bögir > bögr-ik {eAT} is. Böbrek.
bödük, -ğü [böd-ük] {ağız} is. 1. M adenî yem ek kabı.
bögrül, [*bogur > bög(ü)r-ül] {eT} sf. B öğrü ak olan
2. Çömlek. [DS]
hayvan. [DLT]
bödür, [püt > böd (yans.) > böd-ür] {ağız} sf. Küçük
kabarcık; pütür. [DS] ö bödür bödür, Pütür pütür; bögrüşmek, [bö (yans.) > bö-g(i)r-üş-m ek -iL-i £
pürüzlü. {eAT} işteş, f. [-ür] 1. (Hayvanlar için) hep birden
bödürük, [Erme, badruyg / Güre, patruki] {ağız} is. böğürmek; böğrüşmek. 2. (İnsanlar için) böğürür
Eğirilmek üzere taranıp hazırlanmış yün ya da pa gibi seslenmek; bağrışmak,
muk yumağı. [DS] böktür, [bög-mek > bög-üt-mek > bög-(ü)t-ür] {eT}
bödüşmek, [bödı-mek / bödü-m ek > böd-üş-mek] is. Dağlardaki sert ve çukur yerler,
{eT} işteş, f [-ür] Birlikte dans etmek; dansta ya bögü, [eT. bögü / bögö ] (bögü:) {eT} sf. 1. D irayet
rışmak. [DLT] li; anlayışlı; bilge; hakîm. [EUTS] [Gabain] 2. B üyü
bödütmek, [bödî-mek / bödü-m ek > böd-üt-mek] cü. 3. {ağız} Sözü geçen adam. [DS]
{eT} gçl. f. [-ür] Birini oynatmak; dans ettirmek.
bögülem ek, [bögü > bögü-le-mek] {eT} gçl. f. [-r]
[DLT]
Büyülemek; büyü yapmak; göz bağcılığı yapmak,
böet, [büge-mek > büge-t / büw-e-t] {ağız} is. 1. Su
birikintisi; gölcük. 2. Kuyu. [DS] bögülenm ek, [bögü-le-mek > bögü-le-n-mek] {eT}
edil. f. [-ür] 1. Büyülenmek; gizemli bilgiler etki
bög1, [bö g / bi / böy] {eT} is. B ir çeşit zehirli örüm
sinde kalmak. 2. dönşl. f. Güvenmek; itim at etmek.
cek; böğ; tarantula. [DLT]
[EUTS]
bög2, [bö g] (bö:ğ) {eT} is. Aşığın sırtının, tümsek
bögülm ek, [bög-ül-mek] {eT} edil. f. [-ür] Büğen-
kısmının oyunda yukarı gelmesi durumu; çik bök.
[Clauson] mek. [DLT]
bögülüg, [bögü-lüg] {eT} is. Bilgelik; âlimlik. [EUTS]
bögde, [bök-te / bög-de] {eT} is. Hançer. [Gabain]
[EUTS] [KB] bögünm ek1, [bög-mek > bög-ün-mek] {eT} ed il.f. [-
bögeç, -ci [böge-ç] {ağız} is. Derin ve durgun su; ür] Önüne set çekilmek; büğenmek; toplanmak;
büğet. [DS] birikmek.
bögemek, [bög-mek / bög-e-mek] gçl. f. [-r] -*■ bü bögünm ek2, [bögü > bögü-n-mek] {eT} dönşl. [-ür]
ğemek. Derin düşünmek. [Üç İtigsizler]
BÖG ıraiüfctsözijiiiu-,
böğür, [böğür £ ? ] {eT} is. 1. Böbrek. 2. Böğür. böğenmek, [eT. bög-m ek > büg-en-mek] {ağız} gçsz.
[DLT] S böğür igi, {eA Tj (Kişi y a da nesne için) f H r ] ~* büğenmek. [DS]
yakında bulunup da sürekli olarak rahatsızlık ve böğennemek, [böğen-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
ren. n(i)-yor] (Hayvan yavrusu için) ilk çişini yapmak.
[DS]
bögürlem ek, [bög-ür-le-mek] (böğürle:mek) {eT}
böğenti, [eT. bög-m ek > büg-enti] {ağız} is. 1. Küçük
gçl. f. [-r] 1. Böğüre vurmak. 2. Savaş saflarını
su birikintisi. 2. Suyun önüne çekilen bent. [DS]
yandan vurup düşmanı yenmek. [DLT]
böğet, [eT. bög-m ek > büge-m ek > büge-t] {ağız} is.
böğürmek, [bö (yans.) > bö-gür-mek] {ağız} gçsz. f. [-
1. Su birikintisi; gölcük; büvet. 2. Suyun önüne
ür] 1. (Hayvan için) acı acı ses çıkarmak; böğür
çekilen bent. 3. İçinde su biriktirilen taş ya da top
mek. 2. Bağıra bağıra ağlamak. [DS] <3 böğürü
rak havuz. 4. Derin ve durgun su. [DS]
böğürü ağlaşmak, {eAT} Bağıra bağıra ağlamak.
böğetmek, [büg-et-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Suyun
[DK]
önüne bent yaparak toplanmasını, birikm esini sağ
böğürtm ek, [bö (yans.) > bö-gür-t-mek] {ağız} gçl. f .
lamak; büğemek. [DS]
[-ür] Bağırtmak; böğürtmek.[DS]
böğez, [bu+kez / gez] {ağız} zf. Bu defa; bu kez; bu
bögüş, [bög-mek > bög-üş] {eT} is. Hikmet; marifet;
sefer. [DS]
bilgi; bilgelik; irfan. [EUTS]
böğlemek, [bö / böğ (yans.) > böğ-le-mek] {ağız}
bögüşm ek, [bög-mek > bög-üş-mek] işteş, f. [-ur]
gçsz. f [-r] [-l(ii)-yor] (Hayvan için) acı acı ses
Toplamak, biriktirmek ve büğemekte yardım et
çıkarmak; böğürmek. [DS]
mek; birlikte büğemek. [Clauson]
böğrek, -ği [bögür-ek / bögür-ik] {ağızj is. 1. Böbrek.
böğ, [bög / böy] is. zool. Çoğu iri yapılı, çevik ve
2. Kağnı tekerleğinin iki yan tarafındaki dairesel
yırtıcı, geceleri avlanan, vücudu kül rengi dik kıl
tahta. [DS]
larla örtülü yer örümceği, (Galeodes graecus, G.
araneoides). böğrül, [böğ(ü)r-ül] {ağızj is. 1. Yanları beyaz olan
sığır. 2. sf. (Kişi için) ters; aksi. [DS]
böğe, [böğ-e] {ağız} is. 1. Geceleri ışığa gelen zehirli
böcek. 2. Bataklıkta yaşayan zehirli bir böcek. 3. böğrülce, [böğür-lü-ce] is. bot. -* börülce,
Böğ. [DS] böğrüm ek, [bö (yans.) > bö-gür-mek > böğrü-mek]
böğek, -ği [büg-mek (engel olmak) > böğ-ek] {ağız} {ağız} g çsz.f. [-r] Böğürmek. [DS]
is. Büvet. [DS] böğrüşmek, [bö (yans.) > bö-ğür-üş-m ek > böğ-r-üş-
böğelek, -ği [*bügel-mek / bökelek [Tietze] > bö- mek] işteş, f. [-ür] 1. (Hayvanlar için) hep birlikte
ğelek] {ağız} is. 1. Sığırları rahatsız eden bir tür si bağırmak. 2. (İnsan için) hep birlikte anlaşılmaz
biçimde bağırmak,
nek; büvelek. 2. Rahatsız edici herhangi bir şey. 3.
Ökse otu. [DS] ö böğeleğe tutulmak, {ağız} (Sığır böğsükm ek, [böğ-sük-mek] {ağız} gçsz. f. [-(ğ)-ür]
lar için) büvelek tarafından rahatsız edilmek. [DS]| Üzülmek; kırılmak. [DS]
böğelek tutmak, {ağız} Büvelek tutmak. [DS] böğsünm ek, [büyük-sün-mek] {ağız} gçl. f. [-ür]
böğeleklenmek, [böğelek-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. Karşısındakini küçük görmek; hiçe saymak. [DS]
[-ir] Büveleğe tutulmak. [DS] böğü, [böğ-ü] {ağızj is. 1. Böğ. 2. İri akrep. [DS]
böğelem ek, [büge-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)- böğülce, [böğür-lü-ce] {ağız} is. 1. Kuru fasulye. 2.
yo r] Engel olmak; büğemek. [DS] Fasulye. [DS]
böğelm ek, [büğ-el-mek] {ağızf gçsz. f. [-ir] Bükül böğün, [bu+gün] {ağız} is. Bugün. [DS] S böğün
mek; eğilmek. [DS] yarın, {ağız} Çok geçmeden; bugün veya yarın.
böğem, [büge-mek > böğe-m] {ağız} is. D erin.su çu [DS]
kuru. [DS] böğür, -rü [eT. böğür (kalça ile kaburga arası) >
böğemek, [böge-mek / büge-mek] {ağız} gçl. f. [-er] böğür] is. 1. İnsan ve hayvan vücudunun kaburga
[-ğ(ü)-yor] 1. Suyun önüne bent yaparak toplanma ile kalça arasındaki bölümü. 2. gnşl. Y an tara f 3.
mim. Yapının bir bölüm ünü ana yapıya bağlayan
sını sağlamak; gölcük oluşturmak; büğemek; boğ
kemer. 4 . {ağız} Dağ yamacı. [DS] 5. {ağız} Göğüs.
vurmak. 2. Engel olmak. 3. Öfkeli birini yatıştır
mak. [DS] [DS] S böğrü böğrüne geçmek, {ağız} Açlıktan
karnı çekilmek; çok zayıflamak. [DS]|( böğür ağrı
böğen, [böğ-en] {ağız} is. 1. İçine tereyağı konulan
sı, {ağız} tıp. Göğüs ağrısı. [DS]|| böğür çivisi,
tem izlenip kurutulmuş işkembe. 2. Koyun ve keçi
{ağız} Zorluk çıkaran; engel olan. [DS]|| böğür
lerde yediği otlarla ilgili olarak görülen ishal. 3.
dolması, {ağız} D avar etinin boş böğrü ile iki ka
Çocuk ve hayvan yavrusunun pisliği. [DS]
burgası ayrıldıktan sonra içine pirinç ve bahar
böğenlem ek, [böğ-en-le-mek] {ağızj gçsz. f. [-r] [-
doldurulmak suretiyle yapılan bir yemek. [DS]|| bö
l(i)-yor] (Koyun, keçi için) baharda yeşil ot yediği
ğür döven, Ahırlarda hayvanları birbirinden a-
için bulaşacak biçimde cıvık olarak pislemek. [DS]
yırm aya yarayan tahta bölme. || böğür germesi,
İMMffiBl.673 BÖL
[ağızj vet. Atlarda görülen böbrek hastalığı. [ÜS]|| bökelem ek, [bök-mek > bök-ele-mek] {ağız} gçsz. f .
böğür iğî, {ağızj -Baş belası; zararlı. [DS]|| böğrü [-ı] f-l(i)-yor] 1. Birdenbire koşmak; ansızın sal
kafa, {ağızj Börülce. [DS]|| böğür kazığı, {ağızj 1. dırmak, 2. (Su için) sıçramak, [DS]
Temel yilam . 2. Baş belasi. [DS] bökelik, -ği [böke-lik] is. 1. Böke olm a durumu;
böğürlemek, ;[böğür4e-mek] {ağızj gçl. f. [-r] [-l(i)- şampiyonluk. 2. Şampiyona,
yor] A rada kalan tarlayı sulamak. I[DS] böken, [bök-en] / ağızj is. 1. Tandırda pişen yuvarlak
böğürme, [bö (yans.) > bö-ğür-me] is. Böğürm ek işi. ekmek. 2. Cıvık hamur yağda kızartıldıktan sonra
böğürmek, [bö (yans.) > bö-ğür-mek] .gçsz. jf. [-iir] 1. üzerine tatlı ekilerek yenilen bir tür çörek; lokm a
(Öküz, deve vb. hayvanlar için) bağırmak. 2. m e tatlısı. [DS]
vtiz. '(İnsan için) yüksek sesle ve anlaşılmaz biçim bökm ek1 ![bök-mek / bük-mek] {eT} gçsz. f. [-er] 1.
de bağırmak. S böğüre böğüre, Bağırarak..|| bö- Eğilerek yere kapanmak. 2. Yemekten bıkmak,
ğüren maym un, zool. Güney ve Orta Amerika 'da usanmak; çok doymak; gözü doymak. [DLT] [ETY]
yaşayan, ya ssı burunlu, bağırtısı kilometrelerce 3. Bir şeyden bıkmak; usanmak. [Gabain] 4. D oya
ileriden düyulabilen, tizıin kuyruklu, iri vücutlu, sıya birlikte olmak. [ETY] 5. .{ağız} Dolmak; taş
•kalın postlu bir tür maymun, (Alouata). mak. [DS] 6. {ağız} Çok kazanmak. [DS] S böke
turm ak, Bükülmek; eğilmek. [DLT]
böğürtlemek, [böğür-t-le-riıek] gçsz. f. [-r] [-1(H)-
yor] (Ekin için) başağa durmak; bayraklanmak. bökm ek2, [bök-mek] {eAT} gçsz. f. .[-ür] Zıplamak;
sıçramak.
böğürtlen1, [böğür-t-en [tietze] is. 1. öülg il-
bökseg, [Moğ. bökse > bökse-g / bükseg [DLT]] {eT}
lerden, küçük ve dut gibi çok tanecikli meyvesin is. Göğüs; meme. [Clauson]
den reçel, m arm elat yapılan, yapraklan halk h e bökseglenmek, [bökseg-le-n-mek] {eT} dönşl. f. [-
kimliğinde Apeldik vörici, dikenli dalları çit bitkisi ür] (Kız için) göğsü tomurmak. [DLT]
olarak kullanılan çalı; {18.-19.yy.} (aynı), (Rubus böksig, [böksi-g] {eTj is. Karın; göğüs. [Gabain]
caesus). 2. Bu 'bitkimin önce kırmızı, daha sonra
böksik, [böksi-k] .{eTj is. Karın. [EUTS]
kararan yemişleri.
böksilmek, [böksi-l-mek] {eT} gçsz. f. [-ür] Parça
böğürtlen2, ![böJğfr-t-fen] ‘is. argo. Kusmak, lanm ak; yarılmak. [EUTS] [Gabain]
böğürtlenlik, -ği [böğürtlen-lik] is. Böğürtlen çalısı bökte [bökte / bügde] {eT} is. Hançer. [Gabain] [E-
bol tflan yer. UTS]
böğürtm e1, '[bö (yans.) > M -ğüNt-rne] is. Böğürtm ek bökteg, [bökte-g] {eT} is. Yardım; inayet. [EUTS]
. . böktelek, -ği [bök-mek > bök(ti)t-e-lek] {ağız} is.
böğürfrtıe., '[bör-t-iîıek > böğürt-m e] sf. İyi kuru (Tavşan için) kızışma. [DS] S1 böktelek olmak,
mamış kayısı. (Tavşanlar için) çiftleşmek için bir araya gelmek.
böğürtmek1, i[bö (yans.) > bö-ğür-4-mek] g ç l.f. [Jür] böktürm ek, [bört-ür-mek] {ağızj gçl. f. [-ür] Eti
Ööğürmdk işin'i yaptırm ak; böğürm esine sebep ol- ibirkz kavurm ak. [DS]
'mâk. bökü, [bökü / !böğü] .{eT} ks. H ekim. [EUTS]
böğürtmek2, [böM -m ek > böğürt-mek] gçl. f. :[-ür] bö‘kün, [bö+kün / bu+kün] {et} zf. Bugün. [Gabain]
'Biraz haşlamak; foörttürmek. bök ü şm ek , [bök-mek > bök-üş-mek] {eT} gçsz. f. [-
böğürtü, '[bö (yans:) > bö-ğür-m ek > bö-ğür-tü] is. ’iir] 1. D oymak. [ETY] 2. D oyasıya birlikte olmak.
Böğürme sesi, [ETY]
böğürüm, [bö (yans.) > bö-ğür-üm] {ağızj is. G eyik bökütm ek, [bök-üt-mek] {eT} gçl. f. [-ür] 1. İyice
lerin çiftleşme zamanı. t[DS] doyurmak. 2. Yiyecekten bıktırmak. [DLT]
böğürüş, ;[bö ‘(yans.) > fcö-ğür-üş] is. ©öğürme işi v e böl,![böl] {ağız} is. Gereksinme; ihtiyaç. [DS]
y a 'biçimi. bölcek1, - ğ i [böl-(e)cek] {ağız} is. Cetvel. [DS]
böhsümek, {bök-'Si-tiıek] {ağızj gçsz. f -pr] İçli içli bölcek2, -ği [? bölcek] {ağız} is. Kova. [DS]
■ağlamak. [DS] böldürm e, :[böl-dür-me] is. Böldürmek işi.
bök, "bokj {et} :is. 1. Köşe; bücak, zâViye. [ETY] 2. böldürmek, [böl-dür-mek] ;gçl. f [-ür] 1. Bölmek
A:$ığıfı sırtının, tüm sek kısmının yukarı gelmesi; ■eylemini birinin aracılığıyla yapmak. 2. Bölmesine
çık-bök. [Di/I'] sebep olmak.
btıke, [böke / ’bökö] {eT} is. 1. Kahraman güçlü kim- böle1, :[? böle] {ağız} is. 1. Genel olarak amca, dayı,
'öe; .güçslü; cesur; .yiğit savaşçı, {ağız} (aynı) [ETY] hala çocuğu. 2. Yeğen. 3. Teyze, hala, yenge. 4.
![ÛS] 2. Uluslararası veya ulusal karşılaşmalarda Amca. [DS]
'birinci gelen; şampiyon. 3. Pehlivan, {ağız} (aym) böle2, [bu+ eyle > böyle > böle] (bö:le) {ağız} sf.
|DS] İ[BÛB'] 4. .{ağız} N orm al iriliğini almamış; geli B öyle. [DS]
şememiş kavun. [DS| bölek, -ğijjbeleg / bölek] {eT} ,{ağız}-is. Hediye. [DS]
BÖL ÖTtiMTİMSSÖM.674
bölen, [böl-en] sf. 1. Bölme işini yapan. 2. mat. Bir b ö lm eç1, -ci [böl-meç] {ağız} is. Tek dağ. [DS]
bölm e işleminde bölünen sayının kaç eşit parçaya bölm eç2, -ci [böl-meç] {ağız} is. Dolap; kiler vb. [DS]
bölündüğünü belirten sayı, bölm ek, [böl-mek] gçl. f. [-er] 1. Bir bütünü iki ve
bölene, [Bul. polyana] {ağız} is. Issız yer; tenhalık. daha çok parçalara ayırmak; taksim etmek. {eT}
[DS] (aynı) [EUTS] [Üç İtigsizler] 2. mecaz. Birbirine
bölenecek, -ği [böle-n-ecek] {ağız} zf. Bölünceye ka düşman olacak şekilde birliğin ve bütünlüğün bo
dar. [DS] zulm asına yol açmak; parçalamak. 3. mat. Bir nice
bölge, [böl-mek > böl-ge ^S3jj] is. 1. Sınırları, idari liği belirli sayıda eşit parçalara ayırm ak için işlem
ve İktisadî birliğe; arazi, iklim ve bitki özellikleri yapmak; taksim etmek,
nin benzerliğine veya üzerinde yaşayan insanların bölm elem e, [böl-me-le-me] is. Bölm elem ek eylemi,
aynı soydan gelmiş olmalarına göre belirlenen top bölm elem ek, [böl-me-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
rak parçası; mıntıka; alan; civar; çevre; dolay; ha 1. Bir şeyi bölm elere ayırmak. 2. dnz. Geminin bir
vali; yaka; {17. yy.} (aym). 2. Vücutta sınırları belli kaza sonucu aldığı yaralardan dengesini bozacak
herhangi bir kısım; nahiye, şekilde su almaması için kapanabilir sızdırmaz ka
bölgeci, [böl-ge-ci] is. Belirli bir bölgenin çıkarlarını pılarla bölm eler yapmak. 3. Orman yangınlarında
savunan kimse; mıntıkacı. yangının yayılmasını önlem ek ve söndürme çalış
bölgecilik, -ği [böl-ge-ci-lik] is. Belli bir bölgenin malarını kolaylıkla yürütebilm ek amacıyla orman
çıkarları için çalışma durumu; mmtıkacılık. içinde bölüm ler meydana getirmek,
bölgelem e, [böl-ge-le-me] is. Bir kentin konut, sana bölm eli, [böl-me-li] sf. Bölm elerle ayrılmış bulunan,
yi, eğitim, kültür ve eğlence gibi belirli işlevleri bölök, [böl-mek > böl-ük / böl-ök] {eT} is. -*■ bölük,
yerine getirecek şekilde bölgelere ayrılması işi.
bölön, [Tib. blon / Sansk buluna] {eT} is. 1. Bakan;
bölgesel, [böl-ge-sel] sf. 1. Bölge ile ilgili. 2. Bir
nazır. [ETY] [Gabain] 2. Vekil; yüksek görevli.
bölgeye ait olan; mmtıkavi, mevzii,
[ETY] [Gabain]
bölgeselleşm ek, [böl-ge-sel-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir]
bölü, [böl-ü] is. mat. B ir matematik işleminde bölme
istk. Uzaysal bir büyüklüğün, bir değişkenin, dü
yapılacağını gösteren |— veya + ile, bayağı kesir
zensiz bir biçimde dalgalanırken büyük ölçekli bir
lerde pay ile payda arasına konan — işaretinin oku
yapı göstermesi,
nuşu, (1937).
bölgü, [böl-gü] {ağız} is. Araziyi bölüşme, paylaşma.
[DS] b ölüc, [böl-mek > böl-üc jt^L] {Os T} is. (Saç için)
bölik, [böl-mek >böl-ikıiL)jj] {eT} is. Bölük; parça, bölük.
böllem , [? böllem] {ağız} is. Deve katarı. [DS] bölficek, -ği [böl-ü(k)-cek ^ - j l ; ] {OsT} {ağız} is.
bölm e, [böl-me *1^] is. 1. Bölmek eylemi. 2. Ayır Küçük bir bölük; parça; bölük. [DS]
ma; taksim. 3. Parçalara ayırma; parçalama. 4. Bö b ölücü, [böl-ücü] sf. 1. Bölm e işini yapan; bölen. 2.
lünerek ayrılmış olan yer; parça; {OsT} (aym). 5. Bir mecaz. Bir topluluğun bireyleri arasına düşmanlık
yeri küçük odalara ayıran ince duvar veya ahşap duyguları sokarak birliği bozma veya siyasal ve
perde. 6. Evlerde yıkanm ak için ayrılmış küçük sosyal bütünlüğü bozm aya çalışan; fesatçı, müfsit,
oda; gusülhane. 7. anat. Çeşitli organları birbirin münafık. 3. tek. Takım tezgâhlarında belirli açılara
den ayıran ince perde. 8. mat. Bir niceliği belirli göre bölm eler yapm aya veya işlenecek malzemenin
sayıda eşit parçalara ayırma işlemi; taksim. 9. ed. kalınlığını azaltmaya yarayan kısım,
B ir edebî eseri, bir yazıyı veya konuşmayı arala bölücü lü k , -ğü [böl-ücü-lük] is. Bir topluluğun bi
rında bağlar bulunan bir çok parçalara ayırma. 10. reyleri arasına düşmanlık duyguları sokarak birliği
Gemilerde su baskını ve yangın gibi durumlarda bozm ak veya siyasal ve sosyal bütünlüğü bozmak;
ara kapıları kapatarak yayılmayı önlemek amacıyla fesat; ifsat; nifak,
yapılmış bölümler. 11. man. Cins kavramlarını tür bölüg, [böl-üg] {eT} is. Kısım; bölük; parça. [EUTS]
ve alt türlere ayırmak işi. 12. {ağız} Kalın ağaç
bölüglüg, [bölüg-lüg] {eT} sf. Bölüklü; kısımlı. [Üç
gövdesinden dülgerlik için ayrılmış tomruk. [DS] İtigsizler]
13. {ağız} Ambar. [DS] 14. {ağız} Ada. [DS] S1 böl
m e işareti, mat. Bölme işleminin yapılacağım be b ö lü k , -ğü [böl-mek > böl-ük dlL / il^L] is. 1. Bü
lirten |— veya işareti: bolü. tünden ayrılmış parça; kısım. {eT} {eAT} (aynı)
bölm eci, [böl-me-ci] is. res. Karma renkleri karıştır [DLT] [Üç İtigsizler] 2. Ortadan iki yana ayrılarak
m aktan ziyade tuval üzerine küçük benekler oturta taranmış saç bölüm ü veya saç örgüsü; belik. {eAT}
rak resim yapan ressam, {ağız} (aym) [DS] 3. as. Takımlardan oluşan, üçü
bölm ecilik, -ği [böl-me-ci-lik] is. res. Yeni izlenimci veya dördü taburları m eydana getiren ve daha bü
ressam lar tarafından uygulanan, renk karışımından yük birliklerin temeli sayılan, içinde İdarî ve teknik
ziyade küçük beneklerle optik bir karışım elde et çalışm alar yapılan esas savaş birliği. 4. mat. Onluk
meye dayanan resim yapm a tekniği. düzende yazılmış bir tam sayının üçer üçer ayrılan
« M i l î » . «T* BÖL
basamaklarından her biri; hane. 5. Pay, hisse. 6. uygun olarak dengeli bilgi kümesi taşıyan bölüm le
jağız} Tarlalar arasında kalmış orman parçası. [DS] re ayrılması.
7. {ağız} Tarla parçası; arazi parçası. [DS] 8. {ağız} bölümlenmek, [böl-üm-le-n-mek] edil. f. [-ir] Biri
Dokuma parçası; kumaş parçası; bez parçası. [DS] tarafından yapılan bölümleme eylemine uğramak,
9. {ağız} Mahalle. [DS] S bölük bölük, 1. Bölükler bölümlü, [böl-üm-lü] sf. Bölümü veya bölüm leri o-
halinde. 2. Parçalanmış, kısım lara ayrılmış ola lan.
rak-.|| bölük pörçük, Bütünlüğü ve birliği sağlana bölüm ölçer, [böl-üm + ölç-er] is. fız. A ynı zamanda
mamış durumda; parça parça. \\ B ölük-i Rumiyân, etkiyen iki büyüklüğün oranım ölçmeye yarayan
tar. 1. Anadolu bölükleri. 2. im paratorluk döne alet.
minde Anadolu 'dan çıkan yerli sanatkârlar. bölüm sel, [böl-üm-sel] sf. Bölüm ile ilgili; kısmî.
bölükat, [böl-ük + Ar. -ât olS^L] (bölükâ:t) {OsT} is. bölün1, [böl-ün] is. Tefrika.
Bölükler. S bölükât-ı seb’a, {OsT} tar. İm parator bölün2, [Tib / Sansk buluna] {eT} is. En yüksek kamu
luk döneminde, M ısır vilayetindeki yed i ocaktan görevlisi; bakan. [Tekin]
kurulu askerî birliğe verilen ad. bölünebilir, [böl-ün-e+bil-ir] sf. 1. Bölünmeye uy
bölükbaşı, [böl-ük+baş-ı] {ağız} is. 1. D üğünlerde er gun olan. 2. mat. Bölme işlemi yapıldığında kalanı
kek evine başkanlık yapan kimse. 2. Sürüyü çeken sıfır olan.
çoban. [DS] bölünebilirlik, -ği [böl-ün-e+bil-ir-lik] is. 1. B ölü
bölükdeş, [böl-ük-deş] {ağız} is. U sta çoban. [DS] nebilir olma durumu. 2. mat. Bölme işlemi yapıldı
bölüklüler, [böl-ük-lü-ler] is. as. tar. Yeniçeri oca ğında kalanı sıfır olan durum,
ğında ağa bölüklerinden olanlara verilen ad. bölünebilm e, [böl-ün-e+bil-me] sf. mat. Bir bölme
bölükmek, [böl-ük-mek] {eT} g ç sz.f. [-ür] (Hayvan işlemi yapıldığında kalansız olma,
lar için) bölüklere ayrılmak. [DLT] bölünen, [böl-ün-en] s f 1. Bölme işlemine uğratılan
bölülmek, [böl-ül-mek] {eT} e d il.f. [-ür] Bölünmek. sayı. 2. Eşit sayıda veya miktarda parçalara ayrılan
[Üç İtigsizler] nesne.
bölüm, [böl-üm] is. 1. Bölünen bir bütünün parçala bölüngü, [böl-ün-gü] is. Parti, sendika gibi kuruluş
rından her biri. 2. as. Ordu kuvvetlerinin gerektiği larda izlenen ana çizgiye karşı olan örgütlü küme;
biçimde parçalara ayrılarak dağıtılışı. 3. ed. Bir bölüntü; fraksiyon,
yazının, bir konuşmanın veya kitabın içinde konu bölünm e, [böl-ün-me] is. 1. Parçalara ayrılma; par
yu daha iyi anlatabilmek için yapılan ayırmalardan çalanma. 2. biy. Bir hücrenin iki yavru hücreye ay
her biri. 4. Bir işletmede veya kurum da yardımcı rılması. 3. kim. Bir molekülde bir bağın kopması. 4.
yöneticiye bağlı, görev bakım ından birbirine önce siy. Karar organlarında ortaya çıkan görüş ve oy
likli yakınlığı olan çalışma ve sorumluluk ortamı; ayrılığı.
kısım; departman; seksiyon. 5. mat. Bölm e işlemi
bölünm ek, [böl-ün-mek] edil. f. [-iir] 1. Başkası
sonucunda elde edilen sayı. 6. müz. B ir m üzik ese
tarafından parçalara, bölüklere ayrılmak. {eT} (aym)
rinde bulunan ayrı parçalar. 7. mecaz. Çağ; devir.
[Üç İtigsizler] 2. Üzerinde bölm e işi uygulanmak. 3.
8. Bir okulun herhangi bir uzm anlık veya bilim
ed. Bir cümlenin anlattığı şeyi daha iyi açıklaya
dalında eğitim veren birim lerinin her biri. 9. {ağız}
bilm ek amacıyla, bir kez nesneyi, bir kez de özneyi
Fıçı. [DS] S bölüm bölük, Parça parça.
yüklem yapm ak suretiyle iki yeni cümle kurmak. 4.
bölümleme, [böl-üm-le-me] is. Bölüm lem ek işi; tas dönşl. Bir bütünden pek çok bölüm oluşmak; ço
nif; sınıflama, ğalmak. 5. Bölünebilir olmak,
bölümlemek, [böl-üm-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
bölünmez, [böl-ün-mez] sf. Bölünmesi, parçalanması
1. Birçok şey arasında birbirine eşit veya benzer
mümkün olmayan,
olanları bir araya toplayarak küm elere ayırmak;
bölünmezlik, -ği [böl-ün-mez-lik] is. Bölünmez
sınıflamak, tasnif etmek. 2. bsy. B ir bilgisayarın ya
olm a durumu ve niteliği,
da bilgi işlem sistem inin belleğini, her biri bir kul
bölüntü, [böl-üntü] is. 1. Bölünmüş küçük parça. 2.
lanıcıya ait olmak üzere bölüm lere ayırmak.
Parti, sendika gibi kuruluşlarda izlenen ana çizgiye
bölümlendirme, [böl-üm-le-n-dir-me] is. Bölümlen-
karşı olan örgütlü küme; bölüngü; fraksiyon. 3.
dirmek işi; sınıflandırma; tasnife tabi tutma,
{ağız} Oda gibi bölünmüş yer; bölme. [DS]
bölümlendirmek, [böl-üm-le-n-dir-mek] g ç l . f [-ir]
bölüntüler, [böl-ün-tü-ler] is. B ir bütünün ayrılmış
Bir şeyi ve bir çokluğu bölüm lere ayırmak; sınıf
olduğu bölümler; taksimat,
landırmak; tasnife tabi tutmak,
bolünüm , [böl-ün-üm] is. Bazı toplumlardaki soy
bölümleniş, [böl-üm-le-n-iş] is. 1. Bölüm lenm ek işi.
zinciri kümelerinin sınırlarını belirleyen bölm e ve
2. Bölümlenmek biçimi.
ya bölünme süreci,
bölümlenme, [böl-üm-le-n-me] is. 1. Bölüm lenm ek
bölünüm sel, [böl-ün-üm-sel] sf. (Toplum için) grup
işi. 2. bsy. B ir belleğin, bir listenin değişik ölçülere
BÖL H U K H i . «76
lar, alt gruplar ve küçük birim ler halinde bölünm e böng2, [böng (yans.)] {eT} is. A ğır bir şeyin düşmesi
ye dayanan. ile çıkan ses. [DLT] B böng etmek, {eT} (Yere dü
bölünüş, [böl-ün-üş] is. Bölünmek durumu veya bi şen ağır bir nesne için) ses çıkarmak. [DS]
çimi. böng3, [bön] (bön) {eT} sf. 1. İri yarı. 2. Yoğun. 3.
bölüş, [böl-üş] is. Bölm ek işi veya biçimi, Obur. [DLT]
bölüşme, [böl-üş-me] is. Bölüşm ek işi. böngece, [böng (yans.) > böng-e-ce] {ağız} zf. Birden
bölüşmek, [böl-üş-mek] işteş. f. [-ür] Bir şeyi iki ve bire. [DS]
daha çok kişi aralarında paylaşmak; üleşmek; tak böngmek, [*bön-mek / mön-mek] (bönmek) {eT} gçl.
sim etmek. f. [-er] (At için) ayaklarını toparlayarak tekme at
bölüştüren, [böl-üş-tür-en] sf. Paylaştırma işini ya mak; tekmelemek,
pan; herkese payına düşeni veren, böngül, [böng (yans.) > böng-ül] {ağız} is. Sıvının
bölüştürme, [böl-üş-tür-me] is. Bölüştürmek işi. kaynaktan kabarıp kaynamasını anlatan yansımalı
bölüştürmek, [böl-üş-tür-mek] gçl. f. [-ür] Bölüş gövde. [DS] fi1 böngül böngül, {ağız} (Suyun kay
m ek işini başkasına yaptırmak, naması için) sesli olarak. [DS]
bölüştürücü, [böl-üş-tür-ücü] sf. 1. Bölüştürm e işini böngüldek, -ği [böng (yans.) > böng-ül-de-k] {ağız}
yapan. 2. is. Bir sulama kanalı suyunu tarla sahiple is. 1. Bataklık. 2. Suyun çıktığı yer; kaynak; pınar.
ri arasında belirli oranlarda bölüştürmeye yarayan [DS]
alet. böngüldem ek, [böng (yans.) > böng-ül-de-mek] ja-
bölüşük, -ğü [böl-üş-ük] {ağız} is. 1. Bölünme yeri. ğız} g ç sz.f. [-r] [-d(ü)-yor] (Su için) yerden kayna
2. Kısmet. 3. Verese. [DS] yıp kabararak çıkmak; büngüldemek. [DS]
bölüşüm, [böl-üş-üm] is. 1. Bölüşme; paylaşma. 2. bönlenm ek, [bön-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1.
bsy. Birden çok kullanıcının bellek ve bilgi işlem Bilmez hâle gelmek; bönleşmek. 2. Bilmezden gel
gibi kaynağı ortaklaşa kullanımı, mek. [DS]
bölüt, [böl-üt] is. zool. 1. Eklem bacaklıların vücu bönleşme, [bön-le-ş-me] is. Bönleşm ek eylemi; ap
dunu oluşturan yan yana dizili parçaların her biri; tallaşma.
halka. 2. biy. Zigotun bölünm esinden sonra ortaya bönleşmek, [bön-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Anlaya
çıkan hemen hemen birbirine benzeyen parçaların maz, kavrayam az hale gelmek; aptallaşmak,
her biri; metamer.
bönlük, -ğü [bön-lük] is. 1. Bön olma durumu. 2.
bölütlenme, [böl-üt-le-n-me] is. biy. Döllenmiş yu
Bön olanın niteliği. 3. Bön kişilere yakışır davra
murtanın blastulayı oluşturuncaya kadar art arda
nış; aptallık; saflık; akılsızlık,
bölünmesi.
bönsetmek, [bön-se-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Kan
bölütlü, [böl-üt-lü] sf. Bölütlere, halkalara ayrılmış
olan. dırmak. [DS]
bölütlülük, -ğü [böl-üt-lü-lük] is. Vücutları halkalara böö1, [bö (yans.) > böö] (bö:) {ağız} ünl. Korkutm ak
ayrılmış olan canlıların bu özelliği; metamerlilik. için kullanılan bir söz. [DS]
böm, [bö (yans.) > bö-m] is. Bağırm a ve böğürme böö2, [bö / böğ] {ağız} is. Örümcek; böy. [DS]
anlam ı veren yansımalı gövde. S1 böm böm bö bör, [bör (yans.)] is. Y üksek sesle bağırmayı, ağız
ğürmek, Öküz gibi bağırmak. kavgası gürültüsünü anlatan kök. [Zülfıkar] bör-ül-
bömböyük, [büyük > böyük > bö(m)+bö/yük] de-mek.
(b ö ’mböyük) pekşt. sf. 1. Çok büyük. 2. Çok saygı börek, -ği [bür-mek > bür-ük [Tietze] / börk [Rasânen]
değer. / Far. bürek] is. Açılmış yufka arasına ıspanak,
bön1, [eT. m ün / bün (sakat, eksikli) ? > bön j ^ ] sf. peynir ya da kıym a konulm ak suretiyle tepsi veya
Zekâ ve kavrayıştan yoksun olduğu için kolay kan- saçta pişirilen ham ur işi yemek. S börek mantarı,
dırılabilen; akılsız; budala; aptal; saf; ahmak. {eAT} {ağız} Yufka arasına konularak börek yapm aya uy
{OsT} (aynı) S bön bön bakmak, 1. H içbir şey an gun tatlı bir m antar türü. [DS]|| börek otu, {ağız}
lamadan, safça, şaşkın şaşkın bakmak. 2. Şaşırıp D ere otu, m aydanoz gibi böreklerde kullanılan çe
aptallaşmak,|| bön düşmek, {eAT} Budalalık etmek. şitli otların genel adı. [DS]
bön2, [Ar. bunn] {ağız} is. Öğütülmüş kahve. [DS] börekçi, [börek-çi] is. B örek yapıp satan kimse,
bönce, [bön-ce] (bö ’nce) zf. Akılsızca; saf ve budala börekçilik, -ği [börek-çi-lik] is. Börek yapma ve sat
olarak. m a işi.
böng1, [bin / bm g / bınk / böng / bunk / bung / bün / böreklik, -ği [börek-lik] sf. 1. Börek yapmaya elve
büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka rişli. 2. Börek yapm ak için ayrılmış,
barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı böremit, -di [? böremit] {ağız} is. 1. Fırında kızartıl
olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] böng-ül bön- mış elm a ya da armut gibi meyve. 2. Tam kurum a
gül, böng-ül-de-mek. mış armut. [DS]
lİffillfİCE SMZlıÖK« e?? BÖR
böri, [bör! / börii] (böri:) {eT} is. Kurt; börü; [DLT] kabarmak. 2. (Turşu için) olmak. 3. Terlemek; b u
[EUTS] [ETY] [Gabain] [Tekin] [KB] nalmak. 4. Zenginleşmek; onmak. [DS]
börileyii, [böri-leyü] (börileyü:) {eT} zf. Kurt gibi; b ö rk tü rm e k , [bört (yans.) > börk-tür-mek] {ağız} gçl.
kurtçasma. [DTL] f. [-ür] Tam pişirmeden haşlamak. [DS]
börisiz, [böri-siz] {eT} sf. Düşmansız; yağışız. [E- b ö rk ü , [börk-ü] {ağız} is. Börk; börkenek; başlık.
UTS] [DS]
böritig, [börit-ig] {eT} is. Temas. [Üç İtigsizler] b ö rk ü tm e k , [bört-mek > börk-üt-mek] {ağız} gçl. f.
böritm ek, [bört (yans.) > bör(i)t-mek /] {eT} g çsz.f. [- [-ür] Tam pişmeden haşlamak. [DS]
ür] Temas etmek; dokunmak. [Gabain] [Üç İtigsizler] bö rley ü , [böri-leyü] {eT} zf. Kurt gibi. [DLT]
börk, [eT. bör-(i)k > börk Ajj , / is. 1. Başa gi b ö r t1, [bört (yans.)] is. Patlayıp çıkmayı, sıkışan hava
yilen her türlü başlığın genel adı; başlık; külah; ya da sıvıların dışarı çıkışlarını, haşlama sonucu
şapka. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} (aym) [DLT] [KB] patlayıp dağılmayı, birden kurtulmayı anlatan kök,
[Yüknekî] [DS] 2. Hayvan postundan yapılmış baş bört-le-mek, bört-mek, bört-ü-mek, bört-ür-mek.
lık. 3. {ağız} Tahtadan yapılmış baca örtüsü. [DS] 4. b ö rt2, [bör(i)-t] {eT} is. Kurt yavrusu. [ETY]
{ağız} Sabanda tutağın ilerisindeki kılıç bağının baş b ö rt3, [bör-t] {ağız} is. Akrep, çıyan, örümcek gibi
çivisi. [DS] 5. {ağız} Evlerde zay ıf döşemelerin altı ağılı böcekler. [DS]
na çakılan direklerin başına konulan ağaç kiriş. b ö rt4, [bört (yans.)] {ağız} sf. 1. Çürük. 2. is. Yarı k u
[DS] 6. {ağız} Kel baş için kara sakız ile yapılan bir rumuş meyve. 3. Yarı hazırlanmış pekmez. [DS] ö
tür yakı. [DS] 7. {ağız} Patlıcanın tepesindeki yeşil b ö rt itm ek, {ağız} A z haşlamak. [DS]
parça. [DS] 8. {ağız} Arı sepetinin üstüne konulan b ö rtd ü rm e k , [bört (yans.) > bört-tür-mek
saz kılıf. [DS] 9. {ağız} İpekli kefiye ve yazmaların
{ağız} gçl. f. [-ür] Az haşlamak; börttürmek. [DS]
fes üzerine sarılmasıyla yapılan bir tür başlık; puşu.
[DS] S b ö rk e basm a, {ağız} Kaçma. [DS]|| b ö rk -i börteçin e, [Moğ. börte (boz, mavi-gri) + çina (kurt) /
H orasânî, Kırmızı kadife y a da çuhadan yapılmış börteçine / börteçene] is. 1. Bozkurt. 2. Destanlara
ve üstüne sarık sarılmış başlık.\\ b ö rk k a p m a k , göre Türkleri Ergenekon’dan çıkaran demirci h ü
{ağız} Müjdelik alm ak için K ur 'an ’dan bir cüz oku kümdarın adı.
yan çocuğun başlığını kapıp babasına götürmek. b ö rtk ü n , [bört-kün] {ağız} sf. Çapkın; haşarı; küstah.
[DS] [DS]
börkçi, [börk-çi] {eT} is. -*■ börkçü. [DLT] b örtleci, [bört (yans.) > bört-le-y-ici] {ağız} sf. (Deve
börkçü, [börk-çü] is. Börk yapan ya da satan kimse. için) gebe. [DS]
b ö rtleğ en , [bört (yans.) > bört-le-ğen] {ağız} is. B ö
börke1, [börk > börke ^ j j t ] {eT} {eAT} is. Börk.
ğürtlen. [DS]
börke2, [bür-ik-mek > bür-(ü)k-e > börke] {ağız} is. b ö rtiek , -ği [bört (yans.) > bört-le-k] {ağız} sf. 1.
Havuz. [DS] (M eyve için) yarı kurumuş. 2. Dışarı fırlamış; p at
börkenek, -ği [börk (başlık) > börk-enek] is. zool. 1. lak. 3. Korkak. 4. is. Böğürtlen meyvesi. [DS]
Geviş getiren hayvanların, yedikleri yemlerin ilk b ö rtle m e k 1, [bört (yans.) > bört-le-mek] {ağız} gçl. f .
gittiği, daha sonra geviş getirirken de ağza yem [-r] [-l(ü)-yor] 1. Az haşlamak. 2. gçsz. f. Terle
lokmalarının tekrar geri geldiği, işkembe ile kırk mek; bunalmak. 3. Kıpkırmızı olmak; morarmak.
bayıra giden yolların birleştiği yerde bulunan mide 4. Güneş ya da ateşten kızarmak; yanmak. 5. Y u
bölümlerinden birisi. 2. {ağız} Y ağmurdan ve gü muşamak; kabarmak. [DS]
neşten korunmak için giyilen ucu sivri b ir tür basit b ö rtlem ek 2, [bört (yans.) > bört-le-mek] gçsz. f. [-r]
külah. [DS] 3. Kenarları sırma ile işlenmiş, püskül [-l(ü)-yor] (Sıvı için) bulunduğu yerden birden fış
lü baş bağı. S b ö rk en ek li y ağ m u r, {ağızj İri dam kırmak; dışarı fırlamak.
lalar hâlinde ve şiddetlice yağan yağmur. [DS]
b ö rtle m e k 3, [bört (yans.) > bört-le-mek] {ağız} gçsz. f .
börki, [börk > börki ji] {eT} {eAT} is. -*■ börk. [-r] [-l(ü)-yor] (Deve ve manda için) doğurmak.
börklemek, [börk-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-1(H)- [DS]
yor] 1. Kel olanların başına kara sakız ile yakı yap b ö rtlen , [bört (yans.) > bört-len] {ağız} is. Böğürtlen.
mak. 2. Damların kenarlarını, duvarların üstünü [DS]
balçıkla balık sırtı sıvamak. 3. Sepet, sandık gibi bö rtlen g e, [bört (yans.) > bört-len > börtlen-ge] {ağız}
şeylerin üzerini yaprak ile örtmek. [DS] is. Böğürtlen. [DS]
börklü, [börk-lü] {ağız} sf. 1. Otoriter. 2. Şerefli. 3. b ö rtlen m ek , [bört (yans.) > bört-le-n-mek] {ağız} edil,
Metin. [DS] f. [-ir] 1. Haşlanmak; yanmak. 2. dönşl. f. Isınmak;
börkmek, [bört (yans.) > börk-mek] {ağız} gçsz. f. [- kızarmak. 3. Yumuşamak; kabarmak. [DS]
er] 1. (El ve ayak derisi için) suda fazla kaldığı için b ö rtletm ek , [bört (yans.) > bört-le-t-mek] {ağız} gçl.
BÖR İM M ftf M . e?»
f. [-ir] 1. Tam pişirm eden haşlamak. 2. Kabartmak; börtürmek2, [bört (yans.) > bört-ür-mek] {ağız} gçl. f .
yumuşatmak. 3. Közlemek. 4. Kavurmak. [DS] [-ür] Az haşlamak. [DS]
börtliyen, [bört (yans.) > bört-l(e)-y-en] {ağız} is. Bö börü1, [böri > börü] {ağız} is. 1. Kurt. 2. Her türlü
ğürtlen. [DS] ö 1 börtliyen dikeni, {ağız} Böğürtlen zehirli böcek. [DS]
çalısı. [DS] börü2, [? börü] is. {ağız} Çivi. [DS]
börtme, [bört (yans.) > bört-me] is. 1. Börtmek eyle börük, -ğü [bür-mek > bür-ülc] {ağız} is. 1. Bürgü;
mi. 2. Suda haşlanmış ve içine nohut, badem, üzüm çarşaf. 2. Saç örgüsü. [DS]
katılmış buğday. börük, -ğü [bör-ük] {ağız} is. Baca. [DS] S börük
börtmek1, [börit-mek / bört-mek] {eT} gçsz. f. [-ür] başı, {ağız} Ocağın üstüne yapılan raf. [DS]
1. Dokunmak; temas etmek. [E U T S ] 2. is. Dokun börükmek, [bört-m ek > bör(ü)k-mek] {ağız} edil. f.
ma; temas. [E U T S ] [-ür] Haşlanmak. [DS]
börtmek2, [bört (yans.) > bört-mek] gçsz. f. [-er / -ür] börüktürmek, [bör(ü)k-tür-mek] gçl. f. [-ür] Biraz
1. Şişmek; kabarmak. 2. (Yiyecek için) kaynar su haşlamak.
da, külde veya ateşte birazcık pişmek; {ağız} (aym). börülce, [böğür-lü-ce > böğrülce] is. bot. 1. Fasulye
[D S ] 3. (El ve ayak için) çok terlemekle veya çama ye benzer sıcak bölgelerde yetişen tohum unun gö
şır, bulaşık gibi uzun süre yapılan işlerde üst deri beği koyu benekli birkaç türü bulunan bitki; kamı
nin çok su emmesinden dolayı kabarm ak ve bu kara; börülce, (Vigna, Dolicos, Lablab). 2. Fasulye.
ruşmak. 4. {ağız} Terlemek; bunalmak. [D S ] 5. S börülce kuşu, {ağız} zool. Güvercin büyüklü
{ağız} M orarmak; kıpkırmızı olmak. [D S ] 6. {ağız} ğünde göçm en bir av kuşu. [DS]|| börülce kurdu,
Güneşte ya da ateşte yanmak; kızarmak. [D S ] 7. {ağız} Fasulye üzerinde gelişen kurt. [DS]
{ağız} (Yemek için) sıcak iken su katılınca rengi börüldemek, [bö (yans.) > bö-r-ül-de-melc] {ağız}
değişmek. [D S ] 8 . {ağız} Rengi kaçmak; solmak. gçsz. f. [-r] [-d(ü)-yor] (Hayvan için) acı acı ses
[ D S ] 9. {ağız} Canlılığını, parlaklığını yitirmek. [D S ] çıkarmak; bağırmak. [DS]
10. {ağız} (Ayaklar için) yorgunluktan şişmek. [D S ] börümcek, -ği [bür-üm-cek] {ağız} is. Bürünecek
börtmek3, [bört (yans.) > bört-mek] {ağız} gçsz. f. [- şey. [DS]
ür] Coşmak; sevinmek. [D S ] börüncek, -ği [bür-ün-(e)cek] {ağız} is. Cibinlik. [DS]
börttürme, [bört (yans.) > bört-tür-me] is. Börttür- börüng, [bür-mek > bür-ün [Clauson]] (börün) {eT} is.
m ek işi. Suların yerde açtığı yarıklar. [DLT]
börttürmek, [bört (yans.) > bört-tür-mek] {eAT} {ağız} börüttürmek, [bört (yans.) > bör(ü)t-tür-mek] {ağız}
gçl. f. [ -ür] (Et için) az pişirmek; biraz haşlamak. gçl. f. [-ür] Biraz pişirmek; az haşlamak. [DS]
[D S ] böryarku, [bör+yar-ku] {ağız} is. Parlak başlık. [DS]
börtü1, [bört (yans.) > bört-ü] sf. 1. Börtmüş gibi bös, [bös (yans.)] is. Bağırm a sesini anlatan ses takli
kabarık. 2. is. İğrenç ya da tehlikeli böcek. 0 bör di kök. S bös bös böğürmek, Öküz gibi yüksek
tü böcek, H er türlü böcekler. sesle bağırmak.
börtü2, [Moğ. börte] is. -*■ börtü. bösböyük, [bö(s)+bö/yük] (bö ’sböyük) {ağız} sf. Büs-
börtük, -ğü [bört (yans.) > bört-ük] sf. 1. Börtmüş; büyük; çok büyük. [DS]
kabarmış. 2. Haşlanmış; az pişirilmiş. 3. (Kuru bösek, -ği [bös-ek] {ağız} is. Yağmur sularının top
meyve, sebze için) iyice olgunlaşmadan kurutul landığı çukur. [DS]
muş. 4. {ağız} İyice olgunlaşmamış. [DS] 5. {ağız} bösgeç, [bös-mek > bös-geç] (bösge:ç) {eT} is. Çö
Zayıf; çelimsiz. [DS] 6. {ağız} is. Yara; bere. [DS] rek. [DTL] [Clauson]
börtülme, [bört (yans.) > bört-ül-me] is. Börtülmek bösme, [bös-me] is. Bösm ek eylemi,
işi. bösmek, [bös-mek / püs-m ek [DLT]] {eT} gçl. f. [-er]
börtülmek1, [bört-m ek 1 > bört-ül-mek] {eT} ed il.f. [- 1. Bir şeyi bir tarafından tutarak çekip uzatm ak ve
ür] Değilmek; dokunulmak; temas edilmek. [E U T S ] ya sürüklemek. [DTL] 2. Şiddetle dövmek, vur
börtülmek2, [ bört (yans.) > bört-ül-mek] edil. f. [-ür] mak. [Clauson] 3. Katı veya sıvı haldeki bir madde,
1. (Yiyecekler için) biraz pişirilmek; az haşlanmak. ani olarak gaz haline geçip patlamak; infilak et
2. (Üst deri için) kabarmak; şişmek. 3. (Kuru sebze mek.
ve meyve için) iyice olgunlaşmadan kurutulmak. bösüg, [bös-mek > bös-üg] {eT} zf. (Dövmek, vur
börtüme, [bört (yans.) > bört-ü(r)-me] {ağız} is. H aş m ak için) şiddetli. [Clauson]
lam a yemek. [D S ] böşemek, [böşe-mek ?] {ağız} g çsz.f. [-r] [-ş(ü)-yor]
börtün, [bört-mek > bört-ün] {eT} sf. Meçhul; bilin (Kar için) eriyip kabarmak; gevşemek. [DS]
meyen. [E U T S ] böşgel, [bös-mek > bös-geç / böşgel] {eT} is. İnce
börtürmek1, [bört-m ek 1 > bör(i)t-ür-mek] {eT} g ç l . f ekmek; yufka ya da pide. [Clauson]
[-ür] Değdirmek; dokundurtmak; temas ettirmek. böşük1, [beşük / böşük / büşük] {eT} is. Beşik. [Ga
[E U T S ] bain]
BRE
böşük2, [böşük] {eT} is. 1. Dost; sevgili. [Gabain] 2. böyütmek, [büyü-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ür] Büyük
Akraba. [Gabain] S böşük körtük, {eT} Sevgili; duruma getirmek. [DS]
aziz; dost. [EUTS]|| böşük tüngttr, {eT} Akrabalık; böz, [Yun. bussos (keten) > Ar. bezz / >> > böz]
yakınlık; sıhriyet. [EUTS]
(bö;z) {eT} {eAT} is. Pamuklu kumaş; pamuktan y a
bötdene, [Yun. mpoutina] {ağız} is. 1. Tahta kap. 2. pılmış kumaş; bez. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [Yük
Küçük fıçı. 3. Toprak kap. [DS] nekî] [KB]
bötege, [? bötege] {ağız} is. Kuşların midesi; kursak. bözçi, [böz-çi] {eT} is. 1. Pamuktan kumaş dokuyan
[DS] kimse; dokumacı; bezci. [EUTS] 2. Pamukçu. [E-
böv, [bög /bew / böv] {eT} is. bög2. UTS]
böy, [bög / böy / bö j ^ ] {eT} {eAT} is. Bir çeşit ze bözdürmek, [bört-ür-mek ? > bözdür-mek] {ağız}
gçl. f. [-ür] Eti kızartmak; kebap yapmak. [DS]
hirli örümcek. [DLT]
böyemek1, [büğe-mek > böye-mek] {ağız} gçl. f. [-r] braça, [İt. braccio (kol)] (b'ra’ça) is. dnz. Serenin
cundasından donatılan selviçe.
[-y(ü)-yor] Büğemek. [DS]
böyemek2, [bele-mek / bürü-m ek > böye-mek] {ağız} braçiyol, [İt. bracciolo (kol)] (b'ra’çiyol) is. dnz.
Güverte kemerelerini bağlayan köşebent,
gçl.f. [- t] [-y(ü)-yor] 1. Bulaştırmak. 2. (Koku vb.
için) dağılmak; yayılmak; kaplamak. [DS] braga, [İt. braga (sapan)] (b'ra’ga) is. dnz. Top kuy
ruğu.
böyle, [bu+öyle / ile] sf. 1. Bunun gibi; buna benzer.
2. zf. Bu şekilde; bu tarzda. 3. Bu derece; bu kadar. Brahasavati, [Sansk. Brhaspati] (b'rahasavati) {eT}
4. ünl. (“Ne, nasıl” gibi soru kelimeleri ile kurulan öz. is. Jüpiter yıldızı. [EUTS]
cümlelerin sonuna geldiğinde) şaşma ifade eder, fi1 Brahman, [Sansk. brahmen] (b'rahman) is. Hindis-
böyle böyle, 1. Bu şekilde; böylece. 2. Yavaş y a tanda en yüksek sınıftan biri.
vaş; derece derece.|| böyle ile, {eATj Böylelikle; bu Brahsuvati, [Sansk. Brhaspati] (b'rahsuvati) {eT} öz.
suretle. is. Jüpiter yıldızı. [EUTS]
böylece, [böyle-ce] zf. Bu şekilde, brak, [Fr. braque] (b'rak) is. Kısa tüylü, sarkık k u
böylecek, [böyle-cek] zf. Bu şekilde; böylece. laklı bir av köpeği,
böylecene, [böyle-ce-n-e] zf. Bu şekilde; böylece. brakil, [İt. braghier] (b'ra ’kil) is. dnz. Büyük bastonu
böylelerin, [böyle-ler-in] zm. Buna benzer kim sele cıvadraya bağlayan halat,
rin. brakisefal, -li [Fr. brachycephale] (b'rakisefal) sf.
böylelikle, [böyle-lik-le] zf. 1. Bu biçimde devam Kafatasının genişliğiyle uzunluğu birbirine çok
ederek. 2. En sonunda, yakın veya denk olan; kısa kafa,
böyleme, [bu + ile + eT. yim e {OsT} zf. brakisefallik, -ği [brakisefal-lik] (b'rakisefallik) is.
Brakisefallerin durumu; kısa kafalılık,
Böylesi.
branda, [İt. branda] (b'ra’nda) is. 1. Savaş gem ile
böylemesine, [böyle-me-s-i-n-e] zf. Bu biçimde,
rinde kullanılan asma yatak. 2. Gemilerde tayfala
böylesi, [böyle-s-i] zm. 1. Bunun gibi olanı. 2. Bu rın asm a yatak yaptıkları astarlanmış ve su geçir
biçimde olanı. 3. zf. Bu derece; bunun gibi,
mez kumaş. S branda bezi, Keten ve pamuk ipli
böyleşine, [böyle-s-i-n-e 4^ 4>jj] (bö'y leşine) zf. 1. ğinden kalın ve sık dokunmuş sağlam bez.
Aşırı bir biçimde; çok fazla olarak. 2. {eAT} Bunun brandi, [İng. brandy] (b'rendi) is. Sert alkollü, dam ı
gibi; böyle; bu yolda. 3. zm. Bunun gibi olanına, tılmış bir içki,
böyrek, -ği [böğrek] {ağız} is. Böbrek. [DS] branş, [Fr. branche] (b'ranş) is. 1. Bir bilimin, bir
böyük, -ğü [bedü-k > büyük > böyük] {ağız} sf. Bü etkinliğin ya da bir düzenlemenin bölümleri; kol;
yük. [DS] dal. 2. Bir kimsenin etkinliğini sürdürdüğü alan,
büyüklenmek, [büyük-le-n-mek] {ağızj dönşl. f. [-ir] branşman, [Fr. branchement] (b'ra’nşman) is. B ağ
Büyüklük taslamak; kibirlenmek. [DS] lantı.
böyüklük, [büyük-lük] {ağız} is. Kendini büyük gör brava, [Bulg. / Sırp, brava ?] (b'rava) {OsT} is. Kilit;
me; küstahlık. [DS] kapı kilidi.
böyüksü, [büyük-sü] {ağız} sf. Büyüklük taslayan; bravo, [İt. bravo] (b'ra’vo) ünl. 1. Yaptığı iş beğeni
büyüklere özenen. [DS] len birine söylenen, "Aferin, çok güzel!” anlam ın
böyüksünmek, [büyük-sün-mek] {ağız} dönşl. f. [- daki takdir sözü. 2. Aptalca bir davranışı vurgula
ür] Kendini büyük görmek; gururlanmak. [DS] mak için söylenir,
büyültmek, [büyü-l-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ür] Bü bre, [Yun. vre > bre] (b're) ünl. 1. "Ey! Hey!" anla
yütmek. [DS] mında kabaca seslenme. 2. Eh artık, yeter anlam ın
böyümek, [bedü-mek > büyü-m ek > böyü-mek] {a- da "be!” yerine kullanılır. 3. Şaşkınlık ifadesi. 4.
ğızj gçsz. f. [-r] Büyümek[DS] Tekrarlanan aynı fiilin arasında kullanıldığı zaman
BRE
süreklilik, bitmezlik; usanç bildirir. Çatış bre çalış! elde edilen pürüzsüz, sağlam bir kâğıt ve karton
5. Aman. 5> Bre aman! Şaşkınlık ve korku, bildi cinsi.
rir. brişti, [Far. fırişte] (b'rişti) (eTj is. Melek; fırişte.
breş, [İt. breccia] (b'reş) is. jeol. Çeşitli hayvanların (EUTS]
kavkı, kabuk ve kem ik kırıntılarının çakıl ile karı brit, [Fr. bride] (b'rit) is. 1. Elbiselerde ilik yerine
şarak taşlaşmasından meydana gelmiş tortul kütle; kullanılan küçük halkacık. 2. İliklerin kenarına ge
köşeli çakıl taşı, çilen fisto dikiş. 3. Bazı şapkaların düşmesini ön
breyk, [İng. break] (b'reyk) is. -*■brik2. lemek için çene altından geçirilen şerit. 4. tıp. İki
brezil, [İsp. brasil / Fr. bresil] (Vrezil) is. bot. Bakla organı ya da dokuyu anormal şekilde bağlayan bağ
gillerden, Brezilya’da yetişen, çok sert ve turuncu dokusu.
kırmızı renkli odunundan kırmızı boya çıkarılan bir briyantin, [Fr. brillantine] (b'riyantin) is. 1. Saçları
ağaç türü, (Hematexylon brasiletto). yumuşatm aya ve parlatm aya yarar madenî ya da
bitkisel yağ. 2. Sık dokunarak parlatılmış bir tür
brezilin, [Fr. bresiline] (b’rezilin) is. kim. Brezil o-
astarlık kumaş,
dunundan çıkartılan C )6H i 405 formüllü çok halkalı
briyantinlemek, [briyantin-le-mek] (b'riyantinle-
birleşik.
mek) gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] Saçlara briyantin sür
briç {İng. bridge] (b'riç) is. İkişer kişilik takımlar mek.
halinde dört kişi arasında elli iki kağıt ile oynanan
briyantinli, [briyantin-li] (b'riyantinli) sf. (Saç için)
b ir iskambil oyunu,
briyantin sürülmüş,
briçka, [Rus. brıçka] (b'ri ’çka) is. Sorgun ağacından brizbiz, [Fr. brise-bise] (b'rizbiz) is. Hava akımını
yapılmış, kışın tekerlekleri çıkartılarak karda kızak kesm ek için pencerelerin alt kısım larına gerilen
olarak kullanılabilen üstü kapalı, tek atlı, dört te yarım perde,
kerlekli yaylı, Rus 'gezi arabası, brizent, [Rus. brezent] (b'rizent) is. Branda bezi,
brıd, [Fr. bride] (b'rid) is. 1. Çeşitli nedenlerle bo brizör, [Fr. briseur] (b'rizör) is. tekst. Tarak makine
zulm uş olan derideki gerginlik. 2. Karın zarının sinde, elyaf tutamlarım besleme silindirinden ala
iplik şeklindeki bazı yapışık kısımları. 3. Akciğer rak tam bura aktaran silindir,
zarının katları arasındaki yapışıklıklar, brode, [Fr. braudet] (b“rode) is. tekst. Çevresini
brifing, [İng. briefing] (b'ri fıng) is. Bir konu ile sardığı motife kabartma hissini veren kordonet ip
ilgili yeni ve kısa bilgileri almak, görüşmek ve he lik, ya da at kılı ile yapılmış bukle işi fisto,
defleri belirlemek amacıyla yapılan kısa toplantı. broderi, [Fr. broderie] is. Tığ işi.
brik1, [Fr. brick] (b'rik) is. İki direkli, seren yelkenli, brokar, [Lat. broccus (sivri dişli) > İt. broccato / Fr.
hem ticarî hem de askerî amaçlarla kullanılan bir brocart] (b'rokar) is. Altın ya da gümüş işlemeli
tü r gemi. ipek kumaş.
brik2, :[lng. break] (Breyk) iis. Önde yüksek bir otur broker, [İng. broker] (b'ro:k'r) is. 1. Simsar. 2. Taşı
m a yeri olan, diğer oturma yerleri arkada, dört te- n ır değerler alım ve satımında aracılık yapan kişi,
kerli yaylı a t arabası, brokoli, [İt. broccolo (tomurcuk) > İng. broccoli]
briktit, '[Fr. briquette] (b'riket) is. 1. Linyit ve taş kö (burokoli) is. bot. Karnabahara benzer, yeşil bir
m ürü tozlarının büyük basınçlar altında sıkıştırıl sebze.
m ası ile elde edilen kâtı yakıt. 2. Çimento, kum, brom, [Fr. brome] (b"rom) is. kim. Atom ağırlığı
« ü n ıf gibi malzemeler kullanmak ve büyük basınç 79:90; atom numarası 35, özgül ağırlığı 3.2 olan
altında sıkıştırmak suretiyle elde edilen büyük e- halojenler grubundan normal sıcaklıkta sıvı olarak
battaki tuğlalar, bulunan koyu kırm ızı renkli ve kötü kokulu bir
briketçi, ;[briket-çi] :(b'riketçi) is. Briket üretip satan element; sembolü B r’dir.
kimse. bromhidrik, -ği [Fr. bromhydrique] (b"romhidrik)
briketleme, ‘[briket-le-me] (b'riketleme) is. Briketle sf. kim. Bromun hidrojenle birleşm esinden oluşan.
m ek işi. bromhidrik asit, kim. Bromun hidrojenle bir
briketlemek, [briket-le-mek] (b'riketlemek) gçl. f. [- leşmesinden meydana gelen asit; HBr.
r j [-l(i)-yor] B riket haline getirmek; briket yap brömür, [Fr. bromure] (b"romür) is. Bromhidrik asi
mak. din tuzu ya da esteri,
briks, [Aim. A dolf Ferdinand Venceslaus Brix (Al bromürlü, [bromür-lü] (b“romürlü) sf. Yapısında
man kimyacı)] (b'riks) is. Şeker çözeltisinin yoğun brom ür bulunan,
luğunu doğrudan yüzde/gram olarak veren şaman- bronkiyoliz, [Fr. bronchiolyse] (b"ronkiyoliz) is.
dıralı areometre, Bronş çeperlerinde m eydana gelen yaralar,
bristol, [İng. ‘bristöl] ■(b'ristol) is. M atbaacılıkta iyi ve bronkolit, [Fr. bronchholithe] (buronkolit) is. Bronş
'tem iz baskıya elverişli, yalnız kimyasal hamur ile larda oluşan kireç taşı.
iurnrop M • 681 BRÜ
bronş, [Fr. bronclıe] (b"ronş) is. anat. Soluk borusu yakıtı çıkışta hava ile karıştırarak yanmayı sağla
ile akciğer hava petekleri arasmda soluk gidip gel yan alet.
mesine yarayan yarı katı boru, brüt [Fr. brut] (b"rüt) sf. 1. Kesintileri yapılmamış;
bronşçuk, -ğu [bronş-çuk] (b"ronşçuk) is. anat. kesintisiz. 2. (Ağırlık için) kap veya aracın içine
Bronşların akciğer içindeki dallan, konulan madde ile birlikte olan; darası çıkmamış;
bronşit, [Fr. bronchite] (b"ronşit) is. tıp. Bronş ve daralı.
bronşçukların iltihabı, bu 1, [eT. mu / bo > bü] (bu:) sf. 1. Y er olarak yakın
bronşitti, [bronşit-li] (H'ronşitli) sf. Uzun süredir da bulunan bir varlığı işaret eder. {eT} (aynı)
bronşiti olan. [İKPÖy.] [DLT] [Tekin] [Yüknekî] [KB] 2. Zaman ola
bronz, [Far. birine (bakır, sarı) > Fr. bronze] rak en yakında olanı işaret eder. 3. Söz ve yazıda
(b"ronz) is. Kalıpla şekil verilebilen, yüzde seksen az önce geçmiş olan sözleri işaret eder. 4. zm. Y a
gibi bakır oranı yüksek, kızıla çalan kahve renkli, kında bulunan bir varlığı işaret ederek adının yerini
bakır-kalay alaşımı; tunç; kızıl. S Bronz çağı, tar. tutar. {eT} (aym) [İKPÖy.] [DLT] [Tekin] [Yüknekî]
[ETY] [EUTS] 5. Az önce söylenen sözler ya da bir
Bakır çağının hemen ardından gelen bakır ile kala
yazıda biraz yukarıda geçen ifadeleri işaret ederek
yın alaşımından aletlerin ve süs eşyalarının yapıl
onların yerlerini tutar, t? bu abdestle daha çok
dığı ve demir çağından önce gelen Milâttan önce
namaz kılmak, 1. "Şu anda kendisine verilen ceza
dördüncü ve ikinci bin yılları arasını kapsayan ta
ya da yaşadığı olaydan almış olduğu dersin etkisi
rihî çağa verilen ad; Tunç Çağı.
epey sürer. " anlamında söz. 2. iy i bir ders almış
bronzlaşma, [bronz-la-ş-ma] (b"ronzlaşma) is. olmak. || Bu ağza kayık yanaştıramam , “Artık
Bronzlaşmak eylemi, bundan sonrasını hiç umursamıyorum. ” anlamında
bronzlaşmak, [bronz-la-ş-mak] (Vronzlaşmak) gçsz. kullanılan söz.|| bu ara, {eAT) Bura; burası.|| bu
f [-ır] 1. Bir şeyin renginin bronz rengine dönüş arada, I. Bu süre içinde. 2. Birlikte; beraber. 3.
mesi. 2. Denizde veya başka bir yerde güneşlene Bir olay sırasında; o olay olurken.\\ bu aradan,
rek derinin rengini koyulaştırmak, {OsT} Bu sırada; bu zamanda.|| bu aralık, Bu sıra
bronzlaştırıcı, [bronz-la-ş-tır-ıcı] (b"ronzlaştırıcı) sf. da, bu esnada.\\ bu aralıkta, {OsT} Bu sırada.|| bu
(Kimyasal madde için) güneş çarpmasını önleyen, asıl, {eAT} Bu gibi; böyle.\\ bu baştan, {ağız} He
güneşte yanmayı hızlandıran, men; yakınca. [DS]|| bu cümleden, Bunlar arasın
bronzlaştırma, [bronz-la-ş-tır-ma] (b"ronzlaştırma) da; bunlar gibi. \\ bu defa, Bu sefer; şimdi. || bu dö
is. Bir nesneyi bronzlaştırm a işi. ne, {ağız} Bu kez; bu sefer; bu defa. [DS]|| budur
bronzlaştırmak, [bronz-la-ş-tır-mak] (V ronzlaştır- ola, {eAT} Bu olsa gerek.|| bu dttkeli, {eAT} Bütün
mak) gçl. f. [-ır] 1. Bir şeyin bronzlaşmasını sağ bunlar,|| bu dükeliyle, {eAT} Bununla birlikte; bu
lamak. 2. Flavada ısıtma yoluyla bir metale mavim cümleden olarak.|| bu düzene, {eAT} Bu suretle; bu
si veya kahverengi bir renk vermek, şekilde.j| bu gidişle, Bu uygulama ile, bu biçimde,
broş, [Fr. broehe] (b“roş) is. 1. Değerli taşlarla süs bu tarzda.|| bu gözle, Bu anlayışla.|| bu hasiyetle,
lenmiş yaka iğnesi. 2. Sanayide kullanılan takım Bu bakımdan.\\ bu itibarla, Bundan dolayı.|| bu
tezgâhlarında işlenecek parçayı taşıyan silindir bi kabil, Bu gibi; bu türden. || bu kabilden, Aynı tür
çimindeki döner kısım. 3. Silindir biçiminde bir den; aym sınıftan.|| bu kadak, {ağız} Bu kadar.
deliğin çapım genişletmeye veya bu delik çevresin [DS]|| bu kadar, 1. Bu denli. 2. Belirsiz sayıda olu
ce yiv açmaya yarayan alet, şu ifade için kullanılır.\\ bu kadar da, Aşırılık ifade
etmek için cümle başına getirilir. || Bu kadar ku
broşlama, [broş-la-ma] (b"roşlama) is. 1. tıp. Kırıl
sur, kadı kızında da bulunur. Sözü edilen, üze
mış kemik parçalarının kemik iliğinden metal çu
rinde durulmaya değmeyecek kadar küçük bir ku
buk sokularak kemiklerin birleşip kaynaşmasını
sur sayılır.\\ bu kes, {ağız} Bu kez. [DS]|| bu me-
sağlayan bir tedavi yöntemi. 2. Basılmış olan kitap
yanda, Bu arada.|| bu münasebetle, Sırası gelm iş
ların kırma, deste yapma, dikme, kapak takm a ve
ken,|| buna değdi, buna değmedi diyerek, Önce
tıraşlamadan ibaret olan ciltçilik işlemi,
den beğenmediklerim sonradan beğenerek seçme
broşür, [Fr. brochure] (H'roşür) is. Sayfa sayısı az,
durumunda. || Bunda bir iş var! Olayın bir gizli
küçük kitap; kitapçık; risale,
yönü, bir iç yüzü var.|| bundan akdem, Bundan
brovning, [İng. John Browning (Amerikalı silah önce; daha önce.|j bundan başka, Ayrıca.\\ bun
mucidi)] (b"rovning) is. 7.65 m m ’lik mermi atan dan böyle, Şimdiden sonra.|| Bundan iyisi can
otomatik tabanca, sağlığı, Artık bundan daha iyisini bulmak mümkün
bröve, [Fr. brevet] (buröve) is. D evlet denetiminde değildir; en iyi budur.|| Bu ne perhiz, bu ne laha
hazırlanmış bir sınavdan sonra sahiplerine bazı na turşusu! Sözü ile davranışı birbirini tutmayan
haklar sağlayan belge; diploma; şahadetname, lara, tutarsızlıklarını hatırlatmak için söylenir.||
brülör, [Fr. brûleur] (b"rülör) is. tek. Gaz veya toz bunun burası, (Dikkati çekmek için) burası,\\ bu-
BUA ÖIÜMIÜlfflSSÖMİ.682
nun bigi, Bunun gibi; böyle.\\ bunun birle, {eAT} b uc1, [buc (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır
Bununla birlikte; mamafıh.\\ bunun gibi, {eAT} B u ma, kovalam a sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] buc-u
nun gibi; böyle.|| bununla (beraber) birlikte, 1. bucu.
B una ek olarak. 2. Bunun böyle olduğuna bakma buc2, [buc / bıc / büc (yans.)] is. Şişman olmayı, be
dan; buna rağmen.|| bu resme, {eAT} Böyle; bunun denin yağlanarak bazı bölgelerinin sarkmasını, şiş
gibi.\\ bu resm ile, {eAT} Bu suretle; bu şekilde; manlığın verdiği hantallığı ve tembelliği anlatan
böyle.|| Bu sıcağa kar mı dayanır? Harcamakla kök. [Zülfıkar] buc-ur buc-ur.
p e k çok servetin tükenebileceğim vurgulamak için buca, [buca] {ağızj is. Kalça; but. [DS]
söylenir. || bu suretle, Böylelikle. || bu takdirde,
bucacuk, -ğu [buca(k)-cuk {OsTj is. Köşe-
E ğer böyle olursa.|| bu üzre, {eAT} Böyle; b u y o l-
da.\\ bu yakınlarda, Oldukça yakın bir zam anda.|j cik.
(..den) bu yana, (..den) beri.|| bu yanadan, {eAT} bucag, [bıç-mak > buc-ğak / bucâğ {eAT} is.
B eri yandan; öte yandan.\\ bu yir, {eAT} B ura.|| bu Köşe.
yol, {eAT} Bu kere; bu kez.|| bu yüzden, Bundan bucak, -ğı [eT. bıç-ğak > buc-ğak (kesim) > bucak
dolayı; bunun için; bu sebeple.
SW y / İS. 1. Köşe. {eAT} {OsT} {ağız} (aynı)
bu2, [bû] (bu;) {eT} is. Buhar; buğu; istim. [DLT]
[DS] 2. K enar yer; yakın yer; taraf; öte. {ağız} (aym).
bu3, [bü] (bu;) is. çoc. d. Su.
[DS] 3. yönt. İlçeden küçük, köyden büyük merkezî
bu4, [Ar. ebü > bü y ] (bu;) {OsT} is. Baba. yönetim birim i; nahiye. 4. Açı; zaviye, {ağız} (aynı)
bu5, [Far. bö / büy y / ,jy] (bu;) {OsT} is. 1. Koku. 2. [DS] 5. {ağız} Yörüklerin, sıcaktan korum ak için
yağ, yoğurt tuluklarını koydukları yer. [DS] 6.
mecaz. Umut. S 1 bü-fürüş, Koku satan. || bûy-i
{ağız} K öy evlerinde ocağın iki yanında oturulacak
ttmîd, Ümit kokusu; umut belirtisi.\\ bûy-i vefa,
yer; ocağın yanı. [DS] 7. {ağızj Memleket. [DS] 8.
Vefa kokusu; karşılıklı vefa bulma ümidi.
{ağızj Semt; mahalle. [DS] 10. {ağız} Dağ eteği. [DS]
bu’ak, -ki [Ar. bu'âk (bua;k) {OsT} is. 1. Şid 11. {ağızj Çay ve ırm ak kıyılarındaki tarla ile su
detli akan sel. 2. Ansızın bastıran yağmur. 3. Şid arasındaki çayırlık, sazlık, çalılık yer. [DS] 12.
detli ses; haykırma, {ağız} Irm ak kıyısı; sahil. [DS] 13. {ağız} Dolap.
buat, [Fr. boîte] (buvat) is. elkt. Elektrik akımı devre [DS] S’ bucak bucak, H er yerde, her tarafta. || bu
lerinin bağlantısının yapıldığı yuva; kutu. cak bucak aramak, H er yerde aramak. || bucak
bub1, [bub / büb (yans.)] is. Baykuş türü kuşların bucak kaçmak, B iri ile karşılaşmaktan çekinerek
ötüşünü ve bu sırada çıkardıkları sesleri anlatan saklanm ak.|| bucak damı, {ağızj Kiler. [DS]|| bu-
kök. [Zülfıkar] bub-uh. cakda oturm ak, {eAT} İnzivaya çekilmek.\\ bucak
bub2, [Far. büb l j j J (bu;b) {OsT} is. 1. Değerli ve dibi, {ağız} Odanın arkası. [DS]|| bucak üstü, {ağızj
K öy evlerinde bacanın üst tarafına çeşitli şeyler
gösterişli ev döşemesi. 2. Değerli kumaştan yapıl
koym ak için yapılan r a fy a da duvar çıkıntısı. [DS]
m a ev yaygısı,
bucaklık, -ğı [bucak-lık] {ağızj is. 1. Raf. 2. Odaların
buba, [buba l y j {eAT} {ağız} is. Baba, kapı yanı. [DS]
bubaçka, [Sırp, bubaçka] {ağız} is. Böcek. [DS] bucaksız, [bucak-sız] sf. Köşesiz,
bubi tuzağı, [İng. booby + tuza(k)-ı] is. t. as. Do bucalamak, [boca-la-mak] {ağızj gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
kunm ayla veya kım ıldatılm ayla patlayan gizli ma y o r 1. Telaş ve sıkıntı içinde çabalamak; kurtulm a
yın veya bomba, ya çalışmak. 2. Gayret etmek. 3. Yerinde saymak;
bubik, -ği [Yun. bubuki] {ağız} is. 1. Tomurcuk. 2. bocalamak. [DS]
Gonca. [DS] bucarda, [İt. bocciarda / Bulg. buçarda] is. Çimento
bubu1, [? bubu] is. {ağız} is. 1. Şeker, kuru üzüm, döşemelerin üzerinden geçirilen merdane,
leblebi gibi tane hâlindeki çerez. 2. Dut. [DS] budanm ak, [buc (yans.) > buc-la-n-mak] {ağız}
bubu2, [Sur. Ar. bıbbu] {ağız} is. Bir iki yaşındaki dönşl. f. [-ır] Karıncalanmak; uyuşmak; duyarlığı
çocuk. [DS] azalmak. [DS]
bubuh, [bub (yans.) > bub-uh] is. {ağız} is. Çavuş ku bucuduk, -ğu [buc (yans.) > buc-ut-mak > buc-u(t)-
şu. [DS] uk] {ağız} is. Kapı pervazı. [DS]
bubuklu, [bubik-li] {ağız} sf. Güzel. [DS] bucugar, [bıç-uk > bucuğ-ar] {OsT} sf. Yarımşar,
bubulik, -ği [Erme, bublug] {ağız} is. 1. Tomurcuk. bucula, [Güre, budşula] {ağızj is. Küçük su değirme
2. Gonca. [DS]
ni. [DS]
bubumka, [? bubumka] {ağız} is. Böğürtlen; dut ü-
bucur', [buc (yans.) > buc-ur] is. Şişman olmayı, et
zümü. [DS]
lerin sarkıklığını ve dolayısıyla tembelliği, hantal
bubürd, [Far. bübtird / bübürdek * y y I y y ] (bu;- lığı anlatan yansımalı gövde. S bucur bucur, {a-
bürd) {OsT} is. Bülbül. ğızj Sağlıklı; canlı kanlı. [DS]
« M i t t SElıflK • 683 BUD
b u c u r 2, [Kırg. böcür > bucur] {ağız} sf. 1. Gelişm e bu’d, [Ar. bu‘d -UjJ {OsTj is. 1. Uzaklık. 2. Aralık. 3.
miş; ufak tefek; bücür. 2. Boyu kısa; bacaksız. [DS]
Uzay; evren. 4. mat. Boyut, ö bu’d-i akreb, {OsT}
b u c u r g a t , [boca / boci+ırğat [Tietze] > bucurğat
En yakın uzaklık.\\ bu’d-i bâid, {OsT} Uzak mesa-
{eAT} is. 1. Vinç. 2. {ağız} A t ile dönen f e .|| bu’d-i beyn’el-hücrevî, {OsT} anat. Gözeler
bostan dolabı. [DS] arası boşluğu.|| bu’d-i eb’âd, {OsT} Boyutların en
b u c u r l a m a k , [buc-ur-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- uzun olanı; boy.|| bu’d-i hakikî, {OsT} Asıl uzak-
l(u)-yor] Buruşturmak. [DS] lık.|| bu’d-i ittisal, {OsT} Bağıl uzaklık.\\ bu’d-i
b u ç 1, [buç (yans.)] is. Kuş sesini anlatan yansıma
kutb, {OsTj gök b. Kutup uzaklığı.|| bu’d-i meftür,
kökü. S b u ç b u ç , Kuşun ötmesi için " güzelgüzel” {OsT} Mutlak uzaydaki gerçek uzaklık.|| bu’d-i me
anlamında söylenen söz. [DLT] safe, {OsT} Gidilen yolun uzaklığı.|| bu’d-i mih-
b u ç 2, [bu+uç] {eTj is. Son; uç; nihayet; {ağızj (aynı).
râkî, {OsT} fız. Odak uzaklığı.|| bu’d-i mizvâ,
{OsT} gök b. Gözlemciye göre iki gök cismi arasın
[D S] S En sondaki nokta.
b u ç n o k ta s ı,
daki açısal uzaklık.\\ bud’-i muaddel, {OsT} Doğu
b u ç 3, [Erme, poç / puç (kuyruk)] {ağızj is. Kıç; m a
veya batı ufkunda bir uzay cisminin zaman açısı.\\
kat. [D S ]
bu’d-i muavvem, {OsTj Grafikle gösterilen uzak
buç4, [İng. butch (erkek saç kesimi biçimi)] is. argo. lık)] bu’d-i mücerred, {OsT} Varsayılan uzay.||
Erkek yapılı sevici,
bu’d-i mümâs, {OsT} mat. Teğet uzunluğu.\\ bu’d-i
buçak, [bıç-ğâk] {eTj is. buçgak. müzevvâ, gök b. Açısal uzaklık.\\ bu’d-i nîreyn
b u ç e g ü , [bu+üç-egü] {eTj zf. Bu üçü birlikte. [ETY] usûlü, {OsT} dnz. Deniz haritalarında kullanılan
b u ç g a k , [bıç-mak > bıç-ğâk] (buçga:k) {eT} is. 1. bir ölçüm yolu. \\ bu’d-i semtü’r-re’s, {OsT} gök b.
Bucak; köşe. [EUTS] [DLT] 2. Açı; çap; kutur. Başucu uzaklığı.
[DLT] 3. Hayvan derisinden çarık yapılan uçlar. Bud, [Sansk. Buddha] {eT} öz. is. 1. Buda. [EUTS] 2.
[DLT] Merkür yıldızı. [EUTS] 3. is. Çarşamba günü.
b u ç g a k l a n n ı a k , [buç-ğak-la-n-mak] {eTj gçsz. f. [- [EUTS]
ur] Köşelenmek. [DLT] bud1, [b ü d / büt] (bu:d') {eT} is. -*• but'.
b u ç g a k s ı z , [buç-ğak-sız] {eTj sf. Bucaksız; köşesiz. bud2, [büd / büt] (bu:d) {eTj is. -*■ but2.
[EUTS] [Gabain]
bud3, [Far. büden (olmak) > büd i j j (bu:d) {OsT} is.
buçı, [Çin. p ’a tzü => püçî / pöçî / büçı] (bu:çı:) {eTj
is. Bir çeşit kopuz; iyi ses veren, inleyen ut. [DLT] Varlık. S büd ü nâbud, 1. Varlık ve yokluk. 2. İn
buçka, [Sırp, buçka] {ağızj is. 1. Yayık. 2. Fıçı. 3. sanın neyi varsa hepsi.
Testi. [DS] Buda, [Sansk. buddha (uyandırılmış)] {ağızj öz. is.
Budizmin kurucusu. [DS]
buçuğar, [buçuk-ar j - { e A T } sf. Yarımşar,
buda, [Çin. p ’u t ’ao] {eTj is. 1. Üzüm. (?) [EUTS] 2.
buçuk, -ğı [eT. bıç-m ak (biçmek, bölmek) > bıç-uk > Meyan bitkisi, (Glycyrrhiza glabra). [Clauson]
buçuk sf. 1. (Sayı sıfatlarından budak, -ğı [butı-mak (budamak, vurmak, kesmek) >
sonra geldiğinde) yarım; yarı. {eTj {eAT} {OsTj (ay butı-k > buda-k jIjl> / .illjjj / Jj-b ] is. 1. Ağaç göv
nı). 2. {ağızj is. Yer yer 160 gramla 300 gram ara
desinde dal olacak yuvarlak boğum; tomurcuk. 2 .
sında değişen ağırlık ölçüsü. [DS] 3. Çingene. S
Ağacın dal olacak sürgünü. {eATj 3. Dalın gövde
buçuk dem, {eATj Çok kısa zaman; kısa müddet.\\
içindeki başlangıç yeri olan ve tahtalarda görülen
buçuk vermek, tar. Yeniçerilerin maaşlarına yapı
yuvarlak ve koyu bölüm. 4. Şube; ayrıntı; teferruat.
lan yarım akçelik zam.
{eAT} (aynı) 5. {ağız} Damların üzerini düzeltmekte
buçukçu, [buçuk-çu] is. 1. tar. İm paratorluk döne kullanılan silindir taş; loğ taşı. [DS] ö budak deli
minde padişahlar alayla camiye giderken yoksulla ği, Tahtalardaki budak yuvarlağını çıkardıktan
ra sadaka dağıtan askerlere verilen unvan. 2 . {ağız}
sonra kalan oyuk boşluk.|| budak özü, Taze sür
Cimri; pinti. [DS]
gün.
buçuklık, [buçuk-lık {eAT} sf. Yarım paralık; budaklamak, [budak-la-mak] {ağız} g çl.f. f-r] [-l(ı)-
yarım para miktarında, y o r] Damların üzerini loğ taşı ile düzeltmek. [DS]
buçuklu, [buçuk-lu] sf. 1. Kesirli. 2. Fazlası bulunan. budaklanma, [budak-la-n-ma] is. Budaklanmak ey
3. {ağızj Yarı yarıya verilen mal. [DS] 4. {ağızj İki lemi.
kulplu toprak kap. [DS]
budaklanmak, [budak-la-n-mak {eAT} gçsz.
buçula, [Güre, budşula] {ağız} is. Küçük su değirme
ni. [DS] f [-ur] (Bitkiler için) filiz sürmek; dal vermek; dal
lanmak.
buçuna, [? buçuna] {ağız} sf. Sersem. [DS]
buçung, [bu+uç-un] (buçuh) {eT} is. Aslı kaybolmuş budaklı, [budak-lı] sf. Budağı olan.
makbuz yerine verilen yeni belge. [EUTS] budaksız, [budak-sız] sf. 1. (Ağaç için) budağı ol-
BUD n m n iiC E H .m
mayan. 2. (Tahta ya da kereste) budak yerleri bu b u d ık , [butı-mak > budı-k] {eT} is. Dal; budak. [E-
lunmayan; düz. UTS]
b u d ala, [Ar. bedii (karşılıklı değişme) > büdelâ] b u d in , [? budin] {eTj is. Beden. [EUTS]
{OsTj sf. 1. Zekâca geri; aptal. 2. mecaz. Bir şeye B udist, [Fr. bouddhiste] is. Budha inancında olan;
karşı çok düşkün olan. 3. is. Zekâca geri olan kim B udizm ’e inanan.
se. S b u d ala b u d ala, Budala gibi; budalaca. B udizm , [Fr. bouddhisme] is. Tabiat üstü kendine ö-
b u d alaca, [budala-ca] zf. Budala gibi; aptalca, zel bir tanrı yerine, salt varlığın insanda arzu biçi
b u d alalaşm a, [budala-la-ş-ma] is. Budalalaşm ak ey minde belirdiğini, bundan ise ıstırabın doğduğunu,
lemi. bu ıstıraptan kurtulm ak için de varlıktan vazgeç
b u d alalaşm ak , [budala-la-ş-mak] g çsz.f. [-ır] 1. Bu mek gerektiğini ileri süren Hindistan ve Ç in’de
dala durum a gelmek. 2. Şaşırmak. 3. Budala gibi yaygın bir inanış,
davranmak. b u d la, [? budla] {eTj is. Deve burunduruğu. [ETY]
b u d alalaştırm a, [budala-la-ş-tır-ma] is. Budalalaş- b u d m ak , [bud-mak] {eTj gçsz. f. [-ar] Donarak öl
tırm ak eylemi, mek; buymak; donmak. [DLT]
b u d a la la ştırm a k , [buda-la-la-ş-tır-mak] gçl. f [-ır] b u d u , -uu [Ar. buzu'] (budu:) {OsT} is. 1. Anlama. 2.
1. Budala durum una getirmek. 2. Şaşırtmak, Can sıkıntısı.
b u d alalık , -ğı [budala-lık] is. 1. Budala olm a duru
b u d u ç, [eT. butik > boduç > buduç {eAT} is. -*■
mu. 2. Düşüncesizce, akılsızca, budalaca yapılan iş.
S 1 b u d alalık etm ek, Akdsızca davranmak. boduç.
b u d am a, [buda-ma] is. 1. Budamak eylemi. 2. {ağızj b u d u k 1, -ğu [? buduk] {ağızj is. Hayvanların su içtiği
Kasımpatı. [DS] 3. Koru. 4. spor. Rakibin elini, yer. [DS]
kendi kolundan söküp kurtulma, b u d u k 2, -ğu [? buduk] {ağız} sf. Kısa boylu; bacak
b u d am ak , [eT. butı-mak / butâ-mak > buda-mak] sız. [DS]
g ç l.f. [-r] [-d(u)-yor] 1. {eATj Bir şeyin ucunu kes b u d u lg a, [Rus. butılka] {ağızj is. Tenekedan kiloluk
mek. 2. Daha iyi meyve almak ya da güzel bir bi şişe. [DS]
çim verm ek için ağaçlann dallarını kesmek, kı b u d u lm a k , [bud-ul-mak] gçsz. f. [-ur] Asılmak. [E-
saltmak. 3. Yeni filiz sürmesi için bitkilerin dalla UTS]
rını kesmek. 4. spor. Güreşte bir ayak oyunu ile b u d u n 1, [eT. böd (boy; kurumlaşmış topluluk) > bod-
rakibin ayaklarını yerden kesmek. 5. mecaz. Bir (u)n (-n: çokluk eki) > bud-un] is. 1. Aralarında soy
şeyi azaltmak; miktarım düşürmek, birliği yanında töre, kültür ve dil bakım ından ortak
b u ’dan , [Ar. ba'îd > bu'dân OİJmJ (bu-da:n) {OsTj is. lık bulunan insan topluluğu; millet; ulus; kavim;
Uzaklar; ıraklar, {eT} (aym), (1934). [EUTS] [DLT] [Yüknekî] [KB] 2.
b u d a n , [Yun. voutani (dalgıç kuşu) [Tietze]] {ağızj is. Halk; cemaat; ahali. {eT} (aym) [EUTS] [DLT]
B ir tür yaban ördeği. [DS] [Yüknekî] [KB] 3. Reaya; tebaa, t? b u d u n betim ci,
b udanış, [buda-n-ış] is. Budanmak işi ya da biçimi, etnog. Kavim leri karşılaştırarak kültür oluşumları
b u d an m a, [buda-n-ma] is. Budanmak işi. nı inceleyen uzman; etnografya uzmanı.|| b u d u n
betim i, etnog. Kavim leri karşılaştırarak kültür olu
b u d a n m a k , [buda-n-mak] edil. f. [-ır] 1. (Ağaç vb.
şum larını inceleyen bilim; etnografya, kavmiyet] \
bitki için) dalları kesilmek. 2. Kısaltılmak,
b u d u n bilim ci, etnog. insanların ırklara ayrılışını,
b u d an tı, [buda-n-tı] is. Budanmış dalların yere dü
bunların nereden çıktığını, oluşumunu ve yeıyüzii-
şen parçaları,
ne dağılışını, aralarındaki ilişkileri ve niteliklerini
b u d a tm a , [buda-t-ma] is. Budatmak işi.
inceleyen, karşılaştıran bilim adamı; etnolog.|| b u
b u d a tm a k , [buda-t-mak] gçl. f. [-ır] Budama işini
d u n bilim i, etnog. İnsanların ırklara ayrılışını,
biri ne yaptırmak, bunların nereden çıktığını, oluşumunu ve yeryüzü
budayıcı, [buda-y-ıcı] is. Budama işini yapan, bu işi ne dağılışını, aralarındaki ilişkileri ve niteliklerini
meslek edinen kimse, inceleyen, karşılaştıran bilim dalı; etnoloji; ırki
b u d d u m , [Ar. butm => buddum] is. Yabanî fıstık yat. i| b u d u n bilim sel, etnog. İnsan ırkları ile ilgili;
ağacı. etnolojik.|| b u d u n k a ra , {eTj H alk tabakası. [EUTS]
b ude, [Güre, bude] {ağızj is. Örümcek ağı. [DS] b u d u n 2, [bodun / yod-un [Clauson]] {eTj sf. -*• yodun.
[DTL]
budene, [Far. bödene -üij;] {OsTj is. 1. Çil; çil kuşu.
b u d un lıg , [bodun-lığ / budun-lığ] {eTj sf. Kavimli;
2. Bıldırcın.
budgay, [buğday > budğây] {eTj is. Buğday. [DLT] milletli. [ETY] 0 b u d u n lu g b u k u n lu g , {eTj Ulusu,
oymağı olan. [DLT]
b u d h a , [Ar. budhâ Ujo] (bııdha:) {OsT} is. 1. Alan;
b u d u n sa l, [budun-sal] sf. Kavimle ilgili; etnik; kav-
saha; meydan. 2. Avlu. mî.
if ifn ııtm ı.6 8 5 BUG
b udursin, [*bul-dur-sln / budur-sln] (budursr.n) {eT} b u g rala n m a k , [buğrâ-la-n-mak] {eTj dönşl. f. [-ur]
is. Bıldırcın. [DLT] (Erkek deve için) damızlık özellikleri göstermek.
buduşm ak, [büd-mak > bud-uş-mak] {eT} gçsz. f. [- [DLT]
ur] Açılmak; ayrılmak; apışak olmak. [DLT] b u g ralıg , [buğrâ-lığ] {eT} sf. Buğra olacak; buğra o-
budutm ak, [büd-mak > bud-ut-mak] {eT} gçl. f. [- labilecek. [ETY]
ur] Soğukta dondurarak ölmesine sebep olmak. b u g ralık , [buğrâ-lık] (buğra:lık) {eT} is. Deve ahırı.
[DLT] [Clauson]
buffalo, [İt. bufalo] (b u ffa lo ) is. Kuzey Amerika b u g ra m a k , [boğ-mak > boğ-uı-mak > buğrâ-mak]
bizonlarına verilen ad. (buğra:mak) {eT} gçl. f. [-r] B ir şeye kertik açmak.
[DLT]
bug1, [buğ {eAT} is. Başbuğ.
b u ğ ra n , [Buhara (Türkistan 'da kent) > Fr. buğran]
bug2, [buğ / bü {eAT} {OsT} is. Buğu; buhar. is. Ortaçağda B uhara’da dokunarak A vrupa’y a ih
raç edilen Buhara kumaşlarına verilen ad.
buga1, [Sansk. püga > buğa] {eT} is. 1. Hindistan'dan
gelen bir ilaç. [DLT] 2. Karabibergillerden, H indis b u g rıl, [boğ-mak > boğ-ur-mak > boğ-(u)r-ıl-mak >
tan’da pek çok türü yetişen, yaprakları ve cevizleri buğ-(u)r-ıl] {eT} is. Çuval ve tuluma benzer kapla
rın doldurulması halinde meydana gelen büküntü
boyama işlerinde kullanılan bir bitki; betel, (Piper
yerleri. [DLT]
betel).
b u g ru şm a k , [boğ-mak > boğ-ur-mak > buğrâ-m ak >
buga2, [bukâ / buğâ] (buğa:) {eT} is. -*■ buka.
buğr-uş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Kertik açmakta
bugan, [buğ-an] {eT} is. Bezelye türünden bir sebze.
yardım etmek; birlikte kertiklemek. [DLT]
[EUTS]
buğu, [buğu] {eT} is. 1. Geyik. [EUTS] 2. Erkek ge
buganak, [buğ-anak y ^ y / J ^ y j {eAT} is. Sağanak, yik; kızıl geyik. [Nevâyî]
bugarm ak, [buğ-râ-mak > buğar-mak] {eT} gçl. f. [- bu g u n ak , [buğ-un-ak 3 ^ y y ] {eAT} is. Sağanak.
ur] -* bugramak.
b u ğ u r1, [bu+oğur > buğur jy ^ y I jy v / J-y] {eAT}
bugas, [Ar. buğâs ^ ^ y ] (buğa:s) {OsT} is. Leşle
zf. Bundan sonra; şimdi; bu kez; bu defa.
beslenen kuşlar,
b u ğ u r2, [buğra > buğur yu / J^y] {eAT} {OsT} is. 1.
bugat, [Ar. bâğt (serkeş) > buğât oU .] {OsT} is. 1.
İki hörgüçlü deve. 2. Erkek deve,
Başkaldırıcılar; serkeşler, isyancılar. 2. Haksızlık
b u ğ u rd a , [buğur-dâ] (buğurda:) {eT} sf. (Saç için)
edenler. 3. tar. İm paratorluk döneminde, devlete
kıvırcık. [DLT]
sebepsiz yere isyan ederek eşkıyalık yapan kim se
lere verilen ad. b u g u rsam a k , [buğur-sâ-mak j / y ^ jy i- y ]
{eAT} gçsz. f. [-r] (Dişi deve için) erkek deve ile
bugda, [buğdâ IjJu / oJJu] {eAT} is. Buğday.
çiftleşme isteğinde bulunmak; kızışmak,
buğday, [buğday lS1-1" ] (b u ğ d a y) {eT} is. Buğday. b u g ü n , [bu+gün > bökün / bokün / bükün] is. 1.
[Gabain] [DLT] [EUTS] [KB] S> b u ğ d ay enlü, {eAT} İçinde bulunulan gün. 2. zf. İçinde bulunulan gün
Buğday benizli; esm er.|| b u ğ d ay gün, {eAT} Güne de. 3. genşl. İçinde bulunulan devir; çağ, zaman. S
şin Sümbüle burcuna girdiği zaman; ağustos ayı.\\ B ugün b a n a , y a rın san a (bugün bana ise yarın da
buğday güni, {eAT} Muharrem ayının on ikinci sana), Bugün birinin başına gelen kötü bir duru
giinü; aşure günü. mun, başka bir zam an da başkasının başına gelebi
leceğini hatırlatan söz. || B ugün b u ld u m , b u g ü n
bugdayık, [buğday-ık jiİJJu] {OsT} is. Siğil.
y erim , y a rın A llah k erim . Günü gününe yaşayan
bugdı, [boğ-mak > buğ-dl / böğ] (buğdı:) {eT} is. ların hâlini anlatan söz. || b u g ü n y a rın , Çok yakın-
Bohça; heybe, da.|| b u g ü n d en tezi yok, Hemen şimdi; derhal.||
bugenvila, [Fr. Louis Antoine de Bougainville b u g ü n d en y arm a , 1. A z zam an sonra. 2. Şim di ya
(Fransız kâşif) > bougainvillee] is. bot. Orta A m e şayanlardan gelecek kuşaklara.\\ b u g ü n e b u g ü n ,
rika kökenli zehirli bir sarmaşık, 1. "Şunu unutma, iyi bil k i” anlamında uyarı sözü.
buğra, [buğra / boğrâ / buğur] (buğra:) {eT} {eAT} is. 2. Bu güne kadar.|| b u g ttn k i gün, {eAT} Bugün; işte
1. Damızlık erkek deve. [ETY] [Gabain] 2. H er hay bu gün.
vanın aygırı. [KB] b u g ü n k ü , [bu+gün-kü] sf. 1. İçinde bulunulan, ya
bugragu, [buğra > buğra-ğü] (buğrağu:) s f Buğra şanmakta olan döneme ait. 2. Bugün olan; bugün
gibi; damızlık erkek deveye benzer. [Clauson] [KB] yapılan. S b u g ü n k ü günde, /. İçinde bulunduğu
bugragurm ak, [buğrağü-r-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] muz günde. 2. Yaşanılan zamanın şartları içinde.
Damızlık erkek deve hâline gelmek; buğralaşmak; bugünlicek, [bu+gün-li-cek {eAT} zf. Bu
buğra gibi olmak. [KB] güne özgü olarak.
BUG ö ie riM tiM .
bugünlük, -ğü [bu+gün+lük] zf. Bugün için, fi1 için Türkiye’ye de gelen, genellikle bataklıklarda,
bugünlük yarınlık, Çok yakın bir zam anda olması ırmak kenarlarında, patates ve pancar tarlalarında
beklenen doğum veya ölüm için söylenir. görülen 14 cm. boyunda, böcek, larva ve tohumlar
buğ1, [buğ / bü (eTj {eATj {ağızj is. 1. Buhar; la beslenen bir tür bülbül, (Luscinia svecica cya-
necula).
buğu. 2. Sisli, puslu hava. [DS]
buğdaygiller, [buğday-gil-ler] is. bot. Dip kısmı
buğ2, [Far. büğ (bu:ğ) {OsTj is. Elde veya sırtta gövdeyi bir km gibi saran yalın şerit yapraklı, sap
taşınm ak üzere hazırlanmış eşya çıkını; bohça, larının içi genellikle boş, çanak ve taç yaprakları
buğada, [İt. bucata / bocata] {ağızj is. Çamaşır yıka bulunmayan er dişi çiçekleri başak ya da salkım
m akta kullanılan küllü su. [DS] biçiminde, meyveleri kavuzlu ve buğdaysı taneli,
buğanak, -ğı [eT. boğ-nak > buğ-anak] {ağızj is. 1. besi dokusu unlu, altı bin kadar çeşidi bulunan bir
Şiddetli yağmur; sağanak. 2. Yağmur bulutu. 3. çenekli bitkiler familyası, (Graminae).
Yağmur bulutları ile kapalı hava. 4. Sisli, puslu buğdayi, [buğday + Ar. -ı] (buğda.yi:) sf. (Ten için)
hava. 5. Yağm ur sonrasında topraktan çıkan buhar. buğday renginde; buğdaysı,
[DS] buğdayık, -ğı [buğday-ık] {ağızj is. bot. Buğdaya
buğansalık, -ğı [bung > buğ-an-salık] {ağızj sf. Y ok benzer bir ot. [DS]
luk ve zorunluluk hâlinde işe yarayan; az bulunan. buğdaysı, [buğday-sı] sf. Biçimi ya da rengi buğdayı
[DS] andıran, ö buğdaysı (meyve, tane) tohum, Çatla
buğar, [bung (yans.) > buğ-ar] {ağızj is. Çeşme; pı ma çizgisi bulunmayan tek tohumlu, kabuğu çok
nar. [DS] ince ve zarından ayrılm ayacak kadar kaynaşmış
buğay, [? buğay] {ağızj is. Kuyu derinliğindeki buzul bir tohum görünüm ü veren kuru meyve.
yarığı. [DS] buğduruk, -ğu [buğ-duruk] {ağızj is. Ağaçların,
buğaz, [eT. boğuz > buğaz] {ağızj is. Gebe. [DS] çiçek döktükten sonraki küçük meyvesi. [DS]
buğcut, [? buğcut] {ağızj is. Çıkrıktan sıyrılarak çı buğız, [bu+ağız > buğız y -y \ {eATj zf. Bu kez; bu
karılan ip yumağı. [DS]
defa; bu ağız.
buğda, [buğda] {ağızj is. Buğday. [DS]
buğlam a, [buğ-la-ma] {ağızj is. Bulgur ve gömeçle
buğday, [eT. buğday / boğday] is. bot. Taneleri en
yapılan bir yemek. [DS]
önemli besinlerimizden olan ekmek yapım ında kul
buğlam ak, [buğ > buğ-la-mak] {ağızj gçsz. f. [-r] [-
lanılan, çiçekleri bileşik başak şeklinde, düğümler
l(u)-yor] Duman çıkmak; tütmek. [DS]
den çıkan yapraklarının ucunda bir dilcik, iki ku
lakçık bulunan, tohumları iki ucu yuvarlak, uzunca buğle, [Yun. vukla] {ağızj is. Sabanın kulağını, saba
ve ortasında oyuk çizgi bulunan, genellikle bir yıl na bağlayan parça. [DS]
lık kültür bitkisi, (Triticum). S buğday başı, {eTj buğluk, -ğu [buğ > buğ-luk] {ağızj is. Hamam. [DS]
Buğday başağı. || buğday benizli, H a fif esmer. | buğmuk, -ğı [eT. boğ-m ak > boğ-muk] {ağızj is.
buğday biti, zool. Yarım kanatlılardan vücudu y e K adınların takındığı altm. [DS]
şil, başı siyah, 2-3 mm. boyunda, depolanmış hu buğnümek, [bung (yans.) > buğn-ü-mek] {ağızj gçsz.
bubat ve makarna, bisküvi gibi besinlere zarar ve f [-ür] (Su için) yerden büngüldeyerek kaynayıp
ren bir böcek, (Stophilus granarius).\\ buğday çıkmak. [DS]
evininçe, {eTj Buğday ve arpa tanelerindeki büyük buğra1, [eT. buğ-ur / buğ-ra H-y > buğra] is. 1. Erkek
lük, dolgunluk.|| buğday güvesi, zool. Gövdesi ve
deve. {eATj (aym) 2. İki hörgüçlü deve. 3. {ağız}
arka kanatları siyah, ön kanatları sarımsı, 6 mm.
Aslan. [DS]
kadar boyunda, ambarlanmış tahıllara zarar vçren
küçük bir kelebek; ekin ambar güvesi, (Tinea gra- buğra2, [Far. buğra I (buğra:) is. 1. zool. Turna. 2.
nella).|| buğday pası, bot. 1. Buğdaygillerde pas Turna sürüsünün başında uçan erkek turna. 3. {ağızj
hastalığı yapan asalak mantar, (Puccinia grami- Hindi. [DS]
nis). 2. Bu mantarın buğdaygillerde yaptığı hasta buğrasam ak, [buğra-sa-mak] gçsz. f. [-r] [-s(ı)-yor]
lık.|| buğday rengi, (Ten için) açık esmer.|| buğday (Dişi deve için) kızışmak; çiftleşmek için erkek
sürmesi, bot. Buğday başaklarında hastalık yapan deve istemek,
asalak bir mantar, (Tilletia tritici) ve bu mantarın buğrut, -du [? buğrut] {ağızj is. Çıkrıklarda tel bü
buğdaygillerde yaptığı hastalık; sürme. kerken çıkrık direğine sarılan tel yumağı. [DS]
buğdaycık, -ğı [buğday-cık] {ağızj is. 1. Buğdaya buğsukmak, [buğ / bun > buğ-suk-mak] {ağızj gçsz.
benzer bir tür ot; yabani buğday. 2. Serçe. 3. A rife f [~ur] (Ateş için) alev almayıp duman çıkarmak.
den önce gelen gün. [DS] 0 buğdaycık otu, Eşek [DS]
kengeri. buğsurm ak, [bul-su-r-mak ?] {ağızj gçl. f. [-ur] 1.
buğdaycıl, [buğday-cıl] is. zool. Karatavukgillerden A z bulmak; küçük görmek. 2. Cimrilik yapmak.
Orta ve Kuzey A vrupa’da yaşayan, kışı geçirmek [DS]
ö im m îs o i .687 BUH
buğu1, [eT. buğ > buğu] is. 1. Isı etkisiyle sıvının gaz buğur2, [bu+uğur (zaman)] {eAT} zf. 1. Bundan son
hâline geçmiş olanı; buhar. 2. Soğuk b ir cisim üze ra. 2. Şimdi; işte,
rinde ortamda bulunan havanın veya gazın yoğun buğursamak, [buğur-sa-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
laşmasından ötürü m eydana gelmiş ince sıvı kat s(u)-yor] (Dişi deve için) doğurmak istemek. [DS]
manı. 3. Serbest kalınca buhar ve gaz hâline gelebi buğz, [Ar. buğz J^S] {OsT} is. Düşmanlık duyma;
len maddelerle m eydana getirilmiş ortamı dezen
sevmeme; nefret; kin.
fekte eden ilaç. S buğu çekme, tıp. Hazırlanmış
uçucu maddelerle dolu ilaçlı buharı solumak. || bu buğzetmek, [buğz+et-mek] gçsz. f. [-er] Düşman ol
ğu evi, tıp. M ikroplu eşyaların sıcak ve ilaçlı bu mak; nefret etmek,
hardan geçirilerek dezenfekte edildiği kapalı oda.|| buh, [Ar. büh o^] (bu:h) {OsT} is. 1. Çakır gözlü
buğu önleyici, Camlarda veya diğer ortamlarda su doğan. 2. Erkek baykuş,
buharı toplanmasını önleyen veya gideren madde buhaç, -cı [Slav, puhaç] {ağız} is. Puhu kuşu. [DS]
veya alet.\\ buğu kebabı, K uşbaşı eti kendi buha
buhak, [Ar. buhâk jU -] (buha:k) {OsT} is. Erkek
rında pişirm eye dayanan bir tür tencere kebabı.
buğu2, [buğu] {ağız} is. 1. Yaban sığırının dişisi. 2. kurt.
Ceylan. 3. Erkek geyik. [DS] buhala, -a’i [Ar. bahîl > buhala’ >^A] (buhala:)
buğulama, [buğu-la-ma] is. 1. Buğulam ak eylemi. 2. {OsT} is. 1. Cimriler; pintiler. 2. Tamahkârlar.
Yemeği buğu ile pişirm e yöntemi. 3. İçine su koy buhar, [Ar. buhar _>U£] (buha:r) {OsT} is. 1. Isı etki
madan, malzemelerin kendi suyu ile pişirilm iş ye
siyle sıvıların ve bazı katiların girdikleri gaz duru
mek. 4. Buğudan geçirme, buğuya tutm a tekniği. 5.
mu. 2. genşl. Sis. S buhar kazanı, B uhar elde et
sf. (Yemek için) buğulam a yöntem iyle yapılmış,
mekte kullanılan kazan.|| buhar kurutucusu, B u
buğulamak, [buğu-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor] 1 . har içindeki su damlacıklarını ayıran ve kuru bu
Buğudan geçirmek; buğuya tutmak. 2. B ir yiyece har elde edilmesini sağlayan alet. || buhar m akine
ği, kısık ateşte kendi suyunu uçurm ayacak şekilde si, B uhar gücünün basıncıyla işleyen makine.
pişirmek.
buharı, [Ar. buharı lSjU-J {ağız} is. 1. Baca. 2. O-
buğulandırma, [buğu-la-n-dır-ma] is. Buğulandır
dunluk; odun dolabı. [DS]
mak işi.
buğulandırmak, [buğu-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1 . buhari1, [Ar. buharı tSjU-] (buha:ri:) {OsT} is. Bu
Buğulanmasına sebep olmak. 2. Buğu edinmesini harla ilgili; buğuya ilişkin.
sağlamak. buhari2, [Far. Buhara (kent adı) > buharı (soba)
buğulanış, [buğu-la-n-ış] is. Buğulanm ak işi ve ı£jU-] {ağız} is. 1. Ocak ya da oda içindeki dumanın
biçimi. dışarı çıkması için yapılan baca ya da duman deli
buğulanma, [buğu-la-n-ma] is. Buğulanm ak eylemi, ği. 2. Ocak başı. [DS]
buğulanmak, [buğu-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Buğu buharlama, [buhar-la-ma] is. 1. Buhar verme işi. 2.
lamak işi yapılmak. 2. dönşl. f. Kendi kendine buğu Y ün elyafının şekillendirilmesi için uygulanan üze
haline gelmek. 3. Üzerini buğu kaplamak; buğu ile rine sıcak buhar verme işi.
örtülmek. 4. (Gözler için) nemlenmek; ıslanmak; buharlaşma, [buhar-la-ş ma] is. Buharlaşmak eyle
yaşarmak. mi. 5 1 buharlaşma noktası, fız. Sıvıların kayna
buğulaşma, [buğu-la-ş-ma] is. Buğulaşm ak eylemi, tılması ile buhar durumuna geçtikleri sıcaklık de
buğulaşmak, [buğu-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] Buğu recesi.
durumuna gelmek; buharlaşmak, buharlaşmak, [buhar-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Buhar
buğulaştırıcı, [buğu-la-ş-tır-ıcı] is. Suyu buhar durumuna dönüşmek; buğulaşmak; tebahhur et
haline getirm ek için kullanılan alet; buharlaştırıcı. mek.
buğulu, [buğu-lu] sf. 1 . Ü zerinde buğu bulunan; bu buharlaştırıcı, [buhar-la-ş-tır-ıcı] is. 1. Bir sıvı ürü
ğulanmış. 2. mecaz. (Göz için) süzgün ve dalgın nü koyulaştırmak için suyunu buharlaştırm akta kul
bakan. S buğulu buğulu, (Göz için) nemli; ıslak; lanılan alet; evaporator, tephir kazam. 2. B ir so
dolu dolu; yaşlı. ğutma sisteminin içinde kolay buharlaşabilir bir
buğun, [eT. buğ > buğu-n] is. Kapalı yer içindeki kapalı gazın sıvı halden gaz hale geçmesini sağla
dumanın dışarı atılması için yapılan baca delikleri; yan düzenek. 3. sf. Buhar haline getiren,
duman deliği, buharlaştırm a, [buhar-la-ş-tır-ma] is. Buharlaştır
buğuntu, [eT. buğ > buğ-untu] is. Sıkıntı. mak işi.
buğur1, [eT. buğra > buğur / bohur] is. 1. {ağız} Er buharlaştırm ak, [buhar-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır]
kek deve; damızlık deve. [DS] 2 {eAT} Develerle Buhar haline getirmek; tebahhur ettirmek,
yapılan taşımacılık. buharlayıcı, [buhar-la-y-ıcı] sf. 1. (Cisim, madde
BUH if fin r u iK J M .
için) buhar hâline getiren. 2 . is. İçinde b u h a rla ş tı buhte, [Far-, buhte « £ ] {OsT} sf. Oyunda ütülmüş; yu-
manm yapıldığı kap.
tuk.
b u h a rlı, [buhar-lı] sf. 1. Buharı olan. 2. B uhar ile
çalışan. S 1 b u h a rlı gemi, Buhar basıncı gücüyle buhti, [Ar. buhtî J& ] (bııhti:) {OsT} is. İki hörgüçlü
çalışan gemi.\\ b u h a rlı ısıtm a, Buharın m taşıma deve,
özelliğinden yararlanılarak yapılan ısıtma işlemi\\ buhtu, [Far. huh.tQ jx£} (bujıty;) {OsT} iş. G ök gü
b u h a rlı tre n , B uhar basıncının verdiği güç ite ha
rültüsü,
reket eden tren\\ b u h a rlı ü tü , Ütülemeyi aynı za
manda buhar püskürterek yapçm ütü. buhtur, [Far. buhtür jj& ] (buhtu:r), {OsT} is, -* buh
b u h ay re, [Ar. bahr (deniz) > buhayre ojA] {OsTj is. tu.
1. Küçük deniz. 2. Göl. S b u h ay re-i d e m ’iye, buhu, -u ’u [Ar. buhü‘ çJSr] (buhu:) {OsT} is. Hakkını
{OsT} Gözyaşı pınarı. alçak gönüllülükle isteme,
b u h b u h a, [Ar. buhbüha **-#£] (buhbu:ha) {OsT} is. buhuh, [buhûh ^ jA ] (buhıv.h) {OsT} is. Ses kısıklığı,
O rta yer; alan; saha, buhu!,-4ü [Ar. huhül (buhu;!) iş. Cimrilik.
b uhe, [Ar, bühe (bu:he) {OsT} is. Dişi baykuş,
b uhur1, [Ar. bahr (tütme) > bahür / Far. buhür _>_<£•]
b u hela, [Ar, buhl > bühelâ ^Ş-] (buhela:) {OsT} is. (bııhu.r) {OsT} is. Dinî törenlerde yakılan, koklulu
Cimriler. ağaç; tütsü. Ş 1 buhür-i merycm , {OsT} bot, -* bu
b u h l, -lü [Ar, buhl J3-] {OsT} is. Cimrilik; el sıkılığı, hurumeryem. II buhur suyu, tar. Ramazan aym m
on beşinden sonra padişaha ve diğer üst diizçy d<?V-
buhle, [Far. buhle ■&£■] {OsT} is. Semizotu,
let görevlilerine sunulan özel kokulu su.
b u h ra n , [Ar. buhran o\j£] (buhra:n) {OsT} is. I. buhur2, [Ar. bahr (deniz) > buhür jj£ } (huhu:j) is.
Sayıklama; hezeyan; bunalım. 2. Hastalığın en teh Denizler.
likeli devresi; nöbet. 3. Şiddetli belirtilerle kendini buhurcu, [buhur-cu] is. Buhur satan kimse,
belli eden ruhsal rahatsızlık. 4. Olayların gelişme
sinde görülen karışıklık ve tehlikeli durum; kriz. 5. buhurdan, [Far. buhûr-dân o b j ^ ] (buhu:rda:n)
G ücünü kaybetme, düşme. 6. Üretim ile tüketim {OsT} is, İçinde kokulu ağaç kabuklan yakılan tütsü
arasındaki dengenin bozulması; kıtlık; eksiklik; kabı.
yokluk; bunluk. S b u h ra n geçirm ek, K arışık bir buhurdanlık, -ğı [buhurdan-lık] (buhurdanlık) is.
devrenin içinde olmak; bunalım geçirmek.\\ buh- Tütsü kabı.
râ n -ı ceyyid, {OsT} Hastalığın iyileşmeye y ü z tut buhurlam ak, [buhur-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor]
tuğunu gösteren nöbet.\\ b u h râ n -ı kâm il, {OsT} Tütsü yakmak; tütsülemek,
H astalığın iyileşmeye yü z tuttuğunu gösteren nö buhurlu, [buhur-lu] is. 1. Tütsülenmiş. 2. Yol yol
bet]] b u h râ n -ı m ahm üd , {OsT} Hastalığın iyileş çizgileri olan kumaş,
meye yüz tuttuğunu gösteren nöbet.|| b u h râ n -ı re-
buhurluk, -ğu [buhur-luk] is. İçinde tütsü için konu
d i’, {OsT} Hastalığın kötüye gittiğinin belirten nö
lan m addeler yakılan kap; tütsülük,
bet. i| b u h râ n -ı vükelâ, {OsT} Hükümet buhranı.\\
buhurumeryem , [Ar. bahür-i meryem] (buhu:ru-
b u h râ n -ı suhûnetî, {OsT} fız. K ritik sıcaklık.
meryem) is. bot. Çuha çiçeğigillerden çiçek sapları
b u h ran lı, [buhran-lı] sf. 1. Buhran belirtileri göste
toprak içindeki yumrularından çıkan, yapraklan u-
ren. 2. mecaz. Karışık ve tehlikeli,
zun ve saplı, kökleri yer altında yuvarlak ve yumru
b u h sam ak , [buh-sa-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1. Kabul
biçiminde olan, ilkbahar ve sonbaharda pembemsi
etmemek. 2. Zorla yapmak. [DLT]
veya beyaz çiçekler açan çok yıllık bitki; siklamen;
b u h satm ak , [buh-sa-t-mak] {eT} gçl, f. [-ur] Dik tavşan kulağı; deve tabanı; domuz burnu; yer so
başlılık ettirmek. [DLT] munu; toparlak, (Cyclamen)
buhsı, [buh-sî] {eT} is. Pişmiş buğday ve badem içi
bujene, [Far. büjene -üjjJ (bu.jene) {OsT} is. 1. To
üzerine bal ve süt ile yapılmış bulamaç dökülerek
yapılan bir yemek. [DLT] murcuk. 2. Henüz açılmamış çiçek; gonca,
b u h su m , [buhsî> buhsu-m] {eT} is. 1. Boza. [DLT] 2. bujin, [Soğd. bujin] {eT} is. Çöpleme denilen zehirli
Bira. [Clauson] bitki, (Helleboris). [DLT]
b uhş, [Ar. buhş j& ] {OsT} is. 1. Delik. 2. Usturlabın buji, [Fr. bougie] is. Patlamalı motorlarda yakıtı tu
tuşturan elektrikli çakmak.
göz deliği; bakaç.
b u k 1, [buk (yans.)] {eT) is. İçi boş şeylerin yere dü
b u h t1, [Ar. buhtcJ?-] {OsT} is. İki hörgüçlü deve. şünce çıkardıkları ses. [DLT]
b u h t2, [Far. b u h tc J t] {OsT} is. Oğul. buk2, [buk] {eT{ is. Gırtlak; boğaz. [EUTS]
İ İ H B iff S i l i ! ________________________________________ ______________________________________ b u k
buk3, [buk] {ağız} is, Kavun ltarpnz ekilen yer. [DS] (Çhpmgçleç, ckct^e^eo fi). 2. y?ecaz. Çıkakları djçğ-_
b u k \ [Ar. bük ıi* ] is-. 1. Düdük; boru. 2. Boşboğaz rultusuıula lıcnıen görüş ye davranış değişikliği
gösteren kimş,e. 3. Eskiden renk renk ipliklerle djo-
ip,san. 3. Boş söz.
kunan ipekli kumaş. Q b u k alem u n gibi re n ^ d|%-.
buk5, [? buk] {ağız} is, 1. Büklüm. 2. Tomurcuk. [DS,]
ğiştirn jek , Sii)fekljijfikir- dçğiştirwısk,
buk’a , [Ar. bulş'a; {Os,T} is, 1, t j f c , yer; ioprals,. buk alem u n g iller, [bu,kalemun-gil-ler] is. zool, l£şr-
2. Büyült bina. 3, Benek; leke. S h u k ’a b u k ’a, teakolelerdcn renklerini bulundukları yerin rengine
fOsTi Jeryev;- memleket/ memleket. uyduran u,zun dilli sürürıgenler familyası,
buka, [bflkâ / buğâ} (.bııka:). {eT} is. Boğa. [ETY]; b u k alem u u lu k . -ğu [bukalemun-luk] is. Bazı hay
[İKPÖy.] [Gabain] :KUj vanlarda deri renginin ani olarak değişmesi ol;a yv
bukaç, [bukaç / bukâç] {eT} is. 1. Topraktan yapılmış bu k am e, [Ar, büküme ^U.} ihukır.mcı {ÇsT} ffi, t
çömlek türü şeyler; su kabı. [DLT] 2, Tencere. [Et.
US; Yün döküntüsü; yün kırıntısı. 2 . mecaz, A p ^ l a-
dam; manyak,
bukadmak, [bııkâ >• bukâ-d-mak] {eT} gçsz. f. f-u r]
b n k a rs ı, [b.ukâ-mak >■buka-r-sı] {eT} is. Bağ; köstek;
Boğa olmak; boğalaşmak; boğa hâline gelmek, bukağı. [ETY], | Gabain |
b u k a ğ ı , ibuka-ğı ,> % ]; {eAT} is, -►bukagu. bukât, -ti [Ar. bakî > bûkât (bükâ_:t) {QsT} fe
bukagu, [^ljukâ-mak > bukâ-ğû j*** t jiU ^ ] (bu- Ağlayanlar-
kcr.ğu:) {eT} {eAT} {OsT} is, 1, Bukağı; köstek; bağ. b u k a tıu a k , |bııka > buka-t-ınak / lnıkfı-d-nmk[ {çlf}
[EUTS] [Gabain], 2. Hırsızların ellerine vurulan ke gçsz. f -*■. bukadmak.
lepçe. i.Dl.1 j
b u k ay , [? bukay] {eT} sf: 1, Alçalt; kısa. [EUfS] 2ı.
bukaguçı, [bukâgü > lnıkağu-çı| {eT} iş, 1. Bukağı Aşağıda olan,
vuran; bukaütcı. Gardiyan. [Clauson]
b u k et, [Fr, bouquet] is. Çiçek demeti,
bukagulug. |bukağu-luş;| {eT} şf, Bukağı vurulmuş;
bukkairi, [Ar, bukkân (.bukka:ri:), {OsT'} is, 1 ,
bağlı; köstekli.
bukagulugçı, [bukağu-luğ-çı] {eT} is. Cellat; gardi-. Bela; musibet; afet. 2, sf. (Söz için) yalan,
yan. [Çlauson] bukle, [Fr. bosuçte] h KîİÇflk lüle gibi saç,
bukağ, [bukağ] {ağız} is. Gerdan. [D.S] S bukle bukle, K ıy fim kiw im b ^ k h li saç,
bukağı, [eT. buka^ğu > bukağı] is, 1, Köstek, bağ. 2, bukleli, |bukie-!i j sf. Buklesi olan; kıvrımlı,
Eskiden ağır cezalı m ahpusların ayaklarına takılan buklesiz, [bukle-siz] s f Buklesi olmayan; kıvrımşız.
ve ucuna pranga bağlanan demir halka. 3. K açma buklet, [Fr. boclette (küçük saç kıvrım ı)\ is. 1, D eği
ması için hayvanların ayaklarına bağlanan zincir; şik numara ve bükümde küçük iplik liflerinin m ey
köstek, fi1 bukağı vurm ak, Kaçmaması için aya dana getirdiği kıvrımlı süslü iplik. 2. Bu tür iplikle
ğına bukağı bağlamak. dokunmuş veya örülmüş giyecek,
bukağılama, [bukağı-la-ma] is. Bukağılamak işi. bukm ak1, [buk-mak] {eT} gçl. f [-ar] 1. Bükmek;
bukağılamak, [bukağı-la-mak] g ç l f. [-r] [-l(ı)-yo):•] kıvırmak; {ağız} (aym), [DLT] [DS] 2, {ağız} Lehim
(Hayvan, için) ayağına bukağı takmak, lemek; tutturmak, [E>S] 3. gçsz. f. {ağız} Bükülmek.;
bukağılanmak, [bukağı-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1 . burkulmak- [DS]
Bukağı vurulmak, 2. dö n şl f. Bukağı sahibi olmak; bukmak2, [buk-mak] gçsz. f: [-ar] {ağız} Uğur sa> ıl-
bukağı edinmek, mak. [DS]
bukağılatmak, [taukağı-la-t-mak] g ç l.f. [-ır] Bukağı bukramak, [buk-râ-mak / huk-rı-mak] {eT} gçsz,, f .
vurdurmak; zincirletmek, (Hayvan için) sıçramak; çamışlık etmek. [DLT]
bukağılı, [bukağı-lı] sf. 1. (At için) ayağına bukağı bukran, [Ar. bukran] is. Saraçların kullandığı kırpın
takılmış olan, 2. (At için) bileklerinde beyaz halka tı yünler,
lar olan. Bukrat, [Yun, hippoerates => Ar. bükrât (bu:-,
bukağılık, -ğı [bukağı-lık] is. Atın ayağında tırnakla kra:t) öz. is. M eşhur Yunanlı hekim Hipokrat.
topuk arasındaki dar kısım,
bukratî, [Ar. bukrâtl Jslyij] (bub-a:ti:) s f H ipokrat’a
bukak, [bukâ-mak > buka-k] {eT} sf. 1. Yuvarlak.
ait; Hipokratla ilgili,
[EUTS] 2. is. Kuş kursağı. [DLT]
bukalemun, [Yun. khamaileon (yer aslanı) > Ar. bukratiyun, [Ar, bukrâtiyyün (b.ükrmtiy-
ebükalemun / Far. bükalem ün j y - ^ ] is. zool. 1. yu:n) is. H ipokrat’ı izleyenler; Hipokratçılar.
Bukalemungillerden, renk değiştirmesiyle ünlü, 25- bukta, [Ar. bukta i t i ] {OsT} sf. 1. Dağınık; perişan,
30 cm. boyunda bir tür kertenkele; kaya keleri, 2. is. Kalabalık; güruh. 3- Cemaat; topluluk.
BUK lf tlIÜ R M .6 9 0
bukuk, [buk-mak > buk-uk] {eT} is. 1. Çiçek toplu bulakm uk, [bulak-muk] {eTj is. Un lapası,
luğu; çiçek tomurcuğu. [DLT] 2. Boğazda beliren bulama, [bula-ma] is. 1. Bulam ak işi. 2. Ü züm ve di
ur. [DLT] 3. {ağız} Yavru. [DS] ğer meyve şıralarının kaynatılması ile elde edilen
bu’kuke, [Ar. bu'küke £ jSUJ (bu-kû:ke) {OsT} is. kıvamı koyu pekmez. 3. {ağız} Koyun ya da ineğin
ilk sütü; ağız. [DS] 4. {ağız} Bu sütü kaynatarak ya
Kalabalık; izdiham. S b u ’kûketü’s-sayf, {OsT}
pılan yemek. [DS] 5. {ağız} Ağızın bitip, inekten ilk
Yaz mevsiminin en sıcak zam anı.|| bu’kûketü’s-
sütün alındığı zamanki süt. [DS] 6. {ağız} Kaynamış
şitâ, {OsT} Kışın en soğuk zamanı; zemheri.
ve çökmüş süte yum urta konarak yapılan yemek.
bukuklanm ak, [bukuk-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
[DS] 7. A yranla dövme buğdaydan yapılan çorba.
Yuvarlaklaşmak. [EUTS]
8. {ağız} Ayran. [DS]
bukul, -lü [Ar. baki > bükül (buku:l) {OsT} is. bulam aç, -cı [bula-mak > bula-maç / bulama+aş] is.
Sebzeler; yeşil otlar; yeşillikler, 1. Sulu ve akışkan hamur. 2. Muhallebi akışkanlı
bukulm ak, [buk-mak > buk-ul-mak] {eT} edil. f. [- ğında yapılan bir tür un helvası. 3. Bitki hastalıkla
ur] Bükülmek; toplanmak; burkulmak. [DLT] rına karşı hazırlanm ış zehirli koyuca sıvı ilaç. 4.
bukun, [buk-un] {eTj is. Halk; ahali; millet. [EUTS] {ağız} Hayvanlara verilen sulu yem. [DS] 5. mecaz.
[Gabain] Oradan buradan derlenmiş, toplanmış; karışık.
bukunmak, [buk-un-mak] {eT} g ç l.f. [-ur] Bükmek; bulam ak1, [eT. bü (buğu) > bu-l-ğâ-m ak (karıştır
kıvırmak. [DLT] mak) > bulâ-m ak > bula-m ak gçl- f [-r] [-
bukurmak, [buk-ur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] İndirmek.
l(u)-yor] 1. Bir nesneyi bulaşabilen bir akışkan içi
[DLT]
ne yatırarak üzerini kaplamak; batırmak. 2. Bir şeyi
bukursı, [Toh. bokursı] {eT} is. 1. Saban. [ETY] 2.
sıvı ve bulaşabilen bir başka şeyle kirletmek. 3.
Saban demiri. [DLT]
Sıvı haldeki bir şeyi karıştırmak; çalkamak. {eAT}
bükün, [bu+kün] {eT} zf. Bugün. [EUTS] {OsT} (aym) 4. {eT} Pişirmek. [DLT] 5. {OsT} Bulan
bukünki, [bu+kün-ki] {eT} sf. Bugünkü dırmak. 6. {eAT} Sallamak. 7. {ağız} Dolanmak; sa
b u l1, [bul (yans.)] is. Yüksekten akan gür suyun çı rılmak. [DS]
kardığı sesi ve akışım anlatan kök. [Zülfıkar] bul bulam ak2, [bulğa-mak] {eT} is. Bulamaç. [Nevâyî]
dur buldur.
bulam baç, -cı [bula-maç > bulam(b)aç] {ağız} is. 1.
bul2, [bul] is. Yalnız iki yüzü testere ile düzeltilmiş Bulamaç; koyu un çorbası. 2. Badana. [DS]
tahta.
bulan, [bulan] (bula:n) {eT} is. Yaban av hayvanı; er
bula, [büla ^ / <1^] is. 1. Yenge. 2. {ağız} A mca ve kek geyik. [DLT]
ya dayı karısı. 3. Hizmetçiye göre evin hanımı. bulancak, -ğı [bulan-cak] {ağız} is. Bulanık akan su.
{eAT} (aym) [DS] 4. {eAT} Abla, [DS]
bulaç, [bula-ç] {ağızj is. Ayran yaparken yoğurdu bulandırıcı, [bulan-dır-ıcı] is. ve sf. 1. Bulantı veren.
çırpmaya yarayan araç. [DS] 2. Manevî iğrenme duygusu veren; tiksindirici, nef
bulada, [Yun. bulada] (b u la ’da) {ağız} is. Büyük ret ettirici.
piliç. [DS] bulandırılma, [bulan-dır-ıl-ma] is. Bulandırılmak
buladan, [Yun. platanos] is. Çınar, eylemi.
buladm ak, [bü (buhar) > bü-la-d-m ak / bu-la-t-mak] bulandırılmak, [bulan-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır] Bu
{eT} g ç l.f. [-ur] Tencere buğusunda pişirtmek; bu landırm ak işi yapılmak,
ğulamak. [DLT] bulandırma, [bulan-dır-ma] is. Bulandırmak işi.
bulağaç, [bula-mak > bula-ğaç] {ağız} is. Bulama bulandırm ak, [bulan-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bir
işinde kullanılan araç. [DS] sıvının içine bir şey koyarak bulanmasını sağla
bulağan, [bula-ğan] {ağız} is. Kağnı miline sürülen mak. 2. mecaz. Karıştırmak. 3. mecaz. İki ve daha
yağlı katran. [DS] fazla şeyi birbirine ayırt edilemeyecek biçimde ka
bulak', -ğı [eT. bul-ak j-L] is. 1. Kaynak; pınar; çeş rıştırmak.
bulang, [Çin. pu lang] {eTj is. Sofa; veranda; hayat.
me; göze. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [EUTS] [DS] 2.
[EUTS]
Kanal. [EUTS] 3. {ağız} İçinde çeşme, su bulunan
yeşillik; çeşme başı; su başı; pınar başı. [DS] bulanık, -ğı [bulan-mak > bulan-ık] sf. 1. Bulanmış
olan; duru ve açık olmayan. 2. (Hava için) bulutlu
bulak2, [bulak] {eT} sf. (At için) haşarı. [KB] fi1
ve kapanık. 3. (Göz için) donuk; fersiz. 4. İyi seçi
bulak at, {eT} Boyu kısa sırtı geniş at. [DLT]
lemeyen; net olarak görülemeyen. 5. Karışık. 6.
bulak3, [bulğâ-mak > bulğak / bulak] {eT} sf. Karışık.
mecaz. Niteliği tam olarak anlaşılamayan. S 1 bula
bulak4, -ğı [bula-k] {ağız} is. 1. Kaçakçı ve hırsız ya
nık suda balık avlam ak, B ir fırsattan kötü niyetle
tağı. 2. Bela; felaket. 3. sf. Sersem. [DS]
yararlanmak.
0 [ liH I ü I U B ü ti.6 9 i BUL
bulanıkça, [bulamk-ça] sf. 1. Biraz bulanık olan. 2. dine yıkayan elektrikli ev aleti. || bulaşık suyu, B u
Çok duru olmayan, laşıkları yıkam ak veya yıkanm ış bulaşıkları duru
bulanıklaşma, [bulanık-la-ş-ma] is. Bulanıklaşm ak lamak için bir kaba konulmuş 5'w.|| bulaşık suyu
eylemi. gibi, (Yiyecek ve içecek için) özenle hazırlanma
bulanıklaşmak, [bulanık-la-ş-mak] g ç sz .f. [-ır] Bu mış, tadı ve lezzeti yerinde olmayan.
lanık bir durum almak, bulaşıkçı, [bulaşık-çı] is. Lokanta gibi toplu yemek
bulanıklık, -ğı [bulanık-lık] is. 1. Bulanık olm a du yenilen yerlerde bulaşık kapları yıkam akla görevli
rumu. 2. Karışıklık. 3. (Fotoğraf için) net olmama, kimse.
bulanış, [bulan-mak > bulan-ış] is. Bulanma eylemi bulaşıkçılık, -ğı [bulaşık-çı-lık] is. Bulaşıkçının yap
ve biçim. tığı iş.
bulanma, [bulan-ma] is. Bulanm ak eylemi, bulaşıkhane, [bulaşık + Far. hâne is. Otel,
bulanmak, [eT. bul-ğan-mak > bulan-mak Jji'sljd yatılı pkul, kışla ve lokanta gibi çok kalabalık kişi
e d i l .f [-ır] [eAT, -ur] 1. {eAT} Karıştırılmak; yoğ nin yemek yediği yerlerde bulaşık kapları toplamak
rulmak. 2. Bulantısı olmak. 3. dönşl. f. Duruluğunu ve yıkamak için ayrılmış bölüm ve yer.
kaybetmek. 4. {eAT} Salınmak; hıram etmek. 5. Her bulaşılma, [bulaş-ıl-ma] is. Bulaşılmak eylemi,
yanı bir şeyle kaplanmış, bulaşmış olmak. 6. Kir bulaşılmak, [bulaş-mak > bulaş-ıl-mak] edil. f. [-ır]
lenmek; lekelenmek. 7. (Hava için) parlaklığını ve İstenmeyen bir işe girilmiş veya karışılmış olmak,
duruluğunu yitirmek. 8. {ağız} Karışmak; temas bulaşkan, [bulaş-kan] sf. 1. Değdiği yere hemen b u
etmek; değmek. [DS] 9. {ağız} Hiddetlenmek. [DS] laşan ve bulaştığı yerden de zor temizlenen. 2 . m e
bulantı, [bulan-tı] is. İnsanın m idesinde görülen kus caz. Başkalarına sataşma ve kavga etme huyu ve
mayı gerektirecek bir rahatsızlık. S' bulantı ver alışkanlığı olan; kavgacı; sataşkan; huysuz,
mek, insanın içini, midesini bulandırmak; tiksin bulaşkanlık, -ğı [bulaş-kan-lık] is. 1. Bulaşkan olm a
dirmek. durumu. 2. Bulaşkan bir şeyin niteliği,
bular, [bu-lar {eT} {eAT} zm. Bun bulaşlamak, [bulaş-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(ı)-
yor] Başlamak. [DS]
lar. [EUTS] S bularunçün, {eAT} Bunlar için.|| bu-
larunla, {eAT} Bunlarla; bunlar ile. bulaşma, [bula-ş-ma] is. Bulaşmak eylemi,
bularca, [bu-lar-ca y i {eAT} zf. Bunlar kadar, bulaşm ak, [eT. bul-ğâ-ş-mak > bula-ş-m ak / y
g ç sz.f. [-ır] [eAT, -ur] 1. Bir şeyin üzerine
bularcılayın, [bu-lar-cılayın j - V {eAT} zf. Bunlar
bulaşıcı bir nesne sürülmüş, dökülmüş veya sıvaş
gibi.
mış olmak. 2. Kirlenmek. 3. (Bir hastalık m ikropla
bulaşıcı, [bula-ş-ıcı] sf. Bir kim seden başka birine
rı için) geçmek; yayılmak. 4. (Bir fikir, görüş için)
geçen; bulaşan. S bulaşıcı hastalık, Mikropların
etkilemek. 5. Kavga ve huzursuzluk çıkarmak için
başka kişilere bulaşması ile geçen hastalık.
birine sataşmak; musallat olmak; çatmak; sataş
bulaşıcılık, -ğı [bulaş-ıcı-lık] is. Bulaşıcı olm a du mak. {eAT} {ağız} (aym) [DS] 6. B ir rastlantı sonucu
rumu; bulaşıcı olan şeyin niteliği,
ya da istemeden bir olayın içinde yer almak; ka
bulaşık, -ğı [bulaş-mak > bulaş-ık] sf. 1. İstenmeyen rışmak; duçar olmak. {eAT} (aym) 7. {eAT} K arış
herhangi bir nesneye bulaşmış olan. 2. Bulaşan. 3. mak; fenalaşmak. 8. {eAT} M eşgul olm aya başla
mecaz. Kötü; yapışkan; kirli. 4. argo. (İnsan için) mak. 9. {eAT} Bulanmak; alûde olmak. 10. {ağızj
rahatsız eden, kavga çıkarmaktan hoşlanan; sata Başlamak. [DS] 11. {ağız} Bir işe istekle başlamak.
şan. {ağız} (aym) [DS] 5. argo. (Kişi için) yapışkan; [DS] 12. {ağız} Engel olmak. [DS]
sırnaşık; askıntı olan. 6 . {ağız} Sevimsiz. [DS] 7. is. bulaştırılma, [bulaş-tır-ıl-ma] is. Bulaştırılmak işi.
Yiyecek ve içecek konulup yendikten veya boşal
bulaştırılmak, [bulaş-tır-ıl-mak] edil f. [-ır] 1. B u
tıldıktan sonra henüz yıkanm am ış kap kacak cin
laştırma eylemi ve işi yapılmış olmak. 2. Bulaşmak
sinden mutfak eşyası. S bulaşık bezi, B ulaşık y ı
durum unda bırakılmış olmak,
karken ovalamada kullanılan bez. || bulaşık deniz,
bulaştırm a, [bulaş-tır-ma] iş. Bulaştırmak işi.
Mayın tehlikesi olan deniz.|| bulaşık deterjanı,
bulaştırmak, [bulaş-tır-mak] g ç l . f [-ır] 1. Bulaşma
Bulaşık kapları yıkam akta kullanılan özel temizlik
sını sağlamak. 2. Bulaşma özelliği olan bir şeyi bir
maddesi. || bulaşık eldiveni, B ulaşık yıkarken elle
başka nesnenin üzerine sürmek; sıvamak; kirlet
rin zarar görm emesi için giyilen özel eldiven.|| bu
mek. 3. Bir hastalık m ikrobunun başkasına geçme
laşık gemi, Tayfalarında y a da içindeki yolcula
sine yol açmak. 4. Düşüncesini, görüşünü başkala
rında bulaşıcı hastalık bulunan gemi. || bulaşık iş,
rını etkileyecek biçimde yaymak. 5. Birini bir işin
Doğru olmayan, yasalara uygun olmayan, yolsuz
veya olayın içine sokmak; karıştırmasını sağlamak,
if. || bulaşık kabı, İçinde bulaşıkların yıkandığı g e
bulatalık, -ğı [Slav, blato => bulata-lık] {ağız} is.
nişçe kap. || bulaşık makinesi, Bulaşığı kendi ken
Bataklık. [DS]
BUL ÖlülitTlIÜTI1İCES İM . 682
bulatm ak1, [bü (buğu) > bulâ-mak (buğulamak) > buldurki, [buldur-ki {eAT} sf. Geçen yılki.
bula-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] (Herhangi bir şeyi)
buldurm a, [bul-dur-ma] is. Buldurm ak işi.
tencere buğusunda pişirmek; buğulamak. [DLT]
[Clauson] buldurm ak, [bul-dur-mak] gçl. f. [-ur] 1. Bulmak
eylemini yaptırmak. 2. {eAT} A rayarak bulmak,
bulatm ak2, [bula-mak > bula-t-m ak 3^1 {eAT} {çı
bulduzm ak, [bul-mak > bul-dur-m ak > bul-duz-
ğız} g çl.f. [-ır] [eAT, -ur] Bulandırmak. [DS] mak] {eT} gçl. f. [-ur] Buldurmak. [DLT]
bulcaş, [Muğ. bolca-mak (sözleşmek) > bulcaş
bu’le, [Ar. bu'le ^Uj] {OsT} sf. Çok yiyen; obur.
{eAT} is. Vaat; söz.
bulfakir, [Ar. ebü’l-fakır (fakirin babası)
bulcum ak, [bulcu-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] Kendi
kendini teselli etmek; avunmak. [DS] {OsT} is. Yoksul; fakir,
bulcunm ak, [bulcu-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ur] bulgag, [bulğa-ğ] {eT} sf. Bulanık; bulanmış; karışık.
Kendi kendini teselli etmek; avunmak. [DS] [EUTS]
bulgak1, [bul-ğa-mak (karıştırmak) > bul-ğa-k] {eT}
bulcutm ak, [bulcu-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] Avut
sf. 1. İsyancı; kışkırtıcı; isyankâr. [ETY] 2. Karışık;
mak; vakit geçirtmek; eğlendirmek. [DS]
alt üst olmuş; düzensiz; intizamsız; karman çor-
buldok, -ğu [İng. bull (boğa) + dog (köpek)] is. zool.
man. [ETY] 3. is. Karışıklık; düzensizlik; kargaşa.
İri kafalı, alt çenesi daha uzun, buruşuk kafa derisi
[Clauson] 4. Düşm an saldırısı yüzünden halk ara
yanaklarından aşağı sarkan, kısa ve çarpık bacaklı
smda görülen kargaşa; bulanıklık; panik. [DLT]
güçlü bir tür köpek,
bulgak2, -ğı [? bulgak] {ağız} is. Başarı. [DS]
buldozer, [İng. bulldozer] is. Ön kısmında kürüme
ve kaldırma düzenekli büyükçe bıçağı bulunan, bulgalık, -ğı [bulğa-mak > bul-ğa-lık UJjj] {eAT} is.
toprak kazma, itme ve kaba tesviye işlerinde kulla Karışıklık.
nılan bir ağır iş makinesi. bulgalışmak, [bul-ğa-l-ış-mak] {eT} işteş, f. [-ur]
bulduk1, -ğu [bul-mak > bul-duk] {ağız} is. 1. Bulu Birbirine bulanmak; karışmak. [Üç İtigsizler]
nan çocuk. 2. Kimsesiz çocuk. 3. Kadının ilk koca bulgam a, [bul-ğâ-ma] (bulğa;ma) {eT} is. Yağsız ve
sından olan ve ikinci kocasının yanma götürdüğü şekersiz bulamaç; lapa. [DLT]
çocuk. 4. Üvey çocuk. S. Piç. [DS] bulgam ak1, [bol-mak > bol-ğa-mak] {ağız} g ç sz.f. [-
bulduk2, -ğu [? bulduk] {ağız} is. Çömlek. [DS] r] [-g(u)-yor] Çok olgunlaşmak. [DS]
buldukm ak, [bul-duk-mak / bul-tuk-mak] {eT} edil. bulgam ak2, [bul-ğa-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1. Karış
f. [-ar] Bulunmak. [DLT] tırmak; bulaştırmak; bulamak. 2. Bulandırmak. 3.
bulduktı, [bul-duk-tı] {eT} sf. Bulunmuş; buluntu. Düzeni bozmak; karışıklık çıkartmak; kışkırtmak;
[DLT] 5 1 bulduktı nen, {eT} Bulunmuş eşya; bu bozmak; karıştırmak. [ETY] [EUTS] 4. Öfkelendir
luntu mal. [DLT] mek. [DLT] 5. Can sıkmak. [DLT] 6. gçsz. f. Kusa
buldum cuk, -ğu [bul-du-m-cuk] is. 1. ("O lm a k" cak gibi olmak; kusayazmak. 7. Bulanmak; karm a
yardımcı fiili ile) çok arzu ettiği bir şeyi elde edin karışık olmak. [EUTS]
ce düşülen çok sevinmeli durum. 2. {ağız} Şirin. bulganç, [bul-ğâ-mak > bul-ğa-nç] {eT} is. Karışık;
[DS] S buldum cuk delisi, {ağız} Ne oldum delisi; düzensiz. [ETY]
umduğundan fa zla şey bulmaktan şaşkın. [DS]|| bulganguk, [bulğâ-mak > bulğâ-n-uk / bulğâ-n-uk /
buldum cuk olmak, {ağız} 1. Ne olduğunu bileme
bulğayuk] {eT} sf. Bulanık. [DLT] [KB] [Clauson]
mek; şaşırmak; görm em işlik yapmak. 2. Yiten, unu
bulganm ak, [bul-ğâ-mak > bul-ğa-n-mak] {eT}
tulan şey birden akla gelmek. [DS]
dönşl. f. [-ur] 1. Bulaşık olmak; bulanmak; karış
buldum , [Kençek. buldum] {eT} is. İçerisine; üzüm
mak. [DLT] [EUTS] 2. Kızmak; öfkelenmek. [DLT]
konulm uş höşmerim. [DLT]
3. Yanılmak. [EUTS]
buldur1, [buld (yans.) > buld-ur] {eT} is. Gür akan su
bulganuk, [bul-ğa-n-uk] {eT} sf. Bulanık. [KB]
sesini anlatan yansımalı gövde. S buldur bucak,
bulganyuk, [bul-ğâ-n-uk / bulğayuk] {eT} sf. Karışık;
Yıkık dökük; harap.\\ buldur buldur, 1. {eAT} Tane
tane; dam la damla; boncuk boncuk. 2. {eT} Güldür bulanık. [EUTS]
güldür. [DLT]|| buldur buldur etmek, {eT} Güldür Bulgar, [eT. bulğa-m ak (karıştırmak) > bulğa-r] is.
güldür etmek. [DLT] 1. Bugün Kazan Türkleri olarak adlandırılan İdil
(Volga) havzasında yaşayan bir Türk boyunun
buldur2, [bir+yıl-dır / bu+ıl-dır {eAT} {ağız} zf.
geçmişteki adı. 2. Slavların güney kolundan olup
Geçen yıl. [DS] bugünkü Bulgaristan’da yaşayan halk. 3. sf. Bulga
bulduratm ak, [bul-dur-a-d-mak > budura-t-mak] ristan’la ilgili, B ulgaristan’a özgü.
{eAT} g ç l.f. [-ur] (Bina için) baştan sona aramak, bulgari1, [bul-ğa-rı / bulgar + Ar. -1 lJjUL] {eAT} is.
buldurkı, [buldur-kı ^jjJL] {eAT} sf. Geçen yılki. Sahtiyan.
ÖlIHllCî Sili. 693 BUL
b u lg ari2, [bulgari / bulgarna] {ağız} -*■ bulgari. [DS] b u lg u rcu , [bulgur-cu] is. Bulgur yapan ve satan kim
bu lg ari3, [bulğar + Ar. -î] (bulga.ri:) is. müz. Volga se.
boylarında Bolkar dağlarına göç eden Türklerin b u lg u rcu k , -ğu [bulgur-cuk] is. 1. {ağız} Küçük bul
getirmiş olduğu ve hâlen Toroslarla Kayseri dolay gur. [DS] 2. Küçük taneler biçiminde yağan kar.
larında çalınan bağlam a ailesinden curaya benzer {ağız} (aym) [DS] 3. Küçük dolu tanesi, {ağız} (aym)
dört telli bir çalgı, [DS] 4. gök b. Güneş yüzeyinde teleskopla seçilebi
b u lg arin a, [bulgari + İt. -ino] (bulga ’rino) {ağız} is. len küçük dairesel parçacıklar. 5. {ağız} Küçük k u
Üç telli uzun saplı bir tür bağlama. [DS] zu dişi. [DS]
b u lg arn a, [bulgari + İt. -ino > bulgarna] {ağız} -*■ b u lg u rcu lu k , -ğu [bulgur-cu-luk] is. Bulgur yapma
bulgarina [DS] ve satma işi.
bulgaş, [bulğâ-ş-mak > bulğâ-ş] {eT} is.. Düşman b u lg u rlam a, [bulgur-la-ma] is. 1. Bulgur taneleri
saldırısı yüzünden halk arasmda görülen kargaşa. gibi .küçük parçalara ayırma. 2. {ağız} Evlerin tava
[DLT] nına konulan sulu çamur. [DS]
bulgaşm ak, [bulgâ-mak > bulğa-ş-mak] {eT} işteş, f. b u lg u rla n m a , [bulgur-la-n-ma] is. 1. Bulgur taneleri
[-ur] 1. Topluca bulunmak; toplu halde mevcut gibi küçük parçalara ayrılma. 2. gök b. Güneş y ü
olmak. [EUTS] 2. Karışmak. [KB] zeyindeki küçük taneciklerin kaynaşm ası olayı,
bulgaşu, [bulğâ-ş-mak > bulğâ-ş-u] {eT} sf. Gürültü b u lg u rla n m ak , [bulgur-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
lü; patırtılı. [EUTS] ır] Karıncalanmak; uyuşmak. [DS]
bulğayuk, [bulgâ-mak > bulğâ-n-uk / bul-ğâ-yuk / b u lg u rlu , [bulgur-lu] sf. İçinde bulgur bulunan, S 1
bul-ğâ-k] {eT} sf. Bulanık. [DLT] b u lg u rlu köfte, K öfte malzemesi içine bulgur ko
bulgu, [bul-gu] is. 1. Var olmasına rağm en henüz nularak yapılan yemek.
bilinmeyen bir şeyi bulup ortaya çıkarma işi ve bu b u lg u rlu k , -ğu [bulgur-luk] sf. 1. (Buğday için)
işin sonunda elde edilen şey; keşif; icat; {ağız} (ay bulgur yapmaya elverişli olan. 2. is. Bulgur konu
nı), (1942). [DS] 2. Bİr araştırma ve inceleme veri lan kap veya yer. 3. {ağız} Bulgur yapılan yer. [DS]
lerinin değerlendirilm esinden çıkan sonuç. 3. tıp. bulgusal, [bul-gu-sal] sf. 1. Bulguyla ilgili. 2. B ul
Hastalığın ne olduğunun anlaşılmasına, teşhisine guya ilişkin. S b ulgusal yöntem , eğit. Öğretilmek
yarayan belirtiler; araz; semptom. 4. {ağız} Anlayış. istenen şeyi öğrencilerin kendilerinin araştırarak
[DS] 5. {ağız} İlham. [DS] 6. Vicdan, (1935). bulmalarını sağlayan öğretim yöntemi.
bulgulam a, [bul-gu-la-ma] is. 1. Bulgulamak işi. 2. b u lh ak , [bul-ğa-mak > bul-ğa-k / bulhak] {eT} sf.
fel. Yeni olayları ve bilgileri bulm a yöntem i ve öğ Bulanık; bulanmış; bulanma; karışık. [EUTS]
retisi.
b ulın, [eT. bulın {eAT} is. -*■ bulun.
bulgulam ak, [bul-gu-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor]
1. Araştırm a ve inceleme sonucunda bir şeyi ortaya b u lın m ak , [bul-ın-mak] {eAT} gçsz. f. [-ur] 1. O l
koymak; bulmak; keşfetmek. 2. fel. Yeni olayları mak. 2. Bulunmak. 3. Kavuşmak.
ve bilgileri bulmak, b u lışm a k 1, [bul-ış-mak] {eAT} işteş, f. [-ur] 1. Bir
bulguna, [Ar. malğüne => balğunâ / bulğunâ] (bul araya gelmek. 2. Karşılaşmak. 3. Kavuşmak.
guna:) {eT} is. Develerin yediği ılgına benzer, kır b u lışm ak 2, [bul-ış-mak] {eAT} g çsz.f. [-ur] 1. B irisi
mızı ve gevrek bir ağaç. [DLT] ne gelmek. 2. Birinin huzuruna yetişmek,
bulgur, [burk-mak > burk-ul > bulgur / Far. bulğür] bulıt, [bü (buhar) > bü-l-ıt / bulut] {eT} is. Bulut.
is. 1. Kaynatılıp kurutulduktan sonra kabuğu alına [DLT] [EUTS] [ETY] [Gabain] [Yüknekî] [KB]
rak kırılmış buğday. 2. Sert ve ufak taneler halinde bulıtçu lay u , [bulıt-ça + u-lâ-yu] {eT} sf. Buluta ben
yağan kar; ebe bulguru, fi1 b u lg u r b u lg u r, Bulgur zer; bulut gibi. [EUTS]
tanesini andırır şekilde. || b u lg u r ço rb ası, İnce bul b u lıtla n m a k , [bulıt-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] B u
gur ile yapılan yoğurtlu çorba. || b u lg u r düzeni, lutlanmak. [DLT]
{ağız} Önemsiz; değersiz; şöyle böyle. [DS]|| b u lg u r bulıtlıg, [bulıt-lığ] {eT} sf. Bulutlu. [ETY]
köftesi, Bulgurla yoğrulm uş kıymadan yapılan köf bulıtsız, [bulıt-sız] {eT} sf. Bulutsuz. [Clauson]
teler yum urtaya batırılıp kızartıldıktan sonra salça- b uli, [Yun. puli] {ağız} is. 1. Kuş. 2. Civciv. 3. K uş
lı suda haşlanarak yapılan bir yemek. || b u lg u r p i çuk. [DS]
lavı, Kavrulmuş soğan ve iri taneli bulgur ile ya p ı b ulk, [bılg / bılh / bılk / bulk / bülk / bülg (yans.)] is.
lan pilav.\\ b u lg u r unu , {ağız} Yeni öğütülmüş bul Mayalanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu
gurun elenmesi sırasında alta gecen ince tozları. bırakm a gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi,
[DS]
dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] bulk bulk et
bulgurca, [bulgur-ca] {ağız} is. Buğday, fasulye, no mek, bulk-a-mak, bulk-a-k. ö 5 b u lk b u lk etm ek,
hut, mısırın suda haşlanması ile yapılan çerez. [DS] {ağız} Sallanmak; oynamak; bılk bılk etmek. [DS]
BUL İ M T İİR S O M . 694
bulka, [bulk (yans.) > bulk-a] {ağız} is. Ayran yapı 16. Elinde olmayan sebeplerle olması gerekmeyen
m ında kullanılan küp; yayık. [DS] bir ortamda ya da durumda olmak. S bula bula
bulkak', [bul-ğâ-mak > bul-ğa-k / bul-ka-k] {eT} sf. bunu (şunu, onu, beni, seni, bizi, sizi, onları) bul
Bulanık; bulanmış; karışık. [EUTS] mak, 1. Var olan şeylerin içinden en değersizini
bulkak2, -ğı [bulk (yans.) > bulk-a-k] {ağız} sf. (Sebze (en güçsüzünü, en dertlisini, en az ilgili olanını)
ve meyve için) olgunluktan yumuşamış; sulanmış; seçmek. 2. K ötü rastlantıya çatmak. || buldukça
erimiş; zedelenmiş. [DS] bunamak, Başkalarının bir türlü elde edemediği
bulkam ak1, [bul-ka-mak / bul-ğâ-mak] {eT} gçsz. f. şeyleri elde ettikçe daha çoğunu elde etme hırsında
[-r] 1. Bulanmak; karm akarışık olmak. [EUTS] 2. olmak. || Buldun bal alacak çiçeği, Tam yararlanı
g ç l . f Bozmak; karıştırmak. [EUTS] [Gabain] lacak kişiyi, y a da nesneyi ele geçiren kimseye söy
bulkam ak2, [bulk (yans.) > bulk-a-mak] {ağız} gçsz. f. lenen söz. || bulup buluşturmak, H er türlü çareye
[-r [-k(u)-yor] 1. (Meyve, sebze için) olgunluktan baş vurarak sağlamak]] bulup buşurm ak, {ağız}
H er türlü çareye baş vurarak elde etmek; bulup
yumuşamak; sulanmak; erimek; zedelenmek. 2 .
buluşturmak. [DS]|| bulup da bursalamak, {ağız}
(Y ara için) iltihaplanmak. [DS]
-*• bulup da bulsuramak. [DS] || bulup da bulsura-
bulkanm ak, [bul-ka-n-mak] {eT} edil. f. [-ur] 1.
mak, {ağız} Elde ettiğini y a da emeksizce sahip ol
Bulanmak; karışmak. [EUTS] 2. dönşl. f Yanılmak.
ma durumunda kaldığı bir şeyi beğenmemek. [DS]
[EUTS]
bulkum ak, [bul-kü-mak] {eT} g ç l . f [-r] Yerine ge bulm ış, [bul-mış] {eT} sf. Bulunmuş. [DLT]
tirmek; yapmak; icra etmek. [EUTS] bulnam ak, [bulun (tutsak) > bul(u)n-a-mak] {eT}
bulkttmek, [bulk (yans.) > bulk-ü-mek] {ağız} gçsz. f gçl. f. [-r] Tutsak etmek; yakalamak; tutsak almak.
[DLT] [ETY] [KB]
[-r] 1. Ekşimek. 2. (Mide için) gaz yapmak. [DS]
bulnatmak, [bul(u)na-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Esir
bullak, -ğı [bul-la-k] {ağız} sf. 1. H er tarafı sallanan.
ettirmek. [DLT]
2. is. Kalaycı çırağı. [DS]
bulnukm ak, [bul(a)n-uk-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
bullamak, [bul-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(u)-yor]
Bulanmak; karışmak. [KB]
Sallamak. [DS]
bulsuramak, [bul-sıra-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-r(u)-
bullanmak, [bul-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Sal
yor] 1. Çok harcamak. 2. Az bulmak; azımsamak.
lanmak. [DS]
3. Beğenmemek. [DS]
bullıtçulayu, [bu(l)lıt-ça + u-lâ-yu] {eT} sf. Bulut gi
bultukmak, [bul-duk-mak / bul-tuk-mak] {eT} ed il.f.
bi. [Gabain]
[-ur] Bulunmak. [Üç İtigsizler] [Gabain] [EUTS]
bulm a, [bul-ma] is. Bulmak eylemi,
bulturmak, [bul-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Buldur
bulmaca, [bul-maca] is. Değişik biçimlerde, verilen
mak; buldurtmak. [EUTS] [Gabain]
ipuçları ya da tanımlardan uygun kelime, sayı vb.
bulucu, [bul-ucu] is. 1. Bir şeyi bulan, bir buluş
şeyleri bularak yerine yazmak için hazırlanmış
yapan kimse; kâşif. 2. Zararlı gazları, radyoaktif
oyun; bilmece,
maddeleri, m anyetik dalgaları, mayınları bulmaya
bulmaç, -cı [bul-maç] {ağız} is. Yitik. [DS]
yarayan alet; detektör.
bulm aduk, [bul-ma-duk] {eT} s f Bulunmamış. [DLT]
buluç, [Far. pulüc / Ar. bulııc ? £ jV | {eAT} {ağız}
bulmak, [eT. bul-mak] gçl. f [-ur] 1. Arama sonu
cunda aranan şeyi elde etmek; görmek; karşılaş is. Erkekliği tam olmayan veya hiç olmayan erkek.
m ak. {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] [Üç [DS]
İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [Tekin] 2. Rastlantı so buludi, [bulut + Ar. -ı (buludi:) {ağız} sf. (Ü-
nucu ele geçirmek; görmek. {eT} (aym) 3. Kaybol züm için) kızıla çalan mor. [DS]
m uş bir şeyi, bir kimseyi tekrar ele geçirmek. 4. O buludu, [bulut + Ar. -I] {ağız} sf. -» buludi. [DS]
zam ana kadar kimsenin bilmediği, henüz yapama buluğ, [Ar. bulûğ (erişme)] {OsT} is. -*■ büluğ. ö bu-
dığı yeni bir şey yapmak; icat etmek. 5. Var olma lüğ-i kemâl, M anevî olgunluk.
sına rağmen kimsenin görmediği bir yeri veya bir
bululamak, [bulu-la-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1. Karış
şeyi ortaya çıkarmak; keşfetmek. 6 . Ulaşmak; var
tırmak. [Gabain] 2. Karışmak; karm akarışık olmak.
mak; erişmek; değmek; iletişim kurmak, {ağız} (ay [EUTS]
nı) [DS] 7. Sağlamak; temin etmek; edinmek. {eT}
bululmak, [bul-ul-mak / bul-un-mak] {eT} edil. f. [-
(aym) [İKPÖy.] 8. Bir görüşe ve kanaate varmak;
ur] 1. Bulunmak. [Üç İtigsizler] [KB] 2. Elde edil
(öyle) olduğunu düşünmek. {eT} (aym) [İKPÖy.] 9.
mek. [EUTS] 3. Erişilmek. [EUTS]
D eğişik bir durumda görmek. 10. B ir kusuru, suçu
bulun, [bul-mak (elde etmek) > bul-un] {eT} is. Esir;
yüklemek. 11. M atematik işlemlerinde sonuca ulaş
tutsak; tutuklu. [EUTS] [DLT] [Gabain] [KB] S bu
m ak; çözmek. 12. Kullanmak; yararlanmak. 13.
lun kılmak, {eT} Tutsak etmek; esir etmek.
U ğramak. 14. Hatırlamak; çıkarmak; anımsamak.
bulunak, -ğı [bul-un-ak] {ağız} sf. Çok bulunan. [DS]
15. Beklenmedik bir şekilde karşı karşıya gelmek.
g rf ftııiiff M .M s BUL
bulunç, [bul-unç] {eT} is. 1. Bulunma; elde edilme. buluşatlı, [buluşat-lı] {ağız} sf. Buluş yeteneğine sa
[EUTS] 2. Kazanç; kâr. [Gabain] 3. {yeni} Vicdan, hip olan; akıllı. [DS]
bulunçsuz, [bul-mak (bulmak; edinmek) > bul-(u)nç- buluşma, [bul-uş-ma] is. 1. Buluşm ak eylemi. 2. A y
suz] {eT} sf. 1. Bulunmayan; bulunmaz. [İKPÖy.] nı görüş veya duyguya varma. 0 buluşma nokta
[Gabain] 2. Erişilmeyen. [EUTS] 3. Kazançsız. [E- sı, as. Bir birliğin muharebe esnasında sorumluluk
UTS] alanının bittiği, diğer birliğin sorumluluğunun baş
bulundurma, [bul-un-dur-ma] is. Bulundurm ak işi. ladığı ye r.|| buluşma yeri, Buluşm ak üzere karar
bulundurmak, [bul-un-dur-mak] gçl. f. [-ur] 1. Bir laştırılan yer.
şeyin hazır durmasını, elde var olmasını sağlamak. buluşmak, [bul-mak > bul-uş-m ak işteş, f. [-
2. Yanından eksik etmemek,
ur] 1 . Önceden kararlaştırılmış bir yerde bir araya
bulundurulmak, [bul-un-dur-ul-mak] edil. f. [-ur]
gelmek; birbirini bulmak. {eT} (aym) [Gabain] [DLT]
Bulunması sağlanmak; elde tutulmak.
2. Uzun bir ayrılıktan sonra birbirini görmek, birbi
bulung1, [bu-l-(u)n] (bulun) {eT} is. 1. Köşe; açı.
rine kavuşmak. 3. Aynı görüşe varmak; aynı duy
[İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Tekin] [ETY] [EUTS] [DLT]
guyu paylaşmak. 4. (Yol, kanal vb. için) bir yerde,
2. Dört yönden her biri; yön; taraf. [Üç İtigsizler]
bir noktada kesişmek. 5. {eAT} Karşılaşmak; rast
[İKPÖy.] [ETY] 3. Bucak; dört ara yönler. [Gabain]
[Tekin]] [ETY] [EUTS] 4. Ölçü; miktar. [EUTS] laşmak.
bulung2, [bülun] (bu:lufi) {eT} is. Bir tür ilaç. [EUTS] buluşturma, [bul-uş-tur-ma] is. Buluşturm ak eylemi,
bulunma, [bul-un-ma] is. Bulunm ak işi. 0 bulunma buluşturmak, [bul-uş-tur-mak] g ç l.f. [-ur] 1. B irbi
durumu, dbl. Fiilin belirttiği edimin gerçekleştiği rini görmek, bulm ak isteyen kişilerin bir araya
yeri gösteren ismin hâli; kalma durumu; lokatif; - gelmesini sağlamak. 2. Bir araya getirmek. 3. (G e
de hali. rekli olan para için) zorlukla sağlamak.
bulunmak, [bul-un-mak] edil. f. [-ur] 1. Arama buluşuk, -ğu [bur-uş-uk > bul-uş-uk {OsT} sf.
sonucu veya rastlantı olarak elde edilmek. {eT} (ay Buruşuk.
nı) [EUTS] [Gabain] [Yüknekî] [DLT] 2. Ortaya çıka buluşulma, [bul-uş-ul-ma] is. Buluşulm ak eylemi,
rılmak, keşfedilmek. 3. İcat edilmek. 4. Kanaate
buluşulmak, [bul-uş-ul-mak] edil, f [-ur] Buluşmak
varılmak. 5. Sağlanmak, tem in edilmek. 6. dönşl.
eylemi yapılmak,
(Bir yerde) olmak. 7. gçsz. f. (Yardımcı fiil) her
bulut, [eT. bü (buhar) > bü-l-ıt > bülut] is. 1. Hava
hangi bir durumda olmak,
nın üst katlarında, katı veya sıvı su damlacıklarının
bulunmaz, [bul-un-maz] sf. 1. Eşine ve benzerine
meydana getirdiği küme. {eT} [Gabain] [DLT] [E-
rastlanmayan; eşsiz; benzersiz. 2. Çok az görülen;
UTS] 3. Görüş alanım daraltan havada asılı her tür
ender. 0 bulunm az Hint kumaşı, Çok az rastla
lü küme. 4. mecaz. Tehlike belirtisi ve karamsarlık
nıldığı için çok değerli olduğu sanılan şey.
verici durum. 5. argo. sf. Çok sarhoş. 0 bulut ça
buluntı, [bul-un-tı ^ 3 )^] {eAT} is. Biri tarafından lığı, {ağız} Sıcak ve yarı bulutlu havanın etkisi ile
bulunan ve başka birisine ait olan nesne; buluntu, yeterince gelişememiş buğday tanesi; kavruk ekin.
buluntu, [bul-un-tu] is. 1. A sıl sahibi başkası olduğu [DS]|| bulut geçeği, {ağız} K ısa süren yağmur. [DS]||
halde, kaybettiği için bir başkası tarafından bulu bulut geçkini, {ağız} K ısa süreli yağmur. [DS]|| bu
nup kullanılan eşya. 2. arkeo. K azılar sonucunda lut gibi, 1. (Sinek, böcek vb. uçuşan hayvanlar i-
çıkarılan geçmiş devirlere ait eşya. 3. Sokakta bu çin) yoğun, çok. 2. argo. Çok sarhoş.|| bulut ke
lunarak evlatlık edinilen çocuk, silmek, Çok sarhoş olmak. || buluttan nem kap
buluş, [bul-uş] is. 1. Bulm ak işi veya biçimi. 2. İnsan mak, Çok alınganlık etmek; olur olmaz şeylere bir
yeteneklerinin sınırları içinde ilk defa yeni bir şey anlam vererek şüphelenmek.|| bulutunu vermek,
yapıp ortaya koyma; icat. 3. Bilinen bilgilerden argo. Çok sarhoş olmak.|| bulut vurgunu, {ağız}
yararlanarak, daha önceden bilinm eyen yeni bilgi Sıcakların etkisi ile zamanından önce sararmış e-
lere ulaşma ve yeni bir metot geliştirme. 4. ed. Bir kin. [DS]
sanat eserinde başkalanndan ayrı bir biçim, düşün bulutlandırm ak, [bulut-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır]
ce ve anlatım sergileyebilme. 5. {eT} is. Kişinin Bulutlanm asına yol açmak; bulutlu hâle getirmek,
yaptığı işten elde ettiği kazanç; kâr. [DLT] 0 buluş bulutlanma, [bulut-la-n-ma] is. Bulutlanmak eylemi,
hakkı, huk. D aha önceden kimsenin bilmediği bir
bulutlanmak, [bulut-la-n-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Bu
alet yapan, yararlı bir maddeyi birleştirme yoluyla
lutla kaplanmak, örtülmek. 2 . mecaz. İyi göreme
elde eden birine devletçe tanınan bu buluşunu kul
mek.
lanma ve satm a hakkı.
bulutlu, [bulut-lu] sf. 1. Bulutla kaplanm ış olan. 2.
buluşak, -ğı [bul-uş-ak] {ağız} is. Buluşma yeri. [DS]
(Zihin için) bulanık, karışık. 3. Açık seçik görüle
buluşat, [buluş + Ar. -ât (buluşa: t) is. B uluş meyen. 4. (M ücevher için) saydamlığı eşit dağı
lar. lımda olmayan.
BUL İ M I R M il . »93
bulutluluk, -ğu [bulut-lu-luk] is. meteo. G ökyüzü bumehin, [Far. bumehın (bu:mehi:n) {OsT} is.
nün sıfır ile sekiz oranlı derece arasında değişen
-*• bumehen.
bulutla kaplı olma durumu,
bumerang, [Avust. yer. d. > İng. boomerang] is. A-
bulutsu, [bulut-su] sf. 1. Buluta benzeyen; bulutu
vustralya yerlilerinin kullandığı, fırlatıldığında geri
andıran. 2. is. gök b. fız. Uzaydaki düşük yoğunluk
dönüp gelen, kıvrık bir daldan yapılmış özel b ir av
ta toz ve gaz karışım ından meydana gelen kütle;
silahı.
nebülöz. S bulutsu kümesi, B ir yere yığılm ış olan
çok sayıda bulutsudan meydana gelen küme. bum hen, [Far. bümhen (bu:mhen) {OsT} is. -►
bulutsuz, [bulut-suz] sf. (Gökyüzü için) hiç bulut bumehen.
bulunm ayan, açık, bumlama, [bum-la-ma] is. Bum lam ak işi.
bulvar, [Fr. boullevard] (-1- ince söylenir) is. Şehir bumlamak, [bum (yans.) > bum-la-mak] gçsz. f. [-r]
içi ulaşımı sağlayan etrafı ağaçlı geniş yol. Otomobil lastiklerinin kusurlu takılması, ya da yol
b um 1, [bum (yans.)] is. Güçlü ve derin bir gürültüyü şartlarından dolayı güm leyerek patlaması,
yansıtan kök. [Zülfıkar] bumruk, -ğu [bur-mak > bur-m uk > bumruk] {ağızj
bum 2, [Çoç. d. bum] {ağız} is. Su. [DS] is. Çimdik. [DS]
bum 3, [İng. boom] is. 1. Bir malı piyasaya sürmek bum uz, [eT. mun / bun > bun-uz > bumuz] {ağız} is.
için girişilen büyük reklam faaliyeti. 2. Borsada 1. Üzüntü; keder. 2. sf. Utangaç. 3. Sefil. [DS]
yapm acık fiyat artışı. 3. Ekonomik refah veya bir bum uzlanm ak, [bumuz-la-n-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır]
işletmenin ani gelişimi. Kederlenmek; üzülmek. [DS]
bum 4, [Ar. büm p j (bu:m) {OsTj is. Baykuş, fi1 bumuzlu, [bumuz-lu] {ağız} is. Kederli; üzüntülü.
[DS]
büm-i musibet, {OsT} Felaket getiren baykuş.
b u n 1, [Çin. pen / Sansk. bün /Far bun] {eT} is. 1.
bum 5, [Far. büm p j (bu:m) {OsT} is. 1. Yer; yurt; ül Asıl. [Üç İtigsizler] 2. Zemin, yer; esas; temel;
ke; toprak. 2. Sürülmemiş tarla. 3. Yaradılış; huy; [EUTS] [Gabain]
tabiat. bun2, [eT. mün / mun / mın > mun > bun] is. 1.
buma, [Yun. pöma (kaypak, yassı yuvarlak taş)] is. Sıkıntı, gam, kasavet. 2. Şiddetli ihtiyaç; zaruret. 3.
1. Üzüm küfesinin kapağı. 2. Tahtadan yemek tası, Bela; musibet.
bumba, [İt. bumba / boma] (bu'mba) is. dnz. 1. Yan bun3, [Far. bıın o jJ (bu:n) {OsTj sf. 1. Kolay. 2. is.
yelkenlerin alt kenarının bağlandığı, yük alıp ver
Dip. 3. Nihayet; son. 4. Temizlenm iş koyun bağır
m ede kullanılan hareketli kalas; dikme; seren. 2 .
sağı. 5. anat. Döl yolu; rahim,
Liman ağzındaki engel.
buna, [eT. bu-n-ğâ / buna > bu-n-a] zm. “Bu” işaret
bumbar, [Far. mubâr / mum bâr / bumbar j L p J is. 1. zamirinin yaklaşma (yönelme) hâli. S buna bina
Küçük ve büyükbaş hayvanların kalın bağırsağı. 2. en, {OsT} (Belirtilen, sözü edilen) şeye dayanarak.||
B u bağırsağa, ciğer, soğan, pirinç ve baharat doldu buna mebni, {OsT} (Belirtilen, sözü edilen) şeye
rularak yapılan bir çeşit dolma. 3. Kapı ve pencere dayanarak.\\ buna değdi, buna değmedi diyerek,
aralıklarına, soğuktan korunmak için geçirilen içi Önceden beğenmediği şeyleri sonradan çeşitli ne
pam uk veya kıtık doldurulmuş bez şerit, denlerle seçm ek zorunda kalarak.\\ buna mukabil,
bumbarlık, -ğı [bumbar-lık] is. Bumbar yemeği (Belirtilen şeye) karşılık olarak.
yapm ak için hazırlanan iç. bunak, -ğı [eT. mün > bun > bun (sıkıntı) > bun-a-
bumbulanık, [bu(m)-bu/lanık] (b u ’mbulamk) pekşt. mak > bun-a-k] sf. 1. (Kişi için) bunamış olan;
sf. Dibi görünm eyecek kadar bulanık; çok bulanık, ateh. 2. is. Bunamış kimse; matuh,
bumbur, [Yun. bumburas] {ağız} is. zool. Domuzlan bunakça, [bunak-ça] sf. 1. Bunağa benzer, biraz bu
böceği; bok böceği. [DS] nak. 2. (buna ’kça) zf. Bunağa yakışır şekilde,
bumburuş, [bu(m)-bu/ruş] (b u ’mburuş) pekşt. sf. bunaklık, -ğı [bunak-lık] is. Bunak olm a durumu,
Ç ok kötü bir şekilde buruşmuş, bunalgın, [bıın-al-mak > bun-al-gın] {ağız} s f (Hava
bumburuşuk, -ğu [bu(m)-bu/ruşuk] (bu ’mburuşuk) için) sıkıntılı ve sıcak. [DS]
pekşt. sf. Çok kötü bir şekilde buruşmuş, bunalık, -ğı [bunal-mak > bunal-ık] {ağız} sf. 1. Bu
bumbuz, [bu(m)-bu/z] (bu'mbuz) {ağız} pekşt. sf. nalm ış durumda olan. 2. (Hava için) sıcak ve sıkın
Ç ok soğuk; buzlu. [DS] tı veren. [DS]
bume, [Far. büme «j*] (bu:me) {OsT} is. zool. Bay bunalım , [bunal-mak > bunal-ım] is. 1. Yolunda gi
kuş. den bir süreçte ani olarak beliren aykırılık; bunluk;
sıkıntı; kriz; buhran. 2. Tehlike doğurabilecek de
bumehen, [Far. bümehen j^»^] (bıı. mehen) {OsT} is.
recedeki gerginlik. 3. tıp. B ir hastalıkta görülen ani
1. Y er sarsıntısı; deprem. 2. Koyun bağırsağı. ve olum suz gelişme. 4. tıp. Üst karın bölgesinde
BUN
sıkıntı ile beliren ve solunum güçlüğü doğuran bir bunbur, [Yun. bumburas => bunbur {eATj is.
genel rahatsızlık. 5. Toplumun büyük ölçüde satın
Domuzlan böceği; bok böceği,
alma gücünün düşmesi, çalışm a gücünün azalması
bunburiya, [Yun. boumbulia (art)] {ağızj is. K ele
gibi sebeplerle ortaya çıkan ekonomik sıkıntı. 6.
bek. [DS]
psikol. İnsanın içinde bulunduğu problem ler» bir
bunca, [eT. bu-nça (bu zamirinin eşitlik hali) > bun
çözüm ve çıkar yol bulam am ası sonucunda içine
düştüğü iç sıkıntısı ve ruhsal gerginlik, fi1 bunalım ca 4 ^j] (b u ’nca) sf. 1. (Çokluk anlatırken) bu ka
geçirmek, Herhangi bir sebeple ortaya çıkan bu dar; bu denli; birçok. 2. Oldukça çok ve büyük
nalımı yaşamak.\\ bunalıma düşmek, psikol. R uhî miktarda; epeyce. 3. Böyle; böylesi. {eATj (aym) ö
sıkıntı ve gerginlik içine girmek. buncadan berü, {eAT} Şu kadar zamandır; bu ka
bunalımlı, [bun-al-ım-lı] sf. 1. Ruhsal gerginlik ve dar zam andan beri.|.| bunca dürlü, {eATj B u kadar;
recek sorun ve sıkıntı içinde bulunan. 2. (Dönem çeşit çeşit; türlü türlü.
vb. için) tehlikeli boyutlara ulaşan gerilimli. 3. Bu buncacık, -ğı [bunca-cık] (buncacık) sf. 1. Bu kadar
nalım meydana getiren, az. 2. Bu kadar küçük. 3. Çok az. 4. (Sevgi ifadesi
bunalış, [bun-al-ış] is. Bunalm ak durumu veya biçi olarak) küçük çocuk,
mi. buncağız, [bu-n-cuğaz > bu-n-cağız y j- y ] {eAT} zf.
bunalma, [bun-al-ma] is. Bunalm ak eylemi, Bu kadar.
bunalmak, [eT. mun / bun (sıkıntı) > bun-al-mak] buncağız, [eT. bu-n-cuğaz > bu-n-cağız] (bu ncağız)
dönşl. f. [-ır] 1. Soluk alıp verm ekte güçlük çek is. 1. "Bu zavallıcık” anlamında acıma duygusu
mek. 2. psikol. İç sıkıntısına düşmek; çok tedirgin ifade eder. 2. {ağızj sf. Küçük; az; hafif; kısa. [DS]
olmak. 3. Para sıkıntısı çekmek; darda kalmak; {a- buncak, -ğı [bu-n-cak J l i ^ ] {eATj {ağız} zf. Bu
ğızj (aym). [DS] 4. {ağızj Usanmak; yorulmak. [DS]
kadar. [DS]
bunalsalık, -ğı [bunal-sa-lık] /ağızj is. Sıkıntı; darlık.
![DS] buncalar, [bu-n-ca-lar ) ,{eAT} zm. Birçokları;
bunaltı, [bun-al-tı] is. Ortalıkta belirli bir sebep birçok kimse,
yokken duyulan gelip geçici iç sıkıntısı ve kaygı; buncaz, [bu-n-cağız > buncâz] (bunca;z) {ağız} zf.
bunalma. Bu kadarcık; bu kadar az. [DS]
bunaltıcı, [bun-al-t-ıcı] sf. 1. Soluk alıp vermeyi buncılayın, [eT. mu-n-çülaym > bm-n-cilaym y
güçleştirici; boğucu. 2. Tedirginliğe sebep olacak il {eATj zf. Bunun gibi; böyle.
yoğun bir baskı oluşturan; sıkıcı.
buncukmak, [bun-cuk-mak] {ağızj gçsz. f. [-ur]
bunaltüma, [bun-al-t-ıl-ma] is. Bunaltılmak eylemi,
Sabrı tükenmek; bunalmak; sıkılmak. [DS]
bunaltılmak, [bun-al-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] Bunalt
bunça, [bu + ançâ / munçâ] .{eTj zf. Bu kadar; bunca;
mak eylemi yapılmak; bunalm asına sebep olun
:bu kadar (çok). [Tekin] [ETY]
mak.
bunçıilayu, [bunçâ + u-lâ-yu] {eT} zf. -*• munçulayu.
bunaltma, [bun-al-t-ma] is. Bunaltmak eylemi,
bunaltmak, [bun-al-t-mak] g ç l . f [-ır] 1. Birinin so bunda, [bu-n-da »jjj / ojjy \ zm. 1. “Bu” işaret zam i
luk almasını güçleştirmek. 2. Aşırı derecede sıkıl rinin kalm a (bulunma) durumu. 2. {eATj zf. Buraya.
m asına sebep olmak. 3. Para sıkıntısına düşmesine 3. {eAT} Burada. S bunda bir iş var, ‘‘.Şimdi an
sebep olmak. lamadığım ve bilemediğim bir neden olduğunu sa
bunama, [bun-a-ma] is. 1. Bunalm ak işi. 2. tıp. Has nıyorum ” anlamında kullanılır.
talık, darbe gibi dış veya yaşlılık, beyin dam arları bundak, [bu-n-ın + dek > bundak jJ^] ‘{eAT} zf. Bu
nın tıkanması gibi iç sebeplerle zihnî bağıntının kadar; böyle.
kopması; ateh,
bundalıgumuz, [bu-n-da-lığ-umuz ° - ^ ] {eATj
bunamak, [eT. bun (sıkıntı) > bun-a-mak] g ç s z . f [-
zf. Burada bulunuşumuz; bulunduğumuz,
r] [-n(u)-yor] 1. Çeşitli sebeplere bağlı olarak mu
hakeme, hatırlam a gibi bir takım zihinsel faaliyet bundalık, -ğı [bunda-lık {eATj is. Burada o-
lerle konuşm a ve hareket gibi bedenî yetenekleri luş; burada olma,
zayıflamak; ateh getirmek. 2. {ağızj (Kız için) ev bundan, [bu-n-dan jJJj;] zm. 1. “Bü” işaret zam iri
lenme çağı geçmek. [DS] 3. {ağızj (Yiyecek vb.
nin çıkm a durumu. 2. {eAT} zf. Buradan. S bundan
için) kokmak; bozulmak. [DS] 4. {ağızj Olduğu
akdem, {OsTj Daha önce; bundan önce.|| bundan
yerde durmak .[DS] başka, D aha ayrı olarak. || bundan böyle, (Sözü
bunar, [eT. bıfiar] {ağızj is. Pmar. [DS] edilen) şeyden ve zamandan sonra; ilerde.|] bun
bunayış, '[bun-a-y^ış] is. Bunama eylemi veya biçi dan dolayı, Onun için; bu sebeple.|| Bundan iyisi
mi. can sağlığı. D aha iyisi bulunmaz, olmaz.\\ bundan
BUN O lM H lfffSO M .698
naşi, {OsT} Onun için; bu sebeple.|| b u n d a n öte, tırm ak için sıkıştırmak. [DS]|| b u n y iri, {eAT} Sıkın
{eAT} Bundan fazla. || b u n d a n ö tü rii, Onun için; bu tı veren y e r ve zaman.
sebeple. || b u n d a n sonra, (Sözü edilen) şey ve za b u n g a, [bu-n-ğa > buna aSÖ] (buna) {eAT} zf. 1. B u
mandan sonra.
raya. 2. Buna,
b u n d ıra m a k , [? bundır-a-mak] {eAT} g ç sz.f. [-r] Şı
bung ad ın çıg , [bun-ad-m-çığ / mun-ad-ın-çığ] (buna-
marmak; buldukça bunamak,
dınçığ) {eT} sf. Bunalm ış; kafası karışmış; zihni
b u n d u k ', -ğu [Ar. bunduk / bunduka (küçük yuvar
bulanmış. [Clauson] S m u n ad ın çıg uluğ ış küdüg,
lak nesne) jJ - 4] {OsT} is. 1. Tüfek kurşunu. 2. Eski {eT} Olağanüstü büyük bir girişim.
den kullanılan bir tür mermiyi atan fitilli tüfek; fi b u n g ad m a k , [bun-ad-mak / bun-ad-mak] (buhad-
linta. S b u n d u k serpm ek , Eskiden s a f tutarak mak) {eT} gçsz. f. [-ur] Bunalmak; sıkılmak; keder
ateş edildiği zam anlarda birinci sıradakiler ateş lenmek; m üteessir olmak. [ETY]
ettikten sonra yere çökerek silahlarını doldururken b u n g a d tu rm a k , [bun-ad-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
onları korum ak için ikinci sıradakilerin, onlar da
-*■ mungadturmak.
aym şekilde silah doldururken bir arkadakilerin
b u n g a lm a k , [bun-al-mak] (bunalmak) {ağız} gçsz. f .
ateş etmesi.
[-ır] -*■ bunalmak. [DS]
b u n d u k 2, -ğu [Yun. pontikon (Karadeniz cevizi) >
bungalov, [Hint, bangla (B engal’le ilgili) > İng.
Far. bunduk 0 ^-4] {Os T} is. 1. Fındık. 2. Fındık bü bungalow] is. 1. H indistan’da tek katlı ve tahtadan
yüklüğünde tane. 3. Ateşli silahlardan atılan taş ya yapılmış verandalarla çevrili ev tipine verilen ad. 2.
da mermi. 4. {eAT} sf. Fındık büyüklüğünde. S Tek katlı ahşaptan yapılm a basit barınak,
b u n d u k şikesten, {OsT} 1. Fındık kırmak. 2. Öpü bungalsılık, [bun-al-sı-lık öU IS 'jJ {eAT} is. Bunaltı;
cük vermek.|| b u n d u k taşı, {eAT} Fiske ile atılabi
sıkışık durum,
len küçük taş.
b u n g am ak , [büge-mek > bun-a-mak] (bunamak)
bu n d u k çe, [Far. bunduk-çe ^ J - h ] {OsT} is. Küçük
{eAT} g ç l . f [-r] Engellemek,
mermi; kurşun, b u n g an , [*bun-ğâtı / mun-ğân] (bunğa;n) sf. Geveze;
b u n d u k ç u , [bunduk-çu] is. tar. İm paratorluk döne boşboğaz. [DLT]
minde top, tüfek, m ancınık atan askerlere yeniçeri
b u n g a r, [bung (yans.) > bun-ar £ (bunar) {eAT} is.
lerin verdiği ad.
Pınar; çeşme; kaynak,
b u n d u k i, [Ar. bunduk! (bunduki:) {OsT} sf. 1.
b u n g a tm a k , [bun-a-mak > bun-a-t-mak] (bunatmak)
V enedik’e ilişkin. 2. is. Venedik altını, {eT} g çsz.f. [-ur] Bunalmak; sıkılmak. [ETY]
bun d u k iy e, [Ar. bundukiyye {Os T} is. Tatar b u n g d aş, [bun-daş (buhdaş) {eAT} is. Dert
oku. ortağı.
b u n d u k m a k , [bun-duk-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] b u n g g ak , [*bun-ğa-k / muyğa-k] (buhgak) {eT} is.
Sabrı tükenmek; bunalmak; sıkılmak. [DS] Dişi geyik.
b u n d u rm a k , [bun-dur-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] Kü b u n g k a rm a k , [bun-ka-r-mak / mun-ka-r-mak] {eT}
çük görmek; azımsamak; beğenmemek. [DS] -*■ mungkarmak.
bu n d u z, [mun-duz / bun-duz] {eT} sf. 1. Bunak. 2. b u n g la n m ak , [bun-la-n-mak ji^SL] gçsz. f. [-ır] 1.
Geri zekâlı. [KB] [Clauson]
{eATj Bunalmak. 2. {ağız} (Doğumu yakın olan ka
b u n g ', [bin / bing / bınk / böng / bunk / bung / bün /
dm için) hastalanmak. [DS]
büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka
barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı bu n g lu , [bun-lu j&yj] (bunlu) {eAT} sf. Bunalmış
olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] bung-ul-da- hâlde; sıkıntılı; mustarip. S b u n lu gelm ek, {eAT}
mak, bung-ul-dak. Sıkıntı, keder, kaygı gelmek; bunalmak.|| b u n lu
b u n g 2, [mun > bun (buh) {eT} {eAT} {ağız} is. 1. olm ak, {eAT} Sıkıntı çeker olmak; bunalmak.
bunglug, [bun-luğ] (buhluğ) {eT} sf. Bunlu; sıkıntılı;
Acı; sıkıntı; üzüntü; dert; mutsuzluk; keder; elem;
dertli; kederli. [DLT]
gam kasavet; melankoli. [İKPÖy.] [Tekin] [DS] 2.
bungsız, [bun-sız / bun-sız / mun-sız] (buhsız) {eT}
Sefalet. [İKPÖy.] [Gabain] 3. Eksiklik; yokluk; şid
zf. 1. Eksiksiz. [ETY] 2. Fazlasıyla; pek çok, bol
detli ihtiyaç; zaruret. [Tekin] [ETY] ö b u n a! {eT}
bol; kesretle; mebzulen. [ETY] 3. Esirgemeden.
N e dert; ne acı.|| b u n a u ğ ram ak , {eAT} Sıkıntıya
[ETY] 4. Serbestçe; korkusuzca: [Tekin] 5. sf. Dert
düşmek; bunalmak.\\ bun gün, {eAT} Sıkıntılı gün;
siz; kaygısız; sıkıntısız. [ETY]
kara gün. || b u n u n a b u rm a k , {ağız} Fırsattan y a
b u n g u k m a k , [mun-uk-mak > bun-uk-mak] (buhuk-
rarlanarak daraltmak; sıkıntıya sokmak. [DS]||
mak) {eT} dönşl. f. [-ur] Bunalmak; sıkıntıya düş
b u n u n a busm ak, {ağız} Olmayacak bir şeyi ya p
mek. [DLT]
ÛTDKEÎl H E UMU • 699 BUR
bungul, [bung (yans.) > bung-ul] is. Bir sıvının kay bunta, [bu >bu-n-ta] {eTj zm. 1. İşaret zamiri
nar gibi kabarıp sönmesini, bulunduğu yerden ara "bu"nun bulunma hâli; bunda. [ETY] [Tekin] 2. İşa
lıklı çıkışını anlatan yansımalı gövde. S bungul ret zamiri "bu"nun yönelme hâli; buraya. [Tekin]
bungul, {ağız} (Suyun akışı için) bol ve sesli ola [ETY]
rak; çağıl çağıl. [DS] buntag, [bu+antağ / muntağ ?] {eT} zf. Bunun gibi;
bunguldak, -ğı [bung (yans.) > bung-ul-dak] {ağız} is. buna benzer.
Bıngıldak. [DS] bunteg, [bu-n-ı+teg] {eT} zf. Böyle; bunun gibi; böy
bungun, [eT. bun > bun-ğun] (bungun) {eAT} {ağız} lesi. [ETY]
sf. 1. (İnsan için) bunalmış durumda; sıkıntılı; çok bunturmak, [bun > *buntur-mak / mun-tur-mak]
sıkılmış; bunalmış; şaşkın; kederli; üzüntülü. 2. {eT} g ç l . f [-ur] Çıldırtmak; delirtmek. [Clauson]
(Hava için) boğucu; bunaltıcı; nemli sıcak. 3. Yok buntutmak, [bun+tut-mak? / bun-ut-mak] {eT} gçl. f
luk içinde olan; darlık çeken. [DS] [-ar] (Uyku için) kaçırtmak. [ETY]
bungunlamak, [bun-gun-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] bunu, [bu > bu-n-u] zm. Bu, işaret zamirinin belirtme
[-l(u)-yor] Bunalmak. [DS] durumu.
bungunluk, -ğu [bun-gun-luk] {ağız} is. 1. (Hava bunuk, [bun-mak > *bun-uk / mun-uk] {eTj sf. K afa
için) sıkıntılı ve sıcak; boğucu. 2. Geçim sıkıntısı; sı karışmış; zihni bulanmış,
darlık. 3. Baygınlık. [DS] bunun, [bu > bu-n-un] zm. Bu işaret zamirinin tam
bungusuz, [bun-u-suz] (bunusuz) {eT} sf. Dertsiz; sı layan durumu, fi1 bunun burası, “Anlayabileceğin
kıntısız. [ETY] kadarıyla, senin anlayacağın" anlamında kullanı
bunguz, [eT. m üngüz / büğüz ? > bunguz] {ağız} is. lır. || bununla birlikte, 1. Bunun yanında; bir de;
Kereste ya da ağaç üzerinde kesilm iş dalların bı böyle olduğu halde. 2. Böyle olduğuna aldırmaya
raktığı iz; budak izi. [DS] rak.
bum, [bu-n-ı] {eT} zm. İşaret zamiri "bu"nun yükle bupbu, [bub (yans.) + bu (yans.)] {ağız} is. Çavuşkuşu;
me hâli; bunu. [Tekin] [ETY] ibibik. [DS]
bunk, [bin / bmg / bınk / böng / bunk / bung / bün / bu r1, [Ar. bür jy ] (bu;r) {OsT} is. 1. Dünya ve ah
büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka rette yararsız kimse. 2. Ekime elverişli olmayan
barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı tarla. S bur ve hınziyân, (Kişi için) hiçbir işe ya
olarak çıkışım anlatan kök. [Zülfıkar] bunk bunk, ramayan; kötü.
bunk bunk bungümek. S bunk bunk bungiimek,
{ağız} (Kaynak için) yerden kabararak çıkmak; bur2, [Far. bür jy ] (bu.r) {OsT} sf. 1. Fıstık yeşili;
kaynamak. [DS] fıstıki yeşil. 2. is. Kızıla çalar at; doru at. 3. zool.
bunker, [İng. bunker / bonker] is. as. Sığınak, Sülün.
bura, [bu + (a)ra > bu-ra] (b u ’ra) is. 1. Bu yer. 2.
bunlarıngla, [bu-n-lar-m+ile -US'J iy ] (bunlarınla)
{eAT} zf. B uraya.S buradayım diye bağırmak,
{eAT} zf. Bunlar ile; bunlarla, (Aranan bir nesne) göze çarpacak bir yerde bu
bunlarungla, [bu-n-lar-un+ile *S5jky] (bunlarunla) lunmak.
{eAT} zf. Bunlar ile; bunlarla, buracıkta, [bura-cık-ta] (b u ’racıkta) zf. Çok yakın
bunlaşmak, [bun-la-ş-mak] {eAT} dönşl. f . [-ur] Te olarak gösterilen yerde,
dirgin olmak. burada, [bura-da] (bu ’rada) zm. Bu yerde,
bunlu, [eT. bun > bun-lu] sf. 1. (Kişi için) bun içinde buradan, [bura-dan] (bu ’radan) zm. Bu yerden,
bulunan; bunalan. 2. (Hava, olay vb. için) bun veri burağan, [bur-mak > bur-ağan] si. ve sf. 1. Kısa
ci; bunaltıcı. süren fakat çok şiddetli esen, yerdeki pek çok şeyi
bunluk, -ğu [bun-luk] is. 1. Bunalım; sıkıntı; buhran. kaldırıp savuran rüzgâr; hortum.
2. psikol. Bunama ve ağır zihinsel hastalık sırasın Burak, [Ar. burâk jl^ ] {OsT} öz. is. Hz. M uham
da rastlanan ruhsal şaşkınlık durumu,
m ed’in M iraç’a çıkarken bindiği, özellikleri bizce
bunmak, [eT. bun-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] 1. Be bilinmeyen bir binek atı. fi1 Burâk-ı Cem, Süley
ğenmemek; küçümsemek. 2. A z bulmak; azımsa man peygam berin uçan tahtını taşıyan rüzgâr.
mak. 3. {eT} dönşl. f. Zihinsel karm aşaya düşmek;
bunamak; zırvalamak. [DS] burak, [Ar. burâk j '^ ] {OsT} is. Boraks.
bunsukmak, [bun-suk-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] Bu burakmak, [bu-ra-k-mak] {eAT} {ağız} gçl. f. [-ur]
nalmak. [DS] Bırakmak. [DS]
bunsuramak, [bun-sıra-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- buralar, [bu + (a)ra-lar > bura-lar] is. Bu yerler,
r(u)-yor] 1. Beğenmemek; küçümsemek. 2. Az buralı, [bu + (a)ra-lı > bura-lı] (b u ’ralı) sf. (Kişi
bulmak; azımsamak. [DS] için) bu yerin halkından olan; bu mem leketli olan;
bunsuz, [bu > bu-n-suz] {eAT} sf. Bu olmadan. bu yerli.
BUR DlüMIiiIffSİİM.700
burahk, -ğı [bura-lık] {ağız} is. Bura; bu yer; burası. burca, [eT. bu-r-mak (kokmak) > bur-ca] {eAT} sf.
[DS] (Koku için) taze filiz ya da çiçek kadar hoş; burcu.
buram, [eT. bur-m ak (kokmak, tütmek) > bur-am] sf. fi1 burca burca, {eAT} {ağız} (Koku için) güzel;
Burun veya gözde dayanılmaz bir etki bırakan. S burcu burcu. [DS]
buram buram, (Duman, koku gibi havada yayılan burcalam ak, [burca-la-mak {eAT} g ç sz.f. [-
nesnelerle ter için) çok fa zla ve gür bir şekilde.
r] Buram buram tüterek etrafa koku yaymak,
bur amaç, [bur-a-maç] {ağız} is. Yol dönemeci. [DS]
buran1, [Ar. buhran] {ağız} sf. Geçim sıkıntısı; dar burcas, [Ar. burcâs y] (burca:s) {OsT} is. N işan
lık. [DS] gâh; hedef.
buran2, [Moğ. boruğan / borağan] {ağız} is. Gök burcu1, [eT. buğur > bür > bur-cu] {ağız} is. Dört beş
gürültüsü, şimşek ve rüzgâr ile başlayan kısa süreli yaşındaki erkek deve. [DS]
şiddetli yağmur. [DS] burcu2, [eT. bu-r-mak (kokmak) > bur-cu] is. Güzel
buranca, [buran-ca] {ağız} is. bot. Aslanağzıgillerden koku. 0 burcu burcu, (Koku için) güzel güzel, p e k
sığırkuyruğuna benzer bir yaban otu, (Verbascum güzel; {17. yy.} (aym).
trap sus). [DS] burcum a1, [bur-cu-ma] is. Burcum ak eylemi.
burancine, [İt. bronzina] {ağız} is. dnz. M akara orta burcum a2, [Ar. burcum a y \ {OsT} is. 1. Parmak
deliğinin etrafındaki maden oluk. [Tietze] [DS] boğumu. 2. Parm ak eklem lerinin sivrilikleri,
buranç, [bur-anç] {eT} is. Koku; havasızlık; sıkıntı. burcum ak, [bur-cu-mak] gçsz. f. [-r] Güzel koku
[EUTS] [Gabain]
yaymak.
burani, [Far. bürânî ^ j y ] (bu:ra:ni:) {OsT} is. Is burç1, [Sansk. marica (biber) > eT. burç / murc] is.
panak, pirinç ve yoğurt ile yapılan bir sebze yem e 1. Taze dal; filiz; tomurcuk. 2. Ahlat ve çam ağaç
ği; borana. larında yetişen, tohum larının yapışkanından yarar
burantı, [? burantı] {ağız} sf. Eski; yıpranmış. [DS] lanarak kuşlara ökse kurulan asalak bitki; ökse otu.
burası, [bura > bura-s-ı] (bu ’rası) zm. Bu yer; bura, burç2, -cu [Ar. burç] is. 1. Kale duvarlarının en
burbag, [burba-mak > burba-ğ / yurbağ] {eT} is. İşi stratejik noktasında yapılan yüksek, yuvarlak veya
uzatma; işi yarma bırakma; savsaklama, sürünce dört köşe kule. 2. gö k b. Güneşin, gök küre üzerin
mede bırakma. [DLT] de yıl boyunca izlediği yörüngede yaklaşık 30°Tik
burbalmak, [burba-mak > burba-l-mak] {eT} gçsz. f. yay veya önünden geçmiş gibi göründüğü, güneş
[-ur] Karışmak. [DLT] sistemine ait on iki takım yıldızdan her biri. 3.
burbamak, [burba-mak / buybamak / yubalm ak / yu- {ağız} Kayalık, sarp yamaç. [DS] S burçlar kuşa
bam ak / yubanmak] {eT} gçsz. f. [-r] İşi savsakla ğı, gök b. G ök küresinde tutulma çemberinin geçti
mak; işin üzerine düşmemek. [DLT] ğ i ve üzerinde on iki burcun y e r aldığı kuşak.
burbaşmak, [burba-mak > burba-ş-mak] {eTj gçsz. f. burç3, -cu [bur-mak > bur-ç] {ağız} is. Karın ağrısı.
[-ur] Karışmak. [DLT] [DS]
burbatmak, [burba-t-mak / yap yup kılmak / yubat- burçak, -ğı [eT. bur-m ak > bur-çak] is. 1. Ter tanele
m ak / yubılamak / yuplamak] {eT} gçl. f. [-ur] K a ri. {eT} (aynı) [DLT] 2. {eT} Tane. [DLT] 3. bot.
rıştırmak; geciktirmek. [DLT] Hayvan yemi olarak kullanılan mercimeğe benzer
bir yıllık otsu bitki, (Vicia ervilia) ve taneleri. {eT}
burbur, [Ar. burbür (burbu.r) {OsT} is. Bulgur,
(aym) [Gabain] 4. Bezelye. {eT} (aym) [EUTS]
burburlanm ak, [burbur-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [- burçaklanm ak, [burçak-la-n-mak] {eT} g ç sz.f. [-ur]
ır] Gürültü çıkarmak. [DS] 1. Terlemek. 2. Tane tane akmak. 3. Tane tane ol
burç1, [Sansk. marica / m anca > e T burç / murc mak. [DLT]
(biber) ^ j y / ç j ] {eAT} {ağız} is. 1. Taze dal; filiz; burçalak, -ğı [burç-ala-k] {ağız} is. 1. Burçak. 2. Ze
sürgün; tomurcuk. 2. Ökse otu. [DS] hirli bir ot. [DS]
burç2, [Ar. burç {OsT} is. -* burç2. S burc-i âbî, burçalık, -ğı [burç > burç-al-ık ?] {ağız} is. Yer
elması biçiminde siyah kabuklu bir bitki. [DS]
{OsT} Sulu burç (Yengeç, Akrep, Balık).|| burc-i â-
burçınturmak, [bur-çın-tır-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
teşî, {OsTj A teşli burç (Koç, Aslan, Yay).\\ burc-i
Eziyet vermek; incitmek. [EUTS] [Gabain]
âzerî, {OsT} Ateşli burç.|| burc-i bâdî, {OsT} H ava
burçin, [bur-çin / bor-çin] {ağız} is. 1. Dişi geyik.
lı burç (İkizler, Terazi).\\ burc-i eşref-ahter mîzân,
[DS] 2. {eT} Dişi ördek. [Nevâyî]
{OsT} Uğurlu yıldızlardan oluşan Terazi burcu. ||
burçmak, [burç-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] Burkul
burc-i Delfîn, {OsT} gök. b. Yunus.\\ burc-i evliya,
mak; acımak. [DS]
{OsT} Bağdat şehri.|| burc-i hüşe, {OsT} 1. Aslan
burcu. 2. B aşak burcu.|| burc-i süreyyâ, (OsT) burçuklam ak, [burç-uk-la-mak] {ağızj g ç sz.f. [-r] [-
mec. Güzelin ağzı.|| burc’ül-esed, {OsT} gök b. A s l(u)-yor] Konuğu ağırlam akta sıkıntı çekmek; ik
lan takımyıldızı. ram da zorlanmak. [DS]
u m u B B C t s o m u »701 BUR
b u rç u k lu , [pürçük-lü > burçuk-lu] {ağız} is. Havuç. burgaçlamak, [bur-gaç-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
[DS] l(u)-yor] 1. Burgaç yapmak. 2. Bükülm emiş pam uk
b u rç u k tu rm a k , [burç-uk-tur-mak {eAT} ve yün liflerini düzeltmek için bükmek. [DS]
g ç l .f [-ur] Sıkıştırmak; taciz etmek, burgaçlanm ak, [bur-gaç-la-n-mak] dönşl. f. [-ır]
(İp, tel vb. için) kıvrık hâle gelmek,
b u r ç u l m a k , [burç-ul-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] ■*
burgaçlık, -ğı [bur-gaç-lık] {ağız} is. Burgaç olm a
burçuklamak. [DS]
durumu. [DS] S burgaçlık etm ek, {ağız} Aykırı
b u r d a , [Ar. bürde] is. -*• bürde.
davranmak; yan çizmek. [DS]
b u r d u r m a , [bur-dur-ma] is. Burdurm ak eylemi,
burgada, [İt. purgada (inç)] (b u ’rgada) is. dnz. -*
b u r d u r m a k , [bur-dur-mak] gçl. f. [-ur] 1. Burulm a
burgata.
sını sağlamak. 2. gçsz. Dudaklarını büzm ek suretiy burgalaç, -cı [burga-l-mak > burgal-aç / burga-
le dargınlığını ve küskünlüğünü belli etmek; yüzü 1+ağaç] {ağız} is. İp eğirirken kola takılan yün yu
nü ekşitmek. mağı. [DS] S burgalaç yapmak, {ağız} Arabadaki
burduz, [Yun. paradeisos / Far. faliz / pâlîz > bor- yükü sıkıştırm ak için bağlanan ipe bir sopa yardım ı
duz] {eT} is. Bahçe; bostan. [DLT] ile gerginlik vermek. [DS]
bu’re, [Ar. bu’re ojj;] {OsT} is. 1. Çukur. 2. Çölde çu burgalam ak, [bur-ga-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-
kur açılarak yapılan ocak, yor] 1. Araştırmak; karıştırmak. 2. Kıvırmak; bük
mek. 3. Kuşkulanmak; şüphe etmek. [DS]
bure, [Far. büre (bu:re) {OsT} is. 1. Kuyumcula burgalaşlamak, [bur-ga-la-ş-la-mak] {ağız} g çsz.f. [-
rın kullandığı tuza benzer madde. 2. Bitkisel şeker, r] [-l(ı)-yor] 1. İşi kötüye vardırmak. 2. İşe engel
burg, [İng. burg] is. İngiliz krallığında, bağım sız bir olmak. [DS]
siyasi ve İdarî birim oluşturan topluluğun yaşadığı burgalaşmak, [bur-ga-la-ş-mak] {ağız} işteş f. [-ır]
tahkim edilmiş yer. 1. Karışmak; dolaşmak; burulmak. 2. (Gövde ve
burga, [? burga] {ağız} is. 1. İnce ve etkili keklik organlar için) kıvrılmak. [DS]
sesi. 2. Kekeme, peltek vb. şekilde değişik ses. [DS] burgalıç, -cı [bur-ga-l-aç / burga-l+ağaç] {ağız} is.
burgaç, [bur-mak > bur-ğac '-c-jjJ {OsT} is. Bük Çadır iplerini gerginleştirmeye yarayan ağaç çu
buk. [DS]
lüm; kıvrım.
burgam, [burga-mak > burga-m] {ağız} is. Kıvrım;
burgacan, [bur-ga-mak > bur-ga-can] {ağız} is. 1. kıvrılma. [DS] S burgam burgam, {ağız} Kıvrım
Soba borusunun anahtarı. 2. Dikenli bir ot. [DS] kıvrım. [DS]
burgaç, [bur-mak > bur-ğaç is. 1. Suyun yan burgamaç, [burga-mak > burga-maç] {ağız} is. 1.
dan bir engele çarpması sonucu dibe doğru akarken Kasırga. 2. Girdap. [DS]
meydana getirdiği dönme hareketi; anafor; girdap. burgan, [bur-gan] {ağız} is. Mengene sapı. [DS]
{OsT} (aym) 2. Bükülmüş; büklüm. {eAT} (aym) 3. burgaş, [bur-mak > bur-ğac > burgaş Jii-j j J {OsT} is.
Eğri büğrü; kıvrılmış; kıvrık; dolaşık. {OsT} (aynı) Büklüm; kıvrım,
4. fız. Akışkan taneciklerin b ir eksen etrafında
burgaşık, -ğı [burga-ş-mak > burğa-ş-ık i-jjJ
dönme hareketi yaparak akması. 5. mim. B ir halat
{OsT} {ağız} sf. 1. Bükülmüş; kıvrılmış; bükük; k ıv
gibi kendi ekseni etrafında burularak ilerleyen yapı
elemanı. 6. {ağız} Husyeleri burularak kısırlaştırıl rık. 2. Karışık; dolambaçlı. 3. Dönemeçli yol. [DS]
mış koç, teke. [DS] 7. {ağız} Yol dönemeci. [DS] 8. burgaşış, [burğa-ş-ış j j J {OsT} is. Bükülmek ey
{ağız} Ucu çatallı, m eyve koparm aya yarayan değ lemi ve biçimi; bükülüş; kıvrılış,
nek; çevgen. [DS] 9. {ağız} Balta ile yarılamayan, burgaşlamak, [bur-gaç-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
dokuları çapraşık odun. [DS] 10. {ağız} Taranmış ve l(u)-yor] İplik yığınım yıkandıktan sonra bükerek
eğrilmek üzere burularak toparlanm ış yün demeti. sıkıp toplamak. [DS]
[DS]11. {ağız} İp gibi bükülerek büyüyen ağaç; sa burgaşm ak, [bur-ğa-ş-mak {OsT} {ağız}
rılgan bitki. [DS] 12. {ağız} Eklem yerlerindeki ke
dönşl. f. [-ır] 1. Bükülmek; kıvrılmak; burulmak. 2.
mikler. [DS] 13. Odunları arabada tutm ak üzere Karışmak; dolaşmak. [DS]
yükün üzerine bağlandıktan sonra bir sopa ile çev
burgaştırmak, [burga-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
rilerek sıkıştırmaya yarayan düzenek. 14. {ağız}
Karıştırmak; karm a karışık etmek. [DS]
Çimdik. [DS] 15. {ağız} Vida; vidalı şey. [DS] 16.
burgata, [İt. (Vend.) burgada] (b u ’rgata) is. 1. dnz.
{ağız} Burgu. [DS] 17. {ağız} Çeşme musluğu; açılıp
H alat kalınlığını çevresel olarak belirten 2.54
kapanabilen çeşm e oluğu. [DS] 18. {ağız} Hortum; cm ’lik birim; inç; parmak. 2. {ağız} B ir tür halat.
rüzgâr çevrintisi. [DS] 19. {ağız} Burm a altm bile [DS]
zik. [DS] 20. {ağız} sf. Dolaşık; çapraşık; eğri büğrü. burgaz, [Yun. purgos] is. 1. Kale; hisar. 2. Küçük şe
[DS]
hir.
BUR OIİİMIÜMî S ö M . ^
burgazan, [burga+ Far. -zen (yapan) / burga-m ak > burgulanm ak, [burgu-la-n-mak] ed il.f. [-ır] 1. Bur
burgar-m ak > burgaz-an] {ağız} sf. Ortalığı karıştı gu ile delinmek. 2. dönşl. f. [-ır] Burgu sahibi ol
ran. [DS] mak.
burgazanlık, -ğı [burgazan-lık] {ağız} is. Fitnecilik; burgulu, [burgu-lu] sf. 1. Burgusu olan. 2. Burgulan
ortalık karıştırma; laf taşıma; fesatlık; dalavereci mış olan.
lik. [DS] burgun, [bur-mak > bur-gun] {ağız} is. 1. İshal; di
burgeç, [bur-gaç / bur-geç] {ağız} is. Su çevrintisi. zanteri. 2. Su çevrintisi; anafor. [DS]
[DS] burgusuz, [burgu-suz] sf. 1. Burgusu olmayan. 2.
burgeşik, -ği [bur-ga-ş-ık] {ağız} sf. Bükümlü. [DS] Burgulanm amış olan,
burgraf, [Aim. burg (kale) + graf (kont)] is. Kutsal burgutm ak, [burk-mak > burk-ut-mak] {ağız} gçl. f.
Roma-Germen im paratorluğunda kralı temsil eden [-ur] -* burkutmak. [DS]
b ir şehrin kumandanı.
burha, [Ar. burha {OsT} is. İyi cins bir devenin
burgu1, [bör-ğü > bur-ğû y -jy ] {eT} {eAT} is. Boru;
dişisi.
trompet. [Gabain] [EUTS]
Burhan, [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (kağan) >
burgu2, [bur-mak (çevirmek) > bur-gu s^jy] is. 1. burhan / burkan] {eT} is. 1. Buda. [EUTS] 2. Put;
Çevirerek delik açmaya yarar alet; matkap. 2. Şişe Buda heykelleri. [DLT] 3. Yaratan; hâlik; ilah; tan
mantarı çıkarmaya yarar alet; tirbuşon. 3. Yeri de rı. [EUTS] 4. Şaman. [EUTS]
lerek aşağılara inebilmeyi sağlayan alet; sonda. 4. burhan, [Ar. bürhân olay] (burha:n) {OsT} is. 1. De
Telli sazlarda, telleri germeye yarar mandal. 5.
lil; kanıt. 2. man. Belgit, ö burhân-ı innî, {OsT}
spor. Alttaki güreşçinin kolunu kapıp göğüs ve kol
Tümevarım.\\ burhan-ı kat’î, {OsT} B ir meselenin
la sıkıştırmak suretiyle onu tuş etmeye yönelik gü
doğruluğunu en sağlam biçimde ispatlayan kanıt.\\
reş oyunu. 6. {OsT} Bir işkence aracı. 7. {ağız} A r
burhân-ı limnî, {OsT} Tümdengelim.\\ burhân-ı
tezyen kuyusu. [DS] 8. {ağız} Diş ağrısı. [DS] 9.
M esîh, {OsT} Hz. İsa (as) ’ın mucizesi. || burhân-ı
{ağız} İshal; dizanteri. [DS] 10. {ağız} Kurt derisi.
mîzânî, {OsT} M antığa uygun kanıt.|| burhân-ı
[DS] 11. {ağız} Musluk. [DS] S burgu gibi, 1. E tki
râcî, {OsT} B ir meselenin ispatı.\\ burhân-ı
siyle rahatsız eden düşünce. 2. Etkisi ile oyuk mey
sttllemî, {OsT} Sonsuzluk kavramı tartışılırken ka
dana getiren şey. || burgu makarna, Burgu gibi
dem eli kanıt.|| burhân-ı tezâyüf, {OsT} Sonsuzluk
kendi etrafında kıvrım lar halinde üretilmiş makar
kavramı tartışılırken ileri sürülen karşılıklı ilinti
na.
kanıtı.|| burhân-ı türsî, {OsT} Uzayın sonluluğunu
burgucu, [bur-gu-cu] is. 1. Burgu yapan veya satan
ispat için kullanılan teorem.
kimse. 2. Burgu ile delik açan kimse. 3. Tersane
lerde gemi pervanelerini onaran kimse, burhani, [Ar. bürhânı (burha.ni:) {OsT} sf.
burguculuk, -ğu [burgu-cu-luk] is. Burgu işçiliği, Açıklayan; ispat eden; kanıt olan,
burguç, [bur-guç] {ağız} is. 1. Su çevrintisi; anafor. burıg, [bür-mak > bur-ığ] {eT} sf. Pis kokulu; kok
2. sf. Kabaran; köpüren. [DS] muş. [DLT] [Clauson]
burguçlam ak, [bur-gaç-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- burış, [bu-r-ış] {eT} is. Deride ve elbisede görülen
l(u)-yor] B ir şeyi sıkmak için etrafına sarılan ipe kırışıklık. [DLT]
geçirilen bir sopayı çevirmek. [DS] burina, [İt. boline] (buri ’na) is. dnz. Direkteki yatay
burguçm ak, [bur-gaç-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] Yo serenlere açılan dört köşe yelkenleri geri doğru ge
rulmak. [DS] ren iplerin bağlandıkları köşelere yakın olarak bu
burguk, -ğu [burk-mak > burk-uk] {ağız} is. 1. Sof lunan ve yelkeni çevreleyen halatın üzerindeki üç
raya dökülen ekmek kırıntısı. 2. Bulgur. [DS]. gen sapanlara bağlanan ip.
burgul, [burk-mak > burk-ul > burgul] {ağız} is. burinata, [İt. bolinetta] (b u ri’nata) is. dnz. Pruva
Bulgur. [DS] direğinin en alttaki yatay serenine açılan yelken,
burgulaç, -cı [burk-mak > burk-ul-aç / burkul-u+a- buriya, [Far. büriyâ (bu:riya:) {OsT} is. Hasır.
ğaç] {ağızj is. 1. Bir şeyi kaldırm akta kullanılan
S buriyâ-bâf, {OsT} H asır dokuyan.
kalın halat ya da ipten yapılma araç. 2. Odun yüklü
burjuva, [Aim. burg (şehir) > Fr. bourgeois] is. 1.
arabanın yükünü sıkıştırmakta kullanılan halat veya
Orta Çağ A vrupa’sında özel im tiyazlarla donatıl
zinciri bükmeye yarayan ağaç. [DS]
mış şehirli sınıf. 2. Orta sınıftan olan kimse; kent
burgulam a, [burgu-la-ma] is. Burgulamak işi.
soylusu. 3. sf. Kentsoylu,
burgulam ak, [burgu-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor■]
burjuvalık, -ğı [burjuva-lık] is. 1. K ent soylu olma
1. Bir nesnede veya yerde burgu ile delik açmak. 2.
durumu. 2. K entsoylunun niteliği,
Sondaj yapmak,
burjuvazi, [Aim. burg (şehir) > Fr. bourgeoisie] is.
burgulanm a, [burgu-la-n-ma] is. Burgulanmak eyle
1. Orta çağ A vrupa’sında, halk ile soylular arasın
mi.
(KOKUIİİR SÖEbOli • 703 BUR
daki sınıfın durum u ve niteliği; kentsoyluluk. 2. burkı, [*burk-mak > burk-ı / burk-ığ] (burkv.) {eT}
Hayatını el emeği ile kazanm ayan, mülkiyetin ge sf. 1. (Yüz için) ekşi. 2. Kırışık; buruşuk. [EUTS]
tirdiği ranttan geçinen sınıf; kentsoylular. 3. Kapi [DLT] [Clauson]
talizmde üretim araçlarım elinde tutan sosyal sınıf, burkıg, [*burk-mak > burk-ığ] {eT} sf. (Deri ve de
burka, -a’ı [Ar. burka' y \ {OsT} is. 1. Eskiden ka riye benzer şeylerde oluşan) kırışık; buruşuk,
burkırak, [burkî > burkı-rak] {eT} sf. Buruk; ekşi;
dınların yüzlerine örttükleri tül; peçe; yaşmak. 2.
ekşimtırak. [EUTS]
Kabe’nin örtüsü. 3. Yedinci kat felek. S burka-
burkıtmak, [*burk-mak > burk! > burk-ı-t-mak] {eT}
fiken, {OsT} Peçe açan.|| burka-i esrar, {OsT} Giz
gçl. f. [-ur] Yüz buruşturmak; suratını ekşitmek.
perdesi.
[DLT]
burkac, [bur-mak > bur-kac {OsT} is. B ük burkma, [bur-k-ma] is. Burkmak eylemi,
lüm; kıvrım. burkmak, [bur-k-mak gçl. f. [-ar] 1. Burarak
burkaçlamak, [bur-kaç-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- çevirmek; bükmek; kıvırmak. {OsT} (aynı) 2. B u
l(ı)-yor] 1. Burgaç haline getirmek. 2. Dokunacak rulmuş hale getirmek. 3. gçsz. f. İncinmek. 4. {ağız}
ipliği, ıslattıktan sonra güçlü bir şekilde sıkarak Burkulmak. [DS]
öylece bırakmak. [DS] burku, [bur-ğu / bör-ğüy > burku] {eT} is. Trompet;
burkalamak, [burka-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- boru. [EUTS]
yor] 1. Bir şeyi iki yana bükmek. 2. Söylediğini, burkucu, [burk-mak > burk-ucu] sf. Burkma işini
yaptığını inkâr etmek ya da değiştirmeye çalışmak. yapan; burkan,
[DS] burkug, [burk-uğ] {eT} is. Deride ve elbisede görü
burkamak, [burk-a-mak {eAT} gçl. f. [-r] len kırışıklık. [DLT]
Bükmek; kıvırmak. burkuk, -ğu [burk-mak > burk-uk] {ağız} sf. 1. (A-
Burkan, [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (kağan) > yak, kol vb. eklemleri için) burkulmuş. 2. (Hayvan
burhan / burkan] {eT} is. 1. Buda. [İKPÖy.] [Üç İtig için) husyesi burularak kısırlaştırılan. [DS]
sizler] 2. Put; Buda heykeli, burkulm a, [bur-k-ul-ma] is. 1. Burkulm ak eylemi. 2.
burkanak, -ğı [bur-k-anak] {ağız} is. Kağnı ya da Kasların, kol ve bacakların şiddetli bir şekilde yana
araba üzerine sarılan yükü bağlayan ip ya da zinciri bükülmesi. 3. tıp. Ani bükülme sonucu eklemlerde
sıkıştırmakta kullanılan sopa. [DS] m eydana gelen ağrılı rahatsızlık,
burkaş1, [bur-ğaç / bur-ğaş / bur-kaç / bur-kaş] {eAT} burkulm ak, [burk-ul-mak] edil. f. [-ur] 1. Bir şey
veya kimse üzerinde burkm ak eylemi uygulanmak.
is. -*■ burgaç.
2. B ir organın kendi eklemi üzerinde ani bir şekilde
burkaş2, [? burkaş] {ağız} sf. 1. İnatçı; aksi. 2. D ü
dönmesi. 3. mecaz. Üzülmek; kırılmak; neşesini yi
zensiz; kılıksız; beceriksiz. [DS]
tirmek.
burkaşdırmak, [burka-mak > burka-ş-tır-m ak /
burkuluş, [burk-ul-uş] is. Burkulmak eylemi veya
burgaç-tır-mak] {eAT} gçl. f. [-ur] Bükülm üş, kıv
biçimi.
rılmış hâle getirmek; bükmek; kıvırmak,
burkun, [burk-mak > burk-un o f y ] {OsT} sf. Bükük;
burkaşık, -ğı [bur-ğa-ş-ık / bur-ka-ş-ık] {eAT} sf. -*■
burgaşık. bükülmüş. S burkun burkun, {OsTj Bükük bükük;
Burkat, [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (Icağan) > kıvır kıvır.
burhan / burkan > burkat] is. 1. Buda heykelleri; burkuntu, [burk-untu] {ağız} is. 1. Şiddetli rüzgâr;
put. 2. İçinde put bulunan tapmak, fırtına; hortum. 2. Sancılı mide bulantısı. 3. Yol dö
burkatlık, -ğı [burkat-lık] is. İçinde tanrı heykelleri nemeci. [DS]
bulunan tapınak, burkurmak, [*burk-mak > burk-T > burku-r-mak]
{eT} g çsz.f. [-ur] 1. Buruşmak; büzülmek. [DLT] 2.
burkaz, [bur-k-az / Yun. pyrgos ?] {ağız} is. Su ve
Homurdanmak; genizden ses çıkarmak. [DLT]
çay kenarlarına ağaçlardan yapılan set. [DS]
burkuşm ak, [burk-uş-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] 1.
burkazanlık, -ğı [burgazan-lık] {ağız} is. Fitnecilik;
Dolaşmak; karışmak; burulmak. 2. (Organlar için)
ortalık karıştırma; la f taşıma; fesatlık; dalavereci
lik. [DS] kıvrılmak; bükülmek. 3. Burkulmak. [DS]
burkutmak, [burk-ut-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] B ur
burkeşmek, [bur-ga-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ir]
kulm asına sebep olmak. [DS]
(Hayvan için) bağlı olduğu kazık etrafında, ayak ya
da boynuna ipini dolaştırarak boğulm a durumuna burlagan, [bur-(u)l-ğan > burla-ğan .y Jjy] {OsT} is.
düşmek. [DS] Su çevrintisi; girdap,
burkhan, [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (kağan) > hurlanmak, [bur-(u)l-an-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
burkan / burhan] is. B uda heykelleri. Dolanmak; dolaşmak. [DS]
fıiM iü iıiîm ı. ,4
b n rlesk . [Fr. burlesque] is. Komikliğe dayanan «'debî burmalı. j burma-I'ı | sf. 1. Burması olan. 2-. Burulmuş
'eser. otan. 3. B urularak oluşturulmuş gibi görünen. 4.
bü'rlöta, [İt. bürloto] '{bu ’f löta) is. dnz. B:i r tfflr ateş Bıımıalarla sM etım iş. S burmalı çeşm e, {ağız}
ğetnisi. Musluklu çeşfne. [DS]|| burm alı marul, {ağız} Gö
burma, ![bur-ma is. 1. Burmak eylemi. 2. {OsT} bekli marul. [DS]
burnaç, (bürün-âç] (burna:ç) {eT} is. Güğüm'; ibrik.
{âğız} Telleri buı'ulâ'rak yapılan bilezik. [D'S] 3.
(EUTS]
{ağız} Ç eşm e musluğu. [DS] 4. (Erkek hayvanı) kı-
buîrtaarftâk, (burun > bum -a-m ak & J] {eAT} g ç l.f. [-
sltl&ştırmâ, iğdiş ettfle; eneme. {OsT} {aym) 5. İğdiş
'edilmiş hayvan. 6. Keserek besi suyunun akmaması r] Uç yapmak; ıiç koymak,
için, bir etal üzerinde gereğinden çök yaîprâk "veya b u rn a z , [burun > burun-az [EREN] {OsT} {ağız}
Meyve olüşüinünü önlemek 'amacıyla dalın büküle- s f B urun kemiği yüksek olan; iri ve uzun burunlu;
>rek kurutulması. 7. mim. U rgan biçiminde silme ya büyük burunlu. (DS]
‘ela 'sututa. 8. Burgulu ‘çivi, Vi'dâ. 9 . ’{ağız} Bğirilmek
btlrtiu s, (Lat. birrus > Ar. burtıus] {OsT} is. 1. Yün
’ü 2efe kabaca bükffiita yâplrrliş yün. '[DS] 10. {ağız}
den dokunmuş, köşelerinden kol geçecek kadar
Çeşme 'ölüğü. |I)S] 11. {âğız} Ayakta kurumasını
açıklık ve üstünde başı örtm ek için bir başlığı bu
sağlamak Îçift yâ'ş ağaç kabuğunu soyma. [DS] 12. lunan 'bir çeşit gocuk. 2. B ir çeşit kadın yeldirmesi.
■{ağız} Kolçak. (Ds] 13'. {ağız} Yaşken büftilârak fco-
bui*s, (Fr. bourse] ‘is. Bâzı ‘k urum ya da devlet tara
nıtulan ot. [DS] 14. {tığız} Üzüm küfelerinin ağzına
fımdan öğrenim göreıi veya araştırma yapan kişiye
örülerek konulan saz. [DS] 15. {ağız} Yonca ve ot
m asrafları karşılığı olarak verilen para,
demeti. [DS] 14. {ağız} A raba ve kağnılarda yükün
b u rsalı, (bursa-h?] {ağız} sf. Atik; çevik. [DS]
dökülmesini önlemek için bağlanan ip y a da zi'nci-
H n bükülerek gerilmesini sağlayan ağaç sopa. [DS] bursalık, -ğı [pus-a-lık / bürsa-hk ?] {ağız} is. Kapalı;
17. {âğız} M inare merdiveni gibi dolanarak bulutlu. | DS]
yüksel inen yer. (DS] 18. {ağız} K ıvrtla kıvrıla çıka!n bur'sariıak, |bür-sa-m ak] {âğız} 'gçl. f [-r] [-s(u)-yor]
dumaıı. [D'S] İ9 . {âğız} Sim it ya da 'oM betazer hal Beğenmem ek; küçük görmek: az bulmak. [DS]
ka ekfriek. [DS] 20. Şalvar büzgüsü. 21. sf. Burula bürsang, (Çita, fo-seng] {eT} is. 1. Küme; takım; gü-
rak yapılmış; kıvrılmış, i? burma bezek, mim. B u ruh; topluluk; cemaat. [EUTS] 2. Rahipler toplulu
rulmuş hciltita benzer süs unsuru.|J burma börek, ğu. [EUTS]
{âğız} Burülarak yapılan bir ‘tür ‘börek. (DS]|| bür- burslan, | burs lan i 'is. zoöl. Rösfu benekli, genellikle
tiıa biikmek. {ağız} Yonca, çayır-gibi Otları yaşken geceleri avlanan yırtıcı, etçil ve memeli b ir vahşî
‘bükerek kurutup-kışa hazırlamak. [DS]|| burma ot, hayvan; bebür denilen hayvan; pars; panter; leopar,
{âğız} Kışın hayranlara yedirilmek iizere burularak (Panthera pardusj. {eT} ‘(-aytıı) '[©LT]
‘kurutulmuş ’ot. (DS]|| 'burma saç, {OsT} Kıvrık 'saç:|| burslu, |bıırs-lu j sf. Burs alan, bursu olan,
fetorfna sadef, {eAT} {OsT} Kdbiılilü süm üklü böcdk; bûreong, -[ÇÖı. ‘büt-settğ] {et} is. R ahipler deriıeği.
!tmihre.\\ burma sarık, tar. Başlık üzerine, uzunca IfEUTS]
1V lr Hütbdhtteh yuVdrlük ölür cık stirilüh ‘bir tür sdrik. burssuz, |burs-suz| sf. BüTs almayan. !b ürsü ‘olma
burtnac, [bûr-mac {Ö st} is. Ü cü çdflgdl ‘ğfbi yan.
bursung, [Çin. but-seng] {eT} is. 1. Küme; takım;
eğri demir.
'gürüh; topluluk; cemaat. [EUTSi] 2. Rahipler derne
burmak , \kT. biir-mek > lb ür-tnak gçl. f. ipür] ği. [ELTS]
İ. *B;î r şeyi keiMi 'ekseni etrafında döndürerek bük- bürştık, -ğu [bur-üşJük] {ağız} sf. !K ötü. [DS]
'fiiek; sarmak. {eT} {eAt} '(âyni) [KB] -2. {eAT} {ttğiz} burt, |b u rt| {et} is. K âbus; karabasan. !DLT|
'Çövirfflek; yöneltmek. ![DS] 3. (Yiyecek) Ağızda burta, [buna] {et} is. A ltın kirıntılârı. :[DLT]
'ekşi Ve kekre 'fâit bırâfâhak. 4. !(M ide Veya 'bağırsak burtag, [Moğ. börtâg] {eT} ‘is. Bozuk, taşlı, engebeli.
'için) ‘şiMetiIi ;kğrimak; safhörnak. -'{ekt} ‘(âyki) -5. dar vol. '[Nevâyî]
mecaz. Üzüritü, sıkftitı Vermek. 6. '(îg^iş edilecek
burtalamak, [burta-la-mak] {eT} 'gçl- ./• l- r j Altın
hayvan için) erbezİerini işe varamaz hale getirmek
kırıntıları veya varak yapıştırmak. ![DLT]
için deriyi kesm eden sıkıştırmak suretiyle kısırlaş
burtalannıak. [burta-la-n-mak] {et} edil. f. [-ur]
tırm a işleırii uygulamak. 7. {ağız} Darılnı&k. [DS| 8.
Âltitı kırıkları veya varak ile süslenmek. [DLT]
{ağız} Kıskanmak. [DS] & burum burum, (Karın,
m ide vb. içiH) çdk'burulmak; Çök'sdhcimak. biırtarık, fbur-(ü)t-ar-ık &.yjj>] {Öst} (Yüz için) asık
burmak2, '[bü (koku) > bt'ir-tiıakj (bırrm ak) -{eT} ve ekşi.
gçsz. f [-ur] 1. Kökü saçmak. [Gabain] [EUTS] [KB] biırtar^m ak, [bur-(u)t-mak > burt-ar-mak ^ y y ]
•2*. ;(Güzel) kokmak. [KjB] 3. Büğüsü yiiksdlttıek; {eAt} {Öst} {âğız} gçl. f. [-ır] İ . (Yüz içiiı) 'bürüş-
buğulanm ak. [Dİ.T] 4. gçl. f Kokutmak. [EUTS] turıriâk; surat asmak. 2. g ç s z . f Buruşmak. [DS]
ÖlÜKîît TÜBKCE S İ M • 705 BUR
burtaş, [bur+taş ?] {ağızj is. Kapı altlarına konulan buruklaşmak, [buruk-la-ş-mak] gçsz. f. [-ıı] Buruk
geniş ve sağlam taş. [DS] durum a gelmek,
burtaşık, -ğı [bur-ta-ş-ık] {ağızj sf. Dürülmüş, büzü burukluk, -ğu [buruk-luk] is. 1. Buruk olma duru
lüp tortop olmuş. [DS] mu, kekrelik. 2. Kırgınlık; güceniklik; alınganlık.
burtınmak, [burt-mak > burt-un-mak] {eATj gçsz. f. 3. {ağızj İshal; amel. [DS]
[-ur] Buruşmak, burulgan, [bur-ul-mak > burul-ğan {ağızj is.
burtlak, -ğı [burt-lak] is. 1. Domuz yavrusu. 2. {ağızj
I. Su çevrintisi; girdap. {OsTj (aynı) 2. Hortum; rüz
Taşlık, çalılık yer. [DS] gâr çevrintisi. 3. sf. (El, kol vb. için) burulmuş.
burtmak, [bur-mak > bur-(u)t-mak] {ağızj gçl. f. [- [DS]
ur] 1. Dürüp devşirmek; bükmek; toplamak. 2. burulma, [buı-ul-ma] is. Burulm ak eylemi,
{eATj Surat asmak. [DS]
burulmak, [bur-mak > bur-ul-mak / j i j j J edil,
burtuk, -ğu [bur(u)t-mak > burt-uk 3 y j y ] {OsTj sf.
f. [-.ur] 1. Ekseni etrafında döndürülmek; çevril
1. (Yüz için) asık; ekşi. 2. (Kaş için) çatık, mek; bükülmek. {OsTj (aym) 2. {eATj {ağızj dönşl. f.
burtulmak, [burt-ul-mak] {ağızj edil. f. [-ur] Dürül Dönmek; eğilmek. [DS] 3. {ağızj mecaz. Birine kı
mek; bükülmek; tortop olmak. [DS] rılmak; küskünlük göstermek; alınmak; gücenmek;
burtun, [İt. bertone] {OsTj is. 1. Kalyon sınıfından tedirgin olmak. [DS] 4. (Mide ve bağırsak için) ağ
bir tür büyük savaş gemisi. 2. /ağızj Y ük gemisi. rımak; sancımak. 5. Ekşimek,
[DS]
burulu, [burul-mak > burul-u] sf. Burulmuş, bükül
burtuşmak, [burt-mak > burt-uş-mak {OsTj müş olan.
dönşl. f. [-ur] Buruşmak. burum 1, [bur-mak > bur-um] {ağızj is. 1. Burmak ey
buru1, [bur-mak > bur-u] {ağızj is. 1. Halı tezgâhla lemi ve sonucu. 2. Eğrilmek üzere tem izlenip sa
rında arışları sıkıştırmakta kullanılan bir metre ka rılmış yün yumağı. [DS] S burum burgaç, {ağızj
dar sopa. 2. Elli dirhem ağırlığındaki pam uk ipliği Çapraşık; karmakarışık. [DS]
çilesi. [DS] burum2, [bü (buhar) > bür-mak] {ağız} is. Güzel ko
buru2, [bur-mak > bur-u is. 1. Sancı; ağrı. {eATj ku; güzel kokma. 0 burum burum, {ağız} Buram
{OsTj (aynı) 2. Doğum sancısı. {eATj {OsTj (aynı) 3. buram. [DS]
{ağızj Eziyet. [DS]® buru tutmak, {eATj (Gebe burumak, [bur-mak > bur-u-mak] {eATj g ç l . f [-ur]
kadın için) doğum sancısı gelmek. (Yüz için) asmak; kaşlarını çatmak.
buruc, [Ar. burç (kale) > bürüc is. -*• büruc. S burun1, [bir+ön > burun] {eTj sf. Önce; ileri; öncele
ri; evvel; evvelleri. [EUTS] [Yüknekî] [KB]
Buruc Suresi, K ur 'an-ı Kerim ’in 85. suresinin adı.
burun2, -rnu [eT. bür-mak (kokmak) > bur-un] is. 1.
burucu, [bur-mak > bur-ucu] {ağızj is. 1. Burmak i-
Solunum aygıtının en üst kısmını teşkil eden, üst
şini yapan. 2. Tosun ve boğaların husyelerini bura
dudakla alın arasında yer alan, yüzün en çıkıntılı
rak eneyen kimse. [DS]
kısmı, aynı zamanda koku alm a organı. {eT} (aynı)
buruculuk, -ğu [bur-ucu-luk] is. Burucunun yaptığı
[EUTS] [Gabain] 2. {eT} (Hayvan için) hortum.
iş; tosun ve boğaları burarak eneme işi.
[EUTS] [Gabain] 3. {eTj Öne doğru çıkıntı yapan
buruç, -cu [eT. murc > buruç / burç] {ağızj is. 1. yer. [DLT] 4. Bazı şeylerin sivri ve ön tarafı. 5. Ka
Ökse otu. 2. M eyvesiz bitkilerin ilkbaharda verdik raların denize doğru olan uzantıları. 6. Dağların
leri tohum a benzer meyve. 3. M eyve kurusu. [DS] veya tepelerin ovalara ya da düzlüklere doğru alça
fi1 buruç gibi, {ağızj İri ve yakışıklı. [DS] lan çıkıntılı uzantıları. 7. mecaz. Kibir; büyüklen
buruk, -ğu [bur-mak > bur-uk] sf. 1. Burulmuş olan. me. 8. {ağızj Çakı ve benzeri. [DS] 9. {ağızj Pekmez
2. Tadı ekşi ve kekremsi olan. 3. Gücenmiş; kırgın; yapm ak için kaynatılan şıranın ilk suyu. [DS] 10.
alıngan. 4. {ağız} Eğri basan; aksak; topal. [DS] 5. /ağızj Duttan kaynatılarak elde edilen ilk şıra. [DS]
{ağızj Eğri; çarpık. [DS] 6. {ağız} Kambur. [DS] 7. I I . {ağızj Samandan ayrılmış buğday yığını. [DS]
{ağız} Düzgün konuşamayan; dili dönmeyen. [DS] 12. {ağız} Yün taranırken tarak dişinden ilk alınan
8. {ağızj Aksi; ters; inatçı. [DS] 9. {ağız} Cimri. [DS] yün. [DS] 13. {eT} Zodyak takım yıldızlarından her
10. {ağızj İşi yavaş yapan; ağır kanlı; ağır canlı; biri; burç. [KB] fi1 burna yel girmek, / eATj Gurur
beceriksiz. [DS] 11. is. Dokuları burulmuş olarak lanmak; kibirlenmek.\\ burna hırızmayı takmak,
büyüyen ağacın kerestesi. 12. Kısırlaştırılmış hay H ayvan gibi kullanmak.|| burnı yire depilmek,
van. 13. {ağızj Husyesiz erkek. [DS] 14. {ağızj Da {eATj Burnu sürtülmek.\\ burnu bile kanamadan,
lında kurumuş incir. [DS] 15. {ağızj Tatsız su. [DS] En küçük bir zarara uğramadan.\\ burnu büyük,
burukça, [buruk-ça] sf. 1. Tadı biraz buruk olan. 2. Gururlu; kendini beğenmiş.\\ burnu büyümek,
Biraz gücenmiş olan, Gururlanmak. || burnu havada, Gururlu; kendim
buruklaşma, [buruk-la-ş-ma] is. Buruklaşmak eyle beğenmiş.|| burnu K a f dağında, Gururlu, kendini
mi. beğenmiş.|| (kimsenin) burnu kanamamak, Kim-
BUR
seye zarar gelmemek.\\ b u rn u kırılsın diye, Guru b u ru n çalm a, {ağızj A t ve eşeğin hızlı soluması.
ru kırılsın, dik başlılığı gitsin diye.|| (canı) b u rn u [DS]|| b u ru n çayı, {ağız} D emlikten bardağa ilk
n a gelm ek, 1. Bir işte çok uğraşmaktan yorulmak. konulan çay. [DS]j| b u ru n çekm ek, B ir şey elde
2. D ayanacak gücü kalmamak.\\ b u rn u n a girm ek, edememek.]] b u ru n d a k o k m ak , {eATj Burunda
I. Birine çok sokulmak. 2. Tehdit etmek.\\ b u rn u n tütmek; özlemek; çok arzu etmek.|| b u ru n d a tü t
d a tü tm ek , Bir şeyi veya birini çok özlemek, iste m ek, Çok istek ve özlem duymak.]] b u ru n d a n ateş
m ek.|| b u rn u n d a n fitil fitil getirm ek, Hakkım p ü sk ü rm e k , Çok öfkeli olm ak.|| b u ru n d a n d ü ş
gasp eden veya zarar veren birinden karşılığını ka m ek, Tıpkısı, aynısı olmak.]] b u ru n d a n gelm ek, 1.
tıyla çıkartmak.\\ b u rn u n d a n gelm ek. H oşa giden Yoksulluk çekmek. 2. Zorluk çekmek. || b u ru n d a n
güzel geçen günlerden sonra kötii sonuçlarla karşı- getirm ek , Öç almak; acısını çıkarmak.]] b u ru n d a n
laşmak.|| b u rn u n d a n kıl a ld ırm a m a k , I. Huysuz k an d a m lam ak , Çok sıkıntı çekmek.|| b u ru n d a n
ve gururlu olmak. 2. Kendisini eleştirtmemek.]] kıl a ld ırm am ak , Kendini çok beğenmek; büyüklük
b u rn u n d a n solum ak, Çok öfkelenmek.]] b u rn u n taslamak.]] b u ru n d a n ötesini görm em ek, Kendisi
d a n y ak alam ak , Egemenliği altına almak.|| b u r ne çok güvenmek.]] b u ru n d a n solum ak, Çok öfkeli
n u m sım ak, {eATj 1. Burnunu kırmak. 2. G ururum olmak.]] b u ru n d a n söyler gibi, Hımhımcasına.]]
kırmak.|| b u rn u n u çekm ek, 1. Sümüğünü genzine b u ru n deliği, Burun boşluklarının dışarıya açılan
doğru çekmek. 2. mecaz. Umduğunu bulamamak.\\ iki deliği.]] b u ru n d ib in d e, Çok yakında.]] b u ru n
b u rn u n u eğm ek, {ağızj D arılm ak; gücenmek. dikine, K endi bildiğine.]] b u ru n direğ i sızlam ak,
[DS] | b u rn u n u k ırm ak , Gururlanan bir kimseye l. Kötü koku duymak. 2. Herhangi bir acıya uğra
haddini bildirmek.\\ b u rn u n u n dibi, Çok yakın mak.]] b u ru n d ü d ü g i, {eAT} Burun boşluğunun üst
y e r.|| b u rn u n u n dikine gitm ek, Kim seyi dinleme kısımları; geniz. || b u ru n etm ek, {ağızj Darılmak;
yerek dilediğini yapmak.\\ b u rn u n u n direği k ırıl gücenmek. [DS]| b u ru n gelm e, {ağız} Atın burnu
m ak , Çok p is kokudan rahatsız olmak. || b u rn u n u n nun kenarında olan bir hastalık. [DS]|| b u ru n k a
direği sızlam ak, Çok iiziilmek; acı duvmak.\\ b u r b a rm a k , Burnu büyümek; kibirlenmek.]] b u ru n
n u n u n d o ğ ru su n a, {ağızj Dikine; aksine; inatla. k an ad ı, Burun deliğinin iki yanındaki kabarık kı
[DS]| b u rn u n u n d o ğ ru su n a gitm ek, K endi bildi sımlar.]] b u ru n k a p a n , {ağız} Bukalemun. [DS]||
ğinden, dediğinden şaşmamak.\\ b u rn u n u n kılı .. b u ru n k ırılm a k , 1. Birinin gururunu kırmak. 2.
ötm ek, Sıkıntı yüzünden çok kızgın olmak.|| b u r Baş eğdirmek, i. Kötü bir kokudan dolayı rahatsız
n u n u n u cu n d an ilerisini görm em ek, 1. K ıt ve olmak.]] b u ru n k ırm a k , Gururunu kırmak.|| b u ru n
kısır düşünceli olmak; kendi düşüncesini doğru k ıv ırm a k , {ağız} Önem vermediğini burnunu eğe
sanmak. 2. Kendini büyük işlere uygunmuş gibi cek şekilde yanağım oynatarak belirtmek; horla
görmek; gururlanmak.\\ b u rn u n u n ucunu göre mak; bir şeyi beğenmemek; küçümsemek. [DS]||
m em ek, Çok sarhoş olmak.|| b u rn u n u n yeli h a r b u ru n o tu , {eATj Buruna çekilen bir tür tütün; en
m a n sav u rm ak , 1. Kendini çok beğenmiş olmak. 2. fiye.]] b u ru n perd esi, Burun boşluğunu ikiye ayı
Çok öfkelenmek.\\ b u rn u n u sıksan canı çıkacak, ran bölme.]] b u ru n sa rk m ak , D argınlık göster
Çok za y ıf ve çelimsiz]] b u rn u n u sokm ak, Gerekli mek; küsmek.]] b u ru n sıkılm ak, Zorlu bir işe ka
gereksiz her işe karışmak.|| b u rn u n u to p ra ğ a rışmak.]] b u ru n sokm ak, H iç yoktan bir işe karış
sü rtm ek , {ağızj Aşağılamak; küçük düşürmek. mış olmak.]] b u ru n sonağı, {eAT} Burun deliği.||
[DS]|| b u rn u sü rtü lm ek , Hayatın güçlükleri ile b u ru n sü rtm ek , {eATj Birisinin hoşlanmayacağı
mücadele etmenin gereğini öğrenerek gururlan işi inat olsun diye yapmak.]] b u ru n şerb eti, {ağızj
maktan vazgeçm ek zorunda kalıncık.]] b u rn u tığı, Üzümün ilk alınan suyu. [DS]|[ b u ru n şişirm ek,
{ağızj Burnu havada; mağrur; kazak. [DS]|| b u rn u Burnu büyümek,]] b u ru n to m u rm a k , {eAT} Burun
yel alm ak, {ağızj (At için) şahlanmak; delileşmek. kanamak. || b u ru n ucu, {ağız} coğ. B ir yarım ada ya
[DS]|| b u rn u yellenm ek, {ağızj Cinsel isteklerde da dağın denize uzanan en uç tarafı. [DS]|| b u ru n
kendini aşırı heveslere kaptırmak. [DS]|| b u rn u y a p m ak , Büyüklük taslamak.]] b u ru n yeli sam an
yelli, {ağızj Havalı; azgın. [DS]|| B u rn u y ere düşse sav u rm a k , I. Çok öfkeli olmak. 2. Büyüklük tasla
alm az, Çok gururlu bir kimse için söylenir. || b u mak.]] b u ru n y ü n ü , {ağız} Taranmış, temizlenmiş
ru n atm ak, {ağızj Burun temizlemek. [DS]|j b u ru n yün. [DS]
başı, {ağızj Sokaklardaki dönemeçler; köşeler. b u ru n c a , [burun-ca] {ağızj is. Tepe. [DS]
[DS]|| b u ru n boğaz, {ağızj Yarı dargın. [DS]|| b u b u ru n c u k , -ğu [burun-cuk] {ağız} is. Tepe. [DS] S
ru n boku, {ağız} (Kişi için) aşağılık; iğrenç; önem b u ru n c u k kaşı, {ağız} Bir yanı engin; üstü düz te
siz. [DS]|| b u ru n boşlukları, Burnun içinde kokla pe. [DS]
ma ve soluk alıp vermeye yarayan boşluklar.]] b u b u ru n ç , [bur-mak > bur-unç] {ağızj is. Ağaç veremi.
ru n b u rm a k , Beğenmemek,|| b u ru n b u ru n a , Bir [DS]
birine çok yakın ve yü z yüze. || b u ru n b u ru n a gel
b u ru n d a lı, [burunda-lı o j j j {OsT} is. Emzikli
m ek, Ansızın çok yakından karşılaşmak; karşı kar
şıya gelm ek.|| b u ru n büyüm ek, Kibirli olmak.]] tas.
P ff H W M .7 0 7 BUR
bu ru n d u g ın , [burun-duğın {eAT} zf. Önce b u ru n su z , [burun-suz] sf. 1. Burnu olmayan; {eTj
(aym). [EUTS] 2. Hımhım,
den; başlangıçta,
b ııru n ta k , -ğı [eT. burun-tuk > burun-tak] {ağızj is.
b u ru n d u k , [burun-duk {eT} {eAT} is. Yular. Yular. [DS]
[KB] b u ru n ta lık , -ğı [burun-ta(k)-lık / burun-sa(k)-lık]
b u ru n d u ru k , -ğu [burun-duruk Jjjjû jj)] is. 1. Atları {ağızj is. Buransak; burunsalık. [DS]
nallarken huysuzluk yapmam ası için dudaklarını b u ru n tı, [bur-mak > bur-untı] is. Girdap,
kıstırmaya yarayan bir tür maşa kıskaç; yavaşa. 2. b u ru n tu , [bur-mak > bur-untu] is. Kaim bağırsakta
{eT} Yular; buruna geçirilen yular. [DLT] 3. {eATj hissedilen burulma ve sancı,
{OsT} Deveyi zapt etm ek veya yönetm ek için bur b u ru ııtu k , [burun-tuk] {eTj is. Gem. [EUTS]
nuna takılan ağaç ya da geçirilen halka, b u ru ş, [bur-uş] is. 1. Burmak eylemi ve biçimi. 2.
b u ru n g , [bür-mak > bur-ufi] (burun) {eT} is. Bir ok M eyve kurusu. 3. {ağızj Erik hoşafı. [DS] S1 b u ru ş
atımı yer. [DLT] b u ru ş, Çok buruşmuş.
b u rungı, [bir+ön > burung-ı] {eT} zf. Önceki; evvel b u ru şg an , [buraş-m akJ > buruş-kan] {ağızj sf. Dö
ki. [EUTS] vüşken. [DS]
b u runi, [burun + Ar. -î] (bııruni:) {OsTj sf. Kibirli, b u ru şm a, [bur-uş-ma] is. Buruşmak eylemi.
b u ru n lam ak , [burun-lâ-mak] (burunla: mak) {eTj b u ru ş m a k 1, [bur-mak > bur-uş-mak gçsz. f. [-
gçl. f. 1. Burnu ile vurmak. [DLT] 2. {ağız} Öne
ur] I. (Kâğıt, kumaş, deri vb. için) Düzgünlüğü
geçmek. [DS] 3. {ağızj (Civciv için) yumurtadan
gitmek, üzerinde kırışık ve katlanm alar meydana
çıkmadan önce kabuğunu gagası ile vurmak. [DS]
gelmek; kırışmak. 2. (Ağız için) ekşilik ve kekrelik
4. {ağızj Burnu ile vurmak. [DS] 5. Beğenmemek.
duymak. 3. {eTj (Yüz için) somurtmak; asılmak;
6. {ağızj (Hayvan için) samanı veya yemi burnu ile
buruşturulmak. [DLT] ö b u ru ş b u ru ş, Çok buruş
itmek. [DS] 7. {ağızj Darılmak; gücenmek. [DS] 8.
muş, bumburuşuk,|J b u ru ş y a rış olm ak, {OsTj Çok
{ağızj Saban demirinin ucuna demir parçası eklet
buruşmak: buruş buruş olmak; sölpümek.
mek. [DS]
b u ru ş m a k 2, [bur-uş-mak] {ağızj gçsz. f. [-ur] Baş
b u ru n latm a, [burun-la-t-ma] {ağızj is. Saban demi
sağlığı dilemek. [DS]
rinin ucuna demir ekleterek onartma. [DS]
b u ru şm a k ,3 [vur-uş-mak > bur-uş-mak] {ağızj işteş.
b u ru n latm ak , [burun-la-t-mak] {ağızj gçl. f. [-ır]
f. [-ur] Vuruşmak; dövüşmek. [DS]
Saban demirinin ucunu onartmak. [DS]
b u ru şm a z , [bur-uş-maz] s f (Kumaş için) kıvrıklık
b u ru n lu , [burun-lu jk jji] sf. 1. Herhangi bir şekilde
ve kıvrımlar oluşturmayan,
burnu olan (şey). 2. Çıkıntılı olan. 3. mecaz. Ken b u ru ş tu rm a , [bur-uş-tur-ma] is. Buruşturmak işi.
dini beğenmiş, onurlu; gururlu; kibirli. {eATj {ağızj
b u ru ş tu rm a k 1, [bur-uş-tur-mak] gçl. f. [-ur] Buru
(aym) [DS] 4. /ağızj A sık suratlı; kırgın. [DS]
şuk hâle getimıek.
b u ru n lu k , -ğu, [burun-luk] is. 1. Kimi hayvanlan
b u ru ş tu rm a k 2, [bur-uş-tur-mak] /ağızj gçl. f. [-ur]
zaptetmek için burunlarına geçirilen halka; burun
Karşılaştırmak. [DS]
sak. 2. M iğferlerdeki burun siperliği,
b u ru şu k , -ğu [bur-uş-mak > buruş-uk] sf. Düzgün
bu ru n lu lık , -ğı [burun-lu-lık {eATj is. Kibir; lüğü, gerginliği kalmamış; üzerinde katlar, kıvrım
gurur. lar meydana gelmiş,
b u ru n sak , -ğı [burun-sak] is. 1. Isırmasına, emm esi b u ru şu k lu k , -ğu [buruşuk-luk] is. 1. Buruşuk olma
ne veya otlamasına engel olm ak amacıyla hayvan durumu. 2. Buruşuk olanın niteliği. 3. Zayıflama ve
ların burunlarına takılan bir tür torbamsı aygıt. 2. yaşlanma gibi sebeplerden deride meydana gelen
{ağızj Hayvanların burnuna takılan ip; yularda hay kırışıklık.
vanın burnu üstüne gelen parça. [DS] b u ru şu k su z , [buruşuk-suz] sf. Buruşuk ve kırışığı
burunsalık, -ğı [burun-sa-lık is. 1. Sığır ve olmayan; düz veya düzgün.
deve cinsinden hayvanların bir şey yemesini engel b u r u t1, [bur-ut] {ağız} sf. Akılsız. [DS]
lemek için ağız ve burunlarım kapatan bir çeşit tor b u ru t2, [Ar. bürüt (buru:t) {OsT} is. Bıyık.
ba. 2. Buzağıların, emm ek için annelerine yaklaş
b u ru tg a n 1, [bur-ut-gan] {ağız} sf. Somurtkan. [DS]
tıklarında, rahatsız ederek emm esine engel olacak
b u ru tg a n 2, [bur-mak > bur-ut-tan] {ağız} is. Şiddetli
biçimde burunlarına takılan, ucu çivili ya da kirpi
fırtına, kar ve yağmur; boran. [DS]
derisinden yapılmış alet. 3. Hayvanları kolayca
zaptedebilmek için burunlarına sıkıca bağlanan ip. b u ru tm a k 1, [bü (buhar) > bu-r-ut-mak] {eT} g ç l . f [-
4. {eATj {OsTj H ayvan başlığının burun üzerine ur] 1. Buğulandırmak. 2. K okutarak yellenmek.
{ağız} (aym) [DS] [DLT]
gelen parçası.
B UR ü I Ü M I İ İ M t SOZLOK.
b u ru tm a k 2, [bur-mak > bur-ut-mak] {ağızj gçl. f. [- b u sb u d ala , [bu(s)+bu/dala] (bu ’sbudala) pekşt. sf.
ur] I. Darılmak; küsmek; somurtmak. 2. Hastalık Tamamen budala,
öncesi düşkünlük ve keyfsizlik içinde bulunmak. 3. b u sb u lan ık , -ğı [bu(s) + bu/lan-ık] (bıı'sbulanık)
Topallamak; aksamak. 4. (Koç için) tos vurmadan pekşt. sf. Çok bulanık.
önce başını yana çevirmek. [DS]
buse, [Far. büsiden (öpmek)> büse (bu.se) {OsTj
b u ru tm a k 3, [bört-mek > burut-mak] {ağızj gçl. f. [-
ur] Az haşlamak; börtlemek. [DS] is. 1. Öpücük; öpüş. 2. tasvf. İlahî sevgiden doğan
heyecan. 3. tasvf. Dünya zevki. S büse-câ, {OsTj
b u ry u k , [buyur-mak > buy(u)r-uk > buryuk] /eTj is.
Öpecek y e r.|| büse-çîn, / OsT} Buse alan; öpücük
1. Kumandan; vekil; [Gabain] 2. Buyruk. [EUTS]
toplayan.|| bûse-gâh, {OsT} Öpülecek yer. || büse-
b u rzag , [Ar. burzağ çjji] (burzağ) {OsT( is. 1. Genç geh, {OsTj Ö pülecek yer.\\ b u se -rü b a , {OsTj Buse
lik neşesi. 2. sf. (Genç için) etine dolgun. toplayan; öpücük kapan.|| büse-şikesten, {OsTj
-bus, [Far. büsiden (öpmek) > -büs (bu.s) {OsT} Şapır şupur öpme. \\ büse-zen, {OsT} Öpen; öpiicii.
son ek. Sonuna getirildiği Farsça kelimelere “öpen” buselik, -ği [Far. büse + T. -lik viil s f Öpecek,
anlamı katarak birleşik sıfatlar yapan son ek. öpmeye değer; öpülebilir (şey).
b u s1, [büs / püs] (bu:s) {eT} {ağız} is. Sis; duman;
b u selik 1, -ği [Far. büse-lîk dU 4-,^] (bu;seli:k) {OsT}
pus. [DS]
bus2, [bus] {ağız} is. A llah’ın ceza olsun diye verdiği is. miiz. Klasik Türk müziğinde, batı müziğinin m i
sürekli hastalık. [DS] nör tonalitesine denk, temel ve basit bir makam,
bus3, [bus] {ağız} is. Sürülmesi kolay, gübreli toprak. b u selik aşiran , [buse-lik + 'aşıran Oljyi* t-j;]
[DS] {OsTj is. müz. Klasik Türk m üziğinde buselik beşli
bus4, [Far. büsiden > büs (bu:s) {OsT} is. 1. Öp si ile hicaz dörtlüsünün birleşm esinden meydana
me; öpücük. 2. sf. Öpen, fi1 bus etm ek, Ö pmek.|| gelmiş birleşik makam.
büs-gâh, {OsT} Öpülecek yer. || büs ü k e n a r, {OsT} busende, [Far. büsiden > büsende (bu:sende)
Öpme ve kucaklama.
{OsT} sf. Öpen; öpücü.
b u sa k 1, -ğı [? busak] {ağız} is. Kavak. [DS]
b u sg ak , [büs (sis) > bus-ğak] {eT} is. Yürek sıkıntısı.
b u sak 2, -ğı [bu+sak] {ağız} zf. Bu sefer. [DS] [Gabain]
b usam ak, [büs (sis) > *bus-â-mak] {eT} gçsz. f. [-r] busı, [Sog. bösanti / Skr. uposatha > busı / puşı] {eT}
Büyük bir acı içinde olmak; kederlenmek. [Clauson] is. Sadaka; kurbanlık. [EUTS]
busanç, [busâ-mak > busa-nç] {eT} is. Büyük üzüntü;
busi, [Far. büsiden > büsî (bır.si:) {OsT} is. Öp
acı; keder; ıstırap. [ETY]
b u sa n d u rm a k , [busa-n-dur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] me; öpüş.
Bir kimseyi büyük bir üzüntü içine sokmak; keder buside, [Far. büsiden > büsîde (bu:si:de)
lendirmek; üzüntü vermek; acı vermek. [Clauson] {OsTj sf. Öpülmüş,
b u san m ak , [büs (sis) > *bus-â-mak > busa-n-mak]
b üsid en , [Far. büsiden (bu:si:den) {OsT} Far.
{eT} g ç sz .f. [-ur] 1. Üzülmek; sıkılmak; kederlen
mek. [Gabain] [İKPÖy.] [ETY] 2. Umutsuzluğa düş f. mastarı. Öpmek,
mek; meyus olmak. [EUTS] 3. Öfkelenmek; sinir b u sir, [Far. büşır (bu:si:r, s, kalın söylenir)
lenmek. [tKPÖy.] {OsTj is. bot. Sığır kuyruğu bitkisi,
b u sarık , [eT. büs (sis) > bus-ar-ık / pus-ar-ık] {eAT}
busiş, [Far. büsiden > büsîş (bu:si:ş) {OsT} is.
sf. 1. (Hava için) dumanlı; sisli. 2. is. Duman; sis.
3. Uzakta olduğu için iyi seçilemeyen bulanıklık. 4. Öpme; şapırtılı öpüş,
Serap. 5. {ağız} Sisli, tozlu, bulutlu hava. [DS] b u sitan , [Far. bü (koku) + sitân (bu.sita. n) is.
b u sarm ak , [büs (sis) > bus-ar-mak] {eT} gçsz. f. [- -*■ bustan.
ur] Sis bastırmak; dumanlanmak; pusarmak. [DLT]
b usm , [Ar. buşm {OsT} is. Serçe parmağı ile
[Clauson]
b u s a t1, [Sog. bösanti / Skr. uposatha] {eT} is. Bir tür yanındaki parm ak açıldığında arada kalan açıklık.
oruç. [EUTS] b u sm a k 1, [bus-mak / bös-mek] {eT} gçsz. f. [-ar] 1.
Pusmak; pusu kurmak; pusuya yatmak; gizlenmek;
b u sa t2, -dı [Ar. bisât (halı) > busat -L-J {OsT} is. 1.
saklanmak. [Yüknekî] [Nevâyî] [KB] 2. {ağız} Gizle
Kilimler; döşekler; minderler; keçeler. 2. {ağız} nerek bir konuşmayı dinlemek. [DS]
K um aş parçası. [DS] 3. {ağız} Çocukları beşiğe sı
b u sm a k 2, [büs (sis) > bus-mak] {eT} dönşl. f. [-ar] 1.
kıca bağlamaya yarayan bez. [DS] 4. {ağız} Elbise.
Üzülmek; sıkılmak; kederlenmek. [Gabain] [İKPÖy.]
[DS] 5. {ağızj Süs eşyası. [DS] 6. {ağız} Harp araç ve
2. Öfkelenmek. [İKPÖy.]
gereci. [DS]
iM f f i somu . 709 BUŞ
busrulmak, [bus (sis) > *busa-mak > bus(a)-r-ul- busuşlug, [busuş-luğ] {eT} sf. Kederli; acılı; ıstıraplı;
mak] {eTj dönşl. f [-ur] Kederlenmek. [Gabain] dertli; kaygılı. [EUTS] [ETY]
bussukmak, [bus-mak > bus-uk-mak / bus(s)-uk- busuşmak, [bus-mak (pusu kurmak) > bus-uş-mak]
mak] {eT} -*• busukmak. {eT} işteş, f. [-ur] Karşılıklı pusu kurmak; birbirine
bustan, [Far. bö (koku) + sitân (yer) oU-_jj] (bu:s- tuzak hazırlamak. [DLT]
busuşsuz, [busuş-suz] {eT} sf. Kedersiz; üzüntüsüz.
ta:n) {OsTj is. 1. Güzel koku yeri; gül ve çiçek ko
[EUTS]
kularının olduğu yer. 2. Çiçek bahçesi; gül bahçesi.
buş, [Far. büş J-y] {OsT} is. Hastalanan koyun ve ke
3. Sebze bahçesi; bostan. 0 bustân-bân, {OsT}
Bahçıvan.]] bustân-efrüz, {OsT} bot. Katm erli ho çileri tedavi etmek için bacaklarına yapıştırılan bir
roz ibiği.|| bustân-fürüz, {OsT} bot. K atm erli horoz tür laden.
ibiği.|| bustân-pirâ, {OsT} Bahçe süsleyen.\ bus- buşak, [buş-mak (sıkıntı vermek, kederlendirmek) >
tân-serâ, {OsT} Bahçe içindeki köşk. buş-ğak / buş-ak] {eT} sf. İçi sıkıntılı; üzüntülü; ke
derli. [DLT]
bustani, [Far. büstânl (bu:sta:ni:) {OsT} is.
buşaklık, [buşak-lık] {eT} is. Öfke; kızgınlık. [KB]
Bahçıvan.
buşgurmak, [buş-ğur-mak] {eTj g ç l.f. [-ur] K ışkırt
bustani, [Far. büstân + Ar. -I (bu:sta:ni:) mak. [ETY]
{OsT} sf. 1. Bahçeye ilişkin. 2. Bostancı ocağına buşgut, [*boşğü-mak > boşğu-t] {eT} is. Çırak. [DLT]
mensup olan. buşgutlanmak, [buşğu-t-la-n-mak] {eT} gçsz. f. [-ur]
buster, [İng. booster] is. Çalışma süresi çok kısa fa Çırak sahibi olmak; çömez edinmek. [DLT]
kat büyük bir güce sahip, uzay araçlarının fırlatıl b uşı1, [buş-mak > buş-ı] {eT} sf. Öfkeli; sinirli; hır
masına yarayan flize. çın. [KB] S buşı bolmak, {eAT} Öfkelenmek.
bustuh, [? bustulî / büstüli / büsteli] (bustulı:) {eT} is. buşı2, [Sog. bösanti / Skr. uposatha / Çin. pu-shih]
Karapazı, (Atriplex hortensis). [DLT] {eT} is. Sadaka; kurbanlık. [EUTS]
buşıçı, [buşı-çı] {eTj sf. Sadaka toplayan; dilenci.
busu1, [bus-mak (gizlenmek) > bus-uğ > bus-u / ıy>
[EUTS]
I y a y ] {eT} {eATj is. Birine saldırmak için gizle buşılıg, [buşı-lığ] {eT} sf. Sadakaya muhtaç. [EUTS]
nerek beklenilen yer; pusu. S busu açmak, {eAT} buşılık, [buş-ı-lık] {eT} is. Hiddetlenme; kızma. [KB]
Pusu kurmak. buşi, [Sog. bösanti / Skr. uposatha / Çin. pu-shih]
{eT} is. Sadaka. [Gabain]
busu2, -u’u [Ar. buşuc j ^ ] {OsT} is. Terler.
buşmak, [bus-mak > buş-mak {eTj gçsz. f. 1.
busug, [bus-mak (gizlenmek) > bus-u / bus-uğ] {eT}
is. Pusu. [Clauson] [KB] Üzülmek; sıkılmak; canı sıkılmak; usanmak. [DLT]
[İKPÖy.] 2. Sinirlenmek; hiddetlenmek; öfkelen
busugçı, [busuğ-çı] {eT} is. Pusu kuran; pusuya ya
mek; kızmak; heyecanlanmak. {eAT} (aym) [EUTS]
tan; tuzakçı. [KB]
[İKPÖy.] [Yüknekî] [Gabain] [KB]
busukmak, [bus-mak > bus-uk-mak] {eT} gçsz. f. [-
buşon, [Fr. bouchon] is. elkt. Silindirik yapılı b ir tür
ur] Birini veya bir şeyi yakalam ak için saklanmak; akım açma kapama anahtarı,
pusuya yatmak; pusuya girmek. [DLT] [Clauson]
buşrulmak, [buş-mak (sinirlenmek) > buş-ur-mak
busunç, [bus-unç] {ağız} is. Sığınma. [DS] (sinirlendirmek) > buş-(u)r-ul-mak] {eT} edil. f. [-
busunmak, [bus-un-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] Sığın ur] Taciz edilmek; sinirlendirilmek; kızdırılmak;
mak. [DS] öfkelendirilmek. [Clauson]
busuramak, [büs (sis) > *bus-ur-mak > busur-a- buşu, [eT. buş-mak > buş-ü y i y ] {eAT} is. Öfke; kız
mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-r(u)-yor] 1. Bıkmak; u-
gınlık.
sanmak. 2. Doymak. 3. Önemsizliğini göstermek.
buşug, [buş-mak > buş-uğ / puşuğ] {eT} is. Can sı
[DS]
kıntısı. [DLT]
busurkanmak, [büs (sis) > *bus-mak > bus-ur-kan-
buşukmak, [buş-mak > buş-uk-mak] {eAT} gçsz. f. [-
mak] {eT} gçsz. f. [-ur] 1. M üteessif olmak; keder
ur] Kızmak.
lenmek; üzülmek. [Nevâyî] 2. Korkmak. [Gabain]
buşulgan, [buş-ul-ğân (Clauson’a göre yuşulğân)]
busuruk, -ğu [bus-ur-uk] {ağız} sf. Sıkıntılı; kederli;
{eT} sf. Eli işe yatkın. [DLT]
durgun. [DS]
buşurgamak, [buş-ur-ğa-mak / y ^jy Z -y ]
bususa, [Ar. bu'şüşâ l^y^>u] (bu-su:sa:) {OsT} is.
{eAT} gçsz. f. [-r] 1. Sıkılmak. 2. Kızmak; öfke
zool. Tatarcık, lenmek.
busuş, [*bus-mak (üzülmek) > bus-uş] {eT} is. Üzün
buşurganm ak, [buş-mak>buş-ur-ğan-mak yi\j>jyiy]
tü; acı; ıstırap; hüzün; keder; dert; kaygı. [Gabain]
[İKPÖy.] [ETY][EUTS] [Clauson] {eAT} dönşl. f. [-ur] Sıkılmak.
BUŞ IH IÜ IC E S Ö M .
buşurkanmak, [buş-ur-kan-mak] jeTj gçsz. f. [-ur] butayn, [Ar. batn (karın) > butayn jJa J {OsTj is. 1.
1. Rahatsızlık hissetmek. [EUTS] 2. Kendisini ku
Karıncık. 2. Küçük göze; hücre,
surlu saymak. [EUTS] 3. Kaygılanmak. [EUTS]
bute [Far. büte <ü'^] (bu:te) {OsTj is. 1. Topraktan çı
buşurm ak1, [bişir-ımek / pişir-mek > buşur-mak ?]
!cığızj g çl.f. [-ur] 1. Arayıp bulmak; sorup soruştu kar çıkmaz yaprak ve dalları yere yayılan gövdesiz
rup elde etmek; her yola başvurarak temin etmek; bitkiler; sürüngen dallı bitkiler. 2. Kuyumcuların
tedarik etmek. 2. Bol bol harcamak; değerini bile içinde altın veya gümüş erittikleri kap; pota. 3.
memek. [DS] Çeşme, sebil gibi yapıların m erm er kitabeleri üze
buşurm ak', [buş-mak (üzülmek) > buş-ur-mak] jeTj rine oyulmuş yaprak resmi,
gçl. f. [-ur] Birinin canını sıkmak; sinirlendirmek. butha, [Ar. butha {OsTj is. İyi huy.
[DLT] [Yüknekî] [KB]
butıg, [butı-mak > butı-ğ / butı-k] {eTj is. Budak;
buşuş, [bus-mak / buş-mak (üzülmek; sıkılmak) >
dal. [EUTS]
bus-uş / buşuş] jeTj is. Üzüntü; acı; hüzün. [İKP
butik, [butl-mak > butı-k] {eTj is. 1. Budak, dal;
Öy.]
ağaç. [DLT] [EUTS] [Gabain] [KB] 2. Atın ayak deri
but1, -du [eT. büt / bud (ayak, bacak)] is. 1. İnsan
si çıkarılarak yapılan tulum. [DLT] 3. Küçük testi;
vücudunun kalça ile diz anasındaki bölümü. jeTj
kırba; boduç. [DLT]
(aym) 2. Kasaplık hayvanlarda genellikle arka ba
butıklamak, [butı-k-lâ-mak] {eTj gçl. f. [-ı] Buda
cağın dizden itibaren gövde ile bitişik olan dolgun
mak. [DLT]
etli bölümü. jeTj [DLT] [EUTS] [Gabain] is. 3. jeTj
butıklanmak, [butik-la-n-mak] {eTj dönşl. f. [-ur]
Bacak; ayak. 4. jeTj Dal. S1 but ağacı, {ağızj Ara
Budaklanmak; dallanmak, [KB]
ba okunun yerleştirildiği çatal ok. [DS]|| but altı
pastırma, {ağızj Butun bacak tarafından yapılan buti, [Skr. bhüta] {eTj is. Cin; peri; umacı. [EUTS]
pastırma. [DS]|| but yarması pastırma, jağızj Arka butik, -ği, [Yun. apoteke (mahzen) > Lat. apotheca >
kalça etlerinden yapılan pastırma. [DS] İt. bottege / Fr. butique] is. Bir modelden çok az
sayıda giyecek eşyası satan küçük mağaza,
but2, [büt / büd] {eTj is. 1. Değerli ve büyük firuze.
[DLT] 2. Büyük bir adamın armağanını getirene ve butikçi, [butik-çi] is. Butik işleten kimse,
rilen bahşiş. [DLT] butikçilik, -ği [butik-çi-lik] is. Butik işletmecisinin
but3, [Sansk. Buddha / Çin. b ’iuet] is. 1. Buda; Bur yaptığı iş.
han. 2. Put; heykel. [KB] butimar, [Far. bütımâr (bu:ti:ma:r) {OsTj is.
buta1, [buta > puta] {eATj is. 1. Nişangâh; hedef; a- zool. Balıkçıl,
maç. butlamak, [büt > but-lâ-mak] {eTj gçl. f. [-r] 1.
buta2, [büd / put] {ağızj is. Sevgili. [DS] Buduna vurmak. [DLT] 2. (Köpek için) birinin bu
butafoga, [İt. butafogo] (buta’foga) {OsTj is. Eski dunu ısırmak. [DLT]
den, toplan ateşlemekte kullanılan fitili tutan sopa, butlan, [Ar. butlan (butla:n) {OsT} is. 1. Batıl
butafor, [? butafor] is. tiy. Tiyatro sahnesinde tarihî
olma durumu. 2. huk. Geçersizlik, hükümsüzlük. 3.
olaylar canlandırılırken kullanılan o devre ait eşya
Yanlışlık; haksızlık. S butlan hattı, Geçersizliğini
lar.
belirtmek için bir yazının üzerine çekilen çizgi. ||
butaforcu, [butafor-cu] is. Tiyatroda kullanılacak o-
butlân-ı d a’vâ, {OsTj Davanın esassız, haksız veya
lan tarihî eserlerin benzerini yapan sanatkâr,
boş oluşu. || butlân-ı his, Ameliyat için bir organın
butak, -ğı [butı-mak / buta-mak > but-ak {eTj geçici olarak duyarsızlaştırılması.
{eATj {ağızj is. Budak; dal. [DLT] [DS] butlu1, [but-lu] sf. 1. İçinde veya üzerinde but bulu
butaklamak, [butı-mak > butık-la-mak > butak-la- nan. 2. (Belirtilen nitelikte) buta sahip olan. 3. Kal
mak] (eTj gçl. f. [-r] Budamak. [DLT] çası büyük olan.
butaklanmak, [butak-la-n-mak] {eTj gçsz. f. [-ur] butlu2, [but-lü] {eTj is. 1. Devenin burnundaki yu
Budaklanmak; tomurcuklanmak; kollara ayrılmak. muşak kısım; 2. Devenin burnuna geçirilen burun
[DLT] salık. [DLT]
butamak, [butâ-mak] {eTj g ç l.f. [-r] 1. Budamak. 2. butlug1, [büt > but-luğ] {eT} sf. Butlu; ayaklı; ba
Vurmak; dövmek; kesmek. [EUTS] caklı. [EUTS] [Gabain]
butanmak, [buta-n-mak] {eTj edil. f. [-ur] Budan butlug2, [but-luğ] {eTj sf. Sulu. [EUTS]
mak. [DLT] butluk, -ğu [but-luk {eATj is. 1. Eskiden el
butar, [butâ-mak > buta-r] {eT} is. H asır dokumasın
bise üzerine giyilen şalvara verilen ad. 2. Zırhın
da kullanılan ip. [DLT]
şalvar kısmı.
butarlamak, [butâ-mak > buta-r-la-mak] {eTj gçl. f .
butmul, [Sansk. pippala > bibli / batmul] {eTj is. Bir
[-r] Parçalamak; yırtmak; parça parça etmek. [E-
tür karabiber; kuyruklu karabiber; dar-ı fulfül.
UTS] [Gabain]
[DLT]
iE T ö g m o ii.7 iı BUY
buton, [Fr. bouter (itmek) > bouton (gonca)] is. 1. buus, [Ar. b u ’us is. Yokluk içinde bulunma,
Sivilce. 2. Bir kısım elektrikli ya da mekanik araç
buusı, [buusı / büsı] {eT} sf. Dağınık; dalgın. [EUTS]
ları çalıştırmak, durdurmak ya da ayar yapmak için
basılan düğme şeklindeki küçük parça, buut, -du [Ar. bu'ud -u j {OsTj is. 1. Uzunluk, de
butrak, [but-ur-ğak > butur-ak j l / j J {eATj is. 1. Üç rinlik ve genişlik öğelerinin her biri; boyut. 2.
Uzunluk. S b u ’ut rakamı, {OsT} B ir harita y a da
köşeli diken. 2. Bu dikene benzer eski bir savaş a-
plan üzerindeki, ölçüleri gösteren rakam; ölçek.
racı.
buutlu, [buut-lu] sf. Boyutlu; boyutları olan,
butraşmak, [but-(ı)r-aş-mak {OsTj dönşl. f . buva, [puhu > buv-a] {ağızj is. Baykuş. [DS]
[-ur] Çok güçlenip azgınlaşmak, buvala, [boğ-mak > buva-la] {ağız} is. Boğmaca
buttuk, -ğu [but-luk] {ağız} is. Kısa don. [DS] [DS]
buttum, [Ar. butm (çitlembik) => buttum] {ağız} is. buvanak, -ğı [boğ-mak > buva-nak] {ağızj is. 1.
1. Yabani fındık. 2. Yabani Antep fıstığı. [DS] Derinden ve kapalı yerden gelen ses. 2. Gün batı
butu1, [butu / boto] {eT} is. Deve yavrusu. [KB] nım da güneş ışığı. [DS]
buvat, [büg-e-mek > buva-t / büve-t] is. Toplanmış
butu2, -u’i [Ar. butü1 (butu:) {OsT} is. Geç kal
su; sarnıç.
ma; gecikme.
buy, [Far. bü / buy ^sy] (bu.y) {OsTj is. 1. Koku. 2.
butukmak, [but-ulç-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Bulun
mak; bulunmuş olmak. [EUTS] Güzel koku. 3. mecaz. Ümit; umma. 4. Sevgi. 5.
Yaradılış; huy; tabiat. 6. Tamah. 7. Kısmet; nasip;
butul, [Ar. butül (butu:l) {OsT} is. Boşluk; çü pay. S bûy-dân, {OsT} 1. Koku kabı. 2. Tuvalet
rüklük; dayanaksız! ık. çekmecesi,|| buy-dar, {OsTj Güzel kokusu olan;
butulanıak, [boto-lâ-mak / butu-lâ-mak] {eT} gçsz. f. kokulu.\\ büy-efzâr, {OsT} 1. Güzel kokan. 2. Ba-
[-r] (Deve için) erkek yavru doğurmak. [ETY] har.|| bûy-fürüş, {OsTj Koku satıcısı.|| böy-i ezhâr,
butulmak, [but-ul-mak] {eT} edil. f. [-ur] Asılmak; {OsT} Çiçeklerin kokusu.\\ büy-i kısmet, {OsTj Pay;
.takılmak. [EUTS] nasip.|| büy-i ruh, {OsTj Ruhun kokusu.|| büy-i ve
butun, [Ar. batn > bütün j jL J (butu:n) {OsT} is. 1. fa, {OsTj 1. Vefa kokıısıı. 2. Karşılıklı vefa bulma
ümidi. || büy-perest, {OsTj 1. Güzel koku seven. 2.
Karınlar. 2. Soylar; nesiller.
A v köpeği.|| büy-süz, {OsTj Koku yakan; buhur
butur1, [püt (yans.) > püt-ür / butur] {ağızj is. 1. dan. ||
Pütür; pürüz. 2. Çiçek hastalığı geçirmiş kimsenin
buya, [Far. büyâ Ujj] (bıı:ya:) {OsT} sf. Güzel koku
yüzü. [DS] S butur butur, {ağız} D üz olmayan;
inişli çıkışlı; pütürlü. [DS] lu.
butur2, [Ar. bâtir (keskin)] {ağız} sf. 1. Haşarı; yara Buyahya, [Far. büyahyâ LA jJ (bu.yahya:) {OsT} is.
maz; azgın. 2. Eğlence ve gezme düşkünü. [DS] Azrail.
buturJ, [Ar. bâtire (keskin kılıç)] {ağız} is. Omuz ağ buyaıı1, [Sansk. punya > buyan / muyân] {eT} is. 1.
rısı; kulunç. [DS] Ehliyet. 2. Sevap; iyi amel; iyilik; erdem. [EUTS]
buturak, -ğı [eT. butur-gâk / butur-ak] {ağız} is. 1. [Gabain] 3. Kut; saadet; mutluluk; saadet. [Gaba
Pıtrak. 2. Kilim, çul ve heybede pıtrak biçimindeki in] [EUTS]
bir süs öğesi. [DS] buyan2, [İt. pian => buyan 0 ^ ] is. Meyan bitkisi,
buturaınak, [butuı-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-r(u)- buyançı, [buyan-çl] (buyançı:) {eTj is. 1. İyiliksever.
yor] Y aramazlık yapmak; taşkınlık etmek; kabına [EUTS] 2. huk. Din adamı. [EUTS]
sığmamak. [DS] buyanlam ak, [buyan-lâ-mak] {eT} gçsz. f. [-ı] 1.
buturgak, [butur > butur-gâk] {eTj is. Pıtrak; fıstık İyilik etmek. [EUTS] 2. Hizmet etmek. [EUTS] 3.
biçiminde çengelli bir diken. [DLT] Kollamak.
buturlık, [butur-lılç {OsT} is. Haşarılık; zı buyanlıg, [buyan-lığ] {eTj sf. 1. Mesut; mutlu.
pırlık. [EUTS] 2. Sevaplı; hayırlı. [EUTS]
buu, [bü] {eT} sf. ve zm. Bu. [EUTS] buyansız, [buyan-sız] {eT} sf. Sevapsız; hayırsız.
[EUTS]
buud, [Ar. bu'ud] {OsT} is. -*• buut. S b u ’ud-ı mii-
buybamak, [buyba-mak / burba-mak / yubamak]
c.erred, {OsT} Uzay. {eT} gçl. f. [-r] Savsaklamak; yüz üstü bırakmak.
buudak, [? büdak] {eT} is. Engel, [DLT]
buule, [Ar. bu'üle «d_j~] (buıı.le) {OsT} is. K adm eş. buyçe, [Far. büy-çe (bıı.yçe) {OsT} is. bot. Sar
buulet, [Ar. bu'ület ^_yt>] (buu:let) {OsT} is. 1. Y ok m aşık otu.
luk. 2. İçinde olmama. buydu, [buy-du] {ağız} is. 1. Geveze; geçimsiz. 2.
Zayıf; beceriksiz. [DS]
BUY ı m n E i n . ^
b u y d u rm a k 1, [uy-dur-mak > buy-dur-mak] {ağız} b u y ru k , -ğu [buy-ur-mak > buyur-uk (-k: sonuç bil
g ç l.f. [-ur] Uygun duruma getirmek. [DS] diren geçm iş zaman sıfat fi il eki) > buyr-uk / 3y..y.
b u y d u rm ak 2, [bud-mak > buy-dur-mak I Jj«] is 1. Yapılması veya yapılmam ası emredilen
{Osm T.) gçl. f. [-ur] Dondurmak, şey; emir; ferman; söz. {eAT} {OsT) {ağız} (aynı)
buye, [Far. büye (bu:ye) {OsT} is. Özleme, [DS] 2. {eT} {eAT} {ağız} Kumandan; bakan; buyur
m a yetkisi bulunan amir; emir; önder. [ETY]
buyi, [Far. büyî (bu:yi:) {OsT} is. Kokululuk.
[EUTS] [Gabain] [Tekin] [DS] 3. Egemenlik. 4. tasvf.
buyiden, [Far. büyîden o jljjj] (bıı.yi.den) Far. fiil Bektaşî büyüklerinin vecize ve atasözü değerindeki
mastarı. Koklamak, sözleri ve bunları derleyen kitap. 5. {eTj Bakan;
mühürdar; vekil. [İKPÖy.] 6. {eT} M üşavir; vezir.
buyiş, [Far. buyiden (kokmak) > böyiş (bu:yiş) [KB] 0 b u y ru ğ u altın a girm ek , 1. Kişi için) biri
{OsTj is. Kokulu olma; kokma, nin emri altına girmek; amirliğini kabul etmek. 2 .
buyla, [boyla / buylâ] {eT} is. Y üksek bir unvan. (Ülke için) başka bir ülkenin hakimiyetini kabul
[ETY] etmek.\\ b u y ru ğ u n d a b u lu n m a k , Emrini yerine
buylu, [? buylu / muylu] {ağız} is. 1. Kağnı yanlarını getirmek.\\ b u y ru ğ u n d a olm ak, Emri altına gir
birbirine bağlayan ağaç kuşak. 2. K ızak döşeklerini mek, egemenliğim kabul etmek.|| b u y ru ğ u y ü rü
birbirine bağlayan kuşak; bağ. 3. Araba, kağnı din m ek, H ükmü geçmek; emri tutulmak.\\ b u y ru k b u
gili. 4. Sabanın tabanında toprağı dağıtmaya yara y u rm a k , {OsT} Emretmek.\\ b u y ru k d u tm a k , {eAT}
yan çatal. 5. Kağnı ve araba tekerleğine çakılan Emre itaat etmek.\\ b u y ru k etm ek, E m ir vermek;
tahta çivi. 6. A raba oku ile boyunduruğu birbirine emretmek.|| b u y ru k eyesi, {eAT} Emir sahibi; baş;
çakan çivi. 7. Tırpanda, kılıcı sıkıştırmak için çakı am ir.|| b u y ru k geçirm ek, {eATj Em ri uygulamak;
lan ağaç çivi. 8. Övendirenin ucundaki çivi. [DS] emrini yerine getirmek; infaz etmek. || b u y ru k
b u ym a, [buy-ma] is. Buymak eylemi, geçm ek, {OsT} Verilen emir geçerliliğini korumak;
hüküm yürüm ek.|| b u y ru k issi, {eAT} Em ir veren
b uym ak, [eT. bud-m ak > buy-mak jeAT} {OsT} kişi; emir sahibi; baş; bey; hâkim.\\ b u y ru k itm ek,
{ağız} gçsz. f. [-ar] (İnsan ve hayvan için) soğuktan {eATj Em ir vermek; emretmek.\\ b u y ru k k u lu , Ve
donmak; soğukta donarak ölmek. [DS] rilen emri yapm ak zorunda olan kimse. || b u y ru k
b uym ul, [*moy-mak / boy-mak > *boy-(u)m > k u ru m u , {ağız} Cirit alanının uzun kenarlarından
boymul > buymul] {eT} is. 1. Bir tür eğitilemez do birinin tam ortası. [DS]|| b u y ru k sım ak, {eAT} E m
ğan. [ETY] 2. Bir tür kuş, (Circus cyaneus), (C. re aykırı davranm ak.|| b u y ru k sınm ak, {eAT} Emir
ceruginosus). [Gabain] 3. Boynu beyaz hayvan. yerine gelmemek; emirleri yerine getirilm emek.||
[ETY] b u y ru k tu tm a k , E m re itaat etmek. || b u y ru k
buynaz, [buy-mak > buy-un-mak > buy(u)n-az] /a- tu tu cı, {OsT} İtaatli; bağlı; uysal; söz dinler.
ğızj sf. Çabuk üşüyen. [DS] b u y ru k ç u , [buyur-uk-çu] is. Buyuran kişi,
buynuz, [eT. münüz / *bünüz > boynuz / buynuz] b u y ru ld ı, [buyur-mek > buyr-ul-dı {OsT} is.
{ağız} is. 1. {eT} Boynuz. 2. Keçiboynuzu; harnup. 1. Memurdan gelen yazılı isteğe yazılan şerh. 2.
3. Halı ve kilimde yer alan boynuz biçimli motif. Amirin mem ura verdiği yazılı emir; buyrultu; fer
[DS] man.
b uynuzlu, [buynuz-lu] sf. Boynuzlu, b u y ru lm a , [buy(u)r-ul-ma] is. Buyrulm ak işi.
b uyon, [Fr. bouillon (kabarcık)] is. İçinde her türlü b u y ru lm a k , [buy(u)r-ul-mak] edil. f. [-ur] Buyruk
tekstil ürünü kaynatılan sıvı ortam, verilmek; emredilmek,
b uyot, [Fr. bouillotte] is. 1. Suyu elektrikle kaynatan
b u y ru ltu , [buyur-mak > buy(u)r-ul-tu is. 1.
kap. 2. Kauçuktan yapılma sıcak su torbası,
İmparatorluk döneminde sadrazam, vezir, beyler
b u y rak , -ğı [buyur-mak > buy(u)r-uk > buyralc] {a-
beyi gibi üst düzey devlet görevlilerince divan ya
ğız} is. Memur. [DS]
zısı denilen bir tür yazı ile yazılan buyruk. 2. İrade.
b u y ru g , [buyur-uğ > buy(u)r-uğ {eT} is. Emir; 3. Valiler tarafından yazılarak iş sahiplerinin elleri
buyruk. 0 b u y ru g ın d a b u lu n m ak , {eATj Emrini ne verilen emirname. 4. Askerlikte kolağası rütbe
yerine getirm ek.|| b u y ru g ın d a olm ak, eAT} Emri sine kadar yükselenlere verilen tevcihname. 5.
altına girmek; egemenliğini kabul etmek.|| b u y ru g ı {ağız} Belge. [DS] 6. {ağız} Diploma. [DS] 7. {ağız}
(buyruğı) y ü rü m ek , {eAT} Hükmü geçmek; emri Davetiye. [DS] 8. {ağız} İl; vilayet. [DS]
tutulmak. \ b u y ru ltu c u , [buy(u)r-ul-tu-cu] is. Buyrultu yazan
kimse.
b u yrugınlayın, [buyruğ-ı-n-laym j J j-ju] {eAT} zf.
b u y ru m cu , [buy(u)r-um-cu] {ağız} is. Davet eden;
Buyruğuna göre; emri üzerine. karşılayan. [DS]
o iö ieiû ictS ö M .7 1 3 BUZ
buysuz, [Far. buy-suz (bu:ysu:z) {OsT} is. Bu lamlarında kullanılır. 2. edil. f. Emredilmek. {eATj
(aym) 3. {eATj dönşl. f. Emir almak,
hurdan.
b u y u ru ltu , [buyur-ul-tu] {ağız} is. -*• buyuruldı. [DS]
buyun, [bud-un > buyun] {eT} is. Kavim; ulus. [DLT]
b u y u r, [buyur] {eAT} is. Emir, t? b u y u r alm ak, buy u şu k , -ğu [eT. bud-m ak (donmak) > buy-m ak >
{eAT} Emir almak; buyrultu almak. buy-uş-uk] {ağızj sf. Uyuşuk; uyuşmuş. [DS]
buyurçın, [budır-sm / buyur-çm] {eT} is. zool. Bıl buyuz, [bu+yüz] {ağızj is. Bu yan; bu taraf. [DS]
dırcın. b u z 1, [eT. bü-mak / bud-mak (donmak) > büz jj>]
b u y u rd u , [buyur-du / buyur-tu] {OsT} is. Yasa; dü (bu;z) is. 1. Donmak suretiyle katılaşmış su. {eT}
zen; nizam; kanun, {OsTj (aynı) [DLT] [KB] 2. ünl. (Hava ve nesneler
b u y u rd u m , [buyur-tu-m {eATj is. Buyrultu; için) “Çok soğuk!" anlamında kullanılır. 3. Bir
emirname, kimsenin sevgi ve şefkatten uzak olduğunu belirt
b u y u rg an , [buyur-gan] is. 1. Buyurma alışkanlığında mek için kullanılır. S buz adası, Çok büyük buz
olan; her zaman buyuran. 2. Sert; mütehakkim. 3. dağları.|| b u z alanı, Deniz suyunun donması ile
{ağız} Kaynana. [DS] kutup bölgelerinde meydana gelen geniş buz düz
lükleri; buzla, aysfıld.\\ b u z b ağ lam ak , (Sıvılar
b u y u rm a, [buyur-ma] is. Buyurmak eylemi,
için) yüzeyi donmak.|| buz çalm ak , {ağız} Patinaj
b u y u rm ak , [eT. buyur-m ak ( y jy .y / g ç l . f [- yapmak. [DS]|| buz çiçeği, Yakılarak tuz elde edilen
ur] 1. Bir şeyin yapılmasını ya da yapılmamasını bir deniz bitkisi, (Msembıyanthemum).\\ b u z çö
bildirmek; emretmek. {eT} {eAT} (aynı) [Gabain] züm ü, Buzların erimeğe başlaması ve kırılması.||
[İKPÖy.] [DLT] [KB] 2. (Saygı ifadesi olarak) de buz dağı, Kutuplardaki kaim buz tabakalarından
mek, söylemek; düşüncesini bildirmek. {eAT} (aynı) koparak akıntılarla denizlere sürüklenen ve gem i
3. Gelmek; girmek; geçmek; gitmek. 4. Almak. 5. ler için tehlike yaratan büyük buz kütleleri; ays-
ünl. “Söyle, söylediğini bir daha tekrarlar m ısınız!” berg. 1| buz dansı, Artistik patinajın bir dalı.|| buz
anlamlarında kullanılır. 6. “Etmek, olm ak” anla d u v arı, Samimi olmayış veya uygunsuz bir durum
mında yardımcı fiil olarak kullanılır, fi1 B uyur! dan dolayı ortamdaki neşesizlik,|| b u z düşm ek,
Anlaşılmayan bir sözün tekrarlanmasını istemek {ağız} Buz çözülmek; erimek. [DS]|| b u z gibi, 1. Çok
için kullanılan söz.|| b u y u r etm ek, 1. Bir kişiyi da soğuk. 2. B ir bilginin gerçekliğini ve kesinliğini
vet etmek. 2. Misafiri karşılamak, içeri almak.\\ ifade etm ek için kullanılır; mırın kırın yok; itiraf
B u y u ru n cenaze n am az ın a, Beklenm edik bir du etm ek gerekir ki; şüphesiz. 3. (Et için) tem iz ve
rum karşısında duyulan üzüntüyü şaka ile karışık yağlı. 4. (Kişi için) sam im i ilişkiler kuramayan. 5.
ifade etm ek için söylenir.|| b u y u ru n itm ek, {ağız} (Kişi için) duygusuz; taş kesilmiş. 6 . Saf; katkısız.
İyi karşılamak; kapıdan karşılamak. [DS]|| B uyu 7. (Kişi için) sevimsiz.\\ buz gibi soğum ak, Birin
ru n u z! 1. İh-ama çağırma sözü. 2. B ir yere çağır den bir daha hiçbir yakınlık duym ayacak biçimde
m ak amacıyla kullanılır. duygusal uzaklaşmak, tiksinmek.\\ b u z hokeyi, Altı
b u y u rtm ak , [buyur-t-mak] gçl. f. [-ur] 1. Emrettir şar kişilik takımlarla buz pistinde oynanan bir tür
mek. 2. Bir dilekçeyi ya da resmî belgeyi ilgili ma hokey.|| b u z k a rp u z u , {ağız} Beyaz çekirdekli, gü
kama havale ettirmek, neşe konulunca soğuyan bir tür karpuz. [DS]|| buz
b u y u rtu , [buyur-tu {OsT} is. 1. Düzen; yasa. 2. k aydı, {ağız} Parlak bir tür kumaş. [DS]|| buz
k ay m ak , spor. Buz üstünde kaykay yapmak.\\ buz
Emir; ferman,
kesilm ek, Şaşkınlıktan, beklenmedik bir durumdan
b u y u ru , [buyur-u] is. Buyruk; emir. B b u y u ru gel
y a da üzüntü verecek bir durum karşısında ne ya
m ek, {ağız} Buyurmak; emretmek. [DS]
pacağını bilememek; donakalmak.\\ b u z kesm ek, I.
b uy u ru cu , [buyur-ucu] sf. Emreden; buyuran; buy Çok üşümek. 2. Vücudu buz gibi olmak; donmak.\\
ruk veren. b u z la r çözülm ek, 1. (Soğuğun meydana getirdiği
b u y u ru k , [buyur-uk {eAT} {ağız} is. 1. Emir; buzlar için) erimeye başlamak. 2. K işiler arasında
ferman. 2. Emir; komutan; bey. [DS] S b u y u ru k ki dargınlık, kırgınlık gibi durumlar ortadan kalk
b u y u rm ak , {eAT} Emretmek.]} b u y u ru k itm ek, maya başlamak.|| b u z sırp m a k (zıypmak), {ağızj
{eATj Em ir vermek; emretmek.\\ b u y u ru k sım ak, Buz üstünde kaymak. [DS]|| buz tu tm a k , B uz bağ
{eATj Emre aykırı davranmak.\\ b u y u ru k sü rm ek , lamak ,|| b u z u rm a k , {eATj Buz üzerinde kaymak.\\
/eATf Hüküm yürütmek. buz ü stü n e yazı y azm ak, 1. E tki süresi az olan bir
iş yapmak. 2. Birine, kendisinde olumlu hiçbir etki
b u y u ru ld ı, [buyur-ul-dı {OsTj is. Yazılı
bırakmayan sözler söylemek.|| buz yalağı, Buzulla
emir; buyrultu; ferman, rın karalarda açtığı sert kenarlı ve dağlarda içine
b u y u ru lm ak , [buy-ur-ul-mak ju] yard. f. [-ur] 1. kar biriken yuvarlak çöküntü.|| b u z yığını, Bir
Saygı göstermek amacıyla “edilmek, olunm ak” an akarsu içinde buz parçaları birikintisi.
BUZ Ö K U IÜ R S Ö M .
buz2, [bûz-mak > büz] (bıı:z) {eT} sf. “Üzücii, boz buzcu, [buz-cu] is. Buz satan kimse,
guncu; tahripkâr" anlamındaki “üz b u z" ikileme buzçözer, [buz+çöz-er] is. Buz çözmekte kullanılan
sinde geçer. alet; buz çözücü, defroster,
buz3, [buz] {eT} is. Bozulma; yıkılma; harap olma; buzdolabı, [buz+dola(p)-ı] is. Yiyecek ve içecekleri
tahribat. [EUTS] soğutmakta kullanılan iç sıcaklığı soğutucu bir dü
buza, [Tuv. bızâ / Moğ. b ra’u > bozağı] (buza:) zenekle ayarlanabilir, ısı yalıtımlı dolap; soğutucu,
{ağızj is. Buzağı. [DS] frijider.
buzad, [Soğd. bösanti / Skr. uposatha] {eT} is. Bir tür buzgak, [buz-mak > buz-ğak] {eT} sf. Ters. [Clauson]
oruç. [EUTS] buzgi, [Güre, budzgi (kirpi yavrusu)] {ağız} is. Di
buzağı, [Tuv. bızâ / Moğ. b ra’u > buza-ğı ^\jj> ] kenli bir tür çalı. [DS]
{eAT} is. -*■ buzagu. buzhane, [buz+ Far. hâne (ev) (buzha:ne)
buzagılık, [buzağı-lak > buzağı-lık {OsT} sf. {OsT} is. 1. Buz üretilen ve satılan yer. 2. Gıda
maddelerinin uzun süre depoda beklem esini temin
(İnek için) buzağılamak üzere olan, fi1 buzağılık
inek, {OsT} D oğurm ak üzere olan inek. için özel olarak yapılmış soğuk ortamlı tesis; soğuk
hava deposu.
buzagu, [buz (yans.) > buz-â-mak (böğürmek) > buz-
buzı, [buz-mak > bıız-î] (buzı:) {eT} is. Çok pişmek
â-ğü / buz-a-kı > buzağı ! y -jjii !eT} {eAT} is. ten dolayı ekmeğin üzerinde oluşan siyahlık. [DLT]
İnek ve benzeri hayvan yavrusu; buzağı. [DLT]
buzidan, [Far. büzıdân jl-ijjjj] (bu:zi:da:n) {OsT} is.
[EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] S buzagu dişi, {eATj Da
na burnu denilen böcek. bot. Semizlik,
buzagulamak, [buzâğü-lâ-mak] {eT} gçsz. f. (İnek buzine, [Far. büzîne ^ j j j ] (bıı:zi:ne) {OsT} is. zool.
için) doğurmak; buzağılamak; buzağı doğurmak. Maymun.
[DLT] [ETY] buzkırak, -ğı [buz+kır-mak > buz-kır-ak] {ağız} is.
buzağı, [Moğ. bura’u / eT. boza-ğu / buza-ğu > buza Donmuş su; don; buz. [DS]
ğı] is. Süt emen sığır yavrusu. S buzağı burnu, buzkıran, [buz+kır-an] is. dnz. Gemilerin geçişini
Aslanağzı çiçeği, (Anthirrhinum majus).|| buzağı veya bir liman, kanal gibi yerlere girip çıkışını en
damı, {ağız} Buzağı konulan ahır. [DS]|| buzağı gelleyen buzları kırmak için özel olarak imal edil
derisi, Kitap kabı olarak kullanılmak üzere üzeri miş gemi.
resim ve ya zı ile süslenen yeni doğan buzağının
buzkun, [buz-mak > buz-kun] {eT} is. 1. Bozgun.
derisi.\\ buzağı dişi, {ağız} Danaburnu denilen ve
[ETY] 2. Kasırga; fırtma. [ETY]
bahçe bitkilerinin köklerini viyen bir zararlı böcek.
buzkunça, [buz-mak > buz-kun-ça] {eT} zf. Bozguna
[DS]
uğramış gibi; fırtına gibi. [ETY]
buzağılacı, [buzağı-la-y-ıcı] {ağız} sf. (Manda, inek
için) gebe. [DS] buzla, [buz-la] (bu'zla) is. Kutup bölgelerindeki ge
niş buz alanlarına verilen isim; aysfıld.
buzağılama, [buzağı-la-ma] is. Buzağılamak işi.
buzlam ak1, [buz > buz-la-malc] gçl. f. [-ar] [-l(ıı)-
buzağılamak, [buzağı-la-mak] gçsz.f. [-r] [-l(ı)-yor]
yor] Bozulmasını önlemek amacıyla bir yiyecek
(Sığılar için) yavrulamak; doğurmak,
üzerine buz serpmek, buz koymak.
buzağılık, -ğı [buzağı-lık] is. 1. Buzağı ağılı. 2. Ot
buzlam ak2, [buz(ağı)-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
lamaya başladıktan sonra buzağılara yedirilen mev
l(u)-yoı] Buzağılamak. [DS]
sim sonu taze ot. 3. Dağda, taşlar arasmda yetişen
çayıra benzer bir ot. 4. Yakın çayırlık; otlak; mera, buzlanm a, [buz-la-n-ma] is. Buzlanm ak eylemi,
buzlanmak, [buz > buz-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1.
buzakı, [buz-ağı > buz-akı ^1^] {eT} {16. yy.} is. -*■
Üzerini buz kaplamak, buzla örtülmek. 2. dönşl.
buzagu. Buz tutmak; buz bağlamak. 3. Buz edinmek; buz
buzalacı, [buza(ğı)-la-y-ıcı] {ağız} sf. (İnek, dişi man sahibi olmak,
da için) gebe. [DS] buzlaşma, [buz-la-ş-ma] is. Buzlaşm ak eylemi,
buzalamak, [buza(ğı)-la-mak {eAT} gçsz. f. [- buzlaşm ak, [buz > buz-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] Buz
r] (İnek için) yavrulamak; doğurmak, durumuna gelmek,
buzalatmak, [buza(ğı)-la-t-mak {OsT} gçl. f. buzlu, [buz-lu] sf. 1. İçinde, üzerinde buz bulunan. 2.
Buz bağlam aya başlamış olan. 3. Buz içinde soğu
[-ur] İneği doğurtmak,
tulmuş olan. 4. Yarı saydam. 5. {ağız} Bir tür parlak
buzar, [Far. bü-zâr (bu:za:r) {OsT} is. Tarçın, kumaş. [DS] S buzlu cam, Saydamlığı azaltılmış,
karanfil, biber, kimyon gibi baharatlar, yarı saydam cam.\\ buzlu hoşaf içmek, İşleri y o
buzarmak, [buz-ar-mak] gçsz. f. [-ır] Buz gibi ol lunda olmak.
mak; buza dönmek. buzlug, [büz-luğ] (bu:zluğ) {eT} sf. Buzlu. [EUTS]
O IütelilH lfü: S İ M İ . 715 BÜC
buzluğan, [buz-lu-gan] is. Y üksek dağlarda hiç kar buzullu, [buz-ul-lu] sf. Buzulu olan,
eksilmeyen, sürekli buzlu olan yer. buzulm ak, [buz-mak > buz-ul-mak] {eTj edil. f. [-
buzluk, -ğu [eT. büz-luk] is. 1. Yiyecek ve içecekleri ur] Mahvedilmek; bozulmak; yıkılmak. [Gabain]
bozulmaması için buz içinde saklamaya yarar kap, [EUTS] [KB]
küçük dolap. {eT} (aynı) 2. Soğutucuların buz üreten buzun, [buz-mak > buz-un / yod-un] {eT} is. Yok e-
bölümleri. 3. İçine buz konarak servis yapmakta den; bozan. [Clauson]
kullanılan kap; buz kabı. 4. Buz oluşturm ak için bü, [ba / be / bı / bo / bö / bü (yans.)] is. (Hayvan için)
buzluğa konulan küçük kap; buz kalıbı. 5. mecaz. bağırma, seslenme, böğürme anlatan kök. [Zülfıkar]
Çok soğuk olan yer. 6. İçinde doğal buz bulunan bü-ğür-me.
mağara; içerisine buz konularak yaz için saklanan büb, [bub / büb (yans.)] is. Baykuş türü kuşların ötü
yer: buzluk. {eT} (aym) [DLT] şünü ve bu sırada çıkardıkları sesleri anlatan kök.
buzm, [Ar. buzm p-vi.] {OsT} is. 1. Nefis; istek; arzu. [Zülfıkar] biib-iir-de-k.
2. Başak. biiber, [biber] {ağızj is. -*• biber. [DS]
buzm ak1, [buz-mak] {ağızj sf. Koyu mavi. [DS] bübü, -ü ’ü [Ar. bfl’bü5 (bii:-bii:) {OsT} is. 1.
buzmak2, [büz-mak] (bu.zmak) {eTj gçl. f. [-ar] 1. Gözbebeği. 2. mecaz. Çok değer verilen şey; en de
Mahvetmek; bozmak; kırmak; parçalamak; tahrip ğerli şey.
etmek. [EUTS] [ETY] [Tekin] [Gabain] [KB] 2. Boz bübübük, -ğü [büb (yans.) > büb-ü+bük / Lat. upupa
guna uğratmak; hezimete uğratmak; bozmak; yen ?] {ağızj is. Çavuşkuşu; ibibik. [DS]
mek. [EUTS] [ETY] [Tekin] bübülük, -ğü [biibü-lük] {ağızj is. Gül goncası. [DS]
buzra, [Ar. b u z ra «j*>] {OsT} is. anat. Ü st dudağın or bübiirdek, -ği [büb (yans.) > büb-iir-de-k] /ağızj is.
tasından dışarı doğru taşan et parçası, Bülbül. [DS]
buztılı, [buz+tılı] {eTj is. Sıçan gibi bir hayvan. bübiirlenm ek, [böbür-le-n-mek] {ağızj dönşl. f. [-ir]
[DLT] Güvenmek; dayanmak. [DS]
buzuk, [buz-mak > buz-uk] {eT} is. Bozuk; kırık; yı büc1, [büc (yans.)] is. Keçi ve diğer hayvanları çağır
kık. [DLT] [KB] ma, kovalama sözünü anlatan kök. [Zülfıkar] büc-iik
buzuki, [boz-mak >bozuk > Yun. buzüki] is. ıniiz. biiciik, biic-ü biicii.
Sapı gitara benzer bir tür Yunan bağlaması, büc2, [büc / bıc / buc (yans.)] is. Şişman olmayı,
buzul, [buz-ul] is. 1. Önceki yılların karı erimeden bedenin yağlanarak bazı bölgelerinin sarkmasını,
yeni yağan karın yığılması ve billurlaşması ile olu şişmanlığın verdiği hantallığı ve tembelliği anlatan
kök. [Zülfıkar] biic-ül-de-mek, biic-iil-de-n-mek,
şan çok büyük, kalın ve ağır buz kütlesi; cumudiye,
büc-iil-de-k.
(1944). 2. sf. Buzlarla ve buzullarla ilgili. S1 buzul
bilimci, Buzul bilimi uzm anı; glasyolojist.|| buzul bücJ, [Far. büc g j / OsT} is. Keçi.
bilimi, Buzulları ve buzulların y e r yüzündeki işlev
büc4, -ccü [Ar. bücc ^ ] {OsTj is. Kuş yavrusu; palaz,
lerini konu alan fiz ik î coğrafya bölümü; glasyolo-
j i .|| buzul çanağı, Bir buzul koyağının tabanında bücal, -li [Far. bücâl JLf] (büccı:l) {OsT} is. 1. Kö
aşırı oyulma sonucunda oluşan ve genişleyen ça mür. 2. Ateşli kömür; kor.
nak biçimli çukur.\\ Buzul (Çağı) Dönemi, D ör bücdet, [Ar. biicdet o-^f] {OsTj is. Bilim; bilgi; ilim.
düncü zamanın, y e r yüzünün büyük bir bölümünün
buzullarla kaplı olduğu dönem i; pleistosen.|| buzul bücelenmek, [büce-le-n-mek] {ağızj dönşl. f. [-ir] O-
kar, Bir buzulun oluşmasına temel olan katılaşmış yalanmak. [DS]
kar.|| buzul kaynağı, Buzulun alt kısmında eriye bücik, [büc (yans.) > büc-ik] iinl. Hayvan çağırma
rek biriken suyu akıtan kaynak.\\ buzul masası, ünlemi. S bücik bücik, {ağız} Hayvanları çağırma
Buzulların alttan erimesi ile tek ayaklı bir masa ve kovalama ünlemi. [DS]
görünümündeki kiitle.\\ buzul seli, Buzulun erimesi bücr, [Ar. bücr Jr] {OsTj sf. 1. Kötü; fena; şer. 2. Şa
ile meydana gelen sel.|| buzul taş, Buzulların taşı şılası.
yıp biriktirdiği üzerleri çizik ve parlak taşlar; mo-
bücriy, [Ar. bücriy jy r ] {OsT} is. Bela; afet; musi
ren.\\ Buzul Toyın, Yakut Türklerinin inancına g ö
re, A k Toyın denilen göklerdeki en büyük tanrıya bet.
giden yolu bekleyen iki tanrıdan birinin adı. bücriye, [Ar. bücriyye *>,_£] is. -*■ bücriy.
buzullaşma, [buz-ul-la-ş-ma] is. 1. Buzullaşmak bücud, [Ar. bücüd ] (biicu:d) {OsTj is. Bir yerde
durumu. 2. Buzul örtüsünün ortaya çıkıp genişledi
oturma; ikamet etme,
ği dönem; buzul devri,
buzullaşmak, [buz-ul-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Buzul bücul, [Far. bücül <J^] (biicu:l) {OsTj is. anat. To
halini almak. puk kemiği; aşık kemiği.
BÜC ÖTÜHIüMiSÖM. ,
bücus, [Ar. b ü c u s ^ ^ ] (bücu:s) {OsT} is. Sövme. büdmek, [büd-mek] {eT} gçsz. f. [-er] 1. Bitmek;
sona ermek; tamamlanmak. [EUTS] 2. inanmak. [E-
bücü, [büc (yans.) > büc-ü] iinl. Hayvan çağırma ve
UTS]
kovalama ünlemi. 0 bücü bücü, {ağız} -*■ bücü.
[DS] büdremek, [eT, büdı-mek > büd(i)-re-mek •^-»j-b] {a-
bücübücü, [büc-ü + büc-ü] {ağız} is. Bir yaşındaki ğız} gçsz. f. [-r] [-r(ü)-yor] 1. Sendelemek; sürç
dana. [DS] mek. {eAT} (avni) 2. Kaymak. 3. Hafifçe titremek.
bücük1, -ğü [bıç-mak > bıç-uk > bücük] {ağız} is. 1. [DS]
Kenar. 2. Hayvana binmiş olan kimsenin arkasında büdrimek, [büdre-mek > büdri-mek {eAT}
kalan ikinci kişinin oturabileceği yer. 3. M eme ba g çsz.f. [-r] -*• büdremek.
şı; meme. [DS] büdun, [Ar. bedene > büdün / büdun ü-l.] {OsT} is.
bücük2, -ğü [büc (yans.) > büc-ük] {ağız} is. Buzağı.
Kurbanlık develer,
[DS] S bücük bücük, {ağız} Hayvan çağırma ün
lemi. [DS] büdur, [Ar. büdür jj-l.] (büdu.r) {OsT} is. 1. Hızla
bücüldek, -ği [büc-ül-de-k] {ağız} sf. (Kişi için) tem geçme. 2. İleri gitme.
bel ve beceriksiz. [DS] b üdü1, [büg-di / büğ-dü] {ağız} is. Tekerleği kağnıya
bücüldemek, [büc (yans.) > büc-ül-de-mek] {ağız} bağlam akta kullanılan çivi. [DS]
gçsz. f. [-r] [-d(ü)-yoı] Oyalanmak. [DS] büdü2, [büdü] {ağız} is. Deve yavrusunu çağırmakta
bücüldenmek, [büc-ül-de-n-mek] {ağız} dönşl. f. [- kullanılan ünlem. [DS]
ir] Oyalanmak. [DS] büdük, -ğü [büd-iik] {ağız} sf. Çelimsiz ve zayıf
çocuk. [DS]
bücür, [Kırgız, böcür (tomurcuk] sf. 1. Ufak tefek,
büdün1, [büd-mek > büd-ün / büt-ün] {eT} sf. Bütün.
kısa boylu; bodur. 2. mecaz. Afacan çocuk; bacak
[Gabain] [EUTS]
sız.
büdün2, [Ar. bedene > büdün o-b] {OsT} is. Kurban
bücürleşme, [bücür-le-ş-me] is. Bücürleşmek eyle
mi. lık develer.
bücürleşmek, [bücür-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir] Bücür büdür, [büd-ür] {ağız} sf. Çelimsiz ve zayıf çocuk.
durum a gelmek, [DS]
büdürmek, [büdı-mek > büd(ü)-re-m ek > büdiir-
bücürlük, -ğü [bücür-lük] is. Bücür olma durumu,
mek dUjjo] {eAT} g çsz.f. [-ür] Sendelemek,
büç, [Far. büç g ] {OsT} is. Yanakların ağız içinde ka
büdüşmek, [büdı-mek > btid-ü-ş-mek] {eT} işteş, f.
lan kısmı; avurt.
[-ür] Oyunda ve raksta yarışmak. [DLT]
büd1, [Far. büd j J {OsT} is. 1. Sahip. 2. Maşa. büdütm ek, [büdı-mek > büd-ü-t-mek] {eT} gçl. f. [-
büd2, -ddü [Ar. büdd jj] {OsT} is. 1. Ayrılma; uzak ür] Oynatmak. [DLT]
büfe, [Fr. buffet] is. 1. Alt bölümü tabaklara, üst bö
laşma. 2. Vazgeçme,
lüm ü de bardaklara ayrılmış büyükçe dolap. 2. Bir
büdad, [Ar. büdâd jIju] (büda:d) {OsT} is. 1. Pay; davet sırasında misafirlere sunulacak yiyecek ve
hisse. 2. Nasip. 3. Son; nihayet, içeceklerle donatılmış masa; bu masadaki yiyecek
büdala, -a’i [Ar. büdelâ’ f-'i-ij (büdela:) {OsT} sf. -*■ ve içeceklerin tümü. 3. Cadde, sokak başı vb. yer
lerde gazete, dergi, hazır yiyecek ve içecek satılan
büdela.
küçük dükkân. 4. Tren istasyonlarında, gemilerde
büdbüdek, [Far. büdbüdek iİJjJJ {OsT} is. zool. Ça- çay, kahve vb. içecek satılan yer.
vuşkuşu; ibibik, büfeci, [büfe-ci] is. Büfe işleten kimse,
büdde, [Ar. büdde a J {OsT} is. 1. Pay; hisse. 2. N a büfecilik, -ği [büfe-ci-lik] is. Büfe işletme işi.
sip. 3. Nihayet; son. bügas, [Ar. büğâs (büğa:s) {OsT} is. 1. Pek faz
büde, [Far. büde o-b] {OsT} is. 1. Ağaç kavı. 2. Maşa, la değeri olmayan bir tür avcı kuş; luri. 2. Karga,
saksağan ve benzeri av değeri olmayan kuşlar,
büdela, -a’i [Ar. bedii (akılsız) > büdelâ (aptallar)
bügde, [biigde / bükte] (biigde:) {eT} is. Hançer; ka
s-^jo] (büdela:) {OsT} sf. 1. Akılsız; aptal; sersem; ma. [DLT]
budala. 2. tasvf. M utasavvıflar arasında seçkin bir bügdek, [büg-de-mek > büg-de-k J-iS"y I ^]
zümre.
{OsT} is. -*■ büğet,
büdik, [büd-î-mek > büd-i-k] {eT} is. Oynayış; zıpla
bügdelem ek, [bügde-le-mek / bükte-le-mek] {eT}
yış; oyun; raks; ritm ik ve zarif hareket. [DLT]
g ç l . f [-r] Hançerlemek. [DLT]
[EUTS] [KB]
büdimek, [büd-I-mekl {eT} gçsz. f. [-rl Dans etmek. bügelek, [bügel-mek > bügel-ek y / S \S ^.] {OsT}
[Gabain] [ETY [DLT] is. Büvelek, (Hypoderma bovis).
H Ü R C E » 1 .7 1 7 BÜĞ
bügelmek, [Moğ. büg (tıkaç) > büge-l-mek / dUİS y bügünmek, [bügü > bügü-n-mek] {eTj dönşl. f. [-ür]
V âkıf olmak; tanımak. [Gabain]
/ dLAS"jj] /eATj g çsz.f. -*■ bügenmek.
bügür, [böğür > bügü-r] {eTj is. Kalça; böğür. [Ga
büğemek, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-e-mek / dU *Sy bain] [EUTS] [KB]
bügüş, [bögü > bügü-ş] {eTj is. 1. Dirayet. [Gabain] 2.
dUS^ / dU ■&] {eATj {ağızj gçl. f. [-r] [-(ğü)-yorf
Hikmet; marifet; bilgi. [EUTS]
(Akar su için) önüne engel yaparak suyu biriktir
bügüşmek, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-mek > büg-üş-
mek. [DS]
mek] {eTj işteş, f. [-ür] Su büğemekte yardım ve
bügenmek, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-e-n-mek / dUj£j yarış etmek. [DLT]
/ S ^ y I dLjS y / dUtlS'y] {eATj {OsTj ed il.f. [- büğdül, [büğdü-1] {ağızj sf. Batıl; geçersiz; yanlış.
[DS]
ür] (Akarsu ya da akan bir topluluk, sürü vb. için)
büğdür, [büğ-mek > büğ-dür] /ağızj sf. Cılız; hasta
önü engelle tıkanarak yığılmak; birikmek,
lıklı. [DS]
büğet, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-e-t c S ^ / cJf Büğdüz, [bügü > büğii-d-mek > büg(ü)-d-üz (hür
{eATj {OsTj is. Su birikintisi; akarsuyun önü kesil metli, saygılı, tevazulu)] öz. is. Oğuzların Üçok ko
diği için yaptığı birikinti. S büğet su, {eATj Gölet; luna mensup bir boy adı.
su birikintisi. büğdüz, [büg-mek (eğmek) > büğ-üd-mek > büg-
bügez, [bu+kez] {ağızj zf. Bu kez; bu defa; bu sefer. (ü)d-üz] {ağızj sf. 1. Kambur. 2. Kerestelik ağacın
[DS] budak yeri. 3. Çam ağacının çıralı özü. [DS]
bttgitmek, [bük-mek > bük-it-mek] {ağızj gçsz. f. [- büğe, [büğe / böy] {ağızj is. 1. Örümcek. 2. Büve,
ir] Bir sıkıntı ile büzülmek. [DS] (Hypoderma bovis). [DS]
büglimek, [bük-ül-mek > büg-(ü)l-i-m ek / dUK> büğek1, -ği [büğ-mek > büğ-ek] {ağızj is. Buzağıların
/ dUiSÖ] {eATj g çsz.f. [-ir] Kıvrılmak; bükülmek, analarını emmesini önlemek için burunlarına takı
lan sivri uçlu aygıt; burunsalık. [DS]
büglttk, -ğü [bügü-lük] {ağızj is. Büyü. [DS]
büğek", -ği [büg-mek > büg-ek] {ağız} is. Su birikin
büglünmek, [büg-mek > büg-(ü)l-ün-mek] {eT} {eTj
tisi; büğet. [DS]
dönşl. f. [-iir] Toplanmak; birikmek. [DLT]
büğelek, -ği [büğ (yans.) > büğ-e-lek / bügel-m ek >
bügmek, [Moğ. büg (tıkaç) > büg-m ek / d U ? ^ büğel-ek] is. zool. Sığırsineğigiller fam ilyasından 2
/ dloi'^j] {eTj {eATj g ç l.f. [-er] 1. Eğmek; bükmek. cm. boyunda, tıknaz gövdeli, kısa ve güçlü hortu
mu ile sığırların derilerini delerek kan emen, nokra
[Gabain] 2. Önünü tutup durdurmak; hareketine en
adı verilen hastalığa sebep olan bir tür sinek; eğri
gel olmak; kapanmak; set çekilmek. [DLT] 3. Top
ce; büve; büvelek; nokra sineği; güğüm sineği,
lanmak; bükülmek. [DLT]
(Hypoderma bovis).
bügri, [büg-mek > büg-(i)r-i ^ f y / j / y ] {eTj
büğelez, [bügel-mek > biiğel-ez] {ağızj sf. Kambur
{OsTj sf. 1. Eğri büğrü; eğri; eğik. [DLT] [EUTS] 2. laşmış; kambur. [DS]
{eATj Kambur; tümsek, büğeme, [büge-mek > büğ-e-me] is. Büğemek eyle
büğrü, [büg-mek > büg-(i)r-i > büg-rü y / j /y \ mi.
{eTj {OsTj sf. -*• bügri. büğemek, [eT. büg-e-mek > büğ-e-me-k] g ç l.f. [-r]
[-ğ(ü)-yor] 1. Suyun önüne bir bent yaparak suyu
bügrüce, [bügrü-ce / ^ .J ^ ] {eATj sf. Kam
yükseltmek; toplamak, biriktirmek. 2. {ağızj Hay
burca. van sürüsünün önüne geçerek arkadakiler gelinceye
bügte, [bügte] {eT} is. -*■ bügde. kadar toplamak. [DS]
bügü, [bügü / bükü / bögü] {eTj sf. 1. Dirayetli; bü büğenmek, [biiğe-mek > büğe-n-mek] {ağızj dönşl. f.
yücü. [Gabain] 2. Bilgin; bilge; akıllı; hakîm. [DLT] [-ir] 1. Duygularını açığa vuramamak; içlenmek;
[KB] 3. Hikmet. [EUTS] S bügü bilge, Akıllı. içine atmak. 2. (Akarsu için) önündeki engel yü
[DLT] zünden birikmek; toplanmak. [DS]
bügülemek, [bügü-le-mek] {eTj g ç sz.f. [-r] Bilgi ile büğenti, [büğen-mek > büğe-n-ti] {ağızj is. Su biri
donanmak. [KB] kintisi; gölcük. [DS]
bûgülenmek, [bügü > bügti-le-n-mek] {eTj dönşl. f. büğet, [büğe-mek > büğe-t / böget] is. 1. Bir akarsu
[-iir] Tabiatüstü güç göstermek; büyülemek. [Üç yu tutmak için yapılan set, su bendi. 2. Akarsuların
İtigsizler] biriktiği çukur alan; su birikintisi; gölcük, bataklık.
bügülmek, [büg-mek > büg-ül-mek] {eTj gçsz. f. [- 3. Önüne set çekilerek tutulmuş su.
ür] Büğenmek; önü büğenerek toplanmak; çoğal büğleğen, [büğ (yans.) > büğ-le-ğen] {ağızj is. Kay
mak. [DLT] nak; pınar. [DS]
BÜĞ ÛIÖMIİİKESÖM.
büğlem ek1, [büng (yans.) > büng-le-mek] {ağızj gçsz. bühre, [Ar. bühre o^j] {OsT} is. 1. Geniş yer. 2. Dere
f [-r] [-l(ü)-yor] 1. (Su için) fışkırmak; kaynamak. içindeki çayırlık ve sazlık. 3. Kesik kesik soluyuş.
2. (Yılan için) deliğinden fırlamak. [DS]
büht1, [Ar. büht o # ] {OsTj is. 1. Yalan; iftira. 2. Şaş
büğlemek", [bügü > büyü-le-mek] {ağızj g ç l . f [-r][-
l(ii)-yor] Büyü yaparak bir kimseyi kötü yola dü kınlık.
şürmek. [DS] büht2, [Far. büht 04 J {OsTj is. Bir gezegenin belli
büğlez, [bügel-mek > büğel-ez] {ağızj sf. Kambur. bir süre içindeki hareketi,
[DS]
bühtan, [Ar. bühtan (bühta:n) {OsTj is. Yalan
büğlü, [Fr. bugle (öküz)] is. müz. Askeri bandonun
yere suçlama; birine işlemediği suçu yükleme; kara
önemli bir öğesi olan, borazana benzer pistonlu bir
çalma; iftira. 0 bühtan etmek, Yalan yere suçla
üflemeli çalgı.
mak; iftira etmek, kara çalmak.
büğm ek1, [büng-ü-mek] {ağızj g ç sz.f. [-er] (Su için)
bühtancı, [biihtan-cı] sf. İftira eden,
topraktan kaynayarak çıkmak. [DS]
bühtanlı, [bühtan-h] s f İftiraya uğramış,
büğmek2, [Moğ. büg > büğ-mek] {ağızj g ç l.f. [-er]
Büğemek. [DS] bühtür, [Ar. bühtiir / bühtüre {OsT} sf. Bo
büğnüm ek1, [büng (yans.) > büğnü-mek] /ağızj gçsz. dur; kısa.
f. [-r] 1. Yerinde duramamak; yaramazlık etmek. 2. bühur, [Ar. bühür j ^ ] (biihu:r) {OsTj sf. Aydınlık;
Geçimsizlik yüzünden ayrılmak. [DS] ışıklı.
büğnümek", [büng (yans.) > büng-ü-mek] {ağızj gçsz.
bühüt, [Ar. behüt > biihüt o ^ ] {OsTj is. Duyanlarda
f. [-ı] 1. (Su için) topraktan kaynayarak çıkmak. 2.
(Köstebek için) yuvasındaki toprağı yeryüzüne yı şaşkınlık yaratan türden yalan ve iftiralar,
ğın hâlinde çıkarmak. [DS] bühüv, -vvü [Ar. behv / behve > bühüvv j^ ] {OsTj
büğrez, [büğ-(ii)r-ez] {ağızjis. Eğri büyüyen ağaç. is. 1. Konuk odaları. 2. Yer altındaki hayvan ahırla
[DS] rı.
büğrü, [eT. bük-ri / bük-rü] sf. 1. Bükülmüş; kam büjhan, [Far. büjhân jl&>] (büjha:n) {OsTj is. İm
bur. {ağızj (aynı) [DS] 2. Tümsek,
renme; gıpta.
büğrülmek, [büğ > büğ-rü-l-mek] {ağızj gçsz. f. [-ür]
büjmeje, [Far. büjmeje » » ] {OsTj is. zool. Kaya
Eğrilmek; kamburlaşmak. [DS]
büğü, [eT. bögü / bügü (hikmet) > bügi / büyü] /ağızj keleri.
is. Büyü. [DS] büjul, [Far. büjül J j^ ] (büjıı:l) jOsTj is. Topuk kemi
büğül, [bu+yıl] {ağızj is. Bu sene. [DS] ği; aşık kemiği.
büğüldemek, [büğ (yans.) > büğ-ül-de-melc] {ağızj b ü k 1, [bük-m ek> bük] {eTj is. Tomurcuk. [DLT]
gçsz. f. [-r] [-d(ii)-yor] (Su için) topraktan kayna bük2, [eT. b ü k ilj;] is. 1. {eTj {eATf {OsTj {ağızj Dere,
mak; büngümek. [DS]
ova ve ırmak kenarındaki sık çalı, saz, söğüt gibi
büğülemek, [büyü-le-mek] {ağızj gçl. f. [-r] [-l(ü)- ağaç topluluğu; ağaçlık; ormanlık; sık ağaçlık; fun
yor] Büyülemek. [DS] dalık. [DLT] [ETY] [DS] 2. {ağızj Ağaç, çalı vb. or
büğttlmek, [büg-ül-mek > büğ-ül-mek] /ağızj edil. f . man gibi bitki topluluklarının en sık olduğu yer.
[-ür] Eğilmek; kamburlaşmak. [DS] [DS] 3. {ağızj Böğürtlen. [DS] 4. /ağızj Bostan eki
büğülü1, [büyü-lü] {ağızj sf. Büyülü. [DS] mine uygun akarsu ve göl kıyılarındaki verimli top
bügü lii", [İng. bugle] {ağızj is. Klarnet. [DS] raklar. [DS] 5. {ağızj Bostan. [DS] 6. {ağızj Düz ve
büğün, [bu+gün] {ağızj is. Bugün. [DS] büyük toprak parçası. [DS] 7. {ağızj Dağ veya tepe
büğürmek, [bö (yans.) > bö-ğür-mek] {ağızj gçsz. f. yamacı; yamaç; sırt; belen. [DS] t? bük toprağı,
[-iir] (Hayvan için) acı acı bağırmak; böğürmek. D ere kenarlarındaki dolma topraklar.
[DS] bük3, [Argu. bük] is. 1. {eTj Köşe; köşe bucak; evin
büğüt, -di [? büğüt] {ağızj is. Hile; aldatma. [DS] köşesi. [ETY] [DLT] [KB] 2. {ağız} Dönemeç. [DS]
3. {ağız} Akarsuların büküntü yerleri. [DS] 4. {eTj
bühlel, [Ar. bühlel J!f>] {OsTj sf. Boş; boş yere; abes,
{ağızj Bükülerek katlanmış bir şeyin her bir bükü
bühlûl, [Ar. bühlül (biihlîr.l) {OsTj sf. 1. Çok mü; kat; büküm. [DS]
gülen. 2. Hayır sahibi, bük4, [Yun. büki => bük J jj] {eATj is. 1. Yem. 2.
bühme, [Ar. biihme {OsTj is. 1. Kuzu. 2. Oğlak. Lokma. 3. Nasip; kısmet,
3. Buzağı. 4. Keçi otu. büka, -a’i [Ar. bükâ tlSÖ] (bükâ:) {OsTj is. Göz yaşı
bühr, [Ar. bühr {OsTj is. Sık sık soluma; solu dökme; ağlama. S bükâ-alüd, {OsTj Ağlatıcı; ağ
ğanlık. lamaklı.|| bükâ-engiz, {OsTj Ağlatıcı,|| bükâ eyle
o ım ıc ıs M .™
mek, {OsT} Ağlamak.]] bükâ-yi sürür, {OsT} Sevinç büklemek, [büg-li-mek > bük-le-mek dU isy {eATj
gözyaşları.\\ bükâ-yı şedîd, {OsT} Şiddetli ağlama; gçsz. f. [-ür] -* büglimek.
hüngür hüngür ağlama.
büklesin, [bük-le-sin] {ağızj is. Göbek kaçıklığından
bükat, [Ar. bükât (biikâ:t) {OsT} is. Ağlayanlar; ileri gelen ve bükülünce geçeceği sanılan karın ağ
ağlayıcılar. rısı. [DS]
bükdelek, -ği [biik-(ü)d-e-lek] {ağız} sf. Eğilip bükü bükleş, [bük-le-ş] {ağızj is. 1. Dönemeç. 2. Akarsu
lerek yürüyen. [DS] büküntüsii; menderes. [DS]
bükdelem ek1, [bükde-le-mek] {eT} gçl. f. [-r] [-l(i) büklevü, [bük-legi] {ağızj is. Keser, balta gibi araçla
-yor] Hançerlemek. [DLT] rın sap takılan deliği. [DS]
bükdelemek2, [bük-(ii)d-e-le-raek] {ağız} gçsz. f. [-r] büklimek, [büg-li-mek > bük-le-mek dU K J {eATj
[-l(i)-yoı] 1. Kaçamak cevap vermek. 2. (Y ük hay g çsz.f. [-r] -*■ büglimek.
vanı için) yükünün ağırlığından dolayı sendeleye
rek yürümek. [DS] büklük, -ğü [bük-lük is. 1. Akarsu ve göl kı
büke1, [böke / büke] {eT} sf. 1. Kahraman; cesur. yılarındaki bostan ekimine elverişli tarlalar. 2. Sık
[ETY] 2. Büyük yılan; ejderha. [DLT] [KJB] çalı ve ağaç topluluğu. 3. {OsTj Ağaçlık yer. 4. /a-
biike2, [bük-e] {ağız} sf. Sapa; kenar; kıyı. [DS] ğız} Dönemeç. [DS]
büke3, [Kürt, bük] {ağızj is. Gelin. [DS] büklüm, [bük-mek > btik-(ti)l-Um (US'jj] is. 1. Bü
bükecek, -ği [bük-ecek] {ağız} is. 1. Bir şeyi bük külmüş, katlanmış şeylerin meydana getirdiği kat
mekte kullanılan aygıt. 2. Değirmende tanelerin az yeri. 2. {ağız} Dönemeç; viraj. [DS] 3. Akarsuların
veya çok dökülmesini ayarlayan kısım. 3. İp bükme ovalarda meydana getirdiği kıvrımlar; menderes. 4.
aygıtı. [DS] {OsTj is. Kıvrıntı. 5. M antarlarda şapkanın altında
bükeç, [bük-eç] {ağızj is. 1. Dönemeç. 2. Köşe. 3. gerçek anlamda lam oluşturacak kadar belirli ol
Çene. 4. Kambur. 5. Eğri. [DS] mayan çizgisel çıkıntılar. S büklüm büklüm, Çok
bükegük, [bük (sık ağaçlık) > büke-giik] {eT} is. kıvrımlı; kıvrım kıvrım, halka halka.
Ormanlık. büklümek, [büg-li-mek > bük-lü-mek dUjiS'jj] {eATj
bükelemek, [bük-mek > bük-e-le-mek] {ağızj gçsz. f. g çsz.f. [-r] -*■ büklimek.
[-r] [-l(i)-yor] 1. Bağından kurtulm ak için çabala büklümlü, [büklüm-lü] sf. Büklümleri olan. S bük-
mak; kıvranmak; didinmek; uğraşmak. 2. Caymak. lümlü memeli, (Hayvanlarda gelişmişliğin belirtisi
3. Duraksamak. 4. Zor durumda kalmak. [DS] olarak) beyin yarım küresinde büklümler olan me
bükelenmek, [bük-mek > bük-e-le-n-mek] {ağız} meli hayvan.
gçsz. f. [-ir] 1. Zor durumda kalmak. 2. Sancıdan büklttmsüz, [büklüm-süz] sf. Büklümü olmayan. S’
kıvranmak. 3. Yaltakçılık yapmak; köle gibi eğil büklümsüz memeli, Beyin yarım küresinde bük
mek. [DS] lüm bulunmayan memeli hayvan; lisansefal.
bükemeç, [bük-emeç] {ağız} is. 1. Dönemeç; viraj. 2. büklünmek, [bük-(ü)l-in-mek] {eTj edil, f . [-iir] Kıv
Köşe. [DS]
rılmak. [DLT]
büken1, [bük-mek > bük-en] is. 1. Bükmek eylemini
büklütmek, [biik-(ü)l-üt-mek dUJSl.] {eAT} gçl. f.
yapan. 2. Oynak kemiklerin arasındaki açıyı daral
tan kasların genel adı. [-iir] Bükmek; eğmek; kıvırmak,
büken2, [bük-mek > büken] {eTj is. 1. İşkembe. 2. bükm, [Ar. ebkem > btikm {OsT} sf. Dilsizler.
Karpuz; bir tür kavun; Hint kavunu. [DLT] [EUTS] bükme, [bük-mek > bük-me] is. 1. Bükmek işi. 2.
bükenek, -ği [bük-enek] {ağız} is. Diz kapağı altı. Bükülmüş ip. 3. İnce kıvırcık kumaş. 4. Yaprak
[DS] dolması; sarma. 5. Bükülerek yapılmış bir tür kol
bükenmek, [bük-mek > bük-en-mek] {eT} dönşl. f. [- böreği, {ağız} (aym) [DS] 6. Vücudun bir kısmım
iir] Kapanmak. [Yüknekî] yanında bulunan kısma doğru eğip yaklaştırm a ha
bükerez, [bu+kere-z] {ağız} zf. Bu sefer; bu kez. [DS] reketi. 7. İnce fitilleri ya da lifleri iplik haline ge
bükgen, [bük-gen] {eT} is. İşkembe, tirm ek için yapılan işlem. 8. {ağız} İğdiş edilmiş
bükidmek, [bük-mek > bük-id-mek] {ağız} gçsz. f. [- hayvan. [DS] 9. Daha çok meyve vermesi için bü
ir] Bir sıkıntı ile büzülmek. [DS] külerek yay haline getirilmiş meyve veya asm a da
bükin, [bük > bük-in] {eT} sf. Erliksiz; puluç; ikti lı. 10. {ağız} Dönemeç. [DS] 11. {ağız} Arasına ipek
darsız. [DLT] ipi katılarak el tezgâhlarında dokunan çamaşırlık
bükleç, [bük-(ü)l-eç] {ağız} is. 1. Dönemeç. 2. Akar bez. [DS] 12. {ağız} Krepon. [DS] 13. {ağız} Dört,
su büküntiisü; menderes. [DS] altı, sekiz telli ip. [DS] S1 bükme çorbası, {ağız}
büklembeç, [bük-ül-mek > bükül-en-meç > biik(ü)l- içine bükülmüş hamur konularak yapılmış un çor
embeç] {ağızj is. 1. Dönemeç. 2. Eğri. [DS] bası. [DS]
BÜK ÖIÜMIÜMtSİElıİ.720
bükmece, [bük-mece] {ağızj is. 1. Belden aşağı olan büktelemek, [bükte-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(i)-
inme. 2. Kayısı, erik gibi meyvelerin içine badem, yor] 1. K urtulmak için çabalamak; çırpınmak. 2.
ceviz içi ve fıstık konularak kurutulmuş meyve. Kaçamak cevap vermek. 3. g ç l.f. Atlatmak. [DS]
[DS] bükteletmek, [büktele-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Ça
bükmeç, -ci [bük-mek > bük-meç] {ağız} is. 1. Büke balatmak; kıvrandırmak. [DS]
rek meydana getirilmiş şey. 2. Yufka içine yemek büktir, [bög-mek > *bög-üt-mek > bög(ü)t-ür [Cla
alınarak kıvırmak suretiyle meydana getirilmiş uson] > bük-(ü)t-ir] {eT} is. Dağlardaki sarp ve çu
lokma. 3. Dönemeç; viraj. [DS] kur yerler; dağ engebeleri. [DLT]
bükm ek1, [eT. bük-mek / büg-mek / bök-mek büktürmek, [bük-mek > bük-ttir-mek] gçl. [-ür] 1.
g ç l.f. [-er] 1. Bir şeyi eğmek; kıvırmak. {eT} (aym) Bükme işini birine yaptırmak; kıvırttırmak; eğdir
[EUTS] 2. Vücudun bir organını, bir bölüm ünü di mek. 2. Bir şeyin bükülmesini sağlamak. 3. Bir şe
ğer kısmına doğru eğmek, yaklaştırmak. 3. Lifleri yin bükülm esine sebep olmak,
veya telleri bir arada sararak ip veya iplik yapmak. bükü, [böke > bögü / bügü / bükü] {eT} sf. Bilgin;
4. (Kumaş, kâğıt vb. için) katlamak; kıvırmak; kı akıllı; hakîm. [DLT] S bükü bilge, Bilgin, akıllı;
rıştırmak. 5. Bir metal parçasını ya da sacı belirli hakîm. [DLT]
bir açı yapacak şekilde üzerine kuvvet uygulayarak bükücü, [bük-ücü / bük-ü-cü] is. Büken, iplik eğiren
kıvırmak, şekil vermek. 6. Döndürmek; çevirmek. kimse. S1 bükücü kas, Bükme işini gören kas; bü
7. {ağız} Erkek sığırları iğdiş etmek; kısırlaştırmak. ken.
[DS] 8. Durdurmak. 9. {eT} dönşl. f. Toplanmak; büküdmek, [bük-mek > bük-üd-mek] {ağız} gçsz. f.
bükülmek. [DLT] 10. Yere kapanmak. [DLT] 11.
[-ür] Bir sıkıntı ile büzülmek. [DS]
{eAT} Oynamak; raksetmek. 12. {eAT} Hakaret et
mek. S büke büke, Bükerek, döndürerek, eğire bükük, -ğü [bük-mek > bük-ük sf. 1. Bükül
rek. müş olan. 2. Bükülmüş durumda bulunan. 3. Eğ
bükmek2, [bük-mek] {eT} gçsz. f. [-er] 1. Doymak; rilmiş. 4. {OsT} Dönemeç,
yemekten doyup usanmak; kanmak. [ETY] 2. B ık bttkülek, -ği [bük-ül-mek > bük-ül-ek] {ağız} is. 1.
mak; usanmak; tiksinmek. [Gabain] Tavşanların çiftleşme zamanı. 2. M ayıs ayı. [DS]
bükolik, [Lat. bocolica] sf. 1. Çoban hayatına ait. 2. bükülgeç, -ci [bük-ül-mek > bük-iil-geç] {ağız} is. 1.
Çoban şiirine dair. Dönemeç. 2. Akarsu büküntüsü; menderes. [DS]
bükre1, [bük-mek > bük-(ü)r-e] {ağız} is. Çıkrığın bükülgen, [bük-ül-mek > bük-ül-gen] sf. Kolayca,
iğine takılan kemik. [DS] eğilip bükülebilen. S bükülgen dil, dbl. Kelime
bükre2, [Ar. bükre {OsT} is. Sabah; erken; tan çekim ve yapım ları köklerdeki ses değişmeleri ile
vakti. yapılabilen dil grubu; bükümlü dil; kök bükünlü dil.
bükri, [bük-mek > *bük-ür-mek > bük(ü)r-I] (bükri:) bükülgenlik, -ği [bük-ül-gen-lik] is. Bükülgen olma
{eT} sf. 1. Bükük; eğri; eğri büğrü. 2. is. Bağırsak. durumu.
3. Kambur kimse. [Clauson] bükülm e, [bük-ül-me] is. 1. Bükülmek eylemi ve
bükrü, [eT. bükri] {ağız} sf. Kambur. [DS] durumu. 2. Kıvrılma. 3. Çevrilme. 4. Burulma,
bükülm ek, [bük-mek > bük-ül-mek] edil. f. [-ür] 1.
bükse, [Ar. bükse *-£.] {OsT} is. 1. Saksı. 2. Kiremit
Çevrilmek; burulmak. {eT} (aym) [DLT] [EUTS] 2.
parçası. 3. K ayrak taşı,
(İplik için) eğrilmek. 3. Katlanmak. 4. dönşl. f .
büksek, [bökse-g] {eT} is. 1. Kadının göğsü ile boy Eğilmek. 5. {eT} Kesilmek. [DLT] [EUTS] 6. (Yolcu
nu arasında gerdanlık takılan yer. [DLT] 2. Göğsün için) dönmek; çevrilmek; yönelmek,
yukarı tarafı; göğüsten yukarı olan kısım. [DLT]
bttkülü, [bük-ül-mek > bük-ül-ü] sf. Bükülmüş, kıv
büksilmek, [bük-üş-mek > bükş-ül-m ek > büksil-
rılmış olan.
mek] {eT} edil.f. [-ür] Yarılmak. [Gabain]
bükülüş, [bük-ül-mek > bük-ül-üş] is. Bükülmek işi
büksttklemek, [bökseg > büksük-le-mek] {eT} gçsz.
ya da biçimi.
f [->'] (Kızlar için) memeleri tomurmak. [DLT]
büküm, [bük-mek > bük-üm / mükim / mükin] is. 1.
büksüllük, -ğü [bük-sü-l-lük] is. Nehir kıvrımları,
Bükmek eyleminin sonucu ve durumu. 2. Bükül
büksülmek, [bük(ü)s-ül-mek (Clauson’a göre yanlış
müş olan şeyin kat yeri; kıvrım. 3. Bir ipliğin metre
okuma)] {eT} edil. f. [-iir] -*• bükşülmek. [DLT]
başına dönme sayısı. 4. {ağız} Yufkanın dört köşe
bükşülmek, [büküş-mek > bük(ü)ş-ül-mek] {eT} edil.
olarak dürülüş biçimi. [DS] 5. {ağız} Kat; katmer.
f. [-iir] Çatlamak; yarılmak. [Clauson]
[DS] 6. {ağız} Dönemeç. [DS] 7. {eT} Kadın pabucu.
bükte, [bügde / bükte] {eT} is. Hançer. [DLT] [DLT] 8. (İplik vb. malzeme için) bir ya da belirti
büktel, [büktel] {eT} sf. 1. Olgun; oturaklı. [Clauson] len daha çok sayı kadar bükülebilecek miktar, fi1
2. (İnsan için) orta boylu. [KB] 3. (At için) yassı büküm ağırşağı, {ağız} İp bükmekte kullanılan
arkalı; oturaklı. [DLT] [KB] ağırşak. [DS]|| büküm etük, Kadın pabucu. [DLT]
8 r U » f f M .7 2 1 BÜL
biikiimcii, [bük-üm-cü] is. İplik üretimi için iplik darbe ile yere yuvarlanmak. [D S ] 3. {ağız} Bir köşe
bükme makinesinde çalışan kişi, ye kıvrılıp uyuyakalmak. [D S ]
bükümhane, [bük-üm + Far. hâne 4JİJs-jSo] (büküm- büküştürmek, [bük-mek > bük-üş-tür-mek] {ağız}
ha:ne) is. İplik büküm işlerinin yapıldığı atölye, gçl. f. [-ür] Rasgele bükmek. [D S ]
bükümlemek, [bük-üm-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [- bükütm ek1, [bük-mek > bük-üt-mek {eAT}
l(ii)-yor] 1. Katlamak. 2. Yün ya da pam uk ipliğini g çsz.f. [-ür] 1. Eğilmek. 2. {ağız} Bir sıkıntı ile bü
kalınlaştırmak. [DS] zülmek. [D S ]
bükümlü, [bük-üm-lü] sf. 1. Kıvrılm ış, bükülmüş bükütm ek2, [bük-mek (bıkmak) > bük-üt-mek] {eT}
olan. 2. Eğrilmiş olan. S 1 bükümlü kaşık, Balıkçı gçl. f. [-iir] 1. (Yemek için) bıktırmak; doyurmak.
ların kullandığı balıkları kendine çeken bir tür ol 2. (Mal vb. için) gözünü doyurmak. [D L T ]
ta. bül1, [bil / bül (yans.)] is. Kümes hayvanlarını çağır
bükümölçer, [bük-üm+ölç-er] is. Bir ipliğin metre mayı, anlatan kök. [Z ü lf ık a r ] bül-ü biilü, bül-üş, bül-
başına büküm sayısını ölçen alet, üc, biil-üç, bül-ük.
bükümsüz, [bük-üm-süz] sf. 1. Bükümü olmayan; bül2, [bü-1 ?] {eT} sf. Zamanla eskiyen herhangi bir
katsız; düz. 2. Eğrilmemiş. şey. [D L T ] S bül at, Ayakları beyazlı at. [ D L T ] ||
bükün1, [bu+kün] {eT} zf. Bugün. [EUTS] bül tarıg, Yıllandığı için tadı bozulan tahıl. [D L T ]
bUkün2, [bük-mek > bük-ün ö ^ y I j£ ı] is. 1. {OsT} bülaceb, [Far. büT + Ar. ‘aceb {OsT} sf. Çok
Bükülme izi; büküm yeri. 2. {eT} K ör bağırsak. garip; şaşırtıcı; şayan-ı hayret. S bü’l’aceb-ter,
[DLT] 3. dbl. Cümle kuruluşunda bazı dillerin özel {OsT} Son derece şaşılacak şey.
liği olarak çekim, yapım gibi işlemlerin, kelime bülacebi, [Far. büT + Ar. 'acebı LSt^*)\y] (bülacebi:)
bünyesinde ses değişiklikleri ile yapılması durumu;
{OsT} is. Çok acayiplik; çok tuhaf oluş,
insiraf. £? bükün bükün olmak, {OsT} 1. Kıvrım
kıvrım olmak. 2 . Şişmanlıktan vücudun kim i yerleri bülalet, [Ar. bülâlet c J (büla:let) {OsT} is. Yaşlık;
kat kat olmak. ıslaklık.
bükünki, [bu+kün-ki] {eT} s f Bugünkü. [EUTS] bülbit, [Fr. bulbite] is. tıp. Onikiparmak bağırsağının
bükünlü, [bük-ün-lü] sf. (Dil için) çekim ve yapım, ilk bölüm ünün iltihabı,
kökteki değişiklikle yapılan. 0 bUkünlü dil, dbl. bülbül, [Far. / Ar. bülbül J J J is. zool. 1. Sesinin gü
Kelime üretim ve durum, cins, kişi, zaman, kip, çatı zelliğiyle tanınan, karatavukgillerden, vücudunun
ve sayı gibi çekimler sırasında, kelimenin kökünde üst tarafı koyu alt kısmı açık, kuyruğu kızıl kahve
değişiklik olan dil; bükülgen dil; tasrifi dil. rengi, ötüşü çok berrak ve ahenkli, gece gündüz
bükünme, [bük-ün-me] is. Bükünmek eylemi, uzun süre ötebilen küçük bir ötücü kuş; andelip,
bükünmek, [bük-mek > bük-ün-mek] dönşl. f. [-ür] (Luscinia megarhynchos). 2. mecaz. Sesi çok güzel
1. Kıvrılmak, bükülmek. 2. Ağrı ve sancı sebebiyle olan kimse. 3. dnz. Büyük bir palanga hattının bağ
kıvranmak. 3. (Su için) bir yere toplanmak. landığı halka veya halat kasa. 4. tasvf. Flz. M u-
bükünte, [bu+kün-te] {eT} zf. Bugün içinde. [EUTS] ham m ed(sa)’e verilen sıfatlardan birisi. S bülbül
büküntü, [bük-mek > bük-üntü] is. 1. Bükülme çanağı, Çok küçük bardak veya kâse.\\ bülbül dişi,
sonucu oluşan kıvrım veya iz. 2. Karın, özellikle Tülbentlerin kenarlarına geçirilen çok ince bir tiır
bağırsak ağrısı, sancısı. 3. Yollardaki dönemeçler; oya. || bülbül gibi açılmak, K onuşm akta gittikçe
viraj. 4. {ağız} Köşe; açı. [DS] açılmak. || bülbül gibi konuşm ak, Çok güzel ve ku
bükür, [bir+kür ?] {ağız} sf. Toplu. [DS] rallarına uygun komışmak.\\ bülbül gibi konuş
bükürmek, [bük-mek > bük-ür-mek] {eT} gçl. f. [- turmak, İtira f etmesini sağlam ak.|| bülbül gibi
ür] Su serpmek. [Gabain] [EUTS] okumak, Kolay ve güzel okumak.|| bülbül gibi öt
büküş1, [bük-üş] {ağız} s f 1. (Keçi için) kulakları mek, Söylenmek; konuşmak; itira f etmek. || bülbül
orta büyüklükte olan. 2. (İnsan ve hayvan için) ku gibi söyletmek, H er şeyi itira f ettirmek.\\ bülbül
lakları içe eğri olan. [DS] gibi şakımak, N eşeli ve güzel bir sesle konuşmak,
büküş-, [bük-üş] is. 1. Bükmek eylemi veya biçimi. şarkı söylemek.|| bülbül-i nâlân, {OsT} Ağlayan
2. {ağız} Eğrilmeye hazır pamuk fitillerinin sekiz on bülbül. || bülbül-i şeydâ, {OsT} A şk yüzünden aklını
tanesinden oluşmuş deste. [DS] yitirm iş bülbül; şair.|| bülbül kesilm ek, /. İsteni
büküşmek1, [bük-mek > bük-üş-mek] {eT} işteş, f. [- lenleri kolayca söylemek. 2. Gereğinden fa zla ko
iir] 1. Bükmekte yardım etmek; birlikte bükmek nuşmak; itirafta bulunmak.\\ bülbül otu, bot. Kuzey
[D L T ] 2. {ağız} El şakası yapmak. [D S ]
yarı kürede ılıman ve soğuk bölgelerde yetişen,
turpgiller fam ilyasından yapraklarının kenarları
büküşmek2, [bük-mek > bük-üş-mek dU-iS y \ dönşl.
dişli, çiçekleri sarı ve gevşek salkım biçiminde,
f [-ür] {OsT} 1. Yere kapanmak. 2. {ağız} Ani bir halk hekimliğinde ses kısıklığı, balgam söktürücü,
BÜL ö Iü ra iİR m ü K .
idrar artırıcı olarak kullanılan bir yıllık otsu bitki; bülg, [bılg / bılh / bılk / bülk / bülg (yans.)] is. Maya
çalgıcı otu, (Sisymbrium officinale).|| Bülbülün lanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bırak
çektiği dili belası, Düşünülmeden söylenen söz, ma gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi, dal
insan için sonradan başına bir dert açabilir. galanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] biilg-ül-de-mek.
bülbülan, [Far. bülbiilân j ^ i . ] (bülbüıla:n) {OsTj is. bülga, [Ar. bülğa «L] {OsTj is. Geçinecek kadar olan
Bülbüller. şey; geçimlik,
bülbüle, [Ar. bülbüle 4U ] {OsTj is. 1. Şarap. 2. Ka bülgak, [Far. bülğâkiJUİ.] (bülga:k) {OsTj is. Kavga;
deh. 3. Renkli deri. 4. Bir zerdali türü, kargaşa.
bülbüli, [Ar. / Far. bülbül! (bülbiili:) {OsTj is. bülgame, [Far. b ü ’l-gâme « U l] (bülga;me) {OsTj sf.
1. Emzikli su kabı. 2. Şarap kadehi, Her şeye istekli olan,
bülbülyuvası, [bülbül + yuva-s-ı] is. Yuva şeklinde bülgat, [Ar. bülğat oUl>] {OsTj is. Geçinmeye yete
oturtulmuş bölümlerden oluşan bir tür baklava çe cek kadar olan şey.
şidi.
bülgune, [Far. bülğüne üjaL] (biilğı/.ne) {OsT} is.
büldaıı, [Ar. belde (şehir) > büldân oIjJü] (bülda:n)
Düzgün; allık,
{OsT} is. 1. Şehirler. 2. M emleketler; iller, bülgüldemek, [büng (yans.) > büng / bülg-ül-de-mek]
büldürge, [Moğ. büldürge] {eTj is. Bileğe geçirmek {ağızj gçsz. f i [-r] [-d(ü)-yor] (Su için) topraktan
veya asm ak için kullanılan kamçı sapındaki bağ. kaynamak; büngüldemek. [DS]
[Nevâyî]
bülheves, [Far. bül (çok) + Ar. heves (istek)
bülega, -a ’i [Ar. belîğ > büleğâ >LiL] (biilega:) {OsT}
{OsT} sf. Çok hevesli; maymun iştahlı,
is. Güzel ve düzgün konuşanlar; belagat sahipleri.
bülhevesane, [Far. bül + Ar. heves + Far. -âne
S bülegâ-pesend, {OsTj Güzel konuşanların hoşu
(biilhevesa:ne) {OsTj zfi Maymun iştahlı
na giden.
olarak; kararsızca,
büleha, [Ar. belâhet > bülehâ l&L] (büleha;) {OsT} is.
bülhevesî, [Far. bül + Ar. heves + Far. -1 ^ y ) \ y ]
Ahmaklar; budalalar,
(biilhevesi;) {OsTj is. M aymun iştahlı oluş; sebat
bülend, [Far. bülend jlüJ {OsTj is. -*■ bülent. S bü-
sızlık.
lend-ahter, Yıldızı yüksek; talihli,|| bülend-âvaz, bülk, [bılg / bılh / bılk / bülk / bülg (yans.)] is. M aya
Yüksek ,ve.v.|| bülend-bâla, Uzun boylu.|| bülend- lanma, kaynama, ekşime, çürüme ve suyunu bı
bîn, l. Yüce şeylere ilgisi olan. 2. Çok hırslı.|| rakm a gibi olaylar sonucunda kabarıp sönmeyi,
bülend-himm et, İyilik için çalışan; yüce himmet- dalgalanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] biilk-e.
li.| bülend-iktidâr, Çok kuvvetli. || bülend-kadd,
bülke, [bülk (yans.) > bülk-e] {ağız} is. 1. Şadırvanlar
1. Uzun boylu. 2. Biçimli.\\ bülend-pâye, Yüksek
da su çıkan taş. 2. Hamamların ortasında sıcak su
rütbeli.\\ bülend-per, Yüksekte uçan.\\ bülend-per-
çıkan yer. [DS]
vâz, Yüksekte uçan; izzet-i nefis sahibi.|| bülend-
bülkimek, [bülk (yans.) > bülk-i-mek] /eAT} gçsz. fi
ter, D aha yüksek.\\ bülend-terîn, En yüksek.
[r] Kaynamak. S bülkiyü çıkmak, {eATj Kayna
bülendî, [Far. bülendı (bülendi:) {OsTj is. Y ük yarak çıkmak.
seklik; ululuk; yücelik, bülküm ek, [bülk (yans.) > bülk-i-mek] {ağız}] gçsz. f.
bulengez, [bül-eng-ez ?] {ağızj sf. Kambur. [DS] [-r] [-ii-yor] 1. (Yoğurt, hamur vb. için) ekşiyip
bülent, -d i [Far. bülend -uL] {OsTj sf. 1. Yüksek; yü kabarmak. 2. (M ide için) ekşimek; bulanmak. [DS
bülten, [Fr. bulletin] is. 1. Halka bilgi veren kısa,
ce; ulu. 2. Uzun boylu. 3. (Ses için) yüksek,
özlü, resm î rapor. 2. Bir kurum ve kuruluşun ça
bülezük, [bilek + üzük > biler-zük / bilerzüv / büle-
lışmaları hakkında bilgi vermek; bilim ve teknik
zük {eATj is. Bilezik. alanlarda yapılan araştırmaları duyurm ak amacıyla
biilfudul, [Far. bü’l + Ar. füzül (bülfiıdu.l) çıkarılan süreli yayın. 3. Dergi,
{OsT} sf. 1. Yerli yersiz konuşan; boşboğaz. 2. bülu, -û ’u [Ar. bülü‘ £jL] (bülû;) {OsTj is. İlaçlı bü
Kendinden büyük işlere karışan, yük hap.
bülfudulane, [Far. bü’l + Ar. fuzül + Far. -âne büluc, [Far. bülüc (bülû;c) {OsT} is. 1. Nişan. 2.
(biilfudu:la-ne) {OsTj zf. Dangalakça; bot. Horozibiği. 3. özl. is. Bülûcistan halkından o-
boşboğazca, lan.
bülfudulî, [Far. b ü ’l + Ar. fuzül + Far. -1 büluğ, [Ar. bülüğ (bülû;ğ) is. Fizik olarak ço
(bülfudu. li.) {OsTj is. Dangalaklık; boşboğazlık. cuğu olabilecek yapıya ulaşma; cinsel olgunluk;
GTÜffilt 1 İ İ E jubbllli • 723 BÜN
erinlik; erin olma; baliğ olma, fi3 büluğa ermek, bünçig, [mün-çig > *bün-çig] {eT} is. Oğulcuk; döl
D öl verebilecek duruma gelmek.\\ büluğ çağı, Ço yatağı; uterus. [Clauson]
cuğu olabilir yaş. bündad, [Far. bün-dâd M-uJ (biinda.d) {OsT} is. 1.
büluh, [Ar. bülüh (bülû:h) {OsT} sf. 1. Becerik Esas kuruluş; temel. 2. Set; destek,
siz; âciz. 2. is. Yorgun olma, bündar, [Far. bün-dâr j IjaJ (bundan) {OsT} sf. 1. Ev
bülukka, [Ar. bülCikka 4i^L>] (biilû:kka) {OsT} is. 1. bark sahibi. 2. Zengin. 3. Kibirli ve soylu,
Düz ova. 2. Çöl. bünek, -ği [bün > bün-ek] {ağız} is. Basık, ıssız ve
bülul, -lü [Ar. bülül JjL ] (bülû:l) {OsT} is. 1. Hasta çukur yer. [DS]
bünelm ek1, [müne-mek > müne-l-mek / *büne-l-
lıktan kurtulma. 2. Kurtuluş,
mek] {eT} edil. f. [-ür] (Elbise vb. için) uzun ve
bülulet, [Ar. biilület (bülûAet) {OsT} is. Yaşlık; biçimsiz yerleri kesilerek düzeltilmek.
ıslaklık. bünelm ek2, [büğ-el-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] 1. Eğik
büPum, [Ar. bül'üm p*L] (biil-u:m) {OsT} is. G ırt bir şekilde durmak. 2. Büyük aptesini yapmak için
çökmek. [DS]
lak; hançere.
bttnemek, [bü n > bün-e-mek] {eT} g ç l.f. [-r] (Elbi
bülü1, [bül (yans.) > bül-ü] {ağız} iinl. Kümes hayvan
se vb. için) kusurlu ve biçimsiz yerlerini düzelt
larını çağırma ünlemi. [DS] S bülü bülü, {ağız} 1.
mek, kesmek; biçim vermek. [DTL]
Kiimes havvanlarını çağırma ünlemi. 2. Tavuk.
büng, [bin / bm g / bmk / böng / bunk / bung / bün /
[DS]
bülü2, [bül (yans.) > bül-ü] {ağız} is. Hindi. [DS] büng / bünk (vans.) is. Bir sıvının kaynar gibi
bülü"’, [Yun. puli] {ağız} is. Kuş; civciv. [DS] kabarıp sönmesini bir yerden veya kaynaktan ara
bülü4, [Kürt, bulu (mısır)] {ağız} is. Yufka. [DS] lıklı olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] büng-iil-
bülüç, [Yun. pullitza (kuş yavrusu) ? / bül (yans.) > de-mek, büng-ül-dek, büng-ül biingül, bımg-ür-
mek. 0 bün bün atmak, {OsT} Büngül biingül
bül-üç ] {ağız} is. 1, Piliç. jeAT} (aynı) 2. Civciv.
kaynamak.
3. Serçe. [DS]
büngâh, [Far. büngâh olSjJ (büngâ.h) {OsT} is. 1.
bülük, -ğü [Ar. bülüğ ? / bül (yans.) > bül-ük] {ağız}
İçine saklanmak üzere yolcu eşyası, para vb. konu
is. Küçük erkek çocukların cinsiyet organı. [DS]
lan oda, çadır ya da bina. 2. Menkul mallar; ağırlık,
bülükçü, [bülük-çü] {ağız} is. Sünnetçi. [DS]
bünglemek, [büng (yans.) > bün-le-mek] {ağızj gçsz.
bül’üm, [Ar. bel'üm p*L] {OsTj is. -» bıil’um. f. [-ı] [-l(ü)-yor] (Su için) topraktan kaynamak.
bülür, [Emi. bolor (bütün)] {ağız} is. Zedelenmeksi- [DS]
zin kabuğundan çıkarılan bütün ceviz içi. [DS] büngeşm ek, [bin-mek > büng-eş-mek] {ağızj dönşl.
bülüş, [bül (yans.) > bül-üç / bülüş] {ağız} is. 1. Piliç. f [-ir] 1. Ayak sinirleri uyuşmak. 2. Damar damar
2. Civciv. [DS] üstüne binmek; incinmek; kramp girmek. 3. Geriye
çekilip toplanmak. [DS]
bülvefa, [Far. bü’l + Ar. vefö (bülvefa.:) {OsT}
büngüdük, -ğü [büng-üd-ük] {ağız} is. Suyun kayna
sf. Çok vefalı. yarak çıktığı yer; pınar; kaynak. [DS]
biin1, [bün / mün / min] {eT} is. Çorba. [DLT] büngül1, [büğ-mek > büğ-ül > büng-ül] is. 1. Köşe;
bün", [bü n / bön / bön] {eT} is. 1. Kusur; noksan; bucak. 2. Kışlık kumanya. 3. sf. (Ot için) tutam.
ayıp. [DLT] [Clauson] 2. {ağız} s f. Çekingen. [DS] [DS]
bün3, -nnü [Ar. bünn j j {OsT} is. 1. Yemen kahvesi. büngül2, [büng (yans.) > büng-ül] {ağız} is. 1. Suyun
topraktan kaynayarak çıkmasını anlatan yansımalı
2. Yemen kahvesinin yaprak ve olgunlaşmamış
gövde. 2. Kaynak; pınar. 0 büngül büngül, {ağızj
meyvelerinden yapılan bir turşu.
(Suyun çıkışı için) topraktan kaynayarak. [DS]||
bün4, [Far. bün {OsT} is. 1. Dip; temel. 2. Aşağı büngül büngül çıkmak, {ağız} (Su için) topraktan
taraf; alt kısım. 3. Kök; kütük. 4. Ağaç. 0 bün- kaynayarak, fışkırarak çıkmak. [DS]
âver, {OsT} Köklü; yerleşmiş. | bün-i bagal, {OsT} büngüldek, -ği [büng (yans.) > büng-iil-de-k] {ağız}
Koltuk altı.|| bün-i bînî, {OsT} Burun ucu.|| bün-i is. 1. Kaynak; pmar. 2. Bataklık. 3. sf. Yerinde du
câh, {OsT} Kuyunun dibi.|| bün-i hisar, {OsT} K a ramayan; coşkun. [DS]
lenin dibi.|| bün-i hüşe, {OsT} Üziim çöpü; üzüm büngüldemek, [büng (yans.) > büng-ül-de-mek]
sapı.|| bün-i nâhün, {OsT} 1. Tırnak kökü. 2. Ace- {ağız} gçsz. f [-r] [-d(ii)-yor] 1. (Su için) topraktan
le.|| bün-i rân, {OsT} Kasık. kaynayarak çıkmak. 2. (Ateş üzerindeki su için)
bünbek, [Ar. bünbek / benbek {OsT} is. zool. kaynamak. 3. Coşmak; yerinde duramamak. 4.
Kadırga balığı denilen yırtıcı bir balık. (M anda için) yavrusunu ve eşini bağırarak aramak.
[DS]
BÜN üIÜ M IK S Ö M .72,
büngüldetmek, [büng (yans.) > büng-ül-de-t-mek] {çı büntegi, [bu-n-ı+teg-ı > büntegı] {eT} zf. Böylesi;
ğız} g ç l.f. [-ir] 1. Büngtildemesini sağlamak; kay bunun gibisi. [ETY]
natmak; hoplatmak. 2. Karıştırmak. [DS] bünud, [Ar. bend > bünüd (bünu:d) {OsT} is.
büngüldeyik, -ği [büng (yans.) > büng-ül-de-y-ik] {tı Büyük bayraklar; sancaklar,
ğız} is. Kaynak; pınar. [DS]
bünüd, [bin-mek > bin-it > bünüd] {eAT} is. -*■ binit,
büngülek, -ği [büng (yans.) > büng-ül-ek] {ağız} is. bünükmek, [*bün-ük-mek > mün-ük-mek] {eT} gçl.
Kaynak; pınar. [DS] f. [-ür] Kusurlu hâle getirmek; hatalı yapmak. [Cla
bttngülemek, [büng (yans.) > büng-ü-le-mek] {ağız} uson]
is. Kaynak; pınar. [DS] bünüş, [bin-mek > bin-iş] {ağız} is. Biniş. [DS]
büngülm ek, [büng (yans.) > büng-ül-mek] {ağız} bünüvvet, [Ar. bin (oğul) > bünüvvet o ^ ] {OsT} is.
gçsz. f. [-ür] 1. (Su için) topraktan kaynamak. 2.
Evlatlık; oğulluk,
Fışkırmak. [DS]
bünyad, [Far. bünyâd iL iJ (bünya:d) {OsT} w .l. A-
büngültmek, [büng (yans.) > büng-ül-t-mek] {ağız}
g ç l . f [-ür] (Su için) topraktan kaynamak. [DS] sıl; esas; temel. 2. Yapı; bina. S bünyad eylemek,
bttngümek, [büng (yans.) > büng-ü-mek / bün-ü- {OsT} 1. Bina etmek; kurmak. 2. Başlamak]] bün-
mek] {ağız} gçsz. f. [-r] 1. (Su için) topraktan kay yâd-ger, {OsT} Bina yapan.\\ bünyâd-kârdan,
nayarak çıkmak. 2. (Ateş üzerindeki su için) kay {OsT} Kurmak; bina etmek.|| bünyâd-ı kavî, {OsT}
namak. 3. Coşmak; yerinde duramamak. 4. (Su Sağlam yapı. \\ bünyâd-ı zulüm , {OsT} Zulüm yapı
için) fışkırmak. 5. (Köstebek için) yeryüzüne yuva sı.
sından çıkardığı toprağı yığmak. 6. Korku ile sıç bünyadger, [Far. bünyâd-ger (bünya:dger)
ramak. [DS] {OsT} is. Bina yapıcısı,
büngür, [büng (yans.) > büng-ür] {ağız} is. Suyun bünyan, [Ar. bina > bünyân jlo .] (bünya:n) {OsT} is.
topraktan kaynayarak çıkmasını anlatan yansımalı 1. Bina; yapı. 2. Yapı tarzı. S bünyan etmek,
gövde. [DS] S büngür büngür, {ağız} (Kaynayan {OsT} Kurmak; inşa etmek; yapm ak.|| bünyân-ı
su için) hoplayıp çıkarak. [DS] kavî, {OsT} Sağlam yapı.
büngürdemek, [büng (yans.) > büng-ür-de-mek]
bünye, [Ar. bina (yapı) > bünye v j {OsT} is. 1. Vü
{ağız} gçsz. f. [-r] (Su için) kaynamak. [DS]
cut; beden yapısı. 2. Bir bütünü oluşturan parçalar
büngürm ek, [büng (yans.) > büng-ür-mek] {ağız}
arasındaki düzenleniş; yapı; kuruluş. 3. Bir binanın
g çsz.f. [-ür ?] (Su için) topraktan kaynamak. [DS]
kuruluşu, çatkısı ve dokusu. 4. psikol. Kişinin özel
büngüz, [*bün-üz / mün-üz] (bünüz) {eT} is. Boynuz. liklerini belirleyen psikolojik ve fiziksel özellikle
[DLT]
rin tümü. 5. Resim ve heykelde bir figürü oluşturan
büngüzgek, [*bünüz-gek / münüz-gek] {eT} is. Ça çatkı. S1 bünye-hîz, {OsT} Vücuda canlılık veren;
lışma yüzünden elde oluşan katılık; nasır. [DLT] dirilten]] bünye-i dâhiliye, {OsT} bot. İç ya p ı.||
büngüzlenm ek, [*bünüz-le-n-mek / münüz-le-n- bünye-i sünâiye, {OsT} bot. İkinci ya p ı.|| bünye-i
mek] {eT} dönşl. f. [-ür] (Boynuzlu hayvanların ülâ, {OsT} bot. Birinci yapı.
yavruları için) boynuzlanmak. [DLT]
bünyevi, [Ar. bünye-vı (biinyevi;) {OsT} sf. Ya
b ü n k 1, [bin / bing / bm k / böng / bunk / bung / bün /
pı ile ilgili; bünye ile ilgili; yapısal.
büng / bünk (yans.)] is. Bir sıvının kaynar gibi ka
b ü r1, [bür / pür] {eT} {ağız} is. Tomurcuk. [EUTS]
barıp sönmesini, bir yerden veya kaynaktan aralıklı
[Gabain] [DS]
olarak çıkışını anlatan kök. [Zülfıkar] bimk-mtek.
bür2, -r’i [Ar. bür’ *_*] {OsT} is. Hastanın iyiliğe yüz
bünk2, [bünk] is. 1. Bir şeyin aslı. 2. Hoş kokulu bir
tür ağaç kabuğu, tutmuş olması.
bünkm ek, [bünk (yans.) > bünk-mek] {ağız} gçsz. f. [- bürJ, [Far. büride (kesmek) > bür {OsT} sf. ek. Ke
ür] (Su için) topraktan kaynamak. [DS] sen, kesici.
bünlad, [Far. bünlâd itsLu] (bünla:d) {OsT} is. 1. Esas bür4, [Fr. bure] is. Köm ür ocaklarında, galerileri bir
bina. 2. Temel. 3. Duvar; set. 4. Destek; payanda, birine bağlayan ve dışarıya açılan düşey kuyu.
bünlem ek, [mün / bün > m ün-le-m ek / bün-le-mek] bür5, -rrü [Ar. bürr y] {OsT} is. Buğday,
{eTj g ç l . f [-r] Çorba içmek. [DTL] büra, -a’i [Ar. btirâ1 t.\y] (bura;) {OsT} is. 1. Ağaç
bünlü, [Far. bün + T. -lü] {OsT} sf. Temeli olan, yongası. 2. Törpüden çıkan kırıntı,
bünsiz, [mü n-siz / bün-siz] {eT} sf. Kusursuz; ayıp bürad, [Ar. bürâd il_*] (büra:d) {OsT} sf. Soğuk.
sız. [DLT]
bünteg, [bu-n-ı+teg] {eT} zf. 1. Böyle; bunun gibi. büraye, [Ar. bürâye 4*1^] (büra;ye) {OsT} Yontulan
[ETY] 2. sf. Serseri. [ETY] ağaçtan çıkan döküntü; yonga.
İllll*[tS 0 M .7 2 5 BÜR
bürce, [bir-ce] {ağızj zf. Tane; bir tane. [DS] bürehne, [Far. berehne > bürehne {OsT} sf. Ç ıp
bürcek, -ği [bür-mek>bür-çek / bür-cek dU-jy ] {eAT} lak; açık; yalın. 0 bürehne-gî, {OsT} Çıplaklık.\\
is. -*• pürçek. bürehne-pây, {OsT} Yalın ayak.\\ bürehne-ser,
bürcük, -ğü [bir-i-cik] {ağız} zf. Biricik; bir tane. {OsT} Başı açık; başı kabak.\\ bürehne-sîne, {OsT}
[DS] fi1 bürcük bürcük, {ağız} Birer birer; tane Göğsü açık; bağrı açık.
tane. [DS] bürelenmek, [bür-mek > bür-e-le-n-mek] {ağız} gçsz.
bürcüme, [Ar. bürcüme y] {OsT} is. 1. Parmak f. [-ir] 1. Örtünmek. 2. gçl. f. Birinin üzerine çul
boğumu. 2. Parmak eklemlerindeki kemiklerin çı lanmak. [DS]
kıntıları. büret, [Fr. bürette] is. kim. Hacmi dereceli deney
bürçe, [bür-mek > bür-ge > bür-çe / bür-e] (bürçe:) tüpü.
{eT} {ağız} is. Pire. [DS] bürge, [bür-ge] {eT} is. Pire. [DLT] 0 bürge kişi, B ir
bürçecük, [bürçek > bürçe-cük] {eAT} is. încecik kâ yerde duramayan; zevzek; taşkın kimse. [DLT]
kül. bürgelenm ek, [bürge-le-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür]
bürçek, [bür-mek > bür-çek / bür-çük] {eT} is. Per Öfkeden pire gibi sıçramak; pirelenmek. [DLT]
çem; kâkül; pürçek, {ağız} (aym) [DLT] [DS] bürgu, [Far. bürgü y -J \ (bürğıı.) {OsT} is. müz. B oru
bürçeklenmek, [bürçek-le-n-mek] {eT} dönşl. f [-ür] denilen müzik aleti,
1. (At için) yelesi çıkmak; yelelenmek. 2. (İnsan
bürgus, [Ar. bürğüs y] (bürğu;s) {OsT} is. Pire.
için) kâkülü oluşmak; kâküllenmek.
bürçekli, [bürçek-li] {ağız} is. Havuç. [DS] bürguzen, [Far. bürğü-zen y] (bürğu;zen) {OsT}
bürçük, [eT. bür-çek > bür-çük is. 1. Alın is. Boru çalan kimse,
veya yanaktan sarkan saç kıvrımları; zülüf, kâkül. bürgü, [eT. bür-m ek (dolamak) > bür-gü ^ i s . 1.
{eAT} (aynı) 2. Kuyruklu yıldızın kuyruğu. 3. bot. Başörtüsü. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Başla birlikte
Bileşik çiçek durumu, vücudu bedene kadar saracak büyüklükte örtü; ih
bürçüklü, [bürçük-lü] sf. (Bitki için) çiçekleri pür ram; mahrama; car; çarşaf; üstlük; fıta; ferace.
çük durumunda olan. {ağız} (aym) [DS] 3. Atkı. 4. İnce perde. 5. bot. B it
bürd1, [Ar. bürd ij] {OsT} is. Bir çeşit çubuklu, yol kilerde çiçek sapının dibinden çıkan, yapraklardan
yol renkli kumaş. 0 bürd-i muhattât, {OsT} Çizgi daha küçük yaprak topluluğu; çiçek yaprağı. 6.
li, çubuklu kumaş. {ağız} Boyun atkısı. [DS] 7. {ağız} Yeldirme. [DS]
bürd2, [Far. bürd ij] {OsT} is. Bilmece; bulmaca; bürgücük, -ğü [bürgii-cük] is. bot. Çiçek saplarının
dibinde bulunan yaprakçık.
muamma.
bürgüç, [bür-mek > bür-güç] {eT} is. Sac üzerindeki
bUrda, -a’i [Ar. hürda’ (bürda:) {OsT} is. tıp. ekmeği çevirmekte kullanılan kılıca benzer tahta
Sıtma. araç; evirgeç. [DLT] [Clauson]
bürdbar, [Far. bürdbâr jl p jJ (bürdba.r) {OsT} s f 1. bürgülü, [bürgü-lü] sf. 1. Bürgüsii bulunan; bür-
(Kişi için) uysal; ağırbaşlı. 2. Sıkıntıya katlanan; gülenmiş, bürgü örtünmüş. 2. bot. (Bitki bölümleri
sabırlı; tahammüllü, için) üzerinde bürgü bulunan. 3. {ağız} İri taneli bir
üzüm. [DS]
bürbari, [Far. bürdbârî (bürdba:ri:) {OsT} is.
bürgümsü, [bürgü-msü] sf. (Bitki bölümleri için)
1. Ağırbaşlılık. 2. Sabırlı oluş. bürgü biçiminde olan; bürgüyü andıran,
-bürde, [Far. -bürde to^] {OsT} son ek. Getirildiği bürgün, [o+bir+gün > öbür+gün] (bü ’rgün) {ağız} zf.
Farsça isimlere “götüren, götürmüş, götürülmüş " Öbür gün. [DS]
anlamı katan son ek. bürhan1, [Sansk. budha / Çin. fu + T. han (kağan) >
bürde, [Ar. bürde »j_*] {OsT} is. Arapların gündüzleri burhan / burkan] is. Burkan.
elbise üzerine hırka olarak giydikleri, geceleri de bürhan2, [Ar. btirhân (bürha;n) {OsT} is. Delil;
örtü olarak kullandıkları yünlü üstlük. ispat; tanık. 0 bürhân-ı katı’, {OsT} İspata gerek
bürdek1, -ği [bür-mek > bür-dek] {ağız} is. Tomur duyulmayacak kadar açık ve sağlam delil.\\ bür-
cuk. [DS] hân-ı mesîh, {OsT} Hz. İ s a ’nın gösterdiği mucize.||
bürdek2, -ği [Far. bürdek ib ^ ] {OsT} is. Küçük bil bürhân-ı râci, {OsT} B ir sorunun ispatı. || burhân-ı
mece. limnî, man. Tümdengelim.\\ burhân-ı süllemî,
{OsT} Sonsuzluk kavramının tartışması sırasında
büre, [eT. bür-ge > büre IjjJ {eAT} is. Pire.
kullanılan kademeli delil.\\ bürhân-ı tezeyyüf,
büreha, -a’i [Ar. büreha (büreha:) {OsT} is. {OsT} Sonsuzluk kavramının tartışmasında ileri sü
Şiddetli azap; sıkıntı. rülen karşılıklı ilintili delil.|| burhân-türsî, {OsT}
BÜR Û IÜ M IİİR S Ö M .
Uzayın sonluluğunu ispat etmek için kullanılan te b ü rk e 1, [Ar. bürke / birke & jJ {OsT} is. zool. 1. K ur
orem. bağa. 2. Martı, f i1 b ü rk e -i lâciverd, /OsT} Gökyü
b ü rh a n i, [Ar. bürhânı ^ L v ] (biirha.ni:) {OsT} sf. İs- zü.
patlayıcı; açıklayıcı, b ü rk e 2, [bir-ik-mek > bir-ke] {ağız} is. Küçük göl;
b ü rh e , [Ar. bürhe « y ] {OsT} is. Uzun zaman; uzun havuz. [DS]
b ü rk e k , [bür-mek > *bür-ük-mek > bürk-ek] {eT} is.
müddet. S b ü rh eten m in e’z-zem ân, {OsT} Bir
Örtü. [DLT] [Clauson]
hayli zaman.
b ü rk irm e k , [bür-kir-mek] {eT} g ç sz .f. [-ür] 1. Püs-
b ü rh u n , [Ar. bürhün 0y^y] (bürhırn) {OsT} is. 1.
kürmek. 2. Serpmek. [KB]
Çember; daire. 2. Kemer; kemerli duvar. 3. Engel. b ü rk lem ek , [bürk-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ü)-
4. Çit; avlu. 5. Kale veya ev kapısı. yor] (Sıvılar için) fışkırmak. [DS]
b ttr i1, [böri / büri / börü] {eT} is. Kurt; börü. [EUTS] b ü rk m e, [bir-ik-me > bürk-me] {ağız} is. Eğlentili
b ü ri2, [bür-mek > bür-ı] (büri:) is. 1. İçine geçirile kadm toplantısı. [DS]
rek bir şey takmaya yarayan halka veya oyuk; so- b ü rk m ek , [bürk-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] 1. (Mide
ket. 2. Okun ucuna geçirilen temrenin oyuğu. [DLT] için) bulanmak. 2. Sıkıntı ile kızarmak. [DS]
[Clauson]
b ü rk u , -u ’u [Ar. bürku' ^ y \ {OsT} is. Yüz örtüsü;
b ü rid e , [Far. bürıden (kesmek) > bürîde oJb^] (bii-
yaşmak; tül.
ri:de) {OsT} sf. 1. Kesilmiş. 2. Kırılmış. 3. Arkadaş
b ü rk ü , [bür-gü / biir-kü] {ağız} is. Bürgü. [DS]
lık ilişkilerini kesmiş. 4. (Elbise) biçilmiş. 5. (Yer
b ü rk ü m , [bürk-üm] {ağız} is. 1. Küldeki sıcaklık. 2.
için) üzerinden geçilmiş. S b ü rîd e -d ü m , {OsT}
Bunaltıcı sıcaklık. [DS]
Kuyruğu kesik; talihsiz.\\ b ü rîd e-ser, {OsT} Başı
kesilmiş]] b ürîde-zebân , {OsT} 1. Dili kesilmiş 2. b ü rk ü r m e k 1, [pür-kür-mek / bür-m ek > bür-kür-mek
Sessiz; az konuşan. (Clauson’un okuyuşu)] {eT} dönşl. f. [-ür] 1. Ör
tünmek; kapanmak. 2. (Hava için) bulutlanmak.
b ü ridegî, [Far. bürîde-ğî Ju^j] (bürvdegi:) {OsT} is. [DLT]
Kesilmişlik. b ü rk ü rm e k 2, [bürk (yans.) > bürk-ü-r-mek] jeT j gçl.
b ü rik lem ek , [bürük-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] -*■ bü- f. [-iir] Püskürtmek. [DLT]
rüklemek. [DS] bü rlem ek , [bür-mek > bür-(ü)l-e-mek] {ağız} gçl. f.
b ü rim ek , [bür-i-mek] jeAT} g çl.f. [-r] Bürümek, [-r] [-l(ü)-yor] Örtmek. [DS]
b ü rin , [Far. bürîn jj.y] (büri:n) is. Meyve dilimi. h ü rle n m e k , [bürle-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Ör
tünmek; bürünmek. [DS]
b ü riş, [bür-mek > bür-iş] {eT} is. Buruş; büküş; kı
vırış. [DLT] [Clauson] h ü rlen m ek , [bür (tomurcuk) > bür-le-n-mek] {eT}
dönşl. f [-iir] Tomurcuklanmak. [DLT]
bü ritis, [Yun. puritis] {ağız} is. Ç akm aktaşı. [DS]
b ü rlesk , [İt. burlesco] sf. 1. Aşırı ve bayağı derecede
b ü ritm ek , [bür-mek > bür-i-t-mek] {eT} gçl. f. [-iir]
gülünç olan. 2. Ciddî bir konuyu bayağı bir üslûpla
1. Hissetmek; duymak; dokunmak. [EUTS] 2. Ha
işleyen; kaba güldürü.
fifçe yakmak. [EUTS] 3. is. Dokunma; his; duyu;
duygu. [EUTS] b ü rm e 1, [bür-mek (dolamak) > bür-me] is. 1. {ağız}
Kadınların sokağa çıkarken bürünüp örtündükleri
b ü r k 1, [bürk (yans.)] is. Sıvıların püskürmesini, fış
kumaş; car. 2. Bürülerek sarılan bir çeşit sarık;
kırmasını anlatan kök. [Zülfikar] bürk-le-mek, bürk-
burm a sarık. [DS]
ür-mek.
b ü rm e2, [bür-me] {eT} is. 1. Burma; bükme; kıvırma.
b ü rk 2, [bür-(ü)k] {ağız} is. 1. Baş örtüsü. 2. Külah;
2. Don vb. şeylerin ağı. [DLT]
börk. [DS]
biirm eç, -ci [bür-meç] {ağız} is. Kesenin iple büzülen
b ü rk a , - a ’ı [Ar. burka1 {OsT} is. Yaşmak; tül. 0
yeri. [DS]
b ü k a ’-fıken, {OsT} Örtü açan; örtü atan. b ü rm e k 1, [bür-mek] {eT} g ç l . f 1. Burmak; bükmek;
b ü rk â n , [Ar. bürkân jlS"y] (bürkâ:n) {OsT} is. Y anar kıvırmak; bir şeyi iki ucundan tutup ekseni çevre
dağ; volkan. sinde bükmek. [Nevâyî][DTL] 2. Büzmek. [DLT] 3.
{ağız} Ağacın kuruması için köküne yakın yerinden
b ü rk a n , [Ar. bürkân jls,;] (bürka:n) {OsT} is. 1. Be
kabuğunu soymak. [DS] 4. Katlamak; devşirmek.
yaz tenli adam. 2. zool. Alaca çekirge,
b ü rm e k 2, [bö (yans.) > bö-ğür-mek > bür-mek] (bü:r-
b ü rk â n i, [Ar. bürkânı y \ (bürkâ:ni:) {OsT} sf. mek) {ağız} gçsz. f. [-ür] 1. Bağırmak; böğürmek. 2.
Volkanik; yanardağa ilişkin, (Kederli kişi için) sesli olarak ağlamak. [DS]
b ü rk a n iy e t, [Ar. bürkâniyyet (bürka.niyet) b ü rn a , [Far. büm â Uy] (bürna:) {OsT} sf. Genç; deli
is. Volkan bilimi. kanlı; yiğit.
M U M S M . 727 BÜR
bürnah, [Far. biimah oL;^] (biirna:h) {OsT} sf. -* bür bürtlek, -ği [bört (yans.) > bört-le-k / bürt-le-k] {ağız}
sf. (Göz için) devrik; patlak; pörtlek. [DS]
na.
bürtlemek, [bört (yans.) > bürt-le-mek] {ağız} gçsz. f .
biirnak, [Far. büm âk J b y] (biirna:k) {OsT} sf. -* bür
[->'] [-l(ü)~yor] 1. (Su için) fışkırarak kaynamak. 2.
na. (Ekilmiş tahıl taneleri için) toprak altından yüze
bürnüs, [Ar. büm üs ^ y ] {OsT} is. 1. Üste giyilen bir çıkmak. [DS]
tür Arap giysisi. 2. Kollu ve başlıklı hamam ağası. bürtletmek, [bört (yans.) > bürt-le-t-mek] {ağız} gçl.
3. Bir tür kadm yeldirmesi. f [-ir] I- Ortaya çıkarmak. 2. Kabartmak; şişirmek.
[DS]
büro, [Fr. breau] is. 1. Çalışma odası; yazıhane. 2.
bürtm ek1, [bür-mek > bür-t-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
Bir kuruluşta memurların çalıştığı yer; daire. 3.
Dokunmak; temas etmek. [Clauson]
Sınırlı ve belli bir konuda halka hizm et veren yer.
bürtm ek2, [bört (yans.) > bürt-mek / bört-mek] {ağız}
4. Bir kuruluşun belli bir bölümü; şube; bölüm. 5.
gçl. f i [-er] 1. Az haşlamak. 2. Yumurtayı suda
Bir kuruluşta yazı işlerinin yürütüldüğü yer. 6. Y a
haşlamak. [DS]
zı masası. S büro malzemeleri, B ir büroda kulla
bürtmük, -ğü [bürt-mük] {ağız} is. Y umuşak şeyler
nılan masa, dolap, yazı araç ve gereçleri, silgi,
den kopan küçük parçalar. [DS]
dosya gibi eşyalar ve tüketime yönelik mallar; kır
bürtüglüg, [bürt-mek > bürt-üg-lüg] {eT} sf. 1. H is
tasiye.
sedilen; duyulan. [EUTS] 2. is. Hissetme; duyma.
bürokrasi, [Fr. bureaucratie] is. 1. D evlet teşkilatın [EUTS]
da yönetimin etkisi, gücü. 2. M em ur ve yöneticiler bürtük, -ğü [bürt-ük] {ağız} is. Tahıl tanesi. [DS]
topluluğu. 3. İşlerin yürütülm esinde verimlilikten
bürtülmek, [bürt-ül-mek] {eT} edil, fi [-ür] Doku
daha çok, biçimsel tam oluşa önem verme durumu;
nulmak; temas edilmek. [Clauson]
kırtasiyecilik,
bürtüşmek, [bürt-üş-mek] {eT} işteş, fi [-ür] Birbiri
bürokrat, [Fr. bureaucrate] is. 1. Devlet kuruluşunda ne dokunmak. [EUTS]
üst düzey yöneticiler. 2. Büro işlerinde çalışan kim
bürü, -u ’i [Ar. bürü3 *3 y] (büm :) {OsT} is. 1. Hasta
se. 3. Devlet işlerinin yürütülm esinde biçimselliğe
aşırı derecede önem vererek uygulanırlığı ve ve nın iyiliğe yüz tutması. 2. Bilgi, erdem ve iyilikte
rimliliği ikinci plana iten yönetici, benzerlerine olan üstünlük,
bürokratik, -ği [Fr. bureaucratique] sf. Bürokrasi ile büruc, [Ar. burç > bürüc / burüc ^ jy ] (büru:c) {OsT}
ilgili; bürokrasiye dayanan, is. 1. Burçlar; kaleler. 2. On iki takımyıldız; burç
bürokratizm, [Fr. bureaucratisme] is. Devlet yöne lar. ö bürüc-i isnâ-aşer, {OsT} Güneş sisteminin
timinde bürokrasinin aşılamayan, etkili ve egemen on iki bıırcu.|| bürüc-i sabite, {OsT} Sabit burçlar;
bir gücünün bulunması durumu, Boğa; Aslan; Akrep; Kova.
bürokratlaşma, [bürokrat-la-ş-ma] ıs. 1. Devlet bürud, [Ar. btirüd a jjJ (bürü:d) {OsT} sf. 1. Soğuk.
yönetiminin uygulanabilir, verimli ve demokratik 2. is. Bir işten bıkıp usanma; soğuma,
işlemlerden ziyade kâğıt üzerinde çok şey üretiyor
bürudet, [Ar. bürüdet c o j j J (bürü:det) {OsT} is. 1.
görünerek hizmet üretemez duruma gelmesi. 2. Bü
rokratik işlemlere ağırlık verme. 3. Aşırı yönetici Soğukluk. 2. mecaz. Kırgınlık; küskünlük, S1 bü-
kalabalığına ulaşma. rüdet-engîz, {OsT} Çok soğuk.|| bürüdet-i hevâ,
{OsT} Havanın soğukluğu. || bürüdet-i muâmele,
bürran, [Far. biiriden (kesmek) > berrân / bıirrân j l y\
{OsT} Davranış soğukluğu; soğuk davranış.
(bürra:n) {OsT} sf. Keskin; kesici,
bürufe, [Far. bürüfe y ] (büru.fie) {OsT} is. 1. Sarık.
bürs, [Far. bürs ^ { O s T } is. bot. Ardıç meyvesi. 2. Bel kuşağı. 3. Mendil.
bürsan, [Far. bürsân j L ^ ] (bürsa.n) {OsT) is. Büyük büruk1, [Ar. bürük d jy ] (büru:k) {OsT} is. Un hel
yılan; ejderha, vası.
bürsute, [Ar. bürşüte ^ y y \ (bürsu:te) is. Tehlikeli büruk2, [Ar. berk > bürük 3 jy] (bürıv.k) {OsT} is.
yer. Şimşekler.
bürsün, [Ar. bürsün j î j J {OsT} is. 1. İnsan eli. 2. bür’um, [Ar. bür'üm / bür'üm e ç y -y / - ^ y y ] (bür-
Yırtıcı hayvanların pençesi. 3. Develere vurulan u:m) {OsT} is. bot. Bir ağacın henüz açılmamış çi
damga. çeği; tomurcuk.
biirşüm, [Ar. bürşüm {OsT} is. K adınların yüz bürüt, [Ar. bürüt o j (büru:t) is. Bıyık,
lerini örttükleri örtü, büruz, [Ar. bürüz }jy] (biiru:z) {OsT} is. 1. Belirme;
bürt, [bür-mek ? > bür-(ü)t] {eT} is. Karabasan; kâ ortaya çıkma. 2. Açık; meydanda; aşikâr. 3. G ös
bus. [DLT] terme; teşhir.
BÜR
b ü rü 1, [böri / büri / börü] {eT} is. Kurt; börü. [EUTS] bürümek, [eT. bür (tomurcuk) > bür-T-mek > bür-ü-
bürü2, [eT. bür-mek (dolamak) > bür-ü] {ağız} is. 1. m ek / dU jJ gçl. fi [-ür] 1. Kaplamak; ört
Baş örtüsü. 2. Çarşaf; car. [DS] mek. {eATj {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Sarmak; ku
bürük1, [eT. bür-mek (dolamak) > bür-ük] {eT} is. 1. şatmak. {eATj {OsT} (aynı) 3. Basmak; istila etmek.
Şalvar gibi şeylerin uçkurunda bulunan yuvarlak 4. Etkilemek. 5. {ağız} Toplanmak. [DS]
ip. [DLT] 2. {ağız} Baş örtüsü. [DS] 3. {ağız} Çarşaf; bürümen, [bür-ü-mek > bürü-men] {ağız} is. İpekten
car. [DS] 4. {ağızj Araba üstüne gerilen tente. [DS] yapılmış elbise. [DS]
5. /ağızj Duvak. [DS] 6. {ağız} Boyun atkısı. [DS] 7.
bürün, [Yun. pirina] {ağız} is. Zeytin posası. [DS]
{ağız} Hamam havlusu. [DS]
bttrttncek, [bür-ün-(e)cek tiLfjy / {eAT}
bürük2, -ğü [pür / bür > bür-ük] {ağız} is. 1. Irmak,
göl ve ova kenarlarındaki gür çalılık, sazlık vb. 2. {OsT} {ağız} is. 1. Baş örtüsü; çarşaf; bürümcek. 2.
Orman. 3. Gövdesini sarmaşık sarmış ağaç. 4. Üstü Duvak. 3. Kaput, palto, pelerin gibi giyim eşyası.
açık çevresi çalılarla sarılmış ağıl. 5. Asma yapra [DS]
ğı. [DS] bürüncük, -ğü [eT. bür-ün-çük / bür-üm-cük] is. 1.
bürüklem ek, [bür-mek > bür-ük-le-mek] {ağız} gçl. Bürümcük. 2. {ağız} Ham ipekten dokunmuş bez.
[DS]
fi. [-r] [-l(ü)-yor] Çarşaflamak. [DS]
bürünçttk, [bür-mek (dolamak) > bür-ün-çük] {eT}
bürüklenm ek, [bür-ük-le-n-mek] {ağızj dönşl. f. [-ir]
is. Bürümcük; kadm baş örtüsü. [DLT]
1. (Kadın, kız için) baş örtüsü örtünmek. 2. Örtün
mek; bürünmek. [DS] büründürmek, [bür-ün-mek > bürün-dür-mek] gçl.
fi. [-ür] 1. Bürünmesini sağlamak. 2. Bürünmesine
bürüklük1, -ğü [bür-ük-lük] {ağızj is. Baş örtüsü.
[DS] sebep olmak.
bürüklük2, -ğü [bür-ük-lük] {ağız} is. Havanın bu bürüng, [bür-mek > bür-ün] (bürün) {eT} is. Akarsu
naltıcı ve sıcak zamanı. [DS] ların yeryüzünde m eydana getirdiği yarıklar. [DLT]
bürükmek, [bür-ük-mek / bir-ik-mek] {ağızj gçsz. fi. bürünme, [bür-ün-me] is. Bürünmek eylemi ve du
[-ür] Birikmek; toplanmak. [DS] rumu.
bürülm ek, [bür-mek > bür-ül-mek / bur-ul-mak] {eTj bürünmek, [eT. bür-m ek (dolamak, bükmek) > bür-
edil.f. [-ür] Buruşturulmak; bükülmek. [DLT] ü-n-mek dönşl. fi. [-iir] 1. Sarınmak, örtün
bürülü, [bür-ü-lü] sf. 1. Örtülü, sarılı. 2. Kaplı, mek, kaplanmak. {eT} (aynı) [DLT] [KB] 2. Giyin
bürüm, [eT. bür-mek (dolamak) > bür-üm mek. {eAT} (aynı) 3. mecaz. Kendini belli bir özel
is.
likte göstermeye çalışmak. 4. edil. Sarılmak, ör
1. Bürümek eylemi ve sonucu. 2. Bir kenarı üze
tülmek. 5. {ağız} (Hava için) bulutlanmak. [DS]
rinde yuvarlanarak dürülmüş, sarılmış, katlanmış
bürüntü, [biir-ün-tü] {ağız} is. 1. Bürgü. 2. Peştamal.
şey. {OsT} (aynı) 3. bot. Şemsiye veya kömeç du
[DS]
rumundaki bileşik çiçeklerde sapın dibinde yan
bürünttk, -ğü [bür-ün-ük] {ağız} sf. (Hava için) ka
yana duran bürgülerin tümü. 4. {ağız} Arapların
palı; bulutlu. [DS]
başlarına koydukları poşu üzerine geçirilen halka
şeklindeki kaim ip. [DS] 5. {ağız} Giyim eşyası. bürünüş, [bür-ün-üş] is. Bürünme eylemi ve biçimi,
[DS] 6. {ağızj Şemsiye. [DS] 0 biirüm bürüm, bürüşde, [? bürüşde] {ağız} is. Tandır ya da sacda pi
{eATj l. Birbirinin üstüne sarılmış. 2. {ağızj (Ör şirilen ekmeğin çok kızarmışı. [DS]
tünmek için) sıkı sıkıya; sıkıca. [DS] bürüşm ek, [bür-mek > bür-üş-mek] {eT} işteş, fi [-
bürüm cek, -ği [bür-üm > bürüm-cek] is. 1. Koza iir] Bükme, burma, dolama, kıvırma işlerini birlikte
gibi yuvarlanmış ve bürünmüş şey. 2. İpek böceği yapmak; bükerken birbirine ardım etmek; büküş
kozalağının dış tarafında bulunan iplikler. 3. Başör mek. [DLT]
tüsü. 4. /ağızj Ham ipekten dokunmuş bez. [DS] 5. büryan, [Far. büryân jL.^] (bürya:n) {OsT} is. 1. Su
{ağızj Baş örtüsü. [DS] 6. {ağızj Çarşaf. [DS] 7. {a- suz kavurm ak suretiyle veya tandırda pişirilmiş et
ğızj Yağmurdan korunm ak için örtünülen bez; yağ yemeği; kebap, biryan, püryan. 2. {ağız} Et ve pi
murluk. [DS] 8. {ağız}Yeni doğmuş yavrunun üze rinçle tepside pişirilen bir yemek. [DS] S büryan
rindeki zar; son. [DS] olmak, Kavrulmak, susuz kalmak.
bürüm cük, -ğü [bürüm > bürüm-cük] is. 1. K ıvrat b ü s1, [bis / büs / büş (yans.)] is. Kedi cinsi hayvanları
m a denilen bükülü ham ipekten bez ayağı armürde çağırmayı ya da kovalamayı anlatan kök, biis-sük.
dokunmuş ince kumaş. 2. sf. Bu tür kumaştan ya büs2, [büs (yans.)] is. Sinmeyi, ürküntü duymayı anla
pılmış giyecek vb. tan kök. [Zülfıkar] büs.
bürüme, [bür-ü-me is. 1. Bürümek eylemi. 2. büs3, [büs] {ağız} is. Küspe. [DS]
Kaplama, sarma. 3. {eATj sf. Bütün vücudu kapla büsbütün, [bü(s)+bü/tün] (bü'sbiitün) pekşt. zfi. 1.
yan. Bir bütün olarak; tamamıyla; tamamen. 2. İyiden
r
İ I M I 1 1 1 C T İ İ İ .7 2 9 BÜT
iyiye; iyice. 3. Köklü bir şekilde; temelli. 4. sf. Ek b ü s u r1, [Ar. besr > büsür j j i ] (biisu:r) {OsT} is. Ç ı
siksiz bir bütün,
banlar.
büsbüyük, [bü(s)+bü/yiik] (b ü ’sbüyük) sf. Çok bü
b ü s u r2, [Far. büsflr j j - J (büsu:r) {OsT} is. Lanet;
yük.
büsek, -ği [büs-ek] {ağız} is. Katran. [DS] beddua.
büskeç, [bös-mek > bös-geç > biis-keç] {eT} is. Çö büsut, [Ar. büsut -k~>] {OsT} is. El açıklığı; civan
rek. [DLT] mertlik.
büslem ek, [büs-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor] b ü sü k , [büs (yans.) > büs-ük / pis-ik / püs-ük] {eAT}
Süslemek. [DS] is. Kedi.
büslet, [Ar. büslet c~L~>] {OsT} is. Şöhret; ün. b ü sü k m ek , [büs-ük-mek] {ağız} gçsz. f. [-ür] A cık
mak. [DS]
büsm ek, [büs (yans.) > büs-mek] {ağız} g ç sz .f. [-er]
büsürgpç, -ci [püs-kür-geç] {ağız} is. A ğaçlara ilaç
Sinmek; saklanmak; pusmak. [DS]
sıkmakta kullanılan araç. [DS]
büsm ürük, -ğü [büs (yans.) > büs-m ek > *büs-mür-
b ü ş 1, [bis / büs / büş (yans.)] is. Kedi cinsi hayvanları
mek > büs-mür-ük] {ağız} sf. (Kişi için) kurnaz;
çağırmayı ya da kovalamayı anlatan kök, büş büş.
sinsi. [DS]
S büş büş, {ağız} Hayvanları çağırma ve kovala
büsr, [Ar. büsr / büsre > / » j-J {OsT} sf. 1. Taze; ma ünlemi. [DS]
körpe. 2. is. B ir nesnenin ucu ve başı. 3. Genç kız b ü ş2, [Far. büş j s J {OsT} is. 1. Kâkül. 2. A t yelesi. 3.
ve oğlan.
sf. Eksik; noksan,
büssed, [Ar. büssed {Os T} is. Mercan. b ü şerm ek , [biş-mek > büş-er-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
büst, [İt. busto (göğüs) > Fr. büste] is. 1. İnsan baş Olgunlaştırmak. [EUTS]
ve gövdesinin üst kısmının heykeli; baş heykeli. 2. büşinçek, [Kençek. büşinçek] {eT} is. Üzüm salkımı.
terz. Kadm vücudunun göğüs kısmı, [DLT]
büstah, [Far. büstâh {OsT} sf. Küstah; utan b ü şk ân i, [Ar. büşkânî (büşkâ:ni:) {OsT} is. 1.
maz; edepsiz. K endi dilini bilmeyecek kadar ahmak adam. 2.
Arap çocuğu olduğu hâlde A rapça’yı bilmeyen
büstan, [Far. büstân > Ar. büstân jL~>] (biista:n)
ahmak.
{OsT} is. Bağ bahçe; bostan, büşm ek, [biş-mek > büş-mek] {ağız} gçsz. f. [-er]
büstani, [Ar. büstânı (büsta:ni:) {OsT} is. Bah Pişmek. [DS]
çıvan; bostancı, b ü şra , [Ar. b ü ş r a ^ j^ J (büşra:) {OsT} is. Sevinçli h a
büste, [Far. büste 4^_>] {OsT} is. bot. Fındık, ber; müjde.
büstec, [Far. büstec {OsT} is. -*■ büstek. b ü şte r, [Far. büşter {OsT} is. tıp. Kurdeşen,
büstek, -ği [Far. büstek dJU-o] {OsT} is. 1. bot. A k b ü şterem , [Far. büşterem {OsT} is. tıp. -*• büş
büt-perest, {OsT} Puta tapan.|| büt-perestî, {OsTj büthane, [Far. büt-hane 4iU^] {OsT} is. İçinde tapını
Puta tapan.|| büt-perîveş, {OsTj Peri gibi güzel.|| lan putların bulunduğu tapmak,
büt-şiken, {OsT} P ut kıran.\\ biit-şikestî, {OsT} Put
bütirat, [Fr. butyrate] is. kim. Bütirilc asidin tuzu ve
kırıcılık.\\ büt-tirâş, {OsT} 1. Put yapan; p u t oyan.
ya esteri.
2. Heykeltıraş.\\ büt-tirâşî, {OsT} P ut yapıcılığı,||
bütirik, -ği [Lat. butyrum (yağ) > Fr. butyrique] sf.
büt yonmak, {eAT} Put yapmak.
kim. (Asit ve aldehit için) tereyağında, yaban havu
bütadien, [Fr. butadiene] is. kim. Yapısında iki tane
cu esansında, terde ve kas özünde bulunan CH3-
çift bağ bulunan iki hidrokarbon; C4H6;
CH2-CH2-COOH formüllü normal, keçiboynuzun-
c h 2= c h - c h = c h 2
da bulunan (CH3)2 CH-COOH formüllü izobüritik
bütan1, [Far. bütan OU] (büta:n) {OsT} is. 1. Putlar. kim yasallarla ilgili,
2. Güzeller. bütirin, [Fr. butyrine] is. kim. Tereyağında bulunan
bütan2, [Fr. butane] is. kim. Düşük basınç altında bir gliserinin esterine verilen ad.
sıvılaştırılarak metal tüpler içinde yakıt olarak kul
bütkede, [Far. büt-kede oJ&o] is. Putların bulunduğu
lanılm ak üzere pazarlanan C4H |0 formülündeki
doymuş hidrokarbon, yer.
bütangaz, [bütan+gaz] is. Yakıt olarak tüplere dol bütkü, [büt-mek > büt-kü] {eTj is. Kaka; büyük aptes
durularak dağıtımı yapılan gaz. (çocuk dili). [DLT]
bütçe, [Lat. bulgaette (deri kesecik) > Fr. bougette bütkürmek, [büt-mek > büt-kür-mek] {eT} gçl. f. [-
(küçük kese) / İng. budget] (bü ’tçe) is. 1. Sarfiyat ür] Bitirmek. [EUTS]
planı; harcama listesi. 2. huk. Devletin ve diğer bütm ek1, [büt-mek] {eT} gçsz. fi [-er] 1. Bitmek;
kamu tüzel kişilerinin gelecek belli bir dönem için tam amlanmak; gerçekleşmek. [EUTS] [Gabain] [KB]
deki gelir ve giderlerini tahm in eden ve bunların [Üç İtigsizler] 2. Sona ermek; yok olmak. [EUTS]
tahsil ve harcanm asına izin veren hukukî işlem. 3. [Gabain] [KB] [Üç İtigsizler] 3. (Ses için) kısılmak;
gnşl. Bir kişinin gelir ve giderleri, fi1 bütçe açığı, kesilmek; alçalmak. [KB]
Bütçede giderlerin gelirlerden fa zla olması dıtnt- bütmek2, [büt-mek] {eT} gçsz. fi. [-er] (Yara için) ka
m u.|| bütçe aktarması, D evlet harcamalarında panmak; onulmak. [Yüknekî] [KB]
parası artacağı tahmin edilen kalemlerden parası bütm ek3, [büt-mek] {eT} gçsz. f i [-er] 1. (Bitki için)
yetm eyecek kalemlere p ara aktarma işi. || bütçe bitmek; çıkmak; neşvünem a bulmak. 2. Yaratıl
fazlası, Gelirlerin giderlerden çok olması durumu. \\ mak. 3. Doğmak. [DLT]
bütçe hedeflerini aşmak, D evlet bütçesinde tah
bütm ek4, [büt-mek] {eTj gçsz. fi. [-er] 1. Bir şeye
min edilen gelir y a da giderleri y ıl içinde fa zla sı ile
inanmak. [EUTS] [Yüknekî] [KB] 2. Arzusu, dileği
gerçekleştirmek.\\ bütçe kanunu, Devletin daire ve
yerine gelmek; borcu veya alacağı gerçekleşmek.
kurum larım n yıllık gelir ve gider toplamını belirten
[ETY] [KB] 3. (Suya vb.) kanmak. [ETY] 4. Doy
ve bunların yürütülmesine izin veren kanım. \\ bütçe
mak. [ETY] 5. İkrar etmek. [DLT] [KB]
yılı, Bütçenin uygulanmaya başladığı günden ertesi
bütm iş, [büt-mek > büt-miş] {eT} sf. (Yara için) ka
y ıl aynı güne kadar geçen süre.
panmış; iyileşmiş. [DLT]
bütçelem e, [bütçe-le-me] is. Bütçe yapma işi.
bütçelemek, [bütçe-le-mek] g ç l.f. [-r] [-l(i)-yor] 1. bütperest, [Far. büt-perest {OsT} is. 1. Putlara
Gelir ve gideri bütçeye kaydetmek. 2. Bütçe yap tapan kimse; putperest. 2. sf. (Kişi için) puta tapıcı;
mak. puta tapan.
büte, [büt-mek > büt-e] (büte:) {eT} zf. 1. Çok; pek bütrü, [büt-ür-mek > büt-ür-ü > bütr-ü] {eT} zf. Baş
çok. [DLT] [KB] 2. (Zaman için) kısa. [DLT] ' tanbaşa. [KB]
büteki, [bu+tek-i] {ağız} zf. Bizden tarafta olan; bu bütrürek, [bütrü-rek] {eTj zf. Tamamen; tamamıyla;
yandaki. [DS] iyice. [KB]
büten, [Fr. butene] is. kim. Olefin grubundan formü bütrüşmek, [büt-ür-mek > büt-(ü)r-üş-mek] {eT}
lü C4HS olan etilen hidrokarbon; bütilen. işteş, fi [-ür] M uhakeme olmak; tanık getirmek.
büteyra, -a ’i [Ar. büteyra1 *ljrçq] (büteyra:) is. 1. Gü [DLT]
neş. 2. Sabah, bütsemek, [büt-mek > büt-se-mek] {eT} gçsz. fi. [-r]
(Yara için) iyileşmeğe, kapanmaya yüz tutmak.
bütgü, [büt-mek > büt-gü ] (bütgü:) {eT} is. Dışkı;
[DLT]
def-i hacet. [EUTS]
büttül, [Ar. büdelâ => büttül ?] {ağız} sf. Ahk; buda
bütgürm ek, [büt-mek > büt-gür-mek] {eT} gçl. f. [-
la. [DS]
ür] Bitirmek. [Clauson]
bütgüsüz, [bütgü-süz] {eT} sf. Tamamlanmamış; ek bütu, -u ’u [Ar. bütü' (bütu:) {OsT} is. 1. Ke
sik. [Clauson] silme. 2. Uzaklaşma.
i f f i i r ı i r o a ıi.7 3 1
bütün, [Ar. batn > bütün j ^ ] (bütu:n) {OsT} is. 1. bütüncülük, -ğü [bütün-cü-lük] is. fel. Çeşitli öğe
lerden meydana gelmiş bir bütünde, var olmayan
Karınlar. 2. Nesiller; soylar,
bazı özelliklerin bulunduğunu ileri süren felsefe,
bütüd, [büt-mek > büt-üd] {eTj is. Bitme; tam am
bütünleme, [bütün-le-me] is. 1. Bütünlemek eylemi.
lanma; ikmal. [EUTS] 2. Eksiği bulunan bir şeyi bütüne tamamlama; ek
bütüg, [büt-mek > büt-üg] {eTj sf. 1. Bütün; tüm. sikliğini giderme; bütün yapma; ikmal, fi1 bütün
[İKPÖy.] 2. Dokunulmamış. [İKPÖy.] 3. (Yara için) leme sınavı, eğit. Sene içinde ya da yapılan ilk im
kapanmış; iyileşmiş. [İKPÖy.] tihanda derslerinden geçer not alamayanlar için
bütüge, [Far. büta ? / Sansk. ? > biitii ge] (bütür.ge;) açılan ikinci bir imtihan.
{eT} is. Patlıcan. [DLT] bütünlemek, [eT. bütün-le-mek] gçl. f. [-r] f-l(ü)-
bütülmek, [büt-mek > büt-ül-mek] {eT} edil. f [-ür] yor] 1. {eT} Gerçekliğini aramak. [DLT] 2. Eksiği
1. İnanılmak. [KB] 2. Tamamlanmak. [KB] 3. dönşl. bulunan bir şeyi bütüne tamamlamak; eksikliğini
f Olgunlaşmak. [KB] gideııjıek; bütün yapmak; ikmal etmek. 3. U fak
paraları bütün para haline getirmek. 4. Flaritacılıkta
bütün, [eT. büt-mek (bitmek) > büt-ün s f 1.
uçaktan çekilerek elde edilmiş haritaya nehir, dağ,
Eksiksiz; tam. {eT} jeAT} (aym) [EUTS] [DLT] [Üç şehir adı gibi özellikleri işlemek,
İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [KB] 2. Parçalara ayrıl
bütünlemeli, [bütün-le-me-li] sf. B ir kısım derslerin
mamış; tek parça halinde. (eT) {eAT} (aynı) [DLT] den başarısız olmuş ve bütünleme sınavına girebi
[EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Yüknekî] [KB] 3. Çok
lecek durumda olan (öğrenci),
sayıda varlık ve nesnelerin tamamı. 4. (Para için)
bütünlenme, [bütün-le-n-me] is. Bütünlenmek eyle
bozuk olmayan; büyük miktarda ve tek banknot
mi.
halinde. 5. M üm kün olduğu kadar; olanca. 6. B iri
bütünlenmek, [bütün-le-n-mek] ed il.f. [-ir] 1. Eksik
cik, tek olarak. 7. {eT} {eAT} Doğru; dürüst; sahih;
kısmı bütüne tamamlanmak; eksikliği giderilmek;
mükemmel; sağlam. [Yüknekî] [KB] 8. is. Birlik;
bütün yapılmak; ikmal edilmek. 2. (Ufak paralar
tamlık, ö bütün bütUn, Büsbütün; tamamen, iyi
için) bütün para haline getirilmek,
ce.|| bütün bütüne, Bütün olarak.|[ bütün eyle
bütünler, [bütün-le-mek > biitün-le-r] sf. 1. Eksiği
mek, /eAT} Birleştirip bütün hâle getirmek; sağlam
bulunan bir şeyi, kendisini katm ak suretiyle bütüne
ve tam yapm ak.|| bütün itmek, jeAT} Birleştirip
tamamlayan; bütünleyen; bütünleyici. 2. Bir bütün
bütün hâle getirmek; sağlam ve tam yapmak. || bü
elde etmek için eklenen; mütemmim, fi1 bütünler
tün olmak, {eAT} Biı-leşip bütün hâle gelm ek; sağ
açı, mat. Bir açının değerini 1 8 0 °'ye tamamlamak
lam ve tam olmak
için eklenen açılardan her biri.
bütünce, [bütün-ce (bütü ’nce) zf. 1. Bütün ola bütünleşme, [bütün-le-ş-me] is. 1. Bütünleşmek ey
rak. 2. sf. Bütüne yakın; bütün görünümünde. 3. is. lemi. 2. Bütün durumuna gelme,
dbl. Dilbilimsel çözümleme amacıyla oluşturulmuş bütünleşmek, [bütün-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir] 1. Bir
yazılı ya da ses alma araçlarıyla kayıtları yapılmış bütün durumuna gelmek. 2. Bir bütünün parçalan
belirli sayıdaki söz veya cümle verileri, olarak uyum içinde bulunmak; tek parça gibi hare
bütüncene, [bütün-cene] (bütü ’ncene) {ağız} zf. 1. ket etmek. 3. İçinde bulunduğu topluma ayak uy
Bütün olarak. 2. Sağ salim. [DS] durmak; dayanışma içinde olmak; kaynaşmak,
bütüncü, [bütün-cü] sf. 1. Bütüne ilişkin; bütünle bütünletme, [bütün-le-t-me] is. Bütünletm ek işi.
ilgili. 2. Bütünü savunan; bütünden yana olan. S bütünletmek, [bütün-le-t-mek] g ç l.f. [-ir] 1. Bütün
bütüncü ekonomi, eko. B ir milletin belli dönem durumuna getirtmek. 2. Eksikliğini gidertmek. 3.
deki genel ekonom ik etkinlik düzeyini ve ekonomik (Küçük değerli paralar için) toplamı kadar daha
büyüklükler arasındaki ilişkileri tespit eden eko büyük para hâline çevirttirmek,
nomi dalı; makroiktisat. bütünleyen, [bütün-le-y-en] sf. 1. Bütün duruma ge
bütüncül, [bütün-cül] sf. B ir ideoloji adına bütün ki tiren; mütemmim. 2. Bütün duruma getirmek için
şisel çabaları, etkinlikleri sıkı bir denetim altına eklenen.
alarak bireysel özgürlüğe yer verm eyen ve bireyin bütünleyici, [bütün-le-y-ici] sf. Bütünlemeyi sağla
hayatını her yönüyle devlet otoritesine tabi kılan; yan; mütemmim,
totaliter. bütünlük, -ğü [bütün-lük] is. 1. {eT} Doğruluk; m ü
bütüncüllük, -ğü [bütün-cül-lük] is. Devletin bir i- kemmellik. [KB] 2. Bütün olm a durumu. 3. Bütün
deoloji adına bütün kişisel çabaları, etkinlikleri sıkı olanın niteliği,
bir denetim altına alarak bireysel özgürlüğe yer bütünsel, [bütün-sel] sf. 1. B ütün niteliği taşıyan;
vermeden, bireyin hayatının her yönüyle devlet o- total. 2. Bütünle ilgili. 3. Bütüne ilişkin,
toritesine tabi olması gerektiğini savunan siyasi sis bütünsellik, -ği [bütün-sel-lik] is. Bütün olma duru
tem; totalitarizm. mu.
BÜT Ö I Ü M I İ lffS İ E lıİ .
bütürmek, [bit-ür-mek > büt-ür-mek] {eT} gçl. fi [- le insan geleceği üzerinde etkiler yapma, yönlen
ür] 1. Tedavi etmek; sağaltmak. [KB] 2. Sağlam dirmede bulunma gibi işlerin bütünü; sihir; afsun;
hâle koymak. [KB] 3. Alacağını tanıklamak; ispat füsun. 2. İnsan üzerinde şaşırtıcı etki bırakan ola
etmek. [DLT] [KB] 4. Sona erdirmek; bitirmek; ta ğanüstü güzellik duygusu. 3. Karşı durulması güç
mamlamak; yerine getirmek; gerçekleştirmek. [E- çekicilik. S büyü bozmak, Bir büyüyü etkisiz hale
UTS] [Üç İtigsizler] [Gabain] getirmek. || büyü ile bağlam ak, Büyü sayesinde
bütürü, [büt-mek > büt-ür-m ek > bütür-ü] {eT} zf. etkisiz duruma getirmek. || büyüsüne kapılmak,
Tamamıyla; hepsi; topu; baştan başa. [EUTS] [Ga Güzelliğinin ve çekiciliğinin etkisi altında kalmak.\\
bain] büyüsüne tavşan başı, {ağız} Büyüden korkmadı
bütüşmek, [büt-mek > büt-üş-mek] {eT} işteş, f. [- ğını ifade için söylenen söz. [DS]|| büyü yapmak,
ür] Bitişmek; birleşmek. [Clauson] Büyü ile etkisi altm a almaya çalışmak.
bütüt, [büt-mek > büt-üt] {eT} is. Bitme; tam am lan büyücek, -ği [büyü(k)-cek > büyü-cek] sf. 1. Bir de
m a; ikmal, tekâmül. [Gabain] [EUTS] receye kadar büyük; büyükçe. 2. Büyük sayılacak
büvan, [Ar. büvân jl^ ] (büva:n) {OsT} is. Çadır di kadar.
reği; direk. büyücü, [büyü-cü] is. Büyü yapan kimse.
büve, [böğ > büğe / büve] is. zool. Sığırsineğigiller büyücülük, -ğü [büyü-cü-lük] is. 1. Büyü yapma
familyasından 2 cm. boyunda, tıknaz gövdeli, kısa sanatı. 2. İyi veya kötü ruhların yardım ını sağlaya
rak kazanıldığı sanılan gücün kullanımı. 3. mecaz.
ve güçlü hortumu ile sığırların derilerini delerek
kan emen, nokra adı verilen hastalığa sebep olan Doğa üstü gibi gelen her şey.
bir tür sinek; eğrice, büğe, büğelek, nokra sineği, büyük, -ğü [eT. bedük > beyülc > büyük] sf. 1. (Nes
güğüm sineği, (Hypoderma bovis). neler için) boyutları diğerlerinden daha uzun olan.
2. Ortalamanın üstünde olan. 3. Nitelikleri üstün
büvelek, -ği [bügel-mek > büvel-ek dU {OsT} is. olan. 4. Yaşı ilerlemiş; yetişkin. 5. Önemli. 6. Elde
-*■ büvelek; büve. ettiği başarılar ve seçkinliği nedeniyle benzerlerin
büvenm ek, [büge-n-mek / büve-n-mek] {ağız} gçsz. den ayrılmış bulunan. 7. is. spor. Çoğunlukla 21
f. [-ir] Eğilmek; çömelmek. [DS] yaş üstündeki sporcuların katıldığı yarış grubu, fi1
bü vet1, [büge-mek > büğe-t > büvet] {ağız} is. 1. büyük abdest, D ışkı; kaka.\\ büyük abdesti (apte
Suyun önüne çekilen set; bent. 2. Irmağın en derin si) gelmek, Göden bağırsağındaki dışkıları dışarı
yeri. 3. Kuyu. 4. M andaların serinlemek için girdiği çıkarma ihtiyacını duymak. || büyük aladı, {ağız}
bataklık. 5. Çit. 6. Su birikintisi. [DS] İp ek böceğinin son uykusu. [DS]|| büyük amiral,
büvet2, [Fr. büvette] is. 1. Yiyecek, içecek satan as. D eniz savaşı kazanmış amirale verilen unvan. |
küçük dükkân. 2. Küçük istasyon büfesi, büyük ana, B üyük anne.|| büyük anne, Annenin
büvkirm ek, [bür-kür-mek / büv-kür-mek] {eT} g ç l.f. veya babanın annesi: nine. || büyük ay, {ağız} Ocak
ayı. [DS]|| büyük baba, Annenin veya babanın ba
[-iir] -*■ bürkirmelc.
b a s ıd e d e . || büyük baş, Sığır ve manda gibi evcil
büvkürm ek, [bür-kür-mek / büv-kür-mek] {eT} gçl.
hayvanların genel adı. || büyük başlı, A kıllı.|| bü
f i [-ür] -*• bürkürmek.
yük bazar, {eAT} Panayır]| büyük camgöz, zool.
büyeyz, [Ar. b ü y e y z ^ i^ ] {OsT} is. biy. Yumurtacık, Sıcak ve ılık denizlerde yaşayan, boyu üç metreyi
büylük, [büy-lük ? i i {OsT} is. Gonca, bulan, yüzgeçlerinden yapılan çorbası ile meşhur,
yırtıcı bir kemikli balık; (Carcharhinus plum -
büyu, -u’u [Ar. büyü' (büyu:) {OsT} is. 1. Sat beus). || büyük çember, mat. B ir kürenin merkez
malar; satışlar. 2. Satın almalar. 3. Satılmalar, den geçen düzlemle kesişimi ile oluşan çember.\\
büyük çıkçığı, {ağız} B ir tür kilim. [DS]|| büyük
büyud, [Ar. büyüd (büyu:d) {OsT} is. Y ok olma,
dalga, fız. (Radyo dalgaları için) uzun dalga.\\ bü
büyün, [Ar. bin > büyün (büyu:n) {OsT} is. Böl yük dalgıç kuşu, zool. Gerdanlı dalgıç kuşu. | bü
geler. yük defter, Ana defter; defter-i kebir.\\ büyük dü
nür, {ağız} folk. Beğenilen kızı kadınlar istedikten
büyüt, [Ar. beyt (ev) > büyüt (büyu:t) {OsT} is.
sonra isteyen, aile büyüğü bir erkek. [DS]|| büyük
1. Evler. 2. Ev halkları; aileler, dünürlük, {ağız} folk. K ız evinde bir sepet içinde
büyutat, [Ar. büyüt-ât (büyu:ta:t) {OsT} is. 1. sergilenen, oğlan evinden gönderilen lokum vb.
Ev kümeleri. 2. Soylu aileler. 3. Soylu kişiler, hediyeler. [DS]|| büyük eksen, Bir elipsin eksenle
rinden uzunluğu en çok olan. || büyük er, {eAT}
büyuz, [Ar. beyz > büyüz (büyu:z) {OsT} is.
Cengâver. || büyük hanım, B ir evde bulunan kadın
Yumurtalar. ların en yaşlısı. || büyük harf, Özel isimleri ve cüm
büyü, [eT. bögü / bügü (hikmet) > bügi / büyü] is. 1. le başlarını belirtmekte kullanılan, diğer harflere
İnsan ve tabiatla ilgili olarak, bir takım gizli güçler göre boyca daha büyük ve şekil bakımından farklı
Ü İ İ IlilCt B İ • 733 BÜY
yazılan harf.\\ büyük kalori, 1 kg. suyun sıcaklığını büyüklük taslamak. {OsT} (aym) 2. Kibirlenmek;
1 atmosfer basınç altında 14,5°C'den 15,5°C'ye böbürlenmek,
çıkarmak için gereken ısı enerjisi miktarı, kilokalo büyükleyin, [büyük-leyin] {ağız) zf. Büyükçe. [DS]
ri.|| büyük kına, {ağız} folk. Gelin alma giinii. büyüklü, [büyük-lü] sf. Aralarında büyük bulunan.
[DS]|| büyük kırk, {ağız} folk. D oğum yapm ış bir S büyüklü küçüklü, H er yaştan ve her düzeyden.
kadının kırkıncı günü. [DS]|| büyük lüle, {ağız} K ö büyüklük, -ğü [büyük-lük] is. 1. Büyük olma duru
rükteki büyük hava borusu. [DS]|| büyük mevlit mu. 2. Büyük olan şeyin niteliği. 3. Hoş görülü bir
ayı, H icrî aylardan Rebiiilevvel ayı.\\ büyük mut, kişinin niteliği; bağışlayıcılık. 4. Hoş görülü kişiye
{ağız} 18 tenekelik (360 litre) tahıl ölçüsü. [DS]|| has bir davranış; büyüklük; ululuk. 5. Yıldızların
büyük nişan, {ağız} folk. Küçiik nişandan sonra
bağıl parlaklığı. 6. mat. Bir ölçü ifade eden bütün
yapılan nişan. [DS]|| büyük orta, spor. Yağlı güreş
varlıklar. S’ büyüklük göstermek, Bağışlayıcı ve
ve karakucakla baş altı ile orta boy arasındaki bir
hoş görülü davranmak; ululuk göstermek]] büyük
ağırlık kategorisi,|| büyük öksürük, {ağız} tıp.
lük hastalığı, psikol. Kendini olduğundan daha
Boğmaca. [DS]|| büyük önerme, mant. B ir kıyasın
üstün ve büyük görme, gösterm e hastalığı; büyük
öncüllerinden büyük terim veya sonucun yüklem ini
lük hezeyanı; büyüklük kuruntusu; m egalomani.]
içinde bıılundııran.\\ büyük panda, zool. Tabanına
büyüklük taslamak, Kendini üstün, başkalarını
basarak yürüyen, baş ve gövdesi beyaz, dört bacağı
düşük görmek; kibirlenmek, böbürlenmek.
koyu kestane renginde ayıdan biraz daha büyük
büyüksem e, [büyük-se-me] is. Büyüksemek eylemi,
memeli hayvan; (Ailuropoda melanoleuca).\\ bü
yük peder, B üyük baba. || büyük sarı, {ağız} İrmik büyüksem ek, [büyük-se-mek] gçl. f. [-r] [-s(ii)-yor]
yapmakta kullanılan iri ve sarı bir buğday. [DS]|| 1. Bir şeyi olduğundan daha büyük olarak değer
büyük sesli uyumu, dbl. Tiirkçe kelimelerde ilk lendirmek. 2. Abartmak. 3. Birine veya bir şeye
hecenin ünlüsü kalın ise diğer hecelerin ünlüleri de değer ve önem vermek,
kaim; eğer ilk hecenin ünlüsü ince ise diğer hece büyüksü, [büyiık-sü] sf. 1. Büyükçe. 2. Büyümüşçe-
lerin ünlüleri de ince olması kııralı.\\ büyük söy sine. 3. Büyümüşe benzer,
lemek, Gücünün dışındaki şeyleri vaat etmek. | bü büyüksünmek, [büyük-sün-mek] {ağız} gçsz. f. [-ür]
yük söz, Kaderinin üstünde dilek.\\ Büyük sözüme Kendini büyük görmek; büyük saymak. [DS]
tövbe! Büyük söz söylemekten sakınmak.\\ büyük büyülem e, [büyü-le-me] is. Büyülem ek eylemi;
şehir, Belediye sınırları içinde birden çok ilçe bu sihirleme.
lunan şehir; anakent. | büyük tansiyon, tıp. Kalp büyülemek, [büyü-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor] 1.
atışı sırasındaki dam ar içi basıncı.\\ büyük terim, Büyü ile etki altına almak; büyü yapmak; sihir
Bir kıyasta sonuç önermenin yüklem ini oluşturan yapmak. 2. mecaz. Aşırı ölçüde etki altına almak;
terim. || büyük tövbe ayı, H icrî aylardan Cemazi- cezbetmek; kendine çekmek,
yülevvel ayı. || büyük ünlü uyumu, dbl. -*■ büyük büyüleniş, [büyü-le-n-iş] is. Büyülenm ek eylemi ve
sesli uyumu. || büyük yemin etmek, Bozulduğunda biçimi.
kefareti bile ödenemeyecek kadar kötü yem in et büyülenm e, [büyü-le-n-me] is. Büyülenm ek eylemi,
mek.
büyülenm ek, [büyü-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. K endi
Büyükayı, [büyük+ayı] is. gök. b. Gök yüzünün ku
sine büyü yapılarak etki altına ahnmak. 2. gçsz.
zey kutbuna yakm bir takım yıldız,
mecaz. B ir güzellikten, çekicilikten aşırı derecede
büyükçe, [büyük-çe] sf. 1. Oldukça büyük. 2. Biraz
etkilenmek; kendini alamamak,
büyük; büyücek. 3. Çok önemli,
büyüleyici, [büyü-le-y-ici] sf. 1. İnsanın kendini
büyükelçi, [büyük+elçi] is. Bir devletin, diplomatik
alamayacağı kadar olağanüstü çekici ve etkileyici;
görevleri yürütm ek için başka bir devlete gönder
sihirli. 2. mecaz. Çok güzel. 3. Uygun; cazip. S
diği sürekli temsilci,
büyüleyici özellik, İnsanı hayran bırakan y a da
büyükelçilik, -ği [büyük+elçi-lik] is. 1. Bir ülkenin
kendine çeken, bağlayan nitelik; iradesini kulla
başka bir ülkede bulundurduğu sürekli temsilcilik.
nam az duruma getiren etki; güzellik; albeni.
2. Büyükelçinin görev yaptığı yer ve makam. 3.
büyüleyiş, [büyü-le-y-iş] is. Büyülem ek eylemi ya
Büyükelçinin görev yaptığı konut ve bağlı servisle
da biçimi.
rin bulunduğu bina,
büyükleme, [büyük-le-me] is. Büyüklem ek eylemi, büyülteç, -ci [büyü-l-t-eç] is. Fotoğraf ve resimleri
büyülterek basm aya yarayan alet; agrandisör.
büyüklemek, [büyük-le-mek d U İ S " {OsT} gçl. f. [-
büyültme, [büyü-l-t-me] is. 1. Büyütm ek işi. 2.
r] Saygı göstermek; ilcramda bulunmak, Fotoğraflara daha büyük boyut kazandırm a işlemi;
büyüklenme, [büyük-le-n-me] is. Büyüklenm ek ey agrandisman.
lemi; kibirlenme,
büyültmek, [büyü-l-t-mek] gçl. f. [-ür] 1. Bir şeyi
büyüklenmek, [büyük-le-n-mek liJU-dS^] gçsz. f. [- olduğundan daha büyük hâle getirmek; genişlik ya
ir] 1. Kendini olduğundan daha büyük göstermek; da büyüklük kazandırmak. 2. (Resim, harita vb.
BÜY m U K C E S U f.
için) boyutlarım uzun tutarak büyük bir örneğini kök. [Zülfıkar] biiz büz, büz-de-k, büz-de-k-le-mek,
yapmak. 3. mecaz. Abartmak, büz-de-le-mek. S büz büz, ,'ağızj 1. Mıymıntı; be
büyültücü, [büyü-l-t-ücü] sf. Büyültme işini yapan; ceriksiz; pısırık. 2. içten pazarlıklı. [DS]
büyülten. büz2, [Far. büz y] {OsTj is. zool. Keçi. 0 biiz-bân,
büyülü, [büyü-lii] sf. 1. Büyü yapılmış olan; sihirli. {OsT} Keçi çobanı. || büz-çe, {OsTj Keçi yavrusu;
2. İnsanın kendini alamayacağı kadar olağanüstü oğlak.\\ büz-dil, {OsTj K eçi yürekli; korkak.\\ büz-
çekici ve etkileyici özelliği bulunan; cazibeli; albe gâle, {OsTj Oğlak.|| büz-i kûhî, {OsT} D ağ keçisi.
nili. büz3, [Flaman, buis (boru) > Fr. buse] is. 1. Akıcı
büyüme, [büyü-me] is. 1. Büyümek işi. 2. biy. Bede maddelerin akışını ve boşalmasını sağlayan beton
nin bütününde veya bir bölüm ünde boyut artması. veya seramik boru; künk. 2. A kıcı maddelerin akı
3. ekon. Bir dönem içinde bir veya birkaç ekono şını kontrole yarayan profil boru,
m ik göstergenin yükselmesi. 4. (Şehir, köy, fabrika
büzak, [Ar. büzâk j l j J (büza;k) {OsTj is. Salya; tü
vb. için) fazlalaşmak; genişlemek.
büyümek, [eT. bedümek > beyümek > büyü-mek] kürük.
gçsz. fi [-r] 1. Organizmanın bütününde veya bir büzdek, -ği [büz (yans.) > büz-dek] {ağızj sf. Mıymın
bölüm ünde boyut artmak; gelişmek. 2. Eskisinden tı; beceriksiz; pısırık. [DS]
daha iri duruma gelmek; irileşmek. 3. Yaşı artmak; büzdeklem ek, [büzdek-le-mek] {ağızj g ç sz .f. [-r] [-
yaşlanmak. 4. Yetişmek; boy atmak; serpilmek. 5. l(i)-yor] Miskince hareket etmek; oyalanmak; du
Sayısı, ölçüsü artmak. 6. Şiddeti, etkisi artmak; raksamak. [DS]
güçlenmek. 7. Önem kazanmak; değerlenmek. 8. büzdeklenm ek, [biizdek-le-n-mek] {ağızj dönşl. fi. [-
Rütbece yükselmek. 9. İtibarı artmak. S büyümüş ir] M ızmışlaşmak; miskinleşmek; oyalanmak. [DS]
de küçülmüş, D avranış bakımından büyüklere büzdelek, -ği [büzde-le-k] {ağızj sf. 1. Miskin; pısı
benzeyen; yaşından çok ileride olumlu davranışlar rık. 2. Buruşuk. [DS]
sergileyen çocuk için kullanılır. büzdelem ek, [büzde-le-mek] {ağız} g çsz.f. [-r] [-l(i)-
büyünm ek, [büyü-n-mek dU-ojJ {eATj dönşl. fi. [-ür] yor] M iskinlik etmek; oyalanmak; duraksamak.
[DS]
Büyümek.
büzdeşik, -ği [büzde-ş-ik] {ağızj sf. Uyuşuk. [DS]
büyüsel, [büyü-sel] sf. 1. Büyü ile ilgili. 2. Büyüye
büzdük, -ğü [büz-dü-k] {ağız} sf. M iskin; pısırık;
ilişkin.
mıymıntı. [DS]
büyüteç, -ci [büyü-t-eç] is. fız. Cisimleri yakınlaştı
rarak büyük göstermeye yarayan mercek; pertavsız, büzdüm, [büz-mek > büz-düm f-sj] {OsT} {ağız} is. 1.
(1935). K uyruk sokumu. 2. Anüs. [DS] S büzdüm kemiği,
büyütken, [büyü-t-ken] sf. Büyümeye yol açan. S {eAT} {ağız} Kuyruksokum u kemiği. [DS]
büyütken doku, biy. Bitkilerde büyümenin meyda büzdürme, [büz-dür-me] is. Büzdürmek işi.
na geldiği siirgen doku; kambiyom. büzdürmek, [büz-dür-mek] g ç l . f [-ür] 1. Büzülme
büyütm e, [büyü-t-me] is. 1. Büyütmek eylemi ve sini sağlamak. 2. Büzülmesine sebep olmak. 3.
etkisi. 2. Birisi tarafından bakılıp yetiştirilen kimse. Büzmek.
3. gök b. Uzakta duran cisimlere ya da yıldızlara büzeyr, [Ar. büzeyr y y ] {OsT} is. biy. Sporcuk.
b ir optik aletle bakıldığı zaman gören açının, çıplak
büzgale, [Far. biizğâle ■dlijj] (büzğa;le) is. Keçi yav
gözle bakıldığı andaki açıya oram,
büyütm ek, [büyü-t-mek] gçl. fi [-ür] 1. Hacim veya rusu; oğlak.
alanca daha fazla duruma getirmek; genişletmek. 2. büzgen, [büz-gen] sf. anat. Vücuttaki herhangi bir
Beslenmesini ve bakımını sağlayarak yetiştirmek. geçidi veya açıklığı açıp kapatan çemberimsi kas;
3. Geliştirmek; ilerletmek. 4. fiz. M ercekler veya muassıra.
aynalar aracılığıyla insanda büyükmüş hissi uyan büzgü, [büz-gü] is. terz. Dikişte bir ipliğin çekilmesi
dırmak. 5. mecaz. Olduğundan daha fazla göster ile m eydana getirilen küçük pililer şeklindeki da-
mek; anlatmak; abartmak, raltı.
büyütülm e, [büyü-t-ül-me] is. Büyütülmek işi. büzgüç, [büz-güç] {ağız} is. Şalvarın paça bağı; uç
büyütülm ek, [büyü-t-ül-mek] edil. fi. [-ür] 1. Büyük kur. [DS]
hale getirilmek. 2. Beslenip bakılarak yetiştirilmek. büzgülem e, [büz-gü-le-me] is. Büzgülemek işi.
3. Abartılmak. 4. Yüceleştirilmek, ululaştırılmak. büzgülem ek, [büz-gü-le-mek] gçl. fi. [-r] [-l(ü)-yor]
büyütüş, [büyü-t-üş] is. Büyütme işi ve biçimi, 1. Büzgü biçimini vermek. 2. Büzgü oluşturmak,
büyüyüş, [büyü-y-üş] is. Büyüme eylemi ve biçimi. büzgülü, [büz-gü-lü] sf. 1. Büzgüsü olan. 2. Büzüle
b ü z1, [biz / biz / büz (yans.)] is. İşten kaçmayı, kay rek dikilmiş olan,
tarmayı, mıymıntılık ve m ızıkçılık etmeyi anlatan bttzgüsttz, [büz-gü-süz] sf. Büzgüsü olmayan.
Ölüfi- fi TİİHıu.1- . ;a. . 735______________ __________________________________________________ BY
büziçe, [Far. büzı-çe ***.?] (biizi:çe) {OsT} is. Küçük büzülmek, [büz-mek > büz-ül-mek] edil, fi [-ür] 1.
keçi; oğlak. Sıkıştırılmak suretiyle boyutları daraltılmak. 2.
(Kumaş için) kırışmak; ütüsü bozulmak. 3. dönşl. fi.
büzm, [Ar. büzm ^Ju] {OsT} is. 1. Doğru karar; doğru
Korku, şaşkınlık gibi psikolojik etkenlerle bir kena
oy. 2. Kesin karar. 3. Kuvvet. 4. Tahammül; daya ra çekilmek; susmak; sinmek. <5 büzülü düşmek,
nıklılık; sertlik, {OsT} Buruşup kalmak.
büzme, [biiz-me] is. 1. Büzmek işi. 2. Ağzı büzgülü
büzülüş, [büz-til-üş] is. Büzülmek işi ve biçimi,
örme para kesesi. 3. {ağız} Üstü dar altı geniş kadın
elbisesi. [DS] 4. {ağız} Kol ağzı; yen. [DS] 5. {ağız} büzürg, [Far. büzürg S jj,] {OsT} sf. 1. Ulu; büyük. 2.
Büzgü. [DS] 6. sf. Ağzı büzülerek kapatılan. 7. Bü Uzun. 3. İhtiyar. 4. Güçlü. 5. Kutsal. 6. is. Başkan
zülmüş. S büzme don, Paçası büzgülü kadın şal 7. Türk müziğinde birleşik bir makam. <3 büzürg-
varı. dil, {OsTj Gönlü yüce; eli açık; cömert.|| büzürg-
büzmece, [btiz-mece] {ağız} is. tıp. Sinirin çekilip bü himmet, {OsT} Yüksek davranışlı.|| büziirg-meniş,
zülmesi. [DS] {OsT} A sil diişünüşlü; gururlu.|| büzürg-sâl, {OsT}
büzmeç, -ci [büz-meç] {ağız} is. 1. Kesenin iple Yaşlı.\\ büzürg-vâr, {OsT} Kudretli; soylu.|| bü-
büzülen ağız kısmı. 2. Kol düğmesinin dikildiği zürg-vârî, {OsT} Büyüklük; saygıdeğerlik; ululuk.\\
yer. 3. Büzülen kumaşın kıvrmtılı yeri. [DS] büzürg-zâde, {OsT} Soylu kişi çocuğu.
büzmek, [eT. bür-mek (burmak, sarmak) > büz-mek
büzürgân, [Far. büzürg > büzürgân (büzür-
gçl. fi [-er] 1. Sıkıştırarak ve kıvırarak da
gâ;n) {OsT} is. Büyükler; ulular,
raltmak, kapatmak. 2. terzi. Bir elbisedeki bolluğu
gidermek için geçirilen ipliği çekmek suretiyle da büzürgâne, [Far. büzürg> büzürg-âne jy] (büzür-
raltmak. 3. {eAT} Burmak, gâ;ne) {OsT} zf. Büyük kişilere yakışacak biçimde;
büzrük, -ğü [Far. büzürg] {OsT} is. -*■ büzürg. ululara yakışır.
büzug, [Ar. büzüğ £jj>] (büzıı.ğ) {OsT} is. I. Doğma. büzürgî, [Far. büzürgı jy] (büzürgi:) {OsT} is. B ü
2. Çıkma. 3. Doğmaya başlama, yüklük; ululuk,
büzur, [Ar. bezr (tohum) > büzür jj-L] (biizu.r) {OsT} büzüş, [büz-üş] is. Büzmek eylemi ve biçimi,
is. Taneler; tohumlar, büzüşme, [büz-üş-me] is. Büzüşmek eylemi,
büzurat, [Ar. büzür > büzürât o ljjju ] (büzu:ra:t) büzüşm ek, [büz-mek > büz-üş-mek] dönşl. fi [-iir] 1.
{OsT} is. (çoğulun çoğulu) Taneler; tohumlar, Büzülerek hacmini, alanını veya boyunu daraltmak.
büzuzet, [Ar. büzüzet o ij J j ] (biizu:zet) {OsT} is. 1. 2. Kırış kırış olmak; buruşmak. 3. Büzülmek,
Dağınıklık; pejmürdelik. 2. Kıyafetsizlik. 3. Pinti büzüştürme, [büz-üş-tür-me] is. Büzüştürmek eyle
lik. S büzüzet-i hâl, {OsT} Üst baş döküklüğü; mi.
kıyafet perişanlığı. büzüştürmek, [büz-üş-tür-mek] gçl. fi. [-ür] Büzüş
büzücü, [büz-mek > büz-ücü] sf. 1. Büzme işini ya mesine yol açmak,
pan; büzen. 2. anat. (Kas için) bazı kanalları ve de büzüştürücülük, -ğü [büz-üş-tür-ücii-lük] is. Tanen-
likleri çepeçevre saran ve daraltan, li maddelerde bulunan dericilikte alt derinin kuru
büzük, -ğü [büz-mek > büz-ük] sf. 1. Büzülmüş, masını sağlayarak derinin üst yüzeyinin büzüşme
daralmış olan. 2. {ağız} is. Kalın bağırsağın bitimi; sine yol açma özelliği,
anüs; makat. [DS] 3. argo. Gözü peklik; cesaret. 4.
büzüşük, -ğü [büz-üş-ük] sf. 1. Büzülerek boyutları
Utangaç, fi1 büzük büzük, (Yüz veya cilt için) yara
küçülm üş olan. 2. Buruşuk; kırışık,
izlerinden bozulmuş, y e r y er büzülmüş.\\ büzük
devirmek, {ağız} Yan yatmak. [DS] büzütmek, [büz-üt-mek] {ağız} g ç sz .f. [-ür] Soğuk
büzüktaş, [büzük-taş] is. argo. 1. Arkadaş; kafadar; tan uyuşup büzülmek. [DS]
kafa dengi. 2. Çıkarları aynı olan kişiler, büzzaka, [Ar. büzzâka (büzza;ka) {OsT} is. K a
büzülebilirlik, -ği [büz-ül-e+bil-ir-lik] is. 1. Büzüle- buksuz salyangoz; sümüklü böcek,
bilme niteliği. 2. Bazı doku ve organ parçalarının
büzzük, -ğü [büz-mek > büz(z)-ük] is. argo. -*■ b ü
lokal etkiler altında boyutlarını bir derece kiiçülte-
zük.
bilme özelliği. 3. Nem oranı değiştiği zaman odun
ve kerestede m eydana gelen hacim ce değişme özel by-pass, [İng. by-pass] (baypas) is. 1. İkinci yol. 2.
liği. Bir akışkanın ana devresinden herhangi bir aleti
büzülme, [büz-mek > büz-ül-me] is. 1. Büzülmek ayırmaya veya kontrol etmeye yarar ikinci boru. 3.
eylemi. 2. fız. Isı etkisi ile cismin boyutlarında Ek borular ve bunları kontrol eden vana.
meydana gelen küçülme.
c, [c / C] (ce) 1. Latin asıllı Tiirk alfabesinin üçüncü da. Ben dahi anınla giileş dutup inayet-i H ak ile
harfi olup titreşimli, süreksiz bir diş-dudak ünsü bastığım takdirce (takdirde) şayet ki yorulm uş i-
züdür; ce diye adlandırılır. 2. Sıralamada üçüncüyü dim. Siyer-i Darîr. 9. {eATj -dan. Ardca (arttan g e
gösterir. 3. fız. Işığın boşlukta yayılma hızı sem bo len)... K anun’ül-Edeb. 10. {eATj -a uygun olarak.
lüdür. Eğer gelmeye idin bunlar ile muradca elleşemez
C 1, [Fr. carbone] kısalt, kim. Atom numarası 6, atom idik dediler. Ebamüslimname. 11. {eATj Küçültme,
ağırlığı 12.01 olan, doğada elmas, grafit gibi billur andırma anlatır. Bedende can tutacak kadarca az
laşmış ya da maden kömürü, linyit, antrasit gibi şe gıda ve yiygü. B abü’l-Vasıt. 12. {eATj İle. O dilce
kilsiz olarak bulunan karbon elementinin sembolü. (ile) ine idi halka Fiirkan. Muhammediye. 13.
C2, biy. Suda çözünen bir vitaminin (ascorbic asit) {eATj -cık. H ublar içre şimdi bir danecedir (tane
adı. ciktir). /4şık Ömer. 14. {eATj ... boyunca. Bu hâl ile
Ci,fız . (°C) Celsius termom etresinde sıcaklık ölçü yolca (yol boyunca) yoldaş olup gittiler. Antema-
mü yüzdelik birimi. me. 15. {eATj -acak kadar. B ir bartak sığarca (sı
C \fız . Elektrik miktarı birimi colomb un sembolü. ğacak kadar) küp vaz idiip ol sudan intifa ide.
C5, mat. 1. Roma rakam larında 100 sayısını gösterir. Şer’iye Sicilleri.
2. mat. Karmaşık sayılar kümesinin sembolü. C a, [Fr. calcium] is. kim. Atom numarası 20, atom
C6, müz. Alman ve İngiliz nota sisteminde do nota ağırlığı 40,08 olan, beyaz renkte, bıçakla kesile-
sını gösterir. bilen, yoğunluğu 1,54, ergime sıcaklığı 810°C olan
toprak alkalilerinden en yaygın olan, kalsiyum ele
-ca1, [-ca /-ce / -ça / -çe] çek. e. İsmin eşitlik hâli
mentinin sembolü.
ekidir; sıfatlardan sıfatın niteliğine yakınlık bildirir;
ancak türettiği kelimeler kalıcı nitelik taşıdığından c a 1, [Ar. cem âziy’el-âhır U-] (ca:) {OsTj kısalt. Arap
bu ek yapım eki niteliği kazanmıştır, eski-ce, yaşlı aylarından Cem aziyelahir’in kısaltması.
ca. ca2, [Far. câ / cay ıjU- / U-] (ca:) {OsTj is. 1. Yer. 2.
-ca2, [-ca / -ce / -ça / -çe] yap. e. 1. İsimden isim
Nokta; husus, ö câ-be-câ, {OsTj Yeryer.\\ câ-gir,
türetme ekidir. Eşitlik, benzerlik, gibi, görelik, nis
Yer tutan; yerleşen.|| câ-güzîn, {OsT} Yer seçen.\\
pet kavramların veren sıfat ve zarflar yapar; {eATj
câ-nem âz, {OsTj Nam az yeri; seccade. || câ-yi be-
(aym)\ uzunca (boy), uzunca (düşünmek), çokça
hiştî, {OsT} Cennet gibi yer.\\ câ-yi dil nişîn, {OsT}
(para), çokça (kazanmak). “Yoktur anın yanında
Gönül açıcı yer.\\ câ-yi işret, {OsT} İçki içilecek
bir kılca (kıl kadar) itibarım. ” Fuzulî. 2. Bu sıfatla
ye r.|| câ-yi iştib âh , {OsT} Tereddüt edilecek ııokta.\\
rın kalıcı isme dönüştüğü görülmektedir: sivilce (<
câ-yi m ü lah aza, {OsT} Düşünülecek nokta.\\ câ-yi
siğilce), karaca, yumuşakça, sütlüce. 3. İsme “ola
p en âh , {OsT} Sığınılacak yer.\\ câ-yi râ h a t, {OsT}
rak" anlamı katarak zarflar yapar: dostça, gizlice,
Rahat edilecek yer. \\ câ-yi şttbhe, {OsTj Şüphe edi
yalnızca. 4. Nispetle, -e göre, itibarıyla kavramları
lecek nokta.
katarak zarflar yapar: bence, insanca, yıllarca, gün
lerce. 5. Tarafından kavram ı katarak zarflar yapar: caad et, [Ar. ca'âdet o jU » ] {OsTj is. Kıvırcıklık.
dernekçe, hükümetçe, yönetimce. 6. Ulus adların c a b 1, [cab (yans.)] is. Şakırtılı ses çıkarmayı, şakır
dan dil ve lehçe adları yapar: Türkçe, Arapça, İngi datmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cab-ır-tı.
lizce, Türkmence, Özbekçe, Kazakça. 7. Yer ve m e cab2, [cab / cap (yans.)] is. Gelişigüzel, şımarık ve
kân kavramları katarak isimler yapar: ılıca, kaplıca hoppaca davranışları anlatan kök. [Zülfıkar] cabcık,
(< kapalıca), Düzce, Çamlıca, Çekmece. 8. {eAT} - cabcuk.
CAB 0 I Ü M I İ İ M f S 0 M . ’ 38
cab3, [cab / şab / çap (yans.)] is. Sıvılar içinde, ya ve söğütte yaşayan, Güney A vrupa’da yaygın pul
ğışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, kanatlılardan yuvarlak beyaz zemin üzerinde kur
elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı an şunî çizgileri bulunan pul kanatlı pervaneler takımı,
latan kök. [Zülfıkar] cab-a-la-k, cab-ba-la-k, cab-ıl- (Cabera p u s ar ia).
da-mak. cabet, [Ar. câbet coU-] (ca:bet) {OsT} is. Cevaplan
cab4, [Ar. câb {OsT} is. 1. Göbek. 2. Kırmızı dırma; cevap verme,
toprak boya. cabgın, [çap-mak > Çağ. çapkun / çabğm] {eAT} sf.
cab5, [İng. cab < Fr. cabriolet] is. Arabacının oturma (At için) hızlı giden; çapgın.
yeri yüksekçe yapılmış bir tür Fransız at arabası. cabı, [Ar. câbı {ağız} is. Su yolcusu. [DS]
caba1, [cab (yans.) > cab-a] {ağız} is. Toprak tencere;
güveç. [DS] cabıl, [cab (yans.) > cab-ıl] {ağız} is. Su içinde hare
ket eden cismin çıkardığı ses. [DS] S1 cabıl cubul,
caba2, [Ar. caba / Far. cibâ / İt. giappaa (karşılıksız
{ağız} (Su içindeki hareket için) ses çıkartarak. [DS]
alma) Ur] (ca'ba) is. 1. Alman bir şeyin yanında
cabıldamak, [cab (jAm s.^cab-ıl-da-mak] {ağız} gçsz.
karşılıksız olarak verilen nesne; bedava. 2. {ağız} fi. [-r] [-d(ı)-yor] (Su içinde hareket eden cisim
Bahşiş. [DS] 3. zf. Ek olarak, yanında, fazladan. S1 için) ses çıkarmak. [DS]
caba etmek, Hediye etm ek.|| caba ekmeği, Hayır
cabıldatmak, [cab (yans.) > cab-ıl-da-t-mak] {ağız}
için yapılıp dağıtılan ekmek; hayır çöreği.|| çabayı gçsz. fi [-ır] Sıvıyı elle vurarak çalkalamak; ses
kesm emek, {OsT} Karşılıksız olarak vermekte de
çıkartarak sıçratmak. [DS]
vam etmek.
cabınmak, [eT. çap-mak > çap-ın-mak] {ağız} dönşl.
caba3, [? caba] {OsTj is. tar. İmparatorluk döne
fi. [-ır] -►çapmmak. [DS]
minde, bekâr ve topraksız köylüye verilen isim.
cabırtı, [cab (yans.) > cab-ır-tı] {ağız} is. İki sert cis
[Tietze] S caba akçesi, tar. İmparatorluk dönemin
min birbirine vurm asından çıkan ses; şakırtı. [DS]
de, tımar sistem i uygulanırken arazi sahibi olmayıp
da ücretli çalışanlarla tüccarlardan alınan yıllık cabi, [Ar. cibâyet. (vergi toplama) > câbı r] (ca;-
vergi. bi:) {OsT} is. 1. İm paratorluk döneminde haraç ve
cabadan, [caba-dan] (ca ’badan) zf. Herhangi bir üc cizye adı verilen vergileri, vakıf kiralarını ve zekât
ret ödemeksizin, bedavadan, parasız olarak, gibi hayır paralarını toplamakla görevli kimse. 2.
cabalak, -ğı [cab (yans.) > cab-ala-k] {ağız} is. 1. E- zool. Çekirge,
kin biçme makinesinin pervanesi. 2. İri taneli ve cabilik, -ği [cabi-lik] (ca:bi:lik) is. Vergi toplama işi;
sulu kar. [DS] tahsildarlık.
çabalamak, [caba2 > caba-la-mak J İ W ] {OsT} g ç l . f cabir, [Ar. cebr (zor, zorlama, kırık sarma, düzeltme)
[-r] Armağan olarak vermek; caba vermek, > câbir jjU-] (ca:bir) sf. 1. Zorlayan. 2. Kırıkçı çı
çaban, [Erme, çevon / çopan] {ağız} is. Kalın urgan; kıkçı. 3. Düzelten, fi1 Câbir-i küll-i kesr, {OsT} K ı
halat [DS] rılan, bozulan her şeyi düzelten (Allah).
cabar, [Rom. çapari / zapari (göçebe Çingene)] {ağız} cabiye, [Ar. câbiye <ujU-] (ca.biye) {OsT} is. Havuz.
is. Çingene. [DS]
cablak, -ğı [cab (yans.) > cab-la-k] {ağız} is. Obruk;
cabbalam ak, [cab (yans.) > cab-b-ala-mak] {ağız}
su biriken derin çukur. [DS]
gçsz. fi [-r] [-l(ı)-yor] Sıvıyı elle vurarak çalka
lamak; hareket ettirmek. [DS] cablamak, [cab (yans.) / eT çap (kamçı sesi) > cab-
la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r) [-l(ı)-yor] Uğraşmak;
cabbık, -ğı [cab (yans.) > cab-b-ık] {ağız} is. Su için
didinmek. [DS]
de hareket eden cismin çıkardığı ses. [DS] S cab-
bık cabbık, {ağız} (Su içindeki hareket için) ses cablûs, [Far. câblüs ^ j L U ] (ca:blû:s) {OsT} sf. 1.
çıkartarak. [DS] Dalkavuk; yaltaklanan; yaltakçı. 2. is. Yaltaklan
cabcık, -ğı [cab (yans.) cab+cık] {ağız} sf. 1. Şımarık; ma; dalkavukluk.
hoppa. 2. Terbiyesiz; saygısız. [DS] cablûsane, [Far. câblüs-âne ■uL-jLU-] (ca:blü:sa:ne)
cabcuk, -ğu [cab (yans.) cab+cık] {ağız} sf. cabcık.
{OsT} zfi. D alkavuklara yakışır biçimde; dalkavuk
[DS]
ça.
cabcup, [cab (yans.) > cab+cup (yans.)] {ağız} zf.
Acemi kimsenin yüzüş biçimi. [DS] cablûsi, [Far. câblüsî (ca:blû;si:) {OsT} is.
ca’be, [Ar. ca'be *-*=>-] (ca-be) {OsT} is. Okluk; sa Dalkavukluk; yaltakçılık,
dak; ok kuburu, cabu, [cabu] {ağız} is. 1. Örtü. 2. Pencere perdesi.
[DS]
cabe, [Ar. câbe 4jU-] (ca:be) {OsT} is. Bir tek cevap,
cabul, [cab (yans.) > cab-ul] is. Sıvılar içinde, yağışlı
cabera, [Lat.. cabera] is. zool. Tırtılları kızılağaç, huş havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
jflOiHlTO; SOEbflli» 739 CAD
oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan Kıvırcık ve dolaşık saç; arapsaçı.|| ca’d-ı kalem,
yansımalı gövde. S 1 cabul cubul, {ağız} Sulu ve ba {OsTj 1. Güzel yazı. 2. Kaleme yapışan mürekkep.
tak hâlde. [DS] 3. Yazarın kaleminden çıkan giizel yazılar. 4. mat.
cabur, [cab (yans.) > cab-ur] is. Gelişigüzel, şımarık Yarım daire.\\ ca’d-ı şütür, {OsTj 1. Deve kıvırcığı.
ve hoppaca davranışları anlatan yansımalı gövde. 2. mecaz. Vücudu çok tiiylü olan kimse.
fi1 cabur cubur, {ağız} Ufak tefek; işe yaramaz. cad 1, -ddı, [Ar. câdd / cadde ^Ur / o^U-] (ca;d) {OsT}
[DS]
sf. Ciddî; çalışkan; azimli.
cabülka, [Far. câbülkâ ULU-] (ca:biilka) {OsT} is. 1. cad2, [Güre, cadi / Erme, cat] {ağız} is. 1. M ısır unu.
Sakinlerinin bin harfli bir alfabe kullandıkları, 2. Mısır unundan yapılan ekmek. [DS]
dünyada var olan her şeyin bir suretinin bulunduğu, cadaloz, [Ar. câdü + loz / aloz (Yun. -os ekine uydu
öldükten sonra iyilik yapanların gideceği kabul edi rulmuş bir ek)] (c a ’daloz) sf. 1. (Yaşlı kadın için)
len bin kapılı ve her kapısında bin bekçi ile koru huysuz; şirret; çok konuşkan. 2. is. tiy. Türk kukla
nan uzak doğuda yer aldığı söylenen efsanevî bir ve karagöz oyununda huysuz, geçimsiz ve çenesi
şehir. 2. tasvf. İnsanın mutlak yaratana yönelme düşük bir yaşlı kadm tipi. 3. {ağız} sf. Cömert; yiğit;
yolundaki ilk merhalesi, becerikli. [DS] 4. {ağız} Ağız kalabalığı ile istedi
cabülsa, [Far. câbülsâ ULU-] (ca:biilsa) {OsT} is. 1. ğini elde eden; şirret. [DS] 5. {ağız} Bilgili; görgülü.
Sakinlerinin bin harfli bir alfabe kullandıkları, [DS]
dünyada var olan her şeyin bir suretinin bulunduğu, cadalozlaşma, [cadaloz-la-ş-ma] is. Huysuz ve şirret
öldükten sonra kötülük yapanların gideceği kabul bir yaşlı kadın durumuna gelme,
edilen bin kapılı ve her kapısında bin bekçi ile ko cadalozlaşmak, [cadaloz-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
runan uzak batıda yer aldığı söylenen efsanevî bir H uysuz ve şirret bir yaşlı kadm durumuna gelme,
şehir. 2. tasvf. M utlak ile mevsufun yani Allah ile cadalozluk, -ğu [cadaloz-luk] is. Huysuz ve şirret ol
insanın birleştiği insan gayretinin son hedefi, m a durumu; huysuzluk; şirretlik; çenesi düşüklük,
caca, [Güre, çaça > Az. cece > caca] {ağızj is. Pek cadde, [Ar. cadde toU-] {OsT} is. Bir kentin içinde yer
mez yapımı sırasında şırası alınmış dut. [DS] alan geniş ve işlek yollardan her biri. S câdde-i
-cacık, [-cacık / -cecik / -çecik / -çacık] yap. e. 1. kebîr, {OsT} Ana cadde. || caddeyi tutmak, l. Bir
İsimlerden zarf yapar: usulcacık, yavaşçacık, gü engel koyarak caddeden geçişi durdurmak. 2. argo.
zelcecik. 2. Gösterme zamirlerinden sıfatlar yapar: Bir şeyden çekinerek oradan uzaklaşmak; sıvış
buncacık, şuncacık, oncacık. mak; toz olmak.
cacık, -ğı [Sansk. dadika (yoğurt) > Erme, cacıg] is.
cadı, [Far. câdü is. 1. Bir takım doğa üstü güç
1. Sulandırılmış yoğurt içine hıyar veya marul doğ
ramak suretiyle yapılmış bir tür salata. 2. {ağızj A y lere sahip olduğu ve bu gücünü de kötülük yap
ran içine yufka kırıntıları konulm ak suretiyle yapı makta kullandığı söylenen masal kahramanı bir ko
lan yiyecek. [DS] 3. {ağız} İçinde kekik, biber vb. cakarı. 2. Geceleri dolaşarak rastladığı kişilere kö
bulunan pasta şeklindeki çökelek. [DS] 4. {ağız} tülük yaptığına inanılan hortlak. 3. gnşl. Büyücülük
Semizotu. [DS] 5. {ağız} Mantar. [DS] 6. {ağız} Yeşil yapan, büyücülükten anlayan kadın. 4. Güzel göz.
tahıl. [DS] 7. {ağız} İçine pirinç veya bulgur ko 5. sf. (Kadın için) kötü, yaşlı ve çirkin. 6. argo.
nularak yapılan sebze yemeği. [DS] S cacığını çı (Kadın, kız için) tuttuğunu koparan, girişken ve be
karmak, {ağız} Ezmek; berbat etmek. [DS]|| cacık cerikli. S cadı bitik, {ağız} Düşmanlık muskası.
bile olmamak, argo. H içbir işe yaramamak.\\ ca [DS]|| cadı gibi, 1. (Kadın, kız için) saçı başı da
cık olmak, argo. Herhangi bir sebeple kendisinden ğınık, uzun tırnaklı, p is ve pasaklı. 2. (Kadm, kız)
geçecek hâle gelmek. becerikli, girişken.\\ cadı kazanı, H er türlü kö
cacıklık, -ğı [cacık-hk] sf. 1. Cacık yapmaya uygun tülüğün, ihanetin, güvensizliğin çok yaygın olduğu
ya da cacık için ayrılmış olan. 2. argo. Enayi; ap yer veya ortam.\\ cadı kazanı gibi kaynamak, K a
tal; bön. rışıklık içinde olmak. || cadı şimşiri, {ağız} Yap
caci, [Taşkent’in eski adı olan Çâç / Câc > câcl] rakları daima yeşil, ufak, sivri dikenli bitki. [DS]||
{OsT} sf. 1. Taşkentle ilgili; Taşkente ait olan. 2. cadı unu, {ağız} Mısır unu. [DS]
(Yay için) iyi cins; kaliteli, cadıcı, [cadı-cı] is. Büyü ve dua gibi yollarla cadıları
kovduğu söylenen kişi,
cacim, [Far. câcim (ca:ci:m) {OsT} is. 1. Bir
cadıçekirgesi, [cadı+çekirge-s-i] is. zool. Vücutları
tür kaba yün dokuma. 2. Renkli ipliklerle dokunan
yaşadıkları yerlere uygun renkte olup gövde ve ba
bir tür kaba kilim; cicim. 3. İran’daki Yörüklerin
caklarında bulunan dikenler yardım ıyla böcekçil
dokudukları ve kullandıkları alacalı uzun şeritler,
hayvanlardan korunabilen, tropik bölgelerde yay
ca’d, [Ar. ca'd Jut=r] {OsT} sf. (Saç için) kıvırcık. S gın iki bin türü bulunan, bazılarının boyu otuz
ca’d-ı engüşt, {OsT} Cimrilik.\\ ca’d-ı girih-gîr, cm.yi geçen böcekler familyası.
CAD Û I Ü M IİİM tS Ö M .
cadılaşma, [cadı-la-ş-ma] is. 1. (Kadınlar için) huy caduyi, [Far. caduyı (ca;du:yi;) {OsT} is. Bü
suz ve çirkin duruma gelme, çekilmez olma. 2. yücülük; sihirbazlık.
(Bitkiler için) bakım sızlıktan yabani hâl alma, çalı-
ca f1, [caf (yans.)] is. Kızgm yağın dökülüşü sırasında
laşma.
çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] caf-la-ma.
cadılaşmak, [cadı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. (Kadın
caf2, [caf / c if (yans.)] is. Gevezelik, ağız kalabalığı
lar için) huysuz bir duruma gelmek, çirkinleşmek, etmeyi, bu tarz ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfikar] c a f
çekilmez olmak. 2. (Bitkiler için) bakım sızlık yü
caf, c a f c i f cafcaflı.
zünden, yabani bir görünüm kazanmak; çalılaşmak.
cafcaf1, [caf (yans.) > caf+caf] is. 1. Gösteriş ama
cadılık, -ğı [cadı-lık] is. Cadıya yakışır tutum ve cıyla yapılmış aşırı süsleme; şatafat. 2. {ağız} sf.
davranış; huysuzluk; şirretlik; cadalozluk. S ca A ğız kalabalığı yaparak amacına ulaşan; şirret.
dılık etm ek, Cadı gibi davranmak; huysuzluk et-
cafcaf2, [Far. câf-câf >Jl=r- ^İU-] (ca;fca;f) {OsT} sf.
mek.
cadımaki, [cadı+maki] is. zool. Güneydoğu A sya a- (Kadın için) iffetsiz; ahlaksız,
dalarmda yaşayan sıçan büyüklüğünde, büyük ku cafcaflı, [cafcaf-lı] sf. Olağan dışı süslemesi olan;
laklı, uzun bacaklı, kıllı bir maymun türü, (Tar- gösterişli; şatafatlı,
sius). cafcof, [caf (yans.) caf+cof] {ağız} sf. (Konuşma için)
cadısüpürgesi, [cadı+süpür-ge-s-i] is. bot. Asklı iddialı. [DS]
mantar, virüs, kene ve bakteri gibi canlıların mey cafcuf, [caf (yans.) > caf+cuf] is. 1. Ağız kalabalığı.
dana getirdiği urlar yüzünden bazı ağaçlarda gö 2. A şın süsleme; şatafat,
rülen süpürge biçimindeki sürgünler demeti. ca’fer, [Ar. ca'fer y^=r] {OsT} is. coğ. 1. Küçük a-
cadi1, [Ar. câdî tpU-] (ca:di:) {OsTj is. Dilenci. karsu. 2. Süsleme, hat ve m inyatür yapm ak için
cadi2, [Far. câdî (ca.di:) {OsT} is. Safran, kullanılan değerli bir kâğıt türü.
C a’ferî, [Cafer’üs-Sadık’a nisbetle ca'ferî *s y ^ r ] «■
cadib, [Ar. câdib/ câdibe voU- / 4-pU-] (ca.dib)
Caferiye mezhebinden olan.
{OsT} sf. Kusurları araştıran; kusur gören,
C a’feriye, [Ar. ca'feriyye ^.y ^r] is. Hz. Muham-
cadil, [Ar. câdil J^U-] (ca:dil) {OsT} sf. Güçlü kuv
m ed(s.a)’in vefatından sonra imamlığın Hz. A-
vetli; gürbüz.
li(r.a)’ye geçtiğini kabul eden Şiîlik kolu; İmamiye.
cadis, [Ar. câdis / câdise / <uoU-] (ca:dis)
cafi, [Ar. cefa (eziyet) > câfı <jW] (ca.fı;) {OsT} sf.
{OsT} sf. 1. (Toprak için) çorak; işlenmemiş. 2.
Eziyet eden; zulüm yapan; cefa eden,
(Y er için) harap; yıkık.
caflak, -ğı [cav-la-mak > cav-la-k] {ağız} sf. -*• cav
cadu1, [Far. câdü (ca:du:) {OsT} is. 1. Cadı; lak. [DS]
büyücü. 2. Karakoncolos; hortlak; gulyabani. 3. sf. caflama, [caf (yans.) > caf-la-ma] {ağız} is. Kızgın
Çirkin kocakarı; acuze. 4. (Göz için) çok güzel, ö yağ yemek üzerine döküldüğünde çıkan ses. [DS]
câdD-fen, {OsT} Büyücü; sihirbaz. j| câdfl-ger, cag, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig /
{OsT} Büyücü; sihirbaz.|| câdü-gerî, {OsT} B ü ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde
yücülük; sihirbazlık,|| câdfi-keş, {OsT} Büyücü kı bağırm a ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
ran; büyücü öldüren.\\ câdfl-suhân, {OsT} insanı cag-ak.
kandırıcı sözler söyleyen; sözleri ile insanı bü cagak, -ğı [cag (yans.) > cag-ak] {ağız} sf. Geveze;
yüleyen.|| câdu-vâne, {OsT} -*■ caduvane.|| câdu- dedikoducu. [DS]
zebân, {OsT} D ili ile insanı büyüleyen; büyüler-
eager, [Far. câğer > W ] (ca;ğer) is. Kuş kursağı,
cesine.
caggıldamak, [cag (yans.) > cag(g)-ıl-da-mak] {ağız}
cadu2, [Güre, cadi / Erme, cat] {ağız} is. 1. M ısır unu.
2. M ısır unundan yapılan ekmek. [DS] g ç s z . f [-r] [~d(ı)-yor] Karışık sesler çıkararak ba
ğırmak veya ötmek. [DS]
caduluk, -ğu [cadu-luk] {OsT} is. Cadılık; büyü
cülük; sihirbazlık. S caduluk eylemek, {OsT} Bü caggıldaşm ak, [cag (yans.) > cag(g)-ıl-da-ş-mak] {a-
yücülük yapmak. ğız} işteş, f. [-ır] Bir araya gelerek bağrışmak veya
ötüşmek. [DS]
cadus, [Lat. cadus] is. 1. Ağzı geniş, büyük küp. 2.
Y aklaşık 38 litreye eşit hacim ölçüsü, caggıldı, [cag (yans.) > cag(g)-ıl-tı] {ağız} is. Oy
nayan çocukların, ötüşen kuşların birbirine karışan
caduvane, [Far. câdüvâne (ca;du;va;ne)
sesleri; cıvıltı. [DS]
{OsT} zf. Büyücülere yakışır biçimde; büyücü tar cagıl, [cag (yans.) > cag-ıl] is. Kuşların ötüşünü, bu
zında. şekilde bağırm a ve gevezelik etmeyi anlatan yansı
caduvi, [Far. câdüvî (ca:du;vi;) {OsT} is. Bü malı gövde. S cagıl cugul, {ağız} (Ses için) anla
yücülük; sihirbazlık. şılm ayacak derecede karışık ve inceli kalınlı. [DS]
BIB Til® SBİİİİ. 741 CAĞ
cagışdı, [cağ (yans.) > cağ-ış-dı [ağız} is. cağıldak, -ğı [cağ-ıl-da-k] {ağız} is. 1. Çağlayan. 2.
Çocuk oyuncağı; çıngırak. 3. Değirmende tahılın
{OsT} Boncuk, düğme gibi nesnelerin madenî bir
bittiğini bildiren alet; çakıldak; çakçak. 4. sf. (Kişi
kap içinde sallanmasıyla çıkardıkları ses.
için) pis ve dağınık. [DS]
cağ', [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig /
çağıldamak, [cağ (yara.^cağ-ıl-da-m ak] {ağız} gçsz.
ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde
f [~r] f-d(0-yor] 1. Gürültü etmek. 2. Ağır sözlerle
bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar]
karışık öğüt vermek. 3. (Su için) çağlama, akma
cağ-ıl-da-mak, cağ-ır çağır, cağ-ıl-dı.
sesi çıkarmak. [DS]
cağ2, [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (yans)]
cağıldaşmak, [cağ-ıl-da-ş-mak] {ağız} işteş, fi [-ır]
is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kumm uş ot, ağaç
Kavga etmek. [DS]
vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya vurması
cağıldı, [cağ-ıl-tı] {ağız} is. H afif gürültü. [DS]
hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] cağ-ıl-
da-mak, ccığ-ıl-dı, cağ-ıl-tı, cağ-ış-tı, cağ-(ı)ş-a- cağıllık, -ğı [cağ-ıl-lık] {ağız} is. Çakıllı yer. [DS]
mak, cağ-(ı)ş-a-k, çağ-ıır cuğur. çağıltı, [cağ-ıl-tı] {ağız} is. 1. H afif gürültü. 2. Su gü
cağJ, [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is. rültüsü. [DS]
Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay -cağın, [-cağın / -ceğin] {eAT} ya p e. ... olarak,
namasını anlatan kök. [Zülfıkar] cağ-al cağal, cağ-ıl çağır, [cağ-ıt] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde ba
çağıl, cağ-ıl-da-mak, cağ-ıl-tı, cağ-la-mak, cağ-la- ğırma ve gevezelik etmeyi anlatan yansımalı göv
k, cağ-la-n. de. S çağır çağır, {ağız} (Kuş ve civciv sesi için)
cağ4, [Erme, cağ / Güre, cali / çij (demir çivi) / çüj- ötme ve bağırtı sesleri birbirine karışmış olarak.
[DS]
mek (germek, uzatmak) > cağ / cav ^W] is. 1. De
cağışdı, [cağ (yans.) > cağ-ış-dı] {ağız} is. H afif gü
mirden yapılmış şiş; mil. 2. Çorap örmekte kullanı rültü. [DS]
lan şiş. 3. Parmaklık; korkuluk. 4. Dokuma tezgâh cağıştamak, [cağ-ış-ta-mak] {ağız} g çsz.f. [-r] [-(dı)-
larında bobinleri takmakta kullanılan ağaç ya da yo r] 1. (Kuru yaprak, kuru bitki vb. için) hışırtılı
demir çiviler. {OsT} (aym) 5. {ağız} Yükü tutmak ses çıkarmak; hışırdamak. 2. (Para, zincir, çakıl taşı
için kağnının yanlarına konulan sırıklar. [DS] 6. vb. için) birbirine sürtünerek, çarparak ses çıkar
{ağız} Ekin taşırken kullanılan kızakların altına ko
mak. [DS]
nulan sopalar. [DS] S 1 cağ etmek, {ağız} Parçalayıp
cağıştatmak, [cağ (yans.) > cağ-ış-ta-t-mak] {ağız}
dağıtmak. [DS]|| cağ kebabı, Şiş kebabı.|| cağ ke
gçl. fi [-ır] Kuru yaprak, bitki, çakıl taşı veya zincir
miği, {ağızj Kolun döner kemiği. [DS]|| cağ olmak,
gibi şeyleri birbirine sürterek ses çıkarttırmak; hı
{ağız} Parçalanmak. [DS]
şırdatmak. [DS]
cağ5, [Far çâh (kuyu)] {ağızj is. 1. Banyo yapılan yer,
cağıştı, [cağ (yans.) > cağ-ış-tı ^ Jlü U -] {ağız} is. 1.
küvet veya tekne. 2. El yüz yıkanan lavabo veya
leğen. 3. Kirli suları toplayan tekne ya da çukur. 4. Ot ya da çalılar arasında gezerken çıkan ses; hışırtı.
Çamaşır teknesi. [DS] 2. Zincir şıkırtısı. [DS] 3. {OsT} Boncuk vb.nin kap
cağ6, [Asur. şakku > Yun. sakkos > Lat. saccus > içinde çalkandıkları vakit çıkardığı ses.
Mac. zsak [Tietze]] {ağız} is. 1. Bezden ya da de -cağız, [-cak-ız > -cağ-ız /- ceğiz / -çağız /-çeğiz ]
riden yapılma büyük torba; tuluk. 2. Avcı çantası. yap. e. İsimden isim türeten ektir; sevgi, küçültme,
3. Tütün ya da para kesesi. 4. Torba. 5. Çuval. [DS] düşkünlük ve zavallılık kavramları katar: adam
cağak, -ğı [Erme, cağak (orman) / cağ (yans.) > çağ cağız, yavrucağız, kızcağız, buncağız, oncağız.
mak > cağ-ak] is. Dere kenarındaki düzlükler, cağlak, -ğı [cağ (yans.) > cağ-la-k] {ağız} is. 1. Çağ
cağal, [cağ (yans.) > cağ-al] is. Su sesini, suyun çağ layan. 2. Suyun akıntılı ve çevrimli yeri. [DS]
layıp akmasını, sıvıların kaynamasını anlatan yan çağlam ak1, [cağ-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r] [-l(ı)-
sımalı gövde. 0 cağal cağal, {ağızj (Akarsuyun yo r] (Su için) çağlamak; ses çıkarmak. [DS]
çıkardığı ses için) ince, yavaş ve tatlı. [DS] çağlam ak2, [eT. çak (tam) > cağ-la-mak Jaü»-] {eAT}
cağaz, [cağ+ ağz-ı] {ağız} is. Ekini biçilm iş tarlalarda gçl. fi. [-r] 1. Tahmin etmek; hesaplamak. 2. Za
tırmıkla toplanan başaklar. [DS] manını bekleyip bulmak,
-cağı, [-cağı / -ceği] {eAT} ya p e. -ca, .... görünüşlü, cağlık, -ğı [cağ-lık] is. Dokumacılıkta çözgü iplik
... gibi. bobinlerinin desen ve renk sırasına göre yerleştiril
çağıl, [cağ (yans.) > cağ-ıl] is. 1. Çakıl, kuru dal vb. diği sehpa.
şeylerin çarpma ve vurm ası anında çıkan karm aşık cağşak, -ğı [cağ (yans.) > cağ-şa-k] {ağız} sf. Y erin
sesleri anlatan yansımalı gövde. 2. {ağızj H afif gü den oynamış; gevşek. [DS]
rültü. [DS] S çağıl çağıl, {ağız} 1. Yığın yığın. 2. cağşam ak, [eT. *çak (yans.) > çak-ış > *çah-şa-mak
Sürekli bir gürültü yaparak. [DS]|| çağıl cuğul, (takırdamak) [Clauson] > cağ-şa-mak] {ağız} g ç sz .f.
{ağız} Gürültülü; çocuk sesleri ile dolu. [DS] l-r] [-ş(ı)-yor] 1. (Birbirine geçme suretiyle bağ-
C AĞ 1 M I İ İ M M .
lantıh olan nesneler için) ayrılmak; gevşemek. 2 . hil-i cühela, {OsT} H iç okula gitm em iş; tümden
Eskimek. [DS] cahil.\\ cahil-i munsif, {OsT} Bilmediğini kabul
cağur, [cağ (yans.) > cağ-ur] is. 1. Çakıl, kuru dal eden cahil; insaflı cahil. || (bir şeyin) cahili olmak,
vb. şeylerin çarpma ve vurması anında çıkan kar O konuda bilgisi bulunmamak.^ cahil kalmak, Bil
maşık sesleri anlatan yansımalı gövde. 2. {ağızj Ha gisiz kalmak; okula gitm e ve öğrenme imkânı bu
fif gürültü. [DS] ö cağur cuğur, {ağız} Gürültülü; lamamak.
çocuk sesleri ile dolu. [DS] cahilane, [Ar. câhil + Far. -âne > câhilâne
cah1, [cağ / cah / cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy (ca:hila:ne) {OsTj z f Cahil birine yakışır biçimde;
(vans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş cahilce; deneyimsizce; bilgisizce,
ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya cahilce, [cahil-ce] (ca.hilce) zf. Cahil birine yakışır
vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] biçimde; cahillere özgü; cahilane; deneyimsizce;
cah cah, cah-ır-tı, cah-(ı)ş-a-mak. bilgisizce.
cah2, [Far. câh / câhe / « l> ] (ca:h) {OsTj is. 1. cahilî, [Ar. câhili ^ W ] (ca:hili:) {OsTj sf. Cahilliğe
Mevki; yer; orun. 2. Rütbe; paye, ait olan.
cahal, [Ar. câhil] {ağız} sf. 1. Cahil. 2. Deneyimsiz; cahiliye, [Ar. câhili / câhiliyye 4JUU-] (ca:hiliye)
genç. [DS]
{OsTj is. ve sf. 1. Cahilliğe ait; cahillikle ilgili. 2.
cahavel, [Erme, ts’ah-avel] {ağız} is. Çalı süpürge.
Arapların İslamlık öncesine ait dönemleri. 0 cahi
[DS]
liye devri, Arap tarihinde Hz. Muhammed(s.a ) ’-
cahcahane, [cah (yans) > cah+cah + Far. âne] {ağızj
den önceki dönem.
is. M ısır tarlalarını yaban hayvanlarından korumak
için kullanılan gürültü çıkaran bir alet. [DS] cahiliyet, [Ar. câhiliyyet c~UL»-] (ca:hiliyet) {OsT}
cahcahun, [Erme, çahçahun] {ağız} is. Karışıklık. is. Cahil olma durumu; bilgisizlik,
[DS] cahillik, -ği [cahil-lik] (ca:hillik) is. 1. Cahil olma
cahd, [Ar. cahd -i^ -] {OsT} is. Bilerek inkâr etme; durumu, bilgisizlik. 2. Gençlik ve deneyimsizlik
sebebiyle beceriksizlik; bilgisizlik; acemilik; tec
yadsıma. S cahd-ı mutlak, {OsT} dbl. Arap dil
rübesizlik. 0 cahillik etmek, 1. Cahil bir şekilde
bilgisinde, olumsuz geniş zam an kipi.|| cahd-ı müs-
davranmak. 2. Bilgisizliğini ortaya koymak. 3. D e
tağrak, {OsT} dbl. Arap dilbilgisinde, bir diğer neyimsizlik, toyluk yüzünden kusur işlemek. 4. Ye
olum suz geniş zam an kipi.
teri kadar bilgi sahibi olmasına rağmen ilerisini
cahırtı, [cah (yans.) > cah-ır-tı] {ağız} is. Çakıl taş düşünmeden toyca bir iş yapmak.
larının, demir parçalarının, bilye, boncuk vb.’nin
cahim, [Ar. cahîm (cahi.m, h kalın söylenir)
birbirine çarpmasından çıkan ses.
{OsT} is. 1. Cehennem; tamu. 2. Yedi kat sayılan
cahız, [Ar. cahz (gözü dışarı fırlam ak) > cahız ii^U-]
cehennemde şeytanın ve İslam iyet’i bırakanların iş
{OsT} sf. Patlak gözlü; gözü dışarı fırlak, kence göreceği dördüncü kat.
cahi, [Ar. cehy (açıklık) > câhl / câhiye / V 'M cahim î, [Ar. cahîmî (cahi:mi:) {OsT} sf. 1.
(ca. hi.) {OsT} sf. Açık; aşikâr; apaçık, Cehennem gibi sıcak. 2. Cehenneme benzer. 3. Ce
cahid', [Ar. cahd > câhid -b^U-] (ca:hid, h kalın söy hennemlik; cehennem e ait.
lenir) {OsT/ is. Bilerek inkâr eden; bile bile yalan cahit, -di [Ar. cehd (gayret)>câhid jU-] (ca:hit)
söyleyen; yadsıyan. {OsT} is. Elinden geldiğince çalışan; çabalayan;
cahid2, [Ar. cehd (gayret> câhid -u»U-] (ca:hid) {QsT} gayret eden.
is. Elinden geldiğince çalışan; çabalayan; gayret e- cahiyen, [Ar. câhiyen (ca:hi’y en) {OsT} zf. A -
den. çık olarak; alenen.
Cahidiye, [Ar. Kurucusu Edirneli Şeyh Cahidî Ah cahiz1, [Ar. cahz (gözü dışarı fırlam ak) > câhiz
met Efendi’nin adından > câhidiyye 4>jl»L>-] (ca.hi- (ca. hiz) {OsT} sf. 1. Patlak gözlü. 2. Atılgan;
di.ye) {OsTj is. Halvetî tarikatının şubelerinden bi m ücadeleci; gözü pek.
risi. cahiz2, [Ar. kafız jjö] {OsT} is. 1. Endülüs Eme-
cahil, [Ar. cehl (bilgisizlik) > câhil J*U-] (ca.hil) vîleri’nin egemenliği altında kalmış bulunan İspan-
{OsT} is. ve sf. 1. Herhangi bir konuda öğrenim y a ’nın değişik bölgelerinde katilar için kullanılan
görmemiş; hiç okumamış; en temel bilgileri bile yaklaşık 200 ile 654 litre arasmda değişen hacim
edinmemiş. 2. Belli bir konuda yeterli bilgisi olm a ölçüsü birimi. 2. M adrit’te alçı ölçmede kullanılan
yan; bilgisiz. 3. Beceri kazanmamış; tecrübesiz; 690 k g ’a karşılık gelen hacim ölçüsü,
genç; toy; deneyimsiz. S cahil etmek, {ağız} Ziyan cahsuk, [Far. câhsük (ca:hsu:k) {OsT} is.
etmek. [DS]|| cahil-i anüd, {OsTj İnatçı cahil.|| ca Orak.
p
W H . 7 4 3 CAK
cahşak, -ğı [cah (yans.) > eT. çahşa-k (dağ tepe İmparatorluk döneminde, bir makama geçenlerin
sindeki gevşek taşlar) [Clauson]] {ağız} is. Dağların kendilerini bu makama getirenlere ödedikleri para,
tepelerinden yuvarlanarak eteklerinde birikmiş oy -cak, [-cak / -cek / -çek / -çak] yap. e. 1. Sıfatlardan
nak taşlar ve bu taşların oluşturduğu yığınlar. [DS] küçültme sıfatı yapar: büyücek (< büyük-çek), küt-
cahşamak, [cah (yans.) > eT. *çah-şa-mak (takırda çücek (< küçük-çek), ılıcak (< ılık-çak). 2. İsimlere
mak) [Clauson]] {ağız} g çsz.f. [-r] [ş(ı)-yor] 1. G ev gelerek sevgi, acıma ve şefkat kavramı katar:
şemek; yerinden oynamak. 2. Parçalara ayrılmak. kuzucak, yumurcak (yumru-cak), yavrucak. 3. Sıfat
[DS] ve zarflardan hareketin tarzını gösterme, anlatma
cahud, [Ar. cahd (inkâr) cahüd (cahu:d) kavramı katan zarflar yapar; “-ca, -cacık, ... olarak”
{eAT} (aym): demincek, çabucak, sağlıcak, yalıncak;
{OsT} sf. 1. İnatla inkâr eden; ısrarla yadsıyan. 2. is.
"Süheyl ’e şah üşte yakıncak (yakıncacık) gelir. ”
Hz. M uham met(sa)’in peygamberliğini inkâr eden
Süheyl ü Nevbahar. 4. Beraberlik, toplu halde dav
Arap Yahııdisi. 3. gnşl. Yahudi; çıfıt. S cahüd-ı a-
ranırla kavramları katarak zarflar yapar: evcek, aile
nüd, (OsT} Çok inatçı Yahudi.
cek. 5. Özel bir amaç veya iş için kullanılan araç
cahudane, [Ar. cahüd + Far. -âne «Jbjs-U-] (cahu:- kavramı katarak isimler yapar: oyuncak, salıncak,
da:ne) {OsT} zf. 1. Çok inatçı bir biçimde. 2. Bile yapıncak bürümcek. 6. Yer adları yapar: Kuyııcak,
bile inkâr ederek. 3. sf. (İnat ve inkâr için) Yahudi Bulancak, Göyniıcek. 7. İsimlere araç, gereç kavra
gibi. mı katarak doğrudan araç, gereç isimleri yapar:
cahuf, [Ar. cahüf (cahu:f) {OsT} sf. Kendini ayakçak (merdiven), boyuncak (gerdanlık), oyun
cak. 8. jeAT} Sıfat özelliği taşıyan kelimeler yapar.
beğenmiş; gururlu; kibirli,
aru-cak, gök-çek, ısı-cak. 9. {eATj Yer adı yapan -
caibe, [Ar. câ’ibe <uiU-] (ca. ibe) {OsT} is. Halkın ağ lık eki göreviyle kullanılır. 10. /eAT} Zaman adı ya
zında dolaşan haber, par.
caife, [Ar. câ’ife <üU-] (ca:ife) {OsT} is. huk. Karın cak 1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig /
ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde
■veya göğüs boşluğuna kadar giden yara.
bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
ca’il1, [Ar. câ'il (ca:il) {OsT} sf. 1. Yapan; cak cak, cak-cı+bar-ak, cak-gıl-da-ş-mak, cak-ıl-
eden; işleyen. 2. Yoktan var eden; yaratan; Allah. da-k, cak-ka-l-a, cak-ka-l-a-k kuşu
fi1 câiFül- leyli ve’n-nehâr, {OsT} Geceyi gece, cak', [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy
gündüzü gündüz yapan; Allah. (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş
ca’il2, [Ar. cavelân > câ ’il JsL»-] (ca:il) {OsT} sf. Dö ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya
vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar]
nüp dolaşan.
cak cak, çak-ır cak-ır.
caile, [Ar. cavelân > câ’il > câ’ile 4sU-] (ca.ile) {OsT} cak3, [cak / cık (yans.)] is. Kahkaha atarak gülmeyi
is. İnsanın aklından bir türlü çıkarıp atamadığı dü anlatan kök. [Zülfıkar] cak-kır-a-mak.
şünce veya anı. cak4, [cak / cok / cuh / cuğ / cuk (yans.)] is. Yeme,
cair, [Ar. câ’ir y’U-] (ca:ir) {OsT} sf. Zulmeden; çev çiğneme ya da emme sırasında çıkan sesi anlatan
reden. kök. [Zülfıkar] cak-ır çakır, cak cuk.
caitya, [Sansk. caitya] is. 1. Budizm ’de kutsal yer cak5, [-ca (.. kadar) > ca-k / -ce-k] e. 1. {ağız} (Yö
veya eşya. 2. Ölü yakma yeri. 3. M ezar tümseği. nelme halindeki isimlerden sonra) kadar; değin;
dek. [DS] 2. {eAT} zf. Tam; tamam.
caiz, [Ar. cevaz (izin) > câ’iz jJU-] (ca. iz) {OsT} sf. 1.
cak6, [Mac. zsak] {ağız} is. -*• cağ6. [DS]
Dinî ve yasal yönden yapılmasında herhangi bir caka, [İt. giacca (ceket) ?] (ca'ka) is. argo. Kendini
sakınca bulunmayan. 2. Yapılması uygun ve ye
başkalarına beğendirmek amacıyla yapılan göste
rinde görülen (davranış). 3. Doğru; uygun; yerinde.
riş; fiyaka. S caka satmak, Gösteriş yapmak.
4. man. Akla uygun gelen şey. S caiz görmek,
cakacı, [caka-cı] sf. Gösteriş yapmayı alışkanlık e-
Uygunluğunu onaylamak.
dinmiş olan.
caizat, [Ar. câ’iz > câ’izât ol^sU-] (ca:iza:t) {OsT} is. cakacılık, -ğı [caka-cı-lık] is. 1. Cakacı olma duru
İzin verilen şeyler, mu. 2. Cakalı davranış,
ca’ize, [Ar. cevaz (izin) > câ’iz > câ’ize °_pU-] cakak, -ğı [cak (yans.) > cak-ak] {ağız} is. zool. Sak
(ca:ize) {OsT} is. 1. Şairlere, övdükleri devlet bü sağan. [DS]
yükleri tarafından verilen bahşiş. 2. Üst satırda ya cakalı, [caka-lı] sf. 1. Caka satan. 2. (Davranış, fiil
zılı olanın aynen tekrar edildiğini belirten (») işare için) caka yapm a amacı taşıyan,
ti; denden. 3. Yol azığı. 4. Devlet dairelerinde ev çakar, [Fr. jacquart] {ağız} is. 1. Acem şah gibi na
raka konulan “görülmüştür” anlamındaki işaret. 5. kışlı şeyleri işlemekte kullanılan şal dokuma tez-
CAK ÛIÜHIİİffliCE S İ M . m
gâhı. 2. Nazilli dokumalarından çift dürüm bir tür latan yansımalı gövde, fi1 calap calap, {ağız} (Su
keten kumaş. [DS] yun akması için) temiz bol m iktarda olup taşa taşa;
cakcaban, [cak (yans.) > cak+cab-an] {ağız} sf. -*■ yalap yalap. [DS]
cakçıbarak. [DS] çalasın, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere vur
cakcahı, [cak (yans.) > cak+cak-ı > cakcahı] {ağızj mak, yıkmak) > çal-ık-sın [Tietze] > calâsîn %r]
is.-* cakcakı. [DS] (celâ:sı:n) sf. -*■ cilasun,
cakcak, -ğı [cak (yans.) > cak+cak] {ağız} sf. 1. calasun, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere vur
Dedikoducu. 2. Geveze. 3. is. Ağaçkakan. 4. Hindi.
mak, yıkm ak) > çal-ık-sın [Tietze] > calâsun }U-]
5. Değirmende, çıkardığı sesle tahılın bittiğini bil
diren düzenek. [DS] (celâ:sun) sf. -*■ cilasun.
cakcakı, [cak (yans.) > cak+cak-ı] {ağız} is. Değir calaz1, [cağ-az > calaz] is. 1. Ekini biçilmiş tarlalarda
mende, çıkardığı sesle tahılın bittiğini bildiren dü tırm ıkla toplanan başaklar. 2. {ağız} M ısır koçanı
zenek. [DS] sapı. [DS] 3. {ağız} Sararmış ekin; cılız ekin. [DS] 4.
cakçıbarak, [cak (yans.) > cak-çı+barak] {ağız} s f 1. {ağız} Biçilirken dökülen ve sonradan toplanan za
Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] y ıf saplı ekin. [DS] 5. {ağız} Kuru ağaç, dal, yaprak
caket, [Fr. jaquette] is. Ceket, vb. [DS]
caketatay, [Fr. jakuette â taille] is. -»-jaketatay, calaz2, [cal-az] {ağız} sf. Karışık. [DS]
çakıldak, -ğı [cak (yans.) > cak-ıl-dak] {ağız} sf. 1. calb, [calb / calp (yans.)\ is. Sıvılar içinde, yağışlı
Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
çakır, [cak (yans.) > çakır] is. Yeme, çiğneme ya da oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan
emm e sırasında çıkan sesi anlatan yansımalı gövde. kök. [Zülfıkar] calab calab, calb-a-la-n-mak, cal-
fi1 çakır çakır {ağız} (Sakız vb. çiğnemek için) ses ba-la-n-dır-mak.
çıkartarak; şapırtılı. [DS] calbalandırmak, [calb (yans.)> calb-a-la-n-dır-mak]
cakile, [Ar. kakülle] {OsT} is. bot. Turpgiller fam il {ağız} g ç l.f. [-ır] Su vb. sıvıyı elle vurarak hareket
yasından kumullarda yetişen uzun köklü ve tuz ta ettirmek; çalkalandırmak. [DS]
dında beyaz veya m or çiçekli bir bitki, calbalanmak, [calb (yans.) > calb-a-la-n-mak] {ağız}
cakkabak, -ğı [cak (yans.) > cak+kabak] {ağız} sf. 1. dönşl. f. [-ır] (Sıvılar için) çalkalanmak; sallanmak.
Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] [DS]
cakkadek, [cak (yans.) > cak(k)-a-dak] {ağız} zf. 1 . calcul, [cal (yans.) > cal+cul] {ağız} is. Gürültü. S 1
Birdenbire. 2. Yerli yersiz. [DS] calcul etmek, {ağız} Gürültü etmek. [DS]
cakkala, [cak (yans.) > cak(k)-a-la] {ağız} s f 1 . calculus, [Lat. calculus (ufak çakıl taşı)] is. Roma
Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] lıların hesap yapmakta kullandıkları küçük ve düz
cakkalak, -ğı [cak (yans.) > cak(k)-a-lak] {ağız} sf. çakıl taşı,
Gevezelik eden; gürültücü.S1 cakkalak kuşu, calçı, [çal-çı] {ağız} is. Çırak. [DS]
{ağız} l. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] caldarium, [Lat. caldus (sıcak) > caldaria (sıcak
cakkıramak, [cak (yans.) > cak(k)-ı-ra-mak] {ağız} banyo)] is. Roma hamam larında sıcak banyo dai
gçsz. f. [-r] [-r(ı)-yor] İçten gelerek, istekle gül resi.
mek. [DS] cale, [Far. câle 4JU-] (ca. le) {OsT} is. Nehirlerde kul
-cal, [-ca -1 / -cel] yap. e. İsimden sıfat yapar: öncel, lanılan sal; kelek,
güncel, calgazan, [cal-gaz-an] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Her
ca’l, -i [Ar. ca‘1 J*?-] (ca-l) {OsT} is. 1. Yapma; mey şeye karışan. 3. İş bozan; oyun bozan. 4. İşten ka
dana getirme. 2. Sabır; tahammül. 3. İşe başlama; çan; tembel. 5. Yaramaz; haşarı. [DS]
bir iş yüklenme, calgazanlık, -ğı [cal-gaz-an-lık] {ağız} is. Komiklik.
cal, -i [Far. câl / call J W - / J W ] (ca:l) {OsT} is. 1. [DS]
calh, [calh / calk / cılh / cılk (yans.)] is. Sıvı ve cıvık
Tuzak. 2. M isvak ağacı,
maddelerin çalkalanması, sarsılması durumunu an
calamus, [Yun. kalamos (kalem)} is. 1. Tropik ve
latan kök. [Zülfıkar] calh-a-ma.
subtropik bölgelerde yetişen sarmaşıcı görünümde
iki yüz kadar türü bulunan bir palm iye çeşidi. 2.
calhama, [calh (yans.)> calh-a-ma / çalk-a-ma] {ağız}
is. Sulanmış yoğurt. [DS]
Beyindeki dördüncü karıncığın tabanım ortadan i-
kiye ayıran kalem kamışı şeklindeki boşluk, (Cala çalık, -ğı [cal-ık] {ağız} is. 1. Parmaklık; korkuluk. 2.
mus scriptorius). Kolan dokunurken enine atılan kıl sicim. [DS]
calap, [calb (yans.) > cal(a)p] is. Sıvılar içinde, ya calin, [cal-ın] {ağız} is. 1. İs. 2. Yele. [DS]
ğışlı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, çatındırmak, [cal-ın-dır-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] Yal
elle oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı an vartmak. [DS]
I Ö I ÎlI İffiS O l.7 4 5 CAM
calınlandırmak, [cal-m-la-n-dır-mak] {ağızj gçl. f. [- latan kök. [Zülfıkar] calk-a-san olmak, calk-a-san-
ır] İslendirmek. [DS] hk.
calınlanmak, [cal-m-la-n-mak] {ağızj dönşl. f. [-ır] calk2, [calk jU -] {eAT} zf. Tamamıyla; tam.
İslenmek. [DS]
calkasan, [calk-a-san] {ağız} sf. 1. İçi geçmiş; sulanıp
calmlatmak, [cal-ın-la-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] İs bozulmuş. 2. Geveze. B calkasan olmak, {ağız}
lemek. [DS] Fazla gevşeyip sulanmak; cıvımak. [DS]
ca’li, [Ar. ca‘11 L5W ] (ca-li:) {OsTj sf. 1. Yapma, uy calkasanlık, -ğı [calk-a-san-lık] {ağız} is. Cıvıklık;
durma. 2. Sahte, fi1 ca’li mastar, A rapçada sonu fazla hafiflik. [DS]
“-iyyet” ile biten mastar. Calo, [Çing. calo] is. Çingene diline dayanan olduk
cali1, [Ar. cila (parlaklık) > cali (ca:li) {OsT} sf. ça zengin bir İspanyol argosu,
1. Parlayan, cilalı. 2. Temizleyen, parlatan. 3. Sür
calp, [calb / calp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı
havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
gün eden; bağırsakları temizleyen.
oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan
cali2, -i’ı [Ar. cali' ^JU-] (cadi) {OsT} s f 1. (Kadm kök. [Zülfıkar] calp calp, calp-a-la-n-mak. fi1 calp
için) açık saçık. 2. (Erkek için) utanması kıt. calp, {ağızj (Bol ve temiz suyun akışı için) taşa ta
calib, [Ar. celb (yanma çekme) > câlib (cadib) şa. [DS]
{OsTj is. -*■ calip. & câlib-i dikkat, {OsT} D ikkat
calpalanmak, [calp (yans.) > calp-a-la-n-mak] {ağızj
gçsz. f. [-ır] (Sıvılar için) çalkalanmak; sallanmak.
çekici)| calib-i merhamet, M erhamet ııyandıran.\\
[DS]
câlib-i şüphe, {OsT} Şüphe uyandırıcı,||
Câlût, [İbr. Goliath] is. Hz. D avut(as)’un teke tek
calif, [Ar. câlif (c a d if {OsT} sf. Deri yüzen; dövüşte sapan taşı ile öldürdüğü Filistinli savaşçı,
kabuk soyan. cam, [Far. câm ^W] is. 1. Soda veya potas katılmış
calife, [Ar. câlife «İU-] (cadife) {OsT} is. tıp. Deri ve silisli kumun ateşte eritilmesiyle elde edilen sert,
eti birlikte koparan yara, saydam ve kırılgan madde. 2. gnşl. Pencere. 3.
caliks, [Lat. calix] is. 1. Romalıların pişmiş toprak, {OsT} gnşl. İçki kadehi. 4. {OsT} gnşl. İçki. 5. {ağızj
cam veya metalden yapılmış kadehlere verdikleri Tencere ve su kabı. [DS] 6. {ağız} Lamba şişesi ve
isim. 2. bot. Çiçekte çanak kısmın latince adı; ça haznesi. [DS] 7. tasvf. Tanrı aşkı ile dolu gönül;
nak. tasavvufçunun kalbi. 8. sf. Camdan yapılmış. S
calip, -bi [Ar. celb (kendine çekme) > câlib cam buz, Yere değer değmez donan yağm ur dam
lalarının y a da güneş ile eridikten sonra kar taba
(ca.lip) {OsT} is. Kendine doğru çeken; çekici.
kasının yüzeyinde donarak meydana getirdiği p a r
S calip olmak, Üzerine çekmek.
lak yüzeyli buz. | cam çiçeği, {ağız} Itır. [DS]|| cam
calis, [Ar. cülüs (oturma) > câlis (cadis) {OsT} deliği, {ağız} Pencere. [DS]|| cam gibi, 1. Arkası
sf. 1. Oturan; cülûs eden. 2. Tahta çıkan. S câlis-i görünen; şeffaf. 2. Donuk, cansız (göz). |j cam evi,
evreng-i saltanat, {OsT} Saltanat tahtına geçen. || 1. Cam kesme ve takma işlerinin yapıldığı dükkân;
câlis-i serîr-i saltanat, {OsT} Saltanata geçen; tah camcı. 2. Çerçevelerde camın oturması için açılan
ta çıkan. || câlis olmak, Tahta oturmak; başa g eç yiv; cam yuvası.|| cam-ger, {OsT} Cam ustası;
mek. camcı. || cam göbeği, Cam kırıklarında görülen
caliş, [Far. câliş (cadiş) {OsT} is. 1. Çiftleşme. renge benzer yeşile çalar açık mavi.\\ cam göz, 1 .
2. sf. N az ve işve ile salınma. S câliş-ger, {OsT} 1. Gözü takma olan. 2. mecaz. A ç gözlü, tamahkâr.\\
Yalnız şehvet duyguları taşıyan kimse. 2. N az ve câm-hane, {OsT} Cam yapılan ye r.|| câm-ı âlem-
işve ile salınan güzel. nümâ, {OsT} İçinde dünyayı seyrettiren kadeh; içki
kadehi.\\ câm-ı âteş-füm, {OsT} Ateş renkli kadeh;
ca’liyat, [Ar. ca‘li> ca'liyyât o U « > ] (ca-liya:t)
şarap.\\ câm-ı ayş, {OsT} Zevk ve safa kadehi; y a
{OsTj is. Sahte olan şeyler; yapma nesneler, şam a kadehi.\\ câm-ı cem, {OsT} Eski İr a n ’da şa
ca’liye, [Ar. ca'li > c a liy e •ul*»-] (ca-liye) {OsT} is. rabı bulduğu söylenen hükümdarın kadehi; şarap
Yapmacıklık. kadehi.\\ câm-ı cihân-nümâ, {OsT} Dünyayı göste
ren cam. || camı çerçeveyi indirmek, Olay çıkara
ca’liyet, [Ar. ca'li > ca'liyet c ~ W ] (ca-liyet) {OsTj
rak çevrede bulunan eşyaları kırıp dökmek.\\ câm-ı
is. Yapmacıklık, fenâ, {OsT} F anilik kadehi; ölüm.\\ câm-ı gevheri,
caliz, [Far. câlız jJU-] (adi:z) fOsTj is. Sebze bah {OsT} 1. Billûr kadeh. 2. Sevgilinin dudağı.|| câm-ı
çesi; kavun karpuz tarlası; bostan, gîtî-nümâ, {OsT} İçinde dünyayı gösteren kadeh.||
calk', [calh / calk / cılh / cılk (yans.)] is. Sıvı ve cıvık câm-ı gurür, {OsTj Gurur veren kadeh.\\ câm-ı
maddelerin çalkalanması, sarsılması durumunu an gül-fâm, {OsT} 1. Gül renkli kadeh; şarap kadehi.
CAM Û IÜ M IİlC tS Ö M .
2. Kırmızı şarap.|| câm-ı ikbâl, {OsT} 1. Dünya camadan2, [İt. damigiana > damacan > camadan (c /
mutluluğu. 2. Şarap.|| câm-ı leb, {OsT} 1. Dudaktan d ses göçüşmesi)] {ağız} is. -*• damacana. [DS]
kadeh. 2. Kırmızı şarapla dolu kadehe benzer du camah, [Yun. diadimata (saç demetleri) ?] {ağız} is.
dak]] câm-ı leb-rîz, {OsT} Ağzına kadar dolu ka Yosun. [DS] S camah bağlamak, {ağız} Yosun
deh,| câm-ı memlû, {OsT} Dolu kadeh.\\ câm-ı tutmak. [DS]
merg, {OsT} Ölüm kadehi.|| câm-ı mevt, {OsT} camat, [Yun. diadimata] {ağız} is. Saç demeti. [DS]
Öliim kadehi.\\ câm-ı mey, {OsT} Şarap kadehi.\\ camb1, [camb / cımb / cınb / cimb / cimp / comb /
câm-ı mînâ, {OsT} A çık mavi renkli kadeh.\\ câm-ı conb / cumb (yans)] is. Sıvıların çalkalanması ile
mînâ-reng, {OsT} Gök mavisi kadeh.\\ câm-ı mu oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] camb-ıl
saffa, {OsT} Parlak kadeh.\\ câm-ı mürg, {OsT} cambıl, camb-ııl cambul, camb-ur cumbur.
Ölüm kadehi.\\ câm-ı neşât, {OsT} Neşe veren ka- camb2, [camb / cımb / comb / comp / cum / cumm /
deh.\\ câm-ı reng, {OsT} Gök mavisi kadeh.\\ câm-ı cumb (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkardığı
rüşen, {OsT} Parlak kadeh.\\ câm-ı sabühî, {OsTj sesi anlatan kök. [Zülfıkar] camb-ul-da-mak.
Sabah içki içilen kadeh. || câm-ı sahbâ, {OsT} K ır cambJ, [camb / comb / cumb (yans.)] is. Düşme, yu
m ızı şarap içilen kadeh.\\ câm-ı seher, {OsT} Gii- varlanma, takla atm a gibi eylem ler sırasında çıkan
neş.\\ câm-ı sîm, {OsT} 1. Gümüş kadeh. 2. Sevgili sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] camb-al-ak.
nin çenesi. || câm-ı şarâb, {OsT} Şarap kadehi.||
cambalak, [camb (yans.) > camb-al-ak] {ağız} is.
câm-ı şehriyârî, {OsTj Büyük kadeh. || câm-ı şîr, Takla. [DS]
{OsT} Sütlü meme. || câm-ı tehî, {OsTj Boş kadeh.\\
cambaz, [Far. can + bâz (oynayan) > canbâz > cam
cam-ı zerrîn, {OsT} 1. A ltm kadeh. 2. Beyaz şa-
baz] is. ve sf. 1. Canıyla oynayan. 2. Yüksek bir
rap.\\ cam kanatlılar, P ul kanatlılar takımından
yere gerili ip veya tel üzerinde tehlikeli oyunlar ve
kurtçukları elma, kavak, meşe ve gürgen ya p
gösteriler sergileyen kimse. 3. Usta ve becerikli
raklarına zarar veren, camsı kanatlı, hortumları
kişi. 4. A t alıp satan ya da at terbiye eden kimse. 5.
körelmiş bir kelebek familyası, (Sesiidae).\\ cam
mecaz. Sözüne güven olmayan, hilekâr kimse. 6.
kırığı, {ağız} Cam göbeği rengi. [DS]|| cam kuşu, {ağız} Birbirine geçmiş iki zincirin herhangi bir
{ağız} 1. Serçe. 2. Kırlangıç. [DS]|| cam mozaik,
halkasına sokulan çomak. [DS]
Renkli taşlar yerine renkli cam parçaları kulla
cambazan, [Far. canbâzân > cambazan] (cam-
nılarak yapılm ış mozaik.\\ cam mühre, Eskiden
ba.za.n) {OsT} is. 1. Cambazlar. 2. İmparatorluk
kâğıt parlatm akta kullanılan bir tür mühre. || cam
askerî teşkilatında savaşçı sınıf,
pamuğu, Pam uk yığını halinde elde edilmiş cam
cambazane, [Far. canbâzâne > cambazane] (camba-
lifi.]] cam pil, {ağız} Ampul. [DS]|| cam resim,
za:ne) {OsT} zf. Cambaza yakışacak biçimde; cam
Renkli camların kesilerek birbirine kurşun veya
bazlıkla.
başka maddelerle bağlanması sonucu elde edilen
resim; vitray.\\ cam sileceği, 1. Camların temizlen
cambazhane, [Far. canbaz+hâne > cambazhane]
(cambazha:ne) {OsT} is. Cambazların gösteri yap
mesinde kullanılan araç. 2. Otomobillerde ya ğ
tıkları yer.
m urlu havalarda ön camın suyunu süpüren lastik
süpürge.]] cam suyu, Ağacın ateşe veya böceklere cambazi, [Far. cân-bâz-ı ^jU U -] (camba.zi:) is. 1.
karşı dayanıklılığını artırmak için kullanılan potas Cambazlık. 2. Hilecilik,
veya sodanın kuvars ile eritilmesinden elde edilen cambazlık, -ğı [cambaz-lık] is. 1. Cambazın yaptığı
sıvı. || cam taşı, {ağız} 1. Kuvars. 2. Zımpara. [DS]| iş; akrobatlık. 2. A t alıp satma veya eğitme işi. 3.
cam yuvası, Çerçevelerde camın oturması için açı mecaz. Kurnazlık; hilekârlık,
lan yiv; cam ev;. || cam yünü, Isı yalıtım ında kulla cambıl, [camb (yans.) > camb-ıl] is. Kapalı bir yer
nılan çok ince ely a f haline getirilmiş cam.]] cam deki sıvının çalkalanması ile çıkan sesi anlatan
zımpara kâğıdı, Marangozlukta kullanılan bir y ü yansımalı gövde. S cambıl cambıl, {ağız} 1. (Ka
züne aşındırıcı olarak küçük cam kristalleri ya p ış palı yerdeki sıvı için) ses çıkaracak kadar sallana
tırılmış bir tiir zımpara kâğıdı. rak; çalkalanarak. 2. (Yemek için) suyu çok fazla.
cam2, [Yun. diadima] {ağız} is. Saç demeti. [DS] [DS]
camadan1, [Far. câme-dan jl-uU-] {OsT} is. 1. Yün cambul, [camb (yans.) > camb-ul] is. Kapalı yerdeki
suyun çalkalanması ile çıkan sesi anlatan yansımalı
elbise. 2. Çapraz düğmeli, kadifeden yapılmış, işle
gövde. S cambul cumbul, I. Kapalı bir kap için
meli kısa bir tür yelek. 3. dnz. (Yeleği düğmeleme
de bulunan sıvının çalkalandıkça çıkardığı ses. 2 .
işine benzediği için) Boğulmak suretiyle yüzeyi
(Yemek vb. için) suyu bol; çok sulu.]] cambul cum
küçültülmüş dört köşe yelken. S camadan vur
mak, Fazla rüzgâra karşı yelkeni kasmak.]] cama bul yemek, {ağız} Beceriksizce yem ek; döke saça
yemek. [DS]
danı fora etmek, Kısalmış yelkenin bağlarını sa
larak açmak. cambuldamak, [camb (yans.) > camb-ul-da-mak]
flfflffin v n .7 4 7 CAM
,'ağız} g ç sz .f. [-r] [-d(u)-yor] (İçine katı cisim atı mecaz. Kiirk.\\ câme-i Nahcivânî, {OsT} Sade di
lan sıvı için) ses çıkarmak. [DS] kilmiş elbise.|| câme-i nevrüzî, {OsT} 1. Renk renk
cambultu, [camb (yans.) > camb-ul-tu] {ağız} is. Şa elbise. 2. B ahar çiçeği.|| câme-i seher, {OsT} I.
pırtı. Sabah güneşi. 2. Sabah rüzgârı. 3. Siirahi.\\ câme-
cambur, [camb (yans.) > camb-ur] is. Su içinde ha kân, {OsT} Elbise soyunulacak yer; camlı bölm e.||
reket eden cismin çıkardığı sesi anlatan yansımalı câme-seher, {OsT} Sabah rüzgârı; sabah güneşi.||
gövde. S cambur cumbur, {ağız} (Su içinde ha câme-şüy, {OsT} Çamaşır yıkayan; çamaşırcı. || câ-
reket eden cisim için) ses çıkararak. [DS] me-şüyân, {OsT} Çamaşırcılar.
camcı, [cam-cı] is. 1. Cam üreten ve satan. 2. Cam camedan, [Far. câme-dân o b (ca;meda;n) {OsT}
dan yapılmış eşya üreten veya satan kimse. 3. Pen is. 1. Elbise dolabı. 2. Yolculuk sırasında çamaşır
cere camı takan kimse. 4. argo. Pencerelerden ev ve elbise koymaya yarar sandık; valiz.
leri gözetleyen kimse; röntgenci, fi1 camcı arşını,
camedar, [Far. câme-dâr jb ^1=-] (ca;meda;r) {OsT}
Camcıların kullandığı 64.8 cm. boyundaki eski bir
is. 1. Elbiseyi koruyan kimse. 2. Vestiyer. 3. Sa
ölçii birimi.\\ camcı elması, Ucunda bulunan kiiçiik
bir elmas parçası ile cam kesmeğe yarayan alet. || rayda hükümdarın elbiselerini ve fermanlarını ko
camcı gömleği, Camcıların iş sırasında giydikleri rumakla görevli kimse.
tek kollu bez gömlek.\\ camcı macunu, Pencere cameduz, [Far. câme-düz «U-] (ca;medu;z) {OsTj
camlarının boşluklarını doldurmakta kullanılan is. Elbise biçen ve diken kimse; terzi.
reçineli bir tür macun; sakız mastikası.\\ camcılar
camegâh, [Far. câme-gâh S <u>U-] (ca.megâ.h) {OsT}
ocağı, tar. im paratorluk döneminde sarayın ve sa
rayla ilgili yapıların camlarım hazırlamak ve tak is. Hamamlarda soyunma yeri; sandık odası; ves
makla görevli, bostancı ocağının bir kolu olan sı tiyer.
n ıf camegi, [Far. câme-gî .uU-] (ca;megi:) {OsT} is.
camcılık, -ğı [cam-cı-lık] is. 1. Cam ve cam eşya 1. Hizmetçilere verilen elbise parası ve ücret. 2.
üretme işi, bilgisi ve tekniği. 2. Cam satma, cam Hizmetçi. 3. Elbiselik kumaş. 4. Tüfek fitili.
takmak eylemi. 3. Cam ve cam eşya sanayii. 4. ar
camehab, [Far. câme-hâb “-“M (ca;meha;b)
go. Pencerelerden ev içlerini gözetleme işi; rönt
gencilik. {OsT} is. Yatak.
eşyası; giyecek; giysi; elbise. 2. Devlet büyük {OsT} is. Çamaşır konulan yer; yüklük.
lerinin giydiği yenleri bol ev elbisesi. S câme- camekân, [Far. câme-kân jlS' « l> ] (camekâ.n) {OsTj
âlûd, {OsT} Kirli elbise.| câme-dan, {OsT} 1. El is. 1. Camlarla çevrili bölme. 2. Dükkânlarda satı
bise dolabı; çamaşır dolabı. 2. Yolculuk sırasında lacak malların veya birer örneğinin sergilendiği
çamaşır taşımakta kullanılan çanta veya sandık.\\ bölüm; vitrin; sergen. 3. Cam bölme. 4. K ütüp
câme-dâr, {OsT} 1. Elbise koruyucu. 2. Vestiyer.\\ hanelerde kitapların ve müzelerde tarihî eşyaların
câme-derîde, {OsT} Elbisesi yırtık.|| câme-düz, sergilendiği dolap. 5. Hamamlarda elbise çıkarılan,
{OsT} Elbise biçen ve diken kimse; terzi. || câme- soyunup giyinmeye yarar bölmelerden her biri. 6.
gâh, {OsT} I. Hamamlarda soyunm a odası. 2. San Bahçelerde fideleri soğuktan korum ak için yapıl
dık odası. 3. Vestiyer.|| câme-gî, {OsT} I. H izm etçi mış üstü cam, zemini toprak fidelik; ser. 7. argo.
lere verilen elbise parası. 2. Hizmetkâr. 3. Tiifek Gözlük.
fitili. 4. Elbiselikkumaş.\\ câme-hâb, {OsT} 1. Uyku
camekânlı, [camekân-lı] (camekâ;nlı) sf. 1. Came-
giysisi. 2. Yatak; şilte.\\ câme-hâne, {OsT} Çamaşır
kânı olan. 2. argo. Gözlüklü.
konulan yükliik.\\ câme-i âhiret, {OsT} A hret elbi
sesi; kefen.\\ came-i fenâ, Fanilik elbisesi; kefen.|| camekiye, [Far. cânıekiye a ^ U -] (ca;mekiye) {OsTj
câme-i gflk, {OsT} Yosun.\\ câme-i hâb, {OsT} Ge is. 1. V akıf gelirlerinden görevlilere verilen ücret.
celikli câme-i hassa, {OsT} İm paratorluk dönemin 2. V akıf zahirelerini toplamakla görevli kimselere
de sultanlar tarafından verilen elbiselik kumaş. || verilen elbise veya elbise parası olarak verilen bah-
câme-i hayât, {OsT} H ayat elbisesi; ömür.\\ câme-i şiş.
hurşid, {OsT} Dünyayı giineş ışınlarından koruyan cameşuy, [Far. câme (giyecek) + -şüy (yıkayan) uU-
sis, bulut, ağaç dalları, yaprakları vb. şeyler.\\
câme-i îdî, {OsT} 1. Kırmızı elbise; bayramlık elbi {OsT} is. Çamaşır yıkayıcı; çamaşırcı.
se. 2. Bahar çiçekleri. \\ câme-i ihrâm, {OsT} Hacı camgul, -lü [Far. câmğül (ca;mğu;l) {OsT} is.
ların giydiği dikişsiz elbise; ihram.\\ câme-i kat
Külhanbeyi.
ran, {OsT} Muharrem ayının sonuncu günü Ehl-i
b eyt’in giydiği siyah elbise. || câme-i matem, {OsT} camgöbeği, [cam+göbe(k)-i] is. 1. Yeşil ile mavi
Yas giysisi.\\ câme-i müyî, {OsT} 1. Kıllı elbise. 2. arası renk. 2. sf. Bu renkte olan.
CAM
camgöz, [cam+göz] is. 1. zool. Kıyılara yakın böl camid, [Ar. cümud (donma) > camid / camide »jloU-
gelerde yaşayan, 25 kadar yavru doğuran, açık ye
/juoU-] (ca:mid) {OsT} sf. 1. Donmuş. 2. Hareketsiz;
şil ile sarı arası parlak gözlü bir tür köpek balığı,
(Galeiııs canis). 2. {ağızj Üzüm teveklerinin kökle cansız. 3. dbl. Arap dilbilgisinde çekimi ve türevi
rini mahveden bir kurt. [DS] 3. {ağızj Papaz. [DS] olm ayan isim veya fiil, fi1 câmidü’l-ayn, {OsTj
camgur, [eT. cağ-mur] /ağız} is. Şalgam. [DS] Katı yürekli; insafsız.|| câmidü’l-kef, {OsT} Cimri;
tamahkâr]] câmidü’l-mâl, {OsT} Taşınmaz mal.
camgüzeli, [cam+giizel-i] is. bot. Daha çok evlerin
güneş alan pencere kenarlarında yetiştirilen k ım ız ı camih, [Ar. câmih ^»W-] (ca.mih, h kalın söylenir)
çiçekli bir tür kına çiçeği; (İmpatiens sultani). {OsT} sf. (Hayvan için) başı sert; yönetilmez,
camhane, [Far. câm+hâne -üU- j>U-] (ca:mha:ne) cami’ıyet, [Ar. câm i'iyyet (ca;miıyet) {OsT}
jOsTj is. Cam üretilen yer; cam fabrikası, is. 1. Toplayıcılık. 2. Evrensellik,
camış, [Ar. câmüs > camış] (ağız) is. -*• camız. [DS] camkesen, [cam+kes-en] is. Bir ucuna küçük bir el
camışlanmak, [Ar. sâmuş => çamış-la-n-mak mas parçası takılarak cam kesmekte kullanılan alet;
camcı elması,
{eATj dönşl. f [-ur] -* çamışlanmak.
camkıran, [cam+kır-an] is. Kaza sırasmda bir araç
aırnışlık, [Ar. sâmuş => çamış-lık {eATj tan çıkabilm ek amacıyla camını içten kırmaya ya
dönşl. f. [-ur] -*■ çamışlık. rayan çekiç biçiminde küçük alet,
cam ız, [Ar. câmüs > camız / camış / kömüş] {OsT} is. camlama, [cam-la-ma] is. B ir şeye cam takma, üze
Ç ift toynaklılar takımının boynuzlugiller fam il rine cam geçirme işi.
yasından, iri ve güçlü bir iskelet yapışma sahip, camlamak, [cam-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
kalın derili, seyrek kıllı, su içinde ve bataklıklarda Cam geçirmek. 2. Cam takmak,
yatmayı seven sütü için ve yük taşım a hayvanı ola camlanma, [cam-la-n-ma] is. 1. Cam sahibi olmak
rak beslenen memeli bir sığır türü; manda; su sığırı, eylemi. 2. Üzerine cam geçirilme, cam takılmak
(Bubalus bubalis). eylemi.
cami1, -i’i, [Ar. cem ' (toplanma) > cam i' £»W-] (ca;- camlanmak, [cam-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Cam
mi) {OsT} sf. 1. Toplayan, derleyen; bir araya geti geçirilmek. 2. Cam takılmak. 3. dönş. fi Cam sahibi
olmak; cam edinmek,
ren. 2. İçine alan; içinde bulunduran; kapsayan;
içeren. B câmi-i Kur’an, {OsTj K u r'a n 'ı derleyen camlaşma, [cam-la-ş-ma] is. Cam gibi sert, kırılgan
toplayan; Hz. Osman (ra).j| câmiü’l-fünün, {OsTj veya şeffaf duruma gelme işi.
Bütün bilimleri kapsayan. || câmiü’l-hayır, {OsTj camlaşmak, [cam-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] Cama ben
Bütün iyilikleri, hayırları kendisinde toplayan]] zer özellikler kazanmak,
câmiü’l-hurüf, {OsTj Kitap yazarı.|| câmiü’l- camlaştırma, [cam-la-ş-tır-ma] is. 1. Cam durumuna
kelîııı, {OsT} K ısa fa ka t anlam bakımından özlii getirme işi. 2. Cam gibi şeffaf bir madde ile bir yeri
söz. || câmiü’l-kemâlât., {OsTj Bütün olgun nitelik veya döşemeyi kaplamak eylemi,
leri kendisinde toplayan]] câmiü’l-mehâsin, {OsT} camlaştırmak, [cam-la-ş-tır-mak] gçl. fi [-ır] 1.
Bütün iyi nitelikleri kendisinde toplayan]\ câmiü’l- Eriterek cam gibi sert, kırılgan veya şeffaf hâle ge
ulüın, {OsT} Bütün ilimlerden anlayan. tirmek. 2. Üzerine şeffaf bir madde kaplayarak par
latmak.
cami2, -i, -si [Ar. cem ' (toplanma) > câm i'
camlatma, [cam-la-t-ma] is. Cam taktırmak eylemi,
(ca:mi) {OsTj is. M üslümanların topluca namaz
camlatmak, [cam-la-t-mak] gçl. fi [-ır] Cam tak
kılmak için toplandıkları yer. fi1 câmi’-i kebîr,
tırmak; cam ile kaplatmak,
{OsT} Büyük cam i.|| cami musikisi, Türk dinî musi
kisinin bir dalı olarak camilerde okunan ezan, sa
camlı, [cam-lı] sf. 1. Camı olan. 2. Cam takılmış o-
lan. 3. Cam ile kaplanm ış bulunan. B camlı ışık,
lat, Cuma salatı, bayram salatı, kurban bayramı
{ağız} Lamba. [DS]|| camlı köşk, tar. Saray ve bah
salalı, cenaze salatı, salat-ı iimmiye, tekbir, mahfil
çelerinde, soğuktan korunmak amacıyla camla ör
sürmesi, teşbih, miraciye, temcit, tehlil, münacat
tülmüş oda veya bölme. || camlı taş, {ağız} Mermer.
gibi formlardan meydana gelmiş musiki eserleri]]
[DS]
câmi-i şerîf, 'OsT; M übarek cami]] Cami yıkılmış
camlık, -ğı [cam-lık] is. 1. Camlı çerçevelerle bö
amma mihrap yerinde, (Kadın için) yaşlandığı
lünmüş oda veya bölme. 2. Çiçek ve fıdeleri soğuk
hâlde güzelliğinden bir şey kaybetmemiş.
ve rüzgârdan korum ak için yapılmış küçük limon
cami’a, [Ar. cem ' (toplanma) > câm i'a (ca.mi- luk; camekân; sera.,
a) {OsT} is. 1. Topluluk, zümre. 2. Ortak eğilimleri camsı, [cam-sı] sf. Cam gibi saydam, sert ve kırılgan.
nedeniyle bir araya gelerek birlik oluşturan insan S’ camsı cisim, fizy. Göz küresini dolduran y u
topluluğu. S câmi’a Suresi, {OsT} Şuara suresi. murta akı kıvamındaki saydam madde.]] camsı do
f f« H W fia e ü .7 4 9 CAN
ku, min. Camsı dokulardan oluşan ve bazı pü skü koymak.\\ cana susamak, Öldürecek kadar kız-
rük kay açlar da görülen doku katmanı. || camsı mak.\\ can aşı, {ağızj Ölünün ardından verilen ha
madde, min. B ir magma kütlesinin hava veya su ile y ır yemeği. [DS]|| cana tak demek, Dayanma sını
teması sonucu aniden soğuması ile meydana gelen rına varmak; son dereceye ulaşmak.]] cana tak et
kristalleşmemiş m ineral madde. mek, Dayanılmaz dereceye ulaşmak.\\ can atmak,
camus, [Ar. câmüs {OsTj is. Ç ift toynaklılar I. Herhangi bir şeyi şiddetle arzu etmek. 2. Telaşla
bir yere sığmmak.\\ cân-âver, {OsTj -*■ canavar.||
takımının boynuzlugiller familyasından, iri ve güç
cana yakın, Sevimli, şirin; sempatik.\\ cana yakın
lü bir iskelet yapısına sahip, kalın derili, seyrek
lık, Sevimli, şirin olma durumu; sempatiklik,|| can
kıllı, su içinde ve bataklıklarda yatmayı seven sütü
ayaklı, {ağız} Aceleci. [DS]| cana Yasin okumak,
için ve yük taşım a hayvanı olarak beslenen memeli
1. D urumunu kötüleştirmek. 2. Berbat etmek.\\ cana
bir sığır türü; manda; su sığırı, (Bubalus bııbalis)
yetmek, Dayanılmaz durum almak.|| cana yuva
câmüs-ı cesîm, /OsTj Büyük manda. || câmüs ökü yapmak, Alışkanlık edinmek; huy edinmek.\\ can
zü, {eATj Erkek manda. az, {ağız} Sinirli. [DS]|| cân-âzâr, {OsT} Can yakan;
-can, [-a-can / -e-cen / -can] yap. e. -*■ -acan. eziyet eden. || can bağışlamak, 1 . Öldürmemek. 2 .
can1, [Far. can 0U-] (ca:n) {OsT} is. 1. İnsan ve hay Suçluyu affetmek.\\ can-bahâ, {OsTj Kurtuluş p a ra
vanların yaşamalarını sağlayan, ölümle birlikte be sı; kurtulmalık.\\ can-bahş, {OsT} -*■ canbahş.|| can
denden ayrılan madde dışı varlık. 2. Yaşama; ha başa çıkmak, 1. Çok telaşlanmak. 2. Aşırı tedir
yat. 3. Güç, kuvvet; dirilik, canlılık. 4. İnsanın ginlik duymak.\\ can başa düşmek, I. Hayatı tehli
kendi varlığı, özü. 5. Kişi; şahıs; insan; kimse. 6. keye girmek. 2. Sıkıntıdan kurtulmak için aşırı çaba
Bir şey yapma isteği; arzu; gönül. 7. {eATj {OsT} göstermek.\\ can başa gelmek, Kendini toparla
tasvf. Tarikat kardeşi; tarikata kabul edilmek üzere mak; kendine gelmek. || can başa sıçramak, Çok
gelen yeni derviş. 8. {OsT} Silah. 9. Çok içli dışlı ve korkup telaşa kapılmak.\\ can başa üşmek, 1. Çok
birbirine çok uygun kişiler. 10. sf. Çok sevilen. 11. korkmak. 2. Çok heyecanlanmak.\\ can baş oyna
{eATj Sevimli; cana yakın; şirin. 12. {eATj Sevgi ve mak, {eATj Canım fe d a etmeğe hazır olmak. || Can
yakınlık duygusu ile kendisine bağlanılan; aziz. 13. baş üstüne! Herhangi bir şeyi seve seve yapacağı
is. Sevgi ve yakınlık belirten bir seslenme sözü. £? na dair verilen söz. || cân-bâz, {OsT} - * canbaz.||
cana ateş bırakmak, {OsT} Ateş yakm ak; ateş cân-bâzân, {OsT} -*• canbazan.|| cân-bâzâne, {OsTj
koymak.\\ cana başa kalmamak, {eATj Canım, ba -*■ canbazane.|| can bazan, {eAT} Öliim kalımyeri.\\
şını esirgememek.\\ cana can katmak, 1. Dinçlik cân-bâz-hâne, {OsT} -*• canbazhane.|| cân-be-leb,
vermek; kuvvetlendirmek. 2. Ferahlamak. 3. Ya {OsT} Canı dudağında; ölmek üzere.\\ cân-be-leb
şama gücünü artırmak.\\ cana can istemek, Öldü olmak, {OsT} Ölmek üzere olmak.\\ can beraber,
rülen birisi için karşı taraftan da birisinin öldü Çok sevilen, aziz. || can-ber-leb, {OsT} Canı duda
rülmesini istemek. || can acısı, Bedenin herhangi bir ğında; ölmek üzere.|| can beslemek, 1. Hamile ol
yerinde duyulan şiddetli ağrı veya acı hissi.|| cana mak. 2 . iyi şeyler yiyip içerek kendini beslemek;
değmek, 1. Etkili bir şekilde hissetmek. 2. Ulaş- rahatına bakmak.\\ can bezi, {ağız} anat. Omurilik
mak.|| cana eser etmek, Çok etkilemek.\\ cana ezan soğanı. [DS]|| (kimsede) can bırakmamak, Çok
okumak, Ölüm halinde iken cezalandırmak,|| cân- güldürmek; güldürerek kırıp geçirmek. || can birli
âferîn, {OsT} -*■ canaferin.|| cana geçmek, l. Çok ği, Sıkı ve sam im i bir ortamda yürütülen çalışma
etkilemek; dokunmak. 2. {eAT} Yürekten kabul et- birliği.|| can boğaza gelmek, I. Çok eziyet ve zah
mek. || can ağza gelmek, 1. Çok korkmak; ürkmek. m et çekmek. 2 . Ölecekmiş gibi olmak.\\ can boğaz
2. Dayanamamak.\\ cana işlemek, Güçlü bir şekil dan gelmek, Sağlığına, yiyeceklerine dikkat ederek
de hissettirmek.|| cana kalmamak, {OsT} Canını yiyip giiçlenmek.\\ can borcu, Ölüm.|| can borcunu
esirgememek.|| cana kâr etmek, 1. Çok etkilemek. ödemek, Ölmek.|| can bulmak, Herhangi bir has
2. Dayanma gücü bitmek.\\ cana karin olmak, talıktan veya kazadan kurtularak iyileşmek; tekrar
(Beddua sözii) hayrım görmemek.\\ cana kastet hayata dönmüş gibi olmak.\\ can burna gelmek,
mek, Öldürmek amacını gütmek. || cana kıymak, 1. Çok sıkılmak; çok eziyet çekmek.|| can cana, B irlik
Acıma duymadan öldürmek. 2. Zalimlik etm ek.|| te, beraberce; yakın; yan yana. || can cana, baş ba
can (alacak) alıcı, 1. En önem li ve ilgi çekici; en şa, 1. Herhangi bir tehlikeli durumda herkesin
esaslı, en temel. 2. {eATj {OsTj Azrail.\\ can alacak kendini düşünmesi durumu. 2. Birbirini seven iki
(alıcı) yer (nokta), Bir şeyin en önemli ve en hassas kişinin yalnız bir arada kalmaları.\\ can can ol
yeri. || can alıp can vermek, 1 . Ölüm halinde bu mak, {ağız} Ortak olmak. [DS]|| can ciğer, Çok y a
lunmak. 2. Büyük bir sıkıntı içinde olmak. 3. Çok kın oluş; samimilik; sıkı fık ı.|| can ciğer arkadaş
korkmak.\\ can almak, A dam öldürmek.|| cana (dost), Çok sam im i ve dost; içli dışlı; sıkı fık ı; bir
minnet bilmek, Aşırı bir istekle kabul etmek. || can birinden hiç ayrılmayan.\\ can ciğer kuzu dolması,
arıtmak, {eAT} K endim yorm ak; canını sıkıntıya Çok samimi ve dost; içli dışlı; sıkı fıkı. || can ciğer
CAN IMIİlCfSÖM.
olm ak, Çok yakın ve sam im i arkadaş olmak; içli cân-figen, {OsT} Can düşüren; öldüren.]] can fili
dışlı olm ak.|| Can cümleden aziz, “İnsanın kendisi kası, dnz. Gemilerin batma tehlikesi anında yolcu
ve kendi hayatı başkalarından önce g e lir " anla ların ve mürettebatın hayatını kurtarm ak için do
m ında kullanılır.\\ can çekilmek, Baygın ve bitkin natılmış filik a .|| cân-gâh, {OsTj Can evi; kalp; y ü
hâle gelmek; kımıldayamaz olmak.\\ can çekişmek, rek.]] can gelmek, Güç kazanmak; kendine gelmek;
1 . Ölmek üzere olmak. 2 . Ölüm halinde olmak.\\ canlanmak]] cân-gezâ, {OsT} 1. Can ısırıcı; tehli
can çekmek, (B'ır şeyi) çok istemek; imrenmek.\\ keli ve öldürücü. 2. Acı veren. || cân-gîr, {OsTj I.
can çıkmak, 1. Ölmek. 2. Çok çalışarak yorııl- Can alan. 2. Can sıkan. 3. Acı veren.]] can görme,
mak.\\ cân-dâde, {OsT} İçtenlikle bağlanmış; can- {ağızj folk. Düğün günü seçkin kişilere verilen y e
dan.\\ can damarı, (Bir şeyin) en önemli ve hayatî mek. [DSJİI can gözü, 1. Çok dikkat ve ince düşü
kısmı; en duyarlı nokta.|| can damarına basmak, nüş. 2. {OsTj Kalp gözü. || can gözün uyarmak,
B ir şeyin en önemli yönü üzerinde durmak; en has {OsT} Gözünü dört açmak; uyanık davranmak]]
sas ve tem el noktasını belirlemek,|| candan, Sam i can gözüyle bakmak, Çok dikkatli bir şekilde in
m i. || candan bezmek, 1. Büyük sıkıntıya uğramak. celemek, bakmak]] cân-güdâz, {OsTj Can eriten;
2. H er şeyden vazgeçmek.\\ candan bizar olmak, kahredici]] cân-güsîl, {OsTj Can sıkan]] cân-
içine diiştüğii sıkıntılı durumdan dolayı yaşam is güzâr, {OsTj Cana dokunan; yüreğe işleyen.|| can
teğini yitirm ek.|| candan etmek, Ölümüne sebep havli ile, (Yapılan hareket için) ölüm korkusu ile.]]
olm ak.|| candan geçmek, Ölümii göze almak.\\ cân-hırâş, {OsTj Tüyler ürpertici; yürek paralayı-
candan olmak, Ölmek.|| candan usanm ak, Uğra cı.|| can hırsuzu, {eATj Can düşmanı]] can
dığı sıkıntılar yüzünden yaşam a isteğini yitirmek; hulkuma gelm ek, Can boğaza gelmek. || canı
ölümü dileyecek kadar bıkmak.]] candan yürekten, acımak, Merhamet etmek; acıma hissi duymak.]]
İçten gelerek, sam im i olarak.\\ cân-dâr, {OsT} - canı ağzına gelmek, Büyük bir tehlike anında öle-
candar.|| can darlığı kar, {ağızj Lapa lapa yağan cekmiş gibi büyük bir korkuya kapılmak.]] canı A l
kar. [DS]|| can dartmak, {eATj Can çekişmek.|| lah’a ısmarlamak, Tehlikeli bir durumda Allah 'a
cân-dârü, {OsTj -*■ candaru.|| can dayanmamak, sığınm ak.|| canı azacuk, {eATj Sabırsız]] canı
I. B ir durum karşısında dayanma gücünü yitirmek; azalmak, {ağızj Sıkıntı basmak. [DS]|| cân-ı azîz,
tahammül edememek. 2. Çok iizülmek.\\ can derdi {OsT} En sevgili can; insanın kendi hayatı]] canı
ne düşmek, 1. Ölüm karşısında direnmek. 2. Tehli boğazına gelmek, 1. Ölüm anında olmak. 2. Çok
keli bir durumda kendini kurtarma çarelerini ara- korkmak,]] canı burnuna gelmek, Bir iş yaparken
m ak.|| can deri, {eATj Ölüm teri; ecel teri.|| can çok sıkılmak; bunalmak.]] canı burnunda olmak,
dili, {ağızj Göğüs. [DS]|| can direği, Kemanın için Çok yorgun ve bezgin olmak.]] canı burnundan
de alt ve üst kapakları arasında dikili duran çu gelmek, Çok zahm et çekmek.|| cân-ı cân, {OsT}
buk]] can dostu, Pek sevgili ve içten dost.|| can tasvf. Canın canı; Allah.]] canı cana ölçmek, Baş
dudağa gelmek, I. Çok korkmak. 2. Dayanma gü ka birinin yaşayışını kendi hayatı imiş gibi değer
cünün sonuna gelm ek.|| can düşmanı, 1. En önemli lendirmek; ona da aynı yaşam a hakkını layık gör
düşman. 2 . Ölümü istenecek kadar ileri düşman.\\ mek.]] canı cebinde, Çok z a y ıf ve güçsüz (insan);
can düşmanı olm ak, Birini öldürecek kadar kin eneze.|| Canı cehenneme! Nefret ifadesi olarak
güderek düşm anlık beslemek]] cân-efgâr, {OsTj kullanılır]] canı çekilmek, I. Ölmek. 2. Canlılığını
Can yarası; ıstırap.|| cân-efgen, {OsTj Can düşü kaybeder gibi olmak. 3. Bayılmak, halsizleşmek. 4.
ren; öldüren]] cân-efşân, {OsTj Can saçan; bir kişi içi sıkılmak]] canı çekmek, I. B ir şeyi çok istemek,
veya dava uğruna kendi canını harcayan. || cân- arzu etmek. 2. iştahı artmak]] Canı çıkasıca! N ef
efşânî, {OsT} Bir konuda canını fe d a etme.]] cân- ret edilen biri için beddua sözii]] canı çıkık, {ağızj
efzâ, {OsT} Can artıran; iç açan; gönül fe m h la - bot. B ir tür beyaz çiğdem. [DS]|| canı çıkmak, 1.
tan.|| can ekşitmek, / OsTj Can sıkmak; sıkıntı ver Ölmek. 2. Çok yorulmak. 3. Yıpranmak, eskimek]]
mek.]] can eriği, -*• caneriği.|| can evi, 1 . İnsanda Canı çıksın! Nefret edilen biri için beddua sözü.]]
hayatiyetin merkezi sayılan yürek ve çevresini içine canı ...den yanmak, O şey yüzünden çok sıkıntı
alan ve m ide bölgesinin üst kısmı. 2. {OsTj Kalp; veya acı çekmiş olmak]] can-ı dilden, Büyiik bir
yürek. 3. En hassas nokta]] can evinden vurmak, istekle. || canı dişe almak, Bütün gücü ile çabala
Birini en hassas noktasından yakalamak, çaresiz mak.]] canı dişe takm ak, Bütiin gücü ile mücadele
bırakmak]] cân-fedâ, 1. En büyük fedakârlık ifade etmek]] canı evek, {ağızj Aceleci; sabırsız; tez can
si. 2. {OsT} Canını feda eden.]] Can feda! İyi ve lı. [DS]|| canı geçm ek, Uyuklamak; uykuya başla
güzel şeyler için çok beğenildiğini ifade etmek için mak.]] canı gelip gitmek, 1. Bayılıp ayılmak. 2.
söylenir.|) cân-fersâ, {OsT} Dayanma sınırlarını Ümit ve karamsarlık arasında bocalamak. 3. Sinir
aşan.]] cân-feşân, B ir dava uğruna canını veren.]] krizleri geçirmek. || canı gelm ek, 1. Sağlığına ka
cân-fezâ, {OsTj -*■ canfeza.|| cân-fidâ, {OsTj Canını vuşmak. 2. Yorgunluğu geçmek; dinlenmek.]] canı
fe d a eden]] cân-figâr, {OsTj Can yarası; ıstırap.|| gibi sevmek, /. Çok sevmek. 2. Üzerine titremek,
CAN
korumak.\\ canı gitmek, 1. Çok sevdiği birine veya canına tak demek, D ayanılmaz bir durum almak.\\
bir şeye zarar gelmesinden çekinmek; üzerine tit canına tak etmek, Dayanılm az bir durum almak}]
remek. 2. Çok arzulamak.\\ canı ile oynamak, Teh Canına tükürdüğümün ... ! Kızgınlık ve öfke ifa
likeli işler yapm ak.|| canı iliği gurulm ak, {ağızj desi belirten söz.|| Canına üfttrdüğttmün ... ! K ız
Sabır ve tahammül derecesinin üstünde sıkıntı gınlık ve öfke ifadesi belirten söz.|| Canına yandı
vermek; canından bezdirmek. [DS]|| canı istemek, ğımın ...! Duruma göre sevgi, şaşma, hayranlık ve
Arzulamak; heves duym ak.|| Canı isterse! Kabıtl öfke ifade eden bir söz.|| Canına yatsın! {ağızj
etmese bile önemsenmediğini anlatmak için kulla H aksız bir şey elde eden için söylenilen ilenme sö
nılan dayatma sözü. || canı kılca kalmak, {eATj zii. [DS]|| canına yetmek, Dayanılm az bir durum
D ayanma giicii kalmamak; sabredememek.\\ Ca almak; katlanılamayacak duruma gelmek; bezmek,
nım! 1. Sevgi ifade eden söz. 2. (Sert bir tonda söy bıkmak}] canından bıkmak, İçinde bulunduğu bü
lendiğinde) hoşnutsuzluk bildirir. 3. (ilk hece uzun yü k sıkıntı yüzünden bezginlik ve karamsarlık taşı
okunduğunda) çok değerli ve güzel.|| Canıma değ mak}] canından bezmek, İçinde bulunduğu büyük
sin! Sevilmeyen birinin başına gelen kötü bir hal sıkıntı yüzünden bezginlik ve karam sarlık taşımak.||
den dolayı sevinme ifade eden söz. || Canıma min canından usanmak, Bezginlik getirm ek.|| C anın
net, Beklenm edik iyi bir durum karşısında sevinç dan yanasıca!, {ağızj İlenme sözü. [DS]|| canını
ifade eden söz. || canıma sava, {ağızj "Canıma acıtmak, Birinin bedenine acı vermek}] canını ağ
minnet. ” anlamında kullanılır. [DS]|| Canım, ciğe zına almak, {eATj 1. Hayatını tehlikeye sokarak
rim! İçten duyulan sevgiyi ifade eden ,yöz.|| canım bir işe girişmek. 2 . canını dişine alm ak.|| canını
hakkı için, Karşısındaki kişiyi inandırmak için almak, 1. (Allah) öldürmek. 2. Canını fe d a edecek
söylenen yem in sözü.|| canımın içi, 1. Sevgi, şefkat kadar memnun etmek}\ canını bağışlamak, Öl
ve içtenlik anlatan söz. 2. K üçük görme, beğenme dürmeye giicii yeterken veya hakkı varken hayatını
me anlatır}] canı mırk mırk etmek, {ağızj H ırs ve bağışlamak}] canını cebine koymak, {ağızj Ölü
korku ile karışık heyecan duymak. [DS]|| canına müne uğraşmak; canını dişine takmak. [DS]|| canı
acımamak, Sağlığını hiç düşünmeden kendini y ıp nı cehenneme göndermek, argo. Öldürmek}] ca
ratacak şekilde çalışmak.|| canına basmak, 1 . iyice nını çıkarmak, 1. Birini çok çalıştırarak oldukça
kabullenmek. 2. Kendine ait saym ak.|| canına bo fa zla yorm ak; bezdirmek. 2. B ir şeyi aşırı ve hor
yanmak, {eATj İçine işlemek; çok etkilenmek.\\ ca kullanmak suretiyle aşırı eskitmek; yıpratm ak; işe
nına değmek, 1. Çok hoşlanmak. 2. Ölen birisini yaram az kullanılmaz duruma getirmek}] canını (bir
hayırla anarak ruhunu şa d etmek. || canına düş yere) dar atmak, Tehlikeden güçlükle kurtularak
kün, Kendine iyi bakıp sağlığını koruyan. || canına bir yere sığınmak}] canını dişine almak, Biitiin
ezan okumak, argo. Cezalandırmak,|| canına gücüyle çalışmak; çok gayret s a r f etmek.]] canını
geçmek, {eATj {OsTj 1. D ayanılm az ve katlanılmaz dişine takmak, Olanca gücünii s a r f etmek; çok
olmak. 2. M addî ve m anevî olarak çok derin etki çalışmak.|| canını kurtarmak, Kendi gayreti ile
bırakmak.\\ canına işlem ek, 1. Çok hoşlanmak. 2. hayatını tehlikeden kurtarmak}] canını ortaya
Ölen birisini hayırla anarak ruhunu şa d etmek. || koymak, B ir iş için hayatını tehlikeye atacak fe
canına kâr etmek, 1. Çok hoşlanmak. 2. Ölen biri dakârlığı gösterebilmek; başını ortaya koymak.]]
sini hayırla anarak ruhunu şad etmek. || Canına canının derdine düşmek, Canından başka bir şey
karîm olsun! "Yaptıklarından dolayı acı çeksin!" düşünem eyecek kadar büyük bir sıkıntı içinde bu
anlamında beddua sözü.\\ (birinin) canına kastet lunmak}] canınıng gayısına yan, /ağızj İlenme sö
mek, Birini öldürmeye niyetlenm ek veya kalkış zii. [DS]|| canının içine sokacağı gelmek, Çok
mak.|| (birinin) canına kıymak, O kişiyi öldür sevm ek.|| canının kadrini bilmek, Kendini düşün
mek.,|| (kendi) canına kıymak, 1 . İntihara kalkış mek; bencillik etmek}] canını sıkmak, /. Birini
mak. 2. İntihar etmek.\\ canına koymak, {ağızj Bir usandırmak. 2. Birinin neşesini kaçırmak; üzül
şeyi haksızlıkla elde etmek. [DS]|| Canına minnet! mesine sebep olmak}] canını sokakta bulmamak,
Beklenmeyen ve iyi bir durum için sevinme ifade 1. Tehlikeye atılmaya, güçlüğe katlanmaya niyetli
eden ,söz.|| canına ne sığarsa, {OsTj Vicdanı neyi olmamak. 2. Uğrunda fedakârlık gerektirmeyecek
kabul ederse.|| canına od düşm ek, {eATj İçi ya n bir iş için tehlikeye atılmaya gerek bulmamak}]
mak}] canına okumak, argo. 1. B ir kimseyi p eri canını vermek, I. Kendini fe d a etmek. 2. Hiçbir
şan etmek, zor durum da bırakmak. 2. Bir şeyin şeyi esirgememek. 3. Aşırı düşkün olmak; çok sev
hakkından gelmek; becermek, yapabilmek. 3. iyi ve mek.]] canını yakmak, I. Birine acı vermek. 2.
güzel bir şeye zarar vermek, kullanılmaz hâle g e Zulmetmek. 3. Üzüntü vermek. 4. Birine acı verecek
tirmek}] Canına rahmet! “İyi söyledin, çok ya şa bir şekilde cezalandırmak.]] Canın isterse! Kabul
yasın!" anlamında beğenme sözü.|| canına soka etmese bile önemsenmediğini anlatmak için kulla
cağı gelmek, Çok hoşlanmak.\\ canına susamak, nılan dayatma sözii}] Canın sağ olsun! M al ve
Kendisi için kötülük aranmak; belasını aram ak.|| mülke gelen zararların can sağlığı kadar önemli
CAN Û IÜ M IİİM fM . a
olmadığı şeklinde söylenen teselli sözii. |j canı pa nını vererek. 2. Canını tehlikeye atarak. | can pa
hasına, B ir işi bütiin tehlikeleri göze alarak yap- zarı, /. H erkesin kendi hayatını kurtarma çabasına
mak.\\ canı pek, A cıya ve sıkıntıya karşı dayanıklı düştüğü tehlikeli durıım. 2. Tehlikeli yer veya du
(kimse). \\ Canı sağ olsun! M addî kayıplar için söy rum}] cân-perver, {OsTj Can besleyen; ruha fe ra h
lenen teselli sözü.\\ canı sevmek, Birine yakınlık lık veren.|| can rahat olmak, Tehlikeden kurtul
duyarak içi ısmıvermek.\\ canı sıkılmak, 1. Hu mak}} cân-rübâ, {OsT} -*■ canrüba.|| cân-rübâyî,
zursuz olmak. 2. Neşesi kaçmak; yarı öfke, yarı {OsTj -*■ canrübayi.|| can sağlığı, 1. İnsanın sağlık
iiziintü içinde olmak. 3. Yapacak iş bulamamaktan ve esenlik içinde olması. 2. M addî zararların insan
dolayı sıkılmak.\\ can ısmarlamak, {eATj Ruhunu sağlığı kadar önem taşımadığını ifade için kullanı
teslim etmek; can vermek; ölmek.\\ cân-ı şîrin, lan teselli sözü. || can sem esi, {ağız} Can acısının
{OsTj Tatlı can. || canı tatlı, Sıkıntıya gelemeyen; verdiği sersemlikle yapılan bilinçsiz hareket. [DS]||
zorluklara göğiis geremeyen.\\ canı tez, 1. Bir iş can sevecek bir şey, İnsanın hoşuna gidecek bir
için çok acele eden; aceleci. 2. Beklemeye taham durum veya nesne}] can sıkıcı, İnsana sıkıntı ve
m ül edemeyen.|| canı yanmak, 1. Çok acı çekmek. ren; üzücü; sıkıntılı. [| can sıkdmak, R ahatsız ol
2. B ir işten zarar görmek. 3. Sonucu zarar getiren mak; hafifçe kızmak}] can sıkıntısı, H erhangi bir
bir deneme geçirmek. | canı yerine gelmek, 1 . durumdan veya yapacak bir iş bulamamaktan do
Yorgunluğu geçmek. 2. Sağlığına kavuşmak. || canı layı duyulan huzursuzluk.|| can sıkmak, 1. Bıkkın
yerine oturmak, {OsTj İçi rahat etmek.\\ canıyla lık vermek, usandırmak. 2. K ızdırm ak 3. Rahatsız
uğraşmak, Hayatından başka bir şeyi düşünemez lık vermek}] can sıktı, {ağız} Kadınların içlerine
durum a gelm ek.|| canı yoka komak, {eATj H aya giydikleri dar yelek. [DS]|| can simidi, dnz. Denize
tını fed a etmeye hazır olmak.\\ ...in canı yok mu? düşen kimseyi su üstünde tutmaya yarayan içi hava
Birisinin katlandığı sıkıntıyı başkalarına örnek veya köpük dolu simit.]] cân-sipârî, {OsT} Fedakâr
gösterm ek için söylenen söz.|| canı yürekten, Bü lık}] cân-siper, {OsT} -* cansiper.|| cân-siperâne,
yü k istekle. || can içe sığmamak, Çok sabırsızlık {OsT} -*■ cansiperane.|| cân-sitân, {OsT} 1. Öldüren.
gösterm ek,|| can iletmek, {eATj Can kurtarmak; 2. (Güzel kadın için) gönlii büyüleyip insana bela
tehlikeyi uzaklaştırmak,| can istemek, Keyfine olan. || cân-sitânî, {OsT} 1. Büyüleme; cezbetme. 2.
bağlı olmak; dilediğiniyapmak.\\ can kâğıdı, {ağızj Can alıcılık; öldürme ıj/.|| can sohbeti, Arkadaşça,
Nüfus cüzdanı. [DS]|| cân-kâh, {OsT} Can eksilten; sam im i olarak yapılan konuşma}] can suyu, 1. Ye
acı veren.|| cân-kûş, {OsT} Can öldürücü; inatçı.\\ ni dikilen fide veya fidanlara tutması için verilen
can kalmamak, 1. Ölüm halinde olmak. 2. Yor ilk su. 2. Ölmek üzere olan kişiye verilen su. 3.
gunluk veya hastalık sebebiyle düşüp bayılacak {ağız} Kan. [DS] 11 cân-süz, {OsT} Can yakan; çok
kadar bitkin olmak.\\ can kardeşi, tasvf. Canlı ol üzücü olan; sıkıntı veren}] cân-şikâf, {OsT} Can
maktan ileri gelen yakınlık; insanın insana karşı yırtan; gönül yaralayan.]] cân-şikâr, {OsT} Can
beslediği insancıl yaklaşım; tarikat kardeşi; deı~viş avlayan; can alan; öldüren; Azrail}] can-şiken,
dervişe arkadaşlık.\\ can karıştırmak, {eATj Ya {OsTj Can kıran; Azrail.|| can tahtası, Göğüs ke
kınlık göstermek.} can kaygısına düşmek, H er şe miği.]] can tapşırmak, {OsTj Can vermek. || can
y i bırakıp sadece kendi hayatını kurtarma çaba tartınmak, {eAT} Canını esirgemek.]] can tartmak,
sında olmak; hastalık y a da ölümden çok kork {eATj Can çekişmek.|| can tutmak, {eATj Öldür
m ak,|| can kesesi, {eATj Ciğerpare,|| can korkusu, memek; sağ tutmak.]] cân ü dilden, {OsTj Candan;
1. Ölüm korkusu. 2. Herhangi bir tehlikeyi büyük içtenlikle}] can ü gönülden, İçtenlikle, kendini ve
görm ek.|| can kulağı ile dinlemek, Çok büyük bir rerek.]] can ü yürekten, Kendini vererek; içtenlik
dikkat ve ilgi ile dinlemek.\\ Can kurban! (İyi ve le.|| can ve baş feda etmek, Birine veya bir şeye,
güzel şeyler için) çok beğenildiğini ifade etmek için ölümü göze alacak biçimde bağlanmak,|| can ve
söylenir.|| can kurtaran, 1. Yardım eden. 2. {OsTj baş ile, Çok büyük bir istek ve çalışma ile. | can ve
Büyükyelken.\\ Can kurtaran yok mu? Ölüm teh baş yoluna, Dayanıklılığın en son sınırına kadar}]
likesi ile karşılaşıldığında istenilen imdat sözü; can ve başa kalmak, 1. H er şeyi göze almış olmak.
SOS'. || can kurtarmak, Tehlikeyi atlatmak; tehli 2. Yalnız kendisini düşünmekten başka tutumu ol
kesiz bir yere ulaşmak.|| can kuşu, Yaşamın be mamak}] can vermek, 1. Ölmek. 2. Canlandırmak,
lirtisi olan ruh.\\ canla başla, /. Bütün gücüyle. 2. hayat vermek. 3. Ruha dayanıklılık ve güç vermek;
B üyük bir istekle. || cân-nisâr, {OsTj Can saçan; cesaretlendirmek. 4. Bir şeyi çok istemek}] can
hayatını fe d a eden.|| can otu, {ağız} A z bulunan; yakmak, 1. Birine acı vermek. 2. Zulmetmek. 3.
nadir. [DS]|| can oynamak, 1. Korkmak; ürkmek. 2. Üzüntü vermek. 4. Birine büyük zarar vermek.]] can
{eAT} Hayatını fed a ya hazır olmak.|| can oyunu, yanm ak, Acıklı bir durumla karşılaşmak}] can ye
Ölüm tehlikesi olan herhangi bir iş veya durum .|| leği, Kauçuktan yapılm ış ve şişirilebilen, kazazede
can özemek, {OsTj Bir işi yaparken çok özenmek; y i su üstünde tutan bir tür yelek biçiminde kurtar
çok dikkatli, sabırlı olmak.|] can pahasına, 1. Ca ma aracı}] can yeri, {ağızj Hayvanlardan uzak.
D i e l u g B O H . 753 CAN
havası iyi yer. [DS]|| can yoldaşı, Yalnızlıktan kur canbaz1, [Far. can-baz jl> jL=-] (ca;nba;z) {OsT} sf. 1.
tulmak için birlikte yaşanılan kim se.|| can yürek,
Canıyla oynayan; akrobat. 2. Tehlikeli işler yapan.
{ağızI Merhametli. [DS]
3. Muharip. 4. Atlı fedai. 5. mecaz. Hileci.
can2, -nnı [Ar. cin > cânn jU -] (ca:n) {OsT} is. Cin
canbaz2, [Far. cân-bâz jLiU-] (ca;nba;z) {OsT} is. 1.
taifesi.
At yetiştirip satmakla geçinen kimse. 2. A t tüccarı,
cana, [Far. cân+â (ey) LU-] (ca:na:) {OsT} is. Ey sev
canbazan, [Far. cânbâz-âne ^IjUU-] (ca;nba;za;ne)
gili!
{OsT} zf. Cambaza yakışacak biçimde,
cana, [? cana] {ağız} is. Büyük anne. [DS]
canbazhane, [Far. cânbâz-hâne ^U-jLiU-] (ca;nba;z-
canaferin, [Far. cân + aferin jU-] (ca:na:ferin)
ha;ne) {OsT} is. Cambazların gösteri yaptıkları yer.
{OsT} sf. Can yaratan; yaratıcı; Allah,
canbazi, [Far. cânbâzı (ca;nba;zi;) {OsTj is.
canan, [Far. cân-ân / cânâne jbU - / <übU-] (ca:na:n)
Cambazlık.
{OsT} is. 1. Gönülden sevilen. 2. Kendisine büyük
bir aşkla bağlanılan kadın; sevgili. 3. tasvf. Vücud-ı cancağız, [Far. cân+ T. -cağız] is. 1. Sevgili can. 2.
mutlak. Sevgi ve bağlılık ifadesi olarak "cancağızım ’’ keli
mesinde geçer. 3. Önemsemezlik bildirmek am a
canane, [Far. cân-âne 4iUU-] (ca:na:ne) {OsTj is. Sev
cıyla "cancağızı isterse; cancağızın bilir" deyim
gili kadın. lerinde kullanılır,
canavar, [Far. cân-âver j j l oW-] is. 1. Canlı hayvan. cancal, [Yun. tzantzalo (tutacak)] {ağız} is. Tutam;
2. Masallarda geçen vahşi ve yırtıcı hayvan. 3. Kö demet. [DS]
tü ruhlu, azgın, zalim ve gaddar kişi. 4. Haşarı ve cancuk, -ğu [can-cuk jiU - ] {eAT} is. Cancağız.
yaramaz çocuk. 5. Kurt, domuz ve yılan gibi insan
candan, [Far. cân+ T. -dan] sf. 1. İçten, yürekten ve
lara zararlı hayvanlar. 0 canavar balığı, zool. Dev
sıcak davranan; samimi. 2. Gösterişten uzak, için
köpek balığıgillerden, boyu 1 0 m. ’y i bulan, hançer
den geldiği gibi davranan,
gibi sivri ve keskin dişleri bulunan, hemen her ta
rafta rastlanan en tehlikeli köpek balığı, candane, [Far. cândâne ajI-uU-] (ca;nda;ne) {OsTj is.
(Carcharadon carcharias).|| canavar düdüğü, K e 1. Tepe ile alın arası; bıngıldak. 2. Beyin,
sik kesik hava akımı vererek güçlü bir ses çıkarma
candar, [Far. cân+dâr jIjjU-] (ca:nda;r) {OsT} sf. 1.
özelliği olan bir tür alarm düdüğü; siren. || canavar
gibi, 1. İri yarı; güçlü kuvvetli. 2. Saldırgan ve y ır Birinin hayatını kurtaran. 2. Canlı, diri olan. 3.
tıcı. 3. Çok çalışkan ve iyi. || canavar kesilmek, 1. Kuvvetli, hareketli. 4. is. Azık. 5. Korucu; saray
Hırçınlaşmak; ele avuca sığm az olmak. 2. Saldır lardaki güvenlik görevlisi ve bu sınıftan olan,
ganlaşmak.|| canavar otu, bot. Tohumları kültür candaru, [Far. cân-dârü jjl-bU-] (ca:nda;rıı;) {OsT}
bitkilerinin köklerinde çimlenen, sarımsı veya mo is. Tiryak.
rumsu gövde ve yapraklara sahip, klorofilsiz, asa candarma, [İt. gendarme] (c a ’ndarma) is. 1. Yurt
lak ve zararlı bir bitki, (Orobanche ramose).\\ ca içinde genel güvenliği sağlamak, kam u düzenini
navar otugiller, bot. Çeşitli bitkilerin üzerinde
korumak, yasa ve nizamların uygulanması ile ilgili
asalak olarak yaşayan, iki çenekli, değişik renkte
hüküm et emirlerinin yerine gerilmesini sağlamakla
er dişil çiçekli, klorofilsiz bitkiler familyası,
görevli askerî güç. 2. Bu görevi üstlenmiş olan
(Orobanchaceae).
kimse. 3. sf. mecaz. Açık göz.
canavarlaşma, [canavar-la-ş-ma] is. Canavar gibi
candaş, [Far. cân + T. -daş] is. 1. Çok yakın dost. 2.
davranışlarda bulunma, gaddarlaşma, korkutucu
Can yoldaşı.
durum alma işi ve eylemleri,
canavarlaşmak, [canavar-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] 1. candirazi, [Far. cân-dirâzî (ca;ndira:zi;)
Canavarca davranışlarda bulunmak. 2. Gaddarlaş {OsT} is. Öm ür uzunluğu,
mak. 3. Korkutucu durum almak, cane, [Far. câne ^U-] (ca;ne) is. 1. Silah. 2. Ruh.
canavarlık, -ğı [canavar-lık] is. 1. Canavar gibi dav
canelik, -ği [? cane-lik] {ağız} is. Irmakların denizle
ranma. 2. Kötü ve gaddar kişiye özgü davranış. 3.
birleştiği yer. [DS]
Canavar olm a durumu ve niteliği,
canaz, [Yun. tzanus (palyaço)] {ağız} sf. 1. Sinirli. 2. caneriği, [Yun. tzaneriki [Tietze] / can+erik-i] is. bot.
Deli. [DS] Mayhoş tadı olan açık yeşil renkte, sert ve sulu bir
erik türü.
canbaha, [Far. cân-bahâ L^U-] (ca.nbaha;) {OsT} is.
canever, [Far. cân-âver jjT 0U-] {OsT} is. -*■ canavar,
Can parası; kurtulmalık; fidye,
canbahş, [Far. cân+bahş DU-] (ca;nbahş) {OsT} canfes, [Far. cân-fezâ / Ar. cunfaş => canfes] is. 1.
sf. 1. Can veren, hayat bağışlayan. 2. İç açıcı. Atkı ve çözgüsü ipek, üzerinde hiçbir desen bulun
CAN OlUMIÜMfSÛM.
mayan, bez ayağı örgü yöntemiyle dokunan, par lulukta birbirinin söylediğini anlayamayacak şe
lak, tok, perdahsız dokunmuş, tafta türü bir kumaş. kilde gürültülü konuşmak. [DS]
2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan. S canfes gibi cangırm ak, [cang (yans.) > cang-ır-a-mak] {ağız}
yaprak, Çok az damarlı, ince ve taze asma ya p g çsz.f. [-r] Yankılanmak; yankı yapmak. [DS]
rağı. cangırdı, [canğ-ır-dı ı p j^ W ] {OsT} is. Şangırtı; şın
canfeza, [Far. cân+fezâ IjüL»-] (ca:nfeza:) {OsT} sf. 1. gırtı.
C an artıran. 2. îç açıcı; gönle ferahlık veren. 3. çangırtı, [cang (yans.) > cang-ır-tı] {ağız} is. Gürültü
müz. Klasik Türk müziğinde saba, acemaşiran ve patırtı; şangırtı. [DS] fi1 çangırtıya gitmek, {ağız}
uşşak makamı eklenerek meydana getirilmiş iki Boşu boşuna ölmek. [DS]
ayrı birleşik makamın adı. çangırdam ak, [Erme, cangart (pençe) > çangırt-la-
cang1, [cang (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] -*■ çangırdamak.
çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama [DS]
seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cang-ul cungul, cangul, [cang (yans.) > cang-ul] is. Çınlama sesini
cang-ıl-da-k, cang-ır-a-mak, cang-ır-dı. andırır gevezelik etmeyi, bağrışma, konuşm a ve
cang2, [cang / cank / cmg / cing / cong / conk / cöng / ötüşmeyi anlatan yansımalı gövde. S cangul cun
cunk / can (yans.)] is. Çınlama sesini andırır ge gul, {ağız} (Çocukların konuşması veya sesleri için)
vezelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi gürültüden anlaşılmaz derecede. [DS]
anlatan kök. [Zülfıkar] cang-a-la-ma, cang-a-ma, canhıraş, [Far. cân+harâş (tırnakla çizen)] (ca:nhı-
cang-ıl-da-ma, cang-ııl cung-ul. ra:ş) {OsT} sf. D ayanılm ayacak derecede acı veren;
canga, [cang (yans.) > cang-a / çang-a] {ağız} is. Ko tüyler ürperten; iç tırmalayan,
va; küçük bakraç. [DS] canım, [Far cân + T. -im (1. te k i kişi iyelik eki)] sf.
cangalak, -ğı [cang (yans.) > cang-a-lak] {ağız} is. 1. Çok sevilen; çok değerli. 2. Çok güzel,
D ağ yüzündeki tarla. [DS] cani', [Ar. cinâyet (öldürmek) > cânı / câniye
cangalam ak, [cang (yans.) > cang-a-lak] {ağız} gçsz.
■ljW] (ca:ni:) {OsT} is. İnsan öldürmüş, cana kıymış
fi [-r] [-l(ı)-yor] Kalabalıkta birinin dediğini diğeri
duyam ayacak kadar gürültülü konuşmak. [DS] olan kişi.
cangalaz, [Yun. kohliangos] {ağız} is. Salyangoz. cani2, [Far. cânî ^ W ] (ca:ni) {OsT} sf. (Kişi için)
[DS] candan sevilen; sevgili; aziz,
cangama, [cang (yans.) > cang-a-ma] {ağız} is. 1.
canib, [Ar. cenb (taraf) > cânib (ca. nib) {OsT}
Gürültü; yaygara; ağız kavgası. 2. Konuşmuş ol
m ak için konuşma; boşboğazlık. [DS] is. 1. Yan. 2. Yan taraf. 3. Yön; cihet. S cânib-i
rahmet, Allah 'ın kullarına, öldükten sonra yapa
cangıl', [cang (yans.) > cang-ıl] is. 1. Karışıklık
cağı bağışın bulunduğu taraf.
belirten yansımalı gövde. 2. Hayvanlara takılan
çanların ve başka metallerin çıkardığı kaba sesleri canibdar, [Ar. cânib + Far. dâr jI-ljU-] (ca:nibda:r)
anlatan yansımalı gövde. 3. Buna benzer her türlü {OsT} is. as. Yancı,
gürültü. S cangıl cangıl etmek, {ağız} B ir top canibeyn, [Ar. cânîb-eyn (ca.nibeyn) is. İki
lulukta birbirinin söylediğini anlayamayacak şe
taraf.
kilde gürültülü konuşmak. [DS]|| cangıl cungul, 1.
Ç ok değişik çan ve benzeri araçların birlikte çı canibî, [Ar. cânib-ı ^ ^ r ] (ca. nibi:) {OsT} sf. 1. Yana
karmış oldukları ses. 2. Karmakarışık. 3. Çok de ait; yanda olan. 2. mat. Yanal,
ğ işik biçimde ve tonda ses çıkararak. canice, [cani-ce] zfi. Cana kıyan kişilere yakışır bi
cangıl2, [İng. jungle] is. 1. İçinde çok sayıda yabani çimde; caniyane.
hayvanların barındığı sık ve gür tropik orman; cen canih, [Ar. cünha > cânih / câniha ] (ca:-
gel. 2. Hiç kesilmemiş orman. 3. Z ayıf ve güçsüz
nih) sf. Bir suç işlemiş olan; suçlu,
lerin ortadan çekildiği acımasız ve sert rekabet or
tamı. caniha, [Ar. cenah > câniha *iU-] (ca:niha) {OsT} sf.
cangıldak, -ğı [cang (yans.) > cang-ıl-dak] {ağız} zfi. 1. Yana yönelen. 2. Bir tarafı tutan. 3. anat. is.
1. Çalkalayarak, çalkalama sesi çıkararak. [DS] 2. İkinci ve yedinci kaburga kemikleri arasmda ka
{ağız} sf. Gereğinden çok sulu. [DS] 0 cangıldak lanlar.
aktarm ak, {ağız} Sıvı bir şeyi özensiz bir şekilde caniko, [Far. cân + Slav. d. -ka / -ko (dişil küçültme
birden boşaltmak. [DS]|| cangıldak su etmek, eki)] sf. (Seslenme sözü olarak) sevgili,
{ağız} Suyunu fa zla koymak; çok sulandırmak. [DS] canilik, -ği [cani-lik] is. 1. Cana kıyma, adam öl
cangıldamak, [cang (yans.) > can-gıl-da-mak] (cafi- dürme durumu. 2. Cana kıyıp adam öldüren kim
gıldamak) {ağız} gçsz. fi [-r] [-d(ı)-yor] Bir top selerden beklenebilecek davranış; gaddarlık.
ÖlüffilIO lölM U Tşs CAN
canip, -bi [Ar. cenb (taraf) > cânib (ca:nib) is. c an lan d ırıcılık , [can-la-n-dır-ıcı-lık] is. 1. Canlan
dırıcı olma durumu. 2. Canlandırıcı şeye veya kim
-* canib.
seye özgü nitelikler,
caniyane, [Ar. cânî + Far. -y-âne {OsT) zf. Ca
can la n d ırılm a, [can-la-n-dır-ıl-ma] is. 1. Diriltilme.
na kıyan kişilere yakışır biçimde; canice; acım asız 2. Dinçleştirilme. 3. Hareketlendirilme; faaliyete
ca. geçirilme. 4. Tekrar yaşanıyormuşçasma hayal
caniye, [Ar. câniye <^U-] (ca:niye) {OsT} is. Cinayet edilme.
işlemiş kadın. can lan d ırılm a k , [can-la-n-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1.
can k 1, [cang / cank / cmg / cing / cong / conk / cöng / Canlı hâle getirilmek; diriltilmek. 2. Dinçleştiril
cunk / can (yans.)] is. Çınlama sesini andırır ge mek. 3. Faaliyete geçirilmek. 4. Yeniden yaşanı
vezelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi yormuş gibi anlatılmak; hayal edilmek,
anlatan kök. [Zülfıkar] cank-a-ma. can lan d ırım , [can-la-n-dır-ım] is. 1. Canlandırmak
cank2, [cank (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin eylemi. 2. Bir eseri kalıntılara bakarak ilk hali ile
çarpma sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama çizmek. 3. Bir metnin zaman içinde silinen ve ko
seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cank-ır-dı. pan parçalarını tam amlayarak ilk şekline getirme,
cank3, [İng. junk] is. 1. U yuşturucu madde. 2. Eroin, ca n la n d ırm a , [can-la-n-dır-ma] is. 1. Canlı hâle
getirme; diriltme. 2. Güç kuvvet kazandırma; dinç
canka, [Bulg. djanka] {ağız} is. Küçük, sarı bir erik
leştirme. 3. Çalıştırma, faaliyete geçirme; hareket
türü; caneriği. [DS]
lendirme. 4. Bir olayı, bir hayali gerçek ortamı
cankam a, [cank (yans.) > cank-a-ma] {ağız} is. Gü
içindeymiş gibi zihinde gösterme; anlatma, ortaya
rültü; yaygara; ağız kavgası. [DS]
çıkarma. 5. Soyut bir düşüncenin bir şekil veya fi
cankaştırm ak, [cank (yans.) > cank-a-ş-tır-mak] {a- gür ile anlaşılır hâle getirilmesi. 6. Kukla ve resim
ğızj g ç l . f [-ır] Birbirine düşürmek. [DS] leri bir hareket duygusu verecek biçimde sahnede
cankı, [Moğ. canki (danışma) ^ U - ] {OsT} is. Da veya perdede oynatm ak eylemi,
nışma kurulu, can la n d ırm a k , [can-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
Canlı hâle getirmek; diriltmek. 2. Güç kuvvet ka
cankırdı, [cank (yans.) > cank-ır-dı ^ j^ U - ] {OsTj is.
zandırmak; dinçleştirmek. 3. Çalışmaya başlatmak;
Şangırtı; şıngırtı. [DS] faaliyete geçirmek; harekete geçirmek. 4. Geçmişte
canki, [İng. junky / junkie] is. Uyuşturucu bağımlısı; olan bir olayı hatırlatmak. 5. Yaşanmış olsun veya
eroinman. olmasın bir olayı yaşanmış gibi kişi ve çevre orta
can k u rta ra n , [can+kurtar-an] is. 1. Ölüm tehlikesi mında göstermek,
altında bulunanları kurtarmak için kullanılan araç. can la n m a, [can-la-n-ma] is. 1. Canlı hâle gelme, ya
2. Hasta ve yaralıları acil olarak hastaneye taşıyan şama belirtisi gösterme. 2. Dinçleşme. 3. H are
otomobil. 3. Plajlarda, yüzme havuzlarında boğul ketlenme. 4. Hatırlanma,
ma tehlikesi geçirenleri kurtarmakla görevli iyi can la n m ak , [can-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Ölü iken
yüzme bilen kişi. 4. Y üksek dağ geçitlerinde kış canlı hâle gelmek; hayat belirtisi göstermek. 2. Güç
günleri yolcuların soğuk ve olumsuz kış şart kuvvet kazanmak, dinçleşmek. 3. Çalışmaya baş
larından korunmak için sığındıkları bina, kulübe lamak, harekete geçmek; faaliyete geçmek; hare
vb. S c a n k u rta ra n çanı, Görüş alanının kapalı ketlenmek; eskiye göre daha iyi hâle gelmek. 4.
olduğıı günlerde gidilecek veya sığınılacak yeri Geçmişte olup bitmiş bir olayı yeniden yaşanı
gemilere gösterm ek için çalınan çan.\\ c a n k u rta yormuş gibi hatırlamak; belleğinde yeniden ortaya
ran dü d ü ğ ü , dnz. Görüş alanının kapalı olduğu çıkarmak. 5. Bir şeye hareket ediyormuş, yürü-
havalarda gem ilere y o l gösterm ek amacıyla çalı yormuş izlenimi vermek,
nan düdük.\\ c a n k u rta ra n gemisi, dnz. Batma teh c an la tm ak , [Far. cân > can-la-t-mak] {ağız} g ç l . f [-
likesi geçiren veya karaya oturan gem ileri kur ır] Ayıltmak. [DS]
tarmakta kullanılan gem i.|| c a n k u rta ra n kulübesi, canlı, [can-lı] sf. 1. Canı olan. 2. Yaşayan; hayatî
Tipiden veya soğuktan korunmak için dağ geçit fonksiyonlarını devam ettiren; diri. 3. Güçlü, kuv
lerine yapılan kulübe veya barınak.\\ c a n k u rta ra n vetli; sağlıklı. 4. Hareketli; hayat dolu; neşeli. 5.
sim idi, dnz. Denize düşen birisinin tutunarak su (Yer için) sürekli kalabalık olan. 6. Dinç. 7. (A n
yüzünde kalmasını sağlayan batmaz sim it.|| can latım için) etkileyici; ilgi çekici ve akıcı. 8. Parlak;
k u rta ra n yeleği, dnz. D enize düşenlerin suya bat çarpıcı; aydınlık. 9. is. Yaşamakta olan, hareket
masını engellemek için şişirilebilen ve plastikten edebilen yaratık. 10. {ağız} Çelik çomak oyununda
yapılmış bir tür yelek. çeliği çelmeye hakkı olan oyuncu. [DS] 11. {ağız}
canlandırıcı, [can-la-n-dır-ıcı] sf. 1. Canlandırma işi Saklambaç oyununda kaleye, ebeden önce gelerek
ni sağlayan. 2. Canlılık veren. 3. Dirilten, canlılık sobeleyen oyuncu. [DS] S1 canlı bebek, Çok g ü
kazandıran. zel]] canlı canlı, H enüz ölmemişken; daha yaşıyor-
CAN D l i M U t S Ü M . i-*
ken; hayattayken.\\ canlı c a n a v a r, (Çocuk için) çok lı olmayan, yaşam belirtisi göstermeyen varlık. 8.
hareketli; yaramaz. || canlı cenaze, (Kişi için) çok zf. Ölü olarak; hareketsiz; durgun biçimde. S can
z a y ıf ve güçsüz. || canlı hedef, as. A skeri birlikleri sız at, {ağız} Bisiklet. [DS]|| cansız düşm ek, H asta
ve sivil halkı içine alan hedef.\\ canlı kayıt, H er lık ve yorgunluk gibi sebeplerden dolayı gücünü
hangi bir stüdyoda değil de sahnede veya halkın kaybetmek; zayıflamak; bitkin düşmek; halsiz kal
önünde gösteri halinde yapılan kayıt. || canlı m o mak.
del, Heykel veya resim yapım ında m odel olarak cansızlaşm a, [can-sız-la-ş-ma] is. Cansız hâle gel
kullanılan kadın veya erkek. || canlı özdekçilik, fel. mek eylemi.
Evrenin temeli olarak düşünülen maddenin canlı cansızlaşm ak, [can-sız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Can
olduğunu savunan görüş; hilozoizm,|| canlı resim , sız hâle gelmek; cansız duruma düşmek; zayıfla
sine. Sinema sanatında bir hareketin her safhasının mak; güçsüzleşmek,
önce ayrı ayrı görüntüsü alınıp sonra bu görüntü can sızlaştırm a, [can-sız-la-ş-tır-ma] is. 1. Cansız hâ
lerin belirli zaman aralıklarıyla sinema vericisin le getirme işi. 2. tıp. Bir dişin canlı dokusunu yok
den geçirilmesine dayanan yöntem.\\ ... canlısı, O etme.
şeye çok düşkün olan. || canlı yayın, tv. Önceden
can sızlaştırm ak , [can-sız-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır]
herhangi bir şekilde tespit edilmemiş ve alıcıyla
Cansız hâle getirmek; cansız duruma düşürmek;
doğrudan aktarılmış bulunan yaym.\\ canlı yem,
zayıflatmak; güçsüzleştirmek; cansızlaşmasına yol
balkç. E tçil balıkları yakalam ak için oltanın ucuna
açmak.
takılan solucan veya kurtçuk,
cansızlık, -ğı [can-sız-lık] is. 1. Cansız olma durumu.
canlıcı, [can-lı-cı] sf. Olayların ruhlar âlemindeki
2. Cansız bir şeye has nitelik. 3. Durgun ve ha
gizli güçlerce yönetildiğine inanan görüş sahibi;
reketsiz olma; zayıf ve güçsüzlük,
animist.
canlıcılık, -ğı [can-lı-cı-lık] is. fel. 1. Olanların ruhlar can sip ar, [Far. cân+sipâr jL_jU-] (ca;nsipa;r) {OsT}
âleminin gizli güçlerince yönetildiğine inanan ilkel sf. -*■ cansiper.
anlayış; animizm. 2. Çocuğun, bütün varlıkların can sip a ra n e , [Far. cân+sipârâne <üIjL_jU-] (ca;nsi-
canlı olduğuna inanma şeklinde beliren dönemi,
pa;ra;ne) {OsT} zf. -*■ cansiperane,
canlık, -ğı [can-lık] {ağız} is. Besin. [DS]
c an lılaştırm ak , [can-lı-la-ş-tır-mak] g ç l . f [-ır] Can can sip ari, [Far. cân+sipârî (ca;nsipa;ri:)
lı hâle getirmek, {OsT} is. Fedakârlık,
canlılık, -ğı [can-lı-lık] is. 1. Canlı olma durumu. 2. can sip er, [Far. cân+sipâr jL_jL>-] (ca;nsiper) {OsTj
Canlı bir şeye has nitelik; dirilik. 3. mecaz. Ha sf. Canını feda eden; hayatını esirgemeyen,
reketlilik, neşelilik,
can sip eran e, [Far. cân+siper+âne (c a n s i
cang, [cang / can (yans.)] is. Cam ve metal nes
nelerin çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı p e ra n e ) {OsT} zf. Canını feda edercesine,
çınlama seslerini anlatan kök. [Ziilfikar] c an t, [Fr. jante] is. -»-jant.
canp, [Ar. canb (yan, böğür)] {ağız} is. 1. Kola bitişik c a n te r, [İn. canterbury] is. Yarış atlarının, gösteri ve
duran vücut parçası. 2. Kağnıda yanlar. [DS] çevikliklerini sergilem ek ve yarış için ısınmaları
c a n p a ra , [Far. cân+pâre] {ağızj is. Sabanı teker amacıyla tartı yerinden başlama noktasına kadar
leklere bağlayan parça. [DS] koşturulması işi.
can p erv er, [Far. cân+perver j j y 6U-] (ca;nperver) cantiyane, [Lat. gentiane] is. bot. Büyük bir kökü,
sap üzerinde bir düğüm çevresinde dizili altın sarısı
{OsT} sf. 1. Can besleyen. 2. Ruha ferahlık veren; iç
çiçekleri bulunan, kuvvetli bir kokusu ve acı bir
açan. 3. Ruha hoş gelen,
tadı olan, iştah açıcı, uyarıcı, kuvvetlendirici ve
ca n rü b a, [Far. cân+rübâ oW] (ca:nriiba;) {OsT} ateş düşürücü özelliklerinden dolayı halk hekim
sf. 1. Can alan; gönül kapan. 2. Öldürücü olan. 3. liğinde kullanılan bir yıllık bitki; kızıl kantaron,
mecaz. (Kadın için) güzelliğiyle gönülleri çelen; (Gentiana lutea).
cazip; hoş; latif, c a p 1, [cab / cap (yans.)] is. Gelişigüzel, şımarık ve
canriibayi, [Far. cân+rübâyî] (ca:nrüba;yi;) {OsT} sf. hoppaca davranışları anlatan kök. [Zülfıkar] cap cık,
1. Öldürücü nitelik. 2. Büyü, cap cuk, capcuk-lan-mak.
cansız, [can-sız] sf. 1. Canı olmayan. 2. En temel cap 2, [cap (yans.)] is. Gereksiz, yerli yersiz konuşma,
hayatî fonksiyonlardan yoksun olan; canlılık be boş la f etme ve ötüşme sırasında çıkan sesi anlatan
lirtisi göstermeyen. 3. Ölmüş, canlılığını yitirmiş kök. [Zülfıkar] cap çak, cap+çak ağızlı. S' cap sı
bulunan; ölü. 4. Güçlü bir yaşam a belirtisi göste y ırtm a k , {ağız} 1. Öğünmek. 2. Birinin arkasından
remeyen; zayıf; cılız. 5. Çok ağır hareket eden; konuşmak; dedikodu yapmak. [DS]
dermansız; halsiz; mecalsiz. 6. İnsan üzerinde bir c a p 3, [cap / calp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı
etki bırakmayan; etkisiz; durgun; sönük. 7. is. Can havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
f ill! » I f SOZMK. 757 CAR
oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan tündükleri tek parça ve renk renk desenlerle işlen
kök. [Zülfıkar] cap cap, cap cup, cap-ııl, cap-la-k. miş örtü. 2. {ağız} Siyah üstlük; çarşaf. [DS] 3.
fi1 cap cap, {ağız} (Sıvı içinde hareket eden cisim {ağız} Bel bağı. [DS]
için) şapırtı sesleri çıkararak. [DS]|| cap cup, {ağız} c a r5, - r r ı [Ar. cerr (çekme) > carr / carre _>U- / »jU-]
çoc. d. Yıkanma. [DS]
{OsT} is. Çeken, çekici, sürükleyici. 0 c a r h a rf
cap4, [cap] {ağız} is. 1. Toprak tencere; güveç. 2. Sırlı
leri, A ra p ça ’da, ismin önüne geldiği zaman sonu
su küpü; küp. 3. Çelik çomak oyununda çeliğin
nun esreli okunmasını gerektiren önekler.
konulduğu oyuk. 4. Emin ve sağlam yer. 5. Eğimli
yüzey. [DS] c a r6, [Ar. cerr yr] {ağız} is. 1. Dilenme; toplama. 2.
capcanlı, [ca-(p)+ca/nlı] (ca ’p canlı) pekşt. sf. 1. Çok Dilenci. [DS]
canlı; hareketli. 2. İlgi çekici; hemen dikkati çeken; c a r7, [car] {ağız} is. 1. Çakıl yığını. 2. K ayalık ya
gösterişli. maç; yar. 3. Meyveli dal. 4. Süt süzmeye yarayan
capcuklanm ak, [cap (yans.) > cap-cuk-la-n-mak] {a- aygıt. [DS]
ğız} dönşl. f. [-ır] H oppoca davranm ak veya ko c a r a 1, [Ar. carras^-] {ağız} is. Toprak testi. [DS]
nuşmak. [DS]
c a ra 2, [Fr. cigarette > cığara] (ca:ra) {ağızj is. Sigara.
çapçak, -ğı [çamçak / cap (yans.) > cap-çak ?] {ağız}
[DS]
is. Çeşme ya da kuyu başlarında su içmekte kulla
c a ra k , -ğı [car (yans.) > car-ak] {ağızj is. Kurbağa.
nılan kepçe biçimindeki ağaç maşrapa; maşrapa.
[DS]
[DS] 0 çap çak ağızlı, {ağız} I. Çok ağlayan çocuk.
c a ra l1, [? caral] {ağızj is. Zarf; kabuk; sargı; kap; zar.
2. Geveze; dedikoducu. [DS]
[DS]
capçık, -ğı [çap (yans.) > cap-çık] {ağız} sf. Şımarık;
hoppa; terbiyesiz. [DS] c a ra l2, [Ar. caral J yr] {ağızj is. Az ürün veren zayıf
caplak, -ğı [cap (yans.) > cap-la-k] {ağız} is. K ay toprak. [DS]
nağa daldırılarak su doldurulan kap. [DS] c arask a l, [Ar. cerr (çekme, sürükleme) + eşkal (ağır
çaplan, [cap (yans.) > cap-lan] {ağız} is. 1. Su bi şeyler)] {ağızj is. Ağır şeyleri kaldırm akta kullanı
rikintisi. 2. Etrafı dağlarla çevrili yer. [DS] lan üç ayak üzerine kurulmuş bir tür vinç. [DS]
caplanlık, -ğı [cap (yans.) > cap-lan-lık] is. Etrafı c arasu n , [Moğ. calagu (yiğit) / e T çal-mak (yere vur
dağlarla çevrili yer. mak, yıkm ak) > çal-ık-sın [Tietze] > carâsun j j - l y r ]
çapul, [cap (yans.) > cap-ul] {ağız} s f 1. Sulu. 2. Ba (cera;su:n) sf. -* cilasun,
tak. [DS]
c a rc a r, [Ar. carcar y ry r ] {ağızj is. Döven denilen ta
c a r1, [car (yans.)] is. Sürtünme, dönm e ve bu biçim
de parazit sesler çıkarma, bağırma, ağlama, ötme rım aracı. [DS]
vb. sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] car-ıl-tı. 0 c a r c a rc a ra , [Ar. carcara syryr] {ağız} is. Çağlayan. [DS]
car, 1. Yüksek sesle ve gürültülü bir biçimde (ko carcı, [Moğ. çar-çi > car-cı] is. 1. Halka duyurulacak
nuşma). 2. Geveze, yaygaracı. şeyi yüksek sesle bağıra bağıra dolaşarak ilan eden
car2, [Moğ. car] is. 1. Y üksek ses; bağırma; nidâ. 2. kişi; tellal. 2. {ağız} K u r’an okuyarak para kazanan.
Bir şeyi tellal aracılığıyla, yüksek sesle duyurma; [DS]
bu şekilde yapılan ilan, {ağız} (aynı) [DS] 3. Tehlike c a rc u r1, [car+cur (yans.)] zf. 1. Zararını ve yararını
durumunda yardım isteme, {ağız} (aynı) [DS] 4. Y ar düşünmeden, aklına estiği gibi. 2. {ağız} is. Elbise
dım. 5. {ağız} Dilek; rica. [DS] 0 c a r çekm ek, Bir ve çanta gibi eşyalarda geniş açıklıkları kapatmaya
şeyi duyurm ak amacıyla tellal tarafından ba yarayan, karşılıklı erkekli dişili dişlerden ve bunla
ğırarak ilan edilmek.\\ c a r çek tirm ek , Tellal va rın üzerinde yürüyen bir kapatıcıdan meydana gel
sıtası ile ilan ettirmek. || c a r etm ek, 1. Yüksek sesle miş düzenek; fermuar. [DS] 3. {ağızj- s f Geveze; de
bağırarak konuşmak. 2. {eAT} N ara atmak; hay dikoducu. [DS] 0 c a rc u r etm ek, G elişi gü zel ve
kırmak. 3. {eATf İlan etmek. 4. B ir kimseyi bağırt yerli yersiz konuşmak.
mak.|| c arın a yetişm ek, {ağız} İm dadına koşmak.
c a rc u r2, [Fr. chargeur > şarjör] {ağız} is. Tüfek ve ta
[DS]|| carın ı atm ak , {ağız} K oruyuculuğuna sığın
bancada namluya mermi veren yaylı kutu. [DS]
mak. [DS]|| c a r kılm ak, {eATj -*■ car etmek.
ca rd ın , [Ar. cirzavn jjiU -] {OsT} {ağız} is. İri fare.
car3, [Ar. civar > câr jl=-] (ca:r) {OsT} is. 1. Komşu.
[DS]
2. Müşteri. 0 câr-ı m ü lasık , {OsT} B itişik komşu,\\
c â r’ullâh, {OsT} M ek ke ’y e gidip orada oturan.|| care, [Ar. câre SjU-] (ca. re) {OsTj is. Mahalle.
c â rü ’l-cenb, {OsT} B itişik kom şu.|| c â rü ’l-cünüb, carg am a, [Far. çâr-gâme] {ağızj is. Ağız kavgası; gü
{OsT} Akrabadan olmayan komşu. rültü. [DS]
car4, [Ar. ‘izâr (örtü) => câr jW ] {OsT} is. 1. K adın c a rh , [carh (yans.)] is. Birden vurma, çarpma anlatan
ların sokağa çıkarken üzerlerine boydan boya ör kök. [Zülfıkar] carh-a-da-h.
CAR öiuieiüKSûM.,.
carhadah, [carh (yans.) > carh-a-dak] {ağız} zf. Bir borçlar toplamına bölümii.\\ cari olmak, Yürürlük
denbire. [DS] te olmak.
carı, [Yun. tsaro] {ağız} sf. 1. Becerikli. 2. Eli çabuk. carih, [Ar. cerh (yaralama) > cârih j-jL=-] (ca:rih, h
3. Canlı. [DS]
kalın söylenir) {OsT} sf. 1. Yaralayan; yara açan. 2.
çarık2, -ğı [eT. yaruk > car-ık] {ağız} is. 1. Işık; ay mecaz. Bir görüşün karşıtını ispat ederek onu çürü
dınlık. 2. Yarık. [DS] ten. 3. (Hayvan için) yırtıcı.
c a n k 2, ğı [Far. çâr (peçe)+ Kürt, -ik > çarik (bir tür
cariha, [Ar. cerh (yaralama) > câriha 4^jW]
kuşak)] {ağız} is. Keklik avında avcının arkasına
(ca. riha) {OsT} is. 1. Kol ve ayak gibi vücut üyele
saklandığı keklik resimli pano. [DS]
rinden her biri. 2. Yırtıcılar, (Rapaces).
carıklanm ak, [eT. yaruk > carık-la-n-mak] {ağız}
dönşl. f. [-ır] Aydınlanmak. [DS] carihîn, [Ar. cerh (yaralama) > cârihîn (ca:-
canklatm ak, [eT. yaruk > carık-la-t-mak] {ağız} gçl. rihi:n, h kalın söylenir) {OsT} is. 1. Yaralayanlar. 2.
f. [-ır] Aydınlatmak; ışıtmak. [DS] Bir fikre karşı iddiada bulunup bunu ispat edenler.
çarıklık, -ğı [eT. yaruk > carık-lık] {ağız} is. Işık; carim, [Ar. cürm > cârim / cârime fjU- / ^jU -] (ca:-
aydınlık. [DS] rim) {OsT} sf. 1. Suçlu. 2. Kesen. 3. Hurma topla
canldaşm ak, [câr-ıl-da-ş-mak j^ ijJ jU -] {eATj işteş yan. 4. Ailesinin geçimini sağlayan.
fi [-ur] Barışmak, caris, [Ar. câris ^yjW] (ca:ris) {ağız} sf. 1. (Kadın i-
carıltı, [car (yans.) > car-ıl-tı] {ağız} is. 1. Çağıltı. 2. çin) hırçın. 2. Terbiyesiz. 3. Yaramaz. 4. Cadı. [DS]
Hırıltı. 3. B ir sesi anlaşılmaz kılan yabancı ses. 4. cariye1, [Ar. câriyye <v.jU-] (ca:riye) sf. Geçerli olan;
H afif ses. [DS]
yürürlükte bulunan.
can s, [Ar. câris j-jU -] {ağızj sf. 1. (Kadın için) arsız;
cariye2, [Ar. câriye 4jjU-] (ca:riye) {OsT} is. 1. Para
terbiyesiz. 2. Yaramaz. [DS] 3. {OsTj Rezil. S ca
karşılığı alman kadın; odalık; halayık. 2. Eskiden
n s etmek, 1. {ağız} Usandırmak; rahatsız etmek.
savaşlarda esir alınarak para karşılığı satılan, hiçbir
[DS] 2. {OsT} Rezil etmek; rüsvay etmek. || cans ol özgürlüğü olmayan ve efendisinin her türlü ihtiya
m ak, {ağız} 1. Rahatsız olmak. 2. Utanacak duru cını karşılayan köle kadın, kız; halayık; karavaş,
m a düşmek. [DS]
cariyelik, -ği [cariye-lik] (ca:riyelik) is. 1. Cariye ol
carıslık, -ğı [carıs-lık] {ağız} is. Terslik; uğursuzluk; ma durumu. 2. Cariye olanın niteliği,
biçimsizlik. [DS]
cariyeniz, [cariye-niz] (ca:riyeniz) zm. 1. Kadınların
carıt, [Erme, çarut / çaruk] is. I. Ateş küreği. 2. eskiden aşırı saygı amacıyla kendilerinden bahse
{ağız} Toprak küreği. [DS] derken “ben” yerine kullandıkları kelime. 2. Karşı
cari, [Ar. cereyan (akma) > câr! lSjU-] (ca.ri:) {OsT} sındakine aşırı saygı amacıyla kendi kızından ve
is. 1. Akan; geçen; yürüyen. 2. Yürürlükte bulunan; karısından bahseden erkeğin "kızım veya e şim ”
hâlen geçerli olan. 0 cari faiz haddi, eko. Para yerine kullandığı söz.
arz ve talebine göre oluşan fa iz oranı, || cari fiyat, ca rk 1, [cark (yans.)] is. Birden ikiye ayrılmayı, ya
1. Alışveriş işlemlerinde geçerli olan fiyat. 2. Bir rılmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cark-ıl-da-mak.
malın belirli bir zaman ve yerde geçerli olan p iya cark2, [cark (yans.)] is. Birden vurma, çarpma anla
sa değeri.|| cari hasıla, eko. 1. Bir yatırımdan bir tan kök. [Zülfıkar] cark-a, cark-ı-da-k.
y ıl içinde sağlanan gelirin yatırım değerine oranı. carkıdak, [cark-a-dak] {ağız} zf. (Yapılan iş veya ha
2. Sermayenin yüzde ile gösterilen yıllık geliri.|| reket için) carkıltı sesi ile birlikte ve ansızın; bir
cari hesap, bank. Kişiler veya kişilerle banka ara denbire.
sında sürüp giden alacak ve borç ilişkisi içinde y ü carkıldam ak, [cark-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-
rütülen işlem .|| cari hesap sözleşmesi, bank. Birbi d(ı)-yor] 1. Ansızın açılıp kapanma ile birlikte ses
ri ile borç ve alacak ilişkisi bulunan iki kişiden çıkarmak. 2. (Kuş, tavuk vb. için) rahatsız edici ve
karşılıklı olarak alacak ve vereceklerini döktükten sürekli ses çıkarmak; cark cark ötmek,
sonra elde edilen toplam sonuca göre borçlanma carkıltı, [cark (yans.) > cark-ıl-tı] {ağız} is. 1. Ansı
veya alacaklanma sözleşmesi.^ cari ihtiyat, eko. zın çıkan vurm a ve çarpma sesi. 2. Kalın, kaba ve
K ısa zamanda paraya çevrilebilecek a k tif hesap rahatsız edici kuş, tavuk sesi. 3. Sakız çiğnerken
lar. || cari kur, eko. Yabancı paraların m illî para çıkan ve buna benzer ses.
birimine dönüştürüldüğü andaki fiyatı. || cari mali carlak, -ğı [car-la-k] {ağızj sf. 1. (Kişi için) sesi hoşa
yet, eko. Belirli bir zaman dilimi içindeki fiyatlara gitmeyen. 2. is. Kötü ses. [DS]
göre oluşan maliyet.\\ cari masraf, Belirli bir dö carlam a, [Moğ. car (çağrı) > car-la-ma] is. 1. Y ük
nem içinde yapılan masraf. || cari nispet, eko. D ö sek sesle bağıra bağıra konuşma. 2. Nara atma. 3.
nüşümde bulunan değerlerin toplamının kısa vadeli Tellal aracılığıyla duyurma; ilan etme.
6 M 1 1 E M .7 5 9 CAS
carlamak, [Moğ. car (çağrı) > car-la-mak] g ç sz.f. [- cartıl, [cart-ı-1] {ağız} sf. 1. Kötürüm. 2. Yaşlılıktan
r] [-l(ı)-yor] 1. Car çeker gibi bağırarak konuşmak. bunamış olan. 3. Acuze; delimsi; cadı. [DS] S car-
2. Tellallık etmek. 3. gçl. f. Çarcı aracılığıyla halka tıl olmak, {ağız} 1. Güçten düşmek; yorulmak. 2.
duyurmak. Hamlaşmak. [DS]
carlaşmak, [car-la-ş-mak] /ağızj işteş, f. [-ır] 1. Top cartıllamak, [cart (yans.) > cart-ıl-la-mak [Zülfıkar]]
lanıp konuşmak; tartışmak; görüşmek. 2. Gürültü /ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Yorulmak; güçten
yapmak. [DS] düşmek. 2. Hamlaşmak; cartıl olmak. [DS]
carlı, [car-lı] {ağızj sf. Yoksul; zavallı. [DS] cartlak, -ğı [cart (yans.) > cart-la-k] sf. 1. Yırtılmış;
çarlık, [Moğ. car (çağrı) > car-lık] is. Tellal bağırt çatlamış durumda olan. 2. {ağız} Kendini beğenmiş;
mak suretiyle yapılan duyuru, şımarık. [DS] 3. Yaşlılıktan bunamış; delimsi; acu
carlu, [car-lu yr] {OsT} sf. Tanınmış; meşhur; ünlü. ze; cadı. 4. {ağız} is. Olgunlaşmak üzere olan incir.
carmaçur, [Erme, cermag (beyaz) + çur (su)] is. ar [DS],
go. Rakı. S carmaçur yapmak, argo. Rakı içmek. caru1, [Far. cârü jjU-] (ca:ru:) {OsT} is. Süpürge,
carmak, [Erme, çermag] is. argo. Rakı,
caru, [câr-û jjU-] {OsT} is. Y üksek ses; bağırtı, ö
carp, [carp (yans.)] is. 1. Birden kuvvetlice çarpma,
bu biçimde vurma, kesm e anlatan kök. [Zülfıkar] caru çalmak, {OsTj Bağırmak; haykırmak; nara
carp-a-dak, carp-a-dan, carp-ıl-da-t-mak. 2. zf. atm ak.|| caru urmak, {OsT} -*■ caru çalmak,
Iağızj Birdenbire; hemen. [DS] carub, [Far. cârüb (ca;ru;b) {OsT} is. Süpür
carpadak, -ğı [carp (yans.) > carp-a-dak] /ağızj zf. ge. fi1 cârüb-keş, {OsTj -* carubkeş.|| cârflb-
Birdenbire; hemen. [DS] nümâ, {OsT} Süpürgeyi andıran.\\ cârûb-zen,
carpadan, [carp (yans.) > carp-a-dan] {ağız} zf. Bir {OsTj -*• carubzen.
denbire; ansızın; hemen. [DS]
carubkeş, [Far. cârub-keş ljjjU -] (ca.rupkeş)
carpıldatmak, [carp-ıl-da-t-mak] {ağızj gçl. f. [-ır]
Sopa ile ansızın kuvvetlice vurmak. [DS] {OsTj is. 1. Süpürücü. 2. Eskiden önemli ve şerefli
carse, [İng. jersey] is. -*■jarse. bir görev sayılan M ekke’de K âbe’nin, M edine’de
ise camilerin süpürülme işi.
carşeb, [Far. câr-şeb y-AjW] (ca:rşeb) (OsTj is.
Ç arşaf carubzen, [Far. cârub-zen o j v ’JjW-] (ca;rubzen)
cart, [cart (yans.)] is. 1. A nsızın yırtılm a ve bu bi {OsT} is. Süpürücü; çöpçü,
çimde kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında carullah, [Ar. câr’ullâh aJJIjU-] (ca:rulla:h) sf.
çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cart-a-dak, cart
M ekke’ye çekilip orada oturan,
cart, cart curt, cart-ıl-la-mak, cart-ıl olmak, cart-
carut, -du [Erme, caruğ > carut] {ağız} is. Ateş küre
la-k. 2. is. Kâğıt veya bez cinsi şeylerin yırtılırken
ği. [DS]
çıkardığı ses. 3. argo. Birinin aşırı abartmada bu
lunduğunu ikaz için söylenir. 4. s f (Renkler için) cas1, [cas] is. Parıltılı görüntü ve yansım a anlatan
gözü rahatsız edecek şekilde uyumsuz; frapan. S kök. S cas cas, Yanıyormuş gibi parlayarak; ışık
cart cart ötmek, Çevresindekileri küçük görerek lar yansıtarak.
kendim beğenmiş bir halde durmadan konuşmak.\\ cas2, [Ar. caşş ,_^r] {OsT} is. 1. Kireç. 2. Alçı taşı.
cart curt, 1. B ozuk veya gevşem iş eşyadan çıkan cascavlak, [ca(s)+ca/vlak] (c a ’scavlak) pekşt. sf. 1.
gıcırtı sesi. 2. Asılsız tehdit ve göz korkutma. 3. Boş
Saçsız. 2. Elbisesiz; çıplak. 3. zf. Saçsız olarak. 4.
yere öğünme; böbürlenme,|| cart curt etmek, 1 .
Çıplak olarak. S cascavlak kalmak, 1. Üzerinde
Emri altındakileri korkutm ak için bağırıp çağır
hiçbir giyecek kalmamak; çırılçıplak kalmak. 2 .
mak. 2. Böbürlenm ek için yüksekten atmak; çalımlı
Bütün m addî varlığını yitirm iş bir durumda kal
konuşmak. 3. İleri geri konuşm ak.|| cart kaba kâ
mak; çaresiz düşmek.
ğıt, Birinin palavrasına inanılmadığını ifade etmek
için söylenen söz. caselik, -ği [Ar. câşelîk jJi'U -] (ca:seli:k, k kalın söy
carta, [Ar. darta / zarta] (ca ’rta) is. argo. Seslice yel lenir) is. 1. Katolik. 2. Büyük papaz; başpapaz,
lenme; osurma. S carta çekmek, argo. Yellen -cası, [-ca-s-ı / -ce-s-i] {eAT} yap e. ...-m hepsi,
mek,|| cartayı çekmek, argo. Ölmek. casıl, [cas / caz (yans.) > cas-ıl] is. Y anm a sırasında
cartadak, [cart (yans.) > cart-adak] (cartadak) zf. 1. çıkan sesi anlatan gövde. [Zülfıkar] S casıl casıl
“Cart!” diye ses çıkararak. 2. Gürültülü bir biçimde yanmak, {ağız} Cızırdayarak yanmak. [DS]
ve aniden. 3. {ağızj Birdenbire; hemen. [DS] casim, [Ar. câsim ^J'U-] (ca;sim) {OsT} sf. (Kişi için)
cartazan, [cart-az-an] {ağızj sf. 1. Kendini beğenmiş.
yüzükoyun yatm ış olan,
2. Geveze. [DS]
cartı, [cart-ı] {ağızj sf. Yarım; parça. S cartı kal casir, [Ar. cesaret > câsir _^W] (ca;sir) {OsT} sf. Ce
mak, {ağız} Yarım kalmak. [DS] saret edici; cesaret gösteren.
CAS ■ E M İ M E S Ö M . ? 6o
cassas, [Ar. caşşaş ^ U ^ r ] (cassa:s) {OsTj is. 1. K i da demir çiviler. 4. {ağızj Balık ağı örmekte kulla
nılan mekik. [DS]
reççi. 2. Sıvacı,
cav6, [cav] {ağızj is. 1. Savaş. 2. Düşman. [DS]
cast, [Far. c a s tc ~ V | {OsTj is. Üzüm sıkma teknesi,
cav8, [cav] {ağızj is. Yağ. [DS]
casum , [Ar. câsüm pi'W-] (ca:su:m) {OsTj is. Kor cav9, [cav / çav jU- / jU-] {eATj is. Ün; şan; şöhret.
kunç rüya; kâbus; karabasan, S cav dutmak, {eATj Ün alm ak; şöhret kazanmak.
casus, [Ar. cess (gizli) > câsüs ^ -y U -] (ca:sıt:s) cavalacoz, [Yun. zavalis (zavallı) ?] sf. argo. 1. De
{OsTj is. 1. Gözetlemek, bilgi toplamak için düş ğersiz; önemsiz. 2. Derme çatma. 3. Gereksiz söz.
man içine sızan veya yabancı bir devlet içinde gizli cavan, [Erme, çevon / çopan] {ağızj is. Kalın urgan;
bilgileri öğrenm ek amacıyla çalışan kimse; çaşıt. 2. halat. [DS]
Birini ve bir topluluğu izleyerek bilgiler toplamaya cavcav, [cav+cav] is. ikile. 1. İyi hazırlanmamış, tel
çalışan kim se; ajan. 3. sf. Gizli bilgileri toplamakta vesi ve suyu ayrı duran kahve. 2. {ağızj argo. Uy
ve ilgili yere aktarmakta kullanılan, durma, boş ve gereksiz konuşma. [DS] 3. {ağızj
casus belli, [Lat. casus belli] is. 1. Savaş sebebi. 2. Hindi. [DS] 4. {ağızj Havlama. [DS]
B ir ülke ile savaşa sebep olabilecek her olay. 3. cavcavlı, [cav+cav-lı] {ağızj sf. En hareketli an. [DS]
Savaşı haklı gösteren bahane. cavcı, [cav-cı] {ağızj sf. Bencil. [DS]
casusî, [Ar. câsüsı ^ ^ U ] (ca:su:si:) sf. 1. Casus cavdımak, [çav-mak > cav-(ı)d-mak] {ağızj gçl. fi [-
lukla ilgi. 2. is. Casusluk, r] (Atılan taş, ok, mermi vb. için) hedefe varm aya
casuslamak, [casus-la-mak] (ca:suslamak) g çsz.f. [- rak yana doğru kaymak. [DS]
r] [-l(u)-yor] Casusluk etmek; gizli şeyleri araştır cavers, [Ar. câvers j-jjU -] (ca:vers) {OsTj is. Buğ
mak. day arasında biten bir tür sarı darı,
casusluk, -ğu [casus-luk] (ca:susluk) is. 1. Yabancı
caversi, [Ar. câversî ^ j j U - ] (ca:versi:) {OsTj sf.
bir ülkede, bağlı olduğu ülke yararına bilgi toplama
ve aktarmak eylemi. 2. Casusun yaptığı iş ve gö (Kabarcık için) bir darı tanesi büyüklüğünde olan.
rev; ajanlık. fi1 câversiyyü’ş-şekl, {OsTj Darı biçiminde.
caşır, [Ar. çavşır] (ca:şır) {ağızj is. -*■ çavşır. [DS] cavgın, [cav (yans.) > cav-mak > cav-gm] {ağızj
caşnamak, [caş-na-mak] g ç sz.f. [-r] [-n(ı)-yor] Şim Rüzgârlı havada karla karışık yağan yağmur. [DS]
şek çakmak. cavgırtmak, [cav (yans.) > cav-gı-r-mak] {ağızj gçl.
fi [-ır] Kaçırmak. [DS]
caşur, [Ar. çavşır => câşur ^lU-] {eATj -*■ çavşır, fi1
cavık, -ğı [cav (yans.) > cav-ı-k] {ağızj sf. Sulu; suyu
caşur dibi, {eATj Yaban pancarı kökü.
çok; cıvık. S cavık cıvık, {ağızj (Yemek için) acele
cat, [Güre, çadi / Erme, cat] {ağızj is. 1. M ısır unu. 2. ile yapılan ve uydurma. [DS]
M ısır unundan yapılan ekmek. [DS]
cavıkm ak, [cav (yans.) > cav-ık-mak] {ağızj gçsz. fi
çatmak, [cat-mak] g çsz.f. [-ar] Yatmak. [-ır] O raya buraya koşturmak. [DS]
cav1, [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is.
cavıldak, -ğı [cav (yans.) > cav-ıl-dak] {ağızj sf.
Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay
Sevimli ve konuşkan. [DS]
namasını anlatan kök. [Zülfıkar] cav-la-mak.
cavır1, [cav (yans.) > cav-ır] is. Sevimli ve konuşkan
cav2, [cav (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde ko
olmayı anlatan yansımalı gövde. S cavır cavır,
nuşma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfıkar]
{ağızj Konuşkan ve sevimli. [DS]
cav-ır cavır, cav-ır-da-mak, cav-ır-tı, cav-ış-tı.
cavır2, [Ar. kâfir / Far. gabr (ateşperest) > gâvur]
cav3, [cav (yans.)] is. Gereksiz, anlamsız boş lafların
{ağızj is. Gâvur. [DS] S cavır combalak, {ağızj
söylenişini anlatan kök. [Zülfıkar] cav-gır-t-mak,
Tepe takla. [DS]|| cavır gibi, {ağızj Bilgiç; kurnaz;
cav-ık-mak. B cav saymak, {ağızj Önem verme
akıllı. [DS]j| cavır hıyarı, {ağızj E şek hıyarı. [DS]||
mek. [DS]
cavır otu, {ağızj Anason. [DS]
cav4, [cav (yans.)] is. Hızla uçma, uçuşma, kaçma ve
cavırdam ak, [cav (yans.) > cav-ır-da-mak] {ağızj
fırlama hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] cav-gır-
g çsz.f. [-r] Tatlı sesle konuşmak. [DS]
t-mak, cav-ık-mak.
cavırdaşmak, [cav (yans.) > cav-ır-da-ş-mak] /ağız)
cav5, [Far. çah] is. 1. Büyük bez veya deri torba; tu
işteş, fi. [-ır] Cıvıldaşmak. [DS]
luk. 2. Banyo yapılan yer, küvet veya tekne. 3. El
cavırtı, [cav (yans.) > cav-ır-tı] {ağızj is. Kuş sesi;
yüz yıkanan lavabo veya leğen.
cıvıltı. [DS]
cav7, [çınğ (yarn.) / çij (demir çivi) / çüjmek (ger
cavıştı, [cav (yans.) > cav-ış-tı] {ağız} is. Haykırma
mek, uzatmak) > cağ / cav] is. 1. Parmaklık, korku
luk. 2. Çorap örmekte kullanılan şiş. 3. Dokuma sesi; gürültü. [DS]
tezgâhlarında bobinleri takmakta kullanılan ağaç ya cavi, [Cava > cavı ^sjU-] (ca. vi:) {OsTj sf. 1. Cava ile
ÖlüBtI R SEMİ. 761 CAY
ilgili. 2. is. Cava adasında yetişen sert bir kamıştan tüyleri dökülmek. 3. Çıplak kalmak; soyunmak. 4.
yapılmış, hattatlıkta çok ince çizgiler çizmek için argo. Ölmek. 5. Kumarda kaybetmek. [DS]
kullanılan kalem. 3. Bu kalemle yazılmış bir hat cav lam ak 3, [cav (yans.) > cav-la-mak] {ağız} gçsz. f .
çeşidi. [-r] [-l(ı)-yor] (Su için) ses çıkarmak; çağlamak.
cavid, [Far. câvid / câvid J j jU / (ca:vid) {OsTj [DS]
sf. -*■ cavit. cavlanm ak, [cav-la-n-mak J ^ ^ r ] {eAT} dönşl. f. [-
cavidan, [Far. câvid-ân / câvıd-ân jb jU - / Ol-bjU-] ur] Ün salmak; meşhur olmak; ünlenmek,
(ca.vida.n) {OsT} sf. Sonsuz; ebedî. S1 câvidân- çavlı, [çav-lı J j W ] {OsT} is. 1. Ava alıştırılmamış
serây, {OsT} Cennet. doğan; çavlı. 2. s f Ünlü; meşhur,
cavidane, [Far. câvid-âne / câvîd-âne -tibjU- / cavlu, [çav-lu jJjW ] {OsT} sf. Ünlü; meşhur.
üİJbjU-] (ca:vida:ne) {OsT} sf. Sonsuz; ebedî, c a v m a k 1, [cav (yans.) > cav-mak yy*-] g ç sz.f. [-ar]
cavidani, [Far. câvid-ânî / câvîd-ânî / ^İJujU - 1. (Atılan ok için) hedefe veya sert bir engele çarp
tıktan sonra saparak yön değiştirmek. 2. H edef de
^ b jU -] (ca:vida:ni:) {OsT} sf. Sonsuz; ebedî.
ğiştirmek; yol değiştirmek. 3. Amaçtan şaşmak. 4.
cavit, -di [Far. câvid ->jL=r] (ca:vid) {OsT} sf. Sonsuz; Önce yaklaşıp sonra birdenbire uzaklaşıp kaçmak.
sürekli kalıcı; ebedî, cav m ak 2, [câv-mak {OsT} gçsz. fi [-ar] Sıcak
cavk, [Ar. cavk 3 y ] {ağız} is. Topluluk. [DS] S lığı yayılmak,
cavk cavk, {eAT} 1. Küme küme; takım takım. 2. c av rak , -ğı [cav (yans.) > cav-ra-k] {ağızj is. Köpek.
Çok çok. [DS]
cavka, [Slav, çavka] {ağız} is. Siyah karga. [DS] c a v rak lam a, [cav-ra-k-la-ma] {ağız} is. Sözünden
dönme; pişman olma. [DS]
cavkırm ak, [cav (yans.) > cav-kır-mak] {ağız} gçsz.
f. [-ır] (Köpek için) olduğu yerde kesik kesik hav c a v ralam ak , [cavra-la-mak] {ağızj gçsz. fi. [-r] [-l(ı)-
lamak. [DS] yor] 1. Sevincini konuşm aları ile belli etmek; şa
kımak. 2. Korku ve heyecan yüzünden çnpınm ak.
cavkırtm ak, [cav-k-ır-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1.
[DS]
Çalmak; aşırmak. 2. Etrafı dolaşmak; kolaçan et
c a v ra m a k ’, [cav (yans.) > cav-ra-mak] {ağız} gçsz. fi
mek. 3. İşten kaçıp gezmek, dolaşmak. [DS]
[-r] [-r(ı)-yor] (Bitkiler için) yanmak; sararmak. [DS]
cavkm ak, [cavk-mak] {ağız} gçsz. f. [-ar] Bir şey
c a v ra m ak 2, [cav (yans.) > cav-ra-mak] {ağız} gçsz. fi.
elde etmek için çabalamak. [DS]
[-r] [-r(ı)-yor] 1. Uğraşmak; didinmek; çabalamak.
cavlak, -ğı [cav (yans.) > cav-la-m ak > cav-la-k] sf.
2. Yardım istemek. [DS]
1. Çıplak ve saçsız kafalı; dazlak. 2. Soyunmuş;
c a v ra tm ak , [cavra-t-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] 1. Ü z
çıplak. 3. (Kuş ve kümes hayvanları için) tüysüz;
mek; yalvartmak. 2. Gayrete getirmek. [DS]
tüyü dökülmüş. 4. is. Saçını, sakalını, hatta kaşları
nı tıraş ettirerek çıplak denecek bir kıyafetle diyar cavri, [Ar. cüri] (OsT} is. Bir tür esans,
diyar dolaşan Kalenderi dervişi. 5. zf. Çıplak ola cavsıtm ak, [cav-sı-t-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] 1.
rak. S cavlağı çekm ek, argo. Ölmek. || cavlağı so K onuşurken saçmalamak; söz düzenini yitirmek. 2.
yulm ak, Saçı dökülerek tepesi açılmak. Gideceği yeri şaşırmak; oraya buraya gidip gelmek.
cavlaklaşm a, [cavlak-la-ş-ma] is. 1. Cavlak duruma [DS]
gelme eylemi. 2. argo. Sebepsiz kavga çıkarma; cavşir, [Far. gavsir / Ar. cavşîr] {ağız} is. bot. M ay
maraza çıkarma, danozgillerden ishâl kesici, sinirleri yatıştırıcı ve
cavlaklaşm ak, [cavlak-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. hayvanlarda cinsel istek uyandırmak için kullanılan
Cavlak duruma gelmek. 2. argo. H içbir sebep yok otsu bir bitki, (Opoponax chironium). [DS]
ken kavga çıkarmak; hır çıkarmak, cav u ld u r, [cav-ul-dur] {ağız} sf. Namuslu. [DS]
cavlaklık, -ğı [cavlak-lık] is. Cavlak olm a durumu; cavzıtm ak, [cav-(ı)-z-ıt-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] 1.
çıplaklık; saçsızlık ve tüysüzlük. İşi sürüncemede bırakmak; yarıda bırakmak; usa
cavlam a, [cav-la-ma] is. 1. (İnsan için) saç dökülme narak işten kaçmaya çalışmak. 2. Aşırı gitmek; u-
durumu. 2. (Kuş ve kümes hayvanları için) tüy dö zatmalc. 3. Küsüp gitmek. [DS]
külme durumu. 3. Çıplak kalma. 4. argo. Ölme. c a y 1, [cay (yans.)] is. 1. Süratle uçma, fırlama, kaçma
cavlam ak1, [eT. çak (yans.) / cağ > cağ-la-mak] gçsz. hareketlerini anlatan kök. [Zülfikar] cay-ır-adak. 2.
f M [~l(l)~yor] Parıldamak; parlamak. Sürtünme anlatan kök. [Zülfıkar] cay-ır-da-mak;
cavlam ak2, [cav (yans.) > cav-la-mak] {ağız} gçsz. f . cay-ır-da-t-mak.
M [-l(ı)-yor] 1. (İnsan için) saçları dökülerek başı cay2, [cay (yans.)] is. A cıyla yanmayı ya da yanmayı
çıplak kalmak. 2. (Kuş ve kümes hayvanları için) anlatan kök. [Zülfikar] cay-ır cay-ır, cay-ır-da-mak.
CAY Ö I İ İ M TÜRKÇE S Ö M .
cay3, [cay (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde ko caygâh, [Far. cay-gah ol^j.U-] (ca.ygâh) {OsT} is. İyi
nuşma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfikar]
bir memuriyet makamı,
cay-la-mak, cay-ır-tı, cay-ra-k.
caygın, [cay-mak > cay-gm] sf. 1. Sık sık karar
cay4, [cay (yans.)] is. Kuvvetli ve hızlı bir şekilde
değiştiren. 2. Sözüne ve kendisine güvenilmeyen;
yanmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cay-ır cayır, cay-ır-
dönek; kaypak.. 3. İşin ardını bırakan,
da-mak, cay-ır-tı.
caygınlık, -ğı [cay-gın-lık] {ağız} is. 1. Caygın olma
cay5, [cay / cıy / ciy (yans.)] is. Yırtılma, tırnakla
durumu. 2. Kararsızlık. 3. Beğenmezlik; usanmış-
yırtma, koparma olaylarım anlatan kök. [Zülfıkar]
lık. [DS]
cay-ır-da-t-mak.
caygir, [Far. cây-gîr jŞ*>W] (ca;ygi;r) {OsT} sf. Yer
cay6, [Far. cay ^U-] (ca:y) {OsTj is. 1. Yer; mekân. 2.
leşmiş, sabit; yer tutan. S câygîr olmak, {OsT} Yer
Mevki; rütbe; mertebe. 3. Uygun bir zaman; fırsat.
tutmak; yerleşmek.
4. mecaz. Uygun, fi1 cây-bâş, (OsTj Oturulan yer;
cayık, -ğı [Kaz. Kır. Kıpç. cayık] is. 1. Yayık. 2.
oda; yurt; mekân.\\ cây-gâh, {OsT} -*■ caygâh.| cây-
Eski Türk kozmogonisine göre Tufan tanrısı.
geh, {OsT} 1. Yer. 2. Mevki; rütbe.| cây-gîr, {OsT}
-*■ caygir.|| cây-güzîn, {OsT} Yerleşmek üzere yer cayır1, [cay (yans.) > cay-ır] is. Yanma, yırtılm a ve
seçen. || cây-i behiştî, {OsT} Cennet gibi yer. \\ cây-i kırılma sırasında çıkan sesi ve hızlı oluş anlatan
buse, {OsT} Öpülecek yer.|| cây-i ilticâ, {OsT} Sı yansımalı gövde. S cayır cayır, 1. Şiddetli bir
ğınm a yeri; sığınak.|| cây-i işret, {OsT} İçkili eğ yanm a ve yırtılm a durumu. 2. Hızlı bir şekilde; ça
lence yeri.|| cây-i iştibâh, {OsT} Şüphe noktası.|| buklukla,|| cayır cayır yanm ak, Şiddetli ve etkili
cây-i karâr, {OsT} Dinlenme, durma yeri.|| cây-i biçimde yanmak.
meşakkat, {OsT} 1. Sıkıntı yeri. 2. mecaz. Dünya.| cayır2, [çayır] {eA Tj is. Çayır. S cayır ü cümen,
cây-i mülahaza, {OsT} D üşünülecek yer; düşünü {eAT} Çayır ve çimen.
lecek konu. || cây-i mütâlaa, İncelemeye, okumaya cayıradak, -ğı [cay (yans.) > cay-ır-adak] {ağız} zf.
değer.|| cây-i penâh, {OsT} Sığınma yeri; sığınak.|| (Kırılma, yırtılma, yanma, kaçma eylemleri için)
cây-i rahat, {OsT} Rahat ye r.|| cây-i suâl, {OsT} birdenbire; çarçabuk; şiddetli bir biçimde. [DS]
Sorulacak şey.|| cây-i şek, {OsT) Şüphe noktası.|| cayıradan, [cay (yans.) > cay-ır-a-dan] {ağız} zf. -*■
cây-i taaccüb, {OsT} Şaşılacak şey.|| cây-i tered- cayıradak. [DS]
düd, {OsT} Şüphe noktası.|| cây-i ümîd, {OsT} 1. cayırdak, [cay (yans.) > cay-ır-adak] {ağız} zf. -*
Ümit veren şey. 2 . İstenilen nokta.|| cay-mend, cayıradak. [DS]
{OsT} Yerinden kalkmayan; üşenen; tembel. || cây- cayırdam a, [cay (yans.) > cayır-da-ma] is. Cayırtılı
nişîn, {OsT} Birinin yerine geçen; onun yerini tu sesler çıkararak yanm a ve yırtılma,
tan.
cayırdam ak, [cay (yans.) > cayır-da-mak] g ç sz.f. [-
caydırıcı, [cay-mak > cay-dır-ıcı] sf. 1. Bir topluluğu r] [-d(ı)-yor] 1. (Yanmak ve yırtılmak için) cayırtı-
veya kişiyi yapmak istediği işten vazgeçiren. 2. lı sesler çıkarmak. 2. Hızlı bir şekilde yanm ak veya
Düşmanı saldırı fikrinden vazgeçiren. 5> caydırıcı
yırtılmak. 3. {ağız} Y anar gibi acımak. [DS] 4. {ağız}
güç, Bir ülkenin, saldırgan başka bir ülkenin saldı Parlamak; azarlamak; çıkışmak. [DS]
rısı sonucunda saldırganın zararlı çıkacağı kanaa
cayırdanak, [cay (yans.) > cay-ır-da-n-ak] {ağız} zf.
tini uyandıran askerî imkânları; düşmana korku
-*■ cayıradak. [DS]
veren ve onu sindiren güçler.
cayırdatma, [cay (yans.) > cayır-da-t-ma] is. 1. Ca-
caydırıcılık, -ğı [cay-dır-ıcı-lık] is. 1. Caydırıcı olma
yırtılı sesler çıkartarak yırtm a veya yakma. 2. Baş
durumu. 2. Caydırıcı olan şeyin niteliği,
kasının beceremediği güç bir işi yapıp bitirme,
caydırılma, [cay-dır-ıl-ma] is. Caymasına 'sebep
cayırdatmak, [cay (yans.) > cayır-da-t-mak] gçl. f. [-
olunma; niyetinden vazgeçirilme.
ır] 1. Cayırtılı sesler çıkartarak yırtm ak veya yak
caydırılm ak, [cay-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Cayma
mak. 2. Başkasının beceremediği güç bir işi yapıp
sı sağlanmak. 2. Niyetinden vazgeçirilmek. 3. Ka
bitirmek.
rarından döndürülmek,
cayırdayış, [cay (yans.) > cayır-da-y-ış] is. Yanan
caydırma, [cay-dır-ma] is. 1. Sözünden ve kararın
veya yırtılan bir şeyin ses çıkarma eylemi ve biçi
dan döndürme; vazgeçirme. 2. as. Düşmandan ge
mi.
lecek bir nükleer saldırı karşısında daha etkili bir
cayırrada, [cay (yans.) > cay-ır(r)-a-da] {ağız} zf. -*
silahla karşılık verileceği tehdidine dayanan askerî
cayıradak. [DS]
strateji.
caydırm ak, [cay-mak > cay-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. cayırradah, [cay (yans.) > cay-ır(r)-a-dah] {ağız} zf.
Caymasını sağlamak; sözünden ve kararından vaz -* cayıradak. [DS]
geçirmek. 2. Kötü niyet ve emellerinden vazgeçir cayırtdak, [cay (yans.) > cay-ır-t-dak] {ağız} zf. -*■
mek. cayıradak. [DS]
ım K S iM .; CAZ
cay ırtdana, [cay (yans.) > cay-ır-t-dan-a] {ağız} zf. -*■ caynişin, [Far. caynişm] (ca;ynişi;n) {OsT} sf. 1. B ir
cayıradak. [DS] birinin yerine geçen. 2. M evki tutan,
cay ırtd an ak , [cay (yans.) > cay-ır-t-dan-ak] {ağız} zf. c a y ra d a k , [cay (yans.) > cay-(ı)r-a-dak] {ağız} zf. -*■
-*■ cayıradak. [DS] cayıradak. [DS]
cayırtı, [cay (yans.) > cayır-tı] is. 1. Şiddetle yanan cay rak , -ğı [cay (yans.) > cay-(ı)ı-a-k] {ağız} sf. 1.
bir şeyin veya yırtılan kâğıt, bez gibi nesnelerin Geveze. 2. Dedikoducu. [DS]
çıkardığı ses. 2. Gürültü patırtı; şamata. 3. /ağızj cay rıd ak , [cay (yans.) > cay-(ı)r-ı(t)-ak] {ağız} zf. -*■
Telaşla bağırıp çağırma; velveleye verme. [DS]® cayıradak. [DS]
cayırtı verm ek, Bağırıp çağırarak korkutmak; göz cayroskop, [İng. gyroscope] is. 1. Ağır bir cismin
dağı vermek,|| cayırtıyı b asm ak , 1. Birdenbire ba bağlı olduğu tabana göre bir veya iki serbestlik de
ğırıp çağırmaya başlamak. 2. Gürültü patırtı çı recesine sahip bir eksen çevresinde hızla dönmesi
karmak. 3. Yaygara koparmak.\\ cayırtıyı k o p a r sayesinde değişmez bir frekans doğrultusu sağla
m ak, 1. Birdenbire bağırıp çağırmaya başlamak. yan alet; jiroskop. 2. Uçağın uçuş vaziyetini göste
2. Gürültü patırtı çıkarmak. 3. Yaygara koparmak. ren alet.
cayış, [cay-mak > cay-ış] is. Caymak eylemi ve bi c a z 1, [caz / cız / coz (yans.)] is. 1. Ateşte yakma, k ı
çimi. zartma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar]
caz-ır cıızur, caz-la-mak caz-ır-tı, caz-z-adak. 2 .
cayi, -i’ı [Ar. ciyâ' / cay!' £ .U ] (ca:yi:) {OsTj sf.
Yanan bir şeyi ateşte söndürme sırasında çıkan sesi
Acıkmış; aç. anlatan kök. [Zülfıkar] caz etmek, caz-z-adak. 3. ar
cayigâh, [Far. cây-gâh °^.W-] (ca:yigâ:h) {OsTj is. go. Boş konuşma, gevezelik, fi1 caz dem ek, {ağız}
Oturulan yer; konut; ikametgâh, Birden yanmak. [DS]|| caz etm ek, 1. Cazırtılı bir
ses çıkararak birden yanmak. 2. (Yürek, iç vb. için)
cayir, [Ar. cevr > câyir y.U-] (ca;yir) sf. Eziyet eden;
birden sızlamak; burkulmak; aşırı üzüntü ile sar
çevreden. sılmak.
cayiz, [Ar. cevaz (izin) > câiz ^ W ] {OsTj is. -*■ caiz, caz2, [caz (yans.)] {ağız} sf. 1. Yakan; yakıcı. [DS] 2.
is. {ağız} Yufka pişirmeye yarayan sac. [DS]
cayize, [Ar. cevaz (izin) > caize {OsT} is. -*■
caz3, [İng. jazz] is. müz. 1. Bütün dünyaca benim se
caize. nen Kuzey Amerika zenci müziği. 2. Bu tür m üzik
caylam ak, [cay-la-mak {eATj gçsz. f. [-r] çalan orkestra, fi1 caz y ap m ak , argo. Gevezelik et
Yüksek sesle bağırmak; sesini yükseltmek, mek; boşa konuşmak.
cayma, [cay-ma] is. Verdiği sözden, alman karardan cazb an t, -dı [İng. jazz-band] is. müz. Caz orkestrası,
ve niyetinden dönme, vazgeçm e işi ve eylemi; cazbantçı, [cazbant-çı] is. Caz orkestrasında müzik
rücu. S caym a h ak k ı, huk. K anunlar çerçevesinde aleti çalan kişi,
kullanılabilen verilen karardan dönme hakkı.\\ cay cazcı, [caz-cı] is. müz. 1. Caz müziği ile uğraşan kişi.
m a tazm inatı, huk. Yapılan sözleşmeden veya va 2. argo. Gevezelikle vakit geçiren, boş konuşan
rılan karardan sonra taraflardan biri vazgeçtiği kimse.
takdirde karşı tarafın uğradığı zararı karşılam ak cazgır, [Far. şâd (kuşak) + -gir (tutan)] is. 1. Bağıran.
üzere ödediği para. 2. Yağlı güreşte pehlivanları halka tanıtan, dua
caym ak, [çav-mak / cıv-mak (sapmak, yön değiştir eden, güreşin kurallara uygun yapılıp yapılm adığı
mek) > cay-mak] gçsz. f . [-ar] V ermiş olduğu söz nı denetleyen, çok konuşan görevli. 3. sf. Çok ko
den, birlikte alman karardan ve niyetinden dönmek; nuşan; geveze. 4. argo. Her şeye burnunu sokan;
vazgeçmek; rücu etmek. hemen her ortamda bitiveren. 5. {ağız} Sözünden
Caynacılık, [Hint, cina (muzaffer)] is. din. Ruhu, ruh dönen; sözünde durmayan; dönek. [DS] 6. D ediko
göçünden kurtararak N irvana’ya ulaştırmak amacı ducu; fitneci.
nı güden bir Hint dini, cazgırlık, -ğı [caz-gır-lık] is. 1. Cazgır olm a durumu
ve cazgırın niteliği. 2. Cazgırın yaptığı iş ve m es
caynak, -ğı [eT. tım -ak / cır-mak (bir parça yırtmak)
lek.
? > cırnak / caynak] {ağız} is. 1. Tırnak; pençe. 2.
Bir tür güvercin. [DS] cazh u t, [? c â z h u to ^ -jU ] {OsT} is. Kasnı,
caynal1, [cay-mak > cay-nal] {ağız} sf. Beceriksiz. cazı, [Far. câdü => cazı lsjU-] (ca;zı;) {OsT} is. Cadı,
[DS]
cazılan m ak , [câzı-la-n-m akl3*Jjl=r] {eAT} dönşl. f. [-
caynal2, [Far. çenğâl (pençe)] {ağız} sf. Karışık; bir
birine girmiş. [DS] S1 cay n al cuynal, {ağız} K ar ur] Cadı hâline gelmek,
makarışık; eğri büğrü. [DS] cazır, [caz (yans.) > caz-ır] is. Kızgın bir tava veya
caynaz, [cay (yans.) > cay-na-z] {ağız} sf. Sıska; za başka bir katı cisim üzerine dökülen yağ, su vb.
yıf; cılız. [DS] şeylerin yanarken çıkardığı sesi anlatan gövde fi1
CAZ
cazır cazır, (Yanma, kaynama için) güçlü bir şe cazlamak, [caz (yans.) > caz-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-
kilde cazırtı sesleri çıkararak. || cazır cuzur, (Yan r] 1. (Ekmek, yem ek vb. için) sacın, kabın çok sı
m ak için) cazırtılı sesler çıkarak. cak oluşu yüzünden cızırtılı bir sesle yapışıp yan
cazırdama, [caz (yans.) > cazır-da-ma] is. Cazırtılı mak. 2. (Yemeğe konulan kızgın yağ için) cazırtılı
bir ses çıkararak yanmak eylemi, bir ses çıkararak kabarıp sıçramak,
cazırdamak, [caz (yans.) > cazır-da-mak] gçsz. fi [- cazlak, -ğı [caz-la-k] {ağız} sf. Kel kafa; dazlak. [DS]
r] [-d(ı)-yor] Cazırtılı sesler çıkararak şiddetli bir caziıg, [caz-lıg] {eT} is. Eyer kaltağı altına konulan
şekilde yanmak, örtü veya terlik. [Nevâyî]
cazırdatma, [cazır-da-t-ma] is. Cazırtılı sesler çıkar cazu, [Far. câzü jiU-] (ca:zu:) {OsT} is. 1. Cadı. 2.
tarak yakmak eylemi, Sihirbaz; büyücü,
cazırdatmak, [cazır-da-t-mak] gçl. fi. [-ır] Cazırtılı cazzadak, [caz (yans.) > caz(z)-adak] zfi. Birdenbire
ses çıkartarak yakmak, güçlü bir yakm a ile birlikte cazırtı sesi çıkararak;
cazırtı, [caz (yans.) > cazır-tı] is. 1. Cazırdama sesi. caz ederek.
2. Kızgın bir tava veya başka bir katı cisim üzerine cazzak, -ğı [caz (yans.) > caz(z)-a-k] {ağız} is. Tica
dökülen yağ, su vb. şeylerin yanarken çıkardığı ses. rette batan kimse. [DS]
cazib, [Ar. cezb > cazib (ca:zib) {OsT} sf. -*• Cb, [Colombia > Fr. colombium] (l ince) is. kim.
cazip. Atom sayısı 41, atom ağırlığı 92,91, yoğunluğu
8,57 olan, oksijen, kükürt ve klor gibi elementlerle
cazibe, [Ar. cezb (çekme) > cazibe ajİU] (ca:zibe)
bileşikler veren bir elem ent olan kolom biyum (ni
{OsT} is. 1. Çekim. 2. Başkaları için istek ve ilgi yobyum) elem entinin eski sembolü; yenisi Nb.
uyandıran kişinin veya bir nesnenin belirgin ve be Cd, [Fr. cadmium] is. kim. K alay görünüşünde, atom
ğenilen niteliği; alımlılık; çekicilik; albeni, ö câ- numarası 48, atom ağırlığı 112.41, özgül ağırlığı
zibe-i arz, {OsT} fız. Yer çekimi. || cazibe merkezi, 8,6 olan, 320°C’de ergiyen, 778°C’de portakal ren
Şehir suyu şebekesinde birleşik kaplar sistemine gi buhar yayarak kaynayan, yüksek düzeyde nötron
uygun olarak suyun pom pa kullanılmadan yukarıda soğurucu özelliği nedeniyle reaktörlerin denetim
bulunan bir yere akıtılmasını sağlayan nokta. çubuklarında kullanılan çok parlak doğal bir ele
cazibedar, [Ar. cazibe + Far. -dâr j b (ca:zibe- ment olan kadmiyum elementinin sembolü.
da:r) sf. Çekiciliği olan; çekici; cezbedebilen. -ce1, [-ca / -ce / -çe / -ça] yap. e. -*■ -ca.
cazibeli, [cazibe-li] (ca:zibeli) sf. 1. Çekiciliği olan; -ce2, [-ca /-ce / -ça / -çe] çek. e. -*• -ca.
alımlı; albenili; güzel. 2. (Şehir suyu için) birleşik Ce [Lat. Ceres (mitolojik Roma tanrıçası) > Fr.
kaplar sistemine göre çalışan; pompasız. cerium] (s e ’ryum) is. kim. Atom numarası 58, atom
cazibesiz, [cazibe-siz] (ca.zibesiz) sf. Çekiciliği ol ağırlığı 140,12 olan, demir görünüşünde, 6.7 yo
mayan; albenisiz; çirkin. ğunluğunda, 799°C’de ergiyen, havada kuvvetle
oksitlenen, suyu yavaş yavaş ayrıştıran, bazı birle
cazim , [Ar. cezm (karar verme) > câzim (ca:-
şiklerde 3, bazılarında 4 değerlik alan, akkor lam
zim ) {OsT} sf. 1. Kesin olarak kararını verm iş olan; baların yapım ında kullanılan, nadir topraklar gru
kararlı. 2. Kestirip atan. bundan bir element olan seryum elementinin sem
cazip, -bi [Ar. cezb (çekme) > câzib (ca:zip) bolü.
{OsT} sf. 1. İstek ve ilgi uyandıran. 2. Çekici. 3. ce, [cee / ce (yans.)] (ce 'e: / ce:) is. Küçük çocukları
Uygun; elverişli, eğlendirmek için saklanılan yerden aniden çıkıve-
cazipleşme, [cazip-le-ş-me] (ca:zipleşme) is. 1 . İlgi rirken söylenen söz. fi1 ce demek, Birdenbire orta
ve istek uyandıracak biçime gelme durumu. 2. Çe ya çıkıp korkutmak. \| ce demeye gelmek, (Ziyare
kici olma hali. 3. Uygun duruma gelme, tini kısa kesen kimseye serzeniş için) çok çabuk
cazipleşmek, [cazip-le-ş-mek] (ca.zipleşmek) dönşl. ayrılmış olmak.
fi [-ir] . 1. İlgi ve istek uyandıracak hâle gelmek. 2. ceb 1, [ceb (yans.)] is. Gereksiz, yerli yersiz konuşma,
Çekici hâl almak. 3. Uygun ve elverişli duruma boş laf etme ve ötüşme sırasında çıkan sesi anlatan
gelmek. kök. [Zülfikar] ceb cek.
cazipleştirme, [cazip-le-ş-tir-me] (calipleştirm e) is. ceb2, [Ar. ceyb] is. -*■ cep.
1. İlgi ve istek uyandıracak biçime getirme duru ceb3, [Ar. ce’b *_/U-] {OsT} is. 1. Göbek. 2. Kırmızı
mu. 2. Çekici kılma. 3. Uygun ve elverişli duruma toprak boya.
getirme.
cebabire, [Ar. cebr (zorlama) > cebâbire > ^U ] (ce-
cazipleştirmek, [cazip-le-ş-tir-mek] (c a lip le ştir
mek) g çl.f. [-ir], 1. İlgi ve istek uyandıracak nitelik ba:bire) {OsT} is. Zorlayanlar; baskı kuranlar.
kazandırmak. 2. Çekici kılmak. 3. Uygun duruma ceban1, [Ar. cebânet (korkaklık) > cebân / cebbân
getirme. jU r ] (ceba:n) {OsT} sf. Korkak; yüreksiz; ödlek.
B il U t M . 765 CEB
ceban2, [eT. çibün > ceban 0U -] {OsT} is. Sivrisinek, cebelendirmek, [cebe-le-n-dir-mek] gçl. fi [-ir]
Silahlandırmak,
cebanet, [Ar. cebânet o^Lş-] (ceba:net) {OsT} is.
cebelenmek, [cebe-le-n-mek] {eAT} dönşl. fi. [-ir] Si
Korkaklık; yüreksizlik; ödleklik, lahlanmak.
cebbac, [Far. cebbâc (cebba:c) {OsT} is. İran cebelî, [Ar. cebeli / cebeliyye / ^rW] (cebeli:)
şahlarının nevruz günlerinde giydikleri özel elbise, {OsT} sf. 1. D ağla ilgili. 2. Dağa ait.
cebban, [Ar. cebbân j U ] (cebba:n) {OsT} is. Pey cebeli, [cebe-li] sf. 1. Silahlı ve zırhlı asker. 2. İm pa
nirci. ratorluk döneminde tımar sahiplerinin dirliklerinin
oranına göre yanlarında bulundurmak ve savaşa
cebbane, [Ar. cebbân (açık alan) > cebbâne
hazır tutmak zorunda oldukları silahlı muharip as
(cebba:ne) {OsT} is. 1. A çık havada namaz kılman
ker. 3. {ağız} Silahlı kılavuz. [DS] 4. {ağız} Tüccar
yer. 2. Mezarlık,
ların tehlikeli yollarda yanlarına özel olarak aldık
cebbar, [Ar. cebr (zorlama) > cebbâr (cebba:r) ları silahlı adam. [DS]
{OsT} sf. 1. Zorlayıcı; zorlayan. 2. Zulmeden; zor cebelistan, [Ar. cebel + Far. istân jli* J^ -] (cebe-
kullanan; baskıcı; zorba. 3. isi. H er türlü güç ve
lista:n) {OsT} is. Dağlık arazi; dağlık ülke,
kudretin, ululuğun sahibi olan (Allah). 4. Orion
cebelleşme, [cedel-le-ş-me] is. 1. Dövüşür gibi b o
takım yıldızı. 5. sf. {ağız} Ekmeğini taştan çıkaran;
ğuşmak eylemi. 2. Mücadele. 3. Uğraşma, çekişme,
becerikli; iş bilir. [DS]
tartışma.
cebbarane, [Ar. cebbar + Far. âne (cebba-
cebelleşm ek, [Ar. cedel (kavga) > cede-l-le-ş-mek]
ra. ne) {OsT} zf. Zorbalara yakışır biçimde, işteş, fi [-ir] 1. Dövüşürcesine boğuşmak. 2. M üca
cebbari, [Ar. cebbâri lSjW ] (cebba:ri.) {OsT} is. 1. dele etmek. 3. Uğraşmak; çekişmek; tartışmak. 4.
Zorbalık. 2. Zorba, {ağız} Kavga etmek; sataşmak; çatmak. [DS]
cebcek, -ği [ceb (yans.) > ceb+cek] {ağız} sf. 1. G e cebellezi, [Ar. ceyb (cep) + ellezi (argo uydurma ek
veze. 2. Dedikoducu. [DS] lenti)] is. argo. 1. Cebe indirme. 2. B ir şeyi hakkı
cebcebe, [Far. cır ü cebe / Moğ. cer cebe (asker olmadan kendisine mal etme. S cebellezi etmek,
teçhizatı)] {ağız} is. Makyaj malzemelerini koymak Çalmak; cebe indirmek.
için üzerinde küçük cepler bulunan işlemeli bez. cebellik, -ği [cebel-lik] {ağız} is. Düz yolda çıkıntı
[DS] yapan toprak yığınları. [DS]
ce’be, [Ar. ce’be -ot»-] {OsT} is. anat. Göbek m ın cebelü, [cebe-lü 4^-] {OsT} is. Timar sahiplerinin
tıkası. yedek götürdükleri silahlı adam,
cebe, [Moğ. cebe] is. 1. {eT} {eAT} {OsT} H alka ve ceber, [Ar. ceber j^r] {OsT} is. fel. İnsanın iradesinin
zincirden örme zırh; cevşen. 2. H er türlü savaş araç elinde olmadığını, her davranışını bir zor altında
ve gereci; silah ve mühimmat. 3. {OsT} {ağız} Altm
yaptığına inanan tarikat; cebriye,
ve gümüşten yapılmış düz veya işlemeli bilezik.
[DS] 4. {ağız} Altm, gümüş ve elmastan yapılmış ceberi, [Ar. ceberî Lsj~r\ (ceberi:) {OsT} is. fel. İnsa
gerdanlık. [DS] S cebe bilezik, {OsT} Süslü bile nın iradesinin elinde olmadığım, her davranışını bir
zikli cebe delen, {OsT} Ucu uzun tem ren.|| cebe zor altında yaptığına inanan kişi,
göstermek, {OsT} Reswı-i geçit yapm ak; alay gös ceberiye, [Ar. ceberiyye {OsT} is. fel. İnsan
termek. || cebe-pûş, {OsT} Zırh giyen.|| cebe sat
iradesinin kendi elinde olmadığım, her şeyi bir zor
mak, {eAT} Gösteriş yapm ak; caka satmak.
lam a ile yaptığını savunan mezhep,
cebeci, [cebe-ci] is. 1. {OsT} Cephaneci er. 2. Silah
yapan veya satan kimse. 3. tar. İm paratorluk dö ceberut, [Ar. ceberüt o j ^ ] (ceberu:t) {OsT} is. 1.
neminde ordunun her türlü silah ve mühimmatını Aşırı büyüklük. 2. mecaz. A şın kibir. 3. A llah’ın
hazırlayan, tam ir eden kapıkulu askerleri, büyüklüğü, ululuğu. 4. M erhametsizlik. 5. tasvf.
cebehane, [cebe + Far. hâne 4^ .] (cebeha.ne) A llah’a varm a yolunun üçüncü basamağı. 6. sf.
Merhametsiz,
{OsT} is. Savaş araç ve gereçlerinin saklanıp ko
runduğu yer. cebhane, [cebe + Far. hâne (cepha:ne)
cebel, [Ar. cebel J^ -] {OsT} is. 1. Dağ. 2. Sahipsiz ve {OsT} is. -* cebehane.
boş arazi. 3. Ekim e elverişsiz yer. S cebel topu, cebhe, [Ar. cebhe <4^ ] {OsT} is. -*■ cephe,
as. D ağlık arazide kullanılan top. cebhesa, [Ar. cebhe + Far. sây j L . 44^ ] (cebhesa:)
cebelemek, [cebe-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1 .
{OsT} sf. Birinin karşısında alnını yere koyan; alın
Zırh giydirmek. 2. Teçhiz etmek; silah kuşatmak.
sürücü.
C EB Ö IÜ M IÜ M M .
cebik, -ği [ceb-ik ?] {ağız} sf. 1. Cılız; zayıf. 2. is. Bilinen ve bilinmeyen büyüklüklerle bunlara bağlı
Moloz, iri taneli kum ve ufak taş parçaları karışımı. büyüklük ölçüsünü çıkarmak için gerekli işlemleri
[DS] gösteren ve bunları cebirsel işaretlerle bağlayan
cebin1, [Ar. cebânet > cebin j ^ ] (cebi:n) {OsT} sf. 1. h a r f ve sayılar kümesi.
Korkak; yüreksiz. 2. {ağız} Uslu. [DS] cebirtlek, -ği [cebir-t-lek ?] {ağız} sf. Yassı; yapışık.
[DS]
cebin2, [Ar. cebîn j ^ ] (cebi:n) {OsT} is. 1. Alın. 2.
cebi, [Ar. cebi J^ r] {OsT} is. Yoktan yaratma,
Görünen yüz. S cebîn-fersâ, {OsT} Yüz süren.||
cebîn-sâ, {OsT} -*■ cebinsa.|| cebîn-sây, {OsT} Yüz cebr, [Ar. cebr >=r] {OsT} is. -►cebir.
süren.
Cebrail, [Ar. cebrâil J^'j>=-] (cebra.il) {OsT} is. Dört
cebin3, [? cebin] {OsT} is. Bir tür yüğrük deve,
büyük melekten A llah’ın emirlerini vahiy yoluyla
cebinan, [Ar. cebînân 0 U - ] (cebi:na:n) {OsT} is. peygamberlere getirmekle görevli olanı; Cibril,
A lnın üst tarafının şakaklara bitiştiği yerler, cebren, [Ar. cebr-en 1^=-] (c e ’bren) {OsT} zf. Zor kul
cebinsa, [Ar. cebln+ Far. sâ ı_ jL _ ^] (cebi:nsa:) lanarak, zorla,
{OsT} sf. Alnını yere koyan, fazla saygı gösteren. cebretm e, [cebr+et-me] is. Zor kullanmak işi.
cebir1, -bri [Ar. cebr j^-] is. 1. Zor; zorlama. 2. Bir cebretm ek, [Ar. cebr + T. et-m ek jy>-] gçsz. f.
kim seye yapmak istemediği bir şeyi zorla yatırma. [-e(d)-er] Birisini, bir şeyi yapması için zorlamak,
3. tıp. K ırık sarma. 4. fel. Önceden belirleyip ayır baskı altına almak; zorlamak,
ma; takdir. S cebir kullanmak, B ir işi yaptırm ak cebreze, [Ar. cebr > cebr-eze ? / cebri eza ?] {ağız} is.
için zora başvurmak.\\ cebretm ek, Zorlamak.|| Zorlanarak iş gören adam. [DS]
cebreylemek, Zorlamak.|| cebr-i hatır etmek,
cebrî, [Ar. cebri / cebriyye / ■Slw] (cebri:)
{OsT} Gönül almak.|| cebr-i mafat, {OsT} K aybe
dilmiş bir şeyin yerine başka bir şey bulup onunla {OsT} sf. 1. Zor kullanmak suretiyle yaptırılan. 2.
avunma.|| cebr-i nefs, {OsT} K endim zorlama.\\ Baskı altında yapılan. 3. zf. İster istemez; cebren;
cebr-i noksan, {OsT} Eksiği tamamlama. zorlama ile. S cebrî geçiş, as. Düşman elinde bu
cebir2, -bri [Ar. el-cebr (zorlama, indirgeme) > cebir lunan köprü, akarsu veya yoldan zor kullanarak
yapılan geçiş.|| cebrî istikraz, {OsT} 1. Alınması
>=r] {OsT} is. mat. Sayıların yerini tutan harfler ve
ya sa ile m ecbur kılınmış tahvillerle devletin borç
sayılarla artı, eksi değer verm ek suretiyle nicelikler lanması. 2. Bir borcu karşılamak için yapılan borç
arasmda genel bir bağlantı kuran m atematik dalı. lanma.|| cebrî yürüyüş, as. Bir yere düşmandan
S cebr-i âdî, {OsT} mat. Yeni başlayanlar için ko önce varmak veya kuvvet yetiştirm ek için yapılan
lay cebir.|| cebr-i âla, {OsT} Cebir öğreniminde zorunlu ve sıkı yürüyüş.
ilerlemiş olanlar için yüksek cebir. || cebr-i icra,
cebrinefs, [Ar. cebr-i nefs {OsT} is. Kendini
{OsT} Borçlunun kendi arzusu ile yapm adığı öde
m eyi devlet kuvvetiyle ödetmek. || cebr-ve’l- zorlama; kendini tutma,
mukabele, {OsT} Cebir denklemi. cebriye, [Ar. cebriyye ij ^ - ] {OsT} is. fel. İnsanın
cebirci, [cebir-ci] is. 1. Cebir alanında uzmanlaşmış bütün davranışlarının önceden Allah tarafından be
matematikçi. 2. Cebir öğretmeni. lirlendiğini, bunun için kişinin iradesinin elinde
cebire1, [Ar. cebire «j^-] (cebi:re) {OsT} is. 1. Kırık olmadığını, her davranışını bir zor altında yaptığını
kemikleri yerine tespit etmek için üzerine bez sarı savunan tarikat; ceber; kadercilik; yazgıcılık; fata
lan, düz ve uzun tahta veya karton gibi malzeme; lizm
süyek. 2. Rayları birbirine birleştirmeye yarar iki cebrolunm ak, [Ar. cebr + T. ol-un-mak j~~\
düz levha. {OsT} ed il.f. [-ur] Zorlanmak,
cebire2, [Far. cebire °_£~=r] (cebi.re) {OsT} is. Halkın cec, [Far. çâş => cec ^=rj {OsT} is. Samanından sav
bir işe hazırlanması, rulup ayrılmamış tahıl yığını,
cebirsel, [cebir-sel] sf. 1. Cebirle ilgili. 2. Cebire ait. cece, [Güre, çaça > Az. cece] {ağız} is. 1. Eritilip sü
fi1 cebirsel deyim, Bilinen ve bilinmeyen büyüklük zülen şeyden arta kalan tortu; kalıntı. 2. Arı petek
lerle bunlara bağlı büyüklük ölçüsünü çıkarmak lerinin eritilerek mumu alındıktan sonra kalan kıs
için gerekli işlemleri gösteren ve bunları cebirsel mı. [DS]
işaretlerle bağlayan h a rf ve sayılar kümesi. || cebir cecik, -ği [Az. çeciy (boncuk) / çecik / cicik] {ağız} is.
sel ifade, Bilinen ve bilinmeyen büyüklüklerle bun 1. Tel çivi. 2. İp eğirmekte kullanılan aracın teli. 3.
lara bağlı büyüklük ölçüsünü çıkarmak için gerekli Kulp; sap. [DS] S ceciği gevşem ek, 1. Aşırı ilgi
işlemleri gösteren ve bunları cebirsel işaretlerle göstermek: ağzının suyu akmak. 2 . inattan vaz
bağlayan h a rf ve sayılar kümesi. || cebirsel formül, geçmek: direnmeyi bırakmak.
fllÜBEfl TDHIiGESB2bBH»767 CEF
c e c im , [Far. cacim => cecım {OsT} {ağız} is. 1. cedene, [çedene > cedene cjl»-] {Os T} is. Çitlenbik.
İnce dokunmuş renkli, nakışlı kilim. 2. Yünden do cedere, [Ar. cedere «jA=t] {Os T} tıp. Guatr hastalığı,
kunmuş nakışlı çul, çuval. 3. Dokuma seccade. 4.
Örtü; yaygı. 5. İnce halat. [DS] cederi, [Ar. cederî (cederi;) {OsT} tıp. Çiçek
-cecik, [-cacık / -cecik / -çecik / -çacık] yap. e. -* hastalığı. S cederî-i b a k a rî, {OsT} vet. Sığırlarda
cacık. olan çiçek hastalığı.|| cederî-i kâzib , {OsT} tıp. Su
çiçeği,
ced, -ddi [Ar. cedd -i»-] {Os T} is. -* cet. B ced-be-
cedes, [Ar. cedes 6 j > ] {OsT} is. Mezar; kabir,
ced, {OsT} Büyük babadan büyük babaya geçe g e
çe; soyca.|| cedd-i âlâ, {OsT} B ir soyun babası olan cedgâre, [Far. cedgâre ojIS’jl»-] (cedgâ.re) {OsT} is. 1.
kimse.\\ cedd-i b ü z ü rg v â r, {OsT} Soylu; hatırlı; D eğişik teknik ve yollar; usuller. 2. Başka başka
sayılan.\\ cedd-i fasîd, {OsT} Annenin babası. || oylar; tedbirler,
cedd-i sahîh, {OsT} Babanın babası,
cedi, [Ar. cedî tS-^r] (cedi;) {OsT} is. 1. Keçi yavrusu;
ced, -d ’ı [Ar. ced' {OsT} is. Birinin burun, ku oğlak. 2. gök b. Oğlak burcu,
lak, dudak, el veya ayağım kesme. cedid, [Ar. cedıd (cedi;d) {OsT} sf. -*■ cedit,
ceda, [Ar. cedâ İJt»-] {OsT} is. 1. Bol yağmur. 2. He
cedidan, [Ar. cedıd > cedıdan jl^Jısr] (cedi.dan)
diye; ihsan. 3. Avantaj; kazanç.
{OsT} is. Gece ile gündüz,
cedavi, [Ar. cedâvî lSjIJjt] (ceda:vi;) {OsT} is. Hiz
cedide, [Ar. cedıd > cedide »JuJl»-] {Os T} sf. -*■ cedit,
metçi aylığı.
cedideyn, [Ar. cedıd > cedideyn ^-b-isr] (cedi;deyn)
cedavil, [Ar. cedvel (su arkı) > cedâvil (ce
{OsT} is. Gece ile gündüz,
da M I) {OsT} is. 1. Düzgün çizgi çizmeye yarar tah
ta parçaları; cetveller. 2. Çizelgeler. 3. Su arkları. cedir, [Ar. cedâret (layık olma) > cedır y.J-=r] (cedi;r)
{OsT'} sf. Uygun; layık; münasip. S c e d îru n -b i’z-
cedb, [Ar. cedb v - M {OsT} is. 1. Kısırlık. 2. Kusur,
z ik r, {OsT} Sözü edilmeye, anlatılmaya değer.
ceddani, [Ar. ceddânî ^l-iş-] (cedda;ni;) {OsT} sf. 1. cedit, -d i [Ar. cedid JuJVl (cedi;t) {OsT} sf. 1. Yeni.
Ataya ait. 2. A talardan gelen, 2. Kullanılmamış.
ceddaniyet, [Ar. ceddâniyet (cedda.niyet) is. C editçilik, -ği [cedit-çi-lik] is. On dokuzuncu yüzyıl
Soyda bulunan karakterin uzun aradan sonra tekrar sonlarında Türkistan’da batılılaşmak tarzında b eli
ortaya çıkması; atacılık; atavizm, ren yenileşm e hareketi,
ceddat, [Ar. ceddâtoljbr] (cedda. t) {OsT} is. Nineler, cediy, [Ar. cediy lî-Lt] {OsT} is. -*• cedi.
büyük anneler, cedre, [Ar. cedre »j-br] {OsT} is. tıp. Guatr,
cedde, [Ar. cedde oJu>-] {OsT} is. Babanın veya anne cedva, [Ar. cedvâ Ijj»-] (cedva;) {OsT} is. 1. Hediye;
nin annesi; büyük annelerden her biri. S1 cedde-i armağan. 2. Bol yağmur,
faside, {OsT} Anneanne.|j cedde-i sah îh a, {OsT}
cedvar, [Ar. cedvâr jb-J^r] (cedva;r) {OsT} is. bot.
Babaanne.
Zencefil cinsinden, kâfur kokulu, uyarıcı olarak
cedden, [Ar. cedden İj^-] (c e ’dden) {OsT} zf. 1. Ata
kullanılan bir tür safran kökü, (Curcuma zedoaria).
larla ilgili olarak. 2. Atasal olarak,
cedvari, [Ar. cedvâr! (cedva;ri;) {OsT} sf. 1.
cedel, [Ar. cedel Jj»-] {Os T} is. 1. Tartışma, çekişme. Cedvarla ilgili. 2. Aybaşı durumunu kolaylaştırm a
2. Karşısındakini susturmak için yapılan tartışma. da kullanılan ilaçların genel adı.
3. Hırçınlık gösterme; kavga. 4. Diyalektik; eyti
cedvel, [Ar. cedvel Jj-iş-] {OsT} is. -*■ cetvel,
şim. S cedel etm ek, Söz yarışı yapmak. || cedel-
gâh, {OsT} -*■ cedelgâh. cedy, [Ar. cedy lJJjt] {OsT} is. 1. Keçinin erkek
cedelgâh, [Ar. cedel + Far. gâh (cedelgâ;h) yavrusu; erkek oğlak. 2. gök b. Oğlak burcu,
{OsT} is. 1. Çekişme yeri. 2. mecaz. Dünya, cee, [cee / ce] is. ce.
cedelî, [Ar. cedel! J - ^ - ] (cedeli;) {OsT} sf. 1. M üna cefa, [Ar. cefa lir ] (cefa;) {OsT} is. 1. Büyük sıkıntı.
kaşaya, tartışmaya ilişkin. 2. M ünakaşacı, tartışm a 2. Büyük eziyet; incitme. 3. Ayrılıkta bırakma. 4.
cı. t? cedelî-i m ucîb, {OsT} Tartışmada cevap ve tasvf. Müridin, mürşitten ayrı veya uzak kalması.
ren taraf]| cedelî-i saîl, {OsT} Tartışmayı açan, S cefâ-cfl, {OsT} 1. Cefa arayan. 2. Cefa eden.||
soru soran kişi, taraf. cefa çekm ek, Sıkıntı geçirmek, eziyet görmek. |j
cedelleşm ek, [cedel-le-ş-mek] işteş, f. [-ir] Tartış cefâ-dîde, {OsT} Cefa görmüş. || cefa etm ek, 1. E zi
mak, çekişmek, m ünakaşa etmek; cebelleşmek. y e t etmek; sıkıntıya sokmak. 2 . Üzmek.\\ cefâ-keş,
CEF D I Ü M I Ü R S Ö M . res
i OsT} -*■ cefakeş. || cefâ-perver, {OsT} Cefayı be cegen, [Kürt, cegen] {ağız} is. 1. H asır otu. 2. Buğ
nimseyen kimse. | cefâ-pîşe, {OsT} 1. Eziyet etmeyi, day, arpa, çavdar veya m ısır bitkisinin sapı. [DS]
sıkıntıya sokm ayı huy edinmiş; zalim. 2 . mecaz. cegert, [? cegert] is. Sonbaharda ekilen bitkilerin ta
Sevgili.\\ cefâ-yı yâr, {OsTj 1. Sevgiliden ayrı düş ze filizleri.
me. 2. tasvf. Tarikat adamının kalbinin öğrendikle cegirgen, [cegir-gen ?] {ağız} is. Isırgan otu. [DS]
rinden perişan olması.
cegzinnıek, [çiz-gin-melc > cegzin-mek viüjSU-] {eAT}
cefakâr, [Ar. cefa+ Far. kâr jlS 'lir] (cefa:kâ:r) {OsT} dönşl. f. [-ir] 1. Dönmek. 2. Dolaşmak.
sf. 1. Eziyet eden. 2. (anlam zıtlığı ile) A cılara sı -ceği, [-cağı / -ceği] {eA Tfyap e. -*■ -cağı.
kıntılara katlanmış; çok cefa çekmiş olan. 3. Ken -ceğin, [-cağın / -ceğin] {eAT} yap e. -*■ -cağın.
disine eziyet edilen; cefalı, -ceğiz, [-cak-ız > -cağ-ız /- ceğiz / -çağız /-çeğiz ]
cefakeş, [Ar. cefa + Far. keş (cefa:keş) {OsT} yap. e. -*■ -cağız.
sf. Eziyet çeken; sıkıntılara katlanan; cefalı, ceh 1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig /
cefalı, [cefa-lı] (cefa:lı) sf. 1. Sıkıntılı ve eziyetli. 2. ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde
Eziyet ve sıkıntılara katlanan. 3. Eziyet eden, bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
cefaset, [Ar. cefaset c —U>-] (cefa:set) {OsT} is. Ha S ceh ceh etmek, {ağız} Ötmek. [DS]j| ceh ceh
vurm ak, {ağız} Ötmek. [DS]
zım sızlık ıstırabı,
ceh2, [ceh] is. Şaşkınlık bildiren ünlem,
cefcaf, [Far. cefcâf (cefca:f) {OsT} is. ->■ caf
cehabize, [Ar. cıhbız > cehâbize oiolj»-] (ceha:bize)
caf.
{OsT} is. Gerçeklerden haberi olanlar,
ceferlik, -ği [Ar. cefr => cefer-lik] {ağız} is. 1. Üzeri
ne kullanılmayan eşyaların konduğu yüksekçe yer. cehalet, [Ar. cehl (bilmemek) > cehalet o J l ^ ] (ce-
2. Ahırlarda saman, ot konulan kafesli tahta bölme. ha:let) {OsT} is. Bilgisizlik; bilmezlik; cahillik. S
[DS] cehâlet-i m üstetemm e, {OsT} Koyu cahillik.
ceffaf, [Ar. ceffaf çili»] (ceffa:f) {OsTj is. 1. Kuru ceham, [Ar. cehâm fl&s-] (ceha:m) {OsT} is. Yağmur
ma. 2. K uru olma; kuruluk, vermeyen bulut,
ceffar, [Ar. cifr > ceffar jU=-] (ceffa:r) {OsT} is. Fal cehamet, [Ar. cehâm et (ceha.met) {OsT} sf. 1.
cı; cifrle uğraşan, Patlıcan burunlu. 2. Yüz ekşiterek karşılama,
ceffe, [Ar. ceffe ii=r] {OsT} is. 1. Kalabalık; kütle. 2. cehan, [Far. cehân 0 1 ^ ] (ceha:n) {OsT} sf. 1. Çabuk
Kalabalığın oluşturduğu gürültü, hareket eden; fırlayan; sıçrayan. 2. is. Dünya,
ceffelkalem, [Ar. c e f f el-lçalem (kaderin kalemi ku ceharet, [Ar. cehr (yüksek sesle) > cehâret Ojlg^-]
rumuştur) (visil ^i=-] {OsT} z f 1. Düşünüp taşmmak-
(ceha.ret) {OsT} is. 1. Y üksek seslilik. 2. Göze bü
sızın; hemen. 2. Bir kalemde. 3. Aklına geldiği gi yük ve kibar görünme. 3. Güzellik; yakışıklılık,
bi; çala kalem,
cehaz, [Ar. cehâz jl&^-] (ceha:z) {OsT} is. -*• cihaz,
cefif, [Ar. cefîf (cefv.f) {OsT} sf. Kurumuş; ku
cehcehe, [Ar. cehcehe {OsT} is. Parlaklık; ay
ru.
dınlık.
cefn, [Ar. cefn ji=r] {OsT} is. 1. Göz kapağı. 2. Bıçak
cehd, [Ar. cehd -i^=-] {OsT} is. -*• ceht. fi1 cehd ü
veya kılıç kını. 3. Asma çubuğu.
gayret, Çok çalışma.
cefr1, [Ar. cefr / cifr {OsT} is. 1. Oğlak veya
cehdetme, [Ar. cehd + T. et-me] is. Çalışıp çabala
kuzu. 2. B ir takım harf veya şekillerle gaipten ha
mak eylemi.
ber verdiği sanılan bilgi; fal.
cehdetm ek, [Ar. cehd + T. et-mek dU^İjı$ş-] gçsz. f.
cefr2, [Ar. cefr y=r] {OsT} is. Geniş kuyu,
[-e(d)-er] [-e(d)-i-yor] Çalışıp çabalamak,
cefri, [Ar. cefrî / cifrî ^ >>-] (cefi'i:) {OsT} is. Falcı,
cehele, [Ar. cehl (bilmemek) > cehele -ti^ ] {OsT} is.
cefriyat, [Ar. cefriyât / cifriyât o lyl*-] (cefriya:t) 1. Bilgisizler; cahiller. 2. Kendini bilmezler; müna
{OsT} is. C ifr ile ilgili olan şeyler, sebetsizler.
ceft, [Far. ceft / Süry. gevt] {ağız} is. Çam ya da meşe cehende, [Far. cehende »J^»-] {OsT} sf. 1. Sıçrayan;
ağacının meyvesinin kabuğu. [DS]
fırlayan. 2. Sıçramış; fırlamış. S cehende-gî, {OsT}
cefv, [Ar. cefv {OsT} is. Kaba davranış, Fırlayış; sıçrayış.
cefve, [Ar. cefve °y=r] {OsTj is. Azarlama; cefa etme. cehennem, [İbra, gehinnom (Kudüs yakınlarında
suçluların ve kurban edilenlerin atıldığı Hinnom
cefvet, [Ar. cefvet ^y> -] {OsT} is. Kabalık; nezaket
sizlik. vadisi) > Ar. cehennem (*h=-] {OsTj is. 1. Günah
İ k î h i w m ; . 76s CEK
kârların öldükten sonra ahrette cezalarını çekmek cehre2, [Far. cehre o ^ ] {ağızj is. 1. Pamuk, yün veya
üzere gidecekleri yer; tamu. 2. mecaz. Çok sıcak
ipek gibi maddeleri eğirip ip haline getirmeye yarar
yer. 3. mecaz. Büyük sıkıntı ve azap veren yer. S 1
alet; iğ. 2. Cehreye bir kerede sarılan iplik. [DS]
cehennem azabı, 1. Günahkârların ahrette çeke
cekleri ceza ve azap. 2. Büyük sıkıntı.|| cehenneme
cehren, [Ar. cehr > cehren 1 ^ -] (ce’hren) {OsT} zf.
çevirmek, Acı vermek; ıstırap çektirmek.\\ cehen Y üksek sesle; açıktan; uluorta,
neme direk olmak, Cehennemden kıırtulamamak.\\ cehreten, [Ar. cehreten 5^ ] (c e ’hreten) {OsT} z f
cehenneme kadar, İstediği yere gidebilir.\\ cehen A çıktan açığa; aşikâr olarak,
neme postu sermek, Biiyük günahlar işlemek. ||
cehennem gibi, 1. Çok sıcak. 2. Çok sıkıcı; bunal cehrî, [Ar. cehrî < j ( c e h r i : ) {OsT} sf. Yüksek sesle
tıcı. || cehennem hayatı, Büyük sıkıntı ve üzüntüler veya açıktan yapılan; aşikâr,
le dolu mutsuz yaşantı.\\ cehennemi boylamak, cehri, [Sur. Ar. cıhra ?] {ağız} is. bot. 1. Cehrigiller-
Ölünce cehenneme gitm ek.|| cehennemin dibi, Çok den, 3 m. kadar boylanabilen, yuvarlak meyvele
uzak veya ulaşılması zo r yer. || cehennemin dibine rinden sarı iplik boyası yapılan, dikenli bir çalı;
gitmek, Kızılan birisine defolup gitmesi için söyle altın ağacı; boyacı dikeni, (Rhamnus petiolaris, R.
nen söz.|| cehennem kütüğü, Cehenneme gitmeye orbiculatus). 2. Küçük dağ eriği. [DS]
layık, giinahkâr.\\ cehennem olmak, D efolm ak.|| cehrigiller, [cehri-gil-ler] is. bot. Yaprakları basit,
cehennem suratlı, Çok çirkin yüzlü. | cehennem çiçekleri erdişi, meyveleri genellikle zeytinim si iki
taşı, Dağlam a işlerinde kullanılan kalem şeklinde çenekli, ayrı taçyapraklı ağaç ya da ağaççıklar fa
ergitilmiş güm üş nitrat.\\ cehennem zebanisi, 1 . milyası.
Zalim, gaddar kimse. 2. Çok korkunç kimse. cehş, [Ar. cehş ji-fr=-] is. Korkarak birbirine sığınma,
cehennemî, [Ar. cehennemi ^y^rr] (cehennemi:)
cehşan, [Ar. cehşân oLi*=r] (cehşa:n) {OsT} is. K or
{OsT} sf. 1. Cehennemle ilgili, cehenneme ait. 2.
karak birbirine koşup sığınma,
Cehennem gibi yakıcı, azap verici. S cehennemî
sürat, Çok biiyük hız. cehşet, [Ar. cehşet c ~ i ^ ] {OsT} is. 1. A kan göz yaşı.
cehennemiyun, [Ar. cehennemiyyun {OsT} 2 . İnsan topluluğu. 7
is. Cehennemlikler, ceht, -hdi [Ar. cehd -x^=-] {OsT} is. Bir şeyi yapmak,
cehennemlik, -ği [cehennem-lik] sf. 1. Cehenneme başarmak için kendini zorlama; çalışma, çabalama,
gitmeye layık. 2. is. Hamamları ısıtmak için yer cehud, [Ar. cehüd ■>_)«-] (cehu.d) {OsT} is. 1. Yahu
altına yapılan büyük ocak; külhan. 3. is. Külhanla
di. 2. Çıfıt.
rın ısıttığı oda veya salon,
cehil, -hli [Ar. cehl J ^ - ] {OsT} is. Bilgisizlik; bilm ez cehudane, [Ar. cehüd + Far. -âne ü \$ y ^ ] (cehıı:-
da:ne) {OsT} zf. Yahudi gibi; Yahudicesine.
lik; cehalet.
cehir, [Ar. cehre > cehlr j ^ ] (cehi:r) sf. 1. Açıktan, cehul, [Ar. cehl (bilgisizlik) > cehül J j 4=r] {OsT} sf.
yüksek sesle okunan. 2. Güzelliği dikkat çekecek Pek çok cahil; kara cahil,
kadar belli olan. S cehîrü’s-savt, Gür ve güçlii cehulane, [Ar. cehl (bilgisizlik) > Far. cehül-âne
sesli. (cehu:la:ne) {OsT} zf. Pek cahilcesine; kara
cehiz, [Ar. cihaz > cehlz {OsT} {ağız} is. 1. cahilcesine.
Gelin olan kızm, babasının evinden götürdüğü eş cehum, [Ar. cehüm (cehu:m) {OsT} sf. Düşkün
ya. 2. Kızların gelin oldukları gün sandıklarına ko ve zayıf olan,
nan hediyeler. 3. Kırmızı ipekli kumaş. [DS] ö
cehiz gırdıcı, {ağız} folk. Düğünde gelin tarafından cehz, [Ar. cehz >4=-] {OsTj is. 1. D üşük (çocuk). 2.
güvey evine giderek, güvey velisinin yeni evlilere Birini zorla işinden alıkoyma; görevini yapmasına
vereceği oda ve yem ek takımlarını gören ve tespit engel olma.
eden iki üç kişilik heyet. [DS]|| cehiz halkası, {ağız} -cek, [-cak / -cek / -çak / -çek] ya p e. -*■ -cak.
Çeyiz asm ak için kullanılan ip. [DS] cek, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig /
cehl, [Ar. cehl J^=-] {OsT} is. -*■ cehil. S cehl-i basit, ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde
bağırm a ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
{OsT} A yıp sayılm ayacak şekildeki bilgisizlik]]
cek cek, cek+cek, cek+cek kuşıı.
cehl-i mürekkep, {OsT} Bilmediğini bilmezlik.
cekcek1, -ği [cek (yans.) cek+cek] {ağızj is. Serçe
cehr, [Ar. cehre (açıklık) _&>-] {OsT} is. Y üksek sesle
büyüklüğünde gri renkli bir kuş. [DS] fi1 cekcek
konuşma veya okuma. kuşu, {ağız} l. Geveze. 2. Dedikoducu. [DS]
cehre1, [Ar. cehre {OsT} is. Açıkta görünen, bel cekcek2, -ği [cek (yans.) > cek] {ağız} is. Değirm en
li olan şey. de, tahılın bittiğini bildiren düzenek. [DS]
C EK 0 I Ü M I İ İ R S Ö M .7 7 O
cekcek3, -ği [cek (yans.) > cek] {ağız} sf. 1. Geveze. sf. Hükümdarlara hitap ederken kullanılan saygı
2. Dedikoducu. [DS] unvanı.
cekceki, [cek+cek-i] {ağız} is. 1. Topaç. 2. Topacın celali1, [Ar. celâli J ^ » - ] (celâdi:) sf. 1. Büyüklük,
hareketi; dönüş. [DS]
ululuk ve yücelikle ilgili. 2. is. A llah’a ait kahır ve
c ek et1, [İt. giachetta > Fr. jaquette] is. Bedeni kalça
gazap, ö celali tak v im i, Selçuklu sultanı Melikşah
ya kadar örten, kollu ve önden düğmeli, gömlek
tarafından bilginler heyetine eski Iran takvimi esas
veya kazak üzerine giyilebilen elbise.
alınarak düzenletilmiş bulunan güneş takvimi.
ceket2, [ceket ?] {ağız} is. 1. Cadde. 2. Sokak. [DS]
celali2, [Ar. celâl (16. yy. 'da Anadolu ayaklanmala
ceki, [çek-i > cek-i LS£=-] {eAT} is. Baş örtüsü.
rının lideri Şeyh Celal'in adından) (celâdi:)
ceklem ek, [Far. jeng (pas) > cek-le-mek] {ağız} gçsz.
{OsT} is. Eşkıya.
f M H (i)-y ° r] Paslanmak. [DS]
C elalilik, [Celâl (Mehdi olduğunu iddia eden Bo-
çeklenm ek, [Far. jeng (pas) > cek-le-n-melc] {ağız}
zoklu derviş) > celâli => celali-lik] (celâdidik) is.
dönşl. f. [-ir] Paslanmak. [DS]
16. ve 17. yüzyıllarda A nadolu’da çıkan isyanların
-cel, [ca-1 / -cel] yap. e. -*■ cal.
genel adı.
cel1, [Far. cel] {ağız} is. Açık deniz; engin. [DS]
celaliyane, [Ar. celâliyâne 4jL)}L>.] (cela:liya:ne)
cel2, -İli [Ar. celâl (büyüklük) > cell J*-] {OsT} sf.
{OsT} zf. Celali olana yakışır biçimde,
Ulu; büyük.
celallenm e, [celal-le-n-me] (celadlenme) is. Öfke
cela, -a ’i [Ar. celâ’ e- }U-] (celâ:) {OsT} is. Gurbete
lenme, hiddetlenm e eylemi,
gitme, memleketten ayrılma. & cela’-i v atan , celallenm ek, [celâl-le-n-mek] (celadlenmek) dönşl.
{OsT} Vatandan ayrılma.\\ cela’-i v a ta n etm ek, f. [-ir] Öfkelenmek; hiddetlenmek,
Vatandan ayrılmak, gurbete gitmek.
celalli, [celal-li] (celadli) sf. 1. Öfkeli, kızgın, hiddet
celab, [Far. celâb (celâ:b) {OsT} is. 1. Salkım. li, sert. 2. Coşkun. 3. Hırçın,
2. Küpe. celasın, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere
celabib, [Ar. cilbâb > celâbib ^ % r ] (celâ:bib) vurmak, yıkm ak) > çal-ık-sm [Tietze] > celâsın /
{OsT} is. 1. Gömlekler. 2. Kadınların yüzlerini ört cilâsm / cilasın] (celâsın) sf. Kahraman; cesur,
tükleri yaşmak, başörtüsü vb. şeyler, celasm lık, -ğı [celasın-lık] is. Cesaret; kahramanlık,
celacil, [Ar. cülcül (çan) > celâcil J=r% r] (calâcil) celasun, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere
vurmak, yıkm ak) > çal-ık-sm [Tietze] > celâsın /
{OsT} is. 1. Küçük çanlar; çıngıraklar. 2. D ef zilleri,
cilâsın / cilasın] (celâsun) sf. -* celasın.
celadet, [Ar. celâdet oi^U -] (celâ:det) {OsT} is. c elav ru k , -ğu [ Karaçay. cel (yel) + auruu (ağrısı)]
Kahramanlık; yiğitlik; mertlik. S celâd et-p erv er, {ağız} is. Romatizma; yel. [DS]
{OsT} Yiğitlik sever, kahraman.\\ calâd et-şiâr, c e lb 1, [celb] {ağız} sf. Aksi; inatçı. [DS] fi1 celbine
{OsT} Yiğit mizaçlı. gelm ek, {ağız} (Yemek için) pişerek uygun kıvama
celadetli, [celadet-li] (celâ. detli) {OsT} sf. Kahraman; gelmek. [DS]|| celbine gitm ek, {ağız} Aksine gitmek.
cesur, yiğit; mert, [DS]
celafet, [Ar. celâfet cJ^U-] (celafet) {OsT} sf. Kaba celb2, [Ar. celb ı_JU] {OsT} is. -*• celp. S celb-i ku-
lık; yakışıksızlık; yontulmamışlık. lû b , {OsT} K alpleri kazanma; gönülleri çekme.\\
celail, [Ar. çelil (büyük) > celâl > celâil J j }U-] (ce celb-i lân et, {OsT} Laneti üzerine çekme.|| celb-i
la: il) {OsT} is. Ulu, büyük ve yüce kişiler. B celâil- m en fa a t ve d eP -i m a z a rra t, {OsT} Çıkarları sağ
i m esâlih-i devlet, {OsT} D evlet işlerinin büyükleri. lama ve zararları uzaklaştırma. || celb-i teveccüh,
{OsT} Birinin ilgisini, sevgisini üzerine çekme.||
celal1, -li [Ar. çelil (büyük) > celâl / celâlet I c J % r
celb-nâm e, {OsT} -*■ celpname,
J}U-] (cela:l) is. 1. Büyüklük; yücelik; ululuk. 2. celba, [çelebi+ağa] (celba:) {ağız} is. Kayın birader.
Büyüklere has kızgınlık. 3. Öfke; hışım. 4. A llah’ın [DS]
kahır ve gazap taşıyan sıfatı. & celâl ü câh, {OsT} celb e ', [Ar. cerâbe (dağarcık) ?] {ağız} is. Avcı çan
Büyüklüğün rütbe ve mevkii. tası; av torbası; cağ. [DS]
celal2, -li [Far. celâl J %=-] (cela.j) {OsT} sf. Güzel, celbe2, [Ar. celbe v M {OsTj is. Kızıl D eniz’de kul
celalet, [At. celâl > celâlet cJ%>-] {OsT} is. -*• celal1. lanılan bir tür kayık,
ö celâlet-m eâb, {OsT} Hükümdara hitap ederken celbetm ek, [Ar. celb + T. et-mek ^_U] gçl. fi [-
kullanılan saygı unvanı. er] [-(d)i-yor] Kendi üzerine çekmek,
celaletlû, [Ar. celâlet+T.-li _jU%-] (celadetlû:) {OsT} celbeze, [Ar. cerbeze] is. -* cerbeze.
w
U K S O M . 771 CEL
celbiz, [Far. celbiz (celbi:z) {OsT} is. 1. Ke meyve. [DS] 3. {ağız} Esmer undan yapılmış ekmek.
[DS] 4. {ağız} Y üz dirhem ağırlığındaki ip. [DS]
ment; ilmik. 2. sf. A ra bozucu; kovucu.
celepçi, [celep-çi] is. Davar tüccarı; celep,
celbu, [Far. celbü jJl»-] (celbu:) {OsT} is. 1. Naneye
celeplik, -ği [celep-lik] is. 1. Kesimlik hayvan ticare
benzer bir ot. 2. Sebze, ti. 2. sf. (Güçten düşen çift öküzü, verimi azalan
celbub, [Far. celbüb v J*-İL=r] (celbu:b) {OsT} is. bot. sağmal inek veya koyun) kesim için kasaba satıla
cak nitelikte; celebe yarar olan. 3. mecaz. İşe yara
Sarmaşık.
maz; tembel; kaltaban,
celcele, [Ar. celcele {OsT} is. 1. Çan sesi. 2.
celesat, [Ar. celse > celesât ol_U -] (celesa:t) {OsT}
Gök gürültüsü.
is. Oturumlar; oturmalar,
celd1, [Ar. celd jJU-] {OsT} sf. 1. Güçlü; kuvvetli. 2. celfin, [Anad. yerli halk. d. > Biz. Yun. selkes (genç
Sebatlı. horoz)] is. 1. Piliç. 2. {ağız} Tavuk. [DS] 3. {ağız} sf.
celd2, [Ar. celd jJl»-] {OsT} is. Kamçı ile vurma. Genç; taze. [DS]
celî, [Ar. cilâ (parlak) > cel! ,_jU-] (celi:) {OsT} sf. 1.
celd3, [Far. celd {OsT} sf. Tez; atik; çevik,
Belli; açık; aşikâr. 2. Gizli olmayan; göz önünde
celde, [Ar. celde ojX>-]{OsT} is. 1. Büyük kamçı. 2. olan. 3. Parlak; cilalı. S celî yazı, hat. Özellikle
Kamçı ile vurma. levha ve taş yazıtlara yazıları kalın ve büyük yazı
türü. || celî divanî, hat. D ivanî yazının çok girift ve
celeb1, [Ar. celeb UU-] {OsT} is. -*■ celep.
süslü olarak yazılanı. \\ celî kalemi, hat. Hattatların
celeb2, [Far. celeb -—V ] is. 1. Yolsuz kadm; fahişe; kendilerine özgü kamış veya tahtadan yapm ış ol
orospu. 2. Çan. dukları büyük boy yazıları yazm akta kullanılan ka-
lem.|| celî-m üsennâ, {OsT} Yazı türü.|| celî-nüvis,
celebe, [Ar. celebe 4-i^j is. Anlaşılmaz konuşma; m ı {OsT} hat. C elî türü yazı yazan hattata verilen isim.
rıltı; homurtu, celib, [Ar. celıb v^=r] (celi:b) {OsT} is. 1. Esir. 2. Sa
celebkeş, [Ar. celeb + Far. keş J ^ ^ r ] {OsT} is. 1. tılık esir.
Hayvanları toplayıp başka mem leketlere sevk eden celid1, [Ar. celıd j*1>] (celi:d) {OsT} sf. Aşırı kah
kimse. 2. Canlı hayvan tüccarı, raman olan.
celed, [Ar. celed J^>-]{OsT} sf. 1. (Arazi için) sert ve celid2, [Ar. celıd -U r] (celi.d) {OsT} is. Kırağı; çiy.
düz. 2. (Kişi için) tez; atik; çevik, çelik, -ği [? çelik] {ağız} is. Yavru. [DS] S çelik cü
celencebin, [Ar. celencebîn (celencebim) cük, {ağız} Çocuk çoluk. [DS]
{OsT} is. Gül tatlısı. çelil, [Ar. celâl > celıl / celıle / <LU-] (celvl)
celep1, -bi [Ar. cellab / Far. celeb-keş] is. 1. Kasaplık {OsT} sf. 1. Çok büyük ve ulu. 2. Vezir veya m üşir
hayvan ticareti ile uğraşan kişi. 2. {OsT} tar. Saray rütbeli makamlara yazılan yazılarda hitap olarak
larda hizm etçilik eden acemi oğlanları. 3. {ağız} kullanılırdı. 3. A llah’ın büyüklük ve ululuk sıfatı.
Saraydan yeni çıkmış ve henüz görev deneyimi S celîlü’l-unvân, {OsT} Unvanı ve rütbesi büyük
olmayan paşa. [DS] 4. {ağız} Hizmetçi; işçi. [DS] olan. || celîlü’ş-şân, {OsT} Şan ve şerefi büyük olan.
celep2, -bi [Far. celeb v V ] sf. 1. (Hayvan için) sü celis, [Ar. cülüs (oturma) > celıs ^-^W] (celi.s) {OsT}
rülerek getirilmiş; tüccar malı olan. 2. {ağız} Başı sf. 1. Birlikte oturan; arkadaş. 2. İçki meclisinde
boş; bağlanmayan. [DS] 3. Fahişe. 4. {ağız} sf. (Kişi eşlik eden. 3. Tahta geçen; tahta oturan. S celîs-i
için) acemi; toy. [DS] 5 . {ağız} (Kişi için) genç ve enîs, {OsT} Yakın arkadaş; cana yakın dost.
güzel; yakışıklı. [DS] 6. is. {ağız} A tlara döl veren celiyat, [Ar. celiyyât oLiş-] (celiya:t) {OsT} sf.
damızlık eşek. [DS] 7. {ağız} Uzun boylu hayvan. Meydanda olan şeyler,
[DS] 8. {ağız} Dişi deve. [DS] 9. {ağız} Bir yaşını celiye, [Ar. celiyye -uU-] {OsT} is. Belli olan her şey.
aşmış dişi tay. [DS] 10. {ağız} Boşanmış, dul kadm.
fi3 celiyye-i hâl, {OsT} H er şey olduğu gibi; gerçe
[DS] 11. ünl. argo. “Hayvan” anlamında hakaret
ğin ta kendisi.
sözü.
celke, [yel-ke / cel-ke ?] {ağız} is. 1. Yele. 2. Ense.
celep3, -bi [Sur. Ar. celeb v-W] {oğız}[ sf. 1. (Kişi [DS]
için) kaba yapılı; biçimsiz. 2. Kalitesi düşük; adî. 3. cellab, [Ar. cellab / cellabe] (cella:b) {ağız} is. Tüc
(Kişi için) zayıf; ince. 4. Esmer. [DS] car. [DS]
celep4, -bi [ ? celeb] {ağız} is. Dam saçağı. [DS] cellaba, [Ar. cellâbe (cella:ba) {OsT} is. Koltuk
celep5, -bi [? celeb] {ağız} is. 1. {ağız} Tohum olama altlarından ve dirseklerden yırtmaçlı, kollu, boydan
yacak kadar zayıf ekin. [DS] 2. {ağız} Aşılanmamış ve kukuletalı harmani.
CEL ĞIİİHIÜİTO: SO M . 772
cellad, [Ar. celd (kırbaç)>cellâd (cella:d) {OsT} celve, [Ar. celve / celvet / o j U ] {OsT} is. 1.
is. -*■ cellat. Yerini yurdunu terk etme. 2. Gelinin peçesiz olarak
celladi, [Ar. cellâd + Far. -î (cella:di:) {OsT} damada gösterilmesi. 3. Yeni gelinin peçesinin kal
dırılması töreni veya damadın geline yüz görümlü-
is. Cellatlık.
lüğü vermesi. 4. tasvf. Tarikat yolcusunun A llah’ın
celladiye, [Ar. cellâdiyye (celladiye) {OsT} is. sıfatlarıyla halvetten (yalnızlıktan) çıkıp A llah’ın
Cellatlık ücreti, varlığında eriyip (fenâfıllaha erişmesi) yok olması.
cellase, [Ar. callâse {OsT} is. Şamdan; lamba; S celve eylem ek, {OsT} Gelinin yüzünü açmak;
idare. duvağı kaldırmak.
cellat, -dı [Ar. celd (kırbaç) > cellâd (cella:d) C elvetiye, [Ar. celvetiyye V ^ - ] {OsT} is. Aziz M ah
{OsT} 1. Ç ok kırbaç vuran. 2. Mahkemece verilen m ut H üdaî’nin kurduğu, Bayramîlikten ayrılan bir
ölüm cezasını uygulayan görevli. 3. mecaz. Hiç tarikat kolu.
çekinm eden suç işleyen veya adam öldüren kimse. c e m 1, [cem (yans.)] is. Küçük yapılı köpek ve benze
4. mecaz. Çok merhametsiz. S cellad etm ek, ri hayvanların havlamasını anlatan kök. [Zülfıkar]
{OsT} İdam etmek.|| cellad-ı felek, {OsT} Göğün cem-kir-mek.
celladı; ölüm meleği; Azrail.\\ cellad olm ak, {OsT} cem 2, -m ’i [Ar. cem ‘ ^= -] {OsT} is. 1. Biriktirme,
İdam edilmek.
toplam a 2. Toplanma; toplam; bir araya getirilme.
cellatlık, -ğı [cellât-lık] is. Celladın işi ve mesleği,
3. Genel ve özel bir konuyu bir kategori içine sok
cellayi, [Ar. celâ (parlaklık) > cellâyı ^ >U-] (cellâ:- ma. 4. man. Bir terimi genelleştirme. 5. mat. Top
yi:) {OsT} is. Yenleri açık ve geniş bir üst giyeceği, lam a işlemi. 6. dbl. Çoğul. 7. tasvf. A llah’ın birli
celle, [Ar. celi (büyüklük) > celle -s-W-] {OsT} is. “Yü ğini idrak etmiş kim senin coşkun hali. 8. tasvf.
ce, aziz ve ulu olsun!" anlamında dua sözü. S celle (Alevilikte) şeyh huzurunda yapılan mevsimlik
celâliihtt, {OsT} Onun (Allah ’ın) yüceliği, şanı art tören. S cem evi, tasvf. 1. (Alevilikte) toplanma
sın. yeri. 2. Caminin yerini tutan cem aat binası.\\ cem-i
cello, [Ar. celâl > Kürt, cello] {ağız} is. “Kürt adam ia n â t, {OsT} Yardım ve bağış toplama kurallarını
lar” anlamına gelen “cello bello” ikilem esinde ge belirleyen tüzük.|| cem -i m üennes, {OsT} dbl. Arap-
çer. (Bello, Bilal adının Kürtçe kısaltılmışı). [DS] çada, “-â t” eki ile yapılan çoğul.\\ cem -i m ü-
kesser, {OsT} dbl. Arapçada kelimelerin kökü de
celm ed, [Ar. celmed -U-U] {OsT} is. Kaya; taş.
ğiştirilerek yapılan sem aî çoğul. || cem -i m ütekel-
celp, -bi [Ar. celb J » - ] {OsT} is. 1. Kendi üzerine lim , dbl. Çokluk birinci kişi. || cem -i m ü zek k er,
çekme. 2. Yazı ile çağırma. 3. Getirtme. 4. huk. {OsT} dbl. Arapçada “-in " ve p e k az da “-u n " ile
Yazılı çağrı. 5. Para sızdırma; sömürme. S celp yapılan çoğul.\\ cem -i sahîh, {OsTj dbl. Cem-i mü
etm ek, K endine doğru çekmek. 2. Birini ya zı ile ennes ve cem -i müzekkerin ortak adı. || cem olm ak,
davet etmek.|| celp m üzekkeresi, huk. B ir mahke B ir araya gelmek; toplanmak.\\ cem ü ’l-cem, {OsT}
m ede davalı, davacı, tanık ya da bilirkişi olarak 1. dbl. Çoğulun çoğulu; katm erli çoğul. 2. Muta
bulunması gerekenlere hazır bulunmaları için gön savvıfın her nesnede A llah'ın tecellisini gördüğü
derilen yazılı çağrı.|| celp o lunm ak, Çağrılmak; mertebe. || cem ü telfik, {OsT} 1. Toplama ve birleş
getirtilmek, tirme. 2. ed. Tenasüp.
celpnam e, [Ar. celb + Far. nâm e ^UJl^-] (celpna. me) cem 3, -m m i [Ar. cemm ^ ] {OsT} is. 1. Büyük sayı.
{OsT} is. 1. Çağrı kâğıdı. 2. Askerlik veya yokla 2. Kalabalık; çokluk. 3. İnsan topluluğu; yığın. 4.
ması için mükellefe gönderilen çağrı yazısı. 3. huk. B ir kuyuda toplanan su kitlesi. S cem m -i gafîr,
Bir mahkemede davalı, davacı, tanık ya da bilir kişi {OsT} Büyük insan kalabalığı
olarak bulunması gerekenlere hazır bulunmaları cem 4, [Far. cem (Efsanevî İran hükümdarının adın
için gönderilen yazılı çağrı,
dan) j^r] {OsT} is. 1. Hükümdar; şah. 2. özl. is. Şa
celse, [Ar. celse 4—U-] {OsT} is. 1. Dinlenme; çalışma
rap ve içkiyi bulan efsanevî hükümdar. 3. Hz. Sü
arası. 2. B ir kurulun yaptığı toplantı; oturum. 3. leym an’ın lakabı. 4. Büyük İskender’in lakabı.
M ahkeme duruşması. S celse-gâh, {OsT} Birkaç
cem 5, [Far. câm] {ağız} is. Tencere; su kabı. [DS]
kişinin oturması için ayrılan y e r.|| celse-i aleniye,
{OsT} A çık oturum.\\ celse-i hafife, {OsT} Hemen c e m a a t1, -ti [Ar. cem ' (biriktirme, toplama) > ce-
kalkacak şekilde ilişerek oturma.\\ celse-i hafiye, m â'at o p U > ] (cema;at) {OsT} is. 1. Bir yere gel
{OsT} Gizli oturum.
miş, toplanmış insanlar. 2. Bir im ama uyarak na
celu, [Far. celü _*!*- ] (celû;) {OsT} sf. 1. (Kişi için) maz kılmak, mevlit veya vaaz dinlemek için bir
şakacı; latifeci. 2. is. Kebap şişi. araya gelmiş kişiler. 3. İslam inançları çerçevesin
« H K E S H .7 7 3 CEM
de toplanan insanlar; müm inler topluluğu. 4. Aynı an) {OsT} zf. 1. Toplanmış durumda; tümüyle. 2.
dinden, aynı mezhepten insanların m eydana getir Toplu olarak, ff cem ’an yekûn, {OsT} Toplam ola
diği topluluk. 5. Bir devlet içinde büyük topluluğu rak; hepsi birden; tümden.
meydana topluluktan ayrılan küçük gruplar; zümre. cem ’aniye, [Ar. cem ' (toplama)> cem 'âniyye
6. tar. Yeniçeri kuruluşunda birkaç odanın meyda
(cem-a:niye) {OsT} is. sosy. Ortakçılık; ortaklaşacı
na getirdiği bölüm. 7. Tiyatroda oyuncu topluluğu.
lık; kolektivizm,
S cemaate uymak, Herkes nasıl davranıyorsa
cemapur, [Hint. d. Cemâpur (H indistan'da eski bir
öyle hareket etmek; topluma uymak.
kent adı)] (cema:pur) {OsT} sf. (Ordu için) derme
cemaat2, -ti [Ar. cem â'at > cem â'ât (cema:- çatma.
a:t) {OsT} is. 1. Topluluklar; cemaatler. 2. İm am cem aziyülahır, [Ar. cüm âd’el-âhıre (ce-
ların arkalarında namaz kılanlar. 3. Bir mezhepten
ma;ziyela:hır) {OsT} is. Kamerî ayların altıncısı;
olan halkın tümü. 4. tar. Yeniçeri kuruluşunda bir
küçük tövbe ayı.
kaç odadan oluşan zümre. S cemâât-i çilingirân-ı
hassa, {OsT} Saraydaki çilingirler topluluğu.\\ ce- cemaziyülevvel, [Ar. cüm âd’el-evvel JjVI
mâât-i hademe-i ehl-i hıref, {OsT} Sarayda çalı (cema:ziyelevvel) {OsT} is. 1. Kameri ayların beşin
şan sanatkârlar,|] cemâât-i mücellidân-ı hassa, cisi. 2. Büyük tövbe ayı. 3. B ir kimsenin biraz kirli
{OsT} Saraydaki kitapları ciltleyen sanatçılar; sa geçmişi, fi1 cemaziyülevvelini bilmek, İyi olarak
ray ciltçileri.\\ cemaat ortaları, {OsT} Yeniçeri tanınan birisinin geçmişteki bir yolsuzluğunu veya
ocağının oluşturan 196 ortanın birinciden y ü z bi kirli işini bilmek.
rinci ortaya kadar olanların ortak adı. cembiye, [Ar. cenbıye 4~-i=r] {OsT} is. B ir tür kamalı
cemaatleşme, [cemaat-le-ş-me] (cema:atleşme) is.
bıçak; hançer,
Cemaat hâline gelme işi.
cemaatleşmek, [cemaat-le-ş-mek] (cema:atleşmek) cemcem e, [Fars, cimcim / cimcime {OsT} is.
gçsz. fi. [-ir] (İnsan topluluğu) inanç, ibadet veya Bektaşi dervişlerinin yolculuğa çıkarken giydikleri
başka amaçlarla organize birlik olmak, kaim bez tabanlı ve örme sicim konçlu b ir tür
cemad, [Ar. cemâd (cema:d) {OsT} is. 1. Can ayakkabı veya çizme,
sız varlık; cisim; nesne. 2. Bitki ve hayvanlar dı cemcenabet, [ce(m)+ce/nâbet] (c e ’mcena:bet) pekşt.
şındaki varlıklardan her biri, sf. Çirkin; suratsız; meymenetsiz,
cemadat, [Ar. cemâd > cemâdât ü b L > ] (cema:da:t) cemder, [Far. cem-der {OsT} is. B ir tür bıçak;
{OsT} is. Cansızlar; cansız varlıklar, kama.
cemadi, [Ar. cemâdî ıp U ^ ] (cema:di:) {OsT} sf. cemed, [Ar. cemed -u^-] {OsT} is. 1. Buz. 2. Kar. 3.
Ruhsuz; cansız, Dondurma.
cemadiyet, [Ar. cemâdiyet / cemâdiyyet c*pU^-] (ce- cemedî, [Ar. cemedı (cemedi:) {OsT} sf. Buz
ma:diyet) {OsT} is. 1. Cansızlık; ruhsuzluk. 2. Do gibi soğuk; çok soğuk,
nukluk. cemek, [Erme, camak] {ağız} is. Üvendirenin arka
cemah, [Ar. cemâh (cema:h) {OsT} is. (At sında yer alan, sabandaki çamurları sıyırıp tem iz
lemeye yarayan küçük yassı metal parça. [DS]
için) baş sertliği; yönetim zorluğu,
cemel, [Ar. cemel J ^ - ] {OsT} is. Erkek deve, fi1 ce-
cemahir, [Ar. cumhur > cemâhîr y>U^] (cema:hi:r)
m el’il-bahr, {OsT} zool. 1. K ılıç balığı. 2. Balina.||
{OsT} is. Cumhurlar; topluluklar, fi5 cemâhîr-i
cem elü’l-mâ, {OsT} 1. Kılıç balığı. 2. Balina.
mttttehide-i Am erika, Am erika Birleşik D evletle
ri. cemeliye, [Ar. cemeliyye 4 * ^ ] (cemeli:ye) {OsT} is.
cemal, -li [Ar. cemâl JU > ] (cem ad) {OsT} is. 1. Yüz zool. Devegiller; develer,
güzelliği. 2. Yaratılış ve görünüş bakım ından güzel çemen, [Far. çemen j ^ - ] {OsT} is. Çardak,
olma; güzellik. 3. Yüz; güzel yüz. 4. tasvf. A llah’ın
cemerat, [Ar. cemre > cemerât cj\y^>-] (cemera:t)
gafûr, rahîm, kerîm, latîf sıfatlarının hepsine birden
verilen isim; A llah’ın güzelliği. S cemal böğ- {OsT} is. Cemreler,
rülcesi, {ağız} Bezelye. [DS]|| cemâPullâh, {OsT} cemet, -di [Ar. cemed -u^-] {OsT} is. 1. Kar; buz. 2.
Allah ’ın lütfü. Dondurma.
cemali, [Ar. cemâli (cemadi:) {OsT} sf. 1. cemetme, [Ar. cem ' + T. et-me -dil ^-=r] is. 1. Bir a-
Güzellikle ilgili; güzelliğe ilişkin. 2. Kusursuzlukla raya getirme işi. 2. Toplam ak eylemi,
ilgili; kusursuzluğa ilişkin,
cemetmek, [Ar. cem ' + T. et-mek dül ^=r] gçl. fi [-
cem’an, [Ar. cem ' (toplama) > cem 'an lL^-] (c e ’m
CEM ÖIÜM IllfC E ® 1./74
ir] [-e(d)-i-yor] 1. Bir ayara getirmek. 2. Topla Düğün, sünnet töreni gibi eğlenceli veya yemekli
mak. mevlit gibi toplantı. 5. ed. D ivan şiirinde birbiri ile
cenı’i, [Ar. cem c > cem 'i (cem-i:) {OsT} sf. 1. ilgili sözcükleri bir beyitte bir araya getirme esası
na dayanan tenasüp, müraat-i nazir, tezat gibi söz
Toplanma ile ilgili. 2. Toplumla ilgili; topluma
sanatları. 6. tasvf. Gönlün ve zilinin, maddî olan
ilişkin. 3. sosy. Ortaklaşa; kollektivist. 4. Toplamla
her şeyle ilgisini keserek yalnızca A llah’la ilgili
ilgili. 5. Çoğul yapan,
olması durumu. 7. as. (Savaşta) karşılaşma; muha
cemi, -i‘ı [Ar. cem ' > cemi' ^ = r ] (cemi:) {OsT} e. rebe. ı5 cem ’iyet-gâh, {OsT} Toplantıyeri.\\ cem ’i-
Hep; bütün, fi1 cemi cümle, {OsT} Herkes, hepsi. yet-güriz, {OsT} Toplumdan kaçan.|| cem iyet ha
cemia, [Ar. cem ' (toplama) > cem î'a **?*-?-] (cemi:a) yatı, Toplum hayatı. [| cem ’iyet-i akvam, {OsT}
M illetler cemiyeti (Birleşmiş M illetler kurulmadan
{OsT} zf. -*• cemi,
önceki teşkilat)]] cem ’iyet-i beşeriye, {OsT} İnsan
cemian, [Ar. cem i'an (cemi.an) {OsT} zf. Hep; topluluğu.\\ cem ’iyet-i hâl, {OsT} D urumun bütü-
bütün; tekmil; hep birlikte; tüm ü birden, nü.|| cem ’iyet-i hatır, {OsT} Zihnin ve düşüncelerin
cemil, [Ar. cem ıl (cemi:l) {OsT} sf. 1. Güzel; tertipli ve rahat olması durumu. || cem ’iyet-i hıtân,
{OsT} Sünnet töreni.|| cem ’iyet-i kelâm, {OsT} Sö
iyi; latif. 2. is. Eskiden okullarda başarılı olan öğ
zün birkaç anlama gelm esi.|| cem ’iyet-i mahsusa,
rencilere verilen bir takdir ifadesi,
{OsT} Özel toplantı]] cem ’iyet-i nisvân, {OsT} K a
cemilat, [Ar. cemil > cemilât (cemi:la:t) dınlarla bir araya gelme; kadınlarla sohbet.||
{OsT} is. 1. Beklenmedik hoş ve güzel şeyler. 2. cem ’iyet-i sür, {OsT} Sünnet düğünü.
Hoş sürprizler; güzel hareketler. 3. Güzel düşünce cemiyetli, [cemiyet-li] sf. Derli toplu ve bir düzen
ler. içinde olan; düzenli,
cem ile1, [Ar. cemil > cemile ->1^-] (cemide) {OsT} sf. cemiz, [Far. camiz >°U-] {ağız} is. bot. Yaban inciri,
(Kadın için) güzel. (Ficus sycomorus). [DS]
cemile2, [Ar. cemile V r ] (cemide) is. 1. Kendini cemkirişm ek, [cem (yans.) > cem-kir-iş-mek] {ağız}
işteş, f. [-ir] Birbirine karşı gelmek; karşılıklı sert
beğendirmek, yaranm ak ya da iyilik olsun diye ya
cevap vermek. [DS]
pılan gönül okşayıcı hareket. 2. Beklenm edik bir
cemkirmek, [cem (yans.) > cem-kir-mek] {ağız}
anda yapılan iyi hareket; iyilik; sürpriz. 3. Birinin
gçsz. f. [-ir] 1. (Köpek için) olduğu yerde kesik
gönlünü hoş etmek için yapılan iyilik. S cemile
kesik havlamak. 2. Karşı gelmek; sert cevap ver
göstermek, Gönül okşayıcı harekette bulunmak;
mek. 3. Surat asmak; kızmak. 4. Saldırmak; hücum
liitfetmek.\\ cemîle-kâr, İyilik yapm ayı seven.|| ce-
etmek. [DS]
mîle-kârl, {OsTj İyilikseverlik.|| cemîle-kârlık, İyi
likseverlik. cemkürm ek, [cem (yans.) > cem-kir-mek] {ağız}
g çsz.f. [-ür] (Köpek için) olduğu yerde kesik kesik
cem’ilendirm e, [cem'î-le-n-dir-me] (cem-idendir-
havlamak. [DS]
me) {OsT} is. 1. dbl. Çoğul hâle getirme; çokluk
cemmal, [Ar. cemel (deve) > cemmâl J W ] (cem-
hâle getirme işi. 2. mat. Toplama işlemi yapma.
m ad) {OsT} is. Deve sürücüsü; deveci,
cem’ilendirm ek, [cem 'î-le-n-dir-m ek
cemmaş, [Far. cemmâş J ^ W ] (cemma:ş) {OsT} sf.
(cem-idendirmek) {OsT} gçl. f. [-ir] dil b. Çoğul
Zampara.
yapmak; çokluk durum una getirmek,
cemre, [Ar. cemre v»^-] {OsT} is. 1. Kor halindeki
cem’ilenme, [cem'î-le-n-me] (cem-i:lenme) {OsT} is.
dbl. 1. Çoğul hâle gelme. 2. Çokluk yapılmak ey ateş; köz. 2. İlkbaharda, 19 şubat ile 6 mart tarihleri
lemi. arasmda birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa
düştüğüne inanılan ısıtıcı kuvvet veya tabiatta ısı
cem’ilenmek, [cem 'î-le-n-m ek dUJL**^-] (cem-i:len- yükselmesi olayı. 3. Hacıların M ina’da şeytan taş
mek) {OsT} dönşl. f. [-ir] dbl. 1. Çoğul hâle gelmek. lamaları işi. 4. M üslüman hacıların hac sırasında
2. edil. f. (Kelime için) çoğul yapılmak, M ina vadisinde attığı taşlardan meydana gelen yı
cemiyat, -tı [Ar. cem ' (biriktirme, toplama) > ce- ğınların adı. 5. Küçük çakıl taşları. 6. Kara kabar
cık denilen iltihaplı bir yara; ateş göynüğü; yanıka
m i'yyât o L j^ - ] (cem-iya:t) {OsT} is. 1. Kurumlar;
ra. 0 cemre-i Ola, {OsT} Cemrelerin ilk haftası.||
demekler. 2. Toplumlar; zümreler, cemre-i sâniye, {OsT} Cemrelerin ikinci haftası.\\
cemiyet, [Ar. cem ' (biriktirme, toplama) > OsT. ce- cem re-i sâlis, {OsT} Cemrelerin üçüncü ve son haf
m i'yyet {OsT} is. 1. Toplum; topluluk, tası.
( 19.yy). 2. Belli bir amaçla bir araya gelmiş toplu cemreviye, [Ar. cemreviyye (cemrevi.ye)
luk; dernek. 3. Derli toplu, düzenli olma hali. 4. {OsT} is. ed. Divan şiirinde, nesip bölümlerinde
im l e t S Ö M H . 775 CEN
baharın gelmesi ile ilgili olarak cemrelerden bah kılınırken okunan dua.\\ cenaze gibi, 1. Çok zayıf;
seden kaside türü, güçsüz. 2. Soluk benizli. || cenaze levazımatı, Ölüyü
cemse, [Amer. G eneral M otors Com pany (kısaltması gömmekte kullanılan çeşitli araç ve gereçler. || ce
olan) GMC harflerinin İng. okunuşu] kısalt, is. Bir naze marşı, Cenaze törenlerinde söylenen belli bir
askerî kamyon markası. m üzik parçası.|| cenaze merasimi, Ölüyü gömme
cen1, [cen / ceng / cen (yans.)] is. K öpek ve bazı sırasında yapılan dinî veya geleneksel işler. || cena
hayvanların havlam asını anlatan kök. [Zülfıkar] cen ze namazı, Gömülmeden önce yıkanıp kefenlenmiş
cen, ceng-ir-de-mek. S cen cen etmek, {ağız} L a f ölü musalla taşına konulduktan sonra kılınan na
yetiştirmek. [DS] maz. || cenaze salası, Cenaze namazı için okunan
cen2, [Far. ceng > cengî > cen] {ağız} is. Şarkı; türkü. bir tür ezan. || cenaze töreni, Cenazenin gömülmesi
[DS] için yapılan tören.|| cenazeyi kaldırmak, Ölüyü
cen3, [Far. jeng (pas)] {ağız} is. Bakır pası; küf. [DS] göm m ek üzere mezarlığa götürmek; gömmek.
cenab, [Ar. cenâb (cena:b) {OsT} is. -* cenap. cenb,' [Ar. cenb {OsT} is. 1. Yan; taraf; yön. 2.
S Cenâb-ı Hak, {OsT} A llah.|| cenâb-ı hilâfet- V ücutta kaburgaların bulunduğu yer; böğür,
penâhî, {OsT} Hilafetin sığındığı yüce kişi; p a cenbî, [Ar. cenbî (cenbi;) {OsT} sf. Yan tarafa
dişah,|| cenâb-ı südde-i devlet-meâb, {OsT} Padi
ait; yanal.
şah kapısının avlusu.
cenabet, [Ar. cünüb > cenabet ojU=t] (cena;bet) cenbiye, [Ar. cenbiyye ■ s^ ] {OsT} is. Belin yan ta
{OsT} is. 1. Gusül etmeyi gerektiren durum; cünüp- rafına asılan eğri bir Arap kaması; hançer,
lük. 2. sf. G usül yapması gereken; cünüp. 3. (Kişi cendal, [Far. cendâl Jl-i-^-] (cenda;l) {OsT} sf. (Kişi
veya şey için) hoşlanılmayan kötü; sıkıcı; menfur. için) bayağı; aşağılık; adî.
4. sövgü. (Kişi için) pis; iğrenç; uğursuz; aşağılık, cendek, -ği [? cendek] {OsT} is. 1. İnsan ya da hay
cenah, [Ar. cenah ^b=-] (cena:h) {OsT} is. 1. Kanat. van ölüsü. 2. Beden,
.2. Kuş kanadı. 3. Kol; pazı. 4. Kapı gibi açılıp ka cendel, [Ar. cendel J-u^-] {OsT} is. Nehirlerde bulu
panır şeylerin her bir kanadı. 5. Aynı siyasi görüşü nan büyük kayalar,
paylaşan kişilerin toplandığı yanlardan her biri. 6.
as. Savaş düzenindeki ordunun yanlarından her cendeliye, [Ar. cendeliyye {OsT} is. Bir Rufaî
biri. 7. Binanın yan tarafları ya da yanlarda bulu tarikatı kolu.
nan eklentileri, bölümleri. 8. Ahret. B cenâh-ı cender, [Far. cender j-i^-] {OsT} is. Eşya; giyim eş
m a’dilet, {OsT} A dalet kanadı.\\ cenâh-ı semek,
yası.
{OsT} B alık kanadı.|| cenâh-ı tâir, {OsT} Kuş kana
dı. cendere, [Far. cendere °j-u>-] is. 1. Baskı; sıkma; sı
cenâheyn, [Ar. cenah > cenâheyn {OsT} is. kıştırma; tazyik. 2. Bir şeyi sıkmaya yarayan iki
ağaç. 3. Sıkıştırma işlemlerinde kullanılan makine
İki kol; iki yan.
veya alet; pres. 4. Kalın oklava. 5. Sıkı veya dar
cenaib, [Ar. cenibe > cenâib l J I > ] (cena:ib) {OsT} yer. 6. Dar dere veya vadi; boğaz. 7. mecaz. M ane
is. Y edeğe alınmış olan binek hayvanları, vi baskısı yoğun olarak hissedilen. 8. mecaz. İşin
cenan, [Ar. cenan j b - ] (cena;n) {OsT} is. Yürek; içinden çıkılması güç durum. 9. {ağız} Taze peyni
rin suyunu süzmekte kullanılan sık dokumadan ya
kalp; gönül.
pılmış torba. [DS] 10. {ağızj Ekşim ik süzmekte kul
cenap, -bı [Ar. cenâb ^ U - ] (cena:p) {OsT} is. 1. Ev lanılan dokumadan yapılmış süzgeç. [DS] S1 cen
veya binayı çevreleyen duvar; avlu. 2. Huzur; kat; dere baklavası, Yufkası cendere adı verilen kalın
makam. 3. U lulam ak ve yüceltmek amacıyla “say oklava ile açılan baklava.\\ cendereye sokmak,
gıdeğer, hazret” anlam larında kullanılan saygı sö B üyük baskı altına almak.
zü.
cenderehane, [Far. cendere-hâne 4iU- oj-l>] (cende-
cenayib, [Ar. cenibe > cenâyib ^.1 ^ -] (cena.ib)
reha;ne) {OsT} is. Elbise ve kumaş ütülemeye ya
{OsT} is. -*■ cenaib. rayan birbirine bitişik iki silindirden yapılmış bir
cenaze, [Ar. cinâze (tabut) »jb^-] (cena:ze) {OsT} is. tür ütünün bulunduğu oda veya bölme,
1. Gömülm ek üzere yıkanıp kefenlenerek tabuta cenderme, [Fr. genderme] {ağız} is. -*■ jandarma.
konulmuş insan ölüsü. 2. Cenaze töreni. 3. argo. [DS]
Yavaş davranışlı, ağır hareketli kimse; miskin. S çenek, -ği [gene / yine > cene-k] {ağız} zf. Buna rağ
cenaze alayı, Ölünün cenaze namazını kılm ak ve men; yine de. [DS]
göm m ek gibi son vazifeleri yapm ak için bir araya ceneral, [İt. zenerâ] {OsT} is. Bir Hristiyan donanma
gelmiş topluluk.\\ cenaze duası, Cenaze namazı sının amirali. [Tietze]
CEN Ö IÜ M IÜ M M .
ceng1, [ceng / cen (yans.)] is. Köpek ve bazı hayvan cengîlik, [Far. cengî-lik dlLSj^-] (cengi:lik) is. Kah
ların havlamasını anlatan kök. fi1 cen cen etmek,
ramanlık.
{ağız} 1. (Köpek için) cemkirmek. 2. Can sıkıcı söz
cengirdem ek, [cen (yans.) > cen-gir-de-mek] {ağız}
söylemek. [DS]
gçsz. fi [-ir] (Köpek için) çemkirmek. [DS]
ceng2, [Far. âjeng / jeng (pas, kiif) > cen] (cen) (ağızj
is.'" M antar küfii; pas. [DS] cengiz, [Moğ. Çingiz (han) > cengiz j ^ r ] {ağız} sf.
ceng3, [Far. ceng S ^ ] {OsT} -» cenk. 0 ceng-âver, Yenilmez. [DS]
{OsT} -*■ cengâver.|| ceng-âverân, {OsT} -* cengâ- cengname, [Far. ceng-nâme u i ^ - ] (cengna:me)
veran.|| ceng-âver-âne, {OsT} -*■ cengâverane..|| {OsT} is. Cenkname.
ceng-âverî, {OsT} -*■ cengâveri.|| ceng-âzm â, {OsT} cenib, [Ar. canîb (cani:b) {OsT} is. Yedek at.
Savaş görmüş. || ceng-azmüde, {OsT} Savaş gör
müş.\\ ceng-azmûdegî, {OsT} Savaşta deneyim ka cenibe, [Ar. cenibe / cenıbet * ^ r / (ceni. be)
zanma]] ceng-bâz, {OsT} Savaşçı, kahraman.\\ {OsT} is. Yedek hayvan; çıvgar. S cenîbe-keş,
ceng-cü, {OsT} -* cengcu.|| ceng-cüy, {OsT} -*■ {OsT} Yedek hayvanı çekip götüren.
cengcu.|| ceng-cü-yâne, {OsT} Savaşçıya yakışır bi cenik1, -ği [cen (yans.) > cen-ik] {ağız} sf. 1. Atik;
çimde || ceng eylemek, {OsT} Savaşmak.\\ ceng-i çevik. 2. Becerikli; gözü açık. 3. is. Yapısı ufak
harbî, {OsT} müz. K lasik Türk müziğinde 10 za tefek olduğu hâlde güçlü kuvvetli kimse. 4. Besili
manlı ve 1 0 vuruşlu küçük bir usul. || ceng-i sultanî, ve küçük boylu manda. 5. Kısa boylu, huysuz at.
{OsT} Şiddetli çarpışma.\\ ceng-i zengerî, {OsT} [DS]
Yalancıktan yapılan savoy. || cenik", -ği [Kürt, cim ik (duvak)] {ağız} is. Kadınların
cengâr, [Far. jengâr _>l&j] (cengâ.r) {OsT} is. Bakır başlarına taktıkları, çevresine altınlar dizili fes.
[DS]
pası.
cenik3, -ği [Far. jen k (bakır pası)] {ağız} is. 1. Havası
cengâri, [Far. jengâr-i (cengâ:ri:) {OsT} sf.
sıcak ve nemli yer. 2. Deniz kıyısı; sahil. 3. Ova. 4.
Bakır pası renginde; açık yeşil, Uzak, bilinmeyen yerler. [DS]
cengâver, [Far. ceng (savaş) + âver (getiren) cenin, [Ar. cenin j^>-] (ceni:n) {OsT} is. 1. Ana
(cengâ:ver) {OsT} sf. 1. Savaşmayı seven; savaş rahmindeki henüz doğma zamanı gelmemiş yavru;
kan; dövüşken. 2. is. Savaşçı; silahşor, dölüt. 2. Doğma zamanı gelm eden ölmüş yavru;
cengâveran, [Far. cengâver + Ar. -an j l j j l S^r] (cen- düşük. S cenîn-i gayr-i m üstebîni’l-hilka, {OsT}
gâ:vera:n) {OsT} is. Savaşçılar; dövüşçüler, H enüz organları teşekkül etmemiş dölüt.\\ cenîn-i
kâzib, {OsT} Gerçek olmayan gebelik; dış gebelik.\\
cengâverane, [Far. cengâver-âne (cengâ:-
cenîn-i m üstebîni’l-hilka, {OsT} Organları teşek
vera.ne) {OsT} zf. Savaşçılara yakışır tarzda; bir sa kül etmiş döliit.\\ cenîn-i tâm m ü’I-hilka, {OsT} Or
vaşçı gibi. ganları bütünüyle teşekkül etmiş dölüt.\\ cenin-i
cengâverî, [Far. cengâverî j j j ^ r ] (cengâ:veri:) sakıt, {OsT} D üşük çocuk.
{OsT} is. Savaşçılık, dövüşkenlik, cenistre, [İt. ginestra] is. bot. Katırtırnağı,
cengâverlik, -ği [cengâver-lik] (cengâ. verlik) is. 1. ceniver, [Far. ceniver jy^=r] (ceni:ver) {OsT} is. Sırat
Savaşçılık. 2. Savaşçı olma durumu,
köprüsü.
cengcu, [Far. ceng-cü y • ^ r ] (cengcu:) {OsT} sf.
cenk1, -gi [Far. ceng i ^ ] is. 1. Savaş; harp; kavga;
Kavgacı; tartışmaya başlamaya hazır,
çatışma. 2. Çekişme. 3. Büyük çaba, mücadele. 0
cengel, [Sansk. cangala > Hint, cangal > Far. ceıjgel
cenk etmek, Savaşmak. || cenk eylemek, Savaş
/ İng. jungle] is. 1. Orman; ağaçlık ve sazlık mak; vuruşmak.|| cenk kolayı, {eAT} Harp usulü.
yer. 2. Hindistan ormanlarına verilen isim; cangıl, cenk2, -gi [Far. âjeng / jeng (küf)] {ağız} is. Küf; pas.
cengelistan, [Far. cengel-istân (cengelis- [DS] 0 cenk çalmak, {ağız} 1. Oksitlenmek; p a s
ta:n) {OsT} is. Orman; sık ağaçlıklı yer. lanmak. 2. (Kalaysız kaptaki yem ek için) bozulmak.
[DS]
cenger, [Far. cenkâr / jenkâr (bakır p ası rengi)
cenk3, -gi [Far. ceng (açılmış avuç)] {ağız} sf. Bir tek
> cenger] {ağız} is. Bakır eşya. [DS] S1 cengeri avuç dolusu. [DS]
çıkmak, {ağız} Oksitlenmek; paslanmak. [DS]
cenkâr, [Far. jenkâr (cenkâ:r) {OsT} is. 1. Ba
cengî, [Far. cengi L/ ^ r ] (cengi:) {OsT} sf. 1. Savaş e-
kır pası. 2. sf. Bakır pası renginde olan; yeşilimsi,
den; savaş durumunda olan. 2. {ağız} sf. Kahraman
cenkâri, [Far. jenkârî (cenkâ:ri:) {OsT} sf.
lık türküsü. [DS]
cengi, [ceng / çmg (yans.) > çıng-ı > ceng-i] {ağız} is. Bakır pası renginde olan,
Küçük parça; molekül. [DS] cenkçi, [cenk-çi] is. Savaşçı; cengâver.
OlÜREft f f l f Ç î S i b i l . 7 7 7 _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ ____________________________________________CEN
cenkleşme, [cenk-le-ş-me] is. Savaşma, çatışma, çe mında ölmüş birinden bahsederken kullanılan iyi
kişme işi. dilek sözü.|| cennet-nazîr, {OsT} Cenneti andıran.]]
cenkleşmek, [cenk-le-ş-mek] işteş f. [-ir] 1. Savaş cennet öküzü, Temiz kalpli, iyi yürekli fa k a t saf,
mak. 2. Çatışmak; çekişmek. budala kişi,|| cennet taamı, Kabak yemeği.]] cen-
netü’d-dünyâ, {OsT} Yeryüzü cenneti.
cenkname, [Far. ceng-nâme (cenkncvme)
{OsT} is. Savaş hikâyeleri anlatan kitap. cennetabat, [Ar. cennet + Far. âbâd jU o ^ -] (cen-
neta:ba:t) {OsT} is. Cennete benzer yer.
cennan, [Ar. cennân jb=-] (cenna:n) {OsT} is. Bah
cennetlik, -ği [cennet-lik] sf. 1. Ölünce cennete gi
çıvan.
deceğine inanılan (kişi). 2. Cennete layık. 3. “Yeri
cennat, [Ar. cennet > cennât ü U ] (cenna:t) {OsT} cennet olası!" anlamında biri için iyi dilek sözü;
is. 1. Cennetler; uçmaklar. 2. Bahçeler, t? cennât-i cennetmekân.
adn, {OsT} Cennet bahçeleri. censiyan, [Lat. gentiana] is. bot. -*■ centiyan.
cennet, [Ar. cennet is. 1. Bahçe; güzel bahçe. 2. centilmen, [İng. gentleman / Fr. gentilhomme (asil
A llah’ın günahsız kullarını veya günahlarından zade)] is. Toplum yaşayışına uygun davranan; ki
arınmış olanları öldükten sonra sonsuz bir mutluluk bar; iyi eğitim görmüş erkek; beyefendi. S centil
içinde yaşatacağını vaat ettiği yer. 3. mecaz. Çok men anlaşması, B ir hukukî değer taşımamakla
güzel ve havası iç açan yer. S cennet-âsâ, {OsT} birlikte devletler arasında bir iyi niyet gösterisi
Cennet gibi.|| cennet-âşiyân, {OsT} Yeri cennet o- için karşılıklı olarak yapılan sözlü anlaşma.
lan. | cennet balığı, zool. Çin veya Tayvan kökenli, centilmence, [centilmen-ce] sf. ve zf. Centilmen bir
hem havadaki, hem de sudaki erimiş oksijeniyle kim seye yakışır biçimde; kibarca,
solunum yapabilen, mavi yeşil zem in üzerine bakır centilmenlik, -ği [centilmen-lik] is. 1. Centilmene
rengi çizgili bir çeşit akvaryum balığı, (Macro- yakışır tutum ve davranış. 2. Centilmen olma duru
podus vinidiauratus).\\ cennet balığıgiller, zool. mu; incelik; kibarlık. S centilmenlik antlaşması,
Güney doğu Asya denizlerinde yaşayan, örnek türü R esm î özellik taşımayan, karşılıklı samimi güven
cennet balığı olan ve havanın serbest oksijeninden lerine dayanan tarafların kendi aralarında vardık
de yararlanabilen kemikli balıklar fam ilyası, (Ana- ları sözlü anlaşma.
batidae).\\ cennet biberi, bot. Zencefilgillerden, A f centilom, [İt. gentilis (soydan) + homo (insan)]
rika kıyılarında yetişen karabiber tadında iştah a- (c e ’ntilom) {OsT} is. Hristiyan asilzadesi,
çıcı bir baharat, (Amomum paradisi). \\ cennet ca centiyan, [Lat gentiane] is. bot. 1. Büyük bir kökü,
nıma minnet, "Seve seve kabul ederim ” anlam ın sap üzerinde bir düğüm çevresinde dizili altm sarısı
da söylenir.|| cennet gibi, 1. Çok güzel. 2. H ava çiçekleri bulunan, kuvvetli bir kokusu ve acı bir ta
dar, bağlık bahçelik, yeşillik (yer). || cennet-i a’lâ, dı olan, iştah açıcı, uyarıcı, kuvvetlendirici ve ateş
{OsT} Cennet makamlarının en yükseği olan seki- düşürücü özelliklerinden dolayı halk hekimliğinde
zincisi.|| cennet-i a’mâl, {OsT} Cennetin m addî dü- kullanılan bir yıllık bitki; kızıl kantaron, (Gentiana
şünülüşü.|| cennet-i ef’âl, {OsT} Cennetin m addî lutea). 2. Bu bitkinin kökünden yapılan acı lezzetli
düşünülüşü. || cennet-i nefs, Cennetin m addî düşü- bir likör,
nülüşü.|| cennet-i kalb, {OsT} Cennetin manevi dii-
centiyaniye, [Ar. centiyâniyye (centiya:niye)
şünülüşü.\\ cennetin kapısını açmak, iyilikte bu-
lunmak.\\ cennet-i rflh, {OsT} Cennetin manevi diı- {OsT} is. bot. Centiyangiller.
şünülüşü. | cennet-i sıfat, {OsT} Cennetin manevi cenub, [Ar. cenüb ^y=r] (cenu:b) {OsT} is. cenup,
düşiinülüşü.\\ cennet-i za’f, {OsT} Cennetin manevi cenüb-ı garbî, {OsT} Güneybatı,|| cenüb-ı şarkî,
diişiinülüşü.]] cennet-i vesîle, {OsT} Cennet m akam {OsT} Güneydoğu.
larının en yükseği olan sekizincisi.\\ cennet kuşu,
cenuben, [Ar. cenııb-en £y=r] (cenu. ben) {OsT} zf. 1.
1. Küçücükken ölen günahsız çocuk; masum bebek.
2. iyi nitelikleri olan kimse. 3. zool. A lt tarafı sa Güneye doğru; güneye yönelik olarak. 2. Güney
rımsı esmer renkte siyah ötücü kuş, (Paradisea yönünden; güneyden,
apoda). 4. g ök b. Güney kutbuna 20° uzakta, güney cenubi, [Ar. cenüb (güney) > cenübı (cenu:-
gök küresinin küçük yıldız takımı. 5. bot. Güney
bi:) sf. 1. Güneyde bulunan. 2. Güneye ait.
Afrika kökenli, yapraklan dikdörtgen biçimli, m a
vimsi. yeşil yapraklı çok yıllık kök saplı bir süs bit cenup, -bu [Ar. cenüb ^ y r ] {OsT} is. Coğrafî yön
kisi, (Strelitzia reginae).|| cennet kuşugiller, zool. lerden Antarktika kıtasına doğru yönelik olanı; gü
Yeni Gine ve Avustralya çevresinde y ü z yirm i ka ney.
dar türü yaşayan ötücü kuşlar fam ilyası, (Para- cenuplu, [cenup-lu] sf. Güneyli, güneyde oturan; kö
diseidae).|| cennet-makâm, {OsT} M akamı cennet keni güney tarafta bulunan bölgelere ait olan,
olan.|| cennet mekân, “Yeri cennet olası!" anla- cenük, -ğü [Kült, cimik] {ağız} is. -*• cenik. [DS]
CEP ÖIÜM IİİlffIM .778
cep 1, [cep (yans.)] is. Gereksiz, yerli yersiz konuşma, cep4, [Far. çap (sol taraf)] {ağız} sf. Eğri. [DS]
boş laf etme ve ötüşme sırasında çıkan sesi anlatan cepcek, -ği [cep+cek] {ağız} sf. 1. Geveze. 2. Dedi
kök. [Zülfıkar] cep cek, cep+cek-le-n-mek. koducu. [DS]
cep2, [cep / cop (yans.)] is. 1. Y emek sırasında ağız cepceklenm ek, [cep (yans.) > cep+cek-le-n-mek] {a-
şapırdatmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cep-ir cepir. 2. ğız} dönşl. f. [-ir] Gevezelik etmek. [DS]
is. Kıvam; olgunlaşma.
cepçi, [cep-çi] is. argo. K alabalık yerlerde sıkışıklık
cep3, -bi [Ar. ceyb (yaka) > ceb] {OsT} is. 1. İçine bir
tan yararlanarak başkalarının ceplerinden cüzdan,
takım küçük şeyleri koymak için elbise üzerine
para vb. şeyleri çalan kişi; yankesici,
yerleştirilmiş, ağzı açık, üç tarafı kapalı torbacık. 2.
cepçilik, -ği [cep-çi-lik] is. argo. Cepçinin yaptığı iş;
Çanta, cüzdan cinsi eşyaların ana bölmelerinden
yankesicilik.
daha küçük olanı. 3. Cebe uygun, cepte taşınabile
cek nitelikte (olan şeyleri belirtm ek için tamlayan çeper, [eT. *çeb-mek (çevirmek) > cep-er / çep-er]
olarak kullanılır.) 4. Düşmanın savunma hattına {ağız} is. Çit. [DS]
derinlemesine girilmek suretiyle kazanılan toprak cephane, [Moğ. cebe (zırh) + Far. hâne > cebe-hâne
parçası. 5. Bir kaya üzerinde değişik jeolojik etken > cephâne] (cepha;ne) {OsT} is. 1. Ateşli silahların
lerin açtığı oyuklarda bir takım tortul maddelerin kullanılabilmesi için gerekli olan mermi, barut
dolması ile meydana gelmiş katı yapılaşma. 6. M a hakkı, füze, kapsül gibi malzemelerin bütünü. 2.
den ocaklarında açılmış küçük yan oda. 7. Taşıtla gnşl. Bir iş için gerekli olan şeyler. 3. mecaz. Para.
rın trafik akışını engellemeden yol kenarında du 4. argo. Uyuşturucu; afyon,
raklayıp bekleyebilmeleri için yapılmış girinti. 8. cephaneci, [cephane-ci] (cepha;neci) is. 1. Askerî
{ağız} Ocağın yem ek pişirilen köşesi. [DS] S cebe birliklerde cephanelik görevlisi ya da sorumlusu. 2.
atmak, 1. Hakkı olmadığı halde kendisine m al et O tom atik ağır piyade silahlan ile toplarda cepha
mek; kendi malı saymak; aşırmak; çalmak. 2. H e neyi namluya doldurmakla görevli numara eri.
diye, rüşvet vb. almak. || cebe el atmak, Para ver cephanelik, -ği [cephane-lik] (cephanelik) is. Cep
meye davranmak. || cebe indirmek, 1. H akkı olma hanenin saklanması için yapılmış sağlam, korunak
dığı halde kendisine m al etmek; aşırmak; çalmak. lı ve denetimli yer.
2. Zahmetsizce kazanmak.\\ cebe koymak, Kendine cephe, [Ar. cebhe (alın)] {OsT} is. 1. Ön; yüz; yüz ta
m al etmek. || cebi delik, 1. Parasız. 2. Çok para rafı. 2. mim. Binaların ana girişinin bulunduğu ön
harcayan, eline geçen parayı hemen harcayıp biti yüzü; fasat. 3. mim. Bir binanın dış yanlarından her
ren kişi. || cebinde akrep olmak, Parası olduğu birisi. 4. Taraf; yön. 5. siy. Aynı siyasi görüşü pay
halde ortak harcamalara katılm amak ve masrafları
laşan parti ya da sivil örgütlerin meydana getirdiği
başkasına yüklemek; cimrilik etmek; asalak geçin
mücadele birliği. 6. as. Bir birliğin oluşturduğu sa
m ek,|| (birini) cebinden çıkarmak, 1. (Ondan) da
vaş düzeninin dış hattı. 7. as. Çatışma alanının ö-
ha üstün olmak. 2 . Övünme bildirir. || cebinden
nünde bulunan sınır. 8. as. Bir birliğin enine tuttu
verm ek, Kendi parasından ödemede bulunmak.\\
ğu alan. 9. meteo. Sıcaklıkları ya da nem oranlan
cebine atmak (indirmek), Hakkı olmadığı halde
farklı hava kütlelerinin birbirine değmesiyle oluşan
kendisine m al etmek; aşırmak; çalmak. || cebini
yüzey. 10. Okyanuslarda, ısısı farklı iki su kütlesi
doldurm ak, Fırsattan yararlanarak bol p a ra ka
arasındaki sınır. 11. argo. Kadm ve kızda önden
zanm ak,|| cebi para görmek, 1. Para kazanır ol
görünen göğüsler. S cephe alarak selamlamak,
mak. 2. Çok para kazanmak. || cep defteri, Cepte
as. Yönünü selamlaması gereken sancak y a da
taşınabilecek kadar küçük defter.\\ cep harçlığı, 1 .
cumhurbaşkanına dönüp esas duruşta bekleyerek
K üçük kişisel ihtiyaçları karşılam ak için ayrılan
selam verm ek.|| cephe almak, 1. as. (Askerî birlik
para. 2. im paratorluk döneminde padişahlara Mı
için) düşmanı karşılam ak üzere uygun bir yerde
sır eyaletinden gelen para. || cep hastalığı, Erikler
mevzi almak. 2. Karşı çıkmak; düşmanca tavır ta
de taphrina pruni denilen mantarın sebep olduğu,
yum urtalığın aşırı şekilde büyüyerek çekirdeksiz içi kınmak,|| cephe ateşi, as. Kendi birliğinin cephesi
boş bir cep halini alması hastalığı.\\ cep kitabı, ne dikey olarak düşman üzerine yapılan ateş. || cep
K üçük boy ve ucuz kitap. || cep saati, Yelek cebinde he büyütmek, as. (Askerî birlik için) cephesini
taşınan, köstek adı verilen bir zincirle yeleğe bağ yanlara doğru açmak.|| cepheden hücuma geç
lanmış bir saat türü.|| cep sözlüğü, Cepte taşınabi mek, 1. Dolambaçlı yollara başvurmadan doğru
lecek boyda hazırlanmış sözlük. || cep şıkırdamak, dan, açıkça mücadeleye girişmek. 2. as. Düşmanın
Parası olm ak.|| cep takvimi, Cepte taşınabilecek yanlardan kuşatılması mümkün olmayan durum
boyda ve defter şeklindeki takvim; cep muhtırası.\\ larda doğrudan saldırmak; cephe taarruzu yap-
cep telefonu, Cepte taşınabilen ve uydu aracılığı mak. || cephe derinliği, B ir askerî birliğin cepheden
ile konuşma yapılabilen kablosuz telefon. || cepten itibaren geriye doğru olan uzantısı.]] cephe gerisi,
vermek, 1. Kendi parasından ödemede bulunmak. Silahlı çatışmanın bulunduğu yerden itibaren elde
2. Zararı ödemek. bulunan ve savaşın kaderi üzerinde savaşan asker-
İBlMtSEliOK • 779 CER
ler kadar etkili olan toprak parçası.|| cephe kü cer kancası, Yük kaldırma y a da araç çekmede
çültmek, Birliğin cephe yanlarım daraltarak geri kullanılan halat ve zincirin takıldığı sağlam kanca.
y e doğru derinliğini artırm ası.|| cephe oluştur cer6, [Far. cav (arpa)] {ağız} is. 1. Arpa. 2. İnce dişli
mak, Siyasi olarak ortak bir görüş etrafında birlik eğe. [DS]
meydana getirmek.
cerab, [Ar. cerâb / cerâbe -~>\yr / yr] (cera:b)
cepheleşme, [cephe-le-ş-me] is. Karşılıklı cephe o-
{OsT} is. Dağarcık; torba. S cerâbe-i hafiye, {OsT}
luşturmak eylemi,
zool. Üreme torbası.
cepheleşmek, [cephe-le-ş-mek] işteş f. [-ir] Karşılık
lı zıt düşünceler etrafında birleşerek siyasi ya da cerad, [Ar. cerâd yr] (cera:d) {OsT} is. 1. Çekirge
ideolojik gruplar oluşturmak, ler. 2. mecaz. Yağmacılar takımı. S cerâd-ı mün-
cepheli, [cephe-li] sf. Cephesi olan; yönlü; taraflı; teşîr, {OsT} Yayılmış yağm acılar.|| cerâdü’l-bahr,
yüzlü. {OsT} zool. Teke adı verilen bir deniz böceği.
cepin, [Yun. tsapin / Slav, câpün / capîn] {ağızj is. -* ceraha,t', -ti [Ar. cerh (yarma) > cirâhat > cerahat
çepin. [DS] (cera:hat) {OsT} is. 1. Yara. 2. İltihaplanma
cepir, [cep (yans.) > cep-ir] {ağızj is. Ağız şapırtısı. sonucunda meydana gelen sarı su; irin; akıntı.
S cepir cepir yemek, {ağız} Ağzı şapırdatarak
cerahat2, -ti [Ar. cerahat > cerahat u U yr] (cera:-
yemek. [DS]
ha:t) {OsT} is. Yaralar; irinler; akıntılar,
cepken, [çek-mek > çek-men [EREN]] is. Çuhadan
yapılma, yırtmaçlı, uzun kollu, yakasız ve gömlek cerahatlenme, [cerahat-le-n-me] (cera:hallenme) is.
üstüne giyilen kısa üst giyeceği, Bir yaranın iltihaplanması durumu; irinlenme ey
lemi.
ceplemek, [cep-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] Cebe
cerahatlenmek, [cerahat-le-n-mek] (cera.hatlenmek)
indirmek.
g ç sz.f. [-ir] (Yara için) irin toplamak,
cer1, [cer / çer] {eTj is. Yer. [Clauson]
cerahatli, [cerahat-li] (cera:hatli) sf. (Yara için) irin
cer', [cer / çer / çör] {ağız} e. Kendi başına bir anlamı
toplamış; irini olan; irinli; akıntılı,
olmayıp ancak başına getirildiği kelimelere pekiş
cerahor, [Far. *carâ (maaş) + hvör (yiyen) [Tietze]
tirme görevi yapan edat. [DS] S cer cehennem,
{ağız} Zorla; isteksizce. [DS]|| cer cehiz, {ağız} Çe yr] (cera:ho:r) {OsT} is. İmparatorluk döne
yiz türünden ne gerekli ise. [DS] minde, Osmanlı ordusunda görev yapan Hristiyan-
cer3, [Ar. cer y r] {OsT} is. Özel olarak yarılmış yer; lara verilen ad.
yarık; çatlak. ceraid, [Ar. ceride > cerâ’id -lsI_t>-] (cera:id) {OsT} is.
Gazeteler; cerideler. S1 cerâid-i yevmiye, {OsT}
cer4, -r’i [Ar. cer‘ £yr] {OsT} is. Suyu yudum yudum
Günlük gazeteler.
içme; yudumlama.
ceraim, [Ar. cerime (suç) > cerâ’im pJlyr] (cera.’im)
cer5, -rri [Ar. cerr yr] {OsT} is. 1. Çekme; sürükle
{OsT} is. 1. Suçlar. 2. Cinayetler. 3. Suç karşılığı
me. 2. Para çekme; eşya çekme. 3. dbl. Arap dilbil ödenmesi gereken para cezalan. S cerâim-i cinai
gisinde ait olduğu ismi esreli (-i) okutan h arf ya da ye, {OsT} huk. Cinayet suçları.|| cerâim -i m üşte
edat; harf-i cer. 4. M edrese öğrencilerinin, Ram a reke, {OsT} Ortak işlenmiş suçlar.
zan ayında köylere giderek dinî konularda halkı
ceran1, [Moğ. cegeren > jeren / ceren] is. 1. {OsT}
aydınlatma ve namaz kıldırma gibi işleri yürütm e
Ceylan; {ağız} (aynı). [DS] 2. {ağız} Geyik. [DS] 3.
lerine karşılık halkın verdiği fitre, zekât, sadaka ve {ağız} (İnsan ve hayvan için) uzun boylu, sevimli
yardımları toplamaları. 5. fız. Sürüklenme hızı. 6. ve güzel gözlü. [DS] 4. {ağız} İyi koşan biçimli at.
{ağızj İğin ip takm ak için yapılmış çengeli. [DS] S [DS] 5. {ağız} Kırmızı renkli bir tür çiçek. [DS] S
cer atölyesi, D emiryolu taşıtlarının bakımını, ona ceran göz, {ağız} Ceylan göz. [DS]
rım ını yapan, araç ve gereçlerini üreten atölye. ||
ceran2, [İt. geranio (küçük turna kuşu)] (ce’ran) is.
cere çıkma, (Medrese öğrencileri için) üç aylarda
bot. M eyvesi turna gagasına benzeyen bir çiçek
dağıldıkları köylerde imamlık veya müezzinlik y a
olan ıtır çiçeği,
parak para ve erzak toplamak.\\ cer harfi, A rap
ceraskal, -li [Ar. cerr (çekme, sürükleme) + eşkal Ça
ça 'da kelimenin sonunun esreli (-i, -ı) okunmasını
ğır şeyler)] {ağız} is. A ğır yükleri kaldırm akta kul
gerektiren ön ek. || cer hocası, Cer için köylere g i
lanılan üç ayaklı sehpa veya ray üzerine oturtulmuş
den hoca.|| cerr-i eşkâl, {OsT} A ğır bir yükü kal
sabit ve hareketli makaralardan meydana gelmiş bir
dırma]] cerr-i kelâm etmek, {OsT} B ir konu hak
tür palanga. [DS]
kında kendini konuşmaya zorlamak.\\ cerr-i men-
faât, {OsT} Çıkar sağlama. || cerr-i miyâh, {OsT} Su cerasim, [Ar. cürsüme > cerâşîm p-ilyr] (cera:si:m)
pompası.\\ cerr-i nuküt, {OsT} M enfaat sağlama.\\ {OsT} is. 1. Dipler; kökler. 2. Tomurcuklar. 3. Flas-
CER I M I Ü M E S Ö M . «,
talıklı tohum lan; mikroplar, fi1 cerasîm-i mütenâ- cerebü’l-ayn, {OsT} tıp. Göz kapaklarının içinde
sile, {OsT} bot. Yeşil yosun hücreleri. çıkan sivilceler.
ceraye, [Far. cerâye y r] (cera.ye) {OsTj is. 1. A s cerebî, [Ar. cereb > cerebı ^ y r ] (cerebi:) {OsT} sf.
ker tayım. 2. Vakıflar tarafından fakir ailelere veri Uyuz hastalığına yakalanan; uyuz olmuş; uyuz,
len yiyecek. cerebiye, [Ar. cereb > cerebiyye i^yr] {OsT} is. zool.
cerayet, [Ar. câriye > cerâyet c_>tyr] (cera.yeı) {OsT/ Uyuz böcekleri; (Acarides).
is. Cariyelik. cerebiyet, [Ar. cereb > cerebiyyet o-oyr] {OsT} is. U-
cerayim, [Ar. cerâ’im yr] (cera.yim) {OsT} is. -*■ yuz hastalığına yakalanma; uyuzluk.
ceraim.
cered1, [Ar. cered Jyr] {OsT} is. Çıplak hâle getirme.
cerazet, [Ar. cerâzet o jly r] (cera:zet) {OsT} is. Obur
cered2, [Far. cered i y r] {OsT} sf. Yaralı.
luk.
cerek, -ği [? cerek] {ağız} is. 1. İnce uzun ve yuvarlak
cerban, [Ar. cerbân oL>yr] (cerba:n) {OsTj sf. Uyuza
sırık. 2. Taze çam fidanı. 3. Döven oku. 4. Sırıklar
yakalanan; uyuz, döşenip üzerine toprak doldurularak yapılan döşe
cerbeze, [Ar. cerbeze oyyr] {OsT} is. 1. Hilekârlık; me. 5. Kaburga kemiği. [DS]
kurnazlık. 2. Etkileyici konuşma. 3. Girişkenlik ve cerelik, -ği [Ar. cerre (testi) > cere-lik] {ağızj is. 1.
beceriklilik. 4. Etkileyici dış görünüş, Musluk. 2. Su haznesi. [DS]
cerbezeli, [cerbeze-li] is. 1. Hilekâr. 2. Etkileyici ve cerem, [Ar. cerem j>yr] {OsT} is. 1. Toplanan hurm a
güzel konuşan; demagog. 3. Girişken ve becerikli.
lardan yere düşeni yeme. 2. Hata. 3. Cinayet. 4.
4. Tavır ve hareketleri veya dış görünüşü ile başka
Günah. S lâ-cerem, {OsT} Elbette; şüphesiz; m ut
larım etkileyen,
laka.
cerbiye, [Ar. cerb > cerbiyye **yr] {OsT} is. zool.
cereme, [Ar. cürm (suç) > cerime / cereme «uy r ]
Uyuz böcekleri, (Acarides)
{OsT} is.l. B aşka birinin yaptığı zararı ödeme. 2.
cercer, [Ar. cercer y r yr] {OsT} {ağız} is. Döven adı Para cezası. 3. {ağız} Değer; fiyat. [DS] S cereme
verilen tarım aracı. [DS] sini çekmek, Başka birinin y o l açtığı zararı öde
cerci, [Ar. cerr (çekme) > cer-ci] is. Cer atölyesinde m ek zorunda kalmak.
çalışan. cereıı, [Moğ. cegeren > jeren > ceren jy r ] {OsT} is.
cerd, [Ar. cerd iyr] {OsTj is. Çıplak bir hâle getirme; Ceylan; {ağız} (aynı). [DS]
elbisesinden soyma, cereng, [Far. cereng & y r ] {OsT} is. 1. Çan ya da zil
cerda, [Ar. cerd > cerdâ byr] (cerda:) {OsT} sf. 1. sesi. 2. Kılıç, topuz gibi savaş araçlarının kullanımı
Elbisesinden soyulmuş; çıplak. 2. Mahrum. 3. Daz sırasında çıkan ses.
lak; saçsız; tüysüz. 4. Verimsiz; çorak. 5. (Şarap ceres, [Ar. ceres ^ y r ] {OsT} is. 1. Küçük çan. 2.
için) karıştırılmamış,
H ayvanların boynuna takılan çan; çıngırak. 3. {eATj
cerdan, [Far. cerdân obyr] (cerda:n) {OsTj is. D i Deve çanı. 4. Zindan. S ceres-dâr, {OsT} Çıngırak
lenci çanağı. taşıyan; çıngıraklı,|| ceres-hay-ı zerrîn, {OsT} Altm
çerde1, [Ar. çerde °±yr] {OsT} is. 1. M ekke’de ha çıngıraklar.
cılara eşlik eden atlı muhafız. 2. sf. Tüysüz; dazlak. ceresiye, [Ar. ceresiyye ^ y r ] {OsT} is. bot. Çan-
çerde2, [Far. çerde °iyr] {OsT} is. Kuladan daha açık çiçeğigiller.
sarı donlu at. cereyan, [Ar. cereyan jljy r ] (cereya;n) {OsT} is. 1.
çere1, [Ar. cerre °yr] {ağız} is. 1. Toprak testi. 2. Bir yöne doğru akma; akış; akıntı; akım. 2. Elektrik
Toprak küp. [DS] akımı. 3. Hava akımı; rüzgâr. 4. mecaz. Aynı görüş
ve düşüncede bulunan kişilerin meydana getirdiği
cere2, [Ar. câri > Far. cıra ojv=r] {ağız} is. 1. Ko
hareket, akım. S cereyan etmek, Olup bitmek;
casından boşanan kadına ve çocuklarına bağlanan geçmek.\\ cereyan çarpmak, Elektrik akımına tu-
para; nafaka. 2. Bir malın yıllık kirası. 3. Bir malın tulmak.\\ cereyân-ı daimî, {OsT} fız. Doğru akım.\\
yıllık vergisi. 4. Bir iş karşılığında alman şey; e- cereyân-ı elektrikî, {OsT} Elektrik akımı. | cere-
m ek bedeli. 5. Güç; erk. [DS] ö cereye vermek, yân-ı galvânî, {OsTj Volt.\\ cereyân-ı hevâ, {OsT}
{ağız} Tarlayı ekilen tohum kadar ücretle kiraya H ava akımı; rüzgâr. || cereyân-ı mesâlih, {OsT} İş
vermek. [DS] lerin oluşu, akışı. || cereyân-ı mütemadî, Doğru a-
cereb, [Ar. cereb ^ y r ] {OsT} is. tıp. Uyuz hastalığı; kım. || cereyân-ı mütenâvil, {OsT} A lterna tif akım. ||
uyuz olma; uyuzluk, fi1 cereb-nâk, {OsT} Uyuz.\\ cereyân-ı müvellidî, {OsTj Üreteç; jeneratör.
81M l! 3 a a i. 78i CER
cereyanlı, [cereyan-lı] sf. 1. Elektrik akımı yüklü. 2. ceride2, [Ar. cerid (hurma dalı) > ceride ojy r ] {OsT}
Hava akımı bulunan. 3. Elektrikle çalışan. 4. (Top
is. 1. Sopa. 2. Şi’a’nın kollarından olan İmami-
lantı vb. için ) tartışmalı; çekişmeli,
y e’de biri ölünün sağ tarafına, iç kefeni ile bedeni
çerez, [çerez > çerez jy>-] {OsT} is. Çerez; meze, arasına; diğeri de sol tarafına, iç kefeni ile dış ke
cergand, [Far. cerğand -u iy r] {OsTj is. 1. Bumbar feni arasına konulan yaş ağaçtan kesilerek uçlarına
ölünün inanç sahibi olduğuna dair yazılar yazılmış
dolması. 2. Işık; ışık konacak yer.
iki adet sopa.
cerge1, [Moğ. cerge > Far. cerge £ yr] {OsTj is. 1.
ceride3, [Ar. ceride o-Juyr] (ceri:de) {OsT} is. 1. İm
Bir yerde bulunan insan kümesi. 2. Bitki sapların
paratorluk devrinde vergi memurlarının arazilerin
dan yapılan demet; deste. 3. K urutulmak üzere üst
yüz ölçümlerini yazdıkları defter. 2. Tutanak. 3.
üste dizilmiş tezek yığını. 4. {eATj {OsT} {ağızj Bos
Türk basınında süreli yayınlara verilen ad; gazete,
tan ve tarlalara yapılan basit kulübe ya da gölgelik;
(19.yy.). 4. as. Süvari kolu. S cerîde-i ferîde,
derme çatma çadır. [DS] 5. {ağız} Göçebe çadırı;
{OsT} Eşi olmayan, tek gazete.|| cerîde-i nüfûs,
tente; çerge. [DS] 6. {ağızj Süslenmiş gelin arabası.
{OsT} Nüfus kütüğü.|| cerîde-i resmîye, {OsTj
[DS] 7. {ağız} Dizi; sıra. [DS] 8. {ağız} sf. Dizi dizi;
T B M M ’nin resm î yayın organı; R esm î Gazete. || ce
grup grup. [DS]
ride kalemi, {OsT} Nüfus sayımını yürüten kuruluş.
cerge2, [Bulg. çerga] {ağız} is. -*• çerge. [DS]
cergelenmek, [cerge-le-n-mek ] dönşl. f. [-iir] {OsT} cerih, [Ar. cerîh ç .y r] (ceri:h, h kaim söylenir) {OsTj
(İnsan ve hayvan için) çepeçevre dizilerek halka sf. Yaralı; ağır yaralı. S cerîhü’l-fuâd, {OsTj Yü
oluşturmak. reği yaralı.\\ cerîhü’l kalb, {OsT} Yüreği yaralı.
cergü, [Bulg. çerga ?] {ağız} is. Fındık kurutm ak için ceriha, [Ar. cerîh > ceriha y r ] (ceri:ha) {OsTj is.
özel olarak yapılan sergi yeri. [DS] Yara. S cerîha-dâr, {OsTj l. Yaralı; yarası olan.
cerh, [Ar. cerh j-yr] {OsT} is. 1. Yaralama. 2. Baş ve 2. Gücenik.|| cerîha-dâr etm ek, {OsT} l. Yarala
yüz dışındaki organlardan birini yaralama. 3. Bir mak. 2 . İncitmek; kırmak.|| cerîha-dâr olmak,
düşünceyi, bir iddiayı çürütme; yanlışlığı ortaya {OsT} 1. Yaralanmak. 2. İncinmek; kırılmak; darıl-
koyma. 4. mecaz. Kabul etmeme; reddetme. 5. huk. m ak.|| cerîha-i iltiyâm-nâ-perîz, {OsT} İyi olmaz
Davada tanıkların tanıklıklarının kabul edilmemesi; yara; onulmaz yara.
davalının tanığın güvenilir olmadığım belirtmesi. cerik, [çeyrek > cerik] {ağızj [DS] is. -*• cırık.
fi1 cerh etmek, I. huk. Yaralamak. 2. Çürütmek.\\ cerikan, [İng. jerry (Alman) + can (bidon)] is. as.
cerh fl-hükm i’l-hatâ, {OsT} huk. Başka eylem se Petrol ürünlerini taşımakta kullanılan yirmi litrelik
çeneği olmaksızın oluşan yaralam a.|| cerh-i amd, taşınabilir kap; benzin çantası.
{OsT} huk. Herhangi bir araçla bir kimseyi kasten
çerim 1, [Ar. cerîm |v?.yr] (ceri.m) {OsTj sf. 1. Suç iş
yaralama.\\ cerh-i hatâ, {OsT} huk. K asıtsız olarak
ya da bir yanlışlık sonucu yaralama.\\ cerh-i leyen; suçlu. 2. Cinayet işleyen; cani. 3. Kabahatli.
mushin, {OsT} huk. Bir kimsenin bir giin y a da da çerim2, [Ar. cerm j-yr] {OsT} is. -*• cerme.
ha az yaşam asının mümkün görülmediği yarala
cerime, [Ar. cürm (suç) > cerime <^.yr] {OsT} is. 1.
ma,|| cerh-i mühlik, {OsT} huk. Yaralının ölümüne
Başka birinin yaptığı zararı ödeme. 2. Para cezası,
neden olan yaralama.
cerha, [Ar. cerh > cerha yr] {OsT} sf. Yaralı. çerin, [Ar. cerîn ü y r ] (ceri;n) {OsT} is. Hurma ku
rutm a yeri.
cerî1, [Ar. cerî / ceriy cSyr] {OsT} is. Cereyan; akım.
cerip, -bi [Ar. cerîb ^ . . y ] {OsT} is. 1. Bin arşın kare
cerî2, -i’i [Ar. cerî5 ££yr] (ceri:) {OsT} sf. 1. Gözü
(yaklaşık bir dönüm) alanındaki arazi ölçü birimi;
pek; korkusuz; cüretli. 2. Küstah; yüzsüz. S dönüm. 2. Bu kadar alandan alınabilecek buğday
cerîü’l-kelâm, {OsT} Korkusuzca yazılar yazan.\\ (yaklaşık 216 litre) miktarındaki hacim ölçüsü bi
cerîü’l-lisân, {OsT} Sözünü esirgemeyen. rimi.
cerib1, [Ar. cerib ^_rr] {OsT} sf. Uyuz hastalığına ya cerire, [Ar. cerîre °y,yr] (ceri;re) {OsT} is. Kabahat;
kalanan; uyuz. suç.
cerib2, [Ar. cerib ^ . y ] (ceri:b) {OsT} is. -*■ cerip. £? cerm, [Ar. cerm j»yr] {OsT} is. 1. Kesme. 2. Koyun
cerîbü’t-tâm, {OsT} D ört cahizlik tahıl ölçeği. kırpma. 3. Günah işleme. 4. Bir tür Arap kayığı,
cerid, [Ar. cerid / ceride :>yr / <oyr] {OsT} is. (Yer cerme, [Ar. cerme ‘«yr] {OsT} is. N il nehrinde ve
için) verimsiz; çorak. İskenderiye kıyısında seyreden küçük tekne.
ceride1, [Ar. ceride »-^.yr] (ceıi.de) {OsTj sf. Yalnız; Cermen, [Fr. germain] is. Eskiden Cermenya adı ve
tenha. rilen Almanya, Bohemya ve Polonya’nın batı bö
CER O IÜHIÜIKM .732
lümünü içine alan bölgede oturan halk ve bu halk cerşeft, [Far. cerşeft o jü y ] {OsT} is. ed. Yergi; hi
tan olan kişi. S Cermen dilleri, Hint Avrupa dille
civ.
rinden Kuzey A vrupa 'da konuşulan dil ailesi.
ceruz, [Ar. cerüz j j y ] {OsT} sf. Obur,
cermüze, [Far. cermüze ° y y \ {OsT} is. Misafirlik;
cerv, [Ar. cerv j y ] {OsT} is. 1. Yırtıcı hayvan yav
konukluk; sefer,
rusu; enik. 2. Küçük meyve,
cerp, [Far. çerb ^ y ] {ağız} is. Et suyunun üstündeki
cery, [Ar. cery j y ] {OsT} is. Akım; cereyan,
yağ tabakası. [DS]
cerrah, [Ar. cerh (yaralama) > cerrah y ] (cer- cerz, [Ar. cerz j y ] {OsT} is. 1. Kesme. 2. Y ok etme.
ra:h) {OsT} sf. 1. Yaralılara yardım eden. 2. is. 3. Öldürme.
Ameliyat uzmanı hekim; operatör. 3. Eskiden ces, -ssi [Ar. cess ^ ^r] {OsT} is. 1. El ile yoklama. 2.
önemsiz yaralan tedavi eden sağlıkçıya verilen ad. Araştırma. 3. Soruşturma,
cerrahbaşı, [Ar. cerrah + T. baş-ı ^ y ] {OsT} is. cesamet, [Ar. cism > cesam et c~»l_^-] (cesa:met)
İm paratorluk döneminde saray cerrahlarının amiri, {OsT} is. 1. İrilik; büyüklük; kalınlık. 2. güz. santl.
cerrahhane, [Ar. cerrah + Far. hâne *iU- y ] (cer- Resim, heykel ve maketlerin gerçek boyutlarında
yapılışı.
ra:hha:ne) {OsT} is. İmparatorluk döneminde ordu
için cerrah yetiştiren kurum. S cerrâhhâne-i âmi cesametli, [cesamet-li] (cesa. metli) sf. İri, büyük,
re, {OsT} İm paratorluk döneminde ileri tekniklerle cesaret, [Ar. cesaret ojL->-] (cesa:ret) {OsT} is. 1.
ameliyat yapan tıp kurumu. Tehlikeyi ya da güçlüğü göze alarak işe girişmeyi
cerrahi, [Ar. cerrahı ^ 1 y ] (cerra:hi:) {OsT} sf. 1. sağlayan ruhsal güç; korkusuzluk; yüreklilik. 2.
Çekinmezlik; cüret, ö cesaret almak, Birine y a da
sf. Cerrahlıkla ilgili; cerrahlığa ait. 2. is. Tedavi bi
liminin canlı bir beden üzerinde el veya aletle mü- bir şeye güvenerek veya ondan destek alarak ken
dahâleyi gerektiren bölümü. 3. Flastanelerin ameli disinde tehlikeyi göze alabilecek güç bulmak. || ce
yat bölümü. 4. tasvf. Cerrahiye tarikatına mensup saret bulm ak, Güç ve destek kazanmak. || cesaret
kimse. & cerrahî müdâhale, Ameliyat işi. etmek, Çekinmeden, korkmadan bir işe girişmek;
cüret etmek. || cesaret gelmek, Üzerindeki korku ve
cerrahîn, [Ar. cerrahın y ] (cerra:hi:n) {OsT} is. yılgınlığı atmak. || cesaret göstermek, Yürekli dav
Cerrahlar. ranmak,|| cesaretini kaybetmek, B ir işi yapm a
cerrahiye, [Ar. cerrâhiyye (cerra:hiye) {OsT} konusunda korku veya yılgınlığa düşmek; ümitsiz
sf. 1. Cerrahlıkla ilgili. 2. is. Hastanelerin ameliyat liğe düşmek; korkmak.\\ cesaretini kırmak, Bir
la ilgili bölümü. 3. tasvf. Halveti tarikatının Nured- kimsenin yılgınlığa ve ümitsizliğe düşmesine sebep
din Cerrahî tarafından kurulan bir kolu, olmak. || cesaretini toplamak, Korkusunu yenerek
yüreklenmek.\\ cesaret verm ek, Birinin üzerinde
cerrahlık, -ğı [cerrah-lık] is. 1. Cerrah olm a durumu.
bulunan korku ve yılgınlığı, ümitsizliği atmasını
2. Cerrahlık mesleği; operatörlük. 3. sf. Cerrahın
sağlamak.
tedavi edebileceği nitelikte (hastalık),
cesaretlendirilm e, [cesaret-le-n-dir-il-me] (cesa re t
cerrahname, [Ar. cerrah + Far. nâme ^ ) y \ (cer- lendirilme) is. Korkusuz, ümitli ve yürekli bir du
ra.hna.m e) {OsT} is. Eskiden cerrahlıkla ilgili ola rum a getirilme eylemi,
rak yazılmış eserlere verilen ad. cesaretlendirilm ek, [cesaret-le-n-dir-il-mek] (casa;-
cerrar, [Ar. cerr > cerrar J y ] (cerra:r) {OsT} sf. 1. retlendirilmek) edil. f. [-ir] Birinin taşıdığı korku,
Çeken; sürükleyen. 2. sf. Zorla para alan. 3. is. D i yılgınlık ve ümitsizliği üzerinden atması, kendisine
lenci. 4. Para toplamaya çıkan kimse; tahsildar. 5. güven kazanması sağlanmak; yüreklendirilmek,
Savaş araç ve gereçleri ile donatılmış ordu. 6. Ağır cesaretlendirme, [cesaret-le-n-dir-me] (cesa retlen
hareket eden kalabalık ordu. dirme) is. Birini korkusuz, ümitli ve yürekli bir du
rum a getirme eylemi; yüreklendirme,
cerrare, [Ar. cerrâre o_,ly ] (cerra.re) {OsT} is. K ü
cesaretlendirmek, [cesaret-le-n-dir-mek] (ce sa re t
çük, sarı ve zehirli bir tür akrep, lendirmek) gçl. fi [-ir] 1. Birinin korkusunu yen
cerrarlık, [cerrar-lık] is. 1. Sürükleyicilik; çekicilik. mesini veya çekingenliğini üzerinden atmasını sağ
2. Dilencilik, lamak; yüreklendirmek. 2. Yılgınlık duygusunu
cerre, [Ar. cerre oy ] {OsT} is. Toprak testi, yenmesine yardımcı olmak,
cesaretlenme, [cesaret-le-n-me] (cesaretlenm e) is.
cerret, [Ar. cerret sy ] {OsT} is. -*■ cerre.
Korkusuz, ümitli ve yürekli bir duram a gelme ey
cerŞ> [Ar. cerş J ^ y ] {OsT} is. Bir şeyin kabuğunu lemi.
S0Yma; kazıma. cesaretlenmek, [cesaret-le-n-mek] (cesaretlenm ek)
r
m e r i l i s k m « 783 CEV
dönşl f [-ir] 1. Korkusunu, çekingenliğini üzerin ceş, [Far. ceş j y ] {OsT} is. Mavi boncuk,
den atmak; yüreklenmek. 2. Yılgınlık duygusunu
yenerek ümitlenmek, ceşn, [Far. ceşn {OsT} is. 1. Ziyafet; şölen. 2.
cesaretli, [cesaret-li] (cesa:retli) sf. Korkusu ve çe Bayram. 3. Eğlence. S ceşn-i b ü z ü rg , {OsTj E ski
kintisi olmayan; cesur; yürekli; yiğit, den Iranlıların 27 martta yaptıkları bayram; büyük
cesaretlilik, -ği [cesaret-li-lik] (cesaretlilik) is. K or bayram.|| ceşn-i M eryem , {OsT} D oğum yaparken
kusu ve çekintisi olmama durumu; korkusuzluk; kendisine meyve veren hurmanın anısına yapılan
yüreklilik; yiğitlik, bayram.
cesaretsiz, [cesaret-siz] (cesa:resiz) sf. 1. Bir işte cet, -d d i [Ar. cedd J^rj {OsT} is. 1. Annenin veya ba
gördüğü tehlikeyi veya güçlüğü göze alamayan;
banın babası; dede. 2. Ata. S 1 ceddine lanet, K ız
yüreksiz. 2. Korkak,
gınlık anında birinin atalarına edilen küfür.\\ ced
cesaretsizlik, -ği [cesaret-siz-lik] (cesaretsizlik) is.
d ine ra h m et, 1. Allah babana rahm et eylesin. 2.
1. Bir işte gördüğü tehlikeyi veya güçlüğü göze
"Çok teşekkür ederim " anlamında söylenir.
alamama durumu; korkaklık; yüreksizlik. 2. Çekin
genlik. cetbecet, [Ar. cedd + Far. be + Ar. cedd o»- <4 -i=r]
cesaset, [Ar. cesâset (cesa:set) {OsTj is. M e {OsT} zf. Soyca büyük babadan büyük babaya geçe
geçe.
rak; tecessüs,
cetik, -ği [iç edik] {ağız} is. ■* çedik. [DS]
cesed, [Ar. cesed -i—=-] {OsTj is. -*• ceset,
cetvel, [Ar. cedvel JjJt»-] {Os T} is. 1. Su kanalı; ark.
ceset, -di [Ar. cesed j —ş-] is. 1. Canlılık faaliyetlerini
2. Çizelge; tablo; liste. 3. D üz çizgi çizmeye ve
kaybetmiş insan vücudu; ölü. 2. Gövde; beden; ten. boyut ölçmeye yarar, ölçü birimlerine uygun bi
-cesi, [-cası / -cesi] {eATj ya p e. -*■ -cası. çimde derecelendirilmiş tahta, metal ya da plastik
cesim, [Ar. cesam et > cesîm / cesîme ten yapılmış araç. 4. Oyma ve kakmalarda birbirine
{OsTj s f İri; büyük; kocaman; kaim. S cesîm ü’l- paralel olarak yerleştirilmiş fildişi çubuklar. 5.
cüsse, {OsTj İri vücutlu. Yazma kitaplarda sayfanın kenarlarına çizilen çiz
cesk, [Far. c e s k ^ W ] is. Keder; musibet; mihnet, giler. 6. Ciltlenmiş bir kitabın sırtındaki yatay kıla
vuz. fi1 cedvel-keş, {OsTj hat. Güzel çizgi çekebilen
cessas, [Ar. cessâs ^*1—=r] (cessa.s) {OsTj sf. Çok m e hat sanatçısı.|| cedvel-i sîm, {OsTj Lale Devrinde
raklı. Kâğıthane ye yapılm ış yapay dere.
cessase, [Ar. cessâse a-L»?-] (cessa:se) {OsTj is. Harp cev1, [cev (yans.)] is. Gereksiz, anlamsız boş lafların
gemisi; kruvazör, söylenişini anlatan kök. [Zülfıkar] cev cev, cev cek,
cev+cev-e-le-n-mek, cev-kir- mek.
cest, [Far. cestân > cest c— =-] {OsT} is. 1. Sıçrayış;
cev2, [cev (yans.)] is. Hızla uçma, uçuşma, kaçma ve
atlayış. 2. sf. Çabuk hareket eden. 3. zf. Sıçrayarak;
fırlama hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] cev cev.
atlayarak.
cev4, [Far. cev yr] {OsTj is. 1. Arpa. 2. Küçük bir
cestan, [Far. cestân 0U-^>-] (cesta:n) {OsTj sf. Sıçra
yan; atlayan. S cestân cestân, {OsT} Sıçraya sıç- ağırlık ölçüsü birimi; buğday; yaklaşık bir gramın
raya. 296’da biri kadar. 0 cev cev, {OsT} Tane tane;
parça parça.
ceste, [Far. cesten > ceste *^>-] {OsTj sf. Sıçramış,
cev3, -vvi [Ar. cevv j»-] {OsTj is. Boşluk; gök; hava;
fırlamış. S ceste ceste, {OsTj A zar azar, parça
parça, bölüm bölüm.|| ceste-gîr, {OsT} 1. Arsız. 2. atmosfer. <5 cevv-i heva, {OsT} H ava boşluğu.||
Dilenci. cevv-i k eb u t, {OsT} M avi boşluk; gökyüzü.
cesten, [Far. cesten j^~=r] {OsT} f. 1. Sıçramak; at cevab, [Ar. cevâb (ceva;b) {OsTj is. -*■ cevap.
lamak. 2. Atılmak; kaçmak; kurtulmak, S' cevâb a le’l-cevâb, {OsTj Cevaba cevap. || cevâb-
cesur, [Ar. cesaret > cesür _>>-*?-] (ce su r) {OsT} sf. 1. d îh, {OsT} Cevap veren.|| cevab d ö n d ü rm ek , {OsTj
1. itiraz etmek. 2. Cevap vermek. || cevab etm ek,
Tehlikeden korkmayan; korkusuz; yürekli. 2 . G üç
{eATj Cevap vermek.\\ cevâb-ı bâ-sevâb, Doğru
lüklerden yılmayan; gözü pek.
cevap. || cevâb-ı k a t’î, {OsTj Kesin olarak verilen
cesurane, [Ar. cesür + Far. -âne ^ j ^ - ] (cesu:ra:ne) cevap.|| cevâb-ı m üskit, {OsT} Sessizce verilen ce
{OsTj zf. 1. Tehlikelerden korkmadan; korkusuzca; vap. |[ cevâb-ı nâ-sevâp, {OsTj Doğru olmayan ce-
yüreklice. 2. Güçlüklerden yılmadan; cesurca, vap.j| cevâb-ı re d , {OsTj R et cevabı.|| cevâb-ı şâfî,
cesurluk, -ğu [cesur-luk] is. 1. Cesur olm a durumu; {OsT} İnandırıcı cevap. || cevâb-nâm e, {OsTj Cevap
korkusuzluk; yüreklilik. 2. Cesur olanın niteliği; olarak yazılan yazı. || cevâb-nüvis, {OsTj Cevap
cesaret; gözü peklik; yiğitlik. yazan; kâtip; yazıcı. ||
CEV ÖIMIUltfSÖM. ,4
cevabat, [Ar. cevâb-ât o llj y r ] (ceva:ba:t) {OsT} is. cevan, [Far. cevân jty r] (ceva:n) {OsT} sf. Genç; ta
Cevaplar, karşılıklar; yanıtlar, ze; delikanlı; civan,
cevaben, [Ar. cevâb-en (ceva:ben) [OsT/ zf. cev’an, [Ar. cu‘ > cevcân (ce:v-a:n) {OsT} sf.
Cevap olarak; karşılık olarak. Midesi boş; acıkmış; aç.
cevabi1, [Ar. câbi (tahsildar) > cevâb! (ceva:- cevanan, [Far. cevân > cevânân o^lyr] (ceva:na:n)
bi:) / OsT} is. Tahsildarlar. {OsT} is. Gençler; tazeler; delikanlılar; civanlar,
cevabi2, [Ar. cevâb > cevâbı (ceva:bi:) {OsT} cevani, [Far. cevân! (ceva:ni:) {OsT} is. Genç
zf. 1. Karşılık olm ak üzere; cevap yerine geçmek lik.
üzere. 2. sf. Cevapla ilgili olan; cevaba ilişkin. 3. cevanib, [Ar. cânib (yön, taraf) > cevânib y ] (ce-
Cevap olarak söylenen ya da yazılan, va:nib) {OsT} is. Yönler; taraflar; her taraf. S ce-
cevabname, [Ar. cevâb + Far. nâme (ceva:b- vânib-i erbaa, {OsT} D ört yön.
na:me) {OsT} is. 1. Cevap yazısı. 2. Yazılı cevap; cevanih, [Ar. câniha > cevânih jJİyr] (ceva.nih, h
karşı nota. kalın söylenir) {OsT} is. Suçlular,
cevad, [Ar. cüd > cevâd s\yr] (ceva:d) {OsT} sf. Cö cevap, -bı [Ar. cevâb ^ y ] (ceva:b) {OsT} is. Bir
mert; eli açık, soruya, bir isteğe, bir söz ya da yazıya verilen kar
cevad, -ddı [Ar. cadde > cevâdd (ceva:d) {OsT} şılık; yanıt. S cevabı dayatm ak, Görüşünü kesin
is. Caddeler. olarak söylemek.\\ cevabı dikmek, Görüşünü kesin
şekilde söylemek.\\ cevabı yapıştırm ak, Karşılığını
cevahir, [Ar. cevher (değerli taş) > cevâhir y&lyr]
hemen ve beklenmedik bir şekilde vermek. || cevap
(ceva:hir) {OsT} is. 1. Pırlanta, elmas, yakut, züm hakkı, Kişilerin kişilik ve onurlarına zarar veril
rüt gibi değerli taşlar; mücevher. 2. Mayalar; özler. mesi veya kendileriyle ilgili gerçek dışı yayınlar
3. sf. Cevhere benzer; parlak. S cevahir bedeste yapılması üzerine, bunların zararlı sonuçlarını or
ni, Kıymetli taşların satıldığı dükkânlar grubu.\\ tadan kaldırm ak amacını güden anayasal hak. ||
cevâhir-i ulvîye, {OsT} Gezegenler; felekler.\\ ce cevap-nâm e, {OsT} Cevap için yazılan mektup.\\
vahir yumurtlamak, alay. Güzel konuştuğunu sa cevap verm ek, 1. K arşılık vermek; yanıtlamak. 2.
narak saçmalamak. Karşı koymak; saygısızlık etmek. || cevap yetiştir
cevahirci, [cevahir-ci] (ceva:hirci) is. M ücevher alıp mek, Sorunun karşılığını hemen vermeye çalışmak.
satan kimse. cevaplama, [cevap-la-ma] is. Bir soruya, isteğe, bir
cevahiri, [Ar. cevâhirî (ceva:hiri:) {OsT} is. söz veya yazıya karşılık verm e işi.
M ücevher alıp satan kimse, cevaplamak, [cevap-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
Bir soruya, isteğe, bir söz veya yazıya karşılık
cevaib, [Ar. câ’ibe (söylenti) > cevâ’ib ^ y ] (ce-
vermek; cevap vermek; yanıtlamak,
va:ib) {OsT} is. Halk arasında dolaşan söylentiler, cevaplandırılma, [cevap-la-n-dır-ıl-ma] is. Bir soru
cevaiz, [Ar. câ’ize (armağan) > cevâ’iz jS\yr] (ce- ya, isteğe, bir söz veya yazıya karşılık verilme ey
va:iz) {OsT} is. 1. Armağanlar; bahşişler; hediyeler. lemi; yanıtlandırma,
2. İmparatorluk döneminde yüksek görevlere ata cevaplandırılmak, [cevap-la-n-dır-ıl-mak] edil, fi [-
nanların sadrazama ve ona bağlı görevlilere verdik ır]. Bir soruya, isteğe, bir söz veya yazıya karşılık
leri armağanlar. verilmek; yanıtlandırılmak,
cevaplandırma, [cevap-la-n-dır-ma] is. Bir sorunun,
cevali, [Ar. câlî (terk eden) > cevâll J l y r ] (cevadi:)
isteğin, bir söz veya yazının karşılığını verme ey
{OsT} is. 1. Memleketlerini terk edenler; bulunduk lemi; yanıtlandırma,
ları yeri değiştirenler. 2. M üslüman olmayan A rap
cevaplandırmak, [cevap-la-n-dır-mak] is. Bir soru
ların ödemekle yükümlü oldukları cizye vergisi. 3.
nun, isteğin, bir söz veya yazının karşılığını ver
Yaşlılık ve malûliyet emekliliği,
mek; yanıtlandırmak,
cevami, -m i’ı [Ar. câm i‘ > cevâm i' (ceva:mi) cevaplanm ak, [cevap-la-n-mak] edil, fi [-ır] (Soru,
{OsT} is. 1. İbadet yerleri; camiler; mescitler. 2. istek veya söz için) karşılığı verilmek; cevap ve
Toplu şeyler. rilmek; yanıtlanmak,
cevamid, [Ar. câmid (cansız) > cevâmid J-»b=r] (ce- cevaplaşmak, [cevap-la-ş-mak] işteş, fi. [-ır] K arşı
lıklı olarak birbirine mektup yazarak haberleşmek.
va:mid) {OsT} is. Cansız varlıklar; cansızlar; hayat-
cevaplı, [cevap-lı] sf. Cevabı da içinde bulunan; ya
sız, donmuş şeyler; nesneler.
nıtlı. S cevaplı telgraf, A lınacak cevabın ücreti
cevamis, [Ar. câmüs (manda) > cevâmıs (ce- önceden, talep eden kişi tarafından ödenmiş olan
va:mis) {OsT} is. Su sığırları, mandalar. telgraf.
¥
cevapsız, [cevap-sız] sf. 1. Cevabı olmayan. 2. Ceva cevf-i mide, {OsT} Mide boşluğu.|| cevf-i nihâî,
bı verilmemiş; karşılıksız; yanıtsız. {OsT} anat. Omurilik kovuğu.]] cevf-i nuhâî, {OsT}
cevari, [Ar. cevân (ceva:ri:) {OsT} is. Hala Beyin boşluğu.]] cevf-i sadrî, {OsT} Göğüs boşluğu.
yıklar; odalıklar; cariyeler. S cevârî’l-Künnes, cevfî, [Ar. cevfî (cevfir.) {OsT} sf. Gövdeye iliş
(OsT} Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn g e kin; gövde ile ilgili; içe ait.
zegenlerinin ortak adı. cevgân, [Far. çevgân j l ? y ] (çevgâ;n) {OsT} is. -*■
cevarih, [Ar. cevârih ç y \ y \ (ceva:rih, h kalın söy çevgân.
lenir) ,'OsT) is. 1. Yaralayanlar. 2. Çürütenler, cevher, [Ar. cevher y y I Far. gevher y jS '] {OsT} is.
cevasis, [Ar. câsüs > cevâsıs ^ ^ l y ] (ceva:si:s) 1. Bir şeyin özü, esası, mayası. 2. Ruh. 3. Üstün
jOsT} is. Casuslar; çaşıtlar, nitelik, yetenek. 4. Güç, enerji. 5. Değerli taş, m a
cevat, -dı [Ar. cüd (cömert) > cevâd ilj»-] s f -*■ ce den veya mücevher. 6. Şam ve H orasan’da yapılan
kılıçlar üzerindeki menevişli dalgalar. 7. ed. Ebcet
vad.
hesabında noktalı harflere verilen ad. 8. fel. H er
cevaz, [Ar. cevaz j\y] (ceva:z) {OsT} is. 1. Yasak türlü belirlenmiş arazdan bağımsız ve kendinden
olmama. 2. İzin. 3. İmkân; olanak; ihtimal. S ce- gelen şeyin niteliği; töz. 9. Erdem; hüner; marifet.
vâz-ı istihdam karârı, {OsT} Atam a kararı.|| ce- S cevher bilimi, D eğerli taşların yapılarını araş
vâz-ı kanunî, {OsT} Kanım a uygun, kanunun izin tıran ve bunların süslemede kullanılış alanlarını
verdiği.|| cevâz-ı şer’î, {OsT} Yapılmasında dince belirleyen bilim dalı.|| cevher-dâr, {OsT} 1. Elm as
bir sakınca bulunmayan.\\ cevaz verm ek, Uygun lı. 2. İyi, özlü; nitelikli. 3. Noktalı harfli. 4. (Kılıç
görmek; izin vermek; hoş karşılamak. için) siyah ve beyaz benekli. S. Eski bir tür tüfek
cevcek, -ği [cev (yans.) > cev+cek] {ağız} sf. 1. Ge adı.|| cevher-ebyâz, {OsT} A k madde.|| cevher fiili,
veze. 2. Dedikoducu. [DS] dbl. E k fiil.]] cevher-fürüş, {OsT} M ücevher satan;
cevcev, [cev (yans.) > cev+cev] {ağız} is. 1. Bir top kuyumcu.|| cevher-i ebyâz, {OsT} A k madde.\] cev-
lantının, işin en kızışkın, en hareketli zamanı. 2. her-i ferd, {OsT} l.f iz . Bir maddenin bölünmez en
Havlama. 3. (Sıcak için) en koyu, en etkili olduğu küçük parçası; atom. 2. ed. mecaz. Sevgilinin du
zaman. [DS] dağı.]] cevher-i kül, {OsT} Evrenin aslı.]] cevher-i
cevceve, [cev (yans.) > cev+cev-e] {ağız} sf. Geveze; lâsık, {OsT} biy. Aglütinin.]] cevher-i mücerred,
boşboğaz. [DS] {OsT} M utlak cevher; madde hâlinde olmayıp kâi
cevcevelenmek, [cev (yans.) > cev+cev-e-le-n-mek] natın ruhunu meydana getiren madde.]] cevher-i
sincâbî, {OsT} anat. Boz madde.]] cevher-i ulvî,
{ağız} dönşl. fi [-ir] 1. İsteksiz isteksiz konuşmak.
{OsT} 1. En yü ksek cevher; gezegenler; felekler. 2.
2. Oyalanmak. [DS]
Ruh. 3. Ateş.]] cevher-pâre, {OsT} M ücevher p a r
cevder, [Far. cevder j ^ y ] {OsT} is. Öküz, çası.]] cevher-tıraş, {OsT} M ücevher işleyen. || cev
cevdet, [Ar. cevdet c j^ y ] {OsT} is. 1. Güzellik. 2. her yumurtlamak, Güzel konuştuğunu sanarak
Tazelik. 3. İyilik. 4. Olgunluk; büyüklük. 5. Kusur saçm alayanlara söylenen alay sözü.
suzluk. S cevdet-i fehm, {OsT} Anlayış üstünlü cevherci, [cevher-ci] is. 1. Cevher bilimi uzmanı. 2.
ğü,|| cevdet-i fikr, {OsT} Düşünce üstünlüğü,|| cev fel. Olayların değişmez temeli olarak bir cevherin
det-i karîha, {OsT} Kavrama üstünlüğü.\\ cevdet-i var olduğun kabul eden görüş yanlısı,
zihn, {OsT} Düşünce üstünlüğü. cevhercilik, -ği [cevher-ci-lik] is. fel. Olayların de
ğişmez temeli olarak bir cevherin gerçekten var
cevelan, [Ar. cevelân / cevlân ü"5İy ] (cevelâ:n) {OsT}
olduğunu kabul eden öğreti,
is. Dolaşma, gezinme; gezinti. S cevelan etmek,
cevhere, [Ar. cevhere oy . y ] {OsT} sf. Bir tek cevher,
Gezinmek, dolaşmak.]] cevelân-geh, {OsT} 1. D ola
şılan yer; dönüp dolaşma yeri. 2. Koşu yeri. 3. Sa cevherî, [Ar. cevheri ^ s y y ] (cevheri:) {OsT} sf. 1.
vaş yeri.]] cevelân-ger, {OsT} D olaşan; gezici.|| ce- Cevhere ilişkin. 2. Cevherle işlenmiş; cevher süslü.
velân-gerî, {OsT} Dolaşıcılık; gezicilik.|| cevelân-ı 3. is. Cevher işleyen; kuyumcu,
dem, {OsT} Kan dolaşımı.
cevherîn, [Ar. cevherin j ş . y y ] (cevheri:n) {OsT} sf.
cevf, [Ar. cevf ^ y ] {OsTj is. 1. Boşluk; oyuk. 2. İç;
Mücevherden; cevherden,
kalp. S cevf-i a’la, {OsT} Gövde boşluğu.|| cevf-i
cevheriye, [Ar. cevheriyye “j y ^ ] {OsT} is. fel. Cev
arz, {OsT} Dünyanın içindeki boşluk.]] cevf-i batnî,
{OsT} anat. Karın boşluğu.]] cevf-i fehm, {OsT} hercilik; tözcülük,
anat. Ağız boşluğu.|| cevf-i galsamî, {OsT} biy. So cevheriyun, [Ar. cevheriyyün o y y y ] (cevheriyu:n)
lungaç kovuğu.|| cevf-i hicâbî, {OsT} anat. Göz evi; {OsT} is. A llah’ı bir cevher olarak kabul eden
orbite.|| cevf-i leyi, {OsT} Gece yarısı; yarı gece. || M u’tezile kolu.
CEV ÖIÜMIİİICESûM .786
cevherli, [cevher-li] sf. Cevheri olan; özlü, değerli, cevmerdırak, [Far. civanmerd => cevmerd-ırak]
cevhersiz, [cevher-siz] sf. Cevheri olmayan, {eAT} sf. Daha cömert.
cevi, [Far. cev (arpa) > cevî ı j y ] (cevi:) {OsT} is. cevmerd, [Far. civanmerd => cevmerd y y ] {eAT}
Ağırlık ölçüsü birim i olarak arpa; bir arpa; yaklaşık {OsT} sf. Cömert,
3,38 miligram. cevmerdlik, -ği [cevmerd-lik {eAT} is. Cö
cevin, [Far. cevln / cevîne ^>.y ! t y ] (cevi:n) mertlik.
{OsT} sf. 1. Arpadan yapılmış. 2. A rpa unu. cevr, [Ar. cevr j y ] {OsT} is. -*• çevir. S Cevr ü cefâ,
çevir, -vri [Ar. cevr j y ] {OsT} is. Eziyet, sıkıntı; {OsT} Zulüm ve eziyet.
cefa. cevreb, [Ar. cevreb ^ j y ] {OsT} is. Çorap.
ceviz, [koz / Far. ğavz jy - / Ar. cevz j y ] {OsT} is.
cevretm ek, [Ar. cevr + T. et-mek S ^ j j \ j y ] {OsT}
bot. 1. Cevizgillerden uzun ömürlü, kalın gövdeli,
gçsz. f. [-er) [-(d)i-yor] Eziyet etmek; zulmetmek;
kerestesi değerli, yurdum uzda çok sayıda yetişen,
üzmek.
bir evcikli, sert kabuk içinde ikişer loplu iki çenek
ten meydana gelen ve yağlı bir meyveye sahip cevsak, [Ar. cevsak 3 ^ y ] {OsT} is. Köşk; konak.
uzun ömürlü ağaç, (Juglans regia). 2. Bu ağacın
cevse, [Ar. cevse ^ y ] {OsT} is. 1. Köşk. 2. Çardak.
mobilyacılıkta kullanılan işleme ve oymacılığa el
verişli kerestesi ve bu keresteden yapılmış mobilya. cevsek, [Ar. cevsek dL*_y>-] {OsT} is. Düğme.
3. Bu ağacın, olgunlaşınca üzerinden sıyrılıp düşen
cevşen, [Far. cevşen ^ y ] {OsT} is. Örme zırh;
ve "gövek” denilen yeşil bir dış kabukla kaplı
odunsu iç kabuklu, yağlı ve ikişer loplu iki çenetten eskiden giyilen bir savaş elbisesi. S cevşen-dûz,
oluşan meyvesi. 4. Üç ila dört santimetre arasında {OsT} Zırh ören.|| cevşen-güdaz, {OsT} Zırh eri-
değişen ticarî parça maden kömürü. S ceviz boya, ten.|| cevşen-güzâr, {OsT} Zırh delen.|| cevşen-hay,
Ceviz görünümü vermek için her cins keresteye vu {OsT} Zırh delen.|| cevşen-püş, {OsT} Zırh giyen;
rulan koyu kahverengi boya. || ceviz gölgesi, Koyu zırhlı.|| cevşen-şikâf, {OsT} Zırhparalayıcı,
gölge. |[ ceviz içi, Cevizin odunsu kabuğundan ay cevşir, [Far. cevşır j A y ] (cevşi:r) {OsT} is. 1. Arpa
rılmış yenilebilen iç kısmı.\\ ceviz kabuğu gibi, torbası. 2. Çulha,
(Tekneler için) küçük ve dalgalara karşı güçsüz.\\ cevüngar, [Moğ. cegüngar / cüüngar] {eAT} is. Or
ceviz kabuğuna sokmak, Çok sıkıntılı bir duruma dunun sol yanı,
getirm ek.|| ceviz kabuğunu doldurmaz, Önemsiz.||
ceviz kıran, İki kolu arasındaki yuvalı boşlukta cevval, -li [Ar. cevelan > cevval (cevva.j)
ceviz kırmaya yarar bir tür maşa. || ceviz kırmak, {OsT} sf. 1. Koşan; dolaşan; hareket eden. 2. Atik.
1. Başkalarının yanında uygun düşmeyecek biçim 3. Hazırcevap. 4. Hareketli, canlı; işlek; yerinde
de sevişmek. 2. K e y if çatmak.\\ ceviz oynamak, duramayan, çok çalışkan. 5. Parlak,
Cevizleri yuvarlam ak suretiyle oynanan bir tür ço cevvar, [Ar. cevr > câ’ir > cevvâr J y ] (cevva:r)
cuk oyunu oynamak.
{OsT} sf. Cevredici; zalim,
cevizgiller, [ceviz-gil-ler] is. bot. Kuzey Amerika
kökenli, öz suyu sütsü, iki çenekli, büyük boylu cevvî, [Ar. cevv (hava küre) > cevvî ıS y ] (cevvi:) s f
ağaçlar familyası, (Juglans). Dünyayı saran hava küresi ile ilgili; havaküre ile
ilgili; atmosferik,
cevizi, [Ar. cevizi ı S j y \ (cevizi:) {OsT} sf. Koyu kah
ve ile yeşil arası bir renkte olan; ceviz rengi. , cevz, [Ar. cevz j y / Far. ğavz jy-] {OsT} is. -*■ ceviz.
cevizli, [ceviz-li] sf. İçine ceviz katılmış olan; cevizi S || cevz-bergünbed, {OsT} Yararsız ve boş işle
bulunan. uğraşma.\\ cevz-i bevvâ, {OsT} Hindistan cevizi.||
cevizlik, -ği [ceviz-lik] is. 1. Ceviz ağaçları bulunan cevz-i gendiim, {OsT} Buğday tanelerinin birbirine
yer. 2. Ceviz yetiştirilen yer; ceviz bahçesi. 3. Ce yapışm ası ile oluşan topak. || cevz-i mâsil, {OsT}
vizlerin korunup saklandığı sandık, oda, ambar vb. bot. Tatula.\\ cevzü’l-Hind, {OsT} bot. Hindistan
cevkirmek, [cev (yans.) > cev-kir-mek] {ağız} gçsz. f. cevizi. || cevzü’l-kay, {OsT} bot. Kargabiiken ve
[-ir] (Yeni doğan çocuk için) ağlamak. [DS] meyvesi.|| cevzü’t-tıb, {OsT} Küçük Hindistan cevi-
zı.|| cevzü’s-serv, {OsT} Servi kozalağı.
cevlan, [Ar. cevelan / cevlân j ' i y ] (cevlâ:n) {OsT}
Cevza, [Ar. cevzâ ljy ] (cevza:) {OsT} is. İkizler bur
is. Dolaşma, gezinme; gezinti. S cevlân-geh,
{OsT} 1. Dolaşılan yer; dönüp dolaşma yeri. 2. K o cu.
şu yeri. 3. Savaş yeri. || cevzak, [Far. cevzâk ^ j y ] (cevza:k) {OsT} is. E-
cevlek, [cev-lek dUy~[ {OsT} is. Ok kuburu. lemlenme; kederlenme.
o ı m iü e ö ş ö m U tb? CEZ
cevziye, [Ar. cevz > cevziyye ^ jy r ] {OsT} is. bot. huk. Y asalarda belirlenen suçlan işleyen kişilere
devletçe uygulanan çeşitli yaptırımlar. 4. Yanlış bir
Cevizgiller.
davranışın istenmeyen ve kötü sonucu. 5. Bazı ço
ceyb, [Ar. ceyb {OsT} is. 1. İki meme arası; ya cuk oyunlarında yenilen oyuncuya uygulanan yap
ka. 2. Gömleğin iki yakası arasındaki açıklık. 3. tırım. 6. dbl. Şart cümlesinde, şartlı fiilin bulundu
Cep. 4. Kese. 5. mat. Sinüs. S ceyb-i a ’zâm , {OsT} ğu cümlenin karşılığı olan temel cümle. “K azanır
mat. D oksan derecenin sinüsü.\\ ceyb-i hümâyûn, sanız, (şart) sevinirim. " (ceza), fi1 ceza almak, Ce
{OsT} Padişahın hususî kesesi.|| ceyb-i kavs, {OsT} za la n d ırılm a m ceza alanı, spor. Futbolda kale
anat. Arka sinüs.|| ceyb-i murakabe, {OsTj tasvf. direklerinin önünde, futbolcuların işledikleri dokuz
Dervişlerin düşünm ek üzere başlarını öne eğip iç kusurlu davranış dolayısıyla penaltı atışı ile ceza
lerine kapanmaları; düşünme vaziyeti.\\ ceyb-i landırılan dik dörtgen alan. || ceza atışı, spor. F ut
sabr, {OsT} Sabretme.|| ceyb-i tam am , {OsT} mat. bolda, bir oyuncunun ceza sahasında yanlış hare
Kosinüs.|| ceyb-i tefekkür, {OsT} Düşünme duru ketini cezalandırmak için karşı tarafın hak kazan
mu; düşünürken alm an biçim. dığı serbest vuruş. || ceza çekmek, Hapiste yat-
ceybî, [Ar. ceybı (ceybi:) {OsT} is. mat. Sinüsle mak. || cezaevi, Hapis cezasına çarptırılanların bu
ilgili; sinüzoidal. ceza süresini geçirdikleri hürriyeti kısıtlayıcı yer;
hapishane; m ahpushane.|| ceza görmek, Cezalan-
ceyda, [Ar. ceydâ lx^-] (ceyda:) {OsT} is. Uzun boy
dırılmak.\\ ceza hukuku, huk. Suç sayılan eylemleri
lu kadm. ve bunlara uygulanacak cezaları inceleyen hukuk
ceyl, [Ar. ceyl J^=r] {OsT} is. 1. Topluluk; kavim. 2. dalı. || cezaî ehliyet, Cezalandırılma yaş ve sorum
Nesil; kuşak. 3. zool. Yengeç, luluğuna sahip olma.\\ cezaî şart, Sözleşmelerde,
ceylan, [Moğ. cegeren > jeren / ceren > ceylân] sözleşme şartlarını yerine getirm eyenlere uygula
(ceylâ:n) is. zool. 1. A sya ve Afrika bozkırlarında nacak yaptırım.\\ cezaların birleştirilmesi, huk.
yaşayan, boynuzlugiller fam ilyasından narin yapılı, Birden fa zla suçtan hüküm giyen kimsenin cezala
ince bacaklı, çok güzel gözlü, hızlı koşan, halka rının bir araya toplanması,|| cezaların kanuniliği
biçiminde boynuzlu b ir antilop türü; gazal, (Ga- ilkesi, huk. Suç sayılan eylemlerin ve bunlara uy
zella dorcas). 2. {ağız} Kırşehir yöresinde tek erkek gulanacak cezaların kanunla tespit edilmesi ilkesi.\\
tarafından oynanan bir halk oyunu. [DS] S ceylan ceza kesmek, 1. Para cezasına çarptırmak. 2. ar
bakışlı, (Kadm için) güzel gözlü, tatlı süzgün ba go. K endisi ile birlikte bulunanlara çay, m eşrubat
kışlı, etkileyici. || ceylan çiçeği, {ağız} Yaprağı beş vb. ısmarlamak.\\ ceza mahkemeleri, huk. Ceza
köşeli olup pem be çiçekler açan bir ot. [DS]|| cey yargılam asında görevli ağır ceza, sulh ceza ve as
lan gibi, (Kadın için) ince ve uyumlu vücutlu.\\ cey liye ceza mahkemeleri gibi mahkemeler. || cezanın
lan kâğıdı, Üzerine ya zı yazılacak kadar inceltil düşmesi, Bir kimsenin işlediği suçtan dolayı uygu
miş ceylan derisi. lanması gereken cezanın ölüm, a f ve zaman aşımı
gibi sebeplerle uygulamadan kalkması; cezanın
ceyran, [Moğ. cegeren > jeren > ceyrân o f« -] is. 1.
sukûtu. || ceza reisi, huk. Ağır ceza mahkemesi baş
Ceylan, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Karaca. [DS] kanı.]| cezasını bulmak, H ak etmiş olduğu kötü
ceyş, [Ar. ceyş ji-^r] {OsT} is. 1. Ordu; asker. 2. Ses; sona uğramak. || cezasını çekmek, 1. Tedbirsizlik
seda. ve kusurlu davranış sonunda zarar görmek. 2 .
Mahkemece hükmedilen hapis cezasını hapishane
ceyvad, [Ar. ceyvâd ->'js=r] (ceyva:d) {OsT} is. Gü
de tamamlamak.\\ ceza vuruşu, spor. -*■ ceza atışı.||
nahtan sakınma, cezaya çarptırılmak, huk. Mahkemece suç sayılan
ceyyid, [Ar. ciyâdet (saflık, temizlik) > ceyyid/ cey- davranış karşılığı olarak hüküm giymek; cezalan-
yide juWo-Us- ] {OsT} sf. İyi; hoş; saf ve temiz, ö dırılmak.\\ cezaya kalmak, (Öğrenci için) eskiden
ceyyid-i heva, {OsT} İyi hava; temiz hava. || cey- uygulanan, işlenen bir suç y a da derslerine çalış
yidü’l-ayâr, {OsT} (Para için) a ya n tam; halis. mamaktan dolayı ceza niteliğinde olm ak üzere, son
dersten sonra okulda bir m üddet daha kalmak.\\
cez1, -z’i [Ar. cez' / cez'a ^y>- / (cez-a) {OsT}
ceza yazmak, Cezalandırmak,|| ceza yemek, Ceza
1. Damarlı akik; alaca bir değerli taş. 2. Göz bon
landırılmak.|| cezâ-yı amel, {OsT} İşlenen bir ey
cuğu.
lemden dolayı görülen karşılık.\\ cezâ-yı nakdî,
cez2, -z’i [Ar. cez' £İş-] {OsT} is. Ağaç kökü. {OsT} Para cezası.|| cezâ-yı seza, {OsT} Uygun dü
cez3, [Ar. cez y r] {OsT} is. Ada. şen ceza.
ceza1, -a’i [Ar. ceza’ *lyr] (ceza;) {OsT} is. 1. İyi ve ceza2, -aı [Ar. ceza' £jyr] (ceza;) {OsT} is. Sabırsız
lıkla sızlanma. S cezâ feza, {OsT} Korku; endişe;
ya kötü karşılık. 2. Bir kimsenin kusurlu ya da yan
tedirginlik.
lış davranışlarından dolayı uygulanan yaptırım. 3.
C EZ Ö IÜ M IİIR M .
cezaen, [Ar. ceza’en !.\yr] (ceza:en) {OsT} zf. Ceza cezbe-dâr, {OsT} Cezbeli; cezbeye tutulmuş.\\ cez-
be-dârâne, {OsT} Cezbeye tutulmuş gibi. | cezbe-
olarak; karşılık olarak,
dârî, {OsT} Cezbeye tutulma durum u.|| cezbe-
cezai, [Ar. cezâ’î (ceza:i:) {OsT} sf. 1. Ceza ile efgen, {OsT} Cezbeye düşüren; cezbe veren,|| cez-
ilgili. 2. Cezaya ilişkin, ö cezaî müeyyide, {OsT} be-figen, {OsT} Cezbeye düşürücü; cezbe verici.\\
Ceza baskısı; cezanın yaptırımı. cezbe-yâb, {OsT} Cezbeye tutulmuş; kendinden
cezair, [Ar. cezire (ada) > cezâ’ir / cezâyir geçmiş. || cezbeye tutulmak, K endinden geçmek;
coşku ile kendini kaybetmek.
(ceza.ir) {OsT} is. Adalar. S cez3ir-i Bahr-i Sefîd,
{OsT} Akdeniz adaları.\\ cezâir-i garb, {OsT} Ceza cezbelenme, [cezbe-le-n-me] is. Cezbeye tutulma,
y ir,|| cezâir-i hâlidât, {OsT} Kanarya adaları.\\ kendinden geçme eylemi,
cezâir-i Hind, {OsTj H ind-i Çin adaları.\\ cezâir-i cezbelenmek, [cezbe-le-n-mek] gçsz. f. [-ir] Cezbe
isna-aşer, {OsT} Ege denizindeki On İki A da.|| ye tutulmak; coşkuyla kendinden geçmek,
cezâir-i mttctemiâ, {OsT} Takım adalar.\\ cezâir-i cezbeli, [cezbe-li] sf. 1. Cezbeye gelmiş, cezbeye tu
saadet, Kanarya adaları.|| cezâir-i seb’a, {OsTj tulmuş olan. 2. Cezbesi olan; çekici,
Yunan adaları. cezbetmek, [Ar. cezb + T. et-mek {OsT}
cezalandırılma, [ceza-la-n-dır-ıl-ma] (cezalandırıl gçl. f. [-er] f(d )-y o r ] Güzelliğiyle ya da soyut
ma) is. Ceza verilme eylemi, özellikleri ile kendine çekmek,
cezalandırılmak, [ceza-la-n-dır-ıl-mak] (ceza la n d ı cezbiye, [Ar. cezbiyye {OsT} is. Çekme; çe
rılmak) edil. f. [-ır] İşlediği bir suç karşılığı cezaya
kicilik.
çarptırılmak; kendisine ceza verilmek,
cezalandırma, [ceza-la-n-dır-ma] (cezalandırm a) is. cezebat, [Ar. cezbe > cezebât ol.j>-] (cezeba:t) {OsTj
C eza verme işi. is. Cezbeler.
cezalandırmak, [ceza-la-n-dır-mak] (cezalandır cezel, [Ar. cezel Jy r] {OsT} is. 1. Bir şeyi ikiye
mak) dönşl. f. [-ır] Suç işleyen birine ceza vermek; bölme. 2. Doğru ve düzgün söz.
suçluyu cezaya çarptırmak,
cezer, [Ar. cezer j-^r] {OsT} is. Havuç. S cezerü’t-
cezalanma, [ceza-la-n-ma] (ceza.ianma) is. Ceza al
türâb, {OsT} Yaban havucu.
m ak eylemi.
cezalanmak, [ceza-la-n-mak] (ceza:lanmak) gçsz. f. cezerye, [Ar. cezer (havuç) > cezerye ajjjş-] {OsT} is.
[-ır] İşlediği bir suç karşılığı olarak ceza almak, Havuç, şeker ve krem tartarla pişirildikten sonra
cezalet, [Ar. cezâlet cJIyr] (ceza:let) {OsT} is. 1. içine Antepfıstığı, fındık ve ceviz katılm ak suretiy
le yapılan bir tür lokum,
D ilde herhangi bir tutukluk, bozukluk olmaması;
düzgün söyleyiş; akıcılık. 2. Söylenişi zor olan ke cezginm ek, [çiz-gin-mek > cezgin-mek / d U jfy r
limeleri söyleyebilme. S cezâlet-i lafz, {OsT} Söz y=r\ dönşl. f. [-iir] Dönmek; dolaşmak,
düzgünlüğü.|| cezâlet-i m a’nâ, Anlam düzgünlüğü.
cezi, -zi’i [Ar. c e z f (cezi:) {OsT} is. bot. Küçük
cezalı, [ceza-lı] (ceza:lı) sf. 1. Ceza verilmiş. 2.
Cezası olan. 3. Gününde ödenmeyen (borç ya da tomurcuk, ö cezî’-i adûdî-i re’sî, {OsTj anat. K ol
ve baş ana atardamarı.
vergi). 4. zf. Para cezası ödemek suretiyle,
cezasız, [ceza-sız] (ceza:sız) sf. 1. Cezası olmayan. 2. cezil, -zli [Ar. cezâlet (bolluk, belagat) > cezîl J+yr]
Cezalandırılmamış (kimse). 3. zf. Cezaya çarptırıl {OsT} sf. 1. Bol; çok. 2. Sanatlı, beliğ (söz),
madan; ceza ödemeden, cezir, -zri [Ar. cezr jiş-] {OsT} is. 1. Kök. 2. Deniz
cezayir, [Ar. cezire > cezâir / cezâyir (ce- lerin alçalma durumu; git. 3. mat. Kök. 4. dbl. Her
za:yir) {OsT} is. Adalar. S Cezayir menekşesi, hangi bir ekle genişletilmemiş kelime; kök.
bot. Zakkumgillerden her dem yeşil ve bol çiçek cezire1, [Ar. cezire (cezi:re) {OsT} is. 1. Ada. 2.
veren, dik saplı, mavi çiçekli bir süs bitkisi, (Vin Yarımada.
ca).
cezire2, [Ar. zecr > zecrî j y rj] {ağız} is. 1. Zorlama;
cezb, [Ar. cezb {OsT} is. 1. Kendine çekme. 2.
sıkıştırma; işkence; eziyet. 2. [DS] Sıkıntı; çile.
Çekilme. cezb-i kalb, {OsT} Gönlü çekme; gö [DS]
nül alma.
cezi, [Ar. cezi J y r] {OsT} is. 1. Tomruk; kalın odun;
cezbe, [Ar. cezbe {OsT} is. 1. Ruhun coşku ve
kütük. 2. (Söz için) doğru, anlaşılır ve düzgün olan,
sevinç ile sanki bedenden ayrıymış gibi olması;
cezlan, [Ar. cezlân ü'sliş-] (cezla.n) {OsT} sf. Mutlu,
kendinden geçme; vecit. 2. tasvf. İnsanın özünün
A llah tarafından A llah’ın İlahî varlığına çekilmesi cezm, [Ar. cezm j-yr] {OsT} is. 1. Kesme. 2. Kesin
coşkusuna kapılarak kendinden geçme durumu. S bilgi. 3. Kesin olarak karar verme. 4. K ur’an-ı Ke
Ütıfll HİME S M • 789 C IB
rim ’i kesin ve açık bir şekilde okuma. 5. Hattatların cezzar, [Ar. cezzar jlyr] (cezza:r) {OsT} is. 1. Kasap.
kullandığı bir kalem çeşidi. 6. dbl. A rapça’da geniş
2. Deve kasabı. 3. sf. Çok öldüren; zalim; gaddar.
zaman fiilinin sonundaki harekeyi düşürme. 7. Bu
4. sf. Düşman öldüren; kahraman.
harekesizliği göstermek için kullanılan yuvarlak
Cf, [Fr. californium] (kalifo'rniyum) is. kim. Küri-
küçük işaret; ( 0 ). S cezm etmek, 1. Kesin olarak
yum elementinin alfa parçacıklarıyla bombardıman
anlamak. 2. Hükmetmek.
edilmesi ile elde edilen, atom numarası 98, radyo
cezmazec, [Ar. cezmâzec (cezma:zec) {OsTj aktifliği yüksek bir element olan kaliforniyumun
is. bot. Ilgın meyvesi, sembolü.
cezmen, [Ar. cezmen C>y>-] {OsT} zf. 1. Kesinlikle. 2. cgs, C. G. S. [santimetre-gram-saniye] kısalt, fız.
Santimetre (uzunluk), gram (ağırlık), saniye (za
Kararlı olarak; kestirip atmak suretiyle,
man) üçlü ölçü birim sistemi.
cezmî, [Ar. cezmî (cezmi:) {OsT} sf. 1. Kesin
-cı, [-cı / -ci / -cu / -cü / -çı / -çi / -çu / -çü] yap. e. 1.
kararlılıkla ilgili. 2. Kesin karar sahibi; kesin karar İsimden isim türeten ektir. Sonuna getirildiği keli
lı. me ile ilgili iş, meslek ve sanat adları yapar; bir iş
cezp, -bi [Ar. cezb is. 1. Çekme, kendine yak ve meslekle uğraşan kimseleri bildiren isimler ya
laştırma. 2. Kendine bağlı hâle getirme, ö cezp par: {eAT} (aynı), kapu-cı, kulluk-çı, ok-çı, demirci,
etmek, 1. B ir şeyi kendisine doğru çekmek. 2. B iri çiftçi, aşçı, işçi. 2. Çeşitli ihtiyaç maddelerini üret
ni kendisine bağlamak. 3. Başkasının ilgisini uyan meyi, satmayı kendine iş ve meslek edinmiş kimse
dırmak. 4. Kendini beğendirmek. kavram ı taşıyan isimler yapar: sütçü, simitçi,
üzümcü, eczacı. 3. Bir alet veya işe bağlı olarak bir
cezr, [Ar. cezr jl=-] {OsTj is. 1. Kök; asıl. 2. Deniz
iş yürüten kimse kavramı taşıyan isim ler yapar:
suyunun seviyesinde alçalma; git. 3. mat. Karekök. dümenci, makasçı, tornacı. 4. Bir işi görev olarak
S cezr-i amûdî, {OsT} biy. D ikey kök; kazık kök.|| almış kimse kavramı taşıyan kelimeler yapar: g ö z
cezr-i arızî, {OsT} bot. E k kök.\\ cezr-i asâm, {OsTj cü, konuşmacı, politikacı, elçi, havacı. 5. Bir inanı
mat. Sanal kök.|| cezr-i derenî, {OsT} bot. Yumru şı, görüş ve düşünüşü benimsemiş olm a kavramı
kök. || cezr-i ekmel, {OsT} coğ. Büyük gidim. || cezr-i taşıyan kelimeler yapar: gelenekçi, kaderci, cum hu
hamız, {OsTj kim. A sit kökü.|| cezr-i havaî, {OsT} riyetçi, milliyetçi. 6. Bir işte uzmanlaşmış kim se
bot. Havada yetişen küçük kök. || cezr-i mantık, kavramı taşıyan kelimeler yapar: gök bilimci, p la n
{OsT} mat. A sal kök,|| cezr-i mikâb, {OsTj mat. cı, matematikçi. 7. Bir işi kendine uğraşı alanı ola
Küp kök.|| cezr-i murabba, {OsT} mat. K arekök.|| rak seçmiş kimse kavramı taşıyan kelimeler yapar:
cezr-i muzâaf, {OsT} İki kök.|| cezr-i miikeab, durumcu, türkücü, özleştirmeci. 8. B ir şeye sahip
{OsT} mat. K üp kare.|| cezr-i miisbit, bot. Tutunma olma kavramı taşıyan kelimeler yapar: mirasçı, y a
kökü.|| cezr-i nâtık, {OsTj mat. A sal kök.|| cezr-i tırımcı, fırıncı. 9. B ir şeye düşkünlük, tutkunluk,
rişî, {OsT} bot. Saçak kök.|| cezr-i tam, {OsT} mat. sevme kavramı taşıyan kelim eler yapar; /eAT} (ay
Asal kök, || cezr-i vetedî, {OsT} bot. K azık kök. nı): şarapçı, uykucu, akşamcı; içgü-ci, kovu-cu,
cezre, [Ar. cezre ojj=-] {OsT} is. K asaplık koyun, keçi. yalan-cı. 10. Bir işi davranış biçimi haline getirme,
alışkanlık ve huy edinme kavramları taşıyan keli
cezrî, [Ar. cezri iSj^>-] (cezri:) {OsT} sf. 1. Köke ait;
meler yapar: alaycı, yalancı, bozguncu, kinci. 11.
kökle ilgili. 2. Köktenci; köklü; esaslı; radikal. 3. Eklendiği ismin bildirdiği iş veya durumla ilgili
Kökü çok derinlere giden, bulunm a kavramı taşıyan kelimeler yapar: yolcu,
cezriye, [Ar. cezriyye 4jj-Lş-] (c e z r i.y e ) {OsT} is. 1. aracı, yabancı.
Köktencilik; radikalizm. 2. mat. Köklü ifade, cı, [cı (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarpma,
sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama sesleri
cezu, -zu’u [Ar. cezü‘ £jj>-] (c e zu :) {OsT} s f Çok sa
ni anlatan kök. [Zülfıkar] cı-cık bıcık, cı-cık-lı bı-
bırsızlanan. cıklı, cı-cı-lı bıcılı.
cezub, [Ar. cezüb (cezu:b) {OsT} sf. Çok cez c ıb 1, [cıb / cip (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı ha
beden; aşırı çeken, valarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle o-
cezve, [Ar. cezve °jj=r] {OsTj is. Genellikle kahve pi luşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan
kök. [Zülfikar] cıb-al-ağı çıkmak, cıb-ı-dık, cıb-ıl
şirmekte kullanılan uzun saplı küçük silindir biçi
cıb-ıl, cıb-ıl-a-mak, cıb-ıl-da-mak, cıb-ıl-lık, cıb-ır
minde kap.
cıbır, cıb-ır-dan, cıb-ıt.
cezzab, [Ar. cezzâb (cezza:b) {OsT} sf. Çok cıb2, [cıb / çıp / cib (yans.)] is. El çırpma sırasında
cezbeden; aşırı çeken, çıkan sesi anlatan kök. [Zülfikar] cıb-ban.
cezzaf, [Ar. cezzâf '-slyr] (cezza:f) {OsT} is. A ğ ile cıba, [cıb (yans.) > cıb-a] {ağız} sf. 1. (Koyun veya
balık tutan balıkçı. keçi için) tüyü kırkılmış. 2. Çıplak. 3. Saçsız; kel.
CIB Ü M IİİfflfC t S İÎİM . ?9o
4. Bozkır; verimsiz toprak. 5. Üzerinde ağaç bu cıbıldam ak, [cıb (yans.) > cıb-ıl-da-mak] {ağız} gçsz.
lunmayan tepe. [DS] S cıbada kalmak, {ağız} 1. fi [-r] [—d(ı)-yor] (Su içinde hareket eden cisim
(Ağaç için) yaprağını dökerek çıplak kalmak. 2. için) ses çıkarmak. [DS]
Ova üzerinde y o l şaşırmak. [DS] cıbılık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ıl-ık] {ağız} sf. Islak, fi1
cıbalak, -ğı [cıb (yans.) > cıb-a-lak] {ağız} sf. Islak. cıbılığı çıkmak, {ağız} Sırılsıklam ıslanmak. [DS]
fi1 cıbalağı çıkmak, {ağız} Sırılsıklam ıslanmak. cıbıllık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ıl-lık] {ağız} is. Sulu ça
[DS] mur. [DS]
cıb ar1, [cıb (yans.) > cıb-ar] {ağız} sf. Geçim darlığı cıbır1, [cıb (yans) > cıb-ıl / cıb-ır] sf. 1. Tüyleri
çeken. [DS] dökülmüş olan. 2. Kel. 3. Geçim darlığı çeken; pa
cıbar2, [Rom. cabar / şopar] {ağız} is. Bebeklikten ye rası olmayan; züğürt; iflas etmiş. {OsT} (aynı) 4.
ni çıkmış çocuk. [DS] Zayıf; cılız; çelimsiz; zavallı. 5. İşsiz güçsüz; tem
cıbarJ, [Ar. cibâre] {ağız} is. -* cibar. [DS] bel. 6. (İnsan için) kısa boylu; yaşı büyük, boyu
cıbara, [cıb (yans.) > cıb-ar-a] {ağız} sf. 1. Çıplak. 2. küçük. 7. Suyun sığ yeri.
Geçim darlığı çeken. 3. Görgüsüz. 4. Tutumsuz. 5. cıbır2, [cıb (yans.) > cıb-ır] {ağız} sf. Sulu; cıvık;
(Kişi için) düşük karakterli; serseri. 6. is. Tütünün sırılsıklam. [DS] S cıbır cıbır, {ağız} 1. Sulu sulu.
küçük yaprağı. [DS] 2. (Yiyicek için) kokuşma derecesinde ekşimiş, bo
cıbarmak, [cıb (yans.) > cıb-ar-mak] {ağız} gçl. f. [- zulmuş. [DS]
ır] 1. A ğacı budamak. 2. Ağacın yaprak ve çiçekle cıbır3, [Slav, çıbr] {ağız} is. Küçük tahta fıçı. [DS]
rini koparmak. 3. gçsz. f. Dövülmekten dolayı cilt cıbırdan, [cıb (yans.) > cıb-ır-da-n] {ağız} sf. Az
kabarmak. 4. (Yara için) iltihap ve su toplamak. sulanmış toprak. [DS]
[DS] cıbırlamak, [cıb (yans.) cıb-ır-la-mak] {ağız} gçsz. fi.
cıbban, [cıb (yans.) > cıbb-a-n] {ağız} is. 1. Küçük el. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Zayıflamak. 2. Parasız kalmak.
2. Alkış. [DS] S' cıbban çalmak, {ağız} E l çırp [DS]
mak; alkışlamak. [DS] cıbırlık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ır-lık] {ağız} is. Y ok
cıbıbık, -ğı [cıb (yans.) > cıb(ı)b-ık] {ağız} is. Usan sulluk. [DS]
m a ve cayma bildiren söz. [DS] 0 cıbıbık çağır cıbış, [cıb (yans.) > cıb-ış] {ağız} sf. Dertli; düşünceli.
mak, {OsT} Acıklı ses çıkarmak. [DS]
cıbıt, -dı [cıb (yans.) > cıb-ıt] {ağız} sf. -* cıbıdık. cıbıt, [cıb (yans.) > cıb-ıt] {ağız} sf. Sırılsıklam ıslak.
[DS] S cıbıt olmak, {ağız} Sırılsıklam ıslanmak. [DS]
cıbıdık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ıd-ık] {ağız} sf. Sırsık cıc, [cıc (yans.)] is. Ezilme, hırpalanm a ve cıvık cıvık
lam; ıslak; sulu. [DS] S cıbıdığı çıkmak, {ağız} olm a durumlarını anlatan kök. [Zülfıkar] cıc-ı(k)-ı
Sırsıklam ıslanmak. [DS] çıkmak.
cıbık, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ık] {ağız} sf. 1. Oyunda ve cıcık1, -ğı [cıc (yans.) > cıc-ık] is. 1. {ağız} Süs. [DS]
yaptığı işte hileye kaçan; hileci. 2. Yerli yersiz 2. {ağız} sf. Güzel. [DS] S1 cıcık bıcık, {ağız} Süs ve
övünen. [DS] süslü gibi şeyler; süs püs. [DS]
cıbıl, [cıb (yans.) > cıb-ıl] sf. 1. Çıplak. 2. Üzerinde cıcık2, -ğı [Çağ. iç-ek > cıcık] {ağız} is. 1. Derisi
yırtık pırtık elbise bulunan. 3. Yoksul. 4. {ağız} (At yüzülm üş et. 2. İç organlar. 3. Göbek. 4. Limon.
ve eşek için) üzerinde semer ya da eyer bulunm a [DS] S cıcığı çıkmak, {ağız} 1. İçi dışına çıkmak.
yan. [DS] 5. {ağız} Parası olmadığı hâlde caka satan. 2. Çok yorulmak. 3. Çok yıpranmak. 4. Suyu çık
[DS] 6. {ağız} Sırılsıklam ıslak. [DS] 7. {ağız} Sulu. mak. 5. Ezilmek; param parça olmak; sağlam yeri
[DS] 8. {ağız} is. Bezir yağı kandili. [DS] 9. {ağız} kalmamak. [DS]|| cıcığını çıkarmak, Çok fa zla hır
Suyu az ırmak ya da gölcük. [DS] 10. {ağız} .Suyun palam ak, örselemek, yıpratmak; çok yormak.
sığ yeri. [DS] 0 cıbıl cıbıl, {ağız} 1. (Yıkanmak cıcıklam ak, [cıc (yans.) > cıc-ık-la-mak] {ağız} gçl. f .
için) suyu şakır şakır dökerek. 2. (Su içindeki şeyin [-r] [-l(ı)-yor] 1. Kâğıdı karalamak. 2. Süslemek.
hareketi için) şapırtılı sesler çıkararak. 3. Çok su [DS]
lu. [DS]|| cıbıl cıbıl çimmek, {ağız} Yıkanmak. cıcıklı, [cıc (yans.) > cıc-ık-lı] {ağız} sf. Süslü. [DS]
[DS]|| cıbıl cıbıl etmek, {ağız} Yıkanmak. [DS]|| cı S cıcıklı bıcıklı, {ağız} Süslü püslü. [DS]
bıl cıbıl olmak, {ağız} Sırılsıklam ıslanmak. [DS] cicili, [cıc (yans.) > cıc-ı-la] {ağız} sf. Süslü, t? cicili
cıbılamak, [cıb (yans.) > cıb-ı-la-mak] {ağız} gçsz. fi bıcılı, {ağız} 1. Süslüpiislii. 2. Allı morlu. [DS]
[-ır] 1. Sulanmak; cıvımak. 2. Oyunda mızıkçılık cicim, [Far. câcim] {ağız} is. -*• cicim. [DS]
etmek. [DS] cıcırık, -ğı [cıc (yans.) > cıc-ır-ık] {ağız} is. Karata
cıbıldacık, -ğı [cıbıl-da-cık] {ağız} sf. Çırılçıplak. vuğa benzer bir kuş. [DS]
[DS] cıd 1, [cıd / cıt (yans.)] is. Bir şeyi ikiye ayırma, böl
cıbıldak, -ğı [cıb (yans.) > cıb-ıl-dak] {ağızj sf. 1. me, kırma, çarpma sırasında çıkan sesi anlatan kök.
Kararsız durumda; şaşırmış. 2. Geveze. [DS] [Zülfıkar] cıd-mak.
6 if H f tiig s o » .7 9 i C IĞ
cıd2, [cıd / cıt (yans.)] is. Oyunbozanlık etmeyi, o- cıdırık1, -ğı [cıd (yans.) > cıd-ır-ık] sf. 1. Azıcık; bir
yunda kavga çıkarmayı, mızıkçılık etmeyi anlatan parça. 2. Pürüzlü. 3. sf. İshal.
kök. [Zülfıkar] cıd-ı-k, cıd-ı-mak, cıd-ır-ık çıkarmak, cıdırık2, -ğı [cıd (yans.) > cıd-ır-ık] {ağız} is. Oyun
cıd-ır-ım, cıd-ır-lık. bozanlık; mızıkçılık. 0 cıdırık çıkarmak, {ağız}
çıda', [Moğ. cida > eT çıda] {eATj {OsT} is. 1. Ucu Oyunbozanlık etmek. [DS]
sivri, yaralayıcı ve batıcı, uzun sırık gövdeli eski cıdırım, [cıd (yans.) > cıd-ır-ım] {ağız} is. Hoşa git
bir savaş aracı; mızrak; kargı, {ağız} (aym) [DS] 2. meyen sözler. [DS]
{ağız} Olta. [DS] 3. {ağız} İnce uzun tahta. [DS] »dırlanm ak, [cıd (yans.) > cıd-ır-la-n-mak] {ağız}
cıda2, [cıd-a ?] {ağız} is. 1. Aşırı istek. 2. Aşerme. 3. dönşl. f. [-ır] 1. Sinirlenmek. 2. Gücenmek; darıl
İnat; iddia. [DS] mak. [DS]
cıdağı, [Moğ. cidüü (kaşıntılı cilt hastalığı) [Tietze] > cıdırh, [cıd (yans.) > cıd-ır-lıj {ağız} sf. 1. Titiz; si
cıdağı / cıdavı / cıdağu] is. 1. Hayvanın sırtında nirli. 2. Deli. 3. Sürekli hasta. 4. Vücudu yaradan
eyer veya semer vurmasından oluşan derin ve bü kurtulamayan. 5. Kirli. 6. Açıkgöz. 7. Atılgan. 8.
yük yara. 2. A t ve sığır gibi hayvanlarda boyun, sırt Çabuk gidip geri gelen. 9. Süvari. [DS]
ve kürek kemiği arasında kalan bölüm; kürek ke cıdırhk, -ğı [cıd (yans.) > cıd-ır-lık] {ağız} is. Sinirli
miğinin üstü. S cıdağı yüksekliği, D ört bacaklı lik. [DS]
hayvanlarda yükseklik ölçümüne esas olan cıdağın
cıdmak, [cıd (yans.) > cıd-mak] {ağız} g ç l . f [-ar] 1.
en yüksek noktası ile y e r arasındaki mesafe. Parçalamak; didiklemek. 2. İkiye ayırmak; yırtmak.
cidal, [cıd (yans.) > cıd-al] is. 1. Ayrı; aksi. 2. M ı [DS]
zıkçılık. 3. sf. (Kişi için) huysuz ve sinirli, cıdıroğlu, [cıdır + oğlu] is. A nadolu’da köy oyunları
çıdamak, [cıd-a-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-d(ı)-yor] 1. nı hazırlayan ve yöneten kişi; öncü; yiğit başı;
Beğenmek; istemek. 2. g çsz.f. Sabretmek. [DS] meydancı; delil başı,
cıdamık, -ğı [cıd-a-mık] {ağız} sf. Sabırlı olan. [DS] cif, [caf / c if (yans.)] is. Gevezelik, ağız kalabalığı
cidar, [cıd (yans.) > cıd-ar] {ağız} sf. 1. Sakat. 2. etmeyi, bu tarz ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] c if
Çatlak. [DS] cif. S1 cif cif, {ağız} Kuş sesi; cik cık. [DS]
cıdav, [cıd (yans.) > cıd-ağu > cıdâv jl-)^-] {OsT} is. cıfra, [Yun. tsifra] {ağız} is. 1. K alem ucu. 2. M ürek
Binek ve yük hayvanlarının omuz başlarında eyer kep kalem in sapı; divit. [DS]
veya semer vurm asından dolayı oluşan yara; yağır, cıg', [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig /
cıdavı, [? cıdavı] {ağız} sf. 1. Aksi; inatçı. 2. Afacan; ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde
yaramaz. [DS] bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
cıdı, [cıd (yans.) > cıd-ı] is. Oyunbozanlık etmeyi, cıg-ıl-da-mak, cıg-ıl-tı.
oyunda kavga çıkarmayı, m ızıkçılık etmeyi anlatan cıg2, [cıg / cığ (yans.)] is. Yağ ve benzeri maddelerin
yansımalı gövde. >5 cıdı cıdı, {ağız} (Küçük çocuk kaynaması sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfı-
konuşması için) tatlı tatlı; cıvıl cıvıl. [DS] kar] cıg-g-ıl-tı.
cıdık, -ğı [cıd (yans.) > cıd-ık] {ağız} 1. K arda kuş cıga, [Far. ciğa] {ağız} is. -*■ çığa. [DS]
yakalamakta kullanılan bir tür çubuktan yapılma cıgay, [eT. çığan / çığay] {ağız} sf. çığan. [DS]
tuzak. 2. A t kılından yapılmış kuş tuzağı; ökse. 3. cıgıldamak, [cıg (yans.) > cıg-ıl-da-mak] {ağız} gçsz.
sf. Kavgacı. 4. Çok olgun. [DS] S cıdık etmek, fi [-r] [-d(i)-yor] Kavga aramak. [DS]
{ağız} Didiklemek; parçalamak. [DS] cıgdtı, [cığ (yans.) > cığ-ıl-tı] {OsT} is. Karışık ses
cıdılı, [cıd (yans.) > cıd-ıl] {ağız} sf. 1. Küçük; zayıf; lerden meydana gelen gürültü,
ince. 2. is. Elin en küçük parmağı. [DS]
cığ ^ [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig /
cıdımak, [cıd (yans.) > cıd-ı-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde
Oyun bozmak; mızmalc. [DS] bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar]
cıdın1, [cıd (yans.) cıd-m] {ağız} is. Kenar; uç. [DS] cığ cık, cığ cığ, cığ+cığ-a, cığ-al-a-k, cığ-ıl cığ-ıl,
cıdm2, [cıd (yans.) > cıd-ın] {ağız} is. Gurur; onur. cığ-ıl-da-mak, cığ-ıl-dım, cığ-ıl-tı, cığ-ır, cığ-ır-t-
[DS] gan, cığ-ır-tı. S ciğ cığ, {ağız} (Tavuk sesi için)
cıdır', [cıd (yans.) > cıd-ır] {ağız} is. 1. Öfke; sinir. 2. hafiften ötüşerek; cığıltılı sesler çıkararak. [DS]
Öfkeyi tahrik eden şey. 3. sf. Titiz; sinirli. [DS] S1 cığ2, [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy
cıdırına basm ak, {ağız} 1 . Öfkesini tahrik etmek. 2 . (yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş
Onuruna dokunmak. [DS]|| cıdırına gitmek, {ağız} ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya
Birinin istemediği şeyi yaparak öfkelendirmek; ak vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar]
sine gitmek. [DS] cığ-ıl-da-mak, cığ-ış-tı, cığ-ıl, cığ-ış-la-mak, cığ-
cıdır2, [cıd (yans.) > cıd-ır] {ağız} is. 1. İrileşmiş ya (ı)ş-ta-mak, cığ-ış-ta-k.
ra. 2. Vücutta sık sık çıkan yara. 3. İnsan vücudun cığ3, [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is.
daki kir. [DS] Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay-
C IĞ O IÜ M Iİ İ I tfM .
namasım anlatan kök. [Zülfikar] cığ-ıl cığıl, cığ-ıl- cığara, [İt. cigarra] {ağız} is. Sigara. [DS]
da-mak, cığ-ıl-tı, cığ-ış-la-mak, cığ-ış-ta-mak. cığcığ, [cığ+cığ] {ağız} sf. 1. (Sıcaklık için) güneşin
cığ4, [cıg / cığ (yans.)] is. Yağ ve benzeri maddelerin dik gelen ışınlarının etkisi ile oluşan. 2. Parlak.
kaynaması sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfi [DS]
kar] cığ-ıl-tı. cığcığa', [cığ (yans.) + Far. ciğa] {ağızj is. 1. Süs
cığ5, [cığ (yans.)] is. Acı, sızı ve sinirlilik anlatan olarak kullanılan kuş tüyleri. 2. Genç ve küçük
kök. [Zülfıkar] cığ etmek. 0 cığ etmek, {ağız} (Yü ağaç dallan. [DS]
rek için) acıma duygusu ile burkulmak; cız etmek. cığcığa2, [cığ (yans.) > cığ+cığ-a] {ağızj is. Kuru
[DS] gürültü; gevezelik. [DS]
cığ6, [cığ / cık (yans.)] is. Oyunda mızıkçılık etmeyi, cığcığlı, [cığ (yans.) > cığ+cığ-lı] {ağız} sf. (Zaman
anlaşmadan dönmeyi, mıymıntılık etmeyi anlatan için) en hararetli. [DS]
kök. [Zülfıkar] cığ-ır, cığ-ız, cığ-ız-lık, cığ-ız-la- cığcık1, -ğı [çığ (kamış) > cığ-cık] is. Haşhaş bitkisi
mak, cığ-ız-mak. nin kozası kopanlm ış kuru sapları; haşhaş çubukla
cığ7, [cığ] {ağızj is. 1. Genç, küçük ağaç dalları. 2. rı.
Ağaca yapılan kalem aşısının uç kısmı. 3. Kuzular cığcık2, -ğı [cığ (yans) > cığ+cık] {ağız} is. Tarla
için tahtadan yapılmış ağıl. 4. Ahırın üst döşemesi. kuşu. [DS]
[DS]
cığıcığı, [cığ (yans.) > cığ-ı+cığ-ı] {ağızj is. Ağustos
cığ8, [cığ] {ağız} is. 1. Kar üzerindeki ayak izi. 2.
böceği. [DS]
Sınır. 3. Sürü; katar. [DS] S cığ tutmak, {ağız} 1.
cığıl1, [cığ (yans.) > cığ-ıl] is. 1. Suyun akarken çı
K ar izleri örtmemek. 2. (Kuşlar için) bir yere top
kardığı yavaş ve tatlı sesi anlatan yansımalı gövde.
lanmak; yığılmak. [DS]
2. Suyun sığ ve yavaş akan yeri. 3. {ağız} İri kumlu
çığa, [Far. ciğa => cığâ U=r] {ağız} is. 1. Kadınların toprak. [DS] S cığıl cığıl, {ağız} 1. Pekmezin ağır
süs için başlarına taktıkları parlak tüy ya da telden ağır kaynarken çıkardığı ses. 2. Kuş veya civciv
taç; sorguç; çelenk. 2. Kalaylı kâğıttan ya da simli sesi; cıvıl cıvıl. 3. Yavaş yavaş; ağır ağır. [DS]
iplikten yapılmış tel ya da şerit; gelin teli. 3. ed. cığıl, [Yun. atsingano (çingene)] {ağızj is. -*■ cıngıl.
Doğu A nadolu’da ve Azerî halk şairlerinin cinasla [DS]
ra verdikleri isim; cinas. 4. {OsT} Kümes hayvanla ağılam ak, [cığ (yans.) > cığ-ı-la-mak] {ağız} gçsz. fi
rı ile bazı kuşların baş, kanat ya da kuyruklarındaki [-r] [-l(ı)-yor] Hafiften çağlamak. [DS]
renkli ve uzun tüyler. 5. Çeşitli renklere boyanmış cığıldamak, [cığ-ıl-da-mak] {ağızj g ç sz .f. [-r] [-d(ı)-
tavuk tüyleri. 6. Filiz. [DS] yor] 1. (Çocuklar için) hep bir ağızdan yüksek ses
cığal1, [eT. çığan / çığay] {ağız} sf. Aldatıcı; hileci. le konuşmak. 2. Gürültü yapmak. 3. (Akar su için)
[DS] çağlamak. [DS]
cığal2, [cığâ > cığâl JIa=-] {OsT} is. -*■ çığa. cığıldaşm ak, [cığ-ıl-da-ş-mak] {ağız} işteş fi [-ır]
cığalak1, -ğı [cığ (yans.) > cığ-a-lak] {ağızj sf. (Kişi (Çocuklar için) hep bir ağızdan yüksek sesle karşı
için) zayıf. [DS] lıklı olarak konuşmak; bağrışmak. [DS]
cığalak2, -ğı [cığ (yans.) > cığ-a-lak] {ağızj s f 1. cığıldım, [cığ (yans.) > cığ-ıl-dım] {ağız} is. Kuru
Geveze. 2. Dedikoducu. [DS] gürültü; gevezelik. [DS]
cığalamak, [cığ-a-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)- çığıltı, [cığ (yans.) > cığ-ıl-tı] {ağız} is. 1. Su sesi;
y o r j 1. (Bitki için) filiz verip gelişmeye başlamak. hafif çağıltı. 2. H afif gürültü. 3. {OsT} Karışık ses
2. gçl.f. Süslemek. [DS] lerden meydana gelen gürültü. 4. Yağın erirken
çıkardığı ses. 5. Yeni doğan çocuk. [DS]
a ğ a la n m a k , [cığa-la-n-mak jj^JU»-] {OsT}. {ağız}
çığır1, [cığ (yans.) > cığ-ır] {ağızj is. Boğazı sıkılan
.önşl.f. [-ır] Süslenmek. [DS] kimsenin çıkardığı boğuk ses. [DS]
:ığalı, [cığa-lı] sf. 1. Çığası olan; çığa ile süslenmiş çığır2, [cığ (yans.) > cığ-ır] {ağız} sf. Oyunbozan;
bulunan. 2. Cinaslı, mızıkçı. [DS]
cığalmak, [cığ-al-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1. N em cığırcık, -ğı [cığ (yans.) > cığ-ır-cık] {ağızj is. zool.
lenmek. 2. Sulanmak. [DS] Tarla kuşu; çayır kuşu; toygar. [DS]
çığan, [eT. çığan / çığay] {ağız} s f 1. Parasız; züğürt. cığırgan, [cığ (yans.) > cığ-ır-gan] {ağız} is. zool.
2. {eAT} Cimri; hasis. 3. {OsT} İnsafsız; düşmanca Ağustos böceği. [DS]
hareket eden. [DS]
cığırtgan, [cığ (yans.) > cığ-ır-t-gan] {ağız} is. zool.
cığanlık, -ğı [cığan-lık /eAT} (OsTj is. Cimri -*• cığırgan. [DS]
lik. çığırtı, [cığ (yans.) > cığ-ır-tı] {ağız} is. Tavuk sesi.
cığanmak, [cığ-an-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Sevin [DS]
mek. [DS] cığış, [cığ (yans.) > cığ-ış] {ağızj is. Parlama belirten
r
flliiiei PlffiCi SKbyj’. 793 CIK
yansımalı gövde. [DS] S' cığış cığış, {ağız} Parıl paracık, liracık, makamcık. 5. Niteleme sıfatlarının
parıl; parlayarak. [DS] taşıdığı kavramı daraltan, kısaltan veya daha az
cığışlamak, [cığ-ış-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-l(ı)- bulunduğunu belirten sıfatlar yapar: azıcık (az-ı-
yor] 1. H afif hafif ses çıkarmak. 2. (Ocaktaki su cık), incecik, daracık (dar-a-cık), ufacık (ufak-çık),
için) yeni kaynamaya başlamak. 3. (Ocaktaki yağ küçücük (küçük-çük). 6. Yer bildiren işaret zamirle
için) erimeye başlamak. [DS] rinden yakınlık, mesafe kısalığı, benimseme kav
cığıştamak, [cığ-ış-ta-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-(dı)- ramı taşıyan zamirler yapar: buracık, şuracık, ora
yor] 1. (Para, zincir, boncuk, çakıl taşı gibi nesne cık. 7. Kimse kelimesine gelerek hiçlik, yokluk
ler için) birbirine çarparak, sürtünerek ses çıkar kavramı taşıyan zamir yapar: kimsecik, kimsecikler.
mak. 2. (Su için) hafiften çağlamak; ses çıkarmak. 8. Getirildiği isimlere sevgi, acıma, şefkat duygula
3. (Kuru yaprak için) rüzgâr vb. etkilerle ses çı rı katarak isim ler yapar: annecik, Mehmetçik, A yşe
karmak; hışırdamak. [DS] cik. 9. Sıfatlardan hoşlanma, sevgi duygulan kata
cığıştatmak, [cığ (yans.) > cığ-ış-ta-t-malc] {ağız} rak sıfatlar yapar: biricik (< bir-i-cik), sıcacık (<
g ç l . f [-ır] (Para, zincir, çakıl taşı vb. için) birbiri sıcak-çık). 10. Benzerlik ve kullanma yeri kavram
ne sürtünerek ya da sallanıp çarparak ses çıkarmak. ları katarak araç gereç isimleri yapar: kurbağacık,
[DS] maymuncuk, ay akçık. 11. Aşağılama, hor görme
ağıştı, [cığ-ış-tı] {ağız} is. Çalılık yerlerde ya da otlar kavram ları katar: adamcık, hocacık. 12. Çeşitli
arasında gezerken çıkan sürtünme sesi; hışırtı. [DS] benzerliklerden dolayı hastalık adlan yapar: kızıl
çığız1, [cığ-ız] {ağız} is. 1. Oyunbozan; mızıkçı. 2. O- cık, kızamıkçık, yılancık, pamukçuk.
yunda hile yapan. 3. Kavgacı; geçimsiz; huysuz. 4. -cık, [-cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / -çuk] yap.
Dedikoducu. [DS] e. Fiilden isim türeten ek. Fiilin kökünün belirttiği
eyleme bağlı olarak ortaya çıkan veya yapılan k ü
çığız2, [cığ-ız] {ağız} is. 1. Yol. 2. Düzen. [DS]
çük iş kavramı katarak isim ler türetir: öpücük, g ü
ağızlamak, [cığ-ız-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r] [-l(ı)-
lücük.
yor] 1. Oyunda m ızıkçılık etmek. 2. Hile yapmak.
cık1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig /
3. Huylanmak. 4. Ürkmek. [DS]
ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde
ağızlanmak, [cığ-ız-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
bağırm a ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar]
Oyunda mızıkçılık etmek. [DS]
cık+cık-la-mak, cık-ır+iy-ik.
cığızlıh, [cığ (yans.) > cığ-ız-lıh] {ağız} is. -*■ ağızlık. cık2, [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy
[DS]
(yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş
ağızlık, -ğı [cığ-ız-lık] {ağız} is. 1. Mızıkçılık. 2. H i
ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya
lecilik. [DS]
vurm ası hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar]
cığızmah, [cığ (yans.)> cığ-ız-mak> cığızmah] {ağız} cık cık, cık cık etmek, cık+cık-a, cık-ı takmak, cık-
gçsz. f. [-ır] -*■ cığızmak. [DS] gır, cık-kır.
cığızmak, [cığ (yans.) > cığ-ız-mak] {ağız} gçsz. f. [- cık3, [cak / cık (yans.)] is. Kahkaha atarak gülmeyi
ır] Oyunbozanlık etmek; oyunda mızıkçılık etmek, anlatan kök. [Zülfikar] cık-r-a-k.
çığla, [cığ-la] {ağız} sf. 1. Büyüyemem iş, bodur. 2. cık4, [cığ / cık (yans.)] is. Oyunda m ızıkçılık etmeyi,
(Kişi için) donsuz. [DS] anlaşmadan dönmeyi, mıymıntılık etmeyi anlatan
cığra, [cığ-ra] {ağızj is. B ir tür dikenli ot. [DS] kök. [Zülfikar] cık-çı-la-mak.
cığralık, -ğı [cığ-ra-lık] is. Sık çalılık, cık5, [cık (yans.)] is. “Hayır” anlamında ön damaktan
cığrık, -ğı [cığ (yans.) > cığ-(ı)r-ık] {ağız} is. Doku çıkarılan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cık-ı-la-mak,
macı çıkrığı; çıkrık. [DS] cık cık etmek.QB1 cık cık cık!.. Şaşma, hayret bildi
cığşamak, [cığ (yans.) > cığ-(ı)ş-a-mak] {ağız} gçsz. ren ve aynı şekilde çıkarılan ses.
f [-r] Y erinden oynamak; gevşemek. [DS] cık6, [cık (yans.)] is. Ekşiyip kabarma sırasında çıkan
-cık, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / - sesi anlatan kök. [Zülfikar] cık-ra-mak, cık-rı-mak.
çuk] yap. e. 1. İsimden isim türeten ek. Eklendiği cık7, [cık (yans.)] is. 1. Fazla yağlı olmayı, vıcık
kelimeye bilinen büyüklüğünden daha küçük olma vıcık olm a durumunu anlatan kök. [Zülfikar] cık-la
kavramı katar: derecik, odacık, sapçık, başçık. 2 . yağ, cık-la-ma. 2. {ağız} sf. Sulu; cıvık. [DS]
Doğada var olan bir nesneye benzerliği veya çok cıkcık, -ğı [cık+cık] {ağız} is. 1. Kırmızı boya. 2.
küçük örneği olm a dolayısıyla tıp, bitki bilimi ve Gizli söz. 3. Salyangoz. 4. Tarla kuşu; toygar. 5. sf.
hayvan bilimi terimlerini karşılayan kelimeler ya Geveze; dedikoducu. [DS] S cıkcık etmek, {ağız}
par: arpacık, bademcik, beyincik, gelincik, karın Sinirlenmek. [DS]|| cıkcık kulağı, {ağız} Salyangoz.
cık, kızılcık, maymuncuk, tomurcuk, sığarcık, to [DS]|j cıkcık taş, {ağız} Birbirine sürtüldüğünde
suncuk. 3. Küçültme kavram ı katarak yer adları ya kıvılcım çıkaran taş; çakmak taşı. [DS]
par: Çınarcık, Germencik, Ovacık, Pınarcık, R us cıkcıka, [cık (yans.) > cık+cık-a] {ağız} is. D eğir
çuk. 4. Düşkünlük ve bağlılık duygularım katar: mende tahılın bittiğini bildiren düzenek. [DS]
CIK ÜIÜHIİİffiCESûMi.794
cıkcıklam ak, [cık+cık-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- sıfatlar yapar: alımcıl, olumcul, ölümcül, öncül. 6.
l(ı)-yor] 1. Bağırıp çağırmak. 2. Gevezelik etmek. Benzerlik kavramı katarak isimler yapar: tarakçıl
3. “Cık cık” sesleri çıkararak şaşkınlığını belirt (kuş adı).
mek. [DS] cıl1, [cıl / cıld (yans.)] is. Bağrışma, söylenme, ağ
cıkçılam ak, [cık (yans.) > cık-çı-la-mak] {ağız} gçsz. laşma, m ızıkçılık etme, bu biçimde konuşm a ve
f. [-r] Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cıl-la-mak, cıl-mak,
cıkı, [cık-ı] {ağız} is. 1. Küçük bohça; çıkın. 2. Küçük cıl-lı-mak, cıl-lı-t-mak, cıl-lık-la-mak, cıl-la-k.
tencere. [DS] B cıkı takmak, {ağız} folk. Düğünden cıl2, [cıl] {ağız} is. 1. Yaş. 2. Yıl. [DS]
önce, dam at tarafından geline hediye göndermek. cila, [Ar. celâ] {ağız} is. -*■ cila. [DS]
[DS]
cılagıt, -dı [cı-la-gıt ?] {ağız} is. Suyu değirmenden
çıkılam ak, [cık-ı-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)- ayırmak için oluklar üzerinde kurulan bir düzenek;
yor] “Hayır, yok!” anlamında “cık” sesi çıkarmak. savak; savacak. [DS]
[DS]
cılamak, [cı-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] f-l(ı)-yor]
cıkıriyik, -ği [cık-ır-a-yık] {ağız} is. 1. Tahterevalli.
İnce ince ses çıkarak ağlamak. [DS]
2. Ağustos böceği. [DS]
cılamuk, -ğu [cıl-a-muk] {ağız} is. 1. Cıvık yoğurt. 2.
cıkgır, [cık (yans.) > cık-gır] {ağız} is. Silindir biçi
sf. Cılız. [DS]
m inde ağaçtan yapılmış yayık. [DS]
cıkırık, -ğı [cık (yans.) > cık-ır-ık] {ağız} is. Çıkrık. cilasın, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere
[DS] vurmak, yıkm ak) > çal-ık-sın [Tietze] > celâsın >
cıkıriyik, -ği [cık (yans.) > cık-ır-ık > cıkıriyik] cilasın j - ^ r ] (cılâsın) is. 1. {eAT} {OsT} Kahra
{ağız} is. 1. Ağustos böceği. 2. Tahterevalli. [DS] man; yiğit; gürbüz delikanlı. 2. {ağız} Erkek ve kız
cıkka, [azıcık > acık (pek az) > cıkka [Tietze]] {ağız}] güzeli. [DS]
sf. 1. Gelişmemiş; büyümemiş. 2. is. İnce, dar ve cilasun, [Moğ. calagu (yiğit) / eT. çal-mak (yere
taşlı yol; patika; cılga. 3. Dağ ya da ağaç tepesi; vurmak, yıkm ak) > çal-ık-sın [Tietze] > celâsın >
doruk. [D S cilasun j^ « > U ] (cilasun) is. {eAT} -*■ cilasın.
cıkkadar, [cık+kadar] {ağız} sf. Bir parça; azıcık.
[DS] cılaşm ak, [eT. yığ-la-m ak > cıla-ş-mak] {ağız} [DS]
cıkkırak, -ğı [cık (yans.) > cık-kır-a-mak > cık-kır-a- işteş, f. [-ır] Ağlaşmak,
k] {ağız} is. Kapı mandalı. [DS] cılatmak, [cîla-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Ağlatmak.
cıkla, [cık-la] {ağız} sf. 1. Katışıksız; saf. 2. Çok [DS]
yağlı. 3. Çiğ; pişmemiş. [DS] S cıkla yağ, {ağız} cılav1, [cıla-v] {ağız} is. Ağlayış. [DS]
(Yemek için) çok yağlı. [DS] cılav2, [Moğ. cillau > cilav j% r] {eAT} {ağız} is. At
cıklama, [cık-la-ma] {ağız} is. Bulgur ve mercimekle
yuları; dizgin; gem. [DS] S cılavu b u rm a k , {OsT}
yapılan sulu bir yemek. [DS]
Dizgin kırmak.
cıkrak, -ğı [cık-ra-k] {ağız} sf. Yerli yersiz çok gülen.
cılav3, [Ar. celâ => cılav] {ağız} is. 1. Parlaklık. 2.
[DS]
Süs. 3. İstek. [DS]
cıkram ak, [cık-ra-mak] {ağız} g ç sz.f. f r ] [-r(i)-yor]
(Yemek için) ekşimek; bozulmak. [DS] cılavlanm ak, [cılav-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
Çok isteklenmek. 2. gçsz. f. Çalım satmak. [DS]
cıkrımak, [cık (yans.) > cık-ra-mak] {ağız} g ç sz.f. [-
r] (Mide için) ekşimek. [DS] -cılayın, [-cıl-a-y-m / -cil-e-y-in] {eAT'} yap e. ... gibi;
-cıl, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] yap. ... kadar; ...türlü. “Bencileyin (benim kadar)
e. 1. İsimden isim ve sıfat yapan ek. Getirildiği yokturur bahtı siyah. " M ihri Divanı,
isimlere yakınlık duyan, seven, hoşlanan gibi be cılaz, [cıl-az] {ağız} sf. 1. (Çocuk için) hastalıklı. 2.
nim sem e ve alışm a kavramları katarak sıfatlar ya (Ekin için) gelişmemiş. 3. Arık; cılız. [DS]
par; {eAT} (aym): anacıl, babacıl, adamcıl, insancıl. cılb 1, [cılb / cılp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı
2. Düşkünlük, bağım lılık kavramlarım katarak sı havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
fatlar yapar: bencil, avcıl, evcil, kadıncıl, boğazcıl. oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan
"O l koç kuzu adamcıl (adamsı) oldu. ” Ebamüs- kök. [Zülfıkar] cılb-ık, cılb-ir-ik.
limname. 3. Bir ortamı seven veya o ortamda yaşa cılb2, [cılb / cılp / cilb (yans.)] is. Yağlı, sulu ve cıvık
yabilen kavram ı katararak isimler yapar: çürükçül, olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cılb-ır, cılb-ır aşı,
kumcul, tuzcul, çalıcıl, nemcil. 4. Getirildiği bitki cılb-ır-ı, cılb-ır-t
ve hayvan isimleri ile ilgili olarak o bitki ve hay cılbağa, [cılb (yans.) > cılb+ağa] {ağız} is. 1. Yara
vanlarla beslenen, onları yemeyi seven kavram ı ta maz ve huysuz çocuk. 2. sf. Sıska; cılız. [DS]
şıyan hayvan adları yapar: balıkçıl, etçil, kurtçul, cılbak, -ğı [çıp-la-k / cılbak] {ağız} sf. 1. Çıplak. 2.
bitkicil. 5. Eğimli olan, yönelen kavramı taşıyan
Geçim darlığı çeken; yoksul. [DS]
İ M İ M İ N CIL
cilban1, [Ar. culban 6L-W-] {ağız} is. 1. Yabani bezel cıldırdatmak, [cıld-ır-da-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
Parlatmak. [DS]
ye. 2. Burçak. [DS]
çılban2, [Erme, çurban] {ağız} is. Sulama işini düzen cıldırık, -ğı [cıld (yans.) > cıld-ır-ık] {ağız} is. Serçe.
[DS]
leyen görevli. [DS]
cılga1, [Moğ. cilga / cılkı] {ağız} is. 1. İnce, dar ve
cılbanmak, [cılba-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] So
taşlık yol; patika; keçi yolu. 2. İnce dal. 3. Engel. 4.
yunmak. [DS]
Fundalık. 5. Bulanık akan su. [DS]
cılbık, -ğı [cılb (yans.) > cılb-ık] {ağız} is. Sulu ça
cılga2, [Güre, cilga] {ağız} is. Küçük pulluk; küçük
mur. [DS]
saban. [DS]
çılbır1, [cılb (yans.) > cılb-ır] {ağız} is. 1. Yoğurtlu
cılgar, [? cılgar] {ağız} is. Örtü. [DS]S cılgar etmek,
yumurta. 2. Et, ıspanak ve yum urta ile yapılan bir
{ağız} Tarlanın üzerini su tamamen örtecek kadar
yemek. 3. M akarna veya erişteden yapılan sulu bir
yemek. 4. Yağda kızartılan balık üstüne limon ve su vermek. [DS]|| cılgar olmak, {ağız} Tarlanın üze
sarımsak dökülerek yapılan bir yiyecek. 5. sf. Y ır rini tamamen su bürümek. [DS]
tık pırtık. [DS] S1 çılbır aşı, {ağız} Sebze yemeği. cılgı1, [Moğ. cilga / cılkı (y ^r] {ağız} is. Patika yol;
[DS] keçiyolu. [DS]
çılbır2, [Moğ. çilbür > çılbır / çilbir] is. 1. At, eşek ve cılgı2, [çmg (yans.) > çıngı] {ağız} is. Çakı ve bıçakla
sığır gibi hayvanların başına geçirilen yulara bağ rın ucunda bulunan zincir takm aya mahsus halka.
lanarak hayvanı çekmek ve yedmekte kullanılan ip [DS]
veya zincir. {OsT} (aym) 2. {ağız} Satılan hayvanın cılgı3, [eT. çık-mak (düğümlemek) > çılc-ı / çık-m >
ipini teslim ederken çoban yardımcısına verilen
cılgı L5il=r] is. 1. {OsT} Beyaz tüylerden oluşan tüy
bahşiş parası. [DS]
demeti. 2. {ağız} İnce uzun tülbent. 3. İncecik bağ.
çılbırı, [cılb (yans.) > cılb-ır-ı] {ağız} is. Bulgur ve
[DS]
patatesle yapılan bir tür sulu yemek. [DS]
cılgı4, [cıl (yans.) > cıl-gı] {ağız} sf. 1. (Kişi için)
cılbırt, -dı [cılb-ır-t] {ağız} is. Sacda pişirilen, buğ
kendine sahip olamayıp yerli yersiz konuşan. 2. is.
day, arpa, çavdar ekmeği. [DS]
Deriden yapılm a su tulumu. [DS]
cılbirik, -ği [cılb (yans.) > cılb-ır-ık] {ağız} is. Sulu
cılgımak, [cıl (yans.) > cıl-gı-mak] {ağız} gçsz. f. [-
çamur. [DS]
ır] 1. (Kişi için) isteğine ulaşamayıp bozulmak. 2.
cılcıl, [cır (yans.) > cır+cır > cılcıl] {ağız} is. A z az
Oyunda mızıkçılık etmek. [DS]
akan su. [DS]
cılgısız, [cıl-gı-sız] {ağız} sf. 1. Terbiyesiz. 2. Çapkın.
cılcılık, -ğı [cır (yans.) > cır+cır-ık] {ağız} is. -*■ cılcıl.
3. Yaramaz. 4. Oyunbozanlık eden. 5. Açgözlü. 6.
[DS]
Obur. [DS]
cıld1, [cıl / cıld (yans.)] is. Bağrışma, söylenme,
ağlaşma, mızıkçılık etme, bu biçimde konuşm a ve cılh, [calh / callc / cılh / cılk (yans.)] is. 1. Sıvı ve
ötüşmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] cıld-ır-ık, cıld-ır cıvık maddelerin çalkalanması, sarsılması durumu
cıld-ır. nu anlatan kök. [Zülfıkar] cılh-mak. 2. {ağız} sf. C ı
cıld2, [cıld / cilt / cild (yans.)] is. Parlamayı, ışık vık. [DS] 3. {ağız} Bozuk; çürük; kokmuş; çılk. [DS]
saçmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cıld-ır çıldır, cıld-ır- cılı, [Kırg. cılı-mak (ılımak)] {ağız} sf. 1. Sıcak. 2.
a-mak, cıl-dır-da-t-mak. Ilık. [DS]
cılday, [cıl-day / çildek] {eT} is. Atların göğsünde çı -cılık, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -culuk /
kan bir hastalık. [DLT] -çülük / -çuluk] yap. e. 1. İsimden isim yapan ek;
cildi, [cıld-ı] {ağız} is. Resim. [DS] m eslek adı yapan -ci eki ile soyut kavram lar üreten
-lik ekinin kalıplaşmış biçimidir. Meslek ve uğraş
çıldır, [cıld (yans.) > cıld-ır] {ağız} is. 1. Parlamayı,
alanı kavramı taşıyan isimler yapar: besicilik,
ışık saçmayı anlatan yansımalı gövde. 2. Bağrışıp
oyunculuk, yatırımcılık, sözcülük, çiftçilik. 2. A lış
çağrışmayı, m ızıkçılık etmeyi anlatan yansımalı
gövde. 3. is. A z akan su. [DS] S1 çıldır çıldır, {ağız} kanlık haline getirilmiş iş, tabiat, huy kavramları
1. Hoppa. 2. (Çocuğun konuşması) şen şakrak. 3. taşıyan isimler yapar: fırsatçılık, yalancılık, mızık
Suyun akarken çıkardığı ses. [DS]|| çıldır kaymak, çılık, otlakçılık, kaçakçılık. 3. B ir görüş, düşünce
Yassı taşları durgun su yüzeyinde kaydırmak. ve bir akımı benimseme, taraftar olma kavramları
taşıyan isimler yapar: adcılık, atacılık, belirlenim
cıldıramak, [cıld (yans.) > cıld-ır-a-mak / yıld-ır-a-
cilik, devletçilik, devrimcilik, gerçekçilik, Atatürk
mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-r(ı)-yor] 1. (Kedi, koyun
çülük, törecilik, toplumculuk, ülkücülük, yapısalcı
vb. hayvanların gözü için) karanlıkta parlamak;
ışılamak. 2. (Göz için) kaymak. [DS] lık.
cılık1, -ğı [cıl (yans.) > cıl-ık] {ağız}is. 1. İncir. 2. sf.
cüdırdamak, [cıld (yans.) > cıld-ır-da-mak] {ağız}
gçsz.f. [-r] [-d(ı)-yor] İnce sesle ağlamak. [DS] Oyunbozan; mızıkçı. 3. Terbiyesiz. [DS]
CIL Û M lIilffS Ö M .
cılık2, -ğı [cıl (yans.) > cıl-k / cıl-ık] {ağız} sf. 1. Çok cıllaka, [cıl (yans.) > cıl-la-mak > cıl-la-k / cıllaka]
ıslak. 2. Cıvık. 3. Çürük. [DS] {ağız} is. Şımarık. [DS]
cılım ak, [cıl (yans.) > cıl-ı-mak] {ağız} g ç s z .f \[-r] 1. cıllam ak, [cıl / cır (yans.) > cıl-la-mak / cır-la-mak]
O yunda m ızıkçılık etmek. 2. İşi bozmak. [DS] {ağız} gçsz. fi [-r] [-l(ı)-yor] 1. Dönmek; vazgeç
cılım an, [cılı-man ?] {ağız} is. İnsan gücü. [DS] mek. 2. Karşı gelmek. 3. Oyunda mızıkçılık etmek.
cılıngız, [cıl-mg-ız] {ağız} s f 1. Arık; cılız. 2. Bakım 4. İnce ve yüksek sesle ağlamak. [DS]
sız. [DS] cıllayık, -ğı [cıl (yans.) > cıl-la-y-ık] {ağız} sf. İnce
cılıntı, [cıl-ın-tı] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS] bir sesle sürekli bağırıp ağlayan. [DS]
cılırga, [cıl-ır-ga] {ağız} is. Kaldıraç. [DS] cılh 1, [cıl (yans.) > cıl-lı] {ağız} sf. 1. Nazlı. 2. Oyun
bozan; mızıkçı. 3. Haksız. 4. Çelik oyununda din
cılız, [Erme, cılız] sf. 1. Çok zayıf, çelimsiz. 2. Gücü
lenm ek için verilen zaman. [DS]
kuvveti yetersiz; kuvvetsiz. 3. Dayanıksız. 4. Çok
cıllı2, [Kırg. cılı-mak (ılımak)] {ağız} sf. Ilık. [DS]
ince. 5. Değersiz. 6. {ağız} Cüce. [DS] 7. {ağız} Sey
rek. [DS] 8. {ağız} Yeni doğmuş küçük çocuk. [DS] cıllıgu, [cıllı-ğü j^=r-] {OsT} is. Çalılık.
cılızlaşm a, [cılız-la-ş-ma] is. Güçsüz düşme, zayıf cıllık 1, -ğı [cıl (yans.) > cıl-lı-k] {ağız} sf. 1. Oyunbo
lam ak eylemi, zan; mızıkçı. 2. Çok çabuk darılan. 3. is. Bir yıllık
cılızlaşm ak, [cılız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Zayıf ya da daha küçük horoz. 4. M ıncıklama; bozma. 5.
lamak; güçsüz düşmek. 2. Gücünü kuvvetini, etki Talaş. 6. M ayasız ham ur ekmeği. 7. Korku. [DS] ö
sini yitirmek; sönükleşmek, cıllık cıllık, {ağız} Sulu sulu. [DS]|| cıllık etm ek,
cılızlık, -ğı [cılız-lık] is. 1. Cılız olm a durumu. 2. {ağız} 1. M erak etmek. 2. (Yürek için) üzüntü ya da
Cılız olan şeyin niteliği. 3. Zayıflık, güzsüzlük. korkudan burkulmak. [DS]
cılk 1, [calh / calk / cılh / cılk (yans.)] is. Sıvı ve cıvık cıllık, -ğı [cıl (yans.) > cıl-lık j V ] {eAT} is. Kabarcık,
m addelerin çalkalanması, sarsılması durumunu an cıllıklam ak, [cıl (yans.) > cıl-lı-k-la-mak] {ağız}
latan kök. [Zülfıkar] cılk çıkmak, cılk yara, cılk cılk, g çsz.f. [-r] Oyunda m ızıkçılık etmek. [DS]
cıl(lı)k cıllık. cıllım ak, [cıl (yans.) > cıl-lı-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır]
cılk2, [cılk (yans.)] sf. 1. {ağız} Çok ıslanmış. [DS] 2. 1. Yorgunluk yüzünden güçten düşmek. 2. Dön
{ağız} (Yara için) irinlenmiş. [DS] 3. (Yumurta için) mek; vazgeçmek. 3. Oyunda mızıkçılık etmek. 4.
bozulmuş. 4. (Yumurta için) kuluçkada civciv çık İnce ses çıkararak ağlamak. 5. gçl. fi. Sulandırmak.
mayan, dölsüz. 5. Çürümüş; kokmuş. 6. Sözünde [DS]
durmayan; sözünün eri olmayan. 7. {ağız} Kötü « Ilıtm a k , [cıl (yans.) > cıl-lı-t-mak] {ağız} gçl. fi [-
kalpli, [DS] S cılk çıkm ak, Kusurlu, kötü, boş ır] Oyunda karşı tarafı mızıkçılığa zorlamak. [DS]
çıkmak. || cılk etm ek, 1. Bozmak; çürütmek. 2. İyice cılm ak, [cıl (yans.) > cıl-mak / yıl-mak] {ağız} gçsz.
sulamak.\\ cılkı çıkm ak, Güvenilirliği, sağlamlığı fi. [-ar] Oyunda mızıkçılık etmek. [DS]
kalmamak; bozulmak, laçkalaşmak. || cılk kesm ek, cılm ık, -ğı [cıl (yans.) > cıl-mık] {ağız} sf. Çok sulu;
{OsT} Cılk olmak. || cılk olm ak, {ağız} Çok uslan cıvık. [DS] S1 cılm ık y o ğ u rt, {ağız} Sarımsaklı y o
mak. [DS] ğurt. [DS]
cılkava, [Slav, vılk (kurt) > Bulg. cılkava] is. 1. Kafa cılm uk, -ğu [cıl (yans.) > cıl-muk] {ağız} sf. -*■ cıl-
derisi. 2. Kurt veya tilkinin ense kısmından yapılan mık. [DS]
kürk. cılp 1, [cılb / cılp (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı
cılk ı1, [Kırg. cılkı] {ağız} is. 1. A t sürüsü; yılkı. 2. havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
Eşek. [DS] oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan
cılkı2, [Moğ. cilga / cılkı LSiW] {ağız} is. -*■ cılga1. kök. [Zülfıkar] cılp cılp, cılp-ı-mak, cılp-ık, cılp-ı-
mak.
[DS]
cılp2, [cılb / cılp / cilb (yans.)] is. 1. Yağlı, sulu ve
cılkıcı, [yılkı > cılkı-cı] {ağız} is. A t çobanı. [DS]
cıvık olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cılp cılp, cılp-
cılk ır, [cılk (yans.) > cılk-ır] {ağız} is. Et, ıspanak ve
ık. 2. sf. Cok ıslak. S1 cılp cılp, {ağız} Çok sulu.
yumurta ile yapılan bir yemek. [DS] [DS]
cılklaşm a, [cılk-la-ş-ma] is. Cılk olmak eylemi, cılpık, -ğı [cılp (yans.) > cılp-ık] {ağız}is. 1. Sulu
cılklaşm ak, [cılk (yans.) > cılk-la-ş-mak] {ağız} peynir. 2. B ir tür tatlı su balığı, [DS]
dönşl. fi [-ır] Cılk duruma gelmek. [DS] cılpım ak, [cılp (yans.) > cılp-ı-mak] {ağız} gçsz. fi. [-
cılklık, -ğı [cılk-lık] is. 1. Cılk olma durumu. 2. Cılk r] (Donmuş yerler için) güneş etkisi ile çözülüp
olan şeyin niteliği, çamur olmak. [DS]
cıllak, -ğı [cır (yans.) > cır-la-k > cıllak] {ağız} sf. 1. -cılrak , [-cıl-ra-k / -cil-re-k] {eAT} yap e. İsim ve
İnce bir sesle sürekli ağlayan; bağıran. 2. Mızıkçı. sıfatlara benzerlik kavram ı katan yapım eki; bu
3. is. Civciv. 4. İnce ve pürüzlü ses. [DS] günkü “-ım sı” görevinde kullanılmıştır.
Ü P M K S ! iB .7 9 / CİM
cilt, [cıld / cilt / cild (yam.)] is. Parlamayı, ışık saç cım bıldamak, [cımb (yans.)> cımb-ıl-da-mak] {ağız}
mayı anlatan kök. [Zülfıkar] cılt-ra-mak. g ç sz.f. [-r] [-d(ı)-yor] 1. (Su için) çalkalanmak. 2.
cıltramak, [cilt (yans.) > cılt-ra-mak] {ağız} gçsz. f. Suda oynamak. 3. Bulanmak. 4. Heyecanlanmak.
[-r] [-r(ı)-yor] Parlamak. [DS] [DS]
cıltratmak, [cılt-ra-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Parlat cımbıldatmak, [cımb-ıl-da-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
mak. [DS] 1. B ir kaptaki sıvıyı yavaşça çalkalayarak kendi
cini, [cim / cim / ciim (yans.)] is. Parm ak uçları a- üzerine sıçratmak. 2. Yoğurdu yayıkta dövmek. 3.
rasında sıkıştırma, ezme ve buna benzer hareketleri Sıçratmak. 4. Duyurmak; sezdirmek. [DS]
anlatan kök. [Zülfıkar] cımcık, cım-cık-la-mak, cım- cım bıldayık, -ğı [cımb (yans.) > cımb-ıl-da-y-ık]
ı-k-la-mak. {ağız} sf. Sözünde durmayan; dönek. [DS]
cırnak', [cır-mak > cı-mak] {ağız} gçl. f. [-r] Y ırt cım bıllamak, [cımb (yans.) > cımb-ıl-la-mak] {ağız}
mak. [DS] g çsz.f. [-r] 1. Korkmak. 2. Kafası karışmak. [DS]
cırnak2, [Güre, cımahe] {ağız} sf. Ekşimiş. [DS] cım bırık, -ğı [cımb-ır-ık] {ağız} sf. (Kişi için) ufak
cım b1, [camb / cımb / emb / cimb / cimp / comb / tefek. [DS]
conb / cumb (yans.)] is. Sıvıların çalkalanması ile cımbırt, [Yun. tsimpidi] {ağız} is. 1. Davul çubuğu.
oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfikar] cımb-ıl 2. is. Cam ve porselen eşyanın kırılırken çıkardığı
cımbıl, cımb-a-la-mak, am b-ıl-la-m ak, cımb-ıl-da- ses. [DS]
mak, cımb-ıl-da-k. cımbıt, -dı [Yun. tsimpidi] {ağız} is. 1. Cımbız. 2.
cımb2, [camb / cımb / comb / comp / cum / cumm / Y em ek çatalı. [DS]
cumb (yans.)] is. Sıvı içine atılan cismin çıkardığı cımbız, [Yun. tsimpidi] is. 1. Kıl, tel gibi ince şeyleri
sesi anlatan kök. [Zülfikar] cımb-a-la-n-mak. çekip çıkarmaya yarar küçük maşa. 2. tekst. B oya
cımb3, [cımb / cim (yans.)] is. Suya dalma, yıkanma, işlerinde kumaş üzerinde bulunabilecek çöp vb.
su sıçratma, sıvıları çalkalam a sırasında çıkan sesi şeyleri temizlemede kullanılan alet. 3. {ağız} H ay
anlatan kök. [Zülfikar] cım b-ıl cımbıl. van sürmekte kullanılan ucu sivri ağaç. [DS] 4. Deri
cımbalamak, [cımb (yans.) > cımb-a-la-mak] {ağız} veya meşin delmeye yarayan sapı tahta, ucu metal
gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] Sıvıyı çalkalamak; sarsmak. araç; biz. fi1 cımbız gibi, Atik; çevik.
[DS] cım bızcı, [cımbız-cı] is. tekst. Kumaşları cımbızla te
cımbalanmak, [cımb (yans.) > cımb-a-la-n-mak] mizleme işini yapan işçi,
lağız} dönşl. f. [-ır] (Su için) içine taş atıldığı za cımbızlama, [cımbız-la-ma] is. 1. Cımbızlamak işi.
man ses çıkarmak. [DS] 2. tekst. Boya öncesi kumaş üzerinde bulunan iplik,
cım bar1, [cımb (yans.) > cım b-ar ?] {ağız} is. 1. Filiz; çöp parçaları ya da düğüm, nope gibi kumaşın kali
sürgün. 2. M eşe; çalı çırpı. 3. Çatal değnek. 4. İnce tesini bozabilecek maddelerin temizlenmesi işi.
ve kuru sopayla atılan dayak. 5. Öfke; sinir. [DS] S cım bızlamak, [cımbız-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
cımbar yem ek, {ağız} D ayak yemek. [DS] 1. tekst. Boya öncesi kumaş üzerinde bulunan iplik,
cımbar2, [Far. çember (kasnak) > cımbar] {OsT} is. çöp parçalan ya da düğüm, nope gibi kumaşın kali
Dokuma tezgâhlarında dokunan kumaşı gergin tut tesini bozabilecek maddeleri cımbız adı verilen el
mak içini tezgâhın iki yanına geçirilen dişli aygıt, aracı ile temizlemek. 2. {ağız} Cımbız adı verilen
cımbarlama, [cımbar-la-ma] is. Cım bar geçirme ya ucu sivri ağaçla hayvanı dürtmek. [DS]
da takm ak eylemi, cımcıklamak, [cim (yans.) > cım+cılc-la-mak] {ağız}
cımbarlamak, [cımbar-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Tırmalamak. 2. Çimdikle
Tezgâhtaki kumaşı cımbarla geriye almak. mek. 3. Ezmek. 4. Kırıştırmak. [DS]
cımbıl1, [cımb (yans.) > cımb-ıl] is. Su içinde hareket cımcıl, [cımb (yans.) > cımb-ıl > cımcıl] {ağız} -*■
eden şeylerin ya da dökülen, çalkalanan sıvıların cımbıl. S cım cıl cımcıl, {ağız} -*• cımbıl cımbıl.
[DS]
çıkardığı sesi anlatan yansımalı gövde. S1 cım bıl
cımbıl, {ağız} 1. (Yıkanmak için) su sesi çıkarak; cımcılık, -ğı [cı(m)+cı/lık] {ağız} sf. Sırılsıklam. [DS]
dökülen sulara ses çıkartarak. 2. (Su içinde hareket cımcıma, [Far. cumcuma (kuyu)] {ağız} is. Yollarda
eden cisim için) su sesi çıkartarak. 3. Sulu sulu. ve tarlalarda meydana gelen su birikintisi ve batak
[DS] lık. [DS]
cımbıl2, [cımb (yans.) > cımb-ıl ?] {ağız} sf. 1. Zayıf; cımcıslak, -ğı [cı(m)+cı/s-la-k] sf. Çırılçıplak,
cılız. 2. is. Küçük üzüm salkımı; salkım üzerindeki cımıcık, -ğı [cım-ı-cık] {ağız} sf. Biraz; çok az; cim
dalcıklar. [DS] dik. [DS]
cımbıldak, -ğı [cımb (yans.) > cımb-ıl-da-k] {ağız} sf. cım ıklamak, [cim (yans.) > cım-ık-la-mak] {ağız}
1. Sütsüz; soysuz. 2. Yaramaz. 3. Her şeye karışan; g ç l . f [-r] 1. Yoğurmak. 2. Karıştırmak. 3. Çimdik
ukala. 4. Arsız. 5. Oynak. 6. Sözünde durmayan; lemek. [DS]
dönek. [DS] cım ırtlak, -ğı [cım-ır-t-la-k] {ağız} is. Arasına oturup
CİM ÜIÜMIKSÛM./98
sallanm ak ya da yatmak için karşılıklı iki ağaç ara cındıra, [cm -dı-r-a ?] {ağız} is. Yaban atı ve sığır ya
sına gerilmiş iplerden meydana gelen salıncak; ha kalam akta kullanılan, ucunda urgan halka bulunan
mak. [DS] çatal ağaç. [DS]
cımışka, [? cımışka] {ağız} is. Ayçiçeği tohumu. [DS] cındırık, -ğı [çiğ / cığ (yans.) > cıy-ın-dır-ık] {ağız}
cim iz, [? cimiz] {ağız} is. 1. Yaz kış sulu olan yer; sf. (Et için) yağsız ve sinirli. [DS]
bataklık. 2. Ekilemeyen killi tarla. [DS] cın g 1, [cang / cank / cıng / cing / cong / conk / cöng /
cım ızlanmak, [cımız-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] cunk / can (yans.)] is. Çınlama sesini andırır geve
1. Huysuzlanmak. 2. (Hava için) bulutlanmak. [DS] zelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anla
-cin, [-cin / -cin / -cün / -cun / -çin / -çin / -çün / - tan kök. [Zülfıkar] cıng-ı, cıng-ıl-da-ma, cıng-ır
çun] yap. e. 1. İsimden isim türeten ek. Kuş adları cıng-ır, cıng-ış-mak. 0 cıng atmak, {ağız} Çifte
yapar: güvercin (gök-er-cin), bıldırcın, kaşıkçın. 2 . atmak; tepmek. [DS]
Yaşadığı yeri esas alarak kuş adı yapar: çamurcun, cm g2, [cıng (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin
hayırcın. 3. Belli bir hayvanı yiyerek beslenen kuş çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama
adı yapar: balıkçın. 4. Değişk türde adlar ve sıfatlar seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cıng-ıl, cıng-ıl-lı
yapar, tokurcun, örcün (ipten örülmüş merdiven), mıngıllı, cıng-ıl-da-k, cıng-ır-a-k, cıng-ı-mak, cıng-
yalçın. ır-t-la-k.
cm, [cm / cınc (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çıngar, [Yun. tsingra] {ağız} is. Kavga; kavga gürül
çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama tüsü. [DS] S 1 çıngar çıkarmak, {ağız} Kavgaya ne
seslerini anlatan kök. [Zülfikar] cınc-ı-k, cin cık, den olmak; sebepli sebepsiz kavga çıkarmak. [DS]
cınc-ı-k-lı, cınc-ı-k göz, cınc-ı-k-la-mak. cıngaylı, [cmg (yans.) > cıng-ay-lı] {ağız} is. Çaylak.
cınak, -ğı [cın-ak ?] {ağız} is. Cam ve porselen eşya. [DS]
[DS] cıngaz, [cıng (yans.) > cmg-az] {ağız} sf. Geveze.
cınaz, [cın-az ?] {ağız} is. Huysuz ihtiyar. [DS] [DS]
cınb, [camb / cımb / cmb / cimb / cimp / comb / conb çıngı, [cmg (yans.) > cıng-ı] {ağız} is. 1. Kıvılcım;
/ cumb (yans.)] is. Sıvıların çalkalanması ile oluşan çıngı. 2. Civciv. [DS]
hareketleri anlatan kök. [Zülfikar] cınb-ıl-da-mak,
cıngıl1, [cıng (yans.) > cmg-ıl / cingil / çıngıl] {ağız}
cınb-ıl-tı.
is. Su veya süt taşım akta kullanılan bakır kap; ko
cınbıldak, -ğı [cmb (yans.) > cınb-ıl-da-k] {ağız} sf. va; bakraç; su kovası; kuyu kovası. [DS]
1. Zevzek. 2. Oynak. [DS]
cıngıl2, [Yun. atsingaııo (çingene) [Tietze] / cmg
cınbıldam ak, [cmb (yans.) > cmb-ıl-da-mak] {ağız}
(yans.) > cmg-ıl] {ağız} is. 1. A sm a kütüğünden ü-
g çsz.f. [-r] [-d(ı)-yor] Çalkalanmak. [DS]
züm salkımları elle eklem yerinden koparıldıktan
cınbıltı, [cmb (yans.) > cmb-ıl-tı] {ağız} is. Kap
sonra o eklem yerine bitişik küçük bir sap üzerinde
içindeki sıvının çalkalanmasından doğan ses. [DS]
kalan birkaç taneli üzüm salkımı. 2. İnci, boncuk,
cınbıs, [Yun. tsumpidion => cınbıs {OsT} is. altın gibi m addelerden yapılmış başlık veya elbise
Cımbız. ye takılan süs eşyaları. 3. Su veya süt taşm an bakır
cıncık, -ğı [cm (yans.) + cık (yans.)] is. 1. Bardak, kap; bakraç. 4. sf. (Elbise için) eski; yırtık pırtık. 5.
tabak gibi cam ve porselenden yapılmış eşyalar; Sözünü düşünüp taşınmadan konuşan. 6. mecaz.
zücaciye; sırça. 2. {ağız} K ırık cam ve porselen par U fak tefek. [DS]
çaları. [DS] 3. {ağız} Çocuk oyuncağı. [DS] 4. {ağız} cıngıl3, [İng. jingle (şıngırtı)] is. Radyo ve televizyon
Bilye. [DS] ö cıncık boncuk, Yalancı taşlardan reklamları için uyarlanmış ya da özel olarak beste
yapılm ış süs ve takı eşyası]| cıncık göz, {ağız} Ça lenmiş, kolayca akılda kalabilen kısa m üzik parça
kır göz. [DS]|| cıncık kırığı, {ağız} H ayal kırıklığına sı.
uğratan gerçek. [DS] cmgıldak, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ıl-dak] {ağız} is.
cıncıkçı, [cıncık-çı] {ağız} is. Zücaciyeci. [DS] B ir tür tahterevalli. [DS]
cıncıklam ak, [cmcık-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)- cıngıldam ak, [cıng (yans.) > cıng-ıl-da-mak] {ağız}
yo r] 1. Süslemek. 2. Gıdıklamak. 3. Mıncıklamak. gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor] 1. (M etal kap vb. için)
[DS] “cm g” sesi çıkarmak. 2. (Su için) kap içinde çalka
cıncıklı, [cıncık-lı] {ağız} sf. Süslü. [DS] lanmak. 3. (Çan veya zil için) çalmak. 4. (Kulak
cindi, [cın-dı] {ağız} sf. Cimri. [DS] için) çınlamak. 5. Hafifmeşrep davranmak; oynak
cindik, -ğı [cın-dı-k] {ağız} sf. 1. Küçük ve yuvarlak. lık etmek. [DS]
2. Alıngan ve kötü huylu. [DS] cıngıllamak, [cmgıl-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
cindim, [cın-dı-m] {ağız} sf. Davranışlarını ve sözünü yor] Ü züm salkımlarının cıngıllarını koparıp ayır
kontrol edemeyen. [DS] mak. [DS]
cindir, [cıy (yans.) > cıy-ın-dır] {ağız} sf. Kuru; za cıngıllı1, [cmg (yans.) > cıngıl-lı] {ağız} is. Küçük ka
yıf; cılız. [DS] zan. [DS]
fiÜIHEİÎCtSöM.799 c ip
cıngıllı2, [cmgıl-lı] {ağız} sf. 1. Süslü. 2. mecaz. (Ka cınkı, [cmk (yans.) > cınk-ı u_i^-] {eAT} is. Kıvılcım.
dm için) oynak; hafifmeşrep. 3. Dayanıksız; irade
cınkıl, [cınk (yans.) > cmk-ıl] {ağız} is. 1. İnci, bon
siz. 4. Yaman; çetin. [DS] S cıngıllı melek aşı, {çı
cuk, gümüş ve altından yapılan süs eşyası. 2. K ü
ğız} Mercimekli hamur çorbası.[DS]|| cıngıllı mm-
çük üzüm salkımı. 3. Üzüm salkımındaki küçük
gıll^ {ağız} Süslü püslü. [DS]|| cıngıllı pttngüllü,
salkım akların her biri. [DS]
{ağız} Süslü püslü. [DS]
cınkıllı, [cmk (yans.) > cınkıl-lı] {ağız} is. Küçük ka
cıngımak, [cmg (yans.) > cıng-ı-mak] {ağız} gçsz. f.
zan. [DS]
[-r] 1. Koşmak. 2. Hoplamak; zıplamak. 3. K ız
cmkırık, -ğı [cmk (yans.) > cınk-ır-ık] {ağız} is. 1.
mak. 4. Oyunda m ızıkçılık etmek. 5. Bir işi gönül
Kaldıraç. 2. Tahterevalli. [DS]
süz yapmak. [DS]
çıngır, [cmg (yans.) > cıng-ır] {ağız} is. 1. İki üç ay cınnak, -ğı [cır (yans.) > cır-(ı)n-ak > cınnak] {ağız}
lık horoz. 2. sf. (Hava için) açık; bulutsuz. 3. Çok is. 1. Tırnak; pençe. 2. Küçük bir parça. [DS]
parlak. [DS] S1 çıngır çıngır, {ağız} Çıngırak sesini cınnaklamak, [cır (yans.) > cır(ı)n-ak-la-mak] {ağız}
andırır şekilde. [DS]|| çıngır çıngır etmek, {ağız} 1. gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] Tırmalamak; tırnaklamak.
Gevezelik etmek. 2. Terbiyesizce söz söylemek. [DS] [DS]
cıngırah, [cmg (yans.)> cmg-ır-a-k > cmgırah] {ağız} cip1, [cıb / cip (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı ha
is. Çıngırak. [DS] valarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle
oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan
çıngırak1, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-a-k] {ağız} is.
kök. [Zülfikar] cip cip, cıp-ı-dık-la- mak, cip etmek,
Çıngırak. [DS]
cıp-ıl-da-mak, cıp-ıl-dan, cıp-ıt-ı çıkmak, fi1 cip
çıngırak2, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-a-k] {ağız} is.
cip, {ağız} (Suyun akışı veya damlayışı için) kesinti
Tahterevalli. [DS]
li olarak. [DS]|| cip etmek, {ağız} (Çocuk d.) y ı
çıngırdak1, -ğı [cıng (yans.) > cıng-ır-da-k] {ağız} is.
kanmak. [DS]
Genişletilmiş söz. [DS]
cip2, [cıb / çıp / cib (yans.)] is. El çırpma sırasında
çıngırdak2, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-da-k] {ağız} is.
çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cıp-pan, cip cık.
1. Küçük çan. 2. Çocuk oyuncağı. 3. Eşek sürmek
için ucuna halka geçirilmiş değnek. 4. Tahterevalli. cip3, [cip / cip] {ağız} e. 1. Pekiştirme edatı. 2. zf.
[DS] Ansızın. 3. Hep; bütün; çok. [DS]
çıngırdamak, [cmg (yans.) > cmg-ır-da-mak] gçsz. f. cıpan, [cip (yans.) > cıp-an] {ağız} is. Yıkanma, fi1
[-r] [-d(ı)-yor] 1. (Hava için) açık, parlak ve soğuk cıpan etmek, {ağız} Yıkanmak. [DS]
olmak. 2. (Cam bilezik vb. için) birbirine değerek cıpcık, -ğı [cip (yans.) > cıp-cık] {ağız} is. 1. El çırp
ses çıkarmak. 3. (Eriyen yağ için) ses çıkarmak; ma; alkış. 2. İki çocuğun karşılıklı olarak ellerini
cızırdamak. birbirine vurma ve yüzlerine dokunma biçiminde
cıngırgeç, [cmg (yans.) > cmg-ır-gaç] {ağız} is. Tah oynadıkları bir oyun. 3. Çırpınarak yıkanma. [DS]
terevalli. [DS] cıpcüız, [cı(p)+cı/lız] pekşt. sf. Çok cılız,
cıngınk, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-ık] {ağız} is. Tah cıpcıp, [cip (yans.) + cip] {ağız} is. Su içinde çırpına
terevalli. [DS] rak yıkanma. [DS]
cıngırlak, -ğı [cmg (yans.) > cmg-ır-la-k] {ağız} is. cıpılamak, [cip (yans.) > cıp-ı-la-mak] {ağız} g ç s z .f.
Tahterevalli. [DS] [-r] [-l(ı)-yor] Su içinde hareket ederek ses çıkar
cıngışmak, [cıng (yans.) > cmg-ış-mak] {ağız} işteş. mak. [DS]
f. [-ır] Tartışmak. [DS] çıpıldak, -ğı [cip (yans.) > cıp-ıl-da-k] sf. (Yer için)
cınğ, [cmğ (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarp ıslak; sulu; yürürken çıplama sesi çıkaran,
ma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama cıpıldam ak, [cip (yans.) > cıp-ıl-da-mak] {ağız} gçsz.
seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cınğ-ır-da-k, cınğ- fi [-r] [-d(ı)-yor] Sıvı ya da su içinde çırpınarak ses
ır-ık. çıkarmak; ses çıkararak hareket etmek. [DS]
çıngırdak, -ğı [cmğ (yans.) > cmğ-ır-da-k] {ağız} is. cıpıldan, [cip (yans.) > cıp-ıl-dan] {ağız} is. Suyun
Tahterevalli. [DS] sığ yeri. [DS]
cınğırık, -ğı [cınğ (yans.) > cınğ-ır-ık] {ağız} is. Tah cıpıldık, -ğı [cip (yans.) > cıpıl-dık] {ağız} sf. Tepe
terevalli. [DS] den tırnağa kadar ıslak. [DS]
cınımak, [cm (yans.) > cm-ı-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] cıpıt, [cip (yans.) > cıp-ıt] {ağız} sf. Çok ıslak. S 1
Oyunda m ızıkçılık etmek. [DS] cıpıtı çıkmak, {ağız} Islanmak. [DS]
cınk, [cınk (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarp cıpkı, [cip (yans.) > cıp-kı] {ağız} is. 1. Kamçı. 2.
ma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama İnce uzun değnek; çımkı. [DS]
seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cmk-ıl, cınk-ıl-lı.
cıppan, [cip (yans.) > cıp(p)-an] {ağız} is. Alkış. [DS]
cınkay, [cin (yans.) > cm-lcay ıjLi^-] {OsT} is. İskete S cıppan çalmak, {ağız} E l çırpmak; alkışlamak.
kuşu. [DS]
CİP n u E U .
cip tir, [cip (yans.) > cıp-(ı)t-ır] {ağız} sf. Hoppa; oy cırcıvık, -ğı [cı(r)+cı/vık] {ağız} sf. Çok sulu; çok
nak; hafifmeşrep. [DS] cıvık.
c ır1, [cır (yans.)] is. Pençe ile vurma, tırmalama, yırt c ır d 1, [cırd (yans.)] is. Ansızın yırtılma ve bu biçim
m a sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cır- de kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında
mak, cır-ıl-mak, cır-ı-k, cır-ı-m, cır-mak-la-mak, çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırd-mak.
cır-mık, cır-mık-la-mak, cır-na-k-la-mak, cır-r-ıl- cırd 2, [cırd / cırt / cört (yans.)] is. Bir yerde tutulan,
da-mak. sıkıştırılan sıvı ve diğer akışkanların veya domates
cır", [cır (yans.)] is. Sürtünme, dönme ve bu biçimde vb. meyvelerin ezilmesiyle içindeki sıvıların dışa
parazit sesler çıkarma, bağırma, ağlama, ötme vb. rıya çıkmaları, fırlamaları, tepilmeleri sırasında
sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] cır+bağa, cır+cır bö çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırd-a-mık, cırd-ık
ceği, cır cır, cır cır cırlamak, cır-ık, cır-ıl-da-mak, atmak.
cır-ıl-tı. S cır cır, Rahatsız edici bir sesle durmak cırd ak , -ğı [cırd (yans.) > cırd-ak] {ağız} is. 1. Küçük
sızın.^ cır cır ötm ek, Yerli yersiz rahatsız edecek testi. 2. Küçük bardak. [DS]
biçimde konuşmak. c ırd am ık , -ğı [cırd (yans.) > cırd-a-nnk] {ağız} sf.
cırJ, [cır / cir / cor / cur / cür (yans.)] is. Sıvı madde (M eyve için) olgun fakat tatsız. [DS]
lerin akışı, dökülüşü ve ishal olm a durumunda çı cırd av al, [? cırdaval] is. M eşe dallarından yapılmış
kan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cır-ıl-cırıl, cır cır ucu demirli uzun mızrak ya da cirit değneği,
ak-mak, cır cır. cırdavallı, [cırdaval-lı] sf. Cırdaval taşıyan; cırdavalı
cır4, [cır / yır / ır / çığır] is. Sözlü m üzik parçası. bulunan; cırdaval sahibi,
cır5, [cır] {ağız} is. “İmdat” işareti. [DS] c ırd m a k , [cırd (yans.) > cırd-mak / Kırg. cırt-mak]
cır6, [cır] {ağız} sf. Son. [DS] g ç l . f [-ar] Yırtıp parçalamak,
cırb ağ a, [cır (yans.)+bs\s. (cocuk) / Far. cerbâ (uyuz)] cırga, [cırk (yans.) > cır-ga] {ağız} sf. 1. Zayıf; ince.
sf. 1. (Çocuk için) küçük. 2. {ağız} (Çocuk için) za 2. (M eyve için) çok olgun; yumuşak. [DS]
yıf; çelimsiz. [Gemalmaz] 3. {ağız} Aşağılık; yara c ırg a m a k 1, [cırk (yans.) > cır-ga-mak] {ağız} g ç sz .f.
maz; arsız. [DS] f r ] fg (ı)-y o r] Ezilmek. [DS]
cırboğa, [Fr. gerboise / Ar. cerbü] is. zool. Bir tür çöl c ırg am a k 2, [Moğ. cır-ga-mak] {eT} gçsz. f. f r ] Eğ
faresi; Arap tavşanı, (Dipus aegiptius). lenmek; zevk sürmek. [Nevâyî]
cırcır, [cır (yans.) + cır / Ar. cercer y r yr] is. 1. Do cırg an a, [cırk (yans.) > cırgan-a] {ağız} is. 1. Uzak
yere gönderilen meyve sepetinin üzerine balık ağı
kum a tezgâhlarında gücü çerçevelerinin asıldığı,
gibi iple yapılan örgü. 2. Çürümeye yüz tutmuş
yükseklik ayarı yapılabilen bir tür çengel. 2. {ağız}
meyve. 3. Cendere. [DS] 0 c ırg an a olm ak, {ağız}
K aynana zırıltısı da denilen cırıltılı ses çıkaran bir
Ezilmek. [DS]
çeşit oyuncak. [DS] 3. {ağız} Fermuar. [DS] 4. {ağız}
İshal. [DS] 5. {ağız} Ağustos böceği. [DS] 6. Pamuk cırg an ak , -ğı [cırk (yans.) > cırga-n-ak] {ağız} is. Ka
çekirdeğini ayırmakta kullanılan bir tür tezgâh; çır rın boşluğundaki organlar. [DS]
çır. 7. {ağız} Suyu az akan çeşme. [DS] 8. {ağız} Ka cırgelm ek, [cır+gel-mek] {ağız} gçsz. fi f i r ] Bıkmak;
pı gıcırtısı. [DS] 9. sf. {ağız} Çok konuşan; geveze. usanmak. [DS]
[DS] S1 c ırc ır ak m ak , {ağız} (Çeşme, dere vb. için) cırgıt, [cır (yans.) > cır-ğıt cut yr] {OsT} is. Cırcır bö
suyu çok az olarak akmak. [DS]|| cırcır a ra b a , ceği.
{ağız} Kağnı. [DS] | cırcır böceği, zool. D üz kanat c ın k 1, -ğı [cır-mak (yırtmak) > cır-ık] {ağız} sf. 1.
lılar takımından iri başlı, sıcak ve karanlık yerler Yırtık; yarık. 2. Paramparça. [DS]
de yaşayan, erkekleri cırlama sesi çıkaran, 15-20
c ın k 2, -ğı [cır (yans.) > cır-ık / cırr-ık] {ağız} is. 1.
mm. uzunluğunda, mutfak kırıntıları, un döküntüle Serçeye benzer bir kuş. 2. Kuş yavrusu. 3. Piliç. 4.
ri ile beslenen, sıcak ocak başlarındaki kovuklara Masal; hikâye. 5. A rının üçüncü ve sonraki oğulla
yuvalar yapan kazıcı küçük böcek; kara çekirge; rı. 6. sf. mecaz. Düzenbaz. 7. Sır saklamayan; ge
cırcır; çırçır; cırlak, (Acheta domesticus),\\ c ırcır veze. 8. Aklı kıt. 9. (Meyve için) fazla olgunlaşmış.
delgi, D önme hareketini yivli gövde üzerinde bulu 10. (M eyve için) bozuk; çürük; cılk. 11. Büyüme
nan parçanın ileri geri itilmesi ile sağlayan küçük miş; gelişmemiş. [DS]
delgi. || cırc ır olm ak, İshal olmak.
c ırık J, -ğı [cır (yans.) > cır-ık] {ağız} is. Tekme. @
cırcırın, [cır (yans.) > cır+cır-m] {ağız} is. İshal; c ın k a tm a k , {ağız} Tepmek. [DS]
sürgün.
c ın k 4, -ğı [Far. çehâr-yek > çeyrek] is. On beş ve on
cırcırlı, [cır (yans.) > cır+cır-lı] sf. Cırcır adı verilen altıncı yüzyıllarda kullanılmış, mangırın dörtte biri
çevirdikçe cırt sesi çıkaran düzeneği bulunan, fi3 değerinde bakır para,
cırcırlı a n a h ta r, Vida veya somun sıkarken geri c ırık lam ak , [cır (yans.) > cır-ık-la-mak] {ağız} gçsz.
adımda çırlama sesi çıkaran anahtar.
fi f r ] fl(ı)-y o r ] Bağırmak. [DS]
® ra H I { îS 6 M .8 0 i C IR
cırıklı, [cırık2 > cırık-lı] /ağızj sf. 1. Çok kaba. 2. cırkıldatmak, [cırk (yans.) > cırk-ıl-da-t-mak] {ağız}
Kirli; pis. 3. is. Yankesici; hırsız. [DS] g ç l.f. [-ır] Parm ak çıtlatmak. [DS]
cırıkta, [Yun. tsrıhta] {ağız} is. Lokma tatlısı. [DS] cırkıt, -dı [cırk (yans.) > cırk-ıt] {ağız} is. 1. Posa. 2.
cırıl, [cır (yans.) > cır-ıl] is. 1. Sıvı maddelerin dökü sf. Ezik. S cırkıdı çıkmak, {ağız} Ezilmek. [DS])
lüşü sırasında çıkan sesi belirten yansımalı gövde. cırkıdını çıkarmak, Ezip içini dışına çıkarmak.
2. {ağız} is. Tiz sesle öten bir kuş. [DS] S cırıl cırıl, cırklama, [cırk (yans.) > cırk-la-ma] {ağız} is. Fasul
{ağız} 1. (Ağlama için) bağırarak. 2. (Ses için) cı- ye, bulgur ve soğanla yapılan bir yemek. [DS]
rıltılı; çatallı. 3. (Akan sıvı için) az fakat sürekli. cırlağan, [cır (yans.) > cır-la-ğan] ağız} is. Ağustos
[DS] böceği. [DS]
cırıldak, -ğı [cır (yans.) > cır-ıl-da-k] {ağız} sf. 1. Ho cırlağuk, -ğu [cır (yans.) > cır-la-ğu-k] {ağız} is. A-
şa gitmeyen cırıltılı sesler çıkaran; gürültücü. 2. ğustos böceği. [DS]
Dokuma tezgâhında çözgüyü germ ek için kullanı
cırlak, -ğı [cır (yans.) > cır-la-k] sf. 1. (Ses için)
lan aygıt. [DS]
kulak tırmalayıcı. 2. (Renk için) parlak, göze çar
cırıldama, [cır (yans.) > cır-ıl-da-ma] is. Cırıltılı ses
pan; sırıtan; cırtlak. 3. {ağız} Sürekli olarak ince bir
çıkarmak eylemi,
sesle bağırıp ağlayan. [DS] 4. {ağız} Çabuk ağlayan.
cırıldamak, [cır (yans.) > cır-ıl-da-mak] gçsz. f. f r ] [DS] 5. {ağız} Korkak. [DS] 6. {ağız} Geveze. [DS] 7.
fd (ı)-y o r] 1. Cırıltı sesi çıkarmak; cırlamak. {OsT} is. Cırcır böceği. 8. {ağız} Olgun meyvenin toplan
(aynı) 2. {ağız} Yerli yersiz ağlamak. [DS] 3. {ağız} dıktan sonra ezilerek bozulmuş hâli. [DS] 9. {ağızj
Gevezelik etmek. [DS] 4. (ağız} Her işe burnunu Karga. [DS] 10. {ağızj Boz renkli bir küçük kuş.
sokmak. [DS] 5. {ağız} (Ayakkabı vb. için) gıcırda [DS] 11. {ağız} Ürün vermeyen yıkanmış toprak.
mak. [DS] [DS] 12. {ağız} Ocak çekirgesi. [DS] 13. {ağızj Do
cırılmak, [cır (yans.) / cır-mak > cır-ıl-mak] {ağızj kum a tezgâhlarından selminin dönmesine ve dur
gçsz.f. f ı r ] 1. Kesilmek. 2. Yırtılmak. [DS] masına yarayan çark. [DS] fi1 cırlak cırlak, Kulağı
cırıltı, [cır (yans.) > cır-ıl-tı] is. 1. Ağustos böceği tırmalayıcı ince bir sesle.
ötmesi gibi, aralıksız ve rahatsız edici bir şekilde cırlama, [cır (yans.) > cır-la-ma] is. Cır sesi çıkar
çıkan cırlama sesi. 2. {ağız} Ağlayan çocuk sesi; mak eylemi.
bağırtı. [DS] 3. Makine veya araba tekerleği,
cırlamak, [cır (yans.) > cır-la-mak] gçsz. f. f a r ] [-
cırım, [cır-mak (yırtmak) > cır-ım] is. 1. Tırmalama,
l(ı)-yor] 1. Aralıksız ve rahatsız edici şekilde ince
parçalama, yırtmak eylemi. 2. {ağız} is. İnce kesil
ses çıkarmak. 2. {ağız} Gevezelik etmek. 3. İnce ses
miş bez parçası. [DS] 3. Sınır. 4. Belli yer. S cırım
çıkararak ağlamak. 4. Tiz sesle bağırıp çağırmak. 5.
cırım, 1. Parça parça ; didik didik. 2. (Çalışmak
Şarkı okumak. 6. İşemek. 7. Oyunbozanlık etmek;
için) didine didine. || cırım cırım etmek, {ağızj Par
m ızıkçılık etmek. 8. Çaresiz kalmak. 9. Zil çalmak.
ça parça etmek. [DS]|| cırım çekm ek, {ağızj D ik
10. (M enteşe veya tekerlek için) sürtünerek ses çı
katle aramak. [DS]|| cırım çıkarm ak, {ağızj Parça
karmak. [DS]
parça etmek. [DS]
cırlangeç, -ci [cır (yans.) > cır-lan-geç] {ağız} is. A-
cirit, [Ar. carîd] {ağızj is. Cirit. [DS]
ğustos böceği. [DS]
cırıtkı, [cır (yans.) / cır-t-mak (yırtmak) > cır-ıt-kı]
cırlangıç, -cı [cır (yans.) > cır-lan-gıç] {ağızj is. A-
{ağız} is. İnce basma; dayanıksız astar. [DS]
ğustos böceği. [DS]
cırıtlavuk, -ğu [cırt (yans.) > cır(ı)t-la-muk ?] {ağız}
cırlatm a, [cırla-t-ma] is. Cır sesi çıkartmak eylemi,
is. 1. Söğüt dalından yapılan su tulumbası. 2. Pat
langaç. [DS] cırlatmak, [cır (yans.) > cır-la-t-mak] gçl. f. f ı r ] 1.
Cırlama sesi çıkarmasına yol açmak. 2. {ağızj
cırk1, [cağ / cah / cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy
Yırtmak. [DS]
(yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş
ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya cırlavık, -ğı [cır (yans.) > cır-la-mak > cır-la-y-ık]
vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] {ağızj is. 1. Ağustos böceği. 2. Cırlama sesi çıkaran
cırk-ıl-da-mak, cırk-ıl-dı. bir tür akbaba. 3. Kamının altı beyaz karatavuk
cırk2, [cırk (yans.)] is. Kırma, sürtme vb. sırasında boyunda bir kuş, (Lanius). 4. s f Geveze. [DS]
çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırk-la-ma, cırk-ıl- cırlavuk, -ğu [cır (yans.) > cır-la-y-uk] {ağızj is. 1.
da-t-mak. Ağustos böceği. 2. Hindi yavrusu. [DS]
cırkJ, [cırk (yans.)] is. Sıvı maddelerin kapalı yerde cırlayan, [cırla-y-an] is. Cırlama sesi çıkaran böcek
sıkışmaları sırasında bir delik veya çatlaktan fırla ler.
yıp çıkmalarını anlatan kök. [Zülfıkar] cırk olmak, cırlayık, -ğı [cırla-y-ık] is. 1. Ağustos böceği. {eATj
cırk-ı-d-ı çıkmak. S cırk altı, {ağızj Huninin altına {OsT} (aym) 2. zool. Ö rümcek kuşugillerden küçük
bağlanmış kap. [DS]|| cırkı çıkm ak, {ağızj Bozum bir av kuşu; (Lanius).
olmak. [DS]|| cırk olmak, {ağızj 1. Ezilmek. 2. Bo cırm ah1, [cır (yans.) > cır-mak > cır-mah] {ağız} gçl.
zulmak. [DS] f. [-ar] Yırtıp parçalamak. [DS]
C IR Ö ie iü m C E S Ö M .
cırm ah2, [cır (yans.) > cır-mak > cırmah] (ağız) is. cırnaklamak, [cımak-la-mak] gçl. fi f r ] fl(ı)-y o r]
Pençe. [DS] fi1 cırmah atmak, {ağız} Tırnakla yırt Tırnakları ile yaralamak; çizmek; tırmalamak,
mak; pençelemek. [DS] cırnaz, [? cım az] {ağızj sf. Cılız. [DS]
cırm ak1, [cır-mak] {ağızj gçsz. fi [-ar] 1. Yardım cırnık, -ğı [Erme, cırmuk > cırnık] is. 1. Set duvarla
istemek. 2. Özür dilemek. 3. Kaçmak. 4. Delirmek. rında arkada biriken suyun duvara zarar vermeden
[DS] akmasını sağlamak için duvar içinde bırakılan kü
cırm ak2, [Çağ. yır-mak / cır (yans.) > cır-mak] {ağız} çük delikler. 2. {ağız} Dar yol; patika. [DS]
gçl. fi. [-ar] 1. Yırtıp parçalamak. 2. Pençelemek. cırnıklam ak, [cır (yans.) > cır-(ı)n-ık-la-mak] {ağız}
[D S ] ^ g ç l.f. f r ] fl(ı)-y o r ] Tırmalamak. [DS]
cırm ak’, -ğı [cır-mak] {ağız} is. 1. Yırtıcı hayvan cırpak, -ğı [cırp (yans.) > cırp-ak] {ağızj is. İnce so
pençesi; tırnak. 2. Ağaç köklerindeki lifler. [DS] pa. [DS]
cırmaklamak, [cır (yans.) > cır-mak-la-mak] {ağızj cırrık, -ğı [cır (yans.) > cır®-ık] {ağız} is. Serçeden
gçl. fi. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Tırmalamak. 2. Kavrayıp biraz büyük, eti yenen bir kuş; boz bakal. [DS]
almak. [DS] cırt1, [cırd / cırt / cört (yans.)] is. Bir yerde tutulan,
cırmalama, [cırma-la-ma] is. Tırnakla yaralamak ey sıkıştırılan sıvı ve diğer akışkanların veya domates
lemi. vb. meyvelerin ezilmesiyle içindeki sıvıların dışa
cırm alam ak, [cır (yans.) > cır-ma-la-mak] gçl. [-r] rıya çıkmaları, fırlamaları, tepilmeleri sırasında
[-l(ı)-yor] Tırnakla yaralamak; tırmalamak, çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cırt, cırt-a-t-mak,
cırm alanmak, [cır (yans.) > cır-ma-la-n-mak] {ağız) cırt+at-an, cırt-da-mak, cırt-da-k, cırt-la-mak, cırt-
g çsz.f. [-ır] Yıpranmak. [DS] la-k, cırt-la-mbuk, cırt-la-muk, cırt-la-n, cırt-la-v-
cırman, [Moğ. cumran] {ağızj is. zool. İri bir sıçan uk, cırt-la-ma, cırt-tır-mak. S cırt atmak, {ağızj
türü; tarla sincabı. [DS] Fırlatmak. [DS]|| cırt cırt, {ağız} A z az. [DS]
cırmanmak, [cır (yans.) > cır-ma-n-mak] {ağızj gçsz. cırt-, [cırt (yans.)] is. Kâğıt, kumaş gibi şeylerin
fi [-ır] Tırmanmak. [DS] yırtılırken çıkardığı ses.
cırt3, [cırt (yans.)] is. Ansızın yırtılm a ve bu biçimde
cırm ık1, -ğı [cır (yans.) > cır-mık] is. Tırm alam a so
kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında çıkan
nucu deride kalan tırnak izi.. S cırmık atmak,
sesi anlatan kök. [Zülfikar] cırt-ık, cırt-mak, cırt-an,
{ağız} Tırmalamak. [DS]
cırt-la-muk, cırt-lak.
cırm ık2, -ğı [cır (yans.) > cır-mık] {ağız} is. Etin
cırt4, [cırt (yans.)] {ağızj is. 1. Soğuk vurmuş meyve.
cıvık ve yağlı kısmı. [DS]
2. Tanesi yeni olgunlaşm aya başlamış ekin. 3. K ü
cırm ık3, -ğı [Erme, çırmuk] {ağızj is. Evlere ve bah
mes hayvanları ve kuş gübresi. 4. Çocukların za
çelere su almak için avlu duvarına açılan delik. mansız yaptığı çiş. 5. sf. Yaramaz; arsız. 6. Şıma
[DS]
rık; hoppa; züppe. 7. zfi (Çıkış için) sert. 8. Pek az.
cırm ıklamak, [cır (yans.) > cır-mık-la-mak] {ağız} [DS] & cırt atmak, {ağızj Korkmak. [DS]|| cırt cırt,
g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS] {ağızj 1. Az. 2. Cıvık; gevşek. 3. H er işe karışan. 4.
cırm ılamak, [cır (yans.) > cır-ma-la-mak > cırmı-la- K üçük domates. [DS]|| cırt etmek, {ağızj "C ırt"
mak] {ağız} g çl.f. f r ] fl(ı)-y o r] Tırmalamak. [DS] sesi çıkarmak. [DS]|| cırt parmak, {ağız} Serçe
cırmıt, -dı [cır-mak (yırtmak) > cır-ım > cır-(ı)m-ıt] parmak. [DS]
{ağızj is. Parçacık. [DS] cırt5, [Yun. sirtis] {ağız} is. Kapı sürgüsü. [DS]
cırmıtmak, [cır-mak (yırtmak) > cır-ım > cır-(ı)m-ıt- cırta, [cırt-â / cırt+ağa?] (cırta:) {ağızj sf. 1. Geveze.
mak] {ağızj g ç l.f. f ı r ] Toprağı yüzeyden gelişigü 2. Düşkün. [DS]
zel sürmek. [DS] cırtabozan, [cırt-a+boz-an] {ağızj sf. Onurlu; kibirli.
cırmuk, -ğu [cır (yans.) > cır-muk] {ağızj is. Tırnak [DS]
izi. [DS] cırtacak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-acak] {ağız} zfi. Ca-
cırmuklamak, [cır (yans.) > cır-muk-la-mak] {ağızj yıradak. [DS]
g ç l.f. f r ] fl(ı)-y o r ] Tırmalamak. [DS] cırtalak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-alak] {ağız} sf. Şıma
cırnak, [cır (yans.) > cır-(ı)n-ak] is. 1. Yırtıcı hayvan rık; hoppa; züppe. [DS]
tırnağı; pençe. 2. {ağız} bot. Çoban çantası. [DS] 3. cırtan, [Yun. tzirtizo [Tietze] ? / cırt (yans.) > cırt-an]
{ağız} bot. Hindiba. [DS] 4. {ağız} Dolmakalem. {ağız} is. Küçük şelale. [DS]
[DS] 5. {ağız} Kalem ucu. [DS] 6. {ağızj Üzüm şırası cırtanalık, -ğı [cırtana-lık] {ağızj is. Tatsızlık. [DS]
konulan büyük teneke. [DS] 7. {ağızj Lades. [DS] 8. cırtatan, [cırt (yans.) + at-mak] {ağız} is. 1. Yenme
{ağız} sf. Az bir parça, birazcık. [DS] fi1 cırnak yen, portakal büyüklüğünde, güzel kokulu, kavun
çekmek, {ağızj Lades tutuşmak. [DS] cinsi bir meyve. 2. Tohumlarına basıldığında to
cırnaklama, [cımak-la-ma] is. Tırnakları ile yarala hum ve su fışkırtan bir bitki; acırga. 3. Küçük do
ma eylemi; tırmalama. mates. 4. Su fışkırtan oyuncak. [DS]
oiiiiiıi M t s o m u . 803 CIS
c ırtc ırt1, [cırt (yans.) + cırt] {ağız} is. Küçük dom a cırtlam b u k , -ğu [cırt-la-mak > cırt-la-mık > cırt-
tes. [DS] lambuk] (ağız} is. 1. Su fışkırtan çocuk oyuncağı. 2.
cırtc ırt2, [cırt (yans.) + cırt] {ağız} sf. 1. Cıvık; gev Çitlem bik meyvesi. 3. Hayvanların yaralarından çı
şek. 2. mecaz. Şımarık; hoppa. [DS] kan akıntı. [DS]
cırtdak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-(a)-dak] (ağız} zf. 1. cırtla m u k , -ğu [cırt-la-mak > cırt-la-muk] (ağızj sf.
(Yırtmak için) birdenbire; cırt sesi çıkartarak. 2. is. 1. Kendini beğenmiş. 2. is. Su tulumbası. [DS]
Yellenme. [DS] c ırtlan , [cırt (yans.) > cırt-lan] {ağızj is. Yenmeyen,
cırtd am ak , [cırt (yans.) > cırt-la-mak] {ağız} g ç l.f. [- portakal iriliğinde kokulu bir kavun. [DS]
r] fd (ı)-y o r] Kabak çekirdeği, ayçiçeği yemek; c ırtla n b u k , -ğu [cırt (yans.) > cırt-la-muk > cırt-
çitlemek. [DS] lanbuk] {ağızj is. -*■ cırtlambuk. [DS]
cırtd an ak , [cırt(d)-anak] {ağız} zf. (Yırtmak için) bir c ırtlatm a , [cırt-la-t-ma].w. Sebze ve meyveyi sıkarak
denbire; cırt sesi çıkartarak. [DS] veya ısırırken, suyunu fışkırtmak eylemi.
cırtı, [cırt-ı] {ağız} is. 1. Meşe ağacı yemişinin en c ırtla tm a k 1, [cırt (yans.) > cırt-la-t-mak] g ç l . f f ı r ]
küçüğü. 2. Serçeden biraz büyük, eti yenen boz Olgun sebze veya meyveyi elle sıkarak ya da ısıra
renkli bir kuş. [DS] rak yerken kabuğundan suyunu fışkırtmak; a r t
cırtıdak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-(a)-dak] {ağız} zf. tırmak.
Birdenbire. [DS] c ırtla tm a k 2, [cırt (yans.) > cırt-la-t-mak] {ağız} gçl. f.
f ı r ] Fırlatmak. [DS]
c ırtık 1, -ğı [cırt (yans.) > cırt-ık] {ağız} sf. 1. Şımarık;
hoppa; züppe. 2. is. B ir arı kovanının çıkardığı c ırtla v u k 1, -ğu [cırt (yans.) > cırt-la-muk > cırtla-
üçüncü oğul. [DS] vuk] (ağızj sf. Tez canlı. [DS]
cırtlav u k 2, -ğu [cırt (yans.) > cırt-la-muk > cırtla-
cırtık2, -ğı [cırt-mak (yırtmak) > cırt-ık] {ağız} sf.
vuk] (ağızj is. 1. Küçük domates. 2. Ağustos böce
Yırtık. [DS] B c ırtık m ırtık , {ağızj 1. (Yazı için)
ği. [DS]
kötü yazılmış. 2. Yırtık pırtık. [DS]
cırtlay ık , -ğı [cırt (yans.) > cırt-la-y-ık] is. 1. {OsTj
cırtıltı, [cırt (yans.) > cırt-ıl-tı] {ağız} is. Kuş sesi; cı
Ağustos böceği. 2. {ağız} Su fışkırtan oyuncak. [DS]
vıltı. [DS]
cırtlık , -ğı [cırt (yans.) > cırt-lık] {ağızj is. 1. A ğaç
cırtkan, [cırt (yans.) > cırt-kan] {ağız} is. Ocak çekir
kakan. 2. Meneviş. 3. Su fışkırtan oyuncak. 4. Sü
gesi. [DS]
pürge yapılan bir ot. 5. Süzme bal veya üzüm şıra
cırtladan, [cırt (yans.) > cırt-la-t-an] (ağızj is. Porta
sı. 6. sf. Küçük; cüce. [DS] S’ cırtlık kuş, {ağızj
kal kabuğu fırlatan, kamıştan yapılmış bir oyuncak.
Çalıkuşu. [DS]|| c ırtlık p a rm a k , {ağızj Küçük p a r
[DS]
mak. [DS]
cırtlak, -ğı [cırt (yans.) > cırt-la-k] sf. 1. (M eyve i-
c ırtm a k 1, [Moğ. cır-mak (yırtmak) > cır-t-mak]
çin) olgunlaşm ak ya da çok beklem ekten dolayı
{ağızj g ç l . f f a r ] Yırtmak. [DS]
yumuşamış, çatlamış. 2. {ağız} Kendini beğenmiş;
c ırtm a k 2, [cırt (yans.) > cırt-mak] {ağız} g çsz.f. [-ar]
şımarık. [DS] 3. (Ses için) kulağı rahatsız edecek
1. Yerli yersiz darılmak. 2. Kendi kendini övmek.
derecede ince ve tırmalayıcı. 4. {ağız} H er söze ka
[DS]
rışan. [DS] 5. is. {ağız} Sık sık pisleyen hayvan ya
a r ttır m a k , [cırt-tır-mak] {ağız} gçsz. f. f ı r ] 1. Püs
da çocuk. [DS] 6. is. {ağız} Biçimsiz, kuru ve ince
kürtmek. 2. Fırlatmak. [DS]
adam. [DS] 7. {ağız} Kötü cins erik. [DS] 8. {ağız}
cıs’, [cıs (yans.)] is. 1. Çocukların tehlikeli şeylerden
Olgunlaşmamış, ezik meyve. [DS] 9. {ağız} Küçük
ya da ateşten uzak durmalarını sağlamak için söy
domates. [DS] 10. {ağız} Su fışkırtan oyuncak. [DS]
lenen uyarı sözü. 2. {ağız} Sus! [DS] 3. is. Ateş. S
S c ırtla k otu, {ağız} Nohuda benzer fa k a t acı bir
cıs etm ek, {ağız} (Çocuk d.) yakmak. [DS]|| cıs ol
ot. [DS]
m ak , {ağız} Yanmak. [DS]
cırtlam a, [cırt-la-ma] is. 1. Cırtlak durum a gelme
cıs2, [cıs (yans.)] is. Kaynama sırasında çıkan sesi
eylemi. 2. {ağız} “C ırt” diye ses çıkarma. [DS]
anlatan kök. [Zülfıkar] cıs-la-mak.
cırtlam ak 1, [cırt (yans.) > cırt-la-mak] g ç sz.f. f r ] [-
cıs3, [cıs (yans.)] is. Yakma, kızartma ve pişirme
l(ı)-yor] 1. (Sebze ve meyve için) olgunlaşm ak ya sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cıs et
da çok beklem ekten dolayı yum uşak bir hâl almak
mek, cıs olmak, cıs-tır-ma yapmak.
veya çatlamak. 2. (Kâğıt, kumaş için) ses çıkararak
cıscıbıl, [cı(s)+cı/bıl] {ağız} pekşt. sf. 1. Tamamen
yırtılmak. 3. {ağız} (Kuş ve kümes hayvanlan için)
çıplak. 2. Yoksul. [DS] 0 cıscıbıl olm ak, {ağızj
pislemek. [DS] 4. {ağız} Fışkırmak. [DS] 5. {ağız}
Soyunmak. [DS]
Düşünmeden konuşmak. [DS] 6. {ağız} (At için)
cıscıbıldak, -ğı [cı(s)c^ ıl-d ak ] {ağız} pekşt. sf. -*■
dörtnala kaçmak. [DS]
cıscıbıl. [DS]
cırtlam ak 2, [cırt (yans.) > cırt-la-mak] {ağız} gçsz. f .
cıscıbır, [cı(s)+cı/bır] {ağız} pekşt. s f 1. Tamamen
f r ] fl(ı)-y o r ] Sürekli konuşmak; böcek gibi cır cır
çıplak. 2. Çok yoksul; hiçbir şeysiz. [DS]
etmek. [DS]
CIS n u r c u . *
cıscıblak, -ğı [cı(s)cı/blak] (ağız} pekşt, sf. -*■ cıscıbıl. (ağızj [DS] (Silahın namlusundan çıkan kurşun için)
[DS] havada ses çıkararak gitmek.
cıscıvık, -ğı [cı(s)+cı/vık] (ağız} pekşt. sf. Çok cıvık; cıv4, [cıv (yans.)] is. Mızıkçılık etmeyi anlatan kök.
çok sulu. [DS] [Zülfıkar] cıv-ız, cıv-ız-lık, cıv-ız-mak, cıv-ız-la-mak.
cısdır, [cırs (yans.) > cıs-dır] (ağız} is. Yakma, kızart cıv5, [cıv / cıy /cuv (yans.)] is. Sıvı maddelerin sulu,
m a ve pişirm e sırasında çıkan sesi anlatan yansım a çalkantılı ve cıvık oluşlarını anlatan kök. [Zülfıkar]
lı gövde. [DS] S cısdır yapmak, (ağızj Yufkanın cıv-ak, cıv-ık, cıv-ık-lı, cıv-ık-la-mak, cıv-ı-mak,
bir tarafına yağ sürerek sacda ısıtmak. [DS] cıv-ı-t-mak, cıv-ı-ra-k.
cısdırma, [cıs-dır-ma] (ağızj is. Sacda ısıtılmış yağlı cıv6, [cıv] (ağız} is. 1. Ok atmakta kullanılan ince düz
yufka. [DS] S1 cısdırma yapmak, Yufka ekmeğin değnek. 2. Kendir sapı. [DS]
bir tarafına ya ğ sürerek sacda ısıtmak, (ağızj [DS] cıva1, [cıv (yans.) > cıv-a] (ağız} sf. Atılgan; gözü
cısgal, [cıs-ga-1] (ağızj is. Kıvılcım. [DS] pek. [DS] S cıva gibi, Çok hareketli ve ele avuca
cıskımak, [cızık-mak > cıskı-mak] (ağızj gçsz. f. [-r] sığmaz.
Caymak; vazgeçmek. [DS] cıva2, [Far. civa] {OsT} is. kim. Atom sayısı 80, kütle
cıslamak, [cıs-la-mak] (ağızj gçsz. fi [-r][-l(ı)-yor] 1. si 200.59, normal şartlarda sıvı halde bulunan me
Kaynamak. 2. Heyecanlanmak. [DS] tal parlaklığında bir element; sembolü: Hg.
cıslı, [cıs-lı ?] (ağız} s f Hastalıklı. [DS] cıvadan, [cıv (yans.) > cıv-adan] {ağız} zfi Çok ça
cışak, -ğı [? cışak] (ağızj is. Gelin tacı. [DS] buk. [DS]
cışgıhk, -ğı [cış-mak > cış-gı-lık ?] (ağızj is. M ızıkçı cıvadra, [İt. givadiera] is. dnz. Yelkenli gemilerin
lık. [DS] baş taraflarında belirli bir eğimle ileriye doğru uza
cışkı, [cış-mak > cış-kı] (ağızj is. Oyunbozan; mızık tılan seren.
çı. [DS] cıvak, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ak] {ağızj sf. 1. Sulu;
cışkınmak, [cışkın-mak] (ağızj gçsz. fi. [-ır] Oyunda cıvık. 2. is. Leblebi. 3. Şeytan tırnağı. [DS]
mızıkçılık etmek. [DS] cıvalama, [cıva-la-ma] is. kim. Organik bir moleküle
cışmak, [? cış-mak] (ağızj gçsz. fi [-ar] Vazgeçmek; cıva atomu taşıyan bir grubun eklenmesini sağla
dönmek. [DS] yan tepkime.
cıştak, -ğı [cış-mak > cış-(ı)t-ak] (ağız} sf. Arsız; cıvalı, [cıva-lı] sf. 1. İçinde cıva bulunan; cıva ile
utanmaz. [DS] çalışan. 2. Etkili maddesi cıva ya da cıvalı bileşik
cıt1, [cıd / cıt (yans.)] is. Oyunbozanlık etmeyi, o- ler olan. S cıvalı zar, Oyunda hile yapm ak için
yunda kavga çıkarmayı, mızıkçılık etmeyi anlatan yüzlerden birinin tabanına cıva konulmuş zar.
kök. [Zülfıkar] cıt cıt. civar, [cıv-ar] {ağızjis. Tarlalara su dağıtan bekçi.
cıt2, [cıt / cıt (yans.)] is. Bir şeyi ikiye ayırma, bölme, [DS]
kırma, çarpm a çırasında çıkan sesi anlatan kök. cıvarna, [İt. ciavarina] is. dnz. 1. Durgun havalarda
[Zülfıkar] cıt-la-k, cıt-ır. ara sıra esen rüzgârın etkisi ile su yüzeyinde oluşan
cıtcıt, [cıt+cıt] (ağızj sf. 1. Elinden hiçbir iş gelm edi habbecikler. 2. (ağızj Hortum. [DS] 3. {ağız} Kar fır
ği hâlde gösteriş yapan. 2. Titiz ve sinirli. [DS] tınası. [DS] 4. {ağızj Rüzgârla karışık yağmur. [DS]
çıtlamak, [cıt-la-mak] (ağızj gçsz. fi [-r] [-l(ı)-yor] cıvata, [İt. giaveta] is. İki veya daha fazla parçayı
(Kuş için) pislemek. [DS] birbirine birleştirmekte kullanılan bir vida ve so
m undan m eydana gelmiş mekanik bağlam a elema
çıtır, [cıt (yans.) > cıt-ır] (ağızj sf. Ufak. [DS]
nı.
cıtlak, -ğı [cıt (yans.) > cıt-la-k] (ağızj is. 1. Kapı
cıvatalama, [cıvata-la-ma] is. Cıvata ile bağlamak
mandalı. 2. Tüfek kapsülü. [DS]
eylemi.
çıtlamak, [cıt (yans.) > cıt-la-mak] (ağızj gçsz. f i [-r]
cıvatalamak, [cıvata-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
[-l(ı)-yor] (Kuş için) pislemek. [DS]
Cıvata ile tutturmak, bağlamak. 2. Cıvatanın somu
cıv1, [cıv (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde konuş nunu sıkarak yerine takmak,
ma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfıkar] cıv
cıvazlık, -ğı [cıv-az-lık] (ağızj is. Hile. [DS]
cıv, cıv-ıl cıv-ıl, cıv cık, cıv-ıl-da-ş-mak, cıv-ı-la-t-
mak, cıv-ıl-tı, cıv-ıl-dır-a-k. cıvcık, -ğı [cıv (yans.) > cıv+cık] (ağızj is. 1. Afyo
nun kurutulmuş sapı. 2. Serçe. 3. sf. Geveze; dedi
cıv2, [cıv (yans.)] is. Gereksiz, anlamsız, boş lafların
koducu. [DS]
söylenişini anlatan kök. [Zülfıkar] cıv cık, cıv-ı-k
ağızlı. civciv, [cıv (yans.) > cıv+cıv] (ağızj is. İnce sesli
adam. [DS] S civciv olmak, (ağız) Kırılıp parça
cıv3, [cıv (yans)] is. Hızla uçma, uçuşma, kaçma ve
parça olmak. [DS]
fırlama hareketlerini anlatan kök. [Zülfıkar] cıv cıv,
cıv-mak, cıv-dır-mak, cıv-gın, cıv-gır-t-mak, cıv-la- civcivli, [cıv (yans.) > cıv+cıv-lı] {ağızj sf. 1. (Hava
mak, cıv-ır-mak, cıv-(v)a-dak. S cıv cıv çıvlamak, için) karlı ve fırtınalı. 2. (Ortam için) çok hareketli.
[DS]
0 W W E M .8 0 5 c ıv
çıvdırmak, [cıv (yans.) > cıv-dır-mak] {ağız} gçl. fi [- hareketli ve neşeli olarak. 3. Neşeti; canlı. 4. H a
ır] 1. Güzel ok atmak. 2. gçsz. fi. (Su için) fışkır reketli ve kalabalık.
mak. 3. Delirmek. 4. Sevinçten delirecek gibi ol cıvılam ak, [cıv (yans.) > cıv-ı-la-mak] /ağızj gçsz. fi
mak. [DS] [-r] [-l(ı)-yor] Havada ıslık sesi çıkararak geçmek.
cıvga, [eT. çıvğa-çı > cıvga] {ağızj sf. 1. Dik ve sivri. [DS]
2. İnce uzun ağaç. 3. Sığır boynuzu. 4. Uzun boylu cıvılatmak, [cıv (yans.) > cıv-ı-la-t-mak] {ağızj g ç l.f.
ve sıska kimse. [DS] [-ır] 1. Kuş gibi bağırmak. 2. Gaz çıkarmak; yel
çıvgın1, [cıv (yans.) > cıv-gın] {ağız} is. Ağaçların lenmek. [DS]
verdiği genç ve taze filizler; sürgün. [DS] cıvıldam a, [cıv (yans.) > cıv-ıl-da-ma] is. Cıvıl cıvıl
çıvgın2, [cıv (yans.) > cıv-gın] {ağızj sf. 1. Delice ötme eylemi.
hareketler yapan. 2. Delirmiş; çıldırmış. 3. is. Rüz cıvıldamak, [cıv (yans.) > cıv-ıl-da-mak] gçsz. fi [-r]
gârla karışık yağmur. 4. Çalıkuşu. [DS] [-d(ı)-yor] (Kuş, civciv vb. için) öterek cıvıl cıvıl
cıvgırtmak, [cıv (yans.) > cıv-gır-t-mak] {ağız} gçsz. sesler çıkarmak,
fi [-ır] Sağa sola koşturmak. [DS] cıvıldaşma, [cıv (yans.) > cıv-ıl-da-ş-ma] is. K arşı
cıvgışmak, [cıv (yans.) > cıv-gı-ş-mak] {ağızj dönşl. lıklı ya da bir arada cıvıl cıvıl ötüşme eylemi,
fi [-ır] Kaşınmak. [DS] cıvıldaşmak, [cıv (yans.) > cıv-ıl-da-ş-mak] işteş, fi.
cıvı, [cıv-ı] {ağızj is. Saç kıvrımı. [DS] [-ır] (Kuş, civciv vb. için) karşılıklı ya da bir arada
cıvık, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ı-k] sf. 1. Çok miktarda cıvıl cıvıl ötüşerek sesler çıkarmak,
sıvı karışarak akışkanlığı, bulaşkanlığı artmış du cıvıldı, [cıv (yans.) > cıv-ıl-dı y r \ {OsTj is. Fısıltı.
rumda olan. 2. (Kişi için) soğuk şakalar yapan; can cıvıldırık, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ıl-dır-ık] {ağızj is.
sıkıcı sözler söyleyen; yılışık; geveze. 3. {ağız} Serçe. [DS]
Verdiği sözü tutmayan. [DS] 4. {ağız} Sır saklaya- cıvıllatmak, [cıv (vans.) > cıv-ıl-la-t-mak] {ağızj
mayan. [DS] 5. {ağızj is. Bataklık; çamur. [DS] S gçsz. f i [-ır] Cıvıldamak. [Gemalmaz]
cıvık ağızlı, {ağız} Sır saklamayan. [DS]|| cıvık cı cıvıltı, [cıv (yans.) > cıv-ıl-tı] is. 1. Kuşların, civciv
vık, 1. Hoş olmayacak biçimde, soğuk ve can sıkıcı lerin ötüşürken çıkardığı ses. 2. İnce seslerden olu
olarak. 2. {ağızj Parça parça. [DS]|| cıvık mantar şan gürültü.
lar, bot. Bakterilerle ortak yaşayan ilkel ve hayva
cıvıma, [cıv (yans.) > cıv-ı-ma] is. Cıvık veya yum u
nımsı yapıda, jelatin görünüm ünde olan mantarlar.
şak hâle gelmek eylemi,
cıvıklamak, [cıvık-la-mak] {ağızj gçsz. fi [-r] [l(ı)~
cıvımak, [cıv (yans.) > cıv-ı-mak] g çsz.f. [-r] 1. Yu
yor] İshal olmak. [DS]
muşak hâle gelmek; cıvık olmak; sulanmak. 2. me
cıvıklanma, [cıv (yans.) > cıvık-la-n-ma] is. Cıvık caz. Yakışık almayacak bir duruma gelmek; çığı
duruma gelir gibi olm ak eylemi, rından çıkmak. 3. Şımarıklık yapmak; laubalileş
cıvıklanmak, [cıv (yans.) > cıvık-la-n-mak] dönşl. fi. mek. 4. {ağızj Verdiği sözü tutmamak. [DS]
[-ır] Cıvık duruma gelir gibi olmak, cıvımak, [cıv (yans.) > cıv-mak / cıv-ı-mak] gçsz. fi
cıvıklaşma, [cıv (yans.) > cıvık-la-ş-ma] is. Cıvık bir [-r] 1. /ağızj Atlamak. [DS] 2. Şaha kalkmak.
durum almak eylemi, cıvınm ak1, [cıv-ın-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] 1. Ye
cıvıklaşmak, [cıv (yans.) > cıvık-la-ş-mak] dönşl. fi rinmek; üzülmek. 2. Gücenmek. 3. Dövüne dövüne
[-ır] 1. Cıvık duruma gelmek. 2. Hoşa gitmeyen bir ağlamak. 4. Bir kimseye kişiliği ile ilgili beğenisini
durum almak. 3. Çığırından çıkmak, bildirmek. 5. gçl. fi Ağırlamak. [DS]
cıvıklaştırma, [cıv (yans.) > cıvık-la-ş-tır-ma] is. Cı cıvınmak2, [cıv-ın-mak] {ağızj dönşl. fi [-ır] Salın
vık duruma getirme, cakta sallanmak. [DS]
cıvıklaştırmak, [cıv (yans.) > cıvık-la-ş-tır-mak] gçl. cıvır, [? cıvır] {ağızj is. Kadm. [DS]
fi [-ır] Bir şeyin katılığını azaltmak için biraz daha cıvırak, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ı-rak] {ağızj sf. A z cı
su veya başka sıvı ekleyerek akışkanlığını ve bula- vık; cıvıkça. [DS]
şıklığım arttırmak, cıvırmak, [cıv (yans.) > cıv-ır-mak] {ağız} gçsz. fi [-
cıvıklık, -ğı [cıv (yans.) > cıvık-lık] is. 1. Cıvık olma ır] Koşmak. [DS]
hali. 2. Cıvık olan şeyin taşıdığı nitelik. 3. mecaz. cıvıtılma, [cıv-ı-t-ıl-ma] is. Cıvık duruma getirilme
Sataşma ve sululuk, eylemi.
cıvıkmak, [cıv (yans.) > cıv-ı-k-mak] {ağızj gçsz. fi. cıvıtılmak, [cıvıt-mak > cıv-ı-t-ıl-ma] edil. fi. [-ır]
[-ır] Sululuk etmek. [DS] Cıvık duruma getirilmek,
cıvıl, [cıv (yans.) > cıv-ıl] is. 1. Kuş sesi gibi cıvıltı cıvıtma, [cıv-ı-t-ma] is. Cıvık duruma getirme eyle
ları, hareketliliği, kaynaşm ayı anlatan yansımalı mi.
gövde. 2. is. Kuşların ötüşürken çıkardığı ses. S cıvıtm ak, [cıv (yans.) > cıv-ı-t-mak] gçl. fi. [-ır] 1.
cıvıl cıvıl, 1. (Kuş için) cıvıltı ile ötüşerek. 2. Canlı, Cıvık duruma getirmek. 2. (İş, durum vb. için) ya
CIV ö iü M iü m r o m o ıı.s o f
kışık almayacak hâle sokmak. 3. gçsz. f. Ciddiyet Konuşurken şaşırmak; sapıtmak. 2. Gideceği yolu
ten uzak bir durum kazanmak. 4. {ağızl İşi uzatarak kaybetmek. 3. İşten bıkkınlık göstererek bırakmaya
usanç vermek. [DS] 5. (ağızj Caymak; dönmek. çalışmak; işi uzatmak; savsaklamak. [DS]
[DS] cıy 1, [cay / cıy / ciy (yans.)] is. Yırtılma, tırnakla yırt
cıvız, [cıv (yans.) > cıv-ız] {cığızj sf. 1. Oyunda hile ma, koparma eylemlerini anlatan kök. [Zülfıkar] cıy-
yapan. 2. Bozguncu; iş bozan. 3. Sözünde durm a ır-t-ı, cıy-nak-la-mak
yan; sözünün eri olmayan. [DS] cıy2, [cıv / cıy /cuv (yans.)] is. Sıvı maddelerin sulu,
«vızlam ak, [cıv (yans.) > cıv-ız-la-mak] {ağızj g sz .f. çalkantılı ve cıvık oluşlarını anlatan kök. [Zülfıkar]
f r ] fl(ı)-y o r] 1. Sık sık hataya düşmek. 2. Oyun cıy-ık, cıy-ık-la-ma.
bozanlık yapmak. 3. Oyunda mızıkçılık yapmak. cıyJ, [cıy (yans.)] is. Cıvıltı, ötüş, bu biçimde konuş
[DS] ma, çığlık atma, bağırma anlatan kök. [Zülfıkar] cıy
cıvızlık, -ğı [cıv (yans.) > cıv-ız-lık] {ağızj is. 1. Hi ak cıy-ak, cıy-ır-gan, cıy-ak-la-mak, cıy-ıl-da-mak,
lecilik. 2. Mızıkçılık. 3. Arabozuculuk. 4. Cimrilik. cıy-ır-gan, cıy-(y)a-k.
[DS]
cıyak, [cıy (yans.) cıy-ak] is. 1. İnce, tiz, cırlak ve
cıvızmak, [cıv (yans.) > cıv-ız-mak] {ağızj g ç sz .f. f
yüksek biçimde bağırma sesi. 2. {ağızj is. Baykuş.
ır] Oyunda mızıkçılık yapmak. [DS]
[DS] S cıyak cıyak, (Bağırmak için) durmadan
cıvkırtmak, [cıv (yans.) > cıv-kır-t-mak] {ağızj gçl. f. ince, tiz, cırlak ve yüksek bir şekilde.
f ı r ] Hayvanı peklikten kurtarmak. [DS]
cıyaklama, [cıyak-la-ma] is. Cıyak cıyak ses çıkar
cıvkmak, [cıv (yans.) > cıv-k-mak] {ağızj gçsz. f. f
m ak eylemi.
ır] Sıçrayıp kaymak. [DS]
cıyaklamak, [cıyak-la-mak] gçsz. f. f r ] fl(ı)-y o r]
cıvlak, -ğı [cıv (yans.) > cıv-la-k] {ağızj is. 1. Uzun
Durmadan ince, tiz, cırlak, acı ve yüksek bir şekil
ve düzgün gövdeli ağaç. 2. sf. İnce ve kuru. 3. Tüy
de bağırmak.
leri dökülmüş; soyulmuş. [DS]
cıyaklatma, [cıyak-la-t-ma] is. Cıyak cıyak ses çı
çıvlam ak1, [cıv (yans.) > cıv-la-mak] {ağızj g çsz.f. f
kartm ak eylemi,
r] fl(ı)-y o r ] 1. Fırlayıp çıkmak. 2. (Hava içinden
cıyaklatmak, [cıyak-la-t-mak] gçl. f. f ı r ] Durmadan
geçen cisim için) ses çıkarmak. 3. (Ağaç için) sür
ince, tiz, cırlak, acı ve yüksek bir şekilde bağırt
gün vermek; filizlenmek. 4. Uzamak. 5. Kayna
mak.
mak. [DS]
cıydak, -ğı [cıy (yans.) > cıy-dak] {ağızj sf. (Çocuk
çıvlamak2, [cav-la-mak > cıv-la-mak] {ağızj gçsz. f.
için) çok ağlayan. [DS]
f r ] f(ı)-y o r ] 1. Yontmak; parçalamak. 2. Kabu
ğunu soymak. 3. Tüyünü dökmek; kavlamak. [DS] cıydan, [cıy-(ı)d-an] {ağızj is: Derin olmayan dere.
[DS]
cıvlan, [cıv (yans.) > cıv-la-n] {ağızjsf. Sulu. [DS]
cıyıklam a, [cıy (yans.) > cıy-ık-la-ma] {ağız} is. Yu
cıvlatm ak1, [cav-la-mak > cıv-la-t-mak] {ağızj gçl. f.
murta, kıyma, biber, bal ve tereyağı ile yapılan bir
f ı r ] 1. Soymak; yüzmek. 2. Acı acı bağırtmak. 3.
yemek. [DS]
Fırlatmak. 4. Havada sallayarak ses çıkartmak. [DS]
cıyıklamak, [cıy-ık-la-mak] {ağızj gçl. f. f r ] fl ( ı ) -
cıvlatmak2, [cıv (yans.) > cıv-la-t-mak] {ağızj gçl. f.
yor] Toplamak. [DS]
f ı r ] 1. Acı acı bağırtmak. 2. Fırlatmak. 3. Havada
sallayarak ses çıkartmak. [DS] cıyıldam ak, [cıy (yans.) > cıy-ıl-da-mak / cıvılda
mak] {ağızj gçsz. f. f r ] fd (ı)-y o r] Gürültü yap
çıvmak, [cıv (yans.) > cıv-mak] {ağızj gçsz. f. f a r ]
mak. [DS]
1. Sıçramak; fırlamak. 2. (Atılan mermi için) he
deften şaşmak. 3. (Yıldız için) kaymak. 4. Boy at cıyındırık, -ğı [çiğ (pişmemiş) çiğ-in-dirik / cıy-ın-
mak: 5. Delirmek. 6. Oyunda mızıkçılık etmek. dırık] {ağızj is. Yağsız ve sinirli et. [DS]
[DS] cıymtı, [cıy-ıntı] {ağızj is. Toplantı. [DS]
cıvralamak, [cıv (yans.) > cıv-ra-la-mak] {ağızj gçsz. cıyıpmak, [cıy (yans.) > cıy-ıp-mak] {ağız} gçsz. f. [-
f [-r] fl(ı)-y o r] Acele etmek. [DS] ar] Kaymak. [DS]
cıvramak, [cıv (yans.) > cıv-ra-mak] {ağız} gçsz. f. f cıyır, [cıy (yans.) > cıy-ır] is. 1. Dişler arasında e-
r] fr (ı)-y o r ] 1. Çamur olmak. 2. (Sığır için) tüyle zilen taş, kum cinsi maddenin çıkardığı ses. 2. Yır
rini dökmek. [DS] tılan kâğıt ya da bezin çıkardığı ses.
cıvsıtmak, [cıv (yans.) > cıv-sı-t-mak] {ağızj gçl. f. [- cıyırdak, -ğı [cıy (yans.) > cıy-ır-da-k] {ağız} is.
ır] Delirmek. [DS] Ayakkabının yürürken ses çıkarması için yerleştiri
cıvvadak, -ğı [cıv (yans.) > cıv(v)-adak] /ağızj zf. len ikinci kat astar. [DS]
(Geçip gitmek için) çok hızlı olarak. [DS] cıyırdama, [cıy (yans.) > cıyır-da-ma] is. “Cıyır!”
cıvzıklamak, [cıv (yans.) > cıv-(ı)z-ık-la-mak] {ağız} diye ses çıkarmak eylemi,
g çsz.f. f r ] fl(ı)-y o r ] Acele etmek. [DS] cıyırdam ak, [cıy (yans.) > cıyır-da-mak] g çsz.f. f r ]
«vzıtm ak, [cıv (yans.) > cıv-(ı)z-ıt-mak] {ağız} 1. fd (ı)-y o r] (Dişler arasındaki taş veya yırtılan kâ
ar«ni«S02Mii.807 c ız
ğıt, bez cinsi m addeler için) “Cıyır!” diye ses çı cız8, [cız (yans.)] {ağızj is. Yanık. [DS]
karmak. cızak, -ğı [cız (yans.) > cız-ak] {ağızj sf. 1. Mızıkçı;
cıyırdatma, [cıy (yans.) > cıyır-da-t-ma] is. Cıyırtı oyunbozan. 2. is. A t kılından yapılmış bir tür kuş
çıkarmasına sebep olmak eylemi, tuzağı; ökse. 3. Rendeye benzer bir marangoz aygı
cıyırdatmak, [cıy (yans.) > cıyır-da-t-mak] gçl. fi [- tı. 4. Tahterevalli. [DS]
ır] Cıyırdamasına sebep olm ak . cızalamak, [cız (yans.) > cız-ala-mak] {ağızj g ç l.f. [-
cıyırdık, -ğı [cıy-ır-dık ?] {ağızj is. Tomurcuk. [DS] r] fl(ı)-y o r ] 1. Çizmek; karalamak. 2. Ekmeğe çok
cıyırtı, [cıy (yans.) > cıy-ır-tı] is. Bez, kâğıt cinsi az yağ sürmek. [DS]
şeyler yırtılırken ya da dişler arasında kalan kum cızbız, [cız + biz (yans.)] is. 1. Izgarada kendi yağı
tanelerinin ezilirken çıkardığı ses. ile pişirilen köfte. 2. {ağızj Tavanın dibinde kalan
cıymalamak, [cıy (yans.) > cıy-ma-la-mak] {ağızj yağ bulaşığına konan yemek. [DS] 3. {ağızj Arasına
g çl.f. f r ] fl(ı)y o r ] Tırmalamak. [DS] peynir ve maydanoz konularak pişirilen pide. [DS]
cızcız1, [cız (yans.) + cız] {ağızj is. 1. Haşhaş yağı ile
cıynak, -ğı [cıy (yans.) > cıy-(ı)n-ak jb->-] {ağızj is.
yağlanmış ekmek. 2. İri undan yapılmış sac ekm e
1. Yırtıcı kuş tırnağı; pençe. {OsTj (aym) 2. Ceviz
ği. [DS]
içi. 3. Çuval, bez vb. üzerine yapılan bir tür motif.
cızcız", [cız (yans.) + cız] {ağızj is. 1. Ağustos böce
4. Bitki köklerinin ince saçakları. 5. Ispanak. [DS]
ği. 2. Yerli yersiz ağlayan çocuk. [DS]
cıynaklamak, [cıynak-la-mak] {ağızj gçl. f. f r ] f
cızdak, [cız (yans.) > cız-dak] {ağızj is. 1. Koyun
l(ı)-yor] Tırmalamak. [DS]
kuyruğu eritilip yağı alındıktan sonra geri kalan
cıynaz, [cıy-(ı)-n-az] {ağızj sf. 1. (Çocuk için) dur
kıkırdaklar. 2. Zayıf, çelimsiz kimse. [DS]
madan ağlayan. 2. (Kişi için) çok ince; kuru. [DS]
cızdam, [cız (yans.) > cız-da-m] is. argo. Kaçma;
cıyrık, -ğı [eT. cığrık / cıy (yans.) > cıy-(ı)r-ık] /ağızj
savuşma. S1 cızdam ı çekmek, Kaçmak; savuşmak.
is. Pamuktan tohumları ayıran makine; çırçır. [DS]
cızdatmak, [cız (yans.) > cız-la-t-mak] {ağızj gçl. fi
cıyyak, -ğı [cıy (yans.) > cıyy-ak] {ağızj is. Tavuk ve
f ı r ] (Yemeğe konulan soğan için) sertliği kaybo-
■kuşların tehlike anında çıkardığı ses. [DS]
luncaya kadar yağda kavurmak. [DS]
cıyyaklamak, [cıy (yans.) > cıyy-ak-la-mak] {ağızj
cızdır, [cız (yans.) > cız-dır] {ağızj is. Sacda, tavada
gçsz. f. f r ] fl(ı)-y o r ] (Tavuk ve kuşlar için) ba
pişirilen ekmek veya börek. [DS]
ğırmak. [DS]
cızdırıverm ek, [cız-dır-mak + ver-mek] {ağızj gçl, b.
cız1, [caz / cız / coz (yans.)] is. 1. Ateşte yakma, kı
f i f i r ] 1. Baştan savmak. 2. Oyunda yenmek. [DS]
zartma sırasında çıkan sesi anlatan kök. [Zülfıkar]
cızdırma, [cız-dır-ma] {ağızj is. 1. Sacda veya tavada
cız-la-mak, cız biz, cız-la-mak cız-ır-tı, cız-ır cızır.
yapılan ekmek veya börek. 2. Tarlanın iyi sürül
2. Yanan bir şeyi ateşte söndürme sırasında çıkan
memiş durumu. [DS]
sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cız etmek, cız-la-mak.
a zd ırm a k 1, [cız (yans.) > cız-dır-mak] {ağızj gçl. f
cız2, [cız (yans.)] is. 1. Kızgın yağ içine sulu bir şey
f ı r ] (Yağ için) tavada, tencerede kızdırmak. [DS]
atılınca çıkan ses. 2. Ateşe su dökülünce ani buhar
cızdırmakJ, [cız (yans.) > cız-dır-mak] {ağızj gçl. fi
laşmanın çıkardığı ses. 3. Çocuk dilinde ateş veya
f ı r ] Oyunda karşı tarafa mızıkçılık ettirmek. [DS]
sıcak, yakıcı olan şey; cıs. fi1 cız etmek, Yanmış
gibi şiddetli ve ince bir acı ile irkilmek. azd ırm ak 2, [cız (yans.) > cız-dır-mak] {ağızj gçl. f.
f ı r ] 1. Çizdirmek. 2. Vücudun bir yerinden kan
cız3, [cız (yans.)] is. M ızıkçılık etmeyi anlatan kök.
aldırmak. [DS]
[Zülfıkar] cız-ık-mak, cız-ık-tır-mak.
cızga, [cılga / cız-ga] {ağızj is. Keçi yolu. [DS]
cız4, [cız (yans.)] is. Püskürmeyi anlatan kök. [Zülfi
kar] cız-gır-t-mak. cızgai, [cız (yans.) > cız-ga-1 ?] {ağızj is. Kıvılcım.
[DS]
cız5, [cız (yans.)] is. Yırtma ve yırtarak çizme sıra
cızgı, [cız (yans.) > cız-gı] {ağızj is. Çizgi. [DS]
sında çıkan sesi anlatan ek. cız-ır-da-k, cız-ır-t-dak,
cız-ır-t-da-n-ak, cız-mak-la-mak. fi1 cız çekmek, cızgm, [cız (yans.) > cız-gm] {ağızj sf. Sözünde dur
{ağızj Sabanla tarlanın etrafını bir kere dolanmak. mayan; dönek. [DS]
[DS] cızgırmak, [cız (yans.) > cız-gır-mak] {ağızj gçsz. fi
cız6, [cız / ciz (yans.)] is. Yazı yazma, çizme vb. sı f ı r ] 1. Uğuldamak. 2. Bağırmak. 3. (At için) kiş
rasında çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] cız-mak, nemek. [DS]
cız-ık, cız-ık-tır-mak, cız-z-ık. cızgırtmak, [cız (yans.) > cız-gır-t-mak] {ağızj gçl. f.
cız7, [cız / coz (yans.)] is. Ötme, bağırma, sızlanma, f ı r ] Su püskürtmek. [DS]
ağlama ve dönme belirten kök. cız bebek, cız-gır- cızı, [cız (yans.) > cız-mak > cız-ı / cız-gı] {ağızj is.
mak, cız-ıl-da-mak, cız-ır-ık, cız-la-n, cız sineği. S 1. Çizgi. 2. Tohum ekerken saban ya da pulluk ile
cız sineği, zool. B ir çeşit büvelek.|| cız tutmak, toprakta açılan iz; çizi. 3. Tarladaki su yolu. [DS]
{ağızj Büvelek tutmak. [DS] fi1 cızı çekmek, {ağızj Çizgi çekmek. [DS]|| cızı ka-
c ız Ö Iy M IÜ R S Ö M .::o e
rığı, {ağız} Karıkların en uzunu. [DS]|| cızıya gel acımak. [DS] S cızıldayıp durmak, {ağız} Hiç
m ek, Sağız} Doğru yolu bulmak. [DS] susmadan ağlamak. [DS]
cızık1, -ğı [cız (yans.) > cız-ık] is. Ötme, bağırma, cızıldu, [cız (yans.) > cız-ıl-du jJJy r] {OsT} is. Cı
sızlanma, ağlama ve dönme belirten yansımalı göv
zıldama sesi; cızırtı,
de. cızık cızık bağırmak, Can acısıyla ince bir
cızılm ak, [eT. çız-mak > cız-ıl-mak] {ağız} edil, fi f
sesle bağırmak.
ır] Çizilmek; yırtılmak. [DS]
cızık2, -ğı [cız (yans.) > eT çız-mak / çiz-mek > çiz
cızıltı, [cız (yans.) > cız-ıl-tı] is. 1. Cızıldama sesi. 2.
ik > çizik] {ağız} is. 1. Çizgi. 2. İz. 3. Sıyrık. [DS] ö
Cızıl cızıl çıkan sesler. 3. Radyo, televizyon ve te
cızıktan çıkmak, {ağız} Yoldan çıkmak; doğru yo l
lefon gibi aygıtlarda sesin anlaşılmasını engelleyen
dan sapmak. [DS]
cızırdama sesleri. 4. {ağız} Gürültü. [DS] 5. {ağız}
cızıkJ, -ğı [cız-ık] {ağız} is. İç; can. [DS] S cızığı bı- Kimsenin bilmediği olayla ilgili olarak verilen çok
zıkm ak, {ağız} Canı sıkılmak; canı yanmak. [DS]|| kısa bilgi. [DS]
cızık tutmak, {ağız} Tutunmak; bağlanmak. [DS] cızıltılı, [cız (yans.) > cız-ıl-tı-lı] sf. 1. Cızıl cızıl sesi
cızık4, -ğı [cız (yans.) > cız-ık] {ağız} sf. Mızıkçı; o- çıkan. 2. Cızıltısı olan,
yunbozan. [DS] cızır, [cız (yans.) > cız-ır] is. Kâğıt veya cam gibi
cızıklamak, [cız (yans.) > cız-ık-la-mak] {ağız} gçsz. m addeler üzerine katı bir cisim sürtmekle sürekli
fi f r ] [-l(ı)-yor] 1. Acele etmek. 2. Zor karşısında olarak çıkan “cız” sesi, fi1 cızır cızır, Cızırtılı ses
oraya buraya koşturmak. [DS] ler çıkararak.
cızıklatmak, [cız (yans.) > cızık-la-t-mak] {ağız} cızıradan, [cız (yans.) > cız-ır-adan] {ağız} zf. (Ko
g ç sz .f. f ı r ] 1. Buruşturmak; büzmek. 2. Çizgi hâ nuşma için) hızlı ve tiz sesle. [DS]
line koymak. [DS] cızırdak1, -ğı [cız (yarn.) > cız-ır-dak] {ağız} is. 1.
cızıkm ak1, [cız (yans.) > cız-ık-mak] {ağız} g ç sz.f. [- Koyun kuyruğu eritildikten sonra kalan kıkırdaklı
ır] Son hızla koşmak. [DS] kısım. 2. Yerli yersiz ağlayan. [DS]
cızıkmak', [cız-ık-mak] {ağız} g ç sz .f. f ı r ] Kızmak. cızırdak2, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-dak] {ağız} zf. 1.
[DS] (Yırtılmak için) birdenbire. 2. (Gaz çıkarmak için)
cızıkmak3, [cız (yans.) > cız-ık-mak] {ağız} gçsz. fi f birden. [DS]
ır] 1. Dönmek; caymak. 2. Mızımak. 3. Yoldan cızırdak3, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-dak] {ağız} is.
çıkmak. [DS] Topaç. [DS]
cızıktırma, [çiz-ik-tir-me > çızıktırma] is. Çizgi çek cızırdama, [cız (yans.) > cız-ır-da-ma] is. 1. Cızır
me veya acele yazı yazmak eylemi. cızır etme; cızırdam ak eylemi. 2. {ağız} Tavada ya
pılan börek. [DS]
cızıktırm ak1, [eT. çız-mak > çiz-ik-tir-mek > çızık-
cızırdamak, [cız (yans.) > cız-ır-da-mak] g çsz.f. f r ]
tırmak] gçl. fi f ı r ] 1. Çizgi çekmek. 2. Acele bir
fd (ı)-y o r] 1. Sürekli bir “cız” sesi çıkarmak; cızırtı
şeyler yazmak; baştan savma yazmak. 3. {ağız} Ka
yapmak. 2. mecaz. Acele ve karmakarışık, anlaşıl
ralamak. [DS] 4. {ağız} Çifti iyi sürememek. [DS]
maz sesler çıkarmak. 3. {ağız} Ağlamaya başlamak;
cızıktırmak', [cız (yans.) > cız-ık-tır-mak] {ağız} gçl.
ağlamak. [DS] 4. {ağız} (Kızdırılan yağ için) cızır
fi. f ı r ] 1. Kaçırmak. 2. Oyunda karşı tarafı m ızıkçı
dama sesi çıkarmaya başlamak. [DS]
lık yapacak duruma düşürmek. [DS]
cızırtdak, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-t-da-k] {ağız} zfi. 1.
cızılamak, [cız (yans.) > cız-ı-la-mak] {ağız} gçsz. fi (Yırtılma için) birdenbire ince bir sesle. 2. (Yanma
f r ] [l(ı)-yor] (Kızdırılan yağ için) ses çıkarmak. için) birdenbire. 3. (Gaz çıkarmak için) birdenbire.
[DS] [DS]
cızıldak, -ğı [cız (yans.) > cız-ıl-da-k] {ağız} sf. Yağ cızırdatm a, [cız (yans.) > cız-ır-da-t-ma] is. Cızırtılı
da ya da sacda pişirilen cıvık hamurdan yapılma sesler çıkarmasını sağlamak eylemi.
yağlı ya da yağsız ekmek. [DS] cızırdatm ak1, [cız (yans.) > cız-ır-da-t-mak] g ç l.f. f
cızıldama, [cız (yans.) > cız-ıl-da-ma] is. 1. Cızıltılı ır] 1. Cızırtı halinde ses çıkarmasına sebep olmak.
sesler çıkarmak eylemi. 2. Ne dediği anlaşılma 2. {ağız} İnce sesle hafiften yellenmek. [DS]
m akla beraber sürekli ve bıktırıcı istekte bulunm ak cızırdatm ak2, [cız (yans.) > cız-ır-da-t-mak] {ağız}
eylemi. g ç l . f f ı r ] (Yazı için) çabuk ve güzel yazmak. [DS]
cızıldamak, [cız (yans.) > cız-ıl-da-mak] gçsz. fi. f r ] cızırık, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-ık] {ağız} sf. Yerli
fd (ı)-y o r] 1. Cızıl cızıl sesler çıkarmak. 2. Ne de yersiz ağlayan. [DS]
diği anlaşılmamakla birlikte sürekli, bıktırıcı ve cızırtdak, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-t-dak] {ağız} zf. 1.
m ızmız bir ses çıkarmak. 3. {ağız} Yerli yersiz ağ (Yırtılmak için) ince bir sesle ve birden. 2. (Yan
lamak. [DS] 4. {ağız} (Kızdırılan yağ için) ses çı m ak için) birden. [DS]
karmak. [DS] 5. {ağız} (Yemek için) pişme sırasında cızırtdanak, -ğı [cız (yans.) > cız-ır-t-da-n-ak] {ağız}
suyunu çekerken ses çıkarmak. [DS] 6. {ağız} Yanıp zfi. -*■ cızırtdak. [DS]
w
cibab, [Ar. cibab v ’W ] (ciba:b) {OsT} is. Cüppeler, ir] 1. Yersiz davranışlarda bulunmak; şımarmak. 2.
Kendini beğenmek. 3. Huysuzlanmak. 4. Yiğitlik
cibah, [Ar. cebhe (yüz, alın) > cibâh ol~r] (ciba:h) taslamak. 5. g ç l.f. Sevmek. [DS]
'OsT} is. 1. Cepheler. 2. Alınlar, cibeltmek, [cib (yans.) > cib-el-t-mek] {ağız} gçl. f f
cibal, -li [Ar. cebel > cibâl JL>-] (ciba.i) {OsTj is. ir] Şımartmak; yüz vermek. [DS]
Dağlar. S cibâl-i mübâhe, {OsT,1 Kimsenin mülki ciberik, -ği [cib (yans.) > cib-er-ik] {ağız} sf. 1. (Yer
yetinde olmayan dağlar.|| cibâl-i şâhika, {OsTj için) sulu; batak. 2. (Yara için) sulanmış; sulu. [DS]
Yüksek dağlar. ciberm ek, [cib (yans.) > cib-er-mek] {ağız} gçsz. f. f
ir] (Yara için) sulanmak. [DS]
cibali, [Ar. cibâlî J W ] (cibadi:) {OsT} sf. Dağlık,
cibertlemek, [cib6 > cib-er-t-le-mek] {ağız} gçl. fi f
cibar, [Ar. cibâra (kırık tedavisi) °jL^-] {ağız} is. Bel r]fl(i)-y o r] Yeni baştan incelemeye almak; tekrar
ağrısı, kırık çıkık gibi durumlarda sargı amacıyla karıştırmak. [DS]
kullanılan iç yağı, kara sakız vb. ile yapılan bir ka cibi, [cib (yans.) > cib-i] {ağız} is. Civciv. [DS] S
rışım. [DS] cibi cibi, /ağızj K eçi çağırma ünlemi. [DS]
cebavet, [Ar. cibâvet / cibâyet o j U ] (ciba.vet) cibicik, -ği [cib (yans.) > cib-i-cik] {ağızj is. Alkış; el
{OsT} is. -*■ cibayet. çırpma. 0 cibicik çalmak, {ağızj Alkışlamak; el
çırpmak. [DS]
cibayat, [Ar. cibâyet > cibâyât o L U ] (ciba.ya.t)
cibik, -ği [cib (yans.) > cib-ik] {ağız} is. 1. Köşe. 2.
{OsT} is. 1. Tahsiller. 2. Devlet gelirini toplamalar. sf. Her işe burnunu sokan. [DS]
3. V akıf kiralarını toplamalar,
cibil1, [cib (yans.) > cib-il] is. Sulanma, ıslanma, su
cibayet, [Ar. cibâvet / cibâyet c^.Ur] (ciba.yet) {OsT} yu sıçratarak ses çıkarma anlatan yansımalı gövde.
is. 1. Tahsil etme; toplama. 2. Devlet gelirini top fi1 cibil cibil, {ağızj (Yara için) sulanmış; akıntılı.
lama; vergi tahsil etme. 3. V akıf kirası toplama, fi1 [DS]|| cibil cibil yunmak, {ağız} B ol su ile yıkan
cibayet etmek, Tahsil etmek, toplamak. mak. [DS]
cibban, [cib (yans.) > cib(b)-an] {ağız} is. Alkış. S cibil2, [cib (yans.) > cib-il] {ağız} is. Sulu çamur. [DS]
cibban çalmak, {ağız} Alkışlamak; el çırpmak. [DS] cibil3, [cib (yans.) > cib-il] {ağız} is. Küçük bir yaban
cibbelek, [cib (yans.) > cib(b)-e-lek] {ağızj is. Alkış. ördeği. [DS]
fi1 cibbelek çalmak, {ağızj El çırpmak; alkışlamak. cibildek, -ği [cib (yans.) > cib-il-de-k] {ağız} is. 1. Su
[DS] birikintisi. 2. Sulu çamur. [DS]
cibcitmek, [cib-tir-mek ?] {ağızj gçl. f. f e r ] Bir şeyi cibildemek, [cib (yans.) > cib-il-de-mek] {ağız} gçsz.
kökünden kesmek. [DS] fi. fir ] fd (i)-y o r] 1. (Kaplumbağa, kurbağa gibi su
cibcük, -ğü [cib (yans.) > cib-cük] {ağızj is. Alkış. S hayvanları için) suda yüzerken ses çıkarmak. [DS]
cibcük çalmak, {ağız} E l çırpmak; alkışlamak. [DS] cibilemek, [cib (yans.) > cib-i-le-mek] {ağız} gçsz. fi
cibdirmek, [cib (yans.) > cib-dir-mek] {ağız} g çl.f. f f r ] [-l(i)-yor] 1. Yüzmek. 2. İstek duymak. 3.
ir] Bir vuruşta kesmek. [DS] Acele etmek. 4. (Kuş ve tavuklar için) yumurtadan
cibe, [Moğ. cebe] {eT} is. Cebe; zırh; silah. [Nevâyî] yavru çıkarmak. [DS]
cibeçi, [Moğ. cebe > cibe-çi] {eT} is. Cebeci; silah cibilger, [çılbır / cibilger] {eT} is. Gem; oyan. [Nevâ
yapımcısı. [Nevâyî] yî]
cibek, -ği [cib (yans.) > cib-ek] {ağız} is. M ısır püs cibilik, -ği [cib (yans.) > cib-i-lik] {ağız} is. Kuş. [DS]
külü. [DS] cibillet, [Ar. cibillet c J ^ ] {OsT} is. Yaradılış; huy;
cibelek, -ği [cib (yans.) > cib-ele-k / civ-ele-k] '{ağız}
doğuştan getirilen davranışlar,
sf. 1. Geveze. 2. Çok neşeli ve kıpır kıpır. 3. So
cibilletsiz, [cibillet-siz] sf. sövgü. Soysuz; sütü bo
kulgan; sıcak kanlı. [DS]
zuk.
cibelemek, [cib (yans.) > cib-ele-mek] {ağız} g ç l.f. f
r] fl(i)-y o r ] 1. Sevmek. 2. gçsz. f. Hırçınlaşmak. cibillî, [Ar. cibillî <J^r] (cibiili:) sf. Yaratılıştan, do
[DS] ğuştan olan; fıtrî,
cibelenmek, [cib (yans.) > cib-ele-n-mek] {ağızj cibilli, [cib (yans.) > cib-il-li] {ağızj is. Taneleri tam
gçsz. f. [-ir] 1. Şımarmak; yersiz davranışlarda bu gelişmemiş üzüm salkımı. [DS]
lunmak. 2. Nazlanmak; cilvelenmek. [DS] cibillik1, -ği [cib (yans.) > cib-il-lik] /ağızj is. 1.
cibelgeç, [cib (yans.) > cib-el-geç] {ağız} sf. Terbiye Karanlık ve pis yer. 2. Arıların bol bulunduğu yer.
siz; şımarık. [DS] 3. Bataklık ve pınar başı gibi yerlerde biten ot ve
cibelik, -ği [cib6 > cib-e-lik] {ağız} zf. Temelli; büs yosun türü şeyler. [DS]
bütün. [DS] cibillik2, -ği [cib (yans.) > cib-il-lik] {ağız} is. Kuş.
cibelmek, [cib (yans.) > cib-el-mek] {ağız} g ç sz .f. f [DS]
Ğ lffiltlU M f B i İİIİ.811 c ic
cibilliyet, [Ar. cibillet > cibilliyet / OsTj is. cibtirmek, [cib (yans.) > cib-tir-mek] {ağızj gçl. f [-
ir] Bir vuruşta kesmek. [DS]
Yaradılış; huy. S1 cibilliyeti bozuk, Yaratılıştan,
doğuştan kötü olan; soysuz. cibtürmek, [cib (yans.) > cib-tür-mek] {ağızj gçl. f .
f ü r ] Bir vuruşta kesmek. [DS]
cibilliyetsiz, [cibilliyet-siz] sf. sövgü. Kötü yaradılış
lı; soyu bozuk olan; soysuz, cicamık, [cica-mık ?] {ağızj is. Ardıç ağacı ve m ey
vesi. [DS]
cibilliyetsizlik, -ği [cibilliyet-siz-lik] is. 1. Kötü ya
radılışlı olma durumu. 2. Cibilliyetsiz bir kimseye cicaz, [? cicaz] {ağızj is. Şeytan. [DS]
has davranış; soysuzluk, cice, [ci-ce / cici] {ağızj is. 1. Abla. 2. Büyükanne. 3.
cibimek, [cib (yans.) > cib-i-mek] {ağız} gçsz. f. f r ] Hala. 4. Teyze. 5. Görümce. [DS]
Suda yumuşamak. [DS] cicecik, -ği [ci-ce-cik ?] {ağızj sf. 1. Yaramaz. 2.
Kaşıntıdan yerinde duramayan. [DS]
cibin1, [eT. çıbın (sivrisinek) > cib-in j ^ ] (OsTj {çı
cicer, [? cicer] {ağızj is. Küçük tulum. [DS]
ğız} is. Sivrisinek, karasinek, tatarcık gibi rahatsız cicgar, [Güre, cişkari (çit kapısı)] {ağızj is. Buzağıla
edici uçucu böcekler. [DS] rı kapatmak için ahırın bir köşesine yapılmış yer;
cibin2, [cib (yans.) > cib-in] {ağızj is. 1. Çamurlu top buzağılık. [DS]
rak. 2. Killi toprak. [DS]
cici, [ci (yans.) + ci ^ ^ r ] is. 1. {OsTj Süs. 2. Çocuk
cibindirik, -ği [eT. çıbın (sivrisinek) > cibin-dirik]
{ağız} is. 1. Cibinlik. 2. Üzüm posası. [DS] lara hoş gösterilmek istenen şeyler için söylenen
söz. 3. Çocuklar için alınmış yeni elbise veya a-
cibinlik, -ği [eT. çıbın (sivrisinek) > cibin-lik] is. 1.
yakkabı vb. şeyler. 4. sf. {ağızj çoc. d. Çocuğun
Sinek ve sivrisinek gibi zararlı böceklerden korun
hoşuna giden; güzel; hoş; sevimli. [DS] 5. {ağız}
mak amacıyla yatağın üstüne kurulan tülden ya
Çeşitli bölgelerde yenge, hala, teyze ve amca yeri
pılma bir tür çadır. 2. Sivrisineği bol bataklık yer.
ne kullanılır. [DS] 6. {ağızj Sünnet edilen çocuğu
cibir1, [cib (yans.) > cib-ir] is. Sulanma, ıslanma ve
tutan erkek. [DS] 7. /ağızj Karısının veya yakınla
suyu sıçratarak bir şey yapm a anlamı veren yansı
rından birinin kötü yola sapmasına göz yuman er
malı gövde. S cibir cibir, {ağız} (Yara için) ilti
kek. [DS] S cici ana, /ağızj 1. Yenge. 2. Üvey anne.
haplı; sulu. [DS] [DS]|| cici anne, Çocukların üvey anne, büyük an
cibir2, [? cibir] {ağızj is. Üç dizi zincirden yapılmış ne, yaşlı yakın akraba kadınları için kullandıkları
gerdanlık. [DS] isim.|| cici bici, 1. Süs, göz alıcı inci boncuk. 2.
cibirdemek’, [cib (yans.) > cib-ir-de-mek] {ağızj Karmakarışık. 3. {eATj Allı pullu. || cici el, Çocuklar
gçsz. f. f r ] fd (i)-y o r] (Göz için) pırıl pırıl parla için sağ el.|| cici mama, Toy delikanlının düşüp
mak. [DS] kalktığı kadm .|| cici nene, {ağızj Arabulucu kadm.
cibirdemek2, [cib (yans.) > cib-ir-de-mek] g ç sz.f. [- [DS]
r] fd (i)-y o r] Acı acı ötmek. [Türkmen DS] cicicik, [ci (yans.) > ci+ci-cik] {ağızj sf. Çok az; azı
cibirdeşmek, [cib (yans.) > cib-ir-de-ş-mek] işteş, f. cık. [DS]
f i r ] Dertleşmek. [Türkmen DS] cicidan, [ci (yans.) > ci-ci-dan] {ağızj is. Bülbül. [DS]
cibirdi, [cib (yans.) > cib-ir-(t)i] is. Kuş cıvıltısı. ciciğe, [ci+ci-ge] {ağızj is. Tarla kuşu. [DS]
[Türkmen DS] cicik1, -ği [Yun. tsitsi (meme) / ci (yans.) > ci-cik]
cibiş, [cib (yans.) > cib-iş] /ağızj ünl. Keçi çağırma {ağızj is. Meme; meme ucu. [DS]
veya kovalama ünlemi. cibiş cibiş, {ağızj Keçi cicik2, -ği [ci (yans.) > ci-cik] {ağız} is. 1. Taze soğan
çağırma ünlemi.[DS\ yaprağı; cücük. 2. sf. Küçük; cılız. 3. Tüysüz. [DS]
cibre, [Yun. tsipura] is. I. Suyu alınmak üzere sıkıl S cicik bıyık, {ağızj Zor beğenir; müşkülpesent,
mış meyve posası. 2. Çürük, ezik meyve. S cibresi [DS]|| cicik boğaz, {ağızj Her yem eği beğenmeyen.
çıkmak, {ağızj Sıkışmak; ezilmek. [DS] [DS]
Cibril, [Ar. cibrîl Jajst] (cibri:l) {OsTj is. Dört bü cicik3, -ği [Az. çeçiy (süs) / ci (yans.) > ci-cik] {ağızj
is. 1. Süs. 2. Bakır kapların saplarını tutturmak için
yük melekten A llah’ın emirlerini vahiy yoluyla
takılan çivi. 3. Oyuncak. [DS] fi1 ciciği gevşemek,
peygamberlere getirmekle görevli olanı; Cebrail;
{cığızj 1. Aşırı ilgi göstermek; ağzı sulanmak; iştahı
Cebre’il
kabarmak. 2. Gönlii yumuşamak. [DS]
cibs, [Ar. cibs o~^r] {OsTj sf. 1. (Kişi için) alçak; ha cicikli, [ci-cik-li] {ağızj sf. Karışık renkli. [DS] S
yırsız; duygusuz. 2. is. Kireç, cicikli su, {ağızj Pis, çamurlu su. [DS]
cibt, [Ar. cibt c~^-] {OsTj is. 1. Arapların İslamlık ciciko, [cici + Slav, ko (küçültme eki)] is. Yakın dost;
sevgili.
öncesi putlarından birinin adı. 2. isi, A llah’ın ha
ram kıldığı kâhin, büyücü gibi inanılmaması gere cicili, [cici-li] sf. Üzerinde cicisi olan; süslü. S cicili
ken kişi. bicili, Süslü, inci boncuk takmış olarak.
c ic Ö I İ M M t S O M . s ı;
cicilm ek, [cic-il-mek] {ağızj gçsz. f. [-ir] 1. Sürtünme meyen. 4. Eğlendirmek amacı gütmeden öğretici
ve sıcak dolayısıyla yara olmak. 2. (Açık yara için) olan. 5. Gerçek. 6. Önemli. 7. Sıkı. 8. Tehlikeli. 9.
yayılmak; genişlemek. [DS] zf. Ağırbaşlı olarak. 10. Şaka yapmadan. 11. Önem
cicim 1, [cici-m (iyelik eki)] ünl. 1. “Güzelim, sevgi vererek, ö ciddi ciddi, Ciddi olarak; şakaya gel
lim " anlamında sevgi hitabı. 2. Alay yollu söylenen meksizin.^ ciddiye alm ak , 1 . Önem vermek. 2 .
seslenme sözü. 3. is. Naz; yapmacık kibarlık; gös Gerçekliğine inanmak.
teriş. ö cicim ayı, Evliliğin ilk zamanları; balayı. ciddileşm e, [ciddi-le-ş-me] (ciddv.leşme) is. Ciddi
cicim 2, [Far. câcim] {OsTj is. Ensiz ve parça parça bir durum almak eylemi,
dokunmuş küçük kilimlerin birbirine eklenmesi ile ciddileşm ek, [ciddi-le-ş-mek] (ciddileşm ek) dönüşl.
meydana getirilmiş örtü. S cicim tü lü , {ağız} Yün f. [-ir] 1. Ciddi bir görünüm kazanmak. 2. Kaygı
den yapılan dolap örtüsü. [DS] verici kötü bir hâl almak,
cicoz, [Çing. çiçoz (kedi)] is. 1. Cam ya da toprak ciddilik, -ği [ciddi-lik] (ciddi:lik) is 1. O laylar karşı
bilye. 2. Bu bilyelerle oynanan bir çocuk oyunu. 3. sında ağırbaşlı, düşünceli davranma. 2. Önemi do
Yüzük oyunu. 4. Uç taş oyunu. 5. argo. Yok; hiç layısıyla tehlike arz eden. 3. Gülmezlik; asık surat
yok. S cicozu çekm ek, argo. Yok olmak; savuş lılık. 4. Laubali olmamak; ciddiyet,
mak. ciddiyat, [Ar. ciddiyyât o l i > ] (ciddiya:t) {OsT} is.
cicozlam a, [cicoz-la-ma] is. argo. 1. Bitme, tükenme G erçek olarak çalışılacak işler,
eylemi. 2. argo. Kaçma, savuşmak eylemi,
ciddiyet, [Ar. ciddiyyet c-j.j^-] {OsT}is. 1. Olaylar
cicozlam ak, [cicoz-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor]
argo. 1. Bitmek, tükenmek, kalmamak. 2. argo. karşısında ağırbaşlı, düşünceli davranma. 2. Önemi
Kaçmak, uzaklaşmak, sıvışmak; yok olmak; tüy dolayısıyla tehlike arz eden. 3. Gülmezlik, asık su
mek. ratlılık. 4. Laubali olmamak; ciddilik. S ciddiyeti
ni ta k ın m a k , Şakayı ve laubaliliği bırakarak ciddi
c id 1, [cid] {ağız} is. Tavuk gübresi. [DS]
bir davranış sergilemek.
cid2, [Ar. cıd ->~r] (ci:d) {OsTj is. Boyun.
ciddiyetle, [ciddiyet-le] zf. Ciddi olarak; ciddi bir
cid3, -ddi [Ar. cidd Jt»-] {OsT} is. 1. Ağırbaşlılık; cid şekilde.
dîlik. 2. Em ek sarf etme; çaba; gayret; uğraşma. S cidirli, [cidir-li] {ağızj s f Açıkgöz. [DS]
cidd ile, {OsTj Gayretle. cid irm ek , [cid (yans.) > cid-ir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir]
cida, [eT. çıda] {ağız} is. Kargı; mızrak. [DS] Bir şeyin suyunu çıkarmak. [DS]
cidagu, [? cidagu] /ağızj sf. 1. Yaramaz. 2. Hırçın. cidos, [? cidos j -j j -s-] {OsTj is. Umacı.
[DS] cif, [İng. cost (/iyo^-insurance (sigorta) - freight (nav
cidal, -li [Ar. cedel (tartışma) > cidal Jl-^r] (cida:l) lun) (taşıma ve sigorta fiy a ta dahildir) > c.i.f] kı
{OsTj is. 1. Kavga; tartışma. 2. Mücadele; savaş, fi1 salt. is. tie. Alıcı ile satıcı arasmda yapılan, bir ma
cidâl-cû, {OsTj Kavgacı; mücadeleci,J| cidâl-cü- lın asıl fiyatına teslim edilecek ülkeye kadar olan
yâne, {OsT} 1. Kavgacılara yakışır tarzda. 2. K av taşıma, sigorta ve diğer zararları karşılayıcı her tür
ga çıkarmak istercesine.|| cidal etm ek, {OsT} K av lü masrafı ekleme anlaşması.
g a etmek, mücadele etmek.\\ cidâl-gâh, {OsT} K av cifar, [Ar. cefr > cifar _,U»-] (cifa:r) {OsT} is. Geniş
g a yeri.|| cidâl-i hay ât, {OsT} H ayat mücadelesi; kuyular.
yaşam kavgası.| cidâl-i nıâişet, {OsT} Geçim derdi;
cife, [Ar. cife <ir] {OsT} is. 1. Leş. 2. mecaz. İğrenç
geçim kavgası.
cidalci, [cidal-ci] is. Savaşçı; kavgacı, şey. 3. {ağız} Bozulmuş; bayatlamış. [DS] 4. {ağızj
Kirli; pis. [DS] 5. {ağızj İnsan dışkısı. [DS] 6. {ağız}
cid ar, [Ar. cidar jİJ^-] (cida:r) {OsTj is. 1. İç duvar; mecaz. (Kişi için) düşük; kötü. [DS] S cîfe-gâh,
kenar. 2. biy. Zar; çeper. B cid âr-ı h ad îk a, {OsTj {OsTj 1. Leşle dolu olan yer. 2. mecaz. D ünya.||
B ahçe duvarı. c îfe-h 'ö r, {OsT} Leş yiyen.
cid av 1, [Moğ. cidüü] {ağızj is. 1. At ve eşeklerde gö cifi, [? cifi] {ağız} sf. 1. Yiğit. 2. Çalışkan; becerikli.
rülen derin yara; çıban. 2. sf. Ezik; çürük. 3. Kav [DS]
gacı. 4. mecaz. Kötü kadın. [DS] cifr, [Ar. cifr / cefr >=-] {OsTj is. 1. Oğlak, kuzu. 2.
cidav , [Moğ. cidüü] {ağızj is. İnsan ve hayvanlarda,
Bir takım h arf veya şekillerle gaipten haber verdiği
kürek kemiğinin üstü; omuz başı. [DS]
sanılan bilgi; fal.
cidden, [Ar. cidd > cidden fj^-] (ci'dden) {OsT} zf. cifre, [İt. cifra (imza) / Ar. şifr (sıfır)] is. 1. Şifre. 2.
Ciddi olarak; gerçek olarak, {ağızj M ürekkep kalemin sapı; divit. [DS] S cifre
ciddi, [Ar. cidd > ciddî s - ^ ] (ciddi:) {OsT} sf. 1. A- kalem i, {ağız} M adenî uçlu yazı kalemi. [DS]
ğırbaşlı. 2. Şaka olmayan; şakaya gelmez. 3. Gül cifrî, [Ar. cifrî / cefrî Lsy^r] (c if i:) {OsT} is. Falcı.
m w . 8 1 3 C İĞ
cifriyat, [Ar. cifriyât / cefriyât oU jiş-] (cifriya:t) c iğ ’, [cig / ciğ (yans.)] is. Parıldamayı anlatan kök.
jOsT} is. Cifr ile ilgili olan şeyler, [Zülfikar] ciğ-il ciğil.
ciğa, [Far. ciğa] {ağızj is. 1. Yanağa dökülen saç. 2.
cift, [Far. cuft / cift c~iş-] (eATj is. 1. Bir çift öküz. 2.
Tuğ. 3. Türlü renklere boyanmış tavuk tüyü. 4.
Birbiri ile evli eşlerden her biri. S cift olmak, Tüysüz kuş yavrusu. [DS]
jeAT} Evlenmek.\\ cift sürmek, {eATj- Ç iftsiinnek.
ciğer, [Far. ciğer _£>-] is. 1. anat. Kamın sağ üst kıs
çiftlendirmek, [cift-le-n-dir-mek] (eATj g ç l.f. [-iir]
Evlendirmek. mına yerleşmiş bulunan, kan depolanması, mikrop
cig1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / lardan süzülmesi, safra salgılanması, şeker ve şeker
ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde türleri ile yağ ve proteinlerin metabolizmaya katıl
bağırma ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar] ması, A, D ve B vitaminlerinin depolanması gibi
cig cig, cig+cig-e. pek çok hayatî fonksiyonları yürüten, ortalama bir
cig2, [cig / ciğ (yans.)] is. Parıldamayı anlatan kök. buçuk kilogram ağırlığında iç organ; karaciğer. 2.
[Zülfıkar] cig-il-cigil. anat. 'Göğüs boşluğunda bulunan ve göğüs boşluğu
cigara, [İt. cigarra] is. Sigara. S cigara gizdiği, aracılığıyla korunan, esnek ve süngerimsi bir yapı
{ağızj Sigara izmariti. [DS] da, nefes alıp verme sırasında alveollerdeki alyu
cigaret, [ciğer + et > cigâret] lağızj is. Diyarbakır ve varlar aracılığıyla kanda metabolizma sonucu olu
Siirt dolaylarında ilkbaharda kırlara çıkılarak ciğer şan karbondioksiti alarak, havada serbest olarak
ve et yemek suretiyle kutlanan bir tür bahar bayra bulunan oksijeni alyuvarlara aktarma görevini ye
mı. [DS] rine getiren bir iç organ; akciğer. 3. Akciğer ile ka
cigaz, [cig-az] {ağızj sf. Zavallı; zararsız. [DS] raciğerin ortak adı. 4. Kasaplıkta akciğer ve karaci
cigcige, [cig (yans.) > cig+cig-e] {ağızj is. Tarla ğer ile yürek ve böbreklerden meydana gelmiş bu
kuşu; toygar. [DS] lunan yemeklik takım. 5. İç; bağır; göğüs. 6. İnsa
nın herhangi bir iç organı. 7. mecaz. Kalp; yürek. 8.
ciğer, [Far. ciğer J^r] {OsTj is. 1. Ciğer; bağır. 2.
mecaz. Sevgili. 9. Cesaret; yiğitlik; kahramanlık.
Keder; sıkıntı. 3. Bağırma; avaz. 4. {eATj Cesaret; 10. Üzüntü; iç sıkıntısı. 11. {ağızj Yakın akraba.
yürek, fi1 ciger-âşâm, jOsTj Acı veren. |] ciger-cûş, [DS] 12. {ağızj Çalışkan kadm. [DS] B ciğer acısı,
,'OsTj Yüreği coşturan.|| ciger-dâr, ,'OsTj Ciğerli; Evladın ölümü ile duyulan büyük iizüntii.\\ ciğer
yürekli; cesur.\\ ciger-der, {OsTj Ciğer paralayan; ağızdan gelmek, {ağızj Öğürmek; kusmak. [DS] ||
ciğer yırtan; ciğer söken. \\ ciger-düz, {OsTj Ciğeri ciğer beni, {ağızj Yüzde ve boyunda olan kırmızı et
delip geçen.|| ciger-fürûş, {OsTj Ciğer satan; ci
beni. [DS]|| ciğer canlı, {ağız} Akrabasına düşkiin
ğerci,|| ciger-gâh, {OsTj Ciğerin bulunduğu y e r.||
olan. [DS]|] ciğer dağlamak, Büyük bir acı ve sı
ciger-gâh olmak, {OsTj N e yapacağını bilememek;
kıntılı duruma sebep olmak.\\ ciğer deldi, {ağızj -*■
şaşırmak.\\ ciger-gûşe, {OsTj 1. Çok sevilen kimse.
ciğerdeldi. [DS]|| ciğer delmek, Çok dokunaklı ol-
2. Evlat. || ciger-güdâz, {OsTj Ciğer yakan; acı ve-
mak. || ciğere geçmek, Çok dokunmak; çok acı ver-
ren.\\ ciger-hâr, {OsTj (Kişi için) kederli.; sıkıntılı,||
mek.\\ ciğere işlemek, Acısını çok fa zla duymak;
ciger-hâre, {OsTj 1. Çok eziyet çekmiş kimse. 2.
canı çok yanmak. || ciğer evi, {ağızj Kalp. [DS]|| ci
Acımasız; merhametsiz; gaddar. 3. Büyücü. || ciger-
ğer hun olmak, Çok acı ve üziintii duymak; yürek
hây, {OsTj Acı veren.|| ciger-hun, {OsTj Ciğeri
parçalanmak.\\ ciğeri ağzına gelmek, 1. Çok kork
kanlı; çok acıklı,|| ciger-pâre, {OsTj Ciğer parçası;
mak. 2. Sarsıntı geçirmekti ciğeri beş para etm e
evta.|| ciger-süz, {OsTj Bağır yakan; acıklı.\\ ciger-
mek, İnsanlık değerlerinden yoksun olmak.|| ciğeri
rend, {OsTj A cıklı.|| ciger-tâb, {OsT} Acı veren;
dağlı, Çok üzücü bir acıya uğramış.|| ciğerimin
acısı olan.|| ciger-teşne, {OsTj 1. Susamış ciğer. 2.
mecaz. Çok özleyen. köşesi, Sevilen kişi için sevgi hitabı,\\ ciğerine iş
lemek, Çok etkilenmek.II ciğerini dağlamak, B iri
cigi, [cigl / yi / yigi] (cigi;) {eT} is. (Dikiş için) sağ
ne büyük acı ve üzüntü çektirmek.\\ ciğerini del
lam. [DLT]
mek, Birini büyük bir üzüntüye sokm ak.|| ciğerini
cigil, [cig (yans.) > cig-il] is. Parıldamayı anlatan
doğramak, Acındırmak.\\ ciğerinin başına işle
yansımalı gövde. S1 cigil cigil, {ağız} P ırıl pırıl.
[DS] mek, Çok acı vermek; dokımmak.\\ ciğerini oku
ciğ , [cağ / cah /cak / cığ / cık / cırk / ciğ / ciy mak, Birinin planlarını tahmin etmek; düşüncele
(yans.)] is. Çakıl, kum, küçük metal eşya, kurumuş rini bilmek.\\ ciğerini sökmek, Çok büyük işkence
ot, ağaç vb. nesnelerin çarpması, sürtünmesi veya etmek; eziyet çektirmek.\\ ciğeri parça parça ol
vurması hâlinde çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar] mak, Çok acınmak.\\ ciğeri sızlamak, Büyük bir
ciğ-ir-de-mek, ciğ-ir ciğir. acı duymak. || ciğeri yanmak, Büyük bir üziintii
ciğ% [cağ / cav /cığ / ciğ / coğ / cok / cuk (yans.)] is. duymak.\\ ciğer kebap olmak, Çok yanılm ak ya
Su sesini, suyun çağlayıp akmasını, sıvıların kay kılmak,|| ciğerleri bayram etmek, 1. Sigara içmek.
namasını anlatan kök. [Zülfikar] ciğ-il-ti. 2. Temiz havada gezmek. |j ciğer otları, bot. Yap
CİĞ ÖIÜMIKSÛMİ.81
raklı kara yosunlarından bir bitki sınıfı. || ciğer otu, f f r [~d(i)~yor] (Yiyecekteki çok küçük taş için)
bot. Diiğün çiçeğigillerden, Avrupa ve Batı Asya dişe dokununca ezilme veya sürtünme sesi çıkar
kırlarında yetişen, alacalı ve sert tüylü yaprakları mak; cıyırdamak. [DS]
bulunan, çiçekleri olgunlaşınca kırmızıdan mora çiğit, -di [? çiğit / cüğüt] (ağızj is. 1. Çekirge. 2. Çe
dönen, iştah artırıcı ve göğüs yum uşatıcı olarak kirdek. 3. Kesilmiş söğüt dalı. [DS]
halk hekimliğinde kullanılan çok yıllık otsu bir bit ciğitlik, -ği [ciğit-lilc] (ağızjis. Fidanlık. [DS]
ki, (Pulmonaria officinalis), \\ ciğer pare, Çok sevi
cihad, [Ar. cehd > cihâd iljsr] (ciha;d) (OsTj is. -*■
len; evlat. || ciğer sızlamak, Çok fa z la acı duymak;
cihat1, ö cih âd -ı asgar, K üçük savaş; din uğruna
iiziilmek.\\ ciğer sökmek, Acım asız davranmak.\\
ciğer yakm ak, Çok acı vermek.|| ciğer yanm ak, yapılan silahlı savaş.|| cihâd-ı ekber, En büyük
savaş; Allah 'ın emirlerini yerine getirebilm ek için
Çok acı duymak.
kişinin kendi nefsi ve benliği ile yaptığı mücadele.
ciğerci, [ciğer-ci] is. 1. Kasaplık hayvanların ciğer ve
ona bağlı iç organlarını satan kişi ya da bunların cihadi, [Ar. cihâd > cihâdı l P 1- ^ ] (ci.ha. di:) (OsTj sf.
satıldığı dükkân. 2. Ciğerden yapılma yemekleri 1. Savaş işleri ile ilgili; cihada ait. 2. huk. İslam da
satan kimse ya da bu yemeklerin yenildiği aşçı vası uğruna dünyadaki İslam düzenini egemen kıl
dükkânı, fi1 ciğerci sırığı, Çok uzun kimse. mak ya da bu düzeni savunmak amacıyla yapılan
ciğerdeldi, [ciğer+del-di] is. 1. Kalem biçiminde, iş savaşlara ilişkin,
lem e yapmak için kumaş üzerinde küçük delikler cihan, [Far. cihan oL^r] (ciha:n) (OsTj is. 1. Evren;
açmaya yarayan alet. 2. Beyaz işte zenginleştirme
âlem. 2. Dünya. 3. Dünyada yaşayan insanların
amacıyla ciğerdeldi ile açılan deliklerin kenarlarına
hepsi; herkes. 4. (eATj sf. Çok büyük miktarda;
sarma suretiyle yapılan işleme,
dünya kadar. S cihân-âferîn, (OsTj Alem i ya ra
ciğerek, -ği [Ar. ziyaret ?] ,'ağızj is. İlkbaharda yapı tan; Allah.|| cihana gelmek, D oğmak.|| cihân-
lan yemekli okul gezisi. [DS]
âlem, (OsTj H erkes.|| cihân-ârâ, (OsTj Dünyayı
ciğerlenmek, [ciğer-le-n-mek] (ağızj dönşl. f. [-ir] süsleyen; cihanı bezeyen.|| cihân-bân, (OsTj 1.
Tatlanmak; olgunlaşmak. [DS] Dünyanın bekçisi olan. 2. Allah. 3. Hükümdar,|| ci-
ciğerli, [ciğer-li] (ağızj sf. 1. Merhametli. 2. Atılgan; hân-bânî, {OsTj Hükümdarla ilgili.\\ cihân-bîn, 1.
yürekli. [DS] Dünyayı gören; Allah. 2. Göz.|| cihan cihan, {eATj
ciğerpare, [Far. ciger-pâre (ciğerpa:re) (OsTj Pek çok.|| cihân-cü, (OsTj Dünyaya egemen olm a
is. 1. Ciğer parçası. 2. gnşl. Çocuklar ve torunlar i- y a çalışan hükiimdar.\\ cihandan el çekmek, Öl
çin kullanılan sevgi ifadesi, mek.]] cihandan taşra, (eATj Hiç görülm edik ve
ciğersek, -ği [ciğer-sek] (ağızj sf. A cıya dayanıksız. işitilmedik.]] cihân-dâr, (OsTj Dünya egemenliğini
[DS] elinde tutan hükümdar.]] cihân-dâr-âne, {OsTj Hü
ciğersiz, [ciğer-siz] (ağızj sf. Korkak; yüreksiz. [DS] küm dar gibi.]] cihân-dârî, (OsTj Hükümdarlık; p a
ciğı, [ciğı] (eTj is. 1. Cin. 2. Savaşan tarafların da dişahlık. || cihan-dîde, (OsTj Çok gezmiş; çok gör
kendi aralarında savaşan cinleri. müş; deneyimli.]] cihân-dîdegî, (OsTj Dünyayı ge
zip görm üş olma. || cihân-efrüz, {OsT} Dünyayı
ciğil1, [ciğ (yans.) > ciğ-il] (ağızj is. 1. İri kum. 2.
parlatan]] cihân-gerd, (OsTj Dünyayı dolaşan.]]
Kıskandırmak için yapılan övgü; nispet. [DS] ®
cihân-geşte, {OsT} Dünyayı dolaşmış.]] cihân-gîr,
ciğil ciğil, (ağızj 1. (Yüz için) parlak ve kırmızı. 2.
{OsT} -*■ cihangir.|| cihân-gîrâne, {OsT} Dünyayı
P ırıl pırıl. 3. (Parça için) küçük kiiçük; ufak ufak.
[DS] zapt edercesine; cihangir gibi.]] cihân-gîrî, {OsT}
Dünya egemenliği.]] cihan-güşâ, {OsT} Dünyayı
ciğil2, [ciğ (yans.) > ciğ-il] is. Kuş seslerini anlatan
yansımalı gövde. S’ ciğil ciğil, (ağızj -*• cıvıl cıvıl. açan; fatih.]] cihân-ı cân, Ruhlar âlemi.|| cihân-ı
[DS] gayb, {OsT} Bilinmeyen dünya; öteki dünya.]] ci-
ciğil3, [ciğ (yans.) > ciğ-il] is. Parlamayı anlatan yan hân-ı İslâm, İslam dünyası. || cihân-key, {OsTj
sımalı gövde, fi1 ciğil ciğil, (ağızj P ırıl pırıl. [DS] Dünyayı düzene koyan; hükümdar.]] cihân-m uta’,
{OsT} Bütün dünyanın boyun eğdiği (kişi).|| cihân-
ciğir, [ciğ (yans.) > ciğ-ir] is. Sürtünme, cızırdama
nevred, {OsT} Dünyayı dolaşan.]\ cihân-nümâ,
anlatan yansımalı gövde. S ciğir ciğir, (ağızj 1 .
{OsTj -*• cihannüma.|| cihân-penâh, (OsTj Herkesin
(Kumlar için) sürtünme sesi çıkararak; cıyır cıyır
sığmağı; padişah.|| cihân-penâhî, {OsT} Padişah
sesinin biraz daha incesi ile. 2. (Eriyen y a ğ için)
h a fif h a fif cızırtı yaparak. [DS] lık.]] cihân-pfl, {OsT} Dünyayı dolaşan.]] cihân-
revâ, {OsT} D ünyaya yaraşan; dünyada geçer
ciğir2, [ciğ (yans.) > ciğ-ir] (ağızj sf. İşe alıştığı hâlde
olan. || cihân-revâ, {OsT} D ünyada geçerli olan;
yapmaktan çekinen, fi1 ciğir etmek, (ağızj Birisine
cihana yakışan.]] cihân-sâlâr, {OsT} Dünyanın bü
kızarak kendisinden beklenmeyen bir işi yapmak.
[DS] yüğü olan padişah; dünyanın başkanı.|| cihân-
sitân, {OsT} Dünyayı zapt eden padişah.]] cihân-
ciğirdemek, [ciğ (yans.) > ciğ-ir-de-mek] (ağızj gçsz.
sitânî, (OsTj Hükümdarlık; padişahlık.]] cihân-süz,
ı r o i f f M . 8 1 5 CİH
{OsT} Dünyayı yakan; giineş.\\ cih ân -şü m ü l, {OsT} idaresi, {OsT} Eskiden dinî hizmet personelinin
1. H er yanı kaplayan. 2. Dünya çapında; dünya idaresinden sorumlu devlet dairesi; e v k a f idaresi.
ölçüsünde.\\ cihân-tâb, Dünyayı parlatan; dünyaya cihat2, [Ar. cihet (yön, taraf) > cihât (ciha; t)
ışık ve sıcaklık veren.
{OsT} is. 1. Yönler, taraflar. 2. Yerler; semtler. 3.
cihanarayi, [Far. cihân-ârâyı jl*»-] (ciha:na:~ Görüşler, hususlar. 4. Vakıflara ait hizm et işleri. S
ra;yi:) {OsT} is. Güzellik, cihât-ı aslîye, {OsT} 1. Ana yönler. 2. huk. M üder
cihanda, [cihan-da] (ciha: ’nda) zf. (Olumsuz cüm le rislik, imamlık, hatiplik, müezzinlik, kayyumluk gibi
lerde) asla; hiçbir surette; dünyada, bir vakfın başlıca gayesini yerine getiren hizm et
cihangir, [Far. cihân-gîr j (ciha;ngi;r) {OsT} ler.|| cihât-ı erbaâ, {OsT} Dört y ö n .|| cihât-ı
fer’iye, {OsT} huk. Vakfın ikinci dereceden sayılan
sf. Dünyanın büyük bir bölümünü ele geçiren,
hizmetleri.\\ cihât-ı gayr-ı zarüriye, {OsT} huk. Bir
cihangirane, [Far. cihân-gîrâne «ülj&lj»-] (ciha:ngi:~ vakfın hizmet için zorunlu olan işlerinin dışında
ra:ne) {OsT} zf. 1. Cihangire yakışır bir biçimde. 2. kalanlar,|| cihât-ı selase, {OsT} Üç yön; boyut; en,
Bütün dünyayı zapt edercesine, boy ve kalmlık.\\ cihât-ı sitte, {OsT} Altı yön: ön,
cihangirlik, -ği [cihangir-lik] sf. Cihangir olm a du arka, sağ, sol, üst ve alt.|| cihât-ı zarüriye, {OsT}
rumu; bütün dünyayı ya da dünyanın büyük bir bö huk. B ir vakfın, gayesini sağlam ak için yerine geti
lümünü ele geçirme işi. rilmesi gereken hizmetler; başlıca çalışma alanı ve
hizmetleri.
cihani, [Far. cihânî (ciha:ni:) {OsT} is. ve sf. 1.
cihaz, [Ar. cebâz / cihaz jl$>-] (ciha:z) {OsT} is. 1.
Dünyalı; insan. 2. Dünya ile ilgili; dünyaya ilişkin,
Bir işlevi yerine getirmek için birbirine bağlı çalı
cihannüma, [Far. cihan + nümâ (gösteren) U o l^ r] şan parça ve aletlerin meydana getirdiği bütün; ay
(ciha;nnuma:) {OsT} is. 1. Dünyayı gösteren ayna. gıt; takım; sistem. 2. Evlenecek kız için hazırlanan
2. Dünya haritası. 3. Eski İstanbul evlerinde çatının ev eşyası; çeyiz. 3. Cenazenin kaldırılması için ge
tepesinde yapılan dört taraftan görüşü açık oda ya rekli olan malzeme, fi1 cihâz-ı asabî, {OsT} anat.
da bölmeye verilen ad; bakacak. Sinir sistem i.|| cihâz-ı basarî, {OsT} anat. Görme
cihanşümul, -lü [Far. cihan + şümül (ci- sistemi.\\ cihâz-ı deverânî, {OsT} anat. Kan dola-
şım ı.|| cihâz-ı hazmî, {OsT} anat. Sindirim sistemi,\\
ha:nşümu;l) {OsTj sf. Dünyayı kaplayan, dünya öl
cihâz-ı m uharrik, {OsT} anat. Hareket sistem i.\\
çüsünde; evrensel,
cihâz-ı müfriğ, {OsT} anat. Boşaltım sistemi. || ci-
cihanyan, [Far. cihân-yân (ciha:ni:ya;n) hâz-i tenâsülî, {OsT} anat. Üreme sistemi. || cihâz-ı
{OsT} is. Dünyalılar; insanlar. tenâsül-i şey biye, {OsT} bot. Apotek. || cihâz-ı
cihar1, [Ar. cehr (sesini yükseltm e) > cihâr teneffüsî, {OsT} anat. Solunum sistemi.
cihazlamak, [cihaz-la-mak] g ç l.f. f r ] fl(ı)-y o r ] 1.
(ciha:r) {OsT} is. Y üksek sesle ve açıkça söyleme.
B ir iş yerine, yapılacak iş için gerekli olan araç,
cihar2, [Far. çehâr / jl+ r] (ciha:r) {OsT} is. Dört gereç ve eşyayı sağlamak ve yerleştirmek; donat
sayısı. S cihâr ü dü, Tavla y a da domino oyunun mak. 2. {OsT} (Kız için) çeyiz hazırlamak.
da dört iki.|| cihâr ü se, Tavla ya da domino oyu cihazlanm ak1, [cihaz-la-n-mak] ed il.f. f ı r ] (Kişi ya
nunda dört üç,\\ cihâr ü yek, Tavla y a da domino da yer için) gerekli olan araç gereç sağlanmak ve
oyununda dört bir. yerleştirilmek; donatılmak.
ciharen, [Ar. cehr > cihâren Çl*»-] {OsT} z f Apaçık cihazlanm ak2, [cihaz-la-n-mak] dönşl. f. f ı r ] Ken
bir biçimde; açık olarak; alenen. disi için gerekli olan araca veya gereçlere sahip
cihat1, -dı [Ar. cehd (direnme, çabalama) > cihâd olmak; donanmak,
jLj»-] (ciha:d) {OsT} 1. Mücadele; savaş. 2. Düşman cihet, [Ar. cihe / cihet (yan, yönetim şubesi) c_$j-]
ile çarpışma, dövüşme. 3. K ur’an bilgisi ve inançla, {OsT} is. 1. Yön; taraf. 2. Görev; v ak ıf hizmeti. 3.
çalışma ve uygulam a ile, mal ve canla bütün gücü tar. Vakfın gelirlerinin harcanma amacı, yönü. 4.
nü ve zamanını, bütün imkânlarını Allah yoluna huk. İşlemlerin amacı. 5. tar. İmparatorluk döne
harcama. 4. Allah nzası için yapılan muharebe. 5. m inde ulema sınıfının devletten aldığı aylık. 6 .
Dinî bilgileri öğretmek, yaym ak için çalışmak. 6. man. Akim verdiği hüküm, fi1 cihet-i gayr-ı mun-
İman, ibadet, ahlak ve beşerî münasebetler konu taka, {OsT} Vakıfta sonu gelmeyen hizmetler. || ci
sunda titiz davranarak A llah’ın sevgili kulu olabil het tayini, 1. Bir pusula y a da yön gösteren araç
mek için çalışmak, çabalamak; kendi benliği ve veya işaret yardım ıyla kendi bulunduğu yeri belir
nefsi ile mücadele etmek. 7. İslam davası uğruna, lemesi. 2. B ir şeyin ana yönlere göre durumunu
yeryüzünde İslam düzenini egemen kılm ak veya bu belirleme. || cihet tevcihi, {OsT} B ir din görevlisi
düzeni savunmak amacıyla yapılan savaş. S cihat nin bulunduğu yerden başka bir yere atanması.
CİH on v H i . M»
ciheteyn, [Ar. cihet-eyn j^ = -] /OsTj is. İki cihet. cilacı, [cila-cı] (cilâ;cı) is. Cila yapan kişi,
cilacılık, -ğı [cila-cı-lık] (cilâ:cılık) is. Cila yapma işi
cihetle, [cihet-le] e. 1. Gibi; için. 2. Sebebiyle; bun
ve bu işi yapan kişinin mesleği,
dan dolayı.
cilalama, [cila-la-ma] (cilâdama) is. Cila sürerek
Cihut, [Far. cuhüd ^y^r] {OsT} is. Yahudi.
parlatm ak eylemi,
-cik, [-cık / -cik / -çik / -çık / -cük / -cuk / -çük / - cilalam ak, [cila-la-mak] (cilâdamak) gçl. f. [-r] [-
çuk] yap. e. -*■ cık. l(ı)-yor] 1. Cila sürerek parlatmak; cila vurmak;
cik1, [cag / cağ / cak / ceh / cek / cıg / cığ / cık / cig / cila çekmek. 2. Metal eşyalar üzerindeki pürüzleri
ciğ / cik (yans.)] is. Kuşların ötüşünü, bu şekilde gidermek. 3. teks. Bükülmüş olan ipliğe mekanik
bağırm a ve gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] yollarla parlaklık kazandırmak,
cik cik, cik cik etmek, cik+cik-i, cik-gil-de-mek, cik- cilalanm a, [cila-la-n-ma] (cilâdanma) is. 1. Cila sa
il-ti. S cik cik etmek, {ağız} (Kuş için) ötmek. [DS] hibi olmak eylemi. 2. Üzerine cila sürülmüş olmak
cik2, -ği [cik / çik] {ağız] is. 1. Hasır otu. 2. Sırt üstü eylemi; cila vurulma.
yatış biçimi. [DS] cilalanm ak1, [cila-la-n-mak] (cilâdanmak) e d il.f. [-
cik3, [cik (yans. dil-diş sesi)] ünl. Hayır; değil, ır] 1. Ü zerine cila uygulanmak; cila vurulmak; cila
cikcik, -ği [cik+cik] is. 1. Civciv, kuş vb. çağırma çekilmek. 2. dönşl. Kendi dış görünüşünü parlat
sözü. 2. {ağız} is. Çalıkuşu. 3. Parçalanmış balonun mak; süslenmek. 3. Cilaya sahip olmak; cila edin
parçalarından şişirilmiş baloncuk. 4. Tüy. 5. Kır mek. 4. argo. Sarhoşluğun etkisi ile iyice neşelen
mızı boya. 6. İnce yapılı ve hoppa kadm. [DS] 7. mek.
Seyrek düşen damlalar. 8. argo. Yaşı küçük kız. 9.
cilalatma, [cila-la-t-ma] (cilâdatma) is. Cila yaptır
argo. Kolayca aldatılabilen kız veya kadm.
mak eylemi.
cikciki, [cik (yans.) > cik+cik-i] {ağız} is. 1. Çalıku
cilalatmak, [cila-la-t-mak] (cilâdatmak) gçl. f. [-ır]
şu. 2. sf. Şakacı; taklitçi; güldürücü. [DS]
Bir şeye cila yaptırmak,
cikciklemek, [cik (yans.) > cik+cik-Ie-mek] {ağız}
cilalı, [cila-lı] (cilâdı) sf. Cilası olan; cilalanmış. S
gçsz. f. [-r] [-(i)-yor] “Cik cik” sesleri çıkarmak.
cilalı kum taşı, Parlak kırık yüzeyli kum taşı. || Ci
[DS] '
lalı Taş Devri, Taş devrinin en son evresi; neolitik
cikilemek, [cik (yans.) > cik-i-le-mek] {ağız} gçz. f.
devir; yeni taş devri.
[-r] [-l(i)-yor] “Cik cik” sesleri çıkarmak. [DS]
cilamak, [yığ-la-mak / ci-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r]
cikilti, [cik (yans.) > Türkm. cik(g)-il-di / cik-il-ti] is.
[~l(ı)yor] Ağlamak. [DS]
Böcek, kuş sesi. [Püsküllüoğlu]
çiklet, [Fr. jiclet] {ağız} is. Şekerli sakız. [DS] cilanger, [Far. cilân-ger J>^'X=r] (cilâ;nger) {OsT} is.
-cil1, [-cıl / -cil / -çil / -çil / -cul / -cül / -çul / -çül] Çilingir.
yap. e. — ►-cıl. cilas, [Ar. cilâs ^>L=r] (cila:s) {OsT} is. Beraber
-cil2, [-cıl / -cil] {eAT} yap e. -*• -cıl.
oturma.
cil1, [Ar. cıl J^ -] (ci:l) {OsT} is. 1. İnsan topluluğu; cilasız, [cila-sız] (cilâ:sız) sf. Cilası olmayan veya
topluluk; güruh. 2. Aşiret; millet. 3. Kuşak; nesil. bozulmuş olan,
5 1 cîlen b a’de cîlin, {OsT} Devirden devire. cilasun, [eT. celasun / cilasun] sf. 1. Kahraman;
cil2, [Erme, çil / Oset. cıl] {ağız} is. Hasır otu. [DS] yiğit; cesur. 2. Becerikli; eli çabuk,
cila, -a ’ı / -yı [Ar. celâ5 *%r] (cilâ:) {OsT} is. 1. cilasunluk, [cilasun-luk] is. 1. Cesaret; kahramanlık.
Parlaklık. 2. Parlatma. 3. Uygulandığı yüzeye cam 2. Beceriklilik,
sı bir parlaklık vermek için eriticiler yardnjııyla cilaz, [? cilaz] {ağız{ is. Mızıkçı; oyunbozan. [DS] S
inceltilmiş mumlardan ibaret koruyucu bileşik. 4. cilaz etmek, {ağız} Oyunda hile yapmak. [DS]
B ir kişinin ya da bir şeyin dış görünüşündeki par cilb, [cılb / cılp / cilb (yans.)] is. Yağlı, sulu ve cıvık
laklık, süs. 5. argo. Esrarkeşlerin yediği bir tür hel olmayı anlatan kök. [Zülfıkar] cilb-ir, cilb-ir-t-i. S
va. S cilâ-bahş, {OsT} Parlaklık veren.|| cilâ-dâde, cilb etmek, {ağız} Şımartmak. [Aksoy]
{OsT} Cila sürülmüş; cila ile parlatılm ış; cilalan cilbab, [Ar. cilbâb v ’W-M (cilba:b) {OsT} is. 1. Göm
m ış,|| cilâ-dâr, {OsT} Cilalı; parlak.|| cila fırçası,
lek. 2. Çarşaf; uzun peçe; ferace,
N orm al fırçalardan daha yum uşak firça.\\ cilâ-ger,
{OsT} Cila yapan kimse; cilacı.\\ cila makinesi, Yer cilban, [Ar. culbân jU ^-] {ağız} is. Küçük taneli fa
çinilerini, parkeleri ve mermerleri parlatm akla kul sulye. [DS]
lanılan, ucuna fırça takılmış elektrikli alet. || cilâ- cilbend, [Ar. cild+ Far. bend J-^-W] {OsT} is.-*- cil
sâz, {OsT] Parlatan; parlaklık veren.|| cila topu,
bent.
Cilanın sürülmesinde kullanılan top haline getiril
miş pam uk y a da bez yum a k.\\ cilaya gelmek, argo. cilbent, -di [Ar. cild + Far. bend J-4-ii=r] {OsT} is. 1.
Sarhoşluğun etkisi ile iyice neşelenmek. Cilt bağı. 2. Kâğıt ya da evrak saklamak için kulla
0 I M 1 1 I İ B ) ! . 817 C İL
nılan büyük dosya. 3. Evrak çantası. 4. Büyük para cilkes, [cil+kes] {ağız} zf. Hiçbir zaman; asla. [DS]
cüzdanı. 5. {OsTj Dervişlerin kemerleri arasına yer cilkisiz, [cilki-siz] {ağız} sf. Terbiyesiz. [DS]
leştirdikleri meşin cep. çille1, [cil-le] {ağız} sf. (Kişi için) yalnız. [DS]
cilbir, [Moğ. çilbür] {ağız} is. Çılbır. [DS] çille2, [cil (hasır otu) > cil-le] {ağız} is. 1. Sedir. 2.
cilbir, [cilb (yans.) > cilb-ir] {ağız} is. 1. Makama. 2. Üstü toprak örtülü ev. 3. Büyük testi. [DS]
Pide üzerine domates ve kıyma kavurması döküle cilleJ, [çille] {ağızj is. 1. Hile. 2. İşkence. [DS]
rek yapılan bir yemek. 3. Sacda pişirilen kaim pide. çille4, [Ar. çille / cülle *Jt»-] {OsT} is. Sığır tezeği.
4. Kalemlerin ucunu korum ak için takılan kapak. 5.
cillek, -ği [cil-le-k] {ağızj sf. 1. Obur; pisboğaz. 2. Aç
Yoğurtlu yumurta. [DS]
gözlü. [DS]
cilbirt, [cilb-ir-t ?] {ağız} is. Meşe odunu. [DS]
çilli1, [cil-li] {ağız} sf. 1. Filizli. 2. Köklü. [DS]
cilbirti, [cilb (yans.) > cilb-ir-ti] {ağız} is. Peynir ve
çilli2, [cil-li] {ağız} is. 1. Cam bilye. 2. K ovalamaca
yumurta ile yapılan sarımsaklı bir yemek. [DS] S1
oyunundaki kale. [DS]
cilbirti etmek, {ağız} Yumurtalı yem ek pişirmek.
[DS] çilli3, [cil-li] {ağız} sf. Sıcak. [DS]
cilcilik1, -ği [cil (hasır otu) > cil-ci-lik] {ağızj is. çilli4, [cil-li] {ağız} zf. Belli; gerçek. [DS]
Sepet ve hasır dokuma sanatı. [DS] cillik, -ği [cil (hasır otu) > cil-lik] sf. 1. Yırtık; eski.
2. Hasır otunun bol bulunduğu yer. 3. Talaş kebabı,
cilcilik2, -ği [cil (yans.) > cil+cil-ik] {ağız} is. Az az
akan su. [DS] cilliyen, [cil-li + yen (Ar. zarf ekine benzetilmiş)]
{ağız} zf. Gerçekten. [DS]
cild1, [cıld / cilt / cild (yans.)] is. Parlamayı, ışık
cillop, [? cillop] {ağız} sf. 1. Düz; pürüzsüz. 2. T er
saçmayı anlatan kök. [Zülfikar] cild-ir çildir, cild-ir.
temiz. [DS]
cild2, [Ar. cild jJ»-] {OsT} is. -*■ cilt. 0 cild-ger, cilov, [? cilov] {ağız} is. Dizgin. [DS]
{OsT} Ciltçi; mücellit. cilpirti, [cilb (yans.) > cilp-ir-ti] {ağız} is. B ir tür çalı.
cildî, [Ar. cild > cildi j-ü*-] (cildi:) {OsTj sf. Ciltle [DS]
-cilrek, [-cıl-ra-k / -cil-re-k] /eAT} ya p e. -*• -cılrak.
ilgili; cilde ait.
çildir, [cild (yans.) > cild-ir] is. Parlamayı, ışık saç cilt, -di [Ar. cild -iV] {OsT} is. 1. Deri; ten. 2. Kitaba
mayı anlatan yansımalı gövde. S çildir çildir, geçirilen deri, bez, plastik gibi malzemelerden y a
{ağız} (Bakmak için) gözlerini açarak. [DS] pılmış kap. 3. Çok sayfalı bir eserin ayrı basılan ve
cildiye, [Ar. cildiyye aj jJl»-] {OsTj is. tıp. Deri hasta her birine ayrı num aralar verilen kısımlarından her
biri, ö cilt evi, Kitapların ciltlendiği yer; mücellit-
lıkları tedavisi ile ilgili tıp dalı, hane.
cildiyeci, [cildiye-ci] is. tıp. Cilt hastalıklarının ciltçi, [cilt-çi] is. 1. Kitapların forma ve yapraklarını
tedavisi ile ilgili uzman hekim, diktikten ya da yapıştırdıktan sonra üzerine deri,
cilet, [İng. gilette] {ağızj is. Jilet. [DS] plastik vb. malzemeden kapak geçiren kişi; m ücel
-cileyin, [-cıl-a-y-ın / -cil-e-y-in] {eAT} yap e. -*■ -cı- lit. 2. Bu işlemlerin yapıldığı dükkân; cilt evi.
layın. ciltçilik, -ği [cilt-çi-lik] is. 1. Kitaplara kap geçirme
cilf, [Ar. cilf ı-iW] {OsT} sf. 1. (Kişi için) kaba; hoy işi ve mesleği. 2. Basının kitaplara kap geçirme
işini yapan sanayi dalı,
rat; ayak takımından. 2. Cahil,
ciltillemek, [cild (yans.) > cilt-il-le-mek] {ağız} gçsz.
cilga, [? cilga] {ağız} is. Halkalı toka. [DS]
f f r] [~lO)-y°r] !• Kıvılcımlandırmak. 2. Kızdır
cilgar, [? cilgar] {ağız} is. 1. Akarsu kolu. 2. Tarlaya mak. [DS]
verilmiş suyun yaygın durumu. [DS] ciltillenmek, [cild (yans.) > cilt-il-le-n-mek] {ağız}
cili, [ci-li / cü-lii] {ağız} is. 1. Piliç. 2. Yeni doğmuş gçsz. f. [-ir] Kıvılcımlanmak. [DS]
keçi yavrusu. [DS] ciltillendirmek, [cild (yans.) > cilt-il-le-n-dir-mek]
-cilik, [-cı-lık / -cilik / -çilik / -çılık / -cülük / -culuk / {ağız} g ç l.f. f i r ] Kıvılcımlandırmak. [DS]
-çüliik / -çuluk] yap. e. -*■ -cılık. ciltin, [cild (yans.) > cilt-in] {ağız} is. Kıvılcım. [DS]
çilim, [? çilim] {ağız} is. 1. Killi toprak. 2. Çok su çe ciltleme, [cilt-le-me] is. Kitapların sayfalarını bir
ken ancak hemen çatlayan toprak. 3. Akarsuyun araya getirip diktikten veya yapıştırdıktan sonra
bıraktığı tortu. 4. Sürekli olarak nemli duran top üzerine kap geçirme işi.
rak. 5. Bir metre derinliğinde taşsız, temiz, verimli ciltlemek, [cilt-le-mek] g ç l.f. f r ] fl(i)-y o r ] Kitapla
kara toprak. [DS] rın sayfalarını bir araya getirip diktikten veya ya
cilimlemek, [cilim-le-mek] {ağız} gçsz. f. f r ] f l ( i ) - pıştırdıktan sonra üzerine kap geçirmek,
yor] Bataklığa batıp kaybolmak. [DS] ciltlenme, [cilt-le-n-me] is. (Kitap vb. için) sayfaları
cilis, [? cilis / çiliz] {ağız} zf. 1. Bütün; hep. 2. Sonuna bir araya getirilip dikildikten veya yapıştırıldıktan
kadar. [DS] sonra üzerine kap geçirilme eylemi.
CİL OnfKEIllDiniCE SDZbOK . 81 «
ciltlenmek, [cilt-le-n-mek] edil. f. [-ir] (Kitap vb. anlatan kök. [Zülfikar] cimcim, cim cim etmek, cim-
için) sayfalan bir araya getirilip dikildikten veya dir-mek, cim+cim-e, cim+cim-e-lik. S cim cim et
yapıştırıldıktan sonra üzerine kap geçirilmek, mek, {ağız} 1. A z yoğurttan y a ğ çıkarmak. 2. Yı
ciltletme, [cilt-le-t-me] is. Kitap ve defter cinsi şey kanmak. [DS]
lerin yapraklarım ve formalarını diktirerek dışına cim3, [Ar. cim ^ ] {OsT} is. Arap alfabesinde (c) sesi
kap geçirtme işi.
ni veren harf; ebcet hesabında üç sayısının karşılı
ciltletmek, [cilt-le-t-mek] g ç l.f. f i r ] Kitap ve defter ğıdır. S cim dal hocası, İlkokul öğretmeni.\\ cim-i
cinsi şeylerin yapraklarını ve formalarını diktirerek Arabî, {OsT} Arapçadaki "cim " harfi olup "c"
dışına kap geçirtmek,
sesinin karşılığı.|| cim-i Farisî, {OsT} Farsçadaki
ciltli, [cilt-li] sf. (Kitap vb. için) yaprakları dikilerek üç noktalı "çim ” harfi olup “ç " sesinin karşılığı.||
dışına kap geçirilmiş; ciltlenmiş olan, cim karnında nokta, H içbir şey bilmeyen; kara
ciltsiz, [cilt-siz] sf. Ciltlenmemiş olan, cahil.
cilve, [Ar. cilve ojl»-] {OsTj is. 1. Ortaya çıkma; gö cima, -a’ı [Ar. cem (toplanma, birleşme) > cim âc
rünme; tecellî. 2. B ir olayın veya durumun bir kişi ^Uş-] (cima;) {OsT}is. (İnsanlar için) cinsel birleş
yi şaşırtan ve beklenmedik yanı. 3. Bir kadının bir
me; çiftleşme. S cima etmek, Cinsel ilişkide bu
erkeği baştan çıkarmak için yaptığı hoşa giden ve
lunmak.
ilgi çeken davranışlarının tümü; işve; naz; kırıtma.
4. Yüz görümlülüğü. 5. tasvf. Kulun İlahî tecelliler cimah, [Ar. cimâh ^ W ] (cima;h) {OsT} is. (At için)
ile halvetten çıkıp bütün varlığı ile A llah’a ulaşma sert başlı olma,
hali. S cilve-fürflş, {OsT} Cilve satan; cilveli.\\ cil-
cimal, -li [Ar. cemel (deve) > cimâl Jl^ş-] (cima.l)
ve-gâh, {OsT} 1. Cilve edilen yer. 2. Görünme ve
gözükm e yeri. 3. Gelin odası. || cilve-ger, {OsT} Naz {OsT} is. Erkek develer,
ve işve yapan; cilveli.\\ cilve-gerî, {OsT} Cilve et cinıar, [Ar. cimâr jU^-] (cima:r) {OsT} is. 1. Toplu
me; naz ve işve yapm a.|| cilve-i ilahiye, {OsT} l. kabile. 2. Süvari alayı,
A lla h ’ın cilvesi. 2. Kaderin cilvesi.\\ cilve-kâr, cimb, [camb / cımb / cmb / cimb / cimp / comb /
{OsT} Cilveli; iyve/z'.|| cilve kutusu, Çok cilveli,|| conb / cumb (yans.)] is. Sıvıların çalkalanması ile
cilve-kün, {OsT} Cilve yapan; cilve eden.\\ cilve- oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cimb-ıl-
künân, {OsT} Cilve ederek.|| cilve-nümâ, {OsT} da-mak, cimb-ıl-dak.
Cilve gösteren; cilve yapan.|| cilve-penâh, {OsT}
cimbakuka, [cim (harf) + ba (harf) + kuka ?] sf. Eğri
Görkemli; tantanalı; şaşaalı.|| cilve-perdâz, {OsT} büğrü, çarpık ve çelimsiz (kimse),
H oş ve güzel olan.|| cilve-rîz, {OsT} Kendini gös
cimbar, [cimb-ar] {ağızj is. Tezgâhta dokunan kuma
terme.|| cilve-sâz, {OsT} Cilve eden; işve yapan;
şı gerdirmeye yarayan ağaç. [DS]
işveli.\\ cilve-sâzî, {OsT} Cilve yapm a; işvelilik.||
cilve urmak, {OsT} Cilve yaparak kendini göster cımbarlamak, [cimbar-la-mak] {ağız} gçl. f. f r ] f
l(ı)-yor] Dayak atmak; sopa ile dövmek. [DS]
mek; gösteriş yapm ak.|| cilve yapmak, Birini işve
ve kırıtmaları ile baştan çıkarıp kendine bağlama cimbirt, [Yun. tsimpidi (cımbız)] {ağız} is. Ağaçların
y a çalışmak. yüksek dallarından meyve koparmaya yarayan ucu
cilvelenme, [cilve-le-n-me] is. Kendi kendine cilve çatallı sırık. [DS]
yapmak eylemi, cimbistra, [Yun. tzimbistra] is. Cımbız,
cilvelenmek, [cilve-le-n-mek] dönşl. f. f i r ] Kendi cimbiş, [Yun. tsimbizi] {ağız} is. Cımbız. [DS]
kendine cilve yapmak, cimbişlemek, [cimbiş-le-mek] {ağız} g çl.f. f r ] f l ( i ) -
cilveleşme, [cilve-le-ş-me] is. Karşılıklı cilve yap yor] 1. Çimdiklemek. 2. Dürtmek; nodullamak.
m ak eylemi. [DS]
cilveleşmek, [cilve-le-ş-mek] işteş, f. f i r ] Karşılıklı cimbiz, [cimb-iz] {ağız} is. Küçük bataklık. [DS]
cilve yapmak, cimbizik, -ği [cimb-iz-ik] {ağız} sf. Çok ufak tefek.
cilveli, [cilve-li] sf. Cilvesi olan; cilve yapan; nazlı; [DS]
işveli. cimbom, [cim (yans.) + bom (yans.)] is. Sporcular
arasmda çetin bir mücadeleyi anlatan söz.
cim1, [cim / cim / cüm (yans.)] is. Parmak uçları ara
smda sıkıştırma, ezme ve buna benzer hareketleri cimcik, -ği [Moğ. çim-çi / cim (yans.) > cim-cik]
anlatan kök. [Zülfıkar] cim cik, cim-cik-le-mek, cim- {ağız} is. 1. Çimdik. 2. İki parm ak ucu ile alman
i-k-le-mek, cim-cir-mek, cim-di-le-mek, cim-di-mek, miktar; tutam. 3. Ev makarnası; erişte. 4. Yoğurtlu
cim-cir-i-k. S1 cim cim etmek, {ağız} Gözlerini sık ham ur çorbası. [DS] S cimcik aşı, {ağız} Yoğurtlu
sık açıp kapamak. [DS] ham ur çorbası. [DS]
cim2, [cımb / cim (yans.)] is. Suya dalma, yıkanma, cimciklemek, [cim-cik-le-mek] {ağız} gçl. f. f r ] f
su sıçratma, sıvıları çalkalama sırasında çıkan sesi l(i)-yor] Çimdiklemek. [DS]
OIÜM M CE S İM İ. 819 C İN
cim cim 1, [cim+cim] {ağız} sf. Cimri. [DS] S cimcim cim lastik, [Fr. gymnastique] (cimlâstik) {ağız} is.
arısı, {ağız} [DS] Sarı renkte yaban arısı; sarıca Beden eğitimi. [DS]
arı.|| cimcim etmek, {ağız}[DS] A z yoğurttan ya ğ cimlos, [Yun. tzimblos => cimloz] {eAT} sf. Gözü ça
çıkarmak. paklı.
cimcim2, [cim (yans.) > cim+cim] {ağız} is. Çocukla cimnastik, -ği [Fr. gymnastique] {ağız} is. Beden eği
rın ellerini üst üste koyarak oynadıkları bir oyun. timi. [DS]
[DS] cimp, [camb / cımb / cmb / cimb / cimp / comb /
cimcime, [Ar. cümcüme / cim (yans.) > cim+cim-e conb / cumb (yans.)\ is. Sıvıların çalkalanması ile
4^ * ^ - ] is. 1. Tatlı ve küçük bir karpuz cinsi. 2. oluşan hareketleri anlatan kök. [Zülfıkar] cimp-ir
{OsT} Paçavra tabanlı, örme konçlu bir tür derviş cimpir, cim-ir, cimp-ir-ik.
ayakkabısı. 3. {ağızj Üstü çok açık terlik. [DS] 4. cimpir, [Ar. cinn + Slav, vampir [Tietze] ? / Far. peri
{ağız} sf. (Kız çocuğu için) küçük ve sevimli. [DS] ] {ağız} sf. 1. Cin; hortlak 2. Çabuk kızan. [DS] 5 1
5. {ağız} Ufak tefek. [DS] 6. {ağız} (Kadm için) ufak cimpir etmek, {ağız} Kızdırmak. [DS]|| cimpir ol
tefek ve güzel. [DS] 7. {ağız} (Kadın için) becerikli mak, {ağız} Çok kızmak; öfkelenmek. [DS]
ve konuşkan ufak tefek. [DS] cim pirik, -ği [cimpir-ik] {ağızj sf. Kuruntulu; vesve
cimcirik, -ği [cim (yans.) >cim-cir-ik] {ağız} sf. 1. seli. [DS]
Ufak tefek; çelimsiz. 2. Açıkgöz. [DS] cimre, [Erme, cimre] {ağız} is. Göz çapağı. [DS]
cimcirmek, [cim-ci-r-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Çim cimri, [Far. cimri (dilenci) ıSy^r] (cimri:) {eATj {OsT}
diklemek. [DS] sf. 1. Soysuz; alçak. 2. Dilenci. 3. ( c i’mri) Temel
cimcuk, -ğu [cim (yans.) > cim-cik] {ağız} is. Ev m a ihtiyaçları için bile harcamayı keserek sürekli para
karnası. [DS] biriktiren; pinti; nekes; hasis. 4. Parayı tutku dere
cimcük, -ği [cim (yans.) > cim-cik] {ağız} is. Çimdik. cesinde seven. 5. {ağız} Genç ve bilgisiz. [DS] 6.
[DS] {ağız} Görgüsüz. [DS] 7. {ağız} Gelişmemiş; büyü
cimdallı, [Ar. cim + dal (c ve d harfleri) T. -lı] is. 1. memiş. [DS] 8. {ağız} Yoksul. [DS] 9. {ağız} Tüysüz;
Bir tür erkek kıyafeti. 2. Bir tür kâğıt oyunu, çıplak. [DS] 10. {ağız} Atılgan; yaramaz. [DS]
cimdilemek, [cim (yans.) > cim-di-le-mek dU l-u^-] cimrileşme, [cimri-le-ş-me] is. Cimri durumuna gel
{OsT} g ç l . f f r ] Çimdiklemek, me eylemi.
cimrileşmek, [cimri-le-ş-mek] dönşl. f. f i r ] 1. Cimri
cimdimek, [cim (yans.) > cim -di-mek dl*-u^-] {eAT}
gibi davranm aya başlamak. 2. Cim rilik belirtileri
{OsT} gçl. f. f r ] Çimdiklemek, göstermek.
cimdirik, -ği [cim (yans.) > cim-dir-ik] {ağız} is. cimrilik, -ği [cimri-lik] is. 1. Cimri olma durumu. 2.
Çimdik. [DS] Cimri olan kişiye özgü davranış. 3. Cimrinin taşı
çimdirmek, [cim (yans.) > cim-dir-mek] {ağız} gçl. f. dığı nitelik. S cimrilik etmek, Cimrice davran
f i r ] 1. Yıkamak. 2. Üzerine su serp mek. [DS] mak.
çimek, -ği [cim-ek] {ağız} is. Çok küçük şey. [DS] -cin, [-cin / -cin / -cün / -cun / -çın / -çin / -çün / -
cimicik, -ği [cim (yans.) > cim-i-cik] {ağız} sf. (Tuz, çun] yap. e. -* -cin.
şeker vb. için) işaret ve baş parm ak ucu ile alınabi cin, [cin] {ağız} sf. 1. Kuvvetli. 2. Kuvvetlendirme,
lecek miktarda. [DS] pekitme bildirir. [DS] fi1 cin başına, Yapayalnız;
cimin, [eT. çıbın > cibin / cimin] {ağız} is. Tatarcık. tek başına; inzivada. || cin kara, {ağız} Simsiyah.
[DS] [DS]
cimit, -di [cim (yans.) > cim-it] {ağız} is. 1. Keten cin, [cin] {ağız} sf. 1. (Yer için) en son. 2. (Yer için)
tohumu. 2. Keten tohumundan yapılmış hayvan en yüksek. [DS] cin dal, {ağızj 1. Ağacın en yüksek
yemi. 3. Fındık ve ceviz içi. [DS] ve en ince dalı. 2. Omuz başı. [DS]|| cin dalı, A ğaç
cimiz1, [cim-iz] {ağız} is. 1. Erkek isteyen dişi deve. ların en yüksekteki ince dalı. || cin doruk, {ağız} En
2. Erkeğe düşkün kadın. [DS] yüksek yer. [DS]|| cin tepesi, {ağızj En yüksek tepe;
cimiz2, [cim-iz] {ağız} is. 1. Sulu toprak. 2. Yaşlık; doruk; zirve. [DS]
yaş. 3. sf. Yapışkan. [DS] cin 1, [cin] {ağızj sf. Küçücük; minimini. [DS] fi1cin
cimiz3, [cim (yans.) > cim-iz] {ağız} sf. Minik; küçük. düdük, {ağızj Söğüt dalından yapılan ince sesli
[DS] düdük. [DS]|| cin kadar, {ağızj Çok az. [DS]
cimizimek, [cimiz-i-mek] {ağız} gçsz. f. f r ] (Dişi cin2, -nni / -i [Ar. cinn .y r ] {OsTj is. 1. Bir şeyi his
için) erkek istemek. [DS] seden. 2. isi. M eleklerle şeytanlardan olup duyu
cimke, [cim (yans.) > cim-ke] {ağız} is. 1. Nokta. 2. organları ile hissedilemeyen, çeşitli biçimlere gire
Küçük çıkıntı; kabarcık. [DS] bilme gücüne ve insan ölçülerinin üstünde akla sa
cimla, [Yun. tzimbla] {ağız} is. G öz çapağı. [DS] hip olan latif yaratık. 3. M asallarda geçen doğaüstü
CİN OlÜMMffSÖM.
güçlere sahip yaratık. 4. s f Akıllı ve zeki (kişi). S [DS]|| cin tutmak, /. H uysuzluk ve yaram azlık et
cin arabası, {ağız} Bisiklet. [DS]|| cin atı, {ağız} B i mek. 2. {OsT} Çıldırmak; delirmek. || cin yavrusu,
siklet. [DS] 11 cin atına binmek, {ağız} Sinirlenmek; (Çocuk için) ele avuca sığmaz; akıllı.|| cin yolu, 1.
kızmak. [DS]|| cin aynası, {ağız} 1. Süs olarak kul Tarlanın içinde yer y e r görülen verimsiz kısımlar.
lanılan parlak top. 2. Dışbükey ayna. [DS]|| cin 2. {ağız} Verimsiz toprak. [DS]
baş, {ağız} 1. Çabuk yürüyen at. 2. Zeki; uyanık. 3. cin3, [İng. gin (ardıç)] is. M ayalanmış tahıl tanesi
Şirret; aksi. [DS]|| cin başa üşmek, Çok terslen içine ardıç kozalağı katıldıktan sonra damıtılmak
mek; çokkızmak.\\ Cin başka, şeytan başka, Olay suretiyle ede edilen ve Anglosakson ülkelerinde
ların değerlendirilmesi sırasında kişiler arasında çok tüketilen bir alkollü içki,
farklılık görülebilir]] cin biberi, {ağız} Süs biberi.
cinaî, [Ar. cinayet > cinâ’î ^ j ^ - ] (cina;i;) {OsT} sf. 1.
[DS]|| cin bilimi, Cinleri, cinlerin niteliklerini, tür
lerini ve insanlara karşı davranışlarını inceleyen Cinayetle ilgili olan. 2. Konusu cinayet olan,
bilim dalı, || cin cin bakmak, 1. Uykusuz gözlerle cinaiyet, [Ar. cinâ’iyyet (cina:iyet) {OsT} is.
fa k a t göziı açık olarak, uykuya direnerek bakmak. huk. Adam öldürme işi ve durumu,
2. Kurnaz ve zekice bakmak.\\ cin çalığı, Çarpık ve
cinan, [Ar. cennet > cinân jl^ -] (cina;n) {OsT} is.
dış görünüşü çirkin kişi. || cin çalmak, {ağız} Cin
Cennetler, fi1 cinânü’d-dünyâ, {OsT} D ünya cen
çarpmak; bir tarafına inme inmek. [DS]|| cin
netleri.
çarpmak, (Eski bir inanışa göre) ağzı veya bede
ninin bir yeri çarpılmak; inme inmek; fe lç gelmek.\\ cinas, [Ar. cins (soy, tür) > cinas j-L ^ ] (cina:s)
cin çarpması, {ağız} Sara hastalığı. [DS]|| cin {OsT} is. 1. M ünasebet; benzeyiş. 2. ed. Anlamlan
çarpmışa dönmek, Anlaşılamayan sebeplerle işle ayrı olduğu halde yazılışları aynı olan iki kelimeyi
rin ters gitmesine şaşırıp kalmak.\\ cin çırası, {ağız} art arda kullanma. 3. Bir kelimenin iyi anlamını
Birden parlayıp sönen hayalî ışık. [DS]|| cin dalak, belirtir gibi görünerek kötü anlamını kullanma. S
{ağız} Terbiyesiz; geveze. [DS] || cin dansı, bot. Cin cinâs-ı darbî, {OsT} Pekiştirme sıfatı ile yapılan
mısırı, (Zea mays everta). || cin dermek, {ağız} Üfü cinas.\\ cinâs-ı mefrûk, {OsT} Yazılışları bir ses
rükçülükte cinleri bir araya toplamak. [DS]|| cin fa rklı olan cinas.|| cinâs-ı muharref, {OsT} H arf
dili, {ağızj Çok akıllı ve yaramaz. [DS]|| cin evi, lerde beraberlik, harekelerde farklılık bulunan ci
{ağız} Yıkanma yeri; banyo. [DS]|| cin fikirli, (Kişi nas: nfrd-m"rd.\\ cinâs-ı nâkıs, {OsT} Cinaslı keli
için) görüş ve anlayışı keskin.|| cin gibi, 1. Çok melerin birinde fazladan h a rf bulunan cinas; eksik
akıllı ve becerikli. 2. Hareketli; y a r amaz.\\ cin göz, cinas.\\ cinâs-ı tâm, {OsT} H içbir eksikliği ve fa z la
Çok akıllı; kurnaz.\\ cini coş etmek, {ağız} İçinden lığı bulunmayan cinas; "kar" (yağış biçimi) -
gelmek; heves etmek. [DS]|| cini düşmek, {ağız} 1. “ka r" (karıştır).
İş güç edinmek. 2. Hiç durmaksızın uğraşmak. cinaslı, [cinas-lı] sf. Cinasa yer verilen, içinde cinas
[DS]|| cin ifrit olmak, Çok sinirlenmek; kızmak.\\ bulunan. S cinaslı kafiye, ed. Anlam ları ayrı, y a
cini kızmak, {ağız} Çok kızmak; sinirlenmek. [DS]|| zılışları aynı olan kelimelerle yapılan kafiye.
(bir şey) cinine gitmek, (O şeyden) hoşlanmamak;
cinayat, [Ar. cinayet > cinâyât oUL^-] (cina:ya:t)
sinirlerini bozmak.\\ cinini çıkarmak, {ağızj Çok
kızdırmak. [DS]|j cinini dermek, {ağız} Öfkesini {OsT} is. 1. Cinayetler. 2. Ağır suçlar,
gidermek; yatışmak. [DS]|| cin kafa, {ağız} Çabuk cinayet, [Ar. cinayet oj.U^-] (cina.yet) {OsT} is. 1. İn
kızan adam. [DS]|| cinler başa toplanmak, Çok san öldürme. 2. Adam öldürme derecesinde ağır
kızmak; sinirlenmek,|| cinler cirit atmak, Çok ten suç. S1 cinayet etmek, /eAT} Suç işlemek.|| cinayet
ha ve boş olmak. j| cinleri ayağa kalkm ak, Çok işlemek, İnsan öldürmek.\\ cinâyet-kâr, {OsT}
sinirlenm ek,| cinleri başına üşüşmek, Çok kız Adam öldüren; cinayet işleyen.\\ cinâyet-kârâne,
mak; öfke basmak. || cinleri civirdeşmek, {ağız} {OsT} Adam öldürenlere yakışır biçimde.|| cinâyet-
Öfkelenmek; kızmak. [DS]|[ cinleri kalkmak, Huy kârî, {OsT} Adam öldürme durumu; canilik.
suzluk etm ek.\\ cinler top oynamak, H iç kim se ol
cinaze, [Ar. cinâze / cenaze (musalla taşı) °jl^r]
mamak; ıssız ve tenha olmak. || cin mısırı, bot.
Buğdaygillerden, küçük ve sert taneli, güzel patla {OsTj is. Tabut,
yan ve çerez olarak tüketilen bir m ısır türii; cin cinbil, [cimb-il] {ağız} sf. 1. Benekli; noktalı. 2.
dansı, (Zea mays everta)|| cin otu, {ağız} Kereviz. Renkli. [DS]
[DS]|| Cin Suresi, Birkaç cinin okunan K ıır’a n ’ı cinbistire, [Yun. tsumpidion => cimbistire o Jl^~ ]
kulak vererek dinlediklerini ve ona iman ettiklerini, {OsT} is. Cımbız,
A lla h ’a hiçbir ortak koşmayacaklarını belirten ve
cinbit, -di [cimb-it] {ağız} is. Yemek çatalı. [DS]
bunu diğer cinlere giderek onları da doğru yola
cinc, [cin / cinc (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin
çağırdığını anlatan, 28 ayetlik, 72. sure.|| cin tavu
çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama
ğu, {ağız} 1. Küçük yapılı bir tür tavuk. 2. Hindi,
seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cinc-i-k, cinc-i-l.
o iin r iit iM . 8 2 1 CİN
cincar, [Güre, canciri] {ağız} is. Isırgan otu. [DS] zelik etmeyi, bağrışma, konuşma ve ötüşmeyi anla
cinci', [ein-ci] sf. 1. Cin ve perilerle ilişki kurarak in tan kök. [Zülfıkar] cing-il-de-mek, cing-il-dek, cing-
sanların psikolojik sorunları ve hastalıkları ile hır ir-de-mek.
sızlık, kayıp, evlenme, eşlerin birbirine bağlanması, cing2, [cing (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin
boşanması gibi pek çok sosyal olaylarla ilgili prob çarpma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama
lemlerine çözüm bulacağım iddia eden ve bu tür seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cing-il-de-k, cing-ir-
işlerle uğraşan kişi. 2. {ağız} Büyücü; üfürükçü. e-k, cing-il-de-mek, cing-ir-ik, cing-ir-t.
[DS] 3. {ağız} Falcı. [DS] cingan, [Far. çinğâne / Yun. tsingani] {ağız} sf. 1.
cinci2, [cinc-i] {ağız}is. 1. Cam ya da porselen bilye. Cimri. 2. özl. is. Çingene. [DS]
2. Cam parçası. [DS] cingaz, [cin+gaz] {ağızj is. Küçük lamba. [DS]
cincibir, [cinc (yans.) > cinc-i-mek > cinci + pır cingen, [Far. çinğâne] {ağızj is. 1. Çingene. 2. sf.
(yans.)] {ağız} is. Zıpzıp. [DS] Cimri. 3. Görgüsüz. [DS] S1 cingen cabar, {ağız}
cincik1, -ği [cinc (yans.) > cinc-i-mek > cinc-i-k] Kötii niyetli yabancı kişi. [DS]
{ağız} is. 1. Ziynet eşyası. 2. Cam ya da porselen ev cingıldak, -ğı [cing (yans.) > cing-ıl-dak] {ağız} is.
eşyası. 3. Ufak tefek. [DS] S cincik makarna, Tahterevalli. [DS]
{ağız} E v makarnası; erişte. [DS] cingırak, -ğı [cing (yans.) > cing-ır-a-k] {ağızj is.
cincil1, [cinc-il / cin-cil] {ağız} sf. En yüksek yer. [DS] Flayvanların boyunlarına takılan küçük çan. [DS]
cincil2, [cinc (yans.) > cinc-il] {ağız} is. 1. Yeni yürü cingi1, [cing (yans.) > cing-i] {ağızj is. Kıvılcım; çın
yen çocuğun ayağına takılan halka. 2. Beşik. 3. Bir gı. [DS]
tür kuş. [DS] cingi2, [cing (yans.) > çing-i] {ağız} is. 1. Sert taş;
cincilemek, [cinc-i-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)- granit. 2. Küçük piliç. [DS]
yor] Tahılların arasına karışmış çöpleri el yorda
cingil1, [cing (yans.) > cing-il / J ^ r ] {eAT} is.
mıyla ayıklamak. [DS]
cincilik, -ği [cin-ci-lik] {ağızjis. Sihirbazlık. [DS] Küçük bakraç,
cincirak, -ğı [cinc (yans.) > cinc-ir-ak] {ağız} is. cingil', [cing (yans.) > cing-il] {ağız} is. 1. Küçük
Atlıkarınca. [DS] üzüm salkımı. 2. Salkımdaki küçük salk ım ak lar
dan her biri. 3. İnci, boncuk ve altından yapılmış
cincombalak, -ğı [cin+comb-al-ak] {ağız} is. Takla.
süs eşyası. [DS]
[DS] S cincom balak gitmek, {ağız} Takla atmak.
[DS] cingil3, [cing (yans.) > cing-il] {ağız} is. Burundan
cincü, [cinçü / yincü / yinçü / yünçü] (cinçü:) {eTj is. damlayan su. [DS]
İnci. [DLT] cingil4, [cing (yans.) > cing-il] {ağız} is. Takla. [DS]
cindal, [? cindal] {ağız} is. Kedi yavrusu. [DS] cingildek, -ği [cing (yans.) > cing-il-de-k] {ağız} sf.
cindar, [Ar. cinn+ Far. -dâr] {ağız} is. Cinci. [DS] Şımarık. [DS]
cinde, [Far. jende] {ağız} is. Yamalı, eski şey. [DS] cingildem ek1, [cing (yans.) > cing-il-de-mek] {ağızj
cinder, [Ar. cinn + Far. -dâr] {ağız} is. Cinci. [DS] g çsz.f. [-r] [-d(i)-yor] Şımarmak. [DS]
cinderen, [Ar. cinn+der-en] {ağız} is. Cinci. [DS] cingildem ek2, [cing (yans.) > cing-il-de-mek] {ağız}
g ç s z .f [-r] [-d(i)-yor] Çınlamak. [DS]
cindi, [cindi] {ağız} is. Küçük şey. [DS]
cingildetmek, [cing (yans.) > cing-il-de-t-mek] {ağızj
cindirmek, [cin-dir-mek ıiUjJll»-] {OsT} gçl. f [-iir]
g ç l . f [-ir] Çınlatmak. [DS]
Araştırmak; soruşturmak, cingilli, [cing (yans.) > cing-il-li] {ağızj is. 1. Sığırla
cinede, [Yun. kinaidos > cinaede] is. 1. Eski Yunan rın arkasından dolaşarak artıkları ile beslenen be
ve R om a’da önceleri para karşılığı soytarılık yapa yaz, siyah ve sarı tüyleri bulunan küçük bir kuş;
rak katılanları eğlendiren kişilere verilen ad. 2. D a cingit. 2. Burnu ucunda sürekli su bulunan kimse.
ha sonraları Rom a’da şehvet uyandırıcı dans ve [DS]
gösteriler yapanlara verilen ad. cingilmek, [cing (yans.) > cing-il-mek] {ağız} dönşl.
cinel, [Güre, jiııel] {ağızj is. Y ük hayvanlarım bağla f. [-ir] 1. Takla atmak. 2. edil. f. Yıkılmak; devril
makta kullanılan yaş ağaç kabuk veya liflerinden mek. 3. Ayağın takılması ile yere yuvarlanmak.
yapılmış halat biçimdeki bağ. [DS] [DS]
cineviz, [İt. Genovese (Cenovalı)] {ağızj sf. (Kişi cingilti, [cing (yans.) > cing-il-ti] {ağız} is. 1. Çınla
için) kısa boylu ve çok akıllı. [DS] S cineviz akıllı, ma. 2. Kulak çınlaması. [DS]
{ağız} ince görüşlü; her şeyi bilen. [DS] cingirdemek, [cing (yans.) > cing-ir-de-mek] {ağızj
cineya, [Yun. tzinea] {ağız} is. Kuş gübresi. [DS] gçsz. f. [-r] [-d(i)-yor] 1. Ağlamak. 2. Parlamak.
cinfiz, [İng. gin fızz (köpüren içki)] is. Bir tür içki. [DS]
cing1, [cang / cank / cmg / cing / cong / conk / cöng / cingirik, -ği [cing (yans.) > cing-ir-ik] {ağız} is. Ku
cunk / can (yans.)] is. Çınlama sesini andırır geve yu çıkrığı. [DS]
CİN Ö I Ü M I Ü M E S İ İ M . b;
cingit, -di [cing (yans.) > cing-it] {ağız} is. 1. Sığırla net-i mütenavibe, {OsT} psikol. Zaman zam an or
rın arasında dolaşarak onların yiyecek döküntüleri taya çıkan delilik.
ile beslenen beyaz, siyah ve sarı tüyleri bulunan cinni, [Ar. cinn > cinnl l_r^-] (cinni:) {OsT} is. 1. Bir
küçük kuş. 2. sf. Açıkgöz. 3. Arsız; utanmaz. [DS]
tek cin; ecinni. 2. sf. Cinlerle ilgili; cinlere ilişkin.
cingoizm, [Bask, jainko (tanrı) > jainkoism > cin- S cinni cüre, {ağız} D elidolu konuşan. [DS]
goizm] is. J. Chamberlain ve R. Kibling ile aşırılığa
cinnistan, [Ar. cinn + Far. istân jU ~^-] {eAT} is. Cin
vardırılmış olan tutucu İngiliz milliyetçiliği,
cingöz, [Ar. cinn + T. göz] sf. 1. (Kişi için) kolay ülkesi.
kandırılamayan, zeki ve açıkgöz. 2. {ağız} Titiz. cins, [Yun. genos > Ar. cins j~^=r] {OsT} is. 1. Tür;
[DS] 3. {ağız} Kültürlü; bilgili. [DS] 4. {ağız} İnce çeşit. 2. A ralarında ortak özellikler bulunan nesne
zayıf. [DS] 5. {ağız} Küçük gözlü. [DS] ya da varlıklar topluluğu. 3. Birbiri ile aynı özellik
cini1, [cin-i?] {ağız} is. 1. Madenî çorap şişi; mil. 2. te görünmesine rağmen onları birbirinden ayırt
İp eğirmekte kullanılan araç. [DS] eden özellik. 4. Erkekle dişiyi birbirinden ayırt
cini2, [cin-i] (cin i) {ağız} sf. 1. Bir parça. 2. Bir diş. eden özellik. 5. Soy; kök; asıl. 6. sf. (Flayvan için)
[DS] soyu iyi olan; saf kan; melezleştirilmemiş. 7. sf.
cinicik, -ği [cin (yans.) > cin-i-cik] {ağız} sf. Baş ve argo. (Kişi için) kendine has tuhaf alışkanlıkları,
işaret parmakları ucu ile tutulan miktarda. [DS] değişik özellikleri olan; acayip; garip. 8. biy. Canlı
cinik1, -ği [cin-ik] {ağız} is. 1. Küçük hıyar. 2. Pek ların sınıflandırılmasında, ortak özellikler gösteren
küçük şey. 3. Tavuğun göğüs kemiği; lades kemiği. ve birbirine yakın türleri kapsayan, familya veya
[DS] alt familyanın bölümü. 9. dbl. Bazı dillerde kelim e
cinik2, -ği [Zaza. Kürt, cinike (kadm)] {ağız} sf. Dişi. lerin dişi, er veya yansız olduğunu belirten dilbilgi
[DS] si kategorisi. 10. jeAT} Para dışındaki kıymetli şey
cinikJ, -ği [cin-i-k] {ağız} sf. Mızıkçı. [DS] ler. 0 cins cibilliyet, 1. Soy sop. 2. Nitelik. 3. Kö
cinimek, [cin-i-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] Mızıkçılık ken. || cins cins, I. Çeşit çeşit; çeşitli. 2. Türlerine
yapmak. [DS] göre. || cins-i latif, {OsT} Güzel kadın.\\ cins isim
cinistan, [Ar. cinn + Far. istân] (cinista:n) {OsT} is. (cins ismi), dbl. Aynı türden varlıklara ve nesnelere
C inler ülkesi. birden a d olan isim; tür adı, ortak ad.
cink, [cink (yans.)] is. Cam ve metal nesnelerin çarp cinsaçı, [cin + saç-ı] is. bot. Sarılgan, erguvan rengi
ma, sallanma ve sürtünme ile çıkardığı çınlama çiçekler açan asalak otsu bitki; bağboğan; lcüsküt,
seslerini anlatan kök. [Zülfıkar] cink-il. (Cuscuta).
cinkil, [cink (yans.) > cink-il] {ağızj is. 1. Kova; bak cinsel, [cins-el] sf. 1. Cinsiyete yani erkek ve dişi
raç. 2. Küçük salkım. 3. Üzüm salkımındaki küçük arasındaki farka ilişkin; cinsî. 2. Cinsellikten kay
salkım aklardan her biri. [DS] naklanan. S cinsel birleşme, (İnsan ve yüksek y a
cinkmek, [cink (yans.) > cink-mek] {ağız} g ç sz .f. [- pılı hayvanlar için) üreme başlangıcı olarak erke
er] 1. Tepetakla yuvarlanmak. 2. Kayarak sende ğin cinsel organının, dişinin cinsel organı içine
lemek. 3. g ç l . f Bir şeyi devirmek. 4. (Güreşçi için) girmesi; cinsel ilişki; cinsel temas; cinsi m ünase
hasmını kaldırıp yere vurmak. 5. Sopayı yere vura bet; çiftleşm e.|| cinsel davranış, Kişinin cinsel ihti
rak sektirmek. [DS] yaçlarını gidermeye ve üremeye ilişkin davranışla
cinlendirmek, [cin-le-n-dir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] rının tümii.\\ cinsel hastalık, Cinsel birleşme ile
Kızdırmak. [DS] bulaşan hastalık; zührevî hastalık.\\ cinsel kimlik,
cinlenme, [cin-le-n-me] is. Öfkelenme, çok kızmak Kişinin biyolojik cinsiyetinden ayrı olarak kendisi
eylemi. için seçtiği ve tatmin olduğu görünürdeki cinsiyet
cinlenmek, [cin-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Cinli şekli,\\ cinsel organlar, E rkek ve kadında asıl fo n k
olmak; cinlerin saldırısına uğradığı sanılmak. 2. siyonu üreme olan bir tür zevk alma organları.||
mecaz. Çok kızmak; öfkelenmek, cinsel sapma, Kişinin biyolojik cinsel yapısından
cinli, [cin-li] sf. 1. Cin bulunan. 2. Cin çarpmış olan. ayrı veya olağan cinsel ilişkiler dışında tatmin y o l
3. mecaz. Çok sinirli; öfkeli, larına sapması.
cinlik, -ği [cin-lik] {ağız} is. 1. Cin niteliği; cin gibi cinsellik, -ği [cins-el-lik] is. 1. Erkek veya dişilik ge
oluş. 2. Eskiden, köye gelen misafirlerin ağırlandı reği canlıların gösterdikleri özellikler. 2. Cinsel do
ğı köy odalarında misafirlerin heybelerini koymak yum olaylarının tümü,
için yapılmış dolap. [DS] cinseyn, [Ar. cins > cinseyn ^r] {OsT} is. İki cins;
cinnet, [Ar. cinn > cinnet o ^ - ] {OsT} is. 1. Cin tut iki cins birden; erkek ve dişi olarak,
ması. 2. Delilik; çılgınlık. S1 cinnet getirmek, D e cinsî, [Ar. cinsî ^ - ^ - ] (cinsi;) {OsT} sf. 1. Türle ilgili;
lirmek.^ cinnet-i maniya-i inhitâtiye, {OsT} psikol. cinse ilişkin; cinsel. 2. Cinsiyete yani erkek ve dişi
Ruhsal bunalım sonucu ortaya çıkan delilik.| cin arasındaki ayrılığa ilişkin; cinsel. 3. Cinsellikten
İIÜMIİtrCtSM.823 C İR
kaynaklanan. S cinsî cazibe, {OsT} Cinsiyete iliş cir2, [cir (yans.)] {ağız} sf. Cıvık; sulu. [DS]
kin çekicilik.|| cinsî m ünâsebet, {OsT} Cinsel bir cir3, [Far. cır j~r] (ci:r) {OsT} is. 1. Alt; aşağı; zir. 2.
leşme.
Kılıç kayışı, eldiven vb. yapılan tabaklanmış deri,
cinsiyet, [Ar. cinsiyyet {OsT} is. 1. Bir cins
cirahat, -ti [Ar. cirâhat o ^ ly r] (cira.hat) {OsT} is. 1.
ile ilgili oluş. 2. Aynı cinsten olma özelliği; cins ve
Yaralanma. 2. Yara. 3. Yaradan akan sıvı; irin,
ırk denkliği. 3. biy. Canlılarda erkekle dişiyi birbi
rinden ayırt ettiren kalıcı nitelikteki biyolojik, fiz cirahat, -ti [Ar. cirâhât o l^ ly r] (cira:ha:t) {OsT} is.
yolojik ve insanlar için psikolojik özelliklerin tü 1. Yaralanmalar. 2. Yaralar. 3. İrinler.
mü; dişi veya erkek olma durumu; eşey. 4. Cinsel
ciran1, [Ar. câr > cîrân Olje-] (ci:ra:n) {OsT} is. 1.
ilişki veya ihtiyacı,
Komşular. 2. Çevrede olan yerler; yakın yerler. 3.
cinsiyetsiz, [cinsiyet-siz] sf. biy. Cinsiyet ayrımını
Müşteriler. S cirân-ı sâlihîn, {OsT} İyi komşular.
belirleyen biyolojik ve fizyolojik özellikleri olm a
yan; erkek ya da dişilik özellikleri bulunmayan; ciran2', [Ar. cerre > cirân jty r] (cira. n) {OsT} is. T op
eşeysiz. rak testiler.
cinslik, -ği [cins-lik] is. Canlılarda erkekle dişiyi ciranta, [İt. girare (çevirmek) > girante] is. tie. Emre
birbirinden ayırt ettiren biyolojik, fizyolojik ve in yazılı senedi ciro eden kişi,
sanlar için psikolojik özelliklerin tümü; cinsiyet. S
ciraye, [Ar. cirâye ^.'yr] (cira.ye) {OsT} is. Günlük
cinslik bilimi, Cinsellikle ilgili sorunları konu alan
bilim dalı; seksoloji. nafaka; tayın,
cinsliksiz, [cins-lik-siz] sf. biy. 1. Cinsiyet ayrımını cirbit, -di [cirb (yans.) > cirb-it] {ağız} is. Çapak.
belirleyen biyolojik ve fizyolojik özellikleri olm a [DS]
yan; erkek ya da dişilik özellikleri bulunmayan; e- cirbitik, -ği [cirb (yans.) > cirb-it-ik] {ağız} sf. Bir
şeysiz. 2. dbl. Ne eril, ne de dişil olan kelimeler vuruşta kesilmiş. S cirbitik kesmek, {ağız} Ansızın
için kullanılır. bir vuruşta kesmek. [DS]
cip1, [cib /cip (yans.)] is. Sıvılar içinde, yağışlı hava circir, [cir (yans.) > cir+cir] {ağız} is. 1. Ağustos
larda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle oluş böceği. 2. Çok yiyen çocuk; obur çocuk. [DS]
turulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan kök. cirdaval, [? cirdaval / cırdaval] is. -*■ cırdaval,
[Zülfıkar] cip-il-de-k. cirdavallı, [cirdaval-lı] is. Savaşlarda cırdaval deni
cip2, [cip] {ağız} e. 1. Pekiştirme edatı. 2. Eğer; şayet. len mızrağı kullanan atlı savaşçı.
3. z f Hep; bütün; büsbütün çok. [DS] cire1, [cir (yans.) > cir-e] {ağız} sf. 1. Küçük. 2. Ser
cip3, [İng. GP (General Purpose) > jeep ] is. H er türlü sem. [DS]
arazide kullanılabilen hafif motorlu kara taşıtı, cire2, [Ar. cıre °jer] (ci:re) {OsT} is. 1. Günlük geçim
cipil, [cip-il] {ağızjis. Gelişigüzel yetişen fidan. [DS]
ihtiyaçları; nafaka; yevmiye. 2. Bir iş yerinde çalı
cipkesen, [cip+kes-en] is. Bağ bıçağı,
şanlara verilen gündelik veya yemek,
cips, [İng. chips (talaş, yongalar)] is. Buharda kuru
cirenk, [Erme, çrenk] {ağız} is. A na kanaldan ayrılan
tularak kızartılmış ince dilimli patates,
büyük ark. [DS]
cipten, [cip-ten] {ağız} zf. Gerçekten. [DS]
cireltmek, [cir-el-t-mek] {ağız} g ç l . f [-ir] Azaltmak;
ciptirmek, [cip (yans.) > cip-tir-mek] {ağız} g ç l . f [-
kısmak. [DS]
ir] Bir vuruşta kesmek. [DS]
cipidek, -ği [cip (yans.) > cip-e-dek] (ci'pidek) {ağız} ciret, [Ar. clret Ojç»-] (ci:ret) {OsT} is. Komşuluk.
zf. (Kesmek için) bir vuruşta. [DS] cirik1, -ği [cir (yans.) > cir-ik] {ağız} is. Ağustos
cipil, [cip (yans.) > cip-il] is. Sıvılar içinde, yağışlı böceği. [DS]
havalarda ya da ıslak zemin üzerinde ayakla, elle cirik2, -ği [cir (yans.) > cir-ik] {ağız} is. 1. Sümük. 2.
oluşturulan hareketleri, bu tarz çabalamayı anlatan Pek sulu hamur. 3. Pek sulu çamur. [DS]
yansımalı gövde. S cipil cipil, l. {ağız} (Göz için) cirildem ek, [cir (yans.) > ciril-de-mek] {ağız} gçsz. f.
çapaklı, [DS] 2. (Akar su veya göl, su birikintisi [-r] [-d(i)-yor] Bahçe sulamak. [DS]
için) sığ; derin olmayan. [Püsküllüoğlu]
cirim 1, -rm i [Ar. cirm j*yr] {OsT} is. 1. Cisim. 2.
cipildetmek, [cip (yans.) > cip-il-de-t-mek] {ağız}
gçl. f. [-ir] Suyu etrafa sıçratmak. [DS] Hacim; büyüklük; oylum.
ciptirmek, [cip (yans.) > cip-tir-mek] {ağız} gçl. f. [- cirim2, [cir-im] {ağızj is. 1. Sınır. 2. Çevre. [DS] S
ir] Bir vuruşta kesmek. [DS] cirim çevirmek, {ağızj I. Sınırlamak. 2. Sınırda
cir1, [cır / cir / cor / cur / cür (yans.)] is. Sıvı m adde dolaşmak. 3. (Çocuklar için) koşarak oyun oyna
lerin akışı, dökülüşü ve ishal olm a durum unda çı mak. [DS]|| cirim çıkarmak, {ağızj 1. B ir işi çabuk
kan sesi anlatan kök. [Zülfıkar] cir-i-k, cir-i-l-de- bitirmek. 2. Parça parça etmek. [DS]
mek. cirit, -di [Ar. cerid / cered (kabuğu soyulmuş hurma
CİR im ik ç e su.
dalı) > cirit] jOsTi is. 1. A t üzerinde birbirine değ cirs, [Ar. cirs ^-yr] {OsT} is. Kök; asıl; menşe,
nek atmak suretiyle oynanan bir takım oyunu. 2.
B u oyunda kullanılan özel değneğin adı. 3. Atle cirsam , [Ar. cirsâm f'-»yr] (cirsaım) {OsT} is. 1.
tizmde kullanılan ucu sivri, üzeri sargılı metal sırık. Öldürücü zehir. 2. Zatülcenp. 3. Delilik,
S cirit atm a, Atletizmde atma dalında y e r alan ve cirşane, [Far. şeş-hâne ajU ^ü] (cirşa:ne) {ağız} is.
cirit adındaki sırığın atılmasına dayanan bir yarış Yivli eski bir tüfek. [DS]
türü.|| c irit atm ak, istediği gibi davranarak çevre
cirt, [cirt (yans.)] is. Ansızın yırtılm a ve bu biçimde
sine zarar verecek hareketlerde bulunmak. kabaca ses çıkarma, bağırma, ötme sırasında çıkan
ciritçi, [cirit-çi] is. spor 1. Cirit oyuncusu. 2. Atle sesi anlatan kök. [Zülfikar] cirt- lik.
tizmde cirit atma dalında yarışan sporcu, cirtlem , [cirt (yans.) > cirt-le-m] {ağız} is. Damla.
ciriya, [Ar. ciriyyâ U_rr] (ciriya:) {OsT} is. 1. Yaradı [DS]
lış; tabiat; huy. 2. Alışkanlık; âdet, c irtlik 1, -ği [cirt (yans.) > cirt-lik] {ağız} is. Hafiflik.
cirk , -ği [Far. çirk] {ağız} is. 1. Tavan bulgurlam asın [DS]
da kullanılan çamur. 2. Gübre. 3. Tütün zifiri. [DS] c irtlik 2, -ği [cirt (yans.) > cirt-lik] {ağız} is. Serçeden
cirlek, -ği [cir (yans.) > cir-le-k] {ağızj sf. İnce ve biraz büyükçe, eti yenen, boz renkli bir kuş. [DS]
sızıltılı bir sesle bağırıp çağıran. [DS] c irtm e k 1, [cirt (yans.) > cirt-mek] {ağız} g ç sz.f. [-er]
cirlem ek, [cir (yans.) > cir-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] Yerli yersiz darılmak. [DS]
[-l(i)-yor] İnce ve rahatsız edici bir sesle bağırmak. c irtm e k 2, [cirt (yans.) > cirt-mek] {ağız} gçl. f. [-er]
[DS] U fak parçalara ayırmak; doğramak; çentmek. [DS]
cirleş, [? cirleş] {ağız} is. Güzel kokulu küçük bir c irtm e k J, [cirt (yans.) > cirt-mek] {ağız} gçl. f. [-er]
kavun türü. [DS] İneği damla damla sağmak. [DS]
cirm , [Ar. cirm j-yr] {OsT} is. 1. Oylum; hacim. 2. ciryal, -li [Ar. ciryâl JLy»-] (cirya.j) {OsT} is. 1. Bir
Cisim. çeşit kırmızı boya. 2. s f Altm sarısı. 3. (Renk için)
tem iz ve saf. 4. (Şarap için) saf.
cirm an , [Ar. cirm > cirmân jU y r] (cirma:n) {OsT} is.
Bütün uzuvlarıyla tam insan vücudu, ciryale, [Ar. ciryâle ■Jlj.yr] (ciryaıle) {OsT} is. Saf
cirm ik, -ği [Erme, çırmuk] {ağız} is. 1. Su deliği. 2. şarap.
Evlere ya da bahçeye alman suyun duvardan geçti cirye, [Ar. cirye <nyr] {OsT} is. 1. Cereyan. 2. biy.
ği delik. [DS] Börkenek.
ciro, [İt. giro] (ci'ro) is. tie. huk. Emre yazılı her cis1, [cis (yans.)] is. İnce ince yağmur yağışını, sıvıla
türlü senedin hak sahibi tarafından bir başkasına rın incecik sızıntısını ve bu şekilde dökülüşünü an
devredilmesi. 0 ciro etm ek, Alacaklı tarafından latan kök. [Zülfıkar] cis-en cisen, cis-e-le-mek, cis-il
em re yazılı bir senedi, başkasına devrettiğine dair cisil, cis-le-mek.
açıklamayı, senedin arkasına yazıp imzalamak. cis2, [cis] {ağız} is. Badana. [DS]
cirp , [cirp (yans.)] is. 1. Birden kuvvetlice çarpma,
cisad, [Ar. cisâd :>l~=r] (cisa:d) {OsT} is. 1. Kan. 2.
bu biçimde vurma, kesme anlatan kök. [Zülfıkar]
cirp-mek, cirp-e-dek, cirp-e-den, cirp cirp. 2. zf. Safran.
Hemen; birdenbire. S cirp cirp , {ağız} (Kesmek ciscibil, [ci(s)+ci/bil] {ağız} pekşt. sf. Tümüyle çıp
için) keskin bıçak gibi, [DS] lak; çırılçıplak. [DS]
cirpedek, -ği [cirp (yans.) > cirp-edek] {ağız} zf. çiselem ek, [cis (yans.) > cis-e-le-mek] {ağız} gçsz. f
(Kesmek, biçmek için) bir çırpıda, keskin bıçak [-r] [-l(i)-yor] (Yağmur, su damlacıkları için) ince
gibi. [DS] ince ve yumuşak bir düşüşle yağmak; çiselemek.
[DS] .
cirpeden, [cirp (yans.) > cirp-e-den] {ağız} zf. He
men; birdenbire. [DS] cisen, [cis (yans.) > cis-e-m ek > cis-en] {ağız} is.
Yağmurun ince ince yağışını anlatan yansımalı
cirpitm ek, [cirp (yans.) > cirp-it-mek] {ağız} g ç l . f [-
gövde. [DS] 0 cisen cisen, {ağız} (Yağmur için)
ir] Bir çırpıda kesmek. [DS]