You are on page 1of 179

T.

C
BAHÇEġEHĠR ÜNĠVERSĠTESĠ

ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASINDA


SÜREKLĠLĠK VE DEĞĠġĠM: 11 EYLÜL SONRASI
DÖNEM

Yüksek Lisans Tezi

SERPĠL ERDEM

ĠSTANBUL,2016
T.C.
BAHÇEġEHĠR ÜNĠVERSĠTESĠ

SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ KÜRESEL SĠYASET VE


ULUSLARARASI ĠLĠġKĠLER BÖLÜMÜ

ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASINDA


SÜREKLĠLĠK VE DEĞĠġĠM: 11 EYLÜL SONRASI
DÖNEM

Yüksek Lisans Tezi

SERPĠL ERDEM

Tez DanıĢmanı: Doç. Dr. Ferhat PĠRĠNÇÇĠ

ĠSTANBUL, 2016
T.C.
BAHÇEġEHĠR ÜNĠVERSĠTESĠ

SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ


KÜRESEL SĠYASET VE ULUSLARARASI ĠLĠġKĠLER

Tezin Adı: ABD‟nin Ortadoğu Politikasında Süreklilik ve DeğiĢim: 11 Eylül Sonrası Dönem
Adı Soyadı: Serpil ERDEM
Tez Savunma Tarihi: 29.04.2016
Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli Ģartları yerine getirmiĢ olduğu Sosyal Bilimler
Enstitüsü tarafından onaylanmıĢtır.
Yrd.Doç.Dr. Burak Küntay
Enstitü Müdürü
Ġmza
Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli Ģartları yerine getirmiĢ olduğunu onaylarım.

Yrd. Doç. Dr. Burak Küntay


Program Koordinatörü
Ġmza
Bu tez tarafımızca okunmuĢ, nitelik ve içerik açısından bir Yüksek Lisans tezi olarak yeterli
görülmüĢ ve kabul edilmiĢtir.

Jüri Üyeleri Ġmzalar

Tez DanıĢmanı
Doç. Dr. Ferhat PĠRĠNÇÇĠ -------------------------------
Üye
Prof. Dr. Tayyar ARI --------------------------------
Üye
Prof. Dr. Ġsmail TATLIOĞLU -------------------------------
ÖZET

ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASINDA SÜREKLĠLĠK VE DEĞĠġĠM:


11 EYLÜL SONRASI DÖNEM

Serpil Erdem
Küresel Siyaset Ve Uluslararası ĠliĢkiler
Tez DanıĢmanı: Doç. Dr. Ferhat Pirinççi

Mayıs 2016, 165 Sayfa

Bu çalıĢmada ABD‟nin Ortadoğu politikasında süreklilik ve değiĢim ile 11 Eylül


sonrası dönem, realizm, üstünlük neo-izolasyonizm, iĢbirliğine dayalı güvenlik ve seçici
angajman politikaları çerçevesinde değerlendirilerek ABD‟nin Ortadoğu‟da etkin rol
oynayan devletler ile iliĢkilerini incelenmiĢtir.
ABD‟nin dıĢ politikası Soğuk SavaĢ döneminde ve sonrasında liberalizme dayalı
angajman çerçevesinde ve idealizm ile çok taraflılık olarak devam etmiĢtir. Soğuk SavaĢ
döneminde ABD‟nin Ortadoğu‟ya yönelik politikası, SSCB‟nin bu bölgedeki etkisini
sınırlandırmak ve 1956 yılında Mısır‟ın lideri Nasır tarafından SüveyĢ Kanalı‟nın
millileĢtirilmesi ve Eisenhower Doktrini ile bölgede Avrupalıların etkisini azaltmak
olmuĢtur. ABD‟nin Ortadoğu‟ya yönelik bir diğer hedefi de bölgede kendi çıkarlarına
uygun olan statükonun devamı olmuĢtur. Bu da bölgedeki petrol ve stratejik geçiĢ
noktalarının kontrolünün sağlanması ve SSCB‟nin bölgeden uzak tutulması anlamı
taĢımaktadır. 1948 yılında Ortadoğu‟da kurulan ve 1967 yılında ABD‟ye sadakatini
kanıtlayan Ġsrail‟in güvenliği de ABD‟nin Soğuk SavaĢ yıllarındaki temel hedeflerinden
olmuĢtur. Fakat 11 Eylül saldırıları ile birlikte ABD‟nin dıĢ politikası, büyük bir
değiĢime uğramıĢtır. Amerika yöneticileri, Ortadoğu kökenli “uluslar arası radikal
Ġslami akımı” kendilerine temel tehdit olarak belirlemiĢtir. Bu dönemde realizme dayalı
politikaların uygulandığını görmekteyiz. BaĢkan Bush Afganistan‟da “Önceden VuruĢ”
stratejisini kullanarak terörle savaĢ baĢlatmıĢtır. 2003 yılında da Irak‟ta “Önleyici

iii
SavaĢ” kavramını kullanarak, kitle imha silahları barındırdığı gerekçesi ile Saddam
Hüseyin‟in idam edilmesini sağlamıĢtır. Bu süreç içerisinde ABD doğrudan güç
kullanımını gerçekleĢtirmiĢ ve tek taraflı politika izlemiĢtir. Amerika‟nın esas amacı
stratejik noktaları ve enerji kaynaklarını kontrol ederek sistem üzerindeki hâkimiyetini
sürdürmek ve Ortadoğu‟ya yeniden Ģekil vermektir. ABD‟nin Irak‟ta savaĢtan sonra
kurmak istediği demokrasiyi kuramadığını görmekteyiz. Obama dönemine miras kalan
bu çatıĢmalar yerini, Irak‟tan ve bölgeden askeri olarak geri çekilmesine bırakmıĢtır.
ÇalıĢmanın sonuç bölümünde ABD‟nin 11 Eylül öncesi ve sonrası dönemde izlediği dıĢ
politika karĢılaĢtırılmalı olarak analiz edilmiĢtir.
Anahtar Kelimeler: ABD, Ortadoğu, 11 Eylül, ABD DıĢ Politikası, Usame Bin Ladin,
Asimetrik ÇatıĢma.

iv
ABSTRACT

CONTINUITY AND CHANGE IN US MIDDLE EAST POLICY:


POST 9/11 ERA

Serpil Erdem
Global Politics And International Relations
Thesis Supervisor: Doç. Dr. Ferhat Pirinççi

May 2016, 165 pages

This study examines, continuity and change in US Middle East policy and relations with
states which play an active role in the Middle East evaluated according to realism,
supremacy neo-isolationism, the security based on cooperation and policy of selective
engagement after 9/11 era.
In Cold War era and after that US foreign policy has continued as multilateralism with
idealism and engagement frame work based on liberalism. In Cold War era US policy
towards the Middle East has been to limit the impact of the USSR in this region and to
reduce the impact of the Europeans in region by nationalization of the Suez Canal from
the Egyptian leader Nasser in 1956 and Eisenhower Doctrine. Another goal of the US
policy towards the Middle East has been continuation of the status quo that suits US
interests. That has a meaning to maintain control of oil and strategic crossing points in
the region and to keep away the USSR from the area. Israel's security ,founded in 1947
in the Middle East and proved its loyalty to the US in 1967, has also been the main
target of US during the Cold War. But US foreign policy has under gone a major shift
with the 9/11 attacks. Administrators of US has determined “the international radical
Islamic movements” as their main threat. During this period, we see that
implementation of the policy based on realism. In Afghanistan President Bush has
started the war on terrorusing “Pre-Kick” strategy. In 2003 using “Preventive War”

v
notion he has enabled Saddam Hussein to be executed because of having weapons of
mass destruction in Iraq. In this process, the US has made direct use of force. We see
that US follow unilateral policies in this period. America's main purpose is to maintain
his domination on the system by controlling strategic points and energy resources and to
reshape the Middle East. We could see that in Iraq US didn‟t establish democracy
which was desired. In time this conflict that inherited to Obama‟s period has ended up
with retreat from Iraq and the region.
In the conclusion of the study, US foreign policy was analyzed comparatively pre and
post-9/11 era.
Key Words: USA, Middle East, 9/11, US Foreign Policy, Osama bin Laden,
Asymmetric Conflict.

vi
ĠÇĠNDEKĠLER

ġEKĠLLER ..................................................................................................................... ix

KISALTMALAR ............................................................................................................ x

1. GĠRĠġ .................................................................................................................. 1

2. ABD’NĠN SOĞUK SAVAġ SONRASI POLĠTĠKASINA YÖNELĠK


TEORĠK TARTIġMALAR .................................................................................. 4

2.1 ÜSTÜNLÜK POLĠTĠKASI ................................................................... 4

2.2 NEO-ĠZOLASYONĠZM ........................................................................ 7

2.3 SEÇĠCĠ ANGAJMAN POLĠTĠKASI ................................................... 9

2.4 ĠġBĠRLĠĞĠNE DAYALI GÜVENLĠK POLĠTĠKASI ...................... 10

3.VERĠ VE YÖNTEM ........................................................................................ 13

4.ORTADOĞU’NUN ABD DIġ POLĠTĠKASI AÇISINDAN ÖNEMĠ .......... 15

4.1 ĠSRAĠL’ĠN GÜVENLĠĞĠ .................................................................... 19

4.2 ABD’NĠN ORTADOĞU PETROLÜNE ĠLGĠSĠ ............................... 22

4.3 DOST VE MÜTTEFĠKLERĠN KORUNMASI ................................. 24

4.4 ENERJĠ GÜVENLĠĞĠ ....................................................................... 31

5.ABD’NĠN 11 EYLÜL SALDIRILARI ÖNCESĠ ORTADOĞU


POLĠTĠKASI ....................................................................................................... 36

5.1 SOĞUK SAVAġ DÖNEMĠ ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASI


...................................................................................................................... 37

5.1.1 SSCB’yi Çevrelemek Ġçin Ortadoğu’ya Angaje Olmak ....... 38

5.1.2 Ortadoğu’da Silahlanma Kontrolü: Üçlü Deklarasyon ....... 40

5.1.3 SüveyĢ Krizi ve Eisenhower Doktrini .................................... 42

5.1.4 Ġki Ayaklı Strateji ve Nixon Doktrini..................................... 46

vii
5.1.5 Carter Doktrini ........................................................................ 50

5.1.5.1 Ortadoğu’da savaĢ ve barıĢ Camp David AnlaĢması


................................................................................................... 51

5.1.5.2 Ġran’da rehine krizi ..................................................... 53

5.2 SOĞUK SAVAġ SONRASI ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASI


...................................................................................................................... 55

5.2.1 George H.W. Bush ve Yeni Dünya Düzeni ............................ 56

5.2.2 Körfez SavaĢı ............................................................................ 61

5.2.3 Clinton Dönemi ........................................................................ 66

5.2.4 Oslo BarıĢ AntlaĢması ............................................................. 69

6.11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ABD’NĠN ORTADOĞU


POLĠTĠKASI ....................................................................................................... 73

6.1 BUSH DOKTRĠNĠ ............................................................................... 81

6.2 BÜYÜK ORTADOĞU PROJESĠ ....................................................... 89

6.3 AFGANĠSTAN VE IRAK’A MÜDAHALE ...................................... 94

6.3.1 Afganistan Harekatı ................................................................ 96

6.3.2 2003 Irak SavaĢı ..................................................................... 103

6.3.3 ABD’nin Radikal Terörizm Algısı ve El-Kaide .................. 107

6.4 OBAMA DÖNEMĠ ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASI ......... 113

6.4.1 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Irak’ın Geleceği ............... 119

6.4.2 Arap Baharı ve ABD’nin tutumu ......................................... 121

6.4.3 Suriye’de Ġç SavaĢ ve ABD’nin Tutumu .............................. 128

6.4.4 ABD – Ġran YakınlaĢması ve Nükleer Faaliyetler .............. 130

6.4.4.1 Ġran’ın nükleer güç olma süreci ............................... 131

6.4.4.2 ABD- Ġran iliĢkileri ve nükleer süreç....................... 133

6.4.5 ABD’nin Ortadoğu’da Ġnsansız Hava Aracı Politikası ...... 137

6.4.6 ABD’nin IġĠD ve PYD Politikası .......................................... 139

viii
7. SONUÇ ........................................................................................................... 144

KAYNAKÇA ............................................................................................................... 153

ix
ġEKĠLLER

ġekil 4.1: Dünya‟daki ham petrol rezervlerinin OPEC‟ teki payı…………………14

ġekil 4.2: Basra Körfezi ............................................................................................31

ġekil 6.1: Büyük Ortadoğu Projesi Haritası…………………….…………………..83

x
KISALTMALAR

ABD : Amerika BirleĢik Devletleri


AIPAC : Amerikan Ġsrail Kamu ĠĢleri Komitesi
BAC : BirleĢik Arap Cumhuriyeti
BAE : BirleĢik Arap Emirlikleri
BM : BirleĢmiĢ Milletler
BOP : Büyük Ortadoğu Projesi
CENTO : Merkezi AntlaĢma TeĢkilatı
CSIS : Stratejik ve Uluslararası ÇalıĢmalar Merkezi
FBI : Federal SoruĢturma Bürosu
FKÖ : Filistin KurtuluĢ Örgütü
GOP : GeniĢletilmiĢ Ortadoğu Projesi
GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla
IĠD : Irak İslam Devleti
İKÖ : İslam Konferansı Örgütü

ISAF : International Security Assistance Force


IġĠD :Irak ġam Ġslam Devleti
IEA : Uluslararası Enerji Ajansı
ĠMF : Uluslararası Para Fonu
JSOC :Ortak Özel Harekât Komutanlığı
KĠS : Kitle Ġmha Silahları
MEC : Ortadoğu Komutanlığı
MEDO : Ortadoğu Savunma Örgütü
NATO : Kuzey Atlantik AntlaĢması Örgütü
NPT : Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme AnlaĢması
OPEC : Petrol Ġhraç Eden Ülkeler Örgütü
PKK : Kürdistan ĠĢçi Partisi
PNAC : Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi
SALT : Stratejik Silahların Sınırlandırılması AnlaĢması
SAVAK : Ġran Milli Ġstihbarat ve Güvenlik Örgütü

xi
SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
START : Stratejik Silahların Azaltılması AntlaĢması
UAEA : Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı
YPG : Halk Savunma Birlikleri

xii
1. GĠRĠġ

ÇalıĢmada Amerika‟nın Ortadoğu ile iliĢkileri, realizm, üstünlük neo-izolasyonizm,


iĢbirliğine dayalı güvenlik ve seçici angajman politikaları çerçevesinde ele alınarak
Ortadoğu‟da etkin rol oynayan devletler ile bunların diğer devletler ile iliĢkileri
incelenmiĢtir. Bu iliĢkilerde dıĢ politikaları belirleyici temel konular ele alınarak
yansımalarının geleceğe ıĢık tutması hedeflenmiĢtir. Uluslararası toplumda Amerika
BirleĢik Devletleri (ABD)‟nin tek süper güç olduğu bu yüzyılda, ABD‟nin Ortadoğu ile
ilgili politikaları Soğuk SavaĢ sonrası dönemden itibaren incelenmeye çalıĢılmıĢtır.
ABD, Ortadoğu hedeflerini oluĢtururken, bir yandan da bölgenin enerji kaynaklarına
bağımlı olan Çin, Rusya, Hindistan ve Ġran‟ın da bu bölgede politika yürütmek
istemesinden kaynaklanan çatıĢmaların yaĢandığı sıcak bir alan olduğunu görerek
hareket etmek istemesi gereken bir dönem olmuĢtur. Özellikle de 11 Eylül
saldırılarından sonra ABD‟nin bölgeye bakıĢ açısı değiĢmiĢ ve güç kullanımına dayalı
politika izlemeye baĢlamıĢtır.
Bölge ülkelerinin bazılarının da sahip olduğu nükleer enerji sayesinde, bölgede
çatıĢmalar yaĢanmaktadır. ABD, 11 Eylül saldırıları sonrasını fırsat bilerek, nükleer
gücü dünyanın geleceğini ve kendi çıkarlarını tehdit ettiğini savunarak hareket etmiĢ ve
bu bağlamda Ġran ve Irak‟ı hedef almıĢtır.
II. Dünya SavaĢı sonrasında Ġngiltere‟nin bölgeden çekilmesi sonucunda ABD‟nin
bölgeye ilgilisi baĢlamıĢtır. O dönemlerde ilk olarak petrolün kontrolü ile Ġsrail‟in
güvenliğini korumak adına bunu yapmıĢtır. Soğuk SavaĢ sırasında, en öncelikli hedefi
ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)‟ni çevrelemek için Ortadoğu‟da
politika yürütmek olmuĢtur. Bir diğer hedefi de tek rakibi olan SSCB ile aralarında
artan silahlanma yarıĢına müdahale etmek olmuĢtur. Zaman içerisinde tehlikeli boyuta
gelen nükleer silahlar 1962 yılında SSCB‟nin Küba‟ya füze yerleĢtirmesi ile en sıcak
anını yaĢamıĢ ve bundan sonra iki devlette bu durumun ne kadar vahim olduğunu
anlamıĢ ve silahların yayılmasını önlemek adına çalıĢmalara baĢlamıĢlardır.
1991 yılında Soğuk SavaĢ‟ın son bulup SSCB‟nin dağılması ile ortadan kalkan
komünizm tehdidi ile ABD, dünyada tek egemen güç olarak kalmıĢtır. Artık karĢısında
bir düĢman kalmamıĢtır. Çift kutuplu sistemden tek kutuplu sisteme geçiĢin olduğu bu
dönemde ABD Ortadoğu‟da ve dünyada liberal yaklaĢımlar ile “Yeni Dünya Düzeni”
oluĢturma eğilimine girmiĢtir. 11 Eylül terör saldırılarına kadar ABD doğrudan güç
kullanımına gitmemiĢtir. Fakat 11 Eylül günü ABD topraklarında meydana gelen
saldırılar sonrasında ABD, Bush Doktrini ile dünyaya ve Ortadoğu kökenli olduğunu
düĢündüğü Ģer odaklara savaĢ ilan etmiĢtir. Hiç zaman kaybetmeden Afganistan‟a
saldırmıĢ peĢinden de kitle imha silahları barındırdığı gerekçesi ile Irak‟a tek taraflı
olarak saldırı gerçekleĢtirmiĢtir. Bu tutumu zaman içerisinde uluslararası sistemde
kınanmaya kadar gitmiĢtir. Çünkü sanıldığı gibi Irak‟ta kitle imha silahlarına
rastlanmamıĢtır. Burada olan Irak‟ın liderinin öldürülmesi ile Saddam Hüseyin‟e ve
bölge halkına olmuĢtur. Irak üç etnik gruba bölünerek bütünlüğünü yitirmiĢtir.
Irak‟ta yaĢanan savaĢ, 2010 Aralık ayında Kuzey Afrika‟da baĢlayan “Arap Baharı” ile
Ortadoğu‟ya yayılan otoriter rejimleri yıkma adına yapılan halk ayaklanmalarına neden
olmuĢtur. “Arap Baharı” Suriye‟ye de sıçramıĢ fakat halen daha devam etmekte olan bir
iç savaĢa dönüĢmüĢtür. Suriye‟deki savaĢ zaman içinde bölge ülkelerini de etkiler
duruma gelmiĢtir. Rusya, 2015 yılında Suriye rejimini koruma adına bölgeye silah ve
asker takviyesi yapınca baĢta ABD‟nin ardından Avrupa‟nın tepkisi ile karĢılaĢmıĢtır.
Aynı zamanda Rusya, Türkiye ile de, Türk hava sahasını ihlal edince gergin bir sürece
girmiĢ ve bölgeden çekilmeyi düĢünmediğini göstermiĢtir.
Son dönemde iyiden iyiye kaynayan bölgede rejim boĢluklarından kaynaklanan çeĢitli
terör örgütleri oluĢmaya baĢlamıĢ ve kontrolü ele geçirmeye çalıĢmaktadırlar. Özellikle
Kuzey Irak‟ta konuĢlanan ve Suriye‟ye kadar uzanan bölgede Irak-ġam Ġslam Devleti
(IġĠD) ile pek çok terör örgütü, bölgede kaos oluĢturmaktadır. ABD, ilk zamanlar
bölgeye hiçbir Ģekilde müdahale etmezken son zamanlarda Rusya‟nın devreye girmesi
ile artık bölgede terör örgütleri ve diktatörler ile mücadele edeceğini BaĢkan Obama
aracılığı ile dünyaya ilan etmiĢtir. ABD, bölgede Afganistan ve Irak‟a terör bahanesi ile
saldırırken buralarda oluĢan IġĠD gibi terör örgütlerine ilk baĢlarda tepki
göstermemiĢtir.
GiriĢ bölümünün ardından çalıĢmada, teorik çerçeve hakkında açıklamalarda
bulunulmuĢtur. Üçüncü bölümde veri ve yöntem hakkında bilgilendirme yapılmıĢtır.
ÇalıĢmanın dördüncü bölümünde Ortadoğu‟nun ABD dıĢ politikası açısından öneminin
tarihsel arka planı incelenmiĢtir. BeĢinci bölümde, ABD‟nin 11 Eylül saldırılarından
önce Ortadoğu politikası iki dönem halinde incelenmiĢtir. Soğuk SavaĢ dönemi ve

2
Soğuk SavaĢ sonrası dönem olarak ele alınan dıĢ politika argümanları açıklanmaya
çalıĢılmıĢtır.
ÇalıĢmanın altıncı bölümünde, dünya tarihini değiĢtiren 11 Eylül saldırıları sonrası
ABD‟nin Ortadoğu politikası tüm konuları ile Obama dönemi de dâhil olmak üzere ele
alınmıĢtır. Bu bölümünde “Arap Baharı” süreci ve bölge ülkelerine etkisi de
incelenirken, ABD‟nin tutumu araĢtırılmıĢtır. Bu sırada ABD ile Ġran arası yaĢanan
nükleer bulmacada eskiden yeniye bir tarihsel plan açıklanmıĢtır. Yedinci bölümde ise
çalıĢmanın sonuç bölümü bulunmakla birlikte ABD‟nin Ortadoğu politikası, 11 Eylül
öncesi ve sonrası olmak üzere iki kısım halinde incelenmiĢtir.
ÇalıĢma, Türkiye‟de, ABD‟nin Ortadoğu politikasında, 11 Eylül sonrası dönemi bugüne
kadar anlatan çalıĢma olması nedeniyle akademik olarak değer taĢımaktadır.

3
2. ABD’NĠN SOĞUK SAVAġ SONRASI POLĠTĠKASINA YÖNELĠK TEORĠK
TARTIġMALAR

Soğuk SavaĢ‟ın sona ermesi ve Doğu Bloğu‟nun dağılması, ABD açısından yeni
dönemde farklı güvenlik stratejileri ve dıĢ politika seçenekleri izleme gerekliliği
doğurmuĢtur. Soğuk SavaĢ sonrası dönemde, Sovyetler Birliği‟nden hariç hiçbir
devletin, ABD‟nin üstünlüğünü doğrudan sorgulayacak veya tehdit edebilecek durumda
olmadığı görülmüĢtür. ABD‟ye olası rakip olarak Rusya ve Çin yakınlaĢması
gösterilmiĢ olsa da kısa vade de gerçekleĢemeyeceği anlaĢılmıĢtır. KüreselleĢme ile
iliĢkili olarak eski Doğu Bloğu ülkelerinin gerek siyasal gerekse ekonomik olarak
dönüĢüm sürecine girmeleri, dinsel ve etnik farklılaĢmaların eskiye oranla daha fazla
hissedilmesi, nükleer silahların yayılması tehlikesi gibi faktörler, ABD‟nin küresel
önceliklerini gözetmek için korumak zorunda olduğu istikrarı tehdit edebilecek
niteliktedir. Bir diğer ifadeyle, Soğuk SavaĢ esnasında ABD‟nin yeni dönemde
uygulayacağı dıĢ ve güvenlik politikalarında bu istikrarsızlık unsurlarının etkisi de
olacağı görülmektedir. ABD‟nin çıkarları doğrultusunda hareket edeceği ve bunun
içinde güç kullanımına gidebileceği de öngörülmektedir.
Bu doğrultuda, ABD‟nin dünyadaki rolünün ne olacağına iliĢkin yapılan tartıĢmaların,
Amerika‟nın kuruluĢ politikasının yanı sıra, günün getirdiği yenilikler çerçevesinde
ABD‟yi farklı politikalar gerçekleĢtirmeye itmiĢtir. Bu alternatif politikalar, genel
olarak ABD‟nin mutlak üstünlüğüne yönelik politikası, neo-izolasyonizm politikası,
seçici angajman politikası ve iĢbirliğine dayalı güvenlik politikası olarak ifade edilmiĢtir
(Nye ve Welch 2007, ss: 257-295).

2.1 ÜSTÜNLÜK POLĠTĠKASI

Üstünlük politikası, ABD açısından bir dıĢ politika alternatifi olarak hem barıĢı hem de
gücü öne çıkaran bir içeriğe sahiptir. Bununla beraber “diğer devletlerden üstün bir
Amerikan gücünün barışı sağlayacağı” ilkesini temel hareket noktası olarak ele
almasından dolayı bu yaklaĢımda gücün daha ağırlıklı bir yeri olduğu rahatlıkla
söylenebilir. Önceki dönemlerde seçici angajman yaklaĢımına benzer Ģekilde gücün

4
geleneksel ittifak ve koalisyonlarla bir araya getirilmesini yeterli görmeyen üstünlük
yaklaĢımı, ABD‟nin eĢitler arasında birinci değil; mutlak anlamda birinci olması
gerektiğini ve böylece hem kendisi hem de müttefikleri için barıĢı sağlayabileceğini
vurgulamaktadır. Yine seçici angajman politikasının öngördüğü büyük güçlerle iliĢkiye
geçerek olası bir çatıĢmanın önlenmesi stratejisinden farklı olarak, üstünlük
politikasında amaç ABD‟nin siyasi, ekonomik ve askeri açıdan küresel düzeyde mutlak
üstünlüğüdür. Hegemonyayı çağrıĢtıran bu politika sayesinde herhangi bir küresel
tehdide meydan vermemek temel yaklaĢımdır (Bostanoğlu 1999 ss: 243-265).
ABD‟nin bu üstünlük politikası için en büyük tehdit Washington‟a siyasi, ekonomik
veya askeri alanda meydan okuyan bir gücün ortaya çıkmasıdır. Bu bağlamda gelecekte
SSCB‟nin halefi konumunda bulunan Rusya Federasyonu‟nun askeri alanda; Japonya,
Fransa ve Almanya gibi güçlerin ekonomik alanda; Çin‟in ise hem ekonomik hem de
askeri alanda ABD‟ye meydan okuyabileceğini belirten üstünlük yaklaĢımı
savunucuları, kısa vadede böyle bir etkinin ortaya çıkmaması için gerekli giriĢimlerde
bulunulmasını savunmaktadır. Dolayısıyla Kuzey Atlantik AnlaĢması Örgütü
(NATO)‟nun dönüĢümü ve geniĢlemesini veya yeni çevreleme politikalarının
seslendirilmesi de bu çerçevede ele alınmayı gerektirmiĢtir (Posen ve Ross 2006, ss: 29-
30).
Üstünlük politikası yaklaĢımı uluslararası örgütlerin rolüne Ģüpheyle yaklaĢmaktadır.
Ancak, uluslararası örgütlerin barıĢı sağlayacak yeterli güce sahip olmadığını savunan
yaklaĢım, aynı zamanda bu örgütlerin ABD‟nin giriĢtiği veya giriĢeceği harekâtlarda
diplomatik desteğin sağlanmasının önemli olduğunu dile getirmektedir (Arı 2008, ss:
286-299). Bu noktada Saddam‟ın Kuveyt‟i iĢgali üzerine Irak‟a, ABD‟nin tek taraflı
müdahalesi yerine ABD öncülüğünde fakat BirleĢmiĢ Milletler (BM) bağlamında
düzenlenen operasyon ile ABD‟nin üstünlük politikası izlediği görülmüĢtür. Bunun yanı
sıra “Arap Baharı” sırasında Libya‟nın lideri Kaddafi‟nin yakalanıp öldürülmesinde
NATO öncülüğünde geriden destek vererek gücünü hissettirmiĢtir. II. Dünya SavaĢı‟nın
ardından izlemeye baĢlanan üstünlük politikasının Soğuk SavaĢ sonrası dönemde,
Amerikan dıĢ politikasında baskın konumda olduğu görülmüĢtür. Bu açıdan
bakıldığında, George W. H. Bush‟un “Yeni Dünya Düzeni” söylemi ve Clinton‟ın
“geniĢleme ve angajman” politikası, aslında üstünlük politikasının değiĢik formlarıdır.
Nitekim her iki politikada Amerikan gücünün üstünlüğüne ve küresel düzeyde bu

5
üstünlüğü sorgulayacak bir gücün bulunmamasına dayanmaktadır (Posen ve Ross 2006,
ss: 30-33).
Bölgesel çatıĢmalara önem veren üstünlük savunucuları, özellikle çıkan çatıĢmaların
bölgesel güç dengesini değiĢtirici etkilerine dikkat çekerek gerektiğinde bu çatıĢmalara
müdahale edilmesini vurgulamıĢlardır. Bununla beraber etnik çatıĢmalar ve insani
amaçlı müdahalelerle pek ilgilenilmemekte, bu çatıĢmalara ancak ABD‟nin üstünlüğünü
pekiĢtirici fırsat verildiğinde müdahale edilmesi gerekliliğini savunmuĢlardır. Bunun
haricinde üstünlük yaklaĢımında ABD‟nin mutlak üstün gücünün Soğuk SavaĢ
döneminde olduğu gibi yüksek savunma harcamalarıyla sürekli olarak desteklenmesi,
yeni askeri-teknolojik modernizasyonların yapılması gibi faktörler uluslararası
politikada Amerikan hegemonyasının devam ettirilmesi için hayati önem taĢımaktadır
(Gözen 2012, ss: 107- 113).
ABD‟nin küresel üstünlüğü için gerekli olan dört ana unsur olmuĢtur. Askeri güç,
ekonomik güç, teknolojik güç ve kültürel yayılma unsurları, ABD‟nin dünyada lider
olmasını ve politika belirleyici olmasını sağlamaktadır. Özellikle ABD‟nin son yıllarda
geliĢtirmiĢ olduğu teknolojik silahlardan Ģuan için en önemlisi dronelardır. Dronelar
sayesinde ABD kilometrelerce uzaklıktaki düĢmanlarına saldırabilmektedir. Böylece
daha az masraflı ve kendi askeri kaybının olmadığı yeni bir savaĢ tekniği de kullanarak
üstünlüğünü bir kez daha göstermiĢtir. Dronelar sayesinde savaĢtığı düĢman kendilerine
silahlı olarak saldırı dahi yapma Ģansı bulamamaktır. Böylece ABD, daha az ekonomik
ve insan kaybı ile Ortadoğu‟da kendi gücünü göstermeye devam etmektedir. ABD kendi
liderliğini, kendi barıĢını ve gücünü korumak için sürekli olarak mücadele etmek
durumundadır. Kendi egemenliğini korumak için oluĢabilecek yeni bir egemen gücü
daha var olmadan yok etmeye çalıĢmaktadır. Bu bağlamda izlediği politikalarda
üstünlüğe dayalı olmaktadır. ABD‟nin egemenliğini bozmak isteyen diğer ülkeler, ABD
için doğal düĢman olmaktadır. ABD politikası, hiçbir ülkenin siyasi yapısı ya da
potansiyeli ile ilgili değil niyetlerine göre Ģekillenmektedir. ABD, niyetinin olumsuz
olduğunu düĢündüğü ülkeyi, uluslararası arenadan yok etmeye çalıĢmaktadır. Devletler
ve yönetimler ABD ile uyumlu olduğu müddetçe uluslararası arenada var olmaya
devam etmektedir (Kona 2014).

6
2.2 NEO-ĠZOLASYONĠZM POLĠTĠKASI

Bilindiği gibi yalnızcılık politikası 1823‟te Monroe doktriniyle beraber uygulamaya


konmuĢ ve 1914‟te I. Dünya SavaĢı‟nın baĢlamasına kadar sürdürülmüĢtür. I. Dünya
SavaĢı‟ndan sonra 1920‟de yalnızcılık politikasına geri dönen ABD, 1941‟de
gerçekleĢtirilen Pearl Harbour baskınından sonra bir daha geri dönmemek üzere bu
politikayı terk etmiĢtir. II. Dünya SavaĢı sonrasında Batı Bloğu‟nun önderi olarak dünya
politikasında baĢat güçlerden biri olan ABD‟nin galibiyetle çıktığı Soğuk SavaĢ‟tan
sonra, uluslararası politikadaki bu üstün konumunu sürdürmek yerine yalnızcılık
politikasına dönmesini beklemek aslında çok da arzu edilmeyen bir politika seçeneği
olmuĢtur. Bununla beraber, Soğuk SavaĢ sonrasında neo-izolasyonizm politikasının
uygulanmasını savunanların temel kanıtı, “ABD’nin tek hayati çıkarının Amerikan
halkının güvenliğini, özgürlüğünü ve refahını korumak” olduğuydu bilinmektedir. Neo-
izolasyonizm politikasının savunucuları, Soğuk SavaĢ sonrası dönemde ABD‟nin
ülkesel bütünlüğünü ve güvenliğini tehdit edebilecek herhangi bir gücün bulunmadığını
belirtmiĢlerdir. Rusya veya Çin‟in askeri anlamda ABD‟ye tehdit oluĢturmaya
baĢlaması halindeyse, bu ülkeleri çevreleyebilecek çok sayıda ülke bulunduğunu hatta
Rusya ve Çin‟in kendiliğinden birbirlerini çevreleyeceğini de ileri sürmüĢlerdir.
Dolayısıyla “Amerikan yaĢam tarzını” tehdit edebilecek herhangi bir unsurun
bulunmadığı ve geleneksel izolasyonizm politikasında savunulduğu gibi ABD‟nin her
iki yakasındaki okyanusların olası tehlikeleri bertaraf edeceği ifade edilmiĢtir. Her ne
kadar geleneksel anlamda izolasyonizm politikasının uygulandığı dönemde geçerliliği
olsa da 21. yüzyılda teknoljik olarak ileri seviyede bulunan dünyada ABD, kendini geri
çekilerek koruyamayacak durumda bulmuĢtur (Posen ve Ross 2006, s: 6-7).
Önceki dönemlerde uygulanan izolasyonizm politikasından farklı olarak neo-
izolasyonizm taraftarlarının bu politikanın savunulmasında temel çıkıĢ noktaları nükleer
silahlara dayalı caydırıcılık olmuĢtur. Dolayısıyla, Soğuk SavaĢ döneminde nükleer
silah alanında en büyük güç olan ABD, SSCB‟nin dağılmasının ardından nükleer silah
kapasitesi açısından, meydan okunulmayacak hale gelmiĢtir. Bu açıdan Ġngiltere,
Fransa, Çin ve Rusya nükleer silahlara sahip olsalar dahi, ABD‟nin karĢısına hegemon
güç olarak çıkmak isteseler bile diğer ülkeler bunu engelleyebileceklerdir. Dolayısıyla,
ABD‟nin nükleer kapasitesi kendi egemenliğini ve ülkesel bütünlüğünün garantisi

7
olmaya fazlasıyla yetecek konumdadır. Nükleer silahlara sahip olmak prestiji
artırmaktadır. Uluslararası çapta hükümetler prestijli bir devlet ile karĢılaĢtıklarında
daha dikkatli ve nazik olmak durumunda kalmaktadırlar. Doğal olarak ABD‟nin
karĢısına çıkabilecek her devlette bu prestij karĢısında saygılı ve dikkatli davranmak
zorunda kalmaktadır (Roskın & Berry 2014, ss: 295-315).
Neo-izolasyonizm politikası çerçevesinde, ABD‟nin artık dünya politikasında düzeni
sağlamak için dıĢ müdahalelerde bulunmaması ve diğer ülkeler tarafından düzenlenen
müdahalelerinde maliyetlerini karĢılamaması gerektiği savunulmuĢtur. Ġki kutuplu
sistemde izolasyonizm uygulamak oldukça zordur. Yalnızcılık politikası izlemek
isteyen devletleri bekleyen sorunlar vardır. Yalnızcılık politikası izlenirken diğer
devletler ile diplomatik ve ticari iliĢkiler devam etmektedir. Bu nedenle, demokrasinin
ve insan haklarının geliĢtirilmesi için düzenlenen müdahalelerin ABD‟ye yönelik
tepkileri arttırmaktan baĢka bir iĢe yaramadığı görülmüĢtür (Arı 2008, ss: 260-264).
Kaldı ki ABD, güçlerini dünyanın çatıĢmalı bölgelerinden uzak tutulması, aynı zamanda
ABD‟yi özellikle Amerikan karĢıtı radikal örgütlerin saldırılarından koruyacak bir
baĢka tedbir olarak düĢünülmüĢtür. ABD‟nin askeri angajmanının en düĢük düzeyde
tutulmasını savunan neo-izolasyonizm yaklaĢımı, Amerikan gayri safi yurtiçi hâsılasının
yüzde ikisi civarında bir savunma harcaması öngörmekte ve Amerikan ülkesine yönelik
düĢük dereceli tehditlerde makul bir hava ve füze savunmasının yeterli olacağını;
donanma gücünü ise mevcudun üçte biri oranında yapılandırarak sadece Amerikan ticari
gemilerinin güvenliğini sağlayacak biçimde düzenlemesi gerektiğini iddia etmiĢtir.
Amerikan güvenliğini sadece ülke içindeki halkın güvenliği, özgürlüğü ve refahıyla
iliĢkilendiren bu neo-izolasyonizm yaklaĢımı, ABD‟nin Soğuk SavaĢ boyunca elde
ettiği birçok küresel çıkarından vazgeçerek kendi kabuğuna çekilmesini ve ABD‟yi
doğrudan ilgilendirilmedikçe dünya politikasında yaĢanan geliĢmelere kayıtsız
kalınmasını savunmuĢtur. Daha önce ifade edildiği gibi öne sürülen dıĢ politika
seçenekleri arasında Beyaz Saray yönetimi ve özellikle de Pentagon tarafından en arzu
edilmeyen seçenek olarak görülen neo-izolasyonizm, George H. Bush, Bill Clinton ve
halefi George W. Bush tarafından pratikte uygulanması söz konusu dahi edilmemiĢtir
(Gözen 2012, s: 108).
Obama döneminde, Suriye‟de yaĢanan iç savaĢta ABD‟nin Ortadoğu bölgesindeki bu
karmaĢaya karıĢmayarak neo-izolasyonizm politika uyguladığı görülmektedir. ABD‟nin

8
uyguladığı bu politika, müttefiklerini gücendirmektedir. BaĢta Suudi Arabistan, BAE,
Katar ve Türkiye ABD‟nin bu eylemsizliğine yönelik eleĢtirel söylemlerde
bulunmaktadır. Son dönemde Suudi Arabistan OPEC üyelerini toplayarak, ABD‟nin bu
tepkisizliğine karĢı petrol fiyatlarının düĢürülmesi talebinde bulunmuĢ fakat diğer
OPEC üyelerini ikna edememiĢtir. Suudi Arabistan‟da bu durum üzerine ülkesindeki
bonoların tavsiyesi ile ABD‟yi tehdit etmiĢtir.

2.3 SEÇĠCĠ ANGAJMAN POLĠTĠKASI

Soğuk SavaĢ sonrası dönemde ileri sürülen dıĢ politika alternatiflerinden seçici
angajman politikası, temel olarak ABD‟nin ekonomik ve/veya askeri potansiyel
açısından önemli olan büyük devletlerle iyi iliĢkiler geliĢtirmesini ve bu ülkeler arasında
barıĢın korunmasını amaçlamıĢtır. Nitekim büyük güçler arasında yaĢanabilecek
çatıĢmaların, baĢta nükleer silahların kontrolsüz bir Ģekilde yayılması olmak üzere ABD
açısından oldukça önemli sonuçlar doğuracağı düĢünülmüĢtür. Bu politika kapsamında
Rusya, Ġngiltere, Fransa, Almanya, Japonya ve Çin gibi ülkeler öne çıkmıĢ ve özellikle
Avrasya bölgesinde giriĢilen hegemonik bir mücadelenin, ABD açısından önemli bir
güvenlik sorunu oluĢturacağı iddia edilmiĢtir. Yeni dönemde ABD‟nin seçici angajman
politikasını izlemesi gerektiğini savunanların temel çıkıĢ noktası, dünya petrol
üretiminin % 22‟sini gerçekleĢtirmesine rağmen dünya nüfusunun sadece % 4,6‟sını
oluĢturan ABD‟nin, demografik açıdan dezavantajlı olan konumunun küresel ekonomik
iliĢkiler bağlamında da giderek olumsuzlaĢacağına inanılması olmuĢtur. Amerika‟nın
Ģuan ki nüfusu yaklaĢık olarak 317 milyon civarındandır. ABD‟nin nüfus yapısında
birinci sırayı Latin kökenliler almaktadır. Bunu Afrika kökenli siyahlar takip
etmektedir. Son dönemde göçlerle nüfusu artıran üçüncü grupta Asya kökenliler
oluĢturmaktadır (BBC TURKISH 2016). Bu bağlamda, özellikle Asya ve Ortadoğu‟da
kara operasyonlarıyla desteklenen müdahalelerde, insan faktörü açısından sorunlar
yaĢanacağı düĢünülmektedir. Doğal olarak Amerikan halkının gün geçtikçe ülkelerinin
girdiği çatıĢmalara doğrudan müdahil olma konusunda daha isteksiz olacağı da
düĢünülmüĢtür (Posen ve Ross 2006, ss: 14-16).
Neo-izolasyonizm politikasında olduğu gibi nükleer silahlara ve bunların caydırıcılığına
önem veren seçici angajman politikası, 1 Temmuz 1968‟de imzalanan, Nükleer

9
Silahların Yayılmasını Önleme AnlaĢması (NPT)‟nin, nükleer silah sahibi olduğu
tartıĢmalı Ġsrail ile Hindistan, Kuzey Kore ve Pakistan ülkelerini de dahil edecek Ģekilde
yeniden düzenlenmesini; ancak bunu yaparken ABD‟ye karĢı tarafsız veya ABD‟nin
müttefiki olan bu ülkelerin Amerikan karĢıtı olmasının da önüne geçilmesi
savunulmaktaydı (Arı 2008, ss: 584-600).
Nükleer silaha sahip veya sahip olma potansiyeli taĢıyan Kuzey Kore, Irak ve Ġran‟a
ayrı bir önem veren seçici angajman politikası, bu ülkelerin sürekli denetlenmesini ve
bu ülkelerin nükleer güce sahip olmasının engellenmesi için gerekirse daha etkin
önlemlerin alınmasını öngörmüĢtür. Nükleer silahların yayılmasından bağımsız olarak,
küçük devletler arasında yaĢanan rekabetin bir çatıĢmaya dönmesi ve büyük güçlerin de
bu çatıĢmanın içine çekilmesi ihtimali üzerinde duran bu politika, ABD‟nin böylesi bir
durumda oldukça dikkatli olmasını savunmaktadır. Nitekim zengin enerji kaynaklarıyla
büyük güçler açısından hayati öneme sahip olan Ortadoğu‟nun yanı sıra, Balkanların
dâhil olduğu Avrasya ve Güney Asya bölgeleri, büyük güçlerin içine çekilebileceği
potansiyel çatıĢma alanları olarak belirtilmiĢtir (Roskın & Berry 2014, ss: 295-312).
NATO‟nun herhangi bir geniĢleme gerçekleĢtirmeden mevcut yapısını korunmasını
savunan seçici angajman politikasının savunucuları, aynı zamanda etnik çatıĢmaların bir
büyük güç mücadelesini doğurma potansiyeli içerdiğini vurgulamıĢlardır. Bu bağlamda
dünyanın birçok bölgesinde etnik çatıĢmaların yaĢandığı ve/veya yaĢanma
potansiyelinin oldukça fazla olduğuna dikkat çekilirken, bu çatıĢma bölgelerinin
çoğunda büyük güçlerin hayati çıkarının bulunmadığının altı çizilmiĢtir. Ġnsani
müdahaleyi Amerikan iç politika süreci bağlamında alınması gereken bir karar olarak
gören seçici angajman politikası, hangi durumlarda müdahalenin yapılması gerektiği
konusunda stratejik açıdan fırsat maliyeti düĢüncesini ortaya atmaktadırlar. Nitekim
burada gerçekleĢtirilen insani müdahalenin Amerikan askeri kayıpları arttıkça kamuoyu
tarafından daha az destekleneceği ve karar vericilerin operasyonu devam ettirmekte
zorlanacakları öngörülmüĢtür (Gözen 2012, s: 110).

2.4 ĠġBĠRLĠĞĠNE DAYALI GÜVENLĠK POLĠTĠKASI

ĠĢbirliğine dayalı güvenlik politikasının temel çıkıĢ noktası “barıĢın bölünemezliği”


ilkesidir. Dünya barıĢının sağlanmasının ABD‟nin en hayati çıkarı olduğunu savunan

10
iĢbirliğine dayalı güvenlik politikası yaklaĢımı, çalıĢmada ele alınan ve Soğuk SavaĢ
sonrası dönemde Amerikan politikasına yön vermesi beklenen politika alternatifleri
arasında liberalizmle doğrudan iliĢkili bir yaklaĢım olması açısından diğer
politikalardan ayrılmıĢtır. Mümkün olduğu sürece uluslararası örgütler çerçevesinde
kolektif eylemlerde bulunmayı öngören yaklaĢım, diğer büyük güçleri potansiyel bir
tehdit olarak görmek yerine, çoğunluğu demokrasi geleneğine sahip bu güçlerin
rekabete dayalı bir iliĢki içinde olamayacağını savunmaktadır. Bu noktada Rusya ve
Çin‟e biraz çekince koyan iĢbirliğine dayalı güvenlik yaklaĢımı, uluslararası iĢbirliği
önündeki engellerin yavaĢ yavaĢ ortadan kalkmasıyla “angajman ve geniĢleme” ilkesi
çerçevesinde bu ülkelerin sorunsuz bir Ģekilde dönüĢtürülebileceğini iddia etmektedir
(Arı 2013, ss: 308-314).
Geleneksel kolektif güvenlik örgütlenmelerinin doğurduğu eksikliklerin önüne geçme
çabası olarak da değerlendirilebilecek olan bu yaklaĢım, çatıĢmaların önlenmesi veya
durdurulması için baĢta BM olmak üzere uluslararası örgütlere özel bir önem
vermektedir. Uluslararası örgütlerin daha zayıf olduğu alanlardaysa, dönüĢtürülmüĢ
NATO gibi bölgesel örgütler öne çıkmaktadır. SavaĢların geçmiĢe oranla daha maliyetli
ve sonuçları açısından riskli hale geldiği belirtilirken, nükleer silahların yayılmasının
önlenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Ayrıca realizm odaklı ve güce dayanan politika
alternatiflerinin aksine “stratejik karĢılıklı bağımlılık” olgusu bu yaklaĢımda öne çıkan
bir diğer unsurdur. Küresel sorunlar arasında nükleer silahların kontrolsüz kullanımı,
etnik temizlik, mültecilik, yabancı düĢmanlığı gibi sorunlara yer veren iĢbirlikçi
güvenlik yaklaĢımı, uluslararası iĢbirliğine dayalı giriĢimlerle bu sorunların önüne
geçilebileceğini belirtmektedir (Posen ve Ross 2006, ss: 20-23).
Bu yaklaĢımın savunucuları, amaçlarını gerçekleĢtirmek için artık daha fazla araca sahip
olduklarını belirterek ABD‟nin askeri-teknolojik üstünlüğüne paralel olarak daha düĢük
kayıplarla ilgili sorunların üstesinden gelinebileceği üzerinde durmaktadır. Ayrıca
Ģeffaflığın, kapsamlı silahsızlanma anlaĢmalarının ve güven arttırıcı önlemlerin
devletler arasında yanlıĢ anlaĢılmaları ve ilk vuruĢ avantajı nedeniyle giriĢecekleri
çatıĢmaları önleyebileceği de bu yaklaĢım tarafından savunulan bir baĢka argümandır.
ĠĢbirlikçi güvenlik stratejisi, kolektif eylemlerde bulunmak amacıyla bütünüyle
uluslararası örgütlere dayanmaktadır ve BM‟nin yanı sıra NATO, ABD açısından bu
stratejinin önemli bir parçasıdır. Bu bağlamda bölgesel çatıĢmaların yanı sıra bir ülke

11
içindeki iç savaĢları veya saldırıları da dikkate alan iĢbirlikçi güvenlik yaklaĢımı,
gruplar arasında meydana gelen bir çatıĢmanın kolaylıkla ülkeler arası bir çatıĢmaya
dönüĢebileceğini öngörmektedir. Bu nedenle özellikle insani amaçlarla müdahalede
bulunulmasını destekleyen iĢbirlikçi güvenlik, ulusal savunma için ayrılan askeri
birimlerin dıĢında, ABD‟nin yanı sıra az sayıdaki ülkenin dâhil olduğu ve gerektiğinde
müdahalede bulunabilecek bir çokuluslu gücün sürekli hazırda tutulması gerektiğini
ifade etmektedir (Gözen 2012, s: 111-112).

12
3. VERĠ VE YÖNTEM

AraĢtırmanın ana temasını oluĢturan ABD‟nin Ortadoğu Politikasında Süreklilik ve


DeğiĢim: 11 Eylül Sonrası Dönemin iĢlendiği çalıĢmada, ABD‟nin Ortadoğu
politikasında, önce tarihsel arka plan olarak Soğuk SavaĢ dönemi ele alınmıĢ ve gerekli
literatür taraması yapılmıĢtır. Sonrasında ise 11 Eylül ve sonrası dönemde ABD‟nin
Ortadoğu politikası ile ilgili olarak gerekli kaynaklar ve güncel konular ele alınmıĢtır.
Elde edilen bilgiler ıĢığında ABD‟nin Ortadoğu‟ya yönelik dıĢ politikası, Soğuk SavaĢ
ve Sonrası dönemden bugüne kadar olan süreç analiz edilmiĢtir.
ABD‟nin dıĢ politikasına yönelik, Soğuk SavaĢ ve sonrasına ait yayınlanmıĢ yerli ve
yabancı kitaplar ile makaleler incelenmiĢtir. 11 Eylül sonrası döneme ait yeterince
yayınlanmıĢ kitap ile makale bulunmuĢtur. Her ne kadar 11 Eylül‟ün üzerinden on dört
yıl geçmiĢ olsa dahi, saldırıların kaynağı olarak görülen Ortadoğu bölgesinde
yaĢanmaya devam eden çatıĢmalar sonucu, 11 Eylül saldırıları güncelliğini
korumaktadır. Obama döneminde de devam eden süreç bir sonraki baĢkana miras olarak
kalacak gibi gözükmektedir.
11 Eylül sonrası dönem için, yayınlanmıĢ pek çok makale ile özellikle de Obama
dönemine ait kaynaklara, ulusal ve uluslar arası kuruluĢlarca yayınlanan haberlerden
ulaĢılmıĢ ve çalıĢmaya aktarılmıĢtır. 11 Eylül sonrasına ait fazlaca yayınlanmıĢ kitap
bulunmamasına karĢın yeterince makaleye ulaĢılmıĢtır.
Dolayısıyla, yazılmıĢ kitaplar, dergiler, makaleler, araĢtırma kuruluĢlarının raporları,
ABD ve Türkiye devlet kurumlarınca yazılı ve görsel medyada çıkan haberler
incelenmiĢtir. Bunlara ilave olarak online kaynaklardan taramalar yapılmıĢtır.
AraĢtırma, dar bir pencereden çıkmamıĢ ve ABD‟nin Ortadoğu politikasına yönelik
ilginin ve temel taĢlarının tarihsel arka planı anlatılmıĢtır. Ortadoğu ülkelerinin de
tarihsel önem arz eden noktaları kısaca konu edilmiĢtir. Sonrasında tüm dünyayı
etkileyen 11 Eylül saldırıları geniĢ olarak ele alınmıĢ ve ABD‟nin Ortadoğu politikasını
Ģekillendiren temel taĢlar üzerinden bugüne kadar ki süreç etkin olarak
değerlendirilmiĢtir. Ortadoğu‟nun kaynakları ile bölgedeki nükleer güç olma yolundaki
Ġran, çeĢitli kitap taramaları ve internet kaynakları kullanılarak araĢtırılmıĢtır.

13
Günümüzde yaĢanmakta olan bölge sorunlarında yenilerinin de eklendiği çeĢitli terör
grupları araĢtırılmıĢtır.
AraĢtırma, yazılı belgelerin incelenmesi ve incelemeden çıkan sonuçlara dayandığı için
yazılı kaynakların, geçerliliği ve güvenilirliği, araĢtırmacının anlama sebep sonuç
iliĢkisi kurma ve analiz yapma yeteneği ile iliĢkilidir.
Tez çalıĢmasında Harvard Referans Tekniği kullanılmıĢtır. Bu tekniğe göre metin içi
referanslar ve kaynakça düzenlemesi yapılmıĢ; metin içi referansta, soyad ve yıl ile
varsa sayfa numaraları girilmiĢtir.
Literatür çalıĢmasında elde edilen bilgilerin ve yorumların üstünlük politikası, neo-
izolasyonizm, seçici angajman ve iĢbirliğine dayalı güvenlik politikası çerçevesinde
analizi yapılarak, araĢtırma konusuna iliĢkin saptamaların doğru olup olmadığı yaĢanan
geliĢmeler ile kıyaslanmıĢtır.

14
4. ORTADOĞU’NUN ABD DIġ POLĠTĠKASI AÇISINDAN ÖNEMĠ

DıĢ politika, ulus-devlet anlayıĢının siyasal yapılanma türünün doğal ve kaçınılmaz bir
ürünüdür. Gerek idealleri karĢılama adına zihinlerde oluĢan algı gerekse pratik hayatta
karĢılaĢılan Ģekliyle devletlerin belirleyici özellikleri birer dıĢ politikaya sahip
olmalarını zorunlu kılmaktadır. Öyle ki dıĢ politikanın bir devlet için egemenlik ve
bağımsızlık Ģartı ile kıstas olduğunu söylemek mümkündür. Ġyi planlanmıĢ bir dıĢ
politika mevcut gücün kullanılarak aktif bir siyaset izlenmesi ile etkin sonuca
gidilmesine olanak sağlamaktadır (Çakmak 2011, s.1-5). DıĢ politika stratejisi kısaca
tanımlanırsa, devletlerin dıĢ politika unsurlarında uzun dönemli, planlanmıĢ ve kapsamlı
birer harita olarak adlandırılabilir. Bu durumdan yola çıkarak ABD‟nin dıĢ politika
stratejileri tarihsel geçmiĢte dörde ayrılmıĢtır. Birincisi: uluslararası iliĢkilerde
tanımlanan yalnızcılık politikası olarak da bilinen izolasyonist politikasıdır. Bu politika,
Monreo Doktrini (2 Aralık 1823) ile baĢlamıĢ, bugüne kadar bilinen ve bazı durumlar
da baĢvurulmaya devam edilen politika olmuĢtur. Ġkincisi yine aynı arenada, güç
dengesi (19.yüzyıl ortalarında) olarak adlandırılan üstünlük politikası olmuĢtur.
Üçüncüsü ise, ABD‟nin dünyaya, diğer devletlere açılması ve o bölgelere yerleĢmesi
olarak adlandırılan angajman (Soğuk SavaĢ sonrası) politikasıdır. Dördüncüsü de,
ABD‟nin kendi iç güvenliği ve dünya barıĢı için Liberalizme dayalı uluslararası örgütler
ile kolektif eylemlere dayalı olan iĢbirliğine dayalı güvenlik politikasıdır (Gözen 2012,
s:6).
Ortadoğu, yalnızca siyasal, dinsel, tarihsel, ekonomik ya da stratejik anlamda bölge
ülkeleri açısından önemli görülmeyip, uluslararası sistemde de çok önemli bir yere
sahiptir (Pirinççi 2010, s:1). Dünya genelinde, mevcut bölgelerden ön plana çıkan ve
askeri iĢgal durumunu gerektiren belirli öncelikte olanlar vardır. Bunlar petrol,
doğalgaz, elmas, altın, uranyum, bor gibi yer altı madenleridir. Bu bölgeler doğal olarak
büyük sermaye gruplarının göz diktiği alanlar olmuĢtur. Bu nedenle gerçekleĢtirilmesi
gereken ilk hedeflerden biri, Ortadoğu‟nun küreselleĢtirilmesi olmuĢtur (AkbaĢ 2011,
s:11). Bugün, Petrol Ġhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC)‟in mevcut tahminlerine göre,
dünya petrol rezervlerinin % 66‟sı Ortadoğu‟da bulunmaktadır. Bu oranda yaklaĢık
olarak 840 milyar varil yapmaktadır (OPEC 2015).

15
ġekil 4.1: Dünya Ham Petrol Rezervlerinin OPEC’ teki payı

Kaynak: OPEC / 2015

Uluslararası Enerji Ajansı‟nın (IEA) önümüzdeki 15-20 yıllık diliminde, dünyadaki


enerji ile ilgili değiĢimlerin, Ortadoğu bölgesiyle alakalı bölümlerini Ģu Ģekilde
sıralamak gerekirse; ilk olarak: Ġran Körfezi, 2020‟de de bölgenin ve dünyanın en
önemli ve yoğun ilginin yaĢanacağı bir alan olmasıdır. Körfezin önemi hem Avrupa
hem de Asya açısından artmaya devam etmektedir. Ġkinci olarak: Fosil yakıt türünden
olan petrol, gerek genel enerji kullanımında gerekse ulaĢım alanında ilk sırada yer
almasından dolayı öncelikli öneme sahip olmaya devam ederken, doğalgaz da
özellikleri ve rezervleri açısından önemini devam ettirmektedir. Son olarak: doğalgaza
artan talebin Ortadoğu‟da yeni geliĢmelere ve çatıĢmalara yol açabilecek olmasıdır
(Uslu 2007, s:108). Dünya nüfusunun, 1000 yılında 310 milyon, 1950 yılında 2,5
milyar, 2000 yılında 6 milyar, 2016 yılında da 7,4 milyar dolayında olduğu göz önüne
alınınca artan enerji tüketimi de devletleri alarma geçirmektedir (eba.gov.tr 2016). Aynı
zamanda dünya petrol rezervlerinin bu Ģartlar altında 37 yılda, doğalgaz rezervlerinin de
150 yıl sonra tükeneceği öngörülmektedir. Bu her iki durumda devletler arasında, sınırlı
olan kaynakların paylaĢılmasında acele edilmesini gerektirmiĢtir. Aynı zamanda farklı

16
enerji kaynaklarının varlığını araĢtırmaya da itmiĢtir. Bir diğer yeni keĢfedilen enerji
kaynağı da kayagazı olmuĢtur (www.worldometers.info/tr/ 2016).
Ortadoğu‟daki petrolün uluslararası ticarete ve politikaya konu olması I. Dünya
SavaĢı‟ndan önce bölge ülkelerinden Ġran ve Irak‟ta, II. Dünya SavaĢı‟ndan hemen önce
ise Kuveyt ve Suudi Arabistan‟da bulunan zengin petrol rezervleriyle olmuĢtur. II.
Dünya SavaĢı‟ndan sonra, keĢfedilen Kuzey Afrika‟daki zengin petrol yatakları ile bir
anda Ortadoğu dünya petrol sanayisinin ve siyasi kararların merkezine yerleĢmiĢtir. Ġlk
olarak Avrupalı Ģirketlerin bölgedeki hâkimiyeti, 1956 yılından sonra ABD‟ye
geçmiĢtir. ABD‟nin petrol ithalatının yaklaĢık olarak dörtte biri Ortadoğu‟dan elde
edilmektedir. Ortadoğu, ABD‟nin Batılı müttefiklerinin enerji açığının önemli bir
bölümü haline gelmesiyle ABD yönetimlerinin bölgeye iliĢkin politikalarının da etkin
olmasına sebep olmuĢtur (Öztürk 2011, s: 441).
ABD Enerji Enformasyon Dairesi‟nin 2011 yılında yayımlanan tahminlerine göre, 2008
yılından 2035 yılına kadar dünya enerji tüketimi % 53 oranında artacaktır (AkbaĢ 2011,
s:11). Bu nedenle Ortadoğu, ABD‟nin siyasi, ekonomik ve stratejik çıkarlarının,
oldukça karmaĢık, birbiriyle çatıĢan ve tutarsız hedefleri arasında kalmıĢtır.
Amerika‟nın Ortadoğu politikasındaki hedeflerini geçmiĢ zaman kıstasları ile birlikte
kısaca özetlemek gerekmektedir. 1) Sovyet yayılmacılığını önlemek (çevreleme
politikası). 2) Ortadoğu‟daki mevcut petrol rezervlerinin müttefik güçlerin elinde
kalması ile bu bölgedeki petrolün ucuz ve istikrarlı biçimde Batı‟ya ulaĢmasını
sağlamak ve Amerikan ekonomisini canlı tutmak (enerji güvenliği). 3) Ġsrail‟in
güvenliğinin sağlanması. 4) Ortadoğu‟da ılımlı ve Amerikan yanlısı yönetimlerin
varlığını korumak (müttefiklerin korunması). 5) Enerji güvenliği ve Batı yanlısı
yönetimleri tehdit edebilecek devrimci, milliyetçi eğilimleri önlemek ve Ġslami
köktendinciliğin yayılmasını önlemek. 6) Müslüman ve Arap ülkeler arasında birliğin
ve karĢılıklı iletiĢimin sağlanmasını engellemek olduğu söylenebilmektedir (Uslu 2012,
s:165).
ABD‟nin Ortadoğu‟ya yönelik olarak ve bölgedeki sorunların çözümü noktasında
geliĢtirmeye çalıĢtığı politikaların belirlenmesinde önemli etmenler olmuĢtur. Bunlar
kısaca; ABD devlet baĢkanlarının temel yaklaĢımları, danıĢmanları, karar verme
mekanizması olarak sayılabilir. Dünyaca ünlü petrol Ģirketleri, misyonerler, Kongre,
lobiler, ABD DıĢiĢleri Bakanlığı‟nın Arap ya da Ġsrail yanlısı görevlileri, basın, medya,

17
yaĢanan krizler ve tarihsel önyargılar baĢkanın davranıĢını etkilemiĢ ve sınırlandırmıĢtır
(Uslu 2012, s:167).
Bir diğer etmen olarak da, ABD dıĢ politikasında etkin olan düĢünce kuruluĢlarıdır.
Birçok düĢünce kuruluĢu farklı fikirler ve görüĢler içermekte ise de genel olarak temel
amaçları kamuoyu ve siyasiler üzerinde karar alma sürecinde etkin bir nüfuza sahip
olmak istemeleridir. ABD‟nin siyasi yapısını meydana getiren üç faktöre, yargı-yasama-
yürütmenin yanına birde düĢünce kuruluĢları eklenmiĢtir. Karar almada etkin olan
düĢünce kuruluĢlarının birçok yöntemi bulunmaktadır. En önemlisi, düĢünce
kuruluĢlarının, Kongre ile sürekli ve çok sıkı bir Ģekilde iletiĢim halinde olmasıdır.
Buna bir örnek vermek gerekirse, ABD‟de bulunan ve çalıĢmalarını buradan yürüten
Amerikan Ġsrail Kamu ĠĢleri Komitesi (AIPAC), Ġsrail ile ilgili bir konu görüĢüldüğünde
bu süreci istedikleri Ģekilde ve kendi menfaatlerine göre yönlendirebilmektedirler.
Önemli bir ayrıntı da AIPAC, Kongre üyeleri ile senede 2000‟den fazla toplantı
yapabilmektedir. ABD‟de 1500‟den fazla düĢünce kuruluĢu olduğunu ve temel
hedeflerine uygun olarak yaptırdıkları araĢtırmalar ve çalıĢmalar ile kamuoyunda ve dıĢ
politikada karar almada etkin rol üstlendikleri görülmektedir. Bu düĢünce
kuruluĢlarından en önemlileri arasında, 1948 yılının Mayıs ayında kurulan RAND
Corparation, 1961 yılında ortaya çıkan Hudson Instute ve 1968 yılında ise Urban Instute
gelmektedir. RAND Corparation, olası düĢman saldırılarına karĢı en iyi savunmanın
nasıl olacağını, Hudson Ġnstute de ABD‟nin nükleer caydırıcılığın güçlenmesine yönelik
çalıĢmaları yaparak politika yapım sürecine katkı sağlamıĢtır. Sonraları 1962 yılında
kurulan ve ön plana çıkan kuruluĢ, içinde önemli devlet adamlarını da çıkarmıĢ olan
(Zbigniew Brezinski, Henry A.Kissinger ve Joseph S. Nye gibi isimlerin bulunduğu)
Stratejik ve Uluslararası ÇalıĢmalar Merkezi (CSIS)‟dir (Akdemir 2007).
ABD‟nin Ortadoğu‟ya ilgisinin arttığı dönem, Ġngiltere‟nin bölgedeki etkinliğinin
azalması ve sonrasında bölgeden çekilmesiyle oluĢan güvenlik boĢluğunu doldurmak
istemesi ile baĢlamıĢtır. Bunun somut delillerinden biriside bölgeye olan ticari
yaklaĢımlardır. 1955 yılında ABD‟nin Ortadoğu ülkelerine 7 milyon dolarlık silah satıĢı
yapması ve sonrasında satıĢların 35 milyon dolara çıkması bu duruma örnek
oluĢturmaktadır. Bu dönemde SSCB‟nin de 1954 sonrasında bölgeye silah satıĢı yapan
en büyük ülke olması da Ortadoğu‟yu önemli bir pazar haline getirmiĢtir. 1955 yılında
ilk kez Mısır‟a Çekoslovakya üzerinden silah satmaya baĢlaması ile bölgeye angaje olan

18
SSCB‟nin aynı yıllarda bir diğer Ortadoğu ülkesi olan Suriye‟ye de silah satıĢı yapmaya
baĢladığı görülmüĢtür. Mısır‟ın SSCB‟den ilk silah alımı 1957 Temmuz ayında
yaptıkları silah anlaĢması ile olmuĢtur. Ortadoğu‟da Mısır üzerinden etkisini artıran
SSCB‟nin konumu, ABD, Ġngiltere ve Fransa‟nın istemediği bir durumu oluĢturmuĢtur.
ABD ve Ġngiltere‟nin kendileri tarafından bir kısmının finanse edildiği Mısır‟da inĢaatı
devam Asvan Barajı Projesi‟ne desteklerini kesmiĢtir. Devamında Nasır‟ın, SüveyĢ
Kanal ġirketini millileĢtirmesi ile Mısır, Ġngiliz, Fransız ve Ġsrail‟in saldırısına maruz
kalmıĢtır. Birinci Arap-Ġsrail savaĢından bu yana artarak devam eden Ġsrail-Mısır arası
gerginlik 1956 yılına gelindiğinde iki tarafında yoğun olarak silahlanmasına neden
olmuĢtur (Pirinççi 2010, s.179-222).
Ortadoğu‟daki bu sıcak çatıĢma ABD‟nin ilgisinin bir anda bu bölgede yoğunlaĢmasına
ve neticesinde bölgeye doğrudan müdahaleye geçmesine neden olmuĢtur. Dönemin
BaĢkanı, Dwight D. Eisenhower‟ın 1957 yılının Ocak ayında ilan ettiği doktrin, Kongre
tarafından aynı yılın Mart ayında onaylamıĢtır. Daha sonra detaylarına değinilecek
doktrin sonrasında, ABD Ortadoğu‟ya bu vesile ile doğrudan müdahale edebilecek
pozisyona gelmiĢtir. Bu müdahaleyi de bölgenin güvenliği ve Sovyetlerin
komünizminden korumak, bölgenin ve ulusların siyasi bağımsızlığını güvence altına
almak için yapacağını bildirmiĢtir. Eisenhower Doktrini ile SüveyĢ SavaĢı olarak
adlandırılan bu savaĢ neticesinde Ġngiltere Ortadoğu‟dan çekilmeye baĢlamıĢ ve yerine
ABD geçmiĢtir (Pirinççi 2010, s: 193).

4.1 ĠSRAĠL’ĠN GÜVENLĠĞĠ

Ġsrail‟in kurulmasının ertesi günü Arap Birliği ordularının Ġsrail‟i ortadan kaldırmak
istemesi ile Birinci Arap - Ġsrail SavaĢı baĢlamıĢtır. Ġsrail bağımsızlığı için savaĢarak
zafer kazanmıĢtır. Fakat bu yenilgi Arapların Ġsrail‟i tanımasını sağlamamıĢtır.
Arapların önde gelen gücü Mısır‟ın lideri Albay Cemal Abdül Nasır, Suudi Arabistan,
Suriye ve Yemen ile ortak hareketle Ġsrail‟in etrafını sarmıĢtır (Hook ve Spanier 2013, s.
119-120).

Ofansif realizmde bölgesel lider olmak ve devlet güvenliğinin sağlanması, sahip olunan
nispi güç ile olmaktadır. Nasır, yönetime geldiğinden beri Ġsrail‟den algıladığı tehditler
nedeniyle kendi savunmasını oluĢturma yoluna gitmiĢtir. Dolayısıyla geliĢmiĢ silahlara

19
sahip olmakla iĢe baĢlamıĢtır. Ġlk olarak Çekoslovakya‟dan alınan silahlara, devamında
SSCB‟den alınanlar eklenmiĢtir. Mısır sahip olduğu kimyasal silahlar ile bölgedeki
öncülüğünü korumuĢtur. Mısır‟ı kimyasal silah üretimine iten faktör ise Ġsrail‟in
Dimona‟daki nükleer faaliyetlerinin anlaĢılmasıyla olmuĢtur (Pirinççi 2010, s.224-230 ).

ABD‟nin günümüzde Ortadoğu politikasında en önemli ayağını Ġsrail‟in güvenliği


oluĢturmaktadır. Bu bölge ülkeleri içinde ABD‟ye en yakın devlet, geçmiĢteki bağları
neticesiyle Ġsrail‟dir. ABD, Ġsrail‟in korunması ve geliĢmesini sağlamak istemektedir.
ABD‟nin bu tutumu da bölge içi ve bölge dıĢı devletlerden eleĢtiri almaktadır (AkbaĢ
2011, s:6 ).

Ġsrail, Ortadoğu‟daki ülkeler içinde SüveyĢ SavaĢı‟na kadar silah kaynaklarını en çok
artıran ve çeĢitlendiren ülke olmuĢtur. Bunu tetikleyen en önemli unsur ise Mısır‟ın
Çekoslovakya ile silah anlaĢması imzalaması olmuĢtur. Ġsrail güvenlik kaygısı taĢıdığı
gerekçesi ile o dönemde ABD‟den güvenlik garantisi ve silah alımı konusunda
isteklerini belirtmiĢtir. Fakat bölgedeki dengelerin bozulacağı düĢüncesi ile ABD
olumsuz yanıt vermiĢ ama aynı zamanda da Ġsrail‟in Fransa‟dan silah almasına da karĢı
çıkmamıĢtır. 1950 yılında Ġsrail, Fransa ile bir stratejik ittifak kurmuĢtur. Nihayetinde
ABD, Ġsrail‟in kuruluĢundan bu yana ilk geliĢmiĢ silah sistemlerini sattığı 1962 yılına
kadar bir takım silahlar da satmıĢtır (Pirinççi 2010, s: 233-234).

1957 Ekiminde Ġsrail BaĢbakanı, Ben Gurion, Amerika‟dan beklentilerini Ģu sözlerle


ifade etmiĢtir: “Amerikan Silahları Ġsrail’in güvenliğine yönelik resmi Amerikan
garantörlüğü ve NATO’nun sorumluluk alanının Ortadoğu’yu (Ġsrail’i) kapsayacak
şekilde genişletilmesi” olarak belirtmiĢtir. 1958 yılında Irak‟ta yaĢanan darbe sonucu
Bağdat‟ın Batı Bloğu‟ndan çıkması bu değiĢimde etkin olmuĢtur. ABD‟de 1958 yılının
Ağustos ayında yayınlanan Ulusal Güvenlik Konseyi‟nin raporunda göze çarpan nokta,
Ġsrail‟e yönelik değiĢmeye baĢlayan algıydı. Raporda, ABD “eğer radikal Arap
milliyetçiliği ile mücadele etmek ve Basra Körfezi petrolünü elinde tutmak istiyorsa
mantıksal bir sonuç olarak Yakın Doğu’da tek güçlü Batı yanlısı ülke olan Ġsrail’i
desteklemelidir” ifadesi yer almıĢtır (Pirinççi 2010, s.23-236).

Bu geliĢmeler sonrasında BaĢkan Esienhower ve DıĢiĢleri Bakanı John F. Dulles,


SSCB‟yi güneyden çevreleme politikasını hızlandırarak Ortadoğu‟da çok taraflı

20
güvenlik teĢkilatının kurulmasını istemiĢtir. 1955 yılında “kuzey kuĢağı” olarak
adlandırılan ve içerisinde Ġran, Türkiye, Pakistan, Irak ve Ġngiltere‟nin de bulunduğu
Bağdat Paktı‟nın kurulmasını sağlamıĢtır. Bu Pakt ABD‟nin beklediği sonucu vermek
yerine Sovyetlerin Ortadoğu bölgesine girmesini kolaylaĢtırmıĢtır (Yetim 2011, s: 242).

ABD‟nin Ortadoğu politikasında Ġsrail‟in bölgedeki önemini artırmaya çalıĢan, Ġsrail


yanlısı çevre, seçim dönmelerinde parasal destek ile ABD‟nin Ortadoğu politikasında
etkili olmaya çalıĢmıĢlardır. Bu yaklaĢımlar sonucunda baĢkanlar, Yahudi lobilerinin
durmaksızın çalıĢmaları ile etki altında kalmaktadırlar. Eski Amerikan Güney Dakota
senatörlerinden olan James Abourezk ortaya bir iddia koymuĢtur.

Uslu‟dan (2012, s.168) aktarıldığı gibi:

ABD’nin Ortadoğu politikası Tel Aviv tarafından yönlendirilmektedir. Halk


Amerikan hükümetinin Ortadoğu’da yaptıklarına ilgisiz kaldığı sürece Ġsrail
ABD’nin bu bölgeye yönelik politikasını dikte etmeye devam edecektir. Ortadoğu
konularında Amerikan politikacıları üzerindeki tek baskı Ġsrail lobisinden
gelmektedir.

Uzun yıllardır Ġsrail‟in bölgede uyguladığı politikaların, insan haklarını ihlal eden
düzeyde olduğu görülmektedir. Bölgede yaĢayan Filistinlilerin yurtlarından atılmaları
Ġsrail‟in izlediği bir diğer politikadır. ABD bu dönemlerde Ortadoğu‟daki diğer
devletlerin silahlanmalarının bölgesel güvenliği tehdit etmiĢ ve söz konusu Ġsrail olunca
da koĢulsuz desteklemesi ve askeri yardımda bulunması ile ABD‟nin bölgedeki en
önemli stratejik dostunun Ġsrail olduğu anlaĢılmaktadır. ABD‟nin Ġsrail politikası, bölge
ülkelerinin tepkisini çekerken aynı zamanda Wilson‟cu Amerikan ilkeleriyle de
uyuĢmamaktadır. ABD için bölgedeki en önemli konu, Ġsrail‟in varlığının korunması ve
geliĢtirilmesidir. ABD, Ġsrail‟i bölgede terör tehdidinden koruma görevini üstlenmiĢ
vaziyettedir (AkbaĢ 2011, s: 6-7). Bu durum neticesinde ABD‟nin Ģer ekseni ülkeler ile
düĢmanca bir tavır içine girmiĢ olması, Ġsrail‟in bölgede uzun vadeli bir güvenliğinin
olmayacağını göstermektedir. Ġsrail‟in bugünkü askeri kapasitesi Filistinlileri
bastırabilecek ve mevcut tehlikeleri önleyebilecek durumdadır. Buna rağmen ABD‟nin
Ġsrail‟e desteği, stratejik bir ortaklıktan ziyade dini bir yükümlülükten kaynaklanıyor
olması uzun vadede daha az güvenilir hale gelebilir (Brezezinski 2012, s: 120).

21
4.2 ABD’NĠN ORTADOĞU PETROLÜNE ĠLGĠSĠ

Ülkelerin sahip oldukları kaynaklar, ekonomik olarak geliĢmelerini sağlarken bir


yandan da uluslararası arenada söz sahibi olmalarını kolaylaĢtırmıĢtır. Sanayi
devriminin baĢladığı 18. yüzyılın ortalarından 19. yüzyılın sonlarına doğru süreçte
anlaĢılmıĢtır ki, sanayinin varlığının sebebi enerjidir. Bunun en belirgin göstergesi de
1973 Arap-Ġsrail savaĢı sonrasında OPEC‟in petrol satıĢlarına kısıtlama getirmesi ve
fiyatları artırmasıyla devletlerin olumsuz etkilenmesi, enerjinin günümüzde de varlığını
üst sırada sürdürmesini sağlamıĢtır. 21.yüzyılda hızla artan nüfus ve kentleĢen
devletlerin enerjiye olan taleplerinin artacağı öngörülmektedir. Bu açıdan bakıldığında,
Ortadoğu‟daki çatıĢmaların sebepleri rahatça anlaĢılmaktadır. Bugün Ortadoğu‟nun,
dünya petrol rezervlerinin yaklaĢık olarak % 66‟sına ve doğalgaz rezervlerinin yaklaĢık
% 41‟na sahip olduğu görülmüĢtür. GeliĢmiĢ olan ülkeler, enerji ihtiyaçlarının büyük
kısmını bu bölgeden tedarik etmektedirler (Uslu vd. 2007, s. 105-106).

Yüzyıllar boyunca Ortadoğu, su yollarının varlığı ve ticaret merkezi konumundayken,


Ģimdilerde sanayi devriminin de etkisiyle bölgede varlığı keĢfedilen petrol ile stratejik
önemini daha da artırmıĢtır. 19. yüzyıldan itibaren Ortadoğu, petrolün Arap
yarımadasında, Ġran‟da ve Kafkasya‟da çıkmasıyla, her ne kadar kendileri üretmeseler
de önem kazanan bölge olmuĢtur. Ortadoğu‟nun en önemli bölgeleri ise, SüveyĢ
Kanalı‟nın varlığı ile Mısır; Boğazlara hâkim olan ve Ortadoğu ile Ġran‟daki petrol
yataklarına olan yakınlığı ile Avrupa‟ya en kısa ulaĢım ağında bulunan Türkiye‟dir
(Bostanoğlu 2008, s: 459).

Ortadoğu‟nun enerji rezervlerine, bugün ve gelecekte hızla artan nüfus ve kentleĢmenin


etkisiyle tüm dünya devletleri muhtaçtırlar. Bu durumdan yola çıkarak, bu bölgedeki
kaynaklara askeri baskı yoluyla sahip olmaya çalıĢarak geleceklerinin güvenliklerini
sağlamaya çalıĢan, dünya siyasetine ve ekonomilerine söz geçirebilen devletler olduğu
ve olacağı düĢünülmektedir. Bu durumu iyi analiz eden Arap ülkeleri, enerji
kaynaklarının Batılılar tarafından sömürüldüğünü düĢünerek bir birlik oluĢturmuĢlardır.
1960 yılının Eylül ayında, Suudi Arabistan, Kuveyt, Ġran, Irak ve Venezuela tarafından
OPEC kurulmuĢtur. Daha sonrasında bu birliğe Katar, Nijerya, Libya, Endonezya,
BirleĢik Arap Emirlikleri, Cezayir ve Gabon da katılmıĢtır. OPEC, tüm dünya

22
rezervinin yaklaĢık olarak % 80‟ini, doğalgazın da % 50‟sine sahiptir (Uslu vd. 2007, s:
109).

OPEC‟in verilerine bakıldığında dünya petrol rezervleri, 1 trilyon varilden fazla, dünya
doğalgaz rezervleri ise 180 trilyon m³‟tür. Bu rezervlerin büyük çoğunluğu Ortadoğu‟da
bulunmaktadır (Uslu vd. 2007, s: 107). Alternatif enerji kaynakları üzerindeki
çalıĢmalar bütün hızıyla devam etse de bölge petrol rezervleri bakımından hala rakipsiz
olma özelliğini korumaktadır. Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya petrol gereksinimlerinin
neredeyse yüzde 75‟ini, her Ģeye rağmen ABD de yüzde 25‟ini bölgeden
karĢılamaktadır. Ayrıca Ģimdi güç, petrol Ģirketlerinden üretici ülkelere doğru kaymıĢtır.
Zira Körfez petrolü, üretim maliyeti en düĢük petrol olmaya devam ettiği gibi, bölgede
735 milyar varil rezervin bulunduğu düĢünülürse, dünya petrolünün % 66‟sının yer
aldığı bir bölge olarak, en azından gelecek 20 yıl için alternatifsiz olmayı sürdüreceğe
benzemektedir. Dünya petrol üretiminin % 40‟ını karĢılayan bölge, fazla üretim
kapasitesi en yüksek olan bölge olma özelliğini de korumaktadır (Arı 2007, ss:206-207).

ABD, aslında 1920‟lerin sonunda Ortadoğu‟daki petrol ile ilgilenmeye baĢlamıĢtır. Bu


tarihe kadar Ġngiltere‟nin bölgedeki hâkimiyeti dolayısıyla ciddi bir güvenlik sorunu söz
konusu olmamıĢtır. Ancak zamanla Ġngiltere, bu rolünü yerine getiremeyecek hale
geldiğini fark ederek, Batı endüstrisi için hayati önem taĢıyan Ortadoğu‟nun ucuz
petrolünün (1971‟e kadar ham petrolün varili 2 doları geçmemiĢtir) Sovyetlere karĢı
korunması gereğini gündeme getirmiĢtir. Bu nedenle Ġngiltere ve Fransa, Amerikan
firmalarının bölgedeki petrol yataklarını kontrol eden birleĢime katılmasına onay
vermiĢlerdir. Ayrıca bu dönemde Avrupa‟da yaĢanan Yahudi zulmünün baĢ aktörü
Hitler yüzünden, Avrupa‟dan kaçan Yahudilerin Amerika‟dan uzak durmasını isteyen
Amerikalılar, Filistin‟de Yahudi yurdunun kurulmasına temkinli bakmıĢlardır. Tam da
bu dönemde bölgedeki petrolün varlığı ile yakından ilgilenen ABD, ileride kendilerine
stratejik ortak olarak belirleyeceği Ġsrail‟in kurulması için öncülük eden devletlerden
olmuĢtur. 1933 yılında Standart Oil, Suudi Arabistan‟da petrol yarıĢına giren
firmalardan olmuĢtur. ABD DıĢiĢleri Bakanlığı bölgenin en güçlü petrol yatağı olan
Suudi Arabistan‟ın varisleri Suud ailesi ile iyi iliĢkiler kurulması gerektiğini önermiĢtir.
BaĢkan Roosevelt de bu öneriyi uygun bulmuĢtur. 1943 yılında BaĢkan Roosevelt,
bölgede Suudi Arabistan‟ın güvenliğinin bizzat kendileri tarafından korunacağını

23
bildirmiĢ ve ülkeye doğrudan yardımın yapılmasının emrini vermiĢtir (Uslu 2012, s:
171).

ABD‟nin bölgeye yönelik politikasının belirlenmesinde temel kaygının ekonomik


çıkarların korunması olduğu düĢünülürse, ilginin odak noktasını doğal olarak petrol
oluĢturmaktadır. Çünkü petrole bağımlılıkları giderek biraz daha artan ABD ve Batılı
müttefikleri, petrol gereksinimlerinin önemli bir kısmını bu bölgeden karĢılamaktadır.
Batılı ülkelerin petrol gereksinimleri arttığı ve petrole alternatif olabilecek yeni enerji
kaynakları devreye sokulmadığı sürece bölgeye olan bağımlılığın devam edeceğinden
kuĢku duyulmamaktadır. Diğer yandan, petrol arzının azalması veya petrol sevkinin
kesintiye uğraması dünya ekonomisini olumsuz Ģekilde etkilediği görülmektedir (Arı
2007, ss:207-208).

4.3 DOST VE MÜTTEFĠKLERĠN KORUNMASI

Dünya nüfusunun yaklaĢık olarak % 75‟i Avrasya‟da yaĢamaktadır. Avrasya bölgesi


dünyanın fiziksel zenginlikleri ve yeraltı zenginlikleri ile yatırımcıları etrafında
toplamaktadır. Dünya Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH)‟sının % 60 kadarını ve Ģuan da
bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçünü barındıran Avrasya bölgesi Brzezinski‟nin de
tanımladığı gibi “Avrasya Satranç Tahtası”na dönüĢmüĢtür. Aynı zamanda Avrasya
dünya siyasetinin de en iddialı ve binlerce sene öncesine dayanan büyük medeniyetlerin
beĢiği olarak dinamik bir bölge olmuĢtur. Bu bölgenin güney kısmı, siyasi olarak
anarĢik düzene sahip ve aynı zamanda enerji rezervleri bakımından zengin bir bölge
olmuĢtur. Yine bu bölgenin en güneyinde, kalabalık nüfusu ve bölgesel anlamda
hegemonya kurmaya çalıĢan bir devlet bulunmaktadır. Bu devletin adı Türkiye‟dir.
Türkiye konumu gereği Karadeniz‟e istikrar sağlamaktadır. Boğazların kontrolü ile
Rusya‟yı dengelerken Ġslam muhafazakârlığına karĢı güç olarak NATO‟nun da
güneydeki savunmacısı olmuĢtur. Türkiye‟de oluĢacak istikrarsızlık Balkanların
güneyinden baĢlayarak Rusya‟dan ayrılan bağımsız devletlerinde yeniden Rusya‟ya
katılmasına neden olabilecektir. Bu nedenle Türkiye‟nin ABD için dost ve müttefik
olarak kalması gerekmektedir (Brzezinski 1997, s. 52-73 ).

Tarih boyunca dünyada meydana gelen en önemli olaylardan biri de II. Dünya
SavaĢı‟nın bitmesi ve ardından Fransa ve Ġngiltere‟nin dünya siyasetinden çekilmesiyle

24
iki kutuplu sistemin baĢlaması olmuĢtur. Bu iki kutuplu düzen 1945-1947 yıllarında
kesin hatlarıyla ABD ve Sovyetler Birliği arasında olmuĢtur. Böylece güç dengesi
(balance of power) doğmuĢ ve küçük devletler ile orta büyüklükteki devletler, iki
bloktan biri içinde yer almaya baĢlamıĢtır. Bu dönem, nükleer silahların kullanılmadığı
ama anlaĢmazlıklar ve çatıĢmaların sürdüğü yıllar olarak Soğuk SavaĢ adıyla anılmıĢtır.
Bu dönemde iliĢkiler güç gösterileri üzerinden devam etmiĢ ve en zengin petrol
yataklarının Ortadoğu‟da bulunmuĢ olması ile birlikte dünya siyasetinde merkezi
konuma gelmiĢtir. Yine bu dönem, ABD ve SSCB‟nin doğrudan savaĢmadığı yıllar
olmuĢtur. Ortadoğu‟daki petrolün varlığı, ABD ve Sovyet mücadelesi bu bölgeyi en
önemli yer haline getirmiĢtir. Ortadoğu‟daki petrolün Avrupa‟ya aktarımını
engellemeye çalıĢan Sovyetlere karĢılık ABD‟de Ortadoğu‟daki petrolün Sovyet
kontrolüne girmesini engellemek için mücadele etmiĢtir (Sağlam, 2014).

1945 yılında Ġngiltere, ABD ve Sovyetler birliği arasında gerçekleĢen Yalta Konferansı
ile beraber, müttefik devletler arasında görüĢ ayrılıkları oluĢmaya baĢlamıĢ ve yeni
uluslararası sistem Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Ġngiltere ile ABD, Sovyetler Birliği‟nin
dünya üzerindeki nüfuzunun engellenmesi için planlar yapmaya baĢlamıĢtır. Bu
planlamalarda görüĢülen ve korunması gereken Avrupa‟nın yanında Ortadoğu olmuĢtur.
Böylece 12 Mart 1947 yılında Truman Doktrini ilan edilmiĢ ve Türkiye‟nin stratejik
açıdan güçlendirilmesi ve bölgede Sovyetler Birliği‟nin yayılmasının önlenmesi
amaçlanmıĢtır (Pirinççi 2010, s: 132).

Truman Doktrinin özünde sadece Türkiye yer almamıĢtır. O yıllarda Yunanistan‟da bir
iç savaĢ yaĢanmıĢtır. Yunan Komünist Partisi‟nin Yunan hükümetine karĢı savaĢının
Sovyetler Birliği‟nce desteklendiğini ve Komünistlerin iç savaĢtan galip gelerek
Yunanistan politikasını etkileyeceği endiĢesi taĢıyan ABD‟nin iki gerekçesi olmuĢtur.
Bunlardan ilki, Yunan iç savaĢından komünist zaferin çıkması ile Ortadoğu‟nun siyasi
istikrarını zedeleyerek Türkiye‟deki istikrarı da tehlikeye atacak olması. Ġkinci olarak,
otoriter boĢluğunun yayılması ile “uluslararası barıĢı ve ABD‟nin güvenliğinin
temellerini zayıflatacaktı” inancının hâkim olması yatmıĢtır. ĠĢte tam da bu nokta da
Truman Doktrini “ABD’nin politikası, silahlı azınlıklar tarafından veya dış baskılara
boyun eğmeye teşebbüs edenlere karşı direnen özgür halkları desteklemek” ifadeleriyle

25
açıklanmıĢtır. Özgür ve bağımsız ulusların içine, Sovyetler Birliği‟nin zorla
geniĢlemesinin de önü kapatılmıĢtır. (U.S. Department of State, 2015.).

ABD DıĢiĢleri Bakanı George Marshall, daha sonra Marshall Planı olarak da
adlandırılacak olan karara vurgu yapmıĢtır. Bu kararın Kongre‟deki görüĢmelerinde
“Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun bağımsız yapısının korunması için Türkiye ile
entegrasyon sağlanmasının önemi” ne vurgu yapılmıĢtır (Pirinççi 2010, s: 132).
Kennan‟a göre, II. Dünya SavaĢı‟ndan sonra dünya oldukça küçülmüĢ ve dünyanın belli
baĢlı yerlerinde baĢta Avrupa ve Ortadoğu‟da otorite boĢluğu doğmuĢtur. Bu boĢluğu da
ABD dolduramaz ise Komünizmin yükseliĢi ile Sovyetler Birliği bu boĢluğu
doldurabilecek güçte olduğunu göstermiĢtir. Bu açıdan bakılırsa Truman Doktrini siyasi
görüĢlerin politikaya dönüĢtüğü bir açıklama olmuĢtur. Her ne kadar doktrinde
Yunanistan ve Türkiye‟ye verilecek yardım anlatılmıĢ olsa da alt temelinde yine
Avrupa‟nın geleceğine yapılan atıflar söz konusu hale gelmiĢtir. Doktrin özetiyle, özgür
ve demokratik ülkelerin silahlı azınlıkların oluĢturacağı tehditlerden ve dıĢ baskılardan
korunmaya yönelik olmakla birlikte Sovyetler Birliği‟nin çevrelenmesini de ele almıĢtır.
Hatta The Economist, ABD‟nin o dönemlerdeki iliĢkilerini incelemiĢ ve öngörüde
bulunmuĢtur. Doktrini “savaş ilanıyla aynı tutulabilecek bir müdahale” olarak
nitelemiĢtir (Bostanoğlu 1999, s. 266-269).

ABD'lilerin gözüyle Batı için her zaman kritik ülke olan, askeri gücüyle bölgedeki en
önemli güce sahip, Batı‟nın müttefiki ve Ġsrail‟in dostu ve jeopolitik konumunun
getirdiği stratejik önem ile Türkiye‟dir. Tarih‟te büyük Ġslam Ġmparatorluğu kurulduğu
zaman Türkler bu imparatorluğu egemenlikleri altında tutmuĢlardır. Osmanlı
Ġmparatorluğu da I. Dünya SavaĢı sonrasında çökmüĢ ve yerine modern bir devlet olan
Türkiye‟yi bırakmıĢtır (Kissenger 2001, s: 148).

Türkiye, Ortadoğu‟da ve Balkanlar‟da yaĢanan kaosların arasında sağlam bir platform


olarak durmaktadır. Dinamik yapısı ile bölgede dikkatleri üzerine çektiği gibi ekonomik
ve askeri alandaki üstünlükleri ile bölgede etkinliğini artırabilecek potansiyele sahiptir.
ġu an Türkiye Dünya‟nın on altıncı ekonomik gücü olmuĢtur (Friedman 2013, s: 26).
Türkiye‟nin haricinde Ġran da bölgenin korunmasında önemli ülkelerden biri olmuĢtur.
1946 yılının Ekim ayında yayınlanan resmi belgelerden de anlaĢıldığı gibi ABD‟nin
Ġran ile ilgili çıkarlarının yakın ve Ortadoğu ile iliĢkili olduğudur. Bununla birlikte,

26
Ġran‟da oluĢabilecek olası bir Sovyetler Birliği etkisinin bölgede bulunan diğer ülkeleri
de domino etkisi gibi etkileyeceği ve bu neden ile Ġran‟ın silahlarla güçlendirilmesi
savunulmuĢtur (Pirinççi 2010, s: 133).

20. yüzyılda, hızla demokratikleĢen ve kendini Avrupalı olarak gören Türkiye,


Rusya‟nın komünizm etkisinden uzak durmuĢ ve Atatürk döneminde dayatılan köklü
reformları baĢarı ile uygulamıĢtır. Bu reformlar Türkiye‟yi bölgedeki diğer devletlerin
sınırları ile hızla koparmıĢtır. Türkiye, yaptığı inkılâplar ile Batı‟yı örnek aldığını
ispatlamıĢtır. Türkiye, o günden bu güne Batı ile bağlantılarını hep korumuĢtur. Bir
NATO üyesi olması ve Soğuk SavaĢ döneminde ABD ile iliĢkilerini dikkatli bir
biçimde geliĢtirmesi de çok anlamlı olmuĢtur. Resmi olmasa da Türkiye, Avrupa‟nın
ayrılmaz bir bağlantısı olmuĢtur. Jeopolitik konumu gereği bu önem daha da
artmaktadır. Türkiye‟de yaĢanan dönüĢüm, Avrupa tarafından sürekli olarak
reddedilmesi neticesinde terse dönebilir. Batı karĢıtı bir eyleme dönüĢebilme olasılığı
taĢımaktadır. Bölgedeki durumları etkileyecek böyle bir riski göz önünde bulunduran
ABD, zaten Avrupa‟nın da bir türlü çözemediği Ġsrail-Filistin barıĢı için umudu olan
Türkiye‟nin de kendi milli menfaatleri gereğince güvenliğini korumak adına bölgedeki
Kürt ayaklanmaları ve Irak‟taki kargaĢayı engellemek istemesine engel olamayabilir
(Brezezinski 2012, s:163-167).

Ġran, 1979 yılına kadar ABD‟nin Körfez‟deki en önemli politik güven kaynağından biri
olmuĢtur. Fakat Amerika‟nın bile önüne geçemediği ve denetim altına alamadığı bir
devrim, bölgenin güvenliğini büyük tehdit haline getirmiĢtir. 1979 yılında yaĢanan Ġran
Ġslam Devrimi ile dost lider Rıza ġah devrilmiĢtir. Yeni lider de ABD karĢıtlığı içinde
hareket etmiĢtir. Bölgedeki ikinci en büyük ülke olan Irak, 1988 yılında Ġran ile yaptığı
sıcak savaĢ sırasınca Irak, ABD tarafından desteklenmiĢ ve Ġran tekrardan düĢmana
dönüĢmüĢtür (Kissenger 2001, s: 149).

Irak, Osmanlı Ġmparatorluğu‟nun dağılması ile Ortadoğu‟nun Ġngilizler ve Fransızlar


arasında bölünmesinden sonra Ġngilizlerin etkisi altına girmiĢtir. Stratejik ve ekonomik
olarak kendi çıkarlarına hizmet etmesi için oluĢturulan bu devlet, bağımsızlığına
kavuĢtuktan sonra HaĢimi hanedanlığı tarafından yönetilmiĢ ve Körfez bölgesinde
Ġngilizlerin dayanağı haline gelmiĢtir. 1958 yılında hanedanlık yıkıldıktan sonra bir grup
asker tarafından oluĢturulan Baas Partisi yönetime gelmiĢtir. 1970‟lere gelindiğinde bu

27
parti içerisinden Saddam Hüseyin, etkili bir isim olarak ortaya çıkmıĢtır. 1980 yılında
kendisine hedef aldığı Ġran‟ı iĢgal edip sekiz yıl sürecek bir savaĢın baĢlamasına neden
olmuĢ ve sonrasında, ABD‟nin de desteği ile kazandığı savaĢın etkisiyle yeni bir hedef
seçerek 1990 yılında Kuveyt‟i iĢgal etmiĢtir (Kissenger 2001, s: 170).

Irak, Ġran ile savaĢından sonra ulusal gurur duygusunu güçlendirmiĢ ama bir o kadar da
borç içinde kalmıĢtır. Körfez ülkelerine yaklaĢık 37 milyar dolar borçlanan Irak,
BirleĢik Arap Emirlikleri ile Kuveyt‟i anlaĢmaya çağırmıĢ fakat borçları iptal etmek
istemeyen Körfez devletleri, Saddam Hüseyin‟i askeri yönden zayıf olan Kuveyt‟e
yönelik tehditleri yapmaya yöneltmiĢtir. Bu dönemde Irak ile ABD arasındaki
iliĢkilerde bozulma meydana gelmiĢtir. Irak, ABD ve Ġsrail‟in kasten petrol fiyatlarının
düĢürülmesi için Kuveyt‟i teĢvik ettiğini söylemiĢtir. Irak, Kuveyt‟i tehdit etmeye
baĢlamıĢ buna karĢılık, ABD‟de BirleĢik Arap Emirlikleri ve Kuveyt ile karĢı
manevralara giriĢmiĢtir. BaĢkan George H.W. Bush, Saddam Hüseyin‟in uzlaĢması için
ılımlı bir politika izlemiĢ fakat Saddam Hüseyin 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt‟i
iĢgal etmiĢtir. ABD liderliğindeki koalisyon ile hava ve kara harekâtları ile 28 ġubat
1991 tarihinde Irak‟ın yenilgisi ile sonuçlanmıĢtır (HistoryState 2014).

1990 yılında Kuveyt‟i iĢgal eden Irak‟ın, daha önce ABD‟nin tutumlarından cesaret
aldığı görülmüĢtür. Bu kanıya vardıran sebepler ise; 1982 ġubat‟ında Irak‟ın terörist
devletler listesinden çıkarılması ile Irak‟a, Amerikan teknolojilerinden ve bazı askeri
malzemelerden temin edilmesine izin verilmesi olmuĢtur. Bir diğer sebep de, Irak‟ın
ABD ile ticaret yapılmasına izin verilmesi. Yine 1984 yılında ABD, Irak ile tam
anlamda diplomatik iliĢki kurmuĢ ve Irak‟a savaĢta kullanılacak istihbarat bilgisi
vermiĢtir. 1986 yılında petrol fiyatlarındaki ciddi düĢüĢ karĢısında ABD, Batılı ülkeler
ile Irak‟a kredi vererek borçlarını yeniden düzenlemiĢtir. Irak Amerikan savaĢ gemisini
vurduğunda ABD‟den herhangi bir karĢıt eylem gelmemiĢtir. Bunlara ilave olarak,
Irak‟ın füze sistemlerinde kullanılmak üzere Amerikalı Ģirketlerden araç ve gereç
almasına, ABD göz yummuĢtur. Irak kimyasal silah üretirken ve bunu binlerce Kürt‟ü
öldürmek için kullanırken ABD seyirci kalmıĢtır. Son olarak, Irak Kuveyt ile yaĢadığı
kriz esnasında ve sonrasında Kuveyt‟e saldırırken ABD ciddi bir Ģekilde uyarma
yapmamıĢtır (Uslu 2012, s: 181).

28
19. yüzyılda baĢlayan ilerlemeci akımlar ile dünya yeniden Ģekillenmeye baĢlamıĢtır.
Daha çok Avrupa‟nın sanayi devrimi sonucu güçlenmeye baĢlaması ile bilim
adamlarının araĢtırmaları da hız kazanmıĢtır. Bu dönemde Ġngilizler, Fransızlar ve
ABD‟li bilim adamları Kutsal Kitap arkeoloji çalıĢmalarına giriĢmiĢlerdir. Kudüs‟te
konsolosluklar açılmaya baĢlanmıĢ ve Avrupa‟dan buharlı gemiler ile Kudüs‟e düzenli
olarak seferler baĢlamıĢtır. SüveyĢ Kanalı‟nın açılması ile üç kıta için kavĢak noktası
haline gelen bölgede, ticaret hız kazanırken, Ġsrail de varlığını hissettirmeye baĢlamıĢtır
(T.C. DıĢiĢleri Bakanlığı 2008).

1880 yılına gelindiğinde Yahudilerin örgütlenmesi Rusya ve Doğu Avrupa‟daki


antisemitizmin etkisi ile oluĢmuĢtur. Örgütlenmenin asıl fikir babası da Macar asıllı
Sefardi Yahudi olan, hukuk mezunu Theodor Herzl olmuĢtur. Theodor Herzl
öncülüğünde baĢlatılan Siyonizm hareketi, Filistin‟de yurt edinmek isteyen Yahudiler‟i
bir araya getirmiĢtir. Bu bağlamda o dönemde Osmanlı toprağı olan Filistin‟i Sultan
Abdülhamit‟ten kendilerine yurt kurmak için istemiĢtir. Ġstediklerini alamayan
Yahudiler, Ġngiltere vasıtası ile I. Dünya SavaĢı sonrası parçalanan Osmanlı
toraklarından olan Filistin‟de yurt edinmekte ısrarcı olmuĢtur. 1914 yılında ise
Avrupa‟daki Siyonizm‟in temsilcisi olan Weizmann ile Manchester Guardian gazetesi
yayın müdürü arasındaki mektuplaĢmada, Filistin‟in Ġngiltere‟nin sömürgesi olması
gerektiği ve SüveyĢ Kanalı‟nın etkin korunması içinde Yahudi yerleĢiminin teĢvik
edilmesi istenmiĢtir. Ġngiltere de Balfour Deklarasyonu ile 1917 yılında Yahudi Siyonist
sempatisini baĢlatırken, 1919 ve 1939 yılları arasında Filistin topraklarına göçlerin
baĢlamasına sebep olmuĢtur. Bunların çoğunu Rusya‟dan gelen Yahudiler
oluĢturmuĢtur. 1924-1932 yılları arası ikinci büyük göç de Polonya‟dan gelmiĢtir.
Almanya‟da Hitlerin iktidara gelmesi ile son büyük göç dalgası da gerçeklemiĢtir (Arı
2014, s: 241-252).

II. Dünya SavaĢı boyunca yaklaĢık olarak Avrupa‟da 1,5 milyonu aĢan Yahudi
katledilmiĢtir. SavaĢın ardından, Avrupa‟dan göç etmek isteyen Yahudileri, Ġngiltere
yönetimi, Filistin toprağına gelmelerine izin vermiĢ fakat Arap muhalefeti nedeniyle de
Yahudi sayısı üzerine sınırlama getirmiĢtir. Arap ve Yahudiler arasında yer taksimi
sorunu olduğu dönemde BM, Genel Kurulu‟nda kararlaĢtırılan Taksim Planı ile Filistin
toprağının Yahudi ve Arap olmak üzere iki devlete bölünmesini önermiĢtir. Bu taksimi

29
Yahudiler kabul ederken Araplar reddetmiĢtir. Bu süreçten sonra Arap devletleri,
Yahudi devletinin kurulmasını önlemek için saldırılara baĢlamıĢtır (T.C. DıĢiĢleri
Bakanlığı 2008).

14 Mayıs 1948 yılında Ġngiliz Mandası sona erip Ġsrail bağımsızlığını ilan edince, ilk
Arap- Ġsrail savaĢı da baĢlamıĢtır. Ġsrail devleti kurulur kurulmaz ABD aynı gün içinde
hatta on bir sonra, BaĢkan Truman aracılığı ile Ġsrail‟i tanıdığını ilan etmiĢ ve SSCB‟de
bir gün sonra Ġsrail‟i tanıdığını açıklamıĢtır. Bağımsızlık SavaĢı sonrası yaĢanan
ekonomik sıkıntılarına karĢı destek için, ABD hükümeti Ġsrail‟e yardım etmiĢtir. 1958-
1968 yılları arası güçlenen ekonomi ile üretimlerini ve ihracatını artıran Ġsrail aynı
zamanda ABD, Ġngiliz Milletler Topluluğu ülkeleri, Avrupa devletleri, Latin Amerika
ve Afrika ülkelerinin neredeyse hepsi ile bağlantılarını geliĢtirmiĢ, dıĢ iliĢkilerini de
düzenli olarak artırmıĢtır (T.C. DıĢiĢleri Bakanlığı 2008).

Bu yıllarda ABD, Ġsrail ile iliĢkilerinde temkinli olmuĢtur. Ġsrail‟in Ortadoğu‟daki


varlığı Arap devletlerini rahatsız ederken Ġsrail ile yakınlaĢmalarda sınırlı olmak,
Amerika‟nın öncelikli politikası olmuĢtur. Bunu en iyi anlatan olay, Ġsrail‟in bölgedeki
ofansif realizm genelinde kendisini güven altına almak isterken, ABD‟den silah ve
güvenlik tedariki noktasında, ABD‟nin izlemiĢ olduğu temkinli tutumu olmuĢtur. ġöyle
ki Ġsrail, ilk Arap-Ġsrail savaĢı sonrası geliĢmiĢ silah almak için Amerika‟nın kapısını
çalmıĢ fakat Washington, bölgedeki dengeleri bozmamak için olumsuz yanıt vermiĢtir.
Buna rağmen Ġsrail 1956 yılında yeniden silah satın almak istemiĢ ama reddedilmiĢtir.
1949-1961 yılları arası ABD‟nin sadece eğitim ve savunma amaçlı silah satıĢları
gerçekleĢtirdiği görülmüĢtür (Uslu 2012, s: 166).

1958 yılında ise Ġsrail‟in varlığından rahatsız olan Mısır ve Suriye tarafından BirleĢik
Arap Cumhuriyeti (BAC) kurulmuĢtur. Irak‟ta yaĢanan darbe sonrasında Batı karĢıtı
yönetim Irak‟a hâkim olmuĢtur. Irak‟taki bu değiĢim ile Ortadoğu‟da dengeler
değiĢmiĢtir. Bu sırada ABD, Ürdün‟de yaĢanan karıĢıklıklara müdahale etmek isterken,
iliĢkilerinin iyi olduğu Suudi Arabistan‟ın hava sahasını açmamasını fırsat bilen Ġsrail,
kendi hava sahasını Ġngiliz ve ABD uçaklarına açmıĢtır. ABD‟de bu durum neticesinde,
Ġsrail‟e talep ettiği silahların bir kısmını vermeyi kabul etmiĢtir. Böylece Ġsrail,
ABD‟nin Ortadoğu‟daki müttefiki olduğunu göstermiĢtir (Pirinççi 2010). ABD‟nin
bölgedeki mevcut durumunun korunmasında Ġsrail, 1967 savaĢındaki performansı ile

30
istikrarlı ve stratejik bir değer olduğunu gösterirken, Bölgedeki Arap milliyetçiliğine ve
radikal tutumlara karĢı ABD‟ye yardıma hazır olduğunu da göstermiĢtir (Uslu 2012, s:
166).

Günümüz dünyasında Ortadoğu olarak adlandırılan alanda Basra Körfezi etrafında


bulunan sekiz ülke Körffez Ülkeleri olarak adlandırılmaktadır. Bunlar, Ġran, Irak, Suudi
Arabistan, Katar, Umman, Bahreyn, BirleĢik Arap Emirlikleri ve Kuveyt‟dir. ABD‟nin
temel politikalarını, dünyadaki hiçbir yer, Körfez kadar karmaĢıklıklar içinde
bırakmamıĢtır. Bölgedeki enerji rezervlerinin zenginliği geliĢmiĢ endüstriye sahip
ülkeler için vazgeçilmez olmuĢtur. Jeopolitik zorunluluk, Körfezde var olan en önemli
iki gücün ABD‟ye düĢman olması ve çevresindeki ülkeler için tehdit oluĢturuyor olması
bölgedeki politikaları Ģekillendirmektedir. II. Dünya SavaĢı sonrası bölgedeki gücünü
artıran ABD, Soğuk SavaĢ sonrasında bölgenin Rusya‟nın kontrolünde olmasına izin
vermek istememiĢtir. Bu bağlamda kendine dost ve müttefik ülkeler oluĢturmuĢtur.
ABD‟nin dost ve müttefiklerini Ģu Ģekilde sıralayabiliriz; Suudi Arabistan, Ġsrail, Ürdün,
Türkiye, Pakistan, Hindistan, Avrupa, Ġngltere, Kanada, Yeni Zelanda, BAE, Kuveyt,
Katar, Dubai, Yemen. Müttefiklerinde Ürdün‟ün ADB müttefiki olmasının sebebi ise
Ġsrail‟den göç eden Filisitnliler‟e yeni yurt oluĢturulmak istenmesinden kaynaklanmıĢtır.
(Kissenger 2001, s: 168).

4.4 ENERJĠ GÜVENLĠĞĠ

Güçlü imparatorlukların ya da yönetimlerin uzun yıllar boyunca hâkimiyet kurmalarının


altında yatan birtakım unsurlar olmuĢtur. Bu unsurlar da kendi dönemlerine ait kritik
olabilecek üretim maddelerinin varlığı yanında bir de bunların ticaret yollarının
kontrolünün sağlanması olmuĢtur. Avrupa, Sanayi Devrimi‟ne girmeden önce,
dünyadaki en büyük ticaret ağı baharat olmuĢtur. Sanayi Devrimi ile birlikte önem
derecesini yitiren baharatın yerini enerji maddeleri almıĢtır. Sanayinin ilk yıllarında
enerji maddesi kömür iken özellikle de II. Dünya SavaĢı sonrasında petrol olmuĢtur. Bu
nedenler ile enerji kaynaklarına sahip olan ve enerji nakil hatlarını kontrol altında tutan
devletler dünyayı da kontrol edebilmektedir. Son elli yıldır önem arz eden petrolün,
ABD tarafından Ortadoğu‟dan alınıp Batılı devletler ile kendine ve diğer ülkelere
ulaĢtırılabilmesi en öncelikli hedef olmuĢtur. Bu bağlamda da ABD‟nin geliĢtirdiği en
önemli proje, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olmuĢtur (Özer, 2009).

31
1903 yılında Ġngiltere DıĢiĢleri Bakanı‟nın dediği gibi, “ülkesinin çıkarlarının Basra
Körfezi’nde güçlü ve donanımlı bir deniz üssü kurulmasını gerekli kıldığını ve Ġngiliz
çıkarlarına yönelecek tehditlere karşı her türlü yola başvuracaklarını” dile getirmiĢtir.
Ġngiltere‟nin II. Dünya SavaĢı sonrasında Ortadoğu bölgesinden çekilip yerine ABD‟nin
geçmesi ile bölge enerji kaynaklarının kontrolünü sağlamak yine ABD‟ye düĢmüĢtür
(Öztürk 2011, s: 433).

Ortadoğu‟daki petrolün varlığını ilk keĢfeden Ġngiltere ve Batı olmuĢtur. I. Dünya


SavaĢı öncesinde Ortadoğu‟da Irak ve Ġran‟da keĢfedilen petrol daha sonra 1930‟lı
yıllarda Kuveyt ve Suudi Arabistan‟da bulunmuĢtur. Bundan sonra bu bölge, büyük
güçlerin gözünü dikecek kadar çok rezerv barındırdığı için önemli yer olmuĢtur. Dünya
petrol rezervlerinin % 66‟sını barındıran Ortadoğu önümüzdeki dönemde de önemini
yitirmeyecektir (Cleveland 2004, s: 495).

Enerji sorunu kavramı da, enerji kaynaklarının miktarı, fiyatlandırılması ve ulaĢtırılması


bakımından süreklilik arz ediyor olmasının yanında güvenliğinin sağlanması olarak
açıklanabilmektedir. Enerji arzında dıĢa bağımlı olan devletlerin varlıklarını güçlü bir
Ģekilde sürdürebilmeleri açısından enerjinin kontrolünü sağlamak önemli bir dıĢ politika
aracı olmuĢtur. ABD‟nin dıĢ politikada enerji güvenliğini sağlaması, üretiminin ve
sevkiyatının kolay olmasını gerektirmiĢtir. Petrol, ülke içinde enerji kaynağı olarak
kullanılabilmesinden üretim ve fiyatlandırılmasına kadar pek çok konuyla birlikte
iĢlenmesi gereken bir unsur olmuĢtur. 1930 ile 1970 arası dönemde ABD için enerji
sorunu sadece ekonomik ve stratejik bir durum iken, 1970‟lerden sonra da güvenlik
sorununa dönüĢmüĢtür. 1990‟dan bugüne kadar da bir çevre sorunu olarak
sunulmaktadır (Öztürk 2011, s: 433-434).

ABD‟nin, dıĢ politika stratejilerini oluĢtururken, tarihsel geri plana bakıldığında,


jeopolitik temeller üzerine yerleĢtirdiği görülmektedir. ABD, yirminci yüzyıldan
itibaren birçok dünya hâkimiyet teorilerinin dıĢında enerji havzalarını kontrol altına
almakla yeni stratejik anlayıĢ ortaya çıkarmıĢtır. Özellikle Soğuk SavaĢ sonrası
dönemde SSCB‟nin bölgedeki gücünün azalması ile ABD bu durumu kendi lehine
çevirmek istemiĢtir. Bu bağlamda Ortadoğu enerji kaynaklarını kontrolü altına almaya
baĢlamıĢtır (Ural 2009).

32
DıĢ politikada petrolün yeni dönemde getirdiği unsurların sorunlar ağına geçmesinin
birkaç nedeni olmuĢtur. Bunlardan birincisi hızla artan nüfus karĢısında enerji
kaynaklarının artan yaygın kullanım alanlarıdır. Ġkincisi yine artan nüfusa bağlı olarak
enerji kaynaklarına yönelik artan enerji talebidir. Üçüncüsü enerji kaynaklarının
düĢmanca ve tehdit içeren eylemlere dönüĢtürülebilecek potansiyelde olması ve
algısıdır. Bu son madde günümüzde yaĢanan çatıĢmaların temelini oluĢturmaktadır
(Öztürk 2011, s: 436-437).

Hazar bölgesi ve Ortadoğu özellikle Irak, Ġran ve Suudi Arabistan‟da bulunan petroller
dünya rezervlerinin üçte ikisini oluĢturmaktadır. Bu gerçek, ABD‟nin bu bölgeyi
hâkimiyeti altına almayı ve hâkimiyetini sürdürmeyi en önemli amaç edinmesine sebep
olmaktadır. ABD, Hazar bölgesi petrolünün Batıya güvenli bir Ģekilde akıĢını sağlamak
için üç yol bulmuĢtur. Birincisi Rusya üzerinden aktarmaktır ki ABD bundan yana
değildir. Ġkinci olarak Türkiye üzerinden aktarmaktır. Türkiye üzerinden aktarıma
Clinton döneminde sıcak bakılırken, Bush bu fikre sıcak bakmamıĢtır. Üçüncü yolda
Güneyden Basra‟ya açılan yoldur. Burada kilit ülke Afganistan olmaktadır (Özer 2009).

Bu durum 11 Eylül sonrasında ABD‟nin Afganistan‟ı hedef göstermesini anlamlı


kılmaktadır. Günümüz geliĢmeler incelendiğinde, dördüncü yol olarak da Basra
körfezinden Kuzey Irak hattı ile Suriye‟nin kuzeyini de içine alan bir koridor (Kürt
Koridoru ) dikkatleri çekmektedir. Fakat Afganistan‟dan Basra Körfezi‟ne açılmada iki
seçenek olduğu anlaĢılmıĢtır. Birincisi Ġran üzerinden, ikinci yol ise Pakistan üzerinden
Körfez‟e açılmaktır. Ortadoğu petrollerinde durum ise daha farklı bir seyir
göstermektedir. Bu bölgede Irak kilit ülke konumundadır. 2003 yılında kitle imha
silahları barındırdığı gerekçesi ile Irak‟a saldıran ABD‟nin bu varsayımında haksız
olduğunun ortaya çıkıĢı esas meselenin bu olmadığını kanıtlamıĢtır. Aslında bu bölgede
ABD‟nin politikasının, enerji akıĢının güvenliğini sağlamak olduğu bugün daha net
anlaĢılmaktadır. Buna bir örnek de Suriye‟de yaĢanan savaĢın akıbetinin tıpkı Irak‟ın
kuzeyinde oluĢturulan Kürt bölgesi gibi Suriye‟de oluĢturulmaya çalıĢıldığı
görülmektedir. Bu durum bölgede bir Kürt Koridoru açılmasının olası olduğunu ve
böylece daha kontrol edilebilir bir iktidar kurularak petrolün buradan Akdeniz‟e güvenli
bir Ģekilde akıĢının sağlanabileceğini göstermektedir (Özer 2009).

33
Son dönemlerde enerji arz kaynaklarının çeĢitliliğinin artmıĢ olmasına rağmen ABD,
Batı için Ortadoğu‟daki petrole ilgi duymaktadır. Bu nedenle ABD bölgeye yönelik dıĢ
politika aracı olarak petrolü kullanmaktadır. Bunu yaparken de belirleyici faktörler
kullanmıĢtır. Bunlardan birincisi bölgenin enerji rezervlerinin yönetmektir. Ġkincisi
üretilen petrolün ticaret ve sevkiyat fiyatlarının belirlenmesini sağlamak ve üçüncüsü bu
iki unsuru gerçekleĢtirememesi durumunda da bölgede kendine dost rejim ve yönetimler
oluĢturmaktır. Bu açıdan ilk yaptırımda, 11 Eylül saldırıları fırsat alınarak, Afganistan‟a
ve Irak‟a saldırarak gerçekleĢmiĢtir. Irak‟ta halen dost bir rejim oluĢturulamamıĢtır
(Öztürk 2011, s: 441-442).

ġekil 4.2: Basra Körfezi

Petrolün dünya ve ABD açısından en önemli güç kaynağı olarak ortaya çıkmasına
neden olan olay esasında 1973 yılında yaĢanan Arap-Ġsrail savaĢı olmuĢtur. Bu savaĢ
sonrasında, Arap ülkelerince, OPEC aracılığı ile petrol satıĢı yapılan Batılı ülkelere
ambargo koyması olmuĢtur (Nye ve Welch 2007, s: 375). ABD, 1973‟den önce birtakım
krizler ile karĢılaĢmıĢtır. Ġlk olarak 1951 yılında Ġran‟da iktidara gelen Musaddık‟ın ülke
petrollerini millileĢtirmesi olmuĢtur. Sonra 1956 yılında Mısır‟ın lideri Nasır‟ın SüveyĢ
Kanalı‟nı millileĢtirmesi izlemiĢtir. 1973 yılından sonra ise ABD ve Batı, Ortadoğu
petrolü ile ilgili olarak iki kriz daha yaĢamıĢtır. Bunlardan ilki 1979 yılında Ġran‟da
gerçekleĢen devrim ABD‟yi krize sokarken hemen peĢinden gelen Irak-Ġran savaĢı ile
bölgedeki enerji hâkimiyetini zedeleyen olaylar olmuĢtur. Bu durum ABD‟nin

34
bölgedeki politikalarını sorgular duruma getirmiĢtir. Yeni stratejiler kurulması
gerektiğini anlayan ABD, 1990 yılında yaĢanan Birinci Körfez SavaĢı ve 2003 yılında
yaĢanan Ġkinci Körfez SavaĢı ile Ortadoğu‟da doğrudan müdahalelere baĢlamıĢtır. Ġran
ile gerçekleĢtirilen 2015 yılı nükleer anlaĢma ile bir diğer enerji güvenliği sorunu olan
Nükleer Enerji Kullanımı ve Yayılması da kontrol altına alınmaya çalıĢılmaktadır
(Öztürk 2011, s: 452-459).

35
5. ABD’NĠN 11 EYLÜL SALDIRILARI ÖNCESĠNDE ORTADOĞU
POLĠTĠKASI

Ortadoğu bugün, dört ana bölgenin bütünleĢmesi olarak anılmaktadır. Bu ana bölgeler,
Türk-Ġran Havzası olarak adlandırılan ve Türkiye, Ġran ve Afganistan‟ın içinde
bulunduğu bölge ile Arap Yarımadası olarak bildiğimiz ve Suudi Arabistan, Bahreyn,
BirleĢik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Katar ve Yemen‟in içinde bulunduğu
coğrafya ve Irak, Ġsrail, Ürdün, Lübnan ve Suriye‟den ibarettir. Bu bölgeye ilave olarak,
Afrika kıtasının kuzeyindeki Mısır ülkesi de dahil edilince Ortadoğu olarak dile
getirilen coğrafya tanımlanmıĢ olmaktadır. Tüm bu bölgenin yüzölçümü yaklaĢık olarak
15 milyon km² olup, yaklaĢık olarak 450 milyon nüfusa sahiptir. Ortadoğu geçmiĢten
günümüze birçok büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmıĢtır. Ġslamiyet, Hıristiyanlık
ve Yahudiliğin ortaya çıkmıĢ olduğu yerdir. Aynı zamanda bölge zengin petrol yatakları
ve doğalgazın yanı sıra bol güneĢ alan ve su yataklarının da bulunduğu önemli bir
bölgedir. Denizin varlığı ulaĢımda ve enerji akıĢında önemli yer tutmaktadır. Bu
bağlamda, Ortadoğu terimi aslında sadece bir coğrafya değildir aynı zamanda bir fikir
oluĢumudur. Bu fikir ise bir düzeni temsil etmektedir. Bu düzen Batılı değildir ama
Doğulu olarak da görülmemektedir. Bölge yirminci yüzyılda dönemin egemen güçleri
olan Ġngiltere ve Fransa tarafından çizilerek o döneme ait koĢullar çerçevesinde
ĢekillendirilmiĢtir (Kurt 2014 ).

ABD‟nin Ortadoğu politikasına değinmeden önce ABD BaĢkanlarının oluĢturduğu


politikaların alt yapısına kısaca bakıldığında, II. Dünya SavaĢı‟ndan bu yana her
Amerikan BaĢkanı seçildiği zaman, gerek ABD‟de gerekse uluslararası sistemde,
medyadan kamuoyuna hatta akademik çevrelere kadar pek çok alanda tartıĢmaların
sebebi olmuĢtur. TartıĢma konusu ise, seçilen BaĢkanın Amerikan dıĢ politikasında
değiĢim yapıp yapmayacağıdır. ĠletiĢim alanındaki son geliĢmelerin hızı ile doğru
orantılı olarak artan bu tartıĢmalar özellikle Soğuk SavaĢ olarak adlandırılan 1945
sonrası dönemde yoğunlaĢmıĢtır. Amerikan dıĢ politikasının sürekliliği mi yoksa
değiĢkenlik göstermesi mi, tartıĢılır olmuĢtur. Soğuk SavaĢ sonrası dönemde silahlı
çatıĢmaların yerine nükleer faaliyetlerin ön plana çıkması ile Amerikan politikasında
dinamizme bağlı süreklilik gözlemlenmiĢtir (Pirinççi 2011, s: 79).

36
Soğuk SavaĢ dönemi, iki süper güç olan SSCB ile ABD arasında hiçbir zaman sıcak
savaĢın olmadığı ama karĢılıklı misillemeler ile birbirlerine gözdağı verildiği dönem
olmuĢtur. Bu dönemde iki önemli topluluk kurulmuĢtur. Bunlardan ilki ABD‟nin
öncülüğünde ve Sovyetler Birliği‟nin yayılmacılığına karĢı 1949 yılında Avrupa‟da
milliyetçi militarizmin canlanmasını önlemek ve Avrupa‟da siyasi uyumu teĢvik etmek
için kurulan NATO‟dur (NATO, 2015). Ġkincisi ise Sovyetler Birliği‟nin baĢat gücü
olduğu sekiz sosyalist ülkenin 1955 yılında imzaladığı VarĢova Paktı‟dır. Soğuk SavaĢ
döneminde ABD‟nin SSCB‟yi çevreleme politikası ile yeni ittifak arayıĢlarına girdiğini
görmekteyiz. ABD çevreleme politikasını, SSCB‟nin Ortadoğu‟ya inmesine engel
olmak için yapmıĢtır. 1991 yılında SSCB‟nin yıkılması ile biten Soğuk SavaĢ
döneminin uluslararası arenada oluĢan güç boĢluğu ile ABD‟nin tek süper güç olduğu
yeni bir dönem baĢlamıĢtır. Bu yeni dönemde, dünyanın her neresinde olursa olsun
ortaya çıkan ve çıkabilecek çatıĢmaların ve uyuĢmazlıkların giderilmesinde ABD gerek
ekonomik gerekse askeri, politik ve diplomatik unsurları ile büyük bir güç konumu elde
etmiĢtir (Öçalan 2014).

SSCB‟nin dağılması ile baĢlayan yeni süreç, ABD‟yi derinden sarsan ve dünyayı
etkileyen aynı zamanda Ortadoğu‟nun kaderini değiĢtirecek olan 11 Eylül 2001 tarihli
terörist saldırıları ile son bulmuĢtur. 11 Eylül saldırıları dönemin BaĢkanı George W.
Bush tarafından çok sert bir dille karĢılık bulmuĢ ve ABD dıĢ politikasının sertleĢtiği
yeni bir dönem doğmuĢtur. O günden bu yana terörist eylemlerin sebebi olan El-
Kaide‟nin Afganistan‟daki varlığı ve onu sahiplenen Taliban yönetiminin ABD
tarafından düĢman ilan edilip, var olan tüm ABD karĢıtı teröristlere ev sahipliği yapan
diğer bütün devletlerin de aynı sınıfa konulacağı belirtilmiĢtir. 11 Eylül gününden sonra
dünya, yepyeni, stratejik ve uzun soluklu bir savaĢa girmiĢtir (Kurt 2014).

5.1 SOĞUK SAVAġ DÖNEMĠNDE ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASI

II. Dünya SavaĢı çok büyük etkiler bırakmıĢtı ve Avrupa‟da bundan nasibini fazlasıyla
almıĢtır. Bu savaĢ sonrası Avrupa harabeye dönmüĢ ve Japonya, kudretli
imparatorluğunu kaybetmiĢtir. Çin‟de kendi içinde iç savaĢa girmiĢtir. Güçlü pek çok
devlet bu haldeyken ABD, savaĢtan fiziki açıdan güven artırarak ve siyasi olarak da
istikrarlı bir yapı ile çıkmıĢtır. Aynı zamanda ekonomisi de baĢarılı bir ivme
yakalamıĢtır (Hook ve Spanier 2013, s: 23).

37
Çevreleme politikası gereği, BaĢkan Truman 1947 yılında Kongre‟den, Sovyetler
Birliği‟nin Komünist düĢüncesinin Yunanistan ve Türkiye‟yi de etkilenmesinden
duyduğu endiĢe ile bu iki ülkeye ekonomik yardım yapılmasını istemiĢtir. Tarihe
Truman Doktrini olarak geçecek bu istek Kongre tarafından, dört yüz milyon dolarlık
yardımın iki ülkeye 1‟e 3 oranı ile paylaĢtırılmasını onaylanmıĢtır (U.S. Department of
State, 2015). Truman Doktrini ve Marshall planı olarak bütünleĢen bu yardım aynı
zamanda ABD‟nin, ekonomide Uluslararası Para Fonu‟nun (IMF) kurulması ve Bretton
Woods sistemi ile doların tüm dünyada iĢlemesine, bunların yanında güvenlik alanında
da BM ve NATO gibi bir dizi paktın kurulmasında öncülük etmesine neden olmuĢtur.
Böylelikle ABD, Japonya Ġmparatorluğu‟nun 7 Aralık 1941 tarihinde Hawaii
adalarından Oahu adasında bulunan Pearl Harbor askeri üslerine saldırısından sonra terk
ettiği izolasyonist politikasını 1945 sonrasında yerini karĢılıklı bağımlılığı içeren bir
dünyaya açmıĢ oluyordu (Bostanoğlu 1999, s: 245-248). ABD bu dönem Ortadoğu‟da
Ġsrail Devleti‟nin kurulmasına, Bağdat Paktı daha sonra adı Merkezi AntlaĢma TeĢkilatı
(CENTO) olarak değiĢen örgütlerin kurulmasına öncülük etmiĢtir. Bu arada Türkiye,
Suudi Arabistan, Mısır ve Ġsrail‟e askeri destek vererek çevreleme politikasını
güçlendirmeye çalıĢmıĢtır (Gözen 2012, s: 18).

5.1.1 SSCB’yi Çevrelemek Ġçin Ortadoğu’ya Angaje Olmak

II. Dünya SavaĢı yaĢanırken ABD bu savaĢa katılmayacağını bildirerek tarafsızlık ilan
etmiĢtir. Fakat Ġngiltere‟ye de her türlü desteği sağlamıĢtır. ABD‟nin II. Dünya
SavaĢı‟na girmesi Japonya ile Pasifik‟te yaĢadığı gerginlik ile olmuĢtur. ABD de bu
durum karĢısında Japonya ile ticari iliĢkilerini askıya alınca Japonya‟da buna kayıtsız
kalmayarak 1941 yılında ABD‟nin Hawaii Adasında bulunan Pearl Harbor deniz üssüne
saldırmıĢtır. Bunun altında kalmayan ABD‟de Japonya‟ya savaĢ açmıĢtır. Bunun
neticesinde Nazi Almanya‟sı da ABD‟ye savaĢ ilan etmiĢtir. GeliĢen olaylar dünya
tarihinde en ilginç ittifakı doğurmuĢtur. Rusya, Ġngiltere ve ABD‟nin içinde yer aldığı
“Büyük Ġttifak”. ABD ve SSCB birbirleri ile tamamen zıt ideolojileri olan ülkeler
olduğundan II. Dünya SavaĢı henüz sonuçlanmadan aralarındaki görüĢ farklılıkları
meydana çıkmaya baĢlamıĢtır. II. Dünya SavaĢı bitmiĢ yerine Soğuk SavaĢ olarak
adlandırılan süreç baĢlamıĢtır. Bu dönemde ABD BaĢkanı Roosevelt‟in ölümü ile
BaĢkan olan Truman dıĢ politikada yeni döneme girdiklerini gösteren bir saldırıya imza

38
atmıĢtır. Japonya‟nın HiroĢima ve Nagasaki kentlerine attığı atom bombası ile aslında
SSCB‟ye gözdağı vermek istemiĢtir. Bunu da yapma gerekçesi olarak SSCB‟nin
Avrupa‟da ve dünyada izlediği yayılmacı politikasını önlemeye yönelik olmuĢtur. ABD,
Soğuk SavaĢ döneminde üstünlüğe dayalı dünya düzeni kurmak istemiĢtir. Bunu
yaparken de liberal değerlere dayalı ekonomi politikası ile SSCB‟nin komünizmi
yaymasına yönelik caydırma ve SSCB‟nin çevrelenmesi amacını gütmüĢtür (Gözen
2012, s: 17).

II. Dünya SavaĢı sırasında Avrupa ülkelerinin yaĢadığı mali sıkıntıları Ġngiltere finanse
etmekteydi. Ġngiltere bunu özellikle Rusya‟nın Akdeniz‟e inmesini engellemek için
bölge ülkeleri olan Yunanistan ve Türkiye‟ye yapmaktaydı. Fakat bu yükü artık
kaldıramayacağını ABD‟ye bildirmiĢtir. Bunun üzerine ABD Ġngiltere‟nin Rusya‟ya
karĢı izlediği politikayı izlemeye baĢlamıĢtır. Bunun için Truman ilk adımı 27 ġubat
1947 yılında Oval Ofis‟te bir araya geldiği DıĢiĢleri Bakanı Marshall ve BaĢkan
Yardımcısı Acheson ve Michigan Cumhuriyetçi Senatörü Vanderberg‟ın
baĢkanlığındaki Kongre heyeti ile yapmıĢtır. Bu toplantıda Truman, Türkiye ve
Yunanistan‟a olası bir SSCB‟den yana davranmalarını önlemek adına ekonomik
yardımın yapılması gerektiğini söylemiĢtir. Toplantıda söz alan Acheson, dünyada artık
iki büyük gücün kaldığını belirtmiĢtir. Bu durumun bir de Roma ve Kartaca döneminde
yaĢandığını dile getiren Acheson, SSCB‟nin saldırganlığına ve komünist rejimi yayma
çabasına karĢı ABD‟nin güvenliğini koruma adına ekonomik yardımın yapılması
gerekliliğini belirtmiĢtir. Bu konuĢmadan sonra ABD yönetimi, Yunanistan ve
Türkiye‟ye ekonomik yardımın yapılması kararını almıĢtır (Kissenger 2006, s: 432-
433).

Truman yönetiminin baĢlatmıĢ olduğu çevreleme politikası ile bir takım tedbirler
alınmıĢtır. Bunlardan biri de Avrupa‟dan Ortadoğu‟ya ve Orta Asya‟dan Afrika‟ya
kadar uzanan çok geniĢ bir alanda askeri, ekonomik, örgütsel, ideolojik, sosyal,
psikolojik, kültürel ve illegal düzeyde uygulamalar yapmıĢtır. ABD, Truman Doktrini
ve Marshall Yardımı ile yürüttüğü programları sırasında, Ortadoğu‟da bir Yahudi
devleti kurulması fikrine de sıcak bakmıĢtır. Bağdat Paktı‟nın kurulmasını sağlamıĢtır.
Bu pakt daha sonra, 1958 yılında Irak‟ta yaĢanan devrim ile değiĢen yönetimin Bağdat
Paktı‟ndan çıkması ile CENTO adına dönüĢmüĢtür. Bu sırada dost ve müttefik ülkelere

39
ekonomik ve askeri yardımlarını sürdürmüĢtür. Truman ile beraber baĢlayan ABD
yayılmacılığının dıĢ politikasındaki üçüncü hamlesi, kurulan düzenin sürekliliği için
gizli ve açık operasyonlar olmuĢtur (Gözen 2012, s: 18).

5.1.2 Ortadoğu’da Silahlanma Kontrolü: Üçlü Deklarasyon

Ortadoğu, 1945 sonrasından bugüne kadar dünya silah ticaretinin önemli kısmının
görüldüğü bölgedir. Bunun birkaç sebebi vardır. Bunlar bölgenin güvensizliği, küresel
ve bölgesel olarak değiĢmeler, Filistin sorununun süreçleri ve petrol fiyatlarının artması
gibi nedenlerden oluĢmaktadır. Bölge ülkelerinin silahlanmalarının artmasına neden
olan bu faktörler neticesinde ABD, Ġngiltere ve Fransa bölgenin silah satıĢlarının %
84‟ünü oluĢturmaktadır. Ġngiltere ise toplam silah satıĢlarının yarısından fazlasını
yapmaktaydı. O dönemde bölgenin 1954‟e kadar olan sürede üç ülke tarafından
silahlandırılmaya devam ettiği görülmektedir. 1960‟lı yılardan 1990‟lı yıllara kadar olan
süre, bölgenin silahlandırılmasının ABD ve SSCB tarafından karĢılandığı dönem
olmuĢtur (Pirinççi 2010, s: 120-121).

Uzunca yıllar Osmanlı‟nın himayesinde kalan Ortadoğu bölgesi, Osmanlı‟nın çöküĢüyle


Ġngiliz ve Fransızların etkisi altında kalmıĢtır. Ortadoğu‟da kendi baĢlarına
yönetilemeyen ve özellikle de Soğuk SavaĢ döneminde ABD ve SSCB‟nin kıskacında
kalarak özgün bir yönetim sergileyememiĢ ülkeler vardır. Ortadoğu yeryüzündeki en
değiĢken yapısı ve kaynakları zengin bir bölge olmasının yanında istikrarsız bir bölge
görüntüsü de çizmiĢtir. Bu anlamda Ortadoğu devletlerinin kendilerini bu güvensiz
ortamda ayakta tutabilmeleri için edindikleri kitle imha silahları (KĠS) ile bölgenin daha
da ısınmasını sağlamıĢlardır. Özellikle 1948‟de Ġsrail‟in kurulması ile Arapların
rahatsızlığı dengelerin değiĢmeye baĢlamasına neden olmuĢtur (Ülgen ve Ergun 2012).

Birinci Arap-Ġsrail SavaĢı sonrası Ġsrail üstünlük elde ederken bu kazanımlarını da


korumayı düĢünmekteydi. Bunu yapmasının en kaçınılmaz faktörü silahlanmanın
sağlanmasından geçmekteydi. Bölgedeki diğer ülkelerinde yeni bağımsızlıklarını
kazanmıĢ olmaları ve halen yerli silah üretemeyecek durumda olmaları bölgeden henüz
gitmemiĢ olan Ġngiltere ve Fransa tarafından karĢılanmanın yanı sıra ABD ve SSCB‟nin
de bölgede etkin tedarikçiler oldukları söylenebilir. ABD, Ortadoğu‟daki silahlanma
politikasında tereddüt yaĢamıĢtır. Ġngiltere‟nin Arap ülkelerini silahlandırma giriĢimleri

40
bölgedeki müttefiki olan Ġsrail‟in güvenliğini tehlikeye sokmaktaydı. Arap ülkelerinin
Ġngiltere‟den silah alımının kesilmesi demek SSCB‟nin devreye girip Arap devletlerine
silah satması ihtimalini doğuracaktı. Bu ise ABD açısından istenmeyen bir durumdu.
ABD bölgede net bir silah politikası oluĢturamamıĢtır. Ġsrail‟de güvenliğini koruma
adına silah arayıĢlarını gerçekleĢtirmek için ABD‟nin kapısını çalmıĢ ve her seferinde
ret edilmiĢtir. Bu sırada Ġsrail, Ġngiltere‟nin Arap ülkelerine silah satıĢını engellemek
için lobi faaliyetleri yürütmeye baĢlamıĢtır. Ġsrail yanlısı lobi faaliyetlerinin neticesinde
BaĢkan Truman Ortadoğu‟ya yapılan silah satıĢlarının belli Ģartlara oturtulması ve
Ġsrail‟in güvenliğinin sağlanması için çalıĢmalarda bulunmuĢtur. Bu görüĢmeler
sonucunda “Üçlü Deklarasyon” ortaya çıkmıĢtır. ABD, Ġngiltere ve Fransa arasında 25
Mayıs 1950 tarihinde imzalanan bildirge ile Ortadoğu ülkelerinin silahlanmalarına
yönelik ilk giriĢim gerçekleĢmiĢtir. “Üçlü Deklarasyonun” ortaya çıkmasının bir diğer
nedeni de SSCB‟nin Ġkinci Dünya SavaĢı sonrası bölgede oluĢan boĢluğu silah ticareti
ile doldurmanın önüne geçmek oluĢudur (Pirinççi 2010).

Deklarasyonun içeriği incelendiğinde karĢımıza çıkan paragraflardan da anlaĢıldığı gibi


Arap Devletleri ve Ġsrail‟in tüm iç güvenliklerinin ve kendilerini savunmaları için
silahlanmalarında sakınca görülmediği ifade edilmiĢtir. Devamında söz konusu
devletlerin aldıkları silahları baĢka devletlere karĢı herhangi bir eylemde
kullanamayacaklarını güvence altına da almaktaydı. Son olarak, bölge ülkeleri
sınırlarını ihlal edip bölgedeki istikrar ve barıĢın bozulmasını sağlayacak herhangi bir
düĢmanca tavır içinde olmaları durumunda Ġngiltere, Fransa ve ABD derhal bölgeye,
BM üyesi yükümlülükleri gereğince acilen müdahalede bulunacaklarını ifade
ediyorlardı (JewisVirtual Library 2015).

ABD‟nin “Üçlü Deklarasyon” da ki esas rolü, yöneticilikten ibaret olmuĢtur. Tüm


giriĢimleri Ġngiltere ve Fransa yapmaktaydı. Bunun en önemli nedeni o dönemlerde
Ortadoğu‟da Ġngiltere ve Fransa kadar nüfuza sahip olmaması yatmaktaydı. Bu sırada
silahlanma ile ilgili planlamalar yapılırken üç ülkede Arap ülkelerinden hiçbirinin
fikrini almamıĢtır. Bu durum doğal olarak Ortadoğu ülkelerinin Deklarasyonu
desteklememelerine neden olmuĢtur. “Üçlü Deklarasyon” silahsızlanma anlaĢması
olarak algılanmamalıdır. ĠĢin özü, Ortadoğu‟ya satılan silahların belirlenen yöntem ve
tekniklerle sınırlandırılmasından ibarettir. Zaten Deklarasyonun son paragrafı da buna

41
iĢaret etmektedir. Silahlanmada ve bu silahları kullanmada caydırıcılığı teĢvikte alt
temel olmuĢtur. 1950‟li yılların ortalarında “Üçlü Deklarasyon”un yürütülmesinde
aksaklıklar yaĢanmaya baĢlamıĢtır. Bölgedeki olası SSCB tehdidine karĢı oluĢturulan
ittifak zamanla fikir değiĢtirmeye baĢlamıĢtır. Nedenleri ise, dünyada geliĢmekte olan
bazı siyasi olayların etkisi yatmaktaydı. Kore SavaĢı‟ndan ve II. Dünya SavaĢı
sonrasında ellerde kalan fazla silahların varlığı, ülkelerin ekonomik çıkarları gibi
nedenler ile birbirlerinin pazar alanlarına girmeye çalıĢmaları olmuĢtur. Aynı dönemde
SSCB‟nin bölgeye sızmasını önlemek için silahlanma çalıĢmaları yanında, ABD
bölgedeki ülkeler ile iĢbirliği yapmanın farklı arayıĢları içine girmiĢtir. Bölgede
oluĢturulması düĢünülen örgütlerden biri Ortadoğu Komutanlığı (MEC) idi. Kahire
merkezli olması düĢünülen örgüt Mısır tarafından Ģiddetle reddedilmiĢtir. Mısır, bunun
yanı sıra Ģiddetle Ġngiltere‟nin Mısır topraklarından askerlerini çekmesini istemiĢtir.
ABD ve Ġngiltere bu defa diğer Arap ülkelerine teklifi götürse de aynı cevabı almıĢtır.
Bunun üzerine Batıya yakınlık oluĢması için yeniden farklı bir isim ile Orta Doğu
Savunma Örgütü (MEDO) fikri ile Mısır‟a gitmiĢlerdir. Mısır‟a sadece bu fikir ile değil
aynı zamanda ekonomik yardım etme teklifi de götürmüĢler fakat Kral Faruk aynı
gerekçe ile reddetmiĢtir. Diğer Arap Ülkeleri tarafından da benimsenmeyen fikir
baĢlamadan bitmiĢtir. Ġlerleyen dönemlerde Mısır‟ın Ġngiltere ile rahatsızlığı artmıĢ ve
SSCB‟de Stalin‟in gitmesi ile yeni dönemde Mısır ile iliĢkiler olumlu yönde ilerleme
yapmıĢtır. Mısır, Ġngiltere ile çekilme anlaĢması yaparak SSCB ile aralarındaki
iliĢkilerin önündeki engeli kaldırmıĢ oluyordu. Mısır, 20 Eylül 1955 yılında SSCB‟den
direkt silah almak yerine Çekoslovakya ile silah anlaĢması imzalamıĢ ve dolaylı yoldan
SSCB ile iliĢki kurmuĢtur. Bu geliĢme ile “Üçlü Deklarasyon” bölgedeki etkisini
bitirmiĢtir (Pirinççi 2010).

5.1.3 SüveyĢ Krizi ve Eisenhower Doktrini

II. Dünya SavaĢı sonrasında Arap ülkelerindeki lider profili iki çeĢittir. Milliyetçiler ve
Geleneksel liderler. Milliyetçiler Batı‟nın varlığından rahatsız olan ve bağlantısız
politika isteyenlerden oluĢmaktaydı. Geleneksel liderler ise değiĢimden yana olan ve
konumlarını korumanın ABD ile iyi iliĢkiler kurmak olduğunu düĢünenlerden
oluĢmaktadır. Doğal olarak ABD de geleneksel yolda giden liderlerin yanında olmayı
tercih etmiĢtir (Uslu 2012, s: 171-172). Mısır‟ın, 25 ġubat 1954‟te göreve gelen Cemal

42
Abdül Nasır Hüseyin de değiĢimden yana olan fakat otoriter rejimi savunan
liderlerdendi. O dönemde, 20 Ocak 1953‟te ABD BaĢkanı olarak seçilen Dwight David
Eisenhower iktidara gelince, ABD ve Ortadoğu politikasını gözden geçirmeye karar
vermiĢtir. ABD‟nin yeni dönemde Ortadoğu‟nun SSCB yayılmacılığına engel olunması
gereken bölge olduğunu düĢünen BaĢkan Eisenhower, bölgede liderlik kurmak için
üstünlüğü ele almak istemiĢtir (Kurban, 2014).

Ortadoğu‟da Batının çıkarlarını korumaya istekli olan Ġngiltere‟ye, 1950 yıllarında


Amerika liderleri destek olmuĢtur. BaĢkan Eisenhower‟ın DıĢiĢleri Bakanı olan John
Foster Dulles, Ortadoğu‟da aynı zamanda SSCB‟nin komĢuları olan ülkeleri Batı Bloğu
tarafınca desteklenmesi düĢünülen bir örgüt içinde bir araya getirilmesini önermiĢtir. Bu
ittifakta olan ülkeler içinde liderliği ele alan Türkiye olmuĢtur. Beraberinde Irak,
Ġngiltere, Pakistan ve Ġran ile 1955 yılının Kasım ayında “Bağdat Paktı” olarak
adlandırılan proje hayata geçmiĢtir. Fikir babası olan ABD ise bölgedeki dostları olan
Suudi Arabistan ve Mısır‟ı kaybetmemek ve Ġsrail ile SSCB‟yi kıĢkırtmak
istemediğinden ittifaka katılmamıĢ ama destek olduğunu belirterek yanında yer almıĢtır.
Mısır, bu örgütü Batı‟nın ve Ġsrail‟in bölgedeki varlığının uzantısı olarak görmekteydi.
Bu bağlamda aynı dönemlerde Mısır‟ın Çekoslovakya ile imzaladığı silah anlaĢması ile
Dulles, Mısır‟a devam etmekte olan Asvan Barajı için yardım etme teklifinde
bulunmuĢtur. Fakat Dulles bu teklifi kendi ülkesinde zorlukla kabullendirebilmiĢtir.
Nasır buna karĢılık 1956 yılının Nisan ayında Suudi Arabistan, Suriye ve Yemen ile
birlikte Komünist bir rejim olan Çin‟i tanıdığını ilan edince, Dulles da Asvan barajı
projesine destek vermeyeceğini bildirmiĢtir (Uslu 2012, s: 171-172).

Bu projeden çekilmemenin bir diğer gerekçesi de Mısır‟ın yaptığı silah anlaĢmasıdır.


Bunun üzerine Nasır, Fransa ve Ġngiltere‟nin de ortakları olduğu SüveyĢ Kanalı
ġirketi‟ni millileĢtirdiğini açıklayarak siyasi bir gerilim baĢlatmıĢtır. Mısır‟ın bu derece
silahlanmasından ve kanalın da millîleĢtirilmesinden rahatsız olan Ġsrail bunu fırsat
bilerek, 29 Ekim 1956 tarihinde Mısır‟ın Sina yarımadasına kadar ilerlemesi ile Fransa
ve Ġngiltere de kanalı koruma bahanesi ile bölgeye asker göndermiĢtir (HistoryState.
2015). Uluslararası ĠliĢkiler alanında “SüveyĢ SavaĢı” , “SüveyĢ Krizi” veya “Ġkinci
Arap-Ġsrail SavaĢı” adaları ile anılan bu savaĢın aslında Ġsrail, Fransa ve Ġngiltere‟nin
geçmiĢteki yaĢanmıĢ birikimler ile Mısır‟a saldırması olduğu anlaĢılmıĢtır. Ġsrail‟in

43
Mısır‟a ilk saldırmasıyla baĢlayan savaĢ ve sonrasında Ġngiltere‟nin bölgeden gitmesine
sebep olmuĢtur. Ortadoğu‟daki Ġngiliz etkilerinin eridiği bu süreçte boĢluğu doldurmak
ABD‟nin eline geçmiĢ oluyordu. ABD bu bölgede kendine özgü “bölgesel güvenlik
politikaları” uygulamaya baĢlayacaktır (Pirinççi 2010, s: 189-192).

ABD, bölgede daha önce ekonomik anlamda yapmıĢ olduğu iliĢkilerin boyutunu “Üçlü
Deklarasyon” ile de kontrol altında tutmaya çalıĢıyordu. Ortadoğu‟ya ilgisini,
Ġngiltere‟nin varlığının erimesi ve Nasır‟ın yönetiminin geleneksel rejimden yana
olanların üzerinde baskı kurması nedeni ile bir anda BaĢkan Eisenhower‟ın o meĢhur
doktrini ile köklü bir değiĢime götürmüĢtür. BaĢkan Eisenhower, 5 Ocak 1957 yılında
Kongreye ilan ettiği doktrinde Ģunları söylemiĢtir;

Ortadoğu ülkelerinden her kim Amerika’dan ekonomik olarak yardım talebinde


bulunursa, Amerika tarafından yardım yapılması, bölgedeki devletlere yapılacak
silahlı bir saldırı karşısında askeri desteğin sağlanması ve son olarak da
uluslararası komünizm tarafından kontrol altında bulunan herhangi bir milletten
açık bir silahlı saldırıya karşı, yardım talebinde bulunan ülkeye, toprak bütünlüğünü
ve bağımsızlığını korumak için Amerikan askeri güçlerinin gönderilmesi.

Bu doktrinden de anlaĢılacağı gibi Eisenhower yönetiminin dünyaya verdiği mesaj iki


yönlüydü. Birincisi bölgedeki Sovyet yayılmacılığının ve komünizmin etkisini
vurgulayarak ve Arap milliyetçiliğinin bölgedeki varlığının Ürdün ve Suriye ile ittifak
oluĢturmasından endiĢe etmesiydi. Ġkincisi ise, Eisenhower aynı zamanda Arap
milliyetçilerinin bölgedeki uluslararası komünizmle birleĢerek Batı çıkarlarını tehdit
edeceğini düĢünmüĢ olmasıydı. Bu neden ile de bölgeye asker göndermenin Amerikan
çıkarlarını korumak amaçlı olduğunu görmekteyiz. Bu doktrini Ortadoğu‟da ilk kabul
eden Lübnan olmuĢtur. Lübnan CumhurbaĢkanı Chamoun, Mısır ve Suriye ile
bağlantıları olduğunu söylediği komünizm tehdidinin kendilerine de sıçramasından
endiĢe ettiğini söylemiĢtir. Bunun içinde ABD‟den yardım talebinde bulunmuĢtur. ABD
de Lübnan‟a asker gönderme talebini olumlu karĢılamıĢtır. Bunu yapmasında, Chamoun
hükümetine muhalif güçlere karĢı Lübnan‟a destek vermek ve SSCB‟ye bu vesile ile
sinyal göndermek güdüsü yatmaktaydı (U.S. Department of State, 2015).

Rusya Federasyonu eski baĢbakanı Yevgeni Primakov‟un “Rusların Gözüyle Ortadoğu”


adlı kitabında Eisenhower Doktrini ile ilgili belirttiği düĢüncelerine baktığımızda, farklı
bir bakıĢ açısı görülmektedir. Primakov, Ortadoğu‟da gerçek anlamda bir komünizm
yayılmasının olmadığını, ABD‟nin bunu anlayamamasını gerçekçi bulmadığını ifade

44
etmektedir. ABD‟nin çok güçlü bir istihbarat teĢkilatı olduğunu söyleyerek, böyle bir
kanıya varmasının anlamsızlığından anlam çıkartmıĢ ve Eisenhower Doktrinin esas
amacının Arap ülkeleri arasındaki monarĢi taraftarlarının sempatisini kazanmaya
yönelik olduğunu söylemektedir. Asıl amacının Ortadoğu‟daki SSCB‟nin müttefiki olan
Mısır‟ın etkisinin bölgede yok edilmesine yönelik olduğunu düĢünmektedir. Ayrıca
Ġngiltere ve Fransa olmadan bölgede kendi hâkimiyetini ilan etmek istediğini de
belirtmektedir. Hatta daha da derin bir bilgi sunmaktadır bize Primakov. Doktrinin
açıklanmasından sonra ABD elçisinin 31 Mart 1957 günü Nasır‟ın Ģehir dıĢındaki
konutunda gerçekleĢen görüĢmede, Nasır “ABD ile ilişkilerinin geliştirilmesi niyetinde
olduğu” nu belirtmiĢ karĢılığında da Amerikan elçisi, “ Mısır yönetiminin Sovyetler
Birliği’ne yakınlığı sürerken, biz ne yardıma ne de ilişkilerin gelişmesine yanaşırız”
demiĢtir. Abdülnasır da bu cevap karĢısında “ABD bizi intihara sürüklemektedir. Önce
Sovyetler Birliği’nin dostane ilişkilerinden vazgeçirerek sonra gırtlağımızdan tutup
şartları dikte ettirecek” dediğini belirtmektedir. Bunun üzerine ABD‟nin, Nasır‟ın
milliyetçi idaresi ile yönetilen Mısır ile iliĢkilerinin bitmesi, Ortadoğu‟da ABD – Ġsrail
arası dostluğuna daha da önem vermesine neden olmuĢtur. Bunda Ġsrail‟in Soğuk SavaĢ
döneminde ABD‟ye SSCB ile aralarındaki savaĢta müttefik olması sadece propaganda
çizgisinde değil aynı zamanda askeri alanda da olmuĢtur. Buna örnek olarak
Primakov‟un kitabında da belirttiği gibi, Ġsrail‟in Araplar ile yaptığı savaĢlarda
Amerika‟nın savaĢ uçaklarını tasarlayan mühendisler için önemli olan denemeleri
yapmasıydı. Ġsrail, her savaĢ sonrası ABD‟ye SSCB‟nin askeri donanımı hakkında
sistemik olarak rapor sunmuĢtur. Hatta bu anlamda daha da ileri giderek, MOSSAD
ajanlarının Iraklı bir pilotu, para ve can güvenliği temini ile ikna etmiĢ ve 1965 yılında
MIG-21 uçağının kaçırılıp ABD‟ye gönderilmesini sağlamıĢtır (Primakov 2009, s. 124-
125).

SüveyĢ SavaĢı sonrası dönemde Ortadoğu‟da taĢların yerinden oynadığını ve


devletlerarası ittifakların ve karĢılıklı iliĢkilerin değiĢkenlik gösterdiği bir nevi karĢılıklı
güvensizlik ortamının oluĢtuğu yeni bir döneme geçilmiĢtir. Aynı zamanda yeni süreçte
Araplar arası iliĢkilerin, Ortadoğu halklarının çoğunluğunun Müslümanlardan
oluĢmasına rağmen birbirleri ile iliĢkilerinde kutuplaĢmaların olduğu bir dönem
olmuĢtur. Bunun en belirgin özelliklerinden biri 19 Ocak 1957 yılında kurulan Arap
DayanıĢma Paktı‟dır. Bu pakt, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Suriye arasında

45
gerçekleĢmiĢtir. Diğeri de daha öncede bahsettiğimiz gibi Bağdat Paktı‟dır. Bağdat
Paktı‟nda ise Türkiye, Irak, Ġran, Pakistan ve Ġngiltere bulunmakta idi. Mısır, Suudi
Arabistan ve Suriye, Ürdün‟ün Bağdat Paktı‟na katılımını engellemek için ekonomik
destek sağlayacaklarını bildirmiĢtir. ABD bu durumu fark edip derhal Ürdün‟e mali
destek sağlamıĢ ve Amman yönetiminin Batı‟nın himayesinden çıkmasını önlemiĢtir.
Suriye‟nin bu sırada Ürdün, Lübnan ve Irak yönetimlerine karĢı tutum içinde olduğu
Ģikâyeti üzerine ABD derhal bu ülkelere maddi yardım yapmıĢ ve aynı zamanda
Akdeniz‟de Türkiye‟nin güney sınırında askeri sığınak oluĢturmuĢtur. Altıncı Filo adlı
bu askeri sığınak ile Suriye üzerinde kendi etkisini göstermek istemiĢtir (Pirinççi 2010,
s: 200-203).

5.1.4 Ġki Ayaklı Strateji ve Nixon Doktrini

ABD, 1960‟lara gelindiğinde Mısır ile iliĢkilerini düzeltmek için milliyetçi gruplarlar ile
görüĢmeler yapmaya baĢlamıĢtır. Yemen SavaĢ‟ı süresince ABD Mısır‟ın yanında yer
almıĢ fakat daha sonraları savaĢın bitimine doğru ABD ve Nasır arası iyi iliĢkiler
bitmiĢtir. BaĢkan Kennedy yönetimi, aldığı karar ile Ġsrail‟e uçaksavar füze satıĢına
onay vermiĢtir. Böylece ABD tarafını netleĢtirmiĢ ve Ġsrail‟e doğru dönmüĢtür. Bu
dönemden sonra ABD-Ġsrail arası iliĢkiler seçilecek baĢkanları da sürece dâhil etmiĢtir.
Nitekim Kennedy‟den sonra gelen baĢkan Johnson da Ġsrail ile iyi dost olduklarını
vurgulayan davranıĢlar göstermiĢtir. 1965 yılında Ġsrail‟e Patton tankları gönderen
ABD‟de BaĢkanı Johnson yeni seçimlerde de Yahudilerin desteklerine duyduğu
ihtiyaçtan ötürü savaĢ uçaklarının da Ġsrail‟e satılmasına onay vermek durumunda
kalmıĢtır (Uslu 2012, s. 172).

Ortadoğu‟da yaĢanan sıcak geliĢmeler, silah alımlarının yanı sıra su kanallarının Araplar
tarafından Ġsrail‟e kapatılması ile tırmanan gerginlik, 5 Haziran 1967 günü Mısır, Suriye
ve Ürdün‟ün birlikte Ġsrail ile savaĢmasına neden olmuĢtur. ġüphesiz her iki tarafta bu
kadar silahlanmayı karĢılıklı tehdit olarak algılamıĢtır. SSCB‟nin ve Amerika‟nın bu
savaĢta, farklı tarafları desteklemelerinin yanında savaĢın büyümesinden endiĢelenerek
arabuluculuğa giriĢmeleri de önemli bir geliĢmedir. Aslında ABD‟nin savaĢı
sonlandırmak için arabuluculuk yapmasına gerek yoktu çünkü Ġsrail savaĢı kazanmaya
yakın taraftı. Ġsrail ġam‟a doğru ilerlemeye baĢlayınca SSCB Ġsrail‟e nota vererek
gerekirse VarĢova Paktı üyeleri ile cephe alacaklarını bildirmiĢtir. Aynı zamanda ABD

46
BaĢkanı aranarak SSCB‟nin ciddiyeti bildirilmiĢtir. Bu notadan üç saat sonra Ġsrail geri
adım atmıĢ ve savaĢı sonlandırdığını bildirmiĢtir. Bu savaĢta Ġsrail, topraklarını dört
katına çıkararak zafer ile ayrılmıĢtır (Primakov 2009, s. 141-155).

1967 SavaĢı sonrası ABD, Ġsrail‟in silahlanmasında temel tedarikçi konumuna gelmiĢtir.
ABD‟nin yapmıĢ olduğu bu silahlanma politikasının temelinde birkaç neden
bulunmaktaydı. Bunlar, Ġsrail‟e karĢı ilgisiz davranıĢının, tahmin edilen Arap
milliyetçiliğinin yükselmesine engel olamaması ve savaĢ sonrası SSCB‟nin Arap
devletlerine silah satıĢında artıĢın olması. Ortadoğu‟da SSCB müttefiki Arap
ülkelerinin, Ġsrail‟e karĢı birleĢerek savaĢ açması ihtimalinin olduğuna inan ABD,
Ġsrail‟e silah vererek bölgeye olası savaĢ durumunda asker göndermekten kurtulmak
istemiĢtir. ABD, Ġsrail‟e silah satıĢı yaparak kendi topraklarında yaĢayan Yahudilerin ve
Ġsrail yanlısı örgütlerin desteğinden vazgeçmek istememektedir (Pirinççi 2010, s. 293-
300).

20 Ocak 1969 yılında ABD baĢkanı olarak seçilen Richard M. Nixon ve onun yönetimi
devletin geleneksel mantık çerçevesinde bir dıĢ politika izlemesine karar vermiĢtir.
Nixon baĢkan olmadan önce komünistlerle herhangi bir ilgiyi reddederken baĢkan
olduktan sonra da küresel güç dengesi çerçevesinde iĢleyen değiĢikliklere karĢı uyum
sağlayan bir yaklaĢım izlemiĢtir. Özellikle Almanya doğumlu Yahudi göçmen olan
Henry Kissenger‟ı Ulusal Güvenlik DanıĢmanı olarak atayarak, Eski Dünya‟nın “güç
politikasını” benimsediğini göstermiĢtir. Bu açıdan bakılınca Nixon, ABD tarihindeki
ülkesinin geleneksel dıĢ politika tarzına ters düĢen ilk baĢkan olma özelliği taĢımıĢtır.
Kissenger döneminde ABD‟nin dıĢ politikası “iyi” ile “kötü” arası bir çatıĢma olmadığı
söylemi ile baĢlamıĢtır. Kissenger‟a göre her devletin var olma ve doğal çıkarlara sahip
olma hakkı vardı. Bu realist bakıĢ açısı ile Kissenger, ülkelerin birbirlerine farklı
çıkarları var diye savaĢ açmasının doğru olmadığını savunuyor ve nükleer bir çağda
Amerika güvenli olacaksa diğer güçlü ülkeler ile çıkarlar arası dengenin sağlanmasını
ve ortak çıkarlar oluĢturmaları gerektiğini savunuyordu. Yani barıĢ ve güvenliği
korumak adına iki nükleer ve süper güç olan SSCB ile ABD‟nin barıĢı ve dünyanın
güvenliğini korumaları için birlikte hareket etmeleri gerektiğini söylemiĢtir. Bunun
yanında SSCB halen çevrelenmesi gereken bir ülke olarak görülmüĢtür (Hook ve
Spanier 2013, s. 107-109).

47
Amerika‟nın Ortadoğu politikasındaki yeniden düzenleme stratejisi Nixon ile birlikte
baĢlamıĢtır. Ortadoğu‟da yeni konular belirlenmiĢtir. Arap milliyetçilerine karĢı olumlu
tutum içerisine girilmiĢtir. Bu tutumuna, Ġsrail lobisinin ABD üzerindeki karĢı koyma
etkisine rağmen Nixon‟ın yenilenme için çalıĢmalarına devam etmiĢ olduğu
görülmüĢtür. Nixon‟ın Vietnam‟da yaĢanan sıkıntıların azaltılmasında Ortadoğu‟daki
gerginliğin üzerine düĢmesinin etkili olduğu söylenebilir. Yani Ortadoğu‟yu SSCB ile
herhangi bir anlaĢma durumunda Vietnam sorununu çözmede kullanmak istemesidir.
ABD için o dönemde Ortadoğu ile ilgili olarak, ekonomik politika daha ağır
basmaktaydı. Ortadoğu petrolünün ABD Ģirketlerince iĢletilmesi daha öncelikli bir
konuydu. Ayrıca bu dönemde ABD‟nin Ortadoğu ile ilgili politika belirleyicisinin
Rogers‟tan Kissenger‟a geçmiĢ olmasıydı. Bu kararda Ġsrail‟in o dönemki BaĢbakanı
Golda Meir‟in ABD BaĢkanı Nixon‟ı ziyaret etmesinin etkisi olduğunu görülmüĢtür. Bu
dönemde ABD-Mısır arası iliĢkilerinin boyutunun Kissenger tarafından belirlendiğini,
Mısır‟ın lideri Sedat‟ın o yıllarda ABD ile görüĢmek istemesinin geri çevrilmesiyle
Kissenger devreye girmiĢ ve Mısır BaĢkanı‟nın Milli Güvenlik DanıĢmanı Hafız
Ġsmail‟i Ortadoğu meselelerini konuĢmak üzere Washington‟a gelmesini sağlamıĢtır.
GörüĢmeleri de Beyaz Saray yerine Kissenger‟ın dostu aynı zamanda “Pepsi Cola”
Ģirketinin baĢkanı olan Donald Kendall‟ın evinde gerçekleĢtirmiĢlerdir (Primakov 2009,
s. 171-183).

Ortadoğu‟daki Arap-Ġsrail çatıĢmasının iki faktörü vardır. Bölgenin stratejik ve politik


olarak Ģekillenmesinde baĢrol olan ABD ile bölgede kendilerine yeniden yurt edinmiĢ
olan ve ABD‟nin ulusal çıkarlarını savunan Ġsrail. Bu dönemde ilk önemli geliĢme
1973-1974 yıllarında Nixon yönetiminin SSCB‟nin tüm baskılarına rağmen
gerçekleĢtirmiĢ olduğu strateji ile yükseliĢe geçmesi olmuĢtur. SSCB yanlısı olan
Mısır‟ın, bu dönemde ABD olmadan bölgede barıĢın ve huzurun olamayacağına
inanmıĢ olmasıdır (Kissenger 2002, s: 162).

1973 yılındaki Arap-Ġsrail savaĢında ABD‟nin yardımı olmadan ayakta kalamayacağını


anlayan Ġsrail‟e destek, Kissenger‟ın devreye girmesi ile askeri yenilgiden kurtulması
için BaĢkan Nixon‟ı razı etmesi ile olmuĢtur. Bu durum Arap devletleri arasında
kızgınlığa neden olmuĢ ve petrole ambargo uygulamıĢlardır. Petrol fiyatlarının dört kat
artması Amerikalıların hayatlarını zorlamıĢtır. Aynı zamanda Batı Avrupa ve

48
Japonya‟nın da Arap davasına daha iyi bir gözle bakmalarını sağlamıĢtır. ABD de
böylece Araplara olan ihtiyacını daha iyi anlamıĢtır. Eğer Ġsrail tekrardan zafer
kazanırsa bu durum Arap petrolünün Batı‟ya ulaĢmaması anlamına gelmekteydi.
Kissenger Ġsrail‟e kesin uyarı vererek barıĢın olmasını sağlamıĢtır. Sonuçta 1973 savaĢı
göstermiĢtir ki Ġsrail ile ABD arası dostluk daha da derinleĢmiĢtir. SavaĢ sonrası
ABD‟nin Ortadoğu hedefleri, SSCB‟nin bölgedeki etkisini azaltıp, diplomatik olarak
bölgede devre dıĢı bırakmaktır. Bir diğeri de, Avrupalıların ve Japonların bölgeye
karıĢmasını engellemeye çalıĢmak olmuĢtur. Bunların yanı sıra, Ġsrail‟in komĢularıyla
ayrı ayrı uğraĢmasını sağlamak istemiĢtir böylece Arap-Ġsrail savaĢlarının doğasını
değiĢtirmeyi hedeflemiĢtir. Aynı zamanda bölgede Arap-Ġsrail barıĢında en etkin ülke
olan Mısır‟ın bölgede tarafsız hale getirilmesi ile Ġsrail karĢıtı gruplardan ayırmak
istemiĢtir (Uslu 2012, s: 173-174).

Basra Körfezi‟nde meydana gelen üç geliĢme ile ABD, Ġran ile 1970‟li yıllarda stratejik
ortaklık geliĢmiĢtir. Bu geliĢmelerin ilki Ġngiltere‟nin Bahreyn‟deki askeri üslerini
çekerek yerine ABD‟nin geçmesi. Ġkincisi ise, SSCB ve Irak arasında imzalanan
Dostluk ve Askeri ĠĢbirliği AnlaĢması‟dır. ABD de bu anlaĢmayı Ortadoğu‟daki
ekonomik ve politik çıkarlarına bir tehdit olarak görmüĢ bunun karĢılığında Ġran ve
Suudi Arabistan‟a askeri ve teknik destek sağlayacağını bildirmiĢtir. Nixon, 1972
yılında SSCB‟den gelebilecek saldırılara karĢı Ġran‟a nükleer silahların dıĢında her türlü
silahın verileceğini bildirmiĢtir. “Ġki ayaklı güvenlik politikası” olarak adlandırılan
uygulama ile ABD-Ġran arası silah transferlerinde artıĢ yaĢanmıĢtır. Hatta birçok
Amerikalı danıĢmanın Ġran‟da faaliyete baĢlaması sağlanmıĢtır. Üçüncüsü, Ġran‟ın 1973
savaĢından sonra Arapların uyguladığı petrol ambargosu ile bölgede askeri bir güç
haline gelmesidir. Nixon döneminde Basra Körfezi‟nde Ġran‟a baĢat rol verildiği
görülmekte ve Ġran tarihinde, ABD‟nin 1970‟li yıllarında silah deposu olmasında
yardımcı olduğudur (Pirinççi, 2010, s. 355-360).

Kissenger, BaĢkanın entelektüellere güvenmediğini ve derin düĢünebilen bir kiĢi


olduğunu, sabırlı ve stratejik planlamada ileri görüĢlü olduğunu da söyleyerek
Amerika‟nın hâkim rolünden lider konumuna geçtiği dönemde baĢkanlığa geldiğini
belirtmiĢ ve ülke toplumunu bilinen bir dünyadan bilinmeyen bir dünyaya doğru
götürürken baĢarılı bir liderlik görüntüsü çizdiğini belirtmektedir. Aynı zamanda daha

49
önce gelmiĢ hiçbir baĢkanın onun kadar uluslararası iliĢkilerde baĢarılı ve bilgi sahibi
olmadığını da söylemektedir. Ülkelerin politik hareketlerini anlamakta yetenekli ve
jeopolitik gerçekleri de kavrama yeteneğinin çarpıcı derecede iyi olduğundan
bahsetmiĢtir. Nixon‟a göre dünya dost ülkeler ile düĢman ülkeler arasında bölünmüĢtü.
Çıkarların birbiri ile çarpıĢtığı bir dünya vardı. Nixon istikrar için güç dengesine
inanıyor ve Amerika‟nın küresel anlamda denge için gerekli olduğunu düĢünüyordu.
Nixon‟ın 25 Temmuz 1969 yılında Guam ziyareti esnasında yaptığı konuĢması daha
sonra Nixon Doktrini olarak anılmıĢ ve ABD‟nin ülke dıĢı iĢlere karıĢmada yeni
kıstaslarını belirtmekteydi.

Kissenger‟ın da (2006, s: 682-686) açıkladığı gibi:

Birleşik Devletler antlaşma yükümlülüklerine sadık kalacaktır. Birleşik Devletler,


nükleer bir güç, bizim müttefiklerimiz olan bir ülkenin veya hayatta kalmasını
güvenliğimiz açısından hayati gördüğümüz bir ülkenin özgürlüğünü tehdit ederse,
bir koruma kalkanı sağlayacaktır. Nükleer olmayan saldırıları içeren olaylarda,
Birleşik Devletler doğrudan doğruya tehdit edilen ülkenin kendisini savunmak için
gerekli insan gücünü sağlama sorumluluğunu üstlenmesini bekleyecektir.

Nixon‟ın doktrininden de anlaĢılacağı üzere SSCB‟ye karĢı kendine dost ülkelerin


desteğini almayı ve bölgede ABD çıkarlarını korumak adına, ülkeleri korumada
sorumluluk üstleneceğini belirtmektedir. Bu açıdan bakıldığında, ABD Ortadoğu‟da
Ġran ve Ġsrail ile daha fazla yakınlaĢma içerisine girmiĢtir. Nixon‟a göre Ġsrail bölgede
muhafazakârlığı ve mevcut durumunu koruyan ve Ortadoğu‟da ABD adına istihbarat
toplayan kendileri için vazgeçilmez bir devletti. Nitekim Ġsrail de bunu Ürdün‟ün
Filistinli gerillalarla mücadelesinde Ürdün‟e destek vererek göstermiĢtir. Nixon‟da bunu
karĢılıksız bırakmamıĢ ve ABD tarihindeki baĢkanlardan, daha fazla yardım yapmıĢtır
(Uslu 2012, s:173).

5.1.5 Carter Doktrini

Mısır ve Suriye‟nin Ġsrail‟in en kutsal bayramı olan Yom Kippur zamanı Ġsrail‟e savaĢ
açması ile patlak veren 1973 Arap-Ġsrail SavaĢı diğer adı ile Yom Kippur SavaĢı patlak
vermiĢ ve neticesinde Ġsrail‟in savaĢı kazanması ile son bulmuĢtur. Bu dönemde daha
öncede belirtildiği gibi, ABD ve SSCB, savaĢı sonlandırmak için giriĢimlerde
bulunmuĢtur. Devletler arası barıĢın sağlanması için gösterilen çabaların en büyük
zorluğu ise birbirlerini tanımamayı inatla sürdüren devletlerin varlığıydı. Mısır‟da

50
Nasır‟dan sonra baĢa gelen Enver Sedat barıĢ için ılımlı davranıyordu. 1977 yılında
Kudüs‟e ziyarete dahi gitmiĢtir (Kissenger 2001, s: 151). ABD‟nin 1977 yılının Ocak
ayında baĢkan seçilen Jimmy Carter, ülkesinin Vietnam savaĢı, Watergate skandalı ve
1973 savaĢı sonrası OPEC‟in uyguladığı petrol ambargosu ile ekonomik sıkıntı içine
girmiĢ bir Amerika ile karĢı karĢıya kalmıĢtır. Amerikan halkının kendilerinden Ģüphe
eder durumda olması seçim zamanlarında doğal olarak bir refleks uygular halde
olmasına sebep olmuĢtur. ABD, 1976 yılı seçim zamanında bunu gözeterek daha önceki
yönetimin stratejilerinden etkilenmemiĢ, dıĢ ve iç politikaya yeni soluk getirecek birini
bulma çabası içine girmiĢtir. Bu dönemde Georgia eyaletinin eski valisi ve fıstık tarımı
ile uğraĢan Jimmy Carter, ülkesinin yeni döneminde kendine sunulan rolü almıĢtır.
Carter, Watergate ve Vietnam sarsıntısından toplumun ahlaki olarak iyileĢtirilmesini ve
ruhsal bir uyanıĢ gerçekleĢmesini savunmaktaydı. Carter, Wilson‟ın idealizminden
etkilenmiĢ ve dıĢ politikada insan haklarını temele oturtmuĢtur. Carter döneminde
ABD‟nin dıĢ politikasının güç değil erdem olacağının sinyali verilmiĢtir (Hook ve
Spanier, 2012, s. 115- 116).

BaĢkan Nixon‟dan sonra Kissenger‟ın yolunu izleyerek Ortadoğu politikasını


Ģekillendiren Carter, geçmiĢinde Baptist Kilisesindeki Pazar öğretmenliğinin getirdiği
dini inanç çerçevesinden yola çıkarak Ġsrail‟in kutsal topraklarda barıĢ içinde yaĢaması
için Mısır ile Ġsrail arasında arabuluculuğa soyunmuĢtur. Bunun en büyük etkilerinden
biri Nasır‟ın yerine gelen Sedat‟ın varlığı olmuĢtur. Çünkü Sedat Mısır‟ın bir savaĢı
daha kaldıramayacağını fark etmiĢti (Uslu 2012, s 174). Carter da dıĢ politikasında
iĢbirlikçi yol izlemeyi umuyordu. Carter, ABD‟nin bu yolla siyasi, ekonomik ve ahlaki
gücünün yeniden kazanmasını hedeflemekteydi. Fakat bunu yaparken ekonomisinin
canlanmasında ve SSCB ile Ortadoğu‟daki güç yarıĢının giderilmesi için Ortadoğu‟daki
barıĢı getirmek istemesindeki iyi niyeti sınanmıĢtır (Hook ve Spanier, 2013 s.117-118).

5.1.5.1 Ortadoğu’da savaĢ ve barıĢ, Camp David anlaĢması

Soğuk SavaĢ döneminde Ortadoğu ABD‟nin sürekli ilgisini çekmesi gereken yer
olmuĢtur. Burada üç grup çekiĢme halindeydi. Bu durum Ortadoğu‟yu sorunlar yumağı
haline getirmiĢtir. Birincisi, Ġsrail ve Arap komĢularının arasındaki yaĢanan rekabet,
ikincisi, Arap devletlerinin birbirleri arasındaki rekabet ve üçüncü olarak da ABD ve
SSCB‟nin bölgede hâkim olma yarıĢı. 1967 ve 1973 yıllarındaki Arap-Ġsrail savaĢları ile

51
kızıĢan bölgede, varlığı ile ABD‟nin ilgisini çeken petrol, Amerika‟nın Ortadoğu‟da
etkisini artırmanın arayıĢı içine girmesine neden olmuĢtur. Bu sırada Mısır ve
Suriye‟nin SSCB ile olan dostluğu nedeniyle ABD bölgede etki kurmakta güçlük
çekmiĢtir. Bunun en büyük örneği de 1973 SavaĢı‟nda tek baĢına yetersiz kalması
gösterilebilir. Fakat Ortadoğu‟daki istikrarı oluĢturmak için kendini sorumlu
hissediyordu. Ġsrail‟in bölgedeki varlığı devam ettiği müddetçe de buna zorunluluk
hissetmeye devam edecektir. Çünkü Ġsrail‟in bölgedeki varlığı ile ABD‟nin stratejik
hedeflere ulaĢması kolaylaĢmaktaydı. Aynı zamanda ABD, ahlaki olarak Ġsrail‟e
bağımlı olduğunu düĢünmekteydi. Bu dönemde petrol krizi ile bölgenin petrolüne
ABD‟nin bağımlı olması ile güvenli petrol akıĢı için bölgedeki çıkarları büyümekteydi.
ABD, Yom Kippur SavaĢı sonrası bölgedeki sıcak geliĢmeleri korku içinde
seyretmekteydi. Carter barıĢın sağlanmasında SSCB‟nin iĢbirliğine ihtiyaç
duymaktaydı. Ġki ülke Ortadoğu‟daki uyuĢmazlığa bir çözüm bulmak için anlaĢtılar. Bu
durum ne Kudüs tarafından ne de Kahire tarafından olumlu karĢılanmamıĢtır. Ġsrail ve
Mısır kendi aralarında müzakere yapmaya karar verdiler. Sedat Kudüs‟ü ziyaret etmiĢ
ve Ġsrail‟i tanıdığını söylemiĢtir. Ġsrail‟de Sina‟dan çekilme kararı almıĢ fakat Batı ġeria
ve Gazze Ģeridinde Filistin devleti kurmayı ret edince müzakereler aksamıĢtır. ABD‟de
bu durumdan hemen istifade etmiĢ ve müzakere sürecine yeniden girmiĢtir. BaĢkan
Carter‟a göre Ortadoğu‟daki barıĢın gerçekleĢmesi için üç koĢul bulunmaktaydı.
Bunlardan ilki, Ġsrail‟in 1967 yılındaki savaĢta elde ettiği toprakların 1967 SavaĢı öncesi
sınırlarına dönmesi gerekiyordu. Ġkinci olarak, Filistin‟in bir anavatana ihtiyacı
olduğunu ve Filistin‟inde arabuluculuk sürecine katılmaları gerektiğiydi. Üçüncü olarak
da, Ġsrail‟in vereceği bu ödünler karĢılığında Arapların da buna karĢılık olarak Ġsrail ile
olan düĢmanlıklarını sonlandırılmasının yanı sıra bir anlaĢma imzalamalıydılar (Hook
ve Spanier, 2013, ss: 121-122).

BaĢkan Jimmy Carter‟ın öncülüğünde 1978 yılında ABD‟nin Maryland‟deki baĢkanlık


misafirhanesi olan Camp David‟de buluĢulmuĢ ve Ġsrail BaĢbakanı Begin ve Mısır‟ın
lideri Sedat ile Ġsrail-Mısır arası barıĢ anlaĢması imzalanmıĢtır. Böylece Ġsrail Sina‟dan
çekilecek ve Ġsrail‟de Filistinlilerin meĢru haklarını tanıyacaktı (Kissenger 2001, s:
151).

52
5.1.5.2 Ġran’da rehine krizi

Carter‟ın baĢkanlığı döneminde Ortadoğu‟daki bir diğer önemli geliĢmede 1979 yılının
Kasım ayında Humeyni‟nin genç hayranları tarafından ABD büyükelçiliğini iĢgal edip
orada çalıĢan personelden 57‟sini rehin alması olmuĢtur. Bu rehine krizi tam olarak 444
gün sürmüĢtür. Rehine krizinin oluĢumuna kısaca bakarsak, Muhammed Rıza ġah
rejiminin iktidarı döneminde ġah, Ġran halkının üzerindeki kontrolünü daha da artırmaya
baĢlamıĢ, ülkenin önemli gruplarından olan ulema ile çarĢı esnafını parti aracılığı ile
kontrol altına alarak Ġslam‟ın günlük hayattaki rolünü hafifletmeye ve monarĢiyi
yüceltmek için dini kurumlara saldırmaya baĢlamıĢtır. Fakat monarĢi rejimi her ne kadar
güçlü görünse de çatlaklıkları mevcuttu. Bu çatlaklık genelde ekonomi alanındaki
sorunlardan oluĢmaktaydı. 1973 yılındaki petrol fiyatlarındaki yükseliĢ ile ġah rejiminin
petrol servetinin dağıtımındaki eĢitsizliği ile ülke içinde bazı iĢadamları büyük servet
yapmıĢlardır. ġah ve ailesinin de bu durumdan haylice faydalandığını gören orta sınıf
halkın huzursuzluğu iyice artmıĢtır. Bu sırada 1977 yılında Uluslararası Af Örgütü‟nün
Ġran‟daki siyasal tutuklulara ve insan haklarına yapılan ihlalleri açıklaması ile
huzursuzluk iyice artmıĢtır (Cleveland 2004, s:468-469).

BaĢkan Carter‟ın göreve gelmesi ile ABD yönetimi, Ġran‟daki rejime, liberalleĢmeleri
doğrultusunda baskı yapmıĢtır. ġah, ABD ile iliĢkilerinin bozulmaması için birtakım
iyileĢtirmeler yaptıysa da bu halk arasındaki huzursuzluğu daha da artmıĢtır. Halk
arasındaki ilk protesto, BatılılaĢmıĢ esnaf ile laik üniversitelerden gelmiĢtir. Bu
protestolara çarĢı esnafının ve dini okul öğrencilerinin de destek verdiği görülmüĢtür.
Mehdi Bezirgân isimli bir kiĢi 1961 yılında kurduğu Özgürlük Hareketi temsilcisiydi.
Ġslamiyet‟in terk edilmesinden rahatsızlık duyan bir yapısı olan Bezirgân, Ġslamiyet‟in
reformcu bir yapısı olduğunu savunanlardandı. Ali ġeriati ise Özgürlük Hareketi‟nin en
etkili ideologu idi. 1970 protestolarında katkısı çok olmuĢtur. ġeriati‟nin savunduğu
doktrin ise, ġiizm, Marksizm, devrimcilik ve Ġran vatanseverliğini birleĢtiren reformcu
hareket olmuĢtur. 1947 yılında, BaĢkan Truman‟ın imzaladığı Ulusal Güvenlik Yasası
ile yürürlüğe giren Amerika‟nın Merkezi Ġstihbarat TeĢkilatı (CIA) kurulmuĢtur.
ġeriati‟nin, CIA tarafından Ġran‟da casus yetiĢtirmek üzere kurulan Milli Ġstihbarat ve
Devlet Güvenlik Örgütü (SAVAK) tarafından, 1977 yılında Londra‟da esrarengiz bir

53
Ģekilde öldürülmesiyle birlikte ġeriati, ününü artırmıĢtır. Ġran‟da din kurumu içinde
güçlü bir baĢka isim de Ayetullah Humeyni olmuĢtur (Cleveland 2004, s:469-471).

Humeyni, Kum medresesinde eğitim almıĢ ve aynı yerde öğretmenlik yapmıĢtır.


Humeyni, 1963 yılında ġah‟ın Ġslamiyet ile uyuĢmayan politikalarını sert bir dille
eleĢtirince tutuklanmıĢ sonrasında da Türkiye‟ye sürgüne gönderilmiĢtir. Bir yıl sonra
da Necef‟te 1978 yılına kadar kalmıĢtır. Humeyni sürgünde iken öğrencileri ülkesinde
din kurumlarında önemli yerlere gelmiĢlerdir. ġah rejimi bölgede SSCB‟ye karĢı
Amerikan yanlısı tutum gösteriyordu. Bu dönemde ġah Rıza‟nın kanser tedavisi için
Amerika‟ya giriĢinin onaylanması ile Ġran milliyetçilerinin tepkileri daha da artmıĢtır.
Bu durum daha sonra rehine krizinin yaĢanmasında etkili olmuĢtur (Hook ve Spanier,
2013 s: 128). Sonunda 16 Ocak 1979 yılında Muhammed Rıza ġah ülkesini terk etmiĢ
ve Mısır‟a sürgüne gönderilmiĢtir. Yerine Humeyni gelmiĢtir. Bu sırada 1979 Kasım
ayında Humeyni‟nin taraftarlarından olan bir grup genç ABD büyükelçiliğinden 57
personeli rehin almıĢtır. Bu durum ABD ve Ġran arasındaki iliĢkileri bozmuĢtur. BaĢkan
Carter rehine kurtarma operasyonu baĢlatmıĢ fakat baĢarısız olmuĢtur. ABD‟nin
baĢarısızlığı Ġran kamuoyunda Amerikan karĢıtlığını daha da artırmıĢtır (Cleveland
2004, s:474-479).

Ne Carter ne de CIA yetkilileri Ġran‟da yaĢanan ġah‟a karĢı halkın nefretini


anlayamamıĢtır. ABD, zengin petrol yatakları bulunan Ġran‟ın ve onun güçlü askeri ve
polisinin bir grup sakallı molla diye adlandırdıkları kiĢilerce devrilebileceğini
öngörememiĢdir. Humeyni‟nin ABD‟yi “Büyük ġeytan” diye adlandırmasından
etkilenen Carter esasında, Ġran‟ın komünizm karĢıtı olan yönetiminin varlığını göz ardı
ederek SSCB‟nin etkisi altına girmesinden korkmuĢ ve ġah karĢıtı Mollaların ve
Fedayenlerin, ABD karĢıtlığı gerçeğini görememiĢtir. Doğal olarak bu durumu lehine
çevirememiĢtir. Bu sırada SSCB Afganistan‟ı iĢgal etmiĢ ve dünya petrolünün büyük
bölümünü kontrol etme endiĢesi ile Carter kendi doktrinini devreye sokmuĢtur. Bu
doktrine göre ABD Körfez‟deki ülke menfaatlerince ve Batı dünyasınca hayati öneme
sahip petrolün kontrolü için bölgeye uygulanacak herhangi bir saldırı veya kontrol
giriĢimine karĢı her türlü giriĢimde bulunacağını bildirmiĢtir. Bunu SSCB için söylemiĢ
fakat ABD, SSCB‟nin Afganistan iĢgalinin altındaki gerçeğin Sovyetlerin kendi

54
ülkesinin güneyindeki bölgede tehlikeli Ġslami güçlerin varlığını istemeyiĢi olduğu daha
sonra anlaĢılmıĢtır (Uslu 2012,s:185).

Sovyetler Birliği, 24 Aralık 1979‟da Afganistan‟a saldırarak Amerika‟nın BaĢkanı


Carter‟ın yeni dünya düzeni siyasetine meydan okumuĢ oluyordu. ABD, o dönemde
SSCB‟nin Afganistan‟ı iĢgalini, Ortadoğu petrol sahasında sıçrama tahtası yapmak için
isteğini düĢünmüĢtür. Afganistan‟da 1978 yılında Marksist rejim iĢ baĢına geldiğinde
SSCB, askeri yardımda bulunmuĢ buna karĢılık ABD‟de ülkede Marksist rejim karĢıtı
Afgan isyancılarını ve mücahitleri desteklemiĢtir. Bölgedeki Sovyetler tarafından diğer
bir endiĢe konusu da, Ġran ve Pakistan‟da hızlı bir Ģekilde ilerleyen radikal Ġslam
taraftarlarının Afganistan‟ı etkisi altına alarak SSCB‟nin güneyindeki bölgede güvensiz
durum oluĢturma ihtimaliydi. Carter‟a göre SSCB‟nin Afganistan‟ı iĢgal etmesini, II.
Dünya SavaĢı sonrası en büyük tehdit olarak görmüĢtür. Afganistan iĢgalinin, ABD
senatosuna tesiri ise, Stratejik Silahların Sınırlandırılması AnlaĢması-II (SALT II)‟nın
onaylanmaması olarak yansımıĢtır. Ġki süper güç arasındaki iliĢkilerin bozulmaya
baĢlaması ile Nixon‟ın yumuĢama ve Carter‟ın dünya düzeni politikaları 1980 yılına
gelindiğinde bitmiĢtir. Bu süreçte SSCB, ABD‟nin Vietnam‟daki hayal kırıklığı ile
bölgedeki güç rekabetinden kopacağını düĢünmüĢ ve bu durumdan faydalanmaya
gitmiĢtir. Amerikan dıĢ politikası bu dönemde çatıĢan çıkarlar ve karĢılıklı güç
denemeleri arasında sıkıĢmıĢ ve neredeyse içinden çıkılamaz bir duruma gelmiĢtir
(Hook ve Spanier 2013, s: 130-131).

5.2 SOĞUK SAVAġ SONRASI ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASI

Osmanlı Ġmparatorluğu‟nun çökmeye baĢlaması ile Batılı güçlerin bölgeye olan ilgileri
I. Dünya SavaĢı sonrası tamamen Fransa ve Ġngiltere‟nin eline geçtiği daha önceki
bölümlerde de belirtilmiĢtir. Osmanlı Ġmparatorluğu‟nun bölgeden atılması ve
sonrasında bölgede bulunan zengin petrol yataklarının keĢfedilmesi ile bölge
paylaĢılamaz olmuĢtur. Sanayi Devrimi ile petrolün önemi daha da arttığından Fransa
ve Ġngiltere arasında paylaĢılma yarıĢına sahne olan Ortadoğu‟nun bir diğer gücüde
Yahudiler olmaya baĢlamıĢtır. Sultan Abdülhamit zamanında bölgeye geri gelmek
isteyen Yahudiler, Sultan Abdülhamit tarafından Ģiddetle reddedilince Osmanlı‟nın
bölgeden çekilmesini fırsat görmüĢler ve Ġngiltere‟nin de desteği ile bölgeye girip bir
Yahudi devleti kurmuĢlardır. Bu dönemde ABD kendi ülke sınırları içinde Monreo

55
Doktrini çerçevesinde kalmıĢ ve dünya siyasetinden ayrı durmuĢtur. ABD‟nin
Ortadoğu‟ya ilgisi ise II. Dünya SavaĢı sonrasına rastlamaktadır. Bunun en büyük
sebebi de SSCB‟nin, Ġngiltere‟nin bölgedeki gücünün zayıflaması ve çekilmesi ile güç
boĢluğunu doldurmak istemesidir. ABD, bölgeye SSCB‟nin girmesine izin vermemek
adına bölgeye müdahil olmak istemiĢtir. II. Dünya SavaĢı sonrası dönemde Dünya iki
kutuplu bir hal almıĢtır. ABD, bölgede SSCB‟nin yayılmasını engellemek için
kendinden baĢka bir gücün kalmadığını fark etmiĢ ve düĢmanı durumundaki SSCB ile
rekabetin en gözde yeri Ortadoğu olmuĢtur. Ortadoğu‟nun stratejik önemi Soğuk SavaĢ
döneminde daha da artmıĢtır (Kurt, 2014).

5.2.1 George H.W. Bush ve Yeni Dünya Düzeni

1980‟li yıllara gelindiğinde, dünyada gerilim artmıĢ fakat ABD baĢkanı Reagan görevi
1989 yılında bıraktığında, SSCB lideri Gorbaçov ile aralarındaki iliĢki iyi düzeyde
kalmıĢtır. ABD ve SSCB arası bu denli hızlı değiĢim hayret verici olmuĢtur. Daha
öncede belirtildiği gibi ABD‟nin 1970‟li yıllarda yaĢadığı kafa karıĢıklıkları, Watergate
skandalı ve Vietnam sendromu ile sarsıldığı yıllar olmuĢtur. Bunun yanı sıra petrol krizi
ile ekonomisindeki sarsılma ile Batılı ülkeler arasında değer kaybına uğramıĢtır.
SSCB‟nin Afganistan‟ı iĢgali ve Nikaragua‟daki hükümetin SSCB yanlısı liderlerin
eline geçmesi gibi sebeplerden 1970‟li yıllar ABD‟nin güvenini kırmıĢtır. SSCB‟nin ise
güç dengesindeki öne geçiĢi, detayları ile incelendiğinde yanıltıcıydı. Bunun birinci
nedeni SSCB‟nin ekonomisinin çökmesiydi. Ekonomisinin çökmesinin büyük nedeni de
bol miktarda silah üretmesinden kaynaklanıyordu. Ġkinci nedeni de Brejnev‟in dıĢ
politikasının ülkeye getirdiği maliyetti. Gorbaçov da SSCB‟nin ekonomisini ve
toplumun ruhunu canlandırmak için “glasnost” ve “perestroyka” yani açıklık ve yeniden
yapılanma politikasını gündeme getirmiĢtir (Hook ve Spanier 2013, s. 155).

Fakat bu yapılanmanın SSCB‟nin çöküĢünü hızlandırdığını, Kissenger‟ın Diplomasi


adlı kitabında da dediği gibi, “perestroyka ve glasnost devam ettiği sürece, Gorbaçov
daha da yalnızlaşıyor ve kendine güveni gittikçe azalıyordu” ifadesinden de dile
getirmiĢtir (Kissenger 2006, s: 776). Soğuk SavaĢ dönemindeki iki süper gücün
çatıĢmalarının uzlaĢmaya dönmeye baĢlamasında ekonomik sıkıntıların da etkisi
olduğunu görülmüĢtür. Reagan ve Gorbaçov‟un kiĢisel dostlukları da bu uzlaĢmaya
etken olmuĢtur. Hatta iliĢkiler o kadar iyi düzeye ulaĢmıĢtı ki birbirlerine olan güven

56
neticesinde iki taraf da nükleer silahların hepsinin ortadan kaldırılmasına olumlu
bakmıĢtır. ABD ve SSCB anlaĢma yapmaya karar vermiĢlerdir. Bu durum Soğuk SavaĢ
dönemindeki Ģüpheci bakıĢ açıĢını değiĢtirmiĢ ve yerine güveni getirmeye baĢlamıĢtır
(Hook ve Spanier 2013, s.156).

Reagan görevi bıraktığında yerine geçen George H.W. Bush, Reagan‟ın SSCB ile iyi
iliĢkilerini takip etmemiĢtir. Onun yerine SSCB ve silahların kontrolü ile ilgili olarak
kendi politikalarını sürdürmek istediğini belirtmiĢtir (HistoryState 2015). Sovyetler
Birliği‟nin çöküĢü Bush‟un baĢkan olmasından çok daha önce baĢlamıĢtır. Mihail
Gorbaçov‟un yaptığı reformların, Komünist Parti‟nin Sovyetler Birliği‟ndeki etkilerinin
giderek zayıflamasına neden olmuĢtur. Bu dönemde Baltık devletlerinin bağımsızlık
istemesi de iĢleri zorlaĢtırmaya baĢlamıĢtır. Demokrasiye karĢı direnmekte zorlanan
Komünizm giderek yok olmaya baĢlamıĢtır (Hook ve Spanier 2013, s. 157-158).
Demokrasinin daha iyi bir yönetim biçimi olduğunu savunan Reagan aynı zamanda
hayali olan ve Gorbaçov‟un da bunu anlamasını istemek için kendi ağzından da Ģunları
ifade etmiĢtir.

Kissenger‟ın da (2006, s. 749) açıkladığı gibi:


Başkan olarak Ronald Reagan’ın fantezilerinden biri, Mihail Gorbaçov’u Birleşik
Devletler ’de bir seyahate çıkarıp Sovyet liderinin orta halli Amerikalıların nasıl
yaşadıklarını görmesini sağlamaktı. Reagan sık sık bundan bahsederdi. Kendisinin
ve Gorbaçov’un bir helikopterle, emeği ile geçinen bir toplum kesiminin yerleşim
yeri üzerinde uçmayı, fabrikalarını ve arabalarla dolu park yerini ve fabrika
işçilerinin yaşadığı mahalleleri “çimleri, arka bahçeleri, park yerinde bir, belki de
ikinci arabaları veya tekneleri” Moskova’da gördüğüm beton tavşan yuvalarına
benzemeyen” evlerini göstermeyi düşlerdi….

Reagan‟ın bu düĢü ile Gorbaçov‟un ve ondan önceki ve sonraki liderlerin komünist


yaĢam tarzının yanlıĢ olduğunu anlamalarını sağlamak istediği görülmüĢtür. Reagan‟a
göre Amerika‟nın güzel tablosu karĢısında Sovyetlerin yanlıĢ algılarını yıkıp yerine
uzlaĢmanın hâkim olması sağlanabilirdi. Bu iyimser tablo aynı zamanda liberal bakıĢ
açısını da sergiliyordu. Reagan, aynı zamanda bu tutumu ile Soğuk SavaĢ‟ın sona
ermesinde uygun bir ortam yaratmayı hedeflemiĢtir. Reagan, çatıĢma ve uzlaĢmayı,
politikanın birbirini tamamlayan yanları olarak görmüĢtür. Reagan, ideolojik ve coğrafi
olarak saldırıyı da benimseyen ilk baĢkan olma özelliğini taĢımıĢtır (Kissneger
2006,s.749).

57
George H.W Bush diğer bir adıyla baba Bush, Ocak 1989 yılında baĢkan seçildiğinde
Soğuk SavaĢ‟ın sonlarına yaklaĢılmıĢtı. Göreve gelmesinin ardından Kasım ayı
içerisinde Berlin Duvarı‟nın yıkılması ile de “Soğuk SavaĢ bitiyor” söylemleri
dillendirilse de Sovyetler Birliği resmi olarak henüz parçalanmamıĢtı. Bu neden ile
ileriki yıllara ve geleceğe dair herhangi bir strateji belirlenemiyordu. Bunu en iyi
yansıtan gösterge ise baba Bush‟un Ulusal Güvenlik Stratejisi‟ni açıkladığı 1990 Mart
ayında Kongre‟ye sunulmuĢtur. Bu belgede ABD‟nin ulusal çıkar ve hedefleri ana
baĢlıklar hallinde dört kısımda belirtilmekteydi.

Pirinççi‟nin de (2011, s. 81) aktardığı gibi:

ABD’nin özgür ve bağımsız bir şekilde yaşamını sürdürmesi, Sağlıklı ve büyüyen bir
Amerikan ekonomisi sağlanması, Siyasal özgürlükler, insan hakları ve demokratik
kurumları teşvik eden istikrarlı ve güvenli bir dünya, Dost ve müttefik ülkeler ile
işbirliğinin geliştirilmesi.

Rapordan da anlaĢılacağı gibi ABD, Soğuk SavaĢ‟ın tesirinden henüz kurtulamamıĢ ve


bölgede gücünü gösterebilmek için eskiden dost ülkelere ihtiyaç duyduğu gibi Ģimdi de
dost ve müttefik ülkelerin varlığına ihtiyaç duymaktadır (Pirinççi 2011, s.81-82).

Aslında Soğuk SavaĢ‟ın sonunun 9 Kasım1989 yılında Berlin Duvarı‟nda açılan bir
delik ile bittiği söylenebilir. Soğuk SavaĢın sona ermesinde ABD‟nin, George
Kennan‟ın ortaya attığı çevreleme politikasının da etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bir
baĢka açıdan bakar isek, Soğuk SavaĢ‟ın sonu, SSCB‟nin aĢırı geniĢlemesinden
kaynaklanıyordu. Bunda askeri harcamaların ekonomisinin dörtte birini oluĢturması ve
böylece ülke içinde ekonomik kriz ve halkın yoksullaĢması ile artan gerginlik de
SSCB‟nin çökmesinde neden olmuĢtur. Burada ise en önemli tetikleyici Mihail
Gorbaçov olmuĢtur. Gorbaçov, Komünizm‟de reform yapmak isterken ülkesinde
devrimi getirmiĢtir. Soğuk SavaĢ‟ın sona ermesi ile dünya büyük bir değiĢime gitmeye
baĢlamıĢtır. Sovyetler Birliği parçalanmıĢ ve içinden birçok devlet çıkmıĢtır. Yeni adı
ile Rusya Federasyonu, demokratikleĢme ve serbestleĢme yoluna girmiĢtir (Nye ve
Welch 2007, s. 224-231).

SSCB‟nin dıĢ politikadaki hataları, kendi içindeki toplumsal fikirlerin karıĢıklığı,


yönetimdeki yozlaĢma, ekonomik buhran, Doğu Avrupa‟daki siyasi gerginlikler ve Çin
ile geliĢen düĢmanlık gibi etmenlerden dolayı da Sovyetler Birliği‟nin parçalandığını

58
görülmüĢtür. Aslında buradan anlaĢılabileceği gibi SSCB‟nin ABD karĢısındaki tek
rekabet alanı askeri güç ile olmuĢtur. Askeri güç için harcanan para da SSCB‟nin belini
bükmüĢtür (Brzezinski 2012, s.58).

1991 yılının son Noel gününde Mihail Gorbaçov televizyona çıkarak artık yeni bir
dünya oluĢtuğunu ve ekonominin zarar görmesinin sebebinin, düĢüncelerin
çarpıklığının, ahlaka aykırı durumu yaratan Soğuk SavaĢ‟ın bittiğini ve böylece
silahlanma yarıĢı ile SSCB‟nin çılgınca askeri silahlanmasına son verildiğini
söylemiĢtir. Böylece artık Soğuk SavaĢ‟a da son veriliyor, ABD politikası SSCB‟yi
tedbirli olmaya ve ılımlılığa geçmesini sağlamıĢtır (Hook ve Spanier 2013, s. 173).

Bu dönemde diğer bir önemli olayda hatta en önemlisi, bölgedeki güç boĢluğundan
faydalanmak isteyen ve Ġran-Irak arası savaĢtan biraz daha karlı olarak çıkan Saddam‟ın
2 Ağustos 1990 tarihinde, Kuveyt‟e, borçlarının silinmesi için yaptığı giriĢimlerin
olumsuz sonuçlanması ile saldırması olmuĢtur. Kuveyt iĢgali ile ABD‟nin
politikalarında belirli düzeyde ivme yaĢanmıĢtır. Baba Bush 11 Ağustos 1990 yılında
Kongre‟ye bir rapor sunmuĢtur. Körfez krizi öyle bir durum oluĢturmuĢtu ki, Berlin
Duvarı‟nın yıkılması, SSCB‟nin dağılması ve Almanya‟nın birleĢmesi bile gündemde
bu kadar etki yapmamıĢtır. Çünkü Bush, sonrasındaki baĢkanları dahi etkisi altına
almıĢtır. Bu mücadele ile ABD Vietnam‟dan sonra ABD ilk kez bu denli bir askeri
operasyona girmemiĢtir. Bush‟un Soğuk SavaĢ sonrası dönemdeki ilk ciddi düzeydeki
testi Kuveyt Krizi olmuĢtur. Krizin Suudi Arabistan‟a da bulaĢması, ABD dıĢ
politikasında güvenlik konusunda geliĢmelerin yaĢanmasına sebep olmuĢtur. ABD,
Ortadoğu bölgesinde SüveyĢ SavaĢı‟ndan sonra bölgeye olan üstünlük kurma çabası
giderek artmıĢ ve üç ayaklı politika uygulamıĢtır. Ġsrail‟in güvenliği, Petrol‟ün sorunsuz
Batıya ulaĢtırılması ve dost ve müttefik ülkelerin korunmasının sağlanması, ABD‟nin
Ortadoğu‟daki öncelikleri olmuĢtur. Irak‟ın Kuveyt‟e müdahalesi ABD‟nin bölgedeki
üç politikasını ciddi anlamda tehlikeye atacak olması sebebi ile BaĢkan Bush Irak‟ın
iĢgalini kınamıĢ ve bu dönemde yeni bir kavramla dünyayı tanıĢtırmıĢtır. Artık “Yeni
Dünya Düzeni” kavramı konuĢulmaya baĢlanmıĢtır. (Pirinççi 2011, s.82-85).

BaĢkan Bush tüm bu yaĢananları göz önüne alarak bir karar almıĢtır. 29 Ocak 1991
günü Kongre‟nin birleĢik oturumunda aldığı kararı açıklamıĢtır.

59
Hook ve Spanier‟in de (2013, s: 186) açıkladığı gibi:

Yeni bir dünyanın, yeni bir dünya düzeninin gerçek bir olasılığının olduğu dünyanın,
kurucularının tarihsel vizyonunu yerine getirmek için dengelenmiş-Soğuk Savaş
açmazından kurtulmuş- BM’nin olduğu bir dünyanın; özgürlük ve insan haklarına
saygının tüm ülkeler arasında kendine yer bulduğu bir dünyanın ortaya çıktığını
görebiliyoruz.

Körfez SavaĢı, Amerika‟nın Ortadoğu‟da yeni bir düzen kurmak istemesine neden
olmuĢtur. BaĢkan Bush 6 Mart 1991‟de Amerikan Kongresi‟nin birleĢik oturumunda
Ortadoğu‟nun barıĢ ve istikrarı yakalaması adına konuĢmasında dört ilke sunmuĢtur. 1)
ABD‟nin bölgedeki çıkarlarının korunması ve Körfez‟in güvenliğinin sağlanması için
bölgedeki ülkeler ile yeni bir güvenlik sisteminin kurulması. 2) Kitle imha silahlarının
yayılmasının önlenmeye çalıĢılması için ilk olarak Irak‟tan baĢlanması. 3) Ġsrail ile
komĢuları arasındaki barıĢın sağlanarak Ortadoğu‟daki istikrarın sağlanması. 4)
Bölgedeki zengin petrol ve su yataklarının varlığının bölge ülkelerinin tümümün refahı
için kullanılmasını sağlamak (Kurt, 2014).

Bunun dıĢında baba Bush‟un 1992 baĢkanlık seçimlerinde kendisine yöneltilen bir
soruya karĢılık verdiği cevap ile geçmiĢe atıf yapmıĢ ve artık izolasyona baĢvurmadan
“Yeni Dünya Düzeni” kurarak iĢbirlikçi tutum içinde demokrasi ve özgürlüğü yaymak
adına ABD‟nin bu görevi üstleneceğini sorumluluk duygusu ile yaptıklarını ifade
etmiĢtir. Böylelikle bölgede SSCB‟nin yokluğu ile doldurmaya çalıĢtığı liderliğinin
vazgeçilmez olduğunu savunmuĢtur. Bunun en belirgin özelliklerinden biri de ABD,
SSCB ile son kez bir anlaĢma yapmıĢ ve 1991 yılının Temmuz ayında Stratejik
Silahların Azaltılması AnlaĢması-I (START-I)‟nı imzalamıĢtır (Pirinççi 2011, s: 85-87).

Soğuk SavaĢ rekabeti sonrasında ABD‟nin Ortadoğu politikasında SSCB ile giriĢtiği
diplomatik kamplaĢmalar ve askeri alandaki birikimlerin karĢılıklı olarak bölge de
hâkim olmasına engel olmuĢtur. Soğuk SavaĢ sonrasında SSCB‟nin yıkılması ile
bölgede, ABD‟nin görülmemiĢ bir hızla etkisini göstermeye baĢlaması için fırsat
olmuĢtur. Gorbaçov ve ondan sonra yerine gelenler yaĢadıkları ekonomik sıkıntı
içerisinden kurtulmak için Batı‟dan yardım istemiĢtir. Bu nedenle Sovyetler Birliği,
kendi Arap müttefikleri olan Suriye ve Irak‟ın, Amerika‟nın bölgedeki çıkarlarına
muhalif giriĢimlerine destek vermek istememiĢtir. Artık Sovyetler Birliği Ortadoğu‟daki

60
müttefiklerine maddi herhangi bir destek de bulunamıyordu (Cleveland 2004, s. 410-
411).

ABD‟nin Soğuk SavaĢ sonrasında Ortadoğu‟da oluĢturduğu yenilikleri, ilk olarak Irak‟ı
Kuveyt‟ten çıkarmak için uluslararası koalisyon oluĢturabilmesi olmuĢtur. Körfez
SavaĢı sonrası ABD, bölgede hâkim güç olarak kalmasına ve Körfez petrolünün ev
sahibi ülkelerini koruyarak bölgede günümüze kadar gelmesi bölgenin değiĢen gücü
olduğunu göstermiĢtir. Bir diğer yenilik de, Arap-Ġsrail çatıĢmalarının çözümü
noktasında etkin rol almaya baĢlamıĢ ve o dönemde en önemli geliĢme olarak 1993
yılında Ġsrail ve Ürdün arasında Oslo AnlaĢması imzalanmıĢ, böylelikle Ġsrail ve Filistin
KurtuluĢ Örgütü (FKÖ) ilk kez birbirlerini tanımıĢtır. 1973 yılı Arap-Ġsrail savaĢında
petrol üretici devletlerin Batılı devletlere petrol ambargosu uygulaması ile artmaya
devam eden petrol fiyatlarının, ABD öncülüğünde, petrol üreten devletler ile dostane
iliĢkiler kurmasının önünün açılmasını gerçekleĢtirecek yollar aramaya baĢlamaları da
bölgedeki bir diğer yenilik olmuĢtur. Son olarak, bölgede artık değiĢim değil de
sürekliliğin uygulanmasının sağlanmasıdır. Bunun için de bölgedeki ülkelerin
rejimlerinin ABD sistemine uyumlu liderler tarafından yönetilmesini sağlamak
hedeflenmiĢtir. Bölgede Ġslami tabanlı siyasal uygulamalar ve baĢkaldırıĢların ortaya
çıkması ile Arap devletleri arasındaki gerginliklerin artmaya baĢlaması da bir diğer
yenilik olarak görülmüĢtür. Mısır‟ın, Ġsrail ile Camp David AnlaĢması imzalamasıyla
çatıĢmadan ayrılması, Irak ve Suriye‟nin bölgede egemenlik kavgasına giriĢmesi buna
örnek olarak verilebilir. Sonuç olarak, Ortadoğu‟da yaklaĢık otuz beĢ yıllık süreçte
Ģiddetin ortaya çıkmıĢ olduğu görülmüĢtür (Cleveland 2004, s. 411-413).

5.2.2 Körfez SavaĢı

Daha öncede belirtildiği gibi Soğuk SavaĢ zamanında Amerika‟nın Ortadoğu‟daki


politikası, bölgenin SSCB‟nin komünizmine karĢı korunmasıydı. Soğuk SavaĢ
sonrasında ise bölgede SSCB‟nin etkisinin yok olması ile oluĢan karmaĢayı ABD‟nin
üstlenmek istemesi ve bölgenin huzurunun ve güvenliğinin korunmasını sağlamak için
gerekli tüm önlem ve müdahalelerde bulunması ABD‟nin öncelikli stratejileri olmuĢtur.
Ortadoğu‟da Irak, Ġran gibi Ģer devletlerini, diğer ülkeleri tehdit edebilecek potansiyelde
gören ABD, bu devletleri “Haydut Devletler” olarak adlandırmıĢtır. Nihayetinde Bush'u
haklı çıkarabilecek bir durum ile karĢılaĢılmıĢ ve Irak‟ın lideri Saddam Hüseyin, 2

61
Ağustos 1990 yılında bölgede önemli petrol rezervlerinin bulunduğu ve aynı zamanda
Basra Körfezi‟nin en gözde yeri Kuveyt‟i iĢgal etmiĢtir (Kurt 2014).

1987 yılından Soğuk SavaĢ sonuna kadar Ortadoğu çeĢitli krizlerin yaĢandığı alan
olmuĢtur. Bu krizler bölgenin geleceği açısından çok önemliydi. Bunlardan ilki Filistinli
yerleĢimcilerin Ġsrail‟in iĢgallerine karĢı yapmıĢ olduğu intifada diye adlandırılan
ayaklanmalardır. Ġkinci kriz de Irak‟ın Kuveyt‟i iĢgali olmuĢtur. Kuveyt krizi Filistin
ayaklanmasından daha fazla etki yapmıĢ ve uluslararası soruna dönüĢmüĢtür. 1990
Ağustos‟unda baĢlayan krize ABD 1991 Ocak ve ġubat aylarına kadar müdahalede
bulunmamıĢtır. Bu savaĢta Irak harap olmuĢ ve ciddi mülteci sorunu yaĢandığı gibi
bölgedeki Kürtlerin de akıbeti belirsiz bir hal almıĢtır. Aslında Körfez SavaĢı bölgesel
bir savaĢ niteliği taĢımaktaydı fakat bölgede yaĢanan diğer krizlerin, Filistin
ayaklanmasının etkisizliği, Soğuk SavaĢ sonrası SSCB‟nin çökmesi sonucu binlerce
Yahudi‟nin Ġsrail‟e göçü ve bölgede artık ABD‟nin tek güç olarak ortaya çıkması ile
Araplar arasında artan bir düĢ kırıklığına yol açmıĢtır. Saddam Hüseyin bölgede gücünü
artırmak için saldırganca davranmıĢ ve Ġsrail‟e meydan okumuĢtur. Gerekirse Ġsrail‟i
cehenneme çevirmekten bahsetmiĢ ve bir anda Arap dünyasında milli lider olmuĢtur
(Cleveland 2004,s.519-525). Hatta Saddam Hüseyin, Ürdün‟ün baĢkenti olan
Amman‟da 1990 yılının ġubat ayında yaptığı bir konuĢma esnasında bölgede SSCB‟nin
artık etkisinin azalmaya baĢladığını, Amerika ve Ġsrail ile mücadele edemeyeceğini
belirtip bu görevi Ġran zaferinin etkisi ile de kendileri tarafından yapılacağını
belirtmiĢtir. Bu sırada ABD‟yi denemek için birkaç eylem içine girmiĢtir. Eylemler
sonucunda ABD‟nin ciddi tepkisi oluĢmayınca da ilk güç gösterisini yapıp Kuveyt‟i
iĢgal etmiĢtir. Sonrasında 28 Ağustos‟ta da Kuveyt‟i, Irak‟ın 19. ili olarak tanımlamıĢtır
(Nye ve Welch 2007, s.313).

Irak‟ın Kuveyt‟i iĢgal etmesinin alt yapısında ABD‟yi test etmek ve daha önceki ABD
yönetimlerinin kendisine verdiği destek ile cesaretlenmesi olasılığı da yatmaktadır. Bu
olasılıklarının yanı sıra Saddam Hüseyin‟in bazı eylemler sonucu cesaretlenmesi de
Kuveyt‟i iĢgaline götürmüĢtür. 1982 -ki bu dönemde Irak, Ġran ile savaĢ halindeydi-
yılında ABD tarafından Irak‟ın terörist listesinden çıkarılmasının yanı sıra Amerika
Irak‟a askeri malzeme satmıĢ ve teknoloji alanında da destek sağlamıĢtır. Amerika ile
Irak‟ın karĢılıklı ticaret yapılması ile Irak ABD‟nin gözünde dost olduğunu

62
düĢünmüĢtür. 1984 yılında ABD, Irak ile diplomatik iliĢkilerini geliĢtirmiĢ ve Ġran ile
girmiĢ olduğu savaĢta kullanması için istihbarat bilgisi sunmuĢtur. 1986 yılında Irak‟ın,
ABD‟nin Ortadoğu‟da en fazla ticaret yaptığı ülkeler arasında üçüncü duruma çıkmıĢtır.
O dönemde petrol fiyatlarının ciddi oranda değer kaybetmesi ile borçlanan Irak‟ın
borçlarının yeniden düzenlenmiĢtir. Batılı devletlerin de desteği ile Irak‟a kredi
sağlanmıĢtır. Basra Körfezi‟nde, ABD gemisini vuran Irak‟a, Amerika‟nın hiçbir
tepkide bulunmamıĢ olması ve ABD‟nin Irak‟a füze sistemlerinde kendi Ģirketlerince
malzeme satılmasına göz yumması da Irak‟ı cesaretlendiren eylemler olmuĢtur. Irak
ürettiği kimyasal silahları Kürtler üzerinde kullandığında da binlerce Kürt‟ün ölmesine
ABD‟nin seyirci kalması da anlaĢılması güç bir eylem olmuĢtur. Irak-Ġran SavaĢı
sonrasında Irak, Kuveyt‟e borçlanmıĢtır. Irak, bu borcun aslında olmadığını çünkü
Kuveyt‟inde bu savaĢ esnasında korunduğunu dile getirmiĢtir. Bu sebepten ötürü
Saddam da bunun karĢılığında aradaki borcun iptalini istemiĢtir. Kuveyt, bunu ret
edince de aralarında yaĢanan kriz sonucu ABD, Irak‟ın Kuveyt‟e saldırma düĢüncesine,
ciddi uyarılarda bulunmamıĢtır (Uslu 2012, s. 181).

Ortadoğu‟da yaĢanan bu sıcak geliĢmenin alt yapısına biraz daha inmek gerekirse,
Irak‟ın Ġran ile 1980-1988 yılları arasında yaptığı savaĢtan bu güne gelen birçok
sıkıntının etkisi olduğu da görülmüĢtür. Sekiz yıllık bu uzun süreli savaĢ birinci dünya
savaĢından dahi uzun sürmüĢ ve Irak ekonomisini bir hayli yıpratmıĢtır. SavaĢ sırasında
Irak‟ı finanse eden BirleĢik Arap Emirlikleri ve Kuveyt‟in sağladığı krediler ile Irak
yaklaĢık olarak 37 milyar dolar borçlanmıĢtır (U.S. Department of State, 2015).

Irak lideri Saddam, Körfez ülkelerine, Ġran yayılmacılığına karĢı onları korurken çok
masraf ettiğini bu borcun aslında bir borç değil de güvenlik harcaması olarak
sayılmasını istemiĢtir. Irak liderinin bir diğer iddiası da, Kuveyt‟in kendilerinden, Irak -
Kuveyt sınırındaki Rumelia bölgesinden yaklaĢık olarak 2,4 milyar dolarlık petrol
çaldığını belirtmesidir. Bunlara ilave olarak, Irak‟ın petrol fiyatlarının seviyesinin
yüksek tutulmasını istemiĢ olması fakat OPEC‟ in bunu uygulamayıĢına da çok
sinirlenmiĢ olması yatmaktadır. Irak petrol fiyatlarındaki düĢüĢ için, Kuveyt‟i teĢvik
ettiği gerekçesi ile ABD ve Ġsrail‟i suçlamıĢtır. Saddam Hüseyin‟de bu olaylar
karĢısında Kuveyt‟i tehdit etmeye baĢlamıĢ fakat o dönem Bush yönetimi de Saddam

63
Hüseyin‟i yatıĢtırmak için ılımlı politika sergilemiĢtir. Buna rağmen Irak Kuveyt‟e
saldırmıĢtır (U.S. Department of State, 2015).

ABD‟nin Irak‟a müdahalesinin ilk aĢaması savunma amaçlı olmuĢtur. Suudi


Arabistan‟ın Irak‟ın saldırısından korunması amaçlanmıĢtır. Bu neden ile 1990 Ekim
ayına kadar Çöl Fırtınası Operasyonu adı ile Suudi Arabistan‟a 200 bin asker
yerleĢtirilmiĢtir. Bu arada ABD, Ġngiltere, Fransa, Hollanda ve Kanada ile koalisyon
kurmuĢ ve BM aracılığı ile Irak‟a yaptırımlar uygulamaya baĢlamıĢtır. Bu sırada SSCB
dahi bu operasyona katkı sağlanmıĢtır. Amerika bu sırada diğer Arap ülkelerine de
çağrıda bulunmuĢ ve Arabistan‟a olası bir saldırı için birlikte hareket etmeleri
gerektiğini söylemiĢtir. Mısır ve Suriye‟de operasyona katılan ülkeler olmuĢtur.
ABD‟de bu iki ülkeye minnettarlığını göstermek için ekonomik destek sağlamıĢtır.
Ürdün ise ülkesinin nüfusunun büyük çoğunluğunu oluĢturan Filistinlilerin baskısı ile
müdahaleyi kınamıĢtır. Körfez Krizi Arap dünyasını bölmüĢtür. Arap dünyası genel
olarak, bir yandan Irak‟ın Kuveyt‟i iĢgalini kınarken diğer yandan bölgeye ABD
askerlerinin gelmesini endiĢe ile karĢılamıĢtır. ABD müdahalesi, Ortadoğu‟daki
Amerika‟nın ikiyüzlü politikasını açığa çıkartmıĢtır. Bölgede yaĢanan Ġsrail iĢgalinin
çözümünde BM‟nin Ġsrail‟e karĢı yaptırımlar uygulamadığını söylüyorlardı. 8 Ekim
1990 günü, Ġsrail‟de yaĢanan çatıĢmalarda Kudüs‟ün ele geçirilip Ġslam‟ın ibadet
yerlerinden birine Yahudi tapınağı yapmak istenmesini protesto eden Filistinlilere tek
destek Irak‟tan gelmiĢtir. Saddam Hüseyin Kuveyt‟ten çekilmek için Ġsrail‟in iĢgal ettiği
topraklardan çekilmesini Ģart koĢmuĢtur. Sonunda BM aracılığı ile 16 Ocak 1991
tarihinde Irak‟a hava ve kara harekâtına baĢlamıĢtır. Kırk iki gün savaĢ sonrası 28 ġubat
1991 tarihinde Irak yenilgisi ile Kuveyt Krizi bitmiĢtir (Cleveland 2004, s.525-531).

Körfez savaĢının sonuçlarına bakıldığında ABD‟nin Irak‟a müdahalesinde ortaya çıkan


gerçekler Ģunlardır: Ġlk olarak, Amerika‟nın, Bush‟un “Yeni Dünya Düzeni”nde de
bahsettiği ilkeler doğrultusunda küçük devletlerin de güven ve huzur ortamında
yaĢaması için Irak‟ın saldırganlığının önlenmesi gerekliliği düĢüncesidir. Ġkinci olarak,
kitle imha silahları üreten Irak‟ın bir gün bunları kullanması ve Ġsrail‟in de karĢılık
vermesi sonucu oluĢacak karmaĢayı engellemek. Üçüncüsü, bölge petrolünün Batı‟ya
güvenli bir Ģekilde ve uygun fiyatlar ile ulaĢmasının sağlanması ile ekonomik olarak
dünyanın rahatlaması. ABD‟nin Ortadoğu‟daki petrolün Batı‟ya akıĢını garanti altına

64
almak ezelden beri ilk hedeflerinden biri olmuĢtur. Bunu en belirgin olarak da Ġsrail ve
Filistin çatıĢmasında ABD‟nin ve BM‟nin neden bu denli sessiz kaldığı sorgulandığında
anlaĢılmıĢtır. Çünkü ABD Kuveyt‟teki krize anında müdahale ederek Yeni Dünya
düĢünü uygularken, aynı küçüklükteki bir Ortadoğu ülkesi olan Filistin için neden
uygulamadığı fikri ile yola çıkılarak düĢünülmektedir (Uslu 2012, s. 182).

Uluslararası sistemde büyük bir dönüĢümün yaĢandığı bir süreçte yaĢanan kriz,
Ortadoğu‟da ve dünyada dönüm noktası olmuĢtur. Hâlbuki bölgede uzun zamandır
devam eden Arap ülkeleri arasındaki çatıĢmalar hiçbir zaman iĢgale varmamıĢtır.
Koalisyona katılan Arap devletleri daha önce Irak-Ġran SavaĢı‟nda Irak‟ı
desteklerlerken, SSCB‟nin Irak‟a müdahalesine de sessiz kalmaları düĢündürücü
olmuĢtur. Eğer Irak Kuveyt‟i iĢgal edip kendi bünyesine katsaydı oradaki petrol
yataklarının varlığı ile kendi petrol yataklarının birleĢmesi ile dünya petrol rezervlerinin
yaklaĢık olarak yüzde 20‟sine sahip olacaktı. ABD ve Avrupa‟da bu durumda Bağdat‟a
bağımlı hale gelecek ve Irak da petrol piyasasında önemli bir aktör durumuna geçmiĢ
olacaktı. Bunun yanı sıra elde ettiği ekonomik refah ile de kendi askeri kapasitesini
artıracak, Ortadoğu için güvenli bir bölge oluĢmayacaktı (Pirinççi 2010, s. 402).

Körfez SavaĢı‟nın bölgedeki diğer etkileri de halklar arasında olmuĢtur. BarıĢın


sağlanması bölge halkının sıkıntılarına çare olamamıĢtır. Irak‟ın yapısı kuzeyinde Sünni
Kürtler, orta bölümünde Sünni Araplar ve güneyinde de ġiilerin yaĢadığı bir alan olarak
belirmiĢtir. Ülkedeki ilk isyan güneyde yaĢayan ġiiler tarafından çıkmıĢ ve zamanla
kuzeydeki Kürtlere sıçramıĢtır. ġiilerin isyanını tetikleyen unsur ise, bölgeye gelen Çöl
Fırtınası Operasyonu askerlerine karĢı Irak hükümetinin kendilerini yeterince
koruyamadıklarını düĢünmeleridir. Irak askerleri isyanı bastırmıĢ ve isyancıları da
kitleler halinde imha etmiĢtir. Kuzeydeki Kürt ayaklanması ise kendilerine bölgede
özerklik isteyen grupların bu fırsatı kaçırmak istemeyiĢinden kaynaklanmıĢtır. Irak
askerlerinin bu bölgeye de gelmeleri ile bölgede bulunan Kürt peĢmergeler dağlara
kaçarken halk savunmasız kalmıĢtır. Bölge halkı da yaĢadıkları toprakları terk ederek
Türkiye‟ye ve Ġran sınırlarına göç etmiĢtir. Körfez savaĢının bölgedeki en büyük
etkilerinden biri de Kürt trajedisi olmuĢtur. ABD ve Avrupalı askerler bu bölgeye
gelerek Kürtler için güvenli bölge oluĢturmuĢlardır. BM komisyonunun kararı ile 1991
Nisan ayında Irak‟ın 36. Paralelinin kuzeyinde uçuĢ yapması yasaklanmıĢtır. Bunu

65
takiben 1992 yılında da 32. paralelin güneyinde de uçuĢ yasağı getirilerek Irak
cezalandırılmıĢtır (Cleveland 2004, 533-534).

Sonuç olarak Kuveyt SavaĢı sonrası ABD‟nin bölgede uyguladığı politikasının ana
hedefinde iki nokta dikkati çekmektedir. Birincisi, bölge petrolünün güvenli bir Ģekilde
Batı‟ya akıĢı için savaĢılmıĢtır. Ġkincisi de bölgede oluĢabilecek olası bir savaĢın
çıkmasını engellemek için önleyici savaĢ uygulanmıĢtır. Saddam Hüseyin‟in elindeki
kimyasal silahların kullanılması durumunda bölgede toplu katliamlar yaĢanabilirdi (Nye
ve Welch 2007, s. 313). Böylece ABD Ortadoğu‟da varlığını tam anlamı ile göstermiĢ
ve bölgede yeni yapılanmayı baĢlatmıĢtır. Aynı zamanda kendi gücünü gösterme Ģansı
da bulmuĢtur çünkü okyanus ötesinden gelip bölgede hem askeri birlik hem de
gemilerle bir kamp yapabilme özelliğini göstermiĢtir. ABD gücünü gösterirken bölgede
daha önce Irak ile savaĢan Ġran da kendi ağırlığını gösterme fırsatı yakalamıĢtır (Kurt
2014).

Bush‟un Kuveyt SavaĢı sonrası bölge politikasının hedefleri özetle Ģunlardır.


Ortadoğu‟da ortak güvenlik birimi oluĢturmaktır. Bunun yanında kitle imha silahlarının
yayılmasını engellemek ve ekonomik kalkınma sağlayarak bölge halklarının refahını
artırmak da hedeflenmiĢtir. Bush‟un Ortadoğu‟daki diğer bir hedefi de Arap-Ġsrail
çatıĢmasının sonlandırılması ile bölgede barıĢın ve istikrarın sağlanmasını amaçlamıĢtır
(Uslu 2012, s. 182).

5.2.3 Clinton Dönemi

ABD‟nin Soğuk SavaĢ sonrası dıĢ politikası her geçen dönemde daha da değiĢmeye
baĢlamıĢ ve 20 Ocak 1993 yılında BaĢkan seçilen William Jefferson Bill Clinton ile
yeni vizyona sahip olmuĢtur. Clinton‟ın baĢkanlığı döneminin ilk yıllarında ekonomik
iyileĢtirmeler ön sırada yer almıĢ ve ülkesinin tüm tarihi boyunca en barıĢçı ve parlak
ekonomisini yaĢamıĢtır. O yıllarda ABD halkı refah içinde yaĢamıĢ ve iĢsizlik oranı en
düĢük dönemini görmüĢtür. Clinton göreve geldiğinde yapmıĢ olduğu ilk konuĢmasında,
iç ve dıĢ politika arasında net bir ayrımın olmayacağını söylemiĢtir. Bunun yanı sıra
dünya ekonomisi, çevre kirliliği problemleri ve dünya da genel bir sağlık sorunu olma
yoluna giden AĠDS ile mücadeleye kadar birçok konunun ABD‟yi etkilediğini
söylemiĢtir. Artık dünyanın yeni bir rotasının olduğunu ve bunu “Yeni Dünya” da

66
ilerlerken ABD‟nin dünyadaki liderliğini koruyacağını ifade ederek dıĢ politikası ile
ilgili ipuçlarını da vermiĢ oluyordu. Clinton diplomasinin yanı sıra askeri güç
kullanımını da gerektiği durumda kullanacağını ifade etmiĢtir. Yani yine klasik güvenlik
ve çıkar koruması için gerektiğinde askeri gücü kullanacağını bir kez daha ABD
dünyaya duyurmuĢtur (Pirinççi 2011, s: 88-89).

Clinton‟ın dıĢ politikasını Ģekillendiren görüĢlerinde bazı faktörler etkili olmuĢtur.


Bunların baĢında ülkenin ekonomisinin istikrarlı bir Ģekilde büyümesini sağlamak
gelmektedir. Soğuk SavaĢ dönemi boyunca iki süper gücün birbirleri ile çatıĢması
sonucu ihmale uğramıĢ konular olan, çevreyle ilgili bozulmalara, nüfusun hızla
artmasına ve siyasal baskılara maruz kalmıĢ devletlere yardım edilmesi gibi sorunlara
değinilmek de bu faktörler arasında yer almıĢtır. Son olarak da BM ve Dünya Bankası
gibi uluslararası örgütler ile iĢbirlikçi davranarak çok taraflı politika geliĢtirmek
ABD‟nin yeni dönemdeki hedefleri arasında olmuĢtur. ABD‟nin dıĢ politikasında
Clinton‟ın izlediği çizginin özünde Bush‟un “Yeni Dünya Düzeni” ile uyumlu liberal
enternasyonalizm bakıĢ açısına yakınlık olduğunu görebiliriz (Hook ve Spanier 2013,
s:190).

Clinton‟ın Ulusal Güvenlik DanıĢmanı olan Anthony Lake, 21 Eylül 1993 yılında
yaptığı konuĢmasında ABD‟nin dıĢ politikasının Soğuk SavaĢ sonrası dönemin öne
çıkan dört özelliğini dile getirmiĢtir. Böylece ABD yeni dönemde yeni vizyon
belirlemiĢ oluyordu. Bu yenilikler de demokrasi ve liberal ekonomi kavramlarının
dünya genelinde benimsenmesidir. Aynı zamanda ABD‟nin askeri donanımı ve güçlü
ekonomisi ile dünyada en güçlü devlet olması da Soğuk SavaĢ sonrası dönemde tek
süper vizyonuna sahip olmasında etkili olmuĢtur. Soğuk SavaĢ sonrası dünyadaki bazı
rejimlerin yıkılarak yerlerine etnik ve dinsel farklılıkların olduğu bir çatıĢma ortamının
çıkması ile liberal ve demokratik yapıların kurulmasında gerilimin artması da yeni
dönemde üzerinde durulacak konular olmuĢtur. Teknolojinin hızla geliĢmesi sonucu
dünya da insanların yaĢam tarzlarındaki değiĢikliğe uyum sağlamada sorunların
baĢlaması da diğer bir etkendir (Pirinççi 2011, s: 89-90).

Lake‟in yaptığı bu tespitler sonrasında, ABD‟nin kendini bu süreçte lider olarak


görmeye devam etmesine ve sürece müdahil olma zorunluluğunun bulunduğunu
düĢünmesini sağlamıĢtır. Soğuk SavaĢ döneminde baĢlatılan çevreleme politikası

67
Clinton döneminde geniĢleme politikasına dönüĢmüĢtür. Yeni politikanın dört ayağı
olduğunu vurgulayan Lake, ilk olarak var olan demokrasilerin güçlendirilmesinin
sağlanmasıdır. Sonrasında henüz demokrasiye geçmiĢ olan ve liberal ekonomiyi
benimsemiĢ devletlerin desteklenmesi gerekliliği ile demokrasilere ve liberal ekonomiye
tehdit olabilecek durumlara ve gruplara karĢı çıkılmasıdır. Son olarak insani krizlere
destek olunmasının gerekliliğini, 1994 Haziran‟ında Kongreye sunulan Ulusal Güvenlik
Strateji belgesi ile resmen ilan etmiĢtir (Pirinççi 2011, s: 90-91).

ABD yeni dönemde dünyanın özgür toplumlarının geniĢlemesini savunurken


demokrasiye karĢı düĢman devletlerin de diplomatik, askeri ve ekonominin yanı sıra
teknolojik geliĢmelerden de mahrum bırakarak dünyada yalnızlaĢtırılmasının
sağlanmasını savunmuĢtur. Bu mantıkla bakıldığında, Clinton‟ın demokrasiyi tehdit
ettiğini düĢündüğü haydut devletleri Ģu Ģekilde belirtmiĢtir. Küba, Ġran, Irak, Libya ve
Kuzey Kore‟den oluĢan devletleri gerek ekonomik gerekse diplomatik olarak dıĢlama ve
hatta bazen askeri baskıyla cezalandırma yoluna gitmiĢtir. Bu dönemde dost ve müttefik
ülkelerden de kendileri ile aynı çizgide gitmelerini istemiĢtir. Suudi Arabistan ve Mısır
gibi dost ülkelerin yönetimlerinin baskıcı rejimler tarafından yönetiliyor olması ABD‟yi
rahatsız eden bir durumdu. Suudi Arabistan petrol kaynağı olarak görülürken Mısır‟da
Arap-Ġsrail barıĢı için vazgeçilmez devlet olma özelliği ile ABD‟nin bölgedeki en gözde
müttefikleri idi. ABD‟nin Askeri olarak destekçisi olan Türkiye ise, o sıralar da Kürtlere
baskı uygulamaktaydı ama yine de ABD‟nin askeri desteğinden oldukça faydalanmıĢtır
(Hook ve Spanier 2013, 201-202).

ABD, sürdürülebilir kalkınmayı teĢvik edebilmek için küresel bir çaba içerisinde
bulunmuĢtur. Bu anlamda bölgedeki ülkelere siyasi reformlar yaptırarak, nüfus
kontrolünü teĢvik ederek, çevrenin korunması için çalıĢmalar baĢlatarak, piyasalara
dayalı ekonomik büyüme sağlamak istemiĢtir. Clinton‟dan öncede var olan
sürdürülebilir kalkınmanın çevre ile ilgili en büyük ayağı ise BM çatısı altında
oluĢturulan Gündem 21 raporudur. ABD, Clinton döneminde yaĢadığı ekonomik refahın
da etkisi ile dünya politikalarına da rahatlıkla etkide bulunabilmiĢtir (Hook ve Spanier
2013, 201-203).

Dost ülkelerin birçoğunda “Yerel Gündem 21” programlarının hayata geçirilmesi ve


sürdürülmesinde de görüldüğü gibi, BaĢkan Clinton‟ın savunduğu politika, içeride

68
güçlü olmak ile dıĢarıya etki sağlamak düĢüncesi meyvelerini vermiĢtir. “Yerel Gündem
21”ler ile ülkelerde sessiz devrim olarak adlandırılan bir dönüĢüm baĢlamıĢtır. Böylece
katılımcı demokrasiler geliĢtirilmiĢ ve yaĢam kaliteleri artırılarak sürdürülebilir
kalkınma sağlanmak istenmiĢtir (Arar 2015).

Clinton dıĢ politikada idealist bir çizgide hareket edeceğini ifade etmiĢtir. Yani, çok
taraflı politika, demokrasinin devamı, demokrasinin yayılması için kararlılık ve insan
hakları unsurları ile yumuĢak güç kullanma çabası izleyeceğini vurgulamıĢtır. Askeri
müdahaleyi gerektiren durumlarda ise direkt kendileri yerine NATO ve BM gibi
uluslararası örgütleri kullanarak bir dıĢ politika izlemek istemiĢtir. Bu politika ise,
dünya çapında bir üstünlüğe dayalı izolasyonist politikanın bir karıĢımı olma özelliği
taĢımaktadır. Bundan böyle ABD, bölgedeki sorunlara doğrudan müdahale
etmeyeceğini ve sorun çözülemez ise direkt olarak müdahale edeceğini bildirmiĢtir
(Mütevellioğlu 2011).

5.2.4 Oslo BarıĢ AnlaĢması

“Yeni Dünya Düzeni”nde Ortadoğu, dünyada ilk kargaĢanın yaĢandığı yer olmuĢtur.
Basra Körfezi‟ndeki çok miktardaki petrol ile bu petrolün ucuzluğu dolayısıyla cazibesi
de fazlaydı. Fakat Irak liderinin kendini ispatlama çabası içerisinde Kuveyt‟e saldırarak
bölge petrolüne hâkim olma çabası, ABD‟nin öncülüğünde baĢlatılan “Çöl Fırtınası
Harekâtı” ile hüsranla sonuçlanmıĢtır. Bir kez daha ABD bölgedeki tek gücün kendisi
olduğunu göstermiĢtir. Bu savaĢ neticesinde bölgedeki gücü zayıflayan Saddam
Hüseyin‟in de Arap dünyasındaki güç dengesi zayıflamıĢtır. Arap-Ġsrail arası savaĢın
çözümünü, “Çöl Fırtınası Harekâtı” ile yakalayacağını düĢünen ABD, barıĢı sağlamak
adına giriĢimlere baĢlamıĢtır. Bölgedeki istikrarsız gidiĢe neden olan Saddam
Hüseyin‟den bölgedeki diğer petrol üretici devletleri, kendilerini koruma adına ABD‟ye
karĢı bir iyilik içinde olduklarını düĢünmekteydiler. SSCB‟nin varlığının da azaldığı
bölgede, Suriye de barıĢa yanaĢan taraflar arasına katılmıĢtır (Hook ve Spanier 2013, s:
212-219).

Ġsrail-Filistin arası çatıĢmanın çözümü noktasında bölgede ABD ve Sovyetler


Birliği‟nin birlikte hareket etmesi beklenmekteydi. Her iki gücün de içinde bulunacağı
bir koalisyon oluĢturulması hedeflenmiĢ ve bu kapsamda Madrid Konferansı öneri

69
olarak sunulmuĢtur. Madrid‟deki konferansta ilk kez Ġsrailliler ile Arap devletleri bir
araya gelmiĢtir. Ürdün, Lübnan ve Suriye‟nin içinde bulunduğu Arap devletleri ile
Filistin heyeti Madrid‟de barıĢı konuĢmak için bir araya gelmiĢtir. Ġki heyet 1991 yılı ile
1993 yılları arasında birkaç kez görüĢmüĢlerdir. GörüĢmeler bazen Moskova‟da bazen
de Washington‟da gerçekleĢmiĢtir. 1967 yılından beri öncelikli konu, Ġsrail‟in bölgedeki
iĢgal ettiği topraklar üzerinde olmuĢtur. Fakat ilk kez ABD‟nin sert tutumu ile
karĢılaĢılmıĢtır. Ġsrail‟in bölgede sürdürmekte olduğu yerleĢimci tutumlarına hız
kesmesini söyleyen ABD lideri Bush, Ġsrail liderince dinlenmeyince tutumunu
sertleĢtirmiĢ ve Ġsrail‟e mali yardımda bulunmak istemediğini bildirmiĢtir. Ġsrail
baĢbakanı ġamir yerleĢimci tavrından ödün vermeyince tarihte ilk kez ABD ile en
büyük gerilimi yaĢamıĢtır. 1992 yılında Ġsrail‟de yapılacak seçim için ġamir‟in bu tavrı
rakibi Rabin için bir avantaj oluĢturmuĢ ve göreve gelir gelmez ABD ile iliĢkilerini
düzelteceğini bildirerek seçimi kazanan taraf olmuĢtur. Rabin Filistin‟de doğmuĢ ilk
Ġsrail baĢbakanı olma özelliği de taĢımaktadır. ABD‟nin istediği yerleĢim inĢaatlarına
kısmen durma emrini vermiĢ ve ABD ile iliĢkilerinde ılımlı davrandığını göstermiĢtir
(Cleveland 2004, s:546-549).

Ġsrail ile Filistin‟in anlaĢmalarının önünde birçok engel bulunmaktaydı. Fakat hem Ġsrail
BaĢbakanı Yizthak Rabin, hem de FKÖ lideri Yaser Arafat kendileri lehinde bir
anlaĢma umuyordu. Ama bazı gerçeklerde göz önündeydi. Ġsrail askeri açıdan çok
güçlüydü. FKÖ ise dünya çapında politik açıdan çok güçlüydü. Ġsrail her ne kadar askeri
açıdan güçlü olsa da yine de ABD‟ye fazlasıyla ihtiyacı vardı. FKÖ ise liderinin Irak‟a
yönelmesi ve sonrasında Körfez SavaĢı mağlubiyeti yaĢayan Saddam‟ın gücünün
zayıflaması ile Filistin‟in belini bükülmüĢtür (Kissenger 2001, s: 153-154). FKÖ
liderinin hem SSCB gibi güçlü bir destekçisinin Soğuk SavaĢ sonrası desteğinin bitmesi
hem de Körfez SavaĢı sonrası örgütünün parasız kalması Filistin‟i bu anlaĢmayı
yapamaya itmiĢtir (Hook ve Spanier, 2013 s: 219). FKÖ‟yü Ġsrail ile anlaĢmaya iten
diğer bir neden ABD BaĢkanı Clinton‟ın Ġsrail yanlısı olmasıydı. Bu düĢünceler
içerisinde Oslo AnlaĢmasını yapmak üzere bir araya gelen taraflar, iki yıl önce
Madrid‟de baĢlayan ve Washington‟da on birincisi yapılan bu görüĢmede Oslo
AnlaĢması imzalamıĢ oluyordu (Cleveland 2004, s: 549). 13 Eylül 1993 tarihinde ABD
baĢkanı Clinton‟ın da desteği ile varılan anlaĢmada, FKÖ artık Ġsrail devletini tanıdığını
ve terör eylemlerinden vazgeçeceğini söylemiĢ, Ġsrail‟de FKÖ‟yü tanıdığını ilan etmiĢ,

70
Gazze ve Batı ġeria Ģehri Eriha‟dan çekilip Filistinlilerin kendilerini yönetmelerine izin
vermiĢtir. Böylece Batı ġeria ve Gazze ġeridi‟nin Filistin özerkliğine geçmesi
konuĢulmuĢtur (U.S. Department of State 2015).

1994 yılında Ġsrail ile Ürdün arasındaki ikinci bir anlaĢma ile Ortadoğu‟daki barıĢ süreci
yavaĢ da olsa ilerlemeye baĢlamıĢtır. Bu anlaĢma neticesinde Ürdün ile Ġsrail sınırı
belirlenmiĢ ve yer altı suları ile doğal kaynaklar paylaĢılmıĢtır. Bunun karĢılığında
ABD, Ürdün‟ün dıĢ borcundaki kendi payına düĢen kısmını silmeyi kabul etmiĢtir.
Suriye ile Ġsrail‟in anlaĢması ise baĢka bir sorun olmuĢtur. Golan Tepeleri‟nin bol su
ihtiva etmesi nedeni ile iki ülke içinde çok kıymetli olması, anlaĢmazlığı tetikleyen yer
olmuĢtur. Ġsrail‟in Golan Tepelerini ele geçirme giriĢimlerinin bitmesini isteyen Suriye,
Golan Tepelerinin kendilerine verilmesi karĢılığında Ġsrail ile anlaĢma yapmayı
istemiĢtir. Fakat bu geçekleĢmemiĢtir. Oslo AnlaĢmasının iĢlemesi kolay olmamıĢtır.
Arap-Ġsrail arası barıĢın en göz alıcı noktası olan Oslo AnlaĢmaları, Ġsrail‟deki bazı
radikal grupları rahatsız etmiĢ ve Yahudilerin barıĢ sürecini bozmak için 1995 yılında
BaĢbakan Rabin‟e suikast giriĢiminde bulunmuĢlardır. Bu suikast sonucu baĢbakan
Rabin öldürülmüĢtür. Bunun yanı sıra 1996 yılında da Filistinli bazı terör yandaĢları da
Ġsraillileri hedef alan intihar saldırıları düzenlemiĢlerdir. Bu geliĢmeler ıĢığında iyi bir
çıkıĢ yakalayan Oslo barıĢ süreci etkisini yitirmeye baĢlamıĢtır (Hook ve Spanier 2013
s: 220).

1999 yılında Ġsrail‟deki yeni seçimler sonucu BaĢbakan olan Ehud Barak Suriye ve
Filistin ile anlaĢma yoluna gitmiĢ ve Lübnan‟dan Ġsrail askerlerini çekeceğini
söylemiĢtir. Barak ve Arafat anlaĢmak üzere masaya oturmuĢtur. Sonrasında Suriye ile
iliĢkiler gündeme gelmiĢ ve ABD, Suriye ve Ġsrail birlikte barıĢ görüĢmeleri yapmak
üzere ABD‟nin eyaleti olan Batı Virginia‟da toplanmıĢlardır. Fakat Esad bu toplantıya
gelmemiĢtir. Sonraki görüĢmede ABD baĢkanı Clinton ile Cenevre‟de bir araya gelen
Esad, Barak‟ın bir önceki toplantıda önerdiklerini kabul etmemiĢtir. Barak daha sonra
Lübnan‟dan çekilmiĢtir. Filistin parçalanmıĢtır. Bu durum üzerine Clinton, Barak ve
Arafat 2000 yılının Temmuz ayında Batı ġeria ve Gazze‟nin son durumu için Camp
David‟de bir toplantı yapmıĢlardır. Bu toplantı da baĢarısızlıkla sonuçlanmıĢtır. Clinton
bu baĢarısızlık için Arafat‟ı suçlamıĢtır. Son bir umut olarak Clinton yönetimi barıĢı

71
sağlamak için 2000 yılının Aralık ayında tarafları tekrar bir araya getirmek için
mücadele verse de baĢarılı olamamıĢtır (U.S. Department of State 2015).

Arap-Ġsrail çatıĢmasında patlak veren olayların iki ana unsuru bulunmaktadır. Bunlardan
birincisi ABD‟nin Ortadoğu‟daki baskın rol belirleyici olması gelmektedir. Ġkinci unsur
ise bölgede sonradan gelip bir devlet olabilmiĢ ve hükümet kurabilmiĢ olan Ġsrail‟in
kendi ulusal güvenliğini korumak adına giriĢimlerde bulunması ve komĢuları ile
iliĢkilerinde çok sert olması yatmaktadır. Ġsrail‟in en büyük destekçisi de tartıĢmasız
ABD olmuĢtur. Amerika her zaman Ġsrail‟in varlığını korumak için bölgedeki haydut
devletler ile savaĢmaktan çekinmemiĢtir. Irak lideri Saddam‟ın, Soğuk SavaĢ sonrası
Ġsrail karĢıtı söylemlerinin ardından ABD, Kuveyt‟i kurtarmak bahanesi ile Irak‟a savaĢ
açmıĢ ve kısa sürede bunu sonuçlandırmıĢtır. Geride kalan zamanda ise Mısır lideri
Sedat‟a, ABD baĢkanı Nixon‟ın, Mısır‟ın SSCB‟den kopması halinde bölgedeki barıĢın
ABD ve Mısır arasında çözüleceğine inandırması olmuĢtur (Kissenger 2001, s: 162).

72
6. 11 EYLÜL SALDIRILARI SONRASI ABD’NĠN ORTADOĞU POLĠTĠKASI

Soğuk SavaĢ sonrası dünya ABD ve SSCB gibi iki süper gücün hâkimiyetinden
çıkmıĢtır. Yeni dönemde ABD‟nin liderliğinin ön plana çıkması yanında, Rusya da
geçmiĢten gelen güçlerini halen taĢımaktaydı. ABD her ne kadar bu savaĢtan galip
çıkmıĢ olsa da Yeni Dünya‟da birbiri ardına sıralanmıĢ sorunlar yumağı bulunmaktaydı.
ABD ekonomisinin 1990‟lı yıllarda büyümesi Clinton dönemine rastlamıĢtır. Bu
dönemde ABD ekonomik olarak en refah günlerini yaĢarken, Ortadoğu‟da durumlar hiç
de aynı değildi. Baba Bush‟un Yeni Dünya‟sını devam ettirmek isteyen Clinton daha
çok liberal çizgide hareket etmiĢtir. Fakat Körfez SavaĢı sonrası Ortadoğu‟nun
istikrarına yönelik çok da olumlu adımlar atamadığı görülmektedir. Kamuoyu
yoklamalarında ortaya çıkan sonuçlara göre, ABD halkının büyük çoğunluğu,
Amerika‟nın uluslararası arena da liderlik rolü oynamasını istemelerinin temelinde iyi
giden ekonomileri olduğu görülmüĢtür. Aynı zamanda Soğuk SavaĢ‟tan galip çıkmaları,
Körfez SavaĢı‟nı baĢarılı yönetmeleri, Bosna ve Kosova‟daki çatıĢmalar da az sayıda
Amerikan askerinin kaybıyla geçmiĢ olması da Amerikan halkına aĢırı özgüven
yüklemiĢtir. Bu duygu ve düĢünceler eĢliğinde ABD Ortadoğu‟da yeniden düzen kurma
iĢlemlerine baĢlamak için kendini sorumlu görmüĢtür (Hook ve Spanier, 2013, s: 261-
264).

Soğuk SavaĢ Sonrası dönemde dünyanın değiĢen kabuğunu, Huntington, Soğuk SavaĢ
yıllarında dünyanın birinci, ikinci ve üçüncü dünyalara bölündüğünü söylemiĢtir. Fakat
yeni dönemde bu durumun artık geçerli olamayacağını da ifade etmiĢtir. Bu değiĢimin
artık kültürel ve medeniyetler ile ilgili olacağını da söyleyerek geleceğe yeni bakıĢ açısı
sunmuĢtur. Buna karĢılık Kurth‟de dünyanın halen savaĢ bazlı bölünmeler yaĢayacağını
ileri sürmüĢtür. Bu bölünmeleri de Ģu Ģekilde sınıflandırmıĢtır: 1) Ticaret SavaĢları:
Almanya, Japonya ve ABD arasında olacağını 2) Din SavaĢları: Ortadoğu‟da hâkim
olan Ġslam‟ı içine alan savaĢlar, 3) Etnik SavaĢlar: Eski Sovyetler Birliği, Eski
Yugoslavya ve Afrika‟nın yönetim bazında baĢarısız devletleri arasında ve son olarak 4)
Yeniden Soğuk SavaĢ: ABD, Çin ve Rusya ile aralarında oluĢabilecek savaĢ. ABD‟nin
en önemli stratejik danıĢmanlarından biri olan Brzesinski‟ye göre de dünyanın gerçek
sorunlarının artık ulus devletlerin sınırlarının değil bireye yani insana yönelik sorunların

73
baĢ göstereceği bir gelecek olduğunu ifade etmiĢtir. Günümüz sorunları arasında en
önemlilerinin kürtaj, ötenazi, plastik cerrahi, estetik mühendisliği, kopyalama gibi
konuların daha önemli olduğunu dile getirmiĢtir. Bunların yanı sıra günümüz
dünyasında öne çıkan diğer bir unsur da dine dayalı olarak yapılan ayrımcılıklardır
(Özer 2009).

Yapılan araĢtırmalardan da görülüyor ki dünyada 55 Müslüman ülkeye karĢılık 110


Hıristiyan ülke bulunmaktadır. Müslüman nüfusu 1,3 milyar ve dünya milli gelirinden
aldıkları pay yüzde 3,8 iken iki milyar nüfusa sahip Hıristiyanların dünya milli
gelirinden aldıkları pay ise yüzde 68,4 dür. Bu durum çarpık bir dengesizlik sunarken,
dünya petrol rezervlerinin yaklaĢık olarak yüzde 70‟ni elinde bulunduran Müslüman
ülkelerin nasıl oluyor da dünya gelir dağılımında en azami oranda pay almalarını geçerli
kılabilir sorusu zaman ile Ortadoğu halkları ve Müslüman kimlikli bazı grupların
dilinde dolanmaya baĢlamasına neden olmuĢtur. Batı (Hıristiyan) ile Doğu (Ġslam)
çatıĢmasının temelinde yatan nedenlerden biri de bu dengesiz geliĢmiĢlik ve gelir
dağılımı düzeyi olmuĢtur (Özer 2009).

20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Doğu Bloğu‟nun dağılması ile Batı dünyası aĢırı bir
iyimserlik rolüne bürünmüĢtür. Bundan böyle boĢalan otorite boĢluğunu doldurmak
onlara kalmıĢtır. Batı dünyası, Ortadoğu bölgesi baĢta olmak üzere tüm dünyaya hâkim
olacak ve çatıĢmaları önleyebilecekti. Bunun en somut örneği ise Körfez SavaĢı
olmuĢtur. Her sistem bir ötekinin üzerine ayakta kalabilmiĢtir. Sovyetlerin
Komünizminin, ötekisi yerine Ģimdi dinsel bir öteki unsur yer almıĢtır. Bundan böyle
Batı medeniyeti ile Ġslam medeniyeti arasında uzunca sürecek bir mücadele baĢlamıĢtır.
Bunu destekleyen en önemli olay ise 11 Eylül 2001 sabahı New York‟taki, Dünya
Ticaret Merkezi ve kalbi olan Ġkiz Kulelere uygulanan terörist saldırısı olmuĢtur. 1945
Soğuk SavaĢ baĢlangıcı ve 1990 sonrası ABD liderliğinde gelen Yeni Dünya Düzeni,
bunlarla aynı değerde olan terör saldırıları dünya tarihinde bir kırılma noktası olmuĢtur
(Kurt 2014).

Amerika‟da yayınlanan gazetelerden biri olan Wall Street Journal’de yayınlanmıĢ bir
makalede çarpıcı olan bazı söylemlere rastlanmıĢtır. Bu söylemler aynı zamanda
ABD‟nin resmi görüĢü niteliği de taĢımaktadır. Bu yazıda dünya ülkelerinin dört sınıfa
ayrıldığından bahsedilmektedir. 1) Ġngiltere, Avustralya, Fransa, ABD ve Almanya‟nın

74
içinde bulunduğu ve askeri harekâta aktif olarak katılacak ülkeler. 2)Pakistan, Rusya,
Türkiye, Ġspanya ve Özbekistan‟ın içinde bulunduğu ve ABD için verilecek rolde yer
alacak ülkeler. 3) Suudi Arabistan, Suriye, Ürdün, Fas gibi Arap kökenli Müslüman
ülkelerin medeniyetler arası çatıĢmalara fren sisteminin oluĢturulduğu ülkeler
gelmektedir. 4) Hindistan, Ġran ve Ġsrail ile tarafsız olması istenen ülkelerin bulunduğu
bir sistemden bahsedilmektedir. Tüm bunların karĢısına da son halka olarak düĢman
diye tanımlanmıĢ olan ülkelerin bulunduğu bir grup konmuĢtur. Bu grup için de ise,
(Haydut Devletler) Irak, Libya, Sudan, Kuzey Kore ve bunların dıĢında kalan önemsiz
ülkelerin olduğu belirtilmiĢtir. Bu devletlerin sınıflandırılması ABD tarafından
yapılmıĢtır ve tüm dünyayı da buna ortak etmiĢtir. 11 Eylül sonrası dönemde bu
sınıflandırmalara da bakıldığında, gelecek dünyasında 11 Eylül saldırıları bahane
edilerek Ortadoğu‟da ve tüm dünyada “Yeni Dünya Düzeni”nin hataları onarılarak
yeniden düzenlenmesinin yatıyor olması gelmektedir (Özer 2009).

ABD, 2000 yılı Kasım ayında gittiği baĢkanlık seçimlerinde, Cumhuriyetçiler ‟in adayı
olan ve siyasi olarak dıĢ politikada tecrübesiz fakat babasının siyasi görüĢlerini taĢıyan
ve önceki baĢkanlarla çalıĢmıĢ isimlerden oluĢturduğu kabine ile George W. Bush
baĢkan seçilmiĢtir. Bu seçilen isimler, daha önceki BaĢkan Clinton‟ın izlediği politikalar
yüzünden de Clinton‟ı ciddi bir Ģekilde eleĢtirmekteydiler. Cheney, Rumsfeld, kardeĢ
Jeb Bush, Halilzad ve Wolfwitz gibi isimler 1997 yılında kurulmuĢ olan Yeni Amerikan
Yüzyılı Projesi (PNAC) adlı kuruluĢta üyeydiler. Bu grubun dıĢ politikada temel
stratejileri ise tek süper güç haline gelen ABD‟nin dünya çapında liderliğini
savunmalarıydı. Bu grup aynı zamanda Clinton‟a da bir mektup göndermiĢ ve Irak‟ta
izlediği politikaları eleĢtirmiĢlerdir. Saddam Hüseyin‟in devrilmesi gerektiğini
söylemiĢlerdir. 2000 seçimlerinden yaklaĢık bir ay önce çıkardıkları rapor ile ABD‟nin
stratejik hedeflerinin neler olduğunu bildirmiĢlerdir. Rapora göre ABD‟nin
savunmasının yeniden yapılandırılması gerektiği vurgulanmıĢtır. George Bush bu
isimler kadar tecrübeli olmasa bile onların danıĢmanlığı ile seçim propagandalarını
yürütmüĢtür. Bush seçilmeden önce yaptığı açıklamada Rusya‟nın artık düĢmanları
olmadığını bunun yerine yeni düĢmanın kimliğinin haydut devler ve kitle imha silahları
barındıran ve elde etmeye çalıĢan devletler olduğunu söyleyerek dıĢ politikadaki
değiĢimi anlatmaya çalıĢmıĢtır. Bu söylemlerine rağmen Bush seçildikten sonra
Clinton‟ın Irak politikasından farklı bir tutum izlememiĢtir. Clinton döneminde

75
baĢlayan Irak‟a karĢı sert tutum Bush döneminde de devam etmiĢtir (Pirinççi 2011, s.
96-99).

Bush yönetimi, Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasının baĢarısızlığı üzerine dıĢ


politika da köklü değiĢim için gelmiĢtir. Bush yönetiminde etkin olarak görev alan yeni-
muhafazakârların hedefleri ve fikirleri Bush‟un baĢkanlığının ilk dönemlerinde dıĢ
politikada oldukça etkili olmuĢtur. Amerika‟nın küresel olarak liderliğine inan bu grup
PNAC‟ta yayınladıkları rapor ile Ronald Reagan dönemi askeri güç kullanımına ve
ahlaki açıklık politikasına dönülmesi gerektiğini savunmuĢlardır. 11 Eylül saldırıları
sonrası Bush yönetimindeki etkilerini artırmıĢ olan bu grup dıĢ politika da daha da
sertleĢmelerinin gerekliliği üzerinde durmuĢlardır. Amerikan hegemonyasının devamı
için ABD çevreleme ve kuĢatma politikasını bırakıp önleyici savaĢ politikasını
iĢletmeliydi. Bush yönetiminin bu belirlenmiĢ yeni politikasında, Ortadoğu çok önemli
konuma gelmiĢtir. Çünkü dünya petrol rezervlerinin büyük çoğunluğunun bulunduğu bu
bölge ABD‟nin gücünün muhafazası için çok önemliydi. Aynı zamanda ABD‟nin
Ortadoğu‟dan gelen direniĢin bölgedeki ve dünyadaki gücünün varlığını etkiliyor olması
Huntington‟un Medeniyetler Çatışması tezinin 11 Eylül sonrası güçlenmesi olmuĢtur.
Ortadoğu‟da Arap- Ġsrail barıĢı sağlanmadan, bölgede yapılmak istenen “Yeni Dünya
Düzeni” istikrarına ulaĢılması imkânsız görülmektedir. Bu bölgede Irak ve Ġran‟ın
varlığı ABD‟nin bölgede istikrarı kurmasına engel olmaktaydı. Aynı zamanda Ġsrail‟in
bölgedeki güvenliği neoconlar için çok önemliydi. ABD Ortadoğu‟da istikrara karĢı
gelen devletler ile mücadele edilmesi gerektiğine inanmaktaydı. Tam da bu noktada 11
Eylül saldırıları bu düĢüncelerinde ne kadar haklı olduklarını dile getirmelerinde
neoconlar açısından sebep olmuĢtur (Kurt 2014).

Bu noktada neoconculuğun tanımını kısaca sunmak gerekirse, Fransız devrimi sırasında


Jakoben hareketinin eski yönetimin kurumlarına karĢı baĢlatılan radikal, devrimci
müdahalelere karĢı bir direnç olarak ortaya çıkmasıdır. Muhafazakârlık iki dönem
olarak ayrılmıĢ olsa da son dönemde Amerika‟da yeni bir türü ortaya çıkmıĢtır. Yeni
muhafazakârlık olarak adlandırılan bu hareketin, kültürel ve siyasal anlayıĢtan öte, yeni
emperyalizmin ihtiyaçlarına uyumlu ve felsefi özelliği taĢıyan siyasal bir hareket
olduğudur. Neoconlara göre “dünyayı ancak Amerika’nın daha yaşanabilir bir yer
haline getirebileceğini ve Amerika’nın temsil ettiği değerlerin gerekirse bizzat

76
Amerika’nın güç kullanımıyla yaygınlaştırılması” gerektiğine inanmaktadırlar. Yeni
Neoconlar, Amerikan siyasi hayatına 1970‟li yıllarda girmiĢtir. Bu grubun ideolojik
babası, Almanya‟dan ABD‟ye göç eden Yahudi felsefeci Leo Strauss‟ tur. Leo Strauss‟
un fikirlerinden etkilenen önemli yazarlar da vardır. Bunlar arasında Huntington,
Fukayama, Kagan, Kristol ve Cohen yer almaktadır. Leo Strauss‟ a göre dünya
genelinde insanları yönetmekte olan iki tür yönetim anlayıĢı bulunmaktaydı. Ġyi ve kötü
yönetimler Ģeklinde sınıflandırdığı idarelerin içinde de demokrasinin var olan mevcut
sistemler içinde en az kötü olanı olduğuna inanmıĢtır. Bu nedenle de demokrasi, kötü
yönetimlere karĢı ve özellikle de diktatörlere karĢı korunmak zorundaydı. Diktatörlükle
yönetilen tüm rejimler devrilmeli ve demokrasi bu ülkelere dayatılmalıydı. Bunu
gerçekleĢtirmek içinde gerekirse güç kullanılmalıydı. ABD‟nin ve dünyanın daha
güvenli bir yaĢama alanı için demokrasinin yaygınlaĢtırılması gerektiğine inanan
Strauss, Amerikan değerlerin yüceltilerek yaygınlaĢtırılmasını savunmuĢtur (Akdemir
2007).
Neocon düĢüncenin çekirdek kadrosunu Yahudiler oluĢturmaktadır. Buna karĢın
içerisinde sayıları önemsenecek derecede Hıristiyan Protestan-Evanjelik ve az da olsa
Hıristiyan-Katolik gruplar da bulunmaktadır. Evangelizm, anlam olarak kutsal kitaba
yönelmek demektedir. Bugünkü anlamı ile evangelizm, ABD‟deki Hıristiyan
toplumunun aĢırı tutucu kısmını ifade etmektedir. Evangelistlere göre 2000‟li yıllarda
kıyamet kopacak ve Hz. Ġsa Ortadoğu‟da dünyaya geri gelecektir. Ġsa geldikten sonra iyi
ile kötü arasında savaĢların olacağına inanmaktadırlar. 100 milyonun üzerinde
Evangelistin yaĢadığı ABD‟de, George W.Bush‟da bu grubun içinde yer almaktadır.
Ġddialara göre SSCB‟nin dağıtılması, Ġsrail ile birlikte ittifak kurulması ve “Yıldız
SavaĢları” fikirlerinin Yeni Muhafazakârlara ait olduğudur. 1992 yılında hazırlanan
Savunma Politikası Rehberinde çok önemli iki nokta dikkati çekmiĢtir. Birincisi, Soğuk
SavaĢ sonrası dünyada ABD‟ye karĢı süper bir gücün çıkmasının önlenmesi, ikincisi ise,
ABD değerlerinin ve çıkarlarının korunmasıdır. Basına sızan bu taslak acelece rafa
kaldırılmıĢ fakat BaĢkan Bush‟un 17 Eylül 2002 tarihinde yayınladığı Bush Doktrininin
de temelini oluĢturmaktadır. Neoconlara göre Ģu an, Huntington‟un Medeniyetler
Çatışmasının baĢladığı ve 11 Eylül‟ün bir üçüncü dünya savaĢı olduğudur. Onlara göre
savaĢın yaĢanacağı yerinde Ortadoğu olacağı inancının taĢınmasıdır (Akdemir 2007).

77
11 Eylül tarihi dünyanın hatta daha da özel olarak Ortadoğu‟nun kaderini değiĢtiren,
Müslümanlara biçilen pay nedeni ile bir o kadar da talihsiz bir dönüm noktası olmuĢtur.
Ġnsanlık tarihi, bu denli acımasızca ve binlerce masum insanın ölümünün haince bir
saldırı sonucu kaybetmiĢ olması ile görülmemiĢ bir olay olarak karĢı karĢıya kalmıĢtır.
O gün normal seferlerini yapmak üzere havaalanlarından kalkan uçaklardan dördü,
toplamda on dokuz terörist tarafından kaçırılmıĢtır. Uçaklardan birinin hedefinde
Pentagon vardı ve hedefe amaçlarını tam anlamıyla gerçekleĢtiremese de çarpmıĢtır.
Ġkisi New York‟ta bulunan Ġkiz Kulelere çarpmıĢtır. Sonuncusunun hedefi ise Amerikan
Kongre Binası ve Beyaz Saray‟dı ama yolcuların kahramanlıkları sayesinde boĢ bir
tarlaya düĢürülmüĢ ve içindeki herkes ölmüĢtür. 11 Eylül 2001 günü yaklaĢık olarak
3.000 kiĢi hayatını kaybetmiĢtir (Cleveland 2004, s.592).

O gün Amerika büyük bir Ģok yaĢarken tüm dünya da olayı televizyonlarından canlı
izlemiĢtir. Ġkiz kulelerin kuzey kulesine çarpan ilk uçak görüntüsünün ardından ilk
tepkiler kaza olduğu düĢüncesi taĢırken ikinci uçağında 18 dakika sonra güney kuleye
çarpması ile bir anda iĢin rengi değiĢmiĢ ve bunun bir kasıtlı saldırı olduğu anlaĢılmıĢtır.
Bu noktadan sonra halk arasında panik ve korku kol gezmeye baĢlamıĢtır. Aslında
saldırıların rotası Ģu Ģekilde idi: dört uçak da iki saatlik zaman dilimi içerisinde
havalanmıĢtır. Bu uçaklardan ikisi Boston‟dan, üçüncüsü Washington‟dan dördüncüsü
ise Newark, New Jersey‟den havalanmıĢtır. Dördününde istikameti Californiya
eyaletine doğru çevrilmiĢtir. Dört uçakta da teröristler sadece bir maket bıçağı ile uçuĢ
ekibini etkisiz hale getirebilmiĢtir. Ġlk uçak sabah 8:48 de kuleye çarpmıĢ ikincisi ise
09:06‟da diğer kuleye çarpmıĢtır. Üçüncü uçak ise yarım saat sonra Pentagon‟a
çarpmıĢtır. Son uçak ise saat 10:10‟da Pensilvanya açıklarındaki kırsal alana düĢmüĢtür.
Dünyada ise bu iĢi kimin yapmıĢ olacağına dair bir takım söylentiler dolanırken en
kuvvetli ihtimal tarihteki Nagasaki ve HiroĢima‟nın intikamı olarak Japonların yapmıĢ
olabileceği fikri dünya halkları arasında konuĢulmuĢtur (Hook ve Spanier 2013, s. 276-
277).

11 Eylül saldırıları Amerikan tarihindeki en büyük terör saldırıları olmuĢtur.


Amerika‟nın kısmen de olsa izolasyonist bir fikirde olduğu o günlerde yapılmıĢ olan
saldırılar Amerikan halkının derinden sarsmıĢ ve büyük sarsıntı yaĢatmıĢtır. Son on
yıldır ABD çeĢitli terör olaylarına maruz kalmıĢ fakat 11 Eylül saldırıları ilk kez kendi

78
topraklarında beklenmedik bir zamanda ve baĢka bir ülkeden gelen teröristlerce
yapılmıĢ büyük bir saldırıyla karĢı karĢıya kalmıĢtır. 11 Eylül saldırılarının amacı
Amerikan halkının refahı, baĢarısı, güvenliği ve ekonomisini yıkmak olmuĢtur.
Amerika‟nın 11 Eylül‟e kadar terör ile mücadelesi küçük çaplı operasyonlar ve
bombalamalar ile sınırlı kalırken, 11 Eylül sonrasında ise Ģimdiye kadar uyguladığı tüm
politikaları bir yana bırakarak ve çok kapsamlı bir hal almaya baĢlamıĢtır. Bush
yönetimi ve Amerikan halkı artık uluslararası terörizmle mücadele etmek için bir araya
gelip düĢünmeye baĢlamıĢlardır. 11 Eylül saldırıları Amerika‟yı felce uğratmıĢ ve
günlük yaĢam durmuĢtur. New York‟taki pek çok market, dükkân ve birçok eğlence
yerleri kapanmıĢtır. Hatta yurt dıĢından New York‟ta iĢ yapan bazı firmalar da
Ģubelerini kapatmıĢlardır (Küntay 2011, s.16-17).

11 Eylül saldırıları dünyada pek çok Ģeyi bir anda değiĢtirmiĢtir. Fakat en büyük
değiĢiklik doğal olarak korkunun, psikolojik travmanın, kızgınlığın ve güvensizliğin
yaĢandığı Amerika‟da olmuĢtur. Saldırıların ve sonrası üzerinde her boyutuyla
durulmuĢ ve değerlendirilmiĢtir. Amerikalı karar vericiler de bu olaydan son derece
etkilenmiĢ ve bireysel özgürlüklerden dıĢ politikaya kadar birçok konuda kararlar
almıĢlardır. Bu kararların en önemlileri arasında havacılık stratejilerinde, istihbarat
birimlerinde ve göçmen politikalarında alınan kararlar çarpıcı olmuĢtur. Aslında alınan
kararların daha önceden üzerinde çalıĢıldığı fakat 11 Eylül saldırıları ile gün yüzüne
çıkmıĢ olmasıdır. Bunlardan biri de Soğuk SavaĢ zamanında Komünizme karĢı
Neoconlar tarafından hazırlanmıĢ tedbirlerin, saldırılar sonrası 2001 Vatansever Yasası
adıyla çıkarılmasıdır (ĠĢyar 2013, s.250).

12 Eylül 2001 tarihinde BaĢkan Bush, saldırıları yapanların Ulusal Güvenlik Konseyi
görüĢmeleri boyunca CIA yöneticisinin sunduğu Ulusal Güvenlik Ajansının hazırladığı
rapora göre terör saldırılarının organizatörü El-Kaide ve Taliban olduğunu öğrenmiĢtir.
Bu bilgi ıĢığında da Amerikan halkına bir açıklama yapmıĢtır (Küntay, 2011, s.18).
Amerikan yöneticileri çok geçmeden terör saldırılarına karıĢanların Ortadoğu kökenli
olduklarını söyleyip, saldırıların “uluslararası radikal Ġslami akımı” destekleyenler
tarafından yapıldığını ilan etmiĢtir. Amerikalıların gözünde bu saldırıları planlayan ve
gerçekleĢtirenlerin Müslüman teröristlerce yapılmasının temel nedeninin siyasi bir amaç
gütmeyen fakat Batı uygarlığını ve değerlerini hedef alan Ģeytani güçlerce yapıldığına

79
inanmıĢlardır. ABD ve müttefikleri saldırıların esas sahibi olarak Usame Bin Ladin‟i
göstermiĢ ve ilk olarak hedefe de onu koymuĢlardır. Uzun vadeli hedeflerinde ise dünya
genelinde tüm uluslararası terörizme destek veren ülkeleri ve kitle imha silahlarını
üreten ya da sahip ülkelerin yok edilmesi olmuĢtur. Bush yönetimi bu hedeflere ulaĢmak
için ise bundan sonra karĢılıklı iliĢki içinde olmadan doğrudan, çevreleme politikasının
dıĢında ve aktif bir Ģekilde müdahale edeceğini bildirmiĢtir. Zaman içerisinde Bush
doktrini olarak anılmaya baĢlanacak olan bu konuĢmalar çok sert bir Ģekilde devam
etmiĢtir (Uslu 2012 s.187-188).

Dini terörün Ortadoğu‟dan çıktığına inan Amerikalılar bunun nedenlerini Osmanlı


Ġmparatorluğu‟nun çöküĢü ile ve özellikle de II. Dünya SavaĢı sonrası Ortadoğu‟nun
Batılı liderlerce çizilmesine kızgın olan militan Ġslam yandaĢlarının zamanla artan
öfkesine bağlamıĢtır. Bunun yanında birde Ġsrail devletini kurulması ile Batılı
devletlerin Yahudilere verdikleri destek eklenmiĢtir. Diğer taraftan da Ġslami militanlar
baĢta ABD olmak üzere Batılı güçleri, Ortadoğu‟nun petrolünün sömürülmesinde
kendilerince yetiĢtirilmiĢ zorba ve diktatör liderler aracılığı ile pay sahibi yapmalarına
aĢırı kızgın oluĢlarıdır. Petrol üretimi artmıĢ fakat bölge halkı kalkınmamıĢtır. Son
olarak da bölge halkının Kur‟an‟ın anlattıklarına ters bir Ģekilde, Batının bölgeyi
etkileĢtirmek istedikleri kültürün onları yozlaĢtırdığına inanmaktaydılar. Çünkü serbest
yaĢam tarzı ve siyasal özgürlükler ile birlikte materyalizm fikri, Kur‟an da geçen
öğretilere ters düĢmekteydi. Ġslami militanlara göre Batılı devletler, bölgede Osmanlı
Ġmparatorluğu‟nun bıraktığı kültüre ve devamlı bir Ġslami yönetime engel olmaktaydı.
ABD‟de Soğuk SavaĢ döneminde Komünizme karĢı yürüttüğü politika sonucu Ġslami
yükseliĢe önem vermemiĢtir. ABD için ulus devletler ancak kendilerine sorun
çıkarabilirdi. ABD için Ortadoğu‟dan gelebilecek tehdit olamazdı ve hiçbir devlet buna
yanaĢamazdı. Çünkü Amerika güçlüydü. Soğuk SavaĢın bitimi neĢe içinde yaĢanırken
Amerikalılar yaklaĢmakta olan terör tehlikesini görememiĢti. Clinton dönemi bu
konulara eğilim olmuĢtur. Bunun nedeni de 1990‟lı yıllar da New York‟taki Dünya
Ticaret Merkezi‟ne yapılan patlayıcılı saldırı ve Virginia eyaletindeki CIA bürosunun
kurĢunlanması gibi bir dizi saldırıların baĢ göstermesi olmuĢtur. Clinton 1995 yılında
federal kurumlar arası koordinasyon kurularak gelecekteki tehlikeleri sezebilmek adına
BaĢbakanlık Karar Direktifi yayımlamıĢtır. Amerika‟nın terör saldırılarına maruz
kalmasının birkaç sebebi vardır. Bunlardan biri, açık toplum olmasından

80
kaynaklanmaktadır. Çünkü açık toplum gereği sınırlar, havaalanları ve sahil Ģeritleri
ciddiye alınmadan korunmaktaydı. Yabancı vatandaĢların varlığı, kolay vize alımı ve
öğrenci kabulünün yanısıra petrol ve ekonomik piyasa girdileri olarak dıĢa bağımlılık
sonucu ülke içine her an giriĢ yapılabilirdi. Buna ilave olarak demokrasinin gereğince,
Kongre‟nin toplantı tutanaklarının ve kayıtlarının çoğunun halka açık olması ve düĢman
kiĢilerce de kolayca ulaĢılabilir olmasıydı (Hook ve Spanier 2013, s: 270-275).

11 Eylül saldırıları üzerinden on beĢ yıl geçmiĢ olmasına rağmen halen daha
gerçekleĢtirilen eylemin gerçek nedenlerine ulaĢılamamıĢtır. ABD saldırı sonrası
teröristlerin El-Kaide mensubu üyelerince yapıldığını bildirmiĢ, Ladin‟i sakladığı
düĢünülen Taliban yönetimini de sorumlu tutarak Afganistan‟a saldırmasına rağmen
grubun lideri Usame Bin Ladin‟i ancak 2011 yılında gerçekleĢtirilen operasyon
sonucunda, dönemin BaĢkanı Obama tarafından ölüm ilanı halka duyurulmuĢtur. 11
Eylül saldırılarının aslında kapsamlı ve ayrıntılı bir planlama ile yapılabildiği zaman
içinde daha da net görülmüĢtür. Kaçırılan uçakların hangi noktalara çarptırılırsa en
büyük etkiyi yaratacağı konusu bile baĢlı baĢına bir mühendislik bilgisi
gerektirmektedir. Ġkiz kulelerin yapımında kullanılan metal kolonların
mukavemetlerinin her türlü sarsıntıya karĢı en sağlam malzemeden yapıldığı
düĢünülürse bu çarpmanın Ģiddetinin hesabı da o derece hesaplanmıĢ olmalıydı. Saldırı
ABD ile aralarındaki güç dengesinin ne kadar çok olduğu da göz önüne alınırsa bu
savaĢ bir tür asimetrik savaĢ olarak düĢünülebilir. Amerika‟da bazı yazarlar bu savaĢı
“gri savaĢ” olarak nitelemiĢlerdir. Yani düĢmanın kimliğinin ve içinde bulunulan
savaĢın gerçekliğinin kabulünün olmayıĢı da denilebilir (Özdemir 2002).

6.1 BUSH DOKTRĠNĠ

Aslında, Bush doktrini 11 Eylül saldırılarından çok önce Clinton döneminde baĢlayan
bir alt yapıya sahiptir (Daha önce de belirtildiği gibi 1992 yılı Savunma Politikası
Rehberi‟nin yayınlamasından da gelen fikirlerden oluĢtuğudur). 11 Eylül‟den sonra son
Ģeklini almaya baĢlayan doktrin tek bir belge ile ortaya konmamıĢtır. Doktrinin temel
nedeni 11 Eylül‟dür fakat içeriği açısından farklı yerlerde yapılmıĢ ve yayınlanmıĢ
olmasına rağmen geliĢerek hareket kazanmıĢtır (Pirinççi 2011,s.100). Literatüre geçen
doktrinin içeriği esasında BaĢkan Bush‟un 2002 ve 2006 yıllarında yayınlanmıĢ ulusal

81
güvenlik stratejilerinden oluĢmaktadır. Bu stratejilere dikkatle bakıldığında ABD‟nin
güvenlik ve tehdit unsurlarının değiĢmiĢ olduğu görülmektedir (Mütevellioğlu 2011).

2002 ulusal güvenlik stratejisini incelediğimizde, ABD‟nin özgürlük ve barıĢ için


mücadele edebilmek adına terörist ve benzeri düĢüncelerden gelen her tehdide karĢı
barıĢı savunacaklarını ifade ettiği görülmüĢtür. Bu politikada hem teröristlerle mücadele
edeceklerini söylerken hem de kitle imha silahları ile olası saldırıları önlemek için
çalıĢacaklarının da altı çizilmektedir. Bush, aynı zamanda girilen savaĢın süresinin ve
kimliklerin belirsiz olduğunu ifade edip savaĢın birkaç cephede süreceğini
belirtmektedir. Terörizmi finanse eden tüm devletler saptanacak ve buraya akan mali
yardımların kesilmesi için çalıĢacaktır. 2006 yılı ulusal güvenlik strateji belirlenirken
BaĢkan Bush‟un takımındaki ekibe bakarsak, Cheney, Card, Hadley, Negroponte, Goss,
Abizaid, Pace, Rumsfeld ve Condoleezza Rice‟dan oluĢtuğu görülmüĢtür. 2006 yılı
ulusal güvenlik stratejisinde ise yine terör ile mücadele çerçevesinde ve kitle imha
silahları barındıran ülkeler olası tehditlere karĢı düĢman ilan edilmektedir. Bunun yanı
sıra diktatörlerin yıkılması ile yerlerine gelecek rejimlerin ABD‟nin çıkarlarını ve
uluslararası sistemde sorumluluk alacak yeni rejimler inĢa etmek gerektiğini
söylemiĢtir. Amerikan halkının güvenliğinin kalıcı olabilmesi için bu devletlerin
demokratik ve iyi yönetilen devletler olarak dünyaya kazandırılmalarından da
bahsedilmektedir. ABD terörle mücadele ederken bunun bir dinler savaĢı olmadığını
belirtmiĢtir. ABD, Ortadoğu‟daki amaçları arasında dost Müslüman ülkeler ile birlikte
çalıĢmak istediklerini bu doktrin ile açıklamıĢtır. ABD ile birlikte hareket edecek her
dost Müslüman ülkeleri de güçlendirmek için desteklerini devam ettireceklerini dile
getirmiĢtir (The White House 2002).

Bu doktrinin oluĢmasının alt yapısına bakıldığında, Soğuk SavaĢ sonrası belirmeye


baĢlayan küreselleĢmenin sancılarının yanı sıra ABD dıĢ politika üreticilerinin daha
evvel desteklediği birçok uluslararası kurumlar ile arasında çatlak oluĢmaya baĢlamıĢ
olduğu görülmüĢtür. Amerikan politikasındaki çok taraflılıktan tek taraflılığa dönüĢ
Clinton döneminde baĢlamıĢtır. Çünkü her ne kadar Clinton baĢkan dahi olsa Kongre
üyelerinin çoğunluğunu oluĢturan Cumhuriyetçiler askeri harcamalar dıĢındaki
harcamaların kısılması konusunda baskı yapmaktaydı. Clinton bu baskılara daha fazla
dayanamamıĢtır. Kongre‟nin isteklerini yapmak durumunda kalmıĢtır. Fakat ABD‟nin

82
çok taraflılıktan çekilmesi George W. Bush baĢkan seçildiğinde daha da artmıĢtır.
Bunun en belirgin örnekleri de ulusal güvenlik danıĢmanı olan Condoleezza Rice‟ın
bakıĢ açısına göre, Amerika II. Dünya SavaĢı sonrası dünya devletlerini kendi
demokratik çerçevesine tam anlamı ile oturtamamıĢtır. Bu bağlamda kendi
egemenliklerini tehdit eden ülkeleri güçlendirdiğini ifade etmiĢtir. Bir baĢka örnek de
Rusya ile baĢlatılmıĢ olan Anti-Balistik Füze AnlaĢması‟nın artık hükmünün kaybolmuĢ
olduğunu gerekçe gösteren Bush‟un bu anlaĢmadan çekilmesidir (Hook ve Spanier
2013, s. 266-268).

2001 yılının ilkbaharında iki olay, Amerika‟nın tek taraflılığa hatta izolasyonist tutuma
dönmesine örnek teĢkil etmiĢtir. Birincisi, Bush‟un BM Ġklim DeğiĢikliği Çerçeve
SözleĢmesi‟nin Kyoto Protokolü‟nü feshetmesidir. Bu anlaĢma 83 sanayileĢmiĢ
ülkelerin sera gazı emisyonlarının azaltılmasını talep eden bir anlaĢmaydı. Aslında
dünya genelin de ABD, sera gazını en fazla, yaklaĢık olarak toplamın dörtte birini,
üreten devlet olmasıdır. Ġkincisi, BM‟nin 2001 yılı Mayıs ayında yapmıĢ olduğu Ġnsan
Hakları Komisyonu‟nun panelinde ABD‟ye yer vermemesi olmuĢtur. Bunun neticesinde
de ABD, BM‟ye olan borcunu ödemeyeceğini beyan etmiĢtir (Hook ve Spanier 2013, s.
268-270).

Birde bunlara ilaveten Bush dönemi neoconların varlıklarının üzerinde durulması


olacaktır. Primakov‟un “Rüyasız Dünya” adlı kitabında da belirttiği gibi, Jimmy
Carter‟ın baĢkan yardımcılığını yapan Walter Mondale‟nin 2007 yılında gerçekleĢtirilen
Uluslararası EtkileĢim Konseyi‟nin 25. oturumunda yaptığı konuĢma metninin bir
kısmında, neoconlardan bahsetmiĢtir. Mondale‟nin dediğine göre, Ġkinci Dünya SavaĢı
sonrası ABD‟nin uzun dönemde barıĢ ve refahın sağlanması için oluĢturulan ve diğer
uluslarında katıldığı yeni kurumların oluĢturulmasıydı. Bu kurumlar arasında BM, IMF,
GATT ve Dünya Bankası‟nı saymıĢtır. BaĢlangıçta bu kurumlar büyük baĢarılara imza
atmıĢlardır. Fakat günümüze gelindiğinde ise durum değiĢmeye baĢlamıĢtır. Durumun
değiĢmesinin en büyük etkeni ise neoconlardır. Çünkü bu grup ABD‟nin daha çok
askeri gücünü artırmak için uğraĢtığını ve “ya bizimlesiniz ya da bize karĢınız” gibi net
ifadeler ile karĢılaĢtıklarını dile getiren Mondela, devamında neoconların kötülüğü yok
etmek istediklerini belirtirken dahi dini sezgilerin olduğunu söylemiĢtir. Bunu da onlara
karĢı bir tutum içinde olduklarında karĢı tarafa söyledikleri söz ile doğrulamaktadır. Bu

83
sözler ise, karĢı çıkanların ahlaki prensiplerinin olmadığı görüĢüdür (Primakov 2010,
s.27-29).

En ünlü neoconlar arasında, Paul Wolfowitz, Douglas Feith, Lewis Libby, Elliot
Abrams ve Richard Perle sayılabilir. Wolfowitz, 1977 yılında Pentagon‟a Savunma
Bakan Yardımcısı olarak girmiĢ ve daha sonraları Nixon, oğul Bush yönetiminde ve
CIA‟de istihbarat biriminde görevler almıĢtır. Feith ise, 1980 yılının baĢında Ulusal
Güvenlik Konsey‟inde Ortadoğu uzmanı olarak çalıĢmıĢ sonrasında da Amerikan
Federal SoruĢturma Bürosu (FBI), Feith‟ın gizli belgeleri Ġsrail‟e verdiğini tespit etmesi
sonucu Feith konseyden ayrılmak zorunda kalmıĢtır. BaĢkan Bush döneminde tekrardan
Savunma Bakanlığında çalıĢmak üzere çağrılmıĢtır. CIA‟de Feith‟in El-Kaide ile Irak
arasındaki iliĢkiler konusunda güvensiz kaynak kullanması üzerine dikkatleri üzerine
çekmiĢtir. Libby ise, Wolfowitz‟in Yale Üniversitesinden öğrencisi olup 1981 yılında
hocasının isteği üzerine Ortadoğu ve Güneybatı Asya uzmanı olarak DıĢiĢleri
Bakanlığına çağrılmıĢtır. Libby, Baba Bush‟un yönetiminde de göreve getirilmiĢ
sonrasında Feith gibi skandallara adı karıĢmıĢ ve neticesinde de mahkeme kendisini iki
buçuk sene hapse mahkûm etmiĢtir. O da Feith gibi asılsız bilgi kullanımı ile Irak
hakkında yanıltıcı bilgiler sunmuĢtur (Primakov 2010, s.27-30).

Abrams ise, ABD DıĢiĢleri Bakanı yardımcılığı görevi yaptığı süre içerisinde Ġran ile
ilgili gizli silah satıĢı davasında yalancı tanıklık yapmaktan yargılanmıĢ fakat
tutuklanmamıĢtır. Sonrasın da ise Condoleezza Rice‟ın yardımcısı olarak çalıĢmıĢtır.
Oslo‟da Filistin ve Ġsrail arası barıĢ görüĢmelerine Ģiddetle karĢı çıkmıĢtır. Bunun için
Amerika‟da birçok komite kurarak bu konuda çalıĢmalar dahi yapmıĢtır. Perle ise siyasi
hayatına Wolfowitz ile baĢlamıĢtır. Daha çok SSCB ile ilgili konularda görev almıĢtır.
Reagan döneminde Savunma Bakanının uluslararası güvenlik yardımcılığı görevini
üstlenmiĢtir. 1981-1987 yılları döneminde Pentagon‟da çalıĢmıĢtır. Bu süre içerisinde
SSCB ile yapılan bütün silahsızlanma anlaĢmalarına muhalefet olmuĢtur. BaĢkan
Reagan üzerinde de etkisi olmuĢtur ve 1986 yılında SSCB‟de yapılan silahsızlanma
görüĢmelerinin önemli bir adımında bir anda geri çekilen Reagan‟ın sözü Perle ile aynı
olmuĢtur. Gorbaçov „evet‟ demiĢken Perle „hayır‟ demiĢ ve Reagan da „hayır‟ demiĢtir.
Görüldüğü üzere ABD dıĢ politika tarihinde, yeni muhafazakârların etkisi, baĢkanlar
üzerinde oldukça fazla yer tutmuĢtur. Özellikle barıĢ konularında hep muhalefet içinde

84
oldukları göz önüne gelmiĢtir. Yeni muhafazakâr grupların aslında dünya barıĢından
yana olmadıkları sadece kendi fikirlerinin ve felsefelerinin gereği, tek üstün güç olma
yolunda hareket ettikleri görülmektedir. Bu hedef üzerine de dünyayı ve Ortadoğu‟yu
Ģekillendiremeye çalıĢmaktadırlar (Primakov 2010, s.30-34).

Ortadoğu‟nun Ģekillendirilmesinde en önemli etken hiç Ģüphesiz 11 Eylül saldırıları


sonucu olmuĢtur. Daha önce “Yeni Dünya Düzeni” adı altında Ģekillendirilmeye
baĢlanan Ortadoğu, 11 Eylül saldırıları ile beraber çok hızlı bir Ģekilde yapılandırılmaya
baĢlanmıĢtır. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD dıĢ politikası tamamen değiĢmiĢtir.
Soğuk SavaĢ zamanı Amerikan dıĢ politikası Sovyet tehdidini çevreleme ve caydırıcılık
üzerine iĢlerken Soğuk SavaĢ sonrasında ise “Yeni Dünya Düzeni” adı altında serseri
devletler ve milliyetçilik üzerine mücadele olmuĢtur. Fakat 11 Eylül saldırıları öylesine
bir etki yapmıĢtır ki Bush bir anda tüm dünyayı karĢısına alabilecek kadar kızgın ve
sinirli bir durum sergilemiĢtir. Ulusal ve ekonomik güvenliklerine yapılan bu terör
saldırıları sonucu ABD‟nin yeni dıĢ politikası tamamen terör ile savaĢ üzerine
Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Bush terörizmle savaĢı ABD‟nin temel hedefi haline
getirmiĢtir (Pirinççi 2011, s. 100-101).

Bush‟un doktrinin prensipleri incelendiğinde, terör ile mücadelede hangi devletleri


hedef aldığı anlaĢılmaktadır. Bush‟un „Ģer ekseni‟ adını verdiği Irak, Ġran ve Kuzey
Kore‟dir. Bush‟un 29 Ocak 2002‟de yapmıĢ olduğu Ulusa SesleniĢ konuĢmasını
hazırlayanın ise neoconlardan olan David Frum‟ın yapmıĢ olması da ayrıca manidardır.
Bush bu devletleri hedef göstermiĢ ve „bizimle olmayan‟ devletler sınıfına direkt
koymuĢtur (Primakov 2010, s 36).

Bush yönetiminin Ortadoğu politikasının yeniden Ģekillenmesinde üç ana hedefi


olmuĢtur. Ġlk olarak, II. Dünya SavaĢı‟ndan beri süre gelen petrolün bölgedeki
rezervlerinin % 66‟sını barındırması, Amerikan hegemonyası için elde edilmesi gereken
en önemli yer olmuĢtur. Bunun yaınsıra, Bush‟un, Amerika‟nın dünya gücü olma
yolundaki en büyük tehdidin Arap Müslüman kimliğinden geldiğine inanan ve
Huntington‟un meĢhur “Medeniyetler ÇatıĢması” tezi çerçevesinde hareket eden
yönetimden oluĢması. Bu yönetim aynı zamanda 11 Eylül saldırılarını bu tezin bir
savunması olarak görmüĢtür. Soğuk SavaĢ sonrası ABD‟nin “Yeni Dünya Düzeni”ni
aksatan güçler olarak Irak ve Ġran‟ın politikalarının varlığı da bölgedeki ABD

85
politikalarına kafa tutmaktaydı. Son olarak neoconların Ġsrail‟in güvenliğine verdikleri
özel önem neticesinde Hıristiyanlığın sağı ve Likud yanlısı Yahudilerin güvenliği için
var olan tehditlerin ortadan kaldırılması ve bölgenin bu çerçevede yeniden
düzenlenmesidir (AltunıĢık 2009).

Ġngiltere‟nin BaĢkanı olan Tony Blair, kaleme aldığı “Tony Blair Bir Yolculuk” adlı
kitabında, Amerika‟nın yaĢamıĢ olduğu bu trajediyi an ve an yazmıĢtır. Kitaptan alınan
bilgiler ıĢığında, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD‟nin yanında olduğunu bildiren pek
çok devlet olmuĢtur. Özellikle Ġngiltere, bu saldırıların sadece ABD‟ye değil kendilerine
de yapılmıĢ bir saldırı olduğunu söylemiĢtir. Onların gözünde 11 Eylül saldırıları
Batı‟nın değerlerine yapılmıĢtır. Çünkü ikiz kulelerde sadece ABD Ģirketleri ve
çalıĢanları değil aynı zamanda birçok devletin temsilcileri, personeli ve iĢyerleri
mevcuttu ve her ırktan, dinden ve devletten insanlar çalıĢmaktaydı. O günden sonra
Ġngiliz gazeteleri manĢetlerinde “Savaştayız” baĢlıklarını atmaya baĢlamıĢlardır.
Amerika tarihinde buna en yakın olay ise Pearl Harbor olmuĢtur. Arap dünyasından da
saldırıyı kınama mesajları gelirken bir tek Irak lideri Saddam, kendi devlet televizyonun
da “Kahrolsun Amerika” marĢını çaldırmıĢtır. Yaser Arafat, saldırıları kınamıĢ olsa da,
Filistinliler sevinç gösterileri yapmıĢtır. Blair‟e göre, terör saldırıları sınırlı düzeyde bir
hasar için planlanmamıĢtı. Sınırsızdı ve çok acımasızcaydı. Bu saldırıların bir insani
amaçtan çok bir Tanrı inancından ilham aldıklarını belirtmektedir. Bu inancın ise
Ģeytanca bir tarafı olduğunu söylerken aynı zamanda saldırı ile savaĢ ilan edilmiĢ
olduğunu söylemiĢtir. Blair‟e göre saldırı kendilerini çatıĢmanın içine çekmek için
yapılmıĢtır. Belki de Blair haklıydı çünkü olayın üzerinden on beĢ yıl geçmiĢ olmasına
rağmen halen Ortadoğu‟da savaĢ devam etmektedir. Aynı gün içerisinde sırasıyla Putin
(Rusya), Schroeder (Almanya) , Chirac (Fransa) ve Berlusconi (Ġtalya) ve bir sonraki
gün de BaĢkan Bush ile görüĢen Blair, birlikte hareket edeceklerini anlamıĢtır.
Birbirlerine destek sözü vermiĢlerdir (Blair 2012,s.375-379).

Blair‟in de (2012, s. 380) kitabında açıkladığı gibi;

Kitlesel terörizm dünyamızın yeni felaketidir. Bu saldırıyı yapanların insan


hayatının kutsallığına ya da değerine hiç saygıları yok ve dünya demokrasileri
olarak bizler, bunu yenmek ve yok etmek için bir araya gelmeliyiz. Bu ABD ile
terörizm arasında bir savaş değil, özgür ve demokratik dünyayla terörizmin
savaşıdır. Bu nedenle biz Britanyalılar, bu trajedi anında Amerikalı dostlarımızla
omuz omuza duruyoruz ve onlar gibi biz de, bu kötüler dünyamızdan temizlenene
kadar rahat etmeyeceğiz.

86
Blair‟in kullanmıĢ olduğu “omuz omuza” onlar için hem bir prensip hem de ulusal bir
çıkar olmuĢtur. Blair, bu saldırının sadece ABD‟ye yapılmıĢ olmasına inanılmaması
gerektiğini söylerken ABD‟nin özgür dünyanın lideri olduğuna dikkat çekmektedir. O
nedenle saldırı ABD adı altında tüm Batı dünyasına yapılmıĢtır (Blair 2012,s.379-389).

Blair 20 Eylül günü ABD‟ye ikinci kez gidiĢinde arkasına almıĢ olduğu liderlerinde
desteği ile aldığı karar sonucu ABD‟nin yanında olduklarını ve onları kucakladıklarını,
dayanıĢma içinde ellerini uzatmak istediklerini Amerikan BaĢkanı Bush‟a hissettirmek
istemiĢtir. Blair‟e göre bu destek sadece BaĢkan Bush‟un halkına sesleniĢinden ibaret
olmamalıydı. Daha ziyade dıĢ dünyanın da sempati ve sorumluluk alma duygularına
yönelik olmalıydı (Blair, 2012, s.389).

BaĢkan Bush‟un konuĢmasını yapmak üzere çalıĢma yaptığı Oval Ofis‟e gelen Blair,
Bush‟un yapacağı o tarihi konuĢmayı son kez gözden geçirdiğini görmüĢtür. Blair ve
Bush‟un eĢi Laura, Kongre Salonu‟nda yan yana oturup birlikte konuĢmayı dinlemeye
karar vermiĢlerdir. Blair anılarında o geceye dönük olarak, BaĢkan Bush hakkında iki
kanaate varmıĢtır. Birincisi, Britanya‟nın ve kendisinin dostluğuna ve samimiyetine
inanan bir Bush, ikincisi ise, Bush‟un hiçbir Ģekilde paniklemediğini, sinirli ve endiĢeli
görünmediğini belirtmiĢtir (Blair 2012, s. 391).

BaĢkan Bush terör saldırılarını bir savaĢ nedeni ilan etmiĢtir. 11 Eylül‟ün akĢamında
Amerikan televizyonlarından yaptığı konuĢmada, sadece uçakların çarptığı yerdekilerin
arkasında olan kiĢilerle değil tüm terör ile savaĢacaklarının ilanı vermiĢ oluyordu.
Teröre destek çıkan ve onları besleyen kendilerine karĢı her tavrı da bu sınıfa koyarak
saldırı yelpazesini geniĢletmiĢtir. Bunun neticesinde 20 Eylül günü Kongre‟nin birleĢik
oturumunda doktrinini daha sertleĢtirerek demokrasi karĢıtı devletlere açıkça meydan
okumaktaydı. Dünya‟ya Ģöyle seslenmiĢtir Bush: “Her bölgedeki her devletin şimdi
vermesi gereken bir karar var,” diyerek devamında “Ya bizimlesiniz ya da
teröristlerle” demiĢtir. Böylece Bush dünya genelinde birçok devlete karĢı alacağı tavrı
net bir Ģekilde ortaya koymuĢtur. 11 Eylül saldırıları Amerikan tarihinde ve dünya
tarihinde 1991 yılında SSCB‟nin yıkılıĢı ile biten Soğuk SavaĢ Sonrası dönemi de
geride bıraktırmıĢtır. Artık dünyayı yeni ve belirsiz bir dönem beklemektedir. Burada
bilinen tek gerçek ise ABD‟nin artık en öncelikli hedefinin terörle savaĢ olacağıdır.

87
Bush doktrinin özünde önleyici savaĢ ve önceden vuruĢ stratejisi hâkim olmuĢtur (Hook
ve Spanier 2013, s. 279).

Blair; Amerikan baĢkanıyla aynı doğrultuda düĢündüğünü ve girilecek savaĢın


cezalandırıcı olmamasının gerekliliğini bildirmiĢtir. Yine Blair‟e göre bu öyle bir savaĢ
olmalıydı ki özgürlük getirmeliydi. Bu savaĢın bir intikam duygusu içerisinde olmadan,
sadece Usame Bin Ladin‟in barındığı Afganistan değil daha fazlasına hitap etmesi
gerektiğine de inanmıĢtır. Bu savaĢ düĢük bir ideoloji savaĢından daha ziyade üst
düzeyde planlanmıĢ ve uygulanabilir bir savaĢ olmalıydı. Sonucu ne olursa olsun bu
uğurda savaĢılmalıydı. Çünkü Batı değerleri söz konusuydu. Hedef sadece Taliban‟ın
mağlup edilmesi ve ortadan kaldırılması değildi orada demokrasiyi getirmek en büyük
amaç olmuĢtur. Afganistan‟ın baĢarısız bir devlet oluĢundan dolayı bir terör yuvası
haline geldiğini ve bunun da ancak orada rejim değiĢikliği yapılarak kendi
düĢüncelerinin oturtulması ile sorunların çözüleceğine inanmıĢlardır. Bunu önleyici
vuruĢ strateji ile gerçekleĢtirmiĢlerdir (Blair 2015, s. 393-395).

Ġkinci bir konu da önleyici savaĢ ki bu da olası bir kitle imha silahı saldırılarına karĢı
hem bölgeyi hem Batı‟yı koruma altına almak olacaktı. Bu bağlamda ise ön plana çıkan
devlet ise Irak olmuĢtur. Gerek kimyasal gerek ise biyolojik silahlara sahip olmaları
durumunda ikinci bir 11 Eylül saldırıları gerçekleĢtirebileceklerine inan Blair, buna
karĢı acil durum planı oluĢturmaları gerektiği konusunda Kongre‟yi uyarmıĢtır. BaĢkan
Bush‟da Blair‟in düĢüncelerini ve hedeflerini destekler nitelikte davranmıĢ ve ilk olarak
Usame Bin Ladin‟i yok etmek ile Taliban rejimini devirmek için Afganistan‟a savaĢ
açmıĢtır. Usame Bin Ladin‟i öldürememiĢlerdir ama Taliban rejimini devirmiĢlerdir.
Bir sonraki hedefi ise Irak olmuĢtur. ABD, Saddam‟ın kitle imha silahları barındırdığı
gerekçesi ile Irak‟a saldırmıĢ fakat uzun süren çetin bir savaĢın içinde kendilerini
bulmuĢlar ve bahsedildiği gibi de Saddam‟ın kitle imha silahlarına rastlayamamıĢlardır.
Gerçi BaĢkan Bush Afganistan‟a saldırmadan önce etki oluĢturmak için kendince on
dolarlık çadırlara on milyon dolarlık füzeleri fırlatmayı doğru bulmamıĢtır. Bunun
yerine Taliban‟ı sert bir Ģekilde uyarma gereği duymuĢtur. Fakat Taliban bu isteği geri
çevirmiĢtir. Blair, BaĢkan Bush‟a sürekli baskı yapmıĢtır. Var olan sorunlara
odaklanılmasını isteyen Blair, hem kendi hem de Bush‟un planını uygulamasını
istemiĢtir. Afganistan‟daki liderliği kendi istedikleri kiĢilere vermek gerektiğini

88
söyleyerek bir an evvel operasyonlara baĢlamasını istemiĢtir. Netice de 7 Ekim 2001
tarihinde Afganistan‟a askeri harekât baĢlatılmıĢtır (Blair 2015, s. 393-397).

6.2 BÜYÜK ORTADOĞU PROJESĠ (BOP)

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Afrika‟nın en batı ucu olan Fas‟tan baĢlayıp,
Hindistan‟ın batı sınırları, kuzeyde Türkiye‟nin Karadeniz kıyıları ile Arabistan Yarım
Adası‟nın güneylerinde Yemen‟i de içine alan, Müslüman olan ülkelerin, siyasi, hukuki,
bilgi birikimi, eğitimi, sosyal ve güvenlik konularının değiĢimini içeren ve
dönüĢümlerini kapsayan bir projedir. Bu projenin asıl çıkıĢ noktası aslında Soğuk SavaĢ
Sonrası döneme dayanmaktadır. Amerika‟nın Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi‟nin bir alt
baĢlığı olarak gündeme gelen proje zamanla Büyük Ortadoğu Projesi adını almıĢ ve en
son olarak da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) olarak anılmıĢtır (Erdönmez 2010).

Şekil 6.1: Büyük Ortadoğu Projesi Haritası

Rusya‟nın Kafkasya‟daki etkinliklerini arttırdığı 1995 yılında, ABD, DıĢ iĢleri kanalıyla
geliĢtirilen GOP adı verilen bir proje baĢlatmıĢtır. Rand Corparation‟da kıdemli üye
olan ve aynı zamanda eski ABD DıĢiĢleri Bakan Yardımcısı, Uluslararası Stratejik
AraĢtırmalar Enstitüsü baĢkanı olan Ronald D. Asmus, Rand Corparation‟da bu adla bir
bölüm kurmuĢtur. Bugün BOP‟ un hazırlayıcılarından olan Asmus çalıĢmalarını
geliĢtirirken Türkiye‟den de DıĢiĢleri Genel Sekreteri olan Özdem Sanberk ile ortak
çalıĢmalar da yapmıĢtır. Sanberk ve Asmus‟un, Wall Street Journal gazetesine vermiĢ
oldukları ortak makalelerinde Türkiye‟ye stratejik anahtar rolü biçildiğinden

89
bahsetmiĢlerdir. 1996 yılında Ġstanbul‟da yapılan bir toplantıda, bu proje Kissenger,
Wohlstetter, Wolfowiz, Perle ve Lewis tarafından açıklanmıĢtır (Ayan 2011).

1990‟lı yıllarda, ABD‟nin kendi topraklarında olmasa dahi yine de kendine yapılmıĢ
olan terör saldırılarına maruz kalan Tanzanya ve Kenya büyükelçiliklerinin
bombalanması üzerine, uluslararası terörizme karĢı olarak bir takım politikalar üretmek
üzere bu proje baĢlatılmıĢtır. Fakat BOP ancak 11 Eylül saldırılarından sonra iĢletilmek
üzere kapsamlı bir Ģekilde ele alınmaya baĢlamıĢtır. ABD klasik anlamda terörle
mücadele de baĢarılı olamayacağını anlayınca terörün kaynağı olarak gördüğü
Ortadoğulu Arap- Müslüman kimlikli örgütlerle baĢ edebilmek için bu projeyi
canlandırmıĢtır. Bunu da ilk olarak 11 Eylül saldırılarının sahibi olduğunu söylediği
Usame Bin Ladin ve Taliban rejimini yıkmak üzere Afganistan‟dan ve sonrasında da
“Ģer ekseni” sıfatına koyduğu Irak‟a saldırarak uygulamaya koymuĢtur. Bu proje ilk kez
resmi olarak 2004 yılı Ocak ayında, Ġsviçre‟nin Davos kentinde yapılan Dünya
Ekonomik Forumu‟nda Cheney tarafından dile getirilmiĢtir (Erdönmez, 2010).

ABD Ortadoğu‟daki politikalarında koyduğu hedefleri geçekleĢtirmek için BOP‟ u


oluĢturmuĢtur. Terörizmle savaĢ ve radikal oluĢumların engellenmesi için bu projenin,
ABD BaĢkanı Ulusal Güvenlik DanıĢmanı Condoleezza Rice tarafından Çin ve Fas‟a
kadar yaklaĢık olarak 22 ülkeyi içine alarak geniĢletilmiĢtir. Bu proje zamanla Çin‟e
kadar uzanmıĢ ve bölge ülkelerinin Batıyla uyumlu rejimlerinin tesis edilebilmesi için
gerekirse kuvvet kullanımını gerektiren hedeflere ulaĢmıĢtır. Bu proje 2004 Haziran
ayında ABD‟nin Georgia eyaletinde düzenlenen G-28 zirvesinde GOP adıyla anılmaya
baĢlamıĢtır. GOP‟ un hedefleri, Ortadoğu ülkeleri halklarının eğitimine, kadınların
kamusal alana çekilmesinde, terör, uyuĢturucu ve silah kaçakçılıkları ile ABD‟nin
vazgeçilmezi olan demokrasinin güçlendirilmesine yönelik yapılan çalıĢmalardır. Bu
projenin esasında Afganistan ve Irak savaĢından sonra ortaya atılmıĢ olması da
manidardır. Afganistan ve Irak savaĢında Amerika‟nın yıkılan imajının düzeltilmesi için
ve Ġsrail ile yakınlaĢması iddialarına da bir karĢı politik hedef olmuĢtur. Bu projenin
fikir babaları olan Yeni Muhafazakârlar bölge ülkelerinin demokratikleĢme ile
refahlarının artırılacağı sözü ile bir yandan da bölgenin kaynaklarını kontrol altında
tutabilmenin endiĢesi içinde olmuĢ ve tabii ki Ġsrail‟in güvenliği içinde bu projeyi
önemsemiĢtir (AkbaĢ, 2011).

90
Ronald Asmus, Bush‟un iktidarı dönemi boyunca dıĢ politikasına yön veren
muhafazakâr kesime karĢı duran liberal fikirlerin savunucusu olmuĢtur. 22 Haziran
2003 tarihinde yine ABD‟nin en bilinen gazetelerinden biri olan Washington Post‟ta
yayınlanan makalesinde Soğuk SavaĢ döneminde SSCB‟ye karĢı oluĢturulan yapının bir
benzeri olduğu BOP‟ un uzun vadeli olmasını isterken aynı zamanda da askeri
müdahalelerden kaçınılması gerektiğini belirtmiĢtir. Asmus‟a göre bölge ancak
ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi açıdan uygulanabilir bir proje ile Batıya
açılabilecektir. ABD‟nin bu projesinin bölgede uygulamasında baĢrolü Ġsrail‟in almasını
ve Türkiye‟nin de model ülke olmasını kararlaĢtırılmıĢtır (Erdönmez, 2010).

Bu noktada, 2004 yılında ABD‟nin Ankara Büyükelçisi olan Eric Edelman‟ın 13


Nisan‟da Ġstanbul Forum Toplantısında Türkiye‟nin BOP içindeki rolü ile ilgili
söylediklerini de belirtmekte yarar vardır.

Edelman‟a göre (Aktaran Ayan, 2011);

Büyük Ortadoğu Projesi, Başkan Bush’un ve bugünkü yönetimin projesi değil,


ABD’nin uzun dönemli projesidir. Önümüzdeki 20 yıl iktidara kim gelir ise gelsin bu
projeyi uygulayacaktır. Bu projede Türkiye’ye görev biçmek söz konusu olamaz.
Türkiye kendi sorumluluk sınırlarını kendi belirleyecektir. Türkiye Irak ve tüm
Ortadoğu ülkeleri için bir model değil, bir örnek ülkedir. “Model” olamaz. Çünkü
Türkiye’nin gerisinde altı yüz yıllık Osmanlı Devleti birikimi ve de Atatürk vardır.
Türkiye’yi model olarak alıp aynı sistemi başka ülkede bir günde kurmak
imkânsızdır. Ancak Türkiye “örnek” olabilir. Türkiye “örnek alınacak bir ülkedir”
demiştir.

Burada büyükelçinin Türkiye‟yi tarihsel geçmiĢi ile ele alarak bu projeye dâhil etmesi
oldukça önemlidir. Eğer Ortadoğu ülkeleri yeniden düzenlenirken Türkiye saf dıĢı
bırakılırsa bu projenin hayat bulması güçleĢecektir. Çünkü Türkiye geçmiĢi ile bu
bölgeye bağlı bir yapıya sahiptir (Ayan, 2011).

Türkiye‟nin bölgedeki örnek ülke oluĢuna tepki verenlerden biri de Huntington


olmuĢtur. Huntington, kitabında, Türkiye ile ilgili çarpıcı yorumlarda bulunmuĢtur.
Türkiye, Ġslam dünyasının kalbi olan Ortadoğu için örnek devlet olacaksa Ģu anki
yapısından yani Atatürk‟ün kurmuĢ olduğu ve temellerini laik toplum olarak tanımladığı
Cumhuriyet rejiminden, tıpkı Rusya‟nın Lenin‟in mirasını ve heykellerini de yıkarak
reddetmesi gibi eksiksiz reddetmesi gerektiğini söylemektedir. Türkiye‟nin laik toplum
oluĢu Osmanlı‟dan devralması gereken liderliği alamayıĢından bahseden Huntington, bu

91
nedenle de ĠKÖ‟nün (Organization of The Ġslamic Conference) kurucu üyesi bile
olamadığından bahsetmektedir. Huntington‟a göre Türkiye kendini yeniden tanımlarsa,
Batı dünyasına girmek için yalvaran bir dilenci olmaktan çıkıp esas rolü olan Batı‟nın
Ġslami muhatabı ve düĢmanı olarak yer alması olacağının daha etkileyici olacağını
söylemektedir. Huntington bu sözleri ile aslında Soğuk SavaĢ Sonrası dönemde tek
kutuplu dünyada Batı‟nın kendine düĢman belirlemek olduğu görülmüĢtür. Bu amaç
için de Ġslam dünyası seçilmiĢtir. Ġslam dünyasının ise en güçlü temsilcisinin Türkiye
olacağını söyleyen Huntington böylece BOP‟ un içinde Türkiye‟yi tanımlamıĢtır.
Huntington‟a göre Türkiye‟de köktendincilik Özal ile birlikte tırmanıĢa geçmiĢtir ve
Türkiye‟ye Atatürk çapında bir lider bulunması gerektiğini dolaylı yollardan
bahsetmiĢtir (Huntington, 2006, s.263-264).

Bu bağlamda ABD sıtma hastalığının sebebi olan sivrisinekler yerine bunun kaynağı
olan bataklığı kurutmak için baĢlatmıĢ olduğu BOP ile Ortadoğu ilgisini 11 Eylül
saldırıları sonrası daha da artırmıĢtır. ABD‟ye göre yapılan tüm saldırılar
Vahhabilik‟ten güç alan Müslüman örgütlerin suçuydu. Amerikalılara göre terör
örgütlerini besleyen 50‟yi aĢkın ülke bulunmaktaydı. RAND Corparation‟ın yayınladığı
“Demokratik Ġslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” baĢlıklı 88 sayfalık rapor
BaĢkan Bush‟a sunulmuĢtur. Bu rapora göre, Ġslam ve Müslümanlar, Batıya uyumlu
hale getirilmez ise medeniyetler arası çatıĢmanın gerçekleĢmesinin kaçınılmaz
olacağından bahsedilmektedir. Rapor da Müslümanlar çeĢitli sınıflamalara tabi
tutulmuĢtur. Köktendinciler, gelenekçiler, modernler ve laikler. Müslümanların
sınıflandırmasının ardından bir de ABD‟nin Ġslamiyet‟i kontrol altına almak için ne
yapması gerektiği de Ģu Ģekilde anlatılmıĢtır. “1) Önce ılımlı Ġslam’ı destekle. 2)
Gelenekçilerin kusurlarını eleştir. 3) Köktendincilerle mücadele et. 4) Seçici bir şekilde
laikleri destekle.” Raporda Türkiye‟den de bahsedilmektedir. Merkezi Almanya‟da
bulunan “Kaplancılar” adlı grubun köktendincilerden olduklarını ve Fethullah Gülen‟in
ise ılımlı Ġslam‟ın en güçlü önderi olduğundan bahsetmektedir. Raporun birinci
maddesinde ABD‟ye öneri niteliği taĢıyan sınıflamaya göre “Önce ılımlı Ġslam‟ı
destekle” maddesinin açılımında ise bu gruba mali destek sağlanarak lider modeli
oluĢturması tavsiye edilmektedir. Köktendincilerle ise mücadele etmede, grubun
yasadıĢı faaliyetlerinin açığa çıkarılmasını ve yaptıkları eylemlerde Ģiddet içerikli
olanları gündeme getirerek kahramanlaĢtırılmasının önlenmesi istenmektedir.

92
Görüldüğü üzere Rand Corparation kendi fikirleri doğrultusunda ABD‟nin dıĢ
politikasını Ģekillendirmeye çalıĢmaktadır (Günal 2012).

Ortadoğu bölgesi ve Güneydoğu Asya süper güçler için her zaman kırılgan kuĢaklar
olmaktadır. Bu iki bölgenin de ortak iki devleti Ġran ve Türkiye‟dir. Türkiye enerji
koridoru görevini görürken Karadeniz Bölgesi‟nde istikrar için önemli bir konuma
sahiptir. Aynı zamanda Batı için Ġslam muhafazakârlığına karĢı da bir tutucu görevi
bulunmaktadır. Ġran ise hem Basra Körfezi‟ne olan sınırları ile süper güçler için iyi bir
müttefikken Orta Asya coğrafyasında da geliĢen siyasi çeĢitliliğe istikrar
sağlayabilecektir. Soğuk SavaĢ döneminde uluslararası arenada kanat ülke konumundan
birden jeopolitik ortamın merkezine gelmektedir. Türkiye, bölgedeki enerji ve ticaret
yollarının güvenliğinin tesisinde asimetrik tehdit ve riskler ile dolu istikrarsız bir
ortamda bulunmaktadır. ABD, Türkiye‟nin bölgesel bir güç olarak çıkarlarının
korunması gerektiğinin farkındadır (Ayan 2011).

ABD‟nin bu projeyi ortaya atarken temel aldığı birçok hedefi özetlersek, 1) Bölgedeki
enerji kaynaklarının kontrolü ve güvenliğinin sağlanması. 2) Projenin kapsamındaki
ülkelerin liberal ekonomiye geçiĢlerini sağlamak. 3) Ortadoğu‟daki en dost ülke olan
Ġsrail‟in güvenliğinin sağlanması. 4) Irak savaĢı sonrası baĢarısızlığı ile dünya nezdinde
oluĢan Amerikan karĢıtlığının azaltılmasını sağlamak. 5) Uluslararası terörizmin
kaynağı olarak gördüğü Ortadoğu‟ya hâkim olup bölgedeki olası terör olaylarının önüne
geçilmesinin sağlanması. 6) Dünya ekonomisinde hızla büyüyerek kendine önemli yer
edinen Çin ve Hindistan ile yakınlaĢmanın sağlanması. Bu maddelerden en önemli olanı
hiç Ģüphesiz altmıĢ yılı aĢkındır devam eden petrol rezervlerinin kontrolünü elinde
tutmak ve enerji akıĢının hâkimiyetini sağlamak olduğu görülmektedir (Erdönmez
2010).

Amerika BOP ile Ortadoğu‟yu radikal bir biçimde siyasi, sosyal ve ekonomik olarak
dönüĢtürmek istemiĢtir. Bunu yaparken de kendi çıkarlarını hep ön planda tutmuĢtur.
Kendi hedef ve çıkarları doğrultusunda giriĢtiği bu coğrafyada BOP olumlu sonuçlar
doğurmadan ortadan kalkmıĢtır. Projenin baĢarısız olmasında birçok neden
bulunmaktaydı. Bölgedeki demokrasi eksikliği ABD açısından terör ve aĢırı Ġslamcılığın
nedeni görülmüĢtür ama aslında değildir. Bu nedenle terörle mücadele için giriĢtiği
bölgede takındığı tutumlar uluslararası arenada olumlu karĢılanmamıĢtır. Bunu

93
yaparken de Müslümanlara karĢı takındığı insan hakları ihlalleri ile samimiyetleri
sorgulanmıĢtır. Burada en iyi örnek Ġsrail‟in Filistinlilere yapmıĢ olduğu saldırıları
kınamaması ve Ġsrail‟i destekler durumda olmasıdır. ABD bölgeye proje kapsamında
sunacağını söylediği ekonomik ve teknik desteğinin yeterli olmayıĢı bölge halklarını
rahatsız etmiĢtir. Amerika diktatör rejimlere karĢı mücadele edeceğini söylerken tam
tersini yapmıĢ kendi çıkarları doğrultusunda totaliter rejimlerle iĢbirliği yapmıĢtır.
Amerika‟nın demokratikleĢme adı altında sunduğu fikirlerde aslında neo-liberal
ekonomiye müttefik olacak ve uyum içinde davranacak rejimlerin seçimlerle baĢa
geçmelerini sağlamak istemesi gibi birçok nedenden ötürü bu proje sorunlarla baĢa
çıkamamıĢtır (Uslu 2012, s.188-189).

6.3 AFGANĠSTAN VE IRAK’A MÜDAHALE

ABD‟nin 2002 yılının Eylül ayında yayınladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesinde,
Bush doktrinin detayları yer almıĢtır. Bu belgeyle, Amerika tekrardan, dünyada tek
baĢına askeri, ekonomik ve siyasi olarak güçlü olduğunu vurgulamıĢtır. Bu belge ile
aynı zamanda ABD, terörün ve kitle imha silahlarının halen en büyük tehlike olduğunu
açıklamıĢtır. Bu nedenle de Bush, Amerika‟da olası herhangi bir tehlikenin bir daha
yaĢanmaması için harekete geçmek gerektiğini söylemiĢtir. Buna ilave olarak da diğer
ülkeler ile de iĢbirliği halinde olacaklarını ama gerek görülürse tek baĢına hareket
edeceğini de bildirme gereğini duymuĢtur (Pirinççi 2011, s. 101). Bu noktadan bakıĢla
Bush yönetiminin dıĢ politikasındaki yeni boyut, artık terörle savaĢ olmuĢtur. ABD, 11
Eylül saldırılarını gerçekleĢtirdiğini söylediği Usame Bin Ladin ve onu barındıran
Afganistan‟ı ilk hedef olarak belirlemiĢtir. Saldırılardan yaklaĢık bir ay sonra Ekim
ayında Afganistan‟a saldıran ABD, Taliban rejimini haftalar içerisinde devirmiĢtir. 2002
yılı Ocak ayında ise açıkladığı Ģer ekseni ülkeleri olan Irak, Ġran, Kuzey Kore‟nin yanı
sıra, Küba, Suriye ve sonradan listeden çıkan Libya‟yı da ekleyerek saldırı yelpazesini
geniĢletmiĢtir (Kurt, 2014).

ABD, 11 Eylül saldırılarının hemen ertesinde yapmıĢ olduğu Afganistan harekâtını tek
baĢına yapmamıĢtır. Bunun için arkasına NATO ve müttefik ülkelerinin de desteğini
alarak yapmıĢtır. ABD için, demokrasinin geniĢletilmesi sadece kurumlar arasında
olmamalıydı. Afganistan ve Irak harekâtlarıyla bölgedeki otoriter rejime sahip
devletlerinde demokrasiden pay almaları gerekliydi. Bunun yanı sıra ABD, kitle imha

94
silahlarına sahip olduğunu iddia ettiği Irak‟ın olası bir baĢkaldırısına karĢı tedbir
almalıydı. Bu nedenle Afganistan‟a küresel terör adı altında baĢlattığı saldırılarla Irak‟a
gözdağı vermiĢtir. Hatta Bush 2002 yılının BM Genel Kurulu‟nda yaptığı konuĢma ile
uluslararası arenayı, Irak‟ta kitle imha silahlarının olduğuna inandırmaya çalıĢmıĢtır.
Irak‟ın elinde bulundurduğunu iddia ettiği silahları uluslararası güvenliği tehdit etmek
için kullanabileceğini söyleyen Bush, BM‟nin almıĢ olduğu yaptırım kararı neticesinde
Irak‟a ambargo uygulanması ve denetimlere karĢı 20 Mart 2003 tarihinde Irak‟a yönelik
müdahaleyi yapmıĢtır. ABD‟nin aynı anda iki ülkede baĢlatmıĢ olduğu askeri harekâtın
ağır yükleri olmaya baĢlamıĢtır. BaĢkan Bush, yaĢanan geliĢmeler karĢısında doktrinde
düzenlemeler yapmak zorunda kalmıĢtır. Afganistan‟da Taliban rejimi yıkılmıĢ fakat
Usame Bin Ladin yakalanamamıĢtır. Irak‟ta ise 20 Mart‟ta baĢlayan savaĢ Bush‟un 1
Mayıs 2003‟de bittiğini ilan etmiĢ olmasına rağmen ülkedeki asker sayısının Eylül
ayında 30,000‟e düĢeceğini söylemiĢ fakat 2006 yılına gelindiğinde buradaki asker
sayısının 155,000‟e çıktığı görülmüĢtür. Bush yönetiminin bölgede baĢlatmıĢ olduğu
savaĢ planlandığı gibi gitmemekteydi. Bu neden ile Bush yönetimi 2006 yılının Mart
ayında yayınladıkları Ulusal Güvenlik Stratejisi ile bölgede yürüttükleri
operasyonlarının hedefinin savaĢ sonrası ülkelerin yeniden yapılandırılması gerektiğini
ve istikrar ortamının sağlanması için sürecin uzadığından bahsetmiĢtir. Aynı zamanda
Irak‟a yapmıĢ olduğu müdahale sonrası dünyada tepkilerin büyümesi ile kaybolan
itibarlarını yeniden düzeltmek için de bundan sonra bölgede yapmıĢ oldukları
politikaları açık ve net bir Ģekilde paylaĢacağını da bildirmiĢtir (Pirinççi 2011, s.100-
102).

Bu belgede bir önemli noktada Ġran‟ın adının geçiyor olmasıydı. Ġran‟ın nükleer
silahların yayılması konusunda tehdit oluĢturduğunu söyleyen Bush, aynı zamanda
terörizme destek verdiğini, bölgede Ġsrail için tehdit oluĢturmakta olduğunu, Ortadoğu
barıĢını bozan taraf olduğunu ve Irak‟ta yapmak istedikleri demokrasi ile özgürlük
hareketlerine tepki verdiğini söylemiĢtir. ABD, bu belge ile Irak‟tan sonraki hedefin
Ġran olacağının sinyallerini de vermiĢ oluyordu. Bush doktrini olarak bilinen doktrinin
aslında birkaç doktrinden oluĢtuğunu gördüğümüz bu belgeler ile ABD‟nin dıĢ politika
hedeflerinin, 11 Eylül sonrası dönemde bir yanda terör ile mücadele ederken bir yanda
da olası terör saldırıları için tehdit devletleri de hedef almıĢtır. Bush doktrinin öne çıkan
ifadeleri olan “önleyici savaş” ve “önceden vuruş” çerçevesinde “önceden vuruş” ile

95
Afganistan‟ı hedef aldığını ve “önleyici savaş” kapsamında da Irak‟a saldırmıĢtır. 2006
yılında stratejiye eklediği “nükleer tehdit” kapsamında bir sonraki saldırının Ġran‟a
olacağı düĢünülürken 2015 yılında Ġran ile nükleer iĢbirliği anlaĢması imzalanmıĢtır. Bu
bağlamda Ġran‟ın nükleer çeĢitliğini sınırlandırması karĢılığında ekonomik yardım ve
yatırımlarının önü açılmaktadır (Pirinççi 2011, s.100-103).

6.3.1 Afganistan Harekâtı

ABD yönetimi, 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan ve Taliban rejimini terör ile
suçlamıĢ ve stratejisinde ilk hedefe koymuĢtur. BaĢkan Bush, 11 Eylül saldırısı sonrası
yapmıĢ olduğu konuĢma sırasında, terör saldırılarını gerçekleĢtiren gruplar ile sınırı
olmayan bir savaĢın baĢladığını söylemiĢtir. Burada sadece terör saldırılarını
yapanlardan ziyade onlara yardım eden diğer devletleri de hedef aldıklarını belirtmiĢtir.
ABD, saldırıların asıl Ģüphelisi olan El-Kaide‟ye en büyük iyiliği de Afganistan‟ın
yaptığını iddia ederek Taliban rejimine, saldırılarına ve terör gruplarına yapılan
yardımlara son vermeleri konusunda uyarıda bulunmuĢtur. El-Kaide sadece 11 Eylül
saldırılarından sorumlu tutulmamaktadır. ABD aleyhine yapılmıĢ daha önceki bazı
saldırılardan da sorumlu tutulmuĢtur. Bunlardan bazıları Tanzanya ve Kenya‟daki
büyükelçilik binasına yapılan kamyon yüklü bombanın patlatılması sonucu binlerce
insanın öldüğü terör saldırısı olmuĢtur. Bu saldırının arkasında El-Kaide‟nin olduğu ve
bazı ülkelerinde Amerikan karĢıtlığı yapan bu grupları barındırdığıdır. Birçok insan
geçmiĢteki bu saldırılarında etkisi ile Afganistan‟a saldırılması gerektiğini dile
getirmiĢtir. BaĢkan Bush‟un dıĢ politikasındaki ilk değiĢimin Afganistan ile ilgili olması
gerektiğini de söyleyerek bölgede yeniden bir düzen kurulması gerektiğini
belirtmiĢlerdir. BaĢkan Bush, bu önerileri dikkate almıĢ ve yeni doktrininde
Afganistan‟ı vurmak gerektiğini ilan etmiĢtir (Küntay 2011, s. 90-91).

BaĢkan Bush saldırı akĢamı sarsılmıĢ halde olan Amerikan halkına seslenirken Ġncil‟den
sözler söylemiĢ ve Ģeytanla savaĢmak için yola çıktıklarını dile getirmiĢtir. BaĢkan
Bush‟un çok üzüntülü olduğu o gün aynı derecede de kızgın olduğu gözlemlenmiĢtir.
BaĢkan bu duygu yoğunluğu içinde yaptığı konuĢmasında eylemleri gerçekleĢtirenler ile
onlara yataklık edenlerinde aynı Ģekilde cezalandırılacağını sert bir dil ile dünyaya ilan
etmiĢtir. BaĢkan Bush Amerikan halkının güvenliğini koruyacağını ve bunun için ne
gerekiyorsa yapılması gerektiğinin altını çizmiĢtir. Bunları söylerken de henüz çok

96
erken olmasına rağmen ve elinde herhangi bir belge olmamasına rağmen El-Kaide‟yi
saldırılardan sorumlu tutmuĢtur. Bunu da büyük ihtimalle CIA‟in baĢkanı George
Tenet‟in 2001 Ağustos ayında söylediği Bin Ladin‟in çok yönlü eylem hazırlığında
olduğu bilgisine dayandırmıĢ olabilir. BaĢkan birkaç gün sonra FBI binasında yaptığı
konuĢmada açıkça savaĢa hazır olduklarını ve bu olaydan dolayı usanma içerisinde
olmayacaklarını bildirmiĢtir. FBI da 14 Eylül de yaptığı açıklamada 19 teröristin
kimliğini açıklamıĢ ve bunların El-Kaide üyesi olduğunu bildirmiĢtir. Gerek FBI‟ın
gerekse CIA‟ın açıkladığı isimlerden bazılarının asılsız olduğu ortaya çıkmıĢtır. 15
Eylül günü BaĢkan Bush yaptığı açıklamada, Ladin‟i baĢ Ģüpheli ilan etmiĢ ve bundan
sonra terörle savaĢ için haçlı seferi baĢlattığını söylemiĢtir (Polat, 2006). Blair, BaĢkan
Bush‟un yanı sıra Berlusconi‟nin de haçlı seferi terimini kullandığını ifade etmiĢtir.
Fakat Blair, bahsedilen sözcüğün esas amacının sanıldığı gibi dini bir anlam
taĢımadığını, aslında bu söz ile uyuĢturucu ve suçla mücadele anlamında her zaman
kullanılan siyasi bir kelime olduğunu vurgulamıĢtır (Blair, 2012, s. 400).

BaĢkan Bush, bu savaĢın zaman alacağını bildirirken, Amerikan halkının da sabırlı


olmalarını istemiĢtir. BaĢkan Bush, ABD‟nin 21. yüzyıl savaĢında olduğunu söylemiĢ
ve bu savaĢa özgürlük ile demokrasi isteyen diğer ülkelerin de katılmaları gerektiğini
belirtmiĢtir. Bu savaĢı kazanmak için de ABD‟nin tüm kaynaklarını kullanacağını
bildirmiĢtir. BaĢkan‟ın bu sözlerine bakılırsa bugün için söyleyebiliriz ki halen
Ortadoğu‟da devam eden savaĢın aslında 21. yüzyıl için bir III. Dünya SavaĢı anlamı
çıkmıĢtır. Bunu desteklemek adına, ABD‟nin yetkili isimlerinden Colin Powell‟ın
dediği, “bu saldırı veya savaĢ tüm medeniyete açılmıĢ bir savaĢtır” ifadesinden de
anlaĢılmıĢtır. Sadece ABD hedef alınmamıĢtır bu nedenle de aynı Ģekilde karĢılık
verilmesi gerektiğini belirtmiĢtir. ABD BaĢkan yardımcısı Dick Cheney‟e göre ise bu
savaĢın en kısa sürede sonuçlanması gerektiğidir. Bu sayede ABD gücünü ortaya
koymuĢ olacaktır ve “Yeni Dünya Düzeni” kurmada yeni bir aĢama olacaktır (Polat,
2006).

Cheney‟e göre ABD, güvenliği için okyanuslara da hâkim olmalıdır. Bunun içinde
güçlerin birleĢtirilmesi gerektiğini söylemiĢtir. Zibignev Brezezinski ise, ABD‟nin
kendine acil, orta ve uzun vadeli hedefler koymasının zamanın geldiğini belirtmiĢtir.
Brezezinski‟ye göre uzun vadeli hedef ABD içindeki güvenliğin oluĢturulması ve

97
terörizmle mücadelede uluslararası bir koalisyon oluĢturma gerekliliğidir. Orta vade de
ise Ortadoğu, Batı Avrupa ve Kuzey Afrika‟da faaliyet gösteren terörle mücadele
edilmesi ve onlara yardım edenlerin de durdurulmasıdır. Acil sürede yapılması gereken
ise Ortadoğu‟da ve Afganistan‟da faaliyet gösteren teröristlerle bir an evvel askeri
müdahalede bulunulması olmuĢtur (Polat, 2006).

Savunma Bakanı Rumsfeld‟de buna benzer bir açıklama yapmıĢtır. Bu savaĢın daha
önce devletlerin karĢılaĢtığı türden bir savaĢ olmayacağını belirtmiĢ ve bunun için
koalisyon çerçevesinde mücadele edeceklerini söylemiĢtir. Bu savaĢın ne bir ferde ne
bir gruba ne de bir dine ve de devlete karĢı bir savaĢ olmadığını söylemiĢ ve bu savaĢın
terör grupları ile onara destek veren devletler ile yapılacağını belirtmiĢtir. 27 Eylül 2001
günü Ġtalya BaĢkanı Berlusconi de ABD‟yi destekleyen ifadeler kullanmıĢtır. “Doğuyu
batılılaĢtırmak Batının yazgısı olmuĢtur” diyerek üzerlerine düĢen sorumluluğu
tanımlamıĢtır. Bunu Komünizm‟in Rusya‟sında ve Ortadoğu‟nun bazı halklarında
yapmıĢ bulunmakta olduklarını da söyleyerek desteklemiĢtir. Berlusconi‟ye göre 1400
yıldır Ġslam‟ın hâkim olduğu Ortadoğu‟da halen bir geliĢme olmadığını ve bunu
baĢarmak için Batı medeniyetinin bir an evvel bu hedefi gerçekleĢtirmesi
gerekmektedir. Ġsrail BaĢbakanı Ehud Barak ise, bu saldırıların Batı dünyasını hedef
aldığını baĢka hiçbir anlam yüklenmemesi gerektiğini söylemiĢtir. Hukuka, insan
hayatının üstünlüğüne ve özgürlülüğe vurulmuĢ bir darbe olduğunu söylemiĢtir (Polat,
2006).

KarĢı taraftan Taliban sözcüsü Abdulhak Mutmain ise, bu saldırıları yapanların sıradan
insanlar tarafından değil hükümetler aracılığı ile yapıldığını iddia ederek saldırıların ne
kendileri nede Ladin tarafından yapılmadığını terörizme karĢı olduklarını bildirmiĢtir.
Bu bildirisinin üzerine bir de eğer Ladin suçlu ise onu teslim edebileceklerini de ifade
etmiĢtir. Usame Bin Ladin ise yaptığı açıklamada, ABD‟de meydana gelen saldırının
aslında bazı Amerikalı gruplarınca yapıldığını fakat hedef olarak kendisini
gösterdiklerini söylemiĢtir. Terör eylemlerini kesinlikle kendisinin yapmadığını bazı
çıkar odaklı grupların yaptığını söylerken Afganistan‟da yaĢadığını ve Molla Ömer‟e
bağlı olduğunu da dile getirmiĢtir (Polat, 2006).

Afganistan‟ın savaĢ içinde kalması daha öncede yazıldığı gibi yeni bir olay olmamıĢtır.
Gerek Soğuk SavaĢ boyunca, gerek ABD ve SSCB arası çekiĢmede de hep savaĢ içinde

98
kalmıĢtır. Ġki süper gücün Afganistan‟da düzen kurmak istemesi ve bu bölgeden maddi
ve manevi kazanç elde etmek istemesi sonucu Afganistan, savaĢın yaĢandığı bölge
olmuĢtur. 1956 ve 1978 yılları arasında SSCB‟nin Afganistan mücadelesi için harcadığı
ekonomik maliyet 1.26 milyar dolar olmuĢtur. Aynı dönemde askeri harcamaları da
1.25 milyar doları bulmuĢtur. Afganistan‟da 1978 yılında baĢlayan kanlı askeri savaĢ,
SSCB tarafından Ġslami direniĢe karĢı Marksist hükümetçe ülkede baĢlattığı eğitimler
olmuĢtur. SSCB Afganistan‟da Marksist rejimi korumak adına, Ġslami direniĢle
mücadele etmek için 27 Aralık 1979 yılında Afganistan‟a saldırmıĢtır (Küntay 2011, s.
91).

BaĢkan Reagan döneminden Carter yönetimine sorun olarak kalan Afganistan‟ın SSCB
iĢgali için Carter durumu kabullenip çalıĢmalarına baĢlamıĢtır. CIA‟in Afganistan için
hazırladığı ve organize ettiği gizli operasyon baĢlamıĢtır. CIA Afganistan Mücahitlerini
SSCB‟ye karĢı desteklemiĢtir. ABD Afganistan mücahitlerine milyarlarca dolar
ödemiĢtir. ABD‟nin yanı sıra Avrupa ve Ġslami devletler de Afgan Mücahitlerini maddi
olarak desteklemiĢlerdir. Usame Bin Ladin‟de bu ödenekler sayesinde düzenli ordu
kurma yolunda ilerlemiĢtir. Bu destekler neticesinde Afgan Mücahitleri, SSCB‟ye karĢı
zafer kazanmıĢ olsa da bu baĢarı kısa süreli olmuĢtur. Bu kadar ekonomik yardım
neticesinde güçlenen El-Kaide on beĢ yıl sonra bu gücünü, ABD‟deki ikiz kulelere
saldırarak taçlandırmıĢtır (Küntay 2011, s. 90-91).

1989 yılından sonra SSCB, Afganistan‟dan çekilmiĢtir. Fakat ABD ve Afganistan‟da


kaybeden taraf olmuĢtur. Afganistan‟da iç savaĢ baĢlamıĢtır. ABD güçleri
Afganistan‟da var olsa dahi ülke Marksist rejim aracılığı ile yönetilmeye devam
etmiĢtir. 1993 yılından 1996 yılı Taliban rejimi gelene kadar ülkede karıĢıklık hâkim
olmuĢtur. Taliban rejiminin dayanağı Ģeriat kuralları ve Ġslamiyet olmuĢtur (Küntay,
2011, s.92). Bu noktada Taliban rejimi, Afganistan‟da farklı aĢiret, savaĢ beyleri, boy ve
etnik grupların katı Ġslami hareketleri benimseyenlerin birleĢmesi sonucunda 1994
yılında ortaya çıkmıĢtır. SSCB‟yle yapılan savaĢ döneminde Pakistan‟a göç edenlerin
savaĢ sonrası geri dönmeleri ile baĢlayan birleĢmede en önemli rolü kuĢkusuz
Pakistan‟da eğitim almıĢ olan Molla Ömer almıĢtır. Molla Ömer‟in etrafında birleĢen
öğrenciler ile PeĢtun mücahitleri, birlikte Taliban‟ı kurmuĢtur. Talib‟in kelime anlamı
Ġslam öğrencisi demektir. Taliban da bunun çoğulu olmaktadır. Dolayısıyla adıyla

99
özdeĢleĢerek Hz. Muhammed dönemindeki ideal Ġslam toplumunu oluĢturmak amacı
etrafında birleĢmiĢlerdir. 1996 yılında Afganistan‟da Taliban rejimi iktidara gelince
birtakım yasaklar koymuĢtur. Bu yasaklar neticesinde de binlerce aile açlıktan ölme
noktasına gelmiĢtir. Taliban‟ın ülkede yürüttüğü politikalar neticesinde komĢuları ile
arasındaki iliĢkiler de bozulmuĢtur (Aljazeera 2015).

Taliban rejimi boyunca Suudi militan Usame Bin Ladin, ülkede değiĢimin ve finansın
kaynağı olmuĢtur. Taliban rejimi geri geldikten sonra Afganistan, Usame Bin Ladin‟in
terörist grup El-Kaide‟sine kamp yeri olmuĢtur. Clinton, Afganistan‟ın yeni rejiminin
sahiplendiği kökten dinciliğin ve Ġslamiyet‟in ABD için tehdit olacağını düĢünmüĢ ve
iliĢkilerde ılımlı yol izlemek istediğini belirtmiĢtir. Clinton‟ın bu düĢüncesi sonucunda
Taliban rejimine demokrasinin yürütülmesinde herhangi bir baskı yapılmamıĢtır. Fakat
ilerleyen zamanlarda El-Kaide‟nin ABD karĢıtlığı adı altında yürüttüğü terörist
saldırılar sonrasında ABD adına tehlikeli olmaya baĢlamıĢtır. Bunun üzerine Clinton
yönetimi de olası tehlikeyi engellemek için Afganistan yönetimi Taliban rejimi ile bir
anlaĢma arayıĢına girmiĢtir. Bu anlaĢma gereği Taliban rejimi El-Kaide lideri Usame
Bin Ladin‟i teslim edecek, karĢılığında da ABD politik ve ekonomik yardımda
bulunacaktır. Teklif her ne kadar bonkör olsa dahi Molla Muhammed Ömer tarafından
reddedilmiĢtir. El-Kaide, saldırılarını dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlarda
yapmaya baĢlamıĢtır. En son 1998 yılında Afrika‟da bomba yüklü kamyonu patlatınca
Clinton yönetimi acil eylemler yapmak zorunda kalmıĢtır. ABD, El-Kaide‟nin
Afganistan‟daki kamplarını bombalamıĢ fakat Usame Bin Ladin‟i ortadan
kaldıramamıĢtır. Bunun tersine Bin Ladin ve onun yönettiği grup daha da güçlenerek
dünyaya tehdit oluĢturmaya baĢlamıĢtır. Bunun üzerine BM güvenlik konseyi çeĢitli
yasalar çıkarmıĢtır (Küntay 2011, s.92-94).

ABD‟nin DıĢiĢleri Bakanı Colin Powell, El-Kaide‟nin Afganistan‟dan atılması için


gerekli diplomatik süreci baĢlatmıĢ fakat Taliban rejimi tarafından reddedilmiĢtir.
Taliban‟dan umduğunu bulamayan Powell hemen Pakistan Devlet BaĢkanı‟na acil
olarak El-Kaide‟nin teslim edilmesi için Taliban rejiminin ikna edilmesini istemiĢtir.
BaĢkan Bush da ertesinde MüĢerref‟e bir mektup göndererek isteklerini dile getirmiĢtir.
Aslında 11 Eylül öncesine kadar ABD, güvenliği için dini terörün ciddi bir tehdit
olduğunu düĢünmemiĢtir. Bu nedenle ABD dıĢ politikası da, 11 Eylül sonrası dönemde

100
ani olarak ĢekillenmiĢtir. 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre sonra Afganistan
ABD‟nin ilk hedefi olmuĢtur. 12 Eylül 2001 günü toplanan ABD Ulusal Güvenlik
Konsey‟i Taliban‟ı birinci hedef olarak göstermiĢtir. Afganistan‟ın iĢgali için ise CIA
tarafından Ulusal Güvenlik Konseyi‟ni bilgilendirmiĢtir. Tenet‟ın görüĢüne göre bu
savaĢ Taliban ve Afganistan ile sınırlı kalacaktır. Fakat 20 Eylül‟de konuĢma yapan
Bush tam tersini söylemiĢtir. Bush yönetimine göre bu savaĢ sadece bir baĢlangıçtır. Ne
zaman ve nerede son bulacağını kendilerinin de bilmediğini söyleyerek aslında uzun
soluklu Ortadoğu halkları üzerinde bir savaĢ olacağının ipuçlarını da vermiĢ
bulunuyordu (Küntay 2011, s. 94-95).

11 Eylül saldırılarından yaklaĢık iki hafta sonra Afganistan‟a harekât yapılmıĢtır.


Amerikan askeri güçlerince baĢlatılan “Sürekli Özgürlük Operasyonu” na BirleĢik
Krallık da katılmıĢtır. Tony Blair bu savaĢı yaparken bazı amaçlarının olduğunu dile
getirmiĢtir. En önemli amacı, El-Kaide‟nin Afganistan‟da bulunan kamplarını yok
etmek. Sonrasında, El-Kaide‟nin baĢka ülkelerde kamp alanı kurmalarını engellemek
istemeleri olmuĢtur. Blair, terör örgütü Usame Bin Ladin ve Ģebekesine saldırırken
uluslararası güçlerle birlikte hareket ederek savaĢmak olduğunu söylemiĢ ve son olarak
ABD ve Batı yanlısı dost ve müttefik ülkelerden teröristlere karĢı koyanlara destek
vermek istediklerini dile getirmiĢtir. Ġngiltere savaĢta bir yandan askeri destek sağlarken
bir yandan da Taliban ve El-Kaide tarafından iĢgal edilen yerlere insani yardım
götürmüĢtür. Aralık 2001 tarihinde Afganistan‟da geçici hükümet‟e yardımcı olmak
üzere BM, Güvenlik Konseyi aracılığı ile çıkarılan karar ile Uluslararası Güvenlik
Yardım Kuvveti (ISAF) kurulmuĢtur. On altı ülkenin belirlediği birliklerin katılımıyla
yapılan ISAF harekâtının komutanı ise Tuğgeneral John McColl olmuĢtur. Ġngiltere‟nin
McColl komutanlığı döneminde sağladığı askeri birlik sayısı 2100 iken, komutanın
Türkiye‟ye devredildiği 2002 yazında bu sayı 300‟e düĢmüĢtür. Ġngiltere, sonrasında
Temmuz 2002‟de bölgeden askerlerini geri çekmiĢtir. Taliban rejimi 2001 yılı sonunda
çökmüĢtü fakat Usame Bin Ladin yok edilememiĢtir. Ġngiltere ve Batılı güçler bölgede
tekrardan terörist eylemler gerçekleĢtirecek bir ortamın oluĢmaması için Taliban‟ın
kalan güçleri ve El-Kaide ile savaĢmak üzere uluslararası güçler bölgede kalmaya
devam etmiĢtir (Blair 2012, s. 397-398).

101
Afganistan harekâtı sonrasına bakılırsa Blair‟in ve ABD‟nin ortaya koydukları
hedeflerden hangilerinin gerçekleĢtiğini hangilerinin gerçekleĢmediğini analiz
edebiliriz. Birinci olarak El-Kaide‟nin kamplarını yok ederken Usame Bin Ladin‟in de
ortadan kaldırılması olmuĢtur. SavaĢ baĢladıktan birkaç yıl sonra kamplar vurulmuĢ ve
Ladin‟e sahip çıkan Taliban rejimi düĢürülmüĢtür. Taliban rejimi Askeri harekâtın ilk
aĢamasında yani “Sonsuz Özgürlük Harekâtı” nda düĢürülmüĢtür ama bugün halen
Taliban rejimi Afganistan‟da ve birkaç ülkede faaliyet göstermektedir. Tam anlamı ile
Taliban rejimi bitirilememiĢtir. Afganistan Ģuan Cumhuriyet rejimi ile yönetilmektedir.
Afganistan‟ın demokratikleĢtirilmesi yolunda ABD‟nin attığı adımlar ile seçilmiĢ
liderler ve insan haklarını koruyan yasal bir sistem oluĢturulmak istenmiĢtir. 2004
yılında Afgan halkı ilk kez oy kullanarak yöneticilerini seçmiĢtir. Fakat El-Kaide‟nin
varlığı ülkede yeniden bir iç savaĢ çıkmasına sebep olabilirdi. Bundan sonraki süreç de
ise ikinci aĢama olan El-Kaide liderinin öldürülmesi asıl görev olmuĢtur. Bu ikinci
aĢamanın adı ise “Anakonda Operasyonu” olmuĢtur. Fakat Usame Bin Ladin, ancak 44.
ABD BaĢkanı Hüseyin Barak Obama döneminde 2011 yılında öldürülebilmiĢtir (Hook
ve Spanier 2013, s.295-299).

Ġkinci hedef olan El-Kaide‟nin baĢka ülkelerde kamplaĢmansın önlenmesi bağlamında


yapılan ilk operasyon ise Irak‟a 2003 yılında açılan savaĢ olmuĢtur. Irak savaĢı ise kitle
imha silahları barındırdığı için olası tehdit görülmesi fikri üzerine baĢlatılmıĢtır. Irak
savaĢı sonrası günümüzde Saddam gitmiĢ olsa da geride kargaĢa ile dolu bir bölge
kalmıĢtır. Halen daha bölgede barıĢ ve düzen kurulmamıĢtır. Irak içinde üçe
bölünmüĢtür. Kuzey‟de Kürtler, orta kısımda Sünniler ve Güneyde ise ġiiler hâkim hale
gelmiĢtir. Üçüncü hedef olan Usame Bin Ladin‟e saldırıların uluslararası güçlerle
birlikte yapılacak olmasıdır. Bu hedef de baĢarı ile uygulanmıĢtır. Afganistan
harekâtında büyük bir ittifak kurulmuĢtur. Pek çok ülke de ABD ile birlikte hareket
etmiĢtir. BM gibi uluslararası örgütler de bu savaĢ da birlikte çalıĢmıĢlardır. NATO
askeri gücü de savaĢa dâhil olan diğer bir örgüttür. Usame Bin Ladin öldürülene kadar
NATO ve Amerikan askerleri Güney Afganistan‟da Pakistan sınırınca Taliban rejimi ile
mücadele etmiĢtir. Son hedef olan ABD‟nin girdiği bu savaĢta birlikte hareket eden dost
ve müttefiklerin de harekâta askeri ve diplomatik destek vermesi olmuĢtur. Fakat
zamanla müttefik ülkelerin bombardımanları artmıĢken Müslüman ülkelerin harekâta
verdiği destekte azalma olmuĢtur. Bunun nedeni ise, düĢmanların bu savaĢın aslında

102
terör ile değil de Müslümanlar ile ilgili bir savaĢ olduğu fikrinin ortaya atılması
olmuĢtur. Arap ve Müslüman ülkelerin zamanla savaĢın asıl amacının ABD için
yapıldığına inanmaları ile yapılan bu savaĢ sorgulanmaya baĢlanmıĢtır. Özellikle de
Irak‟a yapılan saldırının aslı olmadığı anlaĢılınca uluslararası arenada inandırıcılığını
yitiren savaĢ, Batılı güçlerce de inanç kaybına uğramıĢtır. Afganistan savaĢı amaçlanan
hedeflerine kısmen ulaĢsa da tam anlamı ile baĢarı sağlanamamıĢ bir harekât olarak
kalmıĢtır (Blair 2012, s.400).

6.3.2 2003 Irak SavaĢı

ABD‟nin 11 Eylül saldırıları sonrası hedef tahtası haline getirdiği Afganistan ve haydut
devletlerden olan Irak‟a karĢı da savaĢ açmak Bush‟un dıĢ politikadaki ikinci hedefi
olmuĢtur. Irak‟a saldırmak Önleyici SavaĢ bağlamında yapılacak dahi olsa da büyük
zorlukları içeriyordu. Uluslararası hukuk‟a göre devletler ilk olarak saldırıya uğrayan
taraf olmadıkça veya olası herhangi bir saldırıya uğrama noktasında güçlü delilleri
bulunmadıkça baĢka devletleri iĢgal etmemeliydi. Fakat Bush‟a göre terör saldırılarının
gerçekleĢtiği ve olası bir kitle imha silahı saldırılarının yaĢatacağı felaketi beklemek
anlamsızdı. 11 Eylül saldırıları bunun en güçlü ispatlayıcısı olmuĢtur (Hook ve Spanier
2013, s. 299). 2002 yılında BaĢkan Bush yönetimi ABD karĢıtı terörizmin en büyük
kaynağı olduğunu iddia ettiği El-Kaide‟nin yerine bir anda Irak‟ı oturtmuĢtur. Her ne
kadar 11 Eylül saldırıları ile Irak arasında doğrudan bir iliĢki olduğuna dair kanıtları
olmasa da Irak‟a karĢı geçmiĢten de gelen bir birikim ile savaĢ baĢlatmak için fırsat
yakalamıĢtır. Bunu en iyi ifade ile, Irak‟ın Kitle Ġmha Silahlarına sahip olduğunu
söyleyerek meĢru hale dönüĢtürmeleri olmuĢtur. O dönemlerde dile getirilmeyen,
Irak‟ın, ABD için çok önemli olan enerji kaynaklarından petrolün dünya genelinde
ikinci büyük rezervine sahip olduğuydu. ABD‟nin 1991 yılı Kuveyt SavaĢından sonra
devirmedikleri Saddam, 1998 yılında BM‟den gelen silah denetim ekibini kovmuĢtur.
Sonucunda yeninden görevlendirilen denetim ekibinin Irak‟ta herhangi bir iz
bulamadıkları halde Saddam‟ın elinde bulundurduğu biyolojik ve kimyasal silahlar ile
ABD‟yi ve müttefiklerini tehdit ettiğine inanmaya devam etmesi Irak‟a karĢı savaĢ
açmak için yeterli olmuĢtur (Cleveland 2004, s. 595).

1996 yılında Saddam‟ın damadının talihsiz bir açıklaması da bu inancı körüklemiĢtir.


Saddam‟ın damadı kitle imha silahı geliĢtirme konusundaki merakını dünya medyasına

103
açıklayarak dikkatleri üzerlerine çekmiĢtir. Aslında Saddam 1990‟larda bir karar almıĢ
ve aktif kitle imha silahları programına son verdiğini açıklamıĢtır. BM tarafından
görevlendirilen Irak Gözlem Grubu ise yaptığı araĢtırmalar neticesinde aslında
Saddam‟ın taktiksel bir karar aldığını ve strateji değiĢtirerek BM‟nin kontrolü gevĢettiği
bir anda yeniden nükleer silah programını baĢlatacağını söylemiĢlerdir. Fakat Saddam
rejiminin ve kendisinin hayat garantisi olarak gördüğü kitle imha silah stratejisi
fikrinden vazgeçmediği düĢüncesi oluĢmuĢtur. Blair‟e göre Saddam sadece delilleri ve
kanıtları saklamıĢtır (Blair 2012, s. 413-415).

Irak‟ta yapılacak önleyici savaĢ ile diğer haydut devletlere de gözdağı vermek isteyen
ABD‟nin bu savaĢtaki hedefleri Ģunlardır. Daha önce belirtildiği gibi askeri güç
kullanmak vasıtası ile diğer haydut devletlere gözdağı vermektir. Ortadoğu‟da baĢlatılan
terörle savaĢın uzun soluklu olması dolayısıyla Irak‟taki rejim değiĢikliğinin faaliyete
geçirilmesi de diğer bir hedef olmuĢtur. Aynı zamanda Irak‟ta oluĢacak yeni rejimin,
ABD için bir üs görevi görecek olmasıdır. Irak‟ta oluĢturulacak demokratik yeni
yönetim diğer ülkeler için domino etkisi de oluĢturacaktır. Aslında bu amaçların dıĢında
çok daha önemli olan ve ekonomik varlığı yüksek olan petrolün Irak topraklarında
fazlaca bulunması da yatmaktadır. Dünya‟nın önde gelen iĢadamlarının iĢtahını kabartan
bölge, yatırımcıların BaĢkan Bush‟un yapacağı operasyona destek çıkmıĢlardır. Aynı
zamanda ABD Kongresi, BM operasyonun yapılması için destek vermiĢlerdir.
Amerika‟daki Demokratlar KĠS ile mücadele de askeri operasyonun Ģart olup
olmadığını sorgularken, Cumhuriyetçiler askeri müdahalenin olmasında yana oy
kullanmıĢlardır. Bu kararın alınmasında CIA ve Pentagon‟un verdiği bilgilerin de payı
oldukça fazlaydı. Kongre aldığı karar ile BM‟nin onayı olmadan da Irak‟a saldırılması
için ABD yönetimine ve BaĢkan Bush‟a yetki vermiĢtir. Amerikan DıĢiĢleri Bakanı
Colin Powell ise Irak‟a saldırı olmasından yana düĢünürken aynı zamanda da BM ile
yakından iĢbirliği yapılmasını isteyenlerden olmuĢtur. SavaĢa girmeden önce diplomatik
yollar ile BM‟de alınacak kararlar ile sorunu çözebileceklerine inanan Powell, ilk fikrin
askeri güç kullanımı olmamasını söylemiĢtir (Küntay 2011, s. 98-99). Fakat Bush
Saddam‟ın geçmiĢteki dengesiz tavırlarını ve kitle imha silahını teröristler ile
paylaĢacağına inandığından caydırıcılığın sonuç vermeyeceğini düĢünüyordu. Fakat
Powell, BM Güvenlik Konseyi‟nin onayını almadan böyle bir giriĢimde bulunulması
durumunda ABD‟nin Irak iĢgalinin meĢruiyetinin olmayacağını bildirmiĢ ve Bush

104
istemeyerek de olsa BM‟ nin Saddam‟ı son kez silahsızlanmasını sağlaması için zaman
tanımıĢtır. 2003 yılı içerisinde Irak‟ın üç yüz tesisini ziyaret eden BM denetçileri bir Ģey
bulamamıĢtır. Fakat BaĢkan Bush askeri operasyon ile kitle imha silahlarını bulacağı
inancı içinde olmuĢtur (Hook ve Spanier 2013, s. 302-304).

Nihayetinde 20 Mart 2003 günü Kuveyt‟te bulunan Amerikan ve Ġngiliz birliklerinin


Irak‟a girmesi ile “Irak Özgürlüğü Operasyonu” baĢlamıĢtır. Askeri güçler Irak‟a
girerken ilk yaptıkları Ģey petrol tesislerinin güvenliğini sağlamak olmuĢtur. ABD
askerleri üç hafta sonra ise Bağdat‟a girmiĢtir (Cleveland 2004, s.596). Saddam‟ın iki
oğlu olan Kusay ve Uday‟ın alınan istihbarat neticesinde yerlerinin tespit edilmiĢ olması
BaĢkan Bush‟un o bölgeye sığınak delici ve seyir füzeleriyle saldırılmasına izin
vermiĢtir. Bağdat‟ın dıĢındaki Dora çiftliğinde saklandıkları düĢünülen oğulların, ABD
askerleri oraya vardıklarında gerçeği yansıtmadığı anlaĢılmıĢtır. Saddam ve oğulları
çiftlikte değillerdi. Bu sırada tam güçleri ile saldırıda bulunan ABD askerlerine Ġngiliz
kuvvetleri de Kuveyt üzerinden gelerek destek vermiĢ ve 9 Nisan günü Bağdat‟ta
bulunan Saddam heykeli devrilmiĢtir. Fakat ABD yetkilileri Saddam hakkında ölü veya
sağ olduğuna dair hiçbir kesin bilgi sunamamıĢtır. Irak‟taki rejim devrilmiĢti ama
sorunlar yeni baĢlıyordu. Aslında operasyon baĢarı ile sonuçlanmıĢtır. ABD bu savaĢı
alarak gücünü bir kez daha ispatlamıĢ bulunmaktaydı. Irak müdahalesi sonrası ABD‟nin
yapması gereken demokrasinin tesis edilmesinin ilk Ģartlarından olan ulusal bir seçim
yapılması ve anayasa hazırlanması olmuĢtur. ABD, normalde bu görevi yapması
beklenen birimin olarak DıĢiĢleri Bakanlığı yerine Pentagon‟a devredince iĢ çıkılmaz bir
hal almıĢtır. Günümüze kadar ulaĢan ve Irak‟ı üç etnik gruba bölen savaĢ kalıntıları
bölge ülkelerinde de sorunlar yaĢatmaya devam etmektedir. Bölgede baĢlayan kaos
halen devam ederken ne zaman son bulacağı da henüz belli değildir. BaĢkan Bush‟un
Irak‟a müdahale gerekçesi olan kitle imha silahlarının bulunmayıĢı neticesinde ABD dıĢ
politikasında ibre bir anda bölgede demokratik ulus inĢası kavramına dönmüĢtür (Hook
ve Spanier 2013, s.306-310).

Irak‟taki savaĢta gelinen nokta itibari ile Batılı güçler dünya genelinde haksız
bulunmaya baĢlanmıĢken Ġngiltere BaĢkanı Blair, tam aksini söylemektedir.
Müdahalenin ne kadar gerekli ve anlamlı olduğunu söylemiĢtir. Bu konuda ne kadar
haklı olduklarını anlatabilmek içinde Saddam ile ilgili bazı savaĢ verileri sunarak

105
göstermek istemiĢtir. Blair‟e göre Saddam, 2003 savaĢına kadar yapılan savaĢlarda daha
fazla ölüme sebep vermiĢtir. Birincisi, 1980 ve 1988 yılları arasında Ġran ile yaptığı
savaĢ neticesinde 600 bin Iraklı ölürken toplamda 1,1 milyon insan ölmüĢtür. Ġkincisi,
1988 yılında Halepçe Katliamı yaklaĢık olarak 100 bin ölen insan ve çok sayıda
yaralının yanı sıra sürgün edilen insanlar olmuĢtur. Üçüncüsü, 1991 yılı Kuveyt
SavaĢı‟nda 75 bin kiĢinin ölmesi. Dördüncüsü, 1991 harekâtında ġiilere misilleme ile 50
bin ölüm. Son olarak, ülke içerisinde yıllarca süren siyasi çekiĢmelerde ölen 100 bin
civarında ölüm olmuĢtur. Toplamda ölüm sayısı 925 bin kiĢi olarak sunulmuĢtur. 11
Eylül saldırılarında ölenlerin sayısının yaklaĢık olarak üç yüz katı olduğunu belirtmiĢtir.
Bunlara ilave olarak Blair, Saddam‟ın göreve geldikten sonra ekonomik olarak ülkeyi
fakirleĢtirdiğini söylemiĢtir. Tüm bu nedenler de Batı‟nın gözünde Saddam‟ın gitmesine
olanak sağlamıĢtır. 2003 Irak SavaĢına kadar olan süreye bir göz atıldığında görülen
Ģudur ki, gerilimin sürekli artmıĢ olmasıdır. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD‟nin dıĢ
politikasında radikal ve temelden değiĢikliğin olduğu görülmüĢtür. Bu saatten sonra
Amerika Ġslam‟ın aĢırı uçları ile savaĢ halinde olacağını göstermiĢtir. Saddam‟ın hedef
alınmasında ABD‟ye ve BM‟ye ya da Batılı güçlere sürekli olarak kafa tutması ve
kendinden istenenleri yapamaması da gösterilebilir. Bunu da BM‟nin aldığı fakat Irak‟ın
uygulamadığı çeĢitli Güvenlik Konseyi Karaları ile uyumsuzluk ve uyum kayıtlarından
anlaĢılmaktadır (Blair 2012, s.416-435).

ABD‟nin Irak‟a müdahale etmek için sunduğu gerekçelerin temelinde yatan bu BM


kararlarına uyumsuzluk, BaĢkan Bush‟un seçilmesi ile netlik kazanmıĢtır. BaĢkan
Bush‟un Saddam‟ı devirmek için karalı olması, 1990 yılından beri ABD için
Ortadoğu‟daki kurulmak istenen düzeni de baĢlatmıĢtır (Hook ve Spanier 2013, s. 302-
303).

ABD, BM aracılığı ile Irak‟ın Kuveyt‟e girmesinden sonra baĢlayan süreçte çeĢitli
yaptırımlar uygulamak istemiĢtir. 1991 yılından 2001 yılına kadar geçen süre içerisinde
BM, Irak için aldığı birçok kararda hep kitle imha silahları üzerinden gitmiĢtir. ABD,
Irak‟ta olduğunu düĢündüğü ya da aldığı istihbarat üzerine Saddam‟ın sahip olduğu kitle
imha silahlarının yok edilmesi için çalıĢmıĢtır. Bu taleplere Irak‟ın sürekli olarak
olumsuz yaklaĢması, ABD ve Batılı güçleri daha da kızdırmıĢtır. Aslında Irak‟a
müdahale etmek için birçok kez sebep üretmiĢ olan ABD, 11 Eylül saldırılarını tam bir

106
fırsat olarak yorumlamıĢtır. Her ne kadar hedef Usame Bin Ladin olsa da bu altyapı ile
Amerika Irak‟a saldırmayı geciktirmemiĢtir (Blair 2012, s.434-440).

6.3.3 ABD’nin Radikal Terörizm Algısı ve El-Kaide

11 Eylül saldırılarının hemen ardından 14 Eylül günü açıklanan Ulusal Güvenlik


Stratejisi‟nde belirtildiği üzere, ABD o günden bu güne küresel çapta, terörizmle
mücadele etmiĢtir. DüĢmanını tanımlarken terörizmi ne tekbir rejim, nede tekbir
devletten ve ne de bir dinden sorumlu tutmadığını belirtmiĢtir. O günden sonra
düĢmanlarını barıĢa ve demokrasiye karĢı gelen teröristleri ve onlara ev sahipliği yapan
herkesi düĢman listesine koyduğunu dile getirmiĢtir. Amerika tarihinde daha önce
yaĢanan hiçbir savaĢın Ģimdiki savaĢ ile aynı olmadığını ve bu savaĢın da uzun soluklu
olacağını belirtmiĢtir. Buradan da anlaĢılacağı üzere ABD artık yeni bir savaĢa
baĢlamıĢtır. Bu savaĢa ise bir devlet ismi vermeden kim olduğunu belirtmeden
genelleme yaparak “terörizm” adını takmıĢtır. SSCB‟nin dağılmasından sonra dünyada
tek süper güç olan ABD için Soğuk SavaĢ dönemindeki düĢman ortadan kalkmıĢtır.
Doğal olarak zaten dünyayı yöneten ABD, bir anda karĢılaĢmıĢ olduğu saldırılar ile Batı
camiasını da arkasına alarak kendine yeni bir düĢman tanımlaması yapmıĢtır. Bu
tanımlamada ilk hedef olarak saldırıyı gerçekleĢtirdiğini düĢündüğü El-Kaide ve
Afganistan‟ı hedef seçmiĢ sonrasında da Irak‟a savaĢ açmıĢtır. Zaten açıkladıkları
Ulusal Güvenlik Stratejisi‟nde de El-Kaide ve destekçilerinin birkaç ülke de
örgütlendiğini belirtmiĢtir (U.S. Department of State 2002).

Bu ülkeler içinde Afrika, Ortadoğu ve Asya‟da bulunan destekçileri hedef göstermiĢtir.


ABD bundan sonra teröristlerin yok edilmesi ile beraber diktatör liderleri de hedef
alacağını dile getirmiĢtir. ABD, teröristleri izole etmek için koordineli çalıĢabileceği
devletleri oluĢturmak istediğini yine Ulusal Güvenlik Stratejisinde belirtmiĢtir. Buradan
yola çıkınca, Irak‟ın bu Ģartlar altında ABD için müttefik olmadığı anlaĢılmaktadır.
Aynı Ģekilde Suriye ve Ġran‟da bu bölgede ABD çıkarlarına ters düĢmektedir. ABD‟ye
göre teröristlere finansal desteği bu devletler sağlamaktadır. Aynı zamanda ABD, farklı
bir açıdan da bakarak dikkatleri kitle imha silahlarına yöneltmiĢtir. ABD‟ye göre kitle
imha silahlarına sahip olan bu devletler ileride bu silahları terörist gruplara vererek ya
da teröristlerin ele geçirmesi ile elde edecekleri gücü yeniden ABD ve Batı dünyasında
kullanmak isteyeceklerini düĢünmektedir. ABD‟nin korktuğu bir sonraki eylemin

107
gerçekleĢmemesi için Ģimdiden önlemler alınması gerektirdiğini dile getirmiĢ olması da
kendilerince haklı sebep olmaktadır. Fakat terör saldırıları sınıflamasında Ortadoğu
devletleri ve çoğunluğun Müslüman olduğu bu coğrafya tam olarak hedef gösterilmiĢtir
(U.S. Department of State 2002).

Yine 2002 Ulusal Güvenlik Stratejisi‟nde dikkati çeken Ģu ifadeleri göstermek


gerekmektedir. “Biz de uluslar arası terörizme karşı savaşı kazanmak için fikirler
savaşı başlatacağız”. Burada fikirler savaĢı derken kölelik, korsanlık ve soykırımların
engellenmesi için Müslüman çoğunluğun olduğu bu coğrafyada, ılımlı modern
hükümetler kurulması gerektiğini belirtmiĢtir. Bu noktada ilk baĢta bu savaĢın hiçbir
ideolojik ve din ile ilgili olmadığını söyleyen Bush ve ekibi birden Müslümanlığı
yumuĢatmaktan bahsetmeye baĢlamıĢtır. Müslümanlığı terör ile aynı kefeye koymaya
çalıĢmıĢtır. 2010 yılına gelindiğinde gördüğümüz o ki bir Müslüman devlet olan
Tunus‟ta baĢlayan ve Kuzey Afrika boyunca yayılıp tüm Müslüman ülkeleri içine alan
bir devrim hareketi yaĢanmıĢtır (U.S. Department of State 2002).

ABD kendine belirlemiĢ olduğu yeni düĢman ile karĢımıza aynı zamanda yeni bir
terimde çıkarmıĢtır. “Uluslararası Terörizm”. Öncelikle terör ve terörizm kelimelerini
ve anlamalarını incelemek gerekmektedir. Terör kavramının insan aklı ve zihinlerinde
uyandırdığı çağrıĢım, her Ģeyden evvel korkuyu, Ģiddeti, dehĢete kapılmayı ve kanundıĢı
davranıĢları canlandırmaktadır (Gençtürk 2012). Terörizm ise siyasi düĢünceleri içinde
barındıran silahsız sivil halkı hedef alan planlanmıĢ sistemli saldırılar olarak
yorumlanmaktadır. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD‟de US Vatanseverlik Yasası ile
ulusal terörizm kavramı dünya gündemine oturmuĢtur. Bu yasa ile Ulusal Terörizm
“Ġnsan hayatını tehdit eden, sivil nüfusu korkutmayı ve hükümet icraatini kitle imhaları,
suikast ve adam kaçırma gibi yöntemler kullanarak etkilemeye çalışan her türlü eylem”
olarak tanımlanmıĢtır (Irmak ve Kâhya 2013).

Uluslararası Terörizm ise, 1989 yılında BM‟nin tanımlaması ile “Uluslararası boyutları
da bulunan bir uzlaşmazlığın üzerine, bu uzlaşmazlığın arzu edilen yönde gelişimini
sağlamak amacıyla bir üçüncü devletin sınırları dâhilinde bir yabancının kendi
uyruğunda bulunmayan bir başkasına uyguladığı şiddet ve baskıdır” olarak
adlandırılmıĢtır. DeğiĢen dünya dengeleri gereği sıcak savaĢların bittiği ve yerini Soğuk
SavaĢ‟ların aldığı daha çok psikolojik savaĢın hâkim sürdüğü bir dünyada

108
yaĢamaktayız. Bu dönemde düĢük seviyeli çatıĢmalar ile terör kavramı da beraberinde
gelmektedir. Ġki kutuplu düzenin sona ermesi ile terör ve terörizm etki alanını
artırmıĢtır. Ortadoğu ülkelerinde ve dünyanın pek çok yerinde ABD karĢıtı devletlerin,
kendisiyle savaĢan bir SSCB yokluğunda baĢvurduğu bir yöntem haline gelen terörizm,
kendini en çok 11 Eylül saldırıları ile göstermiĢtir (Güleç 2012). Aslında terörizmdeki
sapma 1990‟lı yıllardan sonra yaĢanmıĢtır. 1914 yılında ilk terör eylemi sayılan ve
I.Dünya SavaĢını baĢlatan unsur olarak kabul edilen olay Ferdinand‟ın öldürülmesi
olmuĢtur. Bunu takiben Yugoslavya Kralı Aleksandr ve Fransa DıĢiĢleri Bakanı Louis
Barthou 1934 yılında öldürülmüĢtür. ABD BaĢkanı Jhon F.Kennedy‟den Ġndira
Gandhi‟ye kadar pek çok devlet baĢkanı ve adamı öldürülmüĢtür. 20.yüzyıl sonuna
kadar terör eylemleri devlet baĢkanlarını hedef alırken, 11 Eylül‟den sonra uluslararası
terör eylemleri yerini sembollere bırakmıĢtır. 11 Eylül saldırılarında dünyanın ekonomi
merkezi ve Batı medeniyetinin sembolü olan Dünya Ticaret Merkezi vurularak terör
hedefleri yön değiĢtirmiĢtir (Gençtürk 2012).

Radikal terörizm kavramı 11 Eylül saldırıları ile dünya gündeminde önemli yer tutmaya
baĢlamıĢtır. Blair‟e göre saldırılar sadece Amerika‟ya değil aynı zamanda ortak
değerlerine yapılmıĢ bir saldırıydı. Bu saldırıları kontrol altına almak, ortak hedefleri
haline gelmiĢtir. Aslında bu saldırılar sonrası baĢlatılan mücadele bir savaĢ niteliği
taĢımaktaydı. Balir‟e göre bu bir savaĢtı ama diğer savaĢlardan Ģekil ve yapı olarak
farklı değerlendirilmeliydi. Bunun bir ideoloji, bir ahlak savaĢı olduğunu dile getiren
Blair, ABD ile aynı safta bu savaĢa destek vereceklerini, omuz omuza birlikte
savaĢacaklarını belirtmektedir. Burada ideoloji ve ahlak savaĢı derken Blair‟in kastettiği
Ģey aslında dinsel fanatizmin yaĢadığı hayatın, Batı‟da yaĢanan laik, demokratik,
aydınlık ve eĢitlikçi yaĢam tarzına zıt olduğudur. Blair, bu savaĢın aslında bir anlamda
modernleĢme savaĢı olduğunu dile getirmiĢtir. Dünyanın çok hızlı bir Ģekilde değiĢmesi
teknolojinin de yükselmesine sebep olmuĢtur. Teknolojinin geliĢmesi ile artan iletiĢim
ağı sonucu kitleler birbirleri ile daha hızlı haberleĢebilmektedir. Bu durum Batı‟ya karĢı
olan Ġslami güçleri de harekete geçirmiĢtir. KüreselleĢmenin getirdiği yeniliklerden
korkan kesim, tepkisel olarak geliĢtirdikleri fikir akımları ile Batı‟ya meydan okumaya
girmiĢtir. Blair‟e göre de bu tepkileri derinleĢtiren Ġslam olmuĢtur. Blair, Ġslam dininin
doğuĢu ve sonrasında yayılması ile güçlenirken diktatörlüğe yöneldiğini ifade
etmektedir. 11 Eylül olaylarını anlamak için Ġslam tarihinin iyi bilinmesini söyleyen

109
Blair, Ġslam‟dan gelen tehdidin derinliğini yanlıĢ anladığını da dile getirmiĢtir. Bu iĢi
sadece küçük bir grubun yaptığını düĢünürken aslında öyle olmadığını görmüĢtür.
Blair‟e göre bu savaĢ eldeki tüm olanaklar ile kazanılana kadar devam etmeliydi. Blair,
Ġslam coğrafyasının içerdiği tehlikenin iki boyutu olduğunu düĢünmektedir. Birincisi,
modern Ġslam düĢüncesine göre Ġslamiyet‟i yeniden canlandırmak için halifeliği isteyen
terörizm yanlısı aĢırı dincilerdir. Bu grup ABD‟yi Ġslam düĢmanı gören gruptur. Ġkincisi
ise, Reform eĢiğindeki teröre karĢı Batı yanlısı gruptur. Blair tüm bunları bir araya
getirdiğinde Ģu tespitte bulunmaktadır: “Ġslam’ı temsil etmeyen küçük bir grupla bizim
aramızdaki bir savaş değil bu. Ya da en azından sadece bu değildir. Bu aynı zamanda,
Ġslam’ın fikri, kalbi ve ruhu için temel bir mücadeledir” (Blair 2012, s: 382-385).

BaĢkan Bush ise 2006 yılında yayınladığı Ulusal Güvenlik Stratejisinde ise terörizme
ilave olarak bir de kitle imha silahlarının tehlikesini eklemiĢ ve bu bağlamda
Ortadoğu‟nun genelinden Rusya ve Çin‟e kadar uzanan bölgede var olan nükleer
silahların ulusal güvenliklerini tehdit ettiğini vurgulamıĢtır. Ġran, Irak ve Suriye‟nin
teröristlere sahip çıktığını dile getirmiĢtir. Ġran yönetiminin terörü desteklerken Ġsrail‟i
de tehdit ettiğini söylemektedir. Hatta Suriye‟nin teröristleri barındıran eylemlerini
destekleyen zorba bir yönetim olduğunu da belirtmiĢtir. Buradan yola çıkarak ABD,
bölge ülkelerine önce Afganistan‟da Taliban rejimini yıkarak sonrasında da Irak‟a kitle
imha silahı barındırdığı için saldırmıĢtır. Bugün ise ABD, Arap Baharı sonrası
kargaĢasının kalıntıları ile karıĢmıĢ olan Suriye‟ye hiçbir Ģekilde müdahale
etmemektedir. Adeta Suriye‟deki geliĢmeleri arkasına yaslanarak izlemektedir (U.S.
Department of State 2006).

ABD‟nin yaptıkları ve söyledikleri dikkatlice incelendiğinde karĢımıza Radikal


Terör‟ün varlığını kabullenmiĢ ve bu kitleyi hedef almıĢ olduğunu görülmüĢtür. Radikal
terörizmin tehlikeli olmasının altında yatan sebeplerin ise birçok nedeni bulunmaktadır.
Ortadoğu‟nun petrolleri ile zenginleĢen ve bu zenginleĢmeden üretici olan bölgeye
yeterli payın verilmemesi ile Batı ile Müslüman nüfusun arasında açılan uçurum bu
sebeplerin baĢında gelmektedir. Doğal kaynakların büyük çoğunluğuna sahip Ġslam
dünyasının temsilcilerinin dünya ekonomisi ve politikası üzerinde eĢit hakka ve söze
sahip olmaması da terör eylemlerini gerçekleĢtiren bir unsur olarak sayılmaktadır.
Ayrıca bölgedeki huzursuzluğun sebebi olarak görülen Ġsrail‟in tutumlarının ABD

110
tarafından desteklenmesi de Arap Müslüman ülkeleri rahatsız etmiĢtir. Bölge halkının
genel kimliği Müslüman olması ve burada yaĢayan halkların yaĢam tarzlarının ve
kültürlerinin hiçe sayılarak oluĢturulmak istenen demokratikleĢme süreci yine terörizmi
beslemiĢtir. ABD‟nin uluslararası terörizmi yok etmesi zorlu bir süreci getirmektedir.
ABD ve Batı, Ġslam‟ı bir din olarak tanıyıp saygı duymadıkça bölgede istediği huzuru
da sağlayamayacaktır. Almanya eski ġansölyesi olan Helmut Schmidt‟in Yevgeni
Primakov‟a göndermiĢ olduğu bir mektupta da belirttiği gibi, Batı eğer kendisini Ġslami
teröre karĢı olmakla sınırlarsa, kendilerine yabancı bu dine saygı göstermez iseler sonuç
felaket olabilecektir. Batılı güçler acil olarak Ġslam‟a hoĢgörü ile yaklaĢırken Ġslami
teröre karĢı koymayı da ayıt etmelidir. Schmidt, “terörün Kur‟an‟da yeri yoktur”
diyerek gelecekte oluĢabilecek büyük tehlikenin bir an evvel önüne geçilmesi için
önerilerde bulunmuĢtur (Primakov 2010, s: 41-43).

Bugün, El-Kaide‟nin de içinde bulunduğu pek çok terör örgütü modern terörizm içinde
adlandırılmaktadır. Modern terörizmin de en önemli ayağını, internet, finansal güç ve
sivil halka yönelik saldırılar oluĢturmaktadır. Ġnternet vasıtası ile örgüt içinde ve
dünyaya çeĢitli mesajlar anında iletilebilmektedir. Bu kitleleri bir anda kıĢkırtıcı hale
getirebilmkektedir. Terör örgütleri siyasi güce ve hükümetlere karĢı sivil halkı
kullanarak isteklerini kabullendirme yoluna da gitmektedir. Bu terör örgütlerine
bakıldığında artık devlet desteğinden hariç kendi kendini finanse edebilecek bir
ekonomik güce sahip olduğunu görebiliriz. Bunun en çarpıcı örneği ise Usame Bin
Ladin‟dir (Primakov 2010, s: 45).

Usame Bin Ladin‟in babası Yemen‟den Suudi Arabistan‟a göç etmiĢ, iĢ adamı
Muhammed Bin Ladin‟dir. Usame Bin Ladin ise Riyad‟da 1957 yılında doğmuĢtur.
Sonrasında Cidde‟de mühendislik ve ticaret okurken Ġslami gruplar ile iliĢki halinde
olmuĢtur. SSCB‟nin Afganistan‟ı iĢgal ettiği 1979 yılında cihad çağrısında bulunan
Arap ülkelerinin yanında, Afgan mücahitlere lojistik destek sağlamıĢtır. Daha sonraları
Pakistan‟a yerleĢen Ladin, kurduğu üsse birçok gönüllü eklemiĢtir. Bu kitleyi
örgütleyerek de ileride oluĢacak olan El-Kaide‟nin temellerini atmıĢtır. Bu dönemde
ABD ve SSCB arasında devam eden Soğuk SavaĢ neticesinde, ABD Usame Bin Ladin‟i
SSCB‟ye karĢı desteklemiĢtir (CNNTURK 2011). SSCB, Marksist rejimi destekleyen
Afganistan hükümetini Ġslami direniĢe karĢı eğitirken ABD de, CIA aracılığı ile

111
Afganistan‟da çok gizli organizasyonlar ve operasyonlar hazırlamıĢtır. Amerika
SSCB‟ye karĢı Afgan mücahitlerini ekonomik olarak da desteklemiĢtir. Bu dönemde
mücahitlere milyar dolarlar ödemiĢtir (Küntay 2011,s: 91).

SSCB iĢgali sonrasında ülkesine dönen Usame Bin Ladin bir kahraman olarak
karĢılanmıĢtır. Usame Bin Ladin bu zafer sarhoĢluğu içinde Suudi yönetimi eleĢtirince
pasaportu iptal edilmiĢtir. Bu dönemden sonra da Sudan‟a yerleĢmiĢ fakat buradan da
kısa süre sonra 1996 yılında ülkeyi terk etmesi istenmiĢtir. Usame Bin Ladin bunun
üzerine Afganistan‟a yerleĢmiĢtir (CNNTURK 2011). El-Kaide‟nin bir numaralı lideri
olan Usame Bin Ladin‟i Soğuk SavaĢ döneminde destekleyen Amerika, sonrasında
kendi de dâhil olmak üzere tüm dünyaya pahalıya mal olan 11 Eylül saldırılarında
düĢman olarak görmüĢtür (Primakov 2010, s: 47).

Aslında 11 Eylül öncesinde CIA‟in düzenlediği raporda, Usame Bin Ladin tehdidi dile
getirilmiĢtir. Bu raporda Usame Bin Ladin ile ilgili 1997 yılından 2001 yılına kadarki
süreç anlatılmıĢtır. 1997 yılında yayınlanan raporda, Usame Bin Ladin‟in sivil hedeflere
yönelik saldırılarında artma yaĢandığını belirtmiĢtir. Aynı zamanda ABD ile Irak
arasında Ortadoğu barıĢ sürecindeki geliĢmeler nedeniyle ABD-Irak arasında soğukluk
yaĢandığını dile getiren CIA, bu durumun terör faaliyetlerinin ABD çıkarlarına
saldırılara dönüĢtüğünü belirtmiĢtir (CIA 2015).

1999 yılında yayınladığı raporda ise, Usame Bin Ladin‟in kitle imha silahları,
uluslararası suçlular gibi nedenlerden dolayı tehdit olabileceğini dile getirmiĢtir.
Ladin‟in dünya çapında artan bir sempatizan topluluğu olduğunu ve müttefiklerinin de
ABD‟ye karĢı saldırılar planladığını belirtmiĢtir. CIA, Bin Ladin‟in ana hedefinin Basra
Körfezi‟nden ABD‟yi çıkarmak istediğini de belirtmiĢtir. 2000 yılında yayınlanan
raporda da, dünya çapında yaptıkları çalıĢma sonucu teröristlerin yarısından fazlasının
El-Kaide örgütüne mensup kiĢiler olduğunu belirtmektedir. Aynı zamanda rapor, bu
teröristlerin birçoğunun ABD karĢıtı devletler tarafından desteklendiğini belirtmektedir.
2001 yılı ġubat ayında yayınladığı raporda Tenet, terör tehdidi gerçeğinin ve alınması
gereken önlemlerin acil bir hal alması gerektiğini dile getirmiĢtir. Terör örgütünün
giderek geliĢmiĢ cihazlara sahip olduğunu ve bu vasıta ile eĢ zamanlı saldırılar
yapabileceğinin de altını çizmektedir. Afganistan yönetimi Taliban‟ın ise Usame Bin
Ladin‟e sığınak sağlayarak her türlü yardımda bulunduğunu belirtmektedir. Raporlardan

112
da anlaĢılacağı üzere ABD uzun zamandır El-Kaide‟yi izlemektedir. 1998 yılından bu
yana ise sıkı takibe aldığı görülmüĢtür (CIA 2015).

ABD teknolojisinin ve gücünün daha üstün olduğunu kabullendiğimizde, elde edilen bu


veriler neticesinde 11 Eylül öncesinde önlem almak için neden beklediğini sorgulamak
gerekmektedir. Daha önce yapılan terör saldırıları ABD için hayati önem
taĢımamaktaydı. Fakat ikiz kuleler hem ABD için hem de dünya için büyük önem
taĢımaktaydı. Bu nedenledir ki saldırı sonrası eldeki bu veriler ıĢığında her ne kadar
Usame Bin Ladin saldırıları kabul edip kınamasa da, ABD saldırıları CIA raporu
üzerinden değerlendirip El-Kaide‟nin yaptığına inanmıĢtır. ABD hiç zaman
kaybetmeden de uzun sürecek terörle savaĢa baĢlamıĢtır (CIA 2015).

6.4 OBAMA DÖNEMĠ ABD ORTADOĞU POLĠTĠKASI

BaĢkan Obama dönemini incelemeden önce Obama‟ya geçmiĢ dönemden miras kalan
sorunlara kısaca değinmek gerekmektedir. Soğuk SavaĢ sonrası dönemde “Yeni Dünya
Düzeni”nin baĢladığını savunan ABD yönetimi ve müttefikleri, bu fikrin aslında ne
derece baĢarısız olduğunu zaman geçtikçe anlamıĢtır. Fikrin baĢarısızlığını ise, 1990
yılında Irak‟ın Kuveyt‟i iĢgali, Yugoslavya ve Somali‟deki iç savaĢ, Zaire, Çeçenistan
ve Endonezya‟da meydana gelen katliamlar kanıtlamıĢtır. Bunların yanı sıra Ruanda ve
Burundi‟de 1994 yılında yaklaĢık bir milyon insanının öldüğü çatıĢmaların yaĢanması.
“Yeni Dünya Düzeni”ndeki en büyük sarsıntı ise 11 Eylül‟de yaĢanan terör saldırıları
ile olmuĢtur. BaĢkan Bush‟a göre 11 Eylül saldırıları sadece ABD çıkarlarını tehdit
etmiyordu. Bush‟a göre Ortadoğu‟da ve dünyada oluĢturulmak istenen istikrarı
koruyucu demokratik yeni düzenin varlığını da tehdit etmekteydi. BaĢkan Bush için bu
saldırıları fırsata çevirmek zor olmamıĢtır. 11 Eylül sonrasında hemen yayınlanan
doktrin ile Afganistan ile savaĢmıĢtır. ABD dıĢ politikasındaki köklü değiĢimin en
üzücü yanı 2003‟teki Irak‟ı iĢgal etme kararı olmuĢtur (Hook ve Sapiner 2013, s: 319-
322).

BaĢkan Bush‟un Obama‟ya miras bırakacağı diğer bir konu da, 2008 yılında ABD‟de
yaĢanan finansal kriz olmuĢtur. Ortadoğu‟da güvenlik adına yapılan savaĢ ABD‟ye çok
fazla bir ekonomik maliyet bindirmiĢtir. ABD içinde gittikçe artan gerilim demokrasiye
tehdit oluĢturmaya baĢlamıĢtır. Kongre‟nin 11 Eylül sonrası BaĢkan‟a tanıdığı savaĢ için

113
sınırsız yetki ile Bush yanılgı içine düĢmüĢtür. Bir diğer karar da 11 Eylül sonrası
çıkarılan “ABD Vatanseverlik Yasası” olmuĢtur. Bu yasaya göre federal ajanların, ABD
vatandaĢlarının telefonlarına, tıbbi raporlarına, ticari iĢlemler ile e-postalarına eriĢimi
kolaylaĢmaktadır. Bu durum bazı eyaletlerde sivil halkın özgürlüklerine saldırı olarak
kabul edilmiĢtir. Mahkeme kararı olmadan telefon konuĢmalarının dinlenmesi ve e-
postaların okunması ile devletin artık bir polis devleti haline geldiğini düĢünen kiĢiler
tarafından sıkıntılı karĢılanmaya baĢlamıĢtır. BaĢkan Bush‟un bu tartıĢmalı kararlarına
bir de mahkûmlara yönelik katı tutumlarda eklenmiĢtir. El-Kaide ve diğer terör
örgütlerine hizmet ettiği iddiası ile tutuklanan ve Küba‟daki Guantanamo Körfezi‟ne
götürülmüĢlerdir. BaĢkan Obama‟ya sıkıntılı bir konu olarak da kalan bu kampta
yaĢanan insani değerlerden yoksun olaylardır. Bu kamplarda ileri düzeyde Ģüpheli
tutuklulara uygulanan iĢkence görüntülerinin Soysal medyada paylaĢılması ile ABD
yönetimi, uluslararası arenada zor duruma düĢmüĢtür. Bu durum daha sonra BM‟nin
gündemine gelmiĢtir. BM Ġnsan Hakları Komisyonu 2006 yılında Guantanamo‟daki
mahkûmların ya resmi olarak suçlanmasına ve davaya tabi tutulmasına ya da
bırakılmasına karar vermiĢtir. ABD‟nin 11 Eylül sonrası politikaları dünya çapında
yargılanmaya baĢlamıĢtır. 2007 yılında yapılan bir ankette yirmi dört ülkedeki
katılımcıların büyük kısmı Amerika‟nın küresel davranıĢlarını olumsuz bulmuĢtur.
BaĢkan Bush‟un yakasında yük olan bu sorunlara bir de 2008 yılı ekonomik sıkıntı
eklenince bir sonraki seçimin renginin nasıl olacağı tartıĢılmalı olmuĢtur (Hook ve
Sapiner 2013, s: 322-328).

4 Kasım 2008 yılı seçimlerinde ABD‟nin 44. BaĢkanı Seçilen Obama, Ocak 2009 da
göreve baĢlamıĢtır (WhitHouse 2015). Obama‟nın yukarıda değindiğimiz gibi göreve
baĢladıktan sonra Bush yönetiminden kendisine miras olarak kalan dört önemli sorunu
vardı: Irak, Afganistan, Amerikan karĢıtlığı ve küresel ekonomik kriz. ABD‟nin Irak‟a
yapmıĢ olduğu harekât sonrasında ülke içinde direniĢ her ne kadar azalmıĢ dahi olsa
bitmemiĢtir. Üstelik ülkede istikrar da tam olarak sağlanamamıĢtır. Bush yönetimi
döneminde Irak‟a gönderilen askerlerin 142,000‟i halen Irak‟ta bulunmaktaydı.
Afganistan‟da ise durum daha da vahim bir hal almıĢtır. El-Kaide lideri Usame Bin
Ladin yakalanamadığı gibi ülkede istikrarda sağlanamamıĢtır. Bu süreç içinde ABD‟nin
uluslararası sistemde sempatisi düĢmeye baĢlamıĢtır. Obama bunca soruna karĢı birde
ekonomik sorun ile karĢı karĢıya kalmıĢtır. BaĢkan Obama bu geliĢmeler ıĢığında 2002

114
yılında yapmıĢ olduğu konuĢmasında, Saddam Hüseyin‟in ABD‟ye ve bölgedeki
müttefik güçlere karĢı bir tehlike oluĢturmadığını söylerken, Irak ile devam edecek olası
bir savaĢın sonucunda belisizlik durumunun hâkim olacağını dile getirmiĢtir.
Dolayısıyla Obama, zaten zedelenmiĢ olan ABD politikasının Ortadoğu‟daki çıkarlarına
zarar vermesinden endiĢe duymaya baĢlamıĢtır. Bölgede uluslararası destek alınmadan
bir operasyon yapılmasının sakıncalarının olacağını da belirtmiĢtir. BaĢkan Obama
Afganistan ile savaĢı da eleĢtirmiĢ ve burada savaĢın devam edeceğini belirtmiĢtir. Irak
ile savaĢın ise gereksiz olduğunu dile getirmiĢtir (Pirinççi 2011, s: 104-105).

Seçmen 2008 seçimlerinde BaĢkan Bush‟un tek taraflı politika izlemesinden sıkılmıĢ ve
yeni bir dönem açmak için Obama‟yı BaĢkan yapmıĢtır. Obama göreve geldikten sonra
ilk olarak, ABD‟nin tek taraflı olarak izlediği yoldan çıkarak uluslararası topluma
yeniden katılacağını bildirmiĢtir. Ġkinci olarak, Amerika‟nın küresel olarak çıkarlarını
geliĢtirmek adına “sert güç kullanımı” yerine “yumuĢak güç” kullanarak devam
edileceğini bildirmiĢtir. Yani BaĢkan Obama yeni dönemde baskı veya zorunlu güç
kullanımı yerine çekicilik ile istediğini elde etme yöntemini kullanmak istemiĢtir.
Amerika‟nın ulusal değerleri ile zıtlaĢan yöntemlerden uzak duracak fakat bu noktada
güvenlik ile ilgili tehdit unsurlarını göz ardı etmeyecektir. Bu noktada gerektiğinde
savaĢ ilan edileceğini dile getirmiĢtir. Son olarak Obama, dıĢ politikadaki en önemli
unsurun diplomasi olacağını belirtmiĢtir. Liderler ile ikili iliĢkiler ile sorunların
çözüleceğini seçim çalıĢmalarında dile getirmiĢtir. Beyaz Saray‟da ilk olarak yaptığı
iĢlerden biri de Arap televizyonlarına ABD aleyhinde konuĢan herkes ile karĢılıklı saygı
ile yakalaĢacağının sözünü vermiĢtir. Obama‟nın DıĢiĢleri Bakanı olarak
görevlendirdiği Hillary Clinton da hemen iĢe koyulmuĢ ve Asya‟nın bir ucundan diğer
ucuna dinleme turlarına çıkmıĢtır. Diplomasi ile çözüm arayıĢlarına baĢlayan Obama,
aynı zamanda Savunma Bakanı olarak, Bush döneminde görev alan Robert Gates‟i
tekrar aynı göreve getirmiĢtir. Yeni Ulusal Güvenlik DanıĢmanı ise ülkesinin ulusal
çıkarlarını azimle savunan Jim Jhones olmuĢtur (Hook ve Spanier 2013, s: 328-332).

BaĢkan Obama karĢısındaki üç önemli sorunlardan ilki olan ekonomik yükün


hafiflemesi adına, Afganistan ve Irak‟taki ABD operasyonlarının bitirilmesi için
adımlar atmaya baĢlamıĢtır. Afganistan ve Irak‟taki savaĢların son bulması ile bölgede
var olan ABD güçlerinin ülke ekonomisine verdiği zararı minimuma indirmek

115
istemiĢtir. Bu neden ile bir an evvel bu bölgeden en az zarar ile çıkılması gerektiğini
düĢünmüĢtür. Buradaki savaĢların aynı zamanda Ġslam coğrafyasında da ABD‟nin
imajına zarar verdiğinin farkında olan Obama, 2009 yılında Türkiye‟ye yaptığı ziyaret
esnasında ABD‟nin aslında Ġslam ile savaĢ içinde olmadığını ve olmayacağını dile
getirmiĢtir. Bozulan imajını düzeltmek üzere diğer bir hamle de Ġran ile ilgili
iliĢkilerindeki düzeltme içerisine girileceğini dile getirmiĢtir. Obama, Bush‟un Ģer
ekseni içine koyduğu Ġran ile diplomasinin iĢleyeceğini ve karĢılıklı çıkarların
gözetileceğini belirtmiĢtir. Aynı zamanda Kahire‟de 2009 yılında yaptığı bir konuĢmada
Ortadoğu‟da Ġslam dünyasına yönelik ılımlı mesajlar vermiĢtir. Burada Afganistan ve
Irak savaĢını değerlendiren Obama, Afganistan‟a saldırının geçerliliğini anlatırken
zorunluluk olduğunu belirtmiĢtir. Irak ile ilgili olan müdahalenin ise, bir tercihten ibaret
olduğunu söylemiĢtir. Buradan da anlaĢılacağı gibi Obama, BaĢkan Bush‟un saldırgan
politikasının gereksizliğini Bush‟un bir tercihi olduğunu ima etmiĢtir. Obama aynı
zamanda Filistin ile ilgili olarak da, Filistinlilerin durumunun kabul edilebilir
olmadığını söylemiĢtir. Obama dönemi ile bir yumuĢama ve insani değerlerin daha
yüksek olduğu bir politika izlendiği görülmüĢtür (Pirinççi 2011, s: 104-107).

Obama‟nın 2009 yılında yayınladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi‟nin önsöz bölümünde


Ģunlar dile getirilmiĢtir: ABD‟nin on yıldır bir savaĢ içinde bulunduğunu ve tehditler ile
karĢılaĢtıkça askeri gücünün kullanılacağı belirtilmiĢtir (T.C. Milli Güvenlik Kurulu
Genel Sekreterliği. 2015).

ABD‟nin gücünün ve nüfuzunun yeniden inĢa edilmesi içinde önce ülke içinde atılacak
adımlar ile baĢlatılması gerektiğini söylemiĢtir. ABD‟nin güvenliğinin ana unsurunun
asker olduğu fakat aynı zamanda bu durumun ABD‟ye fazla yük getirdiğini belirtmiĢtir.
Bunun için de bir an evvel dost ve müttefikler ile iliĢkileri tekrardan güçlendirerek
birlikte hareket edilmesi gerektiğini düĢünmektedir. Aynı zamanda askeri birimlerin
modernleĢtirilmesi gerektiğini de söylemiĢtir. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi‟nin
sonraki bölümleri incelendiğinde özet olarak Ģunlar dikkatimizi çekmektedir. ABD‟nin
gücünün ve kaynaklarının geliĢtirilmesi gerekmektedir. Amerika‟nın liderlik rolünün
yeniden baĢlatılması gerektiği de görülmüĢtür. ABD‟nin güvenliğinin sağlanması için
çalıĢılmasının gerekliliği dile getirilmiĢtir. Aynı zamanda ABD ekonomisinin
canlandırılması gerekmektedir. ABD uluslararası kuruluĢları güçlendirmek ve birlikte

116
çalıĢmak da istemektedir. Bunu içinde diğer ülkeler ile angajman sağlanmalıdır. Ayrıca
uluslararası kuruluĢların modernleĢtirilmesi gerekmektedir. Kitle imha silahlarının
varlığı ABD halkı için halen ciddi bir tehdit oluĢturmaktadır. Bunun ile mücadele
edilmesi gerekmektedir. Bunun için de iki hedef belirlenmiĢtir Afganistan ve Pakistan.
Müslüman halklar ile kapsamlı bir iĢbirliği geliĢtirilmesi de ABD çıkarları için
önemlidir. Bu bağlamda da Uluslararası ekonomik iĢbirliği olan G-20‟ye
odaklanılmıĢtır. Uluslararası düzende barıĢı sağlamak için ordunun kapasitesinin
artırılması da ABD‟li yöneticiler tarafından düĢünülmektedir (T.C. Milli Güvenlik
Kurulu Genel Sekreterliği. 2015).

Obama, kitle imha silahları ile mücadele kapsamında hedef alınmıĢ olan Afganistan‟ın
içerisindeki Amerikan ve NATO askerlerinin bölgede karĢılaĢtığı sıkıntıların artması ve
savaĢın sonlanmasında Pakistan‟ın anahtar ülke olduğunu düĢünmektedir. Pakistan‟ın
Hindistan, Çin, Ġran ve Afganistan ile sınırları olduğu düĢünüldüğünde bölgedeki
geliĢmelerde merkez güç konumunda olduğunu görmekteyiz. Soğuk SavaĢ yıllarında
Pakistan SSCB‟ye karĢı hep ABD‟nin yanında yer almıĢtır. Soğuk SavaĢ yılları boyunca
ülkede yaĢanan iç savaĢlar ile uğraĢan Pakistan, 11 Eylül saldırıları sonrası ABD ile
yeniden ortak düĢman algısı içinde birlikte hareket etmiĢlerdir. Pakistan, laik rejimini
tehdit ettiğini düĢündüğü içerisindeki Radikal Teröristler ile mücadelede, ABD ile
birlikte hareket etmek istemiĢtir. 1999 yılında askeri darbe ile iktidara gelen General
Pervez MüĢerref, ABD yanlısı tutum izlemiĢ fakat yine de El-Kaide teröristlerini
durdurmada gönülsüz davranmıĢ ve terör üyesi grupların ülkesinde barınmasına engel
olamamıĢtır. Bu durum ABD için engel olmaya baĢlamıĢtır. 2008 yılı seçimlerinde
baskılar sonucu istifa eden CumhurbaĢkanı MüĢerref‟in yerine 2007 yılında öldürülen
muhalif lider BaĢbakan Benazir Butto‟nun eĢi Asıf Ali Zerdari CumhurbaĢkanı
seçilmiĢtir (Hook ve Sapiner 2013, s: 332-334).

Pakistan‟a Amerikan yardımı 2010 yılında 4,5 milyar doları bulmuĢtur. 2001 yılından
günümüze ise yapılan yardımlar gerek askeri gerekse diğer yardım paketleri ile
toplamda 20 milyar dolar olmuĢtur. Pakistan yapılan yardımlar sonucu ekonomik olarak
elde ettiği güç ile de 2002 yılında nükleer denemeler yapmıĢtır. 2009 yılı Ekim ayında
ise ABD Kongresi, Pakistan‟a beĢ yıl içinde 7,5 milyar dolar askeri yardım yapmıĢ ve
Pakistan‟da bunun üzerine Taliban‟ın güçlü olduğu Batı Veziristan‟a operasyon

117
düzenlemiĢtir. Fakat 2010 yılına gelindiğinde Pakistan elde ettiği bu siyasi kazanımları
istikrar kurmak için kullanmak istemiĢtir. Bu nedenle de artık ülkesindeki Taliban
militanlarına operasyon yapmak istememiĢtir Asıf Zerdari ülkesinde yaĢanan
istikrarsızlığın ABD‟nin Afganistan‟ı iĢgalinden kaynaklandığını dile getirmiĢtir
(Aljazeera 2013). Yapılan yardımlara karĢı yine de Washington ve Ġslamabad arası
güvensizlik çift taraflı devam etmektedir. Bu güvensizlikte, ABD‟nin Pakistan‟a
danıĢmadan bölgede yaptığı müdahaleler sonucu Pakistanlı liderlerce dile getirilmeye
baĢlanması ile olmuĢtur. Usame Bin Ladin sığınaklarına yapılan müdahaleden,
Afganistan-Pakistan sınırında insansız hava araçları ile yaptığı bombalamalara kadar
birçok konu da ABD‟den yana rahatsızlık hisseden Pakistan karĢı çıkmalara baĢlamıĢtır.
2004 ve 2011 yılları arasında hızla artan insansız hava araçları saldırılarında Obama
düzinelerce teröristin öldürüldüğünü raporlamıĢtır. Gerilimin en üst noktaya ulaĢtığı an
ise NATO‟nun Pakistanlı yirmi güvenlik gücünü Taliban direniĢçileri sanıp öldürmesi
ile olmuĢtur (Hook ve Spanier 2013, s: 334 ).

NATO üyeleri arasında da Afganistan üzerindeki görevler noktasında anlaĢmazlığa


düĢülmüĢ ve Almanya, Ġtalya, Polonya ile Ġspanya artık askeri operasyonlara
katılmayacağını bildirmiĢtir. ABD gerek Pakistan cephesinden gerekse NATO
cephesinden gelen güç kaybı ile artık bu bölgede zaman kaybetmenin yarardan çok
zarar getireceğini düĢünmüĢ olacak ki 2001 yılından beri devam eden Usame Bin
Ladin‟i yok etme iĢi 2009 yılında hız kazanmıĢtır. BaĢkan Obama‟nın 2009 yılında CIA
baĢkanı Leon Panetta‟ya verdiği talimatla bir an evvel Ladin‟in yerinin saptanmasını
istemiĢtir (Hook ve Spanier 2013, s: 334-336). CIA desteği ile Pakistan‟ın baĢkenti
Ġslamabad‟ın kuzeyindeki Abbottabad Ģehrine sığınan Usame Bin Ladin, ABD
donanması özel kuvvetlerince 2010 yılı 2 Mayıs günü “Neptün Mızrağı” operasyonu ile
öldürülmüĢtür. Yetkililer Usame Bin Ladin‟in yardım almadan buralarda
barınamayacağını bildirmiĢtir. Pakistan‟da kendisinden izinsiz yapılan saldırılara tepki
göstermiĢtir. 2013 yılı Mayıs ayında ABD‟nin insansız hava aracı tarafından Pakistan
Taliban‟ının iki önemli ismi öldürülmüĢtür. Bunun neticesinde BaĢbakan Navaz ġerif,
ABD‟ye bundan sonra ülkesi içinde insansız hava araçları ile operasyon yapmamasını
istemiĢtir. Fakat ABD yaklaĢık bir ay sonra Kuzey Veziristan‟da yeniden insansız hava
araçları ile bir operasyon daha yapmıĢtır. Pakistan yönetimi de insansız hava araçları

118
kullanımı ile ilgili olarak ABD‟ye karĢı iliĢkilerinde gözden geçirme kararı almıĢtır
(Aljazeera 2013).

6.4.1 ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Irak’ın Geleceği

BaĢkan Bush döneminde, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD‟nin Ortadoğu


ülkelerinden olan Afganistan ve Irak özelinde baĢlatmıĢ olduğu askeri müdahaleler
sonuçlanmadan BaĢkan Obama‟ya miras kalmıĢ ve ABD‟nin dıĢ politikasında nasıl bir
yön çizeceği merak içerisinde konuĢulmuĢtur. Obama 2008 yılında göreve baĢladığında
üç önemli sorunla karĢı karĢıya kalmıĢtır. Afganistan‟a yapılan saldırı ile 11 Eylül
saldırılarının sahibi olan Usame Bin Ladin‟in halen yakalanmamıĢ olması ve Irak‟a
“önceden vuruĢ” stratejisi ile yapılan müdahale neticesinde istenen istikrarın
sağlanamamıĢ olmasıdır. Buların haricinde, Ġran‟ın baĢladığı nükleer faaliyetlerini
devam ediyor olmasıdır (Pirinççi 2014).

Obama, göreve gelir gelmez ilk Irak‟taki askerlerini çekeceğini bildirmesidir. Daha
sonra 11 Eylül sonrası ABD‟nin yürütmüĢ olduğu politikalar neticesinde hem Ortadoğu
özelinde hem de dünya genelinde bozulan imajını düzeltmek için ılımlı bir siyaset
izleyeceğini bildirmiĢtir. Fakat Irak‟ta yaĢanan bu köklü değiĢime bir de Arap Baharı
eklenince ABD‟nin Ortadoğu politikası zorlanmaya baĢlamıĢtır. Buna son günlerde
yaĢanan Suriye iç savaĢı ve IġĠD‟in bölgede yapmıĢ olduğu iĢgaller de eklenince bölge
sorunları içinden çıkılması güç hale gelmiĢtir (Pirinççi, 2014).

Irak‟ta yaĢanan gerilim sonucunda, ülkenin etnik gruplara ayrılması ile bölge, sorunlar
yumağına dönüĢmüĢtür. Kuzey‟de bulunan petrolün kimler tarafından kontrol edileceği
de tartıĢılırken, bölgede gücünü artırmaya baĢlayan IġĠD de burada hakimiyet kurmak
için yaklaĢık olarak 800‟ün üzerinde Irak‟lıyı öldürmüĢtür (Ebrari, 2014).

ABD, bölgede diktatör rejimlerin yıkılmasına verdiği desteği daha sonraları Arap
Baharı olaylarında diktatörleri desteklemiĢtir. Bölgede 2010 yılında yaĢanmaya
baĢlayan değiĢim süreci en çok Suriye‟ye sıçradığında dikkat çekmeye baĢlamıĢtır.
Obama 2011 yılının Mayıs ayında yaptığı açıklama ile Esed‟in gitmesi gerektiğini
söylemiĢtir. ABD‟nin müttefiki ve bölgede yaĢayan muhalif güçlerde bu olaya
ABD‟nin bir koalisyon kurarak bir an önce katliamları durdurması gerektiğini
bildirmiĢlerdir. Fakat ABD bu konuda geride kalarak sadece istihbarat ve lojistik destek

119
sağladığı muhalif güçlere yönelik yapmıĢ olduğu politika ile bölgenin daha da
kızıĢmasına neden olmuĢtur. Zaman ile bu tutumu eleĢtirmeye baĢlayan çevrelerin etkisi
ile Obama, 21 Ağustos 2012 yılında Suriye ile ilgili olarak kırmızı çizgilerini
belirtmiĢtir. Obama‟nın kırmızı çizgileri ise bölgede Suriye eğer bir kimyasal silah
kullanırsa askeri destek vereceğini bildirmesi olmuĢtur. Suriye ise bunu test etmek
istercesine 23 Ağustos 2013‟te Guta‟da kimyasal silah kullanmıĢtır. Bu durum
neticesinde Obama‟nın kırmızı çizgisi aĢılmıĢ oluyordu. Fakat Obama askeri müdahale
yerine Suriye ile anlaĢma yoluna gitmiĢtir (Pirinççi, 2014).

Bölgede yaĢanan bu gerilimlerin çatıĢmaların ve terör örgütlerinin gerisinde aslında


Afganistan, Çeçenistan ve Bosna‟da yaĢanan çatıĢmalarında etkisi olmuĢtur. Bu
çatıĢmalardan kaçan savaĢçılar Irak‟a sığınmıĢtır. Bunun yanı sıra ABD‟nin Irak‟tan
çekilip yönetimi Maliki ele alınca da ülkedeki Sünni gruplar ülke yönetiminden
dıĢlanmaya baĢlamıĢtır. DıĢlanan Sünni gruplarda Irak yönetimine muhalif etmeye
baĢlamıĢtır. Bu muhalifliği de daha çok Suriye‟ye sığınarak yapmıĢlardır. Aynı
zamanda da Arap Baharı dolayısıyla ülkelerinden kaçıp Suriye‟ye sığınan gruplar aynı
devrimi Suriye‟de yapmaya baĢlamıĢlardır. Sünni gruplar ülkelerinde dıĢlanmamıĢ
olsalar idi bugün Irak‟ta IġĠD ile mücadele edebilir ve IġĠD‟in güçlenmesine mani
olabilirlerdi (Pirinççi, 2014).

ABD Irak‟a, bölgede IġĠD tehdidi artınca 300 askeri danıĢman göndermiĢtir. Sonrasında
da 8 Ağustos 2014 tarihinde de hava saldırısı düzenleyerek IġĠD destekçilerini vurmaya
baĢlamıĢtır. 10 Eylül 2014 tarihinde de ABD, IġĠD ile mücadele stratejisini açıklamıĢ ve
10 NATO üyesi (Ġngiltere, ABD, Fransa, Almanya, Türkiye, Ġtalya, Danimarka,
Polonya, Kanada ve Avusturalya) ülke ile çekirdek bir koalisyon oluĢturmuĢtur. ABD
bu stratejiyi açıklarken yine geri planda kalmıĢ ve öne NATO ülkelerini çıkarmıĢtır
(Pirinççi, 2014).

Obama bölgede IġĠD tehdidini geriletmek ve ortadan kaldırmak için açıkladığı hedefleri
ile dört ayaklı strateji izleyeceğini bildirmiĢtir. ABD güçlerince, IġĠD‟e hava saldırısı
düzenlemek. Aynı zamanda IġĠD ile mücadele edeceklere sahada destek vermek ve
IġĠD saldırılarını önlemek adına terörle mücadele kapasitesini artırmak istemektedir.
ABD, IġĠD‟in bölgede düzenlemiĢ olduğu saldırılar sonucu zarar gören ve mağdur olan
halka insani yardımda bulunacağını IġĠD politikaları arasında sunmuĢtur. ABD‟nin

120
oluĢturduğu çekirdek kadro ile bölgeye Avrupa ülkeleri de angaje olmaya baĢlamıĢtır.
IġĠD de bölgede karĢılaĢtığı bu koalisyon güçleri ile mücadelede zorlanınca savunma
taktiği olarak halk içerisine sığınmaya baĢlamıĢtır (Pirinççi, 2014).

ABD, bölgede IġĠD ile mücadele edecek olan güçlere de askeri destek sağlamaktadır
fakat bu durum bölge adına gelecekte çok tehlikeli olabilir. Irak Kürt Bölgesel
Yönetimi‟ne de yapılan silah yardımlarının ileride bölgede bir Kürt Devletinin
kurulmasında istekli grupları güçlendirebilir. Bölgede oluĢacak olası bir Kürt Devletinin
varlığı hem Türkiye‟yi hem de Ġran‟ı toprak bütünlüğü adına oldukça rahatsız ederken
aynı zamanda bölge petrolünün de kontrolünü ele geçirmeleri anlamına gelmektedir.
ABD‟nin bölgede IġĠD ile mücadele etmek için destek aldığı Rusya ve Ġran‟ın da
burada söz ve hak sahibi olmak istemesi durumunda ise bölge, ileriki yıllarda daha da
çok kaynamaya baĢlayabilir. IġĠD‟in hedefinin Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün‟ün de
içinde bulunduğu coğrafyaya hakim olarak bir hilafet devleti kurmak istediğini de
düĢünürsek buna izin vermek istemeyecek olan bölgesel ve küresel güçlerin daha aktif
olacağı bir döneme geçeceği görülmektedir (Ebrari, 2014).

ABD‟nin 2003 yılında Irak‟a yaptığı müdahaleden bu yana bölgede yaĢanan kaos
ortamında bir an evvel sonuca gidilebilmesi için ilk etapta Irak‟ta istikrarlı bir devlet
yönetiminin oluĢturulması gerekmektedir. Yeni devlet sisteminde, kurulması gereken en
önemli yönetim birimi ise Savunma Bakanlığı ve ĠçiĢleri Bakanlığı‟dır. Irak‟ta bir an
evvel siyasi istikrarın sağlanması ile bölgede suların az da olsa durulacağı ön
görülmektedir (Pirinççi, 2014)

6.4.2 Arap Baharı ve ABD’nin Tutumu

Haziran 2004‟de BOP zirvesinden sonra ġubat 2005‟te Lübnan BaĢbakanı Refik
Hariri‟nin öldürülmesi ve buna bağlı olarak bölgede çok ilginç ve anlamlı geliĢmeler
yaĢanmaya baĢlamıĢtır. “Arap Baharı” olarak nitelendirilen olaylar 2010 yılının
sonlarında ilk olarak Tunus‟ta baĢlamıĢtır. Yıkıcı etkisi ile Tunus, Mısır ve Libya‟da
uzun süre iktidarda olan diktatörler devrilmiĢtir. Yemen‟de süreç, yönetim değiĢiklikleri
ile sonuçlanırken, Suriye‟de olaylar halen ciddi boyutta devam etmektedir (Aydın,
2012).

121
Önce Tunus‟ta baĢlayan halk ayaklanmalarının peĢinden, Batı‟nın da hızla müdahale
ettiği Mısır‟da da Mübarek‟e karĢı ayaklanmalar baĢlamıĢtır. Mısır‟dan sonra Libya
halkı da 42 yıldır iktidarı elinde tutan Kaddafi‟ye karĢı ayaklanmıĢtır. Ancak Kaddafi,
Tunus‟un lideri Bin Ali ve Mısır lideri Mübarek gibi kolay teslim olmayınca Batılı
ülkeler, Libya halkını korumak bahanesi ile bu ülkeyi BM‟nin yeĢil ıĢığı ve NATO‟nun
kararı ile bombalamaya baĢlamıĢtır. Batı‟nın Suriye‟ye yönelik planı ise bölgede
varlığını göstermek isteyen Rusya ve Çin‟in engeline takılmıĢtır. Bu arada Yemen,
Bahreyn, Umman, Ürdün, Fas ve Kuveyt‟te farklı düzeylerde de olsa halk
ayaklanmaları yaĢanmıĢtır. “Arap Baharı”ndan fazla etkilenmeyen ve yaptığı reformlar
ve aldığı tedbirler ile yolu etkilenmeyecek gibi duran en önemli ülkenin Suudi
Arabistan olduğu söylenebilir. Suudi Arabistan‟ın, Arap Baharı‟ndan fazla
etkilenmemesinin en önemli sebebi, sahip olduğu dini, coğrafi, ekonomik ve
demografik özellikleridir. Devlet Ģekli olarak bir monarĢi olup, Ġslam Hukuku kuralları
ile yönetilmekte olan Suudi Arabistan Krallığında, yürütme organı Bakanlar Kurulu,
Yasama organı olarak DanıĢma Konseyi ve yasama yetkilerini kullanma araçları
niteliğindedir. Kral, yargı gibi yürütme ve yasama konularında da geniĢ yetkilere sahip
olan en üst düzeydeki otoritedir (Aydın, 2012).

Devrim ve ayaklanmaların baĢlangıcında, ĢaĢkına dönen ABD ve müttefiki Batı‟lı


ülkeler kısa bir bocalamadan sonra süreçlere yerinden katılma çabası içine girmiĢlerdir.
Hatta bu ayaklanmalara “Arap Baharı” ismini veren Avrupa olmuĢtur. Bu isim aslında
benzetmedir. 1968 Hareketleri olarak da bilinen “Prag Baharı” dan esinlenerek bu adı
vermiĢlerdir. Hatta sonrasında yaĢanan olaylar neticesinde bunun bahar değil de
sonbahar olduğunu vurgulayanlar olmuĢtur. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde
yaĢanan “Arap Baharı”nın, olumlu yönü ise, uzun süre boyunca ve bir ömür boyu
denilebilecek sürede iktidarda kalan diktatörlerin yönetimden düĢmeleri olmuĢtur.
Gerçek demokrasilerde uygulanan yöntem ile uzun süreli ve tek kiĢi iktidarına dayalı
olmayan bir sistemin varlığını hedef almaktadır. Fakat bunun gerçek anlamda özgürlük
ve demokrasiye dönüĢmesi, kısa vadede mümkün görünmemektedir. Çünkü bu
ülkelerde sorun her yerde ve her zaman siyaset, yönetim ve ekonomi ile ilgili
olmamıĢtır. En büyük sorun demokrasi altyapısının olmaması, “nepotizm” (akraba ve
yakın arkadaĢları kayırma) ve “kooptasyon” (kuruluĢların kendi temsilcilerini
kendilerinin belirlemesi) geleneğinin kök salmıĢ olmasıdır (Aydın, 2012).

122
Libya‟nın lideri Kaddafi, 1 Eylül 1969‟da askeri darbe ile iktidarı ele geçirmiĢtir. Libya,
1974‟te Kıbrıs BarıĢ Harekâtı sırasında ve sonrasında Türkiye‟ye yardım ederek, tüm
olanakları ile Türkiye‟nin yanında olduğunu kanıtlamıĢtır. Zaman içerisinde Türkiye ile
dostluk iliĢkilerinde kopmalar yaĢanmıĢtır. Kaddafi Güneydoğu‟da yeni baĢlayan PKK
ayaklanmasına sıcak bakıyor ve Kürtleri ulus olarak tanımlıyordu. Kaddafi zaman
zaman da Osmanlıları Libya halkına ihanet etmekle suçlamıĢtır. Ama asıl kopma 14
Nisan 1986‟da yaĢanmıĢtır. Amerikan uçakları Trablus‟a saldırmıĢ ve Kaddafi‟nin evini
bombalayarak kızını öldürmüĢtür. Turgut Özal, hem saldırıyı kınamıĢ hem de
davranıĢları ile saldırıyı proveke eden Kaddafi‟yi ağır eleĢtirmiĢtir. Kaddafi buna çok
kızmıĢ ve bu küskünlük Erbakan BaĢbakan olarak Libya‟ya gidiĢine kadar sürmüĢtür.
Sonrasında Kaddafi‟nin çadırında yaĢanan gerginlik iliĢkileri sekteye uğratmıĢtır
(Mahalli 2012, s: 129-135).

Uluslararası Devrim Hareketi Konseyi ve yine merkezi Libya‟da bulunan Ġslam‟a Çağrı
Cemiyeti Yüksek Konseyi kurumları aracılığı ile Kaddafi, dünyanın neresinde olursa
olsun “anti- emperyalist ve anti-siyonist” tüm ülke, parti, örgüt, dernek, medya ve
benzeri kurum ve kuruluĢlara sınırsız yardım ediyor ve destek veriyordu. Bu durum ise
ABD baĢta olmak üzere Batılı güçleri çok kızdırmıĢtır. Libya ise bunlara rağmen
çatıĢmalarına devam etmiĢtir. BM, AB ve benzeri kurumlar peĢ peĢe Libya aleyhinde
kararlar almıĢ ve Libya‟ya ambargo uygulanmıĢ ve uçuĢlar yasaklanmıĢtır. Kaddafi
ABD ve Ġngiltere‟nin çıkarlarına karĢı tüm Afrika halklarına ve yönetimlerine destek
vermeye devam etmiĢtir. 1 Eylül 1969‟da 27 yaĢında bir yarbay olarak askeri bir darbe
ile iktidarı ele geçirdiğinde hiç kimse Kaddafi‟nin 42 yıl süre ile dünyayı meĢgul
edeceğini düĢünmemiĢtir. Üstelik Kaddafi, ABD ve Ġngiltere gibi iki büyük emperyalist
ülkeye karĢı diklenmiĢ ve 8 ay gibi kısa süre içinde tüm üslerini Libya‟dan söküp
atmıĢtır. 1977‟de yazdığı “Yeşil Kitap” olmasaydı belki bu kadar dikkat çekmeyebilirdi.
Kaddafi iktidarı ele geçirince çıkardığı ilk yasa, kadın-erkek eĢitliği ile ilgili olmuĢtur.
Oysa Libyalı kadınlar bunu istememekteydi. Kaddafi baĢlık parasını kaldırmayı
önerince de ülkesindeki kadınlar bu duruma çok sert tepki vermiĢtir. Kaddafi zaman
içinde duygusal halkçı eğilimlerinden uzaklaĢmıĢ ve giderek diktatörleĢmeye
baĢlamıĢtır. DiktatörleĢtikçe muhalif tepkiler artmıĢ ve bu durumdan da Batılı ülkeler
zekice yararlanmıĢtır. Batılı güçler Muhaliflere kapılarını açmıĢlardır. Uluslararası
medya Kaddafi‟yi aĢağılamak için her türlü yola baĢvurmuĢtur. Kaddafi diğerleri gibi

123
oyuna gelmiĢ ve Batının Kaddafi‟yi kandırmak için baĢlattığı beĢ yıllık iyi iliĢki iĢe
yaramıĢtır. Ama acı olan baĢta Mandela olmak üzere Kaddafi‟den milyarlarca dolar
yardım alan Afrikalı liderlerin hiçbiri Libya‟nın iĢgaline ve Kaddafi‟nin yaklaĢan
dramatik sonuna karĢı çıkmamıĢtır (Mahalli 2012, s: 135-142).

Ġsyanlar içerisinde kuĢkusuz en Ģiddetli olanı ve sonu en belirsiz olanı Libya‟da


yaĢananlar olmuĢtur. Medya‟da bir gün Kaddafi‟nin ülkedeki kontrolü ele geçirdiği
haberleri yer alırken ertesi gün ise aksi yönde haberlerle karĢılaĢılmıĢtır. Libya‟da
yaĢananları bu denli farklı kılan durum ise bu değiĢkenlikten değil; aksine uluslararası
camianın Libya‟da yaĢananlarla ilgili takındığı tutumdan kaynaklanmıĢtır. Öte yandan
ülkenin petrol zengini olmasına karĢın halkın ciddi bir sefalet içerisinde yaĢıyor olması
halkı kaçınılmaz olarak isyana sürüklemiĢtir. Arap Baharı, Libya‟da, hiçbir insanın
baĢına gelmesi temenni edilemeyecek Ģekilde öldürülen Kaddafi‟nin rejimini de yerle
bir etmiĢtir. Fakat bundan sonraki geçiĢ yönetimini oluĢturan farklı muhalif gruplar
arasında Ģimdiden ayrılıkların baĢ göstermesi, daha uzun süre bu ülkede siyasal ve
ekonomik anlamda olumlu geliĢmelerin yaĢanmayacağının göstergesi olarak
görülmektedir (BĠLGESAM 2011).

NATO‟nun iĢgal operasyonu ile özgürlük ve demokrasiye kavuĢan Libyalılar Ģimdi yeni
yönetimin kendilerine getireceği zenginlikleri beklemektedir. Bir zamanlar Kaddafi‟nin
en yakın arkadaĢları olanlar Ģimdi yeni yönetimin baĢında ya da arkasında
durmaktadırlar. BaĢta ABD ve Ġngiltere olmak üzere herkes Libya pastasının en büyük
parçasını kapmaya çalıĢmaktadır. Durum böyle olunca ve bunun farkında olan Batılı
ülkeler Libya‟nın petrolünü, doğalgazını, suyunu ve hatta güneĢini ele geçirmek
istemektedirler. Çünkü Libya‟nın yer altı kaynakları olan petrol, dünyanın en kaliteli
petrolüdür. Buna ilaveten Libya‟nın sahip olduğu doğalgaz, Avrupa ülkelerini Rusya
tekelinden kurtarabilir. Son olarak da, Libya çölünde var olan ve yer altında milyarlarca
metreküplük saf ve temiz su bulunması Libya‟yı cazip hale getiren diğer etmenler
olmuĢtur (Hook ve Spanier 2013, s: 356-360).

Arap Baharı Afrika‟dan Ortadoğu‟ya yayılmaya devam ederken, Suudi Arabistan‟da


son dönemlerde gerçekleĢtirilen reform niteliğindeki değiĢiklikler daha da arttırılmıĢtır.
Son dönemlerde Suudi Arabistan‟ın kamu yönetim yapısını değiĢtiren ve Arap
Baharı‟nın olumsuz yansımalarına kısmen de olsa engel olan geliĢmeler olmuĢtur. Bu

124
geliĢmeler de, özellikle 1990‟lı yıllarda yapılan ve bir Temel Yasa‟yı da kapsayan yasal
değiĢiklikler, DanıĢma Konseyi‟nin kurulması gibi örgütsel değiĢiklikler, 2000‟li
yıllarda Veliaht üyelerinin yarısının, sadece erkeklerin katılması ile de olsa seçimle
belirlenmesi ile kamu personel sisteminde yenilikler ve iyileĢtirmeler yapılması Ģeklinde
olmuĢtur (Aydın, 2012).

Sahip oldukları doğal kaynaklar ve zenginlikler dolayısıyla diğer Arap ülkelerinden


farklı olan Körfez ülkeleri, modern cumhuriyet rejimlerinde baĢ gösteren
ayaklanmaların kendi ülkelerine de sıçramasından korktukları için iç siyasetlerinde
küçük ve sembolik dolayısıyla uzun vadede etkili olamayacak değiĢim programları ilan
etmiĢlerdir. Körfez ülkeleri genel olarak ekonomik araçları kullanarak vatandaĢlarının
ekonomik ve toplumsal durumunu iyileĢtirirken siyasi olarak da sert ve otoriter tedbirler
almayı tercih etmiĢlerdir. Körfez ülkelerinin Arap isyanları karĢısında izlediği genel
siyaset rejim değiĢikliğinden ziyade, bazı reformlar yaparak halkı sakinleĢtirmek ve
iktidarı korumak yönünde olmuĢtur. Bu amaçla bir dizi ekonomik, siyasi ve sosyal
reform gerçekleĢtirilmiĢ ve daha fazlası için de söz vermiĢ, ülkeden ülkeye farklı
politikalar izlenmiĢtir. Körfez monarĢileri bölgede giderek etkili olan isyan sürecinden
olumsuz etkilenirken BirleĢik Arap Emirlikleri (BAE) ile Katar iç sorunlar yaĢamanın
yanında Arap isyanlarından kazanç sağlayan iki istisnai ülkesi olmuĢlardır (Mahalli
2012, s: 143-167).

ABD baĢkanlarının, özellikle Soğuk SavaĢ süresince izlediği temel politika


demokrasinin yayılması, ABD dıĢ politikasının temel unsuru olmuĢtur. DıĢ politikanın
temel taĢı olan demokrasinin yayılmasını sürdürmek de Barack Obama içinde esas
nitelik taĢımaktadır. Fakat bu süreci iĢletmedeki yol ayrılıkları ve araçlar Bush ile ayrı
yürütülmektedir. BaĢkan Bush‟un Irak‟ta izlediği sert politikayı gereksiz gören Obama
2008 yılında BaĢkan seçildikten hemen sonra ilk dıĢ temasını Türkiye‟de yapmıĢtır.
Gezisinin ikinci ayağını oluĢturan Kahire‟de yapmıĢ olduğu bir konuĢmasında Obama
düĢüncelerini dile getirmiĢtir.

Hook ve Spanier‟in de (2013, s: 314) açıkladığı gibi:

Hiçbir yönetim sistemi bir ülke tarafından başka herhangi birisine zorla kabul
ettirilemez veya ettirilmemeli. …Barışçıl bir seçimin sonucunu çıkartmayı
varsaymadığımız gibi, Amerika herkes için en iyisini bildiğini varsaymıyor. Ama tüm
insanların bazı şeyler için arzu duyduğuna yönelik kararlı bir inancım var: ne

125
düşündüğünü açıkça söyleyebilme ve nasıl yönetildiğinde söz sahibi olma; hukukun
üstünlüğü ve adaletin eşit yönetimine güven; şeffaf ve halktan çalmayan bir yönetim;
seçtiğin gibi yaşama özgürlüğü. Bunlar sadece Amerikan fikirleri değil; bunlar
insan hakları. Ve işte bu yüzden bunları her yerde savunacağız.

Aslında dünya tarihinde demokrasi yayılmasında engeller oluĢturan Ortadoğu‟nun kalbi


olan Mısır‟da bu konuĢmayı yapmıĢ olması anlamlıdır. Huntington‟a göre dünyada
demokrasinin geniĢlemesinin üç evresi olmuĢtur. 1) 1700 ve 1800 yılları arasında
yaĢanmıĢtır. 2) Avrupa‟da ve ABD‟de baskıcı devletlerin oluĢması sonucu baĢlayan ilk
dalgayı, ulus devletlere dönüĢen Avrupa imparatorluğunun çöktüğü dünya savaĢları
takip etmiĢtir. 3) Soğuk SavaĢ sonrası SSCB‟ye bağlı birçok devletlerin demokrasiye
geçiĢi ile olmuĢtur. 11 Eylül ve “Arap Baharı” sonrasında halen devam etmekte olan
sürecin ise Huntington‟un analizine eklenecek olan dördüncü demokrasi dalgası olduğu
görülmektedir (Hook ve Spanier 2013, s: 351-353).

Barack Obama 2010 yılı Ağustos ayında açıkladığı bir araĢtırma sonucunda, “Arap
Baharı”nı önceden haber vermiĢtir. BaĢkan Obama‟nın üst düzey danıĢmanlarınca
hazırlanan “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Siyasi Reform” adlı raporda bölge halklarının
mevcut rejimlere karĢı artan memnuniyetsizliklerinden bahsedilmektedir. Obama‟ya
göre baskıcı rejimleri desteklemek ve vatandaĢların haklarını yok saymak gibi bir tutum
içinde olmak ABD‟ye zarar getirebilecektir. Bu durum uluslararası itibarlarının
zedeleneceği anlamını da taĢımaktadır. Obama açıklamasında danıĢmanlarına
demokrasiye baĢkaldırılar durumunda bölge ülkelerini de içine alan tek tek her ülke için
plan geliĢtirmelerini istemiĢtir. ABD “Arap Baharı” süresince Libya hariç bir devlette
askeri müdahaleye katılmayarak neo-izolasyonalizm politikası izlerken Mısır‟ın lideri
Mübarek‟in gitmesinde kullandığı sözlü açıklamalar ile üstünlük politikasını
hissettirmiĢtir. Seçim ile baĢa gelen Mursi‟nin, askeri darbe ile görevden alınıp yerine
Sisi geldiğinde de ABD sessiz kalmıĢtır (Lizza 2011).

Tunus‟un ilk BaĢbakanı olan Habib Burgiba, ABD ile iliĢkilerini Soğuk SavaĢ süresince
hep iyi tutmuĢtur. ABD‟nin müttefiki olduğu için de ABD, Tunus‟a destek vermiĢtir.
Fakat Tunus‟un ikinci BaĢbakanı olan Zeynel Abidin Bin Ali‟nin iktidarında yaĢanan
halk ayaklanmalarında ABD, Tunus halkının yanında yer almıĢtır ve ayaklanmaları
desteklemiĢtir. ABD sözlü desteğinin yanı sıra ekonomik olarak da Tunus halkını

126
desteklemiĢtir. ABD DıĢiĢleri Bakanlığı ilk defa Tunus‟u ABD‟den ekonomik destek
alacak ülkeler sıralamasında öncelikli ülkeler sınıfına dâhil etmiĢtir (ORSAM 2013).

Tunus‟da yaĢanan halk hareketlerinden cesaretlenen Mısır halkı da 31 Ocak 2011‟de


baskıcı rejimlerine karĢı ayaklanarak Tahrir Meydanı‟nı doldurmuĢ ve Mübarek istifa
edene kadar da Meydan‟dan gitmeyeceklerini dile getirmiĢtir. ABD‟nin geçmiĢten beri
müttefiki olan Mısır, 1978 yılında imzaladığı Camp David SözleĢmesi‟ne sadık kalarak
Ġsrail‟i tanımaya devam ettiği sürece ABD‟den her yıl milyarlarca dolar yardım
alıyordu. Mısır‟da yaĢanan halk ayaklanmaları sırasında ABD ilk zamanlar müttefikinin
yanında yer almaya devam etmiĢtir. Fakat meydanı dolduran halk rejim değiĢikliği için
ısrar etmeye devam etmiĢ ve Mübarek‟te karĢı durmaya devam etmiĢtir. Bu durum
karĢısında ABD yumuĢak tavrını aniden değiĢtirmeye baĢlamıĢtır. 1 ġubat günü ABD
baĢkanı Obama yaptığı açıklamada “sistemli bir geçiş anlamlı olmak zorunda, barışçıl
olmak zorunda ve şimdi başlamak zorunda” diyerek müttefiki konumundaki Mübarek‟i
gözden çıkardığını göstermiĢtir. En sonunda Mübarek gösteriler nedeni ile istifa
etmiĢtir. 2013 yılında askeri bir müdahale sonucu, Müslüman KardeĢler örgütüne
bağlılığı ile bilinen Mursi yüzde 51.73‟lük oy oranı ile baĢa geçmiĢtir. Mursi ülke
tarihinde seçilmiĢ ilk CumhurbaĢkanı olmuĢtur. Fakat Mursi de askeri bir darbe ile
görevden alınmıĢ ve yerine Sisi geçmiĢtir (Hook ve Spanier 2013, s: 354-355).

Günümüzde ABD-Mısır arası iliĢkiler normalleĢmeye baĢlamıĢtır. Darbe sonrası Mısır‟a


yapılacak yardımlar askıya alınmıĢtır. DıĢiĢleri Bakanı John Kerry ile yürütülen
karĢılıklı iliĢkiler Keryy‟nin Ortadoğu turu kapsamında 22 Haziran 2014 yılında Mısır‟a
gitmesi ile hız kazanmıĢtır. Kerry ve Sisi arası görüĢmelerde ABD‟nin askıya aldığı 1,3
milyar dolarlık askeri yardımın kısmen de olsa verileceğinin teminatını verilmiĢtir. Bu
sırada Mısır‟da görüĢme sonrası Camp David sözleĢmesine sadık kalacaklarını
bildirmiĢtir (ORSAM 2014).

Libya‟da Kaddafi kırk yılı aĢkındır iktidarda kalmıĢtır. Krallık ile yönettiği ülkesinde
çıkan ayaklanmalar, kısa süre içerisinde soysal medya aracılığı ile de hızla kitlelere
ulaĢmıĢ ve bir anda örgütlenmiĢ topluluk ile karĢılaĢılmıĢtır. Libya‟nın kuzey hattı
boyunca toplu gösteriler baĢlatılmıĢtır. Kaddafi de 17 ġubat günü askerlerine verdiği
emir ile gösteri yapan halka müdahalede bulunmuĢtur. AyaklanmıĢ olan halk kısa
sürede ülkede denetimleri ellerine geçirmeye baĢlamıĢtır. ABD Libya‟da doğrudan

127
müdahalede bulunmamıĢtır. Bunun yerine NATO aracılığı ile saldırılara geriden destek
sağlamıĢtır. ABD bu sırada Afganistan ve Irak‟ta savaĢ halinde olduğundan Libya‟ya
askeri müdahaleye katılmayacağını bildirmiĢtir. Obama, Libya için baĢka bir strateji
belirlemiĢtir. “Geriden öncülük etmek” olarak da nitelenen bu strateji ile ABD sadece
havadan ve uzaktan müdahalelerde bulunacağını ifade etmiĢtir. ABD ile Libya arası
iliĢkiler, Soğuk SavaĢ döneminde SSCB‟ye karĢı uzak durduğu için iyi durumda
olmuĢtur. Fakat Kaddafi, 1980‟li yıllarda Amerika ve Avrupa‟da çeĢitli terör
eylemlerinde bulununca ABD, Libya iliĢkileri gerginleĢmiĢtir. “Arap Baharı” sürecinde
de iliĢkilerin soğuk olduğu bu ortamda ABD fırsatı değerlendirerek NATO ile girdiği
Libya müdahalesinden sekiz ay sonra galibiyet ile çıkmıĢtır. ABD “Arap Baharı”
sürecinde Tunus ve Mısır‟da yaĢananlara halkın yanında yer alarak değiĢime destek
sağlarken, Libya‟da ise iĢlerin zorluğu neticesinde askeri müdahale söz konusu
olduğunda liderliği Fransa‟ya bırakmıĢtır. NATO‟yu devreye alarak geriden destek
sağlamıĢtır. Fakat iĢ Suriye‟ye geldiğinde ise yine geride durmuĢ Türkiye ile Arap
Birliği‟nin geliĢtirmiĢ olduğu stratejilere sadece destek vermiĢtir. (Hook ve Spanier
2013, s: 356-358).

6.4.3 Suriye’de Ġç SavaĢ ve ABD’nin Tutumu

“Arap baharı” sonrası Türkiye‟de de etkilerin olduğu bu süreçte en son etkilenen ülke
Suriye olmuĢtur. Ġsyanların baĢlamasından günümüze kadar gelen bu süreçte Suriye
liderinin halen gücünü muhafaza ediyor olmasının nedenlerinden biri olarak Esed‟in
reform sözü vermiĢ olması yatmaktadır. Malesef halkın ilk tepkisi, siyasi suçluların
serbest bırakılacağı ile ilgili haberler yönünde protestolarla baĢlamıĢtır. Sonucunda yine
birçok tutuklanmanın yaĢanmasıyla, Suriye kaçınılmaz olarak bölge isyanlarının önemli
bir parçası haline gelmiĢtir (BĠLGESAM 2011).

Suriye‟de olaylar Mart 2011‟de Daraa kentinde bir grup çocuğun sokaklarda
“Kahrolsun Esed” diye bağırması ve istihbarat görevlilerinin bu çocukları yakalayarak
dövmesi ile baĢlamıĢtır. Bunu çeĢitli kentlerde sokaklara dökülerek Esed yönetimine
karĢı sloganlar atılması izlemiĢtir. Hızla geliĢen olaylarla gösteriler birçok Suriye
kentine yayılmıĢ ve polis ile ordu sert bir Ģekilde müdahale etmeye baĢlamıĢtır. Bunu
fırsat bilen muhalif gruplar kıĢkırtmalara baĢlamıĢtır. Durumun giderek gerginleĢmesi
ile taraflar karĢılıklı silah kullanmaya baĢlamıĢtır. Suriye‟de yaĢananların nedenlerine

128
inilecek olunursa, iktisadi bir yanının olduğu açıktır; ancak en büyük farkının kuĢkusuz
halkın protestolarının temelinde iĢsizlik, ekonomik krizler üzerinden değil, siyasi
özgürlük ve 1963‟ten beri devam eden olağanüstü halin kaldırılması gibi çok daha
siyasi kaygıların ürünü olduğu görülmüĢtür. Çok daha önemlisi bugünlerde yaĢanan
isyanların asıl kökenlerinin 2000‟de “ġam Baharı” olarak adlandırılan dönemde
yattığını ve entelektüellerin günümüz isyanlarının Ģekillenmesinde önemli bir rolü
olduğu görülmüĢtür (BĠLGESAM 2011).

ABD‟nin günümüzde hegemonyasında bir gerileme süreci göze çarpmaktadır. Ortadoğu


bölgesinde Arapların çoğunlukta olduğu, göz önüne alınınca, ABD dostluklarının
zedelenmemesi adına temkinli davranmaktadır. Bölgede yaĢanan ani geliĢmeleri,
önceden tahmin edemeyen ABD, bu bölgede Ģimdiye kadar hep savunduğu
demokratikleĢme süreci çerçevesinde değerlendirmiĢtir. Tavrını değiĢimden yana koyan
ABD aynı zamanda da askeri müdahalelere girmekten kaçınmaktadır. Bu çekincesinde
Irak ve Afganistan‟da yaĢamıĢ olduğu savaĢın etkileri yatmaktadır. Çünkü bu
devletlerden planladığı gibi az zarar ve yeniden yapılandırmadaki baĢarısızlıkları
yatmaktadır. ABD bundan sonraki süreçte Asya-Pasifik bölgesini yeni dıĢ politikası
olarak belirlerken Ortadoğu kazanına Avrupa Birliği ile Türkiye‟yi atmıĢtır. ABD,
Tunus ve Mısır‟daki ayaklanmaların Türkiye‟nin yaptığı siyasi açıklamalar ile yön
bulduğu süreçte Libya‟yı ise Fransa ile yönetmiĢtir. Suriye‟deki süreci de Türkiye
üzerinden yönetmek isteyen ABD Ģimdiye kadar askeri bir müdahalede bulunmamıĢtır
(SDE 2015).

Obama döneminde ABD‟nin Ortadoğu‟da yürüttüğü politika “Amerikan Yaklaşımı”


olarak anılmaktadır. Gerekmedikçe güç kullanmak istemeyen Obama Suriye‟de yaĢanan
çatıĢmalara da bulaĢmamak için elinden geleni yapmaktadır. Amerikan YaklaĢımı,
kavramı kendini “Arap Baharı” sürecinde ortaya çıkarmıĢtır. Suriye ile ABD arası
iliĢkiler, Ġsrail yüzünden karĢılıklı olarak düĢman tanımlamaları geliĢtirmiĢtir. Soğuk
SavaĢ süresincede SSCB‟nin müttefiki olan Suriye, Ġran devrimi sonrasında da Ġran‟ın
en yakın Arap müttefiki olmuĢtur. ABD tarafından bölgede terör örgütlerini destekleyen
haydut devletler sınıfına dâhil edilmiĢtir. Son dönemde de Obama 2011 Ağustos ayında
yaptığı bir açıklamada artık Esed yönetiminin gitmesini istemiĢtir. 6 ġubat 2012
tarihinde ise tüm diplomatlarını Suriye‟den geri çekmiĢtir. Aslında Obama için Suriye

129
ile Ġran arasındaki bağın kopması gerektiğine inanmaktadır. Ġran‟ın gücünü Suriye ile
iliĢkilendiren Obama, bu kırılma sayesinde demokratikleĢme cephesine katılacak olan
yeni bir Suriye ile Ġran‟ı zayıflatmak istemektedir (SDE 2015).

Suriye‟nin içinde bulunduğu bu süreçte ABD Suriye‟yi, Hizbullah ve Hamas gibi


gruplara destek çıkan ülke olarak görmektedir. Suriye halkının çektiği zulme karĢılık
Amerika‟nın müdahalede bulunamamasının sebeplerinden biri de, Mısır‟daki gibi
Suriye‟nin ABD yardımlarına bağlı olmamasından kaynaklanmaktadır. Obama,
Suriye‟ye doğrudan müdahaleye karĢı çıkarken özgürlük savaĢçılarına gizliden gizliye
ekonomik yardım yapmaktadır (Hook ve Spanier 2013, s: 358-359).

2015 yılında ABD DıĢ ĠliĢkiler Konseyi‟nin yaptığı bir açıklamada, Türkiye‟nin verdiği
demeçte, BeĢar Esed‟in Suriye‟deki istikrarsızlığın sebebi olduğu beyanını
desteklemiĢtir. ABD bu tavrı ile Suriye krizinde Türkiye aracılığı ile politika
yürütmektedir (Habertürk 2015).

6.4.4 ABD – Ġran YakınlaĢması ve Nükleer Faaliyetler

1945 yılında baĢlayan Soğuk SavaĢ süresince Ġran her daim ABD ve Batı ile iyi iliĢkiler
içinde olmuĢtur. Bunu en çok da sınırı bulunduğu SSCB‟den aldığı tehdit ile yapmıĢtır.
Bu dönemde 1941 yılından beri Ġran yönetiminde bulunan ġah Rıza Pehlevi, ABD
tarafından da desteklenmiĢtir. 1951 yılında Musaddık lider olmuĢ ve ülke içindeki
yabancı Ģirketlerin mal varlıklarını millileĢtirmiĢtir. Bu durum en çok da ABD‟yi
rahatsız etmiĢtir. Bir süre sonra da Batı devletlerinin desteği ile darbe düzenlenmiĢ ve
1953 yılında Musaddık iktidardan indirilerek yerine tekrardan ġah Rıza getirilmiĢtir. Bu
dönemlerde ABD SSCB‟yi çevrelemek amacı ile iyi bir müttefik olarak gördüğü Ġran‟a
destek vermiĢtir. Bu bağlamda da “Kuzey KuĢağı” grubunu oluĢturan ABD, SSCB‟nin
Ortadoğu‟ya inmesini engellemek istemiĢtir. ABD bunları yaparken müttefiklerine
gerek askeri gerek ise ekonomik olarak destek sağlamıĢtır. Bu sırada ABD, Ġran‟a
nükleer güç olma yolunda ilk kapıyı açan ülke olmuĢtur. Fakat 1979 yılında Ġran‟da
yaĢanan devrim ile baĢa geçen Humeyni ABD‟ye karĢı bir tavır içinde olmuĢtur. ġii
rejimin 1990 yıllarında nükleer faaliyetlere hız vermesi ile ABD endiĢeye kapılmıĢtır.
Artık müttefiki olarak görmediği Ġran‟da bulunan nükleer faaliyetlerin küresel bir tehdit
içerdiğini söylemeye baĢlayan ABD, bunun için tüm müttefiklerine Tahran ile iĢbirliği

130
yapılmamasını söylemiĢtir. Ġran‟ın Ortadoğu‟da ġii bir güç olarak artan imajına birde
Ġsrail karĢıtlığı eklenince ABD ile Ġran arası iliĢkiler iyiden iyiye bozulmaya baĢlamıĢtır
(Yetim 2011,s: 229-230).

2005 yılında ise azılı bir Ġsrail ve ABD karĢıtı olan Mahmud Ahmedinejad‟ın
CumhurbaĢkanı seçilmesi ile ABD ve Ġsrail cephesinde acil yaptırımların uygulanması
gündeme gelmiĢtir. Batılı güçlerde ise Ġran‟ın ciddi bir nükleer güç olduğu yönündeki
çekinceler oluĢmuĢtur. Bunda en büyük etken ise ABD‟nin 2003 yılında Irak‟a kitle
imha silahı barındırdığı gerekçesi ile tek taraflı olarak izlediği politika yatmaktadır.
Batılı devletler Irak‟ta bir nükleer faaliyetin ispatlanmamıĢ olması ile Ġran‟a müdahaleye
sıcak bakmamaktadır. 2008 yılında ABD baĢkanı seçilen Obama döneminde ise Ġran-
ABD arası iliĢkiler, Obama‟nın ılımlı yaklaĢımı ile Tahran‟da halk tarafından olumlu
karĢılanmıĢtır (Nye ve Welch 2007, ss: 322-324). 2013 yılında CumhurbaĢkanı olarak
seçilen Hasan Ruhani, ABD ile iliĢkilerin düzelebilmesi için Washington yönetiminin
Ġran‟a karĢı takındıkları tavırdan vazgeçmeleri ve özür dilemelerini söyleyerek kapıyı
aralamıĢtır (Cumhuriyet 2015).

6.4.4.1 Ġran’ın nükleer güç olma süreci

Ġran‟ın nükleer güç elde etmek istemesinde, gerek I. Dünya SavaĢı döneminde Ġngiliz
Rus Çarlığı ve gerekse II. Dünya SavaĢı‟nda da Ġngiltere, ABD ve SSCB‟nin tehdidi ile
kendini savunma ihtiyacı hissetmesiyle baĢlamıĢtır. Bu bağlamda da coğrafik olarak en
yakın tehdidi olan SSCB‟ye karĢı güçlenmek için ABD ile aynı safta yer almıĢtır. 1946
yılına kadar SSCB iĢgali karĢı karĢıya kalan Ġran, bu tarihten sonra ABD yanında yer
alması nedeni ile geri çekilen SSCB‟den kendine miras kalan Kürt ve Azeri nüfusa
dayalı iki devlet ile mücadele etmiĢtir. Ġran‟ın aldığı tehdit ve ABD‟nin de Soğuk SavaĢ
boyunca mücadele ettiği SSCB faktörü ile ABD ve Ġran arasında ortak bir savunma
geliĢmeye baĢlamıĢtır. ABD‟nin SSCB‟yi çevrelemek adı altında yürüttüğü politika
gereği, güçlü müttefik oluĢturmak için Ġran ile nükleer enerji konusunda iĢbirliğine
gittiğini görülmektedir (Yetim 2011, ss: 230-231).

1957 yılında ABD‟nin “BarıĢ Ġçin Atom” programı çerçevesinde, Ġran ile imzaladığı
Sivil Nükleer ĠĢbirliği AnlaĢması ile baĢlayan süreç 1979 yılına kadar olumlu Ģekilde
ilerlerken, 1979‟dan günümüze kadar gerilimli olarak devam etmiĢtir. 1963 yılında, Ġran

131
“Kısmi Nükleer Deneme Yasağı AntlaĢması” imzalamıĢ ve tasdik etmiĢtir. Sonrasında
Ġran‟ın 1968 yılında, nükleer enerji konusunda en önemli basamaklardan biri olan
“Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme AntlaĢması”nı imzalaması ile iliĢkiler daha da
güçlenmiĢtir. 1975 yılında ise Alman Kraftwerk Union‟ın BuĢehr‟de iki adet nükleer
reaktör inĢası, 1979 yılında Ġran Devrimi sonrası baĢa gelen Humeyni‟nin sert tepkisi ile
durdurulmuĢtur (Nye ve Welch 2007, s: 324).

1979‟tan 2001 yılına kadar Ġran, ABD ve Ġsrail‟den ciddi tehdit aldığı gerekçesi ile
askeri yapılanmasına ve nükleer güç olma yolundaki çalıĢmalarına devam etmiĢtir. Ġran
için ABD‟den gelen tehdidin birkaç nedeni bulunmaktadır. Ġlk olarak, 1980-1988 yılları
arasında Irak ve Ġran arası savaĢta Irak‟ın yanında yer alması yatmaktadır. Sonrasında
Ġran‟ın güvenliği için tehdit olan Ġsrail, Pakistan ve Hindistan‟ın da nükleer güce sahip
olmasına ses çıkarmayan ABD‟nin tutumu gelmiĢtir. Ġran rejimi, güçlü bir nükleer güç
olmayı, bağımsızlığı ve bölgede güçlü bir aktör olmak için istemektedir. Eğer Ġran,
nükleer enerjisini kendi üretebilirse, Batı‟ya ihtiyaç duymayacaktır. Ġran‟ın 2005 yılında
yayınladığı stratejik planda verdiği mesajla gelecekte Ġran‟ın ekonomik, bilimsel ve
teknolojik alanda bölgede lider olma yolunda olduğunu bildirmiĢtir. Bu durum tabiî ki
Batılı ve ABD‟li yetkilileri endiĢelendirmektedir (Yetim 2011, ss:231-233).

Ġran‟da nükleer faaliyetler, 1984 yılında Ġran-Irak savaĢı sırasında bombalanan BuĢehr
nükleer rektörlerin Rusya tarafından 2002 yılında yeniden inĢası ile yeniden gündeme
gelmiĢtir. 2003 yılında Ġran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı‟nı (UAEA) ülkesine
davet ederek ılımlı bir adım atmıĢtır. Fakat 2005 yılında ABD karĢıtı olan
Ahmedinejad‟ın liderliğe gelmesi ile ABD- Ġran arası iliĢkiler yeniden gerilmiĢtir. 2006
yılında hızla tırmanan nükleer gerginlik ile BM devreye girmiĢtir. 1969 sayılı karar ile
Ġran‟a karĢı yasal bağlayıcı yaptırımlar getirilmiĢtir. 2008 yılında ise Obama‟nın sürece
yeĢil ıĢık yakması ise olumlu geliĢmeler yaĢanmıĢtır (Nye ve Welch 2007, ss: 325-326).
BM tarafından Ġran‟a toplamda dört yaptırım kararı çıkmıĢtır. BM tarafından alınan
yaptırım kararları neticesinde Ġran ekonomisi derinden sarsılmıĢtır. 2013 yılında
liderliği ele alan Hasan Ruhani‟yi de uluslararası arenada anlaĢmaya oturtan sebep tam
olarak Ġran‟ın yaĢadığı ekonomik sarsıntı olmuĢtur (Aljazeera 2015).

Ġran ile nükleer müzakerelerde ilerleme Obama döneminde 14 Temmuz 2015 tarihinde
tekrardan masaya yatırılmıĢtır. ABD bu müzakerede BM‟nin daimi üyesi olan Ġngiltere,

132
Rusya, Fransa, Çin ve Almanya ile birlikte hareket etmiĢtir. P5+1 olarak adlandırılan
görüĢmelerde ABD Ġran‟dan nükleer faaliyetlerin daraltılmasını istemektedir. Buna
karĢılık da ülkeye önemli ekonomik yaptırımların kaldırılacağını bildirmiĢtir (BBC
2015). Ġran parlamentosu P5+1 ülkeleri ile Temmuz 2015‟de baĢlayan müzakereleri
Ekim 2015‟de onaylayarak ABD ile arasındaki iliĢkilerde olumlu bir adım atmıĢtır.
AnlaĢma koĢullarına göre Ġran, on yıl boyunca nükleer Ar-Ge çalıĢmalarına devam
edebilecekken elindeki mevcut uranyumu da kritik seviye olan yüzde 36,5 üzerine 15
yıl süre ile çıkarmayacaktır. Bu sırada UAEA süreci denetleyen kurum olmaya devam
edecektir (Aksam 2015).

6.4.4.2 ABD- Ġran iliĢkileri ve nükleer süreç

ABD ve Ġran arasındaki iliĢkilerin kökeni 1943 yılına kadar dayanmaktadır. O dönemler
Japonya ve Almanya‟nın gücüne karĢı Ġngiltere, ABD ve Stalin‟in SSCB‟si Ġran‟ın
Tahran Ģehrinde bir araya gelmiĢtir. Tahran‟da yapılan görüĢmelerin amacı bu iki ülkeyi
mağlup etmek için nasıl strateji izlemeleri gerektiği hakkında karar almak olmuĢtur. Bu
dönemde baĢlayan ikili iliĢkiler, Ġkinci Dünya SavaĢı sonrasında Ġngiltere‟nin bölgeden
çekilip de yerine ABD‟nin geçmesi ile olmuĢtur. Bu dönemden sonra Soğuk SavaĢ
süresince de ABD, SSCB‟nin Ortadoğu‟ya inmesine engel olmak için Ġran ile iliĢkilerini
iyi tutmuĢtur. Böylece ABD, Ortadoğu‟daki temel çıkarı olan Ġsrail‟in bir devlet olarak
yaĢamasının neticesinde bölge enerji kaynaklarını kontrol etmek istemiĢtir (Yetim 2011,
s: 242).

12 Aralık 1977 tarihinde Ġran ile ABD arasında imzalanan Nükleer Teknolojinin DeğiĢ
TokuĢu ve Nükleer Alanda Güvenliğin Sağlanması anlaĢması devamında 1978 yılında
Nükleer ĠĢbirliği AnlaĢması ile iliĢkiler pekiĢmiĢtir. Fakat 1979 yılında gerçekleĢen Ġran
Devrimi ile ġah gitmiĢ ve yerine dini lider Humeyni gelmiĢtir. GeçmiĢten gelen ABD
karĢıtlığı, Ġran‟da Ġslam Devrimi yaĢanmasına neden olmuĢtur. Humeyni yıllardır dost
ülke oldukları ABD‟ye “Büyük ġeytan” , SSCB‟ye “Küçük ġeytan” ve Körfez
ülkelerine de “Mini ġeytan” kavramını kullanmıĢtır. Bu dönemden sonra Ġran‟ın temel
hedeflerinin bölgede “Ġslam Dünya Düzeninin Kurulmasına” çalıĢmak olduğunu
belirtmiĢtir. Bu durum ABD için bölgede Ġsrail‟in güvenliğini ve petrolün kontrolünü
tehlikeye atmıĢtır. Aynı zamanda bu ülkeye yapmıĢ olduğu milyonlarca dolarlık
yatırımlarında kaybı anlamına geliyordu. 4 Kasım 1979 tarihinde yaĢanan Ġran‟daki

133
ABD büyükelçiliğinde çalıĢan personelin rehin alınması olayı iliĢkileri daha da
germiĢtir. Ġranlılar o dönemde ABD‟de bulunan ġah‟ın geri verilmesi karĢılığında
rehineleri bırakacaklarını bildirmiĢtir. BaĢkan Carter‟ın rehineleri kurtarma operasyonu
baĢarısız olunca Ġran bölgede iyiden iyiye Ġslamcı grupların sözcüsü niteliğini taĢımaya
baĢlamıĢtır. Bu durum en çok da Irak lideri Saddam‟ı rahatsız etmiĢtir. 1980 yılında
Saddam bu durum üzerine Ġran‟a saldırmıĢ ve sekiz yıl sürecek olan savaĢı baĢlatmıĢtır.
Ġran‟da, savaĢ baĢladıktan hemen sonra nükleer enerji üretimine baĢlayacağını
bildirmiĢtir. Bu durum ABD‟nin bölgedeki çıkarlarını tehdit etmeye baĢlamıĢtır.
Bölgede hızlı geliĢen bu olaylar karĢısında ABD de kendi çıkarlarını koruma adına
Irak‟ı desteklemeye baĢlamıĢtır (Yetim 2011, ss: 243-245).

Reagan yönetiminde ABD, Ġran ile iliĢkilerini iyileĢtirme yollarını aramıĢtır. Çünkü Ġran
ile iliĢkilerin kötü olmasının ABD‟ye yarar sağlamayacağını düĢünen Reagan,
iliĢkilerini güçlendirmede Ġsrail ile birlikte hareket etmiĢtir. Ġran‟a silah satılması
konusunda Ġsrail‟in desteğini isteyen ABD, olumlu cevap almıĢtır. Ġsrail üzerinden
Ġran‟a satılan silahlar ılımlı Ġranlılar yerine Devrim Muhafızlarının eline geçmiĢtir. 1986
yılında Reagan bu iĢin direkt olarak Ġran ile görüĢülerek çözülebileceğini düĢünmüĢ ve
bunun için de Ġran‟a silah satıĢının yanı sıra Irak ile ilgili olarak istihbarat bilgisi
vermiĢtir. Bu adımlar sayesinde rehinelerden bir kiĢi daha serbest bırakılmıĢtır. Tarihe
bundan sonra silah satıĢı ile gerçekleĢen rehine krizi çözümü “Irangate” olarak
geçmiĢtir. Reagan yönetimi Ġran‟a silah satıĢı yaparken aynı zamanda Irak‟a da kritik
askeri sırlar vermekteydi. Böylece ABD, olası Irak-Ġran savaĢında Ġran zaferini
engellemeye çalıĢmıĢtır (Uslu 2012, s: 186).

1989 yılında Humeyni‟nin ölümü ile iktidara Ali Akbar Rafsancani geçmiĢ ve dıĢ
politikada Ġran‟ı yumuĢama sürecine itmiĢtir. Rafsancani bu yöntem ile ekonomik
reformlara yönelmiĢtir. ABD ve Batılı devletler ile ekonomik iliĢkiler geliĢtirmek
istemiĢtir. Rafsancani‟nin bu yumuĢama giriĢimlerini ABD BaĢkanı Bill Clinton,
anlayamamıĢtır (Yetim 2011, s:245).

2 Ağustos 1990 yılında Saddam‟ın Kuveyt‟i iĢgal etmesi ile baĢlayan I. Körfezi Krizi,
Soğuk SavaĢ sonrası dönemde yaĢanan Ortadoğu‟daki en önemli geliĢme olmuĢtur. Irak
bu savaĢ sırasında bölgedeki varlığını kaybeden SSCB‟nin yerine hareket eder olmuĢ
bölgede ABD‟nin varlığını sınamaya çalıĢmıĢtır. Fakat ABD bu duruma sessiz

134
kalmıĢtır. Ġran‟ın olası bir güç olmasının engeli olarak Irak‟ı görmüĢtür. Hatta bu süre
içerisinde Irak‟ı terörist ülkeler listesinden dahi çıkarmıĢtır. Körfez‟deki petrolün Ġran‟ın
eline geçmesinden endiĢelenen ABD gerekli yaptırımı krizin ilk günlerinde
göstermemiĢtir. BaĢkan Bush, Ortadoğu‟da istikrarı sağlama adına Ġran ile iliĢkilerini
normalleĢtirmek için bu kadar tavizkar davranmıĢtır (Nye ve Welch 2007,ss: 311-313).

Körfez SavaĢı sonrasında ABD, Clinton yönetimince oluĢturulan “çifte çevreleme”


politikası ile Ġran‟ı uluslararası alandan izole etmeye çalıĢmıĢtır. Clinton yönetiminin
1995 yılında Ġran ve Libya‟ya uyguladığı yasa ile ticaret askıya alınmıĢ ve 1996 yılında
da De‟Amato yasası ile bu süreç devam ettirilmiĢtir. Ġran ve ABD arasındaki iliĢkiler
Clinton döneminde de iyi gitmemiĢtir. ABD‟ye göre Ġran‟ın nükleer silahlara sahip
olması Körfez‟e yönelik tehditleri içerdiğini ve Ortadoğu‟da barıĢ adına da engel teĢkil
ettiğini düĢünmektedir. ABD, Ġran‟ın Hamas, Ġslami Cihad ve Hizbullah gibi terör
gruplarını desteklediğini ve otoriter bir rejim yürüttüğünü savunarak, iliĢkileri gergin bir
ortamda yürütmüĢtür (Arı 2010, s:99).

1997 yılında Ġran‟ın CumhurbaĢkanı olan Hatemi döneminde de Ġran‟ın dıĢ politikadaki
yumuĢama süreci devam etmiĢtir. Hatemi, uluslararası hukuka dayalı ve uzlaĢmacı bir
politika yürütmek istemiĢtir. Bu bağlamda Hatemi Amerikan aklını övücü ve ABD ile
diyalog içerisinde hareket etmek istediğini uluslararası medya aracılığı ile ilan etmiĢtir.
Rehine krizi için de üzgün olduğunu dile getiren Hatemi iliĢkileri düzeltmek için
adımlar atmıĢtır (Yetim 2011, s: 246).

2001 yılında ABD BaĢkanı seçilen Bush, Ġran ile iliĢkilerin düzene gireceği
düĢüncesinde olmuĢtur. Fakat dünya tarihini değiĢtiren 11 Eylül saldırıları bir anda
ortamı geren büyük bir değiĢim baĢlatmıĢtır. 11 Eylül saldırıları sonrası Ġran ABD‟nin
yaĢadığı terör eylemlerini kınamıĢ ve kendileri de terör kurbanı ülke oldukları için
ABD‟yi iyi anladıklarını ifade etmiĢtir. Saldırı sonrası ABD, Afganistan‟a saldırırken
Tahran El-Kaide ve Taliban rejiminin Afganistan‟dan çıkarılması için ABD‟ye destek
vermiĢtir. Bir anda iki devlette aynı safta olmaya baĢlamıĢtır. Fakat Ġran bu durum
neticesinde ABD ile iliĢkilerinin düzeleceğini umut ederken BaĢkan Bush 2002 yılında
yayınladığı Doktrin ile Ġran‟ı bir anda nükleer silahları barındırdığı ve teröre destek
veren ülke olduğu gerekçesi ile Irak ve Kuzey Kore‟nin de içinde bulunduğu “Ģer
ekseni”ne dâhil etmiĢtir. Aslında Ġran 1968‟de Nükleer Silahların Yasaklanmasını

135
Önleme AnlaĢmasını imzalamıĢ ve anlaĢma 1970‟de onaylamıĢtır. Hatta 1973 yılında da
UAEA ile imzaladığı ikili anlaĢmalar ile gözetim ve denetim altında bulunmaktadır.
Ġran her fırsatta elindeki nükleer teknolojiye barıĢçıl amaçlar için sahip olduğunu
vurgulamıĢtır (Arı 2010, s:100-101).

ABD ve Ġsrail, Ġran‟ı bölgedeki radikal grupları Ġsrail‟e karĢı kıĢkırttığını düĢünmüĢtür.
Bunun içinde Ġran‟ı sık sık uyarmıĢtır. ABD‟nin 11 Eylül saldırıları kapsamında
“önleyici savaĢ” olarak anılan Irak‟a müdahale etmesi ile Ġran ABD gözündeki olumsuz
imajını silmek adına diyalog içinde olmak istediğini bir mektup ile bildirmiĢ fakat Bush
bu mektuba cevap bile vermemiĢtir. 2005 yılında Ġran‟da iktidara gelen Ahmedinejad,
2006 yılında Lübnan ve Ġsrail arasındaki savaĢta Hizbullah‟ı desteklemiĢ ve Ġsrail‟in
Ortadoğu‟dan yok edilmesi gerektiğini söyleyerek uluslararası arenada dikkatleri tekrar
üzerine çekmiĢtir. DıĢ politikadaki bu değiĢim Ġran için nükleer çalıĢmalara da
yansımıĢtır. Ġran nükleer enerjiyi elde ettikleri zaman dünyanın yedinci büyük güç
olacağını dile getirmiĢtir. Fakat bu sert söylemlerine rağmen Ġran Batılı devletler ile
2006 yılında nükleer görüĢmelere baĢlamıĢtır. 2008 yılında ABD BaĢkanı olan Obama
ise, 2009 yılında Mısır ziyareti sırasında Ġslam dünyasına seslenmiĢtir. Obama buradaki
konuĢmasında Ġran ve ABD arasında yanlıĢ algılama sonucu oluĢan sorunların ikili
iliĢkiler ile çözüleceğini söyleyerek ılımlı bir politika izleyeceğinin sinyallerini
vermiĢtir. 2009 yılında P5+1 ülkeleri ile Ġran arasında baĢlayan uzlaĢma çalıĢmaları altı
yıl sonra 2015 yılı Ekim ayında meyvesini vermiĢtir. Ġran ile nükleer faaliyetlerin
sınırlandırılması anlaĢması imzalanmıĢ ve böylece ABD-Ġran arası iliĢkilerde olumlu
adım atılmıĢtır. Obama‟nın bu dönemde ılımlı politika izlemesi ve aynı Ģekilde
Ahmedinejad‟ın da diyalogdan yana olması ABD ve Ġran iliĢkilerini yeniden olumlu
hale getirmiĢtir. ABD‟nin Ġran ile iliĢkilerini düzeltmek istemesinin altında yatan diğer
unsurlardan biri de bölgede yaĢanan Suriye‟deki savaĢın da etkisi olduğu söylenebilir.
Suriye‟deki uzun savaĢ bölgedeki istikrarı ve güvenliği tehdit ederken Rusya‟nın
bölgeye angaje olmaya çalıĢması ABD‟yi endiĢelendirmiĢtir. ABD bölgeye Rusya‟nın
Suriye‟yi bahane ederek askeri müdahalede bulunmasını engellemek için bölge ülkeleri
ile dost olması gerektiğini ve Ġran‟ın da Rusya tarafında yer almasını engellemek adına
iliĢkileri düzeltme yoluna gittiğini görmekteyiz (Yetim 2011, ss: 249-251).

136
6.4.5 ABD’nin Ortadoğu’da Ġnsansız Hava Aracı Politikası

ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan‟a ve ardından Irak‟a, terörle mücadele


ve bölgeye demokrasiyi getirme nedeniyle, askeri müdahalede bulunarak bölgeye askeri
birliklerini konuĢlandırmıĢtır. Müdahalelerin demokrasiyi ve istikrarı getirme
noktasındaki baĢarısızlığı, iĢgalin uzun sürmesi ve verilen kayıplar nedeniyle Amerikan
halkı tarafından hoĢnutsuzlukla karĢılanmıĢtır. Afganistan‟da ölen Amerikan askeri
sayısı 2,300‟ün üzerinde iken 20 bin civarında yaralanma olmuĢtur. Irak‟ta ise durum
daha kötüdür, ölen asker sayısı yaklaĢık 5 bin iken 30 bin üzerinde asker yaralanmıĢtır.
Bu nedenlerden dolayı özellikle Obama döneminde dıĢ ve güvenlik politikasında önemli
değiĢiklikler yaĢanmıĢtır (Pirinççi 2015).

2008 yılındaki baĢkanlık seçiminde, Obama‟nın en önemli seçim stratejisi Irak ve


Afganistan‟daki askeri birlikleri çekmek üzerine kuruluydu. Obama yönetimi ABD‟nin
bölgedeki askeri varlığını azaltırken terörle mücadele için farklı uygulamalara
yönelmiĢtir. Bu uygulamaların arasında, terör örgütlerine karĢı diğer grupların
desteklenmesi, özel kuvvetler ile nokta operasyonlar yapılması, kamu diplomasisi ve
belirlenen hedeflere ĠHA (Ġnsansız Hava Aracı) saldırısı düzenlenmesi bulunmaktaydı.
BaĢkan Bush döneminde “terörle mücadele” kampanyası ile baĢlayan ve Obama
döneminde artan ĠHA saldırıları, üzerinde en çok durulan ve eleĢtirilen konulardan biri
olmuĢtur. Saldırı amaçlı ĠHA operasyonları, ABD Savunma Bakanlığı ve BirleĢik
Operasyonlar Komutanlığı tarafından savaĢ halinde olduğu Irak ve Afganistan‟da açık
bir Ģekilde yapılırken CIA ve Ortak Özel Harekât Komutanlığı (JSOC) tarafından savaĢ
halinde olmadığı Pakistan, Yemen ve Somali‟de gizli olarak yürütülmektedir (Pirinççi
2015).

11 Eylül saldırıları ardından Bush yönetiminin baĢlattığı „hedef gözeterek öldürme‟


kampanyası sonucu El-Kaide üyeleri ĠHA kullanılarak etkisiz hale getirilmeye
baĢlanmıĢtır (Foust 2013). ABD‟nin ilk ĠHA saldırısı 2001 yılında Afganistan‟da
yapılmıĢtır. 1998 yılında Kenya‟da elçiliği bombalayan Mısırlı El-Kaide üyesi
Mohammed Atef‟e karĢı yapılan saldırı, Amerika‟nın nasıl güç kullanmayı düĢündüğü
ile ilgili büyük bir değiĢikliği iĢaret etmekteydi. Bu saldırı ile yeni bir savaĢ stratejisi
baĢlamıĢtır. Bir sonraki yıl iki tane daha ĠHA saldırısı gerçekleĢtirilerek El-Kaide‟nin
kamp yerlerinden biri ve 2000 yılında Amerikan USS Cole askeri gemisine yapılan

137
saldırıyı planlayan El-Kaide üyesi vurulmuĢtur (Foust 2013). The Bureau of
Investigative Journalism‟e göre 2008-2012 yılları arasında Afganistan‟da toplam 1015
ĠHA saldırısı gerçekleĢmiĢtir (Woods & Ross 2012).

Afganistan‟dan sonra 2002 yılında Yemen‟de ilk defa uygulanan ĠHA saldırısı ile
hedeflenen El-Kaide üyesi öldürülmüĢtür. Bu saldırı CIA‟nin savaĢ halinde olmadığı
topraklarda gerçekleĢtirdiği ilk ĠHA saldırısı olmuĢtur. Bu saldırıdan sonra Yemen‟de
birçok saldırı daha gerçekleĢmiĢtir (Terkan 2015). The Bureau of Investigative
Journalism‟e göre Yemen‟de 2002-2015 yılları arasında onaylanan ĠHA saldırı sayısı
108 ile 128, etkisiz hale getirilen hedef sayısı 496 ile 729 ve hayatını kaybeden sivil
sayısı ise 65 ile 101 arasında değiĢmiĢtir (Serie 2015).

ABD‟nin 2003 yılındaki Irak iĢgali ile Irak‟ta da ĠHA uygulamalarına baĢlanmıĢtır.
2008 yılından itibaren yüksek rütbeli komutanlara ĠHA‟ları kontrol edebilme yetkisi
verilerek hedef gösterilen teröristlere karĢı operasyonlar düzenlenmiĢtir. Günümüzde
IġĠD‟e karĢı Irak‟ta koalisyon güçleri tarafından operasyonlar düzenlenmektedir. Bu
operasyonlarda Ġngiltere ve ABD‟nin ĠHA saldırıları ile IġĠD‟in gücü azaltılmaktadır
(Terkan 2015). The Bureau of Investigative Journalism‟e göre Irak‟ta 2008-2012 yılları
arasında gerçekleĢtirilen toplam ĠHA saldırısı sayısı 48‟dir (Woods & Ross 2012).

ABD hükümeti Pakistan‟da 2004 yılında Somali‟de ise 2007 yılında ĠHA kullanımına
baĢlamıĢtır. The Bureau of Investigative Journalism‟e göre 2015 yılına kadar
Pakistan‟da 370 tanesi Obama baĢkanlığında olmak üzere toplam 421 ĠHA saldırısı
gerçekleĢtirilirken Somali‟de bu sayı 18 ile 22 arasındadır (Woods & Ross 2012).

Pakistan, Yemen ve Somali‟de ĠHA saldırıları ile ilgili kesin veriler elde edebilmek
oldukça zor olmaktadır. Operasyonlar Pakistan‟da CIA, Yemen ve Somali‟de JSOC
tarafından gerçekleĢtirildiğinden saldırılarla ilgili bilgi kamuoyu ile paylaĢılmamaktadır
(Foust 2013).

ĠHA teknolojisi sayesinde ABD birden fazla alanda terörizmle mücadele


edebilmektedir. Binlerce kilometre öteden kontrol edilebilen bu araçlarla hedefteki
teröristler nerede olursa olsun vurulabilmektedir. Bu strateji konvansiyonel savaĢlardan
daha ucuz olmakta ve Amerikan askerlerinin riskli bölgelere gönderilmesini
engellemektedir (Bilmes & Intriligator 2013)

138
Terörizmle mücadelede ĠHA kullanımının; caydırıcılık, hak edilen cezayı verme ve
önleyici saldırı gibi birkaç olası amacı bulunmaktadır. ABD, ĠHA programıyla
Amerika‟ya ya da onun müttefiklerine saldırı düzenleyen teröristleri etkili ve kolay bir
Ģekilde öldürerek hem onları cezalandırmaktadır hem de gelecekte olabilecek herhangi
bir saldırıya karĢı potansiyel tehditleri önlemiĢ olmaktadır (Sadat 2012).

Amerika‟nın terörle mücadelesinde birçok fayda sağlamasına rağmen ĠHA saldırıları


birçok eleĢtiriyi de beraberinde getirmektedir. Saldırıların Ģeffaf olmaması,
öldürülenlerin gerçekten terörist olmama ihtimalinin olması ve en önemlisi de
saldırılarda sivillerin ölmesi gibi birçok nedenden ötürü ĠHA saldırıları oldukça
tartıĢılmaktadır (Gezgin ve Muslu 2014).

Obama yönetimi Bush yönetiminin aksine teröristlerin hapishanelerde uzun yıllar


tutulması yerine ortaya çıktığı yerde öldürülmesi stratejisini uygulamaktadır. ĠHA
kullanımı bu noktada merkez bir rol oynamaktadır. Obama, “disposition matrix” olarak
bilinen bir öldürme listesinden her Salı günü (Terror Tuesday) ĠHA ile öldürülecek
sıradaki kiĢileri belirlemektedir. Bu stratejinin hukuki haklara imkân vermemesi ayrıca
binlerce metre yükseklikten hedefin kimliğinin açıkça belirlenememe ihtimali diğer bir
tartıĢmalı konu olmaktadır (CHRGJ 2012).

ĠHA saldırılarına dünya çapında kayda değer bir karĢı duruĢ bulunmaktadır ayrıca bu
durum uluslararası toplumda Amerika‟nın itibarını da düĢürmektedir. Pew Global
Attitudes Project tarafından 20 ülkede yapılan ankette 17 ülke ĠHA saldırılarını tasvip
etmemektedir. Irak‟ın iĢgali ve birçok yerde uygulanan iĢkenceler gibi Amerika‟nın
sevilmeyen dıĢ politika uygulamalarının üstüne ĠHA saldırıları müttefikleri ile
iliĢkilerini gerginleĢtirmekte ve daha zor küresel sorunlarla mücadele etmek için çok
taraflı ittifaklar kurmayı zorlaĢtırmaktadır (Mearsheimer 2014).

6.4.6 ABD’nin IġĠD ve PYD Politikası

IġĠD son zamanlarda özellikle Suriye ve Musul‟daki yayılmacı stratejisi ve yapmıĢ


olduğu kanlı eylemleri ile dünya gündemi üzerinde yer almaya baĢlamıĢtır. IġĠD aslında
yeni çıkan bir örgüt olmamasına rağmen, sergilediği davranıĢlar ve bölgede oluĢturduğu
tehlike sonucunda adından söz ettirmiĢtir. Bu durum çoğu kesim tarafından birden bire
ortaya çıkan bir örgüt olarak algılanmasına neden olmuĢtur. Ürdünlü Ebu Musab El-

139
Zerkavi liderliğinde Irak‟ta ortaya çıkan akım günümüzde IġĠD adını almıĢtır. ABD‟nin
11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan‟ı iĢgali nedeniyle bölgede bulunan Zerkavi,
Irak‟ın kuzeyine geçmiĢtir. Zerkavi burada önceleri Ensar El-Ġslam adındaki Kürt
grubuyla bir arada bulunmuĢtur. ABD‟nin Irak‟ı iĢgali ile Tevhid ve Cihad isimli
grubuyla bölgedeki ABD güçlerine karĢı saldırılarda bulunan grup, Irak‟ta ABD
güçlerine karĢı en güçlü direniĢ olarak dikkat çekmiĢtir. 2004 yılında El-Kaide‟ye
bağlılığını bildirmesi ile örgüt “Ġki Nehir Arası El-Kaidesi” (Irak El-Kaidesi) adını
almıĢtır (ORSAM 2014).

IġĠD‟in kuruluĢu, Irak El-Kaide‟sinin El-Kaide fikirlerinden ayrıĢmasından ve


Suriye‟de çatıĢmalara kadar varan Zerkavi ve Zevahiri çekiĢmesine dayanmaktadır.
Aralarındaki anlaĢmazlık kiĢisel boyutta olduğu kadar tabanın arasında da çatıĢmalar
bulunmaktaydı. Mısırlı bir doktor olan Eymen Zevahiri, Enver Sedat döneminde
Müslüman KardeĢlerden ayrılarak Mısır, Ġslami Cihat örgütünün liderliğini yapmıĢtır.
1998 yılında Mısır devleti tarafından yaĢadıkları zorluklar nedeniyle Ġslami Cihat
Örgütü, El-Kaide‟ye katılmıĢtır. El-Kaide‟nin ikinci adamı olan Zevahiri, Usame Bin
Ladin öldüğünden beri örgütün lideri konumundadır (Ebrari 2015).

Zerkavi liderliğindeki Irak El-Kaide‟si yaptığı eylemlerin dünya gündemindeki etkisi


nedeniyle El-Kaide denilince artık Afganistan ve Pakistan yerine, Irak akla gelmeye
baĢlamıĢtır. Zerkavi‟nin açıklamaları daha ön plana çıkmaya baĢlamıĢtır. Amerika‟nın
Irak iĢgali ile Batı ve Amerika düĢmanı cihatçılar artık Afganistan yerine akın akın
Irak‟a gitmeye baĢlamıĢtır. Neticede örgütün küresel ağı Afganistan yerine Irak‟a
kaymıĢ bulunmaktadır. Afganistan El-Kaidesi bu durumdan oldukça rahatsız olmuĢ
üstüne Zerkavi‟nin kendi baĢına kararlar alması rahatsızlığı arttırmıĢtır. 2006‟da
öldürülene kadar Zerkavi kendi inandığı yolda ilerlemiĢtir. Zerkavi'den sonra yerine
geçen Ömer el Bağdadi ve Ebubekir el Bağdadi döneminde de Afganistan El-
Kaide'siyle yaĢanan sorunlar artarak devam etmiĢtir (Ebrari 2015).

Irak‟ta ABD askerleriyle ġii unsurlar birlikte Sünnilere karĢı operasyonlar yapmaya
baĢlayınca, 2006 yılında Mücahidler ġura Konseyine Irak‟taki diğer Sünni gruplar
katılarak Irak Ġslam Devleti (IĠD)‟ni ilan edilip baĢına Ömer el Bağdadi getirilmiĢtir.
2007 yılında ABD yeni bir strateji ile Sünni bölgelerde aĢiretleri ve bazı direniĢ
gruplarını ikna ederek “Sahva (UyanıĢ) Konseyleri” oluĢturup direniĢi çökertmeye

140
çalıĢmıĢtır. Bu strateji etkili olmuĢ, IĠD ve Ensar El-Ġslam hariç geriye kalan tüm
gruplar silah bırakmıĢ ve maaĢa bağlanarak Sahva Konseylerine katılıp bu gruplara
karĢı ABD askeri ile birlikte savaĢmaya baĢlamıĢlardır. Bu politika IĠD‟e büyük bir
darbe vurmuĢtur ve sahip olduğu gücü yitirmiĢtir. Bunda IĠD‟ in diğer gruplara yönelik
sert tutumu, mutlak biat istemesi ve yerel halka karĢı bazı sert tutumları da sebep
olmuĢtur. Kadrolarının ve yabancı savaĢçılarının büyük bir kısmını kaybeden IĠD eski
BAAS kadrolarını ve Iraklı savaĢçıları örgüte katarak üst noktalara getirmiĢtir. Bundan
kısa bir süre sonra güvenlik güçlerince yapılan baskında Ömer el Bağdadi
öldürülmüĢtür. Onun yerine Ebu Bekir el Bağdadi El-Kaide‟nin de onayıyla IĠD‟in
baĢına getirilmiĢtir (SETA, 2014).

“Arap Baharı”yla Suriye‟de baĢlayan iç savaĢ ve ABD‟nin Irak‟ı terk etmesi sonucu IĠD
yeniden toparlanmaya baĢlamıĢtır. El Bağdadi‟nin yönlendirmesi ile Suriyeli
savaĢçıların Suriye‟ye geçmesiyle orada Nusret Cephesi (El Nusra) adlı grup
kurulmuĢtur. Grubun baĢındaki El Cevlani kısa sürede güçlü bir yapı oluĢturmuĢtur.
Suriye‟ye doğru baĢlayan yabancı savaĢçı akımı, güçlü finansman desteği, Esed
rejiminden ele geçirilen silahlar ve grubun kavuĢtuğu ün IĠD‟i rahatsız etmiĢtir. Nusret
Cephesinin feshi istenmiĢ fakat El Cevlani bunu reddedince IĠD‟in bazı liderleri
Suriye‟ye giderek El Bağdadi‟ye biat toplamaya baĢlamıĢtır. Daha sonra El Bağdadi
Suriye‟ye gelerek Irak ve ġam Ġslam Devletini (IġĠD) ilan etmiĢtir. IġĠD Zevahiri‟ye
rağmen Nusret Cephesi ile iliĢkileri düzeltmeye yanaĢmaması El Kaide ile bağlarının
koptuğunun göstergesidir (SETA 2014).

IġĠD üyeleri yaptıkları eylemler neticesinde diğer grupların ġeriat mahkemesi talebini
kabul etmeyerek kendilerini sadece kendilerinin yargılayabileceğini söyleyerek kendi
ġeriat mahkemelerini kurmuĢlardır. IġĠD kendisini devlet olarak tanımlarken diğer
grupları örgüt ya da cemaat olarak tanımlıyordu. Bu durum ciddi gerilimlere yol
açmıĢtır. IġĠD Irak‟a uzanan sınır bölgesine hâkim olmak istemesinden dolayı Suriye
Rejiminden çok orada etkin olan muhalif güçlerle savaĢmaktadır. Bu nedenle Suriye
rejimi IġĠD‟e karĢı ciddi bir saldırıda bulunmamaktadır (SETA 2014).

IġĠD, bugün itibariyle Suriye sınırları içinde Rakka, Carabulus ve Tel Abyad‟da hakim
güç olmanın yanı sıra Halep kırsalı, Deir ez-Zor ve Haseke‟de de önemli bir unsur
olmuĢtur. Bu bölgeler petrol tesislerinin olduğu bölgelerdir ve IġĠD için önemli bir gelir

141
kaynağıdır. IġĠD 2014 ile birlikte Özgür Suriye Ordusu unsurları, Ġslami Cephe,
Mücahitler Ordusu, El-Nusra ve YPG (Halk Savunma Birlikleri-PYD‟nin silahlı
kanadı) ile kuzey Suriye‟de savaĢmaktadır. Bu durum rejimin elini güçlendirdiğinden
IġĠD‟e göz yumulmaktadır ve dolayısıyla Suriye‟de alan hâkimiyetini arttıran IġĠD Irak
operasyonları için güç kazanmaktadır (ORSAM 2014).

Irak‟ta, ABD‟nin çekilmesi ve Maliki‟nin Sünni gruplara karĢı sert tavrı IġĠD‟in Sünni
bölgelerde etkinliğini arttırmasına neden olmuĢtur. IġĠD‟in, Sünni gruplar ile Musul‟da
Irak güvenlik güçlerine karĢı yaptığı baskınlarda ordunun fazla direnç göstermeden
Musul‟u terk etmesi komplo teorilerine neden olmuĢtur. Aslında bu durum Irak
ordusunun düzensiz ve yetersiz bir ordu olmasından kaynaklanmaktadır. Lakin kaçan
askerler daha sonra IġĠD‟e esir düĢerek infaz edilmiĢlerdir. IġĠD ve diğer Sünni
unsurlar, Tikrit baĢta olmak üzere, çok sayıda kasabaya girmiĢ ve Irak‟ın Ürdün ve
Suriye sınırlarında da önemli kesimlerde hâkimiyet sağlamıĢlardır (ORSAM 2014).

IġĠD, özellikle “Arap Baharı” sonrası ortaya çıkan yönetim boĢluğunda güçlenerek Ģu
anda birçok ülkeyi rahatsız eden uluslararası bir terör örgütü halini almıĢtır. IġĠD‟in
cihad planında, Ġsrail‟e kadar giderek Kudüs‟ü ele geçirmek istemektedir. Fakat bunu
yapabilecek yeterince insan kaynağı ve düzenli bir ordusu bulunmamaktadır. Ayrıca Ģu
anda Irak‟ta ġii karĢıtlığı nedeniyle Sünni unsurlarla birlikte hareket etse de IġĠD‟in
selefi ideolojisinde olması bu birlikteliklerinin çok uzun sürmeyeceğini göstermektedir.
ġu anda Irak‟ta IġĠD‟e karĢı Ġran‟ın mücadele veriyor olması, IġĠD‟in yenilgiye
uğratılmasına neden olabilir. Fakat IġĠD‟in Suriye‟de yenilgiye uğratılabilmesi için aynı
Ģeyi söylemek Ģu an için zor görünmektedir. Çünkü Suriye‟de halen devam eden iç
savaĢ ve IġĠD‟in muhalif güçlerle savaĢması Esed rejiminin IġĠD‟e müdahale
etmemesine neden olmaktadır. Eğer Eğit-Donat projesi (Suriyeli muhaliflerin Amerikan
askerleri tarafından Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar‟da IġĠD‟e karĢı savaĢmaları için
eğitim görmeleri amaçlayan bir program) baĢarılı olursa IġĠD Suriye‟de gücünü
kaybetmeye baĢlayabilecektir (ORSAM 2014).

IġĠD, Musul‟u tekrar alırsa IġĠD‟e karĢı kurulan koalisyon Ġngiltere ve Fransa‟nın da
baskısıyla operasyonları arttırabilir. Fakat ABD, Afganistan ve Irak iĢgalinin baĢarısız
olması ve halkın memnuniyetsizliğinden dolayı askeri müdahaleye sıcak
bakmamaktadır. Birçok ülke gibi ABD de Türkiye‟nin müdahale etmesini istemektedir.

142
Türkiye ise IġĠD ile çatıĢmaya girmek istememektedir. Bunu ġah Fırat operasyonun
yapılması ile göstermiĢtir. Türkiye IġĠD ile karĢı karĢıya gelmemek için Suriye
toprakları içinde bulunan Süleyman ġah türbesini ani bir operasyonla bir gecede daha
güvenli bir alana taĢımıĢtır. Türkiye‟nin orada gireceği sıcak çatıĢma Ģuanda ekonomik
açıdan oldukça riskli olabilecektir. Türkiye‟nin bölgede yaĢanan çatıĢmalardan hem
güvenlik hem de ekonomik olarak etkilenmektedir. Bu neden ile de bir ĠġID ile
girilecek olası bir çatıĢmada zor duruma düĢebilecektir (ORSAM 2014).

Sonuç olarak IġĠD‟in Irak‟ta yenilmesi Sünni unsurlara ve Ġran‟a bağlıdır ve orada
yenilmesi daha olasıdır. Fakat Suriye, içinde bulunduğu kaos ortamı nedeni ile IġĠD‟in
koalisyon tarafından müdahale yapılmadan Suriye‟de etkisini azaltması zor
görünmektedir (ORSAM 2014).

143
7. SONUÇ

On beĢ milyon kadar insanın ölümüne sebep olan Birinci Dünya SavaĢı, Avrupa‟nın
kendi kendini yıprattığı ilk adım olmuĢtur. Bu dönemde ABD, savaĢa girmemiĢ kendi
içine kapanmıĢ bir politika (izolasyonizm) izlemiĢtir. Birinci Dünya SavaĢı sonunda
dört büyük imparatorluk (Alman, Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı) çökmüĢtür.
Ġngiltere ve Fransa savaĢın galibi olmuĢtur. Birinci Dünya SavaĢı doğrudan doğruya
Ġkinci Dünya SavaĢı‟na yol açmıĢtır. Avrupa, II. Dünya SavaĢ‟ında kendini tekrardan
yıpratmıĢtır. Bu boĢluğu, Doğu Avrupa‟yı Sovyetler Birliği için bir güvenlik bölgesi
haline getirmeye niyetli olan Stalin‟in Kızıl Ordusu, doldurmak üzere harekete
geçmiĢtir. Komünist rejim önce Çin ve Kuzey Kore‟de sonra da Kuzey Vietnam‟da
iktidara gelmiĢtir. 20. yüzyılda ise dünya siyaseti üzerinde büyük denge kurucusu olan
Ġngiltere Ortadoğu‟daki liderlik rolünü, BirleĢik Devletlere devretmiĢtir. Artık bu
dönemden sonra klasik imparatorluklar çağı bitmiĢ ve yerine iki süper gücün hâkimiyeti
kalmıĢtır.

II. Dünya SavaĢı henüz bitmediği sırada Sovyetler Birliği ile müttefiki Avrupalılar
arasında görüĢ ayrılıkları yaĢanmaya baĢlamıĢtır. Sovyetler Birliği‟nin yayılmacı
politika izlemesi II. Dünya SavaĢı sonrası Ġngiltere‟nin liderlikten çekilip de yerini
ABD‟ye bırakması ile ABD ve SSCB karĢı karĢıya gelmiĢtir. Soğuk SavaĢ yılları olarak
anılan bu dönemde iki kutuplu an yaĢanmıĢtır. Ġki süper güç dünyayı ikiye bölmeye
çalıĢmıĢ ve her iki tarafta kendi dost ve müttefiklerini oluĢturmuĢtur. BaĢkan Truman
ülkesinin dıĢ politikasını, ABD‟nin süresiz olarak siyasi, ekonomik ve askeri bir süper
güç gibi mücadele edebilecek hale dönüĢtürmüĢtür. Truman yönetiminin politika
yapıcıları Soğuk SavaĢ‟ta geçerli olacak Batı stratejisinin temellerini atmıĢtır. Bu
çerçevede SSCB‟nin yayılmacı tutumunun ve komünizm tehlikesinin sınırlandırılması
için çevrelemeyi baĢlatmıĢtır.

Soğuk SavaĢ, Doğu Avrupa‟yı komünist yönetim altındaki uydulardan oluĢan bir
kuĢağa dönüĢtürmeye niyetli Stalin‟in Sovyetler Birliği, Roosevelt‟in savaĢ sonrası
iĢbirliği için yaptığı büyük dizayna uygun bir partner olmadığını ispatladıktan sonra
baĢlamıĢtır. Birçok ülke Stalin‟in Doğu Avrupa‟nın ötesine geçmeye hazırlandığından

144
korkmuĢtur. 1947 ilkbaharında Soğuk SavaĢ baĢlamıĢtır. Bu tarih artık ABD‟nin Sovyet
yayılmasına karĢı attığı ilk adım olmuĢtur. Bu dönemde ne SSCB‟ye ne de ABD‟ye
karĢı çıkabilecek üçüncü bir güç olmadığından dolayı dünyadaki pek çok ülke bu iki
kutuptan birine katılmıĢtır.

Ġki kutuplu düzen, taraflardan birinin kazandığı birinin kaybettiği “sıfır toplamlı bir
oyun” olarak görülmüĢtür. Komünist blok özgür dünyadan (Amerika yanlısı) bir parça
çaldığında, Batı kaybetmiĢtir. Bu tür aksilikleri önlemek için savaĢ (Kore ve Vietnam
gibi) ve hatta nükleer savaĢ (1962 Küba üzerinde) daima mümkün olmuĢtur. Ancak her
iki kutup lideri de nükleer silahlara sahip olduğundan çatıĢmalara mesafeli yaklaĢmak
zorunda kalmıĢtır. ABD ve SSCB bu dönemde her daim düĢman olmuĢ fakat hiçbir
zamanda silah kullanmamıĢlardır. Amerikalılar hiçbir zaman Sovyetler ile doğrudan
silahlı çatıĢmaya gitmemiĢtir.

1991 yılında SSCB‟nin çökmesi ile son bulan iki kutuplu an artık tek kutuplu ana
dönüĢmüĢtür. Bu tarihten sonra dünyanın tek süper gücü ABD olmuĢtur. 1991 yılında
tarihe bir baĢka olay Körfez SavaĢı damga vurmuĢtur. Bu dönemde dünyada yeni sistem
içinde çeliĢkiler oluĢmaya baĢlamıĢtır. Yeni Dünya‟yı adlandırmada ve tanımlamada
tartıĢmaların yaĢandığı süreç baĢlamıĢ ve günümüze kadar gelmiĢtir. Bu tartıĢmalar, çok
kutuplu, tek kutuplu, karĢı güç, katmanlı, Amerika-Çin düopolisi, küreselleĢme, kaynak
savaĢı ve medeniyet çatıĢması gibi kavramları doğurmuĢtur. Günümüzde ise 11 Eylül
saldırılarından sonrada uluslar arası terörizm ile mücadele ya da savaĢ kavramları ile
tanıĢılmıĢtır.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD‟ye yapılan terörist saldırıyı tüm dünya kınarken Batılı
güçler bu saldırının sadece ABD‟ye değil aynı zamanda kendilerine ve değerlerine
yapılmıĢ bir saldırı olarak görmüĢtür. ABD ise bundan sonra terör ile ilgili girdiği bu
savaĢı “asimetrik savaş” olarak adlandırmıĢtır. Bu yeni mücadele, bir nevi Soğuk
SavaĢ‟ı hatırlatmıĢtır. Bu savaĢın da müttefikler oluĢturma ve onlara sahip çıkmaya
dayalı, uzun ve ideolojik bir savaĢ olduğunu görmekteyiz.

Asimetrik çatıĢmada ABD‟nin müttefik edinmesi hiç de kolay değildir. Müslüman


ülkelerin çoğu, ABD karĢıtlığı içerisindedir. Bu karĢıtlığın ana sebebi de Ortadoğu‟da
bir Yahudi Devleti olan Ġsrail‟in kurulmasına izin vermesi ve her daim arkasında

145
durması yatmaktadır. Bunlara ilave olarak bölgedeki enerji kaynaklarını iĢletip kullanan
ABD, refah ve bolluk içinde yaĢarken, Ortadoğu halklarının içinde bulundukları fakirlik
ve değersizliğine çözüm bulamayıĢından da kaynaklanmaktadır. Avrupalı müttefikler
ise ABD‟yi temkinli olmaya çağırıyor ve diğer müttefikleri de 2003 yılında ABD‟nin
Irak‟ı iĢgalinin yanında yer almıĢtır.

Pentagon, “Teröre KarĢı Küresel SavaĢ” yerine “Uzun SavaĢ” ifadesini kullanmayı
tercih etmiĢtir. 11 Eylül saldırılarının arkasındaki El-Kaide örgütü, aslında
psikopatlardan değil, kendilerini militanlığa adamıĢ kiĢilerden oluĢmaktadır. Ġslamcı
radikal grupların hedefinin aslında ABD‟yi Ortadoğu‟dan çıkarmak ve Ġsrail‟i yok
etmek isteği olarak anlaĢılmaktadır. Bu bağlamda esas çatıĢma Müslüman ülkelerin
geleceği konusunda yaĢanmaktadır. Bu devletler, modern ve ılımlı mı olacak ya da
geleneksel ve radikal bir tutum içinde mi davranacaklar sorusuna cevap aramaktadırlar.

ABD, Soğuk SavaĢ döneminde SSCB‟yi çevreleme adına ve aynı zamanda Ortadoğu‟ya
inmesini engellemek için bölgedeki devletleri kendi tarafına çekmek istemiĢtir. Bunun
için ilk adım Truman Doktrini ile Marshall planı olarak da adlandırılan ekonomik
yapılandırmanın dost ve müttefik ülkeler olan Yunanistan ve Türkiye‟ye verilmesini
sağlamıĢtır. Yapılan yardım ile Türkiye ve Yunanistan‟ın Ġkinci Dünya SavaĢı
sonrasında aldığı ekonomik darbelerin telafi edilerek SSCB‟ye karĢı bu iki ülkeyi
korumak istemiĢtir. Böylece Türkiye ve Yunanistan ABD‟nin safına katılmıĢ ve
müttefiki olmuĢtur. Daha sonraları bu yakınlaĢma NATO üyeliğine girmeleri ile
bugünlere kadar gelmiĢtir. ABD ile SSCB arasındaki ilk ciddi kriz Eisenhower
yönetiminin baĢta olduğu ve Ġsrail‟in 1948 yılında kuruluĢundan iki yıl sonra, 1950
yıllarında olmuĢtur. Eisenhower Doktrini ile ABD Sovyetler Birliği‟ne karĢı, Ortadoğu
devletlerinin iç iĢlerine müdahale edebileceğini ilan etmiĢtir. ABD, SSCB ile nükleer
yarıĢı, U-2 krizi, Berlin Krizi, Küba Krizi, Vietnam SavaĢı ve Ġran‟da Musaadık‟a CIA
aracılığı ile darbe giriĢimi gibi birçok olaya imza atmıĢtır.

ABD‟nin Ortadoğu‟da bir diğer hamlesi de Ġsrail devletinin kurulmasına ılımlı


bakmasıdır. 1948 yılında Filistin topraklarında kurulan ve bölgede sorunların baĢını
çeken bir devlet olan Ġsrail, 1967 yılında ABD‟nin yanında olduğunu askeri gücünü
kullanarak göstermiĢtir. Bu dönemde ABD, Arap-Ġsrail savaĢında, Nixon Doktirni
olarak da anılan açıklaması ile bölgede dost ve müttefik ülkelerin geliĢmesine ve

146
savunmalarına yardım edeceğini açıklayarak hiçbir müttefikinin savunmasında
doğrudan sorumlu olmayacağını fakat talep edilirse nükleer koruma kalkanına alacağını
bildirmiĢtir. Böylece ABD‟nin Ortadoğu‟daki bir diğer hedefi Ġsrail‟in güvenliği
olmuĢtur. Bu dönemde ayrıca SSCB de Ortadoğu‟da kendine müttefikler oluĢturmaya
çalıĢmıĢtır. Mısır, Suriye, Irak ve Ġran‟ı tarafına çekmek isteyen SSCB‟ye ABD bölgede
siyasi gücünü kullanarak 1955 yılında Bağdat Paktı adıyla bir kuzey kuĢağı
oluĢturmuĢtur. Bu kuĢak da Türkiye, Ġran, Pakistan, Irak ve Ġngiltere bulunmaktaydı. Bu
kuĢağın amacı SSCB‟nin Ortadoğu bölgesinde var olan enerji kaynaklarına ulaĢmasına
engel olmaktı. Daha sonra bu kuĢak CENTO adı ile 1979 yılına kadar anılmaya devam
etmiĢtir.

1977 yılında ABD BaĢkanı seçilen Jimmy Carter biraz yakın geçmiĢin etkisi altında
kalarak biraz da kendi düĢünceleriyle ABD‟nin dıĢ politikasında insan haklarını ve
Wilson Ġdealizmi‟ni öne çıkarmaya çalıĢmıĢtır. Carter dönemi dıĢ politikası, öncelikle
Arap-Ġsrail çatıĢmasını bitirmek amacıyla Mısır ile Ġsrail arasında 1979 yılında Camp
David BarıĢ AnlaĢması‟nın imzalanmasına öncülük etmiĢtir. Fakat hemen peĢinden
Ġran‟da yaĢanan Ġslam Devrimi ile barıĢ süreci olumsuz etkilenmiĢtir. ABD‟nin
Ġran‟daki müttefiki olan Rıza ġah devrilmiĢ yerine gelen Humeyni ABD‟yi “Büyük
ġeytan” olarak adlandırmıĢtır. Bundan sonra ABD Humeyni‟ye ve ona destek olan
ülkeler ile mücadeleye baĢlamıĢtır. SSCB‟nin 1979 yılında Afganistan‟ı iĢgal etmesi ile
ABD bölgedeki müttefiklerini daha da sıkıĢtırmıĢtır. Bu durum ikinci bir petrol krizinin
yaĢanmasına neden olmuĢtur. Bundan sonra Carter yönetimi idealizmi terk ederek
savaĢçı bir politika izlemeye baĢlamıĢtır. Carter Doktrini ile ABD, Basra Körfezi‟nin
ABD‟nin hayati çıkarı olduğunu ve buraya gelecek tehditlere karĢı her türlü karĢılığı
vereceklerini ilan etmiĢtir. Bu süreç ile ABD ve SSCB arasında ikinci bir Soğuk SavaĢ
baĢlamıĢ ve çevreleme politikasına geri dönülmüĢtür.

1981 yılında BaĢkan seçilen eski bir film yıldızı olan Ronald Reagan, ABD dıĢ
politikasında daha renkli ve aktif politika izlemiĢtir. Çevreleme ve Ġkinci Soğuk SavaĢ
sürecini aslında Reagan yürütmüĢtür. ABD‟yi hem ekonomik hem de askeri alanda daha
da yayılmacı yapmıĢtır. Regan Doktrini ile Sovyetlerin Üçüncü Dünya ülkelerine
yayılmasını engellemeye çalıĢarak, Afganistan, Küba, Angola, Vietnam ve Etiyopya‟da
ki SSCB varlığını engellemeye çalıĢmıĢtır.

147
1991 yılında SSCB‟nin çökmesi ile Soğuk SavaĢ‟ta bitmiĢtir. Soğuk SavaĢ sonrası
ABD‟nin ilk BaĢkanı ise George W.H.Bush olmuĢtur. BaĢkan olduktan sonra Bush
uluslararası sistemde daha da yayılmacı, müdahaleci ve dönüĢtürücü politikalar
izlemiĢtir. Bu dönemde ABD yeni uluslararası sistemi tanımlamak için yeni bir kavram
geliĢtirmiĢtir. Bundan sonra bu sistem “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılmıĢtır.
BaĢkan Bush ve izleyen ABD yönetimlerinin 1990‟lı yıllarda “Yeni Dünya Düzeni”ni
oluĢturmak için ortaya üç çeĢit politika koymuĢlardır. 1) ABD askeri gücünün
yaygınlaĢtırılmasıdır ki bunun ilk örneği de Irak‟ın Kuveyt‟i iĢgal etmesi üzerine
bölgeye yığdığı beĢ yüz bin civarındaki asker olmuĢtur. ABD‟nin öncüğünde
gerçekleĢtirilen ve çok taraflılık ilkesine dayalı bir Körfez Koalisyonu kurulmuĢtur. 2)
Körfez Koalisyonu baĢarılı olunca Bush uluslararası sorunların BM öncüğünde
çözülebileceği yönünde bir beklenti oluĢturmuĢtur. Wilson Ġdealizm‟in esintilerinin
göründüğü bu dönemde ABD, dünya çapındaki askeri operasyonlara katılmıĢtır. 3)
ABD‟nin Soğuk SavaĢ sonrası ortaya çıkan yeni alanlara, geliĢmelere ve oluĢumlara
dönük geliĢtirdiği politikalar olmuĢtur. Bunların baĢında NATO‟nun sürekliliğini
sağlamak ve yeni görev tanımlamaları getirmek olmuĢtur.

1993 yılında BaĢkan seçilen Clinton düĢük profilli ama uluslararası diyalog ve
iĢbirliğini artırma yönünde hareket etmiĢtir. Clinton yönetimi Arap-Ġsrail barıĢ
sürecinde öncü rol oynamıĢtır. Ayrıca bu dönemde ABD‟nin ilgilendiği bir diğer
Ortadoğu ülkesi de Irak ve onun lideri Saddam Hüseyin ile Ġran‟ın direniĢi olmuĢtur.
Clinton bu dönemde çifte çevreleme politikası ile Irak ve Ġran‟ı askeri güç kullanmadan
kontrol altında tutmaya çalıĢmıĢtır.

1990‟lı yıllarda ABD dıĢ politikasında, neocon kadronun etkisi artmıĢtır. Bu grup dıĢ
politikada askeri güce dayalı sert güç uygulamasından yana tutum sergilemiĢtir. Clinton
yönetiminde muhalefette olan bu grup BaĢkanlık seçimlerinde “Oğul Bush” olarak
bilinen George W. Bush‟un baĢkan olması ile aktif hale gelmiĢtir. 2001 yılında BaĢkan
seçilen Bush bu grup ile aynı görüĢte hareket etmiĢtir.

Oğul Bush, babasının BaĢkan olduğu dönemdeki pek çok ismi kendi kabinesinde de
kullanmıĢtır. BaĢkan Ford ve Reagan dönemindeki bazı isimleri de yönetiminde
görevlendirmiĢtir. Bu isimler arasında Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Colin Powell,
Condoleezza Rice ve Paul Wolfowitz yeni kabinede yer alan isimler olmuĢtur. George

148
Bush‟un iĢbaĢına getirdiği bu isimler daha önce Clinton‟ın dıĢ politikasını ciddi bir
Ģekilde eleĢtiren isimler olmuĢtur. Bu isimler aynı zamanda PNAC adlı grubun da
üyesiydiler. Bu grup ABD‟nin global üstünlüğüne inanmıĢtır. Bu grubun üyelerinin
inandığı global üstünlük için ABD‟nin temel hedef ve ilkelerinin baĢında savunma
harcamalarının artırılması yer almaktadır. Devamında ise Amerika‟nın müttefikleri ile
iliĢkilerin güçlendirilmesi ve Amerikan çıkar ve değerlerine düĢman olan rejimlere de
meydan okunmasının gerekliliğine inanmaktadırlar. Uluslararası ekonomik ve siyasal
özgürlüklerin geliĢtirilmesinin de Amerikan hedef ve ilkeleri arasında olmasını isteyen
bu grup uluslararası düzenin oluĢturulmasında ABD‟nin öncü olmasının kaçınılmaz
olduğuna da inanmaktadırlar. ABD‟nin 2000 yılındaki seçimlerine hazırlanan Bush,
PNAC grubu üyelerince hazırlanan rapor doğrultusunda seçim çalıĢmalarını
yürütmüĢtür. Bush BaĢkan olduktan kısa bir süre sonra gerçekleĢen 11 Eylül saldırıları
ile Clinton‟ın izlediği politikaları izlemekten biraz saparak daha agresif politika
izlemeye baĢlamıĢtır.

11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan dıĢ politikası Soğuk SavaĢ sonrası dönemde
“Yeni Dünya Düzeni”ne ters düĢen “serseri devletler” politikasından çıkmaya
baĢlamıĢtır. Yerine artık terör tehdidi gelmiĢtir. 11 Eylül saldırıları ile ABD dıĢ
politikasının gündemine bir anda terörle mücadele ve terörün barındığı bölge olan
Ortadoğu oturmuĢtur. BaĢkan Bush‟un 29 Ocak 2002, 1 Haziran 2002 konuĢmaları ve
Eylül 2002‟deki Ulusal Güvenlik Stratejisi‟nin birleĢmesiyle oluĢturduğu meĢhur
doktrin, artık ABD dıĢ politikasında yeni sürece çok sert bir üslupla girmiĢtir. BaĢkan
Bush tüm dünyaya verdiği mesajda bundan sonra “ya bizimlesiniz ya da onlarla”
demiĢtir. ABD‟nin yanında yer alan devletler ile iĢbirliği halinde olacağını ama kendi
safında olmayan ve teröre destek verdiğini iddia ettiği “Ģer ekseni” ile de savaĢta
olacaklarını ilan etmiĢtir. Bush doktrininin çatısını teĢkil eden 2006 yılındaki Ulusal
Güvenlik Stratejisi ile 2002 yılındaki strateji revize edilmiĢ, Irak ve Afganistan‟a
yapılan müdahaleler sonucu dünya kamuoyunda oluĢan ABD karĢıtlığının da
giderilmesi gerektiğinin altı çizilmiĢtir. Bu stratejide ilk 2002 den farklı olarak Ġran‟a da
değinilmiĢtir. Ġran‟ın sahip olduğu nükleer faaliyetlerinin yanı sıra teröre destek
vermekle ve Ġsrail‟i tehdit ederek Ortadoğu‟nun barıĢını bozmakla suçlamıĢtır.

149
Obama‟nın 2009 yılında göreve gelmesi ile kendine Bush‟dan miras kalan Irak
müdahalesi ve Afganistan savaĢının yanı sıra bu sürede oluĢan Amerika karĢıtlığı ile
küresel ekonomik kriz kalmıĢtır. Obama‟nın göreve geldiğinde ilk yaptığı iĢ Irak‟taki
Amerikan askerlerinin bölgeden çekileceğini bildirmesi olmuĢtur. Askerlerin büyük bir
çoğunluğunu bölgeden çekmiĢ olsa da kendilerine getirdiği yüksek maliyet ile artık
farklı bir strateji izlemek durumunda kalmıĢtır. Obama her ne kadar bölgeden asker
çekerek Bush‟dan farklı bir Ortadoğu politikası izlediğini söylese de teknolojik alt
yapısının Clinton döneminde atıldığı ĠHA‟lar ile Ortadoğu da güç kullanarak üstünlük
kurmaya çalıĢmıĢtır. Obama dönemi ABD dıĢ politikasının, askeri güç kullanımı yerine
daha az masraflı olması ile vatandaĢlarının ziyan olmaması adına izlediği bu stratejiye
bir destek de bölgedeki müttefiklerini devreye sokarak izlemiĢtir. Özellikle de Türkiye
ve Suudi Arabistan üzerinden Ortadoğu‟da güç kullanımına gitmiĢtir. El-Kaide
liderinin öldürülmesi ve 2010 yılında yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi ile Bush
döneminde terörle savaĢa Obama ile de devam etmiĢtir. Obama döneminde Ortadoğu‟da
askeri müdahale yerine ĠHA‟lar ile mücadeleye devam edilmiĢtir. ĠHA saldırıları ile
bölgedeki terör gruplarının mensupları öldürülmüĢtür. Böylece ABD bölgede liderliğini
korumak için fazla ekonomik olarak harcama ve asker kaybı yaĢanmadan mücadele
etmiĢtir. Aynı zamanda 2006 yılında Bush‟un stratejisinde vurgu yapılan Ġran‟ın nükleer
faaliyetlerine dikkat çekilmiĢ Obama döneminde de 2015 yazında Ġran ile karĢılıklı
olarak nükleer faaliyetleri azaltmak için bir anlaĢma yapılmıĢtır.

Obama‟nın görevi boyunca Ortadoğu ile ilgili olarak ılımlı bir dıĢ politika izlediği
sanılırken aslında ABD tarihinin en büyük silah satıĢlarının yine kendi döneminde
gerçekleĢmiĢ olduğu görülmüĢtür. 2011 yılında yaĢanan “Arap Baharı” süresince de
ABD değiĢimden yana olduğunu açıklamıĢ ve diktatör rejimlerin yok edilmesinden
yana tavırlar sergilemiĢtir. Suriye‟de halen devam etmekte olan iç savaĢta da yine uzun
süredir iktidarda olan Esed‟in gitmesi gerektiğini söylemiĢtir. ABD artık Irak‟ta
uyguladığı doğrudan askeri müdahaleler ile rejim değiĢikliklerine öncülük etmeyip
geriden destek sağlamıĢtır. Arap-Ġsrail barıĢı adına da yaptığı 1967 sınırlarına geri
dönme çağrısına Ġsrail tepkisi ve Yahudi lobisinin baskısı ile geri adım atarak yanlıĢ
anlaĢıldığını söylemiĢtir. Obama döneminde yine Ġsrail‟in güvenliğinin ön planda
olduğu görülmektedir.

150
Obama, iktidara geliĢi ile en büyük seçim vaatlerinden olan Irak‟tan geri çekilmenin
tamamlanmasının ardından ve bölgede baĢlayan Arap Baharı olayları ile ABD‟nin bölge
politikalarının bir sarmal hali aldığı gözlenmiĢtir. Irak‟tan geri çekilmenin ardından
burada terör eylemlerinin gün geçtikçe artması ve bölgede El-Kaide gibi örgütler ve
uzantılarının elinin güçlenmesi ABD için tehdit oluĢturmaya devam ediyor. ABD için
bölgedeki diğer sorunlar ise kuĢkusuz Arap Baharı‟nın etkisi ile Suriye ve Mısır‟da
yaĢananların etkileri ve bunları takiben son dönemde bölgedeki en ciddi
müttefiklerinden olan Suudi Arabistan ile iliĢkilerin gerilmiĢ olması. Suriye meselesinde
rejimin ülkede yaptığı katliamlara karĢı gözlerini kapatan ABD yönetimi, tam harekete
geçmeye hazırlanırken Rusya‟nın nükleer silahlar konusundaki manevrası karĢısında
durmak zorunda kalarak etkisinin sorgulanmasına sebep olmuĢtur. Aynı Ģekilde
bölgedeki müttefiklerinden Hüsnü Mübarek‟in devrilmesinin ardından iktidara gelen
Müslüman KardeĢler ile sağlıklı iliĢkiler kuramamıĢken, ardından gelen askeri darbeye
darbe diyememesinin yanında darbe yönetimi ile de sağlam zeminli iliĢkiler kurma
konusunda sıkıntı yaĢamaktadır. Bu durumun en net kanıtı da Obama yönetiminin
Mısır‟a yapılacak olan Apache helikopterleri ve F-16 uçaklarından oluĢan ağır askeri
teçhizat sevkiyatını durdurması ve yapması beklenen 260 milyon dolar yardımı askıya
almıĢ olmasıdır. Obama‟nın Suriye konusunda izlediği politikaya son dönemde Ġran ile
normalleĢme üzerine yapılması beklenen müzakereler konusu da eklenince, müttefiki
Suudi Arabistan ile de iliĢkileri iyiden iyiye gerilmiĢtir. ABD‟nin Orta Doğu‟daki
politikalarının çözülme göstermesinin bir diğer sebebi ise yeni savunma stratejisinin
yavaĢ yavaĢ Asya-Pasifik‟e doğru kaymaya baĢladığı düĢüncesi olarak da
gösterilmektedir.

Sonuç olarak George H.W. Bush‟un “Yeni Dünya Düzeni”, Clinton‟ın “geniĢleme ve
angajman”ı, oğul Bush‟un “önceden vuruĢ ve önleyici savaĢ” kavramları ile Obama‟nın
“ılımlı yaklaĢım” politikası birbirinden farklı görünse de aslında hepsi ABD‟nin küresel
liderliğini pekiĢtirmek için oluĢturulmuĢtur. Bu açıdan bakıldığında ABD dıĢ
politikasında sürekliliğin olduğu görülmektedir ve devam eden sürekliliğin farklılaĢtığı
an ise 11 Eylül saldırıları olmuĢtur. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD için
Ortadoğu‟ya askeri açıdan girmek, bölgede “Yeni Dünya Düzeni” kurmak ve hatta tüm
ABD hedef ve ilkelerini bölgede faaliyete geçirmek için büyük bir kapı açılmıĢtır. Son
yıllarda yine bu bölgede ABD saldırılarının dıĢında yaĢanan en önemli olay da “Arap

151
Baharı”nın, Ortadoğu ülkelerindeki diktatörlerin devrilmesinde etkili olması olmuĢtur.
Bu süreçte de ABD‟nin bölgedeki çıkarlarına ve hedeflerine karĢı duran rejimlerin
yıkılmasında ABD‟nin geride kaldığı düĢünülürken, Suriye ve IġĠD stratejilerinde
Rusya‟nın bölgeye angaje olmaya baĢlaması ile yeniden müdahalede bulunduğunu
görmekteyiz. Bu sırada Ġran ile ABD yakınlaĢması da akıllara Soğuk SavaĢ dönemi
çevreleme stratejisini de kullandığını getirmektedir. ABD‟nin Ġran ile yakınlaĢması ve
Suriye‟deki olaylara ilgisiz olması ABD‟nin Ortadoğu‟daki müttefiklerini
gücendirmektedir. Bunu en çok dile getiren de en yakın müttefiki Suudi Arabistan
olmuĢtur. Suudi Arabistan tüm bunlara tepki olarak OPEC üyeleri ile toplantı yapmıĢ ve
petrol fiyatlarına ambargo uygulanmasını önermiĢtir. Fakat OPEC üyelerinden istediği
desteği bulamamıĢtır. Obama‟nın bu son dönemdeki politikası Neo-Nixon politikası
olarak adlandırılmaktadır.

11 Eylül sonrası baĢlatılan savaĢın henüz bitmediğini ve daha ne kadar süreceğini


bilmediğimiz Ģu yıllarda yeni bir Soğuk SavaĢ Dönemi yaĢandığına yönelik tartıĢmalar
da yapılmaktadır. Yeniden iki süper gücün birbiri ile yarıĢtığını ve üstünlük kurmak
istediğini görmekteyiz. ABD‟nin Ortadoğu‟da eskisi kadar etkisi ve gücünün olmadığı
görülmektedir. Bu boĢluğu dolduracak baĢka bir güç de bulunmaktadır. Buna en yakın
Rusya var ama o da yeterli güçte değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve Ġran bölgesel
politikalar izleyerek Ortadoğu‟da söz sahibi olmaya çalıĢmaktadır. Bunun nedeni
arasında da, ABD‟nin Obama dönemi bölgede izlediği politikalar ile müttefikleri
arasında yeĢeren güven bunalımı yatmaktadır. ABD‟nin bu durumu Ortadoğu‟daki
kredibilitesini zedelemektedir. Bu açıdan bakıldığında ABD‟nin yeni seçilecek olan
BaĢkanı‟nın Obama gibi politika izlemesi durumunda güven bunalımı da artacaktır. Bu
durum ise Rusya‟nın bölgede angajman uygulamasına sebep olabilecektir. Böylece
ABD‟nin Ortadoğu‟da etkisinin devam etmesi için yeni politikalar üretmesi
gerekecektir. Özellikle de müttefiklerinin güvenliğini sağlama adına acilen alacağı
tedbirler ile politika oluĢturması gerekmektedir.

152
KAYNAKÇA

Kitaplar

Arı, T., 2014. Geçmişten günümüze Orta Doğu siyaset, savaş ve diplomasi. 6. Baskı.
Cilt I Bursa: Dora Basım Yayın Dağıtım.

Arı, T., 2013. Uluslararası ilişkiler teorileri çatışma, hegomanya, işbirliği. 8. Baskı.
Bursa: MKM Yayıncılık.

Arı, T., 2010. Liderler, kanaat önderleri ve kamuoyunun gözünden yükselen


güç:Türkiye- ABD ilişkileri ve Ortadoğu. Bursa: MKM Yayıncılık.

Arı, T., 2008. Uluslararası ilişkiler ve dış politika. 7. Baskı. Bursa: MKM Yayıncılık.

Arı, T., 2007, Irak, Ġran, ABD ve petrol, Ġstanbul: Alfa Yayınları.

Blair, T., 2010. Bir yolculuk. E.Günsel (Çev.), Ġstanbul: Alioğlu Matbaacılık, 2010, ss:
377-520.

Bostanoğlu, B., 1999. Türkiye-ABD ilişkilerinin politikası. 2.Baskı, Ankara: Pelin Ofset
Tipo Matbaacılık, 1999, ss: 243-595.

Brzezinski, Z., 2012. Stratejik vizyon. S.Yalçın ve A.T.Orhan (Çev.), Ġstanbul: TimaĢ
Yayınları, 2012, ss: 81-167.

Brzezinski, Z., 1997. Büyük satranç tahtası. Y.Türedi (Çev.), Ġstanbul: Ġnkılâp Kitabevi,
1997, ss: 51-59.

Cleveland, W.L., 2004. Modern Ortadoğu tarihi. M. Harmancı (Çev.), Ġstanbul: Agora
Kitaplığı, 2004, ss: 495-596.

Çakmak, C., 2011. Yakın dönem Amerikan dış politikası teori ve pratik. Cenap Çakmak,
Cengiz Dinç ve Ahmet Öztürk (Drl.), Ankara: Nobel Yayıncılık, ss: 1-460.

Friedman, G., 2013. Gelecek 100 yıl 21. Yüzyıl için öngörüler. Ġbrahim ġener ve Enver
Gürsel (Çev.), Ġstanbul: Pegasus Yayıncılık, 2013, s: 26.

Gözen, R., 2012. Amerikan dış politikası. Ramazan Gözen (Ed.), EskiĢehir: Anadolu
Üniversitesi, 2012, ss: 1-113.

153
Hook, S. W. & Spanier J., 2013. Amerikan dış politikası: Ġkinci Dünya Savaşı’ndan
günümüze.Özge Zihnioğlu Tanırlı (Çev.), Ġstanbul: Ġnkılap Kitabevi, 2013, ss: 23-
359.

Huntington, S. P., 1996. Medeniyetler çatışması ve dünya düzeninin yeniden kurulması.


Mehmet Turhan ve Y.Z. Cem Soydemir (Çev.), Ġstanbul: Okuyan Us Yayıncılık,
1996, s: 263.

ĠĢyar, Ö.G., 2013. Karşılaştırmalı Dış Politikalar. 2. Baskı. Bursa: Dora Yayıncılık,
2013, s: 250.

Kissenger, H., 2006. Diplomasi. Ġbrahim H. Kurt (Çev.), 7. Baskı. Ġstanbul: Türkiye ĠĢ
Bankası Kültür Yayınları, 2006, ss: 432-776.

Kissenger, H., 2001. Amerika’nın dış politikaya ihtiyacı var mı?. Tayfun Evyapan
(Çev.), Ankara: Metu Press, 2001, ss: 147-168.

Küntay, B., 2011. Major shift the change ın U.S. foreign policy during the 2003 Iraq
war era and Turkısh-U.S. relatıons. Ġstanbul: BahçeĢehir University Press, 2011,
ss: 16-99.

Mahalli,H.,2012. Ortadoğu’da Kanlı Bahar. Ġstanbul: Destek Yayınevi, 2012, ss: 129-
142.

Nye, J. S. & Welch, D. A., 2007. Küresel çatışmayı ve işbirliğini anlamak: kurama ve
tarihe giriş. Renan Akman (Çev.), 3. Baskı. Ġstanbul: Türkiye ĠĢ Bankası Kültür
Yayınları, 2007, ss: 257-326.

Öztürk, A., 2011. Yakın dönem Amerikan dış politikası teori ve pratik. Cenap Çakmak,
Cengiz Dinç ve Ahmet Öztürk (Drl.), Ankara: Nobel Yayıncılık, ss: 433-460.

Pirinççi, F., 2011. Yakın dönem Amerikan dış politikası teori ve pratik. Cenap Çakmak,
Cengiz Dinç ve Ahmet Öztürk (Drl.), Ankara: Nobel Yayıncılık, ss: 79-113.

Pirinççi, F., 2010. Silahlanma ve savaş: Ortadoğu’daki silahlanma girişimlerinin


küresel ve bölgesel güvenliğe etkisi. Bursa: Dora Yayıncılık, ss: 1- 402.

154
Primakov, Y., 2010. Rusyasız Dünya. Aijan Esenkanova (Çev.), Ġstanbul: TimaĢ
Yayınları, ss: 27-47.

Primakov, Y., 2009. Rusların gözüyle Ortadoğu. Olga Tezcan (Çev.), Ġstanbul: TimaĢ
Yayınları, ss: 124-183.

Roskın, M.G. & Berry, N.O.,2014. Uluslararası ilişkiler, UĠ’nin yeni dünyası. Özlem
ġimĢek (Çev.), Ankara: Adres Yayınları, ss: 295-313.

Yetim, M. 2011. Yakın dönem Amerikan dış politikası teori ve pratik. Cenap Çakmak,
Cengiz Dinç ve Ahmet Öztürk (Drl.), Ankara: Nobel Yayıncılık, ss. 231- 251

155
Diğer Yayınlar

AkbaĢ, Z., 2011. ABD‟nin Ortadoğu politikalarının sürdürülebilirliği ve Ortadoğu‟da


güç mücadelesi, 07.10.2011. [Online]

http://www.historystudies.net/Makaleler/1612299089_1-
Zafer%20Akba%C5%9F.pdf [EriĢim Tarihi 29.09.2014].

Akdemir, E., 2007. Amerika‟nın Ortadoğu politikasının Ģekillenmesinde düĢünce


kuruluĢlarının rolü, 08.11.2013. ORSAM, [Online]

http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2013118_008.pdf. [EriĢim
Tarihi 22.09.2014].

Aksam.2015, Ġran nükleer anlaĢmayı onayladı. 13.10.2015. [Online]

http://www.aksam.com.tr/finans/iran-nukleer-anlasmayi-onayladi/haber-451930
[EriĢim Tarihi 10.12.2015].

Aljazeera. 2015. Büyükelçilik baskınından müzakere masasına Ġran-ABD iliĢkileri.


04.11.2015. [Online] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/buyukelcilik-
baskinindan-muzakere-masasina-iran-abd-iliskileri.[EriĢim Tarihi 10.12.2015].

Aljazeera. 2014. Taliban‟ın ortaya çıkıĢı ve geliĢimi. 18 Ocak 2014. [Online]

http://www.aljazeera.com.tr/dosya/talibanin-ortaya-cikisi-ve-gelisimi. [EriĢim
Tarihi 03.10.2015].

Aljazeera. 2013. 2001 sonrası Pakistan-ABD iliĢkileri. 28.11.2013. [Online]

http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/2001-sonrasi-pakistan-abd-iliskileri.
[EriĢim Tarihi 18.11.2015].

AltunıĢık, M.B., Ortadoğu ve ABD: yeni bir döneme girilirken,Temmuz 2009, ORSAM
[Online]
http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2009918_meliha.pdf.

[EriĢim Tarihi 24.07.2015].

156
Arar, A.A., 2015, Yerel Gündem 21. T.C. dıĢiĢleri bakanlığı yayınları, uluslararası

ekonomik sorunlar dergisi, [Online] http://www.mfa.gov.tr/yerel-gundem-


21.tr.mfa. [EriĢim Tarihi 01.09.2015].

Ayan, E., 2011, Tarihçi bakıĢıyla büyük Ortadoğu proje‟nin Türkiye kapsamı, [Online]

http://historystudies.net/Makaleler/1423339396_2-Ergin%20Ayan.pdf. [EriĢim
Tarihi 22.09.2015].

BBCTURKISH. 2016, ABD‟nin etnik yapısı mı değiĢiyor?. 11 Mayıs 2006. [Online]

http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/05/060511_immigrant.shtml
[EriĢim Tarihi 13.04.2016].

BBC 2015, Ġran‟la nükleer anlaĢma ABD kongresinde. 20.07.2015. [Online]

http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/07/150720_abd_iran_kongre [EriĢim
Tarihi 10.12.2015].

Bilmes L.J. & Intriligator M.D., 2013. How many wars is the US fighting today?
16.05.2013

[Online] http://www.hks.harvard.edu/fs/lbilmes/paper/Drones.pdf [EriĢim Tarihi


26.11.2015].

BĠGESAM 2011, Ortadoğu‟da devrimler ve Türkiye. Nisan 2011. Rapor: 31. [Online]

http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-176-
2014040854ortadogudevrim.pdf. [EriĢim Tarihi 09.03.2013].

CHRGJ 2012. Living under drones: death,ınjury and trauma to civilians from US drone
practices in Pakistan. September 2012. [Online]

http://chrgj.org/wp-content/uploads/2012/10/Living-Under-Drones.pdf [EriĢim
Tarihi 27.11.2015].

CIA, 2015. Public Statements on terörizm and Usama Bin Ladin since july 1997.
07.02.2001. [Online].

157
https://www.cia.gov/news-information/cia-the-war-on-
terrorism/pub_statements_terrorism.html [EriĢim Tarihi 22.09.2015].

CNNTURK, 2011. Bin ladin kimdir? 02.05.2011. [Online]

http://www.cnnturk.com/2011/dunya/05/02/bin.ladin.kimdir/615203.0/. [EriĢim
Tarihi 03.11.2015].

Cumhuriyet.2015, Ġran‟dan ABD ile iliĢkilerin normale dönmesi için tek Ģart.
13.11.2015. [Online]

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/417289/iran_dan_ABD_ile_iliskilerin
_normale_donmesi_icin_tek_sart.html.[EriĢim Tarihi 10.12.2015].

EBA 2016, Dünya Nüfusunun Tarihsel GeliĢimi. 29.03.2016. [Online]

http://www.eba.gov.tr/video/izle/997552a9abb7ce68940528a0e7d130fedbdf32d0
9c001 [EriĢim Tarihi 29.03.2016].

Ebrari, M.C., 2015. Ġslam devleti çerçeve metni, Siyasal ve sosyal araĢtırmalar merkezi

yayını 2015 [Online]


http://www.ssamer.com/veriler/971219idrapor(1).pdf-
9d7753f64fe84ffe98a683d268d8136a.pdf. [EriĢim Tarihi 26.12.2015].

Ebrari, M.C., 2014. (Iġ) ĠD çerçeve metni, Siyasal ve sosyal araĢtırmalar merkezi yayını

2014 [Online] http://alternatifsiyaset.net/wp-ontent/uploads/2014/12/idrapor.pdf.

[EriĢim Tarihi 26.12.2015].

Erdönmez, H., 2010, Avrupa devletlerinin Ortadoğu politikası ile ABD‟nin büyük
Ortadoğu projesi, 2010 [Online]

http://dspace.trakya.edu.tr:8080/jspui/bitstream/1/1289/1/0083806.pdf. [EriĢim
Tarihi 22.09.2015].

Foust. J., 2013. Understaning the stratejic and tactical considerations of drone strikes.
January 2013. [Online]

158
https://www.americansecurityproject.org/ASP%20Reports/Ref%200110%20-
%20Understanding%20the%20Strategic%20and%20Tactical%20Considerations
%20of%20Drone%20Strikes.pdf . [EriĢim Tarihi 08.11.2015].

Gençtürk, T., 2012. Enerji güvenliği nedir? Ulusal ve uluslar arası boyutta enerji
güvenliği sorunu. 30.01.2012. [Online]

http://sam.baskent.edu.tr/makaleler/tgencturk/EnerjiGuvenligi.pdf. [EriĢim Tarihi


29.07.2015].

Gezgin F. ve Muslu E., 2014. Yemen 2014. Ortadoğu Yıllığı 2014. [Online]

http://ormer.sakarya.edu.tr/wp-content/uploads/2015/10/Yemen-2014.pdf [EriĢim
Tarihi 27.11.2015].

Güleç, M.G., 2012. Uluslararası terörizm. 17.06.2012. [Online]

http://www.tuicakademi.org/uluslararasi-terorizm/. [EriĢim Tarihi 17.10.2015].

Günal, A., 2012, Büyük Ortadoğu projesi ve Türkiye, [Online]

http://www.onlinedergi.com/makaledosyalari/51/pdf2004_1_15.pdf. [EriĢim
Tarihi 22.09.2015].

Haberturk. 2015, ABD‟deki dıĢ iliĢkiler konseyi, Suriye konusunda cumhurbaĢkanı


Erdoğan‟a hak verdi. 19.02.2015. [Online]

http://www.haberturk.com/dunya/haber/1044730-abddeki-dis-iliskiler-konseyi-
suriye-konusunda-cumhurbaskani-erdogana-hak-verdi. [EriĢim Tarihi
30.07.2015].

History State, 2014, Truman Doctrine.

https://history.state.gov/milestones/1945-1952/truman-doctrine.

[EriĢim Tarihi 04.12.2014].

Irmak, F. ve Kahya, Y., 2013. Amerika BirleĢik Devletleri‟nde terörizm ve terörizm


Korkusu: 11 Eylül terör saldırılarının öncesi ve sonrasına iliĢkin bir analiz
17.10.2013 [Online]

159
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt7/sayi33_pdf/2tarih_uluslararasiiliskiler_si
yaset/i9rmak_fatih_yavuzkahya.pdf [EriĢim Tarihi 17.10.2015].

Jewis Virtual Library, 2015. Harry Truman Administration: Tripartite declaration.


[Ġnternet]

http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/History/tridec.html. [EriĢim Tarihi


30.07.2015].

Kona G.G., 2014. ABD‟nin müdahale mantığı ve sürdürülebilir üstünlük politikası.


[Ġnternet]. http://cesran.org/abdnin-mudahale-mantigi-ve-surdurulebilir-ustunluk-
politikasi.html [EriĢim Tarihi 25.03.2016].

Kurban, V., 2014. 1050-1960 Yıllarında Türkiye ile Sovyetler birliği arasındaki

iliĢkiler. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, [Online] 2014, XIV,

(28),s:253-282
http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/ai/uploaded_files/file/Dergi_28_yeni/10_vef
a_kurban.pdf [EriĢim Tarihi 02.08.2015].

Kurt, S.. 2014. Soğuk SavaĢ Sonrası ABD‟nin Ortadoğu politikası. Tarih Okulu

Dergisi, [Online] 2014, 19 , s: 167-196

http://www.johschool.com/Makaleler/1888164411_SEL%C4%B0M%20KURT.p
df . [EriĢim Tarihi 23.06.2015].

Lizza, R., 2011, The consequentialist: how the Arab Spring remade Obama‟s foreign
policy. 02.05.2011. [Online]

http://www.newyorker.com/magazine/2011/05/02/the-consequentialist. [EriĢim
Tarihi 25.11.2015].

Mearsheimer J.J., 2014. America unhinged. The Natıonal Interest. Ocak-ġubat 2014.

[Online]http://mearsheimer.uchicago.edu/pdfs/America%20Unhinged.pdf

[EriĢim Tarihi 26.11.2015].

160
Mütevellioğlu, S., 2011, Soğuk SavaĢ sonrası ABD dıĢ politikasının Monroe Doktrini

geleneğiyle karĢılaĢtırılması, 12.11.2011. [Online]


http://uiportal.net/Dokuman/soguk- savas-monroe-doktrini.pdf. [EriĢim Tarihi
18.11.2014].

NATO, 2015, A short history of NATO, 2015. [Online]

http://www.nato.int/history/index.html [EriĢim Tarihi 26.07.2015].

OPEC, 2014, Opec share of world crude oil reserves, 2014, [Online]
http://www.opec.org/opec_web/en/data_graphs/330.htm [EriĢim Tarihi
19.12.2015].

ORSAM, 2014. Kerry‟nin Mısır ziyareti, 29.06.2014. [Online]

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=5097. [EriĢim Tarihi 24.12.2014].

ORSAM, 2014. IġĠD: Irak‟ta yerli Suriye‟de yabancı, Temmuz-Ağustos.2014. [Online]

http://www.orsam.org.tr/tr/Yayinlar/OrtadoguAnalizMakaleler.aspx?ID=64.
[EriĢim Tarihi 22.03.2015].

ORSAM, 2013. 2012 Arap baharı söyleĢileri, Kasım 2013. [Online]

http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/20131125_rap186.pdf.

[EriĢim Tarihi 25.11.2015].

Öçalan, G., 2014. Soğuk SavaĢ sonrası ABD ulusal güvenlik stratejileri, 20.02.2014.
[Online]

http://akademikperspektif.com/2014/02/20/soguk-savas-sonrasi-abd-ulusal-
guvenlik- stratejileri/ [EriĢim Tarihi 23.06.2015].

Özdemir, H., 2002, 11 Eylül: post –modern savaĢın miladı ya da dıĢ politika
mücadelelerinin görünmeyen boyutu, 2002. [Online]

http://dergipark.ulakbim.gov.tr/sduiibfd/article/viewFile/5000122909/5000113215
[EriĢim Tarihi 27.09.2015].

161
Özer, A. 2009. 11 Eylül, bölünen dünya, Huntington ve çatıĢma. Toplum ve Demokrasi

Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi, [Online] 2009, 3 (5), s: 202-203

http://toplumvedemokrasi.org.tr/index.php/tdd/article/view/137/144. [EriĢim
Tarihi 28.07.2015].

Pirinççi, F., 2015, “ABD‟nin ĠHA Saldırıları” Ortadoğu Analiz, Mart-Nisan 2015, 7

(67), s. 36-39 [Online]

https://derinstrateji.files.wordpress.com/2015/03/abd-ha-saldirilari.pdf [EriĢim
Tarihi 01.12.2015]

Pirinççi,F., 2014. ABD‟nin IġĠD Stratejisi ve Irak ile Suriye‟ye olası yansımaları.

[Online] http://www.ferhatpirincci.com/download/orsam_isid_rapor.pdf

[ EriĢim Tarihi 08.11.2015].

Pirinççi, F., 2010. Ortadoğu‟da silahlanmayı ilk kontrol giriĢimi: üçlü deklarasyon
[Online]

http://www.historystudies.net/Makaleler/1811098547_Ferhat_Pi...pdf [EriĢim
Tarihi 20.12.2015].

Polat, Ġ., 2006, 11 Eylül terör saldırıları ve Amerika BirleĢik Devletlerinin Afganistan
müdahalesi, [Online]

http://eprints.sdu.edu.tr/360/1/TS00521.pdf [EriĢim Tarihi 17.10.2015].

Posen, B.R. & Ross, A.L., 2006. Competing visions for U.S. grand strategy, 19
November 2006. [Online]
http://users.clas.ufl.edu/zselden/Course%20Readings/PosenRoss.pdf [EriĢim
Tarihi 13.12.2015].

Sadat, L.N., 2012. America‟s drone war. 29.08.2015. [Online]

http://scholarlycommons.law.case.edu/do/search/?q=author_lname%3A%22Sadat
%22%20author_fname%3A%22Leila%22&start=0&context=5534335 [EriĢim
Tarihi 26.11.2015].

162
Sağlam, Z., 2014. Üç kavramı ve Ortadoğu‟da değiĢen dengeler üzerinden güç okuması,

09.02.2014. [Online]. Ġnsani ve Sosyal AraĢtırmalar Merkezi,

http://www.ihhakademi.com/wp-content/uploads/2014/02/G%C3%BC%C3%A7-
kavram%C4%B1-ve-Ortado%C4%9Fuda-de%C4%9Fi%C5%9Fen-dengeler-
%C3%BCzerinden-g%C3%BC%C3%A7-okumas%C4%B1.pdf [EriĢim Tarihi
18.11.2014].

SDE. 2012, Suriye krizinde bölgesel ve küresel aktörler. Haziran 2012. [Online]

http://www.sde.org.tr/userfiles/file/suriye%20analiz.pdf. [EriĢim Tarihi


25.11.2015].

Serie J, 2015, Yemen: reported US covert actions 2015. 26 January 2015 [Online]

https://www.thebureauinvestigates.com/2015/01/26/yemen-reported-us-covert-
actions-2015/ [EriĢim Tarihi 27.12.2015].

SETA. 2014, Neo el- Kaide: Irak ve ġam Ġslam Devleti (IġĠD). 16 Haziran 2014.
[Online]

http://setav.org/tr/neo-el-kaide-irak-ve-sam-islam-devleti-isid/perspektif/15970.
[EriĢim Tarihi 27.12.2015].

T.C. DıĢiĢleri Bakanlığı, 2008, Ġsrail hakkında gerçekler, 2008, Ġsrail Enformasyon
Merkezi. [Online]

http://mfa.gov.il/MFA_Graphics/MFA%20Gallery/Documents%20languages/Tur
kish/ISRAIL%20HAKKINDA%20GERCEKLER.pdf . [EriĢim Tarihi
22.06.2015].

T.C. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, 2015, ADB’nin 2010 ulusal güvenlik
stratejisi, [Online]

http://www.mgk.gov.tr/calismalar/calismalar/001_abd_ulusal_guvenlik_stratejisi.
pdf. [EriĢim Tarihi 23.06.2015].

Terkan A., 2015, Terörizmle mücadele kapsamında insansız hava araçlarının rolü:

163
federal yönetimli aĢiret bölgesi örneği, Yüksek Lisans Tezi, 30.05.2015. [Online]

http://www.kho.edu.tr/Dokuman/enstitu/tezler/Aytekin_TERKAN.pdf [EriĢim
Tarihi 27.12.2015].

The White House, 2002, The national security strategy, 17.September 2002, [Online].
http://georgewbush-whitehouse.archives.gov/nsc/nss/2002/. [EriĢim Tarihi
27.09.2015].

Ural, A., 2009. ABD‟nin enerji hakimiyeti teorisi ve büyük Ortadoğu projesi. Akademik
ORTADOĞU. [Online] 2009, 3 (2). s:137-144.

http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu6%20makale/abdullah_ural.pd
f [EriĢim Tarihi 18.11.2014].

U.S. Department of State, 2015.Office of the historıan, Militones, [Online]

https://history.state.gov/milestones.[EriĢim Tarihi 07.08.2015].

U.S. Department of State, 2002.Diplomacy in action,[Online]

http://www.state.gov/documents/organization/63562.pdf.

[EriĢim Tarihi 27.09.2015].

U.S. Department of State, 2006.Diplomacy in action, [Online]

http://www.state.gov/documents/organization/63562.pdf.

[EriĢim Tarihi 27.09.2015].

Uslu, K., Çelebi, F. & Eyüpoğlu, K.T., 2007. Ortadoğu ülkelerinin enerji kaynakları ve
bu kaynaklardan elde edilen gelirin kamu harcamaları içindeki yapısı. Ġktisadi ve
Ġdari Bilimler Dergisi, [Online] 2007, XXII (1), s:108

http://e-dergi.marmara.edu.tr/maruiibfd/article/view/5000011205/5000011486
[EriĢim Tarihi 18.11.2014].

Ülgen, S., ve Ergun, D.F., 2012. Kum tepelerinde tökezlemek: Ortadoğu‟daki kitle

imha Silahlarından arındırılmıĢ bir bölgenin oluĢturulması, 2009, [Online]

164
http://edam.org.tr/Disarmament/TR/belgeler/Politika%20Raporlari/NTI_PP1_Ul
gen- Ergun_TR.pdf [EriĢim Tarihi 23.06. 2015].

Woods, C. & Ross, A.K., 2012. Drone Warfare Revelaled: US and Britain launched

1,200 drone strikes in recent wars, 4 December 2012, [Online]

https://www.thebureauinvestigates.com/2012/12/04/revealed-us-and-britain-
launched-1200-drone-strikes-in-recent-wars/ [EriĢim Tarihi 27.12. 2015].

165

You might also like